Professional Documents
Culture Documents
Kulak Hırsızlığı
Kulak Hırsızlığı
Kulak Hırsızlığı
Bu konu Kur’an’da, Hıcr suresinin 16 – 18. ayetleri ile Saffat suresinin 6 – 10. ayetlerinde yer
almaktadır. Piyasadaki meal ve tefsir kitaplarının hepsi bu konuyu aşağı yukarı aynı anlamda
açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi, bu ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih
saymaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş
hikâyelere ters düşmesin diye bazı dil bilgisi kurallarını ihmal etmeye (veya bilerek yanlış
kullanmaya) artık gerek kalmamıştır.
Konu ile ilgili yorumlarıma başlamadan önce Şeytan-ı Racim’den Allah’a sığınıyor ve bu
fırsatı, bu nimeti verdiği için Âlemlerin Rabb’ine sonsuz hamd ediyorum.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ayetler, eski tefsircilere göre müteşabih sayıldığı için iyi
anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl dışı, hatta din dışı açıklamalar ve inançlar ortaya
çıkmıştır. Yanlışların görülmesi bakımından bu inançların özetlenmesinde yarar vardır:
Kur’an inmeye başlamadan önce şeytanlar diledikleri gibi göklerde dolaşırlar, meleklerin
arasına sızarak meleklerin Allah’tan öğrendikleri geleceğe ait; gayba ait bilgileri kaparlar, bu
bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere anlatırlar, kâhinler de bu bilgileri halka
anlatırlarmış. Böylece peygamberler ile şeytanlar arasında bir sürtüşmedir devam eder
gidermiş. Bu zamanlarda bazılarına göre gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre yıldızlar
varmış ama kovalamaca işi yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve şeytanlar gökyüzüne
sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler öğrenmek için
onların aralarına sızmaya çalışırmış. İşte meleklerin arasına sızmaya çalışan bu şeytanlara
yıldız fırlatılırmış ve alev topu halinde üzerilerine gelen yıldızı gören şeytanlar gerisingeri
dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış.
Yalnız bu inançta net olmayan bir nokta varmış. O da; acaba yıldızlar yeni mi yaratılmış
yoksa eskiden beri varmışlar da şeytanlara karşı silâh olarak kullanılmaya mı yeni başlanmış?
(!)
İbn-i Abbas’a göre, şeytanlar önceleri göğe çıkmaktan menedilmemişti. Bundan dolayı
göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve haberleri kâhinlere
ulaştırıyorlardı. Kâhinler de bu aldıkları kelimelere dokuz daha katarak bunları
yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Bu kelimelerin dokuzu batıl birisi hak idi. İsa peygamber
doğunca, onlar üç kat gökten menedildiler. Peygamberimiz doğunca da, bütün göklerden
menedildiler. Dolayısıyla bu şeytanlar, kulak hırsızlığı yapmak istediklerinde, ateş parçaları
ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar. (Hıcr suresi tefsiri, Mefatih ul Gayb, İmam Razi ve
Kurtubi, Cilt 10 s. 20,21) (!)
Bu konu en uzun teferruatlı anlatımıyla Kurtubi’de yer almıştır.
Hıcr; 16 – 18:
16- Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik.
17- Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk.
18- Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder.
Saffat; 6 – 10:
6- Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
7- Onu her inatçı şeytandan koruduk.
8- Onlar yüksek (melekler) topluluğunu dinleyemezler. Her taraftan kovulupatılırlar.
9- Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
10- Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev takip eder.
Hıcr; 16 – 18:
16- Hiç kuşkusuz, gökte burçlar oluşturduk ve seyredenler için onu süsledik.
17- Ve onu Şeytan-ı Racim’in hepsinden koruduk;
18- az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alev takip edenler hariç.
18. ayetin, 17. ayetin devamı olması münasebetiyle iki ayeti tek bir cümle halinde ifade
dersek cümle şöyle şekillenir:
“Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin
haricindeki tüm Şeytan-ı Racimlerden koruduk.”
Yani sema “azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki
tüm Şeytan-ı Racimlere” kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara açıktır, onlara
serbesttir, onlardan korunmamıştır.
Saffat; 6 – 10:
Burada da 7 – 10. ayetler tek bir cümle olduğu için bunları da tek cümle halinde ifade edelim:
“Biz semayı, mele-i a’lâdan bir bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip edenler hariç,
sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a’lâya hiç kulak
vermeyen ‘şeytan-ı marid’in tümünden koruduk.”
Ayetin özetini alırsak; “gök yüzü ‘şeytanı marid’e kapalı olup mele-i a’lâdan azıcık bilgi
kırıntısı sağlayan ve kendini delici alevin takip ettiklerine açıktır.
Ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, ayetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımları
gerekmektedir:
Büruc:
Ayette geçen “ بروجbüruc” sözcüğü, “ برجburç” sözcüğünün çoğuludur. “Burç”; yüksek köşk
demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de “burç” adı verilmiştir. Ayette çoğul olarak
kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki
burcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burçları olarak adlandırmışlardır.
Henüz kozmoloji ve astronomi tam kemale ermediğinden burçların sayısını kesin ifade etmek
doğru olmaz kanaatindeyiz.
Marid:
“ ماردMarid” sözcüğü; “azgın, inat ve isyanda benzerlerinden çok ileri giden, karşı çıkan”
demektir. Bu sözcüğün mübalâğa kalıbı olan “ مريدmerid” sözcüğü, “şeytan-ı merid” olarak
Hacc suresinin 3. ve Nisa suresinin 117. ayetlerinde, geçmiş zaman kipiyle de “مردوا على النّفاق
mered-u alennifakı/ münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler” şeklinde Tövbe suresinin 101.
ayetinde yer alır. “Marid” sözcüğünün mastarı olan “ردkk مmerd” sözcüğünün türevleri,
sözcüğün öz anlamı ekseninde farklı kalıplarda bir çok değişik anlam kazanmıştır. Bunlardan
en önemlisi, “ معرّىsoymak –soyunmuşluk” anlamıdır. Araplar, yapraktan soyunmuş (yaprağı
olmayan) ağaca “ردkk شجر امşecerün emred”, bitki bitmeyen kumluklara “رداءkkة مkk رملremletin
merdai”, köseye (sakalı bitmeyen kimseye) de “ امردemred” derler. Detay Lisan ül Arab cilt 8,
S. 247-250’de mevcuttur.
“ تمرّدTemerrüt (uzun bir süre inat etme)” sözcüğü de aynı kökten türemedir.
Bize göre bu delici, parlak alev; bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki “ فأتبعهfeetbeahü (kendisini
izler, kendisinin arkasından gelir)” fiilinin de ipucu olmasıyla UZAY ROKETİ’dir.
Geçmiş zaman tefsircileri ayetlerdeki bu ifadeleri “yıldız kayması”, “meteor düşmesi” olarak
açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu anlayamadıkları şeytanların arkasından
bir top mermisi gibi fırlatıldığına inanmışlardır. Ama bu bombardımanın sonucu hakkında,
şeytanların parlak, delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir
uydurma yapamamışlardır.
Hıcr suresinin 18. ayetindeki “ استرقisteraka” fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye
çevrilmiş olup, Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan “ سرقseraka”nın
anlamı; “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise; “kulak
kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir
(Lisanül Arab cilt 4. S. 565). Yani “ إستراقistirak”, hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler
öğrenmek demektir.
Bu fiil konumuz olan ayette “ من استرق السّمعMen isteraka s sem’a (Sem’a kulak kabartan”
cümlesi içinde yer almıştır. Burada “ سمعsem’” sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, “استرق
isteraka” fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) “dinleme yoluyla az bir bilgi
edinen, az bir şey öğrenen” demektir.
Diğer taraftan cümlede geçen “sem’a”; Vahyi yani Kur’anı işaret etmektedir. Bu yargıya ise
aşağıdaki ayetler delâlet etmektedir:
Mülk; 10: Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akletmiş
olsaydık, Sair/ cehennem halkı arasında olmazdık.”
Furkan; 44: “Yoksa onların çoğunu vahye kulak verir veya akleder mi
sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişatça daha
sapıktırlar.”
Bu konu ile ilgili olarak ayrıca, şu ayetler de tetkik edilebilr: A’râf; 100, Yunus; 67, Nahl; 65
– 69, Rum; 21 – 24, Secde; 26, Enfal; 21 – 22, Kehf; 101, Kaf; 37.
Hıcr suresinin 18. ayetindeki “ استرقisteraka” fiili, konumuz olan diğer sure Saffat’ın 10.
ayetinde “ من خطف الخطفةmen hatıfel hatfete (bir kırıntı kapan)” diye açıklamıştır.
Mele-i a’lâ:
“Dolmak” anlamına gelen “ ملؤmil” sözcüğünden türemiş olan “ مألmele” sözcüğünün ilk
anlamı “dolu olan (depo)” demektir. Sonraları reisler, başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri,
toplumun erdemlileri için de “mele” denilir olmuştur. Bunlara “ مألmele” denilmesinin sebebi,
kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu olmalarıdır. Yani “boş adam”
olmamalarıdır. Sözcük bu anlamıyla Kur’an’da 28 kez geçmektedir.
Araplar ayrıca “ahlâk”a da “mele” demektedirler (Lisanül Arab c. 8 S. 344-346).
Eski tefsirciler “mele” sözcüğünün, yukarıda “reisler, ileri gelenler (konsey)” olarak
açıkladığımız mecaz anlamını esas almışlar ve sözcüğün “ أعلىa’lâ (yüce)” sıfatıyla birlikte
kullanıldığı “ المأل األعلىel mele-il a’lâ” deyimine “yüce konsey” demişlerdir. Ancak bu “yüce
konsey”in ne olduğu ve kimlerden oluştuğu konusunda sağlam bir kanıt olmadığı için, bunun,
“göklerdeki melekler”, “Kerrubiyun/ mukarrebun (Allah’a en yakın olan melekler)” olduğunu
söylemişlerdir. Böyle olunca da, kulak hırsızlığı yapmaya çalışan şeytanları, Allah’ın
başucundaki meleklerin muhabbetlerini dinlemek için göklere çıkarmışlar ve onları oradan
ancak yıldızlarla bombardımana tutmak suretiyle kovabilmişlerdir(!).
Bize göre ise sözlük anlamı “yüce dolular (yüce depo)” olan “melei a’lâ” sözcüğü; vahydir,
Kur’an ayetleridir. Çünkü Kur’an, insanlığın ihtiyaç duyduğu her şeyi içermektedir ve
herkesin ihtiyaç duyacağı bilgiler ile dopdoludur. Kur’an’ın içindekiler önemsiz şeyler
olmayıp, en değerli yüce şeylerdir. (Bu husus ile ilgili birçok ayet vardır.)
“Mele-ı a’lâ” ifadesi Kur’an’da bu ayetten başka bir de Sad suresinin 69. ayetinde
geçmektedir. Bu ayetin iyi anlaşılabilmesi için önünü ve arkasını birlikte ele almak gerekir:
Sad; 65 – 70:
65- De ki: “Ben sadece bir uyarcıyım. O Vahid ve Kahhar Allah’tan başka
hiçbir ilâh yoktur.
66- Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabb’idir O. Aziz ve
Gaffardır…”
67- De ki: “ Büyük bir haberdir o (Kur’an).
68- Yüz çevirip duruyorsunuz ondan.
69- Tartışıp durdukları mele-i a’lâya dair benim hiç bir bilgim yoktu.
70- Bana sadece açık bir uyarıcı olduğum olduğum vahyediliyor.”
Görüldüğü gibi “mele-i a’lâ” ifadesi, bu ayette de Kur’an anlamında kullanılmıştır. Zira
tartışılan Kur’an’dır. Ve kendisine vahy gelene kadar Peygamberimizin kur’an hakkında
hiçbir bilgisi yoktu.
Yukarıdaki bilgiler ışığı altında, her iki surenin ayetleri birlikte değerlendirilirse diyebiliriz ki;
Sem’a kulak kabartmak, Melei a’ladan bir bir kırıntı kapmak Kur’an’dan azıcık da olsa
istifade edebilmektir.
Mele-i a’lâdan bir parça koparmakla, diğer bir ifadeyle vahye kulak kabartmakla elde edilenin
ne olduğuna gelince: Kur’an’da kozmolojiye ve astronomiye ait bir çok ayet vardır.
Çağımızda bunlar eski çağlara göre binlerce kat daha iyi anlaşılmakta ve her biri taze birer
mucize olmaktadır. İşte bu ayetlerden bir tanesi de şudur:
Ayette konu edilen “sultan/üstün güç” bilim ve teknolojidir. Şihab-ı sakıp, mübin /delici
parlak alev (roket) de sultanın (üstün bir gücün eseridir. Bu ayet, istisnalı bir cümle ve devamı
olan ayette “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” diye sorulmak suretiyle,
“Gidin görün bakalım o gördükleriniz karşısında Rabbinizin hangi nimetini
yalanlayabileceksiniz” denildiğinden insanlara acziyetlerini hatırlatan bir meydan okuma
olmayıp, bir yol göstermedir. Yani bu üstün güce sahip olursanız semavat ve arzın
çaplarından çıkabilirsiniz. Bu üstün güce sahip olmazsanız bunu başaramazsınız
denilmektedir.
İstisna:
Konumuz olan pasajlardaki ayetler (Hıcr; 18 ve Saffat; 10. ayetler), “illâ” istisna edatıyla
başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan
dışlanmaktadır. Ayetleri birlikte değerlendirirsek ayetlerin anlamı; “semayı … şeytandan
koruduk ama, vahye kulak veren (mele-i a’lâdan bir parça alan) ve kendisini şihabın takip
ettiği kişilerden korumadık.” demek olur.
Dikkat ederseniz piyasadaki meal ve tefsirlerde olması lâzım gelen bu meal maalesef yoktur.
Ayetlerdeki “illâ” edatı yokmuş gibi davranılmış ve “ منmen” ism-i mevsulu, şart edatı gibi
değerlendirilmek suretiyle, cümle, şart cümlesi anlamıyla “kim kulak hırsızlığı yaparsa alev
topu anu yakalayıverir” diye çevrilmiştir. Kısacası istisna cümlesinin anlanmını eski tefsirciler
hafsalalarına sığıdıramamışlardır. Yani o dönemlerde bir insanın Kur’an’dan duyacağı bir
ayetten, gökyüzüne geçebileceğini, kendine parlak delici bir alev makinası yaparak onunla
gökyüzüne çıkabileceğini öğrenmesi düşünülemiyordu.
Ham fikir, uzay ile ilgili bir şey üretemez. Ama insan, Kur’an’dan bir şeyler kaparak ham
fikri tefekkür boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu yani ROKET
yapabilir ve semaya gidebilir. Çünkü artık ona gökyüzü açıktır.
Not: