Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 31

Mehmedkirkinci.

com

Muvaffakiyette ve Terakkide Maneviyatın Rolü


“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam,
kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından
kurtulabilir. 'Tevekkeltü alallah' der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle
hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder.”[1]

Vicdanın ziyası, kalbin nuru ve fikrin meşalesi olan iman, her faziletin membaı,
maddi ve manevi başarının da temelidir. İnsan ancak manevi bir kuvvet olan iman
sayesinde her türlü musibete ve her elim hadiseye karşı dayanabilir; manen ve
maddeten terakki eder.

Allah’a iman eden bir mümin, dünyevi ve uhrevi maksatlara ulaşmak için bütün
tedbirleri aldıktan ve sebeplere tam riayet ettikten sonra, o sebeplerin gayet âciz
olduğunu, o sebeplerin eli ile insana hadsiz lütuf ve ihsanda bulunanın ve tesir-i
hakinin yalnız Cenab-ı Hak olduğunu bilir; ruhen ve kalben huzur bulur.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;

"Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip
minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp
zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir, her
şey'in anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; her şey onun
emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden,
korkulardan kurtuldun."[2]

Maneviyat, insana büyük bir kuvvet ve cesaret verir, korkularını izale eder. Hem
maneviyat, insanın iradesi dışında cereyan eden umumî âfetler, hastalıklar ve
musibetlerde mümin için en güzel bir teslimiyet ve teselli kaynağıdır. Ölüm
döşeğindeki bir hastaya Allah’a iman ve tevekkülün sağladığı huzur ve sürûru hangi
şey temin edebilir?

Peygamber Efendimiz’in (sav.) İslâmiyet'in ilk tesis ve intişarı yıllarında


müşriklerin İslâm'a olan şiddetli düşmanlıklarına rağmen, tek başına, silahsız ve
kuvvetsiz olduğu halde, eşsiz imanı, teslim ve tevekkülü ile davasında muvaffak
olması ve İslamiyet’i dünyanın başına geçirmesi bunun en büyük delilidir. Allah
Resulü kapısında bir nöbetçisi olmadığı halde, toprak bir evde sabahleyin savaşa
gideceği zaman bile yatağında rahat uyurdu. Bu hal Allah’a iman ve itimadın, teslim

page 1 / 9
ve tevekkülün bir semeresidir.

“Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır,


ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam
münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu
korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile
seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık
feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. 'Acaba bu serseri
yıldız Arzımıza çarpmasın mı?' der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir
yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)”[3]

Fen ve teknik sahada terakki etmek için maneviyatın rolü çok büyüktür. Beşerin
maddi ve manevi terakkisini, dünyevi ve uhrevi saadetini temin noktasında din-i
ilimler ile fen ilimlerini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu ilimlerden
yalnız birisi ile iktifa etmek, beşerin tedennisine sebep olur. Maddi ve manevi
terakkiyat ikisinin bir arada olmasıyla mümkündür.

Sadece müspet ilimler ile meşgul olmak ve o sahada ilerlemek insanı saadete
götürmez. Zira Matematik, Fizik ve Kimya gibi ilimlerde bir fazilet olmaz. Onların
yeri başkadır. Batı medeniyeti teknik sahada son derece ilerlemesine rağmen
insanların huzur ve saadetlerini sağlama konusunda aynı başarıyı
gösterememiştir. “Her şeyi maddede arayanların, akılları gözlerindedir, göz ise
maneviyatta kördür.” Hakiki terakki hem maddî hem de manevî ilimlerin beraber
yürütülmesine bağlıdır. Sadece maddî sahada veya yalnız manevî sahada terakki
kafi değildir. Bediüzzaman Hazretleri,

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.


İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti
pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile,
şübhe tevellüd eder.”[4]

buyurarak, bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Evet, eğitim ve öğretimde, sadece akıl ve fen ilimleri nazara alınırsa, genç
nesiller şüpheci ve isyankâr; yalnız dini ilimler yani kalp nazara alınırsa, o zaman da
mutaassıp olurlar.

Cihanda aziz olmak, maddi ve manevi terakki etmek istiyorsak, iman ve fazileti,
ilim ve serveti bir merkezde cem etmeliyiz. Her şeyden feragat edilse bile imandan,
faziletten, ilimden ve irfandan feragat edilemez. Zira her iki hayatın huzur ve

page 2 / 9
saâdeti, izzet ve şerefi bunlarla kaimdir. Efkar-ı ulviye sahibi insanları ancak bu
hakikatler işba edebilir.

Yalnız maddî terakkiye ehemmiyet verilip, inanç ve ahlâk ihmal edilirse o toplum
manevî çöküntüye uğrar. İnsanlar birbirinin maddî ve manevî hukukuna tecavüz
eder, cemiyetin nizam ve intizamı bozulur. Maneviyattan mahrum olan insanlar, ilim
ve fennin derinliklerine vakıf oldukları ve hatta onun zirvesine çıktıkları halde hakiki
saadeti elde edememişlerdir. Demek ki, dini ve fenni ilimleri birlikte elde eden bir
millet hakiki saadete ve bahtiyarlığa nail olur.

Bir milletin ebed müddet payidar olması; kalplerin imanla intibaha getirilmesi,
ruhların ahlâk-ı hasene ile teçhiz edilmesi ve akılların nur-u irfanla tenvir edilmesine
bağlıdır. Maneviyatla teçhiz edilmeyen bir millette şecaat, kahramanlık ve fedakârlık
olamaz. Gençlerimiz de sefahat ve sefaletin tahakkümünden ancak bu hal ile
muhafaza edebiliriz.

Maneviyata malik olmayan ailelerden metin ve kavi bir millet teşekkül edemez.
O halde, nesl-i cedidi dinin elmas zinciriyle bağlamak lazımdır ki, istikbalimizi
sağlam temeller üzerine bina etmiş olalım. Din, millet, vatan, devlet, namus öyle
ulvi hakikatlerdir ki, ne çiğnenir, ne de çiğnettirilir. Hayat ancak bunlar için feda
edilir. Bunlara hakiki muhabbet ancak maneviyatı kuvvetli insanlarda bulunur.
Evet, harp meydanında ölüm ile hayat arasında bulunan binlerce insan, söylenen
güzel bir sözün tesiri ile gayrete gelerek vatanı, bayrağı ve milleti uğruna en aziz ve
en mukaddes olan hayatını feda eder.

Cenab-ı Hak, manzume ve sistemleriyle bu âlemi hep insana göre tertip ve


tanzim etmiştir. Bu kâinattan hasıl olan bütün nimetleri ona teveccüh ettirmiştir.
Kısacası, kâinatın yaratılmasından maksat insandır. Kâinatın en büyük neticesi, en
ehemmiyetli gayesi insandır. İnsan, kâinattan süzülen en lâtif maye, en kıymetli
hakikattir. İnsan kâinatta mihrak ve merkez noktadadır. Cenab-ı Hak, dünya ve
ahireti onun istifadesine göre terbiye ve tanzim etmiştir. Öyleyse, en büyük himmet
ve gayret, insan unsurunun ıslahına, terbiyesine, ahlâk ve faziletinin tekmiline
sarfedilmelidir. Bozulan ve laçkalaşan bütün içtimai çarkların yenilenmesi ve hayat
bulması için tedavi, kalp ve dimağdan başlatılmalıdır.

Bu ise kalbin iman ile tenevvürüne, fikrin de ilimle terakki ve tealisine bağlıdır.
Evet, insan unsurunun terbiyesinde, akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir.
Ta ki, âlicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, marifetle dolu kalpler, ahlâklı ve necip
simalar yetiştirilebilsin.

Maneviyatsız ilmin beşeriyete felah ve huzur yerine şüphe, tereddüt, hatta


ıstırap verdiği bir hakikattir. Gençlerimiz bir taraftan fen ilimleri ile terakki ederken,
diğer taraftan da huzur ve saâdeti temin ve tesis edecek olan manevi ilimlerle
teçhiz edilmelidir.

Tarihin şahadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra

page 3 / 9
güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat,
maneviyattan uzaklaşıp ahlâksızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mahkum ve
mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır,
olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.

Bunun misalleri çoktur. Roma, Endülüs ve Pers imparatorluğu bunlardan sadece


birkaçıdır. Mesela; Romalılarda faziletin bütün güzellikleri inkişaf etmiş; gerek
idarecileri ve gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahatten ve
ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir şeref sayarlardı. Hanımları
ve gençleri son derece iffetli idi. Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki
ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O güzel ahlâk ve faziletin
yerine sefahat ve ahlaksızlık hakim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessüh etti. Ne
kanun hakimiyetleri ne de maddi kuvvetleri onları yıkılmaktan kurtaramadı. O
ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkılıp dünta sahnesinden silinip gitti.

Avrupalılar da Endülüs’ten sadece dünya cihetindeki terakkiyi alıp, onları asıl


terakki ettiren manevi sırları anlayamadılar ve maalesef bu noktaya bakamadılar.
Eğer onlar, Endülüs’teki maddi terakkiyi alıp dünyalarını mamur ettikleri gibi,
manevi sahadaki gelişmeleri de alabilselerdi, ahiretlerini de kurtarıp ebedî saadete
mazhar olacaklar; Avrupa’nın birçok yerinde kilise yerine camiler yapılacak, kulaklar
çan sesi yerine, ezan-i Muhammedî ile dolacaktı. Fakat heyhat!

Bediüzzaman Hazretleri; “Ehl-i bid'a diyorlar ki: Bu taassub-u dinî, bizi geri
bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan
sonra terakki etti?” sualine şöyle cevap verir:

“Elcevab: Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldatıyorsunuz. Çünki Avrupa,


dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar'a veya bir nefer-i İngiliz'e veya bir
serseri Fransız'a 'Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın!' denilse,
taassubları muktezasınca diyecek: 'Hapse değil, öldürseniz bile, dinime
ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım!'"

"Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise,
o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni
etmiş. Hristiyanlık ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş'et
etmiş."

"Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman İslâmiyetten


çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı
Hakk'ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey'i tanımaz; belki
kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun
için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa
musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur.
Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı
içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine
hayat-ı içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder

page 4 / 9
ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk'ı bir cihette tasdik
edebilir."

"Acaba bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi


menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah'ı
bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def'etmesi, bin ehl-i
diyanetin idaresinden daha müşkildir. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle
dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi manidirler.
Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar,
meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz
serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan
mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: 'Biz, Allah Allah diye diye
geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.'"

"'Cevab-ül ahmak-is sükût' kaidesince, böylelere karşı cevab sükûttur.


Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz ki:"

"Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahid,
cenazeleriyle 'El-mevtü hak' hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şahadet
ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz?
Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah
yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin
önünde ışıklandırır, ye's-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm
var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top
tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda
olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder,
imsak eder.”[5]

İstanbul’un fethi, Mısır Seferi, Niğbolu Zaferi ve Çanakkale gibi nice zaferler
bunun en güzel ve en bariz misalleridir.

İstanbul’un fethinde, elbette ki üstün bir askeri gücün ve maddi plânın katkısı
büyüktür. Ancak bu fethi, muzafferiyetlerin en yücelerinden biri yapan güçlü iman,
yüksek şecaat ve maneviyattır.

Hacı Bayram-ı Veli’den hilafet alarak Göynük’te irşat vazifesine devam eden
Akşemseddin Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet Han’ın daveti üzerine İstanbul
kuşatmasına iştirak eder ve muhasaraya yardımcı olur. Kuşatma süresince ordunun
maneviyatını, cesaretini ve celadetini artırma noktasında büyük gayretler gösterir.
Hatta fethin müyesser olacağı zamanı ve hücum edilmesi lazım gelen yeri önceden
Fatih Sultan Mehmed Han’a bildirir. Akşemseddin Hazretlerine, “İstanbul’un
fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir:
“Kardeşim Hızır ile ilm-i leddünniye üzere İstanbul’un fetih vaktini

page 5 / 9
çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ı evliyadan bir cemaatle hisara
girdiğini; kale feth olunduktan sonra da onu kalenin üzerinde oturur halde
gördüm.”

Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa ve taraftarlarının muhasaradan


vazgeçilmesini istemelerine üzerine, Akşemsettin Hazretleri, onların bu
düşüncelerine karşı çıkmış ve fetih müyesser oluncaya kadar muhasaranın devam
etmesi fikrini savunmuştur. Ortaya koyduğu kuvvetli deliller sayesinde ona itiraz
edenleri susturmuştur. Başta Akbıyık Sultan, Molla Hüsrev, Molla Fenari ve diğer
İslam büyükleri olmak üzere, müştereken hareket etmişler ve fetih müyesser
oluncaya kadar muhasaranın devam etmesini sağlamışlardır.

Fatih Sultana Mehmed Han’ın cihangirliği, İslam dininin üç temel otoritesine


dayanmaktadır. Dini, manevi ve siyasi kuvveti şahsında toplayan tek şahıs Hz.
Muhammed’dir. (s.a.v) Bu üç kuvvetin ayrı ayrı şahıslarda temsil edildiğinin en
bariz misalini İstanbul’un fethinde görmekteyiz. Siyasi kuvveti genç Fatih, dini
kuvveti Molla Gürani ve manevi gücü de Akşemseddin temsil etmiştir. İşte
İstanbul’un fethinin altında yatan asıl sır budur, maneviyatın gücüdür.

Hem meselâ, Plevne Savaşı öncesi, Osman Gazi cihadın ehemmiyetini


anlattıktan sonra, askerlerin arasından ileri çıkan bir nefer, kemal-i edeple selam
verdikten sonra şu harika nutku okur:

“Şimdiye kadar gözleyip özlediğimiz düğün bayramımızın bugün gelip


çattığını, bu okunan ferman bize müjdeledi. Eğer izin ve ruhsatınız olursa, bu
gece sabaha kadar bir düğün yaparcasına şenlik yapıp onu kutlayacağız.
Çünkü Cenab-ı Allah bir çok ayette bize nüsret vaat ettiğini hocalarımızdan
işittik. Bu ayetlerin her biri kalbimize çelikten birer kaladır. Muharebeyi
kazanmak çokluğa ve azlığa bakmaz. Bir askerin kumandana, kumandanın
da askerine olan emniyeti tahakkuk ederse, az bir askerle nice büyük
orduların mağlup edilip bozguna uğradığını Allah vaat ettiği gibi, tarihle
sabittir. Bizim de size emniyet ve muhabbetimiz bakidir. Onun için
ecdadımızın ve babalarımızın kanı ile yoğrulmuş olan bu vatanın bir karış
toprağına bile binler başımızı feda edip, düşmana ayak bastırmayacağız. Bu
vatanın toprağını namustan terekküp etmiş olan ecdadımız hukuk-u
meşrualarına edilen taarruz ve hücumlara karşı koyup boğun eğmediler.
Onlar, zalimlerin namus ve vatanlarına yapmış oldukları tecavüzlerine
karşı; “Ya ölüm, ya namus ve vatan” diyerek Allah’a hakiki tevekkül
edip, kılıçlarına sarılarak meydan-ı mücahedeye ve cihada çıktılar. “Her
cibad abad” diyerek, her türlü fedakarlığı icra ettiler. Alemde şöhret şiar
olan kavim ve ümmetlerde misli görülmemiş bir gayret ve fedakarlıkla son
nefeslerine kadar sebat ettiler, müdafa-yı namus ve vatan için al kanlara
boyandılar. Kimi şehit kimi gazi oldular. Bazı muharebelerde mağlup ve
masum kalıp, maddeten mağlup olsalar bile yine de manen galip ve
şanlıdırlar. Biz haiz olduğumuz kudret ve cesaretimizi nihayet dereceye
kadar sarfedip, murad-ı İlahiyeye razı olacağız... Gazanın pençesi bükülmez.

page 6 / 9
Nüsha-yı Kübra-yı kudret bozulmaz. Lakin mağlup olsak bile yine de münim
ve istinatgâhımız Allah’tır. Çünkü mazlumun ve haklının yardımcısı O’dur.
Mazlum bir milleti mahvetmeğe adalet-i İlahiye müsaade etmez. Bugün biz
mağlup olsak bile, yarın galip geleceğimize inancımız tamdır. Kader, bundan
önce bizi Osman Gazi gibi alicenap kumandanlardan mahrum etti ve bir
takım ellere bırakarak bizi mağlup etti. Fakat yine hamimiz ve medetgâhımız
Allah’tır. Zalimler kuvvet ve zulümleriyle fahr etsinler. Biz de Allah ile
fahrederiz. Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir.”

Bir Osmanlı neferinin mesrur-u hissiyatı olan bu nutku, bütün ümera ve zabitler
gözyaşları ile dinlemiş ve daha sonra da bu nutuk bütün birliklere gönderilmiştir.

Hem yine Yavuz Sultan Selim Han’ın, İslamiyet'i tek bir bayrak altında toplamak
gayesi ile çıkmış olduğu Mısır seferinde, daha önceleri Cengiz ve Timur'un defalarca
gidip geri döndükleri korkunç Sina çölünü mucizevi bir şekilde on üç gün gibi kısa bir
zamanda geçmesi de maneviyatın gücüdür.

Dünya tarihinde ordusuyla beraber Sina Çölü’nü geçen iki hükümdar vardır.
Birisi MÖ 525 senesinde İran Şahı Kambiz, diğeri ise, MÖ Makedonya Kralı
İskender’dir.

Yavuz Sultan Selim imkânsız görünen bu işi hiç bir zayiat vermeden ve herhangi
bir ikmal sıkıntısı çekmeden on üç gün gibi kısa bir zamanda başarmıştır. Büyük bir
askerî deha sayılan Napolyon bile Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve
Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini öldürmüşlerdir. Birinci Cihan
Harbi’nde yeni tekniğin verdiği imkânlar ve tanklarla bile bu çöl, ancak on bir günde
geçilebilmiştir.

Gazze ile Mısır toprakları arasında Tih, Sina ve Katya adlarıyla anılan üç büyük
çöl vardı ve bu çöller geçilmeden Mısır’a karadan vasıl olmak mümkün değildi. Daha
önce buralara gelmeyi düşünen Hülagu ve Timur bu çölleri geçmeyi göze
alamadıkları için Mısır arazisi onların istilasından masun kalmıştı.

Adeta kumdan bir deniz olan bu amansız çöl, gündüz sanki bir cehennem, gece
ise âdeta bir buz diyarı idi. +50 ile -20 derece arasında değişen bir iklime sahipti..
Yavuz’un inanılmaz azmi ve kesin kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz
Sultan Selim atından indi ve askerinin önünde mütevazı bir şekilde iki büklüm
olarak yürümeğe başladı.

Askerî erkân hayret ve şaşkınlık içindeydi. “Atların bile kanının kaynadığı ve çok
zor gittiği bu çölde sultan acaba niçin atından inip yürümeye başladı.” diye kendi
aralarında konuşmaya başladılar. Askerler de atlarından inip yürümeye başladılar.
Paşalar, Yavuz Selim Han’ın can ciğer arkadaşı olan Hasan Can’a; “Hünkâr’a

page 7 / 9
sorsanız, acep bu ne iştir?” dediler. Hasan Can Yavuz Selim’e merakla “niçin atından
inip yürüdüğünü” sorunca Yavuz şöyle der:

”Görmüyor musun Hasan, önümüzde Allah(c.c)’in Resul’ü Fahr-i


Kâinat (sav.) yürüyor. O âlemler sultanı yaya yürürken biz nasıl at
üstünde olabiliriz.”

İşte Hz. Peygamber’e (sav.) olan bu büyük muhabbetin ve benzersiz hürmetin


bir bereketidir ki, Yavuz ve askerleri o korkunç Sina Çölü’nü bir bulutun altında
Allah’ın inayeti ve Resul-i Ekrem’in (sav.) ruhaniyetiyle on üç günde geçmiş ve
Mısır’ı fethetmişlerdir. Ayrıca, çölü geçiş sırasında Cenab-ı Hakk’ın büyük bir inayeti
olarak senelerden beri yağmur yüzü görmeyen bu çöle yağmurun yağması orduyu
rahatlatmış ve ruhlara yeni bir hayat bahşetmiş, onları sürur ve saadete gark
etmiştir.

Benzer bir hadise de Kosova Savaşında vuku bulmuştur. Savaş öncesinde


arazinin çok tozlu olması ve rüzgârın düşman yönünden esmesi karşısında gece hiç
uyumayan Murat Hüdavendigâr gözyaşları içinde şöyle niyazda bulunmuştur: “Ya
İlahî!. Bu zamana kadar dualarımı kabul ettin. Beni mahrum etmedin. Ya Rabbi! Ne
olur gene dualarımı kabul eyle! Bir yağmur ver de bu karanlığı ve tozu def edip
âlemi berrak eyle, tâ ki düşman askerini rahat görüp, yüz yüze cenk edeyim. Ya
İlahî! Mülk de Sen’in ve kul da Sen’indir. Sen kime istersen verirsin. Ben dahi bir aciz
kulunum. Benim fikrimi ve sırlarımı muhakkak Sen bilirsin. Mülk ve mal benim
maksadım değildir. Ben, sadece ve sadece senin rızanı isterim.

Ya Rabbi! Beni bu Müslümanlara kurban eyle! Tek bu müminleri düşman elinde


mağlup edip helak eyleme! Ya İlahî! Bunca insanın katline beni sebep eyleme!
Bunları galip eyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim. Yeter ki sen bunu kabul
eyle! İslam askeri için ruhumu teslim etmeye razıyım. Yeter ki bu müminlerin
ruhuna benim ruhumu feda kıl! Önce beni gazi ettin, şimdi bu son anda da şehitliği
nasip eyle! Amin…”

Nitekim bu çetin savaş esnasında hafiften yağan bir yağmur toz bulutlarını
dağıtmış ve akşama kadar devam eden savaşı fazla zayiat vermeden Osmanlılar
kazanmış, Murad Hudavendigâr ise şahadet şerbetini içmiştir. Makamı cennet olsun!

[1] Nursî, B.S., Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

[2] Nursi, B.S., Mektubat, Yirminci Mektup.

[3] Nursî, B.S., Sözler, Üçüncü Söz.

[4] Nursî, B.S., Münazarat.

page 8 / 9
[5] Nursi, B.S., Mektubat.

page 9 / 9

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)


Mehmedkirkinci.com

Osmanlı Saltanatının Asırlarca Hüküm Sürmesinde


Maneviyatın Rolü
İslam tarihi içinde adalet, merhamet, civanmertlik ve yiğitlik gibi yüksek
seciyelerle destan hâline gelen iki hanedan vardır ki, bunlar Selçuklular ile
Kayıhanlar boyundan gelen Osmanlılardır. Kader-i İlahînin bir sevki olarak küçük bir
hanedanlıktan büyük bir devlet hâline gelmeleri son derece sağlam temeller üzerine
bina edilmiş; Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Dursun Fakih, Şeyh Edebali,
Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zembilli Ali Efendi gibi
nice büyük alimlerin ve manevi sultanların rehberliğinde aşk ile iman, insaf ile
adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu manevi otoritelerin
rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde yürütülmüştür. Çünkü bir
devleti devlet yapan, onun temelini ve esasını oluşturan ve medeniyetin zirvesine
çıkaran, sadece, askerî ve siyasi gücü değildir.

Anadolu’ya hakim olan Selçuklular, birlik ve beraberliğin, huzur ve saadetin,


maddi ve manevi terakkinin sadece maddi güçle olmayacağını çok iyi bildiklerinden,
Ahmet Yesevi’den milletin irşadı için mürşitler göndermesi hususunda istimdat
ederler. Ahmet Yesevi de on binlerce müridini Anadolu’ya gönderir. Horasan er ve
erenleri namı ile şöhret buluş olan bu Allah dostları Anadolu’nun dört bir yanına
dağılarak insanların irşadına, maddi ve manevi terakkilerine vesile olmuşlardır.

Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden,
ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkânt ariflerinin, Buhara
mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde nice
müstesna şahsiyetler yetişmiş ve Osmanlının ruhunda derin izler bırakmışlardır.

Nitekim o müstesna şahsiyetleri kendilerine rehber edinen ecdadımız, büyük


bir şevk ile Kur’an’a sarılmış, din-i İslam’ı akıl ve mantığın mizanıyla tetkik ve tahkik
etmişlerdir. Onlar İslam dininin bütün beşeri hayır ve saadete, vahdet ve uhuvvete
davet eden bir din-i fıtri ve umumî olduğunu yakinen anlamış, vifak ve ittihadı,
nezahet ve nezafeti, hürriyet ve adaleti, şefkat ve merhameti, mürüvvet ve ihsanı
onda görmüş ve bu sayede nice fütuhat yapmışlardır.

Samiha Ayverdi Hanımefendi “Türk Tarihi’nde Osmanlı Asırları” adlı eserinde


şöyle der:

“Tarihin tayin ettiği zaman içinde vazifelenmesini istediği bu faziletli soy,


mazi mirasının çekirdek hâlindeki kuvvetlerini orijinal bir terkip olarak
cihanın karşısına çıkarmak için, her şeyden evvel tahtının bir yanına Dursun
Fakih gibi bir şeriat temsilcisini, diğer tarafına da Şeyh Edebâli gibi bir
mürebbî ve mürşidi almış ve bu iki müşavir kuvvet ortasında fütuhat

page 1 / 4
göklerine kanat açmaya başlamıştır.”

Osmangazi daha genç iken, Peygamber Efendimiz’in (sav.) neslinden gelen Şeyh
Edebali’ye misafir olur. Gece istirahat etmesi için kendisine ayrılan odanın
duvarında asılı olan Kur’an-ı Kerim’i görünce; “Ben bu Allah kelamının olduğu yerde
nasıl yatarım.” diyerek ona hürmeten ellerini bağlar ve sabaha kadar Cenab-ı
Hakk’a niyazda bulunur. Sabaha yakın yorgunluktan gözleri kapanınca şöyle bir rüya
görür: Bir ses ona şöyle der:

“Mademki sen Kur’an-ı Kerim’e hürmet ettin, senin evlatların da nesilden


nesile şan ve şerefe nail olsun ve insanlar arasında hürmet görsünler.”

Bu durum sadece bir geceye has değildir. Zira Osman Bey, hayatı boyunca
Kur’an’ın emirlerine imtisal etmiş ve onun ulvi hakikatlerini kendine rehber etmiştir.
Osman Bey’in manevi mürşidi olan Edebali:

“Sen ve senin zürriyetin, yeryüzüne hâkim olacak bir devlet kuracaksınız.”

dedikten sonra, genç aşiret beyine kendi kızını vermek suretiyle onun o meşhur
rüyasını fiilen de tabir etmiş oluyordu.

“Dört yüz çadırlık bir aşiretin” Orta Asya’nın uçsuz bucaksız ve geçit
vermeyen dağlarını aşarak Anadolu’nun yaylalarına yerleşip kısa bir zamanda küçük
bir beylikten büyük bir imparatorluk hâline gelerek ismini tarihe altın harflerle
yazdırması sadece maddi güçle olmamıştır. Osmanlıyı bu derece kudretli ve
haşmetli yapan ulviyetin sırrı; onların kalplerinde Allah sevgisinin ve Allah
korkusunun mevcudiyeti, Kur’an’a karşı nihayetsiz derecede merbutiyetleri ve onun
nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmesi, manevi bir güç olan
İslamiyet’e sımsıkı sarılmaları, âlimlere karşı son derece hürmet göstermeleri, örf,
adet ve mukaddesata bağlılıklarıdır. İşte bu sayededir ki, altı yüz yıldan fazla bir
zamanda Kur'an-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup,
Kur'an’ın ulvi hakikatlerini ilân etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri de ecdadımızı şu ifadeleriyle meth-ü sena etmektedir:

“Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı
Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân

page 2 / 4
etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı
susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ْ‫ﻓَﺴَﻮْﻑَ ﻳَﺎْﺗِﻰ ﺍﷲُ ﺑِﻘَﻮْﻡٍ ﻳُﺤِﺒُّﻬُﻢ‬
ِ‫ﻭَﻳُﺤِﺒُّﻮﻧَﻪُ ﺍَﺫِﻟَّﺔٍ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤُؤْﻣِﻨِﻴﻦَ ﺍَﻋِﺰَّﺓٍ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻜَﺎﻓِﺮِﻳﻦَ ﻳُﺠَﺎﻫِﺪُﻭﻥَ ﻓِﻰ ﺳَﺒِﻴﻞِ ﺍﷲ‬âyetine
güzel bir mâsadak oldunuz.”[1]

“…Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar
da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da
onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir
kınayıcının kınamasından da korkmazlar.”[2]

Osman Gazi beyliğin başına geçtiği zaman etrafı Şeyh Edebali, Şeyh Mahmud,
Ahî Şemsüddin, Dursun Fakih, Kasım Karahisari, Şeyh Muhlis Karamani ve Elvan
Çelebi gibi ilim ve irfan sahibi olan gönül sultanları tarafından sarılmış ve devlet bu
şahsiyetlerin sayesinde manevi bir temel üzerine bina edilmiştir. İslam fıkhına derin
bir vukufiyeti olan Dursun Fakih Osmanlı kadısı olarak tayin edilmiş, fetva ve dava
işlerini deruhte etmiş, böylece Osmanlının ilmiye ve hukuk sisteminin temeli
atılmıştır. Diğer taraftan Osmanlı devletinin manevi önderi olarak kabul edilen ve
tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş olan Şeyh Edebali’nin de devletin yapılanmasında
büyük hizmetleri ve gayretleri olmuştur.

Birçok kaynağa göre 1206 yılında Karaman’da dünyaya geldiği söylenen Şeyh
Edebali, ilmini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis, tasavvuf ve özellikle İslam
hukuku alanında derin bir bilgiye sahip olan Edebali 1326 tarihinde Bilecik’te
Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve cennet-i alaya göç etmiştir.

İlim ve irfan aşığı olan Osman Gazi, her zaman âlimlere karşı son derece
hürmetkâr davranmış, çocuklarına da İslam âlimlerine hürmet etmelerini, onlara
her türlü konuda yardımcı olmalarını ve her işlerinde onlarla meşveret etmelerini
tavsiye etmiştir. Onun bu vasiyetine layıkıyla uyan bütün Osmanlı sultanları da,
âlimlere son derece hürmetkâr davranmış, fethettikleri yerlerde cami, medrese,
zaviye, imarethane, darülkura ve türbeler yaptırmıştır.

Terakki ve medeniyetin ruhunun İslam dini olduğunu çok iyi bilen ecdadımız,
ona imtisal ederek teali ve terakki etmişlerdir. Bugün Avrupa’nın cihanı hayrette
bırakan maddi terakkisinin temeli Endülüs Medeniyeti’ne dayanmaktadır. İlim ve
fikir terakkisinde derin izler bırakmış olan Endülüs, medeniyet noktasında
Avrupa’ya üstatlık etmiş ve bütün cihanı aydınlatmıştır. Böylece Endülüs, İslam
medeniyetinin tarihe altın sayfalarla yazılmasına vesile olmuştur.

İslam medeniyetinin merkezi olan Endülüs’teki bu terakki, Avrupalıların gözlerini


kamaştırmıştır. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Endülüs’e gelen birçok insan, buradan
aldıkları ilim ve irfanı kendi memleketlerine götürüp medeniyetin esaslarını tesis
etmişlerdir. Eskiden zillet ve meskenet içinde yaşayan Avrupalılar, ticaret ve sanatta

page 3 / 4
zirveye ulaşmış olan Endülüs’ü kendilerine örnek alarak ilerlemiş ve bugünkü
duruma gelmişlerdir.

Evet, Endülüs, yetiştirdiği ilim ve fen adamları sayesinde kısa bir zamanda
manen ve maddeten terakki etmiş, çeşitli meyve ağaçlarını havi bağ ve bahçeler,
Elhamra gibi gözleri kamaştıran saraylar ve muhteşem mabetler inşa etmiş ve
medeniyetin merkezi olmuştur. Dört bin mermer sütun üzerine inşa edilen
Medinetülzehra sarayı yirmi beş yılda tamamlanmıştır. Endülüs’te ilim adamlarına
ve âlimlere verilen ehemmiyet sayesinde; İbn-i Rüşt gibi büyük mütefekkir ve
feylesoflar; Şâtibi ve İbni Hazm gibi müçtehitler, İbni Arabî gibi maneviyat sultanları,
nice âlimler, yüksek dehâlâr, mahir kumandanlar ve dirayetli idareciler yetişmiştir.
Burada yetişen fazıl ve âlim kişiler, hayat-ı içtimaiyenin terakkisine, âlicenap
insanların yetişmesine vesile olmuşlardır.

Nitekim bu gibi âlim ve mütefekkir zatların himmet ve gayretleriyle tasnif ve telif


edilen ve dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan kıymetli eserler, Endülüs’teki
kütüphaneleri doldurmuştur. Melik’in sarayındaki kütüphane katalogu kırk beş cilt,
kitap sayısı ise altı yüz binden fazla idi.

[1] Nursi, B.S., Mektubat.

[2] Maide Suresi, 5/54.

page 4 / 4

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)


Mehmedkirkinci.com

Osmanlılar yetmiş iki milleti barış ve huzur içinde bir


arada tutmayı başardılar
Selçuklulardan sonra asırlarca her yerde İslam’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını
yapan, millîyetlerini İslamiyet’e kale ve siper eden, tarihe hak ve adaletiyle damga
vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları hâlde,
Kur’an’dan aldıkları iman ve feyiz ile başka din mensuplarının mabetlerine,
inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara
geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır. Bernard Lewis şöyle der:

“Osmanlı, İslam konusunda öylesine samimiydi ki, âdeta kendi varlığını


İslam’la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, Memalik-i
İslamiye idi, hükümdarın adı padişah-ı İslam’dı, ordusunun adı asakir-i
İslâm’dı, din adamlarının adı Şeyhülislâm’dı.”[1]

Osmanlıda ilme ve alime muazzam bir kıymet verilmiş, başta Enderun olmak
üzere diğer medreseler asrın ihtiyaçlarına cevap verme noktasında yüksek bir
mevkie sahip olmuş, milletin ve devletin maddi ve manevi terakkisinde, irfan ve
tenvirinde mühim bir amil olmuştur. Tarihimize şeref bahşeden ulemanın ekserisi bu
nurefşan medreselerin mahsulüdür.

Osmanlı devletinin müessisi olan Osman Gazi, Şeyh Edebali gibi bir mürşit ve
fazılın irşadı ile tenevvür edip, maddi sahada olduğu gibi ilim ve irfan âleminde de
terakki etmiştir.

Aynı şekilde Murat Hüdavendigâr’ın ilhamına vesile bu nurlu medreselerde


yetişen dirayetli, faziletli ve istikbalbin olan ulemalar değil midir?

Hem yine Osmanlı padişahları içinde en ziyade istikbali düşünen, basiretli, nafiz
bir iradeye sahip olan Yavuz Selim’e o ulvi ruhu ve ittihad-ı İslam fikrini veren İbn-
Kemal gibi yüksek şahsiyetler ve müstesna âlimler değil midir?

Müderrislikten sadrazamlığa yükselen Köprülü Fazıl Ahmet Paşa gibi faziletli


dahiler, nice mahir kumandanlar hep o medreselerin mahsulüdür.

Fatih Sultan Mehmed’e pek yüksek bir ruh, harikulade bir metanet, izzetli ve
şerefli bir makam nefyedenler, Molla Gürani ve Mollah Hüsrev gibi dahi âlimler
ve Akşemsettin gibi maneviyat sultanları değil midir?

page 1 / 2
Evet, Fatih Sultan Mehmed Han döneminde maneviyata, ilme ve âlime muazzam
bir kıymet verilmiş; ülkenin her köşesinde ilim ve irfan yuvaları tesis edilmişti. O
dönemde insaniyetin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice mürşitler, maneviyat
sultanları, mütefennin alimler ve şairler yetişerek o necip milleti kemalata, fazilete
ve marifete isal ettiler.

Zamanın Ebu Hanife’si olarak kabul edilen Molla Hüsrev, talebeleri tarafından
evinden ata bindirilerek ders vereceği Ayasofya’ya getirilirdi. Hoca Efendi camiye
girdiğinde, hürmet ifadesi olarak ayağa kalkılır ve tazim edilirdi. Dersini bitirdiğinde
talebeleri tekrar onu evine bırakılırlardı.

Molla Gürani gibi büyük bir âlimin ciddi, kararlı, şecaatli ve dirayetli tavrı
karşısında daha gençliğinden itibaren, ilim ve marifetin hakiki aşığı olan Fatih
Sultan Mehmed, Molla Hüsrev gibi devrin en mümtaz alim ve mürşitlerinin rahle-i
tedrisinde yetişmiş ve yüksek şahsiyetli Osmanlı şehzadelerinin yetişmesine de
vesile olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet’in şehzadelik döneminde Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi
meşhur hocaları sayesinde kazandığı ilmi seviyesi, padişahlığı döneminde, sohbetler
ve müzakerelerle daha da derinleşmiş ve onun en çok zevk aldığı şey bu sohbetler
olmuştur. İlim, irfan ve marifetten doymayan, alimlere son derece hürmetkar
davranan Fatih, onların da hakiki hamisi olmuştur.

Daha yirmi bir yaşında iken İstanbul’u fethetme bahtiyarlığına eren bu cihangir
hükümdar, cihanşümul imparatorluğa layık bir şehir inşa edebilmek için titiz ve çok
planlı hareket ederek sarayları ve camileri inşa ve tesise başlarken, diğer taraftan
da İslamiyet’in bütün manasıyla ulum ve fünun ile olacağını çok iyi bildiğinden ilim
ve irfanlarıyla ün salmış ulema ve müderrisleri İstanbul’a getirerek şehrin muhtelif
mevkilerindeki medreselere müderris olarak tayin etmiştir. Bunun için de kendi
adına izafeten Fatih cami etrafında ilim ve irfanın talimi için sekiz adet medrese
yaptırmıştır.

Darülfünun mahiyetindeki bu medreselerde sadece İslami ilimler değil, zamanın


bütün ihtiyaçlarına cevap verecek olan, fen ilminin bütün şubeleri okutulmuş ve
asırlar boyunca siyasi, idari, içtimai ve kültürel hayatın menşei ve kuvveti olmuştur.
Bu medreseler, milletin teali ve terakkisinde mühim hizmetler ifa etmişlerdir.
Osmanlı tarihini şereflendiren ulema ve ümeranın tamamı bu nurlu medreselerin
mahsulüdür. Ayrıca o medreselerden nice adaletli hakimler, dahi mütefekkirler, bir
çok dirayetli devlet adamları ve mahir ve kahraman kumandanlar yetişmişlerdir.
Nitekim bu medreselerde yetişen insanlarda celadet, şehamet, hamiyet, ahde vefa,
istikamet, şecaat, vakar, iffet, şefkat, merhamet ve tevazu gibi milletin devam ve
bekasının teminatı olan yüksek vasıflar müşahede olunmaktadır. İşte Osmanlının altı
asır gibi uzun bir müddet hüküm sürmesinin bir sırrı da budur.

[1] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: Metin Kıratlı) , V. Baskı,
Ankara 1993.

page 2 / 2

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)


Mehmedkirkinci.com

Padişaha bile medresede bir odayı imtihanla veren bir


üniversite
Fatih Sultan Mehmed, kendisinin yaptırmış olduğu medreselere tayin ettiği
müderrislerden bir odanın kendisine verilmesini ister. Müderrisler toplanır ve olamaz
diye karar alırlar. Çünkü padişah o tesisi yaptıran ve ilim alemine tahsis eden kişi de
olsa müderris ve talebeden değildir. Medreseye kabul edilmesi için vazgeçilmez
şartın imtihan edilmesi olduğunu öğrenen Fatih, tereddütsüz bunu kabul eder ve
ancak müderrislerin huzurunda yapılan imtihandan muvaffak olduktan sonra bir oda
sahibi olur. Bir kadirşinaslık örneği olarak asırlarca korunan bu rektör odasının,
bugün yerinin bile kaybolması ilim ve irfan erbabını derinden yaralamıştır.

Bu muazzam Osmanlı ruhunun inkişafına vesile olan maneviyat sultanlarının,


âlimlerin, padişahların, askerlerin ve halkın nasıl bir eğitimden geçtiği araştırılıp,
bugünün buhranlarına ve problemlerine çare olması noktasında örnek alınmalıdır.
Osmanlı hanedanı bu muazzam devleti nasıl kurdu, hükmünü nasıl yürüttü, riyaseti
altında toplanan ayrı ırklara mensup, muhtelif medeniyetleri temsil eden ve farklı
diller konuşan milyonlarca insanı birbiri ile nasıl kaynaştırdı. Fethettikleri her yere,
adalet, hürriyet, ilim ve irfanı nasıl götürdüler. Dört yüz sene Araplara ve Balkanlara
hâkim oldukları hâlde onların örf ve âdetlerine müdahâle etmedikleri gibi,
hâkimiyetleri altında bulunan Balkanlar’da da ciddi manada hiçbir terör ve anarşi
hadisesine nasıl meydan vermediler. Bütün bunlar merak ve heyecan ile tetkike
değer mühim meselelerdir. Hayat-ı içtimaiyenin her bir şubesi ile alakalı böyle bir
tarihi canlandırmak için başta devlet adamlarımız olmak üzere, maarifimiz gerekli
bütün himmet ve gayreti göstermek mecburiyetindedir.

Bu bakımdan, Osmanlının eğitim sistemi, özellikle de Enderun mektebi çok iyi


incelenmelidir. Batılı kaynaklarda, Osmanlı Devleti’nin altı yüzyıl boyunca hüküm
sürmesinin asıl nedeninin Enderun mektebi olduğu ifade edilmektedir Amerika’da
Enderun Mektepleri hakkında üç yüz elli civarında akademik çalışma yapılmıştır.

Bir İngiliz elçisi, Enderun mektepleri hakkında şunları söylemektedir:


“Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi
milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin
zekâlı çocuklar, seçilerek saraydaki Enderun denilen mekteplerde, değerli
öğretmenler tarafından okutuluyor, İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri
verilerek, kuvvetli, başarılı Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını
zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin
siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı
akınlarını durdurmak için, bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan
medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende geri bırakmak lâzımdır.”

page 1 / 5
Enderun Mektebi’nde askerlikten diplomasiye, güzel sanatlardan spora kadar
her türlü eğitim-öğretim üst düzeyde ve uygulamalı olarak yapılırdı. Bugün Japon
mucizesinin temelini oluşturan “uygulamalı eğitim” sistemi, yüz yıllar öncesinden
Enderun Mektebi’nde başarıyla uygulanmıştır. Japonların bu eğitim modelini esas
alarak eğitim sayesinde maddeten terakki ettikleri bilinen bir hakikattir.

Bir şeyin iç kısmı, iç yüzü ve harem dairesi gibi anlamlara gelen Enderun
Mektebi Osmanlı’yı cihan devleti yapan kurumların en başında gelir.

Bir saray mektebi olan Enderun, II. Murad tarafından kurulmuş, Fatih Sultan
Mehmed döneminde, onun idare yapısı ve faaliyetleri kanunnâmelerle belirlenmiş
ve hakiki hüviyetine kavuşturulmuştur. Böylece, devşirme mektebi hüviyetinden,
mülki ve idâri kadronun eğitimine yönelmiş, diğer taraftan da askeri, mali ve sivil
idare için yüksek seciyeli idareciler yetiştirmiştir. Enderun'un gelişmesi II. Beyazid,
Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi pâdişâhlar zamanında da
sürmüştür.

II. Mahmud zamanında bazı değişiklik yapılan Enderun, 1850'de de Maarif


Nezâreti Enderun'u ibtidâisiyle birlikte rüşdiye derecesinde bir mektep haline
getirilmiş, 1908 yılına kadar varlığını sürdürmüş ve maalesef 1 Temmuz 1909'da
kapatılmıştır.

Bir darülfünun mahiyetinde olan Enderun mektebinde Kur'ân-ı Kerim, ilmihâl,


tecvid, akâid, Arapça, Farsça, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, sarf, nahiv, belagat,
hitabet ve hikmet gibi din-i ilimler; tıp, astronomi, matematik, tarih, coğrafya,
mantık, hukuk, Türk Dili ve Edebiyatı, gibi müspet ilimler; musiki, şiir, tezhip, hüsn-ü
hat, cilt sanatı, mimari, minyatür ve oymacılık gibi güzel sanatlar; binicilik, kılıç
çekme, gürz, koşu, avcılık, ok atma, atlama, mızrak, güreş, ağırlık kaldırma ve cirit
gibi spor dalları; giyim, deri işlemeciliği, inşaat ve kuyumculuk gibi meslekî eğitim
dersleri okutulurdu. Bu dersleri okutmak üzere başta İslâm ülkeleri olmak üzere
dünyanın bir çok ülkesinden mühim âlimler, alanlarında uzman hocalar ve
mesleğinde ehil sanat erbabı üstatlar ve mütefekkirler getirilmiştir.

Osmanlı devleti, Enderun sayesinde bütün kurumlarıyla vazifesini hakkıyla ifa


etmiş, böylece ihtişamlı, haşmetli ve saffetli bir cihan devleti olmayı başarabilmiştir.

Saray hizmetinde çalışacak görevlileri yetiştirmek maksadıyla kurulan bu okul,


eğitim sistemi yönüyle kendinden önce kurulmuş bütün okullardan çok farklıdır.
Hıristiyan ailelerden devşirilen çocukların zeki ve kabiliyetli olanları saraya alınarak
özel bir şekilde yetiştirilirdi. Osmanlı padişahları saraya alacakları insanları önce
Enderun mektebinde yetiştirir, sonra saraya kabul ederlerdi. Çünkü sarayın nizam
ve intizamı; ahenk ve huzuru her şeyden önce Enderun’da aldıkları terbiyeye, eğitim
ve öğretime bağlıdır. Aksi halde sarayda fitne ve fesat çıkar, huzur ve saadet
bozulur.

Talebelerin nezafet ve âdab-ı muaşeret kurallarına uymalarına son derece itinâ

page 2 / 5
gösterilirdi. Yere tükürmek, öksürürken mendili ağza kapamamak ve kirli elbise
giymek cezayı gerektirirdi.

Bütün vakit namazları cemaatle eda edilir, eğer padişah İstanbul’da ise sabah
namazları Ayasofya Camii’nde padişahla beraber kılınırdı. Uyuma saatleri ile
kalkışlar güneşin doğuşuna ve yatsı namazının vaktine göre ayarlanırdı. Perşembe
günleri yatsıdan sonra her odada, topluca padişahın sıhhat ve selameti, devlet ve
milletin huzur ve bekası için dua edilirdi.

Osmanlının, en yüksek devlet kademelerine devşirme yoluyla yetiştirdikleri


kimseleri getirmelerinin asıl hikmeti, adam kayırma, rüşvet ve torpil gibi gayr-i
meşru yolları ortadan kaldırmak ve adaleti tam manasıyla sağlamaktır. Bazı
kimselerin, Osmanlı devletindeki ufak-tefek bazı yanlış uygulamalara bakıp ta,
gerçekleri göz ardı etmeleri insaf ve hakikatle asla bağdaşmaz. Osmanlının
devşirme usulü ile devlet adamı yetiştirmeleri de onların derin ve mühim bir
siyasetidir.

M. Baudler, Enderun hakkına şöyle der:

“Türk Milletinin başarılarına şaşmamak lâzım. Çünkü onlar elit


kadroları nasıl yetiştireceklerini, gençleri nasıl disipline edeceklerini
biliyorlar. Yine onları mükemmel insan hâline getirirken, kabiliyetlerine göre
taltif etmesini de biliyorlar. Enderun Mektebi'nde başarılı olanlar, son derece
adilane uygulanan terfi sayesinde yükselebilirlerdi. Beylerbeyi, vezir, hatta
sadrazam pek çoktur. Seviyeli bir eğitim veren bu mektep, tarihden
silinmiştir ama, eğitim sistemi açısından halen birçok Batı okulunda
yasamaktadır.”

Enderun’a alınacak talebeler devşirme usulü ile tespit edilir, bütün hizmetlerde
yükselebilmek de kabiliyet ve başarıya göre olurdu. Aynı zamanda bu müessesede
şehzadeler ve diğer devlet adamlarının çocukları da eğitilirdi.

Başarılı, kabiliyetli, güzel ahlaklı olan ve Hazırlık Sarayı'ndan iyi yetişenler,


Saraya alınır, daha yüksek öğretim veren Enderun sınıflarına kabul edilirlerdi. Saray
mekteplerinden yetişenler büyük bir çoğunlukla Beylerbeyi, Serhad Kumandanı,
vali, elçi, vezir, Serasker ve Sadrazam gibi devletin en büyük makamlarına kadar
yükselebilirlerdi. Zira terfi sistemi son derece âdilâne uygulanırdı. Enderun
Mektebi’nde okuyanlar, on iki terfi imtihanına tabi tutulur, üstün bir başarı
göstermeyenler asla Enderun’a ve saraya alınmaz, ama dışarı da atılmaz, kabiliyet
ve derecelerine göre Sipahi bölüklerine sevk edilirlerdi.

Enderun mektebinde genellikle Sadrazam, Kaptan- derya, Şeyhülislam,


Kubbealtı Veziri, Defterdar, Beylerbeyi, Sancakbeyi, Yeniçeri Ağası gibi devleti

page 3 / 5
yöneten yüksek dereceli devlet adamı ile birlikte, mimarlar, nakkaşlar, ressamlar,
hattatlar, kâtipler, sanatkârlar, tarihçiler, müstesna âlimler, imamlar, müezzinler,
mahir kumandanlar, şairler, edipler, musiki üstatları silahşorlar ve nüktedânlar
yetişmiştir.

Devlet-i Aliye’nin eğitim öğretim sahasında temel müesseselerinden biri olan


Enderun Mektebi, dünya eğitim tarihinde ilim ve irfan âleminde büyük bir çığır
açmış, birçok sahada örnek olmuştur. Osmanlının bölgesinde asırlarca huzur ve
saadet içinde yaşaması, farklı din mensuplarını ve birçok milleti asırlarca
bünyesinde barındırması Enderun Mektebi’nde yetişen kaliteli idareciler sayesinde
olmuştur.(Kaynaklar)[1]

Hem yine, şecaatli, celadetli ve ittihad-ı İslam için büyük fütuhat yapmış olan
Yavuz Sultan Selim de ilim ve irfana meftun, ulema ve meşayih ile sohbet etmeyi
kendine şiar edinmiş bir padişahtı.

Merhum Nurettin Topçu şöyle der:

“Ashab devri, İslam’ın ilk genç devridir. Osmanlılar asırlarca yaşlanarak


kocamış olan bu aşk ve iman ağacına yeniden gençlik aşısı yaptılar. Yavuz
Selim sanki Hattâbın oğlu Ömer’in tekrarlanan gençliğidir.”[2]

Samiha Ayverdi Hanımefendi ise Yavuz hakkında şöyle der:

“Bir yanardağ gibi ateş saçan Yavuz’un da yanında boynunu büktüğü, elini
öptüğü, nazını çektiği ve emirlerine itaat ettiği Molla Cemali gibi birçok
maneviyat sultanları vardı. Padişah, bu kaya gibi eğilmek bilmeyen bu ilim
ve irfan erbabını bazen aşıp geçmek istese de onları yerlerinden kımıldatıp
sarsamaz ve geri püsküren kendi olurdu. Onlar hükümdarını dilediği gibi
hizaya çekebilirdi.”[3]

Evet, Yavuz Selim, âlimler ve şairlerle yaptığı hususi sohbetlerinde devlet


işlerinde olduğunun aksine güler yüzlü ve müsamahakâr idi. Selim, ilim ve din
âlimlerinin fikirlerine ehemmiyet verir ve onlara son derece hürmetkâr davranırdı.
O, özellikle Zembilli Ali Cemali Efendi’nin ilim ve irfanına hayran idi. Yavuz Selim’in,
Zembilli Ali Cemali Efendi ile olan münakaşaları meşhurdur.

Mesela; Yavuz Sultan Selim Han, bir seferinde hazinedeki ihmallerinden dolayı
vuku bulan hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmesini emretmişti. Durumu
öğrenen Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi, hadisenin özünü Sultan Selim’den

page 4 / 5
öğrenmek için alelacele ve destursuz olarak Yavuz’un yanına varır. Yavuz da
söylenenlerin doğru olduğunu ifade edince, Zembilli Ali Efendi kararın icra
edilmemesini söyler.

Yavuz Selim: “Efendi Hazretleri sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız


yoktur.” diye cevap verir. Bunun üzerine Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi şöyle der:

“Sultanım! Ben size şer-i hükümleri bildirmeye geldim. Zira bizim


vazifemiz sizi hatadan muhafaza etmek ve ahiretinizi korumaktır.”

Şeriatın kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sakinleşen Yavuz Selim Han
Şeyhülislam’a: “Umumi ahvalin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok
mudur?” diye sorar. Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi: “Bunların öldürülmesi ile
âlemin düzelmesi arasında bir alaka yoktur, suçlarına göre ceza gerek.”
diye cevap verir.

Bunun üzerine koca orduları dize getiren o ulu Padişah, başını önüne eğer ve
kararını geri alır. Padişahın bu kararından son derece memnun olan Şeyhülislam
Zembilli Ali Efendi, tam huzurundan ayrılırken tekrar geri döner ve kendisine
merakla bakan Yavuz’a şöyle der:

“Sultan’ım birinci talebim şeriatın gereği idi. İkinci bir talebim


daha var ki, bu da sadece bir ricadır. Sultan’ım bu müminlerin
suçları kendilerinedir. Ancak onlar hapiste iken masum ailelerine
kim bakacak? Sizden ricam verilecek ceza bitene kadar bunların
ailelerine bir nafaka bağlamanızdır.”

Şeyhülislam’ın bu talebini de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu


ilahi mesuliyetin ve hukukun icabını ifa etmiş oluyordu.

[1] 1- Enderun Mektebi, Yrd. Doç. Dr. Ülker Akkutay 2- Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, M. Zeki Pekalın Cilt I 3- Türk Maarif Tarihi, Osman Ergin Cilt 1 4-
Meydan Lorcusse, Enderun Maddesi Cilt 15- XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri,
C. Baltacı. 6- Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, İ.H.Uzunçarşılı 7- Tarih-i A-
tâ,A.A.TayyarzâdeCilt1-5.

[2] Topçu Nurettin, Türkiye’nin Maarif Dâvası, Dergâh yayınları, 1998 İstanbul.

[3] Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları.

page 5 / 5

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)


Mehmedkirkinci.com

Âlime ve İlmi Hürmette İbretli Bir Hadise


Şu ibretli hadise de Yavuz Sultan Selim’in âlimlere ne kadar kıymet verdiğinin açık
bir delilidir:

Yavuz Sultan Selim Han Mısır seferi dönüşünde Adana civarına geldiklerinde şiddetli
bir yağmur yağmış ve her taraf âdeta çamur deryasına dönüşmüştür. Yavuz Sultan
Selim Han devrin meşhur âlimlerinden Kemal Paşazade ile atın üstünde yan yana
gidiyorlardı. Kemal Paşazade’nin atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz Sultan
Selim Han’ın elbisesini kirletmişti. Bu durum karşısında Kemal Paşazade’nin derin bir
mahcubiyete düştüğünü ve ziyâdesiyle üzüldüğünü gören Yavuz Sultan Selim Han,
onun yüzüne bakar ve tebessümle şöyle der:

“Ulemanın atının ayağından sıçrayıp, elbisemizi kirleten çamur, çok


mübarektir ve bizim için büyük bir şereftir. Vasiyet ediyorum, ben
ölünce bu çamurlu kaftanı üzerime örtün.”

Nitekim Yavuz Sultan Selim vefat edince, bu vasiyeti yerine getirilmiş ve çamuru ile
muhafaza edilen kaftan sandukçasının üzerine örtülmüştür.

Bu vasıflar sayesindedir ki, Osmanlılar altı asır boyunca dünyaya hâkim olmuş,
maddi ve manevi kuvvet ve kudret kazanmışlar, maarifte, hoşgörüde, şecaatte,
cesarette, şefkat ve merhamette insanlık âlemine numune olmuşlardır.

page 1 / 1

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)


Mehmedkirkinci.com

Osmanlı, Her İki Üç Köy Arasına Bir Müderris ve Bir


Mürşit Yerleştirmişti
Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticaret gibi maddi sahada terakki ederken, diğer
taraftan da ilim, marifet, fazilet ve maarifte ilerlediler ve bunların zirvesine çıktılar.
Azami bir gayretle başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin
fevkinde olan haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa
edip, asırlar boyunca dünyâda eşine rastlanmayan ve her yönüyle mükemmel olan
muhteşem bir medeniyet tesis ettiler. Onlar huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin
sadece maddi kalkınmayla olamayacağını çok iyi bildiklerinden, her iki üç köy
arasına bir müderris ve bir mürşit yerleştirdiler. O büyük ve müstesna
müderrisler medreselerde ders okutarak insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini
hakkıyla anlayan ve anlatan binlerce âlim, ilim ve irfan erbabı yetiştirdikleri gibi,
mürşitler de ilim ve irfanın inkişaf mahalli olan tekke ve zaviyelerde nice insanlara
İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak onların nefisleri tezkiye, kalplerini
tasfiye ettiler. Onların ruhlarını tenvir ve inkişaf ettirip, akıllarına istikamet vererek
sayısız insanların irşadına vesile oldular ve birçok feyyaz mürşit yetiştirdiler.

Evet tarihe atf-ı nazar edildiğinde milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için gayret
gösteren, kalplere hayat bahşeden ve ruhlara nesim-i hidayet estiren bu ilim ve
irfan yuvaları vasıtasıyla insaniyet semasında yıldız gibi parlayan başta aktab-ı
erbaa olan Abdülkadir Geylâni, Ahmed er Rüfai, Ahmed Bedevi, İbram-i Dusuki
olmak üzere Şah-ı Nakşibendi gibi kutupların, gavsların, âriflerin, evliyaların ve
sayısız mürşid-i kâmillerin, Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî gibi ali
şahsiyetlerin olduğu görülecektir. Bu müstesna zatlar, kalp ve gönül aleminde
hakiki mürşitler yetiştirerek İslam dininin kayyumu olmuşlardır. İnsanlara
marifetullah ve muhabbetullahın hakiki zevkini tattırmışlardır. Bu hal yaklaşık bin yıl
devam etmiştir. Bundan sonra ise Mehdi-i Azam devri başlayacaktır.

"Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata


tercih ederim."

diyen Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan büyük mutasavvıf İmam-ı
Rabbanî Hazretleri “Mektûbât-ı Rabbânî” adlı eserinin 260. Mektubunun bir
bölümünde bu hakikati şöyle ifade eder:

“Şunun da bilinmesi yerinde olur: Nübüvvet mansıbı, Hatemü’r rüsül


Resulüllah (s.a.v) Efendimizle mühürlenmiştir. Ona ve âline salât ve selâm.
Lâkin tebaiyet yolundan, ona tabii olanlara bu mansıbın kamalâtından kâmil
manada bir nasip vardır. Bu kamâlat nasibi diğerlerine nazaran, ashab
tabakasında daha ziyadedir."

page 1 / 2
"Bu devlet, kıllet yolu ile çoğalarak tabiine, sonra da teba-i tabiine sirayet
etmiştir. Bundan sonra gizlenmiş, saklılığa geçmiştir."

"Bundan sonra, velayet kamâlatının zılliyeti yayılıp üstün gelmeye ve şüyu


bulmaya başlamıştır."

"Ancak beklenen odur ki; aradan bin sene geçtikten sonra, bu saklı devlet
tecdid edile. Ona bir üstünlük verilip şüyu bulması artırıla. Böylece
kamâlatın aslı zuhur edip onun zıllıyetini örte. Ve nisbet –i aliyyenin
mürevvici Mehdi gelsin. [1]

[1] Mektûbât-ı Rabbânî, Çile Yay. İstanbul, 1983. Çeviri A. Kadir Akçiçek 1 cilt, sayfa
569

page 2 / 2

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)


Mehmedkirkinci.com

Tabiin ve Tebe-i Tabiin Devri Üç Yüz Yıl Devam Etmiştir


İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin de işaret ettiği gibi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v)
ahirete teşriflerinden itibaren yaklaşık üç yüz sene risalet cenahı devam etmiş,
nübüvvet nurunun yakınlığı ve o güneşin feyiz ve bereketi ile nice müçtehitler,
müfessirler, muhaddisler, ulemalar ve fakihler yetişmiştir. Bu dönemde sayısız tefsir
kitapları yazılmış, ilim ve irfan sahasında en parlak bir devir yaşanmış ve Peygamber
Efendimiz’in (s.a.v) hakiki manada varisleri olan sayısız ulema yetişmiştir. İslam
tarihinin, Asr-ı saadet'ten sonra ilim ve irfan alanında en feyizli, en bereketi ve en
muhteşem devri tabiin ve tebe-i tabiin dönemidir. O zamanki insanların ekseri her
şeyden ziyade ilim ve irfan meclislerine rağbet ederlerdi. Risalet güneşinin en yakın
varisleri olan, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed Hazretleri
gibi dâhî alimler, nevvar dimağlar bu devrin en mükemmel meyveleridir. O devirde
bütün ulemanın istidat ve kabiliyeti tamamen ilim ve içtihada yönelmiş ve kısa bir
zamanda da içtihad sahasında parlak bir devir yaşanmıştır. Daha sonra gelen
fukahanın hiç biri onlara yetişememiştir. Bunun içindir ki büyük fakih İbn-i Abidin,
(zatında açık olmakla beraber), içtihat kapısının asırlar evvel kapandığını beyan
buyurmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

“İslâmiyet'in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve


hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu
hâlde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid'akârane bir
hıyanettir.”[1]

“Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı
sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirlerdi.
Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir
mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile
görebilirler.”[2]

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ahirete teşriflerinden sonra tabiin ve tebe-i tabiin


devri üç yüz yıl devam etmiş, risalet cenahı mansıbını geri çekince, bundan sonra,
tekke ve zaviyeler vasıtasıyla irşat devri başlamış ve büyük mürşitler vasıtasıyla
nice kâmil müminler yetişmiştir. Bu hizmet de bin sene devam ettikten sonra Mehdi-
i Azam devri başlamıştır. Onun hizmeti ise kıyamete kadar devam edecektir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri de (r.a.) "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-


i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.” buyurarak iman hizmetinin ne kadar büyük
olduğunu ifade etmiştir. Hz. İsa (a.s) Cenab-ı Hakk’ın bir lütfü olarak ahır zamanda
yeniden dünyaya geldiğinde, yeni bir şeriat getirmeyecek, Kuran'a ve sünnete tabi

page 1 / 2
olacak, Hz. Mehdi ile beraber Kur’an ve iman hakikatlerinin tüm dünyaya
yayılmasına vesile olacaklardır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida


eder, tâbi olur.”

Hz. İsa’nın namazda Mehdi Azam’a tabi olması demek, onun koyduğu düsturları
kendine rehber edip, onlar ile irşadını yapması demektir.

[1] Nursî, B.S., Sözler, Yirmi Yedinci Söz.

[2] Nursî, B.S., Sözler, Yirmi Yedinci Söz.

page 2 / 2

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)


Mehmedkirkinci.com

Asrımızın Manevi Dinamiği Risale-i Nur'dur


Selçuklu ve Osmanlı devletinin temeli, Şeyh Edebali, Dursun Fakih, Mevlana,
Yunus Emre, Ahmet Yesevi Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade
ve Zenbilli Ali Efendi gibi nice büyük alimlerin ve manevi sultanların rehberliğinde
aşk ile iman, insaf ile adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu
manevi otoritelerin rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde
yürütülmüştü. Cumhuriyet devrinin manevi dinamiği ve mimarı ise Bediüzzaman
Hazretleri ve onun bir marifet ve fazilet hazinesi olan eseri Risale-i Nur olmuştur.

Evet, medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur
gibi bir eser nasip etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler
müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl
okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkılabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de
okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir
mektep ve medrese oldu ki, her kesimden, her meslek grubundan talebesi var. Bu
hizmet sadece belli bir yaş grubuna münhasır değildir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar,
hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer
talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nispetinde ondan
hisse alır, kalbine ve ruhuna nakşeder ve imanını inkişaf ettirir.

Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

“Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş
haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât
tecrübeleriyle şehadet ederler.”[1]

“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate
geçebilir. Evet Kur'an'dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle
gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u
âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.”[2]

Bu hizmet bir mekâna, belirli bir merkeze ve bir şahsa bağlı değildir. Bu hizmet
bütün dünyayı içine alacak şekilde çok geniştir. Bu dersleri okuyanların hepsi
talebe ve şakirttir. Bu talebelik ise bir ömür boyu devam etmektedir.

Evet, dünyanın hiçbir yerinde yaşları, meslekleri, branşları ayrı olan milyonlarca
insanı bir araya toplayan, birbiri ile kaynaştıran, onları bir akraba haline getiren,
kalplere Allah korkusunu ve muhabbetini yerleştiren, insan sevgisinin ve uhuvvetin
ehemmiyetini ortaya koyan, onlara bir hedef gösteren bir başka ekol yoktur. Bu

page 1 / 5
bakımdan Risale-i Nur, bir cihan üniversitesidir. Üstad Hazretleri Münâzarat adlı
eserinde şöyle buyurur:

“İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi


medrese, bir köşesi zâviye, salonu dahi mecmaü’l küll, biri diğerinini
noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî
timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Âyine kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu
Medresetü’z Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.”[3]

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin harika bir şekil de izah ettiği bu hizmeti, bu asırda
Risale-i Nur hakkıyla ifa ve temsil etmektedir.

Risale-i Nur’daki bütün hakikatler bu asırdaki insanların fıtratına uygun, fevkalade


orijinal ve mükemmeldir. Risale-i Nur’un mevzuları gibi, o mevzuları meydana
getiren cümleler ve kelimeler de gayet mükemmel ve orijinaldir. Onlar hiçbir
kitaptan alınmamış ve doğrudan doğruya Üstadın kalbine Kur’an’dan ilham
edilmiştir.

Nitekim Üstadımız da bu hakikatı şöyle ifade etmektedir:

“Risalet-ün-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka


kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka
üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab
müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden
mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından
iniyor, nüzul ediyor.”[4]

Bunun içindir ki, insanların aklına, ruhuna, kalbine ve tüm hislerine hitap eden bu
harika eserler raflarda durmuyor, büyük bir şevkle tekrar tekrar okunuyor,
okuyucunun elinde ve cebinde dolaşıyor.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle;

“Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller,


îmana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstad'ın Nur risaleleri
elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver,
sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla
nurlandı.”[5]

page 2 / 5
Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatler, îman, marifet,
ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhat yapmış, başta Arapça ve İngilizce
olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş ve hamiyetli ve gayretli insanlar tarafından
Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştırılmıştır.

Helaket ve felaket esrında her türlü menfi cereyanlar, imansızlık ve sefahet ateşi
her tarafı kasıp kavurmakta idi. Üstad bu manzarayı şöyle dile getirir.

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde


evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı
kurtarmağa koşuyorum.” [6]

Evet, Kur’an nurunu söndürmeye çalışanlar zulümlerini bütün şiddetiyle icra


ediyorlardı. Başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim
ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz
kalıyorlardı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

“Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını


giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad,
suretlerini mübadele etmişler."[7]

Dolayısıyla, fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu.
Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz
kalmamıştı.

Cenab-ı Hak, lütuf ve kereminden ahır zamanda Bediüzzaman gibi büyük bir
mürşidi insanlığın imdadına gönderdi. Onun yazmış olduğu insanlığın manevi
reçetesi olan bu eserlerin ekserisi, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, her türlü dini
tedrisatın yasak edilip Kur’an’ı okuyan ve okutanların takibat altına alındığı, batı
kaynaklı her türlü menfi cereyanların ortaya çıkıp revaç gördüğü, bu necip milletin
imanına, ahlakına, mukaddesatına, ezanına ve ubudiyetine hücum edildiği,
gençliğimizin tarihine ve öz kültürüne yabacılaştırıldığı, dini ve milli seciyelerini
kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldığı ve milletimizin manen sarsılıp, ruhen
çökertildiği dehşetli bir zamanda hem de hapishanelerde ve tecritlerde yazılmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri bu dehşetli durumu şöyle ifade eder:

“Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu


ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve
cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has

page 3 / 5
mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu
def'edemiyorlar.”[8]

“Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet,
fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde
bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi.
Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir
zannediyorlar.”[9]

“Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikadın istinad kal'aları sarsılmış
ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min tek başıyla dalâletin
cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir îman-ı tahkikî
lâzımdır ki dayanabilsin.”[10]

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri asırlarını feyizleriyle nurlandıran o


büyük tarikat kahramanları da bu zamanda gelseydiler bütün himmet ve
gayretlerini iman hizmetine sarf edeceklerini şöyle ifade etmektedir:

Bu da şüphe ve tereddütlerin izalesi, akılların tatmini ve kalplerin tenvir


edilmesiyle iman hakikatlerinin sarsılmaz delil ve burhanlarla insanların ruhuna,
aklına, vicdanına ve bütün hissiyatlarına nakşedilmesiyle olabilir. Risale-i Nur bu
hizmeti hakkıyla ifa etmiştir. Üstadımız,

"Tesadüf, şirk ve tabiat"tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i


İslâm’dan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz
edilmiştir.”[11] buyurarak bunu ifade etmiştir.

“Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh


Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî
(R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i
imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünki saadet-
i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye
sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e
giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir.
Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ
kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak
çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika
çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl
değil...”[12]

page 4 / 5
Üstadımızın; “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır.” buyurması da
bu nokta-i nazardandır. Yoksa onun, hâşâ tarikata karşı olması demek değildir.
Nitekim üstadımız “Telvihat-ı Tis'a” adıyla yazmış olduğu çok ehemmiyetli ve çok
harika eserinde tasavvufun sayısız faydalarını, güzelliklerini, hikmetlerini,
hakikatlerini, ehemmiyetini ve dindeki yerini izah etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri
bu harika eserinde tarikata intisap eden bazı ehliyetsiz fertlerin hatalarını nazara
vererek tarikata hücum edenlere karşı, tarikatın maksadını, gayesini ve
ehemmiyetini fevkalade bir vukufla ortaya koymuş, tarikata hücum eden din
düşmanlarına şiddetli ve dehşetli tokatlar vurmuş, herkesin kendi köşesine çekildi o
dehşetli dönemde kaleme aldığı bu eser ile mülhitleri ilzam etmiş, müminleri,
özellikle de tarikat erbabını memnun ve mesrur etmiştir.

[1] Nursî B. S., Kastamonu Lahikası.

[2] Nursî B.S., Mesnevi-i Nuriye.

[3] Münazarat.

[4] Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Birinci Şuâ

[5] Nursî, B.S., Tarihçe-i Hayat (Tahliller)

[6] Tarihçe-i Hayat.

[7] Mektubat.

[8] Nursi B. S., Kastamunu Lahikası.

[9] Nursî, B. S., Mektubat, Beşinci Mektup.

[10] Nursî, B. S., Sikke-i Tasdîk-i Gaybî.

[11] Mesnevi-i Nuriye.

[12] Nursî, B.S., Mektubat, Beşinci Mektup.

page 5 / 5

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)

You might also like