Professional Documents
Culture Documents
Terakkide Maneviyatın Rolü-Mehmet Kırkıncı
Terakkide Maneviyatın Rolü-Mehmet Kırkıncı
com
Vicdanın ziyası, kalbin nuru ve fikrin meşalesi olan iman, her faziletin membaı,
maddi ve manevi başarının da temelidir. İnsan ancak manevi bir kuvvet olan iman
sayesinde her türlü musibete ve her elim hadiseye karşı dayanabilir; manen ve
maddeten terakki eder.
Allah’a iman eden bir mümin, dünyevi ve uhrevi maksatlara ulaşmak için bütün
tedbirleri aldıktan ve sebeplere tam riayet ettikten sonra, o sebeplerin gayet âciz
olduğunu, o sebeplerin eli ile insana hadsiz lütuf ve ihsanda bulunanın ve tesir-i
hakinin yalnız Cenab-ı Hak olduğunu bilir; ruhen ve kalben huzur bulur.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;
"Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip
minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp
zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir, her
şey'in anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; her şey onun
emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden,
korkulardan kurtuldun."[2]
Maneviyat, insana büyük bir kuvvet ve cesaret verir, korkularını izale eder. Hem
maneviyat, insanın iradesi dışında cereyan eden umumî âfetler, hastalıklar ve
musibetlerde mümin için en güzel bir teslimiyet ve teselli kaynağıdır. Ölüm
döşeğindeki bir hastaya Allah’a iman ve tevekkülün sağladığı huzur ve sürûru hangi
şey temin edebilir?
page 1 / 9
ve tevekkülün bir semeresidir.
Fen ve teknik sahada terakki etmek için maneviyatın rolü çok büyüktür. Beşerin
maddi ve manevi terakkisini, dünyevi ve uhrevi saadetini temin noktasında din-i
ilimler ile fen ilimlerini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu ilimlerden
yalnız birisi ile iktifa etmek, beşerin tedennisine sebep olur. Maddi ve manevi
terakkiyat ikisinin bir arada olmasıyla mümkündür.
Sadece müspet ilimler ile meşgul olmak ve o sahada ilerlemek insanı saadete
götürmez. Zira Matematik, Fizik ve Kimya gibi ilimlerde bir fazilet olmaz. Onların
yeri başkadır. Batı medeniyeti teknik sahada son derece ilerlemesine rağmen
insanların huzur ve saadetlerini sağlama konusunda aynı başarıyı
gösterememiştir. “Her şeyi maddede arayanların, akılları gözlerindedir, göz ise
maneviyatta kördür.” Hakiki terakki hem maddî hem de manevî ilimlerin beraber
yürütülmesine bağlıdır. Sadece maddî sahada veya yalnız manevî sahada terakki
kafi değildir. Bediüzzaman Hazretleri,
Evet, eğitim ve öğretimde, sadece akıl ve fen ilimleri nazara alınırsa, genç
nesiller şüpheci ve isyankâr; yalnız dini ilimler yani kalp nazara alınırsa, o zaman da
mutaassıp olurlar.
Cihanda aziz olmak, maddi ve manevi terakki etmek istiyorsak, iman ve fazileti,
ilim ve serveti bir merkezde cem etmeliyiz. Her şeyden feragat edilse bile imandan,
faziletten, ilimden ve irfandan feragat edilemez. Zira her iki hayatın huzur ve
page 2 / 9
saâdeti, izzet ve şerefi bunlarla kaimdir. Efkar-ı ulviye sahibi insanları ancak bu
hakikatler işba edebilir.
Yalnız maddî terakkiye ehemmiyet verilip, inanç ve ahlâk ihmal edilirse o toplum
manevî çöküntüye uğrar. İnsanlar birbirinin maddî ve manevî hukukuna tecavüz
eder, cemiyetin nizam ve intizamı bozulur. Maneviyattan mahrum olan insanlar, ilim
ve fennin derinliklerine vakıf oldukları ve hatta onun zirvesine çıktıkları halde hakiki
saadeti elde edememişlerdir. Demek ki, dini ve fenni ilimleri birlikte elde eden bir
millet hakiki saadete ve bahtiyarlığa nail olur.
Bir milletin ebed müddet payidar olması; kalplerin imanla intibaha getirilmesi,
ruhların ahlâk-ı hasene ile teçhiz edilmesi ve akılların nur-u irfanla tenvir edilmesine
bağlıdır. Maneviyatla teçhiz edilmeyen bir millette şecaat, kahramanlık ve fedakârlık
olamaz. Gençlerimiz de sefahat ve sefaletin tahakkümünden ancak bu hal ile
muhafaza edebiliriz.
Maneviyata malik olmayan ailelerden metin ve kavi bir millet teşekkül edemez.
O halde, nesl-i cedidi dinin elmas zinciriyle bağlamak lazımdır ki, istikbalimizi
sağlam temeller üzerine bina etmiş olalım. Din, millet, vatan, devlet, namus öyle
ulvi hakikatlerdir ki, ne çiğnenir, ne de çiğnettirilir. Hayat ancak bunlar için feda
edilir. Bunlara hakiki muhabbet ancak maneviyatı kuvvetli insanlarda bulunur.
Evet, harp meydanında ölüm ile hayat arasında bulunan binlerce insan, söylenen
güzel bir sözün tesiri ile gayrete gelerek vatanı, bayrağı ve milleti uğruna en aziz ve
en mukaddes olan hayatını feda eder.
Bu ise kalbin iman ile tenevvürüne, fikrin de ilimle terakki ve tealisine bağlıdır.
Evet, insan unsurunun terbiyesinde, akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir.
Ta ki, âlicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, marifetle dolu kalpler, ahlâklı ve necip
simalar yetiştirilebilsin.
Tarihin şahadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra
page 3 / 9
güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat,
maneviyattan uzaklaşıp ahlâksızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mahkum ve
mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır,
olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri; “Ehl-i bid'a diyorlar ki: Bu taassub-u dinî, bizi geri
bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan
sonra terakki etti?” sualine şöyle cevap verir:
"Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise,
o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni
etmiş. Hristiyanlık ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş'et
etmiş."
page 4 / 9
ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk'ı bir cihette tasdik
edebilir."
"Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahid,
cenazeleriyle 'El-mevtü hak' hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şahadet
ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz?
Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah
yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin
önünde ışıklandırır, ye's-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm
var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top
tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda
olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder,
imsak eder.”[5]
İstanbul’un fethi, Mısır Seferi, Niğbolu Zaferi ve Çanakkale gibi nice zaferler
bunun en güzel ve en bariz misalleridir.
İstanbul’un fethinde, elbette ki üstün bir askeri gücün ve maddi plânın katkısı
büyüktür. Ancak bu fethi, muzafferiyetlerin en yücelerinden biri yapan güçlü iman,
yüksek şecaat ve maneviyattır.
Hacı Bayram-ı Veli’den hilafet alarak Göynük’te irşat vazifesine devam eden
Akşemseddin Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet Han’ın daveti üzerine İstanbul
kuşatmasına iştirak eder ve muhasaraya yardımcı olur. Kuşatma süresince ordunun
maneviyatını, cesaretini ve celadetini artırma noktasında büyük gayretler gösterir.
Hatta fethin müyesser olacağı zamanı ve hücum edilmesi lazım gelen yeri önceden
Fatih Sultan Mehmed Han’a bildirir. Akşemseddin Hazretlerine, “İstanbul’un
fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir:
“Kardeşim Hızır ile ilm-i leddünniye üzere İstanbul’un fetih vaktini
page 5 / 9
çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ı evliyadan bir cemaatle hisara
girdiğini; kale feth olunduktan sonra da onu kalenin üzerinde oturur halde
gördüm.”
page 6 / 9
Nüsha-yı Kübra-yı kudret bozulmaz. Lakin mağlup olsak bile yine de münim
ve istinatgâhımız Allah’tır. Çünkü mazlumun ve haklının yardımcısı O’dur.
Mazlum bir milleti mahvetmeğe adalet-i İlahiye müsaade etmez. Bugün biz
mağlup olsak bile, yarın galip geleceğimize inancımız tamdır. Kader, bundan
önce bizi Osman Gazi gibi alicenap kumandanlardan mahrum etti ve bir
takım ellere bırakarak bizi mağlup etti. Fakat yine hamimiz ve medetgâhımız
Allah’tır. Zalimler kuvvet ve zulümleriyle fahr etsinler. Biz de Allah ile
fahrederiz. Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir.”
Bir Osmanlı neferinin mesrur-u hissiyatı olan bu nutku, bütün ümera ve zabitler
gözyaşları ile dinlemiş ve daha sonra da bu nutuk bütün birliklere gönderilmiştir.
Hem yine Yavuz Sultan Selim Han’ın, İslamiyet'i tek bir bayrak altında toplamak
gayesi ile çıkmış olduğu Mısır seferinde, daha önceleri Cengiz ve Timur'un defalarca
gidip geri döndükleri korkunç Sina çölünü mucizevi bir şekilde on üç gün gibi kısa bir
zamanda geçmesi de maneviyatın gücüdür.
Dünya tarihinde ordusuyla beraber Sina Çölü’nü geçen iki hükümdar vardır.
Birisi MÖ 525 senesinde İran Şahı Kambiz, diğeri ise, MÖ Makedonya Kralı
İskender’dir.
Yavuz Sultan Selim imkânsız görünen bu işi hiç bir zayiat vermeden ve herhangi
bir ikmal sıkıntısı çekmeden on üç gün gibi kısa bir zamanda başarmıştır. Büyük bir
askerî deha sayılan Napolyon bile Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve
Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini öldürmüşlerdir. Birinci Cihan
Harbi’nde yeni tekniğin verdiği imkânlar ve tanklarla bile bu çöl, ancak on bir günde
geçilebilmiştir.
Gazze ile Mısır toprakları arasında Tih, Sina ve Katya adlarıyla anılan üç büyük
çöl vardı ve bu çöller geçilmeden Mısır’a karadan vasıl olmak mümkün değildi. Daha
önce buralara gelmeyi düşünen Hülagu ve Timur bu çölleri geçmeyi göze
alamadıkları için Mısır arazisi onların istilasından masun kalmıştı.
Adeta kumdan bir deniz olan bu amansız çöl, gündüz sanki bir cehennem, gece
ise âdeta bir buz diyarı idi. +50 ile -20 derece arasında değişen bir iklime sahipti..
Yavuz’un inanılmaz azmi ve kesin kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz
Sultan Selim atından indi ve askerinin önünde mütevazı bir şekilde iki büklüm
olarak yürümeğe başladı.
Askerî erkân hayret ve şaşkınlık içindeydi. “Atların bile kanının kaynadığı ve çok
zor gittiği bu çölde sultan acaba niçin atından inip yürümeye başladı.” diye kendi
aralarında konuşmaya başladılar. Askerler de atlarından inip yürümeye başladılar.
Paşalar, Yavuz Selim Han’ın can ciğer arkadaşı olan Hasan Can’a; “Hünkâr’a
page 7 / 9
sorsanız, acep bu ne iştir?” dediler. Hasan Can Yavuz Selim’e merakla “niçin atından
inip yürüdüğünü” sorunca Yavuz şöyle der:
Nitekim bu çetin savaş esnasında hafiften yağan bir yağmur toz bulutlarını
dağıtmış ve akşama kadar devam eden savaşı fazla zayiat vermeden Osmanlılar
kazanmış, Murad Hudavendigâr ise şahadet şerbetini içmiştir. Makamı cennet olsun!
page 8 / 9
[5] Nursi, B.S., Mektubat.
page 9 / 9
Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden,
ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkânt ariflerinin, Buhara
mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde nice
müstesna şahsiyetler yetişmiş ve Osmanlının ruhunda derin izler bırakmışlardır.
page 1 / 4
göklerine kanat açmaya başlamıştır.”
Osmangazi daha genç iken, Peygamber Efendimiz’in (sav.) neslinden gelen Şeyh
Edebali’ye misafir olur. Gece istirahat etmesi için kendisine ayrılan odanın
duvarında asılı olan Kur’an-ı Kerim’i görünce; “Ben bu Allah kelamının olduğu yerde
nasıl yatarım.” diyerek ona hürmeten ellerini bağlar ve sabaha kadar Cenab-ı
Hakk’a niyazda bulunur. Sabaha yakın yorgunluktan gözleri kapanınca şöyle bir rüya
görür: Bir ses ona şöyle der:
Bu durum sadece bir geceye has değildir. Zira Osman Bey, hayatı boyunca
Kur’an’ın emirlerine imtisal etmiş ve onun ulvi hakikatlerini kendine rehber etmiştir.
Osman Bey’in manevi mürşidi olan Edebali:
dedikten sonra, genç aşiret beyine kendi kızını vermek suretiyle onun o meşhur
rüyasını fiilen de tabir etmiş oluyordu.
“Dört yüz çadırlık bir aşiretin” Orta Asya’nın uçsuz bucaksız ve geçit
vermeyen dağlarını aşarak Anadolu’nun yaylalarına yerleşip kısa bir zamanda küçük
bir beylikten büyük bir imparatorluk hâline gelerek ismini tarihe altın harflerle
yazdırması sadece maddi güçle olmamıştır. Osmanlıyı bu derece kudretli ve
haşmetli yapan ulviyetin sırrı; onların kalplerinde Allah sevgisinin ve Allah
korkusunun mevcudiyeti, Kur’an’a karşı nihayetsiz derecede merbutiyetleri ve onun
nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmesi, manevi bir güç olan
İslamiyet’e sımsıkı sarılmaları, âlimlere karşı son derece hürmet göstermeleri, örf,
adet ve mukaddesata bağlılıklarıdır. İşte bu sayededir ki, altı yüz yıldan fazla bir
zamanda Kur'an-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup,
Kur'an’ın ulvi hakikatlerini ilân etmişlerdir.
“Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı
Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân
page 2 / 4
etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı
susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ْﻓَﺴَﻮْﻑَ ﻳَﺎْﺗِﻰ ﺍﷲُ ﺑِﻘَﻮْﻡٍ ﻳُﺤِﺒُّﻬُﻢ
ِﻭَﻳُﺤِﺒُّﻮﻧَﻪُ ﺍَﺫِﻟَّﺔٍ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤُؤْﻣِﻨِﻴﻦَ ﺍَﻋِﺰَّﺓٍ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻜَﺎﻓِﺮِﻳﻦَ ﻳُﺠَﺎﻫِﺪُﻭﻥَ ﻓِﻰ ﺳَﺒِﻴﻞِ ﺍﷲâyetine
güzel bir mâsadak oldunuz.”[1]
“…Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar
da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da
onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir
kınayıcının kınamasından da korkmazlar.”[2]
Osman Gazi beyliğin başına geçtiği zaman etrafı Şeyh Edebali, Şeyh Mahmud,
Ahî Şemsüddin, Dursun Fakih, Kasım Karahisari, Şeyh Muhlis Karamani ve Elvan
Çelebi gibi ilim ve irfan sahibi olan gönül sultanları tarafından sarılmış ve devlet bu
şahsiyetlerin sayesinde manevi bir temel üzerine bina edilmiştir. İslam fıkhına derin
bir vukufiyeti olan Dursun Fakih Osmanlı kadısı olarak tayin edilmiş, fetva ve dava
işlerini deruhte etmiş, böylece Osmanlının ilmiye ve hukuk sisteminin temeli
atılmıştır. Diğer taraftan Osmanlı devletinin manevi önderi olarak kabul edilen ve
tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş olan Şeyh Edebali’nin de devletin yapılanmasında
büyük hizmetleri ve gayretleri olmuştur.
Birçok kaynağa göre 1206 yılında Karaman’da dünyaya geldiği söylenen Şeyh
Edebali, ilmini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis, tasavvuf ve özellikle İslam
hukuku alanında derin bir bilgiye sahip olan Edebali 1326 tarihinde Bilecik’te
Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve cennet-i alaya göç etmiştir.
İlim ve irfan aşığı olan Osman Gazi, her zaman âlimlere karşı son derece
hürmetkâr davranmış, çocuklarına da İslam âlimlerine hürmet etmelerini, onlara
her türlü konuda yardımcı olmalarını ve her işlerinde onlarla meşveret etmelerini
tavsiye etmiştir. Onun bu vasiyetine layıkıyla uyan bütün Osmanlı sultanları da,
âlimlere son derece hürmetkâr davranmış, fethettikleri yerlerde cami, medrese,
zaviye, imarethane, darülkura ve türbeler yaptırmıştır.
Terakki ve medeniyetin ruhunun İslam dini olduğunu çok iyi bilen ecdadımız,
ona imtisal ederek teali ve terakki etmişlerdir. Bugün Avrupa’nın cihanı hayrette
bırakan maddi terakkisinin temeli Endülüs Medeniyeti’ne dayanmaktadır. İlim ve
fikir terakkisinde derin izler bırakmış olan Endülüs, medeniyet noktasında
Avrupa’ya üstatlık etmiş ve bütün cihanı aydınlatmıştır. Böylece Endülüs, İslam
medeniyetinin tarihe altın sayfalarla yazılmasına vesile olmuştur.
page 3 / 4
zirveye ulaşmış olan Endülüs’ü kendilerine örnek alarak ilerlemiş ve bugünkü
duruma gelmişlerdir.
Evet, Endülüs, yetiştirdiği ilim ve fen adamları sayesinde kısa bir zamanda
manen ve maddeten terakki etmiş, çeşitli meyve ağaçlarını havi bağ ve bahçeler,
Elhamra gibi gözleri kamaştıran saraylar ve muhteşem mabetler inşa etmiş ve
medeniyetin merkezi olmuştur. Dört bin mermer sütun üzerine inşa edilen
Medinetülzehra sarayı yirmi beş yılda tamamlanmıştır. Endülüs’te ilim adamlarına
ve âlimlere verilen ehemmiyet sayesinde; İbn-i Rüşt gibi büyük mütefekkir ve
feylesoflar; Şâtibi ve İbni Hazm gibi müçtehitler, İbni Arabî gibi maneviyat sultanları,
nice âlimler, yüksek dehâlâr, mahir kumandanlar ve dirayetli idareciler yetişmiştir.
Burada yetişen fazıl ve âlim kişiler, hayat-ı içtimaiyenin terakkisine, âlicenap
insanların yetişmesine vesile olmuşlardır.
page 4 / 4
Osmanlıda ilme ve alime muazzam bir kıymet verilmiş, başta Enderun olmak
üzere diğer medreseler asrın ihtiyaçlarına cevap verme noktasında yüksek bir
mevkie sahip olmuş, milletin ve devletin maddi ve manevi terakkisinde, irfan ve
tenvirinde mühim bir amil olmuştur. Tarihimize şeref bahşeden ulemanın ekserisi bu
nurefşan medreselerin mahsulüdür.
Osmanlı devletinin müessisi olan Osman Gazi, Şeyh Edebali gibi bir mürşit ve
fazılın irşadı ile tenevvür edip, maddi sahada olduğu gibi ilim ve irfan âleminde de
terakki etmiştir.
Hem yine Osmanlı padişahları içinde en ziyade istikbali düşünen, basiretli, nafiz
bir iradeye sahip olan Yavuz Selim’e o ulvi ruhu ve ittihad-ı İslam fikrini veren İbn-
Kemal gibi yüksek şahsiyetler ve müstesna âlimler değil midir?
Fatih Sultan Mehmed’e pek yüksek bir ruh, harikulade bir metanet, izzetli ve
şerefli bir makam nefyedenler, Molla Gürani ve Mollah Hüsrev gibi dahi âlimler
ve Akşemsettin gibi maneviyat sultanları değil midir?
page 1 / 2
Evet, Fatih Sultan Mehmed Han döneminde maneviyata, ilme ve âlime muazzam
bir kıymet verilmiş; ülkenin her köşesinde ilim ve irfan yuvaları tesis edilmişti. O
dönemde insaniyetin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice mürşitler, maneviyat
sultanları, mütefennin alimler ve şairler yetişerek o necip milleti kemalata, fazilete
ve marifete isal ettiler.
Zamanın Ebu Hanife’si olarak kabul edilen Molla Hüsrev, talebeleri tarafından
evinden ata bindirilerek ders vereceği Ayasofya’ya getirilirdi. Hoca Efendi camiye
girdiğinde, hürmet ifadesi olarak ayağa kalkılır ve tazim edilirdi. Dersini bitirdiğinde
talebeleri tekrar onu evine bırakılırlardı.
Molla Gürani gibi büyük bir âlimin ciddi, kararlı, şecaatli ve dirayetli tavrı
karşısında daha gençliğinden itibaren, ilim ve marifetin hakiki aşığı olan Fatih
Sultan Mehmed, Molla Hüsrev gibi devrin en mümtaz alim ve mürşitlerinin rahle-i
tedrisinde yetişmiş ve yüksek şahsiyetli Osmanlı şehzadelerinin yetişmesine de
vesile olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet’in şehzadelik döneminde Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi
meşhur hocaları sayesinde kazandığı ilmi seviyesi, padişahlığı döneminde, sohbetler
ve müzakerelerle daha da derinleşmiş ve onun en çok zevk aldığı şey bu sohbetler
olmuştur. İlim, irfan ve marifetten doymayan, alimlere son derece hürmetkar
davranan Fatih, onların da hakiki hamisi olmuştur.
Daha yirmi bir yaşında iken İstanbul’u fethetme bahtiyarlığına eren bu cihangir
hükümdar, cihanşümul imparatorluğa layık bir şehir inşa edebilmek için titiz ve çok
planlı hareket ederek sarayları ve camileri inşa ve tesise başlarken, diğer taraftan
da İslamiyet’in bütün manasıyla ulum ve fünun ile olacağını çok iyi bildiğinden ilim
ve irfanlarıyla ün salmış ulema ve müderrisleri İstanbul’a getirerek şehrin muhtelif
mevkilerindeki medreselere müderris olarak tayin etmiştir. Bunun için de kendi
adına izafeten Fatih cami etrafında ilim ve irfanın talimi için sekiz adet medrese
yaptırmıştır.
[1] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: Metin Kıratlı) , V. Baskı,
Ankara 1993.
page 2 / 2
page 1 / 5
Enderun Mektebi’nde askerlikten diplomasiye, güzel sanatlardan spora kadar
her türlü eğitim-öğretim üst düzeyde ve uygulamalı olarak yapılırdı. Bugün Japon
mucizesinin temelini oluşturan “uygulamalı eğitim” sistemi, yüz yıllar öncesinden
Enderun Mektebi’nde başarıyla uygulanmıştır. Japonların bu eğitim modelini esas
alarak eğitim sayesinde maddeten terakki ettikleri bilinen bir hakikattir.
Bir şeyin iç kısmı, iç yüzü ve harem dairesi gibi anlamlara gelen Enderun
Mektebi Osmanlı’yı cihan devleti yapan kurumların en başında gelir.
Bir saray mektebi olan Enderun, II. Murad tarafından kurulmuş, Fatih Sultan
Mehmed döneminde, onun idare yapısı ve faaliyetleri kanunnâmelerle belirlenmiş
ve hakiki hüviyetine kavuşturulmuştur. Böylece, devşirme mektebi hüviyetinden,
mülki ve idâri kadronun eğitimine yönelmiş, diğer taraftan da askeri, mali ve sivil
idare için yüksek seciyeli idareciler yetiştirmiştir. Enderun'un gelişmesi II. Beyazid,
Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi pâdişâhlar zamanında da
sürmüştür.
page 2 / 5
gösterilirdi. Yere tükürmek, öksürürken mendili ağza kapamamak ve kirli elbise
giymek cezayı gerektirirdi.
Bütün vakit namazları cemaatle eda edilir, eğer padişah İstanbul’da ise sabah
namazları Ayasofya Camii’nde padişahla beraber kılınırdı. Uyuma saatleri ile
kalkışlar güneşin doğuşuna ve yatsı namazının vaktine göre ayarlanırdı. Perşembe
günleri yatsıdan sonra her odada, topluca padişahın sıhhat ve selameti, devlet ve
milletin huzur ve bekası için dua edilirdi.
Enderun’a alınacak talebeler devşirme usulü ile tespit edilir, bütün hizmetlerde
yükselebilmek de kabiliyet ve başarıya göre olurdu. Aynı zamanda bu müessesede
şehzadeler ve diğer devlet adamlarının çocukları da eğitilirdi.
page 3 / 5
yöneten yüksek dereceli devlet adamı ile birlikte, mimarlar, nakkaşlar, ressamlar,
hattatlar, kâtipler, sanatkârlar, tarihçiler, müstesna âlimler, imamlar, müezzinler,
mahir kumandanlar, şairler, edipler, musiki üstatları silahşorlar ve nüktedânlar
yetişmiştir.
Hem yine, şecaatli, celadetli ve ittihad-ı İslam için büyük fütuhat yapmış olan
Yavuz Sultan Selim de ilim ve irfana meftun, ulema ve meşayih ile sohbet etmeyi
kendine şiar edinmiş bir padişahtı.
“Bir yanardağ gibi ateş saçan Yavuz’un da yanında boynunu büktüğü, elini
öptüğü, nazını çektiği ve emirlerine itaat ettiği Molla Cemali gibi birçok
maneviyat sultanları vardı. Padişah, bu kaya gibi eğilmek bilmeyen bu ilim
ve irfan erbabını bazen aşıp geçmek istese de onları yerlerinden kımıldatıp
sarsamaz ve geri püsküren kendi olurdu. Onlar hükümdarını dilediği gibi
hizaya çekebilirdi.”[3]
Mesela; Yavuz Sultan Selim Han, bir seferinde hazinedeki ihmallerinden dolayı
vuku bulan hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmesini emretmişti. Durumu
öğrenen Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi, hadisenin özünü Sultan Selim’den
page 4 / 5
öğrenmek için alelacele ve destursuz olarak Yavuz’un yanına varır. Yavuz da
söylenenlerin doğru olduğunu ifade edince, Zembilli Ali Efendi kararın icra
edilmemesini söyler.
Şeriatın kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sakinleşen Yavuz Selim Han
Şeyhülislam’a: “Umumi ahvalin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok
mudur?” diye sorar. Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi: “Bunların öldürülmesi ile
âlemin düzelmesi arasında bir alaka yoktur, suçlarına göre ceza gerek.”
diye cevap verir.
Bunun üzerine koca orduları dize getiren o ulu Padişah, başını önüne eğer ve
kararını geri alır. Padişahın bu kararından son derece memnun olan Şeyhülislam
Zembilli Ali Efendi, tam huzurundan ayrılırken tekrar geri döner ve kendisine
merakla bakan Yavuz’a şöyle der:
[1] 1- Enderun Mektebi, Yrd. Doç. Dr. Ülker Akkutay 2- Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, M. Zeki Pekalın Cilt I 3- Türk Maarif Tarihi, Osman Ergin Cilt 1 4-
Meydan Lorcusse, Enderun Maddesi Cilt 15- XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri,
C. Baltacı. 6- Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, İ.H.Uzunçarşılı 7- Tarih-i A-
tâ,A.A.TayyarzâdeCilt1-5.
[2] Topçu Nurettin, Türkiye’nin Maarif Dâvası, Dergâh yayınları, 1998 İstanbul.
page 5 / 5
Yavuz Sultan Selim Han Mısır seferi dönüşünde Adana civarına geldiklerinde şiddetli
bir yağmur yağmış ve her taraf âdeta çamur deryasına dönüşmüştür. Yavuz Sultan
Selim Han devrin meşhur âlimlerinden Kemal Paşazade ile atın üstünde yan yana
gidiyorlardı. Kemal Paşazade’nin atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz Sultan
Selim Han’ın elbisesini kirletmişti. Bu durum karşısında Kemal Paşazade’nin derin bir
mahcubiyete düştüğünü ve ziyâdesiyle üzüldüğünü gören Yavuz Sultan Selim Han,
onun yüzüne bakar ve tebessümle şöyle der:
Nitekim Yavuz Sultan Selim vefat edince, bu vasiyeti yerine getirilmiş ve çamuru ile
muhafaza edilen kaftan sandukçasının üzerine örtülmüştür.
Bu vasıflar sayesindedir ki, Osmanlılar altı asır boyunca dünyaya hâkim olmuş,
maddi ve manevi kuvvet ve kudret kazanmışlar, maarifte, hoşgörüde, şecaatte,
cesarette, şefkat ve merhamette insanlık âlemine numune olmuşlardır.
page 1 / 1
Evet tarihe atf-ı nazar edildiğinde milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için gayret
gösteren, kalplere hayat bahşeden ve ruhlara nesim-i hidayet estiren bu ilim ve
irfan yuvaları vasıtasıyla insaniyet semasında yıldız gibi parlayan başta aktab-ı
erbaa olan Abdülkadir Geylâni, Ahmed er Rüfai, Ahmed Bedevi, İbram-i Dusuki
olmak üzere Şah-ı Nakşibendi gibi kutupların, gavsların, âriflerin, evliyaların ve
sayısız mürşid-i kâmillerin, Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî gibi ali
şahsiyetlerin olduğu görülecektir. Bu müstesna zatlar, kalp ve gönül aleminde
hakiki mürşitler yetiştirerek İslam dininin kayyumu olmuşlardır. İnsanlara
marifetullah ve muhabbetullahın hakiki zevkini tattırmışlardır. Bu hal yaklaşık bin yıl
devam etmiştir. Bundan sonra ise Mehdi-i Azam devri başlayacaktır.
diyen Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan büyük mutasavvıf İmam-ı
Rabbanî Hazretleri “Mektûbât-ı Rabbânî” adlı eserinin 260. Mektubunun bir
bölümünde bu hakikati şöyle ifade eder:
page 1 / 2
"Bu devlet, kıllet yolu ile çoğalarak tabiine, sonra da teba-i tabiine sirayet
etmiştir. Bundan sonra gizlenmiş, saklılığa geçmiştir."
"Ancak beklenen odur ki; aradan bin sene geçtikten sonra, bu saklı devlet
tecdid edile. Ona bir üstünlük verilip şüyu bulması artırıla. Böylece
kamâlatın aslı zuhur edip onun zıllıyetini örte. Ve nisbet –i aliyyenin
mürevvici Mehdi gelsin. [1]
[1] Mektûbât-ı Rabbânî, Çile Yay. İstanbul, 1983. Çeviri A. Kadir Akçiçek 1 cilt, sayfa
569
page 2 / 2
“Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı
sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirlerdi.
Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir
mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile
görebilirler.”[2]
page 1 / 2
olacak, Hz. Mehdi ile beraber Kur’an ve iman hakikatlerinin tüm dünyaya
yayılmasına vesile olacaklardır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
Hz. İsa’nın namazda Mehdi Azam’a tabi olması demek, onun koyduğu düsturları
kendine rehber edip, onlar ile irşadını yapması demektir.
page 2 / 2
Evet, medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur
gibi bir eser nasip etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler
müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl
okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkılabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de
okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir
mektep ve medrese oldu ki, her kesimden, her meslek grubundan talebesi var. Bu
hizmet sadece belli bir yaş grubuna münhasır değildir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar,
hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer
talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nispetinde ondan
hisse alır, kalbine ve ruhuna nakşeder ve imanını inkişaf ettirir.
“Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş
haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât
tecrübeleriyle şehadet ederler.”[1]
“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate
geçebilir. Evet Kur'an'dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle
gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u
âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.”[2]
Bu hizmet bir mekâna, belirli bir merkeze ve bir şahsa bağlı değildir. Bu hizmet
bütün dünyayı içine alacak şekilde çok geniştir. Bu dersleri okuyanların hepsi
talebe ve şakirttir. Bu talebelik ise bir ömür boyu devam etmektedir.
Evet, dünyanın hiçbir yerinde yaşları, meslekleri, branşları ayrı olan milyonlarca
insanı bir araya toplayan, birbiri ile kaynaştıran, onları bir akraba haline getiren,
kalplere Allah korkusunu ve muhabbetini yerleştiren, insan sevgisinin ve uhuvvetin
ehemmiyetini ortaya koyan, onlara bir hedef gösteren bir başka ekol yoktur. Bu
page 1 / 5
bakımdan Risale-i Nur, bir cihan üniversitesidir. Üstad Hazretleri Münâzarat adlı
eserinde şöyle buyurur:
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin harika bir şekil de izah ettiği bu hizmeti, bu asırda
Risale-i Nur hakkıyla ifa ve temsil etmektedir.
Bunun içindir ki, insanların aklına, ruhuna, kalbine ve tüm hislerine hitap eden bu
harika eserler raflarda durmuyor, büyük bir şevkle tekrar tekrar okunuyor,
okuyucunun elinde ve cebinde dolaşıyor.
page 2 / 5
Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatler, îman, marifet,
ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhat yapmış, başta Arapça ve İngilizce
olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş ve hamiyetli ve gayretli insanlar tarafından
Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştırılmıştır.
Helaket ve felaket esrında her türlü menfi cereyanlar, imansızlık ve sefahet ateşi
her tarafı kasıp kavurmakta idi. Üstad bu manzarayı şöyle dile getirir.
Dolayısıyla, fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu.
Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz
kalmamıştı.
Cenab-ı Hak, lütuf ve kereminden ahır zamanda Bediüzzaman gibi büyük bir
mürşidi insanlığın imdadına gönderdi. Onun yazmış olduğu insanlığın manevi
reçetesi olan bu eserlerin ekserisi, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, her türlü dini
tedrisatın yasak edilip Kur’an’ı okuyan ve okutanların takibat altına alındığı, batı
kaynaklı her türlü menfi cereyanların ortaya çıkıp revaç gördüğü, bu necip milletin
imanına, ahlakına, mukaddesatına, ezanına ve ubudiyetine hücum edildiği,
gençliğimizin tarihine ve öz kültürüne yabacılaştırıldığı, dini ve milli seciyelerini
kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldığı ve milletimizin manen sarsılıp, ruhen
çökertildiği dehşetli bir zamanda hem de hapishanelerde ve tecritlerde yazılmıştır.
page 3 / 5
mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu
def'edemiyorlar.”[8]
“Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet,
fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde
bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi.
Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir
zannediyorlar.”[9]
“Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikadın istinad kal'aları sarsılmış
ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min tek başıyla dalâletin
cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir îman-ı tahkikî
lâzımdır ki dayanabilsin.”[10]
page 4 / 5
Üstadımızın; “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır.” buyurması da
bu nokta-i nazardandır. Yoksa onun, hâşâ tarikata karşı olması demek değildir.
Nitekim üstadımız “Telvihat-ı Tis'a” adıyla yazmış olduğu çok ehemmiyetli ve çok
harika eserinde tasavvufun sayısız faydalarını, güzelliklerini, hikmetlerini,
hakikatlerini, ehemmiyetini ve dindeki yerini izah etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri
bu harika eserinde tarikata intisap eden bazı ehliyetsiz fertlerin hatalarını nazara
vererek tarikata hücum edenlere karşı, tarikatın maksadını, gayesini ve
ehemmiyetini fevkalade bir vukufla ortaya koymuş, tarikata hücum eden din
düşmanlarına şiddetli ve dehşetli tokatlar vurmuş, herkesin kendi köşesine çekildi o
dehşetli dönemde kaleme aldığı bu eser ile mülhitleri ilzam etmiş, müminleri,
özellikle de tarikat erbabını memnun ve mesrur etmiştir.
[3] Münazarat.
[7] Mektubat.
page 5 / 5