Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 351

AGAH SIRRI LEVEND

İL ÜSTÜNE

r URK DiL KURUMU YAYlNLARI


TANITMA YAYlNLARI

Türk Dil Kurumu'nun yayımlamakta olduğu "Ta-


nıtma Yayınları", yetişen kuşaklarda, geniş topluluklarda
dil bilgisini çoğaltma, dile özen duygusu ile anadili bi-
lincini kökleştirme, dile sevgi ve saygıyı gel iştirme, Dil
Devrimi'nin gerekliliğini örnekleriyle gösterme amacını
gütmektedir.
Tanıtma Yayınları beş dizidir: 1 - Radyo ve tele-
vizyon konuşmaları dizisi, 2 - Türk diline emek verenler
dizisi, 3 - Dil konu ları dizisi, 4 - Açık oturumlar dizisi,
5 - Çeşitli konular dizisi.
Elinizdeki kitabın da içinde bulunduğu "dil konu-
ları dizisi"nde bugüne değin çıkmış yapıtlar şunlardır:
Dil Üzerine (Düşünceler-Düzeltmeler) (Ö. A. Aksoy),
Dil Devriminin 30 Yılı, Devlet Dili olarak Türkçe (A. Dilaçar),
Türkçede Sözcük Yapma Yolları (H. Dizdaroğlu), Harf Dev-
riminin Öyküsü (Sami N. Özerdim), Ataç'm Sözcükleri (haz.
Yılmaz Çolpan), Türkçede Fiiller (Hikmet Dizdaroğlu), Dil
ve Kültür (Doç. Dr. S. Baydur), Dil Devrimi Üzerine, Dil-
bilgisi Sorunları, Atasözleri ve Deyimler (Eiki tabı) (Ö. A.
Aksoy), Dil Devrimimiz (haz. Emin Özdemir), Gelişen ve
Özleşen Dilimiz (Ö. A. Aksoy), Özleştirme Durdurulamaz
(Ö. A. Aksoy), Eski Türkçe, Göktürk ve Uygur Yazı Dili
(Kayahan Erimer), Öz Türkçe Üzerine (Emin Özdemir),
Türkiye'de Dil Özleşmesi (A. Dilaçar), ikileme (Prof. Dr. V.
Hatiboğlu), Dilbilgisi Sorunları ll, Alman ve Macar Dillerinde
Özleşme, Pekiştlrme ve Kuralları (Prof. Dr. V. Hatiboğlu),
Terim Yapma Kılavuzu (Emin ö_zdemir).

'---- - -- - - - - -- - - - - - - 2 0 Lira _j

ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ-1973
AGAH SlRRI LEVEND

DiL ÜSTÜNE

TÜRK DIL KURUMU YAYlNLARI


TDK TANITMA YAYlNURI
DİL KONULARI Dizisi: 25

TÜRK DİL KURUMU YAYlNLARI: 382


'

ÖNSÖZ

Bu kitapta, sayın Agah Sırrı Levend'in 1965 yılından


bu yana Türk . Dili dergisinde yayırolanmış yazılanndan
dil ile ilgili olanlar yer almaktadır. Yazar, altmış yıldan
beri durmadan, dinlenmeden milli eğitimimize, edebiyatı­
mı:ı;a, dilimize hizmet eden ve eşi az yetişen bilim ve kül-
tür adamlarımızdandır. 1919'da İstanbul Darülfünunu
Edebiyat Fakültesini bitirdikten üç y1l sonra kurduğu
İstiklal Özel Lisesinin ve İstanbul Erkek Lisesinin uzun
yıllar edebiyat öğretmenliğini, ayrıca 1935 • 1940 yılla­
n arasroda Eminönü Halkevinin başkanlığını yapınış·
tır. 1940'tan 1946'ya değin milletvekilliğinde bulunmuş,
sekiz yıl kadar -kuruluşundaki adı lnönü Ansiklopedisi
olan- Türk Ansiklopedisi'ni yönetmiştiı:. 1951-1960 yılların­
da genel yazman, 1963-1966 yıllarında başkan olarak Türk
Dil Kurumunda çalışmıştır. 1969'dan beri de Kurumun
tarihsel sözlük hazırlıklarını yönetmektedir. Yirmi kitabı,
bir o kadar da bilimsel incelemesi basılmış olan Levend'in
çeşitli dergi ve gazeteler de yüzlerce yazısı çıkınıştır. Ede-
biyat Tarihi Dersleri, Divan Edebiyatı, Türk Dilinde Geliş­
me ve Sadeleşme Evreler i, Gazavatnameler, Türk Edebi·
yatında Şelırengizler, Arap, Fars ve Tiirk Edebiyatla-

rında Leyla ve Mecnun Hikayesi, tlmmeı Çağında Türk


Edebiyatı, Ali Şir Nevai, Şemseııin Sami, Hüseyin Rahmi,
Ahmet Rasim... basılmış eserlerinden birkaçıdır. On cilt
olarak planladığı büyük Türk Edebiyatı Tarihi'nin, kaynak-
ları kapsayan ve "Giriş" adını taşıyan birinci cildi basılmış-
tır; yayıınianmak üzeredir.

Seksen yaşına yaklaşmasına karşın bir delikanlı çoş­


kunluğu ve gücüyle çalışıp bol ve birbirinden değerli
kafa ürünü vermekte olan sayın arkadaşıının bilim ve
kültür dünyamıza daha uzun yıllar ışık saçmasını dilerim.

Ömer Asım Aksoy


Ankara, 13 Haziran 1973 Türk Dil Kurumu
Genel Yazmanı
DIL SORUNLARI
'OST'ONE
i
"DİLE MÜDAHALE" ve "TABİİ TEKAMÜL"

İlierde yaptığımız toplantılarda bize yöneltilen soru-


lardan biri şudur : Dile "'müdahale' edilemeyeceğini, dilin
canlı bir varlık olduğunu, onun ancak kendi yapısı içinde
'tabii tekamül'ü izleyerek gelişeceğini söylüyorlar. Siz ne
dersiniz?"
Bu savı ilk kez ortaya atan ı-ahmetli Hüseyin Cahit
Yalçın'dır. Yalçın, l932'de Dolmabahçe'de toplanan Birin-
ci Türk Dil Kurultayı'nda "tabii tekamül" kuramına deği­
nerek, dilin ıorlanamayacağını söylemiş, "tayyare" keli-
mesini ele alarak, bu kelimenin aslı Arapça da olsa, halk-
ça benimsendiğine göre, Türkçe karşılıkların tutunamaya-
cağını ileri sürmüştü.
Yalçın "uçak" kelimesinin tutunduğqnu hayatta
iken görmüştür. Gariptir ki, Yalç1n sonradan gerçeği kabul
ederek davayı benimsediği halde, kurultayda ona karşı
çıkanlar düşüncelerinden cay:mışlar, o günkü savlarının
tam tersine bir yol tutmuşlardır. "Tabi! tekamül"ciiler,
aynı savı tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyorlar.
"Dile müdahele" edilemeyeceğini, halkın benimsediği
Arapça kelimelerin yeritic bulunan TürkÇe karşılıkların
tutunamayacağını, hele ölen eski kelimeleri canlandırmanın
2 AGAH SIRRI LEVENO

mümkün olamayacağını vaktiyle Ziya Gökalp de söylemiş­


ti Gökalp, l923'de Diyarbakır'da çıkardığı Küçük Mecmua'
da bu konuya sık sık değinmiş, çok ilginç örnekler vermiş­
tir. O, Arapça olan "şahit" kelimesinin dilden çıkarılama­
yacağını karşılık olarak gösterilen "tanık" kelimesinin
ise, unutulan eski kelimelerden olduğn için zorla yaşatıla­
mayacağmı söylüyordu. Oysa "şahit" unutulmuştur; "ta-
nık" ise kullanılmaktadır. Nitekim "ulus, yasa,tümen,
ulak" gibi Çağatay lehçesinden geçen kelimeler de bugün
yeniden hayata kavuşmuştur.
Ziya Gökalp, "günaydın", "tiinaydın" deyimlerinin
yaşamayacağını da söylemiştir. Bugün "günaydın"ı kul-
lanmayan tek kişi kalmamıştır. "Tünaydın" yerine ise,
"iyi akşamlar", "iyi geceler" deyimlerini kullanıyoruz.
"Günaydın, tünaydın" deyimleri, Meşrutiyetin ilk
yıllannda, Türkçülük akımı içinde yabancı kelimelere
karşılıklar arandığı sırada ortaya atılmıştı. Acınarak belirt-
mek gerekir ki, selamlaşmak için "bonjıır, bonsuvar, merhaba
selamün-aleyküm, sabah şerifler hayırlar olsun, akşam şe­
riflcr hayırlar olsun" gibi sözlerden başka deyimlerimiz
yoktu.
Yine gariptir ki, "günaydın"ın uydurma olduğunu
söyleyen Gökalp, "mefktlre"yi uydurmakta bir sakınca
görmemiştir. Bu kelime uydurma olduğu halde "ideal"
yerine yıllarca kullanılmış, sonunda "ülkü" kelimesine
yerını bırakmıştır. İşte kelimelerin alın yazısı budur: Keli-
meler doğar, yaşar, ölür. Bunda üzülecek bir şey yok-
tur.
Bu örnekleri verdikten sonra asıl konuya geçebiliriz:
Dil, toplumdan ayrı başlı başına bir varlık değil,
insanoğlunun hizmetinde, sosyolojik bir olgudur. İnsana
bağlı, insanla birlikte yaşayıp gelişen canlı bir varlıktır.
Bütün canlı varlıklar gibi, onun da yaşamasını, korunmasını
sağlamak gerekir. Tarlaınızı, bahçcınizi olduğu gibi bırakı·
OİL ÜSTÜNE 3

yor muyuz? Bırakmıyoruz: Çapalıyor, gübreliyor, ağaçlarını


koruyor, diplerini suluyor, dallannı buduyoruz. Bunu yap-
mazsak balıçeyi otlar kaplar; ağaçlara tırtillar üşer, dallar
kurur. Toprak da gitgide yozlaşır. Bunun içindir ki tabi-
at a el uzatıyor, istediğimiz biçimi vererek ondan yarar-
lanmaya çalışıyoruz.
Çocuk tabiatta en önemli varlıktır. Onu kendi haline
bırakalıilir miyiz? Bırakmak şöyle dursun, dikkatimizi
biraz esiı·gesek tehlikelerden koruyabilir miyiz? Bunu
bildiğimiz içindir ki, bu canlı varlığın üzerine eğiliyor, ti-
tizlikle onu yetiştirmeye çalışıyoruz.
Tabiat böyle yarattı diye, saçırnızı, sakalımızı, tırnak­
larımızı kesmesek ne hale geliriz? Kendimize çekidüzen
vermesek toplum içine çıkabilir miyiz? Bunların hepsi tabi-
ata el atmak değil de nedir?
O halde, insanla birlikte yaşayıp değişen canlı varlık
olduğuna inandığımız dile neden el uzatmayalım? Onu
neden kendi haline bırakalım ? Yüzyıllar boyunca kendi
haline bıraktığımız, koruyup gelişmesine yardım etmediği-

miz için değil midir ki, Türk dili yabancı dillerin saldırı-
sına uğradı; benliğini yitir(li; melez bir hale geldi.
Dili elbet koruyacağız. Onun gelişmesine yön vereceğiz.
Dili korumak, önce ona onur kazandırmakla, kişilik ver-
mekle olur. Öz henliğine kavuşmayan dil, ne kadar işlenirsc
işlensin, toplumun malı olamaz. Eğreti bir varlık olarak kalır.
Bunun içindir ki, dil bilincine eren uluslar, her şeyden
önce dillerini yabancı öğelerden temizleyerek, ona ulusal
bir değer vermeye çalışnHşlardır, sonra da işleyerek, zengin-
leştirerek bu değeri yükseltmişlerdir.
Çağdaş bir dil, bütün kavramlan karşılıyabilmclidir.
İşte Türk dilinin amacı budur. Bu amaca varmak için,
dilin gelişimini engclleyen pürüzler ayıklanacak, anadil,
bilim ve sanat tetiınlcriyle zenginleşecek, titizlikle işlenerek
ulu yapı meydana gelecektir. İşte "müdahale" budur.
4 ACAH SlRRI LEVEND

Bu "müdahale"nin zorlama ilc hiç bir ilgisi yoktur.


Eğer bir zorlama olmuşsa, bunu Osınanlıca Türkçeye karşı
yapmıştır. Baskı, çağlar boyunca öylesine a[,rır olmuştur ki,
Türk dili zorla unutulmaya mahkum edilmiştir. İçinde
füllindcn başka Türkçe kelime bulunmayan cümleler buna
en canlı bir tanıktır.
Türk ulusu, 150 yıldır bunun önüne geçmek çabası
içindedir. Fakat ilk zamanlar hep dilek halinde kalınış,
kimse işi kökünden çözmek cesaretini göstermemiştir.
Bu başarı Cumhuriyet devrine nasip olmuş, dil devrimiyle
bu yol açılınıştır.
Diyorlar ki, dev:rim olmasaydı dil yine sadeleşeeekti.
Evet, ama yalnız sadeleşecekti, arınmayacaktı. "Gayr-i
kanuni" gibi tamlamalar, "mütcvcceihen" gibi tenvinli
kelimeler, "billll1ara" gibi yabancı edatla yapılınış sözcükler
sürüp gidecekti. Kimisine "klişe" deyip yol verecekler,
çoğuna da "dilin persengi" deyip geçeccklerdi. Hele "tahak-
kuk, ınüşalıede, neşriyat, iştigal, istişare, inşa ... " gibi
kelimeler olduğu gibi duracaktı. Oysa bugün, direnen
bir kaç kişiden başka bunları kullanan kalmaınıştır.
Bu başarıyı sağlayan dil bilincidir. Sonuç ise, hayır­
lı "müdahale" ile elde edilmiştir.

(Tiirk Dili, sayı 168, eylül 1965)


UYDURMA NEDİR?
UYDURMACILIK NEYE DERLER?

Kelimeler gökten inmez, yapılır. llk insanlar, tabiatta


gördükleri nesneleri adlandırmak isteyince buldukları
ilişkiye göre her birine birer ad takınışlar, gitgidc her nesne
ve her ihtiyaç için hircr kelime uydurarak, konuşma ve
anlaşma aracı olan dili meydana getirmişlerdiı· .
İnsanlar, gercktikçe dile yön vermek hakkını kendile-
rinde görmektedirler. Bir Fransız dilcisinin belirttiği gibi
"İnsan, dil için değil, tesine dil insan için yaratılmışllr
ve dil qaima toplumun hizmetindedir."
Her yeni huluş, insanları kelime uydurmaya zorlamak-
tadır. Ancak buıılar şimdi rasgele olmuyor da, yeni nesne
ile ona bulanan ad arasında daha sıkı ilişkiler gözetiliyor.
Her gün piyasaya sütiilen türlü ilaçların, meydana geti-
rilen çeşitli araçların adianna bakın; lıangisinin anlamı
üzerinde duruyoru:t.. Uydurma olup olmadığını düşünme­
den, aradaki ilişkiyi yeter görerek, hiç yadırgamadan be-
ııimsiyoruz.
Şüphesiz, kullanıla kullanıla yerleşmiş, alışılmış keli-
melerin yerine yenilcrini bulmak, sonra da bunları
herkese kabul cttirmck kolay değildir. Kişi alıştığı şeylere
6 AGAH sınnı LEVEND

karşı her zaman direnme eğilimindedir. Ama dikkat edi-


lirse, bunun köklü bir inançtan çok rabatı bozmamak
kaygısından doğduğu görülür. Eski şair dilin değişmesini
istemez. Değişirse, eski kelimelerlc dolu eserlerinin artık
okunmaz hale geleceğini düşiinür. Bilgin de böyledir. Di-
rcncnlcr asıl bunlardır.
Önce şu nokta üzerinde anlaşmaınız gerekir: Osman-
hen kırması olan Türkçeyi sürdürüp gidecek miyiz? Yoksa
dil bilinci içinde bağımsız, arı bir Türkçeye doğru mu
yol alacağız? Birinciyi isteyenler, anlaşma kapılarını
kapamışlardır. Bu konuda onlarla yeniden tartışmaya giriş­
rnek boşunadır. İkinci yolu tutacaksak, yeni kelimeler
bulmaya muhtacız ve bunu yapmak zorundayız.
Ancak bu kez hulacağımız kclimcler, rasgele uydu-
rulnıuş değil, kurallar gözönünde tutularak, Türkçenin
tarihl yapısına uygun kökler ve eklcrle üretilmiş ve türetil-
miş olacaktır. Bu, kötü anlamıyle "uydurma" değil, bizim
kullandığımız deyimle "yaratma"dır. Türk Dili Kurumu'
nun yaptığı da işte budur.
Şu var ki, yaratılacak yeni kelimelerin "yanlış" olup
olmadığı üzerinde de alıartmaya kapılmamak gerekir.
Seve seve kullandığımız öyle kelimeler vardır ki, . yapılışı
kurala aykırıdır; hatta saçma da denilebilir. Fakat halk
beğenmiş ve tutmuştıır. Artık onun yanlış olduğu söz ko-
nusu edilemez.
Bunun en güzel örneğini Macarca'da bulabiliriz. Bu-
gün Macarcada "örnek" anlamına gelen "minta" kelimesi,
basımevinde yanlış dizgi sonucu olarak bu şekilde dile
girmiş ve hemen benimscndiği için sözlüklcre alınmıştır.
Macaı·cada, eski metinlerin yanlış okunmasından meyda-
na gelen yeni kelimeler de vardır. (bkz.J. Eckmann, "Macar
Dil Devrimi", Türk Dili-Belleten 1947, III. seri sayı 12-13,
s. 18-19). Bu yazıyı okumalarım meraklılara önemle sa-
lık veririm.
DiL ÜSTÜNE 7

Bizde de bunun örnekleri çoktur. "Okul, toplum"


kelimelerinin yanlış olduğunu söyleyenler olmuştur. Fakat
halk, yanlış olup olmadığını düşünmeden benimsemişLir.
Hele Osmanlıca, uydurma kelimelerle doludur. Biziın
Arapça diye kullandığımız kelimelerin çoğunu Araplar
bilmez. Çünkü Araplar o kelimeyi o kalıha sokarak kullan-
mazlar. Ama biz sokmuş, böylelikle yeni kelimeler yarat-
mış, pekalı1 da etmişiı. Örneğin, "yetki" kelimesiyle kaı·şı­
ladığımız "salahiyyct" Arapça sözlüklerde yoktur. Arap-
çada "salah" ve "salahat" kelimeleri vardır ve başka an-
lama gelir.
Bunun gibi, "nezaket" ve "felaket" kelimelerini de
uyduran biziz. Farsça "nazük" kelimesini hozmuş, sonuna
da, yanlış olduğuna bakmadan Arapça mastar eki olan
"t" )d ekleyerek, "nezaket" kelimesini uydurmuşuı. "Fe-
laket" de Arapça sözliiklcrde yoktur. "l\1efkure" de böyle-
dir. Araplar bu kelimeyi bilmezler.
"Miinakaşa" Arapçadıı "bir kimsenin muhasebesinde
gereği gibi incelemede bulunmak." anlamına geldiği halde,
biz bu kelimeyi hlisbütün başka anlamda kullf\nmaktayız.
Bunun içindir ki, yeni karşılıklar arar ve bulurken,
Türkçenin yapısını ve kurallarını gözönünde tutmalı, fa-
kat kelime yaratmak işinde sanatçılara, fikir ve kalem
salıipierine pay ayırmalı, halkın sağduyusona ve zevkine
de değer vermelidir.
Dil devrimi geçiren bütün uluslar hep bu yoldan gitmiş­
lerdir. Örneğin, :M:aearistan'daXVIII. yüzyılın ortalanndan
XIX. yüzyılın ortalanna kadar süren büyük dil devrimindc,
türlü yollarla 10.000'c yakın yeni kelime dile girmiş- pek
azı bir yana- hemen hepsi tutunmuştur. Kelime yaratma
işi bugün de devam etmektedir.
İsrail, bu konuda bizi örnek aldığı halde hizi geçmiş­
tir. İki yıl önce İsrail'den bir gazeteci Dil Kurumu'na gelmiş
ve dil devrimi hakkında bizdeu bilgi istemiştir. Biz gazeteci-
8 AGAH Sıl\1\l-LEVENO

nin sorularına cevap vermiş, ondan da İsrail'deki dü harc-
ketleri üzerine bilgiler almıştık. Gazetecinin bize anlattığına
göre, İsrail'de 10 yıl önce 50.000 kelimelik bir sözlük met-
dana getirilmiş. Yeni hazırladıkları sözlüktc 60.000 kelime
bulunmakta imiş. "Bu 10.000 kelimeyi lO yıl içinde nasıl
buldunuz?" diye sorunca, bize verdiği cevap şu oldu: "Bu-
nun 2.000 kelimesini dilci olan Cumhurbaşkammız uydurdu;
8.000 kadarını da dilcilerimizl Uyduı·maktan korkmayın; baş­
ka çare yoktur."
Ne yazık ki, biz h u kadar da yapamadık. Dil devrimin-
den bu yana 33 yıl geçtiği halde, yarattığımız kelimelerin
sayısı - terimler bir yana - lOOO'i bulmuş değildir. Daha
ne kadar çalışmak gerektiğini bu hal açıkça gösterir.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra asıl uydurmacılığa
geçebiliriz. Gezip dolaştı~rınnz yerlerde bize soruyorlar:
"Fakat, Dil Kurumu'nun uydurduğu kelimeler de
pek tulıaf!"
"Hangi kelimeler ?"
"Ömcğin, İstiklal Maı·şı 'na ' ulusal diittürü' diyormuş-
sunuz.!''
Bu örneğe başkalarım da ckliyorlar:
Hostes karşılığı "gök konuksal avrat";
otomobil karşılığı "öz itişimli götürgcç";
bisiklet karşılığı "ayak iter götürgen";
sigara karşılığı "tütünsel duınaııgaç";
imam bayıldı karşılığı "içi geçmiş dinsel kişi", diyor-
muşuz.

Bu sözleri işitince şaşırarak soruyoruz : .


"Bunları bizim uydurduğumuzu nereden biliyorsıınuz ?"
"Öyle söylüyorlar!"
"Peki, sözlüğe baktıruY. ını?"
"Hayır!"
"0 halde, bu saçmaları bizim uydurduğumuza nasıl
inanıyorsunuz ?".
DİL ÜSTÜNE 9

Şüphesiz onlar da buna inanmış değillerdir. Salt biz-


den cevap almak için işittiklerini abanyorlar. O zaman
şu karşılığı veriyoruz:
"İşte asıl uydurma buna derler. Bu saçmalan uydurup
Dil Kurumu'na yiikletenler, böylelikle Dil Kurumu'nu
küçük düşüreceklerini sanıyorlar. Halbuki bu hareketleriy-
leriyle asıl küçülen kondileridir. Biz eser ortaya koyuyoruz;
onlar alay ediyorlar. Ellerinden gelen ancak budur. Biz
ise yıkılanı yapmaya çalışıyoruz. Bu da bizim göı·ev anla-
yışnnızdır."

(Türk Dili, sayı 169, ekim 1965)

'
YABANCI KELİMELER SALGINI

Türk dili, bugün de biiyük bir tehlike karşısındadır:


Batı'dan sızan kelimeler salgını! Vaktiyle Arap ve Fars
dillerinden gelen kelime akını durmuştur. Bu dillerden bir
tek kelime artık dilimize girecek değildir. Çağlar boyunca
girmiş olanlar yavaş yavaş ayıklanmaktadır. Kalacak kelime
ve deyimler, asıllarını değiştirip Türkçeleşmiş olanlarla,
dini .tcrim niteliğinde bulunan1ardu. Bu da doğaldır.
Ümmet çağında Arap ve Fars dillerinden kelime almakta
bir zorunluk vardır. İslam dini ve bu <line dayanan hukuk,
tasavvuf ve alılak sistemleri, bu bilimieric ilgili birçok kav-
ramların, terim ve deyimierin dilimize girmesini gerektirecek-
ti. Öte yandan Fars dili ve edebiyatı, İslamlığın yayıldığı
iilkelerdc hakim bir durumda idi. Bu dil de edebiyat yoluyle
elbet birçok kavramlar, kelimeler ve deyimler getireeekti.
Eğer bilgiulerle şairler bu aktarmada Türk dilini unutın­
racak derecede aşırı gitmemiş olsalardı, telılike o kadar
büyük olmayacaktı. Bugün, Türk dilini kurallarıyle birlikte
yeniden kurmak gibi bir zorunluk çekmeyecektik. Olan
oldu. Türk toplumu uyandı. Bilimin ışığı altında gerçekleşen
Dil devrimi özlediğimiz ulusal yolu açtı.
Batıdan gelen bu yeni salgında, hiç de böyle bir zorun-
DİL ÜSTUNE ll

luk yoktur. Gerçi bir yön değiştirme olmuş, yeni bir uygar-
lık Alemine girilmiştir. Bu yeni alemin getireceği yeni düşlin­
celer ve kavramlar, bunlan belirten yeni kelimeler, de-
yimler ve terimler elbet girecek iş ve kültür ilişkileri birçok
sözlerin gelip yerleşmesine yol açacaktı.
Fakat bunlar o kadar az, o derece sayılı ve zorunlu
olacaktı ki, dilin ö21lüğünü asla bozmayacaktı.
Örneğin, günlük hayatımızda sık sık kullandığımız
komlinizm, faşizm, nazizm, marksizm, sosyalizm, libera-
lizm gibi kelimeler, değiştirilemeyecek olan bazı felsefe
ve bilim terimleri, her gün yığın yığın yurdumuza giren
iliiçiarın adları, otomobil, taksi, motor, telefon, telgraf
gibi sözcükler, sınırlı kaldıkça 21ararı büyük sayılmaı. Gerçi
bunlann da çoğunu değiştiren uluslar vardır; fakat üzerinde
durmağa değmez.
Ama bunların dışmda kalan ve her halde Türkçele-
riııin bulunması gereken kelimeler de oluyor ki, bunları
uluorta kullanmak dile ve Türk kültürline karşı işlenmiş
cu büyük suçtur. .
Örneğin, sansasyon, sempati, brifing, konsorsıyum,
kontenjan, amblem, lojman, komünikasyon gibi kelimeleri
kullanmakta nasıl bir zorunluk vardır? Buıılann karşılığı
Lulunamaz mı? Hele trafik, personel gibi kelimelerin kanun
yoluyle dilimize girip yerleşmesi nasıl hoş görülebilir? Bir
kere kanunlara geçip perçinleşmiş olan bu kelimeleri söküp
aLmak kolay olur mu?
Bunlardan başka, düşünmeden ve hiç üılintü duyma-
<lıın rasgele kullandığımız öyle kelimeler oluyor ki:. hir.~z
<!ikkat edince bu lanhalilikten utanç duymamak münıkun
değildir. Örneğin, evimizin odalanndan bahsedereken "sa:
ton - salamanje" demek moda haline gelmiştir. O kadar ki
"oturma - yemek odası" demek hatıramıza bile gelmiyor.
lhı züppelik değil de nedir? Ana dile karşı bu saygısızlık
ılı•rede görülmüştür?
12 ACAH StnRI LEVEND

"Konfeksiyon" da kullanılması moda haline gelmiş


kelimeler arasındadır. Bilir bilmez birçok ma;;.azalarm
üstüne bu levhaların asıldığı görülüyor. Eskid;n hazır
elbise satan mağazalara "hazıreı" denilirdi. Bugün bu söz
"konfeksiyon" kelimesiyle karşılandığı gibi "tuhafiye"
dediğimiz mağazalar da bu levhayı taşımaktadır.
Yavaş yavaş yabancı kelimeler takımıyle dile girmeye
başlı yor ·· "An gaJe,
· ·
angaıman " , " rezerve, rezervasyon"
··~ıorm, forme, formasyon, formalite" gibi '
Her gün öyle sözler ortaya atılıyor ki, yabancı dil bil-
meyen halkın bu kelimeleri nasıl karşılıyaeağını üzüntü
ile düşiiıımemek elden gelmiyor. Örneğin, radyodan verilen
haberler arasında "fultaym kanunu filan yerde uygulan-
maya başlamıştır." gibi bir cümle işitince şaşıp kalı­
yoruz. Eğer bu haberin halk tarafından anlaşılması iste·
niyorsa "tam gliıı. çalışma" demek daha doğru olmaz
mı? İngilizecdeki "full time" kelimesine belki daha glizel
karşılık bulunabilir; fakat bu yabancı kelimeyi olduğu ajbi
dile sokmak nasıl bir fayda sağlar? b

J-Iangi resmi daiı·eye ya da özel bir teşebbüs yerine


girscniz, karşuuza hemen "enformasyon" yazılı bir levha
çıkar. Bazı dairelerde bu kelimenin altmda · "danışma"
kelimesinin de yer aldığı görülür. "Enformasyon" eğer ya-
bancılar için bir uyarma ise, o daireye giren yabancı bu !ev-
ha olmasa da, o böliiınün bu işe ayrıldığını hemen anlar.
Eğer halk için ise, yalnız "danışma" levhası yeter.
Dahası var: Giin geçmiyor ki resmi binaların kapılan
üstünde tuhaf daire ve müdürlük adiarına rastlamış olma-
yalım:

Marketing Şubesi
Aktüerya Müd.
Konjonktür Dairesi
Lojistik Dairesi
Enfrastrüktür Dairesi
DiL ÜSTÜNE 13

Prodüktivite Dairesi
Buıılar ne demek? Kim anlar bu sözleri? Hangi Türk
beğenip sever ve nasıl kullanır? Asıl önemli ve acıklı olanı,
bunları kimler ve nasıl bir düşünce ile devlet dairelerine
ad olarak önerir ve kabul ettirir. Bu biçimsiz, yabancı söz-
leri Türk diünc sokmağa kim kendisinde hak görebilir?
Biz "Neşriyat ve Müdevvenat lllüdürlüğü" gibi eski-
den beri kullanılagelen adları değiştirme çabası içinde hükü-
metin dikkatini çekıneğe çalışırken, şimdi daha kötüleri
kucak kucak, yığın yığın, hiç bir sınır ve saygı gözetilme·
den dilimize zorla sokularak Türk diline kastediliyor. Böy·
lclikle dil eskisinden daha bozuk, daha kötü bir hale
getirilmeye çalışılıyor Bu yaln:ız dil bilincinin değil, ulus
bilincinin de henüz gereği gibi yerleşmemiş olmasından
başka birşey değildir.
Türk Dil Kurumu olarak, bu acı kayıtsızlığın karşında­
yız. Yurttaş olarak da, kutsal duygularımızın zedelendiğini
görmekle üzüntü içindeyiz. Bu satırlada kamu önünde
açıkça ricada bulunuyoruz. Her bakanlıkta üçer kişilik
komisyon kurulsun; bu konu önemle ele alınarak bu gibi
çirkin keliınelere Türkçe karşılıklar bulunsun.
Tlirk Dil Kurumu, bütün imkanlanyle hu çalışma­
lara güciinü katmaya, hizmet etmeye hazırdır.

(Türk Dili, sayı 171, aralık 1965)


HANGlSlNl KULLANALIM?

Belirli kavramlan karşılamak üzere kullanılan keli-


melerden hangisini seçelim? Böyle bir soruya verilecek
cevap, hiç düşünmeden "elbet Türkçesini." olacaktır.
Ancak henüz Türkçesi bulunmamış, ya da bulunduğu
halde yerleşmemiş olursa, o zaman ne yapalım? Bu soru-
nun cevabını vermek de önceden pek güç görünmeyecektir:
Batıya yönelmiş olduğumuza göre, Türkçe karşılığı bulun-
mamış kavramlarda oradan gelen kelimeleri kullanmak
daha doğru sayılacaktır. Nitekim:
Hars yerine kiiltür,
siyaset yerine politika,
seeiye yerine karakter,
tercüme-i hal yerine biyografya,
filırist yerine indeks,
idare-hane yerine büro,
amell yerine pratik,
uzuv yerine organ,
gayr-i tabii yerine anormal,
hikmet-i tabiiye yerine fizik
kelimelerini düşünmeden kullanıyoruz.
Hemen söyleyelim ki, bu davranışın Arapça ve Farsça
oiL ÜSTÜNE 15

düşmanlığı ile asla ilgisi yoktur. Y ahancı kelimeler nereden


gelirse gelsin, bizim için yahancıdır. Ancak, mademki
şimdilik kullanılması gerekiyor, o halde ağır olmayanı,
dilin uyumuna aykırı düşmeyeni yeğlemck en doğru bir
tutumdur.
Fakat böyle bir zorunluk bulunmazsa, Arapça ve Fars-
ça kelimeleri Batıdan gelenlere değiştirmektc hiç bir gerck-
seme yoktur. Örneğin :
Mevsim kelimesi dururken sezon,
1
hizmet kelimesi dururken servis,
sanayi kelimesi dururken endüstri
kelimelerini kullanmak yersizdir.
Burada sanayi kelimesini ele alalım: "Sanayi Bakan-
lığı", "büyük sanayi", "sanayiciler", "sanayi kurumları",
"milli sanayi", " yerli sanayı",
. "dokuma sanayıı.. ,,, ,,sana-
yileşme", "Sanayii Teşvik Kanunu" gibi tamlamaları pek-
Illa sıralıyoruz ve hiç yadırgamıyoruz. O halde yaygınlık
birinci derecede esas olmalıdır.
Şunu da söyleyelim ki, bazı kelimelerde Doğu ile Batı­
ıun birbirinin yerine geçme yarışında bulunduğunu görmek-
teyiz. Örneğin "iktisat" kelimesi ile "ekonomi" kelimesinin
her ikisini de kullanıyoruz Yerine göre "İktisat Bakan-
lığı", "İkstisadi Devlet Teşekküllcri", "iktisadi kalkınma"

gibi tanılamaları rahatça kull aud ıgımız h alde, " <'k onomı.,
kelimesi de sürümded.ir. Ama bir tehlikesi varsa, "eko-
nomik" ve "ekonomist" gibi iireLmelerin de dilimize yerleş­
mc yoluna girmiş olmasıdır.
Bunun gibi "müzik" ve "ınusiki" kelimelerinin her
ikisi de şimdilik yaşıyor ve uzun süre yaşayacak görünü-
yor. •.
En iyisi Türkçelerini bulmaya çalışmaktır. Örnegın
"buhran" kelimesi uzun yıllar "kriz" ile karşılandı. Halbuki
bugün "bunalım", ya da "bunluk" kelimesi "kriz"i pekala
karşılamaktadır.
16 A.GAH SIRIU LEVEND

. . Bı~. da gösteriyor ki, yabancı kelimelere karşılık bulmak


:.hugun Türk dilciliğinin önemli bir çalışma alanı olmalı-

(Tiirk Dili, sayı 172, ocak 1966)


GAZETE DlLlNDEKİ GELİŞMELERE BİR BAKIŞ

Eski kiiltür hayatıınızda, yazı dilinin türlü biçimleri


vıı özellikleri vardı. Her yazı, gönderilen makama ve kişinin
rııevkiinc göre ayrı bir dille kaleme alınırdı. Aydınlar için
yıı:nhnış bir cserle, bir halk hikiiyesinin dili arasında hiç bir
hoıı,..ol'lik bulunmadığı gibi "artza" ile dilekçe, resmi bir
"ııtii:<ckkirc" ilc özel bir mektup da, dil ve deyiş baln-
ııınulaıı ayrı birer karakter taşırdı.
Bir yManın değerli sayılabilmesi için, "müsecca"
vıı "ınustalah" olması, Arapça ve Farsça tamlamalar, bile-
~ik isimler ve sıfatlarla yüklü cümlelerin türlü eklerle
hiı·hiı·iııc bağlanarak uzayıp gitmesi gerekirdi. Yazının
l.ı·linw oyunlanyle süslenıniş olması, yazarın ustalığına
1 ıını1 Hayılır, herkesin anlayacağı gibi açık yazılması ise,
ı.,.,.,.,.; ksizl iğinc verilirdi.
ll. l\'lahmut zamanında, yurt ve dünya haberlerinin
lııılka ılııyurulması amacıylc, 183l'de Takvim-i Vakayi
ııolı alt ıııda resmi bir gazete çıkarılmağa başlanınca, belirsiz
ılı• nl<ıı, bir halk kavramı ortaya çıkmış oldu. Gazete halk
ıı;iıı yııyıııılanıyordu; halkın da okuduğunu anlaması gerekli
u le ,
!\ııı·ak yazarların eski alışkaDlığı burada da kendini
18 A
ACAB SlRRI LEVEND

gösterdi. Yazılann çoğu sade ve tabii olmak niteliğini kazana-


ınadı. Gazetedeki yazıların, özellikle haberlerin, 1839'da
Tanzimat'ın illlnından sonra biraz daha sade bir elille kaleme
alındığı görülür.
. 18~0'da Ch~relıill adında bir İngilizin imtiyazını aldığı
Cerıde-ı Havadıs bu akımı izledi.
Tanzimat devı·inde:
Özel ilk Türk gazetesi, 1860'da Agah Efendi ile
Şinasi'nin birlikte çıkardıkları Terceman-ı Alıval'dir. Şinasi,
gazetenin ilk sayısındaki önsözde, bir toplum içinde yaşa­
yan halkı bunca kanuni görcvlerle yükümlü olduğunu,
yurdunun yaran ile ilgili düşüncelerini sözle ve kalemle
bildirmesi kutsal hakları arasında bulunduğunu söyleelikten
sonra, gitgide "umum halkın kolaylıkla anlayabileceği
mertebede işbu gazeteyi kaleme almak" gerektiğini açıklı­
yor.
Bu yazı, kısa fakat öz bir "yurttaşlık beyannamesi"
dir. Şinasi, birkaç satır içinde halkm kanuni görevine, hakkı­
na, yetkisine işaret etmiş, gazete dilindeki amacını da açıkça
belirtmiştir.
Şinasi, 186l'de yalnız başına çıkardığı Tasvir-i Efkô.r
gazetesinde de bu ülküsünü devam ettirıniştir. Yurdun
dertlerini. İstanbul'un türlü gerekseıncierini halka anlat-
mak amacıyle yazdığı yazılarda "seci"li ibareler, parlak
cümleler görülınez. Esas olan üslup değil fikirdir.
Gazeteyi daha sonraları eline alan Namık Kemal de
ayııı amacı izler. Şu farkla ki, Namık Kemal üsluba da ayrı­
ca özen gösterir.
1862'de "Cemiyet-i İlıniye-i Osmaniyye"nin orgam
olarak Münif Efendi (paşa) tarafından çıkanlan Mecmua-i
Fünıın'un ilk sayısında dergideki yazıların "herkesin anla-
yacağı surette sehlü'l-ibare" olacağı kaydedilmektedir.
1840'da Türkçe ve Fransızca çıkarılan Vakayi-i Tıbbıyye
meslek dergisi olarak bir yana bırakılırsa, Mecnıua-i Fünurı,
DİL ÜSTÜNE 19

tiirlü bilimsel konulan halka tamtmak amacıyle çıkarılan


ilk fikir dergisidir. Yazılann dili de, konuların gerektir-
eli:Ji oranda oldukça sadedir.
Aynı tarihte çıkarılan Mir'at da, ilk resimli dergi ola-
10

rak basın hayatında yer alır.


Gaz-ete elilini bilinçle kullanan Ali Suavi'dir. O, 1867'de
çıkardığı Muhbir gazetesinde, özentisiz ve gösterişsiz b~r
dil kullanmış, öğretmeyi, türlü konuları halkın anlayacagı
bir dille yazıp yaymayı ülkü edinmiştir. Suavi, ilk sayısında
gazeteyi okurlara sunarken, gazete "Tasrihi caiz olan her
şeyi Asitane de kullanılan adi !isan ile, yani herkesin anla-
yacağı ifade ile yazaea.ktır." demektedir.
Suavi, 1869'da Paris'de çıkardığı Ulum gazetesinde
de bu yolda devam etmiş, ama açtığı çığn pek izleyen
olmaınıştır.
Bununla birlikte, o tarihlerde ve dalıa sonraları yayım
alanına giren gazetelerde, açık yazma isteğinin bir amaç
olarak tekrarlandığı görülür.
1869'da çıkan Diyojen de, güldürü (mizah) dilinin
kurulmasında bir başlangıç olınuştur.
Gündelik gazeteler arasında Basireı, lkclam, Sabah,
Tercemarı, gazete dilinin kurulmasına çalışanlar arasında
yer alır.
Bu genel eğilim dışında, gazete dilini kullanma çaba-
ıu, yazarların kişisel anlayışına ve tutumuna bağlı kalmıştır.
Ömcğin Ahmet Mithat ile Ebüzziya Tevfik, birbirine kar·
şıl iki kutuptur. Ahmet Mithat sadelik akımına ne kadar
huğlı kalımşsa, Ebüz:.ıiya da eski yazı geleneğinden ayrıl­
nıamakta o derece direnıniştir.
Yayım alanında iki yönle görünenler de vardır. Ahmet
Hasim bunlardan biridir. Kitabe--i Canı'da ağır ve kapalı
bir dil kullanan Ahmet Rasim, Şehir Mektııpları'nda asıl
kişiliğini bulmuş ve gazete dilini ustalıkla kullanmıştır.
tstemekle başarahilmenin aynı şey olmadığı gerçeği
20 AGAH $11\RI I,EVEND

dilde de kendini göstermiştir. Dilin sacleleşınesi, eski yazı


geleneğinin kınlması gereğini çok kişi duymuş, hele bir
kaçı bu ülküyii canla başla savunmuştur. Ancak bunlar,
ileri sürelükleri düşüncoleri kendi ya;,:ılarında uygulayamaınış­
lardır. Namık Kemal'le Şeınsettin Sami, bu durumdan her
zaman yalanınışiardır.

Meşrutiyet devrinde:·
Meşrutiyet devrinde gazete dili biraz daha ' genişlik
kazandı. Türlü adlar altmda birbiri ardı sıra yayım alanında
görülen gazeteler ve dergiler, yazı hayatına atılan genç
gazeteciler, bu dilin gelişınesine hayli hizmet ettiler. Celal
Salıir'in başına geçtiği Tiirk Derneği dergisi, Türk dilini
sadeleştirmek yolunda kesin bir atılışin işe giriştiyse de,
çevrenin direnınesiyle karşılaştı ve yoluna devam edemedi.
Zamanın anlayışı çerçevesi içinde, bir gazete dili geleneği·
nin kurulmasına çalışanlardan biri de H üseyin Calıit Yalçın'
dır. Onun "edip" niteliği yanında bir de gazeteci kişiliği
vardı. Geçen uzun yıllar onun edebi kişiliğini unutturdu;
fakat gazeteciliği ömrünün sonuna kadar sürdü. Tartış­
malarda karşısındakinin zayıf yönünü yakalayarak, onu
kendi silahıyle vurınak, sözü mantık silsilesi içinde geliş­
tirip, dağıtmadan ve etkisini kaybettirmcden fikri bir
nokta etrafında toplamak; onun başlıca uyguladığı bir
bir yöntemdir. O, yazılarının dilini ve deyişini de bu amaca
uydurabilmiştir.
Selllnik'te çıkan Genç Kalemler'de Ömer Seyfettin
ve arkadaşlarının "yeni !isan" iddiaları, İstanbul'da geniş
yankılar uyandırdı. Gazete dili de bundan yararlandı. Eski
yazı geleneği yavaş yavaş kınlmaya başladı. Yaşlı ga?.ete-
ciler hile, özcntisiz yazmak, sözü dolaştırmadan doğrudan
doğruya maksada girmek, fikri üsluba feda etmemek
yolunu tuttular.
Buna karşılık, gazetelerde yer alan en önemsiz yazıla-
.
DİL ÜSTÜ:'iE 21

rında hile kelime cambazlıkları yapmal-tan vazgeçmeyen


renkli ve parlak saydıkları üslupla gö'-~ boyamaya çalışan
eskilerin dircnmesi de devam etti Süleyman Nazif ile Cenap
Şehabettin bunların başmda gelir. Halbuki aynı kuşaktan
ve aynı edebi grupt an olan Halit Ziya, zamana uymasını
bildi. Edebi kişiliğini kaybetmeden, gazetelerde çıkan
yazılarıyle yetkin ve pişkin bir yazar olarak görün~ü. ~~~
ray ve ötesinde eski yazılarının tam tersine, başlıca. özelligı
anlatım güzelliği olan "tekellüfsüz" bir yol denedı.
Meşrutiyet devrinde gazetecilikte görülen başlıca
yenilik iş hölümüdür. Tanzimat'ta, gazetesi~. tek başına
çıkaranlar vardı. Örneğin Şinasi, haftada ikı kez çıkan
Tasvir- i Efkar'ın bütün yazılarını kendi yazıyordu. Ahmet
1\litlıat, başyazı ilc birlikte sırasına göre fıkra yazıyor, haber
de yetiştiriyordu. Dergilerde bunu sağlamak daha kolaydı.
Omcğin Hafıa dergisini Şemscttin Sami, Dağarcık ve Kırk
f ııbar dergilerini Ahmet Mithat, tek başına çıkarmışlardı :
ı fatta son zamaıılarda Hüseyin Cahit Fikir Hareketlerı
dı·rrrisinin bütün yar-ılarını kendi hazırlıyordu. Ama gün-
liik" aazetelerde böyle bir çalışma söz konusu olamazdı.
Ni Lt•ktın önceleri haftada iki gün çıkan gazeteler gündelik
ohlllca, 'iş bölümü de kendini göstermiştir. Meşrutiyet
ele•' rinde artık başyaz ar, yazar, fıkra ve haber yazarı daha
ke·Hkin vasıflarla helirmiş oldu. Dil de yazının karekıerine
1-(ilrı: ayarlandı.

t:ıımhuriyet devrinde:
Gazete diline gelişme ortaını hazırlayan, Cumhuriyet
.ı,., rintlcki dil devrimidir. Dil devı:iıninin yayılıp tutunma-
Hııııl:t da basının büyük rolü olmuştur.
Gazete dili, yolunu buluııcaya kadar haylisarsıntılar ge-
•·ıı·cli llu karışıklık tabii görülmclidir. Dil devriminin
:-ıı,,;i ıılt-ında davaya gönülden bağlı olanlar, bu uğurda
,.,.,,la lıaşlıı çalışanlar bulunduğu gibi, istemeye istemeye
22 AGAH SlRRI LEVEND

süriiklenenler, taraflıgörünenler de vardı. Zaman gereken


durulmayı yaptı. Devrimi aşırı savunanlardan bir kaçının,
birdenbire davanm karşısına dikildiği görüldü. Bugün dil
davası esas bakımından çözülmüştür. Dava değil, ancak dilin
başlıca sorunlan vardır. Bu sorunlar da yetkili kuruınlann
inceleme ve araştırma konusudur. Bugün basına düşen,
durulmuş bir yazı dili geleneğinin kurulmasıdır.
Gazete sütunlarmda, eski geleneği sürdürenler de var-
dır. Böyle olduğu halde, onlarda farkında olmayarak yeni
kelimeleri kullanıyorlar. Kimi kez bu yeni kelimeleri, Osman-
eada dalıa iyi karşılığı bulunmadığı için istemeyerek kul-
lanmak zorunda kalıyorlar. Kimi kez de, hanlan istemeye-
rek kullandıklarını belirtmek için tırnak içine alıyorlar.
Bu direnme, gençlere karşı kutup olmal..-ıan artık çıkmıştır.
Ortada sayılı birkaç im:ı;a kalmıştır.
Gençler durmadan yürüyorlar. O kadar ilerlediler
ki, aşın deııilebilir. Bunlar, vaktiyle bulunan karşılıklarlıı
yetinmeyerek, kendileri yeni yeni karşılık bulup kulla-
myorlar. Bu kelimelerden hepsinin yerinde, doğru ve güzel
olduğu elbet söylenemez. Bu aşırı davranışları kısnıak,
yaratılan kelimelerden yanlış olanları nedenleriyle birlikte
açıklayıp kendileri uyarmak, yol göstermek gerekir. Bu
düzenleyici rol de, şüphesiz Dil Kurumuna düşüyor. Dil
Kurumu, gazetelerdeki yazıları her gün inceleyerek, yerine
göre dileklcrle yazarları uyararak açtığı yarışmalada özen·
direrek bu görevini yerine getirmeye çalışmaktadır.
Bugün tam anlamıyle ortak bir gazete dilinin bulun-
duğu kesinlikle söylenemez. Ama esas kurulmuştur. Bir
baş yazı, yazı, fıkra, röportaj, soruşturma, haber dili az
çok kararını bulmuştur.
Eskiden röportajlarda, fikri sorulan kimsenin düşünce·
sini ve özelliğini belirtmekten çok, dekora önem verilirdi.
Röportajı yapan, sonradan masası başına geçip, uzun bir baş­
langıçla dekoru renkli tablolar halinde çizer, böylece girişi
DİL USTÜNE 23

hazırladıktan sonra, aldığı notlara göre konuyu yeniden


kaleme alırdı. Bu yazıların sanat değeri inkar edilemez.
Ama, gazeteci amaçtan uzaklaşmış, bize fikri sorulandan çok,
kendi sanatını gösterıniştir. Bugün röportaj yazısı yerinde
hazırlaıuyor; fotoğrafçı da yazara arkadaşlık ediyor. Yazar
gazetesine döndüğü zaman, yazısını bir kez gözden geçirip
ıliizeltiktten sonra yazıişleri müdürüne veriyor.
Gazeteci için başlıca düşünce, okuyucuya süriikleye-
hilıııektir. Yazar, yazısının alımlı olmasını kelime oyun-
lıu·ıyle değil, fikirde özlük, dilde titizlik ve deyişdc özellikle
•ıı~lamağa çalışıyor. Bunu sağlayabildiği oranda kişiliğini
lı11lınuş oluyor.
Bugün gazete dilinin % 63'ü Türkçe'dir. Bu sonucu
ılı·~"rlendirehilmek için, bundan 70 yıl önce yazı dilinin
"., 60'ı Farsça, % 25-30'u Arapça, ancak % 10-15'i Türkçe
ulıluğunu düşünmek gerekir.
Özımtisiz görünmek, özeııtisiz yazmak, okutabilınek,
,,ı,.,pıeuyu süriiklemek, işlck bir dil kullanmak, bugünkü
f.lllt.ı'l ı·cinin başlıca amacıdır.

(Türk Dili, sayı 174, mart 1966)


BABA OGLU NEDEN ANLAMAZ?

Dil devriminden beri, hatta devrimi hazırlayan uzun


tartışma yıllanndan beri, dil konusu üzerinde söylenmedik
söz, ilişilmedik yön hemen kalmamış gibidir. Söylediler,
yazdılar, sataştılar; cevaplarını da aldılar. Ancak bu sa-
taşmaların zaman zaman ycuilendiği görülür. Toplan-
tılardaki konuşmalanmızda bunları bize anlatan üyeleri-
miz biç üzülmesinlcr. Dil devrimine türiii nedenlerle karşı
olanlar, her zaman söyleyecek şey bulacaklardır. Biz onlara
cevap vermekten çok, üyclerimizi aydınlatmak için sırası
geldikçe açıklamalar yapmayı görev bileceğiz.
İlk günlerden beri tekrarlanan sözlerden biri, ))aba
ile oğulun birbirini anlamaz hale geldikleridir. Baba ilc oğul
dün de birbirinin dilini anlanııyorlardı. Bugün de anlamamış
olabilirler. Dün bu ayrılık, yazı diliyle konuşma dili arasın­
daki uçurumdan ileri geliyordu. Şurası bir gerçektir ki,
bilim ve sanat dili, kendine özgü Ravra:ınları, kclimcleri,
terimleri ve deyimleri dolayısıyle elbet her anlayışa açık
olamaz. Ama bir gazete halleri, bir mektup, bir dilckçe,
herkesin anlayacağı dille yazılmış olmalıdn. İşte eskiden
yakınılan bu çeşit yazılarıdı.
Örneğin, gazeteler geeeki yangından bahsedeceklerdir.
DİL ÜSTÜNE 25

Bu haberi öyle "tumturaklı" bir anlatışin kaleme alırlardı


ki, "nar, lelıib, han u man-suz" gibi kelimelerden yapılmış
7.incirleme tamlamalar arasında, bu cümlelerden bir anlam
çıkarmak · Jıcr yurttaş için kolay olmazdı.
Bütün yazılarda hüner ve marifet göstermek merakı
öyle salgın bir hale gelmişti ki, yurttaşın derdini dile getir-
mek amacıyle kaleme alınan bir dilekçede, sevginin ve iç-
tenliğin belirtisi olması gereken bir baba mektubunda,
kalıplaşmış cümle yığmlan, soğuk ve cansız kelime camhaz-
lıklan arasında ne amaçtan eser kalırdı; ne de içtenlikten
bir iz. "Tasannu" denilen bu yapınacıklar, bu şaklabanlık­
lar şimdi kalmamış, yakınma konusu da ortadan kalkmıştır.
Bugün babanın, yani yaşlının anlamadığı, bir türlü
öğrenip kullanmak, hatta işitmek istemediği, yeni kelime-
lcrlc bilim teriınieridir. Yeni kelimeleri öğrenmek ve anla ·
mak istemeyculer, yalnız geleneğe bağlı eskiler değildir.
Gençler arasında da dil hareketine uzak kalmış olanlar
vardır.
Geçenlerde, Ulus gazetesinde çıkan bir yazımda "aşa­
ma" kelimesini gören bir genç, "aşama ne demek" diye
bana soruyordu. Aşama yadırganacak bir kelime değildir.
Hele cümle içinde kolayca anlaşılmaktadır. Ama genç,
dil bilincine ermediği ve dil sorunlanyle ilgilenmediği için
aşamayı bilmiyor. Halbuki yaşlı, eğer dil devrimini milli-
yetçiliğin kaçınılmaz bir koşulu sayarak davayı beuimsc-
mişse, "mertebe, merhale" gibi kelimeleri bir yana atarak,
aşamayı rahatça kullanıyor. O halde asıl neden, toplumsal
soruulara, hele dil gibi ana davalara karşı duyulan ilgi,
ya da ilgisizlikten başka birşey değildir.
Davayı bu açıdan ele alarak terimiere de değinebiliriz.
Tcrim, bir kültür işidir. Terimleri anlayabilmek için, o terim-
lerin geçtiği bilim dalına yabancı olmamak gerekir. Her
zaman tekrarlanan bir örneği verelim: Geometri bilmeyen
birine "müselles-i mütcsavi:ııü'l-adla" deseniz de anlamaz
26 ACİU SIRIU LEVENO

"eşkenar üçgen" deseniz de. Geometriyi bilen bir baba


düşünelim. O vaktiyle "mektep"te hendese okumuş, sözü
geçen terimi "müselles-i mütesaviyü'l-adla" olarak öğren­
ınıştır. Şimdi oğlu okulda geometri okuyor ve bu terimi
"eşkenar üçgen" diye öğreniyor. Baba oğlu anlasın diye,
çoçuğa "ınüsellcs-i mütesaviyü'l-adla"yı mı öğretelim? Yok"
sa, oğlunu anlamak isteyen babaya, bugün okullarda oku-
tuimal-ta olan "eşkenar üçgen" terimini öğrenmesini mi
salık verelim?

Dava bu kadar açıktır. B;. gerçeği anlamamak ise çok


gülünç, hatta ayıptır. Ama anlamamakta direnenler için
söyleyecek başka sözümüz de yoktur.

(Tiirk Dili, sayı 175, nisan 1966)


DlL ÜZERİNE TÜRLÜ SORUNLAR

Türk dilinin türlü sortınları üzerine, üyelerimizle yap-


tığımız konşmalarda ele aldığımız konulıu·daıı bir kaçını,
dergimizin bundan önceki sayılarında sırasıyle açıklamış­
tım. Geri kalan bir kaçma da bu yazımda değinmeyi yarar-
lı buluyorum.

Kelimelerin güzelliği ve çirkinliği

"Kıkırdak, bağırsak, gırtlak, kalkındırmak" gibi bir-


kaç kelimeyi ele alarak, Türkçenin kakofoni yapan kelimeler
le dolu kaba bir dil olduğunu söyleyenler varmış. Bunlar,
lter halde Arapçadaki "Hakikaten, muhakkak, tantana,
nrtanc, dağdağa" gibi, Türk hançerisinin kolaylıkla çıkarama­
yacağı kelimeleri unutuyorlar demektir. Her dilde böyle
kdimeler vardır. Örneğin "kokakola"yı kaç kişi rahatça
ııöyleyebilir?
Gerçekte, kelimeler için güzel ve çirkin sıfatiarım
kullunmak doğru olmaz. Söylenişi yumuşak, ya da sert,
lwlıığa hoş gelen, ya da gelmeyen kelimeler vardır. Kaldı
ki hu ölçüde saymaeadır. En sert kelimeler bile, kullanıla
kullunıla yumuşar, kulağa hoş gelir. Bundan başka,
lı i ı· dilde sertliği duyulmayan kclimeler, bir yabancıya
28 AGAn SIRlll LEVEND

sert görünür; onun ağzında kaba bir hiçim alır. Örneğin "an-
ane" ve "dağdağa" kelimeleri Araplara hiç de kaba gelme-
diği gibi, Türkler de yüzyıllardan beri söyleye söyleye
bu kelimelerdeki ağırlığı duymaz olmuşlardır. Ama hece-
ler üzerine basılıp söyleyince, bunlann ne denli ağır olduğu
görülür. Öte yandan "kıkırdak, bağırsak" gibi kelimeleri
Türk zevki hiç de yadırgamaz; tersine uyumlu bulur. Ama
bunlar bir yabancıya belki ağır gelebilir.
Gerçek şudur ki, Türk dili heceler arasındaki ses uyumu
dolayısıyle kelime bakımından olduğu gibi, sert ve yumuşak
kelimelerin birbirini izleyerek tekdw~eni kıran özelliği
dolayısıyle de, ciimle bakımından sağlamdır.
Kelimelerin, zaman zaman güzel ya da çirkin göründüğü
arasıra soyluluk kazandığı, ya da önemini yitirdiği olur.
Örneğin "amele" kelimesi, eskiden "işçi" yerine kullanılır­
dı ve hiç de yadırganmazdı. Oysa şimdi "işçi" kelimesini,
ona soyluluk ve ayrı bir nitelik vererek kullanıyoruz. Bunun
yanında, "amele" kelimesini ne kadar yadırgıyoruz.
Kelimelerin asılları
"Rastlamak, zorlamak" kelimelerinin asıllan Farsça
imiş. Diliınizde bugüne değin Türkçe saydığımız bunun gibi
bir kaç kelimenin yabancı asıllı olduğunu söylüyorları:nış.
Kelimelerin kökünü araştıı-mak, geçirdiği değişikliği,
çağdan çağa uğradığı anlam ayrılığını belirtmek, dilciliğin
ayrı bir araştırma ve inceleme alanıdır. Ancak bu, sanıldığın­
dan çok daha güç, oldukça ince ve şaşırtıcı bir konudur.
Biçim ve ses benzerliğine bakaı·ak kesin yargıya vardığımız
öyle kelimeler vardır ki, aslı diye göstediğinıiz kelime ile
hiç bir ilişkisi yoktur. Yine öyle kelimeler bulunur ki
aralarında hiç bir benzerlik görülmediği halde aynı kök-
ten gelmektedir. Bunun içindir ki, etiınolojide çok dik-
katli davranmak, dış benzerliğc kapılmamak gerekir.
Yukarıdaki kelimelerden "rastlamak" mastannın,
DİL ÜSTÜNE 29
Farsçada "doğru" anlanıına gelen "rast" ile bir ilişkisi
olabileceğini sanmıyorum . Sanmıyorum deyişim, bu- konuda
kesin yargıya varmarun doğru olmadığını yukanda belirt-
tiğim içindir.
"Zorlamak" kelimesine gelince, Farsçada "güç" anlamı-
na geıen ve " zur" diye soy ·· 1enen b"ır k·elime var dır. "Zur" ,
"zor"u andırsa ve "zorlamak"la aniamca bir yakııılık göster-
se bile, "zorlama"nın "zur"dan geldiğini kesin olarak ileri
sürmek bilmem ne dereceye değin doğru olur?
Hem bu gibi karşılaştırmalar, bilimsel ctimoloji çalış­
ınaları dışında neye yarar? Bu iddiada bulunanlar, acaba
'rürk diline kısırlık mı yüklemek istiyorlar? Hemen haber
verelim ki, bu ölçüyü kullanırsak bütün dillerin söz dağar­
cığı boşalır. Hem neden işin öteki yönün\i. düşünmüyoruz.
"Zur" kelimesini İranitlar Tii.rkçedcn almış olamazlar ını?
B n denli yuğrulan, biçimini bu denli değiştiren bir kelime,
p<'kıila o dilin malı olur.
Bugün "telgrafla hildinnek" yerine "tcllemek" kelimc-
~i ııi kullanıyoruz. Kim bunun yabancılığıru ileri sürebilir?
'l'iirk zevki, Türk anlayışı böyle bir kelimeyi meydana ge-
ı irıniş, düşündüğü kavramı belirtmek için bu kelimeyi
yaratmıştır. Bu buluş Türkçenin malı değil midir?
Kelimelerin kökünü araştırmak, etiınoloj inin işidir.
B u çalışınalar bilimsel gerçeği oı· taya koymak için yapılır.
Yoksa bir dilin kısırlığını karutlamaya yeltenmek, söz
•lağarcığını boşaltmak için değil.

Siiz zenginliği
Dinleyicilerden biri, toplantılarda konuşmalara ara
"·rıliğimiz sırada şu düşüncede bulundu:
"Ben 'çaba' kelimesini arasıra kullanıyorum .Ama
y.-ı·i gelince 'gayret' kelimesini de kullanabilmeliyim."
"Bu iki kelime arasmda anlam ayrılığı buluyor musu-
""'· ?" diye sordum.
30 ACAR SfRRI LEVEND

"Hayır, ama bu dilin zenginliği değil midir?" diye cevap


verdi.
Osmanlıcada, Türkçesi, Arapça ve Farsçası aynı anlama
gelen kelimeler çoktur. "Gök, asuman, sema" gibi. Bu Osman-
lıcanın zenginliğine kamt sayılırdı. Oysa bir kelimenin yerine
göre Türkçesini, Arapçasını, ya da Farsçasını kullanmak
hiç bir zaman dilimiz için bir zenginlik olmamıştır. Tersine,
Türkçenin yetersizliğine tanık sayılmıştır. Aynı anlama
gelen iki kelimeden ikisinin de kullamlabilmesi için, ara-
lannda "nüans" dediğimiz ince bir anlam ayrılığının bulun-
ması gerekir. Yoksa hem Türkçesini, hem de yabancı kar-
şılığını kullanmak, dilde ikilik yaratmaktan başka bir yarar
sağlamaz. İşte "çaba-gayret", "okul-mektep", "sayın
-muhterem" kelimeleri bunlardandır. Bunların hem birini
hem ötekini kullanmakla, yeni kuşaklann dilinde ikilik
yaratınış, ayrıca unutulmağa mahkfun olanın ömrünü
uzatınış oluruz.
Söz zenginliği büsbütün ayrı bir sorundur. Arapçada
"deve"nin kırk adı vardır. Yaşına, rengine, biçimine, k.ul-
lanılışına, göre dovc ayn ad alır. Bu belki de, Arapça için
bir çeşit zenginliktir. Ama kelime sayısını çoğaltmaktan,
bellerneyi güçleştirmekten başka neye yarar ?
Dilde zen,ninliğin tanımım örnekleriyle birlikte Ali Şir
Nevai vermiştir. Nevai Mufıakemeıü'l-Lugateyn'de Türkçe-
nin Farsçadan zengin olduğunu söylerken, yüz kelime
veriyor. Türlü kavramlar arasındaki ince ayrılıkları belirt-
mek üzere kullanılan bu kelimelerin Fasçada karşılıkları
olmadığını söylüyor. Örneğin, içki içmenin çeşitli tarzları
vardır: Yudum yudum içmek, süzerek içmek, hep birden
içmek vb. gibi. Ağlama da böyledir: Sessizce ağlamak,
hıçkırarak ağlamak, hüngür hüngür ağlamak, sitemle ağla­
mak, sevinçten ağlamak, öfke ile ağlamak, sarsıla sarsıla
ağlamak vb. gibi. Çağataycada bunlann hepsinin ayrı karşı·
lığı vardır.
D[L ÜSTÜNE 31

İşte dilde kelime zenginliği buna derler. Aral~nnd.a


her halde anlam inceliği bulunmalıdır. Yoksa hıç bır
ayrılık olıııaksızııı aynı anlamı, hele biri ~kçc öteki. Arap-
ça ya da Farsça olmak üzere, türlü kclımelerle behrtmek
dile saygısızlık olur.

(Türk Dili, sayı 176, mayıs 1966)


TÜRK DlL KURUMU'NUN SUÇU

Türk Dil Kurumu, güzelim Osmanlıcayı bırakmış da,


kaba ve kekremsi öz Türkçeyi yayma yolunu tutmuş!
Mcğer ne büyük suç i şlemiş! Oysa Kurum, çok masum
düşünceleric bu yola girmişti.
Dil Devrimini açan Atatürk, bu Derneği kurarken
istemişti ki, Arap ve Fars dillerinin etkisi altında 900
yıldan beri yanlı~ yolda işlene işlcne kaynağından uzak-
laştırılmış, aydınların hile anlayamayacağı hale getirilmiş
olan ana dilimiz, yabancı dillerin salgınından kurtularak
bağımsızlığa kavuşsun. Bütün yurttaşlarm severek, aula-
yarak kullanacağı ulusal dil haline gelsin.
Bu iilküye gönül verenler, tarih bilinci ve milliyetçilik
heyecanı içinde davaya bağlanmışlardı. Düşünüyorlardı ki,
anadil sorunu, milliyetçilik anlayışının ilk basamağıdır.
Milliyetçi olan, önce dilinin bağımsızlığını öngörür; Türk-
çenin kendi yapısı ve öz kuralları içinde gelişerek, çağdaş
bilim, sanat ve teknik kavramlarını karşılayacak bir zen-
ginliğe erişmesini ister.
Devrimi benimseyenler, bu yoldaki çabalarının aşm
milliyetçilikle damgalanacağını bile hesaplamışlar, buna se-
ve seve katlanmışlardır. Onlara göre, Osmanlıca kırması
DİL ÜSTÜNE 33

bir Türkçe, istediği kadar sade olsun,. hiç bir zaman bizim
mıılımız olamaz. Bugün bile halil gazete ve dergi sayfaların­
da görülen "vasıl olduğumuz son merhale", "cercyan eden
hadiseleric onu takip eden muameleler", "bilabire kanaat-
lerinden sarf-ı nazar etti" gibi cümlelerle övünmek, Türkçe
yazıyorum diye Türkçe olmayan bu sözl_e.ri . kullanmak,
aşağılık duygusundan başka bir şey dcgildır.
Demek böyle düşünenler yanılınışlar! Bu yabancı
kelimeler yerine Türkçelerini kullanmakla, milyonlarca
yurttaşı kandı.rmışlar, genç kuşaklan yoldan ?ıkarmışl_ar.
Demek ki Kurum, içinde eski dil anıtları, bırer hazıne
değerindeki metinler, yığınlada inceleme ve araştırmalar
bulunan yüzlerce eseri, hep bu zararlı amaca varmak ıçın
yııyımlamış .
Dil Kurumu öz Tiirkçeyi yaymakla, baba ile oğlu
birbirini anlamaz hale getirerek kuşakların arasını açmış.
Terimler ne ise, ama asıl yazı dilini çığırından çıkarmış.
Demek ki, yazılanmızda halil "mütevcccihc~, muv_ac~_­
lı csinde, mahzur, leffen tıı.kdim, betahsis, binnısbe, nıhaı,
hiinyevi, mevzu-ı bahis, bizzat, taraftar" gibi Arapça "ten-
vin"ler ve Farsça edatlarla dolu kelimeler, Arapça ve
Farsça kuraUarla yapılmış tamlamalar bol bol yer alacak.
lluıı.ları yeni kuşaklara öğretmek için de, yeniden "~a~?a,
F:ırsça ve Tiirkçeden mürekkep Osmanlıcanın kavaıdi ne
•l<lııülecek
Hayır, Dil Kurumu böyle bir cinayete önayak olm~ya~
ı·ııktır. Dil Kurumu, amacında belirttiği gibi, devrımcı
lıir anlayışla, ama bilim yöntemleriyle çalış~r~k ~~~~1
ı.ı,nrcvini yerine getirecek, genç kuşaklara millıye~çiligı~
ılk koşulu olan dil bilincini aşılayacak, onlardan, kelimelerı
lıil•·rck ve anlamlarını kavrayarak kullanmalarını isteye-
ı•ı•ltı ir.
Şimdi soruyorum: Baba ilc oğlun arasını açan hangi
, «•rlı·rdir? Eğer bunlar bilim ve teknik terimleriyle yaııl-
34 AGAH SIRlll LEVEND

ınış fen kitaplan değilse, Kurumun hangi yazılandır?


Burada ölçü belgeler olmak gereklı· değil mi? İşte eserlerimiz!
Örneğin işte benim yazım! İçinde aniaşılmayan hangi ke-
lime var? Eğer "örneğin" kelimesini bcğenmiyorsanız kul-
lanma yın. "Sorun, bilinç" gibi kelimeleri bilmiyorsanız öğ­
renin. Öğrenmczscniz yeni kuşaklan siz de anlamayacak,
onlardan uzaklaşınış olacaksınız.
Hem neden siz de yazılarınııda "kuşak, elcştirme,
ya da, belge, tanık, etki, yetki, ilgi" gibi uydurma dediği­
niz kelimeleri kullanıyorsunuz? Demek farkında olmaya-
rak siz de devrimin içindesiniz. Bilin ki, bundan kurtulaına­
yacaksınız.
Bunlan söylemekle, genç kuşaklann yazılannda geçen
bütün kelimeleri hcğendiğimizi ve yanlışlan hoş gördüğümüzü
sanmayın. Gençlerin arasında çok başarılı ve ustalıklı ya-
zanlar bulunduğu gibi, yanlış kelimeleri kullananlar, böyle-
ce kekrcmsi olmaktan kurı1ll.amayanlar da vardır. Nasıl
ki, Osmanlıcayı bir marifet sayarak kullananların yazıla­
nnda da yanlış ve uydurma kelimelcr, sarkık cümleler
alabildiğine yer almaktadır. Bunları uyarmaya çalışmak
boşunadır. Ama davaya inanmış gençlerin yanlışlarını düzelt-
mek bir görcvdir. Türk Dil Kurumu işte bunu yapmaktadır.
Beğenmediğiniz kelimeler için telaşa da yer yoktur.
Kim hangi kelimeyi kullarursa kullansın, bcğenilenler
tutulacak, beğenilmeyenler unutulup gidecektir.
Hem öz Türkçe bir nınacı değildir; hele Kurum "tas-
fiye"ci hiç değildir; korkmayın. Dilden yabancı asıllı bütün
kelimeleri çıkartmak, belki birkaç kişi için bir istek, hatta
bir ülkii olabilir. Ama Türk Dil Kurumu'nun tutumu bu
değildir.
Asıl
sorun, amaçta birleşmektir. Amaç öz Türkçedir.
Bu aıuaca hemen varmak isteyenler bulunduğu gibi, daha
iyisini, daha güzelini arayarak ve bulmaya çalışarak dik-
katle yürüyenler de vardır.
35
OİL ÜSTÜNE

. a şu itirafta bulunmak
B .. tün bunlan söyledikten sonr ' . d •
u 1 dur Ama öz Tiirkçeyı sa.vun ugu
isterim:-~Ü Ku~m~..suç :aına:nında aşırı devrimci gör~­
için degıl, Ataturk un . k' yoluna sapanlara bel bagla-
dükleri halde, sonradan ın ar d ç·· kü "amacı be-
. . d D·ı K rumu suç1u ur. un
~ğı ~çın su?~ud~r.nlc~in :özlerinc ve imzalanna kanmıştır.
nımsıyoruın ıyc . ·ı
·n sonradan döneccklerını.
Aına ne bilsı
·· · ·· sayılır mı?
Bilmem bu b .ır ozur
'
(Tiirk Dili, sayı 179, ağustos 1966)

1
1

ÖZ TÜRKÇEYİ ONLAR DA KULLANıYOR

Saıursınız ki öz T·· k .
gençler ve dil dev' . . . btır ~e kelımeleri kullananlar yalnız
ı arla birlikte yaşlırıınııu enımseyenl erd'ır. 0 ysa genç yazar-
yazar1ann dild
h arcketiııc il~>isiz kal- ni ' e tutucu olaniann dil
o .ı arın devrim· k '
1arın hepsinin yazılarında '. • ın arşısında bulunan-
yıgın yıgın ·· T" k
yer a ı rnal,tadır. İşte biı-ka 1 • Sa"! oz ur ·çe kelimeler
ınck, tepki, dergi to"ren ç . kıg amak, savunmak, destckle-
B unun nedenini •bil , yan toph
....' .. ım, sorum, özel vb ...
K . . menı dıışıınduniiz mü?
endilcrınc sorarsanız "B. . .
dcg• il' uydurma kelimeler" d' • ız ı m ka d •
k çın ıgım.ız bunlar
ise subay yarba k . ıye arşılık vereceklerdir. ''öyle
kul! aıuyorsuııuz ?"d' ıırmay, teg"m en" k eliıncierini nasıl
' y,
· ıye sorsanız b k "O
mcktcıı başka karşılık bul ' ıı ez nlar tutıındu" de-
d amayacaklardıc "P k'
uruın, tutum genel k · e ·ı ya önem
deseniz bunıa: . . d' onu, gelenek, görenek. ödenek ,:
" ' ıçııı c ancak .. 1 ...
Farkında olmadan kale . . şoy e söyleyebileceklcrdir:
ınıının ucıına g lnıi " y
vereceklerdir: "Alı ldı d h e ş. a da şu cevabı
. " şı
1crın ıntak-ı hak" dedik! . " a unlar göze batını , İ
. yor. şte eski-
erı gerçe • dil
Toplumbir d . gın e gelmesi" budur.
. ını c, Zıya Gökalp'' " , •
d eyııniyle bclirtı·•· h' . ın ma şerı vicdan"
ıgı ır terım vardır T
gerçeklerin önüne il · opluma mal olan
geç emez. Bireyler bunların hükmü
ı>İL USTÜNE • 37

karşısında boyun eğmek zorunda kalırlar. Direnmeyc çalı­


şanlar, kendilerini üzüp yormaktan başka bir sonuç elde
elde edemezler. İşte dil devriminde de durum budur. Ge-
lenekçiler ve tutucular, eğer farkında olmayarak bu keli-
meleri kullamyorlarsa, "ma'şer:i: vicdan" hükmünü yürü-
tüyor demektir. Bunun etkisinden kendilerini kurtaramaya-
caklardır. "Subay, kurmay" gibi kelimeler dil devriminin
bir eseri olarak topluma öylesine mal olmuştur ki, ne kadar
direniderse dirensinler artık "mülazım, zabit, ihtiyat
zabiti, erkAn-ı harp" diyemeyeccklerdir. Demeye kalksa-
lar gülünç olacaklardır.
Eğer alıştıkları için bu kelimeleri kullanmakta bir
sakınca görmüyorlarsa yavaş yavaş ötekilere de alışacak·
lardır.
"Uygar" kelimesinden ilk zamanlar ürküntü duyanlar,
bugün "çağdaş uygarlık" deyimini rahatça kullamyorlar.
Ötekiler için de durum böyle olacaktır. Alı~aınadıklanm
ise kullanamayacaklardır. Kimse de kendilerine bundan ötürü
gliccnmeyecektir.
Y cıii kuşaklar, dil devrimi içinde yetişenlerle birlikte,
öz Türkçeyi öylesine henimsemişler, genç sanatçılar edebi-
yat dilini öyle ustaca işlemişlerdir ki, yeni yetişenler, okul-
larda baskı altında tutulsa, yeni ders kitaplan eski dille
yeniden kaleme alınsa bile, sanat eserleri yoluyle yerleşen
kelimeleri önlemek asla mümkün olmayacaktır.
Burada bir kez daha belirtmek gerekli olur: Öz Türkçe-
cilik "tasfiyecilik" değildir. Dilden yabancı asıllı bütün
kelimeleri atmak miimkün olamaz. Y ahancı kelimelerden
~ıyrılınış bir anadili isteği bir ülküdür. Ama bu ülküyc
uc zaman varılabileceğini kestirrock de kolay değildir.
Hiç bir düşünce hizi yeni kelimeler yaratmak ihtiyacın­
dan alıkoyamaz. Bir yandan dilimizde gittikçe a,Uırlaşan
't• her an yabancılığını duyuran eski Arapça ve Farsça ke-
liııwlcrin, yarı ölü de olsa, yaşatılmaya çalışılması, öte yan-
38 AGAH SIRRI LEVEND

dan, her gün Batı dillerinden yığın yığın kclinu:krin sızıp


yerleşerek bir tehlike halini alması, bizi yeni kdiıneler ya-
ratmak zorunda bırakmaktadır. Başlı başına lıu iş, Ku-
rum'un da sanatçılanmızm da görevi olmalıdır.
Dilimizdeki yabancı asıllı kelimeleri birkaç künıeye
a yırahiliriz :
1- "Din, namaz, ezan, oruç, ramazan" gibi kclimeler.
Buıılarm üzerinde durmak gerekmez. Anıa "talıaret, gusül"
gibi teriıııler, "temizlenme, yıkanma" olarak Türkçeleştiri­
lehilir.
2- "Defter, kalem, kağıt, kitap, mektııp" gibi Türkçe-
leşmiş olarak günlük lıayatımızda yerleşmiş kclimeler.
Buıılara da bugün için karşılık aramak gerekmez. Ama
günün birinde bulunacak herhangi güzel bir karşılık, pek-
ala ileri sürülebilir.
3- "Anane, muhakkak, tahakkuk" gibi Türk hançere-
sine asla uymayan ağır kelimeler. Gerçekte bunlar gitgi-
de unutıılmakta, yerini "gelenek, besbelli, gerçekleşme"
gibi kelimeler almaktadır. Kimsenin bunlara bir diyeccği
olamaz. Direnmek bir softalıktan başka bir şey değildir.
Ne yazık ki bu softalık bugün sürüp gitmektedir.
4- Türkçe güzel karşılıkları bulunduğu halde, dil bilin-
cine eı:meyen Osmanlıca meraklısı kişilercc bol bol kul-
lanılan kelimeler: "Asır, malıiyet, maluliyet, salahiyet,
mütehassıs, !isan, intizar, şaki, tenkil, tetkik, tahkik, takip,
menfaat, infirat, meyan, mezkUı:, münderic, ictima, cemiyet,
reis, aza, müreffeh, mazi, istikbal, müşabede, tehir, teab-
hur" gibi. Güzel karışılıkları dururken bu gibi kelimeleri
tekrarlayıp durmak, inattan başka bir şeyle yorumlanamaz.
Asıl "ma'şeri viedan"ın atmak için zorladığı bu gibi kc-
limelerdir. Bunun içindir ki, en koyu tııtııcular hile yavaş
yavaş bu kelimeleri atmak zorunda kalacaklardır.
5- Birçoklarının koyu Farsça olduğunu bilmeyerek
Türkçe sandıkları "diğer" gibi kelimeler. Buna karı:ılı.l
39
niL tsTül'iE

. . "h k 0··teki" kelimelerinden biri kulla-


olarak, yerıne göre aş a,
nılınalıdır. ·ddi" gibi Fars-
6- "Sarf-ı nazar, nokta-i nazar, gayT-1 cı
ça tamlamalar. .. meınurin" gibi
7-"Tezahurat, teferruat, umera, aza,
Arapça çoğullar. .. lm uniye mamafi" gibi Arapça
8- "Maattecssüf, maa emn . ,
bileşik kelimeler. . alı"" gib" Arapça edatla yapılmış
9- Biliihire, hıtt ı ı
kelimcler. .. d"yen ınüteveccihen" gibi
10-"Rağmen, bazen, mutema ı ,
" · "Ü kelimeler.
Arapça tenvın .. tk" " "bi Farsça bileşik sıfatlar.
l l- ''Tar aftar• hıırme ar gı . "mler.
b"l "k ısı
"B anıe" gibi Farsça ı eşı 1
12- cyann " ib" Farsça edatla yapı -
13- " B erdevam, bermutat g ı
mış keüıneler. a kcn bu gibi kelimelerdir.
İşte ilk anda kaçınılınası .,er_e . d "farkında
. 1 nmızm birçogu, bır yan an, .
'{e yazık ki yazar a . ılannda yer verdiklerı
,, .. Türkçe kelime1ere yaz
ak
olonayar · oz O nlıca kelimeleri bol bol harca-
halde, öte yandan, bu sına
ıuaktadırlar · ıl uydurma ~eliıncleri
Hiç bir ihtiyacı karş amayan . . dece "ulu-
k dilerine salık vermıyoruz, sa
k ıLI lanmalarını ·en isti oruz. Kiınseyi beğen-
.1:1 " "lkesinc dol..-unmamalarını y ayacagımız
• gib"ı, hiç
MaI llLl ı
o-. kelimeleri kullanmaya zor1ayaın
d
nı•· ıgı . aratınaktan alıkoyıımayız.
J.ir yazan da kelime .'! dil devrilllİnİ yadırgayanların,
Biz her şeyden onccdukl ters tepkiden kendilerini
'••ni kcliınclere karşı duy . . and b ka bir şey gelmez.
dileriz. Elimız en aş
kurtarınal arını

184, ocak 1967)


(Türk Dili, sayı
YENİ Lİ SAN- YENİ DİL

"Yenı· li·san" de i .. · ·ık"


tin'dir. H. Hüsnü ~em;nıSı ıh~' o:taya atan Öme:r Seyfet-
..
d ort . up ı nın 1325 (1909) 'd k
sayısını Manastıı-'d d·· . e tırtıp
dıklan Hiisün ve Şı'ı·r da, . ~ıt sayısını da Selanik'te çıkar-
craısı sonradan G
almış, Genç Kalemler de ü., sa enç ~'-alemler adını
T?

Seyfetti~ ile arkadaşlarının ~lin;e s,:n~: .132_? (~9ll) 'de Ömer


Genç Kalemleı·'in bu . . ) .n~ ~~ nıtelık kazanmıştır.
Lisan, b h' yenı cild ının ılk sayısında "Y .
aş gını taşıyan bir başyazı "Ö iil.. 1 , . em
koskoca bir soru işareti b 1 b ., r ur· mza yerınde
indir. Derginin öt ki yılu unan u yazı, Ömer Scyfettin'
e sa annda da h k
çıkan bu yazılarda y· . . ' , aynı aş1ı altında
. ıne soru ışaretı vardır. 6. d
ra bu soru ışareti yerinde "G sayı an son-
imzası görülmektedir. enç Kalemler Tahrir Heyeti"
"Yeni Lisan" ha lıklı b
dilini ş u yaıılann esas konusu T.. k
n . savunulmasıdır. Yaz•~-, Tü·r k çenın
. o gu·· k .. ' d ur
mun dan yakınm.akta d n u uru-
, sa e1eşme "'ere~. . ·ı .
çareler göstermektedir. Bu olda . o. .. oını ~ erı süreı·ek
leri e açıklıyor: y kı duşuncelerını şu cümle-
Beş asırdan beri kon t , .
denilen Arabi ve Farisi k li~ uguınl
. uz.. keliıneleri, me'ııus
. e me erı mumkün d 'il
meyız. Hele aruzu atıp Mehm E . ,. eg terkede-
. et ının Bey m hecai veziıılerini
DİL ÜSTÜNE 41

hiç bir şair kabııl etmez. Konuştuğumuz !isan, İstanbııl


Türkçesi en tabii bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka
liizumsuz zinetler asla mükalemelerimize girmez. Yazı
Iisanıylc, konuşma lisanını birlcştirirsek edebiyatımızı ihya,
yahut icad etmiş olacağız.
Görülüyor ki asıl amaç, yazı diliyle konuşma dilini
birleştirmektir. Oysa bu istek ilk önce Tanzinıatçılarca
ortaya atılmıştır, yeni değildir. Yukarıdaki cümlelerde
alışılmış olan Arapça ve Farsça kelimelerin atılamayacağı,
hcce vezninin kabul edilmeyeceği, klişe olmuş tanılamalar­
dan başkasının kullanılmayacağı söyleniyor ki, bunların
<la "yeni lisan" iddiasıyle hiç bir ilgisi yoktur.
Bir kez "me'nus olmuş kelimeler" kaydı kabul edildi
ıııi, aralanan bu kapıdan, her yazar dilediği kelimeleri soka-
hilccektir. "Hiç bir şairin kabul edeıneyeceği" kesinlikle
•öylcnen hece vezni de, yazının çıktığı tarihten birkaç yıl
Mcıııra, "Hececilcr" adını alan genç şairlerce benimsenmiş,
o;nrçahuk .bir akım halini almıştır. "Klişe olmuş terkip ler"
knydı ise, aralanan kapıyı büsbütün açmaktadır.
Yazarın yapılmasını gerekli bulduğu işler üçe ayrılıyor:
l- Arap ve Fars dili kurallarıyle yapılmış taınlamalar­
•lıııı vazgeçilccek Ama "fevkalade, hıfzu's-sıhha, darh-ı
ıoıo••d, sevk-ı tabii" gibi klişe olmuşları kalacak.
2- Türkçe çoğullardan başkası kullanılmayacak. Ama
" 1, nill at, inşaat, maaliyat, ahlak, gibiler kalacak.
:ı Yabancı edatlar atılacak. Ama konuşma diline
ıı···:ıı oi~ olan "şayed, kaşki, naşi dari" gibiler kullanılacak.
Oınc:r Seyfettin, "tasfiye"ye kesinlikle karşıdır. Nite-
l ı"' Co·liil S ahir'in İstanbul'da kurduğu "Türk Derneği"nin
"· "'n lt i• Lo<liği çığıra dokunarak şöyle diyor:
lluıııı nasıl yapmalı? "Dernek"in arkasma takılıp
nldııı hiı· iı·ıicaa doğru, "Bıılıara-yi şerif"deki henüz mebnai
lolo lınynı Miiren, mütlıiş bir vnkufsuzluğun, korkunç bir
'''""""'""' kuranlıkları içinde uyuyan bundan bir düzine
42
AGAU SiliRI LEVEND

asır evvelk · ünl ·


lim? Bu ~~ ine~~::t~~u kavimdaşlarmıızın yanına ını gide-
. yazarın "tasfiye"yi yanlış anladı" .
Dilde tasfiye olamaz. Ama tasfi e .. gını da görmekteyiz.
nerek Buhara'ya gitm k d dy :. ~yılların gerisine dö-
y c e egıldır.
nkanda belirttiğimiz 'hi ,
Yazı diliyle konuşma dı'!' . h'gıi '. yazann amacı açıktır.
ını ır eştırmck ç · de Arapça
ve Farsça taınl • • aresı
aına 1an, çogullan d tl
Ama klişc olanlar kalacaktır B"ı·~e c a an atmaktır.
Ortadan kalkocağı sanılınakt~dır u un . da~anın böylelikle
yapmak istedikleri .. . y cnı lisancılann dilde
tahr' . " ' şu ornekten anlaşılabilir· "YI' .
ırıye tamlamasını kul i ki · .ıc eyet-ı
d e demeyecekler. Çünkü " anmayaca , halkın ·
ar Am "
a yazı heyeti"
dir, "tahrir" yerını'· t t yazıB kullandığı bir kelime-
u m az. unun iç· " h .
deyimini seçmişlerdir B d " ın ta rır heyeti"
d ı·ı·ını. h irlcştirme" . I ud k' avranış yazı dili I k
yo un a ı amaçla 1' Y c1 .onuşma
Bunu hile sezmemişlerdir. çe ışme ıalıııdedir.
Ömer Seyfettin, bu sıra azılard .
önemli sonıniarı ele alıyo A ky a, hele ilkinde çok
d ok unuyor. Bu hakımd r. çı yaralarımıza hi ki
ç çe nıneden
an onun bu çalıala
lı'k yolunda atılınış ileri b 'r ·ıı·
dı nnı, mı ıyetçi-
daki bu düşüncelerinin ,: a . ~ sa~y.or~z. Ama dil konusun-
olmadığını hatta T _rcııı' san ıddıasıyle hiç bir ilgisi
.. ... ' anzıınat ta Şemsettin S ., . .
surdugü düşüncelerin çok . . d k • aını nın ileri
· . gerısın e aldımm d h li
ıs tıyonız. Ni te kim sonrad· h o - a e rtınek
ı ar, Şemsettin Samı''nı'n k . I
an unu açıklamak •· ·d
geregını uymuş-
. va tıy e yazdı" "L'
hıyatıınız" ha lıklı gı ısan ve Ede-
ş yazısım dergiye al
1328, sayı 19). ıwş1ardır (ııisan
Genç Kalemler'deki bu azı] İ
çevrelerinde öfke ile k 1y ann stanbul'un edebiyat
" arşı anmasında çok 'ddalı
Yeni Lisan" b Jı<;; h.. .. '' ı görünen
.
ı crııı karşısına çıkanlardan K" .. ..
aş bıwn uyük rolü olmuşt B d ....
ur. u uşunce-
hu konuda S ifi· oprüluzadc Mehmet Fuat
ervetı unun dcr ·5 · d k '
birinde, "Yeni Lisan" b lığ gı ın e çı an yazılarından
aş ı a 1tında (sayı 1082) şöyle diyor:
DİL ÜSTÜNE 43

Bu yeni lisan tabirini ilk işittiğim zaman, ondaki


garabet beni hiç de mütehayyir etmemiştir. Belki deıniştim,
nüfuz-ı fikrilerini bütün iilem-i meskôn üzerinde tesis
etmek isteyen Selanik gençleri, Volapük gihi, Esperanto gihi
bir llsan-ı nmuııll vücuda getirmek fikrindedirler.
Yakup Kadri de Rübab dergisinde çıkan "Netayiç"
başlıklı yazısında (19 nisan 1328, sayı 14) şöyle diyor:
Yeni ... - Sahyorlar. Kaça? Nasıl? Bilmiyorum, fakat
sahyorlar. İki senedir gazetelerde ilinlarını görmediniz mi?
"Yeni lisan", "yeni fikir", "yeni hayat".
Ey görgüsöz çocuk ruhlu kimseler; eğer yeni köprülerin,
yeni evlerin, yeni bayramlık elbiselerin vakit be vakit size
temin ettiği zevki, saadeti, dudaklarınıza verdiği hande-ineşah
daha ziyade genişletmek isterseniz- şüphesiz ki istersiniz -
gidiniz, koşunuz; satıyorlar: Seldnik'te "yeni fikir", "yeni
hayat", "yeni lisan" ....
Başınıza ipek püsküllü, kalıplı, yepyeni fesinizi giyince
nasıl memnun olursanız ''Yeni fikir", size bu memnuniyelin
daha büyiiğünü, claha manevısini verecektir. 1\lahir ve meşhur
terziler elinden yeni çıkmış eUıisenizi giyip de sokakta
şöyle bir salma salma dolaştığmız zaman nasıl herkesin
parmağının ucuyle sizi birbirine gösterdiğini hissederek
koltuklarınız kabarırsa, o zaman da her köşe başmda göre-
ceksiniz ki birçok beniin-ı takdir ii hayret size doğru uzanı­
yor, herkes: "Yeni fikirli, yeni hayatlı, yeni lisanlı!" zat,
fısıltılarıyle sizi yekdiğerine gösteriyor.

Bu örnekler "yeni !isan" iddiasının İstanbul'da nasıl


öfke ile ve alayla karşılandığını açıkça gösterir.
Aslında, Genç Kalemler'de toplanan yazarlar, "yeni
bir dil yaratma" iddiasında değillerdi. Ortaya attıkları
"yeni lisan" deyimiyle, o devirde birer istek olarak heliren
"yeni hayat", ''Yeni fikir" gibi, Türk toplumunun muhtaç
olduğu yeni ufukların özlemi içinde, dildeki ilkelerini b elirt-
44 ACAH sıımı ı.EVEND

mek, eski dili sürdüren çağdaşlarından ayrıldıklarını göster-


mek çabasına düşmüşlerdi.
Gerçekte, "yeni !isan" iddialı da görünse, ileri sürü-
len çareler yetersiz de bulunsa, dilde bir değişme zorunlu
idi. Yeni bir devir açılmak üzere bulunuyordu. Milliyet
bilinci uyanmaya başlamış, yeni hayat ihtiyacı belirrniş,
yeni istekler ortaya atllmıştı. İster istemez edebiyat da, dil
de bunu izleyecekti. Artık şair "riikud-ı şam-ı elem-dar"
ya da "sükunet-i ccvaf" gibi tanılamalar )mllanmayacakn.
Kullansa da, bu ağır ve anlaşılmaz dili okuyucular yadır-
gayacaktı. .
İşte "Genç Kalemler Tahrir Heyeti"niıı giriştiği bu
savaş, o sıralarda başlayan milliyetçilik akımının etkisiyle
açılan çığır, "IIececiler" adııu alan gençleri sonradan bir
araya getirmiş, bunlar kendilerini Fecriati şairlerinden
ayıran sade bir dili ve hecc veznini kullanmaya başla­
mışlardır.

•••
Şimdi Dil Kurumu da, söylendiği gibi, acaba yeni
bir dil mi "icat" etmektedir. Hayır, Dil Kurumu böyle
bir iddiada bulunmamıştır. Yeni bir dil yaratılmayacağıru
da bilir. Ama, eğer öz Türkçeye "yeni dil" adı verilmek
isteuiliyorsa, bu iddia, bir dilin değişmesi için gerekli koşul­
lar göz önünde tutularak değerlendirilmelidir.
1917'den 1967 yılına dek 50 yıl geçti. Dünkiler istiyorlar
ki, SO yıl önce şiirde ve nesirde başlayan dil akımı, hiç deği­
şikliğe uğramadan bugün de sürüp gitsin, kendileri de te~
dirgiıı olmasın. İşte bu mümkün değildir.
SO yıldır, iki harp sonrası dünyanın geçirdiği sarsıntı­
ları, bu sarsınnların ortaya çıkardığı yeni akımları, bu
akııuların çeşitli sanat dallarında yaratnğı sert tepkileri
düşünün. Sonra da, birbirini kovalayan baş döndürücü
devrimler içinde, Türk toplumunun iç ve dış yapısında
DİL ÜSTÜNE 45

meydana gelen değişikliği göz önüne getirin. Beliren bu


yeni yaşayış, anlayış ve görüş içinde, edebiyatın ve dilin
nasıl bir değişikliğe uğrayacağını kestirebilirsiniz. Bunda
şaşılacak bir şey yoktur.
Ancak şunu bilmek gerekir ki, bugünkü dil, Dil Kurumu'
nun "icad"ı değil, gittikçe uyanan Türk toplumunun malıdır.

(Türk Dili, sayı 187, nisan 1967)


TOPLUMUN HİZMETİNDE DİL

Dil, toplumun hizmetinde canlı bir varlık olduğuna


göre, zamana ve topluında beliren yeni ihtiyaçlara göre
değişir. Hayatla edebiyat arasındaki ilişkiye paralel olarak,
çağın yaşayışını, anlayışını, dünya görüşünü ve zevki-
ni izler. Değişmeler, kelimelerde, deyimlerde, tamlamalar-
da, cümle yapısında olabilir. Dilbilgisi kurallanna aykırı
düşebilir. Öyle ki dalıa önceki kuşaklar bu yeniliği yadır·
gayabilirler.
Geniş bir inceleme alanı olan bu konuya, biz burada
yalnız değinmekle yetineceğiz. Dilde görillegelen başlıca
değişıneler şöyle sıralanabilir:
a) Kelimeler anlam değiştiriı:. Örneğin "rıhlet" Arap-
çada "göçmek" anlamınadır. Bizde dünyadan alırete
göçınek yerinde kullanılır. Bu kelime XVI. yüzyıla gelin-
ceye dek, rasgele bir yerden başka bir yere göçrnek anlamın­
da kullanılmıştır: "Padişah hazretleri Edirne'ye rıhlet
buyurdular." cümlesinde olduğu gibi (Tacü't-Tevarih).
b) Kelimeler toplumdaki anlayışa uygun olarak eski
anlamını aşar, yeni değerleri belirtir. Örneğin "vatan, mil-
let" gibi kelimeler, Tanziınat'ta, insanların doğduğu yer
ve rasgele topluluk anlamını aşmış, belirli birer kavramı
karşılamıştır.
DİL ÜSTÜNE 47

c) Eski kelimelerle yeni kavramları belirten tamlamalar


yapılır. Tanzimat'ın ortaya attığı "efkar-ı umumiye",
"heyet-i içtimaiye", "kavanin-i tabiiye" tamlamaları gibi
ki, bunlar divan şairleri için hiç bir anlam taşımaz. Serve-
tifünun edebiyatmda görülen "saat-ı semen-faın", "kah-
kaha-i ye's", "havf-ı. siyalı", "hadika-i emel" gibi tanila-
malar da, Tanzimat şairleri için gülünç ve saçına sayılmıştır.
ç) · Yeni deyimler ortaya çıkar. Örneğin Servetifünun
şairleri, Fransız edebiyatının etkisiyle o zamana dek kul-
lanılmamış deyimler ortaya atmışlardır: "Dest-i izdivacını
taleb etmek", "çay almak", "duş almak" gibi. Bunlarla
o zamanlar ne kadar alay edilmişti.
d) Dilbilgisi kurallarına aykırı düşer: "Denizbank",
"Etibank", "Sümerbank" gibi ki bunlar eskiden kurulmuş
olsaydı "Deniz bankası", "Eti bankası", Süıner bankası"
adını alacaktı.
e) Üslup, aniatış ve deyiş değişir. Buna örnek ver-
mek gerekmez. Divan, Tanzimat, Servetifünun ve Fec-
rifıti edebiyatlan dilin dış yapısı hakımından birbirine ben-
zer. Hepsi de Arap ve Fars dillerinin etkisini kabul etmiştir.
Zincirlemı> tamlamalar, bileşik isim ve sıfatlar "seci"ler,
uzun ve karışık cümleler bu edebiyatlarda bol bol yer alır.
Ama iç yapı, ruh, karakter ve espri bakımından bunlar
birbirinden ayrılır, hepsinde üslup ve deyiş başkadır.
f) Hele ekler ve edatlar durmadan değişir. Nesnelerin
sonundaki "e" eki eski devirlerde "i" olarak kullanılırdı.
Bugün "Çocuk büyükleri taklit eder." diye kullandığımız
cümle Servetifünün edebiyatı devrine gelinceye dek şöyle .
idi: "Çocuk büyüklere taklit eder".
g) Yine bunun gibi, nesne eki olan "i" kullanılmazdı:
"Hiç birin görmedim." gibi ki, biz şimdi "Hiç birini gör·
medim." demekteyiz.
ğ) Eskiden "kere, defa" yerine "kez" kullanılırdı.
Bir aralık ortadan kalktı, şimdi yine kullanılmaktadır.
48 AGAH SIRRI L"F:VENU

h) Bugün "gittikçe" dediğimiz yerde· c·Hlcıılc•ıı "ı.:idc•rck"


denilirdi. Şimdi yine "giderek" denilıııc·y•• lııı•l<~~ınııştır.
ı) Eskiden "den" eki yerine "din" kullııııılınlı: "olma-
. " o Lmadı n" de nı'lir di . E skiden " gc·çc· rı· k" p•rıne
d an " yerıne ·
"geçühen" denilirdi. "İsteyerek" yerine de "iKLı·) ıi" dcni-
lirdi.
i) Eskiden " dek, değin" yerine sonradan "kallar"
kullanılmıştır. Şimdi yine "dek, değin" kullanılma.ktadtr.
j) FiiUerin sonundaki şahıs zamirieri de dcğişnıi~tir:
Eskiden "yapayım" yerine "yapayın", "geliriın" yerine
"gelirven", "çekmeyiz" yerine "çekmezüz" denilirdi. Şimdi
bunlar unutulmuştur.
Hemen hatıra gelebilen bu gibi değişmeler her dilde
vardır ve doğal sayılır. Halkın sağduyusu ve yaratıcı deha-
sıyle birlikte, yazarlarla sanatçılar bu değişmede en büyük
rolü oynarlar. .
Asıl köklü değişmeler, yeni ilkelere dayanan büyük dev-
rimler sonunda ortaya çıkar, bizde olduğu gibi. Kurtuluş
savaşından sonra her alanda baş döndürücü devrimler
geçiren, kısıtlayıcı ve zararlı bütün bağları bir aulışta
kıran Türk toplumu, elbet dilde de zamanın anlayışına ve
gerçeklerine uygun değişmeler yapacak, dilde bağımsızlığa
kavuşmak ist eyecek, bu istekle yabancı kelime ve kural-
ları atacak, yerine yeni ve ihtiyaca uygun kelimeler ve
deyimler getirecektir. Bu da ancak devrimle olabilir, her
ulusta olduğu gibi, dil üzerinde çalışacak bir kurumun
kurulmasıyle gerçckleşcbilirdi. İşte dil devriminin gerek-
çesi ve Dil Kurumunun kuruluşunun nedeni budur.
Meşrutiyet dönemindeki "yeni lisan"eılar ilk yazıla­
rında: "Biz, bütün karanlıklardan uzak, hür ve mustakil,
ilim ve edebiyat için çalışacağız. Gayemiz milli bir lisan,
milli bir edebiyat vücuda getirmek olacal"tır." dedil-tcn
sonra, Türklüğü saran düşmaniann korkunç hazırlıklannı
birer birer sayarak: "Ve siz ey gençler, hala uyuyor musu-
DİL ÜSTÜNE 49

nuz ?" diye haykırıyorlar, gençliğ~ ulusal dil ve edebiyat


üzerinde birleşmeye çağınyorlardı.
"Yeni lisan"cılar tehlikeyi iyi görmüşlerdi. Nitekim o
yazııun çıktığı tarihten bir iki yıl sonra Balkan savaşıyle
koskoca ülke elimizden ç~ktı. "Yeni lisan"cılara karşı çıkanlar,
ancak ondan sonra akıllarını başianna alıp ulusal dile ve
cdebiyata sarı ldılar.
Dil devriminin de dayanağı bu ülkü olmuştur : Ulusal
dili Yabancı dillerin baskısından kurtulınuş olan bağımsız
anadilil Bugün Türk toplumu, Genç Kalemler'in: "Yaban-
cı tamlamaları atalım, ama klişe olanlar kalsın." öğütleriy­
le yetinebilir mi? Ulusal dil bilinci içinde elbet davayı
kökünden çözerek kesin karara bağlayacaktır.
Dünün milliyetçileri, ulusal dili ve ulusal edebiyatı
ilk aşama olarak görüyorlar ve ona dört elle sarılmak isti-
lardı. Bugün de dayarnlan bu ülküdür. Ne acıdır ki, kendi-
lerine milliyetçi diyenierin birçoğu, bağımsız anadilin kar-
sında yer alıyor, bu uğurdayapılan hizmetleri inkiir ediyor.
Bu davaya bağlananları solculukla suçlamaya yelteniyor.
Bu iftira savaşına şimdi yeni gönilllülerin de katıldığı
görülüyor. Hiç üzüntü utanç duymadan: "Öz Türkçcciler
Moskova'dan emir alıyor;" diyebiliyorlar.
Bundan 70 yıl önce çıkmaya başlayan Ikdam gazete-
sinin ilk iki sayısında, Necip Asım'ın öz Türkçe ile kaleme
aldığı iki yazısı vardır. Acaba Necip Asım da Moskova'
dan nu emir alnuştı? O tarihte komünizm var mıydı?
Başka uluslar da, yıllarca önce aynı yoldau geçmiş­
ler, özleşme ihtiyacıyle dil devrimini geçirmişlerdir. Acaba
buular da Moskova'dan mı emir almışlardı?
Zavallılar!

(Türk Dili, sayı 189, haziran 1967)


ANADİLİNE SAYGI

Anadiline saygı, önce onu bilerek sevmek, sonra da


doğru ve düzgün kullanınakla olur. Bu saygının yüksek
katı ise, anadilini yabancı dillerin salgınından koruyarak,
kendi yapısı içinde işleyip zenginleştirmeye çalışınakla
gösterilir. Bu da sanatçıların, bilginierin ve eli kalem tutan
bütün yazariann görev:jdir. Dilini doğru kullanmayı bcce-
remeyenlerin, yabancı kelimeleri dillerinden bir türlü söküp
atamayanların, anadiline sevgiden ve saygıdan söz etme-
leri gülünç olmaktan öteye geçemez.
Konuyu bu açıdan ele alacak olursak, hiç bir abattmaya
kapılmadan söyleyebiliriz ki, divan şairlerimiz, anadiline
gerçek saygı ve sevgiyi göstermemişlerdir. Bu ünlü yazar-
ların hepsi de, Türkçeyi henimseyerek işleyeceklcri yerde,
Arapça ve Farsça kamuslarla ferhenklerden topladıkları
kelimeleri, hu dillerin kurallarıyle birlikte dilimize sokmuş­
lar, böylece anlaşılınayan ve hiç bir yerde konuşulmayan
yapma bir dil meydana getirmişlerdir. Bu durum karşı­
sında, anadil "avam dili" diye küçümsenmiş, kendi haline
bırakılmıştır. Bu durumdan yakınan Aşık Paşa:
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
DİL ÜSTÜNE sı

derken, sevrneden çok acıma duygusu içindedir. Acıma ise


gerçek sevme sayılmaz. Şüphesiz Aşık Paşa anadilini
seviyordu. Hatta, düşüncelerilli halk yığınlarına yaymak
için Türkçeye baş vurmakla, anadiliniu bu konudaki gli-
cüuü anladığını göstermiş oluyordu. Aucak, burada
bizim belirtmek istediğimiz, bunun da üstünde, kıskauç
bir sevgi, biliuce erişmiş yiiksek bir saygıdır. İşte asıl eksik
olan budur. XV. yüzyılda Ali Şir Nevai'deu başka hiç bir
şair ve düşünür, bu biliuce erişememiştir.
Eskiler "Türk" kelimesine u asıl "bilgisiz, görgüsüz,
kaba, köylü" anlaınlannı yakıştırınaya kalkmışlarsa, Türk-
çeyi de bayağı, yetersiz ve kısır görerek ondan kaçınmışlar·
dır.
BakınızBeyani, yazdığı şairler tezkiresinde, Yavuz
Sultan Selim!in şiirlerini Farsça yazdığım anlatmak için
ne diyor: "ffiüvv- i himmetlerinden Türki şiir dirneye tenez·
zül etmeyüp, binazir Farsi eş'arı ve Acemane güftarı vardır.''
Bu söz, bilinçsizlikten doğan ihanetin (ihanet Arapça-
da h akaret demektir) çok acı bir örneğidir. Bir Türk yazarı
anadili için bunu nasıl söyleyebilir? Bunu söyleyebilenden
anadili sevgisi ve saygısı nasıl beklenebilir? Sonra, cümle·
deki sakatlık da, yazarlarımızın dil bilgisinden ne denli
yoksun olduklarını gösterir.
Bırnlar Türkçeyi sevrnemişler de, acaba çok özendik-
leri Osmanlıcayı sevip saymışlar mıdır? Osmanlıcayı benim-
seyip bir kuyumcu gibi işlediklerine göre, elbet sevmişler­
dir. Ama saydıklarını söyleyemeyiz. Çünkü özenerek kul-
landıkları Osmanlıca cümleler de yaıılışlarla doludur.
Divan edebiyatı çerçevesi içinde. sanatçı için amaç,
"hüner ve marifet" göstermek olduğuna göre, kaleme alı­
nacak yazı, kelime oyunları, sanat cambazlıkları, zincirleme
taınlamalar, bileşik isimler ve sıfatlarla doldurulup anla-
şılmaz hale getirildiği oranda ustalık gösterilmiş olacaktır.
Herhangi bir kavramı tek kelime ile, ya da onv. belir-
52 '
AGAH S!RRI LEVEND

tecek bir iki sıfatla anlatmak ayıp sayılır. Örneğin, bir


yazıda şöyle bir cümleciğc rastlarsını ı : "Kadeıu -resiılcguu-ı
mevleviyyet ve mahfii-nişinan-ı icra-yı şeriat olan mevall-i
ızam." Bunu okuyunca, kelimelerin ve suatlarm yardımıyle
anlarsuuz ki, yazann söylemek istediği "kadılar"dır. Ama
kelimeyi yalnızca "söylemek yakışık almaz.
Yine şöyle bir cümleciğe rastlarsınız: "Fülke-nişiu-i
emaret-i kulzüm-i beyza olan vüzera." Biraz düşününcc,
sıfat olarak kullamlan kelimelerin yardımıyle anlarsınız
ki, yazar bu.nunla "kaptan paşalar" demek istemiştir.
Bir de şuna bakınız: "Azizan-ı 1\fısr-ı zatü'l-elıram
olan diliran-ı nıaılelet-peyda." İşte bunu düşünscniz do ko-
lay kolay anlayamazsınız. Yazar bu bilmece ile kimleri
anlatmak istiyor, biliyor musunuz? Harem ağalarının
başı olan Darüssaade ağalannı ! Ama hiç kimse de, bilgi
edinmek üzere eline aldığı eseri okurken, bilmcce çözmek,
işkenceye katlanmak zorunda değildir.
Osmanlıcanın divan edebiyatı çerçevesi içindeki du-
rumu işte budur.
Tanzimat devrinde, Osmanlıca türlü nedenlerle açık­
lık kazandı. Süslü yazmak, "hüner ve marifet" göstermek
mcrakı yine süı·üp gitmekle birlikte, "anlatım açıklığı"
ön plaııa alındı. Bu dcvirde, Osmanlıcayı da Türkçeyi de
en iyi bilen ve ustalıkla kullanan l'ıluallim Naci'dir. Çüııkü
anadilini sevmiş, dil bilincini sezmiştir. Naci'niu eserlerin-
de dilbilgisi ve "selika" yaniışı bulamayız. Yazılarında
kelimeler ve tamlamalar doğru, cümleler sağlam, söyleyiş
düzgün ve pürüzsüz, "sclika" Türkçeye uygundur.
Anadilini sevme ve sayma, Meşrutiyet devrinde Türk-
çülük ve Türkçeeilik akımıııın başlamasıyle bilinç kazanmış­
tır. Bu akınun heyecaııı içinde yetişen şairler, hikayeciler,
romancılar ve yazarlar, anadilini beııimseyerck işlemeye
koyulmuşlardır, escdcrinin sanat değeri ne olursa olsun,
DİL ÜSTÜNE 53

kendi devirlerinin özelliği içinde, temiz Türkçenin ilk ürün-


lerini vermişlerdir.
Anadili bilinci, asıl Cumhuriyet devrinde, dil devrimiy-
le gerçek anlamını ve değerini kazanmıştır. Ancak üzüntü
ilc söylemek gerekir ki, bu bilinç, toplumdaki bütün çevre-
lerde henüz yayılmış değildir. Osmanlıcayı halil. zorla sür-
dürmeye çalışanlar, öz Türkçeyi bilgisizlik ve beceriksiı­
lik yiizündcn sakatlayanlar, Batı'dan sızmakta olan yaban-
cı kelimeleri ıııılaşılma:t bir inatla kullananlar, bu bilincin
yayılmasına engel olmaktadırlar.
Bugün resmi daireterimizin çoğunda, hala Tanzimat
devrindeki resmi yazı dili sürüp gitmektedir. Size resmi
dairelerden birinin dosyasındaki bir yazıdan birkaç kelime-
yi, tamlanıayı ve cüınleciği örnek olarak vereyim: "Def'
aten, tadilen, leffen, bctahsis, ba'dettetkik, binnisbe, müva-
cehesinde, vareste-i izah, kcyfiyyet-i heray-ı malumut
arz, intizaren iblaga müsaraat, haylulet eden mevani-i müc-
bire dolayısıyle, ittıla' kesbedildi ... "
Resmi daireterin birçoğunu verilen yabancı adların
küçük bir listesini, bundan önceki yazılannun birinde
vermiştiııı. Şimdi, bir yazıda yer alan şu cüuıleeiğe bakınız:
Panel kursiyeleri oriyante edecektir." Türkçenin birtakım
"ukala" elinde ne hallere geldiğini gösterecek bundan daha
acı bir örnek olamaz. Şimdi bu Türkçe (!) cümleeiği anlama-
ya çalışalım: "Panel" Fransızcada "sepet" demektir.
BLırada "küçiik komisyon" anlamına geliyoı·. Anlatmak
istenilen şu olsa gerek: "Küçük komisyon kursa devam
edenlere yol gösterecektir." Bu, Türk diline karşı işlenmiş
bir cinayet değil de nedir? Anadiline sevgi ve saygıyı bir
yana bırakın, dil anlayışıyle nasıl bağdaşahilir?
Okumuş, öğrenim görmüş kişilerin ağzında bile hala
"ayriyeten" gibi yanlış ve bozuk kelimeler dolaşıyor. Genç-
ler ve çoçuklar argo diliyle konuşuyor. Bu akım öyle yaygın
54 ACAR SIRRI LEVEND

hi:r hal almıştır ki, ana baba hile, çocuğnn nğ2ıylc eve ve
aileye taşınan bu sakat akımdan kendini kıırtarıınııyor.
Türk dili acemi ve hcceri:ksiz kalemler yüziindcıı gittik-
çe hırpalaruyor. Cümle yapısı altüst oluyor. "Selika" hozu-
luyor. Bunların hepsi, Türk diline karşı işlenen birer suçtur.
Bu suçu işleycnlcrin, Türk diline sevgiden ve saygıdan
söz etmeleri gülünç olmaz mı?

(Tiirk Düi, sayı 195, aralık 1967)


AKADEMl ÜZERİNE

Türkiye'de bir akademi kurulması düşüncesi yeni


değildir. Zaman zaman bu konu ileri sürülmüş, konuşulmuş,
tartışılmış, gereken koşullar bir araya gelmeıniş olduğu
için, bcnimseıtip gerçekleşememiştir.
Akademi ihtiyacım ileri sürenlerin çoğu, bugüne dek
kestirme yoldan giderek: "Hwtır ortada Tarih ve Dil Kurum-
ları duruyor. Onların üyelerini dağıtar ak, bütün varlıkla­
rına cl koyarak, bir nkademi kurmak neden mümkün olma-
sm?" demişler ve önerilerini bu temele dayamaya çalışmış­
lardır. Atatürk'ün vasiyeti ortada iken böyle bir önerinin
yasa yoluyle gerçekleşmesi söz konusu olamayacağı artık
anlaşılmış bulunuyor.
Son günlerde konuya yeniden dönülınüştür. Sayın
Milli Eğitim Bakaw, geçen ay radyoda yayımlanan bir
demccinde, Bakaniıkça bir dil akadeınisi kurulacağını
söyledi. Daha sonra sayın Senatör Dr. Tevetoğlu bir yazı
ilc cevap vererek, bütün bilim dallarını kapsayacak bir bilim
nkademisi kıırulınası için kendisinin tasarı hazırlayıp Meclis'
c sunduğtınu bildirdi. Yazıda da denildiği gibi, Bakanlığın
kuracağı bir dil akademisi, "dil komisyonu" olınab.-ıan
ütı·yc gcçcıncyeccktir.
56 ACA!l SIRRI LEVEND

Bilimler akademisine gelince, böyle bir akademinin


devletçe kurulması, şüphesiz sevindirici bir davl'anış olur.
Ancak bu akademinin hangi koşullar altında kurulacağı,
üyelerin kimlerce seçileceği, özerkliğinin nasıl korunacağı
ve nasıl yönetileceği, hatıra gelen ilk sorunlardır. Bunlaı•ı
bir yana bırakarak, önce ihtiyaçlanmızı, bu ihtiyaçlan ger-
çekleştirecek koşulları gözden geçirebm.
Türk toplumunun bilim alanındaki gerçek ihtiyacı
nedir?. Bu ihtiyacı, Tanzimat'tan bu yana geçirdiğimiz
değişmeler açıkça gösterir. Rejimde Mutlakıyet'ten Meşru­
tiyet'e, Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e atladık. Bilirnde med-
reseden üniversiteye geçtik. Uygarlıkta Doğu'yu bırakıp
Batı'yı benimseme yoluna girdik. Toplumda ortaçağ haya-
tından sıyrılıp çağımızın gerçeklerine 'uymayı yaşamanın
ilk koşulu saydık. Atatürk devrinıleri, bunca felaketler-
den sonra ulusça kalkınınanın tek çaresi oldu.
Şimdi, tarihin çizdiği bu gerçekler çerçevesi içinde,
kurulacak bilimler akademisinin nasıl bir nitelik taşıması
gerektiği kolayca aulaşılır: Akademi, toplumun yöneldiği
bu doğruhuyu izlemeli, bugüne dek eriştiğimiz aşamalan
koruyarak, topluma yeni ve çağdaş değerler kazandırmahdır.
Bu noktayı biraz açıklayalım: Fizik, kimya, matematik
gibi bilimlerin anıacı ve uluslararası ölçüsü bellidir. Akade-
milerin işi, bu alanlarda yapı14gelen araştırma ve inceleme-
leri genişleterek, yeni buluşlan elde etmeye, yeni değerler
katmaya çalışmaktır.
Ama, sosyal bilimlerde durum böyle değildir. Gerçek-
çi bir dünya görüşüyle birlikte, yurdun ve ulusun ilıtiyaç­
lannı her an göz önünde tutacak bir anlayışla işe başlamak
gerekir. Örneğin, iktisat biliminin dayandığı kurallar vardır.
Bunlar zaman zaman değişse de uluslararası tarihsel değer­
lerini yitirmez. Ama, iktisadın bir de yurt gerçekleriyle il-
gili yönü vardır. Paramızın '\?C ürünlerimizin değeri, bu değer­
lerin korunması yollan, üretim ve tüketim koşulları, iç ve
DİL ÜSTÜNE 57

dış piyasa durumu, bu durumun ortaya çıkardığı gerçekler,


her an göz önünde tutulacak başlıca konulardır.
Gelelim tarihe: Bilimler akademisindeki tarih enstitü-
sünün bu konudaki görüşü ne olacaktır? Kurumun bugüne
dek eriştiği aşaınalar, yayımladığı eserler, enstitüce nasıl
değerlendirilecektir? Akademi karşıt bir cephe mi alacak-
tır? Yoksa onun yolunda mı gidecektir? Bugünkü kadro
dışında tarihçi bulınak da ayrı bir sorundur. Ama, elbet
bu işte yer alınayı uygun bulanlar çıkacaktır.
Dil işlerine gelince: Bu konu hepsinden çetindir. Akade-
minin dil konusundaki tutumu ne olacaktır? Ülkemizin
gerçek ilıtiyaçlan ve halkın eğilimi göz önünde tutulacak
mıdır? Yazılanlar bize umut vermiyor.
İşte son yazıların birinde rastgeldiğimiz birkaç cümlecik:
"Türk Dil Kurumu gayr-ı kabil-i ıslahtır", "Türk diline
daha fazla kÖtülük etmesinin önlenmesi", "ilmi hiç bir
hüviyyeti olmayan Türk Dil Kurumu", "Meırtep kitapla-
lannın dili uydurma Türkçeden kurtulınalı!"
Akademinin bir kolu olacak dil enstitüsünün, hangi
amaçla işe başlayacağı bundan açıkca anlaşılıyor. Altı çi-
zilen kelimelere bakınız! Akademinin adına "Bilimler Akade-
misi" deniliyor da, yazının içinde "İlnıi" kelimesi geçiyor.
"Okul" yedeşmişken "mektep" demekte bir sakınca görülmü-
yor. Yabancı keliıneler, hatta tamlamalar zevkle ve dikkatle
kullanılıyor. İşte korunmasına çalışılacak olan Türk dili bu!
Demek ki, devrimden bu yana dilimize giren bütün keli-
meler atılacak, Osıııalıcaya dönülecektir. Bu Türk kültü-
rünü kökünden baltalaınak, ulusal akımı durdurmak olur.
Konuyu aşınamak için, yazıda Kuruma yapılan suçla-
malann tartışınasına girecek değiliz. Ancak, dil devriminin
Atatürk devrimlerinin bölünmez bir parçası olduğunu, Kuru-
mun, dilimizi yabancı dillerin salgınından kurtarmak, ona
ulusal bir değer kazandırmak ülküsüyle kurulduğunu, bu-
güne dek bu yolu dikkatle ve titizlikle izlediğini, ortaya atı-
58 AC.'-ıl SIRRl LEVEND

lan bütün yeni kelimelerin sorumluluğunun Kuruma yükle-


tilemeyeceğini, bir kez daha belirtmek isteriz. Türk Dil
Kurumunun bu tutumu olmasaydı, ulusal dil bilinci kamu-
oyuna yayılmaz, Türk dili kendi yolunu bulamazdı. Bu
gelişmeye ancak b u ülkü ile erişiimiştir.
Akademi kurulursa, Türk Dil Kurumu, kendi amacı­
nın çizdiği yolda çalışmalan.nı sürdürürken, Osmaıılıcaya
dönmeyecek bir akadeıniye yardımcı olmayı her zaman
görev sayacak-tır.

(Türk Dili, sayı 197, şubat 1968)


DlLBİLGİSİ GEREK SİZ MİDİR?

Dilbilgisinin gereksiz olduğunu, dil kurallarının sanat·


çıyı sıkı kayıtlarla bağladığım söyleyenler vardır. Bunlara
göre dilbilgisiniıı, anadilini doğru söyleyip doğru yazma kural-
larım öğrettiği iddiası yanlıştır. Konuşurken sözleriinizin
kurallara uygun olup olmadığını düşünmeden meraınıınızı
pekalil anlatabildiğimiz gibi, yazarken de bu kuralları hatırla­
mayız. Bundan başka, öyle usta sanatçılar vardır ki, onların,
bizde yüksek bir sanat etkisi yaratan eserlerini dil süzgecin-
den geçirmeye kalktık mı, kurallara aykırı birçok yanlışlar
buluruz. Ama bu yaıılışlar, onlara karşı hayranlık duymak-
tan bizi alıkoymaz.
Gerçekten, dilbilgisini, hiçe sayıp kurallarıyle alay
eden sanatçılar eksik olmadığı gibi, alay etmeyi hatırına
getirmeden, farkında olmayarak eserlerinde morfoloji,
sentaks yaniışı yapan sanatçılar da vardır. Bunların yazı·
ları pekala heğenilmektc, scvilerek okunmaktadır. Türk
t•debiyatında Mehmet Rauf, Halide Edip Adıvar bunlar-
dandır. Bugünün yazarları arasında da böylelerine rastla-
maktayız. Bu özelliklere bakarak, sanatçı olmak için dil-
lıilgisi kurallarım bilmeye ihtiyaç olmadığım söylemek,
ıwk de yanlış sayılmayabilir.
60 ACArt SIRI\1 LEVEND

Fransız cclcbiyatında Brunot,


bunlardan biridir.
Brunot, Fransız gramerinde katılaşmış ve donmuş kalıp­
ları atmak için savaşa girişmiş ve Fransız Akademisine
çatmıştır. Bu, eski tutucu kurallara karşı gençliğin baş
kaldırması dır.
Brunot'dan sonra, bir psikolog olan Jacques Daınonret­
te ile bir dilci olan Edouard Pichon'un birleşerek 15 yılda
meydana getirelikleri Essai de Grammaire de la Iangue fran-
çaise (8 cilt, Paris,l927-1953) adlı eserle yeni hir görüş orta-
ya atmışlardır.
1952'de, küçük Larousse sözliiğüne 17 sayfalık gramer
özeti eklenmiştir ki, bu da yenielir. Larousse da eskiyen
yöntemleri drğiştirmiştir.
Şurası bir gerçektir ki, clilbilgisi kuralları elbet değiş­
mez birer kalıp "değildir. Ünlü yazarların başlıca eserleri
taranarak toplanan örnekleı·e göre kurallar konulduğuna,
escderdeki dil, deyiş ve anlatış da zamana göre değiştiğin­
den, kurallarm da değişınesi doğal sayılır.
Bizde de, dil devriminden bu yana, kelinıelerle birlik-
te dcyiş de başkalaşmış, bu etki altında hirçok eserler
meydana gelmiş, eskiden yanlış sayılan birçok tamlarna-
lar, deyimler şimdi kullanılır olmuştur. Örneğin eskiden
"Etibank", "Sümerbank" gibi tamlamalar yanlış sayılır,
bunların yerine "Eti bankası", "Sümer bankası" denilireli.
Zamanla buular ağır gelmiş ve dil "sı" ekini kencliliğindcn
atnuştır. Dilbilgisi de ister istemez bu özellikleri görecek,
ona göre kurallara bir başkalık verecektir. Ama elil, ne denli
değişirse değişsin, bu değişiklik kitaplara geçmiş ve kural-
lara bağlanmış olmalıdır.
Büyük sanatçıların eserlerini bize seve seve okutan•
deyişe kattıklan duygu ve hayal değeridir. Her yazı, yaza-
rın ele aldığı konudan çıkardığı anlama göre bir aniatış
özelliği taşır. Bu özelliği kural değil, yazarın kenelisi göste-
recektir. Bu bakımdan her sanatçı üsluha vereliği özellikle
DİL ÜSTÜNE 61
kişiliğiniortaya koynıuş olur. Buffon'un "Le style est
l'lıonıme meme... cümlesi hu bakımdan büyük bir anlam
taşır 1 •
Yüksek sanat eserlerinde gördüğümüz artamlar, onla-
rı dilbilgisi bakımından kusurlu bulmamıza engel olamaz.
Yanlış yanlıştır. Salt bu )'iizden en yüksek sanat eserlerini
bile eleştirmeye hakkımız vardır.
Kelimelerin ve deyimierin yersiz kullanılması, tamlama-
lada bileşik isimlecin ve sıfatiarın yanlış kurulması, cümle-
ciklecin birbirine iyi hağlanmaması, cümlelerin özne, nesne
ve bağlaç hakımından sakat oluşu, bu yüzden anlamın
kayması, daha kötüsü, "selika" deeliğinıiz güzel söyleme ve
yazma yeteneğinin bulunmaması, beğenmediğimiz eserlerde
görülegclen başlıca kusurlardır.
Bu sonuncusu, anaeliline iyice "tasarruf" edememek-
ten, ötekiler ise dilbilgisine önem vermemekten doğar.
Anadiline "tasarruf", yabnz clilbilgisi kurallanna uymakla
sağlanamaz. "Selika", ulusun özel karakterini taşıyan
dil geleneğidir. Bunun bozulmaması gerekir. Ama bu gele-
nek, ycniliğe, devrin anlayışına uymaya, atılışlara, üslup
kıvraklığına engel değildir. Anadiline iyice "tasarruf" edebi-
len sanatçı, bütün bu yenilikleri ustaca başarabilir.
Ötekiler, doğrudan doğruya clilbilgisiyle ilgili kusur-
Jardır. Bu bilgisizliğin yanında, elikkatsizlik, yazıları yeni-
den gözden geçirip düzeltmeınek, konuyu iyice düşünüp
olgunla.ştırmadan kaleme sarılmak gibi savsaklıklar da
başlıca rol oynar.
Bundan başka, kültür eksikliği, dilin ve edebiyatın
geçireliği tarihsel dönemleri iyice tammamak, şalıescrleri dik-

1BulTun'un bu 50~ uUslub-ı beyan aynıyla insandır." cümlesiyle dili·


nüzc çcvrilmit i!e de, pek yerinde değildir. Buffon: "Bir yazann düşünceleri
imanlığın malı olabildiği halde, üslnbo kendinin olarak kalır." demek istem~ tir.
Buffon'uıı yukandaki cümlui, sonradan şöyle değiştirilmiştir: "Le style, e'est
l'bonıme."
62 AGAH SIRRI LEVEND

katle okuyup onların zevkine varmamak d~ yazan kısırlaş­


laştınr; düşünce sakadığıyle birlikte dil yaıılışlarma sü-
rükler.
Dilbilgisi yanlışları, büyük sanatçıların eserlerinde
pek göze çarpmaz. Onlar, aniatımda gösterdikleri ustalı.k,
üsluplanndaki canlılık ve kıvrakhkla bu kusurları örtmesi-
ni bilirler . Bu aşamaya yükselmemiş olaniann yazıların­
da ise, b u kusurlar göze batar.
Kısaca denilebilir ki, dilbilgisi, yazı hayatında başan­
nın ilk koşuludur. Yazarı yaniışiara düşmekten korur. Kül-
tür zenginliği ise, ona çeşitli yönlerden ba.,arı sağlar.
Ama sanatçı için bunlar yetişmez. Daha başka yetenek-
ler de gerekir. Eğer sanatçı, kişiliğini meydana getiren
artaıniarı ve özellikleriyle birlikte diline de hakim olabiliyor-
sa, klasikler arasına girmeye hak kazawr. Eserleri de örnek
olmak niteliğini taşır.

tTiirk Dili, sayı 208, ocak 1969)


ÖZ TÜRKÇE NEDİR?

Öz Türkçeyi yanlış anlayanlar, yanLş anladıkları


için de yadırgayanlar çoktur. Hatta öz Türkçe deyiminden
huylarup öfkelenenler bile vardır. Bu sonuncuları bir yana
bırakıp, yanlış anlayanlan uyarmak için konuyu bir kez
daha açıklayalun:
Türk dili, yabancı dillerin salgınından kurtularak
kendi yapısı içinde gelişmeli, çağdaş bilim, teknik ve sanat
dili olarak en çetin düşüncelerle en kanşık sorunları, en
ince duygularla engin hayalleri işlemeye elverişli duruma
gelmelidir. Eli kalem tutan bütün yurttaşların isteği elbet
budur.
Ancak bu nasıl olur? Bu gelişme, Meşrutiyet devrinde-
ki "yeni lisan" akımını sürdüren Osmanlıea kırması bir
Türkçe ile sağlanabilir mi? "Yabacı dillerin salgınından
kurtularak kendi yapısı içinde gelişıniş" bir dil istediğimize
göre, bu gelişme ancak öz benliğine kavuşmuş an bir dille
olur. İşte bu, öz Türkçedir. Bu isteği doğuran ulusal dil
bilineidir. Eğreti yüklerden sıyrılmış Türkçe özlemidir.
Bunun tersini düşünmek gerçeğe aykırı olur. Bir Türkiye
düşünün ki, biiyük bir devrim atılışı içinde eski kuruluş­
lanıı hepsini yıkmış, bin yıldır kullandığı alfabcyi bırakmış,
64 ACAB SIRlll LEVEISO

kendisine yeni bir ülkü çizmiş, günün ilıtiyaçlanna uyma-


yan her şeyi değiştirmiştir. Yalnız dilde 60 yıl önceki "yeni
lisan" akımına bağlı kalabilir mi?
Öz Türkçe akımı tasfiyecilik değildir
Bu davranışın "tasfiyecilik" olmadığım hemen söylemeli-
yiz. Yüzyıllar boyunca türlü yollardan dilimize girmiş olan ya-
bancı asıllı bütün kelimeler, elbet bir anda dilden çıkarılamaz.
Bunun dilbilim kurallarına aykırı olduğunu bugün herkes
biliyor. Ama vaktiyle tasfiyeciliği deneyenler de oldu. Nccip
Asım, 1894 (23 haziran 1310)'tc yayın alanına giren lkdaın
gazetesinin ilk iki sayısında çıkan iki yazısında, yabancı
kelime kullanmamayı denedi. Bu yazılar "dilde sadeleşmc"
tartışmalannın kızıştığı bir sıraya rastladığı için tutucu
çevrelerde büyük tepkiler yarattı. Nccip Asım da, amacı­
mn salt bir deneme olduğunu, yoksa dileğininin tasfiyecilik
olmadığını açıklamak zorunda kaldı. Ama ne olursa olsun,
Necip Asım'ın bu davranışını, daha sonralan birkaç yaza-
rın buna benzeyen çıkışını, dil bilincinin ilk belirtisi olarak
kabul etmek gerekir. Baj;'lmsız Türkçe bir ülküdür. Her
ülkü, önceleri hiç bir sınır tammaz. Coşkun bir sel gibi ruh-
lara yayılır. Sonraları işlendikçe belirleşit ve kendi yatağı­
nı bularak saf bir ırmak gibi akmağa, geçtiği yerlere hayat
vermeye başlar. Dilde de böyle olınuştur. Dil bilincinin
başladığım gösteren tasfiyecilikten bugünkii öz Türkçeci-
liğe vanlmıştır.

Nasıl başladı, nereye vardı?

Öz Türkçe akımı, bugünkü duruma gelinceye dek


birçok evrelerden geçti. Tanzimatçılar, halka okuyup yaz-
mayı öğretmek amacıylc, yazı dilini, söz sanatının ağırlaş­
tırdığı gereksiz süslcrden sıyırmaya çalıştılar. Şinasi, Namık
Kemal, Ali Suavi, yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak
istiyorlardı. Ama, bu sonuca varmak için belirli bir yol
göstermcdiler. İlk evre budur.
DiL ÜSTÜNE 65

Daha sonra gelenler, dilde sadeleşme isteğini hi r tartış­


ma konusu yaparak, davayı dalıa geniş bir çevreye mal
ettiler. Şemscttin Sami, Türk dilini bütün yönleriyle ele
alarak, amacım açıklamağa koyuldu. Türkçesi varken
yabancı kelimeleri kulianmamayı, yabancı tamlamatarla
birleşik isiınieri ve sıfatları atmayı salık verdi. O devriu
ileri gelenleri, bu ilkeleri doğru bulmakla birlikte, yazı~
larında buna pek uyıııadılar. Bu da ikinci cvredir.
Meşrutiyetten sonra, milliyetçilik akımı içinde doğan
"yeni !isan" isteği, vaktiyle Şemsettin Sami'nin ortaya
attığı ilkclerin, biraz eksik, ama bilinçli olarak yayılıua­
sıdır. Zamamu gençlerini kendilerinden önceki kuşaktan
ayıran, milliyetçilik akımını benimserneleri ve kabul ettik-
leri ilkeleri kendi eserlerinde başan ile uygnlamalandır.
Ancak, dilin sadelcşmesi ilkesinin sınırlan kesinlikle çizil-
memiş, amaç, aynntılanylc belirtilıncmiştir. Sadelik genel
bir istek halindedir. Dil bilinci belirmiş, ancak açıklığa ka-
vuşmamıştır. Bu cvredc, yabancı tamlamalar, birleşik
isimlerle sıfatlar kullarunamağa dikkat edilmiş, ama, "Türk-
çeleri varken Arapça ve Farsçalaı•ım kullanmamak" ilkesi
unutulmuştur. Herkes Arapça ve Farsça kelimeleri istediği
gibi kullanmakta hiç bir sakınca duymamıştır.
İşte dil devrimine gelinceye dek Türkçe bu durumda
idi. Tanzimat ve Meşrutiyet devri yazarları ancak bu kadarı­
m yapabilmişlerdir. Şemsettin Sami'den başka hemen hep-
si, dili ayrı bir dava olarak değil, yalmz edebt dili göz önün-
de tutarak ele almış, Tiirkçeye ancak bu açıdan baknuştır.
Bu dönemde, yabancı kelimeleri dilden atmak ve yerlerine
Türkçe karşıl1klar aramak ilıtiyacı du:r-ulmamış, ara sıra
beliren bu istek alayla karşılanımştır.
Dil devrimi hu kararsızlıklara son verdi. Devrimler
zincirinin lıir halkıısı olarak dil devrimi, hele harf devrimin-
den sonra zorunlu olmuştu. Türk dili, ayrı bir dava konusu
olarak ele alınmalı, dil çalışmaları bir sisteme bağlanmalıydı.
66 A~AH SII\1\I LEVEND

Bu sistem <lüşüncesinin sonucu olarak, önce şu ilkeler belir-


lendi:
a. Yabancı kurallada yapılmış tamlamalar, birleşik
isimler ve sıfatlarla birlikte yabancı ekler taşıyan bütün
kelimeler atılmalıdır.
b. Yabancı kelime!ere karşılıklar bulunmalı, yeni
kelimeler yaratılmalıdır.
c. Türkçenin kelime hazinesini meydana çıkarmak
için, halk ağzından derlemelerle eski metinlerden tarama-
lar yapılmalıdır.
Böylece dil bilinci yeniden şahlanmış, dil seferberliği
dönemi başlamıştır. Devrimin yarattığı heyecan içinde her-
kes yeni karşılıklar bulma işine girişti. Bu yolda aşırı giden"
ler, Türkçe kelimelere bile karşılık arayanlar, tasfiyeciliği
yeniden savunanlar görüldü. Bu, ülküde sınır tanımayan
ilk evreye dönüştü. Bunlann hepsi de içtenlikle yapılıyordu.
Dil devrimi elbet bu kertede kalmayacaktı. Üzerinde
çalışıla çalışıla dil davası yürüyecek ve çözümle;ııecekti.
Bir yandan kelime yaratma işi sürerken, öte yandan da dil
konusu bilimsel bakımdan ele alınarak, Türkçenin yapı
yolları, ekieri ve kökleri incelenecek, Türk dilinin sözlüğü
hazırlanacak, dilbilgisini meydana getirmek üzere monogra-
filer hazırlanacak, lehçeler ve ağızlar üzerinde incelemelere
girişilecekti.
Dil Kurumu işte bu amaçla kuruldu. Kurultaylar
birbirini izledi. Her kurultay, çalışmaları inceleyerek yeni
direktiflcrle yönetim kurullarına ışık tuttu. Böylece çalışma­
lar hızlandı. Devrime inanmış olan bilim adamları, yardım­
lannı esirgemediler. Yazarlar ve sanatçılar, davayı benim-
şeyerek çalışmalara destck oldular.

Bugünkü durum
Dil devriıninin bugünkü parolası "öz Türkçe"dir. Bu,
yalnız yabancı kuralları bırakıp hemen hemen yabancı bü-
Dİr, ÜSTÜNE 67
tün kelimeleri rahatça kullanan, bunlara Türkçe karşılık
aramak zahmetinden kaçınan, sınırları çizilmemiş, helir-
siz "sade Türkçe" değildir. Aradaki ayrım, birinin keyfe
göre, ötekinin ise sisteme bağlı oluşudur.
Öz Türkçe, kullanmakta olduğumuz bugünün Türkçe-
sidir. Deyim yanlış anlaşılmasın; çağııH temsil etmeyen
bir avuç azınlığın değil, devrime inanıp, davayı benimseyen
genç kuşakların, ünlü yazarların ve usta sanatçılann başarı
ile kullandıklan Türkçedir. Bunun en büyük kanıtı, günün
ünlü sanatçılarından hepsinin bu yolda olmasıdır. Bugün,
Meşrutiyet devrinin Osmanlıca kırmasıyle yazan bir şa­
ir ya da bir hikayeci ve romancı gösterenıezsiniz.
Bugiinkü Türkçede yer yer yabancı asıllı kelimelerin
bulunması bizi şaşırtmama!ıdir. Öz Türkçe akımı tasfiye-
cilik olmadığına göre, dilde elbet yabancı asıllı kelimeler bu-
lunacaktır. Bunlar şöyle özetlenebilir.
a. Zamanla asıllarını yitirerek Türkçeleşıniş olanlar
b. Henüz karşılıkları bulunamayanlar.
c. Karşılıklan yerleşmiş olanlar.
ç. Birer öneri niteliğinde ileri sürülen yeni kelimeler-
den, heğenilmeyenlerin yerine ister istemez kullamlanlar.
Ama, dilde yabancılığını duyuran kelimelere karşılık
arayıp bulmak, davanın esasıdır. Yol budur. Buna bakarak
diyebiliriz ki, öz Türkçe yarının da Türkçesidir. Hem de,
henüz karşılıkları bUlunmayan yabancı kelimelere öz Türkçe
karşılıklar bulunarak; Türkçe daha da işlcnip olgunlaş-
tırılarak. ·

(Türk Dili, sayı 219, aı:alık 1969)


TÜRKÇEYİ BOZANLAR

Dil devrimine karşı olanlar, öz Türkçeyi benimseyen-


leri Türk dilini bozmakla ·suçlarlar. Bu suçlamalarına, yer-
siz ve yakışıksız birtaklm sözler eklemekten de kaçınmaz­
lar. Biz bu gibi sözleri bir yana iterek, "Türkçeyi bozanlar"
üzerinde duralım.
Evet, Türkçeyi bozuyorla.r. Ama bu bozanlar kim?
Dil dcvı•iminin karşısına çıkanlara göre: Öz Türkçeciler ve
bunlara önayak olan Dil Kurumu! Bunlar, beğenmedikleri
birkaç kelime üzerinde durarak, devrimi toptan inkara
kalklyorlar. Davayı kökünden baltalamak çabasındadırlar.
İşin aslım araştJrmak için, Dil Kurumu'nun hazula-
dığı Türkçe Sözlük'e bakalım. Sözlüktc yer alan Türkçe
kelimeler şu kaynaklardan alınmıştır:
a. Kamus-ı Türki, Lehçe-i OsmanE, Lehçetü'l-Lugaı gibi
Türkçe kelimeleri kapsayan eski sözlüklerden aktarılanlar;
b. Bölge ağızlarındaki kelimeleri kapsayan Halk Ağzın­
dan Derleme Dergisi ile, eski metinlerden taranan kelime-
leri kapsayan Tanıklarıyle T€ıraına Dergisi'nden seçi-
lenler;
c. Bunlar dışında, halk dchasının yarattJ.ğı kelimeler
ve dcyimler;
DiL ÜSTÜNE 69

ç. Dil seferberliği üzerine, yazarlar ve meraklıJarca


ortaya atılmış Türkçe karşılıklar.
Asıl saldırıya uğrayanlar bunlardır. Gerçi bu karşılık­
lar arasında gelişigüzel uydurulmuş olanlar, dilin estetiğinc
uymayanlar, zevke ve kurallara aykırı olanlar vardır. Birer
öneri niteliğinde olan ve salt bu bakımdan denenmek üzere
sözlüğe alınan beş on kelimeye bakarak koskoca biı· devrim
inkar edilebilir mi?
Sözlüğün 30 yıl önceki ilk baskısında yer alan öz Türkçe
kelimclerle, 1969'daki 5. baskısında bulunanları dikkatle
izlersek, şunları görüriiz:
a. Vaktiyle ortaya atılmış ve sözlüğün ilk haskılarına
girdiği halde konuşma ve yazı diline girip yerleşmemiş olruılar;
b. Türkçenin yapısına uymadığı için zevksiz ve kusur-
lu görüneıller;
c. Kurallara aykırı olmadığı halde kamuoyunca tutun-
mamış olanlar sözlükten çıkarılmıştır.
Buna karşılık:
a. İster kurala uygun olsun, ister olmasın, bilim vo
sanat diline girmiş ve tutunmuş olanlar;
b. Konuşma ve yazı diline girmiş, ama henüz yaygın
hale gelmemiş olanlar, sözlüğe alınrnıştu.
Bu kıyaslamadan şu sonuç ortaya çıkmış oluyor: Bıılu­
nan karşılıklar kurallara ve Türkçenin yapısına uygun
olmalıdır, ama kurala uygunluk konusunda ahartmaya var-
mamak gerekir. Halkın yarattığı ya da heğenip benimsediği
kelimeler, kurala ayklrı da olsa, yanlış da sayılsa tutunup
yayılıyor. Buna karşılık, istediği kadar kurala uygun olsun,
kökler sağlam ve ekler işlek değilse, yaratılan ya da üreti-
len kelimeler tlıtınuyor.

Uydurınaeılık:

Uydurmacıhğın asıl örneğini Osınanlıcada bıılabiliri~.


Osmanlıca kelimelerin yüzde sekseni uydurmadır. Bunlar,
70 AGAH SIR.Rl LEVENI)

salt medrese uydurdu diye tutıınmuş, anlamsızlığı bilindiği


halde dile girip yerleşmiştir. İşte bir kelime: "Anane"! Arap-
çada "anane", Alıteri'ye göre: "Müezzin czan okurken
teganni etmek." anlamına gelir. Kam·u s çevirisi ise "anane"
için: "Temim kabilcsinin tekeliümde hcmzcyi ayn harfine
ibdal eylemelerinden ibarettir." diyor. Demek ki, sonradan
"tradition" aniamllll biz uydurmuşuz. Eski Osmanlıca
sözlükler bu kelimeyi almamışlardır. Alanlar da "rivayet-i
müselsele" diye kaydctınişlerdir. Türkçedeki gelenek'le loyas-
lanahilir mi? Neden Osmanlıcadaki uydurma karşılıklar
doğal sayılıyor da, Türkçe de rastlananlar göze batıyoı·.
Yalnız bu örnek bile öz Türkçeye sataşanların art düşünce·
lerini anlamağa yeter.
Yanlış ve uydurma kelimeler her dilde vardır. H. Frei,
Grammairı~ des fauıes (Cenevre 1929) adlı eserinde, dil
yanlışlannın nasıl yapıldığını ve bunların çeşitlerini gös-
termiştir.
Bunu söylemekle yeni kelimeler gelişigüzel uydurul-
sun, dil kuralları bir yana atılsın demek istemiyorum. Ama-
cnn, "uydurma" SÖ7.Ü üzerinde duı·manın yersiz ve gereksiz
olduğunu belirtmektir.

Dilbilim ve Dilbilgisi:
Bir kelime üzerinde "yanlış" ya da "doğru" yargısına
varahilrnek için elimizde ölçü nedir? Yalnız . dilbilgisinin
katı kuralları kesin bir dayanak olabilir mi? Dilbilgisinin
yanlış dediğine, dilbilim pekala doğru ~liyebilir. Çünkü
dilbilgisi bilim değildir. Salt uygulama kurallarım gösterir.
Oysa· dilbili m, adı üstünde, bilimdir. Dillerin yapılarını,
değişme ve gelişme nedenlerini gösterir. Kendine göre
kurallan vardır.
Şu gerçeği de belirtmek gerekir: Dilbilgisi kurallarını
ortaya koyan dilbilim değildir. Dilin kurallarım hayat yapar,
o dili kullananlar hazırlar. Dilbilgisi ilc uğraşanlar, bütün
DiL ÜSTÜNE 71

bu gelişmeleri dikkatle izleyip toplarlar, sonra örnekler


vererek eserlerinde gösterirler. Dilbilgisi ile uğraşan, kuralcı
(yasa koyucu) değildir, ama okullarda normatif dilbilgisi
okutan öğretmen, bir kuralcı görünür.
Dil, mantıktan çok ruhbilime bağlıdır. Bir yam analo-
jiye dayamr. Bir çağda heğenilen bir kelime, bir söz, başka
çağlarda ortadan kalkabilir; gerek yapı, gerek anlam balomın­
dan değişebilir. Örneğin, eskiden şöyle bir cümle kuUanı­
lırdı: "Kulağına küpe olsun için söyledim." Şimdi böyle
bir cümle yoktur. Başka bir örnek: "Yüzünden" kelimesi
buglinc dek hep olumsuz olayları belirtmek için kullanılmış­
tn·. "Senin yüzünden bu derde düştüm." gibi. Son zamanlarda
olumlu yerlerde de kullanıldığı görülüyor: "Bu yüzden
para kazamp zengin oldu." gibi. Şimdi bu, bize göre yanlış­
tır; ama ileride yerleşip yerleşmeyeceği hilinemez.
Görülüyor ki dil, toplumun hayatıyle birlikte yürüyor,
ihtiyaca göre değişip gelişiyor, dilbilgisinin alışılmış kural-
larını bozuyor. İşte bir örnek daha: Etibank, Sümerbank!
Vaktiyle bu tamlanıalar ortaya atıldığı zaman yanlış diye
bağıranlar oldu. Şimdi bunlara yanlış diyor muyuz? Çünkü
düc girmiş, beğeniimiş ve tutunmuştur. Dilbilgisi, bu değiş­
nıeye ayak uyduracaktır.
Demek ki asıl ölçü, kamuoyunun bcğenip bcğen­
memesidir. Hallon beğcndiği dile girip yerleşir; beğenme­
diği tutunmaz, unutulup gider. Çünkü dil yasası, fizik ya-
sası gibi her çağda geçerli değildir. Bunun içindir ki "yasa"
yerine, "eğilim" kelimesini kullanmak belki daha doğru olur.
"Türkçe bozuluyor" sözü kelimelerde olduğu gibi,
vaktiyle cümleler için de ortaya atıldı. "Devrik cümle"
merakı bir aralık oldukça yayılmış, aşırıya kaçmıştı. Ka-
muoyu bu aşırılığı önledi. Şimdi ancak gerektiği yerde
yapılıyor. Demek ki dil, kamuoyunun hakemliği altında­
dır; yazariann ve usta sanatçtiann kalemiyle kendi yolunu
bulur. Telaşlanmaya yer yoktur.
72 AGAH SlRRI LEVEN D

Bizce dili bozan, asıl Osmanlıca kelimeler, ha.ta eksik


olmayan yabancı kurallardır. Denilecek ki bugün Osmanlı­
ca var ını? Yan ölü olarak var! Osmanlıcanın kalıntılannı
hala yaşatmağa çalışanlar eksik değil. Gazetelerde şöyle cümle-
lere rastlarsını ı: "Hakikatiere tamanıen tez.at teşkil eden...",
" ...senelik maziye sahip bir gazetenin mu'tena bir köşesini
işgal eden...", "her hal ü karda sarahaıle ifade ederim ki ..."
Ya "gidişat, katbekat, peşinen" gibi sakat ve yanlış
kelimelere ne demeli? İşte dili bozan asıl bunlardır.

(Türk Dili, sayı 221, şubat 1970)


ÖZ TÜRKÇEYİ YADIRGAYANLAR

Alıştığımız Osmanlıca kelimeleri bırakıp,


onlann yerine
yeni buluı;ı.muş öz Türkçe karşılıklan kullanmak, bir ülkü
işidir. Anadili davasına bağlanınakla olur. Bunu yapmayan-
lar ya da yapamayanlar, öz Türkçeyi yadırgarlar ve bunun-
la uğraşmayı bir heves, gereksiz ve anlamsız bir çaba saya-
rak kınarlar. Dil devrimine inanmış görünenler arasında
bile, böyle düşünenler vardır. Davayı bütiinüyle ve bilinç-
le henimsedikleri gün, onlar da öz Türkçeyi, dil devriminin
doğal bir sonucu sayacaklardır. Bunlan bir yana bırakır­
sak, devrimi kökünden baltalamağa çalışaniann şu kümeler~
de yer aldıklarını görürüz:
Y aradılıştan tutucu olanlar: Bunlar, toplumsal hayat-
ta gelenek ve görenekiere öylesine bağlıdırlar ki, hiç bir
gelişmeyi hoş görmezler. Her yen:iliğ~, hayırlı da olsa, "bid'-
at" sayarlar. Tntumlannı değiştirecek her yeni davranış,
her yeni düşünce karşısında irkilip öfkelenirler. Zamanın
gereğini hiç hesaba katmazlar. Mıhlandıkları yerden ayni-
mak şöyle dursun, kım~danmaktan bile korkarlar. Bu gibi-
ler, Osmanlı tarihinde sık sık rastladığımız "istemezük"
diyenierin soyundandır. Kendileriyle yalnız dil üzerinde
değil, hiç bir konuda anlaşamazsmız.
74 ACAR SlRRI LEVEND

Öz Türkçeyi yadırgayanların bir bölüğü ise yine


tutucudur, ama tutucu görünmekten çckinir. Hatta sıra­
sında yeniüği de savunur. Ancak dil ve edebiyata gelince,
bu konuda dircnir. Vaktiyle kendisinin de eski kuşağa
karşı Türkçeyi savunduğunu unutarak, bugünkü akımı
kınanıağa çalışır. Çünkü bir yere dek gelmiş, orada durmuş­
tur. Bütün yeniliğin kendisiyle baŞlayıp kendisiyle bittiğille
inanır. Vaktiyle yazdığı eserlerin dili, ona göre Türkçenin
en güzel örncğidir. Ondan ötesi çıkmaz yoldur. Bu yola
sapanlara uyarak kendini inkôir etnıektense, yeni akımı ·
inkar etmeyi daha yeğ bulur. Hem bunu yapmakla, genç-
liğinin anılarını da korumuş olacaktır. Bu onun için ayrı
bir övünmedir. Bu gibilerin direnme nedeni de, işte böyle-
sine bencildir.
Öz Türkçe deyiıninden ürkenler arasında öyleleri de
vardır ki, bunların geçmişleri ve unutulup gitmesinden
korktukları eserleri olmadığı gibi, dille ve dileilikle ilgileri
de yoktur. Kendilerini bu yola sürükleyen, salt devrim
düşmanlığıdır. Bunun içindir ki, başka işe yaramayan
kalemlerini, ancak devrimiere ve ılcnimlerin ayrılmaz
bir parçası olan dil devrimine çatmak için ellerine alırlar.
Var güçleriyle öz Türkçeye ve öz Türkçecilere saldınrlar.
Bu kümenin içinde, vaktiyle edebiyat öğretmenliği
yapmış olanlara da rastlanır. Ne var ki, dilbilinıin verilerine
iltifat etmediklerinden, bunların ileri sürdükleri düşünceler
soyut olmaktan kurtulamaz. Esasta birleşmiş olduklan
için, öz Türkçeyi kınamakta, devrimcilere saldırmakta,
bunlar. da ötekilerle aynı saftadJr}ar.
Davranışlanyle tutumlarını belirttiğimiz bu kümelere
bağlı kişilerin öz Türkçeyi yadırgamalarına, dil devriıninin
karşısında yer almalarına hiç şaşılmaz. Çünkü yurt ve dün-
ya anlayışları, öz Türkçeyi anadili bilinci çerçevesi içinde
kavramaya elverişli değildir. Kendileriyle bu konuda tar-
tışmaya girişrnek boşunadır.
DİL ÜSTÜNE 75
Yalnız, öz Türkçe akımına karşı çıkanlar arasında,
gerçek milliyetçilerle kiiltürlü aydınlardan birkaçının da
bulunmasına şaşmamak elden gelıı:ıez. Nasıl olur da bir mil-
liyetçi, anadiliyle ınilliyet arasındaki ilişkiyi hesaba katmaz.
Nasıl olur da, bağımsız Türkçe isteğinin Türkçiilük iilküsüyle
birlikte doğduğunu düşünmcz ve Osmanlıcanın anadili olma-
dıj;'Inı bilınez. Anadilini bulmak için çok uzaklara gitmek,
bulduktan sonra da, Türk dilini Arap ve Fars dillerinin
etkisi altına sokan devirleri aşarak, Türkçeyi bu pürüzler-
den kurtarmak gerektiğini hatırına getirmez de, bağımsız
arı Türkçeye saidırınakla milliyctçiliğe hizmet ettiğini sanır.
Kiiltürlü aydınlara gelince, bunlardan genç olanlar,
dil devrimi içinde yetiştiklerinden, hatta ilk yazılarıyle
şiir denemelerini bu etki altında yaptıklarından, kendilerinin
dil devrimini inkar etıniş görünmeleri hiç de doğal sayıla­
ma.z. İçlerinden dilbilgisine de, dilbilimine de yabancı olına­
yanlar vardır. Vardır ama, dilbiliminin kurallannı umursa-
maz görünürler. Eğer öyle olmasa, dilin hayatla olan
ilgisini, devrimler geçirmiş bir Türkkiye'dc her şey kö-
künden değiştiği halde, yalnız dilin, "yeni !isan" akl-
ınının başladığı yerde takılıp kalacağına nasıl inanahilir-
ler? Bu inanış, yalnız dilbiliınini değil, toplumbilimini de
inkh etmek olmaz mı ?
Aslında bunlann bütün yakınmaları, yeni bulunan
Türkçe karşılıklar üzerinde toplamr. Başlıca savlarını
şöyle özetleyebiliriz:
Bu karşılıkların çoğu uydurmadır. Kurallara aykırı·
dır; yanlıştır, sakattır.
Görülüyor ki, savları ancak dilbilgisinin kurallanna
dayanıyor. Acaba dilbilgisinin kalıplaşmış kurallan hiç
değişmez mi? Yanlış dediğiıniz birçok kelime scvilıniş
ve tutunmuş değil ınidir? Alışılmış kurallara aykırı kelime·
ler ve tamlamalar yok mudur? Bu gerçeklere "hayır" diye-
nıczler. Çünkü örnekleri önümüzdedir.
76 AGAJl SII\RI LEVEND

Yanlış kelime elbet vardır ve olması çok doğaldır.


Düşünün ki, eski dil anlayışını kökünden değiştiren bir
dil devrimi gcçirmişiz. Sarsıntısız bir devrim olabilir mi?
Devrimlerde atılan adımların yüzde yüz ölçülü olduğu
söylenebilir mi? Elbet yanlışlar olmuştur, olacaktır da.
Ancak bir söze "yanlış" derken çok dikkatli olmak gerekir.
Dilbilgisinin yanlış dediği her kelimeyi mahkum edemeyiz.
Eğer yanlış bulduğumuz bir kelimeyi halk beğenmiş ve
benimsemişse, onu sözlüğiimüzden çıkanp atabilir ıniyiz?
Örneğin, "savunma" kelimesini ele alalım. Bu kelime, Ana-
yasa'yı Türkçelcştirmek üzere 1943'de Büyük ?tfillet Meclisi'
nde toplanan komisyonda "ınilli müdafaa"ya karşılık ara-
nırken ortaya atılmıştır. Benim de üye olarak bulunduğum
bu komisyonda, bu kelime önce yadırgandı. Dilbilgisi kural-
larına göre "mutavaat" olan "savunma"nın, "savma" yeri-
ne kuUamlamayacağı söylcnildi. Buna karşılık, "bir ulusun
kendini savunması" söz konusu olduğu, bu anlamda "savun•
ına"nın pekiilli bu kavramı karşıladığı bildirildi. Sonunda
bu kelime kabul edildi ve tutunup benimsendi. ,Şimdi bu
kelimeyi "yanlıştır" deyip atabilir ıniyiz?
Başka bir örnek daha verelim: "Kutsal" kelimesinin
yanlış olduğu söyleniyor. Evet, yanlıştır. Çünkü "kut"
"saadet" anlamına gelir. Böyle olunca "kutsalın"da "saa-
detli" anlamına gelmesi gerekir. Oysa bu kelime "mukaddes"
karşılığında kullamlmaktadır. Herkesçe beğenilıniş ve
tutunmuştur. Şimdi bu kelimeyi sözlüğiimüzden çıkara­
bilir miyiz? Bu gibi kelimeler her dilde vardır. Ama yanlış
bir kelime, beğenilmcıniş ve tutunmamışsa, üzerinde her
zaman tartışabilir, atılır, değiştirilir. İşte gerçek olan budur.
Gönül ister ki, art düşünceleri olmaması gereken ger-
çek aydınlar, yersiz ve yakışıksız suçlamalara girişmeden,
davayı scrinkanlıhkla ele alsınlar. Kelimeleri, yalmz dil-
bilgisinin katı kurallarıyle değil, dilbiliıninin verilerini
göz önünde tutarak eleştirsinler. Bunu yaparken de, devrinı-
DİL ÜSTÜNE 77

ler geçirmiş, özellikle dil devrimine erişmiş Türkiye'nin


dil konusundaki ihtiyaçlarını hesaba katsınlar.
İşte öz Türkçe akımı karşısında yer alan aydınları­
mızdan istenen ve beklenen budur.

(Türk Dili, sayı 222, mart 1970)


TÜRK Dİ LİNİN BAŞINA GELENLER

Türk dilinin tarih boyunca başına gelenler, çok kıyıcı


olmuştur : Arapça bilim dili, Farsça · edebiyat dili olarak
Türk ülkelerinde yaygınlaşmış, Farsça, çarşı ve pazadar-
daki günlük alışverişlerde geçerli olmuş, zaman zaman
Arapça ve Farsça :tesmi dil olarak devletçe benimsenmiş,

böylelikle, Türkçe e-debiyat dili olma niteliğini yitirerek,
aile arasında konuşnlan kısır bir dil durumuna düşmüştür.
XIII. yüzyıl sonlarında bir Yunus Emre gelmiş, yazı
dili olarak unutulmağa yüz tutan Türk dilinin yaratıcı
gücünü göstermiş, sonradan onu _izleyenler olmuşsa da,
medrese yine Türk dilinin karşısına dikilmekte gecikmemiş,
bilim ve edebiyat çevrelerinde bütün erkini kullanarak
Türkçenin bu gelişmesini önlemiştir. Öyle ki, yirmi yıl
Arapça öğrenim yaparak medreseden çıkan mollalar arasında
Türkçe doğru bir mektup yazmayı beceremeyenler görül-
müştür.

Öte yandan, medresenin baskısında kalan bilginler,


eserlerini Arapça yazmayı bir hüner saymışlar, şairler de
saray çevrelerinin isteğine kapılarak, şiirlerini Arapça
ve Farsça kelime ve tamlamalarla yüklü, ağdalı bir dille
kaleme almayı sanatlannın gereği saymışlardır.
DİL ÜSTÜNE 79
XVI. yüzyıl, Türk edebiyatımn olgunluk çağı sayılır.
Evet, öyledir. Ama edebiyada bülikte gelişip olgunlaşan
dil, Yunus Emre'nin kullandığı Türkçe değil, Baki'lerin
kullandığı Osmanlıcadır. Öyle ki, sonralan bu dile "Lisan-ı
Osmani", bu dille işlenen edebiyata "edebiy~t-ı Osmaniye",
bu dilin kurallarını toplayan kitaba da, Arapça, Farsça
ve Türkçenin kurallarından meydana gelmiş "kavaid-i
Osmaniyye" demek gelenek olmuştur.

Osmanlıea nasıl zenginleşti?

Arapça kamuslarla Farsça ferhenkler, Türk şairlerinin


başlıca dil hazinesidir. Şairler onları açarlar, beğendikleri
kelimeleri seçerek diledikleri gibi kullanırlar. Bunun adı
"dile tasarruf"tur. Amaç Osmanlıcayı zenginleştirmektir.
Bakınız nasıl? Şairler:
a. Kamuslardan seçtikleri kelimeleri olduğu gibi alarak
kullanırlar.
b. Diledikleri kelimeleri Arapçanın türlü kalıplarına
sokarak yeni kelimeler uydurdula:r.
c. Kelimelere aslında olmayan anlamlar eklerler.
ç. Arapçada kullarulmayan kelimeler uydururlar.
d. Kelimelere yanlış anlam verirler.
Birkaç örnek vererek sözlerimizi açıklayalım:
a. A-rapça "bab "ların kalıplarına uydurularak yapılanlar:
"İctisar, ihtisas, istirkab, istifraş, istihrac, istimlak,
incimad, imha" gibi kelimeler, Arapçada bu bablardan
gelmez. Bunlar sonradan uydurulmuştur.
b. Arapçadaki anlamından başka anlamda kullanılanlar :

İtihar: Arapçada, bir yerden geçmek, ibret almak anla-
mınadır.
İf!ah: Arapçada, mutluluk, başarmak anlamııidadır.
İkrah: Arapçada, bir işi zorla yaptırmak anlamına­
dır. (Tiksinmck değil.)
İmza: Arapçada, geçirmek anlaı;nınadır.
80 AGAH SlRRI L:EVEND

İstikraz: Arapçada, borç İstemek anlamınadır. (Borçtan-


mak değil.)
Ra'na: Arapçada, düşünmeden aklına geleni söyleyen
ahmak kadın anlamınadır.
Münakaşa: Arapçada, bir kimsenin hesabına bakarak
gereği gibi inccleyip araştırmak anlamınadır.
Taassub: Arapçada, haksız yere düşmanlık etmek
anlamınadır.
Uluhiyyet: Arapçada, kulluk anlaınmadır.
Haz: Arapçada, pay, nasip anlammadır.
İz'an: Arapçada, boyun eğmek anlamınadır.
c. Arapçada bulunmadığı halde Osmanlıeada uyduru-
lanlar:
Ensice, evleviyyet, ehemmiyet, tezehhür, cünha, ciyadet,
muaf, feragat, felaket, islamiyyet, cibilliyyet salahiyyet,
sebkat, ünsiyyet gibi.
Bunlar, Osmanlıcayı zenginleştirrock için Arapçadan
yapılan "tasarruf"lardır. Mualim Naci'nin dediği gibi:
"Arapça kelimclere tassaruf etmek bir dereceye kadar bizim
hakkımızdır."

Türlü yanlışlar

Bir de, tasarruf sayılmayan, yanlış olduğu bilginlerce


kabul edilen kelimeler de vardır ki, "belagatçılar" bu yan.lış­
ları yapınağa değil, görmeye bile katlanamazlar.
a. Y an.lış kelimeler ve tanılamalar:
Müdrir (doğrnsu müdirr), hamile (doğrusu hami!),
aciıze (doğrusu acuz), ihtiyare (doğrusu ihtiyar), bakire
(doğrusu bikr), levazımat (doğrusu levazım), gerıniyyet
(doğrusu germ, kelime Farsçadır), kariyye (doğrusu karye),
cemaziyelevvel (doğrusu cümada'l-Ula), cemaziyelalıır
(doğrusu cümada'l-ahire, ya da cumada'lulıra) havas-ı
hamse (doğrusu havas-ı hams), muaddalat-ı umur {doğrusu
mu'dilat·ı umur). Buradaki yanlışların birkaçını, «Galat-ı
OİL ÜSTÜNE 81

meşhur lugat-ı fasihten yeğdir." diye aydınlar da bcnim-


scmişlerdir.

b. Yanlış hareke ile kullanılanlar:


Tercüme (doğrusu terceme), tercüman (doğrusu tercc-
ma n), muhabbet (doğrusu mababbet), sehil (doğrusu sehl),
haşin (doğrusu haşin), ayal (doğrusu ıyal), ayan (doğrusu
ıyan) , ayar (doğrusu ıyar), kandil (doğrusu kındil) tecrübe
{doğrusu tecribe), hezeliyyat (doğrnsu hezliyyat), terekc
(doğrusu terike).
c. Biri Arapça, öteki Farsça, Türkçe ya da başka dil-
den iki kelime ilc yapılmış tanılamalarda "mutabakat"
aramak:
Arazi-i miriyye, Tophane-i Amire, zabitan-ı askeriyye,
harekat-ı na-meşrua, masarif-i rahiyye, iskele-i mezkfue,
Asya-yı vusta (Asya-yi vasati yerine), mekteb-i rüştiyye
(rockilLib-i rüştiyyc yerine).
ç. Farsça ya da Türkçe bir kelimeyi Arapça kurallarla
çoğul yapmak:
Çiftlikat, gidişat, agavat, sebzevat, peşinat gibi.
d. Arapça olmayan kelimelere Arapça tenvin, ya da
ek getirmek:
Variyet, otHikıye, peşinen, elastikiyet gibi.
e. Arapça çoğullara bir de "ler" getirerek Türkçe çoğul
yapmak:
Azalar, eşkıyalar gibi.
f. Biri Türkçe, öteki başka dillerden olan iki kelimeyi
Farsça kurala göre taınlama yapmak: Erbab-ı merak gibi.
g. Arapça kelimelere gereksiz olarak bir de Farsça ek
katmak: :Mesiregah gibi (mesire Arapça mekan ismidir).
h. Türkçe kelimelere Farsça edat eklemek:
Emektar, işgiizar, kuşbaz gibi.
Daha birçok yan.lışlar vardır, yüzlerce örnek getirilebilir.
82 AG1ıı sı~~· LEVENn

Belagatçiler
Medrese, Arapçadan uydurmayı kabul eder ve bunu
bol bol yapar. Ancak olduğu gibi aldığı kelimelerin bozulma-
sına katlanamaz. Bu konuda çok titizlik gösterir. Bu yüzden
birçok tartışmalara girişilnıiştir. Örneğin, Hüseyin Cahit'in
Ali Kemal için kuUandığı "şöhret-i sehile", yine Hüseyin
Cahit'in romanının adı olan "Hayat-ı l\Iuhayyel" tamla-
maları uzun uzun elcştirilmiştir. Şinasi ile Küçük Sait
Paşa arasında geçen "mes'ele-i meb-husetü'n-auha", "terce-
me-i salifctii'z-zikr", "tlıl ü draz" tartışmalan aylarca sür-
müştür.

Harnit'in Makher'in önsöziinde kullandığı "uakafi"yi


elcştircnlcr oldu. Oysa bu eleştirmeyi yapanlar yanılıyordu :
Arapça kelimelerin başına Farsça edat getirilir; ama Farsça
kelimelerin başına Arapça edat getirilmezdi. Bundan ötürü
" nu~k'f""
a ı d ogru, "h"IA
V ı a-perva " , "bil' ı er y anlıştı .
a-aram gib"l
A ..

"Sergi" Tiirkçe olduğ~ için belagatçılarca beğenilmedi.


Bunun Arapçasını kullanmak gerekirdi; ama "ma'raz"
mı, yoksa "mcşher" mi demek daha uygundu? Ali Kemal
"mü'tcmer" kelimesini ileri sürmüştür.

Halk ne diyor?
Halk, bclllgatçilcrin bütün bu çekişmelerine kayıtsızdır.
Dile her nasılsa girmiş olan kelimeleri bozar, değiştirir,
dilediği biçime sokar, başka anianılarda kullanır. Aslını
düşiinmez, araştırınayı hatırından hile geçirmez. Bu onun
hakkıdır.
Az çok okur yazar olanlar, hatta aydın geçinenler hile
"müdir" demez, "müdür" der; "akriba"nın, "karib"in
çoğultı olduğunu düşünmcz; "akraba", hatta buna bir de
"lar " e kieyerc k " a kra b a1ar" d er. "Tercume,
·· ··
tercuman,
muhabbet, tccriibe, tedarik, ümit, nezaket, rica" der.
"Peşinden" kelimesini "arkasından" anlamına kuUanır.
Okumuşlanu çoğu da bu durumdadır. Hele okuması yazması
DİL ÜSTÜNE 83

olmayanlar kelimeleri diledikleri gibi kullanırlar, pekalfı da


ederler.

Günümü:ıün Osmarılıeacıları

Eski Osmarılı aydınları, Osmanlıcanın belli başlı kay-


nağı olan Arapça ile Farsçayı çok iyi bilirlerdi. Bugün öyle
mi ya? KullandıkJan Osmanlıca kelimelerin asıllannı bilme-
dikleri için, çoğu yanlış yapmaktan kurtulamıyor. Birkaç ör-
nek verelim:
Münderecat: "İndirac" infial bahındandır. İnfial babının
ism-i mcfulü yoktur. İsm-i fail olan münderic, ism-i meful
yerinde kullawlır. Böyle olunca "miinderecat" değil, "mün-
dericat" demek gerekir.
Münkasem: Bu da infial babındandır. Aynı nedenle
buna da "münkasim" demek gerekir.
Emmare: Emredici anlamınadır : "Nefs-i emmare" gibi.
Aynı biçimde yazılan "emare" ise "belirti" anlamınadır.
Oysa "belirti" yerinde "emmare" kullananlar çoktur.
Muhteviyyat: "İhtiva" iftial babından mastardır.
İsm-i faili "muhtevi", ism-i mefulü "muhteva"dır. Bunun
çoğulu da "muhteveyattır".
Vefiyyat: Bu kelime "vefat"ın çoğuludur. "Vefeyat"
demek gerekir.
Bunlara çok rastladığımız için örnek olarak verdik.
Yoksa daha birçok yanlışlar vardır. Bunlann doğrusunu kul-
lanmak, yukarıda belirttiğimiz eski belligatçılığa benzemez.
"Galat:ı meşhur" Üa değildir ki, "lugat-i fasih"den yeğ
sayılsın. Madem ki Türkçelerini beğenmeyip Osmanlıca­
larını kullanıyorlar. Hiç olmazsa asıllarını bilerek doğru
kullansınlar.

Öz Türkçeeller arasmda
Ö:ıTürkçeyi benimseyenler arasında da, kullandıkları
kelimelerin asıUarını bilmedikleri, ya da dikkat etmedikleri
84 A
ACAR SI!tR! LEVEND

~?~~ y~nlış .yapmaktan kurtulamayanlar vardır. Örneğin,


diger kelimesi yazılarda da, radyo konuşmalannda da
sık sık geçer. J:Ier halde, bu kelime Türkçe sanıldığı için
kullanılmakta bır sakınca göriilmüyor. Oysa "d"' ıger
" F•arsça-
dır. Tiirkçede "öteki", "başkası" gibi karşılıkları varken
bunu kullaıınıak gereksizdir. Hele "taşıt aracı" gibi yanlışlar
çok giiliiııç oluyor. Bunlardan kaçmmalıdır.

(Tiirk Dili, sayı 223, nisan 1970)


ÖZ TÜRKÇE - OSMANLICA KIRMASI TÜRKÇE

Tiirk diline ve edebiyatma meraklı gençlerden ara


sıra mektuplar alınm. Bu gençler, çeşitli sorunlar üzerinde
benim de düşüncelerimi öğrenmek isterler. Bunları cevap-
landırmayı hem bir zevk, hem de elli yılı aşan meslek haya-
tımın gerektirdiği bir görev sayarım. Geçenlerde bir genç,
öz Türkçeyi benimseyenlerle bu akıma karşı olanlan
mektubunda söz konusu ediyor; sonra da, ya-~ılarımda
kullandığım birkaç kelimeye değinerek: "Bu kelimeleri
başkaları kullanınca Osmanlıcacı diyorlar; bu neden?"
diye soruyor. Buna benzeyen çeşitli sorular daha önceleri
de bana sorulı:nuştu. Kendileı·ine cevap verdiğim gibi, aynca
dergiyc yazdığım birkaç yazıyla da düşüncelerimi açıkla­
mıştım. Bu kez de böyle yapıyorum.
Önce şurasını önemle belirtmek isterim: Öz Türkçeyi
henimscyenlerle Osmanlıca kırması Türkçeyi kullananlar
arasındaki aynm, yalnız kelimelerde değil, ülküde ve
ilkededir:
a) Öz Tiirkçeyi benimseyenler, davaya ve devrime
inanmışlardır. Ötekiler, davayı da, devrimi de ink~r ederler.
b) Öz Tiirkçcyi benimseyenler, hayatla birlikte dilin de
yiirüdüğiiııe, edebiyatın da değişip gelişeceğine inanırlar.
86 • Sll\RI LEVEND
ACAR

Oysa ötekiler, bu gerçeği kabul etmezler. Meşrutiyet devrin-


deki "yeni !isan" akımına dek gelmişler, daha ilerisi yokmuş
gibi, orada saplaıup kalmışlardır.
c) Öz Türkçeciler, karşılıkları bulunan yabancı kelimeleri
kullanınaktan kaçımrlar. Bulunan karşılıklan beğenmezler­
se, daha iyilerini ararlar. Bulunca, ya da bulunduğunu gö-
riince, yabancı olauları atarlar. Karşılık aramak, onlann
en öncnıli ve cu yararlı uğraşılanndandır. Osmanlıca kırması
Türkçcyi kullana.n iar ise, gelişigüzel, keyfe göre davranırlar.
Bir gün bakarsınız, yazılannda öz Türkçe kelinıeleri rahatça
kullanmışlardır. Yann, o kelimelerin Osmanlıcasını kullan-
lanmakta bir sakınca görmezler. "Mecburiyet, mahalli,
inkişaf, izah, taaccüp, sanatkiir, vuzuh" gibi çok uygun
karşılıkları olan yabancı kelimeleri ısrarla kullanırlar ve
bundan bir zevk duyarlar. Bu gibi çelişmeler, anadili bilin-
cinin olmamasından doğar. Türkçesi bulunmuş ve herkesçe
beğeniJip tutunmuş karşılıkları bnakıp da yabancı kelimeleri
kullanmak, hiç bir zaman dil sevgisi ve saygısıyle bağdaşa­
ınaz.

ç) Öz Türkçcciler, yabancı kurallar konusunda çok


titizdirler. Arapça ve Farsça kurallarla yapılmış tamlanıa­
lan, bileşik isimleri ve sıfatları, yabancı eklerle yapılmış
kelimeleri hiç kullanmazlar. Ötekiler de buna uyduklarını
söylerler; ama yazılarında "nokta-i nazar" .,:ibi tanılamala-
ra; "bazan, rağmen, itibaren" gibi Arapça tenvinli" kelime! ere;
...ınşaat , temmat
. " gı'b'ı Arapça çogu• ll ara; " dostane, bilahi-
re" gibi sözlere sık sık rastlaııır. Hele bu son kelimeyi, aslını
bilmedikleri için "bilahara" diye yanlış kullananlar çoktur.
Bu kelimeyi yanlış kullanacaklanna, bunun yerine "sonun-
da" deseler sanki günaba girerler.

Bana gelince
Ben dcvrimciyim, öz Türkçe benimsediğim bir ülküdür.
Öz Türkçcciliği, Türkçülüğün ayrılmaz bir gereği sayarım.
DİL ÜSTÜNE 87

Osınanlıcada buna "lazım-ı gayr-ı mufank" derler. Dilimin ya-


bancı dillerin salgını altında benliğini yitirip soysuzlaşmasına
razı olamaın. Türkçeyi bozan yabancı kelimelcre yeni karşılık­
lar bulma yeni kelimeler yaratma gereğine inanmışımdır.
Bunu gerçekleştirmek için harcanan çabaları sevinçle izleri m.
Uydurma denilen yeni karşılıkları, yalııız dilbilgisinin kalıp­
l~mış kurallarıyle değil, sanat kaygısından gelen titizlikle de
iııcclerim. "Uydurma" sözü b eni ürkütmez. Kelimeler elbet
yaratılır. İsteyenler, buna uydurma diyebilirler; birçoklarına
"yaulış" damgasını vurahilirler. Geçen yazılanrnın birinde
belirttiği m gibi, örneğin "kutsal", "savunma" gibi karşı­
lıkları, yanlış da olsa, tutunup yerleştiği için seve seve
kullanırım. Bunlan yadırgamayı, devrime inançsızlık
sayarım. Osmanlıcanın da bu evreden geçtiğini, birçok
kelimelerin - geçen yazımda belirttiğim gibi - Arapçadaki
anlamıııdan büsbütün ayrı, gelişigüzel uydurulmuş olduğu­
nu bilirim. Demek ki, o zamanın aydınlan kendi anlayışla­
lınma göre buna ihtiyaç görmüşler, Osmanlıcayı zenginleştir­
rnek için bu kelimeleri yaratmak zorunda kalınışlardır.
Bu sözlerim, gcı·çck bir ihtiyacı karşılamayan, ge-
lişigüzel uyduruhııuş, Türkçenin yapısına uymayan zevksiz
sözl cı·i savunmak için söylenmiş değildir. Hele dilbilgisini
inkar etmek hiç değildir. Tersine, dilbilgisinin gereğini
savunanlardan biri de benim (bkz. "Dilbilgisi Gereksiz
midir?" Türk Dili, ocak 1969, sayı 208). Ben de bilirim ki,
yeni karşılıklar, sağlam kökleri seçmek, bu köklere işlek ekler
getirerek, üretme ve türetme yollarını açınakla elde edilir.
Kelime yaratırken de, kuralları gözönünde bulundurmak,
dilin estetiğini ve halkın beğenisini hesaha katmak gerekir.
Öz Türkçe ancak böylelikle gelişir, zenginleşir ve yayılır.
Şu var ki, dilbilgisi kurallarından başka ölçü tanıma­
mak, işi medreseye düşürmek olur. Oysa hayat boyuna
yürüyor, yeni gerçekler beliriyor, yeni ihtiyaçlar ortaya
çıkıyor. Öyle kelimeler ileri sürülüyor ki, yanlış da olsa,
88 ' SIRlti LIWEND
ACAU

kurallara uy~~a. _da, ~alk onu beğeniyor, benimseyip


kullamyor. Dılhılgısıyle ugraşanlara düşen, bu yeni karşılık­
l~rı ~rnc~eriyle birlikte kitaplarına almak; sözlükçüle-
rın gorevı de bunu sözlüklerine geçirmektir.

Şurasını da unutmamak gerekir ki, ileri sürülen her


k:rşılı~, ~ir ön~ri niteliğindedir. Kamuoyu bu yeni karşı­
lığı be~e_nıp. berumsemişse, kimsenin kızınağa hakk, olamaya _
eağJ gihı, kımse de ortaya atılan her yeni kelimeyi kullan-
mak zorunda değildir.
Bu açıklamadan sonra, kendime çizdiğim yolu daha
iyi belirtebiliriın : Ben, hcğendiğim yeni karşılıklan kelime
hazinemizi zenginleştirdiğini görmenin sevinci ' içi nde
hemen benimserim. Beğenmediklerim olursa, daha uygun
karşıiıklar ararım. Bulamazsam, ya da bulunamayacağJnı an-
larsam, o zaman kullanınağa başlarım. "Örneğin" kelimesi
bunlardan biridir. Ortaya atıldığı sırada hemen kullanma-
dığım bu kelimeyi, yıllar var ki seve seve kullanıyorum.
"Nisbet t"lerini bütün kelimelerden henüz atamıyoruz:
"edoh'ı, İ s1'arnı.,, gt"b·ı. ö rnegın
~ · " cd ebiyat tarihi" ile "edebi
tarih" arasında ayrım vardır. "Edebf tarih" sınırlıdır.
Daha çok edebiyat çerçevesi içinde kalır. Ayrıntılara girme-
den_ konuyu kuşbakışı biı· görüşle inceler. "Edebiyat tarihi"
deyınce bu sınır genişler. Bütün düşünce akımları ve lıeı:
türlü aynntılarıyle edebiyatı kucaklar. Fransızcada ise
"Histoire littcraire" genel bir deyimdir; ama "Histoire de
1~ littcrature" deyince buna bir de Türk, Ahnan gibi bir ke-
lime eklemek gerekir. "İslam edebiyatı" da "İslami edebi-
yaı" yerını . . tutmuyor. "1s ı am edebiyatı" sözünden anlam
çık~ı:~ak güçtlir. Ama "İslami edebiyat" deyince, İslam
dinınm ortaya koyduğu kavramları ve bunlara daya-
nan mazmunları ortaklaşa kullanan ulusların - dil özel-
likleri bir yana - edebiyatı dernek olur. "Tasavvufi"
gibi ı 'ekiyle yapılmış sıfatları da bu ihtiyaçla kullanı yorum.
DİL ÜS'l'ÜNE 89
Ama ileride elhet buna da bir çare bulunacak, bu boşlıık
da doldurulacaktır.
"Fizikl, kimyevl, tarihi" gibileri çoktan bıraktım:
"Fiziksel, kiınyasal, tarihsel" diyorum ve artık "tarihi"
demiyorum. Eğer sonradan herhangi bir yazımda bu kelime
"tarihi" olarak çıkmışsa, dikkatsizliktendiı:, gözden kaçmış
demektir.
"Kelime, eser, temsil, vb." gibiler de, şimdilik kullan-
dıklarım arasındadır. Ama benim henüz kullanmadığım
öz Türkçe karşılıkları kullananları hiç yadırgamam, o ka-
daı: ki, içinde bu kelimelerin bulunduğu bir bildiriyi benim
de imzalarnam gerekirse, hiç duraksamndan imzalarım.
Kendi yazılarımda henüz kullanmayışım, salt kişisel bir
titizliktir. Benim bu davı:anışım hiç bir zaman Dil Kuru-
munu "ilzam" etınez. Hele davayı ve akımı önlemez.
Ülküye ise Iıiç aykırı sayılmaz.
Bir örnek daha vereyim: "Hayat" karşılığı olarak
bugün "yaşam, yaşantı" kullanılıyor. Hatta "yaşamın",
ya da "yaşama" diyenler de var. "Yaşam" ile "yaşantı"
arasındaki anlam ayrılığı, Türk Dili dergisinde de söz konu-·
su oldu. "Yaşam" da "yaşantı" da yerine göre kullanılır.
Çünkü belirtınek istedikleri anlam ayrıdır. Ama bunları
aynı anlamda kullananlar da var. Sonradan değiştirmek
zoru.nda kalmamak için, hangisirlin tutu.nacağını görmek
istiyorum. Bunun için de, ustalıklarına güvendiğim yazar-
larin sanatçıların yazılarını dikkatle izliyorum. Bu titizlik
biraz da edebiyat tarihçisi olmamdan ileri geliyor, sanırım.
Kimi kelimeler de var ki, yerine göre şimdilik öz Türk-
çesini de, Osmanlıcasını da kullanıyoru.m: "Zevk-beğeni",
"hal-durum", "fikir-düşünce" gibi. Örneğin, "bir fikir ver-
mek için" yerine "bir düşünce vermek için" demek uymuyor.
"Du.rum", "vaziyet" karşılığıdır; "hal" başkadır. "Zevk"
her yerde "beğeni" değildir; ama dediğim gibi, yeni karşı-
90 ACAR SIRIU LEVEND

lıklar hep birer öneridir, işieye işieye elbet anlam ayınınları


belirecek, en uygunları yerleşecektir.
Denilecek ki: "Daha elverişli karşılıkları kim bnlacak ?"
Yukanda bclirttiğim gibi, usta yazarlada sanatçılar; bilgi-
sine ve zevkine giivenilir yetkili kişiler. Kelimeleri ihtiyaç
yaratır. Yazar ya da sanatçı, eseri iizerinde çalışırken,
ihtiyacı olan kelimeyi yaratmak zorunda kalır. Onun bul-
duğu yeni karşılıldar, öneri niteliğinde de olsa, yaşama
ve tutunma yolunu açar.
Kendi tutumnından söz açtığıma göre, konuya biraz
daha açıklık vermek isterim: Ben kelimeleri teker teker
değil, ciimle içinde değerlendiririm. Tek başına alındığında
pek uygun düşmeyen bir kelime, ciimle içinde pekala yakı­
şıklı ve alımlı görüliir.
Bundan başka, yabancı bir kelimeyi Türkçe bir keli-
meye bağlamaktan kaçınırım: "Hayat ve tabiat" kelimeleri
edebiyat tarihinde sık sık geçer. "Tabii" karşılığı olarak
bulunan "doğal" çok beğeniimiş ve tutunmuştur. "Doğal"
benim de kullanmakta olduğum bir kelimedir. "Tabii"ye
"doğal" deyince, elbet "tabiat"a da "doğa" denecektir.
"Hayat"ı henüz kullandığıı:na göre, her iki kavramı bir
araya getirmek isteyince, "hayat ve doğa" demek gereke-
cektir ki, bu sakat ve cstetiği bozan bir deyiş olur. Buna
meydan vermemek için, ya şimdilik "hayat ve tabiat"
demek, ya da bir an önce "yaşam"a karar verip "yaşam
ve doğa" demek gerekecektir.
Ben hiç bir vakit çağıının gerisinde kalmak istemem.
Bu, modaya uymak değildir, gerçeği kavrayıp beniınse­
mektir.
Şurasını da unutmamalı ki, bilim, yaklaşık (takribi)
iizerine değil, incelik üzerine kurulur. Bir kelimeye çok
anlam yüklcmcmclidir. Çok zengin sayılan Arapça bundan
ötürü zayıftır. Çünkü bir kelimenin sekiz on, hatta daha
çok anlamı vardır. Osmanlıcada da buna çok rastlanır.
OİL ÜSTÜNE 91

•· F•ransızca "d'ecI arer" , " procl amer"', " avıs


Ornegın, . " , '"avcr-
tissement" kelimelerinin hepsi de Osmanlıcada "ilan"
ilc karşılaınr. Oysa şimdi Tiirkçede "avis"yi "bildiri",
"aver tissement"ı da "duyuru" ile karşılıyoruz. İşte bu ay-
rnnları yapabilınek, Türkçeyi zenginleştirrnek için en kes-
tirme yoldur.
Son olarak söyleyebilirim ki, benim henüz kullanmakta
olduğum bu Osmanlıca kelimeler, Osmanlıcacılann kullan-
dıkları, yabancılığını duyuran, kamu zevkine, Türkçenin
yapısına aykın kelimelere benzemez.
Bu açıklamalardan anlaşılmış olacaktır ki, öz Türkçeci-
lerle, Osmanlıca kırması Türkçe kullananlar arasındaki ay-
nın, kelimelerde değil, ilkelerde ve ülküdedir.
Türk dili işlene işlene bu yeni yolda kendini bulacak,
olguulaşacaktır. Bin yıla yakın bir zamandan beri Arap ve
Fars dillerinin etkisi altında gelişmiş olan Osmanlıcanın
bozduğu Tiirkçenin, 38 yıl gibi, tarih bile sayılmayacak
kısa bir süre içinde düzeltilmesini isternek insafsızlık olur.

(Türk Dili, sayı 225, haziran 1970)


HAVAS DİLİ-AVAM DİLİ '

Eski medrese ve onun etkisinde kalan sarayla yüksek


katiara bağlı çevreler, Türk toplumunu ikiye bölmüştü.
Havas-avam! Ilavas kendileriydi. Avam da halk yığınları.
Oysa, seçkin ve ünlü bilginler yetiştiren medresede yirmi
yıl dirsek çürüttüğü halde Arapçada "nalıiv"den "kafiye"-
ye çıkabilmek şöyle dursun, "avıımil" ve "ızhar"ı hile
sökeıneyen mollalar çoktu. Yüksek çevreleri ise, bilgisiz,
asalak kişiler kaplamıştı. Vezirler arasında imzalarını at·a-
mayan "kara cahiller" eksik değildi.
Buııa karşılık, hepsinin hor görüp hırpaladığı halk
yığınları içinde çcvikliği, becerikliliği, anlayışı ve kavrayışı
ile nice nice aydınlara taş çıkartacak, feleğin çemberinden
geçmiş ihtiyarlar ve yiğit delikanlılar vardı. Bunların topu
"avam" oluyordu da, çetrefil konuşmasıyle Türkçeyi gülünç
hale sokan hiı· odalık, bir hareııı ağaaı, salt saraya bağlı
diye "havas"tan sayılıyordu. Gerçek bu denli gülünçtü.
Ama aydın denilen okumuş)ann, o çağlardaki sapiantısı
buydu.
Bir kez bu ayrım, dokunnlmaz bir kuralmış gibi benim-
senince, artık bu iki sınıf her yönden birbirinden ayrı tutıı­
lacaktı. Hatta doğal baba mirası olan anadilinde bile.
'
)
DİL ÜSTÜNE 93

Hemen belirtelim ki, burada söziiılü ettiğimiz, yazı


dili-konuşma dili ayrııru değildir. Elbet bunlar arasında
bir ayrım olacak, yazı dili, yazann kültürüne ve yazılanın
konusuna göre değişecek, konuşma dili ise, yine konuşanın
kişiliğiyle ilgili olmakla birlikte bütün ulusun ortak malı
olma niteliğini koruyacaktır. Bilim adamının konuştuğunu
-eğer bilim konusu değilse- köylü de anlayacaktır.
Ama toplumda çok kez görülen hiç de böyle değildi.
Okumuş, okumaıruş yanında üstünlüğiiııü göst erebilmek
için, becerebildiği oranda "belagatli" yapmacık bir dille
konuşuyor, karşısındakinin anlamadığım, şaşkın şaşkın
yüzüne bakakaldığını gördükçe keyifleniyordu. Günümüzün
deyimiyle, kendilerine aydın dediğimiz kişilerin hu ham
softalığı, Meşrutiyet devrine dek sürdü. Hatta bu dcvirde
hile, hala bu çetrefil ve ağdalı dille konuşmaya özeneııler
görüldü. '
Havas dili-avarn dili anlayışı, Türkçülerin ve Türk-
çecilerin yazılannda bile eksik olmadı. Hiç kuşkusuz, hun~
larm anlayışıyle eskilerin tutumu arasında bir benzerlik
yoktu. Ama - yine hiç kuşkusuz - bilmeyerek ve elbet iste-
meyerek bu ayrımdan kendilerini kurtaramadılar. Örneğin,
Ömer Seyfettin'i ele alalım. Ömer Seyfettin, Türk.lüğe ve
Türk diline gönül vermiş usta bir sanatçı, bir yaratıcıdır.
Eserlerini hep bu kaygı ile yazıruştır. Servet-i Füııunculann
yapmacıklı, özentili dilini sürdürmeye çalışan Fecr-i Atici-
lere karşı ilk bayrağı o açtı. Selanik'te çıkan Genç Kalemler;
in ilk sayılarında, kocaman bir soru işareti taşıyan "Yeni
Lisan" başlıklı yazılar onundur. Türk dilini, o günkü anlayış
içinde savunan hu yazılardaki düşünceler üzerinde yeniden
duracak değilim (Bunun için bkz. Agah Sırrı Lcvcnd, Türk
Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 2. has., Ankara 1960,
TDK yayını) . Ancak şurasını belirtmek isterim ki, bu yazı­
larda çelişkiler de vardır. Bunlardan biri üzerinde duralım:
Ömer Seyfettin, yabancı dillerin kurallarıyle yapılıruş
94 AGAH SlRRI LEVEND

tamlamalardan kaçınılması gereğini öne sürerken, örnek


vererek diyor ki: "Biz hey'et- i tahririye demeyeceğiz. Ama
yazı hey'eti de diyecek değiliz. Çünkü yazı, halkın konuşma
diline girmiş bir kelimedir. Burada tahririn yerini tutmaz.
Bunun için biz tahrir hey'eti diyeceğiz."
Görülüyor ki Ömer Seyfettin, edebiyat dili için, halk
dilinde bulunmayan kelimeler aramak eğilirııindedir. Ona
göre, konuşma dilinden kelime alımnca edebiyat dili olamaz.
Böylece Türkçü ve Türkçeci olan, Türkçcyi ustalıkla kullana-
bilen Ömer Seyfettin bile - farkında olmayarak- "havas
dili-avarn dili" ayrımından kendini kurtaramamıştır.
Oysa bugünün sanatçısı hiç böyle düşünmüyor. Bir
edebiyat ve sanat dilinin olacağını kabul etmekle birlikte,
sanatı, halk dilinde yaşayan kelimelerle örmek, halktan il-
gisini kesmernek istiyor. Halka sesini duyurmakta kıvanç
anyor. Bugünün sanatçısı kelimelerde yine titiz davranmak-
la birlikte, ustalığı deyiştc, aniatışta gösterıneyi amaç bili-
!or. Olgun ve dolgun düşüneeye dayanan "üslup"un gücline
ınanıyor.

Artık bugün, halkı hor görenlerce benimsenen "havas


-avam" ayrımı kalmadığı gibi, "havas dili-avarn dili" ay-
rımı da yoktur. Yalnızca "bilim dili", "sanat dili" vardır

(Türk Dili, sayı 233, şuhat 1971)


TÜRK DİLİNDE HER KAVRAMIN
KARŞILIC.I VARDIR

Türkçenin zengin bir dil olduğunu söyleyenler çoktur.


Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat-it-Türk'ü Türk dilinin
zenginliğini Araplaraa göstermek amacıyle kaleme almıştır.
Arap tarihçilerinden Corci Zeydan, Zeki Magamiz'in Mede-
niyyet-i !slamiyye Tarilıi adıyle Türkçeye çevirdiği eserin-
de, İslam dinini kabul ederek Bağdat'ta Ahbasi halifeleri-
nin ordularında görev alan Türklerin, önceleri Arapçayı
yadırgayarak küçümsediklerini, Araplann ise, Türklerin
kazandığı saygınlığa imrenerek Türkçe öğrenmcğc heves
ettiklerini yazmaktadır. Daha sonralan Türkçcyi Araplara
öğretmek amacıyle tiirlü eserler de kaleme alınmıştır. !bnii
Miilıcnna Sö::lii.ğii, Tercernanü Türki ve Arabi, Kitabü'l-
İdrak li Lisani'l-Eırak, Kitabü Bulgati'l-Müşıak fi Lii-
gati't-Türki ve'l-Kıfçak, Et Tulıfetü'::-Zekiyye fi Liigaıi't­
Türkiyye, El Kavaninü'l-Külliyye li Zabti'l Lügati't-
Türkiyye gibi eski sözlükler Türk dilinin zenginliğini is-
patlayan eserlerdir.
XV. yüzyılın ikinci yarısında, Ali Şir Nevai llerat'ta
yazdığı Muhakemetii'l-Liigateyn'de Türkçenin Farsçadan
daha z.engin olduğunu. ispata koyulur. Ana dillerini bırakıp
96 AGAH SIRIU LEVEND

da Farsça gazel yazmağa heves eden Türk gençlerini kınar.


Bundan önce ve sonra Türkçenin zengin bir dil olduğunu
söyleyenler çıkmışsa da en önemlisi budur. Batı dil bilgin-
leri arasmda da bu kanıda bulunanlar çoktur, Müller gibi.
Denilebilir ki: "Peki, Türkçe bu denli zengindir
de neden kullandığımız birçok yabancı kelimelerin karşı­
lığı Türkçede bulunmuyor?" Hiç bulunmaz olur mu? El-
bet vardır, ama zamanımıza dek ulaşamamıştır; kullanıl­
maya kullanılmaya unutulmuştur. Rahmetli Dr. Saim
Ali Dilemre, bu konudau söz açılınca: "Her kavramın Türk-
çesi vardır, ama aramasını hilmeli." derdi.
Örneğin, bir dilde, selamiaşırken kullanılan sözün
bulunmaması olanağı var mıdır? Böyle bir dil düşünüle­
bilir mi? Elbet Türk dilinde de bu kavramı belirten bir
değil, belki birçok söz vardı. Ama ne yazık ki İslamlığın
kabulünden sonra, medresenin etkisiyle "selamünaleyküm"
dilimize yerleşmiş, Türkçesi kullanılmaya kullamlmaya
unutulmuştur. Böylece uzun süre, anlamı araştırılınadan
"selamünaleyküm, aleykümselam" sözleri dilimize yerleş­
miştir. Oysa bu, Bedevi Arapların çölde karşılaştıkları
yolcuya güven vermek için: "Selamet senin üzerine olsun"
aniamma gelen bir sözden başka bir şey değildir. Kar-
şıdan gelen de, ona aym söı.ü tekrarlayarak güvencesini
bildirir.
Daha son~alan Osmanlı efendisinin bulduğu "vakt-i
şerifini :ı; hayırlı olsun", okuyup yazması kıt olaniann uy-
durduğu "sabah şerifler, akşam şerifler hayır olsun" sözleri,
halk arasında ise "merhaba" sözü kullanılır olmuştur.
Tanzimattan sonra moda olmağa başlayan selam
sözü ise "boniur", "bonsuvar"dır. Böylece Türkler yüz"
yıllar boyunca Türkçe selamiaşmanın özlemi içinde kal-
mışlardır.
Meşrutiyetten sonra, Türkçülük ve Türkçecilik akımının
etkisiyle "günaydın, tünaydın" sözleri bulundu. İlk ıaman-

)
DİL USTÜNE 97

lar bu sözler yadırgandı. Hele "tünaydın" hiç beğenilmedi.


Gülmece dergilerinde alay konusu oldu. Ziya Gökalp hile
"günaydın"ın tutunamayacağıru söylemekten kendisini
alamadı. Şimdi "günaydın"dan başka, yerine göre "iyi
günler", "iyi geceler" gibi sözler kolayca ve rahatlıkla
söyleniyor.
Şimdi öz Türkçeye karşı olanlara sorulursa "selamün-
aleyküm" mü daha iyi, yoksa "günaydın" mı? Acaba
ne cevap verirler? Eğer "günaydın"ı beğenirlerse, kendi
kendilerini yadsımış olurlar. Eğer "selilmünaleyküm" sözü-
nü beğenirlerse, bunun nedenini açıklayamazlar. Din se-
verlikle hiç ilgisi olmayan bu sözü, salt Arapça olduğu ve
Arapçaya kutsallık yüklediği için söyleyenler vardır. Halk
arasında da bunu alışkanlıkla kullananlar çoktur. Ama ana-
dili bilincine erenler bunu Türk diline saygısızlık sayarlar.
Öz Türkçeyi beğenmeyenler arasında belki de: "Gün-
aydın, iyi günler gibi sözlere diyecek yok. Biz, uydurma
olanlara karşıyız." diyenler olur.
Bu, her zaman tekrarlanan bir cevaptır. Gerçek şudur
ki, her yeni buluş önce yadırganır. Sonra kullanıla kullanı­
la henimsenir. Öz Türkçeye karşı olanlar bile, vaktiyle ya-
dırganan bu kelimeyi şimdi seve seve ve rahatça kullana-
hiliyorlar.
Türkçe selam bu konuda verilehilecek örneklerden
ancak birisidir. Yoksa bütün kavramların Türkçe karşı­
lığı elbet Türk dilinde vardu. İş bunu arayıp bulmakta,
eski metinlerde bulunmazsa karşılığını yaratmaktadır.

(Türk Dili, sayı 239, ağustos 1971)


D1L1M1Z1 ZENGİNLEŞTİRMEK İÇİN

Öz Türkçeye, dolayısıyle dil devrimine karşı olanlara,


bu tutumlannın nedenini sorun. Size beğenmedikleri, yanlış
ve sakat buldukları birkaç kelimeyi göstererek: "Bu uydur,
ma kelimeler de nedir? Bunlara Türkçe denir mi?" diye ya-
kınmaktan başka verilecek karşılık bulamayacaklardır.
Bunların birçoğu, art düşüneeye kapılmadan içtenlikle
konuşanlaı·dır.
Bir de bunların çeşitli nedenlerle gözleri kararmış,
· kendilerinden geçmiş dervişleri vardır. Bunlar sizin soru-
nu:~<u beklemeden veryansın· ederek dil devrimine de, öz
Türkçeye de, bütün bunlardan sorumlu tuttuklan Dil Ku-
nıu'na da saldırırlar. Bunlar da birtakım saplannlara takılıp
kalmış, gerçekleri başka açılardan görrneğe kalkışan kişi­
lerdir. Hiç kuşkusuz, bu gibilerle bu konuda konuşulmaz.
Biz, ötekilerin verdikleri ya da verecekleri cevabı
ele alarak sözümüze dönelim. Demek ki anlaşmazlık
beş on kelimeden ileri geliyor. Öyleyse, işin aslına bir diye·
cekleri yoksa, beğenmedikleri o kelimeleri kullanmamaları
ya da bilimsel tartışmalara girişerek bunların yanlış ve
sakat olduğunu kanıtlarıyle açıklamalan gerekmez ıni?
Biz her zaman bunu beklemekte, beklediğimizi göremediği­
miz için de üzülmekteyiz.

)
DİL ÜSTÜ!<E 99

Eski yazarlar ve sanatçılar arasında öyleleri de vardır


ki, Türk dilinin zamanla değişip gelişeceğini kabul ederler.
Bu gereğe inanmamak ellerinden gelmez: '"Evet" derler;
"dil devriminin ortaya attığı yeni kelimeler arasında güzel-
leri de var. Ama şu sözlere bakın: Konuşma yaptı, açıklama­
da bulundu; ne demek bunlar? Neden konuştu değil
de konuşma yaptı? Neden açıkladı değil de açıklanıada
bulundu? Böyle şey olur mu?"
Cevap verelim: "Konuştu" fiildir. "Konuşma" konuş­
mak mastanndan yapılmış isimdir. Bizim isnıe çok ihtiyacı­
mız var. "Konuştu" deyince "söz söyledi" demek olur.
"Konuşma yaptı" cümlesi ise "sohbette buluındu" anlamı­
na gelir . "Açıklama" da böyledir.
Bunlar deyiş özelliğidir. Her devrin kendine göre
bir deyiş özelliği vardır. Bunların kimisi gerçek bir ihtiyacı
karşılar. Kimisi ise taklittir, özcntidir; başka dillerden
aktarmadır. Örneğin, Servetifünun şairleri, Fransızcadan
birçok sözü olduğu gibi aktarmışlardır: "Dest-i izdivırcını
talep etti", "çay aldı", "banyo aldı" gibi. Bunlar taklittir,
özentidir. Bir kez Türkçede "almak", "kabul etmek, sa-
tın almak, mal edinmek" yerinde kullanılır. "Çay almak",
"banyo almak" deyince bunlan satın almak anlaşılır.
Hele "evlenme elini istedi", mecaz yoluyle de olsa gülünç
olur.
Ama Türkçede, gerek deyim gerek mecaz olarak kul-
lanılan buna henzer birçok sözler vardır: "Alaya almak,
şakaya almak, ateşe vermek, alkış tutmak, ve~yansın et-
mek" gibi. Bunlann "konuşma yapmak"tan ,"açıklamada
hulunmak"tan ne ayrımı var?
Asıl amaç Türkçeyi kısırlaştırmak değil, zengileştirmek,
tir. Bunun için de olabildikçe mast arlardan isim yapmak
gereklidir. Dili zorlamadan zenginleştirrnek için daha birçok
yollar ve çareler bulunabilir. Gerekirse bunun için dilbilgisi
kurallan da aşılabilir. Çünkü dilhilgisi, konuşulan ve yazılan
100 AGAH SIR.IU LEVENJ)

dile göre hazırlanır. Dil, dilbilgisini değil, dilbilgisi dili


izler. Usta sanatçılann yazılanııda görülen yeni kelimeler
ve deyimler, eğer kişisel "tasarruf" olmaktan çıkarak genel
bir nitelik kazanırsa, dilbilgisi de ona uymak, yeni kural-
lar ortaya koymak zorunda kalır.
Vaktiyle Cenap Şehabettin, Servetifıinun dergisinde
çıkan Anatole France'la ilgili bir yazısmda, büyük yazann
üsluhu için "style d'artiste" sözünü kullanmıştı. Bu tam-
lamayı eleştirenler, "Bunun doğrusu style artistique'tir."
diyenler oldu. Cenap'ın verdiği cevap şudur: "Fransızcayı
Chapsal gramerinden öğrenenler için style d'artiste yan-
lış sayılabilir. Oysa bu göz, .özellikle Anatole France'ın
üslubu için Fransa'da bulunmuş ve kullanılmıştır."
Cenap Şehahettin'in bu cevabı, dilbilgisi kurallarına
takılıp kalınanın ne denli yanlış olduğunu belirten en güzel
bir örnektir. Ama bu, her zaman dil kurallannı aşmak
anlamına gelmez.
Gerçek şudur ki, biz yeni yeni kelimeler bulmak,
böylece Türkçeyi zenginleştirrnek zorundayız. Diliınizin
her kavramı belirtmeye elverişli çağdaş bilim ve sanat
dili olabilmesi ancak buna bağlıdır.

(Tiirk Dili, sayı 240, eylül 1971)


TÜRKLÜGÜ HOR GÖRENLER
VE TÜRK DİLİNE lHANET EDENLER

Göktürklerin Orhun yazıtlannda, Uygurların bıraktığı


türlü belgelerde, Müslümanlığın kabulünden sonra da
Türklerin meydana getirdikleri ilk ürünlerde, Türk olmanın
verdiği gurur açıkça görülür. Türk ulusu varlığını değerlen­
dirmekte, kendine inanıp gücüne güvenmektedir.
Ne olduysa bundan sonra oldu. Türk ulusunun talihi
üzerinde birbirine karşıt iki yel esti. Biri uğurlu idi. Türklere
genişleme ve yükselme yollarını açıyor, ilerisi için ışık
tutuyordu. Çfuıkü türlü ülkelerde birbiri ardınca büyük
devletler kuiuluyor, yeni uygarlık merkezleri beliriyor,
genlik artıyordu. Öteki ise uğıırsuzdu. Çfuıkü Türk ulusu
kılıçla kazandığını kültür alanında yitiriyor, Türk dilinin
zararına Arap ve Fars dillerinin egemenliği kabul ediliyordu.
Türk bakanları, kuruldukları saraylarda, kendilerini Farsça
kasidelerle öven İran şairlerini büyük "çaize"lerle karşılar­
ken, bir kenara itilen Türk dili yalnız konuşma dili olarak
halk arasında yaşıyor, yazarların himmetinden yoksun
kaldığı için edebiyat dili olarak gelişeıniyordu. Türk dilini
yaşatan tekkelerdi. XII. yüzyılda Orta Asya'da Ahmet
Yesevi ve halifeleri, X III. yüzyılda Anadolu'da Yunus
102 ACAR SlRRI LEVEND

Emre ve çağdaşları Türk diline bu olanağı kazandırı­


yorlardı.
Öte yandan, bilimi yaymak amacıyle kurulan medrese-
ler Arap dilini koruyor, Tü:rkçeyi unutturı;nağa ça4şıyordu.
Öyle ki, kısa zamanda Farsça edebiyat dili, Arapça da
bilim dili olarak Tü:rk ülkelerinde gelişip yerleşti. Resmi
dilin zaman zaman Arapça ya da Farsça olması bundandır.
Tü:rk hakanlarının bu tutumu, yabancı adları henimseyeeek
kadar kendilerini henliklerinden uzaklaştırımştı.
Selçuklu saraylannın değerlendirdiği Fars dili ve ede-
yatı ilk kez Anadolu'da direnme ile karşılaştı. Orta Asya'
dan Anadolu'ya geçen Oğuz Türkleri, Selçuklu sultanla-
nnın hizmetine girip sınır boylanna yerleşince, uç beyleri,
gösterdikleri yararlığa göre sancak beyi oluyorlar, daha
sonra da bağımsızlıklarını iUn ediyorlardı. Bu beyler Fars-
ça hilmiyorlardı. Bunlardan Karamanoğlu Mehmet Bey
Konya 'yı ele geçirince, Türkçeden başka bir dil kullanıl­
masını yasakladı. Böylece resmi dilin Türkçe olması ger-
çekleşti.
Öte yandan, XIII. yüzyılda Anadolu şairlerinin elinde
Türkçe edebi dil olııı·ak gelişmeye başlamıştır. XIV. yüz-
yılın başında Osman Bey'in bağımsızlığını ilan etmesiyle
Osmanlı devleti kuruldu. Yeni devlet, Bizans topraklarını
ele geçirip genişledikçe, gerek kılıç altında zorla, gerek Türk-
lerin gücünü ve adaletini görerek gönül boşluğuyle Müslü-
man olaniann sayısı arttı. Bunların birçoğu, dinlerini deği.ş­
tirip Türk savaşçıları arasına katıldıktan sonra eski ben-
liğini unuttu; toplum iÇinde eriyip gitti. Kişilik kazanıp
sivrilenlerin bir bölüğü ise, eski benliğini bir türlü unutama-
dı. Kaynaşınış görünmekle birlikte, kendi ırkını dize getiren
Tü:rklere karşı beslediği düşmanlık duygusunu gizlice sür-
dürdü. Bunun sonucu olarak "kötü Tü:rk, kaba Tii:rk"
gibi deyimlerio içini boşaltmaktan kendini alamadı.
Anadolu'dan Rumeli yakasına geçiş, Müslüman olaniann
DiL ÜSTÜNE 103
sayısını artırdı. Din bağlılığını ulus sevgisinden üstün
tutmağa başlayan Türkler, Müslüman olan Hıristiyanları
kendilerinden saydıklan halde, dinlerini bırakan Hıristi­
yanlar, Türklere bir türlü alışamadılar. Daha sonraları,
Tü:rk toplumu içinde kişilik kazanınış olan öteki Müslüman
ırklar da, kendilerine gösterilen saygınlığa omuz silkerek,
Türkleri hor görenlere katıldılar. Böylece Tü:rklük, büyük
bir hıyanet şebekesinin kurduğu ağa düşmüş oldu.
Kinlerin besleyip kabarttığı bu düşmanlık, yüzyıllar
boyunca siirdü. Bunlara sonradan medreselerde ve en-
derunda yetişenierin etkisi altında Tü:rkler de katıldı ki,
bu, işin en acı yönüdür. '
Öte yandan, İmparatorluğun sırurları genişledikçe
gücü artmış, zaferierin verdiği gurur ve akınlann getirdiği
varlıkla, görkemli bir saray hayatı başlamıştır. Sarayiann
asıl olumlu yönü, kültürü koruması, şairleri ve bilginleri
kayrrmasıclır. Bu koruyuculuk birçok önemli eserlerin
yazılmasını sağlamış, böylece Türk dili işlenmiş, edebiyat
dili gelişmiştir. Bu durum, İstanbul'un alınmasından sonra
Fatih'in kurduğu Yeni Saray'da büsbütün genişler.
Ne var ki padişalı ve şchzade saraylarıyle vezir konak-
lanna kapılanan bu şairlerle bilginierin arasında Türk ol-
mayanlar da vardı. Arap ve İran ülkelerinden gelip Ana-
dolu'ya yerleşmişler ve sarayiara çatınak yolunu bulmuş­
lardı. Padişahlarla şelızadeler de, Fars dili ve edebiyatını
iyice öğrenmiş olduklarından, kendilerine sunulan Tü:rkçe
eserler yanında, Arapça ve Farsça eserleri de ihsanlarla
karşılıyorla.rdı. Arapça ve Farsçanın etkisi altında bulunan
Osmanlı dili ve edebiyatının gelişmesi, asıl Fatih'ten son-
radır.
Bu hal Tanzimatın sonlanna dek sürer. Bu süre içinde
Tiirklük küçümsenmekten kurtulmamakla birlikte, resmi
dilin Türkçeden başka bir dil olması düşüncesi kimsede
yrr etmez.
104 ACAR SlRRI LEVEi'ID

1876 (1293) Kanun-ı Esasisini hazırlayan encüınen,


ilk tasarısında Türk dilinin resmi dil olduğunu belirtecek
yerde, azıniıkiann kendi dillerini öğrenmek ve öğretmekte
serbest olacaklanm kaydetmiş, böylece, mehkemelerdc
davalıyla davacının, Mebusan Meclisi kürsüsünde ise mebus-
lann kendi dilleriyle konuşmalanna yol açılmış olacaktı.
Bereket versin ki, Eğinli Sait Paşa buna karşı gelmiş, uzun
çekişmelerden sonra Türkçenin resmi dil olduğunu Kanun-ı
Esasinin ilk maddesinde açıklanımştır (bu konuda bkz.
Agah Sırrı Lcvend, "Türk Dilinin Atiattığı Tehlikeler",
Ulus gazetesi, 8 temmuz 1963).
1878'de, II. Abdülhamit, Tunualu Hayrettİn Paşa'yı
sadrazam yapmıştı. Hayrettin Paşa Türkçe bilmediği için,
gerek mabeyn başklitipliğine gönderdiği tezkireleri, gerek
padişaha sunduğu "ariza"ları Arapça yazıyordu. Daha
acısı, mabeyn başkatibi de padişabıu emirlerini Arapça
yazdırıp sadrazama gönderiyordu. Bir ara, Ahdüllıamit
sadrazaımnı bu sıkıntıdan kurtarmak için resmi dilin Arapça
olmasını istemiş, ama o zamanlar mabcyn başkatibi olan
K\içük Sait Paşa'nın: "O zaman Türklük ortadan kalkar."
diye direnmesi üzerine bu düşüncesinden vazgeçmiştir. (bkz.
Agah Sırrı Levend, "Türk Dili ve II. Abdülhamit", 'Ulus
gazetesi, 27 haziran 1961).
31 mart 1909 olayından sonra tahttan indirilen Ahdül-
lıamit, özel doktoru Atıf Hüseyin Bey' e 1914'te "Bu Arapça
güzel lisandır. Keşke vaktiyle Arapça resmi !isan olarak
kabul edilseydi." demiştir.
Meşrutiyet devrinde de, Anpçamn Türkçe yerine
r esmi dil olarak kabul edilmesini isteyenler görülmüştür.
İttilıatçıların başlıca muhaliflerinden olan Dr. Rıza Nur,
Meclis-i Mebıısanda Fırkalar Meselesi adını taşıyan kita-
bının ll. sayfasında şöyle söyler: "O halde Türk dili yerine
Lisan-ı Arabt kabul edilmiş olsaydı bugün Vatan-ı Osmani
dahilinde zannıımzca herkesin lisan-ı madcr-zadı Arapça
DiL \)STÜXE 105

olacak ve umuriı efrad-ı millet bir lisana malik bulunacaktı.


Mazide vaki olan böyle bir teşebbüsün akim kalmış olmasına
mütecssif olmalıyız. Ne olacak, bir vatan clılinde lisan
vahid-i müşterek olsun da, Türkçe olacağına varsın Arapça
olsun (bkz. Agah Sırrı Levend. "Dr. Rıza Nur'un Muhale-
fetteki Rolü" • Ulus gazetesi, 5 nisan 1964).
Böyle bir sözün, bir Türk tarafından hem de Türkçülük
ve mmi edebiyat akımının geliştiği sıralarda söylenmesi.
insana şaşkınlık ve üzüntü veriyor.
Son bir olay da iliret vericidir: Dil devriıninden çok
sonra, terimierin görüşüldüğü bir komisyonda, şimdi rahmet-
li olan sevimli bir profcsörümüz. bilim dili olarak Fransız­
canın kabulünü önermişti. Buna o zamanlar hep şaşmış
ve rahmetiiyi kınaımştık. Sevimli profesör bu öneriyi na-
sıl yaptı? Bu düğümü hala çözmüş değilim. Demek ki,
dil bilinci yalnız bilgiyle uyanımyor, daha başka etkenler
de gerekiyor.

(Türk Dili, sayı 241, ekim 1971)


ANADİLİMİZİN KAYNAti

Türk dili, bu dilin yaygın olduğu ülkelerin özelliğine,


o ülkelerde yaşayan halkın geçirdiği tarihsel gelişmelere
ve başka dillerlc kurduğu ilişkilere göre birçok lehçelere
aynlmıştır; ama bilimsel bakımdan bir bütündür. Türkiye
Türkçesine en yakııı olan Azeri Türkçesinden, en uzak
sayılan Yakutça ve Çuvaşçaya dek bütün lchçeler, tek bir
kökün ortak nitelikler taşıyan dallandır.
Anadilimizin beşiği, Orta Asya'daki Türk ili (Türkis-
tan)dir. Edebi nitelik taşıyan ilk ürünler, VIII. yüzyılda Gök
Türklerce Orhun ırmağı çevı-elerine dikilmiş yazıtlar, daha
sonralan da Uygurlaren kaleme alınmış, Turlan'da ele
geçirilen metinlerdir. İslamlıktan sonra ise, Uygurlann
bir kolu olan Karluklann kurduğu Karahanlılar devrinde,
XI.yüzyılda yazılmış olan Kutadgu Bilig ile ilk ürünlerini
vermeye başlar. Bunlann hazırlandığı yerler eski Türk
illeridir.
Daha sonra, anayurtta kalan Türkler Asya'nın türlü
bölgelerinde, batıya doğru yayılanlar ise göçüp yerleştikleri
yerlerde ayn devletler kurmuşlardır. Türk ilinde, XII.
yüzyıldan kalma eserlerimiz {Ahmet Y esevi'nin · Hikmet'
leri gibi) varsa da, batıya göç edenlerden kalma bir metin
' ..
X>lL USTUNE
.. 107
henüz elimize gcçmemiştir. Türkçe eserler, asıl XIII.
yüzyılda görülmeğe , başlar.
Batıya göç eden Oğuzların Anadolu'ya getirdikleri
dil, yabancılarla kurulan sürekli ilişkiler sonucu hayli değiş­
mişse de, Türk ilinde kalaniann dili, yabancı ilişkilerden
oldukça uzak kaldığı için aslını az çok koruyahilnıiştir.
Bu bakımdan Türk ilinde konuşulup yazı!an Türk dili
daha katıksızdır. Bu da, tarih boyunca birçok değişmelere
uğramış olsa bile anadilimizin kaynağı sayılabilir. Bu özelliği
dolayısıyle her zaman baş vuraeağımız ulusal hazineınizdir.
Bu gerçeği ilk kez belitten Şemsetttin Sami olmuştur.
O, türlü yazılarında buna değinmiş, yabancı dillerden k elime
aktarmakla anadilimizin bozulduğunu tekrarlamış, gerek-
tikçe ana kaynağa baş vurmayı salık vermekten geri durma-
ınıştır. Hafta dergisinin 1298 tarihli 12. sayısında:
"Bizim söylediğimiz Türkçeye lisan-ı Osmant unvanı
ne kadar yak-ışmazsa, Maveraünnehir'de ve Çin'deki hem
-cinslerinıizin lisanına dahi Çağatay unvanı o luıdar yakışrrıaz.
Çünlcii Çağatay alı.-vam-ı Tii.rkiyeden yalnız bir kavm-ı sagtrin
ismidir. Bize· kalırsa, o aktar-ı ba€dedeki Türklerin lisanıyle
bizim lisanımız bir olduğundan, ikisine de lisan-ı Türki:
ism-i nıüşıereki ve beyinlerdeki farka da riayet olunmak
istenildiği halde, onlannkine Türki-i şarkf. ve bizimkine
Tiirhf.-i garbf. unvanı pek münasiptir." dedikten sonra,
yazısının sonlarında şöyle söylüyor:
"Mesela çağ kelimesi lisanımızın şivesine vakit kelime-
sinelen elbette daha ınuvafık gelir, ve kulağımıza daha miiliiyim
ve latif göriiııiir."
Karnııs-ı Türlı.-i'nin 1317 tarihini taşıyan önsözünde
ise• şöyle söylüyor:
"Bımlarm (yani Çağatayça kelimelerin) bizce dalıi
mrvki' -i isıi'male konularak; ihyanyle, lisanımınn bir luıt
tlııluı kesb-i viis'at ve istigna etmesi her sahib-i luımiyyetin
arzıı edeceği bir iştir."
108 AGAH SlRRI LEVEND

Özbekler şeylıi Süleyman Efendi'nin 1298'de yayım­


ladığı Lugat-i Çağatayt ve Türki-i Osmanı: adlı sözlüğün
Çağatayca manzum önsözündc

lsmi Tiirkt Çağatay€ lugaıi


Kadim Osmaıılı lisanıdur aıı
demektedir.
Üsküdar'daki Özbekler dcrgahı şeyhi Ethem Efendi'
nin oğlu Mehmet Sadık'ın 1313'de yayımlanan tJss-i
Lisan-ı Türki adlı eserinde Alunet 1\iithat Efendi'nin yazdıı;'l
. "de şu cüml.e ıerı. ok uyoruz:
"tak rız
"Demek oluyor ki biz dahi lisanca terakkiyaı-ı sahihayı
arayacak olursak lisanımızı.ıı elsine-i saireye peyda itmiş
olduğıı münasebaı-ı maglubaneyi tetebbıı've teharri ile maksu-
d uınuza nail olamayaca{,rız. Belki lisanımızın aslını ıeharri
ve ıeıebbıı' ile nail-i emel olacağız. Zira her kavım bu ıariktan
vasıl-ı menzil-i mermn olmuşlardır."
Ne yazık ki, bu uyarmalar, Doğu kültürünün etkisi
altında bulunan çevrelerimizdc olumlu bir yankı uyandır­
mamıştu. Oysa XV. yüzyılda Çağatay T ürkçesinin en bü-
yiik ve en ünlü şairi Ali Şir Ncvai'nin etkisi Anadolu'
ya yayılmış, Nevai'nin gazellerine nazireler söylenmiş,
hatta Nevai'nin eserlerinin sözlüğü olan Abuşka, Anado-
lu'da kaleme alınmıştır.
Dil de"Timinden sonra, Türk Dil Kurumundaki çalış­
ma kollan arasında, başka Türk lehçeleri üzerinde araştırma
ve incelerneyi amaç tutan Filoloji Kolu kurnlmuşsa da,
o zamanlar bu alanda çalışacak uzmanlar bulunmadıihn- .,
dan bu kol sonradan kaldınlmış, çalışmalar daha çok Tür-
kiye Türkçesiyle ilgili konular üzerinde toplanmıştır.
Hiç kuşkusuz, Dil Kurumu çalışmalarımn ağırlık
merkezi Türkiye T ürkçesi olacaktır. Ama bu , başka lehçe-
lcrin büsbütün bırakılmış olduğu anlamına gelmez. Elbet
fırsat elverince iler de onlara da sıra gelecektir.
DİL ÜSTÜNE 109
Üzüntü ile görülen şudur ki, zaman zaman Türk dilinin
öteki lehçelerine karşı bir ilgisizlik, hatta bu yolda yapıla­
cak çalışmalan gereksiz ve yararsız gösterme çabası göze
çarpmaktadır.
Oysa, öteden beri Türkiye Türkçesinde yerleşmiş
Çağatayça hayli kelimeler vardır; bugün de kullanılmakta­
dır. İşte birkaçı:
Acun = dünya; alang = alan, meydan; arıg =
ank, zayıf; artıık = artık, fazla; ast = alt; aşama
mertebe; atamak = ad koymak; aya = taban; bcrkit-
mek = sağlamlaştırmak; bezek = süs; börk = külah;
burçin = dişi gcyik; cihe = cebe, silah; çav = ün;
çöğür = bir çeşit saz; dik = dek, kadar; ige = ege,
salıip; irk = erk, iktidar; karavul = karakol; kaygu
= tasa; onamak = beğenmek; özge = başka; sağış
= sayı, hesap; şölen = ziyafet sofrası; toy = şölen,
ziyafet; törc = görenek; ulag = ulaştırıcı, posta; ün
= ses, şöhret; yargu = yargı; yasamak = yapmak,
düzeltmek; yasa = nizam, kanun; yaş = taze, genç;
yitmek = kaybolmnk; yumak = yıkamak.
Bunlara katılacak daha birçokları vardır. Kelime
hazinemizi zenginleştirrnek için, ihtiyaç gördükçe ana
kaynağa baş vurmak en kestirme bir yoldur, çok yararlı
sonuçlar verebilir.
Şunu da belirtelim ki, Türkiye Türkçesine en yakıu
lehçelerden başlayarak, sırası geldikçe anadilimizin türlü
lehçeleriyle de ilgilenmek, benim birkaç yıl önce verdiğim
rapor üzerine, Yönetini Kurulunca esas olarak kabul edil-
miştir. Olanaklar elvcrince, bu çalışmalar da programlarda
elbet yer alacaktu .

(Türk Dili, sayı 248, mayıs 1972)


OSMANLICA MERAKININ GÜLÜNÇLÜGÜ

Osmanlıca "Arapça, Farsça ve Türkçeden mürrekkep"


bir dil olarak tanımlamr. Bunun adı "Lisan-ı Osmani"dir.
Üç dilden bileşik bir dil anlayışı dilbilim kurallarına ayhndır.
Bu aykınlığı karşılamak için: "Cümle sonunda fiiller Türkçe
olduğuna göre, dil yabancı kelimelerle yüklü olsa da yine
Türkçedir." denir. İşte bir örnek:
Dil oldı güm-süriig.ı deşt-gah-ı' ış~ u biiyrani
Ki gerd-i !Jiifır-ı 'uşşii~dur rik-i beyiibiinı
Arpacınini-zade Sami'nin bir "na't" kasidesinin mat-
laı olan bu beyitte fiil Türkçedir. Ama bu beyte Türkçe diye-
bilir miyiz? Bir örnek daha alalım: ·
Şe!J-i ferhunde-şiyem ma' delet -efrüN himem
Çihre-perdiiz-ı kerem iib-ı ru!J-ı rüşd ü sediid
Yine Sami'nin III. Ahmet için yazdığı "bahariyye"
kasidesindeki bu beyitte fiil değil, Türkçe bir kelime bile
yok. Herhangi bir İran şairinin kasidesi arasında yer ala-
bilecek ,ol.an ..b~ ~~~e ~e Türkçe" d~yebilir miyiz? Baki'nin,
Kanuni nın olümu uzerıne yazdıgı 'mersiye"nin başındaki:
Ey piiy-bend-i dam-geh-i ~yd-ı nam ii neng
Tii k!Y)' hevii-yı IMşğale-i dehr-i bldireng
DİL ÜSTÜNE lll

beyti bunun en açık örneğidir. Bu beyitte de fül değil, Türk-


çe kelime bile yok. Böyle fiilsiz ve içinde Türkçe kelime
bıılunmayan beyider eski edebiyatıınızda çoktur.
Osmanlıcanın sakatlığı, yalnız üç dilin kelimelerinden
toplanmış olmasında değil, bu dillerin kurallarının da olduğu
gibi Türk diline aktarılmış bulunmasındadır. Bunun da
adı "kavaid-i Osmaniye" dir.
İslamlığın kabulünden sonra, yeni dinin "nas"ları ve
"hüküm"leriyle birlikte, bunların kelimeleri ·ve t erimleri
de ·elbet dile "girecekti. Bundan başka, Fars dili ve edebiya-
tının Türk ülkelerinde bu denli yaygın hale gelmesinden
sonra, bu dilden de birçok kelime aktarılacak, bu edebiyat
da şairlerimizce örnek tutulacaktı. Ama iş bu kadarla kal-
. madı. Bu dilleri anadilleri gibi öğrenen bilginlerle şairlerimiz,
sonradan Arapça kamuslarla Farsça ferhengleri açınışlar,
hiç bir ihtiyaç karşılığı olmadan, salt bilgin ve usta görün-
mek için yığın yığın kelimeler aktarmışlardır.
Daha sonra, Kur'an dili olduğu için kutsal sayılan ve
çok zengin olduğu tekrarlanan Arapç~nın bütün "bab"lan
benimsenmiş, Arapların bile kullanmadığı yeni yeni kelime-
ler uydurulmuştur (bkz. Agah Sım Levend, "Türk Dilinin
Başına Gelenler ", Türk Dili dergisi, c. XXII., sayı 223,
ılisan 1970). Yeni kelimeler yaratmakta Türk belagatçile-
rinin bu "tasarruf"unu hiç de yadırgaınıyoruz. İş bu kerte-
ye geldikten sonra, elbet onlar gerekli bulduklan kelimeleri
uyduracaklardı.
Öte yandan; Tanzimat devrinde "sübyan mektepleri"nin
üstünde rüştiyeler açılınca, medresenin dili olan Arapça,
"kavaid-i Osmaniye" adı altında bu okullara da girmiş.
Emsile, Bina, Maksud Türkçeye çevrilerek benimsenmiş­
tir. Böylelikle "kavaid-i Osmaniye" dedikleri Türkçe dil-
bilgisinin ağırlık merkezi Arapçanın kuralları olmuş, Farsça-
mn kuralları da buna katılmış, Tü:r.kçenin kuralları ise,
önemsiz bir bölüm olarak bunlara eklenmiştir.
112 AGİ.H SIRRJ LEVEND

Bir dilin kelimeleri, o dilin çerçevesi içinde kaldıkça


uyumludur. Ama başka bir dil, bu kelimeleri ağır, kaba,
uyumsuz bulabilir. Örneğin, Arapçada aynı harflerle aynı
hecelerin birleşmesinden meydana gelen kelimeler çoktur:
"anane", "dagdaga", "tantana", "dcbdebe" gibi. "Muhak-
kak", "mutatabbib" ve henzerlerini de bunlara ekleyehiliriz.
Araplar bu gibi kelimeleri rahatça söyleyebilirler. Ama
yabancılar kolaylıkla söyleyemezler.
Osmanlı bclagatçileri, Arapça kelimelerin Türk dilinde-
ki ağırlığını düşünmezler de, "tenllfür"e örnek olarak
Namık Kemal'in şu mısraıw gösterirler:

Kümeyı-i Q.ameyi sür [<an lcaşandırıncaya dek


Bunun "tenUfür" neresinde? "Kan" da Türkçe, "kaşan­
dırınak" da Türkçe. Namık Kemal bunu bilerek yapıwştır.
Hatta mısradaki ses uyumu bu kelimelerle sağlanmıştır.
Arapçadaki "tenvin"li kelimeleri de Türkler pek sev-
mezler. Türk yazadan, bunu ağır bularak birçok kelimeler-
deki "tenvin"i atmışlardır: "Evvela", "asla", "kat'a"
gibi ki, bunların aslı "evvele'n", "asla'n", "kat'a'n"dır.
Bunların yerine şimdi "ilk olarak", "aslında", "kesin olarak"
diyoruz.
Arapça ve Farsça kelimeleri bir cümle içinde Türkçe
kelimelerle birlikte kullanınca, bunların yabancılığı açıkça
görülür: "Yapılan tetkik ve araşnrma sonunda" gibi. Burada
"araştırma"nın yaronda "tetkik" ne kadar sınnyor.
Arapça kelimeler, gerçek anlamlan düşünilimeden
rasgele kullaıulıyor. Örneğin, "cereyan" kelimesini alalım.
Fizikte bunun karşılığı "akım"dır. Bu kelime konuşma
diline de geçmiştir: "Sanat akımı" gibi. Ama "akmak"
anlamına gelen "cereyan"ı, Osmanlıca meraklılan, anlamıw
düşünmeden olmayacak yerde kullanmaktan çekinmezler:
"Cereyan eden müzakereler neticesinde" gibi cümlecikler
sık sık görülür. "Akan müzakereler" tuhaf olmuyor mu?
DİL ÜSTÜ:'<E 113

Hatta burada "cereyan eden" sözü de gereksizdir. Kısaca,


"görüşmelerin sonunda" denilcbilir.
. orne
B aşk a b ır .. k· : Arapça da " veeh" , " yuz
.. " demekt'ır.
Bu kelime Arapçanın türlü kalıplarına sokularak çeşitli
anlamlara gelen kelimeler üretilmiştir: "Vecih", "tcveccüh
"tevcih", "muvacehe" gibi Osmarılıca mereklılarının sözlerin-
de ve yazılannda ·bu kelimeler sık sık geçer. Örneğin "bu
durum muvacehesinde" gibi. Hele "durum" kelimesinin
yanında "muvaeehe"nin yabancılığı açıkça görülüyor. Bunun
yerine "bu durum karşısında" demek daha uygun olmaz
mı?
Başka bir örnek: " ... olduğunu bi7izat müşahedc ettim"
cümlesi, kısaca " ... olduğunu gördüm" ile karşılanabilir.
Hele "bizzat" büsbütün gereksizdir. Osmanlıca tutkuuluğu,
bunun gibi daha birçok gereksiz kelimelerin dilimize girme-
sine yol açmıştır.
Osmanlıca meraklılannın yazılarında birçok yanlış
kelimclere rastlanır. Bu kelimelerin Türkçesini kullansalar,
elbet bu gibi yanlışlıklara düşmezler. Hele bilginlerimiz-
den birinin kitabında gördüğüm "münderec" kelimesi
beni büsbütün şaşırttı. Demek bu bilgin, Arapçada "infial"
babının "ism-i mef'ul"ü olmadığını bilmiyor. Öyle ise ne-
den kullawyor?
Gereksiz birçok Arapça ve Farsça k elimelerin radyoda
yanlış okunduğunu her giin görmekteyiz. Spiker, "işar:l"
diyecek yerde "iş'ari"; "ş eni' ", yerine "şen'i"; "şaki" yerine
"şaki"; "fi'li" yerine "fiili" demekten kurtulaıwyor.
Bu durumun ortaya çıkardığı gerçek şudur: Osmanlıca
kclimeler, bunların doğrusunu bilmeyenierin ağzında gülünç
oluyor. Bu gerçeği yadsımaya çalışmak boşunadır. Türk
radyosu, her şeyden önce Türklere seslenmekle yüküm-
lüdür. Yurttaşm bilmediği ve anlamadığı dille konuşmak,
onunla alay etmek olur. Ama spikerin bu işte hiç bir suçu
· yoktur. Suç, bu haberleri hazırlayanlardadır. Onlar s pikerin
114 A(;AH SIRRI LEVEND

Osmanlıca bilmediğini, öğrenmek zorunda da olmadığım dü-


şünerek, bu gibi kelimeleri kullanmaktan vazgeçseler,
gülünçlükler ortadan kalkar. Ama buııun için her şeyden
önce anadili bilinci gerekir. Bu bilinç olmadıkça, yabancı
kelimeler dilimizden çıkmaz. Okuyanlar da yanlış yapmak-
tan kurtulmaz.

(Türk Dili, sayı 249, haziran 1972)

)
TÜRK DİLİ VE GENÇ KUŞAKLAR

Bu yazımla gençlere seslenınek ve Türk dili üzerinde


onlarla konuşmak istiyorum. Bu isteğim karşılıksızdır;
candan ve gönüldendir. Türlü nedenlerle gençlere seslenen
birçokları gibi, onların heyacanlannı körüklemek, duy,
gulannı sömürmeye çalışmak gibi amaçlar benden uzaktır.
Ben yalnızca, sağduyuianna seslenerek onları uyarmak
için bu satırları yazıyorum.
Gençlerle kon'\).şınak isteyişiın, gerçekleri kendi eğiliın,
lerine göre yorumlamak, hatta yorumlamakla da kalmaya-
rak, onlan değiştirip başka kalıplara sokmak alışkanlı·
ğında olanlardan umudumu kestiğim içindir. Gençlerin
ise, gerçekleri olduğu gibi öğrenmek istediklerini yakın­
dan bilirim.
Bu bilginin kaynağı yine gençlerdir. Altmış yıla yak-
laşan meslek hayatımda, lise müdürü ve edebiyat öğretmeni
olarak onl'arla birlikte buluııurken edindiğim denemeler
ve o günden kalan amlardır.
O yıllardan bugüne, anadifiıniz birçok evreler geçirdi
ve değişmelere uğradı. Topluındaki bu değişmelere uyarak
edebiyat programları da değişti. 1940 yılına dek, liselerde
bu prograınları uygulamakla görevli bulunduğuın için,
116 AGAH SlRRI LEVEND

öğrencileı-in eski Türk dili ve edebiyatı karşısındaki duru-


munu çok iyi bilirim.
Ünüversitedeki gençler, isteyenik ve sınavları kazana-
rak edebiyat fakültelerine girdikleri için, Türk dili ve
edebiyatını kendilerine meslek edinmişler, çalışınalarını
buna göre ayarlamışlardır. İçlerinde, hu konudaki uzrnan-
lığı haşan ile elde edenler çoktur. Bundan ötürü onlar
üzerin~e ~urrnuyorum. Ama liselerdeki gençler için güvenle
ve kesınlıkle söyleyebilirim ki, onlar eski dili anlaınıyorlar
ve eski edebiyatı sevmiyorlar.
1928'de Türk harfleı-inin kabulünden önce, liselerde
Arapça ve Farsça okutulurdu. Ders olarak hiç hir yarar
sağlamadığı için bunlara önem .veren yoktu. Ancak, orta-
okullardaki Tiirkçe derslerinde, dilbilgisi olarak "üç dilden
m~rekk~p ?smanlıc~"nın kuralları öğretildiğinden, öğrenci­
lerın çogu lıseye geçınce, eski metinleri az çok anlar duruma
gelmiş olurlardı. Bundan ötürü, o yıllarda yetişen liseli
gençler arasında divan edebiyatma meraklı olanlar, hatta
aruzla kaside ve gazel yazanlar hile bulunurdu. Ben, o yıl­
l~rda son sınıf edebiyat derslerine çeşitli divanlada girer-
W,m. ~lde. d_ers ~itabı olmadığından meraklı öğrenciler
soylediklenmı kelimesi kelimesine not ederlerdi. Ama
bu meraklı gençler dışında, divan ·edebiyatını anlayan ve
seven öğrenciler pek yoktu. En çalışkanları hile, sınavla­
rı kazauıp liseyi bitirdikten sonra, öğrendiklerini hemen
unutudardı.

Burada, o yıllara değgin bir anıını anlatmak isterim:


Sanırım Tü.r k harflerinin kabulünden bir iki yıl sonra idi.
Bir g~n sınıfta öğrencilere yazılı bir görev · vermiştim: "O-
kuduğunuz divan edebiyatını heğeniyor ve seviyor
~usun~z ? Sevdiğinizi ya da sevmediğiııizi nedenleriyle
hıç çekınıneden yazın. Gelecek derse getirin." Ertesi ders
öğrencilerin görevlerini topladım. Gece evde onları gözden
geçirirken birinin yazısı dikkatimi çekti. Bu genç, aşağı
Dİ!. ÜSTÜNE 117

yukarı şöyle diyordu: "Divan edebiyatını anlamıyorum.


Aulamadtğım için de sevmiyorum. Bu yararsız bilgileri,
siz çivi çakar gibi zorla kafamıza mılılamak istiyorsunuz."
Ertesi ders sınıfa girerken yazıları da birlikte getirip
öğrencilere dağıttım. O yazıyı yazan gence seslenerek:
"Yazdığınızı okuyun, arkadaşlarımı da dinlesin." dedim.
Genç biraz duraksadı. Gülümsediğimi görünce, yürekte-
nerek yazısım okumağa başladı. Öğrenciler şaşkınlık içinde
dinliyorlar ve benim nasıl karşılayacağımı rneraklahekliyor-
lardı. Okuma bitince sınıfa sordum: "Si2< ne dersiııiıı. ?"
Söz alarılann hemen hepsi, arkadaşlannın yanlış düşündüğü­
nü belirttiler. Onlar susunca hen söze başladım: "Arkadaşı­
nızın bu davramşını heğendim. Açık yürekle hiç çekinmeden
düşündüklerini yazmış. Gizlerneyi gerekli bulmamış."
dedim. Öğrençiler hiç beklemedikleri bu söz karşısında
biraz şaşırdılar. Orılar, belki de benim kızacağıını saıııyor­
lardı. Bu sözlerden som·a, konuyu biraz açıklamayı gerekli
buldum: Liselerde edebiyatın hangi amaçla okutulduğunu,
eski edehiyatırnızın kültür mirası olduğunu, bunların, dili-
inizin ve edebiyatımızın geçirdiği evreler hakkında bir
fikir vermek için öğretildiğiııi, okuldan ayrıldıktan sonra
başka mesleklere atılınca, hurıların çoğunu unuısalar hile,
geri kalanların ulusal kültürlerine dayanak olacağım anlat-
tım.

Edebiyat programlaı-ının çok yüklü olduğu, öğrencilerin


de buna göre yetiştirildiği tarihlerde işin gerçek yüzii böyle
olursa, bu hazırlıkları görmeyen gençlerin, Osmanlıca karşı,
sındaki durumunu anlamak hiç de güç olmaz. Denilecek ki,
şimdi Osmanlıca var mı? Evet var. Gerçi okullarda ders
olarak okutulmuyor. Ama Osmaıılıcamn kalıntılarını sür,
dürrnekten hoşlananların çahasırıı her gün görmekteyiz.
Dil devriminden sonra. Türk dili yabancı dillerin salgının­
dan sıyrılmış, kendi özgürlüğüne kavuşmuşken, Osmanlıca
zaman zaman hordama yolunu tutuyor. İşte belirli dergi-
118 ACAR SIRRI LEVENO

lerde çıkan yazılar, bu yolda yayımlanan kitaplar ... Bütün


bunlar, Türk diline nasıl ters bir yön verilmek istenildiğini
açıkça gösterir.
Siz gençler, eski dili anlaınazsımz. Anlamanızın bir
yararı da yoktur. Si~ anlamazsı~ da, aydın dediğimiz
kişilerin hepsi anlar ıııı? O da başka. Eski dil ve eski edebi-
yat, bu konuyu meslek edinıniş olanların çalışma alamdır.
Onlar, eski dili ve eski edebiyatı türlü yönlerden iııceleyip
yeni buluşlar ortaya koymakla yükümlüdürler. Ama, Osman-
lıca bunlar dışında kalanlara hiç bir yarar sağlama?:. Hat-
ta Osmanlıeayı anlamak şöyle dursun, Osmanlıca kelime-
lerin birçoğunu doğru söylemek bile kolay değildir.
Biliyorum, dil devriınini kötülemek için baskı yapanlar,
sörleri ve yazılarıyle sizleri çelmeye çalışanlar vardır. Bun-
lara aldanmayın. Siz, yarının adamlansınız. Yarının dili
ise öz Türkçedir. Gerçeğe dayanmayan boş sözler, ne denli
parlak görünürse görünsün, sonunda sönmeye ve karar-
maya mahkıimdur.
Siz, anadili Türkçe olan Türk gencisiniz. Önce ana-
dilinizi öğrenmekle yükü.mlü.süniiz. Bir dil düşünün ki,
kelime hazinesinin % 80'i yabancı dillerden aktanlmış
kelimelerlc doludur. Bu karma dille yazmayı hüner sayan
eski şairin eserlerine Türkçe diyebilir ınisiıüz?
Gerçi zaman geçtikçe dil değişmiş, gelişmiştir. Ama
özentili dil merakından genç şairlerimiz kendilerini kurtara-
maıııışlardır. İşte Servctifününcular... Meşrutiyet devrinde
de bu merakı sürdürdü.ler. İşte Fecriaticiler... Yeni lisan-
cılar hile, ancak o gün için yapabildiklerini yapmışlardır .
. Anadili kendi haline bırakılamazdı. Dil devriıni, Türk
dili üzerinde bilinçle çalışmak ve onu çağdaş bilim ve sanat
dili olarak işlernek olanağını kazandırdı. Son yıllarda Türk-
çemizde yabancı dil oranı % 30'a düşmüştür. Bu, büyük
bir başandır. İşte şimdi tersine döndürülınek istenilen
dil, kısa zamanda bu kazancı elde etmiş olan arı Türkçedir.
OİL ÜS'rÜNE 119

s·z bu arı dili sürdürmekle yükümlüsünüz. Bizim becereme-


~ğiınizi siz yapın. Gördüklerinizi, işittiklerinizi, okudukl~­
wzı, gerçeğin ışığı altında mantık terazisine vurun. O vakit
durumu daha iyi anlayacaksınız.

(Türk Dili, sayı 250, temmuz 1972)


EDEBİYATÇILARVE EDEBI ESERLER
ÜSTÜNE
HÜSEY1N RAHMİ GÜRPINAR'IN
YENİ YAYii\ILANAN İKİ ROl\1ANI

1. KADER/N CIL VESl

Hüseyin Rahmi Gürpma;r, realist bir romancı olarak,


bütün eserlerinde sosyal hayatımızı ele almış, bu hayatın
çeşitli yönlerini inceleyerek, türlü çevrelerde yaşayan tipleri
caulaudırarak, romanlarını meydana getirmiştir.
Türk toplumu, yüz yıl var ki, Doğu ile Batı karşılaşma·
sının yarattığı çatışma içinde huzursuzdur; sürekli sarsın·
tılar gcçirmcktcdir. Bu çatışma, eski-yeni kavgası diye
özetlenebilir. Asıl göze batan, burılann sivri yönleridir.
Yeni, hiç anlamadan körü körüne Batıyı taklide özcnerek,
görenek ve gelenekiere saldıı:makta; eski de yeniye hiç bir
hayat hakkı tanımayarak, onu ezmeye, yok etmeye çalışarak,
gelenekiere sımsıkı bağlanınaktadır . .
Yeninin kötü ve budala t emsilcisi züppedir. Giyinişi,
davranışı ve sözleriyle çevresini rahatsız etıııekte, eskiyi
çileden çıkarmaktadır. Eskinin uzlaşma kabul etıııeyen
aşırı tipi ise, mutaassıp koyu gelenekçidir. Çatılmış kaşları
altındaki sert ve öfkeli bakışıyle yeniyi ısrarla gözlemekte
ve hoşgörü tanımamaktadır.
124 AGAH SlRRI LEVEND

Şüphesiz bunların, çevreye, yaşa ve seviyeye göre


değişen çeşitli tipleri vardır. Eski ile yeninin çanştığı alan-
lar ve tartıştığı konular ise türlü türlüdür. Namus anlayışı,
yaş farkı gözetilmeden yapılan evlenmeler, kadın hakkının
çiğnenmesi, aile bozukluğu, gcçim sıkıntısı, alılak düşkün­
lüğü vb.
İşte Hüseyin Rahmi Gürpınar, seçtiği tipleri karşılaş­
tırarak, onlan kendi seviyelerine göre ustaca konuşturarak,
olayları gülünç ve acıklı yönleriyle belirterek başanya
ulaşmıştır.
Bugüne kadar bilmediğimiz Kaderin Cilvesi 1 romanı
da bunlardan biridir. Gürpmar, bu romanda namus ile
açlık sorununu ele alınıştır. Romanın başlıca iki kahramanın­
dan biri olan Şcmi, namus, lıaysiyet, şeref gibi kavramiara
boş veren, para için her rezaleti ınubah sayan, cüzdanı
şişkin, ahlak dağarcığı yufka bir sapıktır.
Romancı bunun karşısına, gelenek ve göreneldere
bağlı, namuslu, fakat zayıf iradeli ellilik Baba Salah'ı çı­
karıyor. Salah, karısı, kaynanası, kız kardeşi, biri erkek
öteki kız iki çocuğundan ibaret ailesini geçindirmekten
aciz kalmış, scfalete düşmüş bir zavallıdır. Büyücek evin-
den başka elinde bir varlığı kalmamıştır.
Bu duruın, Şemi için bulunmaz bir {ırsattır. Cüzdanın­
dan çıkardığı i.iç yüz lirayı üç aylık kira karşılığı olarak
hemen Salalı 'ın eline sıkıştırıp evi kiralıyor. Ailesiy-
le batınabilmesi için de, evin alt katındaki iki odayı
Salah'a bırakıyor. Üç yüz lira Salalı için o zamanda büyük
bir servettir. Bu pazarlığa sevinen Salah, evin kumar-
hane olacağını öğrenince bir tiksinti ile irkiliyor; sonra
vicdanıyle çekişmeye başlıyor. Parayı reddetse, akşam
eve kuru bir ekmek hile götüremeyecek, çoluğunu çoçuğunu
• Kadtrin Cilvui, Pınar Yayınevi, Hüseyin Rahmi Gürpınar külliyab:
S, l.ıanbul Sinaıı Untbnnh 1964, 224 sayfa, fiyatı 600 kuruş. Eserin yazıldığı
tarih: 2 aralık 11925.
DİL ÜSTÜNE 125

açlığa mahkum edecektir. Kabul etse, göz göre göre evinin


kumarhane olarak işletilmesine razı olacaktır. Bir yandan
bu düşüncelerin, öte yandan Şcmi'nin "asrilik!" fikirlerinin
etkisi altında boyun eğiyor. Namus duygusu ilk yarayı
almıştır. Ama hemen tesellisini buluyor: "Ben cvimi kirııya
verdim. Kumarbaneyi kendim işletecek değilim ya!"
Fakat Salah, evinin "asri (!) buluşma yeri" yapıldığını
anlamakta gecikmiyor. Bu ağır vuruş altında bir kere daha
sendeliyor. Vicdan azahı yeniden başlıyor. Çiftler eve gi-
dip gelmektedir. Bunlar heı· tipten, her yaştan çeşitli
kişilerdir: Kocasının kapı önünde çıkardığı rezaletc al-
dırmayarak, elde tabanca, dostuyle korkusuzca aşağıya
inen, kısa bir çekişmeden sonra dostunu bir koluna, koca-
sım öteki koluna takarak, giile oynaya yoluna devam eden
azgın kan; bir aile faeiasımn sefil kurbanı olan genç kadın
ilc suç ortağı; kuvvet macuularıyle yerinde duramayacak
hale gelen yetmişlik zampara; zamparanın baskına gelen
yaşlı, fakat gönlü ateşli kansı ve karısının dostu ...
Salalı da, evinde geçen olaylara ister istemez kanşıyor.
Şimdi aileye, randevuevinde hayata göderini açan ve doğar
<loğmaz para karşılığında büyiitiilmek üzere Salalı'ın kayna-
nasına teslim edilen bir de piç katılmıştır. Saliih her gün
biraz daha çukura gömiildüğünü görüyor; vicdanıyle çekişe
çekişe rezalete alışıyor. Bu işlerde kaynanası, kendisinden
daha usta, daha pişkin çıkmıştır . O da ömrünün son yıl­
larında, karnını daha sıkıca doyıırahilınek ve biraz gün
görmek için elinden gelen hizmeti yapmakta kusur etmiyor.
Bir an geliyor ki, olaylarm akışına kendini kaptıran
S:ıll\h, Şemi'nin geziye çıktığı bir sırada, farkmda olmaya-
rak, onun görevini üzerine almış oluyor.
Romaneı, okurlarının gözleri önüne serdiği panora-
maya, son olarak, birbirine bağlı iki acıklı serüven daha
ı·kliyor. Salalı bir gün, baştan çıkmış yeğeninin durumuna
ı;tıro aramak üzere gelen yaşlı kadının arkasına takılıyor.
126 . .
AGAH SIRRI LEVEND

Biz de onlarla birlikte, tanımadığımız semtleri geçerek,


Sülüklü malıalesinin dar ve pis sokaklarını dolaşarak, çarpık
evleri, arsız çoçuklan seyrede ede zalımetle kadının evine
geliyoruz. Her yerinden sefaJet akan bir ev! Alt katta aksı­
rıklı korkunç bir ihtiyar, üst katta yaşlı bir kadın ve onun
her türlü kayıtlara baş kaldıran asri (!) kızı Seniha.
Genç ve güzel kız, gönlünü bir delikanlıya kaptınp
kendini verdikten sonra, ondan bıkarak başka bir delikanlı
ile yaşıyor. Delikanlılann ikisi de züğürt, kız baştan çıkmış,
aile sefaJet içinde. Bu durumda kızı niki\hla alacak elbet
bir yiğit çıkamaz. Kız da nikahh koca istemiyor. Gönül
işlerine göz yumması şartıyle, yaşlı ve zengin bir adamın
mctresi olmağa razıdır.
Bir süre sonra, Şadi adında böyle bir adam kendiliğin­
den ortaya çıkarak, aracılık etmesi ricasıyle Salllh'a geliyor.
(S alah 'ın bu kızı tarudığını nasıl ve kimden öğrenmiştir?
Romanda bu nokta açıklanmıyor.) Salllh cebine indirdiği
iki yüz lira karşılığında bu aracılığı yapıyor.
Şenıi geziden dönmüştür. İşleri iyi gitmemektedir. Bir
yandan da, kuşkulanan malıallelinin baskısı üzerine konıiser
hunlan sıkıştırmaktadır. Böyle bir sırada Şadi çıkageliyor.
İhtiyar hovarda, çıldırasıya sevdiği Seniha'yı sultanlar gibi
yaşatmak için hiç bir fedakarlıktan çekinmenıiştir. Fakat
kız, en küçük bir iltifatı hile esirgemekte ve iki . llşığıyle
miinasebetini sürdürmektedir. İhtiyar hovarda, ağlayıp
sızlıyarak bu dcrdine bir çare aramaktadır.
Şadi hikayesini anlatırken, vaktiyle Salllh'a verdiği
iki yüz liradan hahsediyor. Bunu Şenıi'dcn saklamış olan
Sallih güç duruma düşüyor. Şemi'nin kendini suçlayan
ağır sözleri karşısında, paraları cebinden çıkanp suratına
fırlatıyor.
Şemi evden taşınıyor. Nafaka kesilince sefalet yine
b aşlıyor. Salllh'ın
namusundan ettiği fedakarlık bir işe
yaramamıştır. Üstelik, kızıyle oğlu da evden kaçmışlardır.
DİL ÜSTÜNE 127

Buna karşılık, iki yıl önce hakmak üzere aldıkları piç de


ellerinde kalmıştır.
Salllh ile kaynanası, son bir çare olarak, artık ağır
bir yük haline gelen zavallı yavruyu, yalnız adıru bildikleri
zengin büyükbabasına teslim otmcğe karar veriyorlar.
Çoçuğu kucaklayıp büyükbabasının evine götürüyorlar.
Aile faciasını bin türlü güçlükle ihtiyara aniatmağa çalışı­
yorlar. Sonunda, şaşkınlık içinde öğrcniyorlar ki, çoçuğun bu
aile ilc hiç bir ilgisi yoktur. Kendilerine vaktiyle verilmiş olan
bilgi uydurmadır. Çoçuğu yüklenip çaresiz eve dönüyorlar.
Son bir felaket, zavallı Salalı'ın kapısını çalıyor.
Bir yabancı, giinün birinde Salah'a gelerek, oğlunun geçkin
bir Rus kontesiyl" Rusya'ya kaçtığııu ve orada öldürüldüğünü
haber veriyor. Kızı da bir delikanlı ile seviştiktcn sonra
bir başkasını hulınuş, sonunda o da öldürülmüştür. Ailenin
son dalları da böylece kınlıyor. Bu felaket, çoçuklanna
kötü örnekler gösteren babanın işlediği günahın cezasıdır.
Peki, neden günahı başkaları işliyor da, cezasını başka­
ları çekiyor? Bu nasıl adalet? Evet, Tanrı günahları cezasız
bırakmıyor. Fakat niçin iyiikieri de bu kadar çabuk
müklifatlandırmıyor? Hem neden herkesin suçunun cezasını
vermiyor? Cezasız kalan suçlular yok mu?
Eşitlik, ancak toprağın altında hüküm sürüyor. Suçlu,
sııçsnz hepsi tabiatın aynı kanuniarına bağlı ...
"Du hayat, İlfıhl bir Iatifeden başka bir şey değil...
Fazla sevinçlere, şikayetlere, gururlara, yerimnelere değer
p-ri yok!"

lhı sonuç l>izi "cehriye" felsefesine götürüyor. Roma-
ııııı lıaş kahramanı olan Baba Salah, her şeyin Tanrı'dan
w·Iıliğinc, insanların kaderin elinde bir oyuncak oldu-
~uııa inanmıştır. Şu kadar ki, Tanrı, adaleti insanlara
i",li·cliklcri işe göre dağıtmıyor. Hatta, mükafatlandırmak
iıH.c>diklcrini daha çok günah işleyenler arasından seçiyor.
128 • SllllU LEVEND
AGAH

Bu yüksek felsefe, romancının asıl amacı değildir.


O, insanlığı soysuzlaştıran asalakların çirkefleşmiş hayat-
lannı Baba Salılh'ın ağzından anlatırken, toplumun gerçek
görünüşünü örten perdeyi yavaş yavaş açıyor. Gizli kalmış
aile facialarıru birer birer önümüze seriyor. Böylece çeşitli
olaylardan hayat felsefesi çıkanyor.
Bu hayat, şüphesiz sadece kahramanların hayatıdır.
Onlar da ancak kendi hayatlarının felsefesini yapıyorlar.
Ama vardıklan yargı geneldir. Her biri, kendi davranışını
haklı göstermek için: "Yaşayacağım. Yaşamak için güçlü
olmak zorundayım. Beni bu amaca ulaştıracak silahı ne-
rede bulursam alacağım. Hangi yoldan gitmek gerekiyorsa
gideceğim. Hayat işte bu!" demek istiyor. Böyle de yapıyor.
Bakarsanız hepsi de felsefesinde haklı.
Ama hayat gerçekte bu mudur? Hayatı güzelleştirecek
ve yükseltecek manevi değerler yok mudur? İnsanın kızıl
şeytandan farkı nedir? İşte huzursuzluk bu düşüncelerin
çatışmasıyle başlıyor. Bir yandan, manevi değerleri büs-
bütün inkar eden ve geleneklerle alay ederek saldıran in-
sanlar vardır. Öte yanda da, sağlam karakterli, inancı
bütün kişiler, ya da bir süre direnciikten sonra, açlığa ve
sefalete dayanamayacak boyun eğınek zorunda kalan zaval-
lılar bulunmaktadır. Romancı, kızıl inkarcılarm karşısına,
zayıf iradeli kişileri çıkaracaktu ki, olaylar gelişmiş olsun.
Baba Salalı bu tip bir adamdır. Bir yanda açlık ve sefa-
let, öte yanda namus ve şeref. Salalı iç alemiyle çok savaş­
mış, direnmeye çalışmıştu. Fakat olaylar geliştikçe namu-
sundan fedakarlık ederek, inaçlarını bir safra gibi atarak
ayakta durnıağa çalışmış, düştükçe tutunacak yer aramış,
her düşüşte kendini özürlü sayarak avunmuştur.
İhtiyar kaynana dalıa pişkindir. Damadının t ereddüt-
lerini, ıstuahını gördükçe, alay etınekten, hayat felsefesini
kendine göre yorumlayarak ona sitem etmekten geri dur-
mamıştır.
DIL ÜSTÜ:-<E 129

Namusla açlık sava~ı, romanda ağırlık merkezi olarak


sürüp giderken, Gürpınar'ın birçok romanlarında işlediği iki
tcnıaya daha tanık oluyoruz. Bunlardan biri, hırslı ve
azgın ihtiyarların genç kadınlara düşkünlüğünden doğan
rezalet. Birinin tükenmeyen zenginliği, ötekinin körpe
vücuduyle karşılaşınca, gülünç komedya ortaya çıkıyor.
Fakat bu aslında acıklı bir dramdır. Ömrünün son demle-
rinde dünyadan kam alınağa çalışan ilıtiyar kadınlarm hali
de vodvil sayılabilir. Öteki de asrllik (!) afetidir. Güzelliğine
güvenerek gönlünden başka hiç bir kayıt tanımayan, nikahı
nyakbağı sayarak o kucaktan bu kucağa kendini atan
tazeler, züğürtlüğüıı çaresizliği içinde, aynı kadının aşkında
ortaklığı kabul eden dclikanlılar, bu afetierin kurhanla-
rıdır.
Yaşlı ve genç bütün bu türedilerin tek düşüncesi,
yaşamak, diledikleri gibi zevk sürmek-tir. Ama değirmenin
suyu nereden geliyor, bunu hesaplayan yoktur. İşte Kade-
rin Cilvesi romanının tanıttığı gerçekler!
Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın bu romanı da, öteki ro-
manlarındaki aynı artamları, aynı aksaklıkları taşımak­
tadır. Gürpınar'ın güçlü yönlerini ve kendine özgü ustaca
buluşlarını biliyoruz. Aksaklıldan arasında ise, bu eserde
önemle kaydedehileceğimiz şunlardır:
Olayların nedenleri - özetlerken bir noktasuıa Işaret
ettiğimiz gibi- iyice açıklanmamıştır. Tesadüfler, birden-
bire ortaya çıkışlar daha sık görülmektedir. Fakat olaylar
Baba Salalı'ın ağzından nakledildiği için olaylan anlatır­
ken, onun bazı yerleri atahilcceğini tabii görerek, bu ku-
suru pek yadırgamıyoruz. Çok ustalıklı olan konuşmalar
da, bazı kere yersiz ve uzun olmaktan kurtıılamamıştır.
Gürpınar bu romanı hayatta iken yayınılamamıştır.
Acaba, bazı yerlerine dokunınayı tasarladığı için mi, iler-
de tekrar ele almak üzere bir yana bırakılmıştır? Bunu
bilcmeyiz. Pek de sanmıyoruz.
130 AGİE SIRRI LEVEND

Bununla birlikte, değerli romancnnızın bu eserini


tanımak, bizim için ayrı bir kazançtır.

II. DEL! FILOZOF

Yüce (müteal) bir varlık tasavvuru, ilk çağlardan beri


insan düşüncesine hakim olmuştur. Evrende gördüğümüz
çeşitli varlıkların g<>rı;ck niteliği nedir? Hangi kudretin eseri-
dir? Taıın, dediğirriz bu yüce kudretin "zat" ve "sıfat"ını
bilebilir miyiz? Y c~;:ı Tanrı kafamızda yaratıp gönlümüzde
beslediğiıniz bir ta•,ıvvurdan mı ibarettir? Eğer öyle ise,
tabiattııki bu gizli kuvvetin aslı nedir?
Yüzyıllar boyunca filozoflar bu sornların cevabını
bulmağa çalışmışlardır. Tann 'yı inkar edenler de olınuştur,
kabul cdeııler de. Kabul edenlere göre, uzayıp giden dava-
nın esası çöziilmüştür. Şimdi ortada bu temel üzerine kuru-
lacak bazı sorunlar vardır. Tanrı'yı irıkılr edenler, yaradı­
lıştaki büyük sırn açıklamak zorundadırlar. Buna da çare
bulmuşlar, düşüncelerini birer esasa bağlamak çabası içinde
uğraşıp durmuşlardır.
Dinler, Tanrı'nııı varlığı esasına göre kurulmuştur.
Ayrılık, bu yüce varlığın "zat" ve "sıfat"ındadır. İslam di-
ni bunu belirtmiş, mü'minin Tanrı hakkında edinınesi ge-
reken !>ilgileri açıklaınıştır. Kelam kitaplan, Tanrı fikriyle
ilgili halıisieri ve bu konuda "mütekellimin" ilc "mütcah-
birin" tartışmalarını kapsar. "Eşyanın geı·çck vaı·lığı"
balısi ise, felsefenin iki büyük sorunundan biri olarak ontolo-
iinin sııurlan içine girer.
Dini bütün bir Müslüman, çevresinde dinsiz bir adam
görmek istemez. Dine karşı en ufak bir kayıtsızlığı hoş
görmez. Bu konuda her hangi bir tartışmaya katlanamaz.
Tanrı'yı inkar eden "kafir"dir, "zındık"dır. Böyle bir kişi
mahallesine uğnrsuzluk getirir. Bun.unla birlikte, zaman
DİL ~STÜNE 131

zaman böyle adamlar çıkar, çevresinin "tckfir"ine aldırma­


yarak, fikrini açıkça söylemek cesaretini gösterir.
İşte romana adını veren Deli FilozofZ böyle bir tipt~.
Nerede, ne zaman, na~ıl okuduğunu, hangi ailede yetış­
tiğini bilmiyoruz. Romancı bunlan açıklamıyor. Yalnız,
derin bilgisi olduğunu, bütün felsefe akınılarını yakından
tanıdığını söylüyor. Romanı okurken bi~ de göriiy~r~z
ki, Deli Filozof, tanınmış bilgiıılcrin ve filozoflann Cıkir­
lerini ele alarak, insan zihnine takılan başlıca soruıılar
üzerinde durmaktan ve buııları uzun uzun anlatmaktan
zevk almaktadır.
İnsaııların meydana getirdiği kanunlar, tabiat kanun-
larıyle bir çekişme halindedir. İnsan iste~ği .~a.~ar çabala-
sın, tabiat kendi kanuıılarına göre hukmunu sürüyor.
Tabiat her felsefeden daha zorludur.
Adil olan Tanrı, neden lütfunu da kahnnı da adalet
üzere da<htmıyor. Bakıyorsunuz en suçlu görünen genlik
"ı·
içinde yaşıyor, ikbal mevkilerine yükse ıyor d a~ "•b'd"
.a ı ~e
"zahid" geçinen ihtiyaç içinde çırpınıyor (Bu.fıkir Kaderın
Cil11esi romanında da vardır).
Tabiatta bir şey ne yeniden var olur, ne de var ~la~
şeyi yok etmek kabil olur. Bu kuramın yarısını şımdı
çürütüyorlar: Evet, bir şey yeniden var olmaz; fakat var
olan şey bir bakımıa mahvolabilir.
İnsan nefsinin elinde bir oyuncaktır. Gönliine bir
bir türlü ;öz geçircmcz. IIcrcai gönüllerin yarattığı hcykel-
lere karşı toplnın kanunlannın ne hükmü olabilir?
İnsanlar işledikleri suçlann günahını talihlerine yükle:
tirler· {elekten yakınırlar. Aslını bulamadıkları gerçeklerı
u~uzluğa yorarlar. Uğursuzlıık acaba kimdedir?
ı Deli Filo:of, Pı.nar Yayınları. Hüocyin Rnhıni Gürpınar ltülliyntı: 6,
lstanbul, İsınet matbanll 1964, 299 sayfa fiyatı 750 lturuf. E!erin yazıldı~
tarih: 7 mayıs 1931.
132 AGAH Sli\RI LEVEND

Gür~ınar, bütün bu fikirleri ortaya atmak için, en


uy~un tı~ . olarak Deli Filozof Hikmetullah'ı seçmiştir. Bu
dagınık fıkirler elbet birer "meviza" olarak sıralanamazdı.
Bunları bir roman çerçevesi içinde yeri ve sırası aeldikçe
ortaya koymak gerekirdi. Gürpınar da bunu ya;mıştır.
~~c~~ bu romanda tek serüvenle yetinmemiş, birbirleriyle
~~ışıgı olan ve olmayan birkaç serüveni yan yana eklemiş,
boylece roman meydana gelmiştir.
.Romamu başında, Deli Filozof'un "Tanrı'ya itirazı"
yer alıyor. Sonra Filo:ı;ofun ailesini tanıyo1-uz. Karısı, kayna-
nası, köylü hizmetçisi, daha sonra romanın iki. kahramanı
olacak biri erkek, öteki kız iki çoçuğu ile büyükçe bir evde
oturan Hikmetullah, sivri düşüncelerinden ötürü mahal-
lenin Deli Filozof sanım verdiği orta halli bir adamdır.
İşi gücü yoktur. Babadan · kalma evlerin geliriyle yaşa­
maktadır.

Deli Filozof, bir gün düşünce konusu aramak üzere


~okakları dolaşırken, Süleymaniye'de rastladığı bir dilenci
~e uzun uzun konuşuyor. İnsanların saplandığı inanç üze-
rınde fikir yürütmek fırsatını buluyor.
, Sonra, Rukiye Hamm'ın, "zimmetine para geçirmiş"
oglunun hikayesini dinliyoruz. Bu hikayeyi, Rukiye Hanım,
mahalle imamına anlatarak yakınıyor. Bu serüvenin ro-
manla ilgisi yoktıır. Y alnıı; Deli Filozof'un bundan hüküm
· çıkarmasına yarayacaktır.
Daha sonra, mahalle kahvesinde Deli Filozof ile softa
bozuntusu arasındaki tartışmalara tanık oluyoruz. Filozofa
~öre softa hozuntusu, dünyadan haberi olmayan, asılsız
ınançlara saplanmış bir zavallıdır. Softaya "'Öre Filozof
da, sapık fikirlerinden ötürü çevresine uğursu:luk getiren,
mahalleden sürüp çıkarılması gereken hir zındıktır.
.... Artı~ ~o~a~a giriyoruz. Kendi halinde namuslu, açık
duşunceli, ıy.ı bır adam oJan Ali Senaver'in genç ve güzel
karısıyle Hıkmetullah'ın oğlu gizlice sevişınektedirler.
DİL ÜSTÜNE 133

Delikanlının geceleri bahçe duvarından Senaver'in evine


girdiği hile söylenmektedir. Bu dedikodu mahalle kahve-
sinde çalkalanıyor. Mahallede geri fikirli takımını temsil
eden softa, bekçiyi göndererek Ali Senaver'i kahveye çağırı­
yor. 'Karısının Deli Filozof'un oğlu Çelebi ile seviştiğini
herkesin içinde ona söylüyor. Ali Senaver inanmak istemi-
yor; fakat suçlamaların ağırlığı altında kahveden çıkıyor.
Düşündükçe, vaktiyle önem vermediği için üzerinde dur-
madığı bazı olayları hatıriayarak şüpheye düşüyor.
Bir gece, evin alt katında iki genci yakalayınca, Ali
Senaver acı gerçeğe eriyor. Karısı İclal'i çok sevdiği için,
pişman olduğunu görse hemen affedecektir. Fakat kadın
'Pişmanlık duymak şöyle dursun, delikaniıyı sevdiğini iti-
raf etmekten çekinmiyor. Çaresiz kalan koca, başına gelen
f<'laketi Filozof'a açıp akıl danışıyor.
Filozof'a göre, tabiatın hükmü yerini bulacaktır. İs­
tcrncyen bir kadım ııiUh bağıyle tutmak mümkün değildir.
Kadını sexbest bırakmaktan başka Çl\re yoktur. Fakat
ı.u , Ali Senaver için bir ölümdür. Filozof'un verdiği salıkla
lı:l i\l'i bir süre mahalleden ayırmak için, Emirgan•daki
d ııılısının evine götürüyor.
Öte yandan Çelebi, ne babasının öğütlerini dinleyecek,
.. ,. u•· göıılüne meı·am anlatacak haldedir. İcUl'i bulunduğu
yı·ı·,l oıt kaçn:ıyor. Şimdi, kadının kocasıyle delikanlımn babası
luu;aldarıu peşinded.iı:. Filozof'un edindiği bilgiye göre, deli-
knıı l ı il<' kız kumara dadanmışlardır. Ne olduğu belirsiz ku-
ıııııı·lınY-ln ı·la gece gündüz kumar oynıımakta, o pansiyondan
lııı puııMi yona dolaşmaktadırlar. Bir mektup faciayı anlatı­
l "' . ı,:ı·lc·lii yaralanmış, İclal de haydutlar tarafından kaçıni­
., ,. ~, ıı·. K•Hın ilc baba, hastaneye koşup Çelehi'den durumu
IIJ.I " ' " iyuı·l ııı·. Delikanlının yarası hafif olduğu için hastane-
,ı ,., •:ıılııılt ı,:ıkı yor. Şimdi delikanlı ilebirlikte üçkişi,kadımn
lııılııııclu ~u yc·ri aramaktadır.
l•'ıı l, ııt kndın de gcçcrse ldınin olacaktır? Ne koca
134 AGAH SiliRI LEVEND

vazgcçiyor; ne de aşık. İkisi de direniyor. Bir gün ansızın


kocaııın vazgeçtiğini görüyoruz. Delikanlı sevinç içindedir.
Ancak bu cömert kocanın: "Sen de günün birinde benim
durumuma düşersen ayru anlayışı gösterecek ı:nisin ?" soru-
suna cevap vermiyor.
Bir gün kadından gelen bir mektup, onun gizli bir
evde kapatılmış olduğunu bildiriyor. Ama ip ucu vermiyor.
İkinci mektup bulunduğu yeri aydınlatıyor. Üç kişi evi
basıp İclal'i, kendisine yardım eden Arap Dadı ile birlikte
kaçırıyor. İclal ile Çelebi evleniyorlar, mutludurlar.
Öte yandan Filozof'un kızı Caize, yakışıklı fakat işsiz
güçsüz, serseri bir delikaniıyı seviyor. Deli Filozof evlenme-
lerine razı olmayınca gençler kaçıyor, sonra Filozof'un
affetmesi üzerine eve dönüyorlar. Çelebi karısı İclal ile,
Caize de kocası Umrani ile babalarının Koska'daki evinde
barmıyorlar.
Filozof'a piyongodan 25.000 lira ila-amiye çıkmıştır.
Bunun yarısı ilc Erenköy'c yakın bir yerde çiftlik alarak,
çiftliğin uğursuz diye tanınmış büyük köşküne hep birden
yerleşiyorlar.
Çok geçmeden İclal ile Umrani sevişiyor. Bunu sezen
Çelebi ile Caize, çılgınca dönerek akıJ almak için babaları­
na koşuyorlar. İşi daha önceden sezen Filozof, ayrılmaktan
başka çare olmadığını, direniderse başlarına gelecek felaketi
anlatıyorsa da dinletemiyor.
Başbaşa veren iki kardeş, suçluları zehirlemeye, onlar
öldükten sonra yaşamayacaklarına göre, aynı zehirden
kendileri de içip ölmeye karar veriyorlar. Bu, alındıktan
bir yıl sonra etkisini gösteren bir zehirdir. Dördü de, bir
hafta süre ile çayiarına katılan bu zehiri, iki kardeş bile
bile, ötekiler bilmeyerek ahyor. İki kardeşin, kendilerini
zehiriemek teşebbüsünde bulunduğunu Arap Dadı'dan
öğrenen İelal ile Umrani, bir gün Dadı'yı da alarak evden
kaçıyerlar.
DİL ÜS'l'ÜNE 135

Uhadıkları bu son felaket üzerine yine babalarma


koşan °iki kardeş, durumu itiraf ediyor. Baba, vaktiyle
söyledilerini hatırlayarak, unutmaktan başka çare olma-
dığını anlatıyor. Bir yandan da kendilerinin haberi olma~­
sızm, yemeklerine koydurduğu panzelıirle, çoçukları bır
yıl sonra uğrayacakları ölüm felaketinden kurtanyor.
Babalarının bu teşebbüsünü bilmeyen kardeşler, yaklaşan
ölümü bekliyorlar. Rakiplerinin ölümüyle intikamlarını
almış, kendileri de ölümle cezalanm bulmuş olacaklardır.
Yıl tamaınlanmak üzere iken, D:ıdı'nın lclal'den
getirdiği mektup, kaçakların halini ortaya koyuyor. İkisi
de sefaJet içinde bulunmakta, nedeni bir türlü aniaşılmayan
sancı içinde kıvranmaktadır. Sevgi yerine, şimdi birbirine
karşı tiksinti başlamıştır.
İki kardeş, intikam saatıııın yaklaştığım anladıkları
için memnundur. Fakat neden zehirlenme kendilerinde
başlamamıştır? Kardeşler yine babalarma koşup durumu
bildiriyorlar. Filozof, panzehirle kendilerini kurtarmış oldu-
ğunu, zaman geçtiği için onları kurtarmaya imkan kalmadığı­
nı anlatarak sabretmelerini söylüyor. Fakat bunlar salıre­
decek halde değildir. Ölmeden önce, sevdiklerini bir kere
daha görebilmek için çıldınyorlar.
Çelebi hemen bir otomobile atlayıp İclal'in bildirdiği
adrese gidiyor. Sefaleti gözleriyle görüyor. Her ikisinin de
birbirinden tiksindiğini kendi ağızlarmdan işitiyor. Bunları,
Dadı ile birlikte alıp köşke getiriyor.
Bir kaç gün sonra hastalarda, iyi bakı lına sonucu
olarak iyileşme belirtisi görülüyor. Her ikisi de, işledikleri
sucun cezasım çektiklorine inanrnaktadır. Vicdan azabı
ve' pişmanlık içindedir. Fakat günler geçtikçe, İclal ile
Çelebi'de ve Caize ilc Umrani'de yeniden bir. gönül yakın­
h~•ı
., beliriyor. İclal hizmetçi, Umrani de bir köle olarak
köşkte onların yanında bannnıaya razıdır.
136 AGAR SIRI\1 LEVEND

Fakat bu iyilik uzun sürmüyor. Günü gelince, önce


Uınrani, sonrada İcliil ölüyor.
"Ey Ademoğlu, dünyaları verseler kanmazsın. Cilıanı
yutsan doymazsın. Etrafında açlıktan ölenlere acımazsı.n.
Sen ve seninkiler siz toksunuz ya ..."
"Haıniyet, insaniyet, merhamet, şefkat gibi kelimeler
uydurmuş, fakat ınıinalarını büsbütün unutmuşsun."
"Karşmdakini öldürüp onun postuna girmek, vatanına,
mülküne, karısına, cvladına, herşeyine malik olmak."
" ...medeniyetle insaniyet birbirine o kadar şaşı hakıyor­
larki, bu çarpışmalarda galip çıkanlar kahramanlıklarını
kasidelerle överler; mağlflp düşenler haksızlıktan şikayctçi."
"Beşerin yül!lünü daima zıt ifadeli bu iki maske ile
örtülü 'göreceğiz. MağlUbu galihin yerine geçirirsek aynı
zalimane azametle mağrur görürüz. Kime acıyacağız? Han-
gisine ta 'nedeceğiz."?
"Ncı·eye gittiğimizi diişünmezdcrı evvel, nereden geldiği­
mizi hatırlamaya uğraşmalıyız. Hiç şüphesiz bugünkü
insan geçirdiği isıihalelerden evvel hayvandı. Hala vücudu-
muıda kurt ve ayı ile akrabalığıınızı müsbit nişaneler
taşıyoruz."
"Hepimiz hususi menfaatin uşağıyız. Urouma yararlık
göstermeye alılmamız yine bir şahsi menfaat içindir."
" ... tabiat tam tesviycde akıl yaratmıyor. Hiç birimiz
tam akıllı değiliz" .
"Cinnetten büsbütün kaçabilmek mümkün değildir.
Mesele ona kendimizi yarıdan fazla kaptırmamağa ut,tTaş­
makıır."
"İnsaniyetin başını döndüren işte üç büyük cinayet
- ·ı·
amıı: Aşk-, para ... "
hı rs,
"Sırf bunlardan lczzct aramağa uğraşanların-çoğunluk­
lukla bedbaht olduklarını görüyoruz."
"Bu hakikatten ibrct almak için hayat acı misalleric
doludm·, fakat insanoğlu fırsat düşkünü bir kördür."
DİL ÜSTiJNE 137

Kitabın başmda Tanrı'ya seslenerek "kalplerini nifak


ve şikakla dopdolu yarattığın mahlfikaunı böyle boğaz
boğaza bırakıp da ortadan çekilmek olur mu?" diye ~~kına.n
Deli Filozof, kitabın sonunda insanlara çauyor. Şuphesız
asıl "Miisebbihül'l-esbab"ı unutmuş değildir. Fakat oğlu
ilc kızının birer katil olduğunu gördükten sonra, bu kadar
çabaladığı halde onları dilediği gibi yetiştiremeıniş, bu
felllketi önleycmeıniş olmaktan duyduğu acı ile kolu ka-
nadı kırılmış, sesini değiştirmiş, alayı bırakarak çaresiz-
lik içinde boyun eğmiştir. İnsanların azgın ihtiraslannı
önlemek mümkün olmuyor.

Yüksek felsefeye dayanan bu düşünceler, şüphesiz
romanın sınırlarını aşıyor. Fakat görülüyor ki, okurla-
rını her eserinde "avami şathıyyat" arasında yüksek
bir felsefeye doğru çekmeye uğraşan romancımız, bu kez
Tan n fikrini ele alınış, ona ilişkin birtakım sorunlan da
bu ana fikre ekleyerek: eserini meydana getirmiştir. Bu dü-
şüncclerden çoğunun romanla ilgisi olmadığını söylemek
yeri nde olur. ·
Gürpınar'ın bütün eserlerinde, kişileri konuşturmada,
tipleri yaratmada, olayları sıralayıp canlandırmada gösterdiği
ustalık, bu eserde de görülüyor. Bileşik bir tip olarak birçok
romanlannda yer alan çenesi düşük kaynana, zaman zaman
araya girerek, konuşmalarıyle olaylara bir çeşni veriyor.
Çetin felsefi fikirler arasında dudaklarda bir gülümseme
yaratarak ağırlığı dağıuyor. Süleymaniye'deki dilenci,
Rukiye Hanım, imam, mahalle kahvesindeki çeşitli tipler,
aynı derecede ilginçtir.
Ancak bu canlı tipleri yalnız dış görünüşleriyle, olayları
da yüzeyden tanıyoruz. Romaıun başlıca kahramanı olan
ol an Deli Filozof'un nerede ve nasıl yetiştiğini bilıncdiğimiz
gibi, oğlu Çelebi hangi okulda okumuştur; ne iş yapar? Ali
138 AGAH SlRRI LEVEND

Senaver nerede çalışır? Bunlar hakkında da bilgimiz yoktur.


Adı geçenlerin hepsi de işi gücü olmayan birtakım insanlar-
dır. Gerçi Ali Senaver'in de, Çelebi'nin de işde olduğunu
romancı bize söylüyor. Edindiğimiz bilgi bundan ibarettir.
Fakat, Filozof'la oğlu ne zaman uğrasalar Ali Senaver'i
evinde bulurlar.
Ali Sonaver'in acıyarak alıp yetiştirdiği, sonra kendi-
siyle evleııdiği İclal'in romanın sonlarına doğru Fransızca
eser okuduğunu görüyoruz. Bu bilgiyi nasıl edinmiştir?
Bunların hepsi bizim için gizli kalıyor.
Karısını çıldırasıye seven, ihanetini göre göre ondan
vazgeçmeycceğini söyleyen Ali Senaver, günün birinde
ani bir kararla karısını aşıkına bırakıveriyor. Bu duygu
değişikliğinin biz asıl nedenini öğrenmek isteriz. Koca,
nasıl bir iç çekişmesinden sora bu sonuca varmıştır. Roman-
cının, bu ruh . halini, geçirdiği evrclerle göstermesi gerekir.
Aşklar, Gürpınar'ın bütün romanlarında olduğu gibi
hep çıJgıncadır, seven sevgilisinden başka hiç birşey görmü-
yor; her şeyi unutuyor ve aşkın ebedl olacağını sanıyor.
Aşkın geçirdiği evrelcr, birbirini izleyen olaylarla panorama
gibi gözlerimizin önüne seriliyor. Fakat onları yaratan
ve yaşatıp sürdüren nedenler hep karanlıktadır. Örneğin
Çelebi'nin İc!al'i çıldırasıya sevdiğini, kendisini tanımadan
önce başkalarından öğreniyoruz. Bu sevginin ölümü göze
aldıracak kadar azgın olduğunu da kendinden işitiyoruz;
olaylar da bizi bu sonuca doğru götürüyor. Ama Çelebi
Iclal'i nasıl ve nerede gördü, bu sevgi nasıl başladı, nasıl
kökleşti, bunu asla bilmiyoruz.
Olayları heyacanla izlerken birden durakladığımız,
kişilerin gereksiz gevezelikleriyle irkildiğimiz de oluyor.
Gürpınar bu romanda da İttilıatçılara takılınayı unutmu-
yor. Bunlar hep romanın aksayan yönleridir.
Bununla birlikte, toplum hayatmıızın, bu romanda
da çeşitli yönleriye ustaca tasvir edildiğini görüyoruz.
DİL ÜSTÜNJ> 139

Romancımız, okurları merak ve heyecan içinde sürükle-


rneyi kendine amaç edinmiş değil midir? Hiç duraksamndan
söyleyebiliriz ki, bu romanında da amacına ulaşmıştır.

(Türk Dili, sayı 157- 160, ekim- ocak 1964- 1965)

'
TÜRLÜ YÖNLERİYLE TEVFlK FİKRET

Şairlerle
yazarlar, eserleri ve kişilikleriyle kendi devir-
rini temsil ettikleri oranda edebiyat tarihçisi için önemlidir-
ler. Çağianna vurduklan damga ve arkalannda bıraktıkları
izle, kendi devirlerini aşanlar da vardır. Bunlar, çağlar geç-
tikçe hcykelleşirler. Zamanın, zamanla değişen akımların,
onların kişiliği üzerinde etkisi olamaz. Ali Şir N eva! bu tip
kişilerin başında gelir.
Escrlerinden çok, temsil ettikleri fikir, beniı.nsedikleri
ülkü ve bu uğurda açtıkları savaş hakımından adlannı
unutamayacağıınız kişiler de başka bir kümeye girer. Namık
Kemal'i buna örnek olarak gösterebiliriz.
Yaşadığı devrin sanatına kişiliğiyle yön veren, getirdiği
yeniliklcrle edebiyatın ufkunu genişleten ve devrini yetki
ile temsil eden kişiler de edebiyat tarihinde önemle yer
alır.
Ahlak, karakter, özde ve sözde doğTuluk, tarihl kişilere
başka bir değer kazandırır. "İimiyle limil olmak" sözü,
bu gerçeği belirtmek için söylenmiştir. İşte Tevfik Fikret
bu sonuncu kümeyc girer. Hem edebiyatıınızdaki yeri,
hem de haksızlığa boyun eğmeyen sağlam karakteriyle
bu vasfa hak kazanmıştır.
DIL ÜSTÜNE 141

Bizim kuşaklar, Fikrct'i Meşrutiyetten sonra ortaya


çıkan "Sis" manzumesiyle tanımışlardır. Özgürlüğe kavuş­
tuktan sonra "Sis"e karşı yazdığı "Rücu", bunun yanında
çok sönük kalır. . ,. . . .
Daha sonra Fikret'in "Tarih-i Kadım ı elımıze geçtı.
Bu yüzden şaire dinsiz damgasının vurulduğunu gördült.
Bu konu üzerinde ayrıca durulahilir. Ancak unutmayalım
ki, ş ai rlerin iç §.)emleri çok engin çok karışıktır. Tek eser!c
bu alemin içine girip kesin yargıya varmak kolay o~maz.
Başka eserleriyle de kıyaslamak gerekir. Her hald-ı Fikret,
" fisk u fücur" içinde yüzdükleri halde "dindarlık" tas-
layan iki yüzlü tiplerden değildir.
Fikret'in "Doksan Beşe Doğru " ınanzumesıy · I e "Han-ı
Yağnıa"yı yazdığı zamanı birlikt.c ~aşadık. ~irç~klann~n
türlü nimetler peşinde iktidarın eteğıne sanldıgı bır devır­
<lc, şairin bu haykırışı başka bir önem taşıyordu. Tek kalan
lıu ses, "İttihat ve Terakki" merkezinin kubbesinde uzun
zaman çıuladı durdu.
Fikret'tc-nerden gelirse gelsin- baskıya karşı hep
bu tepki görülür. Şair savaşçı değildir. ~aksızlığ~ karş~
Radece "isyan " halindedir. Coşar, fakat yıne kendı bendı
içinde kalır. . .
Zamanın Maarif Nazuı Emrullalı Efendi'nin bir cmrını
gereksiz bularak Galatasaray Sultanisi Müdürlüğünden
· kiidii'.' zaman şair yine aynı "isyan"ı göstermişti. Fikret,
çe .,ı , "İ f
Aşıyan'ına çekilip Kolleide ders aldığı zaınan: r anım
ı cb dil-i tabüyyet etti" derken, kim bilir ne kadar acı du!mu~­
muştur? Derin bir sızı, acı bir burukluk, hu dört kelimelık
t\limlede gizli değil midir? •
Rubab-ı Şikeste'nin başına koydugu:
Kimseden iimnıid-i feyz etmem dilennıenı perr U bal
Kendi cevvim kendi eflôkinıde kendim ıô.irim
lnhina tavk-ı esareıten girandır boynuma
Fikri hiir, irfrmı hür, vicdanı lıiir bir şairim
142 AGAH SIRRI LEVEND

. Kıt'as~, şairin yersiz gururuna verenlerde görüldü.


B~ gurur hıç de yersiz değildir ve Fikret işte budur. Kaç
şa"ir bunu söylemiş ve söylediği gibi olabilmiştir.

Onun:

Toprak vatanım, nev'i beşer milletim, insan


. , inandım
1nsan olur ancak bunu iz'anla
Bcy~tinden öt~ şairi hırpalayanlar çoktur. Aşırı
solcular ıse bu heytı boyuna sömürürler. Halbuki bu düşün­
ce, o zamanki fikir akımlarının etkisi altında Batı'dan akta-
nlmış . sözden başka bir şey değildir. Fikret'in, bütün hayatı
boyunca yurdu için nasıl titrediği, ulusu her an başı yukan-
da görmek istediği, bütün şiirlerinde açıkça görülür.
Çok kötümser olan Fikret, "Bu memlekette bir gün
sabah olursa... " diye, zaman zaman tereddüte düsmekten
kendini alamamıştır. Fakat asıl inancıw sonund'a şöyle
. : "Evet, sabah olacaktır."
heıırtıyor
.

Oğlunu yabancı ülkelere gönderirken, onun yurduna


avuç ~vu_ç ~ur getirmesini dilemiştir. Zavallı şair bu yüzden
de talıhsızdir. Bereket versin bu acıyı görmedi; yoksa. da-
yanamazdı. Oğlu için yazdığı şiirler meydandayken bu
konuda onu suçluyalıilir miyiz? .
. E~e~iya:. t~r!hinde~ y~rine gelince: Fikret "Edebiyat-ı
cedide nın şıırıru, Halıt Zıya da nesrini temsil ederler.
Fakat Fikret, bu edebi topluluğun başındadır.
Eski edebiyattan yeni cdebiyata geçişte Şinasi, Namık
~e~al, Haınit, ~krem birer basamaktır. Yeni edebiyata
fikrı, ruhu, şekli ve kapsamıyle Batılı karakteri veren
Fikret o~m.uştur. Onun şiirlerinde bugün eski olarak göriilen
ancak dildir. Bu da yalııız kelimeler bakiınındandır. yoksa
deyiş ve aniatış yine yenidir.
Servetifünuncular, sözleri, yazılan ve edebiyat anla-
yışlanyle öyle seçkin bir topluluk meydana getinnişlerdir
DİL ÜSTÜNE 143

ki, ne kendilerinden önce, ne de daha sonraki devirlerde


böyle bir kümeleşme göriilehilmiştir.
Onlar sanatta aristokrasiyi henimsemişler, okurların
azım ve özünü aramışlardır. Dilde gelenekçi kalmaları
da bundandır. Bu anlayış elbet bugünün eğilimine ,uymaz.
Ama zamanın özelliği ve Batı edebiyatının etkisi göz
önüne alınırsa, böyle bir edebi devrin gelip geçmesi edebi-
yat tarihimizin için kaçınılmaz bir evre sayılır.
Onlar, yalııız sanat anlayışlanyle değil, yaşayışları,
giyinişleriyle de, zamanın eski edebiyatı temsil eden genç
kuşaklarından ayrılırlar. Bu sinobizm değildir. Onlara "deka-
dan" diyenler oldu: Fakat züppe diyenler çıkmadı. İçlerinden
en göze çarpan Cenap'tır; en derbederide Rauf... Fi.kret
ötekilere göre hatta biraz babayani sayılır. Fikret sanat
anlayışmda türlü aşamalar geçirmiştir. Rubab-ı Şikes­
te'de, sanatında titiz bireyci bir şair olarak görünür. Ha-
luk'un Defıeri'nde, seçtiği konular ve ileri sürdüğü düşünce­
leric topluma yararlı olmayı amaç edinen bir şairdir. Şer­
min'de ise, çoçuklara kadar inmiştir. Her üç eserde de dil
ve deyiş, konunun ve amacın gerektirdiği niteliği taşır.
s ·a nat ile toplum arasında kurnlan bu ilişkide, sosyal olay-
ların etkisi açıkça görülür. Bunun çok mutlu bir gelişme
olduğunu kaydetmeliyiz .
Fikret'in şiirleri, dile (Osmanlıcaya) tasarruf, aruziı
ustalıkla kullanma, yapıda sağlamlık bakımından kusursuz-
dur. Eski şürin nıısra ve beyit bütünlüğünü kıran, nazım
deyişine kıvraklık veren, şiire ahenk, ruh ve tabiat getiren
Fikret'tir.
Fikret topluma kırgm ve bundan ötürü de küskündür.
Daha doğrusu, topluma değil, toplum içinde densiz dav-
ranışlarıyle huzuru bozan kişilere karşı kırgındır . Keşke
daha az kırgm ve hiç küskün olmasaydı da, bir savaşcı ola-
rak tiksindiği kişilere· karşı meydan okusaydı, diye düşüne­
biliriz. Ama bu bir karakter işidir. Fikret ancak bu kada-
144 AGAH SIRB.I LEVEND

rını yapabilmiştir. Eğer bu haliyle savaşa girişseydi, ezilir,


çiğnenip giderdi.
: Fikret ne yazık 1 ki bir Namık Kemal olamamıştır.
~a zulme alkış tutaniann karşısında o, sağlam karaktc-
rıyle her zaman tunç bir heykel gibi görünecektir.

(Türk Dili, sayı 168, eylül 1965)


ALİ ŞİR NEVAİ

Nevai XV. yüzyılda Orta Asya'da gelişmeye başla­


yan Çağatay lehçesinin en büyük şairi, Türk edebiyatının
en önemli, en değerli bir kişisidir.
Nevai yalnız bir şair değildir. İleri görüşiii fedakar
bir devlet adamı, geniş düşüneeli bir müslüman, inanmış
bir tarikat adamı, şiiri ve sanatı koruyan bir Türk düşünü­
rü, Fars dili ve edebiyatının yaygın olduğu bir devirde
Türk dilinin zenginliğini ve üstünlüğünü ileri süren bir
nıilliyetçidir. Nevai'yi işte bu açılardan incelemek gerekir.

Genel Durum:
Nevai'nin hayatına ve sanatına geçmeden önce, onun
yetiştiği devri ve o devirdeki Türk dili ve edebiyatının
durumunu birkaç cümle ile gözden geçirmekte fayda vardır.
Timur . 1405'de ölünce, büyük Türk İınpaı·atorluğu
birdenbire dağılmaya yüz tutmuştu. Timur'un oğulilanndan
üçü kendi sağlığında ölmüş, yalın?: küçük oğlu Şahruh kal-
ıruştı. Şahruh, kadeşlerinin oğullarıyle çarpışmak zorunda
kalıruş, sonunda Horasan ile Maveraünnehir'i elinde tuta·
bilmişti.
Şalıruh, Horasan'ın
merkezi olan Herat'ı merkez yap-
mış, Maveraünnehir'in merkezi olan Semerkant'ın valiliğini
de oğlu Uluğ Bey'e bırakmıştır.
146 AG.iıı SUU\1 LEVEND

Şahruh'un saltanatı 43 yıl sürmüş ve 1447'de ölünce


yerine Uluğ Bey geçmiştir. Fakat yine yurdun her yerinde
ayaklanmalaı· başlamış ve Uluğ Bey, başta oğlu Ahdül-
latif olmak üzere birçoklanyle savaşmak zorunda kalmış
ve iki yıl kadar çekişmeden sonı-a, oğlu Ahdüllatif tarafın­
dan öldürülmüştiir. Biraz sonra Scmerkant'ı Ebu Sait
eline gcçiruıiştir.
Bundan sonra Herat'a önce Ebiilkasım Babur, onun
1457'de ölümü üzerine de Ebu Sait hakim olmuştur. Onun
1469'da Azerbaycan'daki Karabağ'da öldüriilinesi üzerine
llerat'ta genç Hüseyin Baykara saltanatını illhı etmiştir.
Bir aralık Şahruh'un tonınu Mirza Yadigar Mehmet,
Uzun Hasan'dan aldığı kuvvetle Herat'ı ele geçirmişse de,
Baykara Yadigar'ı öldürerek Herat'a hakim olmuştur. Bay-
kara'nın saltanatı 40 yıl sürmüştür.

Edebi Durum:
Orta Asya'da Timur'un hakim olduğu ülkelerde edebi
dil Farsça idi. Türk şairleri Farsça kaside ve gazel söyle-
mckle kendilerini tanıtmaya çalışıyorlardı. Saraylarda ve
aydın çevrelerde Farsça yazılmış eserler sürümde idi.
Böyle olmakla birlikte, XIV. yiizyıhn ikinci yanaında
Türkçe yazan şairler de görülmüş ve Çağatayca gelişme
yolunu tutmuştur.
XV. yüzyılın ilk yarısında Sekkaki, Atayi, Enıiri,
Geda)'i, Ahmet, Haydar ve Lutfi ün kazanmış şairler ara-
sındadu. Nevai Lutfi'yi devrin en büyük şairi olarak anar.
Onun bazı gazellerini tahmis etmiştir.
İşte Nevai'nin işlediği dil, bu şairlcrin kullandığı dildir.
Nevai'nin Hayatı:

Nizarnettin Ali Şir 17 rama.z an 844 (9 şubat 144l)'de


Herat'ta doğmuştur. Babası Kiçkine Balışi ya da Kiçkinc
Babadır adında biridir.
DİL ÜSTÜNE 147

. ki
K ıç Babadır 1447'dc Şahruh'un ölümü üzerine
ne .. .. • AI"
ortalık karışınca, henüz altı yaşında olan kuçuk oglu ı
Şir'i yanına alarak, Irak'a gitmek üzere kervanla yola
çıkınıştı.r. k.
Beş yıl sonra Ebiilkasım 1452'dc Borasana ha ım
olunca, Kiçkine Balındır oğlu ilc yine Hernt'a döner~~
Ebülkasım'ın hizmetine girmiş, bir aralık Scbzvar cmırı
de olmuştur. ,
Ali Şir bu kez babasıyle birlikte gitmeyerek Hcrat t~
kalmıştı.r. Ebülkasım gerek Ali Şir' e, gere~. s~.t- ka:deşı
olan Mirza Hüseyin (Sultan Hüseyin Baykara) ın ogrcnımlc­
rine çok yakın ilgi göstermiş, onlar da bu hevesle Farsça
ve Türkçe şürler söylemeye başlamışlardır. .. .
Ebilikasım 1456'da l\leşhet'e giderken :l'ıiirza Huseyın
ile Ali Şir'i de birlikte götürmüştür. Ebül~ası:m 14~7'~e
Meşhet'te ölünce Mirza Hüseyin :l1erv'e gı~, . Ali Şır
ise Meşhet'te kalarak öğrenimine devam ~t~ştır.
Ebülkasım'ın ölümünden biraz sonra Kıçkine Babadır
da ölünce, Ali Şir'i, Timur sülalesi emirlerinden ~e~yit Ha-
san Erdeşir korumuş, ona baba şefkati gösterınıştır.
Ali Şir babasının ölümünden sonra Herat:a d~ne~e~
Ebu Sait'in hizmetine girmiştiı·. Fakat Ebu Saıt Ali Şır C
bir türlü güvenememiştir. Onun, kendisine karşı ayakl~_nmış
olan Hüseyin Baykara'nın yakın arkadaşı olması, bu guven-
sizliğin başlıca nedenlerindcndir. Hatta AI~ ~~r'~ d~yı~~n
olan şair K!lbili ile Garibi'yi de aynı kuşku ıle oldurtınuştur.
llerat'ta l?arınanıayaeağını anlayan Ali Şir, Semerkant'a
..,itmiş orada öl'trenimine devam etmiştir.
D D
Ali Şir'in Semerkant'ta ne kadar kaldı"gıuı bil ıruyo~uz.
. '
Ancak 1466'da onun llerat'ta olduğu anlaşılıyor. Bu ta~lh~c
La'li sülalesinin Bedalışan ayaklanması olmuştu. Ali Şır
onun üzerine llerat'ta kalmak istemeyerek ikinci kez Sc-
ıuerkant'a gitmiştir. Onun Seyyit Hasan Erdeşir'e yaz~ğı
manzum mektup_hu zamanda kaleme alınmış olsa gerektır.
148 • SlRRI LEVEND
AGAH

Ebu Sait Karakoyunlular'a yardım için gittiği Karabağ'


da 1469'da öldürülmesi üzerine, Sultan Hüseyin Baykara
Herat'ı alarak Horasan'a hakim olmuştur. Ali Şir o tarihlerde
Semerkant'ta bulunmakta idi. Baykara Semerkant'ta vali
olarak bulunan Ahmet Mirza'ya mektup yazarak eski arka-
daşını istetmiş, böylelikle yola çıkan Ali Şir, Sultan Hü-
seyin Baykara tarafından IIcrut'ta karşılanmıştır. Nevai
de, hayrama rastindığı için, yeni Sultana HiUliye kasi-
desini sunmuştur.
Nevai'nin ilk kabul ettiği görev mühürdarlıktır. Fakat
o hu göreviyle değil, Sultana olan yakınlığıyle tanınmıştır.
Nevai'nin Sultana ilk hizmeti, yurt yönetiminde gös-
terdiği anlayışla olmuştur. Baykara Ncvai ilc birlikte Es-
t~rabat'ta bulunduğu sırada, Hcrat'ta vergi işleri yüzünden
hır halk hareketi olmuştu. Baykara bu hareketi şiddetle
karşılamak istemiş, Nevai ise, araya girerek yolsuzluk
yapanların cezalandırılmasım sağlamış, böylece halkın
sevgisini kazanmıştır.
Onun asıl büyük hizmeti, Yadigllr Mehmet olayında
görülmüştür; Şahruh'un torunlanndan Yadig1h Mehmet,
1469'da Uzun Hasan'dan aldığı kuvvetle Herat'a yürümüşse
de, Baykara tarafından püskürtülmüştür.l470'de Herat'ta
çıkan bir kargaşalık yüzünden Baykara şehirden uzak-
laşınca, Yadigar Mehmet bunu fırsat bilmiş, Uzun Hasan'
nı yolladığı kuvvetle kolayca Herat'a girmiştir. Bir süre
soııra Herat örılerine gelen Baykara, Y adigar'ı kaleye kapan-
mak zorunda bıraknıış, geceleyin de kale yi kuşatmıştır.
Askerlerin kaleye girrneğe cesaret edemcdikleri bir anda
Ncvai yanına aldığı iki erle gizlice kaleye tırmanniış nöbet~
çilcrin bulunmamasından yararlarıarak yalın kılıç' saraya
girmiş, Y adigar'ı içki masası başında sızmış bularak yaka-
layıp Baykara'ya teslim ctıuiştir; Y adigar da hemen öldü-
rülmüştür.

Nevai 1472'de emir (divan bcyi) olmuştur. Bu yeni


Dİ~ ÜSTÜNE 149

görevi onu devlet işleriyle daha yakın dan ilgilendirmeye


götürüyordu. Devlet kötü adamların elinde idi. Vergi ada-
letsizliği, yönetirnde yolsuzluk ve zulüm halkı bıktırmıştı.
Saray entrikaları alınış yürümüştü. Nevai bunlara göz
yumacak yaradılışta değildi. Onun içindir ki, görevi başında
bulunduğu sürece bunlarla uğraşmış, bu yüzden birçok
düşman kazanmıştı.
Bunlardan biri, naihlikle görevlendirilmiş' olan Mcc-
dettin idi. Nevai görevi boyunca bununla çekişmek zorunda
kalmıştır. Mecdettin bir aralık gözden düşmüşse de, yine
Baykara'ya sokulmak y<>lunu bulmuştur.
Nevai 1476'da Cami'nin irşadıyla nakşbendi tarika-
tına girmiştir.
Aevai l487'de Esterabat valiliğine gönderilmiştir.
Bunun başlıca nedeni, }1cedcttin'in tekrar görevi başına
getirilmiş olmasındadır. Nevai için bu bir gözden düşme­
dir. Nevai bu görevde on beş ay kal nış, sonra Sultanın
emriyle tekrar Herat'ta yerleşmiştir.
1489'da Nevai babası gibi sevdiği Seyyit Hasan Er-
dcşir'i kaybetmiştir. Bu Ncva1'yi çok üzmüştür. Başka bir
iizüntü de, Nevai'nin kardeşi olan Derviş Ali'nin Belh'dc
vali bulunduğu sırada ayaklanmasıdır.
Nevai 1489'da divan beyliğinden çekilmiş, artık "Mu-
karreb-i Sultan\" olarak Baykara'nın yaronda kalmıştır.
l490'da Mecdettin tekrar gözden düşmüş ve Herat'ta
lmrınamayaeağını aniayarak kaçrnışsa da, l\1ekke'ye gider-
ko·ıı yolda öldürühuüştür.
1492'de Cami'nin ölümü, Nevai için yeni bir acı olmuştur.
1497'de Baykara ile büyük oğlu veliaht Bediuzzaman'ın
nrusı açılmıştır. Nevai burıları barıştırmak için çok çalışmış
iH" de, Baykara'nın iki yüzlü davranışı yüzünden başaıı.
Hnğlııyamamıştn. Hele C$ir edilen Bediuzzaman'ııı oğlu ·
Mo·iınıct'in Herat sarayında öldürülmesi üzerine baba ilc
u~ulıın arası büsbütün gcrginleşmiştir.
150 AClH SII\1\I LEVEND

Nevai bundan çok üzülmüş


ve Herat'tan uzaklaşmak
için Meşhet'e gitmiş ve oradan Baykara'ya gönderdiği
bir mektupla Hacca gitmek için izin istemişse de, Baykara'
nın yoUann tehlikeli olduğunu söylemesi üzerine vazgeçmek
zorunda kalmıştır.
1499'da Baykara ile Bcdiuzzaman barışmışsa da,
Nevai üzerinde bu hal büyük bir etki yapmış ve saltanatın
geleceğinden umudunu kesmiştir.
Nevai'ııin son zamanlarda sağlığıda bozulmuştu. Y al·
nız ruhca değil, vücutça da hastalanmıştı. 1500'de Bay·
kara'nın Esterabat'dan dönüşü sırasında bir kalp bu-
nalımı geçirmiş ve Sultanın elini öptüktcn sonra yere
yığılmış tır.
Eski arkadaşının bu haline üzülen Baykara, onu kendi
tahtıravanına bindirerek Herı:ıt'a getirmişse de, Nevai
kurtulamamış ve 3 ocak 1501'de hayata gözlerini kapamıştır.

Nevai'nin Sanatı ve Kişiliği:

Nevai 8 yaşlannda henüz çoçukken şür söylemeye


başlamıştır. Bunu kendisindon öğreniyoruz. Çocuktaki bu
şür merakı ailesinden gelmiştir. Babası Kiçkine Bahadır,
Herat'taki evinde sık sık şairleri, resanıları, musild üstad-
larını toplar, meclisler kurarmış . Dayıları Kabili ilc Ga-
ı·ibi de tanınmış b iı·cr şairdir.
Nevai'nin divaıu ilk kez bir şür meraklısı tarafından
toplanmıştır. 1465 tarihini taşır. Şair o zaman 24 yaşındadır.
Şairin kendisinin tertip ettiği ilk divan Bedayiıı'l
- Bidaye adını taşır. Bunu ne zaman tertip ettiğini bilmiyoruz.
Fakat Baykara'wn tahta geçtiği tariliten sonra tertipiediği­
ne göre, 1469 yılından sonradır.
Şairin ikinci divanı da Nevadirü'n-Nihaye adını taşır.
Bunu da ne zaman tertiplediğini bilmiyoruz. Şair o tarihten
sonra gazel yazınamağa karaı· vermiştir. Yalnız herhangi
bir esinle ara sıra beyitlerle, matlalar söyleyip bunlan sakla-
DİL ÜS'l"Ü'NE 151

maktadır. İleride sırası gelince bunları tamaınlayarak


ziyan olmaktan kurtaracaktır.
Bu çalışma 50 ile 60 yaşları arasındadır. Bir yandan
Baykaı-a'nın, bir yandan da Cami'nin tavsiycsiyle şiirlerini
tamamlayınaya başlamış, bunlan eski yazdıklan yle birlikte

Hazayinü'l-Maanı adı altında toplayarak 4 divana ayırllllştır.


Garaibü's-Sıgar 8-20 yaşlan arasında söylediği şiirler,
Nevadirii'ş-Şebab 20-35 yaşlan arasmda söylediği şiirler,
Bedayiu'l-Vasat 35-45 yaşlan arasmda söylediği şürlcr,
Fevaidü'f,-Kiber 45-60 yaşlan arasmda söylediği şiirler.
Nevai'nin ilk d.ivanı olan Bedayiıı'f,-Bidaye için bir
dibace yazmıştır. Bu dibaee Garaibü's-Sıgar nüsalılarının
başmda bulunur. İkinci divan için de bir fihrist yazmışsa
da, bu mcydanda yoktur. Şair Hazayiııü'l-Maanı için
de bir dibııce yazmıştır ki, bunun Türkiyede tek ııüshası
Nuruo•maniye Kitaplığında 3999 numaradaki kitabın
sayfa kenarlarındadır. Neva1'inn hayatı bakımından çok
değerli bilgileri taşımaktadır.
Nevııl'nin bir de Farsça divanı vardır ki, bunun da
iki nüshasmdan biri Nuruosmaniye'de öteki de Türk-İs­
Him .Müzesindedir.
Nevaı:'nin asıl büyük eseri Hamse'sidir. Nevai Hamse'ye
1483'de başlamıştır. Bu tarihten çok önce Seyyit Hasaıı
Erdeşir'e yazdığı manıum m ektupta Herat'm takdirsiz- ·
liğinden bahsederken: "Firdevsi ŞeJı,..name'yi 30 yılda meyda-
ıta getirmiş, bu benim için 30 aylık iştir." demekte, Nizamt'
nin Haınse'sinden bahsederken de : "Onun 30 yılda yaı>tığı·
ıu ben iki üç yılda yaparım" diye öviinınektedir. Ncvai
~crçel..-ten dediği gilıi yapmış b eş mesnev1yi 2 yıl gibi kısa
h iı· zamanda bitirmiştir.
Nevai'nin Hamse'si Nizaıni'nin Hamso'sine cevaptır.
"icvai mcsnevtlerini hayli değiştirmiştir. Dirinci mesnevisi
cılan Hayretü'l~brar, Malızenii'l-esrar'a cevap olmakla
152 AGAH SIRIU LEVEND

birlikte, makalelerin ve hikayelerin hepsini yeniden kaleme


almıştır. Vezin ve şekilden başka aslı ile hiç bir ilgisi yoktur.
Nevai ele aldığı. konuları daha çok zamanın sosyal hayatın
dan seçmiştir.
İkinci mcsncv1si olan Ferhad ii Şirin'de bu değişiklik
daha açıknr. Nizami Husrev'i belli başlı kahramanı olarak
tasvir ettiği halde, Nevai bu rolü Ferhad'a vermiş, onu
gerçek bir kahraman olarak yaratmıştır. Nevai'deki Ferhat,
Çin Türkisıanı Hakanının oğludur. Husrev, Şirin, Şapur baş­
ka başka tipler olarak eserde yer alırlar.
Üçüncü mesncvisi olan Leyl€ vii Mecnun'da, Mccnun
bir çöl adamıdır. Burada Meenuıı elbet büsbütün de değişti­
rilemezdi. Fakat Nevai onu mümkün olduğu kadar gerçck-
leştirmeye çalışmış. Fazla motifleri atarak eseri toplu bir halde
getirınştir.
Dördüncü mesnevi olan Seb'a-i Seyyar da büyük
değişikliklere uğramıştır. Nevai, Nizan:ıi ile Emir Rusrev'in
mesnev1lerini haklı olarak eleştirmektedir. Nevai'dcki
yedi masal büsbütün başka konulardadır. Nevai burada
tabiata uymayan motifleri atmış, eseri oldukça tabitl~ş­
tirmiştir.
Sedd-i lskendert de öyledir. Nevai'deki İskender, Ni-
zaıni'nin İskender'ine benzemcz. Nizami eserini Ikbal- name
ve Şeref-name olarak ikiye ayıruuştır. lkbal-name'de onu
muzaffer bir asker, Şeref-name'de ise bir peygamber olarak
göstermiştir. Halbuki Nevai'de İskender yalnız bir kah-
ramandır. Adaletli, cesur, koruyucu ve yapıcı bir hükümdar-
dır. Yalnız eserin sonuna doğru onun hem veli hem ııcbi
olduğunu bir söylenti olarak kaydetmektedir. Nevai İsken­
der'in kişiliğinde, ülkü edindiği bir Türk kahramanını ya-
şatmak istemiştir.
l\'evai bütün eserlerini özel bir amaçla kaleme alınışur.
Örneğin Siracii'l-Miislinıin, yurtta~larına müslümarılığı.
iyice tanıtmak, onlara dini görevlerini öğretmek için kaleme
DİL ÜSTÜNE 153

alınmıştır. Lisanü'ı-Tayr, tasavvufi bir eserdir. Attar'm


Mantıku'ı-Tayr'mdan esin alınarak yeni baştan ya7-ılınıştır.
Hikiiyelerin hepsi başkadır .

Malıbubü'l-Kulub, içinde bulunduğu toplumun bir ay-
nasıdır. Ahlaki bir eserdir. Nesayimü'l-Mahabbe'de Cami'nin
Nefelıaıü'l-Vns'üııde eksik bıraknğı Türk şeyhlerini de
alınıştır.
Muhakemeıü'l-Lügateyn Türk dilinin haklı bir savuıı­
masıdır. Şair bu eserinde Türkçe ile Farsçayı karşılaştırıyor.
Türk dilinin daha zengin ve daha üstün olduğunu kaydedi-
yor. Türkçe yüz kelime alıyor. Buıılar ağlamanın çcşitleri­
dh. Türk dilinde bunların ayrı kelimelerle belirtildiği halde,
Farsçada bir tek kelime ilc karşılandığını söylüyor. Ana
dili olan Türkçeyi bırakarak, sözde hüııer göstermek için
Farsça yazan gençleri kınıyor. "Vak"tiyle ben de Farsça
yazmışnm. Fakat Türkçenin üstünlüğünü görerek bunda
karar kıldım." diyor.
Ncvai vakit buldukça tarih de yazmıştır. Tarih-i Mü-
la/N Acem ilc Tarih-i Enbiya ve Hülwma gibi. Türk tarihin-
den bahseden bir de Zübdetii't- Tevarih varsa da elimize
geçmemiştir.
Ncvai için hayatta esas gerçek, sevgidir. Nevat evlen-
mcn:ıiştir. Şüphesiz sevmiş, fakat daha çok sevgisini ulusa,
halka, hükümdara, dostuna ve arkadaşma ve bütün insan-
lara karşı bol bol göstermiştir.
O, bütün yazılannda halkın yararını gözetmiş, eserlerini
'L'iirklere öğretmek ve okutmak için yazmış, hükümdarını
d oğru yola götürrneğe çalışmış vcliahta ve öteki şehza<lelerc
ıltl'rmadan öğütler vermiş, hayatını bu uğurda hareaınıştır.
Onun halka kızdığı ve toplumu eleştirdiği zamanlar <la ol-
ıım~tur. Fakat bu sistemler, onlara karşı duyduğu sevginin
lıaşka bir teeellisidir.
O, ulusa karşı sevgisini gerek Herat'ta, gerek Horasan'ın
hıışka yerlerinde yaptırdığı 300'den çok hayrada göster-
154 ACAR SlRRI LEVEND

miştir. Herat'taki medrese, hankah ve cami ıçın vakıflar


bırakmıştır.
Sevdiği ve saydığı kişilere karşı olan bağlılığını eser-
leriyle göstermiştir. Caınl'nin ölümüne Farça bir ağıt yaz-
dığı gibi, Hamsetü'l-Miitehayyirin adlı eserini ya:ıınış, ba-
bası gibi sevdiği Seyyit Hasan Erdcşir ile Pehlivan Mehmet
için ayrı kitaplar kaleme almıştır.
O, sevmediği kişiler hakkındaki hükümlerde de do!!ru- .,
luktan ayrılınamıştır. Mecalisü'Tı-Nefais'dcki hükümler buna
bire r tanıktır.
Neval'nin Herat'taki evi şairler, bilginler ve musiki
üstadları içirı bir toplantı yeri olmuştur. Bu toplantılarda
şiirler okunuı-, tartışmalar yapılır ve musiki fasılları geçi-
lirdi. Kendisinin musiki ile de ilgisi vardır. Birçok besteler
onundur. ~eva\ pek çoklannın şürlerirıi düzcltıniş, hakemlik
etmiş, düşüncelerini ortaya koymuştur.
Nevai, gururu alçakgönüllülükle bhleştirmesini bil-
miştir. O, Cami'den, Baykara ilc oğlundan başka kimse içirı
övgü ya:ımamıştır. Buıılan da içten gelen bir sevgi ilc yap-
mıştır. Onun övünmeleri de başka şaiderinkine beıızeınez.
Haklı ve samimidir.
Nevai'nin etkilendiği şairler daha çok Nizanrl, Emir
Husrev, Cami, Sacli, I-lafız Şira:ıi ve Attar'clır. Kendisinin
etki alanı ise çok geniştir. Anadolu'da birçok şairler onun
etkisi altında k:ılmışlardır. Fuzuli ve Nedirıı bunların başında
gelir. XVI. yüzyıl şairlerinden Cemili onun elivaruna kafiye
sırasıyle na:oircler söylemiştir.
Özet olarak diyebiliriz ki, Ncval ünlü bir şair, değerli
bir sanatçı, kilmil bir insan, şefkatli bir dost, dini bütün
bir Müslüman, yıırdu ve ulusu için çırpınan bir milliyctçidir.

(Türk Dili, sayı 173, şubat 1966)


Olümüniin lik Yıldöniimiinde;
REFİK IIALİT KARAY

1908 devriıni, istibtadın ağır baskısı altında buna-


lan Türk toplumunu, birdenbire kavuştuğu özgüı·lük hava-
sı içinde heyecanla coşturmuştu. Basın alanını kaplaya~
aazete ve dergilerde, 1901'den beri susan tanınınış eskı
kalemler yanında, yeni imzalar da görülüyordu.
Birbirlerini henüz tanımaya başlayan bu gençler, çok
geçmeden "Fccriati Encümen- i Edebisi" adı alW:d~ hafta-
lık Servetifiinun dergisinde toplanmışlar, dergımn 997.
~ayısında (ll şubat 1325) yayımladıklan bildiri ile kendileri-
ni tanıtmışlardı.
İçlerinde, kendilerinden önceki 1.-uşağı dilde, üslupta
ve sanat anlayışında izleyenler bulunduğu gibi, onlara çok
a:r. şey borçlu olanlar, yeni bir zevki ve anlayışı müjdelcycnler
dı· vardı . İşte Refik Halit bunlardan biridir.
Refik Halit, Meşrutiyet'in ilk günlerinde Ahmet İlı­
tittl\' la İsmail Suphi'nin akşamları çıkardığı gündelik Ser-
ı•ı•tifiinım;da yazı hayatma atılmıştır .. O~u~. ~aftahk __ Ser-
ı•ı•ıifiiııım'da çıkan ilk yazısı, Fecriatı bildmsınden once-
•liı·· "Köpekler" başlığını taşır. (sayı 965, 19 kasım 1325)
Bu' yazının altmda "Milano, 7 ekim" tarihi bulunmaktadır.
156 AÇA}I sının LEVEND

Daha sonra da çeşitli yazılarıyle küçük hikayeleri görül-


meye başlar. İlk hikaye "Kuvvete Karşı" başhkhdır. (sayı
978, 18 şubat 1325) "Senede Bir" (sayı 996), "Hakk-ı
Sükut" (sayı JOOO), "Komşu Namusu" (sayı 1006) hikaye-
leri de bunu izler. Edebiyat meraklıları, Refik Halit'i önce
bu yazılarıyle realist bir hikayeci olarak tanıınışlardır.
Bundan sonra Refik Halit, gerek Kalem, gerek Cem
dergisindeki yazılanyle usta bir mizalı yazarı olarak ortaya
çıktı. Artık kişiliğini bulmuş ve kalemindeki gücünü herkese
tamtmıştı.

Refik Halit'iıı bu devirdeki yazı hayatı uzun sürmedi.


Cem'de "Kirpi" imzasıyle çıkan yazıl,an, İttihatçılan çile-
den çıkaracak kadar keskin ve dokunaklı idi. Bir yıl bit-
meden, 25 haziran 1327'de çıkan 32. sayısında Cem kapa-
tıldı. Ancak bir yıl sonra Ahmet Muhtar Paşa kabinesi
(Büyük Kabine) zamanında yeniden yayıruma başlandı.
Bu da uzun sürmedi. Bahıilli olayından sonra İttihatçılar
yeniden iş başına geçince, Refik Halit'i başka muhaliflerle
birlikte sürgüno yolladılar.
Refik IIalit, Sinop~~. Ankara ve Bilecik'te beş yıl
süren bu sürgün hayatında ~ güzel hikayelerini yazdı.
Birinci Dünya Harbini siiı·gündc geçiren Refik Halit, 1917'de
mütaı·ckedcn altı ay kadar önce, o sıralarda Sadrazam
Talat Paşa'ya vckalct eden Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın
emriyle on gün için İstanbul'a geldi ve izin süresi uzatıldığın­
dan bir daha dönmedi. Önce Vakit ve Tasviriefkar, daha
sonra da Zamarı gazetelerinde yazı hayatına yeniden
başladı. Robert kolejde öğretmeıılik etti. Yeni Mecmua'da
"Hafta Musalıahelcri" yazdığı gibi, sürgün iken hazırladığı
küçük bikayclcrini de yayıınladı.
l'tfütarckc başlayıp da İttihatçılar birer birer kaçınca,
Zaman'daki yazılarıyle yeniden mubalefete geçti. Hürriyet
ve İtilaf Fırkası'na girip politika hayatına karıştı. Posta
ve Telgraf Genel Müdürlüğü yaptı. Sabah gazetesi başya-
DİL ÜSTÜNE 157

zarlığında bulunduğu gibi, 1922 haşıu~a. ç~kardığı Aydede


dergisinde, sert yazılarına yeniden gırıştı. .
Bu devirdc güriiltülü bir h~yat geçiren Refık Ha-
lit İstikiiii Savaşı sona crınce . Lüh"nan 'a kaçtı·
• ' sonra
H~Jcp'e yerleşerek yeni eserlerini bazırlamaga ko~d~.
16 yıl süren bir ayrılıktan sonra ~938'de yur~a. dondu.
O .. den beri türlü gazete ve dergilerde kalemını ustaca
kullgun Refik Halit 1965 temmuzunun 18'inde Hakkın
anan ' K , h at
rahmetine kavuştu. İşte Refik Halit aray m ay
hikayesi kısaca budur. •
Refik Halit'in yazılarında görülen ilk özellik, kulla~dı.gı
dilin arkadaşlarnun eserıerın · d eki dile benzemcmesıdır.
· .
·· ·· ·· ~ ade
Bu dil, geleceği müjdelcyen puruzsuz, ,. ve . k.ıvrak
. . bır
Türkçedir. Asıl önemli olan, Refik Halitın bıç bır. ıddad.a
bulunmadan bu yolu seçmiş olmasıdır. ~rneğin ce;al Sah:r
"Tiiı·k Derneği"ui kurarak sade Tiirkçeyı sa~nd~gu hald ,
R f .k II l"t'in bu konuda bir iddiası yoktur. Öteki arkadaş­
eı aı K T " d Mclı
ları olan Ahmet Haşim, Tahsin Nalıit, öpr~ uza e. -
met Fuat ve Şahalıettin Süleyman gibi devrın belli başlı
şaiı·lcri ve yazarları ise, dilde Servetif~nuncuları ısrarla
iı;lcmislcr ve bunu sanatları için gereklı bulmuşlardır: •.
1• R f"k Halit'in bir de Yakup Kadri'nin dil özellıgı­
ştc e ı
ni böyle bir ortam içinde incelemek ve cger en ır
d • I d. rnek

gerekir. . ......
Onun yazılanndaki ikinci özellik de, kuvvetlı goruşu,
t'şya ve tabiatta çok kez dikkatten kaçan gizli ~c uçucu
!!Üzc!Jikleri bir anda kavrayışı ve onları kıvrak uslubuyla
"
ustaca canlan dırışıdır · B u goru
.. ··ş _başka yazılarımdail da be-
il. di
lirtti"im gibi- daha çok eşyanın ve tabiatın dışıy1e g ı r.
O d!rinlerc inip maddenin aslım aıılamaya. ç~bş~a~tansa,
'
kcskin bir zeka cilvesi içinde gorup ·· ·· ta dahildiklerımn zev- ~
. varmayı yeg• gorur.
kinc .. .. Bu hal' onun hayatı seven, kcyıc dir
göre rahatça yaşamayı öngören karal.-teriııden gelme .
158 AC.Mı SlR.lU LEVEND


Bu özellik onun en çok tasvirlerinde göze çarpar. Bu
tasvirlerde konuya uygun keliıneler, halk deyiınleri, ko- ,
layca hatıra gelmeyen buluşlar özentisiz olarak yer alır.
Onun yazılarında, daha çok renk, çiçek ve koku gibi her
an tazelik veren, iştihayı harekete getiren maddi öğeler
görülür. O, bunu yaparken tekrarlardan hile kaçınmaz.
Refik Halit'in birçok eserlerinde İstanbul özlemi kuv-
vetle yaşar. Bir İstanbul çoçuğu olan ve eski İstanbul'un
konaklarını, yalılannı, gezi yerlerini ve aleıulerini iyi bilen
Refik Halit için bu şaşılacak bir şey değildir.
Refik Halit, edebiyatıınııda realist hikayenin bugün-
kü anlaınıyle ilk örneklerini vermiştir. Refik Halit'in hika-
yelerinde sosyal dava ve tez söz konusu değildir. O, kendi
çevresinde kendi alın yazısını izleyen insanların ve üzerlerin-
de durmadan geçtiğimiz olayların üstündeki perdeyi kal·
dırnuş, hiç bir ayrım yapmadan, onları güzclleştirmeye ya·
da çirkinleştirmeye kalkmadan, olduklan gibi göstermiştir.
Romaniarına gelince, bunlar her şeyden önce birer
hayat romanıdır. Yaşadığıınız ve tanıdığımız hayat ... Refik
Halit, sanatında titiz olmakla birlikte sanat iddiası taşı­
maz; belirli bir sanat akımı da gütmez. Sadece zevkine
uyarak, bildiği, gördüğü ve düşündüğü gibi yazar; hiç
bir özentiyc kapılmaz. Refik Halit'in rcpertuvan çok zengin-
dir. Türk toplumunun Tanzimatan sonraki 100 yıllık ha-
yatı, biltün görenek ve gelenekleriyle romanlarında yer
alır. Bu hayat romanları zaman zaman birer mörs romanı
iteliğini de kazanır.

Refik Halit, uzun uzun ı-uh tahlilleri yapmaktan,


gerç ~ sert çizgilerle belirtmekten çekinmiş, sevinıli ve
alımlı olmayı yeğlemiştir.
Romalarında teknik sağlam olduğu gilıi, tipler de can-
lıdır. O, ölmez tipler yaratmaktan çok, taıudığımız tipleri
yaşatmıştır.
DiL ÜSTÜNE 159

Refik Ilalit'in başka güçlü yönü de ınizah yazarlığı·


dır . Onun bu alandaki yerini ve gücünü ölçebilmek için,
divan edebiyatındaki mizalı ve hiciv anla~ş.ını v~ bu anla;Ş·
la kaleme alınan yazıları bilmek gereklidır. Zıya. Pa~a n~
Zafer- name'si bundan ötürü b~ıgünkü m~zalıın ıl~ or~egı
sayılmıştır. Ondan sonra da dıvan edebı~atıııdaki mızah
ve hiciv çığıımı izleyen oldu. İşte Refik Hıılit: artı~. paslan·
mış ve etkisini yitirmiş olan kötü ..gelen~ge du_ş~cd~~·
bugünkü mizalı edebiyatının e~ gu~el ~ı-neklerını hıze
verdi. Bunlar iğneleyen, ama ignelcdiklcrınden h~şkas~
rahatsız etmeyen, kaba bir cinas değil, ustalıklı bır espr:
içinde düşündüren özlü ve temiz yazıla.r~ır. S~d.e~e Ce~
deki yazıları okumak, Meşrutiyet devrım~ tanlıın~,. bellı­
başlı olayları ve tipleriyle izleyebilmek ıçın. yetı~ır.
Kısaca diyebiliriz ki Refik Halit, o dcvırde ilk k.ez
·· · · b·ır dil kullanan ~ kıvrak üslubu ve canlı tasvır·
ozentısız 4: • ••

leriyle edebiyatıınıza yaşama sevgisini veren bır ustat


olarak edebiyat tarihimizde önemle yer alacaktır.

(Türk Dili, sayı 179, ağustos 1966)


ZİYA GÖKALP VE TÜRK DİLİ

Dil devriminin karşısında yer alanlar, Türk dilinin


sadeleşmc ve özleşme yolunda geçirdiği evrelere dcğinirkcn,
Ziya Gökalp'ı sık sık anarlar. Onun dil konusundaki düsün-
celerini beliı"tcn yazılanndan heyider ve cümleler akt~np,
iddialarına dayanarak bulmaya çalışırlar.
Ziya Gökalp, kültür tarihimizde bir aşamadır. Onun
toplumsal sorunlarımızia ilgili düşünceleri, b u davalar
üzerinde duranlar için elbet önemli birer kaynak niteliğini
taşıyacaktır. Ancak Ziya Gökalp'ın düşüncelerini ele alır­
ken, onun kişiliğini, kişiliğini meydana getiren ctkenleri,
yaşadığı devrin özelliklerini, toplumdaki düşünce akım­
~~~.m, bu akımların karşısındaki tutumunu ve rolünü göz-
onunde tutmak gerekir. Yoksa varılacak yargı, hiç bir
zaman soyut ve köksüz olmaktan kurtulamaz.
Ziya Gökalp'ın d~ünce hayatını üç döneme ayırmak
gerekir:
1- Kendini taruroağa başladığı yıllardan Meşrutiyet'in
ilanma dek geçen hazırlık dönemi.
2- Meşrutiyet'in ilamndan Birinci D ünya IIarhi'nin
sonuna dek İttilıat ve Terakki Fırkasının üyesi ve devcin
kültür hayatının odağı (mihrakı) olarak düşiincelerini
uygulamağa ve yayınağa çalıştığı dönem.
DİL ÜSTÜNE 161

3- Mütareke yıllannda Malta'ya sürülüp oradan dön-


dükten sonra Diyarbakır'da ve Ankarıı'da geçirdiği son
yıllar.
Ziya Gökalp, 1876'da Diyarbakır'da doğmuş,. il~ ~e
orta öi7renimini burada geçirerek, genç yaşta ozgurluk
duygul~ıylc beslenmiş, henüz idadinin son sınıfında iken,
okulda arkadaslarıyle her akşam hep bir ağızdan tekrar-
lamak zorunda' bulundukları "padişalum çok yaşa" yerinde,
"millet çok yaşa" diye bağırmak cesaretini göstermiştir.
Yüksek ölYrenimini yapmak üzere İstanbul'a giLtiği zaman
da bu a;açla kurtılan gizli derneklere girmiş, zarar~ ~a:
yılıp yasaklanan kitapları okumuş, istibdat yönetımını
kuşkulandıracak davranışlarda bulunmuş, bu yüzden son
sınıfta iken yaz tatilini geçirmek üzere gittiği Diyarbakır'da
tutuklandııYı aibi, lstanhul'ıı gidince de yakalanarak hap-
ö ö z· b.
sedilmiştir. Aylarca hapisanede de yatan ıya, . ır. yere
ayrılmamak üzere 1900'de Diyarbakır'a gönderılmış ve
Meşrutiyet'in ilaıuna dek burada kalmıştır. Ziya Gökalp'm
düşünce hayatı, gençliğinde kendini araştırma~a .~.aşlar.
Bu yüzden, bunalırular için<lc iizüııtülü. yıllar gcçırdigı olur.
Düşünce hayatında hazırlık dönemi ise, 1900-1908 arası
Meşrutiyet'in ilruuna dek geçen 8 yıl içindedir. Bu .d~nemdc
Ziya Gökalp okumuş, yazmış, araştırmış ve kc~dini ~azır­
laıruştır. 1908'de ülke özgürlüğe kavuşunca, Zıya Gokalp
Diyarbakır'da İttihat ve Terakki Fırkasının şubesini kurmuş
ve 1909'dn İttihat ve Terakki kongresine Diyarbakır delc-
aesi olarak katılmak üzere Selanik'e gelmiş ve burada
o
"merkez- i umumi" üyeliğine seçilmiştir.
Ziya Gökalp, Selanik'te bulunduğu sürece Fırka
çevresinde kendini tanıtıp çarçabuk sözü geçen üyelerden
biri olmuş, düşüncelerini açıklamaya fırsat veren konuşma­
ları ve yamanyle de, kültür hayatımızda etkili olmaya
başlamıştır.
Ziya Gökalp, topluınlıilim araştırmalarını çalışmala-
162 A
ACAU Sl RRI LEVEND

rına esas olarak alınış, bu yolda Durkheim'ı izlemişti.


Toplumbilimin yurdumuzda tanırup yayılmasını istiyordu.
İlk adım olarak, İttihatçıların Selanik'te kurduklan ida-
dinfu programianna "ilm-i içtima" dersini koydurdu.
.... 1~.kalp 'ın ilk .~eniıngediği' ilke, Osınanh~ğa karşı Türk-
çülülftür. O, henuz İstanbul da Türk Ocagı kurulmadan
ve rurk Yur~ı~ dergisi çık~adan önce, Selanik'te Genç
Kal,mler dergısınde çıkan Turan" manzumesinde:
'Iyatan
ne Türkiye'dir Türklere ne Türkistan
Vatan bü}rük ve müebbet bir ülkedir Turan
diyordu'· Osmanlılık deyiminin tek kurtuluş çaresi olarak
sürümde olduğu bir devirde Gökalp'ın ortaya attığı bu
ülkü, onun tarihsel araştırmalarından doğan bir uyanışın
eseridir. Üzerinde dikkatle durulmaya değer.
O, Genç Kalemler'in Il. cildinde Demirtaş ve Gökalp
imzasını taşıyan manzumelerinde de aynı düşünceyi işli­
yordu. Bu ülkünün, sonradan kurulan Tiirk Ocaklarında
etkisi büyük olmuş ve Türkçülüğün romantik evresi böylece
açılmıştır.
Demirtaş imzasıyle çıkan
"Yeni Hayat ve Yeni Kıy­
metler" başlıklı yazısı da onun siyasal devrimden sonra
Türk toplumunun yeni hayat içindeki yerini ve rolünü
göstermesi bakımından ilginçtir 1 •
Ziya Gökalp, 1912'de Ergani sancağından milletve-
kili seçilerek Selanik'ten İstanbul'a gitmiş ve Beyazıt'taki
Türk Ocağında konferansiarına ve çevresinde aydınları
toplayan özel konuşmalanna başlamıştır. O, toplumbilimin
ışığı altında Türk tarihini, tarih boyunca Türk uygarlığını,
Türklerin tarihteki toplumsal kururnlannı inceliyor ve bütün
bu araştırmalarla Türk toplumbilimini kurmak istiyordu 3 •
C.11ç Kol•mler, 4 tubat 1326,e. I, ••rı 14.
1

Aynı eser, e. 2, sayı 8.


2

' Ziyn Göknlp ve Tiirk Toplumbilimi için bkz. Agôlı Sırn Levend, "Türk
Sosyolojisine Bir Bnkış", Tü?k Dili dergiıi, 1 niııan 1964, ••rı ISI.
DİL USTÜNE 163

Bu devrin bütün düşünürleri, onun bu konuşmalarmdan


esin alıyoı·, kendi meslekleri çerçevesi içinde yararlaıııyordu.
Fuat Köprüiii'ye Türk edebiyatı tarihi çalışmalanııda
ışık tutan, onu Müslümanlık'tan önceki eski çağlarda
Türklerin toplumsal yaşayışiarını araştırmaya yöneiten
odur.
Ziya Gökalp, Birinci Dünya Harbi'nin başlannda
İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesinin 1914 - 1915
ders yılı programiarına "ilm-i içtima" dersini koydurdu
ve bu dersi okutmak görevini üzerine aldı •.
Ziya Gökalp'ın günleri Darülfünun, Türk Ocağı, Fırka
Merkez-i Umum1si ve Tii.rk Yurdu dergisi arasmda dolaş­
ınakla geçiyordu. Balkan Harbi felaketinden sonra Ömer
Seyfettin ve arkadaşları da İstanbul'a gelmişlerdi. Halka
Doğnı ve Türk Sözii clcrgilcrini çıkarıyorlardı.
Ziya Gökalp'ın katılmasıyle Darlüfünun müderris
ve muallimleri ikiye ayrılmıştı. Bunlardan bir bölüğü, Türk-
çülük akımının öncüsü olan Ziya Gökalp'ııı, bir bölüğü
de İslamcılık ülküsünü güden Ahmet Naim Bey'in çevre-
sinde toplanmıştı. Ziya Gökalp her konuda bunlarla çekişme
halinde idi. O sıralarda, felsefe terimlerini gözden geçirmek
üzere Maarif Nczaretince kurulan ve Darülfiinun'da topla-
nan "Istılahat-ı İlmiye Eneümcni"ndcki tartışmalar da,
bu çekişmelere bir yenisiJıi katmış bulunuyordu. Örneğin
"attention" kelimesine karşılık aranırkcn "dikkat" yerine
"talıdik" kelimesinin alınmasım Alırnet N ai ın Bey ısrarla
ileri sürmüş ve bu öneri uzun tartışmalara yol açmıştı.
Ancak Naim Bey tarafı çoğunlukta olduğu için, bu "tah-
• Seferborlik bnşlayınen 1309 doğuınlulora dek Darülfunun 6ğ:reneileri
:ı~kc.rc alımruştı. Ben Ziya Gökalp'ın ilk denini dinlernek üzere bölük komutu-
mndon iziıı alıp o eabah Vemecile.r'deki Zeynep Hanım. konapno gitmi~tim.
Dor&to benimle birlikte henUz askere gitmeıniş bit genç vnrdı. Bu oıu ic;.in bkz.
AgUh Sırn Levend, _.Ölümünün 40. Yıldönümünde Ziya Gökalpu. Ulus sa:ıctesi,
25 ekim 1964.
164 ACAH SlRRl LEYEND

dik" terimi kahul edildiği gibi, öteki t erimler de hep


buna benzctilınişi.
Ziya Gökalp, Fırka Merkez-i Umumisiı:ı.dc de, Cukanın
toplumsal sorunlan üzerindeki ilkelerini açıklayan incelc-
meler hazırlıyor, bunlar çoğaltılarak fırka örgütlerine gönderi-
liyordu. Bu durumuyle Gökalp, İttihatçıların kültür ala-
nındaki tck danışmanı rolünü üzerine almış bulunuyordu.
İttihatçılar, Tiitkçülüğü esas da bcnimsemişlerdi. Ancak
memleketin. büyük çoğunluğu İslamcılık ilkesini giidüyor-
du. Cemal Paşa da bunlann arasında idi. Bunlar, Osman-
lı İmparatorluğu'ndaki toplulukların artık gizlenemez hale
gelmiş olan ayrılma eğilimlerini görmezlikten gelerek, Tük-
çülüğü ayıncı bir akım olarak görüyorlar, hatta Balkan
felaketinin suçunu bile ona yüklerneye çalışıyorlardı. Bu
durum karşısında, İttihatçılar, İslamcılığı da tutmak zo-
runda kaldılar. Böylece Ziya Gökalp bu akımı da ilkeleri
arasına aldı.
Mcmlekett e In de Batı'ya yönelme eğilimi vardı.
içtihat dergisini çık Dr. Abdullah Cevdet, bu akımın
temsilcisi bulunuyordu. ökalp, düşünce yapısı bakınınıdan
bu akıma da yabancı k ~azdı. Bunun içindir ki, "Türk-
leşıne, İslamiaşma ve muasl:rlaşma"yı hep birden benimsc-
semiş oldu.
1914'de Biriı:ı.ci Dünya Harbi ilan edildiği zaman Türk
toplumu bu akımların çalkanıısı içinde idi. Savaşın baş­
langıcında İslam dünyasını uyarmak için hilafet merkezin-
den çıkarılan fetvalar hiç biı· işe yaramıyoı·du. Tüı-klük,
savaş yıllannda İslam dünyasının ihanetine uğrayınca,
İslllm birliği politikası iflas etmiş oldu. Nasıl ki, Balkan
felaketinden sonra da Osmanlılık politikası suya düşmüştü.
Biriı:ı.ci Dünya Harbi içinde Gökalp, İttihatçıların
yardımıyle Yeni Mecmua'yı kurdu. Burada, hangi düşün­
cede olursa olsun, bütün aydınları toplamaya çalıştı. Türk
kültürünü, kendi deyimiyle "milli harsı", yayma yolundu
DİL ÜSTÜ:-n:: 165

elinden geleni yaptı. Bu tarihe dek yazdığı yazılarını ve şi­


irlerini Kızılelma (1914), Yeni Hayat (1918) adlı iki kitapta
topladı.
Savaş yılları içinde, Maarif Nczaretince Almanya'dan
profesörler çağırılmış ve Darülfünun'da yeni "ıslahat"
yapılnıışb. Ziya Gökalp'ın bu ıslahatın yapılmasında ve "Da-
rülmesai"lerin kurulmasmda başlıca rolü olmuştur.
Ziya Gökalp, 1918'de yayımladığı Tiirkleşnıek, !slarn-
faşrmı.k, Muasırlaşmak adlı kitabında, Türkçüliikle İs!Sm­
c·ılığı birleştirmek amacıyle hayli çaba harcaı:ıııştır. Şöyle
diyor:
"Halbuki Türkçülerin gayesi ınuasır bir İslam Türk-
liiğlidür. Türkçüleriı:ı. millet mefkQresi Türklükse, ümmet
nll'fkurcsi de lslamlıktır. Bence Türkçülcrin ayrıca bir üm-
ıııı-t programları da olmalı ve başlıca esasları da şunlar
ı"' hınınalıdır:
1- Bütün İslam kavimleı-i arasında müşterek olan Arap
lıımıfumı bilatagyir muhafaza etmek;
2 Bütün İslam kavimlerde ilim ıstılahlarırun rnüş-
1, ıı·k hir hale getirilinesi için İslam ii rometi arasında ıstılah
1 uıı~rt•h•ri inikat ettirmek ve ıstılahiarı Türkçeden, Ara-
lıııJ,.rı ve• kısmen de Farisiden yapmak 5."
.
ll~tlıa aşai;'lda şöyle diyor:
" llr· vlct ilc millet arasında da bir dereeye kadar umum
lıır " rrıiiııasc·heti mevcuttur. Mesela Osmanlı devleti bir
1 lirır ,ı,.,. )(-Lidir. Yani Müslüman milletiere istinat eden
lıır ,ı,, lı· ı ı iı·. Osmanlılığa ketniyetle beraber irfan dcha-
ı lı , ı'""' kil lı teşkil eden iki büyük unsur Türk ve Arap
ırrıllo ıl o rrıliı·. O halıle Osmanlı devletine (Türk - Arap)
1 ıı ,ı,. ,J,·ııilc·bilir 6."
Ili ı ııı ıı~ıı~ıda da şöyle diyor:
1 ııU"''" '·· t~lurrılctşnınk, .i\fuosrrlo.şmah, 1918, s. 33.
\ lll ı 1 t ' ı•. 5ı.
166 ACAI1 SIRRI LEVEND

" O halde mukkades mevcudiyet olarak yalnız iki şey


vardır: Millet ile ümmct. Mukaddes şc'niyetler iki olunca
bunlann timsali, yahut karargahı olan vatan da iki ol-
mak lazım gelir: Ümmetin vatanı, milletin vatanı.
Filhakika bir İsianı vatanı vardır ki bütün Müslüman
nıillctlerin sevgili yuı·dudur. Diğeri ınilli vatandır ki Tihkler
kendileriniukiııc "Turan" namını veriyorlar. Osmanlı ülkesi
İsianı vatanının müstakil kalan cüzüdür. Bundan bir kısmı
Tiirk yurdudur ki aynı zamanda Turan'ın bir parçasıdır;
diğer kısmı da Arap yurdudur ki büyük Arap vatanının
bir parçasıdır 7 ."
Ziya Gökalp'ın, Türk düşünce hayatında etkili rol
aldığı bu döncmdeki düşünceleri işte bunl ardır.
Görülüyor ki, Meşrutiyet'in ilk yıllarında bir iilkü bu-
nalımı geçiren, Türkleri bir iilküye bağlamak için "Turan"ı
ve "Kızılelma"yı tek amaç olarak gösteren Gökalp, sonradan
politikanın ve birbiriyle çarpışan düşünce akımlarının
etkisi altmda günün gerçeklerine uymak zorunda kalmış,
lslamcılığı da benimseycrek bu iki karşıt akımı birleştir­
meye ç\~zı_ı.~ştır.
Ülk~~~ük ile gerçekçilik Gökalp'ta birbirine paralel
olarak yaşar. Hakim olan devriıncilik değil, ıslahatçılıktır.
O, 'fürk kültü~atında bir devrim yarattığı halde, haya-
tında devrimci olamamış, politika da ve düşünce alanmda
birlcştiriciliği (te'lifçiliği) kabul etmiştir.
Onun dil konusundaki düşüncelerini işte bu açıdan
değerlendirmek gerekiı·.
Meşrutiyet'in i lanındanhemen sonra Celal Sahir'in
başkanlığında kurulan " Türk Derneği" tasfiyecilik yolunu
tutmuş, bu yüzden tutunamamıştı. Derneğin düşünceleri
ınizah gazetelerinde alaylara yol açmış, herkes bu eğilimi
gülünç hale sokmak için kelimeler uydurnıaya başlamıştı.
Bu gerçek bir olaydı. Ama ortada başka hir gerçek dalıa
' Aynı eser, s. 53.
DİL ÜSTÜNE 167
vardı: Kelime yaratmak ilıtiyacındaydık. Selamlaşaeak
ortak bir deyim bile aramızda yoktu. Herkes yetiştiği çev-
renin tutumuna göre: "ScHimün alcyküın, aleyküm selam,
sahah-ı şerifler hayırlar olsun, akşamlar lıa)'-ırlı olsun, merha·
ba, bonjur" deyimlerinden birini kulanıyordu. Türk Ocaklan
selaınlaşma ihtiyacım kıırşılam.ak için "günaydın, tünaydm
deyimlerini ortaya atmış, henüz bir sistem kurulmadığı
ve ortam hazır olınadı!,rı için ilk zamanlar hayli yadırgan·
uııştı. İşte Yerıi Hayat'ta yer alan "Lisan" başlıklı manzuuıe­
dcki
Uydurma söz yapmayız
Yap ma yola sapmayız
Türkçeleşmiş Tiirkçedir
Eski /Wke tapmayız
cliiı·tlüğü bu anlayışla yazılmıştır.

ScHinik'tc Genç Kalemler'in II. cildinde "Yeni Lisan"


lıarc·kcti başlamıştı. Bu yazılarda yer alan düşünceler Gök-
ıılp ' ıı t da kanılanna uygundu. "Yeni Lisan"cılar : "Beş
ı• ıı·dan beri konuştuğumuz kelinıeleri, me'nus denilen
\ıııhi ve Farisi kelimeleri mümkün değil tcrkedemcyiz."
ılı\ url ardı. Gökalp da, Türkçesi varken Arapça ve Farsça
1..liııll'lcH·i n kullanılmasına karşıdır .
") c' ni Li san"cılar yabancı kuralları atmak, yalmz
1 lı ı ulınuş tamlamaları bırakmak istiyorlardı. Amaçlan
\ •ı ı ıli l iıı i konuşma diliyle birleştirmekti. Ziya Gökalp'ın
ı lı ılıpi ch: buydu.
\ ıııa bu i~tekler belirli kurallara bağlanmamış, sınırlar
ı ıluH"ıııi~ıi. Bu hale göre, Tiirkçesi yok diye birçok yabancı
ı, lııııı lı· ı· lmlıtcak ve kelime bulma yolu tıkanmış olacaktı.
tıı ı • .ıııılan, Arapça ve Farsça kurallar atılacak, örneğin
tııııl.ı "'' ı c·vvc•l, evvel mülazım; şfuay-ı devlet , devlet
ıtııı ı lıc ·)•-1 i ınhririyc, tahrir heyeti; muciz bir muharrir,
1 ı lı lıı ı ııııı l ııırrir" olacak ama, "evvel, mülazım, şfua,
168 ACAII SIRRI LEVEND

heyet, tahrir, muciz, muharrir" kalacaktı. Ortada bir dev-


rim at1lışı olmadığı, konu bir sisteme bağlanmadığı için
böyle olacak ve bu doğal sayılacaktı.
Bundan başka Ziya Gökalp yukandaki parçada görül-
düğü gibi, "ıstılahla Türkçeden, Arabidcn, kısmen Farisi-
den yapılacak." diyor, "Lisan" manzumesinde ısc:
Arapçaya meyletrne
lran'a lıiç gitme
öğüdünde bulunduğu halde, kendisi terimleri Arapçadan,
arasıra da Farsçadan yapmak esasını kabul ediyordu:
l\lefkurc, şe'niyet, şeh-nüvişt, piş-nüvişt (program karşı­
lı/;'1), rulıiyat, müstalıasat, selikıyat, fikriyat, mefkiireviyat,
istimlal, musaafecilik, muakalevl gibi. Bunlan uydurmakta
hiç biı· sakınca görmüyordu.
Gökalp, başka lehçelerde geçen ve artık ölü hale gelen
eski kelimeleri kullanmayı r eddediyor. Oysa, ondan çok
\ önce dil sorununu ele alan Şemsettin Saıni, Ortaasya
'll ürkçcsinin çok zengin bir kaynak olduğunu söylemiş:
" ağ kelimesi varken vakit kelimesine ne luzüm var?"
de işti. Buna göre Gökalp, bu konuda Şemsettin Sami'den
geri kalmış oluyor. Bugün "çağ, karakol, yasa" gibi kelimeleri
öz mlılımız olarak kullanmak-tayız 1 .
Ziya Gökalp, yalnız vezin konusunda "Yeni Lisan"-
cılardan aynlıyor. Onlar "Hele aruzu atıp Mehmet Emin
Bey'in he eat veznini hiç bir şair kabul etmez." dcdikleı·i
halde, Gökalp, Yeni Hayat'taki "Sanat" başlıklı manzumede:
Aruz sizin olsun lıece bizimdir
Halkın siiyledigi Türkçe birimdir

diyordu. Çiinkü o yıllarda heeeciler adı verilen genç şair­


lecin lıeccyi başarı ilc kullandıklarını görmüştü. Her halde
0
Ziyn Gökalp'ın dil konusundaki düşünceleri için bkz. Agib Sırrı Levend,
Türk Dilirıcle Gelişme •• Sadeltfnı• l!:vrtleri, TOK yayını, Ankara l960,s. 330 336
.DİL 169
ÜSTÜJ'IE

Ömer Seyfettin de eski iddiaeından vazgeçmiş olmalıdır.


Ziya Gökalp, hayatının son döneıninde. ~cı. dcne~~le~
gcçirıniş, birçok gerçeklerle karşı karşıya ge~ıştır. ~~c~
Dünya Harbi felıiketle bitmiş, mütarekenın acı günlen
gelip çatmış, kendisiyle birlikte birçok aydınlar yakalanıp
Malta'ya sürülmüş, İstanbul'da sarayla kukla hükümeti ya-
bancılarla işbirliği yaparken, Anadolu'da öl~ kalım savaş~
alıp yürümüş, sonunda Osmanlı İmparatorlugu yıkılarak yenı
ve canlı bir Türkiye devleti kurulmuştur. Kurucusu da Mus-
tafa Kemal'dir.
Gökalp, k"Ul'duğu hayale kavuşmuştu. O, büyük ve
görkemli bir Türk devletinin özleıni içinde idi: 1~ manzu-
melerinden beri yaşatınağa çalıştığı bu hayal, şımdi gerçek-
leşıniş bulunuyordu. Daha önceki devirde aradığı halde
bir türlü bulamadığı kahramanı da bulmuştu.
192l'de Malta'dan yurda dönen Gökalp, birkaç ay
Ankara'da kaldıktan sonra Diyarbakır'a gitıniş, orada çı­
kardığı Küçük Mecmua'da düşüncelerini yeniden yaymaya
başlamıştı. Bu dergide "Gazi Paşa Hazretlerine" yazdı_ğı
"İstida" başlıklı iki manzumede, Atatürk'e karşı duydu~
hayranlığı açıkça ortaya koymuştur. Birinci manzumedeki:
Sen dahisin buna. çoktan inandık
Mefkuresiz rehberlerd.en pek yandık
Garpta. Şa.rkh ya.şamakta.n usarıdık
Kıırıar bizi bıı kara.nlık zıııdancları
heyitleri aradığını bulmak için çektiği üzün~iiyü açıkça
1-(Österir. Bu manzumeler, daha önce Talat Paşa ıle Enver Pa-
, :ı için yazdığı manzumelere lıiç benzemez ' ·
Gökalp, Küçük Mecınua'da dil konusunu yeniden ele
ıılıyor. Bu düşünceler, eski söylediklerinin daha açıklığa
kııvuşmuş bir tekrarıdır. Yalnız bir noktaya işaret edelim:
• Küçük Meenıua, 1922 (23 ı.e,rinievvel 1338), sayı 20 ve 1922 (30 teşri·
,..,.,,.ı 1338), oayı 21 •


170 • SlRRI LEVEND
ACAR

"Yeni Lisan"cılar "adet" yerine "sayı" demeyeceklerini


söyleınişlerdi. Gökalp, dergisinde "sayı"yı kullanmaktadır.
Bu, Gökalp'ın gerçekçiliğine yeni bir tanıktır ıo.
Gökalp, 1923'de "te'lif ve tercüme heyeti" üyeliğine
atanarak Ankara'ya. geliniş ve burada, türlü konulardaki
düşüncelerini bir araya getirerek Türkçülüğün Esasları
adındaki kitabını yayım.Iaınıştır 11 • Bu kitabın başmda
da Atatürk'ü överek, eskiden Türkiye'de Türk ulusunun
hi.? bir mevki~v~lmadı~, bugün bu topraktaki egemenliğin
Türk egemenligı oldugunu belirten Göka)p, türlü yönlerden
~kçülüğü ele alarak düşüncelerini özetliyor. Bu yazılar
dıkkatle okununca görülür ki, buradaki düşünceler, daha
önceleri ortaya sürdüğü düşüncelerdeki esaslan taşımakla
bi~l.i.1..-ıe, gerçeğin karşısında zamana ve ihtiyaca göre geliş­
mış ve olgunlaşınışnr. Bununla birlikte, çelişıneler gözden
kaçmıyor. Tiirkleşmek,lsUimlaşrnak, Muasırlaşmak'ta: "Türk-
lük, kozmopolitliğe karşı İslimiyet ve Osmanlılığın haki-
ki istinatgahıdır 11. " dediği halde, Tiirkçiilüğün Esasları'
~~a Osm~c~larla, ittihad-ı İslamcılardan söz ederken "her
ıkı cerey~n.~a memleket için muzudı 13 ." diyor.
.. "~~~?ül~ ve ~~~ıhk" b_aşhklı yazısında, "Turan"m
Türkçülugun uzak ülkusu oldugunu söyledikten sonra şu
sonucu çıkanyor: ~ugün şc'niyet sahasında yalnız Türki-
yoellik vardır. Fakat rulıların büyük bir iştiyakla aradığı Kı­
:.oılclma şe'ııiyet sahasında değil, hayal sahasmdadu ı4."
Türkleşmek, lslamlaşmak, Muasırlaşmak'ta bu kavram-
lan açıklayarak savunan Gökalp, bu düşüncelerinden elbet
geri dönemezdi. Bu eserinde, İslamcılık dcyjmini kullanım-
bkz. Agiilı S1rrı Levend, 7'Urk Dilinde Gelişme ve Sadeleşmo Evreleri
10

l'DK yayınlanndrut, Ankara 1960, •· 382-387. '


" Tür~ülülün E...slon, Ankara 1923 (1339).
Türkktnuk, lslüml4şmak, Mutı4ul0fmak, 1918, o. 7.
12

" T~ü/Uğün Eıa•ları, 1923, s. U.


14
Aynı eser, s. 25.
DİL ÜSTÜNE
171

yor, düşüncelerine açıklık vererek: "Türk ıs~lletin~e~~:


İslSin ümmetindeniz, Garp medeniyetindeniz . formülunu
ortaya koyuyor ve ...._ı· ·· · d · " deyı'mlııi açıklarken
J.l! am ıımmetın emz
de, 0 günkü gerçeği dile getirmiş oluyor· v .
. . G""kalp Türk diline geniş yer ayırdıgı bu eserın­
Zıya o , "L'
deki "Tü.rkçüler ve Fesahatçılar" başlıklı yazı~m~a: .ı-
sana yeniden yeniye bir kıyasi eda~ y~ut ..ye~ bır terkip
tarzı ithal etmeniz de öylece gayrı mümkündur.' ~undan
dolayıdır ki günaydın tünaydıu gibi terkipler yenı Tü.rk?edc
• "· · semai edatlarla yapılmış olan tabı,ı·lcr
yaşaı:nayacagı gıuı,
16 ..
de yaşayama dıl ar · .. .. . . v
Bu da gösteriyor ki, Ziya Gökalp'ın duşuncc~cnnı deger-
lendirirken, onu kendi zamanı içinde ve kendi zamanının
gerçeklerine göre ele almak gerekir· .. .. .
Gökalp, Ankara'da bulunduğu sıra~a, Buy~k Mıll~t
Meclisi'nin ikinci döneminde 1923'te Dıyarhakır dan ~ıl­
letvekili seçilmiş ve bir yıl sonra hastalanarak lstanhul.~a
tedavi edilmekte olduğu Fransız Hastanesinde hayata guz-
lerini yummuştur. .. .. ..
Ziya Gökalp'ın ölümü, Türklük için ve Türk kult~ ha~a~ı
için büyük bir kayıptır. O yaşamah, Türk devrıınlerını,
bu arada dil devrimini görmeli ve bütürı bu atılışiarda Ata-
türk'ün yanında bulunınahydı. Eğer yaşasaydı, bu :ııanlann
en cesur bir devrimeisi olacak, zamamn gerçelderme uya-
caktı.

(Türk Dili, sayı 193, ekim 1967}

" Aynı eser, s. 64.


Hı Aynı eser, s. 108.
AIDfET HAŞ.tM
\

Edebi eserler k:ırş d b"


, h" ısın a ır meraklının bir eleştı·
h. ır c<ıc ıyat t "h · · · ' rmenın
.
an Çısının durıunu birh· · d '
~deb~yat meraklısı, eline aldı~<ı Şiir k~~ en çh~k ayndıx.
bır hikayeyi yalııı· " ı a nnı, ır ı·omanı,
' z onun sanat zevkine v ak . .
Onda aranan, dikkatli . . b" arm . ıçın o.l..-ıır.
. ili...
kış ve ıyı ır okur olına.l..-ıır y
gı onu her zaman ilgi! d" · azarın
. .
hın oluı·sa, üzerinde durma)'l h. den mnez. Hele •
ya~ar taııımadıgı
":E;ı . ıç c gerekli hulmaıı
'eşLırmen de, incelemek istedi"" ki .. , ..
bir ok gih · ki gı tabı, o nce dikkatli
ı zev ne vannak i iı1 lin 1ır
ilk koş ud A . ç e e a · Bu, tarafsızlıgın•
ur. m,ı onun ama kud •
kişiliği hulın cı, 0 ııı,>u eserde yazarın
nın n;d . a!a çalışmak, başarısının ya da başarısızlıih-
crmı araştırmak ·· ili-.
, guze gı ve öz ünlü~·· •t>
varsa- ortaya çıkarmak h.. 1 . g gu - eger
ıutmaktır. ' oy ece esen gerçek değeriyle ta-

Edebiyat tarihçisi ise, eliue aldığı bir e&e . ··'dı"


zamanın sanat aul . . d . n, ya?..u gı
larından a 1 " a)'lşı ıçın e ınccleyerck, yazarın çağdaş­
, yn ~ noktalan bulmak, genel dÜze . .. ..
çıkıp çıkmadıgıııı ar:ı•tırm k .. . . yın ustune
. h. .. .. . ...., a ' şııre yenı bır ses ya d
ycıu ır goruş getırip getirıoedi h !ir
y. • k a csere
eserlerini inceleyerek gılnı e tmc • yazarın tü.rlü
' sanat yo unda ka· dı.
ortaya koymak, edebiyat tar"hi . . . zan. ~ aşaınalan
1
ıçındeki yerını göstermek
DİL ÜSTÜNE 173

ister. O da herhangi bir etki altında kalmamak için, ilk iş


olarak, eser karşısında tarafsız bir okur olmaya çalışacaktır.
Göriilüyor ki, eleştirmen ilc edebiyat tarihçisinin bir-
leştiği noktalar olduğu gibi, ayrıldığı noktalar da vardır.
Ama genel olarak her ikisi de, eserle y~zan birbirinden ayıra­
maz. Eserde yazann kişiliğini bulmaya çalışmak, "inductiou"
yoluyle eserden yazara giderek bu sonuca varmak zorunda(lır.
Okur, başkalarına karşı hiç bir görev yüklenmiş değildir;
bir sorumluluk taşımaz. Okuduğu eseri bcğenip beğcumc­
mekte scrbesttir. Kendisinde bir yetenek olup olmadığı
araştınlınaz. Eğer edebiyat meraklısı, sanattan anlayan
kültürlü bir kişi ise, varacağı yargı daha yerinde olur. Ama
yıınılmışsa, kimse kendisini kınayamaz. •
Oysa, eleştirmen de, edebiyat tarihçisi de, bir görev
yüklenmiş, bir iddia ile ortaya atılmıştır. Her ikisinin de,
cserle sanatçı hakkındaki değer yargısı gerçek bir toroele
dayanmahdır. Eğer bunlar tarafsızlib.-ıan uzaklıışmışlar,
yanlış ve sakat düşüncelere saplanmışlarsa, "cleştireyim"
derken, "cleştirilen" durumuna düşmüş olurlar. Bunun için-
dir ki, giriştikleri işte hazırlı ve yetkili olmak zorundadırlar.
Yetkili olmak ise o kadar kolay değildir. Uzun hazırlık­
larda bulunmak, sanat eserleriyle yoğrulmak, sanatı ve
sanatçı)'l tanımak, onları meydana getiren koşullan bilmek,
edebiyat tarihi üzerinde inceleme ve araştıı-malarda bulunmak,
eser vermiş olmak gerektir.
Öte yandan, bir şairiıı ya da bir romancının kişiliğini
ortaya koymak, bu konuda kesin bir yargıya varmak da
çok güçtür. Tanınmış her büyük sanatçı ayrı bir alemdir.
Kendi yarattığı hayal dünyası içinde yaşar. Ayn bir anla)'lş
ikliminden süziilüp gclıniştir. Bulunduğu ~amaya varıncaya
dek türlü evrelerden geçmiş, kişiliğini bulmak için çeşitli
etkilere uğramış, sonunda o da çağdaşları arasında sivrilerek,
çevresindeki gençleri etkileyecek hale gelmiştir.
Onun kişiliğini meydana getirmekte, dilinin, sanat
174 ACAR SiliRI LEVBI'o'D

anlayışının, şiire
ve edebiyata getirdiği yeniliğin büyük
rolü vardır. Ondaki dil, sanat anlayışı ve yenilik ise zamanına
göredir. Edebiyat tarilıÇisinin uğradığı güçlük ve eleştirmen­
den aynldıi;'l başlıca yön, asıl burada görülür. Elcştirmeıı.
kendi çai;'lnın dil ve sanat anlayışlll1 göz önünde tuttuğu
halde, edebiyat tarihçisi, tarihsel zevkini kullanmak, eseri
ve sanatçıyı kendi çağı içinde değerlendirmek zorundadır.
Edebiyat meraklısı da - eğer ister ve kendisini yetkili
bulursa - tanını:iıış bir sanatçı hakkında bir yazı yazabilir;
bir deneme kaleme alabilir. Yazarın, sanatçının kişiliği ü.ze-
rinde varacağı yargı, o güne değin beslenen kanılara aykırı
da düşebilir. Sağlam kanıtiara dayandıkça, bu sonuç bizi
~ç şaşırbnaz. Kendi düşüncelerimize uymayan bu yeni
- gÖ'rnşünden ötürü onu kınamaya hakkımız yoktur.
Ama, edebiyat tarihinde önemli bir yer yapmış büyük
bir sanatçı hakkında bir yazı kaleme alınır, bu yazıda, asıl
konu bir yana bırakılarak, sanatçının kişiliği sekiz on satır
içinde kesin bir yargı ile hemen inkir ediliverirse, o zaman
iş değişir. Yazann kim olduğu, şimdiye dek kaç eser yaz-
dığı, bu yeteneği nasıl edindiği merak edilir. Bu kanıya han-
gi belgelere dayanarak vardığı sorulur.
Örneğin, ölüm yıldönümünde kendisini andığımız Ah-
met Haşim'i ele alalım. Haşim öleli tam 35 yıl oldu. Bu süre
içinde birkaç kuşak değişti. Zevkler başkalaştı. Yeni sanat
akımlan birbirini izledi. Hele dil, köklü değişmelere uğradı.
Haşim'i inceleyecek bir eleştinnen, bütün bu koşullan
göz önünde tutmakla birli!.:tc, onu kendi çağı ve sanat
anlayışı içinde ele alarak, şiire neler getirdiğini, çağdaşların­
dan nasıl ayrıldığını, nerelere ulaştığlll1 göstermek zorunda-
dır. Eğer böyle yapmaz da, lıiç bir kanıt vermeden, hiç bir
örnek göstermeden, Haşim'in kişiliğini inki\r eder ve onu
küçüınserse, hafiflik yapmış olur.
Haşim'i, kendi çağı içinde de eleştirecek noktalar buluna-
bilir. Örneğin, onun dili, çağdaşlannın hepsinin dilinden
175
DİL ÜSTÜNE

. d ki' dil akımına yabancı kalmış,


. Haqım zamanın a k
eskidır. ~- , . lki de farlana varmadan bu a ımm
ancak son şıırlcrınde, be A n bu özel-
. k manııştır ma onu
etkisinden kendinı urtar~ . aktan alıkoy-
.•. .. 1 . . daha sonrakı kuşaklara okutm
ligı, şur erını . lihs' li"'dir Sanatı hakkında vara-
duğu için, şairin kendi ta ız gı .
• . rgıyı dcğiştirmez. dil'
cagıınız ya d b' t ·'hindeki önemi kabul e ır,
Bir şail·in, hem e c ıyat an . ? . • c. er edebiyat
ki 'li"' 'nkir edilebilir mı . Bır şaır, g d'
hem d e şı gı. ı . . . bu kişiliği yönünden ır·
t~hin~c k=d~::a_nıki;Zcrmı::;nınayan, edebiyat tarihine
Türk şıır d . Y• B ka özellikleri varsa, onlar dolayısıy­
şair olarak gıremez. aş •

le anılır. H . ,. Türk şiir dünyasındaki yeri ve kişiliği


Ahmet aşım ın . . ildinde bundan
3
d' ? Edebiyat Tarihi Derslen'nın . c . . • . . .·
ne ır . O yıl .. bu konudaki düşüncelerimı bildi~~ş~ım.
tam 3 once, yf 1 d b'yat tarihi çcrçevesı ıçınde
dıgı"ın ea a ar, e e ı . . .
Ona ayır . yıl bilir' Ama Haşim uibi bir şaır ıçın
b elki .uzunca bile •sa
. . a Bu ·ünkü •düş\incelerim
" ise hı9
· d cgış-
•·
bu, hıç de çok degildir.
memiştir. Hazırlamakta o ugum1 ~ • Türk edebiyatı tarihinde

daha da kesinleşecektir. . tı tarihinde Fuzul''d


1 en
Bence Haşim, Türk e e ıya d h
sonra gelen en büyük şairdir.
(Tiirk Dili, sayı 201, haziran 1968)
HÜSE İN RAHMl GÜRPlNAR

Hüseyın· Rahm·
ı
c··urpınar8martl944'dear
dı Toplum hayatmda 25 yı) .. amızdan ayrıl-
ya!a•n bir geçmı'ş" A . ' daha d un denilebilecek kadar
' .... r. ma onun yet"1 t'"· "
verdiği devir çok dah · il ~ ıgı çag ve ilk eserlerini
a ger erdedir O d · d ki
hayatı ise hugun·· b· " · evır c toplum
' ıze, ortaçag masallarmd 1
gibi asılsız ve ;;ı.ıunç
..::ı··
gelir. a yaşatı an hayat
H""useyın. R alun.i, Tanzimat'la · li
Tü.rk romanma başka h" h yem ge şmeye başlayan
ır ava get · · · h"
ulusal hır' k akt k ırımş, yem ır ruh aşılamış
ar cr azandır B •
eserleri Türk • mıştır. u hakınıdan onun
romancılıgmda bir a dı
görebilmek için, Hüseyin Rahmi'den ö şamı~ r. Bu aşamayı
göz gczdirmek gerekir O ' knccki romanlarımı"'a bir
Tür
" . · nun romaneılı • daki ·
ve d egerı ancak böylelikle h lir . gm yerı
T · , c ınış olur.
anzunat tan sonra aelisme e ·· ..
ilk ürünleri arasınd ö., ' Ahy yuz tutan Türk roınanının
a, · nce nıet Mithat'ın
kaydetmeliyiz. Buıılar edebi d " . ronıaıılarmı
alıştırmak için yazıım:ş roma:ıgc~lnıayan, halkı okuruağa
bulunmakla birlikte geneliiki h~ . Ara sın gerçeğin payı
Bu devrin edebi r ' e ırer masal havası içindedir.
lntibah ve Cezmi o~~ veren de Nanıık Kemal'dir. Onun
" . , ronıam, o zamanın de · · -
şaırane bir üslupla kale ah yımıne gore
me nmıştır; romantik bir karak-
DİL ÜSTÜNE 177
ter taşır. Nabizade Nazım ile Sami Paşazade Sczai'nin eserleri,
gerçekçi hikayeye bir geçiştir.
Daha sonraları Servet-i .Fünun edebiyal"tnın romancıları
gelir. Roman tiirü, bunlarla Fransız edebiyatının etkisi
altında yeni bir hız kazanır. Gerçeğin payı daha da artar,
sanat iddiası ön planda yer ahr. Fransız dilinin etkisiyle
üslup hayli değişir. Dil, yeni kavraınları belirtecek yeni
tamiamalar, bileşik isimler ve sıfatlarla süslü bir hal alarak
ağırlaşır. Toplumda işsiz ve zengin bir sınıf yaratma çabası
moda olur. Bu sınıfm hayatı ve serüvenleri roman ve hika-
yeler de başlıca konudur. Bizde olmayan, ama özlemi duyu-
lan yapmacık ve özentili bir "sosyete" hayatı yaratılmak
istenir.
Bu deVTin romanda başlıca temsilcisi olan Haüt Ziya
Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'u en tipik bir örnek olarak göste-
rilebilir. Romanın kahramanları hiıdendir, ama bize hen-
zemezler. Bizim alıştığımız çevrelerde yaşamazlar; başka
bir hayatın özlemi içindedirler. Halit Ziya'nın daha önce
yazdığı Mai ve Sryah'da tipler daha yerlidir. Bununla bir-
likte romanda tasvir edilen Ahmet Cemil, bizim yazarlarm
hiç birine benzemez. Romancının hayalinde ülküleştiril­
ıniştir.
Mehmet Rauf'un Eylül'ündc kahramaıılar yine ycrlidir.
Olaylar da İstanbul'un çok iyi tanıdığımız semtlerinde ge-
çer. Ama serüvenin başlıca kahramanları toplumun adanı­
ları değildir. İşsiz, güçsüz, günlerini boş yere öldüren insan-
lardır. Hepsinin ayaklan bu topraklara bastığı halde, kendi-
lt•ri havada ve hayal aleminde yaşarlar. İşleri ve güçleri,
ihtiraslarımn esiri olarak aşk peşinde koşmal-ıır. Bunların
hepsi de romancının hayalinde yaşar ve olgunlaşır.
Hüseyin Cahit'in Hayal !çinde romanındaki genç, Te-
pı•başı halıçesinde gördüğü tatlısu frengi bir ailenin kızına
ıutknndur. Kızla bir kelime hile konuşmadığı halde, bütün
lıııyaliylc ona bağlıdır. Delikanlının işi gücü, kızı görebil-
178
AGAH SIRRI LEVEND

mck için her akşam Tepebll§ı bahçcsiyle, Taksim bahçesine


uğramakttr. Bu genç, yurt sonmiarını düşünmekten, halkın
dertleri ve ihtiyaçlanyle ilgilenmekten yasaklanmış olan
o dcvrin zavallı gençliğini temsil eder. Denilebilir ki onla-
rın eserlerinin kahramanları biraz da kendileridir. Yoksun,
içli, umutsuz zavallı gençliktir. Ama bunlar, toplumda he-
nüz yaygın olmayan kişilerdi.
Ziya'nın Kırık liayatlar'ıylc roman türü yeni
llalit
bir atılış kazanır. Burada bi:ı:im de tamdığımız aileler, orta
halli insanlar, memurlar, hizmetçiler, çamaşıreılar, kınk
hayatlarını sürükleyen bir sürü insanlar yll§ar. İşte devrin
ön safta gelen romaıılan buıılardır.
Hüseyin Rahıni'nin romaııiarını, ancak bunları gözden
geçirdikten sonra değerlendirebiliriz. Hüseyin Rahmi'nin ilk
romanlan, Servet-i Fünun edebiyatının kııruluşundan önce-
dir. F.a ~rebb~e, Meıres, Tesadüf gibi olgun romanları
Servet-i Fün~ devrine rastlar. Hüseyin Rahıni'yi onlardan
ayıran bıı§lıca~IJik, onun gözlerini hayata, tahiata, top-
luma çcvirıniş, doğruaan doğruya onlardan esin almış olma-
sıdır.

Toplumda yeni bir tip tiireınişti. Buna çevrede "züppe"


diyorlardı; "Frenk mukallidi" diyorlardı. Giyiıni, kuşamı,
konuşması ve davranışıyle göze batıyor, alay konusu olu-
yordu. O da çevresini yadırgıyor, horlaumalara aldırmadau
kendi aleminde yaşıyor, yöresindekileri, hatta yurdunu
küçünısüyordu. Bilgisiz, beceriksiz ve ülküsüzdü. Beğendiği
ve taklide özendiği yalnız alafranga hayattı. Hüseyin Rahıni'
nin ilk romanı olan Şık, toplumda belirıniş olan böyle bir
tipi canlandınr.
Hüseyin Rahmi, bu ilk romanından sonra görüş açısını
genişletti. Tanzimat'tan sonra toplumdaki sınıflar ve tahaka-
lar daha da kesinlcşınişti. Zenginler konaklarda, yalılarda
yaşıyorlardı. HaremJik, selamlık diye ikiye aynlan bu geniş
koııaklar, ihtiyar paşalan, efendileri, nikalılı haoımlan,
DİL ÜS'l'ÜNE 179

al yıkları kalfalan, kahyalan, küçük


cariyeleri, odalıklan,
h a. bl, eleri uşaklan seyisleri,
hanıı:ı:ı_an, amabt heylerı
ı
., d. Bu konakları
d es em • '
' .
bahçıvanlanyle aşlı başına . . . kendine özgü davranışı ve
bırer aıem ı.

dolduran kişilerden her bır_ını~ d·· küıı seksenlik


dı B alarda ıhtıraslanna uş
tutumu var · ur .. . . son denılerini sürüyor-
ihtiyarlar, körpe cariyelerle ömurl:r~arcmde kadınlar hep
!ardı. Para ile gönül çarpış~y?r u. il elamİık arasında
birbirinin rakibi ve düşmanı ıdi. Harem e s
bin bir dalavere çevriliyo~du." ki ·ı dolduran taze
ak . ·n büyu··cüye koşan
h riksız aşı ar, çı c
Otede genç ve eec
lin! k alarını elden kaçırmam ıçı
ge er, oc dı Zenginler için ınetres
genç kadııılar, hovarda ;e~ ::eıe~de aslı belirsiz yabancı
1
tutmak moda olmuştu. a: .
mürebbiyeler görülmekte ıdi. Kenar kr I
malıallelerde ise, kafes
malıalle deli-
k d kısmetini bekleyen genç z ar,
ar ·asın a ıl k .. lhanheyleri, tıılumbacılar,
kaıılıları, çalçene kocakar ar, 1 nılu kahveler mahalleleri
dan sonra top a an
yatsı namazın . a an bu semtlere, ara sıra
dolduruyordu. Kendi hallen~de Yil§ ~-'ar başka bir renk ve-
çıkan ııl
b kın! sık sık beliren yangllll ·
as ar, abanilere inanan saflar toplum-
riyordu. Ayrıca, cadılara, g y I lhet kedilerini avia-
da yaygın
dı B nlar yaygın o unca, e
mak · ukuran açıkgoz
için tuzak _ 1er, üfürükçüler eksik olma-

yacaktı. Rahıni, toplumdaki bu tipleri birer birer


İşte Hüseyin mak özentisi içinde
<-le alarak, bir yandan alafra~g~~=ayan aileleri gözle-
gülünç ve maskar~ olın~1.-ıan ud da çeşitli çevrelerde
rimizın onune • d k. . ııl n sahneye çıkarara ,
. .. .. serıyor ote yan an , k
yaşayan türlü karakter e ı ınsa a ls . çlan çocukça
•rürk toplumunu ortaçağa bağlayan ası ızl. man ilk-cı' anlayış-
düşünceleri, toplumsal b·ırer "(adcia"yanışları işliyor, böylece
yo açan
hn ve feliiketle sonuçlanan avra ,d ani ndınyordu.
• ki . nlarınac a
ı·ski gelenek ve görene ealırı ~~~a manlanna birer "moe-
Bu bakımdan Hüseyin R mı nın ro
ıırcs" romam denilebilir.
180 AGAH SIRRI LEVEND

k Hüseyin Rahmi
u) '
u ·
• ıueşrutıyet'ten sonra işieyecek y .
on ar, caulandıcacak yeni tipler buldu z . . eru
dalavereciler hur"olarını k dın 1 . engın ış adaıulan,
. . ' a av aıttak i · h·
gıbı kullanan ahlak düşkünl . al çın ırer tuzak
uçuruma düşen genç kız! .~Tl_· afranga hayata özenerek
lar t 1 h ar, ı tıras1arına .b.-urban olan kadın-
' op umıın aşlıca dedikodu serma .
onun usta kalemi ·le alın yesı olan rezaletler,
devrinin facialan } . s keye çı.b.-tı. Dalıa sonra mütarekc
vurgııncuların' •öl ' .. y.ıyece ekmek bulamayanlar yarunda
canlandı Eg"nr Hç~uz. saRvurg~ğı, hep onun kalemiyle
· • useyın ahmi h ..
!arına konu olacak . ugım yaşasaydı, roman-
hulurdu. yenı olaylar, yaşatılacak hayli tipler

Onun romanlarında i · ilc k" .. al


zcnninle fakir akıllı . b yı . . otu, datanla aldatılan,
ı 1e ecerıksız k
yadır." B nl • . ' u.rnazı a saf k·arşı karşı-
u ar arasındakı zıtlaşma, olaylan daha d 1
dınr. Ro ancımıza .. . nl a can an-
gibi görü . 1 . B .~~~e, ınsa ar hiç bir zaman olduklan
ez er. utun yaşayışlar d ·ı· ki
yiizliidürle E• 1 · d : · ın a ve 1 ış ·'lerinde iki
· v erın e entarı ile d0 ı ı
ceket, pan Ion kolalı . aşır ar; ama dışarıda
}(aldıkları z ma~ r 11 gömlek ve kı-avatla gezerler. Yalnız
' u 1 annı soymakta bir kı
ama insani . k sa nca görmezler;
a a aı:şılaşınca hemen .. t.. k
kişiliğe hüı·ünüder . or unere başka bir
b • · Cınsel duygular, nefse düşkünlük]
ayagı~.aşa~ bencillikler ön planda yer alır. er,

ı Huscyın Rahmi, insanoğlunını hu zayıf yerle . .


umda oyna
izli
nl
n~n oyu arı, bu oyunların arkasında yatan
rını, top-

g gcrçcklcrı, bıı gerçeklerin taşıdıa klı .. .. .. .


b.. .. k b· .,ı acı uorunuşlerı
•uyu ır ustalıkla gos .. t ermış,
· okuyucuya güldür " .. k
aglatmanııı yolunu bulmuştur. Bu bakınıdan ur en,
göz yaslı birer üld" "d" onun romanlan
. ' ., g.. uru ur, Comedie Larmoyante'dıc. Hüse-
re:d~~hmı ycıl gore b.~yat işte budur. Bu salınede herkes
ısıne ayr an rol u tekrarlayarak alın azısının . . •.
oyıınu oynayacaktır. Şüphesiz h uly çızdigı
d k . . u oyıınc ar her güııkü
c or ıçınde, ama fazla makyaJ'la gorımece .. .. · erdir.
kl,
DİL 'ÜSTÜNE 181

Bu sonuç bir romancı için bir başandır. Hüseyin Rahmi


bu başarıyı, içinde doğup büyüdüğü çevreyi, birlikte yaşa­
dığı halkı, toplnınu dolduran çeşitli insanlan iyi tamroakla
elde etmiştir. Ama insan bıına biraz da şaşmaktan kendini
alamıyor. Kalabalıktan boşlanmadığım, evinden her zaman
dışarıya çıkmadiğını bildiğimiz romancınuz, bu ilişkileri
nasıl kurahilmiştir? Fazla olarak, uzun ve sürekli inceleme
ve araştımıaları gerektiren görenek ve gelenekleri nasıl
toplamıştır. Kadınlar arasmda yaşamış, onları söyleterek
dinlemiş olması, ona bu denli z.engin bilgi hazinesini kazan-
dırabilir mi? Bu, üzerinde durulacak bir sorundur.
Şurası da bir gerçektir ki, onda görme, gördüğünü
hetrıcn kavrayarak sırasında kullanmak üzere belleğinin bir
köşesine yerleştirroe, okurların merakım uyandırarak dik-
katlerini bir merkezde toplama, hayal kurma güçleri
büyük bir rol oynar. Bu özellikleriyle Hüseyin Rahmi'nin
romanları gerçekçi bir karakter taşır. Ama hayal, hatta
masal öğeleri de onun romanlannda geniş yer tutar.
Sanat bakmıından Hüseyin Rahmi'nin oldukça kusur-
ları vardır. Bu kusurlar omm ilk eserlerinde oldu~'ll gibi
son eserlerinde de görülür. Gerçi tipler ustaca yaratılmışt-ır;
tasvirler caıılıdır; konuşmalar, ara sıra türlü taklitlcrle orta
oyunu tckcrlemclerini andırsa da yerindedir; ancak kimi
kez bu konuşmalar gereksiz yere uzayıp gider. O zaman
konuşanları değil, romaneıyı karşıınııda buluruz; konuşan
odur. Eskiden kalma bir alışkanlıkin ara sıra romanın akışını
durdurıır, kendi düşüncelerini sıralamağa, okurlara bilgi
venneğe koyulur. Bunlar Hüseyin Ralımi'de Ahmet Mit-
haL' tan kalma, bir türlü kaçınamadığı aksaklıklardır.
Eski gelenek ve göreneklcriınizi canlandıran iki sa-
ııatçımız vardır: Biri Hüseyin Ralımi, öteki de Müsahipzadc
Celal. Biri romanda, öteki tiyatroda bunu yapmış, her ikisi
ıl<' h u yolda ölmez eserler bırakmıştır. Zaman geçtikçe, bu es-
ki gelenek ve görenekler büsbütün kaybolunca, bu eserler
182 AGAH SlRRI LEVEND

daha da değer kazanacak eski Türk t I h .


I ni . . ' op um ayatım mce-
eye cr ıçm çok zengin birer kaynak olacak-tır.

(Türk Dili, sayı 213, haziran 1969)

1
MEHMET EMİN YURDAKUL

Bir toplumda beliren yeni düşünce akıııılarıru, deği­


şen edebiyat ve sanat hareketlerini, kendilerini meydana
getiren nedenleri incelemedcn, yalnız görünüşlerine bakarak
açıklamağa çalışmak çok yanıltıcı olur. Kişisel bir heves
ürünü gibi görünen bir eserin bile, sonradan yeni bir dcvrin
başlamasma yol açtığı, bir toplum hareketinin müjdecisi
olduğu görülür.
Değişme ihtiyacını yaratan nedenler çcşitlidir. Toplumun
yapısı, ansızın gelen bir felaketle, ya da uzun süren yıpratıcı
bir savaşm doğurduğu hezginlikler ve bımahııılarla sarsıntılar
geçirir. Bu hal devrimiere ve köklü değişmelere yol açar.
Politikada, yönetinıde, ekonomide, bilirnde ve tcknikte
beliren bu değişiklik, elbet sanatta da kendini gösterecek,
edebiyat da toplumdaki bu değişikliği adım adım izleyecektir.
Değişme isteği, bu gibi büyük sarsıntılar olmaksızın
da doğabilir: Uzun süre içine dönük, kendi sınırları içinde
kapalı yaşayan bir toplumda, dışandan sızan yabancı etki-
lerle, yenileşen zaınana uyına ihtiyacı belirir. Bu etki altında
yeni bir devir açılır, yeni bir hayat başlar. Aydınlar bu yeni
hayatın felsefesini yapınağa koyulurlar. Birtakım kurallar
ortaya atarak, halkın bu yeniliği benimsernesinde önayak
184 AGAH SlRRI LEVEND

ol~lar. Edebiyat da bu yeni hayatı bütün yönleriyle yansıt­


maga çalışır.

• . !enilik, değişmez bir değer ölçüsü değildir. Bir süre be-


genilip sanat çevrelerini ~aplayan bir akım, taklitçiler çoğal­
dıkça_yıpranıp usanç verır. Daha eskiye dönüldüğü gibi, eskiyi
temelinden yıkan yeni cilveler de gösteı·ebilir. Yeninin her :ııa·
~an eski d~~ -~~a alımlı ve daha üstün olması gerekmez. Geçici
bır heves urunu de olabilir. Eski edebiyatta "garabet" diye
ad~dırılan bu 2<orlama yenilik sevimsiz görünür. Bir aralık
taklit edenler çıksa da, uzun süre tutunamaz, yerini başka
~~!ara bırakır. Eskiye sanlıp kalmanın uyandırdığı tep·
kilerın bu konuda büyük rolü vardır. Batıda göriii
k 1 hep bu nedenlerle başlamış, bir süre sanat
çeşı"ili a:ım,ar· m
alanını kapladıktan sonra sönüp gitmiştir.
!ürk -~debiyatında da dıırum böyle olmuştur. Divan
edebıyatı, ummet çağındaki dini hayatı yansıtır. Tevhitleri
· . ':ları, . ıni'raciyeleri, gazelleri, kasideleri, mesnevlleri:
lıikay .n, gerçek ve temelsiz inançlan kapsayan eserleriyle
b~ -~~~ır ~yan_~ aynasıdır. Bu çağda başka bir hayat
d~şunülmedig~ı~ı, ba.?~a bir edebiyat da söz konusu değil­
dir .. Toplum hıç bır degışme ve yenileşme ihtiyacını duymaz,
hahndenı_nenınundur. Bu içinekapanık hayat da, bunu yansı­
tan edehıyat da yüzyıllarla böylece sürüp gitmiştir.
!:Uziıı:ıat, gelişen ve ilerleyen dünyaya sırtını çevirip
ke~di alemınde _kapalı _yaşamanın daha çok sürüp gidemeye-
cegı anlaşılan bır devrı temsil eder. Doğuyu Batıdan ayıran
ka'p~ aralaı_ı~ş, düşünceler sızmaya haşlaınış, toplumda
yenileş~e ıhtıyacı helirıniş, yen,i düşüncelerle beslenmiş
genç bır kuşak yetişmiştir. Tanzimat edebiyatı, ister istemez
toplu~da ~yan_aıı bu_yenile~n:-e ve değişme ihtiyacını yansı­
t~caktı~ Boylelikle divan şıırınden büsbütün ayrı yeni bir
şıı~ dogm~ış,. hi kayeleri, rom anları, tiyatroları ve eleştirme­
lerıyle yem bır ed.~biyat b~şlamıştır. Çevre bu yeni edebiyatın
yayılmasına henuz elverışli değildir. Ama ruhlan inançla
DİL ÜSTÜNE 185

dolu ateşli bir avuç genç, durmadan çalışarak topluma ön-


ayak olmuş, yeni kuşakları hazırlamıştır.
Sonraları Servetifünun dergisinde toplanan genç kuşak,
bu yeniliği daha sistemli yaymaya çalıştı; daha veriınli ve
daha etkili oldu. Bu gençlerin eserlerinde her şey yeni görü-
nüyordu. Yalnız dil, Arapça ve Farsça sözlüklerden yığın yığın
taşıdıklan kelinıelerle yine ağırdı. Toplumun muhtaç olduğu
yenilikte değildi. Fransız edebiyatının etkisi altmda yeni
kavraınları belirten taınlamaları ve bileşik sıfatlarıyle eskiye
de benzemiyordu. Gençler bu süslü dili sanatları için gerekli
buluyorlar, sade yazmayı, halkın katma inme sayıyor­
lardı.

Oysa dilde sadeleşme isteği uyanmış, aydınlar arasında


tartışılmağa başlanmıştı. Gençlerin en büyük kusuru, toplum-
da heliren bu iste"ği görıne:ıneleridir. Onlar yalnız bunu görmc-
mekle kalmadılaı·, dalıa sorıraları karşı çıkıp yeni akımı halta-
lamağa çalıştılar. Böyle davranmakta kendilerini zorunlu
saydılar.
Dilde tutucu görünmeyi daha yararlı buldular. Batıdan
gelen bir sanat cilvesinin kurbanı oldtılar. Bu yüzden dilde
eskilere. de yaranamadılar.
Ama hayat yürüyordu. Edebiyat değişir, daha canlı,
daha gerçek olma yolunu tutarken, dil olduğu yerde kalamazdı.
Nergisi'lerin dili bir yana, Halit Ziya'nın, Cenap 'ın, Süley-
man Nazif'in çetrefil dilini de yadırgayanlar vardı. Elbet dil
de değişecek, toplumun ihtiyacına uygıın bir sadcliğe kavu-
şacaktı. Halk yığıııları okuınak, öğrenmek, uyanmak, dün-
yayı aıılamak istiyordu. Yalnız aydınlarca anlaşılabilen
bu çetrefil dille beklenen kalkınma sağlanamazdı.
1897 Yunan Harbi çok güzel bir fırsat oldu. Türk ordu-
şunun eşsiz kahramanlığı, çoktan: beri boğulan erkekçe ses-
lerin yükselmesine meydan verdi. Servet- i Fünun şairleri
en güzel eserlerini kaleme aldılar. Fikret "Ken'an'ın Gazası"m,
186 ACİH SIRIU LEVEND

Halit Ziya "Osman"ı, Cenap "Eytam-ı Şüheda"yı, Hüseyin


Cahit "Topal"ı, Ali Ekrem "Vasiyet"i yazdı.
Ancak, Mehmetçiğin bu şanlı gazasım kendi diliyle kut-
layacak bir şiir de gerekirdi. Bir şiir ki, onun ve köyünde
onu bekleyenierin saf ve masum ruhlarmda yankılar uyan-
dırsın. İşte bunu Mehmet Emin yaptı. Yunan Harbinden
biraz önce başlayarak, temiz bir dille ve hece vezniyle yaz-
dığı manzumelcrini, çevresinin ne diyeceğini düşünmeden.
arka arkaya yayıınladı. Sonra da ilk dokuz manzumeyi Tiirkçe
Şiirler başlığı altıl).da toplayarak, "Türk kardeşlerime çoban
armağaıu çam sakızı" diye sundu '. Kitapta, Recaizade
Ekrem, Abdi.ilhak Hamit, Sami 2 , Rıza Tevfik, Fazli Ne-
cip'in "Takriz"leri vardır.
Bu yazuardan anlıyoruz ki, şair, kitabını bastırmadan
önce, bu dokuz şiiri güvendiği kişilere bir mel.."tupla göndermiş
ve mektuhunda: "Doğru yolda mı yürüyorum? Yoksa uçu-
rumlara mı düşeceğinı ?" diye kendilerinden sormuş tur.
Bu mektuba cevap gönderenler de, tuttuğu yolun doğru
olduğunu söyleyerek şairi övmüşlerdir.
Bu şiirler arasında en çok beğenilip sevilen, "Ana-
dolu'dan Bir Ses yahut Cenge Giderken" başlığını taşıyandır.
Önce 1897'de Selanik'te Asır gazetesinde çıkan bu şiir şöyle
başlar:

Ben bir Türküm dirıim, cinsim uludur.


Sinem, özüm ateş ile doludur.
Insan olan vaıanınm lmludur.
Türle evlildı evde dıırmaz; giderim!
İddiasız görünen bu manzume, dili, deyişi, vezni ve
konusu hakımından o zaman için yepyeııidir. Saflığı ve iç-
' Türkf• Şiirlor, İstanbul, Ebüzziyo Bıuımcvi, H. 1316 (M. 1898); R ..snm
Zonaro'nun tablolannın klişeleriyle.
' O dcvirdc Sami adım ta.,"yan ilti IADllUlllf yaunmız vardır. Biri Süley-
man Paşazade Snoıi, Gtcki de Şemsettin Sami. Yalnızca Sami adı ilk anda bir
duraksnma uyandınyona da, dikkatli okuyuııea aoJaşılıyor lti, mektup Şem­
settin Snmi'uindlr.
DİL ÜSTUNE 187

tenliğiyle gönülleri çekmektedir. Gerçi hu şiirler iddiasız


göriinüyor, ama şair hiç de iddiasız değildir. Mektuhunda:
"Doğru yolda mı yürüyorum? Yoksa uçuruma ııu düşcceğinı ?"
derken duraksar göriinen şair, aslında kararlıdır; kendisine
güveni vardır. "Biz Nasıl Şiir İsteriz" başlıklı şiirinde yolu-
nu çizmiştir:
Biz o şiiri isteriz ki çifte giden babalar,
Ekin biçen genç kıztarla odun leesen analar,
Y anık sesin dinlerlerlcen göz .yaşların silsinler.

O, ulusunun büyüklüğüne, yurduna kıskançlıkla bağlı


olduğuna inanmıştır. "Yunan Sınırııu Geçerken" başlıklı
manzumesinde şöyle diyor:
Hangi Türktür gerdenine urgan, kemend urdurur?
Hangi Türkliir mescidine çanh lcule kurdurur?
Milletimiz lciile olnıaz; böyle günde kim durur?
Biz Türkleriz; Kızılırmak olur büyle ıaşarız!

Acaba Mehmet Emiu'i bu yola götüren etken nedir? Meh-


met Emin, ilk edebi zevkini, okunıa yaznıa bilmeyen haba-
sımıı, dinlemek üzere kendisine okuttuğu Kerem ile Aslı,
Aşık Garip, Batıal Gazi gibi halk hikayelerinden almıştır.
Ayıu zamanda ona halka giden yolu bulduran ilk işaret de,
çocukken ol..-uduğu bu lıikayelerin babasında uyandııdığını
gördüi;rü ilgi olmuştur.
Daha sonra Namık Kemal'i okuyarak içi yurt ve ulus
sevgisi ile dolan Mehmet Emin, sonradan meclisine devam
ı•ttiği Şeyh Cemalettin-i Efgani'nin etkisiyle yurduna yarar-
lı olma ülküsünü henimsemiş ve üll..-üsüne kavuşmak için,
Heçtiği bu alana atılmal..-ta gecikmemiştir. Bu yolda yazdığı
ilk nıanzuıııelerini Cemalettin-i Efgani'nin beğenmcsi, onu
cluha da yiireklendirmiştir. Mehmet Emin Cemalettin-i
188 ACAR SIRRI LEVEND

Efgani'yi büyük bir "mürşid" olarak tamr. Gençlilt çağla­


nın anlatırken "beni yuğuran odur" der3 •

TÜRKÇE ŞtlRLERİN UYANDIRDICI YANKILAR

Türkçe Şiirler basılıp yayımlanınca


çevrede büyük bir
yankı uyandırdı. Bu şürleri, zaferin verdiği sevinç ve esinle
yazılmış geçici bir heves ürünü sanarak beğcnenler olduğu
gibi, dudak büküp küçümseyenler, hatta alay edenler de
çıktı. Ebüzziya Tevfik ile Ahmııt Rasim beğenıneycnlerin
başında gelir. Ahmet Mithat ilc Şemsettin Sami de, bu çığın
bcğenenlcr arasındadır.
Servet-i Fünuncular önceleri çekingen davranınışlar,
düşüncelerini ancak üstü kapalı sözlerle belirtmişlerdir.
Mehmet Eınin, Türkçe Şiirler'i yayıınladıktan sonra açtığı
yolda yiirüdü. Önce Servetifünun'da sonra 1904'de İzınir'dc
Muktebes, 1905'de Scll\nik'te Çocuk Bahçesi dergilerinde
arka arkaya şiirlerini yayımladı 4 •
Görüldü ki şair, o zamana dek işlenıneıniş, işlenınesi
düşünilimemiş konulara değinmekte, toplumsal dertlerimizi
ve ihtiyaçlanınızı dile getirmektedir. Bu şiirleri yazmak
için o, masa başına oturup esin perisini bekleıniyor. Çevre·
sine bakıyor; yoksulluktan bunalmış insanlan, tarlada ça-
lışmaktan beli bükülmüş analan, öksü-.deri, bakımsız çoeuklan,
işsizleri görüyor, onlara acıyor. Bizi de acındırmaya çalışaralt
bu dertlerle ilgiJcnıneye çağırıyor. Öte yandan ilıtiyaçlanmızı
düşünüyor. Çiftçiliği, deınirciliği, şu mübarek yurdun kal-
kınması için gereken çalışma yollarını gösteriyor. Bnıılan
bıkmadan, usanmadan ısrarla yapıyor.
O zaman anlaşıldı ki, bu şiider geçici birer hevesin ürün-
leri değil, tasarlanmış, bilerek ve isteyerek açılmış bir çağın
' bkz. Akçurooııtu Yusuf; Türk Yılı,
1928, s. 376, 377 vd.
• Mehmet Emin'in bu ~iirleri için bkz. Çocuk Balı,c•i dergisi. Selfuıik
1905 (12 moyıs 1321- 24 kuım 1321), aoyı 17-42.
DİL ÜSTÜNE 189

başlangıcıdır. Bu aerçek ortaya çıkınca, vaktiyle Tiirkçe


" ı h E . ,. "
Şiirler'i beğenıniş görünenler, bu kez I\ e met ~ı avam
şairi" saymakta gecikmcdiler. Çünkü onların şıır anlayışı
buna uymuyordu. . . ~. . .
Ote yandan, Tevfik Fikret düşüncelerını degıştırdı.
"Kesildi mi Ellerin" manzumesi Servetifünun'da çıktıktan
sonra Mehmet Eınin'e gönderdiği 1901 (25 mart 1317) tarihli
mektuhunda5 bu manzume için "şi'r-i nefis" diyor.
Türkçe Şiirler üzerindeki tartışmalar, Selanik'te çıkan
(',ocuk Bahçesi dergisinde devam etti. Bu tartışm:'-' .~er~
1905 (8 eylül 1321) tarilıli 32. sayısında Rıza Tcvfık ın Tur~­
çe Şiirler 'i öven bir ya?.ı.sı üzerine başlamış oldu. Ömer Nacı,
"Evzan-ı Şi'riyiınize Dair" başlıklı yazısıyle bunu karşıladı.
lliza Tevfik'in cevaplan bunu izledi. Raif Necdet'le Ilüseyin
Cahit de söze karıştı. Sonunda Ömer Naci'nin 1905 (1 kanu-
nuevvel 1321) tarihli 43. sayıda çıkan yazısı üzerine dergi
kapatıldı, tartışma da böylece sona erıniş oldu •
6

MEŞRUTiYETTEN SONRA

Mehmet Emin, Meşrutiyetten önceki devirde "Rüsu-


mnt Emaneti Evrak Müdürü Mehmet Eınin" imzasıyle
Tiirkçe şiirler yazan bir şair olarak tanınırdı. Onun herkes-
•·•: bilinen adı "Tiirkçe Şiirler sahibi Mehmet Emin Bey"dir.
~ıfatı da onu sevenlercc "Türk şairi", "milli şair"dir. O,
ı·ılchi çc~elerdcki dedikodulara karışmamış, hatta kendi
•i i rlcri hakkında uz ayıp giden tartışmalara, yapılan sataşma­
in ra da kayıtsız kalmış, daha doğrusu öyle görünmüştür.

• Du mektup (A>fuk Bahçosi dergisiııiıı 1905 (21 teınmuz 1321) tarihli


~ t~ayısında "ZavaD.ı1ar"' türiyle birlikte ç.ıkınıtur.
o 1'1lrlıçe Şiirler üzerine nçılıruş olnn tartıımalar hakkında bkz. Agillı
"'' Levond, Türk Dilinde Gel4rne v• Sa<kle~m• Evrelori, Ankara 1960, TDK
oyınlonndan, •· 264-271 ve 282-288.
190 •
ACAR SIRBI LEVEND

l'tfeşrutiyetin ilanından sonra, Mehmet Emin'i toplunıda


beliren Türkçülük akımına önayak olmak için bütün var-
lığıyle ortaya atılmış görüyoruz. Şairimiz, yıllardır özlemini
çektiği özgür havaya kavu.~wıca politikaya da karışmakla
birlikte, kendini daha çok ülküsüne vermiş, ona bağlı kalmıştır.
1908 (25 ocak 1324)'de, öteden beri Türkçü olarak ta-
nınan birkaç kişi ile Türk kültürüne yakın ilgi duyan yazar-
lar birleşerek "Türk. Derneği"ni kurmuşlardı. Mehmet
Emin, o sırada Ttahzon'da Rüsunıat Nazırlığında bulun-
duğıı için ilk toplantılarına katılamadıb'l. bu derneğin üyele-
rindendir.
Mehmet Emin, daha sonra vali vekili olarak Hicaz'da
bir süre de valilikle Sıvas'ta bulunduktan sonra, 1911 mayı-•
sında İstanhul'a dönmüş, 1911 (18 ağııstos 1327)'de ülkücü
arkadaşlarıyle birlikte "Türk Yurdu Cemiyeti"ni kurmuş,
Türk Yurdu dergisinin de imtiyazını almıştır.
Yine bu yıl içinde, askeri tıhbıyeliler kendi aralarında
toplanarak, Türk uluswıu çöküntüden kurtarmak için alına­
cak tedbirleri düşünmüşler, gençliği kültür alanında birleş­
tirecek politika dışı bir derneğin kurulmasına ihtiyaç olduğu­
nu belirterek, bu konudaki düşüncelerini l l mayıs 1911 ta-
rilıli mektupla tanınmış kişilerden sorınuşlardır. Mehmet
Emin de bu mektubu alanlar arasındadır. Bu çağrı üzerine
toplantılar yapılarak, kurulması gereken derneğin esasları
konuşu.lmuş, 20 haziran l9ll'de Tıhbıyeden gelen delcgelerle
birlikte yapılaıı son toplantıda, "Türk Ocağı"nın kurulmasına
karar verilıniştir.
Mehmet Emin, 1911 ağustoswıda Erzurwıı valiliğine
atanmış olduğundan, İstanbul'dan ayrılmadan önce, Türk
Yurdu dergisinin imtiyazını Akçuraoğlu'na bırakmıştır.
Erzurwıı'da 1 yıl kaldıktan sonra İstanhul'a dönen
Mehmet Emin, Balkan Harbi'nin doğıırduğıı felaketleri
acı acı lıaykırınış, o tarihe dek yazdığı şiirleri Türk Sazı
adıyle yayımladığı kitapta toplamıştır.
DİL ÜSTÜNE 191

1913'de Musul'dan mebus seçilmiş, Birinci Dünya Harbi


yıllarını eserlerini hazırlamakla geçirmiş, müta~ekenin ilk
uğursuz günlerini de göımüştür. Mehmet Emın, Yunan
ordulannın İzmir' e çıkması üzerine hazırlanan mitingdc ,
7

Sultan Ahmet Camiinde uzwı şiirini okumuş, daha sonra


Türk'ün Hukuku'nu yazmış ve İstanbul'da daha çok kala-
mayarak, Akçuraoğlu ile birlikte Kurtuluş Savaşına katılmak
üzere 1921 (1 nisan 1337)'de İnebolu'ya çıkmıştır'. Mehmet
Emin, bu tarihten sonra Anadolu'da Atatürk'ün yolunda
ve bütün varlığıyle yurdwı ve ulusun lıi.znıetindedir. Kur-
tuluş Savaşı yıllarında, türlü cepheleri dolaşarak heyecanlı
konuşmalanyle halkı uyarmağa, askerin ruh gücünü artırınağa
çalışmış, savaştan sonra ise Şarkikarahisar, Urfa ve}stanbul
milletvekili olarak TBMM çalışmalarına katılmıştır. Mustafa
Kemal", "Ankara9 " başlıklı uzun şiirleri bu devrin ürün-
lerindendir.
' Bu mitingle ilgili bir anıyı buraya kaydetmek isterim: ~1chınct Emin'in
büyük o~lu rahmetli Halim, Kobotnt İdaelisinde benim ıuıuf orknd.oşımdı.
Birbi.riıni~lc karde~ gibiydik. Emin Bey, oJıluuun arkadaşı oJ.orok benı ı.arux,
arn sıra ziyaretimi kabul eder, bonn iltifntlardn bulunurdu. Mutoreke devrınde,
Yunus N ndi, Yeni Gün gnzetetıhıi tck:rnt çıkarmaya ~~~zır~Aod1~1 . sır.~d~
hen.i de Hınuhabir" olarak nl.nufb. Gazetenin ilk sayısı ~Langm ertesı. g_unu
çıkacaktı. Mitiııgde bulunarak bir yuı bazırinmak görevıw bonn v~nuştı. ~
gün caddeler ıriyah bayrakla.rla donntılmıfb. Sultan ~ct ~eydanı bır malışe_rı
nndınyordu, camiye güçlükle gi"'bildim, ııöylencnlen. ~cdi.m...Mehmet ~
tiirini bitirdikten sonra yanına yakinprak okuduğu şıın Yen• Cu n adına. ~endi·
tıindcn rica ettim. lrlehmet Emin elindeki kağıtlan uzatarak: "Al, oma ıçuıd~.n
hiç bir parçayı çıkarmadan oldufıu gibi gazetcye koyun." dedi. Ben de ~şekkur
ederek aynldun. Akşam yazımı hoz.ırlnyıp gazeteye bırakban. Erteın sabah
gnwtcyi açuıca gördüm ki, benim yazı çok kısaibidığı gibi, tiirler de ıılmmamış.
Y nzıişlcri Müdürü, bu ilk say mm çok dolgwı oldufıunu :v• ye~ kttlm?dığuu göre·
rek ~iiri koyınnmış. Çok üzilldi.i.ın ve gUnlerce ziyaretıne gıdcmcdam.
• bkz. Uluğ lğdenıiı:, Aylık Arı•iklopedi, 1945, c. 1, sayı 10.
• Şairimiz, 1939'da uAJ:ıkııra" tiiri çıkınca, bonuıı bir tnnesini b~n
dn armıı.ğan etmek lütfunda bulunmut, kitabın başındaki ~ş •.•Y~•~•. "Yuk-
Kk unat ve fazileti yeni nealiıı ruhundn inkıli.p ve cuınhurı)•etıınaz ıqın canlı
hayat hamleleri yaratan aziz mü.rebbi ve sanatkir Agiib Sım Levend'e
lUtnOt ve fazilet sevgilerimizle" cümleıini yazarak, yan sa,.ı:adak:i ~min al:W~
iın•aoını atmıt ve 9. ll. 1939 tarihini koymuştur. Bu kitabı nıız ve degerli
bir unı olarak saldanm..
192 AGAH Slnl\1 LEVEND

Son yıllarda, eşi Müzeyyen Hanım'ın ölümü onu çok


saıstı. Beşil-taş'ta Serencebey yok-uşu başındaki evi de ya-
nmca, daha çok dayanamadı, hastalandı. Kaldırıldığı hasta-
nede 14 ocak 1944'de hayata gözlerini kapadı .


Manzumelerinin estetik değeri ne olursa olsun, Mehmet
Emin Yurdakul, yurt ve ulus dertlerini dile getirerek edebi-
yatımızda muhtaç olduğumuz çığırı açmış, dili ve deyişi
sadeleştirmiş, küçümsenen heec veznine sürüm kazandır­
mış, yeni kuşakların bu vezni işlemelerine ortam hazırlamış
bir şairdir. Şiirlerinde, Türk olduğunu gururla haykırarak.
milliyetçilik nlamına önayak olmuş öncülerimizdendir. Bu
özellikleriyle, Mehmet Emin Yurdakul'un edebiyat tari-
mizde ayn ve önemli bir yeri vardır.

(Türk Dili, sayı 216, eylül 1969)


SÖ ZL t!KLE R-D ERGİ - B ELLETEN
'
t!STt!NE


TÜRK DİLİ ARAŞTIRMALARI

Türk Dil Kurumu, dilimizin en önemli ilıtiyaçlannı


göz önünde tutarak kurduğu kollarla, başlıca derleme-ta-
rama, sözlük, dilbilgisi ve tcrim üzerinde çalışmakta, görevini
başarı ile yerine getirmel..-tedir. Kurum'un bugüne dek yayım­
ladığı eserlerin sayısı 250'yi aşmıştır. Bunlar arasında eski
dil anıtları, ana kaynaklar, tanınmamış eski metinler, sözlük-
ler, derleme-tarama ve terim sözlükleri, dilbilgileri, iınlll
kılavuzlan ve çeşitli konulardaki inceleme ve araştırmalarla
tanıtma yayınlan büyük yer tutmaktadır. Aynca, aylık
Tiirk -Dili dergisinden başka, yılhk Türk Dili Araştırmaları
ile de bilimsel çalışmalannı bilim alemine tanıtmaktadır.
Ancak hayat yürüyor, zamanın ihtiyaçlarına göre hızla
gelişiyor. Bilimsel kurumlar da, kendi çalışma alanları içinde
bu gelişmelere ayak uydurmak zorundadırlar. Dün gereksiz
görünen ve ihtiyaçların çok üstünde sayılan bir davranış,
bugün geç kalmış, val..-tinde yerine getirilmemiş bir görev
olarak ele almıyor.
Dil Kurumu'nu, bu gerçeğin ışığı altında gözden geçi-
recek olursak görürüz ki, Kurum, başlangıçta başka lehçe-
leri de kucaklayacak ölçüde çalışma alanını geniş tuttuğu,
"filoloji" ve "Ien,auistik" gibi koliara da yer verdiği halde,
196 AGAH Sl!lRI LEVEND

s~-~~lan, ça_Jışacak uzmanlarm kıtlığı ve bütçenin darlığı


yuzunden gıttikçc hu alanı daraltmış çalışmalannı daha
çok Türkiye Türkçesi üzerinde toplamı~tır. Gerçeğe uygun
dolanı da budur. ı =
. • Kurum' elbet önce '''"·kiye '''"-k . .. . d
ı w: çesı uzerın e
~~akdi!·'. imkanlar el verdikçe çalışmalarını genişleterek
çeşı araştınnalarma girişece.l-tir.
m Bu~ bu araştırmalara sıra gelmiştir. Türk Dili Kuru-
u, hcliren sorunlar ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar karşı­
sında çalışma alanını genişletmek zorundadır:
. a) Yurt_ dışındııki çeşitli ülkelerde, türkoloji alanmda
kimler }~~gı konular üzerinde çalışıyor? Ne gibi sonuçlar
elde c~yor ?_ Bunlan dikkatle izlemeliyiz.
h) Kitaplı~a yabancı ülkelerden her gün yığın yığın
eserler ve _de_rgile~ gelıne.l-tedir. Bu dergilerde Türk dilini
yakından ilgilendiren çeşitli incelemeler ve araştınnalar
yeı· almaktadır. Bunlan fişleyı"p Türk dili ü· e . d nl
rl"lck . . z rın e ça1ışa arın
ı atını çekmek, en önemlilcrini Türkçeye çevirmek çok.
yararlı olur.

c) Tanınmış türkologların biyografyalan ve resimleri


toplanıp yayımlanmalıdır. '
ç) Tanınmamış, ya da nü.shalan az bulundugu" . . ..
· d ıçın uze-
rm e çalışılınamış eski Türkçe metinler yayımlanmalıdır.
(Bunların tıpkıbasımlan da verilebilir. Dil özellikleri üzerinde
de durulabilir).
d) Türkolojinin Avrupa'daki ve Türkiye'deki tarihçesi
hazırlanmalıdır. (Avrupa'nın Türklerle ilk ilişki .1...-urması Or-
ta Asya'ya gı"den ilk gczginler ve misyoncrler, bunların ' top-
ladıkl~ı gercç~er,_ savaş tutsaklarının türkolojidc oynadığı
rol; elçiler ve diloglanları; Avrupa'da Türkçede ilk· .. ki
ilk Türk n orne er,
· ·çe dilbilgileri; dil okullan Dogu' kurumlan ilk d ·
le ' b .. . . • • ergı·
r, ya ancı unıvcrsıtelerde Türkçe ög"rcnimi· türkolo 1
v I · b lı ' gar
s: eser erı, aş ca eserlerin özetleri; türkolojinin başlıca
..runl~; ı.aı:uar, buluntular; dergiler, kongreler. Türkiye'de
türkoloıı: Resimler, buluntular, anıtlar, eski eserlerden tıpkı-
DiL ÜSTÜNE 197

basıınlar, dil üzerinde çalışmalar, Bergamalı Kadri'nin eserin·


den başlayarak meydana getirilen kitaplar, dil hareketleri,
ana çizgileriyle dil devrimi, devrimi izleyen çalışmalar).
e) 'fiirk topluluklan ve lehçeleri üzerinde durulınalıdır
(Eski ve yeni bütün Türk dünyası, sözlük gibi alfabe sırasına
göre her birinin kısa tanımı, yazı ve metin örnekleri; lehçeler
haritası).
f) Dil ve dilcilik çalışmalatma önem vcnnelidir (Genel
olarak dilin yapısı, gelişme yollan, tipleri, dil akrabalığı,
dil ve dilbilgisi vb. Böyle bir eser, vaktiyle hazırlığına giriştiği­
miz Tiirkçenin Ana Grameri'ne giriş olarak, Başuzman A.
Dilaçar tarafından hazırlanınıştır. Yakında basllacaktır.
Bu girişin II. bölümü, Tii.rk Diline Genel Bir Bakı.ş başlığı
altmda geçen yıl yayıınlanmıştır).
g) Lehçe sözlükleri ele alınmalıdır (K. K. Yudalıiıı'in
Kırgız Sözlüğü, H. Paasonen'in Çuvaş Sözliiğü, Pekarsskiy'
nin Yakut Dili Sözliiğü va.I...-tiylc basılmıştır). Lehçe sözlük-
lerini, öneınierine göre sıraya koyarak, yayımını bir plana
bağlamak geı·ekir. Türkmen, Azeri ve Çağatay lehçeleri
sözlükleri bu konudaki çalışmaların başında gelmelidir.
h) Lehçe dilbilgileri de sözlüklerle birli.I...-te ele alınmalı­
dır (Prof. Ahmet Caferoğlu'nun hazırladığı Uygur Sözliiğü
yeni baslosma bugünlerde başianacaktır. J. Eckman tara-
fuıdan da Çağatayca dilbilgisi hw6ırlanmaktadır).
Bunlar dışında, ele alınması gerekli başlıca konular
~unlardır.
a) Tiirkiye Türkçesinin tarihsel sözlüğü (Böyle bir sözlüğü
meydana getirmenin çok güç olduğu, belki de 50 yıllık bir
zamana, çetin ve yorucu çalışmalara bağlı olduğu şüphesiz­
(lir. Böyle bir sözlüğü ancak Türk Dil Kurumu hazırlaya­
lıileceği için, şimdiden temelinin atılması yararlı olacak-
tır) .
b) Kelime yaratma işi (IIenüz karşılığı bulurunayan
Arapça ve Farsça kelimelerden başka, dilimize durmadan
198 ACAn Sınnı LEVEND

sızanki;)abancı kelimeler karşısında, bu işi önemle ele almak


gere .
!ış Sıraladığımız bu maddelerin birkaçı şüphesiz ilerideki
ça ma programlannda yer alacaktır. Ama hemen ele alın
sı gerekenler üzerinde şimdiden ilk a dımı atmak gerekir.
ma-

(Tiirlc Dili, sayı 186, mart 1967)


TÜRK DİLİ: 200

26 eylül 1932'dc, Dolmahahçe Sarayı'nda Atatürk'ün


lmzuruyle toplanmış olan ilk Dil Kurultayı, " Türk Dili Tet-
kik Cemiycti"nin "Umumi Merkez Heyeti"ne dircktif olmak
üzere bir çalışma programı hazırlamıştır. Bu programın 6.
ınaddesinde şöyle denilmektedir:
"Cemiyet, gerek kendisinin, gerek dışarıda Türk dili
l~leriyle uğraşanların retkikierini bir mecmua ile ncşretme­
liclir."
"Umumi Merkez Heyeti", kurultayın bu kararını yerine
w·tirmek üzere, altı ay sonra 1933 nisanında, "Türk Dili
'1\-tkik Ceıniyeti Bülteni" olarak, Türk Dili adıyle hazırladığı
ılı·rgiııin ilk sayısını çıkarmıştır. Dergi, Türkçe ve Fransız­
, ... olarak yayımlanacak, "Umumi Merkez Heyeti"nin belli
lı>c~lı kararlarını, kollarm çalışmalarını, Türk diliyle ilgili bel-
1-..ıı•ri, <liişünccleri ve bilimsel yazıları kapsayacaktır.
Derginin 1937 şubatında çıkan 21-22. sayısında "hül-
ıı-ıı " kelimesi yerine "hclleten" kullanılmış ve dergide bunun
,,,,Jı•ni açıklanmıştır. Derginin 1938 aralık ayında çıkan 33.
'') '"'• Atatürk'ün ölümü dolayısıyle "Milli Yas Sayısı"
.,ı,ııuk yaytmlanmış ve bu sayı ilc derginin I. serisi sona
ı ""'~ı ir. 1940 ocak ayında II. seri başlamış, bilimsel yazı·
200 ACAU SIRlll LEVEND

!ara daha çok yer vermiş olan bu serı· de , 1943 aralığında


çıkan 18-20. sayısıyle bitmiştir.
yeni içtüzüğe göre, kurumla ilgili türlü haberler' bil i-
ler ve başlıca kararlar, her yıl toplanarak Yıllık adı altm~a
yayınılanaeak, Belleıen ise bilimsel yazılara ynl ak
Bu k •· a ac tır.
ar:U geregmce, 1945 haziranmda çıkan 1-3. sa ile
III. sen başlamış, 195I'de hasılan 1950 ocak tarihli .(;_15
sayı, BeZleten'in son sayısı olmuştur. .
İç~üğün cmrettiği Yıllık ise, 1943, 1944 ve 1945-46'da
ancak uç tane yayınılanahilmiştir.
Belleten'in I. ve II. serilerinde ge l ..
·· N . ne yayımı yoncten
o~ce eşr~ya~ Kolbaşı, sonra da Genel Sekreter olan İbra~
him Necmı Dıln:ıen, III. serinin 1-3. sayısında Genel Sekr t
Hasan Reş·t T nk ' e cr
Re i 1 . a ut tur. 4 sayıdan ll. sayıya dek Hasan
ş t Tankut ile Yayın Kolbaşı Behçet Kemal Ça~lar- 12-13
sayıda Hasan Reşit Tankut ilc Kolb~·ı Kemal Tur". ' ,,~ 1.
Belcı •· ·· k ·-y an vna ,
en 1 yonetme tedirler. Son 14-15 d . ..
ı · d! · sayı a ıse, yoneten-
orm a ı:n yok~. !.~te Kurum'un ilk organları bunlardır.
.. 193.8 de Ataturk un ölümünden sonra basında dil k -
su tızenııe türlü yazılar görülıneye başlar Dı"I d .o~u.
ink • d ni · evrımuu
ar c e er, devrimin açtığı yoldan sapara'· o··ncel . k
diler· · d "' e rı en-
ının e seve seve 1,..-ullaudıkları yeni kelimelc
Türk , • · r "d··uzme
e
• çe . diyeıucr, devrimin durdurulmasıuı isteyenler, çok
~ kelimelerle devrime ve Dil Kurumu'na sataşanlar görü-

. Bu. durum ' yenı· b.ır ı·htıyacı


· ve bu ihtiyacın doğurd •
yenı bır görevi ortaya çıkıırrn• ...ır: Devrimi ak ugu
· k li I . -----.· savunm , ye-
nı e me erm tuturunasına yardım etmek, küçültücü ve
yanıltıcı yazıları karşılamak.
. Kurum da elbet hu ilıtiyacı duymuştur. Ne var ki ..
neltı!cn bütün bu suçlamaları so!iukkanlıhkla k ' yo-
ta~tı 1 · · " arşılamış '
~ şma ara gırışrnekten çckinmiştir.
8 ekim 1946'da Vakit. gazetesinde çıkan "Dil K ,
nun Eksik T afı y urumu
ar ve aı;ı Dili ile Konuşma Dili" başlıklı
DİL ÜSTÜNE 201

yazımda ben, bu konuya değinmekten kendimi alamamış­


tım:

"Yaşayan bir dll üzerinde çalışmanın doj;'tlrabilcceği bü-


tün zorluklarla tehlikelere katlanarak, günün dedikoduları
üzerinden aşan bir ağır başlılıkla bu çalışmalara doğrultu
verebilmesi, şüphe yok ki Kurwıı'un en kuvvetli tarafıdır.
Onun bu kuvvetli cephesine işaret ederken, yine bu kuv-
vetin içinde gizlenen küçük bir noktaya, ağır başbhğı ifı·ata
götüren bir vehme temas etmeden geçemeyeceğiıu.
Öteden beri Kurum'un dil bahsi etrafında yazılan yazı­
larla ileı:i sürülen düşüncelere kayıtsız görünmek isteyen bir hali
var ki, zayıf olmasa bile bence eksik tarafıdır. Şüphe yok ki,
her yazılana cevap yetiştirmeye ne lüzum vardır ne de imkan.
Akademik çalışmaları felce uğratacak böyle bir fedakarlığı hiç
kimse ondan <isteyemez. Belki de Kurum, bu çekingen hareke-
tiyle kendini böyle bir akıbetten korumayı düşünmiiştür. Ancak
yapılan tenkitlerle ileri sürülen düşünceler arasmda öyleleri
var ki, doğruyu araştırmak endişesinden doğan bazı haki-
katiere temas etmelcte, yahut bazı şüphelere yol açmaktadır.
Kurum'un, bunları cevapsız bırakacağı yerde, öneınle ele
nlarak efkirıııı aydıntatması daha doğru olmaz ını?"
Sataşmalar gittikçe genişleyip yayılıyordu. 23 ekim
L948'dc toplanan "lstımbul Muallinıler Birliği Dil Kongresi"-
nde, iş Atatürk'e saygısızlık derecesine vardırılmış ve bu
saygısızlık, toplantıyı izleyen devrimcilerce protcsıolarla
karşılanmıştır.
Artık Kurum'un bir deı·gi çıkarması ve dağıruk güçleri
lıir araya toplayarak kesin bir yön alması zorunlu bir hale
gelmişti. Gerçi Kurum'un üç ayda bir çıkan Belleten'i ile,
iiç sayısı çıkmış olan Yıllık adlı dergisi vardı. Ancak bunlar
yeni hcliren ihtiyacı karşılayacak durumda değildi. Belleıen
lı ilimsel yazıları kapsıyordu. Yılda bir çıkan Yıllık ise, her
gün gaute ve dergilerde görülen sayısız sataşmalan karşılaya-
202 AG.iJı SlRRI LEVEND

mazdı. Kurum'un organı olacak aylık ya da haftalık bir der-


gi ye ihtiyaç vardı.
Bu ihtiyacı ilk kez, 1945'dcki V. Kurultay'da Nurullah
Ataç ilc Ercüment Ekrem Talu ortaya atmış, ama bu istek
bir karara bağlanamayarak yönetim kuruluna bırakılill!ştır.
1949'daki VI. Kurultay'da, Feridun Ankara verdiai bir öner-
g.~ ile dergi sorununu yeniden canlandırmış, ayrıc: öz Türkçe
şıır, roman, hikaye ve tiyatro yazarları arasmda yarışma
açılarak kazananlara ödül verilmesini istemiştir.
Bu önerge üzerinde konuşan Nurullah Ataç'm sözlerinden
şu cümleleri alıyoruz:
"Bu memlekette beninı gibi öz Türkçe ile uğr~anlar
var. Bunların her ortaya athğını tuhnamız doğru bir şey
değildir. Bunun için bir süzgeç gerekir. Bu süzgeç de bu
dergi olacakhr. Bu dergiye birtakını adamlar, hikaye, şür
ve fıkra yazacaklar. Burada birtakım kelinıeler deneneeektir.
Bu kelinıelerin tartışması bu dergide yapılacaktır.
Dil Kurunın'nun ödevlerinden birisi de bir dergi çıkar­
makm·. Çiiııkü bu gençlere deneme imkarn vermek liizınıdır.
Bunların attıkları kelinıelerin he1ısi tutar, demiyorllUl. Fakat
bunların içinde tutanları olur." (Altıncı Türk Dil Kurultayı
Tutanaklan, 1949, s. 87)
Şubat 195l'de toplanan Olağanüstü Kurultay'ın seçtiği
yönetiın kurulu, ilk iş olarak dergi sorununu ele almış, aylık
bir dergi ilc, Tiirk Dili Araştırmalan Yıllı,liı- B elleten adı
altında yıllık bir dergi çıkanlması işine girişmiştir.
Aylık Tiiı·k Dili dergisi, dil devrimini savunarak halka
yaymak, öz Tüı·kçcyi ustalıkla kullanan gençlerle sanatçılann
şiirlerinc, hikayelerine tiyatrolarına ve yazılarına yer vererek
Türkçenin gelişip zenginleşmesini sağlamak, böylelikle Ku-
rum'un düşüncelerini yansıtmak anıacını güdecek; yıllık
dergi ise, eski Belleten'irı yerini alarak bilimsel irıcelemclcrc
ve araştırmalara yer verecektir.
O tarihlerde Genel Yazman olarak, 28 mayıs 1951'dc
DİL ÜSTÜNE 203

birer dilekçe ile hükümete baş vurdum. Her iki derginin


de imtiyazını aldım. Gereken hazulıklardan sorıra aylık
Türl• Dili dergisinin ilksayısı 1 ekim 195l'de, Tiirk Dili Araş ­
ıırm(llan Yıllı~Belleten'in ilk sayısı da 1953'de çıktı.
Her iki derginirı gerek yurt içinde, gerek yurt dışında
uyandırdığı yankı çok büyük oldu. Aylık dergi, genç ve dev-
rimci çevrelerce çok sıcak ve candan bir ilgi ilc karşılandığı
gibi, yıllık dergi de bilim alanında büyük bir boşluğu doldur-
du. Yurt dışında ise, her iki dergi geniş yanlolar uyandırdı. Ya-
bancı türkologlar, bu yayırnlarımızdan ötürü Dil Kurumu'nu
kutlamakta gecikmediler. Aylık dergi, yabancı ülkelerdeki
türkoloji öğrencilerirıe ders kitabı olduğu gibi, yıllık dcı·gi de,
inceleme ve araştırmalarıyle, Türk dili ve edebiyatı üzerinde
çalışan yurt bil.,ainlerini Batı dünyasına tamtmış oldu.
Aylık Türk Dili dergisinin, genç imzaları edebiyat dün-
yasına tamtmaktaki rolünü de aynca belirtmeliyiz. Ünlü sanat-
çılarımızdan çoğunun da yazı ve şiirleri dergide yer alı:ı:uştır.
İşte dergimizin doğuş öyküsü kısaca budur.

(Tiirk Dili, sayı 200, mayıs 1968)


KUTADGU BİLİG

Kuıadgu Bilig, İslamlığın kabulünden sonra, yeni


dinin ortaya koyduğu esasiann etkisi altında gelişen Türk
edcbiyatıwn ilk ürünüdür. Karahanlılar devrinde, Balasa-
gun'lu Yusuf'un, Hakaniye, ya. da Karahanlı Türkçesiyle
kaleme alarak, H. 462 (=M. 1069/1070)'dc Kaşgar'da tamam-
ladığı bu eser, Batı edebiyatları arasmda da cskiliğiylc ön
s afta gelir: Fransız cdebiyatııun en eski ürünlerinden olan
Clıanson de gesıes'ler XI. yüzyılın ikinci yansmda, Ronuın
du renard ve Roman de la Rose XIII.yüzyılda yazılmıştır.
İtalyan edebiyatıılda Dante, Petrarca, Boccaccio, X IV.
yüzyıl sonlarmda yctişınişlerdir. Bunlardan önceki İtalyan
edebiyatı bir önem taşımaz. İspanyol edebiyatıııdaki lr
romancero XII. yüzyılın ürünüdür. Alınan dili, X. yüzyıhı
gelinceye dek Deuısch (avam dili) sayılarak hor görülmüşıiil'.
Minnesingcr denilen ozanlann şatodan şatoya dolaşaruk
söyledikleri şarkılar X. yüzyıldadır. İngiliz edchiyatın(ln
"eski İngili:ıı devri" ürünleri X I. yüzyıldan sonra kalcnıı1
alınmıştır.
Kutadgu Bilig'in asıl değeri eskiliğinde değil, niteli~in
dedir. Yusuf, eserini Karalıanlılardan Tafkaç Buğra Karulııııı
Ebu Ali Hasan b: Süleyman Arslan Karalıan'a sunmuş, 1In
DIL ÜSTÜ'NE
205

kan da eseri beğenerck kendisine "Has Hacip" sanını vermiş·


tir. Eser, adından da anlaşılacağı gibi, "kutluluk v~. mutlu-
luk veren bilgi" anlamına gelir~ Her iki !llc~de_ (~un!a ve
alıirctte) mutlu ve kutlu olmak için gerekli bilgılcrı ver·
mektcdir.
Kuıadgıı Bilig 6520 beyittir. 85 bllba ayrılmıştır. Mes-
ncvi tarzındadır; arada dörtlükler de vardır. Şefı--name'de
oıdugu
v gibi "fawün fawün fawün faw" vczniyle yazılııııştır.
"S hn . T'" ki"
Bundan ötürü Kutadgu Bilig'e İranda ~c ame-ı ur
adını vermişlerdir. Ama her iki eserin vezin birliğinden ~~k:·
birbiriyle ilgisi yoJ...-tur. Şeh-name, han'ın efsancleşt~Ş
tarihi olarak destan niteliğini taşıdığı halde, Kuıadg~ Bilıg,
amacı ve kapsaıııı bakımından öğretici niteliktedir·
Eser, dört kişi arasında geçen bir "münazara"dır. Ko~u
cla mutluluğun elde edilmesi için ileri sürülen düşüncelerdir·
Es~rin ilk 3 babında Tanrı'ya yalvarma, yalvaç'a (peygam-
ll!·r'c) ve dört eşe (dört lıalifeye) övgü vardır; 4. balıda B~hara
ve B ugra H an•a ovgu, ·· ·· kitabı Buırra
., Han a sunuş, kitabın
ıulı, anlaıııı, konusu yer almaktadır. 5. babda, evren, 7 yıl~~z,
12 burç ve mevsimler anlatılmaktadır. 6-11. bablarda. bilıg,
ılil ve iyilik, üç erdem olarak belirtilm~ktedir. 12. babdan
lııışlayarak münazara devam etmektedir.
Eserde konuşan dört kişi şunlardır:
ı- Küntogdı (adaleti temsil eden Hakan);
2- Aytoldı (mutluluğu temsil eden ~czir); ,
3- ö"dülmiş (ukuş'u yani aklı tenısıl eder. Aytoldı nın
g . . ı )·
u~ludtır. Ballası ölünce onun yerıne vezır .o.ur '
4- Odgurıııış (kanaati temsil eder. Vezırın akrahasın­
ılunılır. Dünyadan ve insanlardan kaçarak dağ başında top·
luıııılan uzak yaşamaktadır). .. ..
Bu dört kişinin hikayesi şöyle öz~tleneb~: Kunto,gdı,
..ı .,tı·ti seven ve yurduna yararlı olmak ısteyen bır Hakan dır·
\
11111
yardımcısı yoktur. Hakan'ın iyiliğini duyan Aytoldı,
ıl lı ve zekasıyle kendini Hakan'a tanıtarak vezir olur,
206
AGAH SIRRI LEVEND

ona hizmet eder. Ög'ütlerde bulunur D I


k avram1an üzerm·deki" d"" .. . . · ev et ve hük"·ume ··
uşunce 1ennı hiP'-" S
talanarak ölür Ölm d .. wnr. onunda has
. e en once Rakan'a "I
Hakan vezirin oğlu Ö dülmi ,. V v og unu salık verir
s~nr~ ~endine vezir ya:ar. ö!~ın:;aırtır. Onu s~~~t:m
goz onunde tutarak Hakan'a dg ğru1 ş, h~asının ogutlcnn
leriyle onu uyarır H k ukla hizmet eder. Öğüt-
0
hulm . a an memnundur Yezirin h"
ak ister. Öğdiilmiş da v h d e ır yardımcı
olan Odgurmış'ı salık , . Rgakaşın a yalnız yaşamakta
v verır. an onu iki k ktu
çagırır. Odgurınış üçüncü ça v d 1 ez me pla
Ona birçok gerçekleri anl
miş Hakan'la
'i: a ge erek Hakan'la konuşur.
attı an sonra dağa döner. Öv dül-
yalnız kalınca ona yenid .. v •• g
Dalıa sonra yaşland.ıgınıv il . .. en ogutler verir.
en surerek Hakan'd · . .
ve a yn1arak dağa Odgurını 'm . an ızm ıster
bu gelişini dorn-u hulm şÖdy~a gıder. Odgurınış onun
B o· az. evı h aşma d·· · ·
u sözlerden utanan Öğdülm. onmesını söyler.
konuşur. Bu sırada Od , ış hsaraya dönerek Hakan'la
. gumış ın astah ihııı .. Ö
mış, arkadaşım <>öı·mek üze d ogrenen ğdül-
V

V "d b
Od re aga gı er onu teselli lı
b
gurmış son sözlerini söyleyerek .. ""tlV d
saraya dönerek Qd,.,•~ını '1 k ogu er e ulunur. Öğdülmiş
h ye ça şır.
H »- Ş a onuştuklannı H k ,
akan ona aı·kadaşını da vda · a an a anlatır.
Anıa Öğdülmis evine d"" ~- yalnız hırakmamasılu söyler.
'
aıır. Ağlar, yas tuta
onunce arkadaşının ··ı..
k d
h
o um aberini
H r, ar a aşının meza ·
akan vezirinc baş sağlı <7 dil S nnı zıyaret eder.
vererek yurdu adaleti b~. ~r, o~unda, her ikisi de elele
bu kalıramanlar kendi :r ionc:r. k Hikayelerini özetiediğimiz
da Hakan'a verilen ·····tıa annd a onuşurlar. Bu konuşmalar-
.. . ogu er, evlet ve hük·· k
uzerınde ileri sürülen d.. .. umet avramlan
.. uşunce1er ortaya konul
d unya nimetleri üzerine s·· , an gerçekler,
kcleri hük"" d lık oylenen sözler, bireysel ahlak il-
' um ar vasıfları h· h·
Kutad"u B 1·r 'd h" ' ırer ırer ele alınır.
o ıg e ıreysel ahlak] ilgili"
içmernek kumar 0 . . a olarak, şarap
dedikodu' etmemek ynam~:u-· ikiyüzlülerden kaçınınak,
ilkeler sıralamr. H~~~:rı:ı:ylememek, sabırlı olmak gibi
vasfı olarak da adalet, mer-
DİL ÜSTÜNE 207

lıamet, doğruluk, eşitliği gözetmek, hoşgörüden aynlmamak


gibi nitelikler üzerinde durulur.
YusJJi Has Haeip, eserinde, devlet hizmetinde bulunan
bey, vezir, hacip, yalvaç gibi görevlileri, bunların niteliklerini
birer birer açıklayarak zamanındaki toplumun gerçek bir
tablosunu çizıniştir.
Yaz ara göre dünya, gelip gidenler için bir konak, yer
yüzündeki insanlar da bir konul.-ıur. Ölüm kaçınılmaz bir
gerçektir. Bu dünyada ne ekilirse, öbür dünyada o hiçilecek-
tir. Yazarın asıl üzerinde durduğu "hilgi"dir. Kişi ancak
bilgi ile insan olduğunu anlar. Bilgisiz insan hayvandır.
Kutadgu Bilig'in sonlannda hükümdar için şu öğütler
yer almaktadır: Tann'ya şükretmek, halkı sevindirmek,
kllfirlerle savaşmak, tapııkcılan (memurları) yaptıklan
işlere göre mükafatlandırmak, bilginleri korumak, kötüler-
den yüz çevirmek.
Bu niteliğiyle Kutadgu Bilig bir siyaset-namcdir. Onun
değerini belirtmek, bu türdeki yerini göstennek için Arapça
ve Farsça yazılmış siyaset-namelerle kıyaslamak gerekirL.
Bilindiği gibi, İslami edebiyat çerçevesi içinde kaleme
alıuan Arapça, Faı:sça ve Türkçe siyaset-narnelerin ilk kay-
nağı, Efiattın ile Aristo'nun devlet kavramı üzerindeki düşün­
cclerini yansıtan eserlerdir. Bunlar, daha önceleri Arapçaya
çevrilmiş olmakla birlikte, devlet kavramım ele alarak Efla-
tun ile Aristo'nun bu konudaki düşüncelerini uzlaştırmaya
çalışan, kendi düşüncelerini de ekleyerek akil ve mantıkt
sonuçlara bağlayan ilk filozof, Farabi Ebu Nasr Mehmet b.
Tarhan U:.::luk (ö.R. 339 =M. 950)'tur Farabi de Eflatun
gihi kusursuz bir devlet kavramı üZerinde durur. İnsanlar
tiirlü ihtiyaçlarla hirleşınişler, sonunda birer başkanın
yönetimi altında devlet kurmuşlardır. Bütün yetki başkanın
1 Arapça, Fança ve Türkçe Siyaset-Nameler için bkz. Agôh Sırn Lcvcnd,
"Siya..,t-oameler", Türk Dili Ara§tınnaları Yıllığı-Belleun, 1962'den ayn-
bnsım.
208 A.Glı SinRI LEVEND

elindedir. Başkan adaletli, şefkatli ve merhametli oldukça


devlet yürür ve insanlar rahat yaşar. Yönetenle yönetilen ara-
sındaki uyum, toplumun mutluluğudur. Böylece herkes kendi
içinde çalışır, görevini başaıu, toplum da ıı:ıutluluğa kavuşur.
Bunun içindir ki, devlet başkanının bütün iyi vasıflan ve
erdemleri kendinde toplaıruş olması gerekir.
Ama görünen her zaman bu değildir. Devlet başkanının
zalim, ahlaksız, nefsine düşkün olması yüzünden devletin kötü
yönetildiği, halkın sıkıntı ve üzüntü içinde süründüğii de
bir gerçel-tir.
Devletin esası ahlak olduğuna göre, devlet erdemli,
bilgili ve ahlaklı kişilerce yönetilmelidir. Devlet başkanını
seçecek olan da bu yüksek ve erdemli sınıftır.
Gerekirse devleti birkaç kişi de yönetebilir. Böylece bir
~ir ~şi de toplanması güç olan vasıfl,ar birkaç kişide bulunmuş,
ıstenilen mutluluk elde edilmiş olur.
Farabi'nin bu konudaki eserleri Risiik fl Ara<i Ehli'l
-Medineıl'ı-Fa=ı.ıa• ile Es Siyiiseıü'l-Medeniyye {Kitabü
tedblri Siyaseti'l-'Akm)l.
Farabi'yi başka İslam filozoflan izlemiş ve Eflatun
ile Aristo'nun düşiinceleri türlü eserlerde incelenmiştir. İhni
Sinan Ebu Ali Hüseyin (ö. H. 428=M. 1036) bunlardan bi-
ridir. İhni Sina, Kitiibü's-Siyüse adlı eserinde Tann ilc yaratık
arasındaki ilişki, lıükümdarm ulusuna, insanın nefsine ve
eğitimi ile yönetimi altmda olanlara, halkın hükiimdarlara
ve büyüklere karşı görevlerini ve tutuınlarını, bunlann ge-
rektirdiği koşulları anlatır•.
Yusuf Has Hacip'in bütiin bu eserlerden yararianmış ol-
duğuna şüphe yoktur. Bundan ötürü o İhni Sina'nın öğren­
cisi sayılmıştır. Kutadgu Bilig'in Nizaınülmülk'ün (ö.H.
: A~d'_ü t~i'l-md~ıi't-raillo, Leiden 1895, Alnıonca çevirisi, Leiden 1900.
Sı)'04tlu l-nıcdemyyo, Haydatabat 1346, Alnınnea çevirisi Lei(len 1904
Kiıiibü Tedbiri Si:liiwi'l-8/em adı altındn, Süleymaniye Ktp. ~fikrofilim arşivi.
No. 576 (•••1 nüsha, Diyarbakır Ktp., No. 1970 A/4). ' '
• Kiıöbü's-Siyd••! .Beynıt 1329; yumalan: Süleymaniye Ktp., Bamidiy-
ye No. 1448 (mecmua ıçınde); Nuruoomaniye Ktp., l\o. 4894 (mecmuo içinde).
DİL ÜSTÜNE 209

485 M. 1092) yazdıırı Siyaset-name'den daha önce kaleme


alınmış olması onun önemini bir kat daha artırıııakt~~·
Yusuf Has Hacip, meydana getirdiği bu eserle, devrın~
ileri gelen bilginlerinden olduğunu göstermiş oluyor. O, bır
bilgin olduğu kadar da, Türk toplumunun kalkınmasını,
mutluluk içinde ilerleyip yükselmesini isteyen ve bunu za-
manın hakanına en etkili biçimde ve en uygun temsiller ve
örneklerle anlatmaya çalışan bir ülkücüdür. Eserde ata-
sözleri de yer almaktadır.
Kutadgıı BiJig'in bu yolda kendisinden s~nra ~a~
eseriere kaynak olduğuna· da şüphe yoktur. Ornegın, Ali Şır Ne-
vai'nin Ma.hbubii'l-Kulub'unda, gerek devlet hizmetinde,
gerek toplumda yer alan kişileri birer birer ele al:U:a~ o~an
iyi ve kötü yönleriyle açıklaması, Kutadgu Bilıg deki bu
konu ile ilgili parçalan hatırlatıyor. Neval'nin Yusuf'un
bu eserini görmüş ve yararianmış olmasıhiç de uzak eayılın~~·
Hammer'in İstanbul'da görüp satın aldığı Kutadgu Bılıg
nüshasının Uygur harfleriyle H. 843'de Herat'ta yazılmış
olması, bu ihtimali kuvvetlcndirir.
Kutadgrı Bilig'in özelliklerinden biı'i de eserde bıılunan
Arapça ve Farsça kelimelerin çok az ~ayıda ol~şudur. ~u~uf
Has Haeip her kavramın Türkçesim yaımaga çok dıkk~t
etmiş ve buna büyük bir özen göstermiştir. S~_nradan e~enn
başına ve sonuna eklenen bölümlerde bu Tüı·k~e kclııne­
lerin birçoğu değiştirilmiş, zamana uyularak yerlenne Arapça
ve Farsçaları konulmuştur.
Kutad«u Bilig'in Viyana, Fcrgana ve Mısır'da üç nüshası
bulunmakı:dır. Bunların üçü de Türk Dil Kurumu tarafın­
dan ayrı ciltler halinde bastırılmıştır'.
• Kuıod Bil i , r. eilt, Uygur harlleriyle ya~ş olan Viyana
nüshasının bıtsını a.ınnhul 1942): Il. eilt, Azap lıorflenyle yazılmı!l <>."';'
F ann nüslıasuıın tıpkıbasım> (liıtonbul 1942); lll. ci lt, Azap ~ıır eny .c
y~mı~ olon ~hsır nüslıosırun tıpkıbasımı (İston~ul. 1943) .. Escrııı,, .~e~t
Rab eti Arat tarafından Türk had'leriyle tespıt edahwş metıu ve ç~vırısı . ~
2 cil:'olarak aynea basılm"br: I. eill, metin (İstanbul 1947) ; II. cılt çevm
(Ankara 1959), bu ikinci cilt 'ITK taro!ından yayıınlıını:ıııştır.
210 • SIRIU LEVEND
AGAH

Bizde Kuıadgu Bilig'i ilk tamtmak isteyen Şemsettin Sa-


~i'~r. Sami H. 1317'de, Vambery'nin 1870'de hastırdığı me-
tın .ıle . bunun Almanca çevirisini ele alarak metni Tür'k çeye
çe~rmış, ama bastıramamıştır. Bugün bu çeviri, müsvedde
halinde Şemsettiıı Sami'nin torunu Emin Erer'dedir.
Tür~ dili ve edebiyatının büyük anıtlarından biri ola-
rak ~debıyat ve kültür tarihimizde önemle yer alan bu ölmez
eserı, yazilişının 900. yıldönümünde saygı ile anarken, onun
yaratıcısı olan Yusuf Has Hacip'in hatırası önünde eğilm· kl
d e, gon
-w·b orcumuzu yerine getirmiş oluyoruz. ee

(Türk Dili, sayı 211, nısan 1969)


SOZLÜKLERlMİZ

Sözlük, dilin kelime hazinesini derleyip bir arada topla-


yan temel kitaptır. Bu temel kitapta, yazı ve konuşma dilin-
ele geçen - özel adlardan başka- bütün kelimeler yer alır.
Sözlük bir ahlak kitabı olmadığına göre, hiç bir kelime kötü
vo çirkin diye atılmaz. Kelimelerin tanıııılan yapılır, oku-
mışları, yaıılışları, belirtilmek istenilen anlama göre söyle-
ııişteki vurgunları gösterilir. Uzak ve yakın, gerçek ve mecaz
lıiiLiin anlamları örnekleriyle anlatılır. Gerekirse kökenieri
ıu;ıklanıı·. Dilbilgisiyle ilgili çeşitli halleri ve türeyişleri be-
liı·t ilir.
Sözlük, yalnız dilin kelime hazinesini toplamakla kal-
ıııaz; dili korur, onu bozulup yozlaşmaktan kurtarır. Bu
tl,.ı·lliklcriyle bir bakıma dilbilgisiyle birlikte, dilin anayasa€ı
ılı·nih·bilecek üstün bir değer taşır.
Bu denli önemli olan Türkçe bir sözlükten, yakın zaman-
l.ıra dek yoksun kalışımız çok üzüeüdür. İlk kez T anzimat
,ı,., .. inde göze çarpan bu eksiklik, yazarlar ve düşünürler
cı a•nıda uzun tartışmalara yol açtı. Dilin kelimelerini kapsa-
' uc· al.. bir sözlüğe ve kurallarını toplayacak bir dilbilgisi
1 ıl uhıııa olan ihtiyacıımz uzun uzuıı belirtildi. Anıa böyle bir.
cı ı~iınc başlayaca,k kimse çıkmadı; bütün dilekler sözde kaldı.
212 AGlı Sinlti LEVEND

~~~.' hizi~, ~kçe sözlüı';>Ülnüz yok muydu? Yoktu. Eldeki


sozlükler, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müıekkep" Os-
ma~canın sözlükleriydi. Tiirkçü ve Türkçeci olan Vefik Pa-
şa hılc, hazırladığı sözlüğe Le/ıçe-i Osmani adını k
"ir · d verme
eg ımın en kendini kurtaramamıştı. Sonunda Türkçeci
~lan Ş~msettin Sami, konuşma ve yazı dilimizde geçen ke-
lımelcrı toplayarak, Arapça ve Farsça arn k lim 1 ·
Türk k . ., e e erı atıp,
çe elıınclere daha çok önem vererek sözlüğünü hazır-
ladı ve buna hiç duraksaınadan Kamus-ı Türl..i adını verdi.
Oysa, Türk dilinin ilk ge~me çağlarmdan başlayarak
ortaya konulan escderimizi gözden geçirecek olıırsak, dini
eserlerden
.. sonra sözlüklerin bu··yük· h"ır yer t nttıığıınu
• - ··
goru-
r~. K~g~rlı" Mahmut'un Divanü Lügöti't-Türk'ü Araplara
Türk dıliııı ögretmek üzere kaleme alınmış Ar b" ··
lük ·· apça ır soz-
. tur; kapsadığı özellikler ve açıklamalarla bugün de değeri-
nı_ korı.~maktadır. Harezm bölgesinde Mehmet b. Kays'ın
Tı&ylin_ut-_L~gütı't-Türkı (Ila Lisani'l-Kanklı adıyle meyda-
n~ ~etırdiğı sözlük, bu konuda atılmış bir adımdır. Bu da
elimır.~e gcçınomiştir. Mısır ve Suriye bölgelerinde, Mcmluk-
lar devrinde kaleme alınmış södükler de büyük bir önem
taşır. Bu,nları bir yana bıraksak hile XIII. yüzyıldan sonra
Anadolu da kaleme alınmış olan södükler büyük bir bir
çaharun üriinüdür.
Bizde ilk sözlük, XIII. yüzyılda, Mehmet b. Mustafa
b. Zekeriyya, b. Hoca Hasan Falırettin Salgurl (d. H. 631
-:-.M. ~~3~- ö. H. 733 = M. l313)'nin, Selçuklular devrinde
Turk dilinın başlıca kurallarını ve kelimelerini kaside halinde
toplayan eserdir. Böyle bir kasidenin bulunduirunu thnü
Haceri .A$kalani. (ö. 852)'nin EnMü'l-Gamr fi Ebnai'İ-•Amr
adlı Arapça cserınden öğreniyoruz. Bu eserdeki kayda göre
Sa!guri Divriklidir. Şam'da ölmüştüı. Tüık dilinin kural:
larını ve sözlüğüııü toplayan bir kaside yazmıştır. Gazze'de
subaşı olmuş, Melik Nasır Muhamıııed h. Klavn'a öihetınen­
lik cnniştir (bkz., Ebu '1-Mahasin Yusuf h . Tanariliirdi' el
.,
DİL ÜSTÜNE 213

Menlıelii's-Siifı ve'l-Müstev-fa Ba'de'ı- Vô.f€, Nuruosmaniye


Ktp., No. 3428, 3429). Ne yazık ki bu ilk ve önemli eser
ıncydanda yoktur.
Sözlükler asıl XIV-XVI. yüzyılar arasmda göriilüı.
Ancak bu sözlükler "Arapça-Türkçe", "Farsça-Türkçe",
ya da bunların karışımıdır. İlk zamanlar için bu çok doğaldır.
İslam uygarlığı çerçevesi içinde dilimize giren yabancı kelime-
lerin Tüıkçe karşılıklarıru göst eren böyle sözlüklerin hazırlan­
ması gerekli idi. Ama yine gerekirdi ki, salt Türkçe kelimeler
de toplanmış, unutulup gitmek-ten korunmuş olsun. İşte
gerekli görülmedi ği için bu yapılmadı. Yapılması düşünülme­
diği için de yığııılarla Türkçe kelimeler ve deyimler unutulup
gitti. Bundan ötürü de dilimiz kısırlaştı.
Arapçadan Türkçeye aktanlan sözlüklerin son ütünleri
arasında bugün elimiz altında bulunan Alıteri Mustafa'nın
Alıte~i Kebir, Mütercim Asım'ın Arapçadan Türkçeye
Kanıus çevirisi ile, Farsçadan Türkçeye Burhan-ı Kaatı en
öncınlileridir. 1-Iala baş vurduğumuz değerli kayııaklarıdır.
Tanzimattan sonra, Osmanlıca deyiminin yayıldığı
çağda sözHikler, Tüıkçe, Arapça ve Farsça kelimeleri kapsa-
dığı için "Lügiit-ı Osmaniyye" adını alınağa başladı. Vefi k
Paşa'nın bir cildi Türkçe, öteki cildi Osmanlıca kelimeleri
kapsayan Lehçe-i Osmanı'si, Muallim Naci'nin Lugat-ı Naci'
si, Mehmet Salalıaddin'in Kamus-ı Osman€'si elde bulunan
sözlüklerin en yararlılandır. Yalnız daha önceleri lıazırlannuş
olan Şeyhiiiislam Esat Efendi'nin Lehçetü'l-Lugaı'ı "lisan·ı
Türklde müsta'mel mastar ve isimler huruf-ı heca üzre tertip,
sonra Arapça ve Farsça maanisini tef~ir" eder. Bu, öteki
sözlüklerden farklıdır. Kapsadığı Türkçe kelimeler yetersiz
de olsa, bu alandaki çahayı göstermesi balamından ilginçtir.
Bizde ha7;ırlanan sözlüklerin hepsi, dilden çok edebiyat
göz önünde tutularak tertiplenmiş, tanım fikri henüz geliş­
memiştir. Onun içindir ki, dil bakımından yetersiz sayılır.
Muhtaç olduğumuz çeşitli sözlükle~ başlıcaları: Konuşma
214 ACİH SIRRI LEVEND

ve yazı dilimizdeki kelimeleri kapsayan Türkçe sözlük.


dilimizin kelime bazinesini kapsayan tarama ve derleme
sözlükleri, terimler sözlükleri, deyimler sözlüğü, mecazlar
sözlüğü, yakın ya da eş anlamlı kelimeler sözlüğü, edebiyat
sözlüğü, kafiye sözlüğü, argo sözlüğü bilim ve sanat dallaruun
söılükleri, etimoloji sözlüğü yer alır. Bunlardan halk ağzı:n·
dan derlenen ve kitaplardan taranan Tanıklanyle Tarama
ve Halk Ağzından Söz Derleme sözlükleri Dil Kurumu Derle·
me ve Tarama Kolunca; çeşitli bilim dallanyle ilgili terim
sözlükleri, Teriın kolunca, ilgili bilim adamianna ısmarlamp
bazırlatılmakta ve yayımlanmaktadır. Öteki sözliiklerin ço-
ğu Dil Kurumunca, ya da Kurum görevlilerince hazırlan-
mıştır ve hazırlanmaktadır. ·
Bir de Tiirkiye Türkçesinin Tarihsel Sözliiğü vardır ki
onun da son zamanlarda Kurumca hazırlığına başlanmıştır.
Bu sözlüğü ayrı bir yazımızda ele alacağız.

(Türk Dili, sayı 235, nisan 1971)


TÜRKİYE TÜRKÇESİNİN TARİHSEL SÖZLÜGÜ

Dil, toplumun hizmetinde hayatla dolu bir varlık, canlı


bir organizma olduğundan, zamanla ihtiyaca göre değişip
gdişir, olgunlaşır ya da eski gürlüğünü yitirerek kısırlaşır.
Değişmeler çok kez kelimelerde görülür: Kelimeler anlam
1lcğiştirir ya da yerini başka kelimeye bırakarak unutulur. Bir
KÜre sonra yeniden kullamlmağa başlandığı da olur. Değiş·
ıııcler daha scyrek olarak cümlclerin yapısında, fiilierin çeki·
rııinde, tamlamalann biçiminde baş gösterir ki, bu sonuçlar
ılilbilgisi kurallaruun değişmesine yol açar.
Dildeki bu . değişmeleri, bütün ayrıntılanyle, kronojik
Kımya göre örnekler vererek açıklamak görevi dilin tarihsel
•ihdüğüne düşer.
Uzun bir zaman ve sürekli bir çalışma ile büyük emek
iKiı'ycn böylesine güç bir işe Türk Dil Kuru.m u başlamış
lııılıınuyor. Bu konuda gereken hazırlıklara girişiimiş ve ilk
ııııda taranacak kitaplar seçilerek, taranmak üzere uzmanlara
, Nil miştir.
Bu tarihsel söılük hakkında bir fikir verebilmek için,
lrıı~<ırlanıp tarayıeılara 'gönderilen genelgeden kimi bölümleri
lııırııya aktanyorum:
"A'mal": !ş anlamına gelen Arapça "amel"in çoğuludur.
trmıl• "a'rııal", XVIII. yüzyılda Osmanlıcada "büyük bir
216 AGAH SiaUI LEVEND

şehire bağlı olaıı" yerinde kullanılmıştır. Mütercim Asım 'ın


Kamus ç.evirisindeki: "iran'da Şiraz eyaletinde vô.ki' Firu.z
-Abad nam belde aınalinden Kiizerun nam kasaba..."
cümlesinde olduğu gibi. Bu sözcük bu anlamda daha başka
yerlerde geçiyor mu? Ne zamandan beri bu anlamda kullanıl­
nıağa başlanmıştır?
"!ttifak": Birleşmek, uyuşmak anlamına gelir. Osınan­
lıcada da bu anlamdadır. Ancak "iıtifaki" sözcüğü, "rasgele"
yerine kullanılmıştır. Bu anlamda lıa71ı,<ri tarihten tarihe dek
kullanılmıştır?
"Rılıleı" : Arapça, "bir yerden başka bir yere göçmek"
anlamınadır. Osmanlıcada XVI. yüzyıla dek bu anlamda
kullanılmıştır: "Padişalı lıazreıleri Edirne'ye nhleı buyur-
dular." ciimlesinde olduğu gibi. Sonraları bu sözcük yalnız
"diinyadan alırete göçmek" anlamında kullanılmıştır.
"Okumak": Eskiden hem "okumak", hem de "çağırınak'"
anlamına gelirdi Sonradan "ça,liırmak" anlamın bırakılmış,
yalnız öteki anlamı kalrmştır. Oıeki Türk lehçelerinde de
böyledir. Acaba bıı, hangi ıarilıe dek sürmüştür?
Bir aralık, Türkiye'ye Türkistan denilmiştir. Ali
Sııavi'nin yazılamıda böyle geçer. Acaba bu anlamda başka
kullananlar da olmuş mudur? Yoksa yalnız Ali Suavi mi
kııllanmıştır?
""
.ı azı" : "Y:azrnak" masıarınd an ısım
. . • gı"b.ı, " ova,
oIdııgu
anlamına da gelir. Acaba bıı anlam hangi tarilıe dek sürmüştiir?
Bundan başka, eski eserlerimizde, deyim ya da terim
olarak birçok sözciifcler ve tamlaınalar geçmektedir. Bıınlann
çoğu bir efsaneye ya da bir söylenıiye dayanır; birer ınazmuna
işaret eder. Orneğin:
"Kal" : ı·r
.ı em " -"
soz anlamına geı·ır; nem
L de esk" ·ı veh -
mı kimyada "madeni ateşte eriımek" anlamına bir terimdir:
Zerüm kal olmadı na-puhıe kaldıını nice kal iıdiim
mısraında olduğu gibi. Birincisinde "terim"dir; ikincisinde
"söz" anlamınadır.
DİL ÜSTÜNE 217

"Aı kulağı", "deve tabanı": Bunlar eski edebiyatta


"biiyük kadelı" anlamına gelir.
"Miinak.aşa": Arapçada "bir kişinin hesabına bakarken
.~on incelemelerde bulunmak" anlamına gelir. Bizde "tartışnwk"
mılamına kullanılmıştır. Acaba lıa71ı,<ri tarihte kimin eserinde
l11ı sözcük kullanılmıştır?
"Rişıe-i Meryem": "Meryem'in ipliği" demektir. Ama
lm tamlama şıı efsaneye dayanıyor: Meryem'in kullandığı
i[>lik o denli ince imiş ki, iki kat edilmeden görünmezmiş.
"Selase-i gassô.le" : lki Arapça sözeiıkten yapılmış
lııı Farsça tamlama, "üç yıkayıcı" demektir. Aına eski edebi-
yatıa içki meclisinde içilen ilk üç kadehe denirdi.
"Ştr-gir": "Arslanı tutan" demektir. Divaıı edebiyatında
"çakır keyf" yerine kullanılır. Çiinkü çak-ır keyf olan, arslanı
tutacak cesareti kendinde bulıırmuş.
"Kimya".: Eski edebiyatımızda "madenlerden altın
11e giimiiş elde etmek" anlamına çok geçer. Bunun tiirlii terim·
leriyle birçok mazmunlar yapılmıştır. Bu terimler bilinmedik çe
~si' i metinlerde geçen birçok cümleler anlamsız kalır.
"Simya": Bu sözcük de halk arasında "velımi T,iınya"ııııı
bir adı olarak Tcullanıyorsa da, aslı öyle değildir. S imya: "Keli-
ıııaı-ı ilalıiyye ve esmô.--ı hiisniinın etkisiyle tabiata tasarruf
ı•clerck yokıı var göstermek iddiasında olan bilimin adı"dır.
I.Jıı sözcük ile yapılmış birçok nıazmıınlar vardır. .
"Hakayıhrı eşya": "Eşyanın gerçekleri" anlamına gelen
/ıu tamlama lıer sözlükıe bulunabilir. Aına bu tanılamanın
wsavvufta ve "kewm"da ayrı anlamı vardır. !şte bunlar bıı
söziiikle yer alacaktır.
Yine buııdan başka, Tanzimat'tan sonra düimize Batıdan
[li rçok yabancı sözcükler girdiği gibi bunlara o zaman karşılık­
lar da bulurınıuştur. "Crise'', "politique", "ideal" gibi. Bun-
lardan "crise", o zaman "bu/ıran" ile karşılanmıştır. "Politika"
.~orıradan "siyaset" ile karşılanmıştır. Oysa "siyaseı"in eski
ılNı başka anlamı vardı. "Id€al" ise önceleri "gaye-i hayal",
218 AClıı SlRRI LEVEND

sonralan "mefkure" ile karşılanmı-ştır. Bu gibi sözcüklerin


ne zaman dilimize girdiğini ve hangi anlamlarda yer aldığın~
belirtmek gerekir.
Yine Tanzimat'tan sonra, "efkar-ı wnumiye" gibi yeni
tamlamalar birer ıerim olarak dilimizde yer almı.ştır. Bunlar
hangi eserle dilimize girip yerleşmiştir?
Kelimelerin kullandıklan cümlelere göre sık sık anlam
değiştirdiğini de isimlerin sonuna getirilen ekierin cümleler-
de başka başka görevler aldığını göstermek üzere, tarayıcı
uzmanlara gönderilen II sayılı ekten de şu parçalan alalım:
1. Sözcükler, kul/anıldıklan ciimlelere göre anlam değiş­
tirebilirler. Orneğin "görmek" masıarını ele alalım:
"Alımet'i gördüm." (Bu cüml,ede "gördüm" gerçek anla-
mıyle kullanılmı-ştır.)
"Bunun yanlış oldılı;,~nu gördüm." (Burada "gördüm",
" an ladım .. yerıne
. d'ır.)
"Sokakta bir adam gördüm." (Burada "gördüm", "rast-
ladım" yerirıde olabilir.)
"lş gördiim." {Burada deyim niteliğindedir.)
"Gördün mü yaptığın işi?" (Burada da başka bir anlam-
dadır.)
2. lsimlerin sonuna getirilen ekler, ayrı cümlelerde başka
başka görev alırlar. Ome,liin "den" ekini alalım:
"Evden geldim." (Ayrılma gösteriyor.)
"Köye bu yoldan gidilir." (Izlenecek doğrultııyu gösteriyor.)
"Hasta olduğumdan gidemedim." (Yapılan işin nedenini
bildiriyor.)
"Yumurtaları ellişer kuruşta rı aldım." (Tane lıesabırıı
bildiriyor.)
"Sizden bahsettiler." (Sizin lıakkınızda denıekıir.)
"Bizden misiniz, onlardan mısınız?" (Nispeı bildiriyor.)
İşte hazırlanmasım gerekli bulduğumuz "Türkiye Türk-
çesinin Tarihsel Sözlüğü" bu gihi özellikleri kapsayacak nite-
likte olacaktır.
DiL ÜSTUNE 219


Elimizde bu konuda üç örnek bulunuyor: Fransızca
Liıtr6, Almanca Deuısclıes Wörıerbüch, İngilizce Tlıe Oxford
English Dicıio,;ary. Bunlardan Littr6, oldukça eskimiş ve söz-
lükteki anlarular tarihsel sıraya göre değil de mantık sırasına
göre diziimiş olduğundan, bunu bir yana bırakırsak, asıl is-
tediğimiz nitelikte Almanca ve İngilizce tarihsel sözlükler
bize örnek olur.
Alınanca sözlüğe 1854'te başlanmıştır. Birinci Dünya
Harbine dek 16 cildi çıkmış ve 196S'te bitmiştir. Kimi cilder
birkaç bölüme ayrılmıştır. Bu sözlüğün 196S'ten beri yeni
baskısı yayımlanmaktadır. 1884'te başlayan İngilizce sözlük
ise 1928'de bitirilmiştir. Şimdi "Oxford İngiliz Sözlüğü"
diye anılır. Esas sözlük 13 ciltdir. Bu İngilizce sözlüğün ha-
zırlanması çalışmalarına 800 bilim adamı katılmış. 10.000'den
çok eser taranmış, 2500 eserden örnek seçilıniş, S milyon
taruk toplanmış, bunlardan 3 buçuk milyonu sözlüğe alın­
mıştır.

Bizim muhtaç olduj;rumuz sözlüklerio en önemlisi, işte


bu tarihsel sö~üktür. Türk dilinin filolojik ve ctimolojik
tarihsel sözlüğü, keli.melerin tarihi olacaktır. Dolayısıyle
Türk dilininin tarihi demektir.
Hazırlıklara başlamadan önce çalışma alarum sınırlan­
dırmak gerekir. Lehçe aynhğı gözetmeksizin Türk dilinde
bulunan bütün kelimeleri kapsayacak bir sözlük meydana
getirmek, gerçekleşmesi kolay olmayan, bundan dolayı
da şimdilik gücümüzün çok üstünde bulunan bir ülküdiir.
Yalnız Türkiye Türkçesinin tarihsel sözlüğiinü ıneydana
getirmek düşüncesi işte bu çaresizlikten doğmuştur.
Bu çaresizlik karşısında ilk hatıra gelen, XIII. yüzyıldan
başlayarak, Cumhuriyet devrinde yeni harflerin kabulüne
dek süren devri ele almak oldu. İlk girişim böyle başladı.
Bu bile çok UZUll yıllar sürecek, yüzlerce belki de binlerce
eserin taran.ılı.asım gerektirecek ve yüzlerce uımamn tarama
220 ACAR SlRRI LEVEND

işinde çalışmasına ihtiyaç olacaktır. Yeter sayıda tarayıcı


uzman bulunmaması yüzünden, amaca varmak için daha
kestirme yoldau gitmek zorunlu görüldü. Bu gerçek karşısın­
da, ilk çalışmaları daha da sıııırlandırmanm, şimdilik XIII
-XV. yüzyılar arasındaki zamanı öncelikle ele alarak, seçi-
lecek en önemli cserlerle işe başlamanın uygun olacağı düşü­
nüldü.
İşte bu konuda Yönetim Kurulunun son aldığı karar
budur. Böylece ilk adım atılmış, eksik de olsa, taslak halin-
deki bu ilk ürün bir örnek olarak meydana gelmiş olacaktır.
Bizden sonra gelenler bu çığırda yürüyerek eksikleri tamam-
lamış, XV. yüzyıldan sonraki devirleri de- belki yine parça
parça- ele almak olanağını elde etmiş olacaklardır.
Hazırlamakta olduğumuz tarihsel sözlüğün niteliği
üzerinde, gonolgcdc açıklananlara bütünleyici birkaç söz daha
eklemek yerinde olacaktır.
a. Sözliiğiin amacı: Bir kelime ne zaman, nasıl, hangi
biçimde ve hangi anlamda dile girmiştir? O zamandan
beri hiçim ve aulam bakımından ne gibi değişiklikler geçiT-
miştir. Dildeki kelimelerden hangileri hırakılıp unutulmuştur,
hangileri yaşamaktadır. Hangi tarihlerde ne gibi yeni anlam-
lar kazanmıştır? B ll nların, türlü tarihlerde kaleme alınmış
metinlerden seçilen bir dizi örnekle helirtmektir.
b. Tarihsel söılük, böylece kaynaklara ve helgelere
dayanmış olacaktır.
c. llas isiıuler alınmayacaktır.
ç. Dilde kullanılan bütün kelimelerle hirli1.."te, metin-
lerde geçen bilim, teknik ve sanat terinıleri yer alacaktır.
d. Her esas kelimeye- eğer anlam ayrılığı yoksa- söz-
lüktc yalnız bir kez yer verilecehir.
e. Bir kelimenin birçok anlamı vardır. Metindeki cümledc
o kelime hangi anlamda geçiyorsa ancak o anlam alınacak,
kanşıklığa meydan vermemek için başka anlamlan yazıl­
mayacaktır.


DİL ÜSTÜNE 221

f. Kclimierin anlaınları açıklanırken, eğer açıklamada


yardımı olacaksa, Osmanlıca karşılıkları da gösterilmelidir.
g. Asılları gelenek ve göreneğe bağlı olan kelimelerde,
bunlar açıklanacaktır.
h. Eski metinlerde sık sık geçen, hepsi de birer efsaneye
bağlı bulunan kelime ve deyimlerde bu efsaneler açıkla­
nacaktır.
ı. Tamlamalar özel bir anlam taşıyorsa, mecazi birer
deyim olarak kııllanılmışsa, alınıp açıklanacak"tır. Bu tam-
lamalarda geçen kelimeler ancak başka cüınlelcrdc yalın
olarak geçince alınacaktır.
i. Kelimelerin sözlükteki alfabetik yeri bugünkü kıılla­
nılış hiçimidir.
j. Kelimelerin söylenişinde vurgular gösterilmelidir.
k. Tarihsel sözlük hazırlanırken elde bulunan klasik
sözlükler göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu ilkelere göre tarayıcı uzmanlarca hazırlauan fişler
Kuruma gönderilecek, merkezde ilk redaksiyonu yapılarak
eksikler tamamlandıktan sonra aifabc sırasına göre dosyalara
konulacak, bundan sonra da daha büyük bir. uzmanlar kuru-
lunca kelimenin etimolojosi eklenerek, son redaksiyonu
yapıldıktan sonra basımevine verilecektir.
Sözlüktc kelimeler şu sırayı izlemiş olacaktır:
ı. Keliınelerin kendisi: İınlası, söylenişi, vurgusu, dil-
bilgisine göre cinsi, terim niteliğinde oluşuna ya da bir cfsa·
neye bağlı mazmun bulunuşuna göre açıklanması, hırakılıp
ıınutulmuş ya da arkaik olduğuna göre eski unl.asını metinde
geçen biçiruleri; örneğin, "bize" kelimesi eski metinlerde
;,.ı , •j. , l j , •P. olarak geçer. Bunlar metinden aharılır­
kcn olduğu .gibi ;hnmış olaeak"tır.
2. Etirnolojisi: Gerekli görüldükçe teriıulerin etirnolojisi
verilecektir. Ancak etimolojide bilim zorlanmayacak, henüz
bilinmeyeniere ya da şüpheli olanlara işaret edilecektir.
222 Ac;AH SIRIII LEVEND

3. Morfolojisi: Kelimelerin uğradığı fonetik değişmeler,


bırakılmış olup olmadıklan belirtilecektir.
4. Semantiği: Kelimelerin sözlükteki anlamından b .
~a, ~zel ve mecaz bütün anlamlarıgösterilecek-tir. Kelime~­
rın ilk anlamlan başa alınacak, sonradan kazandıklan an-
lamlar sıralanacaktır. Kelimelerin tarihi böyle meydana çıkar.
.. 5. Örnekler: Metinlerden taranan kelimelerin geçtiği
.
cümleler, kıonoloiik
, sıraya göre oldugu~ gib'ı alınac ak , metin-
.
ıcnn
.. ve .yazarlarının adları , metinlenn· yaprak numarası ve
cümlelcnn geçtiği satır sayısı ve metnin h · ı ih zıl
dığı gösterilecektir. angı ar te ya •
. Bu nitelikleri taşıyan tarilisel sözlük, Tiirk dilinin büyük'
bır anıtı olacaktır.

(Türk Dili, sayı 236, mayıs 1971)


T ÜRKÇE-FARSÇA SÖZLÜK •

Arapça ile Farsça, Doğu kültürünün iki temelidir. Biri,


yiizyıllar boyunca bilim dili olarak İslam ülkelerinde yayılmış,
n yrıca, Kur'an dili olduğu için de kutsal sayılarak etkisini
~llrıliirınüştiir. Öteki ise, bin yıla yaklaşan bir zamandan
l~t• ri, Tiirk dilini ve edebiyatını etkileyerek eski şairlerimizc
ı•Hitl kaynağı olmuş ve örnek tutulmuştur.
İlk zamanlarda doğal sayılabilecek olan bu etkiyi,
ı • ı ki şairlcrimizle bilginlerimiz o denli aşırılıkla sürdürmüş­
lı•ı·tlir ki, yazılanlar artık Türkçe olmaktan çıkmış, aydınların
lıılı1 kolayca anlayamayacağı bir hal almıştır.
Işte bu durum üzerinedir ki, Tanzimattan sonra "sa-
''" TiiTkçe" isteği belirmiş, önce sayılı aydınlar arasında
lııı~layau bu eğilim, sonralan bütün engellere karşın gittikçe
, ı ı yılarak bir akım niteliğini almış ve Cumhuriyet devrinde

ıl ıl ılı•vrimiyle gerçekleşmiştir. Bugün eski bir metni çözülmesi


1ıılny olmayan bir bilmcce gibi çok güç sayıyor ve gülünç
lııılmııktan kendimizi alamıyoruz.
Bu bir gerçektir. Aına bu gerçeğin yanında, önemle
H ,. ı iıule durulması gereken bir gerçek daha vardır ki, o da,

• lbraiUm Olgun ve Cemtid Drab4aıı. Ferheng-i Türki k Forıi, Tah·


'"" 1'171, •· 1350, büyük boy, çift sütun. 536 s., Büııyad-ı Forhong-i Lan
' M) uu.
224 AC.iR SIRRI LEVEND

bunların ulusal kültürümüzün temeli olmasıdır. İşte bu


nedenl~~r ~· eski . kalıntılanmızı, m üzelerde sakladığıınız
eşya gıbı degcrlendirmek zorundayız.
Hiç kuşkusuz, bugün eski ınetiulcrimizin ben:ı;erlcıini
meydana getirmeyi salık vermek kimsenin hatırından geçmez.
Ama bunlarla uğraşmayı kendine meslek edinmiş uzmanların
varlığını ve bu işin önemini kimse yadsımaz. Bir kez, üniver-
sitelerimizin edebiyat faliiltelerinde eski metinler bir ders
olarak okutulmakta ve bunların şerhleri yapılmaktadır.
Bunun için de ilk araç, Arapça ve Farsçanın çeşitli sözlükle-
ridir.
Gerçi, XII. yü:ı;yıldan beri dini eserlerimizden sonra
en çok meydana getirilen ürünler sözlüklerdir (bu konu
için bkz. Agah Sırn Levend, "Sözlüklcrinıiz", Türk Dili
dergisi, c. XXIV, sayı 235, nisan 1971). Bu uzım süre içinde,
bil.,oinlerle şairlerimiz mensur ve manzum birçok sözlükler
meydana getirınişlerdir. Ama bunların hepsi ya da Arapçadan
Türkçeye ya da Farsçadan Türkçeye yapılmıştır. Şimdiye
dek Türkçe-Arapça olarak Muhammed Ali cl Ünsl'nin Ka-
musu't-Lugati'J,...()smaniyye (Ed Dertıriyyü't-Lamiat fi Münte-
lıabati't-Lugat, Beyrut, 1318, orta boy, çift sütun, 563 s.,
Mat. Ceride) adlı sözlüğünü biliyoruz. Türkçeden Farsçaya
ise, herhangi bir sözlük hazırlamayı kimse düşünrnemiştir.
Birkaç yıl önce Prof. Dr. Sadettin Buluç ilc Aziz Sami, Türkçe
-Arapça bir sözlük hazırlamışlardı. Bu sözlüğün Türk Dil
Kurumunca bastırılıp yayııulanması çok yararlı olıırdu.
(Bu eser, bugiin İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesince
bastırılmaktadır.)
Şimdi de Türkçe·Farsça bir sözliiğe kavuşmuş bulunuyo-
ruz. Bu sözlük, değerli arkadaşımız İbrahim Olgun'un İranlı
bilginlerden Cemşid Drahşan ile birlikte hazırladıklan Fer-
Mng-i Türki be Farsi adlı eserdir.
Bu iki yazar, bundan önce de, Farsça kelimelerin söy-
lenişine göre transkripsiyonlu Farsça-Türkçe Sözlük hazır-
DİL ÜSTÜNE 225

lamışlardır. (Ankara 1966, orta boy, çift sütun, 2_84 s., An:
kara Üniversitesi Basımevi.) Bu sözlük hem yeıu hem eski
20.000 kelimeyi kapsamaktadır. Bu sözlüğün yayııulandığı
günlerde, Ankara'yı resmi olarak ziyaret cdon İran. Şahı,
yazarları Cuıulıurbaşkanlığı Köşkü'nde kah~l .e~ş . ve
Fars diline yaptıkları bu hizmetten ötürü kendilcrıne iltifat-
larda bulunmuşlardır. Yazarların, bu sözlüğün karşılığı
olarak Türkçeden Farsçaya bir sözlük daha hazırladıklarını
söylemeleri üzerine, Şah Hazretleri, bu sözlüğün Talıran'da
basılmasını uygun bulmuşlardır. Bu iltifat üzerine, Talıran'
claki B ünyad-ı Ferhcng- i İran adlı bilim kurulu, bu ilk Türk-
çe- Farsça Sözlük'ü bastırarak 1971 yılı sonunda yayını.la­
ınıştır.
Yazarlar, Türkçe Sözlük'ü temel kaynak olarak almışlar,
bibliyografyada gösterilen sözlüklerde~ de geniş ölçüde
yararlanııuşlardır. 25.000 kelimenin gerçek ve mecaz anlamla-
rını veren ve çeşitli bilim terinılerini açıklayan ve öz Türkçe
kclimclere yeni Farsça karşılıklar bulan bu sözlük, Türkçe-
elen Farsçaya yapılacak çeviriler için temel kaynak olacaktır.
Aynca, Türkiye'deki üniversitelerle yüksekokullarda
bulunan binlerce İranlı öğrencinin de en büyük ihtiyacını
karşılayacaktır.
Biliyoruz ki, Arapçaıun Farsça üzerinde de biiyük et-
kisi olmuştur. İmıılılar da Arap dilinden yığın yığın kelime-
ler almışlar, diledikleri ve uygun bulduklan anlamda _ı..-uı­
lanmışlardır. Ancak Tiirk dilinin Arapçadan aldıkları kelime-
lcre verdikleri anlaıula, İraıılıların verdikleri anlam arasında
çok büyük ayrımlar vardır. Bizde herhangi bir anlamı belirten
Arapça bir kelime, Farsçada büsbütün ters ve başka anlam-
da kullanılmaktadır.
İşte, biri Türk biri lranlı olan iki arkadaşın yıllarla
baş başa vererek büyük emeklerle hazırladıklan bu sözlüğün
bir önemi de, her iki dilde bulunan Arapça kelimeler arasın­
daki anlam değişikliğini bize göstenııiş olmasıdır.
226 AG1Jı SIRRI LEVEND

Bu iki arkadaş, bilimsel terirolere karşılıklar bulmak,


yeterli tarnınlar yapabilmek için de büyük çaba harcamışlar, bu
arada kimi terimierin Latince karşılıklarım koymayı da ya-
rarlı bulmuşlardır. Aynca, felsefi akımlarm tammlan, halk
arasmda yaşayan argo kelimelerin ve mecazların karşılıklanm
da aramışlardır.
Bir noktayı işaret etmek istiyoruz: Bizce eserin daha
yararlı olabilmesi için, Türkçe kelimelerin en önemli karşı­
lığının Türk lıarfleriyle, hatta transkripsiyonlu olarak yazılma­
sı çok uygun olurdu. Böylece Arap harflerini okuyama-
yanlar bu sözlükten yararlanabilirler, okuyanlar da doğru
okuma olanağını bulurlardı.
Yazariann şimdi hazırlamakta oldukları üçüncü sözliik
DeyimZerk Türkçe-Farsça ve Ingilizce Sözlük'tür Bunun
yayımlana bilmesi elbet kolay değildir. Uluslararası kültür
kuruluşlarının yakın ilgi göstererek böyle önemli bir eserin
yayımını sağlamalanın çok yerinde buluyoruz. Böylece
Ortadoğu uluslan arasında kültür ilişkilerinin, yalmı: sözle
kalmayarak uygulamaya geçilmesi sağlımmış olur.
Her iki yazarı da, Türk ve Fars kültürlerine yaptıkları
bu büyük hizmetten dolayı candan kutlar, hazırlamakta
olduklan üçüncü sözlüğü bir an önce bitirip bastırabilme
olanağım sağlamalarını dileriz.

(Türk Dili, sayı 246, mart 1972)


KULTUR- EDEBIYAT- BILIM
USTUNE
BİLİM VE DEVRİM

Bilim, belirli bir yöntemle elde edilir. Gerçeğe ulaşmayı


amaç edinir. Kesin yargıya vanr, ya da varmak ister. Gele-
nekçidir, durulmayı öngörür.
Devrim ise, bir aksiyon olarak, durulma halindeki ger-
çeklerin karşısma çıkar. Yanlış, ya da zararlı olduklarını
iddia ederek onları yıkar, devirir. Yıkı.larun yerine yeni ger-
çekler getirmiyorsa, geçici ve kısır bir ayaklanma olmaktan
öteye geçemez. Eğer yeni gerçekler getiriyor ve yeni ilkeler
ortaya koyuyorsa, devrim olur.
Devrimin de kendine özgü yöntemleri vardır. Fakat
bunlar soyut dej;>il, somuttur. Bilimin değil, psikolojinin ka-
nunlarına dayarur.
Bilim ile devrim, bu nitelikleriyle birbirine karşıt gibi
görünür. Bazı bilginler devrimi reddeder. Bazı devrimciler
i~e bilimi inkllr eder. Halbuki ikisi de birbirini tamamlar;
birbiı·indcn yararlanu.
Bilim. devrimi reddederken ona muhtaç olmayacağılll
sanır. Halbuki ondan yararlanmak zorundadır. Eğer bilim
dallarından her biri, zaman zaman kendi alarunda yeni buluşlar
ve yeni atılışlarla devrimler yaratmasaydı, bugün ne kadar
230 AGAH SlRRI LEVEND

cılız ve ilkel kalırdı. Lavoisier kanunu kimyada bir devrimdir.


A:t~~ bu~ü ..fizik~e devrim yarattı; Yarın yeni bul~lar,
bılin:un bugıınku verilcrini altüst edebilir.
Devrim de, bilimi inkar ederse kendini ölüme mahktlm
e_tıniş olur. Bilime dayanmayan ve ondan güç almayan dev-
nmler: .olumlu so.nuca varmadan çarçabuk unutulup gider.
Bilim felsefesıyle devrim felsefesi bir noktada birleşir:
Y ~pıcı ve yaratıcı olmak. Bu, her ikisi için de, varlıklarını
saglayan ve koruyan tek amaçtır.
. Bilim, kendi alanındaki devriini önce yadırgar. Çünkü
ınanılmış ve alışılmış gerçekleri sarsmaktadır. Ama sonunda
k~ndi.ni zorla kabul ettiren yeni gerçekler karşısmda, boyu~
egmek zorunda kalır.
Bilimi ve sanatı ürküten, kaba ayaklanmadır. Kanlı
ayaklanmalar, amacı b elli olmayan kör birer vuruştıır. Kime
rast geleceği, nereye kadar uzayacağı, haı:ıgi değerleri devi•
receği hilinemez. Kasdı sadeec yıkmaktır.
Kabakçı Mustafa ve Patrona Halil ile ayakdaşlarınm
istedikleri "şeriat", ya da "ıslahat" değil, "kelle" idi. Bun-
lar .birkaç k~lle aldıktan ve samur kürk giyerek kurulduklan
sedirierde bırkaç ay safa sürdükten sonra, yıktıklan de· er-
lerin ardından devrilip gittiler. g
1~08'deki 31 Mart ayaklanması bu kadar da sürmedi.
Hamdi ça~ların hükmü kendi taburlanyle çevrelerinin
smırlarını aşamadı. Ane~ beş on gün lstanbııl'u korku içinde
yaşattı.

Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri birer devrimdir.


Gerçi her ikisi de cngellerle karşılaşmış, sarsıntılara uğramış,
amacına ulaşamamıştır. Fakat eski geleneklerin karşısma
ç~kı~ış, bir?okl~rını sarsmış, bazılarını yıkmış, hayatı değiş­
tır~ş, yenı deger yargılan getirıniştir. Başarısızlığın neden-
len, koruyucu çevrelerdeki heceriksizlik ve güçsüzlük, olay-
larm akışına sürüklenme, bilimsel destekten yoksun kal-
madır.
DiL ÜSTÜNE 231

Tanzimatın, Mustafa Reşit Paşa'nın kaleminden çıkmış


"Gülhane Hatt-ı Hümayunu"ndan başka dayanağı yoktu.
Birkaç ferman, birkaç kanun, devrimi 'yürütmek ve gerçek-
leştirmek için yeter görülmüştü. Fakat ycnileşme ihtiyacı
o kadar zorunlu bir hal almıştı ki, direnmelere dayanabildi.
Gülhane Hattı'nın hükümleri yürliyebildiği kadar yürüdü.
Meşrutiyctin ise, gerckçeli bir "beyanname"si bile yoktu.
Devrim, "hürriyet" ~şıklannın sağduyusuna emanet edilmiş­
ti. Kamuoyu hazır değildi. Hatta özgürlük aşkı dcdiğiıniı
aydııılar bile, kavramı yeteri kadar hazmcdemediklcri için,
çılgınlıklanıı önüne geçmek mümliiıı olamamıştı.
, Siyasal ve sosyal kargaşa içinde dil ve edebiyat konular1I11
ele alanlar, kadın hakkı, kadın kıyafeti, serbest hayat, düşünce
özgürlüğü gibi toplumsal sorunlara değinenler oldu. Fakat
devrimin felsefesini yapmak, bilimsel yönden onu sistemle
savunmak, çevrelere yaymak, halka mal etınek için gereken
tedbirleri almak kimsenin hatırına gelmedi.
Bunları yapabilecek kalemler eksik değildi. Fakat dev-
rimciler, bencillikleri yüzünden seçkin kalemleri kaybctnıişler,
muhalifler ise, azgın politika çekişmelerine kendilerini kaptır­
mışlardı. Devrimci kalemler, bütün çabularını, bunlan karşı­
layabilmek yolunda harcamışlardır.
Ancak Ziya Gökalp, Balkan Ilarbi'ndcn sonra İstanbul'a
geldiği zaman, daha önce Sel~nik'tc yazdığı "Altın dcstan"-
ların, "Yeni hayat" özleınlcrinin üstüne çıkmuk gereğini duy-
du. Parti içinde yayımladıı;'l küçük bültenleri ve Türk Ocağı'­
ndaki konferanslarıyle canlı konulun ele aldı. Daha sonra
Türk toplumunun, Türk uygarlığının esaslarını araştırarak
Türk sosyolojisini kurmağa çalıştı. "Türkçülük, lsl~mcılık,
Garpçılık" akımlannı inceledi. Bu yüzden arasıra çelişmelere
düştüğü de oldu. Fakat çeşitli akımlara karşı iktidan tutma
çabası, boşuna da olsa, 1908 devrimini savunma yolunda
küçümsenmcyecek bir savaştır. İktidann, bu çabalan değer­
lendirdiğini de kaydctmcliyiz. Birinci Dünya Harbi patlak
232 • SIRRI LEVEND
AGAH

vermeseydi, Gökalp'ın bu konudaki çalışmalan daha verimli


daha köklü olacaktı. '
Cumhuriyet devrimi bunların hiç birine henzemez. Düş­
manın ana topraklara saldırmasıyle başlayan ulusal tepki
toptan yok olma tehlikesi karşısında bütün aydınlan b' ı :
'diE ıreş
tı: ~ r~ ve Sıvas kongrelerinde alman kararlar, yeni
bır aleının ufuklarını gösteriyor, kıırtuluş yolunu açıyordu.
. ~ara'da Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra,
ilk çekişmeler hayli sert ve çetin oldu. Duruma hakim olan
~ta~~k. Büyük Zafer'den sonra, tasarladığı cumhuriyet
fikrını ortaya atmadan önce, ileri fikirlere engel olahilecek
kapıları kapamıştı. Bunun içindir ki, cumhuriyet kimseyi
şaşırtmadı.
. Sıra sosyal devriıniere gelınişti. Cumhuriyet devrimi
~ncak bununla halka mal olacaktı. Bu anlayışla hazırlanan
M~d.eni Kanun" yiirürliiğe girdi. Kadın toplum hayatında
y.erım aldı. Kılık değişti. Yeni Türk harfleri kabul edildi, ta-
rih ve dil anlayışı gelişti.
~~tün .~u d~v~imlcr iki temele dayanıyordu: Uygarlık
v~ m~yetçilik. Bm Batıdan esin alıyor, öteki kendi varlığı,na
guvenıyordu. Uygarlıl<, Tanzimat devrindeki taklitçitik-
t en u~aklaşımştı. Milliyetçilik ise, saldırganlığı değil, korun-
ma ve yapıcı olma amacım güdüyordu.
Atatürk başta olduğıı halde, devrime gönül vermiş
olaular ön safta görev aldılar. Halkevleri, devrimleri halk
yayma, gençliği yetiştirme
yolunda en bereketli bir çevr:
oldu. Bu mutlu gelişme 1950'ye kadar sürer.
19~0'd~ blı duraklama görüldü. Atatürk devrimlerine
karşı bır direnme başladı. Önce Atatürk duş··maulı!h .ı.
G" ·ı ., denenw.
osterı en ç~balar tepki ile karşılanmea, bir geri dönüşle
onun_ eserlerınc s~dırıldı. nk vuruşta Halkevleri kapatıldı.
Devrımler. toptan ink!ir edildi· Bundan cesaret al an geneı-
· ·
ıer, yemden salıneye fırladılar.
DİL ÜSTÜNE
233

Yeni hlı devir açılın ak isteniyordu. Bu, kaba bencilliğe


ıh\yanan, manevi değerleri sıfıra indiren bir devir olacak"tı.
llüLün didin:rnelcr, çabalanmalar fayda vermedi. Çünkü hiç
hi r fikrc dayan:rnıyordu. Yıkmak istediği değerlerin yerine
yenisini koyamıyor, taraflılanndan başka kimseye umut ve
~iiven vermiyordu.
Bu devir de, 27 Mayıs devrimiyle kapandı. Bu sonuç
hizc iki gerçeği öğretiyor: Biri, fikre ve bilinıe sırtını çeviren
lı iç bir davranış başan kazanamaz. İkincisi, Atatürk ilkeleri,
ha7.ılarının sandığı gibi, yiizeyde kal:rnış değildir. Yıkılama­
yacak kadar kökleşmiş, dal budak salımştır. Koruyucuları.
günden güne artmaktadır.
Bilim ilc devrim arasındaki ilişkide, bir nol--ıaya daha
ılikkat etmek gerekir. Devrim k endi kendini yaratır. Ansızuı,
1ep eden inme gelir; kendini zorla kabul ettirlı. Bilim yöntcm-
leriyle devrim olmaz. Devrim önden gider; bilim onu izler.
Atatürk, yeni harfleri bir kanunla hemen ortaya attı. Eğer
hirçoklannm sözüne uyup da, yeni alfabeyi 10 yıllık bir süre
içinde uygulamaya kalksaydı, devrim olmazdı. Girişilen
tcşebbüs doğmadan öhiı·dü.
Dil devrimi de, böyle bir atılışla gelişme yoluna girdi.
Başlangıçta Dil seferbcrlif,>ine girişilmeseydi, dava yürür
müydü? Önce bir temizleme ile yol açıldı. Yabancı kelimeler
awldı. Karşılıklar yanlış da olsa ileri sürüldü. Sonra yavaş
yavaş durulma devrine glıildi. Bilim devrimi izledi. Yöntem
fikri hakim oldu. Devrim de yiirüdü. Kültür alanında dev-
rimden ürkmemcli, fakat bilimi de bir yana hırakrnamalıdır.

(Türk Dili, sayı 157, ekinı 1964)


KÜLTÜR IJAYATIMIZDA BİLİM AHLAKI

Ahlak, toplum hayatında sık sık kullandığımız bir değer


ölçüsüdür. "Ahlak sahibi adam" dediğimiz zaman, sözünü
ettiğimiz kişiyi yükseltmiş "ahlaksız adam" hükmüyle de
küçültmüş, damgainmış oluruz.
İş ahliikı, politika ahliikı, bilim ahliikı derken de, iş,
politika ve bilim alaıılanm alılak kaydıyle çcrçevcleyerek,
b lınları kötü görenelderin etkisinden sıyrılmış göı·mek iste·
diğimizi bclütiriz.
Gerçel-tc iş, politika, bilim ahliikı demek; iş adamlanmn,
politikacılarııı, bilgiıılcrin ahliikı demektir. Oruarın kendi
çalışma alanlaıcındaki tutuıııları, olumlll, ya da oluınsuz
sonuç verecektir.
Görülüyor ki, soııunda iş yine birey ahlakına dayanıyor.
Kişiilin ahiılki tutumu, karakteri, bu alaııda başlı başına et·
kcııdir. Çevrcniıı etkisi bundan sonra gelir.
Kendisinde meslek ahliikı olmayan işçi, alacağı günde·
likten başka bir şey diişünmeycrck akşama kadar oyalanır;
kusuı·suz, düzgün iş yerine, kusurlu ve bozuk iş çıkanr. Bir
yeri onanrken, başka bir yeri bozmaktan çekinmcz. Politika
ahlakı tanıınayaıılanıı zaran ise yurt ölçüsündedir. Bu zarar
alabildiğine genişleyebilir.
DİL ÜSTÜNE 235

Bilim ahliikımn kapsarm içine giren eylemler , ötekiler


gibi elle tutulacak, gözle görülecek ~~d~r _açık d~~ildir. Hem
rnanevidir, hem de uzun süre kendisım gızleyebılir. B~ı~u~a
birlikte, açıkça işlenmiş olanlar maddi suç çerçevesı ıçme
gireıılcr
de vardır. ,
Görünüşte bir bilim adamımıı meslek alaronda ah~~k
dışı davramş ne olabilir? diye bir soru hatıra . gelcbılir.
Konuya yabancı olanlar bunu pek kestiremcseler bile,_ gerç~k
bilim adamları, bu yoksunluğurı acısım çok çekmişlerdir.
Kalp akça piyasada sağ akça için nasıl zararlı olursa, sahte
bilimci de, gerçek bilginierin o derece diişmamdır. ?~u
meşru olmayan türlü yollardan kovmaya çalışarak, kendis~e
meydan açmak ister. Böylelikle bilimin de itibaımı du·
şürür. . . "ilmi I
Gerçek bilgin alçak gönüllüdür. Eski deyinıle Ye
amil" olan kişidir. Bencil ve kıskanç değildir. Kendini ö~e!e
kalkmaz genç kuşaklara faydalı olmaktan, onlan yet~·
rnekten zevk duyar. Meslek alaronda dürüsttür. Bilime
itibar eder. Bilim adamına saygı gösterir. Bilgisiili köt~
işlerde kullanmaz. Hazırladığı eserlerde kimler~en ve hangı
eserlerden yararlanmışsa onları açıkça gösterır. _Tartışma~
larda ağır başlı davramr. Karşısındakinin şerefıne kendi
şeref.i kadaı· saygı gösterir.
Sahte bilimcilerde bu erdeınierin hiç biri yokttır. Bun·
lar bilim adamı olmak şöyle dursun, doğru düzgiin bir yazı
kaİeme almak gücünden hile yoksundurlar. Bu ~çsüzlükle~ni
şirrctlikle yültSekten atıp tutmalda örtrock ıstedcr. Bıraı;
sıkış~ca hemen yaygarayı basarak ort~ı gürültii!e
boğarlar. Uluorta konuşmaktan, çelişmclerc duşmekten, giil·
lünç olmaktan bir türlü kurtulamazlar. . . .. .
İnkar, bu gibilerin başlıca silaludır. Yazılarında ıki ozellik
göze çarpar. Biri saldırma, öteki de övünme. Akıllannca
ıneydanda kendilerinden başka söz sahibi yoktur; tek oto·
rite kendilcridir.
236 ACAu SlRRI LEVENll

Bilgi dağarcıkları yufka old~au içiıı, başkalannın sırtın­


dan geçiniı-ler. N asılsa ele geçirdikleri basılınamış eserleri,
kimsenin bilmediğini sanarak, el çahukluğuyle değiştirip
kendilerine ınal ederler.
Bunun en tipik örneğini, 65 yıl önce Ali Kemal vernıişti.
O zamanlar Paris'te bulunan Ali Kemal, lkdam gazetesine
yazılar gönderme1.-ıe idi. Bu yazıların birinde, Fransa Cum-
hurbaşkanı'nın Elize sarayında verdiği bir baloyu tasvir
ediyor, Cumhurbaşkanıyle seUınlaşlığun, sarayı gezip salon-
ları dolaştığını, Başkanın çalışma odasını gördüğünü uzun
uzun anlatıyordu. Yazıyı lkdanı'da okuyanlar, yazara kim-
bilir ne kadar imrenmişlerdir.
Halbuki baloya giden Ali Kemal değil, bir Fransız ya-
zarı inıiş, yazı da Paris'te Figaro ga:ı;etcsinde çıkmış. Hüseyin
Cahit, Ali Kemal'in bu yazıyı kendine mal ettiğini ortaya
koyunca, cdcbl' çevreler bu gülünç aşırma (intihal) karşısın­
da şaşmp kalmışlardı.
Bu el çabukluğunu yapanlar bu gün de eksik değildir.
Şüphesiz daha ustalıkla, daha üstü kapalı yapmaktadırlar.
Bu kurnazlar o kadar dalgındırlar ki, bu el çabukluğundan
haşkalanıun haberi olmadıi;,'llll sanırlar. Bununla birlikte
oldukça pişkindiı·ler. Aşırma ortaya konulsa, davranışları
yüzlerine vurul.Sa da, işi yine çevirmcye, örthas etmeye
kalkarlar.
Sade bu kadar değil, ahlak dışı davranışlarından ötürü
"zabıta sicili"ne kaydı geçen sözde bilim adamlan hile
vardır.
Kültür hayatımızdaki densizlik ve dengcsizlik, hep
bunların kültür piyasasına sürdüideri kalp, sahte eserler
yüzündendir. Gerçi bunlar, giiıı geçtikçe kimlikleri ortaya
çıkarak, bulundukları çevreden saf dışı ediliyor. Fa-
kat yayın alanı bu kalemşorlardan bir türlü kurtulamı­
yor.
237
DİL USTÜNE

Kültür hayatınd abili.m alıl•'--·-


.............,.
yerlcşmesini, dürüst
.
• . . kurulmasım dört gözle bekliyoruz.
ı artışma gclenegının dık b 1"Jiı:n kültür ve sanat
Özledi!!iıniz gelenek kurulı:na ça, '
" b ilk 1 durumdan kurtulamayac.al..-ıır.
lıayatımrz u e
(Tiirk Dili, sayı 160, ocak 1965)
KENDİ DEVİRLERlNlN HAVASI İÇİNDE
YAŞAYANLAR

Yaş yaşamış !!Ün


ler vardır ki, he , kendt::;~· ~l~ylara karışmış nice kişi-
- ··

Benliklerini sar!ı "k "vırlermııı havası içinde yaşarlar.


Bunlar kabukianna ı:;os. u parçalayıp çıkamaınışlardır.
dir. Tersine, her fı~:aı!:'~;c~~a~~- ~-üs:ıüş. ~şiler değil­
de
varhklarım duyurma lı ki . u~unc erım öne sürerek
. .
ı
ya ça Şan · şılcrdır. Am ki · d •
cndirırken hep kendı· deva .1 . . a gerçe en eger-
erırun ölçüsün .. kull
olayı o 'açıdan gorur
·· ·· ıer. u anırlar; her
Bu çeşit insanlar, meslekleri
içinde en ufak bir de!!is'kli<~ k tl ve sanatları çerçevesi
. . " , ı ,e a ıınamazlar R dır
ı:ı1crumci resimden ötes'ını. tanımazlar y . · akıınl
essam ını lar,
onlar için !!ü.zelin duş··m dır S · em arın hepsi,
" anı anat aı · · al
birer "hid'at"tır Halbuki k ·. emıru tüst eden
· va ·tıy1c kendileri de dalı .. ki
resme karşı çıkmışlar, zaferlerini on! . a o nce .
!ardır. arı inkar etmek-te aramış-

. Şair midirler, aruz'a ve Osmanlı • • .


yı ve sade dili yadırgarlar. Sadele m _ca _ya haglı ıseler, hece-
vazgeçmeyi edehiya:tta ı.. ş cyı dılde kargaşa, aruz'daıı
. . yı"-'m sayaı·lar Rah tli Sül
·
N a:ııf ıle Ccnap Şahabettlı b )· d · me eyman
Ali Ekr ı u ,onu a aı mı dövündül' d' ?
em son yıllarında "li san-ı Osmani" • . er ı.
yalump durmadı nu dı? ye agıt sôyleyerek
y .
OİL ÜSTÜNE
239

Meşrutiyet devrinde "Yeni lisan"cılar da, dilde sadcleş­


ıncyi savunduklan halde, "!isan" kelimesitti bile atamamışlar,
hı·ccyi küçümscmişlerdi. "Heyet-i tahririye yerine yazı
lıı·ycti diyemeyiz; ancak tahrir heyeti diyebiliriz. Çünkü
)'a7.ı kelimesi avam dilinde, tahrir ise edebiyat dilinde kulla·
mlır ." diyen de, Ömer Seyfettin'den başkası değildi.
N asıl ki, onlardau sonra gelenler de şimdi daha ilcı·iye
ç;idcmiyorlar. Yeni şi iri dinlemeye katlanamıyorlar. Hele
Hz Türkçe, onlar için büsbütün anlamsız, saçma bir söz yığı·
m dır.
Halbuki, kendileri de vaktiyle yine bu gerekçe ilc eski
kuşağın karşısına çıkmışlar, kelimelere ve zincirleme tamlama-
lara dayanan eski edebiyat dilini yıknıaya çalışmışlar, ancak
bu sayede ycrleşcbilınişlcrdir. Ama yenilil-ıeu anladıkları
i~te bu kadardır. Ucrlemc burada durmalı, kendi devirleri
yeniliğin son evresi olmalı, ancak kendi eserleri yaşamalı,
yeni gelenler onların açtığı çığın izlemelidir.
Bugünün dilini beğenmeyenleri dinleyin, size şöyle
yak.ı.nacaklardır: Hiç "ay ışığı" "nıehtab"ın yerini tutar mı?
"Asır' varken "yüzyıl" demek saçma olamaz mı? Hem bu
.-ski kelimelerin hepsinin uzun bir geçmişi vardır. Hepsi de
ayn birer hayal alemi yaratır. Bu kelimeleri atıp yerleri·
ne başkalarını aramaya neden kalknıalı?
Vaktiyle "gök" var diye "sema" ve "asuman" kelime-
lerini feda etmeye bir türlü razı olmayan Halit Ziya ve arkadaş·
larının yaptıkları da bundan başka bir şey değildi.
İşte davanın düğüm nok-tası burada toplaruyor. Hepsin-
de de bu düşünce hakimdir. Harahat şairleri edebiyat-ı ecdide
şairlerine, onlarda da yeni lisancılarla hececüere karşı hep bu
düşünce ile direnmişlcrdir. Bugiin de yeni kuşağa gösterilen
asık yüzün gerçek nedeni budur.
Halbuki, o günlerden bugüne gök kubbeniıı altında
nice devrimler olmuş, sanat dünyası ne büyük sarsıntılar
gcçinniştir. Her dcvriındc anlayış değişmiş, ye~ akımlar
240 AGAH SIRRI LEVENO

belirnıiş, bu akımlara uyan uyrnuş, uyamayan unutulup


gitmiştir. Kalanlar her dcviı·de sayılı birkaç kişidir. Bunlar
edebiyat tarihinde kendilerine ayrılan yerle yetinmeli, soylu
ve olgun bir davrawşla yenilere de yaşama hakkı taıumalıdır.
Yeni, elbet her zaman güzel ve yararlı değildir. Onun da
çürük, sakat, yanlış, hatta zararlı yönleri olabilir. Ama çevre
bu yeniyi beğeniyor, seviyor ve tuıuyorsa, elbet bir hikmcıi
vardır. Sosyolojik ve psikolojik türili etkenler bir araya gel-
miş, giinün dünya anlayışı bu ortamı yaratmış, ekonomik
koşulann ağırlığı da buna eklenince, hoşnutsuzluk belirmiş,
değişme ve başkalaşma ihtiyacı devrimi yaratmıştır.
Sanat ve kültür alanlanndaki devrimler de böyledir.
Başka ülkelerde beliren yeni fikir ve sanat akıınlan, zorlayıcı
bir etki ilc kendini kabul ettirmeye çalışacaktır. Ayrıca,
çevrenin de dilde, edcbiyatta ve fikir aleminde kendine özgü
sorunlan ve davaları olacaktır. Bunlan inkar etmek neye
yarar?
Bugün eaz müziğinden hoşlananlar arasında, bizim
kuşaktan pek az kişi gösterilebilir sanırım. Ama bu müı;iğin
gençleri eoştur<!-nğunu inkar edebiliı· miyiz? Etsek de ne
faydası olur? Bunu susturmak, ortadan kaldırmak ne kadar
mümkün değilse, gerçek müziğin bu olduğunu iddia etmek
de o derece saçma olur. İşin doğrusu, bunun bir gerçek olduğu­
nu kabul etmek, sosyolojik ve psikolojik nedenleri üzerinde
durmaktır. Yaşadığımızı, ancak bıınların da var oldu[,.unu
kabul etmekle anlayahiliriz.
Dilde, cdebiyatta, ya da herhangi bir alanda ortaya
çıkan yeni akıınlarm zararlı yönleri varsa, buna karşı eskiler
kollannı kavuşturup seyirci mi kalaeaklardır? Hayır, onlar
da kendi görüşlerini savunacaklardır, sakat bulduklan
yönleri gösterecekier, eleştirerek, . savaşarak görevlerini
yapacaklardır. Eğer bütün bu çabalara karşı çevre yine
yeniyi hcğcniyorsa, dünyawn değiştiğini aniayarak gerçeği
olduğu gibi görmeye katlanacaklardır.
DİL ÜSTÜNE 241

1 "liğe karşı çıknların yapmad ıki arı • yapamadıklan


1 ud:tete:ı: kuşağa ateş püskürenleri dinleyin; kbunla;,
J • dikl · yenilerden tek eser o uma -
bin bir kusur bulup yer Hen h i de vaktiyle gördük-
larını görüp şaşacaksınız. emen cps . •. ar ·a
. d . "tt"klcri birkaç mısraın etkısı altında y gı)'
~:::..~~~ar ab:~a~gıya saplawp kalarak, başka lıüzerlın·
eserller de
aslını ince1ernek gerc··m
•i]..._.._,k "şin
• gı duymamış are r. -
cg me • ı nı1 k· "çin tekrarladıklan örnekler, hep o
dialanna ta { verme ı anlış
' riks"
h cce - ız, kekrcmsi heyı·tler • acemice kullanılmış_ y
kcliınelerdir. v• • • var olan yok, yok
Dünya dönüyor, gerçekler dcgışıyor,
olan var oıuyor. B cIki hiç bir şey yok olmuyor r da, top1u
.. kli bir zaman akışı içinde bize öyle ge ıyor.
ve sure ' ki . . h" "var olu~" diye kabul etmekten
Günün -.erçe erıru ır ' . k
k "ktur Bu elbet miskince bir tcvekkül olmayaca -
baş a çare y~ a; ı mak gerekecektir. Ama güccnecck, sinir-
:::ı:.~: ~ ç:nt:r ederek, küçümscyip alay ederekı değil,
uyarmaya :alışarak, güçleriınizi katarak, yapıcı olarak ...

(Tiirk Dili, sayı 163, ııisan 1965)


TÜRK KÜLTÜRÜNE HİZMET EDENLER

İnsan emeğine değer vermemek, yurda hizmet edenleri


unutmak, başlıca 1--usurlarımızdan biridir. Hazineler doldu-
racak kadar zengin eserlerimiz var. Her biri emek harcanarak
göz nuru dökülerek meydana getirilmiştir. Çoğu, kişilerin'
elinde kalmış olan bu milli servetleri toplamak hatırırnıza
gelmez. Salıibi öliince, bu değerli eserler terekesiyle birlikte
satışa çıkarılır. Böylelikle elden ele geçel·ek dağılıp gider.
Ya da bir yabancının dikkati mçckel·ck başka iilkelere taşınır;
kitaphklara, ıuiizelere girer. Doğu eserleriyle ilgili koleksiyon-
lar Batıda böyle meydana getirilmiştir .
Sanat değeri taşıyan eserlerin toplanması, dağılıp kay-
bolmaktan kurtulması, işin sadeec bir yönüdür. Bir de bu
eserlerin sahiplerinin adını ve sanını unutulmuş olmaktan
korumak işi vardır ki, bu da öteki yönüdür.
Kitaplıklarırnızda öyle nüshalar vardır ki, yazısı güzel,
sayfa başlan tezhiplidir; cildi de usta bir sanatçının elinden
çıkmıştır. Eser ise, dini, ahlakl, tasavvııfr, ya da edebi konu-
lardan birini kapsadığı için, kiiltür tarihimiz bakımından önem-
lidiı·. Fakat içinde yazarın adlı bile geçmez. Sadece satırlar
arasında "bu abd-i hakir" diye bir işaı·ct göriilüı· ki, yazar
bununla kendiıli belirtmek istemiş, fakat adını vermemiştir.
İstediği de ok urlardan yalnız bir "fatilıa"dır.
DİL ÜSTÜNE 243

Bu gibi eserleri inceleyerek, kağıdından, yazısından,


mürekkebinden hüküm çıkarınağa çalışarak, önce nüshanın
yazıldığı devri tesbit etmek, sonra da o devrin tarilıi üzerine
~·ğilerek, bizi eser sahibine götürecek yolu araştırmak, yapı·
lacak ilk iştir.
Bazı kere de, müzclerdeki koleksiyonlar arasında
Btınat değeri yüksek, eşine a:ı; rastlanır resimlere ve ıninyatür­
lcre rastlanır. Bunların kenarlarında da "aınel-i Ali Usta",
ya da "kar-ı Mehmet Ağa" gibi bir kayıt bulunur. Ama
hu Ali Usta, bu Mehmet Ağa kimdir? Birkaçını bilsek bile,
ötekileri tanımayız. Çünkü fikir ve sanat tarihimiz gereği
gibi ineelerup işlenmiş değildir.
Bunlar tarihe karışmış, u:t:ak devirlerden kalma, bilin-
meyen değ~lerimizdir. Ya bildiklerimiz ve tanıdıklarıınız
acaba ne durumdadır?
Eski şairlerden Fuzuli, Baki, Nef'i, Nabi, Nedinı ile,
yenilerden Namık Kemal, Ziya Paşa, Ekrem, Hamit, hakla-
rında en çok yazı yazılmış kişiler olduklan halde, hala bilinme·
yen yönleri çoktur.
Hele bazı kişileı·imiz vaı·dır ki, gerek fikir ve edebiyat,
gerek politika hayatımızda büyük roller oynadıkları halde,
lıunlar hakkındaki bilgimiz yüzeydedir. Örneğin, cdebiyatta
Mebani't-inşa, Türk dilinde Sarf-ı Tür/d, tarihte Tarih-i
.-flem ve daha başka eserleriyle üç kolda Türk kültürüne
lıizmet etmiş, bir kalıraman olarak Şıpka zaferini yaratmış,
Ab dülaziz'in istibdad ma son verenler arasında yer almış,
Mcktep-i Harbiycde ders nazırı olarak binlerce genç yetiştirmiş,
askeri rüştiyelerin kurulmasında emeği geçmiş, sonunda Ab-
ıliillıamit'in gazabına uğrayarak İstanbul'dan sürülmüş olan
Süleyman Paşa'yı acaba kaç aydınımız biliyor? Oğlu Sami
Bey'in (Süleyman Nesip imzasıyle edebiyat-ı ecdide şairleri
a·rasına katılan), babası için yazdığı Süleyman Paşa Mıılıa­
kenıesi adındaki eseri olmasaydı, Paşa'nın son durumundan
haberimiz bile olmayacaktı. ·
244 ACAU sınru LEVEND
.
Bunu, hemen hatıra gelen bir misal olarak veriyorum.
Yoksa savaş meydanlarında olağanüstü kahramanlıklar
yaratmış, kültür alaıunda ölnıe:ı: eserler bırakmış nice kalıra­
manlanınız var ki, bugün adlarından başka hiç bir belirtileri
kalmamıştır.
Yurt ve ulus hizmetinde ömürlerini tüketmiş, yığınlada
eser bırakmış milli değederimizi bizden sonraki l..oışaklara
aniatmakla yüküınlüyüz. Milli eğitimin başlıca yollarından
biri budur.
Atalannın hangi koşullar altında nasıl yetiştiğini, bütün
engellere göğiis gererek ne gihi fedakarlıklarin başanya
ulaştıklarıru öğrenen genç, onlann şerefle dolu hayatına
imrenecek, meslcğiniıı gerel..-tirdiği başanyı elde etmek
için, daha ağır hizmetlere girip, daha çetin savaşlara atılmak
cesaretini kendinde bulacaktır.
Sevinçle görüyoruz ki, milli övünce (mefahir) !erimize
karşı toplmnda uyanan ilgi, son yıllarda daha da artmıştır.
Gençler, biiyüklerini yakından tanımak istiyor. Yazarlar ve
bilginler, kendilerini yetiştiren ünli~ ustaların hayatını ve
eserlerini araşlırıp incelemeye çalışıyor. Bilim kurumlanmız
bıınlara ortam hazırlamak için hiç bir fırsatı kaçırmıyor.
Böylelikle yığın yıi;'ln belgeler toplanıyor. Türlü görüşler
altında çeşit çeşit eserler hazırlanıyor.
Bu yoldaki sistemli çalışmalar arasında, Türk Dil Ku-
rumu'nun tcşebbüsünü gösterebiliriz. Dil Kurumu, Türk
diline emek veren taıunmış büyük yazarlar için ayn bir seri
yayıınlamaktadır. Üç yıldır bu seride çıkan eserler: Mütercim
Asım, K{işgarlı Mahmııı, Ahm~ı Mithat, Ziya Göluılp, Mehmet
Emin Yurdakul, Tlı.omsen, Omer SeyfeUin, Hüseyin Rahmi
Gürpınar, Miiftiioğlıı Ahmet Hikmeı'tir.
Bu yoldaki başka bir teşebbüsü de burada bildirmekle
ayn bir kıvanç duyuyonı:ı:. Milli Eğitim Bakanlığı. geçen
yıl Hüseyin Ralırni Gürpınar ile Ahmet Rasim'in doğumlannın
100. yıl dönümündc, bu yazarları gençlere tanıtmak amacıylt·
DİL ÜSTÜNE 245

lıir kurul meydana getirmiştir. Kurulca hazırlanan programa


göre, bu yazıların çeşitli yöııleri uzmanlarea .incele~ecek,
meydana getirilen inceleme ve araştırmalar bırer kitapta
ıoplanacaktır. Aynen, türlü dereecdeki olı..oıllarımızda bu yıl
içinde yapılacak toplantılar, verilecek konferanslarla bu ya-
zarlar anılacal..-tır.
, Dil Kurumu da bu harekete katılmış, geçen yıl Hüseyin
Rahmi Gürpınar hakkında bir eser yayımladığl gihi, bu yıl­
da Ahmet Rasim için ayn bir eser haıırlamal..-ıadır.
Bu teşebbüs çok hayırlı bir başlangıçtır. ngili· 1..oırulun,
Türk kültürüne emek vermiş belli başlı değerleri içine alacak
şekilde çalışmalarım genişletmesi çok yerinde olacaktır.

(Türk Dili, sayı 164, mayıs 1965)


SANATSEVER, SANATÇI VE ELEŞTİRl'ı:IEN

Sanat eserlerini ilgiyle iderneye alışınış olanlar, kolayca


yatıştınlamayan bir sanat özlemi içindedirler. Bu durum,
zaman zaman uğraşıya ara verdileri için değil, ruhu bir anda
sarıp kavrayan eseriere sık sık rastlayamadıklan içindir. Bu
öyle bir özleyiştir ki, aüreğen bir hastalık gibi, kişiyi gittikçe
daha umutsuz, cseı·ler arasında dolaştıkça daha titiz ve daha
lıuysuz yapar.
Ara sıra güzel bir esere rastlamak, bu gibiler için bir dir-
lik dönemine ermek demektir. Günün birinde ellerine geçen
bir eser, kendilerini yakan sanat susuzluğunu giderecek
değerde ise, uzun bir hastalıktan sonra yeniden sağlığa
kavuşmanın verchileceği tatlı bir zevk içinde, ruhlarının
dinlendiğini duyarlar.
Ara sıra büyülü bir elin sunduğu bir tas şarap "elest
bezmi"nde mcst olmuş kişiyi kandırahilir mi? Zaman geçtik-
çe yine üzüntülü bir özlem dönemi başlar; onu bir kavuşma­
nın zevki izler. Sonra yeniden saynlığa dönüş... Böyler•·
dirliksizlikten scssizl.iğc, sağlıktan sayrılığa geçe geçe sanat
özlemi sürcğen bir durum alır.
Nasıl ki, kalemini ya da fırçasını zaman zaman cliıu·
alan sanat meraklısı da, başka yönden bir sayriliğın arguuılıı.
DİL ÜSTÜNE 247

Ara sıra sanata dönüş, o eski sayrılığa yeniden yakalanmak


gibidir. Sahibini bir süre kıvrandırır, yorar, terletir; tedirgin,
üstelik huysuz eder. Bu, onun için geçici bir saynlık durumu-
na benzer. Eserle birlikte sancı da biter; sayralık geçer ve
rahatlık geri gelir.
Sanatı kendilerine meslek edinmiş olanlar ise, bu üzüntü-
den hiç bir zaman kurtulamazlar. Her an yaratıcı olmanın
t·oşkunluğu içindedirler. Doğum sancısı çekerler. Hem de
biri bitmeden ötekinin ağrıEı başlar. Sonunda, eserle birlik-
le ağn da, ilgi de sona erer. Gerçi eser, sakat da doğsa, ku-
Kurlu da olsa, yazar için sevimli bir çocu1.-ıur; fakat artık
onun değildir. Tarumadığı ve de tammayacağı yabancalann
malı olmuştur.

Okuyucu, sanatçırun çek"tiği sıkıntının farkında olma-


.Iarl, soıısuz bir denizin gidiş ve geliş gibi, tutkunun ve coş­
kuıtluğun dalgaları arasında hir türiii karanın bulamayan
r·ııh cnginlij;rini sczmedcn, onu ya kayıtsız gözlerle süzüp
rttacak, ya insafsız yaı·gılarla hırpalayacak, ya da beğcnip
n l kışlayacaktır. Belki de bunlann hiç biri olmayacaktır.
SıHlccc bir iki dost1m övgüsü, birkaç yarışçının kulaktan
kıı l ağa sızan fısıltısıl İşte hepsi bu kadar...
Tamnmış sanatçalann her eseri, sanat dünyası için
hir· olaydır. Sanatsevcrlerce ilgiyle beklenir. Sonunda eser
r;ıkaı·; bir an önce zevkine varmak için aranır. Sıra elcştirmene
ı.;ı·lıııiştir. O da, kendini eserin zevkine bırakarak, dikkatli
Iri r· okuyucu sabrıyle kitabı satır satır gözden geçirerek not-
l.ırııu alır; sonra, her türlü kişisel düşüncelerin üstünde,
t uııı lıir yan tutmazlıkla eleştirerek eseri tanıtınağa çalışır.
Saıulır ki sanatçı, yaratıcı gücüyle her zaman yalnız başı­
ıı.ı haşnn sağlayan, eleştirmen ise, sadece sanatçıyı sömüren
lııı J.irine karşıt iki kişidir. Tersine, eleştirmen için sanatçı
ır•· k:ıclnr gerekli ise, sanatçı için de eleştirmen o ölçüde yarar-
lıılır. ller ikisi de birbirini tamamlar.
248 ACln Siltlll LEVEND

Fakat, kaç clcştirmen, elindeki sanat cserini, ön yargıdan,


her türlü art düşünceden uzak bir açık gönüllülüklc sona
kadar okumak sabrını göstermiş, bir meslek bağlılığı içinde
onu eleştirmeyc özcnıniştir.
Boşboğazdan ve asalaktan farkı olmayan kötü eleştirmeni
bir yana bırakalım; fakat, sanat eserleri üstüne kapanarak
büyük bir titizlikle iyiyi ve güzeli araştırmaya koyulan, soııra
tek eserden eserler topluluğıına, bir sanatçı um bütün eserleri-
ne geçerek, onun kişiliğini türlü yönleriyle ortaya çıkaran, daha
soııra da, belirli bir dönemi, şaheserieric onların yaratıcılannı
kucaklayacak bir genişlikle ele alarak, edebi olaylan meydana
getiren koştillan toplumbilimin ışığı altmda inceleyen kaç
eleştirmen gösterebiliriz?

(Türk Dili, sayı 166, temmuz 1965)


KAÇ KİŞİ KALDI?

ller devirde, kendi çağının politika, fikir, edebiyat ve


aanat hayatmda söz salıibi olmuş güçlü ve usta kişiler salınede
görünürler. Bunlar bir süre çevrelerini etkiledikten sonra
çekilip giderler. Yerlerine gelen yeniler, aynı güçte olmasalar
hile, aynı yetkiyle sözlerini ve hükümlerini yüriitürler. Ne
eskilerinin buna üzülmcsine, ne de yeniterin bundan gurur-
lanmasıım yer vardır. Hepsi de olağandır ve olağan görülmesi
gerekir.
Hatta seviniise bile yeridir. Düşman karşısında savaşan
birlikler, nasıl yorulup yıprandıktan soııra çekilir, yerine
yeni kuvvetler sİperiere girer, böylece savaş taze kuvvetlerin
katılmasıyle dalıa da hızlanırsa, bilim ve sanat alanında
eskilerin çekilip yenilerin çalışmalara katılması, yürüyen ha-
yat hesabına kıvanç verecek bir olaydır.
Yalnız bir noktada bu genel kuraldan ayrılmak gereki-
yor. Eski çağiara ait geride bıraktığımız birçok fikir ve ede-
biyat kalıntıları vardır. Bıınlar kültür tarihimizin başlıca
bclgeleridir. Bu belgeleri okuyup anlayanlar gittikçe aramız­
dan cksilmekte olduğıına göre, kısa bir süre sonra bunlar
büsbütün unutulup gidecek, okuyan da, anlayan da kalma-
yacaktır.
250 ACAB SıRRI LEYEND

Hemen şunu söyleyelim ki, eski eserlerimizden bir


bölüğü için hiç de üzülıneye yer yoktur. Bunlar kapsam ba-
kımından çağını geçirmiş, edebiyat tarihi yönünden önemini
yitirmiştir. Bir bölüğü de vardır ki, bir sanat arutı olarak
hal~ yaşamal.."ta ve değerlerini saklamaktadır. İşte bunları
yem kuşaklara tawtınak zorundayız.
Fakat, hu işi kim yapacak? Denilcbilir ki, üniversite-
lerin beliı·li fakültelerinin her yıl verdiği mezunlardan bir
kaçı, fakülte çevresinde kabp uzman olarak yetişmektedir.
Bunlar pekıüa bu incelemeleri yapabilirler. Doihudur· ancak
o bilgi yi, ilkol.."lll sıralarından .başlayarak, ;illarca' süren
öğr~nim hay~tı içinde aralıksız almış, eski çağın kendine
özgu çevrelerınde yetişcrek, o hayatm havası içinde yaşamış
ustaların, hu işteki rolü ve payı inkar edilemez.
Bundan başka, eski çağlarm dil ve edebiyat ka]mtıla­
nyle meydana getirecek öyle yeni sentezler vardır ki, işte
bunlan ancak o kalıplarla yoğrulmuş olanlar yapabilir.
Örneğin, Türk dilinin tarihi bir sözlüğüne ihtiyacımız
vardır. Daha öncelerini ve başka lehçeleri bir yana bırakoak
bi~e, .XIII. __ yüz~!d~ Cumhuriyet devrine değin süregelen
Turkiye Turkçesı nın her devirdeki kelimeleriyle bunların
geçirdiği değişiklikleri gösterecek, metinlerde geçen bütün
kavramlarla mazmunlan örnekleriyle birlikte içine alacak
bir sözlükten yoksun hulunınaktayız.
Tiirk Dil Kurumu, hu önemli boşluğu doldurmak için
b~ k~nu üzc~~~e dtırmaktadır. Ancak her geçen günü kaybe-
dılmış sayabilirız. D~. ~urumu böyle bir teşebbüse giriştiği
zaman, acaba kaç kişıyı hazır bulacaktır?
Bunun gibi, eski cdebiyatımızın başlıca ürünleri Türk
harfle~iyle has~ahdır. Bugün bu edebiyada ilgili olarak,
F~z~li ve Nedim gibi ünlü birkaç şairin divandan başka
elimızde kaç eser vardır? Oysa divan edebiyatı uçsuz bu-
caksız bir denizdir. Hiç olmazsa belli başlı ürünlerini or-
taya koyup gençlere tanıtmak zorundayız.
DİL ÜSTÜN.& 251

Yine bu arada söylemek gerekir ki, bir divan edebiyatı


ımsiklopedisine ihtiyacımı:ı; vardır. Bu edebiyatın tür~ü
iirünlerinde geçen öyle kelimeler vardır ki, anlamlarını hil-
ıliğimiz, bilmediklerimizi kamuslarda bulduğumuz halde,
kavramlarını, bu kelimelerle meydana getirilnıiş mazınun­
lan sözlüklerde bulmak imkruu yoktur. Bunları bilen ve
hu 'konuyu kendine meslek edinen kişilerin sayısı, bir elin
parmaklarını pek geçmez. Bunlar ortadan çekilince de, hu
bilgiler bir daha gün ışığına çıkmamak üzere unutulup gider.
Bu alanda yapılacak daha hayli işler vardır. Eğer bütün
bu huineleri kaybolmaktan kurtarınak milli kültiirüınüz
halaromdan gerekli ise - ki bizce milli kültürün kendisidir -
vakit geçirmeden bu gibi teşehbüslere girişmeliyiz.

(Türk Dili, sayı 177, haziran 1966)

. .
ZEVK, SANAT VE MODA

Ze~~ kesin bir kuralı ve belirli bir ölçüsii yoktur.


z_ev~ kışıye, topluma, ırka ve ülkeye göre değişir. Çevrenin,
a~leı.~ın, m~_danm, okulun, eğitim ve öğretimin bu <leğişmede
buyük rolu vardır. Görgüsüz bir adamla aydın bir ki·ş· ·
b.A =·
ır vrupalıyle bir Senagallinin, çöl hallayle şehirlinin zevkleri
elbet bir olamaz.
Zevkin değişmesinde en büyük etken zamandır. Her
çağın kendine özgü yaşayışı, anlayışı, inanışı ve zevki
vardır. Çağla~ın değişmesi için büyük olayların helirmesi
ve yeni. huluşların meydana çıkması ile dünya gidişinin
haş~a bır do~~ltu;ru izl~mes.i gerekir. Böylelikle, anlayış
ve ınaıuşlar. dcgışmış, yeıu dcgerler belirmiş, zevkler başka­
l~şnuş, yeıu zevklere uygun lolıklar ortaya çıkmış, yeni
bır yaşayış başlamış olur.
Zevklerin değişmesi için çağların deinşmesini beklemek
gerekıni.!or. Daha kısa zamanlar içinde d~ zevkler değişiyor.
XIX. yuzyıldan sonra biümde, felsefede, sanatta ve teknikte
görülen de~işmcler, eski değerleri unutturan yeni buluşlar,
a_nlayış ve manışla birlikte zevkin ve yaşayışın da değişıne­
sme yol açmıştır.
Mimarlıkta görülen gotik, rönesans, harok, rokoko
tar:darı; edebiyattaki klasisizm, romantizm, realizm, natürıı-
DİL ÜSTÜNE 253

lizm, seml>olizm akımları; resimde klasiklerle empresyonistlcr,


.anat alanında hep bu koşullarla meydana çıkmış, . sırasıyle
birbirini izleyerek gclişıniştir.
XX. yüzyılda bu değişmeler şaşkınlık verici, baş döndü-
rücü bir hız kazanmıştır. Birinci Dünya harbinden biraz
önce ortaya çıkan kübizm, sanatta ilk sarsınııyı yaptı. Döı:t
buçuk yıl süren Birinci Dünya Harbi ise, daha geniş sarsın­
tılara yol açtı. :Maddi varlıkların yıkılıp bir çok ailenin sönme-
si yanında, savaştan sağ dönenierin korku ve yılgmlık içinde
aç ve yoksun şehirlerin ortasında yapayalnız kalması, ölümü
kanıksatan bezainlir•in
., ., ruhlara çökmesi, insanları bir andan
değiştinniş, derin bir umursamazlık içinde bütün değerleri
inkara götünnüştür.
Birinci Dünya Harbinden . sonra beliren dadaizm, işte
bu koşullar altında, bütün sanat kurallarım yıkıcı, altüst
edici bir iddia ile ortaya çıktı. Sonra sürrealizm bunu izledi.
Sürrealistler, akıl ve mantığın denetiminden kurtulmuş,
estetik ve ahlak kurallarından uzaklaşmış düşüncelerin,
bilinç altı beliren çeşitli ruh isteklerinin, rüyada imiş gibi,
hiç bir baskı altında kalmadan k11(;·ıda dökülmesi gerektiğini
iddia ediyorlardı. Bu sayıklamadan başka bir şey değildi.
Son zamanlarda bunun yerine egzistansiyalizm akunı geçti.
Sanat dallan arasında bu akımlardan kurtulabilen mi-
marlık olmuştur. Dış görünüş ne olursa olsun, miınarlıkta
esas, yapıbştaki amaca uygun olarak yapıyı kolayca ve ra-
hatça kullanabilmcktir. Bu amaç, mimarlıkta her düşünce­
nin üstünde sayılmıştır.
Edebiyatta, resimde ve müzikte ise, bu akımların etkisi
çok büyük olınuştıır. Usta sanatçılar, hangi akuna bağlı
olurlarsa olsunlar, kişiliklerinin üstünlüğüyle düşüncelerine
ve duygularına ayrı lıir renk verebilınişler, yeni bir hayal
alemi yaratmayı beccrmişlerdir. Ama her yeni sanat akımı
ortaya çıkınca hemen bir sürü taklitçi türemiştir. Bunlar
usta şairlarin eserlerine üşüşerek buldukları özü sömürmcye
254 A
AGAH Slii.JU LEVEND

koyulmuşlar, böylece sanat alanını yığın yığın taklitle~le dol-


durmuşlardır. Gerçi bu taklitler, asim daha canlı olarak
belirmesine imkan hazırlamış, ama yeni akım da bu yüzden
usanç vermeye başlayarak değerden düşmüştür. Bunların
hepsinde görülen özellik, işin kolayına kaçarak zahmetsizce
başarı sağlamak isteği, başkalarına benzememek çabası­
dır.

Bü~ b~ar günün yaşama felsefesine uygundur. İn­


sanlar surekli çalışmalardan, yorulup terlemelerden kaçıru­
yor. Kolay ve zahmetsiz kazan~ayı istiyor. Amaca bir an
önce varmak telaşı içinde ne. yapacağını hilenıiyor. Aynı
çevrelerde yaşayan sanatçırun başka türlü davr
· k anmasına
ım an var mı?

. Giyim kuşam, süs ve tuvaJet modası daha sık değişiyor;


bırçok çevrelerde hemen yaygın bir hal alıyor. Şüphesiz
moda akı~arı da günün yaşama felsefesine uygundur. Sa-
nat eserlerınde olduğu gibi, bunda da dikkati çekmek eskiye
henzememek esastır.
Her yeni kuşak, henimsediğine henüz alışmadan zevk-
lerin değiştiği~i, yeni modaların ortaya çıktığını görüyor.
Bunların hep sı acaba yeni bir ihtiyacın belirtisi midir?
Toplumda yaygın hale gelen hiç bir tutumun nedensiz ol-
madığı düşünülürse, sonucu ihtiyaca bağlamak gerekecektir.
Ancak bunlardan hepsinin gerçek ihtiyaç olmadığını, baş­
kalık meydana getirmek hevesiyle 2;orla yaratıldığını söy-
lemek yanlış olmaz.
Başka bir soru daha hatıra gelebilir. Zevklerin bir anda
dcğişm:s~e yo~ açan yeni akımlarm ve yeni modaların ger-
ç~k dc:_gerı nedir? Hepsi de yeni olmak hakımından estetik
bır deger taşıyor mu? Yoksa bunlar zevklerin bir çeşit soy-
suzlaşması mıdır? Çıkmasıyle sönmesi bir olan yeni moda-
I~, eğer aklın ve mantığın sınırlarını zorlar ve aşarsa, es-
kiler e~et bunları hoş karşılamazlar, hatta görmeye ve işit­
meye hile katlanamazlar. Eskilerin bu yargılannt tutucu ol-
DiL ÜSTÜNE 255

ınalarına vererek bir yana bırakırsak her yeni zevkin seviyeli


olduğıı elbet söylenemez.
Moda akımlarındau hepsinin de yeni olduğıınu söyle-
meye imkan yok-tur. Bunlann çoğu, eskinin başka hiçimler
altında tckrandır. Her kuşak varlığını yeni bir şey ortaya
koymakla göstermek hevesindedir. Eskilere henzemek, on-
lar gibi olmak, kendilerini kahına sığmaz hale getiriyor.
Her devirde, toplumu temsil eden ne çocuklardır, ne
de yaşlılar; olgu.n luk çağına gelmiş gençlerle iş başındaki
yetişkinlcrdir. Oysa şimdi, henüz çocukluk çağını aşmaınış
olanlar, toplumu arkalarından s\i.rüklemek niyetindedir-
ler . Bu çaba ile, yeni yaşama felsefesini alabildiğine uygu-
lamaya çalışıyorlar. Henüz ortaöğretimini yapan genç biraz
palaziandı mı, aile çevresini dar ve sıkıntılı buluyor. Ana
baba baskısından kurtulmak için evden kaçmaya ca,n atı­
yor. Bir an önce hayata atılmak hevesiyle serüveniere gi-
rişiyor. Kolayca kazanmak, keyfine göre yaşamak ihtirasını
taşıyor. Ayrı cinsten arkadaş edinmek isteğini vaktinden çok
önce duyuyor. Birlikte gezmek, yan yana oturup şakalaş­
mak içip eğlenmek ve yorulmadan dans etmeyi düşünüyor.
Bu yolda hiç bir ölçü tammıyor. Aile otoritesindeki gevşek­
liğin, özentinin, başkalarına uymanın, dünyanın gidişi ile
birlikte toplumdaki kararsızlığın bunda büyük etkisi vardır.
Yurdumuzda seyrek görülen bu dumm, başka top-
lumlarda açıkça gö?.c çarpmaktadır. İngiltere'deki Beatles
ve benzerlerine bakınız. Bunların arasında başarı sağla­
yanlar, beğcnilip tutulanlar eksik değil. Ancak topladıkları
alkışta, kılıkiarına verdikleri tulıaflığın, zülüflcri gözlerinin
üzerine sarkan dağnuk saç tuvaledcrinin etkisi yok mu?
Demek asıl sanatta kazanmaları gereken başarıyı, kılıkianna
ve yaşayışlarına tuhaflık vermekle sağlamaya çalışıyorlar.
Giyim kuşam, süs ve tuvaletic dikkati çekmek mo-
dası mcmleketinıizdc de türedi. Tanınmış birtakım oku-
yucular, sanatlarının sınırını aşarak, gösterişle ve yapma-
256 AGAH SIRRI LEVEND

cığa dayanan gülünç cdalarla başarılarını artırmaya çahşı­


yorl~r; ~-~ ~~--~opluyorlar. Bunları görüp de toplumdaki
zevkııı duşuklugune acımamak m"umk"un o1muyor.
Gerçekten ortada acınılacak bir durum var A
? s . ma kime
~~ıyo~~.' anatı bir yana bırakıp kendilerini bcğcndirmek
ıçın gülunç olm~ktan çekinmeycnlere mi? Neyi ve niçin
a~~-~la~-~arım _bilmeyc_nlere mi? Yoksa toplum zevkinin
duşuklugunc ını? Belki hepsine daha dogr"us d"
'd' · ı
gı ışıne.
• u unyanın

Bununla birlikte hiç bir şeye şaşmamalıyı~ Baş


d" .... h· d • ~-
d':
on-
. ı:rucu_ ır .egiş_iklik, bu değişikliğin yarattığı bir bunahm
ıçındeyız. Hıç bır değer sönüp gitmekten kendisini kurt -
ramıyor. Her türlü gülünçlüğü göıe alarak dikkati çekme~
hav~dan kazanmak, kcyfe göre yaşam.ak! İşte yaşamaıııı:
yenı felsefesi bul

(Türk Dili, sayı 188, mayıs 196?)


'

TÜRK KÜLTÜRÜNÜN GELİŞMESİNDE


DERNEKLERİ N VE KURUi\'ILARIN ROLÜ

Dernekler ve kulüpler toplumların aynasıdır. Bunların


kuruluş amaçları, çahşma yöntemleri, çevredeki etki dere-
celeri, tutunup tutunmamaları, toplumun o günkü duru-
munu yansıtır. Eğer toplum, bunların çoğuna kayıtsız
kalıyorsa, henüz olgunlaşmamış demektir. Eğer gerçek bir
yargı ilc bunları değerlendirebiliyor, yararlı olanları koru-
yup zararlı görüleniere karşı tepki gösteriyorsa, istenilen
kata erişmiş sayılır.
Meslek adamlannı bir araya toplamak gibi çeşitli amaç-
larla kurulan dernekler; spor, dinlenme, oyun ve eğlence
kulüpleri bunların arasındadır. Bunların hepsi de, toplum-
da köklcşen, ya da yeni yeni filizlenip gelişen çeşitli eğilimleri
açıkça gösterir. Bunların uyandırdıklan ilgi ve yarattık­
ları tepkinin ayrı anlamı vardır. Bu anlamları değerlendir­
mek toplumbilimin görevidir.
Kültür dernekleriyle bilim kurumlan ise, toplumdaki
düşünce seviyesini, kiiltür hayatırun durumunu ve gelişi­
mini göstermesi bakımından çok öneınlidir. Biz burada,
toplumsal derncklerle kulüpleri bir yana bırakarak, yalıuz
kültür dernekleri ve bilim kurumlan üzerinde durmak
istiyoruz.
258 ACAB sınnı LEVEND

Derncklel'le kurumların meydana gelmesi, tutunup


gelişmesi, uzun süre yaşayıp verimli olabilmesi, ayn koşul­
lara bağlıdır. Bu koşullann ilki, topluroda sczilen, ya da açık­
ça beliren ihtiyaçtır. Oncc sayılı aydınlarca benimsenen bu
ihtiyaç, türlü yönleriyle işlenerek tartışı.lır. Düşünceler bir
noktada birleşince, konuyu ele alacak bir derneğin, ya da bir
kurumun meydana gelmesi kolaylaşır. Ortam huzulanır
ve olanaklar da sağlanırsa, girişim gerçekleşmiş olur.
Bu, kuruluşun ilk evresidir. Ancak iş bununla bitmez.
Dcrnegin ya da kurumun yaşaması, ihtiyaca cevap verecek
yolda gelişmesi ayn bir sorundur. Daha başka koşullarm
bir araya gelmesini gerektirir.
Yakın tarihimiz bunun çeşitli örnekleriyle doludur.
II. Malımut zamauroda, Batı kültürü Türk toplumuna sız­
maya başlayınca, bu kültürü henimsernek isteyenler bclir-
miş, bunlar gizli ve açık toplanarak, belirli konular üzerin-
de konuşup tartışarak, düşünce özgürlüğünü hiç olmazsa
kendi aralarında uygulamaya çalışmışlardır.
İlk "cem'iyet-i ilmiye"lcr böyle doğmuştur. Ortaköy'de
İsmail Ferrulı Efendi'nin yalısında toplunan aydınlarm
kurduğu "Cem'iyet-i İlmiye" bunlann ilkidir. Bu derneğin
amacı, şiir, edebiyat ve gerçek bilimler üzerinde uğraşmaktı.
Şüphesiz o devirde bu gibi kuruluşlar elbet yaşamaz, hatta
barınamazdı.

Encümen-i Daniş:

Türkiye'de bu alandaki ilk resı:ul kuruluş Encümen-i


Daniş'tir. Ahdülmecit zamanında, 18 temmuz 1851 (19
ramazan 1267) cuma günü, Bezmia.Iem Valide Sultan'ın
Sultan Mahmut Türbesi yanında yaptırdığı "Darü'l Maarif"
okulunda ayrılmış olan daucnin salonunda bir açılış töreni
hazırlanmış, Padişalıla hulikte devlet adamlan da toplan-
tıya katılmış, Sadrazam Koca Reşit Paşa'nın bir söylcviylc
törone başlanmış, böylece encümen kurulmuştur.
DİL ÜSTÜNE 259

Fransız Akademisi örnek ttıttılarak kurulmuş olan


Encümen-i Daııiş, 40 asli üyeden meydana gelmişti. Yabancı
bilginlerle ülkedeki Rum ve Ermenilerden "harici'_' 30 da
iiyesi vardı .. Encümcnin amacı, yüksek okullara kitap ha-
zırlamaktan başka, yararlı eserleri yazma!<, ya da ya~d~r:
mak, yabancı dillerden eser çevirtmek, Osmanlı t~nhıııı
hazırlamak, dilbilgisi ve sözlük gibi en çok m11chtaç oldugumuz
konularda eserler meydana getirmekti.
Encümen devletçe korunduğu, üyeleri arasında Ray·
nillah Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Cevdet Paşa gibi aydın
bilginler bulunduğu halde, ancak ll yıl yaşayabildi. ' Çün~~
çağdaş bilim anlayışı henüz yurda giı'memişti. Üyele~.belır~
bir amaç uğruna birlikte çalışacak yaradıhşta degıllerdi.
Ayrıca, bilimle uğraşacak vakitleri olmayan devlet ad~~arı
da üyeler arasına katılmıştı. Encümen-i Daııiş, bu yuzden
ömürlü ve yararlı olamadı.
Bu kuruluştan kalan tek eser, Ahmet Cevdet Paşa'nın
Osmanlı Tarihi'dir. Üyelere Osmanlı tarihinin türlü devii-
lerini yazhıak görev olarak verilmişti. Cevdet Paşa'nın gö-
revi de 1774-1827 arasındaki bölümü hazırlamaktı. Cev-
det Paşa öteki üyelerin kendilerine verilen görevi yapmadık­
lannı gö~ee, Osmanlı taribinin 1774'e dek süren bölünıün~
özetlemiş, 1827'ye dek süren bölümü de hazırlayarak ta~ı­
hini bitirmiştir. Eser ilk baskısından sonra 189l'de 12 cilt
üzerW:e yeniden bastınlmıştır. I. eilt özettir, öteki l l cilt
de 52 yıllık olaylardır.

Cem'iyet-i İlmiye'i Osmaniye:


Bu özel bilim derneği de, Münif Efendi (Paşa) tarafından
186l'de kurulmuştur. Kurumun amacı, yararlı eserler yaz·
mak, yabancı dillerden çeviriler yapmak, halka dersler ver-
mek konferanslar düzenlemek, çağdaş bilimlerin yayıl­
mas:na çalışmaktır. Asıl önemli olan, derneğin din ve politika
ile uğraşmayacağının tüzükte belirtilmiş olmasıdır.
260 ACAR SII\RI LEVEND

Münif Paşa, derneğin organı olaı·ak 1862 (1279)' de


Mecmzıa-i Fiinun adında bir dergi çıkarmıştır. Derginin ilk
sayısında, yazıların herkesin anlayacağı bir dille kaleme alı­
nacağı belirtilmiştir. Ancak IV cildi çıkabilen dergide çağdaş
bilimler ele alınmış, en çetin konular açık bir dille işlenmiştir.
Dernek, alfabe konusu üzerinde tarihsel bir görev de
yüklenmiştir. Şöyle ki: Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahun-
doğlu, 1863 (1280)'te İstanbul'a gelmiş, alfabe üzerine ha-
zırladığı tasarıyı sadarete sunmuş, sadarcı de, düşüncesini
bildirmek üzere tasanyı demeğe göndermiştir. Dernek,
toplantıda bulunmak üzere tasan sahibini çağırmış, Alıun­
doğlu toplantıya katılarak açıklamada bulunmuş, bir hafta
sonra yeniden toplanan dernek de kararını vermiştir: Ahun-
doğlu'nun hazırladığı tasarı yararlı ve ınaksada elverişlidir­
Ancak uygnlanması güçtlir ve sakıncaları da vardır.
Cem'iyct-i İlıniye-i Osmaniye, dernek merkezinde ay-
rıca kitaplık meydana getirdiği gibi, herkesin gazete okuya-
bilmesi için bir de "kıraathane" açmıştır. Türkiye'de kültür
hareketleri bakımından çok önemli olan hu dernek de uzun
ömürlü olmall'Uştır. Münif Paşa'nın bu işte hemen hemen
tek başına kalması, bunun başlıca nedenidir.
Yine 1862 (1279)'de, "Cem'iyet-i Kitabet" adıyle bir
dernek daha kurulmuş ve bir dergi de çıkanlmışsa da, der-
nek hiç bir iş görmemiş, "Mccmua-i İber-i İntihah", ya da
"Meemua-i İher-İntibah" olarak okunabilecek tuhaf bir ad
taşıyan derginin arkası da gelmemiştir.
Aynca, "Ccm'iyet-i Tedrisiye-i ls!imiye" adı altında
özel bir dernek daha kurulmuş, bu derneğin en hayırlı eseri
de "Darüşşafaka"yı kurmak olmuştur.
Meşrutiyet'ten sonra düşünce özgürlüğü belirincc, sos-
yal ve kültürel çeşitli dernekler kurulmuş, bunlar gerçek
bir temele dayıındığı ve ihtiyacı karşıladığı oranda tutunmuş,
salt istekten doğanlar kapaıup tarihe karışmıştır. B~ınlardan
konumuzia ilgili olanlara bir göz gezdirelim:
DiL ÜSTÜNE 261

Tiirk Derneği :
Meşrutiyet'in ilanından hemen birkaç ay sonra 1908
(12 aralık l324)'de kıırulan bu derneğin başlıca amacı:
''Osmanlı Türkçesini bütün Osmanlılar arasında konuşulan
milli bir dil" haline getirmek üzere sadelcştiı·mcyc. ç~lış~a~­
Lı. y anbş temellere dayandığı için, kurucuların ı~ nıyctı,
derneği yaşatmaya yetmedi. Üyeler ar~.sınd~ . ~ilc amacı
türlü yönlerden ele alanlar vardı. Çevre, Türk diliııı_n sadeleş­
Lirilmesi yolunda herhangi bir toplu çalışmayı benımseyccek
durumda değildi. Demek hemen "tasfiyecilik"lc damgala~~ı.
Oysa bütün Tanzimat boyunca, tanınıruş yazarlar, dilin
sadelcşmesi gereğini türlü yönlerden savunınuşlardı. De-
mek ki ortam henüz hazırlanınaınıştı.
Sonradan "Türk Derneğiıün ilıyası"na girişildi. "Türk
Derneği Umumi Katibi Celal Sahiı:" imzasıyle 1913 (19
mayıs 1329)'de yayımlanan bildiride: "Derneği zaman .z~­
man zaman daldığı derin uykusundan uyundırmak ıçın
olan teşebbüsler {ayda vermemişti." denildikten sonra,
tüzüğiin değiştirildiği bildirilınckte, derneğe katılanlara,
"uk mahabbeti göstermekten ziyade, bir ~ubcde. çalışara~
derneğin ilmi tetkiklerine yardım ~~zifesinı ta~_mil etmek
gerektiği kaydedilmektedir. Bu dcgışme, derncgın t~plumda
uyandırdığı tepkiden ileri gelnıiş, dernek, sadelcş~ırm~d~.n
vaz «cçerek, salt "Türk ınedeniycti" ile uğraşncak bır kül~ur
kur:mu niteliğini almıştır. Oysa, iki yıl önce kurulan T urk
Ocağı aynı amaçla çalışmaya ~o~muştu. Böylece dernek,
hiç bir ihtiyacı karşılayamadıgı ıçın kapandı.

Yeni Muhitii'l-Maarif:
1900 yılında Mulıutü'l-Maarif adıyle bir ansi~lo~e~i
hazırlıihna airişilıniş ve ancak bir cildi çıkarılabilmıştı.
Bu a:siklo;ediyi hazırlayan kurulun başıııd~ Emrullah
Efendi vardı. Emrullah Efendi, Türk Derneğı kurucuları
262 ACAH Silini LEVEND

arasında da bulunmakta idi. 19ll'de Maarif Nazırı olunca,


eski Muhitü'l-Maarif'i yeniden kurma işine girişti. Yeni
Mulıiıü'l-Maarif'i bir dernek yürütecek, dernek de memle-
ketin tanınmış kişileriyle bilim adamlanndan kurulmuş
olacaktı. Veliaht Yusuf İzzettin Efendi, demeği koruyucu-
luğu altına aldı. Tanınmış bilim adamları çağırılarak, 1911
(21 ocak 1327)'de Bayezit Kitaplığı'nda toplanıldı. Dernek,
bilim adamlarına göre şubelerc ayrılarak, üyeler bu şube­
lerden birine seçildi. Böylece bilim adamlan çalışıp ansik-
lopedi maddelerini hazırlayacaklardı. Amaç "menafi-i İs­
lamiyye ve Osmaniyyeye hizınet"ti. Ansiklopedinin dili ise,
"Türkçe, Arabi ve Farisi lisanlanndan mürekkep Osman-
lıca" olacaktı. Bu işe hazırlık olmak üzere bir de dergi çı­
karıldı.

Bu girişim de yürümedi. Çünkü bilim adamları belirli


bir konuda birleşip topluca çalışabilecek bir duruma henüz
gelmemişlerdi. Esasta, hepsinin kabul edip birleşeceği bir
ülkü de belirmiş değildi. Eski cilt, yeni birkaç madde ek-
lenerek yeniden bastırıldı. Dernek de hiç bir iş görmeden
dağılmış oldu.

Türk Ocaklan:
Türk Ocağı'nın kuruluşu da yine aynı yılda, 1911 (ll
mayıs 1327)'dedir. Bu kurum, hemen tutunup hızla yayıldı.
Çünkü Türk ulusunun varlığı söz konusu olmaktaydı.
Dava kuru ve soyut bir sorun değildi. Acı gerçeklerden doğan
canlı ve zorlayıcı bir ilıtiyaçtı. Gençler önayak oldu. Bu
ülküyü besleyen tanınmış kişiler başa geçti. İttihat ve Te-
rakki hükümeti de destekleyince, hızla gelişti. Ocaklar,
kültür hayatımızda, toplantıları, konuşmaları ve konferans-
lanyle büyük bir boşluğu doldurdu. Türkçülüğün yayıl­
masında büyük bir rol oynadı. İhtiyaç devam ettiği sürece
yaşadı.
DİL ÜSTÜNE 263

Halkevlı,:ri :
Halkevleri büyük bir ihtiyacı karşılamak üzere Cunılıu­
riyet devrinde 1932'de kuruldu. Halkı ve gençliği bir çatı
altında toplayarak, onların boş saatlarını değerlendirmek,
Atatüı·k devrimlerini halk tabakaianna yaymak, halkev-
lerinin başlıca amacı idi. Halkevlerinin bu yoldaki hizmeti
ve rolü büyük oldu. Sık sık yapılan toplantılar ve törenlcr;
verilen konferanslar, konserler ve temsiller, bir yandan
memlekctte sosyal ve kültürel hayatın gelişmesine önayak
olurken, öte yandan, türlü kollarda çalışan gençler diledikleri
alanda yetişiyorlar, vücutlarııu ve kafalarını işleterek yete-
neklerini artınyorlardı.
Bütün halkevlerini beklenen yolda çalıştığı elbet söyle-
nemez. Ancak inanmış ve davayı benimsemiş kişilerin iş­
başına geldiği halkcvleri, zengin kitaplıkları ve çevreyi incele-
leyip tanıtan dergileriyle, hemen birer kültür merkezi halini
alıyordu. Halkevlerinde çalışan gençler arasında müzi1.-ıe,
sporda ve temsilde birer uzman olarak yetişenler çoktur.
Kültür tarihimiz lıalkevlerini de bir aşama olarak kay-
dedecektir.

Tarih Kurumu:
Bu kurumun meydana gelişi, tutumu, çalışması, geliş­
mesi ve bu güııkii durumu, iddiamızın en canlı bir örneğidir.
Kurum, Meşrutiyet'in ikinci yılında "Tarih-i Osmani En-
cümeni" adıyle kuruldu. Girişime katılanlar, 1909 (14 ekim
1325)'da padişahın iradesini de alarak devletin ilgisini sağ­
ladılar. Abdurrahman Şeref başkan olarak seçildi. Tari-
hin bizde en yaygm bir konu oluşu, tarihle uğraşanların -kişi­
sel düşüııceleri ve inançları ne olursa olsun- kolayca aula-
şılıp birleşmeleri işin yürümesini sağladı. Kurumun adı,
elbet - hem de Farsça tamlama ile- "Tarih-i Osmani En-
cümeni" olacaktı. O tarihlerde kimse "Türk Tarihi Encü-
264 A
ACAR SIRRI LEVEND

meni" adını hatırlayamazdı. Ancak Cumhuriyet kurulduk-


tan ve Türkçiilük akımı bilinç kazandıktan sonradır ki,
Encümen, l924'te "Türk · Tarihi Eneümeni", l931'de ise
Atatürk'ün önderliğiyle "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti",
daha sonraları kısaca "Türk Tarih Kurumu" adını aldı.
Araştırmalar ve incelemeler, yeni bir tarih görüşünün ışığı
altmda hızlandı. Gittikçe gelişerek, övülecek bir bilim
kurumu niteliğini kazandı. Çünkü Tarilı Kurumn, zamanın
gerçeklerini ve ihtiyaçlarmı adım adım izlemeyi bilmiştir.
Dil Kurumu:
Türk dilinin doğal ve ulusal bir dil olmaktan çıktığı,
Arapça ve Farsçadan devşirme Osmanlıcanın halk çevre-
lerinde anlaşılınadığı gerçeği çoktan belli olmuştu. Uyamş
devri olan Tanzimat'ta, aydınlar var güçleriyle bunu açık­
lamaya çalıştılar. Konu aydınlar arasında tartışılmaya
başlayınca, öylesine ağır bir tepki ile karşılandı ki, davayı
benimseyenler "tasfiyeci" damgasını yiyince, duraksamak
zorunda kaldılar. İhtiyaç henüz topluma mal olmamış,
yalııız sayılı aydınlar arasında bclirınişti.
Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra kurulan Türk
Demcği bu yüzden tutunamamıştı ama, bu girişimden iki
buçuk yıl soma İstanbul'da Türk Ocağı, Selanik'te de Genç
Kalemler dergisi kurulunca, Türklük ve Türkçecilik bilinci
uyanmış dil üzerinde çalışmalar başlamış oldu.
Balkan Harbi felaketi, davaya karşı olan gençlerden
çoğunu uyandırdı. İnananların sayısı arttı. Ama, eski ku-
şak hala direniyordu. Her şeyden önce, Türk diliyle Türk
tarihini karanlıktan kurtarmak gerekli idi. Bu uyanış ancak
Cumhuriyet'ten sonra oldu.
İşte Atatürk bu inançindır ki, ilk iş olarak bu iki konuyu
ele aldı. Türk tarihini yeni bir görüşle incelemeye ve ince-
letmeye koyuldu. 1'ürk dili ise, yeni harflerin kabulünden
sonra, ayrı bir dava haline gelmişti. "Türk Dili Tetkik Ce-
DİL USTÜNE 265

ıniyeti" işte bu ihtiyaçtan doğdu, 1936'daki Üçüncü K~:W­


ıayda, Cemiyet "Türk Dil Kurumu" a~ı. aldı. Atat\lrk:
lllüneeye dek T arih ve Dil Kurumlarıyle ilgılenmekten gcrı
<lurmadı. V asiyetq.amesine bu kuruıniarın yaşamalanın sağ­
layacak hükümler koyarak, yararlı olınalannı sağladı.
Daha yeni olarak, "Hukuk Kurumu" ile "Coğrafya
Kurumu"nu, ayrıca "Tıp Akdemisi"ni kaydetmeliyiz.
Huk-uk ve Coğrafya Kuruıniarı kendi meslekleri alanında
çalışmakta, Tıp Akademisi ise, son zamanlarda "Hekiınlik
Teriınieri Sözlüğü" ve "Tıp Ansiklopcdisi" hazırlıklarıyle
ug"raşmaktadır.
. k kültür
Sıraladığımız bu demeklerle k urunılar, Tür
tariliinde birer aşama olarak önemle yer alacaktır.

(Türk Dili, sayı 198, mart 1968)


HALK VE TASAVVUFİ HALK EDEBİYATI

İlk çağlarda halk, hükümdaı·larla ona bağlı çevreler


dışında kalan, henüz sınıflara ve tabakalara ayrılmamış
geniş yığmlardır. Hükümdar, Tanrı'nın yeryüzündeki vekili,
halk ise onun kulu sayılmıştır. Böylece, yöneten ve yöneti-
len ayrımı içinde hükümdal' çoban, halk da onun sfuüsü
hükmündedir.
Tüı·klerin, Müslümıınhğı kabul ettikten sonra büyük
devletler kurdukları XI. yüzyıldan XIV. yüzyıl sonlarına
dek, Gaznclilcr ve Selçuldularla Osmanlıların ilk zaman-
larmda bu anlayış sürüp gider. Selçukluların Anadolu'da
Türk-İsilim uygarlığı kurdukları çağlarda da sımflaşma ve
tabakalaşmalar henüz kesinleşmemiştir.
XV. yüzyılda, Türk illerinde birbirinden ayrı, ama bir-
birine eş iki uygarlık merkezinin pariayıp yükseldiği görü-
lür. Bunlardan biri Türkistan'da Horasan'ın merkezi olan
Herat, öteki de Fatih'in yeniden kurduğu İstanhul'dur.
Herat'ta, görkemli sarayları, canıileri, medreseleri, tekkeleri,
tfubeleri, zaviyeleri, iınaretleri, kervansarayları, hanlan
ve hamamlanylc, Türk-İslam mimarisi en parlak devrine
ulaşmış; Türk edebiyatı, Fars edebiyatı yanında kişiliğini
kazanmaya başlamış, ticaret gelişmiş, büyük şehirlerde ka-
Dİ!. ÜSTÜNE 267

palı çarşılar, bedestenler kurularak alışveriş artını~, ~rk


cl sanatları inceliği ve güzelliğiyle her yerde aranılır bır deger
kazanmıştır.
Ilcrat merkezi, XV. yüzyılın ikinci yansmda Hüseyin
Baykara-Nevıll devrinde olgunluk ~~~~ erişt~ten soııı:~·
önce Ncvai'nin sonra da Sultanırı olumuyle sonmeye yuz
tutar.
Fatih'in kurduğu İstanbul merkezi ise, Kanuni d~vrin.~e
olguulaşarak en parlak devrine erişir. Medrese, Fatıh ~~­
liyelcrinden sonra Süleymaniye külliyele~yle ç~~ en ~­
sek üniversitesi haline gelir. Bilim aleınınde üulu ki~~c~
yetişir. Tarikatların toplandığı tekkclerde hal~n se~~~~
kazanmış büyük şeyhlerin "post-nişin" oldugu gorü.lur.
"Ulcma-i rüsum" ile "ariiler" kendi yerlerini alırlar. Ordu,
iklimleri aşarak Türk topraklarına yeni ülkeler katar. Dev-
let örgütleri genişler. Türk edebiyatı, .d~vanla~, .. ha~sc­
lcri, tarihleri, tezkireleri ve şehr-cngiz gıbı yerli ı-urlerıylc
kişiliğini bulur. Ticaret hayatı genişler. Türlü. mesleklc.r,
esnaf yoncalarıyle sıkı örgüdere bağlanır. Her yer genlık
ve bolluk içindedir.
Böylece iş bölümü meydana gelmiş, toplumsal sımflar
kesinlikle belirmiş, tahakalar ayrılmıştır. Her çevre ken~
kal'akterine uygun, kendi hayatını yaşamaktadır. İşlen,
kazançları ve yaşama düzeyleri birbirinden ayrı o~~n. bu
sııuflarla, her sıruftaki tabakalan şöyle sıralayabilirız:
ı . Müdcrrisi, muidi, mülazımı, kadısı, imamı, müczzini,
kayyumu, hocası ve kalfasıyle her dereceden bilim ve din
adamları;
2. Şeylıi ve dervişiyle tarikatlan temsil edenler;
3. Devlet hizmetlerinde görevli büyük küçük memur-
lar ve kendi kendilerini yetiştirmiş aydınlar;
4. Türlü. sınıftan asker ocaldarıııda yaşayan kara ve
deniz erieriyle subaylar;
268 AGAU SlRRI LEVEND

5 · Tüccar, büyük esnaf, küçük esnaf, satıcı, gezici,


aylıkçı ve gündelikçisiyle iş aleminde yer alanlar;
6 · İşleri güçleri olmayıp şehirlerde başkalannın sır­
tından geçinen serseri ve ayaktakımı; dinle ve bilimle hiç
bir ilgileri olmadığı halde, halkın din ve bilim adamlarına
gösterdiği saygıdan yararlanmak üzere, derviş ya da hoca
kılığına girip, başında ince bir tülbent, sırtında eski bir cübbe,
köy köy dolaşan asalaklar;
7. Köylerde toprak ve hayvanla uğraşıp ürün yetiş­
tiren tanmcılar, ağalar, köylüler, yancılar, ırgatlar.
Toplumsal iş bölümü böylece aynlmış olmakla birlikte,
sarayla çevresi {yüksek aşamalara erişenler) dışındaki bütün
bu sınıflarda yer alanlar, işleri ve yaşama düzeyleri ne olursa
olsun, aynı "kader birliği" içindedirler. Taşralarda derebey-
leri ve merkezi temsil eden paşalarla merkeze karşı ayaklan-
nuş olanlar, başkentteki imtiyazlı sınıfın ve devletlilerin
rolündedirier.
HAVAS ·AVAM

Gerçeğe dayanan bu toplumsal ayınma karşı, ümmet


çağında geçerli olan şu ikili aymmdır: Havas-avam. Havas,
medresede okumuş, ya da enderunda yetişmiş olanlarla
bu.nlar dışında, "mukaddimat-ı ulum" denilen ön bilgiler~
evındc, babasımn yardıınıyle öğrenerek Arapça ve Farsça'yı
da elde eden, cami derslerine devam ederek iskolastik bilim-
leri edinen, Hafız'ı ve Sadi'yi okuyup kendi kendini yetiş­
tirenlerdir.
Avam ise, okuma yazma öğrenmemiş, konuştuğu Türk-
çeden başka dil, dini ödevlerinden başka bilgi edinmemiş
olanlardır. Havas, avaını hep hor görüp küçümsemiş, kendi-
sini her bakımdan avamdan ayırmıştır. Hatta okuyup yaz-
ması kıt olanlar bile, divan efendisinin yazdıklannı anla-
yamayacak katta bıılunduklan halde, avam sayılmaktan
kaçınmışlardır.
DİL ÜSTÜNE 269

Avam da, havası hep kuşku ile karşılayarak yadırga­


mış, ondan çekinmiştir. Okumuşlar arsında ancak din adam-
larıyle gerçek bilginiere saygı göstermiştir. •. .
Havas ile avam deyimi kcsiıılikle tanımlanmış degildır.
Ancak havas denilince okumuşların scçkini, avam denilince
de, bugünkü halk deyiminden çok ayn olarak, anadan doğ­
ma bilgisiz, anlayışsız, kaba kişiler anlaşılmış, hatta ava~:
ayaktakımı karşılığı olarak bile kııllanıımışnr. Her ikı
. " orta s ınıf"ın
uç arasında, anlayış ve yaşayış bakırnından b ır
varlığı hesaba katılmamış, havas-avam aynmı, toplumda
tek ölçü olarak kabııl edilmiştir. .. ..
Halk deyimi içinde birleştirdiğimiz bu insanlar, gıınlük
iş hayatında yan yana yaşadıkları halde, her bakımdan
birbirinden ayndırlar.
KtlMELER VE ÇEVRELER
Bu zorlama ayınmı bir yana bırakırsak, bu sınıflarda
yer alan insanlan, bu kez bilgi, görgü ve anlayış bakı­
mından şu kümelerde toplayabiliriz:
ı . Din ve bilim adamlanyle okumuş kişiler ve devlct-
liler;
2. Halk yığınları ve esnaf tabakalarıyle küçük memur-
lar ve türlü sınıftan askerlerle gemiciler;
a a b ve erk'an" ını şeyh -
3. Bağlandıkları tarikatın "'d
lerinden öğrenen dervişler ve tarikat adamları.
Bu kümeler şu çevrelerde yer alır:
ı. Medreselerle enderun ve bunlan koruyan saray:
Medrese: K ültür hayannın başlıca kaynağıdır· Din ·
adamlanyle bilginler burada yetişir. Medreseden "m~l~­
zım" olarak çıkanlar, belirli süreyi birtirince sınava gırıp
"rüus" aldıktan sonra müderris olurı ar. Sırasıy . ı e "devr-ı.
medari>" ederek, yani türlü derecedeki medreselerde hocalık
ederek bilimsel "payc"lere erişirler. Ya da kadı olarak mes-
leklerinde yükselirler.
270 AGAH SIRRI LEVBND

Son basamak "fetva" ınakamıdır. Fetva makamı dini


hayatın merkezidir. Manevi yetki şeyhülislamda toplanmış­
tır. Müderrislerle kadılar onun emrindedir. Fetva önünde
her kuvvet durur.
Medresede öğrenim Arap çadır. Buradan yetişen tanınmış
bilginler, eserlerini Arapça kaleme almışlardır. i\fedresenin
Farsçayı aforoz etmesine ve bu dili öğrenmenin dine zarar
vereceği inancını yaymasına karşı, edebiyata meraklı bil-
ginler Farsçayı da öğrenmişlerdir. Medresede şeriat esaslan
hakimdir.
Eı:ıdcrun: Saray hizmetinde görev alacak kişileri yetiş­
tirmek amacıyle kurulan saray okuludur. Enderun, bir ara-
lık medrese dışında "sahib-i seyf ü kalem" aydınlar yetişti­
ren tamamlayıcı bir kiiltür ocağı olmuş, devlet hizmetlerin-
de görev alan birçok vezirler yetiştirmiştir.
Endcrunun dili Osmanlıcadır. Medrese ile enderunda
yetişen edebiyat meraklıları, eserlerini Arap ve Fars dilleri-
nin etkisi altında gittikçe ağırlaşıp anlaşılmaz hale gelen
Osmanlıca ilc yazıuışlarclır. Şairler arasında Türkçe, Arap-
ça, Farsça "elsine-i selılse" üzere ayrı divanlar tertip edenler
vardır.

Saray: Yönetimi elinde tutan, ıneınleketin alınyazısına


hakim tck merkezdir. Bütün yetki padişahta toplanmıştır. Sa-
vaş illln eden, sefer açan, barışa karar veren, yasaları koyan
odur. Padişahın hir fermanla köleyi vezir yaptığı, yine bir
sözle de yararlı veziri boğdurduğıı olmuştur.
Padişah sarayının bulunduğıı başkent, Türk uygarlı­
ğının merkezidir. Şairler, bilginler ve sanatçılar bu mer-
kezde toplanmışlardır. Çoğu şiire ve musikiye meraklı olan
eski padişahlar, bunları ilısanlarla karşılayarak korumuşlar,
vezirlcr de bu yolu izlcmişlerdir. Saraya sunulan eserler, yazı,
tezhip, cilt ve minyatür bakımından birer şaheserdir.
2 . Halk çevreleriyle türlü sınıftan asker ocakları:
DİL ÜSTÜNE 271

Halk çevreleri: Günlük işleri dışında halkın toplam~


vakit geçirdiği kabvelerlc, düğün ve eğlence dolayısıyle bır
araya geldiği yerlcrdir. . .
Büyük kahvcler, ramazan aylanyle lıaftarun bclirlı
gecelerinde karagözle ortaoyu.nlaruıa sahn_e ol~. Osm_anlı
l'ğitimi görmüş çelehiyi temsil cde~ Hacıvat il~, .~alkt~n
sal<duyu sahibi anlayışlı yurttaşı temsil eden Karagoz un nük-
tcll konuşmaları, kalıveyi dolduran türlü s~~n ~~ t.~ba~a­
dan halkı güldürür. Ortaoyununda ise, kendine ozgu gosterış­
siz dekoru içinde, Osmanlı İmparatorluğunda yaşaya~
türiii toplulukların ağızlanyle konuşup taklitler yapa~, re~
kılıklnrla ortada dolaşan oyuncuların tekerlemelerı halkın
zevkini okşar. " ,
Bu kahveler, önceleri "kıssa-han", sonraları nıedda~.
denilen halk sanatçılarının da uğrağıdır. Bunlar,. çeşıtlı
hikayeleri türlü taklitler ve kendilerine öz~~ deyım~.erlc
anlatırlar. Ayrıca, aşıklar sazlarını çalarak gunleree suren
J.ıildl.yclerini söylerler. Uzun kış gecelerinde, Ha~z~-nam~
"ibi efsanelerle karışık ciltler tutan kahramanlık hıkayelerı
~kunur · sessizlik içinde büyük bir heyecanla dinlenir· .
Asiter ocaklarmda yetişen çökürcülerin büyük öneını
vardır. Bunlar savaş sıralarında cenk türkülerini, bapş za-
ınanlarıııda ise, kışialarında koşmaları ve destanları saz-
larıylc çalıp söyleyerek arkadaşlarını coştururlar.
3. Türlü tarikatiara bağlı olanların toplandığı tekkelcr:
Tckkc: Medreseler dışında, büsbütün başka koşullar
altında kurulmuş dini çevrelcrdir. Selçuklular zamanında
siyasal olaylara karışıırak zaman zaman saltanata karşı
durmus olan tekkcler, sonradan yalnız "tarikat"ların toplan-
ma m:rkezleri olmuştur. l\1edreselerin yetiştirdiği "ulema-i
rüsum" ilc, tekkelerin yetiştirdiği "irfan" salıipleri karşı
karşıyadır. "Ulema-i rüsum"un, şeriatın çizd~~i.. esas.la~a
sıkı sıkıya bağlı olmasına karşı, bunlar serbest duşuncelidir­
lcr. Tekkclerde en büyük makam şeyhlerindir. Şeyhlerden
272 A
ACAH SDUU LEVEND

el alınır. "Mürit"lerin şeyhlere bağlılığı, softaların müder-


rislere bağlılığından daha sıkıdır.
. Mevlevilik, Kadirilik, Nakşbendilik, Rıfailik gibi ta-
nınmış tarikatlardan her birinin ayrı tekkesi vardır. Tari-
kattan olanlar, belirli gecelerde şeyhlerinin başkaıılığında
toplanırlar, tarikatın "adab ve erkan"ına uyarak "zikir"
ederler. "Evrad" okurlar, ilahiler söylerler, törenlerde bu-
lunurlar. Mevlev!:-hanelerde raks ve musiki ön planda yer
tutar. Burada en büyük zevk "mesnevi-han"ları dinlemek,
ney ve kudümün eşliğindeki "sema"larda bulunmaktır.
Bek~aşi tekkelcri, hoşgörürlüğü, esrara bürünmüş görün-
mesı, toplantılannın özelliği ve ayinleriyle ötekilerden çok
dikkati çeker. Bektaşi tekkclerinde mürider arasında ka-
dınlar da bnlunur. Bu tekkeler şeriata bağlı "ehl-i sünnet"çe
hoş görülıııez.
Durumlarını ve özelliklerini belirttiğimiz bu çevrelerde
yetişip yaşayan üç kümeden her birinin kendine aöre ayrı
yaşa:ı:ışı, z~."ki, e~lencesi, ihtiyacı, dünya görüşü," geleneği
ve görenegı olduguna göre, elbet hepsinin kendi hayatını
yansıtan edebiyatı olacaktır.

BİLEŞİK ESASLAR

Bu üç çevredeki birleştirici özellik, ümmet çağındaki


Müslümanlar arasında ırk aynlığının gözctilmemesidir. Üm-
~et_ çağının başlıca karakteri ise, dinin her yönden topluma
hakim - olmasıdır. Tann birliği inançların esasıdır. Hz.
Muhammet peygamberlerin sonuncusudur. Kıır'an ve hadis
tükenmez iki kaynaktır. Ahlak, hukuk ve felsefe bu kaynak-
lardan esin alır. Kişi, şeriat hükümlerine uyduğu ve dint
ödevler~ yerine getirdiği oranda çevresinde saygınlık görür.
Şenat ve tasavvuf, iirnmet çağı edebiyatının iki temeli-
dir. Şeriat Tann'nın kclarnıyle Peygamber'in hadisine da-
yanır. Şeriatın bu esaslara göre koyduğu hükümlere inanıp
uyanlara "ebi-i sünnet" denir. Tasavvuf ise bütün tarikat-
DİL ÜSTÜNE 273

)ann esası olan bir felsefe sistemidir. Bu felsefedeki inancı


benimseyenler de "ehl-i tasavvuf" adını alırlar. Gerçek ve
"batıl'' bütün mezhepler ve tarikatlar, bu felsefenin geniş
yorumlara elverişli olan derinliğine sığınmışlardır.
"Ehl-i sünnet"in, varı ıgı""yaratan"ve"yara t lı an "
" h'ır
diye ikiye ayırmasına karışık , " ehl·ı. tasavvuf", varı ıgı
bütün olarak görür. Bu tek varlık Tanrı'nın varlığıdır. Ta-
biatta gördüğümüz varlıklar, Tann'nın birer tecellisinden
başka bir şey değildir. Hepsi de Tann'nın varlığıyle vardır.
Bu inançla ikilik ortadan kalkınış, yaratan ile yaratılan
birleşmiş olur. Bunun içindir ki, "kamil insan", Tanrı'nın
dışındaki her şeyden yüz çevirip aslına kavuşmak, onun
varlığında yok olmak ister. Bu ülkü ile her cefaya katlanır.
İşte tasavvuf inancının esası budur.
Ümmet çağında yetişen şairler, ya şeriata uymuşlar,
ya da tasavvuftan esinlenmişlerdir. Şeriat hükürnleı·iyle
tasavvuf inançlarını uzlaştırmaya çalışanlar da görülür.
Tasavvuf neşvesi, bütün ümmet çağı edebiyatında ha-
kim bir özelliktir. Buna gönülden inanıp bağlanan mutasav·
vıf şairler bulunduğu gibi, mutasavvıf olmadıkları halde,
çağın eğilimine uyarak tasavvuf inancını mazmunlarına esas
olarak alanlar da vardır.

KUME EOEBİYATLARI
Birleştirici bu esaslar dışında, bu üç çevreyi asıl birbi-
rinden ayıran, göriiş ve anlayıştır. Birinci çevrede yetişen
aydınlar, kendilerini halktan ayırmışlar, tekkclerde yetişen
tarikat şeyhleri ise, düşüncelerini ve inançlarını yaymak
için halka yaklaşmaya çalışmışlardır. Bunun içindir ki,
iskolastik medrese eğitiminin ve Fars edebiyatının etkisi
altında, dil, deyiş, sanat, nıh ve karakter bakımından ayn
olarak gelişen birinci küme edebiyatını "divan edebiyatı",
ötekileri ise "halk edebiyatı" ve "tasavvufi halk edebiyatı"
deyimiyle birbirinden ayınyoruz.
274 AGAH SIRRI LEVEND

Bu üç edebiyatı, kendilerini meydana getiren koşullar


ve çevreler içinde, birbirleriyle olan karşılıklı etkilerini göz
önünde tutarak inceleroeden, İslam uygarlığı içinde gelişen
edebiyatı bütünüyle anlayamayız. Bu çağı incelerken divan
edebiyatıyle birlikte, halk çevrelerinin ve tarikatiann
yarattığı edebiyatı da ele almak zorundayız.

Halk Edebiyatı
HALK EDEBİYATI VE FOLKLOR

Halk edebiyatı deyince, önce hatıra gelen, ilk çağlarda


söyleyeni bilinmeyen efsaneleşmiş eski destanlaı:, atasöz-
lcri, hikayeler, masallar, bilmeceler, tckcrlemclcr, türküler,
maniler, ağıtlar ve ilahilerle, Karagöz ve ortaoyunu gibi
halk temsilleridir. Bunlar birer folklor ürünüdür. Folklor
kelimesi, önceleri "halkıyat" ve "halk bilgisi" deyimleriy-
le karşılanmış, son zamanlarda ise, bu kavramı belirten bir
teriın olarak yerleşmiştir.

nk çağlarda meydana gelen bu folklor ürünleri dışında,


bir de, sonralım halk çevrelerince beslenip değerlendirilen
ürünler vardır ki, bunlar da halk edebiyatıdır. Sözlü halk
edebiyatı dediğimiz folklor ile bu halk edebiyatının sınırlarını
çizmek, birinin nerede bitip ötekinin ne zaman başladığını
kesinlikle belirtmek kolay değildir.
Folklorla daha sonraki halk edebiyatının başlıca tem-
silcisi olan şair tipiıti alalım: nk çağların ozam, toplumdaki
görevi ve önemi ilc kutsal sayılan bil' kişiydi. Ancak henüz
yarattığı şüdere kişiliğinin damgasım vurmamıştı. Sonra-
ları iş bölümü başlayıp toplumsal sınıflar meydana gelince,
ozan da bireysel duygularını dile getirerek kişiliğini kazan-
mış, şiirlerini yine elindeki sazıyle söyleyip çaldığı için "saz
şairi" ya da "çökür şairi" adını almıştır.

. XVI. yüzyılda yetişen saz şairleri, tckke şiirinin etki-


siyle "aşık" adım bcnimseınişlerdir. Aşık Ömer, Aşık Cevheri
DİL ÜSTÜNE 275

ibi. Bu şiir gitgide divan ve tckke şiirinin etkisi altında kal-


!uş, zamanla çevresini geuişlctmiş, aşık tarzı adıyle ayrı-
larak gelişip olgunlaşroıştır · . , ,
XIX. yüzyılın ikinci yarısında ıse, İstanbul da bu tarza
h eves e den türlü meslekten saz şairlerinin çoğalroasıylc,
ilmi · G" "l"yo
aşıklara aynen "meydan şairi" adı da ver· . -~ır. oru u r
ki, ilk çağların ozanı zamanla gelişerek ~ş~ ve. canlılık
kazanınca, devri eğilimine göre, saz şairı, aşık şaır, mey-
dan şairi adlarını almıştır. , .
Değişen, şairin elindeki sazın ve kullandıgı" şeklıı~. adı­
dır: İlk ozaııların çaldığı "kopuz", sonradan l<~;adı.ızen,
bozuk çökür, tanbura,bağlama, cura" adını alınış; c~~ıgı, de-
· t"' k'. türkınani kayabaşı varsagı · d c "koşma •
" " .yerıne
yış, ur u, ' • ldı , n!ık
destan, seınai, türkü, divan, kalcnderı, yı z yaygı
kazaunuştır.
Asıl aynm şiirin niteliğindedir. nk çağlarda ~oplum,
Ybiiyük
abancı etkilerden uzak ve kendi içine dönük oldugund~n:
"lkülenn
olayların izleı·ini ve erişilmesi güç u ·· lemını
· oz
yansıtan eski destanlar katıksızdır. Toplumun karakter
özelliğini taşır. • .
Saz şairlerinin şiirlerinde ise, bireysel duygular lıakım-
dir. Ancak öyleleri de vardır ki, foklor üriinü müdür, yoksa
adını koymayan bir şairin eski bir destan kalıntısından
işleyerek meydana getirdiği bir eser ınidir, bu kolayca ayırt
edilemez. .
Saz şairlerinin şiirleı-iylc aşık tarzı arasındaki ~yrım~
gelince, bunu belirtmek daha giiçtür. Türlü etkenlerın rolu
asıl burada kendini gösterir: Çağlar uzadıkça toplu~da
gelişrocler olmuş, çevreler yeni. özc~er ~~~anıırak genış:.e:
ıniş kümclenmcler kesinleşmış, dıvan şıırıylc tekke şıır
ol;ruaşmıştır. Gittikçe kişiliğini bnlan saz şairi, bunlara
yabancı kalamazdı. O da bunlardan ~~vk _alıp yararlanacak
kata gelmişti. Aldığı. etkileri elbet şıır.le~ınde_ yansı.tacak~ .
İşte bu özelliğiyle halk şiiri de çevresını genışletmış, vezır
276 AGAH SlRRI LEVENO

konaklanndan mahalle kahvelerine dek yayılmış ve sürü-


münü artınruştır. Aşık tarzının ayrı bir nitelik kazanması
bundandır.
Böyle olmakla birlikte, bu şiiri, kendinden önceki şiir­
den büsbütün çekip koparamayız. Aşık tarzı ile ondan ön-
ceki şiirler aynı kökenc bağlıdır; ayru mhu taşır ve aym
geleneği sürdürmiiştür.
Folklor ürünleriyle, belirli saz şairlerinin şiirleri arasında,
karakter ve yöntem bakımından dikkate alınması gereken
ayrımlar vardır. Folklor kamusal (ma'şed) dır; yani sözlü
olduğu ve söyleyeni bilinmedi ği için halkın malı olarak kal-
mıştır. Saz şairlerinin şiirleri ise bireyscldir. Birincisi folklor-
cuyu, ikincisi daha çok edebiyat tarihçisini ilgilendirir. Araş­
tırıcı, folklorda gcnelliği, olayların izlerini, toplumsal öğeleri,
inançları, gelenek ve görenekieri arar. Edebiyat tarilıçisi
ise, genelliği atarak özgün (orijinal) yönleri, bireysel öğeleri,
kişisel görüşleri bulup çıkarmak ister, güzelliği araştırır.
Halk edebiyatıyle, eski halk edebiyatı diyebileceğimiz
folklor ürünleri arasında, genellik ve özellik aynıru görü-
lüyor. Geniş anlamıyle alırsak, halk edebiyatı kavramı içine
folklor da saz şairlerinin edebiyatı tarihçisini ilgilendiren
bireysel eserleri de girer. Özel anlamıyle alınca, birincilere
folklor, ötekilere halk edebiyatı demek daha doğm olur.

HALK ŞllRl VE OZELLtCt


Halk şiirinin divan şiirinden ilk göze çarpan aynlığı
dilidir. Medresenin dili Arapça, cndcrunun Osmanlıca
olmasına karşılık, bu şiirin dili Türkçedir.
Divan sanatında amaç, "hüsn-i mücerred" denilen soyuL
güzeli yaratmaktır. Sanatçı bu güzelin hayatta bulunup
bulıınmadığını düşünmcz. İlk örnekler (müsül-i evvelin)
deki kusursuz güzeli yaratmak, hiç değilse ona yaklaşmaya
çalışmak ister. Bu yüzden en içten anlarda bile "tasannu"
denilen yapmacıktan kurtulamaz. Halk şairi, özellikle onun
DİL ÜSTÜNE 277

en olgunlaşmış tipi olan aşık şair ise, gerçek güzeli-arar.


Bunun için her gün gözleri önünde dolaşan sevgilisini
düşünür. Onu soyut tasvirlcrle b ezerneye kalkışmadan olduğu
gibi canlandırmak ister.
Divan şiiri, ruh ve karakter bakımından "kitabi"dir.
İskolastik bilimlerden, gerçek ve asılsız bilgilerden csinleııir.
Kalıplaşmış kavramlara, bu kavramlarla yapılan mazmun-
lara dayanır. Şair her şeyden önce, ünlü büyük şairlerin
nasıl söylediğine, tamnmış kitaplamı ne dediğine bakar ve
onları taklit etmeye özenir. Kişiliğini ancak yeni bir nıaı­
mun bulmakla göstermeye çalışıı·. Hayatı bu çerçeveden gö-
rüp değcrlendirir. Bu yü:.ıdcn tabinttan uzak kalmıştır,
hayatla ilgisi azdır. Halk şiirinin karakteri ise tabiilik ve
caulılıktır. Şair özentiye ve yapmacığa kapılmadan hayatta
ve tabiatta gördüklerini, başkalanyle yaşamış olmaktan
duyduğu sevinçleri ve acıları, toplumdaki olayiann kendi
üzerindeki etkisini belirtmek ister. İçtenlik, kolay ve hazır­
lıksız söyleyiş, halk şairinin en üstün niteliğidir. Özgün
olması ve .Türk ruhunu yansıtması bakımındıın, ulusal
karakter taşıyan asıl bu canlı şiirdir.
Divan şiirindeki Arap ve Fars edebiyatının nazım şe­
killeri olan kaside, gazel, mesnevi ve ruha1'ye karşılık, lıalk
şiirinde nazım şekilleri, mani, koşma, destan, semai, divan,
kalendcri ve yıldızdır. Bunlar besteleriyle birbirinden
ayrılır. Yalııız kalenderi bir değil, birkaç kişi tarafından hep
bir ağızdan söylenir. Nazım şekli dörtlüklere dayanır.
Maniler didaktik, destanlar epik, ötekiler ise liriktir. Koş­
malar, aşk, acı, ayrılık, gurbet gibi içten gelen ince duyguları
kapsaması ve bireysel özelliği taşıması bakımından hep-
sinden alımlıdır.
Vezne gelince, divan şürindeki amza karşılık, halk şiirin­
de esas lıccedir. Ancak sematler aruzun iki "mefailün" ya
da dört "mefailün" ölçüsüyle, divanlar "fll.ilatün failatün
278 AG.iH SIRRI LEVEND

failatü.n failü.n" vezniyle, kalenderiler de hem heee, hem aruz·


la yazılır.
Eski folklor ürünlerinden elimizde pek az şey kalmışnr.
Asıl yok olan, ilk saz şairlerinin eserleridir. Bu saz şairlerinin
kişilik kazanmaya başladıktan sonra, bireysel ve toplumsal
duygularını dile getirerek kopuzlarıyle çalıp söyledikleri ilk
varsağılar, kayabaşılar, deyişler bugüne dek elimize geç-
mcmiş, önemsenmemesi yüzünden unuttılup gitmiştir. Bun-
dan sonrakiler ise ancak özel mecınualarda yer almaktadır.
Ümınet anlayışı içinde ulusal benliklerini yitirmiş olan
ve avam için edebiyat olamayacağına inanan divan şair­
leri yle tezkirecilerin, halk için yazanları şair saymaması,
onların eserlerini küçümseyerek hor görmesi, bu sonucu do-
ğurmuştur.
Saz şairlerinin eserlerine ancak XVI. yüzyıla doğru
rasthyoruz. Balışı ve Ozan'dan sonra Kul Mehmet, Öksüz
Dcde, Köl'Oğlu eserleri elimizde bulunan ilk şairlerdir. XVII.
yüzyıl, Kuloğlu, Cevheri, Aşık Ömer, Karncaoğlan gibi
ünlü llşıkların şiideriyle bu tarzuı gelişme devridir. XVIII.
yüzyılda bunları izleyen birçok şairler yetişmiş, XIX.
yüzyılda ise Bayburtlu Zihni, Seyrani, Erzuruınlu Emrah
ve Dertli gibi şairlerle aşık tarzı olgunluk kazanmıştır.
Önceleri bütün saflığı ve özelliğiyle halk ruhunu yansı­
tan, hece veznine bağlı olarak koşma ve destanları erkekçe
bir deyişle kaleme alan bu şairlcr, sonradan divan edebiyatı­
mn etkisi altmda dildeki saflığı yitirmişler, aruz vezniyle
divanlar, müstezatlar ve gazeller yazdıkları gibi, Arapça
ve Farsça kelimeleri, bu dillerin kurallarıyle yapılmış tam-
lamaları daha çok kullanmışlar, kalıplaşmış kavrarnlara ve
mazmunlara yer vermişlerdir.
Örneğin Cevheri ve Aşık Ömer'in koşmalarında "bezm-i
CllCI, dil-i şcyda, hak-i pay, gam-ı firak, dcrd-i derun, bad-ı
saha, diyar-ı gurbet, tıfl-ı ncvrcstc, şam-ı zulmet, çcrh-ı
sitcmkar" gibi taınlamalara, divan şeklindeki manzunıe-
DİL ÜSTÜ'NE 279

lt·rinde ise "sun' -ı üstad-ı ezel, cemal-ı hur-ı ıyn, andelib-i


l.ag-ı hüsn, esir-i künc-i hasret, şeh-i mülk-i sürur" gibi
ikili taınlamalara rastlanır.
Çün1.'ii bu şairler az çok okumuş, klasik şairlerin Türkçe
cl ivanlanndan başka İran şairlerinden Hafız'ın Divan'ıııı,
Sudi'nin Gülisıan'ını okuyarak, büyüklerin de hizmetlerinde
ve meclislerinde bulunarak kendilerini yetiştirmiş kişilerdir.
Şehir hayatıyle divan cdebiyatımn, halk şiiri üzerindeki
Inı etkisini olağan saymak gerekir. Nasıl ki, XVI. yüzyılda
ttivan edebiyatında başlayan "yerlilcşme, yerli hayattan
<'sin alma" eğilimi ilc birlikte, halk edebiyatının da yüksek
tabakalar arasmda sürüm kazandığı, vezir konakların·
da saz şairlerinin saygınlık gördüğü, büyüklerden çoğıınun
kapılarında saz şairlerinin bulunduğu görülür. Yine bu etki
ilc, divan şairlerinin lıece vezniyle türküler söylediği de ol-
muştur. Divan edebiyatıyle halk edebiyatının bu karşılıklı
etkisi, yan yana yaşayan bu çevrelerin sonuna dek hirbirinc
yabancı kalmadığını gösterir.
XIX. yüzyıldaki Bayburtlu Zihni ile Erzumlu Emrab'da
divan edebiyatının etkisi daha çok görülür. Bunlar, bütün
güçleriyle divan şairlerini taklit etmişlerdir. Divan şiirinin
etkisi altındaki bu gelişmeyi, halk şiirinin aslından u~aklaşıp
bozulması olarak saymak gerekir.
Bununla birlikte, divan şairlerinin etkisinden kendisini
koruyabilmiş olan Karacaoğlan'ı izleyenler de olmuştur.
Bunlar büyük şehirlerin hayatından uzak, göçebe aşiretler
arasında yetişmiş ve halk ruhuntın saflığını koruyahilmiş
Dadaloğlu gibi kişilerdir.
XIX. yüzyılda saz şairlerinin büyük şehirlerde çoğal­
dığını, İstanbul'da ise örgüte bağlandığını görmekteyiz.
'tstanbul'un belirli semtlerindeki kahvelerde, özellikle Tavuk
Pazarı'ndaki aşıklın kahvesinde toplanan aşıkların, hükümct-
çe şairler arasından seçilen bir kahyası bulunur, bu kahya ör-
gütü yönetirdi. Bu kahvclcre devam eden aşıklar arasmda
280 AGİII SlaiU LEVEND

Dertli İbrahim, son devrin en ünlü şairi olarak tanınmıştır.


Bu aşıklara, sonradan türlü meslekten hevesli, çoğu tulum"
hacı birçok saz şairi de katılmış, böylece eski gelenek sürdü-
rülmeye çalışılmışsa da, aşık tarzı, artık eski özelliğini yi.
tirerek yozlaşmıştır.
Aşık şairler arasında, kahvenin tavanında asılı duran
bilınceeli şiiri çözcn, hem ödül kazanır, hem de saz şairlerinin
başı olurdu. Sonradan seınat kahveleri adını da alan bu aşık
kahveleri, Bcşiktaş'ta, Çeşmemcydanı'nda, Tophane'de,
Boğazkesen'de, Eyüp Deftenları'nda, Halıcıoğlu'nda açılan
çalgılı kahvelerc yerini bırakmış, 1908 Meşrutiyetinden sonra
yavaş yavaş sönüp gitmiştir.

llALK HIKAYELERİ

Halk hikayeleri, kaynaklanna, konulanna ve oluşlanıı­


daki özelliklerine göre sınıfiara ayrılır. Bu yolda ayrı ayı-ı
esaslara göre türlü denemeler yapılmıştır.
Folklor ürünü olan hikayeleri, sonradan yazılmış lıalk
hikayelerinden ayırmak çok daha güçtür. İslamlıktuıı
sonraki hikayelcrin çoğunda, ilk çağlardaki destanlurııı
izleri görülür. Eski geleneklerin henüz unutulınadı~'"' hill
gelerde Oğuz destanının kalınıılan önemle yaşar. X\
yüzyıldaki Dedc Korkut hikayclcı·i, daha önceki çağlunıı
yaşayışını, inancını, saflığını, yiğitliğini yansıtır ve ()~,.,
destaruna bağlanahilir. Bu hikayelerdeki konuşmalar ~uı.
özgündür. N azırola nesir arasında özel bir d eyiş, bu ıı lıı ı ıı
caıılılık vermektedir.
İsiaDlİ etkiler altında meydana gelmiş olan di ııl , ı
dini-kahramanlık hikayeleri, bunlann arasında çok >"'
gın olan Battal- name, Daııişmend-rıame gibi efsaıwı ..,ıı
rilıniş hikllyeler de böyledir.
XVII. yüzyıl başmda Köroğlu hikayeleri ve huıılııı
dan türeyenler de, oluşları daha başka nedenleı·c tlıı, ıuı
makla birlikte, yine eski geleneklerin izlerini taşır.
DİL üs·rüNE 281

Halk hikllyelerinin en canlı yaratıcısı olan Nasrettin


lloca, basit bir halk adamıdır. Çevresinde işiyle gücüyle
uğraşan, kendi halinde, alçak gönüllü bir yurttaş olaı·ak
~iirünür. Ancak bu saf gürünüşü içinde keskin zekası,
uiikteli ve alaylı sözleriyle halkın sevgisini ve saygısını
kıı~anmıştır. Bu özelliğiyle fıkraları en canlı birer halk
lı ikayesidir.
Aşk hikayeleri arasında da Aşık Garip, Kerem ile Aslı,
'l'tılıir ile Zülıre ve beıızerleri, en yaygın olanlanndandır.
llu lıikayclere, kalıplaşmış bir başlangıçla giriliı·. Güzeller
ıit..-1 bir deyişle tasvir edilir. Arada manzum parçalar yer
ıılır. Kahramaniann karşılıklı konuşması büyük bir yer
ı ular. Bu hikayeleı·de yiğitlik, erdem, vefa, sadakat baş­
lu· :ı özelliklerdir. Hikayelerde erkeğin rolü önemlidir. Kah-
"""an gurbet acısına katlanacak, güçlüklerlc çarpışaeak,
• ugdlcri yıkarak düşmanları yenccck, bin bir tehlikeden
ııııra çok kez sevgilisine kavuşacak, ya da yanıp kül ola-
ı ul..tır.
Yabancı asıllı hikayeler de büyük yer tutar. Arap
u•ıllı olaıuardan Leyla ve Mecnun hicı·ctin ilk yüzyılında
\ı ap şairi Kays'übnü Mülevvab ile sevgilisi Leylll arasında
··•;t"U aşk lıikayesidir. Önce İranlılara sonra da bize geçmiş,
lııılk lıikllyelerine olduğu gibi divan edebiyatma "anonim"
1unu olarak yerleşmiştir.
flam:::a- name'nin kahramanı P eygamber'in aıneası
llunıza'dır. İlk Müslümanlardan biri olarak müşriklcre
1 ııı~ı açılan savaşlara katılmış, gazalarda ola'ğanüstü ya-

' ıılıklar gösterdikten sonra şehit olmuştur. Ahmedi'nin


1 ı ıılcşi Hamza'ya mal edilen bu efsaneleşmiş hikayeler
ııyıKız cilder tutar.
Anıere-name: Yemen'deki Beni 'As kabilesinin başıııa
~·1' düşınan kabileleriyle savaşan Şeddat b. Antere'nin
ı ı u vcnlcridir.

Seyfü Zi'l- Yezen Hikayesi: M. VI. yüzyılda Habeşlcrin


282 AGAH SIRRI LEVEND

saldırısına uğrayan Hımyeriler'in başına geçip düşmanı


yurdundan çıkaran Scyf'übnü Zi'l-Yezen'in serüvenidir.
Ahmet Nazif tarafından Türkçeye çevrilerek bastırılmıştır.
Arapçası X. yüzyılda kaleme alınmıştır.
Sultan Baybars Hikayesi: M. XIII. yüzyılda Haçlı
Seferlerinde düşmanı bozguna uğrattığından, Araplar ara-
sında El-1\'Ielikü'z-Zalıir adıyle ün kazanan Mısır'daki
Kölemen Türk hükümdarlarından Sultan Baybars'ın
cfsaneleştirilmiş serüvenidir. Bunların hepsi Türkçeye
çevrilmiştir.
Fars asıllı olanlardan Ebu Müslim hikayesi en yaygın
olanıdır, cilller tutar. lfaver-name ya da Billur-ı A'zam,
Halife Ali'nin Haveran şahı Kuhat ile cengini anlatır.
Ferlıad ile Şirin: Aslı Nizam.i'nin, Husrev'ü Şirin'ine
dayanan bu hikaye, divan edebiyatında başlıca mesnevi
konusu olduğu gibi, halk için de ayrıca kaleme alınmıştır.
Birıbir Gece: Farsça Hezar Efsane'den alınmıştır.
Önce Elfii Leyle, sonralan Elfü Leyleti'n ve'[,..Leyle adıyle
Arapçaya geçmiştir. Aslı Faı-sça olan bu hikayelere sonra-
dan Arap ve Hint asıllı hikayeler de karıştırılmıştır. Bir-
birine eklenmiş olan bu hikayelerden birçoğu sonraları
ayrı birer hikaye konusu ohnuştur. On Vezir Hikayesi,
Kırk Vezir Hikayesi gilıi. Binbir Gece Hikayeleri Ahmet
Nazif tarafıııdan Türkçeye çevrilerek 185l'de 6 cilt, 1870'de
4 cilt olarak bastırılmıştır.
Binbir Giin Hikayeleri: Bu da Binbir Gece'ye nazire
olarak meydana getirilmiştir. Ali Raşit'in çevirdiği bu hika-
lerin I. cildi 1867'dc, 2. cildi 1870'de bastırılmıştır. Sonra-
dan Mustafa Hami Paşa ile Ahmet Şükrü ve Sait Fehıni,
bu hikayeleri tamaınlayarak yeniden 1873'de bastırmış­
lardır.
MulwyyelaH Aziz Efendi: Giritli Aziz Efendi, Binbir
Giin hikayelerinin sekizini, 1796-1797'de yeniden kaleme
alarak 1867-1870'de bu ad altında bastırnııştır.
DİL ÜSTÜNE 283

Tuıı-.rıame gibi daha, başka hikayeler de vardır. Bu


Honuncuları çevirenler ö{,>Tenim görmüş kişilerdir. Kullan-
ılıklan dil de divan edebiyatının dilidir.Bunun içindir ki, oku-
muş çevreler de bu lıikayelerle ilgilenınişlerdir. Ancak
sanat kaygısı taşımaması bunların başlıca niteliğidir.

Tasavvufi Halk Edebiyatı


Tasavvuf fesefesine dayandığı, halkı amaç tuttuğu
ve şairleri halktan ya da halka yakın olduğu için, bu ede-
biyata tasavvufi halk edebiyatı demek dalıa doğru olur.
Bu edebiyatın ürünlerinden bir bölüğü uyarıcı ve öğretici­
dir. Bir bölüğü ise, tasavvuf ueşvesi içinde iHihl bir inancın
heyeoaıuyle yazılmış, özelliği ve içtenliği bütün halkın zev-
kini okşayagelıniş tekke şiirlerdir.
Tarikatların şeyhleri ve tanınmış büyükleri tarafından
kaleme alınan uyancı ve öğretici eserlerde "züht ve takva"
büyük yer tutar. "Varlık", "birlik", "Tanrı'nın sıfatları",
"yaratılış", "tecelli", "nefy ü is bat", "seyr ü süluk", "mera-
tib" gibi konular ele alınır.
Daha XII. yiizyılda Orta Asya'da göçebe Tüı·kler
arasında sufiliği yaymaya çalışan Ahmet Y esevi ile balef-
Ierinin yazdıkları "lıikınct"ler, bu tarzın en basit ilk ürün-
leridir. Henüz türlü sınıflar meydana gelip çevreler kesin-
likle belirmediği için, edebiyatın da kümelere ayrılınadığı
X III. yüzyılda ve daha sonraları, Sultan Veled'in, Gül-
şchi'nin, Aşık Paşa'nın ve Nesirol'nin eserleri de bu öğreti­
ci küıneye girer. Sadrettin-i Konevi, Fahrettin-i lıakl,
Necmettin Dliye gilıi Anadolu'da yetişen büyük şeyhlerin
eserleri, hele Mevlana Celalettin-i Rumi'nin Mesneııi'si,
bu şairlerin ve bundan sonrakilerin üzerinde en büyük
rolü oynamıştır.
Dalıa sonra, diıll-tasavvufi nitel.i1.1:eki Enııarii'l-Aşıkin,
Mulıamrrıediyye, Alımediyye ve benzeri eserlerden başka,
lhralıim Tennuri (ö.H.887 =.M:.l482)'nin Gül--zar-ı Manevi,
284 AGAH SlRRI Lli:VIi:I'ID

Gülşen-i Saruhani'nin H. 864( = M.1459)'de yazdığı Maka-


Uit-ı Giilşent, Davud-ı Hal ve tt (ö. H. 913 =M.l507)'nin
Gülşen-i Tevlıid, ArifMehmet'in II.947( =M.l540)'de yazdığı
Ravzaıu't-Tevlıid, Şahidi İbrahim (ö.H.957 =l\USSO)'in
Gülşen-i Valıdeı adlı eserleri ilc, Oğlan Şeyh İbrahim (ö.H.
1066 =M.1655)'in Müfid ve Mulııasar adında bütün tarikat-
lan anlatan eseri bu arada kaydcdilcbilir. Bunlar daha çok
halkın okumuş bölüğü için kaleme alınmış ve divan edebiya-
tunu etkisine de uğramış olmakla birlikte, "tasavvufi halk
edebiyatı"nın geniş tutacağımız kapsaını içine girer.
Bu tanınmış şeyhler, şeriat hükümleriyle tarikatlarının
inançlarını oldukça sade bir dille ve aruz vezniyle mesnevi
tarzında kaleme almışlar, "salik"lerin dereceleri aşmak
için öğrenmeleri gereken gerçekleri anlatmaya çalışınışlar·
dır. Kur'an'ın ayetleriyle Peygamber'in hadislerini yorum·
layarak dini, tasavvufi ve ahlaki öğiitler veren bu şeylılt•r
şair değillerdi. Kendilerinde sanat kaygısı da yoktur. An-
cak kültür sahibi olduklarından, aruzu oldukça düzgüıı
kullanabilmişler ve eserlerini "makale, hikaye, nasihat V4•
fıkı-a" başlıklı küçük manzumelcde süslemişlerdir.
"Evliya Menkabeleri"ni anlatan tezkireler' ve tarikıı ı
kuruculannın efsaneleştirilmiş hayatlarıyle olağanüstü kcrıı·
mederini anlatan eserler de, bu kümede yer alır.

TEKKE ŞllRl
Tasavvufi halk edebiyatının en canlı ürünleri, ıı ıl
bunların dışında, tekkclerde okunmak üzere yazılmış ılıl
h iler ve nefeslerle, nutuklar ve devriyelerdir.
İlıihilcr: Asıl heee vezniyle ve dörtlüklerle yıızılıı
Türlü makamlarda çeşitli usullerle bestelenip tekk4• l ı·ıı lı
okunan ilahilerde tasavvuf ncşvcsi hakimdir. "Yüce varJ ıJ, ,
" yarat ılış" , " rah metkapısı" , "kercm d· enızı
. .,, "b'ırl'k
ı şııı·n ı ıı .

"çokluk alemi", "gönül hazinesi", "cemal şevki", "ı·ı IAI


ateşi", "aşk cilvesi", "pişmanlık gözyaşı", "dünya ku)ıl
DİL 'ÜSTÜNJi: 285

lanndan sıyrılınak", "varlık defterini dürmek", "mürşide


bağlanmak" gibi temalar işlenir. Camilerde ve mevlitlerde
okunan ilahilerde ise, daha çok "tevhid", "zühd ve takva"
esas olur.
Nefesler: Bektaşi tckkclcrinde ayin sırasında makamla
ijöylenmek üzere yazılıp bestelenon manzumelerdir. Bun-
lıınn en belirli niteliği, serbestçe ve kayıtsız bir eda ile
kaleme alınmış olmasıdır. Nefesler aslında hecc vczniylc
dörtlüklerle yazılır. Aruz veznindc kaleme alınmış nefesler
4lc vardır.
Nutuk: Tarikat büyüklerince müride öğüt olmak
ii zere kaleme alınan manıumelerdir. Bestesiz olarak okunmak
için yazıldığından bunlara nutuk adı verilir. Aruz vezniylc
\'C gazel şeklinde yazılır.

Devriyeler: Tasavvufi halk şürinin asıl felsefi' inanca


duyanan bir şeklidir. Devriyelerde esas konu, yaratılışın
hıışlangıcı ve sonu, varlığın nereden gelip nereye gittiğidir.
ı;iu inanca dayanır: "Alem-i gayb"dan "alem- i şuhud"a
inen varlık önce cemat, sonra nebat, sonra hayvan, en sonra
ılıt insan şeklinde tecelli eder. Kudretin sırrı, böylece "un-
•ıı dar" dan geçerek insan mertebesine çıkınca, kişi gerçek
IH'uliğini anlar ve aslına kavuşmak ihtiyacım duyar. Ondan
wnra derece dcreec yüksekierek Hukka crişir. Varlığın
"ilfl,m-i gayb"dan "alem-i şuhud"a inmesi "seyr-i nüzul",
ll~«· lerden geçip yükselerek aslına erişmesi "seyr-i uruç"-
ılıır ki, buna "devir" derler. "Seyr-i nüzul" ilc "seyr-i
ııruc"a "ferşiyye" ve "arşiyye" de denilir. Devriycler,
lıo·ııı hece vezniylc ve dörtlüklerlc, hem de arzuyla mesnevi
ı ııı·•:ında yazılır.
Tasavvufi halk şiirinin ilk ve en büyük temsilcisi XIII.
>lizyılda Yunus Emre'dir. Sonra sırasıyla XIV. yüzyılda Sait
ı •:m ..c, Kaygusuz Abdal, XV. yüzyılda Hatayi, Hacı Bayram-ı
Vı•lt, Eşrefoğlu Rumi, XVI. yüzyılda Sarhan Ahmet, Üm-
"" Sinan, Üftade, Pir Sultan Abdal, XVII. yüzyılda Hü-
286 • SlRRI LEVEND
ACAH

dayi Aziz Mahmut, Mısrl Niyazi, XVIII. yüzyılda Sezai


gibi şeyhleri, bu tarzın tarunmış şairleri olarak görmekte-
yiz.
Bektaşiler, alevller ve kızılbaşlar, tasavvufu kendi
anlayışiarına göre, yerleşmiş dini inançlan ve toplumsal
bağlan wnursamayacak genişlikte yorumlamış olduklann-
da.n , Kaygusuz Abdal, Hatayi ve Hacı Bayram-ı Veli gibi
şairlerine şürlerinde, tasavvufi nevşe, laubalilik derecesini
bulur.
XIX. yüzyıldan sonra böyle güçlü şeyhler görülmez
olur. Artık tekkclerde okunan, daha çok eski ve ünlü şeyh­
Ierin şürleridir.
Türk toplum hayatmda tekkelerin rolü ve etkisi
medreselerden çok büyük olmuş ve geniş halk yığınlarına'
yayılmıştır. Bunun nedeni açıktır. Şeriat hükümlerini
savunan mcdreselerin tek kuruluş olmasına karşı, dinde
ve tasavvufta daha serbest düşüncenin merkezi olan tek-
keler, türlü tarikatları temsil eden yerlerdir. Eski kaynak-
ların bildirdiğine göre, büyük ve küçük 70 tarikat vardır.
Her birinin ayrı tekkesi, sayısız müridi bulunmaktadır:
Eht-i sünnet ise ancak dört mezhep kabul etıniş sonra
...ı çtı'h ad" k apısı k apanmıştır. Yalnız medreseiller dışında,
hemen hemen bütün halk, hatta saray adamlanyle enderun-
da yetişenlerin çoi;'ll, tarikatların birine bağlıdır.
Bu yüzden tasavvuf1 halk edebiyatı, divan edebiyatma
göre çok daha yaygındır. Öğrenim derecesi ne olursa olsun,
memur, asker, taeir, esnaf, işçi, türlü sınıftan ve tabakadan
sayı_sız iusanJara seslenmekte, bunlann zevkine, anlayışına
ve ınaneına uygun düşmektedir.
SONUÇ

Bu üç kümenin edebiyatı bileşik esaslara dayanmak-


tadır. Bu esaslar aynı kaynaktan çıkmış, ayıu koşullar
altmda gelişip toplum hayatına hakim olmuştur. Tanzimat-
DİL ÜSTÜNE 287

lıı başlayan yeni anlayış ve yerleşen yeni hayat, bunlann


yerine başka esasları getirıniş, saray, medrese ve enderun
ı·ski önemini yitirince, bunlann besleyip yetiştirdiği divan
Nlebiyatı tarihe karıştığı gibi, tekkelerin kapanması
, .c dervişlerin ortadan çekilmesiyle de, tasavvufi halk ede-
yatının kaynağı kurumuştur.
Halk edebiyatının en son ve en canlı ürünü olan aşık
tarzı ise, halkı oyalayan yeni zevklerin çoğalması yüzün-
den semai kahvelerinin ortadan kalkmasıyle değerini yi-
tirmiştir. Bugün llşıklara tek tük rastlanmakta, aşıklardan
başka, ellerindeki bağlamalarla kahvelerde düğünlerde
ve toplantılarda halk türküleri söyleyip çalanlar görülmek-
tedir.

(Tiirk Dili, sayı 207, aralık 1968)


BlLlMDE VE SANATTA SOYLULUK

Eflatun ile Aristo, devlet sistemleriyle ilgili düşün­


celerini açıklamaya çalışırken, ortaya attıklan aristokrasİ
keliınesiyle, en iyi hükümeti, en akıllı ve anlayışlı kişilerin
yönettiği rejimi belirtmek istemişierdi Sonradan bu deyim
genişlemiş, halktan uzaklaşarak özentili ve şatafatlı bir
hayat sürıne anlamını almış, aristokrat sıfatı da, varlık­
ları ve mevkileriyle imtiyazlı geçinen bir sınıfı gösterir
olmuştur.
Soyluluk kelimesiyle karşıladığımız aristokrasi, halk
egemenliği anlamına gelen demokrasinin karşıtıdır. De-
mokrasi, bugün politikada ve toplumsal hayatta ne denli
sürümde ise, aristokrasi de öylesine yadırganmal..;;a, aris-
tokrat geçinenler toplumda göze hatmaktadır.
Aristokrasi, yalnız bilirnde ve sanatta tam yerinde bir
anlam taşır. Çünkü bilgi, düşünce ve ruh zenginliği, ancak
gerçek bilim ve sanat eserlerinde bulunur. Bu anlayış Müs-
lümanlıkta açıkça görüliir. Demokrasi temeli üzerine kurul-
muş olan Müslümanlık, hukukta insanları eşit sayar. İlk
halifeler yönetimde, yaşayışta ve davTaıuşta demokrasiyi
temsil ederler. Böyle olduğu halde, Kur'on'daki : "Bilcnlc
bilmeyen bir olamaz," ayctiyle, bilirnde aristokrasİ kab u 1
edilmiş demektir.


DiL ÜSTÜNE 289

Atalardan kalına sanı ve zenginliği temsil eden soylu-


luk, zamanla soysuzla,şabilir; yıkılıp yok olabilir. Ama bilim
ve sanattaki soyluluk, her çağda ve her yerde üstün bir
saygınlıkla karşılanır.
Hiç bir meslcktc hiç bir aşama, bilimin ve sanatın
yerini tutamaz. Çok tutucu sayılan İngiltere'de bile "lord,
. kont" gibi sanlar, artık eski değerini yitirdiği halde, "pro-
fesör" adı her zaman saygı uyandırmaktadır. Bizde de
böyledir. "Asılzade, Paşazade, Beyzade, Ağazade" gibi
deyimler buaün alay olarak söylendiği halde, gerçek anla-
mıyle kullar:;lan "üstat, hoca, profesör, doçent" gibi suat-
lar, değer gösteren bir nitelik taşır.
Çok iyi hatırlanm: 1940 yıllannda idi. Ralımetli Prof.
Dr. Fahire Battalgil, kariyerden yetişen ilk kadın profesör
olarak bu aşamaya yükseldiğinde, zamanın Cumhurbaşkanı
Sayın İsmet İnönii: "Kazandığınız profesörlük rütbcsi,
nazanmda bütün rütbclcrin en yükseğidir," diye kendisini
t elgrafla kutlamıştı. Bu davranış, değerbilir bir devlet
adamının inceliğini gösterdiği kadar, bilimin devletçe
de yüce göründ\iğünün bir kanıtı sayılır.
Bugün her ülke, bilim ve sanata verdiği değerle övü-
nüyor. Öyle ülkeler var ki, bu ülkelerde en rahat ve en
kaygısız yaşayanlar, bilim adamlanyle gerçek sanatçılardtr.
Her türlü geçirn sıkıntısından uzak olduklan içindir ki,
yaratıcı olmakta, arka arkaya buluşlarla ortaya çıkmakta
ve değerli eserler verıncktedirler. 1958 yılı sonlarında,
Fuzuli için hazırlanan törende bulunmak üzere Baktı'ya
çağnlmıştım. Azerbaycan Bilimler Akademisi'ni ziyare-
timde, Başkan, bilime verdikleri değerden söz ederken:
"Benim aldığım para en yüksek mevkilerde bulunanlal'ln
eline geçmez." diye üvünm\iştür.
Büyük uygarlık merkezlerinin en dikkati çeken yapı­
ları, ünivesitelcr, enstitüler, kitaplıklar, müzelerdir. Eğer
yüksek mimari eserleri, otelleri ve her türlü eğlence ycrlcriy-
290 AGAH SlRRI LEVEND

le bir cennete çevrilen büyiik kentlerde bunlar yoksa,


oraları uygarlık merkezi sayılmaz.
Orta Asya'da, XV. yüzyılda Herat ve Semerkant'ın
doğu uygarlığııun en büyük merkezi olması, saraylan, tür-
. beleri, camilcri, imaretleri, kervansarayları yanında medre-
selcrinin, hankahlarııun büyük bir yer tııtmasmdandır.
Anadolu'da da yer yer kurulan saraylar, türbeler,
camilerle birlikte, medreseler önem taşır. Osmanlılar dev-
rinde, Bursa, Edirne ve Manisa'da yapılan ilk medrese-
lerden sonra, Fatih zamanmda İstanbul'da kurulan Fatih
külliyeleri, Kanuni devrindeki Siileymaniye külliyeleri
bilime karşı devletin verdiği öneıni gösterir. Zamanın en
büyük üniversitesi olan bu külliyeler üıılü bilginler yetiş­
tirmiştir. Eserleriyle kendilerini çarçabnk topluma kabul
ettiren bu bilginler, padişalım her isteğine boyun eğmeye­
cek karakter sağlamlığı gösterebilınişlerdir. Bu gerçek bili-
min gücünden doğan bir ruh soyluluğudur.
Padişah saraylarıyle büyük vezir konaklannda kurulan
kitaplıklar, bilimin ve sanatın canlı kalmasına hizmet
etmiştir. Şairlerle bilginler, bu teşvikle hazırladıkları eser-
lerinni değerli hattatlara yazdırmışlar, ünlü ustalara cilt-
lettikten sonra büyüklere armağan etmişlerdir. Bu kitaplar
arasında, başlıkları tezhipli, içieri minyatürlerle süslü olan-
lar çoktur. Bu lcitaplar geniş odalara yerleştiriliDiş "kitab-
dar" adııu taşıyan kitaplık memurunun koruyuculuğıına
bırakılıruştır. Bu tutum, devlet adamlannın sanata verdik-
leri değeri gösterir.
Genel kitaplıklar da ilkin camilerde kurulmuştur. Cami-
lerin yanındaki özel odalar bu amaçla hazırlanmış, gömme
dolapların raflarına yerleştirilen kitaplar, okumak isteyen-
lerin yararlauınasına sunulmuştur. Bu küçük dolaplara sıra­
lanan kitaplarm sayısı, hayır sahibi kişilerin arınağan ettik-
leri kitaplarla artınca, camilerde dalıa geniş yerler ayrılmış,
Beyazıt, Siileymaniye, Fatih, Ayasofya vb. caınilerindeki
DİL ÜSTÜNE 291

kitaplıklar böylece meydana gelmiştir. Hayırsever aydınla­


nu bu tutumu da, kitap sevgisiyle ve halkı düşünmeleriyle
yoruınlanabilir.
Bilime ve sanata verilen değer, şüphesiz her devirde
bir değildir. Bu değer başta bulunanlamı tutumuna göre
değişmiş, bilginlerle sanatçılar ya el üzerinde tutulmuş
ya da birer köşede kendi hallerine hırakılnııştır. Ama bilim
ve sanat, soyluluğıından hiç bir şey yitirmemiştir. Toplumca
kalkınmak isteyen uluslar, üniversiteler kurmak, enstitiiler
açmak, kitaplıklar meydana getirmek, böylece bilim ve sa-
nattalci soyiniuğu korumak zorundadırlar.
Bilim ve sanatın soyluluğunu kabul etmekle, önce
bilginlcrlc sanatçıların, sonra da bunları değerlendirmesini
bilen kiiltürlü kişilerin soyluluğunu da tanınnş oluyoruz
demektir. Evet öyledir. Ancak bu soylulnk, babadan oğula
kalan ınal ve ınülke dayanan yapma ortaçağ soyluluğu
değil, Eflatun ile Aristo'nun belirtmek istediği akıl ve zeka
üstünlüğünden doğan bir soyluluktur. Y alım: k\Utürlü
kişilerin, bilim ve sanattan anlayanların erişebileceği bir
ruh zenginliğidir ..
Bilime ve sanata soyluluk tanımak, acaba çağımızın
kabul ettiği demokrasinin ruhuna aykırı değil midir? Ha-
yır değildir! Tersine, bu aristokrasi, demokrasinin köklenip
yayılmasına yol açtığı gibi, demokrasi de, bilim ve sanattaki
aristokrasiyi besler; onun güçlenip hızlanmasım sağlar.
Çelişiklik gibi görünen bu özellik, onlann yapısında
ve ruhunda vardır. Bir kez bilim ve sanat, ne denli sınırlı
ve çcrçeveli olursa olsun, kendisiı;ı.i tamtınak ihtiyacında­
dır. Servet- i Fünuıı şairlcrinin, okurların aZll11 ve özünü
aradıklan devir geçıniştir. Onlar sanatın gücünü kavra-
mışlar, ama topluma sırt çevirmekle yanılmışlardır. Bugün-
kü sanat anlayışı, yığınlara sesleuıneyi, halka dayanıp
gücünü artırınayı amaç biliyor. Bilim ve sanat böylelikle buy-
ruk altına girıniş olmuyor. Kendisini besleme.l-te olan
292 •
AGAH SlRRI LEVEND

güç kaynağına zaman zaman hizmet elini uzatmış oluyor;


ona yararlı olmak istiyor. Bu onun başlıca görevidir.
Bilim ve sanatı emri altında tutan rejimler de vardır.
Bu rejimlerde bilim ve sanat, ne denli verimli olursa olsun,
her şeyi açıkça söyleyememekten doğan bir darlık, bir sı­
kıntı içindedir. Bilgin ve sanatçı, kafasıyle ruhundakinin
hepsini vermediği için hunah.naktadır. Bu durumda bile
zaman zaman ölmez eserlerin ortaya çıkması, bilim ve sa-
nann gücündendir. Ama demokraside, bağlayıcı ve kısıtla­
yıcı hiç bir kayıt olmadığına göre, eğer bilgin ve sanatçı
beklenen ürünü veremezse, suç kendisinindir.
Görünüş ve sonuç ne olursa olsun, bilim ve sanat,
kendiliğinden soyludur. Zaman zaman halka inmesi de
kutsal ödevinin gereğidir.

(Türk Dili, sayı 209, şubat 1969)

'
ESKl ESERLERiMiZDEN HANGiLERİNİ
GENÇLERE TANITABlLlRlZ?

Dünya klasiklerin.i, asıllarmdan okuyup öğrenemeyen


Türk gençlerine tanıtmak yolunda, otuz yılı aşkın bir
zamandan beri büyük çaba harcanma.J..-ıadır. Bu arada,
"Türk-İslam klasikleri" adı altında yayımlanan çeviriler
de bü~ bir yer tutar. Firdevsl, Mevlana, Eflaki, Nizami,
Cami, Attar, İbnü Haldun, Hariri çevirileri gibi, Türlü
yayınevlerinin bu alanda lıazıdadıklan çeşitli eserler de
bunlara kanlabilir. Asılları Fars ve Arap dilleriyle yazılmış
olan bu eserlerin hepsi de eski kültürümüzün temel taşıdır.
Bu bakımdan çok yararlıdır.
Bunlann yanı sıra, Türk diliyle kaleme alınmış eski
eserlerimiz arasında da, gençlere tanıtahileceğimiz hayli
ürünler vardır. Ancak, bu işe girişıneden önce amaç açıkça
helirtilmeli, izlenecek yol ortaya konulmalıdır. Hangi
eserleri gençlere tanı tabiliriz? lik sorun budur. Bu soruna
açıklık verebilmek için önce eski kültürümüzün başlıca
ürünlerini gözden gcçirelim. Bunlan şöyle kümclcndire-
biliriz:
a- Sanat değeri taşıyanlar;
h- Belirli olaylar karşısında, toplumun karolarını
yaıısıtan ve Türk aydınının düşüncelerini belirten tarih-
294 AÇAE SIIUII LEVEND

ler ve sefaretnamelerle, son buluşlara göre kaleme alınmış


coğrafya ve gezi eserleri;
c- İslam dininin csaslannı, iman ve itikada dayanan
kurallarını, şeriat hükümlerini kapsayanlar;
ç- Yine dinle ilgili olarak, felsefe ve hukuk alanmda
ileri sürülen türlü düşünceleri toplayıp yorumlayan kelam
fıkıh ve tasavvuf kitapları;
d- Toplumda geçerli ve yaygın başlıca ilkeleri kapsa·
yan ahlak kitapları ve siyasetnamelcr;
c- Asılsız inançlara dayanan, toplumu zararlı yönde
etkileyerek ortaçağa bağlamaya çalışan escrlcr;
f- Riyaziye, hendcsc, tıp, hikmet, kimya ve hey'ct
gibi çeşitli konularda kaleme alınmış fen kitapları;
g- Vehmi kimya, simya, tenciıİı, cifr, tılsım gibi "batı!''
bilimleri açıklayanlar;
ğ- Tezkire ve menakıp kitapları;
h- "Hecv ve müzah" adı altında kaleme alınan gülınece
ve yerıne eserleri.
Sıraladığumz bu kümelerden bir bölüğü yararsız
olmak şöyle dursun, zararlıdır da. Örneğin, eski toplum
hayatında çok sürümde olan yerıne eserlerinin hepsini
gençlere verebiliı miyiz? Bunlar ancak bir inceleme
konusu olabiliı. Bu yolda araştırma yapanlara örnek ola-
rak gösterilcbilir.
Öteki kümelerde de gençlere tanıtılması gereksiz
olanlar vardır : "Batıl" bilimlerle asılsız inançları kapsa-
yanlar gibi.
Geri kalanlar içinde, en değerli olanları iki yolda genç-
lere ve meraklılara tanıtabiliıiz:
1- Metni olduğu gibi, eski imianın özelliğini belirtc-
cek, transkripsiyon işaretleri kullanarak Türk harflerine
çevirmek; bu metinleri gerekli notlar ve açıklamalarla
daha yararlı bir hale getirmek. Şüphesiz bu, yetişmiş ve
meslek yoluna girmiş gençler içindir.
DİL 0STUNE 295

2- Metni bugünkü dile çevirerek yayımlamak. Bu


yol da, bilgi edinmek ve bu konuları yeterince öğrenmek
isteyen gençler ve meraklılar içindir.
Burada aynı soru karşımıza çıkar. Bunlardan han·
güerini bugünkü dile çevirebiliriz? Örneğin, Fuzuli'nin
Leyla vü Mecnu>l ya da Şeyh Galip'in Hiisn ü Aşk mesnevi·
lerini bugünkü dile çevirebilir miyiz? Çevirsek ne kazanırız?
Bu edebi ürünler, başlıca dil özelliğine, kelime ve söz sana-
tına dayanıyor. Ancak yazıldı~'l zamanın diliyle değerini
korumaktadır. Dil özelliği ortadan kalkınca, geriye ne ka-
lır? O halde seçilecek eserlerde yalııız şairin kişiliğini ve eser-
lerinin sanat değerini aramak yetıniyor demektir. Daha
başka öğelerin de bulunması gerekiyor ki, bu da ancak
düşünce özlüğü ve özelliği olabilir. Örneğin, bir tarihte,
bir siyasetnamcde, bir tezkiredc, bir alılak kitabında, Türk
düşüncesini ve Türk görüşünü bulahiliıiz. Ama hemen
söylemek gerekir ki, en değerli eserlerimizde hile, bugün
için faydasız hatta zararlı düşünceler eksik değildir. Örneğin,
tarih kitaplarımızın hemen hepsinde, yenilgi, bulaşık
hastalık, zelzcle gibi olaylar, hep "takdir-i ililhi" ile açık­
açıklanır. Kul suç işlemiş, Tanrı da onu cezalatıdırmak
istemiştir. Olayların asıl nedeni budur. Bundan başka,
bir çok tarihlcriınizde -hatta Naima da bile - "Etrak- i
biidark" gibi deyimiere rastlanır. Bu gibi eserlerin tümünü
gençlere tanıtmaktahiçbir fayda yoktur. Öteki eserlerimizde
de, yer yer uygunsuz ve yanlış düşüncelere rastlamak
olağandır.
O halde, herhangi bir daldan olursa olsun, gençlere
tanıtacağııruz eserlerin tümünü değil, ancak gerekli bölüm-
lerini verebiliriz. Bu sonuca varınca, iş oldukça açıklık
kazanmış olur. Türlü kümelerden seçeceğimiz eserlerde
ileri sürülen düşüncelerin çoğu, iskolastik nitelikte olduğu
için eski değerini yitirmiştir. Ancak bunlar Türk düşünce­
sinin tarih boyunca geçirdiği evrcleri, uğradığı durgunlukları,
296 AGAH SIRRI L:EVEND

ya da gelişme ve gerilemeleri yansıttıkları, Türk toplumunun


çeşitli ihtiyaçlarını ve dertlerini dile getirdikleri için önem-
lidirler. Bunları dikkatle seçtikten sonra bugünkü dile çe-
virerek gençlere tanıtabiliriz. Örneğin, bir Naima, bir
Peçevt tarihinde ibretle okunacak hayli parçalar vardır.
Leyla vii Mecnun'da, ve Hiisn ü Aşk'ta da, hayal zenginliği,
duygu inceliği ve anlatım canlılığı bakımından değerini
yitirmeyen parçalar eksik değildir. Bir Aşık Çelebi tezki-
resinde, herhangi bir şairin portresi çizilirken, devrio. toplum
hayatını canlandıran çok güzel parçalara rastlanır. Hatta
Alılôk-ı AIM, Nasilıatü-1-Müluk, Yirmisekiz Çelebi Sefa-
retnamesi ve Evliya Çelebi Seyalıaınamesi gibi eserlerden
edineceğimiz yararlı bilgiler çoktur. Bunların hepsinde
de günlük olaylar lıakkında devrio düşünceleri, inançları,
çeşitli örgütler, önemli kişilerin portresi canlılıkla yer alır.
Genel kültüriiınüzün gelişimini izlerneğe yarayacak bu
eserlerden alınacak parçaları seçtikten sonra, başka bir sorun
karşımıza çıkar: Sağlam metinleri bulmak ve bunları doğ­
rulukla bugünkü dile aktarmak. Aktarma işinde de, başlıca
iki özellik aranacaktır. Biri, bu metinleri iyice anlayabilmek,
öteki de asıliarım bozmadan bugünkü dile çevirebilmek.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, edebiyat ve kültür tarihi-
mizde ölmez (ınuhalled) diyebileceğimiz eserleri bulup genç-
lere tanıtmalıyız. Ancak bunlar, genel kültürümüzle ilgili
olmalı ve usta bir yazarın kaleminden çıkmış bulunmalıdır.
Eserleri bu gerçeğin ışığı altında dikkatle seçtikten sonradır
ki, bunları olduğu gibi bugünkü dilimize aktaracak kişileri
arayıp bulmalıyız. Ancak böylelikle gençlere yararlı ola-
bilecek kitapları ortaya koymuş oluruz.

(Tiirk Dili, sayı 217, ekim 1969)


lNKA:RCILAR

lnkiircılar ilk çağlardan beri her yerde ve her zaman


görülcgclmiştir. Bugün de, herhangi bir sorunda, olumsuz
düşüncenin temsilcisi olarak karşı safta yer alırlar.
Felsefede sofistler, eşyamn varlığını ileri sürenlere
karşı çıkarak inkara sapınışlardır ... tsıam aleminde de "ke-
laıncılar" dan inkllra sap anlar, "indiyye, inadiyye, Iaedriyye"
adlarıyle üç kümeye ayrılırlar. Mezhepler ve tarikatlar da,
esastan büsbiitii.n ayrılınanıakla birlikte, kimi noktalarda
uyuşmazlığa yol açan birer inkihdan doğmuştur.
Bunlara bakarak denilebilir ki, inkar karşı tez nite-
liğinde olduğu için, insan düşüncesinin gelişip olgunlaşma­
sını sağlar; bu bakımdan yararlı da olur. Ama gerçekte,
olumsuz düşünceyi temsil eden inkarrn, birçok hayırlı davra-
nışlan engellemekteki rolü büyüktür.
İnkarı, çok kez genç kuşaklar, kendilerinden önceki
kuşaklara karşı yaparlar. Bu, daha çok edebiyat meslek-
leriyle sanat akınılarında görülür. Romantikler klasikleri,
realist ve natüralistler romantikleri, sembolisıler de kendi-
lerinden öncekileri inkar ederler.
Bizim edcbiyatıınızda da böyle olınuştur. Divan ede-
biyatı çerçevesi içinde, bir Bak1'nin, bir Nef'i'nin ya da
298 AGAH SIRIII LEVEND

bir Nabi ile Şeyh Galip'in, kendilerinden öncekileri inkar


ettikleri görülmemiştir. Hepsi de eski şairleri birer usta
olarak anar. Ama, Tanzimatçılarla Servetifünunculaı:
divan şairlerini, Fecriaticiler Servetifünuncuları, hcceciler
kendilerinden önce gelenleri hırpalamışlar, inkara kalk-
mışlardır. Bunlar için inkar, kendilerine yol açacak en kes-
tirme bir yöntemdir.
Kiıni kez inkar, zorlama olur. Bir yazar, salt adını
duyurmak için, kamuoyunun beğeuip sevdiği bir şairi
inkara kalkar. Örneğin, Fecriaticilerden Şahalıettin Süley-
man, vaktiyle Namık Kemal için yazdığı bir yazımn sonunda:
"Namık bir vatansever, evet, fakat bir şair, bir sanatkar
asla!" demiştC Bu saldırı gcreksizdi. Çünkü Şahalıettin
Süleyman. Namık Kemal'in eserlerini kendi devri içinde
değil, o günün sanat ölçüsüyle değerlendirmeye kalkmış,
hiç de iyi karşılanmamıştı.
İnkar, kimi kişilerde bir karakt er halindedir. Bu gibi-
ler olumsuz bir ruh taşırlar; her şeyi kusurlu, eksik, yanlış
bulurlar. Bunların, bir eseri ya da herhangi bir şairi beğen­
dikleri görülmemiştir. İnkar kıskançlıktan da gelebilir.
Bu gibilcr, kendilerine güvenmcdikleri için oluınlu bir eser
ortaya koyamazlar. Çoktan beri tasarladıkları halde bir
türlü başaramadıkları bir eserin başkalarınca hazırlandığını
görür görmez, kıskançlık ve aşağılık duygusu içinde, onu
hemen mahkum etmeye kalkarlar.
Kendi kendini irıkar edenler de görülür. Bu irıkarda
bir ruh soyluluğu bir gurur belirtisi vardır. Yetkilerine
ve yeteneklerine güvenen kişilerin bir çeşit alçak gönüllülü-
ğüdür bu. Kendilerini övenlere karşı: "Canım ne yapabildik
ki" derken, sizden: "Hayır, çok şeyler yaptınız" cevabını
beklerler.
İnkar, büyük değişimleri amaç tutan devrimlerde
bir zorunluk halini alır. Çünkü devrim, değerlerini yitiren
eski varlıkları yıkmak, yerine yenilerini getirmekle olur.
DİL ÜSTÜNE 299

Bunu yapabildiği oranda devrim başarılmış sayılır. Bunun


için de, önce eskinin kusurlarını birer birer gösterip onu
değerden düşürmek gerekir. Bu bir irıkardu, ama zorunludur.
Yeni edebiyatın ortaya çıkabilmesi için, önce 900 yıllık
bir geçmişi olan divan edebiyatının yıkılması gerekiyordu.
Namık Kemal, bunu Tasvir-i Efkar gazetesinde yazdığı
yazılarla, lrfarı Paşa'ya Mehıup'la Tahrib-i Harabat ve
Takib-i Harahat'la yaptı. Ancak ondan sonradır ki, Ekrem
Talim-i Edebiyat'ı ile yeni edebiyatın yolunu açabildi,
Toplumsal devrirolerin bir özelliği de, tepeden inme
oluşudur. Atatürk devriınleri, "tedrici tekamül" yoluyle
devrim olamayacağına, eskiyi bir anda yıkıp yerine yenisini,
daha iyisini koymakla devrimin başanya ulaşabileceğinc
en canlı bir örnektir. Atatürk, Kastamonu'da kendisini
karşılayanlara, başında şapkasını çıkarıp: "Efendiler, buna
şapka derler." demeseydi, kıyafet devrimi başarılabilir
miydi? Bu işaret üzerinedir ki, daha birkaç gün önce, böyle
bir davranışın ayaklanmaya yol açacağını düşünenler,
kuşkuyu atıp hemen başlarına birer şapka geçirdiler.
Harf ve dil devrimlerini ele alalım : Her ikisinin de,
hiç değilse yüzer yıllık geçınişi var. Bu konularda yıllardır
söylendi, yazıldı, çareler gösterildi, tartışıldı. Sonu ne
oldu? Hiç! Yalnız bir yararı oldu ki, o da ortamın yavaş
yavaş lıazırlanmasıdır. Ama hiç biri gerçekleşme evresine
erişemedi. Son devrimden birkaç yıl önce, Saraçoğlu, kürsü-
den Latin harflerini söz konusu edince, yobazların saldırı­
sına uğradı. Çünkü düşünceler henüz olgunlaşmamıştı.
Birkaç yıl sonra Atatürk, Sarayburnu'nda halka bunu
anlatınca, daha yasa çıkmadan denemelere girişildi. "On
yılda gerçekleşebilir." diyenlere o: "Hayır" dedi, "ya hemen
olur, ya hiç!"
Dil devriininde de, Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerin·
de olduğu gibi, eğer "önce kuralları atalım, daha sonra da
yabancı kelimeleri yavaş yavaş ayıklayalım, yerlerine
300 AGÜ SIRRI LEVEND

uygun karşılıklarım arayalım" diye işe başlansaydı, dil


devrimi olmazdı. Bugün dil davası gerçekleştiyse, bu başarı
devrime borçludur. İlkelerde birleştikten sonra kelimeler
üzerinde her zaman tartışılabilir. lnkarcılar, bunca çalışma­
lar ve zahmetlerle elde edilen bu hayırlı sonucu, Atatürk'ün
ölümünden sonra baltalamağa kalkıştılar. lU!& da lıu
çabada olanlar vardır.
İnk&rların en soysuzu, Atatürk'c ve Türk ulusunu
ortaçağ yaşayışından çıkarıp çağdaş uygarlık düzeyine
ulaştıran devrimiere karşı yapılmış olanıdır.
Devrim tarihimizi kitaplardan okuyup· öğrenen gençler,
son 75 yıllık tarihimizi bütün canlılığıyle elbet hayallerinde
canlandıramazlar. II. Abdülhamit'in son yıllanndan baş­
layarak istibdat ye Meşrutiyet devirlerini, Birinci Dünya
Harbi'nin korkunç sonucunu, ordunun dağılıp elinden
silahının alındığını, acı mütareke yıllarını, düşman sürü-
lerinin İzmir'e çıkarak Anadolu'nun bağrında ilerlemesini,
Kurtuluş Savaşını, düşmanla birleşen padişahın ihanetini,
İmparatorluğun çöküşünü, sonunda yurdun kurtuluşunu,
yeni Türkiye'nin kuruluşunu, bir yıkıntıya dönmüş olan
Anadolu'da yapılan bayındırlık işlerini, yoksullnk içinde,
b aşanlan kalkınma a tılışlarını, birbirini izleyen toplumsal
devrimleri görmüş, bunca tehlikeler ve felaketlerden sonra
Cumlıuriyetle başlayan altın devrini yaşamış olanlar bile,
ne yazık ki, zaman zaman bunları unutabiliyorlar.
Ama gençler, dünden bugüne nasıl ve hangi evrelerden
ne gibi koşullar altında geçerek ulaştığımızı bilmelidirler.
Bu da ancak kıyaslamalar yapmakla olur: Kılı1'.ıımz, harf-
lerimiz, yazınıız, yaşayışımız, evren ve yurt sorucları üzerin-
deki anlayışımız, düşüncelerimiz, kadın hakları, halk kav-
ramı, ulus hizmeti gibi konularda dünle bugünü karşılaş­
tırmak gerekir. Ancak bunu yaptıktan sonradır ki, devrinı­
leri inkar etmenin ne olduğu, bunu yapaııların nasıl bir
duruma düştükleri kolayca anlaşılır.
(Türk Dili, sayı 226, temmuz 1970)
EDEBİYATIMIZDA DÜNDEN BUGÜNE

Eski edebiyatımizdan bugüne kalan nedir? Bu soruyu


cevaplandırabilmck için, önce dil, deyiş, iislup, düşünce,
duygu ve hayal gibi edebiyatın başlıca öğelerini göz önüne
getirmek, sonra da, eski şairterimizin yurt ve dünya görü-
şünü, dinin etkisi altında gelişen sanat aıılayışım, aşk
kavramını, birkaç çizgi ilc belirtmek gerekir. Bu açıdan
bakınca, eski divan edebiyatmda şu nitelikleri gürürüz:
Dil, Arap ve Fars dillerinin baskısı altında aslından
uzaklaşaral< Tiirkçe olmaktan çıkmış, yapma, özentili
bir hale gelıniştir. Deyiş, uzun ve zincirleme cümleciklerle
ağırlaşırıış, asıl amacı olan aniatma niteliğini yitirmiştir.
Düşünce, didaktik eserler dışında çok cılızdır.
Üslup düşünceyi değil, düşünce üsluhu izler. Duygu,
taklide kaçmadığı zaman coşkundur, içtenlik taşır, ama
birinden ötekine sürüp giden aktarmacılık, bu içtenliği
ortadan kaldırır. Hayal engindir, ama hayale sığınayacak
kadar çocukçadır. Yurt ve dünya görüşü çok dardır. Şair
çevresindeki çemberi kıraınaz. Din duygusu her değerin
üstündedir. ·
Sanat, "hüsn-i mücerrcd" denilen soyut güzelliği
yaratmaktır. K elime oyuıılarına, "istiare, mecaz, cinas,
302 AGAH Slll.RI LEVEND

tevriye, tenasüp" gibi söz sanatianna dayanır. Ahartma


aklın sınırlarını aşar. Ovme, hele övünme, gülünç olmaktan
öteye geçemez. Yergi, edebi olma niteliğini aşarak sövme
halini alır.
Aşk, cfsaneleştirilmiştir. Aşık tipi gilliinçtür. Bir
Mecnun'u, bir Ferhad'ı insanlık çerçevesi içinde bir aşk
kahramanı olarak hayalimizde caıılandıramayız . Leyla,
gözleri, kirpikleri, kaşlan, saçlan ve "servi gibi endamı"
ile bir korkuluğu andırır. Buna karşılık, bir kocakan, çir-
kin bir adam, bugünün gerçekçilerini kıskandıracak kadar
ustaca işlenıniştir. Çünkü şair, birineide aslı bulunmayan
güzeli yaratmak isterken, kalıplaşmış mazmuıılar içinde,
gözünün önündeki güzelden uzaklaşmış, ötekinde ise, yine
abartmalada kendini zorladığı halde, "hüsn-i mücerred"e
esir olmadığı için, h u tipi başarıyla canlandıı;ahilmiştir.
Daha sonra, eski edebiyattaki aşk ya "gerçek aşk" denilen
ve kişiyi Tann'uın varlığında yok eden tasavvufl aşktır,
ya da "mccazt aşk" denilen insan güzelliğine tutkudur.
Bu aşk ise "tabiat dışı"dır. Bütün şairler kadından kaçınma yı
salık vermişlerdir. Kadın aşkı ancak birkaç hikayede yer
alır.
Hikayelerde "zaman ve yer" kavramı yoktur. "Ra-
v~yan-ı alıbar ve nakılan-ı ruzgar" size kestiremediğiniz
bır zamanda, tanımadığıtuz bir ülkenin padişahından
söz açar. Onun, ya da oğlunun olağanüstü serüvenlerini
bir masal havası içinde anlatır. Ancak bu ülke nasıl bir
yerdir? Evrenin ııeresindedir? Bu insanlar kimdir? Yurt-
lan ile başka ilgileri yok mudur? Bunları anlayamazsınız.
Topluıula ilgisini kesmeyen, halkın üzüntülerini ve
dertlerini dile getiren eserler de yok değildir. Ancak bunlar
birer yakınma, ya da taşlamadır. Ayrıca, eski toplum
hayatının türlü yönlerini yansıtan eserler <le vardır. Ama
bunlar da çok azdır. Denilebilir ki, eski şairlerimizin başlıca
kaygısı, bu dar çerçeve içinde, o güne dek söylenınemiş
OİL i:STÜNE 303

bir mazmun bulabilmektir. Şair okuyucunun çoğunu değil,


özünü arar. Çevresinden değil, kitaptan esin alır.
Bugünkü Edebiyatımız:
Bugünkü edebiyatın dili Tiirkçe<lir. Şair ve yazar,
eserini geniş bir çevreye yaymak, okutup beğcndirmck
ister. Bunu yapmakla sanatındau hiç bir şey yitirmiş olmaz.
Bugün aruz değerden düşmüş, hiçimler bozulmuş, lnaz-
munlar eskimiş; buna karşılık düşünceler olgunlaşmış,
duygular incelenmiş, hayaller gülünç olmaktan kurtulmuş,
gerçekler değerini bulnıuş, yurtla ilgili konular çoğalmış,
tckııik ilerlemiştir.
Bugün, kelime oyunlarını hüner sayan bir sanatçı yoktur.
"lstiarclcr, mecazlar, cinaslar", okuyucunun zevkine bir
iğne gibi hatmaz. Övgü bayağıhk, övünme gülünç, "müs-
tehcen" olan yergi ayıp sayılır.
Bugünün romancısı, eserinin konusunu toplum hayatın­
dan seçer. Kişileri, yaşayan birer insan olarak ele alır.
Onlan, belirli bir zaman içinde, tanıdıl;rımız bir yerin adamı
olarak okuyucuya sunar. Ele aldığı kahramanın çevresini,
aile durumunu, yaşayışııu, davranışı.uı, sevgilerini, tutku-
lannı, serüvenlerini bütün özellikleriyle bize taıutır. Öyle ki,
romanı okuyunca, bunlan daha önce görmüş ve taıumış
gibi oluruz. Daha doğrusu romanda kendiınizi buluruz.
Romancıdan, olağanüstü halleri değil, gerçekleri olduğu
gibi yansıtmasun isteriz. Bugünkü romanda cfsanelcş­
tirilmiş aşk yoktur, insan sevgisi vardır. Aşık tipi, bütün
tutkularıyle canlı olarak yaşar.
Eski edebiyattan bugüne kalan hiç bir değer yok
mudur? Bunun cevahııu, belieğimizi yoklayarak verebiliriz.
Sevinçli ve tasalı zamanlarda belleğimiz bizim imdadımıza
yetişir. Fuzull'den Nedim'den Nabi'dcn birer beyit, ya da
birer mısra hemen dilimizin ucuna gelir ve onu tekrarla-
maktan bir zevk duyan?<. Bugün, edebiyatı kendilerine
meslek edinıniş olanlardan başka hiç kimse, bir gazeli,
304 • •
ACAB SIRRI X.EVEND

bir ~ide parçasını okumak zahmetine katlanaınaz. Ama


ed~hıyat ~erakhsı herkes, hu heyiderden ve ınısralardan
çogunu bilir.
Demek ki, eski edebiyatın:ı.ızdan hugun"e kal h
parça ar .. llikl . an, u
.. p ça guzc . erdir. Biz, eski edehiyatıınızı bir b"-
tun olarak el eş tirebiJi'nz,
· şurasına burasına dokunahiliriz
u
kusurlarını kolayca gösterebiliriz. Ama eski ed h' ,
· il · ·
b u mc crmı unutamayız. e ıyatıınızın

(Tiirk Dili, sayı 229, ekim 1970)


T ÜRK EDEBİYATINDA FIKRA

Fıkra deyince, ilk hatıra gelen nükteli, güldürücü çok


kısa hikayeciklcrdir. Bunlar, nükteliciği ve şakacılığı ile
tanınmış, anlayışlı ve uyanık kişilerce vaktiyle söylen-
miştir: Nasrettin Hoca fıkraları gibi; ya da uydurulup
yakıştırılarak belirli bir kümeye mal edilmiştir: Bektaşi
nükteleri gibi. Yine uydurnlmuş, ama hiç bir kümeye mal
edilmeyerek, taşıdığı ince nüktclerle toplumun beğenisini
kazanmış fıkralarm sayısı ise hayli kabanktır. Bu gibi
fıkralar, söz arasında her fırsatta tekrarlanır. Bunların
çoğu, "Letaif" başlığı altmda yazma mecınualarda top-
lanmıştır : XVI. yüzyıl şairlerinden Lamii Çelebi'nin başla­
yıp oğlunun bitirdiği Letaif gibi. Sonradan bastırılmış
olanlar da vardır.
Eskilerin "mir- i kelam", "hoş-sohbet" dedikleri nük-
teci, şakacı kişilerin beğenilen fıkraları da eski mccmualarda
bulunur. Ünlü divan şairlerinin fıkraları ise tezkirelerdc,
özellikle Aşık Çelebi Tezkiresi'nde vardır.
XIX. yüzyılın, nükteleriyle ün kazanmış kişilerini de
tanıyoruz: Süleyman Faik Efendi, Keçeci-zade İzzet Molla,
Kanlıcalı Nilıat Bey, Ka-anı Paşa, Eşref gibi.
306 AGA!l SlRRI LEVEND

Fıkra, belirli bir düşünceyi topluca ve kısaca yansıtır.


Dinleyenleri ve okuyanları güldürür, ya da rahatsız eder,
iğneler, kızdırır, yaralar. Bu niteli.kleriyle, fiske, iğne, şa­
mar, yumruk etkisi yapar. Bütün bu özelliklerinden ötürü,
fıkralar divan edebiyatmda gülmece (mizah) türünün bir da-
lı olarak yer alır ve "Iatife" adını taşır. Tanzimattan sonra
yayın alanına çıkan gülmcce dergilcri, çok tekrarlanmış bu
gibi latifelerle doludur.
1908'de Meşrutiyelin ilanından sonra "fıkra" deyimi
biraz genişler. Gazete sütunlarıyle dergi sayfalarında, nük-
teye dayanan alayla karışık fıkralar yine sürüp gitmekle
birlikte, politika ve toplum hayatımızın sakat, sivri, ya da
çukur yönlerini eleştirip iğneleyen fık-ralar da görülmeye
başlar. Ama fıkraeılık henüz bir meslek haline gelmemiştir.
Cumhuriyet devrinde fıkracılık büsbütün anlam de-
ğiştirir. Gerçi yine okurlarda gülümseme yaratmayı,
hoşa gitmeyi amaç ttıtan nüktcli fıkralar eksik olmaz,
ama fıkracılık belirgin bir nitelik kazanır . Fıkra yazar-
lığıru iş güç edinen imzalar ortaya çıkar. Örneğin, rahmetli
Nurettin Artam, "Toplu İğne" imzasıyle önce Vakiı'te,
sonra Ulus'ta her konuya değgin, kendine özgü fıkralarını
yazar. Rahmetli Hakkı Süha, önceleri "Seyyah", Gezgin
soyadını. aldıktan sonra da Gezgin imzasıyle fıkralarını
kaleme alır. Burhan Felek, uzun yıllar Cumlıııriyeı'te "Hadi-
seler Arasında" sütünunu başarıyla si.isler. (Şimdi de Mil-
liyet'te fıkralarını yazmaktadır). Bu imzalara daha başka­
ları da katılır.
Bunlar, fıkracılığı meslek edinen tanınmış değerli
imzalardır. Hakkı Süha Gezgin, her sabah göz gezdirdiği
gazete ve dergi sütünlarında geziye çıkarak, iziemınlerini
edebi bir üslupla belirtmeye çalışmıştır. Artam, günlük olay-
lara dokunarak, bu olaylara adları kanşanlan iğneleıniştir.
Fclek de, toplum hayatımııda sık sık görülen olaylardan
aldığı esinle, fıkralarını derli toplu kaleme almaktadır.
DİL ÜSTÜNE 307

Bu gibi fıkralarda amaç, politika dedikoduları, ~eçim


sıkıntıları, toplum dertleriyle bunalan okurları.ı:ı, bır~a~
dakika için dertlerini unutarak hoşça bir an geçırmelerını
sağlamak, ara sıra bilgi vermek ve ~onu ~e il~ili anılarıru
tekrarlamaktır. Bu arada, olaylara bırer fıske ıle dokunan,
bir solukta okunacak çok kısa fıkralar da görülüyor. Bu
Çı!hrı
.,
açan Cumhuriyet'te "Bir Dakika!' başlıklı fıkralarıyle
,
rahmetli Doğan Nadi'dir. Şinası· Berker de "Dlm o uş"b . aş-
lıklı kısa fıkralarıyle Ulus'ta bu çığın izlemektedir.
Son zamanlarda ftkra deyimi çok değişmiş, eski nite-
liğini büsbütün yitirmiştir. On beş, yirmi yıl var ki, fıkralar
yurt ve ulus dertleri üzerinde öneınle duruyor. İnceleme ve
araştırmaya dayaruyor. Eski tlkralar, belleğe day~arak
masa başında bir çırpıda kaleme alınır, nüktelerle siıslene­
rek okurlara sunulurdu. Bugün, fıkra yine masa başında
yazılıyor ama, ondan önce araştırmak, birer toplu~ labo~a:
tuvarı niteliğinde olan devlet dairelerini, özel ışyerlerını
dolaşarak bilgi edinmek, çeşitli kişilerle tanışarak belge top-
lamak dosya meyd~na getirmek, çok okumak, gele~ mek-
tupları da dikkatle inceleyip değerlendirme~ gerckıyor ..
Fıkra yazarlarının, bugün bütün günluk gazctelerın
belirli köşelerinde, çeşitli başlıklar taşıyan fıkraları görü-
lüyor. Bunların hepsi, elbet aynı değerde de~~~~: F~a
eski karakterini değiştirmiş, yalnız gülmece turunun bırer
ürünü olmaktan çıkarak, büsbütün başka bir nitelik kazan-
ınıştır. Bugün gazete sütunlarını çerçeveleyen fıkralar,
yazarlarının eğilimleriyle orantılıdır. Yazar, sağcı, solcu,
şeriatçı, tutucu, gerici, devrimci, ilerici olduğuna göre, fık­
ra da bu özelliklerden birini taşımaktadır.
Yazarın özel karakteri, bilgisi ve eğitimi de bunda ay-
rıca rol oynar: Fıkralarda nahza göre şerbet verme, kafa
tutma, saldırma, dalkavukluğa sapma, gerçekleri olduğu
gibi yansıtma, abartmalara kayına, olayları tek açıdan
görme gibi çeşitli özelliklerin bulunması bundandır.
308 ACAH SIIlRI LEVEND

Bugünün seçkin fıkra yazannda aranan başlıca özel-


likler: Kültür zenginliği, zek& keskinliği, olgunluk, görüş,
kavrayış ve aniatış gücü, sıkmadan ve bıktırmadan okuta-
bilmek niteliğidir. Belleğin zengin, dosyanın şişkin, helge-
lerin sağlam olması fıkra yazarının başarısını sağlayan en
büyük etkendir. Yazar, olayları değerlendirehildiği, dünya
basınını, düşünce akımlarını yakından iıleyebildiği oranda
herkesçe aranır, okunur, tutunarak kendisini tanıtmış
olur.
Sıraladığımız bu nitelikleri gözönünde tutarak, bugün
günlük gazetelerin belirli köşelerini çerçeveleyen çeşitli fık­
ralan şu kümelerde toplayahiliriz:
a. Toplum hayatımızın önemli bir sorunu üzerinde du-
rarak onu kısaca eleştiren, ya da ulusal kültürümüzü ya-
kından ilgilendiren bir olayı inceleyen, arı bir dille ustaca
kaleme alınmış olgun, doyurucu fıkralar;
h. Yine aynı nitelikleri taşıyan gülmece fıkraları;
c. Üslup kaygısını ikinci plana alarak, olayları salt
düşünce açısından ele alan fıkralar.
Hiç kuşkusuz, dil bakımından özensiz, aniatış hakı­
mından düzensiz, düşünce bakımından dağımk, hiç bir de-
ğer taşımayan yazılar sözümüzün dışındadır. Yukarıda
bclirLLiğimiz nitelikleri ve özellikleri taşıyan fıkralar elbet
edebi birer üründür. Bunların yazarları ise, edebiyat tari-
himizde fıkralarıyle yerlerini alacaklardır.

(Tiirk Dili, sayı 231, aralık 1970)


ULUSAL KÜLTÜRlİMÜZDE BUNALIM

Genel kültür dışında, her ulusun kendine özgü bir


kültürü vardır. Bwıu: "Öğrenimle edindiğiniz bilgiyi
unutun; geriye kalan ulusal kültürdür." diye tammlarlar.
Bu tanımdan anlaşılacağı gibi, bir toplumun dili, edebi-
yatı, musikisi, öteki güzel sanatlan, eski çağlardan sürüp
gelen töresi, geleneği ve göreneği, ulusal kültürü meydana
getirir. Toplumdaki din duygusunu, ahlak anlayışını, yurt
ve dünya görüşünü de buna eklemek gerekir. Bunlar, yal-
mz okuruakla öğrenilmcz; göz, kulak ve gönül yoluyle, yaşa­
nılan çevrelerden elde edilir. Eskiler, medresede öğrcni­
lene "ilim", göz, kulak ve gönül yoluyle elde edilene de
"irfan" dernişlerdir. Ziya Gökalp buna "lıars" diyordu.
Bu kültüre, dar anlaınıyle özel uygarlık denilebilir.
Nitekim ilk çağlarda Türk, Çin, Mısır, Yunan ve Roma
uygarlıklan vardır. Bu uygarlıklar, kendi kültürlerinin
damgasını taşıdıkları için h'u adla anılmışlardır.
Ortaçağda, uygarlığın iki büyük merkezde toplandığı
görülür: Doğu, Batı. Doğu ve Batı uygarlıklarının her ikisi
de din esasına dayandığı, ondan esin ve güç aldıi;tt için,
birine İslam, ötekine de Hıristiyan uygarlığı da denilir.
Avrupa, Hiristiyanlığııı merkezi sayıldığı için, bu ikincisi,
Avrupa uygarlığı adıyle tamn ınıştır.
310 AGAB SlRRI LEVEND

Müslümanlıkta, Tanrı'nın birliğiyle Muhammed'in son


peygamber olduğu inancı esastır. Kur'an ve hadis iki
büyük kaynaktır. Camiler bu iııançla yapılmış, müna-
catlar, tevhitler, na'tlar, ilahiler vb. bu esinle kaleme
alınmıştır. Yasa, töre, ahlak, gelenek ve görenek, eğitim
ve öğretim bu temele oturtulmuştur.
Ilıristiyarılıkta ise, Allah, İsa ve Meryem üçlemesi
(teslisi) vardır. i ncil tek kaynaktır. Kiliseler bu inançla
yapılmış, dini eserler bu esinle kaleme alınınıştır. Törc,
ahlak, gelenek ve görenek, eğitim ve öğretim bu temele otur-
tulmuştur.
Bu iki uygarlık, yüzyıllarboyunca birbiriyle çarpıştı.
Hıristiyanlıktan altı yüz küsur yıl yeni olan İslam uygarlığı,
XVI. yüzyılda üç kıtaya yayılarak alaııını genişletti. Ama
ondan sonra yavaş yavaş geriledi. Buna karşılık, Avrupa
uygarlığı hızla gelişmeye başladı. Bunun başlıca nedeni,
Müslüman uygarlığını koruma, geliştirme ve yayma görevi-
nin yalıuz Türklere bırakılmış, Türklerin ise, eski güçlerini
yitiı·crek çekilmek zorunda kalnnş olmalarıdır. Oysa Avrupa
uygarlığı, Hıristiyan dinine bağlı olarak Avrupa topluluğun­
da yer alan ulusların birleşmesi ve aralarındaki dayaruşmayı
sıklaştırarak, bilim, sanat ve tekrıiktc ilerlemeleriyle hızla­
nıp gclişmiştir. Böyle olduğu halde bu ulusların hiç biri
kendi kültürünü bırakmamıştır. Çünkü din, lıatta milliyet,
bugiin uygarlığın esası olmaktan çıkmıştır. Artık amaç,
yeni buluşlar yardımıyle kolaylık, rahatlık sağlamak, bu
uğurda cl birliğiyle çalışmaktır. Avrupalı, Hıristiyan olduğu
için değil, salt bilimde, sanatta ve teknikte üstün başarı
sağladığı için ileri sayılmaktadır. Iliç kuşkusuz, her yeni
buluş, onu bulan kişinin bağlı b'ulunduğu ulusun damgasını
taşıyacaktır. Sanatçı da, onu yetiştiren ulus da bununla ye-
tinmoktedir.
Türk toplumu, Tanzimattan soııra kültür değiştirme
ihtiyacını duymuş, yıllar süren bir hocalamadan sonra,
DIL ÜSTÜNE 311

Cuı:nhuriyet devrinde Batı uygarlığı çizgisinde yer almıştır.


Uygarlık bir bütün olduğuna göre, bu değişme sırasında,
inanış, görüş ve anlayışla birlikte, Doğu kültürünü meyda-
na getiren öğelerin hepsi de elbet bir sarsıntı geçirceekti.
Önce edebiyat bu sarsıntıya uğradı. Divan edebiyatı­
nın değerlendirdiği kaside ve gazel lma bir direnmeden
sonra tarihe karıştı. Bu durgun edebiyat yerine Batının
hayat ve istek dolu canlı edebiyatı, şiirleri, romanları, lıi­
kayeleri, tiyatroları ve eleştirileriyle gelip yerleşti. Baş­
langıçta, bunların birçoğu acemice taklit olmaktan ileri
geçemedi. İlk ürünlerini bu nitelikte veren çağdaş Türk
edebiyatı, çarçabuk dili, deyişi ve kapsamıyle ulusal bir
değer kazandı.
Resim sanatı, Doğu uygarlığında minyatürden ve süs-
lemede kullanılan "ornement" ile çiçek ve eşya gibi cansız
"d'apres nature"den öteye geçemiyordu. Minyatür çoktan
önemini yitirmişti. "Cilt ve tezhip" sanatı da sönmekte ge-
cikmedi. Yeni yetişen ressamlanmız, Batırun resim tekniği­
ni h.enimsediler. Ulusal özelliği, ancak yerli konuları işlemektc
aradılar. Yurdun türlü köşelerini dolaşarak gördüklerini
ustaca işlemeye koyuldular. Türk ressamları, Batıda görülen
sanat akımlarını dikkatle izliyorlar ve başarılı eserler orta-
ya koyuyorlar. Ancak yeni bir atılış beklemek hiç de yersiz
sayılmaz.
Eski mimarlık escrlcrimiz, cami, medrese, sebil, saray,
türbe, hamam, imaret, kervansaray gibi Doğu uygarlığırun
çok değerli ürünleridir. Herat'ta, Semerkant'ta, Anadolu'da,
sonra da Rumeli'de kurulan sayısız mimarlık eserleri buna
kanıttır. Çağdaş mimarlarınıız, Batı mimarlığını kopya
etmekle işe başladı. Önceleri "roeoco" tarzı moda oldu.
Bir aralık iş hanlan gibi büyük yapılarda eski Türk tarzı
saçaklar, penceı·cler ve kemerler denenınişse de, sonralan
bundan vazgeçilmiş, yapılarda görünüşten çok kullanışa
göre rahatlık ve kolaylık esası aranmıştır. Ama görünen
312 •
ACAR SIRIU LEVEND

şudur ki, Türk mimarlığında, Türk tipi denilebilecek bir


yapı henüz ortaya çıkmamıştu.
Musikiye gelince, eski toplum hayatının yarattığı zin-
cir hesteler, ağır semıiller, kilr-ı natıklar, peşrevler ve saz
sematleri tarihe mal olmuştur. Bunlar yeniden diriltilemez.
Artık ne bunları yapacak ustalar, ne de köşe minderlerinde
bağdaş kurup dinieyecek kişiler kalmıştır. Ancak bunlar,
tarihsel Türk masikisinin ölmez ürünleri olarak sanat-
severlel'i ilgilendirmektedir. Bunda şaşılacak bir yön de
yoktur. Divan edebiyatı, nasıl kasideleri ve gazelleriyle
göçüp gittiyse, aynı devrin "adap ve erkan" gözetilerek
söylenen besteleri ve şarkılan da kalmayacaktır. Acı olan,
bu eski ınusikinin yerini alacak bir Türk masikisinin
henüz kendini gösterernemiş olmasıclır. Bütün sanat kolları
Batılaştığı halde yalnız musikimiziıı olduğu gibi kalması
elbet daha uzun süremez. Ne var ki, çağdaş Türk musi-
kisi toplumca benimserup yayılıncaya dek caz müziği yer-
leşınektc, bu da geuçlerimizi bir hastalık gibi sarmaktadu.
Musiki bir ruh ihtiyaçı olduğuna göre, gençleri özürlü say-
mak zorundayız. Piyasayı kaplayan yeni şarkılar ise,
ruh ihtiyaçını karşılamaktan çok uzaktır. Çağdaş Türk
musikisinin esas motiflerini halk ve tckke masikisinde
aramak, Batı musikisinin tekniğiyle bilim yöntemini kul-
lanarak kompozisyonlar yapmaktan başka yol yoktur.
Bu yol da denenmiş ve başarı da sağlanmıştır.
Durıım bu olduğuna göre, açıkça söyleyelim ki, ulusal
kültürümüz bunalım içindedir. Türk ulusunun, dili ve ede-
biyatıyle tarihi clışında, manevi varlığı yeterince belir-
tilmiş değildir. Tarih, bereket versin ki inkar edilemeyecek
kadar zengin ve dolgundur. Edebiyat ise, usta sanatçılanmız
elinde her türden değerli ürünlcı: vermekte, bunlar yabancı
dillere çevrilip filimlere çekilmektedir. Sanatçılarımızın
her biri, kişisel duygulada birlikte, Türk toplumunu bütün
çevreleriyle yansıtmaktaclır. Eğer bugünkü edehiyatımız,
DİL ÜSTÜNE 313

rıılısal, topluınsal, siyasal ve ekonomik bunalımı yansıtıyor·


sa, suç edebiyatın değildir.
Dile gelince, yaşama hakkını çoktan y-itirmiş olan Os-
manlıca kırması bir dilin savunulması artık kaygı yaratmı­
yor. Çünkü Doğu kültürünün kalınıısı olması onu mahkil.m
etmek için yeterken, Türk dilini hala eski kültüre bağlama
çabası, bu çabanın zorla yaratılan bir hava içinde sürdü-
riiirnek ist enmesi, ulusal kültürü dilde kornınağa çalışaniann
saflarını daha da sıklaştuaeaktır.
Eski dile bağlanıp kalma hoşuna bir çabaclır. Hiç kimse
bu direnmede haşan sağlayamayacak, akıma engel olamaya-
caktır. Bu, açık bir gerçektir. Dil bilincine ermiş gönüllüler,
usta yazarlar ve sanatçılar bu davada birleşmişlerdir.

(Türk Dili, sayı 232, ocak 1971)


TÜRK EDEBlYATI TARİHİ
NASIL HAZIRLANABlLlR ?•

Edebiyat tarihi, bir bakıma hem bilimdir, hem de


sanada ilgilidir. Bilimdir, çünkü edebiyat ve tarih belgele-
ı·ini toplayıp değerlendirerek onlardan özgün bir sentez
meydana getirir. Sanaıla ilgilidir, çünk\i edebiyat metinleri
üzerinde çalışır. Ancak bilim olarak, pozitif bilimler gibi
gözleme ve deneye dayanmaz. Öğı·etici bir nitelik taşıdığı
için de sanat eseri değildir.
Böyle olunca, edebiyat tarihine pozitif bilim çeşnisi
vermek için, ona zorla ağırlaştırılmış gereksiz bilgi yığınlannı
katmak nasıl bilgiççe (mutasallıfanc) bir davranış sayı­
lırsa, onu birtakım kelime oyunlan ve deyiş cambazlıklany­
le süslemeğe çalışmak da o denli gülünç olur. Edebiyat
tarihi, toplumsal bilimlerin bir kolu olarak kendine özgü
tarihsel yöntenıle kaleme alınır. Bn bilimsel yöntem gözetil-
ınczse, edebiyat tarihi gerçek değerini yitirir. Ölçüsüz
biyografyalar dergisi ya da amacı belli olmayan bir taslak
halini alır.
• Yazarın 8 mayıs l97l'de Tiirk Dil Kurumunda yaptığı konuşmanın öze·
tidir.
DİL ÜSTÜNE 315
Bundan başka, edebiyat tarihçisi yalnız yaratıcı kişi­
leri ele almakla, onların belli başlı eserlerini ineelemekle
gerçek bir yargıya varamaz. Edebiyat tarihi, yaratıcı şair­
ler ve şaheserler sergisi değildir. İkinci plandaki şairler
de elbet edebiyat tarihinde yer alacaktır. Çünkü ortanu
hazırlayan, toplum hayatını bütün aynntılarıyle eserle-
rinde yansıtan asıl onlardır. Onlann eserleriyle karşılaştırma
sonundadır ki, büyük yaratıcılarm ortaını ne denli aştığı,
hangi oranda çağdaşlarından yükseldiği anlaşılmış olur.
Elimizde kıyaslamadan başka ölçü yoktur.
Edebiyat tarihi, tarihsel tabana dayanır. Siyasal
olaylar, toplumsal dcvriınler, bu devrimler sonunda meyda-
na gelen gelişmeler, bilim alanındaki yeni buluşlar, beliren
yeni düşünce akımları, kültür değişıneleri, nedenleri ve
sonuçlarıyle özetlenmczse, herhangi bir devrin edebiyatı
açıklanamaz. Böyle bir girişim, dayanal.."tan yoksun olacağı
için askıda kalır. Hele edebiyat tarihinin büyük devirlerini
incelerken, tarihin akışını değiştiren büyük olayları, bütün
yönleriyle belirtmek zorundayız.
Edebiyat tarihimizi üç ana bölüme ayırıyoı·u7.:
1) İslamdan önceki Türk edebiyatı,
2) İslamdan sonra Doğu kültürünün etkisi altında
gelişen Türk edebiyatı,
3) Tanzimat'tan sonra Batı kültürünün etkisi altında
gelişen Türk edebiyatı.
İlk önce Fuat Köprülü'nün yaptığı bu aynm çok yerin-
dedir; tarihsel oluşlara, kültür değişmeleriyle sonuçlanan
gerçekiere uygıındur.
1) İslamdan önceki sözlü destan edebiyatıınız, elimizde
bulunan kalıntılara göre, çok zengin ve çeşitlidir. Ancak,
bu sözlü edebiyatı izleyon yazılı edebiyattan, elimizde çok
az metin bulunmaktadır. Bu edebiyatı anlatmak için daha
çok tarihsel bilgilere dayanmak zorundayız. Bu dcvı·in
tarihi, Batı bilginlerince türlü yönlerden hayli işlenmiş
316 AGAH SIR!\1 LEVEND

bulunmakla birlikte, henüz yeter derecede aydınlanmış


sayılmaz. Karanlıkta kalan daha birçok noktalar vardır.
2) İslamdan sonraki cdcbiyatımız, taşıdığı din karakteri
bakımından üınmet çağı edcbiyatıdır. Günlük hayatın bü-
tün evrelerinde dinin etkisi görülür. Bu edebiyat, taşıdığı
öğeler dolayısıyle geniş ve köklü hazırlıkları, derin ve sü-
rekli çalışmalan gerektirir. Gerçi bu devrin edebiyatı hayli
işlenmiştir. Çeşitli biyografyalar, birçok metinler elimiz-
dedir. Ama esaslı bir incelemeye, aydınlanması pek de ko-
lay olmayan çeşitli bilgilere, çetin ve yorucu araştırmalara
ihtiyaç gösterir. Bu çetinliği belirtebilmek için., din karak-
teri taşıyan ümmet çağı edebiyatının dayandığı esaslara,
içinde bulunan çeşitli öğclcre kısaca değinelim:
Düşünce yönü: Ümmct çağında Tann, bütün düşünce­
leri bir merkezde toplayan ilk kavramdır. Muhammet'in,
Tanrı'nın kulu ve "müşrik"lcri dine çağırmak için görev-
lendirdiği peygamberi olduğu inancı da bu ilk kavramı
izler. Tann'nın kelıimı olan Kur'an ile, Peygamber'in söz-
lerinden toplanmış olan lıadis, İslam dininin esaslarını
bildirir. Kur'an'la hadisin gösterdiği yola "şeriat", şeriatın
hükümlerine uyanlara da "ehl-i sünııet" derler.
Kur'an'la hadisin hükümlerini kendi düşüncelerine
göre yorumlayanlara "chl- i bid'at" derler. Bu da Batıni
birçok fırkalara ayrılır. Varlığa başka açıdan bakarak
"varlıkta birlik" ilkesine bağlananlar "ehl-i tasavvuf"tur.
Bu inancı esas olarak benimseelikleri halde gerçeğe türlü
yollardan erişmek isteyenler de "chl-i tarikat"tır. Şeriatın ve
tasavvufun esaslan, tarikatların "adah ve erkiin"ı, "ed'ıye
ve evrad"ı, törenlcri, aşamalan, bunlarla ilgili terimler
yoluyle divan edebiyatma geçmiştir. Şiirlerde ayetlere
ve hadisiere telmihler yapılır.
Bilim yönü: Kur'an ve hadise dayanan tesfir, keliim,
fıkıh gibi yüksek ve gerçek bilimler, eski kimya (altın
ve gümüş elde etmeyi amaç tutan vehınl kimya), siroya
DİL ÜSTÜNE 317

(yoku var gösterme), tencim (yıldızlardan ahkam çıkarma),


sihir ve tılsım (büyü yapma ve büyü bozma için), remil
(fala bakmanın bir çeşidi) gibi "batı!" bilimler; rüya tabiri
(düş yorumu), layafet (yüzün ve organiann biçiminden
karakter özelliğini çıkarmak), ihtilaç (siğirme, sinirlerin
oynaması), ed'ıye ve evrad (dualar ve Kuran'dan okunan
parçalar) gihi makbul ve muhalı olan bilimler divan ede-
biyatında geçer. Bunların terimleriyle türlü mazmunlar
meydana getirilir, sırasında kavramları açıklanır, bu kav-
ramiara telmililer yapılır.
Tarihsel olaylar : Enbiya tarihlerinde geçen efsane-
lerle kanşık olaylar, peygamberlerin adları ve mucize-
leri, eski İran ve Türk tarihlerinde yer alan efsane kahra-
manları, bunların olağanüstü serüvenleri sık sık mısralarda
ve beyitlerde yer alır. Bunlarla kelime oyıınlan, söz sanat-
ları, çeşitli mazmunlar yapılır.
Efsaneler: Bu saydıklanmız dışında kalan çeşitli ef-
saneler.
Asılsız inançlar: Toplumca inanılıp değerlendirilen
hurafeler, cadılar, gulyabaniler, periler, bu konuda uydu-
rulmuş masallar, bunların şerrinden korunmak için yakılan
tütsüler, düzenlenen toplantılar, büyüleri bozmak ya da
bağlamak için hazırlanan muskalar, yapılan tılsımlar, hep
birer mazmuna esas olur.
Çevreler: Saray, enderun, vezir daireleri,"paşa konakları,
mcdresclcr, camiler, tckkcler, dergahlar, zaviyeler, mahalle
ve meydan kahvclcri.
Tipler: Şeyhler, dcrvişler, müritler, mollalar, hocalar,
imamlar, softalar, çömezler, birbirine karşıt iki inancın
temsilci olan rint ve zahit; birbirine karşıt iki tip olan caıni
vaızı ile dergiihtaki mcsneviban.
Hayal iilemi: Halk hikayeterindeki masallarda ve divan
edebiyatındaki mesnevilerde yer alan olağanüstü kahraman-
Iann serüvenlcri.
318 AGİH SlRRI LEVEND

Toplum hayatı: Ramazanlar, bayraınlar, kandiller,


mevlitler; kıtlıklar, yangınlar, hastalıklar.
Eğlenceler: Evlenme ve sünnet düğünleri, kına gece-
leri, hamam aleınleri, helva sohbetleri, mcsirler, içki ve saz
meclisleri.
Sanat yönü: Klasik edehiyatta sanat, şairin erişmek
istediği tek amaçtır. Dil, deyiş, düşlince, duygu ve hayal
gibi edebiyatın başlıca öğeleri sanatın eınrindedir. Sanat
ise eksiksiz ve kusursuz olanı yaratmak "mutlak güzel"e
varmaktır. Oysa evrende gördüğümüz varlıkların hepsi
eksik ve kusurludur. Bunların tam örnekleri, bilınediğimiz
ve tanımadığımız başka bir alcınde vardır.
Eflatnıı'un "ide", sofilcrin "a'yan-ı sabite", "müsiil-i
evvelin", "nümune-i nuhustin" dedikleri örnekler,
Eflatnıı'a göre "akıl alemi" (le monde intelligible)nde
sofilere göie de "gayh alcmi"ndc bulunur. Yeryüzünde
gördüğümüz varlıklar, bu ilk örneklerin taklidinden başka
bir şey değildir. İnsan, eşyayı ve gerçekleri kendine bildiren
aklıyle Tanrı'ya benzer. Düşünerek, düşüncenin aşama­
larını geçip "tasavvurat" llleminde zihnini dolaştırarak,
gerçeklerin bulunduğu "akıl alemi" (ilm-i ilahl)ne yük-
selir.
Tasavvufa göre de, "gerçek varlık" bir ayna hükmünde
olan "mutlak yokluk" ile karşıla~ınca, varlık olarak tecelli
etmiştir. Gerçekte bu varlıklar bir görünüşten başka bir
şey değildir. Bir gölge, bir hayaldir. "Gayb alemi"ndeki
ilk örneklerin birer kopyasıdır. lusan, bütün çabasıyle asıl
kaynağı olan "mutlak varlık"a ulaşınağa çalışır.
Bunun içindir ki, İslllm şairi tabiatta kabataslak
bulnııan varlıkları, olduğu gibi örnek diye alamaz. Şairin
h~~aı_ alemi, güz~li yeniden yaratacak ve ona özendiği
bıçımı verecektir. Işte sanat, tabiatta eşi bulunsun bulunma-
sın, kusursuz güzeli yaratmaktır. Böyle olunca şairin yara-
tacağı gü:ı;elde boy, göz, kaş, ağız, burun, saç, yanak, çene
DİL ÜSTÜNE 319
en kusursuz biçimini alacaktır. Şairin özentili tasvirlcrle
yarattığı güzel, hayalimizin gözleri önünde bir an canlansa,
belirecek insan hiçimi her halde çok korkunç olacaktır.
Sanatta esas, hüncr ve marifct göstermektir. Bunun
da başlıcaları, benzetme, istiare, ·mecaz, cinas, tcvriye,
t enasüp gibi söz ve anlaınla ilgili kelime oyunlarıyle yapıl­
mış olanlardır.

II

Edebiyat tarihçisi çeşitli güçlüklerle karşı karşıyadır:


1) Elde yeterince monografya ve bibliyografya yok-
tur. Edebiyat tarihçisi, biyografyaların yardımından yoksnıı
olduğu için, birçok şairleri yeniden ele almak, edebiyat
tarihiyle ilgili konuları yeniden incelemek zorundadır.
2) Kitaplıklarımızın eski kataloglan yanlıştır. Kitap
lıklanmız yeni yeni düzeltilınektedir. Değerli bir çok escrlerin
varlığını biliyoruz ama bunlar meydanda yoktur. Eldeki
kataloglara göre bir eseri ararken, çok kez başka bir csere
rastladığımız olur. Bu konuda birkaç örnek vermek isterim.
a. Eski edebiyat tarihimizde Hamse-i Aıayt adı geçer.
Kimi eserlerde beş mesnevtnin adı da verilir.Ben ilk araş­
tırmalara başladığım zamanlar bu eseri aramağa koyulmuş­
tum. Hamse-i Auıyı nüslıalannda dört mesnevi vardır: Sa-
kt-name, Sohbetü'l-Ebkôr, Tulıfeıü'l-Ezhar, Hefıhan. Beşincisi
yoktur. Birçok hamselerin baş10da şairin divanı varsa da,
bu haruseden sayılmaz. Rahmetli İbrahim Necmi Dilmen,
Tarih-i Edebiyat Dersleri adlı kitabında, beşinci eser olarak
Alem-niima'yı kaydeder. İnceleme sonunda anladım ki,
Sôkt-name ile Alem-niima aynı eserin iki parçasıdır. İbra­
him Necmi'deki nüshayı yazan, kitabın başındaki Stıkı-na
me'yi ayrı bir eser gibi bölmüş, sonunda "Alem-nüma"
kelimesini görünce, ikinci bölümü de ayrı bir kitap sanarak
bu başlık altında hamseye eklemiştir.
320 AGAH SlRRI LEVEND

O halde beşinci mesnevi olarak kimi eserlerde adı geçen


Hılyetü'l-Ej'Mr nerede? Bunu bulmak için 40 kadar hamse
nüshasım karıştırdım, bulamadım. Ragıp Paşa kitaplığında
çalışan "Tasnif Komisyonu" üyelerine rica ettim. Somında
komisyon üyelerinden. rahmetli Tahirülmevlevi aracılığıyle
eser elimize geçti. Bunu Atayi'nin Hılyeıii'l-Efkar'ı başlığı
altında yayımladım. Sorun da böylece çözülmüş · oldu.
h. Elimize Nahi adına hasılıınş Tuhfe-i Ernsıil-i Nabt
adında bir eser vardır. Bu eseri incelerken kuşkuya düştüm.
Gerek üslup, gerek kapsam bakımından bu Nabi'nin eseri
olamaz. O zaman eserin yazma nüshalarım inceleyince
gördüm ki, kitap Nahi'nin değil, çağdaşı olan Nali'nindir.
Bu da böylece ortaya çıkmış oldu.
c. Süleymaniye'de Esat Ef. kitaplığı kataloğunda
Kudsi adına kayıtlı bir 1skender-name vardır. Merak ettim.
Kitabı açınca daha ilk heytinden anladım ki, bu Ahmedi'
nin !skender-name'sidir. Hemen kataloğun yanlışım düzelt-
tim.
ç. Yine Süleymaniye'deki Esat Ef. kitaplığında 3629
numarada kayıtlı bir kitabı görmek için kitaplığa gittim.
Bu numaradaki kitabı getirttim. Bir de gördüm ki, bu
benim aradığım kitap değil, ama daha önemli bir eser.
O ana dek adı bilindiği halde kendi bulunamayan bir eser:
Gazali Deli Birader'in Dafiu'ı....Gumum ve Rafiul-Hi.i.mum'ı.
Hemen birini gönderip nüshayı istinsah ettirdim. (O
zamanlar daha mikrofilm aldırmak göreneği yayılmamıştı.)
d. Tutmacı 'nın, tek nüsha olan Gül i.i. Husrev'i, bir
gün sahaflarda bir terikeden çuvalla saım aldığım kitaplar
arasında çıktı.
e. Bursalı Haşirrrl'nin bilinmeyen Mihr i.i. Vefa'sım
dostum kitapçı Raif Y elkenci'nin aracılığıyle buldum.
f. Nabi'nin o zamana dek tamnmanıış olan Sur-name'
sini Üniversite Kitaplığında çok önemli bir mecmuayı
tararken "Sur-name-i Nabi Efendi" başlı!;'~ altında gördüm
DİL ÜSTÜNE 321

ve hemen istinsah ettirerek Nabi'nin Sur-namesi başlığı


altında yayımladım.
g. Aşık Paşa'nın Falcr-name ile Vasf-ı Hal mcsncv:t-
leri yine böyle bir rastlantı ilc elimize geçti. Daha böyle
nice rastlantılar kaydedilebilir. .
Bu yanlışlar yalnız bizim kitaplıklara özgü değildir.
Batıdaki ünlü kitaplıklarda da vardır. Örneğin :
ğ. Paris'teki Bihliothequc Nationale kataloğunda,
Kadri Çelebi adına kayıtlı Viimık u Azra görülmektedir.
Bunu merak ederek fotokopisini getirttiuı. Bir de gördüm
ki, eser bizim Lamii Çelebi'nin Vıimık u Azra'sıdır. Paris'
teki kitaplık müdürlüğüne bir mektupla durumu bildirdim,
yaniışı düzelttim.
h. Hollanda'daki Lciden kentine gittiğim zaman ora-
nın Üniversite kitaplığına uğradım. Kitaplık müdürü
olan Prof. Dr. P. Voorhove yazmaları bana birer birer
göstermek lütfunda bulundu. Benim bunları merakla
incelediğimi görünce: "Size I. Murat zamanından kalma
bir kitap göstereyim." dedi . .Çok sevindim. Profesörün
getirdiği yazmayı dikkatle inccledim. Bir de baktım ki,
kitapta Bağdat'ın alınmasından söz ediliyor. Hemen profe-
söre dönerek: "Bu kitap I. Murat değil, IV. Murat zamanı­
na değgin." dedim. 0: "Nereden anladınıı;?" diye kuşku
ile sorunca, Bağdat'ın alınması bölümünü gösterdim. Profe-
sör bu düzeltmeye çok sevindi ve hemen Do~y'nin 6 ciltlik
kataloğundaki yaniışı kendi eliyle düzeltti. Kitap Müllıimi'
nin Şehname-i Muradi'siydi.
ı. Leiden kitaplığında AU adına kayıtlı Mi/ır i.i. Malı
nüshası gözüme ilişti. Ben İstanbul'da, o zamanlar Eyüp'
teki Husrev Paşa kitaplığında .Al.i'nin Mihr i.i. Malı'ını gör-
müştüm. Elimdeki eseri ona benzetemedim. Hemen gereken
notları aldım. İstanbul'a dönüp de notlarımı Ali'nin eseriyle
karşılaştınnca gördüm ki, Lcidcn'deki başka eserdir. Hemen
kitaplık müdürüne yazarak kitabın fotokopisini rica ettim.
322 ACAB SllUI.I LEVEND

Profesör fotokopiyi göndermek lütfunda bulundu. Kitabı


baştan sonuna dek inceleyince gördüm ki, kitap Zarifi'nin
Mihr ii Mah mesnevtsidir. Leiden kataloğunu hazırlayan
Dozy, yazmanın sonundaki bir mısrada "yüksek" atılamı­
na gelen "Ali" kelimesini görünce, bunu Gelibolulu Ali
sanarak kataloğa geçirmiş. Bunlan ve Zarifi adının geçtiği
heyideri yazarak profesöre bildirdim. Böylece bu yanlışlık
da düzelmiş oldu.
3) Eski eserlerimizde bihliyografyaya önem verilmez.
Örneğin, Osmanlı Miiellifleri'nde, Bursalı Tahir bir eserden
söz etmek isterken "Nur-ı Osmaniye kitaplığmdadır."; ya
da "Manisa'da manzur-ı aciz1 olmuştur." demekle yetinir.
Hatta yeni eserlcrimizde de buna benzer aksaklıklar görü-
lür; yazar kitaplığını söyler de numarasını bildirmez. Oysa
hibliyografya, bilimsel çalışmaların temclidir. Asıl iş, han-
gi eserin nerede olduğunu, hangi yazar ya da hangi konu
üzerinde ne gibi araştırma ve incelemelerin yapılmış olduğu­
nu bilmektir.
4) Eski kaynaklarda verilen bilgilerin birçoğu yanlış
ya da eksiktir. Öteden beri kitaptan kitaba geçerek süre-
gelen birçok yanlışlar vardır.
Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur ki, herhangi
bir konuyn ele alırken, verilen bilgiyi kuşku ilc karşılamak,
hemen buna kapılıp olduğu gibi aktarmağa kalkışmadan
tekrar araştırmalara girişmek, her şeye yeniden başlamak
gerektir.
5) Her zaman kaı:şılaştığımız bir güçlük de tarihlerdir.
Eski kaynaklardaki tarihler, araştıtıcıyı çok yorar, yanıl­
tır. Eski hayatımııda hicri, şemsi, celiilt, kamer!, mail,
tarihler yer alır. Eski eserlerimizde hep hicrt tarih kulla-
nılmıştır. Ancak Tanzimat'tan sonra mali tarilı de kul-
lanılmaya başlanmıştır. Örneğin, resmi daircler, bütçe
yılı dolayısıyle mali tarihi kullanırlar. Buna karşılık hasım­
evleri hicri tarihi kullamr. Böyle olduğu için de durumu
DİL ÜSTÜ1'iE 323

saptamak güçleşir. Örneğin Şemsettin Sami'nin vaktiyle


çıkardığı Sabah gazetesinin ilk sayılannda, üstte 1253
tarilıi görülür. Bu, hiç gerekli olmadığı halde rasgele kulla-
nılmış şemsi tarihtir. Birkaç nüsha sonra Sami de bunu
fark etmiş olacak ki, bu tarihi kaldırmıştır. Tahran'da ba-
sılan kitaplar üzerinde şemsi tarih vardır.
Bu güçlükleri açıkladıktan sonra, edebiyat tarihini
yazmak için gereken hazırlıklara geçebiliriz.
I) Yalnız edebiyat tarihinde değil bütün bilimsel ça-
lışmalarda hazırlıkiann temeli fiştir. Edebiyat tarihçisi
iki türlü fiş tutmak zorundadır:
a. Şairler ve yazarlada ilgili fişler. Her fişte şairin adı
ve soyadı baba adı, doğup öldüğü yer ve tarih, eserlerinin
adları ve yazarla ilgili kaynaklar sıralanmıştır. Bunlar
alfabetik sıraya konmuş oldııklan için, aradığımız• kolayca
bulur, ilk bilgileri edinir, gösterilen kaynaklara baş vurmak
olanağını elde edersiniz. Bende divan şairi olarak aşağı
yukarı 5.000 kişinin fişi vardır.
b. Eserle ilgili fişler: Bu fişlerde, edebiyat tarihine
girmeye hak kazanmış escrlerin adları, yazarları, yazıldıklan
tarih ve yer, bulundukları kitaplıkların adlarıyle, numara-
ları kayıtlıdır. Bu fişlerden, herhangi bir eser hakkında
ilk bilgiyi aldıktan sonra kitaplıklarda bunu görüp incelemek
olanağını bulursunuz. Bende 10.000 kadar eser fişi bulun-
maktadır.
Bir de hibliyografya fişleri vardır. Bunlar da, yazarın

adıyle kitabın adı, basıldığı yer ve tarih; eğer bu inceleme,
dergi ve gazetelerde çıkmışsa, o gazete ve deı·ginin tarihi,
cildi ve sayısı kayıtlıdır.
Yazar ve eser fişlerini hazırlamak için uzun emek ve
sürekli çalışma ister. Bütün kaynaklar taranacak, kitap-
lıkların katalogları gözden geçirilecek, kitaplıklar dolaşı­
hp eserler görülecek, notlar alınacak, bunlar konularına
göre aynlacaktır.
324 ACAH SlRRI LEVEND

Bibliyografya fişlerine gelince, bunlar da gazete ve der-


gileri gözden geçirirken ya da herhangi bir konuda kaleme
alınmış eserleri okurken hemen fişe geçirile_cektir.
II) Bundan sonra, eserleri okumağa, metinleri incele-
meğe ya da yazarlan araştırınağa sıra gelir. Eser eğer eski
ve yazma bir metin ise, filolojiııin yardımına ihtiyaç olacak-
tır. Her metine güvenilmez. Müstensihin kendiliğinden
ekiediği parçalar da olabilir. Metnin yazıldığı tarih belli
değilse, onun belirtilmesine çalışılır. Metinde okunamayan
yerler tamir edilir. Böylece doğru bir metin elde edilmiş
olur.
Edebiyat tarihi için gereken ilk hazırlıklan böylece
özetlemiş olduk. Artık sıra eseri yazmağa gelmiştir. tık ya-
pılacak iş, hangi çağı ya da hangi devri yazacaksak onun
siyasal, toplumsal ve ekonomik durumunu belirtmektir.
Edebiyat tarilıi bu taban üzerine oturtulur.
Daha sonra, edebiyat tarihçisi ele alacağı şairlerin
hangi koşullar altında yctiştiğini, eserlerin nasıl meydana
geldiğini, hangi düşüncelerin ve hangi sanat akımlarının
izlerini taşıdığını açıklayacaktır.
Bundan başka, edebiyat tarihinin başlıca görevlerinden
biri, edebiyat türlerinin gelişimini göstermektir. Bundan
ötürüdür ki, çeşitli türlerin doğuşunu, hangi etkenlerle
nasıl geliştiğini, bu gelişmelerin nasıl bir yol izlediğini,
dil ve t eknikteki özelliği belirtmek, edebiyat tarihinde
başlıca eksen olmalıdır. Gerçi bu tutumun biraz eskimiş
olduğıı söylenebilir. Ama kestirme başka bir yol da yoktur.
Edebiyat tarilıi, çok geniş bir alaru kapsar. Y almz
edebiyat çerçevesi içinde kalan bir edebiyat tarihçisinin
çalışmalan kısır kalmaya mahkfundur. Tarih, filoloji, fel-
sefe, bibliyografya, güzel sanatların bütün dalları, onun
bilgisi alam içindedir. Gerçi edebiyat tarihi bir ki.iltür
tarihi değildir. Ama, uygarlık tarilıinin bir parçası olduğıına
göre, edebiyat tarihçisi bunlann lıiç birinden doygun (mus-
DİL ÜSTÜNE 325

tağni) kalamaz. Çerçeveyi aşmadan, oranııyı bozmadan


bunlarınhepsinden yararlanacaktır.
İşteTürk edebiyatı tarihi bu çalışmalar sonunda mey-
dana gelmiş olur.

(Türk Dili, sayı 237 - 38, haziran, temmuz 1971)


BlLlM VE SANAT ADAMININ ÇİLESl

Bilim ya da sanat escrlerinden birini eline alan bir


okur, onun nasıl hazırlandığını, hangi evrelerden geçerek
ne gibi emeklerle meydana geldiğini bilmez; böyle bir
düşünceyi hatırından bile geçirmcz. Okurun amacı, yalnızca
yararlanmak ya da zevk almaktır. Bunu sağlayabildi mi,
isteğini elde etmiş olur. Üst yanını düşünmez. Olsa olsa,
eğer okuduktan sonra eseri bcğcnmişsc, onun değeri karşı­
sında duygusunu belirtir; "Güzel eser, yazar büyük emek
harcamış." gibi sözlerle bu beğenisini açıklar. Yaz arın, ras-
gele bir okurdan beklediği de bundan başka bir şey değildir.
Üst yanı eleştiriciııin görevidir.
Oysa, bir bilim ya da sanat eserinin nasıl meydana
geldiğini, eleştiriciden çok, o eseri yazan ya da bu gibi
eserleri hazırlayanlar bilir.
Bir sanat escrini, örneğin bir romanı ele alalım: Birçok-
ları, romancının, tasarladığı konuyu, kafasını işleterek,
hayal gücünü kullanarak masa başında rahatça ve kolayca
kaleme alıverdiğini sanır. Gerçekten, çok önceleri romancı
eserini aşağı yukarı böyle yazardı. Ama gerçekçilik akımı
bizde de başlayalı, roman inceleme ve araştırmaya dayanı­
yor. Gerçekçi romanın bizde ilk müjdecisi sayılan Zelıra'­
daki yangın sahnesini canlandırabilmek için, Nablzade
DiL ÜSTÜNE 327

Nazım, tulumhacı koğuşlannı dolaşarak tulumbacılarla


arkadaşlık etmiş, günlerce kahvelerine uğrayıp onların
kullandıklan terimleri öğrenmiş, yaşayışlannı inccleyip
notlar almış, romanını ondan sonra yaı:mıştır.
Çağımızm romancısı yalnız bu kadarla yetinmiyor. Ro-
manmın yalnız bir sal1nesini canlandırmak için değil, tümü
için katianmadığı zahmet, çekmediği eziyet kalmıyor.
Romanını yine masa başında yazıyor. Ancak bu, işin en
son evresidir. Romancının, bu evreye ulaşmcaya değin
yapacağı hazırlıklar sayısızdır. Önce, doğup büyüdüğü ye-
rin bıraktığı anılardan, yaşadığı çevrelerde gezip gördükle-
rinden, rastindığı olaylardan, tanışıp konuştuğu kişilerin
sözlerinden aldı;;.ı
o esinle romanının konusunu tasarlıyor.
Sonra, romanının başlıca kalıramanlannı yazabiirock
için, onların yaşadıkları ve çalıştıkları yerleri birer birer
dolaşıyor. Gerekirse günlerce o çevrelerde kalarak bir-
çoğuyle ayrı ayrı konuşuyor. Onların düşüncelerini, duy-
gularını, dertlerini, kaygılannı öğrenerek notlarını alıyor.
Bütün bu yerler, evlcr, dükkanlar, fabrikalar, çarşılar, pa-
zarlar, resmi dairelcr, özel iş büroları romancı için birer
toplumsal laboratuvarlardır.
Daha sonra, ele aldığı konu ile ilgili eserleri gözden
geçirip belgeler topluyor. İstatistikleri inceleyerek değer­
lendiriyor. Bütün bu hazırlıklar bittikten sonradır ki, ma-
sasının başına geçip eserini yazmağa koyuluyor.
Sanatçının kişiliğini belirten asıl bu son evredir. İncele­
mc ve araştırmalarla geçen evre, sanat kaygısı içinde ve
aylarca süren yaratıcılık evresine hazırW..-ıır. Sanatçı uğra­
şacak didinecck, hazırladığı notları, belgeleri kullanırken
·zaman zaman bunalımlar geçirecek, başardığını gördükçe
sevinip gururlanacak, sona yaklaşııkça titizlcnecek, ancak
eserini bitirince doğum sancısmdan kurtnlacaktır. Elbet her
roman bu denli sıkı bir yorgunluğun ürünü değildir. Ama
sanatta başarının başlıca koşulu bu kaygı ve titizliktir.

328 AGAH SIRRI LEVEND

Bilim eserine gelince: Bilim adamının kaygısı, sanatçı­


nın üzüntüsünden az değildir. Bir bakıma ondan da çoktur.
Bilim adamı, önce bu yetkiyi elde edebilmek için öğrenirnin
en yüksek aşamasına erişecck, bilim yönteınlerini edinecek,
laboratuvarlarda ve kitaplıklarda dirsek çürütecek, deneme-
lerde bulunacak, uzmanların yönetimi altında tezler hazır­
layacak, okuyacak, notlar alacak, fişler hazırlayacak,
kaynakları tarayacak, araştırmalar ve incelemeler yapacak,
yeni akımlan, yeni buluşları izleyecek; ancak kendisini
yetiştirdikten sonradır ki, bilimsel eser meydana getirmek
yeteneğine kavuşacaktır.
Bilim adamı, uzman olarak yetiştiği dalda bir eser
hazırlayabilmek için, o alanda yazılmış başlıca ürünleri
gözden geçirmek, kendinden önce gelenlerin çalışmalarını
yakından izlemek zorundadır. Vaktiyle hazırlanmış çeşitli
fişler, konulara göre aynlmış dosyalar, bilim adamının
ilk yardımcısıdır. Zengin bibliyografya bilgisi ise, onun
zilınini genişleten, bilim dağarcığım dolduran en yüklü ve
değerli hazinedir.
Gerek sanatçının, gerek bilim adamının eserlerini
hazırlamak için geçirmek zorunda bulunduğu bu çalışma
evreleri, ne denli çetin ve yorucu olursa olsun, kendisi
için bir zevktir. Bu zevki elde etınck için çeb.--tiği zalımetten
lıiç yüksünmez. Ama asıl çile bundan sonra başlar.
Bilim ve sanat alanına yeni atılan bir gencin ilk amacı,
bunca emeklerle hazırladığı escrini basılmış görmek, sonra,
da onu bilim ve sanat çevrelerine tanıtmaktır. Bunun için,
önce bir hasıcı bularak onunla anlaşamak gerekir. Bu
da sanıldığı kadar kolay değildir. Bu uğurda katlanılacak
zahmet çok kez genci usandmr, umutlarını kırar. Tutalım
ki eser basılıp ortaya çıktı. Nasıl karşılanacak? Bu da gen-
cin ikinci kaygısıdır. O, bu konuda gerçek bir eleştiricinin
yardımına ~uhtaçtır. Öyle bir clcştirici ki, övmek ya da
yermek için değil, hiç bir art düşüneeye kapılmadan bütün
DiL ÜSTÜNE 329

yönleriyle tanıtmak için eseri eline almış olsun. Sevine-


rek söyleyelim ki, kötü niyetli eski "münekkit" tipi hemen
kalmamış gibidir. Şimdi bu alanda yetişenierin çoğu
bu gerçeği kavramış kaleminin haysiyetini bilen kişilerdir.
Gerçek bir eleştirici, yeni yetişen bir gencin tanınmasına
yardım edebilir. Yeni bir yeteneğin ortaya çıkmasına hizmet
eder. Böylece kendini bilim ve sanat çevrelerine, dolayısıyle
topluma tanıtan genç, sonraki eserlerini hastırmak içiu
daha kolay olanak elde etmiş olur.
Bilim ve sanat adamı kolay yetişmez. Sanat her şeyden
önce doğuştan bir yetenek işidir. Sanat hayatına yeni
atılan genç, genel kültürü edindikten sonra, okumak, araş­ ,
tırmak, yazılanlan izleyerek denemelerde bulunmakla ken-
dini yetiştirehilir. Ama bilim alanına atılan bir genç için
yetişip olgunlaşmak daha güç ve daha çetin bir iştir. "Üniver-
siteyi bitirdikten sonra asistan olarak fakültede kalan genç,
çevresinde daha kolay yetişrock olanağını bulabilir. Gerçeği
yansıtmak için hemen söyleyelim ki, bu da kolay bir iş
değildir. Birtakım kıskançlıklar, çekememezlikler, sağdan
soldan gelen tutkular genci çok kez hezdirir, ilerlemesine,
hatta çalışmalarına engel olur. Ama ne de olsa elinden tutacak
bir ustası, yol gösterecek bir kılavuzu vardır. Güçlükle de
olsa, er geç amacına erişcbilir. Hazırladığı eseri bastırabilir.
Ama üniversite dışmda kalanlar için bu yol kapalıdır. Bun-
lar, güçlükler ve yoksunluklar içinde kendilerini yetiştir­
mek zorundadırlar. Hele bilim ve sanat çevrelerinin kayıt­
sızlığı, koruyucu ortamın henüz yaratılmamış olması, yalıuz
yeni yetişen gençlerin değil, yetişkin bilim ve sanat adam-
lannın da en büyük çilesidir.
Yetişmiş bilim adamlannın da kendilerine göre dert-
leri ve üzüntüleri vardır: Bir bilim adamı, mesleğiylc ilgili
yeni çıkan bir eseri gözden geçirirken bir de görür ki, elindeki
kitabın yazarı, vaktiyle kendisinin o konudaki yeni' buluş­
larından geniş ölçüde yararlanmış, hatta kimi yerlerini,
330 Ac;lu SIRRI LEv:END

cümlclerin biçimini değiştirerek kitabına aktarmış, ama


kendisinin ve eserinin adını anınayı gerekli bulmamış.
Bu yüzden mahkemeye düşenler bile olmuştur. Ama bu
gibi sahtecilikleri her za'l?an ispatlamak kolay olmaz.
Sanatçının başına gelen dertlerden biri de, türlü neden-
lerle eserinin yasalara aykırı ya da "müstehcen" sayılması,
bundan ötürü malıkemeye düşmesidir. Bu yüzden hü-
küm giyerek hapsedilen, türlü cezalara çarptırılan yazarlar
çoktur.
Bilim adamlannın bir derdi de yardımcıdan yoksun
olmalandır. Üniversite profcsörleri, asistanlarından, hatta
yetenekli öğrencilerdeıı yararlanabilir. Gerçi bu yardımı
kötüye kullaııanlar, asistanlan kendi eserlerini hazırlamak­
ta çalıştıranlar görülmüştür. Ama asistanlanıı yetişmesini
sağlayacak ölçüde sınırlı bir yardım, her zaman haklı sa-
yılabilir.
Üniversite dışında kalaıı bilim adamı ise her türlü
yardımcıdan yoksundur. Oysa bilimsel çalışmalarda öyle
küçük ayrıntılar vardır ki, bilim adamının bunlanıı hepsine
yetişecek vakti yoktur. Örneğin, bir yazmanın kitaphl:-
larda numarasını denetiemek ya da bir yazmanın her-
. hangi bir sayfasındaki bir cümleyi karşılaştırmak küçük ve
kolay bir iştir. Ama bu küçük iş, bilim adamının yarım
gününü alır.
Yetişmiş, toplumca değer kazanmış bilim ve sanat ada-
mı da- her zaman maddi alanda olmasa hile- manevi alan-
da değerlendirilmeye muhtaçtır. Yakın zamanlara gelinceye
dek bilim ve sanat alanında tanınmış ustalar, hatta yeni
yetişen gençler, salt geçiınlerini sağlayabilmeleri için geli-
şigüzel görevlere atanırlar ya da mebuslukla kayırılırlardı.
Şüphesiz bu devir geçmiştir. Şimdi kimse böyle bir şey
düşünmez. Ancak bugün de, eserlerinin devletçe bastırıl­
ması, kendi hastırdığı eserlerin kitaplıklara ve okullara
gönderilmek üzere satın alınması, ödüllerle değerlendiril-
DİL ÜSTÜNE 331

mesi, bankalar ve ilgili kurunılarca yardım görmesi, hemen


hatıra gelebilen olanaklar arasındadır.
Bir bilim ve sanat adamı düşünün ki, 50 hatta 60 yıl
kalemini ya da fırçasını ustalıkla kullanmış, kendi mesleğin­
de yurduna hizmet etmiş, ciltlerle eserler bırakmıştır. Bi-
rer jülıile düzenlenerek birer küçük armağanla gönülleriııiıı
alınması, onlar için son bir mükafattır. Nitekiın vaktiyle
Hakkı Tarık Us böyle bir girişiınde buhınmuş, ama sonu
gelmemişti. Bugün Kültür Bakanlığının kurnlup, başına
meslekten yetişmiş değerli bir kültür adamının getirilmesi,
bilim ve sanat çevrelerinde umut ışığı yakmıştır. Devletin
bu konuda göstereceği ilgi, geniş yankılar yaparak Türk
kültürünün gelişmesine hizmet edecek, herhalde çok hayırlı
sonuçlar verecektir.

(Türk Dili, sayı 243, aralık 1971)


BİLGİ VE BİLİM

Bilgi, hiç kuşkusuz kişinin değerini artınr. Ancak


herkesin her şeyi bilmesi olanağı bulunmadığma göre,
insanın gerçekten bilmediğini içtenlikle söylemesi kadar
doğal bir şey olama>:. Bunuula birlikte "bilmiyorum" demek,
kendilerini küçük düşürecekmiş gibi birçoklarına güç gelir.
Bundan başka, çok kez bilginin aşaması da birbirine
karıştırılır. Rasgele kulağa çarpan bir haberi, bilgiç görünmek
hevesiyle, olayı kendi görmüş gibi anlatanlar vardır. Oysa
işitmekle görmek, bilmekle işiterek bilgi edinmek ayn
şeylerdir. Birinden ötekine geçmek için birçok durakları
aşmak gerekir.
Bilginin bu denli dalbudak saldığı, saygınlığı, her-
hangi bir biliıiı ve fen dalında elde edilecek u:z;manlıkla
kazanıldığı bir çağda, her konuda söz sahibi olmak kolay
mıdır? Yarım yamalak elde edilen bilgi ile söze kanşmak
gülünç olmaz ıııı? Bugün h üner, bildiğini iyi bilmek, bilme-
diğini de açıkça söylcmcktir. Bu hiç bir zaman ayıp sayılmaz.
Tersine, asıl erdem budur. Ayıp olan, bilmediğini bilmemek-
tir. Bilmiyorum derneği bir kusur sayan, başaramayacağı
işi üstüne alan kişi gibi, farkında olmayarak aşağılık duygusu
içindedir; kendisini tawmıyor demektir.
DİL ÜSTÜNE 333

Bilginin birçok aşaması vardır. İlki kulaktan dolmadır.


Dcdikodulara kulak vermek, gazete ve dergileri izlemekle
elde edilir. Temelli bir dayanağı yoktur. Şarlatanın başlıca
sermayesi olan bu bilgi, derinlere inmekten, aslını araştır­
maktan kaçındığı için yalm kattır.
Bunun bir basamak yükseği, okul öğrenimi ile elde
edilir. Ancak bu basamak-ta düzenli ve tüm bir öğrenim
gerekli değildir. Bir ortaöğrenim de yetebilir. Bunu elde et-
tikten gelişigüzel biraz kitap okumak, biraz da çalıştığı
çevrelerde görgü edinmek, beccrikli bir kişiye söze kanş­
mak yürekliliğini verir. Yan aydın dediğimiz kişini baş­
lıca sermayesi de işte budur.
Bunun da bir basamak yükseği, düzenli bir klasik
öğrenimle sağlanabilir." Edinilccek bir yiı da birkaç yabancı
dil, bu bilgiyi genişletip güçlendirir. Bu ka~an henüz bilim
değildir. Ama bilimin ve genel kültürün temelidir. Bilim bunun
üzerine kıırulur. Böyle bir öğrenim, sahibini yüksek katiara
ulaştırabilir. Ama uzman yapmaz. Gerçi bulunduğu görcv-
lerde beliı·li bir dalın üzerinde çalışmak, onun birçok deney-
ler edinınesine yardım etmiş, okuduğu kitaplar da, yeni
bilgiler kazanmasını sağlamıştır. Ama bu kadarı bilimsel
alanda bir uzmanlık sayılmaz. Kişiyi ancak aydın yapar
ki, bu da uygarlık aleminde önemli bir aşamadır.
Bilginin son basamağı bilimdir. Bu da yükseköğre­
nimden sonra belirli bir u:ımanlık dalını seçerek, bu dalla
ilgili konular üzerinde sürekli çalışmalarda bulunmak, çe-
tin ve yorucu araştırmalara girişmekle elde edilir.
Bilgi ilc bilim arasındaki aynm, asıl niccliktedeğil
niteliktedir. Bilimin başlıca kaynağı üniversitelerdir. Fa-
kültelerde kariyeri izleyerek, bilimdc en yüksek aşamaya
erişilebilir. Ama herkes üniversite çevresinde kalamaz.
Hayat koşullan kişiyi üniversiteden uzak bırakabilir. Ama
bu, bilim adamı olmağa engel değildir. Kişi, herhangi bilim
dalında çalışmak isteyince, araştırma ve incelemelerde bu-
334 • SIRRI LEVEND
AGAH

lunmak olanağıı:u her zaman elde edebilir. Kitaplıklar en


zengin bilim çevreleridir. Bir kez yöntem elde edildikten
sonra, okuyarak, çalışarak, araştırarak her zaman bu ama-
ca varılahilir.
Buna karşılık, üniversitelerde profesörlük aşamasına
eriştikten sonra sürekli çalışmaları bırakan, kitaplıkların
yolunu unutanlar da eksik değildir. Sürekli ve titiz çalış­
mak, bilime gönülden bağlanmanın ilk koşuludur. Çalışılan
hili~ dalı üzerinde yazılanlan dikkatle okumak, yeni buluş-
. lan ızlcyerek belge toplamak; dosyalar ve fişler hazırla­
mak bu çalışmalarda esastır.
Eskiden bilimin kaynağı medreselerdi. Bilgin olmak
için oraya girip yıllarca dirsek çürütmek gerekirdi. Bura-
dan çıkaulara "ulema-yı rüsum" denilirdi. Sonradan "En-
derun" kurulunca, burası da adam ye~tircn ikinci bir
çevre oldu. Ama her iki çevreye de uzak kaldı bı halde kendi
kendini yetiştirenler çok görülmüştür. Bu gi'biler, evlerde
babalarından ya da özel hocalardan Arapçayı ve Farsçayı
öğrenerek önhilgiler edindikten sonra cami derslerine ka-
tılırlar, müdenisleri dinleyerek, kitapları okuyarak yeti-
şirlerdi.
Tanzimat devrinin ünlü kişilerinden Namık Kemal
Ziya Paşa, Ali Suavi, Ahmet Mithat, Muall:im Naci he~
kendi kendilerini yetiştirerek sivrilm.işlerdir. Belki bun-
lar bilgin olmaıı:uşlardır. Ama olanlan da çok görülmüştür.
Bilgiulikle bilgiçlik arasında büyük ayrım vardır.
Bilgiç, bilgin görünmek demektir ki, doktorla yalancı
doktor (mutatahhib) gibidir. Gerçek bilgin, hiç bir vakit
hilgiç görünmek hevesine kapılmaz. Buna ihtiyaç da yok-
tur.
. Bir noktaya daha işaret etmek yerinde olur. Bilgin
ile aydın ayrı sıfatiardır. Her aydın bilain olmadığı gibi
her bilginin de aydın olması gerekmez. Bir mühendis, bi;
doktor, bir mimar, bir avukat, kendi mesleğinde uzman
DiL ÜSTÜNE 335

olabilir. Bu niteliği ile mesleğindc bilgin sayılarak başarı


da sağlayabilir. Ama tutumu ve davraı:uşı "kültürlü adam"
sıfatıı:u taşınıağa hıık kazanıı:uş olmaz. Öyleleri vardır ki
kendi mesleğinde okur, yeni buluşları dikkatle izler; ama
ne bir roman okur, ne de bir tiyatroya gittiği görülür. Şi­
irle uğraşmayı çoçukluk sayar. Sanatçıyı küçümser. Fen
ve teknik dışında herhangi bir konu üzerinde çalışmayı
gereksiz bulur. Böyle bir kişi kendi meslcğinde ne denli
usta olursa olsun, elbet gerçek anlamıyle aydın sayılmaz .
Oysa gerçek aydın tatil zamanları da olsa, saatlarını değer­
lendirmenin yolunu bulur.
Geriye bir nokta daha kalıyor. Bilgi kavraıı:u ilc öğret­
menlik mesleği arasında çok yakın ilgi vardır. Acaba buna
bakarak her öğretmeni bilgin sayabilir miyiz? Ne yazık
ki buna da olumlu bir cevap vermek kolay değildir. Öyle
öğretmen olur ki hem bilgi hakııı:undan derin ve köklü,
hem de karakter hakımından sağlamdır; "bilim adamı"
sıfatına hıık kazaı:ur. Yine öyleleri vardır ki bilgi dağarcığı
yufkadır. Ama gençleri yetiştirip çevresini uyarınada kendi
payına düşeni yapabiliyorsa, büt\in meslekler arasında öğ­
retmenliği seçip kendini buna bağladığı için yine eli öpüle-
cek kişidir.
Dütün bu söylediklerimiz bilgi ile bilimi helirt~ek ve
aradaki ayrııı:u göstermek içindir. Yoksa bu, kişinin bilgin
olınakla olgun insan sayılacağıı:u söylemek değildir. Eskiden
"ilmiyle amil olmak" deyimi vardı. Bu deyim, "bildiğini
hazmetmek, bildiklerini önce kendisi uygulamak" anlaniına
gelirdi. "İlıniyle amil" olaulara da olmayanlara da lıer za-
man rastlanahilir. Olanlar, eskilerin, tasavvuf anlamı dışın­
da "insan-ı kamil" dedikleri tüm olgun kişilerdir.

(Türk Dili, sayı 245, şub at 1972)


DEVRİMLER VE ÖNDERLER

Kurduklan felsefe eisteınleriylc düşünce alemine ışık


tutan filozoflar, yeni buluşlarıyle insanlığa hizmet eden
bilginler, kaleınieri ve fu:çalarıyle büyük akımlar yaratan
sanatçılar dünya tarihinde çoktur. Hepsi de, içinde bulun-
duklan çaj;rın koşullanna göre, kendi çaplannda yaratıcı
ve uyancı hizmetleriyle insanlık uğruna ömürlerini bağlamış­
lardır. Yeni devirler açan, inaıulmaz devriınler meydana
getiren dahiler de vardır. Bunların arasında, karanlıkta
kalmış uluslanna ışık tutarak kurtuluş yollarını açanlar, dav-
ranışlanyle toplumun alınyazısını değiştircnler, zulüm al-
tında ezilen başka uluslara da örnek olanlar görülmüştür.
Buular, ilk aularda çok sıkıntı çekmiş olsalar da, sonunda
kazandıklan başanyle uluslarının baştacı olmuşlar, dünya-
mn da hayranlığını kazanınışlardır.
Bunun tam tersine, sözleri ve davr~nışlanyle toplutnun
geleneksel inançlarını yıkınağa çalıştıkları için işkence altın­
da can verenler, ortaya attıkları yeni düşünceler zararlı
görüldüğü içiıı yok edilenler, sapık sayılan sözleri ve tutum-
ları dolayısıyle halkın lanetine uğrayanlar da vardır. Acaba
buul~ hepsi de yanlış yolda nuydı?
M. O. 400. yılda, serbest düşünceleri ve bu düşünceleric
DİL ÜSTÜNE 337

gençleri yetiştirdiği için Atina'da zehir içmeğe mahkum


edilen Sokrat'ın suçu neydi?
X. yüzyılda tasavvuf inancının verdiği "cezbc" ile
"ene'l-Hak" demektc sakınca görmeyen, sonunda "fakih"-
lerin fetvasıyle Bağdat'ta parça parça edilen, başı kesilerek
vücudu yakılan Hallac-ı Mansur'un suçu var mıydı?
XV. yüzyılın başında, Huruf*ği yansıtan şiirleri
şeriata aykırı görüldüğü için Halep'te dcrisi yüzilierek
öldürülen Seyyit Nesiınİ hangi suçu işlemişti?
Bunlar gibi daha niceleri, sözleri ve davranışlanyle
topluma aykırı düştükleri için bu korkunç cezalara çarp·
tırılmışlardır.
Ortaya atılan her yeni düşünceyi topluma kabul et-
tirmek her zaman kolay olmaz. Yeni akımların tutunabil-
mcsi, doj;>Tu ya da yararlı olmalarına değil, dünyanın gidişi­
ne ve çevrenin eğilimine uygun düşmesine bağlıdır. Eğer
yeni akım, düşünce, sanat ya da moda alanında kalıyorsa,
çevrenin eğilimine uyduğu oranda çabuk tutunur; kısa
ya da uzun süre yaşar. Eğer toplumun gidişini değiştirecek,
inancını sarsacak nitelikte olursa, büyük direnmelerle
karşılanır. Hele rejim değişikliği söz konusu olunca, kanlı
ayaklanmalara bile yol açabilir.
Köklü devrimlerle, bu devriınierin getirdiği yeni sis-
teınierin tutunabilmesinde, ortam m elverişli olması kadar,
kişiliğin de büyük rolü vardır. Devrimi başanp yeni sis-
temi kuran, eğer çelik iradeli deği lse, kabaran selin taşkın­
lığında kaybolur, silinip gider. Çelik irade, en kanşık anlar-
da bile duruma egemen olur. Karşı çıkan engelleri birer bi-
rer ortadan kaldırarak yolunu açar. Elverişli olmayan orta·
ını bile hazırlar, devrimi yaratır. Bu başan onun güçlü
kişiliğini herkese tanıtır. Çevresine, yeni sisteme uyanlar
toplanır. Buulann hepsi aynı inançla davaya bağlı olmaya-
bilir. Ama hepsi de davayı elbirliğiyle yürütmeye, çevreyi
338 AG~H SIRRI LEVEND

genişlctmcyc, eskiyi yıkmaya, yeninin tutunup yerleşme-


sine çalışır. .
Yakın tarihimizde bunun birçok örneklerini bulabiliriz.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ordulanmız yenilip
cepheler çözülünce, düşman sürülerinin İzmir'e çıkması
üzerine Anadolu'da başlayan Kurtuluş Savaşı'm, iç ve dış
düşmanlarla çarpışarak, yoksuuluk içinde engellerle uğra­
şarak kazanan kimdir? Bu mucizeyi yaratan, haksızlığa
boyun eğmeyen yüce Türk ulusuyle onun yılınaz ve yenil-
mez ordulanmn, bu ordulann kahraman komutanlanyle
fedakar subay ve erlerinin ve hepsinin başında, büyük dahi
Başkomutamil çelikten iradesi değil midir?
Daha sonra, zararlı hale gelen padişahlıkla halifeliği
kaldıran, Cumhuriyeti ilan ederek yeni Türkiye devletini
kuran, Türk ulusunu ortaçağ hayatından kurtanp çağdaş
uygarlık düzeyine çıkaracak toplumsal devrimleri birer
atılışla gerçekleştiren hangi iradedir?
Sırasıyle kadın hakları, kıyafct, harf ve dil devrimleri
nasıl bir anda kanunlaştı? Cumhuriyet sözü Mutlakıyet
ve Meşrutiyet devirlerinde ağza alınabilir miydi? Kadımn
siyasal hayatta yer alması şöyle dursun, yalmz yüzündeki
peçcyi kaldırmasının dine aykırı olup olmadığı, ancak
Meşrutiyet devrinde "İsUm'da Tesettür" başlığı altında
gazetelerde tartışılabildi.
Fesi atıp şapkayı giyrnek atılganlığım kim göstere-
bilirdi? Mutlakiyetic Meşrutiyet devirlerinde buna kalkı­
şanlar, sorguya çekilmeden halk tarafından linç edilebilirdi.
Cumhuriyet devrinde bile, böyle bir davramşın uyandua-
bileceği tepkiden ürkenler çok oldu. Ancak Atatürk, Kas-
tamonu gezisinde başındaki şapkayı çıkararak: "Efendiler
buna şapka derler." dedikten sonradır ki yasalan bekleme-
den herkes şapka edinmeye koyuldu.
Okuyup yazmayı güçleştiren Arap harflerini bıraka­
rak Latin asıllı Türk harflerinin kabulü, Mutlakıyet ve
DiL ÜSTÜNE 339

Meşrutiyet devirlerinde gerçekleşebilir miydi? Cumhuriyet


devrinde bile, uzun tartışmalardan ve çetin direnmelerden
sonra, ancak Atatürk'ün Sarayburnu'ndaki söyleviyle
gerçeklcşebildi. Yeni harflerin 10 yıllık bir deneme devr~­
si geçirmesini salık verenler oldu. Ama Atatürk bu devrı­
min ancak bir atılışla başarabileceğine inanmıştı.
Dil devrimine gelince, bunun hayli uzun bir geçınişi
vardır. II. Abdülhaınit, siyasal nitelikte olmayan tar-
tışmalara göz yumardı. Yurt sorunlarına dokunmayan
yazarlar, basında dil ve edebiyat üzerine sık sık. tartışma:
!ara girişmekle kendilerini avuturlardı. Bu devırde, yem
edebiyat akımı da dilde sadeleşme davası da bu hoşgörü
'
içinde genişledi. Tanzimat'ın .
ilk yıllannda başlayan " dilde
sadeleşme" isteği Abdülhamit zamanında kızıştı. Yazariann
dilediği salt sadeleşıniş bir Türkçe idi. Dil, Yükletilmiş
olan ağır yüklerden kurtulmalı, halk okuduğunu anlamalıy­
dı. Böyle olduğu halde, dava bir karara bağlanmak şöyle
dursun, buna ön ayak olanlar çeşitli saldıralara uğra~.
Tüı·k diline giren yabancı kelimelerle tamlamalar alahıl-
diğine sürüp gitti. .
Meşrutiyet devrinde sadeleşme eğilimi oldukça genış-
lcdi. Ama yine bir ilkeye bağlanamadı. Her yazar diledi~i
gibi yazmakta, istediği kelimeleri hatta tamlamalan, kli-
şclcşmiştir diye kullanmakta kendini serbest sayıyordu.
Cumhuriyet devrirıdedir ki, devrimi izleyen "dil sefer-
berliği" ile dava ulusa mal edildi. Herkes yabancı kelime-
lere karşılık bulmakta birbiriyle yarışa girdi. Dil devrimi,
kıyafet devrimi gibi elbet yasa ile bir anda gerçekleşemezdi.
Bu işte zamanın payı büyüktü. Yazarlar, ortaya atılan
karşılıklııra alışacaklar, genç kuşaklar da bu akım altında
yctişeceklerdi. Böylece dil de kararını bulacaktı.
Öyle de oldu. Osmanlıea kırması Türkçeyi savunmak-
ta direncnlere karşı, davayı benimseyen, öz Türkçeyi us-
talıkla kullanan genç sanatçılar yetişti, edebiyat çevrele-
340 AG1R SlRRI LEVEND

ai kapladı. Bu mutlu sonuç, ilk adnnm zamanında ve yerin-


de atılmış olmasından, doğruyu gören ve davanın haklı
olduğuna inanan iradenin sağlamlığındadır.
Görülüyor ki, büyük davalarda ve köklü devrimlerde
başannıı;ı ilk koşulu, bayrağı açanın irade gücü, ikinci
koşulu da ortamın hazır olmasıdır. Yine görülmüştür ki,
ortam büsbütün hazır olmasa hile, çelik irade, halkın
sık sık nabzını y oklayarak, onun ihtiyaçlarını ve eğilim­
lerini yakından izleyerek yolu açar ve ortamı bulur.
1972 yılındayız. 1932'de başlayan dil devrimi üzerin-
den 40 yıl geçmiş bulunuyor. Bu mutlu yıldönümünü ey-
lülde kutlayacağız. Atatürk'ün Birinci Dil Kurultayı'ndan
2 yıl önce 2 eylül 1930'da Sadri Maksudi Arsal'ın hazırla­
dıı'l Tiirk Dili 1çin adlı eserine yazdığı şu satırlar bizim
için gerçek bir kılavuzdur:
1\lilli his ile dil arasmda ki bağ çok kuvvetlidir. Dilin
milli ve zengin olması ınilli hissin inkişafuıda başlıca mües-
sirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu
dil, şuurla işlensin.
tlıkesini, yüksek is tikliilini korumasını bilen Türk
ınilleti, dilini de yabancı diller boyıuıduruj;'lllldan kurtar-
malıdır.

(Tiirk Dili, sayı 247. nısan 1972)


İ Ç İ N D E KİLER

Sayfa
V
ÖNSOZ . . . . . . ... . . .........•......... .. .•.. .. •.•........
Dil SORUN LARI ÜSTÜNE
"Dile Müdahele" ve "Tabii Tekamül" .... . ..... .. ... · .. . · · · ..• 1
Uydurma Nedir! Uydurmacılık Neye Derler! . ............ · · · · s
Yabancı Kelimeler Salgını .................. . .. · · .. · · · · .. · · · · ·
10
Hangisini Kullanalım! ..................... .. .. · · · · · · · · · · · · · · 14
Gazete Dilindeki Gelişmelere Bir Bakış ... .... ... · · · .. · · · · · · · · 17
Baba Oğlu Neden Anlamaz! ........... . .. ... . .......... · ... .. 24
Dil Üzerine Türlü Sorunlar ...... . .. • .... ..... . . · · · · · · · · · · · · · 27
Türk Dil Kurumu'nu n Suçu ........ . . ... . ... . . .. · · . · · · · · · · • · · 32
öz Tür kçeyi Onlar d a Kullanıyor . .. . .. . .. . ... ... .. · . .... · .. · · 36
YeniLisan - Yeni Dil ........... .. . . ....... · .. .. · . · ...... · · · 40
Toplumu n Hizmetinde Dil ....... . . . .. . .. . .. . • . . • · . • · · · · · · · · · 46
Anadiline Sayg• .............. . ......... . . ..... ... . . · ·. · • · · · · so
Akademi Üzerine ........... •. .... •. . • . . . . · . · · · · · · · · · · · · · · · · ss
S9
Dilbilgisi Gereksiz midir! .............. .. · · · .... · · · · · · · · .. · ·
63
Öz Türkçe Nedir! .............. ..... · .. · · • · · • · · · · · · · · · · · · · ·
Türkçeyi Bozanlar ........... . .......... · · . .... · · · · · · · · · · · · 68
öz Türkçeyi Yadırgayanlar .............. · .. · · · · · · · · · · · · · · · 73
Türk Dilinin Başına Gelenler ..............• ·. · · · · · · · · · .. · · · · ·
78
ö z Türkçe - Osmanlıca Kırması Türkçe ... . ..... • · · • · · • · · · · · · · 85
Havas Dili - Avam Dili ............... . ..... ... · ·. · · · · · · · · · · 92
Türk Dil inde Her Kavramın Karşılığı Vardır . . . .. · · · · · · · · · · · · · · · 95
Dili mizi Zengi nleştl rmck Için ...... ... .... .. · . · · · · · · · · · · · · · · · ·
98
Türklüğü Ho r Gör enler ve Türk Dili ne ihanet Edenler .. · · · · . · · · 101
106
A nadilim izin Kaynağı .. . ..... . .. . . · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · • · · · ·
Osmanlıca M erakı nı n Gülünçlüğü . .... .. . · · · .. · .. · · · · · · · · • · · · ·
110
11 5
Türk Dili ve Genç Kuşaklar ......... · .. · · · · · · · • · · · · · · · · • · · · · ·
342 ACAB SDUU LEVEND

Sayfa
EDEBiYATÇILAR YE EDEBI ESERLER ÜSTÜNE
Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Yeni Yayımlanan Iki Romanı . . . . . . . . . 123
Türlü Yönleriyle Tevfik Flkret . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 140
Ali Şir Neva1 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 145
Refik Halit Karay ........... .. o • • • • • • • • o • • • • • • • o . . . . . . . . . . . . 155
Ziya Gökalp ve Türk Dili ... o • • • • • • • • • • • • • • • o • • • • • • • • • o • • • • • o 160
Ahmet H"'! m ................... o o • • o • • • • • o o • • o . . . . . . . . . . . . 172
Hüseyin Rahmi Gürpınar . o • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • o o . . . . . 176
Mehmet Emin Yurdakul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 183

SÖZLÜKLER - DERGI - SELLETEN ÜSTÜNE


Türk Dili Araştırmaları .... . ........... ..... . ... o • • • • • • • • • • • • 195
Türk Dili: 200 ............ o • • • • • • • • • • • • • • • • o • • • • • • • • • • • o • • • 199
Kutadgu Billg • • • • o • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 204
Söılüklerimiz • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • o • • • • • • • • • • 211
Türkiye Türkçesinin Tarihsel Sözlüğü . o •••••••••••••••• • o ••• 215
Türkçe - Farsça Sözlük . o • • • • • • • • • o • • • • • • • • • • • • • • • • • • o . o o • • • 223

KÜLTÜR - EDEBIYAT - BILIM ÜSTÜNE


Bilim ve Devrim ..................................... o..... 229
Kültür Hayatımııda Bilim AhiSkı ....... ........... . ... o • • o.. • • 234
Kendi Devirlerinin Havası Içinde Y"'ayanlar .... o..... . ..... o.... 238
Türk Kültürüne Hizmet Edenler ..... .. . ....... o • • o • • o • • o . • • • 242
Sanatsever, Sanotçı ve Eleştirmen .... o • • • • • • • • • • • • • o • • o • • o • • • • 2.46
Kaç Kişi Kaldı1 ....... .. . ........ .. o •••••••••• o. • • • • • • • • • • • • 249
Zevk, Sanat ve Moda .... o ••• o • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 252
Türk Kültürünün GeliJmesinde Derneklerin ve Kurumların Rolü o 257
Halk ve Tasavvufi Halk Edebiyatı . ...................... o. • • • 266
Bilirnde ve Sanatta Soylulu k . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 288
Eski Eserlerlml•den Hangilcrini Gençlere Tanıtablllrlı 1 . . . . . . . . . 293
.
Inkarcılar ... ............ ............. ............ . .. . oo. .. . 297
Edebiyatımııda DU nden Bugüne . ........ . ... • ..... o . o • • o . . • • • 301
Türk Edebiyatında Fıkra .............. . ....... o • • o • • o • • o . . . . . 305
Ulusal Kültürümüzde Bunalım ...... ........... o • • o • • • • o • • • • • 309
Türk Edebiyatı Tarihi Nasıl Huırlanabilir! ...... o........ o..... 314
Bilim ve Sanat Adamının Çilesi ................ o. . . . . . . . . . . . . . 326
Bilgi ve Bilim . o • • • o • • • • • • • • • • • • • • • o • • • • • • • • • • • • • • • • • • • o . . . . . 332
Devrimler ve Önderler . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. . . ............... 336

You might also like