Platform Fi̇lm İncelemesi̇

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 61

PLATFORM FİLM İNCELEMESİ

- Temalardan biri aslında ekonomi bilimini özetleyen iki ifade:


Kıt, sınırlı kaynaklar ve sınırsız ihtiyaçlar (aslında arzular ve
talepler).
- Kaynakların gözle görülür şekilde sınırlı olduğ u bir kapalı
mekandaki insan davranışları nasıl olurdu? Aslında ekonomi
biliminin temeli!

- Alt katmandakiler ise üst katmana gidecekleri günü hayal


ederken ve üst katmandakileri suçlarken oraya geldiklerinde
kendileri de aynı şeyleri yapmaktan geri kalmıyor. Ve bunu da
normalleştirmek için alt katmandaki geçirdikleri günleri ve
çileleri öne sürüyorlar.

- Mahkumlar, dünyaya düşen insan oğ lu, rütbe vs nin ise bu


dünyada edinilmeye çalışılan mal, mülk, makam, rütbe, her
türlü edinim vs.
- Katlar ise insanlar arasındaki sınıflar, ülkeler, toplumsal
katmanlar, her ay kat değişimi insanın hayat yolculuğ undaki
belirsizlikle hayat şartlarındaki değ işimler.
- Platformdaki yiyecekler ise Tanrı’nın insanoğ luna
gönderdiğ i nimetler.
- Filmin sonuna doğ ru yukarı yiyecek geri göndermekten
bahsediyor. Bu da bence Tanrılara sunulan kurbanlar. Ancak
sonunda olduğ u üzere, kurban, gönderilmek yerine umutun
yaşatılması için kullanılıyor.
- The Platform, Parasite gibi sınıf ayrımı ve sosyal eşitsizlik ile ilgili derdini incelikle anlatan bir
film değil. Bunun yerine söylemek istediklerini daha açık seçik bir şekilde anlatmayı tercih ediyor.
Bazen bu durum filmin aleyhine işliyor. Ancak bu durum filmde ilk bakışta gözden kaçabilecek
bazı detaylar olmadığı anlamına gelmiyor. Dini göndermelerden, politik eleştirilere filmde yer alan
bu detayları, filmle ilgili dikkat çekici teorileri aşağıda bulabilirsiniz.

Filmdeki cezaevinde, medeni, başkalarına yardım etmek isteyen bir karakter olarak Goreng ve
daha karanlık, açgözlü bir karakter olan Trimagasi var. Trimagasi, hayatta kalmak için ihtiyaç
duyarsa yamyamlık dahi yapabilecek bir karakter.
Yönetmen Gaztelu-Urrutia'ya göre "Aslında içimizde iki karakterden de özellikler var, kendi
iç mücadelemizde kimin kazanacağına kendimiz karar vermeliyiz." "İlk bakışta Goreng'de
olmak istediğimiz kişiyi görüyoruz. Sonra Trimagasi'ya baktığımızda ise, aslında kim
olduğumuzu görüyoruz" diyor yönetmen.

Yönetmen, filmin son hali için birkaç farklı senaryo çektiklerini söylüyor. Örneğin, sosyal
medyada dolaşan fotoğraflardan birinde küçük kız cezaevinin dışında, platforma konan
yemeklerin hazırlandığı mutfakta görülüyor. Ama filmde bu sahneler yok. Son halinde küçük
kız platformla yukarı çıkarken görülüyor.

Yönetmen filmin sonu için "İzleyicilerin, filmin ortaya attığı sorular hakkında, kendi iç
dünyalarında bir tartışmaya girmelerini sağlamanın daha önemli olduğunu düşündük" diyor.

-
- 1- Don Kişot ve Teoloji:
- Filmin açılış sekansında önce restoranı görüyoruz; keman
çalanlar, gayet özenle hazırlanmış ve hazırlanmaya devam
edilen yemekler, müthiş bir ciddiyet ve işini oldukça disipline
yapıyor gibi duran bir beyefendi. Bu çalışmaları gösterdikten
sonra ekran kararıyor ve “Üç tür insan vardır: Yukarıdakiler,
aşağ ıdakiler ve düşenler” sözünden sonra zoom-in yapılmış ve
açılan bir göz görüyoruz. Bu sinemada “izleyici olayları bu
gözün sahibinden görecek/onun hikayesini dinleyecek”
demenin çok şık tekniklerinden biridir. Yani film bu sahneyle
başladığ ına göre, film ana karakter Goreng’in perspektifinden
anlatılacak bir hikaye.
- Hemen başlarda öğ rendiğ imiz üzere herkesin içeri bir şey alma
hakkı varken Goreng bir Don Kişot kitabı alıyor. Don Kişot
genel kültürde de bilindiğ i üzere Bal Porsuğ u gibi bir roman
karakteri: Cesur, korkusuz ve insan/tüketici gözüne eğ lenceli
gelen biri. Mal sahiplerine değ irmenlere karşı arkadaşı Sancho
ile savaşmasına ek olarak bu filmin aslında bel kemiğ ini
oluşturan bir detay Don Kişot’un bu olayları okuduğ u
kitaplardaki şövalyelerden esinlenerek kafasında kurması; yani
Don Kişot kitaplarda okuduğ u hikayeleri yine kitaplardaki
şövalyeler gibi yaşayan bir karakter. Ayrıca, roman da filmde
olduğ u gibi ana karakterin tanıştığ ı yeni karakterler ışığ ında
farklı yollara giden bir roman. Bunu filmle bağ daştırdığ ımızda
resim gayet net bir şekilde ortaya çıkıyor: Goreng yaşamak
istediğ i hikayenin peşinden gitmek üzere Delik’e giriyor.
- Don Kişot’a ek olarak filmde bir de teolojik bir yandan
Hristiyanlık anlatısı dahil olmaya başlıyor. Goreng de tip olarak
zaten İsa’ya benziyor, film ilerledikçe saç baş dağ ıldıkça daha
da benzemeye başlıyor hatta. Don Kişot ve İsa düşününce
alakasız 2 karakter gibi dursa da aslında ikisi de dünyadaki
sorunlar için, insanlık için kendini feda eden karakterler.
Buradaki olay bence şu: Bu filmde Goreng’in Don Kişotvari
hikayesini dinliyoruz ancak Goreng’in yaptığ ı şey Don Kişot’un
yaptığ ından da ötede (kitap ortaçağ civarı güç ilişkilerinin
ötesine geçmiyor haliyle), daha insanlığ ın varoluşuyla ve daha
da uzun yıllardır var olagelmiş bazı problemlerle savaşıyor (7
Ölümcül Günah, sonraki paragrafta anlatacağ ım). Ancak
Hristiyanlık veya genel din öğ retilerinin aksine, bu savaş kişisel
bazda insanın kendi iradesiyle değ il; Don Kişot’un yaptığ ı gibi
üretim araçlarının elinde tutanlara karşı gerçekleşiyor. Bu da
filmin sahip olduğ u ve analizin de ikinci temasını oluşturan sol
perspektif kısmına eklemleniyor.
-
- 2- Sol Perspektif:
- Önceki paragrafta bahsettiğ im Hristiyanlık anlatısındaki 7
Ölümcül Günah’ı tekrar hatırlayalım: Şehvet, Gurur, Öfke,
Tembellik, Kıskançlık, Oburluk ve Açgözlülük. Ne kadar dinler
bunu bence aşırı mıymıy bir şekilde böyle kişinin varoluşuyla
ilişkilendirip, “nefsine hakim olmak” gibisinden aşırı bireyci
anlatsa da (Zaten günümüz ekonomik sistemine ne kadar
entegre olabildiğ ini Mindfulness gibi yeni new-age tırıvırılarına
bakarak görebilirsiniz), filmin bence bize anlattığ ı bu kadar
temel problemlerin de çözümünün politik olduğ u. Filmin açılış
sekansından devam edersek, Goreng uyandıktan sonra
karşısında Trimagasi’yi görüyor ve ana soruyu alıyor: “Ne
yiyeceğ iz?”. Bu soru da yine bence film için çok temel, ve
incelemesi de 7 Ölümcül Günah etrafında bu film analizi içinde
benim gördüğ üm 2 ana dala ayrılıyor: 1-Sol söylemin
yürüttüğ ü, insanın hayatta kalması açısından olan yemek ve
bunun olmasına engel olan politika düzlemi de oluşturan
günahlar. 2-Psikanalize kayan, dürtü olarak ele alınabilecek ve
7 Ölümcül Günah’ın aslında hepsini kapsayan bir konsept
olarak yemek. Bunlara girmeden önce Delik’i biraz
açıklayacağ ım.
- Delik, ilk paragrafta da bahsettiğ im gibi sol perspektif soslu
Kafkaesk bir yapı, tam Kafkaesk olsa labirent olurdu insan
kendini bulmak için onun içinde kaybolurdu; ancak bu dikey
olan ve tek yönlü işleyebilen bir yapı olduğ u için buram buram
sol kokuyor, labirent kadar çok fazla kaybolma şansın yok
çünkü sınırların ve yapabileceklerin belli. Ek olarak
varoluşçuluktaki bireysel kaybolma yerine Delik’te
deterministik ve rijit bir yapı içinde insanlar varolmaya
çalışıyor, yani içinde bulunduğ umuz düzeni daha realist bir
şekilde aktarıyor. Hepsinin ayrı bir hikayesi var ve hepsinin bu
yapı içinde varolmak için kendince çözümleri var (yanlarına
aldıkları şeyler bunun bir göstergesi). Kimi öldürebileceğ i bir
araç alırken (Trimagasi), kimi sevdiğ ini (yönetici kadın), kimi
ip alarak bu 7 Ölümcül Günah’ın olduğ u yapıda (yani dünyada)
varolmaya çalışıyor.
-

- Delik’te insanlar her ay başka katta uyanıyor (ki 333 kat, 666
insan olması vs. de dini öğ retiyi, şeytanın numarası, kötülük
öğ retilerini destekliyor), bu başka katta uyanma işi sınıfsallığ ın
doğ uştan ve tesadüfen geldiğ ini, herkesin her yerde
olabileceğ ini anlatan, yine din soslu sınıfsallık tarafından gelen
bir detay. Yemek her gün tek yönde ilerlediğ i için, ve sol
perspektifin dünyasında da yemek yukarıda üretilip eş olarak
paylaştırılmak yerine artıklar şeklinde aşağ ıya indiğ i için, o
kattaki insanların da yukarıya çıkma şansı olmadığ ı için,
yukarıdan gelene kanaat etmek zorundalar. Bu çok
derinlemesine anlatılır tabii ancak girmeyeceğ im; yemek sonuç
olarak bu perspektifte hem bir hayatta kalma (zaten Türkçe’de
de fiziksel olarak hayatta kalmak için kazanılması gereken
minimum para ekmek parası; bunun emek kısmına da
ekmeğ ini kazanmak denir) hem de eşit olmayan dünya
düzenini göstermek için kullanılan bir öge. Yemek yoksa yaşam
yok, dünya düzeni böyle işliyor.
- Bunu düzeltmek isteyen Don Kişotumuz Goreng, Sancho’sunu
bulduktan sonra en aşağ ı kadar inerek olan yemeğ i eşit (Adil
değ il eşit, bu ayrım çok önemli. Zira adalet de politik bir
kavramdır, adilin ne olduğ u bağ lamdan bağ lama değ işir, eğ ilip
bükülebildiğ i için liberal bir kavramdır. Eşit ise ölçülebilen bir
şey olduğ u için eşittir, sol bir kavramdır) dağ ıtır. En altta da
aktris olan Miharu’nun kızını buluyor. Ne yalan söyleyeyim ben
yemek yollama, kız asıl mesajımız kısmını biraz tırt buldum, o
kadar gümbür gümbür anlatmışken, en yukarı çıkıp başka bir
kahramanlık yapılmasını da beklerdim. Biraz yumuşak kalmış
“masumiyet simgesi olarak günahlara bulaşmamış kızı
yönetime yollamak”. Ama bu da daha dini tarafa ve “değ erlere”
hitap edilmek istendiğ i için olduğ unu düşünüyorum. Daha sol
bi yönetmen tarafından daha çatır çatır çekilebilirdi bence bu
film.
-

- 3- Psikanaliz-7 Ölümcül Günah


- İlk 2 kısım filmde daha öne çıkan kısımlardı, ancak filmi
izledikten sonra havada kalan bir kısım var: Yönetici sınıf
neden restoran üstünden anlatılıyor? Yani yemekle
anlatılmasının başka bir sebebi de olabilir mi? Ben
olabileceğ ini düşünüyorum. Burada devreye Psikanalizi ve
Marx’ı birleştiren Frankfurt Okulu devreye giriyor. Frankfurt
Okulu’nun genel mantığ ı yönetici sınıf kontrolünün ekonomik
düzenin içinde psikanalitik bir kontrol de sağ ladığ ı. Yani
ekonomik düzenin, ve bunu ayakta tutan/geliştiren araçların
insanın psikolojisinden başlayarak yeni bir insan yapısı
anlattığ ını savunur. Öncelikle psikanalizle nasıl
ilişkilendirdiğ imi anlatıp, daha sonra Frankfurt Okulu’na
geçeceğ im.
- Sinemada yemek konsepti, özellikle psikanaliz ve onunla ilişkili
dürtü/driveları anlatmak için çok sık kullanılır: Bunun sebebi
yemeğ in bir oral zevk olması. Ve oral zevkin Freud açısından
psychosexual gelişimin bir aşaması olması, insanın dünyayı ilk
yerlerden biri(bebeğ in her şeyi ağ zına götürmesi, meme
emmesi gibi). Bu yüzden insanın ilk varoluşunda ve
gelişiminde temel bir dürtü oral dürtü. Sinemada da yemek
yemek, özellikle close-up sahnelerdeyse, haz almayı, kendini
tatmin etmeyi/veya kara mizah olarak, eleştiri olarak insanın
kendine hakim olamaması, dürtülerine yenik düşmesi gibi
konseptlerde kullanılır. Filmlerde çikolat reklamlarında falan
özellikle bu yemekle sevişme şeylerini çok görürsünüz, yemek
de “haz” yaratır çünkü. Bu yüzden de yemek ve oral zevk, cinsel
dürtüyle cinsel hazla çok geçişken kullanılır (yani close-up
edilmiş bir dudağ ın veya ağ ızın neden erotik geldiğ i bu
metodun artık oturmuş olduğ unu gösterir aslında) Bu tarz çok
film var, hem onlar için hem de psikanalitik anlamı şuradan
izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?
v=K29yRvzaz7I&t=10s .
-

- Bu neden erotik bir görüntüdür mesela? Düşünelim…


- Yemek dürtüsü, psikanalizde cinsel dürtüyle geçişken olarak
kullanılır derken çok güzel bir yemekle çok iyi bir cinsel tatmin,
eğ er yanılmıyorsam, benzer seviyede bir yükselme etkisi
yaratıyor (Ayrıca dediğ im gibi Freudian bir açıda ikisi de oral
drive). Bizim filmimizdeki temalar etrafında bakıldığ ında
yemek Şehvet, Gurur, Öfke, Tembellik, Kıskançlık, Oburluk ve
Açgözlülük günahlarının hepsiyle direkt olarak
ilişkilendirilebilecek hepsinin orta noktasında bulunan bir
sembol, yemek üstünden bunların hepsi anlatılabilir.
Hristiyanlık öğ retisinde de insanı “kötüye” sürükleyecek,
“yoldan çıkaracak” dürtüler. Bireyin nefsine hakim olarak
bunlara bulaşmayacak bir hayat sürmesi gerekir. Ancak bir
yandan da, psikanalizin de kabul ettiğ i üzere bireyin varoluşu
ve hareketi bu dürtüler üzerinden yürüdüğ ü için; filmde
Delik’in içinde verilen deterministik yapısal rijiditeye ek olarak
burada da fıtratsal bir çelişki öne çıkıyor. İnsanlar kendi
varoluş ve drivelarına hakim olmalılar ki bu günahlar
işlenmesin; ama yemek gibi bir şey söz konusu olduğ u zaman
inanılmaz bir haz da alıyorlar. Yani bununla beraber yemek
hem toplumsal olarak politik problemler yaratırken, bir yandan
da bireysel olarak işlenen bu günah dilemmasının vücut
bulmuş haline geliyor.
- Frankfurt Okulu açısından, Marx’ın ve solun gördüğ ü dünya
düzeninin devamı insanların psikanalitik drivelarının
kontrolüyle gerçekleştiğ i için bu düzen kendini devam ettiriyor.
Yani içinde bulunduğ umuz ekonomik ve politik düzen yalnızca
bireyi ekonomik olarak engellemiyor, aynı zamanda
psikolojisiyle de oynuyor. İnsan, mental olarak da şekilleniyor
bu düzenin içinde, ve bu şekillenme de filmde olduğ u gibi
üstten alta doğ ru gerçekleşiyor. Örneğ in yönetici sınıfın
yaptıklarına baktığ ımız zaman: Reklamların kuruluş mantığ ı
bir şeyi istettirmek (7 günahtan açgözlülük) — bunun için de
the Century of Self’i izleyebilirsiniz derin derin
anlatıyor-; dominant politik söylem öfke kontrolü yaratıp,
Faşizm’de gördüğ ümüz gibi bu öfke bir yere yönlendirilebilir
mesela; bununla ortaya çıkan şehvet (lidere tapma)
açgözlülük/oburluk (dominant sınıfın asla durmaması), ülkenle
bayrağ ınla gurur duyma gibi gibi çoğ altılabilir örnekler; hepsi
yönetici sınıfla, ekonomik düzeniyle (yani kapitalizme) entegre
aslında. Yönetim sınıfı, altlardaki sınıfların bu isteğ ine kadar
kontrol edebiliyor ve yönlendirebiliyor. Dolayısıyla ekonomik
düzenle psikanaliz hem birbirine entegre, hem de birbirini
yeniden şekillendiren, daha da güçlendiren bir diyalektik ilişki
içine giriyor.

-
- Yemek de bahsettiğ im gibi bu tüm şeylerin ortasına oturan, ve
yemek üstünden bunların hepsi anlatılabileceğ i için; filmdeki
yönetim sınıfının bir restoran olması, yemekler yoluyla alt
sınıflardaki insanların bu dürtülerini kontrol ettiğ ini
söyleyebiliriz. Bu çizilen sınırlar ve kurulan düen içinde
işleniyor 7 günahın hepsi. İnsanlar yemek için birbirini
öldürüyor, insan yiyor, birinin üstüne tuvaletini yapmaya
gidene kadar insan dışı konumlara düşebiliyor. Bunun da
sebebi özünde yemek (çünkü yemek sol perspektifte
açıkladığ ım için hayatta kalmanın yolu, bir yandan da dürtü
kontrolü). Yönetimin kurduğ u yapı sınırları belirliyor, ve bu
yemek metoduyla da onları kontrol ettiğ ini söyleyebiliriz. Yani,
bu 7 ölümcül günah aslında varoluşsal bir problem, ancak
bunun sebebi de yeniden üretimini sağ layan da yine içinde
bulunduğ umuz düzen. Bence filmin ana okuması bu, bireysel,
psikolojik hatta fıtratsal (hem toplumsal hem bireysel
varoluşta) sorunların çözümü politik olarak aktif olmaktan
geçiyor.
The Platform Filmindeki En Dikkat Çekici 10 Detay

Filme adını veren Delik – El hoyo adlı yapının tam olarak ne olduğu açıkça belirtilmiyor. Ancak hikâyenin
merkezinde yer alan Goreng karakterinin buraya diploma alma umuduyla gönüllü olarak gelmesi, buranın
bir hapishaneden ziyade bir deney tesisi olabileceğini gösteriyor. Goreng’in ilk hücre arkadaşı olan
Trimagasi gibi suçlular ise ya zorla bu tesise gönderiliyor, ya da cezalarının indirilmesi için buraya gelmeyi
seçiyor.

Bu tesisin gerçek amacının ne olduğu da açıkça belirtilmiyor. Yıllarca yönetim için çalışan, ancak sonunda
kendi rızasıyla El hoyo’daki acımasız düzene mahkum olan Imoguiri, buranın amacının sosyal
dayanışmanın spontane bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak olduğuna inanıyor. Goreng ise belki de
sosyal dayanışmanın ortaya çıkması hâlinde onu nasıl bastıracaklarını öğrenmek için böyle bir yer
kurduklarını söylüyor. Hikâye ilerleyip El hoyo’nun sakladığı sırlar gün yüzüne çıktıkça, Goreng’in
teorisinin daha doğru olduğunu görüyoruz.

İlham Kaynakları

TH E PL A TFO RM FİL M İND EKİ EN


DİKKA T ÇEKİCİ 10 DE TA Y
ERHAN TAN25/03/2020
LİSTELERNETFLİXPOPÜLERSİNEMA HABERLERİ 10 YORUM

20 Mart’ta Netflix’te yayınlanan ve izleyiciler tarafından ilgiyle karşılanan The


Platform filmindeki en dikkat çekici 10 detay!
Dünya prömiyerini yaptığı 44. Toronto Film Festivali’nde beğeniyle karşılanan El hoyo –
The Platform, geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlandı. Toronto Film Festivali’nin Gece
Yarısı Çılgınlığı bölümünde Halkın Seçimi ödülüne layık görülen film, Netflix kullanıcıları
tarafından da ilgiyle karşılandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede en çok
izlenen filmler listesine üst sıralardan giren The Platform, kapitalizmin acımasızlığı ve gelir
dağılımındaki adaletsizlik gibi konularda yaptığı vurgularla izleyicileri etkilemeyi başardı.

David Desola ve Pedro Rivero’nun yazdığı, Galder Gaztelu-Urrutia‘nın yönettiği The


Platform, her katta iki kişinin kaldığı, bir tür dikey hapishanede geçiyor. Bu yapının ortasına
yerleştirilen platform, her gün yiyeceklerle dolu bir şekilde aşağı doğru iniyor ve her katta
sadece kısa bir süre duruyor. Katları her ay değiştirilen mahkumlardan üst katlara düşecek
kadar şansı olanları hunharca karınlarını doyururken, alt kattakiler onların artıklarıyla
yetiniyor. En alt kattakileri ise ölümcül bir açlık bekliyor.

The Platform, Parasite gibi sınıf ayrımı ve sosyal eşitsizlik ile ilgili derdini incelikle anlatan
bir film değil. Bunun yerine söylemek istediklerini daha açık seçik bir şekilde anlatmayı
tercih ediyor. Bazen bu durum filmin aleyhine işliyor. Ancak bu durum filmde ilk bakışta
gözden kaçabilecek bazı detaylar olmadığı anlamına gelmiyor. Dini göndermelerden, politik
eleştirilere filmde yer alan bu detayları, filmle ilgili dikkat çekici teorileri aşağıda
bulabilirsiniz.

***Yazının bundan sonraki bölümü The Platform ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler)
içerebilir.***

The Platform Filmindeki En Dikkat Çekici 10 Detay


El hoyo
Filme adını veren Delik – El hoyo adlı yapının tam olarak ne olduğu açıkça belirtilmiyor.
Ancak hikâyenin merkezinde yer alan Goreng karakterinin buraya diploma alma umuduyla
gönüllü olarak gelmesi, buranın bir hapishaneden ziyade bir deney tesisi olabileceğini
gösteriyor. Goreng’in ilk hücre arkadaşı olan Trimagasi gibi suçlular ise ya zorla bu tesise
gönderiliyor, ya da cezalarının indirilmesi için buraya gelmeyi seçiyor.

Bu tesisin gerçek amacının ne olduğu da açıkça belirtilmiyor. Yıllarca yönetim için çalışan,
ancak sonunda kendi rızasıyla El hoyo’daki acımasız düzene mahkum olan Imoguiri, buranın
amacının sosyal dayanışmanın spontane bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak olduğuna
inanıyor. Goreng ise belki de sosyal dayanışmanın ortaya çıkması hâlinde onu nasıl
bastıracaklarını öğrenmek için böyle bir yer kurduklarını söylüyor. Hikâye ilerleyip El
hoyo’nun sakladığı sırlar gün yüzüne çıktıkça, Goreng’in teorisinin daha doğru olduğunu
görüyoruz.

İlham Kaynakları

The Platform’u izlerken akla gelen ilk film 1990’ların kült filmlerinden Küp – Cube oluyor.
The Platform gibi ilgi çekici bir fikri düşük bir bütçeyle hayata geçiren Cube, öldürücü
tuzaklarla dolu bir labirentin içinde uyanan altı karakterin hikâyesini ekranlara taşıyor.
Verdiği bir röportajda Cube’ün filmin ilham kaynakları arasında yer aldığını belirten
yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia, filmi hazırlarken ilham aldığı diğer
yapımların Delicatessen, Blade Runner ve Next Floor olduğunu belirtiyor. Denis Villeneuve
imzalı bir kısa film olan Next Floor, The Platform’u sevenlerin kaçırmaması gereken bir film
olarak ön plana çıkıyor.
Bir Tiyatro Oyunu Olarak Ortaya Çıktı

TH E PL A TFO RM FİL M İND EKİ EN


DİKKA T ÇEKİCİ 10 DE TA Y
ERHAN TAN25/03/2020
LİSTELERNETFLİXPOPÜLERSİNEMA HABERLERİ 10 YORUM

20 Mart’ta Netflix’te yayınlanan ve izleyiciler tarafından ilgiyle karşılanan The


Platform filmindeki en dikkat çekici 10 detay!

Dünya prömiyerini yaptığı 44. Toronto Film Festivali’nde beğeniyle karşılanan El hoyo –
The Platform, geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlandı. Toronto Film Festivali’nin Gece
Yarısı Çılgınlığı bölümünde Halkın Seçimi ödülüne layık görülen film, Netflix kullanıcıları
tarafından da ilgiyle karşılandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede en çok
izlenen filmler listesine üst sıralardan giren The Platform, kapitalizmin acımasızlığı ve gelir
dağılımındaki adaletsizlik gibi konularda yaptığı vurgularla izleyicileri etkilemeyi başardı.

David Desola ve Pedro Rivero’nun yazdığı, Galder Gaztelu-Urrutia‘nın yönettiği The


Platform, her katta iki kişinin kaldığı, bir tür dikey hapishanede geçiyor. Bu yapının ortasına
yerleştirilen platform, her gün yiyeceklerle dolu bir şekilde aşağı doğru iniyor ve her katta
sadece kısa bir süre duruyor. Katları her ay değiştirilen mahkumlardan üst katlara düşecek
kadar şansı olanları hunharca karınlarını doyururken, alt kattakiler onların artıklarıyla
yetiniyor. En alt kattakileri ise ölümcül bir açlık bekliyor.

The Platform, Parasite gibi sınıf ayrımı ve sosyal eşitsizlik ile ilgili derdini incelikle anlatan
bir film değil. Bunun yerine söylemek istediklerini daha açık seçik bir şekilde anlatmayı
tercih ediyor. Bazen bu durum filmin aleyhine işliyor. Ancak bu durum filmde ilk bakışta
gözden kaçabilecek bazı detaylar olmadığı anlamına gelmiyor. Dini göndermelerden, politik
eleştirilere filmde yer alan bu detayları, filmle ilgili dikkat çekici teorileri aşağıda
bulabilirsiniz.

***Yazının bundan sonraki bölümü The Platform ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler)
içerebilir.***

The Platform Filmindeki En Dikkat Çekici 10 Detay


El hoyo

Filme adını veren Delik – El hoyo adlı yapının tam olarak ne olduğu açıkça belirtilmiyor.
Ancak hikâyenin merkezinde yer alan Goreng karakterinin buraya diploma alma umuduyla
gönüllü olarak gelmesi, buranın bir hapishaneden ziyade bir deney tesisi olabileceğini
gösteriyor. Goreng’in ilk hücre arkadaşı olan Trimagasi gibi suçlular ise ya zorla bu tesise
gönderiliyor, ya da cezalarının indirilmesi için buraya gelmeyi seçiyor.

Bu tesisin gerçek amacının ne olduğu da açıkça belirtilmiyor. Yıllarca yönetim için çalışan,
ancak sonunda kendi rızasıyla El hoyo’daki acımasız düzene mahkum olan Imoguiri, buranın
amacının sosyal dayanışmanın spontane bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak olduğuna
inanıyor. Goreng ise belki de sosyal dayanışmanın ortaya çıkması hâlinde onu nasıl
bastıracaklarını öğrenmek için böyle bir yer kurduklarını söylüyor. Hikâye ilerleyip El
hoyo’nun sakladığı sırlar gün yüzüne çıktıkça, Goreng’in teorisinin daha doğru olduğunu
görüyoruz.
İlham Kaynakları

The Platform’u izlerken akla gelen ilk film 1990’ların kült filmlerinden Küp – Cube oluyor.
The Platform gibi ilgi çekici bir fikri düşük bir bütçeyle hayata geçiren Cube, öldürücü
tuzaklarla dolu bir labirentin içinde uyanan altı karakterin hikâyesini ekranlara taşıyor.
Verdiği bir röportajda Cube’ün filmin ilham kaynakları arasında yer aldığını belirten
yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia, filmi hazırlarken ilham aldığı diğer
yapımların Delicatessen, Blade Runner ve Next Floor olduğunu belirtiyor. Denis Villeneuve
imzalı bir kısa film olan Next Floor, The Platform’u sevenlerin kaçırmaması gereken bir film
olarak ön plana çıkıyor.
Bir Tiyatro Oyunu Olarak Ortaya Çıktı

Bu filmin düşük bütçeyle hayata geçirilmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri El hoyo ile
ilgili pek çok şeyin gösterilmek yerine karakterler arasındaki diyaloglar ile izleyiciye
aktarılmasıydı. Bu hâliyle film, özellikle de ilk bölümlerinde bir tiyatro oyununu andırıyor.
Bu durum kesinlikle tesadüfi değil. Zira El hoyo ilk olarak bir tiyatro oyunu olarak ortaya
çıkıyor. David Desola, El hoyo’yu ilk olarak bir tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı için,
kurduğu dünyayı anlatırken diyaloglara bel bağlıyor. Desola’nın kaleme aldığı hikâye bir
filme dönüştürülünce bu durum filmin düşük bir bütçeyle çekilmesine olanak sağlıyor.

Aslında Desola’nın kaleme aldığı tiyatro oyunu, Goreng’in sistemi değiştirmek için platforma
binip aşağı katlara yemek götürmeye karar vermesiyle bitiyor. Goreng ve Baharat’ın
platformla aşağı inmeleri ile başlayan kısım film hazırlanırken hikâyeye ekleniyor.
Mesih ve Şeytan Göndermeleri

TH E PL A TFO RM FİL M İND EKİ EN


DİKKA T ÇEKİCİ 10 DE TA Y
ERHAN TAN25/03/2020
LİSTELERNETFLİXPOPÜLERSİNEMA HABERLERİ 10 YORUM

20 Mart’ta Netflix’te yayınlanan ve izleyiciler tarafından ilgiyle karşılanan The


Platform filmindeki en dikkat çekici 10 detay!

Dünya prömiyerini yaptığı 44. Toronto Film Festivali’nde beğeniyle karşılanan El hoyo –
The Platform, geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlandı. Toronto Film Festivali’nin Gece
Yarısı Çılgınlığı bölümünde Halkın Seçimi ödülüne layık görülen film, Netflix kullanıcıları
tarafından da ilgiyle karşılandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede en çok
izlenen filmler listesine üst sıralardan giren The Platform, kapitalizmin acımasızlığı ve gelir
dağılımındaki adaletsizlik gibi konularda yaptığı vurgularla izleyicileri etkilemeyi başardı.

David Desola ve Pedro Rivero’nun yazdığı, Galder Gaztelu-Urrutia‘nın yönettiği The


Platform, her katta iki kişinin kaldığı, bir tür dikey hapishanede geçiyor. Bu yapının ortasına
yerleştirilen platform, her gün yiyeceklerle dolu bir şekilde aşağı doğru iniyor ve her katta
sadece kısa bir süre duruyor. Katları her ay değiştirilen mahkumlardan üst katlara düşecek
kadar şansı olanları hunharca karınlarını doyururken, alt kattakiler onların artıklarıyla
yetiniyor. En alt kattakileri ise ölümcül bir açlık bekliyor.

The Platform, Parasite gibi sınıf ayrımı ve sosyal eşitsizlik ile ilgili derdini incelikle anlatan
bir film değil. Bunun yerine söylemek istediklerini daha açık seçik bir şekilde anlatmayı
tercih ediyor. Bazen bu durum filmin aleyhine işliyor. Ancak bu durum filmde ilk bakışta
gözden kaçabilecek bazı detaylar olmadığı anlamına gelmiyor. Dini göndermelerden, politik
eleştirilere filmde yer alan bu detayları, filmle ilgili dikkat çekici teorileri aşağıda
bulabilirsiniz.

***Yazının bundan sonraki bölümü The Platform ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler)
içerebilir.***

The Platform Filmindeki En Dikkat Çekici 10 Detay


El hoyo

Filme adını veren Delik – El hoyo adlı yapının tam olarak ne olduğu açıkça belirtilmiyor.
Ancak hikâyenin merkezinde yer alan Goreng karakterinin buraya diploma alma umuduyla
gönüllü olarak gelmesi, buranın bir hapishaneden ziyade bir deney tesisi olabileceğini
gösteriyor. Goreng’in ilk hücre arkadaşı olan Trimagasi gibi suçlular ise ya zorla bu tesise
gönderiliyor, ya da cezalarının indirilmesi için buraya gelmeyi seçiyor.

Bu tesisin gerçek amacının ne olduğu da açıkça belirtilmiyor. Yıllarca yönetim için çalışan,
ancak sonunda kendi rızasıyla El hoyo’daki acımasız düzene mahkum olan Imoguiri, buranın
amacının sosyal dayanışmanın spontane bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak olduğuna
inanıyor. Goreng ise belki de sosyal dayanışmanın ortaya çıkması hâlinde onu nasıl
bastıracaklarını öğrenmek için böyle bir yer kurduklarını söylüyor. Hikâye ilerleyip El
hoyo’nun sakladığı sırlar gün yüzüne çıktıkça, Goreng’in teorisinin daha doğru olduğunu
görüyoruz.
İlham Kaynakları

The Platform’u izlerken akla gelen ilk film 1990’ların kült filmlerinden Küp – Cube oluyor.
The Platform gibi ilgi çekici bir fikri düşük bir bütçeyle hayata geçiren Cube, öldürücü
tuzaklarla dolu bir labirentin içinde uyanan altı karakterin hikâyesini ekranlara taşıyor.
Verdiği bir röportajda Cube’ün filmin ilham kaynakları arasında yer aldığını belirten
yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia, filmi hazırlarken ilham aldığı diğer
yapımların Delicatessen, Blade Runner ve Next Floor olduğunu belirtiyor. Denis Villeneuve
imzalı bir kısa film olan Next Floor, The Platform’u sevenlerin kaçırmaması gereken bir film
olarak ön plana çıkıyor.
Bir Tiyatro Oyunu Olarak Ortaya Çıktı

Bu filmin düşük bütçeyle hayata geçirilmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri El hoyo ile
ilgili pek çok şeyin gösterilmek yerine karakterler arasındaki diyaloglar ile izleyiciye
aktarılmasıydı. Bu hâliyle film, özellikle de ilk bölümlerinde bir tiyatro oyununu andırıyor.
Bu durum kesinlikle tesadüfi değil. Zira El hoyo ilk olarak bir tiyatro oyunu olarak ortaya
çıkıyor. David Desola, El hoyo’yu ilk olarak bir tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı için,
kurduğu dünyayı anlatırken diyaloglara bel bağlıyor. Desola’nın kaleme aldığı hikâye bir
filme dönüştürülünce bu durum filmin düşük bir bütçeyle çekilmesine olanak sağlıyor.

Aslında Desola’nın kaleme aldığı tiyatro oyunu, Goreng’in sistemi değiştirmek için platforma
binip aşağı katlara yemek götürmeye karar vermesiyle bitiyor. Goreng ve Baharat’ın
platformla aşağı inmeleri ile başlayan kısım film hazırlanırken hikâyeye ekleniyor.
Mesih ve Şeytan Göndermeleri

El hoyo’da 333 kat bulunuyor ve her katta iki kişi kalıyor. Toplamda 666 kişi. Platform her
katta 2 dakika kalıyor, tüm katları inmesi yaklaşık 666 dakika sürüyor. Hristiyanlıkla ilişkili
inanışlarda 666 genelde Şeytan veya Deccal gibi kötücül varlıklarla ilişkilendirildiği için
filmdeki bu detayların da kasıtlı olarak yerleştirildiği düşünülüyor. Goreng’in bir mesih figürü
olarak sunulması da bu teoriyi destekliyor. Hatta filmde bazı sahnelerde diğer karakterler
Goreng’e mesih yakıştırmasında bulunuyor, ya da “kendini mesih mi zannediyorsun” gibi
sitemler ediyor. Metaforlarını kurarken çok derine inme ihtiyacı duymayan film, burada da
aslında anlatmak istediği şeyi basitçe anlatıyor. El hoyo’yu yöneten şeytani düzen ve bu
düzene karşı bir başkaldırı ve dayanışma mesajı iletmeye çalışan mesih.
Don Quixote

Filmde Goreng ile arasında paralellik kurulan tek figür Mesih değil. Goreng, El hoyo’ya
gelirken yanında bir tek Don Kişot – Don Quixote kitabını getiriyor. Filmdeki pek çok şey
gibi bu da tesadüfi bir seçim değil. Goreng’in filmdeki yolculuğu, pek çok kişi tarafından
amaçsız, hatta çılgınca görülen mücadelesi Don Quixote ile önemli paralellikler taşıyor.
Goreng’in görünüş olarak da Don Quixote’yi andırması dikkat çekiyor. Film, Cervantes’in
klasiğinde olduğu gibi güç sahiplerini duyarsız ve düşüncesiz olarak gösterirken, Goreng ve
Baharat başkaları için mücadele veren, duyarlı karakterler olarak karşımıza çıkıyor.
Favori Yemekler

TH E PL A TFO RM FİL M İND EKİ EN


DİKKA T ÇEKİCİ 10 DE TA Y
ERHAN TAN25/03/2020
LİSTELERNETFLİXPOPÜLERSİNEMA HABERLERİ 10 YORUM

20 Mart’ta Netflix’te yayınlanan ve izleyiciler tarafından ilgiyle karşılanan The


Platform filmindeki en dikkat çekici 10 detay!

Dünya prömiyerini yaptığı 44. Toronto Film Festivali’nde beğeniyle karşılanan El hoyo –
The Platform, geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlandı. Toronto Film Festivali’nin Gece
Yarısı Çılgınlığı bölümünde Halkın Seçimi ödülüne layık görülen film, Netflix kullanıcıları
tarafından da ilgiyle karşılandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede en çok
izlenen filmler listesine üst sıralardan giren The Platform, kapitalizmin acımasızlığı ve gelir
dağılımındaki adaletsizlik gibi konularda yaptığı vurgularla izleyicileri etkilemeyi başardı.

David Desola ve Pedro Rivero’nun yazdığı, Galder Gaztelu-Urrutia‘nın yönettiği The


Platform, her katta iki kişinin kaldığı, bir tür dikey hapishanede geçiyor. Bu yapının ortasına
yerleştirilen platform, her gün yiyeceklerle dolu bir şekilde aşağı doğru iniyor ve her katta
sadece kısa bir süre duruyor. Katları her ay değiştirilen mahkumlardan üst katlara düşecek
kadar şansı olanları hunharca karınlarını doyururken, alt kattakiler onların artıklarıyla
yetiniyor. En alt kattakileri ise ölümcül bir açlık bekliyor.

The Platform, Parasite gibi sınıf ayrımı ve sosyal eşitsizlik ile ilgili derdini incelikle anlatan
bir film değil. Bunun yerine söylemek istediklerini daha açık seçik bir şekilde anlatmayı
tercih ediyor. Bazen bu durum filmin aleyhine işliyor. Ancak bu durum filmde ilk bakışta
gözden kaçabilecek bazı detaylar olmadığı anlamına gelmiyor. Dini göndermelerden, politik
eleştirilere filmde yer alan bu detayları, filmle ilgili dikkat çekici teorileri aşağıda
bulabilirsiniz.

***Yazının bundan sonraki bölümü The Platform ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler)
içerebilir.***

The Platform Filmindeki En Dikkat Çekici 10 Detay


El hoyo

Filme adını veren Delik – El hoyo adlı yapının tam olarak ne olduğu açıkça belirtilmiyor.
Ancak hikâyenin merkezinde yer alan Goreng karakterinin buraya diploma alma umuduyla
gönüllü olarak gelmesi, buranın bir hapishaneden ziyade bir deney tesisi olabileceğini
gösteriyor. Goreng’in ilk hücre arkadaşı olan Trimagasi gibi suçlular ise ya zorla bu tesise
gönderiliyor, ya da cezalarının indirilmesi için buraya gelmeyi seçiyor.

Bu tesisin gerçek amacının ne olduğu da açıkça belirtilmiyor. Yıllarca yönetim için çalışan,
ancak sonunda kendi rızasıyla El hoyo’daki acımasız düzene mahkum olan Imoguiri, buranın
amacının sosyal dayanışmanın spontane bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak olduğuna
inanıyor. Goreng ise belki de sosyal dayanışmanın ortaya çıkması hâlinde onu nasıl
bastıracaklarını öğrenmek için böyle bir yer kurduklarını söylüyor. Hikâye ilerleyip El
hoyo’nun sakladığı sırlar gün yüzüne çıktıkça, Goreng’in teorisinin daha doğru olduğunu
görüyoruz.
İlham Kaynakları

The Platform’u izlerken akla gelen ilk film 1990’ların kült filmlerinden Küp – Cube oluyor.
The Platform gibi ilgi çekici bir fikri düşük bir bütçeyle hayata geçiren Cube, öldürücü
tuzaklarla dolu bir labirentin içinde uyanan altı karakterin hikâyesini ekranlara taşıyor.
Verdiği bir röportajda Cube’ün filmin ilham kaynakları arasında yer aldığını belirten
yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia, filmi hazırlarken ilham aldığı diğer
yapımların Delicatessen, Blade Runner ve Next Floor olduğunu belirtiyor. Denis Villeneuve
imzalı bir kısa film olan Next Floor, The Platform’u sevenlerin kaçırmaması gereken bir film
olarak ön plana çıkıyor.
Bir Tiyatro Oyunu Olarak Ortaya Çıktı

Bu filmin düşük bütçeyle hayata geçirilmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri El hoyo ile
ilgili pek çok şeyin gösterilmek yerine karakterler arasındaki diyaloglar ile izleyiciye
aktarılmasıydı. Bu hâliyle film, özellikle de ilk bölümlerinde bir tiyatro oyununu andırıyor.
Bu durum kesinlikle tesadüfi değil. Zira El hoyo ilk olarak bir tiyatro oyunu olarak ortaya
çıkıyor. David Desola, El hoyo’yu ilk olarak bir tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı için,
kurduğu dünyayı anlatırken diyaloglara bel bağlıyor. Desola’nın kaleme aldığı hikâye bir
filme dönüştürülünce bu durum filmin düşük bir bütçeyle çekilmesine olanak sağlıyor.

Aslında Desola’nın kaleme aldığı tiyatro oyunu, Goreng’in sistemi değiştirmek için platforma
binip aşağı katlara yemek götürmeye karar vermesiyle bitiyor. Goreng ve Baharat’ın
platformla aşağı inmeleri ile başlayan kısım film hazırlanırken hikâyeye ekleniyor.
Mesih ve Şeytan Göndermeleri

El hoyo’da 333 kat bulunuyor ve her katta iki kişi kalıyor. Toplamda 666 kişi. Platform her
katta 2 dakika kalıyor, tüm katları inmesi yaklaşık 666 dakika sürüyor. Hristiyanlıkla ilişkili
inanışlarda 666 genelde Şeytan veya Deccal gibi kötücül varlıklarla ilişkilendirildiği için
filmdeki bu detayların da kasıtlı olarak yerleştirildiği düşünülüyor. Goreng’in bir mesih figürü
olarak sunulması da bu teoriyi destekliyor. Hatta filmde bazı sahnelerde diğer karakterler
Goreng’e mesih yakıştırmasında bulunuyor, ya da “kendini mesih mi zannediyorsun” gibi
sitemler ediyor. Metaforlarını kurarken çok derine inme ihtiyacı duymayan film, burada da
aslında anlatmak istediği şeyi basitçe anlatıyor. El hoyo’yu yöneten şeytani düzen ve bu
düzene karşı bir başkaldırı ve dayanışma mesajı iletmeye çalışan mesih.
Don Quixote

Filmde Goreng ile arasında paralellik kurulan tek figür Mesih değil. Goreng, El hoyo’ya
gelirken yanında bir tek Don Kişot – Don Quixote kitabını getiriyor. Filmdeki pek çok şey
gibi bu da tesadüfi bir seçim değil. Goreng’in filmdeki yolculuğu, pek çok kişi tarafından
amaçsız, hatta çılgınca görülen mücadelesi Don Quixote ile önemli paralellikler taşıyor.
Goreng’in görünüş olarak da Don Quixote’yi andırması dikkat çekiyor. Film, Cervantes’in
klasiğinde olduğu gibi güç sahiplerini duyarsız ve düşüncesiz olarak gösterirken, Goreng ve
Baharat başkaları için mücadele veren, duyarlı karakterler olarak karşımıza çıkıyor.
Favori Yemekler

Sonradan Goreng ile aynı katta kalacak olan Imoguiri, El hoyo’ya girişi sırasında
gerçekleştirdiği mülakatta Goreng’e favori yemeğinin hangisi olduğunu soruyor ve bu soruya
cevap alma konusunda ısrarcı oluyor. Favori yemeklere yapılan bu vurgu, platformda herkesin
en sevdiği yemekten olduğunu, herkes kendi sevdiği yemekten yeteri miktarda aldığı takdirde,
sadece herkesin doymayacağını, aynı zamanda herkesin sevdiği şeyi yiyerek günlerini
geçireceğini düşündürüyor. Bu durum filmde açıkça belirtilmiyor ve platformda pasta gibi
bazı şeylerden çok fazla miktarda olması bu teorinin gerçekliğini bir miktar sorgulatıyor.
Ancak filmin son bölümünde Goreng’in en sevdiği yemek olarak belirttiği salyangozu
platformda görmesi ve filmde buna zaman ayrılmış olması, bu teorinin gerçek olabileceğini
gösteriyor.
333. Kattaki Çocuk

TH E PL A TFO RM FİL M İND EKİ EN


DİKKA T ÇEKİCİ 10 DE TA Y
ERHAN TAN25/03/2020
L İ S T E L E R N E T F L İ X P O P Ü L E R S İ N E M A H A B E R L E R İ 1 0 YO R U M

20 Mart’ta Netflix’te yayınlanan ve izleyiciler tarafından ilgiyle karşılanan The Platform filmindeki
en dikkat çekici 10 detay!

Dünya prömiyerini yaptığı 44. Toronto Film Festivali’nde beğeniyle karşılanan El hoyo – The Platform,
geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlandı. Toronto Film Festivali’nin Gece Yarısı Çılgınlığı bölümünde
Halkın Seçimi ödülüne layık görülen film, Netflix kullanıcıları tarafından da ilgiyle karşılandı. Türkiye’nin
de aralarında bulunduğu pek çok ülkede en çok izlenen filmler listesine üst sıralardan giren The Platform,
kapitalizmin acımasızlığı ve gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi konularda yaptığı vurgularla izleyicileri
etkilemeyi başardı.

David Desola ve Pedro Rivero’nun yazdığı, Galder Gaztelu-Urrutia‘nın yönettiği The Platform, her katta
iki kişinin kaldığı, bir tür dikey hapishanede geçiyor. Bu yapının ortasına yerleştirilen platform, her gün
yiyeceklerle dolu bir şekilde aşağı doğru iniyor ve her katta sadece kısa bir süre duruyor. Katları her ay
değiştirilen mahkumlardan üst katlara düşecek kadar şansı olanları hunharca karınlarını doyururken, alt
kattakiler onların artıklarıyla yetiniyor. En alt kattakileri ise ölümcül bir açlık bekliyor.

The Platform, Parasite gibi sınıf ayrımı ve sosyal eşitsizlik ile ilgili derdini incelikle anlatan bir film değil.
Bunun yerine söylemek istediklerini daha açık seçik bir şekilde anlatmayı tercih ediyor. Bazen bu durum
filmin aleyhine işliyor. Ancak bu durum filmde ilk bakışta gözden kaçabilecek bazı detaylar olmadığı
anlamına gelmiyor. Dini göndermelerden, politik eleştirilere filmde yer alan bu detayları, filmle ilgili
dikkat çekici teorileri aşağıda bulabilirsiniz.
***Yazının bundan sonraki bölümü The Platform ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler) içerebilir.***

The Platform Filmindeki En Dikkat Çekici 10 Detay


El hoyo

Filme adını veren Delik – El hoyo adlı yapının tam olarak ne olduğu açıkça belirtilmiyor. Ancak hikâyenin
merkezinde yer alan Goreng karakterinin buraya diploma alma umuduyla gönüllü olarak gelmesi, buranın
bir hapishaneden ziyade bir deney tesisi olabileceğini gösteriyor. Goreng’in ilk hücre arkadaşı olan
Trimagasi gibi suçlular ise ya zorla bu tesise gönderiliyor, ya da cezalarının indirilmesi için buraya gelmeyi
seçiyor.

Bu tesisin gerçek amacının ne olduğu da açıkça belirtilmiyor. Yıllarca yönetim için çalışan, ancak sonunda
kendi rızasıyla El hoyo’daki acımasız düzene mahkum olan Imoguiri, buranın amacının sosyal
dayanışmanın spontane bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak olduğuna inanıyor. Goreng ise belki de
sosyal dayanışmanın ortaya çıkması hâlinde onu nasıl bastıracaklarını öğrenmek için böyle bir yer
kurduklarını söylüyor. Hikâye ilerleyip El hoyo’nun sakladığı sırlar gün yüzüne çıktıkça, Goreng’in
teorisinin daha doğru olduğunu görüyoruz.
İlham Kaynakları

The Platform’u izlerken akla gelen ilk film 1990’ların kült filmlerinden Küp – Cube oluyor. The Platform
gibi ilgi çekici bir fikri düşük bir bütçeyle hayata geçiren Cube, öldürücü tuzaklarla dolu bir labirentin
içinde uyanan altı karakterin hikâyesini ekranlara taşıyor. Verdiği bir röportajda Cube’ün filmin ilham
kaynakları arasında yer aldığını belirten yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia, filmi hazırlarken ilham aldığı
diğer yapımların Delicatessen, Blade Runner ve Next Floor olduğunu belirtiyor. Denis Villeneuve imzalı
bir kısa film olan Next Floor, The Platform’u sevenlerin kaçırmaması gereken bir film olarak ön plana
çıkıyor.
Bir Tiyatro Oyunu Olarak Ortaya Çıktı

Bu filmin düşük bütçeyle hayata geçirilmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri El hoyo ile ilgili pek
çok şeyin gösterilmek yerine karakterler arasındaki diyaloglar ile izleyiciye aktarılmasıydı. Bu hâliyle film,
özellikle de ilk bölümlerinde bir tiyatro oyununu andırıyor. Bu durum kesinlikle tesadüfi değil. Zira El
hoyo ilk olarak bir tiyatro oyunu olarak ortaya çıkıyor. David Desola, El hoyo’yu ilk olarak bir tiyatro
oyunu olarak kaleme aldığı için, kurduğu dünyayı anlatırken diyaloglara bel bağlıyor. Desola’nın kaleme
aldığı hikâye bir filme dönüştürülünce bu durum filmin düşük bir bütçeyle çekilmesine olanak sağlıyor.

Aslında Desola’nın kaleme aldığı tiyatro oyunu, Goreng’in sistemi değiştirmek için platforma binip aşağı
katlara yemek götürmeye karar vermesiyle bitiyor. Goreng ve Baharat’ın platformla aşağı inmeleri ile
başlayan kısım film hazırlanırken hikâyeye ekleniyor.
Mesih ve Şeytan Göndermeleri

El hoyo’da 333 kat bulunuyor ve her katta iki kişi kalıyor. Toplamda 666 kişi. Platform her katta 2 dakika
kalıyor, tüm katları inmesi yaklaşık 666 dakika sürüyor. Hristiyanlıkla ilişkili inanışlarda 666 genelde
Şeytan veya Deccal gibi kötücül varlıklarla ilişkilendirildiği için filmdeki bu detayların da kasıtlı olarak
yerleştirildiği düşünülüyor. Goreng’in bir mesih figürü olarak sunulması da bu teoriyi destekliyor. Hatta
filmde bazı sahnelerde diğer karakterler Goreng’e mesih yakıştırmasında bulunuyor, ya da “kendini mesih
mi zannediyorsun” gibi sitemler ediyor. Metaforlarını kurarken çok derine inme ihtiyacı duymayan film,
burada da aslında anlatmak istediği şeyi basitçe anlatıyor. El hoyo’yu yöneten şeytani düzen ve bu düzene
karşı bir başkaldırı ve dayanışma mesajı iletmeye çalışan mesih.
Don Quixote

Filmde Goreng ile arasında paralellik kurulan tek figür Mesih değil. Goreng, El hoyo’ya gelirken yanında
bir tek Don Kişot – Don Quixote kitabını getiriyor. Filmdeki pek çok şey gibi bu da tesadüfi bir seçim
değil. Goreng’in filmdeki yolculuğu, pek çok kişi tarafından amaçsız, hatta çılgınca görülen mücadelesi
Don Quixote ile önemli paralellikler taşıyor. Goreng’in görünüş olarak da Don Quixote’yi andırması dikkat
çekiyor. Film, Cervantes’in klasiğinde olduğu gibi güç sahiplerini duyarsız ve düşüncesiz olarak
gösterirken, Goreng ve Baharat başkaları için mücadele veren, duyarlı karakterler olarak karşımıza çıkıyor.
Favori Yemekler

Sonradan Goreng ile aynı katta kalacak olan Imoguiri, El hoyo’ya girişi sırasında gerçekleştirdiği mülakatta
Goreng’e favori yemeğinin hangisi olduğunu soruyor ve bu soruya cevap alma konusunda ısrarcı oluyor.
Favori yemeklere yapılan bu vurgu, platformda herkesin en sevdiği yemekten olduğunu, herkes kendi
sevdiği yemekten yeteri miktarda aldığı takdirde, sadece herkesin doymayacağını, aynı zamanda herkesin
sevdiği şeyi yiyerek günlerini geçireceğini düşündürüyor. Bu durum filmde açıkça belirtilmiyor ve
platformda pasta gibi bazı şeylerden çok fazla miktarda olması bu teorinin gerçekliğini bir miktar
sorgulatıyor. Ancak filmin son bölümünde Goreng’in en sevdiği yemek olarak belirttiği salyangozu
platformda görmesi ve filmde buna zaman ayrılmış olması, bu teorinin gerçek olabileceğini gösteriyor.
333. Kattaki Çocuk

Filmin sonunda cevapsız kalan en büyük gizemlerden biri Goreng ve Baharat’ın 333. katta karşılaştığı kızın
kim olduğu. Film boyunca Miharu’nun çocuğunu aradığına şahit olduğumuz için akla gelen ilk ihtimal de
bu oluyor. Ufak kızın da Miharu gibi Asyalı olması bu ihtimali daha da kuvvetlendiriyor. Ancak bu
noktada eskiden yönetim için çalışan Imoguiri’nin söyledikleri kafa karıştırıyor. Imoguiri’ye göre Miharu,
çocuğunu arayan bir kadın gibi davranan, ruh hastası bir oyuncu. Imoguiri, Goreng’e, Miharu’nun El
hoyo’ya yalnız geldiğini, ayrıca buraya 16 yaşından küçük kimsenin alınmadığını söylüyor. Aslında bu son
söylediği bu sorunun cevabını da içinde barındırıyor. Çünkü filmin sonunda görüyoruz ki aslında buraya 16
yaşından küçük bir kız da alınmış. Ayrıca Imoguiri El hoyo’da 200 kat olduğunu söylerken aslında 333 kat
olduğunu da görüyoruz. Tüm bunlar Imoguiri’nin söylediklerine güvenilmeyeceğini gösteriyor. Bunun
başlıca sebebi ise aslında Imoguiri’nin yıllarca çalıştığı El hoyo’da gerçekte olanlardan habersiz olması.

El hoyo çalışanlarının yönetim tarafından kandırılması, filmin sonunda Goreng ve Baharat’ın çocuğu
yukarı göndererek çalışanlara gösterme çabalarını da bir nebze olsun daha mantıklı bir zemine oturtuyor.

Ufak kızın bu zorlu şartlar altında kalıcı bir hasarı olmadan hayatta kalmış olması, Miharu’nun kızı olma
ihtimalini kuvvetlendiriyor. Zira her ay platformla aşağı inen Miharu’nun koruması olmadan ufak kızın
nasıl hayatta kaldığını açıklamak oldukça güç.
Bir Göçmen Olarak Miharu

Miharu’nun her ay kızını bulup onu korumak için mücadele veren cesur bir kadın mı yoksa ruh hastası bir
oyuncu mu olduğu sorusu bir yana, karakter filmin kurduğu metafor açısından da önemli bir rol üstleniyor.
Zira Asyalı bir göçmen olduğu aşikâr olan bu karakter, en üstten en alta her katta mücadele vermek
zorunda kalıyor. Goreng dışında kimse Miharu’nun başına ne geldiğini umursamıyor.

Yaptığı hiçbir şey için sorumluluk almayan, televizyonunu camdan atarak öldürdüğü göçmenin zaten orada
olmaması gerektiğini savunan Trimagasi’nin Miharu’ya özel bir nefretle yaklaşması da bundan
kaynaklanıyor. Ayrıca film boyunca Miharu ile diğer karakterler arasında hiçbir sözlü iletişimin
kurulmaması da karakterin derdini bile anlatmakta sorun yaşayan göçmenlerin bir temsili olduğunu
gösteriyor.

Filmin Sonu ve Kapitalizm Eleştirisi

Dini ve edebi göndermelerine rağmen The Platform’un asıl derdi kapitalizm ve gelir
dağılımındaki eşitsizlik. Alt kattakiler El hoyo’nun çarpık düzeninin farkında olsalar da
ellerinden bir şey gelmiyor. Üst katlara çıktıklarında ise geldikleri yeri unutup, elde
edebildikleri kadar fazla şey elde etmeye çalışıyorlar. Aslında herkese yetebilecek kadar
yiyecek varken sürekli birileri aç kalıyor, yemek için savaşıyor, birbirini öldürüyor. Günün
sonunda El hoyo’da üç tür insan yaşıyor: “Yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler.”

Goreng’in filmin sonunda en alt kattakilere yemek ulaştırma misyonunu bir kenara bırakıp,
sıfırıncı katta çalışanlara bir mesaj göndermeye karar vermesi de buradan çıkıyor. Goreng ve
Baharat alt katlara indikçe, durumun vahametinin farkında olan insanları ikna etmek daha
kolay bir hâl alıyor. Ancak sistemi değiştirme gücü olmayan bu insanları ikna etmek,
örgütlemek, tek başına yeterli olmuyor. Geriye çok daha zorlu bir görev kalıyor. En
üsttekilerin, yönetimdekilerin umursamasını sağlamak. Bu noktada devreye ufak kız giriyor.
Geleceğin ve masumiyetin sembolü olan bu ufak kızın, yönetimi ve ona hizmet edenleri
umursamaya zorlayacağı varsayılıyor. Bu varsayımın nasıl sonuç verdiği ise gösterilmiyor.
Belki de bunun nasıl sonuçlandığını görmek için etrafımızda olup bitenlere bakmamız yeterli
olduğu için.

Corona Virüsü Bağlantıları

Etrafımızda olup bitenler demişken, The Platform’un tüm dünyada korku yaratan Corona
virüsü salgını sırasında Netflix’te yayınlanmış olması, filmin ayrı bir anlam kazanmasını
sağlıyor. İnsanların eşit dağılımı sağlandığı takdirde büyük ölçüde yeterli olacak kaynaklar
için marketlerde, sokaklarda birbirleriyle dövüşmeleri, yapabildikleri kadar çok şeyi ellerine
geçirmek istemeleri, The Platform’un yayınlandığı dönemle oldukça ilginç bir bağ kurmasını
sağlıyor.

Analiz
Filmin analizi açısından en kritik öneme sahip noktaların başında filmin sonundaki yarım
bırakılış gelmekte ancak bu sahneye dek olup bitenlerin çeşitli kuramsal sistemler
açısından belli başlı değerlendirmelerinin yapılmasına öncelik verilmesi, son sahnede
yönetmenin neden bu yarım bırakmayı tercih ettiğinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Filmin analize tabi tutulacağı bu yazıda temel izlek, teorik açıdan benzer örüntüye sahip
sahnelerin bir arada değerlendirilmesi şeklinde olacaktır. Öncelikle sınıf ve sosyal
tabakalaşmaya dair kuramsal yaklaşımlar ışığında birtakım analizler yapılacak sonrasında
ise disiplin toplumu düşüncesi kapsamında yorumlar yapılacaktır.

1. Sosyal Tabakalaşma ve Sınıf Mefhumları


Bağlamındaki Çözümlemeler
Filmde ilk göze çarpan şey neredeyse birebir olarak kapitalist toplum düzeni içinde
şekillenen sosyal tabakalaşmanın ve sınıflaşmanın yansıtılmasıdır. “Üç tür insan vardır:
aşağıdakiler, yukarıdakiler ve düşenler.” şeklindeki giriş bunun ispatı niteliğindedir. İnsanların
kimisi gönüllü olarak bu yapıda kalmak için başvuruda bulunup mülakata alınırken kimisi de
(ör. Goreng’in ilk uyandığı kattaki kat arkadaşı Trimagasi rolündeki Zorion Eguileor gibi)
seçim yapmak durumunda kalarak bu yapıda kalmayı tercih etmiştir. Kapitalist dünya
düzeninin insanları tahakküm altına alan gündelik pratikleri ışığında bu yapı
değerlendirilecek olunursa bu yapı adeta bir hapishane, yapıda kalanlar ise
birer mahkûmdur.

Filmde hapishanenin her bir katında kalan 2 kişi esasında bir grubu oluşturmaktadır.
Filmdeki her katta ya da üst, orta ve alt şeklinde kategorize edilen katlarda barınanlar, 21.
yüzyılın toplumsal sınıflarına tekabül ediyor diye bir yorum da yapılabilir. Bu noktada
filmde temel olarak insanlar arasında günümüz dünyasında da net bir şekilde görülen
tabakalaşmaya özel bir vurgu yapıldığı aşikârdır. Aron’ın sınıf analizinin temel unsurlarını
oluşturan sosyolojik yaklaşımlardan nominalist ve realist yaklaşımların her ikisine de bu
filmde rastlamak mümkündür.[1] İlkin uzaktan bakıldığında hapishanede barınan mahkûmlar
nominalizmin öne sürdüğü şekilde adeta bir yığına işaret etmektedir. Sınıf kavramının
sosyal tabakaları kapsayıcı bir unsur olduğu yönündeki realist yaklaşımın izlerine ise,
hapishane katlarının alt, orta ve üst şeklinde kategorize edilmesi işaret etmektedir.

Karmaşık toplumsal ilişkiler bağlamında feodal sistemi sınıf analizine tabi tutan Huberman,
serflerin üstünde bulundukları topraklarla birlikte satıldıklarını yani üretim ilişkilerine bağlı
bir tabiiyet sonucu el değiştirdiklerini söylemektedir. [2] Her ne kadar The Platform’da
yansıtılan sosyal hiyerarşi ve tabakalaşmaya göre çok uzak kalsa da feodal sistemin sınıf
analizinin filmin analizi noktasında yazıya katkıda bulunabileceği söz konusu olmaktadır.
Feodal sistemde serflerin adeta birer mal gibi el değiştirmesi, üstünde bulundukları
topraklara bağlıyken yani serfler üstünde yaşadıkları ortamdan bağımsız olarak yer
değiştiremezken filmde, her ay bir çeşit gazla uyutularak katları değiştirilen mahkûmların
feodal sistemin bu kuralını yapıbozumuna uğrattığı şeklinde bir yorum yapılabilir.

Perelman feodal toplum yapısında toplumsal kategorilerin çok katı bir şekilde ayrıştığından
ve her sınıfın alnına yazılan kaderi yaşamak zorunda olduğundan bahsetmektedir. Aynı
zamanda hiçbir sınıfın bir diğeri olmadan zenginleşemediğini de ekler. [3] Imoguiri’nin
(Antonia San Juan) de belirttiği gibi, temelde bu yapısal sistemde insanlar ancak birlikte
hareket edebilirlerse zenginleşeceklerdir. Yani 0’ıncı katta hazırlanmış vaziyette platforma
konularak indirilmeye başlanan yemekler, her kattaki mahkûmlar ihtiyaçları oranında
alırlarsa en alt katlardaki mahkûmlara da yeterli sayıda ulaşacaktır.
Bu noktada Marx’ın sınıf teorisine film bağlamında atıfta bulunulacak olunursa temelde
Marksist sınıf kuramına dair düşünceleri özetleyen sahnelerin pek mevcut olmadığı açık bir
şekilde görülecektir. Yine de Goreng’in, Imoguiri’nin ve Baharat’ın (Emilio Buale)
platformda sunulan besin maddelerinin diğer katlarda kalan mahkûmlara da ulaşabilmesi
için verdikleri mücadele ile 0’ıncı kata iletilmek üzere hazırladıkları mesaj için verdikleri
mücadele Marksist sınıf teorisi açısından irdelenebilir. Zira kapitalist tüketim kültürüyle içli
dışlı bir şekilde, içinde yaşadığı dünyadaki haksızlıkları, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri
sorgulamaya tenezzül etmeden yaşayıp filmde üst katlardaki mahkûmlarla özdeşleştirilen
insanları harekete geçirmeye dönük güdü, tüm katlardaki mahkûmların ortaklaşa çabaları
sonucu sınıfsız bir toplum tasavvurunun gerçekleşme ihtimaline atıfta bulunmaktadır.

Marksist kuramda sınıf analizi temel olarak artı-değer sömürüsüne dayanmaktadır. Filmde
ne bir üretim ilişkisi ne de üretim ilişkilerinin şekillendirdiği toplumsal sınıflara rastlamak
mümkün değildir. Ancak metaforlarla sembolik olarak aktarımın yapıldığı göz önünde
bulundurulunca Marksist teorinin temel nosyonlarından olan artı-değer sömürüsü filmde
karşımıza, üst katlarda kalan mahkûmların alt katlarda kalanları düşünmeden hareket
ederek 0’ıncı kattan platform aracılığıyla gönderilen yemeklerden olabildiğince çok
yemeleri noktasında çıkmaktadır. Temelde bu mahkûmlar da herhangi bir üretim ilişkisi
ağına bağlı olarak bir artı-değer ortaya çıkarmamıştır ancak neo-liberal politik ekonomiye
dair Marksist teoriden yola çıkılarak yapılacak kapsamlı yorumlar, filmde tabakalar
arasındaki ilişki dinamiğinin bu sömürüyle bağlantılı olarak şekillendiğini gözler önüne
serecektir. Nihayetinde altta kalanlara nazaran üstte kalanların herkese yetecek sayıdaki
besin maddelerini artı-değer katarak ihtiyaçları fazlası oranında tüketmeleri, her katın altı
ve üstü ile ilişkisinden yola çıkılarak değerlendirilirse artı-değer sömürüsüne referans
verilebileceği aşikâr olmaktadır. Bu nokta filmde tam anlamıyla yansıtılamıyor zira katlarda
kalan mahkûmlar üretim tarafından yoksun vaziyette salt bir sözleşmeye bağlı olarak
katlarda barınmakta ve tüketim yapmaktadırlar.

Günlük hayatın sosyopolitik analizlerine bakıldığı zaman ise sözleşme dâhilinde


mevcudiyet kazanmış toplumsal birlikteliklerde her sınıf veya tabakanın belli bir üretim-
tüketim dizgesi dâhilinde oluştuğu görülmektedir. Filmde katlarda barınan ve üretim-
tüketim dizgesinde tek taraflı olarak salt tüketim noktasında konumlanan mahkûmların,
Saint Simon’un toplumsal yaşamdan ayıklanmaları gerektiğinden bahsettiği aylaklara
tekabül ettikleri ortaya çıkmaktadır. Bir farkla ki Saint Simon’un bahsettiği aylaklar temelde
üretim tekellerini elinde bulunduran ancak üretime herhangi somut bir katkısı bulunmayan
toprak ağalarına, feodal beylere karşılık gelmektedir. Cemil Meriç, Saint Simon’un bu
düşüncesini ”Siteyi üreticiler yönetmeli. Onların dışında meşru toplum yok. Parazitleri,
aylakları uzaklaştırmak gerek, bunlar düpedüz “hırsız” , bereket ihtilalden beri sayıları çok
azaldı, yakın bir gelecekte tek aylak kalmayacağını ümit edebiliriz.” şeklinde belirtmiştir. [4]

Filmde alegorik bir biçimde metaforlarla aktarılan kapitalist toplumsal yaşam biçimi,
üretim-tüketim dizgesinden yönetime değin devletin gerçekliğinin toplumun gerçek
yaşamında yer aldığına ilişkin Marksist düşünceyi olumlar nitelikte karşımıza çıkmaktadır.
[5]
 Yani filmde sembolik olarak izleyiciye sunulan ve temelde sınıfsal ayrışmalar bağlamında
şekillenen kapitalist dünya düzenini aktaran sahnelerde çok net bir biçimde gerçeklikle
özdeşim kurulabilmesi, Marksist düşüncedeki devletin ve toplumun gerçekliğinin
bütünselliği kavrayışını açıklığa kavuşturmaktadır. Kısacası devletin gerçekliği ve
yapılanmasıyla sivil toplumun yapısal gerçekliğini özdeş ve birlikte gelişen dinamik
oluşumlar olarak gören Marksist düşünce, filmde aktarılmak istenen sosyal sınıflar
alegorisini netleştirmektedir.
Frank Parkin’in sınıf analizi çalışmalarında Weber’e atfen kullandığı sosyal kapatma (social
closure)[6] esasen bu filmin ana çekirdeğini resmetmektedir. İnsanların dış dünyadan, hatta
alt ve üst katlarında kalanlardan soyutlanmaları ve mülksüzleştirilerek salt kendilerine
verilen ‘bir eşya seçme hakkı’ bağlamında tek bir şeye sahip olmaları buna işaret eder.
Böyle bir ortamda ise mülkün temelini oluşturan paranın işlerlik kazanamadığını açık bir
şekilde, katın birinde yanında getirmeyi seçtiği paralarını ortalığa amaçsızca savuran bir
adamın olduğu sahnede görmekteyiz. Bu noktada hapishanedeki mahkûmlar
mülksüzleştirilme bağlamında dışlayıcı kapatmayı (exclusionary closure)
[7]
 deneyimlemektedir.

Adam Smith’e göre, mülkiyet hakkı sınıf farklılaşmasının temelini oluşturmaktadır. [8] Ancak
filmde her katta barınan insanların mülakat aşamasında kabul edilince yanlarında birer eşya
getirmeleri hakkının onlara tanındığı görülmektedir. Temelde mahkûmların yapıya girerken
yanlarında getirmeye hak kazandıkları eşyalar onların yapıda kalacakları süre dâhilinde
mülkiyetlerini oluşturmaktadır. Yine de sahip olunan bu mülkler bağlamında, ayrı ayrı
katlarda kategorik olarak barınan mahkûmların bir sınıfsal ya da tabakasal ayrışmaya tabi
oldukları söylenemez. Yanında kitap taşıyan Goreng en aşağı katlardan en yukarı katlara
dek seyahat etmiştir. Benzer şekilde yanlarında kitap harici kesici, delici vb. aletler olan
mahkûmlar da bu yolculuğu yapmaktadır ve burada mülkiyete ya da mülkün niteliğine
bağlı bir seyahat ayrıcalığı veya farklılaşması görülmemektedir.

2. Gözetim Toplumu ve Disiplinci İktidar Modeli


Bağlamındaki Çözümlemeler
İnsanların en basit gündelik eylemleri geçmişten günümüze dek gözetime maruz kalırken
bu gözetim de bir denetleme ve disipline etme işlevi görmüştür. [9] Filmde platformda
sunulan yiyecekler katlar arasında ilerlerken bir kattan bir alt kata indiği süreçte eğer
mahkûmun elinde platformdan aldığı yiyecek varsa bir uyarı verilmekte ve ortam ısınmaya
ya da soğumaya başlamaktadır. Bu da hem en temel ihtiyaç maddelerinin dahi mülkiyete
dâhil edilememesini hem de tam anlamıyla gündelik gözetim ilişkisinin mahkûmların içinde
bulundukları sistemin yapısını teşkil eden temel unsurlardan birisi olduğu gerçeğini
aktarmaktadır. Kapitalist toplumsal düzenin başarılı bir şekilde aktarıldığı bu film, modern
gözetim mekanizmasının varlığının kapitalizm ile koşut bir şekilde ortaya çıktığı
hakikatini[10] de yansıtmaktadır. Kapitalist tüketim toplumunu ve bu toplumsal yapının
diğerlerini önemsemeyen vahşi yapısını gözler önüne seren filmde, bireylerin gönüllü
olarak içinde bulundukları bu sistemin hiyerarşisinde en tepede olan görünmez iktidar
tarafından gözetlenmeleri çarpıcıdır.

Orwellyen açıdan bakılınca, filmde esas olarak denetleme ve gözetleme mekanizmasını


yürüten kurucu işlevin uyarıları doğrultusunda mahkûmların davranışlarının bir noktada
kontrol edildiği görülmektedir. Adeta bir Büyük Birader çoğunlukla pasifize bir
biçimde yaşamaya bırakıp ölüme terk ederek[11] mahkûmları kendi gerçeklikleriyle, vahşi
güdüleriyle baş başa bırakmış durumdadır.

Foucault, Bantham’ın Panoptikon hapishane mimarisinden etkilenerek gözetim


toplumunun belkemiğini oluşturan iktidar mekanizmalarını yaptığı arkeolojik kazılarla açığa
çıkartmıştır. Foucault’ya göre, Panoptikon hapishane mimarisinin temsilinde vücut bulan
iktidar düzenekleri, geliştirdikleri göz tekniği ile bireyleri ve onların bedenlerini kontrol
altında tutup disipline etmektedir.[12] Filmde mahkûmların barındığı yapının, Foucault’nun
Bantham’ın Panoptikon hapishane mimarisinden esinlenerek oluşturduğu gözlem modeli
çözümlemesinin temsili biçimde olduğu görülmektedir. Burada katlar arasında geçiş
yaparak mahkûmlar üzerinde bir denetim aracı olarak işlev gören temel unsur, üzerinde
besin maddelerini barındıran platformdur. Bu noktada ise gözetlemenin, hayatı idame
ettirme noktasında en çok önem arz eden besin maddelerinin taşınması yoluyla
gerçekleştirilmesi temsil edilmektedir denilebilir. Bu temsilden anlaşılması gereken nokta
ise; toplumsal ilişki ağları içinde hayati bir zorunluluğa işaret eden beslenme ve barınma
gibi unsurların temin edilmesinin oluşturduğu emek ve işgücü pratiklerinin, iktidar
düzenekleri aracılığıyla insan yaşamının kontrol altına alınmasını öngören biyopolitik
denetim mekanizmasına bağlı kılındığıdır.

Modern dönemde iktidar mekanizmalarının insanları yönetebilmek için onlara ve


davranışlarına dair bilgi sahibi olma zorunlulukları[13] bilgi-iktidar ilişkisi bağlamında filmde
karşılaşılan bir diğer husustur. Burası da, en başta hapishaneye girmeden evvel potansiyel
mahkûmlara mülakat yapılması ve Panoptikon iktidar modelinin temel kurucu unsuru olan
platformda onlara sunulacak yiyeceklerin belirlenmesi için en sevdikleri yiyeceğin
sorulması kısımlarında karşılığını bulmaktadır. Hapishaneye girmeden önce mülakata tabi
tutulan potansiyel mahkûmlara sevdikleri yiyeceğin sunulması aynı zamanda kapitalist
toplumsal düzenin tüketici davranışları bağlamında oluşturduğu gözetim ve denetleme
mekanizmalarının işlerliğini[14] de gözler önüne sermektedir.

Modern dönemdeki iktidar merkezi bir konuma sahip olmayıp düzenekleri aracılığıyla
insanların bedenleri ve yaşamları üzerinde bir tahakküm kurmaktadır. Bu iktidar
mekanizmalarının baskı ve zorlamadan ziyade gönüllülük esası üzerine[15] inşa edildiği
Foucault’nun felsefesinin köşe taşı düşüncelerinden birisidir.[16] Film bazında bu noktalar
değerlendirmeye tabi tutulacak olunursa açıkça görülecektir ki Foucault’nun disipline edici
gözetleyen, denetleyen ve kontrol eden Panoptik iktidar temsili seyirciye net bir şekilde
alt metinler yoluyla aktarılmaktadır. Hapishaneye gönüllü olarak başvuran insanlar
arasında yapılan seçimler, insanların mülakat sırasında vermiş oldukları bilgiler
doğrultusunda hazırlanan yemekler ve hapishaneye seçilen mahkûmların katlarda yaşam
mücadelesi verirken -içinde bulundukları hapishanenin iktidarının salt belli noktalarda
uyarılarına maruz kalmalarıyla beraber daha çok- kendi yaşamları üzerinde söz söyleme
hakkını ellerinde bulundurmaları buna işaret etmektedir. Bazı insanlar bu hapishaneye bir
seçim dolayımında gelmiş olsalar da (Goreng’in ilk uyandığı kattaki kat arkadaşı Trimagasi
akıl hastanesiyle burası yani hapishane arasında tercih yapması istendiğinde burayı
seçtiğini söylemiştir) burayı seçmeleri görünürde bireysel bir tercih sonucudur.

Foucault’nun modern iktidara ilişkin kavrayışı; bu iktidar türünün disipline edici,


gözetleyen ve kontrol eden tahakkümcü yapısına atıfta bulunmanın yanı sıra mikro
düzeydeki davranış ve düşünüş biçimleri üzerinden kendini var ettiğini söylemektedir.
[17]
 Goreng’in hapishanede kaldığı süre içerisinde geçirdiği değişimler ışığında Foucault’nun
burada bahsi geçen görüşleri değerlendirilecek olunursa iktidarın mikro düzeydeki kendini
idame ettirme pratikleri netlik kazanacaktır. İlk başlarda her türlü sağkalım gerekliliklerine
rağmen platformda sunulan yemeklerden almayı reddeden, gerektiği durumda kat
arkadaşının etini yemeyi reddeden, alt ve üst katlarda kalan mahkûmlar arasındaki verili
hiyerarşiyi sorgulayarak üstel tahakkümü reddeden Goreng kendini bir süre sonra,
iktidarın ölüme terk etme sarmalından kurtulmak amacıyla yaşama çabası içinde
bulmaktadır.
Foucault’nun iktidar ve iktidar düzeneklerinden kast ettiği şeyin salt devletin kendisi
olmadığı bilinmektedir. Devlet, ona göre önemli bir kurumdur ancak iktidar ilişkilerinin
çözümlenmesi devletin var oluş sınırlarının çok daha ötesinde yer almaktadır. [18] Nitekim
neo-liberal dünya düzenine ışık tutan bu söylemler incelendiği zaman Foucault’nun siyasal
etik tartışmalarına yeni bir boyut getirerek piyasa etiği kavramına işaret etmekte olduğunu
anlayabiliriz. Zira Foucault düşüncesi, her türlü tahakküm ve hükmetme biçimini devletin
tekelinden alarak soyut bir düzlemde içten dışa gelişen iktidar mekanizmasına bağlı
kılmaktadır. Filmde aktarılan böylesine bir hapishanenin varlığının nasıl mümkün
olabileceği, ahlaki sınırlar ve siyasal etik ışığında tartışma konusu olmaktadır. Devlet
sınırlarını aşan karmaşık iktidar ilişkilerinin bir ürünü olan neo-liberal dünya düzeni ile bu
düzenin özgürlük ve serbesti pratikleri bağlamında oluşturduğu etik ilkeler ışığında bu film
değerlendirilirse Foucault’nun aktarmak istedikleri daha net anlaşılacaktır. Bu noktada ise,
insanların özgür iradeleriyle böyle bir yerde kalmaya ilişkin seçim yapmaya nasıl
güdülenebildikleri ve sağkalım sorunsalı temelinde insanların birbirlerini öldürmeye varan
edimleri uygulamak konusunda nasıl özgür bırakılabildikleri gibi sorular, Foucault’nun
devleti-aşkın iktidar ilişkilerine atıfta bulunan söylemleri ışığında cevaplanabilmektedir.

İktidarın ona sahip olamayanlar üzerinde bir baskı aracı olmadığını, aksine gönüllülük
esasına dayalı olarak iktidara sahip olamayanların bedenleri ve yaşamsal pratikleri
bağlamında idame ettirildiği Foucault felsefesini oluşturan temel düşüncelerden birisidir.
[19]
 Trimagasi’nin Goreng ile uyandıkları bir sonraki katta Goreng’i yatağa bağlaması ve bu
vaziyette uyanan Goreng ile olan konuşmaları neticesinde Trimagasi’nin sağkalım gayesiyle
Goreng’i bağlamış olduğu anlaşılmıştır.[20] Bu da hapishanede insan-dışı koşullarda
yaşamsal pratiklerini idame ettirmek zorunda kalan mahkûmların, iktidarın bedenleri ve
zihinleri üzerinde uyguladığı görünmez tahakkümü ve yönetimsel edimleri bizzat
deneyimledikleri gerçeğini açığa çıkartan bir sahnedir. Goreng’in Trimagasi’nin bu davranışı
karşısında; olacaklardan yönetimin ve sistemin değil Trimagasi’nin bizzat kendisinin
sorumlu olacağını belirtmesi, bireysel edimlere sirayet eden iktidar tahakkümünü deşifre
etmektedir. Bu noktada Trimagasi’nin kendisinin; özelde içinde bulunduğu hapishane
yönetiminin sistemini, genel anlamda ise bedeni ve zihni üzerinde tahakküm kuran iktidar
sarmalını devam ettirerek özgül olarak Goreng’in bedeni, düşünceleri ve yaşama hakkı
üzerinde somutlaşan bir iktidarı inşa ettiği görülmektedir.

Filmin sonuna doğru Foucault düşüncesinin alternatif muhalif pratikler ile direniş pratikleri
arasına çizdiği sınır kendini daha çok belli etmektedir. Foucault’ya göre, var olan iktidar
düzeneklerine alternatif önerilmesi yine aynı iktidarın çelişkilerini kendi içinde
barındıracaktır.[21] Bu nedenden ötürü muhalefet yerine direnişi ön plana çıkartmak
gerekmektedir.[22] Bu noktada; direniş ile alternatif muhalif pratikler arasında yaratılan
ayrımın, filmin sonunda mesajın 0’ıncı kata gönderilmesinin sonuçsuz bırakılması
konusunda bizlere fikir vereceğini düşünebiliriz. Filmde; Goreng ile Imoguiri ve Baharat’ın
hapishanedeki sağkalım mücadelesinde sistemi sorgulamak ve yıkıp yeniden inşa etmek
yerine alternatif bir sağkalım pratiğini devreye sokmaları[23], sistemin kendisine yönelik
sitemlerin değil sistem içinde daha insanca yaşama koşullarının nasıl yaratılabileceğine
yönelik bir çabanın yansımasından ibarettir.

Bununla birlikte; direniş ile devrim arasındaki boşluğa işaret eden Foucault düşüncesi,
filmin son sahnelerinin ele alınışı açısından son noktayı koyarken aynı zamanda yeni soru
işaretlerine de kapı aralamaktadır. Foucault bu konuda, “⁸ demektedir. Film bazında bu
düşünceler değerlendirilirse de açıkça görülecek olan özgül bazı noktalar mevcuttur. İlkin
Goreng ile Imoguiri sonrasında ise Goreng ile Baharat platformda sunulan besin
maddelerinin adil dağılımı konusunda mücadele vermişlerdir. Sonrasında da Goreng ile
Baharat, hapishane koşullarında sağkalımı her mahkûm açısından eşitleyecek taleplerini
0’ıncı kata iletmek amacıyla hapishanenin son katına kadar inerek mesajı platforma
yerleştirmişlerdir.

Ancak tüm bunlar olurken; ne Goreng ne Imoguiri ne de Baharat, hapishanenin oluşum


koşullarını ve yönetimden alt katlara dek ilerleyen hiyerarşiyi reddetmelerine rağmen tam
anlamıyla sorgulamaya açmamışlardır. Yani bir direnme pratiği olarak insanları adil dağılıma
teşvik etmişler ve hapishanenin en alt katına inip mesajı 0’ıncı kata iletmek üzere
platforma yerleştirmişlerdir. Bununla birlikte mevcut yapının varlığının sorunlu yanları ile
bu yapıya gönüllü olarak girmeleri, tam anlamıyla bir devrim düşüncesini idrak ederek
eyleme dökmeleri önünde engel teşkil etmiştir. Goreng’in idealize kahraman formunda
izleyiciye sunulması ise devrimci pratikleri harekete geçirecek bir iktidar ilişkisi içinde
insanları yönlendirmemesi noktasında eksik kalmaktadır. Bu da bir nevi, Foucault’nun
“iktidar ilişkilerine dokunmadan olduğu gibi bırakır” şeklindeki beyanının olumlandığını
göstermektedir.

Sonuç
The Platform, izleyici ile buluştuğu günden bu yana sembolik aktarımlarının gerçeklik payı
olması noktasında birçok sinema izleyicisinin ve eleştirmeninin dikkatlerini çekmiştir. Bu
yazıda; filmde temel olarak kapitalist tüketim toplumu, neo-liberal dünya düzeni, sosyal
tabakalaşma ve sosyal sınıfların yarattığı ayrımcılık ile ayrıcalıklar, gözetim toplumu ve son
olarak da disipline edici iktidar pratikleri bağlamında çeşitli irdelemelerin yapıldığı öne
sürülerek birtakım analizler yapılmıştır. Yapılan analizlerin birçoğu filmin metaforlar
üzerinden inşa ettiği sembolizmin geniş olmasının tanıdığı serbestlikten kaynağını alarak
ufuk açıcı yorumlamalara ve eleştirilere kapı aralayacaktır.

Teorik yorumlar ışığında yapılan değerlendirmeler ve günümüz dünyasında bizzat


deneyimlenen haksızlıklar, adaletsizlikler, aşırı tüketim ve hiyerarşinin neden olduğu
sorunlar da göz önünde bulundurulunca filmin sinema izleyicisine aktarmak istediği post-
modern eleştirilerin oldukça değerli olduğu görülmektedir. Diğer insanlarla mesafeli bir
şekilde hayata devam edilmesinin zorunlu olduğu şu dönemde; neo-liberal düzenin
ekonomi-politiğinin yanılsamaları, kapitalist tüketim dizgesinin sebep olduğu çözülüş ve
insanları tahakküm altına alarak yönetim pratiklerini devreye sokan iktidar ilişkilerinin iç
yüzü The Platform’da çok net bir şekilde anlatılarak eleştirilmektedir. Bu noktada ise
filmin, içinde bulunulan dönemde siyasi, ekonomik, sosyal ve bireysel olarak deneyimlenen
içe dönüş pratikleri kapsamında değerlendirilmesi ve dünyanın yüz yüze olduğu kötü
gidişata bir dur denilmesi oldukça önemlidir.

The Platform Filminin Konusu


Adından da anlaşıldığı gibi film bir platform içinde geçiyor. Dikey şekilde tasarlanan
platformun en dikkat çekici noktası ortasındaki boşluk. En iyi restaurantın en iyi aşçıları
tarafından hazırlanan "Ziyafet" olarak nitelendirebileceğimiz bir sofra yukarıdan aşağıya
doğru katları dolaşmaya başlıyor. 333 Kat bulunan bu platform aslında bir hapishane, 666
kişi buraya gönüllü olarak girebiliyor.

Filmin başında, başrol oyuncumuz Goreng ile tanışıyoruz. Goreng safiyane bir biçimde
zihnini dinlendirmek ve kendini bulmak için buraya gelmiş gibi gözüküyor ancak kendini bir
savaşın ortasında buluyor. İnsanların en savunmasız anlarında bile ırkçılık, aç gözlülük ve
bencillik dürtülerini bastıramadığını, bu dürtülerin açlık ve yaşama isteğiyle beslenerek
has kötülüğe dönüşmesini izliyoruz.

Filmin Verdiği Mesajlar ve


Metaforlar
Platform aslında kapitalist sistemin temsili olarak yansıtılmış. Eşitsizlik, aç gözlülük ve
yukarıda olanların sahip olduğu şans gözler önüne serilmiş durumda. Filmde bir dikkat çekici
nokta ise; Katlarda bulunan kişilerin sofradan kendilerine yemek ayırmaları yasak. Süre
boyunca yiyebilir ama yanlarına ayıramazlar. Ayırdıkları zaman Platform'un sıcaklık
seviyesi giderek artıyor ve kavurucu bir hale dönüşüyor. Bu da Cehennem kavramının tasvir
ediliş şekli. Yaptığın her aç gözlülük, bencillik sadece senin sonunu getirecek. Belki de en
büyük kötülük bunlardır, büyük suçlar değil. "Bencillik ve aç gözlülük seni kavuracak ve
doğrunun ne olduğunu acı bir şekilde öğretecek" mesajını taşıyor.
Goreng tüm bu eşitsizliği durdurmanın, adaleti sağlamanın bir yolunu arıyor. Tüm katlara
yemek eşit dağılırsa savaş durdulabilir diye düşünüyor. Ancak bu pek mümkün olmuyor. 

Kendi dünyamızda da böyle değil mi? Herkesin derdi kendine büyük, herkesin hayatına
kendine özel... Peki ya perspektifimizi başkaların hayatlarına çevirsek? Bakmak değil,
görmekten bahsetsek ve bunu yapsak? Kendi dünyamız için adaleti sağlamanın bir yolu budur
belki de.

Başrolümüz durumu fark ediyor ve bir çözüm arıyor. Sıfırıncı kata yani platformun sonuna
ulaşabilmeyi ve en altta kadar yemek indirmeyi amaçlıyor. 666 kişi arasında bunu başarabilir
mi? Hayır. Baştan beri Goreng'in yemekleri eşit dağıtma misyonu işe yaramıyor ve başka bir
çözüm arıyor.

Goreng en sonunda, tüm bu adaletsizliğin sorumlusu, eşitsizliğin kaynağını hedef alıyor;


yönetimi. Onlara bir mesaj verebilirse, eşitlik sağlanabilir. İnsanlar kaynaklardan yeterince
faydalanabilir, yaşama hakkı gasp edilmez ve eşitlik lüks değil bir hak haline
gelebilir. En alt katta platformda bulunması yasak olan nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen
bir kız çocuğu adaletin temsili haline getiriliyor. En masum, en savunmasız ve en acı
gerçekleri yaşayan bir çocuk... 

Bu distopik hapishaneyi izlerken; Bırakın mesajlar yüreğinize dokunsun, düşünceleriniz


doğruya ışık olsun, kendi hayatlarımız için bir adım atma sebebi haline gelsin. Ve bir tavsiye
olarak; yemekten hemen sonra bu filmi izlemek mide bulantısına yol açabilir.

Açılış sahnesinde neredeyse her ırktan insanın bir arada çalıştığı kalabalık bir aşçı
ordusunun telaşlı adımlarla arşınladığı, leziz yemek çeşitleriyle kaplı büyük bir
mutfak görüntüsü karşılıyor seyirciyi. Dehşetin en üst basamağında yükselen bu
şatafatlı ve vurdumduymaz telaş, delik olarak adlandırılan hapishanenin kuytu
köşelerinde yankılanan acı çığlıkları tüm varlığıyla bastırıyor ve titizlikle çalışan
aşçılar, ayakları altında yaşanan felaketi örtbas etmek istercesine adımlarını giderek
daha hızlı; daha mekanik şekilde atmaya başlıyorlar. Hazırlık en tepede tüm
görkemiyle devam ederken, gözlerimizi karanlık, oldukça sade ve basık dizaynı ile
klostrofobik dürtülerimizi harekete geçiren bir hapishane hücresine açıyor ve film
boyunca bizlere eşlik edecek olan kahramanımız Goreng’in (Ivan Massague) yaşlı
hücre arkadaşı Trimagasi’ye (Zorion Eguileor) yönelttiği soruyu duyuyoruz: “Ne
yiyeceğiz?”

Nasıl bir yere düştüğü konusunda hiçbir fikri olmayan yeni hücre arkadaşının
şaşkınlığını alaycı bakışlarla süzen Trimagasi, adeta yaşanacak olayların özeti
niteliğindeki cevabını vermekte gecikmiyor: “Belli ki yukarıdakilerin artıklarını…”
Goreng, kendisini tam karşısında duran yaşlı arkadaşıyla ayıran, hücrenin
merkezine açılmış kare şeklindeki büyük deliği fark ettiğinde, Trimagasi’nin alaycı
cevabı büyük bir anlam kazanmış oluyor; zira açılan boşluğun hem üst hem alt
tarafında birbirini takip eden sayısız nizami delik ve her delikte sessiz bakışlarla
volta atan mahkûmların dolaştığını görüyoruz. Bu noktada delik olarak adlandırılan
ve dikey öz yönetim merkezi şeklinde nitelendirilen distopik hapishanenin fiziksel
tasarımının taşıdığı toplumsal anlamı irdelemekte fayda var. İngiliz filozof Jeremy
Bentham’ın 1785 yılında tasarladığı ve temel yapılış amacının gözetlemek olarak
sunulduğu hapishane inşa modeli Panoptikon, birkaç kattan ve tek odalı
hücrelerden oluşan halka şeklindeki bir yapıdır. Bentham’ın “Bir üst aklın, gücü
elde etmesinin yeni bir modeli” şeklinde ifade ettiği Panoptikon, çok sayıda insanın
bir arada yaşamak durumunda olduğu topluluklarda çıkması muhtemel kargaşa ve
dağınıklığın önüne geçmek, bireylerin üst otorite tarafından daima
gözetlendiklerinin farkında olmaları sayesinde kendi otokontrol mekanizmalarını
sağlamaları amacıyla sunulmuş parlak bir projeydi.

The Platform’da tasarlanmış ve mimarisine uygun şekilde Delik adı verilmiş olan


bu modern hapishane de tıpkı Panoptikon gibi, merkezine “gözetim” kavramını
yerleştirerek, mahkûmların kendi hücrelerinde yaşadığı dehşet anlarına tüm
hapishanenin ihtişamlı ritüeller izliyormuşçasına tanıklık edebileceği bir toplumsal
röntgencilik ortamı yaratıyor. Ancak filmde Panoptikon idealine tamamen zıt
olarak, bireyler kendi otokontrollerini sağlamak ve kurulmuş düzenin sağlıklı
işleyişini temin etmek yerine kaosu ve itaatsizliği tercih ediyorlar.Zamanla
hapishanenin bütün hücrelerini saran kitlesel delilik hâli, her katmanı bir
öncekinden daha şiddetli vuran bir çöküş dalgasının başlangıç zilini çalmış oluyor.
Filmde hapishane sakinlerini (!) büyük bir yıkıma sürükleyen ve panoptikonun
sunduğu pembe tabloyu tersyüz eden deliğin çalışma mantığına yakından
baktığımızda taşların yerine oturduğunu görüyoruz. Zira yaşlı Trimagasi tarafından
verilen, hapishanedeki temel olayın “yemek yemek ve hayatta kalmak” olduğu
bilgisi, akıllara “yalnızca güçlü olanın hayatta kalmayı başardığı” vahşi kapitalizm
dinamiklerini getiriyor ve filmin başında söylenen “Üç tür insan
vardır: Yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler.” cümlesi kapitalizmin temelinde
yatan sınıf kavramının altını kalın çizgilerle çizmiş oluyor. Ancak hayatta kalmayı
başaran güçlü (!) mahkûmların her otuz günün sonunda yeni aya, yeni bir katta
gözlerini açtıkları gerçeği alt ve üst sınıf kavramlarını ironik bir şekilde ortadan
kaldırarak, istisnasız her mahkûmu çaresizliği ve açlığı iliklerine kadar hisseden ve
en nihayetinde delirmekten başka yolu kalmamış olan insanların dâhil olduğu
‘’düşenler’’ sınıfının bir ferdi hâline getiriyor.
Bu noktada filmin sunmuş olduğu kapitalizm eleştirisinin ne kadar sağlıklı olduğu
konusu tartışmaya açılmış oluyor, hücredeki mahkûmların üst otoritenin ‘’keyfî’’
kararları doğrultusunda bazı aylar alt, bazı aylarsa üst sınıfa mensup üyeler hâline
gelmeleri ve “pastadan” aldıkları payın bu keyfî uygulama doğrultusunda büyük
değişiklikler göstermesi, kapitalist sistemin özünde yatan ve üretim davranışları
temelinde şekillenen sınıf kavramını da göz ardı etmiş oluyor. Üretim, tüketim ve
bölüşüm ilişkileri yüzyıllardır egemenliğini sürdüren kapitalist sistemin, biri
diğerinden bağımsız şekilde değerlendirilemeyecek olan halkalarını
oluştururken; The Platform’da yönetmenin bilinçli ya da gözden kaçırarak yapmış
olduğu tercih, üretim eylemini kendi bağlamından kopararak, bu eylem sonucu
ortaya çıkması gereken ürünü –platform adı verilen masanın üzerini donatan leziz
yemekleri- adeta otoritenin sunduğu bir “lütuf” gibi göstermiş oluyor. Gerçek
hayatta ise çarkların bu denli tesadüfi işlemediği, hepimizin yakından bildiği ve
farklı basamaklarının bir üyesi olduğu kapitalist piramidin yapboz misali her otuz
gün sonunda bozulmadığı bir sistemin içerisinde yaşadığımız gerçeği oldukça
aşikâr!
Temelinde laissez faire (bırakınız yapsınlar) ideolojisini barındıran ve “iktisadi
özgürlük”, “bireycilik” gibi kavramların ana yapı taşlarını oluşturduğu liberal
düşünce, kapitalist sistemin özünü besler. Bu sisteme göre kaynaklar kıt, istekler ise
sonsuzdur. Peki ya bu kıt kaynaklar, sonsuz istekleri karşılama noktasında
birbirinden farklı özelliklere sahip sınıflar arasında nasıl bölüşülecektir? İşte
meşhur kapitalist piramidi inşa eden koşullar tam da bu soruya göre şekillenmiştir.
Piramidin en alt basamağını işçi sınıfı oluşturur. Marx’a göre bu yapıyı var eden iki
tip ilişki vardır: Bunlardan ilki üretim güçleri ve insan arasında şekillenir; bu ilişki
bir diğerini, insan ve insan arasındaki ilişkiyi doğurur. Tüm bu ilişkiler yumağı ise
bizi kapitalist üretim sürecine götürür. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde
bulunduran azınlık, alt basamağında yer alan ve artığın büyük kısmını üreten
çoğunluğa sahip işçi sınıfının emeği üzerinden geçinmeye başlar ve en nihayetinde
bu durum birbirine düşman iki sınıfın oluşmasına yol açar.

The Platform’da nüktedan Trimagasi’nin anlattığı hikâye, sistemin “tüketim”


ayağını anlamamız açısından da oldukça önem taşıyor. Televizyonda izlediği
reklamdan etkilenerek tuğlayı bile rahatlıkla kesebileceği vadedilen bir bıçağı satın
aldığını anlatan yaşlı adam, bir hafta sonra aynı televizyonda bu sefer tuğlayı
kestiğinde bile körelmeyecek kadar keskin bir üst model bıçak reklamıyla
karşılaştığını söylüyor. Şüphesiz bu reklam kapitalist sistemin “ihtiyacı olmasa bile
tüketen” bireyler yaratan veya bu bireylere “tükettiği malları ihtiyacı varmış gibi”
pazarlayan bir sistem olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Trigamasi hikâyesini,
bu reklam karşısında aklıyla alay edildiğini hissettiğini ve öfkeyle televizyonu
camdan aşağı fırlattığını ekleyerek bitiriyor. Camdan fırlatılan televizyon ne
tesadüftür ki bütün ırkçılığı ile “homojen” bir bütün oluşturma hayali kovalayan
günümüz toplumlarının tüm gücüyle nefret ettiği kaçak göçmenlerden birinin
kafasına düşüyor ve adamın ölümüne sebep oluyor. Olay sonrası cezasını çekmek
üzere hapishaneye gönderilen yaşlı adamın gülümseyerek elinde salladığı üst model
bıçak ise adeta sistemin yarattığı cenazeler ordusunu simgeler bir nitelik kazanıyor:
Tek suçu o an bisikletiyle pencere önünden geçmek olan bir göçmen ve reklamların
cazibesine kapılarak ihtiyacı olmayan bir üst model bıçağı satın alan Trimagasi…
Marx’ın sınıfsal analizine ve kapitalist sistemin en alt basamağını oluşturan işçi
sınıfı gerçeğine geri dönecek olursak yönetmenin tıpkı üzeri yemeklerle
donatılmış platform fikrinde olduğu gibi, alt sınıf kavramını yansıtırken tasarladığı
mizansenin de sorunlu olduğunu görüyoruz. Zira delikte katlar, dolayısıyla sınıflar
her ay değiştiği için düşmanlık ve öfke bir mantık gözetmeksizin mahkûmların
kendileri dışında kalan herkese karşı topyekûn besledikleri tekinsiz hisler hâline
geliyor. Bu yolla mahkûmlar adına, tepkilerini içerisine düşürüldükleri adaletsiz
durumun gerçek suçlusuna yöneltmeleri seçeneği de tamamen devre dışı bırakılmış
oluyor. Dışarıdan bir el vasıtasıyla yaratılan yeni düşenler sınıfı, aynı kaderi
paylaştığından ve iradesi elinden alınarak otoritenin elinde kukla gibi oynatıldığının
farkında olmayan alt sınıfı; örgütlenmeyi başaramayan bir beceriksizler sürüsü
konumuna düşürüyor. Oysa kapitalizmin temel dayanak noktası tam da buyken,
yani işçi sınıfının içerisinde taşıdığı gücü başka odaklara yönelterek
örgütlenmesinin önünü kapamayı temel amaç edinmişken, filmin sorunun göbeğine
kusursuz bir şekilde parmak basması, The Platform’u bir kapitalist sistem eleştirisi
olmanın tamamen dışında konumlandırıyor. Hapishanede mahkûmlar birbirinin
yemekleri üzerine işiyor, deli olarak addedilen bir kadına tecavüz ediyor ve aç
kaldıklarında birbirlerine saldırıyorlar. Olan bitenin farkına herkesten erken varan
zeki adam Goreng ise, bir cinnet anında öldürdüğü Trigamasi sonrası hücresine
yerleştirilen yeni arkadaşı Baharat’a (Emilio Buale) örgütlenmeleri ve yukarıdan
gönderilen yemeği en alt kata kadar ulaştırarak herkesin leziz sofradan payına
düşeni alması gerektiğini anlatıyor. Bu yolla üst yönetimin planlarını suya
düşürerek platformun işleme mantığının da devre dışı bırakılabileceğini öngörüyor.
Aynı fikirleri ölümü öncesi Trigamasi’ye açtığında yaşlı adam tarafından alenen
komünist olmakla suçlanan Goreng’in dâhiyane fikri Baharat’ın aklına yatıyor ve
iki kafadar hücrelerindeki yataklardan birinin demirlerini kırarak icat ettikleri ilkel
silahlar vasıtasıyla platformun üzerinde ayakta dikilip alt katlarda yatan
mahkûmların gözünü korkutarak, ihtiyaçları olandan fazlasını yemelerinin ve
açgözlülük yapmalarının önüne geçmeye çalışıyorlar. Goreng’in iyi niyetli fikri
yüzeysel açıdan bir komünist girişim gibi gözükse de, örgütlenme eyleminin
tamamen zor yoluyla, bilinçsizce, mahkumların isteklerinin tam tersine gönülsüzce
yürütülmeye çalışılması ve alt sınıfın birbirine düşman edilerek öfkeyi kontrolsüzce
kendi içlerine yöneltmesi, filmde eski yönetim kadrosunda yer alan ve kendi
isteğiyle mahkûmları düşürdükleri zor durumdan kurtarmak amacıyla hapishaneye
giren Imaguiri’nin (Antonia San Juan) defalarca kez dillendirdiği “spontane
dayanışma” fikrini çürüten bir anti-tez olma işlevini de yitirmiş oluyor.

The Platform’da alt sınıf Imaguiri’nin inandığı gibi vicdana gelerek (!) spontane bir
dayanışma zinciri başlatmıyor ancak görünen o ki; filmde bir kahraman olarak
mitleştirilmeye çalışılan Goreng ve yoldaşı heyecanlı Baharat’ın oluşturduğu iki
kişilik dev kadro da, örgütlenmenin özüne tamamen ters olarak almaya çalıştıkları
zoraki aksiyon ile alt sınıfın aklını çelmeyi başaramıyor ve yaptıkları tüm planlar
suya düşüyor.
Burada iktisadi ve toplumsal düşüncenin özünde yatan çarpıtılmamış gerçeğin ne
olduğunu iyi kavramak çok daha büyük önem kazanmış oluyor. Marx’a göre insan,
kendisini, kendi çalışmasıyla yaratır ve tüm dünya tarihi insan çalışmasıyla,
insanın yaratılmasından ibarettir.(1) Bu noktada devreye eylem felsefesi olarak
adlandırılan praxis girer. Praxis, insana, eylemi ile kurtuluş yolunu göstermek
iddiasındadır. (2) Marksizme göre kapitalizm insanlık tarihinin gelebileceği en son
noktadır ve karşıt tezlerin doruğunda ortaya çıkacak olan sentez durumu sınıf
ayrımını da ortadan kaldıracaktır. Praxis kavramı, alt sınıfın kendi gücünün farkına
varmasıyla doğrudan ilintilidir; zira insanlığın senteze ulaşmak için ışıklar
içerisinden süzülüp gelen bir kurtarıcıya, bir peygambere ihtiyacı yoktur.

The Platform’da ise Goreng, gerek yanında getirdiği ve filmin pek çok sahnesinde
içinden pasajlar okuduğu kitabı Don Kişot’un başkahramanı ile delilik noktasında
yaşadığı özdeşleşme gerekse ölen mahkûmların hayaletleri tarafından, ebedi
kurtuluşu getirecek bir mesih olarak nitelendirilmeye çalışılmasıyla birlikte belli ki
insanlığın başına felaketi getiren Deliği etkisiz hâle getirmesi için bir umut ışığı
olarak görülüyor. Goreng de tıpkı bir peygamber gibi gaipten sesler duyuyor ve
rüyâlarında kendisine insanlığın kurtarıcısı olduğu haberi müjdeleniyor. Filmde
kapitalist piramit böylelikle en tepesinden en altına kadar bütünüyle alaşağı edilmiş
oluyor ve gerçekte piramidin üst basamaklarında yer alarak kapitalist dinamiğin
işlemesine tüm varlığıyla destek olan “ruhban sınıfı”nın yol göstericisi bir
peygamber, evlere şenlik bir şekilde alt sınıfın kanaat önderi olarak
konumlandırılıyor. Yönetmen, filmin gidişatına yakışır bir sona imza atarak,
platformda en alt kata inmeyi başaran ve katlardan birinde buldukları küçük bir kız
çocuğunu yönetime ‘’mesaj’’ olarak göndermeye karar veren Goreng’in dâhiyane
misyonunu tamamladığını öncülüyor ve film platformun üzerinde, yemek
artıklarından geriye kalan boş tabaklar arasında yatarak tüm hızıyla en tepeye
ulaşmaya çalışan Asyalı bir kız çocuğunun masum bakışları arasında son buluyor.
Sistem kendi suni kurtarıcılarını yaratarak kitleleri ebedi kurtuluş hayaliyle
oyalamaya devam ederken, Platform, katlar arasında durmaksızın yolculuğunu
sürdürmeye ve kendi elleriyle yarattığı düşenler sınıfını karanlık bir deliğe
hapsetmeye devam ediyor.

İki Farklı Teori: Siyaset ve Din


Filmi izleyenler iki farklı gözle dikkat kesiliyor. Ben izlerken dini göndermeleri
ikinci planda tutarak siyasi göndermeleri yakalamaya çalıştım ve analizimi bu
argüman üzerine yazacağım. Tabi ikinci izleyişimde daha dikkatli bakarak
saptadığım birkaç dini göndermeyi de satır aralarıma ekleyerek bu gözle
izleyenlerinde gönlünü alacağım.
Trimagasi karakteri baştan sona üstün oyunculuk performansı ile izlediğimiz
ve akıllara kazınır bir karakter olarak dikkat çekiyor ve filmi yukarılara
taşıyor. Trimagasi‘nin hapse giriş sebebi; ihtiyacı olmadığı halde bir ürün
alması ve kısa süre sonra daha iyisinin reklamının çıktığını görünce sinir krizi
geçirerek istemeden birinin ölümüne sebep olması. Burada lüks tüketim
çılgınlığına ince bir gönderme yapılmış. Neden lüks diyoruz
çünkü Trimagasi zaten ihtiyacım yoktu böyle bir ürüne derken aslında lüks
tüketime vurgu yapılıyor bu sahnede. Burada insanlara ihtiyaçları olmayan
şeyleri sanki muhtaçmışız gibi, hayatımızı değiştireceği vaatleri ile bizi
kandırarak sattıklarından bahsediliyor. Kısa süre sonra aynı ürünün bir tık üst
versiyonunun reklamının aynı kişilerce yapıldığını
gören Trimagasi televizyonu camdan atmış ve bir göçmenin ölümüne sebep
olmuş. Bu kısımdada göçmen sorununa gönderme yapılıyor. Sığınmacı tabiri
kullanılmamış direkt olarak yasadışı göçmen deniliyor. Kaçak yollarla yasadışı
göçmenler ülkelere giriş yapıyorlar ve istemeden ölümlerine sebep verirsek
biz suçlu olup hapse giriyoruz. Aslında hiç orada olmamaları gerekirdi,
ülkenin sınırlarını kaçak göçmenlere karşı daha iyi koruması gerekirdi. Burada
hükümetlere yapılan çok ince bir eleştiri daha görüyoruz.
Sıfırıncı katta yer alan mutfak kısmı ülkenin yönetildiği hükümetimizi
sembolize ediyor. Herşey halkı (çukur yaşayanları) mutlu etmek için büyük
bir titizlikle hazırlanıyor. Hatta daha sonradan gördüğümüz üzere; deliğe
girenlere en sevdiği yemeği sorup menüye ekliyorlar özel olarak. Tüm bu
emeğe rağmen halkın sınıfları arasında saygı ve sevgi olmadığı için
yukarıdakiler ne varsa silip süpürüyorlar ve alt sınıflarda yaşayan insanlar
açlıktan ölüme mahkum oluyor. Halbuki zengin kesim elindekinin
ihtiyacından fazla olan kısmını paylaşsa bu düzende kimsenin açlık çekmesine
gerek yok. Herkese yetecek kadar yiyeceğe sahipler. Bunu bize daha önce
sıfırıncı katta çalışırken kendi isteği ile ve evcil köpeğiyle çukura
gelen Antonia San Juan (Imoguiri) bize anlatıyor.
Filmin ilerleyen sahnelerinde Goreng kendi alt katlarında olanları uyarıyor.
Kendilerine ayrılan payı yiyecekler yoksa yemeklerine dışkısını bulaştıracak.
Ama üst kattakilere aynı muameleyi yapmıyor çünkü yukarıya doğru
yapamayacağı için boş ve komik bir tehdit olacak. Bu mizansende de amir
pozisyonunda olan yada toplum sınıfı olarak güçlü olan insanların alt tabakayı
nasıl tehdit ile sindirdiğini görüyoruz. Ve sadece gücü yetene bu muameleyi
yapabiliyor. Yukarıdakilere gücünün yetmeyeceğini bildiğinden denemiyor
bile.
Alexandra Masangkay tarafından canlandırılan Miharu karakteri de filmdeki
etkili mesajlardan biri. Ben belkide en yalın mesajın Miharu olduğunu
düşünüyorum filmde. Tamamen yansıtıldığı gibi evladı için herşeyi yapmayı
göze alan bir anne ! İnsan zaten evladı için herşeyi yapabilir ve filmde ne
kadar ileri gidebildiğini, annelerin ne kadar iğrenç ve katlanılması zor şeylere
evlatları için katlandığına dair derin bir mesaj verildiğine inanıyorum.
Imoguiri karakteri bize çukurda çocuk olmadığını söylüyor ama var. Buda
yöneticilerin çocuklar acı çekmiyor gibi gösterdiği ve hatta kendi çalışanlarını
bile buna inandırdığı şeklinde yorumlanabilir.
Baharat‘ın üst kata çıkmaya çalıştığı sahnede ise yukarıdakileri nasıl dini
duygularına seslenerek suistimal etmeye çalıştığını, kendine acındıran bir
halde görmekteyiz. Bu sahnede de alt tabakadaki insanların acındırma ve dini
duygulara hitap ettiğine dair bir gönderme olduğunu düşünüyorum.
Filmde Baharat ile birlikte alt katlara inerken karşılaştıkları bilge adam onlara
bir sembole ihtiyaçları olduğunu söylüyor. Bu adam için peygamber
benzetmesi yapılıyor ama benim analizim siyasi göndermeler üzerine olduğu
için sadece içimizden yani halktan çıkan bir fikir akımı olarak yorumladım.
Sürekli olarak yönetime ses duyurma çabası ve bir sembole inanarak ona
sımsıkı sarılmak. Bu bazen siyasi bir taraf olur bazen din fanatikliği olur
farketmez ama insanlar zorda kalınca kendilerini birşeye sarılma ihtiyacı
içerisinde buluyorlar. Burada işlenen olgunun bu olduğuna inanıyorum.
Filmin sonundaki çocuk ile karşılaştıklarında ise çocuğun masumluğu ve
çocukların acı çekmesi karşısından fanatik bir şekilde bağlı oldukları fikirden
bile vazgeçerek çocuğu ön plana almaları da izleyiciyi mest ediyor. Bu tercih
ile de çocukları korumaya odaklanmak yerine boş mesajlara fanatik bir
şekilde tutunduğumuzu kendimizi kaptırdığımızı ve en kısa sürede silkelenip
kendimize gelmemiz ile bir bağ kuruyorum. Nede olsa filmin ana mottoları
eşitlik ve paylaşmak üzerine ve çocuklara yönelik yardım elide filme yakışıyor
bu bağlamda. Çocuğun hayatta kalabilmiş olması ise tamamen annesinin her
ay ona bakmış olması ile açıklanabilir.

Platform Filminde Renklerin Kullanımı


Filmde ağır bir gri ve soluk bir mavi kullanımı var. Bu renkler izlerken bile insanın içini
karartıyor. İzlerken filmin konusunu da iyice kavramaya yarıyor da diyebilirim.
Fakat, platforma yemek yapan aşçıların tarafına geçince gözle görülür bir renk değişimi
görüyoruz. Buradan da iki tarafın aslında farklı dünya imiş gibi yansıtılmak istendiği kanısına
varabiliriz. Bir taraf mutlu rengarenk yaşıyor, görevlerini yerine getiriyorlar.
Diğer taraf ise iç karartıcı bir şekilde yaşıyor, çöküşteler. Mavi renk ayrıca filmin kapak
resminde de çok yoğun şekilde sergilenmiş. Mavi normalde insana daha özgürlükçü bir hava
verir fakat bu ton insanı az da olsa boğuyor gibi. 
Platform Filminden Bazı Detaylar
Platform filminin göründüğünden daha derin detaylara sahip olduğunu düşünüyorum. Her ay
karakterler farklı katlarda uyanıyor ve o katların imkanlarına erişiyorlar. İmkanlar dediysek de
fazla bir şey değil, yemek odaklı imkanlar. Her katta iki kişi birlikte kalıyor. Karakterler bu
sistemin kaç katlı olduğunu çözmeye çalışırlarken verilen detayları göz ardı etmemek gerekir.
Bu platformun dışında arka planda bu platforma yemek hazırlayan kişiler de rahatça
gösteriliyor ve bence bu da ayrı bir mesaj. Bir grup insan diğer sınıftaki insanların önüne
yemeği yani bilgiyi ve imkanları sunuyorlar. 
Bu açıdan bakınca ise, bu platforma yemek hazırlayanlar aslında içeride ne olduğunu
bilmiyor. Bu grup için çalışıp herkes yetecek kadar yemek hazırlıyorlar, imkan sunuyorlar.
Fakat bu imkanlar en üstteki sınıf tarafından katlediliyor. Ve, alt sınıftaki insanlara pek de bir
şey kalmıyor maalesef.

Ayrıca, dikkat çekmek istediğim bir ayrı nokta ise şu; insanların davranışları değişmiyor.
Yani, aşağı katlardan gelen, o açlığı, yokluğu tatmış bir insan yukarı kata çıkınca asla
düşünmüyor. Önüne konanı aşağıyı düşünmeden yiyor. Buradan da ayrıca bir toplumsal
çıkarım yapılabileceğini düşünüyorum. Belki, alttan yukarı çıkanlar aşağıdakileri düşünseler,
bir parça ekmek bıraksalar, bile bir değişim sağlanabilir.
Ek olarak, kapakta PLATFORM yazısının yukarıdan aşağı yazılması da bir tesadüf değil. Bu
şekilde aslında filmin konusunun bir parçası olan binanın içindeki yukarıdan aşağı gidilmeyi
temsil ediyor. Bu noktadan bile çıkarılabilecek şey; aslında bu filmin bir ayrıntı filmi
olmasıdır. Ki bence, bu tarz filmler her izleyişte izleyiciye ayrı bir zevk verir!

(El hoyo) Delik’te bir don kişot mücadelesi!


Goreng, diploma alma karşılığında Delik’e (El hoyo) girmiş bir adamdır. Ancak Goreng,
hapishane şartlarından bihaber girdiği Delik’te karşılaştıkları ile sistemin yanlışları arasında
bir buhran süreci yaşıyor. İlk başlarda insanlığını koruyan Goreng, insanların anlayışsız ve
açgözlü davranışlarına karşı dirense de devam eden süreçte alışıyor ve onlardan biri olmaya
başlıyor. Kat arkadaşı olan Yaşlı Trimagasi tarafından kısa sürede hapishanenin dengelerini
öğrenen Goreng, akıl sınırlarını zorlayan süreçlerden geçtikten sonra sistemin sorunlu
olduğunu hapishane yönetimine bir mesajla anlatmaya karar veriyor. Ancak bu mesajı
göndermek o kadar kolay olmuyor.
@thelinguist
filmin finali büyük ölçüde yanlış anlaşılıyor. filmin son kısmı sandığınız gibi asıl final değil,
filmin içindeki başka bir sahne asıl final.
hatırlıyor musunuz filmin bir kısmında şef, o panna cotta’dan kıl çıktı diye kızıyordu
aşçılara, o panna cotta goreng ve baharat’ın mesaj niyetine gönderdiği panna cotta’nın ta
kendisi. şef mesajı anlamıyor ve aşçılarına “kıl düşürmüşsünüz o yüzden yememişler” diye
kızıyor. kıl düşme sahnesi boşuna mı koyuldu zannediyordunuz? o sahne, asıl final işte.

“ama panna cotta’yı kız yemişti? kızı mesaj olarak göndermemişler miydi?” diyorsanız
filmin son kısımlarının hayalden ibaret olduğunu anlamamışsınız.

miharu’nun kızı sandığımız kişi aslında yok, sadece bir hayalden ibaret. delik’e girecekleri
içeri almakla sorumlu olan kadın ımoguiri’nin dediğini hatırlarsanız miharu delik’e tek
başına gelmişti. yalnızdı, zaten 16 yaşından küçük kimse de giremiyordu. miharu, goreng’in
hayatını kurtarmıştı ama goreng onu kurtaramadı, ölümüne engel olamadı. bundan dolayı
pişmanlık duydu ve onun deli olmadığına, gerçekten kızını arayan masum biri olduğuna
inanmak istedi. bundan dolayı hayalinde çocuğun gerçek olduğuna inandı. bunu goreng’in
rüyasında miharu ile seviştiğini gördüğünden dolayı ondan hoşlandığı ve bu yüzden deli
olduğuna inanmak istemediği ile de açıklayabiliriz. filmin son kısımları büyük ölçüde
goreng’in hayalinden ibaret.

gerçekte olanlar ise;


-yukarıya sadece panna cotta çıktı.
-baharat kan kaybından öldü.
-goreng, baharat’ın öldüğünü görünce panna cotta’yı mesaj olarak gönderdi ve çok büyük
ihtimalle kendisi de kısa bir süre sonra kan kaybından öldü. mesajını göndermenin
rahatlığı ile öldü, ancak insanoğlu uslanmaz olduğundan onu sadece “kıl düşmüş” diye
yemediğini zannettiler. mesaj, yalan oldu.

Filmin ciddi dini göndermeleri olduğundan bahsetmiştik bu konuya değinelim. En üst kattaki
yani sıfırıncı kattaki aşçıları ve onların başındaki şefi hatırlarsınız. Buradaki beyaz giymiş ve
harıl harıl çalışan aşçılar aslında melekleri ve onların yöneten şef de Tanrıyı temsil ediyor.

Filmin sonlarına doğru bir panna cotta tatlısından bahsedildiğini hatırlarsınız bu tatlının


üstüne bir kıl düşüyor ve şef kılın kimden düştünü bulup tatlıyı baştan yaptırıyor. Bu sahnede
de anlatılmak isteden daha doğrusu tatlının temsil ettiği şey kutsal kitaplar ve tatlının birinde
bir kusur veya eksiklik varsa tatlı yeniden yapılıyor tıpkı tekrardan gönderilen kutsal kitaplar
gibi.

Dizini bir diğer dini göndermelerinden biri ise platforma her katı ziyaret ederek kızını
bulmaya çalışan bir anne var hatırlarsınız. Bu anne hapishanede küçük bir kızı olduğunu ve
onu aradığını söylüyor ancak hapishane yönetimi 16 yaşından küçük çocukları kesinlikle
hapishaneye almadığını açıkça belirttiği için kimse bu kadına inanmıyor ve onun deli
olduğunu düşünüyorlar.
Bu kadının da Meryem Ana’ya gönderme olduğu ortada. Çünkü filmde bu kadının ne çocuğu,
ne kocası ne bir ailesi olduğundan bahsediliyor ancak filmin sonunda görüyoruz ki kadının
gerçekten de hapishanede yaşayan bir kız çocuğu var. Filmin sonunda tıpkı Hz. İsa’nın göğe
yükselişi gibi küçük kızında platformun en altından en üstüne yani sıfırıncı kata doğru
yükseldiğini görüyoruz yani buradaki kız çocuğunun da Hz. İsa’yı temsil ettiğini
söyleyebiliriz.

Aylar süren bu açlık ve vahşet dolu duruma dayanamayan kahramanımız Goreng planını yeni


hücre arkadaşı ile birlikte harekete geçiriyor. Planı ise zaten ilk 50 kat zaten hergün düzenli
olarak yemek yiebiliyor. Ancak, daha aşağıdaki katlarda yaşayan mahkumlara asla yiyecek bir
şey kalmıyor. Bu yüzden yeni hücre arkadaşı ile birlikte platformun üstüne çıkarak 50. kattan
sonraki mahkumlara sadece ihtiyaçları kadar yemek vererek platformun en altındakilere de
yemek verebilmek için platformla birlikte aşağıya inmeye başlıyorlar. Böylece bu
hapishanenin işleyen düzenini değiştirip yeni bir düzen kurmaya çalışacak tıpkı Don
Kişot gibi.

The Platform inceleme yazımıza tam gaz devam edelim. Oda arkadaşı ile birlikte en aşağı
katlara inerlerken tekerlekli sandalyeli bir adamla karşılaşıyorlar hatırlarsınız. O adam bu işi
iyi niyet ve güzellikle yapmalarını onlara söylüyor. Tıpkı dinleri yaymaya çalışan
peygamberler gibi. Adamın kahramanımıza hapishane yönetimine bir mesaj verilmesi
gerektiğini ve bu mesajında panna cotta tatlısı olması gerektiğini söylediği sahneyi
hatırlarsınız. Panna cotta tatlısı demin belirttiğimiz gibi kutsal kitapları ve aslında bu kitaplar
aracılığıyla Tanrı’nın verdiği mesajları temsil ediyor. Kahramanımızda hapishane yönetimine
mesaj verebilmek için yani platformun en altındaki mahkumlara da yiyecek götürebilmek için
bu tatlıya gözü gibi bakıyor.

Katlar
Katların birden çok anlamı bulunuyor. En başta bu katlar hem en genel anlamda
insanların hayat yolculuğunu ve yaşam sürelerini hem de normal bir insanın hayatta
kaldığı süreyi simgeliyor. İkinci olarak bu katlar aynı zamanda insanların
bulundukları sınıfsal-ekonomik durumlarını hem de zihinsel konumlarını
simgeliyor. İnsanlar hayat boyunca düşünsel olarak aynı çizgide duramazlar. Hata
da yaparız, gurur duyacağımız işler de… Pişmanlık da yaşarız; şimdi olsa aynısını
yapardım dediğimiz duygusal durumları da… Bununla birlikte harika bir işimiz
varken iflas da edebiliriz. Aynen katlar arasındaki değişim gibi bazen üst seviyelere
çıkarız ama bazen de en altlara kadar inebiliriz.

Katların bende oluşturduğu bir diğer çağrışımı da şu: Yaşam boyunca herkes bir
öğrencidir. Bunun aksini iddia eden kişi zaten “Ben her şeyi bilirim” demek
istiyordur ve onun zihinsel ölümü zaten gerçekleşmiştir. Filmdeki karakterimiz her
katta yeni bir şey öğreniyor zaten.

Hatırlarsanız yaşlı adam Trimagasi filmin başlarında ismini soran Goreng’e bir
belirsizlikten söz ediyor. “Burada uzun süre kalacağız ya da kim bilir?” diyor. İşte
bu belirsizlik gerçek hayattaki ölümün zamansızlığına bir işaret. Hayat yolculuğu
hiç ummadığınız bir anda gözümüzü açacağımız bir katta son bulabilir. Şu günlerde
yaşanan Corona virüsü ve bence yakın zaman ortaya çıkacak başka ölümcül
virüsler bize bu gerçeği bir kez daha hatırlatmıyor mu zaten?

Dikkat ederseniz filmin sonunda yaşlı adam Trimagasi, Goreng’e “Yolculuğun


bitti…” demişti. Yolculuk en tipte yani karanlık bir yerde sona eriyor. İşte orası
mezardan başka bir yer değil. Bireysel olarak herkesin yolculuğu hiç umulmadık
bir anda zaten sona erecek. Kafamızda elli tane gelecek planı olduğu halde bir gün
yaşlı Trimagasi’nin sesini duyacağız.

Katlar arasındaki değişim ne anlama geliyor?


Öncelikle zihinsel değimler, olgunlaşmalar, deneyimler, akıllanmalar, gel-gitler…
En başta değindiğim zirveler veya en dipler insan yaşamının parçasıdır.
Gözlerimizi açtığımızda o ana kadar bize eşlik edenler artık yanımızda olmayabilir.
Dikkat ederseniz kat değişimleri zorunlu… Ben bu katı çok sevdim, burada
kalacağım diyemiyor kimse veya tam tersi… Diplerde bulunan birisi en üst katlara
bile çıkabiliyor. Hiç kimse sevdiği yaşta ve sevdiği yerde kalamaz. Yolculuk
devam ediyor ve ona müdahale şansımız bulunmuyor.

Kat değişimini sadece yaş bağlamında düşünmemek gerekiyor. Örneğin 1914


Birinci Dünya Savaşından itibaren 1945’e kadar süren dönem çoğu devlet için bir
yıkımdan ibaret. Hitler intihar ettiği zaman geride taş taş üstünde kalmamış bir
Almanya vardı. İşte bu zaman dilimi Alman ırkı için belki de filmdeki belki en dip
katlardan birisiydi. Ancak gözlerini tekrar açtıkları zaman tabi inanılmaz bir
çalışma sonrasında, çalışkanlık ve üretim sonrasında kendilerini tekrar en üst
katlarda bulmuşlardı.

İşte katlar arasındaki bu değişimler böyle de okuyabiliriz.

Yemekler ve Yaşlı Adam


En başta şunu belirtmek istiyorum. Filmin başında yemekleri kontrol eden adam
Yaratıcıyı temsil ediyor. İnanılmaz bir titizlikle yapıyor işini. Çalışanlarını tek tek
kontrol ediyor. Yemeklerin içerisinde çıkan bir kıl bile onu deli ediyor ve onun
kime ait olduğunu bulmadan duramıyor. Yani hiçbir hata istemiyor yemeklerde.
Yemekler; doğanın ta kendisi… Oksijen, toprak ve ekolojik denge gibi unsurların
bütünü. Ancak her şeyi ama her şeyi yakıp yıkmaya ve harap etmeye pek meraklı
olan insanoğlu önünde hazırca bulduğu bu kusursuz yemekleri sonraki nesilleri
düşünmeden tüketir. Ormanları rant için katleder; o da yetmezmiş gibi yakar ve
üzerine betonlar diker. Havaya zehir salan fabrikalarla havanın canına okur.
Denizleri en iğrenç şekilde kirletmekten geri durmaz. Hatta özele inersek p piknik
yaptıkları güzelim çevreyi pislik içinde bırakır giderler. İşte bunlar deliğin
içerisinde önümüze gelen yemeklerdir. Önceki nesiller yani üst kattakiler inanılmaz
bir hırsla tüketir bunları. Onları kullandıktan sonra bir tükürük atmayı bile ihmal
etmez. Alttakiler yani sonraki nesiller umurunda bile olmaz çoğu kişinin.

You might also like