FİZİKİ Coğrafyaya Giriş

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 311

İstanbul Üniversitesi

Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi


 
 

 
Fiziki Coğrafyaya Giriş
DR. ÖĞR. ÜYESİ TOLGA GÖRÜM (Editor);DOÇ.
DR. CENGİZ YILDIRIM
Dr. Öğr. Üyesi Tolga Görüm (Editor)
 
 

İÇİNDEKİLER

1. FİZİKİ COĞRAFYAYA GİRİŞ VE


COĞRAFYACILARIN KULLANDIĞI ARAÇLAR
2. YERİN İÇ YAPISI VE LEVHA HAREKETLERİ
3. OKYANUSLARIN ÖZELLİKLERİ
4. ATMOSFERİK SÜREÇLER VE İKLİM
5. TOPRAK
6. TOPRAK OLUŞUMU
7. AYRIŞMA
8. AŞINIM
9. BiYOSFER
10. AKARSULAR
11. KIYILAR
12. KURAK VE YARIKURAK BÖLGELER,
SÜREÇLER VE YERŞEKİLLERİ
13. KARST
14. BUZULLAR

1. Fiziki Coğrafyaya Giriş ve


Coğrafyacıların Kullandığı Araçlar
1.1. Genel Anlamda Coğrafya
Coğrafya kökleri çok eskiye dayanan ancak modern bir bilim dalıdır. İnsanoğlu
yeryüzündeki ilk varlığından itibaren doğal olayları anlamaya çalışmış ve kendi
faaliyetlerini onunla ilişkilendirerek coğrafi bilgiyi üretmeye başlamıştır. Bu nedenle
Coğrafya insanı da doğanın bir parçası olarak görür, doğal olayların ve insan
faaliyetlerinin nasıl, neden ve nerede oluştuğu ve birbirleri ile nasıl etkileşim içinde
olduklarını merak eder.

Coğrafyanın diğer bilimlerden farkı insanın faaliyetleri ile doğa olaylarını kendine has
geniş bir bakışı açısı ile incelemesidir. Coğrafyacıların mekânsal bakış açısı,
coğrafyacıların geleneksel çalışmaların sınırlarını aşan fikirlerin sentezine olan ilgisi
ve coğrafyacıların mekânsal bilgi ve olayları temsil ve idare eden araçları kullanması
bu geniş bakış açısı içindedir. Şekil 1 bu bakış açılarını bir küp şeklinde
göstermektedir. Burada her bir yüz farklı bir bakış açısını göstermektedir. 
Şekil 1.
Coğrafyaya özgü üç perspektif- mekânsal bakış açısı, sentez ve sunumunun bir küpün
kenarları şeklinde 3 boyutlu diyagramı
Coğrafyanın özgün bakış açılarından ilki mekânsal bakış açısıdır. Coğrafyacılar olayın
nasıl oluştuğunun yanında bu olayın nerede olduğunu ve bu olayın yakın ve uzak
çevredeki diğer olaylarla nasıl bir ilişkisi olduğu ile ilgilenir. Mekânsal bakış açısı üç
seviyede odaklanır. Bunlardan ilki yer (place) seviyesidir. Coğrafyacılar tek bir
yerdeki ya da bir bölgedeki süreçlerin nasıl bir bütünleşik ilişki içinde olduklarını
çalışır. Örneğin, bir şehir coğrafyacısı belirli bir şehrin mekânsal yapısını ve ticari
merkezlerinin nasıl ve nerede geliştiklerini ve bunların özgün karakteristiklerini
çalışabilir. ya da bir fiziki coğrafyacı bir milli park içindeki ekoloji, iklim ve toprakları
inceleyebilir. Mekân (space) seviyesinde coğrafyacılar yerlerin birbirleri ile ne kadar
bağımlı olduklarına bakarlar. Bu durumda ekonomik coğrafyacı mal, bilgi ve para
akışının farklı boyutta ve mesafede bulunan şehir ve kasabaları birbirlerine nasıl
bağladıklarını araştırabilir. ya da bir fiziki coğrafyacı bir akarsu içine dökülen
çökellerin kaynaklarını haritalayabilir ve bunların akarsuyun aşağı çığırındaki etkisini
çizelge ile gösterebilir. Coğrafyacılar aynı zamanda insani ve doğal faaliyetlere
farklı ölçekte (scale) bakar, bazen küçük bir şey için yakından bakar ya da geniş bir
şeye genel bir bakış için uzaktan bakar. Sıklıkla bir ölçekte önemli olan şey diğer
ölçekte daha az önemli ya da önemsiz görünür.

Coğrafyanın özgün bakış açılarından ikincisi sentezdir. Coğrafyacıları farklı


alanlardaki fikirleri bir araya getirme ve onları bilimsel süzgeçten geçirerek yeni
bilgiler üretme ile oldukça ilgilidirler. Bu sürece sentez denir. Geleneksel çalışma
alanlarını birbirine bağlayan çalışmalar coğrafyanın özel ilgi alanına girer. Örneğin,
fiziki coğrafyada, bir biyocoğrafyacı akarsu kanallarının kenarlarındaki ağaçların bir
akarsu taşkının nasıl etkilediğini araştırabilir, böylece fiziki coğrafyanın alt dalları olan
ekoloji ile hidrolojiyi birleştirir. Bir beşeri coğrafyacı ekonomik yeniliğin (yeni ürün
ya da hizmet geliştirilmesi) kültürel ve yasal faktörlere göre nasıl değiştiğini
çalışabilir, böylece beşeri coğrafyanın alt dalları olan ekonomi, politika ve sosyolojiyi
birleştirir. Çevresel süreçler ve insan faaliyetleri arasındaki birçok bağlantı da coğrafik
sentezin konularıdır. Örneğin, coğrafyadaki klasik çalışmalardan birisi insanların afet
algısıdır- insanların evlerinin büyük bir taşkın ya da fırtına sonucu sular altında
kalması sadece bir an meselesi iken neden akarsu ve deniz kıyılarına ev yaparlar?
Burada, coğrafyacılar algı ile hidrolojiyi ve bilişsel öğrenmeyi çalışırlar. 

Şekil 1.2 Vancouver, British Columbia. Bu kozmopolit şehir Pasifik Okyanusu ve


Vancouver Ada Sırtları arasında yer alan Georgia Boğazının keyfini sürmektedir. Peki,
Coğrafyacılar bu görselde başka neler görebilirler? A) Bir fiziki coğrafyacı ufukta
buzullarla aşındırılmış karlı kaplı tepeleri, serin okyanusal iklimi uyum sağlamış iğne
yapraklı ormanları ve dalga ve gelgit faaliyeti ile kıyıları aşından bir okyanus kolunu
görmektedir. B) Bir beşeri coğrafyacı için ise bu görsel merkezdeki gökdelen binaları
ile ekonomik bir merkezi göstermektedir. Alçak binaların bulunduğu alan şehrin farklı
karakterdeki semtlerini göstermektedir. C) fiziki çevrenin insan faaliyetleri ile
etkileşimi sonucu Vancouver bir liman şehri olarak işlev görmektedir. Büyük limanlar
ve irili ufaklı gemi ve tekneler Vancouver da kıyının hem taşımacılık hem de tatil
amaçlı kullanıldığını göstermektedir. 
Coğrafyanın üçüncü özgün bakış açısı ise sunumdur. Coğrafyacılar mekânsal bilgiyi
gösteren ve işleyen harika yöntemler geliştirmişlerdir. Kartografya -
haritaların çizimi ve tasarımını ifade eden bir sanat ve bilim- coğrafyanın bir alt
dalıdır ve mekânsal ilişkilerin görsel anlatımına odaklanır. Görsel anlatım aynı
zamanda uzaktan algılama – yeryüzünün görüntülerinin hava ya da uzay araçları ile
elde edilmesi ve mekânsal bilginin daha iyi sunumu için geliştirilmesini içerir. Sözel
tanımlamalar coğrafik olayların açıklanması veya anımsatılması amacıyla kelimelerin
gücünü kullanır. Matematiksel ve istatiksel modeller bir doğal olayın mekânsal ve
zamansal olarak nasıl değiştiğini tahmin eder. Coğrafi bilgi sistemleri mekânsal bilgiyi
birçok esnek yol ile depolar, işler ve görsel hale getirir. Bilişsel sunum mekânsal
ilişkileri insan beyninde saklandığı gibi sakar – gerçek mekânın insanın tecrübe ettiği
öznel (subjective) mekân içinde zihinsel haritalanması. Birlikte ele alındıklarında,
bakış açıları, sentez ve sunum coğrafyayı yerin fiziki ve kültürel manzarasını ve
mekân ve zamanın etkileşimini üzerinde insan ve doğanın nasıl izler bıraktığına
odaklanan özgün bir disiplin olarak tanımlamaktadır.

Coğrafik bakış açılarını gösterimine örnek olarak Şekil 1.2’de Vancouver, British
Columbia, Kanada verilmiştir. Görüntü, görsel sunum, bir yer göstermektedir
(Vancouver’in şehir merkezi) ve mekân olarak Georgia boğazı, Pasifik ve Vancouver
ada dağları içinde yer almakta, yerel bir ölçekte görüntülenmiştir. Coğrafyacı bakışı ile
Vancouver çevresel ve insani süreçler ve bunların etkileşimi sonucu şekillenmiş özgün
bir manzara sunmaktadır.

1.2. Fiziki ve Beşeri Coğrafya


Diğer tüm bilim alanlarında olduğu gibi coğrafya da kendi içinde alt çalışma alanlarına
sahiptir. Bunlar farklı konulara odaklanmış olsalar da sıklıkla birbirleri ile çakışır ya
da yakından bağlantılıdır. Bu alt alanları iki ana başlık altında toplayabiliriz – insana
dair sosyal, ekonomik ve davranışsal süreçleri inceleyen beşeri coğrafya (human
geography) ve insan faaliyetleri için fiziki ortamı sağlayan yeryüzünde oluşan doğal
süreçleri çalışan fiziki coğrafya (physical geography) şeklindedir. Şekil 1.3’teki
diyagram fiziki ve beşeri coğrafyanın ana konularını göstermektedir. Soldan aşağıya
doğru okuduğunuzda Şekil 1.4’te gösterilen fiziki coğrafyanın iklimden
biyocoğrafyaya kadar beş ana alanını görebiliriz.

Klimatoloji özellikle karalar üzerinde olmakla birlikte yer yüzündeki sıcaklık ve nem


durumlarının mekânsal ve zamansal olarak değişimini açıklayan bilim olarak
tanımlanır. Sıcaklık ve nem hava durumunun elemanlarıdır, iklimi ortalama hava
durumu ve dünya üzerindeki dağılışı olarak düşünebiliriz. Bölüm 1-7 sizleri günlük
yaşadığımız hava durumunu denetleyen süreçleri içeren klimatolojinin esaslarına aşina
hale getirecektir. Klimatoloji aynı zamanda geçmiş ve gelecekteki iklim değişikliği ile
ilgilenir. Klimatolojinin en hızlı gelişen ve ilgi çeken konularından biri olan küresel
iklim modellemesine birçok bölümde değineceğiz. Bu alan insanların ormanları tarım
alanlarına dönüştürmesi ya da fosil yakıtlar kullanarak CO2 salınımı gibi iklimi
değiştirecek konuları tahmin etmeye çalışır.

Jeomorfoloji yeryüzündeki süreçleri ve yer şekillerini araştıran bilimin adıdır.


Yeryüzü devamlı olarak doğal ve insani etkenlerin birlikte işlemesi ile değişime uğrar.
Yeri oluşturan malzemelerin yerçekimi ile kayması, akarsuların işlevleri, esen rüzgâr,
kırılan dalgalar ve hareket eden buzlar, volkanik ve tektonik faaliyetleri sonucu
yenilenen yer yüzeyini şekillendiren toprak ve kayaçların parçalanmasına ve
taşınmasına neden olurlar. Modern jeomorfoloji heyelanlar, taşkınlar ya da kıyıda
fırtına aşındırması gibi kısa dönemli ve tarım alanlarındaki toprak aşınımı ya da açık
maden alanlarındaki aşınım gibi uzun dönemli ve yavaş süreçleri yerşekillerinin
oluşum süreçlerini modelleyerek tahmin etmeye uğraşır.

Kıyı ve deniz coğrafyası kıyıları ve kıyı kuşaklarını şekillendiren jeomorfik süreçleri


birleştir ve bunları kıyı gelişimi ve denizel kaynakların kullanımı uygulamalarında
kullanır.

Toprak Coğrafyası toprak tiplerinin dağılışı ve özellikleri ile toprak oluşumunu


kontrol eden süreçleri çalışır. Bu alt alan kayaçların ayrışması gibi jeomorfik süreçler
ile toprak içinde yaşayan organizmaların gelişimi, faaliyetleri ve yok oluşları gibi
konularla ilişkilidir. Tabii burada jeomorfik ve biyolojik süreçler yüzey sıcaklığı, nem
ve büyük ölçekte toprak örnekleri sıklıkla iklimle ilişkili olduğunu unutmamak
gerekir. 

Şekil 1.3. Sistematik coğrafyanın çalışma alanları


Biyocoğrafya farklı mekân ve zaman ölçeklerinde canlıların dağılışlarını ile bu
dağılışı etkileyen süreçleri çalışır Bitki ve hayvanların dağılışı yerel olarak dağılışları
tipik olarak onlara yaşama olanağı verecek olan habitatların uygunluğuna bağlıdır. Bu
uygulamada biyocoğrafya canlılar ile çevre ile ilişkileri çalışan ekoloji ile yakından
ilişkilidir. Daha geniş ölçeklerde ve zaman aralıklarında, göç, evrim ve bitki ve
hayvanların yok oluşları bunların mekânsal dağılış desenlerini belirleyen anahtar
süreçlerdir. Biyocoğrafcılar farklı çeşitlerdeki fosil kanıtları kullanarak hayvan ve
bitkilerin geçmişteki dağılış desenlerini yeniden yapılandırmaya (reconstruction)
çalışırlar. Biyoçeşitlilik- yer yüzündeki yaşam formları ve yaşam çeşitliliğini sağlayan
bakış açısı ile biyolojik çeşitliliğin değerlendirilmesi- insanın çevreye etkisi devam
ettiği için önemini koruyan biyocoğrafik bir konudur. Yer yüzünün büyük biomları
olarak yaşam formlarının mevcut küresel ölçekteki dağılışları biyoçeşitlilik için temel
bir konudur.

Fiziki coğrafya bu beş ana araştırma konularının yanında iki konu ile de yakından
ilgilidir. Bunlardan biri su kaynakları diğer ise doğal afet değerlendirmeleridir. Su
kaynakları suyun yerini, dağılışını ve hareketleri gibi temel konuları içeren geniş bir
alandır. Örneğin akarsulardaki ya da yeraltındaki suyun insan ihtiyaçları için kullanımı
ve kalitesi gibi. Bu konu beşeri coğrafyanın bölgesel gelişme ve planlama, siyasi
coğrafya, tarım ve arazi kullanımı gibi birçok konusunu da içerir. Bu derste kısaca su
kuyuları, barajlar ve su kalitesi gibi konulara kısaca değineceğiz (Bölüm 14 ve 15).

Doğal Afet Değerlendirmeleri fiziki ve beşeri coğrafyayı harmanlayan bir alandır.


Bir akarsu kenarında yaşamanın riskleri nelerdir ve oralarda yaşayanlar bu riskleri
nasıl algılıyor? Hükümetlerin yurttaşlarını taşkınlardan korumadaki ya da taşkının
meydana getirdiği hasarın onarılmasındaki rolü nedir? Böyle soruların cevaplanması
sadece fiziki sistemlerin nasıl çalıştığının bilinmesinin yanında kişisel ya da toplumsal
olarak insanların fiziki çevreleri ile ilgili algıları ve etkileşimlerini de göz önüne almak
gerekmektedir. Bu derste insanlar ve onların faaliyetleri için tehlike oluşturan taşkın,
deprem, heyelan ve diğer afete sebep olan doğal olayların ardındaki fiziksel olaylarla
ilgili bir anlayış geliştireceğiz.
Beşeri coğrafyanın geriye kalan birçok alanı fiziki coğrafya ile bağlantılıdır. Örneğin
iklimsel ve biyocoğrafik etkenler hastalık taşıyan sivri sineklerin yayılımını
denetleyebilir (Tıbbi Coğrafya). Büyük dağ sıraları nüfusun izole olmasına dolayısıyla
mal ve ürünlerin taşıma fiyatlarında artışa neden olabilir (kültürel coğrafya, ulaşım
coğrafyası). Karakteristik yer şekilleri (örn. Peribacaları) turizm için çekim merkezleri
olabilir. Neredeyse bütün insan faaliyetleri mekân ve zaman içinde değişen bir fiziki
ortam içinde gerçekleşir bu yüzden bu derste öğreneceğimiz fiziksel süreçler
coğrafyanın herhangi bir alt dalı ile ilgili çalışmaları anlamak için yararlı bir alt yapı
oluşturacaktır.

Şekil 1.4 Fiziki coğrafyanın çalışma alanları


Şekil 1.4. Fiziki coğrafyanın çalışma alanları
1.3. Küreler, Sistemler ve Döngüler
Fiziki Coğrafya konularına giriş için büyük resme bakmak ve fiziki coğrafyayı
oluşturan içinde yaşadığımız gezegenin ana unsurlarını oluşturan süreçleri anlamak
için geliştirilen ana yaklaşımlara; kürelere, sistemlere ve döngülere bakmak yararlı
olacaktır. Bunlardan ilk yaklaşım kürelerdir. Küreleri dört ana başlık altında
toplayabiliriz. Bunlar atmospher (havaküre), litosfer (taşküre), hidrosfer (su küre) ve
biyosfer (canlı küre) dir. Gezegenimizin oluşturan bu küreler kendilerine özgü bileşen
ve özelliklere sahiptirler. Diğer bir yaklaşım ise sistemlerdir. Bir sistemi oluşturan
birbileri arasında ilişki olan ve içinde yaşadığımız çevresi şekillendiren süreçlerin
incelenmesidir. Sistem bakış açısı bağlantı ve etkileşimlere vurgu yaparak bize küresel
iklim değişimi ya da biyoçeşitliliğin yok olması gibi karmaşık sorunları anlamamıza
yardım eder. Son ana yaklaşım ise döngü– sistemler için zaman için tekrar meydana
gelen düzenli değişimlerdir.

1.3.1. Küreleler- gezegenizimin dört ana küresi


Fiziki coğrafyanın çalışma konuları içine giren doğal sistemler yerin dört ana küresi
içinde çalışır (Şekil 1.5).

Atmosfer (Havaküre) dünyayı saran bir gaz tabakasıdır. Bu tabaka yeryüzünden aldığı


sıcaklık ve nemi dağıtır ve bunlardan sıcaklıkığın bir kısmını ve tüm nemi tekrar
yüzeye geri gönderir. Havaküre aynı zamanda gezengenimizde canlı hayatının devamı
için hayati elementler olan carbon, hidrojen, oksijen ve nitrojeni sağlar.

Yerin en dış katı katmanı Litosferdir (taşküre). Bu küre dünyaya özgü yaşam formları


için bir zemin oluşturur. Taşkürenin katı kayaçları en üste canlıların yaşamasına uygun
besin elementleri içeren sığ bir toprakla kaplıdır. Taşkürenin yüzeyini yerşekilleri
oluşturur. Bunlar dağlar, tepeler ve ovalar şeklinde bitki, hayvan ve insanların
yaşaması için farklı yaşam ortamlarını sağlar.

Yerin sıvı katmanı yer yüzündeki okyanusların oluşturduğu Hidrosferdir (suküre). Bu


küre sıvı okanus ve tatlısu gibi yerçekiminin etkisi ile akış halinde bulunan dağlar ve
kıtasal buzullardaki katı buzu da içerir. Havaküre içinde, su buhar şeklinde, sıvı
damlacıklar ve katı buz kristalleri şeklinde oluşur. Taşküre içinde su toprakların en üst
tabakalarında ve yeraltı suyu reservuarlarında bulunur.

Biyosfer (canlıküre) yeryüzündeki tüm yaşayan organizmaları kapsar. Dünyadaki


yaşam formları havaküredeki gazları, suküredeki suyu ve taşküredeki besin maddeleri
kullanır dolayısıyla canlıküre diğer ana kürelere bağımlıdır. Şekil 1.6 bu ilişkiye
göstermektedir.

Canlıkürenin büyük bir bölümü yaşam tabakası (life layer) olarak adlandırılan yüzeye


çok yakın sığ bir kuşak içinde yer alır. Bu karaların yüzeyini ve okyanusların üst 100
m sini içerir (Şekil 1.6). Karalar üzerinde yaşam katmanı canlıküre, taşküre ve
havaküre ile yağmur, kar, göller ve akarsuların oluşturduğu suküre arasındaki
etkileşim zonudur. Okyanuslarda ise yaşam katmanı suküre, canlıküre ve havaküre ile
birlikte okyanus suyunun üst katmanında çözünen besin maddelerini oluşturan taşküre
arasında karşılıklı etkileşimin gerçekleştiği kuşaktır. Fiziki coğrafyayı keşfimiz
sırasında yaşam katmanına ve etkileşim halinde olduğu ana kürelere sıklıkla
değineceğiz.

1.4. Ölçek, Desen ve Süreç


Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi coğrafyacılar yeryüzünde doğa ve insan
etkileşimini anlamaya yönelik kendine özgü coğrafik bakış açıları vardır. Birbirleri ile
yakından ilişkili üç tema coğrafik çalışmalarda önem arz eder. Ölçek çalışılan doğal
olayın ya da yapının seviyesini ifade eder. Aynı zamanda ölçek haritaya aktarılan
özelliklerin küçültme oranını ifade eder. Desen belli bir ölçekte görülen doğal olayın
değişimine karşılık gelir. Süreç belli bir ölçekteki bir deseni üreten doğal olayı
etkenlerin nasıl etkilediklerini tanımlar.
Şekil 1.5. Gezegenimizin farklı katmanları

Şekil 1.6. Bu çizim yaşam tabakası yeryüzünün okyanus yüzeyleri ve atmosfer ile
temas eden çok dar bir kuşağı içinde yer aldığını göstermektedir. 
Bu fikirleri daha gerçek yapmak için, kendinizi Aydan Dünyaya dönen bir astronot
olarak düşünün. Dünyaya yaklaşırken küresel bir ölçekte dünyaya görürken yere
indiğinizde yerel bir ölçekte dünyayı göreceksiniz. Ölçekler değişirken aynı zamanda
gözlemlediğiniz desenler ve süreçler de değişecek (Şekil 1.7).

Küresel ölçekte iken, dünyanın ana fiziksel özelliklerini – mavi okyansuları,


kahverengi kıtaları, yeşil bitki örtüsünü ve beyaz kar ile buzları, beyaz bulutlar ve
temiz havası ile havaküreyi göreceksiniz. Okyanus ve karaların deseni (dağılışı) kara
kütleleri ve okyanus havzalarını çok uzun jeolojik dönemler sonucunda şekillendiren
levha tektoniği süreçleri tarafından oluşturulmuştur. Ekvator çevresinde kalıcı bir
kuşak şeklinde yer alan ve spiraller şekilde küre üzerinde hareket eden beyaz
bulutların deseni ise yerkürenin kendi eksenindeki yavaş dönmesi ile birlikte güneşten
gelen ısıya bağlı olarak gelişen atmosferik dolaşım (circulation) süreçleri tarafından
oluşturulur. Bu süreçler çok hızlı ve levha tektoniği süreçlerinden daha küçük bir
mekânsal ölçekte gelişir. 

 Kıtasal ölçekte, bazı bölgelere daha fazla yağış bırakan atmosferik süreçler nedeniyle
kara kütleleri üzerinde kuru çöl bölgeleri ve nemli yoğun bitki örtüsüne sahip alanların
oluşturduğu bir desen farkı görünür. Bazı bölgelerde hava sıcaklıkları suyu donmuş
halde tutar ve deniz buzu ve buzullarını oluşturur. Hava sıcaklığı ve yağış iklimin
temel elemanlarıdır ve iklimi kıtasal ölçekte arazi görünümünü etkileyen ana etken
olarak kabul edebiliriz. 

 Bölgesel ölçekte, dağ sıraları, çöller, göller ve akarsular dağları oluşturan jeolojik
süreçlerle onları aşındıran atmosferik süreçlerin karşılıklı etkileşiminin bir sonucu
olarak değişen bir desen oluştururlar. Atmosferik süreçler su sağlayarak kıtaların
aşınmasına sebep olurken aynı zamanda bitki örtüsü yetişmesine de sebep olur. Aynı
zamanda Amazon havzasındaki ormansızlaştırma gibi bölgesel ölçeklerin insan
faaliyetleri için geniş desenler olduğu açıktır (Şekil 17C). Tarımsal bölgeler
kendilerine özgü ve tekrarlanan tarla geometrileri ile belirgin bir desene sahiptirler.

Yerel ölçekte bir arazi üzerinde ince ayrıntı gösteren belirgin bir desene yaklaşırız.
Örneğin Şekil 17D’de gösterilen San Fransisco körfezi bölgesi. Bu şekil dağ
kütlelerinde yamaçları ve kanyon vadileri oluşturan doğal süreçler ile doğal bir arazi
görüntüsü üzerine şehir ve uydu kentlerini kondurmuş beşeri süreçleri göstermektedir.
Daha küçük ölçekte, kumullar, bataklıklar ya da anayollar gibi farklı süreçlerin bir
sonucu olan tekil ölçekteki arazi özelliklerini görürüz.

Bu örnekler gezegeniz üzerinde uygulanan ölçek, desen ve süreçler gibi temaları


göstermektedir. Bu temaların oldukça genel temalar olduğunu unutmayın. Bu ders
boyunca ölçek, desen ve süreçlerin çok farklı iklim, bitki örtüsü, toprak ve yerşekilleri
üzerine uygulanışını göreceğiz. Bazen yakınlaşım bazen uzaklaşıp yerel ölçekteki
süreçleri çalışıp onlar bölgeler üzerinde uygulayıp kıtasal ve küresel ölçeklerdeki
büyük deselenleri oluşturmak ve açıklamak için kullanacağız. Bu yolla yer yüzün
doğal süreçler ve insan faaliyetleri sonucu nasıl değiştiğini ve evrim geçirdiğini daha
iyi anlamış olacaksınız. 
Şekil 7b. Ölçek, desen ve süreçler
1.4.1. Fiziki Coğrafyada Sistemler

Yaşam katmanını şekillendiren ve küresel ortamların farklı olmasını sağlanan


gezegenimizin dört ana küresi içinde etkileşim halinde bulunun süreçler değişken ve
karmaşıktır. Bu süreçleri ve birbirleri ile olan ilişkileri daha iyi anlamamıza yardımcı
olacak bir yol ilse bunları sistemler olarak incelememizdir. “Sistem” günlük
hayatımızda kullandığımız ingilizce bir kelimedir. Basit olarak birşekile bir araya
gelmiş ve birbirleri ile ilişkili ya da organize olmuş unsurları ifade eder. Örnek olarak
güneşin etrafında dönen gezegenlerin bir araya gelmesi ile oluşmuş güneş sistemini
verebiliriz. Bu derste sistem kelimesini bolca kullanacağız. Bazen bu kelime unsurları
adlandırmada kullanılacaktır. Örneğin iklim sistemini Bölüm 7’de ve toprak sınıflama
sistemini Bölüm 10’da göreceğiz. Bununla birlikte fiziki ortamda eş zamanlı olarak
işleyen birbileri ile ilişkili süreçler grubunu ifade etmek için kullanıcaktır. 

Sistem yaklaşımını kullanarak fiziki coğrafya çalıştığımızda süreçler arasındaki


bağlantıları ve etkileşimleri bulmaya çalışırız. Örneğin küresel ısınma okyanuslardaki
buharlaşma sürecini arttırarak kara yüzeylerin nemlendiri ve daha fazla bulut
oluşturmalıdır. Ancak bulutların artması güneşten gelen ışınların geri yansıması
süreçlerini etkiler. Bu atmosferde ve yer yüzünde daha az güneş radyasyonunun
alınmasına dolayısıyla gezengenin soğumasına ve küresel ısınmanın azalmasına neden
olmalıldır. Aslında bu bir sürecin etkisinin diğer süreçle azaltmasına yani negatif geri
beslemeye (negative feedback) örnektir. Bölüm 6’da bu konuda daha fazla örnek
vereceğiz. 

1.4.2. Zaman döngüleri

Doğal sistemlerin çoğu zaman döngüsüne sahiptir. Bunlar aslında ritmiktir ve


süreçlerin düzenli ya da tekrarlanan tarzdaki davranışlarını ifade eder. Örneğin,
dünyanın güneş etrafındaki yıllık dönüşü gelen güneş enerjisi akışı için bir zaman
döngüsü oluşturur. Mevsimlerin ritmik özellikleri bu döngünün bir örneğidir.
Dünyanın kendi etrafındaki dönüşü de gece ve gündüzü dolayısıyla karanlık ve
aydınlık döngüsünü oluşturur. Ay dünyanın çevresindeki aylık yörüngesinde kendi
zaman döngüsünü oluşturur biz bunu okyanuslarda gel-git dalgaları şeklinde görürüz.

Dünyanın gerek kendi gerekse güneş etrafında dönmesinin astronomik zaman


döngülerine ilk derslerde de değineceğiz. Onlarca yıldan binlerce yıllara kadar giden
diğer zaman döngüleri ise büyük kıtasal buzulların ilerlemesi ya da gerilemesi ile ilgili
döngülere sebep olabilir. Bu döngülerden daha geniş zaman aralıklarına sahip
döngüler örneğin milyonlarca yıl kıtaların oluşması, ayrılması ve tekrar bir araya
gelmeleri gibi çok uzun zaman aralıklarını kapsayabilir.

1.5. Fiziki Coğrafya, Çevre Ve Küresel Değişim


Fiziki coğrafya kısaca insanın çevresindeki doğal dünya ile ilgilenir. Doğal süreçler
herzaman faaliyet halinde oldukları için içinde yaşadığımız çevre de her zaman
değişim halindedir (Şekil.18). Bazen yerkabuğu levhalarının uzun jeolojik dönemlerde
hareket edip kıtaları ve okyanus havzalarını meydana getirdiği gibi değişiklikler yavaş
ya da belirsizdir. Bunun yanında kasırga rüzgârlarının ormanları düzleştirmesi ya da
evleri uçurması ya da yıkması gibi değişimler oldukça hızlıdır.

Günümüzde çevresel değişimler milyonlarca yıldır dünyamızı şekillendiren doğal


süreçlerin bir sonucu olarak değil aynı zamanda insanların faaliyetleri sonucu da
gerçekleşmektedir. İnsan ırkı yeryüzünde zaman içinde sayıca arttıkça insan etkisinde
kalmamış ancak bir kaç yer kalmıştır. Öyleyse küresel değişim sadece doğal süreçleri
değil aynı zamanda onları etkileyen insan faaliyetleri de içerir. İşte fiziki coğrafya bu
etkileşimi anlamada anahtar bir rol üstlenir. 

1.5.1. Küresel İklim Değişimi

İnsanların faaliyetleri küresel iklimi değiştiriyor mu? Neredeyse her yıl bu yılın en
sıcak ya da en sıcak yıllardan biri olduğunu haberlerde duyarız. Ancak iklim öyle
hemen değişen bir şey değildir. Acaba böyle sıcak yıllar normal bir değişimin parçası
olabilirler mi? Bu soru küresel iklim değişikliği çalışan bilim adamlarının
cevaplamaya çalıştığı anahtar sorudur. Son on yıldır neredeyse tüm bilim adamları
insan faaliyetleriin iklim değişikliğini tetiklediği konusunda hem fikir. Peki bu nasıl
oldu?

Bu sorunun cevabı sera etkisin de (greenhouse efect) saklı. İnsani faaliyetler (tarım,
sanayi, ulaşım, ısınma vs.) atmosfere gaz salınımına devam ettiği sürece yeryüzünden
yansıyan sıcaklık radyasonunu engellemekte ve buda sıcaklığı dolayısıyla sera
etkisinin de şiddetini arttırmaktadır. Bu gazlardan en önemli olanı karbondioksit (CO 2)
fosil yakıtların yakılması ile ortaya çıkmaktadır. Diğer gazlar methan (CH 4), nitroksit
(NO) ve buzdolabı ve klimalar içinde soğutucu olarak işe yarayan ve parfüm
şişelerinde püskürtme için kullanılan kloroflorokarbonlar gibi gazlardır. Diğer gazlarla
birlikte bu gazla yeryüzü sıcaklığını arttırarak tarım alanlarının yok olmasına ya da
yerdeğiştirmesine, deniz seviyesi yükselmesine, şiddetli fırtınalar gibi büyük hava
olaylarının sıklıklarının artmasına ve kuraklığına neden olurlar. 

1.5.2. Karbon Döngüsü

İnsanların sera etkisine katkılarını azaltmasının bir yolu da fosil yakıtların


yakılmasından kaynaklanan karbondioksit salınımının miktarının düşürülmesidir.
Ancak günümüzde modern hayatın neredeyse her safhasında fosil yakıtlarının yoğun
olarak tüketilmesi atmosferdeki karbondioksit derişiminin (concentration) sabit
kalması için fosil yakıt tüketiminin azaltılması hiç de kolay değildir. Bununla birlikte
bazı doğal süreçler atmosferik karbondioksiti azaltır. Bitkiler hücre duvarları ve ağacı
oluşturan bitki dokusunu yapılandırmak için fotosentez yaptıklarında atmosferden
karbondioksit alırlar. Buna ek olarak karbondioksit deniz suyu içinde çözünebilir. Bu
iki önemli yolla birlikte atmosferdeki karbonun karalar ve okyanuslara akışı karbon
döngüsünün bir parçasıdır. Günümüzde biyocoğrafyacı ve ekologlar karbon akışının
yollarını ve büyüklüğünü anlamak için küresel karbon döngüsüne odaklanmaktadır.
Onlar bu döngünün daha iyi anlaşıldığı takdirde ekonomik faaliyetleri
cezanlandırmadan karbondioksit oranının düşürmenin alternatif bir yolunu bulmayı
ummaktadırlar.

1.5.3. Biyoçeşitlilik

Bilimadamları, çevreciler ve halk arasında gezegenimizdeki bitki ve hayvanların


çeşitliliğine artan bir farkındalık vardır. İnsanlar biyoçeşitliliğin gelecek nesiller
tarafından kutsal olacak kadar son derece değerli bir kaynak olarak görmektedir.
Olabildiğince fazla sayıdaki doğal türlerin korunması önemli bir sebebi bunların
hastalık ve yırtıcalara karşı zaman içinde doğal biyokimyasal savunma mekânizmaları
geliştirmeleridir. Bu savunma mekânizmaları biyoaktif bileşenler içermekte ve bazen
tarımsal ürünü miktarını arttıran doğal gübrelerden insanlardaki kanser hücreleri ile
savaşan ilaçlara kadar yararlı olabilmektedir.

Biyoçeşitliliği koruma ve sürdürmenin bir diğer önemli sebebi birçok türden oluşan
kompleks ekosistemlerin daha duraylı olması ve çevresel değişimlere daha iyi tepki
vermesinden kaynaklanmaktadır. Eğer insan faaliyetleri yanlışlıkla biyoçeşitliliği
büyük oranda azaltırsa o zaman doğal ortamlarda beklenmedik ve istenmeyen riskler
ortaya çıkacaktır. Biyocoğrafyacılar hem dünyadaki birçok doğal habitat içindeki
mevcut biyoçeşitliliği hem de biyoçeşitliliği oluşturan ve sürdüren süreçlere
odaklanırlar.

İnsan faaliyeletleri dünyadani birçok doğal habitattaki biyoçeşitliğiği azaltmaktadır.


Çevre kirliliği insan ve diğer türler için habitatın kalitesini düşürmektedir. Şiddetli
hava olayları, ki bunlar insan kaynaklık iklimi değişimine bağlı olarak daha sık
aralıklarla meydana gelmeye başlamıştır, bunun yanında diğer nadir gelişen doğa
olayları maalese hızla artan insan nüfusu üzerinden gittikçe daha yıkıcı olmaktadır.

1.5.4. Kirlilik

Hepimizin bildiği gibi kontrol edilmeyen insan faaliyetleri çevre kalitesini


düşürmektedir. Karbondioksit salınımına ek olarak, yakıt yakılması özellikle ozon ve
nitrik asit gibi toksik bileşenlerle etkileşime girdiğinde insan hayatı için tehlike
arzeden gazların oluşmasına neden olmaktadır. Topraktaki gübrelerin suyu kirletmesi,
sanayi üretiminden kaynaklanan toksik atıklar, asitli madencilik su kalitesini oldukça
düşürmektedir. Bu tür kirlilikler sadece akarsu ve göllerdeki ekosistemleri
etkilememekte aynı zamanda onlara bağlı olarak yaşayan insan nüfusunu da
etkilemektedir. Yeraltı suları da kirlenebilmekte ya da aşırı kullanıldıklarında özellikle
kıyı kesimlerinde tuzlanmaktadır.

Çevre kirliliği, sebebleri ve etkileri, kirliliği azaltmak için kullanılan teknolojiler,


kendine has geniş bir konu oluşturmaktadır.

1.5.5. Şiddetli Doğa Olayları

Büyük afetler (catastrophe)- taşkınlar, yangınlar, kasırgalar, depremler, heyelanlar-


insan ve doğal sistemler üzerinde büyük ve uzunömürlü etkilere neden olurlar. Acaba
artan insan faaliyetleri bu tür afetlerin sıklığını arttırıyor mu? Değişen sera etkisine
bağlı olarak gezegenimizin sıcaklığı artarken, küresel iklim modellemecileri şiddetli
hava olaylarının daha şiddetli ve sık olacağını tahmin ediyorlar. Kuraklıklar ve
bunların sonucu yangınlar gelecekte daha sık olacak. Son on yılda şiddetli hava
olaylarına örnek olacak bir sürü olay gerçekleştir. Örneğin 2005’teki Katrina kasırgası
(ABD tarihinin en şiddetli kasırgası) gibi. Yukarıdaki sorduğumuz sorunun cevabı
olarak insanların bu tür olayların meydana gelmesindeki rolünün arttığını gösteren bir
sürü kanıt olduğunu gösteriyor.

Diğer şiddetli doğa olayları, depremler, volkanik püskürmeler ve sismik deniz


dalgaları (tsunami) insan faaliyetlerinden etkilenmez ve gücünü yerin derinliklerinden
alır. Ancak insan nüfusunun artması ve şehirlerin büyümesi sonucu teknoloji ne kadar
ilerlemiş olsada bizi bu tür olaylara karşı hala hassas ve kırılgan halde olmamıza neden
oluyor. 
Şekil 1.8. Küresel değişimin boyutları
1.6.Fiziki Coğrafyada Araçlar
Coğrafyacılar mekânsal veriler ile çalışmak, onları keşfetmek ve verilerin
etkileşimlerini ortaya koymak için bazı özel araçlar kullanırlar. Bunlardan en eski
olanı istenen unsurların mekân üzerinde nerede olduklarını kağıt üzerindeki sunumu
olan haritalardır. Günümüzde bilgisayar ve coğrafi bilgi sistemleri (CBS)
yazılımlarındaki gelişmeler nedeniyle kağıt üzerindeki haritaları sayısal bir hale sokup
onları depolama ve analiz yaparken kullanmak mümkündür. Coğrafi bilginin coğrafi
bilgi sistemleri içine bir girdi olarak edinilmesi son yıllarda küresel konumlandırma
sistemi (GPS) kullanarak oldukça kolay bir hale gelmiştir. GPS’ler artık el boyutunda
uydulardaki sinyalleri kullanarak dünyada bulunduğunuz herhangi bir noktanın tam
olarak enlem, boylam ve yüksekliğini bir kaç metre ile bulma imkanı veren bir
elektronik cihazdır. 
Şekil 1.9 Fiziki coğrafyanın kullandığı araçlar
Uydu tabanlı görüntüleme cihazları coğrafik çalışmalar için hayati önemi olan karalar,
okyanuslar ve atmosfer hakkında oldukça zengin bir veri imkanı sağlarlar. Uzay ve
hava araçlarından elde edilen görüntülerin işlenmesi, geliştirilmesi ve analiz edilmesi
uzaktan algılama olarak bilinir. Uzaktan algılama, coğrafi bilgi sistemleri ve GPS
bilgilerini birbirine bağlayan son teknolojik gelişmeler ve internetle birlikte hayatımıza
giren Google Earth gibi görüntüleme araçları da coğrafyacıların ilgisini çekmektedir.

Coğrafyadaki araçlar aynı zamanda matematik modelleme ve istatistik de içerir.


Coğrafik süreçleri modellemek için kullanılan matematik ve bilgisayarlar doğal ve
insani olayları anlamak için oldukça güçlü araçlardır. İstatistik ise farklılıkları,
eğilimleri ve desenler hakkında soru sorabileceğimiz coğrafik verilerin işlenmesine
yönelik yöntemler sunar. 

1.6.1. Haritalar Ve Kartografya

Kartografya coğrafyanın harita yapımı ile ilgilenen alanıdır. Bir harita yerleri,
bağlantıları ve bölgeleri gösteren nokta, çizgi ya da alan verilerini gösteren mekânın
kağıt halinde sunumudur. Tipik olarak haritalar yeryüzünün bazı özelliklerinin
konumlarını gerçekteki konumlarına bağlı kalarak gösterir (Şekil 1.10). Haritanın
ölçeği gerçek özelliğin küçültme oranını gösterir. 

Şekil. 1.10 Bir


1:25.000 harita örneği
Coğrafi bilginin büyük bir kısmı haritalarda sunulduğu ve gösterildiği için haritalar
fiziki coğrafya çalışmaları için temel bir rol oynarlar. Bir coğrafyacı için haritaları
okuma yetisi temel gereksinimlerden biridir. Günümüzde haritalar gazetelerde,
televizyonda haberlerde ve özellikle hava durumu haberlerinde çokca kullanılan bir
araçtır. Ayrıca cep telefonlarımıza yüklü navigasyon (seyrüsefer) yazılımları da birer
harita yazılımlarıdır.

1.6.2. Harita Projeksiyonları

Kartografyacılar yer yüzündeki bir konumu enlem ve boylamlar kullanarak belirlerler.


Enlemin konumu kuzey-güney doğrultusunda ve boylamın konumu doğu-batı
doğrultusunda ölçer. Eşit enlem noktalarını birleştiren çizgilere paraleller, eşit boylam
noktalarıı birleştiren çizgilere ise meridyenler dendiğini bilmemiz yeterli.
Bir harita projeksiyonu bir haritayı düz bir yüzey üzerine çizmek için kullanılan
düzenli bir enlem ve boylam çizgileri sistemidir. Yeryüzü küreye çok benzer eğri bir
şekle sahip olduğu için projeksiyonlara ihtiyaç duyulmaktadır. Tüm harita
projeksiyonları bir şekilde dünyanın şeklini hatalı gösterir. Bunun nedeni küre
şeklindeki bir yüzeyi gerçek şeklini herhangib ir kesme, germeden ya da küre
üzerindeki bilgilerin biçimini bozmadan iki boyutlu düz bir yüzeye çevirmenin
imkansız olmasından kaynaklanan sorunlardır.

Belki de tüm harita projeksiyonlarının en basiti ızgara şeklinde (grid) mükemmel


karelerden oluşan projeksiyonlardır. Bu basit haritada, yatay çizgiler paraleller dikey
çizgiler meridyenlerdir. Bunlar arasındaki açılar sabittir bu yüzden eşit açılı grid
(equal-angle grid) projeksiyon olarak bilinir. Bu çeşit bir projeksiyon paraleller
arasındaki mesafeleri doğru gösterir ancak kutuplarda birbirine yaklaşan meridyenleri
göstermekte başarılı değildir. Bu yaklaşım gridin yüksek enlemlerde şeklinin
bozulmasına neden olur bu yüzden bu tür haritalar 70 o ile 80o derece enlemlerinde
sonlandırılır. 

Şekil 1.11. Merkezi bir ışık kaynağından verilen ışık küresel coğrafik gridin gölgesini
kağıtlar üzerine düşürülür. Konik ve silindirim kağıtlar açılarak düz haritalar haline
dönüşür. 
Tatmin edici bir harita projeksiyonu bulma denemeleri ilk zamanlar basit bir yaklaşımı
kullanmıştır. İlk olarak yerkürenin etrafını tel bir kafes gibi paralel ve meridyenlerin
kapladığını düşünün. Küçük bir ışık kaynağını kafesin merkezine yerleştirin ve kafesi
oluşturan gridin kürenin dışına düşen gölgelerine bakın. Bu durum lambanın
gölgesinde kitap okumaya benzer. Temel olarak Şekil 1.11’de görüldüğü gibi 3 farklı
“lamba gölgesi” kullanılmıştır.

İlk yöntem düz bir kağıt disk kuzey kutbunun üzerine konmuştur. Bu örnek merkezden
gelen ışığa bağlı olarak tel kafesin gölgesinin kağıt disk üzerine iç içe halkalar
(paraleller) ve ışınsal düz çizgiler (meridyenler) şeklinde düştüğü görülür. Böylece
kutup-merkezli ya da kutup projeksiyon elde edilir. İkinci yöntem kağıt bir koni tel
kafesin tepesine yerleştirilir ve merkezden ışık verilir. Koni üzerine düşen gölgeler
çizilir daha sonra koni ikiye ayrılarak düz bir kağıt haline getirilir. Bu
projeksiyona konik projeksion denir. Paralleler yay şeklinde ve meridyenler ışınsal
olarak uzaklaşan düz çizgiler şeklindedir. Üçüncü yöntemde silindir şeklinde bir kağıt
ekvatora temas edicek şekide kürenin etrafına sarılır. Merkezden ışık verildiğinde tel
kafesin gölgesi birbiri ile doksan derecelik dik açılarla ile bağlanan paralel ve
meridyenleri oluşturur. Bu yönteme silindirik projeksiyon denir (Şekil 1.11).

Bu üç projeksiyon yönteminden hiçbirisi ne kadar büyük kağıt kullanılırsa kullanılsın


tüm dünyanın gridini gösteremez. Açıkcası eğer tüm dünyanın ya da onun geniş bir
parçasının gridi gösterilecekse oldukça farklı sistemler tasarlanmalıdır. Mercator
Projeksiyonu (silindirik), Winkel Tripel gibi küresel bir haritadaki bozulmaları en aza
indiren özel bir matematik kullanan yöntemlerdir.

1.6.3. Kürelerin Ölçekleri Ve Haritalar

Tüm küreler (küre şekilli dünya haritaları) ve haritalar yeryüzündeki unsurları


olduklarından çok daha küçük boyutlarda gösterirler. Küreler yerin kendisine benzer
en mükemmel modelleri olması sebebiyle üretilmiştir. Bir kürenin ölçeği küre ile
dünyanın boyutu (uzunluk ya da mesafe gibi) arasındaki orandır. Alan ya da hacim
olarak farklılık gösterebilir.

Örneğin 13000 km çapındaki dünyayı temsil eden 20 cm çapındaki eden bir küreyi ele
alalım. Kürenin ölçeği 20 cm ile 13000 km arasındaki orandır. Eğer 13000 km yi 20
cm’e bölersek, küre üzerindeki 1 cm in dünya üzerindeki 650 km’ye karşılık geldiğini
görürür. Bu ilişki küre üzerindeki herhangi iki nokta arasındaki gerçek mesafeyi
gösterir.

Ölçek sıklıkla bir kesir ile gösterilir ve kesirli ölçek olarak bilinir (Şekil 1.12). Bu
ölçek dünyadaki ve küre üzerindeki mesafeleri aynı birim ile ifade etmek için
(genellikle santimetre) kullanılır. Bir kilometrede 100 000 (yüzbin) santimetre vardır.
Kesirli ölçeğin avantajlı tarafı kilometre, metre, mil gibi herhangi bir birim ile ifade
edilebilir. Bizim örneğimizde 20 cm bölüm 130 000 000 cm olacak ve genellikle 1:65
000 000 gibi iki nokta ya da 1/65 000 000 gibi yan çizgi ile gösterilecektir.

Küreden farklı olarak, düz bir harita sabit bir ölçeğe sahip olamaz. Eğri bir yüzeye
sahip bir küreyi düz bir yüzeye dönüştürmek için tüm harita projeksiyonları yeryüzünü
düzensiz bir şekilde gerer bu yüzden harita ölçekleri bir yerden diğerine değişir.
Bununla beraber bir meridyen ya da paraleli seçmek mümkündür (örneğin ekvator) ve
kesirli ölçeği verildiğinde harita küre ile ilişkilendirilebilir.

1.6.4. Küçük Ölçekli Ve Büyük Ölçekli Haritalar

Coğrafyacılar küçük ölçekli ve büyük ölçekli haritalardan bahsettiğinde kesirli


ölçekten bahsederler. Örneğin 1:65 000 000 ölçekli global bir harita 0.00000001534
gibi bir kesirli ölçeğe sahiptir. Bu değer 1 sayısının 65 000 000 sayısına bölümü ile
elde edilir. Genelde askeri topoğrafya haritaları 1:25000 ölçeklidir ve kesir ölçek
değeri olarak 0.000040 değerine eşittir. Heriki değeri karşılaştırdığımızda global
haritanın değeri daha küçük olduğundan bu tür haritalara küçük ölçekli
harita denirken, diğer askeri harita göreceli olarak büyük ölçekli harita olarak
adlandırılır. Burada küçük ve büyük ölçek terimlerinin zıttı bir durum olduğuna dikkat
edin. Büyük ölçekli bir doğa olayının etkisi dediğimizde tipik olarak büyük bir alanda
meydana gelen bir olaydan bahsederiz ve bunlar en iyi şekilde küçük ölçekli
haritalarda gösterilir. 
Şekil 1.12.Topografik bir harita üzerinde çizik ölçekler. 
Büyük ölçekli haritalar dünyanın sadece küçük bir bölümünü gösterir. Bunlar detaylı
oldukları için içlerinde muazzam ölçüde coğrafik bilgi barındırırlar. Büyük ölçekli
haritaların bir çoğu çizik ölçeğe (graphic scale) sahiptir. Çizik ölçekler haritanın
küçültme oranın bir çizgi parçası (genelde 1 cm) olarak cm’e karşılık gelen metre,
kilometre ya da mil gibi. Örneğin 1:25000 ölçekli bir harita 1 cm’lik bir çizik ölçek
250 m’yi, 1:100 000 ölçekli bir haritada ise 1 km’yi gösterir. Şekil 1.12 büyük ölçekli
bir haritadaki farklı birimlerdeki çizik ölçekleri görmek mümkündür. Çizik ölçekler
genellikle mesafe ölçmek için oldukça yararlıdır.

1.6.5. Konformal Ve Eşit Alanlı Haritalar

Konformal projeksiyonlu haritalar harita üzerindeki objelerin şekillerinin korunduğu


ancak alanlarının değişikliğe uğradığı haritalardır. Bu tür projeksiyonlara örnek
Mercator Projeksiyon (Şekil I.11) verilebilir. Bu tür haritalarda örneğin kıyı çizgisinin
geometrisi doğru bir şekilde yansıtılırken adaların alanları doğru olmayabilir ya da
kıtaların yüksek enlemlere doğru ilerledikçe artan alanları gibi sorunlar oluşabilir.
Buna karşın alanı doğru olarak gösteren haritalara eşit alanlı haritalar denir. Bunlarda
kıtalar göreceli olarak alanlarını korurken şekillerinde bozulmalar görülür. Maalesef
hem şekli hem de alanı birlikte koruyan bir projeksiyon sistemi yoktur, sadece küreler
bu özelliğe sahiptir.

1.6.6. Haritaların İçerikleri

Bir harita projeksiyon grid sistemi ile taşınan bilgi bir kategori ile sınırlıdır; o da yer
yüzündeki bir noktanın lokasyonu. Daha kullanışlı olmak için haritalar başka
bilgilerde taşırlar. Bu tür haritalara çok amaçlı haritalar denir Şekil I.11 ve I.12). İlgili
kurumlar (örn. Türkiye de Harita Genel Komutanlığı, Maden Tetkik ve Arama Genel
Müdürlüğü) tarafından basılan haritalarda çok farklı semboller, desenler ve renkler
kullanılarak haritaların bilgi içerikleri arttırılır. Şekil I.11 ve I.12 bunun bir örneğini
göstermektedir. Ülkemizde topoğrafik haritalar hizmete özel ya da gizli olduklarından
bunların Harita Genel Komutanlığının izni olmadan basılması ve yayılması yasak
olduğundan burada ABD’den bir örnek verilmiştir. Önce de değinildiği gibi ülkemizde
standart topoğrafik harita ölçeği 1:25 000’dir. Çok amaçlı haritaların yanında tematik
haritalarda vardır. Bunlar sadece bir amaca yönelik olarak hazırlanan haritalardır.
İlerleyen derslerimizde göreceğimiz Şekil 4.25, Şekil 5.17, Şekil 7.7 ve Şekil 7.10
bunlara örnektir. 

1.6.7. Harita Sembolleri

Harita üzerindeki semboller nokta, çizgi ve çokgen (alan) olarak ifade edilir. Bir
noktadaki bilgiyi aktarmak için o noktayı temsil eden bir nokta sembolü kullanılır
(Şekil 1.13). Aynı şekilde çizgisel bir bilgiyi aktarmak içinde çizgi sembolü kullanılır.
Bu çizgiler kesik kesik, noktalı, ayrık, çift ya da farklı kalınlık ve renkte olabilir.
Çokgenler ise belli bir alan sahip unsurları aktarmak için kullanılır ve bunlarda renk ve
desenler kullanılarak farkılılıklar gösterilmeye çalışılır. Burada diğer bir önemli husus
ölçektir. Büyük ölçekli bir haritada çokgen şeklinde göstereceğiniz bir nehir küçük
ölçekli bir haritada bir çizgi ile gösterilebilir (Şekil 1.14). Haritalarda detayın
seviyesini belirlemek için çözünürlük terimi kullanılır.Büyük ölçekli haritalar küçük
ölçekli haritalara oranla daha yüksek çözünürlük dolayısı ile detaya sahiptir
(Şekil1.14). 

Şekil 1.13. Nokta, çizgi ve çokgenleri kullanarak üretilmiş birçok amaçlı harita
Şekil 1.14. Harita ölçeği ve bilgi içerikleri
1.6.8. Sayısal Verilerin Tematik Haritalar Üzerinde Gösterilmesi

Fiziki coğrafyada sıklıkla sayısal verilern harita üzerinde gösterimi gerekmektedir.


Örneğin sıcaklık, basınç, rüzgâr hızı ve yağış miktarını gösteren hava durumu
haritaları gibi. Bu haritalarda ölçüm noktaları ayrıca bu noktalardan elde dilen ölçüm
sonuçlarını gösterebilir bunlar arasındaki ilişkileri analiz edebiliriz. Şekil I.14.
ABD’deki Alfisol topraklarının dağılışını göstermektedir. Ölçüm sonuçları arasındaki
ilişkileri ortaya koymak amacı ile coğrafyacılar izoplet (isopleth) haritaları
oluştururlar. Bir izoplet eşit değerleri gösteren bir çizgidir. Bu örnekte sıcaklık
gösterildiği için izoplet artık bir izoterm (eş sıcaklık) haritasına dönüşmüştür. İzoplet
haritaları çizilirken ölçüm noktaları arasında ortak değere sahip noktalar takip edilir.
Bunlar çocukken yaptığınız sayılı noktaları birleştirip sonunda bir canavar şekli
çıkardığınız oyunlara benzer. En çok bilinen izoplet haritaları aslında izohips
haritalarıdır bunlar topoğrafyada eş yükseltiye sahip noktaların birleştirilmesi ile elde
edilmiş haritalardır. Tablo I.1. izoplet haritalarının örneklerini vermektedir. 
Tablo 1.1 İzoplet tipleri
İzoplet haritalardan farklı olarak bir de koroplet haritalar vardır. Bunlar belli
kategorilerdeki bilgiyi tanımlar. Örneğik küresel bitki örtüsü ya da küresel toprak
haritası gibi. Kartografya coğrafyanın en zevkli konularından biridir. Çok eski bir
geçmişe sahip bu bilimdalı coğrafi bilginin doğru ve etkili bir şekilde taşınmasını
sağlar. Haritaları seviyorsanız kartografya ile ilgilenmenizi tavsiye ederim.

1.6.9. Küresel Konumlandırma Sistemi (GPS)

Yeryüzünde bir noktanın konumunun belirlemek için o noktanın enlem ve


boylanımının tam olarak belirlenmesi gereklidir. Son bir kaç yüzyılda insanlar
özellikle denizciler yıldızların konumu ve saatleri kullanarak enlem ve boylamları
belirleyip konumları hakkında bilgi sahibi oluyorlardı. Ancak bu yöntem hem çok
yavaş hem de hata payı yüksek bir yöntemdi. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra
insanlar konumlarını daha hassas belirlemek için yöntemler geliştirmeye ve gelişen
teknoloji ile birlikte uydular kullanmaya başladır. Bugün dünyada en yaygın olarak
ABD tarafından geliştirilen küresel konumlandırma sistemi (global positioning
system) kullanılmaktadır. Ancak bunun bir alternatifi olarak Rusya tarafından
geliştirilen GLONASS (Global Navigation Satellite System) da uydu tabanlı bir
konum belirleme sistemidir. Bunlardan GPS her 12 saatte bir dünyayın dolaşan 24
uydunun devamlı olarak konumunu çok yüksek çözünürlüklü zaman sinyalleri
şeklinde yayın yaptığı bir sistemdir (Şekil 1.15). Bu sistemde konumu belirlemek için
bir alıcı (receiver) eş zamanlı olarak en az 4 ya da daha fazla uydudan sinyalleri alır.
Alıcı her bir uydudan iletilen zaman sinyalini kendi saati ile karşılaştırır. Radyo
sinyallerinin iletim hızı bilindiğinden dolayı alıcı uydulardan gelen zaman zaman
sinyalleri ile kendisi arasındaki mesafeyi hesaplar. Buna bağlı olarak alıcı kendi
konumunu yatay ve dikeyde 3-5 m hata ile hesaplar. 
Şekil 1.15. Dünyanın yörüngesine yerleştirilmiş GPS uyduları (toplam 24 adet)
Hesaplanan konumun doğruluğunu etkileyen birçok sebeb vardır. Bunlardan en
önemlisi atmosferik etkilerdir. Atmosferin en dış katmanındaki (ionosfer) enerji yüklü
parçacıklar ve alt katmanındaki (troposfer) su buharı parçacıları uydulardan gelen
sinyalleri yavaşlatıcı etkiye sahiptir. Bu katmanlardaki şartlar her saniye değişim
durumunda olduğu için bunların radyo dalgalarına etkileri tahmi edilebilir değildir.
Diğer bir iletim problemi ise radyo dalgaları yerel bir engelle (örneğin arızalı bir
topografya) karşılaştıklarında sıçrama yapar ve alıcıya aynı sinyal iki kere ulaşabilir.
Bu çoklu ulaşım hatası alıcının hesaplamasını yanlış yapmasına neden olabilir. 
Şekil
1.16. Diferansiyel GPS üniteleri. Baz istasyonu (solda).
Bir noktanın konumunu daha yüksek doğrultukta (<1m) hesaplamanın bir başka yolu
da iki farklı GPS cihazi kullanılarak yapılır. Bunlarda bir tanesi baz istasyonu gibi
görev görür sabittir diğeri ise seyyardır ve arazide istenen noktanın üzerine getirilerek
hassas ölçümler yapılır. Bunlardan baz istasyonu konumu yüksek doğrulukta bilinen
bir noktaya yerleştirilir. Yerleştirildiği noktanın yüksek doğruluktaki konumunu
kullanarak her uydudan gelen sinyalle karşılaştırarak her uydunun yörüngesindeki
küçük sapmaları, her uydunun saatindeki küçük değişimleri ve o andaki her uydunun
gönderdiği sinyalin atmosferdeki hızını tam olarak belirler. Daha sonra bu bilgiyi diğer
seyyar gps unitesine gönderir ve buna bağlı olarak daha hassas ölçümleri yapılmasına
imkan verir. Bu yöntem iki sinyal setinin kullandığı için buna diferansiyel GPS denir
(Şekil 1.16). 

Ülkemizde TÜBITAK’ın desteği ile gerçek zamanlı konumla bilgisi için sabir GNSS
istasyonların ve kontrol merkezlerinden oluşan yer merkezli bir konumla sistemi olan
TUSAGA-AKTİF sistemi kullanılır. Sistem, mevcut durumda 146 istasyon ve 2 adet
kontrol merkezi ile etkin halde çalışmaktadır (Şekil 1.17). Türkiye ve KKTC’de,
sürekli gözlem yapan GNSS İstasyonlarının oluşturduğu ağ yapısında, gerçek zamanlı
konum düzeltme bilgileri yayımlayan sistem; GNSS konumlama sistemlerinden sinyal
alan sabit yer istasyonları, sistem kontrol merkezleri, veri aktarımı için yerleşik
iletişim birimleri ve sistemin kullanıcılar tarafında DGPS ve GZK özelliğine sahip,
faz/kod uydu verilerini alabilecek yetenekte tek veya çift frekanslı alıcılar olmak üzere
dört ayrı bileşenden oluşmaktadır. Bunun yanında Küresel Konumlama Uydu
Sistemleri (GNSS) kapsamında, Amerika'nın GPS, Rusya'nın GLONASS ve Avrupa
Birliği'nin GALILEO sistemi gibi küresel konumlama sistemi uydularından gelen
veriler kullanılmaktadır.

Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü tarafından yönetlien system, istasyonlar ile


kontrol merkezleri arasındaki veri akışı öncelikle genişbant internet altyapısı
kullanılarak, sistemin çalışmadığı durumlarda otomatik olarak devrede olacak şekilde
cep telefonu şebekesi üzerinden paket anahtarlamalı veri iletimi (GPRS) yöntemi
kullanılarak sağlanacaktır. Son kullanıcılar ise GSM kartı üzerinden GPRS/EDGE
sistemi ile kontrol merkeziyle irtibata geçecek ve DGPS/GZK özellikli GPS alıcılarını
kullanarak kontrol merkezinden bulunduğu bölge için koordinat düzeltme değerlerini
alacaktır. Yerleşik sistem kesintisiz bir şekilde çalışacak şekilde kurulmuştur (kaynak
Wikipedia).

Şekil 1.17. TUSAGA-Aktif istasyonlarının dağılımı


Günümüzde el gpsleri ile ya da cep telefonlarında bile 3-4 m hassasiyetle konumunuzu
belirlemek mümkündür. Bununla ilgili olarak akıllı cep telefonlarınaza appstore ayda
playstore’dan gps uygulamaları indirerek daha fazla bilgi sahibi olabilirsiniz.

1.7. Coğrafi Bilgi Sistemleri


Haritalar da kitaplar gibi bilgiyi depolayan yararlı araçlardır ancak bazı sınırlamaları
vardır. Son yıllarda bilgisayar donanımı ve yazılımlarında meydana gelen ilerlemeler
coğrafyacılar için mekânsal veriler üzerinde çalışmak için yararlı araçlar geliştirmeye
sevk etmiştir. Bir coğrafi bilgi sistemi ilk önce bilgisayar tabanlı bir sistemdir ve
mekânsal verilerin toplanmasına, işlenmesine, depolanmasına, sorgulanmasına, yeni
veriler üretilmesine, analiz edilmesine ve görsel hale getirilmesine imkan verir.
Coğrafi bilgi sistemleri aynı zamanda jeologlar, jeofizikçiler, ekologlar, şehir-bölge
planlamacılar, belediyeler haritalama, planlama ve mekânsal verileri depolama için
kullanırlar.

1.7.1. Coğrafi Bilgi Sistemlerinde Mekânsal Veriler

Coğrafi bilgi sistemleri mekânsal nesneler üzerinde işlem yapmak üzere tasarlanmıştır.
Bir mekânsal nesne içine bazı bilgilerin girildiği nokta, çizgi ve alandır. Bu bilgi çok
basit bir sayı olabileceği gibi çok farklı sözel bilgi de olabilir. Şekil 1.18’ de mekânsal
nesneler gösterilmektedir. Bir nokta alana sahip olmayan sadece konumu gösteren bir
nesnedir. Bir çizgi de alanı olmayan bir nesnedir ancak birbiri ile ilişkili iki noktayı
bağlamaktadır. Bu özel noktalara düğüm denir. Normalde çizgiler düzdür ancak
eğrisel de olabilirler. Eğer düğüm noktaları başlangıç ve bitişi ifade ediyorsa o zaman
çizgi yöne sahiptir. Yöne sahip çizgilerin her iki tarafına da bilgi girilebilir.

Şekil 1.18. Coğrafi bilgi sistemlerinde kesişen nesneler


Eğer çizgiler ortak düğümler ile birbirine bağlanır ve çok kenarlı bir şekil oluşturursa
ona da çokgen (polygon) denir. birçokgen alanı ifade eder. Coğrafi bilgi sistemleri
içinde bu mekânsal nesnelerden oluşan katmanlar (layer) oluşturulabilir ve bunlar
birbirleri üzerine getirilerek birbirleri ile olan ilişkileri ortaya konabilir (Şekil 1.19). 

1.8. Uzaktan Algılama


Mekansal bilginin toplanmasında önemli coğrafik tekniklerden birisi de uzaktan
algılama (remote sensing) yöntemidir. Bu terim mekânsal bilginin hava ya da uzay
aracına takılmış cihazlar yardımı ile belirli bir mesafeden elde edilmesini ifade eder.
Böyle cihazlar ya da uzaktan algılayıcılar yeryüzünden ve atmosferden yansıyan ve
hava ya da uzay aracı tarafından alınan elektromanyetik radyasyonu ölçerler. Elde
edilen bu veriler görüntü, fotoğraf ya da benzer görsellerle bilgisayar ya da çıktı
şeklinde gösterilir. Bunlara örnek olarak bitki örtüsü haritaları, arazi kullanımı
haritaları ya da akıllı telefonlarımızdan kullandığımız uydu görüntüleri verilebilir. Bu
nokta görüntü ile fotoğraf arasınaki farkı belirtmek gerekir. Görüntü (image) piksel
dediğimiz kare şeklindeki hücrelerden oluşur ve her pikselin bir sayısal değeri vardır.
Fotoğraf da piksellerden oluşur ancak piksellerin sayısal değeri yoktur sadece
görünümü verirler. Günümüzde gerek uydu görüntülerinin gerekse hava
fotoğraflarında santimetre ölçeğindeki çözünürlüklere ulaşmak mümkündür. 

Şekil 1.19. Coğrafi Bilgi Sistemlerinde kullanılan katmanlara örnek


Yeryüzündeki her nesne, doğal ya da sentetekik, elektromanyetik radyasyonu
yansıtma, iletme, emme ve yayma kabiliyetine sahiptir. Uzaktak algılama açısından bir
nesnenin yansıttığı ya da yaydığı enerjinin uzaktan algılayıcılara ulaşması önemlidir.
Yerin yüzeyi büyük ölçüde görünür (visible), yakın kızılötesi (near infrared) ve kısa-
dalga kızılötesi (shortwave infrared) ışığı içine alan hafif enerji formunda oluşur.
Uzaktan algılayıcılar genellikle yeryüzünden yansıyan bu hafif enerjinin tüm
aralıklarını ölçecek şekilde yapılandırılırlar. Diğer yandan bir nesne ya da maddeden
yayılan enerjinin algılanması büyük oranda onun sıcaklığı ile ilişkilidir.

1.8.1. Renkler Ve Spektral İzler

Yeryüzündeki çoğu madde ve nesneler insan gözü ile görülebilir renklere sahiptir.
Bunun anlamı görünür spektrumum farklı parçalarındaki radyasyonu farklı
yansıtmakta olduklarıdır. Şekil 1.20 su, bitki ve toprakların görünürden dalga
boyundan kısa-dalga kızılötesine kadar farklı dalga boylarındaki yansımalarını
göstermektedir.

Örneğin su yüzeyleri uydu görüntülerinde genellikle koyu ve siyah renkldir. Ancak


görünür spektrumun mavi ve yeşil bölgelerinde biraz daha yanstıcıdırlar. Bu nedenle
berrak su bizim gözümüze mavi ya da mavi-yeşil olarak görünür. Görünür spektrumun
ötesinde ise su neredeyse aldığı tüm radyasonu emer ve yakın kızılötesi ve kısa-dalga
kızılötesi bölgelerde siyah görünür.

Bitkiler de insan gözüne yeşil görünür. Bunun sebebi görünür spektrumun yeşil
bölümünde daha fazla enerji yansıtmasıdır. Ancak bitkiler insan gözünün göremediği
yakın kızılötesi ışınları çok güçlü yansıtırlar. Uydu görüntülerinde yakın kızılötesi
bantlar açıldığında bitki örtüsü tamamen parlak kırmızı görünür. Bu tür uygulamalar
ile bir bölgedeki bitki örtüsü haritalanabilir.

Topraklarda yansıma görünür ve yakın kızılötesi spektral bölgelerinden kısa-dalga


kızılötesine kadar yavaş bir azalma gösterir. Görünür spektrumda baktığımızda
topraklar bitkilerden daha açık renkte turuncu ya da kahverengli olarak görürüz.
Bunun yanın nemi az olan topraklar çok açık renkli olarak görünürler.

Biz spektrum içindeki göreceli parlaklığa bir nesnenin ya da yüzeyin spektral


izi(spektral signature) deriz. Bu tür izler uzaktan algılama görüntüleri kullanılarak bir
yüzeyin ya da nesnenin tanımlanmasında kullanılır. Örneğin su, bitki örtüsü ya da
toprak haritaları gibi. 

Şekil 1.20. Işığın farklı dalga boyarına bağlı olarak bitki örtüsü, toprak ve su
tarafından yansıtılan enerjinin miktarı. Dikkat edilmesi gereken atmosferdeki su buharı
1.2 ile 1.4 mm ve 1.75 ile 1.9 mm dalga boylarındaki emmesi, dolayısıyla uzaydaki bir
algılayıcının bu dalga boylarını yansıtan yüzeyi görememişidir. 
Uygulamalar

1. Coğrafyanın ilgilendiği konular hakkında kendinize bir liste yapınız.


2. Coğrafyanın ilgilenmediği konular hakkında kendinize bir liste yapınız.
3. Yaşadığınız mahallenin bir haritasını yapmaya çalışınız.
4. Güncel hayatta kullandığınız Coğrafi Bilgi Sistemi ürünlerini araştırınız ve bir
liste yapınız.

Uygulama Soruları

1. Fiziki coğrafyanın beşeri coğrafyadan farkı nedir?


2. Jeomorfoloji biliminin ilgilendiği konular nelerdir?
3. Klimatoloji biliminin ilgilendiği konuları yazınız.
4. Coğrafi Bilgi Sistemi nedir?
5. Uzaktan algılamanın mantığını yazınız?

Bölüm Özeti
Bu bölümde coğrafyanın ve onun iki ana alt dalından biri olan fiziki coğrafyanın ne
olduğunu, çalışma konularını, sorunlara yaklaşımını, kullandığı yöntemleri ve
yaklaşımları ve onların ürünlerini ele aldık. Ayrıca gerek donanımsal gerekse
yazılımsal gelişmelerin sonucunda dünyanın en eski bilimlerinden biri olan
coğrafyanın nasıl modern hayatta önemli bir yeri olduğunu ve güncel hayatımızda
nasıl yer ettiğini öğrendik. Bununların yanında haritaların projeksiyonları, uydu
görüntülerinden elde edilen görüntülerden yeryüzündeki coğrafi unsurların nasıl farklı
yansıma özelliklerine sahip olduğunu öğrendik. 

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdakilerden hangisi fiziki coğrafyanın alt dallarından biri değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Jeomorfoloji

(B) Klimatoloji

(C) Hidroloji

(D) Biyocoğrafya

(E) Demografi

Cevap-1 :
Demografi

Soru-2 :
Aşağıdaki katmanlardan hangisi heyelanların meydana geldiği katmandır?
(Çoktan Seçmeli)

(A) Biyosfer

(B) Hidrosfer

(C) Atmosfer

(D) Litosfer

(E) Astenosfer

Cevap-2 :
Litosfer

Soru-3 :
Aşağıdakilerden hangisi fiziki coğrafya küresel ölçeğe bir örnektir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Himalaya Dağları

(B) Okyanus ve kıtaların dağılışı

(C) Sahra Çölü

(D) Nil Nehri

(E) Karadeniz

Cevap-3 :
Okyanus ve kıtaların dağılışı

Soru-4 :
Sera gazlarını oluşturan en önemli etken aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Dağların aşınması

(B) Denizlerin ısınması

(C) Fosil yakıtların çok tüketilmesi

(D) Temiz enerji kaynaklarının çok kullanılması

(E) Biyoçeşitlilik

Cevap-4 :
Fosil yakıtların çok tüketilmesi

Soru-5 :
Aşağıdaki araçlardan hangisi fiziki coğrafyanın araçlarından biri değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Coğrafi Bilgi Sistemi

(B) Nüfus sayımı

(C) Küresel konumlandırma sistemi (GPS)

(D) Matematik modelleme

(E) Uzaktan algılama

Cevap-5 :
Nüfus sayımı

Soru-6 :
Bu alt alanları iki ana başlık altında toplayabiliriz – insana dair sosyal, ekonomik ve
davranışsal süreçleri inceleyen ................ ve insan faaliyetleri için fiziki ortamı
sağlayan yeryüzünde oluşan doğal süreçleri çalışan ............... şeklindedir.

Cevap: beşeri coğrafya  -  fiziki coğrafya

(Klasik)

Soru-7 :
................. yeryüzündeki süreçleri ve yer şekillerini araştıran bilimin adıdır.

Cevap: Jeomorfoloji

(Klasik)

Soru-8 :
Canlı kürenin büyük bir bölümü ................. olarak adlandırılan yüzeye çok yakın sığ
bir kuşak içinde yer alır.

Cevap: yaşam katmanı

(Klasik)

Soru-9 :
Bir .................. bir haritayı düz bir yüzey üzerine çizmek için kullanılan düzenli bir
enlem ve boylam çizgileri sistemidir.

Cevap: harita projeksiyonu
(Klasik)

Soru-10 :
En çok bilinen izoplet haritaları aslında ................. haritalarıdır bunlar topoğrafyada eş
yükseltiye sahip noktaların birleştirilmesi ile elde edilmiş haritalardır.

Cevap: izohips

(Klasik)

2. Yerin İç Yapısı Ve Levha Hareketleri


Giriş
Fiziki coğrafya derslerimize ilk olarak üzerinde yaşadığımız gezegenin zeminini
oluşturan yerin temel özelliklerini öğrenerek devam edeceğiz. Daha sonra atmosfer ve
biyosfer konularına değineceğiz. 

2.1. Yerin İç Yapısı


Güneş sisteminde gezegenleri katı ve katı olmayan gezegenler olarak ikiye ayırmak
mümkündür. Dünya katı gezegenler arasında yer alır. Üzerinde yaşadığımız
gezegenimizin yüzeyi katı olmasına karşın merkezine doğru indiğimizde fiziksel ve
kimyasal olarak farklı katmanlardan oluştuğu görülür (Şekil 2.1). Bu
katmanlardan çekirdek (core) gezegenimizin merkezinde yer alır. Toplam kalınlığını
3470 km olan çekirdek iç ve dış çekirdek olmak üzere iki alt katmana ayrılır. İç
çekirdeğin kalınlığı 1390 km’dir. Oldukça katı olan çekirdeğin yoğunluğu 13 g cm -
3
’tür. Çekirdeğin demir ve nikel gibi ağır metallerle birlikte az miktarda silikon gibi
hafif elementlerden oluştuğu düşünülmektedir. Çekirdek güçlü bir manyetik özelliğe
ve oldukça yüksek 3000oC gibi bir sıcaklığa sahiptir. Katı iç çekirdek kendisini saran
700 km’lik bir geçiş zonu ile 1380 km kalınlığındaki ve akışkan malzemeden oluşan
dış çekirdekle sarılır. Dış çekirdek iç çekirdekten daha az yoğundur ve yoğunluğu 11.5
g cm-3’tür. Çekirdekteki basınç yeryüzündeki basıncın yaklaşık 3 milyon katıdır. Diğer
katman ise manto (mantle)’dur. Manto yerin iç katmanları arasında en büyük kütleye
sahip katmandır. Yerin toplam kütlesinin %70’i mantodan oluşur. Kabuk ile birlikte
Mantonun dış kesimi (180 km) litosfer (lithosfer) olarak kabul edilir. Bu sert
katman astenosfer (asthenosphere) olarak bilinen daha akışkan katman üzerinde yüzer.
Astenosferin altı (350-700 km) yüzeyden yaklaşık 700 km ile 2900 km derinde yer
alan alt mantoya geçiş zonudur. Manto ana olarak magnezyum-denir silikatlarından
oluşur ve yoğunluğu 3.35 g cm-3’tür. Kayaçlar manto içinde değişen basınç ve
sıcaklık koşullarına maruz kaldıklarında yavaşça akarlar.

2.1.1. Yerin En Dış Katmanları

Yerin en dış katmanı soğuk, katı ve ince bir katman olan kabuktur. Kabuk sahip
olduğu fiziko-kimyasal özelliklere bağlı olarak kıtasal ve okyanusal kabuk olmak
üzere ikiye ayrılır (Şekil 2.1). Büyük kıtasal kütleler birincil olarak yüksek miktarda
alüminyum ve silika içeren granit tipi kayaçlardan oluşurlar. Kuvars ve sodyumca
zengin feldspat en temel minerallerdir. Kabuk diğer katmanlara göre ince (35-70 km
kalınlıkta) ve yoğunluğu 2.8-2.9 g cm-3’tür. Buna zıt olarak okyanusal kabuk ise silika
bakımından fakir ancak yüksek demir ve magnezyum içeriğine sahip bazaltik
kayaçlardan oluşur. Birincil mineraller olivin, piroksen ve feldspattır. Okyanusal
kabuk kıtasal kabuktan oldukça incedir. Genellikle 6-10 km kalınlığındadır ancak
yoğunluğu 3g cm-3 ile daha yüksektir. 

Şekil 2.1. Yerin iç yapısını oluşturan katmanlar


Manto ile kabuk arasındaki sınıra Mohorovicic Süreksizliği denir ve
kısaca Moho olarak anılır. Önceleri Moho boyunca katı kabuğun göreceli olarak
mantodan farklı hareket ettiği düşünülüyordu. Ancak günümüzde kabuk ve üst
mantonun birlikte hareket ettiği astenosfer üzerinde yüzen ve kalınlığı 60-70 km’yi
bulan katı litosferi oluşturduğu düşünülmektedir (Şekil 2.1).

Kıtalar ve okyanuslar arasındaki yükseklik farkı esas olarak kıtasal ve okyanusal


kabuklar arasındaki kalınlık ve yoğun farklarından ileri gelir (Şekil 2.2). Bu
yaklaşım izostasi’nin temel prensibidir. Benzerlik kurma açısından su üstünde yüzen
buzdağları (icebergs) ile manto üzerinde yüzen kıtaların durumu aynıdır.
Buzdağlarının su altında bulunan bölümleri su üstünde görünen bölümlerinden çok
daha fazladır. Ancak izostasi dinamik bir olgudur. Örneğin son buzul çağında (G.Ö. 26
000 -19 000 yıl) Kuzey Avrupa’nın buzullar altında kalan bölümleri (Norveç ve İsveç)
buzulların 10000 yıl önce tamamen ortadan kalkmasından sonra günümüzde bile yılda
2 cm kadar yükselmektedir. Bu durum buzulların ortadan kalkması ile litosfer üzerinde
yükün azalması ve buna bağlı olarak meydana gelen yukarı doğru manto akışının (çok
yavaş bir şekilde) bir sonucudur. Yeryüzünde yüksekliği artan diğer yerler ise kıtaların
çarpıştığı ve kıta kabuğunun kalınlaştığı yerlerdir örneğin Tibet, Doğu Anadolu gibi.
Bunun yanında yükselme ABD’deki Yellowstone milli parkında olduğu gibi volkanik
faaliyetin olduğu alanlarda da görülmektedir. 
Şekil 2.2. Kabuk ve üst mantonun bir kesiti. Bu kesitte daha az yoğunluktaki kıtasal
kabuğunun daha yoğun olan üst manto içinde buzdağının okyanusta yüzmesi gibi
yüzdüğü gösterilmektedir. Bu durum izostasinin temel prensibidir. 
2.2. Kaya Tipleri Ve Oluşumları
Yeryüzünde ya da kabuğun derinliklerinde kayaçlar 3 farklı tipte sınıflandırılır.
Bunlar volkanik, çökel ve başkalaşım kayaçlardır. Her tip kayacın çok farklı alt tipleri
bulunur. Bu farklılıklar oluştukları ortama, sıcaklık, basınç ve oluşum sırasındaki
mineral içeriklerine bağlı olarak değişir. Bu kayaçlar aynı zamanda farklı süreçlerle
diğer kayaç tiplerine dönüşür ya da ona malzeme sağlar. Bu dönüşüme kayaç döngüsü
(rock cycle) denir. Şekil 2.3 dönüşüm mekanizması ve süreçlerini görmek
mümkündür. 
Şekil 2.3. Kayaç döngüsü. Farklı tipteki kayaçların diğer bir tipe dönüşme
mekânizmaları ve süreçleri.
2.2.1. Volkanik Kayaçlar (İgneous Rocks)

Bu tip kayaçlar eriyik halde bulunun kayaçların soğuması ve katılaşması sonucu


oluşur. Eğer eriyik kayaç bir volkandan püskürürse sonrasın soğuyan ve katılaşan
kayacı oluşturan kristaller çok ince taneli (sadece mikroskop) olacaktır. Bu tür
kayaçlar bazalt ya da volkanik cam olarak bilinir (Şekil 2.10). Bu tür kayaçlar
püskürmeden sonra hemen hava ve su ile temas ettiklerinden hızlı bir şekilde soğurlar.
Özellikle bazalt dünyanın üçte ikisini kaplayan okyanusların tabanını kaplar. Bu tür
kayaçlara dış püskürük kayaçlarda denir. Ancak eğer eriyik haldeki kayaç yüzeye
çıkamaz kabuğun derinliklerinde yavaş ve bir şekilde soğursa bu durumda eriyik
haldeki kayacın içinde büyük kristaller oluşur. Granit ve gabro içinde bu tür büyük
kristaller içeren kayaç tipleridir (Şekil 2.4a). Bu tür kayaçlara da iç püskürük kayaçlar
da denir. Uludağ, Kazdağları içinde bu tür granitik kütleleri içeren dağlardır. Volkanik
oluşum ortamları ya da tane boylarına göre sınıflamanın yanında jeokimyasal
özelliklerine bağlı olarak da sınıflanır. Bunlardan asidik olanlar genellikle açık renkli
ve kıtasal kabuktaki kayaçların erimesinden oluşurken bazik kayaçlar genellikle koyu
renkli ve okyanusal kabuktaki kayaçların erimesinden oluştur.

2.2.2. Çökel Kayaçlar (Sedimentary Rocks)

Çökel kayaçlar yeryüzündeki kayaçların fiziksel ve kimyasal ayrışma süreçlerine


maruz kalması ile ortaya çıkan farklı boyuttaki kayaç parçacıklarının bir çökelme
ortamında birikmesi ve zaman içinde katılaşarak kayaç haline dönüşmesi sonucu
oluşur. Bunların birçoğu kum, silt ve kil boyutundaki ayrışma ürünü taneciklerin
akarsularla taşınması ve deniz ve göl gibi depolanma alanlarında birikmesi sonucu
oluşur. Çökeller üzerlerindeki çökellerin ağırlığı ve basınç ve kalsiyum karbonat gibi
kimyasal çimentoların yığışımı sonucu birbiri ile çimentolanır, sıkışır ve sertleşir. Bu
süreç sonucunda kumtaşı, silttaşı ya da kiltaşı (Şekil 2.4b) kayaçlar oluşur. Çökel
kayaçlar oluştukları ortamdaki fiziki koşulları kaydeder ve yansıtırlar. Bunların
yanında mikroskobik canlıların ve bunların iskeletlerinin uzun jeolojik dönemler
boyunca yığışımı sonucu da oluşurlar. Bunların en güzel örnekleri tebeşirdir. Tebeşir
kokolitlerin (coccoliths) deniz tabanında yığışımı oluşmuş bir kayaçtır. Güney
İngiltere’de bunlar yüzlerce metre kalığındaki tebeşir tabakalarını oluşturlar(Şekil 2.5).
Organik unsurların yanında kimyasal olarak çözünmüş minerallerden oluşmuş
traverten gibi kayaçlar vardır. Bunun en güzel örneği Denizli’deki Pamukkale
Travertenleridir. Özellikle ülkemizin İç Anadolu Bölgesi’nde Aksaray ve Sivas
çevresinde bulunan Tuz ve Jips gibi deniz suyunun buharlaşması sonucu oluşmuş
kayaçlar vardır. Bu tür kayaçlara evaporitik kayaçlar denir.

2.2.3. Başkalaşım Kayaçlar (Metamorphic Rocks)

Başkalaşım kayaçları mevcut çökel ya da volkanik kayaçları kısmi ergime ya da re-


kristalize olmaları sonucu oluşur. Bu değişim yerin yüzlerce binlerce metre
derinliklerindeki yüksek basınç ortamında ya da tektonik levhaların karşılaştığı
alanlarda kayaçların kırılmasıyla olabilir. Yüksek basıncın etkisi ile çoğu başkalaşım
kayacı tabakalı bir yapıya sahiptir (Şekil 2.4c). Başkalaşım kayaçları çökel
kayaçlardan daha sert aynı zamanda fiziksel ve kimyasal ayrışma ile aşınıma daha
dayanıklıdırlar. Kireçtaşı ve şeyl başkalaşıma uğradığında mermer ve sleyt kayaçlarına
dönüşür. 
Şekil 2.4. Üç farklı kaya tipine ait kayaçlar el örneklerinin ve ince kesit (mikroskop
altındaki) görüntüleri. En yukarıda granit bir iç püskürük volkanik kayaçtır. Kayacın
içerisindeki pembe ve beyaz renkli feldspat kristalleri eriyik kayacın kabuk içerisinde
yavaşça soğuması sonucu oluşmuştur. Ortada kumtaşı bir çökel kayaçtır. Kayacın
içindeki ince tabakalar kayacın deniz içine çökelen kum tabakalarından oluştuğunu
göstermektedir. İnce kesitteki çapraz polarize ışıkta siyah ve beyaz kum taneciklerini
görmek mümkündür. En alta mika şist ise bir başkalaşım kayacıdır. Çok ince
kalınlıktaki yapraksı tabakalar kayacı oluşturan orijinal minerallerin yüksek sıcaklık ve
basınç altında re-kristalize olmasından kaynaklanmaktadır. 
Şekil 2.5. Güney İngiltere kıyılarından beyaz tebeşir kayaçlarından oluşmuş bir falez.
Bu falez tabakalı yapısı ile çökel kayalara güzel bir örnektir. 
2.3. Levha Tektoniği: Kıtaların Hareketi
İnsan hayatı dünyanın jeolojik tarihi dikkate alındığında o kadar kısa bir andır ki bazı
jeolojik olayları anlamak için yetersiz kalır. İnsanlar dünyanın ilk haritaları üretilmeye
başladığı andan itibaren özellikle Afrika’nın batısındaki girinti ile Güney Amerika’nın
doğusundaki çıkıntı arasındaki geometrik ilişkiye dikkat çekmişlerdir (Şekil 2.6). Daha
1620 li yıllarda Francis Bacon Novum Organum isimli kitabında bu şekilsel ilişkiden
bahsetmiştir. Modern coğrafyanın kurucularından olan Alman coğrafyacı Alexander
von Humboldt 1801 de bu konuya değinmiştir. 1900 yıllarında başında ise Alfred
Wegener ve Frank Taylor birbirinden bağımsız olarak kıtaların bu şekilsel ilişkisinin
rastgele bir durum olamayacağını bunun bir zamanlar tek kıta şeklinde olan bu
kıtaların zamanla yavaşça birbirinden uzaklaştıklarını ileri sürmüşlerdir. Wegener bu
konuya daha fazla eğilmiş ve Karbonifer Döneminde (250 milyon yıl önce) dünyada
Panjea (Pangea) adını verdiği büyük ve tek bir kıta olduğunu ve zamanla bu kıtanın
parçalanarak bugünkü dünya haritasının oluştuğunu ileri sürmüştür.
Şekil 2.6. Atlantik okyanusunun batimetrik haritası. Görsel tam ortasından dünyanın
en uzun sıradağı olan Atlantik Okyanus Sırtı geçmektedir. Bu sırtın boyunca Amerika,
Avrupa ve Afrika kıtalarının birbirinden ayrılmaktadır.
Zaman içerisinde iki kıta arasında sadece şekilsel bir ilişkinin olmadığının gerçektende
bir zamanlar tek bir kıta oldukları her iki kıtada da bulunan Archaeocyatha gibi
mercansı canlı fosillerinin birbirlerinden binlerce kilometre uzakta bulunması ile
kanıtlanmıştır. Benzer bulgular İskandinavya, İskoçya ve Kuzey Amerika’nın
doğusundaki Apalaş dağları arasında da bulunarak teorinin gerçek olabileceği kabul
edilmiştir.

2.4. Litosferik levhalar


Levha tektonik kuramı litosferi okyanusal ve kıtasal kabuk parçalarına (levhalara)
ayırır (Şekil 2.7). Bu levhalar arasındaki sınırlar yeryüzünde ana deprem kuşaklarına
karşılık gelir. Levha sınırları okyanus ortası sırtlar, transform faylar, denizaltı
hendekleri ya da büyük dağ sıraları ile şekillenir. Günümüzde yedi büyük levha
tanımlanmıştır; bunlar Pasifik, Avrasya, Afrika, Avustralya, Kuzey Amerika, Güney
Amerika ve Antarktika’dır. Bunların yanın daha küçük Cocos gibi Nazca gibi
levhacıklar da mevcuttur. 
Şekil 2.7. Ana kıtasal ve okyanusal levhalar. Okların yönleri levhaların hareket
yönlerini göstermektedir. Sayılar hareketin hızını cm/yıl olarak ifade eder. Yeryüzünde
büyük depremlerin dağılışı da bu levha sınırları boyunca gerçekleşir.  
Bu levhalar arasındaki sınırlar da levhaların birbirine göre göreceli olarak hareketine
bağlı olarak sınıflandırılır. Eğer levhalar birbirlerinden uzaklaşıyorlara
bunlara uzaklaşan levha sınırları (divergent plate boundaries) denir. Buralar okyanus
ortası sırtları ya da doğu Afrika rift zonu gibi yeni okyanusal litosferin üretildiği
yerlerdir. Bazen de levhalar birbirlerine göre yanal olarak yerdeğiştirirler. Böyle levha
sınırlarına transform levha sınırları denir. Bu tür sınırlar boyunca büyük doğrultu
atımlı faylar oluşur. Bunun en güzel örneği Kuzey Anadolu Fayı ve Doğu Anadolu
Faylarıdır.

Diğer bir levha sınırı ise levhaların birbirlerine yaklaştıkları yaklaşan levha sınırları
(convergent levha sınırları) dır. Bu tür sınırlarda iki levha birbirine çarpar Güney
Doğu Anadolu’daki Bitlis-Zagros Çarpışma Zonu bu tür levha sınırlarına örnektir ve
bazen bunlardan bir tanesi diğerinin altına dalabilir buna dalma-batma zonu
(subduction) denir ve bunada örnek ülkemizin güney batısında yer alan Girit Yayı diye
adlandırdığımız dalma-batma zonudur. Burada Afrika levhası Avrasya Levhasının
altına dalmaktadır.

Peki, levhaları hareket ettiren güç nedir? Bu sorunun cevabı yerin iç yapısında gizlidir.
Daha öncede değindiğimiz gibi yerin merkezine doğru sıcaklık ve basınç artmaktadır.
Litosferin üzerinde yüzdüğü manto durağana bir akışkan değildir. Kendi içinde
derindeki sıcak mantoyu yüzeye yüzeydeki göreceli olarak soğuk mantoyu derine
taşıyan bir sisteme sahiptir. Bunlara konveksiyon hücrelere (convection cells) denir. Bu
devinim sayesinde litosferik levhalar hareket eder. 
Şekil 2.8. Yerin iç yapısı içinde konveksiyon hücrelerinin gösterimi. Kırmızı oklar
mantonun hareket yönlerini siyah oklar ise litosferik levhaların hareket yönlerini
göstermektedir. 
Bu hücrelerden mantonun yukarı doğru hareket ettiği alanlara sorguç (plume) ya da
sıcak nokta (hot spot) denir. İzlanda adası böyle bir sıcak nokta üzerinde yer alır.

2.4.1. Levhaların Hareket Etme Hızları

Bugün uydu tabanlı ileri teknoloji küresel konumlandırma sistemleri (GPS) kullanarak
kıtaların hareket yönlerini ve hızlarını tespit edebiliyoruz. Ancak ilk olarak Vine ve
Mathews (1963) levhaların hareket hızlarını okyanus ortası sırt kenarlarında biriken
bazaltik kayaçlar içerisindeki manyetik terselmeleri kullanarak hesaplamışlardır. Buna
göre levhalar 1-10 cm/yıl gibi hızlarda hareket etmektedirler. Örneğin Kuzey Amerika
Levhası Avrasya Levhasından 2.5 cm/yıl gibi bir hızla uzaklaşmaktadır. Bu da 40 000
yılda 1 km uzaklaşma demektir. İki levha arasındaki 5000 km’lik uzaklığı göz önüne
alırsak yaklaşık 200 milyon yıllık bir süre gereklidir ki bu da jeolojik bulgularla
oldukça uyumludur. Kendi ülkemize baktığımızda Anadolu mikro levhası Kuzey
Anadolu Fayı boyunca 21 mm lik bir hızla batıya doğru hareket ettiğini görürüz. 
Şekil 2.9. Afrika (Nubia), Arab (Arabia) ve Anadolu (AN) levhalarının hareket yönleri
ve hızları (Reilinger vd. 2016’dan). Hızlar mm/yıl’dır. 
2.5. Levhaların Hareketi İle İlişkili Yapısal Özellikler.
Şimdi levha sınırlarının özelliklerine biraz daha yakından bakalım.

2.5.1. Uzaklaşan Levha Sınırları

2.5.1.1. Okyanus Ortası Sırtlar

Okyanus ortası sırtları yayılma merkezleri olarak yeni litosferin oluşturulduğu


alanlardır (Şekil 2.10). Yayılma hızı ne kadar fazla ise oluşan dağ sırası o kadar
geniştir. Okyanus ortası sırtların en güzel örneği Doğu Pasifik Yükselimi’dir. Bu
yükselim Pasifik ve Nazha levhaları arasındaki okyanus ortası sırt boyunca gelişmiştir.
Burada yayılma hızı 16.5 cm/yıl gibi çok yüksek bir hızdır. Bununla beraber Atlantik
okyanus ortası sırtı boyunca yayılma hızı 2-3 cm/yıl’dır bu nedenle daha dik eğimlere
sahip bir dağ sırası ile temsil edilir. Buralardan devamlı olarak çıkan lavlar oldukça
sıcak (1000oC) ve akışkandır. Bu tür sırtlar okyanusun genellikle 2.5 km derinliğinde
olan yerlerinde olduğu için çıkan lav doğrudan suyla temas ederek yastık lavları
oluşturur (Şekil 2.11)
Şekil 2.10. Okyanus ortası sırtının boyunca volkanik faaliyet ve deniz tabanı
yayılmasını gösteren bir kesit diyagram

Şekil 2.11. Bazaltik mağmanın su altında püskürmesi sonucu oluşan yastık lavları
2.5.1.2. Karalardaki Riftleşme Alanları

Kıtaların birbirinden uzaklaştığı zonlara rift zonları denir. Bunlar okyanus tabanında
olabildiği gibi karalar üzerinde de görülmektedir. Bu tür alanların karalarda
oluşabilmesi için önemli miktarda kabuksal gerilme olması ve kabuğun çok incelmesi
gerekmektedir. 
Şekil 2.12. Ürdün Nehri
rift vadisi. Vadisinin solu İsrail sağı ise Ürdün’dür. En derin yerinde Ölüdeniz bulunur.
Aslında kapalı bir göl olan Ölüdeniz’in uzunluğu 70 km ve günümüz deniz
seviyesinden 399 m daha alçaktadır. 
Böyle alanlardan biri de Suriye-Afrika Rift Vadisidir. Burada devam eden faylanma
sonucu meydana gelen kabuksal incelme sonucu volkanizma gerçekleşmiş ve Golan
Tepeleri oluşmuştur. Meydana gelen riftleşme sonucu Ölüdeniz Gölü bugün deniz
seviyesinin 399 m aşağısındadır. İlerleyen jeolojik dönemlerde doğudai Ürdün ile
batıdaki Filistin arasında bir okyanus oluşacaktır. Bu rift vadisinin hemen güneyinde
yer alan Kızıl Deniz aynen bu şekilde oluşmuş bir rift vadisidir.

2.5.1.3. Transform Faylar


Bu tür faylar birbirlerinden yanal olarak uzaklaşan levha sınırları boyunca yer alırlar.
Bu tür faylara doğrultu atımlı faylar denir. Hareket yönüne bağlı olarak sağ yanal
doğrultu atımlı fay ya da sol yanal doğrultu atımlı fay denir. Örneğin Kuzey Anadolu
Fayı say yanal doğrultu atımlı bir fay iken Doğu Anadolu Fayı sol yanal doğrultu
atımlı bir faydır. Yıkıcı ve büyük depremler genellikle doğrultu atımlı faylar boyunca
meydana gelir. En son 1999 İzmit ve Düzce depremleri bunun örnekleridir. Kuzey
Anadolu Fayı’nın yıllık yanal kayma hızı 25 mm Doğu Anadolu Fayı’nın ise 11 mm
kadardır. Ülkemizdeki bu fayların yanında ABD’deki San Andreas Fayı, Çin’deki
Altın Dağ Fayı benzer yapılardır. Karalar üzerindeki bu fayların yanında deniz içinde
de büyük transform faylar oluşur. Bunlar yayılma merkezlerine dik bir şekilde
sıralanırlar (Şekil 2.13) ve okyanusal kabuk içinde uzanırlar. 

Şekil 2.13. Okyanusal transformlara ait bir diyagram. Bu tür faylar yeryüzünde
depremsellik açısından en aktif alanlardır. Kıtalar üzerinde yer alan bu tür transform
faylar da Örn. Kuzey Anadolu Fayı, Doğu Anadolu Fayı, San Andreas Fayı en yıkıcı
depremlerin olduğu alanlar olarak karşımıza çıkar. 
2.5.2. Yakınlaşan levha sınırları

2.5.2.1. Dalma-Batma Ve Volkanizma

İki kıta karşılaştığında bunlardan yoğunluğu fazla olan diğer kıtanın altına dalar.
Genellikle bu okyanusal levhaların daha az yoğun olan kıtasal levhalar altına dalma
şeklinde olur. Dalma-batma sonucu okyanus derinleşir ve kalın çökellerin depolandığı
okyanusal hendekler oluşturur. 
Şekil 2.14. Yakınlaşan levha sınırına bir örnek. Doğu Pasifik levhası Güney Amerika
levhasının altında dalmakta ve bunun sonucunda Peru-Şili okyanusal hendeği
oluşmakta ve And Dağları üzerinde volkanik bir kuşak meydana gelmekte.
Japonya’daki Fuji dağı (sağda) da benzer bir süreçle oluşmuştur.
Dalan levha derinde manto içine doğru batar. Bu batış sırasında bünyesindeki su ve
diğer uçucu unsurlar serbest kalarak dalan levhanın üstünde düşük yoğunluklu bir
manto oluşturur. Eğer üstteki levha okyanusal ise o zaman bazaltik volkanlar oluşur ve
volkanik ada yayları oluştururlar. Bu adalar genellikle okyanusal hendektin 100 km
gerisindedir. Okyanusal bir levha kıtasal bir levhanın altına daldığında ise okyanusal
levha içindeki su dalan levhanın erimesine neden olur. Eriyen kayaçlar o kadar sıcaktır
ki kıtasal kabuğu eritmeye başlarlar. Bu süreç sonucu oluşan magma oldukça yapışkan
(az akıcı) bir yapıya sahiptir. Yükselen mağma yeryüzüne yaklaştıkça üzerindeki
basınç azalır. Magma içinde sıkışmış buluna su ve diğer gazlar genişler ancak
kaçamazlar. Eğer önceki püskürmelerden dolayı mağma bacası tıkanmış ise büyük bir
patlama meydana gelerek bu mağma yüzeye çıkar. Sonuç olarak çok fazla can kaybı
meydana gelebilir. Böyle yıkıcı püskürmelere sahip volkanlara örnek Egedeki
Santorini, Endoneyzadaki Krakatoa, İtalyadaki Vezüv-Pompei ve yakın zamanda olan
ABD’deki St.Helen volkanları örnek verilebilir. 
Şekil 2.15. Santorini adasının uydu görüntüsü. M.Ö. 1628’de meydana gelen büyük
patlamanın kalderasının geometrisini belirlemek mümkün. Ortada ise merkezi koni su
üstüne çıkmış halde. 
2.5.2.2. Kıtasal Çarpışma Ve Dağ Oluşumu

Dalma-batma yoğunluğu farklı iki okyanusal ya da bir okyanusal ve bir kıtasal


levhanın karşı karşıya gelmesi ile oluşur. Peki, iki kıtasal levha karşılaşırsa ne olur?
Bu durumda yoğunluk farkı olmayacağı için biri diğerinin altına giremez ve kıtalar
çarpışmaya başlar. Böyle bir ortamda sıkışma meydana gelir kabuk kalınlaşır ve
kalınlaşan kabuk üzerinde yüksek topoğrafya oluşmaya başlar. Avrupa’daki Alp
Dağları, ülkemizdeki Güneydoğu Anadolu Dağları, İran’daki Zağros Dağları ve
Hindistan’daki Himalayalar böyle bir jeolojik sürecin sonucu oluşurlar (Şekil 2.16).
Bu dağlara baktığımızda levha sınırlarını çok net bir şekilde belirlememin mümkün
olmadığı görülür. Derine doğru baktığımızda bu dağların da manto içinde derin
köklerinin olduğu görülür ve aşınım süreçleri ile üzerlerindeki malzemeler ayrıştırılıp
taşındığında izostatik süreçler devreye girer ve derinlerde başkalaşıma uğramış
(metamorphosed) kayaçlar gün yüzüne çıkar. Kıtasal çarpışma alanlarında çökel
kayalar kıvrımlanır ve ilerleyen evrelerde kırılırlar. Buralarda ters faylar ve doğrultu
atımlı faylar görülür. Ülkemizde 23 Ekim 2011’de meydana gelen moment magnitüdü
7.1 olan Van Depremi’de böyle bir jeolojik ortamda meydana gelmiş bir depremdir. 
Şekil 2.16. Kıtasal çarpışmaya örnek. Hint-Avustralya levhası ile Avrasya
Levhalarının çarpışması ve Himalayaların oluşumu. 
2.5.2.3. Sıcak Noktalar (Hotspots)

Önceki bölümlerde kısmen değindiğimiz gibi yer yüzünde bazı volkanların dağılımı
levha sınırları ile ilişkili iken bazılarının değildir. Levha sınırları ile ilişkili olmayan
volkanlara sıcak noktalar denir. Bunlar manto ile çekirdek arasındaki etkileşim sonucu
oluşan konvektif süreçler ile ilişkili olarak oluşan manto sorguçlarının yüzeydeki
karşılıklarına denk gelirler. Şu ana kadar 41 sıcak nokta tespit edilmiştir. Bunlarda
bazıları okyanusal yayılma merkezlerine denk gelen ve aşırı lav üreten ve İzlanda gibi
adalar oluşturan sıcak noktalardır. Sıcak noktalar aynı zamanda levha ortasında da
oluşabilirler. Buralarda meydana gelen volkanik püskürmeler sonucu denizaltı dağları
ya da adalar oluşabilir. Böyle bir sisteme en güzel örnek Hawaii adalar zinciridir
(Şekil 2.17). Bu adalardan en genci en doğudaki adadır. Sıcak nokta üzerindeki
levhanın hareket etmesi nedeniyle zaman içinde 500 km boyunca sıralanan yeni
volkanik adalar oluşmuştur. En son 1996 en genç adanın 30 km kadar doğusunda
volkanik püskürmeler ve depremler meydana gelmiştir. Görünen o ki en genç ada
oluşumu orada gerçekleşecektir. İşte fiziki coğrafya bu yüzden ilginç ve heyecan verici
bir bilim olarak her zaman önem arz etmektedir. 
Şekil 2.17. Okyanusal bir sıcak nokta üzerinde yer alan Hawaii adalarının sıralanışı.
Kıtanın hareketi batıya doğru olduğu için en genç volkanlar doğudaki sıcak nokta
üzerinde oluşmaktadır. 
Uygulamalar

1. Yerin iç kısmının katmanlarının kalınlığını ve yoğunluklarını gösteren bir şekil


çiziniz.
2. Dünya üzerinde levha sınırlarını dağılımını inceleyerek yoğunlaştığı alanları
değerlendiriniz.
3. Levha sınırları ile dağ kuşakları, deprem kuşakları ve volkanik alanları
değerlendiriniz.
4. Hawaii ve İzlanda adalarına Google Earth üzerinden bakıp inceleyiniz. 

Uygulama Soruları

1. Yerin içyapısını oluşturan katmanları en içten dışarı doğru yoğunluklarına göre


sıralayınız?
2. Büyük litosferik levhaları sayınız?
3. Levha sınırları ile dünyadaki büyük dağ kuşakları arasındaki ilişkileri
açıklayınız?
4. Kaya tiplerini ve kaya döngüsünü yazınız.
5. Yakınlaşan levha sınırlarındaki süreçleri yazınız.

Bölüm Özeti
Bu bölümde gezegenimizin çekirdekten kabuğa kadar iç yapısını oluşturan
katmanlarının jeokimyasal ve fiziksel özelliklerini ve bunların dinamik yapısını
öğrendik. Bunun yanında fiziki coğrafyanın temel araştırma konularından biri olan
litosferi oluşturan levhaları tanıdık. Bu levhaların hareketlerini birbirlerine göre
yakınlaşan levhaları, uzaklaşan levhaları ve yanal olarak kayan levhaları bu levha
sınırlarında meydana gelen yerşekillerini ve bunların dağılışlarını inceledik. Bu mega
yapıların yanında jeolojik ve yüzey süreçleri sonucu oluşan kaya türlerini ve bunların
döngüsünü öğrendik. 

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdakilerden hangisi yerin iç katmanlarından değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Çekirdek

(B) Hidrosfer

(C) Manto

(D) Astenosfer

(E) Dış çekirdek

Cevap-1 :
Hidrosfer

Soru-2 :
Aşağıdaki kayaçlardan hangisi volkanik kayaçtır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Çamurtaşı

(B) Andezit

(C) Kumtaşı

(D) Kireçtaşı

(E) Şist

Cevap-2 :
Andezit

Soru-3 :
Aşağıdaki levhalardan hangisi bir okyanusal levhadır?
(Çoktan Seçmeli)

(A) Nazca

(B) Avrasya

(C) Avustralya

(D) Hindistan

(E) Kuzey Amerika

Cevap-3 :
Nazca

Soru-4 :
Aşağıdaki iç katmanlardan yoğunluğu en düşük olan hangi katmandır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Astenosfer

(B) Çekirdek

(C) Dış Çekirdek

(D) Litosfer

(E) Manto

Cevap-4 :
Litosfer

Soru-5 :
Kıtasal çarpışma alanlarda aşağıdaki yer şekillerinden hangisi oluşur?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Okyanuslar

(B) Çöller

(C) Deltalar

(D) Göller

(E) Sıradağlar

Cevap-5 :
Sıradağlar

Soru-6 :
Kabuk ile birlikte Mantonun dış kesimi (180 km) ....................... olarak kabul edilir.

Cevap: litosfer

(Klasik)

Soru-7 :
Bu tip kayaçlar ...................  halde bulunun kayaçların soğuması ve katılaşması sonucu
oluşur.

Cevap: Eriyik

(Klasik)

Soru-8 :
Başkalaşım kayaçlar mevcut çökel yada volkanik kayaçları kısmi ergime
yada .................. olmaları sonucu oluşur.

Cevap: re-kristalize

(Klasik)

Soru-9 :
....................  yayılma merkezleri olarak yeni litosferin oluşturulduğu alanlardır.

Cevap: Okyanus ortası sırtları

(Klasik)

Soru-10 :
................... yoğunluğu farklı iki okyanusal yada bir okyanusal ve bir kıtasal levhanın
karşı karşıya gelmesi ile oluşur.

Cevap: Dalma-batma

(Klasik)

3. Okyanusların Özellikleri
Giriş
Bu bölümde mavi gezegen olarak adlandırılan gezegenimizin maviliklerine yani
okyanuslara bakacağız.

3.1. Okyanuslar
Okyanuslar uzaydan bakıldığında gezegenimizin mavi renkli olmasının ana sebebidir.
Dünyanın 2/3 ü okyanuslarla kaplıdır. Hidrosferin büyük kısmı okyanuslardan oluşur.
Okyanuslar sadece bir su kaynağı değil aynı zamanda yüzey tabakalarında
soluduğumuz oksijenin fitoplanktonlar tarafında oluşturulduğu bir ortamdır. Bunun
yanında okyanuslar dalga ve akıntı sistemleri ile enerjinin özellikle ısının yeryüzüne
dağılımını etkilerler. Okyanuslar ile atmosfer arasındaki bu etkileşim hava durumu ve
uzun dönemde iklimi etkiler. Ayrıca insanlar tarafından üretilen karbondioksit (CO2)
gazının bir kısmı yine okyanusal süreçler tarafından atmosferden alınır. Bu etkileşimi
anlamak küresel iklim değişimi süreçlerini daha iyi anlamamıza imkan verir. 

Şekil 3.1. Dünyanın uzaydan bulutsuz görüntüsü. Bu görüntüde Pasifik Okyanusu


merkeze alınmış ve dünyanın ne kadar büyük bir bölümünün suyla kaplı olduğu
vurgulanmak istenmiştir. 
3.2. Okyanusal havzalar
3.2.1. Okyanusların Boyutları

Okyanuslardaki su miktarını anlatmanın değişik yolları vardır. Okyanusların toplam


yüzey alanı 361 milyon kilometre karedir. Bu alan dünyanın yüzölçümünün %71’ine
karşılık gelmektedir. Bu su kütlesinin hacmi ise 1.37 milyar kilometreküptür. Bu kadar
büyük su kütlesinin büyük bir kısmı Pasifik, Atlantik ve Hint okyanusu gibi 3 büyük
okyanusta bulunmaktadır (Şekil 3.1). Kafamızda canlandırma açısından
okyanuslardaki su miktarı tüm dünyayı 2700 m’lik bir su tabakası ile kaplayacak kadar
büyüktür. Maalesef dünyada tatlı su bu kadar bol değildir. Okyanuslar toplam suyun
%93’ünü, buzullar %1.6’sını ve yeraltı suyu %5’ini kapsar. Bunun yanında
içilebilecek akarsu ve göl gibi tatlı su kaynakları ise sadece %0.04 gibi çok az bir
miktardadır (Tablo 3.1). Tatlı su tamamen okyanus yüzeyindeki buharlaşma ile
oluşmaktadır. 

Tablo 3.1. Okyanuslardaki ve bazı büyük tatlı su göllerindeki su miktarı


3.2.2. Okyanusal Havzaların Jeolojik Yapıları

Okyanuslar sular altında kalmış derin ve küresel boyuttaki çukurluklardır. Bu çukurlar


genellikle okyanusal kabuktan oluşurlar. Okyanusal kabuk kayaçları karasal kabuk
kayaçları ile karşılaştırıldıklarında bunların göreceli olarak çok daha genç kayaçlar
olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi Atlantik ortasında olduğu gibi okyanus ortası
sırtları boyunca kıtaların birbirlerinden uzaklaşmaları ve bu sırtlar boyunca çıkan taze
lavlar ile yeni kabuk oluşturulmasıdır. Bu nedenle okyanuslarda karşılaşılan en eski
kayaçlar (200 milyon yıllık) okyanus ortasından ziyade okyanus kenarlarında
görülmektedir. Okyanuslar yeryüzünün depolanma alanlarıdır. Karalardan aşınan
çökeller okyanuslarda birikerek çökel kayaçları oluştururlar. Bununla beraber
okyanusal kabuk genellikle bazaltik (volkanik) kayaçlardan oluşur. Okyanusların en
derin yerleri ise yine ortaları değil kıtasal kabukların altına daldıkları kenar
kısımlarıdır. Bu kısımlarda kıtasal levha altına dalan okyanusal kabuk manto içinde
erir ve tekrar kaya döngüsü içindeki yerini alır.

3.2.3. Okyanusal Havzaların Derinlik Ve Şekilleri

Derin okyanus tabanı da aynen karalarda olduğu gibi arızalı bir araziye sahiptir. Orada
da yüksek dağlar, derin vadi ve kanyonlar, geniş düzlükler ve bu düzlükler üzerinde
yükselen yükseltiler vardır. Gerçekte denizaltındaki dağlar karadakilerden daha uzun,
vadiler daha geniş ve derindir. Ana fark karalarda baskın süreç akarsu, buzul ya da
rüzgâr gibi araziyi aşındıran süreçlerken denizlerde sadece çökelme (sedimantation)
olmasıdır. Çökelme hızı özellikle kıyıdan uzaklaştıkça okyanus ortasına doğru azalır.

Kıyıdan itibaren okyanusa doğru batimetrik unsurlar, kıta sahanlığı, kıta yamacı ve
abisal düzlüklerdir. Bunlardan kıta sahanlığı derinliği 150-200 m olan kıyı çizgisi ile
kıta yamacı arasında uzanan bazen dar bazen geniş düzlüklerdir. Bunlar karanın
uzantısı gibidirler ve üzerleri kum, silt gibi kaba taneli çökellerle kaplıdır. Karasal
kökenli çökeller nedeniyle petrol açısından önemli sahalardır. Ayrıca karaya yakın
olması bu sahalarda zengin besin kaynaklarının olmasına fitoplanktonların gelişmesine
ve balıkların bu zon içinde yaşamasına neden olur.

Kıta yamacı kıta sahanlığı ile abisal düzlük arasında yer alan eğimli yüzeylerdir.
Bunların yükseklikleri 1-5 km yi bulur ve karalardaki dağ cephelerine benzer rölyefe
sahiptirler. Kıta yamaçları kıta sahanlıklarından daha dardır ve derin vadilerle
yarılmışlardır. Bunun iki sebebi vardır. İlki son buzul çağında deniz seviyesinin
günümüzden 130 m kadar düşmesinden dolayı o zamanki akarsular tarafından açılmış
olma ihtimalidir. Diğeri ise çökel-yüklü su akıntılarının oluşturduğu türbidit
akıntılarının akarken yaptığı aşındırma sonucudur. 

Şekil 3.2. Kıta kenarından okyanus tabanına (Abisal) idealize edilmiş blok diyagramı.
Abisal tepeler ve Guyotlar (deniz altı dağları) volkanik kökenlidir. 
Bu tür akıntıların hızı genellikle saatte 20 km’dir ve dikkate değer bir aşınım
gerçekleştirebilirler. Kıtasal yamacın ilerisinde derinliği 4000 m’yi geçen ve tamamen
bazaltik okyanusal kabuktan oluşan abisal düzlüklere geçilir. Bu düzlükler tamamen
düz olmayıp bunların üzerinde de Guyot (üzeri masa gibi düz ve deniz yüzeyinden 200
m derinde volkanik dağ) gibi denizaltı dağları ya da yükseltileri vardır. Pasifik
okyanusunda 20 000’den fazla denizaltı dağı vardır bunlardan bazıları atoller (daire
şekilli mercan adaları) ya da adalar olarak yüzeye çıkar. 

Okyanus ortası sırtlar uzunlukları 65000 km’yi bulan devamlı sıradağlarından oluşur.
Bunlar tektonik olarak aktif, volkanizmanın yaygın olduğu alanlardır. Okyanus
tabanındaki bu yükseltilerin zıttı olarak en derin yerleri kıta kenarlarında derin
hendekler şeklinde oluşur. Bunların en derinleri Pasifik Okyanusu’ndadır. Buralarda
okyanusal levha manto içine doğru dallar. Batı Pasifikteki Mariana Çukurunun en
derin yeri olan Challenger Dibi 11020 m derinliktedir.

3.3. Okyanusların Fiziki Özellikleri


3.3.1. Tuzluluk

Deniz suyu sodyum klorid ve magnezyum sülfatla birlikte önemli miktarda potasyum,
kalsiyum ve bikarbonattan oluşmaktadır (Tablo 3.2). Deniz suyunun kimyasal
bileşiminin oranı neredeyse tüm dünyada birbirine yakındır. Okyanuslardaki tuzun
kaynağı karalardaki kayaçların kimyasal olarak ayrışması ve akarsular içinde seyreltik
çözelti olarak okyanuslara taşınmasıdır. Bu kimyasallar okyanuslara ulaştığında bir
sürü kimyasal, jeolojik ve biyolojik reaksiyonlara girerek kaybolur ve en sonunda
okyanus tabanında çökelerek çökel kayaçları oluşturur. Örneğin okyanus suyu içindeki
kalsiyumun organizmaların kabuk ve iskeletlerini oluşturması için kullanılması sonucu
tebeşir kayaçları oluşur.

Dünya okyanuslardaki su içindeki kimyasal elementlerin oranı sabit olmasına rağmen


güncel derişimleri coğrafi konuma göre değişebilir. Okyanusların çoğunda tuzluluk bir
kilogram sudaki katı madde oranı 35.5 g’dır. Okyanuslardaki tuzun derişimi milyonda
bir (parts per million) olarak ifade edilir. Okyanus suyu yağmur, akarsular ya da
buzların erimesi gibi sebeplerden dolayı seyrelir. Buharlaşma ise deniz suyunun
yoğunluğunu arttırmaktadır. Örneğin iklim kuşaklarında okyanus yüzey suyunun
tuzluluğu kurak çöllerin bulunduğu enlemlerde (20o K ve G) ekvatora yakın ya da daha
ılıman enlemlerdeki nemli bölgelere oranla daha tuzludur (Şekil 3.3). Günümüzde en
yüksek tuzluluk 41.5 ppt ve yüksek buharlaşma nedeniyle Kızıl Deniz’de
görülmektedir. Bunun tam tersi büyük miktarda tatlı su girişi olan Finlandiya
yakınlarında yukarı Baltık Denizi en az tuzlu yerlerden biridir burada tuzluluk 5
ppt’dir. 

3.3.2. Okyanusların Sıcaklık Yapısı

Okyanuslar dünyada iklimin kontrol edilmesinde çok önemlidir. Okyanus yüzeyi


özellikle aşağı enlemlerde güneşten gelen radyasyon ve dalgalar üzerindeki sıcak
havadan konveksiyon (taşınım) ve kondüksiyon (iletim) yolu ile ısı alır. Isı buharlaşma
yolu ile kayba uğrar. Aşağı enlemlerde yapılan ölçümler buraların kaybettiğinden daha
fazla ısı alırken yukarı enlemlerde kaybedilen ısının alınan ısıdan daha fazla olduğunu
göstermektedir. Okyanuslar güneşten gelen enerjinin saklandığı bir ortamdır. Okyanus
akıntıları alçak enlemlerdeki sıcak suları soğuk yüksek enlemlere taşır ve dünyanın
günümüz sıcaklık desenini oluşturmaktadır. Okyanusun çoğunda sıcak bir yüzey
tabakası vardır. Bu tabakanın kalınlığı mevsime ve konuma göre değişir ancak
genellikle 100 m civarındaki kalınlıklardadır. Bu tabakanın altında daha düşük
sıcaklıkta (ve muhtemelen artan tuzlulukta) bir tabaka vardır. Hızla değişen bu derinlik
zonuna termoklin (thermocline) denir (Şekil 3.4). Bu derin termoklinin altında sıcaklık
göreceli olarak tekdüzedir ve okyanus tabanına doğru sıcaklık azalır. Şekil 3.4 tuz
derişiminin aniden değiştiği tabaka olan haloklini (halocline) göstermektedir. Sıcaklık
ve tuzlulukla beraber okyanus suyunun yoğunluğunu kontrol eder. Eğer okyanus
suyunun yoğunluğu derinlikle artarsa o zaman su sütunu stabildir. Eğer yukarıda daha
yoğun bir su varsa o zaman durum stabil değildir. Düşey karışma su sütunu benzer bir
yoğunluğa ulaşıncaya kadar devam eder. Bu süreç okyanuslardaki üç boyutlu su
dolaşımını yönetir. 
Tablo 3.2. Deniz suyunda bulunan ana elementleri derişim miktarları

Şekil 3.3. Dünya okyanuslarında yüzey tuzluğu (bin tanede bir). Bu durum aynı
enlemdeki büyük çöllerdeki en yüksek net yağış (yağış - buharlaşma) ve ekvatorda ve
yüksek enlemlere doğru en
düşük. 
Şekil 3.4. Kuzeydoğu Pasifik Okyanusundan düşey sıcaklık ve tuzluluk kesiti. Yüzeye
doğru büyük değişimler görülmektedir.
3.4. Okyanuslarda su dolaşımı
3.4.1. Yüzey Akıntıları (Üst Akıntılar)

İnsanların okyanuslar hakkında elde ettiği ilk bilgiler yüzey akıntıları hakkındadır. Bu
akıntıların gemi yolculuğu ve hatta kürek çekerken bile önemli olması insanların
dikkatini çekmiştir. Yüzey akıntılarının arkasındaki itici güç hâkim rüzgârlardır.
Kuzey yarımküredeki musonlar gibi mevsimlik rüzgârlar dışında okyanuslar üzerinde
büyük ölçekli okyanus akıntılarını kontrol eden neredeyse sabit bir rüzgâr esme deseni
vardır. Ticaret rüzgârları (Alizeler) güney yarım kürede güneydoğudan kuzey
yarımkürede kuzeydoğudan eserek ekvatora paralel yönde batıya doğru esee kuzey ve
güney ekvatoral akıntılarını yönetirler (Şekil 3.5). Bu rüzgârlar kıyı alanlarına
ulaştıklarında yönlerinde kıtalar nedeniyle bir sapma meydana gelir.

Kıtaların yanında koriyolis etki (dönme sonucu oluşan ve birim kütleye etki eden


saptırıcı güç) de akıntı yönlerini etkileyerek kuzey yarımkürede rüzgârın esme
yönünden sağa güney yarım kürede rüzgârın esme yönünden sola doğru sapmalarına
neden olur. Bu sapmalar kuzey ve güney Amerika’nın, Avustralya’nın, Afrika ve
Asya’nın doğu kıyılarında sıcak akıntıları oluşturur. Kuzey yarımkürede Atlantik
denizinde bu akıntı Gulf Stream akıntısı olarak bilinir. Gulf Stream akıntısı Kuzey
Atlantik sub-tropikal spiralinin batı ve kuzey parçalarını oluşturur. Subtropikal
spiraller dünya okyanuslarının en baskın yüzey özellikleridir. Bu subtrobikal spiraller
30o K ve G enlemleri civarında oluştukları için sub-trobikal ismini alırlar.

Tüm dünya okyanuslarında ılıman enlemlerden gelen batılı akıntılar vardır. Güneyden
gelen sıcak su 30o enlemlerinden itibaren kıtaların batı kıyılarına gelir ve oradan tekrar
güneye yönelerek tekrar ısınmaya başlar.

Bunların yanında kutup çevresi akıntıları gibi (Şekil 3.6) Antarktika çevresinde
60o enleminden daha alçak enlemlerde batılı akıntılarla birlikte akan ya da doğulu
akıntılarla 60o enleminden yüksek alanlarda görülür. Antarktika çevreleyen
okyanuslara güney okyanusu denir. Bu okyanus dünyanın denizcilik açısından en
tehlike okyanusudur. Bu okyanustaki akıntılara Antartktika Çevresi Akıntısı (Antarctic
Circumpolar Current, ya da West Wind Drift) denir. Bu akıntı okyanuslardaki diğer
tüm akıntılardan daha fazla su taşır. Bu akıntı saat yönünde ilerlerken bunun içinde
saat yönünün tersine akan East Wind Drift denen bir başka akıntı vardır. 

Şekil 3.5. Dünya okyanuslarındaki yüzey akıntılarının haritası. Kuzey yarım kürede
saat yönünde dönüşler varken güney yarım kürede saat yönünün aksine dönüş vardır. 
Şekil 3.6. Antarktika çevresindeki akıntı sistemleri
3.2. Okyanuslardaki Derin Akıntılar (Alt Akıntılar)
Dünya okyanuslarındaki büyük ölçekli derin su dolaşımı rüzgârdan ziyade yoğunluk
farkından gerçekleşir. Okyanus suyundaki yoğunluk farkı ise tuzluluk ve sıcaklık ile
kontrol edilir. Bunun sonucu oluşan dolaşıma termohalin (thermohaline) dolaşım
denir. Ne zaman bir su kütlesi onu çevreleyen su kütlesinden daha yoğun hale gelirse o
zaman batar. Günümüzde dünyada Kuzey Atlantik ve Arktik Okyanusu ile Antarktika
okyanusu iki büyük derin su akıntısının oluştuğu bölgelerdir. Kuzey Atlantik
Okyanusu’nda göreceli olarak daha tuzluo olan Gulf Stream akıntısı hızla Norveç
denizine doğru yol alır. Orada kış sıcaklıkları 2-4 oC düşer ve tuzluluk 34.9 ppt’dir.
Soğuyan su çevresine göre daha yoğun bir hale geçer ve batmaya başlayarak Kuzey
Atlantik Dip Suyu (North Atlantic Deep Water) akıntısı oluşturur. Çevresine göre
daha yoğun olan Okyanus suyu ilk önce batar ve Kuzey Atlantik Derin Suyu’nu
oluşturur. Yoğun olan su güneye doğru akar ve tüm Atlantik’teki en büyük akıntıyı
oluşturur. Bu akıntı güneye doğru akar ve tüm Atlantik içindeki derin akıntıların ana
parçasını oluşturur. Diğer büyük derin soğuk su akıntısı ise su sıcaklığının kışın -
0.5o ve tuzluluğun 34.8 ppt olduğu Antartika kıtasının kenarında oluşur. Bu Antarktik
Taban Suyu (Antarctic Bottom Water) şuanda okyanuslardaki en yoğun su
kütlesidir ve Kuzey Atlantik Dip Suyu Akıntısı’nın bile altından akar (Şekil 3.7).

Şekil 3.7. Atlantik Okyanusundaki su kütlelerinin düşey yapısı. Antarktik dip suyu en
yoğundur ve Antarktika’dan kuzeye doğru akmaktadır. Kuzey Atlantik Dip Suyu
Grönland’dan güneye doğru Antarktik Dip Suyu üzerinden akar. Bunların üzerinde ara
su kütleleri ekvatora yakın yerlerde oluşurlar. Yüzey su katmanları 300-500 m
derinliğe kadar inebilir ve rüzgâr ve diğer etkenlerle kontrol edilebilir. 
Eninde sonunda bu iki su kütlesi doğuda Hint ve Pasifik okyanuslarına akmadan önce
karışır ve bu okyanusların derin akıntılarının büyük bölümünü oluştururlar.
Günümüzde tüm büyük derin okyanus akıntıları Atlantik ve/veya güney okyanuslarda
oluşur. Bunun sebebi gerek Hint gerekse Pasifik okyanusundan Arktik okyanusa
doğrudan bir giriş olmamasıdır.

Derin akıntılar aynı zamanda ekvator civarında da oluşur. Ekvator civarında Kuzey
Atlantik Dip Suyu’nun üst sınırı yaklaşık 40o güney enleminde de oluşmuş sulardan
oluşur. Bu Antarktik Ara Suyu (Antarctic Intermediate Water) Kuzey Atlantik Dip
Suyu’ndan daha sıcak (5oC) ve daha az tuzludur (34.4 ppt) bu yüzden onun üzerinde
kalır (Şekil 3.7). Diğer bir ara suyu kaynağı (Atlantikte 1000 m’den daha derine batan
su) Akdeniz Ara Suyu’dur (Mediterranean Intermediate Water). Bu su doğu Akdeniz
havzasında oluşur. Akdeniz suları Atlantik sularına göre daha sıcak (13 oC) ve daha
tuzludur (37.3 ppt) bu yüzden Cebelitarık Boğazı’ndan Atlantike geçtikten sonra
İzlanda ve Batı Hint adalarına kadar uzak alanlarda bile tanımlanabilir. Dip sularının
küresel okyanuslardaki dolaşımı sadece yatay yönde değil aynı zamanda düşey yönde
de gerçekleşir. Bu dip akıntıları bazı yerlerde örneğin Peru kıyılarında ya da Senegal
kıyılarında olduğu gibi yukarı doğru çıkar (upwelling) ve besince ve mineralce (nitrat
ve fosfat) zengin suları yüzeye getirerek balıkçılık açısından zengin alanları oluşturur. 
Şekil 3.8. Küresel termohalin döngüsünün ana özelliklerini gösteren şematik diyagram,
aynı zamanda okyanusal taşıma bandı olarak da bilinir. Kırmızılar sıcak yüzey akıntısı.
Maviler soğuk derin akıntı
3.4.4. Okyanuslardaki Hava Durumu

1971 ve 1973 yıllarında Okyanus Ortası Dinamikleri Deneyi (Mid-Ocean Dynamics


Experiment) projesinde çalışan bilim adamları Batı Atlantik’te çalışırken okyanusların
kendine has hava durumlarının olduğunu gözlemlediler. Bundan kasıt okyanuslarda da
aynı atmosferde olduğu gibi sıcak-soğuk cephelerin, siklon ve antisiklonların
olmasıdır. Yapılan gözlemlerde okyanuslarda çapları 100 km’yi bulan girdaplar
oluştuğu görülmüştür. Bu girdaplar bazen iki ana akıntı arasında oluşmaktadır. Şekil
3.8. sıcak Gulf Stream akıntısı ile soğuk Labrador akıntısı arasında oluşmuş bir girdabı
göstermektedir. Bu tür dairesel dönüşler bir kaç ile bir kaç yıl gibi uzun süreler devam
edebilir. Diğer girdaplar Akdeniz’de Cebelitarık Boğazı yakınında olduğu gibi
akıntılar ile karalar arasında ya da denizaltı dağlarının üzerinde oluşabilir.(Şekil 3.9). 
Şekil 3.9. Girdap oluşumlarını gösterir renkli uydu görüntüsü (batı Atlantik). Renkler
farklı sıcaklıktaki suların karışımını göstermektedir. Sıcak renkler (sarı-kırmızı) sıcak
suları ve soğuk renkler (mavi ve yeşil) serin suları işaret etmektedir. Bu suların
karışımını kıvrılmalar ve dev girdapları oluşturur. 
Girdapların neden oluştukları tam olarak bilinmemektedir ancak okyanus içindeki
enerji transferinde ve biyolojik faaliyetin artmasında ya da azalmasında önemli rol
oynamaktadırlar. 

3.5. Okyansularda Çökeller


Kıta sahanlıkları ve diğer kıyıya yakın alanlar genellikle kum ve silt boyutundaki
çökellerle kaplıdır. Şuan buzullar arası sıcak bir dönemde yaşadığımız için bir
zamanlar sular altında olmayan (son buzul döneminde deniz seviyesi günümüzden
yaklaşık 130 m aşağıdaydı) kıta sahanlıkları buzul döneminde karalardan taşınan
çökellerle kaplıdır. Ancak geçmişteki bu depolanmanın yanında günümüzde de büyük
akarsuların Amazon, Nil ya da Kızılırmak, Yeşilırmak gibi akarsuların taşıdığı
çökeller okyanus ve denizlerde birikmekte ve kıta sahanlıklarının üzerinde kıta
yamacında oluşacak türbidit akıntıları için malzeme sağlarlar.

Okyanus ve denizlerde dört tip çökel bulunur. Bunlar biyojenik, denizel canlıların


iskelet kalıntıları; litojenik, kayaç ve minerallerin fiziksel ve kimyasal ayrışmasından
oluşan tanelerin yığışması; hidrojenik, organik ve özellikle deniz suyundaki demir ve
manganez oksitlerin içeren jeokimyasal süreçlerden oluşur; ve son
olarak kozmojenik yani dış uzaydan gelen göktaşı gibi kayaçlardır.

Okyanus tabanında en fazla bulunan çökeller biyolojik kalıntılardır (Şekil


3.10). Kalkerli kabuklular (calcereous oozes) okyanusların özellikle Atlantik
Okyanusu’nun büyük bir bölümünde bulunurlar. Bunlar plankton denilen ve okyanus
ve denizlerin yüzeyinde yaşayan mini canlıların kalıntılarıdır. Kalkerli çamurlar
arasında en yaygın bulunan organizmalar kokkolitler, foraminifera (tek hücreli deniz
canlıları)ve pteropodlardır. Bu kabuklular ana olarak kalsiyum karbonattan oluşurlar
ve Pasifik Okyanusu’nda 3500 m derinlikte Atlantik Okyanusu’nda ise daha derin
ortamlarda bulunurlar. Daha derin ortamlarda ise suyun artan karbondioksit oranı ve
hidrostatik basınç kalsiyum karbonatın çözülmesine imkan vermediği için kabuklu
canlı oluşumu zordur.

Bazı okyanuslarda özellikle Antartik ve orta Pasifik yüzey sularında yaşasan başlıca
planktonik canlılar kalkerden oluşan iskelete sahip değildir. Bunlar Antartik
Okyanusunda diatomlar ve orta Pasifik’te radyolaryalar’dır. Bu bölgelerdeki
çökellerin bir sonucu olarak silisli kavkılar olarak tanımlanırlar.

Derin okyanusların diğer bölgelerinde çökeller genellikle litojenik kökenlidir. Kırmızı


killer hakim rüzgârlarla taşınan tozların okyanuslarda birikmesi (Şekil 3.10b) sonucu
oluşurlar. Bunların birikme hızı 1000 yılda 1mm gibi çok düşük bir hızdadır. 
Şekil 3.10. (a) Okyanus tabanındaki çökel tiplerinin haritası. Kalkerli alanlar kokkolit,
silisli alanlar diyatomlar (güney Okyanus) ve radyolarya (Tropik Okyanus)
planktonlardan oluşur. (b) Kızıl Deniz’deki kırmızı killer Sahara Çölü’nde rüzgârlarla
getirilen tozların birikmesi sonucu oluşur. (c) Karasal ve kıta sahanlığı çökelleri ise
akarsu ve buzulların getirdiği çökellerin aktınlarla dağılması sonucu birikirler.
Uygulamalar

1. Okyanusları harita üzerinde gösteriniz üzerlerine isimlerini yazınız.


2. Okyanus yüzey akıntılarını akış yönlerine göre haritalayınız.
3. Okyanus düşey akıntılarını akış yönleri ve sıcaklıklarına göre haritalayınız.

Uygulama Soruları

1. Okyanusları kapladıkları alanlara göre sıralayınız.


2. Okyanuslardaki ana batimetrik unsurları yazınız?
3. Okyanuslardaki tuzluluk ve sıcaklık farklarının neden olduğu sonuçları yazınız?

Bölüm Özeti
Bu bölümde okyanusal havzaları, okyanusların jeolojik ve derinlik özellikleri ele
alınmıştır. Okyanus tabanının oluşturan kıta düzlüğü, kıta yamacı ve abisal düzlükler
ile bu düzlükler üzerinde gelişen yer şekillerine değinilmiştir. Okyanus sularının farklı
tuzluluk ve sıcaklık özelliklerine sahip olduğunu ve bu farklılıkların okyanuslardaki
yüzey ve dip akıntılarına etkisi işlenmiştir. Okyanuslarda yüzey akıntıları rüzgârlarla
kontrol edilirken derin akıntılar yoğunluk farkından dolayı olmaktadır. Bununla
birlikte okyanuslarda da atmosferdeki basınç merkezleri gibi girdaplar üreten süreceler
olduğunu ele aldık. Okyanusların bizim açımızdan en önemli özelliklerinden bir olan
devamlı bir çökelme alanı olmaları ve kendilerine has çökeller birikmesidir. Bu
dersimizde bu çökellere de değinilmiştir. 

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdaki okyanuslardan hangisi en büyük okyanustur?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Hint

(B) Pasifik

(C) Atlantik

(D) Akdeniz

(E) Karadeniz

Cevap-1 :
Pasifik

Soru-2 :
Okyanusların en derin kısımları nerelerde görülür?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Okyanus kenarlarında

(B) Okyanus Ortasında

(C) Deniz altı dağlarında


(D) Mercan adalarında

(E) Guyotlarda

Cevap-2 :
Okyanus kenarlarında

Soru-3 :
Aşağıdaki alanlardan hangisinde tuzluluk en azdır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Karadeniz

(B) Akdeniz

(C) Baltık Denizi

(D) Orta Atlantik

(E) Hint Okyanusu

Cevap-3 :
Baltık Denizi

Soru-4 :
Derin okyanus akıntılarını kontrol eden faktör aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Batimetri

(B) Rüzgarlar

(C) Kıtaların konumu

(D) Volkanizma

(E) Yoğunluk farkı

Cevap-4 :
Yoğunluk farkı

Soru-5 :
Aşağıdakilerden hangisi okyanuslarda oluşan çökel kaya tiplerinden biri değildir?

(Çoktan Seçmeli)
(A) Kozmojenik

(B) Litojenik

(C) Hidrojenik

(D) Biyojenik

(E) Volkanik

Cevap-5 :
Volkanik

Soru-6 :
Okyanusların en derin yerleri ise yine ortaları değil kıtasal kabukların altına
daldıkları ................  kısımlarıdır.

Cevap: kenar

(Klasik)

Soru-7 :
Kıyıdan itibaren okyanusa doğru batimetrik
unsurlar ................, ................ ve ................ düzlüklerdir.

Cevap: kıta sahanlığı, kıta yamacı, abisal

(Klasik)

Soru-8 :
Kıtaların yanında koriyolis etki (dönme sonucu oluşan ve birim kütleye etki eden
saptırıcı güç) de akıntı yönlerini etkileyerek kuzey yarımkürede rüzgarın esme
yönünden ...............  güney yarım kürede rüzgarın esme yönünden ..................  doğru
sapmalarına neden olur.

Cevap: sağa, sola

(Klasik)

Soru-9 :
Dünya okyanuslarındaki büyük ölçekli derin su dolaşımı rüzgardan ziyade ................
dolayı gerçekleşir.

Cevap: yoğunluk farkından

(Klasik)

Soru-10 :
Bazı okyanuslarda özellikle Antartik ve orta Pasifik yüzey sularında yaşasan başlıca
planktonik canlılar kalkerden oluşan iskelete sahip değildir. Bunlar Antartik
Okyanusunda .................  ve orta Pasifik’te .................’dır.
Cevap: diatomlar, radyolaryalar

(Klasik)

4. Atmosferik Süreçler ve İklim


4.1. Atmosfer
Bu derse ilk olarak atmosferin fiziksel ve kimyasal özelliklerini kısaca değinerek
başlayacağız. Atmosfer çeşitli orandaki gazlardan oluşan ve gezegenimizi çepeçevre
saran bir hava küredir. Hava olayları bu hava küresi içinde gerçekleşir. Bu olaylar
enerjilerini güneşten gelen radyasyondan alır. Atmosferin ortalama kalınlığı 10.000
km civarındadır. Bu kalınlık ekvator bölgesinde fazla kutup bölgelerinde ise azdır.
Bunun üç ana sebebi vardır. Bunlarda ilki yerçekimidir. Bildiğiniz gibi dünya
kutuplardan basık bir küre şeklindedir. Bu nedenle dünyanın kutuplardaki yarı çapı
6357 ekvatorda 6378 km’dir. Yerçekimi dolayısıyla bir cismin ağırlığı (kütlesi değil)
çekirdeğe yaklaştıkça arttığı için aradaki 21 km’lik fark kutuplarda yerçekimini
arttırmakta bu daha hava moleküllerinin yere daha yakın olmasına ve atmosferin
kalınlığının azalmasına neden olur. Diğer bir sebep ise çizgisel hızdır. Çizgisel hız
dairesel hareket eden bir cismin üzerindeki bir noktanın birim zamanda eksen üzerinde
yer değiştirme hızıdır. Ekvator çizgisi dünyanın kendi etrafında dönmesinden
kaynaklanan çizgisel hızın en yüksek olduğu çizgidir. Çizgisel hızın en yüksek olduğu
yer savrulmanın en yüksek olduğu yerdir. Bunun sonucu olarak ekvatorda atmosfer
daha fazla savrulduğu için atmosferik kalınlığı arttırır. Diğer bir sebep ise sıcaklıktır.
Ekvator bölgesinde güneş ışınlarının daha dik açıyla gelmesinden dolayı tüm yıl
sıcaklıklar daha yüksektir. Isınan hava yükselir ve bu durum kutuplarda düşük
sıcaklıklardan dolayı tam tersidir. Bu nedenle ekvator bölgesinde atmosfer kalınlığı
daha fazladır.

Atmosferi oluşturan gazların oranlarına baktığımızda Azot (%78), Oksijen (%21),


diğer gazlar helyum, neon, argon ve kripton gibi ise %1 civarındadır. Bu gazlar oranı
değişmeyen gazlardır. Bununla beraber jeolojik zaman içinde ve hatta günümüzde de
miktarı değişen karbondioksit ve su buharı gibi gazlar da atmosferde bulunmaktadır.
Özellikle günümüzde en popüler konulardan biri olan sera gazları ve iklim değişimi
endüstri devriminden sonra insanların fosil yakıtları aşırı kullanması sonucu
atmosferdeki karbondioksit miktarının artmasının bir sonucudur.

Atmosfer yeryüzünde yaşam için gerekli olan gazları sağlamasının yanında bir kalkan
gibi dış uzaydan gelen cisimlerin yeryüzüne ulaşmadan yanıp yok olmasına ya da
zararlı ışınların (morötesi-ultraviole) tutulması görevini yapar.

4.1.1. Atmosferin Katmanları

Atmosferin genel özelliklerinden sonra kendi içinde de farklılıklar gösteren


katmanlarına bir göz atalım. Atmosfer en içten dışa doğru troposfer, stratosfer,
ozonosfer, mezosfer, ve termosfer olmak üzere 5 ana katmana
ayrılır. Troposfer yeryüzüne en yakın katmandır. Kalınlığı ekvatorda 16 kutuplarda 11
km kadardır. Hayatımızı etkileyen iklim olaylarının tamamı bu katman içinde
gerçekleşir. Gerek dikey gerekse yatay hava hareketleri görülür. Bunun nedeni su
buharının bu katmanda tutulmasıdır. Değişken bir sıcaklık dağılışı vardır. Yerden
yükseldikçe sıcaklığı düşer ve yoğunluğu azalır. Sıcaklık her 100 m’de 0.5 oC azalır.
Bunun sebebi önceki bölümde bahsettiğimiz atmosferin alttan ısınmasıdır.
Atmosferdeki gazların büyük bölümü (%75) bu katmanda yer alır. Stratosfer su
buharının bulunmadığı bir katmandır. Bu nedenle iklim olayları görülmez. Sadece
yatay hava hareketleri görülür. Sıcaklık sabittir (-55oC)ve her yerde aynıdır.
Meteoroloji balonları bu katmanda bulunur Ozonosfer aslında bir ara katmandır.
Stratosfer ile Mezosfer arasında geçiş katmanı olarak bulunur. Güneşten gelen
morötesi (ultraviole) ışınlar tarafından oksijen (O2) moleküllerini ozona (O3)
dönüştürülmesi ile oluşur. En önemli özelliği bizim için zararlı olan morötesi ışınları
tutma özelliğidir. Özellikle 1980 yıllarda yapılan araştırmalarda parfüm ve deodorant
gibi gazlı ürünlerin kullanılması sonucu inceldiği ve hatta yer yer delindiği ileri
sürülmüştür. Mezosfer katmanı atmosferin en soğuk olduğu katmandır. Sıcaklık bu
katmanda -80oC ‘dir. Ozonosferle birlikte zararlı morötesi ışınların tutulmasına
yardımcı olur. Dış uzaydan atmosferimize gelen meteoritlerin (göktaşları)
parçalanması ve yanması bu katmanda gerçekleşir. Ancak oldukça büyük meteoritler
bu katmanı aşarak yer yüzüne ulaşabilir ve krater
oluşturabilirler. Termosfer atmosferin en üst katıdır. Bu katmandan sonra uzay
boşluğu vardır. En dış katman olduğu için gazlar oldukça seyrektir. Sıcaklık
mezosferin aksine çok yüksektir. İki alt katmanı vardır. Bunlardan
biri iyonosfer diğeri ise ekzosfer’dir. Bu katmanda gazlar (hidrojen ve oksjijen)
iyonize olmuştur. Bu yüzden kutup bölgelerinde görülen ve bir çeşit maddenin plazma
hali olan Aurora ışıkları bu katmanda oluşur. Radyo dalgaları bu katmandan yansır.
Ekzosfer’de artık gazlar yerçekiminden kurtulup uzaya yayılırlar. Üst sınırı belirgin
değildir. Günümüzde değişik amaçlar için kullandığımız uydular bu katmana
yerleştirilir ve yörüngelenir.
Şekil 4.1.
Atmosferin katmanları. Sarı sütun kalınlığı, turuncu sütun basıncı gösterir
4.2. İklim Elemanları
Bu temel bilgilerden sonra iklimi daha iyi anlamamıza yardımcı olacak iklimin temel
elemanlarını işleyeceğiz. Önceden bahsettiğimiz gibi iklim olayları atmosferin
troposfer katında gerçekleşir. Bu kat içindeki sıcaklık, basınç, rüzgâr, nem ve
yağış iklimi oluşturan ana etkenlerdir. Bu nedenle bunlara iklimin ana elemanları
denir.

4.2.1. Sıcaklık

İlk olarak çoğu zaman beraber kullanılan ısı ve sıcaklık terimleri arasındaki farkı
ortaya koymak önemlidir. Sıcaklık bir maddenin bir molekülünün sahip olduğu
ortalama kinetik enerjisi iken ısı o maddenin tüm moleküllerinin toplam kinetik
enerjisidir. Hava sıcaklığı basitçe havanın iç enerjisinin ölçülmesidir. Bu iç enerji
moleküllerin gelişi güzel hareket etmesi ile ilgilidir. Eğer iki gaz kütlesi temas halinde
olursa bu iç enerji hızlı bir şekilde paylaşılır ve sıcakları eşit hale gelir.
Örneğin mutlak sıfır dereceye hava kütlesi içinde iç enerji olmadığında ulaşılır.

Isı yüksek sıcaklıktan düşük sıcaklıktaki maddelere iletilir ve bu sıcaklığı ya da


maddenin halini (katı, sıvı, gaz) ya da her ikisini de etkiler. Böylece ısınan kütle
yüksek bir sıcaklığa ulaşabilir bu durum hissedilen sıcaklık (sensible heat) olarak
bilinir. Örneğin 0oC deki bir buz su oluşturmak için eritebilir. Erime süreci
tamamlandığında suyun sıcaklığı hala 0oC olabilir. Burada ekstra ısı buzu katı halden
sıvı hale dönüştürmek için kullanılmıştır bu durum gizli ısı (latent heat) o olarak
bilinir. Kondüksiyon ya da konveksiyon süreçlerinden biri ya da radyasyon ısının bir
maddeye ya da maddeden iletilmesini etkiler. Kondüksiyon maddenin kendisi transfer
edilmeden moleküler etki yolu ile sıcaklığın yüksek sıcaklıklı alanlardan düşük
sıcaklıklı alanlara iletilmesidir. Bu katı maddelerin ısınması bu süreçle olur.
Konveksiyon ısının bir akışkan (atmosfer, okyanuslar) içine iletilmesidir ve büyük
hacimli bir maddenin hareket etmesini içerir. Örneğin atmosferdeki rüzgâr sistemleri
ya da okyanuslardaki akıntılar konveksiyon sürecine örnektir. Atmosfer ilginç bir
şekilde güneş tarafından çok az bir şekilde ısıtılır. Atmosfer kabaca bir alttan ısıtma
sistemi ile ısıtılır. Bunun nedeni atmosferin karalar ve okyanusların ısısı tarafından
ısıtılmadır. Atmosfer gazlardan oluştuğu için güneşten gelen ışınların sadece %15
kadarı atmosfer tarafından emilir (absorbe), %25’i bulutlar ve atmosferden olduğu
gibi geri yansır, %25’i dağılır (diffusion), %8’i yer yüzeyinden yansır ve geriye kalan
%27’si okyanuslar ve karalara ulaşarak onları ısıtır (Şekil 4.2). Bulutlardan ve yerden
yansıyan toplam %33’lük bölüme ise albedo (yansıma) denir. Albedo yeryüzünün
farklı bölgelerinde farklı oranlarda yansıtılır (Şekil 4.3) Bunlar arasında en fazla açık
renkli yüzeye sahip unsurlar örneğin kar, buzul ve kuru topraklar en fazla yansıtma
özelliğine sahip alanlardır (Tablo 4.1). Coğrafi dağılışına baktığımızda en fazla
yansıma kutup ve orta kuşak çöl bölgelerinde görülür (Şekil 4.3). 

Şekil
4.2. Güneşten gelen radyasyonun yansıma ve dağılma yüzdeleri
Şekil 4.3. Nimbus 3 uydusundan yapılan ölçümlerle elde edilen minimum albedo
oranlarının (%) dağılışı.

Tablo 4.1. Değişik yüzeylerin albedo değerleri


4.2.1.1. Sıcaklığın Dağılışını Etkileyen Faktörler.

Gezegenimizin kabaca bir küre şeklinde olması ısı kaynağımız olan güneşten gelen
ışınların yeryüzüne eşit bir şekilde ya da bir başka deyişle aynı açıyla düşmesini
engeller. Bu nedenle ekvatordan kutuplara doğru güneş ışınlarının yere düşme açıları
küçülür bu da ekvatordan kutuplara doğru sıcaklığın azalmasına neden olur (Şekil
4.4). 
Şekil 4.4.
Güneş radyasyonunun yeryüzüne dağılışı.. Güneş 21 Haziran’da Yengeç Dönencesine
(23o27’K) ve 21 Aralık’ta Oğlak Dönencesine (23o27’ G) dik gelir. Aynı miktarda
olmasına karşın güneş ışınları kutup bölgelerinde daha geniş bir alana yayılır.
Diğer bir etken ise yaşadığımız mevsimdir. Dünya güneş etrafında dönerken bizde
farklı mevsimler yaşarız. Aslında mevsimler güneşten gelen ışınların dünyaya düşme
açılarının değişmesinin zamansal karşılıklarıdır. Güneş ışınları bizim yaz ayları
dediğimiz aylarda kuzey yarım küreye daha dik açılarla geldikleri için hava sıcak kışın
daha düşük açı ile geldikleri için hava soğuktur. Tabii bir de dünyanın kendi etrafında
dönmesinden kaynaklanan sıcaklık farkları vardır. Örneğin sabahları ve akşamları
güneş ışınları daha düşük açılarla dünyaya gelirken öğlen vakti daha dik açıyla gelirler
ve daha ısıtıcı olurlar. Bunlar tamamen dünyanın şekli, eksen eğikliği, kendi ve
güneşin etrafında dönmesi sonucu oluşan sıcaklık farklılıklarıdır. Bunun yanında
yeryüzünün topoğrafyasındaki farklılıklar da sıcaklık üzerinde etkilidir. Örneğin bakı
ve eğim. Bakı bir yüzeyin güneşe olan yönelimini ifade eder. Güneye bakan yamaçlar
her zaman daha fazla güneş aldıkları için daha sıcaktır. O yüzden örneğin yüksek
dağların güneye bakan yamaçlarında buzullar oluşmaz ya da kuzeye bakan yamaçlara
oranla çok daha küçük boyutlu olurlar. Eğim bir mesafe boyunca yüksekliğin
değişimini ifade eder. Yerel olarak bir yüzeyin eğimi güneşten gelen ışınların alma
açılarını etkiler. Yüksek eğimli yüzeyler güneşten gelen ışınları daha dik alacağı için
daha fazla ısınacaktır. Yükselti de bir diğer topografik faktör olarak sıcaklık
dağılımında etkilidir. Sıcaklık yükseklere doğru her 200 m’de 1oC azalır.Bunun nedeni
yukarıda bahsettiğimiz gibi troposferin alt kısımlarının yer ve okyanus yüzeylerinden
yansıyan uzun dalga boylu radyasyon ile ısınmasıdır. Bir diğer neden ise alçak
yüksekliklerde nem oranı yükseklere göre daha fazladır bu da oralarda sıcaklığın daha
kolay tutulmasına imkan verir. Yükseltinin etkisine en güzel örnek aynı enlem
üzerinde yer alan iki yerleşimin yükseklikleri farklı ise sıcaklıkları da farklı
olmaktadır. Yüksek kesimlerin örneğin dağların zirve kesimleri sıcaklık özellikleri ise
güneşe daha yakın oldukları için gün içinde çok çabuk ısınır ancak özellikle nem
azlığından dolayı da geceleri çok çabuk soğurlar.

Diğer bir sebep ise güneş ışınlarının atmosferde aldığı yoldur. Güneş ışınları kutuplara
ulaşmak için ekvatordan daha uzun bir mesafe kat ederler bu nedenle atmosferde daha
fazla tutulma, yansıma ve dağılmaya maruz kalarak kaybına uğrarlar (Şekil 4.3).
Güneşlenme süresi de sıcaklık üzerinde etkilidir. Mevsimlere göre gün içindeki
gündüz ve gece süreleri değişkenlik gösterir. Yazları günler uzun geceler kısa iken
kışları geceler uzun günler kısa olmaktadır. Bu da güneşlenme süresinin azalmasına ya
da artmasına neden olmakta ve sıcaklığı etkilemektedir.

Küresel anlamda dünya haritasında baktığımızda karalar ve denizlerin eşit oranda


dağılmadıklarını görürüz. Her ikisi de farklı güneşten gelen radyasyonu farklı emme
ve yansıtma özelliğine sahiptir. Karalar katı olduğu için güneş ışınları ancak 0-1 m
derinlikte etki edebilir ancak denizler sıvı ve şeffaf oldukları için güneş ışınları bazı
okyanuslarda -200 m derinliğe kadar etkili olabilir. Bu durumda okyanuslarda hem
alan olarak hem de derinlik olarak dikkate aldığımızda karalardan daha büyük bir
hacmin ısınması gerektiği için hem ısınma hem de soğuma daha uzun sürer. Karalar
ise daha çabuk ısınır ancak daha çabuk soğurlar. Bu farklı ısınma özelliklerine bağlı
olarak sıcaklık yazın karalarda fazla kışın ise denizlerde (göreceli olarak) daha
fazladır. Bu yüzden kuzey yarım kürede kara üzerinde kışın en soğuk ayı ocak ayı
yazın en sıcak ayı temmuz iken denizel iklimlerde en soğuk ay şubat en sıcak ay ise
ağustostur (Şekil 4.5). Denize yakın kıyı bölgelerinde aşırı ısınma ve soğuma
görülmez. Örneğin Karadeniz kıyılarımız enlem olarak daha kuzeyde olmalarına
rağmen iç kesimlerden daha az kar yağışına maruz kalırlar. Denizler ve okyanuslar
sabit su kütleleri değillerdir. Özellikle okyanuslardaki büyük su kütleleri akıntılar
sayesinde yer değiştirerek hareket ettikleri bölgelerin sıcaklık koşullarına etki ederler.
Ekvator çevresinde doğup kutuplara doğru hareket eden akıntılar sıcak okyanus
akıntısı özelliğindedir ve kuzeye doğru havanın ısınmasını sağlar. Kutuplardan
ekvatorlara olan akıntılar ise soğuk okyanus akıntısı özelliği taşır ve geçtiği kıyılarda
havanın soğumasına neden olur.
Ş
ekil 4.5. Ocak ve temmuz hava sıcaklığı dağılışı
Denizler ya da karalar üzerindeki su kütleleri ile ilgili olarak nem de sıcaklık üzerinde
önemli bir etkendir. Nemi kontrol eden bir diğer etken ise alçalıcı ya da yükselici hava
hareketlerinin görüldüğü alanlardır. Yeryüzünde en yüksek nem oranı ekvator
çevresinde görülür. Güneş ışınları buralara dik açılarla gelmesine rağmen buralar
dünyanın en sıcak yerleri değillerdir. Bunun nedeni bu bölgenin nem bakımından
oldukça zengin bir bölge olmasıdır. Çünkü nemli havanın ısınma ısısı yüksektir. Bu
nedenle günlük ve yıllık sıcaklık değişimi fazla olmayan alanlardır. Dünyanın en sıcak
ve sıcaklık farklarının en yüksek olduğu alanlar çöllerdir. Buralarda alçalıcı hava
hareketleri (yüksek basınç) havanın ısınmasına ve nemini kaybetmesine neden olduğu
için sıcaklık yüksek ve sıcaklık farkı fazladır.

Rüzgarlar gerek küresel gerekse yerel rüzgârlar olsunlar estikleri yüzeyin


sıcaklığından etkilenir kaynaklandıkları bölge ile estikleri bölge arasında bir ısı
transferi gerçekleştirir böylece sıcaklık üzerinde etkili olurlar. Küresel ölçekte
baktığımızda ekvatordan kutuplara doğru esen rüzgârlar estikleri alanlarda sıcaklık
değerlerini yükseltirken kutup kaynaklı rüzgârlar estikleri yerdeki sıcaklık değerlerini
düşürürler. Yerel anlamda ise denizlerden karalara doğru esen rüzgârlar (meltem)
yazın serinletici etki yaparken kışın ise göreceli olarak ısıtıcı etki yaparlar.

Bitki örtüsü yeryüzü üzerinde özellikle çok yoğun olduğu alanlarda bir izolasyon
malzemesi gibi etki yapar. Yoğun bir bitki örtüsü sahip alanlarda bitkilerin yaprakları
güneş ışınlarını kırarak zeminin fazla ısınmasını geceleri ise ısının kaybolmasını
engelleyerek sıcaklık üzerinde bir etki yapar. Bitki örtüsünün yanında kar örtüsü,
toprak nemi ve kayaçların cinsi ve bulutluluk sıcaklık dağılışını etkileyen diğer
etmenler olarak sıralanabilir. Şekil 4.6 tüm bu etmenleri göstermektedir. 

Şekil 4.6. Sıcaklığın dağılışını etkileyen faktörler.


4.2.1.2. Sıcaklığın Dağılışı

Yukarıda sıcaklığın yeryüzünde neden farklılıkla gösterdiğini ve bunları denetleyen


etmenleri gördük. Peki sıcaklığın dağılışının nasıl gösterebiliriz? Coğrafyacıların
ürettiği ve kullandığı en önemli araç bildiğiniz gibi haritalardır. Sıcaklık haritaları da
sıcaklık dağılışını gösteren haritalardır. Coğrafyacılar sıcaklığın dağılışını göstermek
için eş sıcaklık eğrisi yöntemini kullanırlar. Eş sıcaklık
eğrilerine izoterm denir. İzoterm haritaları farklı istasyonlardan ya da uydu
görüntülerinden elde edilen aynı sıcaklığa sahip noktaların birleştirilmesinden elde
edilir. İki tür izoterm haritası vardır. Bunlardan ilki gerçek izoterm haritasıdır.Bu tür
haritalarda yeryüzünde ölçülen sıcaklık değerleri olduğu gibi kullanılır. Diğeri
ise indirgenmiş izoterm haritalarıdır.Bu tür haritalarda topografik özelliklerden
yükseklik dikkate alınarak sıcaklık değerleri hesaplanır. Bu yöntemde bir yerin
yüksekliği sıfır olarak kabul edilerek hesaplanır. Bunun nedeni sıcaklığın enlemlere
bağlı dağılışı hesaplanırken topografik özelliklerin (yükseklik) etkisini ortadan
kaldırmak için indirgenmiş sıcaklık değerlerinden yararlanılır. Bunu hesaplamak için
formül “indirgenmiş sıcaklık=Yükselti/200+Gerçek Sıcaklık” olarak hesaplanır.

Küresel sıcaklık dağılışı daha çok yıllık ortalama sıcaklık dağılım haritası ya da en
soğuk ve en sıcak ayları temsil eden ocak ve temmuz izoterm haritaları kullanılır. Bu
verilere bakarak dünyada üç ana sıcaklık kuşağı oluşmuştur. Bunlar sıcak, ılıman ve
soğuk kuşaktır (Şekil 4.7).

Şekil. 4.7. Küresel


sıcaklık kuşakları
4.2.2. Basınç

İklimin temel elemanlarından biri de basınçtır. Basınç kısaca birim alana etki eden
dik kuvvet miktarıdır.Atmosfer de su buharı ve gazlardan oluşmasına rağmen bir
ağırlığa sahiptir ve yeryüzü üzerine bir kuvvet uygular. Normal hava basıncı 1013
milibardır (1033gr=760 mm civa basıncı). Bunun anlamı 45o enlemlerinde deniz
seviyesinde 0oC sıcaklıkta 760 mm yüksekliğindeki civanın yaptığı basınçtır. Bu
değerin üstündeki basınç değerlerine yüksek basınç (antisiklon), altındaki basınç
değerlerine ise alçak basınç (siklon) denir. Basınç ölçen cihazlara barometre adı
verilir. Basınç yeryüzünde eşit oranda dağılmış değildir (Şekil. 4.8). Bu dağılışı
etkileyen nedenler yerçekimi, yükselti, sıcaklık ve dinamik
etkenler olarak sıralanabilir. Bunlardan yerçekimi bilindiği göreceli olarak
kutuplarda ekvatordan daha fazladır. Yerçekimi aynı zamanda yüksekliğe bağlı
olarak da değişkenlik gösterir. Buna göre yüksek dağlarda yerçekimi daha azdır.
Yerçekimi ile basınç arasında doğru orantı olduğu için ekvator bölgesi ve yüksek
dağlar göreceli olarak düşük yerçekimi dolayısıyla göreceli olarak basıncın düşük
olduğu alanlar olacaktır. Diğer bir etken ise yükseltidir. Yükseldikçe hava basıncı
her 10.5 metrede 1mm (0.75 milibar) azalır. Bunun nedeni yerçekimi ve ayrıca
yükseklere çıkıldıkça atmosfer kalınlığının azalması nedeniyle basıncın düşmesidir.
Dolayısıyla hava basıncı ile yükselti arasında ters bir orantı
vardır. Sıcaklık basınç üzerinde etkili olan önemli bir etkendir. Isınan bir gaz
kütlesinin davranışı genleşmedir. Genleşen hava kütlesi yükselir ve yeryüzü
üzerindeki ağırlığı azalarak basıncın düşmesine sebep olur. Havanın soğuması
sonrasındaki davranışı da bunun tam tersidir ve basıncın artmasına neden olur. Bu
şekilde havanın ısınması ve soğumasına bağlı olarak oluşan basınç
merkezlerine termik basınç merkezleri denir (Şekil 4.9). Kutuplar devamlı soğuk
olduğu için buralarda termik yüksek basınç merkezleri varken ekvator devamlı
sıcak olduğu için buralarda termik alçak basınç alanları vardır. Dinamik etkenler
ekvatorla kutuplar arasında hareket eden hava kütlelerine bağlı olarak oluşan basınç
merkezleridir. Sıcak hava kütleler atmosferin üst kısımlarından ekvatordan kuzeye
ve güneye doğru hareket eder ve 30o enlemleri civarında soğuyarak alçalırlar ve
60o enlemleri civarında da tekrar yükselirler. Alçaldıkları alanda dinamik yüksek
basınç alanları yükseldikleri alanlarda ise dinamik alçak basınç alanları
oluştururlar. Alçak basınç alanlarında yükselen hava kütleleri soğuyarak yoğunlaşır
ve bulutlar oluşur. Bu nedenle bu bölgeler bulutlu ve yağışlı bölgelerdir. Bu basınç
bölgeleri yeryüzündeki sürekli basınç alanlarını oluştururlar. Bunlar termik ve
dinamik kökenli basınç alanlarıdır. 

Şekil 4.8. Yeryüzünde ortalama basınç dağılımı. Üst harita Temmuz alt harita Ocak
ayına aittir. High: Yüksek basınç, Low: Alçak basınç
Şekil 4.9. Dinamik ve termik basınç kuşakları ile rüzgârlar
4.2.3. Rüzgâr

Rüzgârlar yatay hava hareketleridir. Bunlar yeryüzüne yakın oldukları gibi troposferin
üst katlarında da olabilir. Rüzgârın ana sebebi basınç farkıdır. Rüzgâr her zaman
yüksek basınç alanlarından alçak basınç alanlarına doğrudur. Rüzgârların hızını ve
yönünü etkileyen etkenler, basınç farkı, basınç merkezleri arasındaki uzaklık,
dünyanın dönmesi ve sürtünmesidir (Şekil 4.10). Rüzgârın hızını bu iki basınç
merkezi arasındaki basınç farkı belirler. Fark ne kadar büyükse rüzgârın hızı da o
kadar yüksek olur. Rüzgârın hızı m/sn veya km/saat olarak ifade edilir ve anemometre
denen aletle ölçülür. Rüzgârın hızını etkileyen bir diğer unsur ise basınç merkezleri
arasındaki uzaklıktır. Uzaklık ne kadar az ise hız o kadar fazladır (Şekil 4.8).

Şekil 4.10. Yeryüzünde rüzgârların dağılışını etkileyen etkenler


Bunun yanında dünyanın dönmesinin de rüzgârların hızı üzerine etkisi vardır.
Rüzgârlar dünyanın dönmesine bağlı olarak düz hatlarından saparak hareket ederler.
Bu sapmalar ise onlara hız kaybettirir. Rüzgârlar eserken aynı zamanda topografya ile
de temas ederler. Karalar ve okyanuslar üzerinde rüzgârların davranışı farklıdır.
Engebeli arazilerde sürtünme ve engelleme fazla olduğu için rüzgârın hızı düşer.
Okyanuslar ve açık arazilerde ise rüzgârların hızı fazladır. Rüzgârları esiş sürelerine ve
alanlarına göre sürekli (yıllık), devirli (mevsimlik) ve yerel rüzgârlar olarak
çeşitlerine ayrılabilir.Sürekli rüzgârlar yeryüzü üzerinde sürekli basınç alanları
arasında yıl boyunca esen rüzgârlardır. Bunlar alizeler (doğu rüzgârları, ticaret
rüzgârları), batı rüzgârları ve kutup rüzgârlarıdır (Şekil 4.11).

Şekil 4.11.
İdealize edilmiş ortalama rüzgâr dolaşımı
Devirli rüzgârlar ise yıl içinde basınç alanlarının yer değiştirmesi sonucunda
mevsimlere göre yön değiştiren rüzgârlardır. Bu tip rüzgârların en bilineni güneydoğu
Asya’da Hint Okyanusu ile Himalaya dağları arasında esen yaz ve kış
muson rüzgârlarıdır. Yerel rüzgârlar bazıları çok küçük alanlarda etkili olmasına
rağmen bazıları bölgesel olarak etkili olabilirler. Bunlar deniz ve kara meltemleri,
vadi ve dağ meltemleri, sıcak yerel rüzgârlar (Fön, Sirokko), soğuk rüzgârlar
(Bora, Mistral, Krivetz) ve tropikal rüzgârlar olarak ayrılırlar.

4.2.3.1. Küresel Rüzgâr Dolaşımı

Günümüzde yapılan gözlemler her iki yarı kürede de üç hücre tarafından kontrol
edilen bir dolaşım sistemi olduğunu göstermektedir (Şekil 4.12). Isı fazlasının olduğu
ekvatorda ısınan hava yükselir ve yüksek seviyelerden kutuplara doğru hareket eder,
yaklaşık 30o kuzey ve güney enlemlerinde ise çöker ve alt seviyelerden ekvatora
doğru hareket eder. İklimciler bu basit dolaşım hücresine Hadley Hücresi (Hadley
Cell) derler. Bu hücre dünyanın dönmesinden dolayı Tropik bölgelere sıkışmıştır.
Bunun yanında her iki kutup bölgesinde de ısı eksikliği vardır. Bu durumda benzer bir
dolaşım alçalan hava ve ekvatora doğru esen bir yüzey rüzgârı vardır ancak bunlar
dünyanın dönmesinden dolayı doğuya doğru sapmışlardır. Tropikal Hadley Hücresi
ile kutup hücresi arasında Ferrel Hücresi olarak bilinen bir hücre daha vardır. Bu
hücre 30o enleminde çöken havanın batı rüzgârları ile kutuplara doğru taşındığı
hücredir ve kutup cephesine (polar front) doğru yükselen bir hava hareketine sahiptir
(Şekil 4.12). Ekvatordan 20o ila 30o enlemleri arasında tropikal Hadley Hücresi’nde
havanın alçaldığı yerlerde Azor Yüksek Basıncı (anticyclone) gibi yüksek basınç
alanları oluşur. Alçalan hava ısındığı için nem azalır ve bulutsuz bir gökyüzünün
olduğu ve hafif rüzgârların estiği yüksek basınçlı alanlar oluştur. Dünyadaki neredeyse
bütün büyük çöller bu alanlarda bulunur. Sub-tropikal yüksek basınç alanlarının
ekvatora bakan taraflarında rüzgârların ekvatora doğru kuzeydoğudan güneybatıya
doğru esmesi ticaret rüzgârları (Alize rüzgârları) ya da doğu rüzgârları olarak
bilinir.

Şekil 4.11. Küresel atmosferik dolaşımı denetleyen atmosferik hücreler ve ana rüzgâr
dolaşımı. Polar cell: Kutup hücresi, Mid-latitude cell: Orta enlem hücreleri, Hadley
cells: Hadley hücreleri, Polar easterlies: Doğulu Kutup rüzgârları, Polar front: Kutup
cephesi, Westerlies: Batı rüzgârları, NE trade winds: KD ticaret rüzgârları, SE trade
winds: GD ticaret rüzgârları.
Bu rüzgârlar ekvator civarında düşük basınç alanlarının oluşturduğu bir hava oluğunda
karşı karşıya gelirler (Şekil 4.12). Bu hava oluğu yüzeye yakın bir kavuşma zonu
oluşturur ve bu zona İntertropikal Çarpışma Zonu (Intertropical Convergence
Zone) denir. Bu zon hava kütlelerinin yükseldiği, su buharının yoğunlaştığı, yoğun
bulutlu ve yüksek yağış oranları ile karakterize edilir. Genişliği birkaç yüz kilometre
olan bu zonun konumu günden güne değişir.

4.2.4. Nem ve Yağış


Atmosferin su buharı ve gazlardan oluştuğunu söylemiştik. Nem atmosfer içindeki su
buharıdır. Higrometre denilen aletle ölçülür ve gram olarak ifade edilir. Su buharı
deniz, okyanus ve göl gibi su kütlelerinin buharlaşması ve bitkilerin terlemesi ile
oluşur ve buna su döngüsü denir (Şekil 4.13). 

Şekil 4.13. Atmosferde nemi oluşturan süreçler


Nem ile ilgili olarak temel kavramlar mutlak nem, maksimum nem ve yoğuşma,
bulut ve sistir.Mutlak nem 1m3 hava içerisindeki su buharının gram olarak ağırlığıdır.
Mutlak nem ekvatorda fazla soğuk kutup bölgeleri, sıcak çöllerde ve yüksek dağlarda
azdır. Maksimum nem ya da doyma noktası 1m3 havanın taşıyabileceği en fazla nem
miktarıdır. Sıcaklığa bağlı olarak değişir. Bağıl nem ise belli bir sıcaklıkta havadaki su
buharı miktarının hava o sıcaklıkta taşıyabileceği maksimum nem oranına denir ve
yüzde (%) olarak ifade edilir. Bağıl nem=Mutlak Nem/Maksimum Nem x 100. Bağıl
nem sıcaklıkla ters orantılıdır. Sıcaklık düştükçe maksimum nem azalacağından bağıl
nem yükselir. Yoğuşma havanın nem bakımından doyma noktasına ulaşıp sıvı ya da
katı hale dönüşmesine denir. Havadaki bağıl nemin%100 ulaşması ile doyma
noktasına ulaşılır. Bu noktadan itibaren hava su buharının fazlasını taşıyamaz sıvı ya
da katı hale dönüşür. Sıvı halindeki yağışlara yağmur (ki büyük bölümü bu şekildeki)
katı haldekilere ise dolu ya da kar denir. Eğer yoğuşma yükseklerde meydana gelirse
su buharı gözle görünür hale gelir ve bulutlar oluşur. Bulutlar oluştukları yüksekliklere
bağlı olarak yüksek bulutlar (sirüs), orta yükseklikteki bulutlar (kümülüs), alçak
bulutlar (stratüs) şeklinde sınıflara ayrılır (Şekil 4.14).
Şekil. 4.14. Şekil ve yüksekliklerine göre bulutlar
Bulutların yeryüzüne çok yakın ya da yeryüzüne çökmüş olanlarına sis denir. Bunların
oluşmasında ana mekânizma göreceli olarak sıcak bir hava kütlesinin soğuk bir yüzey
üzerine gelmesidir. Örneğin, ılık denizlerden soğuk karaya esen rüzgâr, sıcak
denizlerden soğuk denizlere esen rüzgâr, sıcak karalardan soğuk denize esen rüzgâr ve
serin denizler üzerinde soğuyan hava kütlesinin çökmesi sis oluşumuna neden olur.
Sıcaklık ve nem bakımından aynı özellikleri gösteren atmosfer parçalarına hava
kütlesi denir.Bunlar karasal ve denizel olmak üzere ikiye ayrılır. Farklı hava
kütlelerini ayıran sınıra hava cephesi denir. Bu sınır boyunca bulut, sis veya yağış
oluşur. Yağışlar oluşma biçimlerine göre yamaç yağışları, konveksiyonel yağışlar
(yükselim yağışları), cephe yağışları (depresyon yağışları) olarak ayrılabilir (Şekil
4.15).

Şekil 4.15. Oluşumlarına göre yağış türleri


Yamaç yağışları nem yüklü hava kütlesinin yamaç boyunca yükselirken meydana
gelen ısı kaybından dolayı soğuyup yoğuşması ile oluşurlar. Özellikle 500-1000 m
yükselti aralığında daha çok yağış bırakırlar. Bunun nedeni 1000 m üzerinde mutlak
nemin azalmasıdır. Konveksiyonel yağışlar (yükselim yağışları) güneşli ve rüzgârsız
günlerde ısınan havanın dikey yükselmesi ve belirli bir yükseklikte soğuktan
yoğuşması sonucu oluşan rüzgârlardır. Örneğin İç Anadolu’daki Kırkikindi yağışları.
Cephe yağışları ise farklık sıcaklık ve nem özelliklerine sahip hava kütlelerinin
karşılaşma alanlarında görülen yağışlardır. En çok orta kuşak ve 60 o enlemleri
civarında görülür. Kışın ülkemizde görülen yağışların çok cephesel kökenlidir.
Yeryüzünde en yağışlı yerler ekvatoral bölge, muson bölgeleri ve orta kuşak karaların
batı kıyılarıdır.

4.3. İklim
Yerin dört ana küresinden biri olan atmosfer iklim olaylarının içinde geliştiği bir
ortamdır. İklim yeryüzünde gerek küresel gerekse yerel ölçekte bitki örtüsü, yüzey
süreçleri ve insan faaliyetlerini etkileyen en önemli unsurlardan biridir. İklim sistemi
terim olarak birbirleri ile etkileşim halindeki beş bileşenden oluşur. Bu
bileşenler atmosfer, hidrosfer (örn:okyanuslar, göller, nehirler, kriyosfer (örn. buz,
kar ve buzullar), yer yüzeyi ve biyosfer (örn. Bitki örtüsü). İklim sistemi değişik dış
mekânizmalar tarafından yönetilir. Bunlardan en önemlisi güneştir. Bu bölümde
değineceğimiz atmosfer, iklim sisteminin durağan olmayan ve hızla değişen bir
parçasıdır. Özellikle devamlı olarak değişen bileşimi ve şu an yaşadığımız iklim
değişimi ile birlikte en önemli uluslararası ilgi alanı haline gelmiştir. Yapılan
araştırmalar insan faaliyetleri sonucu ortaya çıkan sera gazlarının (karbondioksit) bir
sonucu olarak iklimin beklenenden çok daha hızlı bir şekilde değiştiğini
göstermektedir. Sera gazları ısıyı yeryüzüne yakın bir seviyede tutar ve yüzey
sıcaklığının artmasına neden olur. Karbodioksit (CO 2) ve metan (CH4) en
önemli antropojenik (insan kaynaklı) sera gazlarıdır. Endüstri devriminden itibaren
(yaklaşık 1750’li yıllar) CO2 derişimleri 280 ppm’den 379 ppm’ e kadar yükselmiştir.
Bunun sebebi özellikle fosil yakıtların yakılması, ormansızlaştırma ve diğer yanlış
arazi kullanımlarıdır. Bu duruma özellikle metan ve nitroksit gibi diğer sera gazlarının
artan derişimleri eşlik etmektedir. Antartika’dan alından buz sondaları içinde sıkışmış
hava kabarcıklarından yapılan analizler sera gazlarının son 650 bin yılda hiçbir zaman
bugünkü kadar yüksek olmadığını göstermektedir. Artan sera gazlarının etkisi ile
küresel ortalama sıcaklık son yüzyılda 0.7oC artmıştır.Son 30 yılda hızlı ve devamlı
olarak küresel sıcaklıklar neredeyse her on yılda 0.2 oC artmakta,küresel ortalama
sıcaklıkları içinde yaşadığımız buzularası dönemin son 12 bin yıldaki en yüksek
seviyesine getirmektedir. Bu durum insan ve diğer canlılar açısından bir tehdit
oluşturmaktadır. Bu yüzden atmosferik süreçlerin anlaşılması fiziki coğrafya açısından
çok önemlidir.

4.3.1. İklimin Temel Kavramları

Küresel atmosferik dolaşım (circulation) belirgin olarak yıllık ve mevsimlik değişimler


gösteren rüzgâr sistemlerinden oluşur. Bunlar iklim kuşaklarının dağılımını denetleyen
ana etkenlerden biridir. Küresel rüzgâr dolaşımının olmasının iki ana sebebinden biri
güneş radyasyonunun yeryüzüne eşit şekilde dağılmaması, özellikle kuzey-güney
yönlü olarak (ekvator daha çok güneş radyasyonu alır) ve diğer bir sebep ise dünyanın
dönmesidir. Burada özellikle bilinmesi gereken küresel rüzgâr ve okyanus akıntılarının
dolaşımı sayesinde ısı fazla olduğu ekvatoral bölgelerden az olduğu kutup bölgelerine
taşınır. Yeryüzü tarafından alınan ve yüzeyden yansıtılan güneş radyasyonu küresel
atmosferik dolaşım için gerekli enerjiyi sağlarken dünyanın dönmesi bu dolaşımın
şeklini belirler. 

İklimdeki mevsimlik farklılıkların temel sebepleri yerin küresel şekli ve yerin dönme
ekseninin 23.27o eğik olmasıdır. Yerin küresel şekli kuzey-güney yönlü keskin sıcaklık
farkları olmasına neden olur (Şekil 4.16). 
Şekil 4.16. Küresel iklim sisteminin bileşenleri, süreçler ve etkileşimler (ince portakal
renkli oklar)
4.5. Güneş Radyasyonu ve Enerji Sistemleri
4.5.1. Enerji

Bir çok meteorolojik süreç bir enerji akımını ifade eder bu yüzden enerjinin doğasını
anlamak hava olaylarının esaslarını anlamak için gereklidir. Enerji en basit şekli ile bir
işi yapma kapasitesidir. Isı, radyasyon, potansiyel enerji, kinetik enerji, kimyasal ya da
elektromanyetik enerji gibi çok farklı şekillerde olabilir. Temel klimatolojik terimler
açısından ısı bir enerji şeklidir ve ısının dolaylı olarak farkı mekânik enerji şekillerine
dönüşümü atmosferdeki küresel hava dolaşımını yönetir. Böylelikle ısının mekânik
enerjiye dönüşümü belirli bölgelerdeki iklimi genel özelliklerini tanımlayan hava
sistemlerinin oluşumundan sorumludur.

4.5.2. Radyasyonun Doğası

Radyasyon yayılmak için herhangi bir ortam ya da malzemeye ihtiyaç duymaz ve


vakumlu ortamda bile ışık hızında hareket edebilir. Bu güneşten gelen radyasyonun
dünyaya nasıl ulaştığını anlamamız açısından örnektir. Radyasyon dalga yapısına ve
bir parçacık (photon) yapısına sahiptir. Bazen dalga ile bazen parçacık yapısı ile ifade
edilir. Çok kısa X-ışınlarından morötesi, görünür, kızılötesi, mikrodalga ve uzun
dalgalara kadar geniş bir dalga boyu yelpazesi ile karakterize edilir. Sıcak maddeler
soğuk maddelerden daha kısa dalgalı radyasyon üretirler çünkü bir nesne tarafından
yayılan maksimum dalga boyu mutlak sıcaklığı ile ters orantılıdır. Bu yüzden tüm
atmosferik radyatif rejimini: güneş (ya da kısa dalga) ve yersel (ya da uzun dalga)
rejim olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Atmosfer sıcak güneşten gelen kısa
dalga boylu radyasyonu ememez ve çoğunun yeryüzüne ulaşmasını sağlar ancak
yeryüzünden yansıyan uzun dalga boylu radyasyonu kolaylıkla emer ve böylece ısınır.
Atmosferin alttan ısınmasının temelinde bu yatar. 
4.5.3. Küresel Radyasyon

Küresel radyasyon yatay bir yüzey üzerine güneşten gelen (doğrudan güneş
radyasyonu) ve gökyüzü ve bulutlardan alınan dolaylı (difüz radyasyon) radyasyon
gibi tüm kısa dalga boylu radyasyonların toplamıdır (Şekil 4.17). Dünya çapında
güncel küresel radyasyonun dağılımı astronomik etkenlerin ve küresel rüzgâr dolaşımı
ile tanımlanan bulut dağılımını yansıtır. 

Şekil 4.17. Yüzey güneş radyasyonun yıllık ortalama dağılışı (W m-2) (Lockwook,
1979 ve Budyko, 1974).
4.6. Nem Dolaşım Sistemleri
4.6.1. Hidrolojik Döngü

Yeryüzündeki suyla ilgili bir döngü sistemi vardır. Bu döngüye hidrolojik ya da su


döngüsü denir. Bu döngüde okyanus sular güneş radyasyonu ile buharlaşır oluşan su
buharı atmosferik dolaşım ile karalar üzerine getirilir buralarda yağmur, dolu ve kar
şeklinde yağışlar oluşur. Bu yağışın bir kısmı toprak içine süzülür ve yeraltı suyu olur
ya da yüzeydeki akarsulara katılır ve tekrar okyanuslara dökülür. Hatta toprak içindeki
su da bir süre sonra tekrar buharlaşıp atmosfere karışır. Buharlaşma yüzeydeki enerji
dengesi ile bağlantılı olduğu için, hidrolojik döngü doğrudan küresel enerji
etkileşimini ile doğrudan bağlantılıdır. Hidrosfer hidrolojik döngü ile ilişkili dört
rezervuardan oluşur. Bunlardan ilki okyanuslar, kutuplardaki buzullar, karalardaki su
kütleleri ve atmosferik sular. Bu rezervuarların tahmini hacimleri Tablo 4.2’de
verilmiştir. 
Tablo 4.2. Hidrosferin ana bileşenlerinin tahmini hacimleri
Suyun değişik rezervuarlardaki kalış süresi ise farklılık gösterir (Tablo 4.3) ve
özellikle klimatologların ilgi alanına girer.

4.6.2. Yağışın ve Buharlaşmanın Küresel Dağılımı

Küresel ölçekte yıllık buharlaşma ve yağış oranları neredeyse birbirine eşittir. Şekil
4.18 yıllık tahmini yağış ve buharlaşma dağılışını göstermektedir. Buna göre
yeryüzünde ana buharlaşma alanları okyanuslardır ancak en fazla yağış görülen alanlar
ise karalar üzerindedir. Bu da su buharının okyanuslar üzerinde karalara doğru
atmosferik bir akım içinde yer değiştirdiğini göstermektedir. Kara kütleleri üzerinde
oluşmuş yağış iki bileşene ayrılabilir. Birincisi, uzak okyanus kökenli sulardan
oluşmuş ve alçak rüzgârlarla karalar üzerine getirilmiş yağıştır. İkincisi yerel olarak
buharlaşmış su ile oluşmuş yağış bileşenidir. Orta enlemlerdeki kıtalarda, birinci
bileşen kışın baskındır ve orta enlem batı rüzgârları ve aktif cephe depresyonları ile
ilişkili iken ikincisi yazın daha önemlidir ve tropikal-ekvatoral alanlardaki konvektif
fırtınalarla ilgilidir.

Tablo 4.3. Suyun kalış süresi


Şekil 4.18. Ana yağış rejimlerini göstermek için basitleştirilmiş küresel yıllık yağış
(mm) dağılımı. Okyanus yağışları tahminidir. 
Uygulamalar

1. Atmosferdeki gazların oranlarını daire (pasta) grafik içinde gösterin.


2. Atmosferin katmanlarını yükseklikleri ve sıcaklıklarını göstererek çiziniz.
3. Küresel rüzgâr dolaşımını çizerek gösteriniz.
4. Bulut tiplerini yükseklik ve şekillerine göre çiziniz.

Uygulama Soruları

1. Atmosferi oluşturan gazlar nelerdir? oranlarına göre yazınız.


2. İklim elemanlarında sıcaklık ve basınç arasındaki ilişkiyi yazınız?
3. Küresel rüzgâr dolaşımını etkileyen etkenleri yazınız?

Bölüm Özeti
Bu bölümde atmosferin kimyasal özelliklerini onu oluşturan gazlar ayrıca atmosferin
yeknesak tek bir katman olmadığını troposfer, stratosfer, mezosfer ve iyonosferden
oluştuğunu bu katmanların her birinin farklı farklı kalınlıkta ve sıcaklıkta olduğunu
ayrıca her birinin farklı görevi olduğunu gördük. Bununla birlikte iklimin ne olduğunu
ve iklim elemanları olan sıcaklık, basınç, rüzgâr, nem ve yağışın özelliklerini, küresel
dağılışlarını, tiplerini bunların birbirleri ile etkileşimini öğrendik. 

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdaki gazlardan hangisi atmosferdeki oranı sabit olmayan gazlardandır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Azot

(B) Oksijen

(C) Karbondioksit

(D) Argon

(E) Neon

Cevap-1 :
Karbondioksit

Soru-2 :
Aşağıdakilerden hangisi atmosferin katmanlarından değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Mezosfer

(B) Stratosfer

(C) Eksozfer

(D) Troposfer

(E) Litosfer

Cevap-2 :
Litosfer

Soru-3 :
Aşağıdakilerden hangisi kuzey yarımkürede ticaret rüzgarlarının estiği yöndür?
(Çoktan Seçmeli)

(A) Kuzeydoğu

(B) Güneydoğu

(C) Kuzey

(D) Güney

(E) Batı

Cevap-3 :
Kuzeydoğu

Soru-4 :
Dünyada albedo’nun en çok yoğunlaştığı alan aşağıdakilerden hangisinde doğru olarak
verilmiştir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Tropikal ormanlar

(B) Kutuplar

(C) Okyanuslar

(D) Volkanik Dağlar

(E) Yapraklarını döken ormanlar

Cevap-4 :
Kutuplar

Soru-5 :
Aşağıdakilerden hangisinde suyun kalış süresi en uzundur?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Atmosferik sular

(B) Nehirler

(C) Kutup buzları

(D) Okyanuslar

(E) Toprak nemi


Cevap-5 :
Kutup buzları

Soru-6 :
Atmosferi oluşturan gazların oranlarına baktığımızda ................, Oksijen (%21), diğer
gazlar helyum, neon, argon ve kripton gibi ise %1 civarındadır.

Cevap: Azot (%78)

(Klasik)

Soru-7 :
Atmosfer en içten dışa doğru troposfer,
stratosfer, ................... , mezosfer, ve termosfer olmak üzere 5 ana katmana ayrılır.

Cevap: ozonosfer

(Klasik)

Soru-8 :
Bu kat içindeki sıcaklık, ................., rüzgar, nem ve yağış iklimi oluşturan ana
etkenlerdir.

Cevap: basınç

(Klasik)

Soru-9 :
Sıcaklık yükseklere doğru her .................. 1 C azalır.
o

Cevap: 200 m’de

(Klasik)

Soru-10 :
İklim sistemi terim olarak birbirleri ile etkileşim halindeki beş bileşenden oluşur. Bu
bileşenler atmosfer, hidrosfer, .................., yer yüzeyi ve biyosferdir.

Cevap: kriyosfer

(Klasik)

5. TOPRAK
5.1. Toprak
Toprak (Pedologie) doğa bilimlerin içinde yeralmaktadır (Kantarcı, 2000). Toprakla
ilgili bilgiler uzun süre diğer doğa bilimlerin içinde veya bunların bir yan dalı olarak
kabul edilmiş ve kullanılmıştır. Jeoloji ve petrografi ile uğraşanlar, coğrafyacılar,
kimyacılar toprağı kendi meslekleri açısından incelemişlerdir. Botanikçiler, bitki
yetiştiriciler ve bitki beslenmesi ile ilgilenenler de toprağı bir yetişme ortamı olarak ele
almışlardır. Çeşitli bilim dallarına ve bitki yetiştirme ile ilgili disiplinlere göre toprak
bitkilerin kök saldığı, su ve besin maddelerini sağladığı bir ortam olarak kabul
edilebilir (Kantarcı, 2000). Bu tür bir toprak kavramı içinde toprak ile topraklaşmamış
bir materyal, hattâ yosun veya likenlerin yetişebildiği bir kaya yüzeyi dahi toprak
sayılabilmektedir (Kantarcı, 2000). 

Toprak, kayaların ve organik maddenin yüzyıllar boyunca çeşitli etkenlerle parçalanıp


ayrılmasıyla meydana gelmiş, içinde geniş bir canlılar alemini barındıran ve bitkilere
durak vazifesi görmesinin yanında, su ve besin maddesi sağlayan bir maddedir
(Özdemir ve Kahraman, 2010). Bir gram toprak içerisinde 10,000 farklı canlı türü
vardır. Diğer bir ifade ile, bir çay kaşığı toprak içerisindeki canlı sayısı yeryüzündeki
insan sayısının 1.5 katıdır.

Toprak, atmosfer (hava), litosfer (kayaçlar), biyosfer (hayvan ve bitkiler) ve hidrosfer


(su) ara yüzündeki Dünya ekosistemlerinin ve formlarının önemli bir bileşenidir.
Toprak, inorganik maddeler (kil mineralleri gibi), organik madde (canlı ve ölü), su ve
hava, çeşitli şekilde organize edilmiş ve dinamik süreçler ve etkileşimlere tabi olan
kompleks bir ortam olarak tanımlanabilir. Doğal sistemin önemli bir bileşeni
olmasının yanı sıra toprak, insanlar tarafından çevreyi kullanmak ve yönetmek
konusunda önemli bir role sahiptir ve çok çeşitli temel işlevleri yerine getirmektedir:

 Bitkilerin büyümesi ve gelişimi için bir ortam olduğu kadar; bitkilere destek,
gerekli besinler, su ve hava sağlar. Bitki ve hayvan yaşamını desteklemektedir.
 Su için bir depo görevi görür, nehirlerimiz, göllerimiz ve akiferlerimizdeki su
miktarını etkiler.
 Toprak, kendisine eklenen malzemeler için filtreleme ve dönüştürme rolü görür.
Böylece toprak genellikle havanın ve suyun kalitesinin korunmasına yardımcı
olur.
 Ölmüş bitkiler ve hayvanlar, tüm canlıların ihtiyaç duyduğu besin maddeleri
haline dönüştürülür.
 Organizmalar için bir yaşam alanı sağlar. Bir avuç toprak binlerce türe ait
milyarlarca organizmaya ev sahipliği yapabilir.
 Killer, çakıllar, kumlar ve mineraller gibi ham materyaller ve turba gibi yakıtlar
sağlar. Aynı zamanda binaların ve yolların temelleri için fiziksel bir altlık sunar.

5.2. Toprağın bileşenleri


Toprak dört ana bileşenden oluşur: inorganik ya da mineral fraksiyonu, organik
madde, su ve hava. Bu dört bileşenin göreli oranı bir toprağın fiziksel ve kimyasal
özelliklerini büyük ölçüde etkiler. Bir topraktaki dört bileşen kompleks bir şekilde
karışmıştır. Şekil 5.1, toprağın tipik bir üst tabakasının (tarımsal veya nebati
toprak) hacminin yaklaşık yarısının katı materyalden (inorganik ve organik)
oluştuğunu göstermektedir; diğer yarısı katı parçacıklar arasındaki boşluklardan veya
gözenek boşluklarından oluşur. Katı maddenin çoğu inorganik mineral maddelerdir.
Bununla birlikte, organik bileşenin toprak özellikleri üzerindeki etkisi, bilinen küçük
oranlarından çok daha fazladır. Çoğu tarımsal topraklar %1 ile %10 organik madde
içerir ve düşük organik madde içeriği nedeniyle inorganik veya mineral topraklar
olarak adlandırılırlar. Hava ve su katı toprak parçacıkları arasındaki gözenek
boşluklarını doldurur. Hava ve suyun nispi oranı büyük oranda dalgalanmaktadır ve
birbirleriyle ters ilişkilidir. Yağışın ardından su gözenek alanlarını doldurur, havanın
çoğunu dışarı atar. Su giderek uzaklaşır veya bitkiler tarafından kullanılırken, hava
gözenekleri doldurur.
Şekil 5.1: Toprağın bileşenleri. Bu diyagram, tipik bir üst toprak tabakasının hacmine
göre kompozisyonunu gösterir. Su ile hava arasındaki kesikli çizgi, bu iki bileşen
oranının toprak nemine göre değiştiğini göstermektedir. Su ve hava boşluk hacim
alanlarını oluştururken, katı madde mineral ve organik maddelerden oluşur.
5.2.1. Mineral Taneleri

Çoğu toprakta mineral partikülleri hâkimdir. Mineral partiküller, anakayanın ayrışma


koşullarından kaynaklanır. Ayrışma, fiziksel ve kimyasal işlemlerin etkisiyle kayaların
ve minerallerin parçalanması anlamına gelir. Kayalar, taşlar, çakıl ve kaba kumlardan
oluşan daha büyük mineral parçacıklar genellikle kaya parçalarıdır, oysa daha küçük
parçacıklar genellikle tek bir mineralden oluşur. Mineral partiküllerin iki büyük türü
vardır: Birincil mineraller, kuvars, feldispat ve mikalar gibi magmadan oluştuğu andan
beri değişen minerallerdir; demir ve alüminyum killeri ve oksitleri gibi daha az
dirençli birincil minerallerin parçalanması ve kimyasal olarak aşınması sonucu oluşan
ikincil mineraller. Mineral parçacıkların kompozisyonu ve boyutu, bir zeminin fiziksel
ve kimyasal özellikleri üzerinde büyük etkiye sahiptir (Brady ve Weil, 2002).

5.2.2. Organik Madde

Topraktaki organik madde üç kategoriye ayrılabilir: (1) çöp olarak adlandırılan bitki
ve hayvan artıklarının parçalanmış kalıntıları; (2) humus olarak bilinen dirençli
organik madde; ve (3) toplu olarak biyokütle adı verilen canlı organizmalar ve bitki
kökleri. Taze bitki ve hayvan çöpleri, toprağın mikroorganizmaları tarafından humus
denilen ve daha fazla parçalanmaya karşı dirençli olan az çok istikrarlı bir son ürüne
giderek ayrıştırılır. Organik maddenin mikroorganizmalarla parçalanması sırasında
özellikle azot, fosfor ve sülfür olmak üzere bitki besin maddeleri salınır. Bu işleme
mineralizasyon denir. Bitki ve hayvansal girdilerin katkıları ile ayrışma ile oluşan
kayıplar arasındaki denge, topraktaki organik madde miktarını belirler. Genellikle,
organik madde hacimce %2 ile %6 arasındadır, ancak toprak üzerinde büyük bir etkiye
sahiptir. Bununla birlikte, parçalanma işlemleri büyük oranda yavaşlatıldığında, suya
doygun haldeki koşullarda olduğu gibi, sadece kısmen ayrışmış malzemenin yüzey
birikimi birkaç metre derinliğe kadar oluşmaktadır. Bu organik topraklar turba olarak
bilinirler.

Toprak organik maddesi toprakların çok önemli bir bileşenidir, çünkü: (1) toprak
organizmaları için ana besindir; (2) mineral parçacıkları birbirine bağlar ve bu nedenle
toprağın yapısını dengeler ve erozyona karşı korur; (3) su tutma kapasitesini geliştirir;
(4) gözenekliliği ve havalandırmayı geliştirir ve bu nedenle bitkilerin büyümesine
yardımcı olur ve (5) önemli bir besin kaynağıdır ve bu nedenle toprak verimliliğini
etkiler.

5.2.3. Toprak Suyu

Su toprakların ekolojik işleyişi için zaruridir. Bitki ve toprak organizmaları hayatta


kalabilmek için suya bağımlıdırlar. Su, ana materyallerin hava şartları için gerekli
olduğu gibi, toprak oluşumunda da önemli bir itici güçtür. Tüm kimyasal aşınma
süreci suyun varlığına bağlıdır. Sulu hava ile birlikte hava toprağın mineral ve organik
bileşenleri arasındaki gözenek boşluklarını doldurur. Ancak, toprak suyu saf değildir;
çözünmüş organik ve inorganik maddeler içerir ve toprak çözeltisi olarak bilinir. Bazı
bileşikler toprak çözeltisinde çözündüğünde atomlar iyon olarak ayrılırlar. Bir iyon bir
elektrik yükü taşıyan bir atom veya atom grubudur. Örneğin, NaCl kimyasal formülü
olan sofra tuzu (sodyum klorür) suda çözünür atomlar ayrılır ve iyonlar
oluşturur (bkz. Şekil 5.2). Sodyum iyonları tek bir pozitif yüke sahiptir ve
Na+ sembolü ile gösterilirken, klorür Cl- sembolü ile gösterildiği gibi tek bir negatif
yüke sahiptir. Pozitif yüklü iyonlara, katyonlar ve anyon olarak negatif yüklü iyonlar
denir. Toprak çözeltisinde önemli katyonlar ve anyonlar Tablo 5.1’de verilmiştir.

Toprak çözeltisinin önemli bir fonksiyonu, bu katyonların ve anyonların bir kısmının


bitki köklerine sürekli tedariğini sağlamaktır. Toprak çözeltisi aynı zamanda kirletici
iyonlar da dahil olmak üzere çözünmüş iyonları ve topraktan yüzey ve yer altı sularına
küçük parçacıkları taşıyan translokasyonun ana elemanıdır.
Şekil 5.2: Sofra tuzunun (NaCl) sudaki çözünmesi. Su (H2O) kutuplu bir molekül
olduğundan (bir ucu diğer ucundan farklı bir yüke sahiptir), negatif ucu pozitif
iyonlara, pozitif ucu negatif iyonlarca çekilir. Su molekülleri, sodyum (Na+) ve klorür
(Cl-) iyonlarını ayrı tuttuğundan ve katı tuzun yeniden düzenlenmesinden
alıkoyduklarından, sofra tuzu suda tamamen çözünür (ayrışır). Şekilde su
moleküllerinin sodyum ve klorür iyonlarına nasıl bağlı oldukları gösterilmektedir.

Tablo
5.1: Toprak çözeltisinde bazı önemli katyonlar ve anyonlar.
Su, su moleküllerinin birbirlerine ve toprak parçacıklarına çekilmesiyle toprakta
tutulur. Su, toprakta üç halden birisi olarak bulunur (Şekil 5.3). Her ). Her koşulda
tutulan miktar, bitkiler için mevcut su miktarını ve besin maddelerinin ve kirleticilerin
toprak içindeki potansiyel hareketini etkileyen zaman içinde değişir. Tüm toprak
gözenekleri yağıştan ötürü suyla dolduğunda, toprak doymuş olarak tanımlanır (Şekil
5.3a). Bununla birlikte, toprak, gravitenin (yer çekiminin) etkisi altında suyun büyük
gözeneklerden boşaltılmaya başlayacağı ve yerine hava ile değiştirildiği sürece bu
durumda kalmaz. Bu suya gravite suyu denir.(Şekil 5.3b). Küçük gözenekler suyu yer
çekimi kuvvetine karşı korur: bu su kılcal su olarak bilinir ve bitki alımına elverişli
suyun çoğunu temsil eder. Bu su toprakta kalır, çünkü (1) su moleküllerinin birbirine
ve (2) toprak parçacıklarına su çekim kuvveti yer çekim kuvvetinden daha büyüktür.
Kılcal su, yüksek potansiyelli (ıslak bölgeler) bölgelerden daha düşük potansiyele
(kuru bölgeler) toprak içinde hareket eder. En yaygın hareket, bitki köklerine ve
buharlaşma ve terleme ile kaybolduğu zemin yüzeyine yöneliktir.

Nihai su tipi higroskopik su olup,tekil toprak parçacıklarının etrafında sıkı bir film


olarak tutulmaktadır (Şekil 5.3c). Su ve toprak parçacıkları arasındaki cazibe, bitki
köklerinin emici gücünden daha büyük olduğu için bu su bitkileri için kullanılamaz.
Tüm suyun higroskopik olduğu bir toprak, hala su kalmasına rağmen kuru görünür.
Daha sert hale gelen bitki, daha kuru olan topraktaki giderek daha küçük gözeneklerde
tutulan suyu almak için çalışmak zorundadır. Bitkiler, sıkıca tutulan suyun toprağa geri
çekilemediği bir noktaya gelir ve bu da sürekli solma noktası olarak bilinir.(Şekil
5.3c). Su tutma kapasite durumu ile solma noktası arasındaki toprakta kalan
su kullanılabilir veya mevcut su olarak bilinir.

Şekil 5.3: Toprak suyunun durumu: (a) doymuşluk: Tüm gözenek alanları su ile
doldurulduğunda; (b) Su tutma kapasite durumu: Küçük gözenekler su ile
doldurulduğunda ve daha büyük gözenekler havayla dolduğunda; (c) sürekli solma
noktası: Bitkiler, artık toprak parçacıklarının etrafında sıkıca tutulan suyun geri
çekilmesi için yeterli emme sağlayamadığında.
Her koşulda tutulan su miktarı, toprak dokusu, toprak yapısı ve organik madde içeriği
gibi bir dizi faktörle ilişkilidir. Toprak suyunun toprak parçacıkları etrafındaki filmler
halinde oluşması nedeniyle, bir toprağa çok küçük parçacıklar (yani kil boyutu
parçacıkları) varsa birim hacim başına daha büyük toprak yüzeyi alanı nedeniyle daha
fazla su tutacaktır. Bununla birlikte, kil boyutu parçacıklarının yüksek bir oranı olan
topraklarda tutulan suyun büyük kısmı, çok küçük gözeneklerde tutulduğu için bitkiler
(yani, higroskopik su) için kullanılamaz. Toprak dokusu ile toprak suyu
kullanılabilirliği arasındaki genel ilişki Şekil 5,4’te gösterilmektedir. Toprak yapısı,
toprak gözeneklerinin doğasını ve bolluğunu ve toprak geçirgenliğini ve dolayısıyla
suyun toprağa akma oranını etkiler. Örneğin, bir topun çok bağlı gözenekleri varsa ve
çok geçirgen ise, su bunun içinden hızla süzülür. Organik madde, toprağın su tutma
kapasitesini arttırır ve toprak yapısına ve toplam gözenek alanına olan etkisiyle,
dolaylı olarak su içeriğini etkiler.

Şekil 5.4: Toprak tekstürü (dokusu) ile toprak suyu kullanılabilirliği arasındaki genel
ilişki.
5.2.4. Toprak Boşluklarındaki Hava

Toprak havası, su dolu olmayan gözenekleri kaplar. Topraktaki hayvanlar, bitki


kökleri ve çoğu mikroorganizma oksijen kullanır ve solunduğunda karbon dioksit
salar. Biyolojik aktiviteyi sürdürmek için oksijenin toprakta hareket etmesi gerekir ve
karbondioksit toprağın dışına çıkmalıdır. Toprağın bu davranışı havalandırma olarak
bilinir. Havalandırma öncelikle gözenek boyutu dağılımı, gözenek sürekliliği, toprak
su içeriği ve nitrat soluyan organizmalar tarafından oksijen tüketim oranından
etkilenir. Toprak havası suyun ve müdahale eden toprak parçacıkları tarafından
bölümlendirildiğinden, toprağın havanın bileşimi atmosferik havanın bileşiminden
farklıdır. Toprak havasının bileşimi topraktaki yerden yere önemli ölçüde değişir.
Genel olarak atmosferden daha yüksek nem ve karbondioksit ve daha düşük oksijen
konsantrasyonlarına sahiptir (bkz. Tablo 5.2). Karbondioksit konsantrasyonları çoğu
zaman atmosferden yüz kat daha yüksektir. Bununla birlikte, toprak havasının
bileşimi, günışığı ve mevsimsel dalgalanmalarla birlikte sürekli olarak değişmektedir.
Bu değişiklikler genellikle gece ve gündüz arasındaki veya yaz ile kış arasındaki
biyolojik aktivitedeki farklılıklar ile ilişkilendirilir. Örneğin, ılık bir yaz gününe
kıyasla ılıman bölgede soğuk kış gecelerinde daha az solunum olacak ve bu nedenle
kışın toprak havasındaki karbondioksit konsantrasyonları çok daha düşük olacaktır.

Tablo 5.2: Kirli havanın açık atmosfere göre hacimsel (%) kompozisyonu. Topraktaki
havadaki oksijen ve karbondioksit miktarı, oksijeni kullanan ve karbondioksit üreten
mikroorganizmaların solunması nedeniyle atmosfere göre daha az olma eğilimi
gösterir.
5.3. Toprak Profili
Topraklar, toprak profilinin özellikleriyle tanımlanır. Bu, zemin yüzeyinden ana
materyale kadar olan toprak boyunca dikey bir kesitten oluşur.Bu, toprak
horizonları olarak olarak bilinen bir dizi farklı yatay katmandan oluşur. Bu yatay
sıralanma, esas olarak, suyun toprak boyunca hareketi ile malzemelerin yer
değiştirmesinden kaynaklanmaktadır. Bir horizonda katı veya çözünmüş malzemenin
uzaklaştırılmasına elüviyasyon denirken,başka bir horizondaki
birikim ilüviyasyon olarak adlandırılır.

Toprak horizonlarına, oluşumlarına ve profil içindeki göreli konumlarına göre harfler


verilmektedir. Ana toprak horizonları Şekil 5.5'te gösterilmiştir. Burada anlatılan
horizonların her biri, her toprağın içinde bulunmamaktadır. O horizonu, ayrışmamış
veya kısmen ayrışmış organik madde birikimin hakim olduğu bir yüzey katmanıdır.
Bir horizon yüzeyde veya yüzeyin yakınında (Ohorizon'un altında) oluşabilir ve
mineral ve organik (çoğunlukla humus) malzemenin bir karışımını içerir ve bu nedenle
genellikle aşağıdaki ufuklardan daha koyu renktedir. Bunun altında E horizonu veya
elif horizon oluşur. E horizonu bir tükenme bölgesi (örn. Kil, organik madde, demir)
olduğu için genellikle solgun, kül renklidir. Horizonlar özellikle yoğun yağış alan
orman altında gelişmiş topraklarda yaygın olarak görülür. Bir alt katmanda
yeralan B horizonu genel olarak ilüvyal horizon olarak adlandırılan birikim (örneğin
kil, demir, organik madde, karbonatlar) bölgesidir. Bazı
topraklarda, B horizonunda demir oksitlerin birikimi, kırmızımsı bir renk verir. A, E
ve B horzionlarına bazen latince bir terim olan solum (toprağa ilişkin veya asıl toprak)
denir.
Şekil 5.5: Ilıman nemli bölgede iyi drene olmuş bir toprakta bulunabilecek başlıca
horizonların göreli konumunu gösteren varsayımsal bir toprak profili. Burada anlatılan
tüm horizonlar, her toprak profilinde mevcut değildir ve göreli derinlikler değişir.
Toprak oluşum süreçlerinin aktif olduğu alanlarda bitki köklerinin gelişimi ve hayvan
yaşamı büyük ölçüde sınırlandırılmaktadır. B horizonu genelde, regolit olarak bilinen
konsolide olmamış, ayrışmış ana materyali içeren C horizonu içinde sınıflandırılır.
Regolit fiziksel ve kimyasal süreçlerden etkilense de, biyolojik aktiviteden çok düşük
oranda etkilenir ve bu nedenle toprağın (solumun) bir parçası değildir. C horizonun
altındaki katman ise ayrışmış fakat halen ana kaya özelliği gösteren ve tamamı ana
kayadan oluşan kesim R horizonu olarak adlandırılır.

Bazı toprak profillerinde, toprak horizonları renk açısından keskin bir şekilde çok


farklılık gösterir, oysa diğer topraklarda horizonlar arasındaki renk
değişikliği kademeli olabilir ve sınırları bulmak zordur. Ancak renk sadece birçok
fiziksel, kimyasal ve biyolojik karakteristiklerle, bir horizonun üstündeki veya
altındaki horizondan farklı olmasını sağlar.

Yaygın bir kanı olarak toprağın üst kesimi (nebati toprak) ve toprakaltı kesim (nebati
toprağın alt kesimi) genellikle toprağı tanımlamak için kullanılır. Toprağın üst kesimi,
toprak üst bölümünü (genellikle A horizonu veya pulluk horizonu) işaret eder ve bitki
büyümesi için en önemli kısımdır. Toprak altı kesim, nebati toprağın altındaki
bölümüne (pulluk derinliği) karşılık gelir ve genellikle B horizonu ile ilişkilidir.

Uygulamalar
1. Dünyada var olan ekosistemler için toprağın önemini araştırınız.
2. Toprakta organik madde bulunmasının önemi hakkında araştırma yapınız.
3. İklimin toprağı oluşturan bileşenler üzerindeki etkisi hakkında araştırma
yapınız.

Uygulama Soruları

1. Su toprakta hangi hallerde bulunur ve işlevleri nelerdir?


2. Horizonların sınıflandırılmasında etkili olan faktörler nelerdir?
3. Toprak boşluklarındaki havanın toprak oluşumuna etkisi nasıldır?

Bölüm Özeti
Bu bölümde toprak kavramı, toprağın bileşenleri ve toprak horizonları konuları ele
alınmıştır. Toprak kavramı canlıların yaşamı ile yakından ilişkili ve karşılıklı pozitif
etkileşimin yaşandığı bir unsurdur. Toprak canlıların yaşamı için gerekliyken, toprak
oluşum sürecinde de canlıların etkisine ihtiyaç vardır. Toprağı oluşturan organik ve
inorganik bileşenler, toprak suyu ve toprakta bulunan hava toprağın oluşum sürecinde
optimum koşullara sahip olduğunda toprak oluşumu gerçekleşmektedir. Bunu yanı sıra
toprağın oluşum süreci ayrışma koşullarıyla doğrudan ilişkilidir ve bu süreç
milyonlarca yıl alabilmektedir. Ayrışma süreci devam ederken zemin yüzeyinden
anakayaya kadar devam eden ve farklı katmanlar içeren dikey kesit toprak horizonları
olarak adlandırılmış ve her bir horizonun özellikleri detaylarıyla açıklanmıştır.

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdakilerden hangisi toprağın işlevlerinden değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Bitkilere gerekli besinler, su ve hava sağlar.

(B) Organizmalar için bir yaşam alanı sağlar

(C) Kendisine eklenen malzemeler için filtreleme ve dönüştürme görevi görür.

(D) Su için bir depo görevi görür.

(E) Atmosfer için oksijen üretir.

Cevap-1 :
Atmosfer için oksijen üretir.

Soru-2 :
Aşağıda toprak ile ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
(Çoktan Seçmeli)

(A) Toprağın üst katmanının yaklaşık olarak yarısı katı maddelerden oluşur.

(B) Toprak içinde bulunan hava ve suyun nisbi oranı birbiriyle ters ilişkilidir.

(C) Mineral parçacıklarının bileşimi toprağın fiziksel ve kimyasal özelliklerinin


belirlenmesinde önemlidir.

(D) Tekil toprak parçacıklarının etrafında sıkı bir film olarak tutulan suya kılcal su adı
verilmektedir.

(E) B horizonunda demir oksitlerin birikimi, toprağa kırmızımsı bir renk verir.

Cevap-2 :
Tekil toprak parçacıklarının etrafında sıkı bir film olarak tutulan suya kılcal su adı
verilmektedir.

Soru-3 :
Aşağıdakilerden hangisi toprağın organik bileşenleri ile ilgili doğru bir bilgi değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Topraktaki mineral parçacıklarını birbirine bağlar.

(B) Organik maddeler, anakayanın ayrışma koşullarından kaynaklanır.

(C) Toprak organizmalar için ana besindir

(D) Su tutma kapasitesini geliştirir.

(E) Gözenekliliği ve havalandırmayı geliştirir.

Cevap-3 :
Organik maddeler, anakayanın ayrışma koşullarından kaynaklanır.

Soru-4 :
Toprak horizonlarıyla ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Regolit, fiziksel ve kimyasal ve biyolojik aktivitelerden yüksek oranda etkilenir.

(B) Bitki büyümesi için en önemli kısım A horizonudur.

(C) O horizonu mineral ve organik malzemenin bir karışımını içerdiği için çoğunlukla
koyu renklidir.

(D) E horizonu bir tükenme bölgesi olduğu için genellikle solgun, kül renklidir.
(E) A, E ve B horzionlarına bazen latince bir terim olan solum adı verilir.

Cevap-4 :
Regolit, fiziksel ve kimyasal ve biyolojik aktivitelerden yüksek oranda etkilenir.

Soru-5 :
Toprak havası ile ilgili aşağıda verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Toprak havası, su dolu olmayan gözenekleri kaplar

(B) Toprağın havalanması için oksijenin hareket etmesi ve karbondioksidin toprağın


dışına çıkması gerekir.

(C) Toprak havasının bileşimi atmosferik havanın bileşimi ile aynı özelliklere sahiptir.

(D) Toprak havasının bileşimi, günışığı ve mevsimsel dalgalanmalarla birlikte sürekli


olarak değişmektedir.

(E) Kışın toprak havasındaki karbondioksit konsantrasyonları çok daha düşüktür.

Cevap-5 :
Toprak havasının bileşimi atmosferik havanın bileşimi ile aynı özelliklere sahiptir.

Soru-6 :
Toprak dört ana bileşenden oluşur: .................... ya da mineral
fraksiyonu, ..................., ..................... ve ...................... .

Cevap: inorganik, organik, su, hava

(Klasik)

Soru-7 :
Tüm toprak gözenekleri yağıştan ötürü suyla dolduğunda, toprak ................ olarak
tanımlanır.

Cevap: doymuş

(Klasik)

Soru-8 :
Toprak zemini yüzeyinden ana materyale kadar olan toprak boyunca, dikey bir kesitten
oluşan bir dizi farklı yatay katmana .................. denir.

Cevap: toprak horizonları

(Klasik)

Soru-9 :
................ horizonu, ayrışmamış veya kısmen ayrışmış organik madde birikimin hakim
olduğu bir yüzey katmanıdır.

Cevap: O

(Klasik)

Soru-10 :
................ kayaların ve organik maddenin yüzyıllar boyunca çeşitli etkenlerle
parçalanıp ayrılmasıyla meydana gelmiş, içinde geniş bir canlılar alemini barındıran ve
bitkilere durak vazifesi görmesinin yanında, su ve besin maddesi sağlayan bir
maddedir.

Cevap: Toprak

(Klasik)

6. TOPRAK OLUŞUMU
6.1. Toprak Oluşumu
6.1.1. Pedojenez

Pedojenez adı verilen toprak oluşumu süreci yüzlerce ve binlerce yıl boyunca


gerçekleşir. Toprak, malzemenin toprağa girmesini, topraktan materyallerin
kaybedilmesini ve dahili transferlerin yapılmasını ve bu materyallerin toprak sistemi
içinde yeniden düzenlenmesini sağlayan açık bir ortamdır. Toprak horizonları, toprak
içinde meydana gelen ve ekleme, uzaklaştırma, karıştırma, yer
değiştirme ve dönüşümler olmak üzere kategorilere ayrılabilen bir dizi sürecin
sonucu olarak gelişir.

 Toprak materyalinin ana girdisi, toprağın anakayasından gelir. Mineral partikülleri,


anakayadan toprağın tabanında sıcaklık şartlarına bağlı olarak salınır ve toprağın alt
katmanlarına katkıda bulunur. Önemli malzeme girdileri yüzey birikiminden, özellikle
de organik maddelerden gelir. Girdiler aynı zamanda güneş enerjisi ve atmosferdeki
gazlar ile yağış ve rüzgâr tarafından taşınan çözeltileri ve partikülleri de içerir.

Topraktan gelen ana kayıplar rüzgâr ve su erozyonu ve yıkanma yoluyla


oluşur. Yıkanma, çözeltideki toprak malzemesinin uzaklaştırılmasıdır ve yüksek yağış
ve hızlı drenaj koşullarında çok etkindir. Bir başka ifadeyle, yıkanma sonucu su ile
karışan ve suda eriyen maddelerin ayrılması anlamına gelir. Sızan su, çözünür
maddeleri toprak profili vasıtasıyla aşağıya doğru taşır, bazılarını alt tabakalarda
biriktirir, ancak en fazla eriyebilenleri tamamen ortamdan uzaklaştırır. Ayrıca, gazların
kaybedilmesi ve bitkiler tarafından çözeltilerin alınması da ortamdan
uzaklaştırılmaktadır.

Organik ve inorganik bileşenlerin karışımı, topraktaki hayvanları, mikroplar ve


bitki kökleri, su dondurma ve çözülme ve toprağın genleşmesi ve şişmesi yoluyla
gerçekleştirilen önemli bir işlemdir. İnsanlar toprak sürülmesiyle fiziksel karıştırmaya
da neden olurlar. Kimyasal ve biyolojik işlemler de toprak bileşenlerini değiştirebilir.
Organik bileşikler bozulur ve bazı mineraller çözülürken diğerleri çöker. Bu
dönüşümler, toprak yapısının gelişmesine ve ana materyalden renk değişikliğine neden
olur. Toprak profili içerisindeki materyalin translokasyonu genellikle su potansiyelinin
(örn. emme) gradyanı ve toprak gözeneği içindeki kimyasal konsantrasyonlara tepki
olarak gerçekleşir. Askıdaki ve çözünmüş maddeler, toprak profili boyunca yukarı
veya aşağı hareket edebilirler.

Bu süreçlerin uzunca bir süre sonundaki etki, farklı toprak horizonlarının oluşmasıdır.
Bununla birlikte, belirli bir bölgede egemen olan süreçler, o bölgedeki fiziksel ortam
koşullarına bağlıdır. Yağış miktarının evapotranspirasyonun üstünde olduğu alanlarda,
net su hareketi toprak boyunca aşağıya iletilir (Şekil 6.1a). Yıkanma derecesi çoğu
zaman toprak asitliği ile belirtilir (Jarvis vd., 1984). Serbest drenaja sahip birçok
toprakta, kil üst horizonlardan suyun alt horizonlara sızdırılması ile taşınır ve bu kil
elüviyasyonu olarak bilinir (Şekil 6.1b). Kil agrega yüzeyinde veya gözeneklerde ve
taşların etrafında kabuklar veya katman olarak yeniden birikir. Kil birikimi ile
karakterize edilen toprak horizonları, arjillik olarak tanımlanmaktadır. Kil
elüviyasyonu asitli kahverengi topraklar veya lüvisoller olarak bilinen bir grup toprak
oluşumuna imkan verir (Şekil 6.2).

Şekil 6.1: Toprak oluşum süreçlerinde suyun hareketi (a) Yıkanma (leaching), (b) Kil
eliviyasyonu, (c) Podzolleşme, (d) Gleyleşme (Gleying), (e) Lateritleşme, (f)
Tuzlanma veya tuzlaşma.
Podzolleşme (podzolizasyon), materyalin aşırı miktarda sızıntısı ve transloke (yer
değiştirdiği) olduğu topraklarda oluşabilir (Şekil 6.1c). Demir ve alüminyum
bileşiklerle organik asitler kompleksi olup E horizonundan aşağı doğru sızma suretiyle
aşağı doğru taşınır ve B horizonuna çökelir. Podzolizasyon, ormanların ve çalılıkların
altında iyi drene edilmiş bölgelerde gerçekleşir ve bu işlemin son ürünü, organik bir
tabaka, yıkanmış bir E horizonu ve demir birikiminin varlığı olan podzol (Şekil
6.2) adı verilen bir zondur. Bu topraklar tarım için çok verimli değildir çünkü bunlar
asidiktirler ve iyi gelişmiş drenaj, gübrelerin bitki köklerinden uzaklaştırılmasına
neden olur.

Şekil
6.2: Killi kahverengi orman toprağı (Kent yerleşimin kırsal kesimlerinden, İngiltere).
Birçok yerde su akışı, topraktaki demir bileşiklerinin azaltılması, mobilizasyonu ve
uzaklaştırılmasına veya yeniden çökmesine neden olur (Şekil 6.1d). Demir (Fe3+) 'ün
mikroorganizmalar tarafından daha hareketli, gri demirli (Fe 2+) demir bileşiğine
indirgenmesi gleyleşme olarak bilinir. Toprak ferrik oksidin kahverengi / kırmızı
rengini kaybeder ve gri veya mavimsi hale gelir. Su içeriğindeki dalgalanmalara bağlı
olarak indirgeme ve oksidasyonun diğer safhaları, Şekil 6.3'te gösterildiği gibi, kök
kanalları ve daha büyük gözenekler boyunca oluşan kahverengi / kırmızı demir oksit
lekeleri veya çizgilerine sahip, benekli bir görünümde olan toprağın gelişimine neden
olur.
Şekil 6.3: Bir
podzol, Wye (Galler) havzasının üst kesimlerinden.
Şekil 6.4:
Bir gleysol, Rusya batısından.
Lateritleşme (ferralizasyon), yüksek sıcaklıklar ve şiddetli yağmurun, yoğunlaştırma
ve süzdürme ile sonuçlanan tropik ve subtropikal topraklarda gerçekleşir (Şekil 6.1e
ve 6.4). Ayrışmanın hemen hemen tüm yan ürünleri toprağın içinden süzülerek baz
katyonlarda (örneğin kalsiyum, magnezyum, potasyum ve sodyum) tüketilen ve
silisyum ve alüminyum ve demir oksitlerce zengin horizonlar geliştirilir (McRae,
1988). Bu topraklardaki kırmızı renk, hematitin ve götitin varlığından
kaynaklanmaktadır (Şekil 6.4). Kurak ve yarı kurak alanlar gibi buharlaşmanın yağış
miktarını aştığı bölgelerde, su toprak yüzeyince çekilmekte ve su buharlaştıkça tuzlar
da buharlaşmaktadır (Şekil 6.1f). Bu tuzlanma işlemi, yıkanma işleminin hemen
hemen tam tersidir.
Şekil 6.5: Nemli ve
sıcak bir tropik iklim altında gelişmiş kırmızı bir lateritik toprak. (Fotoğrafın kaynağı:
E.A. Fitzpatrick).
6.1.2. Toprak Oluşumunu Etkileyen Faktörler

Toprak oluşumunda yer alan başlıca süreçler, yerel ve bölgesel çevresel faktörler
tarafından kontrol edilmektedir. 1800'lü yılların sonlarında, bir Rus bilim adamı olan
Dokuchaiev, topraklarda tesadüften meydana gelmeyen, ancak iklimin, litolojinin,
organizmaların ve zamanın etkileşimi sonucu toprağın genellikle arazide bütüncül
bir birlik olduğunu fark eden ilk kişilerden biriydi. 1930'lu ve 1940'lı yıllarda bu eser
üzerine kurulan Hans Jenny, topoğrafik rölyefin (maksium yüksekliğin minimum
yüksekliğe oranı) önemli bir faktör olduğunu ileri sürdü (Jenny, 1941).

6.1.2.1. İklim

İklim, toprak oluşum süreçlerini etkileyen belki de en etkili faktördür. İklim, nem ve
sıcaklık rejimleri altında hangi toprak tipinin oluşacağını belirler. Buna ek olarak,
iklim, bitki örtüsü dağılımının belirlenmesinde etkili olmaktadır. Kar suyu, toprakta
meydana gelen fiziksel, kimyasal ve biyolojik süreçlerin çoğunda ve özellikle de
ayrışma koşullarına ve yıkanmalara katkıtada bulunmaktadır. Bununla birlikte, etkili
olabilmesi için suyun tümü toprak profili boyunca aşağıdan geçerek regolite
iletilmelidir. Topraktan aşağı doğru süzülen yağış sonucu akışa geçen su miktarı esas
olarak toplam yıllık yağış ve buharlaşma oranı (bitki örtüsü ve topraktan) ile ilgilidir.
Bununla beraber, ana kayanın topoğrafik özellikleri ve geçirgenliği de önemli
faktörlerdir. Genel olarak, yıkanma, aşınım süreçlerini etkinliğini artırır, toprağı
horizonlara ayrılmasına yardımcı olur ve toprak derinliğini etkiler.

Sıcaklığın topraklar üzerindeki ana etkisi, mineralin ayrışması ve organik madde


bozunması yoluyla toprak oluşum hızını etkilemektir. Sıcaklıktaki her 10 °C’lik artış
için kimyasal reaksiyonların hızı iki veya üç faktör artar; biyolojik aktivite ikiye
katlanır ve suyun buharlaşması artar. Yüksek sıcaklık ve nem koşulları altında
kimyasal bozunma oranları çok yüksek olduğu için, tropik bölgelerdeki topraklar
genellikle birkaç metre derinliğindedir, buna karşın kutup bölgelerindeki toprakların
sığ ve az geliştiği görülmektedir (Şekil 6.5). Buna ek olarak, topraklar yükseklik ve
bakı ile ilgili mikroklimatik farklılıklardan etkilenirler.

6.1.2.2. Anakaya

Anakaya ve bunun üzerin de meydana gelen toprağın özellikleri arasında yakın bir
ilişki vardır. Ana materyal veya ana kayanın toprak oluşum hızı ve diğer faktörlerin
toprağın oluşumu üzerindeki tesislerine etkisi oldukça önemlidir.

Her hangi bir toprağın fiziksel (renk, derinlik, tekstür, strüktür (yapı),
kimyasal(organik madde miktarı pH mineral madde miktarı ) biyolojik özellikleri o
toprağın geldiği ana materyalin fiziksel ve kimyasal özelliğine göre değişir. Örneğin
eğer bir toprak sadece mineral ana materyalden (ana kayadan) oluşmuş ise o toprağın
mineral madde miktarı daha yüksektir, buna karşılık bir toprak sadece Organik ana
materyalden mesela bataklık bitkilerinden meydana gelmiş ise bu topraklar organik
maddece yani humusça zengin topraklardır. Diğer taraftan eğer bir toprağın ana
materyali sedimanter kayadan oluşmuş ise bu topraklar boz renkli (açık renkli) notral
pH’lı ve kalsiyum karbonatça (CaCO3) zengin bir özelliğe sahip olurlar diğer taraftan
ana materyali kumtaşı olan bir toprak organik maddesi düşük çok fazla geçirgen ve
kum içeriği yüksek olan topraklardır.

Şekil 6.6: Ekvator'dan kuzey kutup bölgesine kadar olan kesimde iklim ve biyom ile
toprak derinliği değişiminin şematik gösterimi. Tropikal ve nemli bölgelerde toprak
kalınlığı daha yüksekken, nem oranının düşük ve sıcaklığın az oldu kesimlerde daha
sığdır. Ayrışma ürünleri olan Alüminyum ve demir oksitler de şekilde ifade edilmiştir.
Kaya mineralojisine ilişkin bilgi, kayaların, ayrışma koşullarına karşı duyarlılığına
göre sıralanmasına izin verir. Sert mağmatik kayaçlar ve Karbonifer ve Jura yaşlı
kumtaşı, sığ, çakıllı, kaba dokulu topraklar vermek için yavaşça ayrışırlar. Buna
karşılık, daha yumuşak örneğin Permo-Jura kumtaşı daha hızlı ayrışırak daha kalın,
daha az çakıllı, kireçli ve kumlu topraklar oluşutur. İri kristalli mineraller içeren
yapıları çok sağlam (kompakt) olmayan kayaların ayrışma ve parçalanması ince yapıya
sahip kayalardan daha kolay ve hızlıdır ayrıca ana materyalin suyu geçirme özelliği
üzerine kaba materyalin suyun hareketini kolaylaştıracağı böylece toprak oluşum
hızını olumlu yönde etkilediği söylenebilir.

Toprak, ayrışmaya uğramış anakaya yüzeylerinde veya kütle hareketleri, su, buz ya da
rüzgâr tarafından taşınıp edilebilen ve biriktirilebilen, konsolide olmamış, yüzeysel
malzemelerin yıpranmış yüzeylerinde gelişebilir. Anakayanın atmosferle temas eden
yüzey alanı ne kadar büyük olursa, ayrışma hızı da o kadar yüksek olur. Bazı
minerallerin ayrışmaya karşı olan duyarlılığı diğerlerine göre daha farklıdır. Goldich
(1938), Şekil 6.6'da gösterildiği gibi silikat mineralleri için bir “dayanım serisi”
önermiştir. Minerallerin bu düzenlenmesi, silikat minerallerinin kristalleşme sıralarına
yerleştirildiği Bowen reaksiyon serileriyle aynıdır. Kristalleşen mineraller, ilk önce
kristallenenlerden daha yüksek sıcaklıklarda oluşurlar. Sonuç olarak, olivin ve
piroksen gibi önce kristalleşen mineraller, sıcaklık ve basıncın oluştuğu ortamdan çok
farklı olduğu yeryüzünde kararlı değildir. Aksine, son kristalleşen kuvartz, hava
koşullarına karşı en dirençlidir (Şekil 6.6).

Şekil 6.7: Kaya oluşturan yaygın mineraller için ayrışma sekansı. Ayrışma kolaylığına
göre silikat minerallerini sıralamıştır.
6.1.2.3. Topoğrafik Rölyef

Topoğrafik rölyef (maksimum yüksekliğin minimuma oranı), arazinin yüksekliği,


eğimi ve bakısı ile ilgilidir ve iklim faktörünün etkisini hızlandırabilir veya
erteleyebilir. Dik eğimler, toprak boyunca nüfuz eden ve sızan suyun miktarını
azalttığı ve yüzeyin erozyona uğramasına izin verdiği için, eğim önemli bir faktördür.
Bu nedenle daha dik yamaçlarda oluşan topraklar daha düşük kalınlıkta, kaba dokulu
ve eğimi düşük yamaçlarda veya daha düz arazilerdeki topraklara kıyasla zayıf gelişim
eğilimindedir. Bununla birlikte, ayrışma hızları yüksek eğimli yamaçlarda daha
yüksektir buna karşın ayrışma ürünleri erozyon ile etkin bir şekilde
uzaklaştırıldıklarından çok kalın bir birikim söz konusu değildir. Örneğin, Amazon
Havzasın’da ayrışmış malzemenin %90'ı sadece havzanın %12'sini kaplayan dik And
Dağların’dan gelir (Gaillardet vd., 1997).

Yüzey akışı çok düşük eğime sahip alanlarda gleyleşmeye neden olurken, daha az
geçirgen anakayadan oluşmuş yüksek eğime sahip yamaçlarda yüzeyden gelen sular
toprağın üst horizonlarına kadar ancak sızabildiğinden düşük nemliliğe sahiptirler.
Bu, Şekil 6.7a'da gösterilen toprak dağılımı desenini üretir. Çok geçirgen yamaçlarda
su toprağın alt horizonlarına kadar iletilirken bu alanlarda kot olarak daha alçak
seviyedeki yamaçlar ve vadi tabanları daha çok yeraltı suyunun etkisindedir (Şekil
6.7b). Doğu Afrika'daki topoğrafik olarak belirlenmiş toprak profilleri için toprak
katena terimini ilk kullanan Mil (1935)’dir. Yamaç eğimi boyunca; litolojide ve yapıda
herhangi bir değişiklik olmayan alanlarda katenadaki toprak farklılıkların nedeni
drenaj koşulları, aşınmış materyal ve taşınabilir kimyasal bileşenlerin yıkanması,
translokasyonu ve yeniden çökmesidir.

Topoğrafik rölyef ile yamaç eğimleri arasında belirgin bir ilişki vardır. Genel olarak
ortalama topoğrafik rölyefin yüksek olduğu kesimler eğiminde yüksek olduğu alanlara
karşılık gelirler. Bu bakımdan topoğrafik rölyef hem yüksekliği hem de eğimi içerir.
Bu iki alt faktörün toprak oluşumuna etkisi şu şekilde olmaktadır genellikle dik
yamaçlarda ve yüksek arazilerde toprak oluşum süreci daha yavaş cereyan etmektedir.
Dolayısıyla meydana gelen topraklar daha az derin ve daha açık renkli olurlar. Buna
karşılık taban arazilerde düz topraklar ise daha koyu renklidirler. Her hangi bir
arazinin bakısı o arazinin yönünü veya pozisyonunu belirtir. Mesela devamlı güneş
gören güney yamaçlardaki arazilerde meydana gelen topraklar daha çabuk oluşur ve
daha derindirler (ısınma ve soğutma) Buna karşılık daha az güneş olan kuzey
yamaçlarda veya güneydeki topraklar ise daha yavaş olurlar ve daha az derindirler dik
yamaçlarda erozyon toprağın oluşmasını engeller su ve taban suyu da gleyleşme
üzerinde etkilidir.
Şekil 6.8: (a) Düşük düzeyde geçirgen ve (b) yüksek düzeyde geçirgen anakaya
birimlerinde yamaç eğimi, hidroloji ve toprak oluşumu arasındaki ilişki.
6.1.2.4. Organizmalar

Organizmanın esas itibari ile bitkilere makro ve mikro organizmaları için alır. Eğer bir
bölgede bitkisel topluluklar fazla ise ve bu bitkisel topluluklar ana kaya üzerinde
geliyor ise önce orman ağaçlarının kökleri ana kaya içerisinde çatlaklara sızarak basınç
yaparak parçalanmasına yol açar ve daha sonra bu bitkilerden ana kaya üzerine düşen
yapraklar ve bitkisel artıkların ayrışması ile ortaya çıkan asitler ana kayayı hidroliz ve
çözünme yolu ile ayrıştırarak kimyasal ayrışmaya yol uğratır. Sonuçta bitkisel
toplulukların sık olduğu bölgelerde meydana gelen toprak oluşum süreçleri (fiziki,
kimyasal, biyolojik) daha hızlı olmakta ve meydana gelen toprakta içindeki organik
madde miktarına bağlı olarak daha koyu renkli olmaktadır.

Diğer taraftan çeşitli mikro organizmalar (bakteriler, mantarlar) ve makro


organizmalar (toprak kurtları, solucan vb.) faaliyetleri esnasında çıkardıkları çeşitli
enzim ve organik asitler, biyokimyasal olarak organik ana materyalde organik
toprakların oluşmasını ve kimyasal olarak (hidroliz, çözünme) mineral ana materyalin
ayrışma ve parçalanmasını hızlandırırlar. Sonuç olarak eğer bir ortamda makro ve
mikro organizma faaliyeti çok yüksek ise o ortamda bulunan organik mineral ana
materyalden toprak oluşumu da o denli hızlı ve derin olur. Kaldı ki yukarıda adı geçen
organizma toplulukları toprağın canlı kısmını oluşturur ve bu nedenle toprağın devamlı
değişen dinamik bir özelliğe sahip olmasını sağlar.

6.1.2.5. Zaman

Zaman toprağın çevresi ile denge sağlamasına imkan veren bir faktördür. Bilindiği gibi
herhangi bir fiziksel ve kimyasal reaksiyon başlangıcından sonuna kadar tam olarak
oluşabilmesi için belirli bir zamana ihtiyaç vardır. Toprak oluşum süreçlerinde bir
reaksiyon olduğuna göre mineral veya organik ana materyalden bir toprağın
oluşabilmesi için (olgun toprak) uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Sonuç olarak toprak
oluşum esnasın da oluşma süresi fazla ise meydana gelen topraklar daha olgun ve daha
derin topraklardır. Örnek olarak tropik bölgelerde volkanik küller üzerinde yaklaşık
yüz yılda toprak oluşur. Serin ılıman bölgelerde kireçtaşı anakayası üzerinde toprak
oluşum hızı çok düşüktür. 500 yılda 1 cm kalınlıkta toprak oluşur.

6.1.2.6. Tüm Faktörlerin Bileşik Etkisi

Toprak oluşumunu etkileyen beş faktörün tek başına bağımsız birer faktör olarak
çalışmadığı bilinmektedir. İklim, bitki örtüsü ve insan faaliyetlerini etkiler ve
topografya tarafından da etkilenir. Vejetasyon iklim ve anakayadan etkilenir. Beş
faktörün birleşik etkisi, bir takım toprak oluşum süreçleri sağlar ve bu da dünyada
farklı toprak profillerine neden olur. Dünyadaki toprakların tümünde aynı horizonlar
gelişmediği gibi ve bu horizonların kalınlıkları da farklılıklar gösterir. Bu nedenle
toprakları sınıflandırmak için belirli horizon kombinasyonları kullanılır.

6.2. Toprak Sınıflandırması


Tüm topraklar aynı miktarda veya benzer horizon geliştirmez, bu nedenle toprakları
sınıflandırmak için belirli horizon kombinasyonları kullanılır. Dünyanın her yerinde
kullanılan birçok farklı toprak sınıflandırma sistemi vardır; bunların çoğu Fitzpatrick
(1983) ve Gerrard (2000) tarafından özetlenmiştir. Baldwin, Kellogg ve Thorp 1938
yılında Sibirtsev'in zonal toprak sınıflandırma kavramından hareket ederek yeni bir
toprak sınıflandırma sistemi geliştirmişler ve Zonal, İntrazonal, Azonal toprakların ait
kategorilerini oluşturmuşlardır. Yeni sistem 1938'de Amerika Birleşik Devletleri
Doğal Kaynak Koruma ve Toprak Dairesi (USDA) tarım yıllığında yayınlanmıştır.
1938 Amerikan toprak sınıflandırma sistemi olarak isimlendirilen ve 1949 yılında
gözden geçirilerek yeni büyük toprak grupları katılan bu sistem yakın yıllara kadar
oldukça geniş şekilde kullanılmıştır (Tablo 6.1).
Tablo 6.1: Baldwin, Kellogg ve Thorp tarafından geliştirilen toprak sınıflama
sistemi(Soil Survey Staff, 1960; Fitzpatrick, 1980)
Cline’a (1949) göre kendi içerisinde bir bütün olan en küçük doğal varlığa birey
denilmektedir. Doğal görünümdeki bütün bireylerin tümüne birden topluluk adı verilir.
Örneğin bitkiler, hayvanlar veya topraklar çok sayıda bireyi içeren birer topluluktur.
Aynı topluluğun bireyleri birçok ortak özellikleri gösterirler. Ancak aynı topluluk
içerisindeki değişim o kadar büyüktür ki, herhangi bir kimse düzensiz olarak
sıralanmış bireyler arasındaki benzerliği ve bağlantıyı fark edemez. Bu nedenle
bireyleri, seçilmiş benzer karakteristiklerine göre gruplandırarak doğal bir sistem
içerisinde sıralamak durumundayız. Seçilen özellikler bakımından benzer bireylerin
bir grubuna sınıf adı veriyoruz. Sınıflar, benzer özelliklerdeki farklılıklar tarafından
aynı topluluğun diğer sınıflarından ayırt edilmektedir. Sınıflar kurulurken obje için
önemli ayırıcı karakteristikler seçilmekte ve bunlar obje ile doğrudan doğruya ilgili
bulunmaktadır.

Bilimsel çalışmalarda, her bir grup mümkün olduğu kadar benzersiz doğal özellikleri
içeren, adı ve özellikleri onu toplumun diğer üyelerinden ayıracak şekilde
oluşturulmuş bîr sınıflandırma sistemi temel bir ilkedir. Böyle bir sistem bilimsel ya da
doğal sınıflandırma olarak adlandırılır. Doğal bir sınıflandırma sistemi,
sınıflandırılacak toplumun özel veya uygulamaya yönelik amaçla ilişkili olmadan
mümkün olduğu kadar en önemli özelliklerini ortaya koyacak şekilde düzenlenmeli ve
çok sayıda anahtar karakteristik dikkate alınmalıdır.

Bir topluluğun, düşünülen bir gruplama düzeyinde, ayırıcı ölçütlerin çeşidi açısından,
kendi aralarında benzer olan sınıfların tümüne kategori denilmektedir. Diğer bir
belirleme ile herhangi bir ayırım düzeyinde kategori, aynı topluluğun diğer
sınıflarından farklı fakat kendi aralarında benzer olan sınıfların tümüdür, örneğin
toprak serileri, büyük toprak grupları, farklı toprak sınıflarının benzer topluluklarıdır.
O halde aynı kategoriyi oluşturan sınıfların bireyleri, sınıflar için ayırt edici olan
karakteristikler bakımından benzerdirler.

Kalabalık ve karmaşık toplulukların bireylerini sınıflandırmak için birbirini


tamamlayan çok kategorili taksonomik sistemler geliştirilmiştir (Hızalan, 1969). Eğer
bir topluluk, bir tek ayırıcı karakteristik kullanılarak sınıflandırılmayacak kadar
karmaşık ise iki ve daha fazla ayırt edici karakteristik kullanılmak suretiyle sınıflar
daha alt düzeydeki sınıflara ayrılır. Böylece, sınıflama sisteminden kategori sayısı da
artmış olur. Toprak çok karmaşık bir küme oluşturduğundan, toprak sınıflandırma
sistemleri de çok sayıda kategoriyi içermektedir. En üst düzeydeki kategoriler,
topraklan genel ve geniş anlamda birkaç ayırt edici karakteristik ile tanımlamayan az
sayıda sınıf ı içerir. Toprak serilerinde olduğu gibi alt kategoriler, daha özel ve çok
sayıda ayırt edici karakteristiklerle dar sınırlar içerisinde tanımlanmış fazla sayıdaki
sınıftan meydana, gelir (Buol vd., 1973).

Çok kategorili bir sınıflandırma sisteminde ayırt edici özellikler, genelleştirme


doğrultusunda üst kategorilerden alt kategorilere doğru bir piramit oluşturacak şekilde
birikir. Diğer taraftan alt sınıfların ayırımında o sınıf için ayırt edici olan
karakteristiklerin yanı sıra, daha üst kategoriler için kullanılan karakteristikler de
dikkate alınır. Bunun sonucunda sınıflandırmada gözetilen ayırt edici karakteristikler
üst kate¬gorilerden alt kategorilere doğru birikir ve en alt kategoride en yüksek düzeye
ulaşır. Bu nedenle alt kategoriler dar sınırlarla ayırt edilmiş, tam tanımlı gruplardır.
Tablo 6.2: USDA toprak Ordoları (Erinç, 2000’den düzenlenerek). Kısaltmalar: L
Lataince, G Yunanca, F Fransızca dili kökenlidir.
Bir topluluğun tüm bireyleri, belli düzeylerde tanımlanmış karakteristiklere göre
ayrılmış olan her kategoride gruplandırılmalıdır. Daha doğrusu topluluğun tüm
bireyleri içerdikleri her ayırt edici karakteristik gözetilerek sınıflandırılmalıdır. Bir
bireyin ayırt edici özellikleri ise, girdiği kategori için seçilen ayırt edici karakteristik
olarak seçilen özellikler benzer bireylerin daha düşük düzeyde ayrılmalarında
kullanılmamalıdır. Bir bakıma her karakteristiğin kullanılması bir üst kategorinin
çerçevesi ile sınırlandırılmalıdır.

Taksonomi, doğada bulunan "varlık"ların doğal ilişkilerine göre sınıflandırılmaları ve


isimlendirilmeleri için stabil bir sistemin kurulmasında yardımcıdır. Doğal bir
sınıflama sisteminin kategorilerini oluşturan taksonomik üniteler ise Şey'ler üzerinde
düşünmeyi ve fikir yürütmeyi kolaylaştırmak için insan aklında yaratılan bir araçtır.
Örneğin toprak serileri, büyük gruplar, ordolar birer taksonomik ünitedir (veya
kategori).
Günümüzde dünyada en yaygın kullanılan iki toprak sınıflaması mevcuttur. Bunlardan
ilki Amerika Birleşik Devletleri Department of Agriculture (USDA) (Tablo 6.2 ve
Şekil 6.8) ve diğer sınıflama Food and Agriculture Organization – Birleşmiş Milletler
Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (FAO-UNESCO) tarafından yapılmıştır.

USDA toprak taksonomisi, (1) düzen, (2) alt sınır, (3) büyük grup, (4) alt grup, (5) aile
ve (6) seriye ayrılmış hiyerarşik bir sınıflandırmadır. Bu toprak sınıflamasına göre;
Horizonların belirlenmesi için toprak oluşum süreçlerinin baskın kümesini veya
kimyasal özelliklerini baz alan belirteçlere göre 11 adet düzen ayırt edilmiştir. Bu tip
sınıflamalar, sabit bir ilke içermediği için aslında öznel bir süreçtir. 

Şekil 6.9: ABD (USDA) görüşüne ve 1975’den sonraki “7. Dünya Toprak
Sınıflandırma Sistemi”ndeki yeni toprak adlamasına göre Dünya Toprak Bölgeleri
Haritası.
6.2.1. Toprak Sınıflandırmasının Amacı

Genel anlamda sınıflandırma, insanlar tarafından kendi amaçlarına hizmet edecek


biçimde yapılmış gruplamalar veya düzenlemeler şeklinde tanımlanabilir. Toprak
sınıflandırılması, toprakların önemli karakteristiklerini hatırlamamıza, onlar
hakkındaki bilgilerimizi sentez yoluyla birleştirmemize, bunların birbirleri ve çevreleri
ile olan ilişkilerini görmemize yardım etmektedir.

Buol vd., (1973), herhangi bir sınıflandırmanın amaçlarını buna benzer olarak
aşağıdaki şekilde açıklamaktadırlar:

 Bilgilerin organizasyonu,
 Sınıflandırılan topluluğun sınıf ve bireyleri arasındaki ilişkileri anlamak,
 Sınıflandırılan objelerin özelliklerini hatırlamak,
 Sınıflandırılan topluluğun esaslarını ve ilişkilerini öğren mek (davranışın
tahmini, en
iyi kullanmayı belirtme, üretkenliği tahmin),
 Pratik ve uygulamalı amaçlar için objeleri uygun bir şekilde grup veya sınıflara
yerleştirmek.

Yukarda adı geçen amaçlardan ilk dördü bilimsel veya doğal sınıflandırmaları,
sonuncusu ise teknik gruplama veya sınıflamaları kapsamaktadır.

Bakker’e (1970) göre de toprak sınıflandırmasının başlıca iki amacı bulunmaktadır:

 Teorik veya bilimsel amaçlar -Pratik önem gösteren amaçlar

Toprak oluşumu ile ilgili kuramlar böyle bir sistemde en uygun ayırıcı ölçütlerin
seçimi ile gerekli temel bilgelerin önemli bir kısmını meydana getirir. Morfolojik
ölçütler, ölçülebilen veya gözlenebilen karakteristikler olup yorum değildirler. Cline
(1967) göre toprak sınıflandırılmasında kullanılan ölçütlerin arazide basit testlerle ve
süratle, gözlenebilmesi veya saptanabilmesi gerekmektedir.

Nitekim topraklar arasında toprak serileri düzeyindeki ayırım için Marbut tarafından
önerilen aşağıdaki ölçütler henüz pek fazla değişikliğe uğramamıştır (Cline, 1967;
Smith, 1983):

 Toprak profilindeki horizonların sayısı


 Horizonların rengi
 Horizonların tekstürü
 Horizonların strüktürü
 Horizonların dizilimi
 Horizonların kimyasal bileşimi
 Horizonların kalınlığı
 Toprak gövdesinin kalınlığı
 Toprak materyalinin karakteri
 Toprak materyalinin jeolojisi (ana materyal).

6.2.2. Toprak Taksonomisi (Çoklu Kategorik Sistem)

Her bir kategorideki bir veya birkaç tanımlayıcı işlemlerle toprakları ortak kapalı
(diğer sınıf kriterlerine kapalı) sınıflara bölen çok kategorili bir sistemdir. Sistem 6
kategoriden oluşur. En yüksek kategori ordo adı verilen 12 sınıftan (ordodan)
oluşmuştur. Bir alt kategorik seviye alt ordolardır ve her ordo bir alt ordoya
bölünmüştür. Toplam 60 alt ordo vardır. Daha düşük kategoriler ise Büyük Grup
(300), Alt Grup (2400), Familya (6600) ve serilerdir(Amerika Birleşik Devletleri için
19000).

Çoklu kategorik veya fazla sayıda kategorili sınıflandırma sistemi hiyerarşik (önem
derecesine göre düzenlenmiştir) ve çok sayıda bireylere sahip varlıkların toprak gibi
sınıflandırılmaları için oluşturulmuştur. Topraklar hakkındaki bilgilerimizi daha iyi
düzenlemek için seriler daha yüksek kategorinin sınıfları (familya) içinde
gruplandırılır ve tekrar bunlar da daha yüksek kategorilere; alt grup, büyük grup,
altordo ve ordolar içerisinde gruplandırılarak sınıflandırma işlemi tamamlanır.
Kategori; aynı sınıflandırma derecesindeki sınıfların bir birleşimidir.

6.2.3. Terminoloji (İsimlendirme)

Karışıklığa meydan vermemek için 1938 sınıflanmasının yayınlanmış isimleri


çoğunlukla kullanılmamıştır. Toprak taksonomisi için tamamiyle yeni terminoloji
sunulmuş ve türetilen isimler mümkün olduğunca kısa ve kullanıcıların isimleri
hatırlamasına yardım edecek çağrışımlar içerecek şekilde oluşturulmuştur. İsimler,
sınıfın ana karakteristik işlemlerinden bir kaçını hatırlatır, kategorik derecesi ile aynı
kategori içindeki diğer sınıflarla olduğu kadar yüksek kategorilerle olan ilişkilerini de
gösterir.

Örnek: Çok zayıf ve yeni gelişme gösteren topraklar Entisol; her yıl uzun bir dönem
kuru topraklar Aridisol ordosunda gruplandırılır. Entisol ismi genç karakterli toprağı
hatırlatmak amacıyla ent eki recent:yeni (genç)’ten alınarak oluşturulmuştur. Arid ismi
ise bu sınıftaki toprakların arid koşullar altında olduğunu belirtir. Alt grup isimleri iki
heceden oluşmaktadır; ön ek ve ordodan alınan yapım eki.

Yapım eki ordoların isimlerinden elde edilir ve alt ordoların isimlendirilmesinde


kullanılır.

Örnek: Entisol’de yapım eki Ent; aridisol’de ise id’tir. Bu nedenle herhangi bir toprak
ismi “ent” ile son buluyorsa bu Entisol, “id” ile bitiyor ise Aridisol ordosunun alt
ordosu olduğunu belirtir.

Alt grup isimleri iki heceden oluşmaktadır. Örneğin, Entisol; yüzey suları ile yeni
depolanmış ve hala orijinal dizilim veya katmanlaşma gösteren Entisoler (sedimentler)
Fuluvents olarak isimlendirilir (Latin: fluvius=nehir).

Alt katmanlarının bazı horizonları içinde kil birikimi görülen Aridisoller, Argid olarak
isimlendirilirler (Latin: argilla=kil)

Büyük Grup isimleri alt grup isimlerinin önüne bir veya birkaç yapım ekinin
getirilmesiyle türetilir. Bu nedenle büyük grup isimleri üç veya daha fazla heceden
oluşur. Örneğin, yazın çoğunlukla kuru olan fluventler (yalnız aridisoller kadar kuru
değil) Xerofluvents olarak adlandırılır (Greek: xeros=kuru). Sertleşmiş bir horizon
içeren Argidler ise Durargids olarak isimlendirilir (Latin: durus=sert).

Alt grup isimleri, büyük grup isimlerinin önüne bir veya birkaç sıfatın eklenmesi ile
oluşturulur. Typic (tipik) sıfatı büyük grubun merkezi kavramını niteleyen alt gruplar
için kullanılır. Alt grup ek alarak kendi gruplarının bazı önemli karakteristiklerini ya
da diğer sınıfların bir karakteristiğine sahipse bu özelliği de sıfat yapısı ile tanımlanır.
Örneğin,

Xerofluventlerden genel yapıları olan kuru profile sahip olmayan yani profillerinin
daha derin bölümlerinde yaşlıkla ilişkili karakteristikleri içerenler Aquic (Latin:
aqua=su) sıfatını ön ek olarak alırlar. Bu durumdaki xerofluventlerin alt grup isimi
Aquic xerofluvent’tir. Sertleşmiş horizon içeren Durargid’lerden sertleşmiş horizonu
levhalı ya da masif olmayanlar tipik alt grup kavramından uzaklaşmaları (başka alt
gruplara benzerlikleri) nedeniyle Haplic Durargids olarak sınıflandırılırlar.

Familya isimleri profilin tekstürünü, mineralojisini, sıcaklık rejimini ve diğer


karakteristikleri belirten sıfatlarla birlikte alt grup isimlerini içerir. Örneğin İnce (kil),
montmorillonitik, mesic Aquic xerofluvent. Bu familya kil tekstürlü, baskın olarak
monmorillonit kil mineralinden oluşan ve ılıman sıcaklık rejimine sahip toprakları
içerir. Tınlı, karışık, sığ Haplic Durargids; bu familya tınlı tekstüre sahip, karışık kil
minerallerinden meydana gelmiş, ılıman iklime sahip ve yüzeye yakın derinliklerde
ana kaya (sert kaya) bulunan toprakları içerir.
Seri isimleri çoğunlukla ilk defa tanımlandıkları ve haritalandıkları ya da tipik olarak
ortaya çıktıkları yerlerin isimlerinden alınır. Örneğin bu güne kadar Lahoftan Serisi
sadece killi, montmorillonitik, mesic, Aquic Xerofluvent’in bir üyesidir. Vylach serisi,
tınlı, karışık, mesic, sığ, Haplic Duraargid familyasının bir üyesi olarak tanımlandı.
Her ikisi de Nevada da (USA) oluşmuştur.

6.2.4. Ordolar ve Tanımlayıcı Ekleri

Toprak taksonomisinde bu güne kadar tanımlanmış 12 tane ordo bulunmaktadır.


Ordolardan Andisoller (1990) ve Gelisoller (1999) son yıllarda sınıflandırma sistemine
eklenmiştir. Aridisollere ait topraklar Volkan külleri üzerinde oluşan toprakları,
Gelisoller ise sürekli don koşullarında oluşmuş organik maddece zengin toprakları
tanımlamaktadırlar. Ordolar ve yapım ekleri:

Uygulamalar

1. Çevrenizde bulunan topraklar hakkında gözlem yaparak bu toprakların hangi


toprak sınıfına ait olduğunu araştırınız.
2. Bulunduğunuz yerdeki iklim koşullarının toprak oluşumunu nasıl etkilediğine
yönelik bir araştırma yapınız.
3. Toprak kalınlığını etkileyen faktörleri araştırarak dünya üzerinde farklı
alanlardaki toprak kalınlıklarına dair araştırma yapınız.

Uygulama Soruları

1. Toprağın oluşumu için gerekli süreçler nelerdir?


2. Lateritleşme ve podzolleşme kavramları tarım verimliliğini nasıl
etkilemektedir?
3. Toprak türlerinin renklerinin faklı olmasında hangi faktörler etkilidir?

Bölüm Özeti
Bu bölümde toprak oluşum süreci, toprak oluşumunda etkili olan faktörler, toprak
türleri ve toprak sınıflandırması konuları ele alınmıştır. Pedojenez adı verilen toprak
oluşum süreci için en önemli faktör olan iklim konusu, dünya ölçeğinde farklı iklim
kuşaklarında oluşan toprakların genel özellikleri bakımından incelenmiştir. Toprak
oluşum sürecinde iklim ile birlikte anakaya, organizmalar, topoğrafik rölyef, zaman ve
tüm bu faktörlerin birleştirici etkisinin toprak oluşumuna etkisi örneklerle
sunulmuştur. Toprak oluşum sürecinde birçok farklı etken bulunduğu için, bu durum
toprak türlerine dair geniş bir sınıflandırma ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Toprak
snıflandırmasında kullanılan ölçütler ve kabul görmüş toprak sınıflandırmaları bu
bölümde incelenmiştir.

Ünite Soruları
Soru-1 :
Buharlaşmanın yağıştan çok olduğu yerlerde, topraktaki tuz ve kireç daha çok toprağın
yüzeyinde birikir. Buna göre, yukarıdaki haritada numaralandırılmış yerlerden
hangisinde toprak yüzeyinde tuz ve kireç oranının daha az olması beklenir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) I

(B) II

(C) III

(D) IV

(E) V

Cevap-1 :
V

Soru-2 :
Taşeli Platösu'nda kırmızı renkli topraklar, Nevşehir-Ürgüp çevrelerinde tüflü
topraklar bulunmaktadır. Bu yörelerde farklı toprak türlerinin bulunmasında
aşağıdakilerden hangisinin etkisinin daha fazla olduğu söylenebilir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Anakaya yapısı

(B) Yerşekilleri
(C) Doğal bitki örtüsü

(D) Eğim farklılığı

(E) Yer altı su seviyesi

Cevap-2 :
Anakaya yapısı

Soru-3 :
Yağış miktarı, nem ve sıcaklığın fazla olduğu yerlerde toprak oluşumu hızlıdır. Buna
göre, aşağıdaki bölgelerden hangisinde toprak oluşumu en hızlıdır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Orta Avrupa

(B) Afrika

(C) Orta Asya

(D) Amazon Havzası

(E) Kafkasya

Cevap-3 :
Amazon Havzası

Soru-4 :
Laterit topraklar, dönenceler arası kuşağın sıcak ve nemli bölgelerin toprağıdır. Bu
bölgelerin bitki örtüsünün gür olmasına rağmen humus miktarı bakımından zayıftır.

Bu durumun temel sebebi aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Kimyasal çözülmenin az olması

(B) Yağış miktarı fazla olduğundan dolayı toprakların fazla yıkanması

(C) Yıllık sıcaklık farklarının az olması

(D) Fiziksel çözülmenin fazla olması

(E) Akarsuların debilerinin yüksek olması

Cevap-4 :
Yağış miktarı fazla olduğundan dolayı toprakların fazla yıkanması
Soru-5 :
Türkiye’de çok çeşitli toprak tipleri görülmektedir. Bu durumun temel
sebebi aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Arazinin engebeli olması

(B) Erozyonun çok etkili olması

(C) Çeşitli iklim tiplerinin görülmesi

(D) Heyelanların sık görülmesi

(E) Doğal bitki örtüsünün çok çeşitli olması

Cevap-5 :
Çeşitli iklim tiplerinin görülmesi

Soru-6 :
Toprak horizonları, toprak içinde meydana gelen
ve ................, .................., ...................., ...................... ve ...................... olmak üzere
kategorilere ayrılabilen bir dizi sürecin sonucu olarak gelişir.

Cevap: ekleme, uzaklaştırma, karıştırma, yer değiştirme ve dönüşümler

(Klasik)

Soru-7 :
...................... çözeltideki toprak malzemesinin uzaklaştırılmasıdır ve yüksek yağış ve
hızlı drenaj koşullarında çok etkindir.

Cevap: Yıkanma

(Klasik)

Soru-8 :
.................... toprak oluşum süreçlerini etkileyen belki de en etkili faktördür.

Cevap: iklim

(Klasik)

Soru-9 :
........................., yüksek sıcaklıklar ve şiddetli yağmurun, yoğunlaştırma ve süzdürme
ile sonuçlanan tropik ve subtropikal topraklarda gerçekleşir.

Cevap: Lateritleşme
(Klasik)

Soru-10 :
..................... doğada bulunan "varlık"ların doğal ilişkilerine göre sınıflandırılmaları ve
isimlendirilmeleri için stabil bir sistemin kurulmasında yardımcıdır.

Cevap: Taksonomi

(Klasik)

7. AYRIŞMA
7.1. Ayrışma Süreçleri
Ayrışma, kayaların mekânik parçalanma ve kimyasal ayrışma nedeniyle
ufalanmasıdır. Birçok kayaç yüksek sıcaklık ve basınç altında yer kabuğunun
derinlerinde meydana gelir. Kayalar yeryüzünde düşük sıcaklıklara ve basınçlara
maruz kaldıklarında ve hava, su ve organizmalarla temasa geçtiklerinde bozunmaya
başlarlar. Bu süreç sürekli olarak yenilenir; ayrışma kayaların dayanımı zayıflatır ve
geçirgenliklerini arttırır, böylece onların erozyon etkenleri tarafından daha kolay
uzaklaştırabilecek hâle gelmesine yardımcı olur. Sonuç olarak ayrışmış materyalin
taşınması kayaların daha fazla ayrışmaya maruz kalmalarına yol açar. Henüz tam
olarak anlaşılmamış olmakla birlikte, canlı organizmalar da çeşitli biyofiziksel ve
biyokimyasal süreçlerle kayalara ve minerallere etki ederek ayrışma üzerinde
etkili olurlar.

Ayrışma; katı, kolloidal ve çözünür maddeler üretmek suretiyle kayalar üzerinde etkili
olur. Bu malzemeler boyut ve nitelik bakımından farklılık gösterir.

1. Katı parçalar iri kaya bloklarından kum boyutuna ve siltten kile doğru sıralanır
(Tablo 7.1). Ayrışmış molozlar, özellikle ikincil kil olarak ifade edilen ve yeni
oluşum (neoformasyon) süreci sonucunda bozunan unsurlar ile yeni oluşan
ayrışma materyalinin parçalanması ve ayrışması ile oluşan büyük, orta ve küçük
boyutlu kayaç parçalarından oluşurlar. En küçük boyutlu maddeleri ise sırayla
ön-kolloid, kolloid ve çözünen maddeler oluşturmaktadır.

2. Çözünen maddeler oldukça dağınık olan ve moleküler çözelti içinde çapı 1


nanometreden daha az olan "parçacıklar'dır (1 nm = 0,001 mikrometre).

3. Kolloidler ise boyutları 1 ile 100 nm arasında değişen mineral ve organik


madde parça-cıklarıdır. Bunlar normalde çok dağınık bir halde bulunmakla
birlikte, yarı katı bir şekil de alabilirler. Ayrışmayla açığa çıkan genel
kolloidleri, oksitler ve silisyum, alüminyum ve demir hidroksitleri meydana
getirir. Şekilsiz silika (silisyum dioksit) opalin, silika ise silisyum dioksitin
kolloidal şekilleridir. Jipsit ve böhmit alüminyum hidroksitlerden meydana
gelirken, Hematit demir oksit, jeotit ise hidrik demir oksittir. Ön kolloidal
malzemeler katı maddelere geçerler ve boyutları 100 ile 1000 nm arasında
değişir.

7.2. Ayrışmanın Tipleri


7.2.1. Mekânik veya Fiziksel Ayrışma

Mekanik süreçlerle kayalar kademeli olarak daha küçük parçalara ayrılırlar.


Parçalanma yoluyla kimyasal etkiye maruz kalan yüzey alanı genişler. mekânik
ayrışmanın ana süreçlerini yük azalması, donma etkisi, ısınma ve soğumadan
kaynaklanan termal gerilme, ıslanma ve kurumanın sebep olduğu şişme ve büzülme ve
tuz kristalleşmesine bağlı oluşan basınç meydana getirir. Kayanın örneğin art arda
ısınma ve soğuması nedeniyle maruz kaldığı gerilim de direncinin azalmasına ve
mekânik olarak ayrışmasına yol açar. Direnç düşmesi sonucu kayaç, direnci göreceli
olarak yüksek olana göre, daha düşük basınç seviyesinde parçalanacaktır.

Tablo 7.1. Tane boyu sınıflaması (Kaynak: Hugget, 2011).


7.2.1.1. Yük Eksilmesi

Erozyonla yüzeydeki ayrışmış materyal süpürüldüğünde, alttaki kayanın maruz kaldığı


basınç azalır. Düşük basınç koşulları altında mineral taneleri birbirinden daha fazla
uzaklaşır, boşluklar oluşur ve kayaçta genişleme veya ayrılmalar gelişir. Granit veya
daha yoğun kayaları kesen maden veya ocak açmalarında meydana gelen basınç
rahatlaması tehlikeli göçüklere sebep olabilmektedir. Doğal koşullar altında
kayaçlarda oluşan açılmalar veya genişlemeler aşınmış bir yüzeye (vadi yamacı,
mostra yüzeyi vb.) dik açılarda gelişir. Açılmalar sonucunda yüzeye paralel uzanan
farklı büyüklükte çatlaklar (kırıklar ve eklemler) oluşur. Açılma eklemleri, kaya
düşmeleri ve diğer kütle hareketlerine uygun koşullar oluşturur. Küçük kırıklar ve
eklemlerin başlangıç kısımları, kristaller veya tanelerin parçalanarak eksfoliasyonun
meydana gelebileceği zayıf hatlar oluşturur. Eksfoliasyon, kayacın yüzey kısmından
katmanlar hâlinde parçalanmasıdır. Bu ayrışma granit gibi bazı kayalarda eksfoliasyon
domları olarak bilinen dışbükey tepelerin oluşmasını sağlar. Yosemite Vadisi'ndeki
(California, ABD) yarımdom klasik bir eksfoliasyon domudur (Şekil 7.1 ve 7.2).
Orijinal bir granodiorit sokulumunda erozyon, basınç değişimine yol açarak, domda
kırıklar oluşmasına yol açar ve dağlık kesimden bu ayrışmış kabukların düşmesine
sebep olur. Her ne kadar dağın ismi yarısının çöktüğünü çağrıştırsa da, gerçekte
yaklaşık yüzde 80'i hâlâ varlığını korumaktadır. Stone Dağı da (Georgia, ABD)
eksfoliasyona uğramış bir ada tepedir.

7.2.1.2. Don Etkisi

Toprak veya kayaçların gözeneklerini ve çatlaklarını dolduran su donduğunda %9


hacim genişlemesi meydana getirir. Bu genişleme gözeneklerde ve çatlaklarda basınca
yol açarak kayaların fiziksel parçalanmasına neden olur. Don etkisiyle irili ufaklı
bloklar parçalanırken, büyük bloklar daha küçük parçalara ayrılırlar. Don etkisi,
donma-çözülme döngülerinin yaygın olduğu soğuk iklimlerde etkili bir süreçtir. 

Şekil 7.1: Half-Dom (Yarım dom): klasik bir eksfoliasyon domu, Yosemite Vadisi,
California, ABD. Half-Dom granit domu olup 700 m yüksekliğinde dik bir duvara
sahiptir.

Şekil 7.2: Granit batolitlerindeki eksfoliasyonun yakından görünümü; Half-Dom,


Yosemite Vadisi, California, ABD. Zirvedeki iki küçük nokta tırmanan tursitlere aittir
ve ölçek olarak kıyaslama yapılabilir.
Yüzeydeki kırıklar ve gözenekleri dolduran su donduğunda genişleyen buz, birbirine
bağlı boşluk veya oyuk alanları vasıtasıyla alttaki donmamış suya eşit yoğunlukta
iletilen bir hidrostatik veya kriyostatik basınç oluşturur (Şekil 7.3). Uygulanan basınç
kayaları parçalamak için yeterli olup, bu sürece hidro-parçalama denir (Selby, 1982).
Bu durum don etkisinin, donmuş zemin yüzeyinin altında da meydana gelebileceğini
göstermektedir. Soğuk iklim bölgelerinin topraklarında buz parçalan da anakayanın
parçalanmasına yol açabilmektedir (Murton vd., 2006).

Şekil 7.3: Yüksek dağlık bir alandaki kayanın donma-çözülme süreçleri sonrası
uğradığı mekânik parçalanma (Kaynak: fvcgeography).
7.2.1.3. Islanma ve Soğuma

Kayalar ısıyı yüzeylerinden iyi iletmezler, yani düşük termal iletkenliğe


sahiptirler. Isındıkları zaman dıştaki birkaç milimetrelik kısımları iç kısımlarından
çok daha fazla ısınır ve bu kısımlarda daha çok genleşme meydana gelir. Ayrıca, farklı
renklerde kristallerden meydana gelen kayalarda daha koyu renkli kristaller daha
hızlı ısınır ve hafif kristallere oranla daha yavaş soğur. Tüm bu termal
gerilimler kayacın parçalanmasına; tanelerin, kabukların ve büyük parçaların açığa
çıkmasına sebep olur. Tekrarlanan ısınma ve soğuma kayada bir yorgunluk etkisi
yaratarak termal ayrışmayı veya termoklastiyi arttırır.

Termal gerilime bağlı olarak oluşan bu kat-manlar evvelce eksfoliasyon ile


açıklanırken günümüzde bu terim çeşitli tür ve boyutlardaki kaya dilimlerinin
oluşumuna yol açan çok çeşitli süreçlerin açıklanmasında kullanılmaktadır. Büyük
yangınların ve nükleer patlamaların açığa çıkardığı yoğun ısı da kayaçların dilimler
hâlinde parçalanmasına sebep olabilmektedir. Hindistan ve Mısır'da ateş, uzun yıllar
taş ocağı işletiminde bir araç olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte, çöllerde günlük
sıcaklık farklılıkları yangınların açığa çıkardığı sıcaklığın oldukça altındadır. Son
araştırmalar kayaçların ufalanmasında ve dilimler hâlinde ayrılmasında fiziksel etkiden
ziyade, kimyasal ayrışmanın anahtar bir rol oynadığını göstermektedir. Örneğin
yağmurun çok az düştüğü ve çok yüksek sıcaklıkların olduğu Kahire yakınlarındaki
Mısır Çölü'nde, 3.600 yıl önceye ait olan bazı düşmüş granit kolonlarının güneşe
maruz kalan taraflarından daha çok gölgede kalan tarafları bozunmuştur (Twidale ve
Campbell, 2005). Ayrıca, kayaçların parçalanarak daha düşük taneler hâline gelmesi
işlemi, günlük ısı şiddetinin göz ardı edilebilir olduğu yerlerde meydana gelmektedir.
Günümüzdeki geçerli görüş, hem nemli hem kurak koşullar altında kaya çürümesinin
ve kaya parçalanmasının başlıca nedeni olan ve sıcak çöllerde bile bulunan, nem
olgusunu destekler.

7.2.1.4. Islanma ve Kuruma

Smektit ve vermikülit gibi bazı kil mineralleri su aldıklarında genişler ve


kuruduklarında büzülürler. Çamurtaşı ve şeyl gibi bu killerden oluşan unsurlar
ıslandıklarında genişlerler. Bu durum bir yandan mikroçatlak oluşumuna yol açarken,
diğer yandan da daha önce var olan çatlakların genişlemesine ve kayanın
parçalanmasına yol açar. Kuruma ile birlikte genişlemeye maruz kalan kilin tuttuğu su,
buharlaşır ve büzülme çatlakları oluşur. Ardalanan ıslanma-kuruma süreçleri
sonucunda kayaların şişme ve büzülmeye maruz kalması, fiziksel olarak
parçalanmalarına yol açar.

7.2.1.4.1. Kil Mineralleri

Kil mineralleri metal katyonlar içeren sulu silikatlardır. Bunlar çeşitli tabaka


silikatlar, fi- losilikatlar ve levha silikatlar gibi farklı şekillerde tanımlanır. Kil
minerallerinin temel yapı taşları dörtyüzlü (tetrahedra) silis (Si) ve oksijen (O)
ve sekizyüzlü (oktahedra) hidroksil (OH) levhalarıdır. Bir sekizyüzlü silika (silisyum
dioksit) bir silisyum atomunu çevreleyen dört oksijen atomundan oluşur. Alüminyum
sıklıkla, demir ise daha az sıklıkla silisyumun yerine geçer. Bu dörtyüzlü bağlantı, bir
altıgen ağ örgüsü oluşturmak üzere, üç köşeyi paylaşarak bağlanır. Bir sekiz yüzlü
oksijen-hidroksil, bir alüminyum atomunu (Al) çevreleyen hidroksil ve oksijen
atomlarının kombinasyonundan oluşur. Bu sekiz yüzlü yapı kenarların paylaşılmasıyla
bağlanır. Bu silika levhaları ve sekiz yüzlü levhalar oksijen atomlarını paylaşır, bu
oksijen komşu sekiz yüzlü levhanın bir bölümünü oluşturan dörtyüzlü levhanın
dördüncü köşesi üzerindedir.

Kil minerallerinin üç grubu iki levha türünün birleşmesiyle oluşur (Şekil 7.4). 1 : 1
killeri hidrojen iyonlarıyla sıkı bağlanmış sekizyüzlü levhanın bir kenarı ile birleşmiş,
bir dört yüzlü levhaya sahiptir (Şekil 7.1a). Sekiz yüzlü levhaların yüzeyinde bulunan
anyonlar hidroksillerdir. Kaolinit buna bir örnektir ve yapısal formülü
Al2Si2O5(OH)4 şeklindedir. Halloysit, bileşim olarak kaolinite benzer. 2 : 1 killeri
potasyum iyonlarıyla güçlü şekilde bağlantılı olan, iki yanında dört yüzlü levhalar
bulunan, bir sekiz yüzlü levhadır (Şekil 7.4b). İllit buna bir örnektir. Üçüncü bir grup
olan 2 : 2 killeri aralarında sekizyüzlü levhalar bulunan 2 : 1 tabakalarından oluşur
(Şekil 7.4c). 
Şekil 7.4: Kil
minerallerinin yapısı. (a) Kaolinit, bir 1 : 1 tabakası iki tane düzgün sekiz yüzlü
(dioktahedral) silikat tabakasıdır. (b) İllit, bir 2 : 1 silikat tabakası, iki yanında dört
yüzlü levha bulunan bir sekiz yüzlü levhadan oluşur. (c) Smektit bir 2 : 2 silikat
tabakasıdır, aralarında sekiz yüzlü levha bulunan 2 : 1 tabakalarından oluşur. A
angström ifade eden bir uzunluk birimidir (1A = 10-8 cm) (Kaynak: Taylor ve
Eggleton'dan (2001) alınmıştır).
Daha önce montmorillonit adı verilen smektit buna bir örnek oluşturur. Smektit, illite
benzemekle birlikte, tabakaları daha kalındır ve suyun ve belirli organik maddelerin
kafese girmesini ve dolayısıyla genleşmeyi veya şişmeyi mümkün kılar. Bu durum,
killerde iyon değişimine olanak sağlar.

7.2.1.5. Tuz Kristali Büyümesi

Kıyılarda ve kurak bölgelerde buharlaşma sonucunda tuzlu çözeltilerde kristal gelişimi


gerçekleşir. Kayaların çatlaklarında kristalize olan tuz, basınç yaparak bu açıklıkları
genişletir ve granüler par-çalanmaya yol açar. Bu süreç tuz
ayrışması veya haloklasti olarak bilinir (Wellman ve Wilson 1965). Gözeneklerde
oluşan tuz kristalleri ısındığında veya suya doyduğunda genişler ve gözenek
duvarlarına basınç uygular; bu durum, her ikisi de tuz ayrıştırmasına katkı
sağlayan termal gerilim veya hidrasyon gerilimi üretir.

7.2.2. Kimyasal Ayrışma

Ayrışma, farklı iklim koşullarında ve farklı kaya türleri üzerinde etkili olan birçok
kimyasal reaksiyona bağlı olarak gerçekleşir. Kayaların ufalanmasında altı ana
kimyasal reaksiyon etkili olur: çözülme, hidrasyon, oksidasyon ve redüksiyon,
karbonasyon ve hidroliz.

7.2.2.1. Çözünme

Mineral tuzları çok etkili bir çözücü olan suda çözünebilir. Çözünme olarak (solution
veya dissolution) adlandırılan bu süreç moleküllerin anyonlarına veya katyonlarına
ayrışmasını içerir ve her bir iyon su ile çevrilidir. Kimyasaldan çok, mekânik bir süreç
olmakla birlikte, diğer kimyasal ayrışma süreçleriyle birlikte meydana gelmesi
nedeniyle kimyasal ayrışma ile ilişkilendirilir.

Çözünme, çözelti doyduğunda ve bazı çözünmüş maddeler çökelmeye başladığında


hızla tersine döner. Doygunluk seviyesi çözünebilirlik sınırı olarak tanımlanır ve suda
çözünebilen maddenin miktarını ortaya koyar. Hacim olarak milyonda bir (ppm) veya
litrede miligram (mg/lt) olarak ifade edilir. Çözelti doygun hâle geldikten sonra
çözünme devam edemez. Minerallerin çözünürlükleri farklıdır. En çözünebilir doğal
mineraller kayatuzu veya halit (NaCl) ve potasyum tuzu (KCl) gibi alkali metallerin
klorürleridir. Bunlar sadece çok kurak iklimlerde bulunur. Jips (CaSO4.2H2O) de
yüksek çözünürlüğe sahiptir. Buna karşın, doğada en çok bulunan minerallerden biri
olan kuvarsın çok düşük çözünürlüğü vardır. Birçok mineralin çözünürlüğü pH değeri
olarak ölçülebilen sudaki serbest hidrojen iyonlarının sayısına bağlıdır.

7.2.2.2. Hidrasyon

Hidrasyon kimyasal ve mekânik ayrışma arasında geçiş aşamasıdır. Hidrasyon,


mineraller kenar ve yüzey kısımlarında su moleküllerini absorbe ettiklerinde oluşur
veya basit tuzların kristal kafeslerinde, maddenin kimyasal bileşiminde herhangi bir
değişim olmaksızın gelişir. Örneğin, kalsiyumsülfat (CaSO 4) bileşimindeki anhidrite su
eklenirse jips (CaSO4.2H2O) oluşur. Kristal kafeste bulunan su hacim artışına yol açar
ve bu durum da tabakalar arasındaki jipslerde hidras-yon kıvrımlanmasına yol açar.
Nemli orta enlem iklimlerindeki kahverengimsiden sarımsıya kadar değişen toprak
renkleri, kırmızımsı demir oksit olan hematitin, hidrasyonla pas renkli götite dö-
nüşmesi sonucu meydana gelir. Suyun kil taneler ile tutulması sonucunda da hidrasyon
gerçekleşir ve bu durum da kilin (ıslak olduğunda) şişmesine yol açar. Hidrasyon, su
moleküllerinin, kristal yapıların derin kısımlarına erişmesini sağlayarak diğer ayrışma
süreçlerine yardımcı olur.

7.2.2.3. Oksidasyon ve İndirgenme

Oksidasyon, bir atom veya iyon, bir elektron kaybettiğinde meydana gelir ve pozitif
yükün artmasına veya negatif yükün azalmasına yol açar. Maddeye bu yolla oksijen
eklenir. Suda çözünen oksijen ortamdaki baskın oksitleyici unsurdur. Manganez, sülfür
ve titanyum gibi elementler de oksitlenebilmekle birlikte, oksidasyon başlıca demir
içeren mineralleri etkiler. Suda çözünen oksijen, demir içeren minerallerle temas
ettiğinde aşağıdaki şekilde yazılan reaksiyon meydana gelir:

4Fe2 + 3O2 + 2e S 2Fe2O3 [e = elektron]

Alternatif olarak kayaç oluşturan birçok mineralde oluşan ferro demir (Fe 2+), ferrik
(Fe3+) şekline dönüştürülebilir ve böylece kristal kafesin nötr yükünü bozarak bazen
kafesin çökmesine ve mineralin kimyasal ataklara daha yatkın hâle gelmesine yol açar.

Toprak veya kayaçlar durgun suyla doygun hâle geldiklerinde oksijen açığı oluşur ve
anaerobik bakterilerin yardımıyla redüksiyon (indirgenme) gerçekleşir. İndirgenme
oksidasyonun tersidir ve gleyleşme olarak isimlendirilen değişimlere yol açar. Gley
toprak horizonları genellikle gri renktedir.

Oksidasyon veya indirgenme eğilimi redoks potansiyeli (Eh) ile gösterilir ve milivolt
(mV) birimiyle ölçülür. Pozitif değerler oksitleyici potansiyeli, negatif değerler ise
indirgeyici potansiyeli ifade eder.

7.2.2.4. Karbonasyon

Karbonasyon, karbonik asit tuzlarına (H2CO3) karşılık gelen karbonatların oluşumudur.


Karbondioksit, karbonikasit oluşturacak şekilde doğal sularda çözünür. Tersine
gelişebilen kimyasal tepkime daha sonra karbonik asit oluşturmak için karbondioksiti
suyla birleştirir ve hidrojen ve bikarbonat iyonlarına ayırır. Karbonik asit karbonatları
oluşturmak üzere minerallere saldırır. Karbonasyon, ana mineralin kalsit veya
kalsiyum karbonat (CaCO3) olduğu kalkerli kayaların (kire taşları ve dolomitler)
ayrışmasında hâkim süreçtir. Kalsit, kalsiyum hidrojen karbonatı (Ca(HCO 3)2)
oluşturmak üzere karbonik asitle reaksiyona girer. Bu oluşum kalsitten farklı olarak
suda kolayca çözünür. Bu durum bazı kireçtaşlarının çözünmeye neden bu denli yatkın
olduklarını da açıklamaktadır (s. 393). Karbondioksit, su ve kalsiyum karbonat
arasındaki tersine gelişebilir olan tepkimeler, karmaşıktır. Süreç esas olarak aşağıdaki
şekliyle yazılır:

CaCO3 + H2O + CO2 3 Ca2+ + 2HCO;

Bu formül, havadan gelen çözünmüş hâldeki karbondioksitin suyla hızla tepkimeye


girmesi ve daima iyonik safhada bulunan karbonik asit oluşum süreçlerini
özetlemektedir:

CO2 + H2O 3 H+ + HCO3

Çözünmüş kireçtaşından gelen karbonat iyonları, bikarbonat iyonları üretmek için


hidrojen iyonlarıyla reaksiyona girer:

CO32- + H+ 3 HCO32-

Bu tepkime sistemdeki kimyasal dengeyi bozar; daha fazla kireçtaşı tepkimeyi


dengelemek üzere çözünür ve daha fazla karbondioksit de karbonik asit oluşumunu
arttırmak için suyla tepkimeye girer. Böylece bu süreç, konsantrasyonu yaklaşık 8
mg/l seviyesine kadar çıkarır, fakat hava ve sudaki nispi karbondioksit basıncını (bir
birim hava hacminde karbondioksit miktarının ölçüsü) dengesiz hâle getirir. Sonuç
olarak karbondioksit havadan suya geçmekte ve tepkime zinciri boyunca kireçtaşının
daha fazla çözünmesini sağlamaktadır.

Karbondioksitin suya yayılması önceki tepkimeyle karşılaştırıldığında yavaş bir


süreçtir ve kireçtaşlarının çözünebilme miktarını belirler. Karbonik asit ve kalsit
arasındaki tepkime oranının sıcaklıkla artması, karbondioksitin çözünebilme
dengesinin ise sıcaklıkla azalması ilginç bir du-rumdur. Bu nedenle soğuk iklim
bölgelerinde organizmalar tarafından karbondioksit üretimi düşük hızda olsa da
karbonikasit miktarı yüksek olabilmektedir.

Karbonasyon, feldspat mineralinin hidrolizinde olduğu gibi, birçok mineralin karmaşık


bir şekilde ayrışmasında bir basamak oluşturmaktadır.

7.2.2.5. Çelasyon

Bu işlem, alüminyum, demir ve manganez iyonları başta olmak üzere, metal iyonların,
katı maddelerden fulvik veya humik asitler gibi organik asitlere bağlanarak taşınması
ve böylece çözünebilir organik madde ve metal komplekslerin oluşum sürecidir.
Çelasyona kısmen bitkilerin bozunma ürünleri, kısmen de bitki köklerinin salgıları yol
açar. Çelasyon, kimyasal ayrışmaya katkıda bulunarak toprak veya kayaçlardaki
metallerin taşınmasına yardımcı olur.

7.2.3. Biyolojik Ayrışma

Bazı organizmalar kayaları mekânik veya kimyasal olarak ya da her iki şekilde
aşındırırlar. Tabaka düzlemlerinde ve eklemlerde gelişen bitkiler ve özellikle ağaç
kökleri bir biyomekanik etkiye sahiptir; büyüdükçe kayaçların kırıklarına basınç
yaparlar (Şekil 7.5.). Ölü likenler kayaç yüzeylerinde koyu renkli bir katman
bırakırlar. Bu koyu lekeler çevresindeki açık renkli kısımlardan daha fazla termal
radyasyonu absorbe eder ve böylece termal ayrışmayı hızlandırırlar. Genellikle kaya
dikliklerindeki kuş yuvalarının alt kısımlarında bulunan soluk renkli dışkıdan oluşan
kabuk, solar radyasyonu yansıtır ve dar alanda ısınmayı azaltarak kayaların direncini
düşürür. Kıyılarda deniz canlıları kayaları deler ve kazırlar (ör. Yatsu 1988, 285-397;
Spencer, 1988; Trenhaile, 1987). Bu süreç özellikle tropikal kireçtaşlarında etkilidir.
Delici organizmaları çift kabuklu yumuşakçalar (bivalvia) ve klinoid süngerler
oluşturur. Buna bir örnek mavi midyedir (Mytilus edulis). Kazıyıcı organizmaları ise
kayaç yüzeyini aşındıran ekinoidler, kitonlar ve gastropodlar oluşturur. Buna Batı Hint
deniz kabuklusu olan otobur gastropod (Cittarium pica) örnek olarak verilebilir.
Şekil 7.5: Ağacın ve ağaç köklerinin gelişimi sonucu anakaya üzerinde yaptığı
biyolojik ayrıştırma sonucu gelişen çatlaklar (Fotoğrafın
kaynağı: http://bunkrapp.com).
Bazı durumlarda bakteriler, deniz yosunları, mantarlar ve likenler kayalardaki
mineralleri kimyasal yolla ayrıştırabilirler. Süngerler (Cliona celata) kalkerli kayaları
delmek için az miktarda asit salgılar. Bu biyolojik erozyonla kayaçtaki mineraller
ortadan kaldırılabilir. Güney Tunus'un kurak kesimlerinde ayrışma, daha fazla neme
sahip olan alçak (çukurlar ve tavalar) kesimlerde ve alglerin kireçtaşlarını delme,
kavlatma (koparma) ve kimyasal aşındırma suretiyle aşındırdığı sahalarda fazladır
(Smith vd., 2000).

İnsanlar taş ocağı, maden, kara ve demir yolu açmaları ile anakayanın yüzeylenmesine
neden olmuşlardır. Dahası patlayıcı maddelerle toprağın dokusunu bozmuşlar ve
kentsel alanlarda toprak katmanını beton ve asfalt tabakası altına hapsetmişlerdir.
Tarım uygulamaları ile birçok bölgede toprak ve ayrışma süreçleri değişme uğramıştır.

7.3. Ayrışma Ürünleri: Regolit ve Topraklar


Ayrışma ürünlerinin farklı olduğu iki temel ayrışma ortamı vardır: ayrışmanın sınırlı
olduğu ortamlar ve taşınmanın sınırlı olduğu ortamlar. Ayrışmanın sınırlı olduğu
ortamlarda, taşınma süreçlerinin hızı ayrışma süreçlerinin hızından fazladır.
Dolayısıyla ayrışma ile oluşan madde ortamdan taşınır ve regolit veya toprak gelişimi
gerçekleşemez. Yüzey şekillerinin yapısı büyük ölçüde kayaçların bileşimi ve yapısı
ile belirlenir. Taşınmanın sınırlı olduğu ortamlarda ise ayrışma hızı taşınma hızından
daha fazladır, böylece regolit veya toprak gelişimi gerçekleşebilir. Bu sahalarda kütle
hareketleri yüzey şekilleri üzerinde belirleyicidir. Ayrışmayla açığa çıkan materyaller
ayrışmaya devam ederler. Bu bölümde taşınmanın sınırlı olduğu ortamlardaki ayrışma
ürünleri, bir sonraki bölümde ise ayrışmanın sınırlı olduğu ortamlardaki ayrışma
ürünleri ele alınacaktır.

7.3.1. Regolit
Ayrışma mantosu veya regolit, ayrışmamış veya bozunmamış anakayanın üzerindeki
ayrışmış maddenin tamamıdır (Ehlen, 2005). Regolit ayrışmamış anakaya parçalarını
içerebilir. Genellikle ayrışmış manto veya kabuk gözle görülebilen horizonlardan
oluşur ki buna ayrışma profili denir (Şekil 7.6). Ana kaya ile ayrışmış kaya arasındaki
sınıra ayrışma cephesi denir. Ayrışma cephesinin hemen üzerinde bulunan ve
ayrışmanın ilk aşamasını temsil eden tabakaya ayrışmış kaya (saprock) dendiği de
olur. Ayrışmış kaya üzerinde ondan daha fazla bozunmuş olan ve anakayaya ait
yapıların kalıntılarını da içeren saprolit denilen kısım bulunur. Saprolit oluştuğu yeri
muhafaza eder, yani kütle hareketleri veya diğer aşındırıcı etkenlerle yapısı
bozulmamıştır. Derin ayrışma profilleri olan ayrışmış kaya ve saprolit tropik
bölgelerde yaygındır. Saprolit üzerinde bulunan ve ayrışmanın ilerlediği ve ana kayaç
yapısının ortadan kalktığı kısım için kesin bir tanım bulunmamakla birlikte "hareketli
zon", "dokusuz zon", "kalıntı" ve "pedolit" gibi terimler kullanılmaktadır (bk. Taylor
ve Eggleton 2001, 160).

Ayrışma ile farklı örtü mantoları gelişebilir. Örneğin yüzeylenmiş anakaya üzerinde
donmanın yoğun olması nedeniyle blok denizi (felsenmeer) ve taşlık araziler olarak
bilinen bloktarlaları oluşur. Bloklu alanlarda kaba ve köşeli kaya parçaları geniş
alanlar kaplar. Bunlar tipik olarak orta ve yüksek enlemlerdeki platoların yanı sıra,
kutup ve kutupaltı çöllerinin bulunduğu alanlarda meydana gelir. 35°den daha eğimli
alanlarda blok akıntıları (blockstreams) oluşur. Buna bir örnek olarak Falkland
Adalarındaki "taş akmaları" verilebilir. Cairngorms'ta (İskoçya) olduğu gibi bazı
bloklu sahalar da son buzul örtüsü ilerleyişine tarihlen- dirilen kalıntı alanlardır. Talus
veya döküntü yamaçları ve talus konileri ayrışmayla bozunan ve dik kaya
yüzeylerinden düşen blok parçalarının birikmesiyle meydana gelir (Şekil 7.7a). Moloz
konileri, moloz akıntıları ile taşınan maddelerin birikmesiyle oluşur (Şekil 7.7b)
Şekil 7.6: Granitte tipik ayrışma profili. Ayrışma cephesi, ayrışmamış anakayayı
regolitten ayırır.
Regolit ise ayrışmış kaya, saprolit ve mobil (hareketli) zon olmak üzere kısımlara
ayrılır.

7.3.2. Sertkabuk ve Hardpanlar

Bazı koşullar altında, çözünmüş maddeler ayrışma mantosu içinde veya üzerinde
çökerek sertkabuk (duricrust), hardpan ve plintit denilen oluşukları meydana getirirler.
Sertkabuklar dirençli bir kayaç tabakası oluşturmaları ve tepeleri takke şeklinde
örtmeleri nedeniyle yer şekli oluşumunda öneme sahiptir. Bunlar sert yumrular
(nodüller) ve kabuklar ya da sert tabakalardan oluşur. Başlıca tiplerini demir
bakımından zengin olan demirli kabuk (ferricrete), kalsiyum karbonatça zengin olan
kalkerli kabuk veya kaliş (calcrete), silika bakımından zengin silisli kabuk (silcrete),
alüminyum bakımından zengin olan alüminyumlu kabuk (alcrete), jips bakımından
zengin jipsli kabuk (gypcrete), magnezit bakımından zengin olan magnezitli kabuk
(magnecrete) ve mangan bakımından zengin olan manganlı kabuk (manganocrete)
oluşturur.
Şekil 7.7: Talus ve
moloz konilerine örnek (Fotoğrafların kaynağı: Neil F. Humphrey)
Demirli ve alüminyumlu kabuklar, ayrışmanın derine ulaştığı ayrışma profillerinde gö-
rülürler. Nemli ve yarı nemli tropikal bölgelerde oluşurlar. Alüminyumlu kabuklar bu
bölgelerin kurak olan kısımlarında gözlenir.

Laterit, demir ve alüminyumca zengin olan ayrışma çökellerini tarif etmek için
kullanılan bir terimdir. Boksit ise alüminyum bakımından yeterince zengin, ekonomik
açıdan öneme sahip bir ayrışma ürünüdür.

Silisli kabuk, genellikle %95'ten fazla silika içerir. Nemli ve kurak tropikal bölgelerde,
özellikle Avustralya'nın iç kesimlerinde, Afrika'nın kuzey ve güneyi ile Avrupa'nın
bazı kısımlarında, bazen demirli kabuk ile aynı ayrışma profillerinde oluşur. Daha
kurak bölgelerde ise kalkerli kabuk ile birlikte bulunur.

Kalkerli kabuk, yaklaşık %80 oranında kalsiyum karbonattan oluşur. Genellikle yıllık
orta-lama yağış miktarının 200 ile 600 mm arasında olduğu sahalarda bulunur ve
yeryüzündeki yarı kurak bölgelerin büyük kısmında, yeryüzünün ise %13'lük kısmında
yayılış gösterir.
Jipsli kabuk, sulu kalsiyum sülfattan oluşur. Çoğunlukla yıllık ortalama 250 mm'nin
altında yağış alan kurak bölgelerde oluşur. Bu kabuk kırıntılı sedimanlar arasında
gelişen ve tane yü-zeylerini kaplayan veya yerlerini değiştiren jips kristalleri
tarafından oluşturulur.

Magnezyumlu kabuk, magnezitten oluşan ve nadir görülen bir sert kabuktur. Manganlı
ka-buk ise manganez-oksitten oluşan, çimentolayıcı materyal içeren bir tür
sertkabuktur. Hardpanlar ve plintitler de sert tabakalar olup çöl verniklerinden farklı
olarak bir spesifik element bakımından zenginleşme göstermezler.

Çöl vernikleri genellikle içinde bulundukları maddelerden daha sert ve erozyona karşı
daha dayanıklıdır. Yeryüzü şekillerini denüdasyon etmenlerinden bir zırh gibi korurlar.
Yüzey ve yeraltı sularının toplandığı alçak ve düz alanlarda gelişen sertkabuklar,
birleşen suların derine kazmasını geciktirir ve böylece çevredeki yüksek bölgelerin
vadi tabanına göre daha hızlı aşınması nedeniyle rölyef terselmesinde yol açarlar.
Rölyef terselmesinde; Regolitteki dirençli unsurları meydana getiren jeomorfik
süreçler rölyef terselmesine neden olabilir. Rölyef terselmesinde genellikle
sertkabuklar belirleyicidir. Demirli kabuk içeren eski vadi tabanları erozyona karşı
dayanıklı olmaları nedeniyle, zamanla tepelik kısımlara dönüşebilir (Şekil 7.8).
Alüvyon dahi rölyef terselmesine yol açabilmektedir (Mills, 1990). ABD'nin doğu
kesimlerinde, Appalaş Dağları'ndaki vadi tabanları bir metreden büyük çaptaki
kuvarsit parçalarıyla kaplanmakta, bu büyük bloklar vadi tabanını erozyondan
korumaktadır. Bu nedenle vadinin yan kısımları aşındıkça kalın saprolitleri örten bu
bloklar sırtlara dönüşmektedir. 

Şekil
7.8: Sertkabuk oluşumuna bağlı rölyef terselmesinin gelişimi (Kaynak: Hugget, 2011).
7.4. Ayrışma Ürünleri: Yerşekilleri
Yeryüzünün birçok kesiminde çıplak kaya yüzeyleri görülür. Kayanın yüzeylenmesi
anakayadaki seçici ayrışma ile ayrışma molozunun yamaç süreçleri ile taşınmasından
kaynaklanır. Ayrışmanın sınırlı olduğu ortamlarda çıplak kaya ile ilişkili iki tip
yerşekli vardır: (1) büyük ölçekli yarlar ve sütunlar ile (2) küçük ölçekli kaya
çukurları, tafoni ve balpeteği şekilleri.
7.4.1. Yarlar ve Sütunlar

Yarlar ve sarp kayalıklar kireçtaşları, gre ve kumtaşları gibi çeşitli kaya tipleri
üzerinde oluşur. Kumtaşı üzerinde oluşanlara bakıldığında (Robinson ve Williams
1994), bunlar derin vadiler ve platoların kenar kısımları başta olmak üzere, sıkı
çimentolu kumtaşları üzerinde oluşurlar. Bireysel kayaç sütunları da bu gibi alanlarda
yaygındır. Yeryüzü genelinde kumtaşı yarları ve sütunları, kumtaşları üzerinde gelişen
özgün şekillerdir. Kurak alanlarda dikkat çekmekle birlikte, İngiltere gibi daha nemli
bölgelerde bitki örtüsü altında kalırlar. İngiltere'nin güneydoğu kısmında yer alan
Ardingly Kumtaşı'nda oluşan yarlar, yoğun ağaçlık alan altında bulunur. Bu yarların
birçoğu genişlemiş düşey eklemlerle parçalanmış ve bu yolla açık çukurluklar ve
patikalar oluşmuştur. Britanya'da bu gibi genişlemiş eklemlere madencilerin deyimiyle
gull veya went denmektedir. Bazı kesimlerde bunlar, patikalar içinde yürünmesi
mümkün olan labirentlere dönüşürler.

Birçok kumtaşı yarı, sütunu ve iri bloku kendi tabanlarına doğru alttan oyulur. İri kaya
blokları ve sütunlar olması durumunda, alt kısmını aşındırma işlemi; mantar veya
tünemiş kayaları üretir. Alttan oyulmaya neden olan süreçler; (1) daha yumuşak veya
daha az çabayla ayrışan kayaç bantlarının varlığı; (2) rüzgârla üfürülen kumun
abrazyonu; (3) yar tabanında toprak kaplı molozdan kılcal (kapiler) etkiyle yükselen
tuzların getirdiği ayrışma; (4) topraktan veya molozdan yükselen nem ile kumtaşında
yoğun kök gelişimi ve (5) yeraltı ayrışmasının yamaç eteği alçalmasına öncülük
etmesini içerir.

7.4.2. Kaya Çukurları, Tafoniler ve Balpetekleri

Hemen hemen yüzeylenen tüm kayaların yüzeyleri ayrışma nedeniyle pürüzlü hâle
gelir. Farklı iklimlerde ve farklı kayaç türleri üzerinde kaval benzeri, oluklar ve kovuk
gibi şekillere yaygın olarak rastlanmaktadır. Bu şekiller kaya yüzeylerinin çıplak
olduğu kurak ve yarı kurak ortamlarda daha belirgindir. En çok kireçtaşları üzerinde
gelişmekle birlikte, granit gibi kayalar üzerinde de bulunabilirler.

Çeşitli şekillerde olan, kavallar, oluklar (rill), kanalcıklar ve yivler farklı ortam ve
kayaç türleri üzerinde oluşur ve düzenli bir dağılış deseni meydana getirirler.
Oluklarda derinlik 5-30 cm, genişlik 22-100 cm arasında olabilir. Bu şekillerin
gelişimi kireçtaşları üzerinde daha dikkat çekicidir. Ayrışma çukuru veya gnamma
olarak da isimlendirilen kaya çukurları (kaya havzaları), kapalı, dairesel veya oval
şekilli çukurlar olup genişlikleri birkaç santimetreden birkaç metreye kadar değişir.
Düz veya hafif eğimli kireçtaşı, bazalt, gnays veya diğer kaya yüzeylerinde oluşurlar
(Şekil 7.9).
Şekil 7.9: Ben
Avon'da (Doğu Cairngorms, iskoçya) Clach Bhân üzerinde ayrışma çukurları 
(Fotoğraf Adnan M. Hall'dan alınmıştır).

Genellikle düz bir tabana sahip, dik kenarlı, bazıları tabak şeklinde olan bu kaya
çukurlarının derinliği 1 metre veya daha azdır. Kenar kısımları eğimli olan çukurların
üst yamacında çıkıntılar, dip kısımda ise yanlara doğru girintiler bulunabilir. Çukur
içinde toplanan yağmur suyunun taşmasıyla gedikler oluşur ve bu gediklerin
derinleşmesi ile çukurun içi sürekli olarak drene edilir. Kaya çukurlarının oluşumu,
yağmur suları veya kar erimesi ile açığa çıkan suların biriktiği küçük çukurların
oluşumu ile başlar. Çukurun çevresindeki yüzeyler kuru iken iç kısmı nemlidir. Hatta
içinde uzun süre varlığını koruyan küçük bir havuz oluşur ve bu su ayrışmanın hız
kazanmasına yol açar. Sonuç olarak kaya havuzu genişler ve derinleşir. Kaya havuzları
genişledikçe birbirine yaklaşır ve birleşirler. Çözünme havuzları (tavalar, ayrışma
havzaları, düz tabanlı kaya havuzu) ise kalkerli kayaları kesen kıyı platformları
üzerinde oluşurlar. Bu çeşitli ayrışma çukurlarının oluşumunun başlangıcı bir pozitif
geri bildirimi içerir, çukur içinde gittikçe daha fazla nem birikimi olacağı için
genişleme de gittikçe artacaktır.

Tafoni (tekili tafone) kaya yüzeyinde çukur veya kovuk şeklinde oluşmuş büyük


ayrışma şekilleridir, bu terim orijinal olarak Korsika Adasındaki granit içine kazılan
çukurları tanımlamak için kullanılmıştır. Bunlar genellikle dikey veya dikeye yakın
eğime sahip kaya yüzeylerinde oluşurlar. 0,1 metreye kadar küçük olabildikleri gibi,
birkaç metre yükseklikte, genişlikte ve derinlikte de olabilirler. Yay şekilli girişleri,
içbükey duvarları, bazı durumlarda, özellikle de dış kısmı sertleşmiş (yani minerallerin
yüzeyde tekrar birikmesi ile yüzeyi sertleşmiş) olanlarında sarkma görüntüsü oluşturan
örtüler vardır. Düz ve hafifçe eğimli olabilen tafonilerin tabanlarında ayrışma enkazı
bulunur. Bazı tafoni şekilleri bloklar veya kaya dilimlerini düz bir şekilde yuvarlak
kuyular veya pencereler oluşturacak şekilde keserler (Şekil 7.10). Tafoni oluşumu
karmaşıktır. Tuz etkisi en çok desteklenen süreç olmakla birlikte, araştırmacılar tuzun
seçici bir kimyasal etkiyi arttırdığı ve büyüyen tuz kristallerinin kayanın tanelerini
fiziksel olarak ayrıştırdığı düşüncesi konusunda fikir birliğinde değillerdir.

Şekil 7.10: Korsika'da granit blok üzerinde büyük bir tafoni (Fotoğraf Heather
Viles'tan alınmıştır).
Belirtilen her iki süreç de etkili olabilmekle birlikte, tüm tafonilerde önemli miktarda
tuz bulunmayabilir. Oluşumu sonrasında tafoni yüzey sularının etkisine karşı korunaklı
hâle gelir ve tuzun birikeceği ve sonrasında tuz ayrıştırmasının gerçekleşeceği bir
merkeze dönüşebilir. Dıştaki koruyucu sert kabuğun daha zayıf geliştiği kısımlar
kimyasal etkiye daha fazla maruz kalır. Mevcut deliller blokların çekirdek kısımlarının
yüzeyden daha hızlı ayrıştığını, bunun da ayrışma çukurlarının seçici olarak
gelişmesine katkıda bulunduğunu göstermektedir. Tafoni oluşumu kıyı ortamlarında
yaygın olmakla birlikte, kurak ortamlarda da bulunmaktadır. Bazıları kalık şekiller
hâlinde de olabilir.

Balpeteği ayrışması, genişliği ve derinliği birkaç santimetreyi geçmeyen, iç içe


gelişmiş bir düzen oluşturan, dar duvarlarla birbirinden ayrılan ve balpeteğine
benzeyen sayısız ayrışma çukurları veya alveoli tanımlamak için kullanılan bir
terimdir (Şekil 7.11). Bunlar genellikle tafoninin küçük ölçekli türleri olarak
düşünülür. Alveolar ayrışma, kaya kafesi ve kaya deseni terimleri eş anlamlı
sözcüklerdir. Balpeteği ayrışması tuzun var olduğu ve ıslanma ve kuruma döngülerinin
yaygın olarak yaşandığı yarı kurak ortamlarda ve kıyılarda belirgindir. Weston-super-
Mare (Avon, İngiltere) kıyılarındaki kıyı savunma duvarlarının korniş taşlarında
balpeteği ayrışması üzerinde yapılan bir çalışma bu oluşumların gelişim aşamalarını
ortaya koymuştur (Mottershead 1994). Bu kıyı yapılarının inşası 1888'de
tamamlanmıştır. Duvarların ana gövdesi forest of dean taşı (alt karbonifer pennant
kumtaşı) ile örtülmüş olan karbonifer kireçtaşın- dan oluşturulmuştur. Kornişler
üzerinde dokuz ayrışma evresi ayırt edilebilmektedir (Tablo 7.2). Orijinal yüzeydeki
maksimum aşınma en az 110 mm olup bu hız yılda minimum 1 mm ayrışma hızına
karşılık gelmektedir.

Şekil 7.11: Coos Körfezi yakınlarında kumtaşında alveol oluşumu (Sunset Körfezi,
State Park,
 Oregon, ABD) (Fotoğraf Marli Miller'dan alınmıştır).
7.4.3. Eklemler ve Ayrışma

Tüm kayalar belli bir oranda kırık içerir. Bu kırıklar çeşitli türde olup kayaları kübik
veya dikdörtgen bloklara ayırırlar. Kayalardaki eklemler, ayrışma kanalları ve erozyon
için zayıf kısımlar oluşturmaktadır. Bir eklem setinin jeomorfik önemi, eklemlerin
açıklığı, yapısı ve aralıklı olma özelliğinin yanında, kaya kütlesinin diğer fiziksel
özelliklerine bağlıdır. sızdığı çok sayıda kanal kayanın parçalanmasını hızlandırır.
Eğer akarsular yataklarını derine kazabilir ve ayrışma ürünlerini ortamdan
uzaklaştırabilirse alçak rölyefli bir düzlük oluşturabilir. Bu durum Kuzey
Avustralya'daki Eyre Yarımadası'nda görüldüğü gibi birçok eski kıta kalkanında söz
konusudur. Granitler, aralıkları 1-3 metre arasında olan orta derecede yoğunlukta
kırıklar içermesi durumunda bile, yeterli zaman olduğunda tamamen ayrışmaya maruz
kalır. Bu ayrışma sürecinde, kırıklar boyunca sızan, ardından mika ve feldispat
minerallerinin ayrışması sonucu oluşan boşlukları izleyerek kırıklar arasından kaya
bloklarına ulaşan suyun etkisi vardır.
Tablo 7.2: Weston-super-Mare
(Avon, İngiltere) kıyılarında kıyı savunma duvarlarında
 balpeteği ayrışması evreleri (Kaynak: Mottershead'den (1994) uyarlanmıştır).
Orta derecede eklem içeren granitlerin ayrışmasıyla bazı özel yerşekilleri oluşur (Şekil
7.12). Eklemlerle sınırlanmış bloklarda ayrışma en hızlı şekilde blokların köşe
kısımlarında gerçekleşirken kenar kısımlarında orta, ayrışma yüzeylerinde ise en yavaş
tempoda olur. Bu seçici veya diferansiyel ayrışma, köşeli blokların zamanla
yuvarlanmasına yol açar ve böylece ayrışmış kayanın kuşattığı yuvarlak çekirdekler
veya çekirdektaşlar (corestones) oluşur. Ayrışmış kaya veya grüs kolaylıkla aşınır ve
taşındığında geride birçok granit sahasında karakteristik olarak görülen yuvarlanmış
bloklardan müteşekkil bir yığın bırakır. Eklemler boyunca ayrışma ve ayrışan
unsurların taşınması diorit ve gabro gibi diğer plütonik kayalarda da benzer şekilde
gelişirken, kumtaşı ve kireçtaşlarında daha nadir görülür. Bu süreç farklı kırık
sistemlerine sahip, iyi klivaj veya dilinime sahip gnays gibi kayalarda da söz
konusudur. Fakat bu tip kayalarda bloklar yerine, tövbetaşı (penitent rocks),
keşiştaşları (monktaşları) veya mezartaşları olarak bilinen kaya dilimleri oluşur (Şekil
7.13).

Granit ayrışması sonucu oluşan bir diğer şekil adatepelerin (ada dağların) kenarlarında
uzanan anakaya platformlarıdır. Bu platformların kimyasal ayrışmayla oluştukları
görülmektedir (s. 440). Adatepeler üç şekilde bulunurlar: domtepeler (bornhardt)
(Şekil 7.14); bağımsız bloklardan oluşan nubbin veya tepecikler (Şekil 7.15) ve küçük
ve köşeli kaletepeler (castle koppies). Nubbinler ve köşeli kaletepelerin daha önce var
olan dom şekilli tepelerden türedikleri düşünülmektedir. Bunlar çok az eklem içeren
granit ve gnays gibi masif kayaların yanı sıra, dasit gibi silisli volkanik kayalarda,
kumtaşlarında (Uluru gibi) ve Avustralya'da Alice Kaynakları yakınlarında ve Olgas
karmaşığında olduğu gibi konglomeralar üzerinde de görülebilmektedir. Bu tepeler
kireçtaşı karstında gelişen kule karstının eşleniğidir. Bunların çoğu, adatepelerde
olduğu gibi, genellikle aynı kayadan oluşan düzlüklerle dokanak hâlinde bulunurlar ve
yamacın ani eğim kırığına karşılık gelen kısmı dağeteği düzlüğü (piedmont) açısı
olarak tanımlanır.
Şekil 7.12:
Eklemli kayaçların ayrışmasının iki aşaması. (a) Yüzey altı ayrışması temel olarak 
eklemler boyunca gerçekleşir ve ayrışmış granit (grüs) ile kuşatılmış çekirdektaşlar
(corestones) oluşur. (b) Ayrışmış granitin aşınması sonucu geriye bloklar kalır.
(Kaynak: Twidale ve Campbell'den (2005) alınmıştır).
Şekil 7.13: Devils Postpile'de (Kaliforniya,
ABD) bazalt sütunlarında mezar taşları, (Fotoğraf  TonyWaltham'ın Geophotos
Arşivi'nden alınmıştır).

Şekil 7.14: Farklı ayrışmayla oluşan domtepe granit bloğu (Minas Gerais,
Brezilya) (FotoğrafTonyWaltham'ın Geophotos Arşivi'nden alınmıştır).
Şekil 7.15: Masif kumtaşında nubbin ayrışmasıyla oluşan kalıntılar (Hammersley
Ranges, Pilbara, Batı Avustralya) (Fotoğraf Tony Waltham'in Geophotos Arşivi'nden
alınmıştır).
Domtepe oluşumu konusunda bir diğer olası açıklama, yamaç dikliğinin uzun mesafeli
olarak gerilemesidir. Diğer bir alternatif açıklama ise iki aşamalı ayrışma sürecinde
olduğu gibi, granit bloklarının derine ayrışması ve ayrışan enkazın sıyrılması şeklinde
olan iki evreli bir oluşum sürecidir. Granit masiflerinde kırık yoğunluğunun fazla ve az
olduğu kısımlar bulunmaktadır. İlk aşamada kırıkların fazla olduğu kısımlarda ayrışma
daha etkiliyken daha az kırıklı olan kısımlar kuru kalır ve aşınmaya karşı direnç
gösterir. İkinci aşamada daha fazla ayrışmış olan yoğun kırıklı alandaki ayrışma enkazı
aşındırılır. Bu teori Avustralya'nın batı kesiminde, Kellerberrin kasabasının güneyinde
bulunan Tuz Nehri Vadisi yakınlarındaki domtepelerin oluşumlarına uygun
görünmektedir (Twidale vd. 1999). Bu tepeler, derinde Kretase ve Erken Mesozoyik
regolitlerinin temeline sokulan bir anakaya olarak oluşumuna başlamıştır. Daha sonra
bunlar Tuz Nehrinin yatağında meydana gelen gençleşme ve nehrin kollarının regoliti
ortamdan süpürmesi yüzünden Erken Senozoyik sırasında tekrar yüzeylenmiştir. 
Şekil 7.16: Domtepelerden (bornhardt) (a) nubbin ve (b) köşeli kaletepelerin oluşumu.
Kaynak: Twidale ve Campbell'den (2005, 137) alınmıştır.
Torlar da muhtemelen domtepelere benzer şekilde oluşurlar (Şekil 7.16.). Tor oluşumu
kristalen kayalar üzerinde yaygın olmakla birlikte, kuvarsit ve bazı kumtaşları gibi
diğer dirençli kaya tipleri üzerinde de görülebilir. Bazı jeomorfologlara göre tor
oluşumu için derine ayrışma ön koşuldur. Onlar, eklemler boyunca etkili olan yoğun
kimyasal ayrışma sürecinin ardından, ayrışma materyalinin sıyrıldığı ve erozyonla
ortadan kaldırıldığı düşüncesindedirler. Bazı jeomorfologlar ise torların derine ayrışma
olmadan da gelişebileceğine ve oluşumlarında farklı dirençteki kayalar üzerindeki
ayrışma ve aşınmanın etkili olduğuna inanırlar.

7.5. Ayrışma ve İklim


Ayrışma süreçleri ve ayrışma kabukları yerden yere farklılık gösterir. Bu mekânsal
farklılıklar başta kaya türü, iklim, topoğrafya, organizmalar ve ayrışmış yüzeyin yaşı
olmak üzere bir dizi etkenin etkileşiminden kaynaklanır. İklim kimyasal, mekânik ve
biyolojik ayrışma hızlarının saptanmasında en önemli etkendir. Sıcaklık ayrışma hızını
etkilemekle birlikte, ayrışma türü üzerinde nadiren etkili olur. Kabaca bir örnek
vermek gerekirse Jacobus Hendricus van't Hoff tarafından 1884 yılında keşfedildiği
üzere, sıcaklıkta 10°C'lik bir artış bilhassa yavaş gerçekleşen kimyasal tepkimeleri ve
bazı biyolojik reaksiyonları iki üç kat kadar hızlandırmaktadır. 
Şekil 7.17: Louis Peltier'in kimyasal ve mekânik ayrışma hızlarını sıcaklık ve yağış
ile ilişkilendirdiği şeması. Bu klasik bir diyagram olmakla birlikte, Peltier'in mekânik
ayrışmayı donma-erime işlemiyle ilişkilendirdiğine ve termal ayrışmayı ve tuz
ayrışmasını göz ardı ettiğine dikkat ediniz (Kaynak: Peltier'den (1950) uyarlanmıştır).
Regolit içinde suyun depolanması ve hareketi, ayrışma hızlarının tespitinde çok etkili
bir faktördür ve diğer tüm faktörlerin etkilerini de kısmen birleştirir. Louis Peltier
(1950) kimyasal ve mekânik ayrışma hızlarını ele almış ve bunların sıcaklık ve yağış
koşulları ile yönlendirildiğini belirtmiştir (Şekil 7.17.). Kimyasal ayrışmanın
yoğunluğu nem varlığına ve yüksek hava sıcaklıklarına bağlıdır. Bu tür ayrışma, suyun
az olduğu kurak bölgelerde ve sıcaklıkların düşük ve suyun az olduğu (yıl boyunca
donmuş hâlde olması nedeniyle) soğuk bölgelerde en düşük oranda gerçekleşir.
mekânik ayrışma suyun varlığına bağlı olmakla birlikte, donma ve çözülmenin
ardalandığı bölgelerde çok etkilidir. Bu nedenle mekânik ayrışma, sıcaklığın donmayı
engelleyecek kadar yüksek olduğu ve suyun nadiren donabildiği bölgelerde en zayıftır.

7.5.1. Yıkanma Rejimleri

Regolitteki su bütçesini belirleyen iklim ve diğer faktörler (ve bir ayrışma profilinin iç
mikroiklimi) ayrışmayla ve yeni oluşum ile ortaya çıkan killerin oluşması için oldukça
önemlidir. Regolitte oluşan ikincil kil minerallerinin türünü başlıca iki etken belirler:
(1) kayalardaki birincil (primer) minerallerin çözünme hızı ve çözeltinin suyla
yıkanma hızı arasındaki denge ve (2) dörtyüzlü (tetrahedral) tabakalar oluşturan silisin
yıkanma hızı ile silisten oluşan kristalen tabakalar arasındaki boşluklara giren
katyonların yıkanma hızı arasındaki denge. Açıkçası regolitin yıkanma rejimi, uzun
mesafelerde ayrışma ürünlerine birbirini etkileme fırsatı tanıdığı için bu dengeler
açısından büyük öneme sahiptir.

Zayıf, orta ve yoğun yıkanma nedeniyle farklı tipte ikincil kil mineralleri oluşur (ör.
Pedro 1979):

1. Zayıf yıkanma durumunda silis ve katyonlar arasında yaklaşık bir denge


kurulur. Bu koşullar altında bisiallitleşme veya smektitleşme meydana gelir ve
smektit gibi 2 : 2 killeri ve 2 : 1 killeri oluşur.

2. Orta dereceli yıkanma sonucunda regolitten katyonlar ayrılır ve geriye fazla


silis kalır. Bu koşullar altında monosiallitleşme veya kaolin- leşme süreçleri
yaşanır ve kaolinit ve götit gibi 1 : 1 killeri oluşur.

3. Yoğun yıkanma sonucunda geriye regolitten uzaklaştırılamayan çok az baz


kalır ve hidroliz çok etkilidir. Bisiallitleşme ve monosiallitleşme ise kısmen
gelişir. Bu koşullar altında allitleşme denilen süreç (bu süreç, solüviasyon,
ferallitleşme, lateritleşme ve latosolleşme olarak da isimlendirilir) meydana
gelir ve jibsit gibi alüminyum hidroksitler oluşur.

Organik asitlerce zenginleşen toprak suyu, yıkanma rejimi ile kil mineralleri ilişkisini
karmaşıklaştırır. Organik asit bakımından zengin sular çelüviyasyona yol açar.
Topraklarda podzolleşme ile ilişkili olan bu süreç, silise oranla alüminyum
bileşiklerinin yıkanmasına, alkali topraklar ve alkali katyonların oluşumuna yol açar.

7.5.2. Ayrışma Desenleri (Paternleri)

Regolitin yıkanma rejimi kil minerallerinin yeni oluşumu üzerinde güçlü bir etkiye
sahip olduğundan, farklı iklim bölgelerinde farklı ayrışma tipleri ve ayrışma
kabuklarının oluşması şaşırtıcı değildir.

Çoğu araştırmacı ayrışmada bölgesel desenleri belirlemeye çalışmıştır (ör.


Chernyakhovsky vd. 1976; Duchaufour 1982). Georges Pedro'nun çalışmasının
kapsamını genişleten bir araştırmada altı ayrışma kuşağı belirlenmiştir (Şekil 7.18.)
(Thomas 1994):

Şekil 7.18: Dünyadaki başlıca ayrışma kuşakları (Kaynak: Thomas'tan (1974, 5)


uyarlanmıştır).

1. Allitleşme kuşağı: Nemli tropiklerin kuvvetli yıkanma rejimlerine karşılık gelir


ve Amazon, Kongo ve Güneydoğu Asya havyalarının tropikal yağmur
ormanlarında görülür.

2. Kaolinleşme kuşağı: Mevsimsel tropiklerin mevsimsel yıkanma rejimine


karşılık gelir ve bitki örtüsü savandır.

3. Smektitleşme kuşağı: Yıkanmanın nispeten zayıf olduğu ve smektit oluşumuna


izin veren subtropikal ve tropik dışı (ılıman) bölgelere karşılık gelir.

4. Zayıf kimyasal ayrışma kuşağı: Çok sıcak ve soğuk çöllerin merkezinde


bulunan aşırı kurak alanlarla sınırlıdır.

5. Podzolleşme kuşağı: Boreal iklim bölgesine karşılık gelir.

6. Buz örtüsü kuşağı: Buzul örtülerinin varlığına bağlı olarak ayrışmanın az çok
duraksadığı alanlardır.

İlk beş kuşağın her birinde topoğrafyanın, anakayanın ve diğer yerel faktörlerin
etkisine bağlı olarak sınırlı ölçüde farklılıklar söz konusudur. Örneğin, podzolleşme
nemli tropikal iklimlerde kumlu anakaya üzerinde oluşur.

7.5.3. Yerel Faktörlerin Etkileri

Geniş alanlı ayrışma bölgelerinde anakaya, topoğrafya, bitki örtüsü gibi yerel faktörler
ayrışma üzerinde önemli rol oynar ve iklimin denetlediği ayrışma süreçlerini önemli
ölçüde değiştirebilir. Bu açıdan toprak drenajını etkileyen yerel faktörler daha
önemlidir. Örneğin ılıman iklimlerde çözünebilir organik asitler ve kuvvetli asitli
koşullar ayrışmayı hızlandırırken, yeni killerin oluşumunu yavaşlatır, var olan killerin
de bozunmasına yol açar. Diğer taraftan, yüksek miktarda alkali toprak katyonları ve
kuvvetli biyolojik aktivite ayrışmayı yavaşlatırken, silis bakımından daha zengin olan
killerin yeni oluşmunu ve korunmasını arttırır. Herhangi bir iklimin etkisi altında yeni
kil oluşumu, asit kristalen kayalara oranla, bazik volkanik kayalarda daha belirgindir.

7.5.3.1. Topoğrafya ve Drenaj

İklim, kil minerallerinin oluşumda tek faktör olsaydı bu durumda yerel faktörlerin
etkileri, bazı iklim kuşaklarında farklı tiplerdeki kil minerallerinin oluşumu anlamına
gelecekti. Bu konuda tropikal iklimlerin durumunu ele alalım. Bu iklim kuşağında iki
farklı ayrışma rejiminin yan yana bulunduğu bazı sınırlı alanlarda topraklar çeşitli kil
minerallerini içerebilir. Yağışın bol olduğu, drenajın yıkanmayı hızlandırdığı,
katyonların tamamı ve silisin bir kısmının uzaklaştırıldığı alanlarda kaolinit
oluşmaktadır. Örneğin Hawai bazaltlarında oluşan topraklardaki kil türü yıllık
ortalama yağışa bağlıdır ve düşük-yüksek yağış özelliğine bağlı olarak smek tit,
kaolinit ve boksit şeklinde bir sıralanma söz konusudur. Aynı durum farklı kil
minerallerinin bulunduğu Kaliforniya'da magmatik kayalarda oluşan killerde de söz
konusudur. Burada nem derecesine göre smektit, illit (sadece asit magmatik kayalar
üzerinde), kaolinit ve halloysit, vermikülit ve gibsit şeklinde bir sıralama oluşturan
killer oluşmaktadır (Singer 1980). Benzer şekilde, Endonezya adalarındaki topraklarda
kil minerali oluşumu drenaj derecesine bağlıdır. Drenajın iyi olduğu yerlerde kaolinit
oluşurken, kötü olduğu yerlerde smektit oluşur (Mohr ve van Baren 1954; bk. Şekil
7.19.). Bu son örnek kil minerali oluşumunda, drenajı etkilemesi nedeniyle
yerşekillerinin rolünü ortaya koymaktadır. Topoğrafyanın oksisollerde kil oluşumu
üzerine benzer etkileri Brezilya'nın merkezi platolarındaki bazaltlar üzerinde oluşan
topraklarda görülmüştür (Curi ve Franzmeier 1984).
Şekil 7.19: Tipik tropikal topoğrafyada yükseltiye bağlı kil türleri (Kaynak: Ollier
ve Pain'den (1996) uyarlanmıştır).
7.5.3.2. Yaş

Zaman, ayrışmada iklimin doğrudan etkisini ortadan kaldıran bir etkendir. Örneğin
ferrallitleşme uzun süreli yıkanmadan kaynaklanır. Tropiklerle olan ilgisi, tropikal
iklimin özellik-lerinden ziyade, kısmen tropikal yerşekillerinin birçoğunun eski
olmasından kaynaklanır. Daha genel bir ifadeyle, kimyasal ayrışmanın derecesi kıta
yüzeyinin yaşı ile ilişkilidir (Kronberg ve Nesbitt 1981). Kimyasal ayrışmanın değişen
hızlarda da olsa aralıksız sürdüğü bölgelerde, ayrışma Senozoyik başından itibaren
ilerlemiş ve aşırı ayrışma ürünleri oluşmuştur. Bazı bölge-lerde, buzullaşma,
volkanizma ve alüvyonlaşma kimyasal taze kaya molozları yaratarak ayrışma "saat"ini
yeniden kurmaktadır. Bu alanlarda 3 milyon yıldan daha genç olan ve ilksel ve orta
derecede ayrışma izleri taşıyan topraklar yaygındır. Bu karmaşık etkenler yanında,
iklim de-ğişimlerinin Holosen'de dahi gerçekleştiği göz önüne alındığında ayrışma
kabuklarının güncel olduğuna dair iddiaların ihtiyatla değerlendirilmesi gerekmektedir
(Burada güncel ifadesi hâlâ oluşmakta olan ve oluşumları sırasında güncel iklim
koşullarına benzer iklim koşullarına maruz kalan topraklar için kullanılmıştır).

Uygulamalar

1. Çevrenizdeki iklim koşullarını göz önüne alarak bu alanda hangi tür ayrışmanın
meydana gelebileceği konusunda araştırma yapınız.
2. Ayrışma ürünlerine ait yerşekillerini inceleyerek Türkiye’de hangi bölgede
hangi ayrışma ürünü görülebileceğine dair harita üzerinde çalışma yapınız.
3. Yaşadığınız bölgenin iklim özelliklerini dikkate alarak hangi ayrışma kuşağı
içinde bulunduğunu ve özelliklerini araştırınız.

Uygulama Soruları

1. Sıcaklık ve yağış koşulları ayrışma tiplerini nasıl etkilemektedir?


2. Ayrışma ve toprak oluşum süreci arasındaki etkileşim nasıldır?
3. Aynı iklime sahip alanlarda ayrışma hızı değişiklik gösterebilir mi? Nasıl?
Bölüm Özeti
Bu bölümde ayrışma, ayrışma tipleri, ayrışmaya ilişkin süreçler, ayrışma sonucu
oluşan özel yerşekilleri ile ayrışma ve iklim ilişkisi ele alınmıştır. Ayrışma süreçleri
fiziksel, kimyasal ve biyolojik ayrışma olarak üç şekilde incelenmiş ve bu ayrışma
süreçlerini denetleyen en önemli faktörün iklim olduğu ortaya konmuştur. Her bir
ayrışma türü kendi içerisinde birçok farklı etken ve süreci gerektirmektedir. Ayrışma
ürünleri de bu etken ve süreçler sayesinde çok farklı şekillerde ortaya çıkabilmektedir.
Farklı anakaya tiplerinin görülmesi, farklı ayrışma koşulları, kayaların eklemlere sahip
olup olması, ayrışma ortamında tuz etkisi olup olmaması gibi birçok faktör ayrışma
ürünlerinin çeşitlenmesine neden olmuştur. Dünya genelinde çoğu araştımacı farklı
iklim bölgelerine ait farklı ayrışma kuşağı alanlarını sınıflandırılmıştır. İklim bölgeleri
ile birlikte yerel faktörlerin etkileri de birlikte incelenerek ayrışmanın desenine yönelik
bir sonuç ortaya konmuştur.

Ünite Soruları
Soru-1 :
Erozyonla yüzeydeki ayrışmış materyal süpürüldüğünde, alttaki kayanın maruz kaldığı
basınç azalır. Düşük basınç koşulları altında mineral taneleri birbirinden daha fazla
uzaklaşır, boşluklar oluşur. Burada tanımlanan süreç aşağıdakilerden hangisi ile
açıklanır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Yük eksilmesi

(B) Don Etkisi

(C) Islanma ve soğuma

(D) Islanma ve kuruma

(E) Çözünme

Cevap-1 :
Yük eksilmesi

Soru-2 :
Aşağıdakilerden hangisi mekanik ayrışmanın ana süreçleri içerisinde gösterilemez?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Yük azalması

(B) Donma etkisi


(C) Termal gerilme

(D) Çözünme

(E) Tuz kristalleşmesine bağlı oluşan basınç

Cevap-2 :
Çözünme

Soru-3 :
Mekanik ayrışma, sıcaklığın donmayı engelleyecek kadar yüksek olduğu ve suyun
nadiren donabildiği bölgelerde en zayıftır. Bu önerme dikkate alındığında Türkiye’de
mekanik ayrışmanın en düşük olduğu kesim aşağıdakilerden hangisinde doğru
olarak verilmiştir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Alanya kıyı kuşağı

(B) Kağızman ve çevresi

(C) Uludağ ve çevresi

(D) Erzurum-Kars Platosu

(E) Çıldır Gölü ve kıyıları

Cevap-3 :
Alanya kıyı kuşağı

Soru-4 :
Ana kaya ile ayrışmış kaya arasındaki sınıra verilen isim aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Regolit

(B) Kil

(C) Tafoni

(D) Ayrışma cephesi

(E) Hardpan

Cevap-4 :
Ayrışma cephesi

Soru-5 :
Aşağıdakilerden hangisi dünyadaki başlıca ayrışma kuşakları arasında gösterilemez?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Allitleşme kuşağı

(B) Kaolinleşme kuşağı

(C) Smektitleşme kuşağı

(D) Zayıf kimyasal ayrışma kuşağı

(E) Hidrolizleşme kuşağı

Cevap-5 :
Hidrolizleşme kuşağı

Soru-6 :
Ayrışma, ....................., ..........................., ..........................., olarak üç şekilde meydana
gelir.

Cevap: mekanik, kimyasal, biyolojik

(Klasik)

Soru-7 :
..................ayrışmamış veya bozunmamış ana kayanın üzerindeki ayrışmış maddenin
tamamıdır.

Cevap: regolit

(Klasik)

Soru-8 :
................. ayrışmanın yoğunluğu nem varlığına ve yüksek hava sıcaklıklarına
bağlıdır.

Cevap: kimyasal

(Klasik)

Soru-9 :
................. süreci moleküllerin anyonlarına veya katyonlarına ayrışmasını içerir ve her
bir iyon su ile çevrilidir.

Cevap: çözünme

(Klasik)

Soru-10 :
................. genişliği ve derinliği birkaç santimetreyi geçmeyen, iç içe gelişmiş bir
düzen oluşturan, dar duvarlarla birbirinden ayrılan sayısız ayrışma çukurları veya
alveoli tanımlamak için kullanılan bir terimdir.

Cevap: balpeteği ayrışması

(Klasik)

8. Aşınım
8.1. Erozyonel Süreçler
Toprakların su, rüzgâr, buzul, dalga ve yerçekimi ile çığ gibi çeşitli atmosferik
faktörlerle aşınıp yerinden uzaklaştırılmasına erozyon denir (Şekil 6.19). Kelime
anlamı ile Latince “Erodere” kelimesinden dilimize çevrilmiştir (Cebel ve Akgül,
2011). Kayaçların ve bitkilerin doğa koşullarında fiziksel (mekanik), kimyasal ve
biyolojik faktörlerle ayrışması sonucu topraklar, çeşitli erozyonel faktörler ile
oluştukları yerden aşınır, taşınır ve birikirler. Bu süreçlerin insana yansıması değerli
tarım arazilerinin oluşumu ve kaybı başta olmak üzere, doğal ortam değişikliklerine ve
karbon döngüsüne katkıda bulunurlar. Şekil 6.20’de sistematik halde verilen erozyon
ve erozyona neden olan etkenler özetlenmiştir.

Şekil 8.1.: Erozyon tipleri


Günümüzde dünya topraklarının maruz kaldığı ana sorunları, tarımsal toprak tanımı
içinde bulmak mümkündür. Bu tanıma göre toprak; yeryüzüne çıkmış çeşitli kayalar,
mineraller ve organik ana materyallerin uzun zaman süresince, belli, iklim, bitki örtüsü
ve topoğrafya koşulları altında, fiziksel, kimyasal ve biyolojik süreçlerin etkisiyle
parçalanması ve ayrışması sonucu oluşan, içerisinde geniş bir canlılar topluluğu
barındıran, bitkilere durak yeri ve besin kaynağı olan, gözenekli ve pekişmemiş bir
maddedir (Bahtiyar, 2000).
Şekil 8.2.: Erozyon ve erozyonu oluşturan etkenler (Bahtiyar, 2000’den uyarlanmıştır).
8.1.1. Erozyonu oluşturan fiziksel süreçler

8.1.1.1. Yağış ve yüzeysel akış

Yağış ve yağıştan kaynaklı yüzeysel akışı, dört ana tip toprak erozyonu meydana
getirir. Bunlar: damla (sıçrama) erozyonu, yüzey erozyonu, parmak (oluk) ve yarıntı
(gully) erozyonudur. Sıçrama erozyonu genel olarak toprak erozyonu sürecinde ilk ve
en az şiddetli aşama olarak görülmekte ve bunu yüzey (sheet) erozyonu izlemektedir.
Erozyon oranının daha yüksek olduğu tipleri ise oyuntu ve yarıntı erozyonu oluşturur.

8.1.1.1.1. Damla (Sıçrama) erozyonu

Yağmur damlaları çıplak toprak yüzeyine hızla vurarak toprak zerrelerini bağlı
bulunduğu kümeden çözüp koparmaları, oynatmaları ve harekete hazır hâle getirmeleri
olayıdır (Şekil 8.3.). Kopan zerreler, suyla birlikte değişik açılarla havaya sıçrar (Cebel
ve Akgül, 2011). Bu sıçramalar yer yer 90 cm kadar olabilmektedir. Toprak yüzeyi
eğimli ise, eğim yönünde sıçrayan zerreler yatay olarak hareket etmiş olurlar.
Damlaların aşındırma etkinliği, yağışın yoğunluğu, hızı ve damların iriliğine bağlıdır
(Cebel ve Akgül, 2011). Damlanın enerjisi ise, ağırlığına, büyüklüğüne, biçimine,
hızına ve yönüne bağlıdır. Damladaki bu enerji toprak zerrelerinin koparılmasını
sağlayan başlıca faktördür (Cebel ve Akgül, 2011). Eğer yüzey bitki ve organik
artıklar ile kaplı ise enerji kırılır ve böylece de damla aşındırması olmaz.
Ş
ekil 8.3.: Damla (sıçrama) erozyonunun toprak partikülleri üzerindeki etkisi.
8.1.1.1.2. Yüzey erozyonu

Çıplak ve eğimli arazilerde, yağmur damlasıyla yerlerinden koparılan toprak


zerrelerinin, yüzey akışla beraber ince bir tabaka hâlinde taşınmasıdır (Cebel ve
Akgül, 2011). Yağmurun düşüş hızının, toprağın infiltrasyon hızından fazla olması
hâlinde, sızmayan su, eğim yönünde akıma geçerek, yüzey erozyonu oluşturur (Şekil
8.4.). Yüzey erozyonun koparma gücü yoktur. Ancak, kopmuş ince parçacıkları taşır
(Cebel ve Akgül, 2011). Böylece toprağın üst horizonları taşındığı için bitki
gelişmesini engelleyecek şekilde besin maddelerinin azalmasına ve toprakların su
tutma kapasitelerinin düşmesine neden olur. Yüzey erozyonu, ince toprak katının
taşınmasını gözle takip etmek mümkün değildir. Etkileri uzun süre sonra ince
parmakcıklar hâlinde ortaya çıkar. Fakat tarla sürümleri veya sonraki yağışlarla izleri
kaybolabilir (Cebel ve Akgül, 2011).
Şekil 8.4.: Bir yamaç boyunca oluşan erozyon şekilleri (Erpul, 2013).
8.1.1.1.3. Parmak (oluk) erozyonu

Eğimli arazilerde, yüzey akışa geçen suların erozyona hassas toprakları gözle
görülebilir derecede koparılıp küçük kanalcıklar oluşturacak şekilde taşıması sonucu
oluşurlar (Cebel ve Akgül, 2011). Yamaç eğimi yönünde oluşan bu kanalcıkların
derinlik ve genişliği; toprağın fiziksel özelliklerine, yamaç eğim uzunluğuna ve
derecesine göre değişir (Cebel ve Akgül, 2011). Bazen, toprağın alt horizonlarına
kadar inebilen bu kanalcıklar tarla sürümleri ile kaybolabilir.

8.1.1.1.4. Oyuntu (yarıntı) erozyonu

Parmak (oluk) erozyonu için gerekli önlemler alınmaz ise, kanalcıklar daha çok
derinleşip (60-90 cm) genişleyerek (3-5 cm) tarımsal sürümle yok edilemeyecek
boyutlara ulaşan oyuntular (yarıntılar) oluşur (Cebel ve Akgül, 2011). Böylece daha
çok toprak ve su erozyonuna sebep olan bu oyuntular, alt toprağın yapısına göre “V”
ve “U” şeklinde olurlar. Alt toprak sert yapıya sahipse, oyuntular “V” şeklini, löslü
topraklarda, alüvyon ovalarda, granit veya gnaystan oluşan bitki örtüsüz arazilerde ise
genel olarak U kesitli derin oyuntular oluşur (Şekil 8.5.).
Şekil 8.5.: Oyuntu erozyonu ve “V” şekilli kanallar (Nallıhan, Ankara).
8.1.1.2. Nehir ve akarsular

Sürekli akarsuların, yatak içinde tabanını oyması, geriye (baş-yukarı) doğru yaptığı


aşındırma ve akarsu yan yamaçlarında yatay olarak yatağı aşındırmalarını
kapsar (Şekil 8.6.). Akıntı içinde taşınan zerreler ve iri parçalar; asılı hâlde,
sıçramayla ve sürüklenerek üç şekilde hareket ederler. Akarsu erozyonu sonucu
bütün sistem sonunda taşıdığı malzemeyi en alt seviye olan taban seviyesinde
biriktirir. Bunun yanı akarsu yatağı içerisinde düşük eğime sahip alanlar geçici birikim
sahalarıdır.
Şekil 8.6.: Örgülü bir akarsu sistemi ve akarsu yan yamaçlarında belirgin olarak
gözlenen akarsu aşındırması.
8.1.1.3. Buzullar

Buzullar kendi ağırlığının altında yavaşça hareket eden sıkıştırılmış ve başkalaşmış


buzdan oluşmuş büyük kütlelerdir. Buzullar ağırlıklı olarak üç farklı süreçle aşındırır:
abrazyon, koparma ve itilme kuvveti. Buzul yoluyla aşınma sürecinde, buzul tabanı
içindeki aşındırılmış materyaller yatağa doğru sıyrılır, alttaki kayaları sürtünme sonucu
cilalar ve oyduğu yatağa alır. Bu süreç doğrudan ahşap bir keresete üzerindeki zımpara
kağıdına benzer. Ayrıca buzullar hareketleri sonucu kopardıkları malzemeler ile
sürecinde ana kayada parçalanmalara neden olabilir. Buzul hareket ederken, buzul
yatağı donar, daha sonra ilerledikçe geniş tabakalı donmuş çökelleri buzulla birlikte
tabanda hareket ettirir. Dünya üzerindeki buzulların neden olduğu erozyon, dağları o
kadar etkili bir biçimde aşınıma uğratır ki, dağlık alanların yükseklik artışlarını
sınırlayabilirler.

8.1.1.4. Dalga ve akıntılar

Yüksek ve alçak kıyılarda meydana gelen kıyı şeridi erozyonu öncelikle akıntı ve
dalgalarla oluşur; ancak deniz seviyesi değişimi ve gelgitler de kıyı erozyonu üzerinde
rol oynayabilir. Kıyıda, sürüklenen çakıllarla ve kıyı kesimini etkileyen dalgalarla
fiziksel ve kimyasal aşındırma gelişir. Fiziksel aşındırma, dalgaların sürüklediği çakıl
ve kumlarla olur. Bunlar sahillerin dik kısımlarına vurarak orayı aşındırırlar. Üst
tarafta isnatsız kalan kısım çöker. Böylece falezler meydana gelir. Bunun sonucu ise
kıyı geriler.Deniz suları kimyasal aşındırma ile de sahildeki kayaları eriterek oyuk ve
mağaralar meydana gelmesine sebep olurlar. Ayrıca taşların çatlakları arasında
birikmiş olan tuzlar, kristal büyümesi sonucu hacmi artarak kayanın parçalanmasına
sebep olurlar. Dalgaların hidrolik etkileri, dalganın şiddetine, yani dalga yüksekliğine
ve uzunluğuna bağlıdır.

Şekil 8.7.: Falezlarin gerilemesine bağlı olarak gelişmiş dalga aşınım platformu, Galler
Güneyi (Fotoğrafın kaynağı: Yummifruitbat, 2014).
8.1.1.5. Rüzgar

Rüzgâr: Rüzgâr, toprakyüzeyinde gevşek halde bulunan çok küçük tanecikleri (İnce
kum, silt, kil) doğrudan üfleyerek ve özellikle içerisinde taşımakta olduğu bu
tanecikleri kayalara ve topraklara çarptırarak, bir törpünün, zımparanın ya da mekanik
toz temizleyicinin etkisi gibi, onları aşındırır. (Şekil 8.7.). Rüzgar erozyonu, özellikle
kurak ve yarı kurak bölgelerde önemli bir jeomorfolojik faktördür. Ayrıca,
ormansızlaşma, şehirleşme ve tarım gibi insan faaliyetleri tarafından doğal taşıma
kapasitesini aştıktan sonra, aynı zamanda arazi bozulması, aşırı buharlaşma ve
çölleşme, havadaki zararlı toz ve bu ozların tarımsal ürünlere verdiği hasarının önemli
bir kaynağıdır.
Şekil 8.8.: Rüzgarlar yönüne bağlı olarak taşıdığı (askıda ve sıçratarak) partikülleri
ifade eden şamiteze gösterim.
8.1.1.6. Kütle hareketleri

Genel olarak, kaya, toprak zeminin veya molozların yamaç eğimi boyunca hareket
etmesi veya yerinde çökmesi şeklinde tanımlanırlar. Aşırı yağış, deprem, volkanik
aktivite ve antropojenik etkiler gibi faktörler ile veya bu faktörlerin çeşitli
kombinasyonları sonucu tetiklenen kütle hareketleri, dünyada yıllık yaklaşık 4 milyar
dolar ekonomik zarara neden olmaktadırlar (USGS, 2012).

Kütle hareketleri mataryelin türü ve hareketin tipi bakımından farklı alt tiplere
ayrılırlar. Bunlar aynı zamanda farklı hız ve su içeriğine sahiptirler. Bir çok
jeomorfolog ve jeolog tarafından tip sınıflaması tanımlanmış kütle hareketlerine ilişkin
en yaygın ve benimsenmiş olan sınıflama Varnes tarafından 1978 yılında
yapılmıştır (Şekil 8.8.).
Şekil 8.9.: Kütle hareketleri sınıfları (Varnes 1978).
Özellikle dağlık alanlardaki erozyonel süreçlerin başında gelen kütle hareketleri boyut
ve sıklıklarına göre egemen oldukları dağlık ortamların jeomorfolojik evrimini
tamamen denetleyebilir. Buzulların olmadığı tüm dağlık lanlardaki erozyonel bir süreç
olan kütle hareketleri sismik veya volkanik aktivite, aşırı yağış, ani kar erimesi ve
insan tarafından tetiklenirler.

8.1.2. Erozyonun hızını etkileyen faktörler

Daha önceki satırlarda da ele alındığı gibi erozyon (aşınım) doğal bitki örtüsü altındaki
toprağın su, rüzgâr ve yer çekimi gibi faktörlerle aşındırılmasıdır. İnsan müdahalesi
olmamış alanlarda, jeolojik dönemlerde, anakayadan toprak oluşum hızına eşit veya
daha az bir hızla oluşur (Cebel ve Akgül, 2011). Yeryüzünde görülen ovalar, vadiler
ve taban araziler milyonlarca yıl süregelen jeolojik dönemlerdeki erozyon sonucunda
oluşmuşlardır. Doğal yada diğer tanımıyla normal erozyon (aşınım) jeomorfolojik bir
süreçtir. Zamana bağlı olarak her bölgede doğal süreçler sonucu yerel topoğrafik
koşullara ve iklime bağlı olarak aşınım gerçekleşir. Aşınımın temposu genelde
litolojik, topoğrafik, iklimsel ve tektonik gibi yerel koşullar tarafından kontrol
edilir (Şekil 8.9.).
Şekil 8.9.: Dünyadaki en geniş ve yaygın normal erozyonun gözlendiği Himalaya Dağ
Kuşağındaki aşınım ve birikim sistemi ile bu aşınımın temposu üzerinde etkili olan
faktörler (örn. Muson dönemsel yağışları, deniz düzeyi değişimleri ve tektonik
yükselim) (Christian France-Lanord’dan türkçeleştirilmiştir).
Erozyonun doğadaki normal temposunun yanı sıra; doğal koşullarında oluşmuş bitki
örtüsü, insanların bilinçsiz kullanması sonucunda zayıflatılıp yok edilerek toprağın
erozyona uğraması hızlandırılmış olunur (Cebel ve Akgül, 2011). Erozyon, toprağın
oluşumundan daha hızlı olduğu için doğal denge bozulur. Toprak aşınır, bitki besin
maddelerince yoksullaşır, toprak sığlaşır, bitki örtüsü zayıflar, böylece erozyonun hızı
artar. Bu şekilde birbirinin neden ve sonucu olan ve birbirini kovalayan iki olay, doğa
koşullarında hızla devam etmektedir (Cebel ve Akgül, 2011). Hızlandırılmış erozyon
olarak isimlendirilen bu olay, rüzgâr, su ve kütle erozyonu olarak üç kısımda incelenir
(Cebel ve Akgül, 2011). Dünyada hızlandırılmış olan erozyona Haiti ülke olarak örnek
verilebilir. 1980’li yıllardan başlayarak Haiti’deki hızlı ormansızlaşma başta oyuntu ve
yarıntı erozyonu olmak üzere sığ heyelan oranını da arttırmıştır (Şekil 8.10.).
Şekil 8.10.: Haiti’de ormansızlaştırma sonucu hızlandırılmış erozyon.
8.1.3. Erozyon hızının ve riskinin küresel dağılımı

Dünyadaki kara alanlarının yaklaşık olarak %92’si yamaçlardan oluşur ve yamaçların


diğer bir deyişle eğim koşullarının uygun olduğu hemen hemen tüm alanlar erozyona
maruz kalırlar. Buna karşın doğal (normal), insan müdahalesi sonucu hızlandırılmış
veya liolojik ve iklimsel faktörlerin daha ön planda olduğu kimyasal ve mekanik
çözülmenin ön plana çıktığı ve ilişkin bu süreçlere bağlı olarak oluşan erozyonun daha
yoğun olduğu alanlar mevcuttur (Şekil 8.11.). Bu alanların dünyadaki dağılımlarına
bakıldığında suya bağlı erozyonun diğer erozyan türlerine göre daha ön plana çıktığı
gözlenmektedir. Bu alanların başında Amerika Birleşik Devletleri’nin batı ve
kuzeybatı kesimlerinin dışında And Dağları, Tibet Platosunun kenar kesimlerindeki
dağlık alanlar, Avusturalya’nın kuzey kıyıları, Türkiye’nin güney ve kuzey kesimleri,
Çin Halk Cumhuriyeti’nin merkezi ve doğu kesimlerinde bu risklerin yüksek olduğu
gözlenmektedir.
Şekil 8.11.: Su erozyonu riskinin yüksek olduğu alanlar (Kaynak: tr.wikipedia.org)
Hızlandırılmış erozyon bakımından ise özellikle nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu,
eğitim düzeyinin ve gelir seviyesinin düşük olduğu ülkelerin ön plana çıktığı
gözlenmektedir (Şekil 8.12.). İnsan etkisinin yanı sıra hızlandırılmış erozyonda geniş
orman yangılarından sonrada erozyon miktarının arttığı saptanmıştır. Bunun yanı sıra
bilinçsiz aşırı su tüketimi de erozyonu hızlandırmaktadır (Şekil 8.13.). Tarımda
kullanılan alanların %70'i özelliklerini kaybederek dünya genelinde toplam kara
üzerinde %30 civarında çölleşmeye sebep olmuştur (Kaynak: tr.wikipedia.org).
Dünyada erozyon sebebiyle çölleşme tehlikesi bulunan 110 ülke bulunmaktadır (Şekil
8.14.). Türkiye topraklarının ise, %90'ı su erozyonu, %1'i de rüzgâr erozyonuna maruz
kalmaktadır. Tarım topraklarında bu oran su erozyonu için %75 civarındadır.
Türkiye'deki erozyon sonucunda yılda 500 milyon ton verimli toprak kaybedilmektedir
(TEMA, 2014). Kütle hareketlerine bağlı erozyon veya aşınımın dağılımına
bakıldığında tehlikenin yani zamansal kütle hareketi olabilirliğinin (Şekil
8.15.) tektonik bakımdan aktif dağlık kuşaklar boyunca frekansının yükseldiği
gözlenir. Bu alanlardaki kütle hareketlerinin yoğunluğu; bir tetikleyici mekanizma
olarak sismik aktivitelerle açıklanabileceği gibi bu alanlardaki dönemsel orografik
yağışlar ve ani kar erimeleri de yüksek eğimler içeren bu dağ kuşaklarındaki diğer
tetikleyici faktörlerdir.
Şekil 8.12.: İnsan kaynaklı hızlandırılmış erozyon riskinin yüksek olduğu
alanlar(Kaynak: tr.wikipedia.org)

Şekil 8.13.: Dünyada rüzgar erozyon riskinin yüksek olduğu alanlar (Kaynak:
tr.wikipedia.org)
Şekil 8.14.: Dünya ölçeğinde heyelan tehlikesinin dağılımı (Nadim, 2006).
Uygulamalar

1. Çevrenizdeki erozyonel ortamlar hakkında gözlem yaparak bunları erozyon


oluşum tipleri bakımından değerlendiriniz.
2. Erozyonun azaltılması yönündeki önlem çalışmaları nelerdir? Dünyada bu
önlem çalışmalarına ilişkin eylem planı hangi kurum ve kuruluşlar tarafından
yapılmaktadır, araştırınız.
3. Dünya ölçeğinde erozyonu meydana getiren nedenler hakkında araştırma
yapınız.

Uygulama Soruları

1. Çevrenizde belirlediğiniz erozyon oluşum tiplerini yazınız?


2. Erozyonun nedenleri ve erozyonun azaltılması yönündeki önlem çalışmaları
nelerdir?
3. Dünyada toprak erozyonu üzerinde insan nasıl etkili olmaktadır?

Bölüm Öğrendik
Bu bölümde erozyon, erozyona neden olan faktörler ve erozyon tipleri ele alınmıştır.
Erozyona ilişkin süreçlerin ele alındığı bu bölümde normal erozyonun sistematiği, su
erozyonu ve hızlandırılmış erozyon gibi konular dünya ölçeğinde, erozyon riskinin
yüksek olduğu örnekler ile sunulmuştur. Buna göre dünyada yağışın ve eğim
koşullarının yüksek olduğu alanların yanı sıra yağışın düşük olduğu çöl ortamlarında
normal erozyon riskinin yüksek olduğu ve bu alanların dünyadaki dağılımı ders
notlarında sunulmuştur. Bun dışında, insanın neden olduğu hızlı ormansızlaştırma,
aşırı ve yanlış su tüketimi gibi etkenlerin hızlandırılmış erozyonun başlıca nedeni
olduğu ele alınmıştır. Ele alınan erozyon tiplerinin her ülkede görülebileceği gibi
erozyonun yoğunluğunun doğal ortam faktörleri ve ülkelerin ekonomik ve eğitim
düzeyleri de yakından ilişkili olduğu tartışılmıştır.

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdakilerden hangisi hem doğal hem de insanın etkili olduğu olaylardan birisine
örnek olarak verilebilir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Depremler

(B) Tektonik plaka hareketleri

(C) Toprak erozyonu

(D) Volkanik püskürmeler

(E) Dağ kuşaklarının oluşumu

Cevap-1 :
Toprak erozyonu

Soru-2 :
Yağmur damlalarının çıplak toprak yüzeyine hızla vurarak toprak zerrelerini bağlı
bulunduğu kümeden çözüp koparmaları, oynatmaları ve harekete hazır hâle
getirmelerine ne ad verilir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Damla (Sıçrama) erozyonu

(B) Yüzey erozyonu

(C) Oluk (yarıntı) erozyonu

(D) Akarsu kenar yamaçlarının erozyonu

(E) Dalga erozyonu

Cevap-2 :
Damla (Sıçrama) erozyonu

Soru-3 :
Aşağıdakilerden hangisi erozyon hızını etkileyen faktörlerden değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Litoloji

(B) İklim

(C) Topoğrafya
(D) Hidroliz

(E) Tektonizma 

Cevap-3 :
Hidroliz

Soru-4 :
Aşağıdakilerden hangisi erozyona neden olan doğal kuvvetler arasında gösterilemez?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Suyun aşındırması ve taşıması

(B) Rüzgarın aşındırması taşıması

(C) Heyelan, dalga, buzul ve çığ gibi dış kuvvetlerin aşındırması ve taşıması

(D) Tarımsal açmalar sonucu toprağın aşınıma karşı duyarlı hale gelmesi

(E) Akarsuyun yatağı boyunca yana ve derine aşındırması

Cevap-4 :
Tarımsal açmalar sonucu toprağın aşınıma karşı duyarlı hale gelmesi

Soru-5 :
Erozyon ile ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Erozyon aşındırma, taşıma ve biriktirme olayıdır.

(B) Birikme, arazi eğiminin artmasına neden olur.

(C) Damla erozyonunda aşındırma etkinliği; yağışın yoğunluğu, hızı ve damların


iriliğine bağlıdır.

(D) Hızlandırılmış erozyon, nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu, eğitim düzeyinin ve


gelir seviyesinin düşük olduğu ülkelerde ön plana çıkmaktadır.

(E) Kıyı şeridi erozyonu öncelikle akıntı ve dalgalarla oluşur.

Cevap-5 :
Birikme, arazi eğiminin artmasına neden olur.

Soru-6 :
Türkiye topraklarının ise, %90'ı .............. erozyonu, %1'i de ............. erozyonuna
maruz kalmaktadır.
Cevap: su ve rüzgar

(Klasik)

Soru-7 :
Parmak (oluk) erozyonu için gerekli önlemler alınmaz ise, kanalcıklar daha çok
derinleşip (60-90 cm) genişleyerek (3-5 cm) tarımsal sürümle yok edilemeyecek
boyutlara ulaşan ................ oluşur.

Cevap: oyuntular (yarıntılar)

(Klasik)

Soru-8 :
Doğal koşullarında oluşmuş bitki örtüsü, insanların bilinçsiz kullanması sonucunda
zayıflatılıp yok edilerek toprağın erozyona uğraması ............................ olur.

Cevap: hızlandırılmış

(Klasik)

Soru-9 :
Regolit ayrışmamış anakaya parçalarını içerebilir. Genellikle ayrışmış manto veya
kabuk gözle görülebilen horizonlardan oluşur ki buna ....................................denir.

Cevap: ayrışma profili

(Klasik)

Soru-10 :
......................, toprak yüzeyinde gevşek halde bulunan çok küçük tanecikleri (İnce
kum, silt, kil) doğrudan üfleyerek ve özellikle içerisinde taşımakta olduğu bu
tanecikleri kayalara ve topraklara çarptırarak, bir törpünün, zımparanın ya da mekanik
toz temizleyicinin etkisi gibi, onları aşındırır.

Cevap: Rüzgâr

(Klasik)

9. Biyosfer
9.1. Biyosfer ve Genel Özellikleri
Biyosfer, genellikle, yeryüzünün üst kısmını çağrıştırır ve yeryüzünde yaşama imkan
tanıyan ve onu koruyan üst ve alt katmanlarla (örn. atmosfer ve litosfer) birlikte
değerlendirilir. Bu nedenle, ilgi alanı, atmosfere ait parçaların yanı sıra Dünya'nın
toprakları ve sularını da içerir. Biyosfere ilişkin araştırmalar jeoloji, ekoloji, topraklar,
atmosferik süreçler ve iklimler ve okyanuslarla bağlantılıdır.

Biyosfer, Şekil 9.1'de gösterildiği üzere, gezegenimizin işleyişi için diğer bileşenlere


bağımlıdır. Coğrafya uzmanları olarak atmosfer, biyosfer ve litosfer arasındaki
etkileşimin farkındayız, ancak Dünya yüzeyinde ortaya çıkan bitki ve hayvanların ayırt
edici bölgelerinin desenlerinden etkileniyoruz. Biz sadece kalıpları değil aynı zamanda
insanların kasıtlı veya yanlışlıkla yapılan çeşitli uygulamalarla biyosferi nasıl
etkilediğini de merak ediyoruz. Aşağıdaki alıntı, insanların biyosferdeki rolünün bir
bakış açısını göstermektedir.

“Biyosfer, insanın da içinde yeraldığı doğal dünyayı kapsar. İnsan zihinsel kapasitesi
sayesinde nesnel düşünebilir ve çoğu zaman kendisini doğanın üstünde görür.
İnsanoğlunun kendi sonu gelinceye kadar doğayı amaçlarına göre kullanılması
yegane yol değildir. İnsan, ayrıca, Dünya'nın ekolojik dengesini ve kapasitesini en iyi
şekilde korumak ve sürdürmekle yükümlüdür. Doğanın yasalarını tanıyarak ve onu
benimseyerek hareket etmek zorundadır ve ancak bunu yaparak uzun vadede kendi
varlığını sürdürebilir ve çevreyi tehlikeye düşürecek şekilde sömürmekten
kaçınabilir.”

                                                                                                                                 
(Walter, 1985)

Dünyada canlıların yaşadığı 16–20 km kalınlığında tabakaya; biyosfer ya da "canlı


yüzey" de denir. Bu ad ilk kez Fransız bilgini Lamarck tarafından ortaya atılmış ve 20.
yüzyılın başında bilim dünyasınca benimsenmiştir. Biyosferin atmosfer içindeki
yüksekliği 10,000 m'ye ulaşır. Bu yükseklikten öte bakteri ve mantar sporlarına
rastlanmamıştır. Yerde yaşayan kara hayvanları için biyosfer 6500–6800 m, yeşil
bitkiler için 6200 m, yüksekliğe kadar çıkabilir. Denizin altında 5000 m derinlikte
canlıların yaşadığı saptandığından bu da biyosferin alt sınırını oluşturur. Biyosfer, bir
gezegenin dış kabuğunun; hava, toprak, kaya ve su (atmosfer, buzküre, hidrosfer ve
litosfer) içeren, içinde yaşam bulunan, biyotik dönüşümler ve çevirimler gerçekleşen
bir bölümüdür. Coğrafi olarak bakıldığında, biyosfer yaşayan tüm canlı türlerini ve
ilişkilerini; canlıların litosfer, hidrosfer ve atmosfer ile etkileşimini inceleyen evrensel
ekolojik sistemdir. Biyosferin yaklaşık 3,5 milyar yıl önce bazı aşamalardan geçerek
evrim geçirdiği düşünülür.
Şekil 9.1: Atmosfer, biyosfer ve litosfer arasındaki etkileşimler.
Biyomlar, bitki ve hayvanların karakteristik yaşam şekilleri ile büyük (küresel
ölçekte) bölgelerdir. Biyom, biyosferin aynı iklim koşullarında ve aynı bitki örtüsünün
egemen olduğu çok geniş bölümlerini belirten çevrebilim terimidir. Yeryüzündeki
birbirine bitişik, benzer yayılmış yaşam alanları olarak da tanımlanabilir. Her
biyomda, egemen bitki örtüsü, o biyoma özgü bir dizi hayvan topluluğunu barındırır.
Her biyomun biyotası (bitkileri ve hayvanları), doğanın her yanında benzer özellikler
taşır. Biyomlar, yaşam çevresi denilen içinde özel organizmaların yaşadıkları daha
küçük birimlerden oluşurlar. Bölgenin coğrafyası ve iklimi gibi etkenler söz konusu
biyomda gelişen yaşam biçimlerinin türünü belirler. Bir biyomda pek çok ekosistem
olabilir. Sürdürülebilir olmayan sömürü uygulamaları ile büyük biyomların (örneğin
Akdeniz'in her mevsim yeşil ağaçlıkları) değiştirilmesi ve parçalanması, insanların
sadece son yıllarda değil, binlerce yıldır çevre üzerindeki etkisini ifade eder. Bu
durum, bazı yerlerde yeni biyomların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bununla
birlikte, biyomlar ve biyosferin kendisi, genellikle yavaşsa, iklimin dalgalanmalarına
tepki olarak değişir. Modern coğrafyacılar, vejetasyon örtüsü, büyüme ve tipteki
değişiklikleri izlemelerini sağlamak için uzaktan algılama ve sayısal modelleme
teknikleri gibi teknolojinin avantajlarına sahiptirler. Bu bilimsel amaç doğrultusunda
kullandığımız araçlar, çalışmalarımıza veri sağlamasının yanı sıra, çevrenin korunması
ve sürdürülebilirliği için çalışan kişilere yardımcı olmak bakımından kavramsal bir
çerçeve oluşturmaktadır.

9.2. Biyosferdeki süreçler


Biyosferdeki süreçlerin temeli, çoğunlukla canlılar ve çevreleri arasındaki eşsiz
ilişkiden ileri gelmektedir. Her ikisi de diğerini etkilemek için daha büyük veya daha
az derecede kabiliyetlidirler. Bu etkileşimlerin, enerji, besin maddeleri ve maddenin
çeşitli mekansal ve zamansal ölçeklerde işlediği genel hiyerarşik bir yapı içerisinde
gerçekleştiği gözlemlenebilir.

9.2.1. Biyosferin Karakteristik Özellikleri

Biyosfer, atmosfer ve okyanuslar gibi hareket ve dinamizmiyle ayırt edilir. Biyosfer


için bu dinamizm yaşam formlarıdır. Biyosferin bu dinamizmi, buzllaşmaların
durduğu ve buzularası dönemlerin başladığı dönemlerde türlerin yüksek enlem
ormanlarına geri dönüşündeki gibi yönlü olabileceği gibi yarı kurak bölgelerde
tekrarlanan yangın tahribatlarından sonra rejenerasyonunda da olduğu gibi döngüsel de
olabilir.

Biyosferdeki sınırlar, genellikle çevresel gradyanlara (örneğin, iklim, rakım, toprak


tipi) ilişkin çeşitli faktörlerden, ancak bazı bölgelerde artan bir şekilde insan
kullanımının yoğunluğundan kaynaklanabilir. Bütün coğrafyacılar, haritanın üzerinde
bir çizgi olarak tasvir edilen bir sınırın, özellikle atlas ölçeğinde yorumlanmasında
dikkatli olması gerektiğinin farkında olmalıdır. Örneğin, tropik biyomlar haritasındaki
herhangi bir çizginin yeryüzünde ne kadar uzun bir alan kapsayabileceği ve çok kısa
bir zaman aralığında ve mekandaki sabitliğinin farkında olmak gerekir. Karasal veya
kıtasal sınırlar biyomlar için tamamen veya ani değişiklikleri yansıtmaz. Genel olarak
ortaya çıkan geçiş alanları ekotonlar olarak tanımlanır ve büyük ölçüde değişebilirler.
Ekotonların iklim değişikliğine karşı erken göstergeleri ve tepkileri yansıttığı bir çok
çalışmada ortaya konulmuştur. Örneğin, Sahra’nın kuzeyi, Roma İmparatorluğu için
önemli bir tahıl sağlama alanı olarak görülmüş ve güney Sahel sınırı boyunca
çölleşmenin değişen boyutları Roma döneminde bile kıtlık kaygısını hep diri tutmaya
devam etmiştir.

Dünya'nın biyosferleri, her yerde aynı değildir, ancak zamanla, değişik ölçeklerde


(küresel ve bölgesel ölçekler) farklı bölgelerden oluşan bir desen geliştirmiştir. Bu
bölgeler, karakteristik enerji akışlarına, biyokütle, trofik seviyelere ve besin
maddesi döngüsü gibi birçok süreci içerir. Söz konusu bu süreçleri etkileyen farklı
faktörler vardır.

9.2.2. Biyosfer içerisindeki ana bölgesel farklılıkları oluşturan faktörler

9.2.2.1. Sıcaklık

Hem gerçek sıcaklık, hem de sıcaklığın mevsimsel dağılımı, bitki veya hayvan yaşamı
için kritik öneme sahiptir. Orta enlemlerde dört mevsimi görebilmek mümkünken,
küresel bakımdan üç veya iki mevsim söz konusu olabilmektedir. Bu yönüyle
biyomları anlamak için sıcaklık öne çıkan en önemli faktörerin başında gelir. Tüm
canlılar için temel bir besin altyapısı oluşturan bitkiler büyüme dönemleri boyunca
gelişim hızları sıcaklık farklılıklarına göre değişkenlik gösterir.

9.2.2.2. Nem

Nem mevcudiyeti yerel yağış rejimiyle, özellikle kurak mevsim süresiyle ilgilidir.
Ayrıca, buharlaşma ve yüzey veya yeraltı suyuna erişilebilirliği yoluyla su kaybına
kıyasla yağışın potansiyel etkililiğine de bağımlıdır. Bir dizi başka faktör, bu
çerçevede çeşitlilik üretmek için yerel olarak etkin olabilirler. Özellikle, toprak tipi,
litoloji, eğim ve yükseklik, artan ve azalan nemliliğe bağlı olarak temel birer
unsudurlar.

9.2.2.3. Zonal faktörler

Bölgesel makro iklimler (ekvatoral, muson, çöl vb.), bitkiler ve hayvanlar için
karakteristik olarak olumlu veya olumsuz koşullar yaratır. Soğukluk veya kuraklık
seviyesi, uyku hali veya bozulma derecesini belirleyebilir ve ayırt edici yaşam
biçimlerine yol açabilir. Besin döngülerinin göreceli hızını da etkileyebilir. Bu nedenle
dünya biyomlarının büyük bir kısmı, makro iklim bölgelerine çok yakındır. Örnek
vermek gerekirse; Kahverengi orman toprakları gibi bölgesel topraklarda, örneğin,
ayırt edici mekanik özellikler ve besin maddesi türleri ve oranları bulunmasıdır.

9.2.2.4. Azonal faktörler

Azonal faktörler, biyocoğrafi bölgelerin bozulmasına (biyomlar, ekotonlar, ‘alemler’..


vb.) zarar verebilir. Jeomorfolojik bakımdan akarsu aşındırması farklı bakı şartları
oluşturarak dolaylı olarak güneş radyasyonunun alımını etkileyebilmektedir. Jeoloji,
pH, besin maddesi kullanılabilirliği ve toprak dokusu gibi özellikleri açısından değişen
bir alt madde sağlar. İnsan etkilerinin biyosfer üzerindeki düzeyi ve sıklığı "yönetilen"
ya da kasıtsız olup, çoğunlukla zonal karakteri bozan etkilere sahiptir. Örneğin, Bronz
Çağı’nda Akdeniz çevresindeki ormanlarının ortadan kaldırılması, günümüzde tropikal
bölgelerdeki ormansızlaşmanın yol açtığı sorunlara benzer şekilde, toprak erozyonuna
yol açmıştır.

9.2.3. Ana biyocoğrafik bölgeler

Yukarıda tartışılan faktörler birlikte, biyocoğrafik bölgeler veya alanlar olarak


tanımlanan kesimler bölgeler veya biyomlar olarak ayrılır. Genellikle büyük karasal
vejetasyon toplulukları olarak tanımlanan biyomlar, egemen bitkilerin benzerliği
(Archibold, 1995) tarafından tanımlanırken karakteristik hayvan topluluklarını da
içerir. Bazı araştırmacılar, yeryüzünü bitki örtüsü ile ilişkili olarak ikiye bölerken,
bazıları faunal bir temel altlık kullanır (Bradbury, 1998). Aşağıda verilen
sınıflandırma (Şekil 9.2), bu iki temayı beraberinde getirirken, aynı zamanda yaygın
görüş farklılıklarının nerede olduğunu da gösterir. Bununla birlikte, bir bölgedeki
herhangi bir tek türün coğrafi dağılımı, o bölgenin sınırları ile çakışabileceği halde,
genellikle coğrafya ile kuvvetli ve karakteristik bir ilişki gösterecek türlerin
kombinasyonu anlamına gelir.
Şekil 9.2: Biyocoğrafik alanların sınıflandırılması. Holarktik, Nearctik ve
Palaearctik'ten oluşurken, Palaeotropik diğer bölgelerden oluşmaktadır.
Şekil 9.2, biyocoğrafik alanların tipik bir sınıflandırmasını göstermektedir. Bunlar iki
ana bölüme ve daha sonra alt bölümlere ayrılır. İlk bölge, vejetasyona dayalı olmasına
rağmen, Palaearktik (Avrasya) ve Nearctik'in (Kuzey Amerika ve Grönland) iki faunal
alanını da içerdiği Holarktik bölgesidir. Bu bölge yaklaşık 200 milyon yıl önce var
olan kuzey yarımkürede geniş bir kıta olan Laurasia'nın yaklaşık olarak tektonik levha
sınırına karşılık gelmektedir. Diğer büyük bölge, eşit derecede eski güney kıtasında
Gondwana'dan oluştuğu düşünülebilir.

Bu bölgesel benzerlikler, bu nedenle, türlerin küresel dağılımının belirlenmesinde


levha tektoniğinin önemini göstermektedir. Güney bölgesi, Palaeotropik bölge olarak
bilinir ve daha alt bölünmelerden oluşur, ancak bu alt bölümlerin nasıl olması gerektiği
konusunda genellikle tartışmalar vardır. İlk alt bölüm Afrotropik bölge (Sahra'nın
güneyi) olarak kabul edilmektedir. Birçok kişi Şekil 9.2'de gösterildiği gibi Hint (veya
Güneydoğu Asya) bölgesini ayrı bir bölge olarak düşünmektedir. Asya (veya
Endonezya) bölgesi, floral bakımdan Afrika’ya benzer ancak faunal farklılıklar içerir.

Güney yarım kürede ayrı olduğu düşünülen üç alan daha mevcuttur. Neotropikal bölge
Güney Amerika'yı ifade ederken, Avustralya alanı bazen Yeni Zelanda'yı floral
bakımdan dışında tutatr (Takhtajan, 1969) ancak diğer araştırmacılar sıklıkla Yeni
Zelanda’yı Güney Güney Amerika ve Güney Güney Afrika'yı kapsayacak şekilde bu
alanların içinde tutar (Walter, 1985). Bir başka Antarktik bölge, genellikle Şekil
9.2'deki gibi Güney Güney Amerika, Güney Afrika ve Yeni Zelanda'yı kapsadığı
düşünülür ve hepsi de Gondwanaland'ın eski süper-kıtasının güney kesimi ile
ilişkilidir. Bu sınıflamanın okyanus alanını göz ardı ettiğine dikkat edilmelidir.
Yukarıdaki bölüm genelde karasal dağılımlarla ilgilenen bilim insanlarının
çalışmalarını temel almıştır ve bu nedenle dünyanın biyocoğrafik bölgelerinin tam
zenginlikleri bazen indirgenmiştir.

Geçmişteki iklim ve tektonik değişiklikleri anlamak, bugün tespit edilebilecek bitki ve


hayvan coğrafyası modellerini anlamak için önemlidir. Bu uzun süreli İklim ve
tektonik değişiklikler, birçok durumda, gezegende bulunan biyolojik çeşitliliğin en
açık açıklaması sunar. Şekil 9.2'deki gruplamalar Taksonomi (tür sınıflaması) gibi
araçlardan çok faydalanmıştır. Bununla birlikte, birçok coğrafyacı, iklim kontrollerine
dayalı daha ayrıntılı sınıflamanın daha faydalı olduğunu düşünmektedir. Bunun
nedeni, biyokütle, tür baskınlığı ve bazen insanların arazi kullanımı üzerine doğrudan
etkileri olan faktörlerle korelasyon yapabilmesidir. Çoğu araştırmacı, biyomların, bitki
örtüsünün yapısal özellikleri ve dünyanın başlıca makroklimatik zonları arasında çok
güçlü bir bağıntı olduğunu benimsemişlerdir (Grime, 1997). Dolayısıyla, bu biyomlar
bu bölümün geri kalanının ana yapısını oluşturmaktadır. Vejetasyon örtüsü, çoğu
durumda, hem hayvanların dağılımı hem de ilgili bölgelerdeki potansiyel ve gerçek
insan etkinliğinde belirleyici faktör olduğu için, bu bölümün aşağıdaki bölümlerinde
açıklanan biyomlann adlandırılması genel olarak baskın bitki örtüsüne dayalı
sınıflandırmayı kabul etmiştir. Cox ve Moore (1993), sınıflamaları içinde birkaç deniz
biyolojisi içerdiğinden, coğrafyacılar arasında dünyadaki biyomların sayısı ile ilgili
gerçek bir mutabakat bulunmamaktadır.

9.3. Biyomlar
9.3.1. Tundra

Dünyanın en genç biyomu olan Arktik Tundra 10.000 yıldan beri ortaya çıkmıstır. 55°
K ve 70°K enlemleri arasında kuzey kutup dairesini saran geniş, ağaçsız alandır (Şekil
9.3). Genellikle çok soğuk ve sade yer şekillerine sahiptir bu bölge ve tundranın
hemen tamamı kuzey yarımkürede bulunur. Güney yarımkürede ise Antarktika
çevresinde küçük bir alanda görülür çünkü Antarktika çok daha soğuktur kar ve
buzlarla kaplı, -56° C ortalama sıcaklığı ile tundra gelişimine olanak tanımaz. Tundra
Tunturia sözcüğü, Fin dilinde boş, kısır, tamtakır, çıplak arazi anlamında bir kelimedir.
100 cm’ye kadar donmuş olan tundra toprağı ağaç gelişimine uygun değildir. Çıplak
ve kayalık arazilerde çalı, ot yosun ve likenler yetişir. Kışın soğuk ve karanlıktır.
Yazın karlar erir ve toprağın donmus yüzeyi açılır. Bataklık haline geçen yazda tundra,
göller, akıntılar, binlerce böcek ve göçmen kuslarla senlenir. Ana mevsimler yaz ve
kıstır. İlkbahar ve sonbahar kısa geçis mevsimleridir. Tundra dünyanın en soğuk ve en
kurak biyomudur. Yıllık ortalama sıcaklık -28°C dır. Birkaç hafta günesin göründüğü
kıs mevsiminde sıcaklık -70°C civarındadır. Yazın genellikle 24 saat güneslidir, buna
arktikte “gece yarısı günesi” denir. Yazın genellikle ılık, 3°C ile 12°C arasında
sıcaklıklar görülür. Arktik tundra rüzgarlı olup rüzgar hızı 48-97 km/saat arasında
değisir. Kuzey Amerika, İskandinavya ve Rusya’da bulunan tundralardan
İskandinavya tundraları -8°C kış sıcaklıklarına sahiptir (Gulf stream etkisi, çevirenin
notu). Tundra yağıs yönünden çöl gibidir, yıllık yağıs tutarı 15-25 cm kadardır.
Donmuş tundra toprağına permafrost denir. Kısa yaz mevsiminde toprağın üst kısmı
eriyip bitki gelişimine olanak sağlar. Tundrada sadece 1700 kadar bitki türü yasar
(örneğin bu rakam Türkiye’de 10.000 tür dolayındadır). 400 kadar çiçek türü 50-60
günlük yaz mevsiminde ortaya çıkar. Ağaçlar donmuş toprağa köklerini salamadıkları
için gelişemezler. Arktik tundrada alçak bitkiler yeri örten alçak bir halı gibi tundranın
bazı alanlarını kaplar. Ölen bitki ve hayvan kalıntıları binlerce yıl toprakta birikerek
besin ve mineral döngüsüyle toprağı gübreler.
Şekil 9.3: Dünyadaki biyomlar (Kaynak: WWF).
Çok fazla olmamakla birlikte tundrada hayvanlarda yaşar. 48 Memeli türü
bulunmuştur. Bunlardan bazıları kır faresi, yabani tavşan, kemirgenler, kurt, tilki, ayı
ve geyikdir. Amerika'da karibu, Avrasya'da ren geyiği olarak bilinen hayvanlar büyük
sürüler oluşturarak liken ve otlarla beslenirler. Daha küçük sürüler halinde musk
öküzlerini görürüz. Kurt, tilki ve kutup ayıları tundranın etçil yırtıcı hayvanlarıdır.
Kara sinek, sivri sinek ve tatarcık tundra yazını çekilmez hale getirirler. Sivrisinekler
salgıladıkları gliserol kimyasalı ile kışın kar altında soğuktan etlenmeden kalırlar.
Tundra bataklıkları göçmen kuşlar için beslenme alanıdır. Yaz mevsiminde ördek,
çulluk, yağmur kuşu yörenin göçmenlerini oluştururlar.

Tundra yeryüzün üç büyük karbon dioksit kapanından biridir (Şekil 9.4). Sera etkili
gaz olan karbon dioksit küresel ısınmadan sorumludur. Kısa süren yazda havadan CO2
alan alan tundra bitkileri su ve güneş ışığı ile fotosentez yapar. Fakat kısa ve serin yaz,
uzun ve soğuk kış sıcaklıkları bitkilerin ayrışmasına olanak tanımaz. Binlerce yıldan
beri birikip kalan permafrost tundra topraklarına rastlanmıştır. Böylece tundra CO2
kapanları atmosferden karbondioksit çekerler. Günümüzde küresel ısınma nedeniyle
permafrost toprakların erimesiyle her yıl tundra sınırı birkaç metre ortadan
kalmaktadır. Bu sırada bitkiler ayrışmakta ve karbondioksit tekrar atmosfere
dönmektedir.

Tundra çok kırılgan bir çevredir. Çok düşük sıcaklıklarda bitki ve hayvanlar olumsuz
koşulların üstesinden gelmeye çalışır. İnsanlar da madencilik ve petrol arama amaçlı
yollar yapıyor ve yerleşim merkezleri kuruyorlar. Bu nedenle bazı hayvanlar beslenme
alanlarını terk etmek zorunda kalıyor. Yerleşim alanlarından geçmek zorunda kalan
hayvanlar ürküyor veya insanlar tarafından avlanıyor. Beslenme düzenleri bozulan
kutup ayıları açlıktan ölüyor. Alaska petrol boru hattı karibuların göç yolunu kesecek
şekilde yapılmış. Böcek öldürücülerin kullanımı göçmen kuşlar ve tundrada yaşayan
hayvanlar için hayatı tehdit etmektedir. Tundra sonsuz ve boş değil, çok nazik ve
kırılgan bitki ve hayvan türlerinin, uzun kışlara akıl almaz bir şekilde uyum sağlamış
türlerin yaşadığı biyomdur. Tundra canlıları tehlike sınırında yaşayan ve küçük
streslerin yıkıma yol açacağı durumdadır.

Şekil 9.4: Tundra biyomuna ilişkin bir görüntü (Kaynak: http://www.bio.miami.edu)


Şekil 9.5: Tundra biyomunda yaşamını sürdüren belirli bazı fauna türleri (Kaynak: A.
Aydoğmuş)
9.3.2. Tayga

Yaşam alanı olan dağların üzeri de, çöller, ve tropikal ormanlar gibi iklimin denetimi
altındadır. Tayga, iğne yapraklı ormandır. Tayga, Rusça bir kelimedir, ormanı ve
dünyanın en geniş biyomunu oluşturur (Şekil 9.6). Avrasya'dan (Asya ve Avrupa)
Amerika'ya kadar uzanan geniş bir alana yayılmış olup tundra biyomuyla komşudur.
Taygada kışlar çok soğuk ve kar yağışlıdır. Yaz ılık yağmurlu ve nemlidir. Taygada
birçok iğne yapraklı ağaç yetişir. Taygaya "boreal forest" da denir.Boreal, Yunan'da
kuzey rüzgarı tanrısının adıdır. Taygada bitki ve hayvan türleri tropikal bölge kadar
zengin değildir. Yaz mevsiminde milyonlarca sinek yaşarken göçmen kuşlar da yuva
yapmak ve beslenmek için buraya göç eder.

Yılda 6 aydan daha uzun süre sıcaklık 0°C altında gerçekleşir. Kış sıcaklıkları ise -54
°C ile -1°C arasında değişir. Yaz ortalamaları -7°C ile +21°C arasındadır. Yazlar
oldukça sıcak, yağmurlu ve nemlidir. Donun görülmediği günlerin sayısı 50-100
kadardır. Yıllık yağış tutarı 30-85 cm arasındadır. Yağış türleri kar, yağmur ve çiy
şeklindedir. Taygada yağışın çoğu yazın düşer. Taygada ana mevsimler kış ve yazdır.
İlkbahar ve sonbahar çok kısa olup fark edilmeyecek ölçüdedir. Taygada sert koşullar
nedeniyle fazla hayvan ve bitki türü bulunmaz. Çok düşük sıcaklık koşullarında
bitkilerin canlı kalması zordur. Liken, yosun ve ak ladin, hemlock çamı, ve douglas
köknarı gibi konifer ağaçlar tayganın bitkileridir. Konifer ağaçları her zaman yeşildir.
Uzun mumsu özellikte iğneleri vardır. Mumsu madde soğuktan ve kurumaktan korur. 
Şekil 9.6: Tayga biyomuna ilişkin Alaska Sıradağları’ndan bir görünüm (Kaynak:
National Parks U.S.).
Tayga ağaçları yaprak dökmez. Havalar ısındığında fotosentez yaparlar. Koyu renkli
iğneler güneş ışığını emmeye ve fotosentez yapmaya yarar. Her zaman yeşil tayga
ağaçları zayıf ve birbirine yakın olarak bulunur (Şekil 9.7). Bu durum soğuktan ve
rüzgardan korunmayı sağlar. Ağaçlar karın ağırlığından dolayı kırılmayacak şekilde
gelişmiştir. Kar eğimli dallar üzerinden kayarak düşer. Tayga yangınlara karşı
dayanıklıdır. Ağaçlar uyum için kalın kabuk geliştirmişlerdir. Yangın ağacın üst
dallarını yaktığında güneş ışınları yere ulaşır, büyüyen yeni bitkiler daha önce orada
yalnızca ağaçlar olduğu için yaşamayan hayvanların yiyeceğini oluşturur. Tayga
hayvanları vaşak gibi yırtıcılardan, gelincik familyasından mink ve kakımdan oluşur.
Bu etoburlar kar tavşanı, sincap ve tarla farelerini avlayarak beslenirler (Şekil 9.8).
Kızıl geyik, elk ve moose tayganın yaprak döken ağaçlarından beslenen otoburlardır.
Birçok göçmen kuş böceklerle beslenmek için taygaya gelir, beslenme mevsimi
bitiminde ayrılırlar. İspinoz, serçe gibi tohumla beslenenlerle hem ot hem et yiyen
karga yıl boyunca taygada kalır.
Şekil 9.7: Tayga’da yer alan bazı ağaç türleri (Kaynak: A. Aydoğmuş).
Şekil 9.8: Tayga’da yer alan bazı hayvan türleri (Kaynak: A. Aydoğmuş).
Şekil 9.9: Tayga ve Tundra soğuk biyomlarının yayılış haritası (Kaynak: Holden,
2008).
9.3.3. Çayır (Avrasya Stepleri, Kuzey Amerika Prerileri ve Güney Amerika
Pampaları)

Çayır biyomu (Şekil 9.10), geniş alanlardaki otlar, çiçekler ve bitkilerden oluşur.


Enlem, toprak özellikleri ve yerel iklim bitki türlerini belirler. Çayırlarda yıllık yağış
ortalaması ot ve bazı alanlarda birkaç ağaç yetişmesine olanak tanır. Yağışın
değişkenliği, kuraklık ve yangınlar geniş orman oluşmasını engeller. Çayır yangından
etkilenmez çünkü yüksek değildir, kökleri yangından sonra tekrar gelişir. Çayır toprağı
genellikle ince katmanlı ve kuru olup ağaç yetişmesine uygun değildir. Birleşik
Devletler'de yerleşimciler batıya gittiklerinde Çayırlarla, onların deyimi ile prerilerle
karşılaştılar. Kuru ve düz araziler şeklindeki preri 80'den fazla hayvan türünü, 300 kuş
türünü ve yüzlerce bitki türünü barındırır.

Çayırların iki tipi vardır: Uzun boylu Çayırlar nemli ve yağışlı yerlerde, kısa Çayırlar
kuru ve daha sıcak yaz ile daha soğuk kışların yaşandığı alanlarda görülür. Çayır
biyomu orta enlemlerin kara içlerinde, ayrıca nemli karasal iklimde ve kuru
subtropikal iklimde de görülür. Güney Amerika Arjantin'de Çayırlar pampa olarak
bilinir orada iklim nemlidir. Güney yarımküre Çayırları kuzey yarım küreden daha çok
yağış aldığı için uzun boyla otlara dönüşmüştür. Geniş alanlar kaplayan Çayırlar
Ukrayna'dan Sibirya'ya kadar uzanır. Burası çok soğuk ve kuraktır çünkü denizel
etkilere uzaktır, kuzey rüzgarlarını kesecek dağlar da yoktur. Buralar Rusya ve Asya
stepleri olarak bilinir.
Şekil 9.10: Çayır biyomlarına ilişkin genel bir görünüm, Arjantin (Kaynak:
http://blog.oup.com).
Kışın -40°C kadar olan sıcaklık yazın +21°C civarındadır. Gerçekte iki mevsim,
büyüme ve bekleme mevsimi vardır. 100-175 gün kadar süren büyüme mevsiminde
don görülmez. Büyümenin olmadığı bekleme mevsiminde bitkiler büyümez çünkü
sıcaklık çok düşüktür. Tropikal ve subtropikal Çayırlarda büyüme mevsimini yağışlı
mevsimin sonu belirler. Ilıman Çayırlarda ise büyüme mevsimi sıcaklıklara bağlıdır.
Günlük sıcaklık 10°C olduğunda bitkiler büyümeye başlar. Ilıman Çayırlarda yıllık
ortalama yağış 25-75 cm arasındadır. Tropikal ve subtropikal Çayırlarda ise yıllık
yağış 60-150 cm arasında değişir. Çayırlarda yağış miktarı çok önemlidir, yerleri ot
kaplar, yağış azlığı ağaç için zor koşullar oluşturur. Toprağın üst kısmı yılın bir
kısmında nemlidir derin toprak katmanı ise daima kurudur. Kuzey Amerika
prerilerinde bitki türleri bufalo çayırı, ayçiçeği, yabani tütün, yıldız çiçeğidir (Şekil
9.11). Bazı hayvanlarsa; kurt, kartal, gri kurt, yabani hindi, vaşak, Kanada kazı,
çekirge, bizon ve preri tavuğudur (Şekil 9.12).
Şekil 9.11: Çayırlarda yer alan ot ve çiçek türleri (Kaynak: A. Aydoğmuş).
Şekil 9.12: Çayırlarda yer alan bazı hayvan türleri (Kaynak: A. Aydoğmuş).
9.3.4. Yaprak döken ormanlar

Yaprak döken ormanlar Kuzey Amerika'nın doğu yarısı ile Avrupa'nın ortasında
bulunur. Asya'nın bazı yerlerinde de bu tür ormanlar vardır. Güneybatı Rusya'da,
Doğu Çin'de, Japonya'da, ve Güney Amerika'da Güney Şili ve Paraguay doğu
kıyılarında görülür. Yeni Zelanda ve Güneydoğu Avustralya'da da yaprak döken
ormanlara rastlanır. Yıllık ortalama sıcaklığın 10°ve yıllık yağış tutarının 75-150 cm
olduğu alanların biyomudur. Alçaktan yükseğe doğru 5 farklı katman seçilir.

1. katman (ağaç katmanı): Meşe, kayın, akçaağaç, kestane, karaağaç, ıhlamur,


ceviz, sakız ağacı yer alır.
2. katman (küçük ağaç katmanı): Küçük ağaçlar ve çalılar ikinci tabakayı
oluşturur. Genç ve kısa boylu ağaçlardır.
3. katman (çalı katmanı): Orman gülü, defne, yaban mersini gibi çalılardan oluşur.
4. katman (ot katmanı): Kısa otlardan oluşur.
5. katman ise Bitkilerin yetişmediği liken ve yosunlardan oluşan katmandır.

Yaprak döken ormanların bulunduğu alanda 4 mevsim yaşanır. Sonbaharda


yaprakların rengi değişir, kışın ağaçlar yapraklarını dökmüştür. Deciduous, belirli
mevsimde düşen dökülen anlamında bir kelimedir. Deciduous forest, kışın yaprağını
döken ormandır. Yaprak döken ormanlar ılıman kuşakta tropikal ormanla iğne
yapraklı-konifer orman arasındadır. Doğu Avrupa, Kuzey Amerika'nın doğu yarısı,
Japonya'nın bir kısmında ve Asya'da geniş alanlar yaprak döken ormanlarla kaplıydı.
Şimdi bunların çoğu ortadan kalktı, bir kısmı ise yaprak döken orman biyomunda hala
gelişmektedir. Buralarda geniş yapraklı ormanlarla her zaman yeşil kalan türlerin
bazılarını bulabilirsiniz. Yaygın olarak bulunan ağaçlar dişbudak, meşe, kayın, huş
gibi türlerdir. Bu biyomda oxlip, bluebells-çan çiçeği, painted trillium, primrose-çuha
çiçeği, carpet moss, esmer şapkalı mantar, eğrelti otu gibi otlara da rastlanır (Şekil
9.13).

Bu biyomda toprak çok verimlidir. Aslında geniş tarımsal araziler bu biyomda


bulunur. Bu nedenle yaprak döken orman artık dünyada neredeyse yok sayılabilir.
Kuzey Amerika ormanlarının çoğu sonradan oluşmuş fakat hala orijinal geniş bir tür
zenginliğine sahiptir. Avrupa'da ise yalnızca birkaç ağaç türü kaldı. Ormanların çoğu
tarım amaçlı temizlendi. Çin doğal ormanlarını 4000 yıldır yok ediyor ve ormanlarının
çoğu kültür ormanı. Yaprak döken ormanda yaygın olarak bulunan hayvan türleri
memelilerden geyik ve sivrisinek gibi bazı böceklerdir. Hayvanların birçoğu sert
kabuklu meyveler ve meşe palamudu ile beslenir. Hayvanlar, orman yaşamına uyum
sağlamıştır. Bazıları kış geldiğinde uykuya yatar. Yaprak döken ormanda yaygın
olarak bulunan hayvanlar geyik, sincap, rakun, semender, yılan, kurbağa, kızılgerdan,
ve birçok böcek türüdür. Bazı hayvanlar kış gelince güneye göçer. Yaprak döken
ormanların çoğu Kuzey Amerika'nın doğusunda 35-48° Kuzey enlemleri arasında,
Avrupa ve Asya'da 45-60 ° Kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. Güney
yarımkürede de yaprak döken ormanlar varsa da bitki ve hayvan türleri kuzey
yarımküre yaprak döken biyomundan farklıdır. Ortalama sıcaklık 10°C kadar ve yıllık
yağış toplamı 75-150 cm'dir. Dört mevsimi bulabileceğimiz bu biyomda soğuk ve
buzlu kış, sıcak ve nemli yaz, serin ve esintili sonbahar, ılık ve esintili ilkbaharı
görürüz. Yaklaşık 6 aylık bitki büyüme mevsimi yaşanır.
Şekil 9.13: Yaprak döken orman biyomunda yer alan ağaç türleri (Kaynak: A.
Aydoğmuş).
9.3.5. Akdeniz/Maki

Karaların küçük bir kısmında ABD batısı Kaliforniya, Güney Amerika Orta Şili
kıyıları, Güney Afrika Cape Town, Avustralya’nın batı ucunda ve Akdeniz kıyılarında
görülür. Maki biyomunda arazi düz alanlar, kayalık tepeler ve dağ yamaçlarından
oluşur (Şekil 9.14). Kışları ılıman 10°C civarında, yazları sıcak ve kurak 40°C
civarında sıcaklıklara sahiptir. Kuraklık ve yangınlar çok sık gözlenir. Bitki ve
hayvanlar bu şartlara uyum sağlamıştır. Bitkilerin çoğu küçük sert yapraklı ve su
kaybını önleyici özelliktedir. Bazı bitki türleri meşe, kaktüs ve ağaçlardan oluşur
(Şekil 9.15). Hayvan türleri de sıcaklık ve kurak koşullara uyum sağlamıştır. Kurt,
tavşan, geyik, kertenkele, kara kurbağası, bal arısı ve uğur böceği maki biyomunun
bazı hayvanlarıdır.
Şekil 9.14: Akdeniz/Maki (chaparral) biyomunun gözlendiği Güney İtalya’dan genel
bir görünüm (Kaynak: http://www.untamedscience.com)
Şekil 9.15: Akdeniz/Maki (chaparral) biyomunun gözlendiği alanlardaki floraya ilişkin
bazı türler.
9.3.6. Çöller

Çöller (Şekil 9.16) sıcak-kurak ve soğuk-kurak olarak ikiye ayrılır. Sıcak-kurak


çöllerde bitki ve hayvan zenginliği azdır. Soğuk çöl kışın karlı olup sıcaklık 0°C
kadardır. Bitki yetişmesine yetecek kadar sıcaklık yoktur. Bazı ot ve yosunlar
bulunur.Soğuk çöl hayvanları da kendilerini soğuktan korumak için yer altı
kovuklarına sahiptir. Çöller, yeryüzünün 1/5 ini kaplar.
Sıcak çöllerin çoğu dönenceler çevresinde toplanmıştır. Soğuk çöller ise Arktik
çevresindedir. Sıcak çöllerde sıcaklık 20-25 °C civarındadır. Ekstrem sıcaklıklar
49°C'a çıkar. Soğuk çöller kışın -2 ile +4°C arasında yazın ise 21-26°C sıcaklıktadır.
Yağışlar sıcak ve soğuk çöllerde farklılık gösterir. Sıcak çöllerde genellikle çok az
yağış görülür. Kısa bir zamanda yağışlı, uzun bir zamanda kurak şartlar yaşanır, yağış
ortalaması 15 cm kadardır. Soğuk çöller genellikle karlı ve ilkbahar sırasında
yağmurludur.

Şekil 9.16: Mojave Çölü, Amerki Birleşik Devletleri (Kaynak: wikimedia)


Soğuk çöllerde yıllık yağış tutarı 15-26 cm kadardır. Sıcak çöllerde ılık ve yağışlı
ilkbahar, çok sıcak yaz yaşanır, kış mevsimi çok az yağışlı veya yağışsızdır. Soğuk
çöllerde kış süresince bir miktar kar yağışı alır, ilkbahar başlangıcı birkaç ot yosun ve
likeni büyütecek kadar ılıktır. Sıcak çöllerde bitki örtüsü çok seyrektir, dağınık çalılar
ve kısa odunlu ağaçlardan oluşur. Yapraklar besin deposudur. Bazı bitki türleri
terebentin çalısı, frenk inciri, kırılgan çalıdır. Bu bitkiler uyum sağlayarak hayatta
kalabilmişlerdir. Bazıları uzun süre su depo ederek sıcak zamanlarda canlı kalmayı
başarmışlardır. Soğuk çöllerin bitkisi seyrek ve dağınıktır. Arazinin % 10 kadarı
bitkilerle kaplıdır.. Bazı yörelerde sagebrush-adaçayıı çok yaygın olarak görülür.
Çalıların yüksekliği 15-122 cm arasındadır. Bütün bitkiler yaprak döker az veya çok
dikenli yaprakları vardır. Sıcak çöl hayvanları küçük, gece aktif olan etçillerdir.
Böcekler, örümcekler, sürüngenler ve kuşlara da rastlanır. Bu hayvanlardan bazıları
Armadillo kertenkelesi, kara sırtlı kuyrukkakan kuşu, boynuzlu engerekdir. Soğuk çöl
hayvanlarına örnek olarak antilop, yer sincabı, Amerikan tavşanı ve kanguru faresi
verilebilir.
Tablo 9.1: Sıcak ve Soğuk Çöller
9.3.7. Savan

Savan (Şekil 9.17), tropikal yağmur ormanı ile çöl biyomu arasında otlar, çalılar ve
seyrek ağaçlardan oluşur. Savanlara orman oluşturacak kadar yağış düşmez. Savan
tropikal çayırlık olarak da bilinir. Tropikal yağmur ormanlarının kenarında geniş bir
kuşak şeklinde yer alır. Savan yıl boyunca sıcaktır. Genelde iki farklı mevsim, çok
uzun ve kurak kış ile çok nemli yaz mevsimi yaşanır. Kurak mevsimde yaklaşık 10 cm
kadar yağış düşer, Aralık-Şubat arası ise hiç yağış düşmez. İşin tuhafı bu kurak
mevsimde sıcaklık biraz düşmüştür. Bu zor koşullarda sıcaklık 21°C civarındadır.
Yazın yağış çoktur. Afrika'da muson yağmurları Mayıs ayında başlar ve bu süre içinde
40-60 cm kadar yağış düşer. Her gün sıcak ve nemli hava yükselip soğuk hava ile
karşılaşarak yağış oluşturur. Çok farklı türde bitkilere (Şekil 9.18) ev sahipliği yapan
Savanlarda farklı besinleri yeme alışkanlığında olan hayvanlar besinleri tüketmek için
yarışırlar.

Yeryüzünde birçok farklı Savan türü vardır. Doğu Afrika'nın akasya ağaçlarıyla kaplı
Savansı Serengeti ovası- Tanzanya en çok bilinendir. Arslan, zebra, fil, zürafa gibi
birçok toynaklı hayvan otlanır ve avlanır (Şekil 9.19). Çok sayıda otçul memeli burada
yaşar, çevrede zengin Çayırlar vardır. Etçiller de otçulları yiyerek beslenir. Güney
Amerika'da sadece birkaç türün bulunduğu Savanyı görürüz. Brezilya, Kolombiya ve
Venezuela'daki Savanlar yaklaşık 2.5 milyon km2 alan (Türkiye’nin üç katı kadar)
kaplar.
Şekil 9.17: Savan biyomununun gözlendiği Güney Afrika’dan bir görüntü (Kaynak:
https://bg.wikipedia.org/)
 Hayvanlar çevre biyomlardan Savana doğru yönelir. Orinoko Llanoları (Orinoko
nehri çevresindeki Kolombiya ve Venezuela düzlükleri) Orinoko nehrinin sularıyla
kaplanır. Bitkiler uzun süre su içinde kalmaya uyum sağlamışlardır. Capybara ve
bataklık geyiği yarı sulak hayata uyum sağlamıştır. Kuzey Avustralya'da da Savana
rastlanır. Burada, okaliptüs ağaçları akasyanın yerini almıştır. Birçok kanguru türü var
fakat hayvan türü çeşitliliği azdır. Savan bitkileri uzun süren kurak dönemde
büyümeye uyum sağlamışlardır. Derindeki suya ulaşan kökler, yangına karşı kalın
kabuk, gövde içlerinde su depolamak, kurak kış süresince su kaybını azaltmak için
gelişmiş yaprak biçimleri gibi. Otlar, hayvanların yemesinden korunmak için çok
keskin kenarlı olmak veya acı lezzetde olmak gibi bazı özellikler kazanmışlardır.
Uygun otlar her cinsten otobur hayvanlar tarafından yenir. Farklı otlar farklı hayvanlar
tarafından tüketilir. Bazı bitkiler otlanmaktan korunmak için baş aşağı büyür veya çok
ince dokuludur. Birçok Savan bitkisi (Şekil 9.19) kurak mevsimde bitki soğanı
şeklinde kalır. Savandaki bitki ve hayvan türleri çok geniş bir yelpaze oluşturur. Türler
bir denge içinde bir birine bağlıdır. Afrika Savanlarında 40'dan fazla toynaklı memeli
türü yaşar. Bir alanda 16'dan fazla yaprak yiyen hayvan türü birlikte bulunabilir. Her
biri kendi tercih ettiği ot ve yaprakları, farklı yükseklikte olanları, günün farklı
zamanlarında, arazinin uygun alanlarında ve kurak mevsim süresince farklı alanlara
göç ederek tüketir. Otçul hayvanlar arslan, kaplan, leopar, çita, çakal ve sırtlan gibi
çeşitli etçillere yem olurlar. Her tür kendi tercihine ve yapabildiğine göre rekabet
içinde birlikte yaşar. Afrika Savanlarının bir kısmında insanlar sığır ve keçilerini
otlatırlar. Çevreden uzaklaşmadıkları için yenilen otlar tamamen tükenir. Bitkisiz
savan da çöle dönüşür. Her yıl, Savannın geniş alanları otlatma ve yanlış tarımsal
uygulamalar nedeniyle çölleşerek Sahra’ya katılır.
Şekil 9.18: Savan biyomunun gözlendiği alanlardaki floraya ilişkin bazı türler
(Kaynak: A. Aydoğmuş).
Şekil 9.19: Savan biyomunun gözlendiği alanlardaki faunaya ilişkin bazı türler
(Kaynak: A. Aydoğmuş).
9.3.8. Tropikal Yağmur Ormanları

Yıllık 125-660 cm yağışın düştüğü sıcak bölgelerin uzun boylu ağaçlarıdır. Yağmur
ormanı tropikal nemli iklim grubu içinde bulunur (Şekil 9.20). Sıcaklık 34°C'i çok
nadir olarak geçer genellikle 20°C civanırdadır. Nem değeri % 77-88 arasındadır.
Yıllık yağış miktarının 250 cm'yi geçmesi olağandır. Yağışın az olduğu kısa bir
mevsim görülür. Muson bölgesinde gerçek kurak mevsim vardır. Tüm yağmur
ormanları ekvatorun yakınındadır. Yağmur ormanları dünya kara alanının % 6'sından
azını kaplar. Bilim insanları, dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin yarıdan fazlasının
tropikal yağmur ormanlarında yaşadığını tahmin ediyorlar. Yeryüzü oksijeninin %
40'ını yağmur ormanları üretir.
Şekil 9.20: Tropikal yağmur ormanları biyomununun gözlendiği Güney Amerika’dan
(Brezilya) bir görüntü (Kaynak: https://wikipedia.org/)
Tropikal yağmur ormanlarında dünyanın diğer yerlerinden daha fazla ağaç çeşidi
vardır. Bilim insanları Güney Amerika'da 1 hektar alanda (10.000 m2) 100-300 tür
saymışlardır. Bitkilerin % 70'i yağmur ormanı ağaçlarıdır (Şekil 9.21). Kullandığımız
ilaçların yarısından fgazlası yağmur ormanı bitkilerinden elde edilir. Örneğin Curare
(yerlilerin ok uçlarında kullandığı şiddetli zehir) tropikal bir sarmaşıktan elde edilir,
anestezik ve kas gevşetici olarak olarak cerrahide kullanılır. Kinin, cinchona ağacından
elde edilip sıtma tedavisinde kullanılır. Lenf kanserinde hastalığı hafifleten pembe
Cezayir menekşesi gibi 1400'den fazla potansiyel tropikal bitkinin kanser tedavisinde
kullanılabileceği düşünülmektedir.
Şekil 9.21: Tropikal yağmur ormanı biyomunun gözlendiği alanlardaki floraya ilişkin
bazı türler (Kaynak: A. Aydoğmuş).
Şekil 9.22: Tropikal yağmur ormanı biyomunun gözlendiği alanlardaki faunaya ilişkin
bazı türler (Kaynak: A. Aydoğmuş).
Tropikal yağmur ormanları çeşitli bakımlardan birbirine benzer. Ağaçlar düzgün
gövdeli, fazla dallanmadan 30 metre boya ulaşır. Kanopiden aşağıya az ışık girdiği için
dallar fark edilmez. Kendilerini soğuktan koruma ihtiyacında olmadıkları için büyük
ağaçlar düzgün ve ince kabukludur. Burada sorun, bitkiler üzerinde yaşayan asalak üst
bitkenler (epifitler) ile bitki parazitleridir. Birçok bitkinin kabuğu çok basit olduğu için
bitkiyi kabuğuna göre tanımlamak zordur. Birçok ağaç çiçeklerine bakılarak
tanımlanabilir. Buna rağmen üç büyük yağmur ormanında (Güney Amerika, Afrika,
Asya) farklı bitki ve hayvan türlerine rastlanır (Şekil 9.22). Farklı yağmur
ormanlarında farklı maymun türleri yaşarken farklı alanlarda aynı tip yağmur ormanı
türleri de bulunabilir. Bazı ağaç türleri Amazon yükseklerinde bulunurken alçak
alanda aynı orman yetişmez. Dolayısdıyla topoğrafik farklılar da yağış kadar tür
farklılığında önemli bir faktördür.

Tropikal yağmur ormanına sürekli yağmur yağar ve çok nemlidir. Yıllık yağış 150 cm
civarındadır. Çok yağış alır çünkü çok sıcak ve nemlidir. Sıcak hava daha çok nem
taşıyabilir. Günlük yağış miktarı genelde 3 mm veya m2 ye 3 kg'dır. Bu iklim güneş
ışınlarının büyük açıyla geldiği ekvator çevresinde görülür. Güneş enerjisinin etkisi ile
karadan ve denizlerden buharlaşma olur. Daha çok su buharı taşıyabilen sıcak hava
yükseldiğinde soğur, taşıyamadığı su buharının yoğuşması ile su zerreciklerinden
oluşan bulutları oluşturur. Bulutlar da yağmur üretir. Yılda 90 günden fazla yağışlı gün
vardır, yağmurdan sonra pırıl pırıl güneş çıkar. Su döngüsü ekvator boyunca
tekrarlanır.

Bu biyomun ana bitkisi ağaçlardır, bu önemlidir çünkü yağmur ormanında bazı ağaçlar
yağmurun yere ulaşmasını engeller ve aşağıda ancak küçük bitkiler yetişebilir. Burada
ağaçların boyu 50 metreyi geçer, kanopi-çatı oluşturur. Orman tabanı alt katman
olarak ifade edilir. Kanopi alt katmana ulaşacak güneş ışırlarını tutar. Kanopi ve alt
katman arasındaki lower canopy'de sızan güneş ışınlarını alan küçük ağaçlar bulunur.
Tropikal yağmur ormanı Köppen Classification Sisteminde (Af) ile gösterilir. (A), her
ayın nemli ve ortalama sıcaklığın 18°C'dan yüksek olduğunu ifade eder. (f), her ay
yeterli yağışı ifade eder. Ekvatorun 15-25° Kuzey ve Güneyinde görülür. Yıllık yağış
150 cm'den fazla olup kısa bir kurak zaman yaşanır. Bu bir ay süresince 10 cm kadar
yağış düşer. Yağmur ormanı iklimi diğer iklimlerden farklıdır, diğer iklimlerde nem
uzak yerlerden taşınarak yağış oluşur, yağmur ormanında ise yağışın % 50'si bitkilerin
terlemesiyle oluşan neme bağlı olarak gerçekleşir. Düşen yağışın bir kısmı yere
ulaşamadan ağaçların yaprakları arasında kalır. Yağmur ormanında ortalama sıcaklık
25°C civarındadır. Sıcaklık yıl boyunca fazla değişmez ve 17°C'ın altına hiç düşmez.
Çünkü ekvatora yakındır. Ekvatora yakınsanız orada güneş radyasyonu fazladır, daha
çok güneş radyasyonu daha yüksek sıcaklık demektir. Yağmur ormanında 0°C gibi
düşük sıcaklıklarda bitkisel hayat söz konusu olamaz. Alt katmandaki bitkiler az olan
güneş ışığında yaşamaya uyum sağlamışlardır. Eğrelti otları ve yosunlar, epifitler gibi.
Bu bitkiler başka bitkilerin üzerinde yaşarlar. Yağmur ormanında birçok farklı bitki
türü bulunur.

9.3.9. Dağ/Alpin Biyomu

Soğuk, karlı ve rüzgarlı kelimelerini duyduğumuzda dağları düşünürüz. Avrupa


insanına göre Alpin Biyom kış gibidir, kar, şiddetli rüzgar ve buz tipik kış
görüntüleridir. Latin'ler Alp'lere "high mountain-yüksek dağ" derler. Bugünkü Alpin
kelimesi oradan gelmektedir. Virgil'in eski bir yorumcususu olan Maurus Servius
Honoratus, açıklamasında tüm yüksek dağların Keltler tarafından “Alpes” olarak
adlandırıldığını belirtmiştir. Alpin biyom (Şekil 9.23), dünyanın genellikle yüksekliği
3000 metreyi aşan dağlarında bulunur. Buralar sürekli kar sınırının hemen altında yer
alır. Kuzey Amerika Kayalık Dağlarında dağa tırmanırken soğuk Alpin biyoma
ulaşmadan önce çöl, yaprak döken orman, çayırlık, step, tayga gibi birçok biyomdan
geçersiniz.
Şekil 9.23: Alpin biyomununun gözlendiği İsviçre’den bir görüntü (Kaynak:
https://wikipedia.org/)
Kışın 0°C altında olan sıcaklıklar yazın 10-15°C arasındadır. Kış mevsimi Ekim
sonundan Mayıs ayına kadar devam eder. Yaz mevsimi ise Hazirandan Eylüle uzanır.
Alpin biyomda bir günün sıcaklığı sıcaktan dondurucu soğuğa değişir. Bitki ve
hayvanlar Alpin biyomun sert iklimine uyum sağlamışlardır. 200 kadar Alpin bitki
türü vardır (Şekil 9.24). Yükseklerde bitkilerin kullanacağı CO2 oranı azdır. Düşük
sıcaklık ve rüzgar nedeniyle bitkilerin çoğu yavaş yavaş büyür. Uzun boylu bitkiler ve
ağaçla çiçek açar ve sonra donarlar. Bitkiler ölünce sıcaklık düşük olduğu için çabucak
ayrışmazlar. Bu düşük toprak oluşumuna neden olur. Alpin bitkilerin çoğu iri ve taş
içeriği yüksek üst horizonları gelişmemiş toprakta büyür. Bitkiler Alpin biyomun
kurak şartlarına da uymuşlardır.
Şekil 9.24: Alpin biyomunun gözlendiği alanlardaki floraya ilişkin bazı türler
(Kaynak: A. Aydoğmuş).
Şekil 9.25: Alpin biyomunun gözlendiği alanlardaki faunaya ilişkin bazı türler
(Kaynak: A. Aydoğmuş).
Alpin biyomlar, And, Alpler ve Amerika Kayalık Dağları dahil olmak üzere tüm
dağlık alanlarda gözlenir. Alpin biyomlar genellikle 2.000 metrenin üzerinde gözlenir.
Alpin hayvanları iki tür sorunla karşı karşıyadır, düşük sıcaklık ve çok fazla
ultraviyole ışınlar. Alpin biyomda güneş ışınlarını filtre edecek atmosfer gazları
seyrektir. Yalnızca sıcakkanlı hayvanlar ve böcekler Alpin biyomda yaşar (Şekil 9.25).
Hayvanlar soğuğa karşı kış uykusuna yatarak, daha ılık alçak yerlere göçerek veya
gövdelerini yağ tabakası ile izole ederek dayanırlar. Hayvanlar kısa bacaklı, kısa
kuyruklu ve kısa kulaklı olarak ısı kaybını azaltırlar. Alpin hayvanların geniş akciğer
kapasitesi, daha çok kan hücresi ve hemoglobin yüksek kesimlerin düşük hava basıncı
ve oksijen azlığından korunmasını sağlar. Bu özellik uzun süre dağlarda yaşayan
Güney Amerika And Dağları yerlileri ile Himalaya'ların Şerpaları için de geçerlidir.
Uygulamalar

1. Türkiye’de yer alan ana biyomlar hakkında araştırma yapınız ve bunların


dağılımlarını hazırlayacağınız bir harita üzerinde gösteriniz.
2. Dünya iklim bölgeleri ve biyomlar arasındaki ilişkiyi Köppen tarafından
yapılan sınıflandırmayı temel alarak karşılaştırınız?.
3. İnsan faaliyetleri gelecek yüzyılda biyomların yer değiştirmesi veya ortadan
kalkması üzerinde etkili olabilir mi araştırınız.

Uygulama Soruları

1. Ülkemizdeki ana biyomlar nelerdir?


2. İklim ve biyomların sınırları ve dağılışları arasındaki benzerlikler ve farklılıklar
nelerdir?
3. Gelecekte insan faaliyetleri biyomlar üzerinde etkili olacaksa en fazla
kırılganlığı veya değişimi nerede bekliyorsunuz?

Bölüm Özeti
Bu bölümde biyosferin genel özellikleri ve biyosferdeki süreçlerin genel hatları ele
alınmıştır. Biyosfer içerisindeki ana bölgesel farklılıkları oluşturan faktörler ve bu
faktörlerin biyosfer karakteristikleri üzerindeki rolleri özet bir şekilde
ddeğerlendirilmiştir. Dersin dokuzuncu bölümünü oluşturan bu kısım diğer konularda
ele alınan yer sistemleri ile en çok etkileşimin bulunduğu katman veya küredir.
Biyosferi oluşturan ve farklı karakteristiklere sahip Biyomlar dokuz ana başlık altında
toplanarak ele alınmış ve bu zonlara has bitki ve hayvan türleri genel bir çerçevede ele
alınmıştır. 

Ünite Soruları
Soru-1 :
Yeryüzünde yayılış gösteren biyomlar ile ilgili aşağıdaki yargılarından hangileri
doğrudur?

I. Aynı iklim koşullarını paylaşan büyük ekosistem tiplerini içerir.


II. Coğrafik yayılışları, büyük ölçüde iklimdeki bölgesel değişikliklere dayanır.
III. Farklı bitki örtüsü tiplerine sahip oldukları için coğrafik olarak yayılış alanları
kesin sınırlarla ayrılmıştır.

(Çoktan Seçmeli)

(A) Yalnız I

(B) Yalnız II

(C) I ve II

(D) I ve III
(E) I, II ve III

Cevap-1 :
I ve II

Soru-2 :
Aşağıdakilerden hangisi atmosfer ve biyosfer arasındaki doğrudan ilişki
arasında gösterilemez?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Güneş radyasyonu

(B) Sıcaklık

(C) Evapotranspirasyon

(D) Bakı

(E) Yağış

Cevap-2 :
Bakı

Soru-3 :
Aşağıda verilen biyomlardan hangisi Dünyanın en genç biyomudur?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Tayga

(B) Alpin

(C) Tropikal Yağmur Ormanları

(D) Çöl

(E) Tundra

Cevap-3 :
Tundra

Soru-4 :
Aşağıdaki biyomlardan hangisinde gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı
diğerlerinden daha yüksektir?

(Çoktan Seçmeli)
(A) Tayga

(B) Çöl

(C) Tropikal Yağmur Ormanları

(D) Tundra

(E) Akdeniz

Cevap-4 :
Çöl

Soru-5 :
Biyomların oluşumunda,

I. sıcaklık
II. nem
III. yeryüzü şekilleri

faktörlerinden hangileri etkilidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Yalnız I

(B) Yalnız II

(C) I ve II

(D) I ve III

(E) I, II ve III

Cevap-5 :
I, II ve III

Soru-6 :
Biyosferin yaklaşık ................... yıl önce bazı aşamalardan geçerek evrim geçirdiği
düşünülür.

Cevap: 3,5 milyar

(Klasik)

Soru-7 :
Karaların küçük bir kısmında ABD batısı Kaliforniya, Güney Amerika Orta Şili
kıyıları, Güney Afrika Cape Town, Avustralya’nın batı ucunda görülen
biyoma .................. denir.
Cevap: Akdeniz

(Klasik)

Soru-8 :
.................. biyomu Dünya’nın en geniş biyomunu oluşturur.

Cevap: Tayga

(Klasik)

Soru-9 :
.................... biyomu sıcak-kurak ve soğuk-kurak olarak ikiye ayrılır ve dünya
yüzeyinin 1/5’ini kapsar.

Cevap: Çöl

(Klasik)

Soru-10 :
Tropikal yağmur ormanı ile çöl biyomu arasında otlar, çalılar ve seyrek ağaçlardan
oluşan biyoma verilen isim ................'dır.

Cevap: Savan

(Klasik)

10. Akarsular
Giriş
Akarsular yeryüzünü şekillendiren en yaygın jeomorfik etmenlerdir. Buzularla kaplı
kutup bölgeleri hariç yeryüzünün neredeyse heryerinde akarsuların doğa ve insan
üzerindeki etkilerini görmek mümkündür. Bu dersimizde fiziki coğrafyanın bir alt dalı
olan “akarsu jeomorfolojisi” yani akarsuların genel özellikleri ile bunların
oluşturdukları yerşekillerine değineceğiz. 

 10.1. Su döngüsü (hidrolojik çevrim)


Bildiğiniz gibi su yerkürenin farklı katmanları hidrosfer, atmosfer, jeosfer ve biyosfer
içinde bulunur ve bunlar arasında da bir alışveriş sözkonusudur. Su döngüsü suyun
okyanuslardan, bitkilerden yada topraktan buharlaştıktan sonra atmosferdeki hareketini
ve sonunda yağış olarak tekrar geriye dönüşünü ifade eder. Suların yağış yada
akarsularla okyanuslara taşınması ile bu döngü tamamlanmış olur.

Aslında bu durmaksızın devam eden bir döngüdür (Şekil 10.1). En fazla buharlaşma
yaklaşık 320 000 km3 ile okyanuslar üzerinde olur ve yağışları büyük kısmı da, 284
000 km3 buralarda gerçekleşir. Bu süreç su döngüsünün en hızlı gelişen sürecidir.
Diğer yandan rüzgarlar bulutları karalar üzerine taşır ve buralarda da yaklaşık 106000
km3 lük bir yağış gerçekleşir (Şekil 10.1). 
Şekil 10.1. Su döngüsünün şematik gösterimi
Bu yağışın bir kısmı süzülerek toprak yada kayaların içine sızar (infiltrasyon) 36000
km3’lük bir kısmı da yüzey akışına geçer. Toprak yada kayalar içine sular yeraltı suyu
haline gelmeden önce yine buharlaşabilir (evaporasyon) yada bitki köklerine ile
alınarak bitkilerin terlemesi (trasnpirasyon) ile tekrar atmosfere verilirler. Bu iki
süreç eş zamanlı gerçekleştiği için buna evapotranspirasyon denilir. Yağış olarak
yüzeye düşen su miktarı buharlaşandan daha fazladır. Fazlalık olan su akarsular
vasıtasıyla tekrar okyanuslara geri döner. Örneğin, ülkemize yağışlar Atlantik
Okyanusu üzerindeki Azor ve İzlanda başınç merkezlerinin etkisi ile gelir ve örneğin
Kızılırmak sularını Karadenize döker ancak Karadeniz de Marmara ve Akdeniz
bağlantıları ile Atlantik Okyanusuna bağlandığı için sular tekrar Atlantik Okyanusuna
geri dönmüş olur. Böylelikle su döngüsünün üç ana evresi tamamlanmış olur.
Bunlar buharlaşma, yağış ve akıştır (Şekil 10.1). 

10.2. Yüzey suları: Akarsular


Önceki görselde yağışın bir kısmının yeraltına sızdığını bir kısmının ise yüzeyde akışa
geçtiğini görmüştük. Bu dersin konusu olan akarsular yüzey sularıdır. Yağışın
yeraltında sızmayıp yüzeyde akmasını denetleyen etkenler şunlardır: 1)Yağışın şiddeti
ve süresi, 2) zeminin suya doygunluğu, 3) zeminin geçirimliliği, 4) zeminin eğimi ve
5) bitki örtüsü. Yağışın şiddetli olmasa devamlı olması, bununla beraber zeminin yada
toprağın içindeki mevcut su miktarının çok olması yani doygun olması bunun yanında
zeminin yapı olarak su geçirmeyen örneğin kil gibi minerallerden oluşan kayaçlardan
yada topraktan oluşması, hafif eğimli bir arazi olması ve bitki örtüsünün az olması
yağış sularının daha hızlı akışa geçmelerine yani akarsulara katılmasına imkan verir.
Bu akış ilk olarak seyelan şeklinde daha sonra ince ve sığ kanalcıklar (rill) içinde ve
daha sonra yarıntılar (gully) ve en sonunda dere yada ırmak şekline dönüşür (Şekil
10.2). 
Şekil 10.2. Yağmur sularının yüzey sularak dönüşme aşamaları. Splash: Damlacık,
Sheet: Seyelan , Rill: İnce yarını, Gully: geniş yarıntı, Stream and Channel: Dere ve
kanal
Dere ve ırmaklara su sadece yüzey suları ile değil aynı zamanda akarsuyun su toplama
havzası içindeki yeraltı sularından çıkan kaynaklar vasıtası ile de su katkısı gerçekleşir

10.3. Akarsu havzası (drenaj havzası)


Yukarıda akarsu havzası kavramından bahsettik. Peki nedir akarsu havzası? Kısaca bir
ana akarsuyun kolları ile birlikte sularını topladığı alandır. Şekil 10.3. bir akarsu
havzasının ana elemanlarını göstermektedir. Bir akarsu yada drenaj havzasının sınırını
su bölümü çizgisi (drainage divide) belirler. Bu ana akarsu ve yan kollarının kaynak
alanlarına karşılık gelir. Drenaj ayrım çizgisi saynı zamanda havzanın komşu
havzalarla olan sınırıdır. Bu çizgi dağlık ve sarp arazilerde bir bıçak sırtı gibi belirgin
bir şekilde olabilir ancak yerşekillerinin belirgin olmadığı arazilerde ise bu kadar
belirgin olmayabilir. 
Şekil 10.3. Bir akarsu havzasının elemanları
Havzanın içinde ana akarsu ve kollarının vadileri (valleys) bulunur ve bunlarda
birbirlerinden alt subölümü çizgileri (interfluves) ile ayrılırlar.

Akarsu havzalarının boyutları birkaç km2’den milyonlarca km2’ye kadar geniş bir
alanları kaplayabilir. Ülkemizdeki Fırat, Dicle, Kızılırmak, Çoruh, Yeşilırmak,
Sakarya ve Gediz, Büyük Menderes ve Meriç büyük akarsu havzalarıdır (Şekil 10.4). 

Şekil 10.4. Türkiye akarsu havzaları haritası


Akarsu havzalarının bir kısmı sularını deniz ve okyanuslara ulaştıramaz bunlara kapalı
havza denir. Konya kapalı havzası bunlara örnektir.. 
10.4. Akarsu havzasındaki jeomorfik süreçler
Akarsular havzalarının farklı bölümlerinde farklı işlevler görebilirler. İşlevler havzanın
en yüksek noktası ile olan kaynak (subölümü çizgisi) ile ağız kısmı (deniz veya göl)
arasında kabaca belli alanlara odaklanmıştır. Örneğin, havzanın yukarı çığırlarında
(kaynak bölgesi) akarsular kayaçların yüzeylenmesi ve yüksek eğimler
nedeniyle aşınım, orta çığırlarında taşınım ve aşağı çığırlarında eğimin azaldığı yada
deniz ve göllere ulaştıkları alanlarda birikim yaparlar (şekil 10.5). Bu üç süreç
yerşekillerinin oluşum ve gelişmesinden en önemli jeomorfik süreçlerdir. 

Şekil 10.5. Bir akarsu havzasında baskın süreçlerin etkili olduğu bölümler
10.5. Akarsuların akışı
Nehir kanallarındaki sular yer çekimi etkisiyle aşağıya doğru hareket ederler. Çok
yavaş akan akarsulardaki su akışı yaklaşık olarak düz çizgisel hatlar boyunca akarsu
kanalına paralel olan bir akıştır ki buna Laminer Akış denir. Hâlbuki, tipik bir akarsu
akışı genel olarak Türbülanslı Akış karekterindedir.Türbülanslı akışta su parçacıkları
düzensiz bir şekilde yatay ve dikey yönlerde dönerek rastgele hareket ederler. Güçlü
türbülans hareketleri hızla dönen, girdap şeklinde, beyaz köpüklü kabararak hızla akan
sular şeklinde kendini gösterir. Suyun üst tarafında düzgün bir akışa sahip nehirlerde
bile taban kısmına yakın yerlerde ve yan cidarlannda akışa karşı direnç oldukça
arttığından türbülanslı akış vardır. Türbülans akarsuyun kanalını aşındırma yeteneğine
önemli ölçüde katkıda bulunur, çünkü türbülans akarsu yatağındaki katı maddeleri
yerinden kaldırarak hareket ettirir.

10.5.1. Akım hızı

Akım hızı suyun bir noktadan diğer noktaya ulaşma hızını ifade eder. Yağışın miktarı
ve şiddetindeki değişime bağlı olarak akarsu boyunca bir noktadan başka bir noktaya
veya belli bir noktada zaman boyunca önemli miktarlarda değişiklikler gösterir. Bir
nehrin aşındırma ve katı madde taşıma yeteneği doğrudan akış hızıyla orantılıdır. Akış
hızındaki az bir artış bile akarsuyun taşıdığı katı madde yükünün önemli oranda
artmasına neden olabilir. Bundan dolayı akım hızına etkiyen bazı faktörler akarsuyun
“iş” yapma potansiyelini de kontrol altında tutarlar. Bu faktörler şunlardır: (1) kanal
eğimi veya gradyanı, (2) kanal büyüklüğü ve enine kesit şekli, (3) kanal pürüzlülüğü
ve (4) kanalda akan su miktarı.

Şekil 10.6. Bir akarsu yatağında hızın dağılımı.


10.5.2. Gradyan ve kanal karakteristiği

Akarsu kanalının eğimi yani belirli bir yatay mesafe boyunca gerçekleşen düşüm
gradyan olarak adlandırılır. Gradyanın daha dik olduğu yerlerde, kanal akımını
sürükleyecek daha fazla yer çekimi enerjisi mevcut demektir. Bir akarsu kanalındaki
su, eğim boyunca hareket ederken önemli oranlarda sürtünme direnciyle karşılaşır.
Kanal kenarları ve yatağıyla temas hâlinde olan su miktarını büyük oranda kanalın
enine kesit şekli (kanaldan enlemesine alman bir dilim) belirler. Bu ıslak çevre olarak
bilinen bir ölçüttür. En etkin kanal enine kesit, en az ıslak çevreye sahip olan kesittir.
Şekil 10.6 sadece şekil bakımından farklı iki kanalı karşılaştırmaktadır. Kanal A geniş
ve sığ, kanal B ise dar ve derin. Bu iki kanalın enine kesit alanlan aynı olmasına
rağmen, kanal B’de daha az su kanal kenarlan ile temas halindedir ve bu nedenle bu
kanalda daha az sürtünme direnci vardır. Sonuç olarak, bütün diğer etkenler eşit olmak
şartıyla, Kanal B’deki su Kanal A’dan daha etkin ve hızlı akacaktır. Su derinliği de
kanal kenarlarının akışa uyguladığı sürtünme direncini etkilemektedir. Maksimum
akım hızı, akarsuyun tam dolu aktığı yani su seviyesinin henüz kanal yatağım aşıp sel
yatağına taşmasının hemen öncesinde oluşur. Bu seviye kanal kesil alanının ıslak
çevreye oranının en büyük olduğu seviye-dir ve akış en etkin durumdadır. Benzer
şekilde kanal büyüklüğünü artırmak, kesit alanının ıslak çevreye oranını da
artırdığın¬dan kanalın etinliği de artmış olur. Bütün diğer etkenler aynı olmak şartıyla
büyük kanallarda akım hızlan küçük kanallara göre daha yüksektir. Akarsuların çoğu
pürüzlü olarak tanımlanabilecek kanallara sahiptirler. Kaya parçaları, kanal
yatağındaki düzen-sizlikler, ağaç ve bitki parçaları kanaldaki akışı önemli oranda
yavaşlatacak türbülans oluştururlar.

10.5.3. Debi

Akarsular bir metreden daha az genişlikteki küçük başlangıç derelerinden birkaç


kilometre genişliğindeki büyük nehirlere kadar değişik boyutlardadırlar. Bir akarsuyun
büyüklüğü genellikle drenaj havzasından nekadar su topladığına bakarak belirlenir.
Akarsuların büyüklüğünü kıyaslamakta en çok kullanılan ölçü debidir, belli bir
noktadan birim zamanda geçen su hacmi. Genellikle metıeküp/saniye ölçülen debi
kesit alanıyla o kesitteki ortalama hızın çarpımıyla belirlenir. Tablo 10.1. Dünya’nın
en büyük nehirlerini debilerine göre sıralamaktadır. Bir nehir sisteminin debisi, drenaj
havzasına düşen yağışa bağlı olarak zamanla değişir. Araştırmalar, debi arttığında
kanal genişliğinin, derinliğinin ve akım hızının hep beraber kayda değer miktarda
artığını göstermektedir. Daha önce de gördüğümüz gibi, kanal büyüklüğü arttığı zaman
bu artışa orantılı şekilde kanal yalağı ve kenarları ile temas hâlindeki su miktarı da
daha az olacaktır. Böylece sürtünmenin azalması ve buna bağlı olarak akış oranının
artması sağlanacaktır.

Tablo 10.1. Debisine göre dünyanın en büyük nehirleri


10.6. Akarsuların boyuna profilleri ve taban seviyesi
Bir akarsu üzerindeki en faydalı araştırma şekillerinden biri, akarsu boyunca kesit
profilinin incelenmesidir. Böyle bir boyuna kesit profile (Şekil 10.7) akarsuyun
başlangıç bölgesinden (Başlangıç, kaynak bölgesi incelendiğinde tipik bir boyuna
kesitte görülecek en bariz özelliğin kesitin içbükey şekli olduğu görülür ki bunun
sebebi kaynaktan nehrin ağzına doğru eğimin azalmasıdır. 
Şekil 10.7. Kaliforniya'da Kings Nehri'nin boyuna kesit profili
Buna ilaveten pek çok akarsu profilinde lokal düzensizlikler mevcuttur. Örneğin,
birbirini takip eden akarsu göz- lem istasyonlarından alman veriler, nemli iklim
bölgelerinde debinin mansaba doğru arttığını göstermektedir. Bu durum sürpriz
değildir çünkü mansaba doğru nehir boyunca ilerlerken anakanala katılan yan kol
sayısı gittikçe artar. Örneğin, Amazon’un durumu ele alındığında görülecektir ki
Güney Amerika boyunca katettiği 6500 kilometrelik hat boyunca yaklaşık 1000 kadar
yan kol ana kanala (ana yatak) katılmaktadır. Zaten, artan su hacmini barındırabilmek
için kanal boyutları ağıza doğru tipik bir şekilde artmaktadır. Büyük kanallardaki akış
hızlarının küçük kanallara kıyasla daha fazla olduğu gerçeğini hatırlayınız. Üstelik,
gözlemler göstermiştir ki, mansaba doğru katı madde boyutları azalmakta ve kanal
daha düzgün ve etkin hâle gelmektedir. Akarsuyun ağız kısmına doğru kanal eğiminin
azalmasına rağmen akış hızı genellikle artmaktadır. Bu gerçek, aslında, dar başlangıç
derelerinin hızlı, topog-rafyanın daha düze yakın olduğu yerlerdeki geniş nehirlerin ise
sakin akacağına dair sezgisel varsayımlarımızla çelişmektedir. Mansap bölgesinde
oluşan kanal boyutu ve debisindeki artış, kanal pürüzlülüğündeki azalış, eğimdeki
azalışı dengeleyerek akarsuyu daha etkin hâle getirmektedir, (bkz. Şekil 10.8)
Şekil 10.8. Nehrin bazı özelliklerinin başlangıçtan ağız kısmına nasıl değiştiğini
gösterir grafik
10.7. Akarsuların Şekillendirme Süreçleri
Akarsular erozyona sebep olan, dünyanın en önemli etmenlerinden biridir. Akarsuların
kendi kanallarını aşındırarak derinleştirme ve genişletme yeteneklerinin yanında
yüzeysel akışla, dik yamaçlardan toprak kaymasıyla ve yer altı suyu ile gelen
muazzam miktarlarda katı maddeyi taşıyacak kapasiteleri de vardır. En sonunda
akarsular bu malzemeleri değişik yeryüzü şekillerini oluşturmak üzere bazı yerlerde
biriktirirler

10.7.1. Aşındırma

Akarsu aşındırması akarsuların anakaya, döküntü malzemesi ve toprağa ait unsurları


koparıp sürüklemek suretiyle yaptığı değişikliklere denir. Genellikle

Çizgisel bir şekilde yani belirgin bir yatakta toplanan yağış suyunun yaptığımı
aşındırmanın üç temel mekanizması vardır. Bunlar: 1) Hidrolik etki, 2)
Korrazyon(çarpma etkisi), 3) Korrozyon (kimyasal etki). Hidrolik etki akarsuyun
kütlesinin kinetik enerjisinin yardımı ile zeminden unsurlar koparması yada
sürüklemesidir. Dolayısıyla dirençsiz anakaya yada döküntü malzemesi ve toprak
üzerinde bu mekanizma daha etkilidir. Korrazyon yani çarpma etkisi ise su tarafınan
taşınan malzemenin üzerinde aktıkları zemine yani yatağın dibine ve yanına çarpması
sonucu meydana getirdikleri aşındırmaya denir. Korrozyon ise suyla temas ettiğinde
çözülebilen kayaçların olduğu kireçtaşı ve jips kayaçlarından oluşmuş alanlarda daha
etkilidir.

10.7.2. Taşıma

Taşıma ile aşındırma arasında çok yakın bir ilişki vardır. Akarsuyun aşındırma gücü
esas itibarı ile taşıma gücü ile doğru orantılıdır. Bu yüzden en etkili aşındırma
mekanizması korrazyondur. Bir şekilde akarsu kütlesi içine dahil olmuş maddelerin
taşınımı 4 farklı mekanizma ile gerçekleşir. Bunlar: 1) suda erimiş maddelerin
taşınması, 2) Askıda maddelerin taşınması, 3) zıplama, 4) Kayma ve yuvarlanma
şeklinde taşınma (Şekil. 10.9)

Şekil 10.9. Akarsular içinde taşınma mekanizmaları


Bunlardan erimiş maddeler suyla temas ettiğinde eriyen kayaçların su içine bıraktıkları
minerallere karşılık gelmektedir. Askıda katı madde ise boyut olarak çok küçük
örneğin kil gibi maddelerin su içinde batmadan taşınmasıdır. Özellikle berrak olmayan
ve çamurlu akan (örneğin Kızılırmak gibi, Şekil 10.10) akarsularda askıda madde
çoktur. Zıplama ise kum boyutundaki unsurların özellikle akım hızı yüksek
akarsularda meydana gelir. Bununla beraber kayma ve yuvarlanma akarsuyun
tabanında boyut olarak çakıl ve üstü boyuttaki unsurların yerdeğiştirmesi ile
gerçekleşir. Görüldüğü gibi taşınan malzemenin boyutu ile mekanizması arasında bir
ilişki vardır. Bu yüzden akarsu içinde taşınan malzemeler 1) asılı yük (suspended
load),ve 2) yatak yükü (bed load) olarak sınıflanır. Askı yükü kil ve silt gibi ince
taneli çökellerden oluşurken yatak yükü kum, çakıl gibi kaba taneli çökellerden
oluşur. 
Şekil 10.10. Kızılırmak Nehri'nin bir görünümü. Suyun rengi askıda katı madde
nedeniyledir.
10.7.3. Birikim (çökelme)

Gerek aşındırma gerekse taşıma yeryüzü şekilleri üzerinde tahrip edici bir etkiye
sahiptir. Ancak biriktirme daha çok yapıcı bir özelliğe sahip bir süreçtir. Biriktirme
akarsuyun gücünün içindeki taşıdığı malzemeleri taşımaya yetmediği yada yükün
arttığı durumlarda ve sahalarda meydana gelir. Dolayısıyla 1)Akarsuyun
gücü, 2) Yük miktarına göre birikim gerçekleşir. Biriktirmeye sebeb olan durumlar
şunlardır: A) Akarsu gücünün azalması-yani i) eğimin azalmasına bağlı hız azalması,
ii) tıkanmalara bağlı hız azalması, iii) yatağın genişlemesine bağlı olarak hız azalması,
iv) su kütlesinin azalmasına bağlı olarak hız azalmasıdır yada B) Akarsu yükünün
artması yani i) iklimin soğumasına bağlı olarak fiziksel ayrışma ürünlerinin artması, ii)
buzulların akarsu vadilerine malzeme getirmesi, iii) bitki örtüsünün seyrekleşmesi, iv)
dik eğimli yamaçlardan gelen kolların ana akarsuya bol su katı madde getirmesi. Bu
iki değişken birikim üzerinde etkilidir.

10.8. Akarsu kanalları ve kanal desenleri


Akarsular üzerindeki aktıkları zemine göre kendi içinde anakaya
akarsuları ve alüvyal akarsular olmak üzere iki sınıfa ayrılabilir. Anakaya
akarsularının tabanında su doğrudan temel kaya ile temas halindedir bunun üzerinde
bazen çok ince bir yatak yükü malzemesi bulunur. Bunlar genellikle dağlık alanlarda
karşımıza çıkar. Alüvyal akarsular vadi tabanının gerek asılı gerekse yatak yükü
malzemesi ile dolduğu ve akarsuyun temel kayalar ile temas halinde olmadığı
akarsulardır. Bu tür akarsuların kendine has kanal desenleri vardır bunlar Kanal
desenlerinden kastımız akarsuyun içinde aktığı yatakta gösterdiği farklıklardır. Kanal
desenleri düz, örgülü ve menderesli olarak karşımıza çıkar. Düz kanal deseni akarsu
yatağının düz bir geometriye sahip olduğu desendir. Örgülü kanal deseni ise akarsuyun
içerisinde taşıyacağından çok daha fazla kaba taneli çökel bulundurmasından dolayı
suların kum ve çakıl adacıklarının arasından aktığı desendir (Şekil 10.11). Menderesli
akarsu deseni ise akarsu kanalının oldukça eğrisel bir geometriye sahip olduğu genelde
akarsuyun bünyesindeki yükü taşımasına imkan verecek minimum güce sahip olduğu
zamanlarda oluşur. Şekil 10.11. örgülü, geçiş ve menderesli akarsu desenlerini
göstermektedir. 

Şekil 10.11. Akarsu kanal desenleri. En üstte örgülü, ortada geçiş ve en altta
menderesli
10.9. Akarsu (drenaj) şebekesi desenleri
Akarsuların kanal deseni olduğu gibi akarsu şebelerinin de desenleri vardır. Akarsu
havzalarında ana akarsu ve onun kollarından bahsetmiştik. Ana akarsular ile kolların
birleşmesi bir bütün olarak bir akarsu şebekesi oluşturur. Bu şebekenin kuşbakışı
görüntüsünün desenleri farklılıklar gösterebilir. Şebeke desenleri (drainage pattern)
fiziki coğrafya açısından üzerinde geliştikleri zeminin jeolojik özellikleri hakkında
önemli bilgiler sağlar. Bu desenlerden en yaygın olanı şekil 10.12’te verilmiştir.
Bunlardan ilki dallantılı (dendiritik) desendir ve ağaç dallarına benzediği için bu isim
verilmiştir. Dallantılı desen kayaçların yatay yada yataya yakın oluduğu ve litolojik
olarak farklılık göstermeyen zeminler üzerinde gelişir. Dairesel yada ışınsal desen ise
merkezde belirgin bir yüksekliği olan konik yada kubbemsi yapılar üzerinde gelişir ki
bunlar ya volkanik dağlar, kıvrım yada içpüskürük sokulumlar üzerinde olabilir.
Diktörgensel şebeke deseni zemini oluşturan ana içerisinde zayıflık zonları olan
eklemleri takip ederek oluşmuş bir şebekeyi gösterir. Kafes desenli akarsu şebekesi ise
tektonik hareketlerle kıvrılmış farklı dirençteki çökel kaya tabakalarının yüzeylendiği
zeminler üzerinde oluşur. 
Şekil 10.12. Akarsu şebekesi desenleri
Görüldüğü gibi sadece akarsu şebekesinin desenine bakarak üzerinde geliştikleri
jeolojik unsurlarla ilgili olarak bilgi edinmek mümkündür. 

10.10. Akarsu aşındırma şekilleri


Akarsu aşındırmasının üç yönü vardır. Bunlar 1) düşey aşındırma, 2) yanal aşındırma,
3) geriye aşındırmadır. Bu aşındırma yönlerine bağlı olarak karakteristik yerşekilleri
oluşabilir. Düşey aşındırma akarsuyun yatağını derine doğru kazmasını ifade eder.
Akarsular denize seviyesinin düşmesi, akarsu havzasının tektonik nedenlerle

yükselmesi, iklimin değişmesi ve debisinin artması, havzanın başka bir havzanın


kollarından birini kapması gibi nedenlerle yataklarını derine doğru kazabilirler. Bunun
büyüklüğüne ve süresine bağlı olarak akarsular dar ve çok derin “V” şekilli vadiler
yada kanyonlar oluşturabilir (Şekil 10.13). 
Şekil. 9.13. Düşey aşındırmanın sonucu oluşmuş bir "V" şekilli vadi
Derine kazma aynı zamanda akarsuyun içinde aktığı mevcut yatağını terketmesine
neden olacağı için anakaya yada dolgu sekisi dediğimiz yüzeyler oluşturur. Yanal
aşındırma ise akarsuyun vadi tabanında yerdeğiştirerek vadi yamaçlarının alt
kısımlarını aşındırmasıdır. Bu süreçle vadi yamaçları geriler ve vadi tabanı genişler ve
ve üzerinde taşkın düzlüğü(ovası) dediğimiz alüvyal düzlüklerin oluşmasına imkan
verir. Bu taşkın düzlüklerinin düşey aşınması sonucu yine dolgu terasları oluşur (Şekil
10.14).

Diğer bir aşındırma yönü ise geriye doğru aşındırmadır. Geriye doğru aşındırma
aslında düşey aşındırmanın bir sonucudur. Çünkü düşey aşındırma akarsuyun kaynak
noktasına doğru bir aşınım dalgasının oluşmasını sağlar. Bunun sonucunda akarsuyun
boyuna profilinde zaman içinde kaynak noktasına doğru göçeden bir eğim kırıklığı
(knickpoint) meydana gelir. Geriye doğru aşındırma ve eğim kırıklığının en güzel
örneği NiagaraŞelalesidir (Şekil 10.15). Niagara Şelalesi 10 yılda 30 cm gibi yavaş bir
hızla gerilemektedir
Şekil 9.14. Yanal aşındırma sonucu vadi yamaçlarının gelişmesi ve taşkın düzlüğünün
oluşması, sonrasında düşey aşındırma ve terasların oluşumu
10.11. Akarsu biriktirme şekilleri
Akarsuların birikim süreçinde akarsu enerjisi ve taşıdığı yük miktarı gibi değişkenlerin
önemli olduğunu görmüştük. Akarsular bu iki değişkene bağlı olarak örneğin
enerjilerinin azaldığı yada yüklerinin arttığı her durumda birikim sürecini
gerçekleştirir ve bunun sonucu olarak yerşekillerini oluşturur. Bu yerşekillerini, taşkın
ovası, birikinti yelpazesi ve delta şeklinde sıralayabiliriz. Taşkın ovasının oluşum
mekanizmasını akarsuların vadilerini yanal aşındırma ile genişletmeleri ve burada
alüvyon birikimi ile meydana geldiğini anlatmıştık. Taşkın ovalarının en karakteristik
özellikleri akarsu kanalından fazla yüksekte olmayan (<5m) tamamen taşınmış
malzemeden oluşmuş düzlüklerdir. Bunların üzerinde eğer akarsular menderesli bir
şekilde akarsa kopmuş menderes göllerini, sedde, burun seti gibi taşkın ovası
yerşekillerini görmek mümkündür. Birikinti yelpazeleri (alluvial fans) bunlar
genellikle dağ önlerinde akarsuların düşük eğimli ova gibi alçak topoğrafyalara
sularını boşalttığı ortamlarda oluşur (Şekil 10.16). Bursa, Manisa, Aksaray gibi
şehirler bu tür birikinti yelpazeleri üzerinde oluşmuş şehirlerdir. 
Şekil 10.16. Kurak bir bölgede gelişmiş bir birikinti yelpazesi örneği ancak bu tür
yelpazeler tüm iklim bölgelerinde de gelişir.
Deltalar akarsular tarafında oluşturulan en büyük birikim şekilleridir. Bunların
boyutları binlerce km’yi bulabilir. Deltalar akarsuların sularını bir büyük göle, denize
yada okyanusa boşaltığı ortamlarda oluşur. Bu ortamda akarsu artık taşıma görevini
yerine getirmiş ve birikim gerçekleşmeye başlamıştır. Akar bir su içindeki çökeller bu
durgun su ortamlarına girince boyutlarına bağlı olarak en büyükler en kıyıda en
küçükler açığa doğru sıralanacak şekilde birikiler ve Yunanca’da delta harfine
benzediği için delta olarak tanımlanmışlardır (Şekil 10.17 ve 10.18). Dünyada
Missisipi ve Nil gibi deltalar bilinen deltalardır. Ülkemizde en büyük deltalar
Kızılırmak, Yeşilırmak ve güneyde Çukurova ve Silifke deltalarıdır. 
Şekil 10.17. Olası bir deltanın evrimi

Şekil 10.18. Avustralya’dan bir deltanın havadan görünümü. Dağıtım kanallarını ve su


içinde taşınan askıda malzemeleri görmek mümkün. 
Uygulamalar

1. İçinde bulunduğunuz bölgenin akarsuları hakkında çalışma yapınız. Havza


sınırlarını belirlemeye çalışınız ve aşınım, taşınım ve birikim alanlarını
belirlemeye çalışınız.
2. Akarsulara ait yerşekillerini inceleyerek Türkiye’de akarsuların oluşturduğu
aşınım şekillerinin nerelerde görülebileceğine dair harita üzerinde çalışma
yapınız.
3. Akarsulara ait yerşekillerini inceleyerek Türkiye’de akarsuların oluşturduğu
birikim şekillerinin nerelerde görülebileceğine dair harita üzerinde çalışma
yapınız.

Uygulama Soruları

1. Akarsu havzalarının karakteristikleri nelerdir?


2. Akarsuların hızını belirleyen faktörler nelerdir?
3. Akarsular tarafından oluşturulan drenaj desenleri nelerdir?

Bölüm Özeti
Bu bölümde su döngüsünü ve ona enerji veren süreçleri öğrendik. Bununla birlikte
akarsu sistemlerinin kendi içinde aşındırma, taşıma ve biriktirme yaptığı bölgelere
değindi. Akarsuyun hızını ve debisinin arasındaki farkları ve akarsu süreçleri
üzerindeki etkilerini gördük. Akarsuların dersimiz açısından en önemli özelliği
oluşturdukları yerşekilleridir. Bu derste akarsular aşındırması ve biriktirmesi ile
oluşmuş yerşekillerini öğrendik. Bunların yanında akarsuların kanal desenlerini ayrıca
drenaj desenlerinin bunların hangi etmenlerle kontrol edildiklerini öğrendik.  

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdakilerden hangisi su döngüsünün üç ana evresidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Ayrışma, aşınma ve birikme

(B) Erime, akma ve donma

(C) Isınma, buharlaşma ve yağış

(D) Buharlaşma, yağış ve akış

(E) Çözünme, taşınma ve birikim. 

Cevap-1 :
Buharlaşma, yağış ve akış

Soru-2 :
Aşağıdakilerden hangisi bir akarsu havzasında katı madde üretim bölgesidir?

(Çoktan Seçmeli)
(A) Taşınım bölgesi

(B) Biriktirme bölgesi

(C) Aşınım bölgesi

(D) Delta

(E) Taşkın ovası

Cevap-2 :
Aşınım bölgesi

Soru-3 :
Aşağıdakilerden hangisi debinin tanımıdır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Belli bir noktadan birim zamanda geçen su hacmi

(B) Belli bir noktadan birim zamanda geçen suyun hızı

(C) Belli bir noktadan birim zamanda geçen suyun derinliği

(D) Bir havzadaki su potansiyeli

(E) Bir havzadaki drenaj yoğunluğu

Cevap-3 :
Belli bir noktadan birim zamanda geçen su hacmi

Soru-4 :
Bir akarsu havzasında kaynak kısmından ağız kısmına kadar görülen jeomorfik
süreçler sırasıyla aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Taşınım, aşınım ve birikim

(B) Birikim, aşınım ve taşınım

(C) Aşınım, birikim ve taşınım

(D) Taşınım, birikim ve aşınım

(E) Aşınım, taşınım ve birikim

Cevap-4 :
Aşınım, taşınım ve birikim
Soru-5 :
Aşağıdakilerden hangisi akarsu taşıma mekanizmalarından biri değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) erimiş halde

(B) ayrışma

(C) zıplama

(D) kayma ve yuvarlanma

(E) askıda

Cevap-5 :
ayrışma

Soru-6 :
Akarsular üzerindeki aktıkları zemine göre kendi içinde ................ ve ................ olmak
üzere iki sınıfa ayrılabilir.

Cevap: anakaya  -  alüvyal

(Klasik)

Soru-7 :
Kanal desenleri ..............., ................ ve ............... olarak 3 şekil karşımıza çıkar.

Cevap: düz, örgülü, menderesli

(Klasik)

Soru-8 :
................. yada ............. drenaj deseni ise merkezde belirgin bir yüksekliği olan konik
yada kubbemsi yapılar üzerinde gelişir ki bunlar ya volkanik dağlar, kıvrım yada iç
püskürük sokulumlar üzerinde olabilir.

Cevap: dairesel, ışınsal

(Klasik)

Soru-9 :
Akarsu aşındırmasının üç yönü vardır. Bunlar 1) ............, 2) .................., 3) ............. .

Cevap: düşey   -  yanal   -  geriye

(Klasik)

Soru-10 :
Akarsular bu iki değişkene bağlı olarak örneğin ................ yada ................. her
durumda birikim sürecini gerçekleştirir ve bunun sonucu olarak yer şekillerini
oluşturur.

Cevap: enerjilerinin azaldığı, yüklerinin arttığı

(Klasik)

11. Kıyılar
Giriş
Yerkürenin haritasına baktığımızda aslında bir su küre olduğunu okyanuslar konusunu
incelerken görmüştük. Kıyılar hidrosfer ile litosfer, atmosfer ve hatta biyosferin bir
arayüzüdür. Günün her saniyesi hareket halinde olan bu dinamik kıyılar insan hayatı
için de önemlidir. Bugün dünya nüfusunun yarısından fazlası kıyılarda yada kıyılara
yakın alanlarda yaşamakta ekonomik faaliyetler de bu bölgelerde gerçekleşmektedir. 

11.1. Temel kavramlar


Kıyı (shore), kıyı çizgisi (shoreline), kıyı kuşağı (coastal zone) ve kumsal (beach)
terimleri çok bilinen temel kavramlardır. Şimdi bu terimlerin anlamlarını netleştirelim
ve kara-deniz sınır kuşağını çalışanların kullandığı diğer terminolojiyi tanıyalım. 

11.1.1. Kıyı Kuşağı

Kıyı çizgisi (shoreline) kara ile deniz arasındaki ilişkiyi işaret eden çizgidir. Her
saniye, dalgalar geldikçe, kıyı çizgisinin konumu değişir. Uzun zaman içinde, kıyı
çizgisinin ortalama konumu, deniz düzeyi yükselip alçaldıkça dereceli olarak yanal
yönde kayar.

Şekil 11.1. Kıyı kuşağı bir kaç bölümden oluşur. Kumsal bir okyanus veya gölün kara
tarafındaki çökel birikimidir. Kıyı boyunca hareket eden gereç olarak da
düşünülebilir. 
Kıyı kumsalı (shore) en düşük gelgit düzeyi ile karanın fırtına dalgalarından etkilenen
en yüksek yükseltisi arasında uzanır. Kıyı (coast) ise tersine, kıyı kumsalından kara
içlerine doğru okyanusa bağlı yerşekilleri ve bitki örtüsünün bulunabileceği en son
noktaya kadar uzanır. Kıyı kenar çizgisi (coastline) kıyının deniz tarafındaki sınırını
çizer, kara içi (inland) sınırın tanımlanması her zaman açık ve kolay değildir.
Şekil 11.1’de görüldüğü gibi, kıyı kumsalı kıyı önü ve kıyı gerisi olarak ikiye
bölünmekledir. Kıyı önü (foreshore) gelgit geri çekildiğinde (düşük gelgit) su üzerine
çıkan ve gelgit ilerlediğinde (yüksek gelgit) suya gömülen alandır. Kıyı gerisi
(backshore) yüksek gelgit kıyı çizgisinin kara tarafıdır. Genellikle kuru olup yalnızca
fırtına dalgaları tarafından etkilenir. Diğer iki kuşak kabaca şöyle tanımlanır. Kıyı
yakını (nearshore) kuşağı, düşük gelgit kıyı çizgisi ile düşük gelgitte dalgaların
kırıldığı yer arasında kalan alana denir. Kıyı yakını kuşağının deniz tarafı kıyı ötesi
(offshore) kuşağıdır.

11.1.2. Dalgalar

Okyanus dalgaları, okyanus ile atmosfer arasındaki arayüz boyunca seyahat eden ve


binlerce kilometre uzaklıktaki bir denizde oluşan dalgalar suya aktarılan enerjinin
gözle görülür kanıtıdır. Rüzgâr kökenli dalgalar kıyı çizgilerini şekillendiren ve
değiştiren enerjinin çoğunu sağlar. Kara ve deniz karşılaştığında yüzlerce veya
binlerce kilometre boyunca engellenmeden yol alabilmiş olan dalgalar, birdenbire
kendilerinin daha fazla ilerlemesine izin vermeyen bir engelle karşılaşır. Diğer bir
deyişle, kıyı kumsalı karşı konulmaz bir güçle yüz yüze gelen hemen hemen hareketsiz
bir nesnedir.

11.1.3. Dalga karakteristikleri

Çoğu okyanus dalgası enerjisini ve hareketini rüzgârdan sağlar. Bir esinti saatte 3
kilometreden az hızdaysa yalnızca küçük dalgacıklar görülür Daha yüksek rüzgâr
hızlarında giderek daha kalıcı dalgalar oluşur ve artan rüzgârla büyürler. Okyanus
dalgalarının karakteristikleri Şekil 11.2’de açıklanmaktadır. Burada basit ve
kırılmamış bir dalga formu gösterilmiştir. Çukurluklarla birbirinden ayrılan tepeler sırt
olarak adlanır. Sırtlar ile çukurluklar arasındaki yükseklik farkı yassı durgun su
düzeyine karşılık gelir ve bu, hiçbir dalganın olmadığı durumdaki düzeydir. Çukurluk
ile sırt arasındaki düşey mesafe dalga yüksekliği (wave heigth) olarak, birbirini izleyen
iki sırt (veya iki çukurluk) arasındaki yatay uzaklık da dalga boyu (wavelength) olarak
tanımlanır. Bir tam dalganın (bir dalga boyunun) belirli bir noktayı geçme zamanı
dalga periyodu (wave period) olarak adlanır.

Şekil 11.2. Dalgalarla ilgili terimler ve su moleküllerinin dalga içindeki davranışları


Bir dalga tarafından sonuçta ulaşılan yükseklik, boy ve periyod üç faktöre bağlıdır: 1)
rüzgâr hızı, 2) rüzgârın esme süresi ve 3) erişim (fetch), yani rüzgârın açık denizde yol
aldığı uzaklık. Rüzgârlardan suya enerji aktarımı miktarı arttıkça dalgaların yüksekliği
ve dikliği de artar. Sonunda dalgaların devrilerek köpüren dalgalar (whitecaps) denilen
dev okyanus dalgalarını oluşturacak kadar çok fazla bir yükseklik kazandığı bir
noktaya erişilir.

11.1.4. Dalgaların dairesel hareketi

Dalgalar okyanus havzalarında büyük uzaklıkları aşabilirler. Bir çalışmada, Antarktika


yakınlarında oluşan dalgaların tüm Pasifik Okyanusu’nu geçtiği izlenmiştir. Suyun
kendisi tüm bu uzaklığı geçmemiş ama bunu dalga formları yapmıştır. Dalgalar
seyahat edecek bu enerjiyi bir daire içinde hareket ederek geçirmiştir. Bu
hareket dairesel yörünge hareketi olarak adlanır. Dalgalar içinde yüzen bir nesneyi
gözlemlersek birbirini izleyen her dalgada onun yalnızca yukarı ve aşağı yönde değil
aynı zamanda hafifçe ileriye ve geriye doğru hareket ettiğini fark ederiz. Şekil 11.3’te
yüzen bir nesnenin dalga sırtı yaklaşırken yukarıya ve geriye, dalga sırtı geçerken
yukarıya ve ileriye, sırttan sonra aşağıya ve ileriye, çukurluk yaklaşırken aşağıya ve
geriye hareketlerini ve bir sonraki sırt ilerlerken tekrar yükseldiğini ve geriye hareket
ettiğini göstermektedir. Şekil 11.3’te gösterilen oyuncak teknenin hareketi bir dalganın
geçişi olarak takip edildiği zaman, görülecektir ki tekne bir daire içinde hareket
etmektedir ve aslında aynı yere geri dönmektedir. Dairesel yörünge hareketi bir dalga
formunu (dalganın şeklini), dalgayı ileten tekçe su partikülleri bir daire çevresinde
hareket ederken suyun içinden ileri doğru götürür. Bir buğday tarlasında esen rüzgâr
benzer bir olguya neden olur. Ekinlerin kendisi tarla boyunca yol almaz ama dalgalar
alır.
Şekil 11.3. Oyuncak teknenin
hareketleri dalga formunun ilerlediğini ama suyun orjinal konumunda dikkate değer
bir değişim olmadığını göstermektedir.
Rüzgârın suya aktardığı enerji yalnızca deniz yüzeyi boyunca değil ama aynı zamanda
suyun altına doğru da iletilir. Ancak, suyun altında dairesel hareket hızla azalır ve
durgun su düzeyinden itibaren dalga boyunun yarısına eşit bir derinlikte su
partiküllerinin hareketi önemsizleşir. Bu derinlik dalga tabanı olarak bilinir.
Derinlikle dalga enerjisindeki bu dramatik azalma, Şekil 11.4’te su partikülü
yörüngelerinin hızla küçülen çapları biçiminde gösterilmiştir.

11.1.5. Dalgaların kıyıdaki davranışı

Derin sulardaki dalgalar su derinliğinden etkilenmezler. Ancak bir dalga kumsala


yaklaştığında su sığlaşmaya başlar ve dalganın davranışını etkiler. Dalga, kendi dalga
tabanına eşit bir su derinliğinde “dibi hissetmeye” başlar. Böyle derinlikler dalganın
tabanındaki su hareketiyle girişim yapar ve kendi ilerlemesini yavaşlatır (Şekil 11.4,
orta kısım). Dalga kumsala doğru ilerlerken deniz tarafındaki biraz daha fazla hıza
sahip olan dalgalar, kıyıya dalga boyları gittikçe azalarak gelirler. Dalga hızı ve boyu
azaldıkça sürekli büyür. Sonunda, dalganın kendini destekleyemeyeceği kadar
dikleştiği kritik bir noktaya erişilir ve dalga cephesi yıkılır veya kırılır ve bu, suyun
kumsala kadar ilerlemesi sonucunu doğurur (Şekil 11.4, sağ taraf). Kırılan dalgalar
tarafından yaratılan türbülanslı su sörf olarak adlandırılır. Sörf kuşağının kara tarafı
kenarında, dalga yalaması (swash) denilen yıkılan dalgaların türbülanslı suyu kumsalın
yukarısına doğru tırmanır. Dalga yalamasının enerjisi tükendiğinde, su kumsalda ters
yönde sörf kuşağına doğru geri yalama (backwash) olarak akar.

Şekil 11.4. Dalgaların kıyıdaki davranışı


11.1.6. Dalga aşındırması

Ilıman havalarda dalga etkinliği en azdır. Tıpkı akıntıların etkinliklerinin çoğunu


taşkınlar sırasında yaptıkları gibi, dalgalar da işlevlerinin çoğunu fırtınalar sırasında
gerçekleştirirler. Fırtınaların tetiklediği yüksek dalgaların kumsala çarpışı dehşet verici
olabilir. Kırılan dalgaların her biri, bazen yeri titreterek binlerce ton suyu karaya
savurur. Örneğin, kışın Atlantik dalgaları tarafından uygulanan basınçlar ortalama
metre kareye yaklaşık 11.000 kilogramdır. Bu güç fırtınalar sırasında daha da artar.

Bu muazzam şokların etkisinde kalan falezler, kıyı yapıları veya herhangi bir şeyde
çatlak ve yarıkların çabucak açılması hiç de şaşırtıcı değildir. Su her açıklığa,
çatlaklarda hapsolmuş havayı sıkıştırtarak güç uygular. Dalgalar sakinleştiği zaman,
sıkışan hava hızla genleşerek kaya parçalarını yerinden oynatır ve çatlakları genişletip
yaygınlaştınr.

Dalga darbeleri ve basıncının neden olduğu aşındırmaya ek olarak kaya parçalarıyla


donatılmış suyun biçme ve öğütme işlevi olan abrazyon (=kazıma) da önemlidir.
Gerçekte, abrazyon sörf kuşağında herhangi bir ortamdan olasılıkla daha yoğundur.
Kumsaldaki pürüzsüz, yuvarlaklaşmış çakıllar, sörf kuşağında kayanın kaya ile
öğütülmesi eyleminin açık göstergesidir (Şekil 11.5A). Ayrıca, bu tür parçalar dalgalar
tarafından kıyıyı kara içlerine doğru yatay olarak düzleyerek bir abrazyon platformu
(Şekil 11.5B) oluşturmak için alet olarak da kullanılır. 
Şekil 11.5. A) Kumsallarda görülen yuvarlak ve pürüzsüz çakıllar abrazyonun
kullandığı gereçlerdir, B) dalga aşındırması ile oluşmuş bir aşınım çentiği ve önünde
abrazyon platform
11.1.7. Dalga Kırınımı

Dalga kırınımı denilen dalgaların bükülmesi, kıyı çizgisi süreçlerinde önemli bir rol
oynar (Şekil 11.6). Dalga kırınımı kumsal boyunca enerjinin dağılımında etkilidir ve
böylece nerede ve ne derecede aşınma olacağını, çökel taşınacağını ve dolgulanacağını
büyük oranda etkiler. Dalgalar kumsala ender olarak tam düz bir çizgi oluşturarak
yaklaşır. Çoğu dalganın yaklaşımı ise, daha çok bir açıyla olur. Bununla birlikte,
pürüzsüz bir eğimli yüzeye sahip sığ bir suya eriştiklerinde bükülmeye başlayarak
kıyıya paralel olma eğilimine girerler. Böyle bir bükülme, dalganın kumsala en
yakınında bulunan kısmı sığ suya eriştiği ve geri kalan kısmından önce yavaşladığı,
hâlâ derin suda bulunan bölümü ise tam hızla ilerlemeye devam ettiği için ortaya çıkar.
Sonuç, dalganın orijinal doğrultusu ne olursa olsun, kumsala hemen hemen paralel
yaklaşabilen bir dalga cephesidir.

Kırınım nedeniyle körfezlerde zayıflayan dalga darbesi burunların kenarlarında ve


uçlarında yoğunlaşır. Bu farklılaşmış dalga hücumunun düzensiz kıyılar boyunca nasıl
gerçekleştiği Şekil 11.6'da gösterilmiştir. Dalgalar bir burunun önündeki sığ suya
komşu körfezden daha önce eriştikleri için çıkıntı yapan karaya hemen hemen paralel
olacak şekilde bükülürler ve burnun üç tarafına da çarparlar. Tersine, körfezlerdeki
kırınım dalgaların sapmasına ve daha az enerji tüketilmesine yol açar.

Bu zayıflamış dalga etkinliği kuşaklarında çökeller birikerek korunaklı kumsallar


oluşturur. Uzun bir süre sonra, burunların aşınması ve körfezlerdeki dolgulanma
düzensiz kıyı çizgilerini düzleştirecektir.
Şekil 11.6. A) Dalga kırımının şematik gösterimi. Kırım burunda yoğunlaşmakta ve
koylarda dağılmaktadır, B) Kaliforniya’daki Rincon burnundaki dalga kırınımı. 
11.2. Kıyılarda kumların dik yönde hareketi
Kumsalda suyun içinde ayakta dururken kumun kıyı çizgisine ve denize doğru ileri-
geri hareket ettiğini görürsünüz. Dalga etkinlik düzeyine bağlı olarak kumda net bir
kayıp veya artış vardır. Dalga etkinliği göreceli olarak hafifse (düşük enerjili dalgalar)
kumsalı yalayan dalgada asılı kumun çoğu kumsala yığılır ve geri yalamada ise, kum
azalır. Sonuç olarak, dalga yalaması baskın olup kumun kumsal yüzünden kumsal
tümseğine (berm) doğru net hareketine neden olur (Şekil 11.7).

Yüksek enerjili dalgaların egemen olması durumunda, kumsal önceki dalgalar


tarafından bombardıman edilmekte olduğundan dalga yalamasının pek azı kumsala
ulaşabilir. Sonuçta, geri yalama güçlü olduğundan kumsal tümseği aşındırılır ve bu da
kumun çoğunun kumsal yüzünden aşağıya, deniz yönünde hareketine neden olur.
Çoğu kumsallar boyunca hafif dalga etkinliği hep yazın olur. Bu yüzden geniş bir kum
tümseği yavaşça gelişir. Kışın, fırtınalar sık ve daha güçlü olduğundan güçlü dalga
etkinliği kumsal tümseğini aşındırır ve daraltır. Geniş bir kumsal tümseğinin oluşumu
aylarca sürebilir ama güçlü bir kış fırtınasının yarattığı yüksek enerjili dalga-lar
tarafından dramatik olarak daraltılması yalnızca birkaç saati alır (Şekil 11.7).
Şekil 11.7. Kumların yaz ve kış dalgalarına göre hareketi
11.3. Kıyıboyu taşınımı
Her ne kadar dalgalar kırınıma uğrasa da pek çoğu kumsala az da olsa bir açıyla ulaşır.
Sonuç olarak, her bir kırılan dalganın karaya tırmanan suyu (yalayan dalga) kıyıya dik
değil verev olarak gelir. Bununla birlikte dalganın geri yalaması kumsal yamacından
aşağıya düz olarak gerçekleşmez. Su hareketinin bu biçiminde, çökel taneleri kumsal
yüzü boyunca zikzak yaparak taşınır (Şekil 11.8). Bu hareket kumsal
göçü olarak adlandırılır ve her gün kum ve çakılları yüzlerce veya binlerce metre
uzağa taşıyabilir. Ancak tipik bir hız günde 5-11 metredir. Kumsala bir açıyla yaklaşan
dalgalar, sörf kuşağında akıntılar da üretir. Bunlar kıyıya paralel akar ve aslında
kumsal göçünde taşınandan daha fazla çökelti taşır. Su burada türbülanslı olduğu için
bu kıyıboyu akıntıları suda asılı olan ince taneli kumu kolayca taşır ve daha iri
kumlarla çakılları da dip boyunca yuvarlar. Kıyıboyu akıntılarıyla taşınan çökel
kumsal göçüyle hareket ettirilenlere eklendiğinde ortaya çıkan toplam miktar çok
büyüktür.
Şekil 11.8. Kıyı boyunca kum tanelerinin dalga kırınımı ve kıyıboyu akıntısı ile göçü. 
11.3.1. Yarma akıntıları

Yarma (rip) akıntıları kırılan dalgaların ters yönünde akan yoğun su hareketleridir.


Kumsaldan dönen dalgaların suyunun büyük bölümü, yaygı akması (sheet flow)
denilen ve okyanus tabanı üzerinde tabanı yalayan bir akma biçiminde açık denize
dönme yolunu bulur ama geri dönen suyun bir bölümü bir yüzey yarma akıntısı (rip
current) biçiminde deniz tarafına yönelir. Bu akıntılar sörf kuşağından öteye
gidemeyip sönümlenirler. Bunlar gelen dalgalarla yaptıkları girişimden ve yarma
akıntısı içinde asılı olan çökellerden fark edilebilirler (Şekil 11.9). Yarma akıntıları
denizde yüzenler için tehlikeli olabilir. Böyle bir akıntıya kapılan biri açıklara
sürüklenebilir. Bir yarma akıntısı içinden çıkabilmenin en iyi yolu kıyıya paralel
olarak birkaç on metre yüzmektir. Bu tip akıntılar her yıl Şile’de onlarca kişinin canına
mal olmaktadır. 
Şekil 11.9. Yarma yada rip akıntıları dalgaların kıyıya yaklaştığı herhangi bir açıda
gerçekleşebilir. A) dik açılı dalgaların oluşturduğu yarma akıntısı, B)düşük açılı
dalgaların oluşturduğu yarma akıntısı, C) bir yarma akıntısı görünümü.
11.4. Kıyılarda oluşan yer şekilleri
Kıyılarda yer şekillerinin oluşmunun da i) yapı ve litoloji, ii)iç etkenler (volkanizma
ve tektonizma), iii) dış etkenler (dalga, akıntı, gelgit, organizmalar, insan), iv) zaman
unsuru ve v)kıyı bölgesinin jeomorfolojik özellikleri etkilidir. Bu özelliklere bağlı
olarak kökenlerini aşınım süreçlerine borçlu yerşekilleri aşınım yerşekilleri ve çökel
dolgularına borçlu yerşekilleri de birikim yerşekilleri olarak sınıflanırlar.

11.4.1. Kıyı aşınım şekilleri

Kıyı aşınma şekilleri olarak falezler, dalga-aşındırması platformları, denizel


sekiler, deniz kemerleri ve deniz kuleleri sayılabilir.

Falezler, kıyıya komşu karanın taban kesiminden sörfün kesme etkisiyle


aşındırılmasına bağlı olarak oluşur. Aşınma ilerledikçe falezin tabanında oluşan
oyuntunun üzerinde çıkıntı yaparak asılı kalan kayalar sörf içine yıkılır ve falez geriye
kayar. Böylece yalıyar karaya doğru gerileyerek dalga-aşındırması platformu adı
verilen, göreceli düz, masamsı bir yüzeyi geride bırakır (Şekil 11.11). 
Şekil 11.11. Dalga aşındırması platformu, denizel seki ve onları ayıran falez
Dalgaların saldırısı sürdükçe platform genişler. Yıkılan falezin kalıntıları deniz
tarafına taşınırken kırılan dalgalar tarafından oluşturulan bir miktar moloz suyun
kenarında, kumsalda çökel olarak kalır. Eğer dalga-aşındırması platformu tektonik
etkilerle deniz düzeyi üzerine yükselirse bir denizel sekiye (taraça) dönüşür (Şekil
11.11, sağ taraf). Denizel sekiler denize tatlı eğimli yamaçlarıyla kolayca tanınırlar ve
bu özellikleriyle yollar, inşaat ve tarım için arzulanan alanlardır. Deniz kemerleri ve
deniz kuleleri, deniz içlerine doğru uzanan burunlar kırınım nedeniyle dalgaların güçlü
saldınlarına uğrarlar. Sörf dalgaları kayaları seçerek aşındırır ve daha yumuşak ve çok
çatlaklı olanlar daha hızlı aşınır. Başlangıçta deniz mağaraları oluşabilir. Bir burnun
iki tarafında iki mağara açıldığı zaman, bu bir deniz kemerinin oluşumuyla sonuçlanır
(Şekil 11.12). En sonunda deniz kemeri yıkılarak geriye dalga-aşındırması platform
üzerinde yalıtılmış bir kalıntı, diğer adıyla bir deniz kulesi bırakır (Şekil 11.12).
Zamanla dalgaların etkinliği ile de bunlar ortadan kalkar. 

Şekil 11.12. Meksika'daki Baja Yarımaası'nın ucunda bir deniz kemeri ve kulesi
11.4.2. Kıyılarda oluşan birikim şekilleri

Akarsuların getirdiği yada kumsallar ve falez döküntülerinde oluşan çökeller kıyı


boyunca taşınır akıntı gücünün azaldığı yada taşınan malzeme miktarı çok arttığı
durumlarda bunlar biriktirilirler. Kıyılardaki birikim şekillerini kıyı okları, sedler ve
tombolo şeklinde sıralamak mümkündür. Kumsal göçünün ve kıyıboyu akıntılarının
etkin olduğu yerlerde, çökel hareketine bağlı bir kaç kıyı şekli gelişebilir. Bir kıyı oku
karadan komşu bir körfezin ağzına doğru uzanan, uzunlamasına bir kum sırtıdır.
Suyun içindeki ucu, kıyıboyu akıntısının baskın yönüne bağlı olarak çoğunlukla
karaya doğru kanca şeklinde kıvrılır (Şekil 11.13). Körfez ağzı seddi (yada barı) terimi
körfezi açık denizden tümüyle ayıran bir kum seddi için kullanılır (Şekil 11.13). Böyle
bir oluşum, akıntıların zayıf olduğu yerde bir kıyı okunun diğer kenara uzanabilmesine
izin vererek enine körfezler şekillendirme eğilimindedir. Bir adayı anakarayla ve diğer
bir adayla birleştiren bir kum sırtı olan tombolo, bir kıyı okuyla aynı biçimde oluşur.
Sed adaları, Atlantik ve Meksika Körfezi kıyı ovaları oldukça düz olup denize hafifçe
eğimlidir. Kumsal kuşağı sed adaları ile karakterize olur. Bu alçak kum sırtları 3-30
km açıklarda kıyıya paralel olarak uzanırlar. Cape Cod’dan, Massachusetts’e ve Padre
Adası’na kadar yaklaşık 300 set adası kıyıyı çevreler (Şekil 11.14) Sed adaları
çoğunlukla birkaç şekilde oluşur. Bazıları dalga aşındırması tarafından veya son buzul
dönemini izleyen genel deniz düzeyi yükselimi ile anakaradan koparılmış kıyı
oklarından kaynaklanmıştır. Diğerleri ise kırılan dalga hattında türbülanslı su dipten
kazınan kumu yığdığı zaman oluşmaktadır. Sonuç olarak, bazı sed adaları son buzul
dönemi sırasında deniz düzeyi düşük iken kıyı boyunca uzanan önceki kumul sırtları
olabilir. Buz örtüleri eridikçe deniz yükselmiş ve kumsal kumulu karmaşığının
arkasındaki alan su baskınına uğramıştır. 
Ş
ekil 11.13. İyi gelişmiş bir kıyı oku ve körfez ağzı seddinin (baymouth barrier)
görüntüsü, B) Princetown kıyı okunun kancası
11.5. Kıyıların Evrimi
Kıyılar dersimizin başında da bahsettiğimiz gibi yeryüzünün en dinamik ortamlarından
biridir. Bu yüzden devamlı bir değişim ve evrim süreci içindedirler. Başlangıçta
düzensiz olan bir kıyı çizgisi örneğin farklı dirençteki kayaçlardan oluşuyorsa dalgalar
zayıf dirençli kayaçları daha kolay aşındırabileceği için kıyının girintisini arttırabilir.
Ancak eğer kıyı çizgisi durağan kalırsa denizin aşındırması ve biriktirmesi sonunda
daha düz ve çizgisel bir kıyı oluşacaktır. Şekil 11.15. başlangıçta düzensiz olan bir
kıyının evrimini göstermektedir. Dalgalar falezler ve bir dalga aşındırması platformu
yaratarak burnu aşındırırken çökel kıyı boyunca taşınır. Bir miktar çökel körfezlerde
birikir ve kıyı oklarına ve körfez ağzı sedlerine dönüşür. En sonunda genelde pürüssüz
bir kıyı ortaya çıkar. 

Şekil 11.14. Sed adalarının harita ve oblik görüntüsü

Şekil 11.15. Bir kıyının olası evrimi.


Uygulamalar

1. İstanbul kıyıları hakkında çalışma yapınız ve aşınım, taşınım ve birikim


alanlarını belirlemeye çalışınız.
2. Kıyılara ait yerşekillerini inceleyerek Türkiye kıyılarında kıyı aşınım
şekillerinin nerelerde görülebileceğine dair harita üzerinde çalışma yapınız.
3. Türkiye’de kıyılarda oluşmuş kıyı süreçleri ile ilgili birikim şekillerinin
nerelerde görülebileceğine dair harita üzerinde çalışma yapınız.

Uygulama Soruları

1. Kıyı kuşağının karakteristikleri nelerdir?


2. Kıyılarda aşınımı etkileyen faktörler nelerdir?
3. Kıyılarda birikimi etkileyen faktörler nelerdir?

Bölüm Özeti 
Bu bölümde kıyı dediğimiz alanın kavramın aslında basit bir kavram olmadığını deniz
ve kara tarafında kendi içinde farklı bölümlere ayrıldığını gördük. Ayrıca kıyılarda
dalgaların ve akıntıların şekillendirici etkileri olduğunu ve bu etkilerine bağlı olarak
karakteristik yerşekillleri oluşturduğunu işledik. Bu süreçlerden aşınım süreçlerinin
kıyılarda dalga aşındırması platform, falez, tektonik etkiyle birlikte denizel seki gibi
büyük yerşekilleri ile deniz kuleleri yada kemerleri gibi nispeten daha küçük boyutlu
yerşekilleri oluşturduğunu gözlemledik. Bununla birlikte birikim süreçlerinin de kıyı
okları, kıyı sedleri yada tombolo gibi karakteristik yerşekilleri oluşturduğunu gördük.
Kıyıların sabit olmadığı zaman içinde bir evrim geçirdiği konusu yine bu derste
öğrendiğimiz konulardan bir tanesi. 

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdakilerden hangisi kıyı kuşağının bölümlerinden biri değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Kıyı Kenar çizgisi

(B) Kumsal Tümseği

(C) Su bölümü

(D) Kıyı yüzü

(E) Kıyı ötesi

Cevap-1 :
Su bölümü

Soru-2 :
Aşağıdakilerden hangisi en düşük gelgit yüzeyi ile karanın fırtına dalgalarından
etkilenen en yüksek yükseltisi arasında uzanır?
(Çoktan Seçmeli)

(A) Kıyı kumsalı

(B) Kıyı Yakını

(C) Kıyı ötesi

(D) Delta

(E) Kumul

Cevap-2 :
Kıyı kumsalı

Soru-3 :
Aşağıdakilerden hangisi kıyının deniz tarafındaki sınırını çizer?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Kıyı önü

(B) Kıyı gerisi

(C) Kıyı yakını

(D) Yüksek gelgit kıyı çizgisi

(E) Kıyı kenar çizgisi

Cevap-3 :
Kıyı kenar çizgisi

Soru-4 :
Dalganın boyunun yarısı derinlikte dalgaların etkisi önemsizleşir. Bu derinlik
aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Dalga yüksekliği

(B) Deniz tabanı

(C) Sırt

(D) Dalga tabanı

(E) Çukurluk
Cevap-4 :
Dalga tabanı

Soru-5 :
Aşağıdakilerden hangisi kıyılardaki aşındırma şekillerinden biri değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Falez

(B) Denizel Seki

(C) Kıyı oku

(D) Deniz kemeri

(E) Deniz kulesi

Cevap-5 :
Kıyı oku

Soru-6 :
Kıyılar hidrosfer ile litosfer, atmosfer ve hatta biyosferin bir …………. .

Cevap: arayüzüdür

(Klasik)

Soru-7 :
Kıyılarda yer şekillerinin oluşumunun da i) yapı ve litoloji, ii) İç etkenler (volkanizma
ve tektonizma), iii) dış etkenler (dalga, akıntı, gelgit, organizmalar, insan), iv) zaman
unsuru ve v) kıyı bölgesinin ..................... özellikleri etkilidir.

Cevap: jeomorfolojik

(Klasik)

Soru-8 :
Aşınma ilerledikçe falezin tabanında oluşan oyuntunun üzerinde çıkıntı yaparak asılı
kalan kayalar sörf içine yıkılır ve falez geriye kayar. Böylece yalıyar karaya doğru
gerileyerek …………. …………… …………… adı verilen, göreceli düz, masamsı bir
yüzeyi geride bırakır.

Cevap: dalga - aşındırması platformu

(Klasik)

Soru-9 :
Eğer dalga-aşındırması platformu tektonik etkilerle deniz düzeyi üzerine yükselirse bir
....................... dönüşür.denizel sekiye
Cevap: denizel sekiye

(Klasik)

Soru-10 :
Bir ....................  karadan komşu bir körfezin ağzına doğru uzanan, uzunlamasına bir
kum sırtıdır.

Cevap: kıyı oku

(Klasik)

12. Kurak ve yarıkurak bölgeler, süreçler ve


yerşekilleri
12.1. Kuraklığın tanımı
Çölleri kurak yerler olarak tanımlarız, ama kurak terimiyle ne anlatılmak isteniyor?
Yani, nemli ve kurak bölgeler arasındaki sınırı ne kadar yağmur miktarı belirliyor?
Bazen bu keyfî olarak yalnızca yağmur miktarına göre, örneğin yılda 25 santimetre
yağış şeklinde tanımlanıyor. Kuraklık kavramı çok fazla göreceli olsa da bu tanım su
eksikliğinin herhangi bir durumunun var olduğunu belirtir. Bu nedenle, iklim
bilimciler kurak iklimi, yıllık yağışın yıllık buharlaşma yoluyla su kaybı
potansiyelinden az olması biçiminde tanımlar.

O hâlde, kuraklık yalnızca yıllık toplam yağışın değil sıcaklıkla yakın ilişkili olarak
buharlaşmanın da bir fonksiyonudur. Sıcaklık arttıkça buharlaşma potansiyeli de artar.
Nevada’da yirmi beş santimetrelik yağmur ancak seyrek bir bitki örtüsü oluşumunu
destekleyebilirken, kuzey Iskandinavya’ya düşen aynı miktar yağış ormanları
beslemek için yeterlidir.

12.1.1. Kurak bölgelerin dağılışı

Suyun kıt olduğu bu bölgelerde iki iklim tipi ayırt edilir: kurak çöl ve yarı
kurak bozkır. Bu iki iklim tipinin pek çok ortak noktası vardır; farklılıkların ise neler
olduğu tartışmalıdır. Bozkır çölün kenar bölümündeki daha nemli bir çeşididir ve
çevrelediği çölü sınırdaş nemli iklim bölgelerinden ayırır. Çöl ve bozkır bölgelerinin
dağılımını gösteren Dünya haritasında, kurak alanların subtropik ve orta enlem
bölgelerinde yoğunlaştığı görülmektedir (Şekil 12.1).
Şekil 12.1. Kurak ve yarı kurak iklimler Yeryüzündeki kara alanlarının yaklaşık
%30'unu ( 42 milyon kilometre kare) kaplamaktadır.
12.1.1.1. Alt Enlem Çölleri

Alt enlem kurak iklimlerinin ana bölgeleri Yengeç ve Oğlak dönencelerinin


dolaylarıdır. Şekil 12.1 çöl ortamının herhangi bir kesilmeye uğramaksızın Kuzey
Afrika’nın Atlantik kıyılarından kuzeybatı Hindistan’ın kurak arazisine kadar 9300
kilometreden fazla yayıldığını göstermektedir. Bu, tek bir geniş yayılıma ek olarak,
Kuzey Yarıküre’de Meksika’nın kuzeyi ve ABD’nin güneyindeki çok daha küçük
subtropikal çöl ve bozkır alanını da içerir.

Güney Yarıküre’de kurak iklim Avustralya’da egemendir. Anakaranın % 40’ı çöldür


ve kalan kısmın çoğu bozkırdır. Bunlara ek olarak kurak ve yarı kurak alanlar, ayrıca,
güney Afrika’da ve Şili ve Peru’nun kıyı kesimlerinde sınırlı olarak gözlenir.

Bu alt enlem çöl bantlarına neden olan nedir? Bunun yanıtı hava basıncı ve rüzgârın
küresel ölçekte dağılımıdır. Şekil 12.2. Dünya’daki genel hava dolaşımının ilişkileri
görselleştirmeye yardımcı olacak şekilde idealize edilmiş bir diyagram verilmektedir.
Ekvatoral alçak basınç alanı olarak bilinen basınç kuşağında ısınan hava çok
yükseklere (genellikle 15-20 kilometre) çıkmakta ve sonra yayılmaktadır. Üst
seviyelerdeki bu akım 20°-30° kuzey veya güney enlemlerine ulaştığında Yeryüzü’ne
doğru inmeye başlar. Atmosferde yükselerek genişleyen ve soğuyan hava bu süreçte
bulutların gelişimine ve yağışa yol açar.

Bu nedenle, ekvatoral alçak basınç alanının etkisinde bulunan alanlar Dünya’nın en


yağışlı yerleri arasındadır. Bunun tam tersi ise yüksek basıncın egemen olduğu 30°
kuzey ve güney enlemleri çevresindeki bölgeler için doğrudur. Subtropikal yüksek
basınç alanları olarak bilinen bu kuşaklarda hava aşağı çökmektedir. Hava alçaldığında
sıkışır ve ısınır. Böylesi koşullar bulut ve yağış oluşumu için gerekenin tam tersidir. 
Şekil 12.2. Dünyanın genel hava dolaşımının idealize edilmiş diyagramı. Çöller ve
bozkırlar subtropikal yüksek basınç alanına denk gelen 20-30 kuzey ve güney
enlemleri arasında toplanmıştır. Burada kuru, alçalan hava bulut oluşumuna ve yağışa
izin vermez. Bunun tersine ekvatoral alçak basınç alanı olarak bilinen basınç kuşağı
dünyanın en yağışlı alanlarını kapsar. B) Bu görüntüde Kuzey Afrika’daki Büyük
Sahra çölü Güney Afrika’daki Namib ve Kalahari çölleri ve bunların arasında bulutlu
olan bölge ekvatoral alçak basınç alanı ve ormanları göstermektedir. 
12.1.1.2. Orta Enlem Çölleri

Alt enlemlerdeki eş değerlerinin aksine, orta enlem çölleri ve bozkırları yüksek


basınçla ilişkili hava kütleleri tarafından kontrol edilmezler. Bunun yerine, bu kurak
alanlar öncelikle büyük kara kütlelerinin korunaklı iç bölgelerinde yer alırlar. Bu
alanlar bulut oluşumu ve yağışın en önemli nem kaynağı olan okyanuslardan çok
uzaktadır. İyi bilinen bir örnek, yukarıdaki haritada Hindistan’ın kuzeyinde gösterilen,
Orta Asya’nın Gobi Çölü’dür (Şekil 12.1). Hâkim rüzgârların izlediği rotaların
üzerinde bulunan yüksek dağlar, nemli deniz havası kütlelerini bu alanlardan ayırır.
Ayrıca, dağlar havadaki suyun çoğunu tutar. Mekanizma çok basittir: Rüzgârlar
önlerinde engel oluşturan dağlar ile karşılaştıklarında hava yükselir. Hava
yükseldiğinde soğur ve bulut oluşumu ile yağışı başlatabilecek bir süreç işler. Dağların
rüzgâr alan tarafları bu nedenle sık ve fazla yağış alır.

Bunun tersine, dağların kuytu yanları genelde çok daha kurudur (Şekil 12.3). Bu
durum, kuytu tarafa erişmeden önce havanın neminin çoğunu kaybetmiş olmasından
kaynaklanır. Eğer bu hava alçalırsa sıkışıp ısınarak bulut oluşumunun daha da
azalması sonucunu doğurur. Bu olayın gerçekleştiği kurak bölgeler, yağmur perdesi
çölü olarak tanımlanır.
Şekil 12.3. Dağların nem yüklü bulutlar üzerindeki orografik bariyer etkisi. Sol altta
yağış alan taraftaki orman örtüsü sağ altta yağış perdesi arkasındaki çalı formasyonu. 
Çoğu orta enlem çölü, dağların kuytu tarafında yer aldığı için aynı zamanda yağmur
perdesi çölü olarak da sınıflandırılabilir. Kuzey Amerika'daki Coast Ranges, Sierra
Nevada ve Cascades Dağları, Pasifik’ten gelen nemin önündeki ilk engellerdir.
Asya’da büyük Himalaya silsilesi, nemli Hint Okyanusu havasını taşıyan yaz
musonunun iç kesimlere erişmesini önler.

Güney Yarıküre’de orta enlemlerde geniş kara alanları olmadığı için bu enlemlerde
yalnızca küçük bir çöl ve bozkır alanı görülür. Bu alan asıl olarak, Güney Amerika’nın
güney ucunda, bir kale gibi yükselen And Dağları’nın yağmur perdesinin ardında yer
alır.

Orta enlem çölleri tektonik süreçlerin iklimi nasıl etkilediğinin bir örneğidir. Yağmur
perdesi çölleri, kıtalar çarpıştığında meydana gelen dağlar sayesinde ortaya çıkarlar.
Böyle dağ oluşum evreleri olmasaydı bugün Yerküre’nin pek çok kurak bölgesinde
nemli iklimler hüküm sürüyor olacaktı.

12.2. Kurak bölgelerdeki etkili olan süreçler


12.2.1. Ayrışma

Ayrışma, bildiğiniz gibi kayaların mekanik parçalanma ve kimyasal ayrışma nedeniyle


ufalanmasıdır. Nemli bölgelerde görece iyi gelişmiş topraklar sürekli bir bitki örtüsünü
destekler. Buralarda yamaçların ve kayaların kenarları, nemli bir iklimdeki güçlü
kimyasal ayrışma etkisini yansıtır biçimde yuvarlatılmıştır. Bunun tersine, çöllerdeki
ayrışmış kaya parçalanmanın çoğu, mekanik ayrışma süreçlerinin sonucunda
bozuşmamış kaya ve mineral parçalarından meydana gelir. Kurak arazilerde herhangi
bir tipteki kaya ayrışması, nemin yokluğu ve çürüyen bitkilerden kaynaklanan organik
asillerin kıtlığı nedeniyle büyük ölçüde azalmıştır Yine de kimyasal ayrışma çöllerde
tümüyle yok değildir. Uzun bir zaman aralığında killer ve ince toprak oluşur ve demir
içeren birçok silikat minerali oksitlenerek çöl manzarasını bazı yerlerde pas renkli
lekeli saçıntılarla renklendirir.

12.2.2. Suyun Rolü

Daimi akarsular nemli iklimlerde olağandır ama çöllerdeki hemen hemen tüm akarsu
yatakları çoğu zaman kurudur. Çöllere özgü yalnızca ani sağanak yağmurlarda su
taşıyan geçici akarsular vardır. Tipik bir geçici akarsu yılda yalnızca birkaç gün veya
belki de birkaç saat akabilir. Bazı yıllarda kanalda hiç su taşınmamış olabilir. Altından
su akmayan bir sürü köprüden geçen ve kuru kanalları kesen yollardaki çok sayıda
enine çukurluğu aşan sıradan bir turist bile bu olguyu açıkça fark eder ama ender
şiddetli sağanak geldiğinde, sürede öyle çok yağmur yağar ki bunun tümü emilemez
(Şekil 12.4). Çöl bitki örtüsü seyrek olduğu, akış büyük ölçüde engellenemediği için
hızlıdır ve genellikle vadi tabanı boyunca ani taşkınlar yaratır. Bu taşkınlar nemli
iklimlerdekilere hiç benzemez. Missisippi gibi bir nehirdeki bir taşkının doruğuna
ulaşması birkaç gün alır ve sonra taşkın geriler ama çöl taşkınları aniden başlar ve
çabucak biter. Bir çöldeki yüzey gerecinin çoğu bitkiler tarafından tutulmadığı için
kısa süreli bir yağmur sırasında gerçekleşen erozyon miktarı etkileyicidir. Şunu
özellikle vurgulamak gerekir ki seyrek de aksa, çöllerdeki erozyonun çoğu akarsular
tarafından gerçekleştirilir (Şekil 12.5). Bu, çöl manzaralarını oluşturan en önemli
erozyon yapıcı etmenin rüzgâr olduğu yönündeki genel görüşe aykırıdır. Her ne kadar
rüzgâr erozyonu kurak alanlarda diğer ortamlara göre gerçekten daha önemliyse de,
çoğu çöl ortamının yüzey şekilleri akarsuların aşındırmasıyla oluşmuştur. Aşağıda
kısaca görüleceği gibi, rüzgâr ana rolünü çökel taşımını ve dolgulanmasıyla oynar ve
kumul adını verdiğimiz kum sırtı ve tepelerini oluşturur ve biçimlendirir.
Şekil 12.4. Kuzey Afrika'daki Nijer'de yağmurun bir vadiyi nasıl değiştiğini
göstermektedir. A) Vadi her zamanki kuru durumunda, B) Bir yağmur döneminin
ardından yeni filizlenen bitki örtüsü vadiyi yeşillendirmiştir.
Şekil 12.5. Çöl ortamında akarsuların etkisini gösteren vadiler
12.2.3. Rüzgarla Taşınım

Hareket eden hava, aynen akarsular gibi, türbülanslıdır ve kaya kırıntılarını alıp başka
bir yere taşıyabilir. Tıpkı bir akarsudaki gibi, rüzgârın hızı yüzeyden yükseldikçe artar.
Yine bir akarsu gibi, rüzgâr daha ağır taneleri yatak yükü olarak götürürken ince
tanelileri asılı olarak taşır. Bununla birlikte, rüzgârla kırıntıların taşınması, akarsuyla
taşımasından iki yönden farklıdır. Birincisi, rüzgârın suya göre düşük yoğunluğu onu
kaba kırıntıları alıp götürme kapasitesini düşürür. İkincisi, rüzgâr bir kanalla
sınırlanmadığı için taşıyabildiği kırıntıları geniş alanlara hatta atmosferin yüksek
düzeyleri¬ne kadar dağıtabilir. Rüzgârın taşıdığı yatak yükü kum tanelerinden oluşur.
Arazi gözlemleri ve rüzgâr tüneli kullanılarak yapılan deneyler, rüzgârın savurduğu
kum tanelerinin yüzeyde sıçrama (saltation) terimiyle ifade edilen bir süreç olan
atlama ve zıplamalarla taşındığını göstermektedir. Orijinal terimdeki “salt" sözcüğü
İngilizce’deki “tuz" olmayıp “sıçramak” anlamındaki Latince sözcükten türetilmiştir.
Kum tanelerinin hareketi, rüzgârın yerde duran kırıntıların ataletini yenecek bir hıza
ulaşmasıyla başlar Önce kum taneleri yüzey üzerinde yuvarlanır. Hareket eden kum
taneleri birbirine çarpmaya başladığında biri veya ikisi de havaya sıçrar. Taneler
havaya sıçrayınca gravite (yerçekimi) onları yüzeye geri çekinceye kadar rüzgâr
tarafından ileri taşınırlar. Kum tanesi yüzeye çarpınca hem tekrar zıplar hem de diğer
taneleri yerinden oynatarak yukarı sıçratır. Böylelikle kısa bir süre içinde zeminin
hemen üzerini sıçrayan kum taneleriyle dolduran zincirleme bir reaksiyon oluşur
(Şekil 12.6). Zıplayan kum taneleri asla yüzeyden çok yükseğe çıkamaz. Rüzgârlar çok
güçlü olsa bile kum tanelerinin sıçrama yüksekliği ender olarak bir metreyi aşar,
genellikle de yarım metreden fazla değildir.

Şekil 12.6. Rüzgarın taşıdığı yatak yükü yüzeyde sıçrayan kum tanelerinden oluşur.
Kumun aksine, daha ince toz tanecikleri rüzgâr tarafından süpürülüp atmosferin yukarı
düzeylerine kadar kaldırılabilir. Tozun genelde ağırlıklarına oranla geniş yüzey
alanlarına sahip yassı taneciklerden meydana geldiği için türbülanslı hava çekim
gücünü dengeleyerek bu ince taneleri saatlerce hatta günlerce havada asılı tutabilir. Silt
ve kil asılı olarak taşınabilse de çöllerdeki düşük düzeyli kimyasal ayrışma çok az kil
ürettiği için asılı yükün çoğu genellikle siltten meydana gelir. İnce taneleri rüzgâr
kolayca taşır, ama onları başlangıçta yerinden oynatmak öyle kolay değildir. Bunun
nedeni, zeminin hemen üzerindeki çok ince bir hava katmanında rüzgâr hızının pratik
olarak sıfır olmasıdır. Bu yüzden, rüzgârın kendisi çökeli kaldıramaz. Bunun yerine
tozun, zıplayan kum taneleri veya zemini dürten diğer şeyler tarafından hareket eden
havanın içine fırlatılması veya sıçratılması gerekmektedir. Bu görüş kuru bir toprak
arazi yolunda rüzgârlı bir günde gözlenebilir. Rüzgâr yoldan çok az toz kaldırır ama
bir araç yolda hareket ettiği zaman silt katmanını yerinden oynatarak kalın bir toz
bulutunun oluşmasına neden olur.

Asılı yük genellikle kaynağına oldukça yakın birikse de şiddetli rüzgârların büyük
miktarda tozu çok uzaklıklara taşıma kapasitesi vardır (Şekil 12.7).
Şekil 12.7. 21 Mays 1937'de ABD Kansas'taki kum fırtınası, B) 30 Haziran 2009'da
Büyük Sahara'dan havalanıp Kızıl Denizi geçmekte olan toz bulutu.
12.2.4. Rüzgar Erozyonu

Akarsular ve buzullarla karşılaştırıldığında rüzgâr göreceli daha az etkili bir erozyon


etmenidir. Çöllerde bile erozyonun çoğunu rüzgârın değil ender akan suların meydana
getirdiğini hatırlatalım. Rüzgâr erozyonu kurak arazilerde nemli arazilerdekinden daha
etkilidir çünkü nemli bölgelerde nem tanecikleri birbirine bağlar ve bitki örtüsü toprağı
tutar. Rüzgârların etkili olması için kuraklık ve zayıf, cılız bitki örtüsü önemli ön
koşullardır.

12.2.4.1. Rüzgar süpürmesi ve süpürülme çukurları

Rüzgâr erozyonunun bir yolu da gevşek gerecin kaldırılıp götürülmesi demek olan
rüzgâr süpürmesidir. Rüzgâr süpürmesinin etkileri, tüm yüzey aynı zamanda alçaldığı
için bazen zor fark edilse de önemli olabilir. 1930’larm toz çanağı fırtınalarının bir
kısmında, geniş alanlar birkaç yıl gibi kısa bir süre içinde bir metre kadar alçaldı. Bazı
yerlerde rüzgâr süpürmesinin en dikkate değer sonuçları süpürülme çukurları olarak
adlanan sığ çukurlardır (Şekil 12.8A ve B). Great Plains bölgesinde, güneyde
Texas’tan kuzeyde Montana’ya kadar uzanan alanda binlerce süpürülme çukurunu
görmek mümkündür. Bunlar, çapı yaklaşık 3 metre ve bir metreden daha sığ küçük
çukurlar olabildiği gibi derinliği yaklaşık 50 metre ve birkaç kilometre çapında devasa
çukurlar da olabilir. Bu çukurların derinliklerini denetleyen yani, taban düzeyi olarak
rol oynayan etmen yerel su tablasıdır. Süpürülme çukurları su tablasına kadar
alçaldığında nemli zemin ve bitki gelişimi daha fazla rüzgar süpürmesini önler.
Şekil 12.8. A) Süpürülme çukurları rüzgar süpürmesi ile meydana gelen çukurlardır.
B) Rüzgar süpürmesi örneği.
12.2.4.2. Çöl Kaplaması

Pek çok çölün bazı kısımlarında, yüzeyde çok sıkışık kaba tanelerden oluşan bir
katman meydana gelir. İrili ufaklı çakıllardan oluşan bu kaplama çöl kaplaması olarak
adlanır ve yalnızca bir ya da iki çakıl kalınlığındadır (Şekil12.14). Bu katmanın altında
önemli oranda silt ve kum içeren bir katman yer alır. Çöl kaplaması bulunduğunda
kaplamayı oluşturan çakıllar rüzgâr süpürmesi ile yerinden kaldırılamayacak kadar iri
olduğu için rüzgâr erozyonunun denetlenmesinde önemi vardır. Bu zırh bozulursa
rüzgâr açığa çıkan ince silti kolayca taşır. Uzun yıllardır çöl kaplamasının oluşumu
için ileri sürülmüş olan en genel hipotez, kaplamanın kötü boylanmış yüzey
çökellerindeki kum ve siltin rüzgâr tarafından kaldırılması sonucunda geliştiği
yönündeydi. Şekil 12.10A’da gösterildiği gibi, daha ince taneler rüzgâr tarafından
uçuruldukça yüzeydeki daha iri taneler giderek artar. Sonunda yüzey tümüyle, rüzgârın
hareket ettiremeyeceği çakıl ve bloklarla kaplanmış olur. Ancak, yapılan çalışmalar,
Şekil 12.10A’da açıklanan sürecin çöl kaplaması olan her ortamda için uygun bir
açıklama olamayacağını göstermiştir. Örneğin, çoğu yerde çöl kaplamasının altında,
içinde çok az hatta hiç çakıl bulunmayan oldukça kalın bir silt katmanı yer alır. Böyle
bir durumda, ince taneli çökelin rüzgârla süpürülmesi geride kaba taneli bir katman
bırakmaz. Bu konudaki çalışmalar da göstermektedir ki bazı alanlarda çöl kaplamasını
oluşturan çakıllar hep aynı oranlarda yüzeyde görülmektedir. Bu gözlem, Şekil
12.10A’daki sürecin geçerli olmayabileceğini göstermektedir. Bu şekildeki örnekte,
rüzgâr süpürmesi ince taneli gereci yavaş yavaş ortadan kaldırabileceği için kaplamayı
oluşturan kaba tanelerin yüzeye ulaşması geniş bir zaman dilimi içinde gerçekleşir.
Sonuçta, çöl kaplamaları için alternatif bir açıklama formüle edilmiştir (Şekil 12.10B).
Bu hipoteze göre, çöl kaplaması başlangıçta kaba tanelerden oluşmuş bir yüzeyde
gelişir. Zaman içinde yüzeyde çıkıntı yapan iri çakıllar rüzgârın sürüklediği ince
taneleri kapanlar ve bu tanecikler iri yüzeyli taşlar arasındaki boşluklara elenerek girer.
Bu sürece yağmur suyunun aşağı süzülmesi de yardımcı olur. Bu modelde, çöl
kaplamasını oluşturan iri çakıllar asla gömülmezler. Bu görüş çöl kaplamasının
altındaki düzeyin neden iri tanelerden yoksun olduğunu da başarılı bir şekilde
açıklamaktadır.
Şekil 12.9. Çöl kaplaması yalnızca bir yada iki çakıl kalınlığında çok sıkışık küçük ve
iri çakıllardan oluşur.

Şekil 12.10. Çöl kaplamasının oluşumu. A) Bu model kötü boylanmalı yüzey dolgusu
olan bir alanı açıklamaktadır. Rüzgâr süpürmesi kum ve silti kaldırarak yüzeyi
alçalttıkça kaba taneler giderek sıkı paketlenmiş bir katman halinde yoğunlaşmaya
başlar. Burada çöl kaplaması rüzgâr erozyonu sonucunda meydana gelir. B) Bu model
başlangıçta küçük ve iri çakıllarla örtülü bir yüzeyde çöl kaplamasının gelişimini
göstermektedir. Rüzgârın sürüklediği toz yüzeyde birikir ve yavaş yavaş aşağıya, kaba
tanelerin arasındaki boşluklara elenir. Yağmur suyunun süzülmesi sürece yardım eder.
Bu dolgulanma süreci yüzey yükseltir ve irili ufaklı kaba çakıllardan oluşan katmanın
altında kalınca bir ince taneli çökel katmanını oluşturur.
12.2.4.3. Rüzgar Çakılları ve Mantar Kayalar ve Yardanglar
Buzullar ve akarsular gibi rüzgâr da abrazyon ile aşındırabilir. Bazı kumsallarda
olduğu gibi kurak bölgelerde de rüzgârın taşıdığı kum taneleri kaya yüzleklerini oyar
ve cilalar. Abrazyon bazen iri kaya parçalarına rüzgâr çakılı olarak adlanan ilginç
şekiller kazandırır (Şekil12.11A). Taşın esen rüzgâra bakan yüzeyi cilalı,
zımparalanmış bir yüzey ve keskin kenarlar oluşturacak şekilde aşındırılır. Eğer rüzgâr
sürekli aynı yönden esmiyorsa veya çakılın duruş yönü değişmişse bu çakıl birkaç
parlatılmış yüzeye sahip olabilir. Ne yazık ki abrazyona sık sık yapabileceğinden öte
işler atfedilir. Dar bir kaide kısmı üzerinde dengede duran kayalar ve uzun kuleler
üzerindeki karmaşık ayrıntıda yapılar abrazyonun sonuçlarından değildir. Kum ender
olarak yüzeyden itibaren bir metreden daha yukarıdan gider ve dolayısıyla rüzgârın
kumlama etkisi düşey yönde açıkça sınırlanır. Rüzgâr çakıllarına ek olarak, mantar
kayalar oluşturabilir. Bu tamamen rüzgarla taşınmış kumların daha çok yere yakın
taşınmasından dolayı yüzeylenmiş bir kaya kütlesinin alt kesiminin üst kesimine göre
daha fazla aşınıma maruz kalması sonucu oluşmuş yerşekilleridir (Şekil 12.11B).
Rüzgar erozyonu ayrıca daha büyük ölçekli aşındırma şekilleri de oluşturur. Bunlardan
Orta Asya’da en yayın olanları yardanglardır. Yardang terimi Türkistan Türkçesinden
alınmıştır ve "yarlı bank" anlamına gelir. Yardang egemen rüzgâr yönüne paralel
uzanan, aerodinamik şekilli (hava akımına uyumlu), rüzgâr tarafından yontulmuş bir
yer şeklidir (Şekil. 12.12) Rüzgârın kumlama etkisi yer seviyesine yakın kısımda daha
büyük olduğu için, aşınmış bu kaya kalıntılarının genellikle alt kesimleri daha incedir.
Bazı yardangların boyutları daha büyüktür. Peru’nun lca Vadisi nde 100 metre
yüksekliğinde ve birkaç kilometre uzunluğunda yardanglar bulunur. Iran Çölündeki
bazı yardangların ise yükseklikleri 150 metreye ulaşır (Şekil 12.12).

Şekil 12.12. Orta Asya’dan yardang örnekleri. Sağdaki fotoğrafta kumların üzerindeki
araç ölçek olarak. 
12.2.5. Rüzgar Birikim Şekilleri

Rüzgarlarla oluşmuş erozyonal yeryüzü şekillerinin alansal dağılımı oldukça sınırlı


olsa da birikimle oluşmuş yeryüzü şekillerinin alansal dağılımı bazı bölgelerde
oldukça önemli yer kaplar. Rüzgârın savurduğu kırıntıların birikimleri dünyanın kurak
alanlarında ve birçok kumlu kıyı bölgeleri boyunca çok dikkat çekicidir.

Rüzgar birikimleri iki farklı tiptedir:1) Kumul olarak adlandırılan, kum tepecikleri ve
sırtları ve 2) asılı olarak taşınıp çökelen, lös adı verilen geniş silt örtüleri.

12.2.5.1. Kumullar

Rüzgâr, akarsu örneğinde olduğu gibi taşıyıcı gücünü sağlayan hızı ve enerjisi
azaldığında taşıdığı kırıntı yükünü bırakır Böylece, rüzgârın yolu üzerinde hareketini
yavaşlatan herhangi bir engelde kum birikmeye başlar. Geniş alanlarda yaygı benzeri
katmanlar oluşturan silt dolgularının aksine, rüzgârlar kumu genelde kumul adı verilen
tepecikler ve sırtlar hâlinde biriktirir (Şekil 12.13). Rüzgâr bir bitki kümesi veya kaya
gibi bir nesneyle karşılaştığında, bu engelin ardında daha düşük enerjili bir akım zonu
gölgesi, ön bölümünde ise daha sakin bir cephe oluşturarak etrafından ve üzerinden
akar. Rüzgârla hareket ederek sıçrayan kum tanelerinin bir bölümü bu rüzgâr
gölgelerinin içinde birikir. Kum birikimi sürdükçe bunlar rüzgârın önünde daha
kocaman bir engele ve böylece daha çok kumun birikmesini sağlayan daha etkili bir
kapana dönüşür. Eğer yeterince kum sağlanabiliyorsa ve rüzgâr yeterince uzun bir süre
kesintisiz eserse kum tepeciği büyüyerek bir kumul haline gelir.

Şekil 12.13. A) Kum, kumul sırtının yakınında biriktikçe yamaç dikleşir ve B) kumun
bir bölümü bu yüzeyden aşağıya akar.
Kumulların çoğu, kuytu yanları daha dik yamaçlı ve rüzgâr alan tarafları düşük eğimli
olan bakışımsız bir kesite sahiptir. Şekil 12.13’deki kumullar bunun iyi bir örneğidir.
Kum, rüzgâr alan düşük eğimli yamacına sıçramalarla tırmanır. Kumul sırtının rüzgâr
hızının azaldığı hemen arka kısmında kum birikir. Daha fazla kum biriktikçe yamaç
dikleşir ve sonunda yerçekimi ile yamacın bir bölümü kayar veya göçer Bu şekilde,
kumulun kayma yüzü olarak adlanan kuytu yanı, gevşek kuru kum için duraylı şev
açısı olan yaklaşık 34 derecelik açı oluşturur. (Şekil 12.13B). Kayma yüzünden
aşağıya tekrarlanan kaymalarla birleşerek devam eden kum birikimi, havanın hareket
ettiği yönde kumulun yavaş yavaş göç etmesini sonuçlar. Kum kayma yüzünde
birikirken rüzgârın estiği yöne eğimli katmanlar oluşur. Bu eğimli katmanlara çapraz
katman denir. Kumullar en sonunda diğer çökel katmanları altına gömüldüğü ve
sedimanter kayaların bir parçası oldukları zaman bakışımsız şekilleri bozulur, ama
çapraz katmanlar kökenlerine tanıklık etmek üzere bozulmadan kalırlar. (Şekil 12.14).

Şekil 12.14. A ve B'de görüldüğü gibi kumullar genellikle bakışımsız (asimetrik)


şekildedir. Daha yüksek eğimli kuytu yan kayma yüzü olarak adlanır. Kayma yüzünde
duraylı şev açısında çökelen kum taneleri kumulların çapraz katmanlarını yaratır. C)
Rüzgâr yönündeki değişimler karmaşık bir görünüm oluşturur. Kumullar gö¬müldüğü
ve sedimanter kayaların bir parçası oldukları zaman çapraz katmanlı iç yapı korunur.
D) Çapraz katmanlar, Utah’taki Zion Millî Park'ında yüzeyleyen Navajo Kumtaşı'nın
belirgin bir özelliğidir. 
12.2.5.2. Kumul Tipleri

Kumlar rüzgarın savurduğu kırıntıların yalnızca rastgele oluşmuş yığınları değildir.


Daha çok, genellikle şaşırtıcı olarak istikrarlı biçimler sunan birikimlerdir. Kumullar
çok geniş bir çeşitliliğe sahip olduklarından tartışmaları kolaylaştırmak için genel
olarak birkaç ana tipte toplanırlar. Elbette, hiçbir kategoriye kolayca uymayan
düzensiz şekilli kumulların yanı sıra farklı biçimler arasında geçişler de vardır.
Kumulların eninde sonunda edindikleri biçim ve boyutu etkileyen bir-kaç etmen
vardır. Bunlar rüzgâr yönü ve hızı, kum sağlanabilirliği ve var olan bitki miktarıdır.
Şekil 12.15’te gösterilen altı temel kumul tipi rüzgâr yönünü belirten oklarla
işaretlenmiştir.

Barkan kumulları sivri uçları rüzgârın ilerlediği yönde bulunan, hilal şekilli tekçe
kumullar barkan kumulu olarak adlanır (Şekil 15A). Bu kumullar kum beslenmesinin
sınırlı ve yüzeyin oldukça düz, sert ve bitki örtüsünden yoksun olduğu yerlerde oluşur.
Yılda en fazla 15 metrelik bir hızla çok yavaş olarak göç ederler. Boyutları genellikle
çok büyük değildir, en büyük bar- kanların yüksekliği yaklaşık 39 metreye erişir ve
boynuz kısımları arasındaki genişlik en fazla 300 metre kadardır. Rüzgâr yönü hemen
hemen sabit olduğunda, bu kumulların hilal şekilleri yaklaşık bakışımlıdır. Ama
rüzgârın yönü tam sabit olmazsa kumulun bir ucu diğerinden daha büyük
olabilir. Enine kumullar egemen rüzgârların istikrarlı, kumun bol ve bitki örtüsünün
kıt olduğu veya hiç bulunmadığı bölgelerde kumullar çukurluklarla birbirinden ayrılan
ve egemen rüzgâr yönüne dik uzanan bir dizi uzun sırt oluşturur. Bu yönlenme
nedeniyle de enine kumul olarak adlanırlar (Şekil 12.15B). Tipik olarak kıyı
kumullarının çoğu bu türdendir. Ayrıca, enine kumullar, pek çok kurak bölgede bazen
kum denizi de denilen yaygın dalgalı kum yüzeylerinin bulunduğu yerlerde yaygındır.
Büyük Sahra ve Arabistan çöllerinin bazı kesimlerinde, enine kumulların yüksekliği
200 metreye, enleri 1-3 kilometreye ve uzunlukları 100 kilometreye ulaşabilir.
Şekil 12.15. Kumul tipleri
Barkanımsı kumullar ayrık barkanlarla geniş dalgalı enine kumullar arasında bir
geçiş formu olan oldukça yaygın kumul şekli vardır. Barkanımsı kumul olarak
adlandırılan bu tür kumullar, rüzgâra dik yönde uzanan tarak biçimli kum sıraları
halindedirler (Şekil 12.15C). Sıralar, yan yana duran bir dizi barkana benzer. Boyuna
kumullar kum girdisinin orta ölçekte olduğu yerlerde, egemen rüzgâr yönüne az çok
paralel olarak gelişen uzun sırtlardır (Şekil 12.15D). Egemen rüzgâr yönü her ne kadar
değişse de pusulanın aynı çeyreği içinde kalır. Küçük tipleri yalnızca 3-4 metre
yükseklik ve birkaç on metre uzunluktadır, ancak bazı büyük çöllerde boyuna
kumullar çok büyük boyutlara erişebilir. Örneğin, Kuzey Afrika'nın bir kısmı,
Arabistan ve Orta Avustralya’da bulunan bu tür kumulların yüksekliği hemen hemen
100 metre ve uzunluğu 100 kilometreden daha fazla olabilir.

Parabolik kumullar yukarıda anlatılan diğer kumullardan farklı olarak, parabolik


kumullar bitki örtüsünün kumu kısmen örttüğü yerlerde oluşur. Bu kumulların şekli
barkanların şekline benzer ama sivri uçları onlara göre ters, yani rüzgârın geldiği
yöndedir (Şekil 12.15E). Parabolik kumullar genellikle denizden karaya doğru esen
güçlü kıyı rüzgârlarının ve bol kum bulunan kıyılar boyunca oluşurlar. Eğer kumun
üzerindeki cılız bitki örtüsü bazı noktalarda bozulursa rüzgâr süpürmesi orada bir
süpürülme çukuru yaratır. Sonra, kum çukurun dışına taşınır ve süpürülme çukuru
genişledikçe rüzgârın ilerlediği tarafta büyüyen kıvrık bir kenar çemberi biçiminde
birikir. Yıldız kumulları Büyük Sahra ve Arabistan çöllerinin bazı kesimlerine sınırlı
olan yıldız kumulları karmaşık bir biçim sergileyen ayrık kum tepeleridir (Şekil
12.15F). Adları çok köşeli yıldızlara benzediğinden kaynaklanmaktadır. Bu
kumullarda, bazı durumlarda yüksekliği 90 met¬reye yaklaşabilen bir merkez
noktasından genellikle üç ya da dört keskin doruklu sırt ayrılır. Biçimleri nedeniyle,
yıldız kumullarının rüzgâr yönünün değişken olduğu yerlerde geliştikleri
düşünülmektedir.

12.2.5.3. Lös (Silt) Birikimleri

Dünyanın bazı kesimlerinde, yüzey topografyası rüzgârın taşıyarak getirdiği lös adı
verilen silt birikimleriyle örtülüdür. Toz fırtınaları binlerce yıl boyunca bu ince taneli
kırıntıları biriktirmiştir. Bu lös birikimlerinde bir akarsu aşındırması ile veya yol
yapımı sırasında meydana gelen yarmalar dik yamaç halinde kalma eğilimindedir ve
Şekil 12.20'de görüldüğü gibi bu yarmalarda herhangi bir katman gözlenemez. Lösün
Yerküre ölçeğinde dağılımı, bu çökellerin belli başlı iki kaynağı olduğunu gösterir: çöl
ve buzul çökelleri Dünya üzerindeki en kalın ve en yaygın lös çökelleri batı ve kuzey
Çin'de görülür. Bu çökeller bulundukları yere Orta Asya'nın geniş çöl havzalarından
rüzgârlarla getirilmiştir. 30 metre kalınlıkta birikimler olağandır ve 100 metreden fazla
kalınlıklar da ölçülmüştür. Çin’de Sarı Nehir'e adım veren bu ince taneli deve tüyü
renkli çökellerdir. Dünyadaki en verimli tarım toprağı rüzgârın biriktirdiği bu çökelden
türediği için lös dolguları ile belli başlı tarım bölgelerinin dağılımı arasındaki örtüşme
bir rastlantı değildir. Çin’deki çöl kökenli birikimlerden farklı, ABD ve Avrupa'daki
lös birikimleri buzullaşmanın dolaylı ürünüdür. Bunların kaynağı katmanlı buzul
akması çökelleridir. Buzullar geri çekilirken birçok nehir vadisi, eriyen buzul suları
tarafından taşınan çökellerle tıkandı. Çıplak taşkın ovaları üzerinde güneybatıdan esen
kuvvetli rüzgârlar ince taneli çökelleri alıp vadilerin doğu taraflarına yaygılar halinde
yığdılar. Lös birikimlerinin ana buzul akaçlama çıkışları olan Mississippi ve Ilionis
nehirlerinin kuytu taraflarında en kalın ve en kaba olması ayrıca, vadilerden
uzaklaştıkça hızla incelmesi böyle bir oluşum modelini desteklemektedir.

Şekil 16. A) Güney llionis'teki Mississippi Nehri’nin kenarındaki bu düşey lös yarması
yaklaşık 3 metre yüksekliğindedir. B) Çin'in bazı yerlerinde, lös ev yapmak için
kazılmaya elverecek ölçüde yeterli yapısal sağlamlığa sahiptir. C) 13 Mart 2003
tarihinde alınan bu uydu görüntüsü, Alaska Körfezi'ne doğru güneybatıya hareket eden
toz bulutunun akma şeritlerini gösteri¬yor. 
Uygulamalar

1. Türkiye’nin coğrafi konumunu dikkate alarak en yakın alt enlem çöllerini harita
üzerinde işaretleyiniz.
2. Türkiye’nin coğrafi konumunu dikkate alarak en yakın orta çöllerini harita
üzerinde işaretleyiniz.
3. Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesi kurak bir bölgedir. Bu bölgenin kurak olmasını
alt enlem çöllerine yoksa orta enlem çöllerine mi benzetirsiniz?

Uygulama Soruları

1. Atmosferik dolaşım çöllerinin dağılışını nasıl etkiler?


2. Çöllerin oluşumunda topoğrafyanın nasıl bir etkisi vardır?
3. Çöllerde yerşekillerini oluşturan en etkili etken nedir? Akarsular mı rüzgarlar
mı?

Bölümde Özeti
Bu bölümde kuraklık kavramını ve yeryüzünde kurak bölgelerin dağılışını etkileyen
faktörleri yani atmosferik dolaşım ve topoğrafik unsurların nasıl etkili olduğunu
öğrendik. Alt enlem çölleri dediğimiz çöllerin subtropikal yüksek basınç alanlarında
alçalıcı hava hareketlerinin olduğu alanlarda orta enlem çöllerinin ise yüksek dağ
sıralarının arkasında nem yüklü bulutların ulaşamadığı yani karasallığın baskın olduğu
ortamlarda oluştuğunu gördük. Ayrıca kurak bölgelerde rüzgarın etkili bir süreç olması
rağmen yerşekillerinin çok nadir yağan yağışlar sırasında oluşan akarsular tarafından
oluşturulduğunu öğrendik. Bununla beraber rüzgarında aşındırma, taşıma ve biriktirme
süreçlerini yönettiğini ve bunlara bağlı olarak aşınım ve birikim yerşekillerini
oluşturduğunu öğrendik. 

Ünite Soruları
Soru-1 :
Aşağıdakilerden hangisi alt enlem çöllerini oluşturan basınç merkezidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Ekvatoral Alçak Basınç

(B) Kutupaltı Alçak Basınç

(C) Ekvatoral Yüksek Basınç

(D) Subtropikal Yüksek Basınç

(E) Kutu Yüksek Basınç 

Cevap-1 :
Subtropikal Yüksek Basınç

Soru-2 :
Türkiye topoğrafyası dikkate alındığında nerede çöle yakın kurak bir ortamın oluşması
beklenir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Marmara Bölgesi

(B) Karadeniz Bölgesi

(C) İç Anadolu Bölgesi

(D) Akdeniz Bölgesi

(E) Trakya Bölümü

Cevap-2 :
İç Anadolu Bölgesi

Soru-3 :
Çöllerde en önemli şekillendirici unsur aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Akarsular

(B) Rüzgar

(C) Buzul

(D) Ayrışma

(E) Heyelanlar

Cevap-3 :
Akarsular

Soru-4 :
Aşağıdakilerden hangisi rüzgarın aşındırma etkisi oluşmuş yerşekillerinden biridir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Tüneller

(B) V şekilli vadi


(C) Seki

(D) Mağara

(E) Yardang

Cevap-4 :
Yardang

Soru-5 :
Kumulların şeklini etkileyen sebeplerden biri de rüzgarların esiş yönleridir. Aşağıdaki
kumul şekillerinden hangisi çok farklı yönlerden esen rüzgarlar tarafından
oluşturulmuş olabilir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Barkan kumulları

(B) Parabolik kumullar

(C) Boyuna Kumullar

(D) Yıldız kumulları

(E) Enine kumullar

Cevap-5 :
Yıldız kumulları

Soru-6 :
Bu nedenle, iklim bilimciler kurak iklimi, yıllık yağışın yıllık buharlaşma
yoluyla ................ potansiyelinden az olması biçiminde tanımlar.

Cevap: su kaybı

(Klasik)

Soru-7 :
Suyun kıt olduğu bu bölgelerde iki iklim tipi ayırt edilir: kurak .............. ve yarı
kurak ............... .

Cevap: çöl, bozkır

(Klasik)

Soru-8 :
Alt enlem kurak iklimlerinin ana bölgeleri ................ ve ............ dönencelerinin
dolaylarıdır.

Cevap: yengeç, oğlak
(Klasik)

Soru-9 :
Taneler havaya sıçrayınca ................  onları yüzeye geri çekinceye kadar rüzgar
tarafından ileri taşınırlar.

Cevap: gravite

(Klasik)

Soru-10 :
Dünyanın bazı kesimlerinde, yüzey topografyası rüzgârın taşıyarak getirdiği ................
adı verilen silt birikimleriyle örtülüdür.

Cevap: lös

(Klasik)

13. Karst
Giriş
Jeomorfolojide karst terimi, çözunebilen kayaların, suyun çözücü etkisi yüzünden,
yüzeyde ve yeraltında bozunmasıyla oluşan ve karakteristik rölyef ve drenaj
özelliklerine sahip olan araziyi ifade eder (Jennings 1971). Karst kelimesi yeryüzünde
görülen karstik şekilleri ifade etmek için kullanılan uluslararası jeomorfolojik bir terim
niteliği kazanmış ve literatüre geçmiştir. Karstik şekilleri içeren arazilere de “karstik
araziler” adı verilmiştir (Pekcan, 1999).

Şekil 13.1: Guangxi Bölgesi’nde (Çin Halk Cumhuriyeti) yer alan karstik arazinin
görünümü (Fotoğraf: Trey Ratcliff).
13.1. Karst Ortamları
Karst, genellikle yüzey drenajından yoksun, yama şeklinde ve ince bir toprak örtüsü
bulunan pek çok kapalı depresyonu içeren ve mağara ve boşluklardan oluşan bir yeraltı
şekilleri ağına sahip kireçtaşı arazilerini ifade eder. Bununla birlikte, tüm kayalar
suda bir miktar çözünebilir ve karst en cok çözünen kaya tipleri ile sınırlandırılamaz.
Karst, jips, tuz gibi evaporitlerde; kumtaşı ve kuvarsit gibi silkatlarda ve uygun
koşullar altında bazı bazalt ve granitlerde de oluşabilir. Karst şekilleri ayrışma,
hidrolik etki, tektonik hareketler, buzul erimesuları ve erimiş kayaların (lavların)
tahliyesi gibi diğer yollarla da oluşabilir. Bu şekiller, gelişimlerinde çözünme baskın
süreç olmadığı için sahtekarst (pseudokarst) olarak isimlendirilir. Karst yaygın
olarak karbonat kayalarda (kirectaşı, dolomit) ve daha dar alanlı olarak kayatuzu,
anhidrit ve jips içeren evaporitlerde gelişir. Kireçtaşı ve dolomitler bir komplekstir ve
ceşitli kaya gruplarını oluştururlar. Kireçtaşı, en azından %50 kalsiyum karbonat
(CaCO3) iceren ve büyük oranda kalsit ve nadir olarak da aragonit mineralinden
oluşan bir kayadır. Saf kireçtaşı en az %90 oranında kalsit icerir. Dolomit de en az
%50 kalsiyum magnezyum karbonat (CaMg(CO3)2) içeren ve dolomit olarak
adlandırılan mineralden oluşan bir kayadır. Saf dolomitler (dolotaşı olarak da
isimlendirilir) en az %90 oranında dolomit içerir. Saf kireçtaşı ve saf dolomit arasında
orta derecede kompozisyona sahip karbonat kayalara magnezyumlu kireçtaşı,
dolomitik kireçtaşı ve kalkerli dolomit gibi çeşitli isimler verilir. Karst şekilleri tam
gelişimlerini, %80'den fazla kalsiyum karbonat içeren oldukça saf, cok kalın, mekanik
olarak dayanıklı ve büyük eklemlere sahip kireçtaşı tabakalarında gerçekleştirebilir.
Bu koşullar Adriyatik Denizi'nin doğu kenarı ile sınırlı ülkelerin klasik karst
alanlarında yerine getirilir. Tebeşir cok saf bir kireçtaşı olmasına rağmen, mekanik
olarak zayıftır ve yeraltı drenajının gelişmesine uygun değildir. Dolayısıyla tebeşir orta
ve büyük ölçekli yüzey karst yerşekillerinin evrimi icin gerekli olan ön koşulları yerine
getiremez (Huggett, 2015).

Şekil 13.2: Karbonat kayaların dünya üzerindeki dağılışı


13.2. Karstlaşma Üzerinde Etkili Olan Etmenler
Karstlaşmanın ve dolayısıyla karst topografyasının gelişebilmesi için bir takım
koşulların birlikte gerçekleşmesi gerekir. Bugün kalkerlerin bulunduğu her sahada
karst topografyasına ait yerşekillerinin görülmeyişi, hiç değilse, onların tam olarak
gelişmiş bulunmamaları bunun bîr kanıtıdır. Karstlaşma üzerinde etkili olan etmenler,
esas olarak, şunlardır:Kayaç cinsi, iklim, tabakalanma özellikleri, jeomorfolojik
özellikler ve zaman. Aşağıda bu etmenler ve karstlaşma üzerindeki etkilerine ana
çizgileriyle değinilecektir (Hoşgören, 2016).
13.2.1. Kayaç Cinsi 

Karstlaşmanın oluşum ve gelişimi için, herşeyden önce, suda eriyebilen


(çözünebilen) kayaçların mevcut olması gerekir. Kayaçlar suda ne kadar kolay
eriyebilen cinsten ise, karst topografyasının gelişimi o kadar hızlı olur. Bu hususta
onların saflık dereceleri, gözeneklilikleri, geçirimlilikleri gibi fiziksel ve kimyasal
özellikleri rol oynar.Suda eriyebilen kayaçlar kalker (kireçtaşı), dolomit, tebeşir, jips,
kayatuzu ve mermer gibi kayaçlardır. Bunların içinde karstlaşmaya en uygun olan
kayaçlar kalkerlerdir. Kalkerler nispeten dayanıklı kayaçlar oldukları için meydana
getirdikleri karstik yedeklilerinin tahrip edilip ortadan kaldırılmaları daha güç olur.
Diğer bir deyişle, kalkerlerde oluşan karstik yerşekilleri daha uzun ömürlüdürler.
Gerek bu nedenle, gerekse kalkerlerin yeryüzünde yaygın olarak bulunmaları
nedeniyle karst topografyası denildiğinde kalkerlerde gelişmiş olanı kastedilmiş
olmaktadır. Saflık derecesi az olan, örneğin bileşimlerinde bol miktarda killi veya
silisli madde İçeren kalkerler, yüzeyleri, erime sonucu geriye kalan bu maddelerle
örtüleceklerinden, suyun etkisinden korunabilirler. Bu killi maddeler, ayrıca, kayacın
gözeneklerinde veya boşluklarında depolanarak suyun derin kısımlara sokulmasına ve
dolayısıyla bu kısımlarda meydana gelecek erimeye engel olurlar. Marnlı kalkerler ve
dolomitlerde durum bu şekildedir. Çok boşluklu ve geçirimli olan tebeşirlerde karst
topografyası iyi gelişememektedir. Kayaca sızan suların, fazla oyalanmadan hızla
derin kısımlara doğru sokulması, saf bir kalker olan tebeşirin erime derecesini olumsuz
yönde etkiler. Bu yüzden, örneğin İngiltere, Fransa ve Belçika'nın tebeşirlerden
meydana gelen sahalarında karst topografyası iyi bir şekilde gelişememiştir. Bu
sahalarda nispeten büyük karstik depresyonlar olan uvala ve polyelere rastlanmaz.
Dolinler de çok azdır. Yüzeysel akış son derece fakirdir. Jipsler kalkerlere oranla çok
daha kolay eriyen, sertlik dereceleri 2,0 civarında, dayanıksız kayaçlardır. Bu nedenle
erime hızları kalkerlere oranla daha fazladır. Sonuçta, jips sahalarında karstik
yerşekilleri daha hızlı ve kolay bir şekilde meydana gelirler. Ancak bu yerşekilleri,
oluşumlarında olduğu gibi, hızlı bir şekilde ortadan kaldırılırlar. Jipsler, genellikle,
diğer kayaçların içinde mercekler halinde bulunurlar. Kalınlıkları fazla değildir. Bu
nedenle daha çok lapya, dolin, uvala ve düden gibi yüzeysel şekillerin oluşumuna
imkân verirler. Jips sahalarında mağara gibi yeraltı şekilleri fazla gelişmemiştir.
Kayatuzu ise yukarıda belirtilen kayaçların içinde en hızlı eriyenidir. Bu nedenle
kayatuzu sahalarında karstlaşma ve karstik şekiller büyük bir hızla oluşur ve ortadan
kalkarlar (Hoşgören, 2016).

13.2.2. İklim

İklim her şeyden önce, yağış unsuruyla, erime (suda çözünme) olayı için gerekli olan
suyu sağlar. Aşağıda görüleceği gibi, erime miktarı ve hızı üzerinde sıcaklığın da etkisi
vardır. Kimyasal reaksiyon hızı her 10 derecede iki kat artmaktadır. İklim erime
olayında dolaylı yoldan da etkili olur. Bu etki, onun, bitki örtüsü ile toprak
özelliklerini tayin etmesi yoluyla gerçekleşir. Yeryüzünün gür bir bitki örtüsüyle kaplı
bulunduğu veya toprakla örtülü olduğu sahalarında suyun derin kısımlara sızması
gecikir. Ayrıca gür bitki örtüsü, yüzeysel suların topografya yüzeyinde oyalanmasını
sağlar. Bunun sonucunda atmosferle daha fazla temasta kalan su atmosferik karbon
dioksit (C02) gazıyla yüklenir. Ayrıca, toprak havasında, bitki köklerinin solunumu ve
humus parçalanması dolayısıyla karbondioksit miktarı çok fazladır. Bu ise, kalkerin
erimesinde çok önemli katkı sağlar. Diğer bir deyişle, kalkerin erimesinde atmosferik
karbondioksitin yanı sıra biyolojik karbon dioksit ile humus asidi gibi toprak
asitlerinin de çok önemli rolleri vardır. Bunların miktar ve etkinlik dereceleri ise,
sıcaklık ve nemliliğe bağlı olarak artar. Bu nedenle, gür bir bitki örtüsüne sahip olan
sıcak-nemli tropikal bölgeler, mübadele katsayısının küçük olmasına rağmen,
karstlaşma ve karstik şekiller bakımından, soğuk iklim bölgelerine göre, büyük
gelişme göstermişlerdir (Hoşgören, 2016).

13.2.3. Tabakalanma Özellikleri

Eriyebilen kayaçların masif veya tabakalı bir yapı göstermeleri; tabakaların yatay,


monoklinal, kıvrımlı veya faylı gibi çeşitli yapıda olmaları da karstlaşma üzerinde
etkili olur. Örneğin monoklinal yapıya sahip olan kalkerler, eğimli tabaka yüzeyleri
boyunca derin kısımlara sokulan suların etkisine daha fazla maruz kalırlar. Kırıklı veya
faylı yapı da benzer etkiye yol açar. Kırık ve fay düzlemleri boyunca sular, kolaylıkla
kayaçların derin kısımlarına sokulurlar ve bu kısımlarda eritme faaliyetinde
bulunurlar. Buna bağlı olarak lapya, dolin ve kanyon vadi gibi karstik yerşekilleri,
suların kolayca sokulabildiği ve eritme yoluyla aşındırma (korrozyon) faaliyetinde
bulunduğu bu gibi süreksizlikler boyunca yer alırlar. Yatay yapılı sahalarda, diğer
etkili faktörler aynı kalmak koşuluyla, sızma miktarı nispeten azdır. Bu durum erime
şiddeti üzerinde etkili olur. Ayrıca, bu gibi sahalarda, kalker tabakalarının geçirimsiz
kayaçlara ait tabakalarla ardışık olarak bulunmaları karstlaşmanın derin kısımlara
sokulmasını güçleştirir. Çünkü geçirimsiz tabakalar, üst kısımlarından sızarak
kendilerine ulaşan suların, altlarında yer alan kalker tabakalarına sokulmalarını
engellerler. Böylece karstik yerşekilleri esas olarak yüzeydeki kalker tabakasında
meydana gelir. Eğer bu kalker tabakası yeterince kalın değilse karstlaşma süreci derine
doğru gelişemez. Bunun sonucu yüzeysel ve nispeten az sayıda karstik şekil meydana
gelebilir. Bu tip karsta sığ karst, yüzeysel karst gibi isimler verilmektedir (Hoşgören,
2016).

Şekil 13.3: Tabakaların eğim durumunun karstlaşmaya etkisi (Tuncer, 2003).


Şekil 13.4: Faylanmaların karstlaşmaya etkisi (Tuncer, 2003).

Şekil 13.5: Kıvrınmaların karstlaşmaya etkisi (Tuncer, 2003).


13.2.4. Jeomorfolojik Özellikler

Jeomorfolojik özelliklerin karstlaşma üzerindeki etkileri yükselti, eğim ve yarılma


derecesi yolarıyla gerçekleşir. Karstlaşmanın tam olarak gelişebilmesi için
kalkerlerden oluşan yereyin taban seviyesinden yeterince yüksekte bulunması gerekir.
Çünkü ancak bu durumda karstlaşma süreci, diğer koşullar da elverişli ise, derine
doğru gelişebilir ve karst topografyasının yeraltı drenajını ve yerşekillerini meydana
getirebilir. Yükselti ayrıca iklime etki yapmak suretiyle karstlaşma üzerinde rol oynar.
Eğim derecesinin fazla olduğu yereyler, karstlaşma bakımından, düz veya düze yakın
eğime sahip yereylerden daha elverişsiz şartlar içerirler. Topografya yüzeyinin
eğiminin fazla olduğu sahalarda yağışlarla yeryüzüne düşen sular yerüstü akışı halinde
ve hızla oradan uzaklaşırlar. Bu durumda hem yüzeysel erime hem de sızma miktarı
azalır. Buna karşılık, düz veya az eğimli zeminler üzerinde su daha uzun bir süre
oyalanır, bir takım göllenmeler meydana gelir ve dolayısıyla da, hem yüzeysel erime
hem de sızma miktarı artar (Hoşgören, 2016).

Herhangi bir bölgenin jeomorfolojik gelişimini kontrol eden morfolojik taban düzeyi,
bilindiği gibi yerel (geçici) ve devamlı olmak üzere ikiye ayrılır. Göl ve ova tabanı,
nehir yatağı veya geçirimsiz formasyondan biri; bulunduğu bölgede, yerel taban
düzeyini oluşturur. Bunlar geçicidir ve küçük bir bölgede birden fazla bulunabilirler.
Bu düzeyler genel olarak daimi taban düzeyi olan deniz seviyesine bağlıdırlar. Başka
bir deyişle geçici olan yerel taban düzeyleri, daimi taban düzeyine bağlı olarak göç
ederler. Morfolojik taban düzeyi ve değişimi, karstlaşmaya dolaylı olarak etki eder.
Bu düzeyin alçalması veya yükselmesi, kendine bağlı akarsuların hareketlerini, bunlar
da karstik bölgelerdeki yeraltı sularını kontrol eder. Böylece karstlaşma yerel olarak
canlanır veya yavaşlayabilir. Ayrıca karstlaşma için baz teşkil eden karstik taban
düzeyi ile olan yükselti farkı, karstik gelişimin hızı üzerinde etkili olur. Bu iki düzey
arasındaki yükselti farkı ne kadar fazla ise, kaynakların boşalımı ve bağlı olarak erime
o derece fazla olur. Buna karşılık, karstik ve morfolojik taban düzeylerinin birbirlerine
yakın yüksekliklerde bulunması, karşılaşmayı yerel olarak yavaşlatır. Çünkü
buralarda, kaynaklardan olan yeraltı suyu boşalımı en aza iner. Suyun
yavaşlamasından dolayı erime de azalacaktır. Bu sular karst taban düzeyi üzerinde
Ca(HC03)2 yönünden doygunluğa ulaştıklarında çözücü veya agresif (saldırgan)
değillerdir. Eğer morfolojik taban düzeyi değişmezse derine karstlaşma ancak bu taban
düzeyine kadar devam edebilir. Buna karşılık morfolojik taban düzeyinin alçalması
durumunda sığ ve derin karst hızlanır ve oluşan mağaralar farklı gelişim dönemlerini
(polisiklik) karakterize eden çok katlı olarak gelişecektir. Mağaralarda kat sayısı,
morfolojik taban düzeyi değişimleri sayısı kadardır (Tuncer, 2003).

Şekil 13.6: Morfolojik taban düzeyinin karstlaşma üzerindeki ektisi (Tuncer, 2003).
Karstlaşmanın derinliğini ve gelişimini belirleyen karst taban düzeyi,
karst morfolojisinde önemli bir faktördür. Karbonatlı kayaçların altında veya
aralarında bulunan litolojik olarak geçirimsiz formasyonlar, karst taban düzeyini
oluştururlar. Flüvyal veya normal aşınım, yerel veya daimi taban düzeyine bağlı olarak
gelişim gösterdiği halde, karstik gelişim, bu düzeylere bağlı değildir. Bu düzey
morfolojik taban düzeyinin altında veya üstünde bulunabilir. Öyle ki, karstlaşmanın
deniz düzeyinden 150-200 m aşağılarda veya yüzlerce metre yukarıda gelişebileceği
tespit edilmiştir. Karst taban düzeyi, karst derinliğini belirlediği gibi, yeraltı suyunun
fiziko- kimyasal ve dolaşım özelliklerini, karstik şekillerin oluşum ve gelişimlerini
kontrol ederler. Bu düzeyin morfolojik taban düzeyinden yukarıda bulunduğu
alanlarda (vadoz kuşak) belirgin bir yeraltı kuşağından söz etmek mümkün değildir.
Birbirinden bağımsız bir veya daha çok geçici yeraltı suyu tablası oluşabileceği gibi,
hiç oluşamayabilirler de. Karst taban düzeyi, topografik yüzeye çok yakın ve bu
seviyenin morfolojik taban düzeyinden yukarıda olduğu bölgelerde "sığ
karst/tünemiş karst" meydana gelir. Bu bölgelerdeki şekiller dikey yönde değil, daha
çok yanal yönde gelişim gösterirler. Sığ karstta, morfolojik taban düzeyinin aşağıda
olmasından dolayı hidrolojik olan doygun zon (phreatik zone) bazı özel durumlarda
oluşmaz. Çünkü buralarda kaynakların boşalımı hızlıdır. Bu nedenle, bu alanlar
genellikle havalandırma kuşağında (vadoz zone) yer alırlar. Buna karşılık karst taban
düzeyinin morfolojik taban düzeyinden biraz aşağıda olduğu kesimlerde, yeraltı su
zonları oluşur. Bu tür bölgelerde bulunan kaynaklar, kurak dönemlerde düden
konumunu alırlar. Yeraltı sularının akış hızı, karst taban düzeyi ile morfolojik taban
düzeyi arasındaki yükseltiye ve stratigrafık konuma bağlı olarak değişir. Karst taban
düzeyinin, morfolojik taban düzeyinden çok aşağılarda bulunduğu bölgelerde "derin
karst" veya meydana gelir.Yoğun karsta ait tüm şekillerin büyük boyut ve derinliğe
ulaştığı bu bölgelerde, genellikle düden konumlu mağaralar da gelişebilir. Derin
karstın geliştiği bölgelerin üst seviyelerine de çoğunlukla fosil mağaralar bulunabilir
(Nazik, 1989).

Şekil 13.7: Karst taban düzeyi (KTD) ve değişiminin karstlaşmaya etkisi (Tuncer,
2003).

Şekil 13.8:Karst drenaj sistemi: depolanma ve akış. Kaynak: Ford ve Williams'tan


(1989, 169) uyarlanmıştır.
13.3. Karstik Yerşekilleri
13.3.1. Lapya
Karstik sahalarda, kalkerlerin yüzeyinde görülen ve oluşumlarında rol oynayan
faktörlere (kalkerin saflık derecesi veya diyaklazlı yapıda olması gibi litolojik
özellikler ile kalker zeminin yatay veya eğimli olması ve çıplak veya bitki-humus
örtüsüyle kaplı bulunması gibi özellikler) bağlı olarak, oyuk, delik, çukur, oluk, kanal
gibi çok çeşitli tiplerde olabilen yerşekilleridir. Mikro karstik şekiller olarak da
tanımlanan lapyaların boyutları, ortalama olarak, bir kaç milimetre ile bir kaç metre
arasında değişir. Oluk ve kanal şeklindeki lapyaların boyları, bazen, 15-20 metreyi
bulabilir. Oyuk, oluk ve kanalcıkların arasında genellikle sivri, keskin, bazen de
yuvarlak profilli küçük sırtlar yer alır (Hoşgören, 2016).

Topoğrafya yüzeyinin yatay veya çok az eğimli olduğu yerlerde, genellikle, ,delik,
oyuk, çukur ve kazan şeklinde, düşey doğrultuda gelişmiş, lapyalar meydana
gelmektedir. Buna karşılık eğimli yüzeylerde oluk ve kanal şeklinde lapyalar
gelişmektedir. Lapyaların oluşumlarında erime sürecinin yanı sıra, oyuk, delik, oluk ve
kanalcıkları genişletmek ve derinleştirmek suretiyle fiziksel parçalanma da rol
oynamaktadır. Lapyaların çok gelişmis oldukları sahalarda topoğrafya yüzeyi
yürünmesi güç, çok arızalı bir özellik kazanabilir. Bu gibi sahalara karrenfeld (çapır
arazi) adı verilmektedir (Hoşgören, 2016).

Şekil 13.9: Bazı karst şekillerinin gösterimi. (Huggett, 2015)


Şekil 13.10: Mortitx Vadisi'ndeki kireçtaşı üzerinde oluşan oluklu lapyalar
(rillenkarrenler), Serra de Tramunana, Mayorka, İspanya (Fotoğraf Nick Scarle'dan
alınmıştır).
13.3.2. Obruk

Düşey doğrultuda gelişmiş, dik kenarlı, derin, baca veya silindir şeklindeki doğal
karstik kuyulardır. Derinlikleri 400-500 metreyi bulanları vardır. Alt kısımlarından,
genellikle, yeraltı mağara ve galerileriyle yeraltı akarsu yataklarına açılırlar. Böylece
yüzeysel akışın yutulduğu birer düden görevi görürler. Oluşumlarında erime ve/veya
çökme olayları rol oynamaktadır.

Yurdumuzda obruklar, İç Anadolu Bölgesinin Konya, Karaman, Ereğli, Aksaray ve


Tuz Gölü arasında kalan ve Obruk Platosu olarak adlandırılan kesiminde yaygın bir
şekilde bulunurlar. Gerçekten, ortalama yükseltisi 1050 metre civarında olan bu
platonun Pliosen yaşındaki karasal kalkerlerden oluşan kısmında onlarca irili ufaklı
obruk yer alır. Kızören Obruğu, Meyil Obruğu, Dikmen Obruğu, Yunus Obruğu,
Hamam Obruğu, Çifte Obruk, Kızıl Obruk, Ak Obruk, Kangallı Obruğu, Çıralıdeniz
Obruğu, Yeni Obruk gibi çeşitli isimler verilmiş olan bu obrukların bir kısmı kurudur,
bir kısmı ise, sürekli ve süreksiz göllerle kaplı bulunur. Obrukların yaygın olarak
bulundukları bir diğer saha Akseki'nin (Antalya) doğusundaki Çimiyayla veya
Çimiköy Platosu'dur. Burada 22 obruk bulunur. Ürküten ve Dünekdibi obrukları
bunlara iki örnektir. Konya'nın Çumra ilçesinin 15 kilometre kadar güney-
güneydoğusundaki Timraş Obruğu (içinde sürekli bir göl vardır) ile Silifke'nin
doğusundaki karstik plato sahasında yer alan Cennet ve Cehennem obrukları da
jeomorfoloji literatürünegeçmiş obruklara diğer güzel örneklerdir (Hoşgören, 2016).
Şekil 13.11: Obruk Gölü, Konya
13.3.3. Düden (Ponor, Subatan, Suyutan)

Obruk gibi düşey doğrultuda gelişmiş karstik kuyulardır. Ancak şekilleri obruklardan
farklıdır. Ağız kısımları geniştir. Derine doğru çapları daralır. Böylece bir huniye
benzerler. Düdenler alt kısımlarından yeraltı akarsu yataklarıyla mağara ve galerilere
bağlı bulunurlar. Özellikle polye gibi geniş karstik depresyonlarda yer alan düdenler,
yerüstü sularını yutarak onların kısmen veya tamamen yer altına geçmelerine sebep
olurlar. Yeraltısuyu seviyesinin yüksek olduğu devrelerde ise, bazı düdenler, yerüstü
sularını yutacakları yerde, hidrostatik basınç nedeniyle, bol debili karstik kaynaklan
meydana getirirler. Bu şekilde bol akımlı karstik kaynakların çıktığı düdenlere suçıkan
ismi verilmektedir. Bazı durumlarda düdenlerin dar olan alt kısımları tıkanabilir. Bu
durumda onlar sularla dolarak göllerin oluşmasına yol açarlar. Düdenlerin
oluşumlarında da erime ve/veya çökme süreçleri rol oynamaktadır. Düdenlere,
yurdumuzdan, şu örnekler verilebilir: Elmalı Düdeni (Elmalı Polyesi - Batı Toroslar),
Keste Düdeni (Kestel Polyesi - Batı Toroslar), Bıyıklı Düdeni (Antalya), Büyük
Düden ve Düdeni (Gembos Polyesi - Batı Toroslar) ve Tomaklar Düdeni (Eynif
Polyesi - Batı Toroslar) (Hoşgören, 2016).

13.3.4. Dolin (Koyak, Tava, Kokurdan)

Değişik çap ve derinlikte, vatav kesitleri daire veya elips şeklinde olan karstik
depresyonlardır. Çapları genellikle derinliklerinden fazladır ve 10-1000 metreler
arasında değişir. Derinlikleri ise, 2-100 metreler arasında bulunur. Dolinler üzerinde
oluştukları kayacın (kalker, jips gibi) yapısal özellikleri ve iklim koşullarına bağlı
olarak çeşitli şekillerde olurlar. Bazıları nispeten basıktır ve bir tavayı andırır. Bazıları
ise, sarp ve yüksek kenarları, çok dar tabanları ile huniye benzer. Kuyu veya silindir
şeklinde olanları da vardır. Tabanları sürekli veya geçici göl ve bataklıklarla işgal
edilmiş dolinler varsa da çoğunun tabanı kurudur. Yüzeysel suların hızla yeraltına
intikal etmelerine olanak sağlayan düdenlerin de yer alabildiği bu yerler, dekalsifiye
olmuş, kırmızı renkli ve killi bir toprakla örtülü bulunur veya taşlıktır. Elverişli olan
dolin tabanlarında tarım yapılır.
Oluşumlarında erime ve çökme süreçlerinin rol oynadığı dolinler, buna göre, iki tipe
ayrılmaktadır:

1. Erime dolinleri
2. Çökme dolinleri.

Bunlardan, kırık ve çatlak sistemleri boyunca kayaca sızan suların onu eritmesi sonucu
oluşan erime dolinleri, çökme dolinlerine oranla az derindir ve kenarları da çok sarp
değildir. Kenarların üst kısımları hafifçe dışbükey, alt kısımları ise içbükeydir.
Kenarların alt kısımlarından dolin tabanına birleşmeleri tatlı meyillerle, belli belirsiz
bir şekilde olur. Çökme dolinleri ise, yer altındaki mağara ve galeri tavanlarının
çökmesi sonucu oluşurlar ve erime dolinlerine oranla daha derin ve sarp kenarlı
bulunurlar. Kenarlardaki tabakalarda çökme olayını kanıtlayan aşağıya doğru bükülme
ve meyillenmeler görülebilir. Ayrıca tabanda, toprakla karışık bir şekilde, çökmüş olan
mağara veya galeri tavanına ait parçalardan oluşan enkaz bulunur (Hoşgören, 2016).

Yurdumuzda, kalkerlerin yaygın olarak bulunduğu Batı ve Orta Toroslarila, İç


Anadolu Bölgesi'nin doğu ucunda, Yukarı Kızılırmak Havzasının Sivas, Hafik ve Zara
dolaylarına karşılık gelen yerleş jipsli arazilerde sayısız dolin yer almaktadır.

Şekil 13.12: Kanada'nın Alberta eyaletinde Wood Buffalo Ulusal Parkı'nda su tablası
seviyesindeki çökme dolinleri. Bu dolinler dolotaşlarının alttaki jips içine çökmesiyle
oluşmuştur. Dolinlerin çapları 40-100 m arasında değişir. (Fotoğraf Kanada Parkları
Arşivi'nden alınmıştır).
13.3.5. Uvala 

Birbirlerine komşu olan bir kaç dolinin gelişmeleri sonucu, onları birbirlerinden ayıran
eşik sahaları zamanla daralır ve ortadan kalkarlar. Böylece komşu dolinler birleşerek
daha büyük karstik depresyonları oluştururlar. Bunlar uvala adı verilmektedir.
Birleşme izleri aşınımla tamamen ortadan kaldırılmamışsa, dolinlerin birleşmeden
önceki yerleri kolaylıkla saptanabilir. Uvala kenarının keskin girinti ve çıkıntı yapan
yerleri ile tabandaki nispeten derin kısımlar, bize, bu bakımdan ipuçları verir.
Uvalaların tabanları da, dolinlerde olduğu gibi, sürekli veya geçici göl ve bataklıklarla
kaplı bulunabildiği gibi kuru da olabilir (Hoşgören, 2016).

13.3.6. Polye (Gölova)

Polyeler dolin ve uvalalardan çok daha büyük olan karstik depresyonlardır. Uzunluk


ve genişlikleri kilometrelerce olabilir. Polyeler daire, elips veya daha değişik şekillerde
olabilirler. Bazıları bir doğrultuda kilometrelerce gelişip uzun bir şekil almışlardır. Bu
şekilde boyuna gelişmiş olan polyelerde uzun eksen ana tektonik hatlara uvgunluk
gösterir. Kolyelerin kenarları genellikle sarp bir şekilde yükselen kayalık yamaçlardan
oluşurlar. Taban kısımları ise çevredeki yüksek sahalardan taşınmış alüvyonlarla kaplı
düz bir ova niteliğindedir. Yerleşme ve tarım sahası olarak kullanılan bu düz alüvyal
taban üzerinde, hum veya mosor adları verilen küçük tepeler, dolin ve düdenler yer
alabilir. Fazla eğimli (20°-22° kadar) yamaçlara sahip bulunan humlar polyelerin
oluşumu sırasında, erime sürecine direnç gösteren kısımlarla erimenin erişemediği
kısımlara karşılık gelirler. Bu nedenle çevreleri aşındırılıp ortadan kaldırıldıkları halde
onlar tepe şeklinde geriye kalmışlardır. Büyük polyelerin tabanlarında bir akarsu ağı
bulunabilir. Polyelerde genellikle dışa akış mevcut değildir ve dışardan polyeye giren
akarsular düdenlerde kaybolurlar. Bazı polye tabanları sürekli veya geçici göl veya
bataklıklarla kaplıdır. Bu durum, genellikle, yeraltı suyu seviyesinin yüksek oluşu
veya tabanda yer alan düdenlerin tıkalı bulunuşu gibi sebeplerle ilgilidir.

Polyeler gerek erime sonucu meydana gelmiş olan gerekse tektonik kökenli bulunan
bir depresyonun kenarlarının, erime ve çökme süreçleri sonucu gerilemesi, komşu
depresyonları kendisinden ayıran kalker eşiklerin ortadan kalkması ve sonuçta
depresyonun büyümesiyle teşekkül ederler.

Polyelere örnek olarak yurdumuzdaki Elmalı, Kestel, Kovada, Gembos, Eynif


polyeleri (Batı Toroslar), Güngörmez, Çukurkuyu, Karabedir polyeleri (Dinar -
Çölovası arası), Yellice Polyesi (Taşeli Platosu), Muğla Polyesi ve Yazören Polyesi
(Ege Bölgesi kuzeyi) dünyada ise Bosna-Hersek'teki Livno Polyesi ve Hırvatistan'daki
İmotski Polyesi gösterilebilir. (Hoşgören, 2016).

13.3.7. Mağara

Çeşitli boyut ve şekilde olabilen geniş yeraltı boşluklarına mağara denir. Mağaralar


kumtaşı, granit, trakit, andezit, bazalt gibi kayaçlardan oluşan sahalarda da
görülürlerse de, asıl yayılış alanları karstik sahalardır. Bu sahalarda mağaralar mekanik
aşındırmanın da eşlik ettiği erime (çözünme) sürecine bağlı olarak çok gelişmiş bir
şekilde bulunurlar. Mağaraların bir kısmında yeraltı akarsuları ve gölleri yer alır. Bir
mağara boyunca geniş ve yüksek tavanlı salonlar birbirlerini takip edebilir. Bu salonlar
bazen, çok dar olabilen galerilerle, birbirlerine bağlı bulunurlar. Mağaraların tavan ve
tabanlarında, sızan suların, içinde kalsiyum karbonatın
Şekil 13.13: Acıpayam Polyesi, Denizli
çökelmesiyle sarkıt; dikit ve damlataşı sütunları oluşmuştur. Bazı mağaralar, içinde yer
aldıkları kayaçlarla yaşıttırlar, onlarla birlikte oluşmuşlardır. Bunlara birincil mağara
(primer mağara) adı verilir.Bazıları ise, sonradan meydana gelmişlerdir. Bunlara
da ikincil mağara (sekonder mağara) denir.

Mağaraları uzanış doğrultularına göre, esas olarak, üç ana gruba ayırmak mümkündür;

1. Yatay mağaralar
2. Düşey mağaralar
3. Karmaşık mağaralar

Bunlardan yatay mağaralar yatay veya yataya yakın doğrultularda gelişmişlerdir.


Düşey mağaralar çekül doğrultusu veya buna yakın doğrultuda gelişmiş mağaralardır.
Karmaşık mağaralar ise her iki tipteki uzanış doğrultularını kendilerinde toplarlar. Bu
mağaraların bazı kısımları yatay bazı kısımları ise düşey doğrultuda gelişmiş bulunur.

Mağaralara yurdumuzdan örnekler olarak; İstanbul Küçükçekmece Gölü kuzeyinde


yer alan ve içinde Orta Pleistosen'in ortalarında Homo erectus'ların yaşadıkları ileri
sürülen Yarımburgaz Mağarası; Antalya'daki Damlataş, Düdensuyu, Karain, Kocain,
Öküzini ve Gürlevik mağaraları; Isparta'daki Zindan Mağarası; Burdur'daki İnsuyu ve
İncirönü mağaraları; Mersin'deki Narlıkuyu Mağarası Karaman'daki İncesu ve Aşarini
mağaraları; Elazığ'daki Buzluk Mağarası; Gümüşhane'deki Karaca ve Akçakale
mağaraları gösterilebilir. Mağaralara yurt dışından örnekler olarak da; Çek
Cumhuriyeti'nde yer alan ve 100.000 yıl önce, Neandertal adamını yaşadığı ileri
sürülen Külna Mağarası, Slovenya'daki Postojna Mağarası, İngitere'deki Mendip
mağaraları, A.B.D.'nin Kentucky Eyaleti'ndeki Mammoth ve Flint Ridge mağaraları ile
Kanada Kayalık Dağlar'daki Mill Bridge Mağarası verilebilir (Hoşgören, 2016).
Şekil 13.14: Astım Mağarası, Mersin
13.3.8. Kör ve Kuru Vadiler

Akarsu vadilerinin tabanlarında, karstlaşma olayına bağlı olarak, düden gibi suları
hızla yer altına geçirecek delikler meydana gelirse akarsular bu deliklere girerek
kaybolurlar. Böyle akarsularda düdenlerin kaynak tarafında kalan vadi parçalarına kör
vadi denir. Düdenlerin ağız tarafındaki vadi parçaIarı ise kuru hale
geldiklerinden, kuru vadi veya ölü vadi olarak adlandırılırlar (Hoşgören, 2016).
Şekil 13.15: Kör ve kuru vadi (Hoşgören, 2016)
13.3.9. Çıkmaz Vadiler

Kör vadilerde suların düdenlere girdiği kısımlar geriye doğru gittikçe derinleştirilirler.
Böylece önleri kapalı, iki kenarı dik yamaçlarla çevrili nispeten derin kısımlar
meydana gelir. Bunlara çıkmaz vadi denir. Çıkmaz vadilerde derinlik, düdene doğru,
yavaş bir şekilde artar (Hoşgören, 2016).

13.3.10. Doğal Tünel ve Köprüler

Karstik sahalarda, yatağı üzerinde yer alan bir düdenden yer altına giren herhangi bir
akarsu, bazen, daha ilerideki bir noktadan tekrar yeryüzüne çıkabilir. Bu akarsuyun,
düden ile tekrar yeryüzüne çıktığı kaynak noktası arasında kalan yeraltı yatağı uzun ve
insanların, hatta vasıtaların geçecekleri kadar genişse, diğer bir deyişle bir tünel
görünümünde ise, buna doğal tünel denir. Doğal köprülerde ise, yeraltı akarsuyu
yatağının tavanı kabaca bir köprü genişliğindedir.

Doğal köprüler ve tüneller genellikle yeraltı akarsuyu yataklarının tavanlarının


çökmeleri sonucu oluşmuşlardır. Doğal köprülere örnek olarak, Akdeniz Bölgesi
akarsularından olan Göksu'nun, yukarı yatak kısmında, Konya'nın Hadım ilçe merkezi
yakınındaki Yerköprü' de yer alan doğal köprü verilebilir. (Hoşgören, 2016).
Şekil 13.16: Bryce Kanyonu, Utah-ABD
13.3.11. Travertenler ve Karstik Birikim Şekilleri

Travetenler kalsiyum karbonat (CaC03) bileşimindeki kimyasal tortul kayaçlardır.


Kalsiyum bikarbonatlı yeraltısularının içlerindeki kalsiyum karbonatın belirli koşullar
altında çökelmesi sonucu meydana gelirler. Çökelmede rol oynayan bu
koşullar; buharlaşma, yeraltısuyunun içerdiği karbon dioksit (CO 2) miktarının
azalması, yeraltısuyu üzerindeki basıncın azalması ve bitkilerin etkisi gibi
koşullardır. Çökelme ve dolayısıyla traverten oluşumu yer yüzeyinde olabileceği
gibi yer altında, mağara ve galeri gibi doğal boşluklarda da olabilir. Çökelme hızı
travertenlerin fiziksel özellikleri üzerinde etkili olur. Çökelmenin yavaş olması
travertenlerin kristalli, yoğun, sert ve dayanıklı, hızlı olması ise, gevşek, sünger
gibi gözenekli, nispeten hafif ve dayanıksız olmalarına yol açar. Nispeten hafif,
yumuşak ve gözenekli yapıda olan beyaz renkli travertenlere kalker tüfü adı
verilir. Bunlar amorf kalsiyum karbonat depolandır. Bazen ince tabakalı bir yapı
göstermekle beraber genellikle tabakalı değildirler. Çoğunlukla bitkilerin kök, dal ve
yaprakları çevrelerinde onları saracak şekilde meydana gelirler. İçerdikleri
gözeneklerin bir kısmı sonradan çürüyüp ortadan kalkan bu bitkisel unsurların
yerlerine karşılık gelir (Hoşgören, 2016).

Yeryüzünde ve yeraltında travertenlerden oluşmuş çeşitli şekiller bulunur. Sarkıtlar


(stalaktitler), dikitler (stalagmitler), damlataşı sütunları, traverten taraçaları ve
traverten konileri bunların başlıcalarını meydana getirirler:

Sarkıtlar (Stalaktitler): Mağara ve galeri gibi büyük doğal yeraltı boşluklarının


tavanlarından sarkan kama veya çubuk şeklindeki oluşuklardır. Mağara ve galeri
tavanlarına saçaklı bir görünüm veren sarkıtlar, tavandan sızıp damlayan
yeraltısularının içlerindeki kalsiyum karbonatın çökelip birbirine eklenerek aşağıya
doğru uzaması sonucu meydana gelirler.
Dikitler (Stalagmitler): Mağara ve galerilerin tabanlarında yer alan çubuk veya kubbe
şeklindeki çıkıntılardır. Tavandan tabana damlayan yeraltısularının çökelttiği kalsiyum
karbonatın burada üst üste yığılması ve giderek yükseklik kazanmasıyla oluşurlar.

Damlataşı Sütunları: Sarkıt ve dikitlerin bir kısmı, zamanla, karşılıklı gelişip


büyüyerek birbirleriyle birleşirler ve birer sütun oluştururlar. Bu sütunlara damlataşı
sütunu adı verilir.

Şekil 13.17: Sarkıt, dikit ve sütun


Traverten Taraçaları: Bunlar kalsiyum bikarbonattı [(Ca (HC0 3)2] yeraltısularının
yeryüzüne çıktıkları yerlerde içlerindeki kalsiyum karbonatın çökelmesiyle
oluşturdukları taraçalara veya kademelere karşılık gelirler. Gerçekten, traverten
depoları veya örtüleri, uygun koşullarda, taraçalar halinde bulunurlar. Denizli'nin
kuzeyinde, Çürüksu vadisinin kuzey yamacındaki bir sahanlığın kenarında yer alan
Pamukkale Travertenleri bunlara tipik bir örnek teşkil eder. Beyaz renkleri ve nispeten
küçük kademeler (taraçalar), havuzlar, saçaklar, sütunlar ve şelaleler teşkil etmeleriyle
doğa harikası olan bu travertenler bir sıcak kaynağın eseridirler.

Traverten Konileri: Bunlar yatay veya yataya yakın, eğime sahip topografya


yüzeylerinde alsiyum bikarbonat içeren kaynakların meydana getirdikleri
travertenlerin suların çıkış noktasının etrafında yığılıp yükselerek oluşturdukları konik
tepelerdir. Küçük birer volkan konisini andıran bu tepelerin yükseklikleri 1 metreyle
bir kaç on metre arasında değişir. Traverten konilerine örnek olarak yurdumuzda, Tuz
Gölü'nün güneybatısındaki Acıtuz Gölü'nün yakınında ve içinde yer alan traverten
konileri gösterilebilir. Kubbe veya kalkanşeklinde olan ve yükseklikleri 1-30 metreler,
çapları ise 3-500 metreler arasında değişen bu traverten konilerinin sayısı 63'ü bulur.
25 km2 ye yakın bir alana yayılmışlardır. Bir kısmı belirgin hatlar boyunca sıralanmış
olan konilerin çoğunluğu Acıtuz Gölü'nün kuzeydoğusunda bulunur. Bazıları gölün
doğu kenarı boyunca dizilmişlerdir. Bir kaç tanesi de gölün içinde adalar oluşturur.
Bileşimlerinde kalsiyum karbonatın yanı sıra sodyum sülfat, magnezyum sülfat gibi
bileşikler de bulunur. Bunlar hidrostatik basınç altında, fay düzlemleri boyunca
yeryüzüne çıkmış sıcak kaynaklar tarafından meydana getirilmişlerdir. Günümüze ait
değillerdir, fosil şekillerdir (Hoşgören, 2016).

Şekil 13.18: Pamukkale Travertenleri, Denizli


13.3.12. Traverten Setleri ve Traverten Seti Göleri:

Travertenler veva kalker tüfleri bazen akarsu vadilerini enine kesen setler meydana
getirirler. Yamaçların alt kısımlarından veya vadi tabanlarından çıkan kaynakların
içindeki kalsiyum karbonatın, bitkilerin de etkisiyle, çökelmesi sonucu oluşan bu
setlerin arkalarında suların toplanmasıyla traverten seti gölleri meydana gelir.
Yurdumuzda, Erzincan ili içindeki Otlukbeli Gölü bunlara güzel bir örnektir.

Kalsiyum bikarbonatlı yeraltısularının içlerindeki kalsiyum I karbonatın çökelmesiyle


yumrular (konkresyonlar), birikme filonları ve kalker kabuklar (kaliş'ler) gibi
oluşuklarda meydana gelirler:

Yumrular (Konkresyorı'lar): Yerkabuğunu oluşturan kayaçların içindeki küre veya


elipsoide benzer şekilli boşlukların kalsiyum karbonat çökelleriyle doldurulmaları
sonucu oluşurlar.

Birikme Filonları: Kalsiyum karbonat çökellerinin, kayaçlardaki küresel boşlukları


değil de çatlakları (diyaklazları) doldurmaları sonucu oluşan damar şeklindeki
oluşuklardır.

Kalker Kabuklar (Kaliş'ler): Kurak ve yarıkurak bölgelerde, zeminin üzerini bir


kabuk gibi örten sertleşmiş kalker seviyelerdir. Bunlar bu bölgelerdeki şiddetli
buharlaşmaya bağlı olarak kapilarite (kılcallık) ile yeryüzüne yükselen yeraltısularının
içlerindeki kalkerin çökelmesiyle meydana gelirler. Yeraltısularının kapilarite ile
yeryüzüne çıkamadığı yerlerde yeraltında herhangi bir derinlikte de seviyeler teşkil
edebilirler (Hoşgören, 2016)

Uygulamalar
1. Dünya genelinde karst ortamlarına ait ortak özellikler hakkında araştırma
yapınız.
2. Farklı iklim tiplerinin karstlaşma üzerindeki etkisi hakkında araştırma yapınız.
3. Türkiye’de karstlaşmanın derinliğine yönelik araştırma yapınız.

Uygulama Soruları

1. Tabakalanma özelliklerinin karstlaşma üzerindeki etkisi nasıldır?


2. Karst taban düzeyinin bölgelere göre farklılıklar göstermesinin karstlaşma
üzerinde nasıl bir etkisi vardır?
3. Kayaçların hangi özellikleri karstlaşmaya uygun bir ortam oluşmasına olanak
sağlar ?

Bölümde Özeti
Bu bölümde karst ortamları, karstlaşmanın gelişimi ve bu gelişimde etkili olan
faktörler ile karstik aşınım ve birikim şekilleri ele alınmıştır. Bir sahada karst
topografyasının oluşumu ve gelişimi için yalnızca karstik kayaçların bulunması yeterli
olmayıp; iklim, jemorfolojik etkenler, tabakalanma özellikleri gibi koşulların aynı
anda uygun ortamlar sağlaması gerekmektedir. İyi gelişmiş bir karst topoğrafyasının
oluşması için; sıcak iklim koşulları, ortamda karstik kayaçların bulunması, bu
kayaçların belirgin bir topoğrafya yaratması için eğim koşullarının düşük olduğu
nispeten yatay tabakalanmaya sahip bir saha bulunması gerekmektedir. Böyle bir
sahada karstik aşınım ve birikim şekillerinin görülmesi muhtemeldir. Karstik aşınım
ve birikim şekilleri bu bölümde örnekleriyle birlikte ortaya konmaya çalışılmıştır.

Ünite Soruları
Soru-1 :
I. Pamukkale Travertenleri
II. Karain Mağarası
III. Ürgüp Peribacaları
IV. Nemrut Krater Gölü 

Yukarıda verilenlerden hangilerinin oluşumunda karstik kayaçlar etkili olmuştur?

(Çoktan Seçmeli)

(A) I ve II

(B) B) I ve III

(C) II ve III

(D) D) II ve IV

(E) III ve IV

Cevap-1 :
I ve II

Soru-2 :

Yukarıdaki taralı bölgelerden hangisinde karstik şekiller daha yaygın olarak görülür?

(Çoktan Seçmeli)

(A) I

(B) II

(C) III

(D) IV

(E) V

Cevap-2 :
III

Soru-3 :
Karstik şekillerin oluşumunda aşağıdakilerden hangisinin etkisi yoktur?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Kayanın cinsi

(B) B)Eğim

(C) Bitki örtüsü

(D) İklim

(E) Yükseltinin 

Cevap-3 :
Bitki örtüsü
Soru-4 :
Aşağıdakilerden hangisi karstik aşınım şekillerinden biri değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Düden

(B) Uvala

(C) Obruk

(D) Dikit

(E) Lapya

Cevap-4 :
Dikit

Soru-5 :
Karstlaşma ile ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Karstlaşma sıcaklığın yüksek olduğu alanlarda iyi gelişim gösterir.

(B) Traverten oluşumunda karstik aşınım süreçleri ön plandadır.

(C) Kars taban düzeyi karstlaşmanın gelişimini ve derinliğini belirler.

(D) Kalker, kireçtaşı dolomit gibi kayalar karstik kayalardandır.

(E) Yurdumuzdaki Elmalı, Kestel, Kovada polyelere örnek olarak verilebilir.

Cevap-5 :
Traverten oluşumunda karstik aşınım süreçleri ön plandadır.

Soru-6 :
Karst yaygın olarak ......................... kayalarda gelişir.

Cevap: karbonat

(Klasik)

Soru-7 :
Karstlaşma ve karstik şekiller bakımından, ..................... iklim bölgeleri .................
iklim bölgelerine göre, daha büyük gelişme göstermişlerdir.

Cevap: sıcak / soğuk
(Klasik)

Soru-8 :
Karst taban düzeyi, topografik yüzeye çok yakın ve bu seviyenin morfolojik taban
düzeyinden yukarıda olduğu bölgelerde .................... meydana gelir.

Cevap: sığ karst(tünemiş karst

(Klasik)

Soru-9 :
Düşey doğrultuda gelişmiş, dik kenarlı, derin, baca veya silindir şeklindeki doğal
karstik kuyulara .................. adı verilir.

Cevap: obruk

(Klasik)

Soru-10 :
.............................. kalsiyum bikarbonatın yer altı sularının yeryüzüne çıktıkları
yerlerde içlerindeki kalsiyum karbonatın çökelmesiyle oluşturdukları taraçalara veya
kademelere karşılık gelirler.

Cevap: traverten taraçaları

(Klasik)

14. Buzullar
Giriş
Buzullar kendi ağırlığının altında yavaşça hareketeden sıkıştırılmış kardan oluşmuş
büyük buz kütleleridir. Buzullar şekillerine ve altındaki topoğrafyayla ilişkilerine göre
sınıflandırılırlar (Sugden ve John 1976, 56). Günümüz karalarının % 10'a yakın bir
kısmı (15 milyon km2) buzullarla örtülü bulunmakta ve bu sahalarda, esas olarak,
buzul aşındırma ve biriktirme faaliyetlerine bağlı olarak meydana gelmiş yerşekilleri
yer almaktadır. Buzullar belirli iklim koşullarına bağlı olarak oluştuklarından, onların
yer aldıkları buzul bölgeleri, akarsu topografyasının görüldüğü bölgeler veya kurak ve
yarıkurak bölgeler gibi, kendine has iklim özellikleri ve dolayısıyla yerşekilleri olan
morfojenetik bölgelerden birini meydana getirirler (Hoşgören, 2016).

Buzullar tarafından meydana getirilmiş topografya şekilleri, buzul jeomorfolojisi yani


glasiyal jeomorfolojinin konusunu oluşturur. Glasiyelerin yayılış sahaları, oluşumları,
rejimleri, saha ve kalınlık bakımından uğradıkları değişiklikler iklim koşullarına
bağlıdır. Bu nedenden dolayıdır ki, glasiyal morfoloji, gerek bugünkü, gerekse
geçmişteki iklim koşulları ile çok yakından ilgilidir. Jeomorfolojinin bu kolu, özellikle
geçen yüzyılın ikinci yarısında büyük bir gelişme kaydetmiş bugün, kendine ait
inceleme metotları ve tekniği ile başlı başına bir uzmanlık dalı haline gelmiştir.
Glasiyal morfolojinin topladığı bu büyük ilgi ve şüphesiz ki bu ilgi sonucunda
kaydettiği büyük gelişme, özellikle Pleistosen glasiyasyonunun karalar yüzeyinin
şekillenmesi bakımından gerek doğrudan doğruya, gerek dolaylı olarak çok büyük ve
çok çeşitli bir rol oynamış olması ile ilgilidir (Erinç, 2014). 

14.1. Kuvaterner Buzullaşmaları


Son bir milyon yıl öncesindeki buzul çağlarındaki buzulların kapladığı alan,
günümüzde görece daha dar alanlı olan güncel buzul dağılımını anlamak için
önemlidir. Derin deniz sondajlarından (ve lös serilerinden) elde edilen oksijen izotop
verileri genellikle Milankovitch Döngüsü olarak adlandırılan, dünyanın yörünge
parametrelerindeki değişkenlik tarafından kontrol edilen, buzul ve buzularası dönemler
olarak bilinen dondurucu ve sıcak koşulların ardalanmasından oluşan bir serinin
varlığını ortaya çıkardı. En soğuk koşullar yüksek enlemlerde meydana gelmiştir,
ancak tropiklerde bile kalıcı kar sınırının alçalması tüm dünyada sıcaklıkların
düştüğünü göstermektedir. Paleoglasyoloji çoğunlukla buzul şekillerinin doğasını ve
dağılışını analiz ederek Kuvaterner ve daha öncesindeki buzul örtülerinin yeniden
tasarlanmasıyla uğraşmaktadır (Glasser ve Bennett 2004).
Şekil 14.1: Dünya'nın Güneş etrafındaki yörüngesinin şekli yaklaşık 108,000 yıllık bir
döngü ile daireselden eliptiğe doğru değişir etmektedir (Strahler, 2011’den
uyarlanmıştır).

Şekil 14.2. :
Dünya'nın dönüş ekseni, yaklaşık 26.000 yıllık bir döneme kadar bir daireyi izleyerek
yavaşça döner. Dönme ekseni daire boyunca hareket ederken, açısı 22.1° - 24.5°
arasında hafifçe değişir ve bu olay yaklaşık 41.000 yıl süren bir periyot şeklinde
devam eder etmektedir (Strahler, 2011’den uyarlanmıştır).
Şekil 14.3.: Milankovitch eğrisi. Dikey eksen son 500.000 yılda 65° kuzey enleminde
yaz mevsiminde günlük güneş radyasyonundaki dalgalanmaları göstermektedir.
Bunlar, Dünya-Güneş mesafe değişiminin matematiksel modellerinden ve zamanla
eksensel eğimdeki değişmeden hesaplanmaktadır. Sıfır değeri günümüzü temsil
etmektedir (Strahler, 2011’den uyarlanmıştır).
Dünya’da kısa aralıklarla iklim salınımlarının en yoğun olarak yaşandığı dönem son
jeolojik dönem olan Kuvaterner’dir. Günümüzden 2.6 milyon yıl önce başlamış olan
Kuvaterner’in neredeyse tamamını kaplayan Pleistosen’e buzul çağları damgasını
vurmuştur ve Pleistosen süresince 20 den fazla buzullaşma için uygun iklim
koşullarının yaşandığını gösteren bulgular vardır. Bugün dünyanın 1/10 ’u buzullarla
kaplı iken Pleistosendeki buzul çağlarında bu oran 1/4 kadar olması Pleistosen
buzullaşmalarının etkisinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. 

Şekil 14.4.: Yerküre’nin Kambrien devrinden günümüze (Holosen) değin yaklaşık 545
milyon yıllık dönemdeki jeolojik geçmişinde çeşitli zaman ölçeklerinde gerçekleşen
iklim değişikliklerinin çeşitli birleştirilmiş sıcaklık zaman dizileriyle gösterimi. Robert
A. Rohde tarafından Global Warming Art için hazırlanan orijinal çizimden
yararlanarak yeniden düzenlendi
(www.globalwarmingart.com/wiki/File:65Myr_Climate_Change_Rev_png, erişim:
Haziran 2013) (Türkeş, 2013).
Kuvaterner sırasındaki buzul ve buzularası döngüler, orta ve yüksek enlemlerde
bulunan arazilerde belirgin değişikliklere neden olmuştur. Ekstrem koşulların hâkim
olduğu dönemlerde soğuk ve kurak iklimler, sıcak ve nemli iklimlere dönüşmüştür. Bu
değişimler işleyen jeomorfik süreçlerin tipinde ve hızında oynamalara neden olarak
ayrışma, aşınma, taşınma ve depolanmayı etkilemiş olmalıdır. Kuramsal olarak sıcak
ve nemli buzularası dönemlerde meydana gelen güçlü kimyasal ayrışma süreçleri
(örneğin yıkanma ve boru yıkanması gibi), derin toprak ve regolit oluşmasına neden
olmuştur. Soğuk ve kurak buzul dönemlerinde, permafrost kuşakları, örtü buzulları ve
soğuk çöller gelişmiştir. Buzul ve buzularası dönemdeki süreçlerle oluşan yerşekilleri
ve topraklar genellikle karakteristiktir ve bir iklim rejiminden diğerine olan nispeten
kısa geçiş döneminde oluşturulan aşınım şekillerinden farklı oldukları kolayca ayırt
edilebilir. İklimsel geçişler olduğunda, buzul ve buzularası süreçleri yamaç ve nehir
sistemlerinde eşik değerlerini aşmak üzere devam etmektedir (Huggett, 2015). 

Şekil 14.5. : Bir buzul-buzularası döngüsü sırasında jeomorfik sistemlerde öngörülen


değişiklikler. Kaynak: Starkel'den (1987) uyarlanmıştır (Huggett, 2015).
14.2. Buzul Süreçleri
14.2.1. Buzul kütle dengesi

Buzul karın biriktiği, sıkıştığı ve buza dönüştüğü her yerde oluşur (Bennett ve Glasser
2009, 41). Buzul oluşma süreci, kar düşmesinin erimesinden daha hızlı olduğu
herhangi bir iklimde görülebilir. Kar ne kadar hızlı birikir ve buza dönüşürse buzul da
o kadar çabuk oluşur. Buz bir kez oluştuğunda buzulun hayatta kalması birikme ve
ablasyon (buz kaybı) arasındaki dengeye bağlıdır. Buzulun kütle dengesini, her tip
buzulda, buzun net kazanç ve kaybı belirler ve bu durum iklimle sıkı bir şekilde
ilişkilidir.

Buzul kütle dengesi genellikle bir yıl veya daha fazla süreyi kapsayan, belirli bir
zaman içinde bir buzuldaki su giriş ve çıkışlarının hesaplanmasına
dayanmaktadır. Buzul denge yılı birbirini takip eden iki yaz boyunca hesaplanan
yüzey alanlarıdır. Bir yaz yüzeyi buzul kütlesinin en az olduğu zamanı gösterir. Buzul
kütlesindeki denge şartları zamanla değişir ve mevsimsel olarak da tanımlanabilir. Kış
mevsimi buz birikim (akümülasyon) oranı, buz kayıp (ablasyon) oranını aştığında
başlar ve yaz mevsimi kayıp oranı birikim oranını aştığında başlar. Bu tanımlara göre
buzul denge yılı ılıman ve buzul çevresi bölgelerin büyük kısmında yaz sonu veya
sonbaharda başlar. Buzulun karla kaplı yukarı kesimi birikme (akümülasyon)
bölgesidir ve aşağı kesim kayıp (ablasyon) bölgesidir. Firn veya neve yaz
mevsiminde, yani erime döneminde varlığını sürdüren kar için kullanılan bir
terimdir ve burada kar, buzul buzuna dönüşmeye başlar. Firn sınırı (kalıcı kar
sınırı) birikme ve kayıp bölgelerini ayıran hattır. Bir buzul için kalıcı kar sınırı,
birikme bölgesindeki net su kazanımı ile kayıp bölgesindeki net kaybın eşitlendiği bir
denge hâlidir ve buzul genel şeklini ve hacmini yıldan yıla korur. Eğer tüm buzulda
net kazanç veya net kayıp olursa buzulun şeklinde ve hacminde değişimler görülür ve
kalıcı kar sınırının konumu değişir. Kütle dengesi karasal örtü buzulları ve takke
buzulları için bir hat şeklinde olabilir. Bir örtü buzulunda birikme kuşağı merkezde,
yani yükseltilmiş kesimde bulunur ve onu alçak seviyelerde uzanan erime kuşağı
çevreler. Antarktika'da bu durum daha karmaşıktır çünkü bazı buz akıntıları kurak
koşulların hâkim olduğu iç kesimlerde net kayba ve nemli koşulların bulunduğu kıyı
yakınlarında ise net birikime izin verir. Aktif ve durağan buzulu birbirinden ayırmak
önemlidir. Aktif buzul yamaç aşağı hareket eder ve kaynak bölgelerindeki kar
tarafından beslenir. Durağan buzul hareket etmez, eski kaynak bölgesinden artık uzun
süre beslenemez ve durduğu yerde zayıflar (Huggett, 2015).

14.2.2. Glasyal Aşındırma

Glasyal aşındırma üç temel süreçle gerçekleşir: kırma veya koparma (yapısal tekdüze


kayaçlar ve çatlaklı kayaçları ezme ve kırması), abrazyon ve erime suyunun
erozyonu. Buzulun tabanı abrazyon ve kırılmayla aşındırılmış materyali sürükler.

1. Kırma veya koparma: Bu süreç iki ayrı mekanizmayı kapsar: Bir buzul
altında anakayanın kırılması ve kırılmış veya koparılmış anakayanın
sürüklenmesi. İnce ve hızlı buz kırmayı tercih eder, çünkü buzul kendi
tabanında boşluklar yaratacak şekilde geniş ayrılmaları teşvik eder ve böylece
buzulun yatağına temas ettiği yerlerdeki çıkıntıları gibi belirli noktalarda
gerilim yoğunlaşır. Tekdüze kayaçlarda hareketli buzun içindeki büyük
kırıntıların kuvveti, buzun yatağındaki homojen yapılı anakayayı kırar ve
koparabilir. Bu süreç hilal şekiller, çentikler ve koparılmış kayaçları yaratır.
Anakaya buz eridikten sonra basıncın ortadan kalkmasıyla da çatlayabilir.
Buzun ağırlığı azaldığında, gerilim altındaki anakayada çatlak gelişebilir ve bu
durum yamaçlardaki kayaçlarda büyük tabakalar hâlinde eksfoliasyona yol açar.
Genellikle glasyal çatlatmaya açık olan kayaçlar buz gelişmeden önce oluşan
çatlak sistemlerine sahiptir ve bunlar aşınmayı kolaylaştıracak şekilde
tabakalanmış, yapraklanmış ve kırılmıştır. Çatlaklar buz gelmeden önce
ayrışmamış olabilir, fakat mevcut buzul örtüsünde buzul tabanındaki don ve
çözülme yoluyla bloklar gevşetilir ve buzul tabanında erime suyu çatlak
hatlarını aşındırabilir. Gevşetme ve aşındırmaya uğramış olan anakayanın
üzerinde buzulun akması, kayaçların büyük bloklar hâlinde kopmasını
kolaylaştırır. Blok sökülmesi, hörgüç kayaların buzulun aktığı yöne bakan
kesimlerinde yaygın olarak görülür ( Huggett, 2015).
2. Glasyal abrazyon: Buzulaltı sedimanları veya anakaya üzerinde kayan dağınık
kaya parçaları (kırıntılar) tarafından anakayanın çizilmesi olayıdır. Kırıntılar
çizikleri (ince oluklar) ve diğerlerini oluşturmak için anakayayı çizer, oluk
açar ve cilalar. (Şekil 14.6.) Bunun yanı sıra anakayayı ince taneli (100
mikrondan daha küçük) materyaller şeklinde öğütür. Genellikle üzerinde
çizikler bulunan düzeltilmiş anakaya yüzeyleri buzul aşındırma etkinliğine
tanıklık etmiştir. Buzul erimesiyle oluşan akıntılar içinde bulunan taş unu (silt
ve kil boyutundaki parçacıklar) glasyal abrazyonun bir ürünüdür. Glasyal
abrazyonun etkinliği en az sekiz faktöre bağlıdır (Hambrey, 1994).:

1. Buz tabanı molozunun varlığı ve yoğunluğu


2. Buzulun kayma hızı.
3. Aktüel abrazyon yüzeyini muhafaza etmek için buzul tabanına doğru taşınan
yeni moloz miktarı.
4. Sürüklenmiş glasyal moloz ve buzul tabanı arasındaki dokanak hattındaki
normal gerilimi tanımlayan buz kalınlığı. Diğer faktörler sabit kaldığında ve
taban gerilimi arttığında abrazyon hızı artmaktadır. Sonunda sürüklenen moloz
parçacıkları ve buzul tabanı arasındaki sürtünme, buzulun taban molozu
üzerinde akmaya başladığı noktaya kadar artar ve bu noktadan itibaren
abrazyon hızı düşer. Basınç yeterince yüksek bir seviyeye ulaştığında moloz
hareketi ve bu yüzden de abrazyon durur.
5. Sıcak tabanlı buzullarda tabandaki su basıncının normal gerilimi kısmen
dengelemesi ve buzulun yüzmesi.
6.  Aşındıran kırıntılar ve anakaya arasındaki sertlik farkı.
7. Kırıntıların şekli ve miktarı.
8. Özellikle aşındırılmış molozun erime sularıyla hareket ettirilmesi.

Koparma ve aşındırma soğuk tabanlı buzullar altında da oluşabilir, fakat onlar buzul
erozyonu üzerinde sadece erimesularıyla açığa çıkan kayganlaştırma ve kaymanın
teşvikiyle ılıman buzulların altında önemli bir etkiye sahiptir.

Şekil 14.6.: Buzul tarafından cilalanmış yüzey ve buzul çizikleri, Aladağlar.


14.2.3. Buzulun moloz sürüklemesi ve taşıması

Buzul, anakayadan kopardıklarını iki yolla içine alır. Anakaya çıkıntılarının akma
yönünde yaygın olduğu yerlerde, küçük kaya parçaları yeniden donmayla (regelasyon)
buza katılır. Buz tarafından sürüklenen büyük bloklar yeniden biçimlendirilir ve buz
tarafından yutulurlar. Sıcak tabanlı buzullar, buzul tabanında donmayla oluşmuş til,
alüvyon ve kayşat (talus) gibi daha önceki işlemelerle oluşmuş sedimanları da
sürükler.

Hareketli buz, ancak sedimanlar sürüklenmeye ve taşınmaya devam ettiği sürece


potansiyel aşındırıcı etkendir. Buzulaltı molozu buzul tabanı boyunca taşınır.
Buzulaltı molozu sıcak buzda taban erimesiyle üretilir ve sonraki tekrar donmayla
(regelasyonla) buzul tabanına bağlanır. Sürünme, sıcak tabanlı buzullar içindeki
boşluklar içine doğru malzeme sıkıştırarak ve büyük çıkıntılar üzerindeki buz
hareketinin oluşturduğu hamlelerle buzulaltı molozuna malzeme
ekleyebilir. Buzulüstü (supraglasyal) moloz, buzul yüzeyine vadi yamaçlarından ve
diğer buzsuz alanlardan düşen malzemeden oluşur. Bunlar örtü buzullarından çok, sirk
ve vadi buzullarında yaygındır. Bu malzeme kayıp kuşağında buz yüzeyinde kalabilir,
fakat birikme bölgesinde gömülü olma eğilimindedir. Moloz bir kez buzun içine
gömüldüğünde, buzuliçi (englasyal) moloz olarak adlandırılır. Bu moloz kayıp
kuşağında yeniden buz yüzeyine çıkabilir veya buzulaltı molozuna karışabilir veya
buzul diline kadar yol alabilir. Buzul tabanı yakınında sıkışmanın olduğu yerler
buzulda kayma hatlarının oluşmasına yol açar. Bu durum genellikle kayıp (ablasyon)
kuşaklarında yaygındır ve burada buzulaltı molozu buzuliçi durumuna geçebilir
( Huggett, 2015).

Şekil 14.7.: Buzulüstü, buzuliçi ve buzulaltı moloz taşınması.


14.2.4. Glasyal biriktirme

Glasyal sedimanlarının depolanmasına neden olan pek çok süreç bulunmaktadır. İlgili
mekanizmalar buzuldaki göreceli konumuna göre sınıflandırılmaktadır. Bunlar
buzulaltı, buzulüstü ve buzul kenarı mekanizmaları olarak sıralanabilir. Buzulaltı
birikimi en az üç mekanizmadan etkilenir:

1. Buzul tabanında olan erimeden kaynaklanan sediman depolanmasıyla alttan


erime;
2. Buzul yatağı üzerindeki ince tortulların sıvanmasıyla taban birikimi ve
3. aşınım süreçlerinin bir parçası ve buz tabanındaki çukurluklar içinde gevşek ve
suya doygun hâle gelmiş sedimanın itilmesini ve buzun ezmesiyle tilin
hareketini kapsayan taban akışı.

Buzulüstü birikimi iki süreçe bağlı olarak oluşur. Bunlar erime ve akıştır. Erime, buz
yüzeyinin erimesiyle sedimanların depolanmasına yol açar ve bu durum bir yaz
mevsiminde kayıpla buz kalınlığının 20 m eksildiği sıcak buzulların dil kısımlarında
daha aktiftir. Akış, enkazın buz yüzeyinden aşağıya doğru olan hareketidir. Akış,
özellikle buzulun dil kısmında yaygındır ve yavaş bir sürünme ile hızlı bir akım
arasında değişmektedir. Kenar birikimi birkaç süreçten doğar. Doygun til buz altında
sıkışmış olabilir ve bazı buzulüstü ve buzuliçi moloz erime suyuyla boşaltılabilir.

Buzulönü (proglasyal) sedimanları, bir örtü buzulu veya buzulun önünde meydana
gelir. Se- dimanlar erime sularıyla oluşur ve örgülü akarsu yataklarında ve buzulönü
göllerde depolanır. Buzul göllerinin yarılmasıyla glasyal sedimanlar geniş alanlara
yayılır.
Şekil 14.8.: Glasyal birikim (Hoşgören, 2014)
14.3. Buzul Tipleri
14.3.1. Kıtasal Buzul Örtüleri (İnlandsisler)

 Çok geniş bir alan kaplayan, kalın buzul örtüleridir. Şekilleri kubbeye benzer.
Buzulun kalınlığı merkezi kısımda fazla, çevrede ise azdır. İnlandsislerin ortalama
kalınlıkları 2000 metreyi geçer. Kenarlarından çok sayıda buzul dilleri çıkan
inlandsisler çevreye doğru olan bir harekete sahiptirler. Bu hareket dil kısımlarının
dışında çok ağırdır. Tipik örneklerini Grönland ve Antarktika buzulları teşkil eder
(Hoşgören, 2016).

14.3.2. Plato Buzulları

Sürekli kar sınırından daha yukarıda bulunan platoların üzerlerini örten örtü şeklindeki
buzullardır (Hoşgören, 2014).
Şekil 14.9.: Grönland kıta buzulu (solda) ve Doğu Antartika Platosu’nu örten plato
buzulu (sağda)
14.3.3. Doruk (Zirve) Buzulu: 

Dağların sürekli kar sınırının üstünde kalan doruk kısımlarını bir külah şeklinde
kaplayan örtü şeklindeki buzullardır. Büyük Ağrı Dağı’nı örten buzul bu tiptedir
(Hoşgören, 2014).

Şekil 14.10.: Büyük Ağrı Dağı’nda görülen doruk (zirve) buzulu.


14.3.4. Sirk Buzulları

Sürekli kar sınırının üzerinde, sirk adı verilen kenarları sarp çukurlarda biriken karların
değişikliğe uğramaları sonucu meydana gelen buzullardır. Bunların, vadi buzullarında
olduğu gibi, dil kısımları yoktur veya çok belirsizdir. Bu tip buzullar, içlerinde yer
aldıkları sirklerin kenarlarına yapışık olarak bulunmazlar. Rimaye veya bergschrund
ismi verilen bir yarık onları sirk duvarından ayırır (Hoşgören, 2016).
14.3.5. Vadi Buzulları

Akarsular gibi, bir vadi içinde gelişmiş bulunan buzullardır. Sirk buzullarının uygun
koşullar altında sirkten taşması ve eğimi takiben doğal bir yatağa bağlı olarak hareket
etmesi sonucu meydana gelirler.Vadi buzulları iki kısımdan müteşekkildirler.
Bunlardan sürekli kar sınırının üzerinde yer alan ve sirkin bulunduğu yere karşılık
gelen kısma neve denir. Bu kısım buzulun beslenme sahasıdır. Vadi buzulunun diğer
kısmı ise, buzul dilidir. Bu kısım sürekli kar sınırının altında yer alır ve buzulun erime
sahasına karşılık gelir. Vadi buzulları çeşitli uzunlukta olurlar. Örneğin, ağız kısmı
Alaska'da, kaynağı Kanada'da olan Hubbard Buzulu’nun batı kolunun uzunluğu 135
km'yi bulur. Vadi buzulları bazen, Alp Dağlarında, Himalayalar'da ve Alaska'da
olduğu gibi, ana buzul ve buna her iki tarafından katılan kollarla bir buzul ağı
meydana getirirler (Hoşgören, 2016).

14.3.6. Piedmont Buzulları

Bir dağ yamacında yer alan vadi buzullarının, o dağın eteklerinde birbirleriyle
birleşmeleri sonucu oluşmuş örtü şeklindeki buzullardır. Bu tipteki buzullara örnek
olarak Alaska'nın güneyindeki Bering Buzulu, Guyot Buzulu ve Malaspina Buzulu
gösterilebilir. Bu buzullar kıyı gerisinde yer alan Steller, Miller, St.Elias, Augusta ve
Cook dağlarından beslenirler ve eteklerde birbirleriyle birleşerek Alaska Körfezi
kıyılarına kadar sokulurlar (Hoşgören, 2016).

Şekil 14.11.: Vadi buzulu ve sirk buzulu, İsviçre (solda) Piedmont buzulu (sağda)
14.4. Buzul Aşınım Şekilleri
Buzullaşma ortamlarında aşındırma, çizilmiş kayaç yüzeyleri, hörgüç kaya, sirk, tekne
vadi gibi karakteristik ve oldukça bilenen şekillerle sonuçlanır ve son derece ilginç
topografyaları meydana getirir. Bir havzada buzulun mevcudiyeti, proglasiyal dere
kanalları gibi buzul kenarı (alanı) ötesinde aşınım şekillerinin gelişimi üzerinde de
güçlü bir etkiye sahiptirler. Aşınım şekilleri, farklı zaman ölçeğinde glasiyal süreçlerin
işleyişini yansıtan çok değişik ölçülerde meydana gelirler (Benn & Evans, 1998).

14.4.1. Buzul Çizik ve Cilaları

Küçük aşınım şekillerinden olan glasiyal çizikler, buzulun hareketi esnasında, ana
kaya ile çakıl ve blokların yüzeyinde, buzulun ağırlığı altında farklı boyuttaki kaya
parçalarının birbirine veya ana kayaya sürtünmesi sonucu oluşan doğrusal uzanımlı
aşınım şekilleridir. Karakteristik özellikleri, bu şekillerin bazal enkaz taşıyan sıcak
tabanlı buzullar tarafından oluşturulmaları ve çiziklerin buzul ilerleme yönünü
hakkında fikir vermeleridir. Her bir çizik >1 mm den daha büyük klastlar tarafından
oluşturulmaktadır (Benn ve Evans, 1998).

14.4.2. Buzul Oluk Kanal ve Flüviyoglasiyal Çukurları

Buzul altı drenajın taşıdığı sedimetlerin aşındırmasıyla gelişmişlerdir. Buzul


yatağında, buzul tabanındaki su hareketinin anakayada açtığı, yuvarlak şekilli, dik
kenarlı, derin flüviyoglasiyal aşındırma şekilleridir. Buzul altı drenajı ile taşınan
malzemelerin anakaya yüzeyindeki bir çentik ya da kopma oyuntusu içindeki dairesel
hareketi ile bir aşınma meydana getirirler. Bu tür çukurların tabanı genellikle düz olur
ve tabanında sedimentler bulunur (Turoğlu, 2011)
Şekil 14.12.: Buzul çizikleri (solda), Akdağ ( Batı Toroslar) Karadere buzul vadisi
doğu yamacında buzul altı drenajın taşıdığı sedimetlerin aşındırmasıyla gelişmiş buzul
aşınım şekillerinden kanal (sağda) (Fotoğraf: Cihan Bayrakdar)
14.4.3. Sürgüler

Bunlar da özellikle glasiyal vadilerde görülen aşınım şekillerindendir. Cilâlanmış,


çizilmiş ve genelde hörgüç şeklini almış kayalardan meydana gelen bir kabartı
oluştururlar ve vadinin nispeten daha çukur olan kısımlarını bir diğerinden ayırırlar.
Sürgü terimi ile açıklanmaları da bu özellikleri ile ilgilidir. Köken bakımından sürgüler
glasiyelerin oyma aktivitelerinin herhangi bir nedenle azaldığı sahalara bağlıdırlar
(Erinç, 2014).

Şekil 14.13.: Şekil 40: Bir glasiye vadisinin boyuna profili (Flint’den). Asıl profil
kesik çizgiyle işaret edilmiştir. R - Eşik ve sürgüler (dirençli kısımlar). B - Fazla
oyulan kısımlara rastlayan çanaklar (zayıf direnç sahaları) (Erinç, 2014).
14.4.4. Piramidal Zirveler ve Aretler

Piramidal zirveler, bir dağın farklı yamaçlarında yer alan üç ya da daha fazla sirkin,
duvarlarını geriye doğru aşındırması bağlı olarak sirklerin birbirine yaklaşması sonucu
oluşan piramit şekilli tepeler ya da zirvelerdir. Aretler ise piramidal zirvelerin
kenarlarını oluşturur ve aynı zamanda sirkleri birbirinden ayıran duvarlar
durumundadırlar. Aretler dağ buzullarında sirkleri ve buzul vadilerini bir birinden
ayıran testere ağzı gibi keskin kenarlı sırt veya morfolojik duvarlardır (Turoğlu, 2011).

14.4.5. Sirkler 

Sirkler dağlık arazilerde çeşitli boyut ve şekillerde olan, tipik olarak koltuk (hilal)
şekilli çukurluklardır. Klasik şekil geride sarp bir duvar ve onun önünde aşınmadan
arta kalan bir çıkıntı veya alçak anakaya çemberi ve çoğunlukla bir göl içeren derin
anakaya çukurlarıdır. Cephe morenleri çoğunlukla bu çemberi örter.. Sirkler sıcak
tabanlı buz ve bol miktardaki erime sulannrn birleşik eylemleriyle oluşturulurlar.
Sirkler sıklıkla geçmiş buzul etkinliğinin tartışılmaz göstergeleri sayılırlar ve
jeomorfologlar tarafından geçmiş bölgesel kalıcı kar sınırını belirlemekte kullanılırlar
(Huggett, 2015).

Sirklerin büyüklüğü buzulun kütlesi ve aşındırma süresiyle doğru orantılıdır, Bu


hususta zeminin litolojik özellikleri de önemli bir rol oynar. Sirklerin bir kısmı birleşik
sirk halindedir. Bunlar yan yana bulunan komşu sirklerin birbirleriyle birleşmeleri
sonucu meydana gelmişlerdir. Munzur Dağları üzerindeki bir kısım sirkler bu
şekildedir. Bazı sirkler, eğim doğrultusunda, birbirlerinin peşi sıra yer alırlar ve
bulundukları yamaç kısmına basamaklı bir görünüm verirler. Bunlara, bu
özelliklerinden dolayı basamaklı sirk denir. Yurdumuzdaki Karagöl, Çakırgöl, Mescit
ve Munzur dağlarında yer alan bazı sirkler bu özelliği taşırlar (Hoşgören, 2016).

14.4.6. Tekne Vadiler

Buzul tekne vadileri ya vadi buzulları tarafından aşındırılır ya da buzun akış gösterdiği
takke buzulları ve örtü buzulları kenarında gelişirler. Pek çok buzul tekne vadisi
değişen derecelerde U şekilli enine profile ve uzun ve düz bölümlerle aralanmış, kısa
ve basamaklı düzensiz bir boyuna profile sahiptir. Düzensiz boyuna profil, buzun
akışının herhangi bir özelliğinden çok, anakaya dayanıklılığındaki farklılıkları
nedeniyle buzun düzensiz derinleştirmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Buzularası dönemde buzun ortadan kalkmasıyla vadi yamaçlarında serbest bırakılan
paraglasyal gerilim tekne vadilerin şekillenmesine yardım eder (Huggett, 2015).

14.4.7. Asılı Vadiler

Ana buzul vadisinin taban kısmı, bu buzulun kollarına ait vadilerin taban
kısımlarından daha derindir. Bu durum, ana buzulun kollarına oranla daha büyük bir
aşındırma gücüne sahip bulunması ve yatağını daha fazla derinleştirmesinden ileri
gelir. Tabanları ana buzul vadisi tabanından yüksekte bulunan, diğer bir deyişle, ana
buzul vadisinin üst yamaçlarına açılan bu tür vadilere asılı vadi ismi verilir (Hoşgören,
2016). 
Şekil 14.14.: Buzul dönemi ve buzul sonrası döneme ait glasyal aşınım şekilleri
14.4.8. Hörgüç kayalar

Glasiyal aşınıma uğramış sahaların en tanıtıcı şekillerinden biridir. Bunlar koyun


sırtlarına veya deve hörgüçlerine benzeyen yerli kayadan oluşan tepelerdir.
Hörgüçkayalar, zemindeki belirgin kısımların glasiyeler altında kalarak buz tarafından
işlenmesi, özellikle törpülenmesi ve cilâlanması sonucunda meydana gelirler. Oldukça
çeşitli şekilleri vardır. Bazıları birkaç metre göreceli yükseltide olduğu halde,
bazılarının yüksekliği 30 - 40 metreye varabilir, hattâ aşabilir. Glasiyenin geldiği yöne
bakan tarafları genelde daha az eğimlidir ve çok daha iyi bir şekilde cilâlanıp
çizilmiştir. Buna karşılık glasiyenin ilerlediği yöne bakan yamaçları daha diktir ve
burada gerek cilâlama, gerek törpüleme daha azdır (Erinç, 2014). 

Şekil 14.15.: Akdağ'da Hörgüç kayalar (Foto: Cihan BAYRAKDAR)


14.4.9. Balina Sırtları

Balina sırtları da buzulun anakaya üzerindeki erozoyonu ile oluşur. Balina sırtları
hörgüç kayalara benzemekle birlikte buzullar tarafından aşınan ve törpülenen ana kaya
yüzeyinin simetrik bir özelliğe sahip olmasıyla ayrılır. Enkaz malzemesi taşıyan sıcak
tabanlı buzulların oluşturduğu bir aşınım şekli olan balina sırtları; az oranda taban
erime suyu barındıran kalın buzulların yavaş hareketleri sonucu oluşurlar (Turoğlu,
2011).

14.4.10. Nunataklar
Buzla çevrili olan ve bir kilometreden yüzlerce kilometreye kadar değişen
boyutlardaki kaya çıkıntılarıdır. Nunataklar buzun örtmediği dağ parçalarını ya da
Antarktika üzerindeki Transantarktik Dağları'nda olduğu gibi, buz örtüsünün yanlara
doğru sıyrıldığı bütün bir dağ sırasında oluşmaktadırlar (Huggett, 2015).

Şekil 14.16.: Buzul aşınım şekillerinden Nunataklar.


14.10.11. Fiyordlar

Bunlar deniz tarafından işgal edilmiş buzul vadileridir. Böylece dik kenarlı, dar, derin
ve dallı budaklı körfezler şeklinde karaların iç kısımlarına doğru sokulurlar.Bazıları bir
kaç yüz kilometre uzunluğunda olabilen fiyordların yamaçlarında yer yer çağlayanlar,
yer yer de boğazlar meydana getiren asılı vadiler bulunur. Fiyordların çok bulunduğu
bazı yerler şunlardır: Norveç kıyıları, Alaska'nın güneyi, Labrador yarımadası kıyıları,
Grönland kıyıları ve Antarktika'nın bir kısım kıyıları (Hoşgören, 2016).

14.10.12. Deniz Buzulları

Deniz ve okyanuslarda yüzen buzullardır. Şelf buzulu, Buz tabakaları ve Aysbergler


olarak 3 grupta toplanabilirler (Turoğlu, 2011)

Şekil 14.17: Geiranger Fiyordu, Norveç (solda), deniz buzulları (sağda)


14.5. Buzul Birikim Şekilleri
Biriktirme şekilleri genellikle morenlerden oluşmuşlardır. Morenler, esas olarak,
buzulların gerek vadilerinin tabanlarından ve gerekse yamaçlarından koparıp
taşıdıkları, genellikle köşeli olan çeşitli boyuttaki unsurlardan müteşekkil, buzul
depolarıdır. Bunların bir kısmını, buzul vadilerini sınırlayan yüksek kütlelerden kopup
yuvarlanarak veya çığlarla sürüklenerek buzulların üzerlerine düşen unsurlar meydana
getirirler. Morenleri oluşturan unsurların boyutları kil (0.002 mm'den küçük) ve silt
(0.002-0.02 mm'ler arasında) boyutundan blok boyutuna (200 mm'den büyük) kadar
değişir. Yer yer çok büyük blok veya kaya parçalarına da rastlanır. Morenler, taban
morenleri, yan morenleri, orta morenleri, cephe morenleri ve ablasyon morenleri
olmak üzere çeşitli tipte bulunurlar (Hoşgören, 2016).
14.5.1. Taban Morenleri

Gerek vadi, gerek örtü glasiyasyonunda en geniş sahayı kapsayan moren depoları,
glasiyelerin altında çökelmiş olan taban morenleridir. Vadi glasiyelerinde bunlar,
kalınlığı seyrek olarak 10 metreyi aşan bir örtü oluştururlar. Üzerleri birkaç metrelik
tepeler, küçük kapalı çukurlar sunan hafifçe dalgalı bir topografya gösterir. Esas olarak
kil ve çeşitli boyuttaki kaya parçalarından, bloklardan meydana gelmiş ve
tabakalaşmamış bir depo karakteri sunarlar. Bu durum kısmen glasiyenin zeminden
kopardığı maddelerin, kısmen de glasiyelerin ortadan kalkmasına paralel olarak buz
üzerinde ve içindeki döküntünün tekne vadi tabanındaki döküntü üzerine düzensiz bir
şekilde çökelmesi sonucunda meydana gelmiştir (Erinç, 2014).

14.5.2. Yan Morenler

Bunlar glasiyelerin kenarında sırtlar halinde uzanan döküntüden oluşurlar. Bir


kısmının kökenini, yamaçlardan dökülen veya çığlarla sürüklenen döküntü meydana
getirir. Buna karşılık bir kısmı, glasiyenin yatağından kopardığı ve sürüklediği
parçalardan oluşurlar.

Glasiye kenarına düşen döküntü bu kısımdaki glasiye buzunu ablasyona karşı bir
dereceye kadar korur. Bu nedenden dolayı glasiye buzunun kenar kısımları üzeri
döküntüyle örtülmüş bir durumda, glasiyenin orta kısmına oranla yüksekte kalır.
Böylece, döküntüyle karışık kirli glasiye buzunu örten yan morenleri topografya
bakımından genelde belirgin bir sırt meydana getirerek uzanırlar (Erinç, 2014).

Şekil 14.18.: Salmon Buzulu, Brtisih Columbia (Kanada) orta ve yan morenler
14.5.3. Orta Morenler

İki buzul kolunun birleşerek tek bir buzul haline gelmeleriyle oluşan morenlerdir.
Birleşen iki buzul kolunun yan morenlerine karşılık gelirler ve dolayısıyla buzulun
ortasında yer alırlar. Bunlar yan morenlerine paralel bir veya birkaç sıra oluştururlar.
Orta morenleri aslında yan morenleridir. Gerçekten iki glasiye birleştiğinde, bunların
birer kenarındaki yan morenleri, kavşak noktasından itibaren birleşik glasiyenin orta
moren setleri haline dönüşürler. Glasiyenin sonuna doğru ablasyon arttıkça buz kütlesi
gittikçe incelir. Bunun sonucunda orta ve yan morenleri niteliklerini kaybederek, sanki
bütün glasiye yüzeyini örterler. Bu durumda glasiyenin son bulduğu nokta, döküntü
altında görünmez olur. Döküntüyü taşıyan buz kütlesinin tamamen erimesi halinde ise,
orta ve yan morenleri ablasyon morenleri halinde oldukları yere çökelirler (Erinç,
2014).

14.5.4. Cephe Morenleri

Vadi, örtü ve önülke tipi glasiyeler tarafından bunların içinde, üzerlerinde, yanlarında
ve altlarında taşınan döküntünün bir kısmı bu glasiyelerin dillerinin veya loblarının
sona erdiği sahada bırakılır. Bu şekilde glasiye dillerini ve loblarını kuşatan cephe
moreni setleri meydana gelir. Bunlara aynı zamanda son morenler adı da verilir. Bu
depolar alttan taban morenlerine, yanlardan ise kenar yani yan morenlerine geçerler.
Bu şekilde cephe morenleri vadi glasiyelerinin dillerini veya inlandsislerin loblarını
kuşatır ve sanki onların kalıbını alır. Glasiyeler ortadan kalktıkları zaman bu cephe
moreni yığınlarının uzanışına dayanarak, eski glasiye dillerinin ve loblarının sahaları
kolaylıkla belirlenebilir (Erinç, 2014).

Cephe moren depoları, buzulun ilerlemesi, durgun dönemi ve gerilemesi sırasında


oluşabilirler. Bundan dolayı oluşum şekilleri ve diğer fiziki özellikleri dikkate
alındığında cephe moreni depoları üç gruba ayrılır: a) itilme morenleri; b) nihai
morenler; c) çekilme morenleri (Turoğlu, 2011).

Şekil 14.19.: Buzul birikim şekillerinden morenler.


14.5.5. Drumlin'ler

Taban morenlerinden meydana gelmiş kaşık tersi şeklindeki asimetrik tepelerdir.


Genellikle örtü buzullarına ait taban morenlerinde gelişmişlerdir. Uzun eksenleri
buzulların hareket doğrultularına paralel bulunur. Buzulun geldiği yöne bakan
yamaçları daha fazla, buna karşılık buzulun ilerlediği yöndeki yamaçları daha az
eğimlidir. Boyları enlerine oranla 3-4 kez daha büyük olan drumlinlerin yükseklikleri,
genellikle, 5-40 metreler arasında değişir. Tek olarak görülmeyen, gruplar halinde
bulunan drumlinler, muhtemelen, taban morenlerinin belirli çekirdekler etrafında
toplanmaları sonucu meydana gelmişlerdir. Bu çekirdekler ise, zeminde bulunan
küçük tümsek veya çıkıntılar olabilir. Drumlinlerin yer aldıkları sahalara örnek olarak,
İrlanda, Kuzey Almanya, Bavyera, İsveç ve A.B.D.'nin Wisconsin eyaleti
gösterilebilir.

14.5.6. Kame’ler

Tabakalanmış depolardan müteşekkil alçak, dik kenarlı, kısa sırt veya masa şeklindeki
tepelerdir. Bunların bir kısmı, buzulların üzerlerinde veya içlerindeki yarık veya
çatlaklarda birikmiş depolara karşılık gelirler. Buzullar eriyip ortadan kalkınca
zeminde tepeler halinde kalmışlardır. Bu tipteki kameler gruplar teşkil ederler ve
genellikle buzulların akış doğrultularında sıralanmış olarak bulunurlar. Kamelerin
diğer bir kısmı ise, buzul vadilerinin yamaçlarına bitişik olarak yer alırlar. Bu
özelliklerinden dolayı, bu tip kamelere kame taraçaları ismi verilmektedir.

14.5.7. Oser (Osar) veya Esker'ler

Zikzaklı bir şekilde uzanan bir kaç kilometre uzunluğundaki sırtlardır. İsveç'de Oser
(Osar), Anglo-Sakson ülkelerinde ise esker adı verilen bu sırtların yükseklikleri,
genellikle, 10-20 metreler arasında değişir. Uzanış doğrultuları buzulun hareket
doğrultusuna paraleldir. Bunlar iyi bir şekilde tabakalanmış depolardan meydana
gelmişlerdir. Bu depoları oluşturan unsurlar yuvarlaktır ve ağız tarafına doğru
boyutları küçülür. Buna göre bu depolar akarsu depolarıdır ve buzul kütlelerinin
altlarındaki tünellerde akan akarsular tarafından depolanmışlardır.

14.5.8. Kettle veya Söl'ler

Bunlar tabakalaşmış depolar içinde yer alan kapalı çanaklardır. Genellikle daire
şeklinde ve 40-50 metre çapında olan bu çanakların derinlikleri 5-10 metreler arasında
değişir. Kettle veya sollerin, buzulların erime devrelerinde, morenler arasında kalmış
ölü buz kütlelerinin yerlerine karşılık geldikleri ileri sürülmektedir.

14.5.9. Sandur'lar

Cephe morenlerinin ve dolayısıyla buzulların önlerinde yer alan ve onlardan çıkan


akarsuların depoladıkları çakıl, kum gibi unsurlardan oluşmuş birikinti konileridir. Bu
birikinti konilerinde unsurlar, ağız tarafına doğru, giderek yuvarlaklaşır ve küçülürler.
Sandurların yan kısımlarından birleşmeleriyle yüzeyleri dalgalı birikim ovaları
meydana gelir. Bunlara sandur ovası ismi verilmektedir. Bu tip ovalar genellikle örtü
buzullarının önlerinde gelişmişlerdir. Sandur ovalarına örnekler: Doğu Karadeniz
Dağları'nın batı kısmında yer alan Karagöl Dağı'nın kuzey yamacındaki Gölova
ismindeki sandur ovası ile Erciyes Dağı'nın kuzey-kuzeybatıya bakan yamacında
bulunan sandur ovası.
Şekil 14.20.: Dedegöl Dağlarında cephe moreni ve devamında gelişmiş sandur düzlüğü
( Foto: Zeynel Çılğın).
Şekil 14.21.: Buzul dönemi ve buzul sonrası döneme ait glasyal birikim şekilleri
(Strahler 2011’den uyarlanmıştır).
Uygulamalar

1. İklim değişiklikleri ile buzul ve buzularası dönemler arasındaki bağlantıyı


araştırınız.
2. Buzul dönemleri ve buzularası dönemlerin ardalanmasında etkili olan yörünge
kaynaklı faktörleri araştırınız.
3. Buzulun oluşabilmesi için hangi evrelerden geçmesi gerektiğine dair araştıma
yapınız.

Uygulama Soruları

1. Glasyal abrazyonun etkinliği hangi faktörlere bağlıdır?


2. Buzul şekilleri, buzulun oluşum ve gelişim evreleri hakkında ne tür bilgi verir?
3. Buzul ve buzularası dönemlerdeki değişimlerin jeomorfik süreçlerin gelişimine
etkisi nasıldır?

Bölüm Özeti
Bu bölümde buzul süreçleri, buzul tipleri, buzul aşınım ve birikimine ilişkin süreçler
ve buzullaşma sonucu ortaya çıkan yerşekilleri ele alınmıştır. Uzun süreli geçmiş
dönemlerden günümüze kadar gelen süreçte, iklim değişiklikleri ile buzul ve
buzularası dönemler arasındaki ilişki ortaya konmaya çalışılmıştır. Buzulun oluşum
sürecinde hangi koşulların gerekli olduğu, buzul oluştuktan sonra buzulun hareketi ile
meydana gelen glasyal aşındırma ve biriktirme süreçleri tartışılmıştır. Bununla birlikte
dünya ölçeğinde topoğrafyaya bağlı ya da topoğrafyadan bağımsız olarak meydana
gelen buzul tipleri örneklerle açıklanmaya çalışılmıştır. Buzul aşındırma ve biriktirme
süreçleri sonucunda ortaya çıkan yerşekilleri örnekleriye birlikte ortaya konmuştur.

Ünite Soruları
Soru-1 :
Buzulların hareket hızı aşağı faktörlerin hangisine bağlı değildir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Buzulun kütlesine

(B) Buzulun doldurduğu yatağının enine profilinin sunduğu özelliklerine

(C) Yükseltiye

(D) Eğimine

(E) Buzul içindeki basınçlar bakımından meydana gelen değişimlere

Cevap-1 :
Yükseltiye

Soru-2 :
Buzul çizikleri aşağıdaki konulardan hangisi hakkında bilgi verir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Buzulun kalınlığı

(B) Buzulun sıcaklığı

(C) Buzulun türü

(D) Buzulun yaşı

(E) Buzulun ilerleme yönü

Cevap-2 :
Buzulun ilerleme yönü

Soru-3 :
Yukarıdaki resimde görülen buzul aşınım şekli aşağıdakilerden hangisidir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Sirk

(B) Buzul vadisi

(C) Nunatak

(D) Aret

(E) Fiyord

Cevap-3 :
Sirk

Soru-4 :
Vadi, örtü ve önülke tipi glasiyeler tarafından bunların içinde, üzerlerinde, yanlarında
ve altlarında taşınan döküntünün bir kısmı glasiyelerin dillerinin veya loblarının sona
erdiği sahada bırakılır. Aşağıdakilerden hangisi bu tanımımlamayı doğrular
niteliktedir?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Kettle

(B) Sandur

(C) Hörgüç kaya

(D) Cephe morenleri


(E) İnlandsis

Cevap-4 :
Cephe morenleri

Soru-5 :
Buzul ve buzularası döngü sürecinde, aşağıdakilerden hangisinde değişiklik meydana
gelmez?

(Çoktan Seçmeli)

(A) Sıcaklık koşullarında

(B) Ayrışma, aşınma ve depolama süreçlerinde

(C) Toprak oluşum sürecinde

(D) Yamaç ve akarsu sistemlerinde

(E) Anakaya tipinde

Cevap-5 :
Anakaya tipinde

Soru-6 :
Dünya’da kısa aralıklarla iklim salınımlarının en yoğun olarak yaşandığı dönem son
jeolojik dönem olan............................... .

Cevap: Kuvaterner’dir

(Klasik)

Soru-7 :
Glasyal aşındırma üç temel süreçle
gerçekleşir: ........................., ......................, .................... .

Cevap: kırma veya koparma, abrazyon ve erime suyunun erozyonu

(Klasik)

Soru-8 :
.................................bir dağın farklı yamaçlarında yer alan üç ya da daha fazla sirkin,
duvarlarını geriye doğru aşındırması bağlı olarak sirklerin birbirine yaklaşması sonucu
oluşan zirvelerdir.

Cevap: Piramidal zirveler

(Klasik)

Soru-9 :
İki buzul kolunun birleşerek tek bir buzul haline gelmeleriyle oluşan
morenlere .......................... denir.

Cevap: orta morenler

(Klasik)

Soru-10 :
Cephe morenlerinin ve dolayısıyla buzulların önlerinde yer alan ve onlardan çıkan
akarsuların depoladıkları çakıl, kum gibi unsurlardan oluşmuş birikinti
konilerine......................... denir.

Cevap: sandur

(Klasik)

You might also like