Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 193

AFŞAR TİMUÇİN

Aydınlanma Yazıları
AFŞAR TİMUÇİN

ISBN: 978-975-286-551-8
© Sertifika No: 15798 Bulut Yayınları 2018

Bulut Yayınları: Birinci Baskı, Nisan 2018

Kapak ve Ofset Hazırlık: Bulut Yayınları


Baskı: Yazın Matbaacılık
Çevre Sanayi Sitesi 8. Blok No: 38-40-42-44
İkitelli-Başakşehir-İstanbul
Tel: 0212 565 01 22
Lisans No: 12028

Bulut Yayın Dağıtım Tic. ve San. Ltd. Şti.


Osmanağa Mah. Yoğurtçu Parkı Caddesi No: 64/2
34174 Kadıköy-İstanbul
Tel: (0 216) 330 59 24 - 414 21 75
Faks: (0216) 330 30 59
E-Mail: bulutyayinlari@bulutyayin.com.
bulutyayinlari@gmail.com

2
İÇİNDEKİLER

Önyazı .................................................................................................5
Aydınlanmadan neyi anlamalıyız? ......................................................9
Aydınlanma kavrayışı ya da bilincin aydınlığı ..................................25
Felsefenin aydınlığı ...........................................................................40
Felsefeyle dinin karşıtlığı ve felsefenin işlevi ya da yükümlülüğü ......58
Aydınlanma kültürü ya da aydınlatan eğitim .....................................76
Bilimin aydınlığı ...............................................................................93
Feodal toplumdan modern topluma geçişte
tarihin sayfalarından aydınlanma tabloları ....................................115
Aydınlanmanın dayanağı ve temel sorunu: demokrasi .......................135
Geleceğe başlamak ya da aydınlığa doğru ......................................152
Sanat aydınlığa çağırıyor ................................................................169

3
4
ÖNYAZI

Aydınlanma bir sürekli devrim olgusudur ve bilincin


kendine karşı giriştiği sürekli dönüşüm etkinliğinin bir anla-
tımıdır. Aydınlanmayı usun yönlendirdiği bir ilerleme bilinci
olarak da görebiliriz. Us doğanın bize bir armağanıdır, bir
yetidir, gerçekliği tanıma yetisidir, aynı zamanda anlama ve
yargılama yetisidir. Bilinç onun bir ürünüdür. Descartes onu
“iyi yargılama ve doğruyu yanlıştan ayırabilme gücü” olarak
tanımlıyordu. Doğanın bize verdiği kadarıyla us yani ilkel us
ya da kaba us ancak gündelik gereksinimleri karşılamamıza,
özellikle üreme ve beslenme işlevlerini yerine getirmemize
yardımcı olur. Böyle bir ussallık bizi hayvanlık düzeyinde
tutmasa da hayvanın ancak bir basamak yukarısına çıkarabilir.
Bize aydınlık bilincin yolunu açacak olan us gelişmiş ya
da eğitilmiş ustur. Usumuz bir anlama gücü olarak bir yargı-
lama gücü olarak geliştikçe bizler sağlam bir belleğe ulaşma
şansını elde ederiz. Sağlam bir bellek de gelişmiş bir bilincin
ya da yetkin bir bilincin altyapısını oluşturur. Belleğimiz ne
ölçüde açık ve dolgun olursa bilincimiz o ölçüde aydınlık
olacaktır. Etkin düşünce ve doğru eylem aydınlanmış bir
bilincin ürünü olabilir. Burada doğru eğitimin önemi kendini
gösteriyor ve bu çerçevede bellek eğitiminden sözetmemiz
kaçınılmaz oluyor. Sağlıklı bir eğitim öncelikle iyi düzenlen-
miş bir bellek eğitiminin varlığını gerektirir. Eğitim ailede
başlar. Bunun başka bir yolu yoktur: aile varlığı zorunlu olan
bir toplum kurumudur. Ancak bellek eğitimi ailenin altından
kalkabileceği bir iş değildir. Aile kötü bir eğitim ortamıdır.
Orada genellikle eğitilmemiş insanlar eğitim işini yüklenirler
ve bireyler duygu ve düşünce açısından ilk kötü deneylerini
ve ilk ruhsal sarsıntılarını orada yaşarlar, böylece daha baştan
yanlış bilinç oluşturmaya başlarlar.

5
Bellek eğitimi ancak okulda gerçekleştirilebilir. Ama çok
zaman eğitim kurumlarının ve eğiticilerin de bellek eğitimi
diye bir sorunu yoktur. Bellek eğitimine kavram eğitimi de
diyebiliriz. Sağlam bellek doğru kavramlardan kurulmuş
bellektir. Asıl sorun yaşamsal önem taşıyan temel kavram-
ların gerçekliğin şemasını temel alan bir sıradüzenine göre
belleğe yerleştirilmesi ve kavram içeriklerinin gerçeğe uygun
olmasıdır. Bunun için kavramın karşılığı olan gerçekliği tüm
gelişim evreleri boyunca, özellikle tüm dönüşüm noktalarını
göz önünde tutarak incelemek gibi biraz külfetli bir işi göze
almak gerekir. Ayrıca eğitim programlarının buna göre dü-
zenlenmiş olması, eğiticilerin buna göre yetiştirilmiş olması
gerekir.
İyi bir bellek eğitiminden geçmemiş bireylerin kişilik geli-
şimleri eksik olur. Onlar özellikle bilimde felsefede ve sanatta
yaratıcı olma şansını elde edemezler. Yaratıcı düşünce yetkin
bilincin varlığını zorunlu kılar. Yetersiz ortamlarda insanlar
teknolojinin oyuncaklarıyla süslenerek bir takım yapay uy-
garlık görünümleri ortaya koysalar da edilgin ve verimsiz bir
yaşamın çarklarına takılırlar. Kötü eğitilmiş birey hem kendisi
için hem başkaları için tehlikelidir. Kaba usun gösterdiği yol
çok zaman tutulmaması gereken yoldur. Gelişmemişliğin
sıkıntılarını çeken acılı toplumlar iyi eğitilmiş eğiticilere
sahip olamamanın kısır döngüsünde nüfus artışlarının da
katkılarıyla bunalım toplumları özelliği gösterirler. Bu gibi
toplumlarda makamlar unvanlar ünler zenginlikler vardır ama
yaşam koşullarını iyiye dönüştürecek bilgi ve görgü yoktur.
Bütün bunlar bize eğitimin gelişigüzel bir öğrenme öğret-
me ilişkisinden daha başka bir şey olduğunu, iyi bir eğitim
için bellek eğitiminin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Buna göre sağlam bellek eğitiminin sağlam kavram içerik-
leri üzerine kurulması gerektiği gibi çok güç ama o ölçüde

6
önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Sağlam oluşturulmuş
bir belleğin ürünü olan güçlü bir bireysel bilinç toplumsal
bilinç üzerinden bizi evrensel bilince bağlar. Evrensel bir
bilinçlenme olgusu olan aydınlanmaya katılmak ancak bu
koşullarda sözkonusu olabilir. Aydınlanma bazı kalıpsözleri
öğrenmekten ve onları sık sık yinelemekten çok daha başka
bir şeydir. Eğitici kendini eğitirken de bireylerin eğitimine
katılırken de tarihsel boyut içinde kalarak insanlığın gelişim
evrelerini görmek ve göstermek, özellikle tarih çizgisi bo-
yunca kavramların oluşum ve dönüşüm koşullarını incelemek
durumundadır. Bunlar olmadan yapılan eğitime eğitim demek
güçtür. İnsanlar okullara eksik bilinçle girip okullardan yanlış
bilinçle çıkıyorlarsa insan yaşamı boşa harcanıyor demektir.
O koşullarda ahlak sorunlarının da büyük boyutlara ulaştığı
görülür: yalan düzenekleri tıkır tıkır işler ve bireyler yalanın
desteğinde başkalarını kandırmanın sevincini ve olmayan
onurunu yaşarlar. Sonunda yalan bir toplumsal değer anlamı
kazanır.
Biz birbirinden bağımsız olan bu on makalede bu sorun-
ları değişik açılımlarıyla ele almaya çalıştık. Belki birilerinin
ilgisini çeker diye düşündük.

Afşar Timuçin

7
8
AYDINLANMADAN NEYİ ANLAMALIYIZ?

Aydınlanmanın tanımına ulaşmaya çalışırken öncelikle


onun tarihsel bilgisine yönelmek gerekmez mi? Bir bilgiyi
doğru olarak kavramak onun gelişim koşullarını bilmeyi
zorunlu kılar. Tarihsel bilgiye başvurmadan kavramın içeri-
ğinden giderek bilgiye ulaşmak kolay değildir. Her kavram
bir nesnenin bilgisidir ki tarihsel gelişim koşularında oluş-
muştur, onun bir sonucudur. Kavram araştırmasının ayrıca
önemli olduğunu unutmamak gerekir. Tarihselle kavramsal
bir gerçekliğin iki yüzünü oluşturur. Kavramsalın kaynağı
tarihseldedir. Olgulara bilimsel açıdan bakmayı bilenler için
her iki bakış da önemlidir. Ancak tarihsel bilgiden uzaklaştığı-
mızda kavramsal bilgi bulanıklaşır. Tarihinden kopuk bilgiler
yetkin bilgi değeri taşımazlar. Tarihsellikten bağımsız bilgi
tasarımı boştur. Buna göre aydınlanmanın tarihine bakmadan
bir aydınlanma tanıtlaması yapmak olası değildir. Auguste
Comte’un XIX. yüzyılda yaptığı “dural olan” ve “etkin olan”
ya da daha genel alırsak “kavramsal olan” ve “tarihsel olan”
ayrımı araştırmada kolaylıklar sağlıyor. Kavramsal tarihselde
içkindir, kavramsal tarihselden damıtılır. Dural olan ve etkin
olan ayrımını iki ayrı ya da karşıt araştırma yöntemi olarak
benimsemek yanlış olur. Bilimsel kavrayış tarihseli temel
alırken kavramsal araştırmayı da dışlamaz. Yerine göre birini
yerine göre öbürünü öne çıkarsak da onları birbirinden kopa-
ramayız. Tarihselden kavramsalı süzebilmek ve kavramsaldan
tarihsele gidebilmek önemlidir.
Dikkatimizi duralda yoğunlaştırmamız gerekebilir. Tari-
hin dışına düşmek değildir bu. Örneğin bir dilin özelliklerini
incelerken onları tarihsel çerçevede ele almak kadar kendileri
olarak yani dural olarak incelememiz gerekebilir. Bazen zin-
cirin bütününü ya da uzunca bir parçasını ele almak bazen de
zincirin bir halkasını ya da birkaç halkasını görmeye çalışmak
9
gerekebilir. Bir konunun yalnız belli bir zaman dilimindeki
durumuna ya da şimdiki durumuna bakmak önemli olabilir.
Ancak o halkanın özerk olmadığını, yalıtık yani tarihdışı ol-
madığını biliriz. Buna göre tarihsel bakışın yapısalcı bakışla
tersleşmediğini söylemek doğru olur. Ancak tarihsellikten
bağımsız bir yapısalcılıktan sözedebilmek olası değildir.
Yapısal olan tarihsel olanda anlamına kavuşur. Yapısal ta-
rihselin ve tarihsel yapısalın yabancısı değildir. Bir yapıyı
incelerken onun tarihsel bir uzanımı olduğunu unutmamamız
gerekir. Her durumda tarihsel zeminde kalarak nesnelin izini
sürmek doğru olur.
Aydınlanmayı ele alırken de bu çift yönlü bakışı benim-
semek gerekir. Bize aydınlanmanın bilgisini sağlayacak olan
kaynak insanlığın tarihidir, özel olarak da düşünce tarihidir.
Aydınlanma dediğimiz zaman özellikle XVIII. yüzyılı yani
Fransız Aydınlanması’nı düşünsek de asıl düşünmemiz ge-
reken bütün bir insanlığın tarih boyunca yaşadığı aydınlığa
yönelme çabalarıdır. Bir aydınlanma araştırması bütün ya-
şanmış zamanların uygar düşünceyi yaratan etkinliklerini ya
da ileriye açık yüzlerini görmeyi gerektirir. Kaynaklar ya da
bilinebilen çıkış noktaları çok önemlidir. Bu yüzden Eskiçağ
üzerinde özellikle durmamız gerekir. Yaşamın akışında hemen
her şeyi kökeninden başlayarak anlamaya çalışmalıyız. Eski-
çağ kültür gelişimleri açısından oldukça önemlidir. İnsanlığın
kültür temeli çeşitli toplumlarca Eskiçağ’da atılmıştır. Daha
geriye gidersek Tarihöncesi’nin sınırlarından girmiş oluruz.
İnsanlığın kökeni geriye doğru karanlığa gömülen o en eski
zamanlara kadar iner. Aydınlanmayı kavrama istemi yoğun
bir insan araştırmasını gerektirir. Tarihin en eski verileri bize
çok şey söyleyecektir.
Tarihsele yönelmenin sıkıntılı yanı veri ya da belge
eksikliğidir. Olanı en nesnel ölçülerde değerlendirebilmek
önemlidir. Belge genelde azdır, bazen de aldatıcıdır. Eskiler-
10
den bize çok belge kalmış olsaydı şimdi daha aydınlanmış
olacaktık. Yapıtların hiçbiri yitip gitmemiş olsaydı elimizde
bizi aydınlıklara çıkaracak büyük bir kaynak bulunacaktı.
Umulmadık bir anda yeni belgelere ya da kanıtlara ulaştığı-
mız da olur. Geçen yüzyılın başında toprağın altından çıkan
kentleri anımsayalım. Bir bakıma raslantıyla ulaşılmış olan
bu bilgiler dünyaya bakışımızı değiştirdi, tarih kavrayışımıza
aydınlıklar getirdi. Toprağa gömülmüş bir uygarlığın yeniden-
doğuşu bir mucize gibidir. Yeni verilere de ulaşsak geçmişle
ilgili bir yoksunluk duygusunu enine boyuna yaşayacağız.
Elimizle koymuş gibi bulabileceğimiz bir geçmiş yok yazık
ki. Geçmişi biz elimizdeki verilere dayanarak yeniden kur-
maya çalışırız çok zaman.
Araştırma nesnel bilgiyi öngörür. Öznelin aşıldığı yerde
bilimin ve felsefenin yolu açılmış olur. Kavramsala yönelir-
ken de tarihsele yönelirken de olabildiğince nesnel kalabilme-
liyiz. Birçok ruhsal etken bizi nesnellikten uzaklaşmaya zor-
lar. Gerçekliğe uymak yerine gerçekliği kendimize uydurmak
gibi bir eğilimimiz bile vardır. Her araştırmada işe bir parça
öznelliğin karışması doğaldır. Özneli yüzde yüz gidermek
olası değildir. Ne ölçüde mutlak nesnelliğe ulaşmak istersek
isteyelim öznelin engelinden ya da oyunundan kurtulamayız.
Az öznellik bilimde ve felsefede düşünceyi canlı ve kıvrak
tutar. Kaba usun her koşulda verimli olacağını düşünemeyiz.
Mutlak nesnellik de mutlak öznellik de düşten başka bir
şey değildir. Gene de özneli bilimsel bakıştan olabildiğince
uzaklaştırmak gerekir. Bunun için gerçekliğe nasıl baktığı-
mız önemlidir, açı olabilmek önemlidir. Bu da gerçekliğin
gözlemlenmesinde kendi bakışımızı öne çıkarmamız anlamı
taşır. Gerçekliği gözümüzle görmek diyebiliriz buna. Ortak
göz diye bir şey yoktur. Buluşmalar her zaman olur. Ancak
bilimde ve felsefede uzlaşan ya da uyuşan bakış değil doğru
bakış önemlidir. Yenilik biraz da aykırılıklardan beslenir. Bu-
11
nunla birlikte başkalarının bilgisinden yararlanmak da önem-
lidir. Tarihsel kavrayışın önceliği de inceliği de buradadır.
Başkalarının bilgisinden yararlanırken her şeyi kendi bakış
açımızdan görmeye çalışırız. Görüş alışverişi çok önemlidir,
tartışma doğru bilgiye ulaşmak için bir zorunluluktur. Nesnel
düşünceye ulaşmak isteyenler için diyalog kaçınılmaz olur.
İyi bakmak doğru görmek önemlidir. Bunun için dünyaya
dolgun bir bilinçle yönelmek gerekir. Kendi gözüyle görmek
kendi bilinç koşullarında görmek demektir. Herkesin kendi
gözü vardır, kimsenin ortak gözü yoktur. Ortak bilinç vardır
ama kaygandır, belirgin bir gerçekliği karşılamaz. Gözün
nesneli yakalayabilmesi için belli bir bilinç yetkinliği zo-
runludur. Yetersiz bilincin nesnel doğrulara ulaşma çabası
boştur. Bilinç yetmezliğine dikkat eksikliği eşlik eder. O
durumda sağlam bir görü’ye ulaşamayız. Nesnelliği güvence
altına alan şey etkin bilgi donanımıdır. Bakmayı bilmek ve
görebilmek gerekir. Araştırmada özenle ilerledikçe doğruyu
görme olanaklarımız artar. Örneğin latin edebiyatının yunan
kültür değerlerinden beslendiğini bilmek güzeldir, ne var ki
onu tarihsel gelişimi içinde ayrıntılarıyla ele almadan sağlam
bilgiye ulaşamayız. Bu arada örneğin Ovidius’u ayrıca ince-
leyebiliriz. Ama onu dolgun tarih bilgisinin içine oturtmadan
incelersek yanlışlara düşebiliriz. Tarihselin izini sürersek
nedensele daha geniş çerçevede ulaşma olanağı elde ederiz.
Nedenler araştırması bizi doğru bilgiye götürecek en doğru
yoldur. Nedenleri ortaya koya koya ilerlersek doğru bilgiye
ulaşma şansımızı yaratmış oluruz. Bir olguyu doğru olarak
ancak nedenleriyle kavrayabiliriz. Nedenleri görme konu-
sunda deneyimli ve donanımlı olmayanlar kaba nedenleri ya
da yakın nedenleri görmekten öteye geçemezler. İlk bakışta
gördüklerimiz bizi yanıltabilir. Bütün nedenleri göremesek de
en belirleyici nedenleri görmemiz gerekir. Yakın nedenlerde
takılıp kalmamak, uzak nedenlere inebilmek önemlidir. Alda-
12
tıcı olanlar genelde ilk bakışta görülenlerdir. Kaba etkenleri
belirleyici etkenler olarak görme yanlışına düşebiliriz.
Yetersiz olduğumuz alanlarda nedenler araştırmasına
yönelmek yanlış olur. Önce temel bilgiyi almış olmak gere-
kir. Köklü ve ayrıştırıcı bakış bir uzman titizliğini gerektirir.
Araştırma belli bir düşünsel yatkınlık yanında bir laboratuar
özenini de gerektirir. Laboratuarda çalışan kişi sabırlı ve özen-
lidir. Laboratuar sanatçı için yaşamın kendisidir, estetikçi için
yapıtlardır, toplumbilimci için toplumsal yapılardır. Görmek
ve göstermek önemlidir. Bilgilenmek her insanın hakkıdır,
bilgilenmek aydınlanma yolunda kişinin yükümlülüğüdür.
Düşünmeye alışık olmayanlar ayrıntılar gibi görünen temel
ögeleri raslantıyla görebilirler ya da gösterildiğinde görebi-
lirler. Aydınlanmacı aynı zamanda eğitmendir. Bir insan hiç
ilgilenmeyeceğini sandığı bir bilgiyle ilgilenebilir, yeter ki
o bilgiyle tanışma olanağı bulabilsin. Bilgiyi benimsetmeye
çalışmak değil yalnızca ortaya koymak, insanların dikkatine
sunmak gerekir. Her kişi her türlü bilgiye ilgisiz kalma hak-
kına sahiptir.
Herkes öncelikle kendi alanının bilgilisi olmalıdır. Başka
alanların bilgisine heveslensek de o alanlarda yitip gitme-
meye bakmalıyız. Düşünmeyi sevenler bilinç ufuklarını
genişletmekten haz duyarlar. Dar alanlarda sıkışıp kalmak
verimsizliği getirir. Küçük düşünen insanın sezgisi bulanık
ve yanıltıcıdır. Uzmanlık önemlidir ama düşüncede kısır kal-
mamak da önemlidir. Uzmanlık teknisyenliğe indirgendiğinde
ilgi dar alana kapatılmıştır. Özel ilgileri yoksa teknisyenin
çok geniş bir alanda düşünmesi beklenmez. O belli bir işi iyi
yapmakla yükümlüdür. Gündelik yaşayanların dünyası derine
inmeye ve çok uzaklara gitmeye uygun değildir. Gündeliğin
çarklarında dönüp duranlar temel insan sorunları karşısında
duyarsız kalırlar. Sürekli değişen ve gelişen dünyada onlar
aydınlanmaya doğru yürüyen insanlığın edilgin ya da sürükle-
13
nen üyeleridir. Aydınlanma bazılarının uzağından geçer, onlar
dönüşümü sonradan yani dıştan yani dolaylı yoldan benim-
serler. Aydınlanma onların benimsemek zorunda kaldıkları,
önünde sonunda benimseyecekleri bir şey olur. Genelde
gündelik yaşayanlar dönüşümleri apaçık göremedikleri gibi
dönüşüm biraz yoğun ve hızlı olduğu zaman tedirgin olurlar.
Her kesimden insanlar eğilimleri ve bilinç koşulları çerçe-
vesinde aydınlanmaya son derece eğilimli olabildikleri gibi
ilgisiz de kalabilirler. Bu bir sınıf sorunu değildir.
Dönüşüm apaçık sezilemese de süreklidir. Herkes için
değişen bir şeyler vardır: yaşam biçimleri bazen örtülü olarak
bazen gözle görünür ölçülerde değişir. Aydınlık bilinçler bu
dönüşümleri elleriyle koymuş gibi göremeseler de büyük
ölçüde sezerler ve olabildiğince doğru okurlar. O bir yana
aydınlık bilinçler insanlığın daha sağlam ve daha hızlı evril-
mesine katkıda bulunma istemini taşırlar. Gündelik bilinçle
yetinenlerin bakışı yüzeyseldir ve yanılmaya eğilimlidir.
Gene de dönüşümü hiç algılamamak diye bir şey yoktur.
Ortama şöyle bir bakınca bir şeylerin değişmekte olduğunu
görür insan. Değişimi daha iyi anlayabilmek için donanımlı
ve istekli olmak gerekir. Yoksa her zaman kendimize göre
doğru yanlış anlayacağımız bir şeyler olacaktır. İnsan bil-
meden ve görmeden de bir şeyleri anladığını sanabilir. Bu
anlama yanlış anlama değilse eksik anlamadır. Toplumsal
olguları bilinç yetmezliğinde en ince ve en genel görünüm-
leriyle anlar görünmek düşünce sporu yapmaktır. Bu arada
değişimi bir olumsuzluk gibi anlamak da olasıdır. Yetersiz
bilinçler dönüşümler karşısında tedirgin ve tutucu kalırlar.
Kaldı ki toplumsal olgular kaygandır, onlar fiziğin olgula-
rına benzemezler, onları doğru anlaması gerekenler bile her
zaman doğru anlamayabilirler. İnsan ilişkileri alabildiğine
karmaşıktır, onu olabildiğince düşüncede yalınlaştırmak ge-
rekir. Bilinç nesnel dünyayı ve kendini anlamaya yönelirken
14
yalınlaştırma düzeneklerini kullanır. Yetkin bilinç üst düzeyde
kavrayıcıdır: yalınlaştırmaya yani ayıklamaya ve sınıflamaya
eğilimlidir, gözlemlediği dünyada bir şeyleri seçe seçe ayıra
ayıra kendini kurar. Bilinç nesnel dünyayı yalınlaştırmadan
özümlemeye kalksaydı bilinç olmaktan çıkardı. Anlamak her
zaman bir şeyi belli bir yalınlıkta kavramaktır.
Deney ve gözlem özünde bir gündelik yaşam etkinliğidir:
durmadan gözlemler ve deneyler yapıyoruz. Bunu yaptığımızı
düşünmüyoruz çok zaman, tümevarım ve tümdengelim yap-
tığımızda olduğu gibi. Bu iki yöntemi gündelik işlerimizde
kullanırız. Bilimler ve felsefe bu yöntemlerle iş görürler. Ta-
rihte ve gökbilimde deneyler yapma olanağımız yoktur. Hadi
Fransız Devrimi’ni bir kere daha deneyelim diyebilir miyiz?
Bilimler felsefeye göre epeyce dar bir alanda çalışırlar, kendi
alanlarının sorunlarına göre yöntemler geliştirirler, sağlam
verilere, somut ve elle tutulur kanıtlara basa basa ilerlerler.
Önemli olan yoldan ayrılıp belirsiz yerlere doğru gitme-
mektir. Tasarım ya da düşlem her zaman vardır. Düş görmek
zenginliktir. Geleceği olanlar düş görmekten geri durmazlar.
Ancak bilim adamının göreceği düş uyanık insanın düşüdür.
Görülebilir düşleri görmek önemlidir. Felsefenin bilimlere
göre çok daha düşçü olduğunu söyleyebiliriz. Orada gece
yolcusu tipindeki arayıcı zaman zaman yolunu yitirebilir,
Kutupyıldızı’nın ya da pusulanın varlığı çok şey değiştirmez
onun için. Felsefe daha yürekli daha atılgan olmayı gerektirir.
Oysa bilim adamı her koşulda sakınıktır: o hem düş görmeyi
sever hem de gerçeklikten az da olsa uzağa düşmeyi göze ala-
maz. Oysa filozof gün olur alır başını gider: bir de bakarsınız
geleceğin haritasını çiziyor. Bu harita geleceğin toprağına
tıpatıp uyacak mıdır?
Gerçekliğin bilgisine yükselmeye çalışırken öncelikle
tarihin içinde kalmak, insanın başarılarını tarihin akışında
görmeye çalışmak gerekir. Tüm yaşanmışı bugünün gözleriy-
15
le görmeye yönelirken en uzak geçmişte yaşanmış olanların
bile ruhuna girmeyi bilmek gerekir. Bu yalnız felsefede
değil bilimlerde de, insan bilimlerinde olduğu kadar doğa
bilimlerinde de bir zorunluluktur. Kimse yaşamı şimdi’nin
dışında göremez, yaşama başka zamanın gözleriyle bakamaz.
Bugünün gözleriyle dünü ve bugünü görebilmek önemlidir.
Geçmişi iyi kavrayabilmek için de şimdiyi doğru görebil-
mek için de yarına sağlıklı bir biçimde açılabilmek için de
donanımlı olmalıyız. Bilime felsefenin yöntemlerini ya da
felsefeye bilimin yöntemlerini ulamak doğru olmaz ama her
ikisi arasında bir iletişim alanı oluşturmak gerekir. Çok zaman
bu iki alanda çalışanların birbirlerine güvenmediklerini, bu
yüzden bu iki alanın zorunlu olarak birbirinden koptuğunu
görüyoruz. Verimsiz bir kopuştur bu. Bilim adamına göre
filozof aşırı düşçü, filozofa göre bilim adamı gözünün önün-
dekinden ötesini görmeyen olarak kaldıkça bilimin felsefeden
ve felsefenin bilimden yararlanması olası değildir. Felsefeden
uzak bilimin ve bilimsellikten uzak felsefenin bugünü de
yarını da karanlıktır.
Eskinin düşünce oluşumlarını anlamaya çalışırken bu-
günün olanaklarını kullanmak bir zorunluluktur ama bu
zorunluluğu yerine getirirken eskiye saygının insanların yü-
reğinde kurumlaşmış olması gerekir. Eskiye yönelmek soyut
bir geçmiş hayranlığıyla değil insanın başarılarıyla yapıp
ettikleriyle ilgilidir. Soyut bir geçmiş hayranlığı bizi geriliğin
boşluklarına çekebilir. Bir yerin bir zamanın çerçevesinden
bakmazsak hiçbir şeyi tam göremeyiz. Şöylesine baktığımız-
da gördüğümüz yalnızca yaşamın aldatıcı gölgeleridir. Dünü
bugünün gözleriyle de olsa dün olarak görebilmek önem-
lidir. Bu konuda ortaya koyduğumuz kuram ve uygulama
bir bütünün iki yüzü olmalıdır. Yöntemin önemini gözden
uzak tutarsak yarı yolda kalırız: baktıklarımız önemlidir
ama bakışımız da önemlidir. Kaba görüntüde oyalanmadan
16
görüneni hatta görünmeyeni görmek önemlidir. Görüntüler
üzerine kurgular geliştirmek tehlikelidir. Olgubilimden bilime
ulaşamayız. Tehlike gerçekliği elden kaçırmakla, gerçek-
liğin yerine temelsiz düşleri koymakla ilgilidir. Donanım
önemlidir: bilinç açısından yetersiz insan her şeyi kafasına
göre yorumlayacak ve sorunlar karşısında kurgu düzenekleri
oluşturmaya başlayacaktır. Aydınlanmanın önemi işte burada
kendini gösteriyor: bilim adamı olmayabiliriz, felsefe adamı
da olmayabiliriz, ama insanlığın ortak kalıtı üzerinde belli
ölçülerde bilgi sahibi olmamız gerekir.
Aydınlanmanın gerçekleştiği ve araştırmacıya kendini
sunduğu yer evrensel bilinçtir. Bu da insanlığın evrimini
bütün kültür alanlarında görüp tanımamızı gerektirir. Bunun
için bireyin bilinci toplumsal bilinçle ve giderek evrensel
bilinçle azçok uyuşur durumda olmalıdır. Kültür insanları
yaşamı anlamaya ve açıklamaya, daha üst yapılara doğru
yönlendirmeye yatkındırlar. Onlar aydınlanırken aydınlatırlar.
Onlar aydınlatıcı güçlerini bilinçlerinin ışığında aydınlanma
gerçeğinden alırlar. Bunu insana adanma sayabiliriz. Toplum-
sal bilinci hatta evrensel bilinci ileriye doğru zorlamak önem-
lidir. Kitleler aydınlık düşüncelere ulaşma konusunda hevesli
olmayabilirler. Bizim etki gücümüzü gereksinmeden kendi
kendine dönüşen bir yaşamdan sözedebilmek olası değildir.
Gelişimin doğal dayanakları olsa bile insan emeği her zaman
gereklidir. Her toplum öncelikle kendi düşünenleriyle düşü-
nür. Yaşam yeni dönüşüm koşulları içinde yeni yaşam biçim-
lerini dayatırken düşüncenin önemi kendini gösterir. Dönüşen
yaşamın dinamiklerini okuyabilmek ve onları düşünceyle ve
eylemle daha etkin kılabilmek önemlidir. Çökmekte olan de-
ğerlerle doğmakta olan değerleri ayırabildiğimiz noktada her
şey apaçık görünecektir. Dönüşüm nasıl olsa olur rahatlığını
bırakıp dönüşüm ileri bilinçlerin gücünü gerektirir gerçeğini
benimsemek gerekir. Yaşamın yeni koşullarını açıklayan bir
17
fikir düşünenlerin ağızlarında ya da kalemlerinde bir yaşam
gerçeği olarak ortaya konulur ya da konulmalıdır. Geç kal-
mamak önemlidir. Toplumların geç kalmalarla nice sıkıntılara
düştüğünü biliyoruz. Sonradan sağlamak çok pahalı ve bazen
de olanaksızdır. Yaşamın dönüşen koşulları ve bu koşulların
bilincine varmış olanların çabaları yaşamı yeniliklere açar.
Önemli olan bugünün değerlerini yarına doğru geliştirmektir.
Oluşmakta olanı bir karmaşık olaylar düzeninde bilin-
cimizin koşulları çerçevesinde anlamaya ve yorumlamaya
çalışırken gelişimin yeni anlamlarını sezmeye yeni filizlerini
yakalamaya çalışırız. Dünya gözlerimizin önünde kat kat açı-
lan ve geçmişten geleceğe doğru ilerlerken kendinde geçmişin
izlerini ve geleceğin taslaklarını taşıyan bir karmaşık yapıdır.
Dünya kaygan yapısıyla bizimdir, bir bakıma bir karmaşa
yumağıdır. Hangi bilinç düzeyinde olursak olalım hepimiz
şimdinin insanlarıyız. Şimdinin aralıklarından ileriye doğru
baktığımızda olacakları azçok görme olanağımız vardır. Fal-
cıları kahinleri medyumları müneccimleri ve benzerlerini yani
gelecekle oyun oynayanları saymazsak, kimse geleceği oldu-
ğu gibi sezemez. İleri görüşlüler de geleceği elleriyle koymuş
gibi bulamazlar. Bilincin sağladığı olanaklarla bugünden ya-
rını belli bir ölçüde sezmenin dışında ileri görüşlülük boştur.
Birinin bize bir gün bir oyun oynayabileceğini sezebiliriz,
ama toplumsal düzenin ne gibi dönüşümlere uğrayacağını,
yaşamın gelecekte nasıl olacağını tam olarak kestiremeyiz.
Yarını düşünmek yarını sezmeye çalışmak hatta bir bakıma
yarında yaşamak önemlidir gene de. Yarını kurmakla yükümlü
olanlar bizleriz. Doğanın belirlenim koşullarına karşın insan
için önceden belirlenmiş bir gelecek yoktur. İnsan doğanın
öngördüğü özgürlük koşulları çerçevesinde geleceğini kendi
elleriyle kurar. Gelecek dediğimiz bilinmez şey şimdinin ko-
şullarından giderek oluşacaktır. Aydınlanma bu yüzden önem-
lidir, geleceğin kuruluşuna katılmak açısından önemlidir.
18
Geleceği görebilsek iyi olurdu. Doğanın belirgin yasaları-
na karşın bir yazgı temeli üzerine kurulmuş hazır bir gelecek
yok belli ki. Öyleyse geleceği kurmak hatta bugünden oya
gibi işlemek gerekecek. Geleceği göremeyiz ama öngöre-
biliriz. Geleceği öngörmek bir şeylere hazırlıklı olmak ve
daha ötede geleceği kurmak içindir. Geleceğin kuruluşuna
bilinç koşullarımız ölçüsünde bugünden katılmamız önem-
lidir. İnsanlar genelde temelsiz öngörüler ortaya koyarlar.
Özellikle bilinç yetmezliği çeken insan ufkun ötesindeki bir
şeyleri görmek bilmek açıklamak sevdasına tutulur. Yalnız
şimdinin gözleriyle geçmişi doğru gözlemleyenler gelecekle
ilgili azçok tutarlı görüşler ortaya koyabilirler. Öngörü iyidir
ama öngörmeyi bilmek gerekir, öngörebilmek gerekir. Bu da
verileri doğru değerlendirebilecek yetkinlikte olmakla ilgi-
lidir. Nedensellik bağlarının bilgece gözlemlenmesi yarınla
ilgili sağlam bir görü oluşturmakta bize kolaylıklar sağlar.
Bilimin ve felsefenin aydınlığından bakmak diyebiliriz buna.
Gene herkes kendi yolunu kendi çizecektir. Yere basmakta
zorluk çekenlerin ipte yürümeye özenebildiği şu garip dün-
yada kimsenin işine karışamayız elbette. Düş görmek iyidir,
düş güzeldir, gerçekliğin gözleriyle görülebiliyorsa. Kaba
sezgilere dayanan düşler yanıltıcıdır. Yaratıcı ya da kurucu
düşler insani üretimler için gereklidir. Gelişigüzel üretilen
düşler yollara yanlış koyulmuş levhalar gibi yolcuya güç-
lükler çıkarırlar.
Bilinç geliştikçe sağlam ve yararlı düşler görme yat-
kınlığına erişir. Bu da dünyayı bir bütün olarak sezebilme
ustalığına ulaşmış olmakla olur. Sağlıklı düşler görmek daha
çok nedenlere inebilenlerin ve nedenlerden sonuçlar çıka-
rabilenlerin işidir. Aydınlanma gene de düşlerle yürümez, o
bilinçsel bir olgudur, öncelikle kendi olmanın apaçık bilincini
gerektirir. Biz insanın yapıp ettiği her şeyde kendimizi tanı-
rız, karşılaştığımız her insan ürününde her insan eyleminde
19
kendimizi görürüz. Kalıntılar bu yüzden önemlidir. Dünün
insanı bugünün insanını dünün nesneleri bugünün yaşamını
nasıl açıklarmış gibilerden kabasaba düşünceler tarih bilin-
cine ulaşamamışlara göredir. Gündelik bilinçle yaşamayı
alışkanlık edinmişleri bir yana bırakırsak bütün aydın insanlar
insanı bilmek isterler. Sağlıklı insan için aydınlanma zorunlu
bir insanlık durumudur.
Bu arayıcılık bu aydınlanma istemi insanı zorlamaz mı,
giderek kişisel mutluluğun elden kaçırılması anlamına gelmez
mi? Mutlu olmak çok önemli midir? Mutluluk isteminde boş
ya da karşılıksız bir şeyler yok mudur? Yetkin bilince ulaşmış
insanın aradığı şey mutluluktan daha başka bir şeydir. Yet-
kin bilince ulaşmış insanın mutluluğu insanlığın esenliğine
bağlıdır. Belki de gerçek mutluluk yetkin bilince ulaşmış
olmanın ve o bilinçle yaratıcı olmanın zaman zaman verdiği
hazdan başka bir şey değildir. Kendilerini insanlığa adamış
olanlar geldigeçti mutluluklardan daha başka bir şeylerin pe-
şindedirler. Aydınlanmamış kişi için insan olmakla ilgili her
şey gündelik iyiliklere indirgenmiştir. Bilinç yetmezliğinin
sağladığı kör ve yalancı mutlulukla bilinçli insan olmanın
getirdiği evrensel mutluluk birbirine azçok benzese de aynı
şey değildir. Geldigeçti mutluluk gereksinimleri karşılanmış
olmanın doygunluğuyla uykuya dalmayı andırır. Bir yanıyla
da açlığa benzer, yeni acıkmaları çağırır. Karnını iyice doyur-
duktan sonra bir ağacın altında uykuya dalmaya hazırlanan
insanın mutluluğuyla laboratuarda bir varsayımı doğrulamaya
çalışan kişinin mutluluğu aynı şey değildir. Mutlulukların
niteliği hazların niteliğine göre değişir. Bilinç yetmezliği
çeken insan basit hazlardan kaba hazlara kadar uzanan çizgi
üzerinde değişik hazlar yaşayabilir. Bilinçli kişinin hazzı bir
dünyada ve bir tarih içinde başkalarıyla olmanın hazzıdır.
Bilinçli insanların dünyasında çeşitlilikler bir verimlilik kay-
nağıdır: insana yaraşır amaçlarda bir araya gelmek önemlidir.
20
Aydınlanmak isteyen insanın dünyasıyla böyle bir kay-
gısı olmayan hatta kendini zaten aydınlanmış gören insanın
dünyası apayrı iki dünyadır. Aydınlanma iki yönlü bir çabayı
gerektirir. Aydınlanma insanı kurama yani insan olma serüve-
ninin etkin bilgisine çağırır, öte yandan insana uygulamayla
yani yaşamla somut ilişkiler kurma gereksinimini duyurur.
Düşüncenin eylemden ya da tasarının uygulamadan apayrı
şeyler gibi düşünülmesi olası değildir. Değişen değiştiği öl-
çüde değiştirmek ister: bu bir insanlık yasasıdır. Değişmenin
güçlüğü değiştirmenin güçlüğüne eklenince aydınlanmacı için
ortaya gerçek anlamda bir adanmışlık tablosu çıkar. Aydın-
lanmanın insanı kendisine sunulanı kolayca benimseyen ve
başını belaya sokmaktansa her güçlüğe katlanmaya hazır olan
gündelik insana benzemez. Onun gözünde her benimseme bir
hesaplaşmanın ürünü olacaktır.
Başeğme aydınlanma yolundaki kişi için onur kırıcı bir
vazgeçişten başka bir şey değildir. Gündelik insanın hiç tar-
tışmadan benimsediği katlanmayla aydınlanmış kişinin sava-
şım koşullarında ortaya koyduğu katlanma apayrı şeylerdir.
Aydınlanmış kişi için katlanma bir dayanıklılık deneyidir ve
dünyayı dönüştürme çabasının bir koşuludur. Bu katlanma
bir başeğme değildir, doğrudan bir karşı koyma biçimidir. Ne
olursa olsun diye bir köşeye çekilemeyiz: dünyada dönüş-
türücü etkin bir güç olarak yer almamız gerekir. Süregiden
yaşam koşulları gündelik bilinçle yaşamaya alışmış insana
özel kolaylıklar sağlar. O insan yürürlükte olanla çabucak
uyuşur. Bir şeylere gözü kapalı bağlanmak ister. Aydınlanmış
kişi hayır diyebilen kişidir: o her evet karşısında kuşkuludur,
her evet’de çıkarcılığı düşündüren bir uzlaşma eğilimi bu-
labilir. Bu yüzden aydınlanmanın koşulları kişiye evrensel
genişlikte bir sorumluluk yükler. Aydınlanmış kişi kendini
bütün bir insanlık karşısında görevli duyacaktır.
Aydınlanmacı öncelikle bir kültür savaşçısıdır: sorar tar-
21
tışır eleştirir. Aydınlanmacı duygusal düzeyde olmasa bile
düşünsel düzeyde korkuyu inine sokmuş kişidir. Korkuyu
ussallaştırmak diyebiliriz buna. Korkmamak olası değildir:
yaralanabilir bir varlığın korkusuz olabileceğini düşüne-
meyiz. Kişi ruhsallığını bilinçle denetlerken korkularını da
evcilleştirir. O durumda korkuyu hiçe indirgemek değil de
korkuyla hesaplaşmak ve korkuyu çekilir kılmak sözko-
nusudur. Yoksa kabalıklar bayağılıklar basitlikler bile bir
korku nedeni olabilir. Korkuyu yenmek dünyayla düzgün
bir toplumsal ilişki içinde olmanın da koşuludur. Kendimizle
sınırlandığımız yerde korkular üretmeye başlarız. Gerçek
yaşam dışadönüklüğü gerektirır. Aydınlanma yolundaki insan
toplumsallaşmış insandır. Korkuyorum öyleyse varım diyen
kişi aydınlanmamıştır. Aydınlanma toplumsallık bilincinin
ya da insan olma bilincinin özel adıdır.
Aydınlanma korkuyu gerekçelendirir ve yumuşatır. Ben
korkmam savı insanın Herakles gibi güçlü olma özlemini de
yansıtsa gerçeği karşılamaktan uzaktır. Aydınlanmış insan
için “ben korkmam” demek “korksam da” demektir. Korku
davranışlarımızın yönlendiricisi ve haklı gerekçesi olamaz.
İnsanın korkuyla saklambaç oynadığı yerler vardır. İp camba-
zı korktuğu için dikkatli yürür ama korkuyorum ipe çıkmam
diyemez, korkmuyorum da diyemez. Korkuyla oyun oynayan
kişidir o: oyun yere çakılmakla bitebilir. Birden bir nedenle
marazi bir korkuya kapıldıysa onu bir daha ipin üstünde
göremezsiniz. Aydınlanma yolundaki insanın korkusu daha
karmaşıktır, bir bakıma daha basittir. Onun yere çakılması ip
cambazının yere çakılmasına benzemez, onun yere çakılması
değerlerini yitirmekle eşanlamlıdır. Yeterince aydınlanmamış
kişi zorlandığında ahlak sapmaları gösterebilir.
Aydınlanmışlık siyasal yükümlenmeleri zorunlu kılabilir.
Bunu ille etkin siyasete girmek ya da siyaset adamı olmak
diye anlamamalıyız. Aydınlanmış olmak bir görüye ulaşmış
22
olmaktır, bir açıya yerleşmiş olmaktır, saydam bir bakışa
köklü bir kavrayışa ulaşmış olmaktır. Bu yetkinleşmede insan
birçok şeye aykırı düşmenin zorluklarını yaşar. Eleştirili bir
tutum alma gerekliliği siyaseti kendiliğinden getirir. Aydın-
lanmacı siyaset adamının sevmediği bir siyasetçidir. Buna
göre aydınlanmışlık bir yükümlenmedir, bireye zorunluluklar
yükler. Aydınlanmış kişinin siyasetçiliği görev duygusuyla
ilgilidir. Bir şeyleri değiştirmek ya da dönüştürmek yolun-
da gerekli kültür donanımı elde edilmişse görev başlamış
demektir. Aydınlanmış insan siyasetin içinde bile siyasete
yabancıdır.
Siyaset bir oyundur. Bunun için yoğun bir kültür birikimi
gerekmez. Siyaset düzeneği basit araçlardan ve kolay yön-
temlerden oluşmuştur. O yüzden herkese açıktır ve herkes
onda kendini yeterli bulabilir. Siyaset adamı genel insanın
diliyle konuşmayı bilir. Kitleler gerçeği görmek konusunda
donanımlı da istekli de değildirler. Evrensel bilinç ya da daha
dar anlamda toplumsal bilinç gündelik bilinç düzeyinde kal-
mış olan bireyleri alttan alta etkiler. Ancak gündelik bilinç
değişimler karşısında güvensizdir tedirgindir sıkıntılıdır: ya-
şam oyunbozanlık etmiş, topluma ve dolayısıyla kişiye yeni
koşullar dayatmıştır. Toplumsal konumundan hoşnut olanlarla
toplumsal konumundan hoşnut olmayanların karşıtlığı ça-
tışkıları getirir. Aydınlanmış kişi evrensel akışa dönüştürücü
bir güç olarak katılacaktır ama dönüşümlerde tek söz sahibi
o değildir. O daha çok görünmez koşullarda etkilidir. Yaşam
daha çok ortalama bilinçlerin öngörüleri çerçevesinde dönü-
şür ve bu yüzden her zaman sorunludur.
Evrensel dönüşüm aydınlanmada anlatımını bulur. Geri-
ye doğru çekmeler her zaman vardır, bunlar evrensel akışı
duraklatsa da durduramaz. Evrim fikri her zaman karşıevrim
fikriyle engellenir. Aydınlanmaya karşı koyanlar olmasaydı
evrilmeler çok kolay olacaktı demek kolay ve boştur. Geli-
23
şimin gücü büyüktür ama gelişim her zaman engellere uğrar.
Toplumsal dönüşümler yalnız ussal yolları izleyebilseydi
sorun yoktu. Toplumsal yaşam akıllıların olduğu kadar
akılsızların, iyi niyetlilerin olduğu kadar kötü niyetlilerin,
ahlaklıların olduğu kadar ahlaksızların yaşamıdır. Yaşamın
inişli çıkışlı görünümü sürdürücülerinin apayrı dünyalarda
yaşıyor olmasından gelir. Bilen de bilmeyen de tarihe katılır.
Düşünülmeden tartışılmadan benimsenmiş ve yasallaştırılmış
kalıp görüşler vardır: kendi usuyla düşünemeyenler başkala-
rının usuyla düşünmek zorunda kalırlar.
Başkasının usu dediğimiz iğreti us durmadan sorun çı-
karır, yanlışa kapı açar. Onun kuralları ilkeleri öngörüleri
gerçeklikten yüzde yüz uzak olmasa da değişim için yeterli
değildir. Gelişmemişlerin düşünceden çok belagate yatkın
dünyasında dil çok zaman tantanalı ve boştur. Ortalıkta bilgi
temeli olmayan filozoflar dolaşır. Buna göre aydınlanma her
zaman sancılıdır. Yetersiz insanı yoldan çıkaracak elma şeker-
leri pamuk şekerleri atlıkarıncalar vardır. O koşulda temelsiz
görüşler ve doğrulanmamış fikirler kitlelere altın tepsilerde
sunulurlar. Bunların etkisiz kılınması aydınlanmış insanların
yoğun çabasını gerektirir. Önemli olan doğru bilgiyi etkin kı-
larak önyargıları giderebilmektir. Toplumsal önyargılar kişisel
önyargılar kadar dirençlidir. Kültür değerleri aydınlanmanın
güvencesidir. O yüzden yaşam siyaset üzerinden değil de
kültür üzerinden gelişir. Siyasal oluşumlar denizin dalgalarına
benzerler. Görünüşte etkin olan siyasettir, gerçekte etkin olan
her bilince olumlu gerekçeler sunabilen kültürdür. Siyaset
kültüre baskı yaparken kültürün baskısı altındadır. Ne olursa
olsun aydınlanma insanlığın bütün hastalıklarına iyi gelir.
İnsanın insan olma bilinci her şeyin üstünde önemlidir.

24
AYDINLANMA KAVRAYIŞI
YA DA BİLİNCİN AYDINLIĞI

Aydınlanma bir yaşam koşulu ve bir düşünme biçimidir.


Toplum açısından ileri düzeyde uygarlaşma yolunda olmaya,
birey açısından yetkin bilince ulaşma çabasına tanıklık eder.
Sorun buna göre hem toplumsal ya da evrensel bilinçle hem de
bireysel bilinçle ilgilidir. Bu da aydınlanma kavramının eği-
tim kavramına sıkıca bağlı olduğunu gösterir. Bugün eğitim
dediğimizde özellikle yeni dünyanın koşullarını düşünmemiz,
onu aile eğitimiyle ve okul eğitimiyle sınırlamamamız doğru
olur. Eskiden eğitim bu iki kurumla sınırlıydı, bugün bireyler
isteseler de istemeseler de olumlu ve olumsuz özellikleriyle
çokyönlü bir eğitim bombardımanı altındalar. Bunun her du-
rumda aydınlanma olgusunu güçlendirdiğini hızlandırdığını
çeşitlendirdiğini söyleyebilmek kolay değil. Birey bilincini
sağlam oluşturmadığı, kendini içiboş kültür saldırılarından
korumadığı ve genel toplumsal yaşamın akışına bıraktığı
zaman bu çokyönlü kaçınılmaz eğitimin zararlarını görüyor.
Bu başı sonu belirsiz eğitimin genelde insanların bilincini
bulandırdığı, en azından onları gündelik yaşamın koşullarına
hapsettiği tartışma götürmez. Bu tür olumsuz eğitici etkiler
altında kalan bireyler en azından “birbiçim” insanlar olmanın
kötü yazgısını paylaşıyorlar.
Çünkü eğitim kaynağı ve amacı belirsiz bir takım etki-
lerin saldırısı altında kalıplanmak sorunu değil bir dizge ve
yöntem çerçevesinde kendini geliştirmek sorunudur. Eğitim
edilginlikle belirlendiğinde bir çarktan çıkmışçasına bir-
birine benzeyen kafalar üretir. Eğitim buna göre eğiticinin
etkin kişiliği kadar bireyin alıcı istemini ve eğiticiye verdiği
tepkileri de gereksinir. Eğitim tek yönlü işlemez: eğitileni
iyileşmez belleyici olarak görmek yanlış olur. Yaşamda her
gün biraz daha gelişmekte olan kalıplanmış insan olma örnek-
25
leri bireylerin giyimlerinde konuşmalarında davranışlarında
tepkilerinde özellikle de yazma ve konuşma biçimlerinde
kendini açıkça ortaya koyuyor. Bu da süreklilik gerektiren
evrensel aydınlanmaya ket vuruyor. Aydınlanma usunu iyi
kullanabilen, onu sürekli araştırmayla güçlü kılabilen, bu
gelişmiş ussallıkla bilincini sürekli yetkinleştirebilen insan-
ların uğraşıdır. Özünde bir yeti olan us geliştirilmezse üre-
meyi ve beslenmeyi sürdürmeye yarayan basit bir güç olarak
kalır. Sorun her koşulda bilinç düzeyiyle ilgilidir. Gündelik
bilinçle yetinenler de iyimserlikle kendilerini aydınlanmış
kimseler olarak görebilirler. Gelişmeden aydınlanmak ancak
bir mucize olabilir.
Bilgisiz aydınlanma yoktur ve yetkin bilinç sağlam bir
bellek düzeneği üzerine kurulur. Bellek eğitimi aileden çok
okulun sorumluluğuna girer. Aile eğitimi, cinsel eğitim de
içinde, genelde yanlışlarla doludur. Aile çok zaman yetkin
bilinç oluşturmanın değil yanlış bilinç oluşturmanın yuvası-
dır. Ailede birey olsa olsa taşlaşmış görenekler çerçevesinde
düzgün davranma biçimlerini öğrenebilir. Bu da toplumsal
yaşam gerekleri açısından elbette önemsiz değildir ama ye-
terli de değildir. Birey bilinçlenme süreçlerini büyük ölçüde
okulda yaşayacaktır. Okulların çok uygun eğitim ortamları
olduğunu söylemek de kolay değildir. Okul eğitiminin nite-
liğini bozan başlıca etken ulusal çerçevede nüfus artışı ve
ona bağlı olarak dengesiz gelir dağılımıdır. Aileden yetersiz
çıkan genç okulda da yetersiz bir eğitimden geçince topluma
sorunlu hatta tehlikeli insan olarak katılacaktır.
Bu çerçevede bir bellek eğitiminden sözedebiliriz. İyi bir
bellek ancak doğru bir kavram eğitimiyle sağlanabilir. Kav-
ramlar gerçekliğin zihindeki yansılarıdır. Onlar gerçekliğe
uygunlukları ölçüsünde geçerlik kazanırlar. Bellek eğitimi de-
diğimiz şey özünde doğru bilgi edinmeyle ilgilidir. Kavramlar
bellekte içlem ve kaplam ilişkisine göre bir dizge oluştururlar.
26
Bir bellekte kavram içerikleri doğruysa belleğin yapısı ger-
çeklikle tamuyar bir ilişki içindedir diyebiliriz. Sağlam bir
bellek kavramların oluşturduğu sıradüzenine göre yaşamın bir
şemasını yansıtır. Kavramlarımızın doğru ve dolgun içerikli
olmaları önemlidir. Yanlış eğitimle oluşturulmuş bir bellek
sakat ya da hastadır. Hangi kavramların hangi kavramları
içereceği, hangi kavramları hangi kavramların altında topla-
mak gerektiği bilinmeden yapılan bir eğitim belleği bozarken
bilinci altüst edecektir. Kötü koşullarda oluşturulmuş bir
belleği onarmak ya da yeniden düzenlemek kolay değildir.
Kötü eğitilmiş kişi edindiği yanlış bilgileri kendi varlığıyla
bütünleştirdiğinden onlara sıkı sıkıya sahip çıkacaktır.
Bununla birlikte bir bellek onarımından ya da düzenle-
mesinden sözetmek olasıdır. Bunun için kişi öncelikle bunu
öngörmelidir. Böylesi bir serüven dile kolaydır, ondan büyük
verim almak olası olmayabilir. Bilincin kalıcılık kazanmış
ögeleriyle yerleşik ögeleriyle oynamak kolay değildir. İnsan
aldığını kolay verebilen ya da istediği zaman atabilen bir
varlık değildir. Gene de yanlışı yasal kılmamak ve belli bir
bellek onarımı sağlamak için kolları sıvamak doğru olur.
Yetersiz bilinç ya da bulanık bilinç sorunu hafife alınabilecek
gibi değildir. Belleği bozuk kişilerin doğru bilgi diye ürettiği
saçmalar doğru bilgi kimliğiyle yaşamda ve kitaplarda bol
bol yer alabiliyor. Birileri akıllarına ilk geleni doğru bilgi
diye insanlara sunabiliyorlar. Yanlış bilinç oluşturmada kaba
ideolojik kaygılar da belirleyici olabiliyor. Yanlış bilginin
kaynağında cahillik mi kötü niyet mi var sorusunu yanıtla-
yabilmek kolay da gerekli de değildir.
Yaşadığım bir olay ne büyük yanlışlara düşüldüğünü gös-
termek açısından çok ilginçtir. Bir gün üniversitelerimizden
birinin sanat tarihi bölümünde ders anlatıyordum. Bir kız öğ-
rencimiz birden sözümü keserek ve tam anlamında suçlayıcı
bir ses tonuyla benim kendilerine yanlış şeyler öğrettiğimi
27
söyledi. Bir örnek vermesini istedim. Şöyle dedi: “Size göre
her toplum belli bir uygarlık etkinliği ortaya koyuyor ve
gene size göre bütün toplumların belli bir kültürü var. Yani
her toplum hem uygar hem kültürlü oluyor. Oysa bizim eli-
mizde beş profesörün yazdığı bir kitap var. Bu kitaba göre
bazı toplumlar uygarlık toplumlarıdır bazı toplumlar kültür
toplumlarıdır.” Karşılaştığım tablo son derece acı verici
bir tabloydu. Beş profesör belki uygarlığın ve kültürün ne
olduğunu bilmeden ve belki de ideolojik kaygılarla genç
insanların belleklerini bozuyorlardı. Kim bilir o kitapta daha
ne yanlışlar vardı. Sözkonusu kitap yanlış bilmiyorsam ders
kitabı olarak kullanılıyordu.
Kavram eğitimi çok önemlidir, eğitimde tanımlama çok
önemlidir, örneğin uygarlığın ne olduğunu kültürün ne oldu-
ğunu bilmek çok önemlidir. Tanımlamak bir kavram içeriğini
apaçık belirlemektir, bir kavram içeriğini özetlemek yani
temel nitelikleriyle ortaya koymaktır. Tanımlamadan sonra
daha geniş çerçevede kavramla ilgili tanıtlamalar yani temel
özellikler üzerinde geniş açıklamalar yapmak gerekir. Bu da
bir nesnenin belirleyici özelliklerini tam olmasa da tama yakın
belirlemek demektir. Eğitici böylece sunduğu bilginin hesa-
bını da vermiş olur. Bu yüzden eğiticinin öncelikle kendini
iyi eğitmiş yani iyi bir bellek eğitiminden geçmiş olmasını
bekleriz. Uygarlığın ne olduğunu kültürün ne olduğunu bil-
meyen bir eğiticinin bu iki kavram üzerine bilgiler vermesi
korkunç bir durumdur. Kendini yetiştirmeden başkalarını ye-
tiştirmeye kalkanların işledikleri yanlışlar katillerin işledikleri
cinayetlerden daha az etkili değildir. Eğiticinin sürekli bir
kendini eğitme çabası içinde olması beklenir. Sağlıklı bilinç
her şeyden önce iyi bir bellek eğitiminden geçmiş kişilerin
ulaşabildiği bir zenginliktir. Eğitimin gelişigüzel düzenlendi-
ği toplumlarda bu tür zenginlikler olmaz. Herkesin kendine
göre düşündüğü ya da düşündüğünü sandığı, herkesin her
28
şeyi eksik hatta yanlış bilinçle keyfine göre yorumladığı ve
insanlara bilgi diye sunduğu ortamlarda sağlıklı eğitim düş
bile değildir.
Gündelik bilinçle yaşamayı göze almış olanlar için çok şey
söylememiz gerekmeyebilir. Ama kültürden sorumlu eğitim
ortamlarında her bilgi üretiminin sağlam bir bilinç temeline
oturuyor olması bir zorunluluktur. Kültür üretmekten sorumlu
kişilerin kavramlar dünyasıyla ilişkilerini kılı kırk yararcasına
sürdürüyor olmaları gerekir. Her yeni bilgi bilincin dağılıp
yeniden kurulmasını zorunlu kılar. Üst düzeyde düşünmekten
sorumlu insanların bilinç sağlamlığını sürdürebilmek için
belleklerini yeniden yeniden gözden geçirmeleri, gündelik
dille söylersek belleklerini tazelemeleri gerekir. Biz bunları
zaten biliyoruz rahatlığıyla bilim felsefe sanat yapmaya kal-
kanlar kendilerini gülünç ediyorlar. Buna karşılık belleğini
yenilemek konusunda istekli kişiler verimlilikleriyle öne
çıkıyorlar. Yetkin bilinç verimini kendiyle ve dünyayla ilgili
özeninden alıyor.
Bellek durmadan değişmeye eğilimli yapısıyla bireyin
duygusal ve düşünsel geçmişidir şimdisidir hatta geleceğidir.
Bellek bizi kendimiz kılarken aynı zamanda dünyaya bağlar.
Bilinç dünyanın özellikle yargılar ortaya koymakla yükümlü
olan etkin yüzüdür. Bilincin etkinliği belleğin canlı yapısını
aşar, belleğin üstünde bir etkin yaşam koşulu özelliği gösterir.
Bilinç hem kendinin hem dünyanın bilincidir. Dünyadan so-
yutlanmış bilinç yoktur. Dünyayla bilinç arasında bir kesinti
de yoktur. Bilinç dünyayı kendimizde gördüğümüz ve kendi-
mizi dünyaya kattığımız yerde kendini gösterir. O her zaman
yönelgenliğiyle yani kendine olduğu kadar kendi dışına dönük
etkin yapısıyla bilinçtir. Bilinçte içle dış bütünleşir, onun asıl
işlevi dünyada kendini ve kendinde dünyayı görebilmektir. O
dünyayı kendi açısından kendinde taşır. Buna göre hem kendi
kendisinin hem de bütün bir insanlığın bilincidir.
29
En bencil ve kendine kapalı insanın bilinci bile dünya-
daki bilinçtir. O evrensel bir genişlikte varlığı algılarken de
özgündür, en belirleyici nesnellikte bile özelliklerini ya da
öznelliklerini korur. Dünya karmaşıktır, bilinç yalına eğilim-
lidir. Böylece bilinç insan için dünyayı daha anlaşılır ve daha
yaşanılır kılar. Bu yoksa ya içgüdüler düzeyinde kalırız ya
da yabancılık duygularıyla belirgin sarsıntılar yaşarız. Bilinç
dünyaya uyumun merkezi olurken dünyayı kendinde yalına
indirgemeye çalışır. Tek tek şeylerden oluşmuş son derece
karmaşık bir dünyada tekleri olduğu gibi kendine almak bi-
lincin kaldırabileceği iş değildir. Bilinç tekleri genellemelere
götürerek kendi özgün kavrayıcı yapısını oluşturur. Bilgiye
yönelişin temel koşulu yalınlaştırmadır. Kavram üretimi ya-
lınlaştırmanın ya da soyutlamanın koşullarında gerçekleşir.
Bilinç böylece benzerleri bir araya getirerek ve benzeme-
yenleri ayırarak türleri ve cinsleri oluşturur. Bilinç demek
ki kavramları teklerden türetir. Dünya teklerin dünyasıdır.
Dünyada ne türler ne de cinsler vardır. Türler ve cinsler bizim
tasarımlarımızdır.
Yalınlaştırma soyutlamayla gerçekleşir. Türlerin ve cins-
lerin saptanması sınıflamadır. Sınıflama özünde soyutlamadır.
Sınıflama yoluyla kavramlaştırma teklerin dünyasında benzer
özellikleri kümeleştirmekle yani bir araya toplamakla olur.
Bunu yaparken bilinç yalnız dış dünyanın belirleyiciliği
altında değildir, o her ediminde bir yandan dünyanın koşul-
larını benimserken öbür yandan kendi koşullarını da dünya-
ya benimseterek bilgiye ulaşır. Bilincin a priori özellikleri
insan türüne özgü özelliklerdir. Bu da dünyanın koşullarına
uyarken dünyayı kendi koşullarına uydurma anlamı taşır. Bi-
lincin hiçbir ögesi mutlak ölçüde a posteriori değildir. Küme
dediğimiz şey kavramın içeriğidir ya da kendisidir. Özelden
genele bir yol açmaktır bu. Genellemede teklerin indirgene-
mez özellikleri ya da özel özellikleri görmezden gelinir. Her
30
zaman başlıca özellikler diye bir sorun vardır. Tekleri tüm
özelliklerini koruyarak bir araya getirelim dersek dünyanın
durumuna düşeriz ve bilgiye ulaşamayız. Belleğin oluşum
serüveniyle birlikte bilincin ne olup ne olmadığı sorunu da
ben’in kendisiyle ve dünyayla ilişkisi içinde anlaşılmalıdır.
Bellek bir sıradüzeninde ve bir içlem-kaplam ilişkisi için-
de bir araya gelmiş olan bir dizge bir kavramlar dizgesi olarak
görünür. Bilinç özünde bellektir, kendini bilen bellektir, etkin
bellektir. Buna göre bellek bir bilgi deposundan daha başka ve
daha çok bir şeydir. İnsan bilgiyi depolamaz, onu kendine alır,
kendiyle özdeşleştirir ve kendinde yaşar. Bilgi depolayanları
ayrı tutmak gerekir. Anlık etkindir, bir yargı düzeneği olarak
etkindir: belleği canlandırır, belleği bilince dönüştürür. Bilin-
ce anlıkla canlandırılmış bellek de diyebiliriz. Bellek başka
bilinç başka desek de birini öbüründen ayırmak kolay değildir.
Salt bellek yani anlıktan bağımsız bellek edilgin bir güç hatta
bir gücüllük bir tasarım olabilir ancak. Bir yargılamagücü
olan anlık olmasaydı bellek bir bilgi yığınağı, birbirinden
kopuk bir bilgiler toplamı olacaktı. Bellek böylece, Platon’un
İdea’lar düzeninde olduğu gibi, en genelden en özele kadar
birçok kavramı, dünyanın şemasına uygun olarak birçok
kavramı kendinde barındırır, bunu yaparken özellikle kendi
için önemli olan kavramları daha dolgun daha belirgin kılar.
Bellek kendine ve kendi dışına deşici ve ayrıştırıcı bir etkili-
likte yöneldiği zaman bilinçtir. Evrensele göre düzenlenmiş
nesnel yapısı içinde ayrıca kendi öznel renkleriyle ya da özel
özellikleriyle donanmış olan bilinç tarihsel bir genişlikte hem
kendini hem dünyayı algılamaya eğilimlidir. O kendinde
dünyayı algılar ve açıklarken dünyada da kendini algılar ve
açıklar. O hem tek kişinin hem de zamanda ve uzamda bütün
bir dünyanın bilincidir. Bilinç böylece kendi nesnel ve öznel
yapısı içinde insanlığın bilincine katılır, ondan pay alır ve ona
kendinden bir şeyler vermeye çalışır. Aydınlanma bireysel
31
bilincin evrensel bilince yönelme etkinliği ölçüsünde gerçek-
leşir. Bunun için gündeliğin çarklarından kurtulup evrensele
doğru yönelmiş ya da kanatlanmış bir düşünsel ve duygusal
merakın belirleyiciliği gereklidir.
Bütün geniş uzanımlı kavramlar gibi aydınlanma kavramı
da neredeyse bütün bir dünyayı ve bütün bir tarihi kucakla-
maya ve açıklamaya yönelik azçok karmaşık bir kavramdır.
Karmaşıklığı zengin içeriğinden gelir, çeşitliliklerle örülmüş
dolgunluğundan gelir. Zengin içerikli kavramların ortak yaz-
gısı budur. Aynı güçlük bazı başka kavramlar için de, örneğin
“varlık” kavramı için de sözkonusudur. Kavramların dünyası,
özellikle geniş kapsamlı soyut kavramların dünyası hiç de
yalın değildir. Evet özellikle soyut kavramlar yani soyut
nesnelerin kavramları yoğun anlamlarla yüklüdür. En basit
ve en somut bir kavramın bile kaygan yanları vardır ayrıca.
“Tava” dediğimiz zaman çok belirgin bir nesne mi canlanıyor
gözümüzde? Somut kavramlar doğal olarak soyut kavram-
lardan daha yalındır. Soyut olsun somut olsun kavramlar dü-
şüncenin temel taşlarıdır. Bilinçte kavramlar dizgesi yetersiz
ya da sağlıksızsa düşünce yanlışa eğilimli olacaktır. Yanlış
kavramlardan ya da eksikli kavramlardan doğru bilgiler tü-
retemeyiz. Ayakları yere basmayan yani gerçeklikle uyum
içinde olmayan, gerçekliği kendine göre kurmaya eğilimli
olan bilinçler tehlikelidir. Temel bilgi yani kavramlar dizgesi
yeterli değilse fikir üretimi sorunlu olacaktır. Amaç karmaşık
dünyada yalını elde edebilmekse bunun için bilinçte sağlam
görü koşullarının oluşturulmuş olması gerekir. Basitçe dünya-
yı yalınlaştırmak diyebiliriz buna. Kavramlar düzenini sağlam
kurduğumuzda onlara dayanarak yapacağımız fikir üretimleri
de sağlam olacaktır. Kavramlarla fikirler arasında nesnellik ya
da gerçeğe uygunluk açısından tutarlı bir alışverişin olması
gerekir. Onlar ayrıca birbirlerini nesnel ya da gerçeğe uygun
kılmakla yükümlüdür. Fikirleri oluşturanlar yani fikirlerin
32
bileşimine katılanlar kavramlarsa kavramları düzenleyenler
ve düzeltenler de fikirlerdir. Fikir ve kavram diyalektiğinde
kavramlar öncesel de olsalar etkileşim süreçlerinde öncelik
diye bir şey sözkonusu değildir.
Kavramları soyutlamalarla kuruyor, bilinci soyutlama-
larla oluşturuyoruz. Soyutlama bilincimizin işi, soyut şeyler
bilincimizin ürünüdür: doğada soyut yoktur. Bilinç ne öl-
çüde gelişmişse soyutlamaya yatkınlık o ölçüde belirleyici
olacaktır. Bellek bütün gerecini öncelikle dış dünyadan alır.
Duyumsama bellek oluşumunun ya da bilinçlenmenin ilk
basamağıdır. Duyumsamayla başlayan yol aydınlanmaya
kadar gider. Aydınlanma bilincin ürünüdür, aynı zamanda
bilincin etkin varolma biçimidir. Aydınlanma kökleri insanın
doğasında olan ve gücünü bilincin yönelgenliğinden alan
bir varolma koşuludur. Gelişen insanlığın anlamıdır, insanın
sürekli gelişen özünün anlamını oluşturur. Tarih bütünüyle
aydınlanmanın tarihidir. Özellikle olaylardan soyutlanmış
düşünselliğin tarihi ya da kısaca düşünce tarihi doğrudan
doğruya aydınlanmayı açıklar. Tarih geriye sarmayan ve
kendini yinelemeyen bir akışta insanlığın ortak ürünüdür.
İnsanla ilgili her şey tarihseldir. Tarih sürekli bir evrimin ko-
nusudur, sonsuza doğru evrilen insanlığın çelişkilerle örülmüş
serüvenidir. O bütün bir insanlığın yaşamıdır. Tarih birbirine
eklenen durumların değil birbirini yaratan koşulların tarihidir.
Tarihi gerçekleştiren insan tarihsel insandır. İnsan hiçbir
zaman tarihin dışında olmamıştır. Bilinç eksikliği nedeniyle
kendilerini tarihten bağımsız sayanlar ya da tarihin dışında
görenler bile tarihte olduklarını bilirler. Tarih bizi bağımlıyor
mu hatta köleleştiriyor mu? Kendimizi tarihin dışında duy-
mak bizi özgür kılar mı? Kendimizi tarihin dışında duysak da
tarihin dışında olamayız. Ayrıca tarih bizi bağımlamaz ama
insana bağlar. Tarih bir yazgı değildir, bir kendini yeniden
yaratma ortamıdır. Onda belirleyici olan insan istemidir ve
33
insan emeğidir. Doğanın yasaları önceseldir ama onlar aynı
zamanda belli koşullarda insanın özgürlüğüne olanak veren,
insanın gelişme istemine engel çıkarmayan belirleyicilerdir.
Özgürlüğe eğilim alt türlerde oluşmaya başlar, yukarıya doğru
adım adım gelişir, insanda gerçek özgürlük anlamı kazanır.
Doğalın bittiği yerde değil ama doğalın başladığı yerde özgür-
lüğün koşulları belirginleşir. Tarih insanın dünyasında doğalın
izini sürer. Özgür yaşamımız doğallıktan kopuk değildir,
tersine doğalın izlenmesiyle gelişir. Düşüncenin tarihinde
bizi doğaya uygun yaşamaya çağıran bilgeler insanın doğada
özerk olmadığını, bununla birlikte onun özgürlük yolunda,
kendini özgür kılma yolunda olduğunu, bunun için gücünü
doğadan alabileceğini bildiriyorlardı. Çünkü insan yaşamı
doğaldır, insan doğanın bir parçasıdır, doğaya aykırı düştüğü
zaman sıkıntılara uğrar. Onun özerk olmayışı bu anlamdadır.
Doğallıklarını bilinçle yaşamayan ve doğaya aykırı düşen
bireyler önünde sonunda doğanın hışmına uğrarlar ve bu du-
rumu kötü yazgıyla açıklamaya çalışırlar. Oysa doğada yasal
koşullarda bir akış vardır, yazgı diye bir şey yoktur. Yazgıyı
yaşamın temeline koyan insan bu yolla sorumluluklarından
sıyrılmayı düşünür: benim elimde bir şey yoktu, ne olduysa
yazgının eliyle oldu der. Sağlıklı bilinç yazgı kavramını dışlar
ve onu bilinç yetmezliğinin bir yaratısı olarak değerlendirir.
İnsan kendi yazgısını kendi yaratan varlıktır.
Bilinç öncelikle tarihin bilincidir. Tarih bilinci dönüşü-
mün bilincidir, bu dönüşüm çerçevesinde evrensel değerlerin
oluşumunun bilincidir. Dönüşüm bir olan’dan olası’ya doğru
olur. Olmuş olandan olacak olana uzanan çizgide dönüşümün
açık ya da örtülü koşulları kendini gösterir. Bu akışta sayısız
etkenler yeni yapılara ya da özsel biçimlere ulaşmanın da-
yanaklarını yaratırlar. Böylece gücüllüklerden edimliliklere
doğru gelişen yaşamda aydınlanmanın temel koşulu oluşur.
Belirleyici güç bilinçlenmeyse bilinçlenmenin temel koşulu
34
da nedenler araştırmasıdır. Bu da bir yöntem sorunu ortaya
koyar. Francis Bacon zihnimizin yapısıyla doğanın yapısı
birbirine uymaz, bu yüzden zihni düzenlemek, doğayı kav-
rama yolunda onu hazırlıklı ya da donanımlı kılmak gerekir
diye düşünüyordu. Doğaya gelişigüzel yönelmemiz bize
bilgiler sağlamayacaktır. Bizim işimiz olan biteni izlemek
değil olan biteni nedenleriyle kavrama yolunda olmaktır.
Yaşama doğrudan katılmak demektir bu da. Ancak bunun
için varlığı dural bir bütün olarak yani dönüşmeyen bir bütün
olarak görme alışkanlıklarından uzaklaşmamız gerekir. Bir
yapı eskir ve dağılmaya başlar, bu dağılmaya başlayan yapı
kendinde sayısız gücüllükleri barındırır. Ölümlerden nice
yaşamlar doğar. Yaşam tükenişlerden giderek kendini yeniler
ya da yeniden kurar yeniden yaratır. Tohumun gücüllüğünü
yani etkinleşmeye yatkın iç gücünü toprakta etkin kılmasına
benzer bu. Anneler yeni varlıklar dünyaya getirirken kendi
sonlarını kendi tükenişlerini de hazırlarlar. Anne için her
doğurma çürümeye doğru atılmış bir adımdır. Anne bunun
böyle olacağını bilir ve tedirgin olmaz, çünkü o yeni doğanda
yaşayacağını bilir ve onu ister. Yaşam böyle gelişir, varlık
böyle büyür, eskiler yenilerin varoluş nedenlerini kendilerin-
de böyle taşırlar ve yenilerde geçmişin izleri capcanlıdır.
Sürekli akış bilinirlikleriyle bilinmezlikleriyle aydınlan-
maya doğrudur. Aydınlığa yürüyüşün kesintisiz ve bitmez se-
rüvenidir bu. Dönüşümün koşulları belki de en kolay bilinçte
gözlemlenir. Her bilinçli kişi kendinde bu evrensel akış serü-
veninin bir yüzünü bir yansısını bir kesitini bulacaktır. Evrim
en geniş anlatımını evrensel bilinçte bulur. Toplumsal ya da
daha geniş anlamda evrensel bilinç bütün bilinçlerin bilincidir
ama onların basit bir toplamı değildir. Kişisel bilinç evrensel
bilince göre daha belirgindir hatta daha somuttur. Evrensel
bilinç uçsuz bucaksızdır ve kaygandır: onu insan eylemlerinin
bütününde, özellikle kültür ürünlerinde görür ve algılarız. O
35
kocaman bir tarihin özüdür ruhudur anlamıdır. Aydınlanma
özel bilinçlerin evrensel bilinçle ilişkisinde özel bir anlam
kazanır. Evrensel düzeyde yoğun bir bilinç etkileşimi vardır.
Bu etkileşim evrensel bilinci zenginleştirir, varlığı büyültür
ya da çoğaltır. Kişi yaşamla ilişkileri ölçüsünde evrensel
bilinçle bağlantılıdır. Gene de bilginin ya da bilinçlenmenin
dereceleri vardır. Kristof Kolomb sorulduğunda hemen herkes
“Amerika’nın keşfi” yanıtını verecektir, ama onun 1506’da
öldüğünü bilenlerin sayısı çok değildir, XVI. yüzyılın başla-
rında öldü diyebileceklerin sayısı bile çok değildir.
Kişisel bilinç evrensel bilinçle tam anlamında uyumlu
olmasa da onunla tam anlamında bir karşıtlık içinde de de-
ğildir. Bugün kendini bilen kimselerden hiçbiri Amerika diye
bir kıta yoktur diyemez. Evrensel bilinç tasarımsal olarak
bireysel bilinci içerir ama onu soğurmaz. Bireysel bilinç
evrensel bilincin göründüğü pencerelerden biridir, evrensel
bilincin bütününe kavuşmaz. Hiçbir bilinç evrensel bilinci
kucaklayacak kadar geniş değildir. Bununla birlikte en basit
bir bilinç bile evrensel bilince şu ya da bu ölçüde etkin olarak
katılır. Biz insan türünün bireyleri insanlık denilen bütünün
bir parçası olduğumuzu biliriz. Evrenselde belli bir yerimiz
vardır. Her kişinin bütün bir insanlıktan sorumlu olması buna
dayanır. Bu sorumluluk sıradan bilinçlerin karşılayabileceği
bir sorumluluk değildir: gerçek sorumluluk belli bir bilinç
yetkinliğini gerektirir. Büyük sorumluluklar evrensel boyut-
ludur. Demek ki insanlık karşısındaki sorumluluğumuz basit
bir yükümlenme değildir. Bunu kolayından bir yabancının bir
yerli çocuğu arabanın altından kurtarması gibi düz sorunlara
indirgeyemeyiz. Aydınlanma yolundaki insanın sorumluluğu
tüm temel insan sorunlarıyla ilgilidir. Bu yüksek sorumluluk
aynı zamanda bilinç yetkinliğinin belirleyiciliğinde ahlaki bir
yetkinliği gerektirir.
Sorumluluklar yaptırımlarla belirlenemez. Bazı sorumlu-
36
luklar yasayla düzenlenebiliyor ama onları gerçek anlamda
evrensel sorumluluk çerçevesinde değerlendirmek yanlış
olur. Gerçek sorumluluklar yasaların belirlediği değil bilincin
ve ahlak değerlerinin belirlediği sorumluluklardır. Sorumlu
olmakla sorumlu tutulmak arasındaki ayrımı görebilmeliyiz.
Bir baba çocuklarının geleceğini düzenlemek konusunda
sorumludur. O bu sorumluluğunu yerine getirmediği zaman
yasalar yakasına yapışır. Sorumluluk evrensel uzanımlı bir
görev duygusuna dayandığı zaman gerçek sorumluluktur.
Yoksa hepimiz bildiğimiz ya da bilmediğimiz yasalar karşı-
sında binbir biçimde sorumluyuz. Yasayla sorumlu kılınmış
insan açık kapı bulduğu zaman kaytarma yolunu seçebilir.
Yasaların karmaşık dünyasında açık kapılar sayamayacağı-
mız kadar çoktur. Halden anlayan yasa yoktur ama boşluklar
veren yasa çoktur. Bu yüzden hukuktan yola çıkıp adalete
ulaşmak oldukça zor bir iştir. Hukuk kılı kırk yarar görünür,
denkserliğin güvencesi gibi görünür ama çok zaman böyle
görünmekle kalır. Hukuk yetersizliklerimizi acı reçetelerle
kapatmaya çalışan bir düzenektir. Onun yerel özelliklerle
donatılmış olması da onun dünya insanını kucaklayacak bir
genişlikte olmadığının kanıtıdır. Yaptırım kavramının geçerli
olmadığı yerde gerçek sorumluluklarımızın ışığı parıldar.
Sorumluluk almanın bilinçsel dayanakları olmalıdır. Her
insan yeterli miyim değil miyim demeden sorumluluklar
alabilir. Kişi evlenip çocuk yapıyor, çocuğun eğitimini üst-
leniyor, onu kendi kafasının dar ya da geniş koşullarına göre
yetiştirmeye girişiyor, onun eğitimini yetersiz bir anneanneye
bırakıp çıkabiliyor. Böylece tertemiz pırıl pırıl doğmuş ço-
cuklar yeterince sorumluluk bilmeyen gelişmemiş insanların
ellerinde erkenden bilinç bozukluğuna uğrayarak kişiliksiz
bireyler olarak yaşama katılmak durumunda kalıyorlar. Ay-
dınlanmanın zorlandığı ve zaman zaman geriye düşer gibi
olduğu, edinimlerini elden kaçırır gibi olduğu nokta bu nok-
37
tadır. Ölçüsüz nüfus artışları toplumların yürürlükteki kültür
düzeylerini aşağılara çektikçe ve ahlak değerlerini dağıttıkça
basit sorumluluklar bile doğru dürüst yerine getirilemiyor.
Sorumluluk bilinçle belirlenmiş olması gereken bir yü-
kümlülüktür. Aydınlanmış insan şöyle diyecektir: sorumlu
olduğum için insanım ve insan olduğum için sorumluyum.
Bu her şeyden önce bir insancılık bildirisidir. Her aydınlan-
mış insan sorumlu insandır. Aydınlanmış insan gerçekliği
girdisiyle çıktısıyla tanımaya çalışıyor ve bunun bir ölçüde
de olsa üstesinden geliyor. Sorumluluklarını da bu çerçevede
anlıyor. Önemli olan gerçekliği bir yüzüyle değil birçok yü-
züyle, olabildiğince çok yüzüyle, olabilirse bütün yüzleriyle
görmeye tanımaya çalışmaktır. Bu da azçok çileci bir çabayı
gerektirir. İnsanların bir takım düşünce kalıplarını benimse-
yerek ya da benimsemiş görünerek kendilerini aydınlanmış
saymaları insanlığın gelişimi açısından bir yarar sağlamıyor.
İnsanı ya da insanlığı tanımadan aydınlanmak bir masaldır.
Aydınlanma kendimizi insanlığın bir üyesi olarak görmekle,
buna göre ortak değerlerimizi bilmekle ya da bilmeye ça-
lışmakla olur. Bilgisiz aydınlanma bir masaldır. Bu konuda
zekanın bize doğrudan katabileceği bir şey yoktur. Oturduğu
yerde aydınlanmışlık düşleri görmek karanlıkta olmanın bir
başka anlatımıdır.
Aydınlık bir bilinç oluşturabilmek için önce önyargılar-
dan kurtulabilmek gerekir. Bu işin önemine de gene Francis
Bacon parmak basmıştı. Doğru bilgiye doğru yola çıkarken
bilincimizi katışıklarından arındırmak zorundayız. Bunun
önkoşulu da kuşkucu bir bakış açısına ulaşmış olmaktır.
Aydınlanmacı olumlu anlamda kuşkucudur ya da bilimsel
ve felsefi anlamda kuşkucudur. Kuşkuculuğu bir dayanak
olarak gören aydınlanmacı aydınlandığını değil aydınlanma
yolunda olduğunu söyleyecektir. Gerçek aydınlanma aydın-
lanmışlık duygusu üzerine değil aydınlanma istemi üzerine
38
kurulur. O her şeyden önce insanın kendiyle bitmez tüken-
mez tartışması hatta yıkışmasıdır. Aydınlanma böylece hem
kendimiz için hem başkaları için daha çok düşünme ve daha
verimli yaşama olanağı yaratmaktır. İnsan olma yolunda
daha etkin daha istekli olmaktır. Evrensel bilinç aydınlığı
topluca üretebildiğimiz bir değerdir. Bunun için bir demok-
rat insan duyarlığına gereksinimimiz vardır. Demokrasinin
önemi burada açık bir biçimde kendini gösteriyor. İnsanlık
adına yaratıcı güç hem bende hem başkalarındadır. Diyalog
da bu yüzden önemlidir. Bu da kendimize inandığımız kadar
başkasına da inanmamız, kendimize güvendiğimiz kadar baş-
kasına da güvenmemiz gerektiği anlamına gelir. Aydınlanma
bilincinin bir adı da demokrasi bilinci olmalıdır. Aydınlanma
bilinci demokrat insanın bilincidir, paylaşmayı ortaklaşmayı
birlikteliği kavramış insanın bilincidir. Aydınlığı birlikte yara-
tabiliriz birlikte üretebiliriz. Aydınlanma kendine inanmanın
olduğu kadar başkalarına inanmanın bilincidir. Aydınlanma
insan saygısının ve insana adanmışlığın bilincidir.

39
FELSEFENİN AYDINLIĞI

Felsefede aydınlığa yönelişin özünü, temel anlamını bu-


luruz. Düşünce bilinmeyenden bilinene doğru, karanlıktan
aydınlığa doğru ilerler. Düşüncenin olaylardan soyutlanmış
serüveni ya da olayların tarihinden damıtılmış düşünce bize
insan başarılarının tüm aşamalarını gösterir. Aydınlanmanın
anlamını kavramak için felsefe yeterlidir başkasına gerek
yoktur diyemeyiz elbette. Bir alanda kalmak başka alanlara
açılmamak bizi kısırlığa götürür. Felsefe çok şeydir ama her
şey değildir. Felsefenin veriminden yararlanırken bilimlerde
ve sanatlarda olanı da görmek, yaşamın canlı bilgisini bütün
kültür alanlarından süzmek gerekir. Amaç olabildiğince
bütüne ulaşmaktır, bütüne yaklaşmaya çalışmaktır. Gelişimi
bütünde gözlemlemek diyebiliriz buna. Aydınlanma bilincine
ulaşmakta felsefenin birincil önemini görmezden gelemeyiz.
Felsefe bize evrensel düzeyde tüm yaşadıklarımızın özünü
verir. Bunun için kolay girilemez diye düşünülen bu özel
alandan nasıl yararlanmamız gerektiğini bilmeliyiz. Bireysel
bilincin buna azçok hazırlanmış olması gerekir. Ham bilinç
doğru dürüst bilgi üretmez. Felsefenin alanına da bir başka
alana da hazırlıksız girenler aradıklarını bulamazlar.
Felsefeye adım atan kişinin kendisini öncelikle bir takım
düşünsel ve inançsal takıntılarından ya da önyargılarından
sıyırması gerekir. Görüşlerine gerekçe oluşturmak için felse-
feye yönelenler ondan hiçbir şey elde edemezler, kafalarını
karıştırdıklarıyla kalırlar. İlk evre anlamaya çalışmak evresi-
dir. İlk adımdaki edilginlik bir zaman sonra etkinliğe dönüşe-
cektir: bu alana girerken susmayı ve dinlemeyi bilmeliyiz. Bu
işte atılganlık bir işe yaramaz. Bir kurumda beni bir konuda
konuşmaya çağırmışlardı. Ben konuşmaya başlar başlamaz
kendini düşünce ustası gören bir delikanlı benimle ağız dala-
şına girmeye çalıştı. Bunlar senin bilmediğin konular, dedim,
40
öncelikle dinlemeyi öğreneceksin, iyi kötü bir donanım elde
ettikten sonra görüş bildirme değil de soru sorma yürekliliğini
gösterebilirsin: felsefe kolaydır ama senin sandığın kadar
kolay değildir. Delikanlı zekasına güvenerek ve bu arada
sanırım benim saflığıma da güvenerek kendini göstermek
istiyordu. Ben bunları söyledikten sonra da bıkmadı, birkaç
hamle daha yaptı ama tutturamadı. Konuşmamın sonunda
şimdi sorunu sor dedim ona ve sorduğu soruları bilgisizce
sormakta olduğunu birer birer gösterdim. Yılmadı, toplan-
tıdan çıktığımda peşimden geldi ve bana bilgiler sunmaya
girişti. Arkamı dönüp gidişime içerlemiş olmalı.
Felsefenin söze dayalı olması birilerine konuş konuşa-
bildiğin kadar duygusu verebiliyor. Yüzme bilmeyen kişi bir
yana, usta bir yüzücü bile bilmediği bir suya girmeden önce
iki ölçüp bir biçer. Buna karşılık bazıları felsefenin alanına
girerken kendilerini küçük ölçüde de olsa filozof görebilir-
ler. Çene çalmakta çok işimize yarayan zekanın her sorunu
çözebileceğini sanmak gelişmemiş insanların ortak yanlışı-
dır. Bu tür insanların felsefeden yarar sağlayabileceklerini
düşünemeyiz. Felsefe merak edenlerin, insanı öğrenmek
isteyenlerin alanıdır: gösteri yapmamıza yarayacak alanların
sonuncusudur. Bu alanda iş yapan eğiticilerin genç insanlara
öncelikle bilgiye hiçbir karşılık beklemeden yönelmeyi öğ-
retmeleri doğru olur: önce dinlemek ve öğrenmek, böylece
temel bilgiyi edinmek, tartışmaya ondan sonra yeltenmek.
Yalnız felsefede değil her alanda sorunlara yönelirken kılı
kırk yararcasına özenli olmak önemlidir. Bilgi her zaman
saygılı ve dikkatli olmayı gerektirir.
Sağlıklı felsefe üretebilmek için bilgi sorunlarını öne
almaya, bilgiyle ilgili konuları en azından ana çizgileriyle an-
lamaya açıklamaya tartışmaya önem vermeliyiz. En azından
öznenin ve nesnenin ne olduğu ve bilgi üretmede bunların
ne anlama geldiği konusunda temel bilgileri almış olmamız
41
gerekir. Bilgi sorunlarını çözemezsek, onların üstünden at-
layıp geçmeye çalışırsak ilerleyemeyiz, doğru düşünmenin
olanaklarını elde edemeyiz, giderek kaba metafiziğin kıs-
kaçları arasında boğuluruz. Felsefe o koşulda yarar yerine
zarar getirecektir. Felsefede temel bilgileri edindikten sonra
ayrıntılı bir bilinç araştırmasına yönelmemiz gerekir. Her
şeyi doğru biliyor muyum: bu evrede bilinci ayrıkotlarından
yani zararlı katışıklarından ayıklamalıyım. Bilgi sorunlarının
çözümü öncelikle bilinç nedir ne değildir sorununun oldukça
geniş çerçevede tartışılmasına bağlıdır. Önbilgileri almadan
işe koyulursak kaba metafiziğin hiçbir yarar sağlamayan
boşluklarında vakit öldürmüş oluruz. O zaman söz sanatı
düşünceyi örtmeye gölgelemeye başlar. Önemli olan belagatin
değil bilginin sağlam olmasıdır.
Bilgi ben’in ve dünyanın, dünyadaki ben’in ve ben’deki
dünyanın bilgisidir. Bilgi bilinç etkinliğinin başlıca ürünüdür.
İyi kurulmuş bir bilinç doğru bilgi üretiminin kaynağıdır.
Tutarlı bilinç etkinliği mantığın kuralları çerçevesinde bize
doğru bilgiyi sağlar. Gerçek düşünceyi geldigeçti düşünce-
den ayırmayı bilmeliyiz. İçi boş felsefi sorunlar üretmek her
zaman olasıdır ve kolaydır. Bilgi değeri taşımayan düşünce
ürünlerini çalışma alanımızın dışına çıkaralım. Düşünce
etkinliği doğruları ürettiği gibi yanlışları da üretebilir. Doğru
görünen her şey doğru değildir, yanlış görünen her şey de
yanlış değildir. Kuşkucu tutum bu noktada bir zorunluluk
olur. İrdeleme doğruya ulaşmanın verimli bir yoludur. Buna
göre bilgileri doğru diye belirlemekte acele etmemek gerekir.
İki ölçüp bir biçmek burada da önemlidir. Görüntü doğrunun
ya da yanlışın ölçütü olamaz: bize öyle görünen öyle olmaya-
bilir. Bize düşen sağlam bilgiye ulaşmaktır. Köklü bilgileri,
özellikle yüzyılların süzgecinden geçmiş bilgileri geldigeçti
kanılardan ayırmayı bilmeliyiz. Bana öyle geliyor ki derken
bir kanı üretmiş oluruz ama bir sağlam görüş üretmiş olmayız.
42
Kanılar ne ölçüde gerçeğe yakın görünürlerse görünsünler
ancak sanı değeri taşırlar. Kanılar bize sağlam bilgiye giden
yolu açabilirler ama sallantılı olmaktan öteye geçemezler.
İşte o yüzden düşünceyi tarihsel birikimin üzerine oturtmak
gerekir. Felsefe doğruların alanı olmasa da sağlam bilgilerin
alanıdır. Bilimi felsefeden ayırmamızı gerektiren budur: bilim
doğrularla felsefe görüşlerle ilgilidir. Bir bilimcilik telaşıyla
doğruları öne alıp görüşleri yabana atmamak gerekir. Herkes
kendi işini yapacaktır: felsefe doğrulamalarla değil görüşlerle
ilerler. Doğrulama telaşı felsefeyi felsefe olmaktan çıkarır.
Felsefe bilim değildir.
Felsefede görüşler geçerlidir. Felsefe doğruların değil doğ-
rulara giden yolların alanıdır. Biz ancak doğrulanmış bilgiye
doğru deriz. Doğrulama için sağlam kanıtlar gerekir. Bilim-
de doğrulama vardır, felsefede doğrulama yoktur. Bununla
birlikte oldukça sağlam temellere dayandırılmış görüşlerin
de bilgi değeri taşıdığını görmezden gelemeyiz. Bilimsel
doğruların dışında da bir bilgi dünyası vardır. Ya doğrulanmış
bilgi ya da hiç gibilerden katı tutum almak düşünceyi kısır-
laştırır. Felsefe beni ilgilendirmez ben bilimsel bilgiye güve-
nirim anlayışı sağlam görünen çürük bir anlayıştır. Görüşler
kendileri olarak her koşulda geçerli olmasalar da doğruların
yolunu açıyor olmakla önemlidirler. Felsefeden korunmuş
bir bilimsellik hiçbir şeyden korunmamıştır. Bununla birlikte
sağlam görüşler donanımlı bilinçlerin hatta bilimlerin alanını
görebilen bilinçlerin ürünüdür. Sağlam görüşler tarihsel bil-
gi birikiminin ışığında, biraz da doğruların ışığında ortaya
konur. Her görüşü görüş saymak doğru değildir. İleri geri
konuşan birinin ortaya koyduğu söz yığınına görüş diyebilir
miyiz? Ancak ne kadar yetkin bir bilincin ürünü olursa olsun
bir görüşü doğru bilgi gibi değerlendirmek yanlış olur. Her
görüş bir yaklaşımdır, gerçekliğe ne ölçüde yakın görünürse
görünsün sonunda bir arayıştır. Yaklaşım sayabileceğimiz
43
görüşlerin bile kuram oluşturma açısından son derece önemli
olabileceği gerçeğini gözden uzak tutmamalıyız. Felsefenin
özgür düşünme alışkanlıklarına alışmamız gerekir.
Bilim doğrulara yöneliyor ve kesin bilgileri arıyor. Bilgide
kesinlik gene de sonsuza kadar değişmez olanı düşündürme-
melidir. Bilim de felsefe de sanat da değişkenlerin alanıdır.
Bilginin alanı değişkenlerin alanıdır. Sürekli değişen bir
dünyada değişmezi aramak boşunadır. Bilgi değişime uğ-
ratılamadığı sürece, zamana direnebildiği sürece kesindir.
Yaşam dönüşür, bilinç dönüşür, bilinç yaşamla dönüşür, yeni
görüşler oluşur, yeni doğrulara yeni kesinliklere ulaşılır. Ya-
şam değiştikçe yeni savlar yeni bakışlar ortaya çıkar. Kesinlik
yalnızca bilimlerle ilgilidir. Kesinlik geçicidir: bilim adamları
kesin bilgileri aşarak yeni kesin bilgilere ulaşmaya çalışırlar.
Bu bir çürütme bir yoketme değil bir aşma durumudur. Bir
önceki bir sonrakiyle aşılır. Bir sonraki bir öncekine ya da
bütün öncekilere dayanır. Bir önceki doğru bir sonraki doğru
kadar önemlidir. Yenisi geldi eskisini çöpe atıyoruz kolaylığı
bilimde geçerli değildir. Demek ki bilimin alanı üstüste ko-
nulan ya da yanyana dizilen bilgilerin alanı değil, doğruların
birbirini doğurduğu bir alandır. O alanda alınteri dökenler son
sözü söylemenin olası olmadığını bilirler. Bugünkü doğruların
köklerini bulabilmek için yüzyıllarca öncenin doğrularına
kadar gidebilmeliyiz. Eski bilgileri hafife almak kendini bil-
mezlerin uğraşıdır. Kendini her an yeniden yaratan yaşamda
doğrular önüne geçilemez bir dönüşümün konusu olurlar.
Bu çerçevede felsefeye de epeyce iş düşer: felsefenin birinci
yükümlülüğü tarihsel boyutta bilginin oluşum koşullarını
ortaya koymaya çalışmaktır.
Bunun için bir filozof gözü bir filozof bakışı gereklidir.
Bilgi sorununa elimizi kolumuzu sallayarak giremeyiz.
Bilgi sorunlarına köklü bir biçimde yönelmeye kalkıyorsak
öncelikle bir bilgi anlayışımız olmalıdır. Bilgiye araştırmacı
44
sıfatıyla yönelecek kişi kendi bilinç koşulları çerçevesinde
küçük çapta da olsa bir bilgikuramı taslağı oluşturmuş olma-
lıdır. Bu onun bilgide ne bulmak istediği anlamına gelir. Daha
ileri koşullarda felsefe adamının ya da filozofun asıl uğraşı
bir bilgikuramı geliştirmektir. Her bilgikuramı bir özne ve
nesne diyalektiğinde kendini ortaya koyar. Bilgide nesne mi
yani bilinen mi yoksa özne mi yani bilen mi önceliklidir ya
da ağırlıklıdır ya da baskındır: temel sorun budur. Nesneyi
özneden özneyi nesneden bağımsız düşünemeyiz. Bu bilen
ve bilinen diyalektiğinde filozofun bilgi anlayışı ortaya çıkar.
Filozofça eğilimleri olan bilinç bir bilgikuramı geliştirmek
için öncelikle kendine yönelir, kendi olanaklarını araştırır.
Kendini araştırmamış bir bilincin dünyayı araştırmaya çık-
ması anlamsızdır. Bunu doğrudan doğruya bilincin kendini
gözlemlemesi diye düşünebiliriz. Öncelikle kavramlarla he-
saplaşma serüvenini başlatmak demektir bu. Bilinç kavramlar
araştırması yaparken bilgi sorununa kendi öznel ve nesnel
özellikleriyle kendi bakış biçimiyle yönelecektir. İşin cana-
lıcı noktası burasıdır. Bilgikuramımızı bilgi birikimimizin
sağladığı olanaklar çerçevesinde oluştururuz, bu oluşumda
zamanın değerler dünyası bütün ağırlığıyla belirleyici olur.
Descartes bilgikuramını doğal olarak XVII. yüzyılın koşul-
larında Kant XVIII. yüzyılın koşullarında oluşturmuştur.
Descartes doğal olarak ne XVI. yüzyılda takılmış ne de XVIII.
yüzyıla kavuşmuştur. Kant XVIII. yüzyıldan XIX. yüzyıla
bakarken kendi yüzyılı bitmek üzeredir. Yüzyıllar arasında
duvarlar olmadığını unutmamalıyız.
Bir bilgikuramı geliştirirken öncelikli çabamız kavram
araştırması olacaksa bilgikuramımızın ışığında ortaya ko-
yacağımız bilgi üretme çabası da kavram araştırmasından
kopuk olmayacaktır. Felsefe yapmak baştan sona kavramlarla
iş görmektir. Bütünsel bir kavram araştırması bize yaşamın
özünü ya da temel anlamını açar. Öncelikle kavramlar üzerin-
45
de, onların içerikleri ya da anlamları, ayrıca içlem ve kaplam
ilişkileri üzerinde aydınlatıcı olmamız gerekiyor. İşin sonun-
da benim bilgi anlayışım budur diyebilmenin mutluluğuna
ulaşırız. Bu ben araştırması özünde bir dünya araştırmasıdır.
Bu anlamda kendini gözlemlemek bütün bir dünyayı göz-
lemlemektir, dünyanın bilgi açısından haritasını çıkarmaktır.
Yaşamı doğru kavrayabilmemiz ve açıklayabilmemiz için
kavramlar üzerinde uzun uzun durmamız gerekir. Filozofun
kendi bilgi anlayışı çerçevesinde yaşamın temel kavramlarını
ayrıntılarıyla açıklamak gibi bir yükümlülüğü vardır.
Bilinçli olmak dünyada olmaktır. Bilinç kendinin bilinci
olurken dünyanın da bilincidir. Bilinç dünyadan yaptığı soyut-
lamalarla kendini kurar, buna karşılık dünyadan soyutlanmış
bilinç yoktur, dünyadan bağımsız bilinç ya da kendinde bilinç
yoktur. Ne kadar bilinçliysek o kadar dünyadayız ve ne kadar
dünyadaysak o kadar kendimizleyiz ve o kadar kendimiziz.
Kendini gözlemlemek dünyayı gözlemlemektir, dünyayı
gözlemlemek kendini gözlemlemektir. Dünyanın nerede bitip
bilincin nerede başladığını ya da ben’in dünyadan nerede
ayrıldığını belirleyebilir miyiz? Böyle bir ayırma çizgisi
yoktur. Bilincim dünyayla içiçe geçmiş canlı bir yapıdır. İn-
san dünyadaki varlıktır, dünya kendini bilinçte ortaya koyar.
Buna göre felsefe yapmak dünyayı kavramaktır, bilinçteki
dünyayı ve dünyadaki bilinci tanımaktır. Demek ki özel in-
san diye bir şey yoktur. Deha da özel insan değildir, yetkin
bilince ulaşmış herhangi bir insandır. Her bilinç kendi öznel
ve nesnel özellikleriyle bilinçtir, aynı zamanda bir görme
biçimidir. Dünyayla ve kendimizle ilişkilerimizi bu görme
biçimimiz belirler. Her kişinin kendine özgü renkleri olan
bir görme biçimi vardır. Bilgikuramımızı oluşturmakta da bu
görme biçimimiz belirleyici olacaktır. Görüyü sağlayan güç
bilincimizin koşullarında içkindir. Benim görme biçimim

46
dünyaya ve kendime uyumumun koşulları kadar aykırılığımın
koşullarını da oluşturur.
Bir bakış biçimimin olması bir karşı koyuş biçimimin de
olması demektir. Her karşı duruşumda duygusallıklarımın
da payı vardır, ussallığımın ağırlığı kadar olmasa bile. Bilgi
anlayışlarımızda birleşmek her şeyde birleşmek anlamına
gelmez. Benim bilgikuramıma yakın bir bilgikuramı geliş-
tirmiş olan bir kişi yaşamın çeşitli sorunları karşısında, bu
sorunların açıklanması ve yorumlanması konusunda bana
uzak ya da ters düşen görüşler geliştirebilir. Gene de bir
ortak temelden sözedilebilir. Bilgikuramı dünyayı ve ken-
dimizi bilgi açısından nasıl algıladığımızı ortaya koyarken
bütün görüşlerimizin açıklayıcısı olmak durumunda değildir.
Bilgikuramı önemlidir ama onu her kapıyı açacak bir açkı
gibi düşünmemek gerekir. Öyle olsaydı bilgikuramı her şeyi
benim adıma açıklayacak bir düzenek olurdu. Bu yüzden bilgi
anlayışlarıyla hiç uyuşamadığımız filozofların görüşlerinden
de alabildiğine yararlanıyoruz. Bilgi anlayışlarımızın bizi
kutuplaştırmak gibi bir işlevi olmamalıdır. Gene de bilgiku-
ramının dünyayı kavrama ve açıklama konusunda belirleyici
bir güç oluşturduğu kesindir.
İlk felsefelerin bilgikuramı diye bir sorunu olmadığını
biliyoruz. Özne nesne diyalektiği gene de eski zamanlarda
kendini duyurmaya başlamıştır. Bilgi üretiminin dışında
bilgi sorunlarının özel olarak ortaya konulması felsefenin
gelişim serüveninde yavaş yavaş ortaya çıktı. Konu biraz
da değişkenleri bir değişmeze bağlamak kaygısıyla ilgilidir:
özellikle eskinin insanı için değişmezi olmayan ya da değiş-
meze dayanmayan bir değişkenlik anlaşılır bir şey değildir.
Gözler baştan beri temeli oluşturması gereken bir değişmezi
aradı, onu bulamamak her şeyin havada kalması gibi bir
sonucu doğuracaktı. Bu kaygı felsefe adamlarını görünmez

47
bir “töz” kavramına götürdü. Eskiler değişmezin değişende
ve değişenin değişmezde içkin olduğunu göremediler. Taban
tabana karşıt iki kavramın bir gerçekliğin iki ayrı yüzünü
göstermekte olduğunu düşünmek o zaman için kolay değildi.
Tözün ya da temel değişmezin bulunması felsefeyi oldukça
rahatlatmıştı: işi sağlama bağladıktan sonra felsefe yapmak
daha kolay olacaktı.
Bunun o zamanlar için çok önemli bir güvence olduğu
ama sonraki zamanlar için aldatıcı bir rahatlık olduğu tartış-
ma götürmez. Töz kavramının kaynaklarını eski felsefelerde
arayabiliriz. “Su” başka şeylere dönüşüyor olmakla birlikte
temelde değişmeden kalıyorsa bir töz değil midir? “Ateş”
de öyle değil midir? “Hava” da öyle değil midir? Felsefenin
temelini böyle bir değişmezin üstüne yıkmak hiç de kötü ol-
madı. İlerde birileri felsefenin altına çok sağlam bir güvence
olarak konulmuş olan bu dayanağı çekip alacaklardı. Eski
anlayışta tözü altından çektiğimiz zaman felsefe yıkılırdı.
Yeni zamanlarda varlığın böyle bir dayanağa gereksinimi
olmadığı görüldü. Bu da düşüncenin en yüksek düzeyde
soyutlamalara ulaşarak ve göreliliği benimseyerek yeniden
somutun alanına dönmesi diye anlaşılabilir. Töz sevimli
bir protezdi. Tözü yok saymayı bir açıdan da düşüncenin
doğaüstünden kopma kararlılığı olarak görmek doğru olur.
Dünyayı kendi içinde kendi olanaklarıyla açıklarken tüm
düşsel katışıklarından ayıklamak diye de anlayabiliriz bunu.
Ya da insanın kendi kendine kalması diye, doğayla başbaşa
kalması diye düşünebiliriz. Her şey bir şeye değil birbirine
bağlı olmalıydı. Tözden vazgeçiş felsefeyi yapay dayanak-
larından ve tanrısallığa dayalı metafiziklerden kurtardı. Bu
durum ruhçu anlayışların yandaşları için korkutucu olmuş
olabilir. Onlar daha önce de dünyanın merkez olmaktan
çıkmasıyla, evrendeki herhangi bir nesneye dönüşmesiyle
sarsılmış ve benzer bir sıkıntıyı yaşamışlardı: dünyanın yu-
48
varlak olması ve güneşin çevresinde dönüp duruyor olması
korkunçtu. Dünya böylece kutsallığını yitiriyordu. İnsanın
gerçeklerle yüzleşmesi ve gerçekleri görüp anlayıp sevmesi
bazen zaman alıyor.
Birileri “manevi bağlarından kurtulmuş” bir felsefenin
tehlikelerinden sözedebiliyorlar. Bu yolda en büyük duyarlığı
anlaşılmaz bir biçimde Descartes’a karşı gösteriyorlar. Bu du-
yarlığı çok açık olarak ilkin Pascal göstermişti. Üstelik Des-
cartes dinin gereklerine bağlıydı en azından dine saygılıydı.
Descartes felsefesi yaratıcı bilim düşüncesine doğru atılmış
bir büyük adımdır. XVII. yüzyılda henüz töz ortadan kalk-
mış değildi ama düşüncenin göklerden kurtulup yeryüzüne
inmeye başladığı seziliyordu. Dünya başka zamanlara doğru
ilerliyordu. Garip ve tekyanlı bir kavgaydı bu, Pascal kendi-
sinden yirmi yedi yıl önce dünyaya gelmiş olan Descartes’a
var gücüyle saldırıyordu: gönülle aydınlatılmamış us nasıl
da tehlikeliydi ona göre. İşin ilginç yanı Pascal’in gerçek bir
bilim adamı olmasıydı. Descartes’la ilgili olumsuz yazılar
bugün de yazılıyor, ayrıca bu konuda dedikodu düzenekleri
de pek güzel işliyor. Bazı kendini bilmezlerin bilir bilmez
yaptığı Descartes eleştirileriyle neşeleniyoruz. Descartes’ın
bir “indirgemeci” olduğu söyleniyor. Descartes insanı maki-
neye indirgemiş meğer. Descartes’ı birazcık bilenler bunun
böyle olmadığını da bilirler.
Felsefeyi dinbilime dönüştürme düşleri görülüyor. Fel-
sefenin terimlerini kullanarak insanlara inanç aşılamaya
kalkmak çocukluktur. İnanç için dinbilimin alanı herkese
açıkken insanların “maneviyat” adına felsefeyle uğraşmala-
rı felsefenin dinbilime göre daha inandırıcı olmasından mı
felsefe korkusundan mı geliyor? Ne var ki felsefe onu iyi
bilenlerin dünyasında yandaşlıklara kapalı bir alandır. Gerçek
felsefe adamları tarih boyunca ortaya konulmuş olan bütün
öğretileri iyi anlayıp doğru değerlendirmeye baktılar. Fel-
49
sefe alanında ileri geri söz üretmek kendini bilen insanların
yapacağı iş değildir. Onda tüm öğretileri karşıtlıkların baş-
kalıkların çeşitliliklerin zenginliğinde kavramaya çalışmak
gerekir. Felsefede her şey bizimdir, yalnız bizim olanlar değil
bizim olmayanlar da bizimdir: her felsefeyi kendime yakın
bulmam gerekmiyor. Bergson gibi düşünmüyor olabilirim,
ama Bergson’un filozofluğunu tartışmak durumunda deği-
lim. Sanatta da böyledir bu. Bir müzik adamı Stravinski’yi
sevmeyebilir, ama onu müzik dünyasının dışına çıkarmak
gibi bir yetkisi olmadığını da bilir. Bir müzik heveslisiyseniz
Stravinski’yi dinlemeyebilirsiniz, meslekten müzikçiyseniz
böyle bir lüksünüz yoktur. Felsefe heveslileri kendilerine uzak
buldukları filozoflarla ilgilenmeyebilirler. Ama filozofları bu
iyi bu kötü diye ayırmak onların işi değildir. İster meslekten
ister hevesli olsun, felsefeye yönelen kişi tarih boyunca or-
taya konulmuş olan bütün öğretileri birbiri karşısına koyup
insan başarılarıyla ilgili genel bir görüye ulaşma çabasını
göstermediği zaman boş işlerle uğraşıyor demektir. O zaman
felsefe yararlı bir alan olmaktan çıkar ve zararlı olmaya başlar.
Yeniçağ’ın başlarından beri her yerde bilimin ağırlığı du-
yuluyor. Felsefe çoktandır özellikle bazı konularda, en başta
yöntem konusunda bilimin izini sürdü. Görüşlerin dünyasın-
dan doğruların dünyasına bir yol açılmış oldu. Bilim böylece
bir ölçüde yaşama indi. İnsanlar son birkaç yüzyılda bilimin
kendine kapalı bir araştırma alanı olmadığını, yaşamsal bir
önem taşıdığını gördüler. En sıradan insan bile bilimin yarar-
larını anlayabiliyor. Bu durum felsefe adamının bilime olan
ilgisini artırdı. Ancak bu gelişmeyi felsefe bilimin güdümüne
girdi gibi anlamamak gerekir. Özerkliğini yitirmiş bir felsefe-
ye felsefe diyemeyiz. Bilgi alanları arasındaki etkileşim ge-
reklidir ve bir zenginliğin göstergesidir. Bugün bilimin ortaya
koyduğu bilgilere aykırı görüşler üreten bir felsefeye kimse
felsefe demeyecektir. Bugünün yaşam koşullarında ne bilim
50
ne felsefe ne sanat başına buyrukluğu seçebilir. Descartes’ın
dediği gibi insan bilgisi bir bütündür. Bu üç temel kültür
alanı da birbirine ilgisiz kalamaz. Bugün “bilimsel felsefe”
diye bir şeyden sözedebiliyorsak bunun bir anlamı olmalıdır.
Bilimsel felsefe sözü hepimizin benimseyebileceğimiz bir
söz değilse de.
Sanatı bilimle özdeşleştirme çabaları gibi felsefeyi bilimle
özdeşleştirme çabaları da boştur. Üç alandan herbirinin ken-
di özel ve ağır sorumlulukları vardır. Felsefe bilimin izini
sürüyorsa bu yalnızca doğruların sağlayacağı olanaklardan
yararlanmak içindir, göz göre göre gerçekliğin dışına düş-
memek içindir. Bir tür Kutupyıldızını izlemek gibi. Bütün
sağlam verilerden yararlanmak, bunun için gerektiğinde başka
alanlara açılmak yalnız felsefe için değil bütün alanlar için
bir zorunluluk oldu. Alanlar arasındaki ince duvarlar kalktı.
Herkesin yeri belli de olsa ortaklaşmanın değeri anlaşıldı.
Felsefeyle bilim her zaman olmasa bile sağduyulu insanların
dünyasında birbirleriyle çok güzel anlaşıyorlar. Bilim köklü
düşünce yoksunluğu çektiği zaman yani felsefesiz kaldığı
zaman sayısız güçlüklere uğruyor. Felsefe de yaşamın gerçek-
leriyle yüzleşmeden salt kuramsala bağlı kaldığında benzer
güçlükleri yaşıyor. Metafiziği olmayan yani düş görmeyen
bir bilim her durumda verimsiz olacaktır. Bilim biraz da
felsefeyle, o uçarı arkadaşla düş görüyor. Bilim felsefi bir
tutarlılıkta kendini aramayınca kısırlığa düşüyor: felsefeyi
unutan bilimin kaba teknolojiye indirgenme eğilimleri gös-
terdiğini görüyoruz. İnsan yaşadıkça tasarlayacak, yaşadıkça
düş görmeyi elden bırakmayacaktır. Doğrulara ulaşmak için
bütün sağlam verilerden yararlanmak: gerçek düşünce insa-
nının başlıca amacı bu olabilir.
Felsefeyi nesnelliğinden koparalım, onu inanç için kulla-
nalım kurnazlığı kimseyi düze çıkarmaz. Kültürün üç alanı
da yani bilim de felsefe de sanat da kurnazlıklarla götürü-
51
lebilecek alanlar değildir. İnancı felsefenin sırtına yükleme
uygulamaları gerilerde kaldı. O dönemde inancın daha
anlaşılır ve benimsenir olması için bu yolu tutmak belki bir
zorunluluktu. Ayrıca inanç da azçok kendini felsefeyle anla-
maya çalışıyordu. Ama zaman inancın felsefeye felsefenin
de inanca büyük bir yararı olamayacağını gösterdi. Felsefeyi
dinbilimleştirme yöntemi inancı da felsefeyi de zorda bırakır.
İnanç dogmalarını temellendirmek yolunda felsefeden çok
şey sağlayamayacağı gibi bilimden ve sanattan da bir şeyler
elde edemez. İnancı inanılır kılmak için felsefeyi kullanma
çabaları bu saatten sonra bir şey getirmez. İnanç kendisi
olarak inandırıcı olabilir ya da olmalıdır. Dinbilim bunu
kendi olanakları içinde sağlayabilir. Dinbilimciler felsefenin
yöntemlerinden zaten belli ölçülerde yararlanıyor. Felsefeyle
dini bir potada eritmek olası değildir, biri öğretilerle öbürü
dogmalarla iş görür.
Felsefeyle dini birbirine birazcık yaklaştıran şey her
ikisinin de özünde ahlaki kaygıların bulunmasıdır. Onların
ahlaka bakışları da örtüşmez. Felsefe bir bilgi alanı olduğu
kadar da bir ahlaktır, bir düşünülmüş ahlaktır, insan saygısı
üzerine kurulmuştur, insanı kötüye kullanmama ahlakıdır,
özgürlük ahlakıdır. Kitleleri bir şeylere inandırmak için felse-
feyi kullanmak yanlıştır. Felsefeyi ister din adına ister siyaset
ya da daha başka bir şey adına kullanmaya kalktığımızda
ahlak çizgisinin dışına düşeriz. Gerçek filozoflar felsefeyi
felsefe için yaptılar. Onlar felsefe yaparken yansız mıydılar?
Elbette değildiler. Olmaları da gerekmiyordu. Filozoflar fel-
sefeyi doğal olarak kendi bakış açıları kendi dünya görüşleri
çerçevesinde üretirler. Kendi öğretisinden yana çıkmayan
bir filozof düşünebilir miyiz? Yansızlık diye bir şey yoktur:
herkes kendinden yanadır. Yansız olmak başka şeydir nesnel
olmak başka şeydir. Nesnellikte özenli olmak koşuluyla her
kişi kendinin yandaşı olmalıdır. İnsan her zaman kendinin
52
dürüst yandaşı olmalıdır. Gerçek filozoflar felsefeyi felsefe
için yaptılar ve onların felsefeleri doğal olarak bir yansızlığı
yansıtmıyordu.
Yansızlık olası mıdır? Kim kendinin aykırısı olmayı
düşünebilir? Önemli olan bilincimizi iyiye kullanmaktır.
Bütün gerçek felsefeler insandan yana çıktılar, her felsefe
aydınlanma yolunda bir araştırma denemesiydi. Kendi olmak
dediğimiz tutarlılık felsefede de önemlidir. Filozofun bilinci
bağımsız insanın bilincidir. Gerçek filozoflar bir partinin bir
kesimin bir topluluğun sözcüsü olamazlar. Her gerçek filozof
öncelikle doğrunun iyinin güzelin partisindendir. Ayrıca onun
partili olması da yadırganmaz. Doğru yapılmış seçimleri
kimse hor göremez. Filozof felsefe yapıyor olmakla zaten
siyasetin içindedir. O kendi bilgikuramını temel alarak bir
siyaset felsefesi de geliştirebilir, siyaset de yapabilir, ama
her koşulda onun bağımsızlığını koruması beklenir. Gene
de bizler filozofu siyasetten çok felsefede görmek isteriz. O
en etkin siyasal tutumunu bağımsızlık koşullarında alabilir.
Öbür türlüsü herhangi bir siyaset adamı olmaktan başka bir
şey değildir. Filozof yaşamı tartışırken, toplumunun ve in-
sanlığın sorunlarıyla içli dışlı olurken siyaset yapmaktadır.
Felsefenin bir yüzü ahlak bir yüzü siyasettir. O yüzden siyaset
adamları gözlerini felsefe adamlarından alamazlar. Filozofu
gerçek siyasetçi diye görmemiz yanlış olmaz.
Felsefe öncelikle insan olma bilincine dayalı bir ahlaktır.
Ahlakın bir bilgi yanı bir de göreneksel yanı vardır. Ahlak
henüz felsefenin bir dalıdır. Ahlak bilgisi felsefi kavrayışın
belirleyiciliğini gerektirir. Ahlak değerlerinin temelinde ay-
dınlanmanın sağladığı düşünce zenginliğini buluruz. Filozof
aydınlanmanın açık ya da örtülü tarihçisidir, öncekilerden
kalanı özümlemekle ve geliştirmekle yükümlüdür. Her filozof
hazır bulduğu o zengin kalıtı yorumlamakla işe başlar. Bu
ilişki sunulanı benimseme düzeyini çok aşan hem eleştirici
53
hem eleştiriye açık bir ilişkidir, bir hesaplaşma girişimidir.
Tarihin göz kamaştıran aydınlığına kavuştuğumuzda insanı
girdisiyle çıktısıyla tanımanın kapısından girmiş oluruz. Ay-
dınlık düşünce gelişimini eleştirici bakış açılarına borçludur.
Felsefe bir benimseme yatkınlığı olmaktan çok bir eleştirme
eğilimidir. Eleştirinin gerekleri filozofun bakış açısında
olduğu kadar değişen yaşam koşullarındadır. Yalnız bizim
eleştirilerimiz değil başkalarının eleştirileri de hatta bizimle
ilgili eleştirileri de gelişimin itici gücünü oluşturur. Hep bir-
likte düşünmek, geçmişle ve bugünle düşünmek, bugünü ve
geleceği düşünmek filozofun işidir. Birileri gündelik yaşam
koşullarında daha iyi beslenmenin ve üremenin yollarını
araştırırken filozof bütün bir insanlık için daha iyi yaşamanın
koşullarını araştırır. Felsefe insanla ve evrenle ilgili sürekli
bir arayışın konusu olmakla hem aydınlanmanın bilincidir
hem de aydınlığa yönelişin itici gücüdür. Dönüşen dünyanın
anlamını ve amaçlarını kavrayabilmek için felsefenin olanak-
larından yararlanabilmeliyiz. Felsefenin alanındaysak bir iki
felsefeyi değil yaşanmış bütün felsefeleri aralarındaki her
türlü çelişkiyle hatta kendi içlerindeki çelişkilerle bir bütün
olarak değerlendirmemiz gerekir. İnsanın gelişimini doğru
olarak kavrayabilmek için bu bütüncü bakışa gereksinimimiz
vardır. Bu bakış eleştiri ahlakını her koşulda koruyan bir bakış
olacaktır. Eleştirici özelliklerini yitirmiş bir felsefe dogmaya
dönüşür. Dogma eleştiriden kaçar. Dogma dönüşüme kapalı
oluşuyla temelsiz ve sallantılıdırlar. Aydınlığa gidenin önünü
kesen en önemli engel dogmacılıktır. Gelişmemiş bilinç her
fikri dogmaya dönüştürme yani dondurma eğilimindedir. Ba-
sit bilinç esenliğini katılıklarda bulur. Dogmacıya göre hiçbir
şey çokyönlü olmamalıdır, değişken olanda güvenilmez bir
yan vardır.
Olursa her yanıyla sağlam olsun duygusu felsefe için
de bilim için de pek uygun değildir. Felsefe sürekli denge
54
durumunda olmayı kendine yediremez. O özellikle geleceğe
açık arayışlarında bilime hatta sanata göre daha yürekli gö-
rünür. Onda bu yüzden eleştiriye uğrayabilecek ve gün gelip
dışlanabilecek birçok özellik bulunabilir. Felsefe bilime göre
iyiden iyiye bozguncudur. O kravatlı ve takım elbiseli değil-
dir. Bir de bakarız felsefenin ayakları yerden kesilivermiş.
Yanılmak ya da yanlış yapmak o kadar önemli değildir. Fel-
sefede hatta bilimde görülen düşlerin gerçekliğe iyiden iyiye
uyar görünmesi, gerçekliğin izdüşümü gibi olması gerekmez.
Felsefe bir serüvendir, bilinmedik yerlere bilinmedik alanlara
açılma serüvenidir, bir şövalye ruhunu gerektirir. Yanlış adım
atmaktan çekinenler felsefeden uzak dururlar. Felsefe adamı
gerçeklik bana böyle görünüyor, siz nasıl isterseniz demek
ister. İnsanlığın düşünce geçmişinde bugün bize düz saçmalık
gibi görünen savlar vardır. Tarihi okumayı bilenler yanlışların
da doğrular kadar önemli olduğunu bilirler. Bugünün doğ-
ruları yalnız dünün doğrularının değil dünün yanlışlarının
da ürünüdür. Yanlış yapmaktan korkan kişi felsefeden uzak
durmalıdır. Korku her şeyi olduğu gibi felsefeyi de zedeler.
Ancak bu söylediklerimiz felsefenin alanında kişilerin ala-
bildiğine saçmalama ya da ileri geri konuşma hakkına sahip
oldukları anlamına gelmez.
Ussal düşüncenin öne çıkıp baskın özellikler gösterdiği
yerde felsefenin ağırlığı duyulur. Felsefenin parıldadığı yer
usun dönüştürücü bir güç olarak kendini ortaya koyduğu
yerdir. Mitolojiden felsefeye geçiş ussal düşüncenin gücüyle
olmuştur. Salt yeti olarak yani doğuştan geldiği kadarıyla us
felsefi düşünceyi omuzlamak için yeterli değildir. Felsefe
için gelişmiş usa ya da donanımlı usa gereksinim vardır. Us
bilgiyle güçlenir ve zenginleşir. Aydınlanma insanın kendiyle
ve doğayla hesaplaşmasının bir sonucudur ama özünde usun
bir zaferidir. Aydınlanan usun aydınlatan us olarak etkinliği
tarih boyunca insanın gelişim koşullarını sağladı. Etkin us
55
her zaman dünyayı yeniden yaratırcasına araştırıcı oldu.
Yaşam değişince düşünce de kendiliğinden değişir diyebilir
miyiz? Yaşamda her şey her şeyi değiştirebilir. Ussal düşünce
mantığın belirleyiciliğinde bir araştırma gücü sağlar. Mantık
doğru yolu gösterse de yaratıcı değildir yalnızca biçimseldir:
yaratıcılık mantığın pusulasını ve haritasını kullanan usun
yükümlülüğündedir. Heyecanlar mantığı bulandırır, ussal
düşünceyi zora sokar. Duygusallığın ussallığa baskın çıktığı
yerde felsefe sanatlaşır ve işlevini yitirmeye başlar.
Felsefede usun aydınlığı belirleyicidir. Onda gidimli
düşünce ya da ussal düşünce sezgisel düşünceye baskındır.
Önermeler vardır, önermeler birbirlerine bağlanırlar, bir öner-
meden bir önermeye geçilir. Mantık nesnelliğin bekçisi gibi-
dir. Sezgisel düşünce mitolojide ve sanatta gösterdiği gücünü
felsefede gösteremez. Ussal düşünce ne ölçüde ayrıştırıcıysa
sezgisel düşünce o ölçüde bileştiricidir. Us bütünsel bakmakta
eksik kalır demek de doğru değildir. Ussal düşünce kılı kırk
yaran, ayrıntılara giren, görülmez ilintileri açığa çıkaran dü-
şüncedir, gerektiğinde ayrıntıda bütünü ve bütünde ayrıntıyı
görür. Sezgisel düşünce önce bütünü görür, onu birden kavrar.
Sanatçı sezgisel görülerin insanıdır ama bir yanıyla da ussal
düşünceye bağlıdır. Sanatçının birden gördüğü şeyler vardır
bir de düşüne düşüne bulduğu şeyler vardır. Ne var ki sanatta
hemen her şey sonunda bütünü görmek üzerine düzenlen-
miştir. Esin de sezgisel düşüncenin en yoğun biçimi değil
midir? Esin bir çırpıda gelir ve esinlenen kişide şaşkınlığa
benzeyen bir heyecan yaratır. Esinde kendini gösteren şey
güçlü bir duygusallıkla dışavuran henüz içi doldurulmamış
bütünsel bir fikirdir. Bundan sonra ussallığın da işe karıştığı
yaratma süreçleri başlayacaktır. Sanatta baş rolü oynayan
sezgisel düşünce gündelik yaşamda da etkindir, yaşamın her
alanında kendini gösterir. Bu arada uslarını kullanmayı iyi

56
bilmeyenler kolayından sezgisel çıkarımlar yaparlar ve yan-
lışlara düşerler. Filozof da sezgisellikten iyice uzak değildir.
Herkes biraz düş görüyorsa filozof da biraz düş görecektir:
bu onun ussallığa sıkı sıkıya bağımlı dünyasını zenginleştirir.
Ne sanat ussallıktan ne felsefe sezgisellikten iyice uzaktır.
Felsefe ussal insanı keşfetmeye çıkarken onun duygu de-
rinliklerini de gözden uzak tutmaz. Felsefe ruhbilim değildir
ama heyecanlarımızı gözardı edemeyiz. Eski ahlaklar çok
zaman tutkuları mahkum ettiler ve insanı salt us varlığı olarak
tanımladılar. Epikuros’çuluğun bu anlamda iyice aykırı bir
öğreti olduğunu söyleyebiliriz. Stoa ussal insanı öne çıkarır-
ken Epikuros bir hazlar felsefesi geliştirdi. Birbirine karşıt
gibi duran bu iki felsefe gerçekte biri us açısından biri gönül
açısından insanın bütünlüğünü kurar. Gerçek insan Stoa’cı-
lıkla Epikuros’çuluğun kesiştiği yerde aydınlığa kavuşur. Bu
iki felsefe yanyana getirildiklerinde bütünsel insanı tanım-
larlar. Bu ortaklık biraz da artık tutkuları mahkum etmeyi
düşünmeyen yeni insanın dünyasını açıklar. Platon’culukla
Aristoteles’çiliğin tüm çelişen yanlarıyla birbirine kavuş-
masına benzer bu. Aslında bütün felsefe öğretileri tarihsel
bütünlükte birbirlerine kavuşurlar. Onlardan birini dışlamak
düşünsel gerçekliği sakatlamak olur. Bizler çelişkili yapıları
birbirine uymaz yapılar gibi düşünürüz. Oysa yaşam da bir
çelişkiler yumağıdır. Felsefi düşüncenin sağlıklılığı birbiriyle
çelişirken birbirini tümleyen ve birbirini açıklayan öğretilerin
birliğinde ortaya çıkar.

57
FELSEFEYLE DİNİN KARŞITLIĞI
VE FELSEFENİN İŞLEVİ YA DA YÜKÜMLÜLÜĞÜ

Düşünmenin inanmak ve inanmanın düşünmek olma-


dığını biliyoruz. Düşünüyorum öyleyse inanıyorum gibi
ya da inanıyorum öyleyse düşünüyorum gibi görüşler eski
hıristiyan düşünürlerinden kalmadır. Çoklarının ince eleyip
sık dokumadan birbirine yaklaştırdığı hatta bazen içiçe
koyduğu, en azından uyumlu kardeşler gibi gösterdiği bu
iki alan, felsefe ve din dünyanın her yerinde sesli sessiz bir
çekişme içindeler: düşünceyle inanç karşıtlaşırken çok za-
man düşünenler inanmıyor inananlar düşünmüyor. Gene de
Descartes’da Spinoza’da Leibniz’de olduğu gibi, düşünerek
inananlar ya da inanarak düşünenler yok değil. Onlarda da
inancın düşünceyle bir tutulduğunu söyleyemeyiz. İnananlar
yanında inanır görünenler var. Toplumsal yaşam bunu bazen
gerekli kılıyor. Leibniz’de inanç Descartes’da ve Spinoza’da
olduğundan daha belirgindir. Spinoza tanrıtanımaz bilin-
menin tedirginliğini yaşar. Onlar inançsız olsalar da inançlı
görünmek zorundaydılar. O zamanlar düşünmek bugün ol-
duğundan daha tehlikeliydi ve inanmamak suçtu. Geçmişte
hatta şimdide inançsızlıkla suçlanmak toplumsal anlamda
büyük bir yükün altına girmektir.
İnananlar inanmayanları suçlu görme eğilimindedirler.
En sıradan bir inançlı bile kendini tanrısal gücün yeryüzün-
deki bir temsilcisi gibi duyar. O bir inanç imparatorluğunun
üyesidir. İnancın hemen her yerde siyasallaşmış oluğunu
görüyoruz. Genel olarak din çevreleri açık ya da örtülü
biçimde özgür düşünceyi düşman görmüşlerdir. Özgür dü-
şüncenin inanca olumlu bakmadığı da kesindir. Bu yüzden
inanç kendisini düşünceye karşı bazen çok sert biçimde sa-
vunmuştur. Bugün de örgütlenme koşulları elverdiği ölçüde
bunu yapıyor. Zamanla düşüncenin inanç karşısında kendini
58
biraz olsun özerk görmeye başladığını söyleyebiliriz. XVIII.
yüzyıldan sonra felsefe aydınlanma düşüncesi çerçevesinde
toplumsal ve siyasal koşulları tartışmaya girişti ve giderek
yaşama ağırlığını koydu. Bu ağırlık felsefe kadar bilimin
ağırlığıdır. Aydınlanma düşüncesinin çok kesin ölçülerde
siyasallaştığını ve buna göre yaşamda çok belirleyici dö-
nüşümleri gerçekleştirdiğini söyleyemesek bile onun daha
özgür bir dünya düzenine geçişte epeyce etkili olduğunu
söyleyebiliriz. Bu konuda ilk aklımıza gelenler elbette fran-
sız Aydınlanmacılarıdır. Ne olursa olsun din de düşünce de
esenliğini siyasallaşmakta arıyor.
Bu iki alanda insanın sorunlarına bilgece yönelenlerinse
siyaset yönünden sesleri pek çıkmıyor. Onlar hoşgörüyü ay-
dınlık bir dünyanın zorunlu yaşam koşulu sayıyorlar. Kaba
siyasete yönelmemiş insanın belirgin bir amacı var: bilinçleri
olabildiğince aydınlatarak dünyayı iyinin güzelin doğrunun
alanı kılmak, hoşgörünün ışığında barışın geçerli olduğu
bir ortama dönüştürmek. Bu bakışa din çevrelerinden çok
düşünce ortamları yakın duruyor. Düşünce doğrudan inançla
uğraşmak diye bir kaygı taşımasa da inancın kavgacı eğili-
mini kırmak istiyor. Buna karşılık inanç varlığını güvenle
sürdürebilmek için düşünceyle savaşmakta istekli görünüyor:
durağan bir yaşam özlemiyle yeni bir şey istemeden yeniye
karşı çıkıyor. Düşünce dönüştürücü olmaya çalışırken inan-
cın dönüştürücü olmak gibi bir kaygısı yoktur. İnanç tersine
dünyayı hep aynı oyunun oynandığı bir sahne gibi düşü-
nüyor. Bizler dünya görüşümüzün gereklerine göre bu iki
alandan birinden yana olurken öbürüne karşı çıkıyoruz ama
bilgilerimizin bu konuda yeterli olup olmadığını çok zaman
düşünmüyoruz. Felsefenin üstüne dinle gitmek ya da dinin
üstüne felsefeyle saldırmak konusunda eski alışkanlıklarımızı
bırakıp insan üzerinde, dünyanın önünde sonunda aşılması
gereken bitmez tükenmez sorunları üzerinde yoğunlaşmamız
59
gerekiyor. Bu yönde dinlerin değil ama kültür alanlarının yani
felsefenin sanatın bilimin sorumlulukları var. Kültür insanları
sorumluluklarını yeniden yeniden gözden geçirmeliler.
Dinle ve felsefeyle uzmanlık düzeyinde uğraşanların
yetersizlikleri de bilinçleri bulandırmak açısından belirleyi-
ci oluyor. Öğrenmeden ve araştırmadan bilmek eğilimi bir
salgın görünümü ortaya koyuyor. Her gün biraz daha hızlı
dönen bir dünyada insanlar özellikle yüce değerlerle ilgili
konularda araştırıcı olmaya pek istekli görünmüyorlar. Din
çevreleri açık ya da örtülü biçimde dinin kurallarına göre
evcilleştirilmiş ve dönüştürülmüş bir felsefeden yana çıkı-
yor, buna göre bilinçleri koşullayacak bir düşünce biçimini
geçerli kılmanın düşlerini görüyor. Bunu kısaca düşünmeyi
inanmakla bir kılma çabası diye, daha doğrusu düşünceyi
inançla denetleme çabası diye belirleyebiliriz. Bu yolda din
çevreleri insanların gözünü tanrısallık adına korkutmak gibi
kolay bir yolu benimsemiş görünüyorlar. Düşünceyi inançla
bir kılabilirsek daha dingin ve daha az sorunlu hatta daha
ahlaklı bir dünya kurma olanaklarını elde edebiliriz diye
düşünenler var. Bu konuda ortaya konulan düzeysizlikleri
önemsemeden kavgacılığı bir yana bırakmamız, insanın daha
da insan olması yolunda yarar sağlamayacak tartışmaların
dışına çıkarak gerçek bilginin peşine düşmemiz gerekiyor.
Zihin sağlığı yerinde insanlar yetiştirebilmek için nesnel
koşullarda bir eğitim düzeni kurmamız, bu eğitim düzeninde
kavramların doğru içeriklerine ulaşmayı birinci planda önem-
seyerek aydınlanmacı bir yol izlememiz gerekiyor. Bu da
öncelikle bu iki alanın birbirine karıştırılmamasını ya da daha
doğrusu birbirinden iyice ayrılmasını zorunlu kılıyor. Dinle
felsefe aynı şeydir diyecek kadar işi hafife alanların ya da
işi uç noktaya götürenlerin oyunlarını bozmak bu koşullarda
kaçınılmaz oluyor. Aydınlanmanın etkin ve sürekli olabilmesi
için felsefi düşünceye dört elle sarılmak ve düşünceyi düşünce
60
olmaktan çıkarma ve inancın denetimine verme eğiliminde
olanlara dur diyebilmek önemlidir.
Din zorunlu olarak kuralcıdır, onda dışına çıkılmama-
sı gereken formüller vardır. Bu formüller zorunlu olarak
dogmalardan beslenir ya da dogmaların anlatımlarıdır. Din
deyince aklımıza öncelikle bu inanç kalıpları yani dogmalar
gelir. Dinin buyruğunda bir felsefe ister istemez dogmalara
boyun eğecektir. Dogmalara dayalı bir felsefe de felsefeden
başka bir şeydir: felsefe dogmalaştığı yerde felsefe olmaktan
çıkar. Din kendi kurallarına uymaz saydığı her şeyi dışlamaya
eğilimlidir. Dünyayı düzenlemek adına siyasallaşan din yetke
olabilme ya da kendini benimsetebilme yolunda katı yöntem-
leri kullanıyor ve felsefeden de uyum bekliyor. Felsefeyse
yırtıcıdır huysuzdur inatçıdır, kendisine sunulan kalıpları
hatta kendi koyduğu kalıpları kırmak ister. Bununla birlikte
onun varolmak adına bir şeylerin altını üstüne getirmek gibi
bir amacı yoktur. Bunu yapacak gücü de yoktur. Felsefe
iyileşmez biçimde yenilikçidir. Dönüşen dünyayla dönüşür
ve dönüşen dünyayı dönüştürmeyi amaçlar. Bu yüzden din ve
felsefe benzeşmezler. Biri benimsenmiş olanın içinde özenle
bir şeyler arar gibi yapar, oysa öbürü her zaman benimsen-
miş olanın ötesinde bir şeylere ulaşmak ister: bu din için bir
durallık durumu, felsefe için sürekli bir kendini aşma duru-
mudur. Felsefe durmadan kendini yenileyen, yenilenemediği
zaman kendine yabancılaşan bir etkin düşünce alanıdır. Dinin
yeniyle işi yoktur: temel dayanakları iyi korumak yani özden
ayrılmamak önemlidir, kendini yinelemek önemlidir, sahne
olduğu gibi kalmalıdır ya da korunmalıdır. Dinde felsefi ba-
kış açısına yaklaştığımız ölçüde, kuşkucu olmak gibi ya da
sorular sormak gibi işlere kalktığımız ölçüde yolu şaşırma
tehlikesiyle karşılaşırız.
Din çevrelerinin felsefeye yakın durur gibi yapıp felse-
feden yararlanmaya kalkmaları öteden beri bir alışkanlık
61
oldu. Öte yandan bu çevrelerin felsefeyle uğraşmaları ve
felsefeyi saptırmaya çalışmaları felsefi düşüncenin dogmacı
düşünceyi etkisiz kılacağı korkusundan kaynaklanır. Onlar
bu yüzden bazen açık açık bazen örtülü biçimde felsefeyi
dinde eritmek isterler: felsefeyi de kucaklayan bir din dingin
devinimsiz sorunsuz dural bir dünya için iyidir. Felsefeyi
felsefe olmaktan çıkarmak yani onu hiçleştirmek insanoğlu
düşünmeyi bırakmadığı sürece olası değildir. Kimilerine göre
inancın denetlemediği ve düzenlemediği bir felsefe son derece
tehlikelidir. Dincinin gözünde felsefe bozguncudur, çünkü
durduğu yerde durmaz, düşünce kalıplarına yani dogmalara
saldırır, en azından inanca ilgisiz kalır. Felsefe dogmacı dü-
şünceyi kendi varlığı için engel görürken dogmacı düşünce
de felsefeyi dural dünya fikrinin etkin kılınması ve böylece
gelişimin engellenmesi yolunda engel görür. Bu yüzden
felsefe kendi siyasetini oluşturmak ve aydınlanma yolunda
yüreklice bir atılganlığı seçmek, bunu bir görev gibi benim-
semek zorundadır.
Filozofluk hem ileriyi görmek ve tasarlamak açısından
hem de şimdiyi yıkıcı etkenlerden korumak açısından yürek-
liliği gerektirir. Felsefenin atılganlıkları, özellikle geleceğe
dönük aşırılıkları düşünmeye yatkın olmayan insanları tedir-
gin edebilir. Filozof da bilir birçok görüşünün çürütüleceğini,
uzak ya da yakın bir gelecekte belki de birçok bakımdan kesin
bir biçimde eleştirilebileceğini. Filozof düşünce giysisini bi-
çerken elini geniş tutar. Zaman düşüncedeki uyarsız ve aşırı
yanları nasıl olsa ayıklayacaktır. Bir felsefe bütün yerler ve
bütün zamanlar için geçerli olamaz. Önemli olan yürekliliktir,
görebildiği kadar uzağı görmektir, korkmadan önermektir,
bugünden yarına köprüler kurmaktır. Ancak filozof bunu
her zaman evrensel bilincin ışığında ve ussallığı elden bı-
rakmaksızın yapacaktır. Felsefe yapanlar yanlışa düşmekten
hem korkarlar hem korkmazlar, onlar yanlış yapma haklarını
62
kullanırken de gerçekliğin dışına düşmemek konusunda son
derece özenlidirler. Filozof yanlış yapmaktan korktuğu sürece
felsefe yapamayacağını bilir. Felsefe yapmak olasılıkların
aralığından olacakları görmeye çalışmaktır biraz da. Düşle
gerçek arasındaki yaratıcı ilişki sanatta olduğu kadar felsefede
de geçerlidir.
İnanç’la düşünce’yi kolayından bir kaba koymak, Tanrı
araştırmasıyla insan araştırmasını birbirine karıştırmak kafa
karışıklığından başka bir şey getirmez. Dini felsefede boğma-
ya çalışmak da felsefeyi dinde eritmeye çalışmak da boştur.
Her iki alan özerk olabildikleri ölçüde kendileri olma şansını
elde ederler. Kutsalın alanını ussal düşünceyle donatmaya
çalışmak da ussal düşünceyi kutsalın alanında etkin kılmaya
kalkmak da bir şey sağlamaz. Felsefeyi kendi toprağında dini
de kendi toprağında etkin kılmak doğrudur. Felsefeyle dinin
kavgası diye bir şey yoktur aslında, kavga dincilerle felsefe
yandaşları arasındadır ve boş bir kavgadır, doğrudan doğ-
ruya sınırlarını aşmakla ilgilidir. Gerçek inançlılar birilerini
inandırmak adına felsefeyle oynamaya yeltenmezler. Kendi
alanlarında ussal düşünceye belli ölçülerde ağırlık verseler
de felsefe olarak felsefe onları ilgilendirmez, kendilerini
felsefeye kılıf giydirmekle de yükümlü duymazlar.
Gerçek inançlılar haklı olarak şöyle düşünürler: bu iki
alanı birbirine bağlamaya kalkarsak hiçbir sonuç alamayız,
yalnız yok yere düşman kardeşler yaratmış oluruz, felsefenin
işine karışmak ve onun ne olup ne olmadığına karar vermek
bizim görevimiz değildir. Buna karşılık bu yolda kaba ve
ucuz siyasetler geliştirmek öteden beri bir alışkanlık olmuş-
tur. Oysa ne din ne de felsefe bu tür kaba ve ucuz siyasetlere
uygundur. Dinle felsefeyi çatıştırmak dine de felsefeye de
bir şey getirmez, kendini bilen insan bu oyunu oynamaz ve
bu oyuna gelmez. Bir alandan öbürüne sezgisel hatta ussal
geçişler olabilir: her ikisi de özünde düşünselliğe dayalı insan
63
ürünüdür. Birini bizden öbürünü bize yabancı ilan ederek bir
yere varamayız. Felsefe bilen kişinin inanmasıyla inanan ki-
şinin felsefe yapması başka başka özellikler gösterir. Genelde
felsefe adamının düşünme biçimiyle din adamının düşünme
biçimi arasında dağlar vardır.
Din önerir ya da öğretir oysa felsefe tartışır. Dinde diya-
log yoktur, olsa da biçimsellikle sınırlıdır. Diyalogu kaldırın,
kuşkuyu da atın, felsefe diye bir şey kalmaz. Felsefe yapmak
kuşkulanmaktır diyordu Montaigne. Kuşkulanmazsak dü-
şünce alanında bir yere gidemeyiz, kuşkulanmayan insan bir
felsefe meraklısı bile olamaz. Kuşku doğruyu sağlamaz ama
doğruya ulaşma yolunda kolaylıklar sağlar, doğruya giden
yolları açar, yanlışa düşmeme kaygısını hem doğurur hem
güvence altına alır. Kuşkucu düşünce her şeyi tartışmaya
eğilimlidir. Felsefenin doğruları kişiye göre topluma göre
yere göre zamana göre değişen doğrulardır, onlar mutlak’ı
duyuracak biçimde kalın harflerle doğru diye belirlendikleri
anda güvenilir olmaktan çıkarlar. Filozof hiçbir sözü hiçbir
zaman altını çizerek söylemez. Felsefenin alanına girer
girmez kaygan bir zeminde buluruz kendimizi. Felsefenin
alanında kimse dün söylenilenlere bugün de ne yapıp yapıp
sahip çıkmalıyız diye düşünmez. Filozofların düşüncelerinde
zamanla değişmeler görülebilir. Bu yüzden felsefe öğretileri
zaman zaman çelişkili yapılar olarak görünürler hatta felse-
fe tarihçileri bir filozoftan sözederken onun birinci dönem
görüşleriyle sonraki görüşlerini birbirinden ayırmak, ayrı
ayrı ele almak gereği duyarlar. İki ayrı filozof gibi iki ayrı
dönemiyle ele alınan filozoflar vardır. Filozof bu tutarsız gö-
rünümü ortaya koyarken gelişigüzel bir bakış içinde değildir,
tersine sürekli bir arayış içindedir. Felsefenin alanına girmek
sonsuz çeşitliliklerin alanına girmektir.
Felsefe her ne kadar genel insanı ya da bütün insanı konu
edinse de ve bu açıdan temel olanı yani değişmezi bulmaya
64
yönelmiş görünse de onda özellikle yere ve zamana göre
edinilmiş özellikler ağırlıklı olarak belirleyicidir. Değişmez
olana yani o sağlam zemine bir türlü ulaşılamaz. Kimse
çağının üstünde ya da dışında değildir. Çağının gerisinde
kalanlar bile o çağın insanı olarak değerlendirilirler, çünkü
o çağla ilgili bir takım özellikler taşırlar. Geçmişi yeniden
yaşamak ya da geçmişi yaşatmak gibi düşler boş düşlerdir,
bu gibi düşler felsefi düşünceye aykırı düşerler. Felsefeyle
uğraşan kişi geriye dönüşleri olmayan bir dünyada yaşadı-
ğını bilir. Tarih geriye sarmaz gerçeğini unutmamak gerekir.
Geçmişe özenenler bugünü yeterince kavrayamamış, yaşa-
makta olduğu dünyanın gerçeğine ulaşamamış kimselerdir.
Buna göre felsefe zaman zaman birbirine azçok uyar görünen
zaman zaman birbiriyle bağdaşmaz görünen çeşitliliklerin
alanıdır. Yaratıcı güç ya da tasarlayıcı güç çeşitliliklerde
içkindir. Filozofun emeğinde sanatçının çabasından bir ta-
kım izler vardır. Sanatçı yapıtında kendi için ve herkes için
çeşitliliklerden süzülmüş bir dünya kurar. Sanat bütünüyle
çeşitliliklerden damıtılmıştır. Yeniye ulaşmak için çeşitlilikler
ormanında gezinmeyi bilmek gerekir. Bu yüzden felsefe din
gibi dinlendirici değildir, tam tersine yorucudur. Olasılıklar
denizinde bazen en küçük bir balık yakalayamadan dolaşmak
vardır. Ancak felsefe adamı bu zorluğun üstesinden gelerek
basite yalına öze ulaşır. Amaç zorluklarda oyalanmak değil
zor şeylerden giderek apaçıklığa ulaşmaktır.
Gerçekte dinin alanı da daha değişik bir anlamda çeşitli-
liklerin alanıdır. Ancak bu çeşitlilikler genelde istenir çeşit-
lilikler olarak görülmezler. Benim olduğum yer öbürlerine
uzak olması gereken yerdir: temel duygu budur. Din adamı
inancın alanında ne kadar çeşitlilik varsa o kadar zenginlik
vardır demez. Dinde geniş çerçeveli ayrılıklar gene de olağan
sayılır, en azından yadsınamaz bir dinler çeşitliliği vardır.
Bizimki doğruysa sizinki yanlış gibilerden bir duygu deği-
65
şik inançların insanlarını birbirinden ayırır. Dinlerin içinde
de bölünmeler yaşanır. Pagan dinleri çeşitliydi ama çokça
ayrılıklar ve aykırılıklar üzerine kurulmuş değildi: herbiri
öncelikle belli bir toprağın ya da kendi toprağının ürünüydü.
Onlar yalındılar ve felsefeye daha yakındılar. Pagan dinlerin-
de arayıcı istem daha güçlüdür. Tektanrıcı dinlerse her zaman
kesin bir biçimde önerici ya da benimsetici oldular. Pagan
dinleriyle tektanrıcı dinler arasındaki ayrılıksa düşmanlığı
akla getiren bir ayrılıktır. Düşmanlığı pagan dinlerinin yerine
oturmuş olan tektanrıcı dinler körükler.
Hıristiyan din adamları uzun yüzyıllar boyu pagan inanç-
larının dirilip yeniden yaşama geçmesinden korktular. Zaten
bu inançlar yokolmuş değillerdi, üstleri örtülmüştü yalnızca.
Zaman içinde bilinçaltındaki yerlerini korudular. Yaşamdaki
izleri de silinmedi. Zaman her şeyi unutturur sözü sakınıklıkla
kullanılması gereken bir sözdür. Bellek unutmaya yatkındır,
kendini unutmalarla korur ama onun unutmamakta direnen bir
yanı da vardır. Uzun yüzyıllar boyu insanların ruhuna sinmiş,
gündelik yaşamlarını yönlendirmiş, alışkanlıklarına karışmış,
davranışlarını koşullamış, düşlerini düşlemlerini süslemiş
inanç ögelerinin bir çırpıda atılması ve yerine daha iyidir diye
yenilerinin koyulması kolay değildir. Nitekim hıristiyan din
adamlarının korktukları başlarına geldi ve özellikle batıp git-
miş sanılan değerler Yeniçağ’ın eşiğinde yeniden filizlenmeye
uç vermeye başladı ve hıristiyan inancını büyük ölçüde zora
soktu. Bu sorun bugün de yürürlüktedir. Pagan inançlarına
tam dönüş olamazdı ama yeniden paganca düşünmek ya da
pagan ahlaklarını benimsemek olası olabilirdi. Pagan sezgi-
leri hep yaşadı. Bunun nedeni pagan dinlerinin somuta yani
bu dünyaya yani insana yakın oluşudur yani daha gerçekçi
oluşudur. Hıristiyan inancı göklere yani soyuta yakındır,
onun bu dünyada gözü yoktur. İnsan her zaman elle tutulur
gözle görünür olanı, ayakları yere basanı daha kolay anlar
66
ve kendine daha yakın bulur. Bugün bazı bilimlerin dışında,
özellikle gökbilimin ve evrenbilimin dışında gözlerini gök-
lere çevirmiş bir kültürden sözedebiliyor muyuz? Evrenin
gizlerini çözmeye çalışan insan göklerin gizeminden iyice
uzaklaştı. Tektanrı kavrayışını zihinsel planda üst düzeyde
gelişmişliğin belirtisi saysak da, soyut düşüncenin ya da
soyutlamacı düşüncenin doruğu olarak düşünsek de, ki bu
doğrudur, somutun ortada olmadığı yerde en yetkin soyut
da sonunda bir düş olarak kalır. Somuta dokunmayan soyut
yaşamda karşılığı olmayan, bilimde ve felsefede de hiçbir
anlama gelmeyen bir soyuttur. Soyut somutta açıklamasını
ya da karşılığını bulduğu zaman anlamlıdır.
Her şeyin değişim yasalarına uyduğu dünyamızda değiş-
mezi savunan din bile değişime uğrar. Toplumların ruhsal
yapısı inancın ögelerini açık ya da örtülü biçimde koşullar.
Toplumsal yapıların da yaşamın değişen değerlerine göre
sürekli dönüştüğünü görüyoruz. Bu dönüşümde beklenmedik
görünümler ortaya çıkabilir. Örneğin pagan ahlakı nasıl oldu
da yeniden ortaya çıkıverdi? Yeniçağ’ın başlarında yaşamı
kökten değiştirmeye eğilimli yeni insan ortaya çıkmış ve
dünyaya egemen olmaya başlamıştı. Bu yeni insana hıristi-
yanlığın kalıpları dar geldi. Bu yeni insan dünyaya bağlıydı
yani bir bakıma kendine bağlıydı, masala eğilimli de olsa
dünyanın dışında bir dünya tasarlamak eğiliminde değildi.
Kalıpların dışına çıkmak herkesin göze alabileceği bir şey
değildir. Ortada kendini sonuna kadar kalıplamış bir hıristiyan
inancı vardı. İnsan zaman içinde kalıplardan sıkılır, sereser-
pe düşünmek ve rahat davranmak ister, bir süre öyle yapar,
sonra yavaş yavaş kendini kalıplamaya başlar. Reform buna
en güzel örnektir: bu dinde yenilik devinimi Rönesans’la
başlamış ve sonra açıkça Rönesans’ın karşısına geçmiştir.
Sanayi Devrimi o yüreği insan sevgisiyle dolu yeni insanın,
tıpkı eski paganlar gibi kendinde tanrısal bir güç bulan insanın
67
birden ya da yavaş yavaş yeni bir kalıba girmesinin öykü-
südür. İnsan makinenin tutsağı olmaya başlayınca rönesans
değerleriyle birlikte pagan ahlakı da bir ölçüde tavsayacak ve
insancı savların yerini yeniden baskıcı savlar alacaktı. Yüzer
yüzer zincire bağlanmış çocuklar pazaryerlerinde yaygın
üretim için satılmayı beklediler. Onlar boğaz açlığına çalışı-
yorlardı. Kadınlar da öyle. Çocuk intiharları büyük boyutlara
ulaşmıştı. Yalnız erkeklere küçük bir para ödeniyordu. Ve
bütün bu insanlar genelde domuzlara verilen çürük patatesle
besleniyorlardı. Siyasiler daha ucuz bir beslenme aracı bu-
lursak üretimi daha ucuza getirebiliriz diye düşünüyorlardı.
Bu düzenin güçlenmesinde kilisenin büyük katkısı vardır,
en azından vurdumduymazlığı vardır. Kilise bu adaletsiz
düzenden ve onun getirdiği acılı sahnelerden hiç rahatsız
olmadı. Dünyanın geçici olduğuna ve asıl yaşamın ilerde
olduğuna insanları inandırmak gerekiyordu. Ey bu dünyanın
açları, ey bu dünyada iyilik sınavından geçenler, ilerde sonsuz
yaşama kavuşunca tıka basa doyacaksınız. Kilise daha çok
bunu söylemeye çalışıyordu. Dinin insancı savları olamazdı,
bu onun yapısına aykırı düşerdi. Yeni paganlık sivil dünyada
çağdaş sömürünün karşısına insancılık savlarıyla çıkarken
kabaca bir inançsızlık önerisi sunuyor gibi düşünüldü. Oysa
sorun daha derin ve daha insaniydi. “İnsanlık dini”nden ya
da adaletten eşitlikten hatta devrimden sözetmeye başlayan
felsefe anlayışları gerçekte yeni bir paganlık bildirisi ya-
yımlar gibiydiler ama yeni üretim düzeninin katı koşulları
karşısında etkisiz kaldılar. Dünyaya insanca bakanlar Sanayi
Devrimi’nin getirdiği kötü koşullarla savaşmak isteseler de
bu gücü kendilerinde bulamadılar, sonunda onun ayakları
altında ezildiler: bütün bir dünya uluslararası sermaye güç-
lerinin güdümüne girecekti.
Kötü koşullarla düşünce planında savaşmak gene de fel-
sefenin göreviydi ama o bu konuda istekli olmadı. Felsefe
68
dünyası hatta bütün bir kültür dünyası ağır baskılar altında
kalınca insancı bakış geçici olarak da olsa sanayinin kaba
koşullarına yenilmiş oldu. Felsefe insana sahip çıkma göre-
vini yerine getiremeyince insani yükümlülüklerinden kaçan
kilisenin durumuna düştü, bu yetmiyormuş gibi adaletsizlik-
leri hoş karşılar bir havaya büründü. Ateşe düşmemek için
selameti kuytularda arayan düşünceyi felsefe diye nitelemek
de savunmak da kolay değildir. Kendini sağlama almak
adına başkalarının yaşamına ilgisiz kalan insanı anlamak da
kolay değildir. Felsefenin başeğmesi ya da evcilleşmesi bu
zor koşullar altında gerçekleşti. Felsefe dişlerinin sökülme-
sine razıydı sanki artık. Yumuşak bir şeyler yiyebileceksem
dişlerim olmasa da olur der gibiydi. Yüzyıllar boyu dikenli
toprağa çıplak ayakla basmış olan felsefe bundan böyle din-
gin ortamlarda refah görünümleri ortaya koyarken büyük
ölçüde bir karşı-felsefe özelliği kazanmaya doğru gidiyordu.
Felsefenin bugünkü sefaleti sessizce gerçekleştirilmiş çirkin
bir uzlaşmanın kaçınılmaz sonucudur.
Kilise kendine siyaset alanında yer bulmaya çalışırken
inanırlığını yitirdi ve sevimsizleşti. Felsefe acımasız iktisadi
yaşam koşullarının baskısıyla raydan çıkınca kültür dünyası
tam anlamında bir dikensiz gül bahçesine dönüştü. Birinin
tanrısallık adına göz korkutmak gibi öbürünün kurulu düzen-
lere destek olup yoksulun ödediği vergilerle keyif çatmak gibi
bir yükümlülüğü yoktu. Biri kendi içinde sermaye biriktirerek
ve kaskatı ölçülerde örgütlenerek aslandan yana bir güç odağı
olma çabasını sürdürürken öbürü bilinçleri bulandırmak için
elinden geleni yapınca yeni paganlık ya da insancılık kuytula-
ra kaçmak zorunda kaldı. Bugün başı dik tutmak, basitliklerin
ve bayağılıkların oyuncağı olmadan birçok şeyi yüreklilikle
yeniden tartışmak gerekiyor. Her iki alanın da kendilerini
katışıklarından arındırmaları ve asıl işlevlerine dönmeleri
beklenir. Dünyanın her yerinde siyaset felsefeden ve dinden,
69
felsefe ve din de siyasetten elini çekmek zorundadır. Siyaseti
siyaset olarak yapmak üst düzeyde insan olmanın gereğidir.
İyi siyaset dine de felsefeye de karışmaz, dini de felsefeyi de
kullanmaz, ayrıca onları sapkınlardan korur. Dinin sapkınları
olduğu gibi felsefenin sapkınları da vardır: din nasıl kötüye
kullanılabiliyorsa felsefe de kötüye kullanılabiliyor. Felse-
fenin terimlerini kullanarak düşünce hokkabazlığı yapmak,
yaşamdan ve değerlerden yana çıkar görünerek kafaları bu-
landırıcı yazılar yazmak kimseyi doğru yerlere çıkarmaz. Her
iki alanın insanları da kendi sorumluluklarını yerine getirebil-
seler cennet dünyamız daha da cennet olacaktır. İlahiyatçılar
kendi alanlarında, felsefe adamları kendi alanlarında, siyaset
adamları kendi alanlarında çalışmalılar.
Felsefe de bundan böyle kendi içinde bir düşünce ve
ahlak devrimini gerçekleştirmek zorundadır. O bütün insanı
kavramak yükümlülüğünü ancak böyle gerçekleştirebilir.
Bilimler insana zorunlu olarak parçalı bakarken, her bilim
insana kendi penceresinden bakarken ve insanın yalnız bir
yüzünü görürken, bu yüzden sorumluluklarını daha dar bir
alanda gerçekleştirmek durumunda kalırken felsefe bütün
insandan sorumludur. İnsan bilgisinin özünü ya da temeli-
ni felsefe oluşturur. O bütün özel özelliklerin üstüne çıkıp
dünyaya kuşbakışı bakarak, insanı birbirinden ayıran bütün
sınırları kaldırarak gerçekliğin izini sürmelidir. O öncelikle
bir özgür arayıştır, bütün insan için daha nitelikli bir yaşamı
gerçekleştirmek adına ortaya atılmış bir düşünsel direniştir.
Aydınlanmayı bütün insan başarılarında görmek ve bulup
çıkarmak elbette olasıdır, ama aydınlanmanın en özlü biçimde
kendini ortaya koyduğu alan felsefenin alanıdır. Felsefe bir
ilerilik bildirisidir, ilerilik bilincinin bir açılımıdır. Felsefe
yeni aydınlanmalara doğru bir yöneliştir. Kendimizi yanlış
anlatmış olmayalım: düşünce kimsenin tekelinde değildir,
kimseye şöyle düşün şöyle düşünme diyemeyiz. Ama aydınlık
70
bir geleceğin belirtilerini taşımayan ve sözle oynama ustalı-
ğını derin düşünce gibi pazarlayan sözde felsefelerden uzak
durmalıyız. Gerçek felsefeler kendini ortaya koyduğunda
büyük insanlığın zararına oluşturulmuş düşünceler felsefe
kılığında dolaşsalar da etkili olamazlar.
Felsefenin gölgesine sığınmaya kalkan kaba siyasetler
bilinçleri bulandırmak için felsefenin dilini kullanan kabasaba
öğretiler geliştirmeye çalıştılar. Felsefeye aykırı diyebilece-
ğimiz bu sözde felsefeler kötü siyasetlerin kuramları olma
sevdasını bugün de sürdürüyorlar. Yakın geçmişte bunların
azçok etkili olduğu görüldü. Örneğin XIX. yüzyılda siyasal
nedenlerle adı gereğinden çok öne çıkarılmış iki kişiyle kar-
şılaşırız. Biri alman toplumunun üstünlüğünü savunan ingiliz
düşünürü Stewart Chamberlain, öbürü fransız düşünürü Art-
hur Joseph Gobineau’dur. Chamberlain “ari ırkı”nın ayrıcalı
bir ırk olduğunu yazdı. Ona göre bu ırk insanlık değerlerini en
yüce biçimde yaşatabilecek tek “ırk”dı. Böyle bir “ırk”ın baş-
ka “ırk”lara ya da toplumlara egemen olması doğaldı ve çok
da gerekliydi, ayrıca bu onun yerden göğe hakkıydı. Başka
toplumlar bu “ırk”ın ortaya koyduğu değerleri iyi anlamalı ve
geliştirmeye çalışmalıydı. Gobineau’ya gelince, o doğrudan
doğruya bir demokrasi düşmanıydı. O da “ari ırkı”nın üstün-
lüğünü savunuyor, dünyanın bir eşitsizler ortamı olduğunu,
üstün toplumlarla üstün olmayan toplumların zorunlu bir
çekişme alanı olduğunu düşünüyor, tam anlamında karamsar
bir bakış açısıyla eşitsizliğin ve ondan doğan çekişmelerin bir
gün dünyanın sonunu getireceğine inanıyordu. Nazi düşünürü
Alfred Rosenberg bu ikisinin görüşlerini birbirine katarak
partisinin siyaset kuramını oluşturmaya çalıştı.
Bir de doğrudan siyasete yönelmiş olmayan ancak görüş-
leri bir ilerilik bilincini yansıtmayan, aynı zamanda aydınlığa
açılan yolları sessizce kapatmaya çalışan filozoflar vardır.
Tarih filozofu Wilhelm Dilthey gibi ya da Henri Bergson
71
gibi filozoflar görüşlerini öznelciliğin dar ve verimsiz ala-
nına sıkıştırmışlardır. Felsefede aşırı nesnelcilik bizi bilime
aşırı öznelcilik de sanata yaklaştırır. Bir uçta katı usçuluk
öbür uçta gizemcilik karşılar bizi. Bir “bilimsel felsefe”den
sözeden filozoflar da vardır. Felsefenin bilimsellik yolunda
kendini geliştirmeye çalışması aşırı boyutlarda olduğu za-
man şu soruyu sormak durumunda kalırız: felsefe bir bilim
olacaksa bilime ne gerek var? Felsefeyi bilime indirgemeye
çalışan görüşler de onu öznelcilik adına sanata yaklaştırmaya
çalışan görüşler de bizi tedirgin ediyor. Özellikle öznelcilik
felsefede bir çıkmaz sokaktır. Ancak öznel felsefelerin de
düşünceye belli açılardan katkıları olduğunu unutmamak
gerekir. Örneğin Bergson’un öğretisi bilgi yönünden tam
anlamında temelsiz bir öğreti de olsa estetik kavrayış bakı-
mından epeyce önemlidir.
Felsefenin güzel yanı herkese kendi bilinç koşullarına
göre rahatça düşünme ve tartışma olanağı tanıyor olmasıdır.
Felsefe kimsenin tekelinde değildir, yeter ki bile bile kafaları
karıştırmak için üretilmesin. Felsefe bir tür arenadır. Felsefe-
nin alanına girdiğimizde demokratik bakış açısının belirleyici
olduğu bir alana girmiş oluruz. Felsefeye dıştan bakanlar ya
da daha doğrusu felsefe bilincine ulaşma gereği duymadan
felsefe yapmaya kalkanlar daha çok bir yandaşlık hevesiyle
davranırlar, onunla da kalmaz kendileri gibi düşünmeyenleri
yok saymaya kalkarlar. Ayrıca onlar en aykırı görünen bir
düşüncede bile bazen bizim iyi düşünmemizi sağlayacak
ögelerin bulunduğunu görmek istemezler. Felsefe düşmanlık-
ların alanı değildir. Bergson düşmanlığı gibi Marx düşmanlığı
gibi çocuklukların düşünen ya da düşünmeye çalışan insanı
eksilteceğini bilmek gerekiyor. Düşünce ve yaşam gerçekleri
açısından Marx’ın önemini göremeyen bir kişi felsefeden
payını almamış demektir. Felsefeyi insanın zararına kullan-
maya çalışanların karşısında olabilmeliyiz. Descartes’ın pek
72
güzel belirttiği gibi insan bilgisi bir bütündür. İnsan gerçe-
ğini ancak bütünselde, sayısız çelişkiler barındıran bütünün
içinde anlayabiliriz. Felsefeye önyargılarla ya da yandaşlık
savlarıyla yönelenler ondan yarar sağlayamadıkları gibi ona
alabildiğine zarar veriyorlar.
Evet insan bilgisi bir bütündür ve felsefeye canla başla
yönelen insan bu bütünde evrensel bilincin sayısız ya da uçsuz
bucaksız doğrularını yakalayabilir. Bunun için bilincin dona-
nımlı olması, felsefenin kavramlarıyla düşünebilme yetkinli-
ğine ulaşmış olması gerekir. Felsefe bilmeden felsefe yapmak
olmaz. İnsanlığın gelişimine olanak sağlayacak, insanları
sürekli aydınlanmaya yöneltecek ipuçları felsefe adı verilen
bu karmaşık ya da daha doğrusu çeşitliliklerle dolu ortamın
patlamaya hazır tohumlarındadır. Eski değerler bazen sessizce
bazen gürültülü bir biçimde yeni değerlere dönüşürken görü-
nür görünmez bütün oluşumlar son açıklamalarını felsefede
bulurlar. Doğuran annenin mutlu bir biçimde eskimesi gibi
bir oluşumdur bu: felsefede bitmeyen bir yeniye açık olma
tutumu geçerlidir. Dostoyevski Karamazov kardeşler’in ba-
şında Yohanna İncili’ne gönderme yapar: toprağa düşen bir
buğday tanesi yokolmazsa yalnızca bir buğday tanesi olarak
kalır, yokolursa bereketli ürün verir.
Felsefede açıklığa kavuşan düşüncenin alanı yarını ya-
ratacak tohumları barındırır. Düşünen zeka onlardan yola
çıkmak zorundadır. Bu tohumlar kişilerin ürünüdür, toplu-
lukların ve toplumların ürünüdür, sonunda bütün insanlığın
ürünüdür. Büyük insanlığın değerlerine ulaşamazsak felsefe
yapma çabamız boş bir çaba olur. Değerler alanı bir iletişim
alanıdır. Bu alanda neyimiz var neyimiz yok her şeyi orta-
ya dökmek zorundayız. Bu bir tür hesaplaşmadır, olan’ın
olası’yla hesaplaşmasıdır. Doğru düşünme yolunda olmak
için ille Descartes ya da Leibniz olmak gerekmez: insanlık
için değer yaratmak adına elimizden geleni yapabiliyorsak
73
ne devlet. Düşünmeye yatkın olmayanlar felsefeyi kolay
kolay girilemeyen özel bir uzmanlık alanı olarak görürler.
Bu anlayış onu akademik ortamların dingin görünen boğucu
havasına emanet edip çıkmak olur. Oysa felsefe yüzyıllar
boyu hep kavga etti. Bu kavga insanlığın mutlu dönüşüm-
leri için verildi. Filozoflar bu yüzden büyük acılar çektiler.
Onlar bu yüzden bugünün felsefe profesörlerine hiç benze-
miyorlar. Gelmekte olanı görmek ve gitmekte olanın özünü
kavramak gibi bir yükümlülüğü vardı felsefenin. O gidene
hiçbir zaman aşağılayıcı bir gözle bakmadı. Tarihi doğru
kavrayanlar her halkanın vazgeçilmez bir önemi olduğunu
iyi bilirler. Aydınlığa yöneliş zamanın kesintisiz akışında
bir tür görev değişimi olarak anlaşılabilir. Felsefe tarihiyle
önemlidir. Felsefe tarihinin dışında felsefe yoktur. Kant’dan
haberimiz yoksa Marx’ı bilmek gibi bir serüvene boşuna
dalarız. Yaşadığımız dünyada Marx’çı olduğunu sanan ama
ondan öncekileri bilmediği için onunla gerçek anlamda bağ
kuramayan pekçok “aydın” vardır.
Felsefenin gücü doğru bilinç oluşumuna yollar açarak
ya da olanaklar sağlayarak dünyanın dönüşümüne katkıda
bulunma yatkınlığından gelir. Kendini felsefenin sağladığı
olanaklara göre düzenlememiş bilinç eksiklidir. Felsefenin
gücünden yararlanamayan insan önünü arkasını geçmişini
geleceğini göremez. Felsefe insan bireyine bir görme gücü
sağlar. Görmek ama her şeyi zamanında yani geç kalmadan
görmek gerekir. Görmek öncelikle nedenleri görmektir. Ya-
şam oyalanmaları bağışlamaz. Yaşam boşluk vermez çünkü.
Önce yaşam sonra felsefe formülü doğru olmasına doğrudur
ama felsefenin yaşamı dönüştürücü etkinliğini de unutmamak
gerekir. Altyapı mı üstyapıyı belirler üstyapı mı altyapıyı be-
lirler tartışması boş bir tartışmadır. Yaşam bitmez tükenmez
etkileşimlerin alanıdır, onda birbirinden etkilenmeyen ve

74
birbirini etkilemeyen hiçbir şey yoktur. En çok da ben etki-
lenmem diyenler etkilenirler. Felsefe kadar etki gücü taşıyan
bir başka düşünce alanı yoktur. Çünkü o yaşamı kökten kavrar
ve temelden açıklamaya yönelir. Beslenmenin ve üremenin
sınırlarını aşabilen insan için felsefe bir zorunluluk olarak
kendini gösterir. Doğru iyi güzel yaşamak için hepimizin
felsefeye gereksinimimiz vardır.
İnsanın ne olduğunu kavramadan kendimizi anlamamız
olası değildir. Montaigne haklıydı: herbirimiz kendimizde
insanlığın bir örneğini taşıyoruz, ben’de bir biz yatıyor.
Toplumsal düzeyde de kişisel düzeyde de tüm yanlışlarımız
kendimizi bilememekten, içinde yaşadığımız ve parçası
olduğumuz evreni tanıyamamaktan geliyor. İşlediğimiz
cinayetlerde, göz göre göre yarattığımız felaketlerde, çocuk-
larımızın mutsuzluklarında, yakınlarımızın sıkıntılarında,
halklarımızın güç yaşamında felsefe eksikliğinin etkilerini
görebilmeliyiz. Boş şeyler ya da sözde inançlar adına ya da
ucuz çıkarlar anlamsız hırslar adına, belki de ünler unvanlar
zenginlikler adına, insan gerçeğinde hiçbir karşılığı olmayan
gizemli inanışlar adına, kirli siyasetler adına birilerinin canını
yakmaktan çekinmeyişimizde felsefeden uzak oluşumuzun
belirleyici olduğunu görebilmeliyiz. Felsefe yalnız meslekten
felsefe adamları için değil hepimiz için gereklidir. Gerçek
inançlıların felsefeyle bir alıp veremediği yoktur. İnanç tica-
reti yapanlar ya da yaptıklarını sananlar felsefeye bilir bilmez
saldırırken gerçekte toplumsal bilinç yetmezliğinin kendi
çıkarları için ne kadar önemli olduğunu düşünürler. Dünyanın
açmazlarına karşı özgür düşüncenin önemine inanmadığımız
sürece daha güzel bir dünyada yaşama tasarımız bir düş olarak
kalacaktır. Felsefeyi kendi dışındaki herhangi bir düşünce
alanıyla karıştırmak ya da özdeşleştirmeye çalışmak yani
felsefeyi bir şeyler adına kullanmak insanlığa iyilik getirmez.

75
AYDINLANMA KÜLTÜRÜ
YA DA AYDINLATAN EĞİTİM

Sürekli aydınlanmanın itici güçlerinden ya da yaratıcı


dayanaklarından biri de eğitim kurumlarıdır. Eğitim denince
belki de ilk aklımıza gelmesi gereken yüksek düzeydeki eği-
tim kurumlarıdır, özellikle de üniversitelerdir. Yüksek eğitim
öncesi kurumlar özellikle çağdaş dünyada bireyin bedensel ve
ruhsal gelişim koşullarına göre ve ilgili toplumun göreneksel
yapısına göre düzenlenir. Bu tür kurumlar daha çok yerel
özellikler taşırlar, onlarda genç insanlar toplumun değer-
leri çerçevesinde eğitim görürler. Yüksek eğitim kurumları
evrensel değerler çerçevesinde kültür üreten ve her şeyden
önce özel özellikleriyle seçilen kurumlardır. Bireyler gibi
onlar da dünya çapında kişilikli yapılarıyla ilgimizi çekerler
ve buna göre dünya çapında değer üretmekle yükümlüdürler.
Bugünün dünyasında on binlerle belki yüz binlerle ölçülebilen
bu kurumlar sorunlu yapılarıyla kendilerini gösteriyorlar ve
nitelikli kültür üretmekle meslek sahibi bireyler yetiştirmek
arasında orta bir yerde sıkışmış görünüyorlar. Bu durumda
onların evrensel bir genişlikte kültür üretimi yapmaları olası
görünmüyor. Buna göre bu kurumlar amaçları ve işlevleri
evrensel olmakla birlikte çok zaman ancak yerel hatta böl-
gesel gereksinimleri karşılayabilen ve daha çok teknisyen
yetiştirirken dar çerçevede kültür üretmeye çalışan kurumlar
olarak kalıyorlar. Bazı üniversiteler pek de belirgin olmayan
ölçütlere göre dünya pazarında öne çıkarken bazıları amaç-
larına ulaşamayan kurumlar olarak biliniyorlar.
Batı’da üniversiteler Ortaçağ’ın ortalarında kurulmaya
başladılar, o zamandan beri hemen her yerde kültür alanla-
rında ağırlıklarını duyuruyorlar. Avrupa’da yüksek eğitim din
okullarında biçimlenmeye doğru gitti. İlk üniversiteler XII.
yüzyıldan sonra manastır okullarından ve piskoposluk okul-
76
larından doğmuştur. Yüksek eğitim skolastiğin bir ürünüdür
ya da daha doğrusu yüksek eğitimin temellerini skolastikler
attılar. Bugünün daha çok kulaktan dolma bilgiyle yetinen
insanları geri ve verimsiz diye bilinen bir okul düzeninden
çok önemli yüksek eğitim kurumlarına zaman içinde nasıl
ulaşıldığına akıl erdiremeyebilirler. Din okullarının dönüş-
türülmesiyle kurulan ilk üniversitelerden bu yana elbet çok
yol alındı ve çok şey değişti, o zamandan bu zamana bu ku-
rumlar kimi biraz daha önde kimi biraz daha geride bilimin
felsefenin sanatın geniş mutfakları ya da üretim ortamları
olabildiler. Başlangıç koşullarını da hafife almamak gerekir,
onlar ilk zamanlarında da oldukça ağırlıklı kurumlardı. Uzun
yüzyıllar boyu aralıksız değişen yaşam koşulları çerçevesinde
düşüncenin boşinançtan kurtulmasında ve aydınlanmanın
etkin kılınmasında üniversitelerin büyük katkısı olmuştur.
Üniversite denince her zaman çokyönlü eğitim veren
bağımsız düşünce kurumları aklımıza gelir. Biraz da konuyu
abartırız ve bu kurumları bütün yenilikleri ve özellikle bü-
tün dahice buluşları insanlığa sunmakla yükümlü kurumlar
diye düşünürüz. İşler yolunda gittiği zaman azçok böyledir
bu. Yaşamda her şey öncelikle yerin ve zamanın koşulla-
rına göre biçimlenir. Üniversiteler içten olmasa da dıştan
görkemli görünen kurumlardır. İçtenliksiz insanlar gibi çok
zaman iç yüzlerini göstermek istemezler. Üniversite saygısı
diye yaygın bir duygu vardır ve bu her şeyden önce meraklı
insanın dünyasında güzel bir duygudur. Babalar ve anneler
çocuklarının üniversitede eğitim gördüğünü söylerken gurur-
ludurlar. Bu duygunun gerçeklikte karşılığı hem vardır hem
yoktur, onun biraz da dileklerimizle ilgili olduğu kesindir. Adı
üniversite olanın kendi de üniversite olsun isteriz. Bununla
birlikte üniversite hemen her zaman ve her yerde son derece
sorunlu bir kurumdur. Her zaman belli bir düzeyin üstünde
olmak sorumluluğu az bir şey değildir. Özellikle günümüzün
77
koşullarında üniversiteler her şeyden önce çeşitliliklerle öne
çıkan, birbirine pek de benzemez olan, büyük ölçüde dinin
sermayenin siyasetin güdümünde varlığını sürdürmeye ça-
lışan kurumlardır. İlk zamanlarda papaların genelgelerine
aldırmayacak kadar başı dik olan üniversite yetkeleri daha
sonra yavaş yavaş ve sessizce egemenlerin belirleyiciliğinde
yaşamlarını sürdürme yolunu seçtiler. Bu da onların ne ölçüde
özgür olabilecekleri konusunda bizi gerçekçi olmaya itiyor.
Bu kurumlar çok zaman hemen hemen dünyanın her
yerinde eğitim değil de “öğretim” yükümlülüklerini birinci
planda önemser görünüyorlar, bu yüzden özellikle bizde
“öğretim” kurumları diye biliniyorlar, buna göre bilgi sun-
mayı araştırmacılıklarının çok üstüne çıkarmış oluyorlar.
Bu durumda onların çok yerde asıl yükümlülüklerini yerine
getiremediklerini, yeniye açık araştırıcı yönlerini geri plana
attıklarını görüyoruz. Geniş düşünmek yerine gündeliği kur-
tarma hastalığı onları da belli ölçülerde bile olsa yakalamış
görünüyor. Onlar için son derece vazgeçilmez olan akademi
ruhunun şimdi artık o kadar da önemli olmadığı anlaşılıyor.
Bugün daha çok aşırı ölçülerde içedönük yaşayarak kapalı
dizgeler oluşturan üniversiteler renkli ve süslü cüppelerin
koruyuculuğu altında varlıklarını sürdürürken kendilerini
denetleme gücünü de büyük ölçüde yitirmiş gibi duruyor-
lar. Bunlardan büyükçe bir bölümünün üniversite niteliğini
taşımayan ve diploma dağıtıcılığı yapan kurumlar olduğu
tartışma götürmez.
Platon’un Akademia’sından beri yani M.Ö. IV. yüzyıldan
beri “akademi” yüksek düzeyde düşünmenin ve yaratıcı
eylemin simgesi oldu. Akademi denince her zaman yüksek
düzeyde düşünceyle yüksek düzeyde eylemi anlamak istedik.
Gerçek eylem yetkin düşüncenin gerektirdiği eylemdir. Yetkin
“okul” bilinci Akademia’yla başlar diyebiliriz. Daha önce
de okullar vardı ama ne olursa olsun “okul” bize öncelikle
78
geometri bilmeyenlerin giremediği o kurumu yani Platon’un
Akademia’sını ve öğrencisi Aristoteles’in Lykeion’unu dü-
şündürür. Platon’un ve Aristoteles’in okullarını bir tür üni-
versite olarak düşünebilir miyiz? Elbette düşünebiliriz. Onlar
Eskiçağ’ın üst düzeyde bilgi üreten özerk kurumları olmakla
o zamanın üniversiteleri oldular. Bu kurumlar tek kişinin
ağırlığını taşısalar da düşünceye evrensel genişlikte yönelen
ve yarardan çok bilgiyi öngören kurumlardı. Bu kurumlarda
tartışma ve diyalog vardı. O yüzden siyaset adamlarını zaman
zaman büyük ölçüde tedirgin ettiler. Eskiçağ’da bugünkü
anlamında üniversiteler elbette yoktu, üniversite az önce de-
diğimiz gibi Ortaçağ’ın ürünü oldu. Bilginin evrenselleşmesi
sorunu demek ki daha yeni zamanların konusudur.
Ortaçağ’da Oxford’un üç bin öğrencisi olan bir üniversite
olduğu düşünülünce Akademia’nın ve Lykeion’un üniver-
site kavramından ne kadar uzak olduğu görülür. Bu durum
Akademia’nın da Lykeion’un da önemini azaltmaz elbette. Bu
okulların o zamanın koşullarında çok büyük işlevleri yerine
getirmiş olduğunu biliyoruz. Gerçek anlamda felsefi-bilim-
sel düşünce bu okullarda gelişmiştir. Platon’un çok sevgili
öğretmeni Sokrates’den esinlenerek oluşturduğu “diyalog”
yönteminin düşünen insan için ne kadar önemli olduğu or-
tadadır. Bilgiye tutkun olanlar şunu erkenden gördüler: tek
başına düşünmek birlikte düşünmek kadar verimli değildir.
Daha önceki okulların önderleri ve izleyicileri daha çok görüş
bildirmekle yetinirlerdi. Platon her şeyi sağlam bir temele
ya da sarsılmaz gerçeklerin güvencesine bağlayan İdea’lar
öğretisine karşın bilgiye daha geniş bakıyor ve gerçek bilgi
değişik görüşlerin çatışmasından doğar diye düşünüyordu.
Platon felsefesi de Aristoteles felsefesi de zamanın koşul-
ları içinde yaşam gerçeğine geniş açılardan bakan felsefeler
oldular. Araştırmaya dayalı yaratıcı düşünce elbette daha
sonraki zamanların ürünü olacaktır. Descartes’dan önce bil-
79
gi edinmek diye bir şey vardı ama arayıcı yaratıcı düşünce
yoktu, olasılıklardan giderek yeni bilgilere ulaşmak diye bir
şey yoktu: düşünenler bilinenin sınırlarını aşmayı pek düşün-
mezlerdi. Araştıran düşünce daha sonra ortaya çıktı, kökleri
ya da ilk biçimleri daha eskilerde de olsa ilkin Descartes’da
ortaya çıktı. O zaman düşünce olan’ın alanından olası’nın
alanına doğru genişledi, olan’la olası olan’ı bir bütünde bir
araya getirdi. Artık yalnız gözlemleyebildiklerimiz değil
göremediklerimiz de düşüncenin konusu oluyordu. Her
gerçekliğin ille gözümüzün önünde olması gerekmezdi. Gö-
rünmeyeni bulup çıkarmaktı bu, görünmezi görünür etmekti
hatta olmazı olur etmekti. Araştırmacı düşünceye ulaşmak
için XVII. yüzyıla kadar beklemek gerekmişti. Bilimin ve
felsefenin yeni aydınlık çağı bu araştırıcı yönelimle başlar.
Diyalog önemlidir ve akademi ruhunun özünü oluşturur.
Akademiler diyalogdan koptukları zaman akademi olmaktan
çıkarlar. Diyalogun olduğu yerde söylemekten çok dinlemek,
bilmekten çok soru sormak önemlidir. Bilgi’nin karmaşık
ve çok yönlü dünyası başkalarının düşüncelerini, başka dü-
şünenlerin varlığını gerektirir. Diyalogda “ben” başkası’yla
önem kazanır. Başkasının olmadığı yerde ben’in düşünsel
yoksunluğu ya da çaresizliği başlar. Yalnızca karşımızdakiyle
değil bizden çok önce yaşamış ve geçmişte kalmış birileriyle
de diyaloga gireriz. Geçmişle yapılan diyalog kısıtlı olsa da
bir başka ortamın hatta bir başka yaşamın bilgisini getiriyor
olmakla önemlidir. Geçmişe sorduğunuz her soruyu geçmiş
kendi olanakları çerçevesinde yanıtlar. Bize göre araştırma
alanı epeyce kısıtlıdır, bu yüzden sorularımıza ancak belli
olanaklar çerçevesinde yanıt alabiliriz. Ölülerle konuşmak
zordur. O koşullarda canlı tartışma olası değildir: geçmişle
görüşmeyi göze aldığımız zaman söylenmiş olanlarla ye-
tinmek zorundayız. Asıl verimli olan yüzyüze diyalogdur.
Gerçek diyalog eşitlerin tartışması olmakla bir egemenlik
80
sorunu da ortaya koymaz, üstün gelmekle de ilgili değildir:
Sokrates savunmasının bir yerinde kimsenin efendisi olmak
istemediğini ama genç ya da yaşlı birileri kendisiyle ko-
nuşmak istediğinde bundan kaçmadığını söyler. Diyalogun
temelindeki ruhsallık öğretmeyle değil birlikte düşünmeyle
birlikte araştırmayla ilgilidir.
Eski üst düzey kültür dünyasının üniversiteleşmeye
doğru yönelmesi bin yıllarından sonra olmuştur. Salerno’da
Pavia’da Bologna’da Paris’de hukuk latince felsefe hekimlik
matematik öğreten daha geniş çerçeveli okullar açılmıştı. Bu
okullarda daha çok diyalektik öğretiliyordu: bir fikrin ya da
bir kuramın savı ve karşısavı tartışılıyordu. Aristoteles felse-
fesiyle hıristiyan öğretisini bağdaştırma yolunda bu diyalektik
yöntemin önemli bir işlevi vardı. XI. ve XII. yüzyıllarda
hıristiyan öğretisi eğitimin temel konusu durumuna geldi.
O dönemde latincenin yaygın olması ve bir bakıma bilgi
dünyasının ortak dili olması eğitimde kolaylıklar sağlıyordu.
Böylece bir kente bir bilge kişi geldi mi o kişi hangi toprağın
insanı olursa olsun ya da onun anadili ne olursa olsun tüm
öğrenciler onu dinlemeye gidebiliyorlardı, çünkü latince
gibi ortak bir dilleri vardı. Ulusal değerlerin oluşup ulusal
dillerin kurulmasından önceki dönemin böylesine ilginç bir
kolaylığı olmuştur. André Maurois Histoire d’Angleterre
(İngiltere tarihi) adlı kitabında bir Jean de Salisbury (1120-
1180) örneği verir. Jean de Salisbury ilk mantık derslerini
Paris’de o zamanın ünlü felsefe adamı Abaelardus’dan alır,
sonra Chartres’da Guillaume de Conches’un derslerini izler,
orada da durmaz, on defa Alpleri geçerek Roma’ya gider,
Roma’nın ruhunu kavramaya çalışır, oradan İngiltere’nin
yolunu tutar. Diyalektiğin izini sürmeye adamıştır kendini.
Ancak bu peşine düşülen diyalektik o kadar da verimli bir
şey değildir.
Jean de Salisbury örneği de bize gösteriyor ki XII.
81
yüzyıldan sonra insanlar ya da daha doğrusu bilge kişiler
zihinleri uyandırmaya yarayan ve soyut sözcükler dağarını
geliştirmekte de belli bir yararı olan diyalektiğin kimseye
yeni bir şey öğretmediğini ve öğretemeyeceğini anlamaya
başladılar. Jean de Salisbury şöyle diyor: “Kendilerinden
ayrı düştüğüm ve diyalektiğin bir arada tuttuğu eski dostları
Sainte-Geneviève dağında gidip görmek ve onlarla tartışmalı
konuları görüşmek benim için pek hoş oldu. O dostları yıllar
önce bıraktığım yerde buldum. Eski sorunları tartışırken
amaçlarına ulaşmış ve bilgilerine herhangi bir bilgi kırıntısı
katmış görünmüyorlardı. Yalnız bir konuda ilerlemişlerdi:
ılımlılığı elden bırakmışlardı ve artık alçakgönüllülük diye
bir şey tanımıyorlardı, bu durumda onların iyileşmesinden
umudu kesmek gerekiyordu. Deneylerim bana kesin bir doğ-
ruyu gösterdi: diyalektik başka alanlar için yardımcı olsa bile
kendi kendine yetmeye kalktığı anda kısır ve ölü kalıyordu.”
André Maurois pekçok kişinin bilgi ve bakış eksikliği nede-
niyle gözden kaçırdığı şu gerçeğin üzerine basar: “Gene de
skolastiğin mantığını çok ağır yargılamaktan kaçınmalıyız,
tamuyar bir biçimde düşünmeyi insanlara o öğretti.” André
Maurois Galileo Galilei’nin Aristoteles’e çok şey borçlu ol-
duğunu düşünür ve şöyle der: “Tanrı yapıtının ussal olduğu
ve kendini evrensel yasalar biçiminde ortaya koyduğu fikri
bilimsel araştırmayı olası kılmıştır.”
“Akademi” kavramı bir zaman sonra değişen yaşam ko-
şulları çerçevesinde “üniversite” kavramında eridi. Dünyada
nüfus artışıyla birlikte eğitilecek insanların çoğalması ve
buna göre eğitim alanlarının zorunlu olarak yaygınlaşma-
sı hemen her yerde üniversite eğitimini de kitleselleştirdi.
Bilim alanları genişledikçe ve derinleştikçe, insanlar daha
sağlıklı yaşamanın koşullarına kavuştukça nüfus artışı da
büyük boyutlara ulaşıyordu. Ortaçağ’ın büyük başarısı eği-
timi yaygınlaştırmasındadır, sayısı hızla artan piskoposluk
82
okullarından ve manastır okullarından gün gelip ilk üniver-
siteleri kurmuş olmasındadır. Bu okullarda daha çok yoksul
insanların çocukları eğitim olanağına kavuşuyordu. Ama bu
yaygınlaşma giderek göz korkutucu boyutlara ulaştı: nicelik
artışı nitelikte azalmayı getiriyordu. Bununla birlikte yüksek
eğitimin dar ortamlardan geniş alanlara açılması insanlık için
büyük bir kazançtı. Nitekim yaşamda aydınlanmaya doğru
gidişin hızlanmasında bu oluşumun etkisi büyük olmuştur.
Rönesans aydınlanmada başlıbaşına bir patlama noktasıdır.
Aydınlanmanın ışıkları çok daha önce görünmüştü.
Birinci Rönesans IX. yüzyılın başlarında Büyük Karl’ın
(Carolus Magnus) ya da Karl I’in öncülük ettiği Karolenjler
Rönesansı’dır. İkinci Rönesans Skolastik Rönesansı’dır ve
XIII. yüzyılda başlamıştır. Bugünün bazı büyük üniversite-
leri o dönemde kuruldu. 1215’de Paris Üniversitesi, 1233’de
Toulouse Üniversitesi, 1248’de Salamanca Üniversitesi,
1258’de Oxford Üniversitesi, 1289’da Montpellier Üniver-
sitesi, 1425’de Louvain Üniversitesi kuruldu. Bu gelişmede
büyük katkı Aristoteles’in yapıtlarından gelir. XIII. yüzyıla
kadar düşünce çevreleri Aristoteles’in yalnızca mantık’ını
tanıyordu. Aristoteles’in öbür yapıtları latinceye çevrilince bir
şeyler değişti. Avrupa’nın aydınları Haçlı Seferleri sırasında
Aristoteles’le ve başka kaynaklarla karşılaşmanın heyecanını
yaşamışlardı. Aristoteles pagandır onun yapıtlarını okutmayın
diyen papalık genelgesine zamanın rektörleri yanıt vermek
gereği bile duymadılar.
Üniversitelerin kurulduğu bu dönem kültür açısından
bir zenginlik dönemidir ama kitlesel cahilliğin de büyük
boyutlara ulaşmış olduğu bir dönemdir. Cahillik daha çok
din adamları kesiminde göze batar hatta insanları rahatsız
eder olmuştu, din adamları cahilliğin temsilcileri gibiydiler.
Örneğin İngiltere’de yapılan bir araştırma din adamlarının
çok büyük bir bölümünün karacahil olduğunu göstermiş-
83
tir. 1222’de Langton başpiskoposu piskoposlardan kendi
çevrelerindeki papazların bilgi düzeyiyle ilgili araştırmalar
yapmalarını istemişti. Çıkan sonuç tam anlamında vahimdi.
Din adamlarının dua ve ayin usulleriyle ilgili bilgileri bile
yoktu, genel bilgileri hiç yoktu. Örneğin Durham piskopo-
su olan Louis de Beaumont tek kelime latince bilmiyordu.
Ortaçağ’ın sonlarında üniversiteler üst düzeyde bilgi ve eylem
üreten kurumlar durumuna geldiler, bu arada din adamlarının
eğitimiyle de ilgilendiler. Bu işi görev bilen üniversitelerin
başında Oxford Üniversitesi geliyordu. Oxford o dönemde
İngiltere’nin en önemli kentiydi. 1258’den önce de kentin
önde gelen bilginleri ya da donanımlı kişileri kiliselerde
yoğun bir eğitim programı uygulamışlardı. Cambridge uzun
süre Oxford’un gölgesinde kaldı. İlginç ama sevimsiz bir
olay birden Cambridge’i öne çıkardı. Birçok eğitimci ve öğ-
renci Oxford’u bırakıp Cambridge’e gitti. Bu kişiler Oxford
belediye başkanının adaletsiz tutumuna karşı çıkıyorlardı.
Belediye başkanı bir kadının ölümünden sorumlu tuttuğu üç
masum öğrenciyi elde hiçbir kanıt olmadığı halde astırmıştı.
Üniversitelerin açılması ve gelişmesi birkaç yüzyılı kap-
sayan bir zaman diliminde gerçekleşti. Örneğin İskoçya’nın
ilk üniversitesi Saint-Andrews XV. yüzyıl başlarında açılmış-
tır. Yeniçağ’la birlikte ya da Üçüncü Rönesans’la yani asıl
Rönesans’la birlikte ortaya çıkan aydınlık dönüşümlerde ilk
üniversitelerin attığı temeller elbette son derece belirleyici
olmuştur. Üniversiteler güçlerini öncelikle bütünsel bir yapı-
ya, bir dizgeci bakış açısına ulaşmış olmalarından alıyorlardı.
Her üniversitenin evrensel değerler düzeyinde ama gene de
kendine özgü öğretim yöntemleri geliştirmesi, bunun için de
dizgeci bir kavrayışa ulaşması gerekiyordu. Bu kurumların
başta gelenleri uzun yüzyıllar boyu taş taş üzerine koyarak
geliştirdikleri geleneksel yapılarıyla anılırlar ve öne çıkarlar.
Üniversitelerde araştırma yapanlar, eğitilme yükümlülükle-
84
rini ve eğitme görevlerini sürdürenler oradan buradan der-
lenmiş, gelişigüzel koşullarda bir araya getirilmiş kimseler
değildir. Gene de bu birlikteliği bir tarikat toplaşması gibi
algılamamalıyız: bu kurumlar özellikli olmakla birlikte kapalı
bir yapı oluşturmazlar. Her kurumun her kişiye kapılarını
rahatça açmak gibi bir anlayış içinde olamayacağı, seçmeci
bir tutum almak zorunda olduğu tartışma götürmez. Gene
İngiltere’ye çevirelim gözlerimizi: o dönemde Oxford’da ve
Cambridge’de okuyan gençlerin tümü üst çevre insanlarının
çocukları değildiler. Tam tersine bunlar çoğunlukla yoksul
ailelerden gelmeydiler, yoksul çocuklarının toplaştığı manas-
tır ve piskoposluk okullarında eğitildikten sonra üniversiteye
girmişlerdi, ya din adamı olacaklar ya da yönetici kadrolarda
görev alacaklardı. Bunların bazıları tek giysiyle dört mevsimi
geçirecek kadar ve yalnız ekmekle beslenecek kadar yoksul-
dular. Hemen hepsi rahiplerin kaldığı izbe yerlerde kalırdı.
Bu rahiplerin büyük bir bölümü de serseri yaşamı sürdüren
güvenilmez kimselerdi. Aralarında kanlı kavgalar eksik
olmazdı. Eğitim şöyle böyleydi. Roger Bacon bu insanları
Ovidius’un çirkin metinlerini okumakla eleştiriyordu.
Bugün bu geçmiş zamanların aydınlığa yürüyen insan-
larını birçok yönden eleştirmek hatta yerden yere vurmak
işten bile değildir. Bugünden düne bakmak son derece insaflı
olmayı gerektirir. Ne olursa olsun bu üniversiteler deyim ye-
rindeyse hem içi sağlam hem dışı pırıltılı eğitim kurumlarıdır.
İçte sağlam olmak ulaştıkları ve uygulamakta oldukları eğitim
programlarının tutarlılığıyla ilgilidir, onlar kendi kendilerine
kendi varlık koşullarını yani özelliklerini oluştururlar, dışı
pırıltılı olmaksa yalnız görünümle değil üretilen bilginin ve
ulaşılan deneyimlerin topluma ulaştırılmasıyla ve genel insan
için yararlı kılınmasıyla ilgilidir. Dünyaya sırt çevirmeden
yaşamını sürdürmek, toplumun düşünen seçkin insanlarıyla
bütünleşmek, insanlığın gelişimine böylece katkıda bulunmak
85
önemlidir. Ancak Ortaçağ’ın düşünce dünyası o zamanın
koşullarında olumlu bilgiye değil metafiziğe eğilimliydi.
Ancak bu tablo da yavaş yavaş değişecektir. Ortaçağ avrupa
insanının olumlu bilgiye yönelmesinde Haçlı Seferleri’nin
katkısı büyük olmuştur. Arap bilim dünyasıyla tanışma olana-
ğı bulanlar yepyeni bir dünyaya açılmış oldular. Görüşlerin-
den ötürü epeyce acı çekmiş ve uzun süre hapis yatmış olan
rahip filozof Roger Bacon bu olumlu bakış açısına ulaşmış
seçkinlerin başında gelir. Renan bu yüzden Roger Bacon’ı
“Ortaçağ düşüncesinin prensi” diye nitelendirmiştir. Zamanın
kültür dünyasını daha iyi anlayabilmek için Roger Bacon
üzerinde birazcık durmakta yarar vardır.
Roger Bacon 1210’a doğru Ilchester’da doğdu. Oxford’da
okudu. Başlıca merakı doğada gözlemler yapmaktı. O gerçek
anlamda bir deneyciydi. Böylece Francis Bacon’ın öncüsü
oldu, ingiliz deneyciliğinin kurucularından biri ya da başlı-
cası oldu. Roger Bacon Oxford’un ilk rektörü diye bilinen
Robert Grossete’den çok etkilendi. Bu ünlü kişi özellikle dil
ve doğa bilimleri alanında titiz bir araştırmacıydı. Oxford
İngiltere’nin kültür merkeziyken Paris de dünyanın kültür
merkeziydi. Roger Bacon 1245-1250 arasında Paris’de kaldı.
Oxford’a döner dönmez dil ve deneysel bilimler alanlarındaki
araştırmalarını sürdürdü: daha çok fizik gökbilim ve coğrafya
üzerinde duruyordu. O sırada dinbilim dersleri de veriyordu.
Ne var ki bir süre sonra dinbilim derslerini bırakmak zorunda
kaldı. Araştırmalarının sonuçlarını yayımlamak istiyordu ama
üstleri ona aşırı öne çıktığı gerekçesiyle bu hakkı vermiyordu.
Dostu olan papa Clemens IV’ün desteğiyle 1268’den sonra
Opus majus adlı yapıtını yayımladı. Onu ardı ardına öbür
yapıtları izledi. Doctor mirabilis diye anılan Roger Bacon
resmi görüşlere hiç uymayan bu çalışmalarından ötürü 1277-
1292 arasında hapis yattı. 1294’de de bu dünyadan ayrıldı.
Roger Bacon Ortaçağ’ın ortalarında aydınlığa gönül vermiş
86
bilim ve felsefe adamlarının en önemlilerindendir. Ancak
onun da her gerçek düşünür gibi azçok çelişkilerle örülmüş
bir düşünce dünyası vardı.
Evet onun düşünce dünyası da birçok düşünürünki gibi
çelişkilerle doludur: o hem skolastiğin temel ilkelerini be-
nimsemiş bir bilim ve felsefe adamıdır hem de skolastiğin
baş düşmanıdır, hem deneysel yöntemden yanadır hem de
gerçek anlamda Augustinus’çudur, hem bir doğa gözlem-
cisidir hem de gerçek bir gizemcidir. Başlıca amacı bilimle
uğraşan insanları skolastiğin verimsizliğine yetersizliğine
yararsızlığına inandırmaktı. Ona göre dinbilimciler felsefi
bilgiden tam anlamında yoksundular ama anlaşılmaz bir
gözüpeklikle felsefenin tüm sorunlarını tartışabiliyorlardı.
Ne bilimle ne dille bir ilgileri vardı. Aynı durum üç aşağı beş
yukarı felsefe adamları için de sözkonusuydu. Oysa Roger
Bacon’ın baştan sona somuta yönelik bir dünyası vardı. O
bu yüzden insanların coğrafya bilmesini zorunlu görüyordu.
Hatta kendisi bir dünya haritası çizmişti. Gökbilimle ilgili
araştırmaları onu Ptolemaios dizgesini kıyasıya eleştirmeye
yöneltti. O ayrıca aydın kişilerin ibranice yunanca arapça
gibi kültür dillerini öğrenmesinin bir zorunluluk olduğunu
düşünüyordu. Galileo Galilei’den çok önce matematikle fizik
arasındaki bağı görmüştü. Bir yanıyla da gelecekten haber
veren bir öngörülü kişi gibiydi: De secretis operibus artis et
naturae’sinde buharlı gemileri demiryollarını balonları teles-
kobu mikroskobu haber veriyordu. Bütün bunlar o dönemdeki
bir düşünürün dünyasıyla ilgili şaşırtıcı gerçeklerdir. Gene
de onu çağı içinde değerlendirmek gerekir: o Augustinus
öğretisine sıkı sıkıya bağlı bir skolastik düşünürüydü.
Ortaçağ’da kültürün canlanma döneminde üniversitele-
rin kurulması yaygın cahilliğin, özellikle de din adamlarına
özgü iyileşmez hantallığın biraz olsun yumuşaması sonucunu
getirdi. Üniversiteler yakın çevrelerin gençlerini kanatları
87
altına almakla kalmıyor, uzak topraklardan kopup gelen
gençlere de kucak açıyordu. Bu koşullarda gerçek anlamda
bir kültürdönüşümü gerçekleşti. Değişik yerlerden gelen
gençlerin birbirlerine öğretecek çok şeyleri vardı. Oluşan
geniş etkileşim alanı üniversitelerin dışına taştı, toplumun
kültürlü kesimlerini de içine almaya başladı. O zamandan beri
üniversite yalnız üyelerinin değil toplumun tüm kesimlerinin
eğitiminden sorumludur. Üniversite ortamları ne ölçüde özgür
olurlarsa olsunlar belli bir kalıplanmışlığı da yaşıyorlardı. Bu
yüzden daha baştan beri birçok bilim ve felsefe adamı tam
özgür olabilmek için üniversite dışında kalmayı yeğlemiştir.
Bazen de üniversitede çalışma olanağı bulamadığından kendi
göbeğini kendi kesmek zorunda kalmıştır. Kimin isteyerek ki-
min zorunlu koşullarda üniversite dışında kaldığını bilemeyiz.
Bazı filozoflar yetiştikleri üniversite ortamının dışında
kalmak istediler, en azından o ortamda kalabilme çabası
göstermediler. Descartes bunlardan biridir. Çünkü üniversi-
teler bazen kendi geleneksel yapılarını oluştururken zamanla
ilkelerini katılaştırma eğilimi gösterdiler. Nedenlerden biri
bu olabilir. Gene de özellikle büyük üniversiteler yeniliklere
açılmayı olanaksız kılacak kadar ilkeci olmadılar. XVIII.
yüzyılda Sanayi Devrimi’nin acımasız koşulları içinde bu
kurumlar giderek kurulu düzenlerin boyunduruğu altına
girdiler ve yürürlükteki değerler karşısında tartışmacı olma
özelliklerini yitirdiler. O zaman diyalog da araştırmacılık
da belirleyici olmaktan çıktı. Bir önceki yüzyılın filozofları
Descartes Locke Spinoza Leibniz düşüncelerini şu ya da
bu nedenle üniversite dışında oluşturdular. XVIII. yüzyılın
Aydınlanmacıları üniversiteyle ilişkisi olmayan kimselerdi.
Buna karşılık Kant gerçek bir akademisyendi, üniversiteye
girmeyi çok istemişti. Daha sonra Hegel de her şeyden önce
ağırlıklı bir akademisyen oldu hatta zamandaşlarınca “pro-
fesör” diye eleştirildi. Bu özgürlük ve bağlılık dengesi uzun
88
süre şu ya da bu ölçülerde korundu. Kültürün kurulu düzenlere
sıkı sıkıya bağımlı duruma gelmesi yüzünden tablo iyiden
iyiye değişti. Bu olumsuz dönüşüm özellikle XX. yüzyılın
başlarında olmuştur.
Özerk diye bilinen üniversitelerin bugün tam anlamında
bir özgürlük ortamı oluşturduğunu söylemek kolay değildir.
Onlar genelde siyasal baskılar altında varlıklarını sürdürü-
yorlar ve siyaset ortamlarının renklerini taşımak ya da kurulu
düzenlerin ilkelerine uymak gibi sıkıntılar yaşıyorlar. Bunu
onların zayıf yanları olarak saptamak ve yetersizliklerini bir
ölçüde de olsa dönemin koşullarına bağlayıp çıkmak bizi
rahatlatır mı? Siyasal ve dinsel yetkeye bağlanarak üniver-
site kimliğinden uzaklaşmanın en belirgin örneklerinden biri
Spinoza’ya yapılan ilginç bir öneridir: filozofu görüşlerinden
ödün vermesi ve tehlikeli görüşlerinden vazgeçmesi koşu-
luyla Heidelberg Üniversitesi’nde ders vermeye çağırırlar.
O da bu öneriye biraz güldürücü biraz acı bir yanıt verir:
görüşlerinden vazgeçmeyi düşündüğü gün bu öneriyi seve
seve kabul edecektir. Spinoza olmanın hiç de kolay olma-
dığı ve yarı aç yarı tok sürdürülebilen bir yaşamı onursuz
bir yaşama yeğ tutmanın güçlüğü düşünülünce üniversite
insanlarının kurulu düzenlerden gördüğü baskıların ve kurulu
düzenlere verdiği ödünlerin ne büyük boyutlara ulaşabildi-
ği kolayca anlaşılacaktır. Bu durum nitelikli bilgi üretimi
konusunda nice sıkıntılar yaratmıştır ve yaratmaktadır.
Buna karşılık üst düzeyde kültür değerleri yaratmak isteyen
insanların kendilerini varedebileceği en verimli ve en rahat
ortam üniversite ortamıdır. Durum böyle olunca geçen za-
man düşünce insanlarının üniversite dışında kalma istemini
söndürdü, dışarının koşullarını ağırlaştırırken bilgi peşindeki
insanların araştırmacı özerk bireyler olarak üniversite dışında
çalışma olanaklarını neredeyse hiçe indirdi. Dışarıda ancak
teknisyen sıfatıyla sanayi etkinliklerine katılma olanağı
89
bulunabiliyordu. Sermayenin bilime ve felsefeye ağırlığını
koyması ve bilimi teknolojinin istemine bağlarken felsefeyi
tam anlamında denetim altına alması üniversite yaşamını
iyice verimsizleştirdi.
“Bilim adamı” kavramının yerine bundan böyle “öğretim
üyesi” kavramı geçecektir. Bugün kurulu düzenlerin çizdiği
sınırlar içinde kalmayı göze alarak bilimden ve felsefeden
birinci derecede sorumlu olmak isteyenler üniversitede uygun
koşullarda çalışma olanağı bulabiliyorlar. Böylece düşünce
insanının aydınlanma yolunda giriştiği savaşımın koşulları
epeyce ağırlaşmış oluyor. Sorunu salt üniversiteler düzeyin-
de ele alırsak kişilerin kendilerini kültüre adama dönemleri
bitmiş, yürürlükte olan değerlerin gölgesinde tatlı yaşam
dönemleri başlamıştır. Dünya nüfusunun hızla artması, her
yerde yeni yeni üniversitelerin açılması akademik yaşamı
iyiden iyiye sıradanlaştırdı. Artık bilim ve felsefe dünyayı
zorlamıyor ve kurulu düzen insanların gözünü korkutmuyor.
Evcilleşmiş düşünce devletlerin sıcak kanatları altında bir
bakıma en güzel en tatlı günlerini yaşıyor. Üniversitelerin
bugün kültür düzeyinde varsayılan ağırlıkları çok zaman
dıştan kolay kolay sezilemeyecek bir kalıplılığın aldatıcı
yansısıdır. Üniversitelerin özellikle kültür değerleri yaratma
yolunda heyecanlar yaşayan iyi niyetli genç üyeleri siyasal
güç karşısında ağırlıklı olamayacaklarını çok geçmeden
anlıyorlar. Kültürün yeni temsilcileri olacak kimseler böy-
lece genelde evrensel bilincin gerektirdiği güçlü aydın olma
özelliklerinden uzak kalıyorlar.
Bugünün bilim ve felsefe dünyasında görülen verimsizlik
üniversitelerin içinde de dışında da sağlam kültür üretme
olanaklarının olmayışındandır. Kültürün her alanında kendi-
ni gösteren yetersizlik daha çok diyalogun ortadan kalkmış
olmasından kaynaklanıyor. Bugünün okumuş insanı kendine
güveniyor, başkalarına bir şey sormayı düşünmüyor, o her
90
şeyi biliyor. Uğrunda savaşmayı düşündüğü üst düzey sorun-
ları yok onun. Toplumun değişik katlarında bilinç yetersiz-
likleri basitlikler ve bayağılıklar üretirken kültür değerlerinin
ağırlığı giderek azalıyor. Bugünün insanı tıpkı o çok eski
zamanların insanı gibi çok basit nedenlerle çok kolay ölebi-
liyor ve çok kolay öldürebiliyor. Ölürken de öldürürken de
en değerli şeyi yani yaşamı bir hiç uğruna gözden çıkardığını,
ölmenin öldürmenin yaşamı dönüştüremeyeceğini düşüne-
miyor. Bugün yalnız üniversitelerin değil bütün kurumların
kendilerini yeniden kurma yollarını aramaları gerekiyor.
Bunun için insana doğru bakacak, ona daha saygılı olacak
ve sahip çıkacak yeni bir ortak bilince gereksinimimiz var.
İnsanlığın aydınlanma serüveninde devrimler ve karşı-
devrimler kardeştir, onlar her zaman bir gerçekliğin iki ayrı
yüzüdür. Yani insan hiç durmadı: bir yandan kendini tüketti
öte yandan kendini yeniden yaratmaya çalıştı. İnsanın ken-
dini yeniden yaratma çabalarında üniversitelerin yeri her
şeye karşın önemli oldu. Üniversiteler yenilenmeyi başara-
bildikleri ölçüde bilgiyi üst düzeyde yaratmanın güzelliğini
yaşıyorlar. Zamanın koşullarına başeğmekle gelecekten yana
olmak arasındaki ayrımı görebilmek, yarının güçlü insanı
için çalışmanın hazzını sezebilmek gerekirdi. Bir bakıma
yüce değerlerle kaba değerlerin savaşımıdır bu. Yoğun bir
bilinçliliği gerektiren ahlak değerlerinin ve estetik değerlerin
karşısına gündelik çıkarların ve küçük yararların çıktığı bir
dünyada, düzeysizliklerin eşsiz güzellikleri silip götürdüğü
bir dünyada yaşamak zorundayız. Bilginin gerçek yaratıcıları
da bilgiyi çıkar için kullananlar da aynı ortamları paylaşıyor-
lar. İki karşıt gücün bu ayrışmaz bütünlüğü yaşamı aşırı ölçü-
de karmaşıklaştırıyor. İnsanlığın tarihi hem duyarsızlıkların
hem de yaratıcı usun tarihidir. İnsana emek verenlerle insana
ters düşenler aynı karelerde görünecekler. Önemli olan bizi
bizden koparacak kolaycılıkların tutsağı olmamaktır. Eleştiri
91
ve özeleştiri ahlakı bu yüzden çok önemlidir. Başkalarıyla
yaptığımız diyaloglar kadar kendimizle yaptığımız diyaloglar
önemlidir. Yanlış seçimlerimiz bizi çıkmaz yollara götürebilir.
Üniversiteler gerçek anlamda üniversite olabildikleri ölçüde
bizim kutsal yuvalarımız oldular ve olacaklar. Üniversite ol-
mak önemlidir. Bilgiyi gündelik çıkarlar için kullanan derme
çatma kurumlara alınlarında “üniversite” yazıyor olsa da iyi
gözle bakamıyoruz. Ünlerin unvanların zenginliklerin değil
insan için harcanan çabaların, insana adanmışlıkların öne
çıktığı koşullarda üniversiteler vazgeçilmezlik özelliklerini
sürdürecekler. Yoksa her şeyin benzeri yapılabilir ve bir şeyin
kopyası gerçeğinden daha güzel görünebilir. Gerçek kültür
üreten ocaklara büyük gereksinimimiz var.

92
BİLİMİN AYDINLIĞI

İnsanı bilen varlık diye de tanımlayabiliriz. Onu bilmek


isteyen varlık ya da bilme yolunda çaba gösteren varlık diye
tanımlamak belki daha doğru olur. Bilen sözü daha çok bir
olmuş bitmişliği bir sona ermişliği duyuruyor. Bilinesi her
şeyi, bilinmesi gerekenlerin tümünü biliyoruz dediğimiz
günler gelecek mi? İnsan olmak yarı yolda olmaktır derken
hiçbir zaman kesin bir sona ulaşamayacağımızı düşünüyoruz.
Bizim eksikli varlığımız her şeyi bilmemize elvermiyor belki
de. Gerçek anlamda bilgiyle alışverişi olanlar daha çok bu
görüşten yana görünüyorlar. Onların bu görüşü bir karamsar-
lığın anlatımı değildir: eksikli varlıklar olma durumumuzu
benimsemek zorundayız. Özü değil görüntüyü görebiliyoruz
ancak. Bilgeler her zaman bir şey bilmediklerini ya da çok
az şey bildiklerini söylerler. Çok şey bildiğimizi değil az şey
bildiğimizi biliyoruz, her yeni bilgiye ulaşmamızda eksikle-
rimiz boşluklarımız yani o kocaman bilgisizliğimiz bir kere
daha ortaya çıkıyor.
Bununla birlikte bilginin meraklısı olan insanın, bilgisever
insanın bitmez tükenmez bir bilgilenme çabası içinde oldu-
ğunu görüyoruz. Bilginin tadını almış ve bu arada önemini
de kavramış olan insan sürekli arayışların içindedir. Bilgiye
aşkla yönelmek yani hiçbir karşılık beklemeden yönelmek
bir çileci duyarlığını gerektiriyor. Sofistler her şeyi pek güzel
bilirken Sokrates hiçbir şey bilmediğini söylüyordu, bunu
söylerken epeyce bir şeyler bildiğini duyurmak istiyordu biraz
da, ama bilgiye yönelmenin koca bir gölden su içmek gibi bir
iş olduğunu, ayrıca bilginin havadan elde edilemeyeceğini
duyurmak istiyordu. Onun kadar kendine güvenen, alttan
alta kendini tanrı gibi gören birinin hiçbir şey bilmediğine
yürekten inandığını düşünebilir miyiz? O bir yandan hiçbir
şey bilmediğini söylüyor bir yandan da insanlara yönelttiği
93
sorularla bir şeyler bilmekte olduğunu belli ediyordu. Bilmek
her şeyi bilmek değildi çok şeyler bilmek de değildi, bilmek
bildiğini iyi bilmekti, bu da araştırmacının işiydi.
Ruhsallığımızın bir takım indirgenemez özellikleri vardır.
Bilmek hepimiz için azçok önemlidir. Örneğin gerçek bir
bilgisiz olduğu duygusuna kimse kolay kolay katlanamaz.
Böyle bir duygu doğrudan doğruya bir nesneye indirgenmişlik
duygusudur. Bazen yetersizliklerimizin üstünü örtmek adına
bizi gösteri yapmaya yöneltir bu duygu: bilgelik varsa vardır,
yoksa varmış gibi yapmak gerekir. İnsanların dar dünyala-
rında kolay yoldan bilgiler ürettikleri, gerçeklikte karşılığı
olmayan bilgiler ürettikleri olur. Bilgi edinme çabasına
girmeden bilgi üretmek insanların eski alışkanlıklarındandır.
Özellikle özel teknik bilgileri gerektirmeyen, önbilgilerle
donanmış olmayı zorunlu kılmayan alanlarda, örneğin müzik
alanında değil ama tarih alanında, mühendislik alanında de-
ğil ama ahlak alanında, gökbilim alanında değil ama siyaset
alanında ve hemen her zaman felsefe alanında bol bol bilgi
üretilir. Bilgiyle işi olmayan ve bu durumunu açıkça ortaya
koyan insanların sayısı çok değildir. Çünkü bilgi bir ziynettir,
gerçeği yoksa sahtesi rahatça kullanılabilir. Bugünün hızlı
dönen dünyasında gelişmiş iletişim araçları bilgiyi bir çırpıda
bir yerlerden bir yerlere ulaştırırken boş bilgileri de bol bol
taşıyor, böylece bir yandan bilinçlerin oluşumuna katkıda
bulunurken öte yandan boş bilinçlerin oluşumuna da katkıda
bulunuyor.
Bilgi ulaşımı bu kadar yaygınken, bilgi ağı bu kadar ge-
lişmişken bilgeliğin giderek boşluklarda erimesi ve yok gibi
olması bilgi dünyasının niteliğini bize pek güzel gösteriyor.
Gelişmiş bilim alanlarının, özellikle deney bilimlerinin henüz
ufukta görünmediği zamanlarda, çok eski zamanlarda gerçek
anlamda düşünen insanlar bilgiye ulaşmaya çalışırken büyük
güçlükler çekiyorlardı, ne kadar çok araştırsalar o kadar az
94
bilgi elde ediyorlardı. Bu bilgilerin büyük bir bölümü de
gerçekliğin iyice uzağına düşüyor yani sanılardan oluşu-
yordu. Sanılar ya da düşsel tasarımlar ya da yakıştırmalar
elbette bilgi diye alınamazlar ama bilgiye giden yolu açarlar,
bilgiye giden yol doğrudan doğruya onlardan geçer ya da
onlarla başlamıştır. Yanlışlar doğruya ulaşmanın kaçınılmaz
dayanaklarıdır: bilgi bilgiyi doğurur ve yanlışa basmadan
doğruya ulaşamayız. Bundan yirmi beş yüzyıl önce Aristo-
teles bilginin meraktan doğduğunu söylemişti. O zamanın
bilgeleri ya da düşünen insanları bilgiye yarargözetmez bir
tutumla yönelirken bilgi kavramıyla yarar kavramını bir
araya getirmeyi pek düşünmüyorlardı, bilginin işe yarar bir
şey olduğunu düşünseler ve onu kullanıyor olsalar da. Onlar
bilgiden yararlanmasalardı Nil ortalığı sele suya boğduğu
zamanlarda tarlaları yeniden belirlemek olası olabilir miydi?
Felsefeden de önce matematik vardı ve matematik toprakla
ilgili ölçmelerde geniş olarak kullanılıyordu. Irmağın suları
toprakları basıp ortalığı birbirine katınca işler iyiden iyiye
karışıyor, sular çekildiği zaman hesap yapmayı bilenler tar-
laların sınırlarını yeniden belirlemek için kolları sıvıyorlardı.
Bilginin dünyayı dönüştürücü gücüne inanmak için in-
sanlık daha sonraki zamanları beklemek zorunda kaldı. İşe
yaratılan yani yaşamı kolaylaştıran ve dünyayı dönüştüren
bilgiye, yarargözetir bilgiye yönelmek için belli bir bilgi
birikimine ulaşmış olmak gerekiyordu. Bunun için insanlık
Yeniçağ’ın başlarına kadar beklemiştir. Meraktan doğan bilgi
daha sonra daha yeni zamanlarda insanın dünyaya daha sağ-
lam yerleşebilmesi adına, bu yolda bir şeyleri kendi yararına
dönüştürebilmesi adına kullanılacaktır. Yarar sağlama düşün-
cesinin ortaya çıkması aydınlanmaya doğru gelişen bilincin
yaşamda öngördüğü ve gerçekleştirdiği değişimlerle oldu.
Bir eskiçağ filozofu için yarar incelikten uzak bir duyarlığın,
kabasaba bir yönelişin anlatımı olabilirdi. Yarar yalnız ahlak
95
konularında belirginleşiyordu. Eskiçağ’ın felsefi düzeyde
bilgi üreten ilk ahlakçıları dağınık bir anlayış içinde de olsa
ahlakı temellendirmeye çalışırken ister istemez yararcıydılar,
çünkü ahlakın yönü yarara dönüktü, ama onlar yararcılığın
tam sezgisine henüz ulaşmamışlardı. Bilgiseverlikle denge-
lenen bir gündelik yararcılık o zamanlar gene de dünyayı
dönüştürmekte belli bir etki gücü oluştururken insanlık bilgiyi
işe yaratma yolunda bir kavrayışı geliştiriyordu. Bu yolda
da kaba yararcılığa düşme tehlikesi vardı. Kaba yararcılık
insanı bilimlerin soylu arayışlarından uzaklaştırıp basitliklerin
bayağılıkların batağına sürükleyebilirdi. Nitekim bunlar da
yaşanmıştır.
İster yarargözetir olalım ister yarargözetmez olalım artık
bilgiyle çok işimiz vardır. Bilgi dünyayla ilişkilerimizin, git-
tikçe gelişen ilişkilerimizin bir ürünüydü. Bilgi aynı zamanda
hem doğada olmanın hem de ondan ayrılmanın, hem doğaya
bağlanmanın hem onunla daha iyi bir yaşam adına hesaplaş-
manın bir sonucudur. Tam anlamında doğallığımızla kalsay-
dık, doğayla edilgin bir ilişki içinde olsaydık bilgi diye köklü
bir sorunumuz olmayacaktı, kılı kırk yararcasına bir şeyler
bilmeye çalışmamız gerekmeyecekti. Nitekim hayvanların
bir şeyler bilmeleri gerekmiyor, üst düzey hayvanların bile
bir şeyler bilmeleri gerekmiyor: doğa onların yerine biliyor
ve onlar adına gerekeni yapıyor. İnsanı yalnızca doğal bir
varlık olarak değil aynı zamanda doğadan ayrılan bir varlık
olarak görmek doğru olur. İnsanoğlu doğanın verdiğiyle ya
da doğada bulduğuyla yetinmek niyetinde değildir. Doğayı
aşmak diye bir şey sözkonusudur, doğayı doğada ve doğayla
aşmak diye bir şey sözkonusudur. İnsanda doğal olanla insani
olan bir bütün oluşturur. İnsanoğlu doğanın üzerinde kendi
doğasını kurarak kendini dünyada özel bir yere yerleştiriyor
ya da kendini ayrıcalı kılıyor. Onun bu çabasıyla ilgili bilinç
etkinlikleri doğrudan doğruya bilime yönelişinin temel ko-
96
şulunu oluşturuyor. İnsanı sürekli olarak bir bilme çabasının
içinde görüyoruz, bu da bilginin bir yığınak değil sürekli
gelişen bir canlı yapı olduğunu bize duyuruyor.
İnsan bir deney varlığıdır. Her insan bireyi kendi deney-
lerinden ve başkalarının deneylerinden yararlanarak kendini
geliştirir. Bir bilgiden bir bilgiye geçiş her zaman bir öncekine
göre ya da daha doğrusu öncekilere göre sonrakini kurmak
anlamı taşıyor. Bu da öncekini ya da öncekileri yadsımak
değil düpedüz onları aşmaktır. Bu işte bir bakıma bir gözden
çıkarma vardır, bir bakıma da öncekiyle ya da öncekilerle
bütünleşme vardır. Öncekiler sonrakilerin hem dayanağı hem
güvencesidir. Bir öncekiyle hatta öncekilerle hesaplaşma belli
ölçülerde bir yadsıma anlamını bile taşısa öncelikle bir tür
benimseyişi zorunlu kılıyor. Bu bir öncekinin tümden gözden
çıkarılabilir olduğu anlamına gelmiyor, bir öncekinin yeni
bir çıkış noktası olarak belirleyici olduğu anlamına geliyor.
Anne olmasaydı evlat olamayacaktı. Evlatlar beğenmeseler
ve sürekli eleştirseler de anneler vardır ve onların varlığı
zorunludur: annelerin varlığı çocukların varlığını olası kılar.
Bilgi birikimlerinin önemi açısından bakıldığında bu durum
evrimsel akış içinde bir sonrakinin bir öncekinden daha yetkin
olduğu ya da olabileceği anlamına da geliyor. En azından
evrimin bilinçte kendini gösteren yüzü budur, bu ileriye açık
ve yükselen karmaşık dönüşüm düzenidir. Ptolemaios’un
Aristoteles fiziğine dayalı evren tablosu olmasaydı Coper-
nicus dizgesi olmayacaktı.
Düşünmek her koşulda bilinenden bilinmeyene doğru
ilerlemektir. Aydınlanma süreçleri de bu ilerleyişte gerçek-
leşiyor. Yaşam bir eksende dönüp durmaktan ya da olduğu
yerde saymaktan daha başka bir şeydir ve her gerçek düşünme
edimi dönüştürücü olma yolunda bir aydınlanma edimidir.
İnsanlığın yaşamında da kişilerin yaşamında da aydınlan-
malar birbirlerini izlerler ya da içiçe geçerler. Aydınlanma
97
tek bir olgu değildir, evrensel bilinçlenmenin genel adıdır,
dolayısıyla son derece karmaşık yapılar gösterir. Belki de
aydınlanma sonsuz aydınlanmalar bütününün genel adıdır
diyebiliriz. Varoluşumuzun kanıtını yüzyıllar önce düşüncede
aramış olmamız ilginçtir: Descartes bu anlamda en belirle-
yici kanıtı ortaya koyarken düşünme olgusunda kuşkunun
önemini de göstermişti. Hiçbir şey bir anda bütün yüzleriyle
kendini ortaya koyacak kadar apaçık değildir. Kuşkusuzluk
dinginliktir ve aynı zamanda verimsizliktir hatta uyuşukluk-
tur. Zaman bilinç düzeyinde devrimlerle ilerledi. Görünür
görünmez sayısız düşünsel devrim insan olmanın mantığını
ve serüvenini açıklar. Gündelik yaşayanlar için sürekli devrim
bir söylenti olabilir ancak. Bilgiye her yönelişimiz metafiziğin
ya da düşselin içinden geçerek gerçekliğin toprağında ken-
dimizi bulmamızı amaçlıyordu. İnsanlığın yazgısı eylemde
bulunanların olduğu kadar düşünenlerin de yazgısıdır, bir
bakıma düşünmeyenlerin de yazgısıdır. Aydınlanma bir tür
düşünenler ve düşünmeyenler savaşımının ürünüdür. Düz
bir yaşam, düşünceden arındırılmış bir yaşam birçok insana
her koşulda tehlikesiz görünür ama her türlü tehlikeyi de
barındırır. İnsanların çoğu değişimden çok durallıktan yana
görünürler. Düşünce bozguncudur çünkü, gönülleri dingin
kılmaz, her zaman olanı dağıtmaya eğilimlidir. O hep dağıt-
mak ve yeniden kurmak ister.
Düşünce bilinmeyenden bilinene doğru ilerlerken bilim
de metafizikten somuta doğru ya da metafizikten fiziğe
doğru gelişti. Her şeyin her zaman açık ve seçik olmadığı,
tam olarak belirgin olmadığı, her yanıyla bilinir olmadığı
bir dünyada düş ya da metafizik her koşulda arayıcı bir güç
olarak ortaya çıkar ve kaçınılmaz olur. İnsan doğruyu bula-
bilmek için gerektiğinde çıkmaz görünen yolları, hiç umut
vermeyen yolları bile deneme gereksinimi duyar. Doğruyu
arama serüveni kolay bir serüven değildir: doğruyu arayanlar
98
için güvenli yollar yoktur. Doğruyu elimizle koymuş gibi
bulmak düş bile değil şimdi. Doğruyu bulana kadar çeşitli
olasılıkları deneriz, düşe kalka ilerleriz, gün olur yanlışlarla iş
görürüz. Doğruyu görebildiğimiz yerler yakıştırmalardan yani
varsayımlardan yola çıkıp somut bilgiye ya da kesinliklere
ulaştığımız yerlerdir. Yanlış yapmaktan korkanlar doğruyu
bulamazlar, çünkü onlar doğruyu yanlışların olmadığı bir
alanda ararlar. Yanlış yapma hakkına sahip olduğumuzu XIX.
yüzyıldan sonra gördük. Yanlış yapma özgürlüğü diyebiliriz
buna. Burada insanın yanlışa olan inancı değil öncelikle
yanlış karşısındaki korkusuzluğu sözkonusudur. Yanlışların
doğruları esinleyici bir yanı olduğunu unutmamalıyız. Yoksa
yanlış her zaman yanlıştır ve kendini bilen kişi yanlıştan yana
çıkamaz. Bu yanlış güzel bir yanlış, doğruya da çok benziyor,
hadi bununla yetiniverelim diyenler olabilir. Ancak yaşamın
çeşitli alanlarında özellikle siyasetin alanında geçerli olsa
da bilimin alanında geçerli olamaz bu. Bilim düşüncesi bir
tür kahramanlığı gerektirir. Bilimde doğruları yanlışların
arasından süzeriz.
Felsefe kadar olmasa da bilim belli ölçülerde yürekli ol-
mayı gerektirir. Korku düşünceyi kısırlaştırır, içe döndürür,
karanlık dehlizlere görünmez mağaralara hapseder. Ayrıca
bulduğumuz ulaştığımız doğrular sıkı sıkıya elimizde tutma-
mız gereken, bir daha hiç bırakmamamız gereken değerler
gibi düşünülmemelidir. Dünün doğrusu bugünün yanlışı ya
da en azından yetersizi olacaktır. Gaston Bachelard’ın verdiği
örnek bu anlamda çok belirleyicidir. Dün maddeyi yakarak
aydınlanıyorduk, bugün madde yandığı zaman karanlıkta ka-
lıyoruz. Daha başka örnekler de verilebilir. Dün gezegenleri
melekler itiyordu, gezegenler başka türlü devinemezlerdi,
bugün gezegenler kendi kendilerine gidiyorlar. Bilim tarihinin
özü insanoğlunun doğayla yıkışmasının, bu arada kendiyle
sürekli hesaplaşmasının öyküsüdür. En eski zamanlarda
99
bilgiye ulaşmak için doğayı çıplak gözle gözlemleyen insan
kendine göre yakıştırmalar yapmıştı, bu yakıştırmalar kola-
yından ortaya konulmuş görüşler değildi: insan o zaman da
doğruları canla başla arıyordu. O zamanın insanı doğaya ve
her şeye donanımsız bir bilinçle bakmak zorundaydı. Çıplak
gözle doğrulara ulaşmak kolay değildi. İnsanın bir şeyleri
daha iyi görebilmesi için doğayla arasına küçülten ve büyülten
araçlar koyması gerekiyordu. Alet olmasaydı Copernicus’un
savları doğrulanamazdı. Bu yüzden Galileo Galilei’nin ça-
baları Copernicus’un öngörüleri kadar önemli olmuştur. Bu
da bize doğruların bir ortaklaşma serüveni içinde kendilerini
ortaya koyduklarını gösterir.
Genel düşünceden bilimsel düşünceye geçiş nedensellik
fikrine ulaşmakla oldu. Hiçbir şey nedensiz gerçekleşmiyor-
sa köklü düşüncede nedenler arayışının çok önemli bir yeri
olmalıdır. Çağlar boyu gelişen bilim düşüncesinin temelinde
her çağın kendine özgü nedensellik kavrayışı yatar. Düşünce
tarihinin uzun gelişim serüveninde nedensellik kavrayışı
köklü değişiklikler göstermiştir. İlk uygarlıkların insanı
düşey nedensellik diye adlandırabileceğimiz bir nedensellik
kavrayışına ulaşmıştı. Basitçe doğaüstü güçlerin doğa üze-
rindeki etkisi diye anlayabiliriz bunu. Dünyadaki oluşumların
kaynağı doğaüstünde olmalıdır diye düşünüyordu insan: her
oluşumun bir nedeni vardır. Kıtlığın da bereketin de kaynağını
nedensellikte aramak gerekir. Bütün bu olan bitenler tanrısal
güçlerin işi değilse kimin işi olabilir? Dünyayla ya da doğayla
tanıştıkça bizler her şeyin bir nedeni vardır anlayışının ötesine
geçtik: belki de bir şeyin birçok nedeni vardır. Eskinin insanı
kendisine iyiden iyiye yabancı bir dünyada yaşıyordu ya da
dünyayla tam olarak tanışmamıştı. Bizim bugün onu ne ölçü-
de tanıdığımız da pek belli değildir. Dünyada yerleşik olmanın
ya da iğreti olmamanın tek koşulu onun ne olup ne olmadığını
bilmektir. Bilgi eksikliğimiz bizi dünyaya yabancı kılıyor.
100
Bugün de bu yabancılığı bir ölçüde yaşıyoruz: birçok şey
bilsek de her şeyi bilemiyoruz. Her şeyi bilebilme umudunu
korumak yabancılık duygusunun azaltılması açısından iyidir.
Daha sonra insanlık biraz daha gelişmiş bir nedensel-
lik kavrayışına ulaştı. Bu değişim Eskiçağ’ın ikinci evresi
diyebileceğimiz yunan-latin döneminde kendini gösterdi.
Bu defa çevrimsellik fikri her şeyin belirleyicisi durumuna
geldi: başladığı yere dönme düşüncesine dayanan bu yeni
nedensellik kavrayışı yunan-latin kültürünün özünü oluşturur
ve Aristoteles’in felsefesinde baş yeri alır. Gündüzden sonra
gecenin gelmesi, geceyi bir başka gündüzün izlemesi, mev-
simlerin şaşmaz bir biçimde bakışımlı dönüşümlerin konusu
olması işte bu döngülü nedensellik anlayışının doğmasına
yol açtı. Bu yeni koşullarda insan daha gelişmiş bir zihinle
daha yalın olanın izini sürerken bir bakıma daha karmaşık
olanı ortaya koyuyordu. Bu çevrimsel nedensellik insana aynı
zamanda yazgı fikrini aşıladı ya da daha doğrusu yazgı fikri
insanı böyle bir nedenselliği kurgulamaya götürdü: ikisinin
içiçe olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bir şeyin dönüp
dolaşıp aynı yere yani başladığı yere gelmesi, bir şeyin baş-
ladığı yerde bitmesi bu nedenselliğin özünü oluşturur. Ama
bu doğru muydu? Gerçekten her şey dönüp dolaşıp aynı yere
mi geliyordu?
Başlangıçla bitişi birleştiren dairesel devinim en yetkin
devinimdir görüşü Eskiçağ’ın ikinci döneminin yani yunan-
latin döneminin düşünce dünyasını açıklar ve Aristoteles
metafiziğinin temelinde yer alır, bu döngücü görüş Aziz
Tommaso’dan geçerek Yeniçağ’ın başlarına kadar hatta XVI-
II. yüzyıla kadar sürmüştür. XVIII. yüzyılın Aydınlanmacıları
bu nedensellik kavrayışını geç bir zamanda hiç değiştirmeden
alırken dünya bir başka nedensellik kavrayışını benimseme-
ye hazırlanıyordu. Yeniçağ’ın aydınlanma düşüncesi için
döngücü kavrayış biraz modası geçmiş bir kavrayış değil
101
mi diye sorulabilir. Düşünceler çok uzun süreçler boyunca
dönüşürler. Demek ki yeni bir kavrayışın henüz zamanı gel-
memiştir diye düşünmek doğru olur. Aydınlanma düşünürleri
bugün bizim anladığımız anlamda bir ilerleme ya da dönüşüm
fikrine, evrime dayalı bir gelişim fikrine ulaşmış değillerdi.
Bu durağan bakış açısı ancak bir yüzyıl sonra aşılacaktır. Bu-
gün düşünce tarihinin biraz uzağında duranlar yanlış olarak
döngülü nedensellik fikrinin Aydınlanma döneminde hatta
çok daha önce, Yeniçağ’ın başlarında eskitilmiş ve bırakılmış
olduğunu düşünürler. Kimileri bu Aydınlanmacılar toplu-
luğunu demokrasinin savunucuları gibi görme eğiliminde
oldular. Bu tür görüşleri ortaya koyanlar onlara da bu yakışır
gibilerden bir duygusallıktan yola çıkıyor olabilirler. Bu tür
oturmamış bilgiler tarihsel gerçeklikte neler olup bittiğini
iyi bilmeyişimizden, yakıştırmalarla yetinmeyi alışkanlık
edinmiş olmamızdan geliyor.
Evet filozof ve bilim adamı olmaktan çok edebiyat adamı
olan Aydınlanma düşünürleri gelişmiş bir dönüşüm fikrine
ulaşmış değillerdi. Aydınlanma bir yüzüyle de bir yükseliş
ülküsüdür, bir yetkinleşme edebiyatıdır. Aydınlanma düşü-
nürlerinin bu yetersizliği onların bugün bize çok eskimiş
görünen tarih kavrayışlarında belirginleşir. Düşünce dünyası
Aristoteles’den kalma kuramlarından uzaklaşma işini daha
önce büyük ölçüde gerçekleştirmişti oysa. XVII. yüzyılda
Gassendi felsefede Aristoteles’in uzun ömürlü oluşunu
onun gücüne değil ondan sonra gelenlerin yani ardıllarının
güçsüzlüğüne bağlıyordu. Ne dersek diyelim, her düşünce
yerinde ve zamanında ağırdır. Epikuros’dan ve onun izleyicisi
Lucretius’dan çokça etkilenmiş olan Gassendi Aristoteles’le
Aristoteles’çileri birbirinden ayırıyordu. Nitekim Yeniçağ’ın
başlarında Aristoteles’in dört neden fikrinden hızla uzak-
laşıldı. Döngü fikrini temellendirmiş olan Aristoteles bize
bir karmaşık nedenler tablosu da veriyordu: bir olayın ger-
102
çekleşmesi için dört nedenin bir arada bulunması gerekirdi.
Karşımda bir aslan yontusu var. Bu yontu tek bir nedenle
oluşmuş olamaz. Bu bir aslan yontusudur (biçimsel neden ya
da örneksel neden). Onu kim yapmış? Yontucu yapmış (etkin
neden). Niçin yapmış? Para kazanmak için yapmış (ereksel
neden ya da sonuçsal neden). Ne’den yapmış? Mermerden
yapmış (maddesel neden).
Metafizik kavrayıştan mekanikçi kavrayışa geçildiğinde
yeni düşüncenin ya da yeniçağ düşüncesinin ilk adımları
atılmış oldu. Bu elbette metafiziğin oracıkta bittiği anlamına
gelmiyor. Metafiziğin evcilleştiği, ayaklarını yere bastığı,
gözlerini göklerden epeyce aşağılara indirdiği, bir ölçüde
bilimsel-felsefi bakış açısının denetimine girdiği anlamına
geliyor. Ayakları yerden kesilmiş ve durmadan göklerin öte-
sini gözlemleyen kaba metafiziğin ya da metafiziklerin sonu
gelmiştir artık. Aristoteles’den kalma dört neden kavrayışı
yeni düşünce dünyasına ağır geldi ya da gereksiz göründü.
Mekaniklik konu olduğu yerde tek bir neden, etkin neden
yetecektir. Ancak etkin nedenin yanında ereksel nedeni var-
sayanlar da vardır. XVII. yüzyılda karşımıza çıkan bu ikilem
gerçekte inançlılarla salt mekanikçiler arasındaki karşıtlığı
duyurur. Erek tanrısallığı ya da daha doğrusu tanrısal istemi
belirler. Descartes için ereksel neden diye bir sorun yoktur.
İnançlı görünen ama inançlılığına kolay kolay kimseyi inan-
dıramamış olan Descartes düşünceyi dinden arındırırken bu
ikilemin dışında kalmaya özen gösterir. Heptanrıcı Spinoza
bir yandan tanrıtanımaz olduğuyla ilgili savları ya da suçla-
maları yadsır, o anlamda kendini savunur, öte yandan ereksel
neden diye bir şeyin olamayacağını bildirir. Ona göre tektan-
rıcı inancın ereksel nedenle herhangi bir ilgisi olabileceği
savı kesinlikle yanlıştır. Bu sav amaçları düzenleyen ya da
öngören bir Tanrı’nın varlığına inanmaktan geliyordu. Yahudi
Spinoza’nın Tanrı’sı musevilerin ve hıristiyanların Tanrı’sına
103
benzemez, onlar gibi istemli değildir yani istediğini yapan
değildir. O kendi gereklerine uyan ve kendi gereklerine uy-
dukça özgürlüğünü gerçekleştiren bir tanrıdır.
İnançlı bir hıristiyan erekselliği savunurken şöyle düşü-
necektir: Tanrı bu evreni boşu boşuna yaratmış olamaz, onu
bir ereğe göre yaratmış olmalıdır. Spinoza bu istemli Tanrı
kavrayışını yanlış bulur, Tanrı kavramının özüne aykırı görür.
Ona göre Tanrı ne yapılması gerekiyorsa onu yapar yani sıkı
sıkıya kendi gereklerine uyar. İstediği zaman şunu yapan iste-
diği zaman bunu yapan, istediğini öldüren istediğini yaşatan,
istediğini cezalandıran istediğini ödüllendiren başına buyruk
Tanrı düşüncesi boştur, böyle bir düşünce Tanrı’yı küçült-
mekten hatta gülünçleştirmekten başka bir anlama gelmez.
Tanrı kendi gereklerine uyarken kendinin tutsağı değildir,
tersine tam anlamında özgürdür, özgürlük de aklına geleni
yapmak değildir gerekeni yapmaktır. Oysa aynı dönemde
dinci Leibniz ereksel nedenin varlığını benimseyecektir. Ona
göre dünya kör bir istemin ürünü olamazdı.
Yeniçağ’a geçiş koşulları nedensellik kavrayışına köklü
değişiklikler getirdi. Bilimlerin felsefeden koptuğu ya da
teker teker ayrıldığı zamanlardı. Buna göre bilimsel kavra-
yışın anlamı değişiyordu. Galileo Galilei matematikle fiziği
evlendirince ve böylece matematik-fizik diye bir araştırma
alanı oluşunca bilimsellik iyiden iyiye mekanikçi nesnelliğin
belirleyiciliğine girdi. Mekanikçi düşüncenin geliştiği zaman-
lar fiziğin metafiziğe baskın olmaya başladığı zamanlardır.
Galileo Galilei bir filozof değildi ama felsefede çok önemli
bir devrim yaptı. Onun şu görüşü yeni bilimsel kavrayışın
ilk bildirisidir: doğa matematik dille yazılmış bir kitaptır, bu
dilin harfleri de üçgenler dörtgenler daireler ve benzerleridir.
Bundan böyle doğayı okumak diye bir çabamız olacaktır. Bu
da bilimselliğin kaba saptamalarla değil de ölçmeyle ilgili
olabileceği gerçeğidir. Durumları saptamak bilim yapmak
104
için yeterli değildir, ölçmek gerekir. Eskiden de taş düşüyor-
du. Yerçekimi var mıydı? Yoktu. Öyleyse niçin düşüyordu?
Bu niçin sorusu yeni bilimsel düşünceye uygun olamazdı.
Niçin’in yerine nasıl’ı koymak gerekirdi. Niçin sorusu bizi
doğrudan kaba metafiziğe götürürdü ve son açıklamamız
ancak Tanrı öyle istediği için olabilirdi.
İnsan anlamak ve açıklamak ister: merak bunu gerektirir.
Nesnenin doğru bilgisine ulaşabilmek için en uygun yolları
bulmak en işlek kanalları seçmek gerekir. Bu da bir donanım
ve ona bağlı olarak yöntem sorunu ortaya koyar. Bilmek
zordur ve bilmek bazen de yakıştırmaktır. Göremediğimiz
zaman görmüş gibi yapıyoruz ya da gördüğümüzü sanıyoruz.
Yanlış karşımıza çok zaman doğru kılığında çıkıyor. Önbilgi
çok önemlidir, donanım kaçınılmaz bir koşuldur. Birçok doğa
olayını açıklarken sanılarla yetinmişizdir. Göz gördüğüne
inanır, bu hem iyi hem kötüdür. Bazen de görünmeyeni
görmek önemli olur. Sanatta da böyledir bu. Sanatçı bizim
göremediğimizi gören kişi değil midir? Bilimle uğraşanlar
çok şeyi açıklamaya çalışırken, örneğin düşme olayını açıkla-
mak isterken gördüklerine bağlı kaldılar. Bu konuda yapılan
açıklamalar daha sonraki zamanlarda yetersiz hatta gerçeğe
uymaz göründü. Doğrunun olmadığı yerde doğru görünen-
le yetinmek gerekir. Başka çaremiz var mı? Ama doğruyu
araştırmaktan da geri kalmamamız gerekir. Doğrulara çok
zaman adım adım ulaşıyoruz, zaman içinde biraz daha biraz
daha ilerleyerek. O koşulda yalanla yetinmek durumunda
kalır gibiyiz.
Gerçekte doğrulara ulaşma yolunda söylenmiş hiçbir şey
yalan değildi. O yalanların herbiri bir yaklaşımdır, doğru bil-
giye doğru atılmış bir adımdır. Aristoteles düşüşü doğal yer
kavramıyla açıklarken doğruya bir adım daha yaklaşıyordu.
Ona göre her şeyin bir doğal yeri vardır, her şey kendi doğal
yerini arzular, her şeyde bir doğal yer açlığı vardır. Bir nesne
105
doğal yerine kavuşmadığı zaman açlığını gideremez durum-
dadır. Taşı havaya fırlatıyorum. Hava taşın doğal yeri değildir.
Taş kendi asıl yerine, yuvasına, yere inmek isteyecektir. Taş
için yer doğal yerdir. Böylece Aristoteles düşmeyi açıklamı-
yor değildi, düşmeyi daha basit ya da daha ilkel ölçülerde
açıklıyordu. Yerçekimi kavrayışı o zaman için çok erkendi.
Bugün yerçekimi diye bir şeyi biliyoruz. Belki de gelecek
zamanın bilginleri düşme konusunda yerçekimini çok aşan
açıklamalar yapacaklar ya da onu daha köklü bir biçimde
açıklayacaklar. Her zaman doğruların peşinde olmalıyız.
Doğruları sonunda bulup düze çıkacağız duygusu aldatıcı
bir duygudur.
Aristoteles’in ardılları olan skolastikler her konuda benzer
açıklamalar yaptılar. Aristoteles’in öğretisine dayanan ve hı-
ristiyan felsefelerinin özünü oluşturan skolastik düşünceden
yani Ortaçağ’ın sonlarına doğru gelişen okul düşüncesinden
yeni düşünceye geçiş birdenbire olmadı. Ortaçağ’ın ikinci
yarısından başlayarak manastır okullarında öğretilen felsefeye
“okul felsefesi” anlamında skolastik felsefe denir. Skolastik
felsefe Yeniçağ’ın başlarında dinci ve yinelemeci yanıyla
büyük eleştiriler aldı. Onu eleştirenlerin başında Bacon ve
Descartes vardır. Skolastiğe daha ılımlı bakanlar da oldu,
onların başında da Leibniz vardır. Leibniz’e göre bu çok
verimli olmayan düşüncede bile bir takım değerli şeylerin
bulunması olağandır. Descartes bu felsefeyi tümüyle yererken
doğal olarak bir ölçüde de onun etkisinde kaldı. Bu da insan
yaşamında hiçbir şeyin birdenbire olmadığına tanıklık eder.
Skolastik düşüncenin yetersiz açıklamalarından zamanla
yeni düşüncenin verimli zenginliğine geçilmiştir. Skolastik
düşünce bir hiç için varolmuş değildir, düşünce tarihinde bir
aşama noktasıdır. Düşünce dünyası gelişigüzel ortaya konul-
muş doğruların ya da yanlışların dünyası değil yanlışlardan
da geçerek birbirini yaratan ve böylece bir bütünsellikte
106
aydınlığa doğru gelişen doğruların dünyasıdır.
Descartes’ın Dünya incelemesinde eskiden yeniye ge-
çişi duyuran çok ilginç bir örnek vardır. Bunu bir çeşit ara
dönem açıklaması olarak görebiliriz. Descartes bu yapıtında
Aristoteles’in ve onun ardılları olan skolastiklerin bakış açı-
larını eleştirir. Skolastiklerin boşluktan korkmak düşüncesini
Descartes Dünya incelemesinde biraz da alaycı bir dille ele
alır. Şarap dolu bir fıçının altına bir delik açsak şarabı akı-
tamayız. Skolastikler bunu boşluktan korkmakla açıklarlar.
Şarap boşluktan korkuyor ve dışarı çıkmıyor. Descartes şöyle
diyor: “Bir şarap fıçısındaki şarap fıçının altına bir delik
açtığımızda akmaz. Bunun nedeni üstünün kapalı oluşudur.
Genel olarak söylenildiği gibi yanlış bir biçimde şarabın
boşluktan korktuğunu söyleyebiliriz. Çok iyi bilinir ki bu
şarabın herhangi bir şeyden korkacak aklı yoktur. Diyelim
aklı vardır, şarap bilmem hangi nedenle bu boşluktan korka-
caktır? Bu bir düş ürünüdür.” Descartes boşluktan korkmak
fikrinin yerine boşluğun olanaksızlığı fikrini getirdi. Bu fikir
okul felsefesinin izlerini taşıyordu. La Flèche okulunun bu
eski öğrencisi bugün bize eleştirdiği görüş kadar uzak olmasa
da azçok uzak gelen bir görüş geliştirmişti. O evrenin silme
maddeden oluşan boşluksuz bir evren olduğunu düşünüyordu.
Bu durumda bir madde bir başka maddenin içine geçemeyece-
ğine göre şarabın akışını ancak maddenin yer değiştirmesiyle
açıklayabilirdik. Şarabın fıçıdan çıkabilmesi için yukarıdan
fıçıya bir başka maddenin girmesi gerekiyordu. Bu elbette
bir yanılsamaydı ama aynı zamanda bir aşamaydı.
Yeniçağ’ın ışıkları göründükçe metafizik araştırmalar
yerlerini fizik dünya araştırmalarına bırakmaya başladı.
Ortaçağ düşüncesinin üst düzeyde soyutlamalar yapabilen
bir düşünce olduğu, bu yönüyle düşüncede bir aşama nok-
tasını oluşturduğu kesindir. Düşünce tarih boyunca somutu
araştırırken bir yandan da somuttan soyuta doğru gelişti ve
107
soyut düşünce Ortaçağ’da doruğuna ulaştı. Tanrı fikri en üst
noktadaki soyuttur. Ne var ki üst düzeyde soyutlamalar yap-
mak her şey demek değildir, bilimsellik yolunda soyutlayıcı
düşünceyi somutu açıklamakta etkin kılmak gerekir. Soyut
ancak somutu açıkladığı ya da somutun anlamı olduğu zaman
önemlidir. Yeniçağ’ın filozofları ve bilim adamları soyut-
lamacı düşüncenin de belirleyiciliğinde işte bunu yaptılar:
somuttan soyuta ve soyuttan somuta giden yolu açtılar, bunu
yaparken insanın çoktandır yukarılara takılmış olan dikkatini
aşağılara indirdiler. En yüksek düzeyde soyut düşünceden
somutun alanını görmek ya da gözlemlemek diyebiliriz buna.
Bu gelişmede bilim alanında değil ama genel düşünce
alanında insancılık savlarının öne geçmeye başladığını
görüyoruz. Daha doğrusu bilim alanını da ilgilendirmekle
birlikte o alanda apaçık görülemeyen bir gelişimdi bu. Kutsal
göklerin zararına iyiden iyiye aşağılanmış hatta yoksanmış
bir dünyanın yeniden kendini bulmasıydı. Dünyayı silip
götüren o aşkın ve kutsal dünyanın yerine yeni bir dünya,
somut göklerden yere kadar büyük bir genişlikte uzanan ve
insanın da etkin bir varlık olarak içinde yer aldığı bir gerçek
gerçeklikler dünyası koyuluyordu. İnsan kendine yeniden
sahip çıkmaya başlıyordu. Metafiziğin kendine gelmesi ya
da ölçüsünü öğrenmesiydi bu. Bunu metafiziğin mutlak an-
lamda bitişi olarak görenler ya da görmek isteyenler olabilir.
Bu elbette metafiziğin kesin olarak bitişi ve onun yerine salt
gerçekçiliğe dayanan bir nesnelliğin geçişi anlamına gelmi-
yor. Gün oldu metafizik alabildiğine aşağılandı. Oysa yeni
düşünce içinde bütün bu olanları metafiziğin ussallaştırılması
olarak adlandırabiliriz.
Bilime ve felsefeye emek verenler şu gerçeği görmeden
edemezler: metafiziği olmayan düşünce kısır kalmaya mah-
kumdur, böyle bir düşünce doğru bilgiye ulaşma yolunda
verim vermez. Metafiziği olmayanın fiziği de olmaz. Düş gör-
108
mek önemlidir ve düş görmeyi bilmeyenler gerçeği göremez-
ler. Buna göre ayakları yere basmayan metafiziklerden öngö-
rülere dayanan metafiziklere geçmek gerekiyordu. Bacon’la
ve Descartes’la başlayan ve Leibniz’le ve Spinoza’yla süren
yeni düşüncenin bakış biçimi bilginin verimi açısından çok
önemlidir: olanı görmek kadar hatta ondan daha çok olasıyı
yani olması olası olanı görmek gerekir. Düşüncenin salt gören
düşünce olma düzeyinden yaratıcı düşünce olma düzeyine
geçmesidir bu: yeni düşünce saptayıcı olmaktan ötede arayıcı-
dır. Görünenin ardındaki görünmeyene ulaşmak da diyebiliriz
buna. Felsefe ve bilim, ikisi uzun yüzyıllar boyu aynı anlama
geldi, olanı gözlemekle ve olandan giderek bilgi üretmekle
yükümlüydüler önceleri. Araştırmacılıktan uzak bir sapta-
macılık sözkonusuydu. Ayakları yere basmayan metafizik o
koşulların temel düşünce biçimidir. Oysa gerçekçi metafizik
önemlidir, olanın sınırlarını olasıya doğru zorlayan metafizik
önemlidir. Bilimsel yönelimin temelinde düşçülük vardır.
Fizikle matematik evlenince ya da tek bir bilim durumuna
gelince bilimsel kavrayışta ölçme önemli oldu. Bu bütün-
leşmede en büyük katkı hiç tartışmasız Galileo Galilei’nin
katkısıdır. Böylece mekanikçi düşünce öne geçti, bilimsel
bakış açılarında somut olana yönelme eğilimi doğdu. Şimdi
artık başka bir metafizik, deyim yerindeyse fiziğin metafiziği
düşüncede egemen olacaktı. Bundan böyle bilim ölçmelerin
dışında oluşan genel görüşlere bel bağlayamayacağına göre
artık soru sorma biçimimizi de değiştirmemiz gerekiyordu.
Bu yazının ortalarında da sözünü etmiştik. Eskinin aynı
zamanda bilim adamı kimliği taşıyan filozofu doğruları
ortaya koymaya çabalarken “niçin” sorusunu soruyordu. Bu
sorunun somut bilgiye ulaştırmayan verimsiz bir soru olduğu
açıktır. “Niçin” sorusu zamanla yerini “nasıl” sorusuna bı-
raktı. Yağmur niçin yağar? Nedenler zincirinde geriye gide
gide şunu buluruz: Tanrı öyle istediği için. Yeni bilimsel
109
kavrayışta önemli olan yağmurun nasıl yağdığını bilmektir.
“Nasıl” sorusu doğrudan doğruya ölçmeleri aklımıza getirir.
Düşüncenin değişen koşullarında yalnız bilim değil felsefe
de “nasıl” sorusunu sormaya eğilimli oldu. “Niçin”i bundan
böyle doğrudan dinbilimcilere bırakmak gerekiyordu. Bun-
dan böyle nedenler araştırmasında “niçin” sorusunun hiçbir
karşılığı yoktur.
Yeniçağ’ın başları bilimsel düşüncede ve felsefi düşün-
cede nesnelliğe geçiş çabalarıyla belirgindir. Ortaçağ’ın ilk
dönemlerinde dinbilime dönüşmüş olan felsefe şimdi iyiden
iyiye kendine dönmeye, yeniden özünü aramaya yöneliyor-
du. Bu geçiş en başta skolastiğin içinde gelişen eğilimlerde
kendini gösterdi. Skolastiğin daha başka bir düşünceye hatta
kendisine epeyce aykırı bir düşünceye dönüşmeye yönelme-
siydi bu. Böylece felsefe dinin hizmetçisidir (anchilla theo-
logiae) anlayışından çıkıp gerçek felsefeye dönülmüş oldu.
Bilginin evrenselliği sorunu felsefede birinci planda önemli
olurken yüzyıllardır sürüp gelen karşıtlık, o iki ayrı bakış
açısı belli bir uzlaşma kavrayışı içinde de olsa kavgalı kar-
deşler olma özelliğini sürdürüyordu. Ülkücü Platon’culukla
gerçekçi Aristoteles’çilik arasındaki tartışma bitecek gibi gö-
rünmüyordu. Oysa daha çağımızın başlarında Francis Bacon
bunun bir karşıtlıktan çok bir gerçekliğin iki yüzü olduğunu,
birbirinden ayrı düşünülmemesi gerektiğini nedenleriyle
ortaya koymuştu. Ne olursa olsun zamanla bu iki anlayış
birbirlerine yaklaşacaklardı. Ancak vakit henüz erkendi, önce
bu iki düşüncenin ardılları birbirleriyle hesaplaşmalıydılar.
Orta yerde buluşma bundan sonra olabilirdi. Sorun en geniş
çerçevede felsefenin diriliş döneminde ya da uykudan uyanış
döneminde ortaya konuldu. Hıristiyan kilisesinin boğduğu
felsefe kendini yeniden bulmaya çalışırken ilkin bu sorunla
yüzyüze gelmişti.
Dinbilimden felsefeye doğru yöneliş XIII. yüzyıldan sonra
110
adcılarla gerçekçiler arasındaki kavgayla başlamıştı. Kavga
aslında Platon’cularla Aristoteles’çiler arasındaydı. Adcılar
genel fikirlerin adlardan başka bir şey olmadığını savunuyor-
lardı: bilgi duyu verilerinin bir ürünü olabilirdi ancak. Çok
eskiden Antisthenes “Atı görüyorum ama at türünü göremiyo-
rum” demişti. Compiègneli Roscelinus ve Occamlı William
adcılığın başlıca savunucuları oldular. Aristoteles’çi kesim
bilgi sorununa böyle bakıyordu. Platon’un izinden giden ül-
kücülerse gerçekçi diye biliniyorlardı. Onlar genel fikirlerin
gerçekten varolduğunu düşünüyorlardı. Gerçekçilerin öncü
düşünürleri Guillaume de Champeaux ve Duns Scotus’du. Bu
iki felsefenin yanına Petrus Abaelardus bir tür denge felsefesi
olan kavramcılığı getirdi. Kavramcılık bilgilerimizin deneyde
kendini gösterdiğini ama deneyden gelmediğini benimser.
Daha sonra da bilindiği gibi Francis Bacon salt gerçekçiliğin
de salt ülkücülüğün de bizi bir yere çıkaramayacağını gerek-
çeleriyle gösterdi. Ne var ki bu iki ucun çekişmesi birdenbire
bitmedi ama günümüze doğru düşünce dünyası yavaş yavaş
da olsa Bacon’ın dediğine gelmeye başladı.
Sorun bilgi edinmede özne mi yoksa nesne mi baskındır
ya da daha belirleyicidir sorusuyla başlar. Francis Bacon bu
iki kutbu iyice birbirine yaklaştırdı hatta bir bütünde eritti.
Durmadan sağdan soldan bir şeyler toplayan ve topladıklarını
bir yere yığmakla yetinen karıncadan yani deneyciden yana
mı olalım yoksa doğrudan doğruya kullandığı gereci kendi
üreten örümcekten yana mı olalım? İkisi de değil. Önemli
olan arı olmaktır. Karınca yiyecekleri toplar, sonra onları
tüketir. Örümcek maddesini kendinden çıkardığı ağları örer.
Arı ne yapar? Arı ortada yer alır. Hammaddeyi çiçeklerden
toplar, sonra onları kendine özgü bir sanatla işler. Bacon bize
böylece deneysel yetiyle ussal yeti arasında sıkı işbirliğini
öneriyordu. Bacon bilimsel düşünceyle felsefi düşünceyi bir
bütünde toplayan bir bakış açısı geliştirirken usla deneyin
111
karşıtlığını ortadan kaldırmaya yönelerek çağdaş düşüncenin
temellerini attı. Bundan böyle eskinin iki kutuplu düşünce
biçimlerinden uzaklaşmak, bilgiye bütünsel bakan yeni dü-
şüncenin izleyicisi olmak gerekiyordu. Deney bilimlerinin
hızla geliştiği bir zamanda başlıca amaç geçerliliğini yitirmiş
metafizik öğretilerin bırakılmasıydı. Örneğin yeni atomcular
Empedokles’den kalma dört öge yani Hava Su Ateş Toprak
anlayışını aşmak ve Demokritos’un ve Epikuros’un atom-
culuklarını bundan böyle tarihe armağan etmek için büyük
çabalar gösterdiler. Artık başka bir atomculuk başlıyordu.
Yeni felsefi düşünce Bacon’dan biraz önce özellikle
edebiyatın içinde yeşermeye başladı. Henüz güçlü felsefeler
dönemi başlamamıştı, uzun sürmüş bir felsefesizlik döne-
minden sonra felsefi öğretilerin yeniden temellendirilmesi
için daha vakit vardı. Bu alanda Montaigne’in deneme türü-
nü yaratarak felsefeyi edebiyatla ateşlemesini önemsemek
gerekir. Montaigne ulusal dillerin henüz kurulmakta olduğu
bir zamanda yepyeni ama oturmamış fransızcasıyla geçmişin
en sağlıklı düşünce kaynaklarını geleceğe taşıyan bir köprü
oldu. Stoa’nın sarsılmaz usçu ahlakını, Epikuros’un yaşamı
öne çıkaran hazcılığını, anlamını çağın gereklerine uydur-
mak koşuluyla Pyrrhon’un kuşkuculuğunu yeni düşüncenin
temeline sıkı sıkıya yerleştirdi. Onun Pyrrhon’un umutsuz
kuşkuculuğundan arayıcılığa dayanan çağdaş kuşkuculuğu
türetmesi yeni bakış açılarının gereğiydi. Değişik verimli
kaynaklardan beslenirken Montaigne’in düşüncelerini de
özümlemiş görünen insancılık yeni dünyanın ruhunu ortaya
koyuyordu. İnsancılık öncelikle insanın kendine dönme çaba-
sıydı, dikkatini göklerden alıp yüzyıllar boyu aşağı gördüğü
bu dünyaya indirmesiydi. İnsancılık insanın kendi değerini
ve yaşadığı dünyanın değerini yeniden görmesiydi. Benim
kadar başkalarının da önemli olduğu bir dünya vardı artık.
İnsancılık bir öğreti olmaktan çok bir düşünce biçimiydi, bir
112
bakış biçimiydi. İnsancılık insana güvenmenin ya da insanın
kendine güvenmesinin köklü bir anlatımıydı. Onu XVII. yüz-
yılın güçlü felsefeleri izledi. Descartes Spinoza ve Leibniz
felsefe alanının doruğuna yerleştiler. Platon’culuğa yakın
olmakla birlikte yeni bilimsel kavrayışa uzak düşmeyen bu
güçlü felsefeler döneminde edebiyat başta olmak üzere bütün
sanatlar klasiklik dediğimiz evrensel gerçekçi kavrayışın
üstün yapıtlarıyla zenginleştiler.
Şimdinin son derece karmaşık ve alabildiğine uzman-
laşmış bilim dünyası bugün bize çocukça görünen çok eski
çabaların ve çok önemli arayışların armağanı olmuştur. Bugün
bazı filozoflar “bilimsel felsefe” diye bir şeyin sözünü ediyor-
larsa bunda felsefi düşünceyle bilimsel düşüncenin birbirine
yakın duruşunu, bu yakın duruştaki verimi görmek gerekir.
Yazık ki son birkaç yüzyılın hoyratlığında bilim de felsefe
de sıkıntılar yaşadı. Bilim çok yerde teknolojiye indirgenir-
ken felsefe bazı ellerde katı öznelliğin açmazlarına mahkum
edildi. Bunda belirleyici olan bilimsel ya da felsefi düzlemde
öznel düşünceye duyulan güvenden çok nesnel düşünce kar-
şısında duyulan korkudur. Bu korku özünde sürekli gelişime
açık olan bilimsel düşünce karşısında duyulan korkudur.
XIX. yüzyıl bize yetkin bir tarih kavrayışıyla birlikte yoğun
bir bilim inancını armağan etmişti. Bilimi bitmez tükenmez
arayışlarından ayırıp yaşamsal gereklerle sınırlamak, bu arada
düşünceyi nesnelliğin verimli ortamından koparıp edebiyata
yaklaştırmak çabaları bize insanın bir ölçüde de olsa kendin-
den kopması gibi görünüyor. Uzun yüzyıllar boyu daha da
insanlaşmak adına girişilen çabaların gelip bir yerde tıkan-
ması insanın kendi yarattığı ilerlemelerden yorulması diye de
yorumlanabilir belki. Bir tür bilim korkusu sardı ortalığı. Bu
biraz da maddeci bakış açısının manevi değerleri silip götü-
receği korkusuydu. Oysa bilimin insan yaşamına, özellikle
de sağlık alanına çok büyük katkıları olmuştu. Bugün bilim
113
ve felsefe alanlarında yaşanan verimsizlik biraz da bilim
korkusunun ya da nesnel düşünce korkusunun sonucunda
ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bu biraz da insanların gelişim
düşüncesi karşısındaki tedirginlikleriyle ilgilidir.
Gelişim fikrini bize ilk olarak Leibniz duyurmuştu. Bu çok
erken bir öngörüydü. Leibniz monadları anlatırken onların
kendi geçmişlerinin izlerini ve kendi geleceklerinin taslak-
larını kendilerinde taşıdıklarını söyleyerek gelişim fikrinin
ilk temellendiricisi oldu. XVII. yüzyıl böylesi bir düşünsellik
için çok erkendi, nitekim kimse bu bildiriden bir gelişim
anlayışı çıkarmayı düşünmedi. Gelişim kavrayışı henüz
olgunlaşmış değildi. XVIII. yüzyılın aydınlanmacıları bile
gelişim fikrinden uzaktılar. Vaktinden önce ortaya konulan
düşüncelerin ilgi çekmemesi doğaldır. İlerleme düşüncesi
değişik bir aydınlanmacı olan Kant’da bir ereksellik anlayışı
çerçevesinde açıklanır. XIX. yüzyılda tarihselci bakışlarla
birlikte Darwin’in evrimciliği somut verilerden yola çıkarak
gelişimin temellerini ortaya koydu. Öte yandan dinci bir
anlayışla da olsa Hegel gelişim fikrini felsefesinin temeline
yerleştirdi. Marx’ın tarihselci diyalektiği her anlamda geli-
şimin temellerini atmış oldu. Bugün felsefe alanında görülen
durallık ve bilim adamlarının çabalarını daha çok teknolo-
jinin gereklerine göre düzenliyor olmaları geçici bir sıkıntı
olarak düşünülebilir. Öyle görünüyor ki insanoğlu kendini
aramak ve böylece kendini yeniden yaratmak düşüncesinden
vazgeçmeyecek. Her bilinç, en yetersiz bilinç bile evrensel
bilincin bir örneği olarak geçmişinin izlerini ve geleceğinin
taslaklarını ya da tasarılarını kendinde taşıyorsa hiçbir şey
yerinde saymayacak demektir. Düşüncenin gelişimine yapa-
cağımız katkılar önemlidir.

114
FEODAL TOPLUMDAN MODERN TOPLUMA
GEÇİŞTE TARİHİN SAYFALARINDAN
AYDINLANMA TABLOLARI

Aydınlanma olgusunu tarihte öne çıkmış siyasal ve top-


lumsal olayların özellikle de iktisadi olayların akışında ve
oluşum koşullarında görüp tanımak da gerekir. Ancak bu
görüp tanıma işi sağlam bir nedenler araştırmasına dayanıyor
olmalıdır. Bu da felsefe adamlarından çok tarihçilerin işidir,
olay ezberlemekle yetinen olay tarihçilerinin değil gerçek
anlamda toplumbilimsel araştırmalar yapabilen tarihçilerin
işidir. Tarihin olayları karşısında kolayından yargılar veren-
ler köklü bir nedenler araştırması yapma gereği duymak-
sızın rahat rahat bir takım açıklamalarda bulunurken olanı
biteni bulandırırlar. Nedenlere önem vermeyen ve olayları
anlatmakla yetinen düz tarihçilik ya da olay tarihçiliği de
aydınlanma konusunda bilinç bulandırmaktan başka bir iş
yapmaz. Bir yaşam biçiminden bazen sert bazen yumuşak
koşullarda bir başka yaşam biçimine geçişte kültürden çok
kendisi de kültürün bir parçası olması gereken siyaset alanı
epeyce belirleyici görünümler ortaya koyar. Önemli olan bu
görünümlerin sunduğu anlamları okuyabilmektir.
Kişisel seçimlerin büyük bir önem taşımadığı ve genelin
belirleyici gücünün altında kaldığı, toplumsal akışın pek sezil-
mese bile toplumsal hatta evrensel etkenlerle yönlendirildiği
olaylarda anlık yargılara varmak zordur. Yaşananla gözleyen
arasında belli bir uzaklığın oluşması gerekir, bunun için de
zamana gereksinim vardır. Şimdiki zamandan çok gelecek
zamanlar bugün yaşananlarla ilgili olarak doğru yargılar
verilmesinde kolaylıklar sağlayacaktır. Siyaset adamları da
toplumsal yaşamda etkin durumda olan başkaları da ne gibi
genel ya da aşkın etkenlerin belirleyici gücüyle eylemde
115
bulunduklarını sezemezler ya da düşünemezler. Tarihi bazen
kişiler sürüklerler, tarih bazen kişileri sürükler. Gün gelir ko-
şullar oluşuverir, her şey daha açık görülmeye başlar. Birçok
şey anlaşılmıştır. Bir şeyleri günü gününe kavrayıp yargıla-
mak olası değildir. Bir zamanı bir başka zamana dönüştüren
koşullar belirmiş, çelişkiler iyiden iyiye ortaya çıkmış, yaşamı
ileriye itmeye çalışanlarla geriye çekmeye çalışanlar arasında
kıyasıya kavga kaçınılmaz olmuştur. Bunun resmi de ancak
şimdi net olarak görülebilmektedir.
İnsanlığın tarihi toplumbilim açısından ya da iktisat bilimi
açısından ya da daha başka açılardan çok değişik biçimlerde
yorumlanabilir. Tarihi aydınlanma açısından yargılamak
kültür alanında çaba gösterenlerin sorumluluğuna girer.
Aydınlanmanın tarihi doğrudan doğruya kültür tarihidir bile
diyebiliriz. Kültür alanınınsa kendine özgü değişik koşulları
vardır. Kültürün tarihi bir yanıyla da boşinançtan gerçekçi
düşünceye doğru ve sanılardan bilime doğru kararlı ama
dalgalı bir gidişin tarihidir. İnançla boşinancın birbirine ka-
rıştığı hatta bir bütün oluşturduğu zamanlardan bilim çağına
doğru uzanan çizgide yalnız kültür düzeyinde değil siyasal
düzeyde de büyük savaşımlar verildi. Bu yüzden aydınlığa
giden kültürel yolları incelerken toplumsal-siyasal yaşam
koşullarını incelemeye ağırlık vermek doğru olur. Ancak bu
konuda yargılar verirken oldukça dikkatli ve sakınık olmamız,
bizi aşan daha doğrusu yeterli belge ve kanıt bulunmayan
alanlarda görüşler bildirirken ölçüyü kaçırmamamız gerekir.
Tarih bize şunu öğretiyor: siyasal güç etkin biçimde kendini
ortaya koyarken ve böylece amaçlarını gerçekleştirmeye
yönelirken ve bu arada bir kesimin çıkarlarını korurken
zaman zaman geriye düşmüş zaman zaman da ileriye doğru
açılmalara engel olan güçlerle savaşmıştır. Daha doğrusu bu
tür oluşumlarda siyasetin iki yüzü vardır: geriye çeken yüzü

116
ve ileriye iten yüzü.
Bu savaşım toplumsal düzeyde yaygın bir savaşımdır: her
zaman iktisadi çerçevede olduğu kadar inanç düzeyinde de
kendini göstermiştir. Çok zaman inanç için yapılır görülen
eylemin doğrudan siyaset adına ya da egemenlik adına ya-
pıldığı anlaşılır. Derinden derine gelişen yaşam koşullarının
karşısına inancı temsil edenlerin ya da inanç alanında söz
sahibi olanların baskıları dikilmiştir zaman zaman. Burada
inancın inançtan çok siyaset adına silahlandığını ve yola
çıktığını görüyoruz. Siyaset inanç giysisini üstüne geçirdi-
ğinde daha heybetli ve dokunulmaz olur. Tarih inancı temsil
edenlerin yaşamı ileriye itmekten çok geriye çekmeye eğilimli
olduklarını gösteriyor. İlerleme bilincini temsil eden aydınlar
çok zaman inancın kaba engellerine takıldılar. Aydınlanma
yolunda siyaset de zaman zaman bu engelle hesaplaşmak
zorunda kalmıştır.
Bu konuda Avrupa’nın tarihinde sayısız örnekle karşıla-
şırız. Daha doğrusu Avrupa’nın tarihi bu bakımdan oldukça
zengindir. Modern laik düşüncenin kaynaklarına inmek
istediğimizde epeyce gerilere gitmemiz gerekiyor. Dünyaya
egemen olmak isteyen inancın geçmişte hangi koşullarda
engellendiğini bize gösterecek pekçok olay vardır. Katolik
Avrupa’da yeniliğe doğru atılan adımlar kilisenin tepkisini
çekmiş ve özellikle papalığın baskılarından enine boyuna et-
kilenmiştir. Aziz Petrus’un ve ardıllarının temsil ettiği papalık
makamı uzun yüzyıllar boyu katolik inancının temel kurumu
özelliğini gösterirken gelişimin karşısında engelleyici bir
güç oldu. Aziz Petrus papalık yani önderlik görevini İsa’dan
almıştı. Roma’da din kurbanı olarak öldüğüne inanılan Aziz
Petrus Avrupa’nın tarihinde dinsel yönlendiriciliğin simgesi
gibidir.
Başlangıçta papalar ilgilerini Roma kilisesiyle sınırlamış-
lardı, giderek ilgi alanlarını genişlettiler ve bir dünya dini
117
kurma yolunda büyük çabalar gösterirken başka kiliselere
de yön vermeye giriştiler. M.S. IV. yüzyıldan sonra papaların
etki alanları iyice genişlerken güçleri de iyice arttı. Papalığın
baskıları büyük boyutlara ulaştıkça siyasetin de papalığa karşı
katı tutumu kendini göstermeye başladı. Örnek sunmak adı-
na bir dilimini aşağıda ayrıntılarıyla vermeye çalışacağımız
olaylar uzun süre papalığın gücünü kıran ya da enaza indiren
koşulları getirdi. Papalık zaman zaman güç durumlarda kal-
dı. Örneğin XIV. yüzyıl sonlarında ve XV. yüzyıl başlarında
papalık parçalandı ve Roma’da Avignon’da Pisa’da üç ayrı
papalık ortaya çıktı. Daha sonra Rönesans’ın aydınlığı papa-
lığın gücünü epeyce kıracaktır.
Hıristiyan önderler toplumlarda derinden derine varlı-
ğını sürdüren ve göreneklerde ve alışkılarda belirginleşen
eski pagan inancının yeniden doğmasından korkuyorlardı.
İnançta eski değerlerin canlanması hıristiyanlığın sonunu
getirebilirdi. Tarih geriye sarmadığına göre bu belki de ge-
reksiz bir korkuydu ama hiç nedensiz değildi. Hıristiyanlık
inancın alanına büyük bir ağırlıkla yerleşmiş ve görünüşte
bütün değerleri kendince değiştirmiş gibiydi. Ancak kökleri
iyice sağlam mıydı, toprağa ayaklarını sıkı sıkıya basabilmiş
miydi? Bu konuda kuşkular vardı ve hemen her aklı başında
insan biliyordu ki toplumlar geçmişlerine sıkı sıkıya bağlıdır-
lar ve bu bağlılıklarını bilinçlerinde değilse de bilinçdışının
görünmez tabakalarında yaşatırlar. Hıristiyanlığın korkutucu
duruşu ve baskıcı yüzü paganlığın dirilmesi korkusunun bir
sonucu olurken pagan ahlaklarının varlığını sürdürmesinde
ayrıca kışkırtıcı ve belirleyici olmuş olabilir. Ne olursa ol-
sun katolik kilisesi kökleri zayıf bir gövde görünümü ortaya
koyuyordu o zamanlar.
Hıristiyan ahlakı her insan eylemini önünde sonunda
korkutucu ve cezalandırıcı Tanrı fikriyle değerlendirirken
yürürlükten kalkmış görünen pagan ahlakları insana güven-
118
mek ve insanı yüceltmek açısından sıradan ama daha gerçekçi
bir anlayışı sürdürüyorlardı. Paganlık eski insanın inancıydı
ama yeni insanın yaşam gerçeğine de ters düşmüyordu hatta
bir bakıma ona daha yakındı. Birinde Tanrı her şeydir, insan
yaşamı kaskatı bir biçimde tanrısallığın güdümündedir, öbü-
ründe insan her anlamda olmasa da en azından ahlaki planda
tanrılaşabilen bir varlıktır. Pagan ahlakı bir insana güvenme
ahlakıdır. Hıristiyanlıkta böyle bir güven yoktur, tam tersine
güvensizlik vardır. Hıristiyan inancında kökel günah fikri yani
insanın tanrısal istemle doğuştan günaha eğilimli kılınmış
olduğu fikri inançlıları sıkıntıya sokuyordu. Buna göre insan
kendine egemen olamazsa her an günah işleyebilirdi. Birey
kuşkuluydu: benim şu düşüncem ya da şu eylemim günahla
ilgili mi değil mi?
Günah çıkarmak gerekiyordu ama gerçekten günah çı-
karılabiliyor muydu? Hıristiyan her zaman bir suçluluk ve
pişmanlık duygusunu derinden yaşamak zorundaydı. Günah
çıkarma rezaletleri anlatılmakla bitmeyecek boyutlardadır.
Engizisyon mahkemesi yoldan çıkanlar için düpedüz bir
tehdit düzeneğiydi. Bu mahkeme dinde sapkınlığı önlemek
gerekçesiyle son derece gözükara ve acımasız olabiliyordu.
Engizisyon’da 1252’den sonra işkence ölüme ve sakatlanma-
ya yol açmamak koşuluyla uygun bir cezalandırma yöntemi
olarak belirlendi. Bu korkunç bir karardı. Haçlı seferine
katılma cezası gibi cezalar hafif cezalar sayılıyordu. Ömür
boyu hapis en geçerli cezaydı. Pişmanlık duymayan sapkının
cezası yakılarak öldürülmekti. Sapkın diye suçlanan kişi öl-
müşse cesedi mezardan çıkarılır, yargılanır, suçlu bulunursa
yakılırdı. XVI. yüzyıldan sonra bu mahkemenin geçerliliği
kalmadı.
Toplumsal savaşımlarda inanç ögesinin belirleyici olma-
dığı, en azından çokça belirleyici olmadığı, daha çok iktisadi
yaşam koşullarının belirleyici olduğu oluşumlar da vardır. Bü-
119
yük bir gelişim yüzyılı olan XIII. yüzyıldan sonra Avrupa’da
aydınlık düşüncelere doğru giderek yoğunlaşan bir yönelim
görüldü. XI. yüzyılla başlayan toplumsal ve iktisadi dönü-
şümlerin sonuçları ortaya çıkmaya başlıyordu. Ortaçağ’ın
XI. yüzyılla başlayan ikinci evresi toplumsal ve iktisadi
açılardan olduğu kadar kültür düzeyinde aydınlığa yönelme
açısından da oldukça verimlidir. Özünde yaşam biçimlerinin
ve bakış açılarının büyük ölçüde değişime uğramasıydı bu.
O dönemde toplumsal olayların hızlı akışı eski değerlerden
yeni değerlere doğru köklü dönüşümlerin göstergesidir. Her
toprak parçasında ve her zaman diliminde değişimler elbette
aynı özellikleri gösteremezdi. Bu oluşumlar çerçevesinde İn-
giltere örneği daha belirleyici gibidir. İngiltere yeni dünyaya
açılmada öncü rolü oynuyordu. Kıta Avrupa’sına göre Ada
topraklarında her şey biraz daha aydınlığa eğilimli gibidir.
Evet bu gelişmelerde başı çeken ülke İngiltere’dir: dönüşüm-
lerin koşullarını ve özelliklerini izlerken bakışlar öncelikle
Büyük Britanya’ya çevrilecektir. Çatışkıların uzlaşmalarla
giderilmeye çalışıldığı bir ortamda yeni değerlere ulaşmak
için gösterilen çabalar daha az sorunlu bir toplumsal düzen
yaratmakta etkili olacaktı. Buna göre daha geç zamanlarda,
XVIII. yüzyılda fransız Aydınlanmacılarının İngiltere’ye olan
hayranlıkları gelişigüzel bir duygusallıktan daha başka bir
şeydir. Kendine kapalı ve kendi ekseni üzerinde dönüp duran
düşünceyle yaşamı düşünen düşünce karşısında aydınların
bilinçleri elbette yaşamı düşünen düşünceye yönelecektir.
O zamanlar özellikle Londra ileriye doğru güçlü ve köklü
atılımların merkezidir. Modern yaşamı enine boyuna tartışan
en güçlü fikirlerin John Locke’un felsefesinde billurlaştığını
söyleyebiliriz.
Yeni dünyanın kurulmasına doğru ilk adım İngiltere’de
1215’de Magna Carta’yla (Büyük Ferman) atılmıştır. Mag-
na Carta bir uzlaşma anlaşmasıdır ve Ortaçağ sonlarının ve
120
Yeniçağ başlarının toplumsal-iktisadi sorunlarından biri olan
bir sıkıntıyı, soylularla kral arasındaki çekişmeyi dengelemiş
hatta enaza indirmiştir. Bu uzlaşma olası sert kavgaları ön-
lemiş, toprak soyluları buna göre kral John’dan çok önemli
haklar koparabilmiştir. Genel olarak kral yetkesinin ağırlık
kazanmakta olduğu Avrupa’da bu oluşum sanki tersine bir
gelişimin ya da insan hakları açısından oldukça erken bir
tepkinin anlatımı gibidir. Magna Carta mutlakyönetimin
yerleşmesinde, toplumsal ve siyasal yaşama ağırlığını koy-
masında toprak soyluluğu yararına bir gecikmeyi ya da bir
yumuşamayı duyurur. Mutlakyönetim gelişmekte olan serma-
yeciliğin koruyucu gücüdür. Bu ferman 1216’da Henri III’ün
tahta geçmesiyle yenilenmiştir. Ferman kralla vasalleri ara-
sındaki feodal ilişkileri, bu arada krallığın yönetimiyle ilgili
bazı konuları ele alır. Magna Carta soyluların öncülüğünde
yasa düzeninin mutlakyönetime fren koyması ya da boyun
eğdirmesi olarak anlaşılmalıdır. Buna göre toprak soylula-
rıyla mutlakyönetim arasında doğabilecek vahim olaylar bir
belgeyle önlenmiş oluyordu. Yasa inancının erkenden doğuşu
ve toplumca benimsenmesi merkezi baskıyla sağlanacak
dengeden daha önemliydi elbette. Böylece İngilizler özgürlük
haklarını elde etme yolunda önemli bir adım atmış oldular.
1264’de parlamentonun kurulması bu yolda atılmış daha bü-
yük bir adımdır. Rahipler soylularla işbirliği yaptılar, küçük
soylular burjuvalara yaklaştılar: bu kümelenme iki meclisli
ingiliz siyasal yaşamının özünü oluşturdu. İngiltere’de gerçek
anlamda ilk parlamento çalışmaları Edward I (1272-1307)
zamanında oldu. Bu iki parçalı parlamentoda kral baronlarla
burjuvalar arasındaki uzlaşmayı canlı tutmakla yükümlü gi-
biydi. Magna Carta’yla parlamentoyu bir bütünde düşünmek
doğru olur. İngiltere’de “parlamento” sözü 1239’dan sonra
kullanıldı. Ancak parlamentonun kuruluşu için 1264’ün son-
rasını beklemek gerekir.
121
Henry III zamanında yönetimin başında bulunan fransız
Leichester kontu Simon de Monfort devletin yönetimini
dokuz üyeli bir kurula bıraktı. Parlamentonun çekirdeğidir
ya da parlamento düzenine doğru atılmış ilk adımdır bu.
Mutlakyönetim karşısında yeterince ağırlık koyamayan ve
yeniliklerden hoşnut olmayan, en azından onları yetersiz
bulan baronlar homurdanmaya başlayınca Simon de Monfort
1265’de parlamentoyu topladı. Parlamentoya her “shire”dan
iki şövalye ve her kentten iki burjuva çağırıldı. Temsili de-
mokratik uygulamalara örnek gösterilecek olan geleceğin
güçlü parlamentosunun temeli böylece atılmış oldu. Simon de
Monfort’un ölümünden ya da daha doğrusu öldürülmesinden
sonra İngiltere’de fransız kültürünün ağırlığı çok aza inmiştir.
Simon de Monfort İngiltere’de modern siyasal yaşamın ku-
rulup gelişmesine katkıda bulunmuş yönetici düzeyinde son
fransız aydınıdır. Bundan böyle Fransızların ingiliz toplumu
üzerindeki etkileri azalacak, bir zaman sonra XVIII. yüzyılda
ingiliz kültürü fransız düşünce dünyasını derinden etkileye-
cektir. Bunun bir başka anlamı Fransa’da Aydınlanma’nın
düşünsel planda ingiliz düşüncesinden, özellikle de modern
toplumun yaşam koşullarını tartışan John Locke’dan büyük
ölçüde beslenmiş olduğudur.
Yurtsuz John’un koyduğu ve Henry III’ün sağlamlaştırdığı
Magna Carta modern siyasal yaşama geçişte ilk büyük adım
oldu. Zaman gelişimler zamanıdır, yeniliklere son derece
açıktır. XIV. yüzyılın sonlarında çok şey değişecek, ingiliz
toplumu ulusal kültürünü kurmak ve geliştirmek yolunda çok
önemli çıkışlar yaparken ingiliz dilinin gelişmeye başladığı
görülecektir. Magna Carta olayına biraz daha yakından bak-
makta yarar vardır. 1199-1216 arasında İngiltere kralı olan
Yurtsuz John (1167-1216) Magna Carta’yı 1215’de kendi-
sine başkaldıran toprak soylularına söz geçiremeyeceğini
anlayınca imzaladı. Bu ferman 1217’de ve 1225’de yeniden
122
yayımlanmıştır. İngiltere kralları X. yüzyılın sonlarından
başlayarak yetkilerini soyluların zararına epeyce genişletmiş-
lerdi. Soylular bu yüzden zaman zaman başkaldırdılar. Onlar
bir yandan da zenginliklerine zenginlikler katarken doymak
bilmez zalim John’un iştahını kabartıyorlardı. John baştan
beri bu zenginliklere göz koymuş ve bu yolda pekçok toprak
soylusunun canını yakmıştı. İnsanlara acımıyor, can almaktan
da geri durmuyordu. Soylulara yüksek vergiler koyuyordu,
yeni vergi alma yöntemleri icat ediyordu. Yurtsuz John 1214
güzünde Fransa kralı Philippe Auguste’e yenilince baronlar
sürgündeki Canterbury başpiskoposunu da yanlarına çekerek
krala karşı ayaklandılar: istekleri yerine getirilmezse krala
savaş açacaklardı. 1215 başlarında kralla görüştüler. Kral
onlardan çekiniyor ama gönlüne göre belirlediği haklarından
vazgeçmeyi de düşünmüyordu. Öte yandan soylular kralın
güçlü ordusuyla başa çıkamayacaklarını da biliyorlardı. Ça-
tışmayı göze aldılar ve 17 mayısta Londra’yı ele geçirdiler.
Kral barış istemek zorunda kaldı. 15 haziranda Thames ya-
kınlarında bir açık alanda toplanan soylular isteklerini krala
bildirdiler. 19 haziranda ferman hazırlandı.
Ferman kralla vasalleri arasındaki ilişkileri düzenliyor,
krallığın yönetimiyle ilgili kurallar getiriyordu. Aslında ba-
ronların yeni bir yasa düzeni tasarlamak ve onu krala benim-
setmek gibi bir düşünceleri yoktu. Onlar eski ayrıcalıklarına
kavuşmak istiyorlardı. Elde edilen şu haklar çok önemliydi:
hiçbir özgür insan yürürlükteki yasalara başvurulmaksızın
tutuklanamaz ve mallarından yoksun bırakılamaz, adalet sa-
tılamaz ve geciktirilemez, haciz yoluyla ve zorbalıkla vergi
koyulamaz. “Devletin yasaları vardır, toplumla ilgili haklar
vardır. Kral bunlara saygı göstermelidir. Kral bunlara saygı
göstermezse yasalara bağlılık bir ödev olmaktan çıkar ve kişi-
lerin ayaklanma hakkı doğar.” Bundan sonra krallar ne zaman
bildikleri gibi davranma rahatlığını gösterseler karşılarında
123
bir kötü ruh gibi Magna Carta’yı buldular. Sonraki kuşaklar
için ferman bir özgürlükler yasası ağırlığı kazandı, özellikle
Avrupa’da ve Amerika’da özgürlükçü ve eşitlikçi siyasal
düşüncelerin gelişmesine büyük ölçüde katkıda bulundu.
Yurtsuz John sözkonusu fermanı elbette istemeden im-
zalamıştı, imzalar imzalamaz da büyük bir öfkeye kapıldı.
Kral kendisi miydi yoksa baronlar mıydı? “Başımda çok
güçlü yirmi beş kral var şimdi” diyordu. Destek olur umu-
duyla papa Innocentius III’e yöneldi. Ancak papanın o uzak
topraklardan yetişip yapabileceği bir şey yoktu. Kitapların
yazdığına göre Yurtsuz John 19 kasım 1216 günü çok balık
yedi ve sindirim zorluğu çekerek bu dünyadan ayrıldı. Ondan
sonra feodallerin denetimi yavaş yavaş parlamentoya geçti.
İngiltere’de parlamento bir uzlaşma kurumu olarak işlevini
yerine getirirken toplumsal-siyasal güçler arasındaki dengeyi
olabildiğince sağladı. Bu dönemde meslek ortaklıkları ya da
meslek birlikleri diyebileceğimiz bir takım topluluklar da
toplumsal-siyasal bir ağırlık kazandılar. Ağırlığın özellikle
burjuvalarda, tüccarlarda, manastır keşişlerinde ve üniversite
öğrencilerinde olduğunu söyleyebiliriz. Kentlerde toplaşan
meslek sahipleri ancak dayanışma içinde güçlü olabilecek-
lerinin bilincine varmışlardı. Yalnız o zamanın kentlerini
bugünün kentleriyle bir tutmamak gerekir. XIII. yüzyılda
Londra’nın nüfusu otuz bin kadardı, öbür kentler o kadar da
yoktu. Bunların bir bölümü manastır çevresinde kurulurken
büyükçe bir bölümü geçiş yerlerinde yol kavşaklarında li-
manlarda ırmak boylarında kurulmuştu. Bunlar çöplerin dört
bir yana yayıldığı ve kötü kokudan geçilmeyen kentlerdi.
Londra’da ilk çeşme XIII. yüzyılda yoksullar su içsin diye
yapılmıştır. Varsıllar bira içerlerdi.
Gelişim atılımlarının önüne yalnızca bazı siyasal güçler
değil inanç kurumları da çıkmıştır. Siyasal güçler bazen
gelişime karşı bazen de gelişimden yana olmuştur. Nitekim
124
hızla güçlenen mutlakyönetimler feodal düzenin giderilmesi
ve sermaye düzeninin yerleşmesi yolunda biraz katı hatta
acımasız ölçülerde de olsa önemli katkılarda bulundular.
Aydınlığa doğru yönelişin kültürel yüzü kadar siyasal yüzü
de önemsenmelidir. Gelişmekte olan sermaye düzeni gelişi-
minin temel dayanağını mutlakyöneticilerin ödün vermeyen
tutumlarında bulmuştur. Bugün azçok demokratikleşmiş ül-
kelerde sık sık sözü edilen laikliğin kökeninde de Ortaçağ’ın
din kurumları karşısında kesin tutum almaktan çekinmeyen
mutlakyöneticilerini görmek gerekir. Yaşamı ve düşünceyi
aşkın dünya adına ya da tanrısallık adına dondurmayı ve
kurallara bağlamayı amaç olarak gören papalar karşılarında
acımasız kralları bulunca her şeyi bildikleri gibi düzenleye-
meyeceklerini anlamışlardı.
Biraz da siyasetin dinle kavgasının anlatıldığı bazı sayfa-
lara göz gezdirelim. Vakit XIII. yüzyıl dolaylarıdır. Bu dönem
Avrupa’da özellikle de Fransa’da feodalliğin doruk noktasına
ulaştığı ve buna göre içten içe dağılmaya çözülmeye başladığı
bir dönemdir. Henüz haçlı ruhu sönmüş değildir ama inanca
olan bağlılık sanki eski anlamını yitirmiş ve gevşer gibi ol-
muştur: bu yeni zamanlar dinsel duygusallıkların kışkırtacağı
kahramanlıklara artık belli ölçülerde de olsa kapalı gibidir.
Ortaçağ ruhunu ayakta tutan onur kavramı artık eskisi kadar
önemsenmez olmuştur. Tarihçi Henri Vast’ın deyişiyle bunu
“hıristiyanlık ruhunun azalması” diye de belirleyebiliriz.
Fransa’da yeni yükselen sınıfın yani burjuva sınıfının koru-
yucusu olan krallar mutlak güç olabilmek için başta zorbalık
olmak üzere her türlü yöntemi kullanabiliyorlardı: sermayeci-
liğin gelişimini engelleyen feodalliğin yaşamdan kesin olarak
silinmesi mutlakyönetimin ödünsüz çabasını gerektiriyordu.
Sorun az önce görmeye çalıştığımız gibi İngiltere’de daha
az katı koşullarda çözülecektir. Orada özgürlüklerin belli bir
anlayış çerçevesinde savunucusu olan soyluluk mutlakyöne-
125
tim üzerinde etkin bir denetim düzeneği kurarken sermaye
gelişimlerini engelleyici bir tutum içine girmedi: uzlaşmak
çatışmaktan daha anlamlıydı.
Yeni dünyanın kurulması yolunda İngilizlerin oynadığı
öncü rolü büyük ölçüde bu dengeden beslenmiştir. İngiltere’de
soyluluğun en azından bir anı olarak bugüne kalmış olması,
sanayideki ve ticaretteki ilerlemelerle birlikte süpürülmemesi
daha özgürlükçü bir anlayışa dayanan bu dengeli siyasetin
ürünü olmuştur. Zaman soyluluğun anlamını giderek yumu-
şatsa da belli bir soyluluk geleneği varlığını hep korumuş,
bu kararlı durum dengeci ingiliz ruhuna hiçbir zaman aykırı
düşmemiştir. Buna karşılık Fransa’da eskiyle yeninin ya da
soylu sınıfıyla burjuva sınıfının kavgası epeyce kanlı hatta
acımasız oldu. Karşıt güçler birbirlerini giderebilmek için
kıyasıya savaşırken en kanlı yöntemlere başvurdular. Felsefe
tarihi geleneğinde de kendini ortaya koyan bir ayrım, ingiliz
deneyciliğiyle fransız usçuluğu ya da ingiliz uygulamacı-
lığıyla fransız köktenciliği arasındaki ayrım da bunu pek
güzel gösterir. Fransa’nın tarihi başka ülkelerin tarihinden,
en azından İngiltere’nin tarihinden biraz daha kanlı gibidir.
Fransa’da mutlakyönetim tüm toplumsal ve iktisadi güçlerin
üzerinde egemenlik kurmaya çalışırken soylulukla ve din
kurumlarıyla amansız bir savaşıma giriyordu.
Almanya bugün olduğu gibi dün de İngiltere’den ve
Fransa’dan iyiden iyiye ayrı özellikler göstermiştir. Bu dönem
Almanya’nın Kutsal Roma Germen İmparatorluğu adı altında
son derece parçalı bir toprak düzenini sürdürdüğü dönemdir.
“Roma” elbet Roma İmparatorluğu’nun görkemine ya da
tantanasına özenmekle ilgiliydi. Almanlar bu geniş impara-
torluk düzeninde o eski dünyanın başında yer almak düşleri
kuruyorlardı. Oysa askeri imparatorluklar döneminin sonla-
rına gelinmişti. Bu “kutsal” imparatorluk da geniş topraklar
üzerinde yırtılmaya hazır bir örtüden başka bir şey değildi.
126
Bunun en belirleyici göstergesi imparatorların yoksulluğu-
dur. “Seçici prens”ler bir takım silik yabancıları imparator
seçiyorlardı. Bu kurnazlığın tek nedeni egemenliklerini
yitirme korkusuydu: imparatorlar senyörlerin üzerinde bir
güç oluşturmamalıydı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu
görünüşte herkesin devleti gibi dururken gerçekte tepeden tır-
nağa almandı. Bu cılız yapıda herkes ayrı bir telden çalarken
feodal yaşamda kargaşa hızla yayılıyordu. Giderek ülke küçük
küçük fieflere bölündü. Kuş uçmaz yerlere kocaman şatolar
diktiler, bu şatolar yağmacılığın kaleleriydi. Almanya’da
merkezi yetke diye bir şey yoktu: geçerli tek yasa yumruk
(Faustrecht) yasasıydı.
Feodal parçalanmışlıktan ulusal bütünlüklere geçiş dö-
neminde Fransa’nın orta ve kuzey topraklarında mutlakyö-
netim kesin olarak egemendi. Feodal soyluluk gelişmekte
olan burjuva iktisadına ve her şeyden önce kral yetkesine
boyun eğmek zorunda kaldı. Kral tüm toprak soylularının
üstündeydi, krallığın korunmasından o sorumluydu. Kralın
gerçek anlamda “mutlak” yönetici olması yetkesini Tanrı’dan
almasıyla ve Tanrı’dan başka kimseye hesap vermek zorun-
da olmamasıyla belirgindir. Zamanın kralları bu yönleriyle
daha önceki zamanların krallarından ayrılırlar. Her şeye
karşın XIII. yüzyılın kralları azçok yenilikçi krallar oldular,
zamanın değerleri ve kendi anlayışları çerçevesinde barışı ve
adaleti sağlamaya çalıştılar. Feodal dağınıklıktan kısa erimde
bütünsel bir yapıya geçmek kolay değildi. Feodaller sonunda
yetkilerini mutlak krallara bırakmak zorunda kaldılar. Kral-
ların bir işi de giderek güçlenen papalığın gücünü kırmaktı.
Papalığın kasası her gün biraz daha doluyordu. Konsiller yani
din kurulları birer siyasal karar organı gibi iş görüyorlardı.
Din adamlarının gücünü kırmaya çalışan kralların başında
Güzel Philippe diye bilinen ve 1285-1314 arasında kral olan
Philippe IV (1268-1314) vardır.
127
Güzel Philippe tahta geçtiğinde henüz on yedi yaşın-
daydı, yakışıklılığıyla tanınıyordu, ağırbaşlı bir gençti. Onu
yetiştiren Gilles de Rome ona din devletinden nefret etmeyi
öğretmişti. Genç kralın yaşına göre azımsanmayacak bir
kültürü vardı. Duygucu değildi, ussal düşünceden yanaydı,
trubadurların duygulu şiirlerinden hoşlanmazdı. Son derece
alçakgönüllüydü. Onu yeni yöneticilerin ya da tarih sahnesine
yeni çıkan gerçek mutlakyöneticilerin ilki diye almak, bir de
laik düşüncenin aydınlık yolunu açan önderlerden biri diye
düşünmek yanlış olmaz. Onun çabasıyla krallık papalığın
üzerinde ezici bir güç oluşturdu: papalar uzunca bir süre
Roma’dan uzakta yaşadılar. Bu dönem Tiers état denilen
orta sınıfın yani soyluların ve rahiplerin dışında kalanların
yaşama ağırlık koyduğu bir dönemdir. Feodal kültürün özünü
oluşturan şövalye ruhu ve onun altında yatan “onur” kavramı
unutulmaya doğru gidiyor, ticaretin ya da kazancın yaşama
ağırlık koyacağı zamanlar yaklaşıyor, mutlakyönetim zor-
balaştıkça feodal düzen dağılıyordu. Feodalliğin yüzyıllar
boyu yerleşmiş kavgacı özellikleri oluşmakta olan ulusallık
bilincinin direnci karşısında etkisiz kalıyordu. İngiltere’de
olduğunun tersine Fransa’da yönetimin katılıkları büyük
boyutlara ulaşmıştı. Fransa’da polis gücü her şeyin üstünde
gibiydi.
Zamanın olayları içinde en belirleyici olanı elbette pa-
payla kral arasındaki çekişmedir. Kavga 1296’da koyulan
bir vergi yüzünden çıktı. Kavga aslında bir yetki kavgasıy-
dı. Krallıkla papalık arasında kıyasıya bir çekişme başladı.
Bonifacius VIII’in asıl amacı öncülerinin yani Gregorius
VII’nin ve Innocentius III’ün yolundan giderek papalık
yetkesini mutlaklaştırmaktı: papalık tüm dünya güçlerinin
üstünde olmalıydı, papa kralların da prenslerin de süzereni
durumunda olmalıydı. Böylesi bir görüş Philippe IV gibi

128
şiddete eğilimli ve gerektiğinde sonuna kadar zorbalaşa-
bilen bir kralın benimseyebileceği bir görüş değildi. Kral
papalığın baskılarına boyun eğmeyince işler iyiden iyiye
sarpa sardı. Kral papanın topladığı konsile karşılık 10 nisan
1302’de Notre-Dame’da états généraux’yu topladı. Bu meclis
Fransa’nın ilk meclisidir. Fransa İngiltere’den otuz sekiz yıl
sonra ilk parlamentosunu oluşturmuştu. Bununla birlikte états
généraux Fransa’nın siyasal yaşamında sürekli olmamıştır,
bu yüzden İngiltere’nin hemen ardından Fransa parlamento
düzenini benimsedi diyebilmek kolay değildir. Kralın gerek-
tiğinde toplantıya çağırdığı bu meclisler karar üretme hakkı
olmayan danışma meclisleridir. Bu meclislere rahiplerden
soylulardan ve Tiers’den yani üçüncü sınıftan seçilmiş üye-
ler katılırdı. Bu 10 nisan toplantısında çıkarları iyiden iyiye
tersleşen soylular ve burjuvalar papaya karşı kralın yanında
son damla kanlarına kadar savaşacaklarına ant içtiler.
Tarihçi Désiré Blanchet şöyle diyor: “Çekişme vergiler
yüzünden çıktı. Flandre savaşı sırasında kral genel bir ver-
gi koymuştu, kilise malları açısından ağır bir vergiydi bu.
Papa bu duruma Clericis laicos genelgesiyle karşı çıktı ve
vergi toplayacak olanları da vergi verecek olanları da aforoz
etmekle tehdit etti. Bu defa Güzel Philippe krallıktan altın ve
gümüş çıkışını yasakladı. Her yıl Fransa’dan epeyce yardım
alan papanın hazinesi bu durumda yoksullaştı. Fransa’daki
piskoposlar araya girdiler ve kavga yatıştı. Kavga Pamiers
piskoposu yüzünden yeni baştan alevlendi. Kralın kişisel düş-
manlarından olan Bernard de Saisset adlı bir piskoposu papa
krala karşın atamıştı. Kral bir bahaneyle piskoposu tutuklattı.
Bonifacius VIII piskoposu şiddetle savundu. Güzel Philippe’e
karşı Ausculta fili adlı bir bildiri yayımladı. Bildiride kralı
haraççılıkla, para işlerinde dalaverecilikle, zorba olmakla
suçluyordu. Sonunda Roma’da kralı yargılamak ve krallığı
düzene koymak için bir konsil topladı.”
129
Kralın yasaklamasına karşın birçok fransız rahibi
Roma’ya gitmeyi göze aldı. 1302 temmuzunda kralın bir-
likleri Courtrai’de yenilgiye uğradı. Bu durum papayı umut-
landırdı. Konsile papaların krallar üzerindeki üstünlüğünü
onaylattı, bu arada kralı aforoz etme hazırlıklarına girişti. Bu
defa kral karşı saldırıya geçti. Guillaume de Nogaret adlı bir
hukukçu papayı sapkınlıkla suçlayan bir bildiri hazırladı ve
bu bildiriyi kralın bir konsilde açıklatmasını istedi. Bu kişi
daha önce sapkın ilan edilerek yakılmış olan birinin oğluydu.
O bu işte sonuna kadar gitmeyi göze aldı ve papanın düş-
manlarından Colonne adlı biriyle ve bir haydut topluluğuyla
Roma’nın yolunu tuttu. Adamlar papanın kaldığı Anagni’ye
girdiler, papalık sarayının kapılarını kırdılar. Seksen altı
yaşındaki papa bu kişilere direndi. Anagni halkından bekle-
diği ilgiyi göremeyen yaşlı adam Roma’ya döndü, hakarete
uğramış olmanın acısıyla hiçbir şey yemeyerek iki gün içinde
öldü. Yeni papa Clemens V Roma’ya gitmedi, Avignon’da
yerleşti. Papalık yetmiş yıl Roma’dan uzakta, Fransızların
denetiminde kaldı.
Güzel Philippe bu arada Temple şövalyeleriyle uğraşmaya
başladı. Hem askeri hem dini bir tarikat olan Temple tarikatı
1119’da kurulmuştu ve çoğu Fransız olan 15 000 üyesi var-
dı. Tarikat üyeleri para içinde yüzüyorlardı. Onlar papanın
ve birçok prensin bankerleriydiler. Hiç vergi vermiyorlardı.
Kral bu güçlü tarikatın belini kırmak için önce önderleri
Jacques de Molay’ı tutuklattı, sonra Fransa’daki tüm tarikat
üyelerini tutuklattı (1307). Tarikat üyeleri 1310-1314 arasın-
da yargılandılar ve yakılmaya mahkum edildiler. 1312’den
sonra papa Clemens V Fransa kralının isteği üzerine tarikatın
varlığına son verdi. Devlet içinde devlet olan Temple tarikatı
böylece tarihe karıştı. Haçlı ruhunun çok gerilerde kaldığı bir
dönemde Temple şövalyelerinin varlığı dinsel olmaktan çok
iktisadi bir amaca hizmet ediyordu.
130
Philippe-Auguste’den ve Saint Louis’den sonra kral olan
Güzel Philippe’in başlıca kaygısı sınırları oldukça geniş ve
her anlamda bütünlüklü bir devlet kurmaktı: krallık gücünün
her şeyin üstünde belirleyici olmasını istiyordu. Dağınık ve
oldukça parçalı bir toplumdan bir ulus oluşturma çabasıydı
bu. Artık ulusal devletlerin kurulmaya başladığı zamanlar
gelmişti. Ancak kralın bu amacı bir çırpıda gerçekleşecek gibi
değildi, feodal yapı henüz tam olarak giderilebilmiş değildi ve
bu yapının kalıntıları daha epeyce bir zaman varlığını sürdü-
recek gibiydi. Epeyce yol alınmıştı ama: kral krallık sınırları
içindeki senyörlerin süzereni durumundaydı. O aynı zamanda
Roma imparatorluğunun kalıtçısı sayılıyordu. Öte yandan
kiliselerin ve manastırların da koruyucusuydu. Dindar Saint
Louis’den sonra tam anlamında laik bir kral başa geçmişti.
Krallığı güçlendirmek adına düzenli bir ordu kuran Güzel
Philippe bu orduyla her şeyden önce dikbaşlı vasalleri dize
getirdi. Krallığın kasasını zenginleştirdi. Sarayda bir meclis
oluşturdu, bu meclis bir tür parlamento görevi yapıyordu.
Ancak kral meclis üyelerini her yıl yeniden belirliyordu. Bu
mecliste rahiplerle laikler eşit sayıdaydı.
Bu arada Tiers état büyüyor ve güçleniyordu, feodal top-
lum da hızla küçülüyordu. Öte yandan toplumun genel yaşam
düzeyi epeyce yükselmişti. Yeni kurulmakta olan sanayinin
çok iyi durumda olduğu söylenemezdi, gene de ülkede belli
bir sanayi etkinliği vardı. Korporasyonlar arasında rekabet
artıyor, bu artış parçalanmayı da kendiliğinden getiriyordu.
“Böylece tespih üretenler üç ayrı korporasyonda toplanmış-
lardı: birileri yalnızca kemikten ve boynuzdan tespih yapıyor-
du, öbürleri fildişinden ve deniz hayvanlarının kabuklarından
tespih yapıyordu, üçüncüler amberden ve kehribardan tespih
yapıyordu” (Henri Vast). Sınıf ayrımının ortadan kalkmaması
için 1294’de yayımlanan bir buyrultu burjuvaların araba sa-
hibi olmasını, kürk giymesini, altından gümüşten ya da başka
131
değerli madenden mücevher takmasını yasaklıyordu. Yıllık
geliri altı bin liradan aşağı olan düklerin ve kontların yılda
dörtten fazla ve rahiplerin de yılda ikiden fazla giysiye sahip
olamayacağını bildiriyordu. Bu karara uymayanlara büyük
para cezaları verilecekti. Ancak bu buyrultunun maddeleri
uygulanabilir gibi değildi.
XIV. yüzyılın başlarında Capet hanedanının güçlü kralı
Philippe IV’ün ulusal devlet kurma yolundaki çabaları bunlar
oldu. Kısacası Philippe IV yeni zamanlara giden yolun ba-
şında tarihin akışını epeyce hızlandırdı. Ulusal diller henüz
tam olarak gelişmemiş, ulus kavramı tam olarak oluşmamış,
ulusal devlet fikri yaşama geçmemişti. O dönem bir geçiş
dönemiydi, bir geçiş dönemi olmanın bütün özelliklerini
taşıyordu. Kral çok önemli işler yaptı ama pek sevilmedi,
insanların gönlünde bir Saint Louis’nin yarattığı etkiyi yara-
tamadı. Şiddete olan eğilimiyle, içten pazarlıklı oluşuyla hatta
sinsiliğiyle, kinciliğiyle intikamcılığıyla, gerekli gördüğü
zaman hiç çekinmeden uygulamaya koyduğu haksız karar-
larıyla halkın gözünde kendini epeyce yıprattı. Bu olumsuz
özellikleri olmasa Ortaçağ’ı Yeniçağ’a bağlayan aydınlığın
siyaset alanındaki birinci ustası diye anılacaktı. Gene de
onun dönemi modern Fransa’nın kuruluşunda ve insanlığın
aydınlığa doğru ilerleyişinde bir dönüm noktasıdır.
Bütün bu oluşumlar bize Rönesans’a doğru gelişen ya-
şam koşullarının ne büyük bir etki gücü taşıdığını pek güzel
gösteriyor. Durağan dönemler bitmişti, kapalı iktisat bitmişti,
önce küçük küçük pazarlar kurulmuş, sonra ticaret daha geniş
pazarlara taşmıştı. Kolay kolay sanayi adını veremeyeceğimiz
üretim etkinliği basit makinelerle başladığı serüveni daha
geniş topraklara yayma eğilimi gösteriyordu. Sonra hepimizin
çok iyi bildiğimiz şeyler oldu: yeni bir dünya kuruldu, bu
dünya geçmişte hiç olmadığı biçimde çeşitliliklerle ve çeliş-
kilerle dolu bir dünyaydı, giderek küçülen bir dünyaydı. Yerel
132
insandan evrensel insana doğru bir dönüşüm gerçekleşti,
kültürdönüşümleri büyük boyutlara ulaştı, değerler bir yer-
den bir yere taşındıkça yeni dünyanın resmi ortaya çıkmaya
başladı. Sermayeci düzen diye adlandırdığımız yeni yaşam
düzeni bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla kendini ortaya
koydu: insanı geliştiren güçlerle insanın gelişimini engelle-
yen güçler aynı düzen içinde etkindi ve çatışkılı bir görünüm
ortaya koyuyordu. Yeni düzen özgürlüklere son derece önem
verecek bir düzen gibi görünürken kendi atılımları için engel
saydığı her türlü düşünsel ve eylemsel davranışa karşı çıktı.
Eski zamanlar bitmiş yeni zamanlar başlamıştı.
Bazı tarihsel olaylar tarihin dönüm noktalarıdır. Onlar top-
lumların hatta insanlığın aydınlığa doğru gelişen atılımlarına
tanıklık ederler. Her tarihsel olay ileriye doğru iten yanlarıyla
da geriye doğru çeken yanlarıyla da yaşamsal evrimin koşul-
larını bize duyurur. Ancak gelişimin özelliklerini sıradan yani
herhangi olaylardan çok belirleyici diyebileceğimiz çarpıcı
olaylarda daha açık görebiliyoruz. Örneğin Magna Carta
İngiltere için de daha geniş bakarsak insanlık için de tam
anlamında bir dönüşüm olgusudur. Basitçe kendini gösteren
nedenlerden çok asıl nedenleri yani belirleyici nedenleri gö-
rebildiğimizde dönüşümün koşullarını daha iyi anlayabiliriz.
Bunun için yetkin bir bakış gerekir. Bunun için aynı zamanda
zaman açısından olaylarla aramıza belli bir uzaklığın girmesi
gerekir. Bir şeyi anında kavramakla daha gelişmiş bir bakış
açısıyla daha sonra kavramak arasında büyük bir ayrım vardır.
Örneğin Güzel Philippe’in yapıp ettiklerinde çok önemli bir
aydınlanma gerçeğinin yattığını görebilmek o günün insan-
larından çok bugünün insanlarına özgü olacaktır.
Tarihi bütün olarak kavramaya çalışırken özellikle yo-
ğun bir dönüşümü duyuran bazı belli olayları öne çıkarıp
incelemek bize son derece verimli olanaklar sağlayacaktır.
Ama bu olayları apayrı bütünlükler olarak ele almak, onları
133
çok önemli kaydıyla ele alırken bütünü elden kaçırmak,
bir başka deyişle onların bütündeki yerini görememek bize
yanlışlar yaptırabilir. Tarihsel araştırmada yöntemimizin
özü bütünden uzaklaşmamak olmalıdır. Böyle olmadığı
zaman Güzel Philippe’in papayla kavgasını basit bir siyasal
çekişme olarak değerlendirip çıkabiliriz. Ancak onda gele-
ceğin laik kavrayışlarına giden yolu görebildiğimiz zaman
araştırmamızın bir anlamı olacaktır. Tarihi doğru okumak
olayların dünyasında sıkışıp kalmadan nedenleri görmekle
sağlanabilir. Olaylar bize özü kavramada ya da nedenleri
görmede birer veri olabildikleri zaman önemli olabilirler.
Gerçekte olaylardan yola çıktığımız ama gene de olayların
üzerine çıkmayı başardığımız koşullarda doğru bir tarih kav-
rayışı oluşturabiliriz. Tarihin toprağında gezinmek biraz da
ya da zaman zaman yukarılara doğru çıkıp olanı biteni kuş-
bakışı gözlemlemeyi gerektirir. Tarihi yapanlar olanı biteni
tarihi yazanlar kadar sağlam değerlendiremezler, bazen hiç
değerlendiremezler. Tarihin bizi nerede ve hangi koşullarda
nereye doğru sürüklemekte olduğunu bilemeyiz. Bugünün
kahramanları yarının hainleri olarak deftere geçirilebilirler.
Bugünün değil geleceğin yargısı önemlidir. Birilerinin bugün
olmakta olanlar üzerine ya da olan bitenler üzerine ileri geri
konuşmaları tarihi ilgilendirmez. Tarih son yargı organıdır.
Doğruların neler olduğunu ister istemez ondan öğreniyoruz.
Bilimde de sanatta da felsefede de son sözü tarih söyler.

134
AYDINLANMANIN DAYANAĞI
VE TEMEL SORUNU: DEMOKRASİ

Demokrasiye olan ilgimiz bir tedirginliği de birlikte ge-


tiriyor: onunla çok sorunumuz var. Onu hem seviyoruz hem
sevmiyoruz, hem gerekli hem de tehlikeli buluyoruz. Onun
iyi bir şey olduğu ya da olabileceği konusunda olumlu gö-
rüşlerimiz de var. Öte yandan o bize bir düş gibi görünüyor.
Yani o bize her zaman olumlu duygular esinlemiyor. Özellikle
toplumsal ve siyasal yaşamı düşündüğümüzde demokrasiyi
her şeyden önce kısa yolları çabucak kullanıp çıkma kolay-
lığımızı elimizden alacak bir oyalayıcı diye görebiliyoruz. O
her şeyden önce bir tartışma bilinci üzerine oturuyorsa eylem-
den çok söze dayanmaz mı? Tartışmanın sevimli heyecanına
kendini kaptıran bilinç düşünceden ve eylemden çok belagat
üretmeye elverişli olacaktır. Bilmeden ileri geri konuşanlar
da cabası. Gene de tüm sakıncalarına karşın düşünce için de
eylem için de demokrasinin doğru yolları bulma konusunda
bir güvence olduğunu düşünmekten kendimizi alamıyoruz. O
zaman bilincimiz kendiliğinden “az demokrasi” ya da “ölçülü
demokrasi” fikrini üretiyor. Buna “ılımlı demokrasi” demek
daha doğru olur belki de. Ne var ki az ya da ölçülü ya da sınırlı
ya da ılımlı demokrasinin baştan beri düşlerimizi süsleyen
dünya düzenini sağlamakta yetersiz kalacağını görüyoruz.
Güç belli birilerinin eline geçtikten sonra neyin ılımlısından
sözedeceğiz? Aradığımız istediğimiz beklediğimiz ılımlı
zorbalık mı ya da kitabına uydurulmuş tekçilik falan mı? O
zaman gerçek demokrasi ne olabilir?
Kişiler demokrat olduklarını söyleyebiliyorlar ama başta
aile yaşamı olmak üzere tüm toplum yaşamında daha çok
baskıcı eğilimlerin yürürlükte olduğunu görüyoruz. Gerçek
demokrasiyi geçerli kılmak için öncelikle insanın kendine
yani insana güvenmesi gerekmez mi? Belki de henüz de-
135
mokrasiyi tasarlayacak ve yaşama geçirecek olgunlukta ol-
madığımızı kabul edip çıkmalıyız. Ne olursa olsun bugünün
insanında belli bir demokrasi kültürü yok değil. Demokrasi
kültürü kişilerin ve toplumların dünyasında birbirini izleyen
aydınlanma süreçlerinin bir sonucudur, bir önceki bir sonraki-
nin itici gücünü oluşturan süreçlerde kendini yeniden yaratan
bilincin, aralıksız dönüşerek insanın daha da insanlaşmasını
sağlayan bilincin ürünüdür. O bir anlayış, bir yaşam biçimi,
bir varolma ya da kendini varetme yöntemidir. Demokrasi
bilinci başkalarının varlığını onaylamayla başlar, buna göre
o ben’de başkalarının göründüğü yerdir. O bir insan saygı-
sıdır, başkalarıyla olma inancıdır. Ayrıcalıksız bir insanlık
ülküsüdür. Başkalarına güvenmekle belirgin bir insancılıktır.
İnsan baştan beri doğayla ve kendiyle ilişkisi içinde sürek-
li bilinçlenme durumundadır. Demokrasi bu bilinçlenmenin
ürünlerindendir. Doğa en yetkin varlığında yani insanda kendi
bilincine varır. Uygarlaşmak aydınlığa topluca yürümektir.
İnsan en eski uygarlıklarda ilk aydınlanmacı çabalarını ortaya
koymaya yönelirken, kendinde aydınlanmacı eğilimleri yarat-
mak ve yaşama geçirmek için uğraşırken yaşamın gerekleri
ve olanakları çerçevesinde demokrasi inancını da uzaktan
yakından oluşturmaya başladı. Buna göre demokrasi kavramı
aydınlanma kavramına sıkı sıkıya bağlıdır hatta aydınlanma
kavramında içkindir. Aydınlanma demokrasinin kaynağında
bir yaratıcı güç olarak varsa demokrasi de aydınlanmanın
bir koşulu durumundadır, daha doğrusu yüzyılların gelişim
koşullarında aydınlanmanın bir koşulu durumuna gelmiş-
tir. Demokrasi her şeyden önce aydınlanmayla gelen ya da
onun sağladığı bir düşünme bir duyuş bir bakış biçimidir.
Demokrasi öncelikle insan saygısı temelinde bir sezme bir
anlama biçimidir. Biz her demokrasi dendiğinde yönetim
biçimlerini aklımıza getirsek de onun yönetim biçimleriyle
sınırlı olmadığını biliriz: demokrasinin yönetimlerle ilgisi-
136
ni bu çerçevede anlamak gerekir. Demokrasi öncelikle bir
kavrayıştır, insanı yüceltme ülküsüyle belirgin bir tasarımdır
hatta bir bakıma bir dilektir. Gerçek insan, kendisine saygısı
olan insan kendiliğinden demokrattır: aydınlanmışsam daha
doğrusu aydınlanıyorsam demokratım demektir.
Sözde aydınlanmacılığın ve sözde demokratlığın aldatıcı
görünümlerini konu bile etmemek gerekir. İş söze dökül-
düğünde hemen herkes demokrasiden yana çıkıverir. De-
mokrasiden yana olmadığını söyleyenler genellikle aykırıyı
oynayan kimselerdir. Belki de içtenlikle böyle söylüyorlardır.
Bu durum insanın başkalarını aldatmasıyla ilgili değilse ken-
dini aldatmasıyla ilgilidir. Buna göre aydınlanmayı ele alan
kişinin birçok kavramla hesaplaşırken demokrasi kavramını
öncelikle ele alması, onu bütün boyutlarıyla ince ince araştır-
ması, özellikle onu tarihi içinde değerlendirme yolunu tutması
doğru olur. Demokrasinin toplum yaşamındaki ya da toplum
yönetimindeki rolüne gelince, bunu insanın özü sorunundan,
bu arada özellikle aydınlanmanın ulaşabildiği aşama düzeyi
açısından ele almak doğru olur. Basitçe söylersek insanın
demokrat olmadığı yerde, demokrasi bilincinin yaşama ağır-
lığını koyacak durumda olmadığı yerde devletlerin demokrat
olmasını beklemek çocukluktur. İş yönetim biçimleri olarak
ele alındığında sayısız demokrasi anlayışıyla karşılaşabili-
yoruz ki bunlardan çoğunun demokrasiyle bir ilişkisi yoktur.
Dünyada demokrasiyle ilgisi olmayan ama adı demokrasi
olan yönetimler var. Yönetim biçimleri açısından demokrasi
bugün dünyanın her yerinde gösteri düzeyindedir.
Demokrasinin ne olup ne olmadığını araştıran kişi sonun-
da onun hem bir aydınlanma bilinci hem de bir ortaklaşma
bir paylaşma bilinci olduğu sonucunu çıkaracaktır. Ortak-
laşmanın ya da paylaşmanın duygusal ve düşünsel koşulları
da aydınlanmaya bağlı olarak demokrasi inancında içkindir.
Aydınlanmanın tarihi ya da genel olarak insanın tarihi bize
137
evrensel bilincin aydınlandıkça demokrasiye doğru köklü
bir dönüşüm geçirdiğini gösteriyor. Olguları nedensellik
bağlarıyla ele alarak tarihe bakanlar, daha açık bir deyişle
nedenleri okumayı bilenler bunu çok rahat görebilirler.
Dönüşümleri uzun süreçler boyunca gerçekleşen devrimsel
oluşumlar diye görmek doğru olur. Bu elbette bir gün nasıl
olsa olacak olan tek bir devrimi ya da o pek de inanılır gibi
olmayan büyük kurtuluşu beklemekten daha başka bir şey-
dir. Aydınlanmanın tarihi 1789’la başlar ya da aydınlanma
XVIII. yüzyıl Fransa’sının ürünüdür gibi ilkel ya da şemacı
görüşlerin gerçeklikle ilgisi yoktur. XVIII. yüzyılın Fransa’da
parıldayan Aydınlanması da aydınlanmanın genel tarihi içinde
yer alır, buna göre aydınlanmanın belli bir tarihi yoktur ya
da aydınlanmanın tarihi bütün bir tarihtir. Buna göre XVIII.
yüzyılın Aydınlanmasını da aydınlanmanın bir parçası bir
aşaması olarak görmek gerekir.
Bu özel aydınlanma insanlık tarihinin gözle görülür
elle tutulur bir aşamasıdır, neredeyse bir düğüm noktasıdır.
Ancak onu bütün bir geçmişin içinden süzülüp gelmiş bir
sıçrama noktası diye belirlememiz daha doğru olur. Tarihin
tüm çarpıcı oluşumları aynı yoğunlukta aynı ağırlıkta olmaz.
Can sıkıcı yavaşlamalar vardır, neredeyse durma noktaları
vardır. Ancak bilinçlenme süreklidir ve aydınlanma hiç ke-
silmeden sürer. Tarihsel süreçler boyunca demokrasiye olan
eğilimin artmasını devletlerle ya da kurumlarla ilgili yönetim
kaygıları kadar insana yaraşır bir dünya kurma kaygılarıyla
ilgili görmek doğru olur. Demokrasi kişilerin bilincinde bir
ahlak sorununa dönüşmediği zaman bir oyundan başka bir
şey değildir. Temel kaygı daha yetkin ve insana daha yaraşır
bir yaşam düzenine ulaşma kaygısıdır. Bu yüzden demokrasi
bilinçlerde oluşmadan doğrudan doğruya toplumsal yaşamda
gerçekleşecek adaletli bir düzenin tasarımı ya da düşü olarak
bize sunulduğunda boştur.
138
Ne ölçüde aydınlanmış olabildiğimiz önemlidir. Aydın-
lanmada başlıca kaynağımız hatta tek dayanağımız kültür
değerleridir. Amaç kişisel yaşamımızda da toplumsal ya-
şamımızda da kültür değerlerini olabildiğince etkin kılmak
olmalıdır. Kültür aydınlanmanın özüdür, tek güvencesidir,
aynı zamanda itici hatta yaratıcı gücüdür. Yaratma burada yeni
değerler oluşturma ya da yeni değerler oluşumuna katkıda
bulunma anlamındadır ki estetikteki anlamını da içerir. Ya-
şam deneylerinin aydınlatıcı gücünden de sözedebiliriz ama
felsefenin bilimin sanatın ışığı hepimiz için tek aydınlatıcıdır.
Kuru kuru yaşanmış her ne varsa bize bir gözü açıklık olanağı
getirmiştir ama o kadar. Bir başka kültür alanı sayabileceği-
miz siyaset yazık ki aydınlatıcı olmaktan uzak kalıyor, en
azından aydınlanmanın doğrudan etkin gücü olamıyor. Bu
da onun baştan beri gerçek anlamını yitirmiş ve bir yarar
alanı durumuna gelmiş olmasıyla ilgilidir. Yaşamı yeniden
yaratan güç siyasetin gücü değil doğrudan doğruya gerçek
kültür değerlerinin gücüdür.
Kültür insanın tüm sorunlarını tartışmaya açıyor, bunu
yaparken bilinçleri daha üst düzeylere yükseltmenin koşulla-
rını da oluşturuyor. Kültür insan sorunlarına siyasetten daha
incelikli yöneliyorsa bunu onun her şeyi köktenci bir anlayışla
tartışma özeninde aramak gerekir. Buna göre uygulamayla
ilgili olanı tasarımsal olanın altına koymak, uygulamadan çok
kurama yönelmek daha doğru olur diye düşünebiliriz. Oysa
somut yaşamın koşullarıyla düşüncenin koşullarını birbirin-
den ayırıp birine ikincil birine birincil yeri vermek gerçek-
liği parçalamaktan başka bir anlam taşımaz. Salt felsefeyle
ilgilenen bir felsefe adamının, bir bilim dalına sıkışıp kalmış
bir bilim adamının, kendini bir sanat dalının havasına kapat-
mış bir sanat adamının kuramda eksik kalacağını söylemek
yanlış olmaz. Çünkü kuram dar alanlardan çıkıp daha geniş
bakmayı, daha geniş bir düşünce ufkuna ulaşmayı zorunlu
139
kılar. Doğru düşünebilmek için insan dağılma kaygısını elden
bırakmaksızın yaşama bütün boyutlarıyla açılmak istemelidir.
Bu yüzden kuram her zaman gereklidir ama kendi için değil
uygulama için gereklidir. Uygulama kurama gerçek anlamını
verir, asıl gerecini kazandırır hatta ona amacını ya da yönünü
sezdirir, ona böylece geleceği kurma yolunda insanlığın ger-
çek gereksinimlerini duyurur. Yaşamın dışında ya da üstünde
kuram yoktur. Uygulamanın açtığı yolda kuramın ve kuramın
açtığı yolda uygulamanın sağlıklı biçimde ilerleyeceğini
düşünmek yanlış olmaz.
Gerçek anlamda aydınlanmış kişi yaşamdan düşünceyi ve
düşünceden yaşamı koparmayı düşünmez. Kültürde karşımıza
çıkan sorunlar çok zaman eksik bilinçlerin yarattığı sorunlar-
dır, örneğin insanı tanımayan bir romancının, bilmediği bir
dünyayı yorumlamaya kalkan bir felsefe adamının, spordan
yalnızca yarışma heyecanını anlayan bir spor yöneticisinin,
basit bir teknisyen olmaktan öteye geçemeyen cerrahın, bili-
min dışında durmakla birlikte bilimin diliyle konuşan ve üç
beş konunun içinde sıkışıp kalmış olan bir bilim adamının,
basit konularda oyalanırken derin düşünmekte olduğunu sa-
nan sözde gazetecinin yarattığı sorunlardır. İnsanların günde-
lik bilinçle yaşamayı seçtikleri koşullarda kültür ortamlarının
sorunsuz olacağını düşünebilir miyiz? O zaman kültür yaşam
koşullarını iyileştirmek yerine onları bulandırmak gibi bir
yola girmiş olur.
Çok zaman kültürü doğrudan doğruya bir yarar alanı ola-
rak görebiliyoruz. Kültür doğrudan doğruya yarar sağlamaz.
İyi kültür büyük para kazandırmaz yalnız bilinci geliştirir.
İnsanların büyük bir bölümü yetersiz bilinç koşullarında ya-
şamı yarar dışında düşünemedikleri için ve zaten düşünceyle
gerçek bağları da olmadığı için kültürü ya yok saymaya ya
da bir yarar alanı durumuna getirmeye çalışırlar. Şiirleriniz
para getirmiyorsa neden şiir yazıyorsunuz? O gibi durumlarda
140
insanoğlu aydınlıktan çok karanlığın belirleyiciliğinde yaşar.
İnsanlar aydınlanmadan yeterince pay almadıkları sürece
dünyaya daha çok yarar açısından bakacaklar. Yarar bilinci
demokrasi bilincinin karşıtıdır. Bilincini yarara göre düzen-
lemiş insan, amaçlarını yüce değerlere göre değil de yarar
değerlerine göre belirlemiş insan aydınlanma gereksinimi
duymayan insandır. O durumda başkalarıyla ortaklaşamayan,
birlikte çabalar ortaya koyamayan, bir şeyleri başkalarıyla
paylaşamayan insan tipi öne çıkar. Bugün dünyada demokra-
siye gerçekten sahip çıkanlar dar alanlarda iş gören, yaşamın
kuytularına sıkışmış sıradan insanlardır ya da küçük aydın
topluluklarıdır. Bu tür aydınlar bugün her ülkede azınlık ko-
numundadır. Bu yüzden daha çok yarara göre düzenlenmiş
olan dünyamızda yönetim biçimleri açısından sözde demok-
rasilere olan inanç gerçek demokrasilere olan inançtan daha
baskındır. İnsanlar gerçek demokrasi fikrinden korkabiliyor-
lar. Özellikle demokrasiden birinci planda sorumlu gibi duran
ve öyle olması gereken siyaset adamları her zaman koşullu
demokrasiye bel bağlamış görünüyorlar.
Egemenlik ahlakı her yerde demokrasi inancıyla kar-
şıtlaşıyor. İnsanlar zayıflıklarının basit bir anlatımı olan o
takıntıdan yani egemen olma tutkularından bir türlü vazge-
çemiyorlar. Bireyler doğanın ve ona bağlı olarak toplumsal
düzenin kendilerine vermiş olduğu tek kişilik yaşam hakkını
çok zaman yeterli bulmuyor. Tek kişi olmanın sınırlarını aşa-
rak ya da zorlayarak ancak birçok kişinin sahip olabileceği
bir genişlikte kendi egemenlik alanlarını oluşturmaya çalı-
şıyorlar ve genellikle de bunu başarıyorlar. İşi başkalarının
yaşamını yönlendirmeye kadar götürdükleri oluyor: benim
egemen olmam için sen de benim gibi yaşamak ve benim
gibi düşünmek zorundasın. Yetersiz kişi en azından kendi
aile ortamında kendine bir egemenlik alanı açmaya bakıyor.
Bunun için baskıdan hileye dolapçılıktan edepsizliğe kadar
141
her yolu deneyebiliyor. Bazen de bu yolda itilip kakılabi-
liyor hatta dayak yiyebiliyor. Bu durumda her gün sayısız
cinayetler işleniyor.
Yetersiz kişi az ya da çok nasıl olursa olsun belli bir
egemenlik alanı oluşturamadığı zaman kendini aşağılanmış
duyacak ve yetersiz olma duygularından kurtulamayacaktır,
bu yüzden egemenlik onun neredeyse varoluş koşulu oluyor.
Yetersiz bilinçlerin ağır bastığı toplumlar toplumsallık bağla-
rının enaza indirgendiği toplumlardır, atomlaşmış toplumlar-
dır. Her atomlaşmış toplum bir mutsuz insanlar toplumudur.
Böylece bu yetersiz bireyler egemen olma hevesleriyle baş-
kalarına zarar verirken kendilerine de zarar veriyorlar. İnsan
kendi tek kişilik sınırlarının ötesine geçmeyi düşünmediği ya
da bir an düşünse bile bundan çeşitli gerekçelerle vazgeçtiği
zaman insandır. Böyle bir vazgeçiş için bireyin kendini bil-
gelik düzeyine çıkarabilmiş olması gerekir. Bu da yoğun bir
kültür birikiminin ya da sağlam bir aydınlanmışlığın ürünü
olacaktır. Egemenlik tutkusu bilincin yeterli olduğu koşul-
larda en azından baskı altında tutulabilirken ya da ussallaş-
tırılabilirken bilincin yetersiz kaldığı koşullarda iyiden iyiye
taşkınlaşıyor ve birçok bakımdan tehlikeli olmaya başlıyor.
Sorunun altında yatan ruhsallık çok basittir aslında: ken-
dinin efendisi olamayan insan şiddeti kullanmaya da kararlı
olarak başkalarının efendisi olmak istiyor. Yetersiz insan
bazen olan gücünü bazen de olmayan gücünü başkaları üze-
rinde göstermeyi başarabildiği zaman kendini tam anlamında
insan duyacaktır. Oysa bu yer insanın insanlıktan çıkmaya
yöneldiği yerdir. Şu dünyada her zaman ve her yerde çeşitli
efendiliklerle karşılaşıyoruz. Yakından baktığımızda bütün bu
efendiliklerin kölelik koktuğunu seziyoruz. Her çeşit efendi-
lik ancak bir takım kölelikler karşılığında elde edilebiliyor.
Birilerinin efendisi olurken birilerinin kölesi olma koşulu
da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Egemenler egemenliklerini
142
alabildiğine yaşamak isterken oluşmakta olan köleliklerini
görmemeye çalışıyorlar. Çünkü onların bilinç düzeyi köleleş-
meden efendileşmek olası değildir gerçeğini görmeye kesin-
likle yatkın değildir. Onlar efendiliklerinin tadını çıkarırken
köleliklerini önemsiz görme ve gösterme eğiliminde olsalar
da yaşamın kaskatı gerçekleriyle karşılaştıkları zaman bunun
böyle olmadığını açıkça anlıyorlar. Ancak bu yol dönüşsüz
bir yoldur ve egemenlik meraklısının gün gelip efendiliğimi
de köleliğimi de geri veriyorum deme şansı yoktur. Efendinin
efendisi olan kimse köle kullanmanın getirdiği yarar koşul-
larından vazgeçmeyi düşünmeyecektir. Bu yüzden kişinin
alın emanetinizi önerisi karşılık bulmayacaktır. İnsan bir kere
efendi yani köle oldu mu bir daha onun koşullarından yaka-
yı sıyıramaz. Sen egemenliğinden vazgeçebilirsin bu senin
bileceğin iş, ama köleliğin bizim elimizdedir bundan asla
vazgeçemezsin diyeceklerdir. Böylece irili ufaklı bir takım
egemenler her zaman her yerde demokrasi bilincinin karşıtları
hatta düşmanları olarak kendilerini göstermeye çalışıyorlar.
Gerçek bilim felsefe ve sanat adamlarının demokrasiye
bağlılığı kültür yaşamından uzak kalmış insanların demokra-
siye bağlılığından daha sağlam görünüyor. Ne var ki burada
da bir kesinlikten sözetmek olası değil. İnsanın kısa ve kolay
yollara her zaman bir yatkınlığı vardır, bu yollardan çok verim
alamamış olsa bile. Kültür insanları da zaman zaman demok-
rasi kavramı karşısında ikircikli durumda kalabiliyorlar. Bu
sakınıklık gene de onların bilinç koşullarındaki yetersizlik-
lerden geliyor olmalıdır. Özellikle bilinçte felsefi temelin
olmadığı ya da insanın köklü düşünme açısından yetersiz
kaldığı koşullarda bu tür sıkıntılar doğal görülebilir. Bilimle
felsefe arasındaki ve sanatla felsefe arasındaki kopuklukların
düşünceye iyilikler getirmediği kesindir. Kültür boşluğu ya
da kültür azlığı düşünceyi tekçi eğilimlere doğru sürüyor,
baskıcı rejimleri kaçınılmaz görmeye kadar yönlendiriyor.
143
Teksesli bir dünya gündelik yaşayan insana çoksesli bir dün-
yadan daha verimli görünür. Siyaset alanının yüzeysel bilinç
koşulları kültürün temel sorunlarına uzanamadığı zaman,
onlardan iyiden iyiye uzak kaldığı zaman insanların en çok
özlediği yaşam düzeni demokrasiye çalan ya da demokrasi
görünümü veren ama demokrasiyle ilgisi olmayan baskıcı
yaşam düzenleridir.
Demokrasiye yan bakmakta siyasetçiler ve kitleler çok
zaman uyum içinde görünüyorlar. Siyaset adamlarının
yeterince eğitilmemiş kitleleri gerçek demokrasinin ola-
naksızlığına pek çabuk inandırabildiklerini görüyoruz. Ya
da kitleler buna zaten eğilimli oluyorlar. Siyaset adamları
kitlelere masal anlatıyorlar, biz demokrasiyi istemez miyiz,
keşke demokrasi olsa da biz de onun gönülden uygulayı-
cıları olabilsek masalını açık ya da örtülü bir biçimde sık
sık söylüyorlar. Siyaset adamlarının kendi sözde demokrasi
anlayışlarını gerçek anlamda demokrat olmak olanaksızdır
diyerek savunmaları tepeden tırnağa boştur: önünde sonunda
her şey insana verdiğimiz değerle ve bütün insana kavuşma
istemimizle ilgilidir, her şey insan saygısıyla ilgilidir. İnsan
olmanın temel anlamı geleceğin dünyasını ve geleceğin in-
sanını tasarlamaya yöneldiğimiz yerde ortaya çıkıyor. Bir tür
kültür alanı olması gereken siyaset alanı da gerçek kültür alan-
ları gibi olan kadar olası olanla ilgilenmek, olanın sınırlarını
zorlamak, herhangi bir konuda umutsuzluğu yasallaştırmaya
kalkmadan demokrasiyle gelecek güzelliklerin peşine düşmek
zorundadır. Gerçek demokrasi bir mucizeyse bu mucizeyi ne
yapıp yapıp gerçekleştirmek zorundayız.
Aydınlanmış bilinç yüce amaçlara yönelik çabanın olum-
suzu öne çıkaran karamsar bakış açılarına baskın çıkması ge-
rektiğini bilir. Bunun yanında karamsarlıkların özünde bilinç
yetmezliğinin bir ürünü olduğunu da bilir. İyimserliğin bir
doğal insanlık durumu olduğunu, buna karşılık karamsarlığın
144
insanın dünyadaki varlığıyla ya da insan olmanın anlamıyla
düpedüz tersleştiğini de bilir. Dönüşmeyen ya da dönüştürü-
lemeyen bir dünyada yaşıyor olsaydık her şeye razı olmamız
gerekirdi, o durumda iyimserlik sözkonusu olamayacağı
gibi karamsarlık bile anlamsız olurdu. Oysa dönüşümlerle
belirgin olan bu dünyada hep daha iyiyi tasarlamak, yeni
tasarıları yaşama geçirmeye çalışmak, insanlığın esenliği
adına tasarılardan tasarılar türetmek gibi bir yükümlülüğümüz
vardır. Demokrasi de bu anlamda bir tasarımdır. Tasarımın
uygulama alanına inmek zorunda olduğu, ancak uygulamada
doğrulanabildiği tartışma götürmez. Bir şeyin olabilir olup
olmadığını anlamak için onu uygulamaya götürmekten başka
ne yapabiliriz. Gündelik yaşayanlar biraz da tasarlamadan
yaşayanlardır: tasarılar hepimize yeni yükler yeni sorumlu-
luklar getirecektir. Gündelik yaşayanlar demokrasiye inanmış
görünseler de onu olmayacak bir iş gibi düşünürler ama as-
lında ona verilecek emeği göze alamazlar. Demokrasiyi belki
de insanlığın olmaması gereken, olmasa daha iyi olacak olan
bir takıntısı gibi alırlar. En tehlikeli düşünce canım şurada
yaşayıp gidiyoruz işte düşüncesidir. Gündelik yaşayanlar
demokrasiye inanmış olma gösterisi yapmaktan hoşlanırlar
ve genelde demokrasiye olan bağlılıklarını kahkahalarla anla-
tırken demokrasiye olan iyileşmez inançsızlıklarını gizlerler.
Bunda kişilik özellikleri kadar yerin ve zamanın özellikleri
de belirleyicidir. Onlara göre demokrat olmamak ayıptır ama
demokrasi de bir çıkmaz sokaktır.
Yunan demokrasileri çok zaman örnek demokrasiler ola-
rak gösterildi. Yunan demokrasilerini öncelikle o dönemde
o toprakların düşünen insanları eleştirdiler. Kölelik üzerine
kurulmuş bir soyluluk düzeninde demokrasinin ne ölçüde
demokrasi olabileceği tartışma götürür. Yunan demokrasile-
rinin gerçek demokrasi tasarımına yakın olduğunu söylemek
zordur. Kendini bilen ya da bilmeyen her kişiye yargılama
145
ve karar verme hakkı tanıyan bir anlayışı sırf çoğulcu oldu-
ğu için üstüne basa basa demokrasi diye adlandırmak kültür
tarihçilerinin bir yanlışı olmuştur. Sokrates demokrasiye inan-
madığını söylüyor, sorunu şöyle ortaya koyuyordu: bir şeyi
öğrenmek için o şeyi bilen bir kişiye mi yoksa ondan habersiz
birçok kişiye mi başvurursunuz? Çoğulculuk demokrasinin
hem zorunlu hem de aldatıcı bir özelliği olabilir. Bilinçlerde
olgunlaşmamış bir demokrasi kavrayışı uygulamada bitmez
tükenmez sorunlar yaratacaktır. Düşüncenin ya da tartışmanın
değil de oylamanın belirleyici olduğu bir demokrasi bütün
tehlikeleri kendinde barındıran bir demokrasidir. Balıkçıların
kayıkçıların satıcıların sarrafların görüşlerine güvenebilir
miydik? Bugün asıl sorun şu noktada düğümleniyor: de-
mokrasiyi hadi oylamaya geçelim çılgınlığının elinden nasıl
kurtaracağız? Nitekim yunan demokrasileri başarısızlıklarını
varlıklarıyla ödüyorlardı: bir demokratik yönetim yerini şu
ya da bu koşulda tiranlara yani zorba yöneticilere kaptırabi-
liyordu. O dönemler zorba yönetimlerin bugüne göre biraz
daha olağan sayıldığı dönemlerdi. İnsanlar zorba yönetimleri
sözde demokrasilere yeğ tutuyorlardı.
XVII. yüzyılda Corneille yönetimlerin en kötüsü halk
yönetimidir diyordu. Mutlakyönetimin henüz gücünü sürdür-
mekte olduğu ve biraz da yitirmekte olduğu bir zamanda bunu
söyleyebilmek çok da zor değildir. Tiranlıklarda tek zorbaya,
demokrasilerde birçok zorbaya katlanmak zorunda kalırsınız
görüşünü de yabana atmamalıyız. Demokrasi bilincinin ye-
tersizlikleri insanlarda bu olumsuz duyguları uyandırırken
bilinçli aydınları bile demokrasinin değerini tartışmaya yö-
neltiyor. Demokratik uygulamalara doğru atılan adımların
çok zaman umutsuzluk tablolarıyla son bulması her kesimden
insanı demokrasi konusunda umutsuzluğa düşürüyor. Oysa
aydınlanmış insanlar bu konuda yazgıya başeğmeyeceklerdir.
Bir şey iyiyse ona ulaşmanın yollarını bulmaya çalışmak dü-
146
şer bize. Ancak şu gerçeği de gözden uzak tutmamak gerekir:
demokratlık aydınlanmış kafaların başarabileceği bir iştir, geri
kalmış insanın gerçek anlamda demokrat olmasını beklemek
çocukluk olur. Gelişigüzel düşünen ya da hemen hemen hiç
düşünmeyen insan nasıl demokrat olacak? Doğruyu yanlıştan
ayıramayan, doğrunun nerede olduğunu göremeyen ya da
zaten böyle bir isteği olmayan kişinin demokratlığına gülüp
geçmek gerekir. İnsanlar üstlerine başlarına çocuklarına
evlerine otomobillerine makamlarına ünlerine unvanlarına
gösterdikleri o büyük özeni düşüncelerine gösterebilselerdi
demokratlığa doğru epeyce yol almış olacaktık.
Demokrasiye olan güvensizlik biraz da insanın kendine
güvensizliğidir. İnsanoğlu bencilliğini aşabildiği yerde baş-
kalarını da kendisi gibi bir değer varlığı olarak görebilecektir.
Sürekli kendine almaya ve durmadan bir şeyler edinmeye
çalışan insan kendi çıkarlarının dışında bir şey düşünmez,
başkalarıyla ortaklaşmayı düşünmez. Demokrasi inancı bir
paylaşma ve bir tartışma kültürü üzerine oturur. Demokrasinin
yolu diyalogdan geçer diyebiliyorsak diyalogun da başkasına
saygıyla belirgin olduğunu benimsemişiz demektir. Başka-
sını enaz kendimiz kadar bir değer olarak göremediğimiz ve
onu eşyaya indirgediğimiz yerde demokrasi diye bir şeyin
anlamı kalmayacaktır. Gerçek anlamda diyalog başkasını
inandırmak için değil başkasından öğrenmek için ve daha
ötede başkasıyla üretmek için vardır. Sözle karşıdakini mat
etmek gibi bir tutum diyalogla ilgili olamaz. Diyalog eleştiriyi
kendiliğinden getirirken özeleştiriyi de zorunlu kılar. Diyalog
bir zorunluluksa demokrasi de ister istemez yetkin bilinçlerin
sorunu olacaktır.
Bilinç yetkinliğinin bugünkü dünya düzeninde ne ölçüler-
de ve hangi koşullarda sağlanabildiğini, kişilerin bilinçlerini
geliştirme şanslarının nelere bağlı olduğunu düşündüğümüz
zaman sıkıntılı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu sezi-
147
yoruz. Bugün yetkin diye belirlememiz gereken bilinçler bile
dünyanın her yerinde genelde acınası bir yabancılık tablosu
çiziyorlar. Bilinçli insan dediğimizde ister istemez okumuşları
düşünüyoruz. Ancak o zaman kitlesel eğitimlerin ne ölçüde
etkili, aydınlanma yolunda ne ölçüde yararlı, bilgi sağlamak
açısından ne ölçüde yeterli olduğu konusu karşımıza çıkıyor.
Gerçek anlamda yetkin bilince ulaşmış insanlara gelince onlar
kendilerini yetiştirmiş bireyler olarak görünüyorlar ve birer
aykırı ve yalnız insan tablosu çiziyorlar. Bu kişiler kendilerine
sunulanla yetinmedikleri, ayrıca kurulu düzenlerle uzlaşarak
edilgin bir yaşam sürmeyi göze alamadıkları, böyle bir yaşamı
ahlakdışı buldukları ve onurlarına yediremedikleri için yaban-
cı insan durumuna düşüyorlar. Geniş kitleler ve egemenlerse
yarım bilinçlerle yaşamı götürmeye çalışırken gerçekte bilinç
yetkinliği diye bir sorunun uzağında yaşıyorlar. Buna göre
aydınlanma bilinci azınlığın bilinci olmakla sınırlanıyor ve
her zaman acılı ve umutsuz bir görünüm ortaya koyuyor.
Aydınlanmanın ağır yükünü öteden beri önderler ya da önde
gelenler diyebileceğimiz gelişmiş kafalar yüklendiler. Her-
kesten her şeyi beklememek, bu konuda da aşırı duyguculuğa
ya da düşçülüğe kapılmamak gerekiyor. Aydınlanma dönü-
şümleri her zaman sancılı olmuştur. Bunu daha çok önder
konumunda olan filozofların sanatçıların ve bilim adamlarının
yaşam serüvenlerinden anlayabiliriz. Bu aydınlanma bilinci
dediğimiz ilerlemeci kavrayış her zaman olduğu gibi bugün
de bir takım benimsenmiş yaşam ve düşünce kalıplarının,
özellikle göreneklerin ve alışkıların paletleri altında eziliyor,
bu arada kurulu düzenlerin hedefinde oluyor. Aydınlanma dar
bir kesimin ayrıcalığı olarak kaldığında bir hoş seda olmaktan
öteye geçemeyecektir gibi karamsar düşünceler geliştirmek
yerine elden geldiğince aydınlanmacı olmaya çalışmak ge-
rekir. Bazen biraz ışık oldukça geniş bir alanı aydınlatabilir.
Öyleyse bu hoş seda da toplumların mutlu geleceği için bir
148
umut ışığı olarak değerlendirilebilir.
Bu konuda en tehlikeli şey bir takım açmazları ya da göz
korkutucu durumları tanık ya da kanıt göstererek umutsuzluk
üretmektir. Aydınlanmacı öncelikle umutlu insandır. Tek bir
kişi bile bir şeylere direniyorsa bizim için umut var demektir.
Aydınlanma bilinci aynı zamanda bir iyimserlik bilincidir.
Demokrasi konusunda bizi umutsuz kılabilecek çok ciddi
sorunların olduğu doğrudur. Bugünkü dünyada “temsili”
diye adlandırılan ve neyi temsil ettiği pek belli olmayan
demokrasiler kalabalık toplumların kaçınılmaz yönetim
biçimleri olarak görünüyorlar ve tüm sınıfları temsil etme
savını elden bırakmazken baskıcı özellikler gösteriyorlar. Bu
demokrasilerin aşağı yukarı tümü aşağıdan yukarıya doğru
değil yukarıdan aşağıya doğru yani olması gerektiği gibi değil
olmaması gerektiği gibi örgütlenen sorunlu demokrasilerdir,
tepeden inme demokrasilerdir. Yunan demokrasileri küçük or-
tamlara uygun doğrudan demokrasilerdi ve herbiri önderlerle
ayakta durabiliyordu. Bugünün demokrasileri de bir takım
görünür görünmez güçlerin ve onların koşulladığı önderlerin
desteğiyle ayakta kalabiliyorlar. Bugünün demokratik düzen-
lerinde kim neyi temsil ettiğini ve kim neden temsil edildiğini
bilmiyor. Bu durum demokrasi fikriyle kökten tersleşiyor.
Yunan demokrasilerinin Kleisthenes’leri Perikles’leri vardı,
onlar olumlu örneklerdi, bugünkü demokrasilerin de benzer
önderleri bazen var bazen yok. En eski ilkel demokrasilerden
ve yunan demokrasilerinden bu yana tablo sanki çok az de-
ğişmiştir. Bu da öncelikle kitlelerin aydınlanmayla bağlarının
olmaması anlamına geliyor. Kitleler durumlarını tartışmıyor-
lar alabildiğine edilgin bir yaşam sürüyorlar. Aydınlanmamış
kitleler önyargılarla ördükleri bilinçlerinde her zaman dural
toplumsal yaşamlara olan bağlılıklarını geliştiriyorlar hatta
karşıdevrimci eğilimleri yaşatıyorlar. Bu eğilimlerle insanlar
sandıklara gidiyorlar. Bugün yönetenlerle kitleler arasında
149
aydınlanmış insanın umudunu kırabilecek güzel bir uyum
var. İnsanlar kendileri için öngörülen koşullardan hoşnut
görünüyorlar ve daha yetkin daha insanca bir yaşam için
istekli görünmüyorlar.
Demokrasi bugünün kafası karışık insanında bütün dü-
şünce biçimlerini bütün öğretileri bütün eğilimleri bütün
devrimleri ve bütün karşıdevrimleri hem içerebilecek hem
dışlayabilecek bir genişlikte anlaşılıyor. Demokrasiyi yal-
nızca yönetim biçimi olarak görenlerin ve onu öncelikle bir
anlayış olarak düşünemeyenlerin belleklerinde böylesine
karmaşık bir demokrasi kavramı bulunması bizi şaşırtmıyor.
Oysa demokrasi her şeyden önce ileriye açık insanın düşünce
ve yaşam biçimidir, dünyayı anlama ve yorumlama biçimidir.
Her zaman üstüne basa basa söylememiz gerekir: aydınlan-
ma bilinci gerçekte demokrasi bilincidir. O hiçbir koşulda
bir başeğme bilinci değildir. Aydınlanma insanın kendiyle
giriştiği savaşımın adıdır, bir onur savaşımının adıdır, buna
göre insanlık tarihinin özünü ya da temel anlamını oluşturur.
Aydınlanma sürü varlığı olmamaya kararlı insanın çaba-
sını duyurur bize. Aydınlanmış insan kendini ileri düzeyde
toplumsallaşmaya adamış insandır. Aydınlanmanın izini
sürenler şu dünyada bütün insanlardan yalnızca biri olmanın
ötesinde özel bir yerleri olsun istemezler. Demokrasinin görü-
nür görünmez önderleri kültür değerlerini yeniden yaratmaya
kendilerini adamış kimselerdir. Kim olursak olalım, önder ya
da bir başkası, önümüzde anlamak zorunda olduğumuz son
derece karmaşık bir insan gerçeği var. Bu insan gerçeğiyle
içli dışlı olmadan, onun gizlerine girebilmek için canımızı
dişimize takmadan ne kendimizi ne başkalarını aydınlatabi-
liriz. Kitleler bilinçlendikçe önderler gerçek anlamda etkin
önderler olma koşulunu elde edecekler, onları izleyenler de
adsız kahramanlar olarak iş görecekler. Işığa yönelme duyar-
lığı olarak hatta ışığa yönelme tutkusu olarak aydınlanmacılık
150
özellikle belli bir düzeye ulaşmış halkların ya da kitlelerin
bilinçli isteminde özel anlamını bulur.
Aydınlanmamış kalabalıklarla aydınlık bir geleceğe doğru
yürümek bir düş bile değildir. İlerleme bilincinin karşısına her
zaman bir takım engelleyici güçler çıkıyor. Kurulu düzenler
gelişimden korkan eksikli varlıklarını sürdürebilmek için
kalabalıklarda bir hoşnut insan imgesi yaratmaya çalışıyorlar.
Halkların dünyasında hem maddi hem manevi açıdan azla
ya da yetersizle yetinmek alışkanlıkları yaratmak yolunda
yöntemler geliştiren, bu konuda belli bir ustalığa ermiş
olan günümüz siyaset adamlarının aydınlanma sözünden
alınmaları anlamlıdır. Bunu son derece gülünç bir Descartes
düşmanlığına kadar götürüyor olmaları da anlamlıdır. Yetkin
insan olma bilincini kitlelere yayabilmek için çaba göster-
mekten başka bir yol kalmıyor bize. Bu çaba bilgilendirme
çabası olacaktır. Bu noktada yetersiz kurumlardan çok kendini
insana adamış bilinçli bireylerin çabalarına gereksinimimiz
var. Bu konuda öncelikle en küçük toplumsal yapı olan ai-
leye gözlerimizi dikmeliyiz. Aydınlanmada aile eğitiminin
önemini unutmamak gerekir: aileden bozuk çıkan birey
topluma bozuk katılıyor. Demokrasi bilincinin temelleri
ailede atılmalıdır. Okuma araştırma alışkanlığı bulunmayan
ailelerde yetişenler bir kültür ortamı oluşturmakta ya da bir
kültür ortamına katılmakta eksik kalıyorlar. Ancak aydın-
lanmanın ve demokrasi bilincine ulaşmanın gerçek yuvaları
okullardır. Öyle görünüyor ki bütün dünyada aile eğitimi de
okul eğitimi de aydınlanmış birey yetiştirmekte son derece
yetersiz kalıyor. Aydınlanmada itici gücü toplumun iyi yetiş-
miş sıradan insanlarının isteminde ve çabasında bulabiliriz.
Demokrasiye inancımız ne ölçüde güçlü olursa aydınlanma
istemimiz o ölçüde etkin olacaktır. Ne kadar aydınlanırsak o
kadar demokrat olacağız.

151
GELECEĞE BAŞLAMAK
YA DA AYDINLIĞA DOĞRU

Uygar insanın ya da aydınlanmış insanın birbiri içinde


iki kaygısı vardır: geçmişi bilmek ve geleceği görebilmek.
Geçmişi bilme istemimiz zaman zaman belge ya da veri
eksikliğiyle engelleniyor. Geleceği görebilme istemimiz de
karmaşık bir şimdinin koşullarından ve ayrıca bilinç yetmez-
liklerinden ötürü zorlanıyor ve daha çok bir düş olarak kalıyor.
Oysa bizler geçmişi de geleceği de elimizle koymuş gibi
bilmek hatta bulmak isterdik. Gene de geçmişin karşısında
da geleceğin karşısında da iyiden iyiye eli kolu bağlı değiliz:
yeni verilere yeni kanıtlara yeni aydınlatıcılara ulaşabiliyoruz.
Geçmişin bilinen yüzünü bilinmeyen yüzü için bir aydınlatıcı
olarak kullanabiliyoruz, yanılmaları göze alarak elbette. Şu
şöyle olmuş olduğuna göre şu da şöyle olmuş olmalı diye
görüşler üretiyoruz. Geleceği göremeyeceğimizi bilirken
onu bugünün verilerinden giderek azçok sezebileceğimizi
düşünüyoruz. Bunun için gelişmiş bilinçlere gereksinimimiz
var. Geleceği nasıl olsa bir gün çıkıp gelecek bir zaman yığını
diye göremeyiz. O hazır bir şey değil hep birlikte kuracağımız
bir gerçekliktir. Bu yüzden geleceği görmek değil geleceği
öngörmek sözkonusudur.
İnsan geçmişi ve geleceği olan bir varlıktır: üçboyutlu bir
zamansallıkta ve üçboyutlu bir uzamsallıkta yaşamını sürdü-
rür. İnsan dünü bugünü yarını olan tek varlıktır. Onda zaman
bilinci uzam bilinciyle ve uzam bilinci zaman bilinciyle
bütünleşir. O belli bir zamanda ve belli bir yerde olabilen ve
bunu bilen tek varlıktır. Bilinç bir uzam ve zaman bileşiğidir.
İnsan tek gerçek bilinçli varlıktır, onda zaman ve uzam bilinci
tamdır: o evrende olduğunu, geçmişten geleceğe doğru giden
bir akışın öznesi olduğunu bilir. Demek ki dünyada olmak
uzamda ve zamanda olmaktır ya da uzamı ve zamanı olmaktır.
152
Burada öznel zamanı nesnel zamandan ve öznel uzamı nesnel
uzamdan ayırmak gerekir. Öznel zamanla nesnel zaman ve
öznel uzamla nesnel uzam birbiri içinde olmakla birlikte ayrı
şeylerdir. Öznel zamansallık zaman algısıyla nesnel zaman-
sallık zaman bilinciyle ilgilidir. Bunun gibi öznel uzamsallık
uzam algısıyla nesnel uzamsallık uzam bilinciyle ilgilidir.
Bizim zamanımız evrenin zamanına, bizim uzamımız evrenin
uzamına kavuşur ama ikisi aynı şey değildir. Her kişi kendi
zamanını evrensel zamana ve kendi uzamını evrensel uza-
ma bağladığı ölçüde bilincini güçlü kılar. Zaman olmak ve
zamanda olmak ayrımını da, uzam olmak ve uzamda olmak
ayrımını da görmek gerekir.
Bilinç tümüyle zaman-uzam algısına dayanır, zaman-
uzam algısıyla kurulur. Bilincin tüm ögeleri bu algının
ürünleridir: bellekte ne varsa hem zamansal hem uzamsaldır.
Bilinç ve bellek birbiri içinde iki kavramdır. Bellek daha
çok zihnin edinimlerini bilinçse hem bu edinimleri ve hem
de bu edinimlere dayalı olarak gerçekleşen zihin etkinliğini
ya da anlığın etkinliğini anlatır. Bellekte zaman ve uzam
kumaşından biçilmiş olmayan tek öge yoktur. Başta anılar
olmak üzere tüm bilinç ögeleri zamanda ve uzamda, zaman-
uzam bütününde biçimlenmişlerdir ve zamana ve uzama
yerleşmişlerdir, zamansallığın ve uzamsallığın özelliklerini
taşırlar. Bilinç öncelikle zamansaldır, zamanın kendisidir,
ben dediğimiz şeyin özü zamandır. Zaman ben olmanın ilk
koşuludur. Zaman algısı gene de tek başına edinilebilen ya
da yaşanabilen bir şey değildir, o her koşulda uzam algısına
bağlanır ya da uzam algısıyla bütünleşir. Zaman ve uzam
bir bütün oluştururlar, bununla birlikte zaman algısı uzam
algısını önceler. Zaman ve uzam insanı insan yapan temel
kavramlardır.
Buna göre bilinç evrensel çerçevede tarihseldir. Her bilinç
evrensel ufukla sınırlanmıştır, çok dolgun olmadığı zaman
153
bile. Tarihte olmak zamanda ve uzamda olmaktır. Tarih
öncelikle zamandır, ardardalığın bilincidir. Onu oluşturan
ögeler ardarda dizilmiş nesneler gibi görünürler. Ardarda-
lığı duyuran şey zaman algısıdır, uzam algısı da bu ardarda
dizilen nesneleri evrensel koşullarda yanyana getirir. Uzam
algısı ardarda gelişin koşullarında yanyana gelişin algısıdır.
Uzam algısı uzamsallığı bir çizgi üstünde tespih taneleri gibi
ardarda dizilmiş nesneler düzeninde olmaktan çıkarır ve ev-
rene yayar. Demek ki tarihselliğin ilksel koşulu olan ardarda
geliş uzamsallıkta son açıklamasını bulur. Bilinç açısından
en yetersiz kişi bile dünyada olduğunu, bir tarihe katılmakta
olduğunu, o tarihin içinde yer aldığını, onun bir ürünü ve bir
parçası olduğunu bilir. İnsan dünyada bir geçmişle bir gele-
cek arasında olduğunu, ayrıca kendisinin hem bir geçmiş ve
hem bir gelecek olduğunu da bilir. O şimdideki geçmiş ve
şimdideki gelecektir. O geçmişi şimdisi ve geleceği olan bir
insanlıkta geçmişi şimdisi ve geleceği olan bir varlık oldu-
ğunun bilincindedir. Her insan istese de istemese de tarihe
katılır. Tek insanın tarihi insanlığın tarihi içinde yer alır ve
insanlığın tarihine göre bir anlam kazanır. Her kişi tarihin bir
parçası olan özel bir tarihtir, herkes tarihte kendi tarihini yaşar,
kendi tarihiyle evrensel tarihe bağlanır ne kadar bağlanırsa.
İnsanı dünyada kendisinin ve başkasının varlığını bilen tek
varlık diye de tanımlayabiliriz. Dünyada olmak uzamda ve
zamanda kendiyle ve başkasıyla olmaktır. Başkası ya da baş-
kaları yapıcı ve yıkıcı güçleriyle bizim için her zaman vardır
ve bize hem bir tehlikeyi hem bir kurtuluşu duyurur. Başkası
bizim varlığımız için engeller yaratırken bizde hep birlikte
aydınlanma umudunu da yaratır. İnsan olmak yalnızlıkta
birlik olmaktır ve birlikte yalnız olmaktır. Her insan kendini
yalnız duyabilir ama hiçbir insan yalnız değildir. Diyelim
sevgilim bana durmadan yalan söylüyor ve yalanlarıyla var-
lığımı tehdit ediyor, buna karşılık bana her zaman hep birlikte
154
kurtuluş umudu veriyor: insan için bir kurtuluş tasarlıyorsam
bu durumda bunu sevgilimin dışında tasarlayamam.
İnsan yalnızken yalnız olmamaya yani toplumsallığa mah-
kumdur. Doğa toplumsallığı ona koşulsuz benimsetmiştir ya
da giydirmiştir. İnsan tamgüçlü bir varlık olsaydı yalnızlık
onun varoluş koşulu olacaktı ve bu durumda o kendi dışına
taşmak ya da başkalarına ulaşmak isteyen iyileşmez bir yalnız
olmayacaktı. Oysa o doğanın koşullarında ancak başkalarıyla
olabileceğini, başkalarıyla insan olduğunu bilir, başkaların-
dan sıkılsa da kendinden ve başkalarından başka dayanağı
olmadığını bilir. Bu yüzden başkaları yalnızca başkalarıdır,
onlar ne cennet ne cehennemdir. Ancak o başkaları bizim
için özelleştikleri koşullarda bizim için vazgeçilmez olurlar.
Ama bu durum da yalnızlığımızı indirgeyebilecek bir durum
değildir. Kimileri için tarihsellik bir yalandır ve toplumsallık
korkunçtur. İnsan her şeyi sıradan bir gözle görmeye kalktı-
ğında toplumsallığı kendi varlığı için bir engel olarak görür.
Oysa yaşamın girdisini çıktısını iyiden iyiye araştırdığında
kendisinin başkalarına yani toplumsallığa zorunlu olduğunu
anlayacaktır. O tek tek insanlardan örülmüş toplumsal yaşa-
mın bir parçasıdır: yediği ekmek de kolundaki saat de cebin-
deki tespih de başkalarının elinden çıkmadır. O başkalarına
bağlı olduğu gibi başkaları da ona bağlıdır. Bu bağlılık olağan
koşullarda bağımlılık değildir ve ona toplumsallığın insan
için zorunlu bir yaşam koşulu olduğunu duyurur. Toplumsal
sözleşme bağımlılık sözleşmesi değil bağlılık sözleşmesidir.
Belli bir bilinç düzeyine ulaşmış insan başkalarının olmadığı
bir dünyada yaşama şansının olmadığını bilir.
Başka hayvanlar ya da daha doğrusu öbür üst düzey hay-
vanları dünyada olduklarını bilmezler. Üst düzey hayvanla-
rının en üstünde insan vardır. Hayvan sözü her insanı biraz
irkiltebilir. Böyle de olsa insan iki ayak üzerinde durabilen
memeli bir hayvandır. Onun epeyce gelişmiş bir ruhsallığı
155
vardır, onu insan yapan da iki ayaklı oluşundan çok bu geliş-
miş ruhsallığıdır. Öbür hayvanların da gelişim merdivenin-
deki yerlerine göre bizimki kadar gelişmiş olmasa da belli
bir ruhsallıkları vardır. Daha doğrusu her türün kendine göre
bir ruhsallığı vardır. Basamakları birer birer indikçe ruhsal-
lık sönmeye sönükleşmeye kararmaya başlar, oradan sonra
hayvanlar bitkilerdekine benzer belli belirsiz bir ruhsallıkla
donatılmış olarak yaşarlar. Hayvanlar belli bir ruhsallığı
yaşarken de kendilerine yabancıdırlar. Küçük ölçüde istemli
davranabilseler de büyük ölçüde dıştan yönetilmektedirler.
Doğa onların adına düşünür ve belli bir alan içinde onla-
rın davranışlarını düzenler. Doğanın koşullarına göre kimi
daha hızlı kimi daha yavaştır, kimi daha atılgan kimi daha
çekiniktir, kimi şöyle kimi böyle beslenir. Doğa onlara bir
korunma içgüdüsü vermiştir ama bu içgüdü onların sonuna
kadar birbirlerinden korunabilmelerini sağlamaz.
Hayvan doğasını ayakta tutan birbirini yiyerek yaşama
düzenidir. Hayvanlar birbirlerinden tam korunabilselerdi bir-
birlerini yiyerek yaşama olanaklarından yoksun kalacaklardı
ve onlar için yaşam bitmiş olacaktı. Bir aslanın bir ceylanı
yakalayıp yemeye başlaması bizi duygulandırsa da ve bize
yırtıcı bir dünyada yaşadığımız izlenimini verse de bir şey
değişmez: yantutmaz bir gözle bakınca doğada duygusallık-
lara yer olmadığını görürüz. Bizler hayvanların birbirlerini
parçaladıklarını gördüğümüzde kötü oluruz, o durumda insan
olma koşullarımızı yani kendi duygusallıklarımızı hayvan-
lar dünyasına yansıtmaktayızdır: ceylanın güzelliği aslanın
korkutucu görünümüyle çelişirken biz biraz da boş yere
duygulanırız. Ama bu bizim insan yapımızın gereğidir. Bu
birbirini yeme karşısında vurdumduymaz olmayı başarsaydık
insanlığımızda bir şeylerin eksik olduğu düşünülebilirdi. Ama
insanlar birbirlerini boğazlarlarken daha rahat görünüyorlar,
en azından aynı duyarlıkta olmayabiliyorlar.
156
Dünyada olmak bilinçli varlık için zorunlu koşuldur. Dün-
yada olmak uzamda ve zamanda olmaksa insanın dışında üst
düzey hayvanlarının hiçbirinde belirgin bir uzam-zaman algısı
yoktur. Algı onlarda ancak yaşamını sürdürebilme işlevleri
çerçevesinde içgüdüsel koşullarda sözkonusudur yani algının
alanı çok sınırlıdır, algı belli bir amaca göre düzenlenmiştir
ve son derece bulanıktır. Bir ruh dünyaları olsa da yaşamla
ilişkileri duyumsallık düzeyindedir. Onların ruhsallıkları da
bilinç taslağı diyebileceğimiz bir sezme gücüyle sınırlıdır.
Bu yüzden hayvanların bellekleri iyiden iyiye zayıf ve anıları
iyiden iyiye bulanıktır. Hayvanlar dünyasında üst basamakla-
ra doğru çıktıkça bir tür kaba ussallık diyebileceğimiz daha
gelişmiş bir sezgi gücüyle karşılaşırız. Bir köpek kendisini
dövmüş olan şapkalı bir adamın anısını bulanık belleğinde
bir saplantı gibi gezdirir ve o şapkalı adamı gördüğünde
hatta bazen herhangi bir şapkalı adamı gördüğünde öfkeyle
havlamaya başlar. Hayvanların dünyası daha çok yaşamını
sürdürme etkinliğiyle, avını ve düşmanını sezme etkinliğiyle
sınırlıdır. Onlar birbirlerinin deneylerinden yararlanamazlar.
Onların dünü ve yarını yoktur.
İnsanın dışında hiçbir üst düzey hayvanı dünyada ol-
duğunu bilmez. Onların toplumsal koşullarda yaşayanları
bile bunun ayırtında olamazlar. Hiçbir hayvan türü toplum
oluşturmakta yeterli ya da yetenekli değildir. Hayvanlar
toplum oluşturur gibi göründükleri yerde yığın ya da sürü
oluştururlar. Ona topluluk bile diyemeyiz. Sürü dayanışık bir
bütün değildir, tehlike başgösterdiğinde sürünün bütün üyeleri
kaçışırlar yani herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışır,
sürü üyelerinin herbiri kendini kurtarmaya bakar. Sürünün
toplumsallığına yalancı ya da iğreti toplumsallık diyebiliriz.
Toplumsallaşma bilinçli varlığın işidir. İnsan türünün üyeleri
de yeterince toplumsallaşamadıkları zaman yani ortak yaşam
düzenini yetkin bilinç etkinliğiyle oluşturamadıkları zaman
157
sürüleşirler. Bunun en belirgin anlamı hep birlikte yalnız
olmaktır.
O koşullarda birliktelik her anlamda dağılmışlık belirtileri
verir: bireyler kendi çıkarları için başka bireyleri yoketmeye
yatkın görünürler. Toplum sözleşmesi ya yoktur ya da iyiden
iyiye sallantılıdır ve uyulmayan hukuk görünümündedir.
Homo homini lupus gerçeği bu koşullarda belirir. O koşullarda
ortak çıkar herkesin kendi çıkarına dönüşmüştür. O koşullarda
sürünün dayanışık görünümü bizi aldatacaktır. Sürü özellikle
insanlar için hiçbir zaman hiçbir koşulda güvenli değildir.
Ancak ortaklaşabildiği zaman varlığını sağlıklı bir biçimde
sürdürebilecek olan insan türünün her zaman en yüksek
düzeyde toplumsallaşmayı amaç edinmesi gerekir. Ancak
bunun da gelişmiş bilinç koşullarına bağlı olacağı kesindir.
Kendiliğinden toplumsallaşmak diye bir kolaylık elbette
yoktur. İnsan için bu bir içgüdü sorunu değildir. Köksüz ve
amaçsız bir araya gelmelerin gerçek toplumsallaşma olmadığı
açık açık görünür: yaşam koşulları iyiden iyiye güçleştiğinde
ya da tehlikeler kapıyı çaldığında dermeçatma birlikteliğin
tehlikeleri kendini belli eder.
Demek ki dünyada olduğunu bilmenin, dünyadaki yerini
ve sınırlarını bilmenin, sağlıklı bir dünya oluşturmanın gerekli
ve yeterli koşulu belli bir bilinç etkinliğine ulaşmış olmaktır.
İnsan ussal bir varlıktır, bilinçliliğin temelinde us dediğimiz
yeti vardır. Türümüzün bir üyesi olarak doğuştan edindiğimiz
ussallık ya da kısaca kaba us bize doğa ve insan gerçeğini
kavramak ve toplumsallaşmayı en uygun biçimde kurmak ko-
nusunda çok şey sağlamayacaktır. O durum hayvandan ancak
bir basamak yukarısını gösterir. Us bir yetidir, doğadan gelir,
ama onu dünyada geliştirmek gibi bir olanağımız ve yüküm-
lülüğümüz vardır. İnsanın kaba ussallıkla gündelik yaşamını
sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi bile olası değildir. Ancak
doğadan edindiğimiz ussallığı geliştirmek ve onu yetkin dü-
158
zeyde bir bilinçlilik koşuluna ulaştırmak da kolay değildir.
Gerçek insan olmak büyük çabaları gerektirir. Bunun için
özellikle toplumsal ve tarihsel koşulların verimliliğine ya da
zenginliğine gereksinim vardır. İnsan yaşamında, bireylerin
yaşamında da toplumların yaşamında da hiçbir şey birdenbire
gerçekleşmez. Dönüşümün koşulları her zaman karmaşıktır
ve istemekle yapmak arasında ya da öngörmekle yapabilmek
arasında emekle özenle titizlikle aşılması gereken belli bir
uzaklık vardır. Her insan ve her toplum geçmişle geleceğin
arasında orta bir yerde bulur kendini: bizden öncesi vardır ve
bizden sonrası olacaktır. Bu da insanı geçmişten yararlana-
bilen ve geleceği kurabilen tek varlık kılar. Geçmişiyle içten
ilişkiler kuramayan insan, onu aramaya bulmaya deşmeye
değerlendirmeye yönelmeyen insan yaşamakta güçlüklere
uğrar. O zaman o kendini gelişigüzel bir akışa bırakmış gö-
rünür: onun ne geçmişle ne gelecekle alışverişi vardır.
İnsanda zaman ve uzam algısı mutlak diyebileceğimiz
indirgenemez bir kesinliktedir. Bilinci çok gelişmemiş bir
insanda bile zaman-uzam algısı tamdır. Sağlıklı olmanın
başlıca ölçütü zamana ve uzama uyarlı olabilmektir: kişi şim-
dide ve burada olmanın sezgisini başlıca bilinç koşulu olarak
kesintisiz ve tartışmasız bir biçimde yaşar. Bu da başka za-
manların ve başka yerlerin gerçekliğini duyurur: burası varsa
başka yerler de vardır, şimdi varsa başka zamanlar da vardır.
Başka zamanlar da başka yerler de bizden uzakta oldukları
ya da bizden uzaklaştıkları ölçüde bulanıktırlar. Babil’in en
eski zamanlarında yaşadığımı düşünebilirim. Babil’i bir yer
olarak kurgulamaya çalışabilirim. Ama onunla ilgili olarak
yalnızca kitaplardaki bilgilere ulaşabilirim. Mars’ı ya da
başka bir gezegeni yakından gözlemlediğimi tasarlayabilirim,
onunla yüzyüze olduğumu düşünebilirim. Ama o benim için
edinilmiş bilgilerin ötesinde ancak bir düş olabilir.
Zaman da uzam da tasarımsal özelliklerine karşın önce-
159
likle somuta göre yani elle tutulup gözle görünür olana göre
düşünülmesi gereken biçimlerdir. Onlar yaşam koşullarını
aştıklarında, ulaşılabilir gerçekliğin ötesine geçtiklerinde ta-
sarımdan başka bir şey değildir. Ancak bizler zaman ve uzam
koşullarında yaşanmış olan uzak dönemlerin ve uzak yerlerin
somut bilgisine ulaşırken ve onları özümleyip içselleştirirken
de düş kurar gibiyizdir: onlar belli ölçülerde de olsa gerçek-
liğin bilgileridir, ancak onlarla aramızda belli bir yabancılık
ilişkisi var gibidir. Artık Babil’de olmam olası değildir. Ne
bir Asur’u ne bir Asurluyu benimmiş gibi taşıyabilirim. Gene
de o bilgiler benim için önemlidir ve onları her zaman belli
bir nesnellikte elde etmeye çalışırım. Uzamda ve zamanda
merkeze yaklaşıldıkça belirginlik artar ve yabancılık duygu-
su azalır. Örneğin bir Flaubert’i tasarlamak bir Homeros’u
canlandırmaktan daha kolaydır.
Düşler deyip geçmemek, düşlerin gerçekliğe ulaşmakta
bilince kanallar açtığını unutmamak gerekir. Şimdi ve burada
diye belirlediğimiz temele ya da çıkış noktasına sıkı sıkıya
bağlanırken uzak yerlerin ve uzak zamanların bizim için çok
önemli olan ağırlığını da unutmamalıyız. Her gerçekliğe
ancak şimdiden ve buradan yola çıkıldığında ulaşılabilir.
Geçmişe ve geleceğe açılma serüveni büyük özen ve çaba
ister. Bilinç her an herhangi bir zamanda ve herhangi bir
yerde olabilecek bir aygıt değildir. Zaman ve uzam bilinç
için bir zemin oluşturur, onlar düşünsel ve duygusal düzeyde
varolmanın biçimleridir. Bilinç bütün edimlerinde zaman ve
uzam algısı çerçevesinde etkindir, zaman ve uzam biçimle-
riyle kendini kurar ve geliştirir. İnsan zaman ve uzam algısı
çerçevesinde göreli bir dünyada yaşamakta olduğunu sezer:
bu dünya bir çeşitlilikler bir çelişenler dünyasıdır, bir nasıl
bakıyorsak öyle görünenler, baktığımız yere göre bir konumu
olanlar dünyasıdır. Gerçeklik göründüğü kadar değildir ya
da görünenle sınırlı değildir, ondan daha çok bir şeydir. Bu
160
yüzden Yeniçağ’ın başlarından beri olanların yanına olasıla-
rı koyuyoruz, görünenlerin yanında görünmeyenleri bulup
çıkarmaya çalışıyoruz.
Gerçekte olan’dan çok olası ilgilendiriyor bizi, olanı
olasıya ulaşmak için çıkış noktası yapıyoruz: araştırmaları-
mızı daha çok olasılıklar üzerinden yapıyoruz. Sağlam bir
bilinç görünenlerin arasından görünmeyeni sezmeye, olanın
aralığından olasıyı görüp çıkarmaya eğilimlidir. Bu onun
yaratıcılık koşuludur ya da dünyayı yeniden kurma koşulu-
dur. Öncelikle elbette olan’ı görmek gerekir. Olanı görmek
elbette belli bir bilinç yetkinliğini gerektirir ama olasıyı gör-
mek daha gelişmiş daha üst düzeyde bir görüyü gerektirir.
Olasıya yönelen bilinç donanımlı bilinçtir. İnsan olanı gören
bir varlıkken olasıyı da görebilen varlık olmaya evrilmiştir. O
bu özelliğini olanla olan serüvenlerinden, bitmez tükenmez
deneylerden ve gözlemlerden sonra kazandı.
İnsanın gördüğü dünya bir kargaşa ortamı olmasa da
oldukça karmaşık bir ortamdır, bir çeşitlilikler ve durmadan
değişenler ortamıdır: duraklar vardır iniş çıkışlar vardır aç-
mazlar vardır oyunlar vardır, her şeyden önce başdöndürücü
bir devinim vardır. Dünyayı anlayabilmek için öncelikle
durağana yani devinmeyene ve değişmeyene kayar insanın
gözü. Bu özellikle bugün için verimsiz bir bakış biçimidir. İlk
filozofların ilk gördüğü şey devinim ya da dönüşümdü. Dünya
tam anlamında devingendir, devinmiyor gibi duran şeyler
de devinimin birer parçasıdır. Şeylerin devinimsiz duran
yüzlerinden giderek bilgilenmeye çalışmak boşunadır. Dura-
ğanı kavramak daha kolaydır, değişkeni kavrayabilmek için
özel olarak düzenlenmiş, geniş ölçüde donanımlı bir bilince
gereksinim vardır. Böyle bir bilinç bile devingeni durağana
indirgemek, durağanın devinen dünyanın bir parçası olduğunu
bile bile bir şeyleri sırf daha anlaşılabilir olması için dondur-
mak ya da şemalaştırmak durumunda kalabilir. Gerçekliği
161
parçalayarak kavramak diyebiliriz buna. Durağana yöneliş
bizi bir şeylerin bitip hemen bir şeylerin başladığını düşünmek
yanlışına itebilir. Oysa geçiş yerlerini yani eklemleri görmek,
yavaş yavaş kendinden çıkıp yavaş yavaş daha başka bir şey
olmaya gideni görmek gerekir. O zaman sert geçişler ortadan
kalkar daha doğrusu sert geçişler izleniminin yanlış olduğu
görülür. Kimse yaşamı tüm karmaşıklığıyla, girdisiyle çık-
tısıyla olduğu gibi kavrayamaz. Bizim kavrayışımız yalına
göredir. İnsan bu yüzden bilincinin olanaklarını kullanarak
dünyayı yalınlaştırmak gereği duyar. Büyük fotoğrafı olduğu
gibi almak, bellekte olduğu gibi bulundurmak olası değildir.
İçinden çıkılmaz bir çeşitliliğin alıcısı olmak akla zarardır.
Buna göre yaşamı ussallaştırmak ya da daha doğrusu
gerçekliği ussala indirgemek gerekir. Böylece hepimiz için
daha çekilir daha katlanılır bir dünyada olma olanağını elde
ederiz. Bunun için bilincimizi düzenlerken ilgi alanlarımızı
belirlemek gibi bir yükümlülüğümüz vardır. Bunu bireysel
bir seçimde sınırlanma gibi görmemek, bunun toplumsallıkla
ve daha alt düzeyde kurumsallıkla ilgili olduğunu görmek
gerekir. Üst düzeyde bilgi ancak toplumsallık koşullarında
üretilebilir. Toplumsallaşma özünde yaşama ussal bir düzen
vermekten başka bir şey değildir. Bu yüzden yeterince top-
lumsallaşamamış toplumlarda gerçek anlamda bilgi üretimi
yapılamaz. Üst düzeyde bilgi üretimi sözkonusu olduğunda
özünde karmaşık olan dünyayı bizim için kavranabilir olan
dünyaya indirgemek isteriz. Kurduğumuz dünya doğadan
kat kat karmaşık da olsa dünyadan yani insanlı doğadan daha
karmaşık değildir. Bu arada bilgi doğayı da dünyayı da dönüş-
türme gibi bir olanak da sağlar bize. Doğaya uyarken doğayı
da kendimize uydurmayı düşünürüz. Doğanın koşullarını
çokça zorlayamayız ama. Doğayı ancak kendi koşulları içinde
dönüştürebiliriz. Üstünde bildiğimiz gibi oynayabileceğimiz,
istediğimiz gibi eğip bükebileceğimiz bir doğa değildir bu.
162
Gerçekliği doğru anlamak gerekir. Düşlerimiz ve düşlemle-
rimiz bizi bir başka dünya fikrine hatta zamanın ve uzamın
olmadığı bir başka dünya fikrine götürse de gerçeklikten
uzaklaşmamaya bakarız. İnsanın kendine yararı gerçekliği
izlemekte ve onu dönüştürüp düzenlemekte belirginleşir.
Bilinç açısından yetersiz insanın zaman ve uzam sezgisi
tam olsa da onda edimlileşmeye pek de yatkın olmayan yani
devinime geçmeye hazır olmayan gücül bir kavrama yatkın-
lığı ya da henüz olgunlaşmamış bir dünyaya yönelme eğilimi
vardır: böyle bir insanın zamana ve uzama yeterince yerleşmiş
olduğunu düşünemeyiz. Ne kadar az bilinçliysek o ölçüde
eksikliyiz ve dünyada o ölçüde iğretiyiz: o durumda zaman
ve uzam sezgisi içi doldurulmamış bir olumsallığı duyurur.
Böyle bir insanın kendine ve dünyaya her bakışı her yönelişi
bilinç eksikliği yüzünden bir boşluk duygusuyla kesilecektir:
açıklanamayan ve asla açıklanamaz gibi duran bir şeyler
vardır onda, belki de en iyisi bu şeyleri deşmemektir, onlarla
boş yere oynamamaktır. Bu insana dünü ve yarını olmayan
diyemesek de düne ve yarına yönelimi yetersiz olan insan
diyebiliriz. Onun şimdiyle ilişkisi de sınırlıdır. O yarını tasar-
lamakta yeterli olmadığı gibi yarını kabataslak düşünmek için
bile istekli değildir. Yarın ona gönderilecektir, gelecek olan
yarın iyi bir yarın olsa çok iyi olur. Bilinç ancak zamansal ve
uzamsal zeminde bir yandan deney ve gözlemle bir yandan da
bilgi araştırmalarıyla oluşmuş verilerin dolgun zenginliğinde
gerçek bilinç olma niteliğini kazanabilir. Boş bilinç yoktur
ama yetersiz bilinç çok zaman boş bilinç izlenimi verir. Dıştan
bakınca da içten bakınca da onda tehlikeli çukurlar, aşılmaz
engeller, kolay kolay doldurulmaz boşluklar vardır. Yetkin
bilince ulaşamamış kişi tam olarak işlevsel kılınamamış bir
zamansallıkta ve uzamsallıkta yaşar. Böyle bir kişi boşlukla-
rını bir takım düşsel nesnelerle ya da bilgi olmayan bilgilerle
doldurmak eğilimindedir. O kendi kendine bir takım bilgiler
163
üretebilir. Zaman ve uzam biçimlerini kolayından yapay
nesnelerle döşeyip çıkmak kişiye geçici bir mutluluk sağlasa
da dünyayla uyuşum açısından sıkıntılar getirecektir. Böyle
bir kişi kendi temelsiz dayanaksız gerekçesiz kurgularını
evrensel gerçeklikler olarak yaşamak eğiliminde olacaktır.
Yetersiz bilinç ileri biçimlerinde hastalıklı bir yapı gösterir,
giderek yabancılaşmış bilince dönüşür. Bu gibi kişilerin dün-
yayla ilişkileri ussal görünse de çok zaman usdışıdır. Onlar
son noktada bir bakıma dünyanın akışına uymuş bir bakıma
da dünyaya yerleşememiş kimseler olarak görünürler.
Bilinç yaratıcıdır ama ancak uzama ve zamana tam olarak
yerleştiği ölçüde yaratıcıdır: yetkin bilinç bize yaşamı yeniden
kurmak ya da dünyayı yeniden biçimlemek olanağı sağlar.
Bu bir bakıma insanın kendini yeniden yaratmasıdır. Dünyayı
yaratırken kendimizi ve kendimizi yaratırken dünyayı yaratı-
rız. Bilinç etkinliği süreklidir: bilinç her yöneliminde kendini
yeniden dağıtır ve yeniden kurar. Bilinç bu dağılmalarla ve
bu kurulmalarla gelişir, insanlığın gelişimi de bu etkinliğin
bir sonucu olarak kendini gösterir. Algıdan üstalgıya ulaşan,
oradan bilince giren bir öge bilincimizi yeniler, bizim yeni bir
bilinç oluşturmamızı sağlar. Bilinç sürekli olarak dönüşür ve
yenilenir. O zaman zaman üstüne yeni bir şeyler koyularak
dolgunlaştırılan bir şey değildir. Her düşünme edimi bir yeni
bilinç oluşumu demektir. Her öğrenme bir yeniden bilinçlen-
medir. Her seferinde bilinç yeniden dağılır ve yeniden kurulur.
Bir sonraki bilinç bir önceki bilincin benzeri olsa da kopyası
değildir, olağan gelişim koşullarında onun daha ileri bir bi-
çimidir. Bilinç sürekli dönüşüm durumundadır. Az önceki
bilincimiz artık bizim bilincimiz değildir, bizim bilincimiz
şimdi ve burada olmakla belirgin olan şu anki bilincimizdir
ve o da yerini bir başka bilince bırakmak üzeredir. Buna
göre insan yaşamının özü zamanda ve uzamda dönüşmektir.
Dönüşen bilinç yaşamı dönüştürür, dönüşen yaşam da bilinci
164
dönüştürür. Dönüşen bilinç evrensel bilincin dönüşümünü
sağlar ya da en azından onun dönüşümüne katılır.
Bilinç yetmezliği zamanla ve uzamla bağların yetersiz
olması anlamına gelir, bunu da en genel anlamda ufuk darlığı
olarak görebiliriz. Bu bir yoksunluktur ve bu yoksunlukla biz
her ne kadar zaman ve uzam çerçevesinde belli bir düşünce
etkinliğini sürdürüyor olsak da geçmişten ve gelecekten uzak
düşeriz, bu yoksunluk bizi daha çok şimdiye bağlar hatta
verimsiz bir şimdiye mahkum eder. Bu şimdi de bulanık bir
şimdidir. Gerçek anlamda bilinçli kişi dünü bugünü yarını
olan kişidir. Gündelik bilinçle yaşayanlarda son derece bula-
nık bir geçmiş ve son derece bulanık bir gelecek fikri vardır,
bu yetersiz geçmiş ve gelecek fikrini dağınık bir şimdi fikri
tamamlar. Onlar zaman zaman geçmişten ve gelecekten dem
vursalar da, özellikle geçmişten bir takım kopuk kopuk imge-
ler taşısalar da gerçek anlamda geçmişte de gelecekte de de-
ğillerdir. Geçmişte ve gelecekte olmayan kişi gerçek anlamda
şimdide de değildir. O geçmişin ve geleceğin yalnızca düşsel
yanlarını yaşamakta ve şimdinin de yalnızca görünür yüzlerini
ya da gölgelerini kendine göre algılamakta ve yorumlamak-
tadır. Geleceğe sağlam bir biçimde yönelenler, buna göre
geleceği tasarlayan ve onun yaratılmasına katkıda bulunanlar
şimdinin toprağına ayaklarını sıkı sıkıya basanlardır: onlar
elbet bütün bir geçmişi bilemezler ama bütün bir geçmişin
temel anlamlarına ulaşmışlardır. Öte yandan yetkin bilinçle
yetersiz bilinç arasındaki çizginin herhangi bir noktasında yer
alan ya da kabaca orta yerde sıkışıp kalmış olan bilinçlerin
dünyayla ilişkileri en çok kendi ilgi alanlarıyla sınırlanmıştır,
daha çok da yararla sınırlanmıştır. Yetkin bilinç yararın sınır-
larını aşar, daha doğrusu sınırları kaldırarak ufkunu elinden
geldiğince genişletir. Burada bir yarar sözkonusu olacaksa
bu yarar toplumun hatta insanlığın yararıdır.
Basit bilinç ya da yetersiz bilinç durgun hantal ve istek-
165
sizdir, geleceği tasarlamaz, daha doğrusu onun gelecekle bir
ilgisi yoktur: o gündelik yararda sınırlanıp kalmıştır. Basit
bilincin ya da yetersiz insanın geleceği yoktur da diyebiliriz.
Basit bilinç geçmişin de şimdinin de geleceğin de uzağında
kalır. Onu gerçeklikler ülkesinin önünü göremeyen özensiz
ve isteksiz yurttaşı diye belirleyebiliriz. O bu yetersizliğiyle
dünyaya her yerleşme çabasında düş kırıklıklarına uğraya-
caktır. Bilinç geliştikçe ufkunu genişletir, şimdiden geçmişe
ve geleceğe doğru açılır. Gelişmiş bilinç ufku geniş bilinçtir.
Basit bilinç iyi kötü şimdide yaşarken şimdiden geçmişe ve
geleceğe doğru olmaktan çok yukarıya doğru doğaüstüne
doğru yönelmeye eğilimlidir. Bu iş için bir takım önbilgiler
daha doğrusu önyargılar kendisine sunulmuştur. O saplantı-
larını araya araya değil toplumda hazır bulmuştur. O bütün
gerçekliği ya da gerçekliğin bütün kaynağını doğaüstünde ara-
yacaktır. Bununla birlikte onun zaman zaman boş bir geçmiş
merakıyla donandığını görürüz. Amacı geçmişi araştırmak ya
da kendini geçmişte aramak değildir, bazı somut verilerden
de giderek kendine göre düşsel bir geçmiş yaratmaktır, bu
yapay geçmişin pırıltılı görüntüleri ya da yansımaları arasında
oyalanarak kendi iğreti yaşamına bir takım anlamlar katmak
ve bunun için yaşanmışın ham toprağında sözde sağlam
dayanaklar aramaktır. O bu gelişigüzel yönelimden hiç işe
yaramaz bir takım bilgi heyecanları elde ederek dönecektir.
Geçmişi görme değerlendirme tasarlama gereği duyan bilinç
dolgun ya da yetkin bilinçtir, onun geçmişten giderek bir
görü oluşturabilme yolunda tasarımlar geliştirebilecek gücü
ve yatkınlıkları vardır.
Geçmişi geçmiş olarak kavrayabilmek için ve onu daha
iyi bir geleceğin kurulması yolunda çıkış noktası yapabilmek
için gerekli olan güç yetkin bilinçte içkindir. Bu yetkin güç bir
doğa vergisi değil evrenin ve toplumun kültür zenginliğinde

166
doğrudan doğruya kişisel çabanın ürünüdür. Yetkinleşme
yolunda kişiyi besleyecek ya da kişiye veri sağlayacak kay-
naklar bugünün yaşam koşullarında ve dolayısıyla bugünün
evrensel bilinç koşullarında içkindir. Yetkin bilinç evrensel
gerçekliğin koşulları içinden geleceği kurmaya yarayacak
ögeleri ya da gereci bulur çıkarır. Bunu yaparken kendi
deneylerinden olduğu kadar başkalarının deneylerinden
yararlanır. Bugünün tasarımları geleceğin yaşamına tıpatıp
uyacak değildir elbette, geleceğin bedenine ısmarlama ceket
gibi oturacak değildir. Ama o tasarımlarda geleceğin gelecek
olmasına katkılarda bulunabilecek belli bir yaratıcı düşünce
ağırlığı vardır. O tasarımlarda geleceğin yaşam biçimlerini
oluşturacak olan gücüllükler ya da gücül güçler gerçekleşe-
bilmek için zamanı beklerler.
Yetersiz bilinçler gelecek üzerine eksiksiz bir yüreklilikle
yönelmek gereği duymadıkları zaman gelecekle ilgili sorun-
lardan uzak kalmaya bakarlar, gelecekle ilgili sorunlardan
sessizce kaçarlar. Geleceğin konu edildiği yerde onlar gene
de bilir bilmez geçmişin bölük pörçük masallarına sığınarak
kendilerini kurtarmaya çalışırken geleceğin bilinmez ülkesini
de şöyle bir dolanıp gelirler. Şimdiyle geçmiş ve gelecekle
geçmiş arasında benzerlikler bulmak bir üstünlük gösterisi-
dir. Bilinç yetmezliği çeken insanlar sözün gücüne sığınıp
değişik belagat örnekleri geliştirerek gelecekle ilgili ileri geri
konuşabilirler. Gene de her şeye karşın geçmişi azçok göre-
bilmekle geçmişin tümüyle uzağında olmak arasındaki ayrımı
gözden uzak tutmamamız gerekir. Elbette insanları bilenler
ve bilmeyenler diye iki kümeye ayırmak doğru olmaz, bu en
azından bizim işimiz değildir. Öte yandan ne kadar yetkin
bilince ulaşmış olursak olalım bize gelecek elimizin altındadır
duygusunu yaşatacak üst bir kavrayışa ulaşamayacağımızı
biliriz. Falcıların sevimli çabalarını bir yana bırakırsak kimse

167
geleceği tam olarak göremez ve tasarlayamaz. Öte yandan
geleceğin gelmesini sabırla beklemek yerine onun oluşumu-
na katkıda bulunmak gibi bir yükümlülüğümüz vardır. Hiç
tasarlanmadan kendi kendine gelecek olan bir gelecek en
azından şaşırtıcı olacak ve bizi hazırlıksız yakalayacaktır ve
bize dünün ve bugünün sorunlarına çok benzeyen sorunlar
getirecektir. Böyle bir gelecek ilgisizliklerin boşluğunda
oluşmuş verimsiz bir gelecektir. Kişilerin ve toplumların
kendilerini yenilemeden yineledikleri yer burasıdır.
Aydınlanmanın bir anlamı da geleceği tasarlama sorum-
luluğumuzla ilgilidir. Geleceğe olan ilgimiz basit bir meraklı
olmanın ötesinde yaşamı yeniden yaratmak yükümlülüğünden
gelir. Yetkin bilince ulaşmış kişi bu dünyada aynı zamanda
bir görevli olduğunu bilir. Görevlendiren de görevlendirilen
de kendisidir. O öncelikle kurumların değil kendinin görev-
lisidir: dünyayı daha iyiye doğru dönüştürmek isteyen kişi
kendini bu yönde yükümlü kılar. Kültür alanları bunun için
vardır. Kendini görevli gören kişi şurada burada onun bunun
uygunsuz davranışlarıyla savaşmak, sokakta trende iskele-
de densiz kişileri uyarmak gibi bir sorumluluğu olduğunu
düşünmeyecektir. Bizim görevlerimiz bilinçleri aydınlığa
doğru yöneltmektir, bunun için sanatın bilimin ve felsefenin
olanaklarını kullanmaktır. İnsanların bir takım yetersiz hatta
uygunsuz davranışlarını etkisiz kılmak ve o insanları daha
tutarlı olmaya yöneltmek yükümlülüğünü kendinde görenler
olabilir. Bu yüzden yaşamı dönüştürmenin temelinde değer
yaratma çabasının bulunması gerekir. İnsan bir değer varlığı-
dır ve aydınlanmaya yönelmek değer yaratmakla eşanlamlıdır.
Düşünüyorum öyleyse değer yaratıyorum formülü gerçek
anlamda bilinçli insanın varoluş nedenini açıklar.

168
SANAT AYDINLIĞA ÇAĞIRIYOR

En güzel yanımız en ince değerimiz sanattır, o da kabasaba


değerlerin, çirkinliklere tutsak olmuş çıkarcı bir dünyanın,
düzayak ve verimsiz gündelik yaşamların, utanç verici pes-
paye ilişkilerin ayakları altında ezildikçe eziliyor. Yalanların
kazançların kavgaların duyarsızlıkların sapıklıkların zayıf-
lıkların altında ezildikçe eziliyor. Ezildikçe gücünü yitiriyor
doğal olarak, gücünü yitirdikçe işlevini de yitiriyor, daha
kötü duruma düşmemek için görünmez kuytulara kaçıyor,
gene de kendini bilmezlerin elinde örseleniyor, basitlikler
ve bayağılıklar için kullanılıyor, düzeysizlerin dünyasında
düzeyini yitiriyor ve değerlerinden oluyor. O zaman doğasını
yitiren her şey gibi çirkinleşiyor, kötü koşullarda bozuldukça
bozuluyor, yüzüne bakılmaz oluyor. Kendini birilerinin elin-
den ve çoktan sıradanlaşmış olan kendinden kurtarabildiği
zamanlarda en küçük bir sevinçten bir umut çıkarabilmek
için güvenebileceği inanabileceği birilerinin, insan dediği
birilerinin evrenine sığınıyor. İnsanlar rahat evlerde üreme
ve beslenme işlevlerini eksiksiz yerine getirebilmenin mutlu-
luğunu yaşarken o kimseye tam olarak kendini anlatamıyor.
Çok konuşma da gel bizi eğlendir diyorlar ona. Gözünü
korkutuyorlar onun: sakın uygunsuz bir iş yapmayasın. O da
uygunsuz bir iş yapmamaya özen gösteriyor, bu arada gene
de birilerinin hoşuna gitmeyecek işler yapmaktan kendini
alamıyor ve suçlanıyor.
Bu durumda ışığın peşine gidenler sanatın aydınlığından
yararlanamıyorlar, ışığı aramayanlarsa zaten böyle bir şey-
den yararlanmak istemiyorlar. Özellikle aydınlıktan korkan
insanlar için sanat uzak durulması gereken köredici bir ışık
kaynağıdır. Birçok insan bilimin ve felsefenin aydınlığından
ürkerken sanatın aydınlığını da kuşkuyla karşılıyor. Kültürün
üç alanı, bilim felsefe ve sanat zor koşullar altında da olsa
169
aydınlık için ışıklar üretirken sanatın yarattığı ışıklar sanki
daha çabuk göze batıyor ve daha büyük tepkiler çekiyor.
Çünkü sanat öbürlerine göre daha göz önündedir, kapalı
yerlerden çok açık alanlardadır hatta tozlu çamurlu sokak-
lardadır. Bilim ve felsefe sokağa düşmeye kalksalar ne kadar
düşecekler. Oysa sanat özünde serseridir, kendi halinde bir
sokak adamıdır. Onu laboratuarda bir şeyleri bir şeylerle
karıştırıp bir şeyler elde etmeye çalışırken gören olmamıştır.
Sanatın laboratuarı insan yaşamıdır, insanlık durumlarıdır,
insanlık durumlarını da insanın olduğu her yerde, açık havada
çarşıda pazarda orada burada gözlemleyebilirsiniz. Doğrudan
doğruya etkileme açısından sanat daha güçlüdür. Sanatın
aydınlığı bilimin ve felsefenin aydınlığından daha çabuk
yayılır: insan bir filozofta bulup kolay kolay sezemediği ya
da çıkaramadığı şeyi kısacık bir şiirde, bir sonatta ya da bir
eskiçağ yontusunda bulup çıkarabilir. İşte daha çok bu yüz-
den birilerine korkunç görünür sanat. Bu yüzden incelerin en
incesiyken vurucu kırıcı bir şiddet düşkünü gibi algılanabilir
ve doğasından çıkarıldığı zaman bu tür özellikler kazanabilir.
İnsan bilimde ve felsefede kendini ve evreni girdisiyle
çıktısıyla tanımaya yöneldi, sanatta da kendini görmek, kim
olduğunu bilmek, nelere gücü yeteceğini, neler yapıp neler
yapamayacağını anlamak istedi. Sanatta da sanki görüntüleri
aşan bir şeyler vardı, örtülü bir bilim gizli açık bir felsefe
vardı. Birazcık doğru bakanlar bilginin bir bütün olduğunu
gördüler. Ne var ki sanat da bilim ve felsefe gibiydi: insanla
ilgili öngörülerini geliştirebilmek ve amaçlarını belirle-
yebilmek için yeterli rahatlığa ulaşmış değildi. Sanatçılar
dingin ortamlarda rahat rahat çalışma olanağı bulamadılar
ve varolabilmek için savaşmak zorunda kaldılar. Buna pek
yanmamak pek şaşmamak gerekir. Sanatı sanat yapan biraz da
bu varolma yolunda girişmek zorunda kaldığı savaşım değil
midir? Rahatın insana iyi gelmediği durumlar vardır. Gene
170
de baskı sanat için verimsiz koşullar yaratır. Baskı bir insanı
amaçlarını gerçekleştiremeyecek duruma getirirse verim
sıfıra iner. Bilimin ve felsefenin ortaya koyduğu yetersizlik
görünümlerini de bu çerçevede anlamak gerekir. Yoksa sa-
natçıya öylesine uygun ortamlar sağlayalım ki bir eli yağda
bir eli balda olsun ve yaratmaktan başka bir şey düşünmesin
gibilerden görüşlerin hiçbir anlamı yoktur, olmadığı çeşitli
deneylerle iyice anlaşılmıştır. Bilim adamını felsefe adamını
sanat adamını özel insan saymaya başladığımız yerde, onlara
bu duyguyu vermeye başladığımız yerde bilim de felsefe de
sanat da asıl işlevlerinin dışına düşerler, bu arada sanat bir boş
düşler ortamı olup kalır. O zaman sanatla ilgisi olmayan ama
sanat olduğu ileri sürülen bir takım sözde sanat ürünleri ro-
manıyla sinemasıyla şiiriyle yontusuyla ortalığı dolduruverir.
Sanat bir yandan ince insanlar olan gerçek sanatçıların
elinde incelirken bir yandan da kendini sanatçı sanan ya da
kendilerine sanatçı sıfatı yakıştırılan kimselerin elinde hırpa-
lanıyor. Kötü sanatçıyla yetersiz sanat alıcıları arasında kolay
kolay raslanmaz ve kolay kolay giderilemez olan güzel bir
uyum vardır. Kitlelerin beğeni düzeylerini aşağıya çekme
siyasetinde, böyle bir siyaset dünyanın her yerinde açık ya da
örtülü koşullarda vardır, kötü sanat güzelin varlığını insanlara
duyurmamak açısından ya da insanları güzele alıştırmamak
açısından büyük ölçüde etkili olabilir. İnsanı kolay yerinden
yakalayan ve insanın kavramak için çaba göstermek zorunda
olmadığı yapıtlar dünyanın her yerinde başköşeye kurulmuş
görünüyor. Bu sevimsiz oyunda bazı sanatlar, bu arada en
önemli kitle sanatı diyebileceğimiz sinema sanatı başrolü
oynuyor. Sinemada bilinçleri bulandıracak kadar kötü olanı
allayıp pullayıp geniş kitlelere ulaştırmak ve bundan kazanç
sağlamak alışkanlık oldu. Kötü sanat üretimi ve kötü sanat
ticareti için özel koşullar yaratılmakta özel teknisyenler
yetiştirilmekte olduğunu görüyoruz: kimse bunu gizli gizli
171
yapmaya yeltenmiyor zaten, dünyanın bugünkü durumunda
insanın ulaşmış olduğu yırtıklıkta böyle şeyler açık açık
yapılabiliyor. Amacımız burada bir kötü sanat incelemesi ya
da ayrıştırması yapmak değildir elbet ama sanat alanı gibi
iyisiyle kötüsü birbirine karışmış bir ortamda gerçek sanatın
ne olup ne olmadığını tartışmak ve gerçek sanata yönelmenin
koşullarını arayıp bulmaktır.
Bu arada bir parantez açıp şunu söyleyelim: sanat bilime
ve felsefeye benzemez, bazen onun okulu olsa da gerçekte
onun okulu yoktur. Sanat bir bilgi birikimini ve bir ustalığı
gerektiriyorsa o birikimi ve ustalığı sanatçı kendi çabasıyla
kendi öngörülerine göre kendi olanaklarıyla sağlamak zorun-
dadır. On derste resim sanatı gibi kitaplar varsa da sanatın
tılsımını öğretecek formüller yoktur. Sanatın alanı bilimin ve
felsefenin alanı gibi değildir, belli bir nesnelliği olan bir ortak
alan oluşturmaz. Bilimde ve felsefede başkalarına yaklaştıkça
verimli oluruz, onlarda başkalarıyla sıkı işbirliği gereklidir
hatta. Onlarda karşı çıkmak için bile olsa başkalarının varlı-
ğına gereksinim duyarız. Hiçbir bilim adamı ve hiçbir felsefe
adamı baştan başlamayı düşünmez, kendi tasarımlarına göre
bazılarıyla hatta bazı öncülerle bir ortak alan oluşturmak
zorunda duyar kendini. Burada enine boyuna seçim yapma
şansı da yoktur onun: sorunlar ve kişiler ortadadır. Birilerinin
bıraktığı bir yerden bir şeyleri sürdürmek gerekir. Sonra da
başkaları sizin bıraktığınız yerden bir şeyleri sürdürmeye
girişecektir.
Sanatçı için durum biraz değil epeyce değişiktir. Sanatçı
özgün olanı yakalayabilmek ya da yaratabilmek gibi bir işin
peşindedir. Bilim adamı için özgün diye bir şey yoktur: o ortak
alana yeni bir şey kazandırabilir yeni bir şey ekleyebilir. Filo-
zof için de böyledir bu. Filozof bilim adamından ayrı olarak
biraz daha kendinin olan bir şeyleri insanlara sunmuş olabilir.
Ama ne olursa olsun filozofun benzersiz bir şeyi yakalamak
172
gibi bir çabası yoktur. Daha doğrusu bilim adamı da filozof
da yeni bilgiler oluştururken yalnızca doğrunun ya da doğru
olabilecek olanın peşindedir. Sanatçıyı Narkissos’a benzeten,
onun gerçek anlamda bir benci olmasına yol açan şey eşi
benzeri görülmemiş olanı varetme zorunluluğudur. Öyle ki
yaratısının her yerinde sanatçının kendisini görmek istiyoruz,
sanatçının yapıtı bize bir başka sanatçının yapıtını anımsattığı
zaman tadımız kaçıyor, sanatçıyı hırsızlıkla suçlamaya kadar
varan tutumlar alabiliyoruz. Yapıt özgün değilse ya da özgün
olduğu duygusunu vermiyorsa, bütününü bir yana bırakalım
bir parçasında bile bize başkasıyla benzerlik duygusunu
veriyorsa tadımız kaçıyor, çorbamıza sinek düşmüş oluyor.
O yüzden sanatçı kişiliği açısından sanatçıyı kendini
yaratan adam ya da kendi yazgısını oluşturan adam olarak
görebiliriz. Onun durumu da özünde bilim adamının ve felsefe
adamının durumuna benzer: o da hiçbir şeyi yoktan varede-
meyecektir. Özgünü yakalamak yoktan varetmek değildir.
Bir şeyleri yoktan varedebileceğini sanan ve sırtını dünyaya
dönüp kendi kafasına göre kendi şiirini yazmaya kendi yon-
tusunu yapmaya yönelen sanatçı yaptığının ayırtında olmayan
kişidir. Sanatçı özellikle sanatının ilk dönemlerinde ustalık
kazanma çabaları içinde pekçok örnek görmek zorundadır
yani başkalarından alabildiğine yararlanmak zorundadır.
Onun işi herkes için olandan yola çıkarak yalnızca kendine
özgü olanı oluşturmaktır. Sanata başlama dönemini bir et-
kilenme dönemi olarak görebiliriz. Gençlik yapıtlarında her
zaman başkalarından izler bulunur, bu izler çok zaman bütüne
yedirilememiş ögeler olarak kendilerini gösterirler. Etkilen-
mek her insan için olduğu gibi sanatçı için de kaçınılmaz bir
durumdur. Etkilenme yaşamda bir ömür boyu sürer. Altmış
yaşındaki bir sanatçı da bir başka sanatçının ürününden etkiler
alabilir. Ne var ki onun dünyasında bu etkiler yıllar yılı kendi
çabalarıyla kazandığı ustalığının engeline takılacaktır ya da
173
bu ustalığın koşulları içinde bir başka biçime bürünecektir.
Gerçekte belli bir ustalığa erişmiş olan sanatçılar aldıkları
etkileri yapıtlarına taşımayı düşünmezler, buna gereksinimleri
yoktur, bir şeyler onların sanatını alttan alta görünmez koşul-
larda etkileseler de hatta azçok dönüşüme uğratsalar da. Her
gerçek sanatçı sanatını kendi deneyimleriyle kazandığı ya-
ratıcı gücüne dayanarak kendi aydın özellikleriyle oluşturur.
“Sanatçı kişiliği” dediğimiz şey sanatçının yıllar yılı
yaşamış olduğu deneyimlerle kazandığı yaratıcı özelliklerin
bütünüdür. Onu genel anlamda kişilik dediğimiz şeyle bir
tutmamak gerekir. Sanatçı kişiliği dediğimiz şeyin altında
yatan güç elbette her şeyden önce sanatçının kendi kişiliğidir.
Sanatçı kişiliği belli bir sanat dalıyla ilgili olarak sanatçının
kazanmış olduğu yaratıcı bilinç özelliklerini anlatır. Bu yara-
tıcı bilinç özellikleri sanatçının kişilik özellikleriyle akrabadır.
Sanatçı kişiliği bir sanatçının sanatını sanat yapan güçtür.
İnsanın birey olarak sahip olduğu kişilikle sanatçı olarak
sahip olduğu kişilik ortak bir zeminde gene de birbirinden
azçok ayrıdır. Sanatçı kişiliği ince sanat deneyimlerinin ürünü
olarak elde edilmiş bilinçsel özellikler bütünüdür. Sanatçı
kişiliği yapıtların görünür görünmez bazı temel özellikle-
rinde kendini gösterir ve yapıtlara renklerini verir. Öyle ki
altında sanatçının imzasını göremesek bile bu yapıt falanca
kişinindir deriz. Sanatçı ustalığını bilinçsel alışkanlıklar
durumuna getirmiştir. Yapıt buram buram o kişi kokar. Bir
şairin bilincinde onun şiirini şiir yapacak özellikler vardır.
Şair dünyaya şairce, ressam dünyaya ressamca bakar. Şair
olmayan bir kişinin dünyaya şairce bakması olası değildir. Bu
yüzden bir şair yazdığı şiiri şiir olarak yazar, kendisini şair
kılan özelliklerinin belirleyiciliğinde oluşturur şiirini. Şiirinde
yazmak istediği şeyleri önce düz yazı olarak saptayıp onları
sonra şiir diline çevirmeyi düşünmez. Bu yaratıcı edimde

174
şairin sanatçı kişiliği görünür.
Uzun süre şiir yazıp sanatçı kişiliğini ya da şiirinin belir-
leyici özelliklerini oluşturamamış şairler de vardır. Onların
şiirini ilk bakışta tanıyamayız. Renksiz kokusuz özelliksiz ve
hiçbir çekiciliği olmayan şiirler sanatçı kişiliğinin ve giderek
kişiliğin yetersizliğine tanıklık eder. Biz burada şairlerden
sözediyor olsak da söylediklerimiz bütün sanat alanlarının
yaratıcıları için geçerlidir. Şairin şair kişiliği olacaksa ressa-
mın da ressam kişiliği olacaktır. Bu noktada aydınlanmanın
önemi kendini gösteriyor. Donanımlı sanatçıyla donanımsız
sanatçıyı aynı kefeye koyamayız. Bilerek şiir yazan kimsele-
rin yanında içinden geldiği gibi yani bir şeyler bilmek gereği
duymadan yazan şairler de vardır. Estetikçiler uzun zaman şu
soruyu tartıştılar: sanatçı için bilgi mi yoksa sanat deneyi ve
yaşam deneyi mi önemlidir? Hem bilgi olsa hem sanat deneyi
hem yaşam deneyi olsa kötü mü olur diyenler haklı görünür
bize. Çünkü bunlar birbirlerini tamamlayan ögelerdir. Belki
de soruyu şöyle sormak gerekirdi: sanatçı bilgi açısından
donanımlı olmak zorunda mı sanat ve yaşam deneyleri ona
yetmez mi? Kimileri ondan kimileri bundan yana çıkarken
kimileri sanat bir istek işidir bir heyecan işidir bir ne yaptığını
bilmek işidir derler kimileri de yetersiz bilinçle sanat yapmak
sonu gelmez bir serüvene atılmaktır diye düşünürler.
Yaşam deneyi dediğimiz şey kaygan ve karmaşıktır: ya-
şadıklarından çok şey elde edememiş ders alamamış sonuç
çıkaramamış pekçok insan vardır. Çeşitli yaşam koşulları,
değişik yaşamsal etkinlikler hatta kavgalar çekişmeler hak-
sızlığa uğramalar elbette kişilere bir görü kazandırmakta
hiç de önemsiz değildir. Ancak en güzel olanakları çok kötü
kullanan insanlar da az değildir. Ama kimin bakarken gör-
düğünü kimin gördüğü şeyi anladığını kimin görmek üzere
baktığını ve kimin işine gelmediği için görmemek üzere

175
baktığını bilebilir miyiz? Delidolu yaşayan pekçok kişinin
çeşitli basit yaşam sorunları karşısında bir çaylak gibi kaldı-
ğını görünce yaşam deneyi denen şeyin son derece bulanık
bir şey olduğunu anlıyoruz. Sanat deneyi daha anlaşılır bir
şeydir çünkü istekle sevgiyle gönülden yapılmıştır. Sanata
gelişigüzel yönelenlerin sanat deneyleri kendilerine kalsın,
ama sanata emek verenler ne olursa olsun çabalarının sağ-
ladığı kazanımları sıradan ölçülerde de olsa yaşarlar. Bilgi
gene de başattır, sanatta ağır önem taşır. Bilgililik sanatsal
yaratıcılıkta her şey demek değilse de yaratıcı etkinliğin sağ-
lıklı ve güçlü olabilmesi için bir zorunluluktur. Bu işte bilgi
her şey demek olsaydı bütün bilginlerin doğal olarak sanatçı
olması ya da sanata yatkın olması gerekirdi.
Ne var ki insanı tanımayan insanın yani aydınlanmamış
insanın nitelikli sanat yapmak gibi bir kolaylığının olmadı-
ğını görüyoruz. Aydınlanmış bilinçler bir şeyin hem önünü
hem arkasını görebilen bilinçlerdir. Görmeyi bilmek gerekir.
Dünyaya zaptiye gözüyle bakmaya kalkarsan hiçbir şey
görmezsin, dünyaya insan gözüyle bakabilmek gerekir. Ko-
nuyu bilir bilmez yetenek sorununa indirgeyenler garip ya
da gülünç sözler söyleyebiliyorlar. Bazılarına göre insanlar
doğuştan yetenekli olabiliyorlarmış. Doğanın daha doğma-
dan şair diye öngördüğü kişi doğduktan bir süre sonra doğal
olarak şairlik belirtileri gösterebilecek, giderek ufak ufak
şiir yazmaya başlayarak içindeki değerli madeni ortaya çı-
karmanın yolunu tutacaktır. Evet ama böyle bir kişi yoktur,
doğa kimseyi bu dünyaya önceden adam edip göndermez. Bu
çocuksu bakışın çağdaş fizyoloji biliminin ortaya koyduğu
bilgiler çerçevesinde hiçbir karşılığı hiçbir değeri olmayan
boş bir sav olduğu apaçık ortadadır. Yetenek dediğimiz yat-
kınlıklar sanat alanında olsun başka alanlarda olsun dünya
deneyleri çerçevesinde küçük yaşlardan başlayarak zamanla

176
kazanılan yatkınlıklardır. Yeteneğin kazanılmasında yaşam ve
sanat deneylerinin ağırlığı kadar bilginin de yeri vardır. Ne
olduğunu kim olduğunu bilmeyen insanın, dünyada yerinin
neresi olduğunu bilmeyen insanın, büyük insanlığın insan
olma serüveninden habersiz insanın gerçek sanatçı olabilmesi
olası değildir. O doğuştan yetenekli olanların adlarını şaire
ressama müzikçiye çıkarmış olsalar da ne ölçüde verimsiz
olduklarını, çok zaman bir ortalamayı bile tutturamadıklarını
görüyoruz.
Yaratmanın bilinciyle aydınlanmanın bilinci birbirine
yakındır, birbirine çakışacak kadar yakındır, neredeyse aynı
şeydir. Yaratma için aydınlanmanın bilincine sanatsal görü-
yü ve sanat deneyimini, hadi bu arada biraz bulanık da olsa
yaşam deneyini ekleyebiliriz. Ama işin özü dönüp dolaşıp
aydınlanma bilincinde anlatımını buluyor. Burada aydınlanma
dediğimiz şeyin kuru bilgi birikimi olmadığını, basit bilgi
hamallığından daha başka bir şey olduğunu söylemeye gerek
var mı? Asıl sorun belki de genel insan bilgisine ulaşmak
sorunudur, bizden öncekilerin insana nasıl bakmış olduğunu
özellikle bilmek sorunudur. Toprak altına iniyoruz, orada
çanak çömlek parçaları buluyoruz, vazolar yontular ve daha
neler neler buluyoruz. Bu nesneler çok zaman gözlerimizi
kamaştırıyor. Bu nesnelerle karşılaşan herhangi bir kişi demek
geçmişte insanlar bunu da yapmış gibilerden bir şaşkınlığa dü-
şebilir. Ama her şeyi daha derinden anlamaya çalışan bir kişi
yani epeyce aydınlanmış bir kişi bu nesnelerde insanı insan
yaparken kendisini de insan yapmış olan bir ortak bilincin bir
evrensel duyarlığın varlığını görmek isteyecektir. Toprağın
altından çıkarılmış bir nesnede kendimizi bulamıyorsak ya
da en azından aramak gereği duyamıyorsak ne yapalım? Bu
doğrudan doğruya bizim bu dünyada gündelik yaşadığımızı
ya da eksik yaşadığımızı gösterir.
Aydınlanmanın insanı insana ilgi duyar, buna göre kül-
177
türün bütün alanlarına ilgi duyar. Üç ayrı pencereden bakar
aydınlanmaya: bilimin penceresinden felsefenin penceresin-
den sanatın penceresinden. Her üç pencereden de insanlığın
gelişim serüveni değişik açılardan görünür. Bütün kültür alan-
larının özü aydınlanmanın tarihsel bilincidir. Aydınlanmanın
insanı her alanın olduğu gibi sanatın da tutkulusudur. Onun
yalnız belli bir sanat karşısında değil bütün sanatlar karşısın-
da belli bir duyarlığının olması beklenir hatta öyle olduğu
görülür. Bu duyarlık insanın dünyasında en inceye yönelen
duyarlıktır. Yalnız sanatçıların değil sanat izleyicilerinin de
bu duyarlıkta olmaları beklenir. Sanat izleyiciliğinin sıradan
bir iş olmadığını, küçük çapta bir uzmanlık konusu olduğunu
görüyoruz. Güçlü sanat izleyicisinin olmadığı yerde güçlü
sanat yapıtlarının ve güçlü sanat etkinliklerinin olması hiçbir
anlam taşımaz. Bir keman virtüözü müzik beğenisi olmayan
bir topluluk karşısında bir keman sonatını bütün ustalığıyla
çalsa ne olur! Sanatçıyı sanatçı kılan duyarlık izleyiciyi bir tür
sanatçı kılar. Sanatın her zaman düzayak yaratıcıları olduğu
gibi basit ilkel derinliksiz alıcıları da vardır. Orada sanat alt
düzey koşullarında üretilir ve tüketilir.
Yetkin sanatçı sanatını her zaman yetkin izleyiciyi göz
önünde tutarak üretir ama herkes için üretir. İnsanları yeterli
yetersiz diye ayırmak gerçek sanatçının yapabileceği şey de-
ğildir. Bugün yetkin olmayanlar yarın yetkin olabilirler, dün
bazı şeyleri kavramakta eksik kalanlar bugün daha kavrayıcı
bir bilince ulaşmış olabilirler. Yetkin insanlarca anlaşılma ve
sevilme duygusu sanatçıda bir tutkuya dönüşmüştür. Sanatçı
nitelikli izleyicisine güvenir. Bu onun onurudur. İzleyici yapı-
tın ruhuna girebildiği ölçüde kendini mutlu duyar. Sanatçıyla
izleyici arasında karşılıklı bir haz ilişkisi vardır, sanatçı da
izleyici de birbirlerine Epikuros’çu duygularla yönelirler.
İzleyici yapıtın ruhuna nasıl girer? Bunun için o da bir takım
teknik bilgilerle donanmış olmalı mıdır, örneğin kontrpuan-
178
dan armoniden buna benzer şeylerden haberli olmalı mıdır?
İzleyici sanatın tekniklerini sanatçı kadar bilebilir mi ve bil-
meli mi? Belki bilebilir belki bilemez ama her şeyden önce
onun böyle şeyleri bilmesi gerekmez. Bu teknikler iyi sanat
yapmaya yarayan tekniklerdir, sanattan anlama konusunda
önemli işlevleri yoktur onların. İyi bir kemancı bir başka iyi
kemancının en yetkin izleyicisi olabilir. Bu hem önemlidir
hem değildir. İyi kemancı çok yetkin bir ustadan çok yetkin
izleyicilerin oluşturduğu bir topluluktan alkış almak ister.
Bütün gerçek izleyicilerde yaratıcılığı andıran bir şeyler var-
dır, izlemekten hoşlandıkları ustaların sezgilerine benzeyen
sezgiler vardır. Bu sezgiler yaşama bakış biçimimizle ilgilidir.
Bir şairin izleyicileri ruhsal yapılarıyla ya da eğilimleriyle üç
aşağı beş yukarı kendisine benzeyen kimselerdir. Bir sanat-
çıyla o sanatçının izleyicileri ortak bir iletişim alanı oluştu-
rurlar. Bu iletişim alanı eleştiriden uzak bir ortam değildir,
bir tür diyalog ortamıdır. Sanatçı yaratılarıyla izleyicilerinin
bilincinde dönüşümler oluştururken izleyiciler de sanatçının
dünyasına etkin bir biçimde girerler.
Sanatın aydınlığı böylesine geniş çerçeveli etkin bir ay-
dınlıktır, hem sanatçıyı hem izleyicileri aydınlatır. Aydınlatma
konusunda sanatın etkin gücü onun öbürlerine göre kitlelere
daha geniş çerçeveli ulaşma kolaylığından gelir. İnsanlar
genelde bilimle ilgilenmezler, bilimin yararlı yanlarıyla il-
gilenirler en çok. Felsefeyse akla zarar bir garip kuştur, çok
zaman felsefe profesörlerine bile haz vermez ya da çok bir
şey söylemez. Buna göre bilim de bir ölçüde felsefe de yakın
yerleri aydınlatırlar, buna karşılık sanatın ışığı geniş insan
topluluklarına yayılır. Herkesin ondan aynı hazzı alacağını
elbette söyleyemeyiz. İzleyici kitlesi biryapılı bir bütün değil-
dir. İzleyicinin çeşitliliği etki alanının zenginliğini oluşturur.
İzleme deneyinde herkes kendi bilinç yapısına göre alıcıdır.
Her izleyici izlediği yapıtta bir ölçüde kendisine sunulanı
179
alırken bir ölçüde de beklediğini bulur. Bu da izleme algısının
edilgin bir algı olmadığını, etkin bir algı olduğunu gösterir.
Sanat sanatçıyla izleyicinin buluşma yeridir. Gözümüzü dört
açıp özenle izlemediğimiz yani şöyle bir bakıp geçtiğimiz
bir sanat yapıtından bir şey elde edemeyiz. İzlediğim yapıtta
dünyama uygun bir şeylerin olmasını beklerim. Yapıtı biraz
da buna göre yorumlarım. Yapıt beni anlasın ve yorumlasın
isterim. İzleyici olarak benim şımarıklığım da olsa kaçama-
yacağım bir istektir bu.
Bu yüzden sanatçıyı sanatıyla ilgili olarak sorguya çek-
mek, ona bu yapıtınızda ne anlatmak istiyorsunuz diye sormak
boşunadır. Sanatsal yaratı mutlak bir ussallıkla oluşturulmuş
olsaydı sanatçının yapıp ettiklerini kendisinden öğrenmek
gibi bir kolaylığımız olurdu. Sanatçı yapıtları karşısında bir
yarı bilinçlilik durumunu yaşar. Yaratmak biraz da kendini bir
akışa bırakmaktır. Bu gibi soruları bilim adamlarına ve filo-
zoflara sorabiliriz, onlardan sağlam yanıtlar alabileceğimizi
umabiliriz. Aklı başında bir sanatçı böyle bir soruya biraz
da işi şakaya vurdurarak şöyle yanıt verebilir: bu yapıtımda
sizin anlamak istediklerinizi anlatmak istedim. Bu yanıt
izleyiciyi elbette hoşnut etmeyecektir: izleyici işin bu kadar
basit olmadığını düşünür ve olmasını da istemez. O yapıtta
kendisini aşan bir şeylerin bulunmasını ister.
Yaratma edimi yüzde yüz bilinçli bir edim olamayacağına
göre onda yalnızca izleyicinin değil sanatçının da anlamakta
eksik kalacağı bir şeyler bulunabilir, buna hiç şaşmamak ge-
rekir. Esinle başlayan yaratma süreçleri sanatçının eksiksiz bir
ussallıkla belirleyici olduğu süreçler değildir, aynı zamanda
deyim yerindeyse sanatçının sürüklendiği süreçlerdir. Yon-
tucu mermere dokundurduğu keskiye her vuruşunda nereye
varacağı belli olmayan bir serüvenin içine düşmüş olduğunu
sezer. Yaratmanın güvencesi yoktur. Yaratmada tutarlılığı
sağlayan şey yaratıcının sağduyusu ve sanat deneyleridir
180
bir de uygulamakta olduğu kurallardır. Sanatta kurallar kor-
kunç takıntılardır ya da daha doğrusu bir süre sonra korkunç
takıntılara dönüşürler. Sanatta kalıcı kural yoktur. Kurallar
her zaman değişime uğrarlar, onlar her zaman vardır, onlar
her zaman dönüşme eğilimindedirler. Sanatçının kuralcılığı
deyim yerindeyse iğreti bir kuralcılıktır. Sanatçı kurallara
aşırı bel bağlamanın kendisini yinelemelere düşüreceğini ve
böylece belirgin bir kısırlığa sürükleyeceğini bilir. Kurallar
olmasa olmaz mı? Kurallar neden olmasın, insan ne yapaca-
ğını ya da ne yapması gerektiğini önceden azçok bilse ya da
belirlese daha iyi olmaz mı? Yeni sanatın öncüleri arasında
birileri bizim kurallarımız yok dedi açıkça. Bu da bir kural-
cılıktır. Bu kurallar çok zaman sanatçının kendi koyduğu
kurallardır, öyleyse kural koymayı bilen kural kaldırmayı
da bilir. Yapıtın yaratılışında etkili olan güç kurallara uyan
olmaktan çok kuralları aşan bakıştır.
Sanat akımlarının da kuralları vardır hatta onlar sanatçının
kurallarından çok daha belirleyici kurallardır. Ortak bakış
açıları oluşturmak amacıyla bir araya gelen sanatçılar ortak
ilkeler ve ortak kurallar belirlerler. Sanat şöyle bir şeydir ve
şöyle şöyle bir şey değildir savlarıyla en doğru sanatı ya-
ratmak için sözleşenler bir zaman sonra bu ortaklıklarından
sıkılmaya başlarlar. Akımcılık sonu olmayan bir iştir. Sanatsal
yaratıcılık tümüyle tek kişilik bir uğraştır, sanatçıların topluca
gerçekleştirebilecekleri bir uğraş değildir. Akımın en yetenek-
lileri bu ortak kurallardan en erken uzaklaşırlar yani akımdan
koparlar ya da hatta baştan beri bu kurallara yan çizmişlerdir
ve yan çizdikleri ölçüde verimli olduklarını da pek güzel gör-
müşlerdir. Sanatın bireyselliği, bireyciliği değil bireyselliği
sanatçıyı yaratma konusunda kendi başına kalmak zorunda
bırakır. Kendini bilen sanatçı öbürleriyle ortaklaştıkça değil
öbürlerinden ayrıldıkça doğru işler yapmakta olduğunu sezer.
Amaç özgünü yani benzersizi gerçekleştirmekse başkasının
181
ya da başkalarının konu olmaktan çıkması gerekir. Akımcılı-
ğın sanata iyilikler getirdiği görülmemiştir. Yalnız akımcılığı
bakış seziş anlayış ortaklığıyla aynı şey saymamak gerekir.
Sanatta büyük buluşmalar vardır. Klasikliği ele alalım.
Klasik yazarlar ortak bir anlayış çerçevesinde bir araya gel-
meye karar vermiş kimseler değillerdi. Buna göre klasiklik
avrupa düşüncesinde ve sanatında toplumsal ve tarihsel ko-
şulların belirleyiciliğinde ortaya çıkan ortak bir anlayış ve
aynı zamanda ortak bir beğeni oldu. Klasik sanatçılar doğal
olarak birbirlerinden etkilenmişlerdir ama çabalarını ayrı
ayrı ve çok zaman birbirlerinden habersiz ortaya koyarken
kendiliklerinden ortak bir anlayışa katılmışlardır, bunu da en
geniş anlamında yaşam koşullarının etkisiyle yapmışlardır,
düşüncelerinin ve sanatlarının renklerini çağın kavrayışla-
rından bakış biçimlerinden sezgilerinden almışlardır. Onları
evrensel insanı ya da insanın evrensel özelliklerini araştırma-
ya iten koşullar toplumlarının yaşam biçimlerinde içkindir.
Bu ortak bakış açısı ve beğeni birlikteliği içinde onlar gene
de çok özgün yapıtlar verme ustalığını gösterdiler. Klasiklik
denince önce XVII. yüzyılın edebiyatçılarını düşünürüz.
Onlar birbirleriyle bir kavrayış yakınlığı içinde insana aynı
açıdan bakarlar. Onlar böylece apayrı ülkelerin insanları da
olsalar birlikte ortak bir beğeni oluşturdular. Bu ortak beğeni
bir zaman sonra dağıldı ve yerini bir başka ortak beğeniye
bıraktı. Dağılma dönüşümün zorunlu koşuludur. Duyguculuk
sessizce klasikliğin yerini almaya başladı. Klasikliğin koşul-
larıyla duyguculuğun koşulları birbirinden epeyce ayrıdır.
Biri dıştan içe yönelen ve dışı içle içi dışla bütünleştiren bir
bakıştır öbürü dıştan hemen tümüyle kopuk içsel bir bakıştır.
Birinde hiçbir ayrım gözetmeden bütün insan vardır öbüründe
bütün insana neredeyse tam anlamında ilgisiz tek insan vardır.
Klasiklerin evrensel insanı bu dönüşüm içinde yerini bireysel

182
insana hatta bireyci insana bırakmıştır.
Çağdaş beğeninin başında ve kökeninde klasik bakışın
bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden klasiklik insancılık-
tır demek yanlış olmaz. Daha sonra varoluşçu düşünceyi bir
felsefe öğretisi olarak kurmaya çalışanlar varoluşçuluğun
insancılık olduğunu söylediler ama buna evet diyebilmek
kolay değildir. Bir kere varoluşçuluk klasikliğin yanında
çok cılız kalır. Klasiklik doğrudan Yeniçağ’ın başlarında
gelişen ve insana olan güvenle ve insan sevgisiyle öne
çıkan insancılığın toprağında gelişti. En basit anlamında
insanın kendine dönmesi ve kendi önemini sezmesiydi bu.
Dikkatimizi göklerden aldığımız zaman ilk göreceğimiz şey
insandır. Hıristiyanlığın yüzyıllar boyu insanlığa unutturmak
için var gücüyle çalıştığı değerler yeniden su yüzüne çıkıyor
ve Batı’da bütün kültür dünyasını ele geçirmeye başlıyordu.
Bu bir pagan kalkışmasıydı ama genelde tanrıtanımazlık gibi
algılanıyordu. İnsancılık Rönesans’ın içini dolduran ve ona
anlamını veren duygu ve düşünce yoğunluğudur ve insana
olan sonsuz güvenle belirgindir. Doğaüstü takıntılarından
kurtulan insan, uzun zamandır kendi varlığını unutmuş olan
insan kendini araştırmaya yöneliyordu. Bu yeni insan ken-
dini yeniden bulmak için eski kaynaklara yöneldi: eskinin
meraklı insanıyla buluşmak gereği duydu. Bozulmuş olan
belleğini onarması ya da belleğini yeniden kazanması, eski-
lerle buluşarak kendini bir çeşit bellek eğitiminden geçirmesi
gerekiyordu. Yalnız yüceltici değil aynı zamanda eleştirici
bir bakışla yalnızca yeni insan için değil geleceğin insanı
için de sağlam düşünce dayanakları bulmaya çalışıyordu.
İnsancı belli bir toplumun ya da belli bir ırkın değil bütün bir
insanlığın düşünenidir. Yüzyıllarca aşağılanmış olan dünya
bir sınav yeri değil ya da sonsuz yaşam için bir geçiş yeri
değil yalnızca güzellikler dünyasıydı.
Zaman çizgisi üzerinde ışığın yoğunlaştığı yerlerde kültür
183
yaşamsal bir değer kazanır. XV. ve XVI. yüzyıllar da böyle
bir değerler artışı dönemidir. Onda yüzyılların kazanımları
billurlaşmış ve bütün insan yaşamını bir patlama gibi bir dev-
rim gibi yeni renklere boyamıştı. Klasiklik işte bu dönüşümün
söze sese biçime bürünmüş halidir. İçinde Stoa’nın usçulu-
ğundan, Epikuros’un hazcı ahlakından hatta bütün eski kuş-
kucuların bilgi karşısındaki kaygılı bakışlarından bir şeyler
taşır. Klasikliğin bitişi, yerini duygucu eğilimlere bırakması
gerçekte bütün bu elde edilmiş değerlerin boşluğa atılması
anlamına gelebilir miydi? Klasikliğe karşıt olarak kendini
bireyin dünyasında sınırlayan yeni anlayış özünde klasikliğin
değerlerini de sanki gizlice barındırıyordu. Duyguculuğu
klasikliğin bir açılımı gibi görmek doğru olur. Olanlar şöyle
anlaşılabilir: evrensel insanın içyüzünü de görmek gerekir.
İnsan boyunda büyük amaçlarımız varsa bir gönül zenginli-
ğimiz de vardır. Bu açıdan bakıldığında duyguculuk klasik-
liğin tümleyicisi gibidir. Evet elbette bir şeyler değişmiştir.
En başta klasiklerin o özenli dili yerini daha rahat bir dile
bırakmıştır. Kendini dönüştürerek sürdüren yaşam şimdide
geleceği duyururken aslında bütün geçmiş deneylerin doğal
kalıtçısıdır. XVIII. yüzyılın Aydınlanma devinimi klasikliğin
duyguculukta parıldamasıdır.
Birbirine karşıt görünen ya da hatta karşıt olan iki anlayı-
şın kalıtçıları yani çok daha sonrakiler hem evrensel genişlikte
hem bireysel derinlikte çok zengin bir kaynağın deneylerin-
den yararlandılar. XIX. yüzyılın kültür dünyası bu bakım-
dan çok verimli oldu. Bilim yüzyılı dediğimiz bu yüzyılın
sanatında ortaya çıkan gerçekçi bakış geçmiş birkaç yüzyılın
sonuçlarını kendinde barındırır. XIX. yüzyılda sanatın anla-
mı değişti, bu değişimle birlikte yeni estetik kavrayış ortaya
çıktı. Dönüşüm gerçekte XVIII. yüzyılda kendini göstermeye
başlamıştı. Yeni bilimsel kavrayış doğrudan estetik alana da
yansıyor ve sanat bir insan araştırması anlamı kazanırken
184
estetik de bilimsel bir araştırma alanı niteliği kazanıyordu.
Estetiğin alanı doğal olarak sanatların dönüşümlerini izler
ve onları kavramaya eleştirmeye değerlendirmeye çalışır.
Görelilik yüzyılında estetik de göreli bir değerler alanı oldu.
Platon’dan bu yana geliştirilmiş olan mutlak güzelin yerini
göreli güzel aldı. O durumda güzeli sanatın dışında değil
doğrudan doğruya yapıtlarda aramak gerekiyordu.
Bugün bizler çok zengin bir kalıtın üzerine oturmuş bulu-
nuyoruz. Estetik anlamında karşımızda hem birbiriyle uyuşur
görünen hem de birbiriyle karşıtlaşır gibi duran bir değerler
zenginliği var, ondan alabildiğine yararlanabiliriz. Bugün bu
zenginlikten yeterince yararlandığımızı söyleyebilir miyiz?
Öyle görünüyor ki dünya nereye koştuğu bilinmeyen ama
besbelli acelesi olan insanların dünyası durumuna geldi ve
tüm kültür değerleriyle birlikte sanat değerleri de ilgi alanı-
mızın dışına çıktı. Gündelik yaşayanlar için gündelik sanat
uygulamaları gelişti: oyalanmak ya da vakit geçirmek için
düşünülmüş ve tasarlanmış sanat yapıtları yararcı bir dünya-
nın ögeleri arasına katıldılar. Kültür değerlerini gündeliğin
sınırlarına çektiğimiz zaman o değerler solup giderler. Şimdi
bizler için belki de yeni bir uyanışı beklemek zamanıdır.
Sanat bizi aydınlığına çağırıyor ama bizim çok işimiz var.
Sanatla düşünmek istemediğimiz gibi bilimle ve felsefeyle
de düşünmek istemiyoruz.
Korkunç bir toplumsal parçalanmanın sonucudur bu. Aile
bile artık bir bütün oluşturmuyor, atomlaşmış bireylerin bir
araya geldiği bir kısır ortam özelliği gösteriyor. Özerkliğini
elde eden bireyin ilk işi aileden kaçmak oluyor. Bunu bir tür
doğal yaşam biçimi olarak görebiliriz. Palazlanan yavrular
uçmayı öğrenir öğrenmez bir daha dönmemek üzere yuvala-
rından ayrılıyorlar. Büyük düşüncelere büyük duygusallıklara
yer yok artık. Sevgililerin bile dünyaları çok ayrı. Onların
birbirlerinden gizledikleri şeyler var. İkimiz bir aradayız ama
185
ikimiz bir değiliz duygusu baskın. Yalnızlıklar büyüdükçe bü-
yüyor ve bireyler en yakınları için bile sevgilileri için bile şu
öldürücü duyguyu, ne yaparsa yapsın duygusunu yaşamaktan
kendilerini alamıyorlar. İnsanların ortaklaşmadıkları, geleceği
birlikte tasarlamadıkları, geçmişe birlikte bakmadıkları bir
dünya bir umutsuzluklar dünyası olmaktan öteye geçemiyor.
Gene de sanat bizi ısrarla çağırıyor. Bazen o çağrıya uyar
gibi yapıyoruz. Sinemanın başlama saatini beklerken bir re-
sim sergisini şöyle bir dolaşmak hoşumuza gidebiliyor. Uçağa
binmeden önce yanımıza oyalanmak için herhangi bir romanı
oracıktaki kulübeden alabiliyoruz. Kültürden daha önemli ilgi
alanlarımız daha önemli konularımız var. Boşuna hızlanmış
görünen bir dünyada neye yetişmekte olduğumuzu biz de bil-
miyoruz ama koşturup duruyoruz. Aydınlıkların sönükleştiği
bir yerde duruyoruz şimdilik. Dünya sermaye güçleri bizim
için hiç yorulmadan acayip oyuncaklar üretiyor. Kendini
uyuşturmuş bir dünya bu, kendini uyuşturabilmek için her
olanağı alabildiğine kullanıyor. Bilgeler aldırmayabilirler.
İlgisiz annenin hayırsız babanın yalancı sevgilinin açtığı
yaralara önem vermeyebilirler. Kendi düşen ağlamaz diye
düşünebilirler. Ama iş o kadar basit değil. Toplumlarda yıkıcı
etkenler çoğaldıkça değerler sönükleşiyor ve yüce değerlerin
yerini yani ahlak değerlerinin ve estetik değerlerin yerini ya-
rar değerleri alıyor. Siyaset erki hemen her yerde baskı gücü
olarak iş görmeyi görev biliyor. Toplumsal duyarlıkları olan
genç insana sen kendi işine bak diyor yakınları. Onun da zaten
o koşullarda kendi işine bakmaktan başka yapabileceği bir
şey yok. Gene de sanatın sesine kulak vermek zorundayız.
Sanat bizi aydınlığına çağırıyor. Onda bizi bize gösterecek
ve bize insan gibi yaşama koşullarını öğretecek zenginlikler
var. Sanat bizi çağırıyor ama ona gitmek içimizden gelmiyor.
Neden mi? İçimizde bizi tutan bizi engelleyen bir şeyler var,

186
en kötüsü de bizi bize unutturan bir şeyler var.
Sanat bizi özgürlüğe çağırıyor. Yaratma deneyinde de
izleme deneyinde de özgürlüğümüzü gerçekleştiriyoruz.
Bembeyaz bir tuvalin karşısında fırçasına bir parça mavi
bulaştıran sonra o maviyi açık deniz dalgalarını çağrıştıracak
biçimler oluşturmak üzere tuvaline süren ressam sonsuzlu-
ğun resmini çizme umuduyla sonsuz özgürlüğünü yaşar. Bir
kahramanını rezilliklerin boşlukların sinsiliklerin hainliklerin
öcünü alırcasına kapıyı çekip çıkan yürekli bir kişi diye bize
anlatan romancı özgürlüğünü yaşar. Bizler de o tuvalin ve o
romanın bize sunduğu güzelliklerle özdeşleşerek özgürleşiriz.
En karanlık zamanlarda bile sanatların ruha verdiği esenlikler
bu özgürleşme duygusundan kaynaklanır. O yüzden tutsak
ruhlar sanattan pek bir şey anlamazlar, en azından insan
değerleri açısından anlaşılır olan şeyin uzağında kalırlar.
Kültürün başka alanlarında enine boyuna yaşayamayacağı-
mız özgürlük deneyini bütün boyutlarıyla sanatta yaşarız.
Sanatta umut vardır ve yarını olan insan vardır. Dünyada
güvenmediğiniz insana sanatta sonsuz güven duyarsınız.
Büyük açmazları büyük felaketleri anlatan yapıtlar bile insanı
insan yapan değerleri alttan alta duyururken bizlere inancı
ve umudu esinlerler.
Her gerçek yapıt bir güzellikler senfonisidir: çok geç
kaldım duygularını yaşayan insanı bile güzellikleriyle arın-
dırmaya eğilimlidir. Kimse insan olmak için geç kalmış
değildir der sanat, yeter ki kendini görebilsin, kendindeki
örtülü yaratıcı gücü sezebilsin, ruhunda sessiz sessiz bekleyen
gücüllüklerden bir insanlaşma eylemi yaratabilsin. Sanat bu
yanıyla başlıbaşına bir ahlaktır tıpkı felsefe gibi bir ahlaktır.
Ahlak felsefenin bir dalıdır ama felsefe baştan sona ahlaktır.
Bunun gibi sanat da bir ahlaktır: bugünün sorunlu insanından
yarının yetkin insanını yaratmayı tasarlar. Her sanat yapıtın-

187
da geçmişten izler kadar yarına geçişler buluruz. Sorun dil
sorunu olmaktan önce yüreklilik sorunudur. Küçük insanın
artık olmadığı ve olsa da kendinden utandığı bir dünyada
olmanın tasarılarını içerir sanat. Sanatın tükendiği yerde insan
da sonunu getirmiş demektir. Sanatta ya da sanatla yeniden
yaratacağız kendimizi. Dünyanın bütün pisliklerine karşı
kendimizi sanatla koruyacağız ve sanatla savunacağız. Daha
güzel bir dünya için sanat bizi durmadan çağırıyor.

188
AFŞAR TİMUÇİN’İN KİTAPLARI

İnceleme-Araştırma-Deneme

Descartes (Descartes’çı bilgikuramının


temellendirilişi, doktora tezi) 1972, 1976, 2000, 2014
Aristoteles felsefesi 1976
Nazım Hikmet’in şiiri 1978, 1979, 1990, 1996, 2002
Descartes felsefesine giriş
(doçentlik tezi) 1980, 1999, 2004, 2014
Gerçekçi düşüncenin kaynakları 1984
Niçin yapısalcılık değil 1984
Niçin varoluşçuluk değil 1985
Gerçekçi düşüncenin gelişimi 1986
Estetik 1987, 1994, 1998, 2001,
2002, 2004, 2005, 2008, 2013, 2017
Düşünce tarihi 1
(Gerçekçi düşüncenin kaynakları) 1994, 1998, 2001,
2002,2004, 2006, 2009, 2016
Düşünce tarihi 2
(Gerçekçi düşüncenin gelişimi) 1994, 1998, 2001,
2002, 2005, 2012
Düşünce tarihi 3
(Gerçekçi düşüncenin çağdaş görünümü) 1994, 1998, 2001,
2002, 2004, 2014
Felsefe sözlüğü 1978, 1979, 1990, 1994, 1998,
2001, 2002, 2004
Sevmek ne güzel şeydir 1991
Gerçekçi düşünce gerçekçi sanat 1992
Felsefe bir sevinçtir 1995, 1997, 2002, 2007, 2018
Özgür Prometheus 1997, 2002
Afşar Timuçin’le düşünceye yolculuk 1999
Aşkın diyalektiği 2002, 2003, 2005, 1010
Yeni şiirimizin kısa romanı 2003
Ölesiye sevmek 2003, 2009
Felsefeye giriş 2003, 2005,2008, 2009, 2009, 2010
Demokrasi bilinci 2004
İçimizdeki deprem / Gönül gözüyle 1 2005
Erken ölümler / Gönül gözüyle 2 2005
Estetik bakış 2005, 2013
189
Ahlaksızlık üzerine / Kendimle konuşmalar 1 2006
Ruhsallık bilgisi (ortak kitap) 2006
Eğitim üzerine / Kendimle konuşmalar 2 2008
Ölümü kapıda bekletmek / Gönül gözüyle 3 2008
Felsefeden estetiğe 2008
Düşünce tarihi (üç cilt bir arada) 2008
Sorularla estetik elkitabı 2009
Yaşasın düşlerimiz/ Gönül gözüyle 4 2010
Narçiçeği sabahlar / Gönül gözüyle 5 2010
Çoban ateşleri / Gönül gözüyle 6 2010
50 soruda Aydınlanma (Ali Timuçin’le) 2010, 2013
Gençler için felsefe tarihi 2011, 2011, 2018
Estetikte anlam ve yorum 2011
Öykü ve romanlarıyla Sabahattin Ali 2011
Felsefenin önceliği bilgi sorunu 2013
Sait Faik’in dünyası 2013
Eğitim sohbetleri 2013
Yağmur sabahı / Gönül gözüyle 7 2014
Eskiçağ ahlakları 2015
Kumdan kaleler / Gönül gözüyle 8 2016
Düşünenler düşünceler 2017
Aydınlanma yazıları 2018

Şiir

Çöl 1968, 1990, 1997


Destanlar 1969, 1992, 1997
Böyle söylenmeli bizim türkümüz 1974, 1990, 1997
Savaşçı türküleri 1980, 1990, 1998
Boş beşik 1981, 1990, 1998
Ey benim güzel sevdalım 1984, 2003
Bu sevda böyle gider 1992, 2003
Arınmalar 1993, 2002
Akşam türküleri 1998, 2002
Bulutlar deniz kokar 2002, 2016
Bir yaz güzellemesi 2008
Düşlerin en güzeli 2011
Aşk beni çağırınca 2013
Aşk güzeldir 2015
Sonsuzluk şarkısı 2018

190
Roman

Yarına başlamak 1975, 1977, 2003, 2015


Gece gelen eski dost 1980, 1983, 1994, 2003, 2015
Kıyılar durunca 1983, 2003, 2015
Tepedeki yalnızlık 2009
Bizi biz yapan sevda 2014

Öykü

Denizli pencere 1981, 1991, 2009


Neden bazı akşamlar 1985, 2009
Aşkolsun kırlangıçlar 1996, 2009
Geç zaman tutkuları 2011
Keşke bu yaz 2017

Çeviri

Vietnam şiiri (A.Kadir’le) 1973


Filistin şiiri (A.Kadir’le) 1974
Portekiz sömürgeleri şiiri (A.Kadir’le) 1975
Diyalektik (P.Foulquié’den) 1975
Sosyoloji tarihi ( G.Bouthoul’den) 1975
Tek boyutlu insan (H.Marcuse’den, T.Tunçdoğan’la) 1975
Aşk (P.Burney’den) 1976
Acı (A.de Richaud’dan) 1976
Sisler rıhtımı (P.Mac Orlan’dan) 1976
Diyalektik araştırmalar (L.Goldmann’dan, M.Sert’le) 1976
İnsan bilimleri ve felsefe (L.Goldmann’dan, F.Aynuksa’yla) 1977
Keşişin köpeği (D.Buzzati’den) 1981
Kant felsefesine giriş (L.Goldmann’dan) 1983
Eskiçağ maddecileri (P.Nizan’dan) 1998, 2013
Yöntem üzerine konuşma (R.Descartes’dan, Y.Timuçin’le) 1998, 2010,
2015
Metafizik üzerine konuşma (Leibniz’den) 1999, 2010

191
AFŞAR TİMUÇİN’İN ÖZGEÇMİŞİ

Afşar Timuçin 31 ağustos 1939’da Akhisar’da (Manisa) doğdu. Fevzi-


paşa İlkokulu’nu (Gaziantep), Adana Tepebağ Ortaokulu’nu bitirdi. Adana
Erkek Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini İstanbul Erkek Lisesi’nde tamam-
ladı. 1959-1960 ders yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde
Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde ve Felsefe Bölümü’nde başladığı
yüksek öğrenimini 1967’de Kanada’nın Québec eyaletinde Montréal Üniver-
sitesi Felsefe Fakültesi’nde tamamladı. 1968-1970’de Erzurum’da Atatürk
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde fransızca okutmanı olarak çalıştı. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde 1968’de Prof. Macit
Gökberk yönetiminde başladığı Descartes’çı bilgi kuramının temellendirilişi
konulu doktora çalışmasını 1970’de bitirdi ve pekiyi dereceyle “dışarıdan”
felsefe doktoru payesi aldı. 1970-1975 arasında çeşitli yayınevlerinde çevir-
men olarak çalıştı. 1975’den sonra İstanbul Devlet Konservatuarı’nda ücretli
olarak felsefe, ahlak, psikoloji dersleri verdi. Bir ara bu görevinden ayrılarak
bir arkadaşıyla Kavram Yayınları’nı kurdu. 1978’de İstanbul Devlet Kon-
servatuarı’ndaki görevine kadrolu olarak atandı. Konservatuar Mimar Sinan
Üniversitesi’ne bağlanınca bu üniversitenin çeşitli fakültelerinde estetik,
eğitimbilim ve düşünce tarihi gibi dersler okuttu. 1981’de gene “dışarıdan”
batı felsefesi tarihi doçenti oldu. 1992’de profesörlüğe yükseltildi. 2001’de
geçtiği Kocaeli Üniversitesi’nden 2006’da emekli oldu.
Afşar Timuçin üçaylık Felsefe dergisi’ni aralıklı olarak on altı sayı
çıkardı. Böyle söylenmeli bizim türkümüz kitabının birinci bölümünü
oluşturan Ayrılıkta söylenmiş bir yaz türküsü’yle TRT 1970 Sanat Ödülleri
yarışmasında başarı ödülünü aldı. Nazım Hikmet’in şiiri adlı incelemesiyle
1979’da Türk Dil Kurumu eleştiri ödülünü kazandı. 1997’de Truva Kültür
Sanat Ödülleri’nde şiir ödülüne değer görüldü. 2003’de Kocaeli gazetesinin
yaptığı bir anketle yılın eğitimcisi seçildi. 2004’de Homeros Emek Ödülü’nü
aldı. 7. İzmir Türkçeye Emek Ödülü dil dalında Afşar Timuçin’e verildi.
Afşar Timuçin 2015’de PEN Şiir Ödülü’nü kazandı.

192
193

You might also like