Professional Documents
Culture Documents
Afşar Timuçin Aydınlanma Yazıları Bulut Yayınları 2018
Afşar Timuçin Aydınlanma Yazıları Bulut Yayınları 2018
Aydınlanma Yazıları
AFŞAR TİMUÇİN
ISBN: 978-975-286-551-8
© Sertifika No: 15798 Bulut Yayınları 2018
2
İÇİNDEKİLER
Önyazı .................................................................................................5
Aydınlanmadan neyi anlamalıyız? ......................................................9
Aydınlanma kavrayışı ya da bilincin aydınlığı ..................................25
Felsefenin aydınlığı ...........................................................................40
Felsefeyle dinin karşıtlığı ve felsefenin işlevi ya da yükümlülüğü ......58
Aydınlanma kültürü ya da aydınlatan eğitim .....................................76
Bilimin aydınlığı ...............................................................................93
Feodal toplumdan modern topluma geçişte
tarihin sayfalarından aydınlanma tabloları ....................................115
Aydınlanmanın dayanağı ve temel sorunu: demokrasi .......................135
Geleceğe başlamak ya da aydınlığa doğru ......................................152
Sanat aydınlığa çağırıyor ................................................................169
3
4
ÖNYAZI
5
Bellek eğitimi ancak okulda gerçekleştirilebilir. Ama çok
zaman eğitim kurumlarının ve eğiticilerin de bellek eğitimi
diye bir sorunu yoktur. Bellek eğitimine kavram eğitimi de
diyebiliriz. Sağlam bellek doğru kavramlardan kurulmuş
bellektir. Asıl sorun yaşamsal önem taşıyan temel kavram-
ların gerçekliğin şemasını temel alan bir sıradüzenine göre
belleğe yerleştirilmesi ve kavram içeriklerinin gerçeğe uygun
olmasıdır. Bunun için kavramın karşılığı olan gerçekliği tüm
gelişim evreleri boyunca, özellikle tüm dönüşüm noktalarını
göz önünde tutarak incelemek gibi biraz külfetli bir işi göze
almak gerekir. Ayrıca eğitim programlarının buna göre dü-
zenlenmiş olması, eğiticilerin buna göre yetiştirilmiş olması
gerekir.
İyi bir bellek eğitiminden geçmemiş bireylerin kişilik geli-
şimleri eksik olur. Onlar özellikle bilimde felsefede ve sanatta
yaratıcı olma şansını elde edemezler. Yaratıcı düşünce yetkin
bilincin varlığını zorunlu kılar. Yetersiz ortamlarda insanlar
teknolojinin oyuncaklarıyla süslenerek bir takım yapay uy-
garlık görünümleri ortaya koysalar da edilgin ve verimsiz bir
yaşamın çarklarına takılırlar. Kötü eğitilmiş birey hem kendisi
için hem başkaları için tehlikelidir. Kaba usun gösterdiği yol
çok zaman tutulmaması gereken yoldur. Gelişmemişliğin
sıkıntılarını çeken acılı toplumlar iyi eğitilmiş eğiticilere
sahip olamamanın kısır döngüsünde nüfus artışlarının da
katkılarıyla bunalım toplumları özelliği gösterirler. Bu gibi
toplumlarda makamlar unvanlar ünler zenginlikler vardır ama
yaşam koşullarını iyiye dönüştürecek bilgi ve görgü yoktur.
Bütün bunlar bize eğitimin gelişigüzel bir öğrenme öğret-
me ilişkisinden daha başka bir şey olduğunu, iyi bir eğitim
için bellek eğitiminin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Buna göre sağlam bellek eğitiminin sağlam kavram içerik-
leri üzerine kurulması gerektiği gibi çok güç ama o ölçüde
6
önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Sağlam oluşturulmuş
bir belleğin ürünü olan güçlü bir bireysel bilinç toplumsal
bilinç üzerinden bizi evrensel bilince bağlar. Evrensel bir
bilinçlenme olgusu olan aydınlanmaya katılmak ancak bu
koşullarda sözkonusu olabilir. Aydınlanma bazı kalıpsözleri
öğrenmekten ve onları sık sık yinelemekten çok daha başka
bir şeydir. Eğitici kendini eğitirken de bireylerin eğitimine
katılırken de tarihsel boyut içinde kalarak insanlığın gelişim
evrelerini görmek ve göstermek, özellikle tarih çizgisi bo-
yunca kavramların oluşum ve dönüşüm koşullarını incelemek
durumundadır. Bunlar olmadan yapılan eğitime eğitim demek
güçtür. İnsanlar okullara eksik bilinçle girip okullardan yanlış
bilinçle çıkıyorlarsa insan yaşamı boşa harcanıyor demektir.
O koşullarda ahlak sorunlarının da büyük boyutlara ulaştığı
görülür: yalan düzenekleri tıkır tıkır işler ve bireyler yalanın
desteğinde başkalarını kandırmanın sevincini ve olmayan
onurunu yaşarlar. Sonunda yalan bir toplumsal değer anlamı
kazanır.
Biz birbirinden bağımsız olan bu on makalede bu sorun-
ları değişik açılımlarıyla ele almaya çalıştık. Belki birilerinin
ilgisini çeker diye düşündük.
Afşar Timuçin
7
8
AYDINLANMADAN NEYİ ANLAMALIYIZ?
24
AYDINLANMA KAVRAYIŞI
YA DA BİLİNCİN AYDINLIĞI
39
FELSEFENİN AYDINLIĞI
46
dünyaya ve kendime uyumumun koşulları kadar aykırılığımın
koşullarını da oluşturur.
Bir bakış biçimimin olması bir karşı koyuş biçimimin de
olması demektir. Her karşı duruşumda duygusallıklarımın
da payı vardır, ussallığımın ağırlığı kadar olmasa bile. Bilgi
anlayışlarımızda birleşmek her şeyde birleşmek anlamına
gelmez. Benim bilgikuramıma yakın bir bilgikuramı geliş-
tirmiş olan bir kişi yaşamın çeşitli sorunları karşısında, bu
sorunların açıklanması ve yorumlanması konusunda bana
uzak ya da ters düşen görüşler geliştirebilir. Gene de bir
ortak temelden sözedilebilir. Bilgikuramı dünyayı ve ken-
dimizi bilgi açısından nasıl algıladığımızı ortaya koyarken
bütün görüşlerimizin açıklayıcısı olmak durumunda değildir.
Bilgikuramı önemlidir ama onu her kapıyı açacak bir açkı
gibi düşünmemek gerekir. Öyle olsaydı bilgikuramı her şeyi
benim adıma açıklayacak bir düzenek olurdu. Bu yüzden bilgi
anlayışlarıyla hiç uyuşamadığımız filozofların görüşlerinden
de alabildiğine yararlanıyoruz. Bilgi anlayışlarımızın bizi
kutuplaştırmak gibi bir işlevi olmamalıdır. Gene de bilgiku-
ramının dünyayı kavrama ve açıklama konusunda belirleyici
bir güç oluşturduğu kesindir.
İlk felsefelerin bilgikuramı diye bir sorunu olmadığını
biliyoruz. Özne nesne diyalektiği gene de eski zamanlarda
kendini duyurmaya başlamıştır. Bilgi üretiminin dışında
bilgi sorunlarının özel olarak ortaya konulması felsefenin
gelişim serüveninde yavaş yavaş ortaya çıktı. Konu biraz
da değişkenleri bir değişmeze bağlamak kaygısıyla ilgilidir:
özellikle eskinin insanı için değişmezi olmayan ya da değiş-
meze dayanmayan bir değişkenlik anlaşılır bir şey değildir.
Gözler baştan beri temeli oluşturması gereken bir değişmezi
aradı, onu bulamamak her şeyin havada kalması gibi bir
sonucu doğuracaktı. Bu kaygı felsefe adamlarını görünmez
47
bir “töz” kavramına götürdü. Eskiler değişmezin değişende
ve değişenin değişmezde içkin olduğunu göremediler. Taban
tabana karşıt iki kavramın bir gerçekliğin iki ayrı yüzünü
göstermekte olduğunu düşünmek o zaman için kolay değildi.
Tözün ya da temel değişmezin bulunması felsefeyi oldukça
rahatlatmıştı: işi sağlama bağladıktan sonra felsefe yapmak
daha kolay olacaktı.
Bunun o zamanlar için çok önemli bir güvence olduğu
ama sonraki zamanlar için aldatıcı bir rahatlık olduğu tartış-
ma götürmez. Töz kavramının kaynaklarını eski felsefelerde
arayabiliriz. “Su” başka şeylere dönüşüyor olmakla birlikte
temelde değişmeden kalıyorsa bir töz değil midir? “Ateş”
de öyle değil midir? “Hava” da öyle değil midir? Felsefenin
temelini böyle bir değişmezin üstüne yıkmak hiç de kötü ol-
madı. İlerde birileri felsefenin altına çok sağlam bir güvence
olarak konulmuş olan bu dayanağı çekip alacaklardı. Eski
anlayışta tözü altından çektiğimiz zaman felsefe yıkılırdı.
Yeni zamanlarda varlığın böyle bir dayanağa gereksinimi
olmadığı görüldü. Bu da düşüncenin en yüksek düzeyde
soyutlamalara ulaşarak ve göreliliği benimseyerek yeniden
somutun alanına dönmesi diye anlaşılabilir. Töz sevimli
bir protezdi. Tözü yok saymayı bir açıdan da düşüncenin
doğaüstünden kopma kararlılığı olarak görmek doğru olur.
Dünyayı kendi içinde kendi olanaklarıyla açıklarken tüm
düşsel katışıklarından ayıklamak diye de anlayabiliriz bunu.
Ya da insanın kendi kendine kalması diye, doğayla başbaşa
kalması diye düşünebiliriz. Her şey bir şeye değil birbirine
bağlı olmalıydı. Tözden vazgeçiş felsefeyi yapay dayanak-
larından ve tanrısallığa dayalı metafiziklerden kurtardı. Bu
durum ruhçu anlayışların yandaşları için korkutucu olmuş
olabilir. Onlar daha önce de dünyanın merkez olmaktan
çıkmasıyla, evrendeki herhangi bir nesneye dönüşmesiyle
sarsılmış ve benzer bir sıkıntıyı yaşamışlardı: dünyanın yu-
48
varlak olması ve güneşin çevresinde dönüp duruyor olması
korkunçtu. Dünya böylece kutsallığını yitiriyordu. İnsanın
gerçeklerle yüzleşmesi ve gerçekleri görüp anlayıp sevmesi
bazen zaman alıyor.
Birileri “manevi bağlarından kurtulmuş” bir felsefenin
tehlikelerinden sözedebiliyorlar. Bu yolda en büyük duyarlığı
anlaşılmaz bir biçimde Descartes’a karşı gösteriyorlar. Bu du-
yarlığı çok açık olarak ilkin Pascal göstermişti. Üstelik Des-
cartes dinin gereklerine bağlıydı en azından dine saygılıydı.
Descartes felsefesi yaratıcı bilim düşüncesine doğru atılmış
bir büyük adımdır. XVII. yüzyılda henüz töz ortadan kalk-
mış değildi ama düşüncenin göklerden kurtulup yeryüzüne
inmeye başladığı seziliyordu. Dünya başka zamanlara doğru
ilerliyordu. Garip ve tekyanlı bir kavgaydı bu, Pascal kendi-
sinden yirmi yedi yıl önce dünyaya gelmiş olan Descartes’a
var gücüyle saldırıyordu: gönülle aydınlatılmamış us nasıl
da tehlikeliydi ona göre. İşin ilginç yanı Pascal’in gerçek bir
bilim adamı olmasıydı. Descartes’la ilgili olumsuz yazılar
bugün de yazılıyor, ayrıca bu konuda dedikodu düzenekleri
de pek güzel işliyor. Bazı kendini bilmezlerin bilir bilmez
yaptığı Descartes eleştirileriyle neşeleniyoruz. Descartes’ın
bir “indirgemeci” olduğu söyleniyor. Descartes insanı maki-
neye indirgemiş meğer. Descartes’ı birazcık bilenler bunun
böyle olmadığını da bilirler.
Felsefeyi dinbilime dönüştürme düşleri görülüyor. Fel-
sefenin terimlerini kullanarak insanlara inanç aşılamaya
kalkmak çocukluktur. İnanç için dinbilimin alanı herkese
açıkken insanların “maneviyat” adına felsefeyle uğraşmala-
rı felsefenin dinbilime göre daha inandırıcı olmasından mı
felsefe korkusundan mı geliyor? Ne var ki felsefe onu iyi
bilenlerin dünyasında yandaşlıklara kapalı bir alandır. Gerçek
felsefe adamları tarih boyunca ortaya konulmuş olan bütün
öğretileri iyi anlayıp doğru değerlendirmeye baktılar. Fel-
49
sefe alanında ileri geri söz üretmek kendini bilen insanların
yapacağı iş değildir. Onda tüm öğretileri karşıtlıkların baş-
kalıkların çeşitliliklerin zenginliğinde kavramaya çalışmak
gerekir. Felsefede her şey bizimdir, yalnız bizim olanlar değil
bizim olmayanlar da bizimdir: her felsefeyi kendime yakın
bulmam gerekmiyor. Bergson gibi düşünmüyor olabilirim,
ama Bergson’un filozofluğunu tartışmak durumunda deği-
lim. Sanatta da böyledir bu. Bir müzik adamı Stravinski’yi
sevmeyebilir, ama onu müzik dünyasının dışına çıkarmak
gibi bir yetkisi olmadığını da bilir. Bir müzik heveslisiyseniz
Stravinski’yi dinlemeyebilirsiniz, meslekten müzikçiyseniz
böyle bir lüksünüz yoktur. Felsefe heveslileri kendilerine uzak
buldukları filozoflarla ilgilenmeyebilirler. Ama filozofları bu
iyi bu kötü diye ayırmak onların işi değildir. İster meslekten
ister hevesli olsun, felsefeye yönelen kişi tarih boyunca or-
taya konulmuş olan bütün öğretileri birbiri karşısına koyup
insan başarılarıyla ilgili genel bir görüye ulaşma çabasını
göstermediği zaman boş işlerle uğraşıyor demektir. O zaman
felsefe yararlı bir alan olmaktan çıkar ve zararlı olmaya başlar.
Yeniçağ’ın başlarından beri her yerde bilimin ağırlığı du-
yuluyor. Felsefe çoktandır özellikle bazı konularda, en başta
yöntem konusunda bilimin izini sürdü. Görüşlerin dünyasın-
dan doğruların dünyasına bir yol açılmış oldu. Bilim böylece
bir ölçüde yaşama indi. İnsanlar son birkaç yüzyılda bilimin
kendine kapalı bir araştırma alanı olmadığını, yaşamsal bir
önem taşıdığını gördüler. En sıradan insan bile bilimin yarar-
larını anlayabiliyor. Bu durum felsefe adamının bilime olan
ilgisini artırdı. Ancak bu gelişmeyi felsefe bilimin güdümüne
girdi gibi anlamamak gerekir. Özerkliğini yitirmiş bir felsefe-
ye felsefe diyemeyiz. Bilgi alanları arasındaki etkileşim ge-
reklidir ve bir zenginliğin göstergesidir. Bugün bilimin ortaya
koyduğu bilgilere aykırı görüşler üreten bir felsefeye kimse
felsefe demeyecektir. Bugünün yaşam koşullarında ne bilim
50
ne felsefe ne sanat başına buyrukluğu seçebilir. Descartes’ın
dediği gibi insan bilgisi bir bütündür. Bu üç temel kültür
alanı da birbirine ilgisiz kalamaz. Bugün “bilimsel felsefe”
diye bir şeyden sözedebiliyorsak bunun bir anlamı olmalıdır.
Bilimsel felsefe sözü hepimizin benimseyebileceğimiz bir
söz değilse de.
Sanatı bilimle özdeşleştirme çabaları gibi felsefeyi bilimle
özdeşleştirme çabaları da boştur. Üç alandan herbirinin ken-
di özel ve ağır sorumlulukları vardır. Felsefe bilimin izini
sürüyorsa bu yalnızca doğruların sağlayacağı olanaklardan
yararlanmak içindir, göz göre göre gerçekliğin dışına düş-
memek içindir. Bir tür Kutupyıldızını izlemek gibi. Bütün
sağlam verilerden yararlanmak, bunun için gerektiğinde başka
alanlara açılmak yalnız felsefe için değil bütün alanlar için
bir zorunluluk oldu. Alanlar arasındaki ince duvarlar kalktı.
Herkesin yeri belli de olsa ortaklaşmanın değeri anlaşıldı.
Felsefeyle bilim her zaman olmasa bile sağduyulu insanların
dünyasında birbirleriyle çok güzel anlaşıyorlar. Bilim köklü
düşünce yoksunluğu çektiği zaman yani felsefesiz kaldığı
zaman sayısız güçlüklere uğruyor. Felsefe de yaşamın gerçek-
leriyle yüzleşmeden salt kuramsala bağlı kaldığında benzer
güçlükleri yaşıyor. Metafiziği olmayan yani düş görmeyen
bir bilim her durumda verimsiz olacaktır. Bilim biraz da
felsefeyle, o uçarı arkadaşla düş görüyor. Bilim felsefi bir
tutarlılıkta kendini aramayınca kısırlığa düşüyor: felsefeyi
unutan bilimin kaba teknolojiye indirgenme eğilimleri gös-
terdiğini görüyoruz. İnsan yaşadıkça tasarlayacak, yaşadıkça
düş görmeyi elden bırakmayacaktır. Doğrulara ulaşmak için
bütün sağlam verilerden yararlanmak: gerçek düşünce insa-
nının başlıca amacı bu olabilir.
Felsefeyi nesnelliğinden koparalım, onu inanç için kulla-
nalım kurnazlığı kimseyi düze çıkarmaz. Kültürün üç alanı
da yani bilim de felsefe de sanat da kurnazlıklarla götürü-
51
lebilecek alanlar değildir. İnancı felsefenin sırtına yükleme
uygulamaları gerilerde kaldı. O dönemde inancın daha
anlaşılır ve benimsenir olması için bu yolu tutmak belki bir
zorunluluktu. Ayrıca inanç da azçok kendini felsefeyle anla-
maya çalışıyordu. Ama zaman inancın felsefeye felsefenin
de inanca büyük bir yararı olamayacağını gösterdi. Felsefeyi
dinbilimleştirme yöntemi inancı da felsefeyi de zorda bırakır.
İnanç dogmalarını temellendirmek yolunda felsefeden çok
şey sağlayamayacağı gibi bilimden ve sanattan da bir şeyler
elde edemez. İnancı inanılır kılmak için felsefeyi kullanma
çabaları bu saatten sonra bir şey getirmez. İnanç kendisi
olarak inandırıcı olabilir ya da olmalıdır. Dinbilim bunu
kendi olanakları içinde sağlayabilir. Dinbilimciler felsefenin
yöntemlerinden zaten belli ölçülerde yararlanıyor. Felsefeyle
dini bir potada eritmek olası değildir, biri öğretilerle öbürü
dogmalarla iş görür.
Felsefeyle dini birbirine birazcık yaklaştıran şey her
ikisinin de özünde ahlaki kaygıların bulunmasıdır. Onların
ahlaka bakışları da örtüşmez. Felsefe bir bilgi alanı olduğu
kadar da bir ahlaktır, bir düşünülmüş ahlaktır, insan saygısı
üzerine kurulmuştur, insanı kötüye kullanmama ahlakıdır,
özgürlük ahlakıdır. Kitleleri bir şeylere inandırmak için felse-
feyi kullanmak yanlıştır. Felsefeyi ister din adına ister siyaset
ya da daha başka bir şey adına kullanmaya kalktığımızda
ahlak çizgisinin dışına düşeriz. Gerçek filozoflar felsefeyi
felsefe için yaptılar. Onlar felsefe yaparken yansız mıydılar?
Elbette değildiler. Olmaları da gerekmiyordu. Filozoflar fel-
sefeyi doğal olarak kendi bakış açıları kendi dünya görüşleri
çerçevesinde üretirler. Kendi öğretisinden yana çıkmayan
bir filozof düşünebilir miyiz? Yansızlık diye bir şey yoktur:
herkes kendinden yanadır. Yansız olmak başka şeydir nesnel
olmak başka şeydir. Nesnellikte özenli olmak koşuluyla her
kişi kendinin yandaşı olmalıdır. İnsan her zaman kendinin
52
dürüst yandaşı olmalıdır. Gerçek filozoflar felsefeyi felsefe
için yaptılar ve onların felsefeleri doğal olarak bir yansızlığı
yansıtmıyordu.
Yansızlık olası mıdır? Kim kendinin aykırısı olmayı
düşünebilir? Önemli olan bilincimizi iyiye kullanmaktır.
Bütün gerçek felsefeler insandan yana çıktılar, her felsefe
aydınlanma yolunda bir araştırma denemesiydi. Kendi olmak
dediğimiz tutarlılık felsefede de önemlidir. Filozofun bilinci
bağımsız insanın bilincidir. Gerçek filozoflar bir partinin bir
kesimin bir topluluğun sözcüsü olamazlar. Her gerçek filozof
öncelikle doğrunun iyinin güzelin partisindendir. Ayrıca onun
partili olması da yadırganmaz. Doğru yapılmış seçimleri
kimse hor göremez. Filozof felsefe yapıyor olmakla zaten
siyasetin içindedir. O kendi bilgikuramını temel alarak bir
siyaset felsefesi de geliştirebilir, siyaset de yapabilir, ama
her koşulda onun bağımsızlığını koruması beklenir. Gene
de bizler filozofu siyasetten çok felsefede görmek isteriz. O
en etkin siyasal tutumunu bağımsızlık koşullarında alabilir.
Öbür türlüsü herhangi bir siyaset adamı olmaktan başka bir
şey değildir. Filozof yaşamı tartışırken, toplumunun ve in-
sanlığın sorunlarıyla içli dışlı olurken siyaset yapmaktadır.
Felsefenin bir yüzü ahlak bir yüzü siyasettir. O yüzden siyaset
adamları gözlerini felsefe adamlarından alamazlar. Filozofu
gerçek siyasetçi diye görmemiz yanlış olmaz.
Felsefe öncelikle insan olma bilincine dayalı bir ahlaktır.
Ahlakın bir bilgi yanı bir de göreneksel yanı vardır. Ahlak
henüz felsefenin bir dalıdır. Ahlak bilgisi felsefi kavrayışın
belirleyiciliğini gerektirir. Ahlak değerlerinin temelinde ay-
dınlanmanın sağladığı düşünce zenginliğini buluruz. Filozof
aydınlanmanın açık ya da örtülü tarihçisidir, öncekilerden
kalanı özümlemekle ve geliştirmekle yükümlüdür. Her filozof
hazır bulduğu o zengin kalıtı yorumlamakla işe başlar. Bu
ilişki sunulanı benimseme düzeyini çok aşan hem eleştirici
53
hem eleştiriye açık bir ilişkidir, bir hesaplaşma girişimidir.
Tarihin göz kamaştıran aydınlığına kavuştuğumuzda insanı
girdisiyle çıktısıyla tanımanın kapısından girmiş oluruz. Ay-
dınlık düşünce gelişimini eleştirici bakış açılarına borçludur.
Felsefe bir benimseme yatkınlığı olmaktan çok bir eleştirme
eğilimidir. Eleştirinin gerekleri filozofun bakış açısında
olduğu kadar değişen yaşam koşullarındadır. Yalnız bizim
eleştirilerimiz değil başkalarının eleştirileri de hatta bizimle
ilgili eleştirileri de gelişimin itici gücünü oluşturur. Hep bir-
likte düşünmek, geçmişle ve bugünle düşünmek, bugünü ve
geleceği düşünmek filozofun işidir. Birileri gündelik yaşam
koşullarında daha iyi beslenmenin ve üremenin yollarını
araştırırken filozof bütün bir insanlık için daha iyi yaşamanın
koşullarını araştırır. Felsefe insanla ve evrenle ilgili sürekli
bir arayışın konusu olmakla hem aydınlanmanın bilincidir
hem de aydınlığa yönelişin itici gücüdür. Dönüşen dünyanın
anlamını ve amaçlarını kavrayabilmek için felsefenin olanak-
larından yararlanabilmeliyiz. Felsefenin alanındaysak bir iki
felsefeyi değil yaşanmış bütün felsefeleri aralarındaki her
türlü çelişkiyle hatta kendi içlerindeki çelişkilerle bir bütün
olarak değerlendirmemiz gerekir. İnsanın gelişimini doğru
olarak kavrayabilmek için bu bütüncü bakışa gereksinimimiz
vardır. Bu bakış eleştiri ahlakını her koşulda koruyan bir bakış
olacaktır. Eleştirici özelliklerini yitirmiş bir felsefe dogmaya
dönüşür. Dogma eleştiriden kaçar. Dogma dönüşüme kapalı
oluşuyla temelsiz ve sallantılıdırlar. Aydınlığa gidenin önünü
kesen en önemli engel dogmacılıktır. Gelişmemiş bilinç her
fikri dogmaya dönüştürme yani dondurma eğilimindedir. Ba-
sit bilinç esenliğini katılıklarda bulur. Dogmacıya göre hiçbir
şey çokyönlü olmamalıdır, değişken olanda güvenilmez bir
yan vardır.
Olursa her yanıyla sağlam olsun duygusu felsefe için
de bilim için de pek uygun değildir. Felsefe sürekli denge
54
durumunda olmayı kendine yediremez. O özellikle geleceğe
açık arayışlarında bilime hatta sanata göre daha yürekli gö-
rünür. Onda bu yüzden eleştiriye uğrayabilecek ve gün gelip
dışlanabilecek birçok özellik bulunabilir. Felsefe bilime göre
iyiden iyiye bozguncudur. O kravatlı ve takım elbiseli değil-
dir. Bir de bakarız felsefenin ayakları yerden kesilivermiş.
Yanılmak ya da yanlış yapmak o kadar önemli değildir. Fel-
sefede hatta bilimde görülen düşlerin gerçekliğe iyiden iyiye
uyar görünmesi, gerçekliğin izdüşümü gibi olması gerekmez.
Felsefe bir serüvendir, bilinmedik yerlere bilinmedik alanlara
açılma serüvenidir, bir şövalye ruhunu gerektirir. Yanlış adım
atmaktan çekinenler felsefeden uzak dururlar. Felsefe adamı
gerçeklik bana böyle görünüyor, siz nasıl isterseniz demek
ister. İnsanlığın düşünce geçmişinde bugün bize düz saçmalık
gibi görünen savlar vardır. Tarihi okumayı bilenler yanlışların
da doğrular kadar önemli olduğunu bilirler. Bugünün doğ-
ruları yalnız dünün doğrularının değil dünün yanlışlarının
da ürünüdür. Yanlış yapmaktan korkan kişi felsefeden uzak
durmalıdır. Korku her şeyi olduğu gibi felsefeyi de zedeler.
Ancak bu söylediklerimiz felsefenin alanında kişilerin ala-
bildiğine saçmalama ya da ileri geri konuşma hakkına sahip
oldukları anlamına gelmez.
Ussal düşüncenin öne çıkıp baskın özellikler gösterdiği
yerde felsefenin ağırlığı duyulur. Felsefenin parıldadığı yer
usun dönüştürücü bir güç olarak kendini ortaya koyduğu
yerdir. Mitolojiden felsefeye geçiş ussal düşüncenin gücüyle
olmuştur. Salt yeti olarak yani doğuştan geldiği kadarıyla us
felsefi düşünceyi omuzlamak için yeterli değildir. Felsefe
için gelişmiş usa ya da donanımlı usa gereksinim vardır. Us
bilgiyle güçlenir ve zenginleşir. Aydınlanma insanın kendiyle
ve doğayla hesaplaşmasının bir sonucudur ama özünde usun
bir zaferidir. Aydınlanan usun aydınlatan us olarak etkinliği
tarih boyunca insanın gelişim koşullarını sağladı. Etkin us
55
her zaman dünyayı yeniden yaratırcasına araştırıcı oldu.
Yaşam değişince düşünce de kendiliğinden değişir diyebilir
miyiz? Yaşamda her şey her şeyi değiştirebilir. Ussal düşünce
mantığın belirleyiciliğinde bir araştırma gücü sağlar. Mantık
doğru yolu gösterse de yaratıcı değildir yalnızca biçimseldir:
yaratıcılık mantığın pusulasını ve haritasını kullanan usun
yükümlülüğündedir. Heyecanlar mantığı bulandırır, ussal
düşünceyi zora sokar. Duygusallığın ussallığa baskın çıktığı
yerde felsefe sanatlaşır ve işlevini yitirmeye başlar.
Felsefede usun aydınlığı belirleyicidir. Onda gidimli
düşünce ya da ussal düşünce sezgisel düşünceye baskındır.
Önermeler vardır, önermeler birbirlerine bağlanırlar, bir öner-
meden bir önermeye geçilir. Mantık nesnelliğin bekçisi gibi-
dir. Sezgisel düşünce mitolojide ve sanatta gösterdiği gücünü
felsefede gösteremez. Ussal düşünce ne ölçüde ayrıştırıcıysa
sezgisel düşünce o ölçüde bileştiricidir. Us bütünsel bakmakta
eksik kalır demek de doğru değildir. Ussal düşünce kılı kırk
yaran, ayrıntılara giren, görülmez ilintileri açığa çıkaran dü-
şüncedir, gerektiğinde ayrıntıda bütünü ve bütünde ayrıntıyı
görür. Sezgisel düşünce önce bütünü görür, onu birden kavrar.
Sanatçı sezgisel görülerin insanıdır ama bir yanıyla da ussal
düşünceye bağlıdır. Sanatçının birden gördüğü şeyler vardır
bir de düşüne düşüne bulduğu şeyler vardır. Ne var ki sanatta
hemen her şey sonunda bütünü görmek üzerine düzenlen-
miştir. Esin de sezgisel düşüncenin en yoğun biçimi değil
midir? Esin bir çırpıda gelir ve esinlenen kişide şaşkınlığa
benzeyen bir heyecan yaratır. Esinde kendini gösteren şey
güçlü bir duygusallıkla dışavuran henüz içi doldurulmamış
bütünsel bir fikirdir. Bundan sonra ussallığın da işe karıştığı
yaratma süreçleri başlayacaktır. Sanatta baş rolü oynayan
sezgisel düşünce gündelik yaşamda da etkindir, yaşamın her
alanında kendini gösterir. Bu arada uslarını kullanmayı iyi
56
bilmeyenler kolayından sezgisel çıkarımlar yaparlar ve yan-
lışlara düşerler. Filozof da sezgisellikten iyice uzak değildir.
Herkes biraz düş görüyorsa filozof da biraz düş görecektir:
bu onun ussallığa sıkı sıkıya bağımlı dünyasını zenginleştirir.
Ne sanat ussallıktan ne felsefe sezgisellikten iyice uzaktır.
Felsefe ussal insanı keşfetmeye çıkarken onun duygu de-
rinliklerini de gözden uzak tutmaz. Felsefe ruhbilim değildir
ama heyecanlarımızı gözardı edemeyiz. Eski ahlaklar çok
zaman tutkuları mahkum ettiler ve insanı salt us varlığı olarak
tanımladılar. Epikuros’çuluğun bu anlamda iyice aykırı bir
öğreti olduğunu söyleyebiliriz. Stoa ussal insanı öne çıkarır-
ken Epikuros bir hazlar felsefesi geliştirdi. Birbirine karşıt
gibi duran bu iki felsefe gerçekte biri us açısından biri gönül
açısından insanın bütünlüğünü kurar. Gerçek insan Stoa’cı-
lıkla Epikuros’çuluğun kesiştiği yerde aydınlığa kavuşur. Bu
iki felsefe yanyana getirildiklerinde bütünsel insanı tanım-
larlar. Bu ortaklık biraz da artık tutkuları mahkum etmeyi
düşünmeyen yeni insanın dünyasını açıklar. Platon’culukla
Aristoteles’çiliğin tüm çelişen yanlarıyla birbirine kavuş-
masına benzer bu. Aslında bütün felsefe öğretileri tarihsel
bütünlükte birbirlerine kavuşurlar. Onlardan birini dışlamak
düşünsel gerçekliği sakatlamak olur. Bizler çelişkili yapıları
birbirine uymaz yapılar gibi düşünürüz. Oysa yaşam da bir
çelişkiler yumağıdır. Felsefi düşüncenin sağlıklılığı birbiriyle
çelişirken birbirini tümleyen ve birbirini açıklayan öğretilerin
birliğinde ortaya çıkar.
57
FELSEFEYLE DİNİN KARŞITLIĞI
VE FELSEFENİN İŞLEVİ YA DA YÜKÜMLÜLÜĞÜ
74
birbirini etkilemeyen hiçbir şey yoktur. En çok da ben etki-
lenmem diyenler etkilenirler. Felsefe kadar etki gücü taşıyan
bir başka düşünce alanı yoktur. Çünkü o yaşamı kökten kavrar
ve temelden açıklamaya yönelir. Beslenmenin ve üremenin
sınırlarını aşabilen insan için felsefe bir zorunluluk olarak
kendini gösterir. Doğru iyi güzel yaşamak için hepimizin
felsefeye gereksinimimiz vardır.
İnsanın ne olduğunu kavramadan kendimizi anlamamız
olası değildir. Montaigne haklıydı: herbirimiz kendimizde
insanlığın bir örneğini taşıyoruz, ben’de bir biz yatıyor.
Toplumsal düzeyde de kişisel düzeyde de tüm yanlışlarımız
kendimizi bilememekten, içinde yaşadığımız ve parçası
olduğumuz evreni tanıyamamaktan geliyor. İşlediğimiz
cinayetlerde, göz göre göre yarattığımız felaketlerde, çocuk-
larımızın mutsuzluklarında, yakınlarımızın sıkıntılarında,
halklarımızın güç yaşamında felsefe eksikliğinin etkilerini
görebilmeliyiz. Boş şeyler ya da sözde inançlar adına ya da
ucuz çıkarlar anlamsız hırslar adına, belki de ünler unvanlar
zenginlikler adına, insan gerçeğinde hiçbir karşılığı olmayan
gizemli inanışlar adına, kirli siyasetler adına birilerinin canını
yakmaktan çekinmeyişimizde felsefeden uzak oluşumuzun
belirleyici olduğunu görebilmeliyiz. Felsefe yalnız meslekten
felsefe adamları için değil hepimiz için gereklidir. Gerçek
inançlıların felsefeyle bir alıp veremediği yoktur. İnanç tica-
reti yapanlar ya da yaptıklarını sananlar felsefeye bilir bilmez
saldırırken gerçekte toplumsal bilinç yetmezliğinin kendi
çıkarları için ne kadar önemli olduğunu düşünürler. Dünyanın
açmazlarına karşı özgür düşüncenin önemine inanmadığımız
sürece daha güzel bir dünyada yaşama tasarımız bir düş olarak
kalacaktır. Felsefeyi kendi dışındaki herhangi bir düşünce
alanıyla karıştırmak ya da özdeşleştirmeye çalışmak yani
felsefeyi bir şeyler adına kullanmak insanlığa iyilik getirmez.
75
AYDINLANMA KÜLTÜRÜ
YA DA AYDINLATAN EĞİTİM
92
BİLİMİN AYDINLIĞI
114
FEODAL TOPLUMDAN MODERN TOPLUMA
GEÇİŞTE TARİHİN SAYFALARINDAN
AYDINLANMA TABLOLARI
116
ve ileriye iten yüzü.
Bu savaşım toplumsal düzeyde yaygın bir savaşımdır: her
zaman iktisadi çerçevede olduğu kadar inanç düzeyinde de
kendini göstermiştir. Çok zaman inanç için yapılır görülen
eylemin doğrudan siyaset adına ya da egemenlik adına ya-
pıldığı anlaşılır. Derinden derine gelişen yaşam koşullarının
karşısına inancı temsil edenlerin ya da inanç alanında söz
sahibi olanların baskıları dikilmiştir zaman zaman. Burada
inancın inançtan çok siyaset adına silahlandığını ve yola
çıktığını görüyoruz. Siyaset inanç giysisini üstüne geçirdi-
ğinde daha heybetli ve dokunulmaz olur. Tarih inancı temsil
edenlerin yaşamı ileriye itmekten çok geriye çekmeye eğilimli
olduklarını gösteriyor. İlerleme bilincini temsil eden aydınlar
çok zaman inancın kaba engellerine takıldılar. Aydınlanma
yolunda siyaset de zaman zaman bu engelle hesaplaşmak
zorunda kalmıştır.
Bu konuda Avrupa’nın tarihinde sayısız örnekle karşıla-
şırız. Daha doğrusu Avrupa’nın tarihi bu bakımdan oldukça
zengindir. Modern laik düşüncenin kaynaklarına inmek
istediğimizde epeyce gerilere gitmemiz gerekiyor. Dünyaya
egemen olmak isteyen inancın geçmişte hangi koşullarda
engellendiğini bize gösterecek pekçok olay vardır. Katolik
Avrupa’da yeniliğe doğru atılan adımlar kilisenin tepkisini
çekmiş ve özellikle papalığın baskılarından enine boyuna et-
kilenmiştir. Aziz Petrus’un ve ardıllarının temsil ettiği papalık
makamı uzun yüzyıllar boyu katolik inancının temel kurumu
özelliğini gösterirken gelişimin karşısında engelleyici bir
güç oldu. Aziz Petrus papalık yani önderlik görevini İsa’dan
almıştı. Roma’da din kurbanı olarak öldüğüne inanılan Aziz
Petrus Avrupa’nın tarihinde dinsel yönlendiriciliğin simgesi
gibidir.
Başlangıçta papalar ilgilerini Roma kilisesiyle sınırlamış-
lardı, giderek ilgi alanlarını genişlettiler ve bir dünya dini
117
kurma yolunda büyük çabalar gösterirken başka kiliselere
de yön vermeye giriştiler. M.S. IV. yüzyıldan sonra papaların
etki alanları iyice genişlerken güçleri de iyice arttı. Papalığın
baskıları büyük boyutlara ulaştıkça siyasetin de papalığa karşı
katı tutumu kendini göstermeye başladı. Örnek sunmak adı-
na bir dilimini aşağıda ayrıntılarıyla vermeye çalışacağımız
olaylar uzun süre papalığın gücünü kıran ya da enaza indiren
koşulları getirdi. Papalık zaman zaman güç durumlarda kal-
dı. Örneğin XIV. yüzyıl sonlarında ve XV. yüzyıl başlarında
papalık parçalandı ve Roma’da Avignon’da Pisa’da üç ayrı
papalık ortaya çıktı. Daha sonra Rönesans’ın aydınlığı papa-
lığın gücünü epeyce kıracaktır.
Hıristiyan önderler toplumlarda derinden derine varlı-
ğını sürdüren ve göreneklerde ve alışkılarda belirginleşen
eski pagan inancının yeniden doğmasından korkuyorlardı.
İnançta eski değerlerin canlanması hıristiyanlığın sonunu
getirebilirdi. Tarih geriye sarmadığına göre bu belki de ge-
reksiz bir korkuydu ama hiç nedensiz değildi. Hıristiyanlık
inancın alanına büyük bir ağırlıkla yerleşmiş ve görünüşte
bütün değerleri kendince değiştirmiş gibiydi. Ancak kökleri
iyice sağlam mıydı, toprağa ayaklarını sıkı sıkıya basabilmiş
miydi? Bu konuda kuşkular vardı ve hemen her aklı başında
insan biliyordu ki toplumlar geçmişlerine sıkı sıkıya bağlıdır-
lar ve bu bağlılıklarını bilinçlerinde değilse de bilinçdışının
görünmez tabakalarında yaşatırlar. Hıristiyanlığın korkutucu
duruşu ve baskıcı yüzü paganlığın dirilmesi korkusunun bir
sonucu olurken pagan ahlaklarının varlığını sürdürmesinde
ayrıca kışkırtıcı ve belirleyici olmuş olabilir. Ne olursa ol-
sun katolik kilisesi kökleri zayıf bir gövde görünümü ortaya
koyuyordu o zamanlar.
Hıristiyan ahlakı her insan eylemini önünde sonunda
korkutucu ve cezalandırıcı Tanrı fikriyle değerlendirirken
yürürlükten kalkmış görünen pagan ahlakları insana güven-
118
mek ve insanı yüceltmek açısından sıradan ama daha gerçekçi
bir anlayışı sürdürüyorlardı. Paganlık eski insanın inancıydı
ama yeni insanın yaşam gerçeğine de ters düşmüyordu hatta
bir bakıma ona daha yakındı. Birinde Tanrı her şeydir, insan
yaşamı kaskatı bir biçimde tanrısallığın güdümündedir, öbü-
ründe insan her anlamda olmasa da en azından ahlaki planda
tanrılaşabilen bir varlıktır. Pagan ahlakı bir insana güvenme
ahlakıdır. Hıristiyanlıkta böyle bir güven yoktur, tam tersine
güvensizlik vardır. Hıristiyan inancında kökel günah fikri yani
insanın tanrısal istemle doğuştan günaha eğilimli kılınmış
olduğu fikri inançlıları sıkıntıya sokuyordu. Buna göre insan
kendine egemen olamazsa her an günah işleyebilirdi. Birey
kuşkuluydu: benim şu düşüncem ya da şu eylemim günahla
ilgili mi değil mi?
Günah çıkarmak gerekiyordu ama gerçekten günah çı-
karılabiliyor muydu? Hıristiyan her zaman bir suçluluk ve
pişmanlık duygusunu derinden yaşamak zorundaydı. Günah
çıkarma rezaletleri anlatılmakla bitmeyecek boyutlardadır.
Engizisyon mahkemesi yoldan çıkanlar için düpedüz bir
tehdit düzeneğiydi. Bu mahkeme dinde sapkınlığı önlemek
gerekçesiyle son derece gözükara ve acımasız olabiliyordu.
Engizisyon’da 1252’den sonra işkence ölüme ve sakatlanma-
ya yol açmamak koşuluyla uygun bir cezalandırma yöntemi
olarak belirlendi. Bu korkunç bir karardı. Haçlı seferine
katılma cezası gibi cezalar hafif cezalar sayılıyordu. Ömür
boyu hapis en geçerli cezaydı. Pişmanlık duymayan sapkının
cezası yakılarak öldürülmekti. Sapkın diye suçlanan kişi öl-
müşse cesedi mezardan çıkarılır, yargılanır, suçlu bulunursa
yakılırdı. XVI. yüzyıldan sonra bu mahkemenin geçerliliği
kalmadı.
Toplumsal savaşımlarda inanç ögesinin belirleyici olma-
dığı, en azından çokça belirleyici olmadığı, daha çok iktisadi
yaşam koşullarının belirleyici olduğu oluşumlar da vardır. Bü-
119
yük bir gelişim yüzyılı olan XIII. yüzyıldan sonra Avrupa’da
aydınlık düşüncelere doğru giderek yoğunlaşan bir yönelim
görüldü. XI. yüzyılla başlayan toplumsal ve iktisadi dönü-
şümlerin sonuçları ortaya çıkmaya başlıyordu. Ortaçağ’ın
XI. yüzyılla başlayan ikinci evresi toplumsal ve iktisadi
açılardan olduğu kadar kültür düzeyinde aydınlığa yönelme
açısından da oldukça verimlidir. Özünde yaşam biçimlerinin
ve bakış açılarının büyük ölçüde değişime uğramasıydı bu.
O dönemde toplumsal olayların hızlı akışı eski değerlerden
yeni değerlere doğru köklü dönüşümlerin göstergesidir. Her
toprak parçasında ve her zaman diliminde değişimler elbette
aynı özellikleri gösteremezdi. Bu oluşumlar çerçevesinde İn-
giltere örneği daha belirleyici gibidir. İngiltere yeni dünyaya
açılmada öncü rolü oynuyordu. Kıta Avrupa’sına göre Ada
topraklarında her şey biraz daha aydınlığa eğilimli gibidir.
Evet bu gelişmelerde başı çeken ülke İngiltere’dir: dönüşüm-
lerin koşullarını ve özelliklerini izlerken bakışlar öncelikle
Büyük Britanya’ya çevrilecektir. Çatışkıların uzlaşmalarla
giderilmeye çalışıldığı bir ortamda yeni değerlere ulaşmak
için gösterilen çabalar daha az sorunlu bir toplumsal düzen
yaratmakta etkili olacaktı. Buna göre daha geç zamanlarda,
XVIII. yüzyılda fransız Aydınlanmacılarının İngiltere’ye olan
hayranlıkları gelişigüzel bir duygusallıktan daha başka bir
şeydir. Kendine kapalı ve kendi ekseni üzerinde dönüp duran
düşünceyle yaşamı düşünen düşünce karşısında aydınların
bilinçleri elbette yaşamı düşünen düşünceye yönelecektir.
O zamanlar özellikle Londra ileriye doğru güçlü ve köklü
atılımların merkezidir. Modern yaşamı enine boyuna tartışan
en güçlü fikirlerin John Locke’un felsefesinde billurlaştığını
söyleyebiliriz.
Yeni dünyanın kurulmasına doğru ilk adım İngiltere’de
1215’de Magna Carta’yla (Büyük Ferman) atılmıştır. Mag-
na Carta bir uzlaşma anlaşmasıdır ve Ortaçağ sonlarının ve
120
Yeniçağ başlarının toplumsal-iktisadi sorunlarından biri olan
bir sıkıntıyı, soylularla kral arasındaki çekişmeyi dengelemiş
hatta enaza indirmiştir. Bu uzlaşma olası sert kavgaları ön-
lemiş, toprak soyluları buna göre kral John’dan çok önemli
haklar koparabilmiştir. Genel olarak kral yetkesinin ağırlık
kazanmakta olduğu Avrupa’da bu oluşum sanki tersine bir
gelişimin ya da insan hakları açısından oldukça erken bir
tepkinin anlatımı gibidir. Magna Carta mutlakyönetimin
yerleşmesinde, toplumsal ve siyasal yaşama ağırlığını koy-
masında toprak soyluluğu yararına bir gecikmeyi ya da bir
yumuşamayı duyurur. Mutlakyönetim gelişmekte olan serma-
yeciliğin koruyucu gücüdür. Bu ferman 1216’da Henri III’ün
tahta geçmesiyle yenilenmiştir. Ferman kralla vasalleri ara-
sındaki feodal ilişkileri, bu arada krallığın yönetimiyle ilgili
bazı konuları ele alır. Magna Carta soyluların öncülüğünde
yasa düzeninin mutlakyönetime fren koyması ya da boyun
eğdirmesi olarak anlaşılmalıdır. Buna göre toprak soylula-
rıyla mutlakyönetim arasında doğabilecek vahim olaylar bir
belgeyle önlenmiş oluyordu. Yasa inancının erkenden doğuşu
ve toplumca benimsenmesi merkezi baskıyla sağlanacak
dengeden daha önemliydi elbette. Böylece İngilizler özgürlük
haklarını elde etme yolunda önemli bir adım atmış oldular.
1264’de parlamentonun kurulması bu yolda atılmış daha bü-
yük bir adımdır. Rahipler soylularla işbirliği yaptılar, küçük
soylular burjuvalara yaklaştılar: bu kümelenme iki meclisli
ingiliz siyasal yaşamının özünü oluşturdu. İngiltere’de gerçek
anlamda ilk parlamento çalışmaları Edward I (1272-1307)
zamanında oldu. Bu iki parçalı parlamentoda kral baronlarla
burjuvalar arasındaki uzlaşmayı canlı tutmakla yükümlü gi-
biydi. Magna Carta’yla parlamentoyu bir bütünde düşünmek
doğru olur. İngiltere’de “parlamento” sözü 1239’dan sonra
kullanıldı. Ancak parlamentonun kuruluşu için 1264’ün son-
rasını beklemek gerekir.
121
Henry III zamanında yönetimin başında bulunan fransız
Leichester kontu Simon de Monfort devletin yönetimini
dokuz üyeli bir kurula bıraktı. Parlamentonun çekirdeğidir
ya da parlamento düzenine doğru atılmış ilk adımdır bu.
Mutlakyönetim karşısında yeterince ağırlık koyamayan ve
yeniliklerden hoşnut olmayan, en azından onları yetersiz
bulan baronlar homurdanmaya başlayınca Simon de Monfort
1265’de parlamentoyu topladı. Parlamentoya her “shire”dan
iki şövalye ve her kentten iki burjuva çağırıldı. Temsili de-
mokratik uygulamalara örnek gösterilecek olan geleceğin
güçlü parlamentosunun temeli böylece atılmış oldu. Simon de
Monfort’un ölümünden ya da daha doğrusu öldürülmesinden
sonra İngiltere’de fransız kültürünün ağırlığı çok aza inmiştir.
Simon de Monfort İngiltere’de modern siyasal yaşamın ku-
rulup gelişmesine katkıda bulunmuş yönetici düzeyinde son
fransız aydınıdır. Bundan böyle Fransızların ingiliz toplumu
üzerindeki etkileri azalacak, bir zaman sonra XVIII. yüzyılda
ingiliz kültürü fransız düşünce dünyasını derinden etkileye-
cektir. Bunun bir başka anlamı Fransa’da Aydınlanma’nın
düşünsel planda ingiliz düşüncesinden, özellikle de modern
toplumun yaşam koşullarını tartışan John Locke’dan büyük
ölçüde beslenmiş olduğudur.
Yurtsuz John’un koyduğu ve Henry III’ün sağlamlaştırdığı
Magna Carta modern siyasal yaşama geçişte ilk büyük adım
oldu. Zaman gelişimler zamanıdır, yeniliklere son derece
açıktır. XIV. yüzyılın sonlarında çok şey değişecek, ingiliz
toplumu ulusal kültürünü kurmak ve geliştirmek yolunda çok
önemli çıkışlar yaparken ingiliz dilinin gelişmeye başladığı
görülecektir. Magna Carta olayına biraz daha yakından bak-
makta yarar vardır. 1199-1216 arasında İngiltere kralı olan
Yurtsuz John (1167-1216) Magna Carta’yı 1215’de kendi-
sine başkaldıran toprak soylularına söz geçiremeyeceğini
anlayınca imzaladı. Bu ferman 1217’de ve 1225’de yeniden
122
yayımlanmıştır. İngiltere kralları X. yüzyılın sonlarından
başlayarak yetkilerini soyluların zararına epeyce genişletmiş-
lerdi. Soylular bu yüzden zaman zaman başkaldırdılar. Onlar
bir yandan da zenginliklerine zenginlikler katarken doymak
bilmez zalim John’un iştahını kabartıyorlardı. John baştan
beri bu zenginliklere göz koymuş ve bu yolda pekçok toprak
soylusunun canını yakmıştı. İnsanlara acımıyor, can almaktan
da geri durmuyordu. Soylulara yüksek vergiler koyuyordu,
yeni vergi alma yöntemleri icat ediyordu. Yurtsuz John 1214
güzünde Fransa kralı Philippe Auguste’e yenilince baronlar
sürgündeki Canterbury başpiskoposunu da yanlarına çekerek
krala karşı ayaklandılar: istekleri yerine getirilmezse krala
savaş açacaklardı. 1215 başlarında kralla görüştüler. Kral
onlardan çekiniyor ama gönlüne göre belirlediği haklarından
vazgeçmeyi de düşünmüyordu. Öte yandan soylular kralın
güçlü ordusuyla başa çıkamayacaklarını da biliyorlardı. Ça-
tışmayı göze aldılar ve 17 mayısta Londra’yı ele geçirdiler.
Kral barış istemek zorunda kaldı. 15 haziranda Thames ya-
kınlarında bir açık alanda toplanan soylular isteklerini krala
bildirdiler. 19 haziranda ferman hazırlandı.
Ferman kralla vasalleri arasındaki ilişkileri düzenliyor,
krallığın yönetimiyle ilgili kurallar getiriyordu. Aslında ba-
ronların yeni bir yasa düzeni tasarlamak ve onu krala benim-
setmek gibi bir düşünceleri yoktu. Onlar eski ayrıcalıklarına
kavuşmak istiyorlardı. Elde edilen şu haklar çok önemliydi:
hiçbir özgür insan yürürlükteki yasalara başvurulmaksızın
tutuklanamaz ve mallarından yoksun bırakılamaz, adalet sa-
tılamaz ve geciktirilemez, haciz yoluyla ve zorbalıkla vergi
koyulamaz. “Devletin yasaları vardır, toplumla ilgili haklar
vardır. Kral bunlara saygı göstermelidir. Kral bunlara saygı
göstermezse yasalara bağlılık bir ödev olmaktan çıkar ve kişi-
lerin ayaklanma hakkı doğar.” Bundan sonra krallar ne zaman
bildikleri gibi davranma rahatlığını gösterseler karşılarında
123
bir kötü ruh gibi Magna Carta’yı buldular. Sonraki kuşaklar
için ferman bir özgürlükler yasası ağırlığı kazandı, özellikle
Avrupa’da ve Amerika’da özgürlükçü ve eşitlikçi siyasal
düşüncelerin gelişmesine büyük ölçüde katkıda bulundu.
Yurtsuz John sözkonusu fermanı elbette istemeden im-
zalamıştı, imzalar imzalamaz da büyük bir öfkeye kapıldı.
Kral kendisi miydi yoksa baronlar mıydı? “Başımda çok
güçlü yirmi beş kral var şimdi” diyordu. Destek olur umu-
duyla papa Innocentius III’e yöneldi. Ancak papanın o uzak
topraklardan yetişip yapabileceği bir şey yoktu. Kitapların
yazdığına göre Yurtsuz John 19 kasım 1216 günü çok balık
yedi ve sindirim zorluğu çekerek bu dünyadan ayrıldı. Ondan
sonra feodallerin denetimi yavaş yavaş parlamentoya geçti.
İngiltere’de parlamento bir uzlaşma kurumu olarak işlevini
yerine getirirken toplumsal-siyasal güçler arasındaki dengeyi
olabildiğince sağladı. Bu dönemde meslek ortaklıkları ya da
meslek birlikleri diyebileceğimiz bir takım topluluklar da
toplumsal-siyasal bir ağırlık kazandılar. Ağırlığın özellikle
burjuvalarda, tüccarlarda, manastır keşişlerinde ve üniversite
öğrencilerinde olduğunu söyleyebiliriz. Kentlerde toplaşan
meslek sahipleri ancak dayanışma içinde güçlü olabilecek-
lerinin bilincine varmışlardı. Yalnız o zamanın kentlerini
bugünün kentleriyle bir tutmamak gerekir. XIII. yüzyılda
Londra’nın nüfusu otuz bin kadardı, öbür kentler o kadar da
yoktu. Bunların bir bölümü manastır çevresinde kurulurken
büyükçe bir bölümü geçiş yerlerinde yol kavşaklarında li-
manlarda ırmak boylarında kurulmuştu. Bunlar çöplerin dört
bir yana yayıldığı ve kötü kokudan geçilmeyen kentlerdi.
Londra’da ilk çeşme XIII. yüzyılda yoksullar su içsin diye
yapılmıştır. Varsıllar bira içerlerdi.
Gelişim atılımlarının önüne yalnızca bazı siyasal güçler
değil inanç kurumları da çıkmıştır. Siyasal güçler bazen
gelişime karşı bazen de gelişimden yana olmuştur. Nitekim
124
hızla güçlenen mutlakyönetimler feodal düzenin giderilmesi
ve sermaye düzeninin yerleşmesi yolunda biraz katı hatta
acımasız ölçülerde de olsa önemli katkılarda bulundular.
Aydınlığa doğru yönelişin kültürel yüzü kadar siyasal yüzü
de önemsenmelidir. Gelişmekte olan sermaye düzeni gelişi-
minin temel dayanağını mutlakyöneticilerin ödün vermeyen
tutumlarında bulmuştur. Bugün azçok demokratikleşmiş ül-
kelerde sık sık sözü edilen laikliğin kökeninde de Ortaçağ’ın
din kurumları karşısında kesin tutum almaktan çekinmeyen
mutlakyöneticilerini görmek gerekir. Yaşamı ve düşünceyi
aşkın dünya adına ya da tanrısallık adına dondurmayı ve
kurallara bağlamayı amaç olarak gören papalar karşılarında
acımasız kralları bulunca her şeyi bildikleri gibi düzenleye-
meyeceklerini anlamışlardı.
Biraz da siyasetin dinle kavgasının anlatıldığı bazı sayfa-
lara göz gezdirelim. Vakit XIII. yüzyıl dolaylarıdır. Bu dönem
Avrupa’da özellikle de Fransa’da feodalliğin doruk noktasına
ulaştığı ve buna göre içten içe dağılmaya çözülmeye başladığı
bir dönemdir. Henüz haçlı ruhu sönmüş değildir ama inanca
olan bağlılık sanki eski anlamını yitirmiş ve gevşer gibi ol-
muştur: bu yeni zamanlar dinsel duygusallıkların kışkırtacağı
kahramanlıklara artık belli ölçülerde de olsa kapalı gibidir.
Ortaçağ ruhunu ayakta tutan onur kavramı artık eskisi kadar
önemsenmez olmuştur. Tarihçi Henri Vast’ın deyişiyle bunu
“hıristiyanlık ruhunun azalması” diye de belirleyebiliriz.
Fransa’da yeni yükselen sınıfın yani burjuva sınıfının koru-
yucusu olan krallar mutlak güç olabilmek için başta zorbalık
olmak üzere her türlü yöntemi kullanabiliyorlardı: sermayeci-
liğin gelişimini engelleyen feodalliğin yaşamdan kesin olarak
silinmesi mutlakyönetimin ödünsüz çabasını gerektiriyordu.
Sorun az önce görmeye çalıştığımız gibi İngiltere’de daha
az katı koşullarda çözülecektir. Orada özgürlüklerin belli bir
anlayış çerçevesinde savunucusu olan soyluluk mutlakyöne-
125
tim üzerinde etkin bir denetim düzeneği kurarken sermaye
gelişimlerini engelleyici bir tutum içine girmedi: uzlaşmak
çatışmaktan daha anlamlıydı.
Yeni dünyanın kurulması yolunda İngilizlerin oynadığı
öncü rolü büyük ölçüde bu dengeden beslenmiştir. İngiltere’de
soyluluğun en azından bir anı olarak bugüne kalmış olması,
sanayideki ve ticaretteki ilerlemelerle birlikte süpürülmemesi
daha özgürlükçü bir anlayışa dayanan bu dengeli siyasetin
ürünü olmuştur. Zaman soyluluğun anlamını giderek yumu-
şatsa da belli bir soyluluk geleneği varlığını hep korumuş,
bu kararlı durum dengeci ingiliz ruhuna hiçbir zaman aykırı
düşmemiştir. Buna karşılık Fransa’da eskiyle yeninin ya da
soylu sınıfıyla burjuva sınıfının kavgası epeyce kanlı hatta
acımasız oldu. Karşıt güçler birbirlerini giderebilmek için
kıyasıya savaşırken en kanlı yöntemlere başvurdular. Felsefe
tarihi geleneğinde de kendini ortaya koyan bir ayrım, ingiliz
deneyciliğiyle fransız usçuluğu ya da ingiliz uygulamacı-
lığıyla fransız köktenciliği arasındaki ayrım da bunu pek
güzel gösterir. Fransa’nın tarihi başka ülkelerin tarihinden,
en azından İngiltere’nin tarihinden biraz daha kanlı gibidir.
Fransa’da mutlakyönetim tüm toplumsal ve iktisadi güçlerin
üzerinde egemenlik kurmaya çalışırken soylulukla ve din
kurumlarıyla amansız bir savaşıma giriyordu.
Almanya bugün olduğu gibi dün de İngiltere’den ve
Fransa’dan iyiden iyiye ayrı özellikler göstermiştir. Bu dönem
Almanya’nın Kutsal Roma Germen İmparatorluğu adı altında
son derece parçalı bir toprak düzenini sürdürdüğü dönemdir.
“Roma” elbet Roma İmparatorluğu’nun görkemine ya da
tantanasına özenmekle ilgiliydi. Almanlar bu geniş impara-
torluk düzeninde o eski dünyanın başında yer almak düşleri
kuruyorlardı. Oysa askeri imparatorluklar döneminin sonla-
rına gelinmişti. Bu “kutsal” imparatorluk da geniş topraklar
üzerinde yırtılmaya hazır bir örtüden başka bir şey değildi.
126
Bunun en belirleyici göstergesi imparatorların yoksulluğu-
dur. “Seçici prens”ler bir takım silik yabancıları imparator
seçiyorlardı. Bu kurnazlığın tek nedeni egemenliklerini
yitirme korkusuydu: imparatorlar senyörlerin üzerinde bir
güç oluşturmamalıydı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu
görünüşte herkesin devleti gibi dururken gerçekte tepeden tır-
nağa almandı. Bu cılız yapıda herkes ayrı bir telden çalarken
feodal yaşamda kargaşa hızla yayılıyordu. Giderek ülke küçük
küçük fieflere bölündü. Kuş uçmaz yerlere kocaman şatolar
diktiler, bu şatolar yağmacılığın kaleleriydi. Almanya’da
merkezi yetke diye bir şey yoktu: geçerli tek yasa yumruk
(Faustrecht) yasasıydı.
Feodal parçalanmışlıktan ulusal bütünlüklere geçiş dö-
neminde Fransa’nın orta ve kuzey topraklarında mutlakyö-
netim kesin olarak egemendi. Feodal soyluluk gelişmekte
olan burjuva iktisadına ve her şeyden önce kral yetkesine
boyun eğmek zorunda kaldı. Kral tüm toprak soylularının
üstündeydi, krallığın korunmasından o sorumluydu. Kralın
gerçek anlamda “mutlak” yönetici olması yetkesini Tanrı’dan
almasıyla ve Tanrı’dan başka kimseye hesap vermek zorun-
da olmamasıyla belirgindir. Zamanın kralları bu yönleriyle
daha önceki zamanların krallarından ayrılırlar. Her şeye
karşın XIII. yüzyılın kralları azçok yenilikçi krallar oldular,
zamanın değerleri ve kendi anlayışları çerçevesinde barışı ve
adaleti sağlamaya çalıştılar. Feodal dağınıklıktan kısa erimde
bütünsel bir yapıya geçmek kolay değildi. Feodaller sonunda
yetkilerini mutlak krallara bırakmak zorunda kaldılar. Kral-
ların bir işi de giderek güçlenen papalığın gücünü kırmaktı.
Papalığın kasası her gün biraz daha doluyordu. Konsiller yani
din kurulları birer siyasal karar organı gibi iş görüyorlardı.
Din adamlarının gücünü kırmaya çalışan kralların başında
Güzel Philippe diye bilinen ve 1285-1314 arasında kral olan
Philippe IV (1268-1314) vardır.
127
Güzel Philippe tahta geçtiğinde henüz on yedi yaşın-
daydı, yakışıklılığıyla tanınıyordu, ağırbaşlı bir gençti. Onu
yetiştiren Gilles de Rome ona din devletinden nefret etmeyi
öğretmişti. Genç kralın yaşına göre azımsanmayacak bir
kültürü vardı. Duygucu değildi, ussal düşünceden yanaydı,
trubadurların duygulu şiirlerinden hoşlanmazdı. Son derece
alçakgönüllüydü. Onu yeni yöneticilerin ya da tarih sahnesine
yeni çıkan gerçek mutlakyöneticilerin ilki diye almak, bir de
laik düşüncenin aydınlık yolunu açan önderlerden biri diye
düşünmek yanlış olmaz. Onun çabasıyla krallık papalığın
üzerinde ezici bir güç oluşturdu: papalar uzunca bir süre
Roma’dan uzakta yaşadılar. Bu dönem Tiers état denilen
orta sınıfın yani soyluların ve rahiplerin dışında kalanların
yaşama ağırlık koyduğu bir dönemdir. Feodal kültürün özünü
oluşturan şövalye ruhu ve onun altında yatan “onur” kavramı
unutulmaya doğru gidiyor, ticaretin ya da kazancın yaşama
ağırlık koyacağı zamanlar yaklaşıyor, mutlakyönetim zor-
balaştıkça feodal düzen dağılıyordu. Feodalliğin yüzyıllar
boyu yerleşmiş kavgacı özellikleri oluşmakta olan ulusallık
bilincinin direnci karşısında etkisiz kalıyordu. İngiltere’de
olduğunun tersine Fransa’da yönetimin katılıkları büyük
boyutlara ulaşmıştı. Fransa’da polis gücü her şeyin üstünde
gibiydi.
Zamanın olayları içinde en belirleyici olanı elbette pa-
payla kral arasındaki çekişmedir. Kavga 1296’da koyulan
bir vergi yüzünden çıktı. Kavga aslında bir yetki kavgasıy-
dı. Krallıkla papalık arasında kıyasıya bir çekişme başladı.
Bonifacius VIII’in asıl amacı öncülerinin yani Gregorius
VII’nin ve Innocentius III’ün yolundan giderek papalık
yetkesini mutlaklaştırmaktı: papalık tüm dünya güçlerinin
üstünde olmalıydı, papa kralların da prenslerin de süzereni
durumunda olmalıydı. Böylesi bir görüş Philippe IV gibi
128
şiddete eğilimli ve gerektiğinde sonuna kadar zorbalaşa-
bilen bir kralın benimseyebileceği bir görüş değildi. Kral
papalığın baskılarına boyun eğmeyince işler iyiden iyiye
sarpa sardı. Kral papanın topladığı konsile karşılık 10 nisan
1302’de Notre-Dame’da états généraux’yu topladı. Bu meclis
Fransa’nın ilk meclisidir. Fransa İngiltere’den otuz sekiz yıl
sonra ilk parlamentosunu oluşturmuştu. Bununla birlikte états
généraux Fransa’nın siyasal yaşamında sürekli olmamıştır,
bu yüzden İngiltere’nin hemen ardından Fransa parlamento
düzenini benimsedi diyebilmek kolay değildir. Kralın gerek-
tiğinde toplantıya çağırdığı bu meclisler karar üretme hakkı
olmayan danışma meclisleridir. Bu meclislere rahiplerden
soylulardan ve Tiers’den yani üçüncü sınıftan seçilmiş üye-
ler katılırdı. Bu 10 nisan toplantısında çıkarları iyiden iyiye
tersleşen soylular ve burjuvalar papaya karşı kralın yanında
son damla kanlarına kadar savaşacaklarına ant içtiler.
Tarihçi Désiré Blanchet şöyle diyor: “Çekişme vergiler
yüzünden çıktı. Flandre savaşı sırasında kral genel bir ver-
gi koymuştu, kilise malları açısından ağır bir vergiydi bu.
Papa bu duruma Clericis laicos genelgesiyle karşı çıktı ve
vergi toplayacak olanları da vergi verecek olanları da aforoz
etmekle tehdit etti. Bu defa Güzel Philippe krallıktan altın ve
gümüş çıkışını yasakladı. Her yıl Fransa’dan epeyce yardım
alan papanın hazinesi bu durumda yoksullaştı. Fransa’daki
piskoposlar araya girdiler ve kavga yatıştı. Kavga Pamiers
piskoposu yüzünden yeni baştan alevlendi. Kralın kişisel düş-
manlarından olan Bernard de Saisset adlı bir piskoposu papa
krala karşın atamıştı. Kral bir bahaneyle piskoposu tutuklattı.
Bonifacius VIII piskoposu şiddetle savundu. Güzel Philippe’e
karşı Ausculta fili adlı bir bildiri yayımladı. Bildiride kralı
haraççılıkla, para işlerinde dalaverecilikle, zorba olmakla
suçluyordu. Sonunda Roma’da kralı yargılamak ve krallığı
düzene koymak için bir konsil topladı.”
129
Kralın yasaklamasına karşın birçok fransız rahibi
Roma’ya gitmeyi göze aldı. 1302 temmuzunda kralın bir-
likleri Courtrai’de yenilgiye uğradı. Bu durum papayı umut-
landırdı. Konsile papaların krallar üzerindeki üstünlüğünü
onaylattı, bu arada kralı aforoz etme hazırlıklarına girişti. Bu
defa kral karşı saldırıya geçti. Guillaume de Nogaret adlı bir
hukukçu papayı sapkınlıkla suçlayan bir bildiri hazırladı ve
bu bildiriyi kralın bir konsilde açıklatmasını istedi. Bu kişi
daha önce sapkın ilan edilerek yakılmış olan birinin oğluydu.
O bu işte sonuna kadar gitmeyi göze aldı ve papanın düş-
manlarından Colonne adlı biriyle ve bir haydut topluluğuyla
Roma’nın yolunu tuttu. Adamlar papanın kaldığı Anagni’ye
girdiler, papalık sarayının kapılarını kırdılar. Seksen altı
yaşındaki papa bu kişilere direndi. Anagni halkından bekle-
diği ilgiyi göremeyen yaşlı adam Roma’ya döndü, hakarete
uğramış olmanın acısıyla hiçbir şey yemeyerek iki gün içinde
öldü. Yeni papa Clemens V Roma’ya gitmedi, Avignon’da
yerleşti. Papalık yetmiş yıl Roma’dan uzakta, Fransızların
denetiminde kaldı.
Güzel Philippe bu arada Temple şövalyeleriyle uğraşmaya
başladı. Hem askeri hem dini bir tarikat olan Temple tarikatı
1119’da kurulmuştu ve çoğu Fransız olan 15 000 üyesi var-
dı. Tarikat üyeleri para içinde yüzüyorlardı. Onlar papanın
ve birçok prensin bankerleriydiler. Hiç vergi vermiyorlardı.
Kral bu güçlü tarikatın belini kırmak için önce önderleri
Jacques de Molay’ı tutuklattı, sonra Fransa’daki tüm tarikat
üyelerini tutuklattı (1307). Tarikat üyeleri 1310-1314 arasın-
da yargılandılar ve yakılmaya mahkum edildiler. 1312’den
sonra papa Clemens V Fransa kralının isteği üzerine tarikatın
varlığına son verdi. Devlet içinde devlet olan Temple tarikatı
böylece tarihe karıştı. Haçlı ruhunun çok gerilerde kaldığı bir
dönemde Temple şövalyelerinin varlığı dinsel olmaktan çok
iktisadi bir amaca hizmet ediyordu.
130
Philippe-Auguste’den ve Saint Louis’den sonra kral olan
Güzel Philippe’in başlıca kaygısı sınırları oldukça geniş ve
her anlamda bütünlüklü bir devlet kurmaktı: krallık gücünün
her şeyin üstünde belirleyici olmasını istiyordu. Dağınık ve
oldukça parçalı bir toplumdan bir ulus oluşturma çabasıydı
bu. Artık ulusal devletlerin kurulmaya başladığı zamanlar
gelmişti. Ancak kralın bu amacı bir çırpıda gerçekleşecek gibi
değildi, feodal yapı henüz tam olarak giderilebilmiş değildi ve
bu yapının kalıntıları daha epeyce bir zaman varlığını sürdü-
recek gibiydi. Epeyce yol alınmıştı ama: kral krallık sınırları
içindeki senyörlerin süzereni durumundaydı. O aynı zamanda
Roma imparatorluğunun kalıtçısı sayılıyordu. Öte yandan
kiliselerin ve manastırların da koruyucusuydu. Dindar Saint
Louis’den sonra tam anlamında laik bir kral başa geçmişti.
Krallığı güçlendirmek adına düzenli bir ordu kuran Güzel
Philippe bu orduyla her şeyden önce dikbaşlı vasalleri dize
getirdi. Krallığın kasasını zenginleştirdi. Sarayda bir meclis
oluşturdu, bu meclis bir tür parlamento görevi yapıyordu.
Ancak kral meclis üyelerini her yıl yeniden belirliyordu. Bu
mecliste rahiplerle laikler eşit sayıdaydı.
Bu arada Tiers état büyüyor ve güçleniyordu, feodal top-
lum da hızla küçülüyordu. Öte yandan toplumun genel yaşam
düzeyi epeyce yükselmişti. Yeni kurulmakta olan sanayinin
çok iyi durumda olduğu söylenemezdi, gene de ülkede belli
bir sanayi etkinliği vardı. Korporasyonlar arasında rekabet
artıyor, bu artış parçalanmayı da kendiliğinden getiriyordu.
“Böylece tespih üretenler üç ayrı korporasyonda toplanmış-
lardı: birileri yalnızca kemikten ve boynuzdan tespih yapıyor-
du, öbürleri fildişinden ve deniz hayvanlarının kabuklarından
tespih yapıyordu, üçüncüler amberden ve kehribardan tespih
yapıyordu” (Henri Vast). Sınıf ayrımının ortadan kalkmaması
için 1294’de yayımlanan bir buyrultu burjuvaların araba sa-
hibi olmasını, kürk giymesini, altından gümüşten ya da başka
131
değerli madenden mücevher takmasını yasaklıyordu. Yıllık
geliri altı bin liradan aşağı olan düklerin ve kontların yılda
dörtten fazla ve rahiplerin de yılda ikiden fazla giysiye sahip
olamayacağını bildiriyordu. Bu karara uymayanlara büyük
para cezaları verilecekti. Ancak bu buyrultunun maddeleri
uygulanabilir gibi değildi.
XIV. yüzyılın başlarında Capet hanedanının güçlü kralı
Philippe IV’ün ulusal devlet kurma yolundaki çabaları bunlar
oldu. Kısacası Philippe IV yeni zamanlara giden yolun ba-
şında tarihin akışını epeyce hızlandırdı. Ulusal diller henüz
tam olarak gelişmemiş, ulus kavramı tam olarak oluşmamış,
ulusal devlet fikri yaşama geçmemişti. O dönem bir geçiş
dönemiydi, bir geçiş dönemi olmanın bütün özelliklerini
taşıyordu. Kral çok önemli işler yaptı ama pek sevilmedi,
insanların gönlünde bir Saint Louis’nin yarattığı etkiyi yara-
tamadı. Şiddete olan eğilimiyle, içten pazarlıklı oluşuyla hatta
sinsiliğiyle, kinciliğiyle intikamcılığıyla, gerekli gördüğü
zaman hiç çekinmeden uygulamaya koyduğu haksız karar-
larıyla halkın gözünde kendini epeyce yıprattı. Bu olumsuz
özellikleri olmasa Ortaçağ’ı Yeniçağ’a bağlayan aydınlığın
siyaset alanındaki birinci ustası diye anılacaktı. Gene de
onun dönemi modern Fransa’nın kuruluşunda ve insanlığın
aydınlığa doğru ilerleyişinde bir dönüm noktasıdır.
Bütün bu oluşumlar bize Rönesans’a doğru gelişen ya-
şam koşullarının ne büyük bir etki gücü taşıdığını pek güzel
gösteriyor. Durağan dönemler bitmişti, kapalı iktisat bitmişti,
önce küçük küçük pazarlar kurulmuş, sonra ticaret daha geniş
pazarlara taşmıştı. Kolay kolay sanayi adını veremeyeceğimiz
üretim etkinliği basit makinelerle başladığı serüveni daha
geniş topraklara yayma eğilimi gösteriyordu. Sonra hepimizin
çok iyi bildiğimiz şeyler oldu: yeni bir dünya kuruldu, bu
dünya geçmişte hiç olmadığı biçimde çeşitliliklerle ve çeliş-
kilerle dolu bir dünyaydı, giderek küçülen bir dünyaydı. Yerel
132
insandan evrensel insana doğru bir dönüşüm gerçekleşti,
kültürdönüşümleri büyük boyutlara ulaştı, değerler bir yer-
den bir yere taşındıkça yeni dünyanın resmi ortaya çıkmaya
başladı. Sermayeci düzen diye adlandırdığımız yeni yaşam
düzeni bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla kendini ortaya
koydu: insanı geliştiren güçlerle insanın gelişimini engelle-
yen güçler aynı düzen içinde etkindi ve çatışkılı bir görünüm
ortaya koyuyordu. Yeni düzen özgürlüklere son derece önem
verecek bir düzen gibi görünürken kendi atılımları için engel
saydığı her türlü düşünsel ve eylemsel davranışa karşı çıktı.
Eski zamanlar bitmiş yeni zamanlar başlamıştı.
Bazı tarihsel olaylar tarihin dönüm noktalarıdır. Onlar top-
lumların hatta insanlığın aydınlığa doğru gelişen atılımlarına
tanıklık ederler. Her tarihsel olay ileriye doğru iten yanlarıyla
da geriye doğru çeken yanlarıyla da yaşamsal evrimin koşul-
larını bize duyurur. Ancak gelişimin özelliklerini sıradan yani
herhangi olaylardan çok belirleyici diyebileceğimiz çarpıcı
olaylarda daha açık görebiliyoruz. Örneğin Magna Carta
İngiltere için de daha geniş bakarsak insanlık için de tam
anlamında bir dönüşüm olgusudur. Basitçe kendini gösteren
nedenlerden çok asıl nedenleri yani belirleyici nedenleri gö-
rebildiğimizde dönüşümün koşullarını daha iyi anlayabiliriz.
Bunun için yetkin bir bakış gerekir. Bunun için aynı zamanda
zaman açısından olaylarla aramıza belli bir uzaklığın girmesi
gerekir. Bir şeyi anında kavramakla daha gelişmiş bir bakış
açısıyla daha sonra kavramak arasında büyük bir ayrım vardır.
Örneğin Güzel Philippe’in yapıp ettiklerinde çok önemli bir
aydınlanma gerçeğinin yattığını görebilmek o günün insan-
larından çok bugünün insanlarına özgü olacaktır.
Tarihi bütün olarak kavramaya çalışırken özellikle yo-
ğun bir dönüşümü duyuran bazı belli olayları öne çıkarıp
incelemek bize son derece verimli olanaklar sağlayacaktır.
Ama bu olayları apayrı bütünlükler olarak ele almak, onları
133
çok önemli kaydıyla ele alırken bütünü elden kaçırmak,
bir başka deyişle onların bütündeki yerini görememek bize
yanlışlar yaptırabilir. Tarihsel araştırmada yöntemimizin
özü bütünden uzaklaşmamak olmalıdır. Böyle olmadığı
zaman Güzel Philippe’in papayla kavgasını basit bir siyasal
çekişme olarak değerlendirip çıkabiliriz. Ancak onda gele-
ceğin laik kavrayışlarına giden yolu görebildiğimiz zaman
araştırmamızın bir anlamı olacaktır. Tarihi doğru okumak
olayların dünyasında sıkışıp kalmadan nedenleri görmekle
sağlanabilir. Olaylar bize özü kavramada ya da nedenleri
görmede birer veri olabildikleri zaman önemli olabilirler.
Gerçekte olaylardan yola çıktığımız ama gene de olayların
üzerine çıkmayı başardığımız koşullarda doğru bir tarih kav-
rayışı oluşturabiliriz. Tarihin toprağında gezinmek biraz da
ya da zaman zaman yukarılara doğru çıkıp olanı biteni kuş-
bakışı gözlemlemeyi gerektirir. Tarihi yapanlar olanı biteni
tarihi yazanlar kadar sağlam değerlendiremezler, bazen hiç
değerlendiremezler. Tarihin bizi nerede ve hangi koşullarda
nereye doğru sürüklemekte olduğunu bilemeyiz. Bugünün
kahramanları yarının hainleri olarak deftere geçirilebilirler.
Bugünün değil geleceğin yargısı önemlidir. Birilerinin bugün
olmakta olanlar üzerine ya da olan bitenler üzerine ileri geri
konuşmaları tarihi ilgilendirmez. Tarih son yargı organıdır.
Doğruların neler olduğunu ister istemez ondan öğreniyoruz.
Bilimde de sanatta da felsefede de son sözü tarih söyler.
134
AYDINLANMANIN DAYANAĞI
VE TEMEL SORUNU: DEMOKRASİ
166
doğrudan doğruya kişisel çabanın ürünüdür. Yetkinleşme
yolunda kişiyi besleyecek ya da kişiye veri sağlayacak kay-
naklar bugünün yaşam koşullarında ve dolayısıyla bugünün
evrensel bilinç koşullarında içkindir. Yetkin bilinç evrensel
gerçekliğin koşulları içinden geleceği kurmaya yarayacak
ögeleri ya da gereci bulur çıkarır. Bunu yaparken kendi
deneylerinden olduğu kadar başkalarının deneylerinden
yararlanır. Bugünün tasarımları geleceğin yaşamına tıpatıp
uyacak değildir elbette, geleceğin bedenine ısmarlama ceket
gibi oturacak değildir. Ama o tasarımlarda geleceğin gelecek
olmasına katkılarda bulunabilecek belli bir yaratıcı düşünce
ağırlığı vardır. O tasarımlarda geleceğin yaşam biçimlerini
oluşturacak olan gücüllükler ya da gücül güçler gerçekleşe-
bilmek için zamanı beklerler.
Yetersiz bilinçler gelecek üzerine eksiksiz bir yüreklilikle
yönelmek gereği duymadıkları zaman gelecekle ilgili sorun-
lardan uzak kalmaya bakarlar, gelecekle ilgili sorunlardan
sessizce kaçarlar. Geleceğin konu edildiği yerde onlar gene
de bilir bilmez geçmişin bölük pörçük masallarına sığınarak
kendilerini kurtarmaya çalışırken geleceğin bilinmez ülkesini
de şöyle bir dolanıp gelirler. Şimdiyle geçmiş ve gelecekle
geçmiş arasında benzerlikler bulmak bir üstünlük gösterisi-
dir. Bilinç yetmezliği çeken insanlar sözün gücüne sığınıp
değişik belagat örnekleri geliştirerek gelecekle ilgili ileri geri
konuşabilirler. Gene de her şeye karşın geçmişi azçok göre-
bilmekle geçmişin tümüyle uzağında olmak arasındaki ayrımı
gözden uzak tutmamamız gerekir. Elbette insanları bilenler
ve bilmeyenler diye iki kümeye ayırmak doğru olmaz, bu en
azından bizim işimiz değildir. Öte yandan ne kadar yetkin
bilince ulaşmış olursak olalım bize gelecek elimizin altındadır
duygusunu yaşatacak üst bir kavrayışa ulaşamayacağımızı
biliriz. Falcıların sevimli çabalarını bir yana bırakırsak kimse
167
geleceği tam olarak göremez ve tasarlayamaz. Öte yandan
geleceğin gelmesini sabırla beklemek yerine onun oluşumu-
na katkıda bulunmak gibi bir yükümlülüğümüz vardır. Hiç
tasarlanmadan kendi kendine gelecek olan bir gelecek en
azından şaşırtıcı olacak ve bizi hazırlıksız yakalayacaktır ve
bize dünün ve bugünün sorunlarına çok benzeyen sorunlar
getirecektir. Böyle bir gelecek ilgisizliklerin boşluğunda
oluşmuş verimsiz bir gelecektir. Kişilerin ve toplumların
kendilerini yenilemeden yineledikleri yer burasıdır.
Aydınlanmanın bir anlamı da geleceği tasarlama sorum-
luluğumuzla ilgilidir. Geleceğe olan ilgimiz basit bir meraklı
olmanın ötesinde yaşamı yeniden yaratmak yükümlülüğünden
gelir. Yetkin bilince ulaşmış kişi bu dünyada aynı zamanda
bir görevli olduğunu bilir. Görevlendiren de görevlendirilen
de kendisidir. O öncelikle kurumların değil kendinin görev-
lisidir: dünyayı daha iyiye doğru dönüştürmek isteyen kişi
kendini bu yönde yükümlü kılar. Kültür alanları bunun için
vardır. Kendini görevli gören kişi şurada burada onun bunun
uygunsuz davranışlarıyla savaşmak, sokakta trende iskele-
de densiz kişileri uyarmak gibi bir sorumluluğu olduğunu
düşünmeyecektir. Bizim görevlerimiz bilinçleri aydınlığa
doğru yöneltmektir, bunun için sanatın bilimin ve felsefenin
olanaklarını kullanmaktır. İnsanların bir takım yetersiz hatta
uygunsuz davranışlarını etkisiz kılmak ve o insanları daha
tutarlı olmaya yöneltmek yükümlülüğünü kendinde görenler
olabilir. Bu yüzden yaşamı dönüştürmenin temelinde değer
yaratma çabasının bulunması gerekir. İnsan bir değer varlığı-
dır ve aydınlanmaya yönelmek değer yaratmakla eşanlamlıdır.
Düşünüyorum öyleyse değer yaratıyorum formülü gerçek
anlamda bilinçli insanın varoluş nedenini açıklar.
168
SANAT AYDINLIĞA ÇAĞIRIYOR
174
şairin sanatçı kişiliği görünür.
Uzun süre şiir yazıp sanatçı kişiliğini ya da şiirinin belir-
leyici özelliklerini oluşturamamış şairler de vardır. Onların
şiirini ilk bakışta tanıyamayız. Renksiz kokusuz özelliksiz ve
hiçbir çekiciliği olmayan şiirler sanatçı kişiliğinin ve giderek
kişiliğin yetersizliğine tanıklık eder. Biz burada şairlerden
sözediyor olsak da söylediklerimiz bütün sanat alanlarının
yaratıcıları için geçerlidir. Şairin şair kişiliği olacaksa ressa-
mın da ressam kişiliği olacaktır. Bu noktada aydınlanmanın
önemi kendini gösteriyor. Donanımlı sanatçıyla donanımsız
sanatçıyı aynı kefeye koyamayız. Bilerek şiir yazan kimsele-
rin yanında içinden geldiği gibi yani bir şeyler bilmek gereği
duymadan yazan şairler de vardır. Estetikçiler uzun zaman şu
soruyu tartıştılar: sanatçı için bilgi mi yoksa sanat deneyi ve
yaşam deneyi mi önemlidir? Hem bilgi olsa hem sanat deneyi
hem yaşam deneyi olsa kötü mü olur diyenler haklı görünür
bize. Çünkü bunlar birbirlerini tamamlayan ögelerdir. Belki
de soruyu şöyle sormak gerekirdi: sanatçı bilgi açısından
donanımlı olmak zorunda mı sanat ve yaşam deneyleri ona
yetmez mi? Kimileri ondan kimileri bundan yana çıkarken
kimileri sanat bir istek işidir bir heyecan işidir bir ne yaptığını
bilmek işidir derler kimileri de yetersiz bilinçle sanat yapmak
sonu gelmez bir serüvene atılmaktır diye düşünürler.
Yaşam deneyi dediğimiz şey kaygan ve karmaşıktır: ya-
şadıklarından çok şey elde edememiş ders alamamış sonuç
çıkaramamış pekçok insan vardır. Çeşitli yaşam koşulları,
değişik yaşamsal etkinlikler hatta kavgalar çekişmeler hak-
sızlığa uğramalar elbette kişilere bir görü kazandırmakta
hiç de önemsiz değildir. Ancak en güzel olanakları çok kötü
kullanan insanlar da az değildir. Ama kimin bakarken gör-
düğünü kimin gördüğü şeyi anladığını kimin görmek üzere
baktığını ve kimin işine gelmediği için görmemek üzere
175
baktığını bilebilir miyiz? Delidolu yaşayan pekçok kişinin
çeşitli basit yaşam sorunları karşısında bir çaylak gibi kaldı-
ğını görünce yaşam deneyi denen şeyin son derece bulanık
bir şey olduğunu anlıyoruz. Sanat deneyi daha anlaşılır bir
şeydir çünkü istekle sevgiyle gönülden yapılmıştır. Sanata
gelişigüzel yönelenlerin sanat deneyleri kendilerine kalsın,
ama sanata emek verenler ne olursa olsun çabalarının sağ-
ladığı kazanımları sıradan ölçülerde de olsa yaşarlar. Bilgi
gene de başattır, sanatta ağır önem taşır. Bilgililik sanatsal
yaratıcılıkta her şey demek değilse de yaratıcı etkinliğin sağ-
lıklı ve güçlü olabilmesi için bir zorunluluktur. Bu işte bilgi
her şey demek olsaydı bütün bilginlerin doğal olarak sanatçı
olması ya da sanata yatkın olması gerekirdi.
Ne var ki insanı tanımayan insanın yani aydınlanmamış
insanın nitelikli sanat yapmak gibi bir kolaylığının olmadı-
ğını görüyoruz. Aydınlanmış bilinçler bir şeyin hem önünü
hem arkasını görebilen bilinçlerdir. Görmeyi bilmek gerekir.
Dünyaya zaptiye gözüyle bakmaya kalkarsan hiçbir şey
görmezsin, dünyaya insan gözüyle bakabilmek gerekir. Ko-
nuyu bilir bilmez yetenek sorununa indirgeyenler garip ya
da gülünç sözler söyleyebiliyorlar. Bazılarına göre insanlar
doğuştan yetenekli olabiliyorlarmış. Doğanın daha doğma-
dan şair diye öngördüğü kişi doğduktan bir süre sonra doğal
olarak şairlik belirtileri gösterebilecek, giderek ufak ufak
şiir yazmaya başlayarak içindeki değerli madeni ortaya çı-
karmanın yolunu tutacaktır. Evet ama böyle bir kişi yoktur,
doğa kimseyi bu dünyaya önceden adam edip göndermez. Bu
çocuksu bakışın çağdaş fizyoloji biliminin ortaya koyduğu
bilgiler çerçevesinde hiçbir karşılığı hiçbir değeri olmayan
boş bir sav olduğu apaçık ortadadır. Yetenek dediğimiz yat-
kınlıklar sanat alanında olsun başka alanlarda olsun dünya
deneyleri çerçevesinde küçük yaşlardan başlayarak zamanla
176
kazanılan yatkınlıklardır. Yeteneğin kazanılmasında yaşam ve
sanat deneylerinin ağırlığı kadar bilginin de yeri vardır. Ne
olduğunu kim olduğunu bilmeyen insanın, dünyada yerinin
neresi olduğunu bilmeyen insanın, büyük insanlığın insan
olma serüveninden habersiz insanın gerçek sanatçı olabilmesi
olası değildir. O doğuştan yetenekli olanların adlarını şaire
ressama müzikçiye çıkarmış olsalar da ne ölçüde verimsiz
olduklarını, çok zaman bir ortalamayı bile tutturamadıklarını
görüyoruz.
Yaratmanın bilinciyle aydınlanmanın bilinci birbirine
yakındır, birbirine çakışacak kadar yakındır, neredeyse aynı
şeydir. Yaratma için aydınlanmanın bilincine sanatsal görü-
yü ve sanat deneyimini, hadi bu arada biraz bulanık da olsa
yaşam deneyini ekleyebiliriz. Ama işin özü dönüp dolaşıp
aydınlanma bilincinde anlatımını buluyor. Burada aydınlanma
dediğimiz şeyin kuru bilgi birikimi olmadığını, basit bilgi
hamallığından daha başka bir şey olduğunu söylemeye gerek
var mı? Asıl sorun belki de genel insan bilgisine ulaşmak
sorunudur, bizden öncekilerin insana nasıl bakmış olduğunu
özellikle bilmek sorunudur. Toprak altına iniyoruz, orada
çanak çömlek parçaları buluyoruz, vazolar yontular ve daha
neler neler buluyoruz. Bu nesneler çok zaman gözlerimizi
kamaştırıyor. Bu nesnelerle karşılaşan herhangi bir kişi demek
geçmişte insanlar bunu da yapmış gibilerden bir şaşkınlığa dü-
şebilir. Ama her şeyi daha derinden anlamaya çalışan bir kişi
yani epeyce aydınlanmış bir kişi bu nesnelerde insanı insan
yaparken kendisini de insan yapmış olan bir ortak bilincin bir
evrensel duyarlığın varlığını görmek isteyecektir. Toprağın
altından çıkarılmış bir nesnede kendimizi bulamıyorsak ya
da en azından aramak gereği duyamıyorsak ne yapalım? Bu
doğrudan doğruya bizim bu dünyada gündelik yaşadığımızı
ya da eksik yaşadığımızı gösterir.
Aydınlanmanın insanı insana ilgi duyar, buna göre kül-
177
türün bütün alanlarına ilgi duyar. Üç ayrı pencereden bakar
aydınlanmaya: bilimin penceresinden felsefenin penceresin-
den sanatın penceresinden. Her üç pencereden de insanlığın
gelişim serüveni değişik açılardan görünür. Bütün kültür alan-
larının özü aydınlanmanın tarihsel bilincidir. Aydınlanmanın
insanı her alanın olduğu gibi sanatın da tutkulusudur. Onun
yalnız belli bir sanat karşısında değil bütün sanatlar karşısın-
da belli bir duyarlığının olması beklenir hatta öyle olduğu
görülür. Bu duyarlık insanın dünyasında en inceye yönelen
duyarlıktır. Yalnız sanatçıların değil sanat izleyicilerinin de
bu duyarlıkta olmaları beklenir. Sanat izleyiciliğinin sıradan
bir iş olmadığını, küçük çapta bir uzmanlık konusu olduğunu
görüyoruz. Güçlü sanat izleyicisinin olmadığı yerde güçlü
sanat yapıtlarının ve güçlü sanat etkinliklerinin olması hiçbir
anlam taşımaz. Bir keman virtüözü müzik beğenisi olmayan
bir topluluk karşısında bir keman sonatını bütün ustalığıyla
çalsa ne olur! Sanatçıyı sanatçı kılan duyarlık izleyiciyi bir tür
sanatçı kılar. Sanatın her zaman düzayak yaratıcıları olduğu
gibi basit ilkel derinliksiz alıcıları da vardır. Orada sanat alt
düzey koşullarında üretilir ve tüketilir.
Yetkin sanatçı sanatını her zaman yetkin izleyiciyi göz
önünde tutarak üretir ama herkes için üretir. İnsanları yeterli
yetersiz diye ayırmak gerçek sanatçının yapabileceği şey de-
ğildir. Bugün yetkin olmayanlar yarın yetkin olabilirler, dün
bazı şeyleri kavramakta eksik kalanlar bugün daha kavrayıcı
bir bilince ulaşmış olabilirler. Yetkin insanlarca anlaşılma ve
sevilme duygusu sanatçıda bir tutkuya dönüşmüştür. Sanatçı
nitelikli izleyicisine güvenir. Bu onun onurudur. İzleyici yapı-
tın ruhuna girebildiği ölçüde kendini mutlu duyar. Sanatçıyla
izleyici arasında karşılıklı bir haz ilişkisi vardır, sanatçı da
izleyici de birbirlerine Epikuros’çu duygularla yönelirler.
İzleyici yapıtın ruhuna nasıl girer? Bunun için o da bir takım
teknik bilgilerle donanmış olmalı mıdır, örneğin kontrpuan-
178
dan armoniden buna benzer şeylerden haberli olmalı mıdır?
İzleyici sanatın tekniklerini sanatçı kadar bilebilir mi ve bil-
meli mi? Belki bilebilir belki bilemez ama her şeyden önce
onun böyle şeyleri bilmesi gerekmez. Bu teknikler iyi sanat
yapmaya yarayan tekniklerdir, sanattan anlama konusunda
önemli işlevleri yoktur onların. İyi bir kemancı bir başka iyi
kemancının en yetkin izleyicisi olabilir. Bu hem önemlidir
hem değildir. İyi kemancı çok yetkin bir ustadan çok yetkin
izleyicilerin oluşturduğu bir topluluktan alkış almak ister.
Bütün gerçek izleyicilerde yaratıcılığı andıran bir şeyler var-
dır, izlemekten hoşlandıkları ustaların sezgilerine benzeyen
sezgiler vardır. Bu sezgiler yaşama bakış biçimimizle ilgilidir.
Bir şairin izleyicileri ruhsal yapılarıyla ya da eğilimleriyle üç
aşağı beş yukarı kendisine benzeyen kimselerdir. Bir sanat-
çıyla o sanatçının izleyicileri ortak bir iletişim alanı oluştu-
rurlar. Bu iletişim alanı eleştiriden uzak bir ortam değildir,
bir tür diyalog ortamıdır. Sanatçı yaratılarıyla izleyicilerinin
bilincinde dönüşümler oluştururken izleyiciler de sanatçının
dünyasına etkin bir biçimde girerler.
Sanatın aydınlığı böylesine geniş çerçeveli etkin bir ay-
dınlıktır, hem sanatçıyı hem izleyicileri aydınlatır. Aydınlatma
konusunda sanatın etkin gücü onun öbürlerine göre kitlelere
daha geniş çerçeveli ulaşma kolaylığından gelir. İnsanlar
genelde bilimle ilgilenmezler, bilimin yararlı yanlarıyla il-
gilenirler en çok. Felsefeyse akla zarar bir garip kuştur, çok
zaman felsefe profesörlerine bile haz vermez ya da çok bir
şey söylemez. Buna göre bilim de bir ölçüde felsefe de yakın
yerleri aydınlatırlar, buna karşılık sanatın ışığı geniş insan
topluluklarına yayılır. Herkesin ondan aynı hazzı alacağını
elbette söyleyemeyiz. İzleyici kitlesi biryapılı bir bütün değil-
dir. İzleyicinin çeşitliliği etki alanının zenginliğini oluşturur.
İzleme deneyinde herkes kendi bilinç yapısına göre alıcıdır.
Her izleyici izlediği yapıtta bir ölçüde kendisine sunulanı
179
alırken bir ölçüde de beklediğini bulur. Bu da izleme algısının
edilgin bir algı olmadığını, etkin bir algı olduğunu gösterir.
Sanat sanatçıyla izleyicinin buluşma yeridir. Gözümüzü dört
açıp özenle izlemediğimiz yani şöyle bir bakıp geçtiğimiz
bir sanat yapıtından bir şey elde edemeyiz. İzlediğim yapıtta
dünyama uygun bir şeylerin olmasını beklerim. Yapıtı biraz
da buna göre yorumlarım. Yapıt beni anlasın ve yorumlasın
isterim. İzleyici olarak benim şımarıklığım da olsa kaçama-
yacağım bir istektir bu.
Bu yüzden sanatçıyı sanatıyla ilgili olarak sorguya çek-
mek, ona bu yapıtınızda ne anlatmak istiyorsunuz diye sormak
boşunadır. Sanatsal yaratı mutlak bir ussallıkla oluşturulmuş
olsaydı sanatçının yapıp ettiklerini kendisinden öğrenmek
gibi bir kolaylığımız olurdu. Sanatçı yapıtları karşısında bir
yarı bilinçlilik durumunu yaşar. Yaratmak biraz da kendini bir
akışa bırakmaktır. Bu gibi soruları bilim adamlarına ve filo-
zoflara sorabiliriz, onlardan sağlam yanıtlar alabileceğimizi
umabiliriz. Aklı başında bir sanatçı böyle bir soruya biraz
da işi şakaya vurdurarak şöyle yanıt verebilir: bu yapıtımda
sizin anlamak istediklerinizi anlatmak istedim. Bu yanıt
izleyiciyi elbette hoşnut etmeyecektir: izleyici işin bu kadar
basit olmadığını düşünür ve olmasını da istemez. O yapıtta
kendisini aşan bir şeylerin bulunmasını ister.
Yaratma edimi yüzde yüz bilinçli bir edim olamayacağına
göre onda yalnızca izleyicinin değil sanatçının da anlamakta
eksik kalacağı bir şeyler bulunabilir, buna hiç şaşmamak ge-
rekir. Esinle başlayan yaratma süreçleri sanatçının eksiksiz bir
ussallıkla belirleyici olduğu süreçler değildir, aynı zamanda
deyim yerindeyse sanatçının sürüklendiği süreçlerdir. Yon-
tucu mermere dokundurduğu keskiye her vuruşunda nereye
varacağı belli olmayan bir serüvenin içine düşmüş olduğunu
sezer. Yaratmanın güvencesi yoktur. Yaratmada tutarlılığı
sağlayan şey yaratıcının sağduyusu ve sanat deneyleridir
180
bir de uygulamakta olduğu kurallardır. Sanatta kurallar kor-
kunç takıntılardır ya da daha doğrusu bir süre sonra korkunç
takıntılara dönüşürler. Sanatta kalıcı kural yoktur. Kurallar
her zaman değişime uğrarlar, onlar her zaman vardır, onlar
her zaman dönüşme eğilimindedirler. Sanatçının kuralcılığı
deyim yerindeyse iğreti bir kuralcılıktır. Sanatçı kurallara
aşırı bel bağlamanın kendisini yinelemelere düşüreceğini ve
böylece belirgin bir kısırlığa sürükleyeceğini bilir. Kurallar
olmasa olmaz mı? Kurallar neden olmasın, insan ne yapaca-
ğını ya da ne yapması gerektiğini önceden azçok bilse ya da
belirlese daha iyi olmaz mı? Yeni sanatın öncüleri arasında
birileri bizim kurallarımız yok dedi açıkça. Bu da bir kural-
cılıktır. Bu kurallar çok zaman sanatçının kendi koyduğu
kurallardır, öyleyse kural koymayı bilen kural kaldırmayı
da bilir. Yapıtın yaratılışında etkili olan güç kurallara uyan
olmaktan çok kuralları aşan bakıştır.
Sanat akımlarının da kuralları vardır hatta onlar sanatçının
kurallarından çok daha belirleyici kurallardır. Ortak bakış
açıları oluşturmak amacıyla bir araya gelen sanatçılar ortak
ilkeler ve ortak kurallar belirlerler. Sanat şöyle bir şeydir ve
şöyle şöyle bir şey değildir savlarıyla en doğru sanatı ya-
ratmak için sözleşenler bir zaman sonra bu ortaklıklarından
sıkılmaya başlarlar. Akımcılık sonu olmayan bir iştir. Sanatsal
yaratıcılık tümüyle tek kişilik bir uğraştır, sanatçıların topluca
gerçekleştirebilecekleri bir uğraş değildir. Akımın en yetenek-
lileri bu ortak kurallardan en erken uzaklaşırlar yani akımdan
koparlar ya da hatta baştan beri bu kurallara yan çizmişlerdir
ve yan çizdikleri ölçüde verimli olduklarını da pek güzel gör-
müşlerdir. Sanatın bireyselliği, bireyciliği değil bireyselliği
sanatçıyı yaratma konusunda kendi başına kalmak zorunda
bırakır. Kendini bilen sanatçı öbürleriyle ortaklaştıkça değil
öbürlerinden ayrıldıkça doğru işler yapmakta olduğunu sezer.
Amaç özgünü yani benzersizi gerçekleştirmekse başkasının
181
ya da başkalarının konu olmaktan çıkması gerekir. Akımcılı-
ğın sanata iyilikler getirdiği görülmemiştir. Yalnız akımcılığı
bakış seziş anlayış ortaklığıyla aynı şey saymamak gerekir.
Sanatta büyük buluşmalar vardır. Klasikliği ele alalım.
Klasik yazarlar ortak bir anlayış çerçevesinde bir araya gel-
meye karar vermiş kimseler değillerdi. Buna göre klasiklik
avrupa düşüncesinde ve sanatında toplumsal ve tarihsel ko-
şulların belirleyiciliğinde ortaya çıkan ortak bir anlayış ve
aynı zamanda ortak bir beğeni oldu. Klasik sanatçılar doğal
olarak birbirlerinden etkilenmişlerdir ama çabalarını ayrı
ayrı ve çok zaman birbirlerinden habersiz ortaya koyarken
kendiliklerinden ortak bir anlayışa katılmışlardır, bunu da en
geniş anlamında yaşam koşullarının etkisiyle yapmışlardır,
düşüncelerinin ve sanatlarının renklerini çağın kavrayışla-
rından bakış biçimlerinden sezgilerinden almışlardır. Onları
evrensel insanı ya da insanın evrensel özelliklerini araştırma-
ya iten koşullar toplumlarının yaşam biçimlerinde içkindir.
Bu ortak bakış açısı ve beğeni birlikteliği içinde onlar gene
de çok özgün yapıtlar verme ustalığını gösterdiler. Klasiklik
denince önce XVII. yüzyılın edebiyatçılarını düşünürüz.
Onlar birbirleriyle bir kavrayış yakınlığı içinde insana aynı
açıdan bakarlar. Onlar böylece apayrı ülkelerin insanları da
olsalar birlikte ortak bir beğeni oluşturdular. Bu ortak beğeni
bir zaman sonra dağıldı ve yerini bir başka ortak beğeniye
bıraktı. Dağılma dönüşümün zorunlu koşuludur. Duyguculuk
sessizce klasikliğin yerini almaya başladı. Klasikliğin koşul-
larıyla duyguculuğun koşulları birbirinden epeyce ayrıdır.
Biri dıştan içe yönelen ve dışı içle içi dışla bütünleştiren bir
bakıştır öbürü dıştan hemen tümüyle kopuk içsel bir bakıştır.
Birinde hiçbir ayrım gözetmeden bütün insan vardır öbüründe
bütün insana neredeyse tam anlamında ilgisiz tek insan vardır.
Klasiklerin evrensel insanı bu dönüşüm içinde yerini bireysel
182
insana hatta bireyci insana bırakmıştır.
Çağdaş beğeninin başında ve kökeninde klasik bakışın
bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden klasiklik insancılık-
tır demek yanlış olmaz. Daha sonra varoluşçu düşünceyi bir
felsefe öğretisi olarak kurmaya çalışanlar varoluşçuluğun
insancılık olduğunu söylediler ama buna evet diyebilmek
kolay değildir. Bir kere varoluşçuluk klasikliğin yanında
çok cılız kalır. Klasiklik doğrudan Yeniçağ’ın başlarında
gelişen ve insana olan güvenle ve insan sevgisiyle öne
çıkan insancılığın toprağında gelişti. En basit anlamında
insanın kendine dönmesi ve kendi önemini sezmesiydi bu.
Dikkatimizi göklerden aldığımız zaman ilk göreceğimiz şey
insandır. Hıristiyanlığın yüzyıllar boyu insanlığa unutturmak
için var gücüyle çalıştığı değerler yeniden su yüzüne çıkıyor
ve Batı’da bütün kültür dünyasını ele geçirmeye başlıyordu.
Bu bir pagan kalkışmasıydı ama genelde tanrıtanımazlık gibi
algılanıyordu. İnsancılık Rönesans’ın içini dolduran ve ona
anlamını veren duygu ve düşünce yoğunluğudur ve insana
olan sonsuz güvenle belirgindir. Doğaüstü takıntılarından
kurtulan insan, uzun zamandır kendi varlığını unutmuş olan
insan kendini araştırmaya yöneliyordu. Bu yeni insan ken-
dini yeniden bulmak için eski kaynaklara yöneldi: eskinin
meraklı insanıyla buluşmak gereği duydu. Bozulmuş olan
belleğini onarması ya da belleğini yeniden kazanması, eski-
lerle buluşarak kendini bir çeşit bellek eğitiminden geçirmesi
gerekiyordu. Yalnız yüceltici değil aynı zamanda eleştirici
bir bakışla yalnızca yeni insan için değil geleceğin insanı
için de sağlam düşünce dayanakları bulmaya çalışıyordu.
İnsancı belli bir toplumun ya da belli bir ırkın değil bütün bir
insanlığın düşünenidir. Yüzyıllarca aşağılanmış olan dünya
bir sınav yeri değil ya da sonsuz yaşam için bir geçiş yeri
değil yalnızca güzellikler dünyasıydı.
Zaman çizgisi üzerinde ışığın yoğunlaştığı yerlerde kültür
183
yaşamsal bir değer kazanır. XV. ve XVI. yüzyıllar da böyle
bir değerler artışı dönemidir. Onda yüzyılların kazanımları
billurlaşmış ve bütün insan yaşamını bir patlama gibi bir dev-
rim gibi yeni renklere boyamıştı. Klasiklik işte bu dönüşümün
söze sese biçime bürünmüş halidir. İçinde Stoa’nın usçulu-
ğundan, Epikuros’un hazcı ahlakından hatta bütün eski kuş-
kucuların bilgi karşısındaki kaygılı bakışlarından bir şeyler
taşır. Klasikliğin bitişi, yerini duygucu eğilimlere bırakması
gerçekte bütün bu elde edilmiş değerlerin boşluğa atılması
anlamına gelebilir miydi? Klasikliğe karşıt olarak kendini
bireyin dünyasında sınırlayan yeni anlayış özünde klasikliğin
değerlerini de sanki gizlice barındırıyordu. Duyguculuğu
klasikliğin bir açılımı gibi görmek doğru olur. Olanlar şöyle
anlaşılabilir: evrensel insanın içyüzünü de görmek gerekir.
İnsan boyunda büyük amaçlarımız varsa bir gönül zenginli-
ğimiz de vardır. Bu açıdan bakıldığında duyguculuk klasik-
liğin tümleyicisi gibidir. Evet elbette bir şeyler değişmiştir.
En başta klasiklerin o özenli dili yerini daha rahat bir dile
bırakmıştır. Kendini dönüştürerek sürdüren yaşam şimdide
geleceği duyururken aslında bütün geçmiş deneylerin doğal
kalıtçısıdır. XVIII. yüzyılın Aydınlanma devinimi klasikliğin
duyguculukta parıldamasıdır.
Birbirine karşıt görünen ya da hatta karşıt olan iki anlayı-
şın kalıtçıları yani çok daha sonrakiler hem evrensel genişlikte
hem bireysel derinlikte çok zengin bir kaynağın deneylerin-
den yararlandılar. XIX. yüzyılın kültür dünyası bu bakım-
dan çok verimli oldu. Bilim yüzyılı dediğimiz bu yüzyılın
sanatında ortaya çıkan gerçekçi bakış geçmiş birkaç yüzyılın
sonuçlarını kendinde barındırır. XIX. yüzyılda sanatın anla-
mı değişti, bu değişimle birlikte yeni estetik kavrayış ortaya
çıktı. Dönüşüm gerçekte XVIII. yüzyılda kendini göstermeye
başlamıştı. Yeni bilimsel kavrayış doğrudan estetik alana da
yansıyor ve sanat bir insan araştırması anlamı kazanırken
184
estetik de bilimsel bir araştırma alanı niteliği kazanıyordu.
Estetiğin alanı doğal olarak sanatların dönüşümlerini izler
ve onları kavramaya eleştirmeye değerlendirmeye çalışır.
Görelilik yüzyılında estetik de göreli bir değerler alanı oldu.
Platon’dan bu yana geliştirilmiş olan mutlak güzelin yerini
göreli güzel aldı. O durumda güzeli sanatın dışında değil
doğrudan doğruya yapıtlarda aramak gerekiyordu.
Bugün bizler çok zengin bir kalıtın üzerine oturmuş bulu-
nuyoruz. Estetik anlamında karşımızda hem birbiriyle uyuşur
görünen hem de birbiriyle karşıtlaşır gibi duran bir değerler
zenginliği var, ondan alabildiğine yararlanabiliriz. Bugün bu
zenginlikten yeterince yararlandığımızı söyleyebilir miyiz?
Öyle görünüyor ki dünya nereye koştuğu bilinmeyen ama
besbelli acelesi olan insanların dünyası durumuna geldi ve
tüm kültür değerleriyle birlikte sanat değerleri de ilgi alanı-
mızın dışına çıktı. Gündelik yaşayanlar için gündelik sanat
uygulamaları gelişti: oyalanmak ya da vakit geçirmek için
düşünülmüş ve tasarlanmış sanat yapıtları yararcı bir dünya-
nın ögeleri arasına katıldılar. Kültür değerlerini gündeliğin
sınırlarına çektiğimiz zaman o değerler solup giderler. Şimdi
bizler için belki de yeni bir uyanışı beklemek zamanıdır.
Sanat bizi aydınlığına çağırıyor ama bizim çok işimiz var.
Sanatla düşünmek istemediğimiz gibi bilimle ve felsefeyle
de düşünmek istemiyoruz.
Korkunç bir toplumsal parçalanmanın sonucudur bu. Aile
bile artık bir bütün oluşturmuyor, atomlaşmış bireylerin bir
araya geldiği bir kısır ortam özelliği gösteriyor. Özerkliğini
elde eden bireyin ilk işi aileden kaçmak oluyor. Bunu bir tür
doğal yaşam biçimi olarak görebiliriz. Palazlanan yavrular
uçmayı öğrenir öğrenmez bir daha dönmemek üzere yuvala-
rından ayrılıyorlar. Büyük düşüncelere büyük duygusallıklara
yer yok artık. Sevgililerin bile dünyaları çok ayrı. Onların
birbirlerinden gizledikleri şeyler var. İkimiz bir aradayız ama
185
ikimiz bir değiliz duygusu baskın. Yalnızlıklar büyüdükçe bü-
yüyor ve bireyler en yakınları için bile sevgilileri için bile şu
öldürücü duyguyu, ne yaparsa yapsın duygusunu yaşamaktan
kendilerini alamıyorlar. İnsanların ortaklaşmadıkları, geleceği
birlikte tasarlamadıkları, geçmişe birlikte bakmadıkları bir
dünya bir umutsuzluklar dünyası olmaktan öteye geçemiyor.
Gene de sanat bizi ısrarla çağırıyor. Bazen o çağrıya uyar
gibi yapıyoruz. Sinemanın başlama saatini beklerken bir re-
sim sergisini şöyle bir dolaşmak hoşumuza gidebiliyor. Uçağa
binmeden önce yanımıza oyalanmak için herhangi bir romanı
oracıktaki kulübeden alabiliyoruz. Kültürden daha önemli ilgi
alanlarımız daha önemli konularımız var. Boşuna hızlanmış
görünen bir dünyada neye yetişmekte olduğumuzu biz de bil-
miyoruz ama koşturup duruyoruz. Aydınlıkların sönükleştiği
bir yerde duruyoruz şimdilik. Dünya sermaye güçleri bizim
için hiç yorulmadan acayip oyuncaklar üretiyor. Kendini
uyuşturmuş bir dünya bu, kendini uyuşturabilmek için her
olanağı alabildiğine kullanıyor. Bilgeler aldırmayabilirler.
İlgisiz annenin hayırsız babanın yalancı sevgilinin açtığı
yaralara önem vermeyebilirler. Kendi düşen ağlamaz diye
düşünebilirler. Ama iş o kadar basit değil. Toplumlarda yıkıcı
etkenler çoğaldıkça değerler sönükleşiyor ve yüce değerlerin
yerini yani ahlak değerlerinin ve estetik değerlerin yerini ya-
rar değerleri alıyor. Siyaset erki hemen her yerde baskı gücü
olarak iş görmeyi görev biliyor. Toplumsal duyarlıkları olan
genç insana sen kendi işine bak diyor yakınları. Onun da zaten
o koşullarda kendi işine bakmaktan başka yapabileceği bir
şey yok. Gene de sanatın sesine kulak vermek zorundayız.
Sanat bizi aydınlığına çağırıyor. Onda bizi bize gösterecek
ve bize insan gibi yaşama koşullarını öğretecek zenginlikler
var. Sanat bizi çağırıyor ama ona gitmek içimizden gelmiyor.
Neden mi? İçimizde bizi tutan bizi engelleyen bir şeyler var,
186
en kötüsü de bizi bize unutturan bir şeyler var.
Sanat bizi özgürlüğe çağırıyor. Yaratma deneyinde de
izleme deneyinde de özgürlüğümüzü gerçekleştiriyoruz.
Bembeyaz bir tuvalin karşısında fırçasına bir parça mavi
bulaştıran sonra o maviyi açık deniz dalgalarını çağrıştıracak
biçimler oluşturmak üzere tuvaline süren ressam sonsuzlu-
ğun resmini çizme umuduyla sonsuz özgürlüğünü yaşar. Bir
kahramanını rezilliklerin boşlukların sinsiliklerin hainliklerin
öcünü alırcasına kapıyı çekip çıkan yürekli bir kişi diye bize
anlatan romancı özgürlüğünü yaşar. Bizler de o tuvalin ve o
romanın bize sunduğu güzelliklerle özdeşleşerek özgürleşiriz.
En karanlık zamanlarda bile sanatların ruha verdiği esenlikler
bu özgürleşme duygusundan kaynaklanır. O yüzden tutsak
ruhlar sanattan pek bir şey anlamazlar, en azından insan
değerleri açısından anlaşılır olan şeyin uzağında kalırlar.
Kültürün başka alanlarında enine boyuna yaşayamayacağı-
mız özgürlük deneyini bütün boyutlarıyla sanatta yaşarız.
Sanatta umut vardır ve yarını olan insan vardır. Dünyada
güvenmediğiniz insana sanatta sonsuz güven duyarsınız.
Büyük açmazları büyük felaketleri anlatan yapıtlar bile insanı
insan yapan değerleri alttan alta duyururken bizlere inancı
ve umudu esinlerler.
Her gerçek yapıt bir güzellikler senfonisidir: çok geç
kaldım duygularını yaşayan insanı bile güzellikleriyle arın-
dırmaya eğilimlidir. Kimse insan olmak için geç kalmış
değildir der sanat, yeter ki kendini görebilsin, kendindeki
örtülü yaratıcı gücü sezebilsin, ruhunda sessiz sessiz bekleyen
gücüllüklerden bir insanlaşma eylemi yaratabilsin. Sanat bu
yanıyla başlıbaşına bir ahlaktır tıpkı felsefe gibi bir ahlaktır.
Ahlak felsefenin bir dalıdır ama felsefe baştan sona ahlaktır.
Bunun gibi sanat da bir ahlaktır: bugünün sorunlu insanından
yarının yetkin insanını yaratmayı tasarlar. Her sanat yapıtın-
187
da geçmişten izler kadar yarına geçişler buluruz. Sorun dil
sorunu olmaktan önce yüreklilik sorunudur. Küçük insanın
artık olmadığı ve olsa da kendinden utandığı bir dünyada
olmanın tasarılarını içerir sanat. Sanatın tükendiği yerde insan
da sonunu getirmiş demektir. Sanatta ya da sanatla yeniden
yaratacağız kendimizi. Dünyanın bütün pisliklerine karşı
kendimizi sanatla koruyacağız ve sanatla savunacağız. Daha
güzel bir dünya için sanat bizi durmadan çağırıyor.
188
AFŞAR TİMUÇİN’İN KİTAPLARI
İnceleme-Araştırma-Deneme
Şiir
190
Roman
Öykü
Çeviri
191
AFŞAR TİMUÇİN’İN ÖZGEÇMİŞİ
192
193