Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 339

Senin için yenilmez olacağım!

“Duydunuz mu? Hurda Tanrısının, hayalet diyarın bir numaralı iblisiyle ilişkisi varmış!”

Bölüm 1: Cennetin Kutsaması


Cennetin tanrıları arasında üç diyarın maskarası olarak ünlenmiş birisi vardı.
Efsaneler sekiz yüz yıl önce Merkez Ovalar’da Xian Le ulusu denilen antik bir ülkeye kadar
gidiyordu.
Antik ulus Xian Le’nin geniş bir bölgesi, engin kaynakları ve halinden memnun bir halkı vardı.
Ülkenin dört hazinesi vardı: her yerdeki narin güzellikleri, harikulade sanatsal & edebi
eserleri, mücevherler & altınlarla dolu hazineleri ve sonuncu ama en önemlisi Ekselansları,
Veliaht Prensi.
Bu kişinin, Ekselansları Veliaht Prensin… tuhaf birisi olduğu söylenebilirdi.
İmparator ve İmparatoriçenin gözbebeğiydi. Sürekli üzerine titrer, sık sık gururla
duyururlardı: “Gelecekte, benim oğlum bilge bir hükümdar olacak, nesiller boyunca ondan
saygıyla bahsedilecek.”
Ancak soyluluk, zenginlik, güç ve onur konularının hiçbirisi Veliaht Prensin ilgisini
çekmiyordu.
İlgilendiği tek şey, sık sık kendi kendisine söylediği kelimelerden alıntı yapmak gerekirse;
“Ben halkı kurtarmak istiyorum!” idi.

Genç prens içten bir şekilde çalışarak kendisini geliştirdi. O zamanlara ait iki kısa hikaye ise
ağızdan ağıza yayıldı…
İlk hikaye o on yedi yaşındayken meydana gelmişti.
O sene, Xian Le ulusu görkemli bir Tanrılara Adak Sunma töreni gerçekleştiriyordu.
Her ne kadar bu gelenek sayısız ülke tarafından terk edilmiş olsa da, antik yazılar ve halk
hikayelerinden geriye kalanlar düşünüldüğünde, etkinliğin ne kadar önemli olduğu tahmin
edilebilir…
Tanrılara Adak Sunma günü, Savaş Tanrısı Ana Caddesi.
Ana Caddenin her iki tarafı da insanlarla dolup taşıyordu. Aristokratlar yüksek binaların
üzerine kurulmuş dost canlısı sohbetlerini sürdürürken imparatorluk muhafızları şıngırdayan
etkileyici zırhlarıyla çoktan yolu temizlemişlerdi. Genç kızlar kar beyazı elleriyle çiçek
yapraklarından yağmurlar yağdırarak gökyüzünü göz alabildiğince doldururken zerafetle dans
ediyorlardı. Onları izleyenler ise çiçeklerin mi yoksa kadınların mı daha güzel olduğuna karar
veremiyordu. Melodik notalar altın arabalardan çınlayarak tüm İmparatorluk Şehri’nde
süzülüyordu. Onurlu muhafızların arkasında altın dizginli on altı beyaz at, görkemli platformu
sürüklerken yan yana yürüyordu.
Yüksek, görkemli platformun üzeri herkesin ilgi odağıydı. Orada dövüş sanatları ustası,
tanrıları memnun edebilmek için bir gösteri sergiliyordu.
Kutsal geçit töreni festivali boyunca dövüş sanatları ustası altın bir maskeyle süslenir,
muhteşem giysiler kuşanır ve bir eliyle kılıcını savururdu. Onun rolü, bin yıl içinde şeytani
yaratıkları bastırmayı başaran ilk savaş tanrısıydı – Savaş Tanrısı Semavi İmparator Jun Wu.
Böyle bir gösteride dövüş sanatları ustası olarak seçilmek en yüksek onura eş değerdi, seçim
kriterleri oldukça katı olurdu. O sene ise seçilen kişi Ekselansları Veliaht Prens’ten başkası
değildi. Tüm ulus onun, gelmiş geçmiş en muhteşem performansı sergileyen dövüş ustası
olacağından adı gibi emindi.
Ancak o gün beklenmedik bir şey oldu.
Şeref kıtası şehrin duvarları etrafında üç tur atmış ve bir düzineden fazla uzun şehir duvarının
bulunduğu bir kenardan geçiyordu.
Tam o sırada görkemli sahnedeki Savaş Tanrısı, iblise ölümcül darbeyi indirmek üzereydi.
Bu en heyecanlı sahneydi, bu yüzden de Ana Caddenin iki yanını sarmış insanların her biri
tutkuyla doluydu. Şehir duvarlarının tepesindekiler de birbirlerini iterek ve mücadele ederek
olanları görmeye çalışırken daha çok gürültü çıkarmaya başlamışlardı.
Tam bu sırada, küçük bir çocuk şehir kulesinin tepesinden düştü.
Kulakları sağır eden çığlıklar göklere yükseldi. Tam herkes küçük çocuğun Savaş Tanrısı Ana
Sokağı’na kan sıçratacağını düşündüğü sırada Veliaht Prens başını hafifçe kaldırdıktan sonra
zıplayarak onu yakaladı.
İnsanlar Veliaht Prens küçük çocuğu güvenli bir şekilde yere bırakmadan önce sadece bir an
için kuş gibi, beyaz bir figürün gökyüzünden geçtiğini görebilmişti. Altın maske de düşerek
altında sakladığı genç ve yakışıklı yüzü ortaya çıkartmıştı.
Bir an sonra ise kalabalık keyifle bağırıyordu.
Halk mest olmuştu ama İmparatorluk Ailesinin Taocu Rahiplerinin başlarına ağrılar girmişti.
Bin sene düşünseler akıllarına böylesine büyük bir hatanın olacağı gelmezdi.
Uğursuzdu, hem de çok uğursuz!
İmparatorluk Şehri’nin çevresinde atılan her bir tur, şehrin huzur ve refah içerisinde
geçireceği yıllar için ettikleri dualarını temsil ediyordu. Şimdi ise duraksamıştı, bu bir felaketin
habercisi değil miydi?!
Rahipler o kadar endişeliydi ki neredeyse bayılacaklardı. Gelecekte olabilecek olaylar
hakkında uzun uzadıya düşündükten sonra Veliaht Prensi davet ederek, ona önerilerde
bulundular: Ekselansları, bir ay boyunca duvara diz çökerek tövbe edebilir misiniz? Gerçekten
yapmanıza gerek yok, niyetinizi göstermeniz yeterli olacaktır.
Veliaht Prens cevap vermeden önce sadece gülümsedi. “Gerek yok.”
Ardından kendi düşüncelerini açıkladı. “Bir insanın hayatını kurtarmak kötü bir şey değil.
Cennet nasıl beni doğru şeyi yaptığım için suçlu bulsun?”
…Peki ya bir ihtimal Cennet sizi suçlu bulursa?
“O zaman hata Cennette olur. Neden haklı olan haksız olandan özür dilesin ki?”
Rahiplerin dili tutulmuştu.
Ekselansları Veliaht Prens tam olarak böyle bir insandı.
Hiç üstesinden gelemediği bir şeyle mücadele etmemiş, hiç onu sevmeyen birisiyle
karşılaşmamıştı. Her zaman haklıydı ve o dünyanın kalbiydi.
Bu yüzden de rahipler kalplerindeki acıyla kendi kendilerine düşündüler. “Sen ne halt
bilirsin!?”
Ancak onların daha fazla konuşması uygun olmazdı ve başka bir şey söylemeye de cüret
edemezlerdi. Ekselansları zaten onları dinlemeyecekti.

İkinci hikaye de Veliaht Prens on yedi yaşındayken gerçekleşmişti.


Efsaneye göre, Sarı Nehir’in güney kısmındaki Yi Nian Köprüsü olarak anılan yerde, herkesçe
bilinen bir hayalet yıllarca dolaşmıştı.
Hayalet bütünüyle korkunçtu – cehennem ateşleri adımlarını takip ederken mahvolmuş bir
zırh giyer ve tüm bedeni sayısız kılıç ve okla delindiği için kanlarla kaplıydı. Attığı her adımda
arkasında kan ve alevlerin izini bırakırdı. Birkaç yılda bir, gece bir anda belirerek köprüde
dolaşır ve yoldan geçenleri durdurarak üç soru sorardı: “Burası neresi?”, “Ben kimim?”,
“Şimdi ne yapacaksın?”
Eğer soruları doğru cevaplanmazsa karşısındakini tek lokmada yutardı. Soruların doğru
yanıtını bilen hiç kimse de olmadığından hayalet kısa bir süre içinde sayısız kişiyi yutmuştu.
Veliaht Prens bir gün dolaşırken bu hikayeyi duyar ve Yi Nian Köprüsünü bulduktan sonra bir
gece hayaletle karşılaşana dek aralıksız bir şekilde nöbet tutmaya başlar.
Hayalet en sonunda bir anda belirir, sahiden de hikayelerde anlatıldığı kadar uğursuz ve
korkunçtur. Ağzını açarak Veliaht Prense ilk soruyu sorar, Veliaht Prens ise gülümseyerek
yanıtlar. “Burası insan diyarı.”
Hayalet tekrar konuşur. “Burası cehennem.”
Şanssızlığına daha ilk sorudan yanlış cevabı vermiştir.
Veliaht Prens kendi kendine: “Nasıl olsa soruları yanlış cevaplayacağım, neden hayaletin tüm
soruları sormasını bekleyeyim?” diye düşünür ve bu yüzden de silahını çıkartarak savaşmaya
başlar.
Savaş gökyüzü alacakaranlığa bürünene ve hava kararana dek sürmüş. Veliaht Prens
yetenekli bir dövüş ustasıyken, hayalet de iğrenç ve dehşet vericiydi. Bir adam ve bir hayalet,
gökyüzündeki güneş ve ay yer değiştirene dek savaşmaya devam etti, en sonunda ise yenilen
hayaletti.
Hayalet kaybolduktan sonra Veliaht Prens köprünün ayağına çiçeklenen bir ağaç ekti. O
sırada bir taocu yoldan geçiyordu ki onun becerikli bir biçimde bir avuç altın toprağı hayalete
diğer hayatında yardım etmesi için saçtığını gördü. “Ne yapıyorsunuz?”
Veliaht Prens o zaman ünlü beş kelimesini söyledi. “Beden cehennemde ama kalp cennette.”
Taocu bunu duyunca hafifçe gülümsedi ve beyaz bir zırh kuşanmış General Tanrı
görünümünü aldı. Büyülü bir buluta bindikten sonra güçlü bir rüzgar çağırıp ardından güne
doğru uçtu. Veliaht Prens ancak o zaman şeytani bir yaratığı kontrol altına almak için insan
diyarına inmiş olan, Savaş Tanrısı Semavi İmparatorun kendisiyle şans eseri karşılaştığını
anladı.
Tanrılara Adak Sunma töreninde havaya sıçradığından beri bütün tanrıların gözleri bu
inanılmaz, sıradışı savaşçının üzerindeydi. İmparator, Yi Nian Köprüsünde onunla
karşılaştıktan sonra ölümsüzler meraklanmıştı: “Ekselansları Veliaht Prens hakkında ne
düşünüyorsunuz?”
İmparator Jun da beş kelime kullanmıştı: “Çocuğun potansiyeli sınırsız, ölçülmesi imkansız.”
Aynı akşam Kraliyet Sarayının gökyüzü doğal olmayan rüzgarlar ve yağmurlarla karardı.
Ve düşen yıldırımlarla kükreyen fırtınanın arasında Ekselansları Veliaht Prens bir tanrı olarak
yükseldi.

Birisi yükseldiğinde Cennet her zaman bir kez sarsılırdı. Ekselansları Veliaht Prens
yükseldiğinde ise tüm Cennet tam üç kez sarsılmıştı.
Kişinin çaba ve sezileriyle ölümsüzlük kazanması oldukça zor bir şeydi.
Doğuştan gelen yetenekler, kendini geliştirmek ve iyi bir fırsat gerekliydi.
Saygıdeğer bir tanrı olarak tekrar doğmak neredeyse her zaman, sonsuz ve ömür boyu süren
bir yolculuktu.
Tanrılık mertebesine yükselen ve Cennette kibirli bir velede dönüşen gençler duyulmamış bir
şey değildi elbette ama aynı zamanda da tüm hayatını kendini geliştirmeye çalışmakla
tükettiği halde ölümsüz olmayı başaramayan insanlar da çoktu. Cennetten bir fırsat verilse
bile, eğer gelen yükü taşıyamazlarsa ya ölür ya işe yaramaz tanrılar olurlardı. Cehaletleri
yüzünden doğru yolu bulamayıp, hayatını baştan sona sıradan bir şekilde geçiren insanlar
kumsaldaki birer kum tanesinden farksızlardı.
Ve bu yüzden de Ekselansları Veliaht Prens, şüphesiz ki Cennet’in gözbebeğiydi. İsteyip elde
edemeyeceği hiçbir şey yoktu. Yapmak isteyip başaramayacağı hiçbir şey yoktu. Ve o tanrı
olmak istediğinde, on yedi yaşında tanrılık mertebesine yükselmişti.
Veliaht Prens zaten kendi halkı tarafından sevilen birisiydi. İmparator ve İmparatoriçe’nin
oğullarına duyduğu özlem de buna eklenince, ülkenin pek çok yeri Veliaht Prens adına hızla
inşa edilen tapınaklarla dolmuştu. Heykeller dikilmiş ve herkes saygılarını sunmak için
toplanmıştı. Ona inananların sayısı arttıkça daha çok tapınak inşa ediliyor, bu sayede de daha
uzun bir yaşam kazanıyor ve daha güçlü oluyordu. Sonuç olarak sadece birkaç yıl içerisinde
Xian Le ülkesinin Veliaht Prensi zenginleşmiş ve gücünün doruk noktasına ulaşmıştı.
Üç yıl sonra ise Xian Le kaosa sürüklendi.

Kaosun nedeni İmparator’un acımasız hükümdarlığı ve adalet için bir araya gelen asi
ordusuydu. İnsanların diyarı savaşın ateşiyle yanmaya başlasa bile Cennetin tanrıları kendi
isteklerine göre olaya müdahale edemezlerdi. Bir iblis veya hortlak bölge sınırlarını aşmadığı
sürece olacak olanın olmasına izin verilmeliydi. Dünyanın her yerinde anlaşmazlıklar çıkıyor
ve herkes kendi hareketlerinin doğru olduğuna inanıyordu. Eğer ilahlar olaya karışmaya
kalksa – o gün kendi ülkelerine yardım ve destek olur, ertesi gün ise intikam almak için karşı
saldırıya geçerlerdi. Ölümsüzlerin böylesine sık karşı karşıya gelmesi ise tüm hayatın yok
olmasına bile yol açabilirdi. Ekselansları Veliaht Prens’in ise özellikle uzak durması
gerekiyordu.
Ama kendisi, bunu umursamadan, İmparator Jun’la konuştu. “Ben halkı kurtarmak
istiyorum.”
Her ne kadar İmparator Jun binlerce yıldır ruhani tanrısal güçler biriktiriyor olsa da, o bile bu
sözleri bu kadar rahat bir şekilde yüksek sesle dile getiremezdi. Veliaht Prensi duyduğunda
ise ruh hali oldukça tahmin edilebilirdi. Ancak İmparator Jun bir şey yapamaz ve sadece işe
yaramayacağını bile bile konuşabilirdi. “Herkesi kurtaramazsın.”
Veliaht Prens cevap verdi. “Kurtarabilirim.”
Bu nedenle ikinci kez düşünmeden insan diyarına indi.
Tüm Xian Le ülkesi doğal olarak kutlama yapıyordu. Ancak antik çağlardan beri halk hikayeleri
insanları doğrular konusunda bilgilendirmeyi deniyordu. Yetkisiz bir ölümsüzün insan
diyarına inmesinin sonu asla iyi bitmezdi.
Böylece de savaşın ateşleri sönmek yerine daha da parlak bir şekilde yanmaya başlamıştı.
Ekselansları Veliaht Prens elinden geleni yapmamış değildi ama eğer elinden geleni
yapmasaydı işler daha iyi gidebilirdi. O ne kadar çabalarsa, savaş o kadar karmaşık bir hal
alıyordu. Xian Le halkı güçten düşene dek dövüşmüş, kanları akmış, korkunç kayıplar
vermişlerdi. En sonunda bir salgın İmparatorluk Şehri’ni süpürdüğünde, asi ordu saraya
girmiş ve savaş bitmişti.
Denir ki Xian Le ülkesi ölüm kapılarının eşiğine geldiğinde, onları boğan kişi doğrudan
Ekselansları Veliaht Prensin kendisiymiş.

Ülke silindikten sonra insanlar bir şey fark etmişti:


Demek ki onların Tanrı Veliaht Prensi düşündükleri kadar müthiş veya mükemmel değildi.
Kaba bir tabir kullanmak gerekirse, hiçbir şeyi başaramayan işe yaramaz birisi olması
yetmiyormuş gibi elini attığı her şeyi de batırmıyor muydu?
Hem evlerini hem sevdiklerini kaybetmenin getirdiği acıyı içlerinden atamayan yaralarla
kaplı, kızgın insanlar Veliaht Prensin sarayına koşup ilahi heykelini yıkıp tüm tapınaklarını
yaktılar.
Sekiz bin tapınak yedi gün ve sekiz gece boyunca kül olup yok olana dek yandı.
O günden sonra barış ve himaye tanrısı gitti, doğduğundan beri sadece felaket getiren
şeytani bir tanrı doğdu.
İnsanlar tanrı olduğunu söylerse, tanrısındır; b*k olduğunu söylerlerse b*ksundur. İnsanlar
ne derlerse o olursun. Bu hep böyle olmuştur.
Ama ne olursa olsun Ekselansları Veliaht Prens bunu kabul edemiyordu. Daha da
kabullenemediği şey ise ona verilen cezaydı: sürgün.
Her şeyi yok edilmiş ve insan diyarına atılmıştı.
Çocukluğundan beri sayısız şekilde şımartılmış, hiçbir zaman normal insanların acılarını
çekmemiş ve zorluklara göğüs germemişti. Bu yüzden de bu ceza onu bulutların tepesinden
çamura düşürmüştü. Ve bu çamurun içinde hayatında ilk kez açlığı, yoksulluğu ve pis olmanın
verdiği hissi duymuştu. Aynı zamanda ilk kez hiç aklına gelmeyecek şeyler yapıyordu: hırsızlık,
gasp, berbat küfürler etmek ve kendini umutsuzluğun pençesine bırakmak. Saygınlığı
tamamen yok olmuş, özsaygısını bütünüyle yitirmiş, istedikleri gibi çirkin birisine
dönüşmüştü. En sadık refakatçileri bile onun bu değişimini kabullenemeyerek gitmeyi
seçmişti.
Beden cehennemde ama kalp cennette. Bu beş kelime Xian Le ülkesinin neredeyse her
tabletine her tablosuna kazınmıştı. Eğer hepsi savaş sırasında tamamen küle dönmemiş
olsaydı ve Ekselansları Veliaht Prens onları görseydi, kendi elleriyle hepsini yok ederdi.
Çünkü sözleri söyleyen kişi, kendi bedeni cehennemdeyken, kalbinin cennette olmadığını
çoktan kanıtlamıştı.

Hızla yükselmiş ve daha hızlı bir şekilde düşmüştü. Savaş Tanrısının sözleri ve zarif bakışları, Yi
Nian Köprüsünde hem iblisi hem tanrıyı görmüşü: tüm bunlar daha sanki dün yaşanmıştı.
Cennet iç çekti, geçmişte yaşananlar geçmişte kaldı.
Yeniden yüksek bir ses Cenneti salladığında, olayların üzerinden yıllar geçmişti. Ekselansları
Veliaht Prens, ikinci kez tanrılığa yükselmişti.
Antik çağlardan beri sürülmüş olan tanrılara, bir hayalet veya iblise dönüşene dek yenilgiyle
çökecek gözüyle bakılırdı. Talihini tersine çevirip, sürüldükten sonra geri dönebilenlerin sayısı
bir elin parmaklarını geçmezdi. İkinci kez yükselmek sadece en arsız ve güçlü kişilere hastı.
Daha da arsız olan, Veliaht Prens’in yükseldiği gibi Cennete koşarak önüne çıkan herkesi
dövmesi ve öldürmesiydi. Böylece de Veliaht Prens ancak bir tütsünün yanacağı zaman
kadar, beş dakika, yükselmiş ve ardından tekrar kovulmuştu.
Beş dakika. Tarihteki en hızlı ve en vahşi, ancak kısa yükselmeydi.
Eğer ilk yükselişi övülecek bir şey idiyse, ikincisi sadece saçmalıktı.

Bu iki seferin ardından Cennetteki herkes Veliaht Prense sırtını döndü. Her ne kadar onu terk
ettiyseler de, hala biraz temkinliydiler. Sonuçta, ilk kez düştüğünde müthiş bir ümitsizliğe
sürüklenmişti. Şimdi ise ikinci kez düşmüştü, bir iblise dönüşüp halka saldırarak intikam mı
alacaktı?
Tekrar düştükten sonra bir iblise dönüşmeyerek sürgün hayatına tamamen uyum sağlayacağı
kimin aklına gelirdi ki? Hiçbir sorun yoktu, tek problem çok ağırbaşlı olmasıydı.
Kimi zaman sokaklarda gösteri yapıyordu; usta bir şekilde şarkı söylüyor veya hem telli hem
üflemeli, pek çok farklı enstrümanı çalıyordu. Göğsünde devasa bir taşı kırmak bile onun için
hiçte zor değildi. Her ne kadar Ekselansları Veliaht Prensin şarkı söyleyip dans edebilen, pek
çok konuda yetenekli birisi olduğu bilinse bile, yine de bu olanlar herkesin kafasını
karıştırıyordu. Bazen çalışkan ve içten bir şekilde çerçöpü bile kabul ediyordu.
Tüm tanrılar afallamıştı.
Böyle bir şeyin olacağını hayal dahi etmemişlerdi. Öyle ki, o günlerde birisine ‘Xian Le’nin
Veliaht Prensi oğlun olsun’ demek, karşıdakinin tüm soyunu lanetlemekten daha kötü niyetli
bir ithamdı.
Her halükarda o bir zamanlar Cennetin bir üyesi olmuş, eşsiz güzellikteki Ekselansları Veliaht
Prens’ti. Bu seviyeye dek çamura batan başka hiç kimse yoktu. Bu da tam olarak üç diyarın
sözde maskarası olma nedeniydi.
Güldükten sonra duygusal olanlar muhtemelen iç çekerdi. Cennetin gururlu ve kendi
halindeki oğlu gerçekten de yitmişti.
İlahi heykelleri devrilmiş ve eski ülkesi yıkılmış, tek bir inananı dahi kalmamıştı. Yavaşça
dünyanın unuttuğu birisi olmuştu. Bu yüzden de kimse nerelere gittiğini bilmiyordu.
Bir kez sürülmek inanılmaz büyük bir utanç ve aşağılanma getirirdi. İkinci kez sürülünce ise
bir daha kimse yükselemezdi.

Uzun yıllar daha geçti, aniden bir gün Cennet tekrar büyük bir gürültüyle rahatsız edildi.
Öylesine şiddetli bir depremdi ki dağlar bile sallanmıştı.
Gece gündüz yanan sunak lambaları titrerken, alevleri vahşi bir dansa başlamıştı. Uyanan
tanrılar kendi saraylarından çıkarak sordular, yükselen bu görgüsüz kimdi? Her yer
sallanıyordu!
Cennetin tüm tanrılarının, ‘ne kadar muhteşem birisi’ diye iç çektikten sonra, tek bir bakışla,
sanki üzerlerine yıldırımlar düşmüş gibi çakılacakları kimin aklına gelebilirdi?
Hala işin bitmedi mi?!
Ünlü tuhaf adam, üç diyarın maskarası, efsanelerdeki Ekselansları Veliaht Prens, o, o, o –
tekrar tanrılık mertebesine yükselmişti!

Çevirmen: Nynaeve
Not: Hayatımda hiçbir şeyi çevirirken bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum…
Birinci Kitap: Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru

Bölüm 2: Hurda Toplayan Ölümsüzün Tanrılığa Üçüncü Yükselişi


“Tebrikler, Ekselansları Veliaht Prens.”

Bu sözleri duyunca Xie Lian başını kaldırdı ve konuşmadan önce gülümsedi. “Teşekkür ederim. Fakat
neden beni tebrik ettiğini sorabilir miyim?”

Ling Wen ZhenJun konuşurken kollarını göğsünde kavuşturdu. “ ‘Cennetten düşmesi ve ölümlü
dünyaya kovulması en muhtemel kişi’ listesinde ilk sırada olduğun için.”
*ÇN: Zhen: Gerçek, Jun: Lord demekmiş. Yani isim değil bir unvan, ileride de ‘ZhenJun’ veya ‘Jun’ olarak bahsedilecek karakterler olacakmış.

Xie Lian cevapladı. “Ne şekilde söylersen söyle ilk sıra ilk sıradır. Sonuçta beni tebrik ediyorsan o
zaman yine de mutlu olmama değecek bir pozisyon olmalı?”
Lin Wen belirtti. “Evet, eğer birinciysen yüz tane merit alabilirsin.”
*ÇN: Merit bir para birimi (gibi). İleride açıklanıyor.

Xie Lian hemen cevap verdi. “Gelecek sefere yine böyle bir liste olursa lütfen mutlaka beni de listeye
kat.”
Ling Wen sordu. “İkinci sırada kimin olduğunu biliyor musun?”
Xie Lian cevaplamadan önce bir süre düşündü. “Bunu tahmin etmesi zor. Sonuçta ihtimal açısından
kıyaslarsak ben yalnız başıma ilk üç sırayı alabilecek olmalıyım.”
Ling Wen cevapladı. “Aşağı yukarı öyle. İkinci bir sıra yok. Geldiğin anda tozu dumana katarak en
yakın rakibini bile ezip geçtin.”
Xie Lian söyledi. “Bu onuru kabul edemem. Daha önceki senelerin kazananları kimlerdi?”
Ling Wen belirtti. “Kazanan yoktu çünkü bu liste bu yıl oluşturuldu. Daha kesin konuşmak gerekirse
bugün yapıldı.”
“Aa,” Xie Lian sormadan önce bir süre kalakaldı. “Sözlerinden yola çıkarak bu listenin özellikle benim
için oluşturulduğu sonucuna varıyorum?”
Ling Wen cevapladı. “Tesadüfen tam zamanında geldiğin için bunu şanslı bir galibiyet olarak
düşünebilirsin.”
Xie Lian’ın yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşmişti. “Tamam, eğer o şekilde düşünürsem birazcık
daha mutlu olacağım.”
Ling Wen konuşmaya devam etti. “Neden ilk sırada olduğunu biliyor musun?”
Xie Lian cevapladı. “Herkes böyle düşündüğü için.”
Ling Wen açıkladı. “Sana nedenini söyleyeyim. Lütfen, şu saate bak.”
Parmağını kaldırarak gösterdi ve Xie Lian o tarafa bakmak üzere döndü. Manzara aşırı derecede
güzeldi, uzaklarda beyaz yeşim taşından yapılma bir saray, köşkler ve villalar, akan dereler ve uçan
kuşlarla beraber kıvrılan ölümsüz bulutlar görülebiliyordu.
Xie Lian sormadan önce uzun bir süre manzarayı izledi. “Yanlış yönü işaret etmiş olabilir misin? Saat
nerede?”
Ling Wen cevapladı. “Yanlış yönü işaret etmedim. Orada, görmüyor musun?”
Xie Lian tekrar dikkatli bir şekilde baktı, ardından dürüst bir şekilde konuştu. “Görmüyorum.”
Ling Wen yanıtladı. “Görmemen senin suçun değil. Normalde orada bir saat vardı ancak sen
yükseldiğinde kopup düştü.”
“…”
“O saat senden bile yaşlıydı. Yine de canlı ve hayat dolu bir kişiliğe sahipti. Biri yükseldiğinde onları
neşelendirmek için birkaç kere çalardı. Fakat senin yükseldiğin gün delirmişçesine durdurulamaz bir
şekilde çaldı. Ancak saat kulesinden düştüğünde sakinleşebildi lakin düştüğünde oradan geçen bir
tanrıya çarptı.”
Xie Lian sordu. “Bu… O iyi mi?”
Ling Wen. “Hayır, hâlâ onarımda…”
Xie Lian. “Üzerine düştüğü kişiyi soruyordum.”
Ling Wen cevapladı. “Üzerine düştüğü kişi bir savaş tanrısıydı. Oracıkta hemen elini çevirdi ve saati
ikiye böldü. Ama şimdi, lütfen oradaki altın saraya bak. Görüyor musun?”
Tekrar işaret etti ve Xie Lian bir kez daha onun parmağını takip etti. Altın camdan yapılmış muhteşem
bir sarayın çatısının tepesi görüş alanına girmeden önce sis ve bulutlarla çevrili geniş bir alan gördü.
“Ah, bu sefer görüyorum.”
Ling Wen cevap verdi. “Eğer görüyorsan bu bir şeylerin yanlış olduğu anlamına gelir. Normalde orada
hiçbir şey yoktu.”
“…”
“Yükseldiğinde birçok tanrının altın sarayları, altından sütunları devrilecek ve cam kaplı çatıları
parçalanacak kadar sallandı. Bazı yerler kısa bir süre içinde tamir edilemeyecek. Daha iyi bir seçenek
olmadığından geçici olarak yeni yerler inşa edildi.”
“Suçlusu ben miyim?”
“Sorumlusu sensin.”
“Şey…” Xie Lian doğrulamak için sordu. “Yukarı geldiğim anda çokça tanrıyı gücendirmiş mi oldum?”
Ling Wen cevapladı. “Eğer telafi edersen belki gücenmezler.”
“Telafi etmek için ne yapabilirim?”
“Cevap basit. Sekiz milyon sekiz yüz seksen bin merit ödeyerek.”
Xie Lian tekrar gülümsedi.
Ling Wen devam etti. “Tabii ki de bunun onda birini bile veremeyeceğinin farkındayım.”
Xie Lian dürüst ve samimi bir şekilde yanıtladı. “Nasıl söylesem? Verdiğim rahatsızlıklar için çok üzgün
olsam da bunun on binde birini bile karşılayamam.”
Ölümlü diyardaki inançlıların ibadetleri tanrıların ruhani güçlerine çevrilirdi. Adak olarak yaktıkları her
bir tütsü de bir ‘merit’e eşti.
Gülümsemesi solarken Xie Lian ciddiyetle sordu. “Beni buradan bir tekmeyle düşürüp ardından bana
sekiz milyon sekiz yüz seksen merit vermeye ne dersin?”
Ling Wen belirtti. “Ben bir literatür tanrısıyım. Eğer birinin seni tekmelemesini istiyorsan bir savaş
tanrısı bulmalısın. Ne kadar sert tekmelenirsen o kadar çok merit kazanırsın.”
Xie Lian derin bir iç çekti. “Ne yapacağımı düşünmeme izin ver.”
Ling Wen onun omzunu sıvazladı. “Sakin ol. Bir dağla karşılaşırsan, her zaman geçmek için bir yol da
bulursun.”
Xie Lian cevapladı. “Benim durumumda tekneler rıhtıma ulaştığında doğal olarak batacaktır.”
Eğer sekiz yüz yıl önce, Xian Le ulusunun en zengin zamanında olsalardı sekiz milyon sekiz yüz seksen
bin tane merit büyük bir problem bile olmazdı. Ekselansları Veliaht Prens elini sallar ve böyle bir
kayba üzülmeden meritleri verirdi. Ancak şimdiki zaman eski günlerden farklıydı. Ölümlü diyardaki
tapınaklarının her biri yakılmıştı. İnananları, tütsüleri, tapınakları yoktu.
Başka bir şey söylemeye gerek yoktu. Hiçbir şeyi yoktu, hiçbir şeyi, tek bir eşyası bile!

Ölümsüz Şehrin ana sokağında bir kişi uzun bir süredir baş ağrısı çektiğinden kenara çökmüştü ve
aniden bir şeyler hatırladı. Yükselmesinin ardından neredeyse üç gün geçmişti ve Xie Lian hâlâ ruhani
iletişim rününe girmemişti. Öncesinde de Ling Wen’e şifreyi sormayı unutmuştu.
Yükselmiş tanrılar bir araya gelir ve ruhani iletişim rünü yaratırlardı. İlahi güçlerini kullanıp hemen
birbirleriyle iletişime geçmeleri bu ağla mümkün oluyordu ve yükseldikten sonra yeni tanrıların oraya
girmesi zorunluydu. Ancak belirli bir ağı saptayabilmek için şifrenin bilinmesi gerekiyordu. Xie Lian
ruhani iletişim rününe en son girdiğinden beri sekiz yüz yıl geçmişti, bu yüzden doğal olarak şifreyi
hatırlamıyordu. Böylece etrafa bakınmak için ilahi duyularını serbest bıraktıktan sonra aradığına
benzeyen bir ağ buldu. İçeri girdiği anda öylesine vahşi ve heyecanları güçlü seslerle karşılaştı ki bir
parça dengesini kaybetti.
“Bahislerinizi açıldı, geri dönüşü yok! Ekselansları Veliaht Prensimizin bir kez daha düşmeden önce ne
kadar dayanabilecek? Bahislerinizi yatırın!”
“Bir yıl diyorum!”
“Bir yıl çok uzun, geçen sefer bir tütsünün yanma zamanı kadar dayandı. Belki bu sefer üç gün
dayanır? Üç güne bahsimi koyuyorum, üç gün diyorum!”
*ÇN: Bir tütsü yanma zamanı: Yaklaşık beş dakika

“Yapma, aptal! Üç gün çoktan geçti bile. Emin misin?”


… Xie Lian sessizce ağı terk etti.
Yanlış yer. Kesinlikle bu yer olamazdı.
Cennetteki tanrıların hepsi kendi bölgelerini denetleyen önemli kişilerdi ve hepsinin ünü pek çokları
tarafından biliniyordu. Hepsi yükselmek için ciddi bir şekilde kendini geliştirdikleri için de, çoğu zaman
ağırbaşlı ve ihtiyatlıydılar. Genellikle konuşmaları ve tavırlarında kibir taşırlardı. Sadece o ilk
yükseldiğinde çok heyecanlandığı için her bir tanrıyı ruhani iletişim rününde yakalayıp selamlamıştı.
Xie Lian kendini tanıttığında kıyaslanamaz biçimde dürüsttü ve verdiği detaylı açıklamaların eşi
benzeri yoktu.
Önceki ağdan çıktıktan sonra bir kere daha gelişigüzel bir şekilde aramaya koyuldu. Sonunda başka bir
ağa daha girdi. Bu sefer Xie Lian biraz rahatladı. “Burası çok sessiz, muhtemelen doğru yer.”
Kısa bir süre sonra umursamaz bir tonla konuşan birisini duydu. “Ekselansları Veliaht Prens tekrar mı
yükseldi?”
İlk başta ses kulağa huzur verici geliyordu. Ses yumuşaktı ve tonu nazikti ancak daha dikkatli
dinlendiğinde aslında sesin oldukça soğuk ve konuşanın tonunun ilgisiz olduğu fark ediliyordu.
Böylece nazikliği bazı kötü niyetleri barındırıyormuş gibi gelmeye başlıyordu.
Normalde Xie Lian ağa ölçülü ve terbiyeli bir şekilde girmek istemişti. Sessizce dinleyerek gizlenmek
yeterince iyiydi ancak birisi şimdiden sohbet etmek için ondan bahsediyorsa sağır ve dilsiz gibi
davranamazdı. Ayrıca cennetteki birinin onunla, yıkımı simgeleyen bir tanrıyla, konuşmak için ilk
hamleyi yapmaya istekli olması onu çok mutlu etmişti. Böylece hızla cevapladı. “Bu doğru! Herkese
merhaba! Tekrar yükseldim.”
Bu soru ve cevaptan sonra ruhani iletişim rünündeki tüm tanrıların kulak kabartacaklarını nereden
bilebilirdi ki?
O tanrı rahat bir şekilde konuşmaya devam etti. “Bu sefer, Ekselansları Veliaht Prensin yükselişi
gerçekten de büyük bir kargaşaya neden oldu.”
Cennette hükümdarlar ve her yerde gezinen kahramanların nehirlerde akan su kadar yaygın olduğu
söylenebilirdi.
Eğer birisi ölümsüz bir tanrı olmak istiyorsa öncelikle seçkin bir birey olması gerekiyordu. Ölümlü
diyarda pek çok şey başarmış olan veya çok yetenekli kişilerin doğal olarak daha çok yükselme şansı
vardı. Sonuç olarak prenses, prens ve generallerin orada nadir görülmediğini söylemek abartı
olmazdı. Kim cennetin gururlu evladı değildi ki? Ancak yine de herkes birbirlerine karşı oldukça saygılı
ve nazikti, birbirlerini “Majesteleri”, “Ekselansları” veya “General Efendi” olarak çağırıyorlardı. Hangisi
kulağa daha övgü dolu geliyorsa onu söylerlerdi fakat o tanrının, sözlerindeki unvan artık kibar bir jest
gibi gelmiyordu kulağa.
Xie Lian önceden Veliaht Prens olmasına ve diğerinin de onu bu şekilde selamlamasına rağmen ses
tonunda azıcık bile saygı yoktu. Daha çok birini bıçaklamak için iğne kullanmaya çalışıyormuş gibi
geliyordu. Ruhani iletişim rününde gerçekten Veliaht Prens olan diğer tanrılar da vardı ve bu
selamlama onları baştan aşağı rahatsız hissettirirken tüylerini ürpertiyordu. Xie Lian da sesteki kötü
niyeti duymuştu ancak kargaşa çıkarmak istemiyordu. Bundan sıyrılacağını düşünerek bir
gülümsemeyle cevapladı. “Fena değildi.”
Ancak tanrı onun sıyrılmasına fırsat vermedi. Soğuk veya sıcak olmayan bir tonda konuştu. “Ha,
Ekselansları Veliaht Prens iyi mi? Ben o kadar şanslı değildim.”
Aniden Xie Lian, Ling Wen’nin fısıldadığını duydu.
Tek bir kelime söylemişti. “Saat.”
Xie Lian hemen anladı. Yani bu kişi o saatin altında kalan savaş tanrısıydı!
Eğer durum buysa o zaman tanrı ona sebepsiz yere kızmamıştı. Xie Lian özür dilemekte oldukça iyiydi
o yüzden hemen cevapladı. “Saatle olan kazayı duydum. Çok üzgünüm, lütfen bağışlayın.”
Savaş tanrısı homurdandı, bununla ne ima etmeye çalıştığını anlamak imkânsızdı.
Cennette bir sürü savaş tanrısı vardı ve onların arasından çok azı Xie Lian düştükten sonra
yükselenlerdendi. Bu yüzden sadece sesini dinleyerek hangi tanrı olduğunu saptayamıyordu ancak
kişi, diğerinin ismini bile bilmeden özür dileyemezdi. Bu yüzden Xie Lian daha derine inerek sordu.
“Affedersiniz, size nasıl hitap etmem gerektiğini sorabilir miyim seçkin kişi?”
Bu sözleri söylediği anda diğeri sessizleşti.
Sessizleşen sadece diğer tanrı değildi. Tüm ruhani iletişim rünü, durgun hava dumanı herkesin
suratına bir tokat atmış gibi sessizleşmişti.
Bir diğer yandan, Ling Wen ona bir kez daha fısıldadı. “Ekselansları, o kadar uzun süredir konuşmanıza
rağmen diğer kişiyi tanıyamamana inanmasam da yine de hatırlatmak isterim. O kişi Xuan Zhen.”
Xie Lian sordu. “Xuan Zhen?”
Bir anda boğuluyor gibiydi, en sonunda tekrar konuşabildiğinde hala şoktaydı. “O Mu Qing mi?”
Xuan ZhenJun Güneybatıyı koruyan bir savaş tanrısıydı. Yedi bin tapınağı vardı ve ölümlü dünyada
tanınmış biriydi.
Xuan ZhenJun’un kişisel ismi Mu Qing’du ve sekiz yüz yıl önce Xian Le ülkesinin veliaht prensin
sarayında yardımcı generaldi.
Ling Wen de çok şaşırmıştı. “Yoksa gerçekten onu tanımadın mı?”
Xie Lian cevapladı. “Gerçekten tanımadım. Eskiden benimle bu tavırla konuşmazdı. Onu en son ne
zaman gördüğümü bile hatırlamıyorum. Eğer beş yüz yıl önce değilse o zaman altı yüz yıl önceydi.
Nasıl göründüğünü neredeyse tamamen unuttum, sesini hâlâ nasıl tanıyabileyim ki?”
Ruhani iletişim rünü sessiz kaldı. Mu Qing tek bir ses bile çıkarmadı. Diğer tanrılar ise dinlemiyormuş
gibi davranırken aslında birinin konuşmaya devam etmesini delice bekliyorlardı.
Konu bu ikisine geldiğinde her şey çok garipti. Onca yıldan sonra birçok dedikodu çıkmıştı, o yüzden
herkes neredeyse her şeyi anlıyordu. Xie Lian, Xian Le’nin değerli veliaht prensi olduğu günlerde
Huang Ji tapınağında kendini geliştiriyordu. Huang Ji tapınağı Xian Le ülkesinin imparatora ait Taocu
tapınağıydı. Tapınağa kabul edilme standartları aşırı derecede sıkıydı. Mu Qing kötü bir geçmişe
sahipti ve babası kellesi uçurulmuş bir günahkârdı. Onun gibi birinin Huang Ji tapınağına öğrenci
olarak girme yeterliliği yoktu. Sonuç olarak ayak işlerini yapan biri olmaktan başka bir seçeneği
kalmamıştı. Tapınakta çoğunlukla Ekselansları Veliaht Prens için yer silme veya ona su ve çay taşıma
görevini yapardı ancak Xie Lian onun çalışkan olduğunu görmüştü ve böylece Taocu papazlara bir
istisna yapıp onu öğrenci olarak alıp alamayacaklarını sormuştu. Ekselansları Veliaht Prensin
sözlerinin büyük bir ağırlığı olurdu. Sadece Veliaht Prensin isteği sayesinde Mu Qing da tapınağa kabul
edilebilmişti. Xie Lian yükseldikten sonra onu kendi generali olarak atayıp Mu Qing’i de beraberinde
Ölümsüz Şehre almıştı.
Fakat Xian Le ülkesi silinip Xie Lian ölümlü dünyaya atıldığında Mu Qing onun arkasından gelmemişti.
Yalnızca onun arkasında gelmemekle kalmayıp onun lehine tek bir söz bile söylememişti. Veliaht
Prens artık olmadığına göre o da serbestti. Kutsal bir yer bulup itinayla ve delirmişçesine kendini
geliştirmeye başlamıştı. Çok geçmeden Cennet Musibetlerine karşı direnerek kendi başına
yükselmişti.
Eskiden biri cenneteyken diğeri en dipteydi. Şimdi hâlâ biri cennette ve diğeri en dipteydi ancak
sadece ikisinin de durumları tamamen tersine dönmüştü.
Diğer yandan Ling Wen konuştu. “Sahiden çok kızdı.”
Xie Lian cevapladı. “Ben de öyle tahmin etmiştim.”
Ling Wen devam etti. “Ortaya başka şeyler atacağım. Hızlıca fırsatı değerlendirip ayrıl.”
Xie Lian. “Gerek yok. Eğer hiçbir şey olmamış gibi davranırsak her şey yoluna girer.”
Ling Wen sordu. “Gerek yok mu? Sizi görmek bile kendimi tuhaf hissetmeme neden oluyor.”
Xie Lian yanıtladı. “Ben hâlâ iyiyim ama!”
Xie Lian’a göre, ölmediği sürece her durum iyiydi. Fazla bir şeyi yoktu ama kesinlikle kaybedecek çok
fazla yüzü vardı. Çoktan bundan daha garip olan bir sürü şey yapmıştı o yüzden rahatsız
hissetmiyordu. Ancak bu kadar erken konuşmaması gerektiğini nasıl bilebilirdi ki? Xie Lian ‘ben hâlâ
iyiyim’ sözlerini söyledikten hemen sonra kükreyen bir ses duydu. “Hangi geberesice benim altın
sarayımı parçaladı?! Çıksın ortaya!”
*ÇN: Defalarca utanabileceği anlamına geliyor, kendisine utanmaz diyor kısaca.
Bu tek kükreyiş, ruhani iletişim rünündeki tanrıların kafaları patlayacakmış gibi hissetmelerine neden
olmuştu.
Herkes ürkmüş olmasına rağmen çok büyük bir dikkatle olanları dinlerken nefeslerini tuttular. Xie
Lian’ın bu kaba bir lanete nasıl cevap vereceğini görmeyi beklerken çıt çıkarmadılar. Ancak kimse
ilginç bir konuşma yerine daha da heyecan verici bir şey duymayı beklemiyordu. Xie Lian konuşmaya
bile başlamadan önce Mu Qing ağzını açtı.
İki kere gülmüştü. “Haha.”
Yeni gelen kişi soğuk bir tavırla konuştu. “Yıkan sen miydin? Peki, bekle sen.”
Mu Qing cevapladı. “Ben olduğumu söylemedim. İnsanlara gelişigüzel çamur atma.”
Diğer kişi sordu. “O zaman neden gülüyorsun? Kafadan sakat mısın?”
Mu Qing yanıtladı. “Hayır. Söylediğin şey komikti ve hepsi bu. Altın sarayını mahveden kişi şu anda
ruhani iletişim rününde, ona kendin sorabilirsin.”
Olayların bu raddeye gelmesiyle, Xie Lian ne olursa olsun o anda kaçamayacak kadar mahcup
hissediyordu.
Hafifçe öksürdü. “Bendim. Üzgünüm.”
Konuştuğu anda sonradan gelen kişi de sessizleşti.
Kulağının yanında, Ling Wen ona yeniden bir mesaj yolladı. “Ekselansları, o kişi Nan Yang.”
Xie Lian cevapladı. “Bu sefer onu tanıdım ancak onun beni tanıdığını düşünmüyorum.”
Ling Wen cevapladı. “Hayır. Sadece zamanının çoğunu ölümlü dünyada geçiriyor ve Ölümsüz Şehre
çok az geliyor. Bu yüzden tekrar yükselmiş olduğunu bilmiyordu.”
Nan Yang ZhenJun güneydoğuyu koruyan savaş tanrısıydı. Popülerdi ve sekiz bin tane tapınağı vardı,
halk onu seviyor ve ona saygı duyuyordu.
Ek olarak, kişisel ismi Feng Xin’di. Sekiz yüz yıl önce, Xian Le Veliaht Prensin sarayının ilk generaliydi.
Feng Xin fedakâr ve sadık biriydi. Xie Lian on dört yaşından beri onun muhafızıydı. Feng Xin, Veliaht
Prens’le büyümüş, onunla beraber cennete yükselmiş, onunla beraber düşmüş ve onunla beraber
kovulmuştu. Ne yazık ki Xie Lian’la beraber sekiz yüz yıla katlanamamıştı. Sonunda kötü bir şekilde
yollarını ayırıp birbirlerini bir daha hiç görmemişlerdi.

Çevirmen: Nynaeve ve Kae


Bölüm 3: Hurda Toplayan Ölümsüzün Tanrılığa Üçüncü Yükselişi
Eski üstün amir, üç diyarın soytarısına dönüşmüştü; ne adına tütsüler yakılıyordu, ne de tapınakları ve
inananları vardı. Eskiden astı olan iki generali de Cennet Musibetlerini geçmiş, yükselerek koca bir
bölgeyi gözetleyen güçlü savaş tanrıları olmuşlardı. Bu şartlar altında insanların daha da
meraklanmasına şaşmamalıydı. Xie Lian’ın Feng Xin ve Mu Qing’den hangisinin kendisini daha
huzursuz hissettirdiğini seçmesi gerekse tek diyeceği şey, “Hiçbir sorun yok ya!” olurdu.
Ancak üçüncü kişilere Xie Lian’ın Feng Xin’le mi yoksa Mu Qing’le mi dövüştüğünü görmek istedikleri
sorulsa herkes kendi zevkine göre farklı bir cevap verirdi. Sonuçta kavga etmek için farklı nedenleri
vardı, bu yüzden de hangi seçeneğin daha ilginç olacağını kestirmek güçtü.
Bu yüzden Feng Xin beklenmedik bir şekilde konuşmayı keserek anında saklanınca dolayısıyla da uzun
bir süre cevap gelmeyince herkes hayal kırıklığına uğramıştı. Bu sırada Xie Lian kendisini toplamış ve
bir süre dövündükten sonra konuşmuştu. “Böyle bir kargaşaya sebep olacağımı hiç düşünmemiştim.
Düşünmeden hareket ettim, hepinize rahatsızlık verdim.”
Mu Qing rahat bir tavırla cevapladı. “Ah, o zaman sahiden rastlantısal bir olaydı demek.”
Rastlantısal mı? Xie Lian da fazlasıyla rastlantısal olduğunu düşünüyordu. Saat nasıl tam Mu Qing’in
üzerine düşer ve o yükselirken Feng Xin’in sarayı yıkılırdı ki? Gören herkes onun intikam aldığından
emindi. Ancak Xie Lian öyle biriydi ki, eğer bin kadeh şaraptan sadece bir tanesi zehirli olsa gider
zehirli şarabı seçerdi. Ama Xie Lian diğer insanların düşüncelerini değiştiremeyeceğinden bunu
denemedi. “Herkesin altın saraylarını ve diğer kayıplarını telafi etmeye çalışacağım. Aynı zamanda
bana zaman tanımanızı da umuyorum.”
Mu Qing’in ironik sözlerine devam etmeye can attığını anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Ancak
Mu Qing’in altın sarayı zarar görmemişti ve üzerine düşen saati de ikiye bölmüştü, daha fazla
küstahlık etmesi uygunsuz olur, ona yakışmazdı. Bu nedenle Mu Qing kendisini tutup sessiz kaldı. Xie
Lian korkunç sorunların kendiliğinden gittiğini görünce hızla kaçmıştı.
Xie Lian ertesi gün hala o sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meriti nereden bulacağına kafa yorarken
Ling Wen onu kendi sarayına davet etti.
Ling Wen, Cennet çalışanlarından sorumlu olan tanrıydı. Ölümlüler kariyerlerini ileri bir seviyeye
taşımak istediklerinde ona dua ederlerdi. Tüm sarayı yerden tavana kadar resmi evraklar ve
parşömenlerle ağzına kadar doluydu. Böyle bir görüntü çok sarsıcıydı, insanın korkudan titremesine
neden oluyordu. Xie Lian ilerlerken Ling Wen Sarayı’ndan çıkan her tanrının peşinden oldukça uzun
bir belge yığınının sürüklediğini gördü. Yüzleri solgundu ve eğer her an yere yığılacakmış gibi
görünüyor olmasalar da, oldukça uyuşmuş bir halleri vardı. İkisi en sonunda Saray’a girdiklerinde Ling
Wen dönüp bir noktayı işaret etti. “Ekselansları, İmparator’un yardımını istediği bir mesele var. Ona
destek olmaya ve yardım etmeye gönüllü müsün?”
Cennette pek çok kişinin ZhenJun ve YuanJun gibi unvanları vardı ancak sadece tek bir kişiye
İmparator denilirdi. Eğer o kişi bir şey yapmak isterse asla başka insanların yardımına ihtiyaç
duymazdı. Bu nedenle Xie Lian bir süre boş boş baktıktan sonra cevap verdi. “Mesele nedir?”
Ling Wen açıklama yapmadan önce ona bir parşömen uzattı. “Geçenlerde Kuzey’den çok sayıda
hevesli tapınanın kutsanmayı dileyen duaları yükseldi. Günlerinin huzur içinde geçmediğini tahmin
etmek zor değil.”
Hevesli tapınanlar genel anlamda üç farklı insan tipini tanımlamak için kullanılırdı. İlk olarak,
zenginleri: tütsü yakmak için para öder ve tanrılar için tapınaklar inşa ederlerdi. İkinci olarak, yoldan
geçen insanlara vaaz veren misyonerleri. Ve son olarakta bedeni ve zihni derinlemesine iman ve
inançla dolmuş insanlar hevesli tapınanları. Pek çoğu da ilk kategoriye girerdi, sonuçta bu dünyada
çok fazla zengin vardı. Üçüncü kategoride ise çok az kişi olurdu çünkü insan sahiden o kadar inançlı
olursa, yeterlilikleri de oldukça fazla olurdu ve kendileri cennete yükselmenin eşiğine gelirlerdi. Ling
Wen’in bahsettiği kişiler birinci kategoriye giriyor olmalıydı.
Ling Wen devam etti. “Şu anda İmparator Kuzey’le ilgilenemiyor. Eğer onun yerine yolculuğa çıkmak
istersen, zamanı geldiğinde o hevesli tapınanların yapacağı bağışlar senin sunağına yönlendirilecek.
Ne dersin?”
Xie Lian parşömeni iki eliyle uzanarak kabul etti. “Çok teşekkürler.”
Jun Wu ona açıkça yardım ediyordu ancak bu şekilde göstermek yerine Xie Lian’dan yardım
istiyormuş gibi görünmesini sağlamıştı. Xie Lian bunu nasıl anlayamazdı ki? Aklına o söylediği iki
kelime dışında düşüncelerini daha iyi ifade edebileceği hiçbir şey gelmiyordu. Ling Wen cevapladı.
“Benim tek görevim aracılık sağlamak. Eğer İmparatora kişisel olarak teşekkür etmek istiyorsan
dönmesini beklemen gerekecek. Ah sahi, büyülü eşyalar ödünç almak için yardımıma ihtiyacın var
mı?”
Xie Lian, “Gerekli değil. Bana büyülü eşyalar versen bile aşağıya indiğim gibi hiçbir ruhani gücüm
kalmayacak, o yüzden işe yaramaz hale gelecekler.”
Xie Lian iki kez düştüğünden ruhani güçlerini kaybetmişti. Tüm ölümsüzlerin toplandığı Cennette bu
durumla başa çıkmak kolaydı. Sonuçta ruhani güç orada boldu ve kaynak sonsuzdu, bu yüzden
kullanmak için rahatça alabiliyordu. Ancak ölümlü diyara gittiği anda güçsüz olacaktı. Eğer Xie Lian
büyü yoluyla savaşmak isterse tek yapabileceği birisinden ruhani güç ödünç almaktı ki bu da oldukça
külfetli bir şeydi.
Ling Wen bir süre kafa yordu. “O zaman en iyi sana eşlik ve yardım etmeleri için birkaç savaş tanrısı
bulmak.”
Şu anki savaş tanrıları ya onu tanımıyor ya da onu sevmiyorlardı. Xie Lian bunu tamamen anlayışla
karşılıyordu. “Aynı şekilde buna da gerek yok. Kimse benimle gelmez.”
Ancak Ling Wen olayı enine boyuna değerlendirmiş gibiydi. Sadece “Bir şansımı denerim.” dedi.
Denese de denemese de değişen bir şey olmayacaktı bu yüzden Xie Lian onun sözlerine ne karşı çıktı
ne de razı geldi ve Ling Wen’in denemesine izin vermiş oldu. Sonuç olarak Ling Wen ruhani iletişim
rününe girdikten sonra neşeli bir sesle duyurmuştu. “İmparatorun Kuzey’de yapılması gereken önemli
bir görevi var ve acilen yardıma ihtiyaç duyuyor. Hangi Yüce Savaş Tanrısı kendi sarayından yardım
için iki savaş tanrısı yönlendirebilir?”
Konuşması bittiği gibi Mu Qing’in hafif sesi duyuldu. “Duyduğuma göre İmparator şu anda Kuzey’de
değil, korkarım Ekselansları Veliaht Prens için yardım istiyorsun, haksız mıyım?”
Xie Lian içinden geçirdi. ‘Bütün gün ruhani iletişim rününde mesken tutup bunu mu bekledin?’
Ling Wen de onunla aynı fikirdeydi. Her ne kadar işini baltaladığı için Mu Qing’i tokatlamak istese de
yine de gülümseyerek konuştu. “Xuan Zhen, son iki gündür neden seni sürekli burada buluyorum?
Sanırım boşa harcayacak çok fazla vaktin ve hep aylaksın. Tebrikler, tebrikler.”
Mu Qing hafif bir sesle cevapladı. “Elim yaralandı, bu yüzden sağlığıma geri kavuşmayı bekliyorum.”
Dinlemekte olan her bir tanrının kafasından aynı şey geçiyordu. ‘Eskiden çıplak ellerinle dağları ikiye
bölsen gıkın çıkmazdı. Aptal bir saati parçalamak sana ne yapabilir ki?”
Aslında Ling Wen ayrıntıları açıklamadan önce çoktan iki kişiyi gelmeleri için kandırmıştı. Ama Mu
Qing o detayları tek tahminde tutturmakla kalmamış bir de herkese söylemişti. Durum öyleyken
kimseyi bulamayacağı neredeyse kesindi. Sahiden de sorusunu uzunca bir süre kimse yanıtlamadı. Xie
Lian da kimsenin öne çıkmasını beklemiyordu. “Sen de gördün, kimse gelmeyecek.”
Ling Wen cevapladı. “Xuan Zhen konuşmasaydı kesinlikle gelenler olacaktı.”
Xie Lian gülümsedi. “Sözlerin, pipa çalarken yüzünün yarısını gizleyerek bir noktaya kadar manzarayı
güzel bir şekilde bulanıklaştırmaya benziyordu. İnsanlar İmparator’a yardım ettiklerini düşünerek tabi
ki geleceklerdi. Ama geldiklerinde ve benimle çalışacaklarını fark ettiklerinde, korkarım daha büyük
bir problem çıkacaktı. Bu durumda nasıl beraber çalışacaktık? Her şekilde ben yalnız kalmaya
alışkınım ve kolum bacağım kopukta değil, bu yüzden bu şekilde devam edelim derim. Uğraştığın için
teşekkürler, ben artık gideyim.”
Ling Wen’in de elinden gelen bir şey yoktu. Bu yüzden ellerini birleştirerek selam verdi, ardından
konuştu. “Pekala. Ekselansları, seyahatinin güzel geçmesini temenni ederim, Cennetin Kutsaması
üzerinde olsun.”
Xie Lian cevapladı. “Tüm yasaklar kalktı!” Elini salladı, kendinden emin ve tasasız bir halde gitti.
*ÇN: Çin özlü sözü ‘Tüm yasaklar kalktı ve tüm kötülükler geri çekildi!’ Ling Wen’in sözlerine standart bir karşılık gibi duruyor.

Üç gün sonra, ölümlü diyarı, Kuzey


Ana yolun kenarında küçük bir çayevi vardı. Dükkanın önü büyük değildi ve sahipleri sıradan
insanlardı ama manzara güzel olduğu için çayları çok pahalıydı. Dağlar ve nehirler gözüküyordu.
İnsanlar ve bir kasaba da vardı. Her şey oradaydı fakat fazlası değildi – fazlası değildi, gerektiği
kadarıydı. Eğer insan böyle bir manzaranın ortasına yerleşmiş bir çayevine şans eseri denk gelirse
sahiden de muhteşem bir anısı olurdu. Çayevinin garsonu fazlasıyla boştu, o sırada tek bir müşteri
dahi yoktu. Bu yüzden küçük bir tabureyi dükkanın kapısına çekmiş; dağları, suyu ve geçen insanları
izliyordu. Neşeyle bakarken uzaklardan gelen beyazlara bürünmüş bir Taocu gördü. Taocu tozla
kaplanmıştı, uzun zamandır yollardaymış gibi görünüyordu. Yaklaştığı zaman küçük çayevinin
önünden geçiyordu ki aniden adımları durdu ve yavaşça geriye geldi. Taocu onu bambu şapkasıyla
selamladıktan sonra başını kaldırdı. Gülümseyerek konuşmaya başladığında dükkana sadece tek bir
bakış atmıştı. “‘Şanslı Tesadüf’ küçük dükkanı, ilgi çekici bir isim.”
Her ne kadar yorgun görünse de yüzü gülücüklerle doluydu. Ona bakan insanlar da gülümsemekten
kendilerini alamıyorlardı. Ardından Taocu sordu. “Bağışlayın, Yu Jun Dağı yakınlarda mı acaba?”
Garson onun için dağın yönünü gösterdi. “Bu bölgede.”
Taocu nefes verdi ve bir kereliğine olsun o nefeste ruhu da bedenini terk etmemişti. Aklından tek bir
düşünce geçiyordu. ‘En sonunda geldim’.
Bu kişi Xie Lian’dı.
Ölümsüz Şehir’den ayrıldığı gün normalde inmeyi planladığı noktaya karar vermişti; Xie Lian Yu Jun
Dağı’na yakın bir yere düşecekti. Kimin aklına tasasız bir şekilde ayrılıp tasasız bir şekilde atlayacağı
zaman kol yeninin kaygısız bir buluta takılacağı gelirdi ki? Evet bir buluta takılmıştı. Xie Lian bile
kolunun buluta takılabileceğini bilmiyordu. Sonuç olarak azametli, yüce bir tavırla takla atarak
düşmüştü. Yere indiğinde nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Yürüyerek geçen üç günün ardından
en sonunda varmak istediği yere gelmişti. Bu yüzden kısa bir süre için inanılmaz duygulanmıştı.
Çayevine giren Xie Lian pencere kenarında bir masa seçtikten sonra çay ve yiyecek istedi. Yaşadığı
zorlukların ardından en sonunda oturabilmişti, bu sırada odanın dışarısından geşen sonsuz inlemeler
ve çalan davul seslerini işitti.
Xie Lian bakışlarını sokağa çevirdiğinde her yaştan insanlardan oluşan bir grubun çayevinin önünden
geçmekte olan kırmızı bir düğün arabasına eşlik ettiğini gördü.
Tören alayı oldukça tuhaf bir ruh halindeydi. İlk bakışta geline eşlik eden akrabalar gibi
görünüyorlardı. Fakat yakından bakınca insanların yüzündeki ciddi ifadeler netleşiyordu – keder, öfke,
korku... Ancak hiçbirinin yüzünde neşe yoktu, bir düğünün görüntüsüne benzemiyordu. Lakin bunun
tam tersine, herkes kırmızı çiçekler takmış ve nefesli çalgılarla davullar çalıyorlardı. Durum gerçekten
de tuhaftı. Garson elinde bakır bir çaydanlıkla geldi ve yukarı kaldırarak ona çay doldurdu. O da
sahneyi görmüştü ama sadece dönmeden önce başını iki yana sallamakla yetindi.
Xie Lian gözleriyle ayrılmakta olan tuhaf düğün alayını takip ettikten sonra kısa bir süre düşündü. Tam
Ling Wen’in ona verdiği parşömene bir kez daha bakmak üzereydi ki aniden büyüleyici bir şeyin
uçuştuğunu hissetti.
Xie Lian başını kaldırdığında gözlerinin önünden gümüş bir kelebek geçti.
Gümüş kelebek parlak ve şeffaftı, saf ve duru görünüyordu. Havada uçarken ardında parlak bir iz
bırakmıştı. Xie Lian ona uzanmaktan kendini alamadı. Bu kelebek oldukça zekiydi. Sadece
korkmamakla kalmamış, üstüne kısa bir an için parmak uçlarında durmuştu. Her iki kanadı da parlak
ve son derece güzeldi. Güneş ışığının altında bir hayal gibi gözüküyordu. Bir an sonra ise uçup gitmişti.
Xie Lian ona veda edermişçesine el salladıktan sonra geri döndüğünde masasında iki kişi daha
oturuyordu.
Masanın dört kenarı vardı. Birisi sol diğeri ise sağ tarafına oturmuştu. Her ikisi de on yedi, on sekiz
yaşlarında görünen genç adamlardı. Sol taraftaki daha uzun, yüz ifadesi oldukça düzgün olan yakışıklı
bir gençti. Bakışlarında ise kibirli ve inatçı bir ışık taşıyordu. Sağ taraftaki ise oldukça solgun benizliydi.
Narin ve güzel, aynı zamanda da kibar görünüyordu. Ancak her nasılsa yüz ifadesi aşırı soğuk ve
kayıtsızdı, halinden çok memnun değilmiş gibi bir hali vardı. Aslında her ikisinin de yüzündeki renk
pek hoş görünmüyordu.
Xie Lian gözlerini kırpıştırdıktan sonra sordu. “Siz kimsiniz?”
Soldaki cevap verdi. “Nan Feng.”
Sağdaki de ekledi. “Fu Yao.”
Xie Lian içinden geçirdi. ‘Adınızı sormamıştım…’
Bu sırada Ling Wen’in sesi aniden ona geldi. “Ekselansları, Orta Cennetten iki küçük savaş tanrısı
yardım etmeyi kabul etti. Çoktan seni bulmak için yola çıktılar, şimdilerde yanına varmış olmalılar.”
Orta Cennet denen yer doğal olarak Üst Cennetle bağlantılıydı. Cennetin Kutsal Görevlileri basit ve
kaba bir şekilde ikiye ayrılırdı: yükselmiş olanlar ve yükselmemiş olanlar. Üst Cennetteki herkes kendi
çabalarına istinaden yükselmişti. Tüm Cennette sadece yüz kadar kişi böyleydi ve her biri oldukça
değerliydi. Ama Orta Cennetteki ilahlar ‘vekil olarak atanma’ yoluyla gelirlerdi. Harfiyen ifade etmek
gerekirse tam isimleri ‘Kardeş Tanrılar’ idi ancak onlara seslenilirken çoğu zaman ‘kardeş’ kelimesi es
geçilirdi.
Üst Cennet ve Orta Cennet olduğuna göre, Alt Cennette var mıydı?
Hayır yoktu.
Aslında Xie Lian ilk kez yükseldiğinde sahiden Alt Cennet diye bir yer vardı. O zamanlarda Cennet Alt
ve Üst olarak ayrılmıştı. Ama sonrasında bir problem ortaya çıkmıştı. Kendilerini tanıttıkları zaman
ağızlarını açıp ‘Ben Alt Cennettenim falan filan’ demeleri gerekiyordu ve bu kulağa oldukça nahoş
geliyordu. İçinde ‘alt’ kelimesi geçtiği için kendilerini özellikle aşağı kademe hissediyorlardı. Orta
Cennet yetenekli kişiler açısından hiçbir sıkıntı çekmiyordu. Ruh güçleri zengin ve kuvvetliydi, seçkin
ve tanınmış kişilerdi. Onlarla üst Cennetteki tanrılar arasındaki tek fark Cennet Musibetlerini tecrübe
etmemiş olmalarıydı. Ama bekledikleri Cennet Musibetinin ne zaman geleceğini kim bilebilirdi ki? Bu
sebeple birileri öne çıkarak tek bir kelimeyi değiştirmeyi önermişti – bundan sonra kendilerini
tanıtırken ‘Ben Orta Cennettenim falan filan’ diyeceklerdi. Her ne kadar aynı anlama gelseler de
böylesi kulağa çok daha hoş geliyordu. Kısaca değişimin ardından uzun bir süre Xie Lian buna
alışamamıştı.
Xie Lian iki küçük savaş tanrısına baktı. Birisinin yüzü diğerinden biraz daha memnuniyetsizdi,
‘yardıma gelmeyi kabul etmiş’e benzemiyorlardı. Bu yüzden sormaktan kendini alamadı, “Ling Wen,
bana yardım etmek için gelmişe benzemiyorlar ve daha çok benim kellemi alıp gidecek gibi bir halleri
var. Gelmeleri için onları kandırdın mı?”
Ne yazık ki sorusu iletilmişe benzemiyordu. Aynı şekilde Ling Wen’in kulağındaki sesi de kaybolmuştu.
Muhtemelen Ölümsüz Şehir’den çok uzakta olduğu ve inmesinin ardından uzun bir zaman geçtiği için
ruhani güçleri tamamen tükenmişti. Xie Lian’ın elinden başka bir şey gelmeyeceğinden her iki küçük
savaş tanrısına dönüp gülümsedikten sonra konuştu. “Nan Feng ve Fu Yao muydu? Bana yardım
etmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür etmeme izin verin.”
İkisi de başlarını salladı, hareketleri biraz azametli görünüyordu. Görünüşe göre altında çalıştıkları
savaş tanrılarının itibarları yüksekti. Xie Lian garsona iki bardak daha getirmesini işaret etti. Kendi
bardağını alarak çay yapraklarını çıkarttı, ardından sıradan bir şekilde sordu. “Hangi tanrının
sarayındansınız?”
Nan Feng cevapladı. “Nan Yang Sarayı.”
Fu Yao. “Xuan Zhen Sarayı.”
“…”
Korkunun iliklerine işlediğini hissedebiliyordu.
Xie Lian koca bir yudum çay içtikten sonra sordu. “Saray Generalleriniz gelmenize izin verdi mi?”
Her ikisinin de cevabı aynıydı. “Benim Saray General’im geldiğimi bilmiyor.”
Xie Lian bir an düşündükten sonra sordu. “O zaman, benim kim olduğumu biliyor musunuz?”
Eğer bu iki küçük savaş tanrısı buraya aptal oldukları ve bu yüzden Ling Wen tarafından kandırıldıkları
için gelmişlerse, ona yardım ettikten sonra Saray Generalleri tarafından sağlam şekilde
azarlanacaklardı. Buna kesinlikle değmezdi.
Nan Feng cevapladı. “Ekselansları Veliaht Prens.”
Fu Yao. “İnsan dünyasının doğru yolusunuz, evrenin kalbisiniz.”
Xie Lian boğulur gibi oldu, ardından Nan Feng’e kararsız bir şekilde sordu. “Biraz önce gözlerini mi
devirdi o?”
Nan Feng. “Evet, gönder onu gitsin.”
Nan Yang ile Xuan Zhen’in arası iyi değildi. Pek bir sır sayılmazdı. Xie Lian ise bunu öğrendiğinde
şaşırmamıştı. Çünkü zaten eskiden bile Feng Xin ve Mu Qin’in ilişkisi çokta iyi değildi. Tek fark, o
günlerde o ustaydı ve ikisi onun hizmetindeydi. Veliaht Prens tartışmayın, iyi geçinin demişti, bu
yüzden birbirlerine tahammül etmiş ve düşmanca davranışlardan kaçınmışlardı. Keyifleri fazlasıyla
kaçtığında ise, en fazla, birbirlerine saldırmak için sadece kelimeleri kullanırlardı. Bugüne dek
dayanmışlardı ancak artık samimiyetsiz nezaketlere gerek yoktu. Bu yüzden de Nan Yang Sarayı ve
Xuan Zhen Sarayı birbirlerinden karşılıklı nefret ederken, Güneydoğu ve Güneybatının inanları bile
birbirlerine iyi gözle bakmazdı. Bu karşısındaki ikili durumun bir özetiydi. Fu Yao konuşmadan önce
alayla güldü. “Ling Wen ZhenJun sana gönüllü olarak gelebilirsin dedi. Neden sıvışıp gidecek olan
benmişim?”
‘Gönüllü’ kelimesi onun yüz ifadesiyle birleşince inandırıcılığını kaybediyordu. Bu yüzden Xie Lian
araya girdi. “Bir şeyi doğrulamama izin verin. İkinizde buraya gönüllü olarak mı geldiniz? Eğer
cevabınız hayırsa, kendinizi kalmaya zorlamanıza gerek yok.”
Her ikisinin cevabı da aynıydı. “Kendi isteğimle gönüllü oldum.”
Xie Lian derin bir üzüntü taşıyan iki yüze bakarken, cümlelerini içinden farklı bir şekilde tercüme
ediyordu, ‘intihar etmek istedim’ demeye çalışıyorlardı değil mi?
“Kısaca –“
Xie Lian tekrar başladı. “Önce gerçek işimizi tartışalım. Neden Kuzeye geldiğimizi ikinizde biliyorsunuz,
bu yüzden açıklamaya en başından başlamıyorum…”
İkisinin tepkisi yine ortaktı. “Ben bilmiyorum.”
“…”
Xie Lian’ın elinden hiçbir şey gelmiyordu, sadece parşömeni çıkardı. “O zaman en iyisi baştan
başlamam olur.”
Uzun yıllar önce Yu Jun Dağı’nda bir damat ve bir gelin evlenmek üzereymiş deniyordu.
Çift birbirini çok seviyormuş. Damat, gelini getiren düğün alayını bekliyormuş ancak uzun bir süre
beklediği halde gelin hala görünürde yokmuş. Damat endişelenmeye başlamış ve bu yüzden gelinin
ailesini bulmaya çalışmış. Sonunda onları bulduğunda, kayınbabası ona gelinin uzun zaman önce yola
çıktığını söylemiş. Her iki aile de durumu hemen yetkililere bildirmiş, ardından her yeri aramaya
başlamışlar. Ancak ne kadar ararlarsa arasınlar gelini bulamamışlar. Ama vahşi bir hayvan tarafından
yenmiş olsaydı bile geride bir kol, bacak veya herhangi bir şeyin kalmış olması gerekirdi. Böyle sırra
kadem basmasına ne sebep olabilirdi? Bu yüzden de insanlar elbette, gelinin evlenmek istemediğini,
bundan dolayı da tören alayıyla birlikte bir tezgah hazırlayarak kaçtığından şüphelenmeye
başlamışlar. Ancak kimsenin aklına birkaç yıl sonra, bir başka çift evlenirken aynı kabusun tekrar
yaşanacağı gelmemişti.
Bir gelin daha kaybolmuştu. Ancak bu kez ardında bir iz bırakmıştı. İnsanlar küçük bir patikada, bir
şeyin henüz tam olarak yemeği bitiremedi bir ayak bulmuşlardı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 4: Geceleyin Ju Yang Tapınağındaki Üç Aptal Arasındaki Tartışma
O zamandan beri durum daha da kötüleşmişti. Yüz yıl içinde Yu Jun Dağı bölgesinde toplam on yedi
gelin kaybolmuştu. Bazen onlarca yıl boyunca huzur olurdu. Diğer zamanlarda ise bir aylık kısa bir
süre içerisinde iki gelin kaybolurdu. Çok geçmeden korkunç bir efsane etrafa yayılmıştı: Yu Jun
Dağında hayalet bir damat yaşıyordu. Eğer bir kadını isterse, onu düğün gecesinde kaçırıp, yanında
eşlik edenleri yalayıp yutuyordu.
Normalde böyle durumlar cennete bildirilmezdi. On yedi tane kayıp gelin olmasına rağmen, yüzlercesi
hatta binlercesi düğün günlerini sapasağlam geçirmişlerdi. Ne olursa olsun çoktan kaybolmuş olanları
bulmak veya yeni gelinleri korumak imkânsızdı, o yüzden insanların bu tür olayları görmezden
gelmekten başka şansları yoktu. Kızlarını büyük düğünlerle evlendirmeye cesaret eden aileler biraz
azalmıştı ve yeni evlenmişler düğünlerini büyük bir olay gibi gösterme riskine girmiyorlardı ancak on
yedinci gelinin babası önemli bir yetkiliydi. Babası kızına çok düşkündü ve bu efsaneyi duyduğu zaman
özenle kırk cesur ve göze çarpan askeri görevliyi kızına düğünde damada kadar eşlik etmeleri için
seçmişti. Lakin tüm bu hazırlıklara rağmen kızı yine de kaybolmuştu.
Bu sefer, hayalet damat gerçekten de arı kovanına çomak sokmuştu. Bu yetkili kişi, insan dünyasında
ona yardımcı olabilecek hiç kimseyi bulamamıştı. Sonuç olarak kızgın bir şekilde kendi devlet yetkilisi
arkadaşlarıyla anlaşma yaparak delice bir ritüel düzenlemişti. Bu yetkili, uzman birinin tavsiyesini
dinleyip fakirlere yardım etmek için bir tahıl ambarı da açmıştı. Onca yaptıklarından sonra bir tanrının
ilgisini çekmeyi başarmıştı. Yoksa bu ince ve ölümlü seslerin tanrının kulaklarına erişmesi neredeyse
imkânsızdı.
Xie Lian söyledi. “Aşağı yukarı böyle olmuş.”
İki savaş tanrısının yüz ifadeleri işbirliği yapmak istemiyorlarmış gibi göründüğü için onu dinleyip
dinlemediklerinden emin değildi. Eğer dinlememişlerse Xie Lian’ın olanları tekrar açıklamaktan başka
bir çaresi yoktu ancak tahminin aksine, Nan Feng kafasını kaldırdı ve alnını buruşturarak sordu.
“Kaybolan gelinlerin ortak noktaları var mı?”
Xie Lian cevapladı. “Bazıları zengin, bazıları fakir. Bazıları güzel, bazıları çirkin, bazıları eş olarak
evleniyordu ve bazılarıysa metresti. Kısacası kaybolmalarının ortak bir yönü yok. Hayalet damadın
tercihlerini kolayca belirlemek zor.”
“Hm.” Nan Feng çay bardağını kaldırıp bir yudum almadan önce bir kez homurdandı. Problemlerinin
üzerinde düşünmeye başlamış gibi gözüküyordu. Diğer yandan Fu Yao, Xie Lian’ın ona doğru ittiği çay
bardağına dokunma zahmetine bile girmemişti. Yavaşça ve durmadan parmaklarını beyaz bir mendille
sildikten sonra umursamaz bir şekilde sordu. “Ekselansları Veliaht Prens, hayaletin bir damat
olduğuna nasıl karar verdin? Bu kesin olamaz, daha önce kimse onu görmedi. Nasıl bir kadın mı erkek
mi yoksa yaşlı mı genç mi olduğunu söyleyebiliyorsun? Çok basit düşünmüyor musun?”
Xie Lian gülümsedi. “Bu parşömende yazılmış olan özet Ling Wen’in sarayındaki tanrılar tarafından
çıkarıldı. ‘Hayalet damat’ insanlar arasında en çok kullanılan isim ancak senin söylediğin de gerçekten
mantıklı.”
Konuşmalarından sonra Xie Lian bu iki savaş tanrısının oldukça dikkatli düşündüklerini fark etmişti.
Yüz ifadeleri çok iyi görünmese de işlerinde umursamaz değillerdi en azından. Bu Xie Lian’ı önemli
ölçüde memnun etmeye yetiyordu.
Pencerenin dışındaki hava kararmaya başladığında üçü geçici olarak küçük çayevini terk ettiler. Xie
Lian bambu şapkasını taktıktan sonra yürümeye başladı. Bir süre yürüdükten sonra aniden
arkasındaki iki kişinin onu takip etmediğini fark etti. Şaşırmış bir şekilde dönüp onlara baktığında diğer
ikisinin de şaşkınlıkla ona bakıyor olduğunu gördü. Nan Feng sordu. “Nereye gidiyorsun?”
Xie Lian cevapladı. “Kalacak bir yer aramaya gidiyordum. Fu Yao, neden tekrar gözlerini
deviriyorsun?”
Nan Feng tekrar şaşkınlıkla sordu. “O zaman neden ıssız dağlara doğru yürüyorsun?”
Xie Lian çoğunlukla sokaklarda yemek yemeye ve uymaya alışmıştı. Yere serebileceği bir kıyafet
bulduğu sürece gece boyunca orada yatabilirdi. Doğal olarak her zaman yaptığı gibi bir mağara bulup
ateş yakmaya hazırlanıyordu ancak bu sorulardan sonra aklına Nan Feng ve Fu Yao kendi
generallerinin saraylarının altında çalışan savaş tanrıları olduğu gelmişti. Eğer yakınlarda Nan Yang
veya Xuan Zhen tapınakları varsa direkt olarak oraya girebilirlerdi. Neden dışarda uyumaları
gereksindi ki?
Kısa bir süre sonra üçü sıradan ve küçük bir köşede, yıpranmış ve hasarlı bir yerel tapınak buldu.
Tütsüyü tutan tabak kırıktı ve tapınağın çok işlek olmadığı belliydi. Toprak Tanrısının ismi küçük,
yuvarlak bir taş plakanın üzerine kazınmıştı. Xie Lian ona birkaç kez seslendi. Bu yerel Toprak
Tanrısı’na bağışta bulunan veya onu çağıran birinin gelmesinin üzerinden yıllar geçmişti. Toprak
Tanrısı aniden birinin onu çağırdığını duyunca gözleri kocaman açıldı ve karşısında duran üç kişiyi
gördü. Hatta bedenlerinin etrafındaki bölge yoğun bir kutsal ışıkla doluydu, yüzlerini net bir şekilde
seçmek imkânsızdı. Toprak Tanrısı telaşla zıplarken titredi. “Siz üç tanrının bu aciz ben için herhangi
bir emri var mı?”
Xie Lian selamlamak için başını salladı. “Emirlerimiz yok. Sadece buralarda General Nan Yang veya
General Xuan Zhen tapınakları var mı diye sormak istedik.”
Toprak Tanrısı onları hafife almayı göze alamadı, böylece cevapladı. “Bu, bu, bu…” Devam etmeden
önce parmaklarıyla hesapladı. “Buradan yaklaşık iki bin beş yüz metre ileride bağış yapılan bir tapınak
var… General Nan Yang için.”
Xie Lian yanıtlamadan önce ellerini birleştirdi. “Çok teşekkürler.” Toprak Tanrısı, Xie Lian’ın yanında
duran iki parlayan öbek halindeki kutsal ışıktan dolayı kör oluyormuş gibi hissettiğinden hızlıca tekrar
kendini gizledi. Aynı anda Xie Lian el yordamıyla etrafı arayıp Toprak Tanrısı’nın tapınağına bağışta
bulunmak için birkaç madeni para buldu. Ardından etrafa dağılmış olan tütsü çubukları bulup düzeltti
ve yaktı. Bunlar olurken Fu Yao o kadar çok kez gözlerini devirmişti ki Xie Lian neredeyse ona
gözlerinin yorulup yorulmadığını soracaktı.
Hakikaten iki bin beş yüz metre ileride bir tapınak buldular. Yol kenarına inşa edilmişti, uğrak ve ferah
bir yer gibi gözüküyordu. Tapınak oldukça küçük olmasına rağmen ihtiyaç duyulabilecek her şey vardı.
Gelip giden insanların alışılagelmedik heyecanlı sesleriyle doluydu. Üçü tapınağa girmeden önce
kendilerini gizlediler. Bekledikleri gibi zırh giymiş Nan Yang Savaş Tanrısı’nın yay tutan ilahi heykeli
bağış için olan sunağın yanına yerleştirilmişti.
Xie Lian bu ilahi heykeli görünce içinden bir kez “Hı-hı…” diye geçirdi.
Kırsal bölgedeki küçük bir tapınak olduğu için ilahi heykelin kendisi ve üzerindeki boya çok kabaca
yapılmıştı. Heykel Xie Lian’a, Feng Xin’in kendisinden tamamen farklı görünüyordu.
Çoğu tanrı ilahi heykellerinin nasıl yanlış bir şekilde tasvir edildiğine alışmıştı. Kendi annelerinin bile
onları tanımamasının yanı sıra kendi ilahi heykellerini bile tanıyamayan tanrılar vardı. Sonuçta
tanrıları kendi gözleriyle görmemiş birçok usta vardı ve bu yüzden heykeller ya son derecede güzel ya
da aşırı derece çirkin olurdu. Hangi tanrının tasvir edildiğini anlamak için heykelin kıyafetlerine,
silahına ve kendine özgü duruşuna bakılabilirdi.
Genel konuşmak gerekirse, heykelin yer aldığı bölge ne kadar zenginse ilahi heykel de o kadar çok
tanrının kendisine benzerdi. Bölge ne kadar fakirse ustanın zevki daha kalitesiz olacağından ilahi
heykel de feci bir görüntü oluştururdu. Şimdiye kadar sadece General Xuan Zhen’in ilahi heykelleri
diğerlerine göre daha güzel olagelmişti. Neden mi? Çünkü çoğu tanrı, ilahi heykellerinin çirkin olup
olmadığını gerçekten umursamıyordu ancak Xuan Zhen ne zaman kendisinin çirkince işlenmiş bir ilahi
heykelini görse sinsice onu ustanın yeniden yapması için parçalardı. Bazen memnuniyetsizliğini
belirtmek için ustaya belli belirsiz bir rüya gösterirdi. Böylece bir sürenin ardından tüm inananları
onun heykellerinin iyi görünmesi gerektiğini anlamıştı!
Xuan Zhen Sarayı’nın üyelerinin generallerininkine benzeyen kişilikleri vardı. Hepsi detaylara çok
dikkat ederlerdi. Nan Yang Tapınağı’na girdikleri iki saat içinde Fu Yao durmadan ilahi heykelin
detaylarında hatalar bulmuştu; ‘şekli bozuk’, ‘boya renkleri basit’, ‘ustanın kullandığı teknik kalitesiz’.
Hatta ustanın zevkinin ne kadar garip olduğu hakkında da yorum yapmıştı. Xie Lian, Nan Feng’in
alnındaki damarların yavaş yavaş kabarmaya başladığını görünce hemen dikkatlerini dağıtacak başka
bir konu bulmayı düşündü. Tesadüfen, tapınağa saygı göstermek için giren genç bir kız görmüştü.
Kızın dindar bir şekilde dizlerinin üzerine çökmesiyle, samimi bir şekilde konuşmaya başladı. “Nan
Yang ZhenJun’un kendine ait bölgesi güneydoğuda olduğu için Nan Yang için yakılan tütsülerin
kuzeyde de bu kadar yoğun olmasını beklememiştim.”
Ölümlüler tapınak inşa ettiklerinde aslında cennetteki sarayları taklit etmeye çalışırlardı. Diğer yandan
ilahi heykeller tanrının kendisinin yansıması olmalıydı. Tapınakta toplanan inananlar ve yaktıkları
tütsüler tanrıların gücünün önemli bir kaynağıydı. Ayrıca coğrafi konum, tarih, gelenekler, toplumsal
sınıf ve birçok diğer nedenden ötürü farklı yerlerde yaşayan insanlar normalde farklı tanrılara tapardı.
Her tanrının ruhani gücü kendi bölgesindeyken avantaj nedeniyle en güçlü olurdu. Yalnızca Savaş
Tanrısı Samavi İmparator gibi bir ilahın gökyüzünün altındaki her kuytu ve her köşede inananı
olabilirdi. Her yerde inşa edilmiş tapınakları olduğu için Jun Wu’nun ‘kendi bölgesinde’ olup
olmamasının herhangi bir anlamı yoktu. Nan Feng, generalinin kendi bölgesi olmayan bir yerde,
tütsülerinin çok kuvvetli bir şekilde yanıyor olması nedeniyle gurur duymalıydı ancak suratındaki
renge bakılırsa onun için iyi bir şey değilmiş gibi görünüyordu. Fu Yao ise kenarda duruyordu ve
konuşmadan önce zayıfça gülümsedi. “Fena değil, fena değil. General Nan Yang’a olan saygı ve sevgi
hiçte az değil.”
Xie Lian konuştu. “Bir sorum var fakat emin değilim…”
Nan Feng onu kesti. “Eğer ‘Sormanın uygun olup olmadığından emin değilim.’ diyeceksen hiç
söyleme.”
Xie Lian içinden geçirdi. “Hayır, ‘Cevaplayabilecek birinin olup olmadığından emin değilim.’ demek
istemiştim.”
Ancak Xie Lian sorunun cevabının iyi bir şey olmayacağını sezdiğinden sohbetlerinin konusunu tekrar
değiştirmenin daha iyi olacağına karar verdi. Fakat Fu Yao’nun konuyu devam ettirmek isteyeceği
aklına gelmemişti. “Ne sormak istediğini biliyorum. Buraya bugün gelen inanların neden büyük bir
kısmının kadın olduğunu, değil mi?”
Bu tam olarak da Xie Lian’ın sormak istediği şeydi.
Bir savaş tanrısının kadın inanları her zaman erkek inananlarından daha az olurdu. Sadece Xie Lian
sekiz yüz yıl önce bir istisna olmuştu ve bunu açıklamak çok kolaydı. Neden sadece bir kelimeden
oluşuyordu: yakışıklıydı.
Xie Lian bu gerçeği tamamen anlıyordu. Erdemli ve prestijli biri veya sıra dışı bir şekilde yetenekli
olduğundan kaynaklanmıyordu, sadece ilahi heykelleri ve tapınakları güzel göründüğü içindi.
Neredeyse tüm tapınakları İmparatorluk tarafından inşa edilmişti ve ilahi heykelleri ülkedeki en iyi
ustalar tarafından yapılmıştı. Heykelleri aynı zamanda gerçek yüzüne göre dikkatlice oyulmuştu.
Dahası ‘beden cehennemde, ama kalp cennette’ sözünden dolayı ustalar genelde ilahi heykellerine
çiçekler eklemeyi severlerdi ve tapınaklarını çiçekli ağaçlarla donatmaya düşkünlerdi. Sonuç olarak,
eskiden, Xie Lian’ın bir tane daha ismi vardı: ‘Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı’. Kadınlar ilahi heykellerinin
güzelliğini ve tapınaklarının çiçeklerle dolu olmasını severlerdi. Bu onların tapınaklara uğraması için
yeterliydi. Neyse ki aynı zamanda içeriye girip saygılarını göstermeye de istekliydiler.
Lakin normal savaş tanrıları genellikle yoğun bir öldürme isteğiyle çevrili olurlardı. Bundan dolayı çoğu
zaman ilahi heykeller ciddi, sert veya duygusuz görünürdü. Kadın inananlar ise bu heykellere öylece
bakmaktansa Merhamet Tanrıçası Guanyin’e tapmayı tercih ederlerdi ve Nan Yang’ın ilahi heykeli
öldürme isteği yayıyormuş gibi gözükmese de pekte iyi görünüyor sayılmazdı. Yine de Nan Yang’a
saygılarını göstermek için gelen kadın inananlar erkeklerden daha fazlaydı. Ek olarak Nen Feng
beklenmedik bir şekilde bunun nedenini söylemek istememişti ve bu yüzden Xie Lian bir tuhaflık
olduğunu düşünmüştü. Bu sırada, genç kız saygısını sunmayı bitirmiş ve tütsü yakmak için
ayaklanıyordu.
Xie Lian kızın kalktığını görünce diğer ikisini hafifçe dürttü. Normalde, ikisi de bakmamaya
çalışmıyorlardı zaten. O şekilde dürtüldükten sonra sıradan bir şekilde Xie Lian’ın bakışlarını takip
ettiler ancak tek bakış bile aniden ifadelerinin değişmesine neden olmuştu.
Fu Yao bağırdı. “Çok çirkin!”
Xie Lian konuşmayı başaramadan önce biraz öksürdü. “Fu Yao, bir kız hakkında böyle konuşamazsın.”
Dürüst olmak gerekirse Fu Yao’nun dediği doğruydu. Genç kızın yüzü kıyaslanamaz biçimde düzdü,
sanki sertçe vurularak düzleştirilmiş gibiydi. Ayrıca eğer birisi yüz hatlarının sıradan olduğunu söylerse
o zaman ‘sıradan’ kelimesinin hakarete uğramış gibi hissetmesine neden olurdu. Görünümünü
betimlemek isterlerse kullanabilecekleri tek tabir ‘çarpık bir burun ile eğik gözler’ olurdu.
Ancak Xie Lian kesinlikle kızın güzel mi çirkin mi olduğuna bakmıyordu. O kızın eteğinin arkasındaki
kocaman deliğe dikkat etmişti. Görmemiş gibi davranmak gerçekten de imkânsızdı.
Fu Yao ilk başka şaşmıştı ancak hızla sakinleşti. Diğer yandan Nan Yang’in alnında atan damarlar
arkalarında iz bırakmadan kaybolmuşlardı.
Görünümlerinin değiştiğini görünce Xie Lian hızla söyledi. “Endişelenmeyin, endişelenmeyin.”
Bu sırada genç kız tütsüsünü alıp bir kez daha dizlerinin üzerine çöktü ve saygılı bir şekilde konuşmaya
başladı. “Bizi koru General Nan Yang. Sana tapınan Minik Ying hayalet damadın olabildiğince çabuk
bir şekilde yakalanması için yalvarıyor. Masum insanlar onun kötü…”
İbadetini gerçekten de içtenlikle yapıyordu, eteğindeki delikten ise kesinlikle habersizdi. Aynı
zamanda ilahi heykelin ayağında çömelmiş olan üç kişinin de farkında değildi. Xie Lian başının
ağrıdığını hissetti. “Ne yapmalıyız? Onu bu şekilde bırakamayız, değil mi? Eve giderken yolda herkes
görecek.”
Üstelik eteğindeki yırtık kasten keskin bir objeyle açılmış gibi görünüyordu. Xie Lian sadece gelip
izleyecek insanların yanı sıra düşüncesizce onunla alay ederek olay çıkaracak kişilerin de olacağından
korkuyordu. Bunun gibi bir şey çok utanç verici olurdu.
Fu Yao tarafsızca yanıtladı. “Bana sorma. İbadet ettiği kişi benim General’im Xuan Zhen değil. Sonuçta
beni rahatsız eden bir şey yok, hiçbir şey görmedim.”
Diğer yandan Nan Feng’in yakışıklı yüzü yeşil ve beyaz renkleri arasında gidip geliyordu. Sadece elini
sallayabiliyor fakat hiçbir şey söyleyemiyordu. Düzgün ve gururlu bir efendi sessizleşmeye zorlanmıştı.
Daha fazla ona güvenemeyeceği belliydi. Böylece Xie Lian’ın kendisinin bir şeyler yapmaktan başka
çaresi kalmamıştı. Biraz düşündükten sonra dış elbisesini çıkardı ve düşürdü. Bir esintiyle beraber
elbise süzülerek kızın eteğindeki yersiz deliği kapattı. Bununla beraber üçü de rahatlıkla nefes aldılar.
Ancak esinti gerçekten de fark edilirdi. Genç kızı korkutup etrafına bakmasına neden olmuştu.
Ardından o elbiseyi alıp bir süre tereddüt ettikten sonra heykelin olduğu zemine yerleştirdi. Hâlâ
kendi durumundan bihaberdi.
Kız tütsüsünün sönüşüyle ayrılmak için hazırlanmaya başladı. Eğer dışarı çıkmasına izin verirlerse Xie
Lian bu genç kızın utancından bir daha insanlarla yüzleşemeyeceğinden korkuyordu. Yanındaki iki
kişinin heykel gibi durduğunu gördü. İkisi de işe yaramaz gözüküyordu, biraz iç çekti. Nan Feng ve Fu
Yao yanlarının boş kaldığını hissettikten sonra Xie Lian’ın çoktan ölümlülerin görebileceği bir şekil alıp
aşağıya zıpladığını fark ettiler.
Tapınak karanlık değildi ancak ışıklar bazı şeylerin belirsizleşmesine neden oluyordu. Xie Lian’ın
zıplayışı başka bir esinti daha getirdi ve mumlarının alevlerinin titremesine neden oldu. Genç kızın,
Minik Ying’in, görüş alanı aniden karanlıkların içinden tam karşısında bir adam belirmeden önce bir an
parlamıştı. Adamın vücudunun üst kısmı çıplaktı ve o şekilde ona doğru bir el uzattığında Minik
Ying’in ruhu bedeninden ayrılıp korkuyla etrafa dağıldı.
Beklenildiği gibi kız çığlık attı. Xie Lian konuşmak üzereyken refleks olarak ona tokat atıp bağırdı. “Ah,
tacizci!”
Pat! Tokat Xie Lian’ın yüzüne geldi.
Tokattın sesi keskin ve netti. İlahi heykelin yanında çömelmiş olan ikilinin yüzü ses duyulduğu anda
aynı şekilde seğirmeye başlamıştı.
Tokat yemiş olmasına rağmen Xie Lian ne sinirli ne de kızgındı. Hızlı ve sakin bir tonda birkaç kelime
söylemeden önce kararlılıkla dış elbisesini uzattı. Onu duymasıyla kız şoka girdi. Eteğinin arkasına
dokunduğunu anda yüzü hemen kıpkırmızı oldu ve bir saniyeden kısa sürede gözlerine yaşlar doldu.
Sinirlendiğinden mi yoksa utandığından mı gözlerinin yaşardığını kestirmek zordu fakat Xie Lian’ın ona
verdiği elbiseye sıkıca tutunduktan sonra tapınaktan hızla ayrılmıştı. Xie Lian’ın kırılgan görünen
figürü boş tapınakta yalnız başına kalmıştı. Aniden soğuk bir rüzgar estiğinde birazcık üşümüş hissetti.
Xie Lian arkasını dönmeden önce yüzünü ovdu. Yanağında kırmızı parmak izleri vardı, diğer iki küçük
tanrıyla konuşmaya başladı. “Tamamdır. Artık her şey yolunda.”
Sözleri bittiği anda Nan Feng sormadan önce onu işaret etti. “Sen… Yaralandın mı?”
Xie Lian aşağıya baktı. “Ah.”
Dış elbisesini çıkardıktan sonra ortaya çıkan şey beyaz yeşim taşı kadar açık renkte olan güzel cildiydi
ancak göğsünün tamamı tabaka tabaka ve son derece sıkı bir şekilde sarılmış beyaz kumaşla kaplıydı.
Boynu ve her iki bileği bile sargılıydı, sayısızca küçük yaralar beyaz kumaşın kenarlarından
gözüküyordu. Kesinlikle şok edici bir görüntüydü.
Üzerinde biraz düşündükten sonra Xie Lian burkulan boynunun artık iyi olduğuna karar kıldı ve
sargılarını çıkarmaya başladı. Fu Yao sormadan önce ona bir iki bakış attı. “Kimdi?”
Xie Lian cevapladı. “Ne?”
Fu Yao cümlesini açtı. “Seninle dövüşen kişi kimdi?”
Xie Lian, “Dövüşen? Ah, kimse…”
Nan Feng, “O zaman vücudundaki bu yaralar…”
Xie Lian hızla açıkladı. “Kendim düştüm.”
“…”
Yaralar cennetten aşağıya yuvarlandığında oluşmuşlardı. Eğer gerçekten biriyle dövüşseydi
muhtemelen bu kadar çok yaralanmazdı bile.
Fu Yao kendi kendine bir şeyler homurdandı. Xie Lian onun ne dediğini anlamadı fakat kesinlikle güçlü
olmayı denediği için söylenen bir övgü olmadığından duymazdan geldi ve sadece boynunun
etrafındaki kumaşı çıkarmaya odaklandı. Ancak işini bitirdiği anda Nan Feng ve Fu Yao’nun bakışları
yoğunlaşmış bir hale gelmişti, neredeyse boynunu delip geçecektiler.
Siyah bir kelepçe kar gibi bembeyaz olan boynunu çevreliyordu.

Çevirmen: Kae
Bölüm 5: Geceleyin Ju Yang Tapınağındaki Üç Aptal Arasındaki Tartışma
Diğerlerinin bakışlarını üzerinde hissedince Xie Lian hafifçe gülümseyerek arkasını döndü. “Gerçek bir
lanetli kelepçeyi ilk kez mi görüyorsunuz?”
Lanetli kelepçe, adındaki gibi, zincir şeklindeki bir lanetti.
Rütbesi indirilmiş ve cennetten atılmış olan tanrıların günahları vücutlarına damgalanırdı. Cennetin
gazabının bir birikimi olarak düşünülebilirdi. Bu damga zincir şeklindeydi ve tanrının ruhani gücünü
engellerdi. Birinin kendi başına kırabileceği veya yok edebileceği bir şey değildi. Yüzüne dövme
yaptırmak veya ellerini ve ayaklarını zincirlerle bağlamaktan farkı yoktu. Bir tür ceza olduğu gibi aynı
zamanda kişinin korku ve utanç duymasını sağlayan bir tür uyarıydı.
Üç diyarın maskarası ve cennetten iki kere kovulmuş olan Xie Lian’ın da doğal olarak vücudu bu tür
lanetli kelepçelerle damgalanmıştı. İki küçük savaş tanrısının bunu duymamış olmaları imkânsızdı
fakat birinin söylediğini duymakla kendi gözlerinle görmek arasında fark vardı. Bu yüzden Xie Lian iki
savaş tanrısının yüzlerindeki ifadenin nedenini anlayabiliyordu.
Lanetli kelepçenin onları biraz korktuğunu ve rahatsız hissetmelerine neden olduğunu düşünüyordu.
Sonuçta bu iyi bir şeyin işareti değildi.
Xie Lian normalde yeni bir kıyafete ihtiyacı olduğunu bahane ederek dışarı çıkıp etrafta dolaşmak
istemişti ancak Fu Yao gözlerini devirerek araya girdiği için bunu yapamadı. “Dışarıya çıkıp etrafta bu
şekilde dolaşman hiçte münasip olmaz.” Sonunda Nan Feng gelişigüzel bir şekilde tapınaktan Xie Lian
için bir kıyafet alıp, onu ‘münasip olmayan’ planını uygulamaktan alıkoymıştu. Ancak Xie Lian kendine
çeki düzen verip tekrar oturduktan sonra önceki olanlardan ötürü aralarındaki atmosferinde biraz
garipleştiğini hissedebilmişti.
Böylece Xie Lian, Ling Wen Sarayı’nın onun için hazırlamış olduğu parşömeni çıkardı. “Buna tekrar bir
göz atmak ister misiniz?”
Nan Feng ona bakış attıktan sonra cevapladı. “Ben çoktan gördüm. Bence daha iyi bir şekilde bakması
gereken o.”
Fu Yao setçe karşılık verdi. “Daha iyi bakması gereken o diyerek ne demeye çalışıyorsun? Parşömende
herhangi bir detay bile yok, tamamen değersiz. Tekrar ve tekrar okunmayı hak ediyor mu ki?”
Fu Yao’nın parşömenin tamamen değersiz olduğunu söylemesiyle Xie Lian kendini Ling Wen
Sarayındaki literatür tanrıları için üzülmeden alamadı. O tanrılar bir sürü parşömen yazmışlardı,
yüzleri bile kül rengine dönmüştü… Xie Lian, Fu Yao’nun konuşmaya devam ettiğini duydu. “Sahi,
nerede kalmıştık? Ah, evet, Nan Yang’ın çok fazla kadın inananı olmasının arkasındaki sebepte, değil
mi?”
Tamam o zaman. Xie Lian gözlerinin arasındaki titreyen noktayı ovduktan sonra parşömeni kaldırdı. O
gece hiçbir şey okuyamayacağını biliyordu.
Hiçbir işi doğru düzgün bir şekilde bitiremeyeceklerse bile en azından bu durum hakkındaki merakı
giderilebilirdi. Görünüşe göre yüzyıllardır insan diyarında ıvır zıvır toplayan Ekselansları Veliaht Prens
haricindeki diğer tüm tanrıların nedenini biliyordu. Nan Yang ZhenJun Feng Xin, yıllar boyunca Ju
Yang ZhenJun olarak çağılmıştı. Kendisi ise bu isimden nefret ediyordu. Feng Xin’in bu olanlar
konusundaki hisleri sadece üç kelimeyle özetleyebilirdi: “Bu ne insafsızlık!”
*ÇN: Ju Yang ‘Muazzam Erkeklik’ demek.

Bunun nedeni, isminin doğru ve orijinal yazılışının, farklı bir Çince ‘Ju’ karakteriyle, Ju Yang olmasıydı.
İsmi yanlış anlaşılmış ve küçük bir aksilik olmuştu.
*ÇN: Buradaki anlamı ‘Tamamen Aydınlık’
Yıllar önce bir hükümdar onun tapınaklarını yenilemek istemişti. Samimiyetini göstermek için her
tapınak için kelimeleri plakalara kendisi yazmış, fakat her nasıl olduysa ilk kelimede yanlış karakteri
kullanmıştı.
Bu da tapınakların yenilenmesiyle görevli olan memurun ölesiye endişelenmesine neden olmuştu.
Anlayamamıştı, Majesteleri bilerek mi ismi değiştiriyordu? Yoksa dikkatsiz davranarak hata mı
yapmıştı? Eğer bilinçliyse neden değiştirmek istediğini belirtmemişti? Peki ya eğer bilmiyorsa? O
zaman nasıl olur da bu kadar basit bir hata yapabilirdi? Ancak gidip “Majesteleri, hatalısınız.” da
diyemezdi. Majestelerinin, dikkatsizliğiyle dalga geçildiğini düşünüp düşünemeyeceğini kim bilebilirdi
ki? Belki Majesteleri bilgisinin yarım yamalak ve kalbinin samimiyetsiz olduğunu söylemeye çalıştığı
çıkarımını bile yapabilirdi! Ayrıca yazılar Majestelerinin hazinesindeki mürekkepler kullanılarak
yazılmıştı. Hepsi boşa mı gidecekti?
Dünyada tahmin etmesi en zor şey bir İmparator’un niyetiydi. Memur kendi içinde oldukça çelişmişti
ancak üzerinde tekrar düşündükten sonra Ju Yang ZhenJun’a dert çıkartmanın Majestelerinin mağdur
hissetmesinden daha iyi olduğuna karar kılmıştı.
Memura doğru seçimi yaptığı için hakkını vermek gerekirdi. Majesteleri, Tamamen Aydınlık’ın
Muazzam Erkeklik’e dönüşmüş olduğunu keşfedince hiçbir şey söylemedi. Aksine eski kitapları iyice
araştırıp bir sürü âlimi davet etmişti ve onlar da ismin değiştirilmesini haklı gösteren sayısızca küçük
detayı bulduktan sonra bir sürü makale yazarak doğru yazılışın Muazzam Erkeklik olduğunu, aslında
Tamamen Aydınlık yazmanın yanlış olduğunu kanıtlamak için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardı.
Kısacası, bu olaydan bir gece sonra, tüm ulustaki Ju Yang tapınakları Muazzam Erkeklik tapınaklarına
dönüştürülmüştü.
Feng Xin’in bu ani ilahi unvan değişiminden on yıl geçene kadar haberi olmamıştı üstelik. Kendi
tapınaklarının tabelalarına hiçbir zaman dikkatlice bakmazdı. Bir gün ise aniden içini bir sıkıntı basmış.
Neden tapınaklarına ibadet etmeye gelen o kadar çok kadın vardı ki? Ayrıca neden hepsi kıpkırmızı
yüzleriyle dua ederken oldukça utangaç görünüyorlardı? Tütsüyü yakarken ne tür şeyler için
yalvarıyorlardı?
Olanları öğrendikten sonra Feng Xin bir gök kubbenin tepesine koştu, yakan güneş ve uçsuz bucaksız
gökyüzüne dönüp saatlerce küfretmişti.
Beklenildiği gibi olanları gören tüm tanrıları şaşırtmıştı.
Küfretmeyi bitirdikten sonra yapabileceği hiçbir şey yoktu. Eğer ona tapmak istiyorlarsa o zaman
sadece tapmalarına izin verebilirdi. Dindar ve dua eden kadınlar için hayatı zorlaştıramazdı ya, bu
yüzden kendini hazırladıktan sonra yıllarca onların dualarını dinledi. Bu, yüce bir hükümdar Muazzam
Erkeklik unvanının rezillikten başka bir şey olmadığına karar verip onu Nan Yang’a değiştirene kadar
böylece devam etmişti. Ancak insanlar, Nan Yang’ın savaş tanrısı olmasının yanı sıra aynı zamanda
bereket ve koruma da sunabilen bir tanrı olduğunu unutmadılar. Söylenmesine gerek kalmadan o iki
kelimeyi Nan Yang’a hitap etmek için asla kullanmamaları gerektiğini anlamışlardı. Aynı zamanda
diğer tanrılar nasıl Nan Yang ZhenJun’u takdir etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Sadece bir kelimeye
ihtiyaçları vardı: iyi!
Onun insanlara küfretmesini sağlamadığın sürece her şey harikaydı!
Nan Feng’ın yüzü o kadar siyahlaşmıştı ki eski bir tencereyle kıyaslanabilirdi. Fakat diğer tarafta Fu
Yao kültürlü bir şekilde konuşurken çok heyecanlıydı. “Kadınların dostu, erkek çocuk için edilen
duaların gerçekleşmesinde en etki olan tanrı. İnsanların dallanıp budaklanmasının gizli teşvik edicisi,
Nan Yang, evlat bahşedici. Ah ha ha, ha ha ha, ah ha ha ha ha ha…”
Xie Lian önlerindeki Nan Yang ilahi heykeline biraz onur bırakma çabasıyla gülümsememeye çalıştı.
Aniden Nan Feng daha fazla kendini tutamadı. “Ucube gibi davranmayı kes. Eğer çok aylak
hissediyorsan panikleme, gidip yerleri silebilirsin.”
Bu kelimeler ağzından çıktığını anda Fu Yao’nun da yüzü tencere kadar siyahtı.
Eğer Nan Yang Sarayı’ndakiler önceki unvanı duymaya dayanamıyorsa Xuan Zhen sarayındakiler de
yer silmeyi duymaya dayanamıyor gibi bir şeydi. Bunun nedeni Mu Qing Huang Ji tapınağında ayak
işleriyle ilgilenirken, bütün gün yaptığı tek şeyin Ekselansları Veliaht Prens Xie Lian’a çay götürmek, su
vermek, yerleri silmek ve yatağını toplamak olmasıydı. Bir gün Xie Lian onun yerleri silerken kendini
geliştirmek için nasıl ezberden dini şarkıları söylediğini görmüş ve Mu Qing’in tüm sıkıntılara rağmen
çalışma isteğinden çok etkilenmişti. Bu onun Taocu papazlara, Mu Qing’i öğrencileri olarak almalarını
sormasını sağlayan şeydi.
Bu konu… Nasıl dile getirilebilirdi ki? Önemli veya önemsiz görülebilirdi. Yaşayan kişi için utanç verici
olabilir veya hiç umurunda bile olmayabilirdi. O kişinin ne düşündüğüne gelmek gerekirse, besbelli bir
şekilde bunun tüm hayatı boyunca yaşadığı en küçük düşürücü şey olduğuna inanıyordu. Bu yüzden
Mu Qing ve sarayındaki tanrıların hepsi eğer biri o zamanları dile getirirse o kişiyle bozuşurdu.
Beklenildiği gibi Fu Yao kenarda masumca durup elini sallayan Xie Lian’a bakmadan önce biraz
duraksadı. Ardından alaycı bir şekilde gülümsedi. “Dediklerine bak, konuyu bilmeyenler Nan Yang
Sarayı’ndaki siz tanrıların Ekselansları Veliaht Prens’e yardımcı olduğunuzu düşünür.”
Nan Feng de alaycı bir gülümseme takındı. “Senin generalin gerçekten de yemek yediği tasa
pisleyenlerden, daha ne söyleyebilirsin ki?”
“E…” Xie Lian tartışmalarının arasına girmek istemişti ki Fu Yao kıkırdayarak konuşmaya başladı. “Ah
ha ha, senin generalin de sadece tencere dibin kara, seninki benden kara diyenlerden. Bu sözleri
söylemek için ne gibi bir vasfın var?”
“…” Xie Lian daha fazla onu, generallerin arkalarına vurmak için büyük bir sopaymış gibi
kullanmalarını izlemeye dayanamadı. Araya girdi. “Bekleyin, bekleyin! Durun, durun.”
Doğal olarak kimse ona dikkatini vermedi. Hatta dövüşmeye başladılar. Xie Lian ilk kimin saldırdığını
bilmiyordu ama ne olursa olsun bağışlar için olan masa ikiye ayrılmıştı. Meyvelerle dolu olan kâse
düşmüş ve o meyveler her yere yuvarlanmıştı. Bunu görünce Xie Lian onların kavgasını bölmenin
muhtemelen imkânsız olduğunu fark etti. Böylece içinden “Ah, ne kadar da tahlisiz.” diye geçirerek
bir kenara oturdu. Onun olduğu tarafa yuvarlanmış olan buğulanmış çöreği aldı ve yemeğe
hazırlanmadan önce kabuğunu ovup çıkardı.
Lakin bu Nan Feng’in gözüne çarpınca hemen avcuyla çöreğe vurdu. “Yeme!”
Fu Yao şaşırmış ve küçümser bir tavırla konuşmaya başlamadan önce durmuştu. “Küllerin üzerine
düşmüştü. Hâlâ onu yiyecek miden var mı?”
Xie Lian bu şansı tekrar ellerini sallamak için kullandı. “Durun, durun, durun. Söyleyecek bir şeyim
var.”
İki savaş tanrısını ayırdıktan sonra Xie Lian arkadaşça bir tonda konuşmaya başladı. “İlk olarak,
bahsettiğiniz o Veliaht Prens benim. Bu prens tek bir kelime bile söylemedi, o yüzden beni birbirinize
saldırmak için silah olarak kullanmayın.” Diğer bir cümle eklemeden önce durakladı. “Generalleriniz
asla böyle bir şey yapmayacağına inanıyorum. Siz bu şekilde uygunsuz davranırsanız onların prestijleri
nasıl ayakta kalır?”
Bu sözleri söylediği anda iki savaş tanrısının yüz ifadeleri biraz garipleşti. Xie Lian devam etti. “İkinci
olarak, buraya bana yardım etmeye geldiniz değil mi? Ben mi sizi dinlemeliyim yoksa siz mi beni?”
Bir sürenin ardından ikisi de sonunda itiraf etti. “Biz seni dinlemeliyiz.”
Bunu söylemiş olmalarına rağmen yüzlerinde ‘bizim seni dinlediğimizi anca rüyanda görürsün’
yazılıydı fakat cevapları Xie Lian’ı yeterince memnun etmişti. Böylece ellerini birbirine kapattı.
“Pekâlâ. Son ve üçüncü olarak en önemli nokta, eğer bir şey atmanız illa ki gerekliyse o zaman lütfen
beni atın. Asla yiyecekleri atmayın.”
Aynı anda Nen Feng en sonunda Xie Lian’ın tekrar yerden alıp fırsat bulduğunda yemeği planladığı,
sıkıca tuttuğu buğulanmış çöreği ondan alabilmişti. Sabrı tükenirken Nan Feng bağırdı. “Yere düşen
yemekler yenmez!”
Ertesi gün, Şanslı Tesadüf dükkanı.
Çaycı yine kapının yanında rahatça bacak bacak üzerine atarak oturuyordu. Uzaktan üç figürün sallana
sallana yaklaştığını gördü. Basit, beyaz kıyafetler giymiş ve bambu şapkasını önünde taşıyan bir Taocu
ve onu arkasından takip eden iki uzun boylu, siyah kıyafetli genç.
Taocu kolları bağlı ve tembel bir şekilde vardığında tembelce konuştu, çaycının kendisinden bile daha
tembel biriymiş gibi gözüküyordu. “Bayım, zahmet olmazsa üç bardak çay alabilir miyim?”
Çaycı gülümsemeyle cevapladı. “Geliyor!”
Ancak içinden geçirdikleri farklıydı: bu üç aptal adam yine geldi! Ne yazık. Hepsi birbirlerinden saygın
gözükmesine rağmen hepsinin beyinleri birbirlerininkinden hasta! Hep bu tanrı, şu ölümsüz veya bu
hayalet, şu cennet hakkında konuşuyorlar. Bu insanlar akıl hastası. Bu halde olduktan sonra o kadar
asil görünmelerinin anlamı ne?
Xie Lian tekrar pencere kenarında bir masa seçmişti. Hepsi oturduktan sonra Nan Feng konuştu.
“Neden konuşmak için buraya gelmek istedin? Diğerlerinin bizi duymayacağından emin olsan, olmaz
mı?”
Xie Lian sıcak bir tonla cevapladı. “Önemi yok. Diğerleri bizi duysalar bile hiçbir şey yapamazlar.
Sadece kafadan sakat olduğumuzu düşüneceklerdir.”
“…”
Xie Lian konuşmaya devam etti. “Üçümüzün zamanını da boşa harcamamak için direkt olarak konuya
geçelim. Sakinleştikten sonra herhangi bir plan düşündünüz mü?”
Fu Yao soğuk bir tonla cevaplarken gözleri parladı. “Öldürelim!”
Nan Feng burnundan soludu. “Yok artık!”
Xie Lian konuştu. “Bu kadar sert olmana gerek yok Nan Feng. Fu Yao yanlış bir şey söylemedi. Bu
problemi temelinden çözmenin tek yolu onu öldürmek. Asıl sorun, nerede öldüreceğiz? Kimi
öldürmeliyiz? Nasıl öldüreceğiz? Bence…”
O anda davulların sesi ve giriş müziği tekrar sokaklarda yankılandı. Bununla üçü de pencereden
dışarıya bakmıştı.
Gelini vermiş olan akraba grubuydu. İnsanlar ve atların geçişi sırasında müzik aletleri insanlar
bağırırlarken çalınıyordu. Bağrışlarının içinde, sanki diğerlerinin onları duyamamasından
korkuyorlarmış gibi, kükreme izleri bile vardı. Bu sahneyi görünce Nan Feng kaşlarını çattı. “Yu Jun
Dağı yakınlarında yaşayan yerli halkın evlenirken büyük bir tören veya gürültü yapmaya asla cesaret
etmedikleri söylenmiyor muydu?”
Bu geçittekilerin hepsi güçlü ve sağlam olan bronz tenli adamlardı. Surat ifadeleri ve kasları, alınları
soğuk terle kaplıyken bile gergin duruyordu. Sanki taşıdıkları şey mutlulukla dolu büyük bir düğün
arabası değil de ruhlarını ele geçirip kafalarını kopartarak onları ölmeye zorlayacak olan bir giyotindi.
Xie Lian düğün arabasında nasıl birinin oturduğunu merak etti.
Biraz düşündükten sonra Xie Lian gidip bir göz atacakken soğuk bir rüzgâr estirdi. Arabanın
kenarındaki perde, esintiyi izleyerek yukarı doğru dalgalandı.
Perdenin arkasındaki kişi çarpık çurpuk bir şekilde arkasına yaslanırken çok değişik bir biçimde
duruyordu. Kafası da çarpıktı ve duvağının altından gözüken dudakları kırmızıya boyanmıştı,
gülümsemesi abartılı gözüküyordu. Arabanın sarsılmasıyla duvağı kaydı, iki çift yuvarlak göz ortaya
çıktı. Gözleri kıpırdamadan onların olduğu tarafa doğru bakıyordu.
Bu açıkça boynunu kırmış ve onlara sessizce gülen bir kadın gibi gözüküyordu.
Xie Lian arabayı taşıyan insanların ellerinden dolayı mı olup olmadığını bilmiyordu ancak araba çok
fazla titriyordu, dengeli durmuyordu. Kadının kafası da aynı anda arabanın hareketlerini izleyerek
salladı. Sallandı, sallandı… Ta ki GÜM! Kafası yere düşüp sokakta yuvarlanana kadar.
Ve ardından o kafasız beden de öne doğru düştü. Büyük bir sesle kadının tüm bedeni arabanın
kapısından dışarıya uçtu.

Çevirmen: Kae
Not: Acaba kasabada neler dönüyor? :3
Bölüm 6: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens Biniyor
Arabayı taşıyanlardan biri yeterince dikkatli olmadığından kadının kolunun tam üzerine bastı. Böylece
ilk bağırmaya başlayan da o oldu. Cevap olarak kadını teslim etmekle görevli olan kalabalık patladı.
Geçen birisi, neresinden çıktığı bilinmeyen parlak, beyaz ve eğri bir kılıcı eline aldıktan sonra bağırdı.
“Ne oldu!? Geldi mi!?” Ardından olan şey ise, sokakların tamamen bir kargaşa alanına dönmesiydi.
Xie Lian tekrar arabadan düşen şeye odaklandığında ayrılmış olan kafasının aslında gerçek bir insana
ait olmadığını fark etti. Tahta bir bebeğin kafasıydı.
Fu Yao bir kere daha belirtti. “Çok çirkin!”
Bu sırada çaycı onlara bakır bir çaydanlıkla yaklaşmıştı. Xie Lian çay garsonunun önceki günkü
ifadesini hatırlayarak sordu. “Bayım, dün bu insanların sokaklarda kargaşa çıkardıklarını gördüm ve
bugün yine buradalar. Ne yapıyorlar?”
Çaycı cevapladı. “Ölmeye çalışıyorlar.”
“Ha ha ha……”
Bu cevap Xie Lian’ı şaşırtmamıştı ve yeni bir soru daha sordu. “Hayalet damadı ortaya çıkması için
kandırmaya mı çalışıyorlar?”
Çaycı cevapladı. “Başka ne olacaktı ki? Kaybolan bir gelinin babası o hayalet damadı yakalayıp kızını
bulmaya yardım edenleri çok büyük paralarla ödüllendireceğini söyledi. Bu yüzden bu kalabalık gün
boyunca rahatsız ve salakça bir ortam yaratıyor.”
Bu ödülü vereceğini söyleyen baba muhtemelen daha önce hakkında konuştukları yetkiliydi. Xie Lian
yerde yatan kabaca yapılmış kadının kafasına bir bakış daha attı, insanlar tahta bebeği yeni bir gelin
olarak sunmaya çalışıyorlardı belli ki.
Ardından Fu Yao’nun itici bir şekilde konuştuğunu duydu. “Eğer ben hayalet damat olsaydım ve biri
bana böyle çirkin bir şey verseydi, tüm kasabayı haritadan silerdim.”
Bunu duyunca Xie Lian onu azarladı. “Fu Yao, bunlar senin gibi bir ölümsüzün ağzına yakışan sözler
değil. Ayrıca göz devirme alışkınlığından vazgeçebilir misin? Başta kendin için küçük hedefler
belirlersen senin için daha iyi olur, mesela günde sadece beş kere gözlerini devireceğin gibi.”
Nan Feng de konuştu. “Ona koyduğun hedef günde elli defadan fazla gözlerini devirmemesi olsa bile
yine de başaramaz!”
O anda bir delikanlı aniden dışarıdaki kalabalığın arasından belirdi. Coşkuyla titriyordu, liderleri
oymuş gibi görünüyordu. Delikanlı yüksek bir sesle bağırmadan önce kollarını salladı. “Beni dinleyin,
beni dinleyin! Bu şekilde devam etmek nafile! Geçen birkaç günde kaç kere tören düzenledik?
Hayalet damadı kandırmayı başarabildik mi?”
İri yapılı adamlar birbirleri ardına homurdanmaya ve ona katılmaya başladılar. Bunu görünce delikanlı
konuşmaya devam etti. “Bence, ne olursa olsun başladığımız işi bitirmeliyiz. Direkt Yu Jun Dağı’na
gitmek daha iyi olacaktır. Herkes dağı ararsa o çirkin yaratığı yakalayıp öldürürüz. Yolu ben
göstereceğim, cesur olanlarınız beni takip etsin. O çirkin yaratığı öldürdükten sonra ödülü
paylaşabiliriz!”
Başta sadece birkaç kişi katılarak bağırdı. Ancak git gide herkes olumlu cevaplar verene kadar
katılanların sesleri çoğalmıştı. Beklenmedik bir şekilde sesleri çok güçlüydü. Diğer yandan Xie Lian
sordu. “Çirkin yaratık? Bayım, konuştukları ‘çirkin yaratık’ da nedir?”
Çaycı cevapladı. “Söylentilere göre hayalet damat, Yu Jun Dağı’nda yaşayan çirkin bir yaratıkmış. Çok
çirkin doğmuş olduğu için hiçbir kadın onu sevmemiş. Bu yüzden kin tutmaya başlamış ve yine bu
yüzden çiftlerin mutlu bir olay yaşamalarını engellemek için diğer adamların gelinlerini kaçırırmış.”
Ling Wen Sarayı’ndan ona verilen parşömende böyle bir bilgi yoktu. Xie Lian tekrar sordu. “Gerçekten
insanlar bunu söylüyor mu? Yoksa sadece tahmin mi?”
Çaycı cevapladı. “Kim bilir? Ama birçok kişinin daha önce hayalet damadı gördüğü söyleniyor. Tüm
yüzü, gözleri haricinde, bandajlarla sarılıymış ve konuşamıyor, sadece bir canavar gibi kükrüyormuş.
Bu günlerde bu söylentiler her yerde dolaşıyor.”
Fu Yao sertçe cevapladı. “Yüzünü bandajlara sarması çirkin olduğu anlamına gelmek zorunda değil.
Çok yakışıklı olduğundan da olabilir, o durumda da diğer insanların kendisini görmesini istemez.”
Çaycının dili tutulmuştu. Bir sürenin ardından cevapladı. “Kim bilir? Ne olursa olsun ben onu
görmedim.”
O anda genç bir kızın sesi sokaklarda yankılandı. “Siz… Siz, onu dinlemeyin. Gitmeyin, Yu Jun Dağı çok
tehlikeli…”
Konuşan kız sokağın kenarında saklanıyordu. Bu kişi aynı zamanda önceki gece Feng Xin’in
tapınağında dua eden kızdı, Minik Ying.
Xie Lian onu gördüğü anda yüzü acımaya başladı. Fark etmeden elini kaldırdı ve yanağını ovdu.
Delikanlının yüzü, kızı gördüğü anda biraz çirkinleşmişti. Konuşmadan önce onu yoldan ittirdi. “Biz
erkekler konuşuyoruz, senin gibi küçük bir kız ne diye sınırlarını zorluyor?”
Minik Ying itildikten sonra küçülerek geri çekildi. Ancak yumuşakça tekrar konuşmadan önce tüm
cesaretini toplamış gibi duruyordu. “Onu dinlemeyin. Sahte bir düğün yapmak olsun dağı aramak
olsun, bunların hepsi çok tehlikeli. Kendinizi ölümünüze yollamıyor musunuz?”
Delikanlı cevapladı. “Sen anca böyle boş konuşursun zaten. Hepimiz burada işbirliği yapıyoruz ve
hayatımızı insanların kötülüktne kurtulması için tehlikeye atıyoruz. Ya sen? Sen sadece gelin kılığına
girip düğün arabasına oturmayı reddetmiş bencil bir kızsın! Herkese yardımı dokunacak olmasına
rağmen cesaretini bile toplayamıyorsun ve şimdi, bizi engellemek için tekrar buraya geldin. Ne
yapmaya çalışıyorsun?”
Genç her söylediği cümleyle kızı itti. Bunu görünce çay evindeki insanların kaşları çatılmıştı. Xie Lian
kafasını eğdi ve bileğindeki bandajları çıkarmaya odaklandı. Bunu yaparken çaycı açıkladı. “O delikanlı
lider, kızı gelin kılığına girmesi için ikna etmeye çalışmıştı. O zaman o kadar tatlı konuşmuştu ki
ağzından bal damlıyordu. Ancak kız reddettikten sonra gerçek yüzünü ortaya çıktı ve bu hale geldi.”
Sokaktaki bir grup yapılı adam da bağırdı. “Orada durup yolu kapatmayı kes. Kenara çekil, kenara
çekil!” Bunu duyunca Minik Ying’in düz suratındaki gözlerinde yaşlar toplanmaya başlamıştı,
tamamen kıpkırmızı oldu. “Siz… Neden bu şekilde konuşuyorsunuz?”
O delikanlı lider tekrar konuştu. “Söylediğim her şey gerçek, değil mi? Sana kendini gelin kılığına
sokup sokamayacağını sordum ve ne olursa olsun yapmadın.”
Minik Ying cevapladı. “Evet, cesaretim yok. Ancak sizin… Sizin elbisemi yırtmanıza gerek yoktu…”
Bu konuyu dile getirdiği anda delikanlıyı zayıf noktasında vurmuştu. Delikanlı hemen zıpladı ve
reddetti. “Senin gibi çirkin biri gelişi güzel insanlara çamur atıp onları suçlamamalı! Ben mi elbiseni
yırttım? Salak olduğumu mu düşünüyorsun? Kim bilir, belki sadece kendini diğer insanlara göstermek
istediğin için kendin kopardın? Yüzün bu kadar çirkinken elbisen yırtık olsa bile belki kimse sana
bakmak bile istemez! Suçu benim üzerime yapıştırmaya kalkışma!”
Nan Feng daha fazla dinlemeye katlanamadı ve elindeki çay bardağı bir ‘çat’ sesiyle çatlayarak
parçalara bölündü. Ancak tam ayaklanacakken beyaz bir gölge önünden süzüldü ve kendini o kızdan
çok yukarıda gören delikanlı aniden çığlık attı. Delikanlı yüzünü avuçlarının arasında aldıktan sonra
poposunun üzerine düşmüştü, ardından parmaklarının arasından kanlar süzülmeye başladı.
Kimsenin ne olduğunu kavrayacak kadar zamanı olmamıştı, çoktan yerde oturuyordu bile. Bu yüzden
insanlar onu yaralayanın Minik Ying’in olduğunu düşündüler. Ancak bakışları tekrar Minik Ying’e
kaydığında onu artık göremiyorlardı. Önünde beyaz giysili bir Taocu rahip duruyordu.
Xie Lian’ın iki eli de elbisesinin kol yenleri içindeydi. Delikanlıya bakmak için arkasını dönmedi bile ve
Minik Ying’i bir gülümsemeyle izledi. Onunla aynı göz hizasında olmak için birazcık eğilmişti. “Genç
bayan, benimle bir bardak çay içmek isteyip istemeyeceğinizi soracaktım.”
Yerde oturan delikanlı, burnu ve ağzının çok kötü acıdığını hissediyordu. Aslında tüm yüzü çok fazla
acıyordu, sanki çelik bir kırbaçla dövülmüştü. Ancak önünde duran Taocunun hiçbir silahı olmadığı
açıktı. Ayrıca Taocunun ne zaman harekete geçtiğini veya nasıl hareket ettiğini de görmemişti.
Bundan dolayı delikanlı tökezleyerek ayağa kalmayı başardı ve kılıcını ona doğru yöneltti. “Bu kişi
şeytani sanatları kullanıyor!”
Delikanlının arkasındaki grup ‘şeytani sanat’ sözlerini duydukları anda kılıçlarını Xie Lian’a yöneltti.
Ancak kimse Xie Lian’ın arkasında duran Nan Feng’in aniden elini savurmasını beklememişti. Tekrar
bir ‘çat’ sesiyle yanlarındaki sütun tamamen yıkıldı.
İlahi gücün gösterildiğini görünce yapılı adamlarının suratları aynı anda değişti. O delikanlı da aynı
zamanda kendi kendini sakinleştirmeye çalışıyordu lakin hâlâ hatalı olduğunu kabul etmemekte
ısrarcıydı. Aksine onlara yüksek sesle bağırarak sordu. “Bugün burada yenildiğimi kabul edeceğim.
Hangi Tao grubundansınız? İsminizi bırakın ve gelecekte bu konuyu halletmek için tekrar
görüşebiliriz…”
Nan Feng cevaplamaya tenezzül etmedi bile ancak yanında duran Fu Yao söze girdi. “Sorun değil,
sorun değil. Bu kişi Ju Y…”
Nan Feng bir kere daha yumruğunu Fu Yao’ya savurdu ve ikisi tekrar kavga etmeye başladılar. Diğer
yandan Xie Lian aslında kızı bir süreliğine çayevinin içine davet edip ardından da birkaç meyve ve
atıştırmalık sipariş etmesine yardımda bulunmak istemişti. Fakat Minik Ying gözyaşlarını sildikten
sonra ayrılmıştı. Bu yüzden Xie Lian arkasını iç çekerek izledikten sonra çayevine tek başına döndü.
İçeri girdiğinde çaycı ona hatırlattı. “Sütun için ödeme yapmayı unutma.”
Bu yüzden Xie Lian da tekrar oturduktan sonra Nan Feng’e döndü. “Sütun için ödeme yapmayı
unutma.”
Nan Feng. “…”
Xie Lian devam etti. “Ancak ondan önce işimizi düzgünce halletmeliyiz. Biriniz bana biraz ruhani güç
ödünç verebilir mi? Ruhani iletişim rününe girip birkaç bilginin doğruluğunu teyit etmem gerek.”
Nan Feng elini kaldırdı ve avuçları birbirine değdi, oldukça hafif bir şekilde temas etmişlerdi. Ancak bu
sayede, Xie Lian tekrar ruhani iletişim rününe girebilmişti.
Rüne girdiği anda Ling Wen’in konuştuğunu duydu. “Ekselansları sonunda biraz ruhani güç ödünç
almayı başarabildi mi? Kuzeyde her şey yolunda gidiyor mu? İsteyerek yardım eli uzatan iki küçük
savaş tanrısı nasıl?”
Xie Lian başını kaldırdı. İlgisiz bir şekilde gözlerini kapatmış meditasyon yapan Fu Yao’ya baktıktan
sonra Nan Feng yüzünden yıkılmış olan sütuna bir bakış attı ve cevapladı. “İkisinin de kendilerine özgü
yetenekleri var ve ikisi de kabiliyetli kişiler.”
Ling Wen tekrar konuştuğunda sesinde gülümsemenin izleri vardı. “O zaman gerçekten de General
Nan Yang ve General Xuan Zhen’i tebrik etmemiz gerekiyor. Ekselanslarının sözlerine bakılırsa o iki
küçük savaş tanrısının da yüksek bir potansiyeli olmalı. Yakın yükselebilirler bile!”
Ancak Ling Wen konuşmasını bitirdikten kısa bir süre sonra Mu Qing’in soğuk sesi duyuldu. “Bana bu
küçük macerası hakkında bilgi vermedi ve öylece çekip gitti. Benim olaydan haberim yoktu.”
Bunu duyunca Xie Lian kendi kendine yorum yaptı, Gerçekten de ruhani iletişim rününün tüm gün
boyunca bekçiliğini yapıyor…
Mu Qing’i duymazdan gelen Ling Wen devam etti. “Ekselansları, şu an neredesin? Kuzeyi gözleyen
ilah General Pei ve tütsüleri oldukça refah yanıyor. Eğer ekselanslarının ihtiyacı varsa geçici olarak
Ming Guang tapınaklarından birinde kalabilir.”
Xie Lian cevapladı. “Ona yük olmaya gerek yok. Yakınlarda herhangi bir Ming Guang tapınağına
rastlamadık ve bu yüzden bir Nan Yang tapınağına gittik. Ancak kısa bir sorum olacak Ling Wen,
hayalet damat hakkında. Bu olayla ilgili daha fazla bir bilgin var mı?”
Ling Wen cevapladı. “Var. Kısa bir süre önce benim sarayım hayalet damadın sınıfını ölçtü. ‘Gazap’
sınıfında olması gerekiyor.”
‘Gazap’!
Ölümlü diyarda yıkıma neden olan iblis ve hayaletleri Ling Wen Sarayı yeteneklerine göre dört sınıfa
ayırıyordu. Bu dört sınıf sırasıyla ‘Vahşet’, ‘Şiddet’, ‘Gazap’ ve ‘Yıkım’dı.
‘Vahşet’ sınıfında olan hayaletlerin tekil hedefleri öldürebilme yetenekleri vardı. ‘Gazap’ sınıfındaki
hayaletler tüm bir şehri katledebilirken, ‘Şiddet’ sınıfındaki canavar bir aileyi yok edebilirdi. Ancak
içlerinde en korkunç olan ‘Yıkım’ sınıfıydı. Bir tanesi doğduğu zaman, bir ülkeyi yok edip insanların acı
çekmesini sağlayarak ölümlü diyarı bir kargaşaya sürükleyebilirdi.
Ju Yun dağında saklanan hayalet damat gerçekten de ‘Gazap’ sınıfındaydı, korkunç ‘Yıkım’ sınıfının
hemen ardından geliyordu. Hal böyle olunca da, bir gazapla karşılaşan birisinin yara almadan
kaçamayacağı aşikardı.
Xie Lian ruhani iletişim rününden çıktı ve diğer iki savaş tanrısına yeni bilgileri aktardı. Nan Feng
belirtti. “Eğer bu doğruysa o zaman çirkin yaratık veya tamamen bandajlarla sarılmış adam hakkındaki
bilgilerin hepsi tamamen dedikodu. Ya öyle ya da bunları gördüğünü iddia edenler hayalet damadı
görmeyip başka bir şey gördüler.”
Xie Lian kendi teorisinden bahsetti. “Başka bir seçenek daha var. Belki de hayalet damat bazı şartlar
altında insanları incitmiyor veya incitemiyordur.”
Diğer yandan Fu Yao kendi fikirlerini eklemedi, aksine eleştirdi. “Ling Wen Sarayı’nın yeterliliği
gerçekten de çok düşük! Bize hayalet damadın sınıfını söyleyebilmeleri bu kadar zaman aldı, şimdi
söylemelerinin ne anlamı var ki?”
Xie Lian cevapladı. “En azından düşmanımızın gücünü öğrenmiş olduk fakat ‘Gazap’ sınıfından bir
hayaletle uğraştığımıza göre bu hayalet damadın ruhani gücü çok fazla olmalı. Onu sahte bir insanla
yanıltmak imkânsız olur. Onu dışarı çekmek istiyorsak, gelini sahte bir düğüne götüren insanlar onu
kandırmaya yetmeyecektir. Ayrıca herhangi bir silah da tutamazlar. Fakat en önemlisi gelinin canlı biri
olması gerektiği.”
Fu Yao konuştu. “Gidip sokaklardan bir kadın bulup onu yem olarak kullanabiliriz.”
Lakin Nan Feng bu fikri hemen reddetti. “Bunu yapamayız.”
Fu Yao sordu. “Neden? Eğer isteksizse ona biraz para verebiliriz, o zaman istekli olacaktır.”
Bunu duyunca Xie Lian tartışmalarını kesti. “Fu Yao, eğer bunu yapmaya istekli bir kadın bulsan bile
en iyisi bu planı kullanmamamız olur. Hayalet damat ‘Gazap’ sınıfından. Elimize yüzümüze bulaştırsak
bile bize bir şey olmayacaktır ancak eğer gelini alırsa, o çelimsiz, ölümlü kız kaçamayacak veya
direnemeyecektir. Bu durumda da onu bekleyen tek şey ölümü olur.”
Fu Yao konuştu. “Eğer bir kadın bulamazsak o zaman sadece bir erkek bulabiliriz.”
Nan Feng sorguladı. “Kadın kılığına girmeyi kabul edecek bir erkeği nerede….…”
O daha sözlerini tamamlamadan, Fu Yao ve Nan Feng’in bakışları onun üzerine kaymaya başlamıştı.
Xie Lian hala nazikçe gülümsüyordu. “???”
Akşam, Nan Yang tapınağında
Xie Lian tapınaktan tamamen dağılmış saçlarla çıktı.
Tapınağın kapısını gözetleyen iki küçük savaş tanrısı onu gördükleri anda, Nan Feng hemen küfürler
savurmaya başladı. “S*keyim” dedi ve dışarı fırladı.
Xie Lian’ın dili tutulmuştu, ancak bir süre sonra konuşabildi. “Bu tepki niyeydi?”
Onu gören herhangi birisi nazik ve yakışıklı bir yüze sahip genç bir erkek olduğunu tek bakışla
söyleyebilirdi.
Nan Feng’in tepkisi de tam olarak bu yüzdendi. Düzgün ve yakışıklı bir erkeğin, kadın düğün giysileri
giymesi çoğu insanın doğrudan bakamayacağı bir görüntüydü. Nan Feng sadece onlardan birisiydi.
Muhtemelen kabullenemediğinden tepkisi de aşırıydı.
Fu Yao’nun ona karmaşık bir ifadeyle bakıyor, tepeden tırnağa süzüyordu üstelik. Xie Lian sordu.
“Söylemek istediğin bir şey var mı?”
Fu Yao kafasını salladı. “Eğer ben hayalet damat olsaydım ve biri bana böyle bir kadın vermek
isteseydi…”
Xie Lian onun cümlesini tamamladı. “Tüm kasabayı haritadan silerdin?”
Fu Yao onu soğukça düzeltti. “Hayır, sadece kadını öldürürdüm.”
Xie Lian gülümsedi. “O zaman gerçekten kadın olmadığıma şükredelim.”
Fu Yao teklif etti. “Bence ruhani iletişim rününe girip orada beden değiştirmeye yarayan bir büyüyü
seninle paylaşmak isteyen bir tanrı var mı diye baksan daha iyi olur. İşimizi baya kolaylaştırır.”
Gerçekten de cennete belirli gerekliliklerden ötürü vücutlarını değiştirme büyülerinde becerikli olan
tanrılar vardı. Ancak Xie Lian kalan zamanın, yeni bir büyü öğrenmesine yetmeyeceğinden
korkuyordu. Diğer yandan Nan Feng yeşil bir suratla tapınağa geri döndü. Sövmeyi bitirdikten sonra
kayda değer bir şekilde sakinleşmişti, bu huyu altında çalıştığı generalle neredeyse birebir aynıydı.
Xie Lian konuşmadan önce çoktan kararmış gökyüzüne bir bakış attı. “Boş ver. Yüzümü duvakla
örttükten sonra hiçbir anlamı kalmayacak zaten.” Sözlerini bitirdiğinde, sahiden de duvağı takmaya
başlamıştı.
Ancak Fu Yao elini kaldırarak onu durdurdu. “Bekle biraz. Hayalet damadın insanları nasıl incittiğini
bilmiyorsun. Eğer duvağını çıkarırsa ve kandırıldığını fark ederse öfkeleneceğinden beklenmedik bir
şey yapabilir. Bu sadece daha fazla problem yaratmaz mı?”
Xie Lian onun sözlerini duyunca mantıklı olduklarını düşündü ancak öne doğru bir adım attığında bir
sökülme sesi kulaklarına geldi.
Fu Yao’nun Xie Lian için bulduğu kırmızı düğün elbisesi gerçekten de ona olmuyordu.
Normalde bu elbiseyi giyecek olan kadının küçük bir figürü olacağı düşünülmüştü. Xie Lian giydiğinde
ise beklenmedik bir şekilde bel kısmı oturmuş olsa da kollarını veya bacaklarını hareket ettirmeye
çalıştığında oldukça zorlanıyordu. Şimdi ise kollarını başının üzerine kaldırmaya çalıştığından elbise
yırtılmıştı. Xie Lian neyin sökülmüş olduğunu bulmak için her yeri kontrol ederken bir ses tapınağın
kapılarından içeriye süzüldü. “Pardon, bir şey sorabilir miyim…”
Üçü de sesin geldiği yöne döndü. Minik Ying’in korkmuş bir halde onlara bakıyor, elinde ise katlanmış
beyaz bir kıyafet tutuyordu.
Hemen açıklama yapmaya başladı. “Sizinle dün burada karşılaştığımı hatırladım o yüzden gelip sizi
tekrar bulup bulamayacağımı görmeye karar verdim. Kıyafetleri yıkadım, buraya bırakacağım. Dün ve
bugün için çok teşekkür ederim.”
Xie Lian ona gülümsemek üzereyken o anda nasıl göründüğünü hatırladı ve kızı korkutmamak için
daha az konuşmaya karar verdi.
Minik Ying’in ondan korkmadığı, aksine öne çıkarak konuşacağı kimin aklına gelirdi ki? “Bu… Eğer
isterseniz size yardım edebilirim.”
“…” Xie Lian cevapladı. “Hayır, genç bayan, lütfen yanlış anlamayın. Benim bu tür bir hobim yok.”
Minik Ying bir kez daha hızla açıkladı. “Biliyorum, biliyorum. Demeye çalıştığım eğer bana
aldırmazsanız size yardım edebileceğim. Siz… Siz hayalet damadı yakalamak istiyorsunuz değil mi?”
“…”
Devam ettikçe ses tonu yükseldi ve başını biraz kaldırdı. “Dikiş yapmayı bilirim, ayrıca yanımda hep
iğne ve iplik taşırım. Uymayan yerleri düzeltebilirim. Aynı zamanda makyaj yapmayı da biliyorum. Size
yardımcı olmama izin verin!”
“…”
İki tütsünün yanması kadar zaman geçtikten sonra Xie Lian başını eğerek tapınaktan tekrar çıktı.
Bu sefer duvağı çoktan takmıştı. Nan Feng ve Fu Yao göz atmak istiyorlarmış gibi görünüyorlardı fakat
en sonunda gözlerini kanatmamanın daha iyi olacağına karar verdiler. Buldukları araba tapınağın
önündeydi ve arabayı taşıması için dikkatlice seçtikleri insanlar çoktan hazır bekliyorlardı. Ay ise
karanlık gökyüzünde yükselmişti bile. Böylece, Ekselansları Veliaht Prens büyük ve kırmızı araba
koltuğuna bir gelinin düğün elbisesini giymiş bir şekilde oturdu.

Çevirmen: Kae
Not: Nan Feng’in Xie Lian’ın görünce ki tepkisine çevirirken iki saat sırıttım. Bir de daha altıncı
bölümden Veliaht Prensimiz kadın kılığına girdi, bakalım ne olacak :3
Bölüm 7: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens Biniyor
Tüm düğün arabası kızıl satenlerle kaplıydı. Güzel çiçekler, ay, ejderler ve ankalar biraz daha açık
renkli bir iple işlenmişti. Nan Feng ve Fu Yao arabanın iki kenarında durmuş, kenara devrilmesini
engelliyorlardı. Xie Lian koltuğun ortasında otururken, taşıyanların yürüyüş ritmine göre sallanıyordu.
Arabayı taşıyan sekiz kişi aslında her dövüş sanatları konusunda uzman, oldukça seçkin ordu
mensuplarıydı. Araba taşıyıcısı rolüne girebilen, oldukça donanımlı savaşçılar bulmak için Nan Feng ve
Fu Yao doğrudan o yetkilinin kaldığı yere giderek planlarını açıklamışlardı. Açık açık Yu Jun Dağı’nı
araştırmak istediklerini söylemişlerdi. Bu yüzden de yetkili anında onlar için uzun boylu ve güçlü
dövüşçüler temin etmişti. Ancak Nan Feng ve Fu Yao, güçlü savaşçıları yardım edebilecekleri
umuduyla istememişlerdi. Aslında kendilerini zar zor savunabilseler yeterdi ve hayalet saldırılara
karşılık verdiği zaman kaçabilmelerini diliyorlardı.
Aksine bu sekiz askeri görevli de onlar hakkında çok iyi şeyler düşünmüyorlardı. Yönetimin içerisinde
hepsi birinci sınıf uzmanlardı. Ne zaman gösterinin yıldızı onlar olmamıştı ki? Buna rağmen iki güzel
çocuk geldiği zaman başlarını eğmeye ve araba taşıyıcısı olmaya zorlanmışlardı. İnanılmaz mutsuz
olduklarını söylemek yanlış olmazdı ancak efendilerinin emirlerine uymak zorundaydılar ve bu yüzden
tek yapabilecekleri şey kalplerindeki küçümsemeyi dizginlemeye çalışmaktı. Lakin mutsuz oldukları
için içlerinde alevlenen öfkeyi bastırmakta zorlandıklarından arada sırada kasten kayıyor ve arabanın
sallanmasına yol açarak kötü şekilde titremesine neden oluyorlardı. Dışarıdan izleyen insanlar bunu
göremezlerdi ve arabanın koltuğunda oturan kişi narin birisi olsaydı çoktan kusmaktan ölmüştü.
Koltuk eğildi ve sallandı. Beklenildiği üzere Xie Lian’ın içeride sessizce iç çektiği duyuldu. Askerlerden
birkaçı gizli gizli mutlu olmuştu.
Dışarıda Fu Yao soğuk bir sesle sordu. “Genç hanım, sorun nedir? Bu kadar geçkin bir yaşta
evlenmenizin getirdiği mutlulukla gözyaşlarına mı boğuldunuz?”
Sahiden gelinler evlendiğinde birçoğu düğün arabasının içinde gözyaşlarına hakim olamazlardı. Xie
Lian ise bunu duyduğunda gülse mi ağlasa mı bilemiyordu ancak konuşmaya başladığında ses tonu
nazik ve düzgündü. Tuhaf bir şekilde sesinde bir parça bile rahatsızlık yoktu. “Ondan değil. Düğün
alayında çok önemli bir şeyin eksik olduğunu fark ettim sadece.”
Nan Feng. “Eksik olan ne? Gereken her şeyi çoktan hazırladık.”
Xie Lian gülümseyerek cevap verdi. “Evliliğe eşlik eden hizmetçi kadınlar.”
“…”
İki küçük savaş tanrısı aynı anda birbirine baktı. Her ikisi de korkunç şekilde titrerken akıllarında
canlanan sahneyi hayal etmek zor değildi. Fu Yao konuştu. “Ailenin hizmetçi kadınlar alabilecek kadar
zengin olmadığını düşün. Bu yüzden de olanla yetiniyorsun.”
Xie Lian. “Peki.”
Askerler onların doğaçlama, abartılı skecini duyunca gülümsemekten kendilerini alamadılar.
Kalplerindeki memnuniyetsizlik büyük oranda dağılmıştı ve bu yüzden üçlüyle kendilerini bir parça
daha yakın hissetmeye başlamışlardı. Sonuç olarakta arabanın koltuğu çok daha stabil bir hal aldı.
Xie Lian bir kez daha yaslandı. Her ne kadar hala dimdik oturuyor sayılsa da dinlenmek için gözlerini
kapattı.
Kısa bir süre sonra bir çocuk kahkahasının kulağına çalınacağı hiç aklına gelmezdi.
Geveze ve acımasız, komik ve neşeli.
Kahkahanın sesi dağlara ve ovalara yayılan bir dalga gibiydi. Kulağa oldukça uhrevi ama aynı zamanda
da tuhaf geliyordu. Fakat düğün arabası durmamıştı ve önceki gibi ilerlemeye devam ediyordu. Nan
Feng ve Fu Yao bile bir şey söylemedi, sanki anormal herhangi bir şey olmamıştı.
Xie Lian gözlerini açtı ve kısık bir sesle konuştu. “Nan Feng, Fu Yao.”
Nan Feng arabanın sol tarafında yürüyordu, sordu. “Sorun ne?”
Xie Lian. “Bir şey geldi.”
Bu sırada ‘düğün alayları’ çoktan Yu Jun Dağı’nın derinliklerine gelmişti.
Tam bir sessizlik vardı. Ahşap koltuğun gıcırdayan sesi, ayaklarının altındaki kuru yaprakların ve
dalların çıtırtısı ve araba taşıyıcılarının nefes sesleri bile bu sessizlikte kulağı rahatsız ediyordu.
Ayrıca çocuk kahkahası hâlâ kaybolmamıştı. Bazen sanki dağın içindeymiş gibi uzaktan geliyordu.
Bazen ise oldukça yakındı, sanki arabanın hemen yanındaymış gibi.
Nan Feng’in konuşurken yüzü ciddiydi. “Ben bir şey duymuyorum.”
Fu Yao da soğuk bir sesle katıldı. “Ben de.”
Araba taşıyıcılarının duymuş olma ihtimali ise çok daha düşüktü.
Xie Lian karşılık verdi. “Eğer öyleyse, kasten sadece benim duymama izin veriyor.”
Sekiz asker normalde dövüş sanatları konusundaki uzmanlıklarından ötürü kendilerine fazlasıyla
güveniyorlardı. İlaveten hayalet damat gelinleri rastgele seçtiği için bugün hiçbir olay yaşanmadan
evlerine geri döneceklerini düşünmüşlerdi. Bu yüzden de hiç korkmamışlardı. Şimdi, nedense,
akıllarına birden düğün alayındayken kaybolan o kırk asker gelmişti. Aniden araba taşıyıcılarının
alnından soğuk terler akmaya başladı.
Xie Lian adımlarının yavaşladığını fark etti. “Durmayın. Hiçbir şey olmamış gibi davranın.”
Nan Feng elini salladı, askerlere yürümeye devam etmelerini işaret ediyordu. Xie Lian tekrar konuştu.
“Şarkı söylüyor.”
Fu Yao. “Ne söylüyor?”
Çocuğun sesini bir süre dikkatle dinledikten sonra Xie Lian sözleri kelime kelime tekrar etmeye
başladı. “Yeni gelin, yeni gelin, kırmızı düğün arabasındaki yeni gelin...”
Sessiz gecenin ortasında Xie Lian’ın hafif miskin sesi kulağa oldukça zinde gelmişti. Açıkça sadece
kelimeleri tekrar ediyordu ancak sekiz asker, çocuğun da onunla birlikte tuhaf şarkıya eşlik ettiğini
duyar gibiydi. İnsanın sahiden kanını donduruyordu.
Xie Lian konuşmaya devam etti. “Yaşlarla dolan gözler, dağın tümseklerinden geçiyor, duvağın
altında… Neşeyle gülümseme…. Hayalet gelin…… Söyleyen hayalet damat mı? Yoksa başka bir şey
mi?”
Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Artık anlayamıyorum. Şimdi tekrar gülmeye başladı, o yüzden
sözleri tam açık değil.”
Nan Feng somurttu. “Tüm bunların anlamı ne?”
Xie Lian yanıtladı. “Doğrudan anlamı. Düğün arabasındaki yeni geline gülmemesi gerektiğini söylüyor,
sadece ağlamalı.”
Nan Feng önceki sorusunu düzeltti. “Demek istediğim bu şey neden buraya kadar gelip sana bunları
hatırlatıyor?”
Diğer taraftan Fu Yao tamamen farklı düşünüyordu. “Sadece hatırlatmak için gelmiş olmasına gerek
yok. Kasten yanlış şeyi yapmaya itmek için gelmişte olabilir. Belki de buradan zarar görmeden
kurtulmanın tek yolu gülümsemektir. Gelinleri kandırarak ağlatmaya çalışıyordur. Diğer gelinlerin
tuzağa düşüp düşmediğini kestirmek zor tabi.”
Xie Lian. “Fu Yao. Normal bir gelin yolun ortasında böyle bir ses duysa korkudan ölürdü muhtemelen.
Nasıl gülümsesin? Ek olarak ağlasam da gülsem de en kötü ne olabilir?”
Fu Yao cevap verdi. “Kaçırılırsın.”
Xie Lian hatırlattı. “Bu akşamki gezimizin amacı da bu değil mi?”
Fu Yao homurdandı ama tartışmaya devam etmedi. Aksine Xie Lian tekrar konuştu. “Ayrıca size
söylemem gereken başka bir şey daha var.”
Nan Feng. “Nedir?”
Xie Lian. “Arabaya oturduğumdan beri hep gülümsüyordum.”
“…..”
Bunu söylediği anda düğün arabası aniden çöktü!
Sekiz asker anında başkaldırdığı için düğün arabasının tamamen durmasına neden olmuşlardı. Nan
Feng bağırdı. “Panik yapmayın!”
Xie Lian sorarken elini hafifçe kaldırdı. “Ne oldu?”
Fu Yao hafif bir sesle cevapladı. “Hiç. Sadece birkaç yaratık geldi.”
O sözlerini bitirdiği gibi Xie Lian gecenin sessizliğini delen bir dizi kederli kurt uluması duydu.
Bir kurt sürüsü yollarını kapatıyordu!
Ne olursa olsun Xie Lian olanların normal olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden sordu. “Sormama izin
verirseniz, Yu Jun Dağı’nda sık sık kurt sürüleri dolaşır mı?”
Arabayı taşıyan askerlerden birisi cevap verdi. “Daha önce böyle bir şey olduğunu hiç duymadım? Yu
Jun Dağı’nda ne işleri olur?!”
Xie Lian kaşını kaldırdı. “Evet, o zaman doğru yere geldik.”
Dağda bir kurt sürüsüydü sadece. Nan Feng ve Fu Yao için baş edilmesi güç bir şey sayılmazdı ve
sürekli dolaşan, bir şeylerle savaşan askerler için de korkutucu değillerdi. Ancak daha biraz önce
duydukları hayalet damadın ürkütücü şarkısını düşünüyorlardı. Gafil avlanıp korkmalarının tek nedeni
buydu.
Ormanın karanlığından, kurtlar onlara doğru yavaşça yürümeye başlarken pek çok çift açık yeşil göz
ışıldadı. Hızla etraflarını sardılar.
Ancak neşeyle yemeklerini avlayan bir yaratık sürüsüyle, duyulmayan ve dokunulamayan bir şey
kıyaslandığında elbette tuhaf şey daha korkutucuydu. Bu yüzden birer birer herkes savaşmak için
kollarını sıvadı, yeteneklerini göstermeye ve bir sürü kurt katletmeye hazırlandılar.
Ne yazık ki, gösterinin en önemli kısmı henüz başlamamıştı. Sık adım seslerinin hemen ardından, bir
hışırtı yükseldi ve ardından ise ne bir insana ne bir yaratığa ait tuhaf bir ses.
Bir asker panikle bağırdı. “Bu... Bu şey ne?! Bu şey de ne?!”
Nan Feng de küfretmeye başlamıştı. Xie Lian bir şeylerin aniden değiştiğinin farkındaydı bu yüzden
ayağa kalkmak istedi. “Neler oluyor?”
Ancak Nan Feng anında bağırdı. “Dışarı çıkma!”
Xie Lian elini kaldırdı, aniden düğün arabası sallanmaya başladı. Arabanın kapısına bir şey
yaslanıyordu sanki. Xie Lian kafasını daha önce hiç bu kadar eğmemişti. Aşağıya doğru baktı,
duvağının arasından bir şeyin kafasının arkasını gördü.
Sahiden düğün arabasına tırmanmıştı!
Kafasını düğün arabasına sıkıştırmıştı, ama hemen dışarıdaki birisi tarafından çıkartıldı. Nan Feng
arabanın önünde durarak küfretti. “S*ktir, bir alçak köle!”
Bir alçak köle olduğunu duyunca Xie Lian işlerin sıkıntılı bir hal alacağını hemen anlamıştı.
Ling Wen Sarayı’nın hükmüne göre, bir alçak köle ‘Vahşet’ sınıfına dahi giremeyecek bir varlıktı.
Aslında alçak kölelerin bir zamanlar insan olduğu söylenirdi. Ancak biri onlara baktığında insan olsalar
da deforme insanlar olduklarını söyleyebilirdi. Bir başı ve bir yüzü vardı ama belirsiz ve müphemdi.
Kolları ve bacakları vardı ama yürümelerine izin vermeyecek kadar zayıflardı. Bir ağzı ve dişleri vardı
ama birisini öldürecek kadar ısırmaları sonsuza dek sürerdi. Lakin seçim hakkı olsa insanlar ‘Vahşet’
veya ‘Şiddet’ sınıfı yaratıklarla karşılaşmayı, bir alçak köleyle karşılaşmaya yeğlerlerdi.
Çünkü çoğu zaman bir alçak köle belirdiğinde diğer hayaletler ve canavarlarla birlikte gelirlerdi. Avları
başka şeylerle savaşırken onlar aniden belirirdi. Sonra birbirine karışmış kolları ve bacaklarıyla
avlarına yapışırlardı. Aynı zamanda korkusuzca ilerleyen sayısız yandaşları vardı, hepsi avın üzerinde
zamklanmış gibi dururdu.
Her ne kadar dövüşte çok güçsüz olsalar da dirençli ve öldürülmesi zorlardı. Üstüne üstük sıklıkla
büyük gruplar halinde saldırırlardı. Onlardan kurtulması zordu ve hızla öldürmesi ise daha da zor.
Eninde sonunda kişi onlarla dövüşürken çok fazla güç harcar veya bir yerde tökezlerdi. Sonuç olarak
anlık bir dikkatsizlik, kaçınılmaz olarak fırsat kollayan düşmanı başarıya ulaştırırdı.
Av diğer hayaletler ve canavarlar tarafından öldürüldükten sonra alçak köleler arta kalanları alırdı,
kopmuş kol ve bacakları zevkle yerlerdi. Delik deşik edene dek dişler ve kemirirlerdi.
Alçak köleler tamamen iğrenç varlıklardı. Üst Cennetten birisinin kutsal ışıkla birlikte silahını çekmesi
alçak köleleri korkutup kaçırmak için yeterliydi ancak Orta Cennetten iki küçük savaş tanrısının bu
şeylerle baş etmesi güçtü.
Fu Yao’nun tiksinti dolu sesi uzaklardan gelir gibiydi. “En çok bu şeylerden! Nefret! Ediyorum! Ling
Wen Saray’ı bunlardan bahsetti mi?”
Xie Lian. “Hayır.”
Fu Yao çabucak cevapladı. “Bu herifler ne işe yarıyor?!”
Xie Lian onu duymazdan gelerek sordu. “Kaç taneler?”
Bu kez Nan Feng cevap verdi. “Yüz civarı, muhtemelen biraz daha fazla! Dışarı çıkma!”
Alçak köle gibi yaratıklar sayıca ne kadar fazla olursa o kadar güçlü olurlardı. On taneden fazla
olduklarında baş edilmeleri oldukça güçtü. Yüzden fazla olduklarında? Onları ölüme sürüklemeye
yeterde artarlardı bile. Alt köleler normalde çok sayıda insanın bulunduğu yerlerde yaşamayı tercih
ederlerdi. Bu yüzden de Yu Jun Dağı gibi ıssız bir yerde bu kadar fazla alt köle olmasını Xie Lian hiç
beklemezdi. Xie Lian bir an düşündükten sonra hafifçe kolunu kaldırdı, yarı yarıya sarılmış bileği
göründü. “Git.”
Sözleri söylediği anda sargılar kendiliğinden kolundan kaydı. Sanki canlıymış gibi arabanın perdeleri
arasından dışarı süzüldü.
Xie Lian nazikçe emir vermeden önce koltuğunda dimdik oturdu. “Onları ölümüne boğ.”
Aniden gecenin ortasında beyaz bir engerek süzülmeye başladı.
Xie Lian’ın bileğindeki beyaz, ince bir ipekken en fazla birkaç chi uzunluğunda görünüyordu. Ancak
şimşekler kadar hızla savaşa girdiğinde son derece uzun olduğu belliydi. ‘Çat çat’, ‘çat çat’ sesleriyle,
başarılı kopma sesleri havada yankılandı. Göz açıp kapatıncaya dek düzinelerce vahşi kurt ve alçak
kölenin boyunları beyaz ipek tarafından kırılmıştı!
*Chi: 33,333…cm

Nan Feng’in uğraştığı altı alçak köle anında vahşi bir şekilde can vererek yere düşmüştü. Avucuyla
iterek son kurdu da uçarak uzaklara gönderdi. Ancak her ne kadar Nan Feng tehlikeden uzaklaşmış
olsa da bir parça bile rahatlamamıştı. Onun yerine arabaya doğru atıldı ve inanamayarak bağırdı. “O
şey neydi?! Ruhani gücün olmadığı için büyülü silahları kullanamıyor olman gerekmiyor muydu
senin?!”
Xie Lian cevapladı. “Her konuda kaçınılmaz olarak istisnalar vardır…”
Nan Feng çok öfkeliydi. Bir eliyle düğün arabasına vurdu ve kükredi. “Xie Lian! Açık konuş, o şey ne?!
O……”
Darbesiyle neredeyse tüm araba paramparça olacaktı. Bu yüzden Xie Lian’ın elini kaldırmaktan ve
kapıdan destek almaktan başka bir şansı yoktu. Ama bir kez olsun az biraz korkmuştu. Nan Feng o
sözleri söylerken ki tonu, ona Feng Xin’in geçmişte kızdığı zamanki halini hatırlatmıştı.
Nan Feng hala cevabını bekliyordu ki aniden, askerlerin uzak çığlıkları yankılandı. Fu Yao soğuk bir
sesle konuştu. “Eğer konuşmak istiyorsan önce şu düşman dalgasını geri püskürt!”
Nan Feng’in geri dönüp savaşmaktan başka bir şansı yoktu. Ancak Xie Lian çabucak sersemliğinden
kurtuldu. “Nan Feng, Fu Yao, siz gidebilirsiniz.”
Nan Feng arkasına baktı. “Ne?”
Xie Lian açıklamaya başladı. “Sizler arabaya yakın durmaya devam ettikçe daha fazla yaratık gelecek.
Savaş hiç bitmeyecek. Bu nedenle diğerlerini de alarak uzaklaşın. Ben burada kalıp Hayalet Damatla
tanışacağım.”
Nan Feng tekrar küfretmeye başladı, “Senin……….”
Ancak Fu Yao soğuk bir sesle araya girdi. “O ipek kumaşı kullanabildiğine göre hiçbir şey olmaz.
Onunla tartışacak kadar vaktin bolsa, yardım etmek için gelen askerlerle sen ilgilen. Ben gidiyorum.”
Fu Yao oldukça kendinden emin ve rahattı. Aynı zamanda da dürüst; gideceğini söylediğinde hemen
gitmişti, bir an bile oyalanmamıştı. Nan Feng dişlerini sıktı, içten içe diğer savaş tanrısının haksız
olmadığının farkındaydı. Bu nedenle yüzünü kalan askerlere döndü. “Benimle gelin!”
Sahiden onlar arabadan uzaklaştıktan sonra, her ne kadar önceki alçak köleler ve kurtlar gitmemiş
olsa da artık yenileri gelmiyordu. İki zayıf savaş tanrısı kalan dört askeri korudu. Dövüşürlerken Fu Yao
nefretle konuşuyordu. “Gülünç. Ben olmasam…”
Konuşmayı kesti. İki tanrı bakıştılar, bakışları tamamıyla tuhaftı. Fu Yao kalan sözlerini yutarak başını
çevirdi. Şu anda bu konuyu bir kenara bırakmış ve bir daha açmayacaklardı. Onun yerine aceleyle
ilerlemeye devam ettiler.
Düğün arabasının etrafı cesetlerle kaplanmıştı.
İpek RuoYe arabaya tırmanmaya çalışan kalan tüm alçak köleleri ve kurtları çoktan boğmuştu. Geri
dönüp kendiliğinden tekrar Xie Lian’ın bileğine nazikçe sarıldı. Tam bir karanlık ve ağaç hışırtılarıyla
sarılmış olan Xie Lian sakin ve sessiz bir şekilde düğün arabasında oturmaya devam etti.
Aniden her şey tamamen sessizleşti.
Rüzgarın sesi, ağaçların hışırtıları, canavarların kükremeleri. Bir saniye içerisinde sanki onları korkutan
bir şey varmış gibi ölüm sessizliği çökmüştü.
Ardından iki hafif gülüş duydu.
Ses genç bir adama ait gibiydi, aynı zamanda bir delikanlıya da ait olabilirdi.
Xie Lian olduğu yerde kaldı, konuşmadı.
İpek RuoYe bileğine sarılmıştı ve her an saldırmaya hazırdı. Gelen kişide bir parça öldürme niyeti
varsa, anında telaşla ileri atılarak on katıyla ona karşılık verecekti.
Tuhaf bir şekilde Xie Lian ani bir saldırı veya öldürme isteğinden oluşan bir patlamayla karşılaşmadı,
olaylar beklediğinden tamamen farklı gelişti.
Düğün arabasının perdeleri hafifçe kaldırıldı. Kırmızı duvağının arasından bakan Xie Lian, gelen kişinin
ona elini uzattığını gördü.
Parmakları ve eklemleri belirgindi. Üçüncü parmağına kırmızı bir ip bağlanmıştı. İnce ve solgun beyaz
elde, renkli ve parlak bir kader düğümüne benziyordu.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 8: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens Biniyor
Uzanmalı mıydı uzanmamalı mı?
Xie Lian sakin ve kendinde kaldı. Sonuçta gelmeden önce her şeyi düşünemezlerdi. Bir zorlukla
karşılaştığı anda bile güçlü ve sarsılmaz davranmaya devam mı etmeliydi? Yoksa saklanma çabasıyla
ürkekçe geriye kaçan korkudan ödü patlamış bir yeni gelin gibi mi davranmalıydı?
Elin sahibi oldukça sabırlı ve kibardı. Xie Lian kımıldamadı, o yüzden el de hareket etmedi, sanki elin
sahibi onun bir cevap vermesini bekler gibiydi.
Epey bir zaman sonra, Xie Lian bir iblis tarafından ele geçirilmiş gibi gerçekten de elini uzattı.
Ayağa kalktı, kapıyı kapatan perdeleri inmek için kenara itmek üzereydi. Ancak dışarıdaki kişi ondan
önce davrandı ve kırmızı perdeyi kaldırdı. Xie Lian’ın elini tutmaya gelen kişi yanlışlıkla onu
incitmekten korkuyormuşçasına elini çok sıkı kavramamıştı. Bu, o kişinin oldukça dikkatli ve tedbirli
birisi olduğu izlenimini veriyordu.
Xie Lian başını eğmişti. Yavaşça arabadan inerken gelen kişinin onu yönlendirmesine izin verdi. Yere
baktığından gözüne hemen ayağının yanındaki, ipek RuoYe tarafından ölümüne boğulmuş gibi
görünen bir yığın kurt ve alçak köle cesetleri çarptı. Xie Lian’ın düşünceleri başka yöne kayarken,
hafifçe tökezledi. Şaşırmış bir şekilde nefesi kesilirken öne doğru düşmeye başlamıştı.
Gelen kişi hemen desteklemek için elini Xie Lian’ın sırtına koydu, böylece düşmeden önce onu
yakalayabildi.
Xie Lian bu fırsatı diğer kişinin bileğini kavramak için kullandı. Ancak eli sadece soğuk ve sert bir şeye
temas etti. Görünüşe göre gelen kişi bir çift gümüş kol zırhı takıyordu.
Kol zırhları göz kamaştırıcı ve ince bir güzelliğe sahipti. Eskiden kalma desenlerle donatılmışlardı.
Akçaağaç yaprakları, kelebekler, uğursuz ve yırtıcı canavarlar da üzerlerine işlenmişti. Oldukça gizemli
görünüyor ve Merkez Ovalara aitmiş gibi durmuyorlardı. Daha çok küçük egzotik bir kabileden kalma
antikalar gibiydiler. Bileklerini kusursuzca kaplıyor, nazik ve çevik görünmesini sağlıyorlardı.
Buz gibi soğuk gümüş, ölüm kadar solgun eller... Hayattan yoksunmuş fakat aynı zamanda ölüm saçan
bir ruh ve kötü niyetler barındırıyormuş gibi görünüyorlardı.
Xie Lian’ın düşüşü sahteydi, karşısındaki kişiyi incelemek için yapmıştı. O anda bile RuoYe elbisenin
geniş kollarının içinde gizliyken yavaşça bileklerinde dönüyor, saldırmak için uygun zamanı
bekliyordu. Ancak gelen kişi bir kez daha elini tuttu ve onu ileri doğru götürmeye devam etti.
Xie Lian’ın başı hâlâ duvakla örtülü olduğu için net bir şekilde göremiyordu. Aynı zamanda zaman
kazanmakta istiyordu. Bu yüzden kasıtlı olarak yavaş yürüdü. Fakat beklemediği bir şekilde diğer kişi
de onun hızına uydurdu ve inanılmaz yavaş bir şekilde yürümeye başladılar. Elleri hala Xie Lian’ın
düşeceğinden korkarmış gibi ona destek oluyor ve yanında yürümesi için çekiyordu.
Xie Lian gardını indirmemiş ve son derece tetikte olsa da diğer kişinin ona nasıl davrandığını görünce
düşünmeden edemedi, Eğer bu kişi gerçekten de hayalet damatsa, hakikatten de kibar ve son derece
düşünceli davranıyormuş.
O anda, Xie Lian aniden aşırı derecede net bir çınlama sesi duydu. İkisi her adım attıklarında net ses
bir kez çınlıyordu. Xie Lian bu sesin ne olabileceği üzerine düşünürken aniden vahşi canavarların
bastırılmış kükremeleri her yönden gelmeye başladı.
Vahşi kurtlar!
Xie Lian, bileğindeki RuoYe aniden gerilirken hafifçe hareket etti.
O daha hiçbir şey yapamadan elini tutan kişinin onu rahatlatmak ve endişelenmemesini söylemek
istercesine iki kez elini okşayacağını kim bilebilirdi ki? Bu iki okşama son derece kibar bir hareket
sayılabilecek kadar yumuşaktı. Xie Lian alçak sesli kükremelerin çoktan kaybolmaya başladığını fark
edince biraz şaşırmıştı. Tekrar dikkatle dinlemeye çalışınca aniden kurtların kükremiyor veya
hırlamıyor olduklarını anladı. Aksine sızlanıyorlardı.
Bu sesler vahşi canavarların korkudan ödleri patlayınca çıkardıkları seslerdi. Canavarların tek bir adım
atamayacak haldeyken ki inlemeleri, ölümden önceki son gayretlerinin hıçkırıklarıydı…
Xie Lian’ın yanındaki kişiye olan merakı daha da arttı. O anda, sadece duvağını çıkarıp ona bakmak
istiyordu ancak bu hareketin uygun olmadığının farkındaydı. Bu yüzden Xie Lian sadece duvaktaki
küçük aralıktan göz atarak büyük resmi görememesine rağmen küçük parçaları birleştirmeye çalıştı.
Bu bakışla Xie Lian kırmızı bir kıyafetin kenarını görebildi. Kırmızı kıyafetin altında bir çift deri bot
vardı. O anda telaş etmeden yürüyorlardı.
Bu kişinin hareketleri biraz dikkatsiz gibiydi, hafif ve canlı zıplayışlar adımlarına karışıyordu. Bu, onun
hareketli bir gençmiş gibi görünmesine neden oluyordu. Ancak bir planı veya kesin bir hedefi varmış
gibi de yürüyordu, hiç kimse onu durduramaz gibiydi. Yoluna çıkmaya cesaret edenlerden geriye
sadece külleri kalırdı. Bütün bunlar Xie Lian’ın onun hakkında çıkarım yapmasını zorlaştırıyordu.
Hâlâ içinden tahminlerde bulunurken beyaz ve korkunç bir şey aniden görüş alanına girdi.
Bir kafatasıydı.
Xie Lian bir anlığına duraksadı.
Tek bir bakışla bu kafatasının pozisyonunda yanlış bir şeyler olduğunu anlamıştı. Kesinlikle bir rünün
kenarında duruyordu. Xie Lian eğer biri ona dokunursa tüm ağın o anda saldırmaya başlayacağından
korktu. Ancak genç adam hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi ilerlemeye devam ediyordu. Xie Lian,
genci uyarması mı uyarmaması mı gerektiğini düşünürken bir çıtırt sesi duydu. Bu trajik ezilme sesiyle
Xie Lian boş boş bakarak, genç adamın ayağını kafatasına basıp onu tozla dumana çevirmesini izledi.
Ardından kafa tasını ayağının altında ezen bu kişi hiçbir şey hissetmemiş veya fark etmemiş gibi
yürümeye devam etti.
Xie Lian. “…”
Bu herif gerçekten de… Tek bir adımla… Tüm rünü… Boş bir toz yığınına çevirmişti…
O anda genç adam aniden durdu. Xie Lian’in kalbi, genç adamın bir şey yapmak üzere olduğu için
durakladığını düşünerek hareketlendi. Ancak genç onu ileri doğru yönlendirmeye devam etmeden
önce sadece bir saniyeliğine duraklamıştı. İki adım sonra yumuşak pat sesleri başlarının üzerinde
yankılandı, yağmur damlalarının bir şemsiyeye çarparken çıkarttığı sese benziyordu. Görünüşe göre
genç adam durduğu zaman bir şemsiye açmıştı.
Her ne kadar böyle düşüncelerin zamanı olmasa da, Xie Lian genç adamı bu kadar düşünceli olduğu
için övmeden edemedi. Ancak bir gariplik varmış gibi hissediyordu, Yağmur mu başladı?
Sessiz, karanlık dağlarda ve kalın otlarla kaplı ormanlarda dağın derinliklerindeki bir grup vahşi kurdun
aya karşı uludu duyuldu. Xie Lian seslerin biraz önce çektikleri bir ziyafeti kutlamak için olup
olmadığını bilmiyordu, ancak soğuk havada, hafif bir kan kokusu yavaşça yayılmaya başladı.
Bu durum ve manzaranın şeytani bir cazibesi vardı. Yine de genç adam, bir yandan elini tutup onu
yavaşça yönlendirirken bir yandan da şemsiyeyi tutmaya devam etti. Nedensiz de olsa, tüm bunlar
gezintilerini, sanki birbirlerini içtenlikle seviyorlarmış ve asla ayrılamazlarmış gibi, romantik ve işveli
bir hâle getirmişti.
Garip yağmur tuhaf bir şekilde gelip tuhaf bir şekilde son bulmuştu. Şemsiyeye çarpan yağmur
damlalarının sesinin kaybolması uzun sürmedi ve o genç adam da durmuştu. Şemsiyesini kaldırmış
gibiydi. Aynı anda Xie Lian’ın elini bırakmış ve ona bir adım daha yaklaşmıştı.
Biraz önce elini tutarak onu buraya getiren el, nazikçe duvağına dokunduktan sonra yavaş yavaş tülü
kaldırmaya başladı.
Xie Lian tüm yürüyüşleri boyunca bu anı beklemişti. Sallanan kırmızı perdenin, gözlerinin önünden
yavaşça çekilmesini izlerken hiç hareket etmedi...
İpek kumaş RuoYe harekete geçti!
Bunun nedeni gençten yayılmaya başlayan bir öldürme isteği değildi. Xie Lian ilk hamleyi yapıp ilk
saldıran kişi olmak istemişti. Diğer kişi hareket edemez bir hale gelince güzel bir şekilde sohbet
edebilirlerdi.
İpek kumaş RuoYe’nin uçtuktan sonra yanında sert bir esinti getireceği kimin aklına gelirdi ki? Kırmızı
duvak genç adamın elinden ayrıldı ve uçuştuktan sonra tekrar düştü. Xie Lian, RuoYe geri dönmeden
önce sadece gencin kırmızı giydiğini görebilmişti.
Beklenmedik bir şekilde o genç aniden bin gümüş kelebeğe bölünmüştü. Kelebekler gümüşi bir ışık
patlamasıyla dağılırken, bir yıldız rüzgarı kadar parlak ve sersemleticiydiler.
Her ne kadar ne yeri ne zamanı olsa da, Xie Lian sahnenin büyüsüne kapılmaktan kendisini alamadı,
ancak ondan sonra iki adım geri çekildi. Manzara gerçekten de muhteşemdi, sanki sadece rüyalarda
görülebilecek fantastik bir sahneydi.
O anda bir gümüş kelebek tembelce önünde uçmaya başladı. Xie Lian daha onu incelemeyi
başaramadan kelebek onun etrafında iki tur atmıştı. Ardından parlayan rüzgarla birleşip gökyüzünü
dolduran gümüş renkli ışığın bir parçası oldu. Kanatlarını çırpan kelebekler yukarı uçup gittiler.
Xie Lian ancak uzunca bir süre geçtikten sonra sersemliğinden çıkabilmişti. İçinden, Sonuç olarak bu
genç adam, hayalet damat mıydı yoksa değil miydi?
İçten içe öyle olmadığını hissediyordu. Eğer hayalet damat olsaydı Yu Jun Dağı’ndaki kurtların onun
yardımcısı olması gerekirdi. Ama eğer durum böyleyse neden o kurtlar onu gördüğünde o kadar çok
korkmuşlardı? Ayrıca yolda gelirken gördükleri rün de hayalet damat tarafından kurulmuş olmalıydı.
Fakat, o genç gelişigüzel bir biçimde… Rünü ezip bir çöp yığınına çevirmişti.
Diğer yandan eğer o genç hayalet damat değilse neden arabaya gelini kaçırmak için gelmişti?
Xie Lian düşünmeye devam ettikçe durum daha da garip bir hal almaya başlıyordu. Bir yandan
düşünerek ipek kumaş RuoYe’yi omuzlarına attı, Olanları unutalım. Tesadüf eseri geçen biri olması
ihtimali de var. Şimdilik onu bir kenara koyalım. Burada olma nedenim daha önemli.
Xie Lian etrafına baktığı anda şaşkın bir ses çıkarttı. Biraz uzakta bir bina vardı. Orada dururken
oldukça ağır ve çakılıp kalmış gibi görünüyordu.
Onu buraya genç adam getirdiği için ve o yapı büyük bir titizlikle bu kafa karıştırıcı rünle gizlenmiş
olduğu için gidip kontrol etmesi Xie Lian için zorunlu bir hal aldı.
Aniden durmadan önce sadece birkaç adım atabilmişti ve bir süre düşündükten sonra geri gidip yerde
duran duvağı aldı. Üzerindeki tozu silkeleyip elinde tutarak tekrar binaya doğru yürüdü.
Binanın kırmızı duvarları, bariz bir şekilde benekli olan tuğlarla beraber, oldukça uzundu. Şehrin
tanrısı için olan eski bir tapınağa benziyordu. Ayrıca, Xie Lian’ın deneyimlerine göre, bu binanın yapısı
bir savaş tanrısı tapınağı olmasını olağan kılıyordu. Xie Lian kafasını kaldırınca giriş kapısının
üzerindeki metala işlenmiş üç büyük kelime gördü.
“Ming Guang Tapınağı”!
Kuzey’in savaş tanrısı, General Ming Guang. Tam olarak Ling Wen’in daha önce ruhani iletişim
rününde bahsettiği tanrıydı, tütsüleri kuzeyde refahla yanan General Pei. Yakınlarda Ming Guang
Tapınağı değil de Nan Yang Tapınağı bulmalarına şaşmamalıydı. O bölgedeki Ming Guang Tapınağının
Yu Jun Dağı’nda olduğu ortaya çıkmıştı sonuçta, lakin bu tapınak kafa karıştırıcı bir rünle
mühürlenmişti. Yoksa… Hayalet damat ve General Ming Guang arasında bir ilişki olabilir miydi?
Fakat bu General Ming Guang’ın kendi başarısıyla gurur duyan ve güçleriyle kendini beğenmiş biri
olduğu söylenebilirdi. Ek olarak kuzeydeki pozisyonu sabitti. Xie Lian, kişisel olarak böyle bir savaş
tanrısının hayalet damat gibi kirli bir işe bulaşmaya gönüllü olacağına ihtimal vermedi. Diğer yandan
şanssız ve korkunç bir şeyin yerini işgal ettiğinden habersiz olması da pek tuhaf sayılmazdı. En iyisi
olanları biraz daha inceledikten sonra sonuç çıkarmak, altta ne gerçekler yattığını bulmaktı.
Xie Lian yürüdü. Tapınağın kapısı kapalı olmasına rağmen kilitlenmemişti. Dolayısıyla tek bir itişle
açıldı. Kapı açıldıktan sonra garip bir koku tüm duyularına saldırmıştı.
Uzun bir süre kullanılmamanın verdiği toz kokusu değildi. Hayır, hafif bir çürük kokusuydu.
Xie Lian içeri girip, tapınağa kimse girmemiş gibi göstermek için, arkasından giriş kapısını kapattı. Ana
salonun ortasındaki sunağa bağışlar için bir ilahi heykel koyulmuştu. Doğal olarak bu ilahi heykel
kuzeyin savaş tanrısı General Ming Guang’ın tasviriydi.
Heykeller, kuklalar ve portreler gibi insana benzeyen objelerin çoğu kolayca kötü etkilerle
bozulabilirdi. Bu yüzden Xie Lian’ın ilk yaptığı şey öne yürüyerek ilahi heykeli incelemek olmuştu.
Biraz baktıktan sonra sonuca vardı: bu ilahi heykel harikulade bir biçimde yapılmıştı. Belinde yeşim
taşından yapılma bir kemer vardı ve elinde çift kenarlı bir kılıç tutuyordu. Ayrıca etkileyici ve görkemli
gözüken yakışıklı bir yüzü vardı. Bu ilahi heykelle alakalı bir problem yoktu. Dahası çürük koku da bu
heykelden gelmiyordu. Bu yüzden Xie Lian onu umursamayı bırakıp döndü. Ana holün arka kısmına
gidip bakmaya karar verdi.
Ancak Xie Lian arkasını döndüğü anda gözbebekleri küçülürken dona kalmıştı.
Kıpkırmızı düğün elbisesi giyen ve duvaklarla kaplanmış bir grup kadın kaskatı bir şekilde önünde
duruyordu.
Ayrıca, hafif çürük kokusu o kadınların bedenlerinden yayılıyordu.
Xie Lian kadınları saymaya başlamadan önce hızla sakinleşti. Bir, iki, üç, dört… Tam on yediye kadar
saydı.
Gerçekten de Yu Jun Dağı bölgesinde kaybolan on yedi gelindiler!
Bazılarının üzerindeki elbisenin kırmızısı biraz solmuş görünüyordu, kıyafetlerin kendileri ise yırtık
pırtık ve eskiydi. Bu gelinler ilk kaybolanlar olmalıydı. Diğer yandan bazılarının düğün elbisesi oldukça
yeniydi. Elbiselerin stilleri de günü modasına uygundu. Ayrıca o cesetlerden gelen çürüme kokusu
oldukça azdı. Bunlar da daha yeni kaybolan gelinler olmalıydılar. Xie Lian, gelinlerden birinin duvağını
kaldırmadan önce biraz düşündü. Ancak yine de bir göz atmaya karar verdi.
Kırmızı duvağın altındaki yüz son derece solgundu. Cildinin tonu çok beyazdı, aslında biraz yeşil
gözüküyordu. Sönük ay ışığında oldukça korkutucu bir görünüme bürünmüştü fakat onun hakkındaki
en korkutucu olan şey öldükten sonra kasları kasılı kalmış olmasına rağmen, bükük yüzünde hâlâ
kaskatı bir gülümseme olmasıydı.
Xie Lian onun yanındaki kızın duvağını çıkardı. Yine kızın dudakları aynı gülümsemeyle kıvrılmıştı.
Hakikatten, odadaki düğün kıyafetleri giyen cansız insanların hepsi ölümde bile gülümsüyorlardı.
Kulağının yanında Xie Lian o garip şarkıyı söyleyen çocuğun sesini duymaya başladı. “Yeni gelin, yeni
gelin, kırmızı düğün arabasındaki yeni gelin… Yaşlarla dolan gözler, dağın tümseklerinden geçiyor,
duvağın altında neşeyle gülümseme…”
Aniden tapınağın dışından gelen tuhaf bir ses duydu.
Gerçekten de tuhaf bir sesti. O kadar tuhaftı ki neye benzediğini tarif etmek oldukça zordu. Aslında,
iki kalın kumaşa sarılmış sopanın yere vurulması gibiydi ses. Aynı zamanda ağır bir objenin hareket
eden başka bir objeye yapışarak zorla yerde sürünme sesine de benziyordu. Bu ses ilk başta uzaktan
geliyordu ancak son derece hızlıydı. Hemencecik tapınağın giriş kapısında gelmişti. Uzun bir gıcıııır ile
tapınağın kapısı tamamen açıldı.
Gelen bir insan veya başka bir şey olsa da muhtemelen hayalet damattı. Ve şimdi, evine geri
dönmüştü!
Ana holün sonunda çıkış yoktu, yani Xie Lian’ın saklanabileceği hiçbir yer yoktu. Yanındaki gelinler
gözüne çarpmadan önce kısa bir süre düşündü. Sessiz ve hareketsiz bir hâle gelip gelin grubunun
yanında durmaya başladı ve hemen duvağıyla tekrar yüzünü örttü.
Eğer sadece üç beş beden olsaydı, o zaman tabii ki bir şeylerin yanlış olduğunu tek bakışta anlamak
kolay olurdu. Lakin o anda orada toplamda on yedi ceset vardı. Xie Lian’ın yaptığı gibi tek tek
sayılmazsa, birinin orada saklanıyor olduğunu kestirmek kolay değildi.
Birinin ayaklarını vura vura odaya geldiğini duyduğunda daha yeni kendini gelinlerin arasında
yerleştirmişti.
Xie Lian orada hareketsizce dururken sesin ne olduğu hakkında düşünmeye başladı. O tam olarak
neydi? Her ses arasındaki duraklamalar bir kişinin ayak seslerini andırıyordu lakin nasıl bir şeyin bu tür
ayak sesleri olabilirdi ki? Bu kesinlikle beni buraya getiren genç değil. O acelesiz ve keyifli bir şekilde
yürüyor, çınlama sesleri de adımlarını takip ediyordu.
Aniden Xie Lian’ın aklına bir şey geldi. Anında kalbi sıkıştı. Bu kötüydü! Boyu yanlıştı!
Sonuçta tüm cesetler kadındı fakat o bir erkekti. Doğal olarak cesetlerden daha uzundu. Kimse ilk
bakışta orada fazladan birinin olduğunu söyleyemese de, diğerlerinden özellikle daha uzun birini fark
etmek hiçte zor olmazdı.
Ancak biraz daha kafa yorduktan sonra Xie Lian hemen sakinleşti. Gerçekten de oldukça uzundu fakat
o genç kız Minik Ying, saçına sadece basitçe şekil vermişti. Fazla bir şey yapmamıştı.
Diğer yandan tüm gelinler giyinip kuşanmışlardı. Saçlarına o kadar yüksek bir saç stili yapılmıştı ki saç
telleri neredeyse gökyüzüne yükseliyordu. Ek olarak Anka Taçları sayesinde boyları epeyce daha
uzamıştı. Hepsi hesaba katıldığında, bazı gelinler muhtemelen ondan çokta kısa değildi. Yani uzun
boylu olsa da çok göze batmazdı.
Xie Lian bunu düşünürken bir kez daha önceki vuruş sesini duydu. Bu sefer sadece altı, yedi metre
ötedeymiş gibi geliyordu.
Bir süre sonra vuruş sesi tekrar duyuldu. Bu sefer daha da yakındı.
Xie Lian sonunda hayalet damadın ne yapıyor olduğunu fark etti.
Her gelinin duvağını kaldırıp cesetlerin yüzlerini teker teker kontrol ediyordu!
Pat!
Eğer şimdi harekete geçmezse daha iyi bir zaman bulabilir miydi? İpek kumaş RuoYe uçup hayalet
damada hızla çarptı.
Ardından siyah bir sis odayı doldurmadan önce yüksek bir ses duydu. Xie Lian bu sisin zehirli olup
olmadığını bilmiyordu ve vücudunun koruyan hiç ruhani gücü olmadığı için hemen eliyle burnunu ve
ağzını kapatarak nefes almayı kesti. Aynı anda sisi hızlıca dağıtmak için RuoYe’nin dans edip rüzgar
oluşturmasını sağladı.
Aniden vuruş sesleri tekrar duyuldu. Xie Lian gözlerini kıstı, tapınağın giriş kapısından geçen küçük ve
kısa bir gölge vardı. Tapınağın kapısının tamamen açık olması nedeniyle siyah sis bulutu dışarı çıkıp
ormana doğru gitmeye başlamıştı.
Xie Lian hızla karar verdikten sonra hemen arkasından gitti. Beklenmedik bir şekilde daha çok fazla
adım atamamıştı ki ormanın içindeki ateş pırıltıları gökyüzüne yükseldi. Uzaktan öldürme isteğiyle
dolu olan sesler oraya yakınlaştı. “Hadi gidelim!”
Bir delikanlının sesi özellikle yankılanıyordu. “Çirkin yaratığı yakalayın ve insanlarımızın kötüden
kurtulmasına yardım edin! Çirkin yaratığı yakalayın ve insanlarımızın kötüden kurtulmasına yardım
edin! Ödüle gelince, eşit olarak aramızda bölüşebiliriz!”
Bu tam olarak önceki delikanlı liderdi. Xie Lian içinden şikâyet etmeye başladı. Bir grup insan önceden
dağı arayacaklarını söylemişti. Gerçekten de ansızın gelivermişlerdi! Normalde kafa karıştıran bir rün
her şeyi kapattığı için burayı bulamamaları gerekiyordu ancak o rün çoktan genç adam tarafından yok
edilmişti! Bu kör kediler gerçekten de ölü fareyle karşılaşmış, hayalet damadı bulabilmişlerdi.
*ÇN: Kör kedinin ölü fareyle karşılaşması, kötü şans anlamına gelir.

Xie Lian tekrar baktı. O insanların olduğu yön… Tesadüfen hayalet damadın kaçtığı yön gibi
gözüküyordu!
Xie Lian ipek kumaş RuoYe’ı kapıp bağırırken o tarafa doğru aceleyle koştu. “Orada durun ve hareket
etmeyin!”
Herkes şaşkınlıktan kalakaldı. Xie Lian konuşmaya devam etmek istediğinde delikanlı hevesli bir
şekilde sordu. “Genç bayan, hayalet damat tarafından yakalanıp zorla Yu Jun Dağı’na getirildiniz, değil
mi? Adınız ne? Buraya sizi kurtarmaya geldik, artık rahat edebilirsiniz!”
Xie Lian bu saçma sapan sözlere bir an şaşırmıştı. Ardından, sonunda bir kızın düğün elbisesi içinde
olduğu aklına geldi. Nan Yang Tapınağında ayna yoktu o yüzden o anda nasıl göründüğünü
bilmiyordu. Lakin, verdikleri tepkilere bakılırsa o genç bayan Minik Ying yaptığı işte oldukça iyiydi.
Sonuçta bu insanlar başta şaşırmış, sonra ona gerçek bir gelinmiş gibi davranmışlardı. Dahası, bu
delikanlı muhtemelen onun on yedinci gelin olmasını umuyordu, o şekilde ödülü alması onun için
daha kolay olurdu.
Ne olursa olsun bu şartlar altında o köylülerin her yerde koşuşturmasına izin veremezdi. Ancak
hayalet damadın hâlâ kaçıyor olduğunun da garantisi yoktu. Şanslıydı ki iki siyah kıyafetli genç
sonunda gelmeyi başarabilmişlerdi. Xie Lian hemen bağırdı. “Nan Feng, Fu Yao, hemen gelip bana
yardım edin!”
O iki küçük savaş tanrısı sesiyle beraber habersizce döndüklerinde ikisi de ona boş boş bakmaya
başladılar. Ardından aynı anda iki adım gerilediler. Onların tepki verebilmesi için, Xie Lian’ın birkaç kez
daha seslenmesi gerekmişti.
Xie Lian sordu. “Siz oradan geldiniz değil mi? Yolda herhangi bir şeye rastladınız mı?”
Nan Feng cevapladı. “Rastlamadık!”
Bunu duyunca Xie Lian ekledi. “Güzel. Fu Yao, hızlıca bu patikadan gidip araştırma yap. Her yere bak
ve hayalet damadın kaçmadığından emin ol.”
Fu Yao bunu duyduktan sonra anında arkasını dönüp ayrıldı. Xie Lian konuşmaya devam etti. “Nan
Feng, bu yeri koru ve tek bir kişinin bile ayrılmadığından emin ol. Eğer Fu Yao hayalet damadı
dağlarda bulamazsa o zaman hayalet damat bu grup insanın içine karışmış olmalı!”
Bunu duyduklarında iri yarı olan adamların hepsi kalakalmıştı. O delikanlı çoktan kadın olmadığını fark
ettiğinden ilk atlayan olmuştu. “Kimse buradan ayrılamaz mı? Neden seni dinlemeliyiz ki?! Kimse
onları dinlemesin…”
Nan Feng yumruk attığında, delikanlı ayakta duramadı bile. Aniden kalın gövdeli uzun bir ağaç
ortasından bölünerek yere düşmüştü. Oradaki herkes, bu gencin tüm cümlenin bitmesini bile
beklemeden yumruk sallamaya başladığını hatırladı. Eğer daha önceki kırdığı sütun gibi ikiye
bölünecek olsalar, onlara para ödenmesi bile anlamını kaybederdi. Böylece herkes çenesini kapattı.
O delikanlı tekrar konuştu. “Hayalet damadın bu grubun içinde olduğunu söylüyorsun, yani bu grubun
içinde olmak zorunda mı? Buradaki herkesin adı soyadı var! Eğer bana inanmıyorsan buraya gel ve
ateşi yüzlerimizi aydınlatmak için kullan! Herkesi tek tek kontrol et!”
Xie Lian konuştu. “Nan Feng.”
Nan Feng, delikanlının meşalesini aldı ve herkesi tek tek kontrol etmeye başladı. Herkesin alınları
terden boncuk boncuk olmuştu. Bazıları gergin, bazıları ne yapacağını bilemiyormuş gibi
görünüyordu. Bazıları heyecanlandı ve bazıları oldukça canlıydı. Xie Lian nedenini anlamadıklarını
düşündüğünden grubun önüne yürüyüp konuştu. “Önceki kabalığımı affedin. Hayalet damadı
yaraladım ancak elimden kaçtı. Kesinlikle çok uzağa gitmiş olamaz. Benim bu iki genç arkadaşım
buraya gelirken yolda onunla karşılaşmamışlar o yüzden sizin içinize kendisini saklamış
olabileceğinden korkuyorum. Hepinizin birbirinize daha dikkatli bir şekilde bakmanızı istiyorum.
Dikkatlice herkesin yüzünü kontrol edip tanımadığınız birinin olmadığından emin olun.”
Hayalet damadın muhtemelen içlerinde olduğunu duyunca herkesin tüyleri diken diken olmuştu.
Birbirlerine dehşetle bakarken dikkatsiz olmayı göze alamadılar. Ardından ‘Sen bana bakıyorsun, ben
sana bakıyorum’ oyununu oynamaya başladılar. Birbirleriyle uzun bir süre bakıştıktan sonra aniden
içlerinden birisi değişik bir tonla bağırdı. “Neden buradasın?”
Xie Lian oraya doğru gidip sorarken şaşırmıştı. “O kim?
Delikanlı köşeyi aydınlatmadan önce birinin meşalesini kapıp bağırdı. “Bu çirkin kız!”
Gösterdiği kişi aslında… Minik Ying’di. Işığın altında Minik Ying’in çarpık bir burun ve eğimli gözlere
sahip yüzü, biraz yamuk görünüyordu. Bu kadar bariz bir şekilde ortaya çıkmaya dayanamıyormuş
gibi, diğerlerinin bakışlarından korunmak için elini kaldırıp yüzünü örttü. “Ben… Ben sadece rahat
edemedim o yüzden gelip bir bakmaya karar verdim…”
Korkuyla nasıl sarsıldığını görünce Xie Lian delikanlının elinden meşaleyi aldı, ardından kalabalığa
sordu. “Sonuç ne?”
Herkes kafalarını sallamaya başladı. “Tanımadığımız kimse yok.”
“Buradaki herkesi daha önce gördük.”
Nan Feng sordu. “Kendini birinin vücuduna bağlamış olabilir mi?”
Xie Lian cevap vermeden önce bir süre düşündü. “Bu pek mümkün değil. O şey katıydı.”
Nan Feng ona hatırlattı. “Ancak o şey zaten ‘Gazap’ sınıfı. Formunu değiştirip değiştiremediğini
kestirmek güç.”
İkisinin kararsız kaldığını görünce delikanlı bağırmaya başladı. “Hayalet damat bizden biri değil! Siz de
açıkça gördünüz değil mi?! Eğer gördüyseniz gitmemize izin verin!”
Aralıklarla kelimeleri yankılandı. Xie Lian konuşmadan önce bakışlarını üzerlerinde gezdirdi. “Millet,
lütfen Ming Guang tapınağının önünde durun, ayrılmayın.”
Herkes yakınmak istedi fakat Nan Feng’in kasvetli ve katı ifadesini görünce kimse cesaret edemedi.
Aynı anda Fu Yao dönmüştü, bildirdi. “Yakınlarda değil.”
Bunu duyunca Xie Lian, Ming Guang Tapınağının önündeki gergin kalabalığa baktı. Ardından yavaşça
beyan etti. “O halde hayalet damat bu kalabalığın içinde olmalı.”

Çevirmen: Kae
Not: İşler kızışıyor…
Bölüm 9: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman
Fu Yao kalabalığın arasında saklanmakta olan Minik Ying’i fark etti. Kaşlarını çattı. “Neden burada bir
kadın var?”
He ne kadar sesi saldırgan olmasa da, iyi niyetli de sayılmazdı. Bu yüzden Minik Ying onu duyduğunda
başını eğdi. Onun yerine Xie Lian cevap verdi. “Bir aksilik yaşayacağımızdan korkmuş, bu yüzden
kontrol etmek için geldi.”
Fu Yao izleyenlere dönerek başka bir soru sordu. “Siz onunla mı geldiniz?”
İlk başta kalabalık cevap vermeden önce tereddüt etti.
“Hatırlamıyorum.”
“Söylemesi güç.”
“Hayır. Gelirken o yanımızda değildi, değil mi?”
“Neyse ne, ben onu görmedim.”
“Ben de.”
Minik Ying aceleyle konuştu. “Çünkü sizi gizlice takip ettim.”
Delikanlı anında sorguladı. “Neden bizi takip ettin? Suçluluk mu duyuyorsun? Belki de hayalet damat
sensindir?”
Sözlerini bitirdiği gibi Minik Ying’in etrafındaki insanlar ansızın dağılmıştı, geniş ve boş bir çemberde
kız tek başına kalmıştı. Minik Ying telaşla ellerini salladı. “Hayır…… Hayır ben Minik Ying! Ben sahiden
oyum!”
Ardından Xie Lian’a doğru döndü. “Genç beyim, daha yeni karşılaştık! Makyaj yapmanıza, giyinmenize
ve hazırlanmanıza yardım ettim…”
Xie Lian. “…..”
Minik Ying’in sözlerini duyunca herkes bir anda gözlerini Xie Lian’a çevirmişti. Kendi aralarında
fısıldaşmaya başlayanlar bile vardı. Xie Lian bölüp pörçük ‘dönme’, ‘anormal’, ‘inanamıyorum’ gibi
birkaç kelime yakaladı.
Xie Lian birkaç kez öksürdükten sonra açıklama yaptı. “Bunlar... Görev için gerekliydi. Görev
gerektiriyordu. Nan Feng, Fu Yao, siz……”
Ancak Xie Lian başını çevirip onlara baktığında Nan Feng ve Fu Yao’nun ona tuhaf tuhaf baktığını fark
etti. Ek olarak ondan ihtiyatlı bir şekilde uzaklaşmaya başlamışlardı.
Bu bakışların hedefi olmak Xie Lian’ın tüylerini diken diken etmişti. “……Söylemek istediğiniz bir şey
var mı?”
Xie Lian’ın aklına bir kızın makyajla efsanevi ve esrarengiz sonuçlar yaratacağı nereden gelirdi ki?
Minik Ying ona sadece şık bir şekilde çizerek kaşlarını nasıl düzelteceğini, yüzüne nasıl beyaz pudra
süreceğini ve dudaklarını koyu kırmızı boyayla nasıl boyayacağını öğretmişti. Ancak eğer Xie Lian
konuşmasa narin, nazik ve güzel bir genç hanımdan ayırt edilemezdi.
Bu yüzden de aniden ona bakan ikili, kalplerinin hızla titrediğini hissetmişti. Görüntüyü inanılmaz
buluyorlardı; öyle ki hayatın kendisini sorgularken baştan aşağıya tedirgin hissetmişlerdi. Xie Lian’ın
yüzü hala kendi yüzüne benziyordu ama Fu Yao ve Nan Feng onun şu anki görüntüsüne bakınca sanki
konuştukları kişiyi tanımıyormuş gibiydiler.
Fu Yao, Nan Feng’e sordu. “Söylemek istediğin bir şey var mı?”
Nan Feng anında başını iki yana salladı. “Söylemek istediğim hiçbir şey yok.”
“……” Xie Lian tekrar konuştu. “Bir şeyler söyleseniz belki daha iyi olurdu.”
O sırada kalabalıktaki insanlar konuşmaya başladı.
“Ne? Ming Guang Tapınağı mı bu?”
Diğerleri de onu izledi, herkes önlerindeki tuhaf görüntüye bakıyordu. Ancak Xie Lian aniden konuştu.
“Evet, bu bir Ming Guang Tapınağı.”
Nan Feng ses tonundaki tuhaflığı fark etmişti. “Sorun ne?”
Xie Lian. “Kuzey açıkça General Ming Guang’ın bölgesidir. Ne adına yanan tütsüler az ne de güçsüz bir
tanrı. Ancak Yu Jun Dağı’nın altında neden sadece bir Nan Yang tapınağı var?”
Bir tanrının Savaş Tanrısı Semavi İmparator’a neden dualarını gönderdiğini anlamak kolaydı. Sonuçta
geçen milenyumdaki bir numaralı Savaş Tanrısıydı ve mevkisi General Ming Guang’ı aşardı. Doğal
olarak ne kadar üst ve daha itibarlı bir yere gelirsen, o kadar garantide ve güvende olurdun.
Ancak General Ming Guang’ın konumu General Nan Yang’a denkti ve ikisi arasında neredeyse hiçbir
fark yoktu. İkisi arasında ayrım yapılacak olursa General Ming Guang’ın dokuz bin tapınağı varken
General Nan Yang’ın sekiz bin tane daha vardı. Xie Lian sahiden neden General Ming Guang’ın
yakındaki bir yerdeki tapınaklarından vazgeçerek uzaklardakilere ulaşmaya çalıştığını anlamamıştı.
Konuşmaya devam etti. “Normalde eğer Yu Jun Dağı’ndaki Ming Guang Tapınağı hayalet damat
tarafından alınmış olsaydı ve insanlar ulaşamasaydı bile, bir başka yere Ming Guang Tapınağı inşa
ederlerdi. Ancak nedense buraya bir başka Savaş Tanrısının tapınağı inşa edilmiş.”
Fu Yao hemen anlamıştı. “Başka bir sebebi olmalı.”
Xie Lian. “Evet, Yu Jun Dağı bölgesine insanların Ming Guang Tapınakları inşa etmeyi bırakmasının
başka bir nedeni olmalı. Lütfen bana bir kez daha ruhani güçlerinizden ödünç verin. Korkarım gidip
sormam gerek...”
O sırada bir bağırma duyuldu. “Çok fazla gelin var, ah!”
Sesin tapınağın içinden geldiğini fark edince, Xie Lian anında oraya döndü. İnsanlara tapınağın
dışındaki açık alanda durmalarını söylemişti ama görünüşe göre onu duymazlıktan gelerek içeri
koşmuşlardı!
Nan Feng bağırdı. “Tehlikeli bir durumdayız, koşturup durmayın!”
Ancak delikanlı konuştu. “Onları dinlemeyin! Bize dokunmaya cüret edemezler! Biz iyi insanlarız, bizi
öldürebilirler mi sahiden? Herkes kalksın! Kalkın, kalkın!”
Bu delikanlı, üçünün ciddi bir şekilde yakalarına yapışıp onları dövemeyeceklerini fark etmişti. Bu
yüzden de tamamen pervasız davranıyordu.
Bunu görünce Nan Feng yumruklarını sıktı, kendisini tutmaya çalışıyor gibiydi. Ancak Nan Yang Sarayı
altındaki bir savaş tanrısı olarak, istese bile sıradan bir insana zarar veremezdi. Eğer denetleyen bir
tanrı bunu öğrenirse onu şikayet eder ve sonrasında yaşanacak olan şeyler hiçte keyifli olmazdı.
Delikanlı sinsi sinsi güldükten sonra alayla konuştu. “Ne yapmaya çalıştığınızı anlamadım mı
sanıyorsunuz? Bizi kandırarak burada tutacaksınız, böylece siz kendi başınıza gizemi çözerek tüm
ödüle konacaksınız!”
Kışkırtıcı sözleri insanların neredeyse yarısını tedirgin etmişti. Bu yüzden delikanlıyı takip ederek
tapınağa koşmaya başladılar. Fu Yao ilgisizce kol yenlerini düzeltti. “Bırak ne isterlerse yapsınlar.
Aşağılık ve sıradan insan grubu.”
Ses tonu tiksinti doluydu, artık onların hiçbirisi umurunda değilmiş gibiydi.
Ardından Ming Guang Tapınağından bir başka çığlık yükseldi. “Bunların hepsi ölmüş aah!”
Delikanlı da sorarken şoktaydı. “Ölmüşler mi?!”
“Hepsi ölmüş!”
“Ne kötü ayinler! Bazı gelinler onlarca yıl önce ölmüş, derileri nasıl çürümemiş??”
Fakat delikanlının şoku atlatması çok uzun sürmemişti. “Ölmüşlerse de sorun değil. Gelinlerin
cesetlerini dağdan indirelim. Sonuçta aileleri her şekilde onları geri satın almak isteyecektir.”
Xie Lian bu sözleri duyunca bakışları çöktü. İnsanlar delikanlının sözlerini düşününce mantıklı
olduğuna karar verdiler. Bazılar iç çekti, bazıları bıyık altından bir şeyler mırıldandı ve bazıları daha da
neşelendi.
Xie Lian tapınağın eşiğine yakın bir yerde durdu. “İlk olarak dışarı çıkmanız daha iyi olur. Bu tapınak
yıllardır havalandırılmamış bu yüzden ölüm enerjisi yerleşmiş. Sıradan insanların soluması iyi olmaz.”
Sözleri çok mantıklıydı, herkes onun sözünü dinleseler mi dinlemeseler mi diye düşünüyordu.
Ardından Minik Ying sessizce konuştu. “Böyle davranmayı bırakın. Burası tehlikeli bir yer, genç beyi
dinleseniz daha iyi olmaz mı? Dışarı gelin, oturalım.”
Ancak kalabalık Xie Lian ve ekibini duymuyordu bile, onu neden dinleyeceklerdi ki? Kimse kızın
söylediklerine kulak asmadı. Ama Minik Ying’in cesareti kırılmamıştı ve sözlerini birkaç kez daha
tekrarladı.
Onu duymazdan gelerek delikanlı kalabalığı yönlendirmeye başladı. “Beyler, en taze cesetleri
seçmemiş gerek. Eğer ceset çok yaşlı olursa ailesi de ölmüş olabilir. Böylece cesetleri aşağıya taşırken
gücümüzü boşuna harcamamış oluruz.”
Beklenmedik bir şekilde delikanlıyı zeki ve yetenekli olduğu için övenler çıktı. Bunları duyunca Xie Lian
gülse mi ağlasa mı bilemedi.
Bu sırada göz ucuyla bir şeyin hareket ettiğini gördü, hemen uyardı. “Duvaklarını açmayın! Duvaklar
ölüm enerjisi ve yang enerjisini engelleyebilir. Vücutlarınızdaki yang enerjisi çok güçlü. Eğer cesetler
onu sömürürse sizi koruyabileceğimizi garanti edemem.”
Ancak insanlar taze cesetleri seçmekle meşgul oldukları için çoktan duvakların büyük bir kısmını
açmışlardı. Xie Lian kapıdan girmekte olan Nan Feng’le bakıştı, ardından başını iki yana salladı.
İnsanları durduramayacağını biliyordu. Sonuçta onları kan kusana ve hareket edemeyecek hale
gelene dek dövemezdi.
Sahiden onları hareket edemeyecek hale getirirlerse ve sonrasında bir olay yaşanırsa insanların
kaçamamasına neden olurlardı. Xie Lian kendisini aciz hissediyordu.
O anda meraklı bir adam gelinlerden birinin duvağını kaldırdı ve bağırdı. “Vay anasını! Bu genç kız
cennete yükselecek kadar güzel!”
Herkes etrafına toplanarak kızı tartışmaya başladı.
“Muhtemelen daha kocasının eşiğinden adım atmamıştı değil mi? Öylece ölmesi çok yazık olmuş.”
“Kıyafetleri biraz yırtılmış ama bu kız sahiden en güzeli!”
Gelin muhtemelen daha yeni ölmüştü, çünkü cildi hala oldukça esnek görünüyordu. Birisi galeyana
getirmek için sordu. “Yüzüne dokunmaya cesaret edebilecek var mı?”
Delikanlı anında cevapladı. “Neden korkacakmışız?”
Sözlerini bitirdiği gibi cesedin yüzünü iki kez çimdikledi. Delikanlı elinin altındaki cildin insanın kalbini
acıtacak kadar yumuşak olduğunu hissetmişti. Kızı birkaç kez daha elledi.
Xie Lian daha fazla izlemeye dayanamayacaktı, tam oraya giderek delikanlıyı durdurmak üzereyken
Minik Ying koşarak geldi. “Yapma böyle!”
Delikanlı onu bir kenara ittirdi. “Biz büyüklerine engel olma!”
Ancak Minik Ying tekrar ayağa kalkmıştı. “Bu yaptığınız şeylerle Cennet’in gazabını üstünüze
çekiyorsunuz!”
Bu kez delikanlı da sinirlenmişti. “S*ktir git! Çirkin! Çirkin olduğun yetmezmiş gibi bir de baş
belasısın!”
Küfrederken, bir yandan da kızı tekmelemeye başlamıştı. Xie Lian uzanarak Minik Ying’i yakasından
yakaladı ve kaldırarak delikanlıdan uzaklaştırdı. Ancak hemen bunun ardından bir ‘bam’ sesi duyuldu,
delikanlı bağırmaya başlamıştı. “Kim bana vurdu?!”
Xie Lian tekrar ona döndü. Delikanlının başı ciddi şekilde yaralanmıştı, üstelik delinmişti de. Kanla
kaplanmış bir taş yere düşmüştü. Minik Ying bir an boş boş baktıktan sonra aceleyle konuştu. “Özür
dilerim, özür dilerim. Ben…. Ben korkmuştum ve yanlışlıkla taşı fırlattım……”
Ancak Minik Ying suçu kabullenmek için ileri çıkmış olsa da ona kimse inanmamıştı. Çünkü taşın
geldiği yönle tamamen zıt bir yerde duruyordu. Taş delikanlının arkasındaki pencere tarafından
gelmişti.
Bu yüzden delikanlı acıyla haykırdığı anda herkesin gözleri pencereye dönmüştü. Tam zamanında
bakıp pencerenin önünden geçmekte olan bir insanın gölgesini görmüşlerdi.
Delikanlı tuhaf bir halde bağırdı. “Oydu! Yüzü bandajlı çirkin yaratıktı!”
Xie Lian, Minik Ying’i Nan Feng’in ellerine teslim ettikten sonra oraya doğru yaklaştı. Ardından sağ
eliyle pervazdan destek alarak atladı ve yaratığı ormana doğru takip etmeye başladı. Ödüle ortak
olmak isteyen birkaç cesur adamda onu takip ederek pencereden atladı.
Ancak Xie Lian ormanın sınırına geldiğinde aniden kanın pis kokusunu aldı. Tamamen tetikte bir
halde, bir tuhaflık olduğunu hissetmişti ve anında durdu. “İçeri girmeyin!”
Xie Lian onları uyarmak istemişti ancak insanlar Xie Lian’ın duraksamasını öne geçmek için bir fırsat
olarak görmüşlerdi. Durmadılar ve doğrudan ormana koştular. Tapınaktaki diğer insanlar da dışarı
fırlamıştı. Xie Lian’ı ormanın sınırında dikilirken görünce, cesareti olmayanlar izlemek için yanına
toplanmaya başladılar.
İnsanın kanını donduran çığlıklar duyulana dek çok beklemeleri gerekmemişti. Birkaç karanlık gölge
ormanda ormandan dışarı çıktı. Önden koşarak ormana giren kişilerdi. Tökezleyen siyah figürler
ayışığının parlayarak onları aydınlattığı bir alana gelene dek sallandılar. Ve insanlar onları açık bir
şekilde görebildikleri anda korkudan yerlerine mıhlandılar.
İnsanlar ormana girdiklerinde hala hayattaydılar. O zaman neden dışarı çıkarken kanla
kaplanmışlardı?
Yüzlerinden kıyafetlerine, kan lekeleriyle baştan aşağı kaplanmışlardı. Sanki vücutlarının her yerinden
kan fışkırıyordu. Sıradan bir insanın bu kadar kan kaybettikten sonra yaşayabilmesi imkansızdı.
Ancak karşılarındakiler adım adım onlara doğru ilerliyordu. Herkes o kadar çok korkmuştu ki aynı
anda Xie Lian’ın arkasına saklanmak için gerilediler.
Xie Lian elini kaldırdı. “Sakin olun. Kan onlara ait değil.”
Ormandan çıkanlar da konuştu. “Sahi, ah! Kan bize ait değil, bu... Bu…”
Kanla kaplanmış yüzleri, korkmuş ifadelerini gizlemekte başarılı olamıyordu. Onların bakışlarını takip
eden insanlar da gözlerini ormana çevirdiler. Oldukça karanlıktı, ormanda tam olarak ne olduğunu
kestirmek güçtü. Xie Lian bir meşale aldı ve ormanı aydınlatmak için elinde meşaleyle birkaç adım
attı.
Ormandan meşalesine bir şey damladı ve bir cıs sesiyle yok oldu. Xie Lian meşalesine bir bakış
attıktan sonra başını yukarı kaldırdı. Bir an düşündükten sonra elini kaldırdı ve meşaleyi fırlattı.
Her ne kadar meşale sadece bir anlığına gökyüzünü aydınlatmış olsa da, herkes açıkça ağaçların
üzerinde ne olduğunu görmüştü.
Oldukça uzun siyah saçlar, ölüm kadar solgun yüzler, paramparça asker cübbeleri ve havada bir ileri
bir geri sallanan bir kollar…
Farklı boylardaki kırktan fazla erkek cesedi ağaçlara asılmış, havada sallanıyorlardı. Xie Lian taze kanın
ne zamandır aktığını bilmiyordu ama hala kurumamıştı.
Pıt, pat. Pıt, pat. Yukarıdan kanları süzülen cesetlerle dolu orman korkutucu görünüyordu.
Yanlarındaki insanların hepsi güçlü ve kuvvetli erkeklerdi. Ancak daha önce bu kadar tüyler ürpertici
bir şeyi nasıl görmüş olabilirlerdi? Her biri o kadar korkmuştu ki boş gözlerle bakarken hiçbirinin
ağzını bıçak açmıyordu. Ve Nan Feng ile Fu Yao geldiğinde ikisinin de bakışları ormana odaklanmıştı.
Bir an sonra Nan Feng konuştu. “Yeşil hayalet.”
Fu Yao cevapladı. “Doğru, bu onun en sevdiği numara.”
Nan Feng, Xie Lian’a döndü. “Oraya gitme. Eğer sahiden oysa işler oldukça zor bir hal alır.”
Xie Lian da ona döndü. “Siz neden bahsediyorsunuz?”
Nan Feng cevapladı. “Yıkım’a yakın.”
Kafası karışan Xie Lian sordu. “Yıkım’a yakın ne demek? Neredeyse Yıkım Sınıfına ulaşmış bir yaratık
mı?”
Fu Yao cevap verdi. “Az çok. ‘Yıkıma Yakın’ Yeşil Hayalet. Ling Wen Sarayı’nda değerlendirilmiş bir
‘Gazap’, ancak ‘Yıkım’ sınıfına fazlasıyla yakın olduğunu belirttiler. Cesetleri ağaçlara asmayı çok
seviyor ve ceset ormanları oluşturuyor, bunun gibi. Ünlü olmasının bir nedeni de bu.”
Fu Yao’nun açıklamasını duyunca Xie Lian kendi kendine yorum yaptı, isim tamamen gereksizdi. Eğer
‘Yıkım’ seviyesindeyse ‘Yıkım’ seviyesindeydi. Değilse değildi. Tıpkı ‘yükselmiş’ ve ‘henüz
yükselmemiş’ olarak ifade edilmesi gibi. ‘Yükselmeye yakın’ ya da ‘yükselmeye yaklaşan’ gibi bir şey
yoktu sonuçta. ‘Yakın’ kelimesinin eklenmesi insanı tuhaf hissettiriyordu.
Xie Lian’ın aklına aniden onu arabadan çıkartan ve elini tutarak onu buraya getiren genç adam geldi.
O sırada genç adamın açtığı şemsiyeye çarpan yağmur damlaları duymuştu. Genç adam şemsiyeyi kan
yağmurundan ıslanmalarını engellemek için mi açmıştı?
Xie Lian kısık bir sesle “Ah.” dedi. Yanındaki iki savaş tanrısı hemen sordu. “Sorun ne?”
Xie Lian kısaca onlara arabada karşılaştığı genç adamdan ve onu nasıl buraya getirdiğinden bahsetti.
Sözlerini bitirdiğinde Fu Yao şüpheci bir tavırla konuştu. “Buraya geldiğimizde tuhaf bir rün olduğunu
hissetmiştim. Oldukça tehlikeliydi. O adam çaba dahi harcamadan rünü yok etti mi diyorsun?”
Xie Lian içinden geçirdi, Çaba harcamadan demek doğru olmaz, üstüne basıverdi sadece! Umurunda
dahi olmadı.
Ancak Xie Lian bunları dile getirmedi. “Evet öyle. Bu yüzden ‘Yıkıma Yakın’ Yeşil Hayalet o muydu
sizce?”
Nan Feng bir an düşündükten sonra cevapladı. “Daha önce Yeşil Hayaleti hiç görmedim, o yüzden
yorum yapması zor. Bu genç adamın ayırt edici bir özelliği var mıydı?”
Xie Lian. “Gümüş kelebekler.”
Biraz önce ceset ormanını gördüklerinde Nan Feng ve Fu Yao’nun ifadeleri tamamen sakin kabul
edilebilirdi. Ancak kelimeler Xie Lian’ın ağzından çıktığı anda anında yüzleri değişti.
Fu Yao kuşkulu bir sesle sordu. “Ne dedin? Gümüş kelebekler mi? Ne tür gümüş kelebekler?”
Xie Lian çok önemli bir şey söylediğini hissediyordu. Cevap verdi, “Gümüştüler, ama aynı zamanda
kristalden yapılmış gibi de görünüyorlardı. İnanılmaz güzel oldukları halde canlı değillerdi.”
Ardından Nan Feng ve Fu Yao’nun bakıştığını fark etti. Her ikisinin de benzi ölü beyazına dönene dek
solmuş, inanılmaz çirkin bir hal almıştı.
Bir süre sonra Fu Yao derin bir sesle konuştu. “Gidelim. Hemen buradan gidelim.”
Xie Lian. “Daha hayalet damat meselesi çözülmedi, nasıl gideriz?”
Fu Yao. “Çözülmedi mi?”
Fu Yao arkasını döndü ve acı bir şekilde gülümsedi, “Sahiden ölümlülerin diyarında çok uzun süre
yaşamışsın. Hayalet damat ‘Gazap’tan fazlası değil. Ormana cesetleri asan Yeşil Hayalet bile sadece
‘Yıkıma Yakın’ ve ancak bizim başımızı ağrıtır.”
Duraksadıktan sonra Fu Yao devam etti, sesi beklenmedik şekilde katıydı. “Ancak, o gümüş
kelebeklerin efendisinin kim olduğunu musun?”
Xie Lian dürüst bir şekilde cevapladı. “Hayır, bilmiyorum.”
“……” Fu Yao sertçe konuştu. “Bilmiyorsan bile şu anda sana açıklamaya vaktim yok. Karşına
alabileceğin birisi değil sadece. Aceleyle Cennete gidip buraya kalabalık bir kurtarma ekibi göndermek
gerek.”
Xie Lian. “O zaman, siz önden gidebilirsiniz.”
“Sen………”
Xie Lian açıkladı. “O gümüş kelebeklerin efendisinden gelen bir kötülük hissetmedim. Kötü emellerini
gizliyor olsa ve söylediğiniz kadar korkunç birisi olsa bile, korkarım Yu Jun Dağı sınırlarından kaçmamız
oldukça zor olacaktır. Böyle bir durumda birisinin geride kalarak burayı koruması mantıklı olur. Bu
yüzden sizin önden gitmeniz ve bana bir kurtarma ekibi göndermeyi denemeniz daha iyi olur.”
Fu Yao’nun orada kalarak tüm bu sıkıntılı işlerle ilgilenmek istemediği çok belliydi. Kalmak istemediği
için Xie Lian da onu orada kalmaya zorlamayacaktı.
Fu Yao gerçekten de dosdoğru bir adamdı. Tek kelime etmeden omuz silkti ve sahiden gitti.
Xie Lian, Nan Feng’e döndü. Konuşmak ve savaş tanrısını genç adam hakkında sorgulamak üzereydi
ancak aniden kalabalıktaki insanlar bağırmaya başladı. Birisi seslendi. “Yakaladık, yakaladık onu!”
Böylece Xie Lian’ın Nan Feng’e soru soracak vakti kalmamıştı. Hemen onlara döndü. “Ne yakaladınız?”
İki kanlı figür ormandan dışarı çıktı. Birisi güçlü ve kaslı bir adamdı. Ormana koşmak için önden giden
kişilerdendi. Şaşırtıcı şekilde cesetlerin kan yağmurundan korkarak geri çekilmemişti. Cüretkar ve
gözü pek birisiydi demek ki sahiden.
Diğer kişi ise güçlü adamın şaşmaz kavrayışıyla sürüklenen küçük bir oğlandı. Çocuğun başı ve yüzüne
dağınık bir biçimde bandajlar sarılmıştı.
Xie Lian hala Şanslı Tesadüf Dükkanındaki çaycının sözlerini unutmamıştı: “Söylentilere göre hayalet
damat, Yu Jun Dağı’nda yaşayan çirkin bir yaratıkmış. Çok çirkin doğmuş olduğu için hiçbir kadın onu
sevmezmiş. Bu yüzden kin tutmaya başlamış ve yine bu yüzden çiftlerin mutlu bir olay yaşamalarını
engellemek için diğer adamların gelinlerini kaçırmış.”
O sırada Xie Lian ve diğerleri bunların sadece söylenti olduğunu düşünmüşlerdi. Şaşırtıcı şekilde
sahiden böyle birisi vardı.
Ama varsa, vardı. Hayalet damat olup olmadığı tamamen başka bir meseleydi. Xie Lian tam dikkatli bir
şekilde çocuğun üzerindeki sargıları çıkartacaktı ki Minik Ying aceleyle koşarak bağırdı.
“Yanılıyorsunuz! O hayalet damat değil, değil!”
Delikanlı sert bir şekilde onu yalanladı. “Onu suçüstü yakaladık ve sen gelmiş o değil mi diyorsun?
Ben…”
Bir anda sanki bir şeylerin farkına varmış gibi durdu. “Ah, neden bu kadar tuhaf davrandığını sorup
duruyordum, sense sürekli ‘öyle değil’ deyip duruyorsun. Hayalet damatla birlikte çalışıyorsun sen
de!”
Minik Ying suçlama nedeniyle irkildi ve ellerini defalarca inkar ederek salladı. “Hayır, hayır. Benim bir
alakam yok, onun da. O sahiden hiçbir şey yapmadı. O sadece sıradan… Sıradan…”
Delikanlı agresif bir şekilde üsteledi. “Sıradan ne? Sıradan çirkin bir yaratık mı?”
Umursamadan çocuğun başındaki sargıları çekiştirdi. “O zaman başka erkeklerin karılarını çalmaya
bayılan bu sıradan hayalet damat nasıl görünüyormuş bir bakalım.”
Hareketi çocuğun başındaki sargıların gevşemesine neden oldu. Bunun üzerine oğlan başına sarılarak
çığlık attı. Sesi korku doluydu, hem kederli hem de oldukça acınası bir haldeydi. Xie Lian delikanlının
kolunu yakaladı. “Yeter.”
Çocuğun zavallı çığlıklarını duyduğu gibi Minik Ying’in gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Ancak Xie
Lian’ın olaya müdahil olduğunu gördüğünde sanki bir umut ışığı görmüş gibiydi. Anında koluna sarıldı
ve yalvardı. “Genç… Genç beyim, yardım edin. Ona yardım edin.”
Xie Lian ona baktı. Minik Ying anında utanmış bir halde kolunu bıraktı. Kız sanki ona dokunduğu için
artık Xie Lian’ın ondan hoşlanmayacağından ve bu yüzden de yardım etmekten vazgeçeceğinden
korkar gibiydi.
Xie Lian onu rahatlattı. “Sorun değil.”
Ardından kanlı bandajlarla sarılmış çocuğa bir kez daha döndü. Aniden çocuğun ona kan çanağına
dönmüş gözlerle baktığını fark etti. Hatta kolundan sarkmakta olan sargıların arasındaki boşluktan
onu izliyordu. Bir an baktıktan sonra hemen başını eğdi ve sargısını tekrar düzeltti.
Her ne kadar yüzünü göstermemiş olsa da ortaya çıkan o küçük deri parçası oldukça korkutucuydu.
Yüzü vahşi alevlerle yanmış gibiydi. O sargıların altında nasıl dehşet verici bir yüzü olduğunu tahmin
etmek çok zor değildi. Gören herkesin nefesi kesilmişti, tepkileri ise çocuğun daha da küçülmesine yol
açmıştı.
Xie Lian hem Minik Ying’in hem çocuğun sanki tüm bir yıl boyunca hiç güneşi görmemiş ve insanlarla
karşılaşmaya korkarlarmış gibi aynı tavırla sindiklerini fark etti. Xie Lian iç çekti, yanındaki delikanlı
hemen alarma geçmişti. “Ne yapmak istiyorsun? Hayalet damadı biz yakaladık!”
Xie Lian onu bıraktı ve açıklamaya başladı. “Korkarım mesele bu kadar basit değil. Biraz önce
arkadaşım onu bu bölgede aradı ve bulamadı. Bu oğlan muhtemelen sonradan geldi. Gerçek hayalet
damat hala bir yerlerde saklanıyor.”
Minik Ying cesaretini topladı. “Ödülü istiyorsunuz... Ama rastgele insanları tutup suçlu olduklarını
söyleyemezsiniz!”
Delikanlı bunu duyduğunda tekrar bir harekette bulunmak ister gibiydi. Olaylar başladığından beri bu
delikanlı Xie Lian’a dert çıkartmaktan başka hiçbir şey yapmamıştı. Sabrı tükenen Xie Lian elini salladı.
İpek RuoYe ansızın atılarak delikanlıya çarpıp takla atmasına neden oldu. Görünüşe göre Nan Feng de
bıkmıştı, hızla bir tekme de o savurdu. En sonunda delikanlı yere çarptı ve bir daha kalkmadı.
Delikanlı, kalabalığı kışkırtmakta uzmandı. O hareket etmeyi bırakınca kalabalığın takip edebileceği
kimse kalmamıştı. Bu yüzden oldukça uslandılar. Hatta bir iki bağırış dışında, ağızlarını bile açmadılar.
Xie Lian kendi kendine söylendi, En sonunda şu işi çözmeye başlayabilirim.
Yerdeki çocuğu bir an ölçüp biçtikten sonra Xie Lian sordu. “Pencereden taş atan sen miydin?”
Her ne kadar sesi nazik olsa da oğlan hala sarsılmış bir haldeydi. Tekrar gizlice Xie Lian’a baktıktan
sonra başını salladı. Minik Ying onun yerine cevap verdi. “Kimseyi incitmek istemiyor. O delikanlının
bana vuracak gibi göründüğünü fark etti sadece, bu yüzden bana yardım etmek istedi…”
Xie Lian tekrar sordu. “Ağaçlara asılan cesetler, o ormanda neler döndüğünü biliyor musun?”
Minik Ying cevap verdi. “Ben bilmiyorum ama cesetleri onun asmadığından eminim...”
Oğlan titremeye devam etti ancak en sonunda başını sallamaya başlamıştı. Arkasından olayları
izlemekte olan Nan Feng aniden konuşmaya katıldı. “Yeşil Hayalet Qi Rong kim biliyor musun?”
İsmi duyunca Xie Lian irkildi. Diğer taraftan oğlanın ismi tanımadığı aşikardı. İsme hiç tepki vermemiş
ve Nan Feng’e cevap vermeye de cesaret edemiyordu. Minik Ying konuştu. “O… O sadece korkuyor ve
o yüzden konuşmak istemiyor…”
Tüm gücüyle oğlanı korumaya devam ediyordu. Bu yüzden Xie Lian sıcak bir sesle ona döndü. “Genç
hanım Minik Ying, bu çocuğun nesi var? Bildiğin her şeyi benimle paylaş lütfen.”
Xie Lian’ı görünce Minik Ying bir yerden cesaret bulmuş gibiydi. Ateşin ışıkları yüzünü aydınlattığında
bile saklanmadı.
Onun yerine konuşurken ellerini birbirine kenetlemişti. “Sahiden hiçbir kötülük yapmadı. Bu çocuk Yu
Jun Dağı’nda yaşıyor. Acıktığı zaman dağdan inerek yemek için bir şeyler çalar. Bir keresinde benim
evime geldi… Nasıl konuşması gerektiğini bilmediğini ve dahası yüzünde yaralar olduğunu fark ettim.
Bu yüzden yüzünü sarması için ona sargılar buldum ve bazen ona yiyecek götürdüm…”
İlk başta Xie Lian onların bir çift olabileceğini düşünmüştü. Ancak şimdi Minik Ying’in oğlanı nasıl
koruduğuna şahit olunca küçük kardeşini koruyan bir abla, öğrencilerini koruyan bir öğretmen gibi
göründüğünü fark etmişti.
Minik Ying konuşmaya devam etti. “Sonra bir sürü kişi onun hayalet damat olduğuna inandı. Elimden
gelen bir şey yoktu ve tek yapabileceğim hızla gerçek kötünün yakalanmasını ummaktı… Genç Bey, siz
ve arkadaşlarınız hem güçlüydünüz hem de hayalet damadı yakalamak için gelin kılığına bile girdiniz,
ben de bu yüzden sizin asla yanlış kişiyi yakalamayacağınızı düşündüm. Çünkü o kesinlikle gelip sizi
düğün arabanızdan kaçırmadı. Ancak giderken delikanlının ve diğerlerinin dağa çıkarak arama yapmak
niyetinde olduklarını duydum. Çok endişelendim, bu yüzden onları kontrol etmek için gizlice takip
ettim.”
Oğlanı korumak için önüne geçti, birisinin çıkıp tekrar vurmasından korkuyor gibiydi. Ardından
yeniden konuşmaya başladı. “O sahiden hayalet damat değil. Ona bir bakın, birkaç kişi bile onu
böylesine hırpalayabiliyor. Gelin arabalarına eşlik eden onca askerin üstesinden tek başına nasıl
gelmiş olabilir...?”
Xie Lian, Nan Feng’le bakıştı, her ikisinin de başı ağrıyordu.
Eğer Minik Ying’in söyledikleri doğruysa, bu oğlanın onların şu anki görevleriyle hiçbir alakası yoktu.
Sargılı oğlan, ‘Gazap’ hayalet damat, ‘Yıkıma Yakın’ Yeşil Hayalet... Ah ve tabi konuşmada bahsi
geçince dahi tanrıların yüz ifadesini tümden değiştiren gümüş kelebeklerin güçlü efendisini de
unutmamak lazımdı.
Küçük Yu Jun Dağı’nın sahiden çok fazla ziyaretçisi vardı. İnsanı başa çıkılması oldukça güç bir duruma
sokuyordu. Kim kimdi? Kimin kiminle ilişkisi vardı? Xie Lian düşüncelerin kafasında uçtuğunu
hissediyordu.
Xie Lian kaşlarının arasını ovdu. Şu anlık Minik Ying’in sözlerinin içten mi yalan mı olduğuna kafa
yormamaya karar verdi. Onun yerine aniden aklına sormak istediği bir soru gelmişti. “Genç Hanım
Minik Ying, her zaman Yu Jun Dağı bölgesinde mi yaşıyordun?”
Minik Ying cevapladı. “Evet. Hep burada yaşıyordum, o yüzden onun hiçbir kötülük yapmadığına kefil
olabilirim.”
Xie Lian sorusunu değiştirdi. “Hayır kastettiğim farklı bir şeydi. Yu Jun Dağı bölgesinde, buradaki
tapınak dışında başka bir Ming Guang Tapınağı var mıydı?”
Minik Ying bir süre boş gözlerle baktı. “Bu...”
Bir süre düşündükten sonra devam etti. “Evet, vardı.”
Cevabını duyunca Xie Lian aniden oldukça önemli bir noktaya parmak bastığını hissetti.
“O zaman neden dağın altında sadece Nan Yang Tapınakları var ve neden Ming Guang Tapınakları
yok?”
Minik Ying başını kaşıyarak cevap verdi. “Önceden vardı. Ancak duyduğuma göre insanlar ne zaman
Ming Guang Tapınağı inşa etmek istese tapınak ya yanıyormuş ya da başka bir sebeple
tamamlanamıyormuş. Birisi çıkıp General Ming Guang’ın bu bölgeyi koruyamamak için bir nedeni
olduğunu korkarak söylemiş. Bu yüzden de Nan Yang Tapınakları inşa edilmeye başlanmış…”
Nan Feng, Xie Lian’ın bakışlarının odaklandığını fark etti, “Sorun ne?”
Xie Lian aniden her şeyin çok basit olduğunu fark etmişti.
Gülümseyemeyen gelinler, nedensiz yere alev alan tapınaklar, tuhaf bir rünle kilitlenmiş Ming Guang
Tapınağı, General Pei’nin etkileyici görünen İlahi heykeli ve ipek RuoYe değdikten sonra kaybolan
hayalet damat ––––
Çok basitti!
Ancak her zaman görüş alanını kapatan bir şey olduğu için Xie Lian bu basit gerçeği en başından fark
edememişti!
Aniden Nan Feng’i yakalayarak haykırdı. “Bana ruhani gücünden ödünç ver!”
Bir anda yakalanınca Nan Feng boş gözlerle baktı, ardından aceleyle avucunu Xie Lian’ın eline bastırıp
sordu. “Neler oluyor?”
Xie Lian koşmaya başlarken onu da yanında sürükledi. “Daha sonra açıklarım! Şimdilik on sekiz gelinin
hizaya getirmek için bir yol düşün!”
Nan Feng. “Neyin var? Sadece on yedi gelin var ancak seni eklersek on sekiz ediyor!”
Xie Lian cevap verdi. “Hayır, hayır, hayır! Önceden on yedi ceset vardı ama şu anda on sekiz tane var!
On sekiz cesedin içinde birisi sahte ––– hayalet damat aralarına karıştı!”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 10: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman
İkisi koşarak Ming Guang Tapınağı’na gittiler. Ancak vardıklarında ana salon tamamen boştu.
Gelinlerden geriye kalan tek şey korkunç bir kırmızı duvak yığınıydı.
Bunu görünce Xie Lian kendi kendine düşündü, Çok kötü, çok kötü. Ölecekler, tamamen ölecekler!
Aceleyle yerdeki duvakları toplamaya başladı. Hepsini topladığı anda tapınağın dışında endişeli
haykırışlar duyuluyordu. Nan Feng ve Xie Lian pencereden baktıklarında, kızıl düğün giysileri içindeki
yaklaşık bir düzine kadının köylülerin çevresini sardığını gördüler. Yavaş yavaş onlara yaklaşıyorlardı.
Kadınların ölüm kadar solgun yüzleri, birer gülümsemeyle süslenmişti. Elleri vücutlarına dik bir şekilde
önlerine uzanmıştı. Bunlar kesinlikle tapınaktaki gelinlerdi!
Çaresiz bir şekilde gelinlerin yaklaşmasını izleyen köylülerin hiçbirisi sakinliğini koruyamıyordu. Artık
kimsenin sargılı çocukla ilgilenecek vakti yoktu ve hemen kaçmaya başlamışlardı. Minik Ying anında
çocuğa destek olmak için yanına gitti, Xie Lian ise aciz bir şekilde bağırdı. “Kaçmayın!”
Bu gece kim bilir kaç kez bu sözleri söylemişti. Ne zaman bir şey olsa Xie Lian’a en az otuz, kırk kez
aynı şeyi söyletiyorlardı fakat insanlar her seferinde onun uyarılarına kulak tıkıyordu. Sahiden çok
güçsüz hissediyordu.
Xie Lian elini salladı ve ipek RuoYe gökyüzünde uçmaya başladı. O alışkın olduğu birkaç işareti
yaptıktan sonra ipek RuoYe havada kendiliğinden süzülmeye başladı. Hareketleri kutsal bir kadının
dansına benziyordu, oldukça göz alıcı bir görüntüydü.
Ve gelinlerin çok büyük bir kısmı, neşeli bir havayla dönmekte olan ve arada sırada geçerken onlara
kuyruğuyla dokunan canlı şeyi gördüklerinde, ipek RuoYe’nin cazibesine kapılmıştı.
Ancak ormanın derinliklerinden gelen ağır kan kokusuna tutulmuş yedi gelin daha vardı. Bu sırada o
tarafa doğru yavaşça ilerlemekteydiler. Xie Lian hemen konuştu. “Nan Feng, yakala onları. Dağdan
inmelerine izin verme!”
Başka bir şey söylemesine gerek yoktu, Nan Feng alelacele onların peşine düşmüştü. Diğer taraftan iki
gelin Xie Lian’a saldırmaya başladı. Yaklaşan on parmağın tırnakları kan kırmızısı ve inanılmaz
keskindi.
Xie Lian karşılık olarak yerden topladığı duvaklardan ikisini çıkardı ve aniden onların üzerine attı.
Duvaklar havada uçup düzgün bir şekilde iki gelinin başına takıldı. Gelinlerin hareketler anında
durağanlaşmıştı.
Duvak başlarına takıldığında, burunları ve gözleri kalın bir kumaş tabakasıyla kaplanmıştı. Gelinler
artık insanları ne görebiliyor ne yaşayanların kokularını alabiliyorlardı. Ayrıca bedenleri hala cesetlere
ait katılığa sahip olduğu için, kollarını bükmeleri ve duvakları çıkartmaları mümkün değildi. Tek
yapabilecekleri ellerini uzatıp her yere rastgele pençe atmaktı, sanki saklambaç oynuyormuş gibi
görünüyorlardı.
Sahne son derece korkutucu olmakla birlikte aynı zamanda da komikti. Xie Lian iki gelinin önünde
durup denemek için ellerini yüzlerinin önünde salladı. Onun varlığından tamamen habersiz olduklarını
ve ellerini tamamen ters yönlere doğru uzattıklarını görünce Xie Lian düşünmeye başladı. Bir an sonra
en sonunda dayanamadı. “Beni affedin.”
Xie Lian gelinlerin birer elini tutarak birbirlerinin boyunlarına koydu. Aniden bir şeye dokunan
gelinlerin ikisi de şaşkındı. Hiçbir şey göremedikleri için de vahşi bir şekilde birbirlerini yok etmeye
başladılar. Xie Lian hemen oradan kaçtı ve eliyle bir işaret yaptı. İpek RuoYe onu solgun bir gökkuşağı
ışığıyla takip edip sessizce yere düştü, kocaman beyaz bir çember oluşturmuştu. Xie Lian hala dört bir
yana kaçmakta olan köylülere seslendi. “Herkes çemberin içine girsin!”
Kaçmakta olan insanlar tereddüt etti ama Minik Ying çoktan sargılı çocuğu da getirerek çemberin
içine girmişti. Bir an düşündükten sonra Minik Ying tekrar koştu, bayılmış ve hala yerde yatmakta olan
delikanlıyı da sürükleyerek çemberin içine getirdi.
Bu sırada başka bir gelin beyaz çemberin kenarına atlamıştı. Onları tırmalamak için ellerini uzatıyordu
ama sanki çemberin içiyle arasında görünmez bir duvar varmış gibi görünüyordu. Minik Ying gelinlerin
çemberin içine ne yaparlarsa yapsınlar giremeyeceklerini fark edince hemen haykırdı. “Çabuk buraya
gelin! Beyaz çemberin içine giremiyorlar!”
Olanları görünce tüm köylüler kovana doluşan arılar gibi onlara doğru hücum etti. Xie Lian neyse ki
RuoYe’nin normal boyutundan çok daha uzun bir halde çemberi oluşturmasını sağlamıştı. Yoksa
insanların içine sığıp sığamayacağı hakkında endişelenmesi gerekirdi.
Gelinler çembere giremiyor ve içindeki hiçbir şeye dokunmayacaklarını biliyorlardı. Aynı anda dönüp
Xie Lian’a keskin bir şekilde gülümseyerek ona doğru gitmeye başladılar.
Zaten Xie Lian da onların gelmesini bekliyordu. Kol yenlerinden duvakları çıkartarak dört beş kadar
kırmızı kumaşı ellerinde döndürmeye başladı. Ayakları durmadan hareket ederken elleri hiç
yorulmuyordu. Gelinler üzerine geldikleri anda onlara duvaklarını takıyordu. Gelinler duvak
takıldıktan sonra körlemesine ve durağan bir halde etrafı yoklamaya başlıyordu. Havada uçuşmaya
başlayan duvaklar insanların gözlerini kamaştırıyordu. Xie Lian kırmızı kumaşları maharetli ve kolayca
fırlatıyor, duvaklar ise kızıl birer gölge gibi gökyüzünde süzülüyorlardı.
Beyaz çemberin içindekiler yüksek sesle tezahürat yapmaktan ve alkışlamaktan kendilerini alamadılar.
“Harika!”
“Muhteşem, muhteşem, sahiden muhteşem!”
“Bu beceriye daha önce çalışmıştır, değil mi?”
Xie Lian övgüleri duyunca, alışkanlık gereği konuşuverdi. “Fena değil, ha. Parası olanlar lütfen bahşiş
bıraksınlar, olmayanlar, lütfen beni dikkatle izleyin ve övgülerinizle destekleyin…. Ee???”
Ancak sözler ağzından çıktıktan sonra sorunu fark etmişti. Gösteri yaparken izleyicilerine söylediği
sözleri ağzından kaçırmış olduğundan Xie Lian aniden durmuştu.
O konuşurken birkaç gelin daha yaklaşmaya başlamıştı. Her sıçramaları iki metre yüksekliğindeydi ve
on metre mesafe kat ettiriyordu. Göz açıp kapayıncaya çürümüşlük kokusuyla beraber Xie Lian’ın
önünde belirmişlerdi.
Xie Lian da bacaklarını kıvırdı ve kendisini gökyüzüne doğru fırlattı. Havadayken hızla hareket ederek
üç kez ruhani iletişim rününün şifresini söyledikten sonra konuştu, “Ling Wen, Ling Wen, her şeyi
bilen! Bir sorum var. Kuzeyin savaş tanrısı General Ming Guang’ın hiç yakın bir kadın arkadaşını
tanıyor musun?”
Ling Wen’in sesi kulaklarında çınladı. “Ekselansları, bunu neden soruyorsun?”
Xie Lian. “Şu anda kritik bir durumdayım. Gerçeği söylemek gerekirse on belki daha fazla ölü
tarafından kovalanıyorum şu anda.”
Ling Wen. “Ne? Çok kötü???”
Xie Lian. “O kadar da kötü değil. Her neyse, var mıydı öyle birisi? Sorunun oldukça kişisel ve
cevaplanması zor olduğunun farkındayım bu yüzden herkesin olduğu bir yerde sormak istemedim.
Ancak görevim için gerekli bir bilgi ve kesinlikle kimseye söylemeyeceğim.”
Ling Wen cevapladı. “Ekselansları, yanlış anladın. Sorunun cevaplanması bu nedenle zor değil. Hayır,
nedeni Yaşlı Pei’de bu kadınlardan çok fazla olması. Aniden böyle bir soru sorduğunda, tam olarak
hangisini kast ettiğini düşünmek için bir süre duraksamam gerekti.”
*ÇN: Yaşlı Pei, General Pei için kullanılan bir lakap. General Pei= Ming Guang

Bunu duyunca Xie Lian neredeyse bileğini burkuyordu. “Pekala. O zaman General Pei’nin yakın kadın
arkadaşları arasında, özellikle sahiplenen, tümüyle kıskanç ve vücudunda bir özrü olan bir tane var
mıydı?”
Ling Wen. “Şimdi sen söyleyince, sahiden de öyle birisi geldi aklıma.”
Xie Lian iki duvak daha atarak tekrar övgülere boğuldu. Döndü, ellerini birleştirip selamladıktan sonra
tekrar konuştu. “Lütfen açıkla!”
Ling Wen. “Yaşlı Pei yükselmeden önce de bir generaldi. Savaş meydanında düşman ülkenin kadın bir
generaliyle karşılaşmış. Kadın çok güzel ve çekiciymiş, mizacı ise kahramanlara yaraşır ve vahşi. Adı
Xuan Ji.”
Xie Lian tekrarladı. “Ah, Xuan Ji mi?”
Ling Wen devam etti. “General Pei, bu herif…… Ne zaman güzel bir kadın görse, boğazına bıçak bile
dayamış olsa flört etmeden duramaz. Bu kadın, ordusuyla birlikte ona kılıç çekmiş ama en sonunda
yenilmişler.”
Xuan Ji esir alınmış ve düşman kampına gönderilmiş. Refakat eden askerleri gafil avlayarak, oracıkta
intihar etmeyi planlamış. Ancak intihar teşebbüsü işe yaramamış. Bir general onun uzun kılıcını, kendi
kılıcıyla tek hamlede ikiye bölerek hayatını kurtarmış. Zarif ve ince olan düşman General Pei,
sonradan yükselmiş ve General Ming Guang olmuş.
İlk olarak bu General Pei’nin her daim karşı cinse karşı nazik ve koruyucu hisleri vardı. İkinci olarak ise
savaşın sonucu çoktan belli olmuştu. İki ülke bir ileri bir geri savaşmaya devam etse bile, düşman
ülkenin tekrar öne geçmesi imkansızdı. Bu yüzden de Xuan Ji’yi serbest bırakmıştı. Belli bir süre
geçtikten sonra, aralarında bir şeyler yeşermeye başlamıştı. Ve hal böyle olunca sonrasında olanları
tahmin etmek zor değildi.
Bu kez bir gelin Xie Lian’ın sağ bacağını yakaladı. Beş parmağı da neredeyse cildine gömülecek kadar
sıkı tutuyordu. Xie Lian tam onu tekmelemek üzereydi ki aniden açıyı fark etti, yüzünü
tekmelemekten başka çaresi yoktu. Xie Lian’ın kalbinden bir kızın yüzünü tekmelemenin doğru
olmadığı geçiyordu. Bu yüzden pozisyonunu değiştirdi ve gelinin omzunu tekmeledi, ardından bir
duvak daha fırlattı. Sonra cevap verdi. “Oldukça güzel ve hayranlık verici bir hikayeye benziyor.”
Ling Wen. “Aslında güzel bir hikayeydi. Ancak Xuan Ji’nin ömürlerinin sonuna dek General Pei’nin tek
aşığı olma isteği işleri bozdu.”
Xie Lian iki adımda zıpladı ve çatıya tırmandı. Aşağıda hala ona doğru yaklaşmakta olan beş, altı geline
bakarken alnındaki teri sildi. “İlk olarak bir kadının bir erkekten ömürlerinin sonuna dek, sadece onu
sevmesini istemesinde yanlış bir şey yok.”
Ling Wen cevapladı. “Sahiden de yok. Ancak iki ülke hala savaştaydı. Savaş alanında herkes
acımasızdır. En başında Xuan Ji ve General Pei kısa süreli bir ilişki de karar kılmışlardı. Romantik bir
şekilde veya savaştan konuşacakları sabahlar olmayacağı ve sadece anı yaşayacakları konusunda
anlaşmışlardı. Dahası, Yaşlı Pei için, açık konuşmam gerekirse…. Eğer başka bir kadınla birlikte seninle
yatmıyorsa, işler çokta kötü gitmiyor demektir.”
“………”
“Ancak, Xuan Ji iyi bir aileden gelen soylu bir kadındı. Vahşi bir kişiliği vardı. Sahiden istediği şeyleri
elde etmek için öldürürdü bile.”
“Dur biraz, dur biraz!” Xie Lian aceleyle Ling Wen’in sözünü kesti. “İlk olarak, Xuan Ji’nin bir özrü var
mıydı yok muydu? Neresindeydi?”
“Onun…..” Ling Wen’in sözleri aniden duraksadı.
Sahiden çok sinir bozucuydu. Xie Lian ne zaman çok önemli bir şey duyacak olsa, ödünç aldığı küçük
ruh güçleri tamamen tükenmiş oluyordu. Gelecek sefer esas bilgiyi duymak için hemen sorması
gerekecekti.
Xie Lian zıplayışının ortasında hızla düşüncelerini tekrar topladı. Sargılı oğlan hayalet damat değildi ve
her bir köylü de hayalet gelinin kendi içlerine karışmadığını onaylamıştı, o zaman geriye kalan tek
saklanma yeri gelin yığınının ortası oluyordu!
Kendisi gelinlerin arasında saklanırken, hayalet damat bir tuhaflık olduğunu fark etmemişti.
Karşılığında, hayalet damatta kendini cesetlerin arasında kamufle ederken Xie Lian da fazladan bir kişi
olduğunu görememişti.
Dikkatle düşündüğünde, ipek RuoYe hayalet damadı yaraladığında sadece ormana doğru süzülen
siyah bir sis bulutu görmüştü. Birisinin o siyah siste saklandığının garantisi yoktu. Hatta, Xie Lian
ormana doğru fırladığında hayalet gelinin karanlık siste kaldığından ve yanından geçerek tapınağa geri
gittiğinden korkuyordu. Ormanın yapraklarında saklanarak kendisini cesetlerin arasına saklamıştı.
Bu durumda, ‘hayalet damat’ damat değildi, onun yerine ‘gelindi’ – aslında düğün elbiseleri içinde bir
kadındı!
Kadın olduğu içinde pek çok gizem çözüme kavuşuyordu. Örneğin neden Yu Jun Dağı’nda başka Ming
Guang Tapınakları yoktu. İnsanlar inşa etmek istemedikleri için değildi. Aslında inşa edemedikleri
içindi. Minik Ying demişti ki, “İnsanlar ne zaman Ming Guang Tapınağı inşa etmek istese tapınak ya
yanıyormuş ya da başka bir sebeple tamamlanamıyormuş.”
Kulağa pekte rastlantısal bir durum gibi gelmiyordu, bu yüzden de tek açıklaması birisinin bilerek
tapınakları yaktığıydı. Üstelik birisi neden inşaat halindeki tapınakları yakardı ki? Normal şartlarda
cevap nefret olurdu.
Ancak Yu Jun Dağı’nda, dış dünyadan kafa karıştırıcı bir rünle kopartılmış olan bir Ming Guang
Tapınağı vardı. İçeriye hiç kimse giremiyordu ama içindeki İlahi Heykelin işçiliği enfesti. Ek olarak
heykel çokta iyi korunmuştu. Bu nedendi?
Hayalet damadın kendisi de bir gelinlik giyiyordu ama Yu Jun Dağı çevresindeki gülümseyen gelinleri
görmeye dayanamıyordu. Tekrar, neden?
Tüm ipuçlarını birleştirdikten sonra, birisine tek başına sahip olmak ve uç bir kıskançlık dışında, Xie
Lian’ın başka bir cevabı yoktu.
Ve ince bir kumaşa sarılmış ahşap bir çubukla yerde sürüklenen ağır bir şeye aitmiş gibi duyulan tuhaf
sese gelince, eğer sahiden onlar ayak sesleriydiyse… Xie Lian’a göre sadece tek bir ihtimal vardı!
Onu kovalayan tüm gelinleri çoktan duvaklarla örtmüştü. Bu yüzden Xie Lian en sonunda tekrar yere
inerek yumuşak bir şekilde nefes verdi. Ardından tüm dikkatini gelinleri saymaya verdi.
Bir, iki, üç, dört…. On.
Ormana doğru giden yedi gelin vardı ve Nan Feng peşlerindeydi. Başına duvak örttüğü on gelinin
tamamı buradaydı. Bu durumda, hala ortaya çıkmamış olan bir gelin daha kalıyordu.
Tam bu sırada Xie Lian tekrar arkasından gelen tanıdık ve tuhaf gürültüyü duydu.
Yavaşça döndü, görüş alanında oldukça kısa ve küçük birisi vardı.
Hafifçe nefes aldı ve içinden ‘Sahiden öyleymiş.’ diye geçirdi.
Karşısındaki kısa ve küçük kadın kırmızılara bürünmüştü. Hiçte mutluymuş gibi görünmüyordu, daha
çok yas tutar gibiydi.
Ancak, kısa ve küçük olmasının nedeni minyon olması değildi. Nedeni kadının yerde diz çöküyor
oluşuydu.
Her iki bacağı da kırıktı ancak kesilmemişlerdi. Dizlerine basarak yürüyordu.
Aslında Xie Lian’ın duyduğu tuhaf seslerin nedeni gelinin bacaklarının kırık olması ve hareket ederken
dizlerini kullanıyor olmasıydı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Eee, Ling Wen’in bu kadar ayrıntıya girmesine gerek yoktu bence :D :D
Bölüm 11: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman
Hayalet kadının yuvarlak bir yüzü ve kavisli kaşları vardı. Sahiden de çok güzeldi. Güzelliği, eskiden her
ne kadar kahramanlık izlerini taşımış olsa da, şimdi sadece ışığın uğramadığı bir yerde yoğunlaşmış
gibi görünen nefretini açıkça kusuyordu. Yerde diz çökerken, gelinliğinin dizden aşağısı parçalanmış ve
yırtılmış gibi görünüyordu. Söylentiler de buradan gelmiş olmalıydı.
İkisi bir süre bakıştıktan sonra Xie Lian ilk konuşan oldu. “Xuan Ji?”
Kendi ismini duymayalı uzun yıllar geçmiş gibiydi. Kadının yüzünden yansıyan nefretin hafifçe
dağılması biraz zaman aldı, onun yerine gözlerine bir ışık gelmişti.
Hayalet kadın sordu. “…Seni beni bulman için yolladı değil mi?”
Yollayan kişiyle, Xie Lian’ın tahminine göre, General Pei’yi kastediyordu.
Xuan Ji sormaya devam etti. “Ona ne oldu? Neden beni görmeye kendisi gelmedi?”
Konuştuğu zaman Xuan Ji’nin yüzündeki ateşli, umutlu ve beklenti dolu ifade, Xie Lian’a “Hayır o
göndermedi.” dememesinin daha iyi olacağını düşündürdü. Xie Lian’ın sessiz kaldığını görünce, Xuan
Ji aniden yıkıldı ve yere oturdu.
Kırmızı gelin kıyafeti yere büyük bir kan lekeli çiçek gibi yayılırken, yakışıklı ve uzun Savaş Tanrısı
heykeline yaslandı. Saçları karışmıştı, sanki büyük bir işkence çekiyormuşçasına yüzü acıyla buruştu.
Xuan Ji sordu. “…Neden beni görmeye gelmiyor?”
Xie Lian cevap veremezdi, bu yüzden sessiz kaldı. Xuan Ji başını kaldırdı ve İlahi Heykele baktı,
ardından kederle ağladı. “Pei Lan… Pei Lang’ım. Senin için krallığıma ihanet ettim, her şeyimi bıraktım
ve bu hale geldim… Beni görmeye gelmeyecek misin?”
Xuan Ji iki eliyle birden kendi saçlarını çekti ve sormaya devam etti. “Pei Lang, kalbin taştan mı?”
Xie Lian sessizce onu izledi. Onun sözlerini dinlerken içten içe dövünüyordu. Xuan Ji General Pei için
krallığına ihanet ettiğini söyledi… General Pei samimiyetlerinden faydalanarak, Xuan Ji’nin krallığının
savaşta yenilmesine neden olacak gizli askeri bilgiler paylaşması için mi kandırdı?
Bir de General Pei nedeniyle bu hale geldiğini söylemişti. ‘Bu hal’den kastı sadece kırılmış bacaklı
acınası hali olabilirdi. Xuan Ji kadın bir generaldi, sakat bir halde savaş meydanında olabilmesine
imkan yoktu, bu yüzden de bacakları sonradan kırılmış olmalıydı. Bu da mı General Pei’yle
bağlantılıydı? Yoksa General Pei ondan sıkılıp bir kenara attığı için mi ona karşı bu kadar derin bir öfke
duyuyordu?
Xie Lian her ne kadar bunların tatsız düşünceler olduğunu bilse de, Xuan Ji’nin öfkesinin masum
canlara zarar verecek kadar derin olması… düşünceleri belki kabaydı ama şu anda başka şekilde
düşünmeye de kendisini zorlayamıyordu.
Aniden tapınağın dışından bir kadın çığlığı işitti. “İmdat! İmdat!”
Xie Lian ve Xuan Ji aynı anda pencereden baktılar. RuoYe’nin beyaz çemberinin içinde, bir adamın
sargılı çocuğu dışarıya sürüklediğini gördüler. Minik Ying tüm gücüyle o adamın bacağına yapışmıştı,
adamsa ona durmadan küfrediyordu. Sorun çıkaran delikanlıdan başkası değildi elbette. “Çek git! Seni
geri zekalı, çığlıkların hayalet kadını buraya çekerse ne yapacaksın?”
Minik Ying bağırmaya devam etti. “Gelirse gelsin! Sen hayaletten çok daha kötüsün! Ben… Ben
seninle yüzleşeceğime hayalet kadınla yüzleşirim daha iyi!”
Görünüşe göre Xie Lian’ın ipeğiyle bayılttığı genç uyanmıştı. Etrafının her yere uzanan ölmüş gelinlerle
çevrildiğini görünce ilk başta korkmuştu ancak kısa bir süre sonra olan bitenin farkına varmıştı. Cesur
ve beyinsiz bir kas yığını olduğu için diğerlerinin korkudan donduğunu düşünmüştü, sargılı çocuğu tek
başına dağdan indirebilir ve ödülü sadece kendisine alabilirdi.
Sargılı çocuğun hayalet damat olup olmadığı onu ilgilendirmiyordu. Dağın altındaki herkes o olduğunu
düşünüyorsa, o oydu. Minik Ying’in kendisini üzerine atıp bağırmaya ve çığlık atmaya başlayacağı
aklına gelmemişti, etraftaki tüm gelinlerle birlikte Ming Guang Tapınağı’ndaki Xuan Ji’yi de şaşırtmıştı.
Xie Lian olanları görünce ve yine aynı genç olduğunu fark edince, öncesinde daha acımasız
davranmadığına pişman olmuştu. Daha cani davranmalı ve onu üç gün, üç gece uyuyacak kadar
bayıltmalıydı.
Xie Lian bağırdı. “Çabuk çembere geri dön!”
Genç ona doğru uçan siyah bir duman gördüğünde çılgınca geri çekildi. Ama sargılı çocuğu taşıyordu
ve Minik Ying bacağına tutunmuştu. Bu yüzden biraz yavaş hareket etti ve anında siyah sis tarafından
yutularak Xuan Ji’nin avucuna düştü.
Bakmak için dönerken aklından, bu karman çorman saçlı, kasvetli kadının biraz önce içerideki ölü
gelinlerle birlikte olup olmadığı geçiyordu. Dokunduğu ve ellediği güzel ceset o değil miydi?
Anlaşılan genç en sonunda korkması gerektiğini anlayıp çığlık atmaya başlamıştı. Xuan Ji beş
parmağını büktü, delen parmaklar bir anda kafa derisini başından yırtıp ayırmıştı.
Soyulan başı nabız gibi atarken hala şaşkınlıkla çığlık atmaktaydı. “AHHHHHHHHH–!!!”
Koruyucu beyaz çemberin içinde korkuyla izlemekte olanlar neredeyse kendi derilerinin de
soyulduğunu hissedebiliyorlardı, onlar da çığlık atmaya başladı. “AHHHH–!!!”
Minik Ying de dehşete kapılmıştı, sargılı çocuğu çembere tekrar sürüklerken o da bağırıyordu. Xuan Ji
tekrar beş parmağıyla onlara uzandı, ama bu kez, Xie Lian onu engellemek için önüne geçti. “General,
ölümlere bir son verin.”
Ona ‘General’ diye hitap etmişti, amacı ona bir zamanlar savaşın ön cephesinde krallığını korumak ve
savunmak için savaşan bir kahraman olduğunu hatırlatmaktı. Öyle olsa bile Xuan Ji hala çığlık atmakta
olan kafayı elleriyle paramparça etti; güzel yüzü bir anlığına oldukça biçimsiz görünmüştü.
Küçümseyerek güldü. “Beni görmekten korkuyor mu?”
Xie Lian şaşkındı. Kendi kendine ilk olarak General Pei tarafından gönderilmiş bir kişi gibi
davranabileceğini söyledi… ancak Xuan Ji cevabını beklemedi. Birkaç kez kahkaha attı, ardından
dönerek İlahi Heykeli işaret etti. “Tapınaklarını yaktım ve bölgende sorunlar çıkarttım! Hepsi de gelip
bana bir kez bakacağın dileğiyleydi! Seni yıllar boyunca bekledim!”
Uzunca bir süre sersem bir halde İlahi Heykele bakmaya devam etti, sonra aniden sıçradı, boğazına
yapıştı ve çığlık atarken vahşi bir şekilde sallamaya başladı. “AMA YİNE DE BENİ GÖRMEYİ
REDDEDİYORSUN, SUÇLULUK DUYDUĞUN İÇİN Mİ?! BACAKLARIMA BAK!!! ŞU HALİME BAK! HEPSİ
SENİN İÇİNDİ, SENİN İÇİN!!! KALBİN TAŞTAN MI?!”
Olaya dahil olmayan birisi olarak Xie Lian yorum yapmayı doğru bulmuyordu. Ancak kendi duyguları
nedeniyle iç geçirmekten kendini alamadı, Eğer onu görmek istediysen bunu normal bir şekilde
yapsan olmaz mıydı? Eğer senin yöntemlerini kullanarak beni görmek isteyen birisi olsa ben de
gelmeyi hiç istemezdim.
Diğer tarafta Minik Ying ve sargılı çocuk çembere geri dönmüş, ona doğru bakıyorlardı. Minik Ying
endişeyle fısıldadı, “Genç Bey……”
Onu duyunca Xie Lian gülümseyerek endişelenmesine gerek olmadığını gösterdi. Ama aklına Xuan
Ji’nin gülümsemeyi görünce aniden yüzünün buruşturacağı hiç gelmişti. Aniden İlahi Heykelden atladı
ve üzerine geldi. “Bana bakmak yerine gülmeyi seven başka kadınlara bakıyorsun demek, hevesini
yavaş yavaş alacaksın!”
Her ne kadar Xie Lian’ı boğmaya başlamış olsa da sözleri elbette ki General Pei’ye yönelikti. Xie Lian
aslında Xuan Ji’nin sevdiği adamla evlenemediği için, o düğün arabalarındaki mutlu mesut
gülümseyen kadınları gördüğünde kalbinin kıskançlıkla dolduğunu düşünmüştü.
Ama aklına hiç General Pei’nin gülümsemeyi seven kadınlardan hoşlandığı gelmezdi. Xuan Ji dengesiz
ruh haliyle, gülümseyen gelinleri kendi sevdiği adamla evlenmeleri için kaçırıyordu.
Dağın dışındaki tüm Ming Guang Tapınaklarını yakmasına şaşmamalıydı. Onunla aynı heykele sahip
General Pei’nin tüm tapınaklarına içeri gelip giden onca kadını görmeye dayanamadığı için olmalıydı.
Bu hayalet ‘Gazap’ seviyesine layıktı.
Kırık bacaklarına rağmen hareketleri şeytani derecede seriydi. RuoYe’den bir darbe aldıktan sonra bile
hala çok güçlüydü. Xie Lian’ı boğarken ikisi kördüğüm olmuşlardı. Xie Lian tam RuoYe’yi çağıracaktı ki
aniden yüksek bir ses duydu. “Ahhhhhhhhhhhh—“
Genç kız Minik Ying hayaletle girdiği çıkmazı görünce hızla yerden bir dal parçası kapmış ve onlara
doğru koşmuştu. Koşarken de bağırmaya başlamıştı, sanki kendisine devam etmesi için cesaret
veriyor gibiydi.
Xuan Ji’nin Minik Ying’e karşı bir hamlede bulunmasına gerek bile yoktu. Sadece dönerek ona baktı ve
Minik Ying anında daha yaklaşamadan geriye fırlatılmıştı. Başı aşağıda, bedeni yukarıda bir halde
birkaç metre geriye uçtu ve ardından yere çakıldı.
Sargılı çocuk boğuk bir sesle ağlayarak ona doğru koştu. Xie Lian da yerinden sıçramıştı. Ancak aniden
başının arkasından bir ürperti hissetti.
Xuan Ji’nin beş parmağı çoktan başına sarılmıştı, onun kafa derisini de biraz önce gence yaptığı gibi
yüzmek istiyordu. Xie Lian çaresizlik içinde bileğini yakaladı ve bağırdı. “Bağlan!”
Beyaz ipek şerit anında belirirken sadece bir hışırtı duyulmuştu. RuoYe kendisini Xuan Ji’nin gövdesine
sararak ellerini arkasında bağladı. Xuan Ji’nin bacakları zaten kırılmış olduğu için artık karşılık
veremezdi.
Dizlerinin üzerine bir pat sesiyle sert bir şekilde düştü, ardından yerde yuvarlanarak beyaz ipekten
kurtulmaya çalıştı. Hareketleri ise RuoYe’nin ona daha da sıkı sarılmasına neden olmuştu. Bir
felaketten ucu ucuna kurtulan Xie Lian daha nefesini toplamaya fırsat bulamadan hemen ayağa
fırlayıp Minik Ying’in düştüğü yere koştu.
RuoYe, Xie Lian tarafından çağrılınca hala kendi kafasına göre hareket etmeyecek kadar dikkatli
olanlar vardı. Ama aynı zamanda etrafta dolanan gelinlere alışacak kadar cüretkar olanlar da, onlar
gelip Xie Lian ve Minik Ying’in etrafını sardılar.
Sargılı çocuk Minik Ying’in yanında diz çökmüş, ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Sıcak taşların
üzerindeki küçük bir yaratık kadar endişeliydi. Herkes onun önemli bir yerinin kırıldığından korktuğu
için kimse taşımaya cesaret edemiyordu. Eğer şimdi onu hareket ettirmeye kalkarlarsa belki durumu
daha da kötüleşirdi.
Xie Lian içten içe ne kadar dikkat ederlerse etsinler işe yaramayacağını bildiği halde durumunu
kontrol etti. Öyle bir düşüşün ardından yaşamayacağı kesindi. Her ne kadar bu kız, Minik Ying’le çok
sohbet etmemiş ve birlikte geçirdikleri zaman kısa olsa da, onun iyi kalpli birisi olduğunu biliyordu.
Böyle bir şekilde hayatının son bulması insanın canını acıtıyordu.
Diğer tarafta Xuan Ji kısa bir süre sonra RuoYe’den kurtulacakmış gibi görünüyordu. Xie Lian içinden,
Ne olursa olsun, bu durumda ölmesine izin veremeyiz, diye geçirdi. Bu yüzden dikkatli bir şekilde
yüzünü onlara çevirdi.
Minik Ying’in suratı kanla kaplıydı, gören herkes iç çekmişti. Ancak hala son nefesini vermemişti, bu
yüzden sessizce mırıldandı, “… …Genç Bey, yardım etmekten çok engel oldum, değil mi… …”
Her ne kadar engel olmasa da yardım etmiş de sayılmazdı. O anda Xie Lian çoktan RuoYe’yi çağırmak
üzereydi, bu yüzden yardıma ihtiyacı yoktu. Ayrıca elindeki dal parçası, Xuan Ji’ye vurabilecek bir şey
olsa bile hiç zarar veremezdi. Dahası ilk olarak hayalete yaklaşabilmesi bile imkansızdı. Yani gerçeği
söylemek gerekirse hayatını boşuna feda etmişti.
Xie Lian cevapladı. “Hiçte değil. Bana çok yardım ettin. Bak, sen gelip hayaletin dikkatini dağıttıktan
sonra ben onu bastırabildim. Hepsi senin sayendeydi. Ancak bir dahaki sefere böyle davranma. Eğer
yardım etmek istiyorsan ilk olarak bana söyle. Yoksa zamanında hareket edemem, talihsizlikler
olabilir.”
Minik Ying gülümsedi ve iç çekti. “Genç Bey, beni övmene gerek yok. Hiç yardımım dokunmadığının
farkındayım, gelecek seferin olmadığının da.”
O kan kusmaya devam ederken sözleri boğuk çıkmıştı. Kırmızı damlaların arasında kopmuş olan birkaç
dişte vardı. Sargılı çocuk o kadar korkuyordu ki titremeye başlamıştı ve tek yapabildiği şey ağlamaktı,
aklına söylenebilecek hiçbir şey gelmiyordu.
Minik Ying onunla konuştu. “Gelecekte bir daha yemek çalmak için dağdan inme. Eğer seni bulurlarsa
ölümüne döverler, işin biter.”
Xie Lian. “Eğer acıkırsa, yemek istemek için bana gelebilir.”
Bu sözleri duyunca Minik Ying’in gözleri anında parlamıştı. “…Sahi mi? O zaman, çok teşekkür
ederim… …”
Gülümserken küçük gözlerinden yaşlar süzüldü.
Yumuşak bir sesle devam etti. “Sanki bütün yaşamım boyunca mutlu olduğum günlerin sayısı çok
azdı.”
Xie Lian da ne demesi gerektiğini bilmiyordu, nazikçe onun eline dokundu. Minik Ying iç çekti. “Eh ne
yapalım, boş ver. Ben sadece… şanssız doğdum sanırım.”
Sözleri bir parça gülünçtü. Dahası tıkanmış burnu ve yamuk gözleriyle suratı çirkindi, bu yüzden de
biraz matraktı. Yanaklarından süzülen kan ve gözyaşlarıyla da komik görünüyordu.
Gözyaşları süzülürken Minik Ying tekrar konuştu. “Ama yine de, öyle de olsa, ben hala… hala… …”
Bunları söylerken genç kız son nefesini verdi ve göçüp gitti. Sargılı çocuk onun öldüğünü görünce,
kızın ölü bedenine sarılıp sessizce ağlamaya başladı. Tek desteğini kaybetmiş ve bir daha asla
kaldırmayacakmış gibi başıyla kızın karnına gömülmüştü.
Xie Lian kıza uzandı ve gözlerini kapattı, ardından kalbinin derinliklerinden onunla sessizce konuştu.
“Benden çok daha güçlüsün.”
Tam bu sırada bir saatten tuhaf bir ses duyuldu.
“Dong! Dong! Dong!” üç kez yüksek sesle yankılandı. Xie Lian anında sersemliğinden sıyrıldı ve sordu.
“Neler oluyor?”
Etrafını incelediğinde gelinlerin hepsinin yerde yattığını gördü. Sadece kolları hala havadaydı,
gökyüzünü işaret ediyorlardı. Köylüler de yere düşmüş ve kalkamıyorlardı. Sanki hepsi kulakları sağır
eden saat sesinin darbesiyle aniden bilinçlerini kaybetmişti.
Xie Lian’ın da biraz başı dönüyordu. Bir eli alnındayken çabalayarak ayağa kalktı ancak bacakları çok
zayıftı ve yarı yarıya dizlerinin üzerine çöktü. Şansına birisi ona destek olmuştu. Başını kaldırıp
baktığında bu kişinin Nan Feng olduğunu gördü.
Görünüşe göre yedi gelin ormana girdikten sonra, her biri farklı yönlere dağılmışlardı. Nan Feng her
birini tek tek bulmak için tüm dağı aşındırmıştı. Onun halini görünce Xie Lian hemen sordu. “Bu ses
ne?”
Nan Feng cevapladı. “Merak etme, onlar destek güçleri.”
Onun bakışlarını takip edince Xie Lian aniden Ming Guang Tapınağı’nın önünde bir dizi askerin
belirdiğini fark etti.
Askerlerin üzerinde zırhlar vardı, üzerlerinden ışıyan güçlü haleyle kutsal bir güçle parlıyorlardı. En ön
sırada ise uzun ve yakışıklı bir genç general vardı. Sıradan birisi olmadığı kesindi. General ellerini
arkasında birleştirmiş bir halde yürüdü. Xie Lian’ın önüne geldiğinde hafifçe eğildikten sonra konuştu.
“Ekselansları Veliaht Prens.”
Daha Xie Lian sorgulamak için ağzını açamadan Nan Feng fısıldamıştı. “Bu General Pei.”
Xie Lian anında yerde yatmakta olan Xuan Ji’ye bir bakış attı ve tekrarladı. “General Pei?”
General Pei hiçte hayal ettiği gibi birisi değildi, ilahi heykeline de hiç benzemiyordu. O ilahi heykelden
kahramanlık fışkırırken çehresinden kibir akıyordu. Saldırgan ve güçlü bir tür yakışıklılığı vardı. Ancak
karşısındaki bu genç general her ne kadar oldukça yakışıklı olsa da görünüşü narindi, çehresi ise soğuk
bir yeşim kadar huzurluydu. Herhangi bir ölümcül ifadeden yoksun ve tam bir bozulmamış sükunet
abidesiydi. General olduğu söylenebilirdi ancak birisi onun strateji uzmanı olduğunu söylese de insana
tuhaf gelmezdi.
General Pei yerdeki Xuan Ji’yi gördü. “Ling Wen Sarayı, Yu Jun Dağı’ndaki meselenin Ming Guang
Sarayı ile yakından ilişkili olduğunu söyledi, bu yüzden bu emir kulu aceleyle geldi. Ancak sahiden
bizimle bu kadar derinden ilişkili olabileceğini tahmin etmezdim. Çektiğiniz zahmetler için
minnettarım Ekselansları Veliaht Prens.”
Xie Lian içinden Ling Wen’e teşekkür etti. Ling Wen Sarayı’nın etkinliği nasıl düşmüştü?? “Ben de
zahmet edip geldiğiniz için teşekkür ederim General Pei.”
Ama hala çabalamakta olan Xuan Ji ‘General Pei’ kelimelerini güç bela yakaladığında aniden başını
kaldırdı ve hevesli bir şekilde bağırmaya başladı. “Pei Lang, Pei Lang! Sen misin, geldin mi? En
sonunda geldin mi?”
RuoYe ile bağlanmış olduğu için ne kadar keyifle dolsa da tek yapabileceği dizleri üzerinde
doğrulmaktı. Ancak General’e bir bakış atmasıyla yüzünün solması bir oldu. “Sen kimsin?!”
Xie Lian bu sırada Nan Feng’e hayalet damat meselesi hakkında bir özet geçmekteydi. Kadının
sorusunu duyduğunda meraklandı. “O General Pei değil mi? Bunca sene bekledikten sonra artık onu
tanıyamıyor mu?”
Nan Feng cevapladı. “O General Pei. Ama beklediği değil.”
Xie Lian cevabı tuhaf bulmuştu. “Sakın bana iki General Pei var deme?”
Nan Feng. “Evet, sahiden iki General Pei var!”
Görünüşe göre kadın hayalet Xuan Ji’nin beklediği General Pei, Ming Guang Tapınağı’ndaki ana
tanrıydı, karşısındaki ise vekiliydi. General Pei’nin neslinden geliyordu o da. İkisini ayırt etmek için ona
herkes ‘Küçük General Pei’ diyordu. Uygun bir Ming Guang Tapınağında her ikisini de ay taşlarıyla
onurlandırmak gerekirdi.
General Pei tapınağın ana tanrısıydı, bu yüzden de onun kutsal yüzü tapınak kapılarına işlenmişti.
Küçük General Pei’nin ilahi heykelleri ise arkada yer alıyordu. Ancak biri üst nesilden diğeri ise çok
sonraki bir kuşaktan geldiği halde kardeş kadar benziyorlardı. Ama aynı aileden iki kişinin Cennete
yükselmesi yine de insanın zihnini meşgul eden ilginç bir hikayeydi.
Xuan Ji etrafına baktığı halde aradığı kişiyi askerlerin arasında bulamayınca sevimsiz bir şekilde sordu.
“Pei Ming nerede? Neden gelmedi? Neden beni görmeye gelmedi?”
Küçük General Pei hafifçe başını iki yana sallayarak cevapladı. “General Pei önemli bir mesele
nedeniyle müsait değil.”
Xuan Ji mırıldandı. “Önemli bir mesele?”
Uzun saçları altında gözyaşları süzülürken devam etti. “Onu yüzyıllar boyunca bekledim, ne kadar
önemli bir işi olabilir? Eskiden beni görebilmek için tek gecede sınırın yarısını geçerdi, şimdi bu önemli
meselesi ne olabilir? Beni bir kez olsun görmeye gelemeyeceği kadar mı önemli? Önemli bir mesele
mi? Aslında öyle bir şey yok değil mi?”
Küçük General Pei. “General Xuan Ji lütfen işimizi zorlaştırmayın.”
Ming Guang Tapınağının iki askeri düzenlerinden ayrılarak ona doğru ilerlediler. RuoYe hızla Xuan Ji’yi
bırakarak şefkatle Xie Lian’ın bileğine sarıldı. Xie Lian onu rahatlatmak için hafifçe okşadı.
Xuan Ji sersemlemiş bir halde olduğu yerde dururken iki asker onu kollarından tuttu. Ancak hemen
mücadele etmeye başladı, lanetlerken gökyüzüne bakıyordu. “Pei Ming! Seni lanetliyorum!”
Ağlayışı keskindi. Xie Lian bir süre boş bir ifadeyle ona baktı, içinden, Bu halefin önünde selefi
lanetlemek oluyor değil mi? diye geçiriyordu.
Ama Küçük General Pei yüzünü ifadesiz tutarak konuştu. “Lütfen buna bir son verin.”
Xuan Ji sesi kısılana dek bağırmaya devam etti. “Seni lanetliyorum, bir daha asla aşık olma. Yoksa o
gün geldiğinde benim gibi ol, sonsuza dek ve sonsuzluk boyunca aşkın ateşiyle kavrul! O alevlerin tüm
bedenini ve varlığını tüketişini izle!”
Bu kez Küçük General Pei, Xie Lian ve diğerlerine hitaben konuştu. “Lütfen kabalığımı bağışlayın ve bir
dakika bekleyin.” İki parmağını kaldırdı ve hafifçe şakaklarına bastırdı. Bu hareket ruhani iletişim
rününü kullanmak için yapılırdı, demek ki birisiyle görüşmek istiyordu. Bir an sonra ‘hmmm’ladı ve
ellerini indirerek tekrar sırtında birleştirdi. Xuan Ji’ye döndü. “General Pei bir mesaj iletmemi istedi –
‘Bu imkansız.’”
Xuan Ji tiz bir sesle bağırdı. “Seni lanetliyorum – !!!”
Küçük General Pei hafifçe elini kaldırdı ve emretti. “Götürün.”
İki asker deli gibi kıvranan Xuan Ji’yi aldı ve götürdü. Xie Lian sordu. “Küçük General Pei, Xuan Ji’ye
neler olacağını öğrenebilir miyim?”
Küçük General Pei cevapladı. “Dağın altına kapatılacak.”
Onu baskılayabilecek bir dağ bulmak, cennet sahiden sık sık hayaletler ve iblislere karşı bu yöntemi
kullanırdı. Xie Lian bir süre kendi kendine homurdandı ancak yine de konuştu. “General Xuan Ji’nin
öfkesi oldukça güçlü. Sürekli olarak General Pei yüzünden kendi krallığına ihanet etmesinin
bacaklarının kırılışının getirdiği nefreti düşünüyor, korkarım onu baskılasanız bile uzun
sürmeyecektir.”
Küçük General Pei başını kaldırdı. “General Pei için ihanet ettiğini ve bacaklarının kırıldığını mı
söyledi?”
Xie Lian cevapladı. “Sahiden de öyle söyledi, şu anki durumunun General Pei yüzünden olduğunu
söyledi. Ancak gerçeğin ne olduğunu bilmiyorum.”
Küçük General Pei. “Eğer öyle söylediyse öyledir. General Pei için ihanet ettiği doğru. Ama detaylar
insanların bildiğinden farklı. General Pei’yle yolları ayrıldıktan sonra, General Xuan Ji onun kalmasını
sağlamak için askeri bilgiler sunmayı önermekte gecikmedi. Ancak General Pei bu haksız avantajı
kabul etmekte gönülsüzdü bu yüzden teklifi reddetti.”
…Xie Lian onun ‘Krallığıma senin için ihanet ettim’ sözlerinin hiç bu anlama geleceğini düşünmemişti.
“O zaman General Pei yüzünden bacaklarının kırıldığını söylediğinde..?”
Küçük General Pei. “Bacaklarını kendisi kırdı.”
…Kendisi mi kırdı?
Küçük General Pei düz ve tereddütsüz bir şekilde cevap veriyordu. “General Pei iradeli kadınlardan
hoşlanmaz ve Xuan Ji’nin doğal eğilimi inatçı olmak yönünde. Bu yüzden birliktelikleri uzun sürmedi.
General Xuan Ji vazgeçmek istemediğinden General Pei’ye fedakarlık yapmaya ve kendisini
değiştirmeye hazır olduğunu söyleyip kendi isteğiyle dövüş ustalıklarından feragat ederek bacaklarını
kırdı. Bu kanatlarını kırmaya eşdeğerdi ve kendisini General Pei’ye bağlamıştı. Tüm bunlara rağmen
General Pei onu terk etmedi. Onu yanına aldı ve ilgilendi, ancak hala karısı yapmamıştı. General Xuan
Ji’nin en büyük dileği gerçekleşmeyeceği için nefretle kendisini öldürdü. Bunu sadece General Pei’yi
üzmek ve incitmek için yapmıştı. Ama açık konuştuğum için beni affedersen –“
Küçük General Pei’nin konuşması baştan sona kibar ve nazikti. Aşırı sakin bir ifadeyle devam etti.
“Öyle olmadı.”
Xie Lian alnını sildi. Yüksek sesle söylemese de içinden ‘Bunlar nasıl insanlar’ diye geçiriyordu.
Küçük General Pei devam etti. “Kimin haklı kimin haksız olduğunu sorarsan bilmiyorum. Tek bildiğim
şey General Xuan Ji onu bıraksaydı işler bu noktaya gelmezdi. Ekselansları Veliaht Prens, bu emir kulu
artık gidiyor.”
Xie Lian yumruğunu ve avucunu birleştirerek selamlayıp onları geçirdi. Nan Feng kendi
değerlendirmesini yaptı. “Ucubeler.”
Xie Lian içinden kendisinin de üç diyarın maskarası olan ünlü bir ucube olduğunu geçiriyordu,
insanları yargılamak ona düşmezdi. General Pei ve Xuan Ji arasında yaşananlara gelinirse, olayı kendi
gözleriyle görmeyen kişilerin kimin haklı kimin haksız olduğunu konusunda yorum yapması doğru
olmazdı. Sadece on yedi masum geline üzülüyordu ve onlara eşlik eden askerlerle araba taşıyıcılarına.
Sahiden beklenmedik bir felaketti.
Gelinler aklına gelince anında dönüp baktı, on yedi ölü gelinin bedeni de değişimin farklı bir
evresindeydi. Bazıları beyaz kemiklere dönmüş, bazıları çürümüş ve güçlü, pis bir koku yayıyorlardı.
Koku yerdeki herkesi uyandırmıştı. Köylüler yavaşça kendilerine gelir ve durumu kavramaya çalışırken
bir başka korku ve dehşet silsilesi başlamıştı.
Xie Lian bu fırsatı üstlerine yürümek ve iyi-kötü karma cezaları üzerine öğretiler vermek için kullandı.
Hepsine dağdan indikten sonra tüm ölen gelinler için dua etmelerini tembihledi. Ek olarak gelinlerin
ailelerine ulaşmak ve cesetlerin sahiplenilmesi için bir yol düşüneceklerdi. Cesetleri satmak veya
başka utanmaz hareketler yapmak gibi karanlık düşünceleri akıllarından bile geçirmeyeceklerdi.
Böylesine insanı içten sarsan bir gecenin ardından ve başlarında sorun çıkartacak bir lider olmadan
nasıl onun söylediklerinden farklı davranabilirlerdi? Biri ardından diğeri korkuyla titrerken ona söz
verdi. Hepsine yaşadıkları bir kabusmuş gibi geliyordu. Ancak o zaman tüm gece boyunca sanki
bedenleri ele geçirilmiş gibi davrandıklarını fark ettiler. Bunca ölü insanın etrafından nasıl sadece
parayı düşünebilmişlerdi?
Olanları düşününce hepsi kendilerinden korkmuşlardı. Dün gece herkes aynı şeyi yapmış ve sayılarının
kalabalık olduğuna güvenmişlerdi, başlarında onları yöneten birisi bile vardı. Bu yüzden mankafalılar
olarak galeyana gelmişlerdi. Şimdi kalplerinde korku asılıyken en iyisi tövbe etmek ve kutsanmak için
dua etmekti.
Şafak sökmek üzereydi. Dağda hala sorun çıkarmak için bekleyen kurt sürüleri vardı. Nan Feng bütün
dağı daha yeni gezmiş olmasına rağmen ondan hemen kalabalık bir grubu dağdan indirmesi
istenmişti. Buna rağmen şikayet etmedi ve daha sonra Xie Lian’la cesetler asılmış ormanla diğer
meseleleri beraber tartışmak için sözleşti.
Sargılı çocuk uyandıktan sonra bir kez daha Minik Ying’in cesedinin yanına oturmuş ve ona sarılmaya
başlamıştı. Xie Lian da hiçbir şey söylemeden giderek yanına oturdu. Bir süre düşünüp taşındıktan
sonra tam rahatlatacak bir şeyler söyleyecekti ki aniden sargılı çocuğun başının kanadığını fark etti.
Eğer ormandaki cesetlerin kanı olsaydı çoktan kurumuş olurdu. Ama bu kan durmaksızın akıyordu,
çocuk yaralanmış olmalıydı. Xie Lian hemen onunla konuştu. “Başın yaralanmış, sargılarını çıkarıp bir
bakmama izin ver.”
Çocuk başını ağır ağır kaldırdı, kan çanağına dönmüş gözü ona ürkerek bakıyordu. Xie Lian zayıfça
gülümsedi. “Korkma. Eğer yaralandıysan ilgilenmek gerek. Görünüşünden korkmayacağıma söz
veriyorum.”
Çocuk bir an tereddüt etti, ardından döndü ve yavaşça sargılarını açmaya başladı. Hareketleri çok
yavaştı, Xie Lian onu sabırla bekledi. Bu sırada aklından sonrasında neler yapacağı geçiyordu, Bu
çocuk kesinlikle Yu Jun Dağı’nda kalamaz, ama nereye gidecek? Benimle cennete gelemez sonuçta.
Ben bile bir sonraki yemeği ne zaman yiyeceğimi bilmiyorum, bu yüzden daha uygun bir yere
yerleştirmek için güvenilir bir plan yapmam gerek. Dahası Yeşil Hayalet, Qi Rong var…
O sırada çocuk sargılarını açmış ve ona dönmüştü.
Ve o yüzü açık bir şekilde gördüğü anda Xie Lian’ın vücudundaki tüm kan çekildi.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 12: Kırmızılar İçindeki Bir Hayalet Ordu ve Tapınakları Ateşe Veriyor
Tahmin ettiği gibi çocuğun yüzünde ciddi bir yanık izi vardı. Lakin kan kırmızısı geniş lekenin altından
belli belirsiz üç dört tane insan yüzü görülebiliyordu. İnsan yüzlerinin hepsi bir bebek avucu
büyüklüğündeydi, çarpık çurpuk bir şekilde yanaklarına ve alnına dağılıyorlardı. Daha önce yanmış
olduklarından her yüz ciddi bir biçimde kırışmıştı ve acıyla ciyaklıyorlarmış gibi görünüyorlardı. Bu
tuhaf ve ciyaklayan minyatür insan yüzleri, normal bir insan yüzüne sıkıştırılmıştı. Gerçekten de
herhangi bir hayaletten daha korkunçtu!
Bir anda o yüzleri görünce Xie Lian bir kabusun içine atılmış gibi hissetti.
Büyük bir korku, ayağa kalktığını fark etmemesine neden olacak kadar, tüm benliğini uyuşturmuştu.
Aynı zamanda yüzünde nasıl bir ifadenin olduğunun da farkında değildi ancak çok korkunç görünüyor
olmalıydı.
Genç adam yavaşça ve kararsız bir şekilde bandajlarını çıkartırken zaten huzursuzdu, onun tepkisini
görünce o da iki adım geri attı. Anlaşılan Xie Lian’ın böyle bir yüzü kabul edemeyeceğinin farkındaydı.
Kendisini korumak içinmiş gibi aniden o korkunç suratını kapattı ve yerden kalktıktan sonra çığlık
atarak ormanın derinliklerine doğru koştu.
Xie Lian onu kovalayıp arkasından bağırdı. “Bekle! Geri gel!”
Fakat işin sonunda tepki veremeden önce kaskatı bir şekilde kalakaldığı ve çocuk saklanmak,
karanlıkta kaçmak için kullandığı dağ yollarına aşina olduğu için arkasında iz bırakmadan
kaybolmuştu. Xie Lian her ne kadar arkasından bağırsa da ortaya çıkmadı. Ona yardım edecek kimse
veya ruhani iletişim rününü kullanacak ruh güçleri olmadığından dağa doğru hızla koştu ve bir saat
boyunca genci aradı ancak hepsi boşaydı.
Soğuk bir rüzgarın esmesiyle Xie Lian bir parça toparlandı ve kafasız bir karasinek gibi gelişi güzel
etrafı aramakla hiçbir sonuca varmayacağını anladı. Kendisini toplayıp düşündü, Belki Minik Ying’in
cesedi için geri gelir.
Ming Guang Tapınağına aynı yönden geri döndüğünde… Kalakalmıştı.
Tapınağın arkasında toplanmış, siyah kıyafetler giyen bir insan topluluğuyla karşılaşmıştı. Katı yüzlerle
sarkan kırk kadar cesedi dikkatlice yukarıdan indirmişlerdi. Ormanın önünde kolları bağlı uzun bir
figür duruyor, o anda oradaki insanları gözetip denetliyordu. Boynu döndüğünde zarif ancak soğuk ve
genç bir adama ait olan yüzü ortaya çıktı. Fu Yao’ydu. Görünüşe göre Cennete gitmiş ve Xuan Zhen
Sarayından bir grup tanrıyı yardıma getirmişti.
Xie Lian arkasından ayak seslerinin geldiğini duyduğundan tam konuşmak üzereydi. Gelen kişi,
köylüleri göndermeyi bitirip geri dönmüş olan Nan Feng’di. Olayı gördüğünde Fu Yao’ya bir bakış attı.
“Sen tek başına kaçmamış mıydın?”
Dile getirişi oldukça kabaydı, Fu Yao’nun bir kaşını kaldırarak memnuniyetsizliğini göstermesine
neden olmuştu. Xie Lian onların böyle önemli bir anda tartışmaya başlamalarını istemediğinden araya
girdi. “Onun yardım getirmesini söyleyen bendim.”
Nan Feng küçümseyerek güldü. “O zaman takviyemiz nerede? En azından generalinin kendisinin
gelmesini sağlardın diye düşünmüştüm.”
Fu Yao ilgisiz bir tavırla cevapladı. “Döndüğümde Küçük General Pei’in çoktan buraya gelmiş olduğunu
duydum. Bu yüzden kendi generalimi aramak için zaman harcamadım. Üstelik onu bulmaya
çalışsaydım bile meşgul biri olduğundan gelmeye zamanı olmayabilirdi.”
Dürüst olmak gerekirse, Xie Lian’in Mu Qing’i tanıdığı kadarıyla, generalin zamanı olsa bile hâlâ
kendisi gelmezdi. Lakin Xie Lian’ın o anda bu konu hakkında düşünmeye vakti yoktu ve bitkin bir
halde konuştu. “Siz şimdi tartışmamalısınız, ilk önce bana sargılı genci bulmam için yardım edin.”
Nan Feng kaşlarını çattı. “Daha az önce seninle değil miydi, o kızın cesedinin nöbetini tutmuyor
muydu?”
Xie Lian cevapladı. “Bandajlarını çıkarmasını sağladım ve onu korkuttum.”
Fu Yao’nun dudakları büküldü. “Bu olası değil, karşı cinsin kıyafetlerini giyme olayın hala dehşet verici
bir seviyeye ulaşmadı.”
Xie Lian iç çekti. “Fazlasıyla tedirgin olduğum için zamanında tepki veremedim. Minik Ying daha yeni
öldü, zaten üzgündü. Sonrasında da yüzünden korktuğumu düşündü. Belki böyle bir şeye daha fazla
katlanamayacağından kaçmıştır.”
Fu Yao burnunu buruşturdu. “Gerçekten de o kadar çirkin miydi?”
Xie Lian yanıtladı. “Çirkin olup olmaması sorun değil. O… onda insan yüzü salgını vardı.”
Bu üç kelimeyi duymalarıyla Nan Feng ve Fu Yao’nun hareketleri ve suratları anında kaskatı oldu.
Sonunda Xie Lian’ın neden bu kadar şaşırmış olduğunu anlamışlardı.
Sekiz yüz yıl önce Xian Le Antik Krallığı’nın İmparatorluk Şehri salgın bir hastalık tarafından haritadan
silinmişti. En sonunda tüm krallık yok olmuştu.
İnsanlar o salgına kapıldığından ilk önce vücutlarında küçük şişkinlikler oluşurdu. Şişkinlikler gitgide
artarak büyür, sertleşir ve acıtmaya başlardı. Çok geçmeden şişkinliğin inişli çıkışlı olmaya başladığını
fark ederlerdi. Üç çökük yer ve bir tümsek… Gözler, ağız ve bir burunu andırırdı.
Ardından en sonunda insan yüzüne benzeyen bir şeye dönüşene dek hatları daha da belirginleşmeye
başlardı. Üstelik görmezden gelindiği zaman vücutlarındaki insan yüzleri daha da büyürdü.
Söylentilere göre bazı yüzler o kadar çok gelişmişlerdi ki kendi kişilikleri oluşmaya başlamıştı ve hatta
ağızlarını açıp konuşabiliyor veya bağırabiliyorlardı.
Ve bu yüzden ismi insan yüzü salgınıydı!
Fu Yao’nun yüzü, kollarını bağlarken çeşitli değişikliklerden geçmişti. “Bu nasıl mümkün olabilir!
Yüzyıllar önce çoktan kökü kurutulmuştu. Tekrar ortaya çıkması imkansız.”
Cevap olarak Xie Lian sadece iki kelime söyledi. “Ne gördüğümü biliyorum.”
Nang Feng ve Fu Yao kendilerini onu reddedemeyecek bir durumda buldular. Xie Lian’ın dediğinin
aksini kimse ispatlayamazdı.
Xie Lian ekledi. “Yüzünde daha önce yakıldığına dair izler vardı, yüzleri yok etmeye çalıştığı içindi
yüksek ihtimalle.”
İnsan yüzü salgınına yakalanan çoğu kişinin ilk tepkisi ya bir bıçak alıp o korkunç şeyleri kesmeye
çalışmak ya da onları yakmak olurdu. Ondan kurtulmak için bir uzuv kaybetmeyi ya da kemiklerini
kırmayı tereddüt etmeden kabul ederlerdi.
Nan Feng mırıldanarak konuştu. “O zaman muhtemelen normal bir insan değil. Bu dünyada birkaç
yüzyıl boyunca yaşamış bile olabilir. Ancak asıl önemli olan, salgının bulaşıcı olup olmadığı.”
Bu hastalık büyük bir baş ağrısı nedeni olsa da Nan Feng’in bahsettiği problem Xie Lian’ın sakince
üzerinde düşünmüş olduğu bir şeydi. Tereddüt etmeden cevapladı. “Hayır, insan yüzü salgını son
derece bulaşıcıdır. Çocuğun çok uzun bir zamandır Ju Yun Dağında gizlendiğini düşünürsek, eğer
çocuktaki de bulaşıcı olsaydı, buradaki herkes salgından etkilenmiş olurdu. Çoktan… İyileşmiş olmalı.
Sadece geride kalmış olan izlerden kurtulamıyor.”
Üçü dikkatsiz olmayı göze alamazdı. Fu Yao, Xuan Zhen Sarayında yüksek bir pozisyondaymış gibi
görünüyordu, yanında getirdiği tanrıların Yu Jun dağının her köşesini aramasını istedi. Bu rağmen o
genç adamın izini sürmeyi başaramamışlardı. Ne yazık ki çoktan dağlardan kaçıp kalabalığa karışmış
olmalıydı.
Şimdilik daha fazla bilgi için sadece Cennet Diyarına dönüp Ling Wen Sarayının yardım etmesini
isteyebilirlerdi. Gencin vücudundaki şey bulaşıcı değildi, en azından bu cevabı bilinen bir gerçekti.
Fakat Xie Lian’ın aklına onun korkunç görünümü geldiğinde, dağları terk ettikten sonra eğer başkaları
tarafından görülecek olursa, onu canavar diye çağrılıp küfürler yağdırmalarından, dövmelerinden ve
hatta öldürmelerinden korkmaya başlamıştı. En iyisi onu olabildiğince çabuk bulmaları olurdu.
Daha fazla uzatmadan Minik Ying’in cesedini alıp dağdan indi. Çok dalgın olduğu için ancak çaycı ona
bağırdığında elinde bir cesetle, neredeyse Şanslı Tesadüf dükkanına giriyor olduğunu fark etti.
Durmaksızın özür diledikten sonra tekrar oraya dönmeden önce cesedi gömmeye yardım edecek
birilerini bulmaya gitti. Her şeyi bitirdikten sonra oturdu ve sessizce iç çekti.
Bir mesela henüz kapanmamıştı; yükselişinden sonraki bu birkaç gün, insan diyarında hurda
toplayarak geçirdiği bir seneden çok daha yorucu geçmişti. Yukarı tırmanıp aşağıya inmek, çatıların
üzerine sıçramak, duvarlara atlamak, yuvarlanmak, bağırmak ve hatta kılık değiştirip karşı cinsin
kıyafetini giymek. Vücudundaki tüm kemikler çöküp dağılacakmış gibi hissediyordu ve hala
çözülmemiş olan, halledilmesi gereken olaylar vardı. Gerçekten de sırtına ‘Hurda toplamak
yükselmekten iyidir’ diye bir yazı asıp ölümlü dünyada reklam yapmak istiyordu.
Fu Yao elbisesinin kollarını kıvırıp Xie Lian’ın elinin yanına oturdu. Daha fazla tutamayarak gözlerini
devirdi. “Neden hala bu kıyafetleri giyiyorsun?”
Göz devirmesini görünce Xie Lian açıklayamadığı bir aşinalık hissetti. Ancak o söyleyince bunca
zamandır giyiyor olduğu düğün elbisesini sonunda çıkarmıştı. Rujunu ve yüz pudrasını silerken biraz
ümitsiz ve perişan hissetti. “Küçük General Pei ile bu şekilde konuştuğum anlamına gelmiyor mu bu?
Nan Feng, ah, keşke bana hatırlatsaydın.”
Fu Yao cevapladı. “Belki bunu giyerken çok mutlu göründüğün için söylememiştir.”
Nan Feng tüm gün boyunca etrafta koşuşturmuştu ve en sonunda oturup dinlenmek için bir fırsat
bulmuştu. “Hatırlatmama gerek yoktu. Küçük General Pei ne giydiğini umursamaz. Normal
giydiklerinden on kat daha garip giyinsen bile geri döndüğünde tek bir kelime söylemeyecektir.”
Xie Lian o gece o küçük tanrıyı çok çalıştırmış olduğunu hissetti ve ona bir bardak çay doldurdu. Küçük
General Pei’in buz gibi soğuk ifadesini düşünüp onu Xuan Ji’nin deli hareketleriyle karşılaştırdıktan
sonra konuştu. “Bu Küçük General Pei gerçekten de sakin ve aklı başında biri. Çok ölçülü.”
Nan Feng doldurduğu çaydan içip ona karşı çıktı. “Onun ince davranıyor oluşuna ve saygılı
görünüşüne göre yargılama. Atası gibi o da uğraşması zor biri.”
Bu kadarını Xie Lian da biliyordu, Fu Yao bile bu konuda ona katılıyordu. “Pei Su daha iki yüz önce
yükselmiş bir sonradan görme. Ancak aşırı güçlü ve ilk sıralara çok kolay tırmandı. General Pei
tarafından atandığında daha yeni reşit olmuştu. O zaman ne yaptığını biliyor musun?”
Xie Lian sordu. “Ne?”
Fu Yao soğuk bir tavırla tek bir cümle yapıştırdı. “Esir alınmış bir şehirdeki herkesi katletti.”
Xie Lian bunu duyunca düşüncelere daldı fakat şaşırmış değildi. Üst cennette, imparatorlar, krallar ve
generaller her yerdeydi. ‘Bir ordunun savaş kazanması on bin çürümüş kemiğe bedel olur’ sözü bir
krallığı savunmayı veya fethetmeyi tasvir etmek için kullanılırdı. Eğer bir ölümsüz olmak istiyorsan ilk
önce tanınmış bir kişi olmalıydın ve bu kanlı bir yoldan geçiyordu. Fu Yao özetledi “Üst Cennette
anlaşılması kolay olan çok az kişi var ve hiç kimse güvenilir değil.”
Xie Lian dinlerken onun ses tonunun deneyimli birisinin bir gence öğüt verirmiş gibi olduğunu fark etti
ve gülmek istedi. Bu konuda böyle konuşacak kadar derin hisleri varsa belki Fu Yao’nun Üst
Cennetten çok çekmiş olabileceğini düşündü. Lakin aynı zamanda üç kere yükselmesi bir kenara
bırakıldığında, cennette geçirdiği zamanın, gece açan bir kaktüsün yaşam süresi kadar, kısa ve akıcı
olduğunun farkındaydı; göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Eğer söz konusu etrafındaki ölümsüzleri
anlamaksa, gerçekten o iki küçük tanrıyla bir tutulamazdı.
Nan Feng, Fu Yao’ya katılmıyormuş gibi görünüyordu. “Panik yaratma. Nasıl her yerde iyi ve kötü
varsa, Üst cennette de hala birkaç güvenilir tanrı var.”
Fu Yao cevapladı. “Haha, güvenilir tanrı, kendi generalinden mi bahsediyorsun?”
Nan Feng yanıtladı. “Benim generalim olsa da olmasa da... Senin generalinden bahsetmediğim kesin.”
Böyle bir durumla karşılaşmaya Xie Lian çoktan alışmıştı, artık normal kabul ediyordu. Ayrıca hala
aklında olan bir şey vardı, o yüzden konuyu değiştirmeye çalışacak enerjisi bile yoktu.
Kuzeyin sakinleşmesiyle cennete geri döndü. İlk yaptığı şey, Ling Wen Sarayına gidip sargılı genci
aramaları için durumu anlatmak olmuştu. Bu yeni haberleri duyunca Ling Wen’in suratı ciddileşmiş ve
isteğini kabul etmişti. “Ling Wen Sarayı elinden gelen her şeyi yapacak. Ancak kim kuzeyi ziyaret
etmenin beraberinde bu kadar çok şey getirmesini beklerdi ki? Sana gerçekten de yük olduk
Ekselansları.”
Xie Lian cevapladı. “Yardım etmeye istekli olan iki küçük tanrıya ve Ming Guang Sarayından Küçük
General Pei’ine teşekkür etmem gerek. Ancak gerçekten nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
Lin Wen konuştu. “Yaşlı Pei’nin uğursuz bir ilişkisi yüzünden problem çıktığı için, doğal olarak Küçük
Pei sadece gerekeni yapmış oldu. Arka toplamaya zaten alışkın, ona teşekkür etmene gerek yok. Eğer
Ekselanslarının döndüğünde yapacak işi yoksa, ruhani iletişim rününü konrol edebilir mi? Hala
herkesin toplanıp bu konu hakkında konuşması gerek.”
Xie Lian’ın da hala cevaplanmamış birçok sorusu vardı. Ling Wen Sarayından ayrıldıktan sonra
amaçsızca etrafta dolaştı ve dolaştı, sonunda kendini küçük taş bir köprünün üzerinde buldu.
Taş köprü akan bir nehrin üzerindeydi. Nehir oldukça temizdi, aşağıdaki bulutların hareketleri bile
yansıyordu. Akan nehir ve bulutlar dışında, aşağıdaki inişli yokuşlu dağlar ve genişçe yayılan kare
şekilli kasabalar bile seçiliyordu. Kendi kedine düşündü, Burası güzel bir yer, ve böylece köprübaşına
oturup içinden şifreyi tekrarladıktan sonra iletişim rününe katıldı.
Girdiği anda ruhani iletişim rününün nadiren heyecanla hareketlenen bir zamanına denk gelmişti.
Sayısızca ses birbiri ardına konuşuyordu, her yerde kaos vardı. İlk duyduğu şey Feng Xin’in
küfürleriydi. “S*keyim! Hala onu hangi dağın altına kapatacağınıza karar vermediniz mi? O kadın
hayalet Xuan Ji bir deli, ne kadar sorgularsak sorgulayalım sadece bize Yeşil Hayalet Qi Rong’un yerini
söylemeyi reddedip General Pei görmek için yaygara çıkarmaktan başka bir şey yapmıyor!”
Küçük General Pei konuştu. “General Xyan Ji her zaman inatçı ve öfkeli biriydi.”
Feng Xin’in sesi daha da sinirli bir hale gelmişti. “Küçük General Pei, sizin General Pei’iniz hâlâ
dönmedi mi? Acele etsin de, hayaletin onu görmesine izin verip Yeşil Hayalet Qi Rong’un yerini öğren
ki o kadından daha çabuk kurtulabilelim!”
Feng Xin kadınlarla uğraşmaya alışkın değildi. Hayaleti sorgularken onunla uğraşmak zorunda kaldığı
içinn Xie Lian, Feng Xin’e karşı sempati duymadan edemedi.
Küçük General Pei cevapladı. “Onu görse de bir faydası olmaz. Aksine daha da delirecektir.”
Başka bir ses araya girdi. “Yine cesetler asılan orman… Qi Rong’un zevki hep alt sınıf ve tatsız.”
“Kendi Hayalet Diyarları bile ondan iğrenç bir zevki olduğu için nefret ediyor, herkes bu gerçeğin
farkında.”
Tanrıların hepsi arkadaşça fikirlerini paylaştı. Birbirlerini iyi tanıyor oldukları belliydi. Sekiz yüz yıl önce
yeni yükselmiş olsa Xie Lian orada sessizce bir şey demeden dururdu ancak bir süre daha dinledikten
sonra araya girmeden yapamadı. “Pardon, Yu Jun Dağı’ndaki cesetler asılan ormanda mı Yeşil Hayalet
Qi Rong’un bölgesi?”
Ruhani iletişim rününde çok sık konuşmadığı için sesi pek çoklarına yabancıydı. Tanrılar cevaplasalar
mı yoksa cevaplamasalar mı diye düşünürken beklenmedik bir şekilde ilk konuşan Feng Xin olmuştu.
“Yu Jun Dağı, Yeşil Hayalet Qi Rong’un bölgesi değil. Ceset ormanını kadın hayalet Xuan Ji yaptı. Bu
Yeşil Hayaletin isteği ve teklifiydi.”
Xie Lian sormaya devam etti. “Xuan Ji, Yeşil Hayalet’in astı mı?”
Bu sefer Küçük General Pei cevaplamıştı. “Öyle. General Xuan Ji birkaç yüzyıl önce öldü. Biraz kin
besliyor olsa bile konu ortalığı altüst etmeye gelince her zaman güçsüzdü. Ama bu sadece bir iki yüzyıl
kadar sürdü. Yeşil Hayalet Qi Rong onu zevkine uygun buldu ve fazlaca takdir etti. Onu alıp
astlarından biri haline getirdi, böylece kadın önemli derecede güçlenmiş oldu.”
Sözleri özetle, General Pei kadın hayalet Xuan Ji’nin karmaşa yaratmasıyla suçlanamazdı, çünkü
normalde kadının öyle bir yeteneği yoktu, anlamına geliyordu. Eğer illa birisi suçlanacaksa bu kişi, onu
alıp, insanları incitebilme yeteneği veren Yeşli Hayalet Qi Rong’dan başkası olamazdı. Normalde
tanrıların hepsi, bu felaketin General Pei’nin daha önceki yaptıklarından dolayı gerçekleştiğini
düşünüyorlardı. Sadece düşüncelerini dile getirmiyorlardı, buna rağmen Küçük General Pei anlamıştı.
Kibar veya kaba olmayan onlara yöneltilmiş olan bu hatırlatmayla hepsi hemen bu düşüncelerini
akıllarından çıkarttılar. Xie Lian bir kez daha sordu. “O zaman Yu Jun Dağı baştan sonra kadar arandı?
Bir çocuk ruhu bulmuş olmalısınız.”
Bu sefer Mu Qing’in sesi yükseldi, ne soğuk ne de sıcaktı. “Çocuk ruhu? Ne çocuk ruhu?”
Xie Lian kendi kendine Fu Yao’nun muhtemelen ona detayları söylemediğini düşündü. Belki gelip ona
yardım ediyor oluşu bile gizliydi, o yüzden ona daha fazla iş çıkarmamak için Fu Yao’dan bahsetmedi.
“Araba koltuğundayken uyarmak için ninni söyleyen bir çocuğun kahkahalarını duydum. Aynı
zamanda yanımda iki küçük tanrı vardı fakat onlar duymadılar. Yani bu çocuk ruhunun ruhani gücü
oldukça istisnai olmalı.”
Mu Qing cevapladı. “Yu Jun Dağı’nı ararken hiçbir çocuk ruh bulunmadı.”
Xie Lian bunu oldukça garip buldu, o çocuk özellikle onu uyarmaya gelmiş olamazdı. Bunu
düşündüğünde aklına aniden başka bir şey daha geldi ve sordu. “Hazır konu açılmışken, aynı zaman Ju
Yun Dağı çevresinde gümüş kelebekleri kullanan bir gençle tanıştım. Kim olduğunu bilen var mı?”
Bu sözler ağzından çıktıktan sonra canlı ve enerjik olan ruhani iletişim rünü anında sessizliğe gömüldü.
Böyle bir tepkinin geleceğini Xie Lian çoktan tahmin etmişti, bu yüzden sabırla bekledi. Bir sürenin
ardından en sonunda Ling Wen sordu. “Ekselansları Veliaht Prens, biraz önce ne dedin?”
Mu Qing onun için soğuk bir tavırla cevapladı. “Hua Cheng’le karşılaştığını söyledi.”
Sonunda o kırmızı kıyafetli gencin ismini öğrenince Xie Lian anlamsız bir şekilde mutlu oldu.
Gülümsedi. “Yani adı Hua Cheng mi? Hm, bu isim ona yakışıyor.”
Ses tonunu ve kelimelerini duymalarıyla orada olan tanrıların hepsi konuşma kabiliyetlerini
kaybetmişlerdi. Kısa bir aranın ardından Ling Wen hafifçe öksürdü. “Bu… Ekselansları Veliaht Prens,
hiç Dört Büyük Musibeti hiç duydunuz mu?”
Xie Lian kendi kendine düşündü, Çok yazık, yalnızca Dört Meşhur Masal’ı biliyorum.
Sözü edilen Dört Meşhur Masal dört tanrının Üst Cennete yükselmeden önceki çok övülen kısa
öykülerdi: Şarap Dolduran Genç Lord, Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens, Kılıcını Kırmış Olan
General, Boynunu Kesmiş Olan Prenses. Bu dört masaldan Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens
aslında dövüş performansı sırasında Xian Le’nın Veliath Prens’inin ani ortaya çıkışını kastediyordu.
Dört masalın bu şekilde anılmasının nedeni, en güçlü tanrılardan bahsettiği için değildi. En çok hangi
masal, masallar anlatarak eğlenen ölümlüler arasında büyük bir alana yayılmışsa onlar alınmıştı.
Ölümlü diyarın dışında gelişen olaylar, Xie Lian’ın takip etmekte zorlandığı bir şeydi. Yeterli bilgiye
sahip olmadığını ve bunu umursamadığını söylemek son derece yerinde olurdu. Dört Meşhur Masal’ı
biliyor olmasının nedeni, sadece o masallardan birisinde kendisinden bahsedildiği içindi. “Dört Büyük
Musibet” de muhtemelen bu dört masalın sonrasında çıkan yeni, popüler bir terimdi ancak Xie Lian
hiç duymamıştı. Yine de ‘Musibet’ kelimesini içerdiği için iyi bir şey olamazdı.
“Bunu söylediğim için üzgünüm ama daha önce hiç duymadım. Dört Büyük Musibetin ne olduğunu
sorabilir miyim?”
Mu Qing soğukça cevapladı. “Ekselansları Veliaht Prens ölümlü diyarda yıllar boyunca eğitim gördü ve
buna rağmen habersiz. İnsana bunca zamandır aşağıda ne yaptığını merak ettiriyor.”
Doğal olarak yemek yiyor, uyuyor, yetenek satıyor ve hurda topluyordu. Xie Lian güldü. “Normal bir
insanı meşgul edip telaşa sokabilecek pek çok şey var. Bir tanrı olmaktan aşağı kalır yanı yok.”
Ling Wen cevapladı. “Dört Büyük Musibet, lütfen not al Ekselansları, onlar ‘Gemileri Batıran Kara Su’,
‘Geceleri Gezen Yeşil Işık’, ‘Beyazlara Bürünmüş Musibet’ ve ‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’. Bunlar
Üst Cennete büyük sıkıntılar veren hayalet diyarının dört İblis Kralı.”
Ölümlüler, doğru yolda yürüdüğünde tanrı; yanlış yolda yürüdüğünde ise hayalet olurdu.
Ölümsüz tanrılar Cenneti ev olarak kullanırlardı, kendilerini ölümlü diyardan ayırıp yukarılarda
yaşayarak ölümlü dünyaya ve orada yaşayan her canlıya kötü gözle bakarlardı. Hayalet diyarı ise hala
ölümlü diyardan ayrılmamıştı. İblisler ve hayaletler insanlarla aynı diyarı paylaşıyorlardı. Bazıları
gölgelerde saklanırken diğerleri insan şekline girip kabalalıklara karışarak aralarında geziyorlardı.
Ling Wen devam etti. “Gemileri Batıran Kara Su güçlü bir su iblisi. Yıkım sınıfında olması bir tarafa,
nadiren huzursuzluk vermek için ortaya çıkıyor ve gözlerden uzak duruyor. Onu daha önce gören çok
az kişi olduğundan dolayı da pek kaygı yaratmıyor.”
“Geceleri Gezen Yeşil Işık; açıkça düşük sınıf zevklere sahip olan ve kanlı cesetleri tepe taklak
ormanlara asmaya bayılan Yeşil Hayalet Qi Rong. Gel gör ki dört musibetten tek Yıkım sınıfına
ulaşmamış olan o. Peki neden dört musibetin içinde? Tüm bir sene boyunca büyük bir baş belası
olarak sorun çıkarma aşkından dolayı olabilir veya onunla beraber dört musibet yaptığından, dört
hatırlanması daha kolay bir sayı sonuçta. O yüzden kimse sorgulamakla uğraşmıyor.”
“Konu Beyazlara Bürünmüş Musibet’e gelince Ekselansları onu daha iyi tanıyor olabilir. Adı Bai
WuXiang.”
*ÇN: Bai, Beyaz. WuXiang, Yüzü Olmayan.

Köprübaşına tünemiş bir şekilde otururken bu ismi duymasıyla Xie Lian aniden kalbinden uzuvlarına
doğru yayılan keskin bir acı hissetti. Refleks olarak ellerini sıkmadan önce hafifçe titremişlerdi.
Doğal olarak tanıyordu.
Dünyada bir ‘Yıkım’ sınıfı doğduğunda, krallıkları yıkıp dünyayı kaosa sürüklediği söylenirdi. Bai
WuXiang var olduğunda ilk yaptığı şey Xian Le Krallığını silmek olmuştu.
Ling Wen devam ederken Xie Lian sessiz kaldı. “Her şeye rağmen Bai WuXiang çoktan ortadan
kaldırıldı. Hala bu dünyada varlığı sürüyor olsa bile onun hakkında tekrar konuşmayacağız, artık ilgi
odağı o değil.”
“Ekselansları Veliaht Prens, Yu Jun Dağı’nda gördüğünüz gümüş kelebeklere aynı zamanda Ölümcül
Ruh Kelebekleri de deniyor. Efendileri dört musibetin son üyesi ve Üst Cennetin en az kışkırtmak
isteyeceği kişi, ‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, Hua Cheng.’”
Cennet Diyarında ‘şöhrete’ sahip olma unvanını sırtlayabilme yeteneği, sadece Savaş Tanrısı Semavi
İmparator ve Xian Le’nin Veliaht Prensi’nde vardı. İkisinin öneminin birbirinin tersi olduğu
söylenebilse de ünleri kısmen aynı seviyedeydi. Hayalet Diyarında bu iki tanrıya eşit şöhreti olan
kişinin ise Hua Cheng’den başkası olmadığı barizdi. Onun dışında başka kimse yoktu.
Eğer bir kişi, bir tanrı hakkında bilgi edinmek istiyorsa tek yapması gereken bir yürüyüşe çıkıp bir
tapınak bularak tanrının heykelini incelemek, nasıl giyindiğine ve nasıl büyülü silahlar taşıdığına
bakmaktı. Bununla belli bir boyuta kadar tanrıyı anlayabilirlerdi. Eğer daha da fazla anlamak
istiyorlarsa kişiden kişiye aktarılmış olan efsaneleri dinlemeleri ve destanlar hakkındaki tiyatro
oyunlarını izlemeleri gerekiyordu. Yükselmeden önce nasıl bir insan oldukları, geçmişte neler
yaptıkları… Tüm bu bilgiler, ilgilenenlerin kolayca ortaya çıkarabileceği şeylerdi. Lakin konu iblis ve
hayaletlere geldiğinde her şey tamamen değişiyordu. Öncesinde nasıl bir insan oldukları ve artık nasıl
gözüktükleri gibi bilgiler gizemlerle örtülüydü.
Hua Cheng’in isminin de görünümünün de sahte olduğu düşünülüyordu. Söylentilerde bazen huysuz
ve anlaşılmaz bir genç; bazen kibar, nazik ve yakışıklı bir adam; bazen de zehirli bir kalbe sahip olan
göz alıcı bir kadın oluyordu. Onun hakkında söylenenlerin bir sonu yoktu. Gerçek görünüşü hakkında
kesin olan tek şey ise tamamen kırmızılara büründüğü, çoğunlukla kan yağmuru ve kötü rüzgarlarda
gümüş kelebekler yakası ve kollarını takip ederken ortaya çıkıyor oluşuydu.
Doğumuna gelince ise, bir sürü hikaye vardı. Bazıları sağ gözü olmadan doğmuş olan sakat bir bebek
olduğunu, çocukluğu boyunca zorbalığa ve aşağılanmaya maruz kaldığı için de dünyadan nefret
ettiğini söylüyordu. Bazıları genç bir asker olarak eski krallığı için savaşırken öldüğünü ve ruhunun
böyle bir kadere boyun eğmediğini konuşuyordu. Sevgilisinin ölümünün acısını çeken duygusal bir
aptal olduğunu söyleyenler bile vardı, bununla birlikte bir canavar olduğunu da söylerlerdi.
En garip versiyonu ise, gerçekten de sadece bir dedikodu olduğu söyleniyordu, Hua Cheng’in aslında
bir zamanlar, yükselmiş olan bir tanrı olduğuydu. Fakat yükseldikten sonra kendi isteğiyle geri atlayıp
düşerek hayalet olmuştu. Ama bu sadece etrafta çok konuşulmayan bir efsaneydi, yani gerçek olup
olmadığı bilinmiyordu ve sadece çok az kişi buna inanıyordu.
Gerçekten doğru olsa da yanlış olması gerekliydi. Çünkü bu dünyada tanrı olmaktan vazgeçip hayalet
olmak için atlamayı tercih eden birinin olması Cennet için bir utanç kaynağıydı. Kısacası, insanlar ne
kadar çok bu konu hakkında konuşursa, her şey o kadar şaşırtıcı, kafa karıştırıcı ve daha da gizemli bir
hal alıyordu.
Tanrıların, Hua Cheng’den korkmasının da birçok nedeni vardı. Mesela huyunun iyi mi kötü mü
olduğunu kimse bilmiyordu. Bazen acımasızca öldürmeyi seviyordu, bazen de garip bir şekilde
merhametli olup çıkıyordu. Diğer bir neden ise güçlerinin çok ve ölümlü diyarda bir sürü inananı
olmasıydı.
Evet bir sürü inananı vardı, insanlar tanrılara iblis ve hayaletlerin saldırısında uzak durmak, kutsanma
ve korunma için dua ederdi. Bu yüzden tanrıların bir sürü inananı vardı.
Hua Cheng’in ise, bir hayalet olmasına rağmen çok fazla destekçisi vardı. Gücü, neredeyse tek bir
eliyle gökyüzünü kapatabilecek derecedeydi.
Hua Cheng ilk ortaya çıktığında inanılmaz uç bir şey yapmıştı.
Açık bir şekilde otuz beş tanrıyı düelloya davet etmişti. Bu davetin içeriği savaş tanrılarıyla dövüş
sanatlarında ve edebiyat tanrılarıyla münazarada karşılaşacağıydı.
Bu otuz beş tanrıdan otuz üçü bunun saçma sapan olduğunu düşünmüş ancak kışkırtmasına karşı
koyamayarak ve sinirden kudurarak teklifini kabul etmişlerdi. Güçlerini birleştirip hayalete bir ders
vermeye hazırlanmışlardı.
Onunla ilk yarışanlar savaş tanrılarıydı.
Yarışan savaş tanrıları Cennetin en güçlü tanrılarıydı, hepsinin bolca inananları vardı ve ruhani güçleri
üst düzeydeydi. Önemsiz ve acemi bir hayaletle savaşacakları için galibiyete kesin gözüyle
bakıyorlardı. Ancak kim tek bir savaşta tamamen silinip yok olacaklarını tahmin edebilirdi ki? İlahi
silahları bile Hua Cheng’in ilginç bir şekilde kıvrılmış olan kılıcı tarafından tamamen toza çevrilmişti.
Ancak savaştan sonra Hua Cheng’ın Tong Lu Dağı’ndan geldiğini fark etmişlerdi.
Tong Lu Dağı bir volkandı ancak bu önemsiz bir detaydı. Önemli olan nokta orada Gu Şehri adından
bir kent olmasıydı. Gu Şehri nasıl bir yerdi? Herkesin Gu yetiştirdiği bir yer değildi, şehrin kendisi Gu
zehriyle doluydu.
*ÇN: Gu bir tür zehir.

Her yüzyılda bir on bin tane hayalet toplanıp tek bir tanesi kalana kadar birbirlerini öldürürlerdi. Bu
Gu’yu tamamlardı. Gerçi çoğunlukla tek bir hayalet bile sağ çıkamazdı ancak eğer bir tanesi kurtulursa
o zaman o kurtulan kişi şeytanın vücut bulmuş hali olurdu. Geçen birkaç yüzyılda Gu Şehri’nde savaşın
sonunda sağ çıkan yalnızca iki hayalet olmuştu. İkisinden de beklendiği gibi Hayalet Krallarına
dönüşmüş ve ölümlü diyarda herkes tarafından tanınır hale gelmişlerdi.
O iki iblisten biri Hua Cheng’dı.
Savaş tanrıları tamamen yenilmişti, o zaman artık edebiyat tanrılarının sırasıydı.
Eğer onu dövüşte yenememişlerse o zaman en azından münazarada yenmeleri gerekiyordu, değil mi?
Onlar için çok üzücüydü ancak bu mücadeleyi de kazanamamışlardı. Hua Cheng cennetin ve dünyanın
bir yanından girip öbür ucundan çıkmış, geçmiş hakkında yorumlar yapmış ve güncel konular
hakkında tartışabilmişti. Bazen onları eğitmiş; bazen hain, bazen inatçı, bazen kurnaz, bazen sofistçe
davranmış ve bazen de tuzaklar kurmuştu. Gerçekten de göz açtırmayan, zekice ve anlamlı bir
münazara olmuştu. Kanıtlardan destek almış, insanları yalanlarla yanıltmış ve istediği gibi saldırmıştı.
Bazı edebiyat tanrılarına geçmişten bugüne kadar olanlar hakkında gökten yerlere kadar ders
vermişti. Sinirden gök kubbenin bulutlarına kan kusacak kadar sinirlenmişlerdi.
Hua Cheng tek bir savaşla ünlü olmuştu.
Ancak onu korkutucu yapan şey bu savaş değildi. Esas nedeni, ezici kabiliyetten sonra otuz üç
tanrıdan sözlerini tutmalarını istemesiydi.
Düellodan önce iki tarafta anlaşma yapmıştı: Hua Cheng kaybederse küllerini onlara verecekti.
Tanrılar kaybederse kendi iradeleriyle Cennetten atlayarak normal bir insan yaşamı sürmeye
başlayacaklardı. Eğer Hua Cheng o kadar kendini beğenmiş davranmasaydı, o kadar büyük bir bahis
koymasaydı ve otuz üç tanrının yenilme ihtimallerini o kadar göz ardı etmeselerdi, düello ve
münazarayı asla kabul etmezlerdi.
Lakin sözünü yerine getiren tek bir tanrı bile yoktu. Sözünden geri dönmek küçük düşürücü olsa bile
düşününce otuz üç tane kaybeden vardı. Eğer sadece bir tanesi kaybetseydi, doğal olarak bu çok
utanç verici olurdu ancak hepsi beraber kaybettiklerinde hiç de utanç verici bir hale dönüşmüyordu.
Birbirleriyle bunun hakkında dalga bile geçebilirlerdi. Hal böyle olunca da açıkça söylenmemiş bir
anlaşmaya vardılar: herkes bunlar hiç yaşanmamış gibi davranacaktı. İnsanlar unutkandı, elli yıl
sonrasında belki kimse hatırlamazdı.
Bunu çok iyi hesaplamışlardı lakin hesaplarına katmadıkları şey Hua Cheng’in baş etmesi güç birisi
olduğuydu.
Sözlerini tutmayacaklar mıydı? Tamam, o zaman onlara yardım edecekti.
Böylece o otuz üç tanrının insan diyarındaki tüm tapınaklarını yakmıştı.
Bu şu anda ölümsüz tanrıların soluk bir yüzle konuştukları bir kabustu – Kırmızlar içindeki bir hayalet
ordu ve tapınakları ateşe veriyordu.
Tapınak ve inananlar bir tanrının en büyük ruhani güç kaynağıydı. Tapınakları olmayınca inanları
nerede tanrılarına dua edecekti? Ve tütsüleri nereden gelecekti? Böylesi büyük bir darbenin ardından
tapınakları tekrar inşa edebilecek kadar iyileşmeleri için en az birkaç yüzyıla ihtiyaçları vardı ve o
zaman bile şu anki güçlerine kavuşamayabilirlerdi. Tanrılar için bu tam bir faciaydı, hatta bir cennet
musibetinden bile daha korkutucuydu.
Bu otuz üç tanrıdan en güçlülerinin birkaç bin tapınağı vardı, en zayıflarının da birkaç yüz. Eğer hepsi
toplanırsa on binden daha fazla tapınak ederdi. Fakat Hua Cheng gerçekten de hepsini tek bir gecede
yakmıştı. Kimse nasıl yaptığını bilmiyordu ama başarmıştı.
Delilikti bu.
Tanrılar gözyaşları içinde Jun Wu’dan yardım istemişlerdi ancak onun da elinden de bir şey gelmezdi,
yapabileceği hiçbir şey yoktu. Hua Cheng’in davetini tanrılar kendileri kabul edip o sözleri kendileri
vermişlerdi. Hua Cheng de aynı zamanda oldukça kurnazdı, tapınakları mahvetmiş olmasına rağmen
kimseye zarar vermemişti. Yani bu onun bir kuyu kazıp tanrıların zıplamayıp zıplamayacaklarını
sorması gibiydi. Ardından tanrılar atlamadan önce kuyuyu kendileri daha da derinleştirmeyi
seçmişlerdi. Eh, iş bu hale geldikten sonra o ne yapılabilirdi ki? Normalde o otuz üç tanrı, küçük ve
kendini beğenmiş bir hayaleti tüm dünyanın gözü önünde yenmek istemişti. Bu yüzden dövüş ve
münazara yarışmalarını ölümlü diyardaki birçok soylu ve efendinin rüyalarında düzenlemişlerdi.
Amaçları kendi inananlarının gözleri önünde ilahi güçlerini göstermekti. Kim soylulara ve efendilere
tam bir bozgun göstereceklerini tahmin edebilirdi ki? O rüyanın ardından birçok efendi tanrılara dua
etmeyi bırakıp hayaletlere inanmaya başlamıştı. Bu otuz üç tanrı inananlarını ve tapınaklarını
kaybetmiş, yavaş yavaş arkalarında tek bir iz bile bırakmadan yok olmuşlardı. Açılan sayısızca boşluk
ancak yeni bir jenerasyon tanrı grubu yükseldiğinde dolmuştu.
Bu olaydan sonra ölümlü diyarda ne zaman ‘Hua Cheng’ ismi geçse birçok tanrı korkudan titremeye
başlardı. Sadece kırmızı elbiseler ve gümüş kelebekleri duymak bile tüylerinin diken diken olmasına
yeterdi. Bazıları onun siniri bozup onu mutsuz edeceğinden korkardı çünkü o zaman onlara meydan
okuyup tapınaklarını yakabilirdi. Bazıları elinde onlara karşı bir koz bulunuyor olmasından korkar, bu
yüzden de asla onunla karşılaşmak istemezlerdi. Bazıları ise Hua Cheng’in tek bir eliyle ölümlü diyarın
gökyüzünü kaplayabilecek kadar gücünün olmasından korkarlardı, bu yüzden bazen, bir cennet
mensubunun o bölgede bir işi olduğunda ona gidip izin istemekten başka şansı kalmazdı. Bu şekilde
geçen belli bir sürenin ardından, cennet mensuplarının bir kısmı da tuhaf bir şekilde onun inanı
olmuşlardı.
Yani Cennetin bu kişiye karşı aynı anda hem nefret, hem korku ve hem de saygı duyuyordu.
Ve o otuz beş tanrı arasında meydan okumayı kabul etmeyen iki savaş tanrısı Xuan Zhen’in Generali
Mu Qing ve Nan Yang’in Generali Feng Xin’di.
Meydan okumasını kabul etmemelerinin nedeni Hua Cheng’den korktuklarından değildi. Sadece onu
umursamamış ve zamanlarını boşa harcamanın gereksiz olduğunu düşünmüşlerdi. Bu yüzden de
savaşmayı kabul etmemişlerdi. Kim bunun yadsınamaz bir şekilde akıllıca ve şanslı bir tercih olacağını
tahmin edebilirdi ki?
Lakin sırf savaşmayı kabul etmemeleri Hua Cheng’in onları unutacağı anlamına gelmiyordu. Hayalet
Festivalinde denetleme yaptıkları zamanlarda birçok kez Hua Cheng’le karşılaşmış ve birçok kez
savaşmışlardı. Bu yüzden o gümüş kelebeklerin ümitsiz yıkımı nedeniyle Feng Xin ve Mu Qing’in
kalplerinde bir gölge vardı.
Tüm bunları dinlemesine rağmen Xie Lian’ın aklına hala o parlak, şeffaf gümüş kelebeklerin sevimli ve
neşeli bir şekilde onun etrafında nasıl uçuştukları geliyordu. Üzerinde ne kadar düşünürse düşünsün
gördüğü şeylerle söylentiler arasında bağlantı kuramadığı için de kendini düşünmekten alamadı, O
minik gümüş kelebekler o kadar korkutucu mu? O kadar kötü değiller ki… Oldukça şirinler.

Çevirmen: Kae
Not: Xie Lian, asıl şirin olan sensin!!! D’:
Bölüm 13: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Tabi ki bunu asla sesli olarak dile getirmeyecekti. Nan Feng ve Fu Yao’nun ifadesinin gümüş
kelebeklerden bahsettiği anda değişmesine şaşmamalıydı. Onların da hizmet ettikleri iki General’le
birlikte gümüş kelebeklerin efendisinin elinden çok çektikleri tahmin edilebilirdi.
Bir tanrı sordu. “Ekselansları Veliaht Prens, Hua Cheng ile karşılaştınız. O, o, o…. Size ne yaptı?”
Sen tonuna bakılırsa aslında sormak istediği şey ‘kolunuzu mu yoksa bacağınızı mı kopardı’ olabilirdi.
Xie Lian cevapladı. “Hiçbir şey yapmadı, sadece…”
Bunları söyledikten sonra nasılsa olanları ifade edecek söz bulamıyordu. Xie Lian kafa yormaya
başladı. Sadece ne? Gidip de, ‘Sadece arabamı soydu ve sonra elimi tuttu ve yol boyunca benimle
yürüdü.’ Diyemezdi ya?
Bir süre sessiz kaldıktan sonra tek diyebildiğini söyledi. “Sadece hayalet Xuan Ji’nin Yu Jun Dağına
kurduğu tuhaf rünü yok etti ve sonra beni içeriye götürdü.”
Tanrıların pek çoğu onun sözlerini düşünüyordu kimisi kendi kendine mırıldanırken bazıları sessiz
kalmıştı. Ancak bir süre sonra bir başkası sordu. “Herkes ne düşünüyor?”
Sadece seslerini duymak bile Xie Lian’ın tüm tanrıların durmaksızın başlarını ve ellerini iki yana
salladıklarını hayal edebilmesi için yeterliydi.
“Hiçbir fikrim yok, bu konuda tamamıyla fikrim yok!”
“Amacı neydi bilmiyorum, muhtemelen korkunç bir şeydi.”
“Her zamanki gibi Hua Cheng’in yapmak istediklerinden kimse bir anlam çıkartamıyor…”
Her ne kadar daha biraz önce Xie Lian’a, Hua Cheng’in vücut bulmuş bir şeytan olarak itibarının özeti
geçilmiş olsa da Xie Lian onu hiçbir şekilde korkutucu birisi olarak düşünemiyordu. Eğer bir şey
söylemesi gerekse, Hua Cheng’in ona yardım ettiğini düşündüğünü söylerdi. Kısacası yükseldikten ve
Cennete geri döndükten sonraki ilk şükran duası bu şekilde kabul olmuştu.
Çoktan Yu Jun Dağı olayından gelecek tüm meritlerin Xie Lian’ın sayılacağı konusunda anlaşmışlardı.
Her ne kadar o yetkili, kızı öldüğü için bir süre geçtikten sonra sözünü hatırlamış olsa da, üzgün haliyle
sözüne sadık kalmıştı. Buna rağmen çok daha az ödemişti. Ancak oradan buradan topladıktan ve biraz
serbest kaldıktan sonra sekiz milyon, sekiz yüz sekiz bin merit az çok ödenmiş sayılıyordu.
Borç gidince Xie Lian’ın bedeni hafif ve özgür hissetmeye başlamıştı, kalbi temiz ve engin bir
gökyüzüydü. Sevinçli, endişelerden tamamen uzak ve çok mutluydu. Xie Lian iyi bir tanrı olmaya karar
verdi ve diğer tanrıların en az yarısıyla arkadaş olsa çok daha iyi olurdu.
Her ne kadar çoğu zaman Cennet’in ruhani iletişim rünü sakin olsa da, meşgul zamanlarda bağırışlar
hiç durmadan günler boyunca devam edebilirdi. Ayrıca tanrılar, keyifleri yerindeyken ve ilginç bir şey
gördüklerinde de buradan paylaşırlardı. O an geldiğinde kısa bir süre de olsa sessiz gülüşmeler
duyulurdu.
Xie Lian her ne kadar konuşan sesleri tanımasa da, bir süre sessizce onları dinledi. Ancak sonsuza dek
sessiz kalamazdı. Bu yüzden de belli aralıklarla sıcak bir tonla: ‘Çok ilginç’, ‘Çok güzel bir kısa şiire denk
geldim, sizinle paylaşayım’, ‘Bel ve bacak ağrısıyla baş etmek için küçük bir taktik biliyorum, sizlerle
paylaşayım’ gibi sözler söylüyordu.
Ancak ne yazık ki, bu dikkatle seçilmiş bedene ve zihne iyi gelen şeyleri her söylediğin tüm ruhani
iletişim rünü sessizliğe bürünüyordu. Bir süre sonra Ling Wen daha fazla dayanamayarak onunla özel
bir şekilde konuştu. “Ekselansları, ee, ruhani iletişim rününde paylaştığın bilgiler son derece faydalı
ancak korkarım ki senden birkaç yüz yaş daha büyük olanlar bile böyle şeylerden bahsetmez.”
Xie Lian’ın morali bozulmaya başlamıştı. Aslında en yaşlı olan tabi ki o değildi. Ama diğer tanrılarla
sohbet ederken gençlere ayak uyduramayan yaşlı bir adam gibi mi davranıyordu?
Muhtemelen Cennetten çok uzun bir süre ayrı kalmıştı. Ayrıca hiçbir zaman dış dünyada yaşananları
önemsemediğinden de bu konularda cahil ve eksikti.
Durumu düzeltmek için elinden gelen bir şey olmadığı için de yapabileceği tek şey unutmaktı. Xie Lian
konuyu boş verdi ve sonuç alarak üzerindeki kasvette ortadan kalktı.
Ancak hala bir sorunu vardı: bunca zaman geçmesine rağmen hala ölümlü diyarından hiç kimse onun
için bir tapınak inşa etmemişti. Hayır, belki de tapınakları vardı, ancak Cennet araştırırken hiçbirine
rastlamamıştı ve bu yüzden kayıt altında değillerdi.
Yerel bir toprak tanrısının bile bir tür mabedi varken oldukça resmi bir şekilde Tanrılık mertebesine,
üstelik üç kez, yükselen Xie Lian’ın tek bir tapınağı ve ona tütsüler adayan tek bir inananı yoktu. Bu
bütünüyle tuhaf bir durumdu.
Hoş, olayı bu şekilde gören sadece diğer Tanrılardı. Xie Lian’ın kendisi ise hala işlerin yolunda olduğu
kanaatindeydi. Ancak bir gün aniden ilhamla dolmuştu ve hevese kapılmıştı. “Eğer kimse bana adakta
bulunmazsa, ben kendime adakta bulunabilirim değil mi?”
Diğer Tanrılar ona ne cevap vereceklerini bilmiyorlardı.
Tanrının kendisine adakta bulunduğu nerede duyulmuştu?!
Bir tanrı olarak bu derece acınası bir haldeyken, geriye ne kalırdı?!
Xie Lian ise çoktan o konuştuktan sonra gelen tuhaf sessizliklere alışmıştı. Ona göre kendisini
eğlendiren ve güldüren her şey ilgi çekici sayılabilirdi. Bu yüzden de kararını verdikten sonra bir kez
daha ölümlü diyarına atladı.
Bu kez yere ulaştığında Puji Köyü isimli küçük bir dağ köyündeydi.
*ÇN: Puji: Su kestanesi

He ne kadar sözde bir dağ köyü olsa da, aslında sadece topraktan küçük bir bayır vardı. Xie Lian
bölgenin yeşil tepeleri, temiz suları ve ufuk çizgisine uzanan çeltik tarlalarının zarif manzarasını izledi.
İçinden, Bu kez sahiden çok güzel bir yere geldim, diye geçiriyordu.
Xie Lian etrafına baktı ve küçük bir tepenin üzerindeki eğri, yıkılmış bir kulübe gördü. İnsanlara
sorduğunda bütün köylülerin cevabı aynıydı: “O yıkık kulübe terk edildi, sahibi yok. Arada sırada
yoldan geçmekte olanlar uyumak için kullanır sadece. Eğer istiyorsan orada yaşayabilirsin.”
Xie Lian’ın istediği de tam olarak bu değil miydi? Hemen yola koyuldu.
Yaklaştıkça kulübenin sadece uzaktan harap görünmediğini, aslında çok daha viran bir halde olduğunu
fark etti. Köşelerindeki dört kolonundan ikisi çoktan çürümüş ve ufalanıyordu. Rüzgar estiği anda tüm
kulübeden gıcırtı sesleri yükseliyor, insanın bu kez yıkılıp yıkılmayacağını sorgulamasına neden
oluyordu.
Ancak bu ‘hırpalanmışlık’ derecesi Xie Lian’ın kabul sınırları dahilindeydi. Kulübeye girip bakındıktan
sonra etrafı temizlemeye başladı.
Onu gören köylülerin hepsi çok şaşkındı. Birisi sahiden orada yaşayacak mıydı? Bu yüzden hepsi
toplanarak onun koşuşturmasını keyifle izlemeye başladı.
Beklenenin aksine köylülerin hepsi oldukça hevesliydi. Ona sadece süpürge hediye etmekle
kalmadılar, temizlikten sonraki pis halini görünce bir de ona yeni toplanmış su kestaneleri hediye
ettiler. Su kestanelerin kabukları çoktan soyulmuştu, bu yüzden de beyaz ve yumuşak, tatlı ve
suluydular.
Xie Lian kulübenin önüne çömelip su kestanelerinin tadı çıkarttı. Neşeyle ellerini birleştirdi, o anda
kalbinden buraya Puji Manastırı demek geldi.
Puji Manastırında küçük bir masa vardı. Birkaç kez sildikten sonra sunak masası olarak kullanılabilirdi.
Xie Lian koşuşturmaya devam ederken onu izlemek için toplanmış olan köylüler bu genç adamın bir
Taocu manastır kurmak istediğini fark ettiler.
Bunu daha da sıradışı ve tuhaf bulmuşlardı, bu yüzden biri ardından diğeri gelerek sormaya başladılar.
“Bu tapınağı kime adıyorsun?”
Xie Lian cevap vermeden önce hafifçe öksürdü. “Ah, bu manastır Xian Le Veliaht Prensi için.”
Herkes şaşkındı. “O kim?”
Xie Lian. “Ben… Ben de bilmiyorum. Sanırım bir Veliaht Prens.”
“Aa, ne yapıyor peki?”
“Muhtemelen barışı koruyan birisi.” Ve bir yandan da çer çöp toplayan.
Hevesle sormaya devam etti. “O zaman bu Ekselansları Veliaht Prens zenginlik ve refahta sunuyor
mu?”
Xie Lian içinden borçlu olmamanın yeterince iyi bir şey olduğunu geçirdi. Ardından sıcak bir sesle. “Ne
yazık ki bu mümkün görünmüyor.”
İnsanlar birer birer ona öneride bulunmaya başladılar. “Su Ustasına ada onun yerine, o zenginliği de
getirir! Buradaki tütsüler kesinlikle refahla yanar.”
“Ling Wen ZhenJun’a da adayabilirsin! Kim bilir, belki de köyümüzden birisi İmparatorluk
seçmelerinde en yüksek puanı alır!”
Bir kadın utangaç ve çekingen bir halde konuştu. “Şey… …onu… …düşündün mü……”
Xie Lian gülümsemesini korudu. “Onu?”
“General Ju Yang.”
*ÇN: Muazzam Erkeklik olarak söylüyor.

“…”
Eğer buraya sahiden bir Muazzam Erkeklik tapınağı açarsa, Feng Xin’in Cennetten onu çarpmak için
saniyesinde bir ok atmasından korkuyordu!
Puji Manastırını az çok temizledikten sonra, hala tütsüler ve diğer pek çok şey eksikti. Ancak Xie Lian
en önemli şeyi tamamen unutmuştu – İlahi heykel. Bambu şapkasını aldı ve kapıdan dışarı çıktı, ah
sahi, kapı da yoktu. Xie Lian bir süre düşündükten sonra bu kulübenin kesinlikle yeniden inşa
edilmesinin gerektiğine karar verdi. Bu yüzden bir tabela yazdı ve kapının önüne koydu. Üzerinde: “Bu
manastır viran haldedir. Yenileyebilmek için cömert insanların bağış yapacaklarını içtenlikle umarız.
Merit ve erdem topluyoruz.” yazıyordu.
Kulübeden ayrılıp dört kilometre kadar yürüdükten sonra bir kasabaya geldi. Kasabada ne işi vardı?
İşleri halledebilmek ve yiyecek bir şeyler bulmak istiyordu elbette. Bu yüzden, bir kez daha eski
mesleğine geri dönmüştü.
Efsanelerde ve folklorda ölümsüzlerin yemek yemesine gerek olmadığı söylenirdi. Gerçekte ise ifade
etmesi zordu. Her ne kadar gerçekten güçlü olan kişiler gerekli olan ruhani gücü güneş ışığından veya
yağmurdan ve çiyden elde edebilseler de, bir problem vardı – evet bu yapılabilirdi, ama sahiden
gerekli değilse neden yapacaklardı ki? Neden böyle bir şey yapmak isteyeceklerdi?
Ama bazı Tanrılar beş zang organının temiz ve saf olmasını ister bu yüzden de Budizm öğretilerine
çalışırlardı. Bu kişiler sahiden de ölümlülerin yağlı etlerine ve balıklarına tahammül edemezdi. Eğer bu
yiyeceklerle kirlenirlerse bir ölümlünün çiğ, pişmemiş zehirli böcekler veya çamur yemesi gibi
kusmaya başlar ve ishal olurlardı. Hal böyle olunca da yemek yerlerdi ancak sadece temiz ve saf
yerlerde yetişmiş, uzun bir yaşam sağlayacak yiyecekleri tercih ederlerdi. Bunlar da ruhani gücün
etkinliğini artıran ölümsüz meyveler ve ruhani hayvanlardı.
*ÇN: Beş Zang organı: Kalp, Karaciğer, Dalak, Akciğerler ve Böbrekler-Mesane [Yin]
Altı Fu organı: İnce Bağırsak, Safrakesesi, Mide, Kalın Bağırsak, Perikard (kalbi saran kese) ve damarları [Yang]

Ancak Xie Lian’ın böyle bir sorunu yoktu. Üzerindeki lanetli kelepçeler nedeniyle ölümlerden hiçbir
farkı yoktu bu yüzden de her şeyi yiyebilirdi. Ve yüzlerce savaşın deneyimli emektarı olduğu için de ne
yerse yesin ölmezdi. İster bir aydır duran bir buğulanmış çörek olsun, ister çoktan üzerinde yeşil
yosunlar çıkmış börekler… Bunları yedikten sonra bile rahatsız hissetmezdi. Cennet küçümsese de,
böyle bir bünyesi olduğu için hurda topladığı dönemlerde rahat edebiliyordu. Bir manastır açmak
para kaybettirirdi, hurda toplamak ise para kazanmak demekti. Bu yüzden hurda toplamak
yükselmekten sahiden daha iyiydi.
Bir ölümsüz edası olduğundan ve Çin yeşimi kadar zarif göründüğünden hurda toplarken çok büyük
bir avantaja sahipti. Koca bir çantayı doldurması hiçte uzun sürmüyordu.
Geri dönüş yolunda, üzerinde tepelemesine yığılmış çeltik samanlarının bulunduğu bir el arabasını
çeken yaşlı bir öküz gördü. Xie Lian bu arabayı daha önce Puji Köyünde gördüğünü hatırlar gibiydi, bu
yüzden aynı yöne gidiyor olmalıydılar. Onu da götürüp götürmeyeceğini sorduğunda arabanın sahibi
çenesini yukarı kaldırarak ona tırmanmasını işaret etti.
Böylece Xie Lian, koca bir çanta dolusu hurdasıyla arabaya bindi. Ancak yukarı tırmandıktan sonra
yüksek saman tepelerinin ardında birinin yatmakta olduğunu gördü.
Vücudunun üst yarısı saman yığınlarıyla gizlenmişti. Sol bacağı dizinden kıvrılmış, sağ bacağına destek
oluyordu ve dinlenmek için yastık olarakta kollarını kullanıyordu. Oldukça sakin ve halinden memnun
görünüyordu. Bu memnun görüntü ise Xie Lian’ın imrendiği bir şeydi. Bir çift siyah çizme, uzun ve
düzgün alt bacaklarına sıkı ve uygun bir şekilde sarılmış, göze oldukça hoş görünüyorlardı.
Xie Lian, Yu Jun Dağı’ndaki gecede duvağının arasından gördüklerini hatırlayınca o çizmelere birkaç
kez daha bakmaktan kendini alamadı. Botlardan sarkan kim bilir hangi hayvanın kürkünden yapılmış
gümüş zincirler olmadığına kanaat getirince, kendi kendine düşündü, Bu kişi eğlenmek için kaçmış bir
Genç Efendi’dir muhtemelen değil mi?
Araba yol boyunca tembel bir halde sallanmaya devam etti. Sırtında bambu şapkasını taşımakta olan
Xie Lian bir parşömen çıkarttı ve okumaya hazırlandı. Geçmişte dış dünyada konuşulan haberlerle hiç
ilgilenmezdi. Ancak sebep olduğu pek çok tuhaf durumun ardından biraz araştırma yapmasının daha
iyi olacağına karar vermişti.
Kağnı arabası uzunca bir süre daha sallandıktan sonra bir ormandan geçti. Xie Lian başını kaldırarak
etrafına baktı; göz alabildiğine yeşil alanlar ve alevi andıran muhteşem akçaağaçlar, bakir doğanın
içinde, dağların arasındaki boşluklardan görünerek göz alıcı bir manzara yaratıyordu. Böyle bir
manzara sarhoş ediciydi, insanın kalbine taze bir hava girmesine neden oluyordu. Xie Lian bir süre
öylece izlemekten kendini alamadı.
Gençken bir dağa kurulmuş olan Huang Ji Tapınağında çalışıyordu. Oradaki dağlar ve ovalar akçaağaç
ormanlarıyla kaplıydı, altın kadar parlak, ateş kadar yoğun görünürlerdi. Bu durum ve manzaranın Xie
Lian’a geçmişi anımsatmaması çok zordu. Bir süre uzaklara daldı, ardından başını indirerek parşömeni
okumaya başladı.
Parşömeni açtıktan sonra gözleri ilk bakışta bir dizi kelimeye takıldı:
‘Xian Le’nin üç kez yükselen Veliaht Prensi. Bir savaş tanrısı, yıkımı simgeleyen şeytan, bir hurda
tanrısı.’
“….”
Xie Lian. “Pekala, dikkatle düşünülürse bir savaş tanrısı ve bir hurda tanrısı arasında aslında çokta bir
fark yoktur. Tüm tanrılar eşittir, tüm canlılar eşittir.”
Bu sırada arkasından hafif bir kahkaha işitti. “Öyle mi?”
Genç adam tembel bir sesle devam etti. “İnsanlar sürekli tüm tanrılar eşittir, tüm canlılar eşittir der.
Ama eğer gerçekten öyle olsaydı, onca farklı ölümsüz ve tanrı var olmazdı.”
Ses arabadaki saman yığınının arkasından geliyordu. Xie Lian bakmak için arkasını döndü ve genç
adamın hala gevşek bir halde yatmakta olduğunu gördü. Kalkmak istermiş gibi bir hali yoktu,
muhtemelen çok fazla düşünmeden bu cümleyi söylemişti. Xie Lian da haliyle gülümseyerek
cevapladı. “Senin söylediğin de oldukça mantıklı.”
Tekrar döndü ve parşömene bakmaya devam etti:
‘Pek çok kişi yıkımı simgeleyen bir şeytan olan Xian Le’nin Veliaht Prensinin kendi el yazısı ve
portrelerinin insanları lanetleyebildiğine inanır. Eğer bu eşyalar kişinin sırtına veya hanesinin ana giriş
kapısına yapıştırılırsa, söz konusu kişiye veya aileye şanssızlık getirir.’
“……”
Bu tabiri okuyunca insan bir tanrıdan mı yoksa bir hayaletten mi bahsedildiğini anlayamıyordu.
Xie Lian başını iki yana salladı ve kendisiyle ilgili olan yorumları okumaya daha fazla güç bulamadı. İlk
olarak şu anda cennette mevcut olan tanrılar hakkındaki yazıları okumaya karar verdi. Böylece de
terbiyesizlik sayılan, kimin kim olduğu konusundaki kafa karışıklığını ortadan kaldırabilirdi. Köylülerin
Su Ustasından bahsettiği aklına geldi ve böylece parşömeni karıştırarak Su Ustası hakkındaki kısmı
aradı:
‘Su Ustası Wu Du. Su gibi zenginliği de kullanır. Dolayısıyla pek çok tüccarın dükkanında ve evinde,
zenginliklerini ve servetlerini koruyabilmek için Su Ustasının heykelleri bulunur.’
Xie Lian şaşırıp kalmıştı. “Zaten bir su tanrısı, neden aynı zamanda zenginlik ve servetin gücünü de
kullanıyor?”
Samanların arkasında yatmakta olan genç tekrar konuştu. “Malları taşırken ilk olarak su yoluyla
yollamak gerekir. Bu yüzden ne zaman yola çıkmaya karar verilse, Su Ustasının tapınağına gidilir ve
büyük bir tütsülü mum yakılır. İyi bir yolculuk dilerler ve geri döndüklerinde de adakta
bulunacaklarına söz verirler. Uzun zamandır da bu şekilde süregeldiği için Su Ustası aynı zamanda
zenginlik ve servet üzerinde de güç kazanmaya başladı.”
Genç adam özellikle onun kafa karışıklığını ortadan kaldırmak için konuşuyordu. Xie Lian ona döndü.
“Öyle mi? İlginç. Muhtemelen bu Su Ustası korkunç güçlü, büyük bir tanrı.”
Genç adam dudak büktü. “Evet, Göklere Zulmeden Su.”
Ses tonu bu Tanrı’yla pek ilgilenmediğini söylüyordu, aynı zamanda da iyi bir şey söylememiş gibi
görünmesine neden oluyordu. Xie Lian sordu. “‘Göklere Zulmeden Su’ nedir?”
Genç adam sakin bir şekilde konuştu. “Bir tekne büyük bir nehirde ilerlerken, geçip geçemeyeceği
onun tek lafına bağlıdır. Eğer kişi ona adakta bulunmazsa teknesi alabora olur, oldukça zalimdir. Bu
yüzden de ‘Göklere Zulmeden Su’ lakabı takılmıştır. ‘Muazzam Erkeklik’ Generali ve ‘Yer Silen’
Generalle aşağı yukarı aynı mantık.”
Bilinen unvanları olan meşhur tanrıların, çoğu zaman ölümlü diyarda ve cennette başka lakapları da
olurdu. Xie Lian’ın Üç Diyarın Maskarası, Ünlü Tuhaf Adam, Kötü Şansın Taşıyıcısı, Sokak Köpeği ve
daha diğer pek çok lakabı olmasıyla aynı şeydi. Normalde bir tanrıdan lakabıyla bahsetmek büyük bir
saygısızlık sayılırdı. Örneğin Mu Qing’in yüzüne ‘Yer Silen General’ denirse, inanılmaz sinirlenirdi. Xie
Lian yeni öğrendiği lakabı kullanmaması gerektiğini kafasına not ettikten sonra konuştu. “Dostum, çok
gençsin ama görünüşe göre pek çok şey biliyorsun.”
Genç Adam. “Hiçte değil. Sadece aylağım. Boş vaktim oldukça bir şeylere bakarım hepsi bu.”
Ölümlü diyarda her yerde mitolojiyle ilgili oldukça fazla sayıda yazı bulunabilirdi, hepsi de tanrılar ve
hayaletlerin hikayelerinden bahsederdi. Bu hikayeler çokça nezaket ve karşıtlıklarla ilgiliyken küçük
bir kısmı da işe yaramaz şeylerden bahsederdi. Hikayelerin bazıları sahte, bazıları gerçekti. Bu yüzden
bu gencin bu kadar bilgili olması çok tuhaf sayılmazdı. Xie Lian parşömenini indirdi. “Tanrılar hakkında
pek çok şey biliyorsun. Peki hayaletler hakkında bilgili misin?”
Genç adam sordu. “Hangi hayalet?”
Xie Lian. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, Hua Cheng.”
Onun sözlerini duyunca genç adam iki kez hafifçe kıkırdadıktan sonra doğruldu. Yüzünü döndüğünde
Xie Lian’ın bakışları aniden aydınlandı.
On altı, on yedi yaşlarında olduğunu gördü. Kıyafetinin kırmızı rengi akçaağaçları bastırıyordu ve teni
kar kadar beyazdı. Ona göz ucuyla bakarken gözleri yıldızlar gibi parlıyor ve bir gülümseme taşıyordu.
Bu genç adam olağanüstü yakışıklıydı ancak ifadesi tarifsiz bir haşarılığın ipucunu veriyordu. Siyah
saçları gevşekçe toplanmış, hafifçe eğri duruyordu. Fazlasıyla gündelikti, canı ne isterse onu yapan
birisi gibiydi.
İkisi o esnada kıpkırmızı ve muhteşem renkli akçaağaç ormanından geçiyorlardı. Akçaağaç yaprakları
birer birer dökülürken dans ediyorlardı ve bir tanesi de genç adamın omzuna kondu. Genç adam
hafifçe üfleyerek yaprağı uzaklaştırdı, ardından başını kaldırarak ona baktı. Gülümsemeye pek
benzemeyen bir gülümsemeyle sordu. “Ne bilmek istersin? Sormaktan çekinme.”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 14: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Yüzünde eğlendiğini belli eden bir ifade vardı, yine de duruşu anlaşılmazdı, her şeyi bilen biri gibiydi.
Bir gencin sesine sahip olsa da tonu yaşındaki diğer erkeklere göre daha kalındı, kulağa son derece
hoş geliyordu. Xie Lian kağnı arabasında dik oturdu, ciddi bir şekilde konsantre olmuştu. Konuşmadan
önce bir süre düşündü. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, görülmeye değer bir sahne olsa gerek. Dostum,
bu ifade nereden geliyor biliyor musun?”
Saygı göstermek için Xie Lian ‘dostum’ kelimesinin önüne ‘genç’ eklememenin daha iyi olacağına
karar vermişti. O genç sıradan bir şekilde oturuyor, kolu bükmüş olduğu dizine dayanıyordu. Kol
yenlerini düzelttikten sonra ilgisiz bir şekilde konuştu. “O kadar etkileyici bir hikayesi yok. Öyle
çağrılmasının nedeni sadece Hua Cheng başka bir hayaletin yuvasının kökünü tamamen kuruttuğunda
dağın her tarafına kan yapmaya başlaması. Ayrılırken yolun kenarında kan yağmurundan ezilmiş olan
zavallı bir çiçek görmüş ve şemsiyesini açıp bir süre onun ıslanmasını önlemiş.”
Xie Lian sahneyi hayal ettiğinde kan yağmuru ve rüzgarın ortasında durmakta olan bir zarafet ve derin
bir hassasiyet hissetmişti sadece. Aklına tekrar kırmızılara bürünmüş hayaletin otuz üç tanrının
tapınaklarını ateşe verdiği efsanesi geldi ve konuşmadan önce güldü. “Hua Cheng gittiği her yerde sık
sık kavga çıkartır mı?”
Genç cevapladı. “Sık sık denemez, sanırım ruh haline bağlı.”
Xie Lian sordu. “Ölmeden önce nasıl biriydi?”
Genç adam cevapladı. “İyi biri olmadığı kesin.”
Xie Lian devam etti. “Nasıl görünüyor?”
Bu soruyu sorduğu anda genç gözlerini kaldırıp ona dikkatle baktı. Başını önce bir yana, sonra diğerine
yatırdıktan sonra kalkıp Xie Lian’a doğru yürüdü ve onun yanına oturdu. Genç sorusunu başka bir
soruyla yanıtlamıştı. “Sence? Sence nasıl görünmeli?”
Xie Lian ona bu kadar yakından bakarken gencin ona gitgide daha da yaklaştığını seziyordu. Ayrıca
hafif bir saldırıya uğramış gibi hissettirecek kadar yakışıklıydı, kınından çıkmış keskin bir kılıç gibiydi. O
kadar sersemletici görünüyordu ki insan ona doğrudan bakamazdı, gözlerine bakmaya cesaret
edemezdi.
Bakışları daha yeni buluşmuştu ama Xie Lian daha fazla dayanamayacaktı. Kafasını hafifçe diğer tarafa
çevirdi. “Bu kadar tanınmış bir İblis Lord’u olduğuna göre çok fazla şekil değiştiriyor olduğu farz
edilebilir. Birçok görünüşü olmalı.”
Kafasını nasıl çevirdiğini görünce genç bir kaşını kaldırdı. “Bu doğru. Ama bazen yine de gerçek
görünüşünü kullanıyor. Kendi orijinal halinden bahsediyorum.”
Xie Lian çok emin değildi fakat ikisi arasındaki mesafenin tekrar arttığını hissetmişti. Bu sayede bir
kere daha başını ona çevirdi. “O zaman orijinal halinin kesinlikle senin gibi bir genç olacağını
düşünüyorum.”
Bunu duyunca gencin dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. “Neden?”
Xie Lian. “‘Neden’ değil, sen nasıl her istediğini söyleyebiliyorsan ben de her istediğimi düşünebilirim.
Her şey istediğimiz gibi olabilir.”
Genç hafifçe kıkırdadı. “Belki… Ancak bir gözü kör.”
Sağ gözünün altına dokundu. “Bu taraf.”
Duyulmadık bir şey değildi. Öncesinde Xie Lian’ın kulağına bile çalınmıştı. Efsanelerin bazı
versiyonlarında Hua Cheng sağ gözünün üzerine kaybettiği gözü saklamak için siyah bir göz bandı
takıyordu. Xie Lian sordu. “Peki gözüne ne olduğunu biliyor musun?”
Genç cevapladı. “Nhn, bu sorunun cevabını öğrenmek isteyen pek çok kişi var.”
Diğer kişiler Hua Cheng’in gözünü nasıl kaybettiğini sorduğunda aslında sadece onun zayıf yönünün
ne olduğunu öğrenmek isterlerdi. Ancak Xie Lian’ın sormasının tek nedeni merak etmesiydi. Ancak Xie
Lian sözlerini ekleyemeden genç konuştu. “Kendisi oydu.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Neden?”
Genç yanıtladı. “Çıldırdı.”
…Delirdikten sonra kendi gözünü bile oyabiliyordu. Xie Lian’ın bu Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuruna,
kırmızılara bürünmüş Hayalet Kral’a karşı olan merakı gittikçe artmaya devam ediyordu. Gerçek
cevabın çıldırmak kadar kolay bir şey olmadığını tahmin ediyordu fakat genç adam o şekilde söylediği
için muhtemelen daha detaylı bir açıklama alamayacaktı. Xie Lian sormaya devam etti. “O zaman Hua
Cheng’in zayıf bir noktası var mı?”
Xie Lian gençten bir cevap beklemiyordu ancak yine de sormuştu. Eğer Hua Cheng’in zayıf noktası o
kadar kolay öğrenilebilecek bir şey olsaydı, o zaman konuştukları kişi Hua Cheng olmazdı. Ancak
gencin tereddüt etmeden cevaplayacağını kim bilirdi ki. “Külleri.”
Eğer kişi, bir hayaletin küllerine sahipse o zaman hayalete hükmedebilirlerdi. Eğer hayalet verdiği
emirleri dinlemezse o zaman küllerini yok ederler ve bu da hayaletin ortadan kalması ve ruhunun
tuzla buz olup dağılması anlamına gelirdi. Bu herkesin bildiği bir şeydi. Lakin konu Hua Cheng olunca
bu bilinen gerçeğin de pek bir önemi kalmıyordu. Xie Lian güldü. “Korkarım ki kimse küllerine
ulaşamaz. Bu da hiç zayıf noktası olmaması anlamına geliyor.”
Ve yine de genç cevapladı. “Tam olarak değil. Hayaletlerin küllerini verme inisiyatifini kullanacağı bir
durum var.”
Xie Lian sordu. “O otuz üç tanrıya meydan okuduğu zaman kendi küllerini ortaya koyduğu gibi mi?”
Genç dalga geçerek söyledi. “İmkansız.”
Tamamını söylememiş olsa da Xie Lian sözlerinin arkasındaki anlamı duyabilmişti. Muhtemelen ‘Hua
Cheng nasıl kaybedebilir ki?’ manasını taşıyorlardı. Genç ekledi. “Hayalet diyarında bir gelenek var. Bir
hayalet eşini seçtiğinde, küllerini o kişiye emanet eder.”
Bu, hayatını başka birinin ellerine bırakmakla aynı şeydi. Böyle bir bağlılık hikayesi nasıl olurda birinin
hayal gücünü ele geçirecek kadar etkileyici olmazdı? Xie Lian kendini konuya kaptırmıştı. “Yani
hayalet diyarında böyle duygusal gelenekler var.”
Genç devam etti. “Var. Ama uygulamaya cesaret eden hayaletlerin sayısı oldukça az.”
Xie Lian da durumun öyle olduğunu düşünmüştü. Eğer bu dünyada dolap çeviren ve insanları tatlı
dille kötü yolla sürükleyen iblisler varsa o zaman iblisleri kandırabilen insanlar da olurdu. Çok fazla
istismar ve ihanet vardı. “Eğer gerçekten aşık olunduğu zaman veriliyorsa ve sonucunda kırılmış
kemikler ve saçılmış küllerle karşılaşılırsa, küllerini veren kişinin kalbinin ne derece kırılacağını tahmin
etmek hiçte zor değil.”
Genç adam konuşmadan önce gülmüştü. “Korkacak ne var ki? Ben olsam küllerimi verdikten sonra o
kişinin kemik mi kırmak istediği, külleri dağıtmak mı istediği veya eğlence için etrafa mı fırlatmak
istediğini umursamazdım.”
Xie Lian aniden o kadar çok sohbet etmiş olmalarına rağmen hala gencin ismini öğrenmemiş
olduğunu hatırlayarak gülümsedi. “Dostum, sana nasıl hitap etmeliyim?”
Genç bir elini kaldırıp gözlerini kırmızı şarap rengindeki batan güneşin kızıllığından korumak için
kaşlarının üzerine yerleştirdi. Gözlerini kıstığında güneş ışığını pek sevmiyormuş gibi görünmüştü.
“Bana mı? Ailemde üçüncü sıradayım. Herkes beni San Lang diye çağırıyor.”
*ÇN: San (üç), San Lang doğrudan üçüncü çocuk olarak çevrilebiliyormuş ancak Lang çok eskiden kadınların kocalarına hitap şekliymiş aynı
zamanda.

Gerçek ismini söylememişti, Xie Lian da daha fazlasını sormadı. “Aile adım Xie ve verilmiş adım tek
karakter olan Lian. Bu yöne doğru gittiğine göre sen de mi Puji Kasabasına gidiyorsun?”
San Lang bir yığın samanın üzerine sırtını dayadı. İki elini de yastık olarak başının altına kıvırdı ve
konuşmaya başlamadan önce bacak bacak üstüne attı. “Bilmiyorum. Öylesine bu yönü seçtim.”
Sözlerinin altında başka bir hikaye yatıyor gibiydi, Xie Lian sordu. “Sorun nedir?”
San Lang uzunca bir iç çekti, ardından gelişigüzel bir şekilde konuştu. “Evde kavga vardı, dışarı atıldım.
Bir süre yürüdüm ama gidecek bir yerim yoktu. Bugün açlıktan neredeyse ana caddenin sonunda
bayılacak hale gelince tesadüfen yatabileceğim bir yer buldum.”
Gencin kıyafetleri oldukça gündelik gözüküyordu ama kullanılan materyalin kalitesi oldukça iyiydi.
Ayrıca Xie Lian, düzeyli konuşma şeklini ve onu bunu okuyacak kadar boş vakti olmasını, her şeyi
bilmesini göz önünde bulundurunca onun çok zengin bir ailenin dışarıda gezmeye çıkan bir genç
efendisi olduğundan şüphelenmişti. Şımartılmış bir genç efendi olarak dışarıda tek başına çok uzun
süre gezince de kaçınılmaz olarak karşısına birçok zorluk çıkmış olmalıydı. Bu Xie Lian’ın oldukça içten
bir şekilde bağlantı kurabileceği bir durumdu. Aç olduğunu duyunca çantasının içinin altını üstüne
getirmeye başladı fakat sadece tek bir buğulanmış çörek bulabilmişti. Çöreğinin hala yumuşak
olduğunu fark edince içten bir şekilde gence sordu. “Yemek ister misin?”
Genç başını salladı, Xie Lian da ona buğulanmış çöreği verdi. San Lang ona bakarak sordu. “Senin için
başka yok mu?”
Xie Lian cevapladı. “Sorun değil, o kadar aç değilim.”
San Lang buğulanmış çöreği ona geri ittirdi. “Benim için de sorun değil.”
Bunu görünce Xie Lian buğulanmış çöreği alıp iki yarıma ayırdı. Ardından gence bir yarısını verdi. “O
zaman yarısını sen al ve yarısını ben.”
Genç ancak o zaman buğulanmış çöreği alıp yan yana otururlarken kemirmeye başlamıştı. Xie Lian
onun, yanında nasıl oturduğunu ve çöreği ısırırken ne kadar uslu göründüğünü fark edince, bir yerde
ona ayıp edip etmediğini merak etmekten kendini alamadı.
Kağnı arabası engebeli dağ yolunda güneş yavaş yavaş batıdan batarken bir inip bir çıkarak ilerliyor ve
onları yavaşça sürüklüyordu. İkisi arabada oturup hiç durmadan sohbet ettiler. Daha çok konuştukça
Xie Lian gencin daha da özel olduğunu hissetmeye başlıyordu. Gencin yaşına rağmen her kelimesi ve
hareketinin kendine has bir havası vardı. Her zaman rahattı, sanki cennetin ve dünyanın enginliğinde
bilmediği veya onu şaşırtabilecek hiçbir şey yoktu. Bu hali Xie Lian’ın, onun iyi eğitimli ve genç
olmasına rağmen çok olgun olduğunu düşünmesini sağlamıştı. Buna rağmen arada gençlere özgü
hevesi de görülebiliyordu. Xie Lian, Pu Qi Manastırı’nın onun olduğunu söylediğinde genç. “Puji
Manastırı mı? Kulağa orada çok fazla su kestanesi varmış gibi geliyor. Hoşuma gitti. Bu Manastır kime
adanmış?”
Bu baş ağrısı tetikleyici sorunun bir kez daha sorulmasıyla Xie Lian hafifçe öksürdü. “Xian Le’nin
Veliaht Prensine. Muhtemelen onu bilmiyorsun.”
Uyuşuk bir gülümseme gencin yüzünde belirdi fakat cevaplayamadan önce kağnı arabası aniden
sarsılmıştı.
İkisi bir aşağı bir yukarı gidip geldi. Xie Lian gencin düşebileceğinden endişelendiği için hemen uzanıp
onu tuttu. Ancak San Lang’a dokunduğu anda, gencin sıcak bir şeyle yanmış gibi davranarak zorla elini
çekeceğini kim bilebilirdi ki?
Yüz ifadesi çok az değişmiş olmasına rağmen Xie Lian yine de fark etmişti. Kendi kendine belki de
gencin ondan nefret ettiğini düşündü. Ancak arabada oldukları zaman boyunca kesinlikle keyifli bir
şekilde sohbet etmişlerdi. Ama o sırada bu konu üzerinde daha fazla düşünecek vakti yoktu. Ayağa
kalkarak sordu. “Ne oldu?”
Kağnı arabasını süren yaşlı adam cevapladı. “Ne olduğunu bende bilmiyorum! Yaşlı Huang, neden
durdun? Hadi, hareket et!”
Bu sırada güneş çoktan batmıştı ve alacakaranlık yaklaşıyordu. Kağnı arabası ise hala dağın kasvetli ve
karanlık ormanlarındaydı. Yaşlı öküz inatla hakaret etmeyi reddederek ve huysuz davranarak olduğu
yerde duruyordu. Yaşlı adamın tüm ısrarları boşa çıktı, öküz kendi kafasını yere gömmek istiyormuş
gibi davranıyordu. Bıkmadan möölemeye devam ederken kuyruğu kuvvetlice etrafta bir kırbaç gibi
sallanıyordu. Xie Lian bir tuhaflık olduğunu hissetmişti ve tam arabadan atlayacaktı ki aniden o yaşlı
adam bir şeyi işaret ederek bağırmaya başladı.
Xie Lian döndü ve dağ yolunun önünde, batı ve doğuda sönük bir şekilde yanan küme halinde birçok
yeşil alev gördü. Beyaz giyinmiş bir grup insan onlara doğru yavaşça yürürken kafalarını tutuyorlardı.
Xie Lian hemen bağırdı. “Koru!”
RuoYe bileğinden ayrıldıktan sonra kağnı arabasının etrafını bir kerede sardı, havanın ortasında üçünü
ve hayvanı koruyan bir daire yaratmıştı. Xie Lian başını döndürüp sordu. “Bugün günlerden ne?”
Yaşlı adam cevap veremeden arkasındaki genç araya girdi. “Hayalet Festivali.”
Yedinci ayın ortasında Hayalet Kapısı açılırdı. Ayrılırken tarihe bakmamıştı ancak o gün tam olarak da
Hayalet Festivaline denk gelmişti!
Xie Lian sesini alçaltıp konuştu. “Bu konudan sanki önemsiz bir şeymiş gibi bahsedilmez. Bugün
yolumuza kötülük çıktı. Eğer yanlış yoldan gidersek bir daha geri dönemeyiz.”

Çevirmen: Kae
Not: İlginç gerçek; Xie Lian’ın doğum günüyle Hayalet Festivali aynı gün. (Ama kitapta bahsetmiyor,
belki yazar sonradan böyle karar vermiştir…)
Bölüm 15: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Beyaz kıyafetler giyen kalabalığın boyunlarının üzerlerinde kafaları yoktu, her biri birer kafatası
taşıyor ve yalnızca hapishane kıyafetleri giyiyorlardı. Bükülmüş kollarındaki kafaları durmaksızın
gıcırdarken yavaşça kağnı arabasına doğru gelen grup, başı kopmuş mahkumlardan oluşuyor gibiydi.
Xie Lian sesini alçaltıp diğer ikisine hitaben. “Yanımıza yakınlaştıklarında hiç ses çıkartmayın.”
San Lang kafasını yana yatırıp sordu. “Gege, görünüşe göre olağanüstü yeteneklisin ve tuhaf şeylerde
ustasın.
*ÇN: Gege, abi kullanılan sevimli bir hitap, kan bağı olmasına gerek yok.

Kafası biraz karışık göründüğü için Xie Lian cevapladı. “Olağanüstü yeteneklere sahip ve tuhaf şeylerin
ustası demezdim ben olsam. Sadece bir-iki şey biliyorum. Şu anda bizi göremezler ancak az sonra
yakına geldiklerinde neler olacağını kestirmek zor.”
Beyaz ipeğin kendi kendine havaya uçtuğunu görünce kağnı arabasını süren yaşlı adamın dili
tutulmuştu. Üstüne kafasız insanlar da görüş alanına girmişti, korkudan neredeyse dizlerinin bağı
çözülecekti. Büyük bir panikle kafasını salladı. “Hayır, hayır, hayır, yapamam! Sessiz kalmayı
başaramam Daozhang, ne yapmalıyım?!”
*ÇN: Tao Rahibi

“…” Xie Lian cevapladı. “Pekala, aslında başka bir yol daha var. Beni affet.” Bunu söyledikten sonra hiç
zaman kaybetmeden hafifçe adamın arkasına vurdu. Yaşlı adam koltuğunda devrilerek hemen bayıldı.
Xie Lian nazikçe onu yakalayıp uyma pozisyonuna yerleştirdikten sonra sürücü koltuğuna kendisi
geçti.
Aniden arkasında bir hareket hissetti. Xie Lian bakmak için kafasını çevirdiğinde, genç adamın onu
takip edip arkasına oturmuş olduğunu gördü. “İyi misin?”
San Lang bir eliyle çenesini destekledi. “Tabii ki de hayır. Korkuyorum.”
Sesinde bir parça bile korku olmasa da Xie Lian yine de onu yatıştırdı. “Korkacak bir şey yok. Eğer
arkamda durursan hiçbir şey seni incitemez.”
Genç gülümseyerek sessiz kaldı. Xie Lian aniden gencin ona bakıyor olduğunu fark etti. Bakışları
özellikle boynundaki lanetli kelepçeye kilitlenmişti.
Lanetli kelepçe boynunun çevresinde siyah bir kolye gibi duruyordu. Saklaması neredeyse imkansızdı
ve diğerleri görünce kolayca kötü çıkarımlar yapabiliyorlardı. Xie Lian nazikçe, hiçbir şeyi
saklayamayacak olmasına rağmen yakasını çekiştirdi.
Hava kararmış olduğu için genç adamın yüz ifadesini artık göremiyordu. Xie Lian dizginleri tuttu ve
sakince öküzü ilerletmeye çalıştı. Mahkum kıyafetleri giyen kalabalık hayalet grubu yaklaşmıştı,
geçmek istiyorlardı ancak yolun ortasında, yollarını kapatan bir şey olduğunu fark ettiler.
“Tuhaf! Neden geçemiyoruz?”
“Cidden mi?! Kapalı mı? Ne oluyor be? Bu hayaletlerin işi mi?!”
“S*keyim, biz kendimiz hayaletler değil miyiz? Bu nasıl olur ki?”
Xie Lian en sonunda öküzü hareket ettirmeyi başarmış ve o kafasız hayalet mahkumları daha yeni
geçmişti. Kafalarını tutarken bir yandan atışmalarını oldukça komik bulmuştu. Bu hayalet grubunun
şikayet edecek pek çok şeyi vardı.
“Hey, hata yapmadın değil mi? Neden senin kafanı tutan benim bedenimmiş gibi hissediyorum?”
“Senin bedenin yanlış kafayı almıştır!”
“Arkadaşlar, acele edip değiştirin…”
“Neden kafandaki kesik yarası bu kadar tırtıklı?”
Hayalet iç çekerek konuştu. “Hah~ Benim celladım daha yeniydi. Kafamı anca beş ya da altı kerede
kesebildi. Hatta bilerek yaptığını düşünmeye başlamıştım.”
“Ailen onlara para teklif etmedi değil mi? Bir sonraki sefer hızlı ve temiz bir kesik için önceden rüşvet
vermeyi unutma.”
“Sonraki sefermiş, g*tüm!”
Yedinci ayın on beşinci günü olan Hayalet Festivali, hayalet diyarının en büyük ve en çok kutlanan
tatiliydi. O gün, hayalet diyarının kapıları açılır, genelde gölgelerde gezinen hayaletlerinin özgürce
dolaşıp kontrolsüzce kutlama yapmalarına olanak sağlardı. Yaşayanlar özellikle bu gecede geri
çekilmeliydi ve kapılarını sıkıcı kilitleyip evden çıkmamak yapabilecekleri en iyi şey olurdu. Eğer birisi
dışarıya çıkarsa hoş olmayan bir şeyle karşılaşma ihtimali son derece yüksekti.
*ÇN: Ay takvimine göre 7. Ayın 15. Günü, miladi takvime göre ağustos veya eylül gibi bir zamana denk geliyor.

Talihsizlik tarafından her daim takip edilen Xie Lian, Tao cübbesi giyerken bile hayaletlerle
karşılaşabiliyordu; başına bu bile gelmişti. Etrafları uçuşan yeşil hayalet ateşleriyle doluydu. Bir sürü
ölmüş ruh da dalgalanan alevlere eşlik ediyordu. Kefen giymiş olan bazıları ifadesizce kendi
kendilerine fısıldaşıyor, hepsi onlar için yakılan külçe altınlar ve gümüşler ile kağıt paraları alabilmek
için uzanırken bir dairenin önünde diz çökmüşlerdi.
*ÇN: Tao cübbesine bürünmüş bir Daozhang’ın hayaletlerle karşılaşma ihtimali oldukça düşüktür. Ancak Xie Lian’ın şanssızlığıyla elbette her
şey mümkün.

Bu sahne ölünün gürültülü bir eğlencesi olarak betimlenebilirdi. Xie Lian bundan sonra geziye
çıkmadan önce takvimi kontrol etmeyi hatırlaması gerektiğindi düşünürken ortaya doğru el salladı.
Aniden ölen bir tavuğunkine benzeyen tiz bir bağırış duyuldu.
“Bu kötü! Bu kötü! Hayaletler öldürülüyor!”
Uyarı hayalet kalabalığını kudurttu. “Nerede? Nerede? Katil nerede?”
İlk başta bağıran hayalet cevapladı. “Beni ölümüne korkuttu! Bir sürü parçalanmış hayalet ateşini
bulduğumda oradaydım, hepsi vahşice dilimlenmiş! Çok acımasızca!”
“Hepsi dilimlenmiş? Parçalanmış mı! Kesinlikle zalimce!”
“Kim yaptı? Yoksa… Aramızda saklanan büyü ustaları veya keşişler mi var?”
Kafasız mahkumların hepsi bağırıyordu. “Ah! Şimdi söyledin de, daha önce yolda yolumuzu kapatan
bir şey vardı, o yüzden geçemedik. Belki…”
“Nerede, nerede?”
“Hemen orada!”
Xie Lian içinden haykırdı, Bu hiçte iyi olmadı. Göz açıp kapatıncaya dek bir sürü hayalet ve hortlak
kağnı arabasını çevreledi, hepsi kızgın ve kötü niyetlerle dolu yüzlerini gösteriyorlardı. “Sıcak yang
enerjisinin kokularını alıyorum…”
*ÇN: Yang; Pozitif, erkek, güneş. Yin; Negatif, kadın, karanlık.

Daha fazla saklanamazlardı!


Hayalet festivali sırasında bir ölümlünün ölüye rastlaması ölümlünün suçu sayılırdı. Xie Lian, tüm o
hayaletlerle bir kavga başlatma niyetinde değildi. O yüzden tek yapabileceği kağnı arabasını
hızlandırmaktı. “Yürü!”
Öküz zaten son derece korkmuştu. Huzursuzca yerinde duramazken toynağıyla toprağı eşeliyordu. Bu
emiri duyunca sabırsızca koşmaya başladı. Xie Lian arkasındaki genci tutmayı unutmadı. “Tutun!”
RuoYe rahatlıkla onlara bir çıkış yolu oluşturduktan sonra hayalet ateşiyle aydınlatılmış çemberin
orasından hızla çıktılar. Bir kolu ve bir bacağı olmayan hayalet kızgınlıkla haykırdı. “Gerçekten de bir
Daoshi vardı demek!!! Bu lanet olasıca Daoshi ölmeyi bekleyemiyor olmalı!!!”
*ÇN: Daoshi: Daozhang’ın kaba versiyonu.

“Yaşayan, bizim Hayalet Festivalimizde rahatsızlık vermeye cüret ettiğine göre başına gelecek hiçbir
şey için bizi suçlayamazsın!”
“Takip edin!”
Xie Lian dizginleri bir eliyle tuttu ve diğer elini bir sürü tılsım çıkartmak için kullandı. Tılsımları yere
atarken bağırdı. “Engelle!”
Kaçışlarında onlara yardım eden Engel Tılsımıydı. Birbirini izleyene patlama sesleri duyuldu. Her biri
hayaletlere zorluk çıkartıyor, hareketlerini kısa bir süre için engelliyordu. Yine de kısa bir süre için
olmasına rağmen, o kadar çok tılsımın kullanılmasıyla hayaletlerin onlara yetişmesi yaklaşık yarım
tütsünün yakılma süresi kadar zaman alırdı. G*tünü yakan bir ateş varmış gibi Xie Lian arabayı sürdü
ve dağ yolunun o kısmından kaçtıktan sonra aniden konuştu. “Dur – !”
Yaşlı öküz arabayı çatallanan bir yola götürmüştü ve karşısında iki karanlık dağ yolunun olduğunu
görünce Xie Lian hemen dizginleri çekti.
Bu fazlasıyla dikkatli olmaları gereken bir konuydu!
Hayalet Festivalinde ölümlüler bazen yürürlerken daha önce orada olmayan bir yolla karşılaşırlardı.
Bu tür bir patika ölümlüler için değildi. Yanlış yolu seçip hayalet diyarına girdiklerinde karşılarına çok
fazla zorluk çıkardı ve geri dönmeyi isteseler de bu pek mümkün olmazdı.
Xie Lian oralarda yeni olduğu için hangi patikayı seçmesi gerektiğinde kararsızdı. Aniden kasabadan
aldıklarını hatırladı. Koca bir çanta toplanmış hurda ve aldığı çeşitli maddelerin haricinde fal
çubuklarının içinde olduğu silindir bir kutu vardı. Çubukları yolu seçmek için çekmeye karar verip
kutuyu çıkardı. Elinde tuttu ve dua ederken salladı. “Tanrılar kutsamanızı bağışlayın! Beni doğru yola
götürün! İlk çubuk sol için, ikinci çubuk sağ için! Şanlı yolu seçeceğim!” Bunu söyledikten sonra iki
çubuk elinde çatırdadı. Sonuçlara bakınca Xie Lian’ın söyleyebileceği hiçbir kelimesi yoktu.
Talihsiz semboller; büyük bir şanssızlık!
İki çubuk da talihsizdi, iki yol da şanssızdı. Bu, hangi yolu seçerlerse seçsinler onları ölüme götüreceği
anlamına gelmiyor muydu?
Çaresiz hisseden Xie Lian kutuyu iki eliyle aldı ve kuvvetlice salladı. “Kutu ah kutu, bugün daha yeni
tanıştık, bu kadar kalpsiz olma! Tekrar deneyeceğim, lütfen bu kez yüzüme gül.” Bunu söylemeyi
bitirdikten sonra iki çubuğun daha çatırdama sesi geldi. Yine, ikisi de kötü şanstı!
Bu sefer yanında oturuyor olan San Lang aniden seslendi. “Bir de ben deneyeyim?”
Onunkinden daha kötü bir sonuç gelemeyeceği için Xie Lian kutuyu verdi. San Lang tek eliyle aldı ve
sıradan bir şekilde salladı. İki çubuk düştü. Sonuçlara bile bakmasan ikisini de alıp uzattı. Xie Lian
onları aldığında ikisinin de iyi şans çubukları olduğunu gördü, şaşırmaktan kendini alamamıştı.
Genelde kendisinin aşırı kötü şansı yüzünden etrafındaki insanların şanslarını da negatif yönde
etkilerdi. Aslında bunun gerçek olup olmadığından emin değildi ancak yeteri kadar sıklıkla duyduğu
şikayetler öyle olduğunu gösteriyordu. Yine de bu genç adam hiç etkilenmemiş ve iki tane iyi şans
çubuğu alabilmişti!
İki sembol de şans olduğu için gelişi güzel bir tanesini seçti. Araba sarsılıp sallanırken Xie Lian
hayranlıkla belirtti. “Dostum, senin şansın hiçte fena değil.”
San Lang fal kutusunu arkaya attı ve gülümsemeyle cevapladı. “Gerçekten mi? Ben de şansımın hiçte
fena olmadığını düşünüyorum. Hep böyleydi.”
“Hep böyleydi.” dediğini duyunca, Xie Lian ikisi arasındaki farkın cennet ve dünya kadar olduğunu fark
etti.
Bir anda yeniden hayaletlerin inleyişlerini duydular. “Onları bulduk! Buradalar!”
“Millet! O lanet olasıca Daoshi burada!!!”
Hayaletlerin kafaları bir bir ortaya çıkarken Xie Lian yorum yaptı. “Ah, yine de yanlış yolu seçmişiz gibi
görünüyor.”
Engel Tılsımının etkileri çoktan geçmişti, bir kere daha çevrelenmişlerdi!
Toplanmış olan hayalet ve hortlakların sayısı en az yüz olmalıydı. Onların etrafında barikat kurdular ve
barikat oldukça kalındı, sayıları git gide artıyordu. Orada neden bu kadar çok insan olmayan yaratığın
toplandığını bilmiyordu fakat bunu düşünecek zamanı da yoktu. Xie Lian kibarca söyledi.
“Hareketlerimle gücendirmiş olduklarım, alçakgönüllülükle cömert davranarak affetmenizi
istiyorum.”
Kafasız bir hayalet bağırdı. “Ha! Kokuşmuş Daoshi, ilk önce sen cömert olmalıydın! Oradayken hayalet
ateşlerini parçalayanlar siz değil miydiniz?”
Xie Lian masumca cevapladı. “Gerçeği söylemek gerekirse biz değildik. Ben sadece hurda
topluyorum.”
“Yalan söylemeyi bırak! Nasıl sadece hurda topluyorsun? Apaçık bir Daoshi’sin! Ayrıca senin dışında
etrafta böyle bir şeyi yapacak başka bir Daoshi var mı?!”
“Hayalet ateşlerini parçalayabilenler yalnızca Daoshi’lar değil.” Xie Lian cevap verdi.
“O zaman başka ne olabilir? Bir hayalet mi?”
Xie Lian sessizce elini kıyafetinin koluna soktu. “İmkansız değil.”
“Hahahahahahaha, lanet olasıca Daoshi! Sen…… Sen….. Sen…”
Cenneti bile sallayabilecek kadar yüksek sesle gülmeye başlayan hayalet aniden kekelemeye
başlamıştı, cümlesine devam edemiyordu. Xie Lian hızla cevap verdi. “Ne olmuş bana…?”
Sorduğu anda tüm hayalet konuşma yeteneğini kaybetmişti, kekelemeler bile durmuştu. Xie Lian’a
boş boş baktılar. Bazılarının çeneleri düşmüştü, bazılarının dudakları ise sımsıkı kapalıydı, sanki son
derece korkutucu bir şey görmüşlerdi. Kafasız mahkum hayaletlerinin çoğu kafalarını düşürecek kadar
korkmuşlardı.
Xie Lian meraklı bir şekilde sordu. “Sizler…?”
Beklenmedik bir şekilde sorusunu bile bitiremeden hayalet kalabalığı telaşlı kuşlar gibi dört bir yana
dağılmıştı, sanki bir kasırga parçalı bulutların arasından fırlamıştı.
“Yok artık???” Xie Lian afallamıştı.
Kıyafetinin kollarında sakladığı bir dolu tılsımı daha çıkarmamıştı bile. Tılsımların olduğunu anlamış
olabilirler miydi? O kadar zekiler miydi? Ayrıca tılsımlar o kadar da güçlü değildi. Xie Lian’ın kafası
tamamen karışmıştı. Neyden korkmuşlardı? Korktukları gerçekten o muydu?
Yoksa arkasındaki bir şey miydi?
Bu aklına gelince arkasında ne olduğunu görmek için döndü.
Yalnızca bayılmış olan araba sahibi ve kırmızılar içindeki bir eliyle çenesini desteklerken hala rahatça
oturan genç vardı.
Onun o tarafa baktığını görünce San Lang tekrar hafifçe gülümsedi. Elini indirip söyledi. “Daozhang
çok cesur ve müthiş, tüm o hayaletler senden korkup kaçtı.”
“…….”
Xie Lian da gülümsedi. “Öyle mi? Bu kadar müthiş olabildiğimi hiç fark etmemiştim.”
Bunun ardından dizginleri birkaç kez çekti ve arabanın tekerleri bir kez daha dönmeye başladı. Yolun
geri kalanı epeyi sakin geçmişti. Bir saatten kısa bir sürede kağnı arabası yavaşça ormandan çıkmış,
tepedeki geniş ve düzgün bir patikaya girmişti. Puji Kasabası yokuşun eteklerindeydi, sıcaktı ve
parlıyordu.
Gerçekten de bir ‘iyi şans’ yoluydu, sürprizler vardı fakat tehlike yoktu.
Xie Lian tekrar arkasına bakarken gece rüzgarı esti. San Lang’ın keyfi özellikle yerinde görünüyordu.
Ayı incelerken uzanmış, bir şekilde kollarını minder olarak kullanarak kafasını iki elinin üzerine
koymuştu. Yumuşak ay ışığının altında genç adam neredeyse gerçek dışı görünüyordu.
Bir süre kararsız kaldıktan sonra Xie Lian gülümseyerek ona seslendi. “Dostum.”
“Ne oldu?” San Lang sordu.
“Daha önce hiç fal baktırdın mı?”
San Lang kafasını çevirdi. “Hayır, baktırmadım.”
“O zaman,” Xie Lian sordu. “Seninkine bakmamı ister misin?”
Ona bakarken San Lang gülümsedi. “Benim falıma mı bakmak istiyorsun?”
“Evet… Biraz.” diye itiraf etti.
San Lang hafifçe kafasını salladı. “Pekala.”
Oturup bedenini birazcık Xie Lian’a doğru eğdi. “Nasıl bakacaksın?”
Xie Lian cevapladı. “Avuç okuma. Olur mu?”
Cevabını duyunca San Lang’ın dudakları yukarı kıvrıldı, ne anlama geldiği anlaşılmıyordu. “Olur.” diye
ona katılıp sol elini uzattı.
Sol elindeki parmaklar uzun ve inceydi, eklemleri belirgindi. Göze oldukça hoş görünüyordu. Narin bir
anlamdaki güzellik değildi bu, fakat gizli bir güç saklanıyormuş gibi bir çekiciliği vardı. Kimse bu ellerin
onları öldürene kadar boğmasını istemezdi. Xie Lian, San Lang’ın onun daha önceki dokunuşuna nasıl
tepki verdiğini hatırladı ve aklından bu kişiye doğrudan dokunmaması gerektiğinin notunu aldı.
Böylece elinde dokunmadan sadece incelemek için avcuna baktı.
Beyaz ay ışığı ne çok sönük ne de çok parlaktı. Xie Lian eli bir süre boyunca inceledi. Kağnı arabası
yavaşça tekerlekleri ve tahtaları gıcırdarken dağ yolunda gidiyordu. San Lang sordu. “Nasıl?”
Kısa bir aranın ardından Xie Lian yavaşça cevapladı. “Çok iyi bir hayatın var.”
San Lang. “Aa? Hangi yönden iyi?”
Xie Lian yumuşakça söylerken kafasını kaldırdı. “Hayal kırıklıklarıyla acı karşılaşmalar ve alt üst olmuş
umutlarına rağmen oldukça inatçı ve adanmış birisin. Kalbinin sesini dinliyorsun. Çoğu zaman
şanssızlıkların kutsamaya, belalar refaha dönüşecek. İyi bir şansa sahip olmaya devam edeceksin,
geleceğin parlak ve göz alıcı bir biçimde açacak.”
Dediği her şeyi o anda uydurmuştu, hepsi tamamen saçmalıktı. Xie Lian nasıl avuç okunması
gerektiğini bilmiyordu. Düşmüş olduğu zamanlarda saraydaki papazlardan el falı ve fizyonomi
öğrenmediği için sıkça pişmanlık duyduğu olmuştu. Eğer öğrenmiş olsaydı, ölümlü dünyada hayatta
kalmak için çıplak göğüslerinde kayaları parçalayan diğer sokak eğlendiricileriyle rekabet etmesine
gerek kalmazdı.
San Lang’ın avcunu görmek istemesinin nedeni kaderini söylemek değildi, daha çok avuç çizgileri ve
parmak izleri olup olmadığını kontrol etmek istemiş oluşuydu.
Sıradan hayaletler insanınki gibi etten vücut yaratabilirdi fakat insan vücudundaki avuç çizgileri,
parmak izleri ve kıl kökleri gibi ince detayları oluşturamazlardı. Buna rağmen genç adamın vücudunda
hiçbir büyü izi yoktu, daha fazla saptanabilecek belirti yoktu. Ayrıca avuç çizgileri de oldukça
belirgindi.
Eğer kendini saklayan bir hayalet veya hortlak olsaydı böyle mükemmel detayları yaratabilmek için en
az ‘Yıkım’ sınıfı olması gerekirdi. Ancak eğer o kapasiteye sahip bir hayalet kral olsaydı o zaman neden
zaman öldürmek için küçük bir kasabada onunla bir kağnı arabasını sürmeyi seçeydi ki? Cennetteki
tanrıların birçok önemli işlerle meşgul olmaları ve günlerce ayakları yere hiç değmeden yorularak
çalışıyor olmaları gibi Hayalet Kralların da o kadar meşgul olmaları gerekirdi!
Xie Lian yalanlarından emin ve dediklerine güveniyormuş gibi davranarak kendini daha fazla
saçmalayamayana kadar devam etmeye zorladı. Konuşmasının tamamı boyunca San Lang onu
dikkatle izledi ve sessizce gülerken tüm zırvalıklarını dinledi. Gülüşü insanın meraklanmasına yol
açıyordu.
“Başka bir şey? Hm?” San Lang sordu.
Saçmalamaya devam etmek zorunda olduğu düşüncesi Xie Lian’ı ölümüne korkutmuştu. “Söylememi
istediğin başka bir şey var mı?”
San Lang cevapladı. “Sonuçta fal baktığın için, bana ruh eşim hakkımda bir şeyler de söylemen
gerekmiyor mu?”
Xie Lian hafifçe öksürdü ve ciddiyetle konuştu. “Bilgim sınırlı, nasıl ruh eşi hakkında fal bakıldığını
bilmiyorum. Ama bence endişelenmene gerek yok.”
San Lang bir kaşını kaldırdı. “Neden endişelenmeme gerek olmadığını düşünüyorsun?”
Xie Lian gülümsedi. “Kesinlikle senden hoşlanan birçok kız olmalı.”
San Lang cevapladı. “O zaman, neden benden hoşlanan birçok kız olması gerektiğini düşünüyorsun?”
Xie Lian sohbetin akışına göre bir cevap vermek üzereydi ki aniden fark etti. Bu çocuk, Xie Lian’ın onu
övmesi için plan yapıyordu. Xie Lian oldukça çaresiz hissetti, lakin bayağı komik de bulmuştu. Ne
söylemesi gerektiğini bilmeyerek yüzünü çimdikledikten sonra yenilmiş bir ses tonuyla konuştu. “San
Lang...”
Xie Lian’ın ona ilk defa San Lang ismiyle seslenmişti. Genç adam bunu duyduğunda güldü ve ona
sataşmayı bıraktı. Tam o anda nefes nefese kalmış olan öküz kasabaya ulaşmıştı. Xie Lian döndü ve
kendini destekleyerek hızlıca arabadan atladı. San Lang da zıplamıştı. Xie Lian kafasını kaldırdığında
öncesinde San Lang’ın tüm yol boyunca tembelce uzanıyor olduğunu fark etti. Ancak şimdi onun
yanında dururken genç adamın aslında ondan çok daha uzun olduğunu görüyordu ve bakış açıları
yakın bile değildi. San Lang arabasının önünde gerinerek durdu.
Xie Lian sordu. “San Lang, hangi tarafa gidiyorsun?”
San Lang iç çekti. “Bilmiyorum. Muhtemelen sokaklarda uyacağım veya dağda mağara bulup onunla
yetineceğim.”
Xie Lian cevapladı. “Olmaz.”
San Lang kollarını gerdi. “Yapabileceğim başka bir şey ve gidebileceğim başka bir yer yok.” Ona baktı
ve tekrar güldü. “Geleceğimi söylediğin için teşekkürler. Bana söylediğin kutsamaları alçak gönüllükle
kabul ediyorum. Umarım tekrar karşılaşırız.”
Baktığı fal hakkında konuştuğunu görünce Xie Lian’ın yüzü utançla kıpkırmızı oldu. San Lang ayrılmak
için döndüğünde Xie Lian hızla konuştu. “Bekle, eğer uygunsa, manastırımda gelip kalmak ister
misin?”
San Lang’ın vücudunun yarısı dönerken adımları durdu. “Kalabilir miyim?”
Xie Lian. “İlk olarak o ev aslında benim değildi. Öncesinde yolcuların gece kalmak için bir sığınak
olarak kullandıklarını duymuştum. Sadece, durumu hayal edebileceğinden daha kötü olabilir, o
yüzden katlanamayabilirsin.”
Eğer bu genç gerçekten de evden kaçmış zengin bir genç efendiyse onu başıboş bırakamazdı. Xie Lian,
o genç tüm gün boyunca sadece yarım çörek yemiş olduğu için oldukça kuşkulu hissediyordu. Eğer
gençler sağlıkları iyi olduğundan dolayı böyle davranırlarsa eninde sonunda kesinlikle yollarda
bayılırlardı. Onun konuşmasını dinledikten sonra San Lang cevap vermeden döndü ve tam karşısına
geldikten sonra öne doğru eğildi. Xie Lian hala ne istiyor olduğunu anlayamamıştı, sadece ikisinin
arasındaki mesafenin gittikçe azaldığını hissediyordu. Biraz şaşkına dönmüştü, onu engellemek için
elinden hiçbir şey elinden gelmiyordu.
Ardından genç, yalnızca Xie Lian bunca zamandır arkasında taşıyor olduğu büyük hurda çantasını
almış olduğunu göstererek birkaç adım geri gitti.
“İyi o halde, hadi gidelim.” dedi.

Çevirmen: Kae
Not: Hayaletlerin arasındaki muhabbeti komik bulan tek ben miyim? :D Bir de Xie Lian’ın
saçmalamalarını….
Bölüm 16: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten
Xie Lian genç adamın her ne kadar ince ve zayıf görünse de, onun koca hurda çantasını sakin ve
rahatça taşıdığını görünce şaşırdı. İçindeki suçluluk duygusuna engel olamıyordu. San Lang yürümeye
başlamış, çoktan ondan birkaç adım öndeydi. Xie Lian onun takip etmeye karar vermişti ancak aniden
aklına yaşlı sürücünün hala bilinçsiz bir şekilde arabada yatmakta olduğu geldi. Geri döndü ve onu
tekrar uyandırdı, ardından defalarca bu gece olanları kimseye anlatmaması konusunda uyardı. Onun
yeteneklerini kendi gözleriyle görmüş olan bu yaşlı adam ona nasıl karşı çıkardı ki? Hızla başını salladı,
asla anlatmayacağını söyledi. Ardından Yaşlı Huang’ın dizginlerine asıldı ve hızla evinin yolunu tuttu.
Arabadan kalan sarılmış bambu hasır, şimdi Xie Lian’ın sırtındaydı. Tekrar arkasına baktığında San
Lang’ın tek başına, omzunda taşıdığı hurda çantasıyla, çoktan yavaş yavaş tepeye tırmandığını gördü.
Vardıklarında yıkık Puji Manastırının önünde durdular. San Lang sanki komik bir şey görmüşte
gülüyormuş gibi başını eğdi. Xie Lian yaklaştığında onun ‘virane bina, lütfen bağış yapın’ tabelasına
baktığını fark etti. Hafifçe öksürdü. “Gördün mü? Bu yüzden alışkın olmayabileceğini söylemiştim
zaten.”
San Lang. “Hiç sorun değil.”
Normalde insanlara sürekli ‘sorun değil, sıkıntı yok’ diyen Xie Lian’dı. Bugün ilk kez bu sözlerin
kendisine söylendiğini duyuyordu, içi tarif edilemez bir hisle dolmuştu. Puji Manastırının kapısı
çürümüştü, bu yüzden Xie Lian kapıyı çıkartmış ve yerine bir perde asmıştı. Perdeyi kaldırarak içeri
adım attı ardından gence döndü. “İçeri gel.”
San Lang hemen arkasından içeriye girdi.
Bu küçük ahşap evin içindeki eşyaların tümü tek bakışta görülebiliyordu. Sadece uzun, dikdörtgen bir
sunak masası, iki küçük ahşap tabure, bir tane dua hasırı ve bir de bağış kutusu vardı. Xie Lian, San
Lang’ın taşıdığı eşyaları alarak satın aldıklarını çıkartmaya başladı: fal kutusu, bir tütsü kabı, hat fırçası,
kağıt ve diğer muhtelif eşyalar. Hepsini sunak masasında uygun yerlere koydu. Hurda toplarken
birisinin ona attığı kırmızı bir mumu yaktığında oda anında ışıkla aydınlanmıştı. San Lang gelişigüzel
bir şekilde fal kabını aldı ve salladıktan sonra tekrar yerine koydu. “Peki yatak var mı?”
Xie Lian ona döndü. Sırtındaki hasırı yere koyduktan sonra ona gösterdi.
San Lang tek kaşını kaldırdı. “Sadece bir tane mi var?”
Xie Lian genç adamla kasabadan dönerken karşılaşmıştı, bu yüzden doğal olarak sadece bir tane hasır
almıştı. “Bu gecelik benimle tek hasıra sıkışmayı dert etmezsen, birlikte yatabiliriz?” diye önerdi.
San Lang. “Olur.”
Xie Lian süpürgeyi aldı ve tekrar yerleri süpürmeye başladı, bu sırada San Lang da manastırda
dolaşıyordu. “Daozhang Gege, tapınağında büyük bir eksiklik yok mu sence de?”
Xie Lian süpürmeyi bitirmiş ve hasırı sermek için yere çömeliyordu. Hasırı sererken cevapladı. “Bence
inananlar dışında eksik bir şey yok.”
San Lang da çömeldi, bir elini çenesinin altına yaslamıştı. “Peki ya tanrının tasviri?”
Şimdi o söyleyince Xie Lian’da aslında en önemli şeyi unuttuğunu fark etmişti – tanrı resmini!
İçinde tanrısının tasviri bulunmayan bir manastıra manastır denmezdi. Buradaki tanrı kendisi de olsa,
her gün sunak masasında oturacak hali yoktu sonuçta.
Bir süre kafa yorduktan sonra bir çözüm buldu. “Gelirken hat fırçası ve kağıt almıştım. Yarın asmak
için bir portre çizerim.”
Kendi portresinin, kendisi tarafından çizilip, kendisi tarafından, kendi tapınağına asılması… Eğer bu
hikaye Cennetin kulağına giderse, muhtemelen gelecek birkaç on yıl boyunca onunla dalga
geçeceklerini tahmin ediyordu. Ama düzgün bir heykel yapmak değerli kaynaklarını ve zamanını
tüketirdi. Bu yüzden aralarında bir seçim yapması gerekiyorsa, Xie Lian elbette on yıllar boyunca alay
konusu olmayı seçecekti.
Beklenmedik bir şekilde San Lang konuştu. “Resim mi? Yardım ister misin?”
İrkilen Xie Lian güldü. “İlk olarak teşekkür ederim. Ama korkarım Xian Le’nin Veliaht Prensini nasıl
çizeceğini bilmiyorsundur? Sonuçta neredeyse tüm heykelleri ve portreleri sekiz yüz yıl önce yakıldı.
Hala kalan birkaç tane olsa bile, gören çok kişi yok.”
Ancak San Lang’ın cevabı tahmininden farklıydı. “Tabi ki biliyorum. Biraz önce arabada otururken
Ekselansları Veliaht Prens’ten bahsetmemiş miydik?”
Xie Lian hatırladı. Sahiden yoldayken ‘Muhtemelen onu hiç duymamışsındır’ demişti, ama San Lang
cevap vermemişti. Şimdi böyle söylemesi insanı şaşırtıyordu. Bu sırada Xie Lian hasırı sermişti,
doğruldu. “Yoksa sahiden onun kim olduğunu biliyor musun San Lang?”
San Lang hasıra oturdu. “Biliyorum.”
Bu genç adamın hem görünüşü hem konuşurken ki tonu oldukça ilginçti. Sık sık gülümsüyordu ama o
gülümsemelerin içten miydi yoksa karşısındakinin entelektüel zaaflarıyla mı dalga geçiyordu, anlamak
güçtü. Yolculukları boyunca Xie Lian güneşin altında onun anlattığı her şeyi dinlemişti, bu yüzden de
onun görüşlerini merak ediyordu. Genç adamın karşısına oturdu ve sordu. “Xian Le’nin Veliaht Prensi
hakkında ne düşünüyorsun San Lang?”
İkisi kırmızı mumun titreyen ışığı altında karşı karşıya oturmuştu. San Lang’ın sırtı ışığa dönüktü, siyah
gözlerine gölgeler yansıyor, yüz ifadesinin anlaşılmaz olmasına neden oluyordu. Kısa bir süre sonra
cevap verdi. “Bence Jun Wu onu sahiden hiç sevmiyordu.”
Xie Lian böyle bir cevap beklememişti. Biraz gerileyerek sorguladı. “Neden böyle düşünüyorsun?”
San Lang. “Yoksa neden iki kez cennetten kovulsun?”
Bunu duyunca Xie Lian hafifçe gülümsedi, içinden, Gençlere has bir düşünce, diye geçiriyordu.
Başını eğdi, yavaş yavaş belindeki kuşağı çözmeye başlarken konuştu. “Bu olayla birisini sevip
sevmemenin hiç alakası yok. Bu dünyada pek çok mesele ‘sevmek’ veya ‘sevmemekle’ basitçe
açıklanamaz.”
San Lang. “Ah.”
Xie Lian döndü, beyaz botlarını çıkarttıktan sonra tekrar konuştu. “Ayrıca, eğer birisi yanlış bir şey
yaparsa cezasını çekmelidir; Semavi İmparator her iki seferinde de sadece görevini yerine
getiriyordu.”
San Lang tarafsız bir şekilde konuştu. “Belki de.”
Xie Lian dış cübbesini çıkarttı ve düzgünce katlanmış kıyafetlerini sunak masasına yerleştirmek için
hareketlendi. Aslında bu konuda konuşmaya devam etmek istiyordu, başını tekrar çevirdiğinde ise
San Lang’ın gözlerinin ayağına kilitlenmiş olduğunu fark etti.
Bakışları tuhaftı. Buz kadar soğuk denilebilirdi ama aynı zamanda da yakacak kadar deliciydi. Hem
ateşle yandığı hem de soğuk bir niyet taşıdığı söylenebilirdi. Xie Lian başını aşağıya eğdiğinde hemen
olanları anlamıştı. Genç adam onun sağ ayak bileğine sarılmış olan siyah, lanetli kelepçeye bakıyordu.
İlk lanetli kelepçe boynuna sarılmıştı, ikinci ise el bileğine. Her iki kelepçede oldukça uygunsuz
yerlerdeydi, saklamaya imkan yoktu. Geçmişte insanlar sorduğunda Xie Lian bir cevap uydurmuştu,
sanatını icra edebilmesi için bunların gerekli olduğunu söylerdi. Ama eğer soran kişi San Lang olursa,
bunlara kolay kolay kanmazdı.
Ancak San Lang sadece bir an daha ayak bileğine baktı ama hiç yorum yapmadı. Xie Lian da bu
konudan bahsetmek istemiyordu zaten, hasıra uzandı. Genç adam da yanına uzanmıştı, onun
kıyafetleri hala üzerindeydi. Xie Lian onun muhtemelen yerde iç giysileriyle yatmaya alışkın olmadığını
tahmin etti, sahiden bir yatak alması gerekiyordu. “Hadi uyuyalım.” dedi. Hafif bir esintiyle kırmızı
mumun ışığı sönmüştü.
Ertesi sabah Xie Lian gözlerini açtığında San Lang’ın yanında olmadığını fark etti. Başını kaldırarak
etrafa baktığında kalbi ansızın durmuştu.
Sunak masasının üzerinde bir resim asılıydı.
Resimde görkemli kıyafetlere bürünmüş ve altın maskeli bir adam, bir elinde kılıç diğer elinde çiçek
tutuyordu. Her bir fırça darbesindeki canlılık mükemmeldi ve seçilen renkler zarifti. Bu ‘Tanrıyı
Memnun Eden Xian Le’nin Veliaht Prensi’nin portresiydi.
Xie Lian bu resmi en son çok uzun yıllar önce görmüştü, bir süre hareket etmeden izledikten sonra
ayağa kalktı. Giyindikten sonra perdeyi açtı. San Lang manastırın dışında oturmuş bir gölgede
dinleniyordu. Gökyüzünü izlerken eğlenmek için süpürgenin sapını elleriyle döndürüyor, son derece
sıkılmış görünüyordu.
Genç adam güneş ışığını çok sevmiyor gibiydi. Gökyüzüne bakışı göz önünde bulundurulursa sanki
güneşi nasıl yere çekeceğini ve üzerinde zıplayıp pelte haline getireceğini planlar gibiydi. Kapının
önünde düzgün bir şekilde süpürülüp bir yığın haline getirilmiş yapraklar vardı. Xie Lian dışarı çıktı ve
sordu. “Dün gece iyi uyuyabildin mi?”
Hala duvara yaslanmakta olan San Lang başını ona çevirdi. “Fena değildi.”
Xie Lian yanına geldi ve elindeki süpürgeyi aldı. “San Lang, tapınaktaki portreyi sen mi çizdin?”
“Hı hı.”
“Çok güzel çizmişsin.”
Her ne kadar konuşmasa da San Lang’ın dudakları yukarı kıvrıldı. Dün gece uyuduğu yerden mi
kaynaklıydı bilinmez ancak saçları bugün daha da eğri ve dağınık görünüyordu, her yerde tokadan
kurtulmuş saç telleriyle tam bir karmaşaydı. Ama aslında hala oldukça hoş görünüyordu. Umursamaz
bir dağınıklıktı ama bakımsız görünmüyordu, kendine ait bir cazibesi vardı. Xie Lian kendi saçını işaret
etti. “Yardım ister misin?”
San Lang başını salladı ve Xie Lian’la birlikte tapınağa girdi. Oturduğunda, Xie Lian onun saçlarını
çözdü ve ellerine alarak sakin ve dikkatli bir şekilde incelemeye başladı.
Avuç çizgileri ve parmak izleri mükemmel bir şekilde yeniden yaratılabilse bile hayaletler ve hortlaklar
her zaman bir noktada hata yaparlardı. Yaşayan bir insanın sayısız saç teli vardır ve her biri güzel ve
belirgindir. Pek çok hayalet ve hortlağın sahte derilerinde siyah bir buluta benzeyen saçları olurdu
veya her tel kumaş parçalarıyla birbirine yapıştırılırdı. Veya doğrudan feragat edip… kel bir görünüm
almayı tercih ederlerdi.
Dün gece Xie Lian, San Lang’ın parmak izlerinin ve avuç çizgilerinin olduğunu doğrulamış olduğundan
rahatlamıştı. Ancak bu sabahki portreyi görünce tekrar şüphelenmekten kendini alamamıştı.
Sıradan bir insan bu portreyi nasıl çizeceğini nereden bilirdi?
Ama parmakları nazikçe San Lang’ın saçlarını okşadığında, genç adamın siyah saçlarının herhangi bir
anormallik barındırmadan yumuşak ve upuzun olduğunu fark etti. Bir süre sonra muhtemelen
hareketleri nedeniyle gıdıklandığı için San Lang güldü. Hafifçe başını kaldırdı ve göz ucuyla ona baktı.
“Gege, saçımı mı topluyorsun yoksa aklında başka bir şey mi var?”
Uzun saçlarının dağınık ve açık olması San Lang’ın güzelliğine gölge düşürmüyordu, aksine ona şeytani
bir hava katıyordu. Sorusu kulağa sataşma gibi gelmişti. Xie Lian gülümsedi. “Tamam, tamam.”
Ardından hızla saçlarını topladı.
San Lang saçı toplandıktan sonra yansımasını görmek için yakındaki su kabına gitmiş ardından da
dönüp, tek kaşını kaldırarak Xie Lian’a bakmıştı. Onun tepkisini görünce Xie Lian tekrar nazikçe
öksürdü.
Önceden saçı yamuktu. Tekrar toplandıktan sonra ise hala eğriydi.
Her ne kadar San Lang hiçbir şey söylemeyip sadece ona bakmış olsa da, Xie Lian en azından birkaç
yüz yıldır hiç bu kadar utanmamıştı. Ellerini indirdi, tam San Lang’a ‘Gel, tekrar deneyeyim’ diyecekti
ki aniden dışarıda bir gürültü koptu. Arada bir duyulan ‘Asil Ölümsüz!’ bağırışlarına her yönden gelen
ayak sesleri eşlik ediyordu.
Xie Lian sesleri duyunca irkildi ve hemen dışarı fırladı, manastırın ana girişi insanlarla dolmuştu. Her
birinin yüzü heyecandan kıpkırmızıydı. Köyün başkanı ileri çıktı ve elini tuttu. “Asil Ölümsüz,
köyümüzde yaşayan bir tanrıyı misafir etmek sahiden büyük bir onur!”
Xie Lian. “???”
Diğer köylüler de çoktan etrafını sarmıştı. “Asil Ölümsüz, Puji Köyümüze hoş geldiniz ve ne iyi ettiniz
de yerleştiniz!”
“Asil Ölümsüz! Beni ve karımı kutsar mısınız?!”
“Asil Ölümsüz! Ailemden birisini hemen bir çocuk doğurması için kutsar mısınız!”
“Asil Ölümsüz! Taze su kestanelerim var! Yemek ister misiniz?! Yerken de beni bu sene iyi bir hasatla
kutsar mısınız?!”
Köylülerin hepsi çok coşkuluydu. Xie Lian’ı dört bir yanından sarmış, istemsizce gerilemesine neden
oluyorlardı. İçten içe kan ağlıyordu. Dün geceki yaşlı adamın ağzında bakla ıslanmıyordu. Tek bir
kelime dahi etmemesi gerekirken, şafak vaktinde tüm köy olanları öğrenmişti!
Köylüler en başta manastırın hangi tanrıya ithafen yapıldığını bile bilmiyorlardı ama şimdi hepsi tütsü
yakmak için yarışıyordu. Sonuçta hangi tanrı olursa olsun, tanrı tanrıydı ve dua etmekten zarar
gelmezdi. Xie Lian aslında kapısına gelen bir avuç insan dahi olmayacağını, manastırın koca bir sene
boyunca boş kalacağını, içeriye tek bir ruhun dahi girmeyeceğini düşünmüştü. Bu yüzden de en iyi
ihtimali düşünerek sadece küçük bir tomar tütsü almıştı. Tüm stokunun bir anda biteceği nereden
aklına gelirdi ki? Küçük tütsü kabı her tarafına sıkı sıkı dizilmiş tütsülerle ağzına kadar dolmuştu. Her
yere tütsü kokusu sinmişti ve Xie Lian uzun zamandır böyle bir koku duymadığı için birkaç kez
öksürmek durumda kalmıştı.
Bir öksürüğün ardından konuştu. “Öhö, yurttaşlarım, sahiden sizi zenginlikle ve hazinelerle
kutsayamam, gerçekten. Öhöö, lütfen, burada zenginlik için dua etmeyin! Beklenmedik sonuçlar
doğurabilir… Özür dilerim evlilikle dilemeyin lütfen… Hayır, hayır, sizi gebe kalmanız ve çocuk
doğurmanız için de kutsayamam…”
San Lang da dağınık bir şekilde toplanmış saçını boş vermiş ve bağış kutusunun yanına oturarak bir
elini çenesine yaslamış, tembel tembel ağzına su kestanesi atıyordu. Köydeki pek çok kadının dikkatini
çekmişti, kıpkırmızı yüzleriyle Xie Lian’a soruyorlardı, “Ee…. O, siz….”
Her ne kadar ne soracaklarını anlamamış olsa da Xie Lian tahmin ederek onları anında durdu. “Hayır.”
Müthiş bir zorlukla kalabalık en sonunda dağılmıştı, sunak masası şimdi meyveler, sebzelerle ve hatta
pirinç, erişte ve diğer pek çok şeyle doluydu. Öyle ya da böyle, en azından bir sürü adak almıştı. Xie
Lian köylülerin dışarıda bıraktıkları çöpleri süpürdü. San Lang da peşinden geldi. “Tütsüler oldukça
güzel.”
Xie Lian süpürürken başını iki yana sallıyordu. “Normal şartlar altında on belki on beş gün boyunca
kutsanmak için gelen tek bir kişi bile olmazdı.”
San Lang. “Neden?”
Xie Lian ona baktı ve gülümsedi. “Aklıma geldi de, belki de senin şansın benim şanssızlığımı bir parça
törpüledi.”
Bunları söylerken kapıdaki perdeyi değiştirmek istediği aklına gelmişti. Bu yüzden de kol yeninden
yeni bir perde çıkarttı ve kapıya astı. Görebilmek için iki adım geriledi, bu sırada San Lang’ın aniden
durduğunu fark etti. Xie Lian başını çevirdi. “Sorun ne?”
San Lang yüzünde düşünceli bir ifadeyle perdeye odaklanmıştı. Onun bakışlarını takip edince Xie Lian
onun perdedeki büyülere baktığını fark etti.
Bu tılsımı uzun zaman önce çizmişti ve birbiri üzerine yerleşmiş, üst üste büyüler işlenmişti. Oldukça
güçlü bir savunma sağlıyordu. Amacı ise kötülüğü uzak tutmak ve dışarıdaki kötü varlıkları geri
püskürtmekti, içeri girmelerine engel oluyordu.
Ancak Xie Lian’ın kendisi tarafından yapıldığı için aynı zamanda talihsizlikte mi çekecekti? Sadece
bekleyip görebilirdi. Sonuçta manastırın bir kapısı olmadığı için büyüler işlenmiş bir perdeyle bir parça
güvende olurdu.
Genç adamın hareketsiz bir şekilde perdeye baktığını görünce, Xie Lian’ın içinde bir şeyler harekete
geçti. “San Lang?”
Peki ya bu tılsım, genç adamın eşikten geçmesini ve içeri girmesini engelliyorsa?

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 17: Puji Manastırında, Ban Yue Geçidinin Tuhaf Öyküleri
San Lang ona baktı, konuşurken kıkırdıyordu. “Birazdan geleceğim.”
Sıradan bir şekilde bu sözleri söyledikten sonra topukları üzerinde döndü ve gitti. Mantıklı olan, Xie
Lian’ın peşinden gidip üstelemesiydi ama genç adam sadece kısa bir süreliğine gideceğini söylemişti,
çok uzun sürmezdi. Kesinlikle geri gelecekti. Bu yüzden Xie Lian da tekrar manastırın içine girdi.
Xie Lian dün gece şehrin sokaklarında dolaşırken topladığı şeyleri karıştırdı; sol eline metal bir
çaydanlık, sağ eline ise bir bıçak geldi. Sunak masasındaki meyvelere ve sebzelere bir bakış attıktan
sonra ayağa kalktı.
Bir tütsü yanıp bittikten sonra, Puji Manastırının dışından ayak sesleri duyuldu. Sesler ne yumuşak ne
aceleciydi, duyan herkes gündelik bir şekilde yürüyen genç bir adama ait olduğunu çıkartabilirdi.
Bu sırada Xie Lian çoktan elindekileri iki tabağa bölmüştü. Bir sağına bir soluna dönerek tabaktakilere
baktı, ardından derin bir iç çekti. Daha fazla bakmak istemeyerek dışarı çıktı ve tahmin ettiği gibi San
Lang tekrar karşısındaydı.
Genç adam manastırın dışında duruyordu. Muhtemelen yakıcı güneş nedeniyle, üzerindeki kırmızı dış
gömleği çıkartmış ve beline bağlamıştı. Üzerinde sadece kolları kıvrılmış ince, beyaz bir iç giysi vardı,
temiz ve maharetli görünüyordu. Sağ ayağıyla dikdörtgen şeklindeki bir ahşaba bastı ve sol eliyle bir
budama bıçağını döndürdü.
Bıçağı muhtemelen köylülerin birisinden ödünç almıştı, körelmiş ve ağır görünüyordu. Ancak onun
ellerinde inanılmaz hafif ve keskindi. San Lang sık sık ahşap tablanın kenarlarını inceltiyor, kabuklarını
soyuyor gibi görünüyordu.
Gözlerini kaldırıp Xie Lian’ın dışarı çıktığını görünce konuştu. “Bir şey yapıyorum.”
Xie Lian yanına gelip baktığında onun bir kapı yaptığını fark etti. Ölçüleri tam olarak uygundu. Harika
bir işçilikle, kapının güzel bir zarifliği ve pürüzsüz bir cilası vardı. Bu genç adamın zengin bir aileden
geldiğini düşünen Xie Lian onun fiziksel işler yapamayacağını, hatta pirinci buğdaydan ayırt
edemeyeceğini düşünmüştü. Bu kadar marifetli olacağı kimin aklına gelirdi?
“Seni uğraştırdım San Lang.”
San Lang gülümsedi, başka bir yorum yapmadı. Bıçağı hemen bir kenara atıp kapıyı takmaya başladı.
Ardından birkaç kez vurup denedikten sonra ona döndü. “Tılsım çizmek istiyorsan neden kapıya
çizmiyorsun? Daha iyi olmaz mı?”
Bunları söyledikten sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi perdeyi kaldırdı ve içeri girdi.
Görünüşe göre perdeye işlenmiş tılsımlar onu caydırmaya yetmiyordu hatta San Lang’ın hiç
umurunda değildi.
Xie Lian yeni yapılmış kapıyı kapattı ancak hemen sonra gelen tekrar açma isteğine engel olamadı,
ardından tekrar kapattı, açtı, sonra yeniden kapattı. Kapının işçiliğine hayran olurken, aniden
gerileyerek ne kadar anlamsız davrandığını fark etti. Diğer tarafta San Lang çoktan eve yerleşmiş
oturuyordu. Xie Lian en sonunda kapıyı rahat bıraktı ve sabah köylülerin getirmiş olduğu yalın,
buğulanmış bir çörek tabağı aldı, ardından sunak masasına yerleştirdi.
San Lang çöreklere bir bakış attı. Hiçbir şey söylemedi ama sanki bir şey fark etmiş gibi tekrar sessizce
gülmeye başladı. Xie Lian hiçbir şey olmamış gibi davrandı ve iki kase daha su koydu. Tam oturmak
üzereydi ki San Lang’ın kıvrılmış kolları gözüne ilişti. Ön kolu sıra sıra küçük dövmelerle doluydu ve
karakterler oldukça ilginçti. San Lang onun bakışlarını fark edince kollarını indirip gülerek konuştu.
“Gençken yaptırmıştım.”
Kollarını kapattığına göre, bu konuda konuşmak istemiyordu. Xie Lian anlayışla karşıladı. Oturduktan
sonra başını kaldırarak tekrar portreye baktı. “San Lang, çok güzel çiziyorsun, evinde seni bu konuda
eğiten birisi var mıydı?”
San Lang yemek çubuklarıyla birkaç çöreği dürttü. “Kimse öğretmedi. Sadece eğlenmek için
çiziyorum.”
Xie Lian tekrar sordu. “‘Tanrıları Memnun Eden Veliaht Prens’i çizmeyi nereden biliyorsun?”
San Lang güldü ve cevap verdi. “Her şeyi bildiğimi söylememiş miydim? Tabi ki onu nasıl çizeceğimi de
biliyorum.”
Her ne kadar arsız bir cevap vermiş olsa da, tavrı Xie Lian’ı şüphelendirmekten veya bu konuda daha
fazla soru sorulmasından hiçte korkmuyormuş gibi değildi. Xie Lian gülümsedi ve konuyu kapattı. Tam
bu sırada da dışarıda bir yaygara koptu. İkisi aynı anda başlarını kaldırıp birbirlerine baktılar.
Birisi sertçe kapıya vuruyor ve bağırıyordu. “Asil Ölümsüz! Tanrım, korkunç! Asil Ölümsüz kurtar bizi!”
Xie Lian kapıyı açtığında dışarıda durmuş, girişi çevreleyen bir insan kalabalığıyla karşılaştı. Onun
kapıyı açtığını görünce köyün başkanı sevinçle seslendi. “Asil Ölümsüz! Burada ölmek üzere olan bir
adam var! Lütfen onu kurtarın!”
Birisinin ölmek üzere olduğunu duyunca Xie Lian aceleyle baktı, köylülerin etrafında durduğu adam
bir Taocuydu. Saçları dağılmış ve yüzü kirliydi. Giysileri ve ayakkabıları parçalanmış, sanki günlerdir
koşuyormuş gibi lime limeydi. Sanki daha yeni düşmüş ve bayıldıktan sonra buraya getirilmiş gibi
görünüyordu. Xie Lian. “Sakin olun. Ölmemiş.”
Durumunu kontrol etmek için yere eğildi. İncelerken bu kişinin üzerinde her biri büyülü güçlere sahip
olan, sekizli triagramlar ve bir demir kılıç gibi eşyalar bulunduğunu fark etti. Bu kişi sıradan bir Tao
rahibi değildi. Xie Lian durumu fark edince istemsizce üzüldü.
Kısa bir süre sonra Taocu uyanarak boğuk bir sesle sordu. “…neredeyim ben?”
Köyün başkanı cevapladı. “Burası Puji Köyü!”
Adam mırıldandı. “……çıktım. Çıktım. En sonunda kaçtım…”
Etrafına baktı. Aniden gözleri dehşetle irileşerek korkuyla konuştu “Y-yardım edin, yardım edin!
Lütfen!”
Xie Lian onun böyle davranmasını zaten beklemişti. “Değerli Taocu kardeşim, sorun nedir? Sana kim
yardım etmeli? Sorun ne? Acele etme ve güzelce açıkla bana.”
Köylüler de ekledi. “Evet, korkmana gerek yok. Burada asil bir ölümsüzümüz var, tüm sorunlarını o
çözer!”
Xie Lian. “???”
Aslında bu köylülerin hiçbirisi onun tanrısal bir harekette bulunduğunu görmemişti ancak yine de
hepsi ciddi ciddi onun yaşayan bir tanrı olduğuna inanıyorlardı. Xie Lian ne söyleyeceğini bilmiyordu,
içinden ise, tüm sorunları çözmek asla tutulamayacak bir söz, diye geçiriyordu.
Birisi sordu. “Nereden geldin?”
Taocu tutkun bir şekilde cevap verdi. “Ben… Ben Ban Yue Geçidinden geldim.”
Bunu duyunca köylüler birbirlerine baktılar. “Ban Yue Geçidi neresi?”
“Hiç duymadım!”
Xie Lian. “Ban Yue Geçidi Kuzeybatı bölgesinde. Gerçekten çok uzakta. Buraya nasıl geldin?”
Adam. “Ben… Buraya kaçabilmek için çok büyük zorlukların üstesinden geldim.”
Tutarsız konuşuyordu ve duygu durumu bir hayli değişkendi. Böyle bir durumda etraftaki insan sayısı
ne kadar fazla olursa bilgi almak da o kadar zor olurdu. Herkes hep bir ağızdan konuşurken ne
düzgünce konuşulabilir ne de duyulabilirdi. Xie Lian. “İçeride konuşalım.” Dedi.
Nazikçe adamın içeri girmesine yardım etti ardından köylülere döndü. “Lütfen herkes evine gitsin ve
daha fazla izlemesin.”
Köylüler ise hala oldukça heyecanlıydı, sordular:
“Asil Ölümsüz, kimden kaçmış?”
“Evet neler olmuş?”
“Eğer herhangi bir sıkıntı olursa biz yardıma geliriz!”
Ne yazık ki ne kadar heyecanlı olurlarsa o kadar az yardımları dokunurdu. Çaresiz hisseden Xie Lian
kısık bir sesle ciddi bir şekilde konuştu. “Onun… bedeni ele geçirilmiş olabilir.”
Köylüler onun sözlerini duyunca dehşete düşmüştü. Ele geçirilmek dalga geçilecek bir konu değildi.
Kalıp izlemeye dahi korkmuşlardı bu yüzden hızla dağıldılar. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemiyordu,
sadece kapıyı kapatmakla yetindi. San Lang adak masasına yerleşmiş, eğlenmek için ellerinde yemek
çubuklarını döndürüyor bir yandan da özellikle dikkatli, kısık gözleriyle adamı izliyordu. Xie Lian ona
hitap etti. “Sorun yok. Sen yemeğine devam edebilirsin.”
Adamın oturmasını sağladı ancak kendisi ayakta kaldı. “Taocu dostum, ben bu manastırın efendisiyim.
Endişelenme, olanları rahatça anlatabilirsin. Ve eğer yardım edebileceğim bir şey varsa sahip
olduğum az miktardaki güçle sana destek olurum. Biraz önce bahsettiğin konuya dönersek, Ban
Yue’de neler oldu?”
Adam nefes aldı. Görünüşe göre kalabalıktan uzaklaşınca ve Xie Lian’ın sakinleştirici sözlerini duyunca
en sonunda rahatlamıştı. “Orayı daha önce duymuş muydun?”
Xie Lian cevapladı. “Duydum. Ban Yue Geçidi Gobi Çölünün içindeki bir vahaymış. Ban Yue’nin gece
manzarası inanılmaz güzelmiş ve neredeyse baş döndürücü olarak tarif edilebilirmiş. İsmi de buradan
geliyormuş.”
Adam. “Vaha mı? Manzara mı? Bunlar iki yüz sene önceki hali. Şimdi ise Ban Ming Geçidi demek daha
uygun olur!”
*ÇN: Ban yue yarım ay, Ban ming ise yarım ömür (Half-life :D) demek.

Xie Lian’ın kafası karışmıştı. “Ne demek istiyorsun?”


Adamın rengi korkutucu bir biçimde soldu. “Çünkü nereden gelirse gelsinler, oraya giren yolcuların
yarısı ardında iz dahi bırakmadan kaybolur. Ban Ming Geçidi ismi daha uygun değil mi?”
Xie Lian hiç böyle bir şey duymamıştı. “Bunu kimden duydun?”
“Kimseden duymadım. Kendi gözlerimle gördüm!” doğrulan adam devam etti. “Oraya gitmek isteyen
tüccarlar vardı. Tehlikeli olduğunu bildikleri için tüm birliğimi onlara eşlik etmemiz için tuttular.
Sonuçta…”
Sesi kederle dolmuştu. “Sonuçta, geride sadece ben kaldım.”
Xie Lian elini kaldırdı ve ona oturmasını, ani hareketlerden kaçınmasını işaret etti. “Ekibin kaç kişiden
oluşuyordu?”
“Tüm sektim, ek olarak tüccarlar, neredeyse altmış kişiydik!”
Neredeyse altmış kişi. Ling Wen Sarayı’nın hesaplarına göre kadın hayalet Xuan Ji yüzyıllar boyunca
yarattığı karmaşayla, toplamda öldürdüğü insan sayısı iki yüzü geçmiyordu. Eğer tek bir seferde altmış
kadar kişi kaybolduysa, totalde yiten insan sayısı hiçte azımsanacak gibi olmamalıydı. Xie Lian sordu.
“Ban Yue Geçidi, ilk kez ne zaman Ban Ming Geçidi oldu?”
“Her şey yaklaşık yüz on beş yıl kadar önce başladı; o zaman iblislerin evi oldu.”
Xie Lian ekibinin ölümü ve ‘iblislerin evi’ hakkında ona daha fazla soru sormak istiyordu. Ancak
adamla karşılaştığı andan beri bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordu. Tam bu noktada Xie Lian
içindeki şüpheyi daha fazla bastıramadı. Bu yüzden konuyu kapattı ve hafifçe kaşlarını çattı.
Bu sırada aniden San Lang konuştu. “Ban Yue Geçidinden buraya kadar kaçtın mı?”
Adam. “Evet! Argh, ucu ucuna hem de!”
San Lang anlayışa ‘ah’ dedi, ardından başka bir şey söylemedi. Ancak bu tek sorusu Xie Lian’ın da
yanlışlığın ne olduğunu anlamasını sağlamıştı.
Dönerek sıcak bir sesle konuştu. “O zaman, çok uzun bir yoldan geliyorsunuz, susamış olmalısınız.”
Adam irkildi ancak Xie Lian çoktan önüne bir kase su bırakmıştı. “İşte suyun Taocu dostum. İçmek
ister misin?”
Suyla yüzleşirken adamın tüm yüzü tedirgin bir ifadeye bürünmüştü. Xie Lian kenarda durdu, her iki
eli de kol yenlerinde gizli, sessizce bekliyordu.
Eğer bu Taocu sahiden Kuzeybatıdan aceleyle kaçarak geldiyse susuzluktan kavrulmuş ve açlıktan
ölüyor olmalıydı, dış görünüşüne bakarak da yemek yiyecek veya su içecek kadar vakti de olmuşa
benzemiyordu.
Ancak uyandığından beri tüm bu zaman boyunca sürekli konuştuğu halde hiç su veya yiyecek talep
etmemişti. Manastıra girdikten sonra önündeki adak masası da su ve içeceklerle dolu olduğu halde,
istediğini veya ilgilendiğini gösteren en ufak bir şey de göstermemişti. Masaya tek bir bakış dahi
atmamıştı.
Yaşayan bir insan bu şekilde davranmazdı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 18: Puji Manastırında, Ban Yue Geçidinin Tuhaf Öyküleri
Odadaki diğer iki kişinin bakışları altında, Taocu adam su kabını aldı. Kamburunu çıkartarak yavaşça
içmeye başladı. Beden diline bakılırsa uzun bir kuraklığın ardından yağmura susayan bir adamdan çok,
tereddütlü ve tetikte birisine benziyordu.
O suyu içerken Xie Lian da net bir şekilde sanki boş bir kaba su boşalırmış gibi lık, lık, lık seslerini
duyabiliyordu.
Hemen bir şey fark etti. Adamın bileğini tuttu. “İçme.”
Taocunun elleri titrerken ona şaşkınlıkla baktı. Xie Lian gülümsedi. “İçsen de boşa gider. Değil mi?”
Onun sözlerinin üzerine Taocunun rengi aniden değişti. Bir eliyle belindeki demir kılıcı çekerek Xie
Lian’a saldırmaya çalıştı. Xie Lian olduğu yerde hareketsiz bir şekilde duruyordu, ardından elini
kaldırarak ona engel oldu. Bir çınlama sesiyle kılıcın açısını çabucak değiştirmişti.
Taocu elinin ne kadar sıkı bir şekilde tuttuğunu fark edince dişlerini sıktı ve geriye çekildi. Xie Lian
tuttuğu kolun sanki hava kaçıran bir balon gibi, aniden boşaldığını fark etti, onun tutuşundan
kurtulana dek sönmüştü.
Adam serbest kaldığı gibi kapıya doğru koştu. Xie Lian her ne kadar onu dışarıda kısıtlayabilecek hiçbir
şey olmasa da endişelenmiyordu, adam dışarı çıkmayı başarsa bile RuoYe onu geri sürüklerdi.
Ancak o bileğini kaldırdığı anda yanından keskin bir ıslık sesi geçti.
Ses tıpkı keskin bir okun yayından çıkmasına benziyordu. Hemen adamın karnını delerek onu kapıya
çiviledi. Xie Lian bakışlarını nesneye çevirirken onun aslında sadece bir yemek çubuğu olduğunu fark
etti.
Arkasını döndüğünde San Lang’ın masadan kalkmış olduğunu gördü, oldukça sakin ve telaşsızdı. Onun
yanından geçen San Lang bambu çubuğu çekip çıkarttı, elinde iki kez hızla salladıktan sonra konuştu.
“Kirlendi. Daha sonra atarım.”
Taocu adama gelinecek olursa, ağır bir şekilde yaraladığı halde tek bir acı dolu haykırış dahi
duyulmamıştı. Onun yerine sessizce kapıya yaslanmış ve yavaş yavaş yere kayıyordu. Açılan
midesinden dışarı akmakta olan şey ise kan değil, suydu.
Az önce içtiği su.
İkisi Taocu adamın önünde diz çöktüler. Xie Lian yarasına birkaç kez bastırdı ve yaranın da hava
kaçıran bir balona eklenmiş yeni bir delik gibi olduğunu fark etti. Ek olarak Taocunun ‘cesedi’ de
değişmeye başlamıştı. Önceki görünüşü dinç bir adama aitti. Şimdi ise çökmüş, bedenindeki tüm yağ
tabakası kaybolmuş birine benziyordu. Yüzü ve uzuvları da küçülmüştü, artık yaşlı bir adamın dış
görünüşüne sahipti.
Xie Lian. “Boş bir kabukmuş.”
Bazı iblisler ve hayaletler mükemmel bir insan formuna bürünemezlerdi. Bu yüzden de başka bir
yöntem kullanırlardı: Boş kabuklar yaratmak.
Sahte bir insan cildini özenle yaratırken oldukça gerçekçi materyaller kullanırlardı. Sık sık bu ‘ciltler’
gerçek insanlar referans alınarak oluşturulurdu. Bazen doğrudan gerçek insan derisi bile kullanılırdı.
Bu durumda avuç çizgileri, parmak izleri ve saçları da doğal olarak kusursuz görünürdü.
Ek olarak böyle bir boş kabuk kullanıldığında, kendi derilerini taşımadıkları sürece kabukları da
hayalet halesi taşımazdı, bu yüzden de kötülükleri kovan tılsımlar konusunda endişelenmeleri
gerekmezdi. Kapıya çizdiği tılsım da bu yüzden adamı içeri girmekten alıkoymamıştı.
Ancak böyle boş kabuklar kolayca fark edilebilirdi, sonuçta sadece oyulmuş kuklalardı. Eğer içinde
bedeni giyecek bir ruh bulunmazsa, o zaman sadece aldıkları emirlere göre hareket ederlerdi.
Ayrıca bu emirler karmaşık da olamazdı, tekrarlayan hareketler veya önceden çalışılmış şeyler gibi
oldukça basit olmalıydılar. Bu yüzden de bu tür kabuklar yaşayan bir insanın aksine çoğu zaman
donuk ve cansız görünürlerdi.
Mesela sadece bir iki cümleyi tekrarlar, tekrar tekrar aynı şeyi yapar, sadece kendi sorularını cevaplar
veya kaçamak cevaplar verirlerdi. İnsanlarla sohbet etmeleri gerektiğinde kendilerini hemen ele
verirlerdi.
Ancak tüm bu ayırt etme yöntemlerine rağmen, Xie Lian’ın çok daha kolay bir yolu vardı. Su içmesini
veya yemek yemesini söylemek. Sonuçta kabuklar boştu, bu yüzden de iç organları yoktu. Bir şey
yemek, içmek istediklerinde boş bir kaba bir şey bırakıldığı veya bir şey döküldüğü gibi bir ses çıkardı.
Yemek yerken veya bir şeyler içerken gerçek bir insandan tamamen farklı olarak net bir yankı
duyulurdu.
Taocunun bedeni tamamen sönmüştü. Şimdiye kadar az çok deri birikintisine dönüşmüştü. San Lang
çubuğu kullanarak birkaç kez yüzünü dürttü, ardından çubukları bir kenara atıp konuştu. “Bu kabuk
biraz ilginç.”
Xie Lian genç adamın ne demek istediğini biliyordu. İkisi de Taocunun ifadelerini ve tavırlarını
incelemiş, hafızalarına not etmişlerdi. Adam sadece canlı gibi davranmakla kalmamıştı, tam olarak
yaşayan bir insan gibiydi. Onunla konuşurken hızla ve akıcı bir şekilde sorularına cevap vermişti.
Bundan yola çıkarak kabuğu kontrol eden kişinin parmak ısırtacak kadar fazla ruh gücü olduğu
söylenebilirdi. Xie Lian, San Lang’a bir bakış atarak konuştu. “San Lang, görünüşe göre bu konuda da
bilgin var.”
San Lang gülümsedi. “Fazla değil.”
Bu boş kabuk onu Ban Yue Geçidi hakkında bilgilendirmek için özel olarak kapısına dek gelmişti.
Bilgi sahte de olsa gerçekte, amaç onu Ban Yue Geçidine çekmekti.
Güvende olabilmek için ruhani iletişim rününe girmesi ve doğrulaması gerekiyordu. Xie Lian
parmaklarını sıkarak birkaç kez daha kullanabilecek kadar ruh gücü kalıp kalmadığını kontrol etti.
Ardından gizli yöntemi kullanarak ruhani iletişim rününe girdi.
Rüne katıldığında, oldukça nadir görülen heyecanla dolu telaşlı bir kalabalıkla karşılaştı. Dahası bu
meşgul kişilerin işleriyle ilgili konuşurken olan canlılığa benzemiyordu, daha çok sanki oyun oynayan,
hep birlikte neşeyle gülen bir halleri vardı. Xie Lian sahiden hayretler içindeydi ki Ling Wen’in
konuştuğunu duydu. “Ekselansları mı geldi? Ölümlü diyarındaki günlerin nasıl geçiyor?”
Xie Lian. “Fena değil, fena değil. Siz ne yapıyorsunuz? Herkes pek neşeli.”
Ling Wen. “Rüzgar Ustası geri döndü ve merit dağıtıyor. Ekselansları da gelip katılacak mı?”
Bu sırada Xie Lian ruhani iletişim rünündeki sayısız Tanrı’nın sesleri kısılacak kadar bağırdığını duydu.
“Yüz merit! Ben kaptım!”
“Neden ben sadece bir tane alabildim…”
“Bin! Bin! Ah! Teşekkürler Rüzgar Ustası! Hahahaha…!”
Xie Lian içinden, Gökten sikkelerin yağıyor ve herkeste mücadele ederek toplamaya mı çalışıyor, diye
geçiriyordu.
Bir taraftan, her ne kadar kendi merit sandığı tam takır olsa da, Xie Lian nasıl gidip o meritlerden
toplayacağını bilmiyordu. Diğer taraftan da tüm Tanrılar birbirlerini yakinen tanıyorlardı. Şakalaşırken
birbirlerine eğlencesine merit atmaları duyulmamış bir şey değildi. Ancak o aniden bu olaya dahil
olursa tuhaf görünürdü.
Sonuç olarak bu konuyu bir kenara bıraktı ve görev bilinciyle sordu. “‘Ban Yue Geçidi hakkında bir
şeyler bilen var mı?”
Sözler ağzından çıktığı anda hala meritler için yarışan bahsi geçen mutlu ve heyecanlı ruhani iletişim
rünü sessizliğe büründü.
Xie Lian’ın morali bir kez daha bozuldu.
Öncesinde küçük şiirler okur, gizli tarifler verirken diğer Tanrıların paylaştığı şeylerden
hoşlanmadıkları için cevap vermemeleri sorun değildi. O sıralarda Xie Lian tam bir alakaya
maydanozdu.
Ancak ruhani iletişim rününde sık sık resmi işlere dair sorular sorulurdu. Örneğin, ‘Bu hayaleti duyan
var mı? Baş edilmesi kolay bir hedef midir?’ veya ‘Yardım edebilecek kimse var mı?’ gibi.
Böyle zamanlarda herkes yorum yapardı. Fikri olanlar fikrini söyler, olmayanlar ise fırsat
bulduklarında soruşturacaklarını söylerdi.
Bu yüzden de Xie Lian’ın Ban Yue Geçidi hakkındaki sorusu resmi bir iş sayılıyordu. O ağzını açtığı anda
öncesindeki gibi herkesin ölüm sessizliğine bürünmesi için hiçbir neden yoktu.
Bir süre sonra birisi aniden bağırdı. “Rüzgar Ustası yüz bin merit daha attı!!!”
Ruhani iletişim rünü bir anda tekrar canlanmıştı. Birer birer tüm tanrılar tekrar meritler için
savaşmaya başladı, bunun anlamı da biraz önce sorduğu soruyla kimsenin ilgilenmediğiydi. Xie Lian
gündemdeki konunun kolay aşılacak bir mesele olmadığını biliyordu, bu yüzden muhtemelen ısrar
edemeyecekti.
İçten içe yüz bin merit hiçte küçük bir meblağ olmadığı için, Rüzgar Ustasının çok cömert olduğunu
düşünüyordu. Xie Lian tam ründen çıkmak üzereydi ki aniden Ling Wen’den özel rününe bir mesaj
geldi. “Ekselansları, neden aniden Ban Yue Geçidini sordun?”
Xie Lian da boş kabuğun nasıl kapısına kadar geldiğini anlattı ve devam etti. “Kabuk Ban Yue
Geçidinden kaçmış bir kazazede gibi davranıyordu, bu yüzden de bir amacı olduğu kesin. Bana
anlattıkları doğru muydu yalan mıydı bilmiyorum o yüzden sormak istemiştim. Ban Yue Geçidinde
neler oldu?”
Ling Wen bir süre kafa yorduktan sonra cevap verdi. “Ekselansları, bu meseleye dahil olmamanı
tavsiye ederim.”
Xie Lian böyle bir şey söyleneceğini az çok tahmin etmişti. Yoksa kimse meseleyi çözmeden bu şekilde
yüz on beş sene devam edemezdi. Ayrıca soruyu sorduğu anda herkes sus pus olmuştu. “Yolcular her
Geçitten geçtiğinde, yarısından çoğu kaybolurmuş. Bu doğru mu?”
Ling Wen duraksayarak cevap verdi. “Bu konudan daha fazla bahsetmek zor.”
Xie Lian, Ling Wen’in ses tonunun tedbirle örtüldüğünü duyabiliyordu. Emin olduğu tek bir şey varsa o
da Ling Wen’in zor bir durumda olduğuydu. Bu yüzden de ısrar etmedi. “Tamam. Anlıyorum. Eğer
konuşman uygun olmayacaksa ben de daha fazla sormayacağım. Ayrıca aramızdaki bu konuşma hiç
yaşanmadı.”
Xie Lian kendisini toparladıktan sonra ruhani iletişim rününden çıkıp ayağa kalktı. Süpürgesiyle
yerdeki sahte deri havuzunu süpürmeye başladığında kendi kendine mırıldanıyordu. Ardından başını
kaldırdı ve konuştu. “San Lang, korkarım uzak bir yere gitmem gerekecek.”
Ling Wen’in tavrını göz önünde bulundurarak meselenin hiçte kolay bir şey olmadığını
anlayabiliyordu. Bu boş kabuk kendi ayağıyla kapısına kadar geldiğine göre onun aklını çelmek istemiş
olmalıydı, bundan dolayı da gideceği yerin hoş olmadığı kesindi. Ancak San Lang’ın cevabı hiçte
beklediği gibi olmadı. “Peki Gege. Eğer sorun olmayacaksa ben de seninle gelebilir miyim?”
Xie Lian bunu tuhaf bulmuştu. “Toprak taşıyan rüzgarlarla dolu zor ve uzun bir yolculuk olacak, sen
neden eşlik etmek istiyorsun?”
San Lang güldü. “Ban Yue Geçidinde neler olduğunu mu öğrenmek istiyorsun?”
Xie Lian duraksadı. “Bunu da mı biliyorsun?”
San Lang kollarını bağladı ve sakin bir sesle konuştu. “Ban Yue Dağ Geçidinin aslında farklı bir adı
vardı. İki yüz yıl önce, kadim ülke Ban Yue’nin yerleşim yeriydi.”
Hafifçe daha dik oturmaya başladı, gözleri yıldızlar kadar parlaktı. “Ban Yue’nin şeytani…”
Xie Lian süpürgeyi duvara yasladı ve tam dinlemek için oturacaktı ki bu sırada kapı çaldı.
Çoktan akşam olmuştu. Tüm köylüler korkuyla evlerine gitmişlerdi ve Xie Lian’ın adam hakkındaki ‘ele
geçirilmiş’ sözleri üzerine tekrar çıkmaya korkuyorlardı. Gecenin bu saatinde kapıyı kim çalıyor
olabilirdi?
Xie Lian kapıda durdu ve bir anlığına nefesini tuttu ancak kapıya çizdiği tılsımda olağandışı bir hareket
olmamıştı. Ardından kapı iki kez daha çaldı. İki kişi aynı anda vuruyor gibiydi.
Bir süre orada durup düşündü, en sonunda kapıyı açtı. Siyahlara bürünmüş iki genç adam tam
karşısında duruyordu. Birisi aydın ve yakışıklıyken, diğeri şık ve kibardı. Nan Feng ve Fu Yao’ydular.
Xie Lian başladı. “Siz ikiniz…”
Fu Yao doğrudan gözlerini devirdi. Nan Feng ise hemen sordu. “Ban Yue Geçidine mi gidiyorsun?”
Xie Lian. “Siz nereden duydunuz?”
Nan Feng. “Birkaç Tanrı yolda yürürken bahsediyorlardı. Bugün Ban Yue Geçidi hakkında ruhani
iletişim rününde bir şeyler sorduğunu duydum.”
Xie Lian hemen anlamıştı. İki eli de kol yenleriyle kapatılmış bir halde cevapladı. “Anladım.
‘Gönüllüyüm’, yine değil mi?”
Her ikisi de sanki korkunç bir diş ağrısıyla boğuşuyorlarmış gibi yüzlerini buruşturdular. “…Evet.”
Xie Lian gülmekten kendini alamadı. “Anladım, anladım. Ama ilk olarak bir konuda anlaşalım, eğer
üstesinden gelemeyeceğimiz bir şeyle karşılaşırsak hemen kaçmakta özgürsünüz.”
Ardından hafifçe kenara çekildi ve onları detayları tartışmak üzere içeriye davet etti. Ancak arkasında
gevşek bir halde dikilmekte olan genç adamı gördüklerinde, normalde kararmış olan yüzlerinin anında
küle döneceği kimin aklına gelirdi ki?
Nan Feng hemen içeri koştu, Xie Lian’ı arkasına alarak bağırdı. “Geri çekil!”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 19: Puji Manastırında, Ban Yue Geçidinin Tuhaf Öyküleri
“Ne oldu?” diye sordu Xie Lian.
San Lang da oturduğu yerden kollarını açarak soruyu tekrarladı. “Ne oldu?”
Fu Yao kaşlarını çattı. “Sen kimsin?”
Xie Lian cevapladı. “Bir arkadaşım. Siz onu tanıyor musunuz?”
Tamamen masum bir yüzle San Lang konuştu. “Gege, bu iki kişi kim?”
Xie Lian’ı Gege diye çağırdığını duyunca Nan Feng’in dudağının kenarı kasılırken Fu Yao’nun kaşları
seğirdi. Xie Lian, San Lang’a bir elini salladı. “Yok bir şey, endişelenme.”
Nan Feng onu bağırarak durdurdu. “Onunla konuşma!”
“Ne, siz onu tanıyor musunuz?” Xie Lian sordu.
“……”
Fu Yao soğuk bir şekilde cevapladı. “Hayır, tanımıyoruz.”
“Eğer tanımıyorsunuz neden ikiniz bu kadar…” Xie Lian cümlesini bitiremeden aniden iki taraftan da
gelen parlayan bir şeyler hissetti. Geri baktığında ikisinin de aynı anda sağ ellerinde beyaz ışık topları
biriktiriyor olduklarını gördü. Xie Lian’ın içine işlerin kötüleşeceğinin doğmasıyla hızla onların arasına
girdi. “Durun, durun! Bu kadar aceleci olmayın!”
İnce havadan oluşan iki beyaz ışık topu kıvılcım saçarken oldukça tehlikeli gözüküyordu. Kesinlikle
normal insanların yapabileceği bir şey değildi. San Lang nezakettenmişçesine alkışladı. “Harika,
harika.” Bu övgü sözlerinde hiçbir samimiyet yoktu.
Büyük bir zorlukla Xie Lian sonunda ikisinin kollarını da zapt etti. Nan Feng döndü ve ona kızgınlıkla
sordu. “Bu kişiyle nerede tanıştın? Soyadı ne? Ailesi nerede yaşıyor? Nereden geldi? Neden seninle
beraber?”
Xie Lian cevapladı. “Yolda tanıştık, ismi San Lang ve gerisini bilmiyorum. Gidecek bir yeri olmadığı için
yanımda getirdim. Şimdi o kadar düşüncesiz olmayalım, tamam mı?”
“Sen…” Nan Feng nefesini tuttu, onu azarlamak istiyormuş gibi görünüyordu ancak kendini zorla
sakinleştirdi. “Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsun ama yine de onu içeri mi aldın?! Peki ya kötü
niyetliyse?!”
Xie Lian, neden Nan Feng’in ses tonunun, onun babasıymış gibi çıktığını merak etti. Başka bir tanrıyla,
hatta başka bir kişiyle yer değiştirmiş olsaydı, kendinden küçük birinin onunla bu şekilde
konuşmasından dolayı mutsuzluk hissederdi. Fakat Xie Lian çoktan yüzüne vurulan alaylardan ve
azarlamalardan etkilenmeyecek bir noktaya ulaşmıştı. Ayrıca ikisinin de niyetinin iyi olduğunu
biliyordu, o yüzden aldırış etmedi. Tam bu sırada San Lang sordu. “Gege, onlar senin hizmetçilerin
mi?”
Xie Lian sıcak bir şekilde cevapladı. “‘Hizmetçi’ terimi son derece yanlış, doğrusu ‘yardımcılar’.”
San Lang güldü. “Gerçekten mi?”
Ayağa kalktı. Rahatça bir şeyi aldı ve Fu Yao’ya fırlattı. “O zaman neden biraz yardımcı
olmuyorsunuz?”
Fu Yao bakmadan yakaladı. Ellerinde tutarken kafasını eğdi ve aniden etrafından karanlık bir hale
fışkırmaya başladı.
O genç ona bir süpürge fırlatmıştı!!!
Hemen oracıkta genci ve süpürgeyi toza çevirmeye hazırmış gibi görünüyordu. Xie Lian acele ederek
hızla süpürgeyi aldı. “Sakin ol, sakin ol. Yalnızca bir tane süpürgem var.” Bunu söylemesiyle Fu
Yao’nun avcunda beyaz, yuvarlak ışık oluşturacağını kim bilebilirdi ki? Bağırdı. “Hemen gerçek şeklini
göster!”
San Lang kaçmak için bir gayret harcamadı. Kolları birbirine bağlı bir şekilde oturur pozisyonda
dururken yalnızca hafifçe kenara eğilmişti. Parlak beyaz ışık bağış masasının bir bacağına çarptı.
Masanın devrilmesiyle sofra takımı kayarak yere düşüp kırıldı. Xie Lian bunun daha fazla devam
edemeyeceğini düşünürken bir elini alnına yerleştirdi. Elini sallamasıyla RuoYe aniden uçtu ve Nan
Feng’le Fu Yao’nun kollarını bağladı. Ondan kurtulmaya çalıştılar fakat başarısız oldular. Nan Feng
öfkelenmişti. “Ne yapıyorsun!”
Xie Lian mola hareketi yaptı. “Dışarıda konuşalım. Dışarıda.”
Elini tekrar sallamasıyla RuoYe ikisini dışarı sürüklemeye başladı. Xie Lian dönüp San Lang’a baktı.
“Hemen döneceğim.”
Kapıyı arkasından kapattı ve manastırın önünce durdu. Ardından RuoYe’yı serbest bırakarak kapının
önündeki levhayı aldıktan sonra ikisinin önüne yerleştirdi. “Lütfen okuyun ve bana ne yazdığını
söyleyin.”
Fu Yao, levhaya bakarak okudu. “Bu manastır viran haldedir. Yenileyebilmek için cömert insanların
bağış yapacaklarını içtenlikle umarız. Merit ve erdem topluyoruz.”
Kafasını kaldırdı. “Harap olmuş bir ev bağış arıyor? Sen mi yazdın bunu?? Ne olursa olsun hala
yükselmiş olan bir tanrısın. Nasıl böyle bir şey yazabilirsin? İtibarın nerede?”
Xie Lian kafasını salladı. “Bu doğru. Bunu ben yazdım. Eğer siz içeride kavga etmeye devam ederseniz,
yenileme yerine yeniden inşa etmek için yalvarmam gerekir. O zaman gerçekten de hiç itibarım
kalmaz.”
Nan Feng Puji Manastırını işaret ederek konuştu. “O genç adamın garip olduğunu düşünmüyor
musun??”
Xie Lian cevapladı. “Tabii ki de düşünüyorum.”
“Açıkça tehlikeli olduğunu biliyorsun o zaman neden hala onu yanında tutmaya kalkıyorsun?” Xie Lian
merit yardımında bulunmaya niyetli olmadıklarını gördü ve levhayı geri yerine koyup konuştu. “Nan
Feng, söylediklerin tam olarak doğru değil. Dünyada bir insanın sayısız tavrı ve ilginç tepkileri vardır.
‘Garip’ mutlaka ‘tehlikeli’ ile aynı anlama gelmek zorunda değil. Başkalarına göre benim de garip
gözüktüğümü biliyorsunuz. Ama ikinizden biri benim tehlikeli olduğumu hissediyor mu?”
“…”
Bunun aksi gerçekten de söylenemezdi. Bu kişinin açıkça bir ölümsüze ait iyi kemik yapısı ve
canlandırıcı görünüşü vardı ancak buna karşılık tüm gün çöp topluyordu. Kesinlikle garipti!
Fu Yao konuştu. “Sana karşı entrika çeviriyor olabileceğinden korkmuyor musun?”
Xie Lian sordu. “Entrika çevrilmeye değer bir şeyim olduğunu düşünüyor musun?”
Bunu söylediği anda Nan Feng ve Fu Yao’nun ikisi de dillerini yutmuştu. Bu soru aslında oldukça
mantıklıydı. Eğer bir kişi entrikanın hedefi olursa bu çoğunlukla zenginliklerinden dolayı olurdu. Ancak
üzücü olan, gerçekten düşünüldüğünde, şu anda Xie Lian entrika çevrilmeye değecek hiçbir değerli
eşyaya sahip değildi. Eğer biri para isterse, hiç parası yoktu. Eğer biri servet istese, hiç serveti yoktu.
Tabii eğer her gün topladığı hurdalara gözünü dikmemişse?
Xie Lian ekledi. “Ayrıca, onu kontrol etmedim değil.”
İkisi dikkatlerini ona verdi.
“Nasıl kontrol ettin?”
“Sonuç neydi?”
Xie Lian onu kontrol etmiş olduğu birkaç seferi anlattı. “Hiçbir sonuç yoktu. Çoktan kapsamlı bir
şekilde inceledim. Eğer normal bir insan değilse o zaman sadece tek bir seçenek kalıyor.”
Bir Yıkım sınıfı!
Fu Yao dudak büktü. “Ya eğer gerçekten de bir Yıkımsa?”
Xie Lian yanıtladı. “Büyük bir Musibet hayaletinin bizim kadar boş olacağını düşünüyor musun? Bir
kasabaya benimle çöp toplamaya geleceğini.”
“Biz hiçte boş değiliz!”
“Evet, evet, evet…”
Puji Manastırının dışındaki küçük bir tepenin üzerinde üçünün kulaklarına etrafta yürüyen o genç
adamın acelesiz ayak sesleri ulaşıyordu. Mutlu ve dünya umurunda değilmiş gibi duyuluyorlardı. Nan
Feng sesini alçaltarak konuştu. “Böyle olmaz. Hala gerçekten bir Musibet mi değil mi onu anlamamız
gerek.”
Xie Lian kaşlarının arasındaki boşluğu ovdu. “O zaman onu sınayın. Yalnızca abartmayın. Ya sadece
evden kaçmış şımarık bir çocuksa? Bu çocukla oldukça iyi anlaşıyorum. İyi olun, ona zorbalık
etmeyin.”
‘Ona zorbalık etmeyin’ cümlesini duyunca Nan Feng’in ifadesi sadece birkaç kelimeyle açıklanması zor
olan bir hale geldi ve Fu Yao gözlerini neredeyse kafasının arkasına kadar yuvarlandı. Xie Lian kapıyı
açmadan önce onları tekrar uyarmıştı. San Lang’ın kafası alçalmıştı, sanki bağış masasının bacağını
inceliyordu. Xie Lian yumuşak bir şekilde seslendi. “Yaralanmadın, değil mi?”
San Lang güldü. “Ben iyiyim. Sadece bu masanın düzeltilebilir olup olmadığını kontrol ediyorum.”
Xie Lian sıcak bir şekilde konuştu. “Daha önce olanlar sadece bir yanlış anlaşılmaydı, lütfen gücenme.”
San Lang gülerek söyledi. “Sen böyle söyleyince nasıl gücenebilirim ki? Belki tanıdıkları birine
benzetmişlerdir.”
Fu Yao donmuş bir ses tonuyla konuştu. “Kesinlikle. Birazcık tanıdık. Öncesinde muhtemelen hata
yaptım.”
San Lang cevaplamadan önce parlak bir şekilde gülümsedi. “Oh. Ne tesadüf. Ben de sizin birazcık
tanıdık göründüğünüzü düşündüm.”
“…….”
İkisi hala tetikte olmalarına rağmen daha fazla zorlayıcı hareketlerde bulunamazlardı. Nan Feng
konuştu. “‘Bin Mili Küçültme’ rünü çizmem için biraz yer boşaltın.”
‘Bin Mili Küçültme’ bir ışınlama rünüydü. İsminden de anlaşıldığı gibi bin mili, dağları ve ırmakları tek
bir adım öteye getirebilirdi. Her kullanımın çok büyük ruhani güç harcamasının yanı sıra başka bir şey
bu kadar kullanışlı olamazdı. Xie Lian yerden bambu hasırı aldı ve söyledi. “Buraya çiz.”
Öncesinde Fu Yao içeri girdiğinde içerideki eşyaları inceleme şansı olmamıştı. Şimdi bu çarpık çurpuk
ve dökük evde bir süredir olduğu için her şeyi görebiliyordu. Tepeden tırnağa tüm bedeni rahatsız
hissediyordu. “Böyle bir yerde mi yaşıyorsun?”
Xie Lian ona bir sandalye uzatırken cevapladı. “Ben hep böyle yerlerde yaşadım.”
Bunu duyunca Nan Feng’in hareketleri bir saniyeliğine bocaladı ve ardından tekrar rünü çizmeye
devam etti. Fu Yao oturmadı, onun ifadesi de bir saniyeliğine sertleşmişti. Yüzündeki ifadenin ne
olduğunu söylemek zordu. Dokuz parçası şok ve bir parçası başkalarının mutsuzluğun alınan keyif
gibiydi.
Ancak hemen bu akıl ermez ifadeyi saklayarak konuştu. “Yatak?”
Xie Lian hasıra sarıldı. “Burada.”
Nan Feng kafasını kaldırdı, hasıra bir bakış attı ve tekrar kafasını eğdi. Fu Yao, kenardaki San Lang’a
bakıp konuştu. “Onunla beraber mi uyudun?”
Xie Lian sordu. “Bir problem mi var?”
Uzun bir süre ikisi de tek bir söz söylemedi, böylece Xie Lian başka bir sorunun olmadığı kanaatini
getirdi. Ardından kafasını San Lang’a doğru döndürüp sordu. “San Lang. Daha önce kesilmeden önce
yarısını açıklayabilmiştin. Ban Yue şeytani geliştiriciye ne oldu? Lütfen devam et?”
San Lang onlara düşünceli bir şekilde bakıyordu, bakışları karanlıktı. Xie Lian’ın ona seslendiğini
duyunca dalgınlığından çıkıp hafifçe gülümsedi. “Pekala.”
Düşüncelerini topladıktan sonra konuştu. “Ban Yue’nin şeytani geliştiricisi aslında eski Ban Yue
Krallığının büyük öğretmenlerinden biri. Şöyle ki, iki şeytani geliştiriciden biri.”
“Eğer iki tane şeytani geliştirici varsa o zaman açık olarak iki kişiyi kapsıyor. Diğeri kim?”
San Lang tüm soruları cevaplamıştı. “Ban Yue Krallığından olmayan biri. Merkez Ovalardan bir şeytani
usta, ismi Büyük Öğretmen Fang Xin.”
Xie Lian’ın gözleri, dinlemeye devam ederken yavaş yavaş büyüdü. Ortaya çıkan, Ban Yue’nin
insanlarının olağanüstü derecede güçlü ve savaş ile şiddet yanlısı olmasıydı. Merkez Ovaların batı
bölgesinde önemli bir denetleme noktasını ele geçirmiş, iki ulusun sıkça birbirlerinin sınırlarına izinsiz
girmeleriyle çıkan ve bitmeyen çatışmalara neden olmuşlardı. Büyük ve küçük savaşlar sık sık ortaya
çıkıyordu. Büyük Öğretmenleri büyüde yetenekliydi ve birliklerinin ona tam inancı vardı, onu ölüme
bile takip ederlerdi.
Lakin iki yüz yıl önce, Merkez Ovaların kralı sonunda saldırması için bir ordu topladı ve Ban Yue
Krallığını tamamen ezdi.
Ban Yue Krallığı yok olmuş olmasına rağmen Büyük Öğretmenin ve birliklerin kiniyle nefreti
kaybolmadı. Orada insanları avlamak için kaldılar. Ban Yue Krallığı’nda eskiden yeşillik alan boldu
fakat Ban Yue Geçidine dönüştükten sonra bir zamanlar yemyeşil olan manzara kötü enerji tarafından
çürütülmüş bir hal alıp yavaşça Gobi Çölünün çevresi tarafından yok edilmişti. Geceleri insanların hala
Ban Yue askerlerinin, bir gürz tutan gururlu siluetlerinin Gobi’de uzaktan avlarını ararken
gezindiklerini görebildikleri söylenirdi.
Normalde orada on binlerce yaşayan vardı. Ancak hepsi git gide hayatta kalamaz bir hale gelip göç
etmiş ve orayı terk etmişlerdi. Aynı anda ‘biri her bu Geçit’ten geçtiğinde yarısından fazlası kaybolur’
efsanesi yayılmaya başlamıştı. Oradan geçenler Merkez Ovalar’ın insanları oldukları sürece usulsüz
‘oyuncak’larının yarısını arkada bırakmak zorundaydı – insan hayatlarını!
Fu Yao sahte bir gülümseme takındı. “Bu genç usta kesinlikle çok fazla biliyor.”
San Lang gülümseyerek konuştu. “Hiçte bile, hiçte bile. Sadece senin bildiklerin çok az.”
“……”
Xie Lian bu çocuğun keskin bir dilinin olduğunu düşünürken gülümsemesini tutamadı. Ardından San
Lang’ın tembelce devam ettiğini duydu. “Yine de bunlar sadece resmi olmayan bir hikaye, birkaç eski
masal ve söylenti. Gerçekten de böyle bir Büyük Öğretmen’in olup olmadığını kim bilebilir? Ya da Ban
Yue Krallığının gerçekten var olup olmadığını?”

Çevirmen: Kae
Not: Nan Feng’in Xie Lian’a karşı tam bir baba gibi davranması… Ve San Lang’ın laf sokmaları xD
Neyse buradan sonra yeni bir kısım başlıyor artık :3
Bölüm 20: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek
Ancak Xie Lian. “Her ne kadar gayrı resmi tarihten ve söylentilerden bahsediyor olsak da, Ban Yue
Krallığı sahiden var.”
San Lang. “Öyle mi?”
Bu sırada Nan Feng en sonunda yere çizdiği karmaşık rünü bitirmişti. Doğrulup konuştu. “Bitti. Ne
zaman gidiyoruz?”
Xie Lian hızla küçük bir çanta hazırladıktan sonra ön kapıya yürüdü. “Şimdi gidelim.”
Elini kapıya koydu. “Cennetin Kutsaması üzerimizde olsun, tüm yasaklar kalktı!” Ardından hafifçe itti.
*ÇN: Yine Çin özlü sözünden ‘Tüm yasaklar kalktı ve tüm kötülükler geri çekildi!’

Kapı açıldığı anda küçük tepeler ve köy gözden kaybolmuştu, karşılarına çıkan tek şey boş bir
caddeydi.
Her ne kadar oldukça geniş bir yol olsa da etrafta çok az sayıda insan vardı. Saatlerce beklerlerse bile
en fazla üç dört kişi oradan geçerdi. Bunun nedeni havanın kararmış olması değildi. Kuzeybatı zaten
düşük nüfusa sahip bir bölgeydi ve Gobi Çölü de oraya yakın olduğu için gündüz bile yoldan geçen
insan sayısı az olurdu.
Xie Lian bir binadan çıktı ve kapıyı kapatmak için döndüğünde meraklandı, Puji Manastırından nasıl
yeni çıkmış olabilirdi? Arkasından küçük bir han vardı.
Tek bir adımla, binlerce kilometre aşılmıştı. Mesafe Kısaltan Tekniğinin gizemli yanı da buydu işte.
Önlerinden tedbirli bakışlarıyla onları izleyen birkaç yolcu kendi aralarında mırıldanarak geçti. O
sırada San Lang’ın konuştuğunu duydular. “Antik yazıtlara göre, ay gökyüzünden alçaldığında Kuzey
Yıldızını takip edersen Ban Yue Krallığını görürmüşsün. Gege bak.” Gökyüzünü işaret etti. “Büyükayı.”
Xie Lian görmek için başını kaldırdı, gülümsedi. “Büyükayı ne kadar parlak.”
San Lang yanına geldi ve omuz omuza durdular. O da başını kaldırıp gülümsemeden önce Xie Lian’a
baktı. “Evet. Bilinmeyen bir nedenden ötürü Kuzeybatıdaki gökyüzü, Merkez Ovalara göre her daim
daha parlak ve net olmuştur.”
Xie Lian sözlerine katıldığını ifadesiyle belirtti. San Lang’la karanlık gök ve yıldızlar hakkında derin bir
sohbete dalmışken, yanlarındaki iki genç savaş tanrısı ikisinin tavırlarını tuhaf bulmuşlardı. Nan Feng
sordu. “O neden geldi?!”
San Lang masum bir şekilde yanıtladı. “Ah, antik kehanet geleneklerini oldukça gizemli buluyorum, bu
yüzden sizi takip ederek burayı ziyaret etmek istedim.”
Nan Feng sinirle konuştu. “Ziyaret mi? Buraya gezmeye mi geldik sanıyorsun?!”
Xie Lian kaşlarının arasına masaj yaptı. “Boş verin. Eğer bizimle geldiyse gelmiştir işte. Sizin
erzaklarınızdan yemeyecek ya; ben yanımda yeterince yiyecek getirdim. San Lang, yanımdan ayrılma.
Kendi başına uzaklaşma.”
San Lang oldukça itaatkar bir şekilde cevapladı. “Tamam.”
“Sorunun gerçekten kimin kimin yemeğini yediği olduğunu mu sanıyorsun?”
Xie Lian iç çekti. “Nan Feng, şu an gecenin bir yarısı ve herkes uyuyor. Kendi işimize bakalım olur mu?
Başka şeyleri bu kadar dert etme. Hadi gidelim, hadi.”
Büyükayı’nın rehberliğinde, doğrudan kuzeye giden patikayı takip ettiler. Gece yolculuklarında,
kasabalar ve yeşillik alanlar yavaşça azalmaya başlarken, yoldaki kum ve taşlar gitgide arttı.
Ayaklarının altındaki toprak son bulduğunda Gobi Çölüne resmi olarak adım atmışlardı.
Mesafe Kısaltan Rünü tekrar kullanmak onlara zaman kazandırabilirdi ancak gidilmek istenen mesafe
ne kadar fazla olursa o kadar çok ruh gücü gerekirdi. Nan Feng zaten rünü bir kez çizmişti, bir kez
daha çizebilmesi için saatler geçmeliydi.
Ayrıca Nan Feng zaten çok fazla güç harcamış olduğu için yolda karşılaşabilecekleri beklenmedik
olaylar ve olası savaş ihtimallerini göz önünde bulundurarak Xie Lian, Fu Yao’dan da bu tekniği
kullanmasını isteyemezdi. İçlerinden en azından birisinin ruhani güçlerini tam verimle kullanabiliyor
olması gerekiyordu.
Çöldeki gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı oldukça fazlaydı. Geceleri dondurucu soğuk insanın
kemiklerine işliyor olmasına rağmen katlanılabilirdi. Fakat gündüzleri bambaşkaydı. Gökyüzü açıktı ve
beyaz bulutların çizgileriyle engindi ancak kızgın güneş de bir o kadar kavurucuydu.
Yürümeye devam ettikçe muazzam bir buhar sepetine girdiklerini hissediyorlardı. Zeminden sızan
sıcak hava, gün boyu yürüyen bir insanı canlı canlı pişirebilirmiş gibi geliyordu.
Xie Lian hangi tarafa gideceklerine rüzgarın yönüne ve taşların altındaki bitki örtüsüne göre karar
veriyordu. Yanındakilerin ona ayak uyduramayacağından korktuğu için de sık sık arkasına bakıyordu.
Nan Feng ve Fu Yao sıradan insanlar değillerdi, bu yüzden onların nasıl idare ettiğinden bahsetmeye
gerek yoktu. San Lang’ın görüntüsü ise onu güldürmüştü.
Yukarıdaki yakıcı güneşi engellemek için genç adam dış cübbesini çıkartarak tembelce üzerine
örtmüştü. Gevşek ifadesi bir parça yorgunluğu da ele veriyordu. Beyaz teni, simsiyah saçları ve başına
sardığı kırmızı cübbesiyle yüzü daha da çarpıcı görünüyordu.
Xie Lian hasır şapkasını çıkarttı ve San Lang’ın başına sıkıca yerleştirmek için elini kaldırdı. “Sana
ödünç veriyorum.”
San Lang bir an donakalmıştı, ardından gülümsedi. “Gerek yok.”
Hasır şapkayı geri verdi. Xie Lian konuyu uzatmak istemiyordu, San Lang gerek yok dediyse ısrar
etmeyecekti. “Almak istersen sorman yeterli.” diyerek şapkasını aldı ve yürümeye devam etti.
Bir süre ilerledikten sonra ilerideki sarı kumların üzerinde küçük, gri bir bina gördüler. Yakından
bakmak için yaklaştıklarında yıllardır kullanılmamış gibi görünen bir hanla karşılaştılar. Xie Lian
gökyüzünü incelemek için başını kaldırdı, çoktan öğlen olmuştu. Günün en sıcak ve en zorlayıcı
saatleri öğleden sonra olduğundan ve tüm gece boyunca yürümüş olduklarından kısa bir mola
vermenin zamanı gelmişti, bu yüzden hana doğru ilerledi.
Hanın içerisinde kare şeklinde bir masa vardı. Etrafına oturduklarında Xie Lian sırtındaki basit seyahat
çantasından bir su şişesi çıkarıp San Lang’a uzattı. “İster misin?”
San Lang başını salladı. Şişeyi kabul ederek bir ağız dolusu su içti. Xie Lian ondan sonra kendisi içmek
için şişeyi geri aldı.
Xie Lian başını geriye attı ve adem elması bir aşağı bir yukarı hareket ederken birkaç yudum aldı.
Soğuk sıvı boğazından süzülürken inanılmaz tazeleyiciydi. Bu sırada San Lang ise çenesini eline
yaslamış, onu izlermiş gibi görünüyordu. Bir süre geçtikten sonra aniden sordu. “Su kaldı mı?”
Xie Lian kenarında su kalmış olduğu için ağzını sildi. Dudakları hala hafifçe ıslaktı. Başını sallayarak
şişeyi tekrar San Lang’a uzattı. San Lang tam almak üzereydi ki, bir el Xie Lian’ın şişeyi uzatmasına
engel oldu.
Fu Yao araya girdi. “Dur biraz.”
Herkesin bakışları üzerindeydi, Fu Yao yavaşa kol yeninden bir su şişesi çıkarttı ve masaya bırakarak
San Lang’a doğru itti. “Benim de yanımda su var. Buyur.”
Xie Lian anında onun bir şeylerin peşinde olduğunu anlamıştı.
Fu Yao gibi birisi başkasıyla suyunu paylaşmayı nasıl isterdi ki? Xie Lian o ikisinin geçen gün de San
Lang’ı daha yakından incelemek istediğini unutmamıştı. Bu yüzden de şişedeki su normal bir su
olamazdı, Suret Açığa Çıkartan Su olduğu neredeyse kesindi.
Bu gizli, şifalı su normal bir insan içtiğinde hiçbir etki göstermezdi. Ancak insan olmayan birisi içerse, o
zaman şifalı etkisinin altında gerçek suretlerini göstermeye zorlanırlardı. Zaten iki savaş tanrısı da bu
genç adamın Yıkım seviyesi veya üstünde olup olmadığını öğrenmek istiyorlardı, Suret Açığa Çıkartan
Su güçlü olduğundan bu iş için oldukça uygundu.
Ancak San Lang sadece gülmüştü. “Gege ve ben bu şişeyi paylaşacağız.”
Nan Feng ve Fu Yao aynı anda kenarda oturmakta olan Xie Lian’a baktılar. Xie Lian içinden geçirdi, Ne
diye bana bakıyorsunuz? Fu Yao sakin bir sesle konuştu. “Onun şişesi neredeyse boşaldı, resmi
davranmana gerek yok.”
*ÇN: Adama bir ‘indirect-kiss’i /dolaylı öpücüğü çok gördün be ayıp ama :(

San Lang. “Sahi mi? O zaman ilk sen iç.”


“…”
Bir süre olan sessizliğin ardından ilk konuşan Fu Yao’ydu. “Sen misafirsin, ilk sen iç.”
Her ne kadar kibar ve terbiyeli bir halde konuşsa da Xie Lian sözlerin zorla dişlerinin arasından
çıktığını duyar gibiydi. San Lang eliyle ‘önden buyur’ diye işaret ederek karşılık verdi. “Savaşçılarımız
sizlersiniz. Önce sen iç, yoksa kötü hissederim.”
Xie Lian onların birbirlerine caka satmasını izledi. Ancak böyle durumlarda iş bir yerden sonra fiziksel
bir boyuta varırdı. Aralarında sadece masa olan üçlü, su şişesini bir ileri bir geri itmeye devam ettiler.
Xie Lian elinin altındaki masanın hafifçe titrediğini hissedebiliyordu. Zavallı masanın son günlerinin
geldiğini düşünürken başını pişmanlıkla iki yana salladı. Yoldaşları ise sessiz savaşlarına bir süre daha
devam ettiler.
En sonunda Fu Yao daha fazla dayanamayarak alayla güldü. “Suyu bu kadar içmek istemediğine göre
gizlemeye çalıştığın bir şeyler var demek.”
San Lang güldü. “İkinizde düşmanca davranıp suyu ilk olarak içmeyi kabul etmiyorsunuz. Kim bir
şeyler gizlemeye çalışıyor sence bu durumda? Suya zehir katmış olabilir misin acaba?”
Fu Yao. “Hemen yanında oturan kişiye suyun zehirli olup olmadığını sorabilirsin.”
Bunu dediğinde San Lang, Xie Lian’a döndü. “Gege, bu su zehirli mi?”
Fu Yao kurnaz davranmıştı. Doğal olarak Suret Açığa Çıkartan Su zehirli değildi. Sıradan bir insan
içtiğinde, normal sudan hiçbir farkı olmazdı. Xie Lian verebileceği tek cevabı verdi. “Zehirli değil
ama…”
Ama o daha cümlesini bitiremeden Nan Feng ve Fu Yao ters ters bakmaya başladılar. San Lang ise
anında ellerini gevşetti. “Peki.”
Su şişesini eline alarak birkaç kez salladı. “Gege zehirsiz diyorsa, içmemin bir mahsuru yok demektir.”
Genç adam gülümsedi ve tüm şişeyi içti.
Xie Lian onun bu kadar çabuk davranmasını beklemediği için ani hareketiyle epey şaşırmıştı. Nan Feng
ve Fu Yao oldukları yere çakılmış olmalarına rağmen yine de tetikteydiler. San Lang, Suret Açığa
Çıkartan Suyu sonuna kadar içti, bitirdikten sonra şişeyi birkaç kez daha salladı. “Tadı çokta matah
değil.”
Ardından hızla şişeyi bir kenara attı, şişe ise bir çınlama sesiyle yere çarparak parçalanmıştı.
San Lang’ın Suret Açığa Çıkartan Suyu içtikten sonra herhangi bir anormallik göstermeden tamamen
kendi halinde oturduğunu görünce Fu Yao’nun yüzü hayretle doldu. Yine de hemen soğuk bir sesle
cevap vermesini bildi. “Sadece su işte. Hepsinin tadı aynı değil mi? Ne farkı olacaktı ki?”
San Lang, Xie Lian’ın dirseğinin yanındaki su şişesini aldı. “Tabi ki farkı olur. Bu suyun tadı çok daha
güzel.”
Bunu duyunca Xie Lian gülümsemekten kendini alamadı. Bu testin sonucu onun hiç umurunda
olmamıştı. Sonuç ne çıkarsa çıksın San Lang’ın kim olduğu veya niyeti hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Bu
nedenle önünde patlak veren kaos ona sadece komik gelmişti, başka bir anlamı yoktu.
Xie Lian tam işlerin artık yoluna gireceğini düşünürken, yüksek bir çınlama sesiyle Nan Feng masaya
bir kılıç bıraktı.
Böylesi etkileyici bir hareket, orada bulunan herkesi öldüreceğini düşünmek için yeterliydi. Xie Lian
kendini toparlamadan önce söyleyecek hiçbir söz bulamamıştı. “Ne yapıyorsun?”
Nan Feng belirsiz bir şekilde homurdandı. “Yolumuz tehlikelerle dolu. Bu yüzden genç kardeşimize
kendisini savunabilmesi için bir kılıç veriyorum.”
Xie Lian yakından inceleyebilmek için başını eğdi. Kını basit ve sadeydi, kılıcın kendisi ise yıllarca
bilenmişti.
Sıradan bir eşya değildi. İçi titredi. Xie Lian kaşlarını kaldırarak döndü, Bu sahiden de Kırmızı Ayna.
Kılıcın adı ‘Hong Jing’, kırmızı aynaydı ve oldukça bir kılıçtı. Her ne kadar kötü ruhları kovamasa veya
iblisleri öldüremese de, hiçbir iblis ya da hayalet onun büyülü aynasından kaçamazdı. Kılıcı kınından
çeken kişi bir insan değilse, kılıç sanki kanla dolmuş gibi kırmızıya dönerdi. Dahası kan kırmızısı kılıç,
onun kınından çeken kişinin gerçek görünüşünü yansıtırdı. İster Şiddet ister Yıkım sınıfından olsun,
kimse ondan kaçamazdı!
Genç insanların gözleri her daim değerli kılıçlar ve bineklerin üzerinde olur, onlara özel bir ilgiyle
yaklaşırlardı. San Lang ‘Aa?’ derken oldukça kendini kaptırmış görünüyordu. “Bir bakayım.”
Bir eliyle kını, diğer eliyle kabzasını tuttu, ardından yavaşça kılıcı çekti. Hem Nan Feng’in hem Fu
Yao’nun gözleri yoğun bir şekilde onun hareketlerini izliyordu. Kınından birkaç santim sıyrılmış olan
kar beyazı kılıç büyüleyiciydi. Bir an sonra San Lang kıkırdadı. “Gege, bu iki hizmetçin benimle dalga
mı geçiyor?”
Xie Lian hafifçe öksürdü ve ona döndü. “San Lang, daha önce de söyledim. Onlar benim hizmetçim
değiller.” Ardından tekrar önüne döndü.
Nan Feng ondan beklenmedik, soğuk bir sesle konuştu. “Kim seninle dalga geçiyormuş?”
San Lang güldü. “Kırık bir kılıçla mı kendimi savunacağım?”
Sözleriyle birlikte kılıcı tekrar kınına soktu ve masaya attı. Nan Feng’in kaşları ise şaşkınlıkla kalkmıştı,
aniden kılıcı alarak metalik bir çınlamayla kınından çekti. Elinde, fazladan bir keskin kenarı olan… kırık
bir kılıç vardı.
Kırmızı Ayna kabzasının birkaç santim altından kırılmıştı!
Nan Feng’in ifadesi hafifçe değişti, ardından kını aldı ve kalan kısmı çınlama sesleriyle içeri soktu.
Kının içinde sayılamayacak kadar küçük parçalara bölünmüş kılıçtan geriye kalanlar duruyordu.
Kırmızı Ayna her tür iblisi veya hayaleti ayırt edebilirdi, bu kadarı doğruydu. Onun gözlerinden daha
kaçabilen bir şey hiç olmamıştı ancak aynı zamanda onu kınının içinde sayısız parçaya ayırabilen birisi
de hiç görülmemişti!
Nan Feng ve Fu Yao aynı anda San Lang’ı işaret ettiler. “Sen…”
San Lang bir kahkaha attı ve geriye yaslanarak siyah çizmelerini masaya yasladı. Kırmızı Aynanın
kopan bir parçasını alarak elinde havaya atıp tutmaya başladı. Eğleniyordu. “Bana bilerek kırık bir kılıç
sunmadığınızı farz ediyorum. Yolda kırılmıştır herhalde. Ama merak etmeyin, kendimi kılıcım olmadan
da savunabilirim. Kılıç ya da daha artık neyiniz varsa, onları kendiniz için saklayabilirsiniz.”
Xie Lian kılıca doğrudan bakabilme yetisini kaybetmişti. O kılıç, o değerli kılıç, Kırmızı Ayna Jun
Wu’nun koleksiyonundandı. Xie Lian kılıcı ilk kez yükselişinin ardından Savaş Tanrılarının Salonuna
gittiğinde görmüştü. Kılıç her ne kadar kullanıma çok elverişli olmasa da kendine göre bir çekiciliği
vardı. O böyle düşününce Jun Wu da kılıcı ona hediye etmişti.
Düşüşünün ardından çok büyük zorluklar çektiği günler olmuştu. Çaresiz kaldığı günlerden birinde
Feng Xin’e kılıcı rehin vermesini söylemişti.
Evet, rehin vermişti!
Aldıkları paranın getirisiyle ikisi güzel birkaç yemek yemiş ve… eh, başka da bir şey yapamamışlardı. O
günlerde Xie Lian pek çok şeyi rehin bırakmıştı, bu yüzden de bir gün aklına gelir de içi kan ağlar diye
hepsini unutmasının en iyisi olduğuna karar vermişti.
Feng Xin muhtemelen tekrar yükseldikten sonra o günleri düşününce, kılıcın varlığını hatırlamış ve
böylesine ender bir eşyanın ölümlü diyarda başı boş kalmasına dayanamamıştı. Bu yüzden arayıp
bulmuş ve geri almış olmalıydı. Tekrar bilemiş, cilalamış ve Nan Yang Sarayı’na yerleştirmişti.
Ardından ise Nan Feng tarafından alınarak tekrar buraya indirilmişti.
Neticede Xie Lian bu kılıcı gördüğünde, sadece donuk bir acı hissederek bakışlarını çevirebilmişti.
Diğerlerinin tekrar dövüşmek üzere olduğunu hissettiğinde ise başını iki yana sallayarak dışarıdaki
havayı incelemeye başladı. Kendi kendine, Hareketliliğe bakılırsa yakın zamanda bir kum fırtınası
olacak. Eğer bugün tekrar yola koyulursak, fırtınadan kaçarken sığınacak bir yer bulup
bulamayacağımız malum, diye düşünüyordu.
Tam bu sırada binanın dışında, parlak altın kumların arasından aniden iki insanın sureti görüldü.
Xie Lian hemen ayağa kalktı.
Birisi beyazlara ve diğeri siyahlara bürünmüştü. O kadar telaşsız hareket ediyorlardı ki insan tembel
olduklarını düşünebilirdi. Ancak ayaklarının altında toplanan bulutlar hızlarını ele veriyordu. Siyahlı
kişi uzun ve eğik duruyordu, beyazlı ise sırtında uzun bir kılıç ve kolunda at saçından bir fırça olan bir
kadındı. Siyahlı olan arkasını dönmedi ancak beyazlı kadın binanın önünden geçerken dönüp onlara
gülümsedi. Gülümseme de siluetleri kadar hızlı geçmişti. Nedensiz yere, içleri tuhaf bir his ve
güvensizlikle doldu.
Xie Lian bakışlarını pencereye sabitlemiş olduğundan olanları rahatlıkla görmüştü. Küçük binanın
içindeki diğer üç kişi ise sadece onlara bir an için bakabilmişti çünkü o anda başka hiçbir şeyle
ilgilenebilecek durumda değillerdi. Nan Feng aniden ayaklandı. “Onlar kim?”
Xie Lian da ayağa kalkmıştı. “Bilmiyorum ama sıradan kişiler değiller.” Bir süre kendi kendine
mırıldandıktan sonra cevap verdi. “Üçünüz artık oyalanmayı bırakın, rüzgar gittikçe güçleniyor gibi.
Acele edelim ve tekrar yola koyulalım. Yolumuzun ne kadar kısaltırsak o kadar iyi.”
Şansına bu insanlar her ne kadar bazen kaçışan tavuklar kadar şaşkın ya da zıplayan köpekler kadar
korkmuş davransalar da konu ciddi bir meseleye gelince hemen kendilerini toparlayıp işe koyulmayı
biliyorlardı. Derhal birbirlerine sataşmayı bıraktılar, Hong Jing’in parçalarını topladılar ve küçük
binadan çıktılar.
Yaklaşık dört saat kadar bir süreyle rüzgara karşı yol aldılar. Ancak bu dört saatte aldıkları yol, önceki
dört saatteki mesafeyle kıyaslanamazdı. Kum fırtınası bir öncekinden çok daha şiddetliydi. Kumla
karışmış rüzgarlar yüzlerindeki ve kollarındaki kıyafetlerle örtülmemiş tenlerini boğuk bir acıyla
kaplayarak üzerlerine bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Yürüdükçe daha da meşakkatli geliyordu.
Kulaklarına çarpan rüzgarın sesi ve her yerde her daim var olan sarı kumlar görüşlerini bulandırırken
Xie Lian hasır şapkasını eğdi. “Bu kum fırtınası bir oldukça tuhaf.”
Bir süre geçtikten sonra hala hiç kimse yorum yapmayınca Xie Lian onların geride kalıp kalmadıklarını
merak etti. Başını arkaya çevirdiğinde ise üçünün de hala yakinen onu takip etmekte olduğunu gördü.
Muhtemelen onun konuştuğunu duymamışlardı. Görünüşe göre kum fırtınası sahiden de çok
güçlüydü. İçlerinden birisi ağzını açtığı anda ses hemen siliniyordu. Doğal olarak Nan Feng ve Fu
Yao’yla ilgilenmesine gerek yoktu. Girdaba karşı sağlam adımlarla ve kati ifadeleriyle ilerliyorlardı.
Ama San Lang her zaman beş adım kadar arkasından geliyordu, adımları ne çok yakın ne çok yavaştı.
Sarı, kumla dolu gökyüzünün arasında genç adamın yüz ifadesi rahat kalmaya devam etti, ellerini
arkasından çaprazlamış yürürken bir kez bile herhangi bir duyguyla çalkalanmadı. Baştan aşağıya
kırmızılarla sarılmış, saçları eğik ve dağınık bir dansa tutulmuşken, kum fırtınasının saldırıları ona hiç
etki etmiyormuş gibi görünüyordu. Hiç istifini bozmuyordu. Dahası, gözlerini bir kez bile kırpmamıştı.
Xie Lian ise fırtınanın darbeleri yüzünden çoktan yüzünün acıdığını hissedebiliyordu. San Lang’ı böyle,
kendisini hiç kollamaz bir halde görünce gerçekten çok endişelendi. “Kumların gözlerine ve
kıyafetlerine girmemesi için dikkat et.”
Tekrar düşündüğünde kendisinin bile bu söylediklerinden ne anlam çıkartacağını bilmediğini fark etti.
Xie Lian doğrudan San Lang’ın yanına giderek kıyafetlerini ve yakasını toplamasına yardım etti. Onu
sıkıca sararak rüzgarın ve kumun içeri girmesini önlemek istiyordu. San Lang şaşırmıştı. Bu sırada
diğer ikisi de onlara yetişmişti. Dördü birbirlerine artık daha yakın olduğu için en sonunda seslerini
duyurabiliyorlardı. İlk olarak Xie Lian konuştu. “Herkes dikkat etsin. Kum fırtınası çok ani başladı, bu
işte bir tuhaflık var gibi geliyor. Kötülük eli değmesinden korkuyorum.”
Fu Yao. “Rüzgar ve kumlar normalden daha güçlü. Başka ne sebebi olacak ki?”
Xie Lian başını iki yana salladı. “Rüzgar ve kumlarda bir sıkıntı yok. Ben kumlara bir şey eklenmiş
olmasından korkuyorum.”
Tam bu sırada ani bir rüzgar Xie Lian’ın hasır şapkasını uçurdu. Hasır şapka havaya yükselince sonsuz
sarı kum taneleri arasında tamamen kaybolmak üzereyken San Lang çabucak tepki vermişti. Hızla elini
yukarı kaldırdı ve uzanarak gökyüzüne uçmak üzere olan hasır şapkayı yakaladı ve yeniden Xie Lian’a
uzattı. Xie Lian ona teşekkür edip şapkasını sırtına daha sağlam bir şekilde bağladı. “Fırtınadan
kaçınabileceğimiz bir yer bulsak çok iyi olur.”
Ancak Fu Yao hemfikir değildi. “Eğer sahiden kum fırtınasında bir tuhaflık varsa, o zaman tek amacı
bizi yolumuzdan alıkoymak olabilir. Bu durumda da devam etmek için bir nedenimiz daha oluyor.”
Xie Lian daha tek bir kelime söyleyemeden San Lang yüksek sesle gülmeye başladı. Fu Yao başını
kaldırdı ve soğuk bir sesle sordu. “Neye gülüyorsun sen?”
San Lang kollarını bağladı ve kıs kıs güldü. “Kasten insanlara karşı gelmek, seni bu kadar mı tatmin
ediyor?”
Xie Lian, daha önceleri bile bu genç adam her ne kadar sürekli güler yüzlü olsa da gülümsemesinin
içten mi olduğunun yoksa iltifatlarla maskelenmiş bir alay mı taşıdığının hiçbir zaman ayırt
edilemeyeceğini düşünüyordu. Ancak bu kez herkes gülümsemesinde bir parça bile iyi niyet
olmadığını tek bakışta söyleyebilirdi. Fu Yao’nun ifadesi ansızın soğurken Xie Lian elini kaldırdı.
“Şimdilik konuyu kapatın. Eğer söylemek istediğiniz bir şeyler varsa sonraya saklayın. Rüzgar
güçlendiği zaman korkutucu bir halde alabilir.”
Fu Yao. “İnsanları havaya kaldırabilir bir hal mi?”
Xie Lian cevapladı. “Nn, söylediğin şey oldukça mümkün…”
O sözlerini tamamlayamadan önündekiler aniden gözden kaybolmuştu.
Fakat gerçekte kaybolan onlar değildi, kendisiydi – bu kum fırtınası sahiden onu sararak havaya
kaldırmıştı.
Hortum çıkmıştı!
Xie Lian havada şiddetli bir şekilde dönerken elini salladı ve konuştu. “RuoYe! Sağlam ve güvenilir bir
şeyi kavra!”
Bir ıslık sesiyle RuoYe uçtu. Bir an sonra Xie Lian beyaz ipeğin bir ucunun bir şey yakalamış ve ona
sarılmış gibi alçaldığını hissetti. Xie Lian sıkıca onu tutarak en sonunda kendisini havada çok zor da
olsa sabitlemeyi başarmıştı. Bakmak için başını eğdiğinde ise yerden en az otuz metre yükseğe
sürüklenmiş olduğunu fark etti.
O anda yere bağlanmış bir ipin ucunda sürüklenen bir uçurtma gibiydi. Sarı kumların saldırısı altında
Xie Lian RuoYe’yi tutmuş, yakaladığı şeyin ne olduğunu anlayabilmek için geriyordu. Defalarca baktı,
en sonunda ise kırmızı bir gölge çıkartabildi. RuoYe’nin diğer ucu görünüşe göre kırmızılara bürünmüş
genç adamın bileğine sarılmıştı.
RuoYe’ye sağlam ve güvenilir bir şeye tutunmasını söylemişti, ama RuoYe gidip San Lang’a
tutunmuştu!

Çevirmen: Nynaeve

Not: Demek San Lang oldukça sağlam ve güvenilirmiş, hmmmm…


Bölüm 21: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek
Xie Lian gülse mi yoksa ağlasa mı bilmiyordu. RuoYe’yi tekrar yollayıp başka bir şeye tutunmasını
isteyecekti ki aniden beyaz ipeğin bileğinin etrafında gevşediğini fark etti. Hemen hissettiği korkuyla
başa çıkmak zorunda kalmıştı.
Bu ani duygu RuoYe diğer uçtaki tutuşunu gevşettiğinden değildi, çok daha kötü bir şey olmuştu.
Tahminini doğrulayarak kırmızı siluet aniden ona yakınlaştı ve çok geçmeden ulaşabileceği bir noktaya
geldi.
San Lang da kum fırtınasına kapılmıştı!
Xie Lian ona doğru bağırdı. “Panikleme!”
Ancak dudaklarını açtığı anda ağzına bir dolu kum girdi. Ama bu noktada Xie Lian zaten çoktan kum
yemeye alışmıştı.
San Lang’a paniklememesi gerektiğini söylemeye çalışmıştı ancak aslında gencin hiçte panik
yapacağını düşünmüyordu. RuoYe, Xie Lian’a doğru yuvarlanmaya devam etti, onun ve daha biraz
önce havaya uçan gencin arasındaki mesafeyi kısaltıyordu.
Xie Lian, San Lang’a iyice baktı. Gerçekten de San Lang hiç endişeli gözükmüyordu, oracıkta kitap açıp
sakince okuyabilecekmiş gibiydi. Xie Lian, San Lang’ın kasıtlı olarak sürüklenip sürüklemediğini merak
etti.
RuoYe, ikisini bağlamak için kendini onların bileklerinin etrafına sardı. Ardından Xie Lian, San Lang’a
sarılarak emir verdi. “Git ve tekrar dene, fakat bu sefer bir insana tutunma!”
İpek kumaş yeniden fırladı ancak bu sefer tutunduğu şey… Nan Feng ve Fu Yao’ydu!
Xie Lian çöktüğünü hissetti. “RuoYe,” dedi yorgun bir şekilde. “Bir insana tutunma demiştim ama bu
kadar kelimesi kelimesine kastetmemiştim… Pekala.”
Xie Lian ardından yere doğru döndü ve bağırdı. “Nan Feng, Fu Yao! Sıkı tutunun! Ne olursa olsun bizi
desteklemelisiniz!”
Yerdeki Nan Feng ve Fu Yao doğal olarak onları desteklemek istiyordu. İkisi de oldukları yerde durdu
ancak faydası yoktu. Kum fırtınası çok vahşi ve sertti. Çok uzun süre geçmeden, tahmin edileceği
üzere bir şekilde iki gölge daha kasırgaya kapılmıştı.
Kasırga koyu sarı gökyüzü ve koyu yeşil yer arasında, cenneti destekleyen çarpık bir kum sütunu
gibiydi. Artık dördü beraber RuoYe tarafından bağlanmış bir şekilde bu kasırganın içinde durmadan
dönüyorlardı. Döndükçe de bir o kadar hızlanıyor ve yukarı çıkıyorlardı. Bir yandan deli gibi kum yutan
Xie Lian diğer yandan da bağırıyordu. “Nasıl olur da hepiniz buraya gelirsiniz?”
Kum dışında gördükleri şey yine kumdu. Rüzgar dışında duydukları ise yine rüzgardı. Başka bir
seçenek olmadığından ciğerleri çıkana kadar birbirlerine bağırmak zorundaydılar. Fu Yao da bağırdı,
karşılığında bir dolu kum yemişti. “O salak beyaz ipek kumaşına sor! Sorunu ne?!”
Xie Lian ‘salak RuoYe’sini iki eliyle tuttu ve çaresizce konuştu. “Benim sevgili RuoYe’m, dördümüz de
şimdi sana güveniyoruz. Lütfen tekrar yanlış şeye tutuma. Şimdi git!”
Xie Lian RuoYe’yi tekrar sefil bir halde serbest bıraktı.
“O oyuncağa güvenmeyi bırak! Başka bir şey düşün!” Nan Feng bağırdı. Ancak tam o sırada Xie Lian
ipek kumaşın diğer uçunundan gelen bir gerilme hissedip mutlulukla konuşmuştu. “Bekle! Ona bir
şans daha ver! Bir şey yakaladı!”
“Geçen bir yaya olmasa iyi! Zavallıyı bırak gitsin!” Fu Yao da bağırdı.
Xie Lian da aynı şeyden korkuyordu. RuoYe’yi çekti fakat sağlam ve gergin kalmıştı. Böylece rahatlıkla
nefesini verdi. “Katı bir şey, oldukça sabit!” ardından RuoYe’ye söyledi. “Çek!”
Deliye dönmüş şekilde dönerlerken RuoYe hızla kısaldı ve dördünü kum fırtınasından çıkardı. Xie Lian
git gide büyük, siyah, yarısı yuvarlak olan küçük bir tapınak görebiliyordu. Sonunda yere indiklerinde o
yuvarlak yapının aslında dev bir kaya parçası olduğunu fark etti.
Kum fırtınasının ortasında bu büyük kaya parçası kale gibi duruyordu, mükemmel bir sığınaktı. Lakin
daha önce yoldalarken hiçbiri öyle bir kayayı görmemişti. Fırtınanın onları ne kadar uzağa
götürdüğünü bilmiyorlardı. Yere indiklerinde hemen kayanın arkasına rüzgardan korunmak için
geçtiler. Ve ne çıkarsa beğenirsin, orada bir delik duruyordu. “Bu gerçekten de cennetten bir
kutsama.” Xie Lian neşelenmişti.
Delik iki kapı kadar genişti fakat uzunluğu sadece yarım bir insan kadardı. Biraz kısa olsa da hala
girilmesi mümkündü. Kenarları tırtıklı olmasına rağmen doğal oluşmuştan çok insan eliyle yapılmışa
benziyordu. Xie Lian içeri girdiğinde içerisinin aslında oldukça geniş bir şekilde oyulmuş olduğunu fark
etti. Daha ilerisi karanlık olduğundan etrafa daha fazla bakmadan ışığın olduğu yere yerleşti ve
RuoYe’nin üzerindeki tozu silkip tekrar onu koluna sardı.
Nan Feng ve Fu Yao içeriye kum saçarak girdiler. Baştan aşağıya tüm açıklıkları ve kıyafetleri kumla
kaplanmıştı. Dış elbiselerini çıkarıp onları salladılar ve küçük kum parçaları yere döküldü. Dördünün
içinde yalnızca San Lang durgun gözüküyordu, tembelce kendini silkti ve tekrar düzgün bir hale
gelmişti. Orantısız atkuyruğu dışında kaygısız görünümü etkilenmemişti. Saçı öncesinde Xie Lian
tarafından bağlanmış olduğundan zaten eğriydi. O yüzden küçük bir rüzgar hiçbir ayırt edilebilir
farklılık yaratmamıştı.
Nan Feng yüzünü silerken küfretmeye başlamıştı. Xie Lian ise bambu şapkasındaki tozu silkelerken iç
çekti. “Siz ikinizin de fırtınaya kapılacağınızı düşünmemiştim. Neden Bin Kilogram Ağırlık büyüsünü
kullanmadınız?”
“Kullandık! İşe yaramadı!” Nan Feng kızgınca söyledi.
Kenarda duran Fu Yao hala dış elbisesindeki kumu silkiyordu ve iğrenmiş bir şekilde konuştu. “Nerede
olduğumuzu düşünüyorsun? Burası kuzeybatıdaki bir çöl, benim generalimin ana bölgesi değil.”
Nan Feng devam etti. “Kuzey, iki Pei generalinin bölgesi ve batı da Quan YiZhen’a ait. Burada yüzlerce
kilometre içinde tek bir Xuan Zhen tapınağı bulamazsın.”
Güçlü bir ejderhanın yılanları kendi bölgelerinde yenemeyeceğine dair bir söz vardı; Nan Feng ve Fu
Yao güneybatı ve güneydoğunun generallerini simgeliyorlardı, yani güçleri kendi bölgelerinin dışında
kısıtlıydı.
“Bu sizin için gerçekten zor.” Xie Lian onların sinir olmuş yüzlerini izledi ve bunun kasırga ile
yuvarlanmaya maruz kaldıkları ilk sefer olabileceğini düşünerek sempati duydu.
San Lang, Xie Lian’ın yanına yere oturmuştu. Eli yanağına yaslanmış bir şekilde konuştu. “Burada
durup dışarıdaki kasırganın geçmesini bekleyelim.”
Xie Lian ona doğru dönüp cevapladı. “Şimdilik tek seçeneğimiz bu gibi görünüyor. Kasırga ne kadar
güçlü olursa olsun bunun gibi koca bir kayayı havaya kaldırması imkansız.”
“Bilemezsin. Daha önce söylediğin gibi bu kum fırtınası oldukça garip.”
Xie Lian’ın aklına aniden bir şey geldi. “San Lang, bir şey sorabilir miyim?”
“Sor.” San Lang cevapladı.
“BanYue Cadısı kesinlikle kadın değil mi?”
“Öyle.”
Xie Lian ‘beklenildiği gibi’ diye düşünerek devam etti. “Daha önceki terk edilmiş handa dinlenirken iki
figürün geçtiğini görmedik mi? Adımları zarif fakat garipti. Kesinlikle ölümlü olamazdılar. Ayrıca beyaz
kıyafetli olan bir kadındı.”
Fu Yao şüpheci görünüyordu. “Sadece elbiselerine bakarak kadın mı erkek mi olduğunu ayırt etmek
zor. Boyları da normal bir kadına göre daha uzundu. Doğru gördüğüne emin misin?”
“Eminim,” Xie Lian cevapladı. “O yüzden BanYue’nin Baş Rahibesi olabileceğini düşünüyordum.”
Nan Feng fikri düşündü ve konuştu. “Mümkün. Ama o zaman yanındaki siyah giyinmiş figür kime
aitti?”
Xie Lian cevapladı. “Söylemesi zor. Ama o kişi daha hızla yürüyordu ve kesinlikle aynı derecede
güçlüydü. Bir av değildi. Bir lider, arkadaş, ast; üçünden biri.”
“Diğer İki Şeytani Usta’dan biri, Uğursuz Baş Rahip Fang Xin olabilir mi?” Fu Yao merak etti.
“Um, sanırım ‘İki Şeytani Usta’ diye çağrılmalarının tek nedeni tarihte yaptıklarının benzer olması ve
çift rakamların daha kolay akılda kalması. Aynı Hayalet Diyarının ‘Dört Musibeti’ gibi. Gerçekte dört
kişi olmasalar da insanlar yine de onları dört tane yapmanın bir yolunu bulmuş.”
Bunu duyunca San Lang sesli güldü. Xie Lian ona baktığında konuştu. “Bir şey yok, sadece söylediğinin
çok mantıklı olduğunu düşündüm. Sonuçta Dört Musibetten biri gerçekten de sayıyı tamamlamak için
orada.”
Böylece Xie Lian konuşmaya devam etti. “İki ustanın birbirleriyle bir bağlantısı olmamalı. Uğursuz Baş
Rahip Fang Xin’i duymuşluğum oldu. Yong An Krallığı’nın asil öğretmeniydi, BanYue’nin Baş
Rahibesinden en az birkaç yüzyıl önce doğmuştu.”
“Hayalet diyarının Dört Musibetini bilmiyorsun ama ölümlü dünyadaki Yong An’ın Usta Fang Xin’ini
duydun?” Fu Yao inanamaz bir şekilde sordu.
“Ölümlü diyarda hurda toplarken duyduğum bazı şeyler oluyordu. Hayalet diyarında hiç hurda
toplamadım sonuçta, onlar hakkındaki şeyleri bilmiyorum.” Xie Lian açıkladı.
Dışarıdaki rüzgar hafiflemiş gibiydi ve Nan Feng çıkışa doğru yürüdü. Oraya buraya hafifçe vurarak
taşın yapısını hissetti. “Neden bir çölün ortasında bunun gibi içi boş bir taş olsun ki?” Büyük kayanın
oldukça şüphe uyandırdığını düşünüyordu. Fakat Xie Lian ona katılmadı.
“Ender olan bir şey değil. Eskiden BanYue’nin insanları kum fırtınalarından kaçınmak veya hatta besi
hayvanı ararken geceleri geçirmek için bunun gibi sığınaklar inşa ederlerdi. Bazı delikler oyularak değil
patlatılarak yapılma.” Dedi Xie Lian.
“Çölde nasıl besi hayvanı olur ki?” Nan Feng sordu, kafası karışmıştı.
Xie Lian gülümsedi. “İki yüz yıl önce tamamı çöl değildi, bir vaha vardı.”
“Gege,” San Lang o anda ona seslenmişti.
“Evet?” Xie Lian cevapladı.
San Lang elini kaldırıp işaret etti. “Üzerinde oturduğun kayada bir şeyler yazıyor gibi görünüyor.”
“Ne?” Xie Lian kafasını eğdi, ardından ayağa kalktı ve üstüne oturduğu kayanın aslında taş tahta
olduğunu fark etti. Üzerindeki tozu sildikten sonra gerçekten de ortaya bazı yazılar çıktı. Karakterler
hafifçe düşey biçimde oyulmuştu. Kayanının yarısının kuma gömülü olmasıyla kelimeler fark
edilmiyorlardı ve karanlıkta kaybolmuşlardı.
Yazılmış bir şeyler olduğuna göre incelemeleri gerekiyordu! “Çok fazla gücüm kalmadı, biri bana avuç
meşalesi tutabilir mi? Teşekkürler!” diye sordu Xie Lian.
Nan Feng parmağını şaklattı ve küçük patlayan alevler avcunda oluştu. Xie Lian, San Lang’a baktığında
şaşırmamış olduğunu gördü. Mesafe Kısaltıcı Rünü gördükten sonra çok fazla şaşırılacak bir şeyin
olmadığını düşündü. Nan Feng avcunu, Xie Lian’ın gösterdiği yere getirdi ve taş tahtadaki yazıları
aydınlattı. Karakterler garipti, sanki bir çocuk tarafından çizilmişlerdi, eğri ve sertlerdi. Nan Feng
sordu. “Burada ne yazıyor?”
San Lang cevapladı. “Doğal olarak Ban Yue Krallığının karakterleri.”
“Korkarım ki Nan Feng’in kelimelerin anlamını soruyor,” Xie Lian cevapladı. “Bir bakayım.”
Xie Lian taş tahtadan daha fazla toz ve kumu temizleyerek en büyük karakterlerin olduğu ilk sütunu
ortaya çıkardı. Başlık olmalıydı. Aynı karakterler de yazının çeşitli kısımlarında tekrar ediyorlardı. Fu
Yao da bir avuç meşalesi yaratıp yaklaştı. “BanYue dilini okumayı nereden biliyorsun?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse, daha önce BanYue’de hurda toplamıştım.” Xie Lian cevapladı.
“…”
Sessizliğin ağırlığını hissederek Xie Lian yukarı baktı. “Ne oldu?”
“Hiç,” Fu Yao ofladı. “Sadece nerede hurda toplamamış olmadığını merak ediyorum?”
Xie Lian gülümsedi ve karakterlere bakmaya döndü. “General.”
“Ne?” Nan Feng ve Fu Yao aynı anda cevaplamışlardı.
Xie Lian onlara baktı ve açıkladı. “Bu taş tahtadaki ilk kelime ‘General’” Bir süre durakladı. “Ancak
ardından gelen anlamından emin olmadığım bir karakter daha var.”
Nan Feng rahatlayarak nefesini verdi. “Sadece bakıp düşünmeye devam et.”
Xie Lian kafasını salladı ve Nan Feng diğer kelimeleri de aydınlatmak için avcunu oynattı. Aniden Xie
Lian bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti. Gözüne bir şey çarpmış gibiydi, iki eliyle kayaya bastırdı ve
kafasını kaldırdı.
Titreyen alevler taş kayanın üzerindeki sert bir insan suratını aydınlatıyordu. Bu yüz pörtlemiş
gözleriyle direkt olarak ona bakıyordu.
“AAAAAAHHHHHHHHHHHHHHH!!!!!!”
Çığlık atan Xie Lian veya Nan Feng değildi, o sert yüzdü.
Nan Feng hemen diğer elini de ateşlendirdi. İki elini bir araya koyduğundan alevler tüm mağarayı
aydınlatabilecek kadar büyümüştü.
Yüzü ışıkla aydınlanan kişi bunca zamandır gölgelerde saklanan biriydi ve alevler büyüdükçe Xie Lian
mağaranın iç duvarlarında yedi sekiz kişinin korkuyla bir araya toplanıp titremekte olduklarını fark
etti.
“Siz kimsiniz?!” Nan Feng bağırdı.
Nan Feng’in kızgın bağrışı tüm mağarada yankılandı. Xie Lian’ın kulakları zaten önceki çığlıktan dolayı
çınlıyordu, böylece onları elleriyle kapattı. Kum fırtınasının sesi dördünün de kulaklarını sağır etmişti
ve mağaraya girdiklerinden beri BanYue Cadısıyla taş tahta üzerindeki yazıları tartışıyorlardı. Bundan
dolayı kimse aynı sığınakta saklanan başka insanlar olduğunu fark etmemişti. Titreyen yedi sekiz
kişinin arasındaki ellili yaşlarında olan bir adam konuşmaya başlamadı. “Biz bu bölgeden geçen tüccar
kafilesiyiz. Normal tüccarlar. Benim adım Zheng. Kum fırtınası çok şiddetliydi, o yüzden şimdilik
burada saklanıyoruz.”
Konuşan adam kafilenin lideri ve en kendi halinde olanmış gibi gözüküyordu. Nan Feng sordu. “Eğer
normal tüccarlarsanız neden gizlice saklanıyorsunuz?”
Zheng cevap vermek üzereyken on yedi yaşlarındaki bir genç bağırdı. “Gizlice saklanmayı
planlamıyorduk! Ama siz aniden içeri girdiniz, kim iyi mi kötü mü olduğunuzu bilebilir ki? Ardından da
sizin BanYue Cadısı ve hayalet diyarı hakkında konuşup durduğunuzu duyduk, ayrıca avuçlarınızda
ateş oluşturdunuz; gezintiye çıkmış et avlayan BanYue askerleri olduğunuzu düşündük! Ses
çıkarabilmemizin imkanı yoktu!”
“Konuşmayı bırak Tian Shen.” Yaşlı adam çocuğu susturdu, karşısındakileri öfkelendirebileceğinden
korkuyordu.
Gencin kalın kaşları ve büyük gözleri vardı, bir kaplanın suratını andırıyordu. Fakat yaşlı konuştuğu
anda çenesini kapatmıştı. Xie Lian ellerini aşağıya indirdi, kulakları artık çınlamıyordu. Atmosferi
yumuşatmak için parlak bir şekilde gülümsedi. “Hepsi bir yanlış anlaşılma. Rahatlayıp sakin olalım.”
Açıklamaya devam etti. “Biz BanYue askerleri değiliz. Ben mütevazı, küçük bir manastırın ustasıyım.
Bunlar da… Benim… Manastırımın insanları. Sadece küçük numaralar biliyoruz, aşırı şeyler değil. Siz
normal tüccarlarsınız ve biz de kötü niyete sahip olmayan normal ustalarız. Sadece aynı kum
fırtınasından saklanmak için aynı sığınağa girmişiz gibi görünüyor.”
Xie Lian’ın sesi yumuşak ve kibardı. Her kelimesi herkesin sinirlerini yatıştırmak için yavaşça
söylenmişti. Onca açıklama ve rahatlatmadan sonra sonunda herkes sakinleşmişti.
Aniden San Lang güldü. “Bence çok alçakgönüllü davranıyorlar. O tüccarlar söyledikleri kadar basit
değiller.”
Kimse ne demeye çalıştığını anlamadı ve ona kafaları karışmış bir şekilde baktılar. “BanYue
Geçidinden geçen gezginlerin yarısından fazlası kaybolmuyor mu? Bu söylentiler etraftayken buradan
geçmek için kesinlikle olağan üstü derecede cesur olmalısınız. Sizin hakkınızdaki hiçbir şey normal
değil.”
“Bu doğru değil genç adam.” Yaşlı adam Zheng cevapladı. “Bazı kafileler zarar görmeden geçmeyi
başardı.”
“Oh, gerçekten mi?” dedi San Lang.
“BanYue bölgesinden geçmek için doğru rehberi bulduğun sürece her şey yolunda gidecektir. O
yüzden bu sefer bize yol göstermesi için özellikle bir yerliyi bulduk.” dedi yaşlı adam Zheng.
“Evet!” O genç, Tian Shen konuştu. “Her şey rehbere bağlı! Biz her şeyi A-Zhao’ya borçluyuz! Eğer o
olmasaydı tüm bu bataklık kumlarından nasıl sakınacağımızı bilemezdik. Kum fırtınası başladığında
bizi tam olarak nereye saklayacağını biliyordu! O olmasaydı gidici olurduk!”
Xie Lian bu rehberi inceledi; A-Zhao oldukça genç görünüyordu, yirmilerinde olmalıydı. Temiz ve
saygın surata sahipti. Diğer ikisi tarafından övüldüğünde bunun şovunu yapmadı, yalnızca kaşlarını
çattı. “Bu hiçbir şey. Sadece görevimi yapıyorum. Umarım rüzgar kesildiğinde hiçbir deve veya mal
zarar görmemiş olur.”
“Tabii ki de iyi olacaklar!”
Tüccarların hepsi iyimserdi fakat Xie Lian olanların düşündükleri kadar basit olmadığını hissediyordu.
Eğer tüm sorunlar basitçe BanYue bölgesinden geçmeyerek önlenebiliyorsa o zaman önceki gezginler
söylentilere inanmadıkları için mi hayatlarını kaybetmişlerdi? Bir ya da iki grup için elden bir şey
gelmezdi ancak tarihsel örnekler varken sonrasında insanlar nasıl aynı hatalara düşebilirlerdi ki?
Xie Lian biraz bunun hakkında düşündükten sonra kısık sesle Nan Feng ve Fu Yao’yla konuştu. “Bu çok
ani oldu. Fırtına geçtiğinde bu insanları BanYue kalıntılarını güvenli bir şekilde geçtiklerinden emin
olmalıyız.”
İki küçük tanrının reddetmediğini görünce Xie Lian taş tahtanın üzerindeki BanYue yazılarını çözmeye
döndü. Daha önce ‘General’ kelimesini anlamıştı fakat bu, o kelimenin çok yaygın kullanılıyor
oluşundaydı. En son BanYue Krallığını ziyaret ettiğinden beri iki yüz yıl geçmişti. O zaman akıcı bir
şekilde konuşabiliyor olsa bile o günden beri bir daha dili kullanmamıştı. Aniden çevirmeye çalışmak
için gerçekten de zamana ve sabırlı olmaya ihtiyacı vardı. Tam o anda San Lang konuştu. “General’in
Mezarı.”
Xie Lian hatırlamıştı. Son karakter ‘Mezar’, ‘Mezarlık’, ‘Gömülme’ ve diğer eş anlamlıları içindi. Gence
baktı. “San Lang, BanYue dilini de mi biliyorsun?”
San Lang gülümsedi. “Çok değil, sadece ilginç oldukları için birkaç kelime biliyorum.”
Xie Lian onun bunu söylemesine alışmıştı. ‘Mezar’ için olan kelime çok sık kullanılmıyordu, eğer San
Lang gerçekten de ‘biraz’ biliyorsa o zaman nasıl bu karakterin anlamını bilebilirdi ki? Onun ‘biraz’ı
‘istediğini sorabilirsin’ anlamına geliyordu ve Xie Lian bu şansı kullandı. “Harika! Belki de tanıdığın
karakterler benim bilmediklerimdir. Yaklaş ve beraber inceleyelim.”
Xie Lian, San Lang’a yakınlaşması için el salladı ve gençte ona uydu. Nan Feng ve Fu Yao onların
yanlarında mezarı okumaları için avuç meşaleleriyle aydınlatarak durdular. Xie Lian kelimelere hafifçe
parmaklarıyla dokundu. Yumuşakça karakterleri okuyarak yazıyı kısık sesle San Lang’la tartıştı. Ne
kadar okudukça o kadar etkilenmiş bir hale geldiler, yavaş yavaş hüzne bürünüyorlardı. O tüccar
çocuk Tian Shen gençti ve gençler daha da meraklı olurlardı. Daha önceki anlaşmazlıktan sonra
birbirlerine daha da yakınlaşmış olduklarını hissettiği için seslendi. “Gege, o taşta ne yazıyor?”
Xie Lian cevapladı. “Bu taş tahta bir anıt, bir generalin hayat hikayesini anlatıyor.”
“Bir BanYue Generalinin mi?” Tian Shen sordu.
“Hayır, bir Merkez Ovalar Generali.” San Lang cevapladı.
“Bir Merkez Ovalar Generali mi?” Nan Feng sordu. “Neden BanYue insanları bir Merkez Ovalar
Generali için anıt diksinler ki? İki krallığın sürekli olarak birbirleriyle savaştığını sanıyordum?”
“Bu general özel biri,” San Lang yanıtladı. “Anıtta general olarak geçse de aslında daha çok bir yüzbaşı
gibiymiş. Gerçi başta yüzlerce birliğe öncülük yapsa da sonra yetmiş birliğe düşmüş. Ardından da
elliye.”
“…”
“Kısaca, sürekli rütbesi düşürülmüş yani.”
Xie Lian’ın rütbesinin indirilmesinden daha tanıdık olduğu bir his yoktu ve tüm gözlerin üzerinde
olduğunu hissedebiliyordu. Fark etmemiş gibi yaparak BanYue yazısını incelemeye devam etti. Tian
Shen anlayamamıştı ve sordu. “Nasıl bir generalin rütbesi git gide düşürülür? Büyük hatalar
yapmadığı sürece yükseltmesinde gecikme olmaması lazım, düşmesinde değil. Kaç kere başarısız
olması gerekiyor?”
“…”
Xie Lian sağ elini yumruk yaptı ve dudaklarına götürdü. Hafifçe boğazını temizledikten sonra ciddi bir
tonda cevapladı. “Dostum, tekrarlanmış bir şekilde rütbenin indirilmesi düşündüğün kadar seyrek
olan bir şey değil.”
“Ha?”
San Lang güldü. “Doğru. Oldukça sık oluyor.” Devam etmeden önce durakladı. “Bu yüzbaşının rütbesi
yeteneksiz veya kabiliyetsiz biri olduğu için düşürülmemiş, iki krallık arasındaki ilişkiler gerçekten çok
kötü olduğu içinmiş. Ancak bu general savaş meydanındayken başarı elde edememekle kalmıyor bir
de yollarına çıkıyormuş.”
“‘Yollarına çıkıyormuş’ derken?” Nan Feng sordu.
“Düşmanlarını Merkez Ovaların insanlarını öldürmekten alı koyuyor ve kendi ordusunun da BanYue
insanlarını öldürmesini engelliyormuş. Bunu her yaptığında da rütbesi indirilmiş.”
San Lang neşeli bir şekilde konuşuyordu ve o yedi sekiz tüccar masal zamanıymış gibi yaklaştılar. Çok
geçmeden yorum yapmaya da başlamışlardı.
“Yüzbaşının kötü bir şey yaptığını düşünmüyorum!” dedi Tian Shen. “Askerlerin birbirlerini
öldürmesine izin verirsen bir sorun olmamalı, peki ya siviller?”
“Bir asker için çok yumuşak kalpli fakat görünen o ki hiçbir suç işlememiş?”
“Evet, hayat kurtarmış, insanları katletmemiş!”
Xie Lian tüm yorumlara gülümsedi.
Tüccarların hiç sınır savaşı görmemişlerdi ve iki yüz yıl önceki insanlarla aynı değillerdi. BanYue Krallığı
çoktan kaybolmuştu. Onlar için onu söyleyip bunu eleştirip şunu övmek kolaydı. Lakin o yüzbaşının
yaptıkları çok kolay affedilmemişti, sadece ‘çok yumuşak kalpli’ diyerek geçilecek bir mesele değildi.
A-Zhao, tüccar grubundaki yerli, daha iyi anlıyordu. “Şimdi şimdidir, iki yüz yıl önce iki yüz yıl önceydi.
O zamanlar iki krallık arasındaki nefret hayal edilemeyecek kadar derin ve ağırdı. Sadece rütbesinin
düşürülmesi bile bir mucize.”
Ancak Fu Yao dilini şaklattı. “Gülünç”
Xie Lian ne demek üzere olduğunu tahmin edebiliyordu ve alnını ovdu. Düşündüğü gibi Fu Yao dans
eden alevlerin ışığında oldukça sıkıntılı gözüküyordu. “Biri pozisyonunun ona getirdiği görevleri yerine
getirmelidir. Eğer bir asker olmuşsa ülkesini savunmalı ve ön cephelerde düşmanları öldürmeli.
Savaşta kayıplar kaçınılmazdır. Böyle bir yumuşak kalpliliğin savaşta yeri olmaz ve sadece yoldaş
askerlerini aşağıya sürükler. Düşmanları da aynı zamanda aptal olduğunu düşünecek ve sonunda
kimse ona teşekkür etmeyecektir.”
Fu Yao’nun sözlerinin karşı çıkılamayacak bir mantığı vardı ve ardından sessizlik mağarayı kaplamıştı.
Düz bir şekilde devam etti. “Onun gibi insanları sadece tek bir sonuç bekler – ölüm. Ya savaşta ya da
kendi insanlarının elinde öleceklerdir.”
Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian sessizliği bozdu. “Oldukça haklısın, savaşta ölmüş.”
“Nasıl öldü?” Tian Shen sordu.
Xie Lian kendi kelimeleri çiğnerken yavaşça cevapladı. “Taşta, son savaşında bir dikkatsizlik anında
botlarının ipleri çözülüp ve takılıp düştüğü…”
Herkes ölümünün trajik ama kahramanca olacağını düşünmüştü, o yüzden bir kez daha sessizliğe
bürünüp şok olmuşlardı. Ardından aniden daha fazla kendilerini tutamadılar ve çok yüksek bir sesle
gülmeye başladılar. “HAHAHAHAHAHAHAHAHAH”
“…ve böylece iki tarafın da askerleri tarafından düşman mı dost mu olduğu ayırt edilemeden
katledildi.”
“HAHAHAHAHAHAHAHA…”
“O kadar komik mi?” San Lang kaşlarını kaldırdı.
Xie Lian öksürdü. “Evet, daha çok trajik. Sempati duyup bu kadar fazla gülmeyelim. Sonuçta onun
mezarındayız, biraz saygılı olalım.”
“Herhangi bir kötü niyetim yok!” Tian Shen hemen açıkladı. “Fakat ölümü sadece… çok…
ahahahahaha…”
Xie Lian’ın yapabileceği bir şey yoktu. Mezar yazıtını o kadar okuduktan sonra o bile gülmek istemişti.
Bu yüzden yorum yapmadan çevirmeye devam etti. “Bu durumda bu yüzbaşının orduda iyi bir itibarı
kalmamış olsa bile sınırda yaşayan vatandaşlar yaptıklarından çok minnettar olarak ona ‘General’ diye
seslenerek, anısına bu lahiti yapmışlar.”
“Ve koyunlarını boş zamanlarında burada otlatarak, ona taze samanlar sundular.” San Lang çeviriyi
tamamladı.
Xie Lian ona kafası karışmış bir şekilde baktı. “Ne-? Neden taze saman? O bir kuzu değil!”
San Lang güldü. “Bunu ben uydurdum.”
Xie Lian mezar anıtına tekrar baktığında gerçekten de daha fazla kelime olmadığını gördü. Güldü.
“Çok haylazca.”
San Lang dilini çıkardı ve ikisi arkadaşça gülüşmeye başladılar.
Tam o anda biri çığlık attı. “BU NE???”
Çığlık mağarada yankılanmıştı, keskince duvarlara çarparak herkesin tüylerinin diken diken olmasına
neden oldu. Xie Lian anında çığlığın geldiği yöne dönüp sordu. “Ne oldu?”
Tüccarların bir zamanlar oturduğu yerde herkes koşuşturarak göz açıp kapayıncaya kadar korku ve
aceleyle kaçmışlardı.
“YILAN!”
Nan Feng ve Fu Yao avuçlarını kargaşaya doğru götürüp o yönü aydınlattılar. Kumlu zeminde uzun,
parlak renkli bir yılan kıvrılıyordu!
“Neden burada bir yılan var?!” Kalabalık git gide endişelenmeye başladı.
“Neden… Neden bu yılan süründüğünde hiç ses çıkarmadı?”
Alevler yılanı aydınlattığında hemen tetiğe geçerek kendini saldırma pozisyonuna kaldırmıştı. Nan
Feng onu yakmak üzereydi ki biri gelişi güzel bir şekilde gelerek kolayca yılanı sol eliyle yakalayıp
kalbini sıkmıştı. İncelemek için daha yakına getirerek konuştu. “Çölde yılan olması normal mi?”
Bu kadar vicdansız ve sert olan kişi tabii ki de San Lang’dı. Bir yılanla savaşmak için kalbinin olduğu
yeri tutup yeterince sıkarsan ne kadar zehirli olursa olsun dişlerinin bir işe yaramayacağı söylenirdi.
Yılan güçsüzce kuyruğunu San Lang’ın sol koluna sardı. Daha yakın olduğu için Xie Lian yılanın ince bir
derisi olduğunu görebiliyordu. İçindeki canlı kırmızı renk gözle görünebilen siyah liflerle karışmıştı, iç
organlarını andırıyordu ve oldukça iğrenç gözüküyordu. Kuyruğu et rengindeydi, sert kabuk
katmanlarına bölünmüştü. Bir yılan gibi değil de bir akrep gibiydi.
Bunu görünce Xie Lian’ın yüzü değişti ve bağırdı. “Kuyruğuna dikkat et!”
Xie Lian cümlesini bitiremeden San Lang’ın sol koluna sarılmış olan yılanın uzun bedeni aniden kolu
bıraktı. Kuyruğu geriye doğru dönmüş olan kafasıyla aynı hizaya geldi ve acımasızca San Lang’ı
sokmaya çalıştı.
Kuyruğu ne kadar zehirliyse San Lang’ın sağ eli ondan bir o kadar daha hızlıydı ve kolayca yakalamıştı.
Artık hem kafasını hem de kuyruğunu tutuyordu. San Lang, Xie Lian’a yılanı ilginç bir oyuncakmış gibi
gösterirken gülümsedi. “Bu kuyruk çok havalı.”
Kuyruğunun sonunda uzun kıpkırmızı bir iğne vardı. Xie Lian rahatlıkla nefes verdi. “Kandırılmamış
olduğun için seviniyorum. Bu bir akrep yılanı gibi gözüküyor.”
Nan Feng ve Fu Yao da yılanı incelemek için yaklaştılar. “Akrep yılanı?”
“Evet.” Xie Lian cevapladı. “Sadece BanYue’de bulunan zehirli bir hayvan, sayıları az. Daha önce hiç
görmedim ama duymuşluğum var. Yılanın vücuduna akrebin kuyruğuna sahip, ısırınca veya sokunca
iki kat daha güçlü olan zehrini sala...”
Xie Lian sesi San Lang’ın yılanı döndürmesi, bir havlu gibi çekip büzmesi ve küçük bir fiyonk olarak
bağlamasını izlerken git gide alçaldı. Bir anlığına dili tutulmuştu. “San Lang, zavallı şeyle oynamayı
bırak, çok tehlikeli.”
San Lang güldü. “Endişelenme Gege, bu bir hiç. Akrep yılanı BanYue’nin Baş Rahibesinin bir sembolü,
bu şansı incelemek için kullanmalıyım!”
“BanYue’nin Baş Rahibesinin sembolü mü?” Xie Lian şaşırarak sordu.
“Öyle.” San Lang cevapladı. “Görünüşe göre Baş Rahibe bu akrep yılanları kontrol edebildiği için
BanYue’nin insanları onun güçlerine inanıp ona taptılar.”
‘Kontrol’ kelimesini duyunca Xie Lian telaşa düştü. Bir şeyleri kontrol etmeye gelince ne olursa
olsunlar genelde sayıca çok belirirlerdi. “Herkes, bu oyuğu terk edin! Saha fazla akrep yılanı olabilir…”
“Aahh!!” Xie Lian cümlesini bitiremeden biri çığlık atmıştı.
“YILAN!” diğerleri de bağırmaya başladılar. “Çok fazla yılan!!!”
“Burada da!”
Gölgelerin içinde yedi sekiz tane akrep yılanı sessizce mağarada süründü. Bilinmeyen yarıklardan çok
aniden gelmişlerdi ancak kimseye saldırmamışlardı. Sadece yargılar bir şekilde izliyorlardı.
Hareketlerinden ve saldırılarından ses yoktu, tıslamıyorlardı bile. Nan Feng ve Fu Yao onlara iki tane
ateş topu fırlattı. Ateş topları patlayarak mağaranın içini alevlerle doldurmuştu.
“Çıkın!” Xie Lian bağırdı.
Tekrarlamasına gerek yoktu, herkes hızla dışarıya koştu. Şanslılardı ki hava hala aydınlıktı, kasırga
çoktan geçmiş ve kum fırtınası dinmişti. İçlerinden bir grup kaçarak koşmaya devam etti. Xie Lian tam
bu şanssızlıkların durmadan geldiğini düşünürken Tian Shen’ın desteklediği yaşlı adam düştü.
Xie Lian hemen oraya gitti. “İyi misiniz?”
Yaşlı adam Zheng’in yüzü acıyla dolmuştu, titreyen elini uzattı. Xie Lian onun elini tuttuğundan
avcundan aşağıya doğru hızla yayılan ve büyüyen şişkinlikleri fark ederek kaşlarını çattı. Kırmızılık ve
morlukların arasında iki küçük diş izi vardı. Bunun gibi küçük bir yaranın çok geç olmadan fark
edilmesi zordu.
“Herkes vücudunuzda hiç yara var mı yok mu kontrol edin!” Xie Lian hemen bağırdı. “Eğer varsa
bağlamak için ip kullanın!”
Xie Lian daha fazla incelemek için eli döndürdüğünde kırmızı ve mor şişkinliklerin kolundaki damarlara
doğru tırmandığını gördü. RuoYe’yi ortaya çıkarmak üzereydi ki yanında duran A-Zhao kendi
kıyafetlerinden bir kumaş parçasını kopararak zehrin ilerlemesini engellemek için tez bir şekilde yaşlı
adamın kol kaslarına kumaşı sıkıca bağladı. Hızı Xie Lian’ı etkilemişti. Yukarı baktı ve Nan Feng
konuşmadan bir ilaç şişesi çıkararak içinden yaşlı adamın yutması için bir hap aldı.
“Amca! İyi misin?” Tian Shen bağırdı. “A-Zhao-ge, amca ölmeyecek değil mi?”
A-Zhao kafasını salladı. “Akrep yılanıyla ısırılan biri kesinlikle dört saat içinde ölür.”
Tian Shen sarsılmıştı. “O zaman… Ne yapabiliriz??”
Yaşlı adam Zheng kafilenin başıydı ve diğer tüccarlar da telaşlanmışlardı. “Buradaki ahbap biraz önce
ona bir hap verdi, değil mi?”
“Bir panzehir değil,” Nan Feng cevapladı. “Geçici olarak yaşam süresi uzatıcısı. Ona en fazla yirmi dört
saat verebilir.”
Kalabalık daha da üzüntülü bir hale büründü. “Sadece yirmi dört saat mi?”
“Bunun anlamı tek yapabileceğimizin burada oturup ölümün gelmesini beklemek olduğu mu?”
“Yaşlı adamı kurtarmanın bir yolu yok mu?”
San Lang öne çıktı. “Bir yol var.”
Herkes ona bakmak için döndü. “A-Zhao-ge, eğer bir yolu varsa neden söylemiyorsun?” Tian Shen
neşeli bir şekilde sordu. Fakat A-Zhao sessizce kafasını sallamıştı.
“Tabii ki de onun için söylemesi kolay değil,” San Lang konuştu. “Isırılmış olanın, diğer herkesin hayatı
karşılığında kurtulabileceğini nasıl söyleyebilir ki?”
“San Lang, ne demek istiyorsun?” Xie Lian sordu.
“Gege, akrep yılanının arkasındaki hikayeyi biliyor musun?”
Efsanelere göre, birçok yüzyıl önce BanYue’nin bir kralı vardı. Bu kral bir gün avlanırken dikkatsizlik
sonucu zehirli yaratıklardan doğmuş iki ruh yakalamıştı – biri yılan ve biri akrepti.
İki zehirli hayvan dağların derinliklerinde, dünyadan habersiz ve kimseye zorluk çıkarmadan
yaşıyorlardı. Yine de kral doğaları gereği eninde sonunda kötülüğe neden olacaklarını düşünerek
onları idam ettirmeye karar vermişti. Onlar ise hayatlarının bağışlanması için yalvardılar ve
yalvardılar, buna rağmen kral acımasızdı. İki yaratığı, düzenlediği birçok şenlikten bir tanesinde sarhoş
izleyenlerin önünde çiftleşmeye zorladı ve şenliğin ardından onları her şeye rağmen idam ettirdi.
O iki yaratığa sempati beslemiş ve onlara acımış olan bir kraliçe vardı. Kralın isteğine karşı çıkamadığı
için tek yapabildiği onların cesetlerini bir nane yaprağıyla kapatmak olmuştu.
Yılan ve akrep kin tutan ruhlara dönüştüler ve çiftleşmelerinden doğan nesilleri sonsuza dek
BanYue’de kalıp insanlarını yok etmeleri için lanetlediler. O zamandan beri akrep yılanları sadece
BanYue bölgesinde ortaya çıkardı ve eğer birini ısırır veya sokarlarsa zehirleri o kişinin vücudunda
kontrol edilemeyen bir yangın gibi dağılır, sefil bir şekilde ölürlerdi.
Fakat kraliçenin nezaketi sayesinde eskiden cesetlerinin üzerine örtülmüş olan nane yaprakları
panzehir olarak kullanılabilirdi.
“Bitkinin adı ShanYue ve sadece BanYue’nin duvarlarının içinde büyüyor.” San Lang noktayı koydu.
“Bu… Bu efsane doğru mu?” Tüccarlar endişeyle sordular. “Bu yaşam ve ölümü kapsıyor, maskaralık
etme!”
San Lang gülümsedi fakat cevaplamadı, Xie Lian’a hikayeyi anlattıktan sonra daha fazla konuşmayı
reddetmişti. Tian Shen, A-Zhao’ya doğru döndü. “A-Zhao-ge, o kırmızı kıyafetli Gege’nin dedikleri
doğru mu?”
A-Zhao sonunda alçak bir sesle konuştu. “Efsanenin doğru olup olmadığını bilmiyorum. Ama ShanYue
bitkisi BanYue duvarlarının içinde yetişiyor ve gerçekten de akrep yılanı zehrine panzehir.”
“Yani ısırıldıktan sonra yaşamanın tek yolu BanYue Krallığına girmeyi göze almak?” Xie Lian yavaşça
söyledi.
Onca kafilenin ölümcül söylentileri bilmelerine rağmen BanYue bölgesinden geçmelerine
şaşmamalıydı. Salakça bir şekilde cesur veya cahil olduklarından dolayı değildi; başka bir seçenekleri
yoktu. Bu kadar çok akrep yılanının etrafta gezinmesiyle ısırılmamak zordu ve bir kere ısırıldığında
BanYue’ye panzehir için gitmeliydin.
Akrep yılanı BanYue Cadısının bir sembolüydü ve aynı zamanda onun tarafından kontrol ediliyordu.
Bu yılanların ortaya çıkısı sadece bir tesadüf değildi. Xie Lian dört kişilerken tüm bir tüccar grubunu
korumalarının ve daha ne kadar fazla yılanın ortaya çıkabileceğini bilmemelerinin imkanı olmadığını
düşündü. İki parmağını kaldırdı ve şakaklarına bastırdı, ruhani iletişim rününe girip
vurdumduymazlığıyla daha fazla küçük tanrının insanları korumakta yardımcı olmaları için gelip
gelemeyeceklerini görmek istiyordu. Ne yazık ki rüne girememişti.
Xie Lian merak ederken ellerini indirdi. “Tüm güçlerimi kullanmadım değil mi? Bu sabah
hesapladığımda hala küçük bir kısım kalmıştı.” Ardından Nan Feng ve Fu Yao’ya döndü. “İkinizden biri
iletişim rününe girmeyi deneyebilir mi? Ben ulaşamıyorum.”
Bir sürenin ardından ikisi de ümitsiz gözüktü.
“Ben de giremiyorum.” dedi Nan Feng.
O kum fırtınası bağlantılarını kesmiş olamazdı değil mi? Çok fazla kötü halenin olduğu bölgelerde
bağlantının kötüleştiği durumlar vardı. Birçok tanrının güçleri azalırdı ve olan buymuş gibi
gözüküyordu.
Xie Lian yuvarlak çizerken sesli düşünmeye başladı. “BanYue Krallığına çok yakın olduğumuz için
olabilir…” Tam o anda göz ucuyla kırmızı bir parıltı gördü.
Nan Feng ve Fu Yao ruhani iletişim rününe girmeye çalışmakla meşgullerdi ve diğer herkes de
vücutlarında yaraların olup olmadığını kontrol ediyordu. Tian Shen endişeli bir şekilde yaşlı adam
Zheng’e sıkıca tutunuyordu. Sessizce omurgasına tırmanmış ve boynunun kenarında ağzını açmış olan
kıvrılan akrep yılanını fark etmemişti. Ancak dişleri Tian Shen’in boynunu değil yanında duran San
Lang’ın kolunu hedef almıştı!
Yılan öne doğru eğildi ve saldırıya geçti!
Bir saniye içinde, yılan dişlerini San Lang’a geçirme şansı bulamadan Xie Lian onu tam bir keskinlikle
kalbinden kavradı.
Xie Lian gücüyle isterse yılanın iç organlarını parçalayarak ve dağıtarak kalbini ezebilirdi. Ancak yılanın
etinin de zehirli olup olmadığını bilmeden daha fazla bastırmaya cesaret edemedi. Diğer elini
kuyruğunu yakalamak için kaldırdı fakat yılan kaygan ve kurnazdı, yakalamasını zorlaştırıyordu. Xie
Lian onu sıkıştırdı ancak yılan parmaklarının arasında kaymıştı. Bir yumuşaklık ve soğukluk
hissettikten hemen sonra keskin bir iğnenin acısı elinin arkasında alevlendi.

Çevirmen: Kae
Not: Bu bölümden sonrasını başka biri çevirmiş ingilizceye; terimleri falan değişik çevirmiş onların
öncekilerini ara bul, aynı kişiden mi bahsediyor anla derken bayağı zaman aldı. Bir de bölümün
kendisi upuzun zaten…
Bölüm 22: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek
Akrep kuyruğu!
Ancak soktuğu için Xie Lian kuyruğunu yakalayıp düzgün bir biçimde yılanı tutabilmişti. Bilincini
kaybedene kadar onu sıktı. Sokulduktan sonra bile Xie Lian’ın yüzü hiç değişmemişti, yılanı ilgisizce
yere attı. “Herkes dikkatli olsun, etrafta daha fazla yılan olabilir…”
Sözlerini bitiremeden bileğinin kavrandığını hissetti, baktığında onu tutanın San Lang olduğunu gördü.
“San Lang?” Xie Lian gence kafası karışmış bir şekilde baktı.
San Lang’ın ifadesi oldukça cansızdı. Tanımlanamayacak bir şekilde soğuktu, hatta korkutucuydu.
Gözleri Xie Lian’ın elinin arkasındaki, zehir yüzünden balon gibi şişmiş olan yaraya odaklanmıştı.
Küçük ısırık izi şişlik yüzünden gözle görülebilir bir biçimde bıçak kesiği kadar büyümüştü.
Bir şey söylemeden ve kaşları çatık bir şekilde San Lang, RuoYe’yı Xie Lian’ın kolundan aldı ve hemen
sıkıca bileğine bağlayarak zehrin yayılmasını önledi. Birbirleriyle tanıştıklarından beri Xie Lian hiç San
Lang’ı bu şekilde görmemişti. Konuşmak için ağzını açmıştı ki San Lang dönüp tüccarların birinin
belinden bir hançeri çekip aldı. Nan Feng bunu gördüğü anda San Lang’ın ne yapmak üzere olduğunu
anlayıp bir tane avuç meşalesi oluşturdu. Ona bakmadan San Lang hançeri ucunu dezenfekte etmek
için ısıttıktan sonra Xie Lian’a dönüp o ısırık yarasının ağzını kesti.
Tam kafasını eline indirmek üzereyken Xie Lian alelacele konuştu. “Sorun değil! Zehir güçlü, emmek
fazla bir işe yaramaz. Senin de zehirlenmeni istemiyorum…”
San Lang onu duymazdan geldi, Xie Lian’ın elini daha da sıkı tutarak dudaklarını üzerine yerleştirdi. Eli
hafifçe titremişti, Xie Lian nedenini açıklayamıyordu.
Yanlarında duran Fu Yao küçümseyerek konuştu. “Gidip sokulduğuna inanamıyorum. Onu ısıracağı
kesin bile değildi, neden gidip yılanı yakalıyorsun? Sadece gereksiz iş çıkardın.”
Sözleri muhtemelen doğruydu. Xie Lian, San Lang’ın mağaradayken yılanla oynadığı çevik halini
hatırladı. Büyük ihtimalle saldırılarını umursamaz ve ısırılmazdı bile. Ama olurda… Olurda San Lang
yılanı fark etmeyip ısırılsaydı, o zaman çok geç olurdu.
Xie Lian iyi olan elini salladı. “Aldırış etme. Acımıyor ve bundan dolayı ölmem.”
“Gerçekten acımıyor mu?” Fu Yao sordu.
“Gerçekten. Artık acıyı hissetmiyorum.” Xie Lian gerçekleri söyleyerek cevapladı.
Xie Lian’ın en kötü şansı olduğundan dolayı ne zaman dağların derinliklerine gitse on seferden sekizi
engerek yılanına basar ya da zehirli böceklerle karşılaşır, ardında da ısırılır, sokulur, ucu keskin bir
şeyle dürtülür veya bin bir farklı şekilde zehirlenirdi. Muhtemelen tanrısal durumu yüzünden
ölemiyor olduğundan en fazla ateşi çıkardı. Üç gün üç gece süren ateşinin ardından uyandığında
sapasağlam olurdu, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ederdi. Git gide acıya karşı
daha az duyarlı olmuş ve onunla yaşamaya başlamıştı.
Sözlerini bitirir bitirmez San Lang sonunda yukarıya bakmıştı. Xie Lian’ın elinin arkasındaki kırmızı
şişlik inmişti, San Lang’ın dudaklarında kan kırmızısı leke kalmıştı. Gözleri son derece soğuktu,
bakışları yerde yatan bilinçsiz yılanın üzerine kaydı. BOM! Yılan aniden patlayarak bir et ve kan gölüne
dönüştü.
Ani patlama herkesi şaşırtmıştı fakat kimse kimin yaptığını bilmiyordu. Kan kimsenin üzerine
sıçramamış olsa da tedirgin olmuşlardı. Xie Lian’ın sokulduğunu hatırlayan Tian Shen endişeli bir
şekilde sordu. “Gege, sen de sokuldun! Ne yapacaksın?”
Xie Lian bileğindeki bandajı hissetti ve gülümsedi. “Endişelenme ufaklık. Hala BanYue kalıntılarına
gidip ShanYue otunu aramayı planlıyoruz.”
Başka bir tüccar sordu. “Siz gidecek misiniz? Peki ya biz? Sizinle gitmesi için birini yollamalı mıyız?”
“Siz burada kalabilirsiniz. BanYue bölgesi tehlikeli bir yer, ne kadar çok kişi giderse o kadar çok
talihsizlik olma şansı artar. Biz otu bulup yirmi dört saat içinde size geri getireceğiz.” dedi Xie Lian.
“Ger… Gerçekten mi? Çok teşekkür ederiz!”
“Biz nasıl bunu…”
Bir kısım tüccar teşekkürlerini iletmeye başladılar ancak Xie Lian’ın konuşmaya devam etmesiyle
yüzleri değişti. “BanYue’ye en kısa zamanda varabilmek için geçici olarak rehberinizi ödünç almak
istiyorum, eğer uygunsa.”
Doğal olarak Xie Lian A-Zhao’yu kastediyordu. Tüccarların rahatlama ve minnettarlık hisleri tereddüde
dönüşmüştü. Xie Lian bu ani tereddüdün nedenini biliyordu. Xie Lian’ın SanYue otlarını bulduktan
sonra rehberleriyle kaçacağından korkuyorlardı ve A-Zhao kaçmasa bile zamanlama geç olurdu. Yine
de kimse o ‘en az yarısı kayboluyor’ olan kötü yere gitmek istemiyordu. Endişeleri tamamen
anlaşılabilirdi, o yüzden Xie Lian ekledi. “Ve ne olur ne olmaz, size bir şeyler saldırmaya kalkarsa diye
karşılığında Fu Yao biz dönene kadar burada kalacak.”
Adama karşılık adam, artık Xie Lian’ın geri döneceğinin garantisi vardı. Tüccarlar sonunda ona katılıp
kafalarını salladılar. “Pekala. Tabii eğer A-Zhao isterse.”
Xie Lian, A-Zhao’ya döndü. “Bize yardım eli uzatmaya açık mısın, dostum? Değilsen sorun değil.”
A-Zhao başını salladı. “Olur. Ama BanYue kalıntılarına ulaşmak aslında zor değil, sadece bu tarafa
doğru yürümeniz gerek.”
Tüccarlarla vedalaştıktan sonra A-Zhao yolu göstermeye başladı. Xie Lian, San Lang ve Nan Feng onu
tam arkasından takip ediyorlardı. Bir süre sonra Xie Lian sordu. “A-Zhao akrep yılanları bu bölgede
çok sık ortaya çıkıyor mu?”
“Çok sık değil. Bu da benim onları ilk kez görüşüm.” A-Zhao cevapladı.
Xie Lian kafasını salladı, daha fazla sorusu yoktu. Doğrusunu söylemek gerekirse BanYue bölgesinde
birkaç yıl yaşamış olmasına rağmen onun da ilk kez bir akrep yılanı görüşüydü. A-Zhao’nun cevabı
yersiz değildi. Nan Feng, Xie Lian’ın niyetini fark ederek kısık bir sesle sordu. “A-Zhao’dan şüphe mi
ediyorsun?”
Xie Lian fısıldayarak cevapladı. “Şimdilik bizimle olduğuna göre bir gözünü onda tut.”
Eskiden normalde onunla ilk konuşan San Lang olurdu fakat o kaza yaşandığından beri genç
yakınlaşılabilirmiş gibi gözükmüyordu. Sabırlı ve sessiz bir şekilde yürüyordu. Xie Lian ne olduğunu
anlayamamıştı ve onunla nasıl konuşacağını da bilmiyordu, o yüzden o da yürümeye devam etti.
Dördü Gobi çölünü geçmek için yürümeye devam ettiler. Fırtına çoktan geçmişti ve hiçbir zorlukla
karşılaşmadan hızla ilerlemişlerdi. Çok geçeden kum ve kayaların arasında büyüyen düzensiz otları
görebilmişlerdi. Güneş batarken sonunda Xie Lian’ın görüş açısına ufuktaki hisar girdi.
Hisarı görmek kumun renginden dolayı zordu. Sarıyla kamufle olup çölle birleşmişti. Hisar duvarlarının
bir kısmı çökmüş ve gömülmüştü. Yaklaştıkça duvarların aslında ne kadar yüksek olduğunu fark
ettiler, otuz metreden daha uzundu. Eski mükemmelliğini ve büyüklüğünü hayal etmek zor değildi.
Barbakandan geçtiklerinde dördü resmen BanYue Krallığına girmiş oldu.
Kapıları geçince boş ve geniş şehir sokakları onları karşılamıştı. Kenarlardaki yıkık evlerin çürümüş
kirişleri ve kırılmış tuğlaları dağılmıştı. Alışkanlık olarak A-Zhao diğer üçünü, hatırlatmaya ihtiyaçları
olamamasına rağmen, uyardı. “Lütfen dikkatli olun ve tek başınıza gruptan ayrılmayın.”
Gerçek BanYue hisarı muhtemelen hayal ettiklerinden daha farklıydı. Nan Feng merak etti. “Burası mı
BanYue Krallığı? Bir başkentten bile daha küçük!”
“Bir çöl ülkesi sadece üzerine inşa edildiği vaha kadar büyüktür.” Xie Lian açıkladı. “En güçlü
döneminde bile nüfus sadece on bin kadardı. Bunun gibi küçük bir hisar için aslında oldukça canlı.”
Nan Feng etrafı incelemeye devam etti. “Muhtemelen bu büyüklükteki bir ülkeyi kuşatmak sadece
birkaç gün sürerdi.”
Xie Lian kafasını salladı. “Öyle olması gerekmiyor. BanYue’nin insanlarını hafife alma Nan Feng. Nüfus
on binden fazla olmasa da ortalama asker sayısı dört bindi. Kadınlardan çok erkekleri vardı. Hasta,
yaşlı ve çiftçilerin dışındaki çoğu erkek orduya katıldı. Ayrıca o askerlerin çoğu üç metreden uzun,
hepsi bir diğerinde daha güçlüydü. Ellerindeki gürzlerle göğüslerini kılıç delse bile dövüşmeye devam
ederlerdi. Onlarla savaşmak oldukça zor.”
A-Zhao şaşırmış bir şekilde Xie Lian’a baktı. “Çok fazla şey biliyorsun.”
Xie Lian gülümsemeye devam etti ve cevaplayacaktı ki Nan Feng uzaktaki bir binayı işaret etti. “Bu
duvar da neyin nesi?”
Bina olarak betimlemek doğru olmazdı çünkü dört büyük renkli duvardan oluşmuş devasa bir
kutuydu. Ne kapıları ne de çatısı vardı. Her bir duvar otuz metrenin üzerindeydi ve en tepede ise bir
direk duruyordu. Direğe tutturulmuş bir şey rüzgarla beraber sallanıyordu. Ürpertici bir görüntüydü.
Xie Lian ona baktı ve basitçe cevapladı. “O Günahkarın Çukuru.”
İsmi kesinlikle kulağa güzel gelmiyordu. “Günahkarın Çukuru?” Nan Feng kaşlarını çattı.
“Bir hapis olarak düşünebilirsin. Suçluları cezalandırmak için özellikle yapılmış bir şey.” Xie Lian ciddi
bir biçimde açıkladı.
“Kapı yoksa nasıl hapsedilecekler? Yukarıdan atılarak mı?” Nan Feng sordu.
Xie Lian cevaplamakta tereddüt etti ve o anda San Lang aniden konuştu. “İçeri atıyorlar. Ve çukur
zehirli yılanlarla açlıktan ölmek üzere olan canavarlarla dolu.”
Sonunda konuşmuş olduğunu duyunca Xie Lian rahatlamış hissetti. Ancak San Lang’a baktığında
bakışlarının buluşmasıyla genç bakışlarını çevirmişti. Nen Feng küfretti. “Bu lanet olasıca bir
hapishane değil?! Bu bildiğin işkence! Ne gaddarlık! O BanYue’nin insanları ya kafadan sakatlardı ya
da psikopatlardı!”
Xie Lian alnını ovdu. “Hepsi değil. Bazıları oldukça sevecendi…” Aniden durakladı. “Bekle.”
Diğer üçü durdular ve Xie Lian yukarıya doğru işaret etti. “Duvarların üzerindeki direkte asılı olan bir
insan mı?”
Kararmış hava ve batan güneşle o kadar uzakta olan bir direkte tam olarak ne asılı olduğunu görmek
zordu. Fakat yakınlaştıkça ve şeklini inceledikçe cılız ve küçük biri olduğu belli olmuştu. Siyah
kıyafetleri darmadağınıktı, rüzgarla bir bez bebekmişçesine sallanıyordu.
“Bir insan,” San Lang onayladı. “Ve bir kadın.”
A-Zhao’nun yüzü asılmış kişiyi görünce çarşaf kadar beyazlamıştı. Bu uğursuz ve ürkütücü bir
gösteriydi, onun gibi sakin olan biri bile görmeye dayanamayabilirdi. Tam o anda San Lang hafifçe
kafasını çevirip kısık bir sesle konuştu. “Burada birisi var.”
Tek fark eden o değildi. Xie Lian’da tüy gibi hafif olan ayak seslerinin yaklaştığını duymuştu. Dördü
hemen yol kenarındaki çürük evlere saklandılar. Xie Lian ve San Lang bir eve, Nan Feng ve A-Zhao ise
başka bir eve girmişti. Çok geçmeden, dökük sokağın sonunda beyazlar içindeki bir kadın geliştirici
ortaya çıktı.
Kadın parlak beyaz elbise giyiyordu ve elinde bir fırça vardı. Yolda dolaşırken orayı burayı inceliyordu.
Parlayan gözleri dikkatliydi, sanki BanYue kalıntılarında değil de kendi arka bahçesinde dolaşıyordu.
Hemen arkasından siyahlara bürünmüş başka bir kadın daha ortaya çıktı, elleri arkasındaydı.
Siyah giyinmiş olan kadın güzel ama soğuktu. Gözleri deliciydi, kuzguni siyah saçları uzun ve serbestti,
sanki ürperti saçıyorlardı. Siyahlı kadın diğerinin arkasından yürüyor olmasına rağmen kimse onu astı
zannetmezdi.
Öğle vakti terk edilmiş handayken dışarıda gördükleriyle aynı kadınlardı.
O zaman çok hızlı geçmiş olduklarından Xie Lian siyahlar içindekini detaylı inceleyememişti ancak
şimdi gerçekten de kadın olduğunu görebiliyordu. Eğer beyaz giyen BanYue’nin Cadısıysa o zaman
siyahlı olan kimdi?
Cadı fırçasını gelişi güzel sallarken konuştu. “Şimdi, tüm o insanlar nereye gitti? Bir dakikalığına
dikkatsiz davrandık ve hepsi kayboldular. İllaki tek tek çıkarıp öldürmem mi gerekiyor?”
Xie Lian’ın düşündüğü gibi hisara adımlarını attıkları andan beri izleniyorlardı.
Siyahlı kadın yaklaştı ve sabırla konuştu. “Arkadaşlarını çağırıp sana onları öldürmende yardım
etmelerini isteyebilirsin.”
O ‘arkadaşlar’ BanYue askerleri olmalıydılar. Cadı güldü. “Diğer insanları çağırmayı sevmiyorum. Seni
çağırmayı seviyorum. Mutlu değil misin?”
Siyahlı kadın onu tamamen önemsemeyerek soğuk bir şekilde konuştu. “Senin gibiler tarafından
böyle bir şey için çağrılmada hiç hoş bir şey yok. Yürü sadece.”
Cadı kaşlarını kaldırdı fakat yine de hızını arttırmıştı. Onları dinleyince yakın oldukları anlaşılıyordu.
Normal halktan değillerdi, o yüzden siyahlı kadın bilinen birisi olmalıydı. BanYue Cadısına yakın olan
biri? Gizemli bir usta? Yoksa bilmedikleri bir kraliçe veya general mi vardı?
Xie Lian zihninde hızlıca noktaları birleştirmeye çalışıyordu. Nefesini tutmuştu, şimdi bulunmanın
zamanı değildi. Cadının tuhaf bir kişiliği varmış gibi gözüküyordu; eğer onları bulup heyecanla
efsanevi üç metrelik gürz kullanan BanYue askerlerini çağırırsa o zaman onlarla savaşarak daha çok
zaman harcamak zorunda kalırlardı. Yirmi dört saat. Boşa harcanan bir saat daha derin tehlikeye
batacakları başka bir saat demekti. Ancak kötü şansı hakkında yapabileceği bir şey yoktu; olmamasını
istediği her şey hep olacaktı.
Siyahlı kadın Xie Lian’ın saklanmış olduğu evin önünden geçiyordu ancak adımlarının yarısında durdu.
Keskin bakışı çürümüş barınağa düştü.
Cadı çoktan uzaklaşmıştı ancak onun durduğunu fark ederek geri döndü. “Hey, geliyor musun?”
Siyahlı kadın ona bakmadı. “Sen. Geri çekil.”
“Pekala.” Cadı sözünü dinleyerek gerçekten de geri çekildi. Siyahlı kadın elini kaldırmak üzereydi ki
aniden sokağın karşısından bir gürültü koptu!
Nan Feng ve A-Zhao’nun saklanmış olduğu ev yıkılmıştı! Bir evin yıkılışı tüm sıranın çöküşüne neden
olmuştu. Toz ve kum havaya kalktı ve tüm sokak bulutlandı. İçinden siyah bir gölge fırladı, cadıya
doğru akan alevler yollamıştı. Fakat siyahlı kadın acele edip sağ avcunu döndürdü ve geri yollamadan
önce tüm alevleri çekerek cadının yaralanmamasını sağladı. Siyah gölge kaçarken saldırıyı savuşturdu
ve çok geçmeden kayboldu. Cadı hemen arkasından gitti fakat siyahlı kadın onu takip etmeden önce
eve süzerek bir kez daha bakmıştı.
“Sana şükürler olsun Nan Feng.” Xie Lian ona içinden teşekkür etti. Her şey çok hızlı olmuştu ancak
şüphesiz ki Nan Feng belanın geldiğini hissederek düşmanları yanlış yola götürmüştü. Tek çıkan o
olduğu için A-Zhao hala çökmüş olan evin içinde olmalıydı. Cadının ve siyahlı kadının gitmiş
olduğundan emin olduktan sonra Xie Lian, San Lang’ı saklandıkları yerden çıkararak seslendi. “A-Zhao,
hala hayatta mısın? Bir yerinden incindin mi?”
Bir sürenin ardından huysuz bir ses yıkıntının altından geldi. “…Ben iyiyim.”
Xie Lian rahatlamıştı. “Çok şükür.”
Xie Lian, Nan Feng’in yıkılmayı kontrol edebilme yeteneğine güvense ve A-Zhao’nun güvende kalacağı
yeterli alan bıraktığından şüphe duymasa bile kendi gözleriyle görmek daha rahatlatıcıydı. Küçük
kirişlerden bir tanesi tek eliyle kaldırdı ve bir süre sonra A-Zhao altından çıktı, tepeden tırnağa tozla
kaplanmıştı. Kendini biraz silkeleyip sabırlı ifadesini tekrar takındı.
“Şimdi sadece üçümüz kaldık.” Xie Lian konuştu. “Nan Feng onları yanıltmak için koşuyor o yüzden
daha hızlı davranmalıyız. Nerede ShanYue otunu bulabileceğimizi biliyor musun, A-Zhao?”
Genç adam kafasını salladı. “Üzgünüm. Sadece hisarın nerede olduğunu biliyordum ancak daha önce
hiç buraya gelmedim. Otun nerede bulunduğunu bilmiyorum.”
San Lang konuştu. “ShanYue otunun gölgeleri sevdiği söyleniyor. Küçük, kökleri ince ama yaprakları
geniş, kalp şeklinde bir şeftali gibi. Neden büyük bir yapının etrafını aramıyoruz?”
“Büyük bir yapı?” Xie Lian dikkatle düşündü.
Eğer büyükten bahsediyorlarsa saraydan daha büyük bir yer yoktu. Efsanede şenliklerin ardından
kraliçe ShanYue yaprağını almıştı, yani sarayın topraklarında büyüyor olma ihtimali vardı.
Üçü uzaklara baktılar ve hisarın ortasında gerçekten de tuğlalardan örünmüş bir saray olduğunu
gördüler.
Uzaktan sarayın görkemli bir havası vardı ancak yaklaşınca sokaklardaki harap olmuş evlerden daha
iyi olmadığını fark ettiler. Saray kapılarından geçince karşılarına koca bir bahçe çıktı. Belki eskiden bir
bahçe değildi, saray meydanıydı fakat yıllarca bakılmamanın getirdiği etkiyle otlar çıkmış ve her yere
dağılmışlardı.
Gerçekten de ayaklarının altındaki kum değil çamurdu. Muhtemelen bir zamanlar olan vahanın son
izleriydi. ShanYue de oradaki bitkilerin arasında büyüyor olabilirdi.
“Vaktimizi harcamayalım.” dedi Xie Lian. “Sadece yirmi dört saatimiz var, akrep yılanlarına dikkat
edin.”
A-Zhao ve San Lang onaylayarak mırıldandılar ve kafalarını eğerek bitkilerin arasını aramaya
başladılar. Didik didik ararlarken aniden Xie Lian BanYue Cadısının akrep yılanlarını kontrol
edebildiğini hatırladı. Onun bölgesinde onlardan daha fazla olmalıydı lakin hisara girdiklerinden beri
tek bir yılanla bile karşılaşmamışlardı.
Kendini dikleştirdi ve tam konuşacaktı ki elleri uzun bir objeye dokundu.
Tekrar yere baktığında bunun bir insan bacağı olduğunu gördü.

Çevirmen: Kae
Not:
Xie Lian; Artık acıyı hissetmiyorum Ben; …. :’)
Bölüm 23: Bir Adımda Binlerce Kilometre, Kum Fırtınasında Yitmek
“AAAHHHHHHHHHH!!!”
Xie Lian elini geri çektiğinde söyleyecek sözü yoktu.
Ürpertici karanlıkla ne zaman bir şey görse veya bir şeye dokunsa hep o sessiz kalırken karşı taraf ilk
çığlık atan oluyordu.
Bahçedeki bitkiler uzun ve kalınlardı; Xie Lian orada saklanıp otların arasında sürünen birinin bacağına
dokunmuştu. Bacağa dokunup geri çekildiği anda önündeki otlar hareketlendi ve biri seslendi.
“Vurma bana! Vurma bana! Gege, benim!”
Xie Lian yabani otları inceledi, ‘Vurma bana’ diye bağıranın kalın kaşlı ve büyük gözlü olan Tian Shen
olduğunu gördü. Genç oğlan, Xie Lian’ın onu tanıdığını anlayınca rahatlıkla nefesini verdi. Diğer
yandan Xie Lian rahatlamamıştı, hatta daha da alarma geçmişti, iyi olan kolunu savunma pozisyonuna
kaldırdı. Bunun gibi durumlar altında kötü bir şey tarafından yaratılmış olan illüzyon olma ihtimali
oldukça yüksekti.
“Diğerleriyle çölde değil miydin? Neden buradasın? Gerçekten Tian Shen misin?”
Tian Shen hızla açıkladı. “Benim! Ben gerçekten oyum! Tek gelen ben değilim; diğer üç amca da geldi.
İçerideler. İnanmıyorsan bak!” Sarayın içine işaret etti. Beklenildiği gibi üç adam koşarak geldiler.
Gerçekten de kafiledeki kişilerdi. Xie Lian’ı gördüklerinde adımları dondu ve garip gözüktüler. Xie Lian
yavaşça ayağa kalktı ve silkindi. “Neler oluyor?”
Tüccarlar birbirlerine baktılar ancak hiçbiri seslerini çıkarmadı. Tian Shen garip sessizlikten sonra
konuşandı. “…Gege, siz ayrıldıktan sonra Zheng amcanın acısı arttı ve çok perişan gözüküyordu. Sizin
ne kadar sürede döneceğinizi bilmiyorduk ve kaybolmuş olabileceğinizden korktuk. A-Zhao-ge direkt
BanYue Krallığına gideceğinizi söylemişti, o yüzden daha fazla yardım elinin gelmesinin daha iyi
olacağını düşündük…”
Yani sözlerinin arkasındaki gerçek anlam tüccarların onların gitmesine izin verdikten sonra pişmanlık
duyduklarıydı. Xie Lian’ın ShanYue otunu kendisi için saklayarak rehberlerini çalacağından
korkuyorlardı. Böylece arkalarından gitmeleri için insan yollamışlardı. Xie Lian, Fu Yao’nun onları
tutmadığını düşündü, muhtemelen üşenmişti. Yu Jun Dağı’nda olanlardan sonra Fu Yao’nun nedenleri
dinlemeyen inatçı insanlar hakkında daha az endişelenemeyeceği belliydi. Xie Lian neden geldiklerini
anlayabiliyordu yine de oldukça çaresiz hissediyordu. Alnını ovarak konuştu. “Hepiniz çok
düşüncesizsiniz. Bunun gibi bir hisarda ne olacağını kim bilir ve buna rağmen geldiniz?”
Tian Shen, Xie Lian’a güvenmediklerini çok belli ettiklerinin farkındaydı, kötü hissediyordu. Bu yüzden
öncesinde otların arasında saklanırken garip bir şekilde ses çıkarmamıştı. “Üzgünüm, Zheng amca için
endişelendik ve öylece oturamazdık…”
Ne olursa olsun bu yaşam ve ölüm konusuydu ve tetikte olmak kesinlikle normaldi. Bir panzehir için o
kadar ileri gitmeleri yoldaş olmaya değdiklerini gösteriyordu. Xie Lian onları bunun için azarlamadan
iç çekti. “Eğer bölgeye girerken garip bir şeyle karşılaşmadıysanız bu şanslı olduğunuzdan. Fakat
ShanYue’yi aramak için saraya gelmeniz gerektiğini nereden biliyordunuz?”
Tian Shen kafasını kaşıdı. “Nereden başlayacağımızı bilmiyorduk ama kırmızı kıyafetli Gege’nin
söylediği hikayede yaprakları toplayan kraliçeydi değil mi? Kraliçe kesinlikle sarayı terk edemezdi, o
yüzden buraya gelip şansımızı denemeyi düşündük.”
Xie Lian onların da aynı şeyi düşünmüş olduklarını düşünerek gülümsedi. Tam o sırada San Lang
konuştu. “Buldum.”
Xie Lian döndüğünde San Lang’ın kıvrak bacaklarıyla uzun adımlar atarak yanına geldiğini gördü.
Ellinde birkaç turkuaz yaprak vardı, kökleri hala saplarına tutuluydu.
Yaprakların boyutu bir bebeğin avcu kadardı. Şeftali şeklindeydiler, sona doğru sivriliyorlardı ve minik,
ince köklere sahiptiler. A-Zhao’nun onaylamasına gerek kalmadan Xie Lian onların kesinlikle ShanYue
otları olduğunu anlamıştı. Xie Lian’ın ağzını açmasına izin vermeden San Lang onun yaralanmış olan
elini alıp kaldırdı.
Yılanın soktuğu eli normalde korkunç derecede şişmişti ancak San Lang yaradan zehri emdikten sonra
şişlik tamamen zehirden arınmamış olmasına rağmen önemli ölçüde inmişti. Xie Lian’ın eli bir elinde
ve ShanYue otları diğer elindeyken San Lang bitkileri avcunda sıkıştırdı. Elini tekrar açtığında otlar
hiçbir çaba sarf etmesi gerekmeden toza dönüşmüştü.
San Lang nazikçe ve sabırlı bir şekilde tozu Xie Lian’ın eline ovarak sürdü. Tenindeki serinliği ve
rahatlamayı hissedebiliyordu. “Teşekkürler, San Lang.” dedi Xie Lian.
San Lang cevaplamadı, tozu sürdükten sonra Xie Lian’ın elini bıraktı. Xie Lian onun davranışlarının ve
aralarındaki atmosferin garip olduğunu düşünmeden edemedi. Bir şeyler kesinlikle eksikti ancak garip
gözükmeden nasıl sorabileceğini bilmiyordu. Bu başka birinin fark edip anlayabileceği bir şey de
değildi.
“Gege, ot işe yaradı mı? Doğru bitki mi?” Tian Shen endişeyle sordu.
Xie Lian cevapladı. “Çok daha iyi, doğru bitki olmalı.”
Bunu duyunca herkes heyecanlandı. “Acele edin! Daha fazla bulalım!” Çok geçmeden A-Zhao da bir el
dolusu otu kaldırıp haykırdı. “Burada daha fazlası var.”
A-Zhao’nun elindeki yapraklar daha önce San Lang’ın kullandığı küçük acınacak halde olanlardan daha
büyük ve genişlerdi. Fakat şeklilerinin ve izlerinin hepsi doğruydu, o yüzden herkes oraya toplanıp
sevinçle haykırdı:
“Burada dolu bir alan var!”
“Çok fazla!”
“Çok fazla toplayın! Bir sürü toplayalım! Bunları satabileceğimizi düşünüyor musunuz?”
Tüccarlar otları gürültü yaparak toplamakla çok meşguldüler ve Xie Lian durduğu yerden onları izlerdi,
bir adım bile oynamadı. Elini inceleyerek bir süre düşündükten sonra San Lang’a döndü. “Sen de daha
önce aynı alanı aradın değil mi? O zaman hiç rastlamadın mı?”
Xie Lian’ın ortaya konuşacak konu atmaya çalıştığı çok belliydi, soruyu sorduktan sonra kendisini
oldukça acınası hissetti. Fakat San Lang kafasını salladı. “Oradaki otları kullanmamalısın.”
“Neden?” Xie Lian meraklıydı.
San Lang cevaplayamadan önce birinin bağırdığını duydular. “GİDİN!”
Herkes durdu. “Kim bunu dedi? Kim bağırıyor?”
“Ben değildim?”
“Ben de değildim…”
Ardından çığlık atan sesi yeniden duydular. “Gidin! Üzerime basıyorsunuz…”
Ses ayaklarının altından geliyordu!
Göz açıp kapayıncaya kadar kalabalık otların olduğu küçük bölgeden uzaklaşmıştı. Bunu görünce Xie
Lian oraya gitti. Bu tür şeylere gelince ilk öne çıkan olmaya alışmıştı. Çığlığın geldiği çalılık alana
yaklaştı ve kalın otları söktü. Herkesin nefesi kesilmişti.
Otların altında, çamurun içinde bir adam yüzü duruyordu.
Bunun gibi bir çamura yaşayan bir insan sadece suratı yüzeyde gözükecek şekilde gömülmüştü!
Kabus gibi bir sahneydi, birkaç tüccar birbirlerine sarıldılar ve bağırmaya başladılar. Xie Lian onları
deneyim kazanılmış ve yetenekli bir şekilde avuttu. “Sakin olun. Herkes sakin olsun. Sadece bir insan
yüzü, olağan dışı bir şey değil. Hepimizin yüzleri var, değil mi?”
Surat kıkırdadı. “Oh, seni korkuttum mu? Ah, kendimi de çok sık korkutuyorum.”
Diğerlerini sakinleştirdikten sonra Xie Lian diz çöküp çamurun içindeki suratı inceledi.
Şüphesiz ki bir adam yüzüydü; gülümsemediğinde oldukça düzdü fakat gülümsediğinde kırışıklıklarla
doluydu. Xie Lian genç mi yaşlı mı olduğunu söyleyemiyordu. Surattan çok fazlasını çıkaramadı, bu
yüzden direkt olarak sordu. “Sen kimsin?”
Çamurun içindeki yüz geri sordu. “Sen kimsin?”
“Biz buradan geçen tüccarlarız.” Xie Lian cevapladı.
Çamur surat uzun bir nefes verdi. “Geçen tüccarlar. Ben de eskiden bir kafilenin parçasıydım ama bu
elli altmış yıl önceydi.”
Durum daha da delice bir hal almıştı.
Eski bir hisarın zemininde elli altmış yıldır gömülü olan bir adam hala insan mıydı?
Tüccarlardan biri titreyerek sordu. “O zaman… O zaman… Nasıl senin gibi kıdemli kimse… buraya…
geldi?”
Çamur surat boğazını temizledi ve yüzünü buruşturdu. “Ben… Ben BanYue askerleri tarafından
yakalanmıştım. Yanlışlıkla şehre girdim ve beni yakalayıp buraya gömdüler. Beni ShanYue otları için
gübre yaptılar.”
Ellerindeki otların büyük ve geniş olmasına şaşmamalıydı! Canlı insanla beslenmişlerdi!
Tüccarlar hemen ellerindekileri cesetlere dokunuyorlarmış gibi attılar. Xie Lian da kendini eline
bakmaktan alamadı fakat San Lang’ın konuştuğu duydu. “O etkilenmemişti.”
Xie Lian aydınlandı. Bu yüzden San Lang öncesinde bu kısma bakmış olmasına rağmen bunları bırakıp
başka bir yerden küçük, neredeyse solmuş olan otu bulmuştu. Muhtemelen çoktan toprakta ne
olduğunu görmüş olmasına rağmen suratı tamamen görmezden gelmişti. Xie Lian’ın eline sürdüğü
bitki uzak ama bozulmamış olan bir bölgeden alınmıştı.
“Teşekkür ederim.”
San Lang kafasını salladı ancak yüzü hala kasvetliydi.
Xie Lian o akrep yılan tarafından sokulduğundan beri San Lang bu şekilde davranıyordu. Oysaki birkaç
gün önce hep gege bu, gege şuydu. Ancak artık onu neredeyse hiç gege diye çağırmıyordu. San Lang
ilk tanıştıklarında temasından kaçmıştı ve Xie Lian’ın dokunması onu bunaltıyormuş gibiydi. Şimdi de
zehri emmesinin ve otu sürmesinin haricinde San Lang yeniden onunla temasa geçmekten kaçıyordu.
Bu Xie Lian’ın garip hissetmesine neden oluyordu, aralarında mesafe olmasına alışkın değildi.
Çamur surat yeniden konuşmaya başladı. “Yıllardır gerçek insan görmedim. Bana… Bana yakınlaşıp
düzgünce görmemi sağlar mısınız?”
Tüccarlar birbirlerine baktılar, herkes çamur suratın dediğini yapmamanın en iyisi olduğunu
düşünüyordu. Bir sürenin ardından kimsenin yakınlaşmadığını görünce çamur surat konuştu. “Ne?
Ne. İstemiyor musunuz? Ah… Ne yazık…”
“Neden yazık?” Xie Lian sordu.
“Siz geldiğinizden beri beni rahatsız eden bir şey var.” Çamur surat konuştu. “O yüzden iki gözümle
görerek onaylamak istedim. Hepinizi düzgünce görüp emin olmak istiyorum.”
“Neyden emin olmak?” Xie Lian ısrar etti.
Çamur surat cevapladı. “Aranızda daha önce görmüş olduğum biri var… elli altmış yıl önce.”
Herkes sırtlarındaki ürpertiyi hissedebiliyordu, hepsinin tüyleri diken diken olmuştu.
Orada olan hiçbir ölümlü elli yaşının üzerinde olmamalıydı. Bunun anlamı o kişi her kimse insan
olmamasıydı.
Xie Lian A-Zhao’dan Tian Shen’a oradaki herkesi süzdü. Bazıları şaşkınlık bazıları korku içindeydi.
Bazılar endişeyle titriyordu ve bazılarının kafaları karışmışken dilleri tutulmuştu. Herkesin tepkileri
normaldi. Eğer birinin garip tepki vereni göstermesi istense San Lang’ı gösterirdi. Fakat onun için de
tepki vermemek normal bir tepkiydi.
Xie Lian, San Lang’ın ifadesiz yüzüne tekrar baktı ve çamur surata döndü. “Bahsettiğin kişi kim?”
Çamur surat cevapladı. “Sen… Yaklaş ve sana söyleyeceğim.”
Çamur surat ilk sorduğunda Xie Lian ona yüzde seksen inanmıştı fakat ikinci sefer de Xie Lian’ın tüm
inancı kaybolmaktan beter olmuştu. Bu canavarın onları kötü işler çevirmek için yanına gelmelerini
söyleyerek kandırıp kandırmadığını kim bilebilirdi ki? Xie Lian’ın onun gibilere dikkatini vermesinin
olanağı yoktu.
Xie Lian kendini yerden kaldırdı ve ayrılmak üzereydi ki çamur surat sesini yükseltti. “Gerçekten kim
olduğunu bilmek istemiyor musunuz? O hepinizi öldürecek.”

Çevirmen: Kae
Not: Xie Lian’ın San Lang artık onunla konuşmuyor diye endişelenmesi… ah… :’D
Bölüm 24: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
Çamur surat onları kandırmaya çalıştıkça Xie Lian daha da tedirgin olmuştu.
“Herkes geri çekilsin, ona yaklaşmayın ve dediği hiçbir kelimeyi dinlemeyin.”
Kalabalık dağıldı ve hızla geri çekildiler. Çamur surat kıkırdamaya devam etti. “Bu kadar kaba olmana
gerek yok. Ben de bir insanım, sizi incitmeyeceğim.”
Tam o anda tüccarlardan biri aniden gizlice otlağa girdi, belki de hala yaralılar için biraz ot
toplayabileceğini düşünüyordu. Daha önce korkuyla düşürdüğü bir dolu otu eğilerek geri aldı fakat
çamur surat onu görmüştü, dönen gözleri parıldadı.
Xie Lian adama doğru koşarken ‘eyvah’ diye düşündü. “Onu toplama! Geri gel!” Ancak çok geçti.
Çamur surat ağzını açtı ve uzun, kan kırmızı bir şey sürünerek dışarı fırladı.
Bu uzun bir dildi!
Xie Lian tüccarı yakasından tutup geri çekti fakat o dil mantıkdışı bir biçimdeki uzunluğuyla uçarak
tüccarın kulağına dalmıştı!
“HAHAHAHAHAHA!! ÇOK GÜZEL ÇOK GÜZEL ÇOK LEZZETLİ ÇOK LEZZETLİ ÇOK LEZZETLİ!! ÇOK
ACIKMIŞTIM, ÇOK AÇTIM!”
Sesi keskin ve tizdi. İki gözü de kan çanağına dönmüş, korkunç ve iğrençti.
Kötülük dolu bir krallığın topraklarında elli yılın üzerinde gömülü kalmış olan bu adam çoktan toprakla
bütünleşmiş ve insan dışı bir şeye dönüşmüştü. Xie Lian çoktan ölmüş olan tüccarı bıraktı, tüm kolu
titriyordu. İğrenç yaratığa saldırmak üzereydi ki çamur surat yeniden bağırdı. “GENERAL! GENERAL!
BURADALAR! BURADALAR!”
Canavarlarınkinden daha vahşi olan sağır edici bir çığlık uzaklardan geldi.
Karanlık bir gölge gökyüzünden düşerek ağır bir şekilde Xie Lian’ın önüne inmişti. Tüm saray
toprakları onun inmesiyle sarsılmıştı. Yavaşça ayağa kalktığında kalabalık kocaman bir gölge
tarafından hapsedilmişti.
Bu ‘adam’ devasaydı.
Yüzü bir çelik kadar sertti. İfadesi yırtıcı ve fırtınalıydı, bir canavarın suratı gibiydi. İnce bir zırh
tabakası omuzlarına asılmıştı ve en az üç metre aşağıya sarkıyordu. Bir adamdan daha çok yürüyen bir
kurda benzediği söylenebilirdi. Arkasında ona benzeyen daha çok şekiller belirmeye başladı. Bir, iki,
üç… on taneden fazla ‘adam’ sarayın çatıların zıplayarak onları çevrelediler.
Bu ‘adam’ların her biri geniş atlar gibiydi. Canavarları andıran vücut yapıları vardı ve omuzlarında
keskin dişlerle dolu gürzler taşıyorlardı. Kurt adamlar gibi de olabilirlerdi. Bahçeye giren davetsiz
misafirleri çevrelediklerinde sanki büyük çelik bir kafes üzerlerine düşmüş gibiydi.
BanYue’nin askerleriydiler!
Bu askerlerden siyah bir hale yayılıyordu, kesinlikle yaşamıyorlardı. Xie Lian gergindi ve kolundaki
RuoYe saldırıya geçmeye hazırdı.
Lakin BanYue askerleri onları gördüklerinde onları öldürmek için acele etmemişlerdi. Aksine kafalarını
kaldırarak delirmiş bir biçimde kahkaha atmaya başlamışlardı. Ardından yabancı bir dilde bağırdılar.
Kelimelerinin duyuluşu korkunçtu. Gırtlaktan geliyordu ve dillerinin yuvarlanması ağırdı. Bu BanYue
diliydi.
İki yüz yıl geçtikten sonra Xie Lian hemen hemen dili unutmuş olmasına rağmen General’in Mezarını
San Lang’la gözden geçirmişlerdi. Ayrıca bu askerler tarafından söylenen kelimler yüksek, basit ve
kabaydı. Anlaşılması çok zor değildi.
Askerlerin, ilk atlayan adamı ‘general’ diye çağırdıklarını duydu, konuşmaları genelde ‘onları götür’ ve
‘şimdilik öldürmeyeceğiz’ üzerine dönüyordu. Böylece Xie Lian kendisini rahatlamaya zorlamak için
derin bir nefes aldı ve kısık bir sesle konuştu. “Millet, sakin olun. Bu BanYue askerleri şimdilik bizi
öldürmeyecekler. Bizi başka bir yere götürmek istiyorlar gibi görünüyor. Acele etmeyin, onlarla
savaşabileceğimin garantisini veremem. Giderken ne yapacağımızı çözeceğiz.”
O askerlerle savaşmanın zor olacağı kesindi, hepsi bir öncekinden daha kalındı. Elinde RuoYe varken
bile bir tanesi boğmak muhtemelen çok fazla zaman alırdı, on tanesinden hiç bahsetmiyordu bile.
Yanında ölümlüler varken Xie Lian cesur davranamazdı ve sadece tetikte kalarak onları korumak için
elinden gelenin en iyisini yapabilirdi.
San Lang bir şey dememişti ve diğerleri çoktan tüm soğukkanlılıklarını kaybetmişlerdi. Aceleyle
hareket etmek isteseler bile ne yapabileceklerini bilmediklerinden sadece gözyaşlarıyla kafalarını bir
aşağı bir yukarı sallayabilirlerdi. Yanlarındaki çamur surat yeniden bağırdı. “General! General! Lütfen
beni çıkar! Senin düşmanlarını burada tuttum, eve gitmeme izin ver! Eve gitmek istiyorum!”
BanYue askerlerini görünce çamur surat çılgın bir hal almıştı. Bağırıyor, ağlıyor ve saçmalıklar
geveliyordu. Kelimelerinin arasından orada onca yıldır gömülüyken öğrendiği BanYue dili de
seçiliyordu. ‘General’ diye seslendikleri devasa, üç metre olan adam kıvranan çamur suratı oldukça
iğrenç bulmuş olmalıydı ki gürzünü ona doğru sallayıp yüzünü bir kan gölüne çevirdi. Gürzün dişleri
beynine girmişti. Tekrar gürzü çıkardığında tüm bedeni de onunla beraber çıkarak ‘beni çıkar’ isteğini
yerine getirmişti. Ayrıca toprağın altında kalmış olan bedeni artık bir insan vücudu değil, iskeletti.
Tüccarlar korkuyla çığlık attılar. Çamur surat kanlı bir şekilde gürz tarafından yukarıya kaldırılınca
kendi bedenini gördükten sonra donmuş gibi gözüküyordu. “Bu ne? BU NE?”
“Senin vücudun.” Xie Lian çamur suratın inanmayan bir şekilde uyuşup kalmış olduğunu görünce ona
hatırlattı. Bu adam çölde elli altmış yıldır gömülüydü: bedeni ShanYue otlarına gübre olmuş ve sadece
kemiklerini bırakacak şekilde etlerinden ayrılmıştı.
“Bu nasıl olabilir?” Çamur surat çığlık attı. “Vücudum böyle değildi! BU BENİM VÜCUDUM DEĞİL!!!”
Çığlıkları ürperticiydi fakat Xie Lian sadece trajik ve korkunç olduğunu düşünüyordu. Kafasını
sallayarak döndü. Yanında olan San Lang dalga geçer bir tavırla gülüyordu. “Sadece şimdi mi bedenini
değişik buluyorsun? Daha önce ağızından çıkan şey neydi? Onun garip olduğunu düşünmedin mi?”
Çamur surat hemen karşılık verdi. “Garip değildi! Sadece… normalden birazcık saha uzun olan bir
dildi.”
“Evet. Tabii. Sadece birazcık uzun, belki.” San Lang’ın sesi aşağılamayla doluydu. O canavarla daha
fazla sohbet etmeyi umursamıyordu.
“Bu doğru!” Çamur surat bağırdı. “Sadece birazcık uzun! Nedeni burada on yıllarca yaşamak için dilimi
uzatarak böcek yemeye çalışmam. Böyle olmasının nedeni bu olmalı!”
Belki ilk gömüldüğünde gerçekten de bir insandı ve diliyle böcekleri yakalayarak yaşamak için elinden
geleni yapmıştı ancak zamanla daha da az insanlaşmış, dili daha da çok uzamıştı. Böcekten daha
berbat şeyler yemeye başlamıştı. Ancak bu kadar uzun süredir gömülü olduktan sonra gerçek şeklini
görüp artık insan olmadığını kabullenemiyordu. Çamur surat onu dinlemeyen dinleyicilerini ikna
etmeye çalışmaktan vazgeçmemişti. “Dili uzun olan başka insanlar da var, tek ben değilim!”
San Lang tekrar güldü. Xie Lian onun gülüşünü dinleyince ürperdiğini hissedebiliyordu. Bazen bu
gencin gülüşünün ve gülümseyişinin altında deriyi yüzebilecek bir soğukluğun saklı olduğunu
düşünüyordu.
“Hala insan olduğunu mu düşünüyorsun?” San Lang sordu.
Soruyu duyunca çamur surat yeniden sinir olmuştu. “Tabii ki de ben bir inşanım! Ben bir insanım!”
Çamur surat bağırarak beyaz kemikten uzuvlarını hareket ettirmeye çalıştı, sanki sürünüyordu.
Sonunda topraktan çıkmıştı ve hazla delirmişti, kıkırdıyordu. “Eve gidiyorum! Eve gidiyorum!
Hahahahaha!”
Çat.
BanYue ‘general’i sonunda bu canavarın cırlamalarını yeterince dinlemiş gibiydi. Onun kemiklerini bir
adımlar ezerek ‘ben bir insanım’ çığlıklarını öldürdü.
Çamur suratı ezdikten sonra ‘general’ diğerlerine kükredi. Ardından BanYue askerleri gürzlerini
kaldırarak Xie Lian’ın grubuna hırıldadılar ve onları sarayın dışarısına sürü halinde çıkarmaya
başladılar.
Xie Lian onu arkasından yakın bir mesafeden takip eden San Lang ile en önden yürüdü. Acımasız
BanYue askerleri tarafından götürülmelerine rağmen gencin adımları hala hafif ve gündelikti, sanki
gezintiye çıkmıştı. Xie Lian onunla konuşabileceği fırsatları kolluyordu. BanYue askerleri kendi
aralarından sohbet etmeye tekrar başladıklarında kısık bir sesle konuştu. “Bu BanYue askerleri
liderlerine ‘general’ diye sesleniyor. Kim acaba.”
Beklenildiği gibi San Lang’ın tüm sorularına cevabı vardı. “Krallıklarının düştüğü zamanın generali. Adı,
Hanzi’de, Ke Mo.”
*ÇN: Çin alfabesi.

“Ke Mo?” Xie Lian ismin garip olmasıyla meraklandı.


“Evet.” San Lang cevapladı. “Belli ki gençken çok zayıfmış ve sıkça zorbalığa maruz kalmış. Yeniden
toparlanarak geniş taş harç plakalarıyla çalışmış ve güçlenmiş, ismi de oradan geliyor.”
Xie Lian alnını ovarken düşündü. “Yani hantal biri…”
San Lang devam etti. “Efsanelere göre Ke Mo, BanYue tarihindeki en güçlü savaşçı, üç metre ve son
derece kuvvetli. Baş Rahibenin sadık destekçisi.”
“Onu düşmana hisarın kapılarını açmasına rağmen desteklemeye devam etti mi?” Xie Lian sordu.
“Söylemesi güç.” San Lang cevapladı.
Eğer Ke Mo hala Baş Rahibenin emirlerini ölümüne dinliyorsa o zaman büyük ihtimalle onun olduğu
yere götürülüyorlardı. Eğer orada daha fazla BanYue askerleri varsa nasıl kaçabilirlerdi? Yirmi dört
saat içinde nasıl ShanYue otlarını götürebilirlerdi?
Yapabilecekleri tek şey karşılarını çıkan durumda akışına göre gitmekti. Xie Lian yürürken kafa patlattı
ve General Ke Mo’nun onları hisarın sonundaki uzak bir yere götürdüğünü fark etti. Durduklarında Xie
Lian yukarı baktı. Muazzam büyüklükte bir duvar dev gibi önlerinde duruyordu.
Vardıkları yer Günahkarın Çukuruydu!
Xie Lian BanYue bölgesinde bir süre boyunca yaşamış olsa da çok az kasabaya girdiği oluyordu ve hiç
Günahkarın Çukurunun yanına yaklaşmamıştı. Bu kadar yakından görünce Xie Lian’ın kalbi hızla
atmaya başladı.
Çamurdan sarı duvarların dışında bir takım merdiven vardı. Yukarı tırmanırken Xie Lian sonunda
kalbinin neden hızla attığını anlayana kadar çukuru inceledi ve derinliklerini görmeye çalıştı. İşkence
ve zulüm olduğundan veya herkesin oraya atılmasından endişelendiğinden değildi. Çalışmakta olan
çok güçlü bir rünü hissettiğinden çarpıyordu.
Tüm Günahkarın Çukurunun etrafında çok güçlü bir rün vardı ve bu rünün sadece bir tek amacı
olabilirdi – düşenin yukarı çıkmasını engellemek!
Bu çukura bir ip veya merdiven sarkıtılsa bile, kim yukarı tırmanmaya çalışırsa yarı yolda kesilip tekrar
çukurun en dibine düşeceği anlamına geliyordu. Xie Lian sakin bir şekilde merdivenlerden çıkarken
duvardan destek aldı ancak bunu duvarın neyden yapıldığını hissetmek için yapmıştı. Çamur veya
betondan yapılmış gibi gözüküyor olmasına rağmen aslında muhtemelen bir tabaka büyüyle
güçlendirilmiş çok daha kuvvetli bir taştan olduğunu fark etti.
Merdivenlerin sonuna ulaşıp çukurun başına geldiklerinde duvarın çıkıntısında dururken manzarayı
tek bir kelime betimleye bilirdi. ‘Dehşet’.
Günahkarın Çukuru dört devasa duvardan oluşuyordu. Genişlik olarak yaklaşık on metre ve uzunluk
olarak yaklaşık yedi metreydi. Kalınlığı ise bir metreden fazlaydı. Tüm duvarların en tepesinde hiçbir
şey yoktu, ne geniş balkonlar ne de korkuluklar. Dibi gözükmeyen bir cehennem oyuğu ve büyüyen
geceyle beraber sadece karanlık ve aşağıdaki havanın yukarı sürüklediği ürpertici kan kokusu vardı.
Yerden metrelerce yukarıda olan korkuluksuz kenarlardan yürürlerken kimse aşağıya bakmaya
cesaret edemedi. Bir süre sonra ortada duran direk görüş açılarına girdi. Direğin üzerinde bir ceset
asılıydı. Daha önce gördüklerinin aynısıydı. Ceset parçalanmış siyah kıyafetler giyen küçük bir kıza
aitti, başı eğikti.
Xie Lian bu direğe özellikle utanç ve aşağılanmayı hak eden suçluların asıldığını biliyordu. Hapishane
muhafızları genellikle suçluları soyup çıplak bir şekilde vücutlarını asarlardı. Suçlular ya açlıktan ya da
susuzluktan ölürlerdi. Öldükten sonra cesetlerin rüzgarda sağa sola sallanıp güneş altına yanarak
yağmurla çürümesi için bırakılırdı. Ceset tamamen çürüdüğünde ise çukura kendiliğinden düşerdi. O
kızın cesedi çürümüş gözükmüyordu, yani ölümünün üzerinde uzun zaman geçmemiş olmalıydı. Belki
de askerlerin yakaladığı yerli bir kızdı. Öylesine genç bir kıza böylesine aşağılık bir şey yaptıkları için
Xie Lian tamamen tiksinmiş hissetti. A-Zhao, Tian Shen ve diğerleri manzarayı gördüklerinde yüzleri
beyaza dönmüştü. Durakladılar, daha fazla ilerlemekten korkuyorlardı. Ke Mo da onları daha fazla
iteklemeye uğraşmadı ancak çukura dönerek bağırdı.
‘Neden bağırıyor?’ Xie Lian merak etmişti fakat sorusu çok geçmeden cevaplandı.
Karanlık çukurun dibinden bağırışa cevap olarak bir sıra homurdanış geldi. Canavarların kükreyişi,
tsunamilerin feryadı, yaratıkların inleyişleri ve yüzlerce, hatta binlerce çığlığın havada patlaması
gibiydi. Duvarlar sesle titredi ve kenarda duranların dengelerini kaybetmesini sağladı. Xie Lian rahat
bir şekilde düşen taş ve molozların sesini duyabiliyordu. ‘Sadece suçlular Günahkarın Çukuruna
girebilir’ Xie Lian düşündü ‘Ke Mo’ya cevap veren bu sesler ölülerin ruhlarına mı ait?’
Ke Mo tekrar bağırdı ve Xie Lian daha fazla dikkatini verdi. Bu sefer anlamsız sesler çıkartmıyor veya
küfretmiyordu. Aksine bir cesaretlendirmeydi. Xie Lian ‘kardeşlerim’ kelimesini duyduğundan emindi.
Bağırdıktan sonra Ke Mo, Xie Lian ve diğerlerini izleyen askerlere dönerek bir emir kükredi. Xie Lian
anlamıştı. “Sadece iki tanesini atın ve gerisini gözaltında tutun.” demişti.
Diğerleri ne söylendiğini anlamamış olabilirlerdi ancak o askerlerin hareketlerinden çıkarım yapmak
zor değildi. Herkes soluk hayaletler gibi gözüküyordu. Xie Lian bir çiftin daha fazla dik duramıyor
olduğunu fark etti, korkudan sallanıyorlardı. Böylece öne doğru adım atarak kısık sesle konuştu.
“Merak etme. Eğer bir şey olursa ilk ben aşağıya gideceğim.”
Xie Lian herkes eninde sonunda düşecekse ilk gidip orayı kontrol etmesinin iyi olacağını düşünüyordu.
Zehirli yılanlar ve canavarlar veya tehdit eden hayaletler ve iblislerden daha kötü bir şey olamazdı.
Düşüşten ölemezdi, zehirden ölemezdi, ısırılmaktan ölemezdi ve vurulmaktan da ölemezdi. Eritici
sudan oluşmuş bir ceset gölü olmadığı sürede vücudu çok kötü bir şekilde zarar görmemeliydi. Ayrıca
yanında RuoYe vardı. Ründen kaçamıyor olsa bile onun ardından düşenleri hala yakalayabilirdi. Zaten
Ke Mo ‘gerisini gözaltında tutun’ demişti, yani diğerleri geçici olarak güvende olmalılardı. Sonuçta
Gobi Çölünde avlanmak kolay değildi, herkesi tek bir seferde yemek yerine tadını çıkarmalılardı. Xie
Lian düşüncelerini topladı fakat yanında olan başka biri daha fazla nefesini tutamıyormuş gibi
gözüküyordu.
Günahkarın Çukurunun tepesine ulaştıklarından beri, garip bir şey olmamış gibi duran San Lang
haricindeki herkes korkuyla titriyordu. Özellikle de A-Zhao. Eğer ölecekse savaşarak ölmeli olduğunu
düşünmüş olmalıydı ki yumruklarını sıkarak Ke Mo’ya doğru koştu.
Bu hareketi A-Zhao’nun Ke Mo’yu onunla beraber çukura götürmeye hazırmış gibi görünmesini
sağlamıştı. Ke Mo ondan daha büyüktü ve çelik bir kule gibi sağlamdı. Buna rağmen A-Zhao’nun
çaresizliğiyle üç adım geri itilmişti. Kızgınlıkla kükredi ve hemen genç adamı karanlık boşluğa fırlattı.
Herkes çığlık atmaya başladı ve Xie Lian de onun arkasından bağırdı. “A-Zhao!”
Tam o anda derin yarıktan neşeyle kükremeler geldi. Etin vahşi de parçalanma sesleri de buna eşlik
ediyordu. Sanki açlıktan ölmek üzere olan canavarlar tek yemekleri için savaşıyorlardı. Sesleri
duyanın, genç adam A-Zhao’nun kurtulmayacağını anlaması kolaydı.
Xie Lian böyle bir gelişme beklememiş ve oldukça şaşırmıştı. A-Zhao’nun BanYue Baş Rahibesinin astı
olduğundan ve gezginleri bilerek yoldan çıkarıp kalıntılara getirdiğinden şüpheleniyordu. Aynı
zamanda orada elli almış yıl önce olanın da o olabileceğini düşünüyordu ancak genç adam ilk ölen
olmuştu.
Öldüğünü sahte bir şekilde mi gösteriyordu? İmkansız değildi. Ancak şimdi hepsi BanYue askerlerinin
emirleri altında köleleştirilmişlerdi. Eğer A-Zhao Baş Rahibenin astıysa o zaman daha üstün
sayılıyordu ve ekstraya kaçıp sahte bir şekilde ölmeden görkemle gerçek kimliğini açığa çıkarabilirdi.
Fakat neden A-Zhao, Ke Mo’ya doğru koşarak anlamsız bir şekilde ölmeyi tercih etmişti ki?
Xie Lian’ın düşünceleri yeniden çıkmaza gelmişti. Bu arada BanYue askerleri yeni kurbanlarını
aramaya başlamışlardı. Ke Mo onları ölçüp biçtikten sonra Tian Shen’a işaret etti. Ardından başka bir
asker hareket ederek avcunu açtı, onu itmeye hazırdı. Korkmuş olan Tian Shen dizlerinin üzerinde
yere düşerek bağırdı. “Beni kurtarın!”
Düşünmeye zamanı olmadığından Xie Lian önce çıktı ve BanYue dilinde konuştu. “Bekleyin, General.”
Ke Mo bu sözleri Xie Lian’ın ağzından duyduğunda şok olmuştu. Ellini sallayarak askerleri durdurdu.
“Bizim dilimizi konuşmayı biliyorsun? Nereden geldin?”
“Merkez Ovalar’dan geldim.” Xie Lian cevapladı. Gerçi bir BanYue vatandaşı olduğu yalanını
söylemeyi de umursamazdı ancak akıcılığının ne kadar körelmiş olduğuna bakılırsa çok fazla
konuşurlarsa kendini kesinlikle ele verirdi. Ayrıca görüntüsünden Merkez Ovalı olduğu da belliydi. Ke
Mo’nun sorusu sadece küçük bir kafa karışıklığındandı. BanYue’nin insanları en çok yalan
söyleyenlerden nefret ederlerdi. Eğer Xie Lian’ın yalanı ortaya çıkarsa en kötüsü olurdu.
Ancak aynı zamanda doğruyu söylemenin getirdiği birçok sorun da vardı. BanYue Krallığı Merkez
Ovalıların ellerine düşmüştü; Xie Lian’ın bir Merkez Ovalı olduğunu duyunca Ke Mo’nun kararmış yüzü
hemen kızgınlıkla parladı. Ve birçok BanYue askeri de homurdanmaya başlamışlardı, ona kabaca
küfürler savuruyorlardı.
“Adi Merkez Ovalı!” ve “Onu aşağıya atın.”dan daha fazlası değildi ve Xie Lian daha az bunu
umursayamazdı. Fakat aynı zamanda “Kaltak”ı duyup duraksadı. Ondan önce ne dendiğini
yakalayamamıştı ama yine de biraz kasvetli hissetmesine neden olmuştu. ‘İlk başta söylediklerini
anlayabilirim ama sonuncusu çok ani değil miydi? Bir şeyi yanlış anlamadıklarına eminler mi?’ Xie Lian
karamsar bir şekilde düşündü.
General Ke Mo ajite olmamıştı. “Bizim Krallığımız iki yüz yıldan fazla süredir Gobi’de kayboldu. Bizim
insanlarımızdan değilsin, neden dilimizi biliyorsun? Sen kimsin?”
Eğer yalancılık oynayacaksa saçmalamanın zamanı gelmişti. Xie Lian arkasındaki sakin gence
bakmaktan kendini alamadı. Eğer yalanları sonrasında fark edilmeye başlarsa utanmazca San
Lang’dan onu kurtarmasını isteyebileceğini umuyordu. Boğazını temizledi ve saçmalıklarına
başlamaya hazırdı ki aşağıdan bir seri daha kızgın homurdanmalar geldi.
Çukurdaki her neyse A-Zhao’yu parçalamayı bitirmiş ve hala daha fazlasını istiyormuş gibi
görünüyordu. Çığlıklarını taze kan için açlığını iletmek için kullanıyordu. Ke Mo elini tekrar salladı, Tian
Shen’ı atmaya hazırdı. Bu yüzden Xie Lian konuştu. “General, lütfen ilk önce beni atın.”
Ke Mo daha önce kimsenin ilk gitmeyi istediğini duymamıştı. Gözleri çanlar gibi pörtledi.
İnanamayarak sordu. “İlk önce seni atalım? Neden??”
Xie Lian ona gerçeği veya korkuyor olduğu için olduğunu söyleyemezdi. Bir saniye düşündükten sonra
mantıklı bir cevap aklına geldi. “General, onlar masum tüccarlar. Yanlarında bir çocuk bile var!”
Ke Mo alayla güldü. “Ordun benim krallığımı yok ettiğinde de masum tüccarlar ve çocukları
düşündüler mi?”
BanYue Krallığının düşüşü iki yüz yıldan önceydi ve Merkez Ovalar’ın hanedanı çoktan değişmişti.
Lakin nefret ve kin hanedanın değişmesiyle kaybolmuyordu. Ke Mo devam etti. “Çok şüphelisin, seni
sorgulamam gerekecek. Aşağıya gitmiyorsun. Başka birini atın!”
Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Xie Lian söyleyecekleri bir işe yaramazsa atlamaya zaten hazırdı ancak
arkasındaki San Lang’ın öne adım attığını duydu.
Xie Lian’ın kalbi aniden çarpmaya başladı, arkasını döndü.
Kolları birbirine bağlıyken genç soğukkanlılıkla karanlık ve sonsuz çukura dalgalı bir oyun çeviriyormuş
gibi bir havayla bakıyordu. Bu iyiye işaret değildi, Xie Lian seslendi. “San Lang?”
Sesini duyunca San Lang ona baktı ve yumuşakça gülümsedi. “Endişelenme.”
San Lang bir adım daha attı, kenarda tehlikeli bir şekilde sallanıyordu. Xie Lian’ın kalbi de kafası da
dalgalanmaya başlamıştı, tekrar seslendi. “Bekle, San Lang, hareket etme!”
O kadar yüksek bir kenardayken genç adamın kırmızı kıyafetleri gece esintisinde dans ediyordu. San
Lang tekrar ona gülümseyerek baktı. “Korkma.”
“Buraya geri gel. Buraya geri gel ve korkmuyor olacağım.” dedi Xie Lian.
“Endişelenme, sadece kısa bir süre için ayrılıyorum.” dedi San Lang.
“Dur…”
Cümlesini bitiremeden genç kolları hala birbirine bağlı bir şekildeyken atlayarak boşlukta kayboldu.
Atladığı anda RuoYe, Xie Lian’ın bileğinden fırlamıştı. Beyaz bir ışıltı şeklinde akarak genci tutmaya
çalıştı. Ancak düşüşü çok hızlıydı ve RuoYe kıyafetinin kolunun kenarını bile tutamadan geri
dönmüştü. Xie Lian duvarın kenarında dizlerinin üzerine düştü ve bağırdı. “SAN LANG!!!”
Cevap yoktu. Ses yoktu. Genç adam atladıktan sonra tek bir ses bile gelmemişti!
Aksine yanındaki BanYue askerlerinin birçoğu bağırmaya başladı, hepsi şaşkına dönmüş ve hayrete
düşmüşlerdi. Bugün ne oluyordu? Eskiden avlarını yakalayıp düşmeden önce kendilerinin atmaları
gerekiyordu ancak bu gece kendileri aşağıya atlamak için savaşıyorlardı ve geri tutulduklarında yine
de atlıyorlardı?? General Ke Mo, askerleri kontrol altına almak için bağırdı. Xie Lian ise RuoYe’nin San
Lang’ı yakalamadan döndüğü görünce düşünmeye zaman harcamadan kendini duvarın üzerinden
aşağıya atmıştı. Fakat vücudu havadayken yakası sıkılaşmıştı, havada durmaya devam etmişti.
General Ke Mo onunda atladığını görünce hemen kolunu uzatarak Xie Lian’ı yakasından yakalamış ve
düşmesini engellemişti. ‘Eğer bana katılmak istiyorsan o da olur!’ Xie Lian düşündü ve bir yılan gibi
RuoYe bir kere daha fırlayarak kendini Ke Mo’nun koluna sarıp tüm vücudunu bağladı. Ke Mo beyaz
ipek kumaşın tahmin edilemez bir şekilde ölümcül ve ruhsal olduğunu gördü. Buruşturduğu yüzünde
damarları belirginleşti ve kasları büyüdü. Kumaşı parçalayarak ondan kurtulmaya çalışıyordu. Xie Lian,
Ke Mo’yla durmaktaydı ki gözüne tüyler ürpertici bir şey çarptı.
Direkte asılı olan ceset hareket etmiş ve hafifçe kafasını kaldırmıştı.
BanYue askerleri grubu da cesedin hareket ettiğini görmüşlerdi ve bağırmaya başlamışlardı. Ona
saldırmak için gürzlerini sallıyorlardı. Fakat siyah kıyafetli kız bir şekilde kendini çözerek direkten
atlamış ve onlara doğru hızla yaklaşmıştı.
Saçaklardan esen siyah rüzgarlar gibiydi, hızlı ve şeytaniydi. Askerler dengelerini koruyamamışlardı ve
çok geçmeden Günahkarın Çukuruna teker teker çığlık atarlarken düşmüşlerdi. Ke Mo sinirlenmiş bir
şekilde ona her türlü aşağılamaları bağırdı, birçoğu Xie Lian’ın çok iyi anlayamadığı sokak ağızıydı
fakat ilk kelimeleri seçebilmişti. “Yine o kaltak!”
Küfürleri bir sonraki an kesilmişti çünkü Xie Lian aniden çekip Ke Mo’nun da onunla beraber çukura
düşmesini sağlamıştı.
Kaçılamaz olan Günahkarın Çukuruna!
Düşerken Ke Mo şiddetle bağırmıştı, Xie Lian’ın kulak zarlarını patlatıyordu. RuoYe’yi geri çağırıp Ke
Mo’ya, kulaklarını korumak için vurup kendinden uzaklaştırması gerekmişti. Ardından RuoYe’nin
tekrar yukarı uçmasını sağlamıştı. Bir şeylere tutunup daha fazla düşmesini engellemeliydi veya en
azından düşüşünün çok acı verici olmaması için bir şeylere tutunmalıydı. Ancak Günahkarın Çukuru
kurtuluş için inşa edilmemişti. Ayrıca o kadar güçlü olan bir rün çalışırken Xie Lian’ın tutunmak için
bulabileceği hiçbir şey yoktu. Yere çakılıp bir kek gibi düzleşeceğini bir çok kez düşünmüştü ki aniden,
karanlıkta gümüş ışıltısı gördü.
Bir çift el onu hafifçe yakalamıştı.
Onu mükemmel bir şekilde yakalayan kişi sanki onu yakalamak için yaratılmış gibiydi. Bir eli sırtını
geçerek omuzlarını kavramıştı, diğer eli ise dizlerinin altında ağırlığını destekliyordu. Korkunç
yerçekimine karşı düşüşü bir hiçle sonuçlanmıştı. Hala o kadar yüksekten düşmenin verdiği etkisiyle
sersem ve kafası karışık olan Xie Lian farkında olmadan o kişinin omuzlarını sıkıca tutunup seslendi.
“San Lang?”
Çukur kapkaranlıktı, hiçbir şey görünemiyordu, o kişi de dahil. Ancak Xie Lian yine de o ismi
seslenmişti. Diğeri cevaplamayınca Xie Lian emin olmak için o kişinin göğsünü ve omuzlarını
sıvazlayarak sıktı. “San Lang, sen misin?”
Belki de çukurun dibindeki kan kokusu ağır ve kafa karıştırıcı olduğundan Xie Lian sersemce onu tutan
kişiyi hissetmeye devam etti, ta ki güçlü ve sert ademelmasına ulaşana kadar. Şaşkınlıkla hemen
kendini azarlayarak ellerini geri çekti. Ne yapıyordu böyle?? “San Lang sen misin? İyi misin?
Yaralandın mı?”
Genç adamın alçak sesini çok yanından duyması için bir süre geçmesi gerekmişti. “İyiyim.”
Xie Lian nedenini bilmiyordu ancak bu ses öncekinden garip bir biçimde daha farklıydı.

Çevirmen: Kae
Not: Xie Lian kıyamam, adamın her yerini elledi :’D
Bölüm 25: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
“San Lang, iyi misin? Beni yere bırak.”

“Olmaz.”

Onun cevabı karşısında Xie Lian’ın kafası karışmıştı, Neler oluyor? Yerde bir şey mi var?

Kollar hala onu bırakmaya dair en ufak bir emare göstermeden sıkıca tutuyordu. Xie Lian tam elini
kaldırıp nazikçe kendisini uzağa itmek üzereydi ki, elini San Lang’ın göğsüne koyduğu anda aniden
aklına biraz önce onu ademelmasına kadar ellediği aklına geldi ve sessizce tekrar geri çekildi. Xie Lian
‘utanç’ kelimesinin anlamını en son merak edeli yüz yıllar geçmişti ama şu anda içinden bir ses ona
hareketsiz ve düzgünce durmasının daha iyi olacağını söylüyordu.

Tam bu sırada öfkeli, acıyla dolu bir ağıt çukurun diğer tarafından gürledi, ağlıyordu. “SİZE NE
OLDU?!”

Söylenen kelimeler BanYue dilindeydi, Xie Lian sesin General Ke Mo’ya ait olduğunu çıkartmıştı,
demek ki o da çukura çekilmişti. Zaten çoktan ölü olduğu için düşüş onu öldüremezdi, sadece düştüğü
yerde insan çeklinde bir çukur oluşmasına neden olmuştu. Çukurdan tırmandığı gibi ise çığlık atmaya
başlamıştı. “Neler oluyor? Kardeşlerim, SİZE NE OLDU?!”

Duvarın üzerindeyken çukura doğru gürlediğinde, sanki içerisi kızgın, tehditkar hayaletlerle doluymuş
gibi onun çağrısını yüz binlerce ses cevaplamıştı. Ama şu anda Ke Mo’nun ağlamaları dışında Xie
Lian’ın tek duyabildiği şey ölüm sessizliğiydi. Hemen yanındaki San Lang’ın nefes aldığını veya kalp
atışlarını bile duymuyordu.

Evet. Her ne kadar Xie Lian San Lang’a sıkıca yapışmış olsa da, onun ne nefes aldığını ne kalbinin
attığını duyabiliyordu!

Ke Mo kükredi. “SİZİ KİM ÖLDÜRDÜ? KİM HEPİNİZİ ÖLDÜRDÜ!!!”

İlk A-Zhao düştüğünde, parçalanan bedenin korkunç sesi hala duyulabiliyordu, ama San Lang
atladıktan sonra bir daha ses gelmemişti. Başka kim olabilirdi ki?

Ke Mo’nun kendisi de bunu en sonunda fark etmiş gibiydi ve onlara doğru bağırdı. “Orta diyarlılar, siz
öldünüz! Sizi geberticem!”

Xie Lian her ne kadar göremese de hala hızla yaklaşmakta olan tehlikeyi hissedebiliyordu, bedeni
sarsıldı. “San Lang dikkatli ol!”

San Lang. “Onun yüzünden endişelenme” derken hala onu sıkıca tutuyordu. Yana doğru küçük bir
adım attı ve döndü.

Karanlıkta Xie Lian kırılmadan doğan çatırtı seslerini bir orada bir burada, net ve yoğun bir şekilde
duyabiliyordu. Ke Mo onları yakalamak için ileri atılmıştı ancak ilk saldırısını ıskalamıştı, tekrar
saldırmak için döndü ancak San Lang tekrar kolayca yana çekilerek ondan kaçındı. Xie Lian’ın kolları
istemsizce San Lang’ın göğsüne tırmandı ve sıkıca omuzlarına tutundu, farkında olmadan kıyafetlerini
kavramıştı.

Ama onu taşıyan kollar sağlamdı, yana adım atar ve saldırıları savuştururken bile onu hala güçlü ve
güvenli bir şekilde tutuyordu. Xie Lian o kolların arasında sık sık ona çarpan soğuk ve sert bir şey
hissetti, biraz şaşırmıştı.
Sonsuz karanlıkta, gümüşi parıltı izleri her yeri sardı ve Ke Mo’nun öfkeli kükremelerine yaralayan
keskin metalik sesler eklendi. Banyue’nin General’inin saldırılar altında ağır şekilde yaralandığı
kesindi, ancak onun kadar zorlu birisi yenilgisini kabullenmeyi reddediyor ve saldırmaya devam
ediyordu. Xie Lian daha fazla müdahale etmeden duramayacağını hissetti ve seslendi. “RuoYe!”

İpek kumaş çağrısına yanıt verdi ve büyük bir şaklama sesi havada yankılandı, Ke Mo RuoYe’nin
darbesiyle en sonunda yere düşmüştü. Ke Mo bağırmaya devam etti. “Siz! Siz ikiniz! İkiye karşı bir!
Adil değil!”

Xie Lian içinden, ‘Bizi öldürecektin, ikiye karşı birmiş, adilmiş veya değilmiş, kimin umurunda? İlk ben
seni öldüreceğim’ diye geçirdi.

Diğer yandan San Lang ise sadece alayla güldü. “Bire birde bile kazanamazsın. Savaşmana gerek yok.”
Son cümlesi Xie Lian’a yönelikti ve kelimelerde bir parça bile alay yoktu.

“Pekala.” Diye yanıtladı Xie Lian, ama aynı zamanda çabucak ekledi. “San Lang, neden beni yere
bırakmıyorsun? Böyle sana engel oluyorum.”

San Lang. “Hiç engel olmuyorsun. Yere inmemen daha iyi.”

Xie Lian merakla sordu. “Neden ki?” Bu adam birisini taşırken dövüşmekten keyif alıyor olamazdı ya?

San Lang sadece tek bir kelimeyle yanıt verdi. “Kirli.”

“…”

Xie Lian böyle bir cevabı hiç beklememişti, öylesine ciddi bir tonu da. Her ne kadar biraz komik olsa da
cevap biraz tuhaf hissetmesine neden olmuştu, tarifi güçtü, sadece kalbinin ısındığını
hissedebiliyordu. “Beni böyle sürekli taşıyamazsın ya?”

San Lang. “Taşıyabilirim.”

Xie Lian sadece şaka yapmıştı, ama San Lang’ın sözlerinde bir parça bile isteksizlik yoktu, bu yüzden
de Xie Lian aniden kendisini ne diyeceğini bilemez bir halde bulmuştu. Onlar konuşurken Ke Mo
saldırılarına bir an bile ara vermemişti. San Lang her iki koluyla onu sıkıca tutuyordu, Ke Mo’yu
sıkıştıran ve yenen başka biriydi sanki. Yavaşça geriye çekilirken bağırdı. “O kaltak ikinizi…”

Sözlerini bitiremeden yüksek bir gümbürtü duyuldu, iri yarı adam en sonunda yere düşmüş ve
kalkamıyordu. Xie Lian aceleyle. “San Lang onu öldürme! Buradan nasıl çıkacağımızı öğrenmek için
hala onu sorgulamamız gerekiyor.”

San Lang sözlerine uydu ve durdu. “Onu öldürmeyi planlamıyordum zaten, yoksa bu zamana kadar
yaşamazdı.”

Ani ölüm sessizliği tekrar Günahkarın Çukurunu doldurdu.

Bir an sonra Xie Lian sordu. “San Lang bunların hepsini sen mi yaptın”

Her ne kadar karanlıkta görülebilen hiçbir şey olmasa da, böylesine bunaltıcı bir kan kokusu ve kana
susamışlık çukuru sararken, ek olarak bir de Ke Mo’nun deliliğiyle, bir şeyler olduğu kesindi. Xie Lian,
San Lang’ın cevabını duyduğunda sadece bir anlık bir sessizlik olmuştu.

“Evet.” Dedi.

Tahmin ettiği bir cevaptı. Xie Lian iç çekti. “Nasıl söylesem…”


Xie Lian sözlerini yuttu ve tekrar ciddi bir sesle konuşmaya başlamadan önce düşüncelerini toparladı.
“San Lang bir dahakine böyle bir çukur gördüğünde, gelişigüzel bir şekilde atlayıverme. Seni
durduramadım bile. Sahiden ne yapacağımı bilemedim.”

San Lang ise böyle bir karşılık beklememiş gibiydi ve şaşkın bir ‘Ne?’ sesinin ardında tekrar
konuştuğunda sesi kulağa biraz tuhaf geliyordu. “Bana sormak istediğin başka bir şey yok mu?”

Xie Lian. “Başka ne sormamı istiyorsun?”

San Lang. “Örneğin insan olup olmadığımı.”

Xie Lian alnını ovdu. “Hmm. Bence gerekli değil.”

“Değil mi?”

Xie Lian. “Gerekli mi? İnsan olup olmadığın hiç önemli değil.”

“Ah?”

Xie Lian kollarını bağladı. “İlişkiler tesadüflere ve aynı frekansta olup olmamaya bağlıdır, sosyal
statüye değil. Eğer seni seviyorsam, bir dilenci olsan da severim. Eğer seni sevmiyorsam, istersen
imparator ol yine de sevemem. Zaten böyle olması gerekmez mi? Basit mantık. Bu yüzden de insan
olup olmamanın konumuzla alakası yok.”

San Lang yüksek sesle bir kahkaha attı. “Evet. Haklısın.”

“Dimi?” Xie Lian da onunla birlikte güldü. Ama güldükçe bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordu,
aniden aklına geldi.

Hala San Lang’ın onu taşımasına izin veriyordu ve en kötüsü de farkında olmadan bu şekilde
durmalarına alışmıştı!

Nasıl bir durumdaydılar böyle?! Xie Lian sessizce boğazını temizledi. “Ee, San Lang. Daha sonra
bunları konuşuruz. Önce beni yere bıraksan nasıl olur?”

San Lang hafifçe gülmüş gibiydi. “Bekle biraz.”

Xie Lian’ı taşırken kısa bir süre yürüdü ardından onu yere bıraktı. Xie Lian bastığı yerin sert ve düz bir
zemin olduğunu hissedebiliyordu. “Teşekkürler!”

San Lang karşılık olarak bir harekette bulunmadı, Xie Lian da ona teşekkür ettikten sonra gökyüzüne
baktı.

Yukarıda koyu mavi bir gökyüzünde asılı parlak ve güzel bir hilal şeklinde ay vardı. Manzarayı kare
şeklinde bir pencereden izlemek kendisini kuyuda hapsolmuş bir kurbağa gibi hissetmesine neden
olmuştu.

Xie Lian RuoYe’ye yukarıya ulaşmayı denemesini emretti, ama tahmin ettiği gibi yarı yola geldiğinde
görünmez bir duvara çarpmış gibi duruyor ve daha fazla ilerleyemiyordu.

San Lang. “Günahkarın Çukurunun etrafına çizilmiş bir rün var.”

Xie Lian. “Biliyorum ama yine de denemek istedim. Denemeden pes edemezdim işte. Yukarıdakiler ne
yaptı acaba? Siyahlı kız onları da aşağıya atar mı?”

Direkte asılan kızın aniden nasıl canlandığını ve San Lang’ın ardından BanYue askerlerini nasıl aşağıya
attığını anlattı, konuşurken ise aniden bir şeye bastığı için Xie Lian neredeyse düşecekti, bir kola
basmıştı. Hemen dengesini tekrar sağladı ama San Lang yine de ona destek olmak için uzanmıştı,
azarlayarak. “Dikkatli ol.” Dedi.

Ardından sakin bir şekilde ekledi. “Sana yerin kirli olduğunu söylemiştim.”

Xie Lian şimdi ‘kirli’yle ne kastettiğini anlamıştı. “Merak etme. Bir el meşalesi yakarak burada neler
olduğunu ve gideceğim yeri görmek istiyorum.”

San Lang hiçbir şey söylemedi. Bu sırada uzaklardan Ke Mo’nun soğuk sesi tekrar inledi. “Siz ikiniz o
kaltağın işini yapıyorsunuz, bu krallığın binlerce ölü ruhu sizi lanetleyecek. LANET OLSUN SİZE!”

Xie Lian Ke Mo’ya doğru döndü ve BanYue dilinde sordu. “General Ke Mo, o kim… bahsettiğin kişi
kim?”

Ke Mo nefretle cevapladı. “Neden soruyorsun? O hain cadı işte!”

“Şehrin sokaklarında gezen kadından mı bahsediyorsun?”

Ke Mo sinirle yere tükürdü ve Xie Lian bunu evet olarak aldı. Sorgulamaya devam etti. “BanYue Baş
Rahibesinin sadık bir destekçisi değil miydin?”

Ke Mo bunu duyduğundan sinirden köpürerek bağırmaya başladı. “BEN, KE MO, BİR DAHA ASLA ONA
SADIK OLMAYACAĞIM! O KALTAĞI ASLA AFFETMEYECEĞİM!!!” Ardından kızgın ve histerik küfür daha
savurdu, kelimeleri o kadar hızlı ve anlaşılmazdı ki Xie Lian takip edemiyordu. San Lang’a baktı ve
hafifçe seslendi. “San Lang, San Lang.”

San Lang çevirdi. “Küfrediyor. O kadının ülkesine ihanet ettiğini, kalenin kapılarını açtığını ve merkez
ovalar ordusunun şehri katletmesine izin verdiğini söylüyor. Elinde kendi insanlarının ve çukura ittiği
kardeşlerinin kanı olduğu söylüyor. Onun ölüsünü binlerce kez asacakmış. Binlerce kez.”

Bunu duyunca Xie Lian bir yerlerde yanlışlık olması gerektiğini hissetti.

Biraz önce ‘sokaklarda dolaşan kadın’dan bahsettiğinde beyazlı kadını kastetmişti. Ama Ke Mo şu
anda durmadan BanYue’nin Baş Rahibesine ‘kaltak’ diyor ve kardeşlerini Günahkarın Çukuruna
attığını söylüyordu. Biraz önce ise siyahlı kız askerleri çukura atmıştı, Ke Mo ise küfrederek. “Yine mi
bu kaltak.” Demişti. Son sözü ise ‘ölüsünü binlerce kez asmak’tı – Xie Lian aynı kişiden
bahsetmediklerini fark etti.

Xie Lian Ke Mo’nun küfürlerinin arasına girerek sordu. “General, bahsettiğin BanYue’nin Baş Rahibesi
Günahkarın Çukurunun üzerindeki direğe asılmış olan siyahlı kız mıydı?”

Ke Mo kükredi. “BAŞKA KİM OLACAK YA?”

“…”

Siyahlar içindeki cılız, ceset gibi küçük kız BanYue’nin gerçek Baş Rahibesiydi! Ama eğer öyleyse
sokaklarda onları öldürmek için dolaşan beyazlı kadın ve siyah giysili eşlikçisi kimdi?

Siyahlı kızın belli ki ölçülemez güçleri vardı ve oldukça kolay bir şekilde saldırgan BanYue askerlerini
duvardan atabiliyordu, peki o zaman neden Günahkarın Çukuruna asılmıştı?

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 26: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
Hikaye gittikçe daha karmaşık ve dolambaçlı bir hal alıyordu. Xie Lian tekrar sordu. “General, BanYue
Baş Rahibesi neden kalenin kapılarını düşmanlara açtı?”

Ke Mo ise cevap vermek yerine. “Kardeşlerimi öldürdün, sana cevap vermeyeceğim! Onun yerine
seninle dövüşürüm!”

San Lang. “Onları ben öldürdüm. O hiçbir şey yapmadı. Onun sorularına cevap verirken benimle
dövüşebilirsin.”

“…”

Xie Lian içinden, İnkar edilemez bir mantık, diye geçirdi. Ke Mo öfkeyle bağırdı. “İkinizde o kaltaktan
emir alıyorsunuz, hiçbir farkınız yok!”

Xie Lian hemen araya girdi. “General Ke Mo, sanırım bir yanlış anlaşılma var. Biz Gobi Çölünden
BanYue’nin Baş Rahibesinden kurtulmak için geçtik, nasıl onun emrinde olalım?”

Xie Lian’ın aslında Baş Rahibeyi yok etmek için geldiğini duyunca Ke Mo sessizleşti. Ardından sordu.
“Eğer ona yardım etmiyorsanız neden kardeşlerimi öldürdünüz? Ancak o böyle bir şey yapar!”

Xie Lian mantıklı bir şekilde açıkladı. “Bizi çukura atmaya başladığınız için sadece kendimizi
savunduğumuzdan olmasın?”

Ke Mo sinirle bağırdı. “Saçmalık! Ben hiçbirinizi atmadım! Seni tutmaya bile çalıştım! Kendi kendinize
atladınız!”

“…”

Şimdi Xie Lian nasıl düştüklerini bir kez daha gözden geçirince gerçekten konuşmaya nasıl devam
edeceğini bilmiyordu. Bu yüzden de şöyle söyledi. “Ee, ehem, biz atılmamış bile olsak, diğerlerini
atacaktınız bu yüzden sadece oturup bekleyecek halimiz yoktu. İnsan yiyorsunuz Cennet Aşkına!”

Bu konuyu açmak Ke Mo’nun nefretini alevlendirmiş gibiydi. “İnsan yememizin suçlusu da o kaltak!”

Nefreti iliklerine kadar işlemişti görünüşe göre. Xie Lian. “General, şu anda hepimiz çukurda kapana
kısılmış durumdayız. Küfretmeyi bırak ve çıkmak için bir yol bulalım. BanYue’nin Baş Rahibesinin
gerçek hikayesi nedir?”

Ke Mo soğuk bir sesle. “İkiniz hem sinsi hem adaletsizsiniz, benimle ikiye bir dövüştünüz. Dövüşü
kazanamam ama sorularınızı da daha fazla cevaplamayacağım.”

Xie Lian usanmıştı, alnını ovuşturdu. “Sana sadece bir kez vurdum. Tek bir kez.”

Sinsi ya da adaletsiz olarak görünmek umurunda değildi. Eğer öyle gerekiyorsa, ikiye bir şöyle dursun
tek kişiye yüz kişiyle bile saldırırdı, bire bir kimin umurundaydı ki? Ama öncesinde San Lang bir
yandan onu taşırken bir yandan da dövüşte kazanan taraftı ve Xie Lian’ın katılmasına gerek bile yoktu.
Ke Mo ise karşısında San Lang olsa dövüşü kazanabileceğini düşünür gibiydi, Xie Lian ona acıyordu.

San Lang ise hiçte kötü hissetmiyordu, mutlu bir şekilde konuştu. “Evet, seni döven bendim. Bi’ sıkıntı
mı var?”

Hala kabadayı imajını korumayan çalışan Ke Mo hemen cevap verdi. “Önce bana karşı ikiniz
dövüştünüz, şimdi de ikiye bir laf dalaşına giriyorsunuz. Bu ne kurnazlık! Hiçbir şeye yanıt
vermeyeceğim!”
Ke Mo iş birliğine bir parça dahi yaklaşmıyordu ama Xie Lian endişelenmemişti. Ke Mo ağzından
baklayı kolay çıkartacak birine benziyordu ve bol bol vakitleri vardı, sıkıntı yoktu. San Lang ise onun
kadar sabırlı değildi, tembel bir halde konuştu. “Kardeşlerini düşünüyorsan, onun sorduğu sorulara
cevap versen iyi olur.”

“Onları öldürdün zaten.” Ke Mo korkmamıştı. “Onları kullanarak beni tehdit edebileceğini mi


sanıyorsun!”

“Öldüler ama cesetleri hala yerde yatıyor.” Diye cevapladı San Lang.

Ke Mo endişelenmeye başlamıştı. “Ne yapacaksın?”

San Lang sırıttı. “Senin ne yapacağına bağlı.”

Sadece sesinden bile Xie Lian, San Lang’ın bakışlarını dikkatle odakladığını hayal edebiliyordu.
“Gelecek hayatlarının şansa bağlı olmasını mı yoksa bir kan havuzu olarak yeniden doğmalarını mı
tercih edersin?”

Ke Mo duraksadı, ancak kısa bir süre sonra San Lang’ın ne demek istediğini anlayınca patladı. “SEN?!”

BanYue insanları ölümü ve cenazeleri çok ciddiye alırlardı. Ölü ne şekilde gömülürse, o halde tekrar
dirileceğine inanıyorlardı. Örneğin ölen kişinin bir kolu kopmuşsa, bir sonraki hayatında sakat olarak
doğacaktı. Eğer çukurdaki cesetler parçalanırsa ne şekilde doğarlardı?

Tavrı ve davranışlarından dolayı, General Ke Mo’nun safkan bir BanYue vatandaşı olduğu ve bu
inançlara gönülden bağlı olduğu çok açıktı. Değerli ‘kardeşleri’ni onu tehdit etmek için kullanmak
hiçte fena bir fikir değildi. Beklenildiği gibi de karanlık çukurun diğer tarafında Ke Mo öfkeyle nefesini
tuttu, en sonunda ise çaresiz bir şekilde pes etti. “Kardeşlerimin cesetlerine dokunma. Hepsi iyi ve
cesur askerlerdi. Bunca yıldır çukura hapsolmaları zaten yetince kötüydü. Onları öldürmüş olman
belki de bir lütuftu bilmiyorum, ama cesetlerinin bozulmayacak.”

Duraksadı, ardından devam etti. “Buraya sahiden o kaltağı öldürmeye mi geldiniz?”

Xie Lian sıcak bir sesle cevapladı. “Yalan söylemedim. Onun hakkında ne kadar çok şey bilirsek, savaşı
kazanmamız da o kadar kolay olur. Dış dünya BanYue’nin Baş Rahibesi hakkında pek bir şey bilmiyor,
onunla nasıl savaşacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ama sen geçmişte onun altında çalışıyordun,
belki de bizi bazı konularda aydınlatabilirsin?”

Belki de ortak bir düşmanları – BanYue’nin Baş Rahibesi – olduğu için aralarında ılımlı bir bağ
kurulmuştu veya belki de kendi askerlerinin ölü bedenleriyle birlikte kaçınılmaz bir dar boğaza
sıkışmış olduğu için Ke Mo’nun cesareti kırılmıştı, ama sebebi ne olursa olsun general onlara saldırma
isteğini kaybetmişti. “Kapıları neden açtığını bilmiyor musunuz? Çünkü o düşmanımız! Bizden nefret
ediyor! BanYue krallığından nefret ediyor!”

Xie Lian sordu. “BanYue’nin Baş Rahibesi nasıl…”

Ke Mo düzeltti. “Kötü kalpli cadı!”

Siyahlı kızı artık Baş Rahibe olarak tanımıyormuş gibi görünüyordu, Xie Lian da bozmadı. “Pekala, kötü
kalpli cadı. Bizden nefret ediyordu derken ne kastettin? O zaman nasıl Baş Rahibe oldu?”

Sonsuz küfürlerin arasından kelimeleri seçmeye çalışan Xie Lian en sonunda Ke Mo tarafından
anlatılan hikayenin ana hatlarını anlamıştı.
BanYue’nin Baş Rahibesi, BanYue’li bir kadın ve Merkez Ovalı bir erkeğin kızıydı. Babası sınırda,
sonsuz bir nefret ve mücadeleyle hiçte kolay günler geçirmemiş en sonunda yeterince katlandığına
karar verdiğinde ise sınırdan taşınmış ve Merkez Ovalara geri dönmüştü. Her ne kadar eşiyle dostça
ayrılmış olsalar da BanYue’li kadın kısa bir süre sonra ıstırabı nedeniyle vefat etmişti.

Geride ise altı, yedi yaşlarında bir çocuk kalmıştı; çocuk onu koruyan kimsesi olmadan aç ve sefil bir
halde sokaklarda dolaşmıştı. Zaten çift en başından beri gittikleri hiçbir yerde istenmemişlerdi, şimdi
ise kızları da nereye gitse hor görülüyordu. BanYue halkı uzun ve iriydi, güzelliği güç ve zindelikte
bulurlardı. Ama bu kız melezdi bu yüzden de diğer BanYue çocuklarına kıyasla göre küçük ve cılızdı.
Zorbalığa maruz kalarak büyümüş ve gittikçe daha somurtkan birisi olup çıkmıştı. BanYue çocukları da
onunla oynamamıştı, ama bazı Merkez Ovalı çocuklar onunla ilgilenmişti.

Kız on iki yaşına geldiğinde iki ordu arasında bir savaş çıkmış, savaşın ardında ise kız ortadan
kaybolmuştu. BanYue’de ne dostları ne de bir ailesi vardı, bu yüzden kimse onun kaybolduğunu fark
etmemiş, umursamamıştı. Geri dönüşü ise bambaşka bir hikayeydi.

Kaybolduğu birkaç yıl içerisinde, binlerce kilometre yürümüş ve Gobi Çölünü geçerek Merkez Ovalar’a
ulaşmıştı. Kimse orada neler olduğunu bilmiyordu ancak geri döndüğünde kara büyü öğrenmiş ve
BanYue’de en çok korkulan zehirli yaratığı, akrep yılanları, kontrol edebiliyormuş.

Dönüşünün ardından hem ondan etkilenmiş hem de pek çok kişi korkmaya başlamıştı. Bunun bir
nedeni kızın kişiliğinin hiç değişmemiş olmasıymış, hala karamsar ve içine kapanıkmış. Diğer bir
nedeni ise çocukken neredeyse herkes ona zulmetmişti; eğer saraya girer ve yüksek rütbeli bir kişi
olurda, bir gün onlardan intikam almak isterse ne yaparlardı? Bu yüzden de onu hükümdarlarına
kötü, akrep yılanları kontrol ederek krallıklarının sonunu getirecek olan, bu nedenle de asılması
gereken birisi olarak bildirmişlerdi.

Bu sıralarda Ke Mo çoktan seçkin, vahşi bir savaşçıydı. Birkaç kez birlikte çalıştıktan sonra Ke Mo onu
makul, yetenekli, istikrarlı ve krallığına zarar vermek gibi kötü emelleri olmayan, yasalara saygılı bir
yurttaş olarak görmeye başlamıştı. Ke Mo ona kefil olmuş ve söylentileri dindirmesine yardım etmişti.
Dahası Ke Mo’nun kendisi de çocukluğunda zorbalığa maruz kalmıştı, bu yüzden onun mücadelesini
anlayabiliyordu, doğal olarakta onunla fazlasıyla ilgileniyordu. Onunla ilgilendikçe de kızın ne kadar
güçlü olduğunun farkına varıyor, hal böyle olunca da onu pozisyona uygun gördüğü için Baş Rahibe
olmasındaki en büyük destekçisi olmuştu. Sonrasında ise Baş Rahibenin en sadık destekçisi olarak
anılmıştı.

Ama hiçbirisinin aklına Baş Rahibenin garezinin kalbinin derinliklerine dek işlediği ve yeteneklerini
gerçek niyetini saklamak için kullandığı gelmemişti. BanYue Krallığından her şeyiyle nefret ediyordu,
kara büyüyü sadece ülkesinden intikam almak için öğrenmiş ve bu yüzden de en büyük savaşta kale
kapılarını düşmana açmıştı.

Düşmanla var gücüyle savaşmakta olan Ke Mo ise Baş Rahibenin kapıları açtığını duyunca öfkeden
deliye dönmüştü.

Ne kadar güçlü olursa olsun onca kişiye karşı tek başına savaşamazdı. Ama eğer kaderinde savaş
meydanında ölmek varsa, o kadını da yanında götürecekti!

Bu yüzden de küçük bir askeri birliği yanına alarak kuleye koşmuş ve Baş Rahibeyi tutuklayarak
Günahkarın Çukuruna getirmişti, ardından da asmıştı.

Düşman askerleri içeri girdikten sonra BanYue Krallığı, bir ölüm krallığı olmuştu. Savaşta ölen Baş
Rahibe ve General ise kapana kısılmış ve birbirlerinin ‘Gazabına’ dönüşmüşlerdi.
Hiçbiri harabelerden ayrılamıyordu, ama her ikisi de birbirlerinden nefret ediyorlardı. Ke Mo ve
askerleri Baş Rahibeyi sonsuza dek avlamakla lanetlenmişti ve onu her yakaladıklarında bir kez daha
Günahkarın Çukuruna ‘ölmesi’ için asıyorlardı. Karşılık olarak o da çukurun çevresine bir rün çizerek
kaçılması imkansız bir yere dönüştürmüş ve askerleri oraya atıyordu. Ondan nefret eden askerler
kinlerini sadece taze et yiyerek azaltabiliyorlardı, yoksa geceleri açlıklarını bastıramadıkları için
uluyarak geçiriyorlardı.

Bir zamanların cesur askerlerinin bu hale geldiğini görünce Ke Mo’nun kalbi şiddetli bir ıstırapla
dolmuştu. Neyse ki Baş Rahibenin akrep yılanları saldırgandı ve sık sık avlanmak üzere harabelere
geliyorlardı. Akrep yılanlar tarafından yaralanan yolcular ise ShanYue otu aramak için sık sık düşmüş
kaleye giriyor ve Ke Mo tarafından yakalanarak, kapana kısılmış askerlerini rahatlatmak için
Günahkarın Çukuruna atılıyorlardı.

Xie Lian sürüp giden hikayeyle mest olmuştu ve ancak Ke Mo uzunca bir süre duraksayınca kendine
gelmişti, sordu. “Saraydaki ShanYue otu bahçesini sen mi yetiştirdin? Çamur yüzü sen mi gömdün?”

“Evet öyle. Çamura gömülen adam kraliyet hazineleri çalmak için gelmiş bir hırsızdı. Ama krallığımız
iki yüz yıl önce çoktan temizlendi, o yüzden de eline tek geçen gübre olmak oldu.”

Bunu duyunca Xie Lian sessizleşti.

Ke Mo’nun yalan söylediğini düşünüyordu.

Ya da en azından bir şeyler gizlediğini.

Bu BanYue askerlerinin ShanYue otu yetiştirecek hatta yaşayan insanları gübre olarak kullanacak
kadar düşünebiliyorlardı, demek ki kendileri artık insan olmasalar bile akrep yılanlara olan korkuları
bir parça bile azalmamıştı. Yaşarken sahiden çok korkuyor olmalıydılar.

O zaman madem Baş Rahibe en çok korktukları şeyi, akrep yılanları, kontrol edebiliyordu, onu nasıl
kolayca yakalayıp kuleden sürükleyerek Günahkarın Çukurunun üzerine asabilmişlerdi? Ke Mo’ya
göre geçen iki yüz senede Baş Rahibeyi tekrar tekrar yakalamış ve defalarca asmışlardı.

Ve kaleden avlanmak için ayrılan yılanlar da ayrı bir konuydu. Rastlantı mıydı? Böylesi şanslı bir
rastlantı olabilir miydi? Yoksa Baş Rahibe onları bilerek mi gönderiyordu? Eğer öyleyse, Ke Mo’nun
canlı insanlar yakalayarak askerlerine yem etmesine yardım etmiş olmuyor muydu? Buna ‘karşılıklı
nefret’ demek uygun olmazdı.

Günahkarın Çukuru etrafındaki rün Baş Rahibe tarafından çizilmişti; eğer o çizdiyse, nasıl yok
edeceğini de biliyor olmalıydı. Bunun anlamı da askerleri çukura attığı gibi çıkartabileceğiydi. Ama o
zaman neden bıkıp usanmadan dövüşüyor ve düşmanmış gibi davranıyorlardı?

Ve tüm bu karmaşanın içinde bir de gizemli beyazlı kadın ve eşlikçisi vardı.

Xie Lian bir süre düşündükten sonra daha fazla soru sorarak Ke Mo’nun sözlerinin ne kadar güvenilir
olduğunu kestirmeye çalışmaya karar verdi.

“General Ke Mo, kaleye ilk girdiğimizde iki kadın gördük, birisi beyaz giysili diğeri ise siyah…”

Aniden San Lang fısıldayarak onu susturdu. “Şişt.”

Xie Lian neler olduğunu bilmiyordu ama hemen konuşmayı kesti. Tuhaf bir önseziyle başını kaldırdı.

Hala koyu mavi gökyüzü üzerindeki hilal görünüyordu. Ama ayın hemen yanında birisi vardı; küçük,
siyahlara bütünmüş bir figür kenarda durmuş aşağıya bakmaktaydı.
Bir süre daha izledikten sonra küçük siluet birden büyüdü – aşağıya atlamıştı.

O düşerken Xie Lian açıkça uzun, dağınık saçları ve cılız bedeni gördü. Direğe asılmış olan Baş
Rahibe’ydi.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 27: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
Baş Rahibe yere indiği gibi söze girdi. “Ke Mo neler oluyor?”

O konuştuğu anda Xie Lian sesinin hayal ettiğinden oldukça farklı olduğunu düşündü. Her ne kadar
soğuk olsa da inceydi, surat asmış bir çocuğun şikayet etmesi gibiydi, kulağa hiçte etkileyici ve
güçlüymüş gibi gelmiyordu. Eğer kulakları bu kadar keskin olmasaydı ne dediğini duyamayabilirdi bile.

Ke Mo kükredi. “Ne mi oluyor?? Hepsi öldü!!!”

Baş Rahibe sordu. “Hepsi nasıl ölür?”

“Sen onları ittin ve bu terkedilmiş cehenneme onları mahkum ettin diye oldu hepsi!”

Baş Rahibe. “O kim? Burada başka birisi daha var.”

Çukurun dibinde aslında ‘iki’ kişi daha vardı ancak San Lang ne nefes alıyordu ne kalbi atıyordu, bu
yüzden Baş Rahibe onun varlığını fark etmemişti. Ayrıca duvarın üstünde tam bir kaos yaşanmıştı,
kimin çukura düştüğünü, kimin kaçtığını takip etmek imkansızdı, bu yüzden de Baş Rahibe sadece Xie
Lian olduğunu sanıyordu.

“Askerlerimi onlar öldürdü, mutlu oldun mu şimdi? Ölmesini istediğin herkes en sonunda öldü!”

Baş Rahibe sessiz kaldı. Aniden ince bir ışık yandı ve elinde bir avuç meşalesi tutan küçük, siyahlı kızı
aydınlattı.

Kız on beş, belki on altı yaşlarında görünüyordu. Gözlerinin altı kararmış, çirkin değil ama mutsuzdu,
alnı ve yanaklarındaki yaralar ışığın altında açık ve net görünüyordu. Avuç meşalesini tutan eli titriyor,
alevlerin çırpınmasına neden oluyordu. Eğer biraz önce kesinleşmiş olmasa, kimse bu solgun küçük
kızın BanYue’nin Baş Rahibesi olduğunu düşünmezdi.

Elindeki alevler onu ve çevresini aydınlatıyordu. Ayağının hemen yanındaki BanYue askerlerinin zırhlı
cesetlerinden bir yığın vardı.

Xie Lian gizlice yanına bakmaktan kendini alamadı.

Baş Rahibenin avuç meşalesi çok küçüktü, bütün bir çukuru aydınlatmıyordu bu yüzden hala
karanlıktaydılar. Ama minik ışığı kullanarak Xie Lian yanındaki kişinin kırmızılara bürünmüş olduğunu
hayal meyal görebiliyordu. Net değildi ve o da emin değildi ama yine de bir parça yanındakini ayırt
edebiliyordu. San Lang zaten ondan uzundu, ama şimdi, öncesinden daha uzun görünüyordu.

Xie Lian gözlerini kaldırdı, boynuna geldiğinde bir an duraksadıktan sonra yukarıya doğru devam etti
ve zarif çeneye geldiğinde durdu.

San Lang’ın yüzünün üst kısmı hala gölgelerle saklanmıştı, ama Xie Lian alt yarısının öncekinden açıkça
farklı olduğunu düşündü. Hala yakışıklıydı ama çizgileri çok daha belirgindi.

İzlendiğini hisseden San Lang başını eğdi ve dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı.

Bu küçük değişim tuhaf bir şekilde büyüleyiciydi. İkisi zaten yan yana duruyorlardı, ama eğer Xie Lian
San Lang’ın tüm yüzünü iyice görebilmek istiyorsa daha da yaklaşmalıydı ve farkında bile olmadan bir
adım daha atmıştı ki uzaktan Ke Mo’nun inlemeleri duyuldu, önündeki kanlı sahneyi görünce şok
olmuş gibiydi. Xie Lian başını onlara doğru çevirdi ve generalin ağıtına rağmen Baş Rahibenin
ifadesinin katı kaldığını fark etti, kız sadece. “İyi. En sonunda özgürler.” Dedi.
Ke Mo mateminin ortasında bu sözleri duyunca tekrar öfkelenmişti. “İyi mi? Ne iyi?? Ne diyorsun
sen?!”

Öfkesi hiçte sahte görünmüyordu, Baş Rahibeden sahiden nefret ediyor olmalıydı. Baş Rahibe. “Azat
edildiler.” Ardından hala karanlıkla örtülmüş olan Xie Lian’a döndü. “Onları öldüren sen misin?”
sözleri mükemmel bir Han lehçesiyle söylemişti ve sesinde bir parça bile saygısızlık yoktu.
*ÇN: Han Lehçesi: Merkez Ovalar’da kullanılan lehçe.

Xie Lian. “Olanlar… bir kazaydı.”

Baş Rahibe tekrar sordu. “Sen kimsin?”

“Ben bir Cennet Mensubuyum. Yanımdaki ise arkadaşım.”

Ke Mo onların ne konuştuğunu bilmese de dövüşmediklerini anlayabiliyordu. “Siz ne


konuşuyorsunuz?”

Baş Rahibe Xie Lian’a baktı, ardından San Lang’a hızlıca bir bakış attıktan sonra gözlerini çevirdi.
“Daha önce hiçbir Cennet Mensubu bizi ziyarete gelmemişti. Bu yeri çoktan terk ettiğinizi
düşünüyordum.”

Xie Lian Baş Rahibeyle savaşmaları gerekeceğini düşünmüştü, ama onu böylesine ümitsiz ve dövüşme
isteğinden yoksun bulacağı hiç aklına gelmemişti. Kız tekrar konuştu. “Gitmek istiyor musunuz?”

Tuhaf bir konuşmaydı, ama Xie Lian yine de barışçıl bir halde cevapladı. “İstiyoruz, ama çukurun
çevresinde bir rün olduğu için dışarı çıkamıyoruz.”

Bunu duyunca Baş Rahibe duvarlardan birine yürüdü ve elini kaldırarak bir şey çizdi, ardından tekrar
döndü. “Oldu. Serbestsiniz.”

“…”

Fazla kolay olmuştu.

Xie Lian söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu. Tam bu sırada yukarıdan bir ses duyuldu, “AŞAĞIDA
KİMSE VAR MI?”

Fu Yao’nun sesiydi.

Xie Lian, San Lang’ın hemen yanından ‘hıh’ladığını duydu ve hemen başını kaldırdı. Çukura bakan bir
adamın gölgesini görebiliyordu, Xie Lian da bağırdı. “FU YAO! AŞAĞIDAYIM!”

Xie Lian el salladı ve Fu Yao karşılık olarak tekrar bağırdı. “Sahiden orada mısın? Çukurun dibinde?”

“Ee… bir sürü şey oldu. Neden aşağıya gelip kendin görmüyorsun?”

Fu Yao da muhtemelen aşağı yukarı aynı şeyi düşünüyordu. Çukurun içine devasa bir ateş topu üfledi.
Bir anda Günahkar’ın Çukuru gün kadar aydınlık olmuştu ve Xie Lian en sonunda ne tür bir yerde
bulunduğunu açık bir şekilde görebilmişti.

Etrafındaki her yer yığılmış kanlı ceset dağlarıyla doluydu; kararmış yüzleri ve uzuvlarıyla akan siyah
kanları parlak zırhlarını kirleten sayısız BanYue askerinin cesedi üst üste dizilmiş. Xie Lian’ın durduğu
köşe, tüm Günahkar’ın Çukurundaki ölü beden olmayan tek yerdi.

Bunların hepsi bir anda, çukura atladıktan sonra San Lang tarafından yapılmıştı.

Xie Lian dönerek yanındaki genç adama tekrar baktı.


Önceden yarı karanlıkta baktığında San Lang’ın daha uzun ve belirgin bir biçimde farklı olduğunu
düşünmüştü, ama şimdi, ateşin parlak ışığı altında yanında durmakta olan tanıdığı, yakışıklı genç
adamdı. Xie Lian’ın ona baktığını fark edince sırıttı. Xie Lian başını eğerek botlarını ve bileğini kontrol
etti ama onlar da öncesiyle aynıydı, uygun olmayan hiçbir şey yoktu, ama yine de anlamıştı. Fu
Yao’nun gelmesiyle en iyisi saklanmasıydı, yoksa daha büyük sorunları olacaktı. O tam bunları
düşünürken Fu Yao da atlamış ve çukurun dibine ulaşmıştı.

Xie Lian. “Siz tüccarlarla ilgilenmiyor muydunuz?”

Daha çukura yeni inmiş olan Fu Yao, henüz kanının pis kokusuna alışamamıştı. Elini yüzüne doğru
sallarken ifadesiz bir şekilde cevap verdi. “Sizi altı saat bekledik, yine de gelmeyince bir şeyler
olduğunu anladık. Beklemeleri için bir çember çizdim ve kontrol etmeye geldim.”

‘Çember’le kastettiği koruyucu bir rün olmalıydı, ama yine de Xie Lian kaşlarını çattı. “Çember uzun
süre dayanmaz. Sen uzaklaşınca, onları arkada bıraktığını düşünerek çemberden çıkarlarsa ne
olacak?”

Fu Yao omuz silkti. “Eceline susamış bir adamı sekiz at bile durduramaz; inatçı insanları ben de
durduramam, yani hiçbir şey olmaz. Oradaki ikisi kim?”

Fu Yao gergindi, bilinmeyen ikiliye karşı onları savunmaya her an hazırdı, ancak kısa bir süre sonra
hayretler içerisinde Ke Mo’nun çoktan yerden kalkamayacak kadar ağır bir şekilde yaralanmış
olduğunu ve BanYue’nin Baş Rahibesinin başını eğmiş, sessiz bir halde durduğunu fark etti.

“BanYue’nin Generali, diğeri ise BanYue’nin Baş Rahibesi, onlar…”

Ke Mo aniden havaya sıçradığı için Xie Lian cümlesini tamamlayamadı.

Gücünü toplamak için tüm bu zaman boyunca yerde yatmış ve en sonunda bir kükremeyle doğrularak
yumruğunu Baş Rahibeye savurmuştu.

Xie Lian eskiden olsa iri, kuvvetli savaşçının küçük bir kıza saldırması gibi bir şeyin gözlerinin önünde
yaşanmasına asla müsaade etmezdi. Ama Ke Mo’nun Baş Rahibeden nefret etmek için her türlü
sebebi vardı ve kız da kendini pekala savunabilirdi, ancak savunmamıştı. Bu yüzden de onların kişisel
meselelerine dahil olmak Xie Lian’ın haddine değildi.

Ke Mo Baş Rahibeye kükredi. “Akrep yılanların nerde? Hadi! Çağır da beni ölümüne ısırsınlar! Ben de
azat edileyim!”

Bez bebek gibi oradan oraya savrulan Baş Rahibe hüzünlü bir şekilde cevap verdi. “Ke Mo, yılanlarım
artık beni dinlemiyor.”

“O zaman neden seni öldürmüyorlar?!”

Baş Rahibe fısıldadı. “Özür dilerim Ke Mo.”

“Bizden bu kadar mı nefret ediyorsun?”

Baş Rahibe başını iki yana salladı, Ke Mo daha da sinirlenmişti. “O zaman neden nefret ettiklerinden
intikam almıyorsun? Sen Baş Rahibeydin, eğer birisini öldürmek istediğini söyleseydin, biz senin
yerine gider öldürürdük! Neden bize ihanet ettin?!”

Ke Mo konuştukça nefretin derinliklerine gömülüyordu, kızın saçlarını kavradı. Fu Yao onun daha da
sert bir şekilde saldırmasını ve tamamen tek taraflı olan dövüşü izlerken kaşlarını çattı. “Neden
bahsediyor bunlar? Onları durdurmamız gerekmez mi?”
Xie Lian da daha fazla izlemeye dayanamayacaktı, Ke Mo’yu durdurmak için ileri fırladı. “General,
bence ikinizin arasında yanlış anlaşılmış pek çok mesele var, lütfen sakinleş!”

Ke Mo. “Başka konuşulacak ne var? Her şey ortada!”

Xie Lian da ona neyin yanlış geldiğini söyleyemiyordu, sadece çok önemli bir parçanın hala eksik
olduğunu biliyordu. Aniden Baş Rahibe bileğini yakaladı.

Tutuşu o kadar sıkı ve beklenmedikti ki Xie Lian’ın kalbi sıkıştı, kızın üzerine atlayacağını düşünüyordu.
Ama başını eğip ona baktığında Baş Rahibenin yerde yatmış, kaldırdığı başıyla dikkatli bir şekilde onu
izlediğini gördü. Koyu gözleri yoğundu, ağzının kenarındaki küçük bir yarayla dudakları titriyordu.
Ağzından tek bir kelime çıkmadı, ama bakışları söyleyecek milyonlarca şeyi olduğunu anlatıyordu. Bu
hali uzaklardaki bir anıyla iç içe geçti.

Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian konuşuverdi. “Sen..?”

Baş Rahibenin de sesi titredi. “…General Hua?”

Bu konuşma çukurdaki herkesi yerine mıhlamıştı.

Fu Yao aceleyle ileri çıktı ve Ke Mo’yu tek yumrukta bayılttı. “Siz birbirinizi tanıyor musunuz?”

Xie Lian ona cevap vermedi. Onun yerine diz çöktü ve Baş Rahibenin omuzlarından tutarak yüzünü
inceledi.

Biraz önce çok uzakta olduğu için açık bir şekilde görememişti. Ayrıca iki yüz yıldan fazla zaman geçtiği
için kız bu sürede olgunlaşmıştı ve daha pek çok nedenden dolayı onu ilk başta tanıyamamıştı. Ama
şimdi incelediğinde anılarındaki yüzün aynısıydı.

Xie Lian inanamadı, uzun bir süre konuşmadı. Ardından iç çekti. “Ban Yue?”

Baş Rahibe kol yenlerini kavradı, kasvetli yüzü bir anda canlanmış ve heyecanla dolmuştu. “Benim.
General Hua, be-beni hala hatırlıyor musun?”

“Elbette hatırlıyorum. Ama…” Xie Lian bir süre ona baktı ardından tekrar iç çekti. “Ama kendine ne
yaptın böyle?”

Kızın gözleri aniden yaşlarla doldu ve mırıldandı. “Özür dilerim, Yüzbaşım.” Hemen ardından önünde
diz çöktü ve alnı yere değecek kadar yere eğildi, kalkmayı reddediyordu.

Xie Lian onu kaldırmaya çalıştı ama başaramadı bu yüzden de kalbinde iç içe geçmiş pek çok duyguyla
en sonunda pes ederek elini alnına götürdü, zihninin çalkalandığını hissediyordu ve bu yüzden
konuşmak istemiyordu. Ama aralarında geçen kısa diyalogda ‘General’ ve ‘Yüzbaşı’ kelimelerinin
geçmesi pek çok şey aydınlanmıştı.

Fu Yao şok olmuştu. “Yüzbaşı? General? SEN Mİ?! Bu nasıl oldu?”

Xie Lian. “…Bunu ben de bilmek isterdim.”

Xie Lian doğrudan cevap vermemişti ama San Lang kenarda ciddi bir şekilde duruyor, ısrar etmiyordu.

Fu Yao ise üsteledi. “O zaman Generalin Mezarı?”

Xie Lian cevapladı. “Benim mezarım.”

“İki yüz yıl önce burada sadece çerçöp topladım dememiş miydin?!?”
Xie Lian tekrar iç çekti, gözleri yere kapanmış olan kızın üzerindeydi. “Bu… uzun bir hikaye.”

Yaklaşık iki yüz yıl kadar önce, Xie Lian bir gün Qing tepesini aşarak bir süreliğine güneyde yaşamaya
karar vermişti, bu yüzden de pusulasını almış ve güney yönüne doğru ilerlemeye başlamıştı. Ama
yürüdükçe karşısındaki manzara tamamen yanlış olduğu için bir hata yaptığını fark etmişti! Karşısında
bol bol ağaç ve yeşillikler, şehirler ve insanlar olması gerekirken, neden yürüdüğü patika böylesine
ıssızdı? Ama şüphelerini bir kenara kaldıran Xie Lian inatla yürümeye devam etmiş ve kısa bir süre
sonra Gobi Çölüne varmıştı. Xie Lian ancak rüzgarın getirdiği bir avuç kumu yuttuktan sonra
pusulasının bozulduğunu ve tam ters istikamete yürüdüğünü fark etmişti!

Elinden gelen bir şey olmadığı için de bu fırsatı kullanarak çöl manzarası görmek niyetiyle yoluna
devam etmişti. Sadece rotasını hafifçe değiştirerek kuzeybatıya yönelmişti ve sınıra ulaştığında
BanYue Krallığının yakınlarına yerleşmişti.

Xie Lian yavaş yavaş konuştu. “İlk başta sadece hurda topluyordum. Ama sınır karışıktı ve pek çok
çatışma yaşanıyordu, sık sık askerler firar ettiği için de ordu genişleyebilmek için önüne gelen herkesi
silah altına alıyordu.”

Bu kez San Lang sormuştu. “Sen de orduya mı alındın?”

“Evet.” Diye cevapladı Xie Lian. “Ama aşağı yukarı hala aynı şeyi yapıyordum bu yüzden de
umursamadım. Ama birkaç kez haydut kovaladıktan sonra bir şekilde Yüzbaşılığa terfi edildim.
İnsanlar beni takdir ediyorlardı bu yüzden General diye hitap etmeye başladılar.”

Fu Yao sorguladı. “O zaman sana neden General Hua dedi?”

Xie Lian ellerini salladı ve ilgisizce. “Hiç. O zamanlar sahte bir isim kullanıyordum. Sanırım ‘Hua
Xie’ydi.”
*ÇN: Hua, Hua Cheng’deki Hua’yla aynı. Çiçek demek.

İsmi duyunca San Lang’ın ifadesi hafifçe değişti, dudakları titremişti ama hala anlaşılmazdı. Xie Lian
buna kafa yormamaya karar vererek devam etti. “Savaşla yıpranmış bir sınırda her zaman öksüzler
olur. Boş vakitlerimde bazen onlarla ilgilenirdim. İçlerinden birinin… adı Ban Yue’ydi.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Baş Rahibe derken kullanılan ‘BanYue’nin ülkenin isminden geldiğini
sanmıştım, Baş Rahibenin gerçek ismi olduğu ise hiç aklıma gelmemişti.”

Anılarındaki küçük kız Ban Yue her zaman karamsardı, bedeni ve yüzü yara bere doldu, başını
kaldırmış ona bakarken çok ufak görünürdü. Han lehçesini akıcı konuşur ve kendi yaşlarındaki merkez
ovalı çocuklarla oynardı. Xie Lian onun nereli olduğunu bilmiyordu, ama sonuçta kimsesizdi, bu
yüzden onu yanına almıştı. Boş vakitlerinde bazen onlara şarkılar bazen güreşmeyi öğretir, bazen ise
sokak gösterilerinde kullandığı ‘Göğüste Taş Kırma’ hareketini gösterirdi. Bu çocuk diğerlerinden daha
ufak tefek olduğu içinde onunla ayrıca ilgilenir ve fırsat buldukça ona fazladan yiyecek verirdi, bu
yüzden de araları çok iyiydi.

Fu Yao. “Ya sonra?”

“Sonra… anıtta yazanlarla aşağı yukarı aynı şeyler oldu.”

San Lang bir an sessiz kaldıktan sonra dahil oldu. “Anıtta öldüğün yazıyordu.”

Konu anıtta yazanlara geldiğinde Xie Lian’ın cesareti oldukça kırılıyordu.

Anıtlar normalde merhumları övmek ve yaptıkları iyilikleri abartmak için yapılmaz mıydı? Tüm
kademe düşüşlerinden bahsetmesinin yanı sıra, bir de neden utanç verici bir biçimde öldüğünü
dosdoğru bir şekilde yazmaları gerekiyordu ki? Kum fırtınasından saklanır ve yazıtı çevirirken
ölümünün anlatıldığı kısma geldiğinde o kadar hoşnutsuz olmuştu ki eğer yanında San Lang da aynı
şeyi okuyor olmasa o kısım yokmuş gibi davranacaktı. Öyle bir şeyi okuyunca diğer insanlar bir yana,
kendisi bile gülmek istemişti. Sığınmaya gelmiş insanlardan yorum yapmamalarını ve gülmemelerini
istemeye cüret edebiliyor olması bile Xie Lian’ın berbat hissetmesine neden oluyordu.

Xie Lian’ın alnı ovalanmaktan kıpkırmızı olmuştu. “Ah, şey. Ee. Elbette ölmedim. Rol yaptım sadece.”

San Lang hiçbir şey söylemedi ve Fu Yao’nun yüzü kuşkuyla doluydu.

“Ben ölmüş gibi yaptıktan sonra ‘cesedimi’ bir kenara attılar. Merkez Ovalara geri döndüm ve beş, altı
yıl içinde iyileştim.”

Gerçeği söylemek gerekirse Xie Lian tam olarak nasıl ‘öldüğünü’ hatırlamıyordu, savaşın ilk olarak
nasıl çıktığını da, sadece önemsiz bir mesele yüzünden olduğu aklında kalmıştı. Sahiden dövüşmek
istememişti; zafer de bozgun da anlamsız olacaktı. Ama o zamana dek rütbesi çoktan en alt seviyeye
inmişti ve kimse onu dinlemiyordu. Savaşın ortasında herkesin gözü kararırdı, bu yüzden ileri
çıktığında kılıçlar ve bıçaklar dört bir yanından saldırarak onu delik deşik ediyordu. Ölmüyor olsa da,
böyle bir katle dayanamamıştı. Xie Lian içinden ağlayarak ‘olamaz!’ diye geçirirken, sahte ölümünü
sunmak için kendisini yere bırakmıştı, ama ‘ölümde’ bile bilincini kaybedene dek ayaklar altında
çiğnenmişti. Onu uyandıran şey, cesedi savaştan sonra nehre atıldığı için yuttuğu sulardı. Xie Lian
nehrin akıntısıyla ilerlemiş ve bir çöp yığını gibi merkez ovalarda kıyıya vurmuştu. İyileşmesinin
ardından en sonunda ilk başta planladığı gibi güneye gitmeye karar vermiş ve BanYue Krallığında
yaşananları bir daha düşünmemişti.

Çevirmen: Nynaeve

Not: :’((((
Bölüm 28: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
Fu Yao kaşlarını çattı. “Neden senden özür dileyip duruyor? Bir şey mi oldu?”

San Lang da bir soru sordu, onun ki çok daha spesifikti. “Ke Mo, Baş Rahibe iki ordu çarpıştıktan sonra
Merkez Ovalara gitti demişti. Bu olayla bir ilgin var mı?”

Anıttaki yazıları okuduktan ve olaylar hatırlatıldıktan sonra Xie Lian parça parça bir şeyler
anımsamaya başlamıştı, ama hala çoğu şey yitikti. “Ee…”

“Beni kurtarmak içindi.” Cevabı hala yere kapanmış olan Ban Yue vermişti.

Herkes ona döndüğünde mırıldanmaya devam etti. “General Hua dövüşe beni kurtarmak için katıldı
ve dümdüz edildi.”

“…”

Onun ‘dümdüz edildi’ dediğini duyunca anılar Xie Lian’ın zihnine doluştu ve binlerce kişi tarafından
çiğnenmenin acısı bir kez daha aklına geldi, aceleyle düşüncelerini kovmaya çalışarak. “Dümdüz
olmadım. Çok bir şey değildi.”

Fu Yao artık o kadar da kendinden emin görünmüyordu, beceriksiz bir şekilde konuştu. “Tam bir
azizsin ha.”

Xie Lian hemen ellerini salladı. “Ah hayır, hayır, hayır. Hiçte öyle bir şey değildi!” şakaklarını ovduktan
sonra devam etti. “Tam olarak hatırlamıyorum ama sanırım oyun oynayan çocuklar vardı ve ben
onları alıp kaçacaktım. Ama yeterince hızlı değildik ve iki ordunun arasında sıkıştık.”

Fu Yao. “Eğer durum buysa, böyle bir şeyi nasıl unutursun?”

Xie Lian ona ciddiyetle baktı. “Kaç yüz yaşında olduğumu bilmiyor musun? Sadece on yılda bile neler
yaşanıyor, her bir detayı hatırlamama imkan yok. Ayrıca bazı şeylerin unutulması gerekir. Yüzlerce yıl
önce nasıl katledildiğimi ve çiğnendiğimi hatırlamak yerine, dün yediğim lezzetli çöreği hatırlamayı
tercih ederim.”

Ban Yue tekrar konuştu. “Özür dilerim, hepsi benim suçum.”

Xie Lian tekrar ona döndü ve uzun bir nefes verdi. “Canım Ban Yue.”

Onunla konuşurken nasıl bir ses tonu kullanması gerektiğinden emin değildi, bir süre dikkatle
düşündü ardından nazik bir sesle devam etti. “Yaşananlar için özür dilemek istiyorsan, bu hiç gerekli
değil. Seni kurtarmak benim seçimimdi bu yüzden suçlusu sen olmazsın. Eğer illaki özür dilemen
gerekiyorsa, özrünü başkalarından dilemen gerek.”

Ban Yue sessizleşti.

“Kalenin kapılarını açarak neden düşmanın katletmek için içeriye girmesine izin verdiğini bilmiyorum,
akrep yılanları insanlara saldırmaları için neden serbest bıraktığını da, ama…” Xie Lian bir an
duraksadı. “Ama belki de senin hakkındaki iki yüz sene önceki görüşlerim nedeniyle böyle şeyler
yapacak bir insan olduğuna inanmıyorum. Bu yüzden, bana gerçekte neler olduğunu anlatır mısın?”

Sözlerini duyunca Ban Yue onun önünde birkaç kez daha eğildi, ardından en sonunda tekrar
doğrulmuştu.

Gözyaşı incileri yanaklarından süzülüyordu. “Kapıları açmak benim suçumdu General Hua, ama
yılanları bilerek serbest bırakmadım.”
Xie Lian şaşırmıştı. “Ne?”

“Güçlerim zayıfladı. Yılanlar artık beni dinlemiyor.”

Bunu duyunca Fu Yao sabırsızlandı ve gözlerini devirdi. “Defalarca böyle saçmalıkları dinledim. Neden
yakalandıkları anda böyle şeyler söylemeye başlarlar ki? Kasten yapmadığını söylemenin sana hiçbir
faydası olmayacak.”

Ban Yue hızla yüzünü silerek gözyaşlarını kuruttu. “Yalan söylemiyorum General Hua. Sözlerim gerçek.
Ama Geçitten geçenler sahiden de akrep yılanların saldırısına maruz kaldılar bu yüzden de suçlusu
benim. Beni cezalandırabilirsiniz.”

Bir an tereddüt etmeden iki kolunu önüne uzatarak teslim olduğunu ifade etti. Fu Yao hemen bir İlahi
Bağlam kementi çıkarttı ve hem Ban Yue’yi hem Ke Mo’yu yakaladı. “Pekala. Böylece seyahatimiz
amacına ulaşmış oluyor. Artık her şey bitti.”

Ama Xie Lian henüz bittiğini düşünmüyordu, başını eğerek derin düşüncelere daldı. Hemen yanından,
San Lang söze girdi. “Yalan söylemesi için bir neden yok.”

Xie Lian başını salladı, ona katılıyordu, Ban Yue’ye baktı. “Yılanlarının hiçbirini mi kontrol
edemiyorsun?”

Ban Yue başını iki yana salladı. “Kontrol edebiliyorum, çoğu zaman bana itaat ediyorlar. Ama bazıları
beni dinlemiyor. Neden bilmiyorum.”

Xie Lian bir süre düşündükten sonra tekrar sordu. “Neden buraya çağırıp bize göstermiyorsun.”

Ban Yue doğruldu ve başını salladı. Kısa bir süre sonra şarap kırmızısı bir akrep yılan cesetlerin
altından sürünerek geldi ve başını kaldırarak kendisini ölü bedenlerin üzerinde eğdi. Dili dişlerinin
arasından sessizce dışarı çıkmıştı.

Xie Lian tam yılana yakından bakmak için yaklaşacaktı ki Ban Yue’nin genişlemiş gözlerini ve tuhaf yüz
ifadesini fark etti. Xie Lian’ın kalbi kötü bir hisle sarıldı, içinden ‘olamaz’ diye geçirdi.

Tahmin ettiği gibi yılan dilini dışarı çıkarttıktan sonra ağzını açmış ve saldırmak için ona doğru saldırıya
geçmişti.

Saldırı aniydi, ancak Xie Lian da hazırlıklıydı tam yılanı yakalamak için hamle yapmıştı ki bum! sesiyle
hemen önünde bir şey patladı. Gözlerini tekrar açtığında yılanın organları çoktan yere saçılmış,
paramparça olmuştu. Üstelik hesaplanmış bir patlamaydı; zehri bir parça bile sıçramamıştı. Xie Lian’ın
aklına hemen BanYue harabelerine girmeden önce benzer şekilde ölen yılan geldi, ancak bu noktada
kimin yaptığını söylemesi anlamsızdı. O daha San Lang’a bakmaya fırsat bulamadan kırmızı bir kol yeni
önüne atılmış, Ban Yue’yle arasına girmişti.

Diğer tarafta Fu Yao da soğuk bir sesle konuştu. “Yalan söylediğini biliyordum.”

Yılanı görünce Ban Yue’nin yüzü solmuştu, çaresizce ağladı. “Ben yapmadım! Bazıları bana itaat
etmiyor demiştim, o da onlardan biriydi!”

Fu Yao tek kelimesine inanmamıştı. “Emirlerine itaat ediyorlar mı etmiyorlar mı?”

Ban Yue. “Çağırdığım yılan o bile değildi.”

Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki iki şarap rengi akrep yılanı daha başka cesetlerinde altından
süzülerek, dışarıda dilleriyle onları dikkatli bir şekilde izlemeye başladı. Ardından bir üçüncüsü,
dördüncüsü, beşincisi… ölü bedenlerin oluşturduğu dağlardan ve çukurun her bir köşesinden
sayılamayacak kadar çok akrep yılanı fırlamıştı!

Herkesin bakışları bir ceset tepesinin üzerinde diz çökmüş olan Ban Yue’nin üzerindeydi. Fu Yao’nun
elinde ruh gücünden bir top belirdi, ona bağırıyordu. “Gönder onları! Hepsi itaatsizlik edemez!”

Ban Yue gözlerini kapattı ve onları uzaklaştırmaya çalışıyormuş gibi mırıldanmaya başladı. Ama akrep
yılanlarının her geçen saniye bir yenisi beliriyordu, kıvranıyor, sürünüyor, durmadan yaklaşıyorlardı.
Bir iki ısırık onları öldürmezdi, ama söz konusu yüzlercesi, binlercesi olunca kestirmek zordu.
Ölmeseler bile hoş bir durum olmazdı.

Xie Lian bileğini kaldırdı, RuoYe’yi çağırmak üzereydi ama tam bu sırada yılanların belli bir mesafede
kaldığını, duraksayarak ve tereddüt ederek, o ve San Lang’ın etrafında tuhaf bir çember
oluşturduklarını gördü. Xie Lian yanında durmakta olan genç adama baktı. Yılanlara yoğun bir
aşağılamayla izliyordu. Akrep yılanlar ise sanki onun gözlerindeki ifadeyi anlayabiliyormuş gibi
yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Milim milim gerilemeye başladılar, başları da eğilmiş ve sanki
yaltaklanırlarmış gibi yere değiyordu. Ama sanki onları kontrol eden başka bir güç varmışçasına tam
olarak geri çekilemiyor, gidemiyorlardı. Bu yüzden yılanların pek çoğu geri döndü ve Fu Yao’ya doğru
sürünmeye başladı.

Fu Yao elini savurdu ve kolundan alevler fışkırdı, bir dizi yılanı hemen öldürmüştü. Uzun süre böyle
devam edemezdi, ama Xie Lian’ın aklında başka bir fikir vardı. “Yukarı çıkalım ve buradan gidelim!”

Bir ıslık sesiyle RuoYe Xie Lian’ın kolundan fırladı ve yukarı tırmandı. Ama kısa bir süre sonra bir başka
ıslık sesiyle tekrar ona geri döndü. Xie Lian duraksadı ve bileğini kaldırarak ipek kumaşı azarladı. “Ne
diye geri dönüyorsun? Rün serbest bırakıldı, çabuk git hemen!”

Ama RuoYe sanki yukarıda korkunç bir şeyle karşılaşmış gibi titreyerek bileğine sarılı kalmaya devam
etti. Xie Lian azarlamaya devam ediyordu ki aniden uzun bir şey düştü. Fu Yao’nun omzuna çarpmıştı.
Fu Yao hemen uzanarak yakaladı ve elindekinin ne olduğunu anlayınca yüzü aniden renk attı –
gökyüzünden bir akrep yılanı düşmüştü!

Bu olay Fu Yao’yu hazırlık yakaladığı için de ısırılmasının ardından yılanı Ban Yue’ye fırlatmıştı. O ise
elleri bağlı olsa bile farkında olmadan yılanı yakalamaya çalıştı ve yakaladı da. Koyu kırmızı yılan
kendisini onun koluna doladı ve saldırmadı. Hemen ardından ise bir pat sesiyle ikinci bir akrep yılanı
yere düştü.

Xie Lian artık RuoYe’nin neden yukarı gitmeyi reddettiğini biliyordu.

Xie Lian başını kaldırdı ve soluk ayışığını kullanarak göz ucuyla görebildi: yüzlerce küçük şarap kırmızı
noktacık Günahkarın Çukuruna hızla yağıyordu.

Bir yılan tufanı gibiydi!

Kırmızı noktalar yaklaşmaya başlarken Xie Lian bağırdı. “Fu Yao! Ateş! Yukarıya ateş fırlat, onları yolda
durdurman gerek!”

Fu Yao derisini delmek için elini ısırdı ardından savurdu, kan damlaları havada süzülürken bir ateş
perdesine dönüştü ve hızla çukurdan yukarıya fırladı. Süpüren alevler yerden metrelerce yükseldi ve
havada asılı kaldı, değen her akrep yılanı yakıp küle çevirerek saldırıları dağıtıyordu.

Geçici olarak güvende olduklarını görünce Xie Lian rahat bir nefes aldı. “Çok iyiydin Fu Yao! İyi ki
varsın!”
Ancak bu büyü muazzam bir enerji gerektiriyordu ve bir kez yapmasının ardından Fu Yao’nun yüzü
solmuştu. Geri döndü ve bir ateş çemberi yaratarak yerdeki yılanları kendisinden uzaklaştırdı,
ardından Ban Yue’ye bağırdı. “Ve bana itaat etmiyorlar demiştin? Madem onları kontrol eden sen
değilsin, neden sana saldırmıyorlar?”

San Lang güldü. “Belki de uğursuz olan sensindir? Bize de saldırmıyorlar.”

Fu Yao dönüp ona baktı, bakışları ikisini de kapsarken gözleri kısılmıştı.

Xie Lian tehlikeyi sezdi. Henüz sindirmeye vakit bulamadığı onca ipucu varken, bu ikisinin tekrar
tartışmaya başlamasını hiç istemiyordu. “Önce yılanlara ne olduğunu çözelim.”

Fu Yao alayla güldü. “Ne mi oluyor? Ya BanYue’nin Baş Rahibesi yalan söylüyor ya da o yanındaki bir
şeyler peydahlıyor.”

Xie Lian önce Ban Yue’ye ardından San Lang’a baktı. “Bence ikisi de değil.”

Ses tonu nazik ama katıydı. Uzun süre düşündükten sonra vardığı bir cevaptı bu. Ancak Fu Yao onları
bilerek koruduğunu düşünmüş olmalıydı ki yüzü kaba alevlerle aydınlandı, Xie Lian onun kızdığını mı
yoksa güldüğünü mü bilmiyordu.

Fu Yao. “Ekselansları. Bilmiyormuş gibi davranmana gerek yok. Yanındakinin nasıl bir pislik olduğunu
uzun zaman önce anlamışsındır. Farkında değilim desen de sana inanmam zaten!”

Çevirmen: Nynaeve

Not: Fu Yao, canına mı susadın annem?


Bölüm 29: Beyazlar İçindeki Rüzgar Ustası, Hiçlikten Feryat Eden Kum
Fırtınaları
Fu Yao’nun sözleri fazlasıyla kabaydı ve Xie Lian farkında olmadan bir adım öne çıkarak San Lang’ın
önünde durdu. Bunu görünce Fu Yao’nun yüzü daha da sert bir hale büründü. “Veliaht Prens, kim
olduğunu unuttun mu?!”

Xie Lian yavaşça cevapladı. “Kim olduğumun tamamen farkındayım.”

Fu Yao bağırmaya başladı. “O zaman ne cüretle onun yanında durursun?!”

Xie Lian içtendi. “Çünkü… Onun yanında durduğumda yılanlar yaklaşmıyor.”

“…”

Onun cevabını duyunca San Lang ‘pfft’ladı ve yüksek sesle bir kahkaha attı.

Fu Yao’nun yüzü zalimdi. “SEN—“

Gittikçe koyulaşan yüzü en sonunda kapkaranlık olmuştu ve sadece onun yüzü değil, Xie Lian’ın görüş
alanındaki her şey karanlığa bürünmüştü.

Fu Yao’nun yarattığı ateş perdesi ve çember tamamen sönmüştü!

Xie Lian yanında San Lang’ın kıs kıs güldüğünü ve “İşe yaramaz!” dediğini duydu, ardından ise onu
omuzlarından tutarak kendisine doğru çekti. Bir an sonra ise Xie Lian ani bir sağanağın onları
yıkadığını duydu, sanki bir fırtına şemsiyeye çarpıyordu.

Koruyucu çember ortadan kalktıktan sonra yılanların bir çığ gibi üzerlerine atladığını söylemeye gerek
dahi yoktu. Açılan şemsiye Xie Lian’ı sağanaktan koruyor ve Xie Lian yoğun kan kokusunu iliklerine
kadar hissedebiliyordu. Tam savaşa dahil olacaktı ki San Lang onu durdurdu. “Hareket etme. Aşağı
yaratıklar yaklaşmaya cüret edemez.”

Sesi kendinden emindi; ilk cümlesi yumuşak ve sakin, ikincisi ise hafif bir parça kibirle işlenmişti. Xie
Lian endişelenmiyordu ama Fu Yao’nun sanki yılanlarla kaplanmış gibi diğer taraftan öfkeyle
kükrediğini duyunca seslendi. “San Lang!”

San Lang hemen cevapladı. “Olmaz.”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. “Ne söyleyeceğimi nereden bildin?”

“Bu kadar endişelenme, ölemez sonuçta.”

Bu sırada çukurun başka bir tarafından bir diğer öfkeli kükreme duyuldu. “Bu ne adilik! Eğer ölmemi
istiyorsan, söyle ısırsınlar ve tek seferde öleyim! Bu ne böyle?!”

Ban Yue haykırdı. “Ben değilim!” Görünüşe göre Ke Mo uyanmış ve bir anda kendisini sayısız yılanla
kaplanmış bir halde bulunca da Ban Yue’nin işi olduğuna karar vermişti.

Xie Lian bağırdı. “Fu Yao, bir ateş daha yakabilir misin? Tekrar yap!”

Fu Yao sıkılmış dişlerinin arasından. “Yanındaki pislik güçlerimi kısıtlıyor, hiçbir şey yakamam!”

Xie Lian korktuğunu hissetti, San Lang söze girdi. “Ben yapmıyorum.”
Xie Lian. “Biliyorum. Ama yanlış olan da bu ya. Ban Yue ve Ke Mo İlahı Bağlam Kementiyle bağlandı;
güçlerini kullanamazlar. Bense tamamen güçsüz bir durumdayım ve sen kimseyi kısıtlamıyorsun, o
zaman bu çukurda altıncı bir kişi daha mı var?!”

Fu Yao kükredi. “Ne altıncısı? Benden sonra buraya kimse inmedi! Bence kandırıyor –”

Ban Yue aniden. “Kim var orada?”

Xie Lian. “Ban Yue neler oluyor? Orada birisi mi var?”

“Birisi –” Ban Yue’nin sesi soldu; ya bayılmıştı ya da birisi ağzını zorla kapatmıştı. Xie Lian tekrar
seslendi. “Ban Yue iyi misin?”

Fu Yao hala yılanlarla boğuşmak ve her yere ruhani güçlerini saçarak bir anlığına etrafı aydınlatmakla
meşguldü. “Dikkatli ol! Seni kandırıyor olabilir!”

Bu şartlar altında Xie Lian da bir hainlikten şüpheleniyordu ama tüm BanYue Geçidi konusu Cennet
Mensupları arasında bir sır olduğu için, üzerine bir de Ling Wen’in tekrarlanan uyarıları eklenince
işlerin hiçte basit olmadığından emindi. İşler şimdi çözülmeliydi, eğer bu çukurda fazladan bir kişi
daha varsa, Xie Lian onları susturmak için geldiğinden korkuyordu.

“Öyle olması gerekmez. Önce onu kurtaracağım!”

Xie Lian yılanların arasına girmek üzereydi ki San Lang’ın sesi kulağına fısıldadı. “Pekala.”

Xie Lian omzundaki elin daha sıkı tutmaya başladığını hissetti ve bir anda ilerlemeye başlamışlardı. Xie
Lian huşu içinde genç adamın bir eliyle şemsiyeyi, diğer eliyle onu tutarken ileri atıldığını ve
saldırdığını fark etti. Karanlıkta gümüş parıltılar bir kez daha belirdi, çınlayarak dolaşıyorlardı ki aniden
birbirine çarpan iki kılıcın çıkardığı sert ses herkesin kulaklarında yankılandı.

“Aa?” San Lang oldukça sakindi. “Demek sahiden altıncı bir kişi var. İlginç.”

San Lang’ın silahı nasıl kontrol ettiği veya ne tür bir silah olduğu hakkında Xie Lian’ın hiçbir fikri yoktu,
ama ne olursa olsun kesin olan bir şey varsa o da birisiyle çarpıştığıydı!

Diğer kişi sessiz kaldı, savaş şiddetini artırırken Xie Lian’ın tek duyabildiği şey metalin metale
çarparken çıkardığı sesti. Arada sırada karanlıkta birkaç parıltı beliriyordu ama her seferinde o kadar
kısa sürüyordu ki karşıdakinin yüzünü görmek imkansızdı. Savaşı dinleyen Xie Lian RuoYe’nin
kavrayışının gittikçe sıkılaştığını hissedebiliyordu en sonunda rahatlatmak için mırıldandı. “Korkma,
sakin ol. Sakin ol.” RouYe gevşedi ve Xie Lian tekrar seslendi. “Ban Yue, kendinde misin? Konuşabiliyor
musun?”

Cevap Fu Yao’dan gelmişti. “Belki de şu anda dövüşen kişi odur.”

Xie Lian. “Hayır o değil!”

San Lang karanlıkta Ke Mo’yla dövüşürken çevik ve dalga geçer bir haldeydi, onunla oynuyordu. Bu
savaşta karanlıktaydı ama Xie Lian, San Lang’ın daha ciddiye aldığını görebiliyordu. Karşılarındaki kişi
dövüş sanatları ve silahlar konusunda oldukça yetenekliydi; Ban Yue küçük ve zayıftı, sırf kollarına
bakmak bile fiziksel güç ve kol kuvvetinin onun uzmanlık alanı olmadığını söylemek için yeterliydi, bu
yüzden San Lang’ın şu anda dövüştüğü kişinin o olması imkansızdı.

Fu Yao cıkladı. “Kendi ülkesine ihanet eden birisinin Xuan Ji’den hiçbir farkı yok, neden hala ona
inanıyorsun?”

Xie Lian. “Fu Yao bu gıcık olmasan olmaz mı? Sen… bekle. Ne dedin sen?”
Fu Yao bir yumruk daha savurdu ve bir sürü yılanı uzağa fırlattı. “Dedim ki neden yanındaki pisliğe
güvendiğin gibi ona da güveniyorsun!”

“Hayır, o değil – Xuan Ji demiştin. Xuan Ji adını kullandın!”

Aptal, aptal, aptal!

Xie Lian parçaları birleştirmesinin bu kadar uzun zaman aldığına inanamıyordu!

Seslendi. “Dövüşmeyi bırakın. Artık saklanmana gerek yok. Kim olduğunu biliyorum!”

Sözleri üzerine kılıçlar bir an için durdu ama tekrar devam ettiler. Xie Lian sabırla konuştu. “Blöf
yaptığımı mı sanıyorsun, Küçük General Pei?”

Fu Yao inanamadı. “Sen kiminle konuşuyorsun? Küçük Pei’yle mi? Delirdin mi? O kim sanıyorsun?
Eğer cennetten inseydi herkes bilirdi!”

Xie Lian ise sadece. “Haklısın. Peki ya inen kişi gerçek benliği değilse?”

Karanlıkta çarpışan kılıçlar durdu.

Xie Lian derin bir nefes aldı ve emin bir şekilde devam etti. “Fark etmem çok uzun sürdü. En başından
anlamam gerekirdi aslında.”

Neredeyse iki yüz yıldır süregelen bir yıkım olduğu halde hiçbir cennet mensubunun konuyu
önemsemediğini ve dahası hiçbirinin konuşmaya cesaret edemediğini biliyordu, bu da ancak bir veya
birkaç kişinin bir utancı örtmeye çalışmasıyla mümkün olabilirdi. Ama pek çok kişiyi hiç tanımıyordu,
bu yüzden de küstah davranarak kimseye parmağını doğrultmak istememişti.

Biraz önce Fu Yao, Xuan Ji’den bahsedince ise her şey yerine oturmuştu. Söz konusu Xuan Ji olunca
aklına iki General Pei’nin gelmesi de kaçınılmaz olmuştu, kuzey de onların bölgesiydi zaten. Fu Yao bir
keresinde laf arasında Küçük General Pei’nin yükselmesine yakın bir zamanda bir şehri katlettiğinden
bahsetmişti.

Hangi şehirdi?

Pekala BanYue olabilirdi!

Cennet böyle konularda gözünü bile kırpmazdı; muhteşem şeyler başarabilmek için herkesin bir yerde
kan dökmesi gerekmişti. Ama bir şehri katletmek pekte görkemli bir olay sayılmazdı ve eğer hikaye
geniş bir kitleye yayılırsa yeni inananlarının sayısını etkileyebilirdi, bu yüzden de yükseldikten sonra
olayları örtbas etmesi gerekmiş olabilirdi. Bu yüzden de herkes böyle bir şeyin yaşandığını bilse de,
muhtemelen detaylara hakim değillerdi veya öğrenmeye cesaret edemiyorlardı. Ayrıca eğer
derinlerde bir kin yatmasa kimin geçmişini deşecek ve arkasındaki desteği kıracak vakti vardı ki?

Xie Lian tane tane konuştu. “Çamur surat içimizden birisinin kaleyi elli veya altmış yıl kadar önce
ziyaret ettiğini söylemişti. İlk başta yaklaşmamız için bizi kandırmaya çalıştığını düşünmüştüm, ama
sözleri pekala gerçekte olabilir.

“İçimizde en çok şüphe uyandıran kişi bendim. Tüccarlar seni takip ediyordu ve onları istediğin yere
çekebilirdin. Yıllardır BanYue etrafında dolaşan tek bir akrep yılan bile görülmemişti ve kum
fırtınasının içinde bulabildiğin ilk yere sığınmaya çalışırken sana mı gelmişlerdi? Senden bizimle
birlikte ShanYue otu aramak için gelmeni istedim ve ama tam gidecekken onlara olur da beklemeye
tahammül edemezlerse bizi takip edebilmeleri için yolu tarif ettin. Öncesinde duvarın üstündeyken
de, ben çoktan bir şey olursa ilk gideceğimi söylediğim halde; her zaman sakin olan sen, aniden
atladın ve boş yere ölüme koştun.”

Xie Lian duraksadıktan sonra devam etti. “Davranışların tuhaf ve mantıksızdı, kim olduğunu fark
etmemse uzun zaman aldı. Haksız mıyım Küçük General Pei? Yoksa A-Zhao mu demeliyim!”

Soğuk bir ses konuşmadan önce uzun bir ölüm sessizliği olmuştu. “Çamur suratın yanında duran
kırmızı kıyafetli çocuktan bahsetmiş olacağından hiç mi şüphelenmedin?”

Akan alevler aniden Günahkarın Çukurunu aydınlattı.

Işığın altında iki kanlı siluet belirmişti. Birisi kırmızı giyinmiş olan San Lang’dı, dosdoğru bir biçimde
duruyor, silahı ise çoktan gözden kaybolmuştu. Diğeri ise basit bir şekilde giyinmiş, kılıcını elinde
sıkıca tutan genç bir adamdı, hala savaşa hazırdı.

Basit giysili genç adam kanla kaplandığı için o da kırmızılara bürünmüş gibi görünüyordu. Yüz ifadesi
hem soğuk hem kontrollüydü, A-Zhao’ydu, omzunda ise birisini taşıyordu.

Açıkçası ister Küçük General Pei’nin gerçek görünümü olsun ister A-Zhao hali, o kendinde, sakin ve
sükunet içerisindeki hali asla değişmiyordu; Xie Lian sadece daha önce akıl edemediği için bu ikisini
bir araya getirememişti.

Sırtında taşımakta olduğu kişi ise Ban Yue’ydi. Kaos sırasında onu kaçırmak için yılanları kullanmıştı
muhtemelen. Şimdi kim olduğu ortaya çıkınca ise, daha fazla karmaşa yaratmasına gerek kalmamış bu
yüzden de yılanların saldırısına bir son vermişti. Kılıcını kaldırdı ve Ban Yue’yi nazikçe yere indirdi.
Diğer taraftan Ke Mo yerine mıhlanmıştı. “Sen kimsin? Düşünce ölmedin mi?!”

A-Zhao ona bakmaya tenezzül bile etmedi, onun yerine tedbirli bakışları San Lang’ın üzerindeydi,
sözleri ise BanYue lisanındaydı. “Ke Mo, yüzlerce yıl geçtiği halde hala hiç değişmedin.”

Belki de bu delirtici derecede sakin ses fazlasıyla tanıdıktı, çünkü Ke Mo’nun yüzü hemen öfkeyle
bulanmıştı. “…SENSİN!!! PEİ SU!!! O SİNSİ MERKEZ OVALI!”

Eğer onu sıkıca tutan İlahi Bağlam Kementi olmasa Ke Mo savaşmak için çoktan üzerine atmıştı.

BanYue askerlerinin küfürlerine ‘kaltak’ta karışmasına şaşmamalıydı. Sözleri Xie Lian’a değil, bir
merkez ovalı olmasına yönelikti ve onlara Pei Su’yu hatırlatmış o da akıllarına Ban Yue’yi getirdiği için,
ona da küfretmeye başlamışlardı.

Xie Lian. “Sana akrep yılanları kontrol etmeyi Ban Yue mi öğretti?”

Eğer yoldan geçenlere saldıran yılanları kontrol eden kişi sahiden Ban Yue değilse ve artık itaat
etmemelerinin altında gerçek bir neden bulunmuyorsa, o zaman bir başkasının onları kontrol
ettiğinden şüphelenmişti.

Basit bir mantıkla eğer aynı yılanları kontrol etmeye çalışan iki kişi varsa da, elbette yarısı artık Ban
Yue’nin emirlerini dinlemeyecekti.

Pei Su cevapladı. “O öğretmedi. Ama nasıl yaptığını izleyerek kendi kendime öğrenebildim.”

Xie Lian başını salladı. “Küçük General Pei fazlasıyla zeki. Eğer yanılmıyorsam ikiniz uzun zamandır
tanışıyorsunuz değil mi?”

Ban Yue çocukken diğer BanYue çocukları tarafından dışlanmış ve zorbalığa maruz kalmıştı, onunla
sadece merkez ovalı çocuklar oynuyordu. Her ne kadar Xie Lian hepsini ayrı ayrı hatırlamasa da, pek
çoğunun asker çocukları olduğunu ve aynı zamanda da yaşları büyüdükçe orduya katıldıklarını
biliyordu. Belki de Pei Su o çocuklardan birisiydi. Yoksa Ban Yue kadar karamsar ve içe dönük bir
çocuğun düşman General’le nasıl arkadaş olduğu ve işbirliği yaptığını açıklamak güç olurdu. Onunki
sadece bir tahmindi ama Pei Su’nun tepkisini görünce doğrulamış olmuştu.

“Ban Yue sana istihbarat veriyordu ve gizlice anlaştığınız için kalenin kapılarını mı açtı?”

Pei Su cevapladı. “Evet.”

Diğer taraftan Ke Mo tekrar bağırdı. “Seni sinsi. Şu ipi çözün ve bırakın onunla ölümüne dövüşeyim!”

Pei Su soğuk bir sesle. “İlk olarak iki yüz yıl önce zaten ölümüne dövüşmüştük ve sen kaybetmiştin;
ikincisi neden sinsiymişim?”

Ke Mo kükredi. “EĞER İKİNİZ DOLAPLAR ÇEVİRMESEYDİNİZ NASIL KAYBEDERDİK?!”

“Ke Mo, inkar etmeye çalışma. O sırada yanımda sadece iki bin kişilik bir ordu vardı ama o iki bin kişi
senin dört bin askerine bedeldi. Kapılar açılmasaydı bile yenilgiye mahkumdunuz.”

Xie Lian kendini ona bir anlığına yakın hissetti, Koca krallığı fethetmek için sadece iki bin askeri mi
vardı? Küçük General Pei ordudayken benden beter zorbalıklara maruz kalmış…

Pei Su’nun yalan söylediğini düşünmüyordu ama yine de tuhaftı. “Madem galibiyet kesindi, neden
Ban Yue dahil oldu?”

Pei Su, Ke Mo’yu boş verdi ve Han lehçesinde konuşmaya döndü. “Krallığını katletmeme izin vermek
için.”

Ke Mo dışında herkes buz kesmişti.

Xie Lian olay sırasının tümden yanlış olduğunu düşünüyordu ama yine de sakince sorgulamaya devam
etti. “Ne demek istiyorsun? Neden zafer elinde olduğu halde krallığı katletmen gerekiyordu ki?”

“Zafer elimizde olduğu için şehri katletmemiz gerekiyordu zaten. Çünkü istiladan bir gece önce büyük
BanYue aileleri arasında gizli bir buluşma gerçekleşmiş ve bir komplo kurulmuştu.”

Cevap ne olursa olsun hem şok edici hem de rahatsız edici olacağı kesindi, ama Xie Lian yine de
kaşlarını çatarak sordu. “Ne komplosu?”

Pei Su yavaşça anlatmaya devam etti. “BanYue insanlarının vahşi bir benliği vardı ve Merkez
Ovalardan köklerine dek nefret ederler. İtiraf etmeseler de yenileceklerini onlar da biliyorlardı. Bu
yüzden de krallıktaki herkes, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden bir araya geldi.”

“Neden?” Xie Lian’ın bir tahmini vardı ama emin değildi ve Pei Su’nun ağzından çıkan o tek kelime
şüphelerini doğrulamıştı. “Patlayıcılar.”

Pei Su her kelimenin üzerine basıyordu. “Eğer krallıkları düşecek olursa, tüm vatandaşlarının
vücutlarında patlayıcılar taşıyarak Merkez Ovalara kaçmasına ve kalabalık bölgelere geldiklerinde
intihar ederek patlatmasına karar verdiler. Eğer ölmeleri gerekiyorsa o zaman yanlarında
götürebildikleri kadar Merkez Ovalıyı da götüreceklerdi. Eğer krallıkları düşecekse, onları yıkıma
götüren ülkeye dehşet saçacaklardı!”

Xie Lian hemen Ke Mo’ya döndü, hafızasındaki BanYue diline ait kelimeleri hızla gözden geçirerek
sordu. “Bu doğru mu?”

Ke Mo gözü pek görünüyordu ve muhtemelen herhangi bir yanlışlık görmediği için de başını dik bir
şekilde cevap verdi. “Doğru!”
San Lang kaşlarını kaldırdı. “Alçak.”

Sözlerini muhtemelen kasıtlı olarak BanYue dilinde söylemişti. Ke Mo sinirle cevapladı. “Alçak mı?
Bize alçak demeye senin hakkın var mı ki? Eğer sizin saldırılarınız olmasa böyle bir hamle yapmaya
mecbur kalmazdık. Bizi yok ettiniz biz de sadece intikam aradık. Bunun nesi yanlış?!”

Pei Su soğuk bir sesle karşılık verdi. “Öyle mi? O zaman bütün kartlarımızı açalım istersen?”

Başını kaldırdı ve devam etti. “BanYue sınır bölgelerinde kaç kez isyan başlattı? Merkez Ovalardan
batıya giden kaç karavan, kaç yolcu BanYue tarafından pusuya düşürüldü? Merkez Ovaları yakıp yıkan
haydutları bilerek korumadınız mı ve onların kökünü kazımak için giden askerlerimizi sınır ihlali adı
altında katletmediniz mi? Bunun nesi alçaklık değil?”

Pei Su acele etmeden konuşuyordu ve ses tonu sakindi ama her bir kelimesi bıçak kadar keskindi. Ke
Mo karşı çıktı. “Size ne demeli? En başından zorla topraklarımıza siz el koymadınız mı?”

“Sınırlar hiçbir zaman keskin değildi, nasıl zorla topraklarınıza el koyduğumuzu söylersin?”

“Çizgi çekilmişti! İhlal eden sizdiniz!”

“Çizgiyi çeken ise BanYue’ydi, Merkez Ovalar ise bu karara hiçbir zaman dahil edilmedi. Ve sizin
sınırlarınız tüm vahayı kapsarken bize sadece çöl bırakıyordu, böyle saçmalık mı olur?”

Ke Mo’nun yüzü kızardı. “Vaha bizimdi! Her zaman bize aitti!”

Her ikisi de kendince haklıydı, tartışmalarını dinlemek bile Xie Lian’ın başını ağrıtmıştı. Bu düşmanlık
ona nasıl iki tarafın ortasında kalarak nasıl linç edildiğini hatırlatıyordu ve acının neredeyse yeniden
onu sardığını hissedebiliyordu. Pei Su, Ke Mo’yla yeterince tartıştığına kanaat etmiş gibiydi ve ona bir
yumruk savurarak bir kez daha bayılmasına neden oldu. Ardından Xie Lian’a döndü. “Görüyorsun.”

Pei Su derin bir nefes aldı. “Bu dünyada kolayca tanımlanamayacak ve karar verilemeyecek pek çok
şey var. Bazen tek yapabileceğin şey savaşmak.”

Xie Lian iç çekti. “İlk cümlene katılıyorum.”

San Lang ise. “Hm. Ben de ikinci cümlene.”

Xie Lian hala yerde yatmakta olan Ban Yue’yi izledi. “Kimin haklı kimin haksız olduğunu söyleyemem,
o yüzden yorum da yapmayacağım. Ban Yue’nin kapıları açma nedeni ne olursa olsun, sonuçta açtı ve
bu yüzden sorumluluğunu da üstlenmek zorunda. Demek bu yüzden askerler tarafından Günahkarın
Çukuruna asılıyormuş… Artık hepsi öldüğü için mesele kapandı.”

Pei Su sakin ifadesine tekrar kavuşmuştu. “Evet.”

Xie Lian ifadesiz bir sesle belirtti. “Yaşarken borcu olan yaşarken ödemeli. Ancak ölümün ardından
bile kaos sürüyorsa bu tamamen farklı bir mesele haline gelir.”

Pei Su sessizce. “Ban Yue’nin suçu değildi.”

“Küçük General Pei, bu sözlerin BanYue Geçidindeki harabelere yolcuları çektiğini kabul ettiğin
anlamına mı geliyor?”

Pei Su bir an için konuşmadı, ardından kısık bir sesle kabullendi. “Evet.”

“Neden?”
Bu kez Pei Su cevap vermedi. Xie Lian ısrar etti. “Neredeyse iki yüz sene geçti. Buraya çektiğin insanlar
adına düzgün bir cevap vermen gerekiyor.”

Pei Su sessiz ve ifadesiz kalmaya devam etti. Öncesinde Xie Lian’ın sorduğu her soruya yanıt verdiği
halde şimdi fikrini değiştirmiş ve konuşmuyordu bile. Xie Lian onu sorgulamaya devam etmek
istiyordu ama aniden tuhaf bir ses duydu.

Tam başlarının üzerinden gelmişti, delirmiş rüzgarların feryadına benziyordu; uluyor ve inliyordu. Ses
yaklaştıkça Xie Lian emin olmuştu – sahiden delirmiş rüzgarlar feryat ediyordu!

Bora çok ani, çok güçlü başlamıştı ve Xie Lian daha neler olduğunu anlayamadan tüm bedeni eğilmiş
ve havada yükselmeye başlamıştı!

Tuhaf fırtına yukarıdan Günahkarın Çukuruna inmiş, yerdeki herkesi süpürerek havaya savurmuştu!

Xie Lian hemen en yakınında olan San Lang’ı kavradı ve bağırdı. “Dikkat et!”

San Lang da onu tuttu, yüzü ifadesi hiç değişmemişti. Hava döndüler, bedenleri hızla yükseliyordu ve
çukurdan çıktıkları anda bir an için durdular, ardından ise düşmeye başladılar. Xie Lian RuoYe’ye
döndü ve tüm bu kaosa rağmen ikna etmeye çalıştı. “Tamam, tamam artık hepsi geçti. Çabuk benim
akıllı RuoYe’m, fırla ve bize yardım et!”

Birkaç kez okşadıktan sonra RouYe en sonunda tepki verdi. Ancak yerdeki devasa Günahkarın Çukuru
dışında havada yakalayabileceği hiçbir şey olmadığı için bir kez uçtuktan sonra hemen geri çekilmişti.
Çaresiz hisseden Xie Lian’ın tek yapabileceği şey yere çarpmaya kendini hazırlamaya çalışmaktı. Başı
önde yerde devasa bir delik açmak üzereydi ki, San Lang bir kez daha onu yakaladı ve çekti, zemine
yumuşak bir şekilde ayaklarıyla basmıştı! Botları yere değdiğinde bir an için inanamamıştı bile. Ama
siyah giysili bir figür görüş alanına girdiğinde bu his hızla kayboldu.

Xie Lian karşısındakinin kim olduğunu görünce neşeyle seslendi. “Nan Feng!”

Bu sahiden Nan Feng’di, ama dağınık bir Nan Feng. Toz toprağın içinde on kez yuvarlandıktan sonra
geceyi geçirmek için sürekli tepinen yaratıklarla dolu bir ine atılmış gibi görünüyordu. Giysileri
parçalanmış ve son derece pis bir haldeydi; Xie Lian’ın seslendiğini duyunca sadece elini salladı ve
sessizce yüzünü sildi, konuşmamıştı.

Xie Lian onu ayağa kaldırdı, “Ne oldu? O iki hanım çok mu zorluk çıkarttı?”

Tam bu sırada iki kişi Nan Feng’in arkasında belirdi ve onlara doğru geldiler. Birisi kolunda fırça
taşıyan kadındı ve Xie Lian’ı neşeyle selamladı. “Nasıl gidiyor, Ekselansları?”

Xie Lian her ne kadar onu tanımıyor olsa da, görgü kurallarına uyması gerekliydi; ama ona nasıl hitap
edeceğini bilmiyordu, bu yüzden sadece gülümsedi ve el salladı. “Selam, dostlar.”

Siyahlı kadın Xie Lian’a soğuk bir bakış atmıştı ama onu çok önemsemiyor gibiydi. Gözleri San Lang’ın
üzerine geldiğinde ise, durdu, sanki güvenilmemesi gereken birisiymiş gibi onu izledi.

Biraz önceki rüzgar çukurdaki herkesi dışarı çekmişti ve iki kadın Xie Lian’ın yanından geçerek
doğrudan Pei Su’ya doğru ilerlediler. Onların yaklaştığını görünce Pei Su şaşırmışa benzemiyordu;
sonuçta A-Zhao rolünü oynarken onları kasabadan geçerken görmüştü. Olduğu yerde diz çöktü ve
beyaz cübbeli kadının karşısında başını eğerek sessizce selamladı. “Rüzgar Ustası.”

Xie Lian onun sözleriyle olduğu yere mıhlanmıştı.


Ve o da durmuş bu kadının yüksek seviyeli bir iblis veya canavar olduğunu düşünüyordu, bir cennet
mensubu olduğunu nereden aklına gelirdi? Ve bir de Rüzgar Ustasıydı, buraya gelmeden önce ruhani
iletişim rününde on bin merit saçan kişi!

Ama şimdi detayları gözden geçirdiğinde aslında olayları farklı yorumladığını fark ediyordu. Bağırdığı
zaman ‘Hepsi nereye kayboldu? Hepsini tek tek kazıp çıkartmam ve öldürmem mi gerekiyor?’ dediği
için Xie Lian onların peşinde olduğunu sanmıştı. Ama aslında ‘hepsi’yle kastettiği BanYue askerleri de
olabilirdi. Xie Lian bu olayı tek başına araştırdığını düşündüğü için kadınların tuhaf ve kötü kimseler
olduğuna karar vermişti.

Kolayca on bin merit dağıtan bir kişi olduğu da eklenince, Xie Lian ona karşı isimsiz bir saygı
duymaktan kendini alamadı. Nan Feng’i dirsekledi. “Neden Rüzgar Ustası olduğunu önceden
söylemedin? Ben de onun bir tür yılan veya akrep ruhu olduğunu düşünüyordum. Yerin dibine
girdim!”

Nan Feng’in ifadesi karardı. “Ben de Rüzgar Ustası olduğunu bilmiyordum. Daha önce onu hiç bu
surette görmemiştim. Zaten Rüzgar Ustası da her zaman… boş ver.”

Görünüşe göre Rüzgar Ustası cennetteyken bu görünümünü kullanmıyordu, Xie Lian anlamıştı.
“Rüzgar Ustası neden BanYue Geçidine geldi?”

Nan Feng. “Yardım etmek için. Onları sokakta dolaşırken gördüğümüzde aslında BanYue askerlerini
arıyorlarmış.”

Xie Lian ruhani iletişim rününde BanYue Geçidi hakkında bilgi istediği zaman, tuhaf bir sessizliğin
ardından Rüzgar Ustasının aniden on bin merit saçarak herkesin dikkatini dağıttığını hatırladı. Rüzgar
Ustası muhtemelen o anda onun niyetini anlamıştı.

Xie Lian düşünürken Rüzgar Ustası da Pei Su’nun önünde diz çöktü. “Küçük General Pei, bu kez çizgiyi
aşmış olabilirsin.”

Bir Cennet Mensubunun bir kopyasını yaratarak iki yüz yıl boyunca BanYue Geçidinde olay çıkartması
ve yolcuları yanlış patikalardan geçerek harabelere ilerlemeleri için kandırması, neresinden tutulursa
tutulsun hiçte az bir şey değildi. Pei Su tartışmadı, sadece başını eğdi. “Bu genç biliyor.”
*ÇN: ‘Ben biliyorum’ demek yerine kendisinden üçüncü şahıs ve ‘genç’ olarak bahsetmiş.

Rüzgar Ustası fırçasını savurdu. “Anladığın sürece sorun yok. Yaptıklarını düşün ve ders çıkart.
Cennete gittiğimizde konuşacağız.”

Pei Su sessizce cevapladı. “Anlıyorum.”

Pei Su’yla olan konuşmasını sonlandıran Rüzgar Ustası fırçasını sırtına atı ve doğrulduktan sonra Xie
Lian’a gülümsedi. “Ekselansları Veliaht Prens. Hakkınızda pek çok şey duydum.”

Xie Lian’a göre hakkında pek çok şey duyulması demek hiçte iyi bir anlama gelmiyordu ama yine de
her zaman söylenen boş sözlerden biriydi işte. “Önemli şeyler değildir elbet. Ben de sizin hakkınızda
pek çok şey duydum, Rüzgar Ustası.”

Rüzgar Ustası. “Öncesinde olanlar için özür dilerim bu arada.”

Xie Lian duraksadı. “Öncesinde mi? Ne olmuştu ki?”

“Çölden geçerken fırtınaya yakalanmadınız mı?”

Xie Lian kum tadını hala unutmamıştı. “Evet?”


“Fırtınayı ben başlatmıştım.”

“…”

Rüzgar Ustası gündelik bir halde devam etti. “Fırtına sizi BanYue Krallığına yaklaşmaktan alıkoymak
içindi, ama engel olamadı ve yine de BanYue’ye geldiniz.”

Bu işte bir terslik var gibiydi.

Rüzgar Ustası onların BanYue Geçidine gidişini durdurmak için bir fırtına başlatmıştı ama tam
ortasında aniden tekrar belirmişti. Bunun anlamı neydi? Ama Xie Lian cevap vermedi onun yerine
konuşmasına devam etmesini bekledi. Bir an duraksadıktan sonra Rüzgar Ustası da öyle yaptı. “Ama
tüm bu çetin sınav konusunda, ekselanslarına tek önerim, önünüze bakın ve ellerinizi size ait olmayan
yerlerden uzak tutmaya gayret edin.”

Xie Lian yerde kıvrılmış, berbat bir halde görünen Ban Yue’ye bir bakış attı.

Şimdiden bu skandalın cennete ulaşmasından korkmaya başlamıştı, belli kişiler gerçeği çarpıtarak
olamayan hikayeler ekleyip Ban Yue’ye tüm suçu yükleyebilir ve böylece Küçük Pei’nin hiçbir
yaptırıma maruz kalmadan özgür olmaya devam edebilirdi. Rüzgar Ustasının aniden dahil olması ve
ona kendi işine bakmasını söylemesi de Küçük Pei’nin korumasını güçlendirmek için değil miydi?

Xie Lian ifadesini hiç değiştirmeden öne doğru bir adım atarak Ban Yue’nin önüne geçti ve onu
arkasına sakladı. Ardından sıcak bir tonla konuştu. “Ama çoktan bu meseleye dahil oldum, şu anda
bırakamam. Ayrıca Küçük General Pei’nin henüz açıklamadığı pek çok şey var.”

Rüzgar Ustası onun hareketini fark etti ve gülümsedi. “Endişelenme. Eğer istersen BanYue’nin Baş
Rahibesini yanında götürebilirsin.”

Bunu hiç beklemeyen Xie Lian olduğu yere çakıldı, Rüzgar Ustası ise devam etti. “Çukurda
konuştuğunuz her şeyi yukarıdan dinledik. Her ne kadar Baş Rahibe bir ‘Gazap’a dönüşmüş olsa da
şehri dolaşırken BanYue askerlerinin dışarı çıkmasını engellemek için bir rün çizdiğini ve yakalanan
ölümlüleri de serbest bıraktığını gördüm. Kimseye zarar vermedi, üstelik insanları kurtardı bile.
Sadece Küçük General Pei ve Ke Mo’yu alıyorum, kimseye suç atmayacağıma da güvenebilirsin.”

Karşısındaki bu kadar açık sözlü bir şekilde konuşunca Xie Lian da endişelenmeyi bıraktı ve bir özür
mırıldandı, ancak Rüzgar Ustası onu durdurdu. “Yoo, endişelenmen gayet normal.”

Siyahlı kadın daha fazla dayanamayacakmış gibi görünüyordu ve araya girdi. “Bitirdiniz mi? Bittiyse
artık gidelim.”

Rüzgar Ustası karşı çıktı. “Cık! Ne acelen var? Sen acele ettirdikçe benim konuşasım geliyor!” yine de
başını çevirdi ve gülümsedi, kolundaki yelpazeye çıkarttı. “Ekselansları, başka bir şey yoksa, cennette
görüşmek üzere?”

Xie Lian başını salladı ve Rüzgar Ustası yelpazesini açtı. Yelpazesindeki rüzgar için kullanılan karakter
‘Feng’di, tıpkı sırtındaki rüzgarı andıran üç çizgi gibi eğik yazılmıştı. Bu Rüzgar Ustasının ruhani eşyası
olmalıydı. Üç kez ileri doğru salladı ardından da üç kez geriye doğru. Aniden yerden bir rüzgar
yükseldi.

Rüzgar beraberinde toz ve kumu da taşımış ve Xie Lian’ın yüzünü kapatmak için kollarını kaldırmasına
neden olmuştu. Rüzgar en sonunda dindiğinde iki kadın, Pei Su ve Ke Mo çoktan gözden
kaybolmuştu, geride sadece Xie Lian, San Lang, Nan Feng ve derin bir uykudaki Ban Yue kalmıştı.

Xie Lian kollarını indirdi, hala biraz sersemlemiş haldeydi. “Biraz önce ne oldu?”
San Lang rahat bir şekilde yanına geldi. “Oldukça iyi bir şey.”

Xie Lian ona baktı. “Öyle mi?”

“Evet. Rüzgar Ustası uzak durmanı söylerken sana iyilik yapmaya çalışıyordu.

Nan Feng de yanlarına geldi. “Evet. Bu meseleyi zaten çoktan fazla eşeledin. Yapmadığın bir tek resmi
bir şikayette bulunmak kaldı. Bu olaya daha fazla müdahale etme.”

Xie Lian çoktan anlamıştı. “General Pei yüzünden mi?”

Nan Feng. “Aynen öyle. Onu fazlasıyla gücendirdin.”

Xie Lian güldü. “Eninde sonunda birisini gücendireceğimin farkındaydım, sanırım kim olduğu çokta
fark etmiyor.”

Nan Feng kaşlarını çattı. “Şaka yapmıyorum. Ming Guang en güçlü savaş tanrısı ve o, General Pei,
Küçük Pei’yi oldukça takdir eder ve Quan Yi Zheng’in ayağını kaydırmak için elinden geleni yapar. Bela
aramak için üzerine elbet gelecek.”

Xie Lian doğrulamak için. “Quan Yi Zheng batıya hükmeden savaş tanrısı değil mi?”

Nan Feng. “Evet o. Quan Yi Zheng de yeni yükselmiş bir tanrı. Pei Su’yla hemen hemen aynı zamanda
yükseldi. Çok genç ve küçük. Ama oldukça da güçlü. General Pei batıyı Pei Su’nun almasını istiyor ve
bunun için özellikle de geçtiğimiz yıllarda oldukça çaba harcadı. Şimdi sen bu skandalı gün yüzüne
çıkartmaya çalışınca işler Pei Su için hiçte iyi bir hal almadı, belki kovulabilir bile. Eğer kovulursa da
işler senin için de hoş bir hal almayacaktır.”

Xie Lian alnını ovdu, bundan sonra yemek yerken, içerken, yürürken, her anında hareketlerine dikkat
etmesi gerektiğini zihnine yazdı. San Lang ise meseleyi önemsemiş gibi görünmüyordu. “Merak etme.
Pei Ming fazla gururludur. İşlerini karanlıktan yönetmez.”

Nan Feng ona bir bakış attı. “Evet. General Pei sahiden kanunsuz hiçbir şey yapmaz, ama yine de…
kendini kolla.”

Xie Lian sordu. “Peki ya Rüzgar Ustası? Bana olaya müdahale etmememi söyledi, o zaman o mu
şikayette bulunacak? Bu durumda General Pei’yi gücendiren o mu olacak? Buna izin veremem. Onu
geri çağıralım. Nan Feng, onun kişisel iletişim rününün şifresini biliyor musun?”

Nan Feng. “Rüzgar Ustası için endişelenmene gerek yok. General Pei sana zarar verebilir ama ona asla
dokunmaz. Senden genç olsa bile yine de çok daha başarılı.”

“...”

Xie Lian şaşırdığı için sessiz kalmamıştı, aslında düşünüyordu, Cennette benim kadar başarısız olan
kim var ki? Bence hiç kimse…

San Lang güldü. “Arkası o kadar sağlamken tabi başarılı olur.”

Xie Lian sordu. “Yanındaki siyahlı kadından mı bahsediyorsun?”

San Lang. “Hayır. Ama muhtemelen o da beş element ustasından biridir, ‘Rüzgar, Su, Yağmur, Toprak,
Fırtına’. Muhtemelen onu da gücendirmesen iyi olur.”
Rüzgar Ustası hiçlikten bir hortum var etmişti, elbette ki güçlüydü. Ama siyahlı kadın ondan daha
güçlüydü. Xie Lian onun San Lang’ı sanki bir şey fark etmiş gibi nasıl izlediğini hatırlayınca biraz
endişelenmişti. “Katılıyorum.”

Ama yine de Xie Lian’ın yutamayacağı bazı kelimeler vardı. Aklından, ‘Sırtını sağlam bir duvara
yaslasan bile başarını garantileyemezsin. Eskiden Xian Le’nin Prensinin arkasında binlerce yıldır üç
diyarı yönetmekte olan Yüce Tarı vardı. Ama yine de başarısız olmuştu’, sözleri geçiyordu.

Xie Lian düşen hasır şapkasını yerden aldı, silkeledi ve düzleşmediğini görünce rahatlayarak bir nefes
verdi. Tekrar boynuna bağladı ve Nan Feng’e döndü. “Yol boyunca iki hanımla mı dövüştün?”

Nan Feng karanlık bir yüzle cevapladı. “Evet. Tüm yol boyunca.”

Xie Lian omzuna dostane bir şekilde vurdu. “Çabaların için minnettarım.” Aniden aklına en az onun
kadar çabalayan bir başkası gelmişti, etrafına baktı. “Fu Yao nerede?”

Nan Feng. “Yaralılarla o ilgilenmiyor muydu?”

Xie Lian Günahkarın Çukurundan uçmalarının ardından bir daha Fu Yao’yu görmemişti. Aslında A-
Zhao ifşa olduktan sonra bir daha hiç sesini çıkartmamıştı, eğer o anda gitmediyse o zaman rüzgarda
savrulurken ayrılmıştı.

Fu Yao kendi başının çaresine pekala bakabilirdi bu yüzden Xie Lian endişelenmemişti ama Nan
Feng’in ‘yaralılar’ dediğini duyunca şok içinde feryat etti. “ShanYue otu!”

San Lang. “Hava yeni yeni aydınlanıyor, acele etmeye gerek yok.”

Söz konusu hayat kurtarmak olunca ‘acele etme’ gibi sözlere yer yoktu. Her ne kadar yirmi dört
saatlik sürenin dolmasına daha çok vakitleri olsa da, onlar ulaşana dek neler olacağını kim bilebilirdi?
Xie Lian’ın Fu Yao’yu düşünecek vakti yoktu. Aceleyle Ban Yue’yi sırtına attı ve saraya doğru koşmaya
başladı.

Xie Lian saraya vardığında Ban Yue’yi yere bıraktı ve hemen koca bir yığın ShanYue topladı. Çamur
surat hala yerdeydi, beyaz kemiklerin arasında yüzü kandan bir karmaşaydı. Eskiden olsa Xie Lian onu
gömerdi, ama ilk olarak kurtarması gereken insanlar vardı, ikinci olaraksa adam zaten elli belki altmış
yıldır toprağın altındaydı, geri dönmek istemiyor olduğu kesindi. Ama ölü tüccarın cesedi hala
görünürde yoktu, Xie Lian da merakla duraksadı. Bu sırada ise San Lang saraydan elinde küçük bir
çömlekle çıkmıştı.

Xie Lian onu görünce gülümsedi. “Cennet seni kutsasın, San Lang.”

İnsan olmayan varlıklar kilden çömleklerin içinde tutulabilirlerdi. Ban Yue zayıftı ve uyanmıyordu, bu
yüzden Xie Lian onu büzerek çömleğin içine yerleştirdi. Yeterince topladıklarından emin olduktan
sonra aceleyle geri döndüler. Onlar ayrılalı neredeyse sekiz saat geçmişti.

Fu Yao’nun koruyucu çember çizdiği alana ulaştıklarında hala çoğu dışarı çıkmaya korkar bir halde
yerinde duruyordu. Nan Feng’in ilaç verdiği yaşlı adamın durumu iyiydi ve yarasına bitki sürüldükten
sonra kısa bir süre istirahat etmiş, ardından ise ayağa kalkıp, yürüyebilecek kadar iyi olmuştu. Xie Lian
ise onları bitkinin yetiştiği yer hakkında bilgilendirmesinin gerekmediğine karar vermişti.

Bir süre sonra tüccarlar sakinleşmiş, Tian Shen ve ekibinin nereye gittiğini ve neden hala
dönmediklerini merak etmeye başlamışlardı. Xie Lian öncesinde bitkileri toplarken bir hayli meşguldü,
bu yüzden de Tian Shen ve diğerleri hakkında düşünmeye fırsat bulamamıştı. Tam harabelere geri
dönüp onları arayacaktı ki arkasından ‘Gege’ diye seslenen genç bir ses duydu. Xie Lian başını
çevirdiğinde karşısındakinin sahiden Tian Shen olduğunu gördü. Çocuğun kolları ShanYue otuyla
doluydu ve arkasındaki diğer iki tüccar oflayıp pufluyordu.

Onlar Günahkarın Çukurunun kenarındayken Ban Yue askerleri aşağı süpürmüş ve Tian Shen’le
tüccarları yakalamıştı. Hepsi çok korkmuşlardı ancak Ban Yue onları sadece çukurdan indirmiş ve
onları serbest bırakmadan önce yolu tarif etmişti. Kaçmış, bitkileri toplamış, ölü tüccarın cesedini
gömmüş ve geri dönmüşlerdi, ancak nasılsa Xie Lian’dan yine de daha geç gelmişlerdi.

Xie Lian onlara Gobi Çölünden geçerken eşlik etti ve yolculuğun tadını çıkarttı.

Vedalaşma zamanı geldiğinde ise Tian Shen diğerlerinden sıyrılarak yanına geldi ve gizemli bir şekilde
fısıldadı. “Gege, bir sorum var.”

Xie Lian. “Sor öyleyse.”

“Sen bir tanrısın değil mi?”

“…”

Xie Lian afallamıştı.

Geçmişte haykırarak, ‘Ben bir tanrıyım! Ben ekselansları, veliaht prens!’ diye ilan ettiği bir dönem
olmuştu ve kimse ona inanmamıştı. Bu kez ise o ağzını bile açmadığı halde birisi gelip ona tanrı olup
olmadığını sorduğu için oldukça şaşkındı.

Tian Shen hemen ekledi. “Büyü yaptığını gördüm! Merak etme, kimseye söylemem.”

Xie Lian içinden, Nasıl söyleyeceksin ki. Kimse sana inanmaz…

Tian Shen devam etti. “Eğer sen olmasan, o çirkin iblis askerler bizi çukura itecekti. Eve döndüğümde
senin adına bir tapınak kuracak ve sana ibadet edeceğim.”

Xie Lian onun göğsüne sertçe vuruşunu ve ‘büyük, baya büyük’ diye eliyle işaret edişini izlerken
kahkaha atmaktan ve gülümsemekten kendini alamadı. “Öyleyse, çok teşekkür ederim.”

Her ne kadar çocuk bir tapınak inşa etmek için ne kadar çok çaba harcanması gerektiğini bilmese de
yine de böyle bir söz verildiğini duymak, yerine getirilsin veya getirilmesin, mutlu olunacak bir şeydi.
Xie Lian el salladı ve ters yöne doğru yürümeye başladı.

Nan Feng Mesafe Kısaltıcı Rünü çizdi ve onları Puji Manastırına götürdü. Xie Lian kapıyı açtığı gibi
hasırı çıkartıp yere serdi ve ölü gibi yattı. Tüm bunları tek nefeste halletmişti. San Lang ise yanına
oturdu ve çenesini eline yaslayarak onu izledi. Xie Lian iç çekti. “Ne zamandır yoktuk?”

San Lang cevapladı. “Yaklaşık üç dört gündür.”

Xie Lian tekrar iç çekti. “Sadece üç, dört günde neden bu kadar yoruldum…”

Yükseldiğinden beri bir an bile durmadan çalışmıştı.

Xie Lian başını kaldırdı. “Ah? Nan Feng? Sen neden hala rapor vermeye gitmedin?”

Nan Feng. “Kime?”

“Sen Nan Yang Sarayından değil misin? Generalin yokluğunu fark etmemiş midir?”

“Generalim şu anda sarayında değil, bu yüzden hayır.”

Xie Lian yuvarlandı ve doğruldu. “Peki. O zaman seni ağırlamak beni memnun eder.
Nan Feng sordu. “Ne yapıyorsun?”

Xie Lian ona neşeyle baktı. “Yemek pişireceğim. Çabaların için teşekkür etmek istiyorum.”

Nan Feng’in ifadesi anında değişti. Derhal elini kaldırdı ve sanki birisi kişisel rününden ona ulaşmışta
dinliyormuş gibi iki parmağını birleştirerek alnına dokundu. Doğruldu hareketlendi. “Sarayda acil bir
durum varmış. Daha sonra görüşürüz.”

Xie Lian onu durdurmak için ellerini salladı. “Ne? Nan Feng gitme! Bu acil durum da nereden çıktı?
Sahiden yaptığın her şey için sana teşekkür etmek istiyordum –”

“ACİLEN GİTMEM GEREK!” Nan Feng kükredi ve kapıdan dışarı fırladı.

Xie Lian hasıra tekrar oturarak San Lang’a döndü. “Sanırım aç değildi.”

San Lang cevap veremeden önce kapıdan yüksek bir gürültü koptu, Nan Feng geri dönmüş ve kapıya
vuruyordu. “SİZ İKİNİZ – !!”

Hala hasırda oturmakta olan Xie Lian ve San Lang aynı anda kafalarını kaldırarak ona baktılar. “Bize ne
olmuş?”

Nan Feng parmağını önce San Lang’a doğrulttu sonra Xie Lian’a, ancak kelimelere boğazında kalmış,
konuşamıyor gibiydi. En sonunda sadece. “Tekrar geleceğim!” diyebildi.

Xie Lian. “Her zaman beklerim.”

Nan Feng, San Lang’a doğru son bir pis bakış attıktan sonra gitti. Xie Lian kollarını bağlamış ve başını
tıpkı San Lang gibi eğmişti. “Görünüşe göre sahiden acil bir durum varmış.”

Ardından yanındaki genç adama dönerek neşeyle gülümsedi. “O aç değildi, peki ya sen?”

San Lang da ayı gülümsemeyle karşılık verdi. “Çok açım.”

Xie Lian tekrar ayağa kalktı ve sunak masasını toplamak üzere hareketlendi. “Peki o zaman. Ne yemek
istersin Hua Cheng?”

Önce sessizlik oldu. Ardından bir kıkırdama duyuldu.

“‘San Lang’ ismini kullanmanı tercih ederim.”

Çevirmen: Nynaeve

Not: BanYue – Merkez Ovalar savaşı tam bir Ortadoğu :O


‘Ne yemek istersin Hua Cheng?’ sırf bu sahne için bazen keşke hiç resim paylaşmasaydım, spoiler
vermeseydim diyorum. Gerçi 29 bölüm çok uzun bir süre ve zaten sürekli ipucu veriyor yazar.
Bölüm 30: İblis Kralı Dürtmek, Veliaht Prens Gerçeği Arıyor
Xie Lian’ın sırtı hala San Lang’a dönüktü. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru?”

San Lang aynı şekilde karşılık verdi. “Ekselansları Veliaht Prens.”

Xie Lian en sonunda gülerek ona döndü. “Bana ilk kez bu şekilde hitap ediyorsun.”

Kırmızılı genç adam hasıra oturdu ve bacaklarını topladı. “Nasıl hissettin?”

Xie Lian bir an düşündü, ama ‘Bana Gege demeyi bıraksan olmaz mı’ diye sormaktan vazgeçti, onun
yerine. “Fena değil. Çok kötü sayılmaz.”

Devam etti. “Yu Jun Dağındaki gece, beni alan damat sendin değil mi?”

Hua Cheng’in sırıtışını görünce, Xie Lian cümlesinin farklı bir şekilde de yorumlanabileceğini fark etti
ve ciddi bir sesle düzeltti. “Damat kılığına girerek beni tapınağa yönlendiren sen miydin diye sormak
istemiştim.”

Hua Cheng cevapladı. “Damat kılığına girmemiştim.”

Detaylar dikkate alındığında Hua Cheng’in söylediği yanlış sayılmazdı. Genç adam o sırada damat
olduğunu hiç söylememişti; sadece arabanın önünde durmuş ve elini uzatmıştı. Kendi isteğiyle elini
tutan Xie Lian’dı. “Tamam. O zaman neden gelmiştin?”

Hua Cheng. “Bu sorunun iki cevabı var. İlki, ekselansları için gelmiştim; ikincisi, yoldan geçiyordum ve
boştum. Sence hangisi daha inanılır?”

Xie Lian, Hua Cheng’in toplamda onunla geçirdiği günleri saydı ve içten bir şekilde cevapladı. “Hangisi
daha inanılır bilmem ama sahiden epeyi boş vaktin varmış gibi görünüyorsun.”

Xie Lian, sol kolunu sağ dirseğine yaslanmış ve sağ eliyle çenesini destekleyen Hua Cheng’i baştan
aşağı süzdü ve başını salladı. “Söylentilerden çok farklısın.”

Hua Cheng pozisyonunu değiştirdi ama halde bir eli çenesinde, Xie Lian’ı izliyordu. “Öyle mi? Peki kim
olduğumu nasıl anladın?”

Kanlar damlayan şemsiye, gümüş zincirlerin nazik çınlaması ve o soğuk kol zırhı Xie Lian’ın zihnine
doldu, içinden, Kim olduğunu gizlemek için çokta çaba harcamıyordun zaten, diye geçiriyordu. Ancak
kelimeler dudaklarına ulaştığında farklı bir hal aldılar. Ciddi bir tonda konuşmaya başlamıştı. “Her
zaman kırmızı giyiyorsun, her konuda bilgin var, her şeyi yapabiliyor ve hiç korkmuyorsun. Üzerinde
yapılan onca deneme bile hiçbir sonuç vermediğine göre ‘Yıkım’ veya belki daha üst bir seviyede
olman gerekiyordu. Tüm cennetin kalbine korku salan ‘Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’ dışında, uygun
başka bir aday olduğunu sanmıyorum.”

Hua Cheng güldü. “Sözlerini iltifat olarak mı almalıyım?”

Xie Lian içinden, İltifat olduğunu anlamamış mıydın, diye geçirdi.

Hua Cheng tekrar sordu. “Ekselansları, bunca şey konuştuğumuz halde, sana yakınlaşma sebebimi
neden sormuyorsun?”

“Eğer söylemek istemiyorsan, sorsam dahi bana cevap verir misin?”

“Beni istediğin zaman kapı dışarı edebilirsin.”


Xie Lian güldü. “Çok güçlüsün, seni bugün dışarı atsam, eğer sahiden bir şey yapmak istiyorsan, beden
değiştirip tekrar gelmez misin?”

İkisi birbirlerine gülümseyerek bakarken, tapınağın geçici sessizliği hafif bir tıklama sesiyle bozuldu.
Sesin geldiği yöne döndüklerinde orada hiç kimsenin olmadığını, sadece yerde yuvarlanan siyah bir kil
vazo olduğunu fark ettiler.

Ban Yue’nin içinde bulunduğu vazoydu tabi ki. Xie Lian onu tekrar hasıra yerleştirdi, ancak bir şekilde
tekrar yuvarlanarak kapıya doğru gitti. Hua Cheng’in yaptığı ahşap kapı ona engel olunca, tekrar
tekrar kapıya vurmaya başladı. Xie Lian vazonun kurulmasından korktuğu için kapıyı açtı ve kil vazo
kendi kendine yuvarlanarak dışarıdaki çimenlere gitti.

Xie Lian hemen arkasındaydı, kil vazonun çimenlik alana ulaştıktan sonra kendi kendine durduğunu
gördü. Her ne kadar sadece bir vazo olsa da, sanki gökyüzünü izliyormuş gibi görünüyordu. Hua
Cheng de dışarı çıkmıştı. Xie Lian vazoya seslendi. “Ban Yue, uyanık mısın?”

Neyse ki Gobi Çölünden döndüklerinde çoktan gecenin bir yarısıydı, yoksa Xie Lian’ı gören herkes
vazoyla ne yaptığını sorar ve muhtemelen çılgına dönerlerdi.

Bir an sonra, surat asan küçük bir kızın sesi vazodan yükseldi. “General Hua.”

Xie Lian yanına oturdu ve onu sakinleştirdi. “Ban Yue, yıldızları izlemek için mi geldin? Neden dışarı
çıkmıyorsun?”

Hua Cheng yanlarındaki bir ağaca yaslanmıştı. “BanYue harabelerinden daha yeni ayrıldı. Bir süre
dışarıya çıkmaması daha iyi olur.”

Xie Lian önerisinin yerinde olduğunu düşünüyordu. Sonuçta BanYue orada iki yüz yıl boyunca hapis
kalmıştı; böylesine ani bir değişikliğe ayak uydurmak oldukça zor olabilirdi. “O zaman en iyisi içeride
kal ve iyileş. Burası benim evim, hiçbir konuda endişelenmene gerek yok. Artık o askerleri ve generali
düşünme.”

Vazo bir şey söylemek istermişçesine iki kez sallandı. Bir an duraksayan Xie Lian yine de onu
baygınken olanlar konusunda bilgilendirmesi gerektiğini hissetti ve düşünüp taşındıktan sonra
konuşmaya karar verdi. “Ban Yue, aslında yılanların seni hala dinliyordu ama Küçük General Pei de
senin yılanları kontrol ederken kullandığın tekniği öğrenmişti. Onca insana zarar veren senin yılanların
değildi.”

Ban Yue kasvetli sesiyle cevapladı. “General Hua, o sırada hareket edemiyordum ama her şeyi
duydum.”

Xie Lian duraksadı. Demek Pei Su sadece Ban Yue’nin hareket kabiliyetini mühürlemişti, zihnine ise
dokunmamıştı. “Sevindim.”

Bir an düşündükten sonra Xie Lian devam etti. “Belki Küçük General Pei bunlar BanYue askerlerinin
acı çekmesine dayanamadığı ve onları rahatlatmak istediği için yapmıştı, ama ne yazık ki yanlış bir
yöntem kullandı.”

“…” Vazo takırdadı. “General Hua, Pei Su Gege’ye ne olacak?”

Xie Lian kollarını kol yenlerinin altında bağladı. “Bilmiyorum. Ama hatalar her zaman cezalandırılır.”

Bir anlık sessizliğin ardından vazo iki kez daha sallandı ve Xie Lian en sonunda bunun onaylayan bir
baş sallama olduğunu fark etti.
“He ne kadar Ke Mo sürekli ona lanet etse de, Pei Su Gege aslında kötü birisi değil.”

“Öyle mi?”

“Evet.”

Ban Yue her zaman içe dönük bir çocuk olmuş ve akran zorbalığına maruz kalmıştı. Sadece Merkez
Ovalardan gelen çocuklarla anlaşabilmişti. Pei Su ise tüm krallığı sadece iki bin askerle ele geçirmek
için görevlendirilmişti, muhtemelen o da orduda sevilen birisi değildi. Her ikisi de mesafeli, soğuk ve
kasvetliydiler, muhtemelen benzer hayatları olmuştu. Xie Lian bu konuda başka ne söyleyebileceğini
bilmiyordu.

Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian tekrar konuştu. “Ah, sahi. Ban Yue, Hua Xie uzun zamandır
kullanmadığım sahte bir isimdi. Bana artık General Hua demene gerek yok.”

Ban Yue. “Ne demeliyim o zaman?”

Aslında güzel bir soruydu. Eğer Ban Yue ona ciddi ciddi ‘ekselansları’ demeye başlarsa tuhaf olurdu.
Xie Lian da zaten nasıl hitap edeceğini aslında hiç umursamıyordu, sadece konuyu değiştirmek
istemişti. “Sana kalmış. General Hua demeye devam etmek istersen o da sorun değil.” Sadece, burada
Hua isimli başka birisi daha vardı, bu yüzden de yanlış anlaşılmalara neden olabilirdi. Bu sırada aklına
‘Hua Cheng’in de sahte bir isim olabileceği geldi, kendisi de ‘Hua Xie’ ismini ‘Çiçek Taçlı Savaş
Tanrısı’nın ilk karakterinden uydurmuştu sonuçta. İkisinin şans eseri aynı soyadını seçmeleri de
oldukça komikti aslında.

“Özür dilerim General Hua.”

Xie Lian tekrar ona döndü, sesi kederliydi. “Ban Yue, neden sürekli benden özür diliyorsun?” İnsanlar
onu o kadar mı acınası görüyorlardı?

Vazonun içindeki Ban Yue ona cevap vermek yerine başka bir şey söyledi. “Ben halkı kurtarmak
istiyorum.”

Xie Lian. “…………”

“General Hua, bir keresinde böyle demiştin.”

Xie Lian. “???” aceleyle seslendi. “Bekle, bekle!”

Onun bağırdığını duyunca Ban Yue donmuştu. “Ne oldu?”

Xie Lian hala kollarını bağlamış, ağaca yaslanmakta olan Hua Cheng’e kaçamak bir bakış attı ve kısık
sesle sordu. “Sahiden öyle mi dedim?”

On yaşında falanken bu söylemeyi en çok sevdiği cümleydi. Üzerinden yüzlerce yıl geçtikten sonra bu
cümleyi kurmamalıydı; inanamıyordu. Ama Ban Yue kesindi. “Evet.”

Xie Lian hala mücadele ediyordu. “Bence söylemedim…”

Ban Yue ciddi bir sesle. “Sen söylemiştin. Bir keresinde hepimize büyüyünce ne yapmak istediğimizi
sormuştun. Herkes cevapladıktan sonra sen de: ‘Benim hayalim sıradan insanları, halkı kurtarmak.’
Dedin.”

“…”
Demek o zaman söylemişti. Xie Lian eliyle neredeyse tüm yüzünü kapatmıştı. “Ee. Ban Yue. Neden
öylesine söylenen bir sözü bu kadar net hatırlıyorsun ki?”

Ban Yue şaşırmıştı. “Öylesine mi? Ama General Hua, ben o sözleri içten bir şekilde söylediğinizden
emindim.”

Xie Lian başını kaldırıp gökyüzüne bakarken oldukça çaresiz hissediyordu. “Haha… sahi mi? Belki de.
Daha başka neler söylemişimdir kim bilir.”

Ban Yue tekrar konuştu. “Bir de ‘Doğru olduğunu düşündüğünüz şeyi yapın!’ demiştin.”

Xie Lian’ın tek düşünebildiği: …Ne… saçmalık!... Ne diye öyle şeyler söyleyip durmuşum… Hiçte…
kendim gibi… değilmişim?

Ban Yue. “Ama artık neyin doğru olduğunu bilmiyorum.”

Xie Lian dondu.

Ban Yue’nin somurtkan sesi vazoda çınladı. “Doğru olanı yaptığımı sanmıştım, ama sonuçta düşman
için kapıları açtım ve halkımın katledilmesine izin verdim. Ülkem yok oldu. Ama eğer kapıları
açmasaydım, BanYue’nin insanları Merkez Ovalarda terör estirecek ve daha çok insana zarar
vereceklerdi. General Hua, bana her zaman iyi davrandın ve ben Merkez Ovaların sokaklarında
dolaşırken beni besleyecek kadar nazik olan pek çok kişi vardı. Ama Ke Mo da bana karşı çok iyiydi ve
tüm askerler emirlerime itaat ediyordu. BanYue’ye geri döndüğümde bir Baş Rahibe olarak elimden
gelenin en iyisini yapmak istemiştim. Ama kapıları açtığım, onları öldürdüğüm yetmezmiş gibi bir de
onları insan etinden mahrum bıraktım. Taze insanların etiyle beslenmedikleri zaman acı çekiyorlardı
ve ben ne yaparsam yapayım acılarını dindiremiyordum.”

Konuşmaya devam ettikçe sesi telaşlanıyordu. “Ne yaptıysam kötü sonuçlara neden oldum. General
Hua, doğru seçimler yapmadığımın farkındayım, ama bana nerede hata yaptığımı söyleyebilir misin?”

Onun sorusunu Xie Lian hafifçe boynunun arkasını kaşıdı ve yavaşça konuşmaya başladı. “Özür
dilerim Ban Yue. Bu sorunu geçmişte cevaplayamazdım ve şimdi… şimdi de cevaplayabileceğimi
sanmıyorum.”

Ban Yue karamsar bir sesle. “General Hua, sanki geçtiğimiz iki yüz senede ne yaptığıma dair hiçbir
fikrim yokmuş gibi geliyor.”

Xie Lian da kasvetli bir ruh haline bürünmüştü. “O zaman ben de sekiz yüz sene boyunca boşuna
yaşamış olmuyor muyum?”

Xie Lian küçük iblis Ban Yue’yi vazosunda yıldızları izlerken bıraktı ve Hua Cheng’le birlikte tekrar Puji
Manastırına girdi. Hua Cheng kapıyı kapattıktan sonra yorum yaptı. “Pei Su BanYue’den nefret
ediyordu, neden askerlerinin çektiği acılara üzülsün ki?”

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian başını iki yana salladı. “Eğer Pei Su sahiden Ban Yue’yi
harabelerden özgür bırakmak isteseydi, askerleri geçen insanların etleriyle beslemek yerine BanYue
Geçidini temizlerdi. Amacı neydi bilmiyorum.”

Hua Cheng. “Yapamazdı. Orayı temizlemek için önce cennete bildirmesi gerekiyordu.”

“Yani?”

Hua Cheng sakince açıkladı. “İdeal bir çözüm olmazdı. Cennet mensuplarının nereye gittiğinin ve ne
yaptığının katı bir şekilde kaydeder. Eğer cennet olaya dahil olsaydı tüm BanYue Geçidinin
temizlenmesi gerekirdi, küçük kız Ban Yue’de dahil. Pei Su da bu yüzden tabi ki olayla kendi
ilgilenmeyi seçti ve ona göre, sadece vakit buldukça aç hayaletleri insanlarla besliyordu.”

Küçümseyerek ekledi. “Yükselmiş bir tanrının gözünde ölümlerin hayatı karıncalardan farksızdır.”

Xie Lian son cümlesine yorum yapmamayı seçti, sadece. “BanYue askerleriyle ilgilenmek için pekala
bir kabuk gönderebilirdi.”

“Kabuklar hiçbir zaman asılları kadar güçlü olamaz. Pei Su’nun A-Zhao kabuğunu görmedin mi? O
kadar BanYue askeriyle baş etmeyi başaramadı, tek yapabildiği şey ölerek nefretlerini kısa bir
süreliğine yatıştırmaktı.”

Xie Lian ona bir bakış attı, aklında San Lang’ın Günahkarın Çukuruna atladığında tüm BanYue
askerlerini bir anda yok ettiği gelmişti. “Senin kabuğun oldukça güçlü.”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Elbette. Ama ben asıl olanım.”

Xie Lian bir anda diğer tüm düşüncelerini unuttu ve şaşkınlık içinde ona döndü. “Ne? Bu gerçek
biçimin mi?”

“Yüzde yüz gerçek.”

Eğer suçlanacak birisi varsa o da Xie Lian’a, istersen gelip kendin kontrol edebilirsin, diye bakan Hua
Cheng’di. Ve Xie Lian da bir an düşünmeden parmağını kaldırarak Hua Cheng’in yüzünü dürttü.

Bir saniye sonra Xie Lian şaşkınlıktan donakalıp, içinden ‘olamaz!’ diye ciyakladı. Sadece bir Yüce İblis
Kralının sahte derisine dokunmanın nasıl bir his olduğunu merak etmişti, ama görünüşe göre bedeni
aklından çabuk davranmış ve sahiden onu dürtmüştü! Yerin dibine girmişti!

Birisi aniden yüzüne dokununca Hua Cheng de bir miktar şaşırmış görünüyordu, ama her zaman sakin
ve kendine hakim olmayı bilen birisi olmuştu, bu yüzden ifadesi hemen normale döndü. Hiçbir şey
söylemedi, ama kaşları daha da yukarı kalmış, gözlerinde asılı kalan gülümsemeyle sanki Xie Lian’ın
açıklamasını bekler gibiydi. Xie Lian ona bir açıklama yapamazdı, ona dokunan parmağına bir bakış
attı ardından hemen arkasına sakladı ve normal görünmeye çalışarak yorum yaptı. “Fena değil. Hiç
fena değil.”

Hua Cheng kahkahalara boğuldu ve başını eğerek kollarını tekrar bağladı. “Bu sahte derim konusunda
ne düşünüyorsun?”

Xie Lian içten bir şekilde cevapladı. “Çok iyi yapılmış. Ama…”

“Ama ne?”

Xie Lian bir süre onun yüzüne odaklanarak inceledi. Ardından en sonunda cevapladı. “Ama, gerçek
yüzünü görmek isterdim.”

Eğer Hua Cheng ‘sahte deri’ dediyse, o zaman şu anda karşısında durmakta olan beden gerçek bedeni
olsa da, yüzü kendisinin değildi. Bu genç adam, Hua Cheng’in gerçek görünüşü değildi.

Bu kez Hua Cheng ona hemen cevap vermedi ve kolları iki yanına düştü. Belki sadece Xie Lian’a öyle
geliyordu ama sanki Hua Cheng’in gözleri hafifçe kararmış ve içi sıkılmış gibi görünüyordu.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 31: İblis Kralı Dürtmek, Veliaht Prens Gerçeği Arıyor
Huzursuz bir sessizlik odaya hakim olunca, Xie Lian sorusuyla haddini aştığını anlamıştı.

Her ne kadar geçen şu birkaç günde, ikisi oldukça iyi anlaşmış olsa da, Hua Cheng kim olduğu ortaya
çıktıktan sonra bile hiç gerçek yüzünü göstermemişti, belli ki kendince bir nedeni vardı bu yüzden de
Xie Lian’ın ısrar etmemesi gerekirdi. Xie Lian onun cevap vermesini beklemeden daha geniş bir şekilde
gülümsedi. “Sordum sadece, ciddiye almana gerek yok.”

Hua Cheng gözlerini kapattı. Bir an sonra hafifçe gülümsedi. “Eğer fırsat olursa, bir gün görebilirsin.”

Eğer bu cevabı veren bir başkası olsaydı, aslında ‘bir gün’ diyerek kibar bir şekilde konuyu kapatmaya
çalışmış olurdu. Ama konuşan kişi Hua Cheng’di, bu yüzden Xie Lian sahiden ‘bir gün’ü gerçek
anlamıyla kullandığından ve bir gün sahiden onun gerçek yüzünü göstereceğinden emindi. Ancak bu
onu daha da meraklandırmıştı, sırıttı. “O zaman ben de o günü bekleyeceğim. Hadi artık uyuyalım.”

Gecenin büyük bir kısmı bu şekilde yitip gidince Xie Lian da yemek yapmaktan vazgeçmiş ve hasıra
geri dönmüştü. Hua Cheng de yanına uzandı. Kimse gerçek kimlikleri ortaya çıktıktan sonra bir tanrı
ve iblisin nasıl küçücük bir hasırda birlikte uzanabildiğini, güldüğünü ve sohbet ettiğini, beraber vakit
geçirebildiğini sormaya tenezzül etmedi.

Hasırda yastıkları olmadığı için Hua Cheng kendi koluna yatmıştı ve Xie Lian da kendi kolunu yastık
olarak kullanarak onu taklit etti. Tekrar sohbet etmeye başladı. “Hayalet diyarı çok başı boş gibi. Bir
şeyleri bildirmeniz gerektiğini hissettiğiniz olmuyor mu?”

Hua Cheng cevap verirken bacaklarını da çaprazladı. “Kime bildireceğiz ki? Bizde herkes kendi işine
bakar, kimse diğerlerini umursamaz.”

Hayalet diyar örgütlenmemiş kayıp ruh gruplarından ve vahşi iblislerden oluşurdu, bu yüzden Xie Lian
şaşırmamıştı. “Öyle mi? Üst Cennet gibi sizin de bir komuta merkeziniz olduğunu düşünmüştüm hep.
Peki o zaman diğer iblis krallarıyla daha önce hiç karşılaştın mı?”

“Evet.”

“Yeşil Cin Qi Rong’la bile mi?”

“O aşağılık, adi artıkla mı?”

Xie Lian daha, Şimdi buna nasıl cevap verilir ki, diye düşünürken, onun bir şey söylemesine gerek
kalmadan Hua Cheng devam etti. “Onunla tanıştım ve koşarak kaçtı.”

Xie Lian bu ‘tanışma’nın normal bir tanışmayla uzaktan yakından alakası olmadığını hissediyordu ve
Hua Cheng de havadan sudan konuşur gibi bu düşüncesini doğruladı. “Ve sonrasında ‘Çiçeğe Uzanan
Kan Yağmuru’ unvanını aldım.”

“…”

Demek başka bir iblisin bölgesini haritadan sildiği anlatıldığı zaman Yeşil Cin Qi Rong’dan
bahsediliyordu ve ‘tanışmak’ da aslında yok etmek anlamına geliyordu. Xie Lian oldukça sıra dışı bir
tanışma olduğuna kanaat getirdi. Çenesi kaşıdı. “Yeşil Cin Qi Rong’a karşı bir düşmanlığın mı var?”

Hua Cheng cevapladı. “Evet. Yüzünü sevmiyorum.”


Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu, Hua Cheng’in o otuz üç tanrıya da yüzlerini sevmediği için
meydan okuyup okumadığını merak etti. Ne yazık ki bu sorabileceği bir soru değildi, bu yüzden
sadece. “Cennet ona aşağılık diyor, hayalet diyarı bile onu reddediyor yani, öyle mi?”

“Öyle. Kara Su bile ondan tiksiniyor.”

Xie Lian. “Kara Su kim?” diye sormuş bulundu ancak sonradan hatırladı. “Sahi, ‘Gemileri Batıran Kara
Su’ denilen kişi değil mi?”

“Evet. Kara Su İblisi Xuan olarakta anılır.”

Xie Lian bu bahsettikleri Kara Su İblisi Xuan’ın da ‘Yüce’ olduğunu hatırladı, ancak Yeşil Cin Qi Rong
sadece ‘neredeyse-yüce’ydi. Konu Xie Lian’ın ilgisini çekmişti. “İblis Xuan’la yakın mısınız?”

Hua Cheng tembel bir halde yanıtladı. “Hayır. Hayalet diyarında yakın olduğum çok kişi yok.”

Şimdi ise Xie Lian hepten meraklanmıştı. “Sahi mi? Pek çok astın vardır diye düşünüyordum. Belki de
‘yakın’ derken farklı şeylerden bahsediyoruzdur?”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Ama öyle. Hayalet diyarında ‘Yüce’den düşük olan hiçbir yaratık
benimle konuşma hakkına sahip değildir.”

Fazlasıyla kibirli bir ifadeydi, ama Hua Cheng sanki aşikar ve tartışılmaz bir gerçekmiş gibi söylemişti.
Xie Lian hafifçe gülümsedi. “Her ne kadar yakın olmasanız da yine de onları tanıyorsun. Hayalet
diyarda çok iyi idare ediyorsun, cennet gibi duyulmuş çok fazla kişi de yok üstelik. Üst Cennette bile
onca mensup varken, çok daha fazlası Orta Cennette yükselmek için bekliyor; isimlerle dolu bir
okyanus var.” Ve eğer o isimleri aklında tutmazsan karşındakini gücendirmeyi göze almışsın demekti.

Bir süre sohbet ettikten sonra Xie Lian iki diyar arasındaki farklılıklardan bahsederken çok derinlere
dalıp hassas bir noktaya değinmekten çekindiği için konuyu değiştirdi. Gözleri kapalı kapıya kaydı ve
endişelendi. “Ban Yue ne zaman geri dönecek acaba?”

İddialı ‘Ben dünyayı kurtarmak istiyorum’ sözlerini tekrar hatırladı ve kelimeler milyonlarca karman
çorman resmi de beraberinde getirerek zihninde yankılandı. Xie Lian hepsini zorla bastırmaya çalıştı.
Bu sırada ise Hua Cheng konuştu. “Güzel sözlerdi.”

Xie Lian. “Hım? Hangi söz?”

“‘Ben dünyayı kurtarmak istiyorum, sıradan halkı.’”

“…”

Xie Lian hayretler içerisindeydi.

Hemen diğer tarafa döndü ve karides gibi kıvrılarak, bir çift kolunun daha olmasını diledi, böylece
hem gözlerini hem kulaklarını kapatabilirdi. İnledi. “…San Lang…”

Hua Cheng ona biraz daha yaklaşmış gibiydi ve konuştuğunda sesi ciddiydi. “Hm? Bu sözlerin nesi var
ki?”

Hua Cheng geri adım atmıyordu ve Xie Lian da ona karşı kazanamazdı bu yüzden tekrar ona döndü ve
çaresiz bir şekilde konuştu. “Aptalca.”

“Korkulacak ne var?” diye başladı Hua Cheng. “Dünyayı kurtarmaktan veya yok etmekten bahsetmek
takdir edilmesi gereken bir şey. Üstelik ilki, ikincisinden daha zor, bu yüzden de daha saygın.”
Xie Lian puflayarak kahkaha attı ve başını iki yana salladı. “Eğer isteseydin bence sen sahiden
başarabilirdin.” Ardından her iki gözünü de elleriyle kapattı ve dümdüz uzandı. “Ah sahi. Bu daha
hiçbir şey. Gençliğimde Ban Yue’nin söylediğini gölgede bırakacak kadar aptalca pek çok şey
söylemiştim.”

Hua Cheng güldü. “Aa? Ne gibi? Söyle hadi.”

Xie Lian bir anlığına geçmişe gitti, düşünceleri tekrar kovalarken ise hafifçe gülümsedi. “Çok, çok uzun
yıllar önce, birisi bana daha fazla yaşamak istemediğini söylemişti. Neden yaşadığını ve hayatın
anlamının ne olduğunu sormuştu.”

Hua Cheng’e baktı. “Nasıl cevapladım biliyor musun?”

Belki Xie Lian’a öyle geliyordu ama sanki Hua Cheng’in gözleri parlamıştı. Ama sadece nazikçe sordu.
“Nasıl cevapladın?”

Xie Lian. “Ona dedim ki, eğer artık nasıl yaşayacağını bilmiyorsan benim için yaşa!

“Eğer hayatın anlamını bilmiyorsan o zaman bir anlam kat ve yaşama sebebin olarak beni kullan.”

“Ha ha…”

Xie Lian bir parça gülmekten kendini alamadı ve başını iki yana salladı. “Şimdi bile o zaman aklımdan
neler geçtiğini anlayamıyorum. Başka birisine beni hayatının anlamı yap demeye nasıl cüret
edebilmiştim?”

Hua Cheng sessiz kaldı ve Xie Lian devam etti. “Böyle bir şeyi sadece o zamanlar söyleyebilirdim
herhalde. Uzun bir süre boyunca sahiden yenilmez ve korkusuz olduğumu düşünmüştüm. Aynı
cümleyi bir daha kurmam istense, o kelimeler bir daha asla dudaklarımdan dökülemez.

“Sonrasında o kişiye ne oldu bilmiyorum. Ama bir başkasının yaşama sebebi olmak bile büyük bir
sorumluluk getirirken, tüm dünyadan bahsetmeye nasıl cüret ederim?”

Sessizlik Puji Manastırını sardı ve uzunca bir süre sonra San Lang yavaşça konuştu. “Söz konusu
dünyayı kurtarmaksa nasıl yaptığının bir önemi yoktur. Ama her ne kadar cesur sözler olsa da aynı
zamanda abes.”

Xie Lian hemfikirdi. “Evet.”

Hua Cheng devam etti. “Abes olduğu kadar da cesur.”

Sözleri Xie Lian’ı gülümsetmişti. “Teşekkürler.”

“Rica ederim.”

İkisi dostça bir sessizliğin içinde Puji Manastırının delikli tavanını izlediler. Sessizliği bozan kişi ise Hua
Cheng’di. “Sonuçta birbirimizi sadece birkaç gündür tanıyoruz. Benimle bu kadar çok şey paylaşman
doğru mu?”

Xie Lian tekrar güldü ve elini salladı. “Ne olabilir ki? Zaten asırlık dostluklar bile tek bir günde
yıkılabilir. Şans eseri karşılaştık ve benzer şekilde ayrılabiliriz. Eğer birbirimizi sevdiysek görüşmeye
devam ederiz; yoksa da ayrı yollara gideriz. Bırak her şey olacağına varsın ve ben de söylemek
istediklerimi söyleyeyim.”

Hua Cheng bir süre hafifçe güldü, ardından aniden. “Eğer.”


Xie Lian yüzünü ona çevirdi. “Eğer?”

Hua Cheng ona dönmedi, gözleri hala manastırın harap tavanındaydı, Xie Lian da bu sırada yakışıklı
genç adamın yüzünü inceledi.

Hua Cheng kısık bir sesle. “Eğer çirkinsem,”

Xie Lian şaşkın şaşkın baktı. “Ne?”

Hua Cheng en sonunda yüzünü ona çevirdi. “Eğer gerçek yüzüm çirkinse, yine de görmek ister
miydin?”

Xie Lian kalakaldı. “Öyle mi? Her ne kadar nedenini bilmesem de, gerçek yüzünün çirkin olduğunu hiç
sanmıyorum.”

Hua Cheng yarı dalga geçer bir halde. “Kim bilir? Peki ya rengi atmış, çarpık, çirkin, korkunç ve berbat
bir yüzüm varsa, o zaman ne yaparsın?”

İlk başta Xie Lian onun soru dizisini çok ilginç bulmuştu. Sonuçta, cennetin korktuğu, asırların bir
numaralı iblis kralıydı, dış görünüşünün ne önemi vardı ki? Ancak düşününce, aslında komik
olmadığını fark etti. Yanlış hatırlamıyorsa Hua Cheng hakkında anlatılan hikayelerin çoğunda,
doğuştan itibaren biçimsiz bir çocuk olduğu gibi şeyler söyleniyordu. Eğer bu sahiden doğruysa o
zaman büyürken çevresindekiler tarafından farklı muamele edilmişti. Belki de bu yüzden dış görünüşü
konusunda bu kadar hassastı.

Xie Lian bu yüzden de bir süre kafa yorduktan sonra cevap verdi. “O zaman…”

Konuşurken en sıcak, en içten sesini kullanıyordu. “Dürüst olmak gerekirse, gerçek yüzünü görmek
isteme sebebim artık bir nevi arkadaş olduğumuz içindi. Sonuçta şu anki halimize bir bak? Eğer
arkadaşsak o zaman birbirimize karşı da dürüst olmamız gerekir. Yani gerçek yüzünü görmek isteme
sebebimin güzellik veya çirkinlikle bir alakası yoktu. Elbette ne olursa olsun… neden gülüyorsun? Ciddi
bir şey söylüyorum burada.”

Xie Lian konuşurken yanındaki genç adamın titrediğini hissetmişti. İlk başta aklından ‘sözlerim onu
böylesine etkileyecek kadar mı duygulandırdı’ geçmişti ve dönüp ona bakmaya çok utanmıştı. Ama bir
süre sonra bastırılmaya çalışılan bir kahkahanın dışarı sızmasıyla Xie Lian şaşkına dönmüştü. “San
Lang… Neden gülüyorsun?”

Hua Cheng hemen titremeyi kesti ve ona döndü. “Hiç, sadece söylediklerin çok doğru.”

Xie Lian onun cevabıyla daha da şaşırmıştı. “Çok ikiyüzlüsün…”

“Söz veriyorum, bu dünyada benden daha dürüst kimseyi bulamayacaksın.”

Xie Lian daha fazla konuşmak istemiyordu, RuoYe’yi attı. Beyaz ipek kumaş havada süzüldü ve
üzerlerine serildi, Xie Lian da sırtını Hua Cheng’e döndü. “Her neyse. Yatma vakti. Uyu ve konuşma.”

Hua Cheng tekrar güldü. “Bir sonrakine.”

Xie Lian her ne kadar uyumayı kafasına koymuş olsa da, Hua Cheng’in konuştuğunu duyduğunda
cevap vermekten geri kalamadı. “Bir sonraki ne?”

Hua Cheng fısıldadı. “Bir sonraki görüşmemizde, seni gerçek halimle karşılayacağım.”

Xie Lian onun bu sözleri üzerine daha fazla soru sormak istiyordu ama uzun bir geceydi ve uykunun
getirdiği rehavet onu ele geçirdiğinde daha fazla uyanık kalamadı ve derin bir uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandığında, yanı boştu.

Belki de tüm o kasırgalar Xie Lian’ı tahmin ettiğinden bile daha fazla yormuştu, çünkü hafifte olsa başı
ağrıyordu. Ayağa kalkmak için çabaladı ve hala sersem bir halde manastırda dolaşmaya başladı. Kapıyı
açtığında da dışarıda kimse olmadığını gördü. Genç adam gitmişti.

Ağaçlardan dökülen yapraklar süpürülerek bir kenara istiflenmişti ve hemen yanlarında küçük bir kil
vazo vardı. Xie Lian vazoyu içeri aldı ve sunağın üzerine yerleştirdi. Sunağın üzerinde muhtemelen
Gobi Çölünden üzerlerinde taşıdıkları kumlar vardı. Xie Lian kapıyı kapattı, üzerini değiştirmek
istiyordu. Belindeki kuşağı çözerken aniden göğsünde bir şey olduğunu fark etti. Xie Lian elini kaldırıp
dokundu, lanetli kelepçesinin tam altında çok ince bir zincir vardı.

Xie Lian zinciri boynundan çıkarttı. Gümüş zincir çok ince ve hafifti, muhtemelen bu yüzden daha
önce fark edememişti. Zincirin ucunda ise parlak bir yüzük vardı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 32: İmparatorun Salonu, Veliaht Prens Diğer Veliaht Prensle Tanışıyor
Xie Lian yüzüğü Hua Cheng’in verdiğini biliyordu. Yüzüğü elinde tuttu ve bir süre ne olduğunu merak
ederek izledi.

Xie Lian veliaht prensken Xian Le sarayında büyümüştü. Xian Le krallığı ise güzel, değerli nesnelerin
tadına epey bakmıştı; büyük bir koleksiyonları vardı, yeşimden basamaklar, sayısız hazine ve değerli
mücevherler. Soylu çocuklar çeşitli renklerdeki mücevherleri oyuncak olarak bile kullanırdı hatta. Xie
Lian değerli taşlara alışkındı ve bu elindeki yüzükte elmastan yapılmış gibi görünüyordu. Ancak
oldukça kibardı; çok yetenekli bir mücevher ustası bile böylesine uhrevi ve doğal bir güzelliği istese
bile yakalayamayabilirdi. Dahası gördüğü onca elmasa kıyasla, bu yüzüğün taşı sıra dışı bir şekilde
berrak, ışıltılı, büyüleyici ve olağanüstü görünüyordu, bu yüzden de tam olarak neyden yapıldığını
kestirmesi güçtü.

Ama her ne kadar neyden yapıldığını çıkartamasa da, son derece önemli bir eşya olduğundan emindi.
Ayrıca boynunda bulduğu için de, yanlışlıkla düşürülmediği ve Hua Cheng’in ona hediye olarak
bıraktığı kesindi. Xie Lian böyle bir hediye aldığı için biraz şaşırmıştı. Hafifçe gülümsedi ve kabul
etmeye karar verdi, bir dahaki karşılaşmalarında genç adama hediyesinin anlamını sorabilirdi. Sahip
olduğu tek şey bu viran tapınaktı; böylesine değerli bir eşyayı saklamaya uygun hiçbir yer yoktu, bu
yüzden Xie Lian bir süre düşündükten sonra en iyisinin üzerinde taşımak olduğuna karar verdi ve
gümüş kolyeyi bir kez daha boynuna taktı.

Xie Lian’ın kısa bir süre içerisinde Yu Jun Dağı ve BanYue Geçidine gidip koşuşturması gerekmişti, bu
yüzden de Puji Manastırı başı boş kalmıştı. Eğer ona çörekler, yulaf lapası adamak için gelen birkaç
fazlaca tutkulu köylü olmasa, Xie Lian muhtemelen uzun günler boyunca iş yapamaz bir halde kalırdı.
Xie Lian toparlandığı gibi çalışmaya geri döndü ve tapınakla ilgilenmeye başladı. Ancak sadece bir gün
sonra Ling Wen ona acil bir çağrı yaptı: En kısa zamanda Cennetten bekleniyorsun.

Ses tonunu göz önünde bulundurulursa kötü bir şey olacaktı. Xie Lian’ın neler olduğuna dair bir
tahmini vardı ve kendisini zihinsel olarak hazırladı. “Neler oluyor? BanYue Geçidi meselesi mi?”

Ling Wen cevapladı. “Evet. Cennete döndüğün zaman doğrudan İmparatorun Salonuna gel.”

‘İmparatorun Salonu’ dediğini duyunca Xie Lian dondu. Jun Wu, Savaş Tanrısı Semavi İmparator geri
dönmüştü.

Üçüncü yükselişinden sonra henüz Jun Wu ile karşılaşmamıştı. Birinci Savaş Tanrısı olan Jun Wu
günlerini inzivaya çekilip meditasyon yaparak veya diyarları kontrol ederek, dünyanın güvenliğini
sağlayarak geçiriyordu, bu yüzden de onunla görüşmek oldukça zordu. Jun Wu geri döndüğüne için
Xie Lian’ın mutlaka cennete gitmesi gerekiyordu ve bu yüzden de sadece bir günlük dinlenmenin
ardından cennete geri döndü.

Üst Cennetin tek bir ana yolu vardı: Savaş İlahı Caddesi. Ölümlü diyarda Jun Wu’ya ithafen
isimlendirilmiş pek çok yol bulunuyordu, cennette bulunanlar ise gerçeklerinin sadece basit birer
kopyası, gölgesiydi. Xie Lian geniş yoldan yürüdü. Yolun etrafı tanrıların her biri farklı stil ve
tasarımda, seçkin bir mimari eseri olan saraylarıyla, bahçelerle, heykeller ve duvar resimleriyle
çevrelenmiş, büyük bir şehir oluşmuştu. Ruhani haleler yukarıda süzülürken, yerde atılan her adımda
dağılan nazik bulutlar vardı. O ilerlerken yanından pek çok cennet mensubu aceleyle geçip gitti ve tek
bir tanesi bile onu selamlamaya cüret etmedi.

Doğrusu zaten cennete geldiğinde onu selamlayan kişilerin sayısı oldukça azdı. Ancak eskiden
‘selamlamamak’tan kastı, aslında hiçbir tanrının ona yaklaşmadığı ve sohbet etmediğiydi, elbette ki
onu gördüklerinde uygun şekilde baş selamı veriyorlardı. Şimdi ise hepsi o sanki yokmuş gibi, ona tek
bir bakış atsalar başları belaya girecekmiş gibi davranıyordu. Eğer önünde yürüyorlarsa adımlarını
hızlandırıyor; eğer arkasından geliyorlarsa yavaşlayarak onunla aralarındaki mesafeyi artırıyor,
yaklaşmaya korkuyorlardı. Xie Lian çoktan bu muameleye alışmıştı ve çokta kafa yormadı, sonuçta
daha önceki gün oldukça tanınmış ve yeni yükselmiş olan Küçük General Pei’yi alaşağı etmişti.

Yürürken aniden arkasından birisi seslendi. “Ekselansları!”

Xie Lian ona seslenildiğini duyunca şok olmuştu, böyle bir zamanda ona bu şekilde hitap edecek kadar
cesur olan kişinin kim olduğunu ise ayrıca merak etmişti. Ama bakmak için arkasını döndüğünde, biraz
önce ekselansları diye seslenen genç yardımcı yanından geçip gitti ve onun önünde ilerlemekte olan
bir tanrıya doğru koşturdu. Koşarken seslenmeye devam ediyordu. “Ekselansları! İmparatorun
Salonunun kısa yolunu nasıl unutabiliyorsunuz?!”

Demek mesele buydu.

Tabi ki ‘ekselansları’ ona yönelik olarak söylenmemişti. Cennette pek çok veliaht prens vardı, böylesi
bir yanlış anlaşılmanın nadiren olduğunu söylemek yanlış olurdu.

Ancak bakışlarını diğer veliaht prense çevirdiğinde duraksadı.

Genç adamın kalın kaşları, parlak gözleri ve geniş bir gülümsemesi vardı. Bu gülümseme diğer
tanrılarınkinden çok farklıydı; saftı, içtendi. Yakışıklı yüzüne bir gençlik katıyordu. Ancak ondan daha
sert bir cennet mensubu, örneğin Mu Qing, bu konuda yorum yapacak olsa ise muhtemelen onun bir
aptal gibi göründüğünü söylerdi. Genç adam zırhının içinde cesur ve gururlu görünüyordu, ama
üzerindeki zırhta ne kan ne savaş kokusu vardı; daha çok asil, samimi ve göz alıcıydı.

Xie Lian bir süre durarak genç adama baktı. Önündeki ikili onun bakışlarını hissetti, dönerek ona
baktılar. Genç yardımcı onun kim olduğunu gördüğünde yüz ifadesi anında değişmişti. Xie Lian hafifçe
başını salladı ve gülümsedi. “Selamlar ekselansları.”

Diğer veliaht prens belli ki gündelik meseleleri önemsemeyen birisiydi ve onu tanımıyordu, bu yüzden
de onu birisi selamladığında her zaman verdiği tepkiyi verdi ve parlak bir gülümsemeyle bağırdı.
“Selamlar!”

Yanındaki yardımcısı onu hafifçe ittirdi. “Gidelim ekselansları. İmparatorun Salonuna geç kalmak
istemeyiz.”

Genç adam ise hala hiçbir şeyin farkında değildi ve aniden itildiği için çok şaşırmıştı. “Beni neden
itiyorsun?!?”

Xie Lian dudaklarının arasından bir kahkahanın öncüsü ‘pufft’ sesinin kaçmasına engel olamadı ama
yüz ifadesini hemen kontrol altına aldı. Yardımcı artık çok daha telaşlı görünüyordu. “Semavi
İmparator muhtemelen bizi bekliyordur, gidelim ekselansları!” diğer veliaht prens sürüklenip
götürülmeden önce sadece Xie Lian’a şaşkın bir bakış atabilmişti.

Onlar uzaklaşırken Xie Lian olduğu yerde durdu. Ve kısa bir süre sonra daha düşük seviyeli cennet
mensuplarının konuşması kulaklarına ulaştı.

“…Eeh, komik oldu. Dünya küçüktür derler.”

“Ama her ikisi de üst cennetten, eninde sonunda bu gün gelecekti. Bana sorarsan General Xuan
Zhen’in General Nan Yang ile karşılaşması çok daha heyecan verici bir olay olurdu!”
“Hahaha acelen ne? Karşılaşmaları sadece an meselesi! Herkes İmparatorluk Salonunda onları
bekliyor sonuçta.”

Ardından bir başkası yorum yaptı. “Küçük dünyayı boş verin de aradaki dağlar kadar fark asıl mesele.
Birbirlerinden o kadar farklılar ki; her ikisi de veliaht prens, ancak Ekselansları Tai Hua sahiden çok
asil, eğer cennetten kovulan kişi o olsaydı bile asla diğeri gibi yüz kızartıcı şeyler yapmazdı.”

“Yong An Krallığı, Xian Le Krallığından daha ongun sonuçta, tabi ki Yong An’ın veliaht prensi, Xian
Le’ninkinden daha güçlü olacak. Aslan yattığı yerden belli olur diye boşuna dememişler.”

Kuzey bölgesi Ming Guang Sarayına aitti, Savaş Tanrısı Pei Ming’e; Batı Qi Ying Sarayına, Quan Yi
Zheng’e; Güneydoğu Nan Yang Sarayına, Feng Xin’e; Güneybatı Xuan Zhen Sarayına, Mu Qing’e; ve
son olarak Doğu bölgesi Tai Hua Sarayı, Savaş Tanrısı Lang Qian Qiu’ya aitti.

Lang Qian Qiu ölümlüyken Xie Lian gibi bir veliaht prensti. Ancak o Yong An’ın veliaht prensiydi. Yong
An Krallığı, Xian Le’nin düşüşünün ardından kurulmuş ve kurucusu da Xian Le’nin yıkılmasını sağlayan
başarılı asi kuşatmasının generaliydi.

Xie Lian ölümlü diyarındayken bir ara doğuyu da ziyaret etmişti ve doğal olarak Yong An’ın veliaht
prensinin de yükseldiğini biliyordu. Cennet mensupları olarak bir gün karşılaşacakları kesindi, bu
yüzden de bu konuya çok kafa yormamıştı. Belki onun yerinde bir başkası olsa çekinileceği için, bu
aslında pekte fısıltı sayılamayacak dedikodu fısıltıları hiç yükselmezdi. Ama şu anda Xie Lian’dan hiç
çekinmeden konuşuluyordu, hatta belki de onun duymasını istiyorlardı, bu yüzden Xie Lian da hiçbir
şey duymamış gibi davrandı ve yürümeye devam etti. Birkaç adım atmıştı ki arkasından tekrar birisi
seslendi. “Ekselansları!”

Xie Lian içinden feryat etti, Yine mi?!, ancak bu kez arkasını döndüğünde sahiden birisinin ona
seslendiğini gördü. Gözlerinin altındaki siyah halkalar ve parşömenlerle dolu kollarıyla Ling Wen ona
yaklaştı. “Görüşme için herkes İmparatorun Salonuna gitti. Salona vardığımızda dikkatli ol.”

Xie Lian anlamıştı. “Küçük General Pei’ye ne hüküm verildi?”

“Geçici bir süreliğine sürgün.”

Xie Lian, Aslında çokta kötü değil. Fazla sert bir ceza verilmemiş.

Suç işleyen cennet mensupları sürgüne gönderilirdi, yani Küçük General Pei’nin cezası geçici olduğu
için tekrar görevine geri dönebilme şansı vardı. Eğer kendisine çeki düzen verirse tekrar çağırılırdı;
belki otuz-kırt sene, belki de yüzlerce yıl sonra. Ama Xie Lian’ın ‘çokta kötü değil’i elbette kendi
standartlarına göreydi. General Pei ise olayı oldukça farklı bir şekilde yorumlamış olabilirdi.

Xie Lian’ın aklına bu sırada farklı bir şey geldi. “Ah sahi. Ling Wen, Yu Jun Dağındaki insan yüzü
salgınına yakalanan çocuk hakkındaki araştırmaların nasıl gidiyor? Gelişme var mı?”

“Üzgünüm ekselansları. Şu anlık hiçbir şey yok. Ama çalışıyoruz.”

Bir cennet mensubu için bile böylesine büyük bir dünyada tek bir kişiyi bulmak hiçte kolay değildi. Her
ne kadar tanrılar bu konuda çok daha hızlı olsalar da yine de ölümlü diyarda on sene de bulunacaksa,
cennette belki iki sene de bulunabilirdi. Xie Lian minnettarlığını gösterdi. “Çabaların için çok teşekkür
ederim.”

Bu sırada yolun sonuna gelmişlerdi ve önlerinde heybetli bir saray vardı.

Saray yüzlerce yıldır oradaydı, ancak tüm zarafetini koruyor, bir parça bile eski görünmüyordu; altınla
sırlanmış piramidal yapı, ışıltısıyla göz kamaştırıyordu. Xie Lian başını kaldırdı ve altın çatının altındaki
‘İmparatorun Sarayı’ yazısına baktı, güçle oluşturulmuş karakterlerin verdiği enerji hissi yüzlerce yıl
öncesiyle aynıydı, hiç değişmemişti. Tekrar başını eğdi ve içeriye bir adım attı. İçeride toplanmış
sayısız cennet mensubu, ikişerli veya üçerli gruplar oluşturmuş, sessizce bekliyorlardı.

İçeri de sadece üst cennete mensup, yükselmiş tanrılar bulunuyordu. Cennetin görkemli oğulları ve
kızları, boyun eğmez amirleri ilahi kudretler parlıyorlardı. Birbirlerini sessiz bir gurur ve hükümle
gözlerken ki ihtişamları eziciydi. Salonun en ucundaki tahtta ise kusursuz bir beyaz zırha bürünmüş bir
savaş tanrısı oturuyordu.

Savaş Tanrısı zarif ve soyluydu, kapalı gözleri ve hareketsiz dudaklarıyla dengeli ve kutsal
görünüyordu. Arkasında görkemli İmparatorluk Sarayı vardı, ama ayaklarının altında saf beyaz, kardan
bir zirve. Xie Lian içeri girdiğinde, sanki varlığını sezmiş gibi gözlerini açtı.

Gözleri cam kayalar kadar siyah ama sanki milyonlarca yıldan beri donmuş olan bir nehirden eriyen
karlardan yapılmışçasına parlak ve berraktı. Savaş Tanrısı hafifçe gülümsedi. “Xian Le, geldin.”

Xie Lian saygıyla başını eğdi ve hiçbir şey söylemedi.

Jun Wu yüksek bir sesle konuşmamıştı, ama sesinin derinliği tüm sarayda yankılanmıştı. Ardından ise
tüm gözler Xie Lian’a çevrilmişti ve o da bunun farkındaydı.

Görünüşe göre bu toplantı Küçük General Pei ve BanYue Geçidi skandalını tartışmak için değildi.

Konu görünüşe göre Xie Lian’dı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 33: İmparatorun Salonu, Veliaht Prens Diğer Veliaht Prensle Tanışıyor
Siyahlara bürünmüş Ling Wen tahta yaklaştı ve tek kelime etmeden veya gülümsemeden, notlarından
bir alıntı yaptı. “Yüce Tanrı, birkaç cennet mensubu ölümlü diyarda oldukları için gelemediler.”

Jun Wu başını salladı. “Bildirdiler.”

Ling Wen karşılığında başını salladı ve Jun Wu Xie Lian’a döndü. “Xian Le, eminim neden çağırıldığını
merak ediyorsundur.”

Xie Lian’ın başı hala öne eğikti. “Tahminim vardı. Ancak sanıyorum ki Küçük General Pei konusu
çoktan karara bağlandı.”

Öfkeli bir adamın sesi konuşmaya dahil oldu. “Henüz karara bağlamak için çok erken.”

Heyecanlı ses Xie Lian’ın arkasından duyulmuştu, başını çevirip baktığında salona bir savaş tanrısının
girdiğini gördü, bir eli kılıcının kabzasındaydı. Savaş Tanrısı yürüdü, Xie Lian’ın yanından geçerken bir
an duraksadı ve dudakları yukarıya kıvrılmıştı. “Ekselansları. Hakkınızda çok fazla şey duydum.”

Yirmili yaşlarının ortasında görünüyordu, hareketleri zarif ve kendinden emindi. Xie Lian onun yüzüne
baktığında Yu Jun Dağındaki heykelinden bile daha yakışıklı olduğunu düşündü, bunca kadının kalbini
çaldığına şaşmamalıydı. Çekici bir erkekti. Xie Lian cevap vermedi, o da devam etti. “Minik Pei’miz size
emanetti.”

Xie Lian içinden, Onu sahiden gücendirmişim, diye geçirdi ve selamına karşılık verdi. “Çok memnun
oldum. Ben de sizin hakkınızda çok fazla şey duydum.”

Xie Lian sahiden de onun hakkında çok fazla şey duymuştu. Geçen günler içinde Xie Lian sık sık
parşömenine göz atmış ve önde gelen tanrılar hakkında bazı efsaneler okumuştu, içlerinden birisi de
Ming Guang, General Pei Ming’di. Kuzeyin Savaş Tanrısı efsanevi bir dövüşçüydü ancak hakkında en
sık bahsedilen şey ölümlülerle olan kaçamaklarıydı, iyisiyle kötüsüyle, düzinelerce hikaye vardı. İyi
hikayelerden birisi Pei Ming’in altınlar saçarak zavallı bir fahişeyi nasıl genelevden kurtardığını
anlatıyordu, kız ona aşık olmuş ve onun geleceği günü beklerken bir daha asla bedenini kirletmemiş
ve ona sadık kalmıştı. Kötü hikayelerde ise Pei Ming’in binlerce kilometrelik yolu sadece evli bir
kadınla tek bir gece geçirebilmek için aştığı ve benzeri şeyler vardı. Bir noktada, Pei Ming güçlü bir
adamdı. Xie Lian bu hikayeleri okuduktan sonra böyle bir yaşamla geçen onca yılın ardından bir tek
Xuan Ji’nin doğmuş olmasına inanamıyordu.

Pei Ming hem savaşta hem aşkta kazanan taraf olduğu için, geberip gitmesini ve daha iyisi frengiden
ölmesini dileyerek onu lanetlemeyi seven pek çok düşmanı ve dostu vardı. Ancak yaşam enerjisi çok
güçlüydü ve kaç çiçeğe konarsa konsun hiçbir hastalığa yakalanmamıştı; ölmüyordu ve dostlarının pek
çoğundan uzun yaşamıştı! Bir gün ise en sonunda bir savaş kaybetmektedir ve herkes gülerek
sonunun geldiğini söyler! Ama yıldırımlar düşer ve gökler kükrer – tehlike anında bir savaş tanrısı
olarak göklere yükselir.

Onun elinden ölmeyenlerin hepsi muhtemelen sonrasında öfkelerinden ölmüşlerdi.

Yükselişinin ardından Pei Ming yaşam tarzını hiç değiştirmemiş ve hafifmeşrep hikayeleri de gittikçe
renklenmişti. Perilerden tanrıçalara, hayaletlerden iblislere, söz konusu kadın güzel olduğu sürece
asılmaması için hiçbir sebep yoktu. Yine de en çok ölümlü diyarın çekici kadınlarını seviyordu. Pek çok
açık seçik aşk romanının baş kahraman oydu ve eğer Xie Lian zihnen ve bedenen saf kalınmasını
gerektiren bir gelişim yöntemi kullanmasaydı muhtemelen o kitaplardan birkaçını sırf meraktan
okurdu.
*ÇN: Evet doğru anladınız. Xie Lian 800 senelik bir bakire. Hem zihnen hem de bedenen üstelik.

Bu sebeplerden ötürü ölümlü diyarda ona hem Kuzeyin Savaş Tanrısı hem de Aşk Tanrısı olarak
tapılırdı. Hatta bazı tanrılar bile aşkta talihlerinin açılacağı umuduyla onunla karşılaşmak için gizlice
ona dua ederlerdi. Her ne kadar Feng Xin’in istenmeyen ‘Muazzam Erkeklik’ unvanıyla benzer yönleri
olsa da, onunki çok daha kabul edilebilir ve haklıydı.

Salonda bulunmakta olan tüm cennet mensupları ‘ben de senin hakkında çok fazla şey duydum’la ne
kastettiğini biliyorlardı ve içlerinden kahkahalar atıyorlardı. Formaliteler geçildikten sonra Xie Lian
tekrar konuştu. “General Pei, karara bağlamak için henüz çok erken diyerek ne kastettiniz?”

Pei Ming parmağını şıklattı ve salonda aniden havada süzülen bir ceset belirdi.

Açık konuşmak gerekirse havada süzülen ceset sadece boş bir kabuktu. Ruhu yoktu, içi tamamen
boştu ve baştan aşağıya kanlarla kaplıydı, bu yüzden de cesetten hiçbir farkı yoktu. Böyle bir şeyin
cennet mensupları kadar elit bir kalabalığın önünde aniden belirmesi ise şok ediciydi. Jun Wu yorum
yapmadı, sadece izledi. Tahtı yüksekte olabilirdi, ancak cennet mensuplarına baktığında kimse onun
‘lütfettiğini’ hissetmezdi. Görkemli ve asil, ancak asla kibirli değildi.

“General Pei bu ne demek oluyor?” ilk konuşan Xie Lian’dı.

Pei Ming. “Birkaç gün önce Minik Pei’yi ziyarete gittiğimde bana ilginç bir şeyden bahsetti.”

O daha ağzını açtığı anda Xie Lian konunun ne olduğunu anlamıştı.

Pei Ming, Xie Lian’ın etrafında turladı ve gülümsedi. “Minik Pei’nin nelere kadir olduğunu en iyi ben
bilirim. Her ne kadar sahte bedendeki güçleri gerçek halinin yanına bile yaklaşamasa da yine de bir
usta kabul edilebilir ve hala bir ‘Gazap’la eşit seviyede dövüşebilir. Ancak bana söylediğine göre bir
ölümlüyle dövüşürken o kadar büyük bir bozguna uğramış ki pes etmek zorunda kalmış. Sizce de
ilginç değil mi?”

Pei Ming devam etti. “Onu sorguladım ve bana daha fazlasını anlattı. Görünüşe göre BanYue
Geçidinde ekselanslarının, senin yanında kırmızılara bürünmüş genç bir adam varmış.”

Sadece ‘kırmızı’ demesi bile tüm cennet mensuplarının yüz ifadesinin değişmesine neden olmuştu ve
ardından kurduğu cümle ise hepsini telaşlandırmıştı. “Ve bu genç adam, karanlıkta, tümü ‘gazap’
seviyesi BanYue askerlerini bir anda yok etmiş.”

“Şimdi, ekselansları. Bu kırmızı giysili genç adamın kim olduğu konusunda bizi aydınlatabilir misin?”

Kırmızı giysili genç bir adam, yüzlerce ‘Gazap’ seviyesini bir anda yok edebildiğine göre ‘Yüce’
olmalıydı.

Bunca ipucu vermişken herkes konunun nereye geldiğini ve bu genç adamın kim olduğunu anlamıştı.
Ancak kimse onun ismini ağzına almak istemiyordu.

Xie Lian alnını ovdu ve ne söylemesi gerektiğini düşündü, ardından ise doğallıktan uzak bir tonda
konuştu. “Ehem, sahi mi? Şu mesele. Ben pek net hatırlamıyorum. O sırada BanYue Geçidinde kapana
kısılmış bir tüccar kafilesi de vardı ve günlerimizi bir arada geçirdik, belki kafileden birisidir.”

Pei Ming gülümsedi. “Ekselansları, sözleriniz Pei Su’nun sözleriyle çelişiyor. Minik Pei’ye göre sen ve o
genç adam anormal derecede yakınmışsınız, sadece birkaç gündür tanışan insanlara hiç
benzemiyormuşsunuz. Nasıl hatırlamazsın?”
Xie Lian içinden, Yanılıyorsun, sahiden sadece birkaç gün önce tanıştık, diye geçirdi ama yine de
ifadesi hiçbir şeyi ele vermiyordu.

Tam bu sırada kenarda durmakta olan beyaz cübbeli birisi hafifçe fırçasını salladı ve söze girdi.
“General Pei, sadece Minik Pei’nin anlattığı kadarını biliyorsunuz. Üstelik Minik Pei bir suç işledi,
sürgün edilmek üzere göz altında tutuluyor. Sözleri güvenilir bile olsa yine de üzerinde düşünülmesi
gerek haksız mıyım?”

Pei Ming. “O zaman General Nan Yang ve General Xuan Zhen bize yardım edebilirler belki.”

Onun bakışlarını takip eden Xie Lian Feng Xin ve Mu Qin’i gördü, salonun güneybatı ve güneydoğu
köşelerinde birbirlerinden uzak bir şekilde duruyorlardı.

Feng Xin tıpkı hatırladığı gibi görünüyordu; uzun ve dimdik durmuş, kararlı gözler ve hafifçe kavisli
kaşlarıyla her zaman onu sinir eden bir şey varmış gibi görünüyordu. Mu Qing ise nasılsa farklı gibiydi.
Her ne kadar yüzü sanki kanı çekilmiş gibi bembeyaz olsa da, bastırılmış ince dudakları, yarı kapalı
gözleriyle etrafını saran soğuk bir ‘benimle konuşma’ halesi vardı. Göğsünde kavuşturduğu kollarında,
bir parmağı hafifçe dirseğine vuruyordu bu da onun rahat ve daha çokta entrikalar planlıyormuş gibi
görünmesine neden oluyordu. Her ikisi de yakışıklı adamlardı ancak her ikisinin de kendince kusurları
vardı. Pei Ming’in onlara seslendiğini duyunca her ikisi de bakışlarını aynı anda Jun Wu’ya çevirdiler.
Ancak Jun Wu başını onaylar anlamda hafifçe salladıktan sonra yavaşça öne çıktılar.

Xie Lian üçüncü kez yükselişinin ardından onlarla ilk kez yüz yüze geliyordu. Üzerindeki bakışların
daha da heyecanlı bir hal aldığını hisseder gibiydi.

Heyecanlanmak kaçınılmazdı. İmparatorun Salonu cennetteki en güçlü saraydı ve yükselmemiş olan


hiçbir cennet mensubu içeriye meseleleri tartışmak için adım atamazdı. Xian Le’nin Veliaht Prensi ilk
yükseldiğinde Feng Xin ve Mu Qing onun generalleriydi. O zaman her ikisi de sadece orta cennettendi
ve ayak işi yapmak için bile olsa İmparatorluk Salonuna girme yetkisi bulunmayan düşük rütbeli
cennet mensuplarıydı. Şimdi ise salona girme hakkı kazanmaları bir yana, eski ustalarından çok daha
üstün bir konumdaydılar, kaderin cilvesi! Böyle bir olayı izlerken herkes heyecanlanırdı. Üçü sanki
aslında görmüyorlarmış gibi birbirlerine baktılar, hiç umursamaz gibi görünürlerken gözleri
birbirlerinin üzerinde dolaşıyor. Hiçbiri diğerinin ne düşündüğünü bilmiyordu. Ancak Xie Lian Pei
Ming’in aklından geçenleri az çok tarif edebiliyordu.

Pei Ming sözleriyle onu doğruladı. “General Nan Yang ve General Xuan Zhen daha önce o kişiyle
dövüştü. Bu kişinin nasıl bir silah kullandığını onlar bize söyleyebilirler.”

Demek A-Zhao’nun boş kabuğunu buraya getirmesinin nedeni yaralarını incelemekti. Feng Xin ve Mu
Qing yavaşça süzülen cesede yaklaştılar. Xie Lian da görebilmek için birkaç adım attı ama o kadar kan
ve kararmış izler vardı ki herhangi bir şey söyleyebilmek güçtü. Diğer ikisi ciddi yüzlerle dikkatli bir
şekilde incelediler. En sonunda kafalarını kaldırdıklarında bakıştılar, ikisi de ilk konuşan kişi olmak
istemiyordu.

Ling Wen onların gözleriyle savaşarak konuşmayı reddedişlerini izlemeye dayanamamıştı. Boğazını
temizledi. “Generaller. Sonuç nedir?”

En sonunda ilk konuşan Feng Xin olmuştu, kısık bir sesle. “Bu o.”

Mu Qing ekledi. “Eğri kılıç E-Ming.”


Eğri kılıç E-Ming, Hua Cheng’in aynı anda otuz üç cennet mensubuyla savaşırken ve hem ruhlarını
hem saygınlıklarını yerle bir ederek onları pelte haline gelene dek döverken kullandığı kaprisli
silahıydı!

İmparatorun Sarayı içindeki herkes gizlice bakışıyor ve okunmaz gözleri Xie Lian’ı izliyordu. Pei Ming
şimdilik kazanmıştı. “Eğer ekselanslarıyla birlikte seyahat eden kırmızı giysili genç adam oysa, tüm
meselenin tekrardan incelenmesi gerekir.”

Bir önceki beyazlı kişi tekrar konuştu. “General Pei, ekselanslarının sırf Küçük General Pei’ye tuzak
kurmak için Yüce İblis Kralıyla iş birliği yaptığını mı ima etmeye çalışıyorsun?”

Bu kişi her konuştuğunda Xie Lian’ın tarafını tutuyordu, bu yüzden de Xie Lian kim olduğunu
anlayabilmek için ona döndü. Açık, parlak gözleri olan bir erkek vardı karşısında; kollarında bir fırça,
sırtında uzun bir kılıç ve beyaz yeşimden kemerine sıkıştırılmış bir yelpazesi vardı. Zarif ve soylu
görünüyordu ve yüz ifadesi canlıydı. Xie Lian’a bir yerden tanıdık geliyordu ancak daha önce hiç
onunla karşılaşmamıştı.

Pei Ming’in bakışları da onun üzerindeydi, gülümsedi. “Qing Xuan bu seferlik benimle tartışma.”

Beyazlı adam reverans yaptı. “Ah, yanlış mı anladım o zaman? Özür dilerim General Pei, lütfen affet.
Benim hatam.”

Hareketi bariz bir şekilde sahteydi. Pei Ming’in gülümsemesi ise bir yetişkinin, çocuklarla uğraşmak
istemediği zaman takındığı bir ifadeydi; başını iki yana salladı, A-Zhao olan boş kabuğu geri çekti.
Ardından tekrar kalabalığa döndü ve argümanına devam etti. “İş birliği içerisinde olmaları gerekmez.
Sadece o kişi çok güçlü ve kötü, kim bilir ekselanslarının gözünü boyamak için ne numaralar yapmıştır.
Bu yüzden de korkarım meselenin tekrar tartışılması gerekiyor. Ekselansları, alıkoyduğun BanYue Baş
Rahibesini sorgulamak için buraya getirirsen çok iyi olur.”

Tüm bunları Hua Cheng’i BanYue Geçidi esas failmiş gibi göstermek için yapıyordu! Eğer Ban Yue’yi
buraya sorgulama için getirirse o zaman varılan sonuç çok daha farklı olacaktı.

Xie Lian gülümsedi. “General Pei eğer bana inanmıyorsanız, Rüzgar Ustası’na inanabilirsiniz.
Günahkarın Çukurundayken Küçük General Pei, BanYue Geçidinden geçen insanları sahte bedeniyle
birlikte harabelere yönlendirdiğini kabul etti ve Rüzgar Ustası da her şeyi duydu.”

Pei Ming bakışlarını beyaz cübbeli adama çevirdi.

Xie Lian devam etti. “Ayrıca madem İmparatorun Sarayındayız, Yüce Tanrı’ya da üzerimde aldatıcı bir
büyüye iz olup olmadığını da sorabilirsiniz.”

Şimdi herkesin bakışları Jun Wu’nun üzerindeydi. Yüce Tanrı ifadesi sakindi hiç değişmemişti, bu da
Xie Lian’ın temiz olduğu anlamına geliyordu. Bu yüzden de herkes gözlerini tekrar ikiliye çevirdi. Xie
Lian tekrar konuştu. “General Pei, meseleleri olması gerektiği gibi ayrı ayrı ele alalım. Birlikte seyahat
ettiğim genç adamın Hua Cheng olup olmadığı konusunu artık kapatalım, zaten Hua Cheng olduğu
kesinleşse bile Küçük General Pei’nin işlediği suçla uzaktan yakından bir alakası yok.”

Xie Lian ismi telaffuz ederken son derece rahat ve doğal görünmüştü, ancak salondaki pek çok kişinin
sırtından soğuk terler aktı. Pei Ming dikkatle onu izledi ve aniden sırıttı. Tartışmaya devam etmek ve
Xie Lian’ın üzerine gitmek niyetindeydi, ancak aniden Jun Wu konuştu. “Bu kadar yeterli.”

O konuştuğu anda Pei Ming tartışmayı bıraktı ve eğildi.


Jun Wu. “Pei Su suçunu kabul ettiği ve sözleri Ke Mo’nun ifadesiyle de tutarlılık gösterdiği için BanYue
Geçidi meselesi artık kapanmıştır.”

Kısa bir sessizliğin ardından Pei Ming kabullendi. “Elbette, Lordum.”

Xie Lian rahat bir nefes almıştı ki Pei Ming konuşmasına devam etti. “Ancak Nan Yang ve Xuan Zhen
boş kabuktaki yaraların eğri kılıç E-Ming tarafından oluşturulduğunu doğruladılar.”

Jun Wu cevapladı. “Bu başka bir mesele.”

Pei Ming. “Yüce Tanrı’nın meseleyle ilgilenmesini diliyorum.”

“Elbette. Ming Guang ve yardımcı ilahlarının bu konuyu düşünmesine gerek yok.” Jun Wu bir an
duraksadıktan sonra devam etti. “Bugünlük işimiz bitti, çekilebilirsiniz. Xian Le, sen kal.”

Görünüşe göre Xie Lian’ı şahsen sorgulayacaktı, bu yüzden de Pei Ming’in başka bir şey söylemesine
gerek yoktu. Xie Lian’ın da söyleyecek bir şeyi yoktu, sadece başını eğdi. “Tabi, Lordum.”

Azad edilen cennet mensupları birer ikişer dışarı çıktılar. Feng Xin yanından geçerken Xie Lian’a sanki
bir şey söyleyecekmiş gibi baktı, ancak kendisini durdurdu. Xie Lian ona gülümsedi, Feng Xin aceleyle
dışarı çıkarken irkilmiş görünüyordu. Elinde fırçayla yürüyen beyaz cübbeli cennet mensubu ise
yüzünde geniş bir gülümsemeyle onunla konuşmak üzereydi ki Pei Ming bir eli kılıcının kabzasında,
diğer eli burnunu kaşıyarak yanlarına geldi ve çaresiz bir halde konuştu. “Qing Xuan, abinin hatırı için,
sorun çıkartmasan olur mu?”

Beyaz cübbelinin yüzündeki gülümseme kayboldu. “General Pei, bana karşı abimi kullanmanıza gerek
yok, ondan korkmuyorum.”

“Sen –” Pei Ming köpürüyordu ama elinden gelen bir şey de yoktu. En sonunda parmağını ona
doğrulttu, “Sen… sen Minik Pei’nin ipini çektin.”

Beyaz cübbeli sadece fırçasını savurdu. “Küçük Pei kendi ipini kendi çekti, ben hiçbir şey yapmadım!”

Pei Ming’le tartışmaya devam etmeye hiçte istekli görünmeyen beyaz cübbeli aceleyle kaçtı. Xie Lian,
Pei Ming’in onu kışkırtmak için ilgisini kendisine çevireceğini düşünüyordu ama general sadece
ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı. Geride kalan kişi ise Yong An’ın Veliaht Prensiydi. Xie Lian
meraklanmış, neden gitmemişti? Xie Lian yanına gittiğinde genç adamın gözlerinin kapalı olduğunu
fark etti, ayakta uyuyordu!

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi, sadece genç adamın omzuna nazik bir şekilde vurdu.
“Ekselansları. Ekselansları?”

Lang Qian Qiu irkilerek uyandı. “Ne oldu?!”

“Hiçbir şey olmadı. Sadece görüşme bitti.”

Daha yeni uyanan Lang Qian Qiu sersemlemiş bir haldeydi. “Bitti mi? Öylece mi? Ne tartıştık? Ben
neden hiçbir şey duymadım?!?”

Xie Lian. “Duymadıysan da boş ver. Önemli bir şey konuşulmadı zaten. Hadi, ayrılma vakti geldi.”

“Ah.” Lan Qian Qui hareketlendi, ancak kapıya ulaştığında tekrar arkasına baktı, hala şaşkındı. Xie Lian
ona gülümseyerek el salladı.

Genç adam en sonunda çıktığında Xie Lian yavaşça döndü. Jun Wu ellerini arkasında birleştirmiş ve
tahtından kalkmıştı. “Eğri kılıç E-Ming.”
Xie Lian doğruldu.

Jun Wu. “Evet. Neler oluyor?”

Xie Lian ona baktı ve diz çöktü.

• MXTX, Yazar Notu:


Bu hikayede bir kişinin tanrı olabilmek için öncelikle ölümlülerin arasında özel birisi, bir
kahraman olması gerekmekte. Sadece yükselmiş bir ölümlü cennet mensubu olabilir.
Yardımcıları nasıl mı cennet mensubu olabilir? İki seçenekleri var: ilki belli bir alanda
kendisini geliştirmek ve Savaş veya Literatür kısmını seçmek. İkincisi sadece şans. Eğer
şanslıysalar yükselme ihtimalleri yüksektir. Yol kenara atılmış bir tür ruhani iksire rastlamakta
olur tabi.

Orta cennetteki cennet mensupları, üst cennettekiler tarafından getirilmiş generaller veya
hizmetçilerdir. Basit konuşmak gerekirse ağır toplar istediklerini yukarıya çekebilirler. Her ne
kadar tam bir cennet mensubu sayılmasalar da yine de cennetin bir parçası olurlar. Yani her
türden insan olur aralarında. Eğer bir cennet mensubuyla samimi bir ilişkin varsa ya da önünde
parlak bir gelecek olduğunu düşündürebilirsen seni de terfi ettirebilirler. Yetenekli ve şanslı
olduğun sürece sen de cennette ağır bir top olabilirsin!

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 34: İmparatorun Salonu, Veliaht Prens Diğer Veliaht Prensle Tanışıyor
Xie Lian’ın dizleri daha yere değmeden Jun Wu elini uzattı ve onu yakaladı, diz çökmesine izin
vermedi. İç çekti. “Xian Le.”

Xie Lian bir kez daha doğruldu ancak başını eğdi. “Özür dilerim.”

Jun Wu’nun bakışları üzerindeydi. “Hatanı kabul mu ediyorsun?”

“Evet.”

Jun Wu. “O zaman bana hatanın ne olduğunu söyleyebilir misin?”

Xie Lian sessiz kaldı ve Jun Wu başını iki yana salladı. “Bence bilmiyorsun.”

Savaş Tanrısı Semavi İmparator başını hafifçe yana çevirerek Xie Lian’a takip etmesini işaret etti ve
yavaş adımlarla salonun arkasındaki odaya geçtiler. Onlar yürürken Jun Wu ellerini önünde
bağlamıştı. “Xian Le artık olgunlaşmışsın.”

Xie Lian yorum yapmaya cesaret edemedi ve Jun Wu devam etti. “Uzun zamandır tekrar aramızdasın
ve bir kez bile İmparatorluk Salonuna rapor vermedin. Bu münasebetsizliği eğer bir başkası yapsaydı
Ling Wen Sarayı çoktan zulmetmeye başlardı.”

Xie Lian üçüncü kez yükselişin ardından Yüce Tanrının yüzüne nasıl bakacağını bilmediği için
İmparatorluk Salonundaki Jun Wu’yu görecek cesareti bulamamıştı, bu yüzden sürekli ertelemiş ve
oyalanmıştı. Elbette bir önceki ‘özür dilerim’i bu konu için söylememişti ama Jun Wu her şeyin
farkındaydı. “Eğer özrün geçmişte yaşananlar içinse, düşünme bile, reddediyorum. Senin sözlerin:
geçmiş geçmişte kalmıştır ve ardımızda bıraktıklarımızı unutmamız gerekir.”

Xie Lian yüzünü buruşturdu. “Nasıl unuturum?”

“O zaman geleceğe bak. Hala sana ihtiyaç duyduğumuz pek çok şey var.”

Xie Lian alnını ovaladı. “Xian Le hiçbir gücü olmayan mütevazı bir hurda tanrısı. Bana kimsenin ihtiyacı
yok. Tek dileğim kimseye yük olmamak.”

“Neden kendini küçümsüyorsun? Son iki meselede de harika bir iş çıkartmadın mı?”

“Ama General Pei’yi gücendirdim.”

Jun Wu duraksamadı. “Ming Guang’ın bir şeyi yok, onun hakkında endişelenme.” Ancak General Pei
konusu açılınca artık konunun Hua Cheng’e dönme vakti de gelmişti. “Eğri kılıç E-Ming. Çiçeğe Uzanan
Kan Yağmuru. Söylesene, bu seferki düşüşünde kimlere bulaştın?”

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “Lordum, yemin ederim hiçbir şey yapmadım. Sadece bir gün
yolda giderken ilginç bir çocukla karşılaştım ve beraber biraz zaman geçirdik. Üzerinde çok
düşünmemiştim.”

Jun Wu başını salladı. “Tesadüfi karşılaşmalar, çocuk, Yüce İblis Kralı… Xian Le, eğer Ming Guang seni
sorgulamaya devam etseydi ve bunları tüm mensupların arasında itiraf etseydin neler olurdu biliyor
musun?”

“Xian Le biliyor.” Xie Lian kederle devam etti. “Ama gerçek bu. Eğer diğerleri benim dürüst sözlerime
inanmamayı seçerse elimden hiçbir şey gelmez. Onların önünde gerçeği söylemeye cesaret
edemedim, bu yüzden de Lorduma araya girdiği için minnettarım.”
Jun Wu. “Elbette hayalet diyara bilerek bulaşmayacağını biliyordum.”

Xie Lian cevapladı. “Lorduma güveni için minnettarım.”

“Ancak, hal böyleyken seni yeni ortaya çıkmış önemli bir meseleyi incelemek için göndermem artık
uygun olmayabilir.”

Xie Lian sordu. “Konu nedir?”

Bu sırada büyük salonun arkasındaki odaya ulaşmışlardı. Salon ve arka oda, salona bakan kısmında
bulutlar denizine dek yükselmiş altın bir saray tasviri olan, parlak ve muhteşem, büyük bir duvar
resmiyle ayrılmış. Duvarın arka kısmında ise on binlerce kilometre genişliğindeki dağlar ve vadilerin
bir tasviri vardı.

Xie Lian duvar resmini inceledi. Harita resminin üzerinde yıldızlar gibi görünen pek çok küçük inci
vardı ve her biri ölümlü diyardaki İmparatorluk Tapınaklarını işaretlemişti. İnci olan her yerde bir
İmparatorluk Tapınağı bulunuyordu. Sekiz yüz yıl önce Xie Lian ilk kez yükseldiği zaman Jun Wu onu
arka odaya getirdiği zaman da inci yıldızlar hiçte az değildi, ama şimdi, parlayan değerli taşlar her yeri
sarmış, parlaklıklarıyla göz alıyorlardı.

Jun Wu duvarın önünde durdu. “Yedi gün önce, pek çokları kendi gözleriyle görmüş, doğudaki
ormanlarda bir ateş ejderi göklerde süzülmüş.”

Sözleri üzerine Xie Lian’ın yüzü düştü.

Jun Wu bir eli arkasında, diğer eliyle ise hafifçe duvar resmine vurarak devam etti. “Ateş ejderi yitip
gitmeden önce iki tütsü zamanı geçmiş. Bu ne anlama geliyor biliyor musun?”

“Yükselen Ateş Ejderinin büyüsü yapılmış, alevler hiç zarar vermemiş. Birisi yardım çağırıyor.”

Jun Wu. “Doğru. Bir yardım çağrısı ve bir cennet mensubundan geliyor.”

Xie Lian ekledi. “Sıradan bir yardım çağrısı değil üstelik, tamamen çaresiz olmalı.”

Kimseye zarar vermeyen yoğun alevleriyle Yükselen Ateş Ejderi büyüsünü yapmak çok büyük bir güç
gerektirir ve eğer yapan kişi yeterince dikkatli olmazsa pekala patlayabilir ve kendi ruh özlerini
eritebilirlerdi. Bu yüzden de tümüyle çaresiz olunmayan bir durum haricinde kimse bu yöntemi
kullanmazdı. Bir cennet mensubu ölümcül bir tehlikedeydi, ejderin tek anlamı bu olabilirdi.

Xie Lian sordu. “Yakın zamanda ortadan kaybolan bir cennet mensubu var mı?”

“BanYue Geçidi meselesi bugün tüm cennet mensuplarını çağırmamızın sadece bir sebebiydi. Esas
amacımız ise herkesin burada olup olmadığını kontrol etmekti. Neredeyse hiçbir zaman bize
katılmayan Yağmur Ustası ve Toprak Ustası, ve görevde oldukları için katılamayanların hepsi
bildirimde bulundu.”

Xie Lian bir süre düşündükten sonra tahminde bulundu. “Belki de bu dönemdeki mensuplardan birisi
değildir? Emekli olmuş birisi olamaz mı?”

Jun Wu. “Eğer öyleyse korkarım aramamızın boyutu hiç istemediğim kadar genişleyecek. Emekli olan
mensupların çoğu cennetle tüm bağlarını kopardı. Samanlıkta iğne aramak onları bulmaktan kolay
olur.”

Demek bu yüzden Ling Wen diğer pek çok edebiyat tanrısının göz altları simsiyahtı, meseleyi çözmek
için gece gündüz çalışıyor olmalıydılar ve tabi bu yüzden de Yu Jun Dağındaki insan yüzü salgınına
yakalanmış çocukla ilgilenecek zamanları yoktu. “Bir cennet mensubu bu kadar yıkıcı bir büyü yapacak
kadar köşeye sıkıştıysa, korkunç bir baskı altında olmalı. O bölgede iblislere ait bir toplanma yeri veya
şehir var mı?”

“Var.” Diye cevapladı Jun Wu. Xie Lian’a döndü. “Hayalet Şehri biliyor musun?”

Xie Lian bir an düşündü. “Evet.”

Hayalet Şehir, hayalet diyardaki en gelişmiş yerdi ve ölümlü diyarıyla, hayalet diyarının kesiştiği bir
noktada bulunuyordu. Her tür hortlağın, hayaletin, iblisin ve canavarın ticaret yapmak için bir araya
toplandığı bir yerdi. Belli bir güç seviyesine ulaşmış olan ölümlüler de iş yapmak veya bilgiye ulaşmak
amacıyla şehre girebiliyorlardı. Bazen, kılık değiştirmiş cennet mensupları da sırf meraklarından veya
bilinmeyen nedenlerden ötürü orada bulunabiliyorlardı. Elbette bilmeden şehre gidenler de vardı,
sonucunda ya canlı canlı yenir ya ölümüne korkarlardı.

Antik çağlardan beri ölümlü diyarında Hayalet Şehirle ilgili pek çok hikaye anlatılmıştı. Xie Lian bu
hikayelerden bir tanesinde gece seyahat eden bir adamın önünde kırmızı fenerleri ve rengarenk
tabelalarıyla kalabalık bir çarşı gördüğünü anımsıyordu. Adam neşeli bir şekilde çarşıya girmiş ancak
etrafındaki herkesin maske taktığını fark etmişti ve kapüşon takmayan herkesin inanılmaz çirkin ve
tuhaf olduğunu! Üzerine çok kafa yormamış ve erişte satın almış, yemeğini yemek için oturmuştu.
Ama yemeğini yerken tadı hiç hoşuna gitmemişti ve yakından baktığında erişte sandığı şeylerin
aslında kıvrılmış saç telleri olduğunu fark etmişti!

Xie Lian anılarından sıyrılırken Jun Wu konuşmaya devam ediyordu. “O alev sütununu gördükten
sonra hemen ormanı incelemesi için cennet mensupları görevlendirdim. Ancak oradaki şey her ne
idiyse belli ki çok hızlı hareket etmişti, gittiklerinde tek bir iz dahi bulamadılar. Korkarım karşımızdaki
her kimse bundan sonra çok daha dikkatli olacaktır, o yüzden bu sefer ölümlü diyara gizlice inecek ve
Hayalet Şehri araştıracak birisine ihtiyacım var.”

Xie Lian. “Düşmanın gözünü açıp tekrar yer değiştirmesine izin veremeyiz. Bu yüzden mi büyük
salonda tartışılmadı ve çoğu kişi bu bilgiden mahrum bırakıldı?”

Jun Wu cevapladı. “Evet.”

“Öyleyse, Xian Le emrinizi bekliyor, Lordum.”

“Aklıma gelen ilk kişi sendin.” Jun Wu devam etti. “Ancak gitmen çok uygun olmayabilir.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Neden uygun olmasın?”

“İlk olarak doğu Lang Qian Qiu’nun bölgesi. Eğer sen gidersen, onunla iş birliği yapmak zorunda
olursun.”

Xie Lian içinde, Mesele bu muydu, diye geçirdi. “Hiç problem değil, lütfen endişelenmeyin.”

“İkincisi, Hayalet Şehir kimin himayesinde bulunuyor biliyor musun?”

Xie Lian şaşırmıştı ve emin değildi. “Hua Cheng’in mi?”

Jun Wu hafifçe başını salladı. Xie Lian aniden telaşlandığını hissetti ve alnını ovdu, ancak bu sırada
aklına başka bir şey geldi.

O alev sütunu yedi gün önce görülmüştü. Tesadüfen Hua Cheng de Puji Manastırından yedi gün önce
ayrılmıştı. Zamanlama kusursuzdu. Bu iki olay arasında bir ilişki mi vardı?
“Görünüşe göre onunla olan ilişkin hiçte kötü sayılmaz.” Jun Wu hafifçe duraksadı. “Eğer kazara
karşılaşsanız bile işler çokta kötüye gitmeyebilir. Ancak eğer onun bu olayla bir bağlantısı varsa ve
kendini uygunsuz bir durumda bulursan kendini zorlama. Eğer bir önerin varsa da duymak isterim.”

Bir anlık sessizliğin ardından Xie Lian konuştu. “Gideceğim.”

Jun Wu ona baktı. “Xian Le, oldukça kabiliyetli ve işinin ehli olduğunu biliyorum. Ancak aynı zamanda
herkesin iyiliğini düşündüğünü de.”

Sözlerini duyunca Xie Lian hafifçe gülümsedi. “Lütfen evinden hiç ayrılmamış bir prenses olduğumu
düşünmeyin. Bu sözleriniz artık bana uygun değil.”

Jun Wu yine de başını iki yana salladı. “Kimlerle arkadaşlık edeceğine karışamam ancak yine de
söyleyeceğim: Hua Cheng’e dikkat et.”

Xie Lian başını selamlayarak eğdi ve yorum yapmadı. Aslında artık alışkanlık haline getirdiği gibi
‘Elbette, Lordum.’ Diye cevaplaması gerekirdi. Ama nedense bu sözlere hiç ‘Elbette’ diye cevap
vermek istemiyordu.

“Özellikle de eğri kılıç E-Ming’e. Üzerine bir çizik dahi atmasına izin vermemelisin.” Diye sözlerini
tamamladı Jun Wu.

Xie Lian meraklanmıştı. “Kılıcın nesi var ki?”

“Eğri kılıç E-Ming’in açtığı tüm yaralar lanetlidir. Yara iyileşse bile eğer Hua Cheng isterse bir kez daha
kanar.”

Xie Lian bu ani özgüvenin nereden geldiğini bilmiyordu ama Hua Cheng’in ona en ufak bir zarar
vereceğini dahi düşünemiyordu. Yine de cevap verdi. “Xian Le anlıyor.”

Jun Wu. “Bu meseleyle sen ilgileneceğin için doğal olarak rahatladım. Bir de sen gönüllü olunca çok
daha iyi hissettim. Ama yine de böyle bir göreve tek başına gitmen olmaz. Bu göreve atamak istediğin
herhangi bir cennet mensubu var mı?”

“Sahiden kimin geleceği benim için fark etmez.” Xie Lian bir an düşündükten sonra devam etti. “Ama
geçinilmesi kolay birisi olmasını tercih ederim ve elbette güçlü birisi olursa bana arada ruhani
güçlerinden ödünç vermesi de çok iyi olur.”

Jun Wu gülümsedi. “İlk tercihinle Nan Yang ve Xuan Zhen’i tek hamlede listeden çıkarttın.”

Feng Xin ve Mu Qing’in şu anki kişiliklerine hiç kimse ‘geçinilmesi kolay’ demezdi, Xie Lian da
gülümsedi.

“Üçünüzün arası nasıl? Onlarla konuşma fırsatın oldu mu?” Semavi İmparatorun kendisi asla ruhani
iletişim rününe katılmazdı bu yüzden de doğal olarak cennet mensuplarının arasında geçen bunaltıcı
dedikodulardan haberdar değildi.

Xie Lian cevap verdi. “Birkaç kelime ettik.”

Jun Wu sorgulamaya devam etti. “Onca yıl geçti, sadece birkaç kelime mi konuştunuz? Ah, sahi. Bu
yükselişinde pek çok kişinin sarayını yıktığını ve zarar verdiğini duymuştum, birisi de Nan Yang’dı.”

Xie Lian boğazını temizledi ve bu fırsatı kullanarak açıklama yapmaya çalıştı. “Borcumu ödedim! Sekiz
milyon sekiz yüz sekiz bin meritin tamamını! Ve bunun içinde Lorduma, bana Yu Jun Dağı fırsatını
tanıdığı için teşekkür etmem gerek.”
“Nan Yang’a teşekkür et.” Diye cevapladı Jun Wu. “Özel olarak Ling Wen’e ulaştığını ve sarayının
yeniden inşa edilmesi için gereken miktarı senin borcundan sildiğini Ling Wen’den duydum.”

Xie Lian kalakalmıştı. “Bu… Ben… bilmiyordum.”

Sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meriti böyle kolayca ödeyebilmesine şaşmamalıydı; çok büyük bir
kısmından azat edilmişti. Bir yandan da Nan Yang’ın sarayı en çok zarar gören yerdi, altın çatısının
neredeyse yarısı çökmüştü.

“Nan Yang, Ling Wen’den sana söylememesini istemişti zaten, bilmiyor olman normal. Bu yüzden de
en iyisi hala bilmiyormuş gibi davranman olur.”

Xie Lian bu konuda ne hissettiğini bilmiyordu. Karmakarışık ve acı-tatlı, zihni bulanmış ve her yere
dağılmıştı. En sonunda sessizce iç çekti, Bu dünyada ‘kimseye söyleme’ kadar boş bir söz sahiden yok.

Jun Wu da bir süre düşüncelere dalmış gibiydi. “Eğer Nan Yang’le Xuan Zhen’i istemiyorsan, Rüzgar
Ustasına ne dersin?”

Xie Lian önerisini değerlendirdi. “Elbette olur, ama benimle göreve gelmek isteyeceğini pek
sanmıyorum?”

“Rüzgar Ustası güçlüdür, aynı zamanda arkadaş canlısı ve neşelidir, ve böylece her iki şartına da
uygun olmuş oluyor. BanYue meselesinden sonra Rüzgar Ustası senin hakkında iyi bir izlenim de
edindi. Bence iyi bir ikili olursunuz. Eğer başka sorun yoksa, Rüzgar Ustasıyla birlikte gidin ve Hayalet
Şehri incelemeye başlayın. Bir de,”

“Efendim?”

Jun Wu yavaş yavaş konuştu. “İşini ciddiye al ama kendini zorlama.”

Sözleri Xie Lian’ı şaşırtmıştı, gülümsedi. “Lordum, ne demek istiyorsunuz? Kendimi hiçte
zorlamıyorum.”

Jun Wu Xie Lian’ın omzuna vurdu ve başka bir şey söylemedi.

İkili bir süre daha detaylar konusunda tartıştıktan sonra, Jun Wu Xie Lian’ın çekilesine izin verdi ve
Rüzgar Ustasını çağırdı. Xie Lian İmparatorluk Salonundan çıkarken bir süre için kapıda durdu ve
etrafına baktı, ardından en sonunda Savaş İlahı Caddesini takip ederek cennetten ayrıldı.

En sonunda ölümlü diyarının merdivenlerine ulaştığında, Rüzgar Ustasının gelmesini beklerken bir
süre oyalanması gerekmişti. Ancak en sonunda yanına birisi geldiğinde, beyazlı bir kadın değil, beyazlı
bir erkek olduğunu gördü.

Adam ruhani halesinin yoğunluğundan dolayı parlıyordu – İmparatorun Salonundayken onu


görmüştü, ismi Qing Xuan’dı. Adam fırçasını salladı ve gülümsedi. “Merhabalar Ekselansları!”

Xie Lian da ona gülümsedi. “Merhabalar.”

Aslında sahiden ona unvanının ne olduğunu sormayı çok istiyordu ancak ayıp olurdu. Tam cennet
mensuplarıyla ilgili parşömeninden Qing Xuan’ın kim olduğunu kontrol edecekti ki malum kişi neşeyle
yanına geldi. “Hadi gidelim! Gidip yeraltı dünyasını soruşturalım.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Birisini bekliyordum aslında.”

Bunu duyunca adam fırçasını dış cübbesinin sırtına yerleştirdi ve etrafını merakla izledi. “Kimi
bekliyorsun?”
“Rüzgar Ustasını.”

Beyaz giysili adam epeyi kafası karışmış görünüyordu. “Ama buradayım?”

“…”

Xie Lian’ın kaşları hayretten neredeyse saçlarına kadar kalkmıştı. “Sen Rüzgar Ustası mısın?”

Adam ise sadece yelpazesini açıp sallamaya başladı. “Ben Rüzgar Ustasıyım elbette? Kim olduğumu
bilmiyor muydun?? Adımı da mı daha önce hiç duymadın: Rüzgar Ustası Qing Xuan???”

Ses tonu inkar edilemez ve kesindi, sanki Xie Lian’ın onun adını daha önce duymaması imkansızmış
gibi konuşmuştu. Yelpazenin ön tarafında italik karakterlerle ‘Feng’, rüzgar yazıyordu ve arka
kısmında eğik üç çizgi vardı – beyaz giysili kadının elindeki yelpazenin aynısıydı bu!

Xie Lian aniden hatırladı; Fu Yao üst cennetteki mensupların özel şartlar altında dış görünüşlerini
değiştirebildiklerinden bahsetmişti. BanYue’deyken ise bir cümlesi yarım kalmıştı: ‘Rüzgar Ustası her
zaman…’

Her zaman ne? Neydi?

Kadın mı değildi?!

Xie Lian hala bu bilgi tam olarak kavrayamamıştı. “Ee… Rüzgar Ustası, sen, sen, sen neden geçen sefer
kadın kılığına girmiştin?”

Rüzgar Ustası sordu. “Ne? Güzel değil miydim?”

“Güzeldin? Ama…” Xie Lian hala şaşkındı.

“Madem güzeldim o zaman ama’sı ne? İyi göründüğüm sürece ne önemi var!” Rüzgar Ustası genişçe
gülümsedi. “Güzel görünmek için zaten kılık değiştirmiştim ya!”

Konuşmasını bitirdikten sonra aniden aklına bir fikir gelmiş gibi göründü ve yelpazesini kapattı. Xie
Lian’a tartar bir bakış attıktan sonra tekrar başladı. “Konusu açılmışken, Hayalet Şehirdeki görevimiz
gizli olmalı değil mi?”

“…”

Xie Lian: “???”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 35: Hayalet Şehre Giriş! İblis Kralla Bir Buluşma
Utancından yerin dibine giren Xie Lian ancak saatler sonra gizlice parşömenini açmış ve en sonunda
Rüzgar Ustası hakkında bilgi edinmişti.

Cennetin Beş Element Ustası yükseldikten sonra unvanlarını soyadları olarak kullanmaya başlamıştı.
Örneğin Toprak Ustasının ölümlü adı Ming Yi’ydi, yükseldikten sonra ise ‘Toprak Ustası Yi’ olarak
anılmıştı. Rüzgar Ustasının ise eski adı Shi Qing Xuan’dı ve yükseldikten sonra ‘Rüzgar Ustası Qing
Xuan’ olmuştu. Unvanına yakışır şekilde, rüzgar gibi bir karakteri vardı; ruhani iletişim rününde
rahatlıkla on bin merit dağıtışından da anlaşılabileceği gibi girişken ve eli açık, küçük detayları
önemsemeyen ve tüm cennette oldukça popüler birisiydi. Ancak elbette abisinin ölümlü zenginlikleri
kontrol eden kişi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Rüzgar Ustasının cömert ve küçük detayları
umursamamasına şaşmamalıydı.

Rüzgar Ustası Qing Xuan’ın bahsi geçen abisi ‘Su Tiranı’, Su Ustası Wu Du idi.

Birlikte yeraltı dünyasına inerken iki tanrı yan yana yürüdüler, bir yandan da sohbet ediyorlardı. Xie
Lian kollarını kavuşturdu ve hayretler içerisinde yorum yaptı. “Pei ailesinden aynı isimde iki generalin
yükselmesi bile efsanevi bir olay, ama sen ve ağabeyin, biriniz rüzgar biriniz su, aynı anda
yükselmeniz, sahiden mucizevi.”

Milyonlarca kişi içerisinden sadece birkaçı yükselebiliyordu. Pei Ming ve Pei Su arasında birkaç
yüzyıllık bir fark vardı ve Pei Su doğrudan onun soyundan bile değildi; Pei Ming’in geçen nesiller
boyunca kim bilir kaç kez yiten kardeşlerinin soyundan geliyordu. Su Ustası Wu Du ve Rüzgar Ustası
Qing Xuan ise aynı kanı taşıyan kardeşlerdi, aynı evden yükselmişlerdi. Bu yüzden de inanılmaz bir
hikayeydi.

Shi Qing Xuan gülüp geçti. “Çok önemli değil. Abim ve ben aynı anneden doğduk ve beraber büyüdük,
aynı yerlere gittik, her zaman beraber çalıştık, bu yüzden birlikte yükselmemiz oldukça doğal.”

Xie Lian’ın parşömeninde bunlar da yazıyordu. Önce Shi Wu Du yükselmişti ancak sadece birkaç yıl
sonra Shi Qing Xuan da Cennet Musibetlerini geçebilmişti. Ölümlüler sık sık bu iki tanrıya aynı
tapınakta dua eder ve onları eşit görürlerdi. İki kardeşte belli ki bu durumdan hoşnutlardı. San Lang
ve Nan Feng de Pei Ming’in Rüzgar Ustasına dokunmayacağını söylerken Su Ustasını kastetmişlerdi.
Sonuçta abisi Su Tiranıyken ona kimse kolay kolay bulaşamazdı.

Xie Lian’ın bunları düşünürken aklına bir başka detay geldi ve konuşmadan önce bir süre tereddüt
etti. “Rüzgar Ustası, İmparatorluk Salonundayken General Pei’nin sanki abinden yakın arkadaşıymış
gibi bahsettiğini hatırlıyorum. Küçük General Pei hakkındaki şikayetin etkilemez mi…”

“Yok.” Shi Qing Xuan sözünü yarıda kesmişti. “Abim Pei Ming’e katlanamadığımı biliyor.”

“Bilmek başka, olayın kendisi başka. Su Ustasıyla General Pei’nin arasının açılmasına neden olmasın
bu olay?”

“Keşke açılsa! Keşke abim onunla vakit geçirmekten vazgeçse ve ‘Üç Yumru’ da artık tarihe karışsa.”

Xie Lian duraksadı. “‘Üç Yumru’ ne?”

Shi Qing Xuan şok olmuştu. “Ne! Bunu da mı bilmiyorsun? Tamam, her neyse. Hiçbir konuda güncel
bilgiye sahip olmadığını artık biliyorum. Öylesine bir muhabbet zaten sadece. ‘Üç Yumru’ iyi bir
şöhretleri olmasa da kendi aralarında çok iyi anlaşan üç cennet mensubuna takılmış bir lakap; Ming
Guan, Ling Wen ve abim.”
Xie Lian bu üç ismin Xie Lian, Xie Lian ve Xie Lian olmadığına inanamıyordu.

Shi Qing Xuan Rüzgar Ustası yelpazesini sallayarak devam etti. “Zaten tüm bu mesele Minik Pei’nin
başının altından çıktı. Pei Ming’in onu korumak için BanYue’nin Baş Rahibesine suçu atmasına izin
vermeme imkan yok. İster ölümlü ister tanrı ister iblis ol, yaptığın davranışların sonuçlarıyla
yüzleşmek zorundasın. Suçu küçük bir kıza atmak alçakça.”

Son sözleri aşağılama doluydu, Xie Lian gülümsedi. “Rüzgar Ustası adaletin bir savunucusu.”

Shi Qing Xuan kahkaha attı. “Sen de hiç fena değilsin! BanYue Geçidi hakkında birkaç şey duymuştum
ancak hiç inceleme fırsatım olmamıştı, ayrıca abim de asla izin vermezdi. Onca işimin arasında da
aklımdan çıkıp gitmişti. O gün ruhani iletişim rününde olayı sorduğunu duyduğumda mesele tekrar
aklıma geldi ben de artık gidip kontrol edeyim dedim. Ancak bir baktım ki sadece sormakla kalmamış,
bizzat olaya müdahale etmek için kolları sıvamışsın! Ben de içimden, vay be adama bak dedim!”

Rüzgar Ustasının sahiden içi dışı birdi ve ilginç bir karakteri vardı. Xie Lian onun neden bu kadar çok
sevildiğini anlayabiliyordu. Yükseldikten sonra herhangi bir cennet mensubuyla böyle dostane bir
şekilde sohbet edebileceği hiç aklına gelmemişti bu yüzden neşeyle gülümsemekten kendini alamadı.
Ama tam yüzünü ona çevirmişti ki, yanındaki beyaz cübbeli adam, beyaz cübbeli bir kadına
dönüşmüştü. Değişim o kadar aniydi ki Xie Lian neredeyse takılıp düşecekti. “Rüzgar Ustası neden kılık
değiştirdin?”

“Ah. Gerçeği söylemek gerekirse, bu halim daha güçlü.”

Rüzgar ve Su Ustasına çoğu zaman aynı tapınakta ibadet edilirdi. Ancak insanlara muhtemelen aynı
tapınakta iki erkek tanrıya tapınmak garip geldiği için, bu olayın tuhaf bir sonucu da olmuştu. Lordlar
ve leydiler el ele tutuşur, yakışıklı erkeklerle güzel kadınlar çift olurdu, onların da böyle olması
mantıklıydı. Bu nedenle de bir süre sonra insanlar Rüzgar Ustasını bir tanrıça olarak resmetmeye
başlamışlardı.

Tanrıça resimleri ve heykelleri bir yana, üzerine bir de Rüzgar Tanrısının, Su Tanrısının kız kardeşi
olduğu, ve hatta bazen de karı koca olduklarını anlatan hikayeler uydurmuşlardı. Aradan birkaç yüz yıl
geçince hikayeler kulaktan kulağa yayılmış ve daha bile tuhaf efsaneler şekillenmişti. Arada sırada
meraktan kendileri hakkındaki hikayeleri okuyan iki cennet mensubu ise her seferinde iki büklüm
oluyor ve dehşete düşüyorlardı. Yine de çoğunluk bu hikayelere inandığı için Rüzgar Ustasının cinsiyet
kavramı karışmaya başlamıştı: “Hanımım, yalvarırım bana yardım edin” duaları her yerden
yükseliyordu. Bu yüzden de Shi Qing Xuan’ın bir unvanı daha vardı, ‘Rüzgarın Hanımı’.

Aptalca olsa da o kadar da nadir görülen bir olay değildi. Ling Wen de benzer bir durumdaydı. Ling
Wen bir kadındı, ancak diğer kadın ilahlar gibi renkli ve modaya uygun elbiseler giymezdi. Çoğu
zaman siyahlara bürünür, günlerini sarayında ciddi ve güçlü havasıyla kat kat resmi parşömeni
kafasını kaldırmadan inceleyerek geçirirdi. Benzer hikayeleri olmasında her ne kadar kişiliği de büyük
bir etken olsa da, asıl nedeni başkaydı. Eğer bir ölümlüye Ling Wen’in kadın mı erkek mi olduğu
sorulsa, bir an bile düşünmeden cevap verirdi: Erkek.

Bir literatür tanrısı elbette erkek olacaktı. Bu yüzden de Ling Wen yükseldikten sonra çok büyük
güçlükler çekmişti. Bir literatür tanrıçasıydı, ama ölümlü diyardaki neredeyse herkesin aklından, bir
kadın nasıl bu konuma gelebilir, diye geçiyordu. Kadınlar nasıl işle ilgili meseleler konusunda üstün
olabilirdi ki? Hiçbir etkileri olamazdı! Bu yüzden de her ne kadar deliler gibi çalışsa da tapınanları çok
az sayıdaydı. Sonrasında ise bazı tapınanları buna daha fazla katlanamamış ve onun tüm heykellerini
yıkarak yerine erkek heykelleri dikmişler ve Tanrıça Ling Wen’i Tanrı Ling Wen’e dönüştürmüşlerdi,
olayı makul kılacak abartılı hikayeler uydurmaktan da geri kalmamışlardı elbette. Bu değişimin
ardından tapınakları dolup taşmış ve herkes Tanrı Ling Wen’i dualarının karşılığını böylesine etkili bir
şekilde verdiği için övmeye başlamıştı. Ancak elbette ki aslında bir cennet mensubu bir cennet
mensubuydu, diğer literatür tanrılarıyla aynı güçlere sahipti ve tüm efsaneler uydurmaydı. Yine de
insanların tercihi değişmemişti. O günden beri de Ling Wen’in ne zaman bir ölümlünün rüyalarında
görünmesi gerekse, erkek kılığına girerdi.

Benzer mantıkla insanlar Rüzgar ve Su Tapınaklarında bir kadın ve erkeğe tapınmanın daha uygun
olduğuna karar vermişlerdi. İster tanrı ol ister iblis, insanların inandığı neyse o olmak zorundaydın
sonuçta. Efsanelerde gerçekte oldukları kişilerden gece ve gündüz kadar farklı oldukları halde insanlar
nasıl isterlerse öyle görmeye devam edeceklerdi. Üst Cennetteki tanrılar artık böyle şeylere hiç kafa
yormuyordu.

Shi Qing Xuan’ın kendisi ise, Xie Lian’ın gözlemlerine göre, hiç umursamıyor, hatta meseleye
tamamen alışmış ve keyif bile alıyordu. Tabi başkalarını da sık sık yanında sürüklemeyi seviyor gibi bir
hali vardı, bu yüzden Xie Lian da kendisini geçen sefer Rüzgar Ustasının yanındaki siyah cübbeli
kadının gerçekte kim olduğunu merak ederken buldu. Yeraltı dünyasına varmaları dört saat sürmüştü
ve Shi Qing Xuan yol boyunca bitmek tükenmek bilmeden Xie Lian’ı kadın kılığına girmesi için ikna
etmeye çalışmış, “Kadınların yin halesi çok daha güçlüdür, bu sayede Hayalet Şehirde daha kolay
araya karışırız.” Gibi güçlü argümanlar öne sürmekten de geri kalmamıştı.
*ÇN: Yin-Yang. Yin: Karanlığı ve Dişiliği temsil eder. Yang ise Aydınlık ve Erkeği.

Xie Lian bir süre kafa yorduktan sonra onu tekrar reddetti. “Kılık değiştirecek kadar ruh gücüm yok.”

Shi Qing Xuan heyecanlanmıştı. “Ben sana ödünç veririm! Zaten Semavi İmparator da beni sırf bu
yüzden yanına vermedi mi?”

“Lordum, ruh gücünü gerçek düşmanlara karşı savaşacağımız zamana saklaman daha iyi olur…”

Shi Qing Xuan, Xie Lian’ı en sonunda ikna edemeyeceğini anlayarak ısrar etmeyi bırakmıştı. Bu sırada
ikisi hiçliğin ortasındaki el değmemiş bir alana gelmişlerdi. Gece yoğunlaşmıştı ve karanlıkta delice
ağlayan bir kalabalığın sesi yükselerek ürkütücü bir atmosfer oluşturuyordu. Xie Lian etrafına baktı.
“Burada olmalı. Etraftaki kötü haleleri hissedebiliyorum ve yakınlarda büyük bir mezarlık var, eminim
çarşıya giden birkaç kişiye denk geliriz. Onları görünce de takip ederiz.”

Böylece ikisi mezar alanına oturdu ve beklemeye başladılar.

Bir an sonra Shi Qing Xuan elini kol yenine atarak karıştırmaya başladı ve küçük bir içki şişesi çıkarttı.
“İster misin?”

Xie Lian şişeyi kabul etti ve küçük bir yudum aldı, boğazının yandığını hissederek tekrar uzattı.
“Teşekkürler.”

Shi Qing Xuan da büyük birkaç yudum aldı. “İçki içebiliyor musun?”

“Evet. Ancak içki içmek dinginliği yok eder, bu yüzden sadece tadına bakmakla yetiniyorum. Saat kaç
oldu?”

Shi Qing Xuan kendi kendine mırıldandıktan sonra cevap verdi. “Gece yarısı.”

Xie Lian. “Vakti gelmiş öyleyse.”

O daha cümlesini bitirdiği gibi ilerideki ormandan silik bir sıra ışık belirdi.
Silik ışıklar gittikçe yaklaştı ve en sonunda bembeyaz giyinmiş ifadesiz kadınlardan oluşan bir kafile
görüş alanlarına girdi. Bazıları yaşlı, bazıları genç, bazıları güzel, bazıları çirkin, hepsi de gömülme
kıyafetlerine bürünmüş ve ellerindeki beyaz fenerlerle yavaş yavaş yürüyorlardı.

Gece yarısı çarşı alanına giden kadın hayaletler olmalıydılar.

Xie Lian fısıltıyla konuştu. “Takip edelim.”

Shi Qing Xuan başını salladı, şişesindeki son yudumu da içtikten sonra bir kenara fırlattı. Ardından
ayağa kalktılar ve hayalet grubunu takip etmeye başladılar.

İkisi de öncesinde hazırlık yaparak ruhani halelerini saklamışlardı, yürürken bir parça canlılık belirtisi
göstermeyen insan şeklinde iki kabuktan farkları yoktu. Önlerindeki kadın hayaletler ellerinde
fenerleriyle bilinmeyen bir patikada ormanın derinliklerine doğru ilerlerken tiz, narin sesleriyle sohbet
ediyorlardı.

“Hayalet çarşı tekrar açıldığı için çok mutluyum! Yeni bir yüz istiyordum!”

“Yüzüne ne oldu ki? Daha yeni almamış mıydın?”

İlk konuşan cevap verdi. “Yine çürüdü! Oof, alırken en az bir yıl taze kalma garantili demişlerdi! Daha
sadece altı aydır kullanıyorum.”

Xie Lian ve Shi Qing Xuan peşlerine takılmış, sohbetlerini dinliyor ve tek kelime etmiyorlardı. Komik
bir şey duyduklarında ise sadece birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı. Bu şekilde geçen yaklaşık bir
saatin ardından bir vadiye varmışlardı.

Kızıl bir ışık tüm vadiyi sarmış ve uhrevi gecedeki esinti kulaklarına müzik gibi geliyordu. Xie Lian
kendini Hayalet Şehrin nasıl göründüğünü gittikçe daha da merak eder bir halde buldu. Vadiye adım
atarken ise, en arkadaki kadın kafasını çevirdi ve onları gördü. Kafası karışmıştı. “Siz kimsiniz?”

Sorusu tüm solgun suratların onlara dönmesine neden oldu ve kadınlar merakla etraflarını sardılar.
“Ne zamandır bizi takip ediyorsunuz? Mezarlıktan ayrılırken bunlar bizimle miydi?”

“Hangi mezarlıktansınız? Sizi daha önce hiç görmedik.”

Xie Lian boğazını temizledi. “Biz… oldukça uzak bir mezarlıktan geliyor, bizi görmemiş olmanız
normal.”

Shi Qing Xuan gülümsedi. “Evet! Binlerce kilometrelik yolu Hayalet Çarşı için aştık geldik!”

Beyaz giysili kadınlar sessiz ve ifadesiz bir şekilde onları incelediler. Eğer karşılarında başkaları olsa
muhtemelen çoktan korkudan yere kapanmış olurlardı. Ama Xie Lian kimliklerinin ifşa olmasından hiç
korkmuyordu; bu zayıf hayaletler oldukça güçsüzdü. Ancak Hayalet Şehir hemen gözlerinin önünde,
bu kadar yakınken herhangi bir sorun çıkartarak düşmanlarını alarma geçirmesi hiç akıllıca olmazdı.

O bunları düşünürken Shi Qing Xuan’a bakmakta olan bir kadının dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı.
“Mei mei, yüzün çok iyi korunmuş.”
*ÇN: Küçük kız kardeş anlamında samimi bir hitap şekli.

Xie Lian ve Shi Qing Xuan dondu.

Anında her ikisi de başlarını birkaç kez salladı ve Xie Lian cevap verdi. “Evet, fena değil.” Hemen
ardından Shi Qing Xuan da onun ses tonunu taklit etti. “Çok iyi değil mi?”

Tüm kadın hayaletler bir anda yaklaşarak tartışmaya başladılar. “Evet, biraz bile çürümemiş.”
“Mei mei, yüzünü nerede yaptırıyorsun?”

“Bildiğin numaralar var mı?”

“Önerebileceğin iyi bir satıcı?”

Shi Qing Xuan nasıl cevap verebileceğini bilmiyordu bu yüzden de tuhaf bir şekilde gülerek zaman
kazanmaya çalıştı. Şansına tam bu sırada önlerinde kırmızı bir ışık parladı.

Gözlerinin önünde gizemli ve lanetli bir dünyanın kapıları açıldı.

Uzun bir sokak belirmişti. O kadar uzundu ki sonu görünmüyordu. Sokağın her iki yanı hareketli
dükkanlar ve tezgahlarla doluydu; rengarenk tabelalar ve devasa, kırmızı fenerler her yeri kaplamıştı.
Sokaktan geçenlerin pek çoğunun yüzü ağlayan, gülen, sinirli; kimisi insan kimisi insan olmayan
maskelerle örtülmüştü. Yüzünde maskesi olmayanları tanımlayacak tek bir kelime varsa o da
‘acayip’ti. Bazılarının kocaman kafaları ve küçük bedenleri vardı, bazıları ise bir bambu çubuğu kadar
zayıftı ama en kötüleri ezilmiş bir kek kadar düzdü ve birisi üzerlerine bastığında durmadan şikayet
ediyorlardı.

Xie Lian tuhaf bir şeye basmamak için tüm dikkatini kullandı. Bir yemek tezgahının yanından
geçerken, tezgah sahibinin koca bir kazan çorbayı karıştırmak için koca bir kemik kullandığını gördü ve
karıştırırken dişlerinin arasından salyası damlıyor, tuhaf renklerle ve üzerinde yüzmekte olan göz
küreleriyle dolu çorbaya ekleniyordu. Xie Lian bir süre izledi ve aniden kendi aşçılık yetenekleri
gözünde yükselmişti.

Diğer tarafta garip sokak sanatçıları gösteri yapıyordu: iri yarı bir adam elinde küçük, civciv kadar zayıf
bir hayaleti tutmuş ve açık ağzından devasa boyutta alevler üfleyerek küçük hayaleti kızartıyordu.
Küçük hayalet ise ölmekte olan bir domuz kadar ciyaklayıp ağlıyordu. Kalabalık gösterinin
tekrarlanması için çılgınca alkışlıyor ve tezahürat ediyordu. Etrafta para yağdıran çılgınlar bile vardı ve
bir tanesi Xie Lian’a doğru uçtu. Xie Lian parayı yakalayıp çevirdiğinde tahmin ettiği gibi ölülerin
parasından olduğunu gördü.

Yürürken bir sıra hüzünlü insan kafası asmış olan bir kasabın tezgahına denk geldi, tüm insan kafaları
yaşa göre sıralanmış ve her birinin fiyatı farklıydı; çocuk kafası şu kadar, genç eti bu kadar, erişkin
derisi şöyle, kadın kası şöyle diye devam ediyordu. Üzerinde bir önlük ve elinde kasap bıçağıyla
dikilmekte olan kişi ise siyah, kalın kılları olan bir yaban domuzuydu ve bıçağının altında kestiği şey
hala seğirmekte olan kaslı insan bacaklarıydı.

Sahiden bir canavar sürüsüydüler, bir cehennem karmaşası.

İnsanların domuzları kesmesi sıradan bir şeydi, ancak domuzları kesen insanlar değildi, bu yüzden Xie
Lian kendini birkaç kez daha bakmaktan alamadı. Domuz da onun baktığını fark etti ve hemen tepki
verdi. “Neye bakıyon? Alcan mı?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Hayır.”

Domuz vahşi bir şekilde kesme tahtasına vurmaya devam etti, her yere kan sıçrıyordu. Bağırırken sesi
sertti. “Eğer almaycaksan izleme! Bi boklar mı çeviriyon? Defol git burdan!”

Xie Lian da defoldu. Tam adımlarını hızlandırmıştı ki aniden bir tuhaflık olduğunu fark etti.

Kadın hayaletler ve Shi Qing Xuan kaybolmuştu.

Xie Lian dehşet içinde hemen ruhani iletişim ağından Rüzgar Ustasına ulaşmak istedi, yüz yaptırmak
için kadınların onu bir yere sürüklediğinden korkuyordu. Ancak burası Hayalet Şehirdi ve cennetin
kullandığı büyüler yasaktı. Rüne girmeyi başaramayınca tek yapabileceği şey kayıp Rüzgar Ustasını
aramak için sokaklarda dolaşmaktı. Yürürken birisi aniden kolunu tuttu. Zaten gergin ve tetikte olan
Xie Lian anında döndü. “Kimsin?”

Kolunu tutan kişi bir kadındı ve Xie Lian’ın tepkisini görünce çok şaşırmıştı. Ancak yüzünü açık bir
şekilde görebildikten sonra kadın kıkırdamaya başladı ve hiçbir şey olmamış gibi davrandı. “Selam
minik Gege. Çok yakışıklısın.”

Kadının üzerinde aşırı derecede açık bir elbise, yüzünde ise ağzını açtığı anda bir kısmı yere dökülen
eşitsiz sürülmüş fondöteni ile korkutucu derecede ağır bir makyaj vardı. Memeleri o kadar şişikti ki
derisinin altına bir şeyler sıkıştırmış gibi görünüyordu. Sahiden şok edici bir görüntüydü. Xie Lian
nazikçe kadının pençemsi ince parmaklarını ileri itti. “Hanımım, bu şekilde konuşmanıza gerek yok.”

Kadın bir an kalakaldıktan sonra kahkahalara boğuldu. “Lordum aşkına! ‘Hanımım’?? Bu devirde bana
hala kim hanımım der? Hahahahahhahaha!”

Yoldan geçen herkeste sanki komik bir şey varmış gibi kadının kahkahalarına eşlik etmişti. Xie Lian
başını iki yana salladı, ancak daha o konuşmaya fırsat bulamadan kadın üzerine atladı. “Gitme! Minik
Gege seni sevdim. Gel, bu gece birlikte eğlenelim, ödeme yapmana da gerek yok.”

Kadın surat astı ve göz kırptı. “Ama başka bir ödeme isterim elbet. Hehehehe…”

Xie Lian derin bir nefes aldı ve içinden dua ederek kadını nazik ama kararlı bir şekilde ittirdi. Tüm iyi
niyetiyle konuştu. “Hanımım, lütfen.”

Kadın artık sinirlenmişe benziyordu. “Bana ‘hanım’ demeyi bırak, kimsenin umurunda değil!
Zamanımı harcıyorsun, gelcen mi gelmiycen mi?”

Xie Lian’ı ikna etmek için kadın zaten oldukça açık olan kıyafetini biraz daha gevşetti. Xie Lian
böylesine cüretkar bir hamleyi hiç beklememişti ve dönüp uzaklaşmadan önce tekrar iç geçirdi. Kadın
hayalet peşini bırakmadı ve tahrik etmeye devam etti. “Gördüğün şey hoşuna gitti mi?”

Xie Lian’ın Kutsal Kraliyet Köşkünde büyüdüğünü, ölümlü hayatının büyük bir kısmını cinsel riyazetle
geçirdiğini ve hem bedeninin hem zihninin dağlar kadar şaşmaz olduğunu kadın elbette fark
edememişti. Xie Lian’ın ne gördüğü fark etmezdi, kalbi sular kadar dingindi; uygunsuz bir şey
gördüğünde zihnindeki çakralar anında açılarak ruhunu sakinleştiriyordu. Aklını çelmeyi
başaramayınca kadının yüz ifadesi değişmiş ve bağırmaya başlamıştı. “Hiç mi istemiyon? Erkek misin
sen??”

Xie Lian bakışlarını ondan kaçırmaya devam ederek cevap verdi. “Erkeğim.”

“O zaman kanıtla!”

Yanlarından geçmekte olan birisi dalga geçti. “Seni azgın karı! Senin çirkin olduğunu biliyo ve kimse
seni istemiyo. Ne diye adama yapıştın?”

Bu sözleri duyunca Xie Lian dümdüz bir suratla tekrar konuştu. “O yüzden değil. Benim bir problemim
var. Kaldıramıyorum.”

Bir anda sessizlik çöktü.

Hemen ardından ise her yer kahkahalarla sarsıldı. “HAHAHAHHAHAHAHAHAHA…”

Daha önce hiç kimse böyle bir sorunu olduğunu itiraf edecek kadar cesur bir erkekle karşılaşmadığı
için alay konusu bu kez Xie Lian olmuştu. Ama Xie Lian gibi birisi için şahsi bölgesinin işlevsel olup
olmadığı hiçbir anlam ifade etmiyordu, bu yüzden de kendisini böyle durumlarda bulduğunda bu
bahaneyi kullanmayı alışkanlık haline getirmişti ve elbette her seferinde işe yarıyordu. Beklenildiği
gibi kadın hayalette göğsünü bir parça kapattı ve ona sarkıntılık etmeyi bıraktı. “Böyle olmana
şaşmamalı. Domuz. Madem böyle bi sorunun vardı önceden söyleseydin ya? Pfft!”

Çokta uzakta bulunmayan yaban domuzu kasap tekrar bıçağını attı ve bağırdı. “Sikik orospu! Ne dedin
sen? Domuzların nesi varmış ha?!?”

Kadın korkmamıştı ve karşılık verdi. “Nesi mi var??? Sikik hayvanlar işte!”

Kısa bir süre sonra tüm sokak gürleme ve ciyaklamalarla dolmuştu, herkes bağırıyordu. “Lan Chang
gene olay çıkardı!”

“Kasap Zhu hayaletleri doğruyoo!”

İki taraf karşılıklı olarak kavgacı ve kaotik tartışmalarına devam ettiler ve cehennemin arasından Xie
Lian sıyrılıp kaçtı. Bir süre yürüdükten sonra dönüp kalabalığa doğru bir bakış attı ve iç çekti.

Xie Lian yürümeye devam ederken sürekli kavgacı topluluklarla karşılaşıyordu ve kısa bir süre sonra
devasa kırmızı bir binanın önünde durdu.

Bina inanılmaz görkemli ve etkileyiciydi; sütunları, çatıları, duvarları her şey nefis bir kırmızı renkteydi
ve yerler kalın, muhteşem bir halıyla kaplanmıştı. Kıyaslamak gerekirse, bu bina cennetteki saraylarla
pekala yarışabilirdi. Aralarındaki tek fark ise bu binanın saygınlık hissinden ziyade büyüleyici bir havası
olmasıydı. Kalabalık gruplar içeri girip çıkıyordu, her yer oldukça canlı ve heyecanlı seslerle doluydu.
Xie Lian yakından bakınca binanın adının Kumarbazın İni olduğunu fark etti.

Xie Lian kapıya yaklaştığında girişteki iki sütunda bir dizi mısralar yazılı olduğunu fark etti. Soldakinde
‘Para yaşamdan üstün’, sağdakinde ise ‘Kazanç utançtan üstün’ yazıyordu. Yukarıdaki yatay sütunda
ise sadece ‘HAHAHAHA’ yazıyordu.
*ÇN: Giriş Mısraları: Bulunduğu binanın anlamına/konseptine uygun, veya sadece şans getirmesi için yazılan üç dizelik şiirler.

“…”

Dizeler çirkin ve kabaydı, giriş mısraları olmayaysa kesinlikle layık değillerdi. Kullanılan yazı da oldukça
vahşi, beceriksiz ve deliceydi; hat demeye bin şahit isterdi! Sanki kör kütük sarhoş birisinin eline bir
fırça geçmiş ve birine zarar verme niyetiyle duvarı oymaya başlamış, sonrasında da kötülükle dolu bir
enerji patlamasıyla süpürülerek son halini almış gibi görünüyordu. Xie Lian bir zamanlar tahtın
varisiydi ve yazı yazmayı diyardaki en iyi hat ustalarından öğrenmişti. Bu önünde gördüğü karakterler
ise ona göre bir felaketti. Hatta karakterler o kadar korkunçtu ki Xie Lian bir noktadan sonra komik
bulmaya başlamıştı. Rüzgar Ustasının kumar ininde olma ihtimali yoktu, kadın hayaletleri bulmak için
güzellik salonlarına bakması daha mantıklıydı.

Kumarbazın İninden uzaklaşacaktı, ama bir şey onu tekrar düşünemeye itti. Birkaç adım sonra geri
dönmüş ve kırmızı binaya giriyordu.

Kumarbazın İninin ana salonu ağzına kadar doluydu; hareket eden, gülen veya çaresiz bir şekilde
ağlayan sesler her yanı sarmıştı. Xie Lian birkaç basamak inmişti ki aniden bir çığlık duydu, sesin
geldiği yöne baktığında ise dört tane maskeli fedainin birisini taşıdığını gördü.

Adam acı çekiyor, kıvranıyor ve ağlamalarının arasında uluyor ve arkasında kandan bir iz bırakıyordu.
Görünüşe göre her iki bacağı da dizkapaklarından temiz bir şekilde kesilmişti ve kan oralardan
akıyordu. Hemen peşinden obur bir halde yerleri yalayarak takip eden küçük bir hayalet geliyordu bir
de.
Korkunç bir manzaraydı ancak Kumarbazın İnindeki hiç kimse dönüp bakmıyordu bile, neşeyle
bağırmaya, oyalanmaya devam ediyorlardı. Ancak zaten burada kumar oynayanların büyük bir kısmı
insan değildi ve olsalar bile sıradan insanlar değillerdi.

Xie Lian, ağlayan adamı taşıyan dört fedainin geçebilmesi için kenara çekildi ve ardından inin
derinliklerine daldı. Gülen maskeli minyon bir çalışan yanına geldi ve onu karşıladı. “Beyim, oynamaya
mı geldiniz?”

Xie Lian küçük bir gülümsemeyle baktı. “Yanımda hiç para yok. Sadece izlesem olur mu?”

Onun tecrübelerine göre böyle bir cümle kullanıldığında mekandan anında kovulurdunuz. Parası
olmayanların böyle yerlerde işi de olamazdı. Ancak ufak tefek kadın hala kıkırdıyordu. “Paraya gerek
yok. Burada oynayanlar bahislerini parayla yapmazlar.”

Xie Lian şaşırdı. “Sahi mi?”

Ufak tefek kadın eliyle ağzını kapattı. “Sahiden. Beyim, buyurun size eşlik edeyim.”

Ardından Xie Lian’a el salladı ve süzülerek ilerledi. Xie Lian tek kelime etmeden kadını takip etti ancak
dikkatle etrafını izliyordu.

Kumarbazın İninin hem içi hem dışı fazlasıyla müsrif ve şıktı, ancak hiçbir şey göze batmıyordu; bina
bir zevk abidesiydi. Minyon kadın Xie Lian’ı ana salonun epeyi derinlerine götürdü ve vardıkları yerde
sardunya gibi dizilmiş kişilerle ağzına kadar dolu uzun bir masa vardı. Xie Lian henüz yaklaşmıştı ki bir
adamın feryat ettiğini duydu. “Kolumu veririm!”

O kadar çok izleyen vardı ki Xie Lian araya giremedi, bu yüzden sadece uzaktan konuşmaları
duyabiliyordu. Aniden başka bir ses çınladı ve tembel bir şekilde karşılık verdi. “Gerek yok. Kolunu
geçtim. Boktan hayatının bile burada bir değeri yok.”

Sesi duyunca Xie Lian’ın kalbi yerinden çıkacaktı.

Sessiz dudaklarında bir isim şekillendi. “San Lang.”

Duyduğu ses kesinlikle genç adama aitti ama hatırladığından bir parça daha kalındı. Yine de tek etkisi
sesinin daha etkileyici gelmesiydi. Her ne kadar yaygaracı bağırışlarla sarılmış olsa da, yine de ses net
ve güçlü bir şekilde Kumarbazın İninin gürültüsünü aşarak kulaklarına ulaşmıştı.

Xie Lian başını kaldırdı. Uzun masanın en ucunda perdeyle örtülmüş bir alan vardı. Ve perdenin
arkasında yüksek bir sandalyede rahatça arkasına yaslanmış, silik, kırmızı bir siluet vardı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 36: Çiçeği Kırmızı Bulutlar Ardında Beğenmek, Şefkatle Dolu Bir Kalp
Hua Cheng’in kelimeleri fazlasıyla aşağılayıcı ve saygısızdı. Ama o ağzını açtığı anda bahsi geçen adam
herkesin kendisiyle dalga geçmesine izin vermiş ve karşılık vermeye cesaret edemiyordu. Xie Lian’ı
uzun masaya getiren görevli gülümsedi. “Genç Efendi, bugün şanslı gününüz.”

Xie Lian bakışlarını uzun masadan bir an ayırmadı. “Neden?”

“Efendimiz bugün oynamaya geldi. Sadece son birkaç gündür buraya uğrayacak kadar keyfi
yerindeydi, bu sizi şanslı yapmaz mı?”

Xie Lian kadının ses tonundan sanki onu sadece görebilmek bile en büyük onura eş değermiş gibi,
‘efendisi’ne çok büyük bir saygı duyduğunu ve hatta taptığını anlayabiliyordu. Xie Lian kendisini
gülümsemekten alamadı.

İnce ve uçuşan perdenin arkasındaki kırmızı suret büyüleyiciydi. Perdenin önündeki çekici kadınlar ise
cazibeleriyle şehvet dolu bir resim çiziyorlardı. Xie Lian ilk başta amacı sadece uzaktan izlemekti,
ancak Hua Cheng’in sesini duyduğu anda orada olduğunu belli etmeden kalabalığın arasından
sıyrılmaya başladı. En sonunda masaya ulaşmış ve kumar oynayan kişiyi görebilmişti.

Gerçek bir insandı. Xie Lian şaşırmamıştı, sonuçta Hayalet Şehirde sadece hayaletlerin olmadığı
bilinen bir gerçekti; güçlü sayılabilecek kişiler ve bazen de canına susamış sıradan ölümlüler de şehri
ziyaret ederdi. Kumarbazın yüzünde bir maske vardı ancak sanki kanıyormuş gibi şişmiş ve kırmızı
çizgilerle dolmuş gözleri açıktaydı; dudakları ise ölüm kadar solgundu. Aslında etrafındaki hayaletlere
kıyasla o daha ölü görünüyordu.

Her iki eli de sıkıca masadaki ahşap zar kutusuna kenetlenmişti ve bir an durduktan sonra viran bir
halde bağırmaya başladı. “Ama… diğer adam nasıl iki bacağını bahse koyabildi?”

Kırmızı perdenin önünde durmakta olan görevlilerden birisi gülümsedi. “Senden önceki ayaklarının
çabukluğu ve her koşulda kaçabilmesiyle ünlenmiş bir hayduttu. Bacakları onun için hayattaki en
değerli şeydi, bu yüzden de bahis olarak bir değeri vardı. Sen ne zanaatkar ne şifacısın, kolunun ne
değeri olabilir ki?”

Adam dişlerini sıktı… “O zaman… Kızımın hayatının on yılını bahse koyuyorum!”

Xie Lian donakalmıştı, Nasıl bir baba çocuğunun hayatı üzerine bahse girebilir?! Üstelik böyle bir şey
mümkün mü?

Perdenin arkasından, Hua Cheng sadece küçümseyerek güldü. “Pekala.”

Belki sadece Xie Lian’a öyle gelmişti ama kelimelerindeki soğukluğu hissedebiliyordu. Fakat sonradan
ekledi, San Lang hep çok şanslı olduğunu ve onun seçtiği tüm fal çubukları en iyi şansa sahip olanlar
çıktı. Eğer bu adamla bahse girerse, kesin olarak kazanacağını ve kızın hayatının on yılını alacağını
biliyor, değil mi?

O bu konuda kafa yorarken görevli tatlı bir sesle duyurdu. “Eşitlik kaybetmektir; fark ise kazanmak.
Zar kabı açıldıktan sonra geri dönüşü olmaz. Şimdi lütfen buyurun.”

Demek Hua Cheng’in kendisi bahis koymuyordu. Adam zar kabını her iki eli de sıkıca yapışmış bir
halde sallamaya başladı ve salona sessizlik çöktü. Zarların çıkardığı tıkırtı kulağa çok yüksek geliyordu.
Ardından adam durdu. Sessizlik sağır ediciydi.
Ancak uzunca bir süre geçtikten sonra adam yavaşça, çok yavaşça, zar kabını kaldırdı ve kenardaki
boşluktan görmeye çalıştı. Gözleri aniden ardında dek açılmıştı.

Kapı hemen çekti ve delicesine bir mutlulukla bağırmaya başladı. “FARK! FARK! FARK!! KAZANDIM!
KAZANDIM! HAHAHAHAHAHAHA KAZANDIM!!! KAZANDIM!!!!!!”

Masanın çevresini saran insan ve hayaletlerin görmek istedikleri manzara bu değildi ve adamı
yuhalamaya başladılar, masaya vuruyor ve memnuniyetsizlikle kükrüyorlardı. Çalışanlardan birisi
gülümsedi. “Tebrikler. İşinizdeki talihiniz kısa bir süre sonra açılacak.”

Adam kahkaha atmaya devam ederken bir anda inledi. “Durun! Tekrar bahse girmek istiyorum!”

Görevli gülümsedi. “Elbette. Bu kez ne istiyorsunuz?”

Adamın yüzü düştü. “Ben, ben işte rekabet ettiğim herkesin ölmesini istiyorum!”

Kalabalık mırıldanmaya ve onaylamaz sesler çıkartmaya başladı. Görevli ise gülümsemesini gizlemek
için eliyle dudaklarını örtmüştü. “Eğer dileğiniz buysa, bir öncekine göre yerine getirilmesi çok daha
zor olacak. İşinizin gelişimiyle ilgili farklı bir dilekte bulunmak ister misiniz?”

Ancak adam kıpkırmızı gözleriyle karşı çıktı. “Hayır! Sadece bunu istiyorum! Bunun için bahse
giriyorum!”

Görevli. “O zaman dileğiniz buysa, kızınızın hayatının on senesi yeterli olmayabilir.”

“Eğer yetmiyorsa, o zaman hayatının yirmi senesini veririm! Ve… Ve üstüne bir de evliliğinin
akıbetini!”

Kalabalık şok olmuştu ve kahkahalarla kırılıyordu. “Bu baba aklını kaçırmış! Kızını satıyor!!”

“İnanılmaz, inanılmaz!!”

Görevli bir kez daha duyurdu. “Eşitlik kaybetmektir; fark ise kazanmak. Zar kabı açıldıktan sonra geri
dönüşü olmaz. Şimdi lütfen buyurun.”

Adam bir kez daha titreyen elleriyle zar kabına uzandı. Eğer kaybederse, kızı hayatının yirmi senesini
ve iyi bir evlilik yapma şansını kaybedecekti; ama eğer kazanırsa tüm rakipleri ölecek miydi? Xie Lian
her ne kadar Hua Cheng’in asla böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğini düşünse de, bir süre
tereddüt ettikten sonra öne çıktı. Tam küçük bir numara yaparak bahse katılmaya çalışacaktı ki
aniden birisi koluna yapıştı. Başını çevirdiğinde Shi Qing Xuan olduğunu gördü.

Shi Qing Xuan erkek bedenine geri dönmüştü, fısıldadı. “Öne çıkma.”

Xie Lian da fısıldadı. “Rüzgar Ustası, neden tekrar beden değiştirdin?”

“Uzun hikaye.” Shi Qing Xuan iç çekti. “O kadın grubu beni başarılı bir güzellik salonuna
götüreceklerini söyleyerek çekiştirip durdular. En sonunda kaçmayı başardım ama beni tekrar
yakaladılar, bu yüzden değişmek zorunda kaldım. Beni götürdükleri yerde yüzüme o kadar çok şey
yaptılar ki… çektiler, esnettiler, tokat attılar, vurdular – yüzüme bir bak! Nasıl? Bir zarar vermişler mi?
Yüzümde bir tuhaflık var mı?”

Yüzünü Xie Lian’a inceletmek için dibine kadar girmişti ve Xie Lian görev bilinciyle dikkatle
inceledikten sonra cevap verdi. “Bence öncekine kıyasla daha pürüzsüz ve beyaz görünüyor.”

Shi Qing Xuan anında parlamıştı. “Sahi mi? Ah harika! Harika! Hahahaha! Ayna var mı? Ayna gördün
mü hiç? Görmem lazım!”
Xie Lian. “Daha sonra bakarsın. Hayalet Şehir iletişim rününe girmemize engel oluyor bu yüzden
birbirimizi gözden kaybedemeyiz. Bu arada beni nasıl buldun?”

“Bulmadım! Buraya Qian Qiu için gelmiştim, burada buluşmayı kararlaştırmıştık. Ben de birbirimizden
ayrılınca buraya geldim ama içeri girdiğimde seni gördüm!”

“Qian Qiu mu?”

“Evet.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Qian Qiu yani Lang Qian Qiu, Ekselansları Tai Hua. Bu kadarını
biliyorsundur herhalde değil mi? Kendisi doğunun savaş tanrısı. O yüzden bize eşlik etmesi uygun
olur. Kumarbazın İni de Hayalet Şehirdeki en kalabalık ve kaotik yer olduğu için sık kullanılan bir
buluşma yeri. İçeri pek çok kişi girip çıkar, bu yüzden kimse bizden de şüphelenmez, o yüzden
buluşmak için burayı önerdim.”

Xie Lian başını salladı. Bakışlarını tekrar uzun masaya çevirdiğinde adam hala zarları açmamış; gözleri
geriye yuvarlanmış mırıldanıyordu, tıpkı etraftaki pek çok hayalet gibi. Xie Lian iç çekti. “Bu adam…”

Shi Qing Xuan bakışlarını kaldırdı. “Ne söylemek istediğini biliyorum ve sonuna kadar katılıyorum.
Ama Hayalet Şehir Hua Cheng’in bölgesi ve buradaki kuralların hepsi gönüllülük esasına dayanır. Eğer
kumar oynayacak cesaretin varsa oynarsın. Cennetin bu konuda hiçbir söz hakkı yoktur. Sadece
gözlemleyelim ve işler çığırından çıkarsa diye plan yapalım.”

Xie Lian mırıldandı, San Lang’ın işlerin çığırından çıkmasına izin vereceğine inanmıyordu, bu yüzden
de en iyisi gözlemlemekti. Kumarbaz da en sonunda cesaretini toplamış gibi görünüyordu ve zar
kabını kaldırarak sonucu ilan etmeye hazırlandı. Tam bu sırada bir başkası fırladı ve zar kabına vurarak
parçalara ayırdı!

Darbesi sadece zar kabını parçalamakla kalmamış bir de üzerine tüm masanın derin bir çatlakla
yarılmasına neden olmuştu.

Maskeli kumarbaz ezilmiş elini tuttu ve yerde acıyla bağırarak yuvarlanmaya başladı. Kalabalıkta
bağırıyordu, kimisi tezahüratlarla kimisi şoktan ağlayarak. Darbeyi vuran kişi kükredi. “Sen! Öyle
aşağılık bir kalbin var ki! Zenginlik ve hazineler dileyebilirdin, ama gidip başkalarının ölümünü mi
diledin? Kumar oynamak istiyorsan kendi hayatını bahse koyacak cesaretin de olmalıydı, kendi kızının
hayatını ve evliliğini değil! Bir erkek olmaya layık değilsin! Bir baba olmaya hiç değil!”

Genç adamın kılıç gibi kaşları ve yıldızlar gibi gözleri vardı, kahramanlara özgü bir haleyle ışıldıyordu.
Her ne kadar giysileri sıradan ve hiçte gösterişli olmasa da üzerindeki soylu havayı silememişlerdi.
Genç adam ise Yong An’ın Veliaht Prensinden başkası değildi – Lang Qian Qiu.

Onu gördükleri anda Xie Lian ve Shi Qing Xuan aynı anda yüzlerini sakladılar.

Xie Lian inledi. “…Rüzgar Ustası, sen… ona… buraya geldiğinde dikkatli olmasını ve uyum sağlamasını
söylemedin mi…”

Shi Qing Xuan da inledi. “…Ben… Ben söyledim, ama… o hep böyle… elden ne gelir… tahmin etmem
gerekirdi… sadece ikimiz gelmeliydik…”

Xie Lian duygularını paylaşıyordu. “Anlıyorum… anlıyorum…”

Tam bu sırada perdelerin ardından Hua Cheng hafifçe güldü.

Xie Lian’ın kalbi bir an için durmuştu.


Beraberlerken sık sık gülerdi, bu yüzden de Xie Lian onun gülümsemesinin içten bir mutluluk mu, alay
mı taşıdığını yoksa öldürme niyetiyle mi işlendiğini anlayabiliyordu.

Tembel bir halde konuştu. “Benim bölgemde sorun çıkarabildiğine göre çok cesur olmalısın.”

Lang Qian Qiu başını sesin geldiği tarafa döndü, gözleri alev alevdi. “Kumarbazın İninin sahibi sen
misin?”

Kalabalık yuhaladı. “Cahil piç, kiminle konuştuğunu bile bilmiyor musun? O bizim efendimiz.”

Bazıları ise soğuk bir sesle dalga geçmişti. “Sadece Kumarbazın İni değil, tüm Hayalet Şehir onun!”

Lang Qian Qiu neredeyse tepki bile vermedi ama Shi Qing Xuan bambaşka bir meseleydi, tamamen
donmuştu. “Yüce Tanrım, perdenin arkasındaki tahmin ettiğim kişi mi?”

Xie Lian cevapladı. “Evet… o.”

Shi Qing Xuan tekrar sordu. “Emin misin?!”

Xie Lian. “Eminim.”

Shi Qing Xuan panikledi. “Öldük, bittik. Qian Qiu’ya ne yapacak?!”

Xie Lian bir süre sonra. “…Dua edelim de kim olduğunu ifşa etmesin…”

Ancak Lang Qian Qiu etrafına baktıkça daha da sinirleniyordu ve buyurdu. “Bu cehennemden çıkma
yer duman ve yozlaşma kokuyor, tümüyle şeytani bir kaosla doldurulmuş. Siz nasıl pisliklersiniz?
Burada ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Böyle bir yerde bulunabildiğinize göre içinizde bir parça bile
insanlık yok demektir.”

Kalabalık hep bir ağızdan yuhaladı. “Zaten insan değiliz, insanlıktan bize ne? İsteyen insanlıktan
istediği kadar nasibini alsın!”

“Sen buraya gelip bizi suçlayarak kim olduğunu sanıyorsun!”

Hua Cheng eğleniyor gibiydi. “Benim inim en başından beri deli ve cehennemden çıkmaydı.
Cennetteki yolun açık, ancak bunu reddederek geliyor ve Cehenneme girmeyi tercih ediyorsun. Sana
ne yapsak?”

‘Cennet’ kelimesini duyduğu anda Xie Lian da Shi Qing Xuan da anlamıştı.

Hua Cheng çoktan Lang Qian Qiu’nun içini görmüş ve kim olduğunu, nereden geldiğini tam olarak
biliyordu.

Ancak Lang Qian Qiu onun sözlerinden anlam çıkartmakta tamamen başarısız olmuş ve masaya bir
darbe daha savurmuştu. Masanın bir ucunda duruyordu ve darbesiyle birlikte bütün masa perdenin
arkasındaki kırmızı gölgeye doğru uçmuştu. Masanın etrafında bulunan herkes ise geriye kaçtı. Ancak
perdenin arkasındaki siluet hiç hareket etmedi. Elinin tek bir hareketiyle uzun masa tam ters yöne
uçarak doğrudan Lang Qian Qiu’nun üzerine gitmeye başlamıştı.

Masanın geldiğini görünce Lang Qian Qiu da bir elini kullanarak geri ittirmeye çalıştı ama sonrasında
yeterli gelmediğini fark edince diğer elini de masaya dayadı. Saniyeler geçti ve alnındaki mavi
damarlar yüzeye çıktı. Xie Lian ve Shi Qing Xuan yardım edip etmemek konusunda gidip geliyordu.
Henüz onlar ifşa olmadıkları için hala gizlice hareket edebilirlerdi ama yardım etmek için öne
çıkarlarsa hep beraber yakalanma riskleri vardı.
Diğer taraftan Lang Qian Qiu yüksek sesle bir nefes aldı ve en sonunda ağır, uzun masayı tekrar itti.
Perdenin arkasındaki Hua Cheng ise hala sandalyesinde geriye yaslanmış otururken elini yumruk yaptı
ve sonra hafifçe açtı. Masa anında parçalara ayrılarak Lang Qian Qiu’nin üzerine uçtu.

Üzerine gelen rüzgar bıçak kadar keskin parçalarla doluydu ve tüm silahlardan daha korkunçtu. Eğer
Lang Qian Qiu güçlerini saklamaya devam eder ve ölümlü bedeninde kalırsa bu saldırıdan
kaçınabilmesine imkan yoktu. Bu yüzden bir an sonra vücudu soluk bir ışıkla aydınlanmaya başladı,
Xie Lian ve Shi Qing Xuan hemen olanları anlamışlardı ve paniklediler. “Olamaz, kim olduğunu
herkese gösterecek!”

Ama bu soluk ışık parçası göründüğü hızla kaybolmuştu. Lang Qian Qiu muhtemelen bu görevleri
boyunca gerçek formunu göstermemesi gerektiğini hatırlamış ve kendisini son saniyede durdurarak
güçlerini geri çekmişti. Lang Qian Qiu bir adım gerilemiş olsa da Hua Cheng durmadı. Kırmızı perdenin
arkasındaki kan kırmızısı figür bu kez parmaklarını birleştirdi ve havaya doğru hafif bir fiske savurdu.

Bu tek hareketiyle Lang Qian Qiu’nun bedeni yerden yükseldi. Bedeni tıpkı bir denizyıldızı gibi binanın
tavanına asılmıştı.

Neler olduğunu kavrayamayan Lang Qian Qiu hala aniden havaya yükselmesi nedeniyle oldukça
şaşkındı ve kurtulmak için çabalıyordu. Xie Lian yenilgiyle iç çekti. “Artık güçleri de mühürlendiği için
karşılık vermek istese bile imkansız.”

Shi Qing Xuan da aynı fikirdeydi. “Hayalet Şehir Hua Cheng’in bölgesi sonuçta, mühürlemek isterse,
mühürler.”

Her ne kadar Lang Qian Qiu fazlasıyla dikkat çekmiş olsa da, en azından artık kim olduğunu ifşa
edemeyecekti. Eğer bir önceki kavgaları devam etseydi ve güçlerini serbest bıraksaydı, Tai Hua-
ZhenJun’un, Doğunun Savaş Tanrısının, neden Hayalet Şehre gelip kargaşa çıkarttığını açıklamak çok
güç olurdu. Sonuçta tüm bu seneler boyunca olağanüstü bir durum yaşanmadığı sürece Cennet ve
Cehennem kendi işlerine bakmışlardı.

Kumarbazın İnindeki taşkın davetsiz misafirin alıkoyulduğunu görünce kalabalık tekrar neşelenmiş ve
bir kez daha toplanmıştı. Lang Qian Qiu’yu göstererek gülüyorlardı. Lang Qian Qiu daha önce hiç
böyle bir aşağılamaya maruz kalmamıştı, sessizce görünmez bağlarıyla mücadele ederken yüzü
utançtan kıpkırmızıydı. Arada sırada bir iblis zıplayarak başını okşamaya çalışıyordu. Şansına Hua
Cheng onu yeterince yükseğe, onların ulaşamayacağı bir yere asmıştı yoksa yüzyılın en büyük utancını
yaşardı. Hua Cheng perdenin arkasından kıkırdadı. “Bugün ilginç bir avımız oldu, onunla oynamanıza
izin vereceğim. Şanslı olan ve kazanan onu eve kızartmak için götürebilir.”

Salondaki bağırışlar sağır ediciydi. “Bahse girin! Bahse girsin herkes! En yüksek zarı atan onu alıp
kızartacak!”

“Yıhahaha, bu küçük Gege çok leziz görünüyo, heheheeehe…”

“Hahahahaha, aptal kimmiş ha! Burda sorun çıkarmanın bedelini ödiycen!”

Dört maskeli fedai yeni bir uzun masa getirdiler ve kalabalık bir kez daha yeni bahislerini yatırmak için
masanın etrafına doluştu. Yerde elini tutarak inleyen adam ise, uzun zaman önce unutulmuştu. Bu
seferki kazanının alacağı şey ise doğrudan havada asılı kalmış Lang Qian Qiu’nun kendisiydi. Shi Qing
Xuan insanların nasıl yığıldığını görünce endişeyle volta atmaya başladı, ellerini sallıyordu. “Şimdi ne
yapacağız? Gidip onu biz mi kazansak? Yoksa direk dövüşsek mi?”

Xie Lian sordu. “Rüzgar Ustası, şansınız nasıldır?”


Shi Qing Xuan. “Bazen iyi bazen kötü. ‘Şans’ta hiçbir şey kesin değildir.”

Xie Lian. “Ama olabilir. Örneğin beni ele alalım, benim şansım asla açılmaz.”

Shi Qing Xuan yutkundu. “O kadar mı kötü?”

Xie Lian kasvetle başını salladı. “Zarı ne zaman atsam hep yek gelir.”

Shi Qing Xuan kaşlarını çattı ancak hemen aklına bir fikir gelmişti ve bacağına vurdu. “Madem hep yek
atıyorsun, peki ya en düşük sayıyı atacağına dair iddiaya girsen? Kimse senden daha düşük atamaz.”

Xie Lian bir an düşündükten sonra fikre katıldı. “Doğru bir noktaya parmak bastın. Deneyeyim.”

Böylece masaya yakın bir yer buldu ve ortaya bir öneri attı. “Neden kuralı değiştirip en düşük atanın
kazanmasına izin vermiyoruz? En düşük atan kazansın, ne dersiniz?”

Masanın etrafında tam bir karmaşa oldu, kimileri katıldı kimileri katılmadı. Xie Lian zarı eline alıp ilk
denemeyi yapmaya karar verdi.

Zar atmadan önce içinden dua etti, Küçük gel, küçük gel, çok küçük, ardından zarı attı ve kaç geldiğini
görmek için eğildi.

Altı-altı!

Xie Lian. “…”

Shi Qing Xuan. “…”

Xie Lian kaderini kabullendi. “Görünüşe göre kuralları değiştirmek bile şansımı döndürmüyor.”

Shi Qing Xuan. “Belki de direk savaşmak en iyisi.”

Tam bu sırada bir görevli kırmızı perdeye doğru ilerledi ve sanki bir şey dinliyormuş gibi başını eğdi.
Başını salladı ve elini kaldırarak bir duyuru yaptı. “Dikkatinizi rica edebilir miyim? Efendimizin bir
duyurusu var.”

Efendilerinin duyuru yapacağını duyunca kalabalık anında sus pus oldu ve sessizlik çöktü. Kadın
devam etti. “Efendimiz kuralları değiştirdi.”

Kalabalıktan birkaç ses yükseldi. “Efendimiz kuraldır!”

“Efendimiz ne derse o olur!”

“Yeni kural ne?”

Görevli cevapladı. “Efendimiz bugün keyfinin yerinde olduğunu ve herkesle birkaç tur zar atmak
istediğini söyledi. Herkes ona karşı bahiste bulunmakta serbest. Kazanan yukarıdaki şeyi alır. İster
buharda pişirin, ister kaynatın, ister kızartın, ister turşunu kurun, size kalmış.”

Efendilerine karşı bahse gireceklerini duyunca tüm hayaletler ve iblisler tereddüt etmeye başlamış
gibiydi. Görünüşe göre Hua Cheng asla kendisi kumar oynamıyordu. Tüm o cesur kumarbazların
içerisinden bir tanesi bile ilk konuşmaya cesaret edemedi. Üzerlerindeki Lang Qian Qiu sonsuz bir
kararlılıkla mücadele ederken bağırdı. “Ne demek ‘şey’? Ben bir şey değilim! Ne cüretle benim
üzerimden bahse girersiniz?”

Bir ‘şey’ olmadığına dair beyanı kalabalıktaki pek çok kadın iblis tarafından duyulmuştu. Kıkırdayarak
ona şehvet dolu bakışlar attılar, bir yandan da sivri dillerini çıkarmış dudaklarını yalıyor, sanki onu tek
lokmada yutmak istermiş gibi görünüyorlardı. Xie Lian içinden, Offf… bu çocuk. Daha az konuşsa her
şey daha iyi olacak.

İç çekti, bir adım öne çıktı ve yumuşak bir sesle konuştu. “Hal böyleyse, o zaman lütfen ilk denemeyi
benim yapmama izin verin.”

Onun sesini duyunca kırmızı perdelerin ardındaki gölge bir anlığına durdu, ardından yavaşça ayağa
kalktı.

Perdenin önündeki görevli gülümsedi. “O zaman, öne çıkın genç efendi.”

Salondaki tüm iblisler ve hayaletler doğal olarak bu cesur savaştı için yolu açtılar. Xie Lian yolun
sonuna ulaştığında, görevli ona elleriyle siyaha boyanmış zar kabını sundu. “Buyurun.”

Görevli ondan önce oynayan herkesle sıradan bir şekilde konuşmuştu; her zaman söylediği standart
sözleri söylemiş, ses tonunda bir parça bile kibarlık olmamıştı. Ancak şimdi Xie Lian’a karşı, sadece
saygılı bir hitap kullanmakla kalmamış, bir de üstüne hem kibar hem de yine saygılı bir tonda
konuşmuştu. Xie Lian teşekkür ederek kabı eline aldı ve boğazını temizledi.

Daha önce hiç kumar oynamamıştı, uzun bir süre kabı rasgele sallayarak bir şeyler biliyormuş gibi
görünmeye çalıştı. Kabı sallamaya devam ederken başını kaldırdı ve hemen tepesinde asılı olan Lang
Qian Qiu’ya bir bakış attı. Lang Qian Qiu’nun gözleri irileşti ve ona minnettar bir şekilde baktı, ancak
hiç sesini çıkartmadı. Yüz ifadesini görünce nedense Xie Lian’ın gülesi gelmişti ama kendini tuttu.
Uzun bir sallama sürecinin ardından en sonunda durdu.

Sayısız göz elindeki kabın üzerindeydi ve Xie Lian kabın nasılsa ağırlaşmış olduğunu hissediyordu,
üstelik kabı kaldırırken kullanılan kumarbazlara özgü bir yöntem varsa onu da bilmiyordu. Tam kabı
doğrudan kaldıracak ve sonuç belli olacaktı ki görevli onu durdurdu. “Bekleyin.”

Xie Lian. “Bir sorun mu var?”

Görevli cevapladı. “Efendimiz kabı sallarken duruşunuzun doğru olmadığını söyledi.”

Xie Lian içinden, Doğru bir yöntemimi varmış? Belki de kötü şansım bu yüzdendir?

Mütevazı bir şekilde sordu. “Doğrusunun ne olduğunu sorabilir miyim?”

Görevli. “Efendimiz size öğretmek istiyor, sizi yukarıya davet etti.”

Bunu duyunca tüm kalabalıktan tedirgin ve gücenmiş sesler yükseldi.

Xie Lian bir iblisin mırıldandığını duydu. “Lordumuz öğretmek istiyorum demesi, onu öldüreceği
anlamına geliyor değil mi?”

“Efendimiz ne yapmak istiyormuş??? Kim bu adam??? Neden ona öğretiyor???”

“Biz de kabı öylesine sallıyoruz zaten? Doğru bir yöntemi mi varmış?”

Xie Lian da benzer şeyleri merak ediyordu, ama görevli çoktan onu kırmızı perdelere doğru
yönlendirmişti. “Lütfen buyurun.”

Bu yüzden de Xie Lian elinde sıkı sıkı tuttuğu siyah ahşaptan kapla kırmızı perdelerin önünde geldi.

İpek perdeler, arkalarındaki kırmızı siluete hayat verircesine uçuştu. Perdelerin arkasındaki adam tam
karşısındaydı ve aralarında bir kol boyu kadar bile mesafe yoktu. Xie Lian bir el ağır kırmızı perdeleri
aralayıp zar kabını tutan elinin altına yerleşirken nefesini tuttu.
İlk gördüğü şey beyaz ve zarif bir eldi; uzun parmaklarının üçüncüsüne kırmızı bir ip düğümlenmişti.

Simsiyah ahşap kutuya karşı beyaz daha soluk, kırmızı ise daha canlı görünüyordu. Xie Lian yavaşça
gözlerini kaldırdı. Kırmızı bulutlar gibi görünen ipek perdelerin ardında, en fazla on sekiz, belki on
dokuz yaşlarında bir genç oturuyordu.

San Lang’dı.

Üzerinde aynı akçaağaç kırmızı kıyafetler vardı ve cildi kar kadar beyazdı. Her zamanki benzersiz
gençlik dolu ifadesini taşıyan emsalsiz bir yakışıklılığa sahip yüzü hafifçe daha belirgin hatlara
sahipmiş gibi görünüyordu. Gençliğin çekingenliği, bir dinginliğe dönüşmüştü. Üzerinde
ehlileştirilemez, vahşi bir neşenin havasını taşıyordu ve her daim yıldızlar gibi ışıldayan o göz bir an
bile Xie Lian’ın üzerinde ayrılmıyordu.

Ancak her ne kadar yıldızlar kadar parlak olsa da, sadece sol gözü vardı.

Diğer ise siyah bir göz bandıyla gizlenmişti.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 37: Çiçeği Kırmızı Bulutlar Ardında Beğenmek, Şefkatle Dolu Bir Kalp
Xie Lian perdelerin arasındaki küçük boşluktan içeriye uzanırken salondakiler içeride oturmakta olan
kişiyi Xie Lian’ın bedeni engel olduğu için göremiyorlardı, hoş, gizlice bakmaya cüret edecek değillerdi
zaten. Sol göz Xie Lian’ı izledi ve Xie Lian da onu, farkında bile olmadan bakışların büyüsüne
kapılmıştı.

Hua Cheng şu anki görünümüyle birkaç yaş daha büyük ve aynı zamanda daha uzundu. Xie Lian
önceden ona bakarken zorlanmadan göz teması kurabiliyordu, ama şimdi boynunu geriye atmak
zorunda kalmıştı.

Uzun bir süre bakıştıktan sonra sessizliği bozan Hua Cheng oldu, sesi daha kalındı. “En yüksek atan mı,
en düşük atan mı kazansın?”

Xie Lian’ı tekrar gerçekliğe çeken sesinin, insanın kulağına hoş gelen türden bir kalınlığı vardı. Xie Lian
yüksek zar veya düşük zar üzerine bahse girmelerinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin farkındaydı, bu
yüzden düşünmeden cevapladı. “Yüksek.”

Hua Cheng. “Peki. O zaman ben başlıyorum.”

Siyah zar kabı Xie Lian’ın sol elinin avucundaydı, kabın ağzı ise sağ eliyle örtülmüştü. Hua Cheng ayağa
kalktı, sağ eliyle Xie Lian’ın sol elini sardı ve hafifçe sallaması için ona rehberlik etti. Ardından Xie Lian
elini kaldırdığında içeride bir altı bir beş vardı.

Herkesin üzerinde bulunan Lang Qian Qiu’nin gözleri keskindi ve nasıl kolayca yüksek zarların geldiğini
görünce gözleri irileşti. “Bu nasıl olabilir?!”

Hua Cheng nazikçe elini çekti ve Xie Lian’a denemesini işaret etti. “Bu şekilde sallaman gerek. Şimdi
de sen dene.”

Xie Lian onun hareketlerini taklit ederek kabı iki kez salladı, ancak Hua Cheng. “Öyle değil.”

Her ne kadar Xie Lian’ı azarlıyor olsa da sesi son derece kibar ve sabırlıydı. Hua Cheng açıklarken elini
yine Xie Lian’ınkinin altına koymuştu, ama bu kez sol eli de Xie Lian’ın kabın ağzında duran sağ elinin
üzerine yerleşmişti. Nazikçe talimat verdi. “Bu şekilde.”

Ve birdenbire Xie Lian’ın elleri, Hua Cheng’in avuçlarındaydı.

Tenleri birbirine değdiğinde Hua Cheng’in elleri yeşim kadar ılımandı. Her ne kadar ince bir güzelliğe
sahip olan kol zırhları buz gibi soğuk olsa da, Hua Cheng’in hareketleri çok kontrollüydü ve Xie Lian’a
değmelerine asla izin vermemişti. Elleriyle Xie Lian’ı yönlendirdi ve zar kabını sallarken ne acele
ediyor ne de ağırdan alıyordu.

Bir. İki. Üç.

Takır. Takır. Takır.

Kabın içinde dönerken birbirine çarpan zarların sesi Xie Lian’ı sarmıştı. Her ne kadar nazikçe sallıyor
olsalar da, Xie Lian ellerinden başlayan bir uyuşukluğun, kollarını tırmandığını ve tüm vücuduna
yayıldığını hissedebiliyordu.

Xie Lian, Hua Cheng’e göz ucuyla bakabilmek için gözlerini kaldırdığında, Hua Cheng’in hiçte zar
kabına bakmadığını fark etti. Bunun yerine kenarları hafifçe yukarı kıvrılmış dudaklarıyla, dikkatle onu
izliyordu. Xie Lian sevecen bir gülümsemeyle karşılık vermekten kendini alamadı, ancak hemen aklına
her yanını sarmış, onu izlemekte olan tüm o hayalet ve iblisler geldiği için ifadesini tekrar kontrol
altına aldı. Başını eğdi ve Hua Cheng’in ona öğretmeye çalıştığı jeste odaklandı. “Nasıl gidiyorum?”

Hua Cheng’in gülümsemesi genişledi. “Hm. İyi, aynen bu şekilde.”

Xie Lian’ın umutla dolmuş bir halde kabı birkaç kez daha salladığını görünce, öneride bulundu.
“Neden artık bakmıyoruz?”

Xie Lian elini kaldırdı ve kabın dibindeki iki zara baktı. Üç-üç.

Onun iki tane üç atması bile neredeyse imkansıza yakın bir başarıydı. Xie Lian kalbinden ılık bir bahar
rüzgarının estiğini hissetti, Yoksa en sonunda şansım döndü mü?

Ancak her ne kadar mutlu olsa da, toplamda altı atmıştı, Hua Cheng ise on bir. Boğazını temizledi.
“Özür dilerim, kaybettim.”

Hua Cheng. “Endişelenme, bu tur sana öğretmek içindi sadece, o yüzden sayılmaz. Tekrar dene.”

Onun sözlerini duyunca Lang Qian Qiu ve Shi Qing Xuan’ın bile dili tutulmuştu. Salondaki tüm hayalet
ve iblislerin ise ağızları beş karış açık kalmıştı, ardından ise şikayetler duyuldu.

“Efendimize ne oldu? Ona herife patronun kim olduğunu gösterecek sanmıştım, ama sahiden
öğretiyoo?!”

“Bu tur neden sayılmadı?? Kumar oynamıyo muyuz burda?”

“Bugün sahiden efendimizin keyfi yerinde galiba…”

Hua Cheng kaşını kaldırdı ve yandaki görevli anında herkesi susturdu. “Sessizlik lütfen.”

Bir anda tekrar sessizlik çökmüştü. Her ne kadar kimse konuşmaya cesaret edemese de bakışları daha
da yoğunlaşmıştı. Hua Cheng kıkırdadı ve cesaretlendirici sözlerini bu kez Xie Lian’ın kulağına hafifçe
fısıldadı. “Neden tekrar denemiyorsun?”

Belki de Kumarbazın İnindeki hayalet, iblis, insan demeden herkesin gözleri onun üzerinde olduğu
içindi, belki de değil; Xie Lian nedense yüzüne sıcak bastığını hissetti. “Peki.”

Takır, takır, zarları iki kez daha salladı. Bu kez kabı açtığında karşısında iki tane dört vardı.

Hua Cheng dalgın dalgın konuştu. “Bak, bu kez biraz daha yüksek değil mi?”

Xie Lian her ne kadar bir tuhaflık olduğunu hissetse de, başını sallamakla yetindi. “Evet… biraz daha
yüksek.”

Hua Cheng cesaretlendirdi. “Çabuk öğrendin. Devam et.”

Birbiri ardından gelen iltifatlarla bütün salondan kıkırdamalar yükseldi, seslerin hepsi de kadın
iblislerden geliyordu. Xie Lian’ın neyi doğru yaptığı hakkında hiçbir fikri yoktu. İlk başta Hua Cheng’in
ellerini nereye koyduğunu, ne hızla salladığını ve kabı nasıl tuttuğunu dikkatle incelemişti ama şimdi
sadece Hua Cheng’in ellerinin onu yönlendirmesine izin veriyordu. Kabı sallarken aklından bir
düşünce geçti, Peki ya San Lang sadece benimle oyun oynuyorsa…

Yukarıda asılı kalmış olan Lang Qian Qiu da muhtemelen aynı şeyi düşünüyordu ve daha fazla
dayanamayacaktı. “Sen! Kabı sallamayı bırak. Seninle dalga geçiyor sadece. Doğru tutuş diye bir şey
yok. Hile yapıyor kesin!”

Onun gürültücü sesini duyunca Shi Qing Xuan tekrar onun yerine utanarak eliyle yüzünü kapattı.
Mırıltılar ve fısıltılar daha da yükselmişti ve zarlardan bir yağmur Lang Qian Qiu’nun üzerine fırlatıldı.
“Geri zekalı mal, kapa çeneni!”

“Amma bağrıyo, en heycanlı yere geldik!”

“Lordumuzun öğretileriyle adam gittikçe daha yüksek zar atmaya başladı. Su götürmez bi gerçek bu!”

“Aynen öyle! Sen ne anlarsın ki?!”

Lang Qian Qiu köpürüyordu. “Siz, siz sadece yalanlar geveleyip duruyorsunuz… ahhh!!”

Aniden konuşması yarıda kalmış ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Görünüşe göre aşağıdaki birkaç kadın
iblis aşağıya sallanan kuşağını sertçe çekmişlerdi, azarladılar. “Eğer saçma sapan konuşmaya ve sorun
çıkartmaya devam edersen Jiejie pantolonunu çekip çıkartacak!”
*ÇN: Yaşça büyük kadın, abla.

Lang Qian Qiu daha önce hiç böyle bir muameleye maruz kalmamıştı ve o kadar sinirlenmişti ki
konuşamıyordu. “Sen… sen!!!”

Eğer bir grup iblis tarafından dövülseydi bununla başa çıkabilirdi, ama eğer pantolonunu çıkartırlarsa,
o zaman bir savaş tanrısı olarak çok daha fazla utanırdı. Bu yüzden de daha fazla konuşmaya cesaret
edemedi. Xie Lian yukarı baktı ve diğer tanrının ona gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalıştığını fark etti.
Hem komik hem zavallı görünüyordu. Xie Lian’ın tek yapabileceği şey ise başını eğip Hua Cheng’e
bakmaktı, kısık bir sesle konuştu. “…San Lang.”

Onun ses tonunu duyunca Hua Cheng kıkırdadı. “Boş ver onu. Biz devam edelim.”

“…”

Xie Lian pes etti ve bir kez daha kabı iki kez salladı. Bu sefer sonuç beklediği gibiydi; beş beş.

Sonucu görünce kalabalık daha da hareketlenmiş ve Lang Qian Qiu’yla dalga geçmeye başlamıştı.
“Gördün mü? Daha yüksek attı!”

Ama Xie Lian’da artık Hua Cheng’in onunla dalga geçtiğini fark etmiş ve gülse mi ağlasa mı bilmeyen
bir haldeydi. Doğru duruş diye bir şey yoktu. Söz konusu o iken, bütün duruşlar yanlıştı. Bundan sonra
da şansının döneceğinden tamamen vazgeçebilirdi, ama tam o kabı bir kez daha sallayarak durumu
açıklığa kavuşturacaktı ki Hua Cheng onu durdurdu. “Bekle.”

Xie Lian onu saran ellerin daha sıkı tuttuğunu hissedebiliyordu ve tamamen durdu. “Sorun ne?”

Hua Cheng okunamaz bir ifadeyle sordu. “Gege, kaybedersen ne vereceğini söylemedin?”

Onun Xie Lian’a ‘Gege’ dediğini duyunca Shi Qing Xuan ve Lang Qian Qiu’nun yüzünde karmakarışık
bir ifade belirdi. Hayalet ve iblislerden oluşan kalabalık ise iliklerine dek ürpermişti hatta oracıkta
bayılanlar dahi vardı!

Xie Lian cevaplarken biraz utanmıştı, çünkü aceleyle oyuna dahil olduğu için bahse koyacak bir şey
düşünmemişti. “Ee…”

Biraz önceki adam gibi kendi hayatının on yılını koymayı düşündü ancak bir cennet mensubunun
ömrünün oldukça uzun olduğu göz önünde bulundurulduğunda çok bir anlam ifade etmezdi. Para
veya hazineler? Taze bitmişti. Ruhani güçler? Önerebileceği kadar yoktu. Uzun bir süre geçti ancak Xie
Lian’ın aklına hala bahis olarak koyabileceği bir şey gelmiyordu bu yüzden döndü ve Kumarbazın
İninin sahibine sordu. “Üzerimde bahse koymaya değecek kadar değerli bir şey olduğunu düşünüyor
musun?”
Hua Cheng sorusuna güldü. “Her şey olur. Sen de ne var?”

Xie Lian bir süre kafa yordu ve hafifçe öksürdü, bu konuda da dürüst olabilirdi. “Benim… yanımda
sadece yarı yenmiş bir çörek var.”

Hua Cheng kahkahalara boğuldu. Her ne kadar o gülse de, başka hiç kimse istese de gülmeye cesaret
edememişti.

Hua Cheng’in kahkahaları en sonunda tükendiğinde başını salladı. “Olur. Yarım çörek olur.”

Onun kabul ettiğini duyunca sadece hayalet ve iblisler değil, kumar masasının yanında duran
görevliler bile şok olmuştu.

Kumarbazın İni açıldığından beri sayılamayacak kadar çok, absürt şeyler bahse koyulmuştu; organlar,
duygular, ruhani güçler… ama hiçbiri bugünküyle yarışamazdı – yarı yenmiş bir çörek. Lang Qian Qiu
bile şaşkınlığını gizleyemedi. “Bu… Bu ne demek oluyor? Yani ben yarı yenmiş bir çörekle aynı
değerde miyim???”

Kalabalık kıs kıs güldü ve birisi bağırdı. “Çöreğin nesi varmış? Zaten yapacağını yaptın artık kapa
çeneni!” Xie Lian bu bozguna uğramış sesin Shi Qing Xuan’a ait olduğunu seçebilmişti. Gülücükler
saçan yüzüyle Hua Cheng ışıldadı. “Hadi. Son tur. Gerilmene gerek yok.”

Xie Lian tartıştı. “Gergin değilim.”

İkisi hala el ele duruşlarını sürdürerek birkaç kez salladılar. Xie Lian sahiden gergin olmasa da zar kabı
ve Hua Cheng’in elleri arasında sıkışmış ellerinin üzeri ince bir ter tabakasıyla kaplanmıştı. En sonunda
kabı sallamayı bıraktılar. Sonucu açıklarken nefesini tuttu –

Altı altı!

Xie Lian rahat bir nefes aldı ve Hua Cheng’e baktı. Hua Cheng kaşını kaldırdı. “Ah, kaybettim.”

Her ne kadar yenilgisini oldukça ciddi bir halde ifade etmiş olsa da ses tonu bir parça bile gerçekmiş
gibi gelmiyordu. Kalabalık ise sessizliğe gömülmüştü.

Öncesinde hala ‘Eğer bu tur sayılmıyorsa hangisi sayılacak?’ diye şikayet eden insanlar vardı, ama
şimdi cevaplarını almışlardı – bu kişinin kazandığı tur sayılacaktı.

Böylesi bir cömertlik neredeyse deliceydi!

Bu yüzden de kimse yorum yapmaya cesaret etmedi. Bir önceki kadın görevli ise siyah zar kabını
kaldırdı. “Genç efendiyi tebrik ederim. Kazandınız.”

Herkes kibarca övdü. “Lordumuz bize mükemmel bir kaybediş gösterdi! Harika!”

“Kazanana zaten Lordumuz öğretmemiş miydi? Efendimizin öğretileri sayesinde kazandı!”

“Aynen öyle! Bugün doğru şekilde zar atmayı öğrenince ufkum açıldı resmen! Böylesi bir bilgiye ben
on sene uğraşsam ulaşamazdım!”

Hua Cheng hala yüzünde bir gülümsemeyle Xie Lian’ı izlemekteydi. Bakışlarını hiç ayırmadan bir
kolunu kaldırdı ve elini çevirmesiyle Lang Qian Qiu çuval gibi düştü. Xie Lian gürültüyü duyunca irkildi.
Shi Qing Xuan oraya koşarsa kimliğini ifşa edebilirdi, bu yüzden de onun yerine Xie Lian prensi kontrol
etmeye gitti. “İyi misin?”
Lang Qian Qiu ayağa kalktı ve üzerindeki tozları silkeledi. “İyiyim, teşekkür ederim. Muhtemelen seni
hile yapmak ve kaybettirmek için yanına çağırmıştı ama şükürler olsun ki kazandın!”

Xie Lian içinden, Tamamen yanılıyorsun. Eğer o bana kazandırmasaydı, dünya yanıp küle dönse dahi
kazanamazdım…

Bunları düşündüğü sırada çınlayan çan sesleri duydu ve hemen ardından her yerden şaşkınlık nidaları
yükseldi. Xie Lian döndüğünde, Hua Cheng’in en sonunda kırmızı perdelerin ardından dışarıya çıktığını
gördü.

Önceki görünümünde Hua Cheng her zaman eğik bir atkuyruğu yapardı, ama şimdi parlak kırmızı
kıyafetleri kuzguni saçları örtmüştü ve yakışıklı yüzünden şeytani bir gücün ışıltısı yayılıyordu. Sadece
kırmızı mercandan bir boncukla bağlanmış ince bir örgü bu görüntüye bir parça muziplik katıyordu.
Kol zırhları gümüştü, botlarındaki kayışlar gümüştü, kemeri de gümüştü, belindeki uzun, muntazam
bir şekilde kıvrılmış eğri kılıç bile gümüştü. Tıpkı kılıcı gibi kişinin kendisi de ince ve uzundu.
Çaprazladığı kollarıyla, perdelere sırtını yaslamıştı ve yüzünde anlaşılmaz bir ifade vardı. “Gege, bana
karşı galip geldin.”

Xie Lian açıkça kazananın kim olduğunu biliyordu, üzgün bir sesle. “Lütfen benimle alay etme.”

Hua Cheng tek kaşını kaldırdı. “Etmiyorum. Neden öyle bir şey yapayım?”

Kalabalığı oluşturan hayalet ve iblisler ise okyanustaki dalgalar kadar vahşi bir heyecandan kırılıyor,
kendi aralarında fısıldıyorlardı. “Lordumuz bugün yine kabuğunu mu değiştirdi.”

“Ölüyorum, bu yeni görüntüsü beni öldürüyor! O kadar hassas ve gerçek ki!”

“Ölüyor musun? Yaşlı cadı, sen çoktan ölmedin mi?!”

Görünüşe göre Hua Cheng daha önce hiç kimseye gerçek görünümünü göstermediği ve sık sık kabuk
değiştirdiği için Hayalet Şehirdeki hayaletler ve iblisler onun gerçekte nasıl göründüğünü
bilmiyorlardı, bu yüzden de bu görüntüsünün bir diğer sahte kabuğu olduğunu düşünmüşlerdi.
Sadece Xie Lian karşısındaki kişinin efsanevi Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nun gerçek yüzü biliyordu.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 38: Çiçeği Kırmızı Bulutlar Ardında Beğenmek, Şefkatle Dolu Bir Kalp
Xie Lian hala kırmızılara bürünmüş genç adama bakmaktaydı. “Sen…”

Bir şey söylemek istiyordu ancak izlemekte olan binlerce göz ve Hua Cheng’in yüzündeki onu
tanıdığına dair hiçbir işaret vermeyen ifade nedeniyle, Xie Lian onu tanıdığını belli edip etmemesi
gerektiği konusunda kararsızlığa düştü. Bu yüzden de sadece. “Teşekkür ederim.” Dedi.

Lang Qian Qiu. “Neden ona teşekkür ediyorsun? Burası ona ait, en başından beri kötü amaçları vardır
kesin.”

“…” Xie Lian fısıltıyla cevap verdi. “Ekselansları, artık konuşmayalım ve bugünü kapatalım.”

Eğer devam ederlerse Lang Qian Qiu’nun ağzından başka hangi cümlelerin çıkacağını bilmeye imkan
yoktu. Özellikle de görevleri nedeniyle Xie Lian burada daha fazla oyalanmak istemiyordu. Birkaç kez
daha Hua Cheng’e baktı ve Lang Qian Qiu’yu çıkışa doğru itti. Onlar tam giderlerken arkasından Hua
Cheng’in seslendiğini duydu. “Bekle biraz.”

Hua Cheng irkildi ve geriye döndü. Kalabalık tekrar kendi aralarından konuşmaya başlamıştı. “Evet
Lordum, bu şekilde gitmelerine izin veremeyiz!”

“Bu adam çok şüpheli birisi. Oldukça güçlü görünüyor ve muhtemelen bir şeyler gizliyor. Bence onları
burada tutup sorgulamamız lazım.”

“Aynen öyle, dünyamızda ne sorunlar çıkartır kim bilir!”

Son cümleyle Xie Lian’ın kalbi neredeyse duracaktı. Sahiden cennetten gelmişlerdi ama amaçları
sorun çıkarmak değil, sadece biraz inceleme yapmaktı. Xie Lian, Hua Cheng’in biraz önce Lang Qian
Qiu’dan yayılan ruhani ışığı görüp görmediğini bilmiyordu ve eğer görseydi onları serbest bırakır mıydı
çok emin değildi. Xie Lian gittikçe daha da endişeleniyordu, ama Hua Cheng’in ses tonu hepsini geriye
itti. “Ödülü vermen gerekmiyor mu?”

Xie Lian anlamamıştı. “Ödül mü?”

Lang Qian Qiu Xie Lian’ın önüne geçti ve ihtiyatla konuştu. “Sözünden dönecek misin?”

Ama Xie Lian’ın aklından, San Lang asla sözünden dönmez. Başka bir şeyden mi bahsediyor acaba,
diye geçiyordu ve bu yüzden de Lang Qian Qiu’nun arkasından çıktı ve sordu. “Ama ben kazanmadım
mı?”

Hua Cheng. “Gege sahiden biraz önce bana karşı galip geldin, ama unutma, önceki turu
kaybetmiştin.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Ama bu tur sayılmaz, endişelenme dememiş miydin?”

Her ne kadar ‘sen kazanınca sayılmaz, sadece ben kazanınca sayılır’ demek kadar utanç verici bir şey
söylediği için Xie Lian yüzünün inceldiğini hissetse de, yine de söylemişti. Hua Cheng cevapladı.
“Elbette bana karşı attığın zarlar sayılmadı. Kastettiğim uzun masada ilk attığın zarlar.”

Böylece Xie Lian en sonunda hatırlamıştı. Hua Cheng onun en düşük zarı hedefleyerek attığı zarlardan
bahsediyordu, ki altı altı atmıştı.

Lang Qian Qiu fısıldadı. “Sana niyeti kötü, buradan kolayca ayrılmamıza izin vermeyecek demiştim. Bu
kez beni mühürlemesine izin vermeyeceğim.”
Onun fırsat kollar bir halde, bir kez daha savaşmak için hazırlandığını görünce Xie Lian ensesinden
tuttuğu gibi geri çekti ve ikna etmeye çalıştı. “Merak etme, savaşmamıza gerek yok.”

Diğer tarafta Hua Cheng başını eğmişti. “Ne diyorsun Gege, kaybettiğini kabul edecek misin?” Eğer
kumar oynuyorsan, kaybettiğin zaman da dürüstçe kabul edecektin, başka yolu yoktu, bu yüzden Xie
Lian başını salladı. “Kabul ediyorum.”

Hua Cheng sol elini açarak uzattı. “O zaman söz verdiğin gibi ödülümü ver.”

…Söz verdiği… Ödül..?

Bir süre tereddüt ettikten sonra Xie Lian sol kol yenine uzandı, aradı ve yarı yenmiş bir çörek çıkarttı.
Hua Cheng’in gözlerine bakacak gücü yoktu, yüzünü sertleştirdi ve çöreği sundu. “Bundan…
bahsediyorsun… dimi?”

Xie Lian sekiz yüz yıl boyunca geliştirdiği utanmaz yüzünün bir parça çatladığını, tutunamayacak hale
geldiğini hissedebiliyordu.

İçerideki hayaletler ve iblisler ise şaşkınlıktan konuşamıyorlardı, sadece sessizce izleyebiliyorlardı.


Efendileri ilk kez birine karşı bahse girmekle kalmamış, üstelik bahse koyulan şey yarısı yenmiş bir
çörek çıkınca herkes onun şaka yaptığını sanmıştı. Ama düşününce, efendileri mutlak bir ciddiyetle
sahiden çöreği alabilmek için karşısındakini ikna etmeye bile çalışmıştı. Dilleri tutulmuştu. Söylenecek
hiçbir şey yoktu. Bazı iblislerin aklından ise daha bile absürt bir düşünce geçiyordu – ya bu çörekte
muazzam bir sır vardı ya da bu kişi efendilerinin gerçekten abisiydi!
*Küçük Hatırlatma: Gege abi demek.

Ancak Hua Cheng çöreği alırken sadece sırıttı, çöreğe bir bakış attı ve hafifçe salladı. “Ödülümü
aldım.”

Onun gerçekten aldığını görünce Xie Lian’ın da dili tutulmuştu. Ancak uzunca bir süre sonra
konuşabildi. “Çörek… soğuk. Ve, belki, biraz bayat.”

Hua Cheng. “Sorun değil. Bence mahsuru yok.”

Bu cevabın üzerine Xie Lian’ın konuşmayı sürdürmek için söyleyebileceği hiçbir şey kalmamıştı.
Çoktan elinden geleni yapmıştı, bu yüzden de arkasını döndü ve çıkışa doğru ilerledi. Kumarbazın
İnindeki kalabalık onun geçebilmesi için ikiye ayrılıyordu. İlk öne çıktığı zaman hepsi onun cesur bir
savaşçı olduğunu düşünmüştü. Şimdi ise korkuyla ve şüpheyle ona yol veriyorlardı. Birkaç adım
attıktan sonra arkasındaki bir iblisin konuştuğunu duydu. “Lordum! Efendimiz, nereye gidiyorsunuz?”

Hua Cheng tembelce cevapladı. “Bugün keyfim yerinde. Zevk Köşküne gidiyorum.”

Onun cevabını duyunca tüm salon neşeyle yıkıldı. Xie Lian arkasına bir kez daha bakma isteğine engel
olamayarak döndüğünde, Hua Cheng’in de ona baktığını gördü. Elinde yarısı yenmiş çörek vardı,
çöreği yukarı kaldırdı ve bir ısırık aldı, hala gözleri Xie Lian’ın üzerindeydi.

Xie Lian’ın adımları birbirine dolaştı. Aniden, nedense, burada daha fazla kalamayacakmış gibi
hissetmeye başlamıştı, bu yüzden adımlarını hızlandırdı ve Lang Qian Qiu’yu kolundan tutup koşmaya
başladı.

İkisi Kumarbazın İninden çıktılar ve bir süre için delirmiş gibi koştular, yolda birkaç yemek tezgahını
devirmekten kıl payı kurtulmuşlardı. En sonunda küçük, sakin bir ara sokağa vardıklarında Shi Qing
Xuan da belirdi ve onlara katıldı. Shi Qing Xuan yelpazesini o kadar kuvvetle sallıyordu ki saçları vahşi
rüzgarla savruluyordu. “Ucuz atlattık, çok yakındı. Tanrım, bir an için o kadar çok korktum ki suratım
hayaletler kadar beyazdı.”

Muhtemelen uzunca bir süredir koştukları için Xie Lian’ın kalbi deli gibi çarpıyordu. Lang Qian Qiu
konuştu. “Evet Rüzgar Ustası, bence şu anda da yüzün bayağı solgun.”

Shi Qing Xuan yüzüne dokundu ve gülümsedi. “Öyle mi? Hahahaha, o korkudan değil; doğduğumdan
beri – ehem. Ehem. Qian Qiu, sen de bir savaş tanrısısın, nasıl o kadar fevri davranabildin? Hayalet
diyarın orta yerindeyiz! Eğer yakalandığında kim olduğun ortaya çıksaydı ve Hayalet Şehirde gizli gizli
dolaşan cennet mensupları olduğu haberleri yayılsaydı, Semavi İmparator’a olanları nasıl
açıklayacaktın? Üç diyar arasındaki barışı yok edebilirdin.”

Lang Qian Qiu başını eğdi ve hatasını kabul etti. “Özür dilerim, dikkatsiz davrandım.” Ardından başını
tekrar kaldırdı. “Ama o kumar oynayanlar delirmiş gibiydi. Adam kabı açtığında kazansa da kaybetse
de, sonuç her türlü kötü olacaktı. Ya kızı acı çekecek ya da başkaları sonuçlarla yüzleşecekti. Bir an
gözüm karardı, bu yüzden kabı parçaladım.”

Shi Qing Xuan. “Yine de, araya girmemen gerekirdi.”

Lang Qian Qiu duraksadı. “Peki ya ne yapsaydım Rüzgar Ustası? Eğer müdahale etmeseydim, kimse
araya girmeyecekti.”

Savunması o kadar içtendi ki Shi Qing Xuan’ın ona verecek bir cevabı yoktu, yelpazesini hafifçe
şakaklarına vurdu. “Eee…”

Xie Lian hafifçe gülümsedi. “Artık konuyu kapatalım.”

Lang Qian Qiu ona döndü. Xie Lian devam etti. “Bence Ekselansları Tai Hua yakalandığı ve
sorgulandığı zaman bile gerçekte kim olduğunu belli etmedi. Ancak sözlerinden bir şeyler fark
edilmemesi için en iyisi Ekselanslarının tetikte olması ve bir daha yakalanmamaya çalışması olur.”

Lang Qian Qiu başını salladı. “Tamam, anlıyorum.”

Shi Qing Xuan. “Tamam o zaman konuyu kapatıyoruz. Ah sahi, ekselansları…”

‘Ekselansları’ dediği anda Xie Lian ve Lang Qian Qiu aynı anda ona dönmüştü, Shi Qing Xuan’ın olaya
açıklık getirmesi gerekiyordu. “Ah, yaşlı olanı kastetmiştim.”

“…”

Xie Lian kederle düşündü, Yaşlı… Biraz daha büyük olduğum doğru ancak o kadar da farkımız yok.
Neden söz konusu ben olunca herkes sanki bir büyükbabadan bahsedermiş gibi konuşuyor?

Shi Qing Xuan devam etti. “Ekselansları, ikiniz İmparatorluk Salonunda karşılaşmış mıydınız? Yoksa sizi
tanıştırayım. Yong An’ın Veliaht Prensi, Lang Qian Qiu, Doğunun Savaş Tanrısı. Xian Le’nin Veliaht
Prensi, Xie Lian, hu- Semavi İmparator tarafından oldukça sayılan bir cennet mensubu.”

Her ne kadar Shi Qing Xuan zamanında durarak sözleri tam olarak söylememiş olsa da, Xie Lian onun
ne söylemek üzere olduğunu tam olarak biliyordu, ‘hurda toplayan’ demeyecekti de ne diyecekti!
Cümlesinin ortasında bariz şekilde değişikliğe gitmesi gerektiği için, ne düzgün bir şeyler söyleyebilmiş
ne ses tonu uyum sağlayabilmişti. Lang Qian Qiu, Xie Lian’a döndü ve hayretler içinde sordu. “Demek
üç kez yükselen prens sensin?”

Görünüşe göre Lang Qian Qiu sahiden İmparatorluk Salonundaki tüm görüşme boyunca uyumuştu,
bu yüzden onun kim olduğunu bile bilmiyordu. Eğer bir başkası Xie Lian’a böyle bir şey söylese
şüphesiz dokundurmak için yapardı. Ama soran kişi Lang Qian Qiu’dı, bu yüzden Xie Lian bu çocuğun
üç kez yükselmenin ender bir durum olduğunu düşündüğünden ötürü sorduğuna tüm kalbiyle
inanıyordu. Gözlerini kırpıştırdı. “Evet, benim.”

Lang Qian Qiu. “Biraz önceki olayda yardım ettiğin için teşekkür ederim! Yoksa…” aniden aklına bir
şey gelmiş gibi aceleyle kuşağını bağladı, yüzünde hala korkunun izleri vardı. Açıkça Xian Le Krallığı ile
Yong An Krallığı arasında geçen meseleler hiç aklına gelmemişti, tekrar Xie Lian’a döndü.
“Ekselansları, Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nun seni tanıdığını düşünüyordum? Neden orada
tanımıyormuş gibi davrandı?”

Lang Qian Qiu kuşağını sağlam bir şekilde bağlamıştı. “O gerçek Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’ydu değil
mi? Gerçek görünümünde miydi?”

Xie Lian daha ağzını açmaya fırsat bulamadan Shi Qing Xuan araya girmişti. “Nasıl gerçek görünümü
olsun? Hua Cheng’in binlerce kılığı var, kim bilir gerçek hali neye benziyordur? Geçen sefer BanYue
Geçidinde de bugünkü haline benziyordu, muhtemelen bu da başka bir kılıktır. Sahte, hepsi sahte.”

Xie Lian Puji Manastırındaki akşam Hua Cheng’in ona, ‘Bir sonraki görüşmemizde, seni gerçek halimle
karşılayacağım’ dediğini net bir şekilde hatırlıyordu. İçinden, Bu gerçek hali, diye geçirdi.

Ama tabi ki yüksek sesle söylememişti. Herkes Hua Cheng’in sahte bir yüz kullandığından oldukça
emindi ve sadece onun Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nun gerçek görüntüsünü biliyor olduğu gerçeği
sıra dışı bir sırrı bilmek gibiydi, San Lang’ın gerçek hali, önceki görünümünden çok farklı değildi,
sadece biraz daha büyük ve uzundu. Yani teknik olarak ilk karşılaşmamızda da gerçek görüntüsünü
kullanıyordu. Tuhaf bir şekilde bu düşünce Xie Lian’ı mutlu etmişti.

Shi Qing Xuan ekledi. “İnsanlar Hua Cheng’in tuhaf olduğunu söyler, sahiden de öyleymiş. Sana baya
kıyak geçtiği barizdi, ama yine de seni hiç tanımıyormuş gibi davrandı. Kim bilir neyin peşinde. Bizi
hazırlıksız mı yakalamaya çalışıyordu acaba?”

Xie Lian tıkandı. Demek herkes Kumarbazın İninde Hua Cheng’in ona kıyak geçtiğinin farkındaydı. Hoş
insanlar böyle düşünse de, aslında Hua Cheng ‘kıyak geçmek’le kalmamış, doğrudan onun
kazanmasını sağlamıştı. Lang Qian Qiu ise durumun farkında olmayan tek kişi gibiydi, kaşlarını çattı.
“Kıyak mı geçmiş? Neden ki?”

Diğer ikisi onun omzuna vurdular ve açıklamaya çalışmamanın en iyisi olacağına karar verdiler. Lang
Qian Qiu’yu orada tek başına dikilir ve Hua Cheng’in neden Xie Lian’ın üzerine gitmediğini, birbirlerini
tanıyıp tanımadıklarını düşünür halde bıraktılar. Xie Lian ve Shi Qing Xuan çoktan yürümeye
başlamışlardı.

Xie Lian. “Görünüşe göre kimliklerimiz açığa çıktı, şimdi ne yapmalıyız? Kılık değiştirip tekrar mı
denesek? Gerçi bence kılık değiştirsek bile artık çok geç. Ekselansları Tai Hua’nın çıkardığı karmaşa
nedeniyle Hayalet Şehrin güvenliği çoktan artırılmıştır.”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Dürüst olmak gerekirse, yakalanacağımızı zaten düşünmüştüm, ama bu
kadar çabuk olmasını beklemiyordum.”

Xie Lian iç çekti. “Dimi…”

“Olan oldu.” Shi Qing Xuan devam etti. “Madem kimliklerimiz ifşa oldu, o zaman sen de görevimize
açıktan açığa devam edebilirsin.”

Xie Lian ‘açık’ derken ne kastettiğini tahmin eder gibiydi, ancak Shi Qing Xuan yine de açıkladı. “Eğer
yalanımızı sürdürmek istiyorsak, o zaman bizi kurtarabilecek tek kişi sensin – gidip Hua Cheng’i bul ve
buraya sadece onu görmek için geldiğini söyle. Senin bir cennet mensubu olduğunu zaten biliyor
sonuçta değil mi? O zaman yanında cennetten birkaç arkadaşını getirmiş olmanda da garipsenecek bir
şey yok.”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 39: Zevk Köşkünde, Xian Le Soruları
Xie Lian ağzını açamadan, öneriyi duyan Lang Qian Qiu anında haykırmıştı. “Olmaz!”

Shi Qing Xuan ona döndü. “Neden olmasın?”

Lang Qian Qiu ciddi bir sesle cevapladı. “Prens Xian Le, sahiden Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nu
tanıyor musun? Biraz önce konuştuklarınızı duydum, ikiniz arkadaşsınız görünüşe göre.”

Xie Lian başıyla onayladı.

Lang Qian Qiu. “O zaman bu plan sahiden olmaz! Her ne kadar iblis kralı sütten çıkmış ak kaşık olmasa
da, yine de içeride yaptıklarını göz önünde bulundurursak seni arkadaşı olarak görüyor. Hal böyleyken
de arkadaşına yalan söylemen hiçte doğru olmaz.”

Shi Qing Xuan’ın başına ağrılar girmişti. “Tanrım, Qian Qiu, tam bir budalasın!”

Xie Lian ise sadece güldü ve başını salladı. “Ekselansları Tai Hua’nın sözleri son derece doğru.”

Lang Qian Qiu ışıldadı. “Sen de aynı fikirdesin değil mi?”

Shi Qing Xuan. “Nesi doğru bunun? Burada üç cennet mensubuyuz. Eğer elimiz boş dönersek insanlar
başarı şansımızın Ling Wen Sarayından bile daha düşük olduğunu söylemeye başlar ve utançtan
ölürüz.”

Xie Lian gülümsedi ve tam konuşacaktı ki arkalarından yükselen ağlama ve uluma sesleri nedeniyle
arkalarına dönmek zorunda kaldılar. Sokağın hemen yanında bir grup iblis ve hayalet koşarak geçiyor,
bağırıyorlardı. “Yüzü sargılı velet nereye gitti? Nerde bu!?”

Diğer iki tanrının irkildiğini görünce Xie Lian güvence verdi. “Merak etmeyin, bizim peşimizde
değiller.”

Daha sözcükler dudaklarından dökülmüştü ki, tiz bir çığlık, kulakları sağır eden bir haykırış duydular.

Haykırıştaki çaresizlik Xie Lian’ın kalbine işledi ve düşünmeden sese doğru koştu. Karşında bir grup
tuhaf şekilli figür toplanmış ve sokakta bir çember oluşturmuş bağırıyorlardı. “Yakaladık!”

“Ağzını burnunu kırın yine!”

“Sikiyim! Bu bok çuvalı benden o kadar çok şey çaldı ki bu sefer onu dilim dilim doğrıycam!”

Shi Qing Xuan ona yetişti. “Ekselansları, neler oluyor?”

Xie Lian cevap vermedi, adım adım kalabalığa doğru ilerliyordu. Adımları hızlandı, bir an sonra ise
tekrar koşmaya başlamıştı. Birkaç iblisi zorla kenara itti ve dayak yiyen kişinin üstü başı yırtılmış küçük
bir çocuk olduğunu gördü. On beş, on altı yaşlarında görünüyordu, yere kıvrılmış, kontrol edilemez bir
şekilde titriyordu. He ne kadar sıkıca başını tutuyor olsa da, yine de başına sardığı kat kat sargılar
görülebiliyordu. Sargıları da tıpkı saçları gibi kirliydi.

Xie Lian’ın Yu Jun Dağında karşılaştığı ve ardından bulamadığı sargılı çocuk değil miydi bu?

Ling Wen Sarayının birkaç gün önce ona dair hiçbir iz bulamadığını söylemesine şaşmamalıydı. Çocuk
hayaletlerin bölgesine kaçmışken, Ling Wen Sarayı onu ölümlü diyarda nasıl bulabilirdi?

Xie Lian tarafından kenara itilen iblisler tekrar öfkeyle çocuğa yönelmişlerdi. Bir iblis sargılarına asıldı.
“Baksana, sargılarını ne kadar da seviyor, bu küçük dilenci eminim benden daha çirkindir…”
Lang Qian Qiu da öfkelenmişti, birkaç iblisi kenara fırlatırken bağırdı. “Siz ne yapıyorsunuz!” Shi Qing
Xuan’ın onu durduracak vakti olmamıştı, sadece yelpazesini salladı. “Qian Qiu, fevri hareket etmemek
konusunda anlaştık sanıyordum!”

Bu kez Qian Qiu iblisleri sinirlendirmişti. Kükrediler. “Sen kim olduğunu sanıyorsun!!” ve üzerine
atladılar.

“Özür dilerim Rüzgar Ustası.” Lang Qian Qiu seslendi. “Bu sefer son!” ve o da dövüşmeye başladı,
iblisleri dümdüz ediyordu.

Shi Qing Xuan kızgın bir şekilde nefes verdi. “Aarg, bir daha asla seninle dışarı çıkmayacağım!”
ardından dövüşe katıldı.

Ruhani güçlerini gösteremeyecekleri için tek yapabilecekleri yumruklarıyla dövüşmek ve


tekmelemekti. Hala çocuğu dövmeye odaklanmış olan azınlık ise Xie Lian tarafından ayrıldı. Diz çöktü,
çocuğun ayağa kalkmasına yardım etmek istiyordu. “İyi misin?”

Onun sesini duyunca, çocuk ürperdi ve dertop olduğu yerden ona bir bakış attı. Xie Lian da en
sonunda yüzüne sardığı bandajların kanla ıslanmış olduğunu fark etti. Siyah ve kırmızı yamalarla
korkunç görünüyordu, son kez görüştüklerinden daha kötü bir haldeydi. Sargıların arasından görünen
iki büyük göz ise gökler kadar parlaktı, ancak o beyazın üzerindeki siyah gözbebekleri Xie Lian’ın
yüzünü bir dehşet ifadesiyle yansıtıyordu.

Xie Lian çocuğu kolundan tuttu. “Hadi, ayağa kalk. Hepsi geçti.”

Çocuk Xie Lian’ı şaşırtarak bir çığlık attı ve onu ittirdikten sonra tekrar kaçtı.

Çocuk İnsan Yüzü Salgını mağduru olduğu için Xian Le Krallığıyla bir bağlantısı olmalıydı. Xie Lian onu
gördüğü anda kalbinde bir çekim hissetmiş ve zihni paramparça olmuştu. Çocuğun onu tüm gücüyle
ittirmesine hazırlıksız yakalandığı için de hasır şapkası bile düşmüştü. Şaşkınlığını atlattıktan sonra
seslendi. “Bekle!”

Tam Xie Lian peşinden koşacaktı ki, biraz önce kenara ittiği iblislerden birisi onu yakaladı. Çocuk zaten
inanılmaz kalabalık bir sokağa doğru koşuyordu. Kolayca sokaktaki hayaletlerin arasına karışan çocuk
kısa bir süre sonra gözden kaybolacaktı. RuoYe’nin de böyle bir yerde onu yakalaması çok güçtü, bu
yüzden Xie Lian durumun aciliyetiyle bağırdı. “Lordlarım, bu meseleyi size bırakıyorum. Şimdilik
ayrılalım. Gidip saklanın, en geç üç gün sonra tekrar buluşuruz!”

RuoYe dışarı çıktı ve etrafındaki iblisleri havaya uçurarak diğer cennet mensuplarına doğru fırlattı. Xie
Lian hafifçe eğildi ve hasır şapkasını yerden aldıktan sonra çocuğun gittiği yöne doğru koşmaya
başladı.

Kalabalığın arasından güçlükle sıyrılmaya çalışırken sürekli özür diliyordu. “İzninizle! İzninizle!” ancak
çocuk bütün ömrünü ölümlü diyarda gizlenerek geçirmişti, kaçmak göbek adıydı. Önce sadece başını
görebiliyordu, ardından sadece gölgesini, sonrasında ise hiçbir şey; gittikçe ondan uzaklaşıyordu. Xie
Lian ona mı öyle geldiğini bilmiyordu ancak sokaktaki kalabalık her geçen saniye artıyor gibiydi.
Kaosun ortasında, Xie Lian’ın zihninde bir fırtına vardı ve geçmeye çalışırken birkaç tezgahı devirdi.
Ama sadece “Özür dilerim! Özür Dilerim!” diye haykırarak koşmaya devam ediyordu.

Hayaletler ve iblisler böyle bir şeyi kolay kolay kabullenecek değillerdi, arkasından bağırdılar.
“Özürmüş! Yakalayın şunu!”

Xie Lian aniden sanki birisi onu yakalamış gibi sırtından bir soğukluk yayıldığını hissetti ve hemen geri
itti. “Kimsin?!”
Elin kime ait olduğunu kestirmek güçtü, ancak etrafındaki tüm hayaletler iblisler cırtlak ve berbat
sesleriyle bağırıyorlardı. “Hey! Şu küçük beyaz surata bir iki numara gösterelim! Bizim Hayalet
Şehrimizde sorun çıkarmaya nası cüret eder!”

Canavarlar ve tayflardan oluşan geniş kalabalık toplandı, Xie Lian ise çocuğu tamamen gözden
kaybetmek üzereydi, bu yüzden onu yakalayan eli itmek için elinden geleni yaptı. “Millet! Sahiden çok
özür dilerim, zarar vermek istememiştim. Birisini yakalamam gerekiyor, geri döndüğümde zararınızı
karşılayacağım!”

Kalabalık acımasızdı. “Sanki ödiycen!”

Onlar itip çekerken, çocuk tamamen kaybolmuştu. Xie Lian yavaşça durdu ve olduğu yerde şaşkın bir
halde kalakaldı. Tam olarak ne hissettiğinden emin değildi. Yakalayamadığı için hayal kırıklığına mı
uğramıştı, yoksa bir kabustan kurtulduğu için sevinmiş miydi?

Aniden iblislerin arasında bir heyecan koptu ve hemen kenara çekildiler, sanki önemli birisi
geliyormuş gibi yolu açmışlardı. Xie Lian oraya doğru baktığında siyahlara bürünmüş uzun boylu
birisinin, açılan yoldan ona doğru ilerlediğini gördü. Adam bağırdı. “Sakinleşin. Bırakın onu!”

Siyahlı adam da pek çok hayalet gibi bir maske takıyordu. Kederli bir gülümsemesi olan komik bir
maskeydi. Kalabalık fısıldadı. “XiaXianYue görevlisi bu!” ve Xie Lian’ı anında bırakmışlardı. Görünüşe
göre bu siyahlı kişi Hayalet Şehirde önemli birisiydi.
*ÇN: Küçülen hilal demek.

Xie Lian’a yaklaştığı anda eğildi. “Merhabalar. Lordumuz sizi görmek istiyor.”

“Ee. Beni mi?” Xie Lian kendisini gösterdi.

XiaXianYue görevlisi denilen kişi cevapladı. “Doğru. Lordumuz sizi Zevk Köşkünde bekliyor.”

Etraflarındaki herkes şaşkınlıktan tutulmuştu. “Lordumuz onu mu görmek istiyor? Yanlış mı duydum?”

“Zevk Köşkü mü? Orası Lordumuzun mabedi, misafir kabul etmez!”

Bazıları işaret ediyordu. “Dur biraz, bu adam Kumarbazın İninde Efendimize karşı kazan kişi değil mi?
Yani, Lordumuzun eğittiği adam?!”

Artık tüm gözler Xie Lian’ın üzerindeydi, her biri diğerinden daha şaşkındı. Xie Lian hasır şapkasıyla
yüzünü saklama isteğine engel olamadı. XiaXianYue görevlisi eliyle işaret etti. “Şöyle buyurun.”

Xie Lian başını salladı ve onu takip etti.

Kalabalık bir kez daha açıldı ve iblis görevli Xie Lian’ı götürdü. Kimse takip etmeye cüret etmedi ve bir
tütsü yanıp sönünceye dek ikisi kalabalık sokaktan çıkmış, ormanlık araziye doğru ilerlemeye devam
ediyorlardı.

Yürürken hiç konuşmadılar. Xie Lian bu XiaXianYue Görevlisinin her an gölgelere karışıp kaybolacağını
hissettiği için yakından takip ediyordu. Gözleri bir an görevlinin bileğine takıldı, üzerinde siyah lanetli
bir halka vardı.

Bu siyah halka tanıdık olmaktan da öteydi.

Lanetli kelepçe?!

Gözleri ardına dek açıldı ama sessiz kalmayı başarmıştı. Tam bu sırada ise iblis konuştu. “Geldik.”
Xie Lian başını kaldırdığında bir göle geldiklerini fark etti. Suyun üzerinde oyun oynayan, birbirlerini
kovalayan bir sürü ılgım vardı, gölün yanında ise yükselen bir malikane.
*ÇN: ‘will-o-the-wisp’ nasıl açıklayacağımı bilemiyorum, googlelamanızı tavsiye ederim.

Hem cennetin hem hayalet diyarın cezbedici bir mimarisi vardı. Ancak cennetteki seçkin binalar
şöhret ve saygınlığı yansıtırken, Hayalet Şehirdeki binaların büyüleyici ve eğlenceli bir cazibesi vardı.
Bu malikanenin üzerindeki ‘Zevk Köşkü’ yazısının bile kötülükle dolu bir halesi vardı.

Bir an düşündükten sonra, Xie Lian yine de içeri girdi.

Boncuklarla süslenmiş bir perdeyi kenara çektiğinde, sıcak ve parfümlerle sarılmış bir koku yüzüne
çarptı. Xie Lian kokunun içinde kaybolmamak için başını hafifçe çevirdi. Hemen ardından ise geniş bir
salona girmişti.

Salon bilinmeyen bir yaratığın kürkünden yapılmış kalın, kar beyazı bir halıyla kaplanmıştı. Güzel ve
çekici pek çok kadın ince ipeklere bürünmüş ve çıplak ayaklarıyla dans ediyorlardı, şehvetli ve ayartıcı
bir havaları vardı. Duyduğu müzik sesi onlardan geliyordu.

Kadınlar dikenlerle dolu bir gül demeti gibi cezbedici bir şekilde dönüyor, gecenin içinde çiçek
açıyorlardı. Xie Lian’a döndüklerinde, ona gözleriyle sataştıklarını hissedebiliyordu. Yoldan geçmekte
olan birisi karşısında aniden bu manzarayı bulsaydı, çok daha korkutucu veya büyüleyici gelirdi
muhtemelen. Ancak Xie Lian salonu incelerken gözleri o kadınları görmeden geçmişti. İlk gördüğü şey
ise, salonun en ucunda oturmuş olan Hua Cheng’di.

Ve salonun en ucun siyah yeşimden yapılmış, geniş ve on kişinin sığabileceği kadar büyük bir şilte
vardı. Ama üzerindeki tek bir kişi oturuyordu, o da Hua Cheng’di.

Önünde dans etmekte olan sayısız muhteşem kadın vardı, ancak onlara tek bir bakış dahi atmıyordu.
Sadece tembel bir halde önündeki şeyle ilgileniyordu.

Hua Cheng’in önünde küçük, altın bir saray vardı. Uzaktan bir cennet sarayına benziyordu, ancak
yaklaşınca küçük sarayın ince altın varakların bir araya gelmesiyle oluştuğu anlaşılabiliyordu.

Altın Varaklı Saray. Xie Lian çocukken sık sık bu oyunu oynamıştı; köydeki çocukların taşları üst üste
koyarak bir ev inşa etmesinden çokta farklı değildi. Ancak gençliğinden beri ayrılıklardan
hoşlanmadığı için, Xie Lian bir araya getirilmiş hiçbir şeyin ayrılmasına ne olursa olsun izin
vermiyordu. Sarayı yaptıktan sonra kimsenin dokunmasına izin vermez ve kırılgan parçaları bir şekilde
tutturabilmeyi, bu sayede asla yıkılmamalarını dilerdi. Çocukken bir altın sarayın yıkıldığını görürse
yemek yemeyi ve uyumayı reddedecek kadar morali bozulurdu, ta ki imparator ve imparatoriçe gelip
onu kabuğundan çıkartana dek. Şu an önünde durmakta olan saray çok büyüktü, yüzlerce kat
varaktan oluşuyordu ve sanki hafif bir esintiyle dahi yıkılacakmış kadar kırılgan görünüyordu. Xie Lian
içinden dua etti, Yıkılma, yıkılma.

Bir an sonra ise, Hua Cheng sarayına bir bakış attı ve yüzünden bir gülümseme geçti. Ardından bir
parmağını kaldırdı ve altın sarayın tepesine bir fiske vurdu.

Varaklar titredi ve devrildi.

Altın varaklar yerlere saçılmış ve altın saray yıkılmıştı. Sarayı devirdikten sonra Hua Cheng kumdan bir
kaleyi yıkmış bir çocuk kadar memnun görünüyordu.

Elinde kalan altın varakları hiç düşünmeden bir kenara attı ve minderden kalktı. Dans eden kadınlar
anında durarak onun geçmesi için iki yana çekilmişlerdi, şarkıları susmuştu. Altın yapraklara basarak
ilerleyen Hua Cheng girişe doğru geldi. “Gege neden içeri girmiyorsun? Sadece birkaç gündür ayrıyız
diye yabancıymışız gibi davranma.”

Onun sözlerini duyunca Xie Lian boncuklu perdeyi bıraktı. “Kumarbazın İnindeyken beni
tanımıyormuş gibi davranan San Lang’dı.”

Hua Cheng yaklaştı ve Xie Lian’ın hemen önünde durdu. “Lang Qian Qiu oradaydı, eğer rol
yapmazsam Gege’nin başına dert açılabilir diye düşündüm.”

Xie Lian içinden, Oldukça yarım yamalak bir roldü ama…

Onun Lang Qian Qiu’nun kim olduğunu biliyor olması Xie Lian’ı hiç şaşırtmamıştı. Hatta Hua Cheng
muhtemelen Shi Qing Xuan’ın da orada olduğunu biliyordu, bu yüzden Xie Lian tereddütle konuştu.
“San Lang her zamanki gibi oldukça bilgili.”

Hua Cheng kahkaha attı. “Elbette. Gege, buraya sırf beni görmek için mi geldin yoksa?”

“…”

Xie Lian’ın dürüst olması gerekirse, eğer Hua Cheng’in burada olduğunu bilseydi izin ister ve onu
ziyarete gelirdi. Ancak ne yazık ki böyle olmamıştı. Hua Cheng ise, Xie Lian’ın cevabını beklememişti
bile. Gülümsedi. “Beni görmek için gelmediysen de, yine de mutluyum.”

Sözleriyle Xie Lian irkildi. O karşılık vermeye fırsat bulamadan kenarda duran kadınlar kıkırdamaya
başlamışlardı. Hua Cheng başını hafifçe eğdi ve bir anda tekrar susmuşlardı, başlarını eğdikten sonra
geniş salonda ikisini baş başa bırakarak çıktılar.

Hua Cheng. “Gege, gel oturalım.”

Xie Lian onu takip etti, bir yandan da gülümseyerek onu izliyordu. “Demek gerçek görünüşün bu.”

Hua Cheng donakaldı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Ya, Hua Cheng’cim. Manitanı evine çağırmışsın, o dansözleri önceden gönderemedin mi? ‘Bak
nasılda sağdığım, tek bakış dahi atmıyorum’ mesajı mı göndermeye çalışıyorsun anlamadım ki…
Bölüm 40: Cennet Köşkünde, Xian Le Soruları
Belki sadece ona öyle gelmişti ama, bir an için Hua Cheng’in omuzları kasılmış gibiydi. Çok uzun
sürmedi ve Hua Cheng normal bir şekilde konuştu. “Gelecek sefer görüştüğümüzde seni gerçek
görünümümle karşılayacağımı söylemiştim.”

Xie Lian sırıttı. Omzuna vurdu ve içten bir şekilde. “Hiç fena değil.” Dedi.

Xie Lian oldukça sıradan ve basit bir şekilde konuşmuştu, ne fazladan bir şey ima etmişti ne daha
azını. Hua Cheng de ona gülümsedi ve bu kez rahatlamıştı. Birkaç adım daha attılar ve Xie Lian aniden
Hua Cheng’le konuşması gereken önemli bir mesele olduğunu anımsadı.

Boynundaki gümüş zinciri dışarı çıkarttı. “Bu arada, bunu sen mi bıraktın?”

Hua Cheng yüzüğe baktı ve gülümsedi. “Senin için.”

Xie Lian sordu. “Bu nedir?”

Hua Cheng. “Önemli bir şey değil. Sen de kalsın.”

Her ne kadar böyle söylemiş olsa da Xie Lian bu yüzüğün o kadar sıradan bir şey olmadığının
farkındaydı. “Öyleyse teşekkür ederim San Lang.”

Xie Lian’ın yüzük kolyesini tekrar boynuna yerleştirdiğini görünce Hua Cheng’in gözü ışıl ışıl oldu. Xie
Lian etrafına baktı. “Kumarbazın İninde Zevk Köşküne gidiyorum dediğinde, bir geneleve veya o
türden bir sokağa gittiğini düşünmüştüm, ama burası daha çok bir tiyatroya benziyor sanki?”

Hua Cheng tek kaşını kaldırdı. “Gege neler diyorsun böyle? Ben asla o tarz yerlere gitmem.”

Xie Lian şaşırmıştı. “Sahi mi?”

“Elbette.” Diye cevapladı Hua Cheng.

İkisi siyah yeşim şilteye geldiklerinde yan yana oturdular. Hua Cheng devam etti. “Birkaç yerini
yenilediğim bir yer sadece burası, bir tür mesken. Boş olduğumda gelip burada zaman geçiriyorum.
Meşgul olduğumda ise boş kalıyor.”

Xie Lian. “Yani burası senin evin.”

“Mesken.” Diye düzeltti Hua Cheng. “Ev değil.”

Xie Lian merakla. “Aralarında fark var mı ki?”

Hua Cheng cevapladı. “Elbette var. Ev ailenin olduğu yerdir. Tek başına yaşanılan yere ev denmez.”

Bunu duyunca Xie Lian’ın kalbi sıkıştı. Bu tanıma göre sekiz yüz yıldır hiç evi olmamıştı. Her ne kadar
Hua Cheng’in yüzünde yalnızlığa dair tek bir iz olmasa da Xie Lian muhtemelen onun da aynı şeyleri
hissettiğini düşünüyordu. Hua Cheng devam etti. “Puji Manastırı kadar küçük bir yer bile benim Zevk
Sarayımdan kat be kat daha güzel bir ev.”

Xie Lian hemfikirdi ve gülümsedi. “Bu kadar duygusal olduğunu hiç fark etmemiştim San Lang. Ama
benim Puji Manastırımla kıyaslama yaparak sahiden benimle dalga geçiyorsun.”

Hua Cheng güldü. “Bunda utanılacak ne var? Gerçeği söylemek gerekirse Gege’nin Puji Manastırı
sahiden küçük, ama benim Zevk Köşkümden çok daha rahat. Daha çok bir ev gibi.”
“Öyle mi?” Xie Lian’ın sesi sıcacıktı. “O zaman istediğin zaman gelebilirsin. Puji Manastırının kapıları
sana her zaman açık.”

Hua Cheng’in yüzü aydınlanmıştı. “Sen böyle söylüyorsan Gege, o zaman teklifini seve seve kabul
ediyorum. Daha sonra seni rahatsız ettiğimi düşünmezsin umarım.”

“İmkansız.” Xie Lian ekledi. “San Lang, bu arada senden bir iyilik isteyeceğim ama vaktin olur mu
bilmiyorum...”

Hua Cheng sordu. “Nedir? Burası benim bölgem. Sadece söyle, hemen getireyim.”

Bir süre düşündükten sonra Xie Lian konuştu. “Yu Jun Dağındaki meseleyle ilgilenmeden önce benim
krallığımdan köken alan bir çocukla karşılaştım.”

Hua Cheng ‘köken alan’ kelimesini duyduğunda yavaşça gözlerini açıp kapattı ancak hiçbir şey
söylemedi. Xie Lian devam etti. “Onunla düzgün şekilde ilgilenemedim ve benden korktu. Aranmasını
istediğimde de bir sonuç alamadım. Biraz önce Hayalet Şehrin arka sokaklarında dolaşırken, ben
sanırım onu gördüm. San Lang burası senin bölgen. Onu bulmama yardım edebilir misin? Çocuğun
yüzü bandajlarla sarılmış ve Zevk Köşkünün birkaç adım ötesinde elimden kaçtı.”

Hua Cheng sessizdi. Kısık sesle bir şeyler söylemek için ayağa kalktı, yüzünü diğer tarafa çevirmiş sanki
birisiyle iletişim kuruyor gibiydi. Bir an sonra tekrar oturdu ve gülümsedi. “Oldu. Sadece
bekleyeceğiz.”

Hayalet Şehre göz kulak olan kişi Hua Cheng olduğu için, onun harekete geçmesi çok daha kolay
oluyordu. Xie Lian rahat bir nefes verdi. “Sahiden, çok teşekkür ederim.”

Hua Cheng. “Önemli değil.” Ardından ekledi. “Lang Qian Qiu’yu öylece bıraktın mı peki?”

Eğer Lang Qian Qiu da orada olsaydı, patavatsız ve geniş ağzından başka nelerin çıkacağını ve başka
ne sorunlar çıkartacağını kestirmek imkansızdı. Xie Lian en iyisinin daha sonra buluşmak olduğunu
düşünüyordu. “Ekselansları Tai Hua’nın Kumarbazın İninde yarattığı sorunlar nedeniyle özür dilerim.”

Hua Cheng’in yüzünde kibirli bir sırıtış belirdi. “Ne diyorsun? Ona sorun çıkartmak denmezdi.”

“Kırdığı şeyler…” diye başladı Xie Lian ancak Hua Cheng güldü. “Gege’nin hatırına borcunu siliyorum.
Bir daha gözüme gözükmediği sürece istediğini yapabilir.”

Xie Lian şimdi meraklanmıştı. “Senin bölgende dolaşan cennet mensupları olması umurunda değil
mi?” Hua Cheng bu kadar korkusuz olabilir miydi?

Hua Cheng gülümsedi. “Gege elbette sen bilmiyorsundur ama üç diyarda Hayalet Şehri yozlaşmanın
cehennemi, şeytani bir kaos olduğunu söyler, ama aslında herkes buraya eğlenmek için gelmek ister.
Pek çok cennet mensubu da hiç umursamıyormuş davranır ve burası hakkında kötü konuşur, ama sık
sık buraya kılık değiştirerek gelir ve ağza alınmaz işler yürütürler. Onlardan çok gördüm. Eğer sorun
çıkarmazlarsa ben de umursamam, eğer sorun çıkartırlarsa daha da mutlu olurum, çünkü ilk çizgi aşan
onlar olur.”

Xie Lian açıklamaya çalıştı. “Ekselansları Tai Hua doğası gereği böyle, bahsin ne olduğunu duyunca
müdahale etmesi gerekiyordu, kendini tutamadı.”

Hua Cheng düz bir sesle konuştu. “Tecrübesiz sadece. On yıl daha uzun yaşamakla, düşmanının
ömrünü on yıl kısaltmak arasından gidip ikincisini seçmek insan kininin temel noktası.” Alayla güldü
ve kollarını bağladı. “Lang Qian Qiu gibi bir aptal yükselebildiğine göre cennet sahiden kör olmalı.”
“…”

Xie Lian bir parça suçluluk duyarak alnını ovdu, düşünüyordu, Öyle söylemesen keşke, sonuçta, benim
gibi hurda toplayan birisi de yükseldi…

Bir süre tereddüt ettikten sonra Xie Lian tekrar konuştu. “San Lang, bunları söyleyerek haddimi aşmış
olabilirim, ama yine de söyleyeceğim. Kumarbazın İni çok tehlikeli bir yer, bir gün sana zararı
dokunmasın?”

İnsanların kızlarının, oğullarının ve kendi hayatlarını bahse koyduğu, hatta ölerek ayrıldığı bir yer
günahkarlığın merkeziydi. Küçük karmaşalar ise bahsedilmeye değmezdi. Eğer bir gün bu bahisler
çığırından çıkarsa, cennette gözlerini kapatıp hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Hua Cheng ona
bir bakış attı. “Ekselansları. Lang Qian Qiu’ya neden öne çıktığını sordun mu?”

Xie Lian bir parça şaşırmıştı, neden bu soruyu sorduğunu anlamamıştı. Hua Cheng devam etti.
“İddiaya girerim eğer o öne çıkmasa, kimsenin çıkmayacağını söylemiştir.”

Xie Lian. “Evet. Tam olarak böyle söyledi.”

“Ben onun tam tersiyim. Eğer ben böyle bir yeri yönetmezsem, bir başkası yönetir. O yüzden yöneten
kişi olmayı tercih ederim.”

Xie Lian ne zaman geri çekilmesi gerektiğini biliyordu ve başını salladı. “Anlıyorum.”

Görünüşe göre Hua Cheng duygusal biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda da kontrol ve güç konusunu
Xie Lian’ın tahmin ettiğinden çok daha fazla önemsiyordu. Hua Cheng devam etti. “Yine de Gege, beni
düşündüğün için teşekkür ederim.”

Tam bu sırada Xie Lian kapıdan birisinin seslendiğini duydu. Genç bir adamdı. “Lordum, sargılı çocuğu
buldum.”

Xie Lian hemen girişe baktı ve bir önceki XiaXianYue görevlisinin perdenin hemen arkasında eğildiğini
gördü. Ve kollarındaki çocukta yırtık pırtık bandajlarla sarılmış çocuktan bir başkası değildi.

Hua Cheng dönüp bakmamıştı bile. “İçeri getir.”

Siyahlara bürünmüş genç adam çocuğu içeri getirdi ve nazikçe yere bıraktı. Xie Lian sahiden lanetli
kelepçe olup olmadığını kontrol etmek için tekrar genç adamın bileklerine bakma isteğine engel
olamadı, ancak adam tekrar eğilmiş ve çocuğu bıraktıktan sonra hemen çekilmişti. Xie Lian da elinde
daha büyük bir problem olduğu için sargılı çocuğun önünde diz çöktü ve hemen sakinleştirmeye
çalıştı. “Korkma. Geçen sefer benim hatamdı, bir daha öyle bir şey yapmayacağım.”

Çocuğun gözleri korku ve şaşkınlıkla irileşmişti ama sürekli koştuktan sonra artık tekrar kaçacak
enerjisi kalmamıştı. Xie Lian’a bir bakış attı, ardından gözleri siyah yeşimden şiltedeki küçük masaya
kaydı. Xie Lian onun bakışlarını takip ettiğinde çocuğun küçük masadaki lezzetli meyve tabağını
izlediğini gördü.

Çocuk uzun zamandır saklanıyor ve yiyecek bir şey bulamamış olmalıydı. Xie Lian Hua Cheng’e döndü,
ancak o daha ağzını açamadan Hua Cheng işaret etti. “Ne istersen yap, bana sormana gerek yok.”

Kibarlık yapılacak zaman değildi, bu yüzden Xie Lian bir teşekkür mırıldandı ve meyve tabağını alarak
çocuğa uzattı. Çocuk Xie Lian’ın elinki tabağı kaptı ve meyveleri ağzına tıkmaya başladı.
Günlerdir açlıktan kırılıyormuş gibiydi, inanılmaz açtı. Xie Lian aç bir sokak köpeği gibi gezdiği, en
berbat günlerinde bile hiç böylesine bir iştahla yemek yememişti. Aklına söyleyebilecek bir şey de
gelmiyordu, sadece çocuğu nazikçe azarladı. “Yavaş ye.”

Bir an duraksadıktan sonra ise bir deneme yaptı. “Adın ne?”

Çocuk yemek yerken mırıldanıp durdu, sanki bir şey söylemek istiyor gibiydi ama konuşamıyordu.

Hua Cheng fikrini belirtti. “Yıllardır konuşmamış olabilir, belki nasıl konuşulduğunu unutmuştur.”

Sahiden de çocuk pek konuşkan birine benzemiyordu, Minik Ying’le bile muhtemelen konuşmamıştı
ve son konuşmasının üzerinden epeyi zaman geçmişti. Xie Lian iç çekti. “Ağırdan alırız o zaman.”

Bu zamana kadar ise tabaktaki meyveler çoktan süpürülmüştü. Sargıları kurumuş kanla kaplanmıştı,
ancak siyah noktalar kadar kırmızı olanlar da vardı, Xie Lian nazikçe. “Yüzün ciddi şekilde yaralanmış
gibi görünüyor. Bir bakayım?”

Bu sözleri duyunca çocuğun gözleri aniden korkuyla doldu. Ancak Xie Lian’ın yorulmak bilmez
yatıştırma ve cesaretlendirme çabalarının ardından çocuk bir kez daha uysal bir şekilde oturmuştu.

Xie Lian çocuğun yanına geçti ve kol yeninden iyileştirici bir iksir şişesi çıkardı, tam lekeli sargıları
çıkartmak üzereydi ki Hua Cheng araya girdi. “Ben yaparım.”

Xie Lian başını iki yana salladı ve yavaş hareketlerle rastgele sarılmış sargıları açmaya başladı.

Tahmin ettiği gibi çocuğun yüzü her ne kadar kandan karmakarışık bir halde olsa da, tüm o korkunç
insan yüzleri gitmişti, sadece parlak kırmızı yara izleri kalmıştı.

Yu Jun Dağından karşılaştıkları zaman da yüzünde yanıklar vardı ancak bu kadar çok kan yoktu. Çocuk
muhtemelen o yüzleri suratından bir bıçakla kesmiş ve yaralar bu sayede oluşmuştu.

Xie Lian’ın elleri merhemi sürerken hafifçe titriyordu. Hua Cheng bileğini tuttu ve tekrar etti. “Bırak
ben yapayım.”

Xie Lian tekrar başını iki yana salladı ve nazikçe bileğini kurtardı, kısık bir sesle. “Olmaz. Bunu benim
yapmam gerek.”

Sekiz yüz yıl önce Xian Le Krallığında pek çokları bu salgına yakalanmıştı, başka hiçbir yol olmadığı
içinde herkes bu şekilde kendini yaralamayı seçmişti. Yeryüzündeki cehennemi yaşamışlardı. Bazıları
yüzlerindeki kesilmemesi gereken yerleri yanlışlıkla kesmiş ve kan kaybından ölmüştü. Bazıları ise
başarıyla tüm küçük insan yüzlerini çıkartabildikleri halde o yaralar asla iyileşmemişti.

Xie Lian çocuğun yüzüne yeni bandajları sararken, aslında yüz hatlarının oldukça güzel olduğunu fark
etti, burnu düz ve kibardı, gözleri siyah ve parlak; bu dehşet verici hastalığa yakalanmasa
muhtemelen yakışıklı bir genç adam olacaktı. Ondan öncekilerle aynı kaderi paylaşıyordu; o çarpık
insan yüzlerini kesip çıkartsa bile, kendi yüzü sonsuza dek bir kabus olarak kalacak, asla
iyileşemeyecekti.

Xie Lian en sonunda yeni bandajları sarmayı bitirmişti ve titreyen bir sesle sordu. “Sen Xian Le’den
misin?”

Çocuk dönerek iri gözleriyle ona baktı ve Xie Lian sorusunu defalarca tekrarladı ama çocuk sadece
başını iki yana sallıyordu. Xie Lian başka bir soru sordu. “O zaman tam olarak nereden geliyorsun?”

Çocuk zar zor cevapladı. “…Yong… An…”


Çocuk Yong An Krallığındandı!

Xie Lian gözlerinin karardığını hissedebiliyordu, düşünmeden sordu. “Daha önce hiç… Yüzü Olmayan
Beyaz’la karşılaştın mı?”

Yüzü Olmayan Beyaz. Salgının kaynağı. Felaket Alameti.

Bu ‘Yüce’ sık sık beyaz cenaze kıyafetlerine bürünür, elinde Ruh Çağıran bir bayrak ve yüzünde Gülen
Ağlayan maskesi olurdu. Maskeye böyle denmesinin sebebi bir yarısının gülümsemesi diğer yarısının
ise ağlamasıydı; bir araya gelince giyen kişinin gülümsediğini mi yoksa ağladığını mı kestirmek zordu.
Eğer bu kişi bir yerde görülürse, orasının yakın zamanda yıkılmaya mahkum olduğu ve dünyanın kaosa
sürükleneceği anlamına gelirdi.

Xie Lian Yüzü Olmayan Beyaz’la ilk karşılaşmasını dün gibi hatırlıyordu. O gün Xian Le Sarayının en
yüksek kulesinde durmuş, yüzü kir ve gözyaşlarıyla kaplı, kendini kaybetmiş ve sersemlemiş bir halde
krallığını izliyordu. Bulanık bakışları, kale duvarlarının hemen dışındaki cesetlerle dolu alanda alenen
durmakta olan geniş beyaz kol yenleri çırpınan beyaz bir siluet görmüştü. Xie Lian başını eğmiş ve ona
bakmıştı, beyaz tayf da başını kaldırıp Xie Lian’a bakmış ve doğrudan ona el sallamıştı.

O Gülen Ağlayan maske Xie Lian için yüzlerce yıl geçmesine rağmen hala kurtulamadığı bir kabustu.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 41: Zevk Köşkünde, Xian Le Soruları
Çocuk ‘Yüzü Olmayan Beyaz’ın kim olduğunu bilmiyor gibiydi, gözlerinde boş bir ifadeyle Xie Lian’a
bakıyordu sadece. Xian Lian onun anlamadığını mı yoksa anlayamadığını mı bilmiyordu ama çocuk
aniden bağırdı. “AH!” Xie Lian farkında olmadan çocuğun omuzlarına yapışmış ve tüm gücüyle
sıkıyordu. Çocuk bağırana kadar da ne yaptığını fark etmemişti. Aceleyle ellerini çekti. “Özür dilerim.”

Hua Cheng kısık bir sesle konuştu. “Yorgunsun. Gidip dinlen.”

Bu sözleri söylediği gibi salonun yan tarafındaki küçük bir kapı açıldı ve iki hünerli kız içeri girerek
çocuğu aldılar. Çocuğun gözleri götürülürken bile Xie Lian’ın üzerindeydi. Xie Lian ona hitaben.
“Merak etme. Birazdan tekrar yanına geleceğim.” Dedi.

Çocuk çıktıktan sonra Hua Cheng, Xie Lian’a döndü. “Otur ve sakinleş, ve hemen tekrar çocuğun
yanına gitme. Eğer ona sormak istediğin sorular varsa, benim onu konuşturmak için yöntemlerim
var.”

O ‘yöntemler’ kulağa oldukça korkutucu geliyordu, Xie Lian hemen ona döndü. “Hayır, gerek yok. Eğer
cevap veremiyorsa boş ver. Ağırdan alabiliriz.”

Hua Cheng Xie Lian’ın yanına oturdu. “Çocukla ne yapmayı planlıyorsun?”

Xie Lian tükenmiş görünüyordu, bir süre düşündükten sonra soruyu cevaplayabildi. “Sanırım, onu
yanımda tutacağım ve benimle götüreceğim.”

Hua Cheng. “Çocuk bir hayalet, insan değil. Neden onu Hayalet Şehirde bırakmıyorsun? Fazladan bir
kişiyi daha beslemek benim için hiç problem değil.”

Xie Lian onu izledi ve dürüst bir şekilde cevapladı. “San Lang, sahiden, çok teşekkür ederim. Ama…” iç
çekti. “Onu yanımda götürmek istememin tek nedeni onu büyütmek değil.”

Hayalet Şehir kesin olarak Hua Cheng’e aitti; eğer çocuğu korumak isterse, kimse ona dokunamazdı
ve hiç aç kalmazdı. Ama bunlardan sonra çocuğun en çok ihtiyaç duyduğu şey bir rehberdi,
düşüncelerini toplamasına ve konuşmasına, tekrar normale dönmesine yardım edecek birisi. Hayalet
Şehir kalabalık bir yerdi, kaotik ve vahşi, rehberlik etmeye hiçte uygun bir yer değildi. Xie Lian’ın
aklına kendisinden başka kimsede böylesine bir görevin altına girecek sabır olduğunu sanmıyordu.

Xie Lian yavaşça devam etti. “Onun bulduğun için zaten sana minnettarım. Akıbetiyle de senin
uğraşmana izin veremem.”

Hua Cheng hiçte aynı fikirdeymiş gibi görünmüyordu ama daha fazla ısrar etmedi. “Sahiden hiç sorun
olmaz. Burada olduğun sürece ne istersen bana söyleyebilirsin; ve ne zaman istersen gelip
gidebilirsin.”

Xie Lian aniden Hua Cheng’in belindeki eğri kılıcın bir anda değiştiğini fark etti.

Xie Lian eğri kılıca bakarken merakının aniden uyandığını hissetti. Kılıcın kabzasına işlenmiş gümüş bir
göz vardı. Göz birkaç kaba gümüş darbeden oluşuyordu, ancak her ne kadar basit görünse de, sanki
canlıymış gibi mistik bir görüntüsü vardı. Daha önce fark edememişti çünkü göz kapalıydı, ama biraz
önce göz titreyerek açılmış ve yakut gibi görünen göz küresi ortaya çıkmıştı. Oyuğun içinde bir kez
dönmüştü üstelik.

Hua Cheng de bir şey fark etmiş gibi görünüyordu ve kısık bir sesle konuştu. “Gege, kısa bir süreliğine
gitmem gerek. Hemen geri dönerim.”
“Bir sorun mu var?” Xie Lian’ın aklına hemen Hayalet Şehirde bulunan Rüzgar Ustası ve Lang Qian Qiu
gelmişti, o da doğruldu. “Ben de geliyorum.”

Hua Cheng onu nazikçe iterek tekrar oturttu. “Endişelenme, Ekselansları Tai Hua ile ilgili bir mesele
değil. Sadece her ay gelen gereksiz pisliklerden birisi. Gelmene gerek yok.”

Hua Cheng gelmesini istemediğini açıkça belirttiği için Xie Lian daha fazla ısrar edemezdi. Hua Cheng
döndü ve salondan çıktı, yürürken ona el sallıyordu. O yaklaştığı zaman perdeler kendiliğinden
açılmıştı ve o çıkarken, kendiliğinden kapanmışlardı.

Siyah yeşim şiltenin üzerindeki Xie Lian biraz rahatladı ve sargılı çocuğu düşündü. Yabancılardan ne
kadar korktuğunu ve duygusal olarak ne kadar istikrarsız bir halde olduğunu hatırlayınca Xie Lian daha
fazla beklemeye dayanamayarak tekrar ayağa kalktı ve gidip çocuğu görmeye karar verdi. Kızların
çıktığı küçük kapıdan geçtiğinde kendisini küçük bir bahçede buldu. Bahçe lal rengiydi ve küçük bir
patikayla ayrılmıştı, hiç kimse yoktu, Xie Lian hala hangi yöne gitmesi gerektiğine karar verememişti ki
aniden siyah bir gölge gördü.
XiaXianYue görevlisiydi bu.
Xie Lian’ın aklına onun bileğindeki lanetli kelepçe geldi, bu konu onu bir süredir meraklandırıyordu.
Tam sesleneceği sırada XiaXianYue görevlisi kayboldu. Hareketleri sanki birisinin onu görmesinden
çekiniyormuş gibiydi, bu yüzden Xie Lian da ağzını kapattı ve sessizce onu takip etmeye başladı.
Görevlinin kaybolduğu binanın köşesinden döndükten sonra Xie Lian duvara yapıştı ve gizlice etrafını
izledi. Genç hızla hareket etmişti ve sürekli etrafını gözlüyordu, son derece dikkatliydi ve fark
edilmekten korkuyordu. Ama XiaXianYue görevlisi San Lang’ın astlarından biriydi ve onun bölgesinde
bulunuyorlardı, o zaman neden gizlice etrafta dolaşıyordu?
Xie Lian düşündükçe bu görevlinin kötü bir niyeti olduğundan daha da emin oluyordu bu yüzden
saklanmaya ve takip etmeye devam etti. Maskeli görevli salonda defalarca başka köşelerden döndü
ve Xie Lian elli adım arkasındaydı, nefesini tutmuş ve dikkatlice izliyordu. En sonunda bir köşeden
daha döndüler ve uzun bir koridora ulaştılar, koridorun sonunda büyük, güzel bir kapı vardı.
Hala takip etmekte olan Xie Lian içinden, Eğer şimdi arkasını dönecek olursa saklanacak hiçbir yer
bulamam, diye geçirdi. Ama tam da bu düşünce aklından geçerken XiaXianYue görevlisi durdu ve
başını çevirdi.
O durduğu anda Xie Lian hemen harekete geçmiş ve aceleyle kolunu uzatmıştı. RuoYe uçtu ve
yukarıdaki ahşap kirişe sarılarak Xie Lian’ı yukarı çekti ve kirişte asılı kaldılar.
Görevli arkasında kimsenin olmadığına karar vermişti ve yukarıya bakmamıştı bu yüzden tekrar önüne
döndü ve yoluna devam etti. Xie Lian ise bu kadar çabuk yere inmeye cesaret edemiyordu bu yüzden
tavanda asılı kalmaya devam ederek sessizce kiriş üzerinde ilerlemeye başladı. Bir kertenkele gibi
göründüğünün farkındaydı. Neyse ki görevli çok fazla ilerlememiş ve o büyük kapının önünde
durmuştu. Xie Lian da durarak gözlemlemeye başladı.
Kapının önünde bir kadın heykeli vardı, baştan çıkarıcı ve güzeldi, ancak elbette Xie Lian’ın kuş bakışı
açısından sadece yuvarlak bir kafa ve heykelin elindeki sığ, oval yıpranmış bir tabak görünüyordu.
Maskeli genç olduğu yerden kımıldamadı ve kapıyı açmak için hareketlenmedi. Onun yerine, kadın
heykeline döndü ve elini kaldırdı, yıpranmış tabağa bir şey attı. Tıkırtı sesleri oldukça netti ve Xie Lian
içinden, Zar mı, diye geçirdi.
Daha kısa bir süre önce pek çok kez duyduğu ve uzunca bir süre unutamayacağı bir sesti bu. Bir zarın,
kabın dibine düşerken çıkarttığı ses. Genç adam elini geri çektiğinde Xie Lian en sonunda görebildi,
sahiden de yıpranmış tabakta iki adet zar vardı, her ikisinin üzerinde de altı tane kızıl nokta vardı.
Maskeli genç zarları tekrar aldı ve sakladı, ancak ondan sonra kapıyı açtı. Kapı kilitli bile değildi.
Kapıdan geçip, arkasından kapattıktan sonra da Xie Lian kilitlenmeye benzer bir ses de duymamıştı.
Xie Lian bir an bekledikten sonra bir kağıt parçası gibi yavaşça yere indi ve kapıyı incelerken kollarını
bağladı.
Mantıken bina çok büyük görünmediği için XiaXianYue görevlisi içeride her ne yapıyorsa dışarıdan sesi
duyulmalıydı. Ancak genç adam kapıyı arkasından kapattıktan sonra bir daha hiç ses duyulmamıştı.
Xie Lian bir süre kafa yordu ve eliyle kapıyı itti.
Tahmin ettiği gibi kapı açıldığında içeride küçük bir masa ve iki sandalye dışında hiçbir şey ve hiç
kimse yoktu. Normal ve konforlu bir yatak odasına benziyordu. Görünüşe göre odanın içinde gizli bir
geçit bulunma olasılığı da yoktu.
Xie Lian kapıyı kapattı ve tekrar kadın heykeline döndü, bakışları heykelin elindeki yıpranmış tabağa
kaydı. Geçidi açan şeyin yıpranmış tabak ve zarlar olduğuna hiç şüphe yoktu.
Demek bina yine de kilitli, diye düşündü, Sadece bir anahtar veya şifre gerektiren fiziksel bir kilit değil,
büyülü bir kilidi var. Kapının arkasındaki gerçek odaya ulaşabilmek için iki altı atmak gerek.
Ama Xie Lian’ın oracıkta altı altı atabilmesi bu dünyada asla görülemeyecek bir manzaraydı. Sadece
kapıya baktı ve iç çekti. Gözleri kapının üzerinde bir süre volta attı, ama en sonunda vazgeçerek geri
döndü. Bir süre yürüdükten sonra ansızın durdu. Yolun karşı tarafından belinde ince ve gümüşten bir
eğri kılıç bulunan, uzun, kırmızılara bürünmüş bir siluet yaklaşıyordu. Hua Cheng’den başkası
olamazdı.
Kollarını göğsünde kavuşturmuş ona doğru geliyordu. “Gege, seni arıyordum.”
Yanından ayrıldığı zamanki gibi görünüyordu, sadece belindeki eğri kılıç kınından sıyrılmış ve kınla
birlikte ona çarparak her adımında tıkırdıyor ve kibirli bir resim çiziyordu. Eğri kılıcın kabzasındaki
gümüş göz kapanmıştı. Xie Lian kendisini toparladı. “Çocuğu görmek istemiştim ama evin çok büyük
olduğu için kayboldum.”
Xie Lian aslında Hua Cheng’e olanları anlatmayı planlamıştı, ama sözcükler dudaklarına geldiği anda
fikrini değiştirmişti.
Xie Lian, Hayalet Şehre gelmesinin esas nedeninin kayıp bir cennet mensubunu bulmak olduğunu
unutmamıştı. Hiçbir şüpheli durumu görmezden gelemezdi bu yüzden de kimseyi harekete
geçirmeden önce kendisi kapıdan geçmek istiyordu. Eğer Hua Cheng’in meseleyle bir ilgisi yoksa Xie
Lian onu astının tuhaf davranışları konusunda bilgilendirecekti, ama Hua Cheng de olaya dahilse…
Xie Lian düşüncelere dalmıştı ancak Hua Cheng farkında değilmiş gibiydi ve Xie Lian’ı tekrar ana
salona doğru yönlendirirken konuşmaya başladı. “Eğer çocuğu görmek istiyorsan, onu getirmesi için
birilerini gönderirim. Senin tek yapman gereken Zevk Salonunda beklemek.”
Xie Lian Hua Cheng’in ses tonunu duyduğunda muhtemelen bir şeyler gizlediği için, istemsizce daha
yumuşak başlı bir tavır aldı. “İşin bu kadar çabuk mu bitti?”
Hua Cheng alayla güldü, dudakları küçümsemeyle kıvrılmıştı. “Bitti. Sadece kendilerini utandıran işe
yaramaz çöplerden bir grup dahaydı işte.”
Onun ‘işe yaramaz çöp’ derken ki ses tonu tanıdık geldiği için Xie Lian tahminde bulundu. “Yeşil Cin Qi
Rong muydu?”
Hua Cheng gülümsedi. “Evet. Benim bölgemde gözü olan bir sürü kişi olduğunu söylemiştim. Qi Rong
yıllardır Hayalet Şehrin kendisinin olması deli gibi istiyor, ama elinden tek gelen şey de istemek ve
kıskançlıkla yanmak. Bu yüzden arada sırada kendisi kadar işe yaramaz astlarını sorun çıkartmak için
buraya gönderir. Bahsetmeye dahi değmez. Aslında, sana göstermek istediğim bir yer var Gege, ama
bana bu zevki bahşeder misin bilmiyorum?”
Xie Lian neşeyle cevapladı. “Elbette.”
Uzun koridorlardan geçerek Hua Cheng, Xie Lian’ı bir diğer geniş salona götürdü.
Bu salonun kapıları çelikten yapılmış gibiyi, üzerine müthiş ve korkutucu görünen vahşi yaratıklar
oyulmuştu. Hua Cheng yaklaştığı anda yaratıklar ikiye ayrıldı ve kapıları açtılar. Daha salona adım
atmadan Xie Lian’a ölümcül bir his dalgası çarptı ve oldukça gerildi, ellerindeki damarlar
belirginleşirken karşısındaki her neyse karşılaşmaya hazırdı.
Ancak salonun içinde ne olduğunu görünce gözlerini kırpıştırdı. Tüm savunması anında erimişti ve
bacakları kendiliğinden hareket ederek onu salona sürükledi.
Salonun içerisindeki dört duvar, her tür silahla doluydu. Eğri ve düz kılıçlar, mızraklar, kalkanlar,
kırbaçlar, baltalar… Bir silah salonundaydı!
Herkes, özellikle de erkekler, bunun gibi her türden silah barındıran bir cephaneyle karşılaşınca
cennete gibi hisseder ve kanları heyecanla kaynardı. Xie Lian da bir istisna değildi; gözleri irileşirken
yüzü aydınlanmıştı. En son böyle bir heyecan yaşadığında Jun Wu’nun silah salonundaydı.
Her ne kadar yüzü terbiyeli kalsa da, kalbi göğsünde dövünüyordu ve konuşurken kekelemeye
başladı. “Do… Dokunabilir miyim?”
Hua Cheng gülümsedi. “Nasıl istersen.”
Xie Lian’ın elleri anında duvardaki hazinelerin üzerinde gezdi, sarhoş olmuş gibi her birini okşuyordu.
“Bunlar… Her biri birer şaheser! Bu kılıç muhteşem, savaş meydanındaki hali görülmeye değer! Bu da!
Bekle, bu meç…”
Hua Cheng kapının yanındaki duvara yaslanmış, Xie Lian’ın yüzünün heyecan ve saplantıyla
kızarmasını izliyordu. “Gege, ne düşünüyorsun?”
Xie Lian her bir parçayı o kadar büyük bir dikkatle inceliyordu ki başını çevirmeye gönülsüzdü. “Ne mi
düşünüyorum?”
Hua Cheng sordu. “Beğendin mi?”
“Evet!”
“Sahiden beğendin mi?” Hua Cheng tekrar sordu.
“Çok beğendim!”
Hua Cheng kıs kıs gülüyor gibiydi ama Xie Lian fark etmedi. Işıldayan, neredeyse bir buçuk metre
uzunluğundaki yeşil kılıcı kınından çekerken kalbi deli gibi atmakla meşguldü.
Hua Cheng tekrar konuştu. “İçlerinden senin için yeterince iyi olan bir tanesi var mı?”
Xie Lian’ın tüm yüzü aydınlanmış, ışıldıyordu, büyülenmekten kendini alamıyordu. “Harika! Harika!
Hepsi çok iyi!”
“Gege, normalde elinin altında kullanışlı silahlar bulunmadığı için, eğer burada uygun bir şeyler
bulursan bir tanesini seçmeni istemiştim.” Hua Cheng devam etti. “Ama madem Gege hepsini
beğendi, o zaman hepsini sana veriyorum.”
“Yok, yok, gerek yok.” Xie Lian aceleyle ekledi. “Silahlar benim elimde bir işe yaramaz zaten.”
Hua Cheng. “Sahi mi? Ama Gege belli ki kılıçları çok seviyorsun?”
“Seviyor olmamla, sahip olmam farklı şeyler. Yıllardır kılıç kullanmadım. Bakması beni mutlu ediyor
sadece. Ayrıca, versen bile bunca silahı koyacak yerim yok.”
Hua Cheng cevapladı. “Çok basit bir çözümü var. Bütün silah salonunu sana veririm ben de.”
Xie Lian sözlerini şaka olarak aldı ve sırıttı. “Bu kadar büyük bir odayı alıp götürmeme imkan yok.”
Hua Cheng. “Götürmene gerek yok. Mülkiyeti seninle paylaşırım. Boş vaktin oldukça gelirsin.”
“Hayır, gerek yok. Bir silah salonu sürekli bakım ister. Bu silahların acı çekmesine dayanamam.”
Xie Lian kılıcı dikkatli bir şekilde tekrar yerine koydu ve özlem dolu bir sesle konuştu. “Bir zamanlar
benim de böyle bir silah salonum vardı, ama yanıp gitti. Buradaki tüm silahlar herkesin sahip olmak
isteyeceği değerli araçlar, kıymetlerini iyi bil San Lang.”
Hua Cheng. “Bu da kolay. Boş vaktim olduğunda Gege’nin silahlarla ilgilenmesine yardım ederim.”
Xie Lian güldü. “Eee, ama Majesteleri İblis Kralından gelip benim ayak işlerimi yapmasını isteyecek
yüzüm yok benim.”
Xie Lian aniden görev için ayrılmadan önce Jun Wu’nun yaptığı uyarıyı hatırladı: ‘Şeytani kılıç E-Ming
kara talihin lanetli bıçağıdır. Böylesine karanlık bir silah sadece son derece acımasız kurbanlarla ve
kanlı bir iradeyle dövülebilir. Dokunma, ve sana değmesine izin verme, ne sonuçlar doğurabileceğini
kimse bilemez.”
Xie Lian bir süre düşündü ama en sonunda yine de sormaya karar verdi. “Ama, tüm bu silahların
içerisinde senin eğri kılıcın E-Ming’e denk bir tane bile var mı San Lang?”
Hua Cheng sol kaşını kaldırdı. “Aa? Gege sen de mi benim kılıcımı duydun?”
Xie Lian cevapladı. “Sadece birkaç söylenti.”
Hua Cheng kıs kıs güldü. “Eminim hoş şeyler değildir. Sana eğri kılıcımın kötü, kanlı bir ritüelle
dövüldüğünü söyleyen oldu mu? İnsan hayatlarını kurban ettiğimi?”
Her zamanki gibi keskin zekalıydı. Xie Lian cevapladı. “Çok kötü şeyler değil. Herkes kendince bir
söylenti oluşturmuş, ama herkes inanacak diye bir şey yok. Efsanevi eğri kılıç E-Ming’i görme şerefine
nail olabilir miyim merak ediyordum?”
Hua Cheng. “Zaten çoktan gördün Gege.”
Xie Lian’a birkaç adım daha yaklaştı ve kısık bir sesle ekledi. “Gege, bu E-Ming.”
Belindeki eğri kılıcın üzerindeki göz Xie Lian’a doğru hızla döndü. Belki Xie Lian’a öyle geliyordu ama o
gümüş göz sanki kısılarak hilal şeklini almıştı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 42: Gizli Yolları Ödünç Almak, Zevk Köşkünde Gece Gezintisi
Xie Lian hafifçe eğildi ve selamladı. “Merhabalar.”

Selamlamasını duyunca göz daha da kısıldı, sanki gülümsermiş gibi tam bir hilal şekline bürünmüştü.
İri göz bir sağa bir sola döndü, inanılmaz neşeliydi. Kılıcın kabzasına oyulmuş bir desenden çok, insana
ait gerçek bir gözüne benziyordu. Hua Cheng’in dudakları yukarı kıvrıldı. “Gege, seni sevdi.”

Xie Lian başını kaldırdı. “Sahi mi?”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Evet. Eğer sevmeseydi, göz açılmaya bile üşenirdi. Aslında, E-Ming’in
gerçekten sevdiği kişilerin sayısı çok azdır.”

Bunu duyunca Xie Lian huzurla doldu ve E-Ming’le sıcak bir sesle konuştu. “Teşekkür ederim.”
Ardından Hua Cheng’e döndü. “Ben de onu sevdim.”

Sözleriyle birlikte göz delice kırpılmaya başladı ve hala Hua Cheng’in belinde olmasına rağmen
sallanmaya başladı. Hua Cheng azarladı. “Hayır.”

Xie Lian. “Neye ‘hayır’?”

Hua Cheng tekrarladı. “Hayır dedim.”

E-Ming daha da titredi, kınında çaresizce çıkmaya çalışıyormuş gibiydi. Xie Lian merakla sordu. “Ona
mı ‘hayır’ diyorsun?”

“Evet.” Hua Cheng ciddi bir tonla açıkladı. “Onu sevmeni istiyor, o yüzden hayır diyorum.”

Xie Lian sırıttı. “Sevsem ne olur ki?” Ve elini uzattı. E-Ming’in gözü genişleyerek ona beklentiyle
bakmaya başladı. Xie Lian göz küresini okşayacaktı, ama bunun rahatsızlık vereceğinden korkarak elini
indirdi ve hafifçe kabzadaki kavisli kısmı okşadı. Göz bir çizgi haline gelene dek hilal şekli almış ve
titriyordu.

Xie Lian eğri kılıcı sevmeye devam ederken onu inanılmaz büyüleyici bulmuştu. Xie Lian hayvan
severdi; kabarık tüylü köpekleri ve kedileri okşadığı zaman, hayvanlar hemen rahatlar ve kendilerini
onun kucağına bırakıverirlerdi. Ama kimin aklına soğuk, gümüş – üstelikte efsanevi! - bir eğri kılıcı
köpek yavrusu gibi seveceği gelirdi ki! Bu nasıl ‘kara talihin lanetli bıçağı’ olabilirdi?

Xie Lian öncesinde de zaten inanmamıştı, ama kendi gözleriyle gördükten sonra o korkunç söylentileri
‘inanılmayacak’ şeyler yığının yanına, ateşlere atmıştı. Kötü, kanlı bir ritüel asla bu kadar zeki ve
sevimli bir ruhu yaratamazdı.

İkisi çeşitli kılıçlar ve bıçaklar üzerine detaylı yorumlar yaparak ve tartışarak verimli bir zaman
geçirdiler, Xie Lian silah deposundan ayrılırken çok keyifliydi, Zevk Köşküne geri dönerken Hua
Cheng’in elini tutmuştu.

Çocukta yıkanmış ve temiz sargılarla sarılmıştı. Her ne kadar hala yüzü yine tamamen kapatılmış olsa
da yeni ve tazelenmiş görünüyordu. Ona tekrar baktığı zaman çocuk ince ve narin görünmüştü, ve
harika bir genç adam olmalıydı, ama ne yazık ki düşmüş omuzları, bükülmüş beli ve büzülmüş haliyle
kimsenin gözlerine bakamıyordu. Xie Lian onun için üzülmekten kendini alamadı.

Çocuğu oturması için çekti. “Minik Ying’in sonsözlerinden birisi de benim seninle ilgilenmem içindi ve
ben de kabul ettim. Ama yine de bu konuda senin fikrini de almam gerek. Bundan sonra kendini
geliştireceğin bir yolda benimle yürümek ister misin?”
*ÇN: Burada Xie Lian ona bir savaşçı olmayı, ruhani güçlerini kullanmayı öğreteceğini söylüyor. [Cultivation: Gelişim]
Çocuk gözlerini kırpmadan ona bakıyordu, sanki birisinin onu alıp kendisini geliştirmesine yardım
edeceğini duyduğuna inanmaya korkar gibiydi. Xie Lian devam etti. “Yaşadığım yerdeki şartların iyi
olduğunu söyleyemem ama yine de bundan sonra saklanman ve yemek çalman gerekmeyeceğine
veya dayak yemeyeceğine söz verebilirim.”

Xie Lian konuşurken yanındaki Hua Cheng’in kısık gözlerle çocuğu soğuk, yargılar bir halde izlediğini
fark etmemişti.

Xie Lian sıcak bir sesle devam etti. “Eğer adını hatırlamıyorsan, neden sana yeni bir isim vermiyoruz?”

Çocuk düşündü ve cevap verdi. “Ying.”

Xie Lian ismi Minik Ying’in anısına seçtiğini düşünüyordu ve başını salladı. “Güzel. Güzel bir isim. Yong
An Krallığından geliyorsun ve Yong An’ın ulusal soyadı Lang’dır, bundan yeni ismin olarak Lang Ying’i
kullanmaya ne dersin?”

Çocuk en sonunda başını salladı. Xie Lian bunu çocuğun onunla gelmeyi kabul etmesi olarak aldı.

Ziyafet başladı. Küçük ziyafeti Hua Cheng, Xie Lian için hazırlatmıştı, ama haline bakılırsa bir düzine
kişiyi ağırlayabilecekmiş gibi görünüyordu. Sayısız kadının elinde içleri çeşit çeşit yiyecek ve içecekler,
hoş yemekler, taze meyveler ve şekerlemelerle dolu sade tabaklar vardı. Sundukları şeyler sonsuzdu
ve sıra sıra ana salonun etrafında yürürken adımları nazik ve hafifti, her biri siyah şilteye yaklaşırken
ellerindeki tabakları uzatıyorlardı. Lang Ying sadece izledi, uzanmaya cesaret edemiyordu ama Xie
Lian ona doğru birkaç tabağı ittikten sonra o da yavaş yavaş yemek için bir şeyler almaya başlamıştı.

Onu izlerken Xie Lian’ın aklına başka bir çocuk gelmişti. Yüzü bandajlarla sarılmış, kirli ve bakımsız,
sunulan tabakların önüne diz çökmüş, gizlice yemeye çalışırken başını aşağıya eğmiş başka bir çocuk.

Bu sırada mor ipeklere bürünmüş zarifçe yürüyen bir kadın yaklaştı ve onlara bir karaf şarap uzattı.
Hua Cheng alarak Xie Lian’ın bardağını doldurdu. “İçmez misin?”

Xie Lian’ın aklında bir sürü şey vardı ve çok dikkatini veremiyordu, bu yüzden farkında olmadan
bardağı aldı ve içti. İçki ağzına değene kadar alkol aldığını fark etmemişti ve hemen arkaya baktı. Bu
şekilde dönünce de Hua Cheng’in arkasında ne olduğunu görmüştü. Şarabı getiren kadın ona göz
kırptı.

Xie Lian anında ağzındakini fışkırttı. “PFFFFffttt”

Neyse ki şarabı çoktan yuttuğu için ağzından hiçbir şey çıkmamıştı. Boğazı tıkanmıştı, durmadan
öksürdü. Lang Ying o kadar korkmuştu ki neredeyse kekini düşürüyordu. Xie Lian öksürüklerini
yatıştırmayı başardı. “Bir şey yok. Bir şey yok.”

Hua Cheng nazikçe sırtına vurdu. “Sorun ne? Şarabı beğenmedin mi?”

Xie Lian hemen açıklamaya çalıştı. “Ah hayır! Çok güzeldi. Ama aniden aklıma kendimi geliştirme
yöntemimin alkolü yasakladığı geldi.”

Hua Cheng. “Ah öyle mi? O zaman düşüncesiz davrandığım ve Gege’nin şartları bozmasına neden
olduğum için suç bende.”

“Senin suçun değil. Unutmuşum sadece.”

Xie Lian alnını ovaladı, önüne döndü ve gizlice ana salonun ortasına doğru baktı.

Ona biraz önce şarap uzatan ve şu anda sırtı önlere dönük bir şekilde nazikçe kapıya doğru yürüyen
kadının görüntüsü çekici ve cezbediciydi. Hua Cheng ya kendi işine bakar ya tamamen Xie Lian’a
odaklanırdı ve güzel kadınlarla ilgilenmezdi, doğal olarak bu yüzden de yüzlerine bakmazdı. Ama Xie
Lian’ın gördüğü yüz çok netti.

Onlara şarap sunan kadın Rüzgar Ustası Qing Xuan’dan başkası değildi!!!

Rüzgar Ustası kadın kılığında gizlice Zevk Köşküne girmişti… o göz kırpışı Xie Lian’ı şok etmişti, Bu
olanları unutmam için bana daha çok içki versen iyi olur, diye içinden geçirdi. Olanların farkında
olmayan Hua Cheng ise sohbet etmeye başladı. “Kendini geliştirmenin her zaman kaygısız ve
hedonistik bir yaşam sürmek üzerine olduğunu sanmıştım. Onu bunu yasaklıyorsa ne anlamı kalır ki?
Sen ne düşünüyorsun?”

Xie Lian çabucak kendini topladı ve normal bir şekilde cevapladı. “Seçtiğin yola bağlı. Bazı sektler
dünyevi zevkleri kısıtlamaz. Ama benim seçtiğim yol içki içmeyi ve cinsel ilişkiyi yasaklar. Alkol bazen
gözden kaçırılabilir, ama cinsel riyazet kesindir.”

‘Cinsel riyazet’ dediği zaman Hua Cheng tek kaşını kaldırmış ve hoşnutsuz mu olduğu yoksa canının mı
sıkıldığı anlaşılmayan bir ifadeye bürünmüştü.

Xie Lian devam etti. “Aslında nefreti de yasaklar. Kumar oynan bir yer de inanılmaz bir neşe ve ıstırap
vardır, ve nefret kolaylıkla doğabilir bu yüzden kaçınılması gereken bir yerdir. Ama kişi kalbindeki
sükûneti koruyabileceğinden eminse, kazanmak ve kaybetmek onu etkilemeyecekse kaçınması da
gerekmez.”

Bunu duyunca Hua Cheng bir kahkaha attı. “Gege’nin Kumarbazın İninde eğlenmesine şaşmamalı.”

Konuyu en sonunda doğal bir şekilde ‘kumar oynamaya’ getiren Xie Lian devam etti. “Konusu
açılmışken, San Lang kumar oynarken kullandığın teknik insanı şaşkına çeviriyor.”

Hua Cheng kıkırdadı. “Sadece iyi şans, hepsi bu.”

“…”

Bunu duyunca Xie Lian onu kendisiyle kıyasladı ve oldukça hüzünlenmişti. Boğazını hafifçe temizledi.
“Eh, bir de bana bak…” Elini salladı ve cümlesini tamamlamadı. “Sahiden merak ediyorum, zar atmak
için kullanılan bir teknik sahiden var mı?”

Eğer yoksa, o zaman Hua Cheng Kumarbazın İnindeyken istediği sayıları öylesine seçemez ve o
XiaXuanYue görevlisi de kolayca altı altı atamazdı. Hua Cheng gülümsedi. “Elbette gizli bir teknik var,
ama bir günde öğrenilebilecek bir şey değil.”

Xie Lian da böyle bir cevap geleceğini tahmin etmişti. Kolay olacağını ümit etmemişti zaten ve tam
başka bir yol bulmaya çalışacaktı ki Hua Cheng devam etti. “Ancak sana daha kısa bir yol
söyleyebilirim. Gege’nin istediği gibi başarabilmesini ve her turu kazanmanı sağlayacağını garanti
ederim.”

Xie Lian. “Neymiş o yol?”

Hua Cheng sağ elini kaldırdı. Üçüncü parmağına kırmızı bir ip bağlanmış olan sağ eliydi bu. Parlak ve
canlı kırmızı ip, elinin sırtına küçük bir düğümle bağlanmıştı. Elini uzattı. “Elini ver.”

Xie Lian ne için olduğunu bilmiyordu ama Hua Cheng elini uzatmasını istediği için o da uzattı. Hua
Cheng onun elini sıktı ve bir süre tuttu, başını çevirip avucuna iki zar bırakmadan önce gülümsedi.
“Şimdi dene.”

Altı atmayı diledi ve zarları attı. Tıkırtılar durduğunda her iki zarın üzerinde de sahiden altı vardı.
Xie Lian merakla sordu. “Bu nasıl bir hile?”

“Hile yok.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Sadece sana biraz şansımdan ödünç verdim.”

“Demek şansta ruhani güçler gibi ödünç alınabilecek bir şeymiş.” Dedi Xie Lian şaşkın bir halde.

Hua Cheng güldü. “Tabi ki. Gege bir dahakine birileriyle bahse girdiğinde yanıma gel. Sana istediğin
kadar şans veririm. Rakibinin yüzlerce yıl boyunca atlatılamayacak kadar büyük bir mağlubiyet
alacağını garanti ediyorum.”

İkisi uzunca bir süre oynadılar ve Xie Lian en sonunda sahiden öyle olduğuna karar vererek yorgun
olduğunu söyledi. Hua Cheng hemen ayağa kalktı, Lang Ying’i götürmesi için birini ayarladıktan sonra
misafir odasına Xie Lian’ı kendisi götürdü.

Onun koridordan uzaklaşmasını izledikten sonra Xie Lian kapıyı kapattı ve masaya otururken bir
yandan başı düşerken, bir eliyle alnını destekledi. Hua Cheng hakkında düşündükçe daha da suçlu
hissediyordu, San Lang’ın bana karşı davranışları düşünüldüğünde eleştirilebilecek hiçbir yanı yok.
Umarım bu işin onunla hiçbir ilgisi yoktur ve gerçekler ortaya çıktığı zaman her şeyi açıklayıp ondan
özür dileyebilirim.

Daha birkaç dakikadır oturuyordu ki kapının dışından birisinin kısık bir sesle ona seslendiğini duydu.
“Ekselansları… Ekselansları…”

Sesi tanıyan Xie Lian hemen doğrularak kapıyı açmaya gitti ve dışarıdaki kişi içeri girdi. Sahiden Shi
Qing Xuan’ın kadın haliydi bu.

Hala kadın hayalet kılığında, ince ipek bir elbiseye bürünmüş, beli sıkı ve hoş bir şekilde sarılmıştı.
İçeriye girdiği anda yerde yuvarlanmış ve erkek formuna tekrar bürünmüştü, bir eli göğsündeydi.
“Nefes alamıyorum! NEFES ALAMIYORUM! Tanrılar, bu şey yüzünden ölümüne boğulacağım!”

Xie Lian onun arkasından kapıyı kapattı ve arkasını döndüğünde karşısında ipek mor bir elbisenin
içerisinde, yerde delirmiş gibi göğsünü ve belindeki kuşağı parçalayan yetişkin bir erkek buldu. Xie
Lian bakışlarını kaçıramıyordu. “Rüzgar Ustası… Rüzgar Ustası! Normal cübbenize bürünseniz olmaz
mı?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Aptal mıyım ben? Karanlıkta beyaz cübbe kadar göze çarpan bir şeyle
ortada gezersem hedef olurum!”

Xie Lian içinden, Ama… şu anki halinle de bir noktada daha büyük bir hedefsin…

Xie Lian yanında diz çöktü. “Rüzgar Ustası, nasıl içeri sızdın? Üç gün sonra buluşmaya sözleşmemiş
miydik?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Ne yapsaydım? Sokaklarda soruşturunca Ekselanslarının Zevk Köşküne
gittiğini öğrendim ve Zevk Köşkü de iblis kralının yaşadığı yer değil mi? Adı bile o kadar uğursuz
üstelik. Uzaktan bir süre izledikten sonra müstehcen ve serkeş bir yer olduğundan emin oldum, bu
yüzden senin için endişelendim ve güçlerimi kullanarak içeri sızdım. Ne şanssız bir yolculuk geçirdik
böyle! Kadınlar tarafından zorla cilt bakıma götürüldüm ve onurumu hiçe sayarak bu şekilde giyindim.
Ben hiç, ama hiç, böylesine büyük fedakarlıklar yapmamıştım.”

Aslında keyfin baya yerinde değil mi? Diye düşündüyse de Xie Lian söylemedi. “Ekselansları Tai Hua
nerede? Eğer onu dışarıda bıraktıysan yine sorun çıkartmaz mı?”
Shi Qing Xuan en sonunda üzerindeki tüm bağları kopartmıştı, derin bir nefes aldı ve yerde bir su
birikintisi gibi yattı. “Merak etme. Otoritemi kullandım ve ona kımıldamamasını emrettim, sorun
olmasa gerek. Ama sahiden ekselansları çok şanslısın!”

“Ne?” Xie Lian yutkundu. “Ben? Şanslı?”

“Evet!” Shi Qing Xuan ışıl ışıldı. “Lang Qian Qiu ve ben ne kadar berbat bir haldeyiz. Ya
pantolonlarımız çekildi, ya sokak köpekleri gibi gideceğimiz hiçbir yer olmadan sokaklarda dolaştık. Ve
sen ise burada yemek yiyor, uyuyorsun ve üstelik bir de yanında sana eşlik eden bir iblis kralı var!”

…Kıyaslamasına bakında ikisi sahiden berbat bir haldeydiler. Shi Qing Xuan en sonunda yerden kalktı.
“Eee, ekselansları, hala Hayalet Şehre gelme amacımızı hatırlıyor musun?”

Xie Lian tekrar ciddileşti ve cevap verdi. “Elbette hatırlıyorum. Zevk Salonundayken görevimiz için
hazırlanıyordum.”

Shi Qing Xuan kafası karışmış bir halde ona baktı. “Sahi mi? Zevk Salonunda tam olarak ne hazırladın?
Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’yla zar atarak oynadığını hatırlıyorum sadece. Düzgün bir şekilde bile
oynamıyordunuz üstelik; birbirinizin ellerini okşayıp duruyordunuz sadece. Bunu nesi hazırlıktı?”

“…”

Xie Lian açıklamaya başladı. “Rüzgar Ustası, lütfen böyle tuhaf bir şekilde söyleme. Sadece bir şeyi
kontrol ediyordum. Zevk Köşkünde bir şey buldum ve araştırma yapıyordum. Devam edebilmek için
ise biraz şansa ihtiyacım vardı.”

Xie Lian sağ elini kaldırdı, elinde bir şey tutarmış gibi parmakları sıkıca kapanmıştı ve kaşları hafifçe
çatılmıştı. “Aldım.”

İkisi sessizce kapıdan süzüldüler ve on dakika sonra bir kez daha küçük binaya gelmişlerdi.

Xie Lian kadın heykeline yaklaştı ve ona verilen iki zarı çıkarttı. Zarı atmadan önce bir an durarak derin
bir nefes aldı. İki küçük zar bir süre tıkırdadıktan sonra durdu ve sahiden her ikisinde de kırmızı altı
nokta vardı.

Xie Lian rahat bir nefes verdi ama bu şansın ona Zevk Salonunda Hua Cheng tarafından verildiğini
hatırlayınca çok kötü hissetti. Onun vicdan azabı çektiğini gören Shi Qing Xuan omzuna vurdu.
“Buraya kadar geldik, boş ver artık. Ama Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru sahiden samimi ve sana çok iyi
davranıyor. Eğer senin yerinde olsaydım, kötü bir arkadaş olmamak için Jun Wu’nun verdiği bu görevi
ne kadar yalvarırsa yalvarsın reddederdim.”

Xie Lian başını iki yana salladı. Sonuçta Shi Qing Xuan bu sözleri sadece Jun Wu’yu yakından
tanımadığı için söyleyebiliyordu. Tüm bu görev Xie Lian için sahiden uygunsuzdu ve Jun Wu da bunu
biliyordu. Jun Wu’yu tanıdığı kadarıyla bu şartlar altında bu meseleden ona asla bahsetmez ve görevi
başka bir cennet mensubuna verirdi. Ama Xie Lian’ı zor durumda bırakacağını bile bile Jun Wu yine de
ondan yardım istemişti, bunun ise tek bir anlamı olabilirdi: Jun Wu bu göreve uygun başka tek bir kişi
bulamamıştı ve ona mecbur kaldığı için sormuştu. Eğer durum buysa, Xie Lian’ın da başka şansı yoktu.

Ayrıca kayıp cennet mensubu yardım çağrısını yedi gün önce yapmıştı ve Hua Cheng de yedi gün önce
gitmişti. Görmezden gelemeyeceği bir tesadüftü.

Xie Lian zarları geri almadan önce iç çekti ve kapıyı itti. Gösterişli kapıların ardından artık daha önce
gördüğü küçük, basit oda yoktu, onun yerine aşağıdaki cehenneme uzanan uzun merdivenleri olan
siyah bir tünel ve karanlığın içinden esen soğuk bir rüzgar vardı.
Xie Lian Shi Qing Xuan’la bakıştı ve başını salladı. Biri ardından diğeri, ikisi tünele girdiler ve karanlıkla
sarıldılar. Shi Qing Xuan öne çıktı; parmaklarını şıklatmasıyla elinde bir avuç meşalesi belirdi ve
ayaklarının altındaki basamakları aydınlattı. Xie Lian nazikçe kapıyı kapattı ve onu takip etti.

Basamaklardan inerken Xie Lian, Shi Qing Xuan’la konuştu. “Rüzgar Ustası, geçtiğimiz yıllarda
cennetten kovulan tanrılar oldu mu? Benim dışımda.”

“Oldu.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Neden sordun?”

“Hayalet Şehirdeki XiaXuanYue Görevlisinin bileğinde lanetli kelepçe olduğunu gördüm. Sadece eski
bir cennet mensubunda olabilir.”

Shi Qing Xuan şaşkındı. “Ne? Lanetli kelepçe mi? O Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru eski bir cennet
mensubunu kendi astı olarak mı kullanıyor??? Bu ne küstahlık???”

Xie Lian cevapladı. “Küstahlık değil. Eğer artık cennete ait değilsen, nereye gideceğini kendin seçersin.
Aslında niyetini sorgulamaya gerek yoktu ama bu görevli oldukça şüpheli davranıyordu. Kaygılandım,
bu yüzden de Rüzgar Ustasından kim olabileceğine dair bir fikir alayım dedim.”

Shi Qing Xuan bir süre düşündükten sonra cevapladı. “Birkaç yıl önce sürülen batının savaş tanrısı
vardı ve zamanında epeyi olay çıkartmıştı.”

Batının savaş tanrısı mı? Bu Quan Yi Zhen değil miydi?

Shi Qing Xuan devam etti. “Ama ekselanslarının hayalet diyara düşerek bir iblisin astı olacağına
inanmam! Köklü, geleneksel bir aileden geliyordu ve kişiliği de oldukça sağlamdı.”

Eğer öyleyse neden sürülmüştü? Xie Lian sorgulamaya devam edecekti ki yaklaşık altmış taş basamak
indikten sonra düz bir zemine ulaşmışlardı.

Önlerinde beş veya altı insanın yan yana yürüyebileceği kadar geniş bir yol, karanlıkla sarılmış tek bir
yöne doğru ilerliyordu ve arkalarında zaten merdivenler vardı. Kenarlarında kalın, sağlam duvarlar
olduğu için de hangi yöne ilerleyeceklerini seçmeleri gerekmemişti; ileri gideceklerdi.

Patikada yaklaşık iki yüz adım attıktan sonra önlerinde yollarını kapatan soğuk bir taş duvar belirdi.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 43: Gizli Yolları Ödünç Almak; Zevk Köşkünde Gece Gezintisi
Shi Qing Xuan somurttu. “Yol mu bitti? Olamaz.”

Bir elinde avuç meşalesi vardı, diğer eliyle bir mekanizma var mı diye taş duvarı incelemeye başladı.
Ardından birkaç büyü yaparak varsa illüzyonları ortadan kaldırmaya çalıştı ama nafileydi; duvarda
hiçbir değişiklik yoktu. Yapabileceği başka bir şey kalmamıştı. “Belki de yumruk atıp delik açmaya
çalışmalıyım?”

Xie Lian. “Çok fazla gürültü çıkar. Tüm Zevk Köşkü sallanır.”

Shi Qing Xuan elini dümdüz taş duvara uzattı ve ruhani güçlerini kullanarak ani bir darbe gönderdi,
ama bir an sonra elini geri çekmişti. “Yumruk atmakta işe yaramaz. Bu duvar muhtemelen on metre
kalınlığında.”

Xie Lian maskeli genç adamın buraya girdiğini kendi gözleriyle görmüştü onun çıkmazla biten bu
karanlık tünele sadece meditasyon yapmak için gizlice girdiğini düşünmek biraz fazla saçma olurdu.
Bir mekanizma olmak zorundaydı, bu yüzden de ikisi etrafı tüm detaylarıyla incelediler. Kısa bir süre
sonra Xie Lian işaret etti. “Rüzgar Ustası, yere bak, bir şey var gibi.”

Shi Qing Xuan hemen avuç meşalesini uzattı ve ikisi Xie Lian’ın işaret ettiği yere eğildiler.

Bu tünelin yerleri sayısız kare tuğlayla döşenmişti ve her bir tuğla küçük bir kapı büyüklüğündeydi.
Karşılarındaki duvarın hemen altındaki tuğlanın üzerinde ise çizimler vardı. Büyük bir resim değildi
ama küçük bir insanın zar attığı seçilebiliyordu.

Shi Qing Xuan başını kaldırdı. “O zaman bir önceki metodu kullanarak duvarı aşmamızı sağlayacak
doğru sayıyı atmamız mı gerekiyor?”

Xie Lian hafifçe başını salladı. “Öyle gibi görünüyor, ama maskeli genci buraya kadar takip
edemediğim için doğru sayının ne olduğunu bilmiyorum.”

Shi Qing Xuan. “Madem buraya kadar geldik sırf sayıyı öğrenmek için başka bir fırsat kollayamayız.
Rasgele bir sayı at şansımızı deneyelim.”

Xie Lian hemfikirdi. “Rüzgar Ustası neden sen denemiyorsun? Ödünç aldığım şansın ne kadar
dayandığını bilmiyorum.”

Shi Qing Xuan reddetmedi. Zarları aldı ve yere attı. “Ne dersin?”

‘İki’ ve ‘beş’ atmıştı. İkisi sessizce beklediler ama taş duvar hareket etmedi. Xie Lian zarları aldı.
“Sanırım işe yaramadı.”

Shi Qing Xuan aniden haykırdı. “Ekselansları yere bak! Resim değişti!”

Bunu duyunca Xie Lian hemen başını eğdi. Sahiden kare tuğlanın üzerindeki zar atan küçük insan
resmi onlar izlerken değişmeye başlamıştı. Renkler yavaşça soldu ve bir kez daha dolduğunda başka
bir sahneye dönüşmüştü uzun, şişman ve kalın ürkütücü bir böceğe benziyordu.

Shi Qing Xuan endişelendi. “Bu şey ne?”

“Toprak solucanı? Sülük?” Xie Lian tahminde bulundu. “Sülük sanırım. Çeltik tarlalarında çok olur, bu
yüzden epeyi gördüm.”

Shi Qing Xuan daha da endişelenmişti. “Bu şeylerden fazlaca görmeni sağlayan nasıl bir hayattı…”
Sözlerini bitiremeden tüm bedeni ortadan kayboldu.

Üstelik sadece o da değil, Xie Lian da kaybolmuştu. ‘Nasıl bir hayat’ sözleri söylendiği anda her ikisi de
ayaklarını bastıkları yerin boşaldığını hissetmiş ve bir an sonra bir başka tünele düşmeye
başlamışlardı.

Görünüşe göre taş duvar bir kapı değildi, tüm ciddiyetiyle, tam bir duvardı. Ayaklarının altındaki kare
tuğla ise gerçek kapıydı. Zarı attıktan sonra kapı aniden açılmış ve aniden kapanmıştı. Xie Lian ve Shi
Qing Xuan kısa bir düşüşün ardından yere çarptılar.

Neyse ki zemin yumuşaktı, yoksa yerde bir metrelik çukurlar oluştururlardı. Düşüşten dolayı canları
acımadığı için hemen doğrulmaya çalıştılar ama bu sefer de kafaları birbirine çarpmıştı. Her ikisi de
‘Ah!’layarak tekrar yere düştü. Xie Lian bir eliyle alnını tutmuş diğeriyle etrafını yokluyordu ama tek
temas ettiği şey yumuşak, ıslak, çamurumsu zemindi.

Taş döşemeler yoktu. Duvar da.

Biraz önce düşerken Shi Qing Xuan’ın avuç meşalesi sönmüştü. Şimdi bir kez daha yaktığı zaman
etrafları biraz aydınlanmıştı, ikisi çamurdan bir tünelde olduklarını keşfettiler.

Tünel çamurumsu duvarlarıyla ovaldi ve insan yapımına hiç benzemiyordu. Shi Qing Xuan alnını ovdu.
“Bu yer ne böyle? Yanlış zarı attığımız için kovulduk mu?”

Xie Lian hımladı. “Oldukça muhtemel. Taş kapı kayboldu, bu da geri dönme şansımızın olmadığını
gösteriyor. Önce buradan kaçmanın bir yolunu bulalım.”

İkisi bir süre konuştular ve tüneli takip etmeye karar verdiler. Tünelde sayısız dönemeç ve kıvrım vardı
ve yetişkin bir insanın dimdik ayakta durması imkansızdı. Tek yapabilecekleri şey yürüyebilmek için
eğilmek veya sürünmekti, hem yavaş hem de yorucu bir yolculuk oluyordu. Tüneldeki hava da sıcak
ve nemliydi, çamur ise yapış yapış ve sinir bozucu, her adımda batıyor ve çekiliyorlardı, ıslak ve iğrenç
bir histi. Bazen çürümüş bitki ve hayvan kalıntılarına bile denk geliyorlardı. Xie Lian’ın ifadesi yol
boyunca değişmemişti ama Shi Qing Xuan’ın tüyleri her an diken dikendi. Yürümeye devam ettikçe
Xie Lian bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordu. “Rüzgar Ustası, hızımızı artıralım, yoksa…”

Tam bu sırada yüksek, anormal bir kükreme yankılanarak onlara ulaştı.

Ses çarptığında tüm tünel sallanmış ve küçük çamur damlaları titremenin etkisiyle patır patır
düşmüştü. İkisi bakıştılar ve tek kelime etmeden sesin tam aksi yönüne doğru hızlandılar.

Ancak yüksek ses ve tüneli vahşice sallayan müthiş deprem her saniye biraz daha yaklaşır gibiydi,
görünüşe göre onlardan çok daha hızlıydı. İkisi büyük güçlüklerle bazen sığ bazen derin yerlere
basarak ucu bucağı, tek bir ışık huzmesi görünmeyen dönemeçli yollardan sürünerek ilerlemeye
devam ettiler. Ve hepsi bu kadarla da kalmıyordu, son sürat ilerledikleri yoldan da aynı ses yükselmiş
ve deprem başlamıştı!

Hem önden hem arkadan sarılmışlardı bu yüzden durmak zorundaydılar. Ezici sesler ve ağır, devasa
bir bedenin çamurda sürünüp geçerken çıkardığı seslerle iki muazzam solucan kıvranarak Xie Lian ve
Shi Qing Xuan’ın önünde belirdi.

Solucanlar şiş ve devasaydı, bedenleri mora çalarken derileri hafifçe şeffaftı. Böceklerin bedeni parça
parçaydı, ne kafaları vardı ne kuyrukları, ön kısımda sadece bir et yığını bulunuyordu. Eğer solucan
değilse neydi bunlar?

Taş kapı açılmış ve onları böyle bir canavar yuvasına atmıştı!


Xie Lian bir kolunu korumak için kaldırdı, RuoYe hazırdı. Shi Qing Xuan bir yerden Rüzgar Ustası
yelpazesini çekip çıkarttı. Ne yazık ki dar tünelde rüzgar başlatması imkansızdı, saldırıları sadece geri
teperdi bu yüzden de ruhani silahını kullanması güçtü. Tam bu sırada Xie Lian’ın aklına solucanların
ışıktan ve sıcaklıktan korktuğu geldi, bağırdı. “Rüzgar Ustası, lütfen bana biraz güç ödün ver ve avuç
meşaleni büyüt!”

Shi Qing Xuan direktiflerine uydu ve sol elini Xie Lian’a uzatırken sağ elindeki avuç meşalesi daha da
büyüdü. Sahiden iki devasa solucan sıcaklığı hissettikleri anda gerileyerek birkaç adım uzaklaşmışlardı.
İkisi ateşleri kullanarak yavaşça ilerlemeye başladılar, devasa toprak solucanlarını uzakta kalmaya
zorluyor ve bir çıkış bulmak için dua ediyorlardı.

Ancak tünel dardı ve kısa bir süre sonra sadece solucanlar değil Xie Lian ve Shi Qing Xuan da ateşlerin
sıcaklığı nedeniyle fırında pişiyormuş gibi terlemeye başlamışlardı, acınası ve sefil bir hale gelmişlerdi.
Ve daha da korkutucu olan ise Shi Qing Xuan’ın güçleri azalmaya başladığı için alevler de gittikçe
küçülüyordu. Her ne kadar devasa toprak solucanları hala onlardan kaçınıyor olsa da çok korkmuşa
benzemiyorlardı.

Birkaç adım sonra Xie Lian nefes almakta zorlanmaya başladığını hissetti. “Rüzgar Ustası, avuç
meşaleleri daha fazla dayanamaz. Çamur her ne kadar gevşek ve nemli olsa da hala yerin çok
derinindeyiz. Kısa bir süre sonra hava tükenecek, ateşler sönecek ve bayılacağız.”

Shi Qing Xuan dişlerini sıktı. “O zaman tek çaremiz Mesafe Kısaltma Rünü.”

Her ne kadar ikisinin de rün çizebilecekleri boşta birer elleri olsa da, etrafları hiçte bu işe uygun
değildi, başka yolu yoktu Xie Lian öne çıktı. “Düz bir yer bulayım.”

Tam bu sırada ayağının atında küçük bir plaka hissetti, hiçte nemli ve vıcık vıcık değildi üstelik daha
çok taşa benziyordu. Xie Lian hemen yere eğilerek kontrol etti. Tahmin ettiği gibi bir başka taş kapıya
gelmişlerdi!

Üzerinde yine zar atan küçük bir insan çizimi bulunuyordu. Shi Qing Xuan da taşa bastı ve hemen
neşelenmişti. “Çabuk, çabuk, çabuk! Zarları at ve aç şunu!”

Xie Lian tam zarları atacaktı ki aklından bir düşünce geçti, Peki ya ben zarları attığımda daha kötü bir
sayı gelirse ve daha korkunç bir yer açılırsa? Xie Lian zarları Shi Qing Xuan’a uzattı. “Al, sen at!”

Shi Qing Xuan tek kelime etmeden zarları aldı ve attı. Tıkır tıkır. Bu kez ‘üç’ ve ‘dört’ gelmişti. Xie Lian
zarları kolaylıkla aldı ve iki taşın üzerinde beklediler. Shi Qing Xuan’ın elindeki meşale biraz daha
küçüldü ve iki devasa solucan kıvranarak, bükülerek biraz daha yaklaştılar. Xie Lian yerdeki çizimi
dikkatle izliyordu ve yavaş yavaş başka bir resim belirdi. Bir orman ve birbirleri etrafında dönerek
dans eden tuhaf giysili küçük insanlar vardı.

Tam bu sırada solucanlar daha fazla geride duramadı ve baş kısımlarındaki küçük ağız açıklıklarıyla
ağır bedenlerini öne attılar.

Neyse ki solucanlarla aralarında bir metre kala taş kapı açılmıştı!

Bu kez de dar bir tünele düşmüşlerdi ama yer sert, dar ve kuruydu. Düşüşleri acı verici olmuştu ve ikisi
takla atarak birbirlerine çarptılar. Xie Lian acıya alışkındı bu yüzden ses çıkartmadı ama Shi Qing Xuan
acıyla bağırmıştı. Xie Lian’ın kulakları onun çığlıklarından sağır olacaktı. Bir şey olmasından korkarak
seslendi. “Rüzgar Ustası, iyi misin?”

Shi Qing Xuan’ın başı yerde, bacakları ise havadaydı. “İyi miyim bilmiyorum. Daha önce hiç böyle
düşmedim. Ekselansları, seninle çalışırken gereğinde fazla aksiyona giriyorum.”
Bunu duyunca Xie Lian kısa bir kahkaha atmaktan kendini alamadı ve ikisinin bir ağaçtaki oyuğa
düştüklerini fark etti.

Xie Lian oyuktan güçlükle tırmandı ve Shi Qing Xuan’a yardım etmek için bir elini uzattı. “Yardımların
için minnettarım.”

Shi Qing Xuan. “Lafı olmaz.”

Xie Lian’ın elinden tutarak delikten tırmandı, çamurlu ve darmadağın bir haldeydi, ipek elbisesi
parçalanmış ve kırış kırış olmuştu. Dışarı çıktığında bir elini alnına götürerek ani güneş ışığından
kaçınmaya çalıştı. “Burası neresi?”

Xie Lian cevapladı. “Görünüşe göre dağın derinliklerinde bir ormandayız.” Etrafına baktıktan sonra
devam etti. “Sanırım o taş kapılar Mesafe Kısaltma Rünü gibi işlev gören bir tür ruhani eşya. Her bir
zar farklı bir yere götürüyor. Doğru zarları attık mı merak ediyorum.”

Shi Qing Xuan artık çıplak olan kollarını kavuşturdu ve ciddiyetle kafa yordu. “Mesafe Kısaltma Rünü
kullanmak büyük miktarda ruhani güç gerektirir. Başkalarının işine burnunu sokmaması için böyle taş
kapılar yaratabildiğine göre Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru sahiden çok güçlü ve akıl oyunlarına hiçte
yabancı değil.”

Her ne kadar yüz ifadesi vakur olsa da çıplak kolları ve bakımsız haliyle hiçte ciddi görünmüyordu,
hatta aksine çok komikti. Xie Lian büyük bir güçlükle kahkahasını zapt etti ve Hua Cheng’in
dudaklarının nasıl yukarı kıvrıldığını düşündü, başını iki yana salladı, Akıl oyunlarındansa, daha çok…
haylaz.

İkisi ağaçtaki oyuktan kurtuldular ve onlar daha birkaç adım atamadan kırmızı derili çıplak insanlar
yakınlarındaki çalılardan atlayarak etraflarını sardı. Zıplamaya ve ulumaya başlamışlardı.
“OOOoooooooHHHHOoooHHHHooooohhhhhh!!”

“…”

İkisi de şok olmuştu ve Shi Qing Xuan inledi. “Yine ne var?!”

Xie Lian elini kaldırdı. “Panikleme, sakin kal!”

Etrafındaki yabanileri incelerken dengesini korudu, tamamen çıplak değillerdi, üzerlerinde hayvan
derileri ve yaprakları vardı, her an kan içmeye hazırmış gibi görünüyorlardı. Ellerinde uzun dallardan
mızraklar ve keskin taş baltalar vardı ve ikisine güldüklerinde dişleri testereler kadar keskin ve
tırtıklıydı.

Tek kelime etmeden kaçtılar.

Shi Qing Xuan koşarken bağırıyordu. “Abim eskiden hep söylerdi! Güney dağlarında insan eti yiyerek
yaşayan vahşi yamyamlar var diye! Tek başıma bu tarafa hiç gelmemi söylemişti! Onlar yamyam mı?!”

Xie Lian kaçış sanatında tecrübeliydi bu yüzden tüm hareketleri ve tavırları Shi Qing Xuan’a göre daha
dingindi. Sakince cevap verdi. “Hm. Pekala mümkün! Her neyse, önce kapıyı bulalım! Kapı var mı diye
etrafımıza bakalım!”

Vahşiler yorulmak bilmeden onları kovalarken çığlık atıyor ve uluyorlardı. Xie Lian ve Shi Qing Xuan’ın
tek yapabileceği şey kaçmaktı çünkü bir tanrı ölümlü diyara indiğinde gücünü kullanarak zulüm
etmesi cennet tarafından yasaklanmıştı. Bu yasa cennet mensuplarının ölümlülere zorbalık etmesini
ve güçten doğacak olan faciaları önlemeye yarıyordu. Ama yamyamlar onlara durmadan keskin taşlar
ve dallar fırlatıyordu ve bu dallardan birisi Shi Qing Xuan’ın yanağını çizmişti.
Tümüyle kabul edilemez bir durumdu. Shi Qing Xuan yüzüne dokundu ve kanlı bir çizgiyi hafifçe
hissetti, kızıl rengi gördü.

Kükredi ve aniden durdu. Arkasını dönerek bağırmaya başladı. “DAĞLI KÜSTAH VAHŞİLER! BENİM,
RÜZGARIN LORDUNUN, ÖNÜMDE KORKUDAN SİNECEĞİNİZE YÜZÜME ZARAR VERMEYE CÜRET
ETTİNİZ!! İNANILIR GİBİ DEĞİL!!!”

Çığlıkları dindiğinde rüzgar ustası yelpazesini çıkarttı, güçlü bir ıslık sesiyle açtı ve güçle savurdu.
Vahşiler yere veya yakındaki ağaçlara yapışmışlardı, dallardan sallanırken uluyorlardı. İkisi en sonunda
durabildikleri için derin nefesler alarak kalp atışlarını yavaşlatmaya çalıştılar. Xie Lian’ın aklından
tekrar tanrı olmanın ne kadar zor olduğu düşüncesi geçti… üç diyarda, kimsenin işi kolay değildi…

Shi Qing Xuan burnundan soluyarak Xie Lian’a döndü. “Ekselansları, gördünüz değil mi? Kendileri
kaşındı! Güçlerimi zorbalık etmek için kullanmadım.”

Xie Lian. “Evet gördüm.”

Shi Qing Xuan tekrar yüzüne dokundu ve mırıldandı. “Abim bile cüret edemezdi…” Tekrar önüne
döndü. “Gidip taş kapıyı bulalım.”

Xie Lian sessizce başını salladı ve Shi Qing Xuan’ın üstünü başını ve saçlarını düzeltmesini izledi, bir
kez daha kaygısız görünmeye başlamıştı. Ne yazık ki üzerinde kırış kırış bir mor ipek elbise vardı bu
yüzden de tasasız hali tuhaflıkla lekelenmişti; sahne insanın aklına kazınacak cinstendi. Xie Lian
içindeki yas duygusunu bastıramadı. BanYue Geçidinde ilk karşılaştıkları zaman Rüzgar Ustası göz
kamaştırıcı birisiydi, öyle ki Xie Lian onun ölçülmez güçlere sahip olduğunu düşünmüştü; eğer yüce bir
şeytani büyücü değilse o zaman yüce bir aziz olmalıydı. Şimdi ise yakından tanıdığı için hepsinin
sadece bir yanılsama olduğunu fark etmişti…

İkisi ormanda dolaştılar ve en sonunda bir başka ağaç kovuğunda bir taş kapı buldular. Shi Qing Xuan
bu kez zarları atmayı reddetti ve başını iki yana salladı. “Neler olduğunu bilmiyorum ama bu kez şans
benden yana değil, her seferinde kötüye gidiyormuş gibi görünüyor. Şans Leydisi bugün yüzüme
gülmedi; zarları iki kez attım ve ilkinde kendimizi toprak solucanı tünelinde, ikincisinde ise
yamyamların arka bahçesinde bulduk. Kim bilir bir dahakine nereye gideriz.”

Xie Lian boğazını temizledi ve suçlulukla cevapladı. “Belki de yanında ben olduğum için senin şansını
da azaltıyorumdur.”

Shi Qing Xuan hayretle. “Ne diyorsun? Benim, Rüzgarın Ustasının, şansını kimse azaltamaz! Neden
sen denemiyorsun? San Lang’ından ödünç aldığın şansın belki hala birazı duruyordur.”

Xie Lian neden bilmiyordu ama onun ‘San Lang’ın’ dediğini duyunca biraz utanmıştı. Açıklamak
istiyordu ama, ne diyecekti ki? Eğer açıklama yapmaya çalışırsa kendisini daha da tuhaf bir durumda
bulabilirdi, bu yüzden hiçbir şey söylememeyi tercih etti. Zarları eline aldı ve hafifçe attı.

İki ‘altı’.

Xie Lian yerdeki taş kapının değişmesini izlerken nefesini tuttu ve karşılarına çıkacak olan şeyle
yüzleşmeye hazırlandı. Ama bu kez resim değişmedi ve taş kapı gıcırdayarak açıldı.

Kapının arkasında karanlığa doğru inen uzun basamaklar vardı ve soğuk bir rüzgar esiyordu.

Bakıştılar, ikisinin de aklından aynı şey geçiyordu, Bunca şey yaşadıktan sonra başlangıç noktamıza mı
döndük?
Başlangıç noktasına dönmüş olsalar bile yine de saçma sapan tehlikelerden iyiydi; tükenmişlerdi. Bu
yüzden de aşağıya inmeye karar verdiler. İçeri girdikleri anda kapı arkalarından kapandı ve ittirmek
için uzandıklarında kapının taştan bir duvar haline geldiğini fark ettiler.

Xie Lian. “Görünüşe göre tek yol aşağısı.”

“Arh, pekala.” Shi Qing Xuan iç çekti. “Bir an dinlenmeme izin ver, sonra Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru’nun nefret edilesi oyununu oynamaya devam edebiliriz.”

İkisi bir kez daha uzun ve dikdörtgen taş yoldan aşağıya inmeye başladır. Yaklaşık iki yüz basamak
sonra Xie Lian fark etti. “Haberler iyi Rüzgar Ustası. Her ne kadar çok benzer olsalar da ilk
indiğimizden farklı bir merdivendeyiz.”

Shi Qing Xuan da fark etmişti. “Evet. İlk merdivenler iki yüz basamak kadardı, ardından taş kapıya
varmıştık, bu kez hala devam ediyoruz.”

Xie Lian kısık bir sesle ekledi. “Görünüşe göre bu kez doğru yoldayız.”

Sözlerini bitirdiği gibi durdular.

Önlerindeki karanlıktan bir kan kokusu onlara doğru süzülmüştü. Ağır nefesler alan bir erkeğin sesi de
kokuya eşlik ediyordu.

İkisi ne hareket etti ne konuştu. Ne ışık, ne ateş vardı ama diğer kişi çoktan onların varlığını fark
etmişti, çünkü onlar durduğu gibi soğuk bir ses çınlamıştı.

Derin bir erkek sesiydi. “Söyleyecek hiçbir şeyim yok.”

Sesi duyduğu anda Shi Qing Xuan bir avuç meşalesi yaktı.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 44: Zevkten Küllere, Fang Xin’in İkinci Gelişi
Xie Lian, Shi Qing Xuan’ın aniden ateş yakacağını hiç düşünmemişti bu yüzden de iş işten geçene dek
ona engel olamamıştı. Alevler fazlasıyla parlaktı ve siyahlara bürünmüş bir adamı aydınlatmıştı.

Siyahlı adamın başı yolun sonundaki taş duvarda gevşekçe sarkıyordu, yüzü kağıt kadar beyaz, saçları
darmadağındı; ama tüm bu karmaşanın altında kararlılıkla parlayan gözleri yanan buzlar gibiydi.
Hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermeden yere meditasyon yaparmış gibi oturmuş olsa da havadaki
yoğun kan kokusu onun ciddi şekilde yaralandığını söylüyordu ve buraya hapsedildiği kesindi.
‘Söyleyecek hiçbir şeyim yok’ sözlerini muhtemelen onları sorgulayıcılarıyla karıştırdığı için söylemişti.

Shi Qing Xuan yüzünü gördüğü anda haykırdı. “Sen!”

Adam başka insanların olacağını beklemiyor gibiydi ve geriledi, o da ‘Sen!’ demek ister gibiydi ama
kendisini tuttu. Xie Lian saldırmaya hazır olan RuoYe’yi sakinleştirdi. “Birbirinizi tanıyor musunuz?”

Birisini bulmak için bunca engeli aştıktan sonra Shi Qing Xuan rahatlamış görünüyordu ve tam cevap
verecekken adam onu tartışmasız bir tonla kesti. “Onu tanımıyorum.”

Shi Qing Xuan sözlerine öfkelenmişti ve yelpazesini ona doğrulttu. “Beni tanımak bu kadar mı utanç
verici? Beni çok üzdün Ming Xiong! Ben senin en yakın arkadaşınım!”
*ÇN: Xiong; Abi anlamında ‘Gege’den daha resmi bir hitap, ama arkadaşlar arasında ‘bro/kanka’ anlamında da kullanılabilir.

Adam kararlılıkla reddetti. “Bu kılıkta dolaşan arkadaşlarım yok benim.”

“…”

Shi Qing Xuan hala parçalanmış mor ipek elbiseyi giyiyordu, sahiden… utanç verici bir görüntüydü. Xie
Lian kahkaha atmak istedi, bu dünyada kendisini ‘birisinin en yakın arkadaşı’ olarak tanıtacak birisi
varsa bu kişi ancak Shi Qing Xuan olabilirdi. Ama ‘Ming Xiong’? Yanlış hatırlamıyorsa beş doğa tanrısı
arasındaki Toprak Ustasının adı Ming Yi’ydi. Xie Lian söze girdi. “Toprak Ustası?”

“Evet o. Daha önce tanışmıştınız.” Cevaplayan Shi Qing Xuan olmuştu.

Xie Lian, Ming Yi’ye baktı. “Öyle mi?” Bu kişilikte birisiyle tanıştığını hiç hatırlamıyordu.

Shi Qing Xuan. “Tanıştınız.”

Ming Yi son noktayı koydu. “Tanışmadık.”

Shi Qing Xuan kızgın bir şekilde. “Evet tanıştınız! BanYue Geçidinde! Bu kadar çabuk mu unuttunuz?”

“…”

Ming Yi’nin solgun yüzünün zalim bir ifadeye büründüğünü görünce Xie Lian en sonunda hatırlamıştı!
BanYue Geçidindeyken Shi Qing Xuan’un yanında siyahlara bürünmüş bir kadın yok muydu!

Hua Cheng o zaman ona bu kişinin Rüzgar Ustası olmadığını ama muhtemelen beş doğa tanrısından
bir diğeri olabileceğini söylemişti. Shi Qing Xuan görünüşe göre sadece kadın kılığına girmeye
bayılmakla kalmıyor aynı zamanda başkalarını da aynı şeyi yapmaya zorlamayı da çok seviyordu.
Siyahlı kadının o zaman inanılmaz sinirli ve tiksinmiş görünmesine şaşmamalıydı. Aklına Shi Qing
Xuan’ın buraya gelmeden önce onu da ‘eğlenceye katılmaya’ davet edişi aklına geldiğinde Xie Lian
ucuz atlattığını düşündü, pes etmediğine çok sevinmişti. “Toprak Ustası, Yükselen Ateş Ejderini sen mi
gönderdin?”

Ming Yi cevapladı. “Evet.”


Doğru kişiyi bulmuşlardı. Xie Lian başını salladı. “Toprak Ustası muhtemelen ağır şekilde yaralanmış.
En iyisi önce kaçıp sonra konuşmamız.”

Shi Qing Xuan bir an tereddüt etmeden diz çöktü ve Ming Yi’yi sırtına aldı. “O zaman gidelim.”

Üçü geldikleri yoldan geri döndüler ve Shi Qing Xuan yürürken konuşmaya başladı. “Ming Xiong, iyi
bir savaşçı değil miydin? BanYue Geçidinde harika bir iş çıkartmıştın, nasıl birkaç gün içinde bu kadar
dayak yemeyi başardın? Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’nu nasıl bu kadar kızdırdın?”

Ses tonu muzip bir sataşmayla doluydu ve Xie Lian not etti, Suratına yumruk yemekten korkmamak,
kesinlikle yakın bir arkadaşla konuşmanın tek yolu. Ming Yi onun zırvalarına yeterince katlanmışa
benziyordu sadece “Kapa çeneni!” dedi.

Xie Lian da aslında sorunun cevabını merak ediyordu, farklı bir şekilde sormayı denedi. “Toprak
Ustası, Hua Cheng neden seni kışkırtmak istedi?”

Ming Yi ona çenesini kapatmasını söylemedi ama cevapta vermedi. Xie Lian başını hafifçe çevirerek
ona baktı ve gözlerinin kapalı olduğunu fark etti. Zindana atılıp günlerce sorgulandıktan ve ağır bir
şekilde yaralandıktan sonra Ming Yi en sonunda kurtarılınca tedbiri elden bırakmış ve rahatlamış
olmalıydı. Zaten aceleye gerek yoktu bu yüzden Xie Lian onu uyandırmadı. Üçü merdivenlerden
çıktılar ve tepeye ulaştıklarında Xie Lian zarları attı. Karanlıkta kaç attığını görememişti, sadece
önlerinden gelen bir gıcırtı sesi duydu ve ince bir ışık belirdi. Xie Lian kapıyı itti ve tam Lang Ying’i
alamaya fırsatı olacak mı diye merak ederken attığı ilk adımın boşluğa geldiğini fark etti.

Düşmeye başladığı anda haykırdı. “Gelmeyin!”

Xie Lian havada takla attı ve sert bir şeye düştü. Bıçaklı bir dağa veya alevden bir denize düşmediğine
rahatlamıştı ki başını kaldırdığı zaman bu ihtimallerin çok daha iyi olacağını fark etti. Hua Cheng’in
olağanüstü yakışıklı yüzü kendi yüzünden birkaç santim ötedeydi, tek kaşını kaldırmış ona bakıyordu.

Bu kez kapıyı açtığı anda boşluğa düşen adımları onu Hua Cheng’in üzerine atmıştı!

Düştüğü bu yer de silah salonuydu! Hua Cheng salondaki tahta oturmuş, sakin bir şekilde eğri kılıcı E-
Ming’i siliyordu. Üzerine aniden birisi düştüğünde bile sadece ellerini kaldırmış ve hiçbir şaşkınlık
belirtisi göstermeden kılıcı bırakmıştı. Sanki bir açıklama bekler gibi sakince Xie Lian’a bakıyordu.
Elbette Xie Lian’ın bir açıklaması yoktu ve tek yapabileceği şey, oturduğu kucaktan ona cesur gözlerle
bakmaktı. Aniden görüş alanında bir başkası daha olduğunu fark etti, başını çevirdiğinde Lang Ying’i
gördü.

Bandajlara sarılmış çocuk yüzünde korku dolu bir ifadeyle yerde oturuyordu ve ellerini başına sarmış
ikisine bakıyordu. Neden Lang Ying de buradaydı? Hua Cheng onu sorguluyor muydu yoksa? Ve Xie
Lian başını kaldırdığında Shi Qing Xuan’ın beyaz botunun yarısının öne adım attığını fark etti.
Düşünecek vakti yoktu. Aceleyle Hua Cheng’in omuzlarını tuttu ve haykırdı. “Özür dilerim!” ardından
Hua Cheng’i kenara itti.

İtmesiyle Hua Cheng bir metreden fazla sürüklenmiş ve hatta birkaç takla atmıştı. Hemen ardından
ise hemen ayağa kalkmıştı. Bu sırada ise sırtında Ming Yi ile Shi Qing Xuan çoktan aşağıya atlamış ve
biraz önce Hua Cheng’in oturmakta olduğu yere inmişti. Xie Lian utanmadan arkasına baktığında, Hua
Cheng’in hala tek kelime etmeden ona bakmakta olduğunu fark etti, sadece kaşları biraz daha
yükselmişti.

Xie Lian ayağa fırladı ve birkaç adım geriledi, tekrar özür diliyordu. “Özür dilerim! Özür dilerim!”
Lang Ying’in gözleri Hua Cheng’in üzerindeydi ve hala korkmuş görünüyordu. Xie Lian’a koştu ve
arkasına saklandı. Xie Lian onu arkasında tuttu. “San Lang açıklamama izin ver.”

Hua Cheng. “Bekliyorum.”

“Bekle, tam tersi olması gerekmiyor mu?” Shi Qing Xuan araya girmişti. “Sana açıklama yapması gerek
kişi o! Kayıp cennet mensubundan o sorumlu; dikkatli ol Ekselansları!”

Xie Lian’ın içinde bulunmak istemediği durum da tam olarak buydu. Dikkatle Hua Cheng’e baktı. “San
Lang, Toprak Ustasıyla aranızda nasıl bir yanlış anlaşılma olduğunu bilmiyorum ama sakinleşelim ve
konuşalım.”

En iyi ihtimalle Hua Cheng onları zarar vermeden serbest bırakırdı. Her ne kadar Toprak Ustası
yaralanmış olsa da hayati tehlikesi yoktu ve hiçbir uzvunu kaybetmemişti. Eğer o geri çekilirse o
zaman oldukça kötü bir senaryodan kurtulurlardı. Eğer Hua Cheng gitmelerine izin verirse cennete
bildirir ve ona borçlanmış olurlardı, Xie Lian da bu fırsatı kullanarak Jun Wu’dan bu meseleyi
kapatmasını isterdi.

Ancak Hua Cheng’in cevabı oldukça farklı olmuştu. “Toprak Ustası mı? Ne Toprak Ustası?”

Bir an durduktan sonra devam etti. “Ah, Rüzgar Ustasının sırtındaki kişiden mi bahsediyorsun? O
sadece beceriksiz bir astım.”

Bunu duyunca Xie Lian da Shi Qing Xuan da gerilemişti. Shi Qing Xuan söze girdi. “O bir cennet
mensubu, ne cüretle böyle konuşursun!”

Hua Cheng bir anda hilal şeklindeki E-Ming’i çekmişti. “Eğer sahiden Toprak Ustasıysa on yıldır rol
yapacak sabrı nereden bulmuş? Geçtiğimiz on yıl boyunca ondan ara ara şüphelenmiştim ama hiç
kanıtım yoktu. Eğer BanYue’deyken onu Rüzgar Ustasının yanında görmeseydim hala her şeyden
bihaber olabilirdim.”

Bir anda Xie Lian her şeyi anlamıştı.

Demek böyle olmuştu!

Toprak Ustası kayboluşunun ve hapsedilmesinin nedeni on yıl önce gerçek kimliğini gizleyerek Hua
Cheng’in altında çalışan bir görevli kılığına girmesiydi. Başka bir deyişle o bir casustu. Hua Cheng
ondan şüphelenmiş ama kesin bir kanıt bulamamıştı bu yüzden de gözü üzerindeydi. Ve kısa bir süre
önce onun Toprak Ustası olduğunu öğrenmişti.

BanYue Geçidindeki yolculuklarında Hua Cheng, Toprak Ustasını Rüzgar Ustasının yanında görmüştü.

Kadın kılığındayken bile (Rüzgar Ustası sağ olsun), Hua Cheng sahte derisinin altını görebilmiş ve
siyahlı kadının şüphelendiği astı olduğunu fark etmiş ve onun beş doğa tanrısından birisi olduğunu
anlamıştı.

BanYue meselesi çözüldükten sonra ise Hua Cheng Puji Manastırından muhtemelen Toprak Ustasını
bulmak için ayrılmıştı. Hua Cheng’in onu öldüreceğini düşündüğü için de bu zorlu şartlar altında Ming
Yi yardım çağrısında bulunmuştu. Ardından ise Jun Wu Xie Lian’ı çağırarak ona kurtarma görevini
vermişti.

Bir cennet mensubunun görevlerini yerine getirmemesi bile başlı başına bir olayken, hayalet diyarda
on sene boyunca casusluk yapması tam bir skandaldı. Diplomatik olaylar bir yana; eğer Ming Yi
tutuklu kalmaya ve işkence görmeye devam etseydi, eğer Hua Cheng’in ellerinde ölseydi o zaman
tüm cennet ayağa kalkardı ve dünya kaosa düşerdi. Xie Lian’ın tek söyleyebileceği şey. “Suçun bizim
tarafımızda olduğunu anlıyorum. Ama San Lang, bu seferlik bizi serbest bırakacağını umuyorum.”

Hua Cheng onu dikkatle izledi ve bir an sonra sakin bir sesle konuştu. “Ekselansları, bazı meselelere
bulaşmamakta fayda var.”

Aniden Shi Qing Xuan’ın çığlığı yükseldi. “Rüzgar: bana gel!”

Yelpaze açıldığı anda vahşi bir rüzgar tüm salona doldu. Duvarlarda asılı olan silahların pek çoğu
titremeye başladı. “Rüzgar Ustası! Daha hiçbir şey yapmamıştık??” Xie Lian paniklemişti.

“İkinizin de ilk hamleyi yapan taraf olacağını sanmıyorum.” Shi Qing Xuan kararlıydı. “Bu yüzden de bu
seferlik kötü adam ben olurum. RÜZGAR! RÜÜÜZZGAAAR BANA GEL!!!”

Korkunç bir yarılma sesi duyuldu ve Xie Lian başına düşen kat kat tozu hissedebiliyordu. Başını
kaldırdığı zaman tavanın boralarla yükseldiğini ve üzerinde devasa bir delik açıldığını gördü.

Silah salonunda pencereler veya başka bir çıkış yoktu, Shi Qing Xuan’ın ise savaşmaya dair en ufak bir
isteği bulunmadığı için tavanda bir delik açarak kaçacaktı!

Çıldırmış rüzgarların arasında Hua Cheng’in kuzguni saçları ve akçaağaç kırmızısı kıyafetleri vahşice
savruluyordu ama kendisi hiç hareket etmemişti. Hua Cheng zorla gülümsedi. “Demek bir yelpazen
var, ne tesadüf, benim de var.”

Onlarca rafın arasından Hua Cheng’in bir yelpaze aldı. Küçük ve karmaşık, her yeri saf altından, dingin
ve çok güzel bir yelpazeydi. Hua Cheng elini salladı, yelpaze açıldı. Hiçbir şey söylemeden sırıttığı
zaman zarafetinin içinde kanlı bir hale etrafını sardı. Yelpazeyi salladı ve güçlü bir rüzgar kör edici bir
gümüş ışıltıyla üzerlerine geldi. Üçü de kenara çekildi ve arkalarından okların duvarlara ve yere
çarparken çıkarttığı sesleri duydular. Başlarını çevirdiklerinde uzun sıra sıra altın yaprakların yere
çakıldığını gördüler. Her bir yaprak incecikti ama derinlere dek gömülmüştü, keskinlikleri aşikar ve
yıkıcıydı.

Bu salondaki her bir silah seyretmeye değer bir hazineydi; tek bir hareketle böylesine ölümcül bir
sonuç doğmuştu!

Hua Cheng elini tekrar salladı ve bir diğer altın rüzgar esti. Shi Qing Xuan’ın çağırdığı rüzgarlar
güçlüydü ama ne kadar güçlenirlerse durum da o kadar tehlikeli bir hal alıyordu. Silah salonu sadece
tek bir odaydı, alan kısıtlıydı. Rüzgar Ustasının yelpazesinden yükselen rüzgarların bir kısmı içerideki,
sürüklenen altın yaprakları geri ittirdi, delicesine dans ediyorlardı. Xie Lian altın yaprakların insanlara
zarar vermesinden korkuyordu, Lang Ying’e kendini siper etti ve haykırdı. “Rüzgar Ustası, lütfen dur!”

Altın yapraklar sürekli Shi Qing Xuan ve Ming Yi’nin epeyi yakınından geçiyordu. Shi Qing Xuan da
durmak istiyordu ancak çatı rüzgarlar tarafından yükseltilerek bir açıklık oluşturmuştu ve eğer şimdi
durursa tüm çabaları boşa gidecekti. Tam bu sırada etraflarını saran altın yapraklar düzgün bir şekilde
yukarı uçtu. Ahenksiz bir çatlama sesinin ardından bir kişi çatıdan indi ve açıklıktan aşağıya atladı,
beraberinde enkaz ve tozları da getirmişti.

Adam yere indiği anda bağırdı. “Rüzgar Ustası özür dilerim ama daha fazla bekleyemedim!”

Shi Qing Xuan çok sevinmişti. “Qian Qiu tam zamanında geldin!”

Genç adamın üzerinde bir uzun kılıç vardı, bıçağın genişliği erişkin bir adamın avucu kadardı –
karşılarındaki sahiden Lang Qian Qiu’ydi. Uzun kılıcı altınlarla ışıldıyordu ama yakından bakılınca kılıcın
altın olmadığı anlaşılıyordu, uçuşan altın yapraklar kılıcı tamamen sarmışlardı, bu yüzden altın bir kılıç
gibi görünmeye başlamıştı.

Lang Qian Qiu’nun altın kılıcı mıknatıs dağından kaynak alan ender bir madenden yapılmıştı ve
metalleri çekme özelliği vardı. Çekilen nesne belli bir seviyede ruhani güç taşımadığı sürece, kılıcı
eline aldığı ve zihnen bu özelliği serbest bıraktığı anda etraftaki metaller çekilir, kılıcına katılırdı.
Sayısız altın yaprakta şimdi kılıcına yapışmış ve bıçağın tamamını sarmışlardı. Bunu görünce Hua
Cheng bir kahkaha attı, yelpazeyi kapatıp bir kenara attı. “Cennet mensupları bir altın parçacığını dahi
kendi haline bırakamayacak kadar mı fakir?”

Eğer sözler Xie Lian’a yönelik söylenmiş olsaydı duymazlıktan gelirdi. Ama sözlerin hedefi Lang Qian
Qiu’ydu, kraliyet hanedanlığından bir soylu. Tüm hayatı boyunca zenginlikler hiç umurunda olmamıştı
ve her ne kadar düşmanının onu kışkırtmaya çalıştığını bilse de yine de öfkeden köpürüyordu. İki
eliyle birden kılıcını kaldırdı ve Hua Cheng’e doğru hamle yaptı. Hua Cheng bir eliyle eğri kılıcını çekti,
havaya gümüş ışıltılar saçıldı ve sakince saldırıyı karşıladı.

Lang Qian Qiu tüm gücünü kullanarak saldırmıştı. Kaplanlardan korkmayan yüklenen bir boğa olarak
doğmuştu, ama Xie Lian onların güçleri arasındaki farkı açık ve net bir şekilde görebiliyordu ve eğer
tek bir darbe alırsa öleceği kesindi!

Yan taraftan izlemekte olan Shi Qing Xuan bile her ne kadar kılıç kullanmayı bilmese de olanları fark
etmişti ve bağırdı. “Qian Qiu! Yapma!!!”

Ama bir saniye içerisinde yaydan çıkmış bir ok nasıl durdurulabilirdi?

Uzun kılıç ve eğri kılıç tam çarpışmak üzereyken kör edici bir beyaz ışık tüm silah deposunu aydınlattı.

Işık o kadar parlaktı ki odanın yer yanını sarmıştı ve herkes geçici olarak görme yetisini kaybetmişti.
Tek görebildikleri şey bir beyazlıktı. Xie Lian ise, hazırlıklıydı ve görebiliyordu. Sağ eline Shi Qing
Xuan’dan aldığı tüm gücü toplamış ve rastgele yönlere devasa alevler atmaya başlamıştı.

Silah deposunun bir köşesi hemen alev aldı. Kısa bir süre sonra Xie Lian RuoYe’yi serbest bıraktı ve
kendisi, Shi Qing Xuan, Ming Yi, Lang Qian Qiu ve Lang Ying’i sardıktan sonra bağırdı. “Rüzgar Ustası,
bizi yukarı uçur!”

Her ne kadar Shi Qing Xuan gözünü açamıyor olsa da Xie Lian’ın sözünü dinledi. Yelpazesini kaldırdı ve
aşağıya doğru açtı, vahşi bir hortum düz zemini sardı ve tavana doğru uçarak çatlamış çatıyı tümüyle
parçaladı!

RuoYe beşini birbirine sarmış ve gökyüzüne doğru uçuyordu. Yarı yolda çoğu tekrar görebilmeye
başladı ve Shi Qing Xuan aşağıya baktığında her yeri saran devasa alevleri ve havadaki siyah
dumanları gördü; silah deposu yanıyordu. Hua Cheng’in onları kovalamasından korktuğu için
yelpazesini sallamaya başlamıştı. Şimdi ‘alevleri yellediği’ için de alevler anında büyümüş ve yakındaki
binalara sıçramaya başlamışlardı. Zevk Köşkündeki binaların yarısından çoğunda yangın çıkmıştı!

Müthiş bir zorlukla Xie Lian en sonunda Shi Qing Xuan’ın yelpazeyi tutan elini tüm gücüyle yakaladı.
“Rüzgar Ustası, lütfen dur! Bütün binaları yakacaksın!”

İrkilen Shi Qing Xuan ağladı. “Tamam, tamam duruyorum! Bırak beni ekselansları, çok sert
tutuyorsun!”

Rüzgar Ustası yelpazesini kaldırana dek Xie Lian bırakmadı. Aşağıya baktığı zaman turuncu alevlerin
arasında durmakta olan kızıl silueti yine de görebiliyordu. Havada oldukça yükselmişlerdi ve net
olarak seçemiyordu ama içinden bir ses ona Hua Cheng’in de orada onu izlemek için durduğunu
söylüyordu.

Ne onları takip etti, ne alevleri söndürdü. Sadece orada durmuş vahşi alevlerin kaprisli bir şekilde yok
etmesine izin veriyordu.

Zevk Köşkünün dışından çığlıklar ve ulumalar yükselmiş ve Hayalet Şehrin tüm sokaklarını
doldurmuştu, hayalet ve iblislerden oluşan kalabalık delirmiş gibi koşuyordu. Xie Lian nefes
alamadığını hissediyordu ve sesi çatladı, kendi kendine mırıldandı. “Ben… sadece dikkat çekmesi için
küçük bir yangın başlatmak istemiştim, nasıl bu hale geldi…”

Sadece birkaç saat önce Hua Cheng silah deposunun kapısına yaslanmış ve yarı şaka yapar bir halde
ona tüm silah deposunu içindeki silahlarla birlikte hediye etmek istediğini söylemişti, ama şimdi hepsi
bir alev deniziyle yutulmuştu. Her ne kadar yüksek sıcaklıktan çekinmeyen pek çok altın silah olsa da,
alevlere temas etmeyi kaldıramayacak olanlar da vardı. Bu yangından sonra pek çok hazine kül
olacaktı. Xie Lian alevlerin bu kadar vahşice büyüyerek Zevk Köşkünün tamamını yutacağını hiç
düşünmemişti.

Her ne kadar Hua Cheng orayı ‘yuvası’ olarak kabul etmese de yine de orada yaşıyordu!

Xie Lian’ın ne kadar yıkıldığını görünce Shi Qing Xuan da kötü hissetmişti. “Ee… sahiden çok özür
dilerim ekselansları! Çok düşünmemiştim ve hızla kaçmak istiyordum. Hepsi benim suçum! Sahiden
başlangıçta alevler çok küçüktü… Eğer Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru geri ödeme talep ederse ona bana
gelmesini söyle! Endişelenme ne kadar isterse hepsini ödeyebilirim! Para hiç problem değil!”

Ama buradaki problem de para değildi zaten. Xie Lian gözlerini kapattı, konuşamıyordu. Shi Qing
Xuan teselli mahiyetinde omzuna vurdu ama aniden avucundaki ıslaklığı hissetti ve tuhaf, kan
kokusunu. Başını çevirdiğinde yüzü solmuştu. “Ekselansları, eline ne oldu!”

Xie Lian’ın sağ eli kanla kaplanmıştı. Tüm sağ kolu kanla boyanmış ve titremesi hiçte az değildi. Yine
de iki eli de sıkıca beyaz ipek banda tutunmuş, vahşi rüzgarların onları ayırmasına engel oluyordu.

Shi Qing Xuan haykırdı. “Sana ne oldu?!”

Xie Lian gözlerini kırpıştırdı ve zorla titremesini kontrol altına aldıktan sonra başını iki yana salladı.
“Hiç… Sadece küçük bir yara aldım. Geri döndüğümüz gibi iyileşirim.”

“O beyaz ışık sen miydin?” Shi Qing Xuan bir anlığına hatırlamıştı. “Ekselansları, o ikisini sen mi
ayırdın?”

Xie Lian cevapladı. “Sonuçta ben bir savaş tanrısıyım.”

Shi Qing Xuan doğru tahmin etmişti. Hua Cheng ve Lang Qian Qiu’nun kılıçları çarpışmak üzereyken
Xie Lian araya girmişti.

Silah deposunun duvarlarından bir kılıç almış ve kılıçlara iki hamlede bulunmuştu.

İlk hamlesiyle Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcını geri itmişti. İkinci hamlesiyle ise eğri kılıç E-Ming’i bloke
etmişti.

O iki hamlesi hem çok güçlü hem de aynı zaman da inanılmaz kontrollüydü. Ancak Xie Lian iki kılıcı
karşılamış olsa da darbelerin gücü saldıran kişiye geri yansırdı.

Xie Lian ikisi arasına sıkıştığı için, kılıcını kullandığı anda kılıç tutan kolu iki saldırının gücünü de
emmişti.
Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcına dayanılabilirdi ama Hua Cheng’in eğri kılıcının gücü hafife
alınmayacak bir şeydi. Xie Lian’ın kullandığı kılıç Hua Cheng’in koleksiyonundan olduğu için doğal
olarak dayanıklı bir kılıçtı. Ama iki kılıç çarpıştığında kör edici beyaz ışık parlamıştı. İki hamlesinin,
ilkinde Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcı bir çatlak oluşmasına neden olmuş ve E-Ming’e yaptığı ikinci
hamlesinde ise kılıç tamamen paramparça olmuştu.

Tüm bunlar bir anda olmuş ve bitmişti, gözle takip edilemeyecek kadar çabuktu. Shi Qing Xuan, Xie
Lian’ın sağ kolunun tamamen kanla kaplanmış korkunç haline bakınca yorum yaptı. “Ekselansları…
çok güçlüsün. Onları tek başına durdurduğuna inanamıyorum!”

Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı; Bir Elinde Kılıç, Diğerinde Çiçek. Shi Qing Xuan sadece çiçeği hatırlıyordu ama
unutmuştu. Xie Lian’ın yükselmesini sağlayan kılıçtı.

Nasıl kıl payı kurtardığını düşünürken Shi Qing Xuan’ın kalbi hala hızla atıyordu. “Şükürler olsun ki
Ekselansları araya girdi, yoksa Hua Cheng Lang Qian Qiu’nun kim bilir kaç parçasını kesecekti.”

Tuhaf olan ise yanlarındaki Lang Qian Qiu’nun hiç zarar görmemiş olmasına rağmen yüz ifadesinin
donuk olmasıydı, sanki ruhu bedeninden ayrılmış gibiydi. “Qian Qiu?” Shi Qing Xuan seslenmeye
devam etti. “Qian Qiu iyi misin? Uyan! Neyin var? Görüşün geri dönmedi mi???”

Rüzgarın kuyruğunda ilerleyen ekip en sonunda cennete ulaştı. Çeke sürükleye, Miraç Kapısından
aceleyle geçtiler ve doğrudan İmparatorun Salonuna koştular. Lang Ying salona giremezdi bu yüzden
Xie Lian onu küçük bir yan odaya koydu. Kimse görev başında gibi görünmüyordu, bu yüzden iletişim
rününden çağırdı. “Saygıdeğer mensuplardan burada olan var mı? Lütfen herkes çabucak
İmparatorun Salonuna gelsin! Acil bir durum, yaralı bir cennet mensubu söz konusu!”

O bağırırken yanındaki Shi Qing Xuan da parmaklarını şıklatarak beyaz cübbesine geri kavuşmuş ve
yüz bin merit saçmıştı. “İki yaralı cennet mensubu!”

Xie Lian aceleyle. “Bu kadar heyecanlanma Rüzgar Ustası. Sadece konuşacağız, merit saçmaya gerek
yok. Herkes zaten gelir.”

Shi Qing Xuan. “Hayır ekselansları. Merit saçmak konuşmaktan yüz kat daha hızlıdır!”

Kısa bir süre sonra bir ses yükseldi. “Kim yaralandı?”

‘Kim’ kelimesi duyulduğunda ses hala çok uzaktaydı ama son heceler söylendiğinde kişi önlerinde
belirmişti ve o Feng Xin’di. Salona girdi ve doğrudan Xie Lian’a baktı, ardından Lang Qian Qiu’ya, yüzü
tereddütlüydü.

Xie Lian. “Ben iyiyim, ancak Toprak Ustası ağır yaralı.”

“Ne olmuş yani?” bir başkası daha gelmişti. “Bunca cennet mensubu var. Hepsi her bir devriyesinden
sonra çizik almadan mı dönüyor sanki?”

Ses ağırbaşlı ve yumuşaktı ama kelimelerin kendisi son derece sertti. Mu Qing gelmişti. Büyük Salonu
geçti ve o da Xie Lian’a ve ardından Lang Qian Qiu’ya baktı. Ancak onun yüz ifadesi Feng Xin’in tam
tersiydi, tek kaşını kaldırmış, sanki iyi bir gösteri olmasını umuyordu. Feng Xin’in Xie Lian’ın kolunu
kontrol etmek için yaklaştığını görünce o da Ming Yi’ye ilerledi. “Bu Toprak Ustası mı?”

Bunlar yaşanırken pek çok cennet mensubu da salona gelmişti. Toprak Ustası Yi her daim göze
çarpmayan ve gözden uzak birisi olmuştu, bu yüzden çoğu kişi bu cennet mensubunu ilk kez
görüyordu ve onu meraklı gözlerle izliyorlardı. Kalabalık şaşkındı, neden İmparatorun Salonuna
çağırıldıklarını bilmiyorlardı ama Rüzgar Ustası’nın meritlerini topladıktan sonra gelip bir bakmaları
şart olmuştu.

Xie Lian Feng Xin’e döndü. “Teşekkürler ama ben iyiyim. Kendiliğinden iyileşir.”

Feng Xin de lafı uzatmamıştı. “Dikkatli ol.”

Xie Lian bir kez daha nazikçe teşekkür etti, ama arkasını döndüğünde Lang Qian Qiu’nun onu donmuş
bir ifadeyle izlemekte olduğunu fark etti. “Ekselansları Tai Hua, sorun nedir?”

Feng Xin de Lang Qian Qiu’da bir problem olduğunu fark etmişti, bu yüzden sorguladı. “Ekselansları
Tai Hua yaralandın mı?”

“Sanmıyorum. Bir bakalım.” Xie Lian elini uzatarak Lang Qian Qiu’nun yüzüne uzandı. Ancak Lang
Qian Qiu bir anda Xie Lian’ın bileğini tutmuştu.

Lang Qian Qiu’nun yüzünde tereddüt vardı, sanki bir şey keşfetmiş ama emin değilmiş gibi, ama
gözlerindeki alevler yanmaya başlamıştı. Xie Lian onun kollarından kendisine ulaşan öfkenin
titremelerini hissedebiliyordu.

İzlemekte olan cennet mensupları da bu tuhaf durumu fark etmiş ve kendi aralarında fısıldaşmaya
başlamışlardı. Shi Qing Xuan ve Mu Qing aynı anda ayağa kalkmışlardı ki Feng Xin konuştu.
“Ekselansları Tai Hua ne yapıyorsun?”

Lang Qian Qiu’nun dudakları en sonunda hareket etti. Sadece iki kelime söyledi ama Xie Lian’ın tüm
kanı çekilmişti.

“…Baş Rahip?” Lang Qian Qiu’nun dişleri sıkılıydı.

Xie Lian’ın gözbebekleri hafifçe küçüldü.

İzlemekte olan cennet mensuplarının yarısı olayı tahmin etmiş, diğer yarısı ise hala şaşkın ve
fısıldaşıyordu. “Ne Baş Rahibi? Baş Rahip kim?” Bazıları ise olayı tam olarak anlamıştı.

Lang Qian Qiu Yong An’ın veliaht prensiydi ve onun zamanındaki Yong An’ın Baş Rahibi İki Şeytani
Usta’dan ikincisiydi: Baş Rahip Fang Xin. Kimse onun gerçekte kim olduğunu bilmiyordu. Ama burada
Lang Qian Qiu, Xie Lian’ı yakalamış ve ona ‘Baş Rahip’ demişti, buna göre… Xie Lian Yong An’a yıkımı
getiren kötülük – Baş Rahip Fang Xin miydi?!

Ancak Xie Lian, Xian Le’nin veliaht prensiydi. Xian Le Krallığını ise Yong An Krallığı yok etmişti, o zaman
neden gidip Yong An’ın Baş Rahibi olmuştu ki?

Prens Tai Hua iyimserliğiyle ve neşesiyle bilinirdi, asla akıl oyunlarına başvurmaz ve kimse için işleri
zorlaştırmazdı ve asla ama asla yüzünde böyle bir ifade olmazdı; çaresizlik ve öfke, düşmanlık ve
nefret.

Lang Qian Qiu’nun tutuşu ölümdü, nefesleri gittikçe daha da keskinleşiyordu ve en sonunda gergin bir
sesle tekrar konuştu. “Sen… Seni kendi ellerimle öldürdüm. Seni o tabuta mühürledim. Sen… Baş
Rahip, sahiden insanları aldatmakta ustasın!”

Cennet adına. Görünüşe göre bugün büyük bir olay olmak üzereydi.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 45: Kara Kalpli Baş Rahip Altın Yaldızlı Ziyafeti Kanla Yıkıyor
Feng Xin ikisine de en yakın olandı ve Xie Lian’a gizleyemediği bir şaşkınlıkla baktı. Diğer yandan ise
Mu Qing’in gözleri parlıyordu, gizlenmiş bir şok, heyecanının katmanlarına gizlenmişti. Shi Qing Xuan,
Ming Yi’yi bırakarak konuştu. “Qian Qiu, bir şeyleri yanlış mı anladın? Eğer ekselansları Baş Rahip Fang
Xin olsaydı şu ana kadar onu nasıl tanımazdın?”

Kenardan birinin sesi duyuldu. “Qing Xuan, bilmiyor musun? Efsanelere göre Baş Rahip Fang Xin
gururlu, gizemli ve soğuk biriydi. Her zaman beyaz altından bir maske takarak gerçek yüzünü kimseye
göstermezdi. Ekselansları Tai Hua da onun gerçek kimliğini hiç öğrenmemiş olmalı.”

Konuşan kollarını bağlamış kenarda oturuyordu. Bu kişi Pei Ming’di. Yüzünü görmek bile Shi Qing
Xuan’ın sinirlerini bozulmasına neden olmuştu. Fırçasını salladı. “Eğer durum böyleyse o zaman kimse
Baş Rahip Fang Xin’in nasıl göründüğünü görmemiş olmalı. Neden General Pei, ekselansları Xian
Le’nın Baş Rahip Fang Xin olduğu kesinmiş gibi konuşuyor?”

Hareket halindeyken Shi Qing Xuan ve Xie Lian saçma ve gülünçtüler ancak üst cennete geldiklerinde
değişip sakin, temkinli ve itinalı bir hal almışlardı. Tam o anda kar beyazı bir siluet arka odalardan
belirdi.

Oraya vardığı anda herkes sakinleşmişti. Sohbet eden, fısıldaşan tanrıların hepsi oldukları yerde kalıp
konuşmayı bırakarak eğilmişlerdi. “Majesteleri.”

Jun Wu elini hafifçe kaldırmış ve herkes tekrar doğrulmuştu. Kasten Xie Lian’ın yanından yürümüş ve
sağ omzuna hafifçe dokunmuştu. Kolundan damlayan taze kan bu dokunuştan sonra anında
kesilmişti.

Ming Yi’yi bir süre inceledikten sonra Jun Wu belirtti. “Önemli bir şey değil. Toprak Ustasını kontrol
edin.”

Bununla birlikte dört meşhur iyileştirici tanrı gelip Ming Yi’yi kaldırdı ve götürdü. Shi Qing Xuan da
arkalarından gitmek istiyormuş gibi görünüyordu ancak Savaş Tanrılarının Salonundaki o anki
gerginlikten dolayı endişeli hissediyordu ve sonunda takip etmemeye karar verdi.

Ellerini arkasında bağlamış olan Jun Wu tahtına çıktıktan sonra tekrar konuştu. “Söyleyin bana. Biraz
önce neler oldu? Neden Tai Hua, Xian Le’yı bırakmıyor ve neden Xian Le kafasını eğiyor?”

Lang Qian Qiu, Xie Lian’a bakış attı. Sessiz olduğunu görünce cennet mensuplarıyla çevrili
olduklarından kaçacağından korkmasına gerek olmadığını düşündü ve böylece elini bırakarak Jun
Wu’ya dönüp eğildi. “Yüce Tanrı, birkaç yüzyıl önce bu adam ismini Fan Xin’e değiştirerek benim
ailemi katletti ve krallığıma yıkım getirdi. Düello talep ediyor ve lordumun şahit olmasını umuyorum.”

Savaş Tanrılarının Salonunda Fang Xin’in ismini hiç duymamış olanlar bile hemen iletişim rününe
girerek ismi araştırmışlardı. Ortaya çıkan şey büyüleyici bir hikayeydi. Neyse ki Ling Wen herkesin
sorularını cevaplamak için oradaydı: “Baş Rahip Fang Xin, Yong An’ın veliaht prensi Lang Qian Qiu’nun
kurtarıcısı ve öğretmeniydi. Yong An Kraliyetinin Altın Yaldızlı Ziyafetini kanla yıkadı ve adı kötüye
çıkmış olan kan banyosu yüzünden İki Şeytani Usta’dan biri olarak adlandırıldı.”

“Altın Yaldızlı Ziyafet neydi?” Shi Qing Xuan sordu.

“Rüzgar Ustası,” Ling Wen cevapladı. “Altın Yaldızlı Ziyafet, Xian Le soylularından geçen ilk gelenek ve
isminin böyle olmasının nedeni her sofra takımı, kap, kupa ve araç gerecin en yüksek seviye altından
yapılıp ince bir güzelliğe sahip ve gösterişli olması.
“Krallık kurulduktan hemen sonra dünyaya eski krallığın aşırı kültürlerini takip etmeyip tüm
dikkatlerini halka vereceklerini duyurdular. Ancak birkaç on yıl sonra eski günler geri döndü, o aşırı
gelenek de dahil.”

Ling Wen devam etti. “Yong An’ın veliaht prensinin on yedinci doğum gününün gecesinde saray
kutlama için bir Altın Yaldızlı Ziyafet düzenledi. Baş Rahip Fang Xin… O ziyafette, elinde bir kılıçla,
katılmış olan her kraliyet hanedanı üyesini katletti.”

Altın kadehler devrilmiş ve kan, şarap gibi dökülmüştü.

“Sadece Yong An’ın veliaht prensi ziyafete geç vardığı için kurtulabildi. Yoksa o da yok olmuş olurdu.”

Bu hükümet darbesi Yong An’ın binasına yönelikti, insanların kalbini kazanmış ve çok çalışan Lang
Qian Qiu’ya değil. O zaman isyan kaçınılmaz olurdu. Kaosun son bulması çok zor olmuştu ve hemen
ardından Yong An Krallığı kaçak katili bulanlara bir ödül vereceğini söylemişti. En sonunda
yakalandığında, Lang Qian Qiu kötü Baş Rahip Fang Xin’i kendi elleriyle öldürüp cesedini üç katmanlı
bir tabuta kapattıktan sonra tabutu yer altına mühürlemişti.

Ancak krallığın kökleri oldukça büyük bir şekilde zarar görmüştü. Ardından başka bir klan tarafından
kaçınılmaz sonunun getirilmesi uzun sürmemişti.

Lang Qian Qiu, Xie Lian’a baktı. “Hiçbir zaman neden yaptığını anlamadım. Bizi tahtta görmeye
dayanamadığını söylemiştin fakat inanmamış ve hiçbir zaman senin bizim yerimizi almak için krallığı
yıkacağını düşünmemiştim. Ancak artık sonunda nedenini biliyorum.”

Tanrıların gözleri şaşkınlıkla büyümüştü, birbirleriyle konuşuyorlardı.

“Bu intikam!”

“Başka bir şey olamaz! Xian Le Krallığı düştü, o yüzden onun da Yong An’ı da mahvetmesi
gerekiyordu. Yong An asil ebeveynlerini öldürdü, o yüzden onun da Yong An veliaht prensinin
ebeveynlerini öldürmesi gerekiyordu. Göze göz. Saf bir intikam!”

“Fakat Xian Le’yı silenler Lang Qian Qiu’nun neslinden değildi, bu öfke anlamsız…”

“Ve ben de burada üç diyarın maskarasının bir salak olduğunu düşünüyordum, aslında çok saldırgan
biriymiş. Düşmanın eyaletine Baş Rahip diye girmek ve tek seferde tüm Krallığı katletmek.
İnanılmaz…”

Xie Lian, Jun Wu’nun gözlerini üzerinde hissedebiliyordu ve kendi gözlerini kapattı. Jun Wu’nun
konuştuğunu duydu. “Tai Hua, kesin olarak Xian Le’nin Baş Rahip olduğuna inanıyorsun ama kanıtın
var mı?”

“Baş Rahip Fang Xin bana kılıç kullanmayı öğretendi; nasıl onu harekete geçtiği an tanımayayım?”
Lang Qian Qiu cevapladı.

Dedikodular akıntı gibi döküldü.

“Her şeyi alt üst etmesi sorun değil ama veliaht prense kılıç öğretmek biraz aşırıya kaçmıyor mu?”

“Üçüncü yükselişinden sonra bir kez bile kılıca dokunduğunu görmememize şaşamamalı. Kuyruğunu
göstermekten korkuyor.”

Lang Qian Qiu belirtti. “Bu sefer Hayalet Şehrine gittim ve Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’yla
dövüştüm…”
Hayalet Şehri ve Hua Cheng’den bahsettiği anda birçok tanrı yeniden korkudan titremeye başlamıştı.
Ancak Lang Qian Qiu devam etti. “On iki yaşındayken bir keresinde gezintiye çıktığımda kaçırılmıştım.
Kaçıranlar beni sokaklara sürükledi ve muhafızlara yakalandıklarında dalaşmaya başladılar. Bir sokak
sanatçısı da olaylara katılmıştı. Yaralı olmasına rağmen kavgaya bir ağaç dalıyla engel olup birkaç
savuruşta kolayca beni kurtardı.”

Kaçıranlar ve muhafızlar çok büyük yaralar almışlardı ve beni saraya kadar götüren o sokak
sanatçısıydı. Büyük minnettarlıktan dolayı majesteleri babam ve kraliçe annem onu gayretli bir
şekilde sarayda tutmaya çalıştıklarında kılıç yeteneklerini keşfettiler. Böylece Baş Rahip olmaya
çağrılmıştı. Bana kılıcın kullanım yollarını beş sene boyunca öğretti. Onun stilini oldukça aşinayım,
nasıl yanılabilirim?”

“Ekselansları Tai Hua,” Mu Qing hafifçe konuştu. “Gördüklerinin bir gölgeden başka bir şey olmadığını
söylüyorsun ve senin dışında gören kimse yok. Yani bunların hepsi sadece senin sözlerin.”

Mu Qing’in dedikleri Xie Lian’ın yararınaymış gibi duyuluyordu ancak aslında daha karmaşıktı. Çoktan
Lang Qian Qiu’nun bu meseleyi bırakmayacağını görmüştü. Onu ne kadar çok sorgularsa kendini o
kadar çok kanıtlayacaktı ve bu da Xie Lian’a en küçük bir şekilde yardım bile etmeyecekti. Beklenildiği
gibi Lang Qian Qiu sordu. “Pekala. Bana bir kılıç getirin!”

Salonda kılıç taşıyan birçok savaş tanrısı vardı ve dediklerini duyunca hemen bir kılıç ona doğru
atılmıştı. Lang Qian Qiu onu yakaladı ve Xie Lian’a doğru zorlayarak uzattı. “Al. Şimdi kendimizi
tutmadan düello yapacağız, her şeyimizi kullanacağız. Aynı stilimiz olup olmadığını ve bana senin
öğretmiş olup olmadığını göreceğiz!”

Herkes Savaş Tanrılarının Salonunda düello yapılmasını gereksiz buluyordu ancak Altın Yaldızlı Ziyafet
ve bir veliaht prensin tüm ailesinin soğukkanlılıkla öldürülmesiyle neden ajite olmuş olduğunu
anlayabiliyorlardı. Xie Lian’ın yarası hala Shi Qing Xuan’ın aklından çıkmamıştı ve konuştu. “Qian Qiu,
ekselansları Hua Cheng’ın saldırısını senin için engelledi ve böylece sağ kolunu yaraladı. Bu şekilde
seninle nasıl bir düello yapabilir?”

Bunu duyunca Lang Qian Qiu aniden sol avcunu uzatarak ağır bir şekilde kendi sağ koluna vurdu.
Yüksek bir kırık sesinin ardından tüm sağ kolundan omzuna kadar kan sıçramıştı. Hızlıca kanıyordu ve
gevşekçe duruyordu. Ağır bir yara olup olmadığını kontrol etmeye gerek yoktu, herkes şok olmuştu.
Xie Lian da şaşırmıştı ve bakışlarını kaldırdı. “Ne yapıyorsun?”

“Rüzgar Ustası haklı.” Lang Qian Qiu cevapladı. “Beni kurtarmak için kolun yaralandı ve bende sana
bir kol geri veriyorum. Ancak beni kurtarman ayrı bir şey, tüm klanımı öldürmen ise reddedilemez
gerçek. Bir usta olduğunu ve yeteneklerin azalmadan iki elinle de kılıç kullanabildiğini biliyorum. Sol
ellerimizi kullanarak düello yapacağız. Erkeksen kılıcı al.”

Xie Lian kılıca baktı, ardından ona baktı. Sonunda yavaşça kafasını salladı. “Yıllar önce tekrar kılıçla
öldürmeyeceğime dair yemin ettim.”

Bu sözlerle Lang Qian Qiu ziyafete vardığı geceyi hatırladı. Siyah giyinmiş adamın ebeveynlerinin ölü
bedenlerinden uzun bir kılıç çıkardığı sahneyi ve gözlerinin delilikle kırmızılaştığını, sağ elindeki kılıcın
sıkı tutuşundan sallanarak çatırdayan bir ses çıkarmasını. Shi Qing Xuan saçağını tekrar salladı ve
kılıcın etrafına onu aşağıda tutmak için sardı. “Bence burada bir çeşit yanlış anlaşılma olabilirdi. Eğer o
Baş Rahip Fang Xin hep bir maske takıyorsa o zaman herkes onun kılığına girip öldürebilir. Yüce Tanrı
ne düşünüyor?”

Herkesin bakışları yeşim tahta döndü.


“Xian Le.” Jun Wu konuştu.

“Evet, Lordum.” Xie Lian kafasını eğdi.

“Tai Hua’nın suçlamalarını kabul ediyor musun?”

Xie Lian cevapladı. “Ediyorum.”

“Ediyorum” kelimesi donmuş bir tonda söylenmişti, Xie Lian’ın her zamanki konuşma şekli gibi değildi.
Feng Xin, Mu Qing ve Shi Qing Xuan’ın yüzleri düştü.

Jun Wu kafasını sallayıp sordu. “Altın Yaldızlı Ziyafete kan döken Baş Rahip Fang Xin – sen miydin?”

Kısa bir sessizliğin ardından Xie Lian kafasını kaldırdı. Kararlıydı. “Bu doğru. Bendim!”

Sözlerinin geri dönüşü yoktu. “Yani itiraf ediyorsun. Çok güzel.” Lang Qian Qiu dedi.

Daha önce bahsedildiği gibi üst cennette ellerinde ölümlü kanı olan sayısız tanrı vardı. Ancak
doğrusunu söylemek gerekirse kan davası bu raddeye gelen fazlası yoktu. Bu, ölümlülerin ailelerinde
Lang Qian Qiu gibi yükselip cennette adalet arayacak biri olmadığından olabilirdi.

Pei Su’yu koruyan General Pei vardı ancak sonunda geçici sürgünden kaçamamıştı. Xie Lian’ın
arkasında ise kimse yoktu. Artık her şey Jun Wu’nun hala geçmişlerine değer verip onu koruyacak
kalbe sahip olup olmamasına bağlıydı.

Yine de hala birçoğu Jun Wu’nun Xie Lian’a karşı olan düşüncelerini anlayamıyordu. İlk yükselişinde
Xian Le’nin Veliaht Prens’i tabii ki de tam bir iyilikle muamele edilmişti; ikinci yükselişinde ikisinin
büyük bir kavgası olmuştu ve hatta Xie Lian yenilmeden önce Jun Wu’yu birkaç kere bıçaklamıştı;
üçüncü yükselişinde eski tartışmalar unutulmuş, birbirleriyle barışık olmuşlardı. Jun Wu, Xie Lian için
cennet başkentinin en güzel yerinde bir saray bile inşa etmişti. Anlaşılması gerçekten de güçtü. O
yüzden herkesin kulakları dikkatliydi, istekli bir şekilde lordun nasıl Xie Lian’ı cezalandıracağını
duymayı bekliyorlardı.

Ancak Jun Wu’nun kararını açıklamaya şansı olmadan Xie Lian konuştu. “Xian Le’nin haddini bilmez
bir isteği var.”

“Nedir?” Jun Wu yanıtladı.

“Alçakça Lord’umun tanrılığımı kaldırmasını ve beni ölümlü diyara sürgün etmesini istiyorum.” Dedi
Xie Lian.

Bazı tanrılar afallamıştı ve aynı zamanda hayrete düşmüşlerdi. Tabii ki de kimse sürgün edilmek
istemezdi, yükselmek kolay değildi. Sadece düşmek için o kadar çok çalışıp tırmanmak, düşüncesi bile
hüzünlüydü. Düpedüz bir şekilde Jun Wu’dan sürgün etmesini istemeye cüret etmek, birçoğu
yapamazdı. Bazı tanrılar ise çok bir şey olduğunu düşünmüyorlardı. Sonuçta bu noktada ölümüne
dövüşmektense geri çekilmek daha iyiydi. Xie Lian zaten iki kere sürgün edilmişti; üçüncü bir sefer
muhtemelen ona bir şey anlam etmiyordu ve belki buna alışmıştı bile.

Diğer yandan Lang Qian Qiu ise itiraf etti. “Kendini sürgün etmene ihtiyacım yok. Yükselmen yetenekli
olduğun için. Sadece düello istiyorum.”

“Seninle dövüşmek istemiyorum.” Xie Lian cevapladı.

“Neden?” diye bağırdı Lang Qian Qiu. “Sanki daha önce hiç dövüştük. Ölüm ya da kalım, sonucu fark
etmez, sadece bunu bitirelim!”
Xie Lian açıkça konuştu. “Nedeni yok. Benimle dövüşürsen kesinlikle öleceksin.”

Çevirmen: Kae
Bölüm 46: Sinirli Nan Yang, Xuan Zhen’le İlk Dövüş
Çok düşünülmeden söylenmiş bir ifade olsa da etraftaki herkesin derin bir nefes almasına neden
olmuştu. Herkesin aklından geçenler benzerdi: sen güçsüz bir çöp tanrısından daha fazlası değilsin,
nasıl seninle dövüşürse kesinlikle öleceğini Lang Qian Qiu’ya, Doğu’nun savaş tanrısına, söyleyecek
kadar utanmaz olabilirsin? Ne kendini beğenmişlik! Sanki Lang Qian Qiu’ya savaşmak ona
yakışmazmış gibi sürgün edilmeyi istemişti. Tamamen saçmalık.

Ancak Lang Qian Qiu kelimelerinin hiçte abartı olduğunu düşünmüyordu. “Ölüm veya kalım fark
etmez dedim! Beni kolayca bırakmana da ihtiyacım yok!”

Xie Lian onu görmezden geldi ve yeniden Jun Wu’ya isteğini söyledi. “Lordumun beni aşağı diyara
sürmesi için dua ediyorum.”

Shi Qing Xuan aniden kolunu kaldırdı. “Bekleyin! Söyleyeceklerim bitmedi!”

Jun Wu. “Konuş, Rüzgar Ustası.”

“Buradaki herkes ekselansları Xie Lian’ın, Yong An Krallığında intikam için kan döktüğünü
düşünüyormuş gibi görünüyor. Ancak intikam içinse, neden Yong An’ın veliaht prensi ekselansları Tai
Hua’nın gitmesine izin verdi? Mantıken intikam alan kişinin en çok yok etmek isteyeceği veliaht
prensin kendisi olmalıydı, yanlış mıyım?”

Bu detay kimsenin aklından geçmemiş değildi fakat sesli bir şekilde ifade etmenin gerekli olmadığını
düşünmüşlerdi. Şimdi Rüzgar Ustası söylemiş olduğuna göre, bazıları katılarak başlarını salladılar. Shi
Qing Xuan devam etti. “Ekselansları ve ben birbirimizi uzun zamandır tanımıyoruz ancak ben kendi
gözlerimle eğri kılıç E-Ming’le ekselansları Tai Hua’yı korumak için doğrudan savaştığını gördüm. Qian
Qiu, eğer Yong An Krallığına karşı nefret besleseydi, neden seni kendi isteğiyle orada korudu?”

Xie Lian’ın E-Ming’le doğrudan yüzleştiğini duyunca Feng Xin ve Mu Qing’in ikisi de ona baktı. Etrafta
fısıldaşanlar vardı: “Belki de sadece suçlu hissediyordur.” Ancak Shi Qing Xuan hemen belirtmek için
sesini yükseltti. “O kara talihin silahı; lanetlenmiş kılıç! YANİ! Bence tüm bunlar oldukça şüpheli!”

“Ekselanslarının Rüzgar Ustası’yla olan arkadaşlığı sayesinde koruma kazanması oldukça üzücü.” Pei
Ming araya girmişti. “Bizim Küçük Pei’mizin o kadar şanlı olmaması çok kötü.”

“General Pei, suyu bulandırma.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Küçük Pei’in durumu bununla aynı sayılır
mı? Onun suç işlediğini kendi gözlerimle gördüm ve o söz konusu suçları kabulünü kendi kulaklarımla
duydum.”

“O zaman bugünküyle aynı değil mi?” Pei Ming karşı çıktı. “Ekselansları Tai Hua onun suç işlediğini
gördü ve o söz konusu suçları itiraf ettiğini kendi kulaklarıyla duydu. Nasıl farklı oluyor?”

Shi Qing Xuan sinirlerdi ve geri tartışacaktı ki Xie Lian onu tuttu. “Rüzgar Ustası, teşekkür ederim,
sana borçluyum. Ama bunu kafana takma lütfen.”

Shi Qing Xuan’ın Pei Ming’e verecek iyi bir cevabı hala yoktu. Bu yüzden sadece onu işaret etti fakat
ağzından hiçbir kelime çıkmadı.

En sonunda Jun Wu konuşmuştu, tonu sakindi. “Herkes, lütfen sakin olun.”

Sesi özellikle yüksek değildi, oldukça huzurluydu ancak Savaş Tanrılarının Salonundaki herkes
kelimeleri açıkça duymuştu ve yerlerine geri çekildiler. Salon sessizleşince Jun Wu tekrar konuştu.
“Tai Hua, hareketlerin her zaman düşüncesiz oldu. Eğer bir durum ortaya çıkarsa kişi acele
etmemelidir; sakince dinlemeli, düşünmeli ve tüm hikayeyi bildikten sonra değerlendirme
yapmalıdır.”

Lang Qian Qiu azarı önemseyerek başını eğdi. Jun Wu devam etti. “Xian Le bize tüm hikayeyi
anlatmayı reddediyor, bu yüzden sürgün isteği reddedilmiştir. Xian Le sarayında gözaltında tutulacak
ve sonrasında ben bizzat onu kendim sorgulayacağım. O zamana kadar ikiniz görüşmemelisiniz.”

Bu kimsenin beklemediği bir sonuçtu.

Jun Wu gerçekten de Xie Lian’ı, hiç tapınağı, inananı ve meriti olmayan üç diyarın maskarasını,
korumuştu!

Lang Qian Qiu, doğuyu yöneten bir savaş tanrısıydı; eğer bu yargıdan memnun olmazsa, oldukça
yanlış bir seçim olurdu! Bütün bunlara rağmen Jun Wu, Xie Lian’ı korumayı seçmişti… Bu onun hala
gözde olduğu anlamına mı geliyordu?!

Birçok cennet mensubu artık rüzgarın hangi yönde estiğini görmüşlerdi ve içlerinde bundan sonra
açıkça ‘üç diyarın maskarası’ kelimelerinden bahsetmemeye karar verdiler. Shi Qing Xuan
rahatlayarak nefesini verdi ve yüksek sesle Jun Wu’yu bilgeliği için övdü. Diğer yandan Lang Qian Qiu
ise dikkatle Xie Lian’a bakıyordu. “Yüce Tanrı neyi sorgulamak istiyorsa sorgulasın fakat sonuç ne
olursa olsun onunla düello yapacağım!”

Bununla beraber Lang Qian Qiu, Jun Wu’nun önünde eğildikten sonra dönüp salonu terk etti. Jun Wu
elini salladı ve birkaç cennet mensubu Xie Lian’ı götürmek için öne çıktılar. Shi Qing Xuan’ın önünden
geçerken Xie Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Rüzgar Ustası, her şey için teşekkürler. Ama eğer bana
yardım etmek istiyorsan, benim için daha fazla konuşma. Ancak yapman için iki şey rica edebilir
miyim?”

Shi Qing Xuan hala Zevk Köşkü’nü yakıp yıkan alevleri körüklediği için kötü hissediyordu ve
samimiyetle Xie Lian’ın ondan herhangi bir şeyi istemesini diliyordu. “Neye ihtiyacın varsa.”

Xie Lian. “Lütfen yan odaya yerleştirdiğim çocuğa iyi bak.”


Shi Qing Xuan. “Yapamayacağım bir şey değil! İkincisi ne?”

“Eğer General Pei gelecekte Ban Yue için işleri hala zorlaştırmak isterse lütfen Ban Yue’ye yardım et.”

“Tabii ki de.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Pei Ming’e izin vermeyeceğim. Ban Yue nerede?”

“Puji Manastırımda, onu küçük bir turşu kavanozuna sakladım. Eğer zamanın varsa arada onu
havalandır.”

“…”

Rüzgâr Ustasına teşekkür ettikten sonra iki cennet mensubu Xie Lian’ı Xian Le Sarayının önüne
getirdikten sonra nazikçe izin istediler.

“Nezaketiniz için teşekkürler.” Xie Lian hafifçe kafasını eğdi.

Ön kapılardan içeri girdikten sonra onları arkasından kapattı. Etrafına baktığından beklenildiği gibi
sadece görünüşünün ustaca olmadığını, tüm binaların önceki sarayındakilerin tıpatıp aynısı olduğunu
fark etti. Geçen sefer yakınlardan geçerken içine gitmemişti, ilk seferinin tutuklanma yüzünden
olacağını asla tahmin edemezdi. Bu pekte iyi işaret değildi.

Ancak geçen günlerde yaşadığı onca heyecan verici olaydan sonra ruhen yorulmuştu ve hemen yerde
uyuya kaldı.
Rüyasında birçok şey gördü.

Gözleri kapalı bir şekilde meditasyon yapıyormuş gibi görünüyordu. Gözlerini kırparak açtığında bir
masanın önünde bağdaş kurmuş olduğunu fark etti. Siyah kıyafetleri katmanlar halinde etrafındaki
zeminde dağılıyordu ve yüzünde soğuk, ağır bir maske vardı.

Başını eğdiğinde önünde masanın üzerinde yayılmış genç bir erkek çocuğu olduğunu gördü. On dört
on beş yaşlarındaydı ve kıyafetleri dikkat çekiciydi. Formu hayatla doluydu fakat uykuya dalmıştı.

Kafasını sallayarak oraya doğru yürüdü. Hafifçe eğildi ve masaya vurdu. “Prens hazretleri.”

Belki maskenin soğukluğundandı ama sesi de soğuktu. Erkek çocuğu sonunda uyanmıştı. Kafasını
kaldırıp onu gördüğünde hemen korkuyla dik bir şekilde oturmaya başladı. “B- B- B- Baş Rahip!!!!”

Konuştu: “Tekrar uyuyakaldınız. Etik Yazıtını ceza olarak on kere kopyalayın.”

Veliaht dehşetle bağırdı: “Usta, lütfen! Neden ceza olarak benden sarayın etrafında on tur koşmamı
istemiyorsun?”

“Yirmi kere kopyalayın. Şimdi yapın ve güzel bir şekilde yazın.”

Veliaht prens ondan korkuyormuş gibi gözüküyordu ve düzgünce oturup yazmaya başladı. Böylece
eski yerine dönerek meditasyon yapmaya devam etti.

Gerçeği söylemek gerekirse saraydaki herkes ondan birazcık korkuyordu. Bu uzaklık hissi ve baskıcı
güç onun tarafında kasıtlı olarak yaratılmıştı.

Lakin bu veliaht prens çok gençti, öyle bir korkuyu çok uzun süre boyunca hissedemezdi. Yazıtı
kopyalamaya başlamasının ardından çok geçmeden seslendi. “Usta!”

Elindeki kitabı indirdi. “Ne oldu?”

“Bana geçen sefer öğrettiğin kılıç tekniklerinde geliştim. Yeni bir teknik öğretmenin zamanı gelmedi
mi?”

“Pekala. Ne öğrenmek istiyorsunuz?”

“Beni kurtarmak için kullandığın tekniği öğrenmek istiyorum!” Veliaht Prens belirtti.

Bir süre düşündükten sonra konuştu. “O mu? Olmaz.”

“Neden?” Veliaht Prens sordu.

Baş Rahip açıkladı. “O teknik kullanışsız. En azından sizin pozisyonunuzdaki biri için uygun değil.”

Veliaht Prens anlamamıştı. “Nasıl kullanışsız olur? İki kişinin gücünü dağıtmak için tek bir kılıç
kullanmak! Beni o teknikle kurtardın.’”

Veliaht Prensin anlamıyor olması normaldi. “Prens hazretleri, bir soru sormama izin verin.”

“Sor!”

“İki kişi var, gözleri açlıkla kıpkırmızı. Birbirlerinin yemeklerini çalmak için kavga ediyorlar. Üçüncü biri
daha gelip kavgayı durdurmak istiyor. Böyle bir durumda kelimelerin etkili olacağını düşünüyor
musunuz?”

“…Hayır, bir işe yaramaz. Sadece yemek istiyorlar, değil mi?”


“Bu doğru. Problem kökten çözülmediği için kimse kimsenin gerekçesini dinlemez. Bu yüzden bu
üçüncü kişinin kavgayı durdurabilmesi için onlara istediklerini vermesi gerekir. Kendi yemeğini.”

Veliaht Prens anlamış ama anlamamış gibi gözüküyordu.

Devam etti. “Mantığı aynı. Bir kılıç kınından çekildiği anda birinin yaralanacağını anlamanız gerekir.
Güç ortaya çıktığında geri alınması gereken bir şeyler olacaktır.

“Bu yüzden iki kılıcın gücünü yaydığımı söylemeniz doğru değil. Hiçbir şey dağılmadı; saldırılarını ben
üstlendim. Bir saldırıyı kendini inciterek engellemek aptalca bir tekniktir ve sadece başka alternatifler
olmadığı zamanlarda kullanılmalıdır.

“Siz saygın bir veliaht prenssiniz. Böyle bir şeyin size yararı olmaz.”

Veliaht Prens yazıtı kopyalamaya devam etti ancak bir sürenin ardından düşünceleriyle yüzü düştü.

Baş Rahip sordu: “Başka sorularınız var mıydı?”

Bir süre kararsız kaldıktan sonra Veliaht Prens konuştu. “Bir tane. Usta, eğer üçüncü kişinin yeterli
yiyeceği yoksa ne yapılmalı?”

“…”

Veliaht Prens devam etti. “Eğer ikisinin yemeği varsa ama daha fazla istedikleri için açgözlülükle daha
şiddetli kavga ediyorlarsa ve üçüncü kişinin de yemeğini arıyorlarsa o zaman ne yapılmalı?”

“Sizce?” sordu.

Veliaht Prens düşündü ve cevapladı. “Bilmiyorum… Belki en başından beri olaya karışmamalıydı.”

Büyük Salon altındandı. Her şey altındandı. Ancak, o anda, hepsi kırmızıya dönmüştü.

Her altın ziyafet masasına bir kişi uzanmıştı. Boyunları parçalanmış, ölümleri trajik olmuştu.

Kılıcı tutan el durmadan titriyordu. Görkemli kral kanlarla kaplanmış, gözleri acı ve nefretle dolmuştu.
Ayağının yanında kraliçenin ölü bedeni duruyordu.

Bir elinde kılıcı varken birbiri ardına adımlar attı ve oraya gitti. Kral kafasını kaldırıp onu gördüğünde
şaşkına dönmüştü. “Baş Rahip? Sen…?!”

Buz gibi acımasız kılıç sertçe saplandı.

Tam o anda bir şeyi hissetmesiyle hemen kafasını çevirmişti. Genç Veliaht Prens dış kapının oradaydı,
muhafızların cesetlerinin ortasında duruyordu.

Oğlanın gözleri boştu, sanki gerçek mi rüya mı olduğunu merak ediyordu. Adım attığında neredeyse
eşiğe takılıp düşüyordu, aklını yitirmişti.

Kılıcını geri çekti; kan siyah elbiselerine döküldü.

Veliaht Prens eşiğe takılmamıştı ancak yerdeki ölü cesetlere takıldı. Kralın bedenine koşarak yaklaştı,
sesi sonunda dönmüştü. “Baba!? Anne!?”

Ancak Kral bir daha asla konuşmayacaktı. Veliaht Prens onu sallamasına rağmen uyandırmadı ve
delirmişçesine başını ona doğru döndürdü, gözleri açılmıştı. “Usta! Ne yapıyorsun? NE YAPTIN?! BAŞ
RAHİP!!!”
Duygudan yoksun ses duyulmadan önce uzun bir süre geçmesi gerekmişti –

“Hepiniz hak ettiniz.”

Xie Lian iyi uyamamıştı ve irkilerek uyandı.

Uykulu bir şekilde gözlerini ovdu ve aslında o kadar uzun süre uymamış olduğu fark etti. Güzel rüyalar
da görmemişti. Neyse ki göğsündeki bir şey onu dürterek uyandırmıştı. Bir süre oturdu, biraz
aradıktan sonra kıyafetlerinde bir şey buldu. Avcunu açtı ve iki zarı ortaya çıkardı, Zevk
Köşkü’ndekilerin aynısıydı.

Kırmızı bir deniz fark etmeden aklına doldu. Sahne bulanıktı ancak o kıpkırmızı siluet gün kadar açıktı,
kırmızı denizin ortasında hareket etmeden onu izliyordu. Xie Lian iç çekti. “San Lang’ın Zevk
Köşkü’nün ne kadarı kaldı acaba. Eğer bu sefer tekrar sürgün edilirsem ne kadar hurda satmam
gerekecek ve ona ne kadar sürede geri ödeyebilirim kim bilir… On yıllar, yüz yıllar, belki aksine tüm
hayatımla ödeyeceğim.”

Xie Lian zarlara biraz baktıktan sonra ellerini kapattı ve onları avuçlarında sallayarak yere attı. Zarlar
durmadan önce yerde tıngırdayarak döndü.

Beklenildiği gibi Hua Cheng’den ödünç aldığı tüm şansı kullanmıştı. Tekrar iki tane altı yuvarlamayı
umut ediyordu ancak sadece bir bir gelmişti.

Xie Lian gülmeden edemedi, kafasını salladı ve aniden arkasından gelen ayak seslerini duydu. Hemen
kendini toparlayarak zarları ve gülümsemesini ortadan kaldırdı.

Ayak sesleri Jun Wu’ya aitmiş gibi değildi. Jun Wu derin bir kesinlikle yürürdü, acelesizdi. Hua Cheng
kaygısız, genelde tembelce, fakat kendine güvenen bir havayla yürürdü ve ikisi kesinlikle tıpa tıp
aynıydı. Ancak bu ayak sesleri biraz daha hafifti. Xie Lian kafasını döndürdüğünde şaşırmıştı. “Sen.”

Önündeki kişi siyah giyiyordu, açık tenliydi ve ince dudakları vardı. Umursamaz bir ifade takınıyordu,
havalı bile sayılabilirdi. Bir savaş tanrısından daha çok bir literatür tanrısı gibi gözüküyordu. Mu
Qing’den başka kim olabilirdi?

Xie Lian’ın şaşırmış ifadesini görünce kaşlarını kaldırdı. “Kim olmasını bekliyordun? Feng Xin mi?”

Cevabı beklemeden siyah elbiselerini kaldırdı ve kapının eşiğini geçti. “Feng Xin muhtemelen hiç
gelmeyecek.”

“Burada ne yapıyorsun?” Xie Lian sordu.

“Yüce Tanrı seni gözaltını aldı ve ekselansları Tai Hua’nın gelmesine izin vermiyor. Ama benim
gelemeyeceğimi söylemedi.” Dedi Mu Qing.

Xie Lian’ın sorusunu cevaplamakla uğraşmamıştı. Her neyse. Xie Lian da zaten merak etmiyordu ve
daha fazlasını sormadı. Mu Qing yeni inşa edilmiş Xian Le Sarayında etrafa baktı, gözleri Xie Lian’ın
üzerine indi. Biraz düşündükten sonra aniden ona bir şey fırlattı. Mavi gölge havada parladı; Xie Lian
sol eliyle yakalamıştı ve avcunu açtığında küçük mavi porselen bir şişe olduğunu fark etti.

İlaç şişesiydi. Mu Qing duygusuz bir şekilde konuştu. “Sağ kolunu öyle kanlı bir şekilde etrafta
sürüklemen çok iyi gözükmüyor.”

Xie Lian şişeyi tuttu ama kıpırdamadı, aksine Mu Qing’i fark ederek izlemeye başladı.
Üçüncü yükselişinden sonra Mu Qing’in ona davranışını sadece tek bir kelime anlatabilirdi: garip. Her
zaman Xie Lian’ın üçüncü kez sepetlenmesini ve böylece alaylı yorumlarını yapabilmeyi bekliyormuş
gibiydi. Ancak şimdi Xie Lian gerçekten de üçüncü kez sepetlenebilirdi ve aniden arkadaş canlısı bir
halde gelip ona ilaç bile hediye etmişti. Davranışındaki yüz seksen derece dönüş sahiden de Xie
Lian’ın biraz garip hissetmesine neden oluyordu.

Xie Lian’ın kıpırdamadığını görünce Mu Qing hafifçe sırıttı. “İstiyorsan kullan. Her halükarda başka
kimse gelmeyecek.”

Neşesiz bir gülümseme değildi; oldukça iyi hissediyor olduğu belliydi. Xie Lian sağ kolunda acı
hissetmiyor olsa da yaralarını öylesine bırakması için bir neden yoktu. Jun Wu’nun dokunuşu hızlı bir
düzeltişti ancak tedavi etmek daha iyiydi. Böylece küçük mavi şişeyi açtı ve dikkatsizce içindekileri
koluna dökmeye başladı. Şişeden çıkan ne toz ne de haptı, aksine açık mavi bir dumandı. Duman
delice dalgalandı ve kolunu sardı. Kokusu taze ve canlandırıcıydı. Kesinlikle kaliteli bir maddeydi.

Mu Qing aniden sordu. “Lang Qian Qiu’nun dedikleri doğru muydu? Gerçekten de Yong An
soylularının hepsini öldürdün mü?”

Xie Lian ona bakmak için bakışlarını kaldırdı. Mu Qing zorla saklıyor olsa bile gözlerindeki kontrol
edilmez heyecan parçalarını görebiliyordu. Xie Lian’ın Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmesinin
detaylarıyla yakından ilgileniyormuş gibi gözüküyordu ve sorularına devam etti. “Onları nasıl
öldürdün?”

Tam o anda tekrar arkalarından ayak sesleri geldi. İkisi kafalarını aynı anda döndürdüler, bu sefer
ziyarete gelen Feng Xin’di! İçeri girer girmez ana salonda Mu Qing’i gördü, hatta çömelmiş olan Xie
Lian’ın yanında gülümsüyordu. Hemen alarma geçerek kaşlarını çattı. “Burada ne yapıyorsun?”

Xie Lian elindeki küçük şişeyi salladı. Mu Qing ifadesini düzeltti. Daha biraz önce Feng Xin’in
gelemeyeceğini söylemişti ve sonraki saniye Feng Xin gelmişti; hiçte komik değildi.

“Bu senin sarayın değil. Ne? Sen gelebilirsin ama ben gelemem mi?” Mu Qing dedi.

Feng Xin onu görmezden gelerek Xie Lian’a döndü. Daha ağzını açmamıştı ki Xie Lian konuştu. “Eğer
ikiniz de aynı soruyu soracaksanız o zaman size bir cevap vereceğim. İnanmamanız için bir neden yok;
bugün Savaş Tanrılarının Salonunda söylediğim her şey doğruydu.”

Feng Xin’in rengi attı. Mu Qing onun bu ifadesinden nefret ediyordu ve sinirlerine dokunmuş bir
şekilde söyledi. “Tamam, o yüz ifadeni değiştir. Olan her şeyden sonra acı dolu ifaden kime?”
Feng Xin ona baktı. “Sana değil! Çık git!”

“Ve sen kimsin de bana çıkıp gitmemi söylüyorsun?” Mu Qing konuştu. “Sanki sadıkmışsın gibi
konuşuyorsun. Pardon, kaç yıl dayanabildin? Sen de kaçmadın mı?”

Feng Xin’in suratındaki damarlar belirginleşti. Xie Lian bu konuşmanın yanlış tarafa gittiğini
hissedebiliyordu ve elini kaldırdı. “Durun, durun.”

Sanki Mu Qing durabilecekti, alayla sırttı. “Herkes eski ustanın saygınlığını kaybetmesini görmeye
dayanamadığın için olduğunu söylüyor. Ne güzel bir bahane. Günün sonunda, kırılmış bir adamı takip
ederek günlerini harcamak istemedin.”

Feng Xin yumruğunu salladı. “SEN NE BİLİYORSUN Kİ?!”

Pat! Feng Xin doğrudan Mu Qing’in suratına vurmuştu. Mu Qing standart bir güzelliğe sahipti; Feng
Xin’den gelen sopa gibi yumruk yüzüne yapıştırılan bir hurma gibiydi, kanlı ve acınası. Yine de olduğu
yerde durdu, sızlanmadan hemen geri yumruk attı. Yükseldiklerinde ikisi de ruhsal aygıtlarını
almışlardı ancak kızgınken en iyi araç öfkelerini yumruklarıyla göstermekti. Feng Xin ve Mu Qing sekiz
yüz yıl önce kavga ederken dövüş sanatları aynı seviyedeydi. Sekiz yüz yıl geçmesine rağmen arada
hala bir fark yoktu. Yumruklar inmeye devam ediyordu; kavga karışık ve çılgıncaydı.

Feng Xin öfkeyle bağırdı. “Pis düşüncelerini bilmediğimi düşünme! Ne kadar çok suçta bulunursa o
kadar mutlu oluyorsun!!”

Mu Qing atıştı. “Hep bana yukarıdan baktığını biliyordum, komik! Kendine bir bak! Bana yukarıdan
bakacak neyin var? Sen önce kendine bak!”

Lang Qian Qiu ve Xie Lian düelloya başlamamışlardı bile ancak Feng Xin ve Mu Qing çoktan kavga
ediyorlardı. Kinleri uzun süredir birikmişti; kavgaları kontrol edilemez ve gürültülüydü. İkisi de bir
ötekinin küfürlerini duymadan sövüyordu; Xie Lian’ın dediklerini asla duyacak durumda değillerdi. Xie
Lian üçünün genç olduğu zamanları hatırladı. Mu Qing yumuşak konuşur ve iyi davranırdı, eğer Feng
Xin birine vurursa bu Xie Lian’ın emri altında olurdu, Xie Lian durmasını söylediğindeyse dururdu.
Artık hiçbir şey öyle değildi.

Kolunu sürüklerken Xie Lian kapıya doğru koştu, yakınlardaki cennet memurlarından yardım istemeyi
umuyordu ancak ana salondan dışarıya adımını bile ataman yüksek bir PAT sesi önlerinden geldi. Feng
Xin ve Mu Qing de bu gürültüyle şaşırmışlar ve durmuşlardı. Alarma geçmiş bir şekilde sesin geldiği
yöne bakıyorlardı.

Xian Le Sarayının ön kapıları biri tarafından tekmelenerek açılmıştı. Kapının arkasında üst cennetin
geniş Büyük Savaş Bulvarı yoktu. Ölü ve derin bir siyahlık vardı.

Ve karanlığın içinden sayısızca ürpertici gümüş kelebek üzerlerine doğru gelmeye başladı.

Çevirmen: Kae

Not: Lang Qian Qiu yazmak çok zor :’(


Bölüm 47: Cennet Sarayına Baskın, Tüm Tanrıları Korkutan Üç Satır Söz
Gümüş titreyerek parıldadı ve Xie Lian’ın ilk tepkisi, düşünmeden, eliyle bloke etmekti.
Kolundaki RuoYe eğer durum gerektirirse otomatik olarak saldırmaya hızardı. Ancak o gümüş
kelebekler ona doğru gelmediler, aksine etrafından dolanarak bir süre önce dövüşen iki kişiye
saldırdılar.
Feng Xin ve Mu Qing daha önce o hayalet kelebeklerin ellerinde acı çekmişleri, ne kadar
güçlü olduklarını biliyorlardı ve dikkatsiz olamazlardı. İkisi de aynı anda ellerini kaldırıp
bağırdılar. “ÇEKİLİN!”
Milyonlarca gümüş kelebek onlara doğru hızla uçtu. Havaya uçuran rüzgar gibi kanatlarını
çırpıyorlardı ancak onları bloke eden görünmez bir duvar vardı ve kelebekler ona fırtına gibi
çarpıyor, vuruluyor ve hırpalanıyorlardı. Sürtünmeden çıkan kıvılcımlar beyaz ışıkla
parlıyordu. İkisi kalkan büyüsü yapmışlardı ancak bunun gibi büyülü bir kalkana karşı bile
hayalet kelebekler şiddetli ve sonsuzdular, ateşe giden deli güveler gibiydiler. İkisinin ruhsal
savunmalarıyla bile durmayan kelebek seline karşı geri itilmiş gibi gözüküyorlardı.
Bir anlık dikkatsizlikte düşmanları üstünlüğü alırdı. Eğer kalkan büyüsü yapmasalardı
kelebekler daha yakına gelecekti. Ancak yapmışlardı ve artık silahlarını alabilmelerinin hiçbir
yolu yoktu. Feng Xin ve Mu Qİng’in ikisi de içlerin küfrederek dayanmak için dişlerini sıktılar.
Feng Xin, Xie Lian’a baktı ve hala olduğu yerde duruyor olduğunu gördü. Başını eğdi ve
hemen bağırdı. “Ekselansları, orada durma, kalkanın arkasına gel!”
Ancak Xie Lian kafasını döndürdüğünde tek bir saç teline bile zarar gelmemişti. Kaşlarını çattı.
“Ha?”
İkisi yakından baktılar ve neredeyse kızgınlıktan ve şoktan tam orada kan kusacaklardı. Xie
Lian’ın elinde bir hayalet kelebek vardı, oldukça kafası karışmış görünüyordu. Öncesinde
kelebekler vahşi rüzgarlar gibi üzerlerine gelirken içlerinde küçük ve yavaş olan bir tanesi
vardı. Diğerlerini takip edememişti. Xie Lian’ın önünde zorlukla kanatlarını çırpıyordu ve çok
çalışmıştı ancak zavallı küçük gümüş kelebek daha fazla uçamıyordu, bu yüzden fark etmeden
avcunu onun altına götürmüştü. O gümüş kelebek avcuna inmişti, hala kanatlarını çırpıyordu
ancak artık ayrılmayı reddediyordu.
Feng Xin ve Mu Qing’in ikisinin da damarları çıktı. “O ŞEYE ELİNLE DOKUNMA!!!”
Tam o anda Xie Lian bileğinin sıkıldığını hissetti – biri onu tutmuştu ve sertçe çekti. Tamamen
kapının arkasındaki karanlığa çekilmişti.
Karanlıkla gizlenmiş olmasına rağmen hiç telaş veya güvensizlik hissetmedi. Bu karanlık nazik
bir zırh gibiydi; tehlike hissettirmiyor, aslında birazcık onu sakinleştiriyordu.
Karanlığın arkasındaki kişi kendisini göstermemiş olsa da gümüş kelebeklerle kim olduğunu
tahin etmek zor olur muydu? Mu Qing inanamayarak bağırdı. “Üst cennete gelmek için nasıl
bir arsızlığa sahipsin? Nasıl bir kibir!”
Bir gülme sesi geldi. “Hepimiz aynıyız. Üst cennet benim bölgeme girerken arsızlık etti mi?”
Xie Lian kimin onu tuttuğunu biliyor olmasına rağmen tanıdık sesi o kadar yakından duymak
biraz şaşırmasına neden olmuştu. Feng Xin bağırdı. “Hua Cheng, Savaş Tanrısı Semavi
İmparator burada, üst cennette. Bırak onu!”
Hua Cheng dilini şaklattı. “O zaman yeteneğiniz var mı görelim.”
Sözlerini bitirdikten sonra devasa kapılar sert bir pat ile kapandı.
Xie Lian, Hua Cheng’in onu bir eliyle sıkıca tuttuğunu hissedebiliyordu. Onu bilmediği bir yere
götürüyordu. Etrafları tamamen siyahtı ve siyah botlarındaki gümüş çanların sesleri
kulaklarında tınlıyordu. Üzerlerinde bulundukları zemin engebeliydi; cennetin parlak, şanlı
yolları değildi ancak vahşi bir vadiydi.
Hua Cheng, Xian Le sarayının ön kapılarını bir vadiyle birleştirmek için Mesafe Kısaltıcı Rün
kullanmış olmalıydı. Ancak üst cennete başka bir yerle birleştirmek için Mesafe Kısaltıcı Rün
kullanmak kolay bir iş değildi, en fazla sadece bir el dolusu cennet mensubunun kabiliyeti
vardı. Yani nasıl bunu yapmıştı? Xie Lian konuşmak üzereydi ki bir ses kulaklarında patladı.
“EKSELANSLARI! NEREDESİN?!”
Kızgın kükreyiş Feng Xin’den gelmişti. Sesi kulağındaydı fakat kendisi değil. İletişim rününden
bağırmıştı. Xie Lian’ın kulakları sesten dolayı acımıştı ve ses patlamasına maruz kalan birçok
cennet mensubu da korkuyla sormuşlardı. “Neler oluyor? General Nan Yang? Bir şey mi
oldu?”
Mu Qing de iletişim rününe girmişti. “Kötü haber! Ling Wen nerede? Yüce Tanrıya bildirin,
Xie Lian kaçırıldı!”
Normalde nazikçe ve saygıyla konuşurdu ancak şimdi sesinden endişe ve kaygı
seçilebiliyordu. Ling Wen hemen tepki veri. “Ne? Xian Le Sarayına bakmaya gideceğim!”
Başka bir cennet mensubu da şokla bağırdı. “Üç diya… Ekselansları kaçtı mı? Xian Le
Sarayında göz altında tutulmuyor muydu?!”
Shi Qing Xuan da iletişim rününe girdi. “Bir dolu orta cennet savaş tanrılarının sarayda nöbet
tuttuklarını gördüm. Sadece girebilirsin ancak çıkamazsın, nasıl kaçabilir ki?”
Feng Xin bağırdı. “KAÇMADI, KAÇIRILDI! Ekselansları bizi hala duyabiliyor musun? Şu anda
neredesin??”
Bir anda herkes konuştu ve hepsi yüksek sesle konuştu, cevap arıyorlardı. Baş Rahip Fang Xin
ve Lang Qian Qiu kargaşası hala kesinleşmemişti. Jun Wu, Xie Lian’ı gözaltına almıştı fakat söz
konusu kişi gitmişti! Bu daha fazla problem ve dedikodu başlatmaz mıydı? Her ne olursa
olsun ilk önce söz konusu kişiyi bulmalılardı, bu yüzden Ling Wen durumu kontrol etmek için
acele ediyordu ve Xie Lian’ın yerini belirleyip belirleyemeyeceğini göremeye çalıştı. Feng Xin
ve Mu Qing iletişim rününde bağırıyorlar ve kovalamaya yardım etmeleri için yetenekli savaş
tanrılarını arıyorlardı. Shi Qing Xuan da birçok merit dalgası salmıştı. Ruhani iletişim rünü
tamamen bir kaos içindeydi, Xie Lian’ın tek bir kelime söyleyemeyeceği kadar gürültülü ve
karışıktı. Derin bir nefes aldı ve herkese sakinleşmesini söyleyecekken Hua Cheng döndü, iki
parmağını öne doğru uzattı.
O soğuk parmaklar nazikçe şakaklarını dokundu, Hua Cheng güldü. “Haha. Çoktandır
görüşemedik. Herkes nasıl?”
“…”
“…”
“…”
Kafalarında sessiz bir gürültü kopuyordu.
Şaşmamalıydı!! Böyle bir kendini beğenmişlik sadece bir kişiden gelebilirdi!
Hua Cheng devam etti. “Beni özlediniz mi bilmiyorum ama ben sizi hiç düşünmüyorum bile.”
“…”
Gerçekten de cennette onu her gün gizlice düşünen tanrılar vardı ancak Hua Cheng’in onları
hiç düşünmediğini duymalarıyla hepsi cennet kutsamamaları teşekkür ederim teşekkür
ederim lütfen bizi hiç düşünmemeye devam et diye ilahi söylediler. Ardından Hua Cheng kıs
kıs güldü. “Ancak son zamanlarda oldukça boşum. Eğer sıkılmış hisseden ve benimle
dövüşmek isteyenin varsa elbette hoş karşılanacak.”
Bu koşulların altında niyeti oldukça belliydi: “Eğer kovalamaya cesaret edeniniz varsa bir
sonraki sefere o kişiye meydan okuyacağım.”
Kesinlikle kaybedecekleri ve suratlarıyla yer silmek zorunda kalacakları bir meydan okuma
olacaktı. Bariz bir tehdit değil miydi??
Öncesinde Xie Lian’ın kaçmış veya kaçırılmış olduğunu duyduklarında iletişim rünü canlılıkla
kükrüyordu. Sonuçta nadir bir ayaklanmaydı ve hepsi derinden ilgileniyorlardı; hatta bazı
savaş tanrıları çağrıyı önemsemişlerdi ve kovalamaya hazırlardı. Ancak Hua Cheng’in söylediği
üç satır sözle hepsinin tutkusu kaybolmuştu. Eğer Jun Wu birine emir vererek onu gönderirse
yapacak bir şey olmazdı; o zaman resmi bir iş olurdu. Fakat bu daha biraz önce olmuş olan bir
şeydi, her şey karmakarışıktı. Doğal olarak kimse başlarına bela açmak istemiyordu. Kimse
Hua Cheng’in onları hatırlamasını istemiyordu. Böylece hepsi orada değillermiş gibi
davranmaya başladılar ancak kulakları olayların gelişimine karşı dikkatle bekliyordu. Kaygılı
ve sarsılmış hissediyorlardı. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru oldukça korkusuzdu! Sadece
kaçırmak için cennete tüm yolu gelmişti ve kaçırdığı kişi de üç diyarın maskarasıydı – derin bir
kin mi vardı, yoksa neydi??
İletişim rününe sessizlik düşmüştü; sadece Feng Xin küfretmeye devam ediyordu ve Hua
Cheng de konuşmasını yaptıktan sonra parmaklarını çekmişti. “Onları umursama.” Dedi Xie
Lian’a.
“San Lang...” Xie Lian yumurtladı ancak Hua Cheng elini bırakmıştı.
“Üst cennete çok yakınız. Hızlı olalım.” Dedi Hua Cheng.
Sesi alçaktı ve tonunu kavramak zordu. Ancak Xie Lian’ın bileğini hızla bırakmıştı, neredeyse
silkip atmış gibiydi. Xie Lian hemen ilk tanıştıklarında nasıl dokunuşundan kaçtığını hatırladı.
Olduğu yerde dondu.
Normalde Hua Cheng’e neden bu kadar aniden belirdiğini sormak istemişti. Üzerinde çok
düşünmese de belki onu kurtarmaya gelmiş olabileceğini düşünmüştü. Bu yüzden biraz önce
‘San Lang’ diye seslendiğinde biraz mutluydu. Fakat Hua Cheng’in elini silkip atmasıyla aniden
fark etmişti: neden Hua Cheng’in onu kurtarmaya geldiğini düşünmüştü ki? Hua Cheng’in
hareketlerini yakından takip etmeyi umursadığını düşünmesini saymıyordu bile, daha yeni
Hayalet Şehir’den, Zevk Köşkünü ateşe verdikten sonra kaçmıştı. Hua Cheng’in geri ödeme
istemeye gelmiş olması daha muhtemeldi, intikam için miydi?
Hua Cheng, casus olarak saklanan Toprak Ustasını yakalamış, kapatmış ve sorgulamıştı. Bu
karşı çıkılamaz olan bir gerçekti fakat doğal olarak suçlu olan casus olarak saklanandı. Yine de
Hayalet Şehre gizlice girmiş, söz konusu kişiyi bulmak için tüm Zevk Köşkü’nü gezmiş ve ateşe
vermişti. Sonunda Shi Qing Xuan alevleri körüklediği için Zevk Köşkü o şekilde yanmış olsa da,
silahhanedeki ilk ateş onun tarafından başlatılmıştı. Diğerleri ateşe vermeyi düşünmüş
olamayabilirlerdi bile, ne olursa olsun Xie Lian sorumluluk üstlenmesi gereken kişiydi.
İkisi yürüdüler, biri diğerinin arkasındaydı. Xie Lian ne kadar çok düşündükçe o kadar kötü ve
suçlu hissetti. “…San Lang, üzgünüm.” Özür diledi.
Hua Cheng aniden adımlarını durdurdu. “Neden özür diliyorsun?”
Xie Lian da durdu. “Hayalet Şehrine kayıp Toprak Usta’sını aramaya geldiğimde sana gerçeği
söylememe rağmen bana tam bir misafirperverlikle davrandın. Ancak ben senin Zevk
Köşkü’nü bile yaktım. Gerçekten kötü hissediyorum.”
Hua Cheng bir şey demedi. Xie Lian da ‘gerçekten kötü hissediyorum’un çok bir şey ifade
etmediğini biliyordu ve ardından daha fazla utanmış hissetmişti. Hafifçe boğazını temizledi.
“Ama muhtemelen yakında sürgün edileceğim. Düştükten sonra kesinlikle sana geri
ödemenin bir yolunu bulacağım, eğer…”
“Neden bana geri ödemen gereksin?” Hua Cheng araya girdi.
Ses tonu sanki daha fazla dinleyemiyormuş gibi sertti. Hızla arkasını döndü. “Kılıcımın kolunu
yaraladığını unuttun mu? Ben seni incittim, tersi olmadı. Neden bana geri ödemen gereksin?”
Xie Lian hiçbir zaman sağ kolunun acıdığını düşünmemişti ve hatta yaralanmış olduğunu
tamamen unutmuştu. Durakladıktan sonra konuştu. “Kolum? Kolum iyi. Yakında daha iyi
olacak. Ayrıca öyle olmasının nedeni benim saldırıya karşı acele etmemdi, suçlanması
gereken sen değilsin.”
Hua Cheng onu dikkatle izledi, sol gözü normalden daha aydınlıktı. Xie Lian aniden onun
sallanıyor olduğunu fark etti.
Bir sürenin ardından Xie Lian sallananın Hua Cheng olmadığını fark etti, belindeki eğri kılıç E-
Ming’di.
Gümüş eğri kılıç, kırmızı elbiselerin arasına asılmıştı ve durmadan sallanıyordu. Gümüş bir
çizgiye dönmüş olan gözü de titriyordu. Sanki bir çocuğun gözüydü, o zaman bu çocuk o anda
gözyaşlarına boğulmuş olmalıydı.

Çevirmen: Kae
Not: Feng Xin x Mu Qing ?
Bölüm 48: Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar
Durumunu görünce Xie Lian fark etmeden elini uzattı, onu okşamak istiyordu. “Ne oldu…”

Ancak Hua Cheng yana adıma attı ve hafifçe bedenini döndürdü. Xie Lian’ın dokunuşundan kaçınıp
kılıcının kabzasına sertçe vurdu. “Bir şey olmadı. Umursama.”

Sesli bir şekilde vurulduktan sonra tüm cennetin korktuğu lanetli eğri kılıç E-Ming daha da fazla
sallanmaya başladı. Tam o sırada Xie Lian, iletişim rününde yeniden Feng Xin’i duydu. “Hua Cheng
nasıl üst cenneti Mesafe Kısaltıcı Rünle bağladı? Bu kapıyı nasıl açıyoruz?!”

Shi Qing Xuan haykırdı. “General Nan Yang! Ben, ben, ben! Ben sanırım nasıl biliyorum.
Ekselanslarıyla görevdeyken Hua Cheng’in bu numarasından çok çektik. İki zar al ve onları kapının
önüne at, sonrada iterek açılacak mı onu gör.”

Xie Lian hatırladı. Ana salonda öncesinde eğlencesine zar atmıyor muydu? Hala hayatları için solucan
mağarasından ve o yamyam yırtıcılardan acınası bir şekilde koştuklarını hatırlıyordu. Eğer gerçekten
de kapıları açarlarsa ne tür diğer felaketlerin onları beklediğini kim bilebilirdi ki? Aceleyle bağırdı.
“Dur! Yapma! Dikkatli ol!

Ancak sesi iletişim rününe hiç ulaşmamıştı. Ruhani gücünü doldurmaya vakti olmadığından hepsi
tükenmişti ve sadece konuşmadan dinleyebilirdi. Zaten konuşabilse bile çok geç olmuş olabilirdi. Feng
Xin, Shi Qing Xuan’ın dediklerini harfi harfine ikinci bir kez düşünmeden yapmışa benziyordu. Nasıl
bilebilirdi ki? Sonraki saniye Feng Xin aniden iletişim rününde küfürler bağırdı. Ne zaman ajite olsa
söverdi ve sövmek için kullandığı kelimeler genellikle kulaklar için çok kaba olurdu. Sansür
nedenlerinden dolayı o kelimeler tekrar edilmemeliydi. Dikkatlice olayları takip eden cennet
mensupları hemen sordu. “General, ne oldu?!”

Mu Qing’in sesi de geldi ve o da oldukça dehşet içindeymiş gibi duyuluyordu. “Burası neresi??” Feng
Xin’le beraber kapılardan geçmişe benziyordu.

“Dikkatli olun!” Shi Qing Xuan seslendi. “Farklı numaralar sizi farklı yerlere götürecek. Neyi
yuvarladınız.”

“Dört yuvarladı!” Mu Qing dedi.

Xie Lian, Feng Xin’in sesinde panik ve terör de duyabiliyordu ve oldukça tehlikeli bir yere rastlamış
olmalarından korkuyordu. Sesi iletişim rününde duyulamıyordu ancak ilk başta o büyüyü yapan kişinin
hemen yanında olduğunu fark etti. Fazla düşünmeden hızla sordu. “San Lang? Zar dört atılınca neresi
açılıyor?”

“Değişir.” Hua Cheng cevapladı. “Kapı, zarları atanın en çok korktuğu yere açılacaktır.”

Hua Cheng cevap verdiği anda Mu Qing soğuk bir şekilde konuştu. “İlk zarı atmak için savaştın ve
kadın banyosunu attın! Bana zarı ver, ben atacağım!”

‘Kadın banyosu’nu duyunca Xie Lian elleriyle yüzünü kapattı.

Feng Xin her zaman kadınlarla arasına mesafe koyan biri olmuştu ve sanki kadın cinsiyeti vahşi ve
yırtıcı bir hayvanmış gibi konu hakkında konuşmaktan hep uzak dururdu. Ona göre, kadın banyosu,
kesinlikle dünyadaki en korkunç yerdi. Kaplan mağaraların ölçülemeyen derinliklerinden veya ejderha
göllerinden de kötüydü. Ancak çok geçmeden ikisi yeniden kükremişlerdi. Shi Qing Xuan acı bir
şekilde sordu. “Generaller, bu sefer neye rastladınız?”
Cevap yoktu. Sadece garip mırıldanma sesleri geliyordu, sanki ikisi suya batmışlardı. Herkes
nefeslerini tuttu, bir sürenin ardından Feng Xin belirdi, büyük nefesler alıyordu. Suyun yüzeyine
çıkmış gibi duyuluyordu ve bir şeyler tükürüyordu. Bağırdı. “Siyah Bataklık Timsahları!”

Çılgın bir kadın banyosunun neredeyse iki adım ötelerindelerdi ve Mu Qing zorla zarları alıp attığında
sonraki adımları onları çamurlu bir bataklığa düşürmüştü. Hemen bellerine, ağızlarına kadar çamurlu
bataklığa batmışlardı ve çıkmak için savaştıktan sonra bir düzineden fazla meraklı timsah canavarları
onları çevrelemek için yanlarına yüzmüştü. Her bir canavarın uzunluğu dört metreden fazlaydı ve
insan etiyle besleniyorlardı. Kötü yolları çalışmaktan vücutlarında insan kolları ve bacakları
büyütmüştü. Hareket ettiklerinde görüntüleri ürpertici ve mide bulandırıcı oluyordu, ikisini
inanamayacakları bir şekilde iğrendiriyorlardı. Yarıları siyah bataklığın içindeyken ikisi şevkle ve delice
savaştılar, ta ki Feng Xin’e sonunda gına gelene kadar. “Bana zarı ver, atayım! Sen de düzgün bir şey
yuvarlamadın!”

Mu Qing kaybetmeyi kabul eden biri asla değildi ve beyaz ruhani patlama fırlattı. “Timsah Canavarları
bir kadın banyosundan daha düzgün! Bir sonraki sefere ne atacağını kim bilir. Bana ver!”

“S*keyi-” Feng Xin kızgınca bağırdı. “Çoktan zarları almamış mıydın? Neredeler?!”

İkisi hala iletişim rününe bağlı olduklarını tamamen unutmuşlardı. Birbirleriyle kavga etmeye ve zar
atmada birbirlerinin şanslarını kınamaya devam ediyorlardı; zarların yeri ve kaybolmuş oldukları
çoktan unutulmuştu. Cennet mensupları küfürlerini ve bağırışlarını dinledi; kargaşa ne kadar büyükse
o kadar iyiydi – heyecanlıydı! Çok heyecanlıydı!! İki general sonunda maskelerini çıkardılar ve
görüntüyü umursamayı bıraktılar! Tanrılar kahkahalarını tuttu, hatta bazıları oturdukları yerde
yumruklarını çarpıyordu, umutsuzca bunu keşke canlı olarak izleyebilip tezahürat yapabilmeyi
umuyorlardı.

Feng Xin ve Mu Qing’in şansları en iyisi olmasa da sonuçta savaş tanrılarıyla ve oradaki şuradaki küçük
yaratıklar en fazla basit bir sıkıntı olabilirdi, yani çok tehlikeli olan bir şey yoktu. Xie Lian yakında pes
edip çıkmazdan kurtulmalarını umdu. Aynı zamanda karşısına korkunç şeyler çıkaracak değil de Hua
Cheng’i çıkarmış olan bir numara attığı için kendisine minnettardı. Yürürken konuştu. “Öncesinde bir
bir attım. Bu her bir bir attığımda seni görebileceğim anlamına geliyor?”

Cümlesini bitirdiğini anda sözlerinin bir tuhaf duyulduğunu fark etti. Sanki Hua Cheng’i görmek
istiyormuş gibiydi ve bunun uygun olmadığını düşündü. Ancak Hua Cheng cevaplamıştı. “Hayır.”

Xie Lian biraz garip hissederek yanağını kaşıdı. “Oh. Yani durum öyle değil. Yanlış anladım.”

Hua Cheng önünden yürüyordu. “Eğer beni görmek istersen neyi attığının bir önemi yok. Her
hâlükârda ortaya çıkacağım.”

Bunu duyunca Xie Lian zorla yutkundu ve demek istediği her şeyi unuttu.

Bu sözlerin anlamını incelemeye zamanı kalmadan iletişim rününde başka birinin çökmüş sesi
duyuldu. “İzin ver!”

Konuşmanın üzerinden çok geçmeden gökyüzünden kırılma sesi geldi ve beyaz bir ışık patlaması geçti.
Aniden Hua Cheng ve Xie Lian’ın yolu kapanmıştı.

Beyaz ışık dağılıp yavaşça söndüğünde Xie Lian, artık gökyüzünden uçmuş olan şeyin bir kılıç olduğunu
görebiliyordu.
Kılıç uzun ve inceydi, yarısı eğik olarak yere saplanmıştı ve kılıcın bedeni titriyordu. Siyah yeşim taşı
gibi koyuydu, derin ve kötü, aynadan daha yumuşaktı. Eğer biri yakınına giderse kendi yansımalarını
bıçağında görebilirlerdi. Kılıcın kalbindeki ince, gümüş beyaz çizgi bıçağını yarıya bölüyordu.

Bu kılıcın ismi ‘Fang Xin’di.

Kılıcın önüne bir gölge indi ve konuştu. “Bu senin kılıcın.”

Baş Rahip Fang Xin’in ölümünden sonra taşımış olduğu kılıç Yong An’ın Veliath Prensi tarafından
alınmıştı. Kılıcı atmış ve yollarını kesmiş olan kişi Lang Qian Qiu’dan başkası değildi.

Feng Xin ve Mu Qing başarısız olsa da Lang Qian Qiu doğru numaraları atabilmiş gibi görünüyordu.
Bunun onun kendi şansından mıydı yoksa Xie Lian’ın şanssızlığından mıydı, söylemek zordu. İki Veliaht
Prens içinde kesin olan şey Lang Qian Qiu’nın hep Xie Lian’dan daha şanslı olduğuydu.

Hua Cheng elleri arkasında durdu, ifadesi değişmemiş yalnızca bedeni hafifçe hareket etmişti.
Hareket ettiği anda Xie Lian hemen elini onu durdurmak için uzattı ve kısık bir sesle konuştu. “İzin
ver.”

Vadinin ortasında yollarını kesmiş olan Lang Qian Qiu elinde aşırı büyük, uzun bir kılıç tutuyordu.
“Sadece seninle her şeyimle düello yapmak istiyorum. Nasıl sonuçlanacağı önemli değil. Senin
ellerinde ölsem bile telafisini istemeyeceğim. Yüce Tanrı’ya seni sürgün etmesini istemene ihtiyacım
yok. Bana kılıç kullanma sanatını öğrettin; kazanamaz değilsin. Neden benimle dövüşmüyorsun?”

Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun söylemesine gerek kalmadan her şeyini ortaya koyarak dövüşeceğini
biliyordu. Ancak eğer kendini tutmazsa Xie Lian’nın da ciddi dövüşmesi gerekirdi. Eğer durum böyle
olursa ortaya çıkacak senaryolardan hiçbiri Xie Lian’ın görmek istediklerinden değildi. Ancak
dövüşmezse de insafa gelmeyecekti.

Uzun bir sürenin ardından Xie Lian sonunda başını salladı. “Pekala.”

Öne doğru birkaç adım attı ve kılıca yaklaşıp onu yerden çekti. Yumuşak bir sesle konuştu. “Bunu sen
istedin.”

Yüzyıllar sonra, Fang Xin sonunda ustasının ellerine dönmüştü.

Xie Lian’ın ellerinde yumuşakça inledi. Yakınlarında olan Hua Cheng’in gözleri de kılıcın öforik
haykırışlarını duymasıyla parlamıştı.

Elindeki kılıçla Xie Lian sallandı ve soğuk bir şekilde konuşmadan önce onu yere doğru tuttu. “Bu
düello her nasıl biterse bitsin, pişman olma.”

“ASLA!” Lang Qian Qiu bağırdı.

Lang Qian Qiu başı dökülecekmiş gibi hissediyordu; iki eliyle uzun kılıcı sıkıca tuttu. Gözleri
odaklanmıştı, nefesini tuttu. Bakışları yeşim taşı kadar siyah olan Fang Xin’e kilitlemişti, bir an için bile
dikkatsiz davranmaya cüret etmiyordu.

Xie Lian kılıcı salladı ve aniden bir ok gibi saldırdı. Lang Qian Qiu’nun gözleri güçlenmişti, hareket
etmeye hazırdı ki bedeni aniden dondu, sanki bir şey ona sıkıca sarılmıştı. Ağır bir şekilde yere düştü.

Görmek için başını eğdiğinde gerçekten de bağlanmış olduğunu gördü! Kar gibi beyaz ipek bir kumaş
birkaç kere bedenin etrafına zehirli bir yılanmış gibi dolanmıştı!

Lang Qian Qiu küçüklükten beri Baş Rahip Fang Xin tarafından kılıç kullanmayı öğrenmişti ve ona karşı
korku ile hürmet duyuyordu. Baş Rahip, Altın Yaldızlı Ziyafet’te nehirler gibi kan akıtmasının ardından
o dehşeti hiç dinmemişti. Xie Lian kılıcına dokunduğu anda tamamen diğerinin hareketlerine
odaklanmıştı ve beyaz ipek bir kumaşın onu saldırmaya hazır olduğu anda arkadan tuzağa
düşürdüğünü hiç fark etmemişti. Nasıl orada böyle bir utanmaz şey olabilirdi???

RuoYe’nin başardığını görünce Xie Lian hemen yüz ifadesinden ve kalbinden gerginliği sildi.

Fang Xin’i kenara attı, düşünürken derin bir nefes aldı, Oh! Ucuz atlattık.

Lang Qian Qiu kurtulmaya çalışırken yerde yattı. Beyaz ipek kumaşın ne kadar korkunç bir şey
olabileceğini bilmiyordu ve ne kadar çok çabaladıkça ona o kadar çok sıkı sarılıyordu. Kızgınlıkla
bağırdı. “Baş Rahip, bu ne?! Beni bırak ve ölümüne dövüşelim!”

Xie Lian alnındaki teri sildi ve cevapladı. “Çoktan ölümüne dövüştük. Seni bağlayan şey benim ruhsal
araçlarımdan biri. Çoktan kaybettin.”

“…”

“Bu nasıl sayılabilir.” Lang Qian Qiu bağırdı. “Ölümüne dediğim zaman bariz bir şekilde kılıç kullanarak
dövüşmeyi kastettim! Erkeksen kılıç kullan! Beyaz bantla tuzak kurmak? Ne kurnazlık!”

Sahiden de kılıcın tüm silahların en iyisi olduğunu düşünüp kelimeleri üzerine çok kafa yormamıştı
ancak gerçekten de beyaz ipek kumaşlara önyargısı olan erkek bir cennet mensubu gibi duyuluyordu.
Ancak Xie Lian erkek gibi davranıp davranmadığını umursamıyordu. Daha önce kadın kıyafetleri
giydiği bile olmuştu ve dudaklarında ‘kaldıramıyorum’ kelimesi asılıydı. Ona böyle sözler işlemezdi.

Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun yanında diz çöktü. “Üzerinde düşünmeyip bir kılıç kullanmak zorunda
olduğumu söylemedin. Senin açık noktanı kullandım, neden şikayet ediyorsun?”

Bir aranın ardından ciddi bir ses tonuyla devam etti. “Bu doğru, seni tuzağa düşürdüm. Ne olmuş
yani? Ben başardım. Evet, kurnazca davrandım ama ne olmuş? Ben kazandım. Eğer rakibin benim
dışımdaki biri olsaydı çoktan ölmüştün.”

Hua Cheng ikisinden çok uzakta durmuyordu ve sessizce güldü. Kollarını bağlayarak uzaklara baktı.
Lang Qian Qiu aşırı şok olmuştu.

Hala o kişi Yong An’ın Baş Rahibiyken tüm öğretileri yüce ve dürüsttü, dolambaçsız ve gerçekti. Bir
zamanlar öğretmeni olan kişinin ağzından bir gün “Bu doğru, seni tuzağa düşürdüm. Ne olmuş yani?
Ben başardım. Evet, kurnazca davrandım ama ne olmuş? Ben kazandım.” kelimelerinin döküleceğini
hiç aklına gelmezdi. Serseme dönmüştü.

İçini döktükten sonra Xie Lian ayağa kaldı. “İyi düşün. Bir sonraki sefer başkalarının işine burnunu
sokma.”

Çevirmen: Kae

Not: İnleyen kılıçlar…


Bölüm 49: Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar
Gitmek üzere olduğunu görünce Lang Qian Qiu hemen haykırdı. “Dur!”
Xie Lian durdu. Lang Qian Qiu dişlerini sıktı ve sonunda konuştu. “Sen… Bana bir açıklama
borçlusun.”
“Nasıl bir açıklama istiyorsun?” Xie Lian sordu.
“Bizim krallığımıza ve ailemize olan geçmiş kinleri, Yong An’a karşı olan nefreti anlayamıyor
değilim ama…”
Nefesi tıkanmıştı. Bir sürenin ardından zorlanarak titreyen bir sesle devam etti. “Fakat Baş
Rahip… Ebeveynlerim ve ben Xian Le’nın kalan vatandaşlarına iyi davranmadık mı? Onların
birçoğuyla arkadaştım ve ben… Ben onları korumak için elimden gelenin en iyisini yaptım.”
Söylediği her kelime doğruydu.
Xian Le Krallığı düştükten sonra kalan vatandaşların çoğu köklerini asla unutmamışlardı ve
Yong An Krallığı kurulup hükmetmeye başladıktan sonra bile onların torunları çoğunlukla yeni
krallığın insanlarıyla çatışırken Xian Le vatandaşlarıymış gibi yaşamaya devam etmişlerdi.
Yong An Krallığı’nın yeni birkaç nesli zorbalıkla hükmetmiş ve acımasızca ayaklanan Xian Le
vatandaşlarını katletmişlerdi. Xian Le vatandaşları tarafından Yong An soylularına suikast
düzenlemeleri için toplanmış gizli ittifaklarda vardı, hatta birkaç defa başarıya ulaşmışlardı.
Ve böylece devam etmişti, sonuç iki tarafında birbirlerinden derin bir şekilde nefret
etmelerinden başka bir şeye mal olmamıştı.
Lakin Lang Qian Qiu’nun ebeveynlerinin yönetmeye başlamalarıyla kral farklı bir tavır
takınmış, Xian Le vatandaşlarına kibar ve merhametli davranmıştı. Tüm düşünce ayrılıklarına
karşın yeni ve eski ülkeyi birleştirmek istemişti. Eski Xian Le soylularına prenslere yakışır
unvanlar verme konusundaki fikri oldukça absürt bulunsa da, ciddiliğini gösterme yolu olarak
bunu kullanmış ve son derece saygılı davranmıştı. Lang Qian Qiu’nun kendisinin ise geçmişte
olanlar yüzünden hiçbir önyargısı bulunmuyordu; ona göre her şey tarihten ibaretti.
Baş Rahip Fang Xin gizemli biriydi, hiç gerçek kimliğini ortaya çıkarmamıştı o yüzden Altın
Yaldızlı Ziyafetteki kan banyosunda kimin yanında durduğunu kimse bilmiyordu. Ancak Yong
An ve Xian Le arasındaki nefret çok derinden geliyordu; iki tarafta bir şey olduğu anda
birbirlerini suçlarlardı, bu yüzden kurtulan birçok soylu parmaklarını Xian Le’ya doğru
yöneltip şansı kalan Xian Le halkının silinmesi üzere bir istekte bulunmak için kullanmışlardı.
Ancak Lang Qian Qiu onların tüm eforlarını reddetmişti.
Kararlılığı birçok kişinin hayatını korumuş ve isimsiz bir soykırımdan acı çekmelerini önlemişti.
Ancak şimdi anımsayınca ne kadar iyilik yaptıysa, artık o kadar pişman hissediyordu.
Yaptıklarının değersiz olduğunu düşünüyor değildi ancak derin bir şekilde mağdur edilmiş
hissediyordu. Doğru olduğunu düşündüğün şeyi yapmak hiçbir zaman değersiz değildi ancak
karşılığını almadan o kadar çok yardımsever davranmak… Yanlış yaptığını hissetmeden
kendini alamıyordu.
Lang Qian Qiu’nun gözleri kırmızılaştı ve sorgulamaya devam etti. “Baş Rahip, yeterince iyilik
yapmadım mı? Ebeveynlerim yanlış bir şey mi yaptı? Neden bana bu şekilde davranmak
zorundasın?” Ne kadar çok düşündükçe o kadar çok öfkeleniyordu ve RuoYe’den bir kez daha
kurtulmak için çabaladı, üst bedenini kaldırmak için gerildi. “Bize bir açıklama borçlu
olduğunu düşünmüyor musun??”
“Sana bir açıklama yapamam.” Dedi Xie Lian.
Cevabı oldukça doğrudandı, Lang Qian Qiu öfkesini kontrolü altına aldı. “Baş Rahip, sen çok
değiştin. Daha önce hiç böyle değildin.”
“…” Xie Lian alnını ovdu ve devam etti. “Sana zaten söylediğimi hatırlıyorum. Bana dürüst,
aziz biriymişim gibi hürmet etme; aklındaki kişi gibi biri değilim. Sonunda sadece kendini
hayal kırıklığına uğratacaksın.”
Lang Qian Qiu yerde yatarken mırıldadı. “… Geçmişteki sen veya şimdiki sen, hangisinin
gerçek sen olduğunu artık bilmiyorum.”
“Hepsi benim. Ama o zaman sen sadece on yedi yaşındaydı. Artık büyümüş olduğuna göre
doğal olarak sana farklı bir ders öğretiyorum.” Dedi Xie Lian.
Lang Qian Qiu bir anlığına ağzını kapattı ancak ardından söyleyiverdi. “Senin on yedinci yaşın
lanetlendiği için mi benim on yedinci yaşımı da lanetlemek zorundaydın?”
Xie Lian cevaplamadı.
Konuşmuyor olduğunu görünce Lang Qian Qiu’nun öfkesi parladı ve derin bir nefes aldı,
bağırdı. “EĞER AMACIN OYSA O ZAMAN NASIL İSTERSEN ÖYLE DAVRANMANA İZİN
VERMEYECEĞİM!!”
Xie Lian’ın gözleri bu kelimelerle büyüdü.
Lang Qian Qiu daha fazla dayanamamıştı ancak gözleri parlak ve tonu inatçıydı, sanki
kükreyen bir alev gözlerinde yanıyordu. Devam etti, sesi sertti, huysuz ve savaş ilan
ediyormuş gibiydi. “Eğer benim kalbimi de seninki gibi nefretle doldurmamı istiyorsan,
kesinlikle yapmayacağım! Eğer beni kendimi terk etmeme zorlayacaksan, reddediyorum! Asla
yapmayacağım! – BANA NE YAPARSAN YAP ASLA SENİN GİBİ BİRİNE DÖNÜŞMEYECEĞİM!!!”
O kadar kahramanca bir ifadeydi ki Xie Lian sadece dinleyerek şaşkına dönüyordu. ‘Pfft’layıp
kahkahalara boğulması için bir süre geçmesi gerekmişti.
Lang Qian Qiu’nun gözleri ateşli gözyaşlarıyla dolmuştu kanı tutkuyla kaynıyordu ve azimle
bağırıyordu ancak bunların tamamını Xie Lian’ın gülüşüne yenilmişti. Öfkeyle şaşkına döndü.
Diğer yandan ise Xie Lian kahkaha atarken alkışlıyordu, kahkahaları gittikçe büyüyordu ve
bağırdı. “İYİ!”
Xie Lian en son bu şekilde ne için güldüğünü hatırlamıyordu ve durmadan önce bir süre
geçmesi gerekmişti. Gözlerini ovdu ve kafasını salladı. “İyi. Bugün dediklerini hatırla. Asla
benim gibi olmayacağını.”
Hua Cheng’in kolları hala birbirine dolanmıştı ve soğuk bir şekilde izliyordu. Xie Lian’ın
konuşması biter bitmez önünde kırmızı duman aniden patladı!
Patlama çok ani olmuş ve Xie Lian sarsılmıştı, Lang Qian Qiu’nun bir tür garip hile yapmış
olabileceğini düşünüyordu ve hemen kaçınarak dikkatle izlemeye başladı. Ancak patlamanın
sadece sesi yüksekti, hiçbir zararı yoktu. Duman dağıldığı zaman Lang Qian Qiu yatıyor
olduğu yerden kaybolmuştu. Geriye kalan bir daruma bebeğiydi, sağa sola sallanıyordu.
*ÇN: Geleneksel bir Japon bebeği, hacıyatmaz.

Daruma bebeğin yusyuvarlak bir suratı vardı ve bedeni dev bir kabak gibiydi. Kaşları siyahtı
ve yüz ifadesi bir kaplanınki gibi şirin ve çocuksuydu. O anda öfkeyle parıldıyor, sırtında
tombul bir kılıç taşıyor, cesur görünüyordu – aynı Lang Qian Qiu gibiydi, yalnızca sevimli ve
büyük bir oyuncaktı. Xie Lian gülümsemeyi bıraktı ve bağırdı. “Qian Qiu?!”
RuoYe onu bırakıp Xie Lian’ın bileğine geri döndü. Hua Cheng yavaşça oraya yürüdü ve
parmağını o daruma bebeğinin bedenine hafifçe vurup güldü. “Hangi şekle bürünürse
bürünsün ne neden bu kadar salak görünmek zorunda?”
Xie Lian daruma bebeğini aldı, gülmeli mi ağlamalı mı olduğunu bilmiyordu. “Bu… Bu… San
Lang, bu Qian Qiu mu? Neden bu şekle büründü? Onunla oynamayı bırak ve eski haline
dönündür.”
“Hayır. Onu al ve gidelim.” Hua Cheng cevapladı.
“Nereye?” Xie Lian sordu.
Tam o anda ikisi küçük ve sıkışık bir mağaraya denk gelmişlerdi. Hua Cheng onu
cevaplamadan zarları attı, avucuna indiler. Mağaraya girmeden önce bakışlarını indirip
zarlara baktı.
Birini daruma bebeğe çevirmek gibi zararlı bir büyü oldukça Hua Cheng tarzıydı ancak bunu
geri çevirmesi zordu. Ne olursa olsun Xie Lian büyüyü bozamazdı ve diğer cennet
mensuplarının da yapabileceğinin garantisi yoktu. Bu yüzden bebeği ellerinde tutarken Hua
Cheng’i takip etmek üzereydi ki aniden Fang Xin’i atmış olduğunu hatırladı, hızla geri dönüp
kılıcını aldıktan sonra onu arkasına bağladı ve Hua Cheng’i takip etti.
Xie Lian, Hua Cheng’in büyüyü bozmasını istiyordu ancak o, fikrini açıklamıyordu. İkisi
mağarada bir süre yürüdüler. Çok geçmeden mağara duvarları genişledi ve girişten daha çok
ferah bir hal aldı. Ayak sesleri yankılanıyordu ve önlerinden hafif bir ışıkla söylenen şarkı
sesleri geliyordu.
Xie Lian Hayalet Şehir’deki Zevk Köşkü’ne götürüldüğünde de şarkı söyleme sesleri duymuştu
ancak kadın hayaletlerin zarif şarkıları afrodizyak gibi sarhoş edici ve baştan çıkartıcıydılar.
Ancak bu şarkılar şeytanların karmaşık dansları gibiydi, berbat ve iğrenç. İkisi birbirinden
tamamen farklıydı. Xie Lian sormadan duramadı. “San Lang, burası neresi?”
“Şşt.” Hua Cheng onu susturdu.
Xie Lian’ın sorusu zaten oldukça kısık bir fısıldamayla sorulmuştu, susturulunca nefesini de
tuttu. Çok geçmeden neden sessiz olması gerektiğini anladı. Önlerinde bir grup uçan yeşil
hayalet ateşleri belirdi. Küçük alev grubu yaklaştıkça onların yeşil giyinmiş olan minik iblisler
olduklarını gördüler.
Her iblisin kafasında küçük yanan bir ışık vardı, sanki kendileri yeşil mumlardılar. Mağarada
saklanacak hiçbir yer yoktu ve yol dardı. Xie Lian Fang Xin’e uzanmak üzereyken RuoYe’nın
bu duruma daha uygun olduğunu düşünüp elini tekrar indirdi.
Ancak küçük iblisler onların yanlarından geçerken kirpiklerini bile kıpırdatmamış, aralarında
fısıldaşmaya devam etmişlerdi. Onları görmemişler değillerdi ancak daha çok onları görmeyi
garip bulmamışlardı. Xie Lian, Hua Cheng’e baktı ve yanındakinin aşina, son derece yakışıklı,
kırmızı kıyafetler giyen iblis kralı olmadığını gördü. Kafasında yeşil alev olan başka bir soluk
görünümlü iblisti.
Ne zaman olduğunu bilmediği bir zamanda Hua Cheng onları sahte derilere çevirmiş gibi
görünüyordu. Kendi kafasının üzerinde de yeşil bir alevin olduğunu düşününce Xie Lian
hissetmek için elini kaldırmadan edemedi. “Neden biz…” Neden böyle garip bir görüntüye
bürünmek zorundalardı?
Yarıda bırakmış olmasına rağmen Hua Cheng apaçık ne demek istediğini anlamıştı. “Çoktan
Yeşil Cin Qi Rong’un kaba ve dangalak olduğundan bahsetmiştim. Tüm yalakaları böyle
gözükmek zorunda.”
Xie Lian, Hua Cheng’in onu Yeşil Cin Qi Rong’un bölgesine getirdiğini fark etmemişti!
Öncesinde cennet ve hayalet diyarı Yeşil Cin Qi Rong’dan bahsettiklerinde hepsi onun ne
kadar görgüsüz olduğu hakkında yorum yapmıştı ve Xie Lian nedenini anlayamamıştı. Ancak
şimdi tüm küçük iblis aslarının bu şekilde giyinmek zorunda olduğunu öğrenince birazcık
anlayabiliyordu. ‘Geceleri Gezen Yeşil Işık’ unvanına bakınca hala birazcık alaylı bir zarafet
duyuluyordu ancak bu gerçek anlamda geceleri etrafta gezinen ‘yeşil’ ışık ise, işte o zaman
aklındakiyle arasında büyük bir uçurum vardı.
“Onun sığınağını çoktan yok etmedin mi?” Xie Lian sordu.
“Ettim ama o kaçtı.” Hua Cheng cevapladı. “Elli yıl boyunca kaçtı, ardından yeni bir sığınak
inşa etti.”
Xie Lian Lang Qian Qiu daruma bebeğini göğsüne yakın tuttu ve kimsenin etrafta
olmadığından emin olduktan sonra fısıldadı. “San Lang, buraya Yeşil Cin’i bulmaya mı geldin?
Neden ilk önce Qian Qiu’nun büyüsünü çözüp onun gitmesine izin vermiyorsun ve ardından
ben sana eşlik edeceğim?”
Hua Cheng inatla reddetti. “Hayır, onu ya yanına al. Biriyle görüşmesi gerek.”
Xie Lian meraklanmıştı. Hua Cheng kesinlikle Lang Qian Qiu’yu önemsiyormuş gibi
davranmıyordu, o yüzden neden onu özellikle birisiyle görüşmesi için yanlarına alıyordu ki?
Ancak tüm seçenekler oldukça garipti, o yüzden daha fazla o konu hakkında konuşmadı. İkisi
sonunda mağaradan çıktıklarında tünel daha geniş bir yere açıldı, daha çok mağara önlerinde
belirdi.
Bu dağa tüneller ve mağaralar kazılmış gibi duruyordu; başka mağaralarla birleşen mağaralar,
başka tünellere açılan tüneller. Her girişte birkaç iblis ve hayalet kafalarındaki yeşil ışıklarla
içeri girip dışarı çıkıyorlardı, büyük bir arı kovanı veya karınca yuvası gibiydi. Eğer Xie Lian tek
başına gelseydi yolu hatırlamasının imkanı yoktu. Ancak Hua Cheng evdeymiş gibiydi, çeşitli
tünel ve mağaralardan duraksamadan geçti, fazlasıyla rahattı, sanki yolları ezbere biliyordu.
İkisinin yeşil alevleri ve iblis derileri olduğundan kimse onları yollarında durdurmadı. Xie Lian
rahatlıkla nefes aldı ancak Hua Cheng ofluyor olduğunu düşünerek sordu. “Ne oldu?”
“Hiçbir şey.” Xie Lian cevapladı. “Gizlice girmek yerine sığınağa saldıracağını düşünüyordum.
Dövüşte çok iyi değilim o yüzden rahatladım.”
‘Dövüşte iyi olmamak’ı kastetmişti. Yetenekli olabilirdi ancak sonrasıyla uğraşmakta iyi
değildi. Hua Cheng gülüyormuş gibi gözüktü. “İlkinde direk saldırmıştım ancak öğrendiği
ancak kaçtı. Bu sefer buraya onun için geldim, o yüzden tabii ki burada olduğumu fark
etmemesi gerekiyor.”
Hua Cheng’in Qian Qiu’nun görmesini istediği kişi Yeşil Cin mi? Xie Lian’ın merakı gittikçe
artıyordu, İkisi arasında bir ilişki mi var? Her neyse, ne yapmak istiyor olursa olsun yine de
ona eşlik edeceğim, büyüyü bozmasını daha sonra isterim. Xie Lian’ın aklında hala yanan Zevk
Köşkü vardı ve suçlu hissediyordu. Düşünürken Hua Cheng konuştu. “O gereksiz çöp hiçbir
şey yapamıyor ama oldukça uyanık. O küçük iblisler ona yaklaşamıyor ve en yakın uşağı
kılığına girmek de kolay değil. Yaklaşmak için sadece bir yol var.”
Tam o anda dört küçük iblis gelmişti, gülüyor ve sohbet ediyorlardı. Hua Cheng adımlarını
yavaşlattı ve Xie Lian onu takip etti. Arkalarındaki küçük iblislerin bir sıra insanı uzun bir iple
çekiyorlardı.
İnsanların bazıları yırtık pırtık ve dağınıklardı, bazıları pahalı kıyafetler giyiyorlardı ancak hepsi
otuz yaşının altındaki genç kadınlar ve adamlardı. Genç bir adamın kıyafetinin kolunun
kenarına tutunmuş olan bir çocuk bile vardı, muhtemelen baba oğuldular.
Elleri bağlıydılar, korkunç görünüyorlardı. Bazıları zorla şeytani sığınağa yürütülürlerken
bayılmak üzereydi. Hua Cheng’in yanından geçtiler ve bir saniye kaçırmadan dönüp
sorunsuzca grubun sonuna katıldı. Xie Lian’ı nazikçe dirsekledi ve o da Hua Cheng’in
hareketlerini taklit etti. Ona baktığında Hua Cheng’in yeniden deri değiştirmiş olduğunu
gördü ve bu sefer temiz görünümlü genç bir adamdı. Kendisi de muhtemelen ona
benziyordu.
Küçük grup tünel ve mağaralar boyunca döndü. Grubu götüren küçük iblisler işleriyle oldukça
mutlu görünüyorlardı ve arada sırada otoritelerini arkalarında mahkumlara bağırıp
söylenerek gösterdiler. “İtaatsiz davranmak yok! – Ağlamak yok! Yüzleriniz yaşla ve sümükle
doluyken büyüğümüzün iştahını alt üst ederseniz size ölmeyi istemeyin nasıl olduğunu
öğreteceğiz!”
Dört Büyük Musibetten üç Yüce’nin insan eti yediğine dair hiçbir bilgi yoktu, sadece Yeşil Cin
Qi Rong oburdu; eşitlerinin ve düşmanlarının ondan bahsedildiği anda alay edip ona göz
zevkini bozan bir cahil demelerine şaşmamalıydı.
Öncesinde Hua Cheng, Yeşil Cin Qi Rong’a yaklaşabilmenin tek bir yolu olduğunu söylemişti
ve bu da ‘yemek’e karışarak olan yoldu. Yürürlerken Xie Lian, Hua Cheng’in eline uzandı.
Tutmayı başardığında Hua Cheng’in elini geri çekmek istermişçesine donduğunu fark etti. Xie
Lian fark etmediğinden değildi ancak olan şartlar altında çok fazla düşünecek zaman yoktu.
Hua Cheng’in elini sıkıca tuttu ve avcuna hafifçe bir kelime çizdi. “Kurtarmak.”
Xie Lian gördüğü için o insanları kurtarmak zorundaydı. Bu hareketi Hua Cheng’i niyetinde
haberdar etmek içindi.
Kelimeyi yazıldıktan sonra Hua Cheng nazikçe parmaklarını kıvırdı ve avcunu kapattı. Bir
sürenin ardından grup bir tünelden çıkıp oldukça büyük olan bir mağaranın girişine doğru
gitmeye başladı.
Mağaraya girdikleri anda bir kısım gölgede kalmış objeler görüş alanlarına girdi. Xie Lian
gözlerini kısmasına rağmen o objelerin ne olduklarını çıkaramadı fakat yerine Hua Cheng’in
bileğini kavradığını ve elinin arkasına birkaç kelime yazdığını hissetti. ‘Kafana dikkat et.
Dokunma.’
Xie Lian en başta yukarıda eski püskü giysilerin asılmış olduğunu zannetmişti ancak
yakınlaştıkça göz bebekleri küçüldü – Ne eski püskü giysisi? Bir dolu kararmış, sıkıca
paketlenmiş insanlardı. Ayakları yukarıda ve başları aşağıya sallanırken hava da asılmışlardı.
Baş aşağıya asılmış cesetler ormanı!
Ancak ters çevrilmiş ölü bedenler asılıyor olsa bile kan yağmuru yoktu çünkü o cesetler,
damarlarında tek bir damla taze kan kalmayana kadar kurumuşlardı. Kuru cesetlerin yüz
ifadeleri acı içindeydi, ağızları kocaman açılmıştı. Ayrıca yüzlerini ve bedenlerini ince bir
katman karımsı kristaller kaplıyordu. Tuzdu.
Mağaranın en derin girintilerinde ışıklar parlıyordu ve büyük bir sandalye, uzun bir masa,
altın kadehler ve yeşim taşından kaplar duruyordu. Böylesine bir savurganlık dağın
derinliklerinde olan bir mağaradan çok bir kraliyet ziyafetindeymişler gibi gösteriyordu. Uzun
masanın biraz ötesinde kocaman bir çelik kazan duruyordu, on kişinin içerisinde yüzmesine
izin verecek kadar genişti. Kazan kırmızıydı ve kaynıyordu, içindekiler öfkeli bir şekilde
fokurduyorlardı. Eğer biri yanlışlıkla içine düşerse tamamen pişmeleri sadece saniyeler alırdı!
Dört küçük iblis mahkum grubunu kazana doğru götürdü. Bazıları onları ne beklediklerini
gördüklerinde korkudan titreyerek yere düşmüşlerdi ve tüm bu bağrışın, vuruşun ve itişin
içinde Xie Lian aniden yanındaki Hua Cheng’in kolunun gerginleştiğini ve adımlarının
durduğunu fark etti.
Görmek için başını çevirdiğinde Hua Cheng’in temiz bir genç adamın görüntüsünde olmasına
rağmen gözlerinin kızgınlıkla parladığını fark etti.
Hua Cheng her zaman gülüyor olsa bile Xie Lian onun gerçek duygularının derinlerde
gizlenmiş olduğunu biliyordu. Xie Lian onun gözlerinde hiç bu kadar bariz bir şiddetli öfke
görmemişti. Hua Cheng’in baktığı yere döndüğündü ve anında nefesinin kesildiğini hissetti.
Gösterişli koca sandalyenin önünde bir kişi diz çöküyordu.
İlk bakışta bir insandı ancak daha dikkatli bakıldığında gerçek bir insanın boyutundaki bir taş
heykel olduğu anlaşılıyordu. Diz çökme pozisyonunda oyulmuş oldukça ilginç bir heykeldi,
sırtı ona dönüktü ve kafası eğikti. Kuyruğu bacaklarının arasında olan bir köpek gibi
tanımlanabilecek bir şekildi. Böyle bir heykelin yapılmasının tek amacının o kişiyi küçük
düşürmek olduğunu tahmin etmek kolaydı.
Xie Lian’ın bilmek için onu döndürmesi gerekmiyordu, heykelin yüzü onunkinin tıpatıp
aynısıydı.

Çevirmen: Kae
Not: Xie Lian’ın bu heykelinin tam olarak nasıl göründüğü yazara sorulduğunda “Anladınız
işte, öyle görünüyor.” Gibi bir cevap vermiş (yanlış hatırlamıyorsam, kaynağı şu an
bulamadım). Yani her ne kadar nazikçe ‘secde etmiş’ / ‘diz çökmüş’ / ‘prostrating’ olarak
çevirisi yapılsa da, aslında… domalmış.
Bölüm 50: Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar
Normalde insanlar sırtlarının nasıl gözüktüğünü bilmezdiler ancak Xie Lian farklıydı. Sırtının nasıl
gözüktüğüne oldukça aşinaydı.

Xian Le Krallığı ilk düştüğünde kızgınlıklarından kurtulmak için insanlar onun tüm BaQian TaiZi
Tapınaklarını yakmış, heykellerinin kutsallığını bozmuş, kılıcındaki değerli taşları ve altından
kıyafetlerini çalmışlardı. Ancak buna karşın kızgınlıkları yanmaya devam etmişti, bu yüzden yeni bir
fikir bulmuşlardı: bunun gibi diz çöken heykeller oymak.
*ÇN: BaQian TaiZi, Veliaht Prens’in Sekiz Bin Tapınağı

Büyük ölçüde hürmet edilen ve tapılan Veliaht Prens diz çöküp affediliş için yalvaran heykeller
dönüşmüş, şehirdeki kalabalık yerlere herkes geçerken ona tükürüp tekme atabilsin ki kendilerini
şanssızlıktan arındırsınlar diye konulmuştu. Daha da kötüsü bazıları onun secde ederken ki halinin
heykellerini yapıp heykeli direkt olarak kapı eşiği olarak kullanmışlar, binlerce kişinin üzerinden
yürümesine izin vermişlerdi. Xian Le Krallığının düşüşünden sonraki ilk on, yirmi yıl boyunca bu tür
heykeller birçok şehir ve kasabada oldukça yaygın olmuştu, Xie Lian nasıl olsun da kendi arkasını
tanımasındı?

Tam o sırada genç bir adamın sesi duyuldu. “O küçük sırtlan Pei Su’nun yükselmeden önce o erkek
fahişe Pei’nin kaltak bacaklarına sarılması gerekmişti, kim olduğunu düşünüyor? Sürgün edilmiş
yabani bir köpekten fazlası değil. Planlarımı mahvetmesi… Onla işimi bitirdikten sonra rüzgarlar
cesedini kurutsa bile kimse gidip onu almaya cesaret edemez!”

Kişinin kendisi ortaya çıkmadan sövmeleri çoktan kulaklarına ulaşmıştı. Xie Lian sesin geldiği yere
baktığında mağaraya süzülerek giren yeşillere bürünmüş bir figür gördü. Bir şekilde bahsedilmeye
değmeyen nedenlerden dolayı Xie Lian ilk önce kişinin kafasının üzerine bakmaktan kendini
alamamıştı ve onun suratındaki sadece maske olduğunu, kafasının üzerinde hiç ışık olmadığını
görünce biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Bir sürü yeşil giyinmiş iblis bu yeşillere bürünmüş adamı
çevreledi, sanki yeşil bir ışık çemberinin ortasında duruyormuş gibi gözüküyordu. Bu, hayalet diyarının
Dört Musibetinden Yeşil Cin Qi Rong olmalıydı.

Nan Feng ilk Qi Rong isminden bahsettiğinden beri Xie Lian bunu aklında tutmuş ve bu ‘Qi Rong’un
kendi bildiği ‘Qi Rong’la aynı olup olmadığını düşünmüştü. Ancak canavarların veya hayaletlerin
gerçek isimlerini saklamalarını ve geçmiş hayatlarını gömmelerine dair olan yazısız kural vardı. Bu
yüzden aynı kişi olduklarını düşünmemişti, sadece gerçeğiyle çakışmış olan sahte bir isim olmalıydı.
Ancak duruma bakınca oldukça emindi. Eğer bu bildiği Qi Rong değilse o zaman nasıl diz çöken veliaht
prens heykelleriyle kafayı bozmuş olan başka bir ‘Qi Rong’ olabilirdi? Ve nasıl sesi bu kadar tanıdık
olabilirdi?

Qi Rong’u çevreleyen yeşil iblisler yüksek sesle ona kral diye sesleniyorlardı ve delice gevezelik
yapıyorlardı, bundan dolayı Xie Lian ne olduğunu biraz anlayabilmişti. Qi Rong birkaç uşağını Hayalet
Şehre yollamış ve karışıklık çıkarmakta başarısız olmuş, Hua Cheng tarafından ezilip geçilmişti.
Ardından tekrar toplanmıştı ve yeniden savaşmaya hazırdı ancak ikinci tur bile başlayamadan uşaklar
geçici sürgün edilmiş olan Pei Su’la yolda karşılaşmıştı. Ölümlü diyara geçici sürgün edilmiş olmasına
rağmen Pei Su bir zamanlar bir cennet mensubuydu ve daha iyi yapacak bir işi yoktu, bu yüzden
uşaklar ona rastladığında onları temizlemişti ve böylece yeniden ezilip geçilmişlerdi.

Bu kadar kısa sürede o kadar çok uşak kaybettiği haberini alınca Qi Rong sinirlenmiş ve durmadan
küfretmeye başlamıştı. “Torunları da ataları gibi, o siktiğim erkek fahişe Pei Ming’nin apışı
muhtemelen aftlarla doludur. Onun ve Pei Su’nun çüklerini kesip tapınaklarına asmalıyım ki onlara
tapan herkesin her adımında irinler aksın!”

Xie Lian’ın kulaklarını kapatma isteğini bastırması gerekmişti. Küfürler aynıydı; Feng Xin
sinirlendiğindeki küfürleri de kulaklar için çok kabaydı ancak küfrettikçe kelimelerinin sadece geçici
bir sinir olduğu belli oluyordu, gerçek bir kötü niyet yoktu. Qi Rong’un küfürleri ise farklıydı. Küfürleri
ettiği kişilerin kınadığı şekildeki gibi acımasızca ölmelerini istediğinden şüphe yoktu, ucuz hamleler
yapmaktan da korkmuyordu. Tepeden tırnağa dangalak ve pisti.

Küçük yeşil iblis grubu yüksek sesle Qi Rong’a katıldılar. Muhtemelen büyütmek için çok zaman
harcadığı astlarını hatırlayarak devam etti. “O güçlü ruhlu kadın Xuan Ji’nın Pei köpekleri tarafından
yakalanıp zavallıca haksızlığa uğratılması çok kötü. Şimdi bile kurtarılamaz.”

Xie Lian bu sözlere katılmıyordu. Gerçekten de Xuan Ji’nin trajik bir hikayesi vardı ancak her şey Qi
Rong’un tanımladığı gibi General Pei’nin suçu değildi. Sonuçta Xuan Ji tarafında onca gelin kaçırılmıştı
ve o, onları soğukkanlılıkla öldürendi. Sahiden de güçlü ruhlu ve iyi bir kadındı. Ayrıca Küçük Pei’nin
sadece General Pei’ye yalvarmış olduğu için yükseldiği de Xie Lian’ın katılamayacağı bir şeydi. O kadar
çok yükselmiş ve düşmüş gördükten sonra Xie Lian’ın tam bir kesinlikle söyleyebileceği bir şey vardı:
yetenekli olan her zaman yükselmeyebilirdi ancak yükselen her zaman yetenekliydi. Eğer biri
güçsüzce kim onu desteklerse desteklesin cennet musibetlerinin üstesinden gelemezlerdi ve sadece
orta cennettin mensuplarından olabilirlerdi. Xie Lian, Pei Su’yla çok fazla iletişime geçmemişti, buna
rağmen o bile Küçük Pei’nin savaş gücünün Lang Qian Qiu’nunkinden daha üstün olduğunu
görebiliyordu. Yalnızca gücün sıralanmada etkisi yoktu; politika da işe karışıyordu, aksi takdirde Pei Su
çoktan kendi sarayını alırdı.

Bariz bir şekilde Qi Rong bunları düşünmüyor, tüm diyarlarda ölüme lanetlenmesini istemediği bir kişi
yokmuş gibi küfrediyordu. Pei Ming’e erkek fahişe, Küçük Pei’ye bacağa sarılan köpek, Jun Wu’ya
sahtekar, Ling Wen’e kaltak, Lang Qian Qiu’ya geri zekalı, Quan Yi Zhen’a bok, Su Ustasına kara kalpli,
Rüzgar Ustasına sürtük karı demişti – muhtemelen Shi Qing Xuan’ın aslında bir erkek olduğunu
bilmiyordu. Kendi gözleriyle görmedikleri sürece kimse birinin bu kadar kinci olduğuna inanmazdı.
Sonunda, Qi Rong ana konuya geldi. Bu, Hua Cheng ve o şatafatsız Gemileri Batıran Kara Su’nun ona
nasıl yukardan baktıklarıydı. Onlar sadece ‘Yüce’lerdi, bir gün kesinlikle önünde diz çökmelerini
sağlayacaktı. Xie Lian bunu duyunca öfkelenmeliydi ancak bunun nasıl olabileceğini hayal bile
edemediği için aksine oldukça komik buldu ve Hua Cheng’e bir bakış attı. Hua Cheng hiçbir tepki
vermiyordu, aksine yakından o diz çöken taş heykele bakıyordu. Sonunda, neyse ki, Qi Rong’un
küfürleri yatışmış gibiydi ve konuyu değiştirdi. “Sizi yapmanız için gönderdiğim iş nasıldı? Quan Yi
Zhen ve erkek fahişe Pei hala kavga etmeye başlamadılar mı?”

Konuşurken aynı zamanda oturdu, lüks tahtına yayılmıştı. Bacaklarını kaldırdı ve botlarını o heykelin
omuzlarına koyarak onu bir ayak iskemlesi olarak kullandı.

Xie Lian, Hua Cheng’in kolunu tutuyordu ve onu hemen ileriye doğru atlayacağını hissettiğinde
durdurdu. Geri çekmenin yeterli olmayacağını düşünerek Hua Cheng’in avcuna başka bir kelime daha
yazdı: “Teşekkürler.”

Hua Cheng kelimeyi anladı. Başını eğerek onu gözlerindeki minnettarlıkla izleyen, iyi niyeti için
teşekkür eden, Xie Lian’a baktı. Ardından Xie Lian hafifçe başını sallayıp “Dinle” ve “Cennet”
kelimelerini yazdı.

Qi Rong bir uşağını bir şey yapmaya yollamış ve bunun o iki cennet mensubuyla alakası varmış gibi
konuşuyordu. Bu iyi bir şey olamazdı, bu yüzden Xie Lian dinlemeye devam etmek istiyordu. Heykelin
de bir ayak iskemlesi olarak kullanılmasına gelirse, eskiyi düşündüğünde kapı eşiği olarak bile
kullanıldığı olmuştu yani bu Xie Lian’a bir şey ifade etmiyordu. Sadece bir parça kayaydı, kendisi
değildi.

O üç basit kelimeyi yazmasına rağmen gözleri buluştuğunda Xie Lian, Hua Cheng’in ne demek
istediğini anlamış olduğunu biliyordu. Hua Cheng yavaşça elini sıkıca tuttu ve kafasını çevirdi, Xie Lian
daha fazla yüzünü göremiyordu.

Küçük yeşil bir iblis konuştu. “Kralımızın verdiği talimatları takip ettik ve çoktan Pei Ming’in Pei Su’yu
kuzeyin savaş tanrısı yapmak istediği dedikodularını yaydık. Artık daha ve daha fazla kargaşa çıkıyor,
bu yüzden bunu bir sebep olarak kullanıp Qi Ying sarayının dindarları kılığına girip yüzlerce Ming
Guang tapınağının kutsallığını bozduk ve kimse bizden daha akıllı değildi! Hahaha, Lordum bilmiyor
olabilir ancak o dindarlar gerçekten de salak! Bizi tapınakları yıkarken gördüler ve daha fazla eğlence
için bizimle beraber yıkmaya başladılar!”

Qi Rong memnundu. “Onları gaza getirmeye devam edin! Quan Yi Zhen dayanabilir ancak o erkek
fahişe Pei Ming’in dayanabileceğine inanmıyorum!”

Yaydıkları tam olarak bir dedikodu olmayıp bir tür değiştirilmiş versiyonu olsa bile yine de tamamen
kötü niyetle doluydu. Özelikle ölümlü kılığına girip tapınakları sabote etmek gibi vicdansızca bir şey
kesinlikle iğrenç, ahlaksızca ve kötüydü. Qi Rong’dan ne zaman bahsedilse cennetteki herkesin onun
yetenekli değil ama bir baş belası olduğunu söylemelerine şaşmamalıydı. Xie Lian aklına not etti, Eğer
şans olursa Jun Wu’ya iki cennet memuru arasında, diğerlerinin sebep olduğu, kavgalar için dikkat
etmesini söyle.

Qi Rong işini bitirince arkasında yaslandı ve heykelin üzerindeki iki uzun bacağının pozisyonunu
değiştirdi. Küçük şeytanlar hemen ne yapmaları gerektiğini anlayarak en iyisini seçmek için insan
grubunun yanına gittiler. Gruptaki daha on yaşına bile gelmemiş olan çocuk durumun farkında
değildi. Koca gözlerini kırptı ve babasının kıyafetinin ucuna sıkıca tutundu, ne kadar korktukça ona o
kadar çok çekiyordu. Genç babasının yüzü kül rengi ve soluktu, titreyen bir sesle onu yatıştırmaya
çalışıyordu. “Korkma, korkma.” Ancak kendisinin kemiklerine kadar korkuyor olduğu besbelliydi.

Küçük yeşil iblislerden biri orada bir çocuk olduğunu gördü ve mutluluktan havalara uçarak kolunu
onu tutmak için uzattı. Genç baba bağırdı ve sarsıldı. Xie Lian ne yapacağını düşünemeden harekete
geçti ancak hemen ardından yanındaki figürün hareketini hissetmişti. Görmek için kafasını çevirdi,
Hua Cheng kalabalığın dışına adım atmıştı.

Hua Cheng özellikle Yeşil Cin’i aramak için gelmiş olduğundan artık Qi Rong’u görmüş olduğuna göre
dış görünüşünü eskisi haline getirmesi gerekiyordu. Xie Lian’ın, Hua Cheng’in gördükleri her şeyi yok
edebilecek ve kimsenin onu durdurmayacak kadar güçlü olduğuna şüphesi yoktu. Ancak Hua Cheng
gerçek şeklini ortaya çıkarmamış ve o normal gözüken genç adamın görüntüsünü korurken öne doğru
tembelce yürümüştü.

Birkaç küçük yeşil iblis silahlarını kaldırarak telaşla bağırdı. “Dur! Ne yapıyorsun?”

Qi Rong merakla sordu, ayakları hala yukardaydı. “O aşağılık herife ne oluyor? Onu indirin.”

Hua Cheng güldü. “Xian Le kraliyet ailesinin önünde bile azıcık saygı göstermeyecek misin?”

Onun sözlerini duyunca sadece Qi Rong değil, Xie Lian da şaşırmıştı.


Bir süre donmuş bir şekilde kaldıktan sonra Qi Rong bir hışımla ayağa fırladı ve maskenin altından
homurdandı, sanki öfkesi deli bir kahkahaya dönmüştü. “Bu ne cüret! Önümde böyle bir şaka
yapmak?! Söyle bana, Xian Le kraliyet kanın hangi dalındansın? Hangisi??”

Hua Cheng acelesiz bir şekilde cevapladı. “Prens An Le.”

Xie Lian kollarındaki Lang Qian Qiu daruma bebeğinin bir kez sallandığını hissedebiliyordu.

Prens An Le, Xian Le kraliyet ailesinin neslindendi ve Lang Qian Qiu ile aynı kuşaktılar, arkadaş
oldukları söylenebilirdi.

Qi Rong’un alaycı gülüşü maskenin altından duyulabiliyordu. “Prens An Le? Bence sen kendi ölümünü
arıyorsun! Kim sana önümde saçmalamanı söyledi? Seni tutan kişi sana biraz tarih öğretmedi mi?
Prens An Le, Xian Le kraliyet kanının son kalanıydı ve çoktan öldü! Sen kimsin de benim önümde Xian
Le kraliyet ailesi mensubu gibi davranıyorsun?”

Hua Cheng kaşını kaldırdı. “Oo? Öldü mü? Nasıl öldü?”

Qi Rong bağırdı. “ONU İNDİRİN, O SAÇMA BOK PARÇASINI İNDİRİN!”

Emri altında bir dolu küçük yeşil iblis mağaranın her yerinden bağırarak ona doğru geldiler. Kaosun
ortasında Hua Cheng sadece hafifçe sırıttı.

Yüz ifadesi öncesinde soğukkanlıydı ancak hemen ardından sanki bir tabaka buz suratına yerleşmiş
gibi bir hal almıştı. Formu aniden titreyip kayboldu, sonraki saniye Qi Rong’un arkasında belirdi.

Tek eliyle Qi Rong’un kafasının arkasını kavradı ve topla oynayan bir çocukmuş gibi sertçe onu yere
çarptı. “Ve sen kim oluyorsun da benim önümde bu kadar küstah davranıyorsun!”

Yüksek bir BANG sesiyle o lüks taht aniden bir enkaza döndü ve toz havayı kapladı. Xie Lian çocuğu
arkasına korumak için çekip birkaç küçük çakılı engelledi. Toz indiğinde Qi Rong kaybolmuştu.

Daha yakından baktığında kaybolmamış ancak tüm kafasının Hua Cheng’in darbesinden sonra
tamamen yere gömülüş olduğunu fark etti.

İnsanlar ve iblisler çığlık atarak uzaklaştılar.

“Kaçmayın!” Xie Lian bağırdı. Eğer insanlar mağaradaki iblisleri alarma geçirirlerse kesinlikle
öldürülürlerdi! Ancak tabii ki de, her zamanki gibi, kimse onu dinlemedi. Xie Lian çaresizce kollarını iki
yana düşürdü.

Bu şartlar altında diğerleri için endişelenmeye zamanı da yoktu. Odanın diğer tarafındaki Hua Cheng
yavaşça diz çöktü ve bir elini Qi ROng’un saçını tutmak için kullanarak yerdeki çukurdan kanlı kafayı
çekti, ardından bedeni de kafasıyla beraber çekilmişti. Kısa bir incelemenin ardından Hua Cheng
oldukça eğlenmiş bir hale bürünüp bir kahkaha patlattı.

Gülüyor olmasına rağmen gözleri çok daha farklıydı, ürkütücü ve korkutucuydular. RuoYe uçup kaçan
insanları kesmeye çalışan birkaç küçük yeşil iblisi sıkıştırdı. Ardından Xie Lian hızla döndü, içgüdüleri
bir şeylerin oldukça yanlış olduğunu söylüyordu. “San Lang? San Lang!”

Qi Rong’un maskesi çatladı, birkaç parçası düşmüştü. Bir ağız dolusu kan kustu ve bağırdı. “BİRİ ONU
DURDURDUN! HEPİNİZ GELİP ONU DURDURUN!!”

Hua Cheng daha demin ona şiddetle darbe indirmişti ancak şimdi en iyi arkadaşlarmış da sohbet
ediyorlarmış gibi rahattı. Kıkırdadı. “Oh, bilmiyor muydun? Bu dünyada durdurulamaz olan bazı şeyler
var. Mesela güneşin batıdan batması gibi ve bir filin bir karıncayı ezmesi… Ya da örneğin – BENİM
SENİN AŞAĞILIK HAYATINI ALMAM!”

Son cümlesinde yüzü vahşi ve acımasızdı. Qi Rong’un tüm bedenini tutuyordu ve onu tekrar yere
yapıştırdı.

Bir yüksek sesli BANG daha ve Qi Rong’un bedeni yere derildi, çamurdan daha kötü bir şeklide
ezilmişti. Yüzündeki maske çatırdadı, küçük parçalara ayrılarak yüzünün yarısını ortaya çıkardı.

Eğer biri o yarım yüzü görecek olsaydı çok edici bir gerçeği fark ederlerdi:

Yeşil Cin Qi Rong ve Ekselansları Veliaht Prens, bir iblis bir tanrı, cehennem ve cennetin farkı, aslında
birbirlerine oldukça benziyorlardı!

Çevirmen: Kae
Bölüm 51: Hakikat Mı Hile Mi, Ayırt Etmek Güç
Ancak maskenin diğer yarısı düşmüş ve Qi Rong’un suratının tamamı ortaya çıkmıştı, aslında Xie
Lian’a o kadar da çok benzemediği belli olmuştu. Burunlarının ve dudaklarının şekilleri benzerdi ancak
kaşları ve gözleri oldukça farklıydı. Xie Lian’ın gözleri sakin ve huzurluydu. Qi Rong’un kaşları yüksek
ve keskindi, gözleri de daha ince ve eğimliydi. Kesinlikle iyi görünümlü bir genç adamdı ancak insan bu
yüzün, uğraşılmaması gereken birine ait olduğunu tek bakışta söyleyebilirdi. Kanlı bir lapaya
dönüşene kadar dövülmesinin ardından en sonunda gözlerini sadece aralayabilir hale gelmişti ve
bulanık görüyordu, onu tutan kişinin formunun değiştiğini fark etti, artık kırmızı giyiyordu.
Qi Rong hiç Hua Cheng’in gerçek yüzünü görmemişti ancak kırmızı elbiseleri gördüğü anda şok olmuş
ve öfkelenmişti. “Sensin. SENSİN!”
Hua Cheng gerçek formuna geri dönmüştü. “Hala benim sorumu cevaplamadın. Prens An Le nasıl
öldü?”
Gözlerinin öylesine korkutucu görünmesinden dolayı Xie Lian öne doğru çıkarak bağırdı. “San Lang!”
İnsanlar ve iblisler çoktan mağarayı boşaltmışlardı, Xie Lian onun yanına koştu. “İyi misin? Öfkelenme,
lütfen öfkelenme, her şey yolunda. Sakin ol, her şey yolunda…”
Nazikçe Hua Cheng’in omuzlarını birkaç kez ovdu ve sesi yatıştırıcı bir şekilde yumuşadı. Xie Lian
çocukken ne zaman sinirlense ebeveynleri her zaman bu şekilde sırtını ovardı ve yumuşak sesleriyle
onu yatıştırırlardı, böylece aynı metodu Hua Cheng’de kullanmıştı. Etkili olduğu ortaya çıkmıştı;
gözleri öncesinde çok bulutluydu ancak yatıştırıldıktan sonra dudakları bir saniyeliğine titremiş ve
yavaşça sakinleşmişti, gözleri bir kez daha aydınlanmıştı.
Bunu görünce Xie Lian rahat bir nefes verdi ancak aniden, nefesini vermeyi bile bitiremeden Hua
Cheng hızla elini uzattı ve omzuna nazikçe bir kez vurdu.
Bu vuruş Xie Lian’ın bedenini durdurdu ve onu olduğu yere mıhladı.
Hua Cheng’in ona bir şey yapacağını düşünmediği için hazırlıklı değildi, bu yüzden bu kadar kolay bir
şekilde darbe bedeni bulmuştu. Hua Cheng’in ne düşündüğünü bilmiyordu ancak kendisi için endişeli
değildi, daha çok Hua Cheng’in önceki gibi kontrolünü kaybedebileceğinden endişeleniyordu. Bundan
dolayı tam ağzını açmak üzereyken, sadece hareket edemiyor değil, aynı zamanda konuşamıyor da
olduğunu fark etti ve oldukça zor bir durumun içine düşmüş olabileceğini hissetti.
Qi Rong, yumruk dövüşlerinde güçsüz olabilirdi ancak kesinlikle ağız dalaşında güçlüydü ve hala kanla
kaplıyken sövmeye başladı. “Seni siktiğimin delirmiş tek gözlü yılanı! Sadece kendi evimde yemek
yerken bile seni sinirlendirdim mi?!”
Hua Cheng gülümsedi ve kafasını çekmeden önce bir kere daha yere yapıştırdı. “Prens An Le nasıl
öldü?”
“Bunun seninle ne alakası…” Qi Rong bağırdı ve Hua Cheng yeniden onu yere yapıştırdı. “Prens An Le
nasıl öldü?”
Bu birkaç kez daha tekrarlandı ve Hua Cheng alaycı gülümsemesini korurken onun kafasını bir topmuş
gibi sürdü, şiddetle belki on kez yere geçirdi. Şiddetli olmasına rağmen Qi Rong ölemezdi ve ölemediği
için bu katlanılmazdı. Kafatası çelikten yapılma olan birisi bile bu tür bir işkenceye dayanamazdı ve Qi
Rong sonunda cevabını değiştirdi. “Bu kadar boşsan neden gidip lanet olasıca bir tarih kitabı
okumuyorsun?”
Hua Cheng soğukça güldü. “Eğer tarih kitapları gerçekleri kaydetseydi neden senin gibi gereksiz bir
çöp parçasına sormaya gelirdim ki?” Elini tekrar kaldırmasıyla Qi Rong haykırdı. “LANG QİAN QİU!
LANG QIAN QIU TARAFINDAN ÖLDÜRÜLDÜ!!!”
Xie Lian’ın kollarındaki daruma bebeği kuvvetlice sallanmaya başladı.
Çok sallanıyordu ve Xie Lian onu tutmak için hareket edemiyordu, böylece Lang Qian Qiu daruma
bebeğinin yere düşüp delirmişçesine ileri geri sallanmasını izledi. Hua Cheng dönmedi bile ancak
büyüyü bozmuştu. Kırmızı bir duman patlamış ve Lang Qian Qiu eski haline dönmüştü.
Kraliyet ailesindendi, yüksek ve güçlüydü, tüm hayatı boyunca hiç bu şekilde aşağılanmamıştı.
Kızgınlıkla Qi Rong’u işaret etti. “Beni nasıl bu şekilde suçlar ve ismimi lekelersin! An Le ve ben
arkadaştık! Onu kimin öldürdüğünü söyledin?!”
Qi Rong onu görünce şoka girmişti. “Sen Lang Qian Qiu musun? Neden sen de buradasın?”
Lang Qian Qiu’nun kendisi de neden bu sığınağa getirildiğini anlamıyordu ancak yalnızca Qi Rong’un
önceki suçlamalarından dolayı sinirlenmişti ve gerçeği ortaya çıkarmaya mecbur hissediyordu. “Prens
An Le hastalıktan öldü, neden durduk yere beni onu öldürmekle suçlarsın ki?!”
Hua Cheng soğukça izliyordu ancak Qi Rong’un kafasını yere yapıştırmayı bırakmıştı o yüzden Qi Rong
da kavgaya katıldı. “Lanet olasıca bir hastalıktan öldü, tabi, buna sadece sen inanırsın. Altın Yaldızlı
Ziyafetin hemen ardından öldü, o yüzden senin tarafından öldürülmüş olmalı! Eğer sen değilsen o
zaman o yaşlı pörsük sikler yapmıştır.”
Suyu bulandırıyor ve saçmalık kusuyordu; Lang Qian Qiu’nun yüzü git gide daha da korkunçlaşıyordu.
“Herkesin Yeşil Cin Qi Rong’un aşağılık ve budalada olduğunu söylemesine şaşmamalı. Artık senle
tanıştığıma göre gerçekten de bayağı olduğunu gördüm.”
Kaba yorumu Qi Rong’u tam acıyan yerinden bıçaklamıştı. Ünlü olduktan sonra çok uzun yüzyıllar
boyunca tüm cennet ve cehennem onunla hödük ve basit diye alay etmişti ve bundan nefret etmişti.
Yüzü hemen değişti. “Bayağı olabilirim ancak hala senin gibi bir cahilden daha iyiyim. Arkadaşlar bu,
arkadaşlar şu, ne huzurlu bir ilişki. Xian Le ve Yong An arkadaş olabilir mi? Huzurla bir arada var
olmaları? Bok gibi ebeveynlerin gibi sen de sahtesin, iğrenç!”
Ebeveynlerini aşağıladığını duyunca Lang Qian Qiu daha da sinirlendi. “Sus! Benim saygıdeğer
ebeveynlerim samimi ve içtendiler, sahte değil! Onların isimlerine tükürmene izin vermeyeceğim.”
Qi Rong tükürdü. “Hepiniz birkaç asinin torunlarından başka bir şey değilsiniz, kim sana hak verdi! Ne
samimiyeti? Bize, Xian Le insanlarına unvan bağışlamak? Utanmaz! Bizim olanı çaldınız ve sonra bir
tür hediyeymiş gibi bize geri verdiniz. Sizin olan her şey Xian Le’ye aitti!”
Lang Qian Qiu tartışmalarda iyi değildi ve gerçekten de donup kekeledi. “Sen! Sen – “
Qi Rong nasıl kekeliyor olduğunu görerek tatmin oldu ve onu daha da çileden çıkarmaya kararlıydı.
Güldü. “Siz An Le’yı öldürmüş olsanız bile bu karlı bir ölümdü. Xian Le sadece bir tane kaybetti ancak
Yong An tüm bir Altın Yaldızlı Ziyafetle ödedi. Seni de öldürememiş ve tüm bir neslin yok oluşunun
nasıl olduğunu tattıramamış olmamız çok kötü!”
Bunu duyunca Lang Qian Qiu şaşırmıştı. “…Ne dedin?”
Xie Lian içinden küfretti.
Qi Rong’u Hua Cheng’in yaptığı gibi geri yere yapıştırıp susturmayı çok umutsuzca istedi. Ancak bu
taşlaşma büyüsüyle tek bir kasını bile oynatamıyordu.
“Beni de öldüremediniz derken neyi kastediyorsun?”
Qi Rong sadece onun ‘bayağı’ yorumundan intikam almak istiyordu ve övündü. “Gerçekten de armut
anca dibine düşüyor; lordumu salaklığı yüzyıllar boyunca geliştirilmiş, gözlerim açıldı! Düşün, biz Xian
Le tamamen Yong An’dan iğreniyoruz; sizden nefret etmeyenler Xian Le vatandaşı olamaz! Gerçekten
de Xian Le’nın kraliyet soyundan gelenlerin Yong An soylularıyla arkadaş olabileceğine mi inandın?
Hepsi sizin gardınızı düşürmek, kumpas kurmayı kolaylaştırmak ve senin doğum günündeki Altın
Yaldızlı Ziyafetini kanla yıkamak içindi!”
Xie Lian kurtulmak için uğraşıyordu ve Lang Qian Qiu olduğu yerde donmuştu. Bir süre sonra kekeledi.
“… Prens An Le ve Baş Rahip, aynı, aynı taraftaydılar?”
Lang Qian Qiu sevgili öğretmeniyle arkadaşının ona karşı komplo kurduklarını düşününce ıstırapla
dolmuştu ancak, aksine Qi Rong konuştu. “Baş Rahi? O kötü Baş Rahip Fang Xin? Kimle o aynı tarafta
oluyormuş?”
Lang Qian Qiu bu soruyu duyunca şaşkına dönmüştü. “Sen… Sen Altın Yaldızlı Ziyafeti kanla yıkadın
ama onu yapan Baş Rahip değil miydi? Siz ikiniz aynı tarafta değil miydiniz? Ben…” Tamamen kafası
karışmıştı.
“O kötü herifin nereden geldiğini kim bilir,” Qi Rong cevapladı. “Onunla bir alakası yok! Dinle, Lang
Qian Qiu, senin Yong An Altın Yaldızlı Ziyafetinde dökülen kanın hepsi Xian Le insanlarının ellerinde!
An Le çoktan ziyafetteki her bir sikik isyancının kanını kurutmayı planlamıştı, ama o siktiğimin tuhaf
Baş Rahibi aniden içeri daldı. An Le planın başarısızlığa uğrayacağını düşündüğü için koşup bana geldi,
ifşa olursa ne yapması gerektiğini sordu, ama tam da o gece her şeyi bok edenin Baş Rahip olduğu
duyuruldu ve bir anda krallıktaki en çok aranan adam olmuştu.”
Lang Qian Qiu’nun bu bilgiyi sindirmesi bir süre aldı. “Eğer öyleyse, o zaman neden daha önce
söylemedin?”
Qi Rong cıkladı. “Mal mısın? Neden söyleyecektim ki? Suç başkasının üzerine kaldı işte bunun nesi
kötü? Bu yalanım nedeniyle beni ‘Yüce’ seviyesine yükseltecek misin?” Daha çok konuştukça daha da
keyif alıyordu. “Oooo, anladım. İnanamadın dimi? Ustanın tabutunu kendi ellerinle çivilediğini
duymuştum, HAHAHAHAhahaha, tam bir geri zekalısın! Yanlış adamı öldürdün!”
Vahşi, içten kahkahayı duyunca Xie Lian gözlerini kapattı ve bir kez daha lanet etti.
Lang Qian Qiu ise öfkeden titriyordu. “…YANILIYORSUN!” Ardından etrafında döndü ve Xie Lian’a
doğru bağırdı. “Eğer bu doğruysa, o konuşmadıysa bile, sen neden konuşmadın?!”
Qi Rong kırık bir dişi tükürdü. “Ve o kimmiş? Bu ne amk, benim mağaramda parti mi veriyorsunuz??”
Herkes onu duymazdan geldi. Lang Qian Qiu emreder bir tonla tekrar sordu. “Eğer sen yapmadıysan,
eğer sen öldürmediysen, o zaman neden suçu üstüne aldın??”
Tam bu sırada Xie Lian’ın bedeni çözüldü.
Hua Cheng taşlaştırma büyüsünü bozmuştu. Ancak her şey için muhtemelen çok geçti. Lang Qian Qiu
onun cevabını bekliyordu, Xie Lian yavaşça doğruldu, belindeki ve eklem yerlerindeki tutuklukları
geçirmeye çalışıyordu. Bir an duraksadıktan sonra kelimeler Xie Lian’ın dudaklarından döküldü.
“Tamamen saçmalık.”
Lang Qian Qiu onun ‘Söylenilen her şey doğru’ demesini beklemişti halbuki. Ancak Xie Lian’ın soğuk
sözleri ve iki kelimesiyle bir anda Qi Rong’un söylediği her şeyi reddetmişti.
Qi Rong sinirlendi. “Tamamen saçmalık mı?! Kim diyor?”
Xie Lian. “Ben diyorum.”
Qi Rong’a baktı ve devam etti. “Bunların hepsi yalan dolan, boş laflar, Altın Yaldızlı Ziyafette kan
dökenin Xian Le’den olduğuna dair ne kanıtın var?”
Qi Rong eğleniyordu. “Öldürülenlerin hepsi geberdi, ne kanıtı? Ayrıca yüzlerce yıl geçti. Geriye ne
kalır?”
Xie Lian cevapladı. “Bu yüzden hepsi saçmalık. Xian Le ve Yong An geçmişin hanedanları, uzun zaman
önce yitip gittiler. Tarih parçalarından başka elinde hiçbir şey olmadan boşu boşuna ortalığı
karıştırmaya çalışmanın manası nedir?”
Ses tonu Qi Rong’u irkiltmişti, sanki bir şey hatırlamış gibi görünüyordu ve gözlerini kısmıştı. Xie Lian,
Lang Qian Qiu’ya döndü ve sakin bir sesle konuştu. “Babanı ben öldürdüm; kendi gözlerinle gördün.
İkinci sürgünümün zamanlarına denk geliyordu. Tümüyle hüsranla doluydum ve korkunç bir yanlışlık
yaptım. Benimle birlikte başkalarını da suçlamanın alemi yok. Bu adam tümüyle hile dolu; Prens An
Le’nin ismini lekelemeye çalışmasının tek nedeni, ona bayağı dediğin için intikamını almak istemesi.”
Eğer dışarıdan bu konuşmayı dinleyen birisi olsaydı, tüm bunları komik bulurdu. Bir cinayetin
arkasındaki gerçek suçlu unvanını almak için yapılan bir savaş; duyan da Altın Yaldızlı Ziyafette kan
dökmenin ihtişamlı bir şey olduğu sanırdı. Lang Qian Qiu hala darmadağın bir haldeydi ve zihni
tümüyle bulanmıştı. Başını tuttu ve konuşmadan önce bir süre düşündü. “Doğru… sendin, ve başka
kimse yoktu.”
Kendi gözleriyle görmüştü. O gece, heyecanla Altın Yaldızlı Saray’a koşmuş ancak tek gördüğü şey
siyahlara bürünmüş Baş Rahibin ince bir uzun kılıcı babasının göğsünden çekerek her yeri kanla
yıkaması olmuştu. Ve bir an sonra, babası, Yong An kralı elini ona doğru uzatmış, o sırada hala nefes
alıyordu. Ancak sonrasında koşarak gittiğinde eli gevşek bir şekilde yere düşmüştü.
Bu sırada, hala yerde yatmakta olan Qi Rong aniden konuştu. “Kuzen Veliaht Prens, sen misin?”

Çevirmen: Kae ve Nynaeve


Bölüm 52: Hakikat Mı Hile Mi, Ayırt Etmek Güç
Xie Lian’ın gözleri tekrar Qi Rong’a döndü. Ona bir an baktıktan sonra konuştu. “Qi Rong, görünüşe
göre geçen yıllarda oldukça renkli bir hayatın oldu.”

Sözlerini bitirdiği gibi Hua Cheng üzerindeki sahte deriyi kaldırmıştı. Üç davetsiz misafirin de kimlikleri
ortaya çıkarken Qi Rong’un gözleri irileşmişti. Lang Qian Qiu şaşkındı. “Kuzen mi?”

Öncesinde Qi Rong’un ‘Biz, Xian Le’ dediğini duymuş ve Yeşil Cin’in geçmişte Xian Le Krallığında
yaşadığını olduğunu anlamış olsa bile, Xie Lian ve onun oldukça yakın bir kan bağının olacağı hiç aklına
gelmemişti. Qi Rong Xie Lian’ın yüzüne baktı, ardından onu baştan aşağıya süzdü; merak ve
büyülenmeyle aç bir bakıştı. Gözleri Xie Lian’ın sırtındaki Fang Xin isimli kılıca takıldığında aniden
kahkahalara boğuldu. “DEMEK ÖYLE! DEMEK ÖYLE! FANG XIN SENDİN! SEN FANG XIN’DİN!
HAHAHAHAHAHAH!!!”

Her ne kadar neden güldüğünü anlayamasa da, Lang Qian Qiu’ya içinden bir ses uygunsuz bir şey
olduğunu söylüyordu, öfkeyle konuştu. “Bu kadar komik olan ne?”

“Güvenilir kuzenime gülüyorum, sana ne!” Qi Rong anında hiddetle geri bağırmıştı. “Biraz önce
lordumun aptallığının yüzlerce yılda geliştiğini düşünüyordum. Özür dilerim. Bağışla. Bir işi
öğreneceksen en iyisinden öğreneceksin; ustana bak, bu kadar mal olmana şaşmamalı!” Xie Lian’a
döndü. “Yong An’a gidip Baş Rahipleri oldun ve günün sonunda kendi öğrencin tarafından ölümüne
biçildin, heyecan verici değil mi? Harika değil mi? Bunu hak ettin; kendini aptal yerine koydun!”

‘Aptal’ kelimesini söylediği anda Hua Cheng bir kez daha kafasını yere vahşice vurdu. Qi Rong her
daim utanmaz birisi olmuştu ve nedense Xie Lian’ı görmek onu kat be kat daha çok
heyecanlandırıyordu. Suratı yere çalınmışken bile durmaksızın bağırıyordu. “APTAL! APTAL! APTAL!”

Her kelimesinde, Hua Cheng de kafasını bir kez daha yere vuruyordu. Kanlı bir sahneydi, Xie Lian onu
durdurdu. “San Lang, bırak!”

Hua Cheng sertçe konuştu. “Neden ki?”

Xie Lian. “Önemsiz bir şey, seni üzmesine izin verme. Onun sorunları var ve her biri birbirinden
bıktırıcı. Ben ona göz kulak olurum. Sen sadece otur ve arkana yaslan.”

Nazikçe Hua Cheng’in omzunu okşamaya başladı, Hua Cheng kısık bir sesle en sonunda konuşana dek
uzun bir zaman geçmesi gerekmişti. “Peki.”

Qi Rong başını yerden çıkarttı ve zorla diğer tarafa yuvarlandı. Tükürdü. “Ne diye nazik rolü
yapıyorsun? Eğer onun sahiden bana vurmasını istemiyor olsaydın en başından müdahale ederdin!
Önce önemsemiyormuş gibi davranıyordun şimdi ise ona beni bırakmasını söylüyorsun, kimse sana
büyüklüğün için teşekkür etmeyecek!”

Xie Lian. “Onu ellerini seninle kirletmesin diye durdurdum, sanırım yanlış anladın?”

Qi Rong’un kanlı yüzü bir öfke patlamasıyla aydınlandı, ama hemen sonra tekrar kıkırdamaya başladı.
“Oooo kuzen Veliaht Prens, Hua Cheng’le epeyi iyi anlaşıyorsun. Ben de bu küçük kardeşinin seni
karşılasınlar diye tapınağına yolladığı astlarından neden hiçbirisinin geri dönmediğini oturmuş merak
ediyordum, demek Hua Cheng’le karşılaşmışlar!”

Qi Rong’un onu bulmak için astlarını gönderdiğini Xie Lian hiç bilmiyordu. Aklına Hayalet Festivali
gecesinde Hua Cheng olan karşılaşmaları geldi, görünüşe göre Qi Rong’un astlarıyla ilgilenmek için
Puji Manastırına gitmişti. Xie Lian yanındaki Hua Cheng’e bakmaktan kendini alamadı.
Qi Rong devam etti. “Demek ona ‘San Lang’ diyorsun, cık cık cık, fazla samimi! Kuzen, ünlü bir cennet
mensubusun, nasıl canavarlarla ve iblislerle takılırsın? İtibarını hiç mi düşünmüyorsun? Çok
mükemmelsin sonuçta, çok saf ve kusursuz, tüm ihtişamınla dünyayı aydınlatıyorsun,
hahahahhahaha…”

Üst cennetteki çoğu kişi Mu Qing’in sözlerinin az yada çok alaycı olduğunu düşünürdü, ama dinleyip
kıyaslama yaparlarsa gerçekten alaycı konuşmak neydi anlarlardı. Gerçekte Mu Qing’e hepsi haksızlık
ediyorlardı. Qi Rong sadece konuşmakla da kalmaz, hareketleriyle de katılırdı. Ellerini kalbinin
üzerinde birleştirerek haykırdı. “Kuzen Veliaht Prens, bu küçük kardeşin yıllardır durmadan seni
düşündü. Bak, bu özenle şekillendirilmiş heykelini bile hep yanımda tutuyorum, böylece
kahramanlara yaraşır halin, her sabah kalktığımda gördüğüm ilk şey oluyor. Ne dersin? İyi yapılmış
değil mi? Beğendin mi? Merak etme, eğer beğenmediysen daha bile mutlu olurum, daha da fazlasını
yaparım, hahahahahha…”

Heykelden bahsettiği anda Hua Cheng’in yüzü kararmıştı ve eğer Xie Lian onu tutuyor olmasaydı
çoktan Qi Rong’un yüzüne basardı. Ancak Xie Lian, Qi Rong’un kim olduğunu son derece iyi biliyordu;
deliydi ve ne kadar uç bir tepki alırsa o kadar heyecanlanıyor ve o kadar taşkın davranıyordu. Ters
psikoloji en etkili yöntemdi, bu yüzden Xie Lian sadece sakince gülümsedi. “Fena değil. Özür dilerim
ama işçiliği oldukça aşağı seviyede.”

Beklediği gibi Qi Rong’un yüzü anında düşmüştü, konuşurken artık sesi soğuktu. “Yeter. Eğer eski
sevgim kalmasa ve birkaç heykelini yapmasam, sana kim tapınırdı? Muhtemelen bir kez daha
yükselebilmek için dizlerin kırılana dek sümüklerini akıta akıta Jun Wu’ya sızlanır, ayaklarına
kapanırdın. Cennete git ve kendin gör, senden daha asil olmayan tek bir cennet mensubu var mı?
Sadece iki yüz yıllık bir mensup bile senin tepene biner. Sekiz yüz yaşındasın aşağı yukarı, ama daha
sadece buralara gelebildin. Tam bir başarısızlık örneği.”

Xie Lian gülümsedi. “Evet başarısızlık örneğiyim, kendisi sekiz yüz yılda çoktan ‘Yıkım’ seviyesine
ulaşabilen kuzenimin aksine.”

Xie Lian Qi Rong’un moralini nasıl bozabileceğini çok iyi biliyordu. Yanındaki Hua Cheng küçümser bir
kahkaha attı ve Qi Rong’un yüzü karardı. Karşısındaki üçlüye baktıktan sonra aniden konuştu. “Bak şu
işe… anlaşmazlıklarımızı çözelim diye bugün Hua Cheng’e bana bulaşması için yalvardın mı?”

Xie Lian geriledi ve bir an için şu anda nasıl göründüklerini düşündü, sahiden karşı çıkamıyordu.

Qi Rong devam etti. “Şu haline bak. Sana karşı ters bir kelime ettiğim anda, çat! Bak nasıl kızıyor.
Halendeki kutsal ışık onu kör mü etti? Sikik tanrım, unutmuşum! Zaten bir gözü kör değil miydi?
HAHAHAhahahaha…”

Kahkahası dinemeden gözleri tekrar kararmıştı ve yanakları acıyla sarılmıştı, ağzındaki kanı silerken –
bir yumruk daha indi! Ancak yumrukları atan kişi Hua Cheng değildi, Xie Lian’dı.

Xie Lian’ın yumruğu gözün görebileceğinden çok daha hızlı inmişti, soğuk bir sesle konuştu. “Geçmişte
sana hiç vurmamış olmam, bundan sonra hiç vurmayacağım anlamına gelmez.”

Yumruğu sertti ve Qi Rong tekrar ses çıkartabilene kadar uzun bir süre geçmesi gerekmişti. Uyuz bir
köpek gibi yerde yatıyor, kıkırdarken yumruklarıyla yeri dövüyordu. “Kuzen Veliaht Prens, bana
vurdun! Bana sahiden vurdun! Cennet adına, bizim asil, nazik, şefkatli, merhametli, küçücük bir
karıncaya dahi basmaya korkan veliaht prensimiz, gerçekten sinirlendi ve bir yumruk savurdu!
İNSANLARA VURUYOR! İNANILMAZ! MUHTEŞEM!!!”
İnanılmayacak kadar heyecanlıydı, sevinçten deliriyordu. Lang Qian Qiu hayatında daha önce hem
sözleriyle hem hareketleriyle bu kadar deli birisini görmemişti ve sırf bu haline şahit olmak bile
şaşkınlıktan donakalmasına neden olmuştu. Mırıldandı. “O… O deli mi?”

Xie Lian Qi Rong’un deliliğini görmeye alışkındı, bu yüzden çok kafa yormadı. “Kendin duyuyorsun. O
deli. Kalbi ve zihni dengesiz bir halde bu yüzden söylediği hiçbir şeye güven olmaz.”

Qi Rong’un kahkahası aniden durdu. Yüz ifadesini bir anda toplamış dudak büküyordu. “Benim
psikopat olduğumu söylemekte bu kadar acele etme. Sormama izin ver, Prens An Le nasıl öldü!?”

Bu Hua Cheng’in ona sorduğu soruydu ve şimdi kendisi Xie Lian’a sormuştu. Lang Qian Qiu’nun ilgisi
bir anda tekrar odaklanmıştı.

Xie Lian’ın kalbi bir an parçalandı, hemen cevap vermedi. Qi Rong ise yavaşça kendisini kaldırdı ve diz
çöken heykele yaslanarak oturdu. “An Le öldükten sonra incelemek için cesedini açtım ve çok güçlü
bir kılıcın titreşimleri tarafından iç organlarının paramparça edildiğini gördüm, bu yüzden dış
tarafında hiçbir yara olmadığı halde kan kaybından ölmüştü. Bu sıradan bir kılıç ustasının yapabileceği
bir şey değildi. İlk başta Yong An haydutlarının tuhaf bir tür kiralık katil tutarak An Le’nin ölümünü
hastalık olarak göstermeye çalıştıklarını sanmıştım. Ama şimdi düşününce, böyle bir şeyi yapabilecek
birisi daha var ve bu kişi adaletin savunucusu güvenilir kuzenimden başkası değil. Sonuçta, Çiçek Taçlı
Savaş Tanrısı, Ekselansları Veliaht Prens kutsal, saf, biricik, cennetin dağlarındaki kar beyazı bir
nilüfer…”

Hua Cheng üzerine bastı ve Qi Rong acınası bir halde ciyakladı. Lang Qian Qiu başı çatlayacak gibi
hissediyordu; başını tuttu, gözleri kızarıklıklarla çizgilenmişti. “Kapa çeneni! Bana sadece bildiklerini
anlat! Gerçek katil kim? Altın Yaldızlı Ziyafette neler oldu? Ve Prens An Le’ye ne oldu? NE OLDU???”

“Lang Qian Qiu sen neden hala bu kadar şaşkın görünüyorsun?” Qi Rong devam etti. “Ben bile olanları
aşağı yukarı anladım. Görünüşe göre ustanın nasıl birisi olduğunu hiç anlamamışsın! Gel, gel, gel,
bırak canım kuzenimi senin için açıklayayım: önceden Xian Le’nin veliaht prensiydi, sonra Yong An’ın
Baş Rahibi oldu ve sana beş yıl boyunca kılıç kullanmayı öğretti…”

Daha sadece birkaç kelime etmişti ama Xie Lian kılıcına uzandı, ama o daha ileri atılamadan Lang Qian
Qiu’nun uzun kılıcı önüne geçti. “Bırak konuşsun!”

“Deli olduğunu biliyorsun ama yine de hasta sanrılarını dinliyorsun!”

Fang Xin savruldu ve her ne kadar ince bir kılıç olsa da şok dalgası neredeyse Lang Qian Qiu’nun uzun
kılıcının elinden düşmesine neden olacaktı. Ama tam bu sırada gümüş kıvrılmış bir bıçak Fang Xin’e
engel oldu, kılıca takıldı ve bir kenara çekti. Xie Lian irkildi ve haykırdı. “San Lang!”

Qi Rong, Xie Lian’ın onun konuşmasına ne kadar istemediğini ve Lang Qian Qiu’nun gerçek hikayeyi
duymasına ne kadar çaresizce engel olmaya çalıştığını fark etmişti, bu yüzden fırsattan istifade ederek
tam tersini yaptı. “Prens An Le iyi bir Xian Le çocuğuydu, son derece sadıktı! Benim talimatlarıma
uydu ve seninle sahte bir arkadaşlık kurdu ama senin ustan, onu Altın Yaldızlı Ziyafette Yong An fare
çukuru temizlerken buldu, bu yüzden An Le kaçmak zorunda kaldı. Sen Altın Yaldızlı Ziyafete gittin,
neler olduğunu gördün ve Baş Rahip Fang Xin krallığın en çok aranan adamı oldu. Önceki hikaye
buydu, tek bir kelime bile yalan değil…”

Xie Lian birkaç kez ağzını kapatmak için öne çıkmaya çalıştı ama her seferinde Hua Cheng onu
durdurdu. Xie Lian tekrar ağlarcasına haykırdı. “San Lang!” Ancak Hua Cheng tek bir kelime dahi
etmeden Xie Lian’a engel olmaya devam etti.
Xie Lian atılmaya çalıştıkça Qi Rong’un dudakları da daha hızlı hareket etmeye başlıyordu. “Benim aziz
kuzenim kendi gözleriyle Xian Le insanlarının cinayet işlediğini görünce, aklından muhtemelen: Bu
nasıl olur? Bu doğru değil! Diye geçti. Bu yüzden Prens An Le’ye muhtemelen bir ders vermek için
yanına gitti ama onu bulduğu zaman – aman TANRIM ne fark etti dersin? An Le’nin esas planını!
Sadece birkaç haydudu öldürmek değildi niyeti! Kuzenimin onu eğitebilmesine imkan yoktu, bu
yüzden kalbini taşlaştırdı ve kendi kraliyet ailesinin kanından kalan son kişiyi kendi elleriyle öldürdü! –
Sonrasında sen ustanı yakaladın ve ölüsünü bir tabuta çiviledin ve böylece de kuzenimin Baş Rahip
olarak geçirdiği görkemli günler sona erdi. Kuzen, yanılıyor muyum?”

Qi Rong heykelin ayaklarının dibine bir ağız dolusu kan tükürdükten sonra devam etti. “Seni çok iyi
tanıyorum. Böyle boklar yemeye bayılırsın. Yukarıdaki atalarımız, bakın iyi torununuz nelere kadir!
Xian Le Xie ailesi her şeyini kaybetmekle kalmadı, tüm soyu kurudu! XIE LIAN! UĞURSUZ YILDIZ,
TALİHSİZLİK TANRISI! SENİN VAR OLUŞUN XIAN LE’NİN EN BÜYÜK FELAKETİ! NEDEN ÖLMÜYORSUN?
YAŞAMAYA DEVAM EDECEK KADAR YÜZSÜZ MÜSÜN???”

Lang Qian Qiu. “Ama kendi gözlerimle babamı kılıcıyla öldürdüğünü gördüm! Bunu nasıl
açıklayacaksın?”

Qi Rong cevapladı. “Sikik üst düzey gözlerinin içine su kaçıp görüşünü bulandırmadıysa o zaman
aklıma sadece tek bir sebep geliyor: Yaşlı moruğunu bıçaklayan An Le’ydi, ama herif ölmedi.”

“O… O son darbeyi mi vurdu?”

Qi Rong uludu. “Ne diyorsun sen! Benim iyi kuzenim nazik bir ruhtur, nasıl son darbeyi indirir? Oraya
vardığı zaman muhtemelen hemen saldırmamıştır, önce zavallı adamı kurtarmak için biraz şov bile
yapmıştır. Ama, heh, yaşlı moruğun muhtemelen kendi kendisini öldürmüştür.”

Lang Qian Qiu emreder bir sesle. “Ne demek kendini öldürmüştür?”

Qi Rong sordu. “Katledilmenin eşiğinden dönen birisi ilk olarak ne yapar? Altın Yaldızlı Ziyafette
onlarcasını katledildiğini gördükten sonra senin ilk tepkin ne oldu?”

Lang Qian Qiu hala tam olarak çıkarım yapamamıştı. “…Katili bulmak.”

“YANLIŞ!” Qi Rong haykırdı. “Benim iyi kuzenim senin moruğu kurtardıktan sonra, daha aldığı ilk
nefesle söylediği cümle muhtemelen: ‘Çabuk! Baş Rahip! Bunları Prens An Le yaptı! Git Prens An Le’yi
öldür’ oldu. Hayır, hayır, hayır sadece bu da değil, muhtemelen daha beterini söylemiştir, mesela:
‘Baş Rahip! Qian Qiu’yu getir! Herkesi çağır! Xian Le halkının hepsinin yok edilmesini istiyorum!
Hepsinin geberip gitmesini istiyorum!!!”

Çaresizlik ve öfkeli ses tonu taklidi kulaklarını tırmalıyordu ve Lang Qian Qiu her an biraz daha
soluyordu. Qi Rong devam etti. “Eğer o anda ölmediyse bile, moruk bütün haydut akrabalarının
gözleri önünde öldürüldüğünü görmüştü. Er yada geç Xian Le insanlarına saldıracaktı. İyi ustan bunu
fark etti, seçeneklerini değerlendirdi ve karar verdi, hayır, moruğu kurtaramazdı, bu yüzden BAM ve
yaşlı adamın kalbi durur. Benim iyi kuzenim böyledir, asla kötülük düşünmeyen bir aziz, her zaman
başkalarına zarar veren ve kendisini yaralayan boklar yer; her iki tarafı da memnun etmek istemişti
ama kimseyi memnun edemedi, hehehe, hahaHAHAHAhaha…”

Çevirmen: Nynaeve

Not: Bu arada son birkaç bölümdür alakasız cümlelerle karşılaşıyorum, orijinalinden kontrol ediyorum
ama tabi Çince bilmediğim için Google Translate kullanarak mantıklı bir şeyler çıkartmaya çalışıyorum.
O kadar farklı anlamlar çıkıyor ki… Ya çevirmen novel’ın farklı bir versiyonundan çeviri yapıyor ya da
arada iyi saçmalıyor. Henüz çözemedim.
Bölüm 53: Hakikat Mı Hile Mi, Ayırt Etmek Güç
Xie Lian bağırdı. “Qi Rong, kapa çeneni!”

Lang Qian Qiu başını sinirli bir şekilde çevirdi. “Neden susacakmış? Söyledikleri doğru diye mi? Altın
Yaldızlı Ziyafette, sen de An Le de saldırdınız, biriniz tüm ailemi katletti diğeriniz babama ölümcül
darbeyi vurdu. Hepiniz bana yalan mı söylüyorsunuz?!”

Xie Lian aceleyle cevapladı. “Onu dinleme-” Qi Rong sözünü kesti. “ELBETTE HEPSİ YALAN! Çok
aptalsın, senden başka kim inanırdı ki? Eğer şans eseri planlarımız bozulmasaydı, Xian Le seni daha on
iki yaşında bir bebekken gebertecekti, onun yerine lüks içinde büyüdün ve yükseldin!”

“On iki mi?” Lang Qian Qiu tekrarladı. On iki yaşındayken başına gelen en büyük olay kaçırılması ve
Xie Lian tarafından kurtarılmasıydı. Emreder bir tonla konuştu. “O sene sarayı basarak beni kaçıran
haydutları Xian Le mi göndermişti?”

“E yani!” Qi Rong cıkladı. “Sıradan suikastçılar yüzlerce kraliyet muhafızının koruduğu bir veliaht
prensi kaçırabilir mi sanmıştın? Lütfen. Bu konuda An Le’ye yardım eden bendim.”

Lang Qian Qiu başını salladı. “Yardım mı ettin? Peki. Anladım. Demek tüm dostlarım yalandı. Xian
Le’nin insanları asla dostluğumu önemsemediler. Senin Prensin An Le’nin asla iyi bir niyeti olmadı,
onun yerine hayatımızı almanın peşindeydi.”

Xie Lian’a döndü. “Demek bana söylediğin her şey yalandı.”

Qi Rong şaşırmış taklidi yaptı. “Gel, gel, çabuk, benim kutsal kuzenim sana neler dedi hemen anlat!”

Lang Qian Qiu onu duymazdan geldi ve Xie Lian’a hitaben konuşmaya devam etti. “Yong An ve Xian Le
aslında tek bir ulustur demiştin; kraliyet aileleri arasında ne olursa olsun halkı birdir demiştin. Eskiden
tek bir aileydik ve bizim neslimizden gelecek olanlardan sonra ilişkiler iyileşecek. İnsanlar mutlu
olduğu sürece kraliyet ailesinin adının ne olduğu önemli değil ve her iki tarafta kinlerini bırakıp
zamanla birleşecektir demiştin. Hepsi yalandı. Hepsi saçmalık, boş laflar, yalanlardı!”

Xie Lian’ın duymaktan en çok korktuğu şey buydu. Hemen bağırdı. “Hayır! Yalan değildi! Düşün: senin
hükmün altındayken sahiden değişimler olmadı mı?”

Lang Qian Qiu dudaklarını sımsıkı kapattı ve nefesini tuttu. Xie Lian devam etti. “İyi idare etmemiş
miydin? Xian Le’nin hayatta kalan halkı Yong An’ın insanlarıyla barış içinde yaşamadı mı? Gittikçe
daha az çekişme ve isyan olmadı mı, nasıl yalan olur?”

Bir anlık bir sessizlik olmuştu ve Lang Qian Qiu’nun yanaklarından yaşlar boşaldı. “Ama… peki ya
ailem? Yong An ve Xian Le’yi birleştirmek onların en büyük hayaliydi, bu yüzden An Le’ye senin
soyundan gelen son kişi olduğu için prens unvanını verdiler. Dilekleri yerine geldi, peki ya onlara ne
oldu?”

Qi Rong cıkladı. “Amma ağlak, tıpkı aziz kuzenimin bir zamanlar olduğu gibi! Babacığın ve annecin için
gelmiş ağlıyorsun; ben daha senin atalarını KENDİ annem ve babam için yeterince taciz edemedim!
Siktiğimin Yong An’ıyla Xian Le’yi birleştirmek onların dileği miydi? Ne kadar hoş sözler. An Le, An Le;
önce yerleş, sonra keyfini sür, sırf söylemiyorum diye siz Yong An köpekleri ömürlerimizin sonuna
kadar Xian Le’nin kafasına basa basa yürüyebileceksiniz mi sanıyorsun?”
*ÇN: An Le (安樂) // An (安): ‘Güvenli’, ‘Barış’, ‘Yerleşmek’. Le (樂): ‘Mutluluk’, ‘Keyif’.
Qi Rong kafasına göre anlamlar çıkartmış. Sanırım kastettiği: “Önce gel ülkemizi gasp et, sonra ‘aman da barış yapalım’ de” gibi bir şey??
Ama çok anladığımı söyleyemiycem.

Xie Lian sinirle bağırdı. “QI RONG, KES ŞU DELİLİĞİ!”


Diğer yandan Lang Qian Qiu ise hala gözlerinden yaşlar süzülürken Qi Rong’a bakıyordu. “Hanemin
katledilişinin arkasındaki beyin sen miydin? Altın Yaldızlı Ziyafetteki komplonun da?”

Qi Rong kıs kıs güldü. “Evet, bir kısmı benim işim. Bir kısmı da An Le’nin. Ve senin efendinin! Biz üç
Xian Le insanı, hepimiz kendi rolümüzü oynadık. Hahahahaha…”

Aniden kahkahasının ortasında, Lang Qian Qiu’nun uzun kılıcı ansızın aşağıya uzandı ve saldırdı. Qi
Rong ciyakladı ve tüm bedeni ikiye bölünmüştü!

Beklenmedik bir kanlı sahneydi, bedenin alt yarısı yerde yuvarlanırken üst yarısı haykırdı. “ACIMIYOR!
ACIMIYOR! BİRAZ BİLE ACIMIYOR! KUZENİM VELİAHT PRENSİN YUMRUĞUNA KIYASLA, SEN BİR
HİÇSİN! HAHAHAHAHAHA!”

Lang Qian Qiu tek kelime etmedi, kafasını yakaladı ve havaya kaldırdı. Qi Rong hala hakaretler
yağdırmakla meşguldü, ama Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun yüz ifadesinde bir tuhaflık olduğunu fark
etmişti ve aceleyle konuştu. “Qi Rong, eğer yaşamak istiyorsan konuşmayı kes!”

Xie Lian her zaman karşısındakine nazik bir saygıyla yaklaşırdı, ancak Qi Rong normal bir şekilde
konuşulacak birisi değildi; bunu biliyordu, o yüzden onunla her konuşması gerektiğinde Xie Lian hiçte
nazik davranmaz ve farkında bile olmadan kaba birisine dönüşürdü.

Lang Qian Qiu, Qi Rong’un üst bedenini sürükledi ve büyük, kaynayan, kabarcıklar çıkartan kazana
geldi. “Bu kazanı normalde insan pişirmek için mi kullanırsın?”

Etrafta sürüklenirken Qi Rong’un kanlar akan bedeni yere kandan kalın bir çizgi çekmişti. “Evet,
n’olmuş?”

Tek kelime etmeden Lang Qian Qiu onu bıraktı.

“AAAAAAHHH HAHAHAHAHAHA ---”

Qi Rong’un çığlık mı attığını yoksa güldüğünü mü ayırt etmek çok güçtü, ve kazana bırakıldığı anda
bedeni anında yanmış ve pelteye dönene dek kaynamıştı. Xie Lian böyle bir şeyi hiç beklememişti,
gözbebekleri küçülürken, farkında olmadan bağırdı. “QIAN QIU!”

Lang Qian Qiu sert bir sesle cevapladı. “Ne? Yeşil Cin Qi Rong kaç kişiyi yedi? Ona pişmenin nasıl bir
his olduğunu öğretmemize izin yok mu? O hanemi katleden bir düşman, ona acı çektirmeye iznim yok
mu???”

Elbette vardı. Bu yüzden Xie Lian hiçbir şey söylemedi, söylemeye hakkı yoktu. Ancak ölümlü bir
krallığı veliaht prensiyken veya cennette doğunun savaş tanrısıyken, Lang Qian Qiu hiç böylesine vahşi
bir şey yapmamıştı. Savaşırken her zaman doğrudan saldırırdı ve asla zulme başvurmazdı. Bu
davranışı Xie Lian’ın tanıdığı Lang Qian Qiu’ya hiç benzemiyordu.

Kaynar suya atıldıktan ve bir süre piştikten sonra Qi Rong’un üst bedeni daha fazla insan formunu
koruyamamış, bazı yerlerinden kemikler fışkıran et ve deriden oluşan bir yığına dönüşmüştü, korkunç
bir sahneydi. Yine de halinden oldukça memnun görünüyor ve hala kahkahalar atıyordu. “Tebrikler
kuzen! Şu harika öğrencine bir bak! Kanatları güçlendi! Acımasız ve nasıl işkence edeceğini biliyor!”

Lang Qian Qiu tekrar elini serbest bıraktı ve Qi Rong bir kez daha kaynayan kazana gömüldü. Bu kez
düştüğünde kemikleri bile kaynayan sıvının içinde çözünmüş gibiydi. Qi Rong bir kez daha yüzeye
çıkamadı, sadece yeşil giysilerden arta kalan birkaç parça suda süzüldü. Bir süre sonra, hala onu
göremeyince Xie Lian istemsizce seslendi. “Qi Rong!”
Bir zamanlar kuzeni veliaht prens hakkında susmak bilmeyen, onu putlaştıran ve her hareketini öven
küçük kuzeni… Ancak Xian Le Krallığı düştükten sonra tamamen delirmişti. Tüm tapınaklarını yakmış,
saraylarındaki kutsal şeylere saygısızlık etmiş ve her yere diz çökmüş veliaht prens heykelleri koymayı
görev bilmişti. Xie Lian’ın acı çekmesi için her şeyi yapardı. Xie Lian bu davranışlarına katlanmak ve
başkalarının olaya dahil olmasını engellemek için elinden gelen her şeyi yapmıştı; en sonunda
dayanamayacak noktaya geldiğinde, tek yapabileceği şey uzaklaşmak ve gözlerden, düşüncelerden
ırak kalmak olmuştu.

Ardından yıllarca haber alamayınca Xie Lian onun öldüğünü düşünmüştü. Bunca yıl geçtikten sonra
geçmişteki bu kişiyle, kendisininkine benzeyen o yüzle karşılaşacağını nereden bilebilirdi? Şu anda
geçmişe özlem mi duyduğunu yoksa pişman mı olduğunu bilmiyordu. Sonuçta Xian Le’nin kraliyet
hanesinden geriye sadece ikisi kalmışlardı. Ama gözleri önünde ölmeden önce kuzenini uzun yıllar
boyunca hiç görmemişti ve üstüne cezalandırmak için sopa bile kullanamayan Lang Qian Qiu
tarafından acımasızca öldürülmüştü. Çok kısa bir zaman aralığında çok fazla şey olmuştu, Xie Lian
henüz daha düşüncelerini toplayamamıştı bile, berbat bir haldeydi. Lang Qian Qiu başı öne eğilmiş bir
şekilde kazanın yanında doğruldu, konuşmuyordu. Tam bu sırada Hua Cheng konuştu. “Ölmedi.”

Lang Qian Qiu başını kaldırarak ona baktı. Hua Cheng devam etti. “Sahiden intikamını aldığını mı
sanmıştın? Sayısız kopyasından birini öldürdün sadece. Eğer onu tümüyle yok etmek istiyorsan,
küllerini bulmak zorundasın.”

Lang Qian Qiu soğuk bir sesle. “Hatırlattığın için teşekkürler. Onu kendi ellerimle yakalayacağım ve
küllerini saygın annem ve babamın onuruna saçacağım. Bu gerçekleştiğinde gelip seninle yarım kalmış
meselemizi halledeceğiz. Baş Rahip, kaçabileceğini düşünme!”

Sözlerini bitirirken uzun kılıcını sıkmış ve savurmuştu, kazan parçalanırken aniden arkasını dönerek
yürümeye başladı. Kaynar su kazandan sıçradı ve kemiklerle dolu sıvı yere saçıldı. Xie Lian peşinden
gitmek istiyordu ama işe yaramayacağını biliyordu.

Adımının ortasında durdu, olduğu yerde duruyor, konuşamıyordu. Hua Cheng yanına geldi. “Gerçeği
yeni öğrendi, bu yüzden en iyisi kendi başına kalması ve sakinleşmesi.”

Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Neden gerçeği bilmesi gerekiyordu? Gerçeğin ne önemi var?”

Hua Cheng cevapladı. “Çok önemli. Senin ne yaptığını ve ne yapmadığını bilmesi gerekiyordu, ve
neden yaptığını.”

Xie Lian dalgın bir şekilde döndü ve soğuk bir sesle konuştu. “Her şeyi bilmesinin ne faydası var? Daha
az insanı öldürdüm diye suçum daha mı az artık? Her şey artık daha mı kolay??”

Hua Cheng cevap vermedi. Xie Lian’ın göğsü patlamaya hazır bir öfkeyle yanıyordu ve kime kızacağını
bile bilmiyordu. “Ve ne zorluğu çekmişim? Majesteleri her zaman iki halkı birleştirmek istemişti, onu
ben öldürmedim mi? Prens An Le ailemin kanından gelen son kişiydi, onu ben öldürmedim mi? Ne
olursa olsun suç bende, bütün suç benim üstüme kaldıysa ne olmuş yani? Korkulacak ne var? Ne
yaparsa yapsın ölemem zaten! Bunu ben yaptım. Ben uğursuzluk getiriyorum. Prens An Le’yi, Qi
Rong’u ve tüm Xian Le ulusunu mahvettim. Hepimizden nefret edeceklerine sadece benden nefret
etseler olmaz mıydı? Sadece ona öğrettiğim her şeyin yanlış olduğunu düşünse ve bu boş saçmalıkları
bilmese olmaz mıydı?”

Hua Cheng onu sessizce izliyordu, tartışmadı. Bir süre birbirlerine baktılar ve aniden Xie Lian elleriyle
yüzünü kapattı. “Özür dilerim, özür dilerim San Lang. Kendimde değilim. Özür dilerim.”

Hua Cheng. “Önemli değil. Hata bende.”


“Hayır, senin hatan değil. Bu benim problemim.” Xie Lian yere çöktü ve oturdu, başını tuttu. “Felaket.
Korkunç bir felaket.”

Bir an sonra Hua Cheng de yanına oturdu. “Doğru olanı yaptın.”

Xie Lian başını tuttu ve hiçbir şey söylemedi. Hua Cheng devam etti. “Yong An Kralı, Xian Le halkından
kalanları korumak için öldürüldü. Prens An Le iki ulusun tekrar düşman olmaması için öldürüldü. En
sonunda Lang Qian Qiu’nun ellerinde ölerek, katil adaletle yüzleşti. Yüzlerce yıllık barış için üç hayat
verildi, değer. Ben de aynısını yapardım. Beni dinle.” Sesi katıydı, bir parça bile şüpheye yer yoktu.
“Doğru olanı yaptın. Kimse senden daha iyisini yapamazdı.”

Xie Lian sessizdi. Bir süre sonra en sonunda konuştu. “Doğru olanı yaptığımı sanmıyorum.” Yavaşça
yüzünü kaldırdı. “Nazik birisinin böyle bir sonla yüzleşmesinin doğru olduğunu düşünmüyorum.

“Yalan da olsa, Qian Qiu’nun Xian Le’ye karşı olan iyi niyetinin karşılıklı olduğunu düşünmesini
istemiştim. Doğru davranışın sonsuz kapılar açacağını düşünmesini… Şimdi ise ona söylediğim her
şeyin yalan olduğunu düşünüyor, inandığı yer şeyin yalan olduğunu, bir aldatma olduğunu. Hepsinin
saçmalık olduğunu! Ben sadece…” Sağ elini kaldırdı ve eline bakarak konuştu. “…kimsenin benim
yaşadıklarımı yaşamasını istemiyorum.”

Hua Cheng sessizce dinledi. Xie Lian söylediği sözler nedeniyle utanmıştı ve tekrar özür diledi. “Özür
dilerim. Ama şu dünyanın haline bir bak. Yong An’ın ilk birkaç nesli şiddet ve zulümle hüküm sürdü,
ama hiçbiri korkunç şekilde can vermedi. Ama sıra Lang Qian Qiu’nun sadece iyilik yapmak isteyen
ailesine gelince…”

Yong An Kralı onu Baş Rahip pozisyonuyla onurlandırmış ve ona olabilecek en saygılı şekilde
davranmıştı. Yaşamı sona ererken, o güvenin kaybolduğuna dair hiçbir işaret olmadan ölmüştü. Xie
Lian’ın gözleri odaksız bir şekilde uzaklara bakıyordu, fısıldadı. “Unutamıyorum… kılıcım ona
saplanırken yüzündeki o ifadeyi…”

Hua Cheng yumuşak bir sesle. “Unut. Qi Rong ve Prens An Le’nin suçuydu.”

Xie Lian başını iki yana salladı ve ardından dizlerine gömdü, sesi çok yorgundu. “Ve her şey tam da
yolundaydı.”

Lang Qian Qiu’nun babası ilk tahta geçtiğinde, verdiği ilk emir Xian Le’nin insanlarına zulmetme
geleneğine son vermek olmuştu. Xian Le ve Yong An insanları en sonunda, ilk kez gerçek bir barış
ortamına kavuşmuşlardı; en sonunda değişim rüzgarları esiyor, en sonunda birleşmeye dair bir işaret
vardı, en sonunda tüm anlaşmazlıklar geride kalabilirdi, ve Prens An Le, Altın Yaldızlı Ziyafeti kanla
yıkamak için o zamanı seçmişti.

O gece Prens An Le’yi bulmak için kaçtığında, normalde onu sorun çıkarmaması için uyarmayı
planlamıştı. Ancak kraliyet hanesinin son oğlu, onun gerçekte kim olduğunu anlayınca, onu yakalamış
ve kendisinin büyük intikam entrikalarına ve krallıklarının tekrar kuruluşuna katılmasını istemişti.
Gözleri tutkuyla alev alevdi, sesi heyecanla doluydu; ilk yemini Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmekti,
ardından Lang Qian Qiu’yu yok etmek ve Yong An’ı yıkmak. İki halk arasındaki dostluğu yıkmak
anlamına gelse bile yapacaklardı; Xian Le’den kalan tüm insanların yaşamları pahasına olsa bile; tüm
Yong An’ı, soylularını ve halkını, cehennemin derinliklerine göndermek anlamına gelse bile.

Ama en sonunda, ölenler ölmüştü, katiller katildi. Nedeni ne olursa olsun, zorlayıcı neden ne olursa
olsun, gerçekten tüm ayrımlara son vermek isteyen saygıdeğer bir kralı kendi elleriyle öldürdüğü bir
gerçekti ve bu dünyadaki kendi kanından gelen son kişiyi.
Bu yüzden tüm suç ondaydı.

Çevirmen: Nynaeve

Not: Xie Lian’ın Lang Qian Qiu’yu terslemesine kızan arkadaş hala burada mı :P
Bölüm 54: Yamyamlık Mağarasında İblis Kral Cennet Mensuplarıyla Yüzleşiyor
Xie Lian diz çöken heykelle yüzleşmek için başını çevirdi. “Qi Rong bir konuda haklıydı. Ben bir
başarısızlık örneğiyim.”

“Onun gibi gereksiz bir pisliğin ağzından çıkanlara inanmam.” Hua Cheng nazik bir tonla devam etti.
“Ölmemek ve kaçmak konusunda iyi olması dışında, başka hiçbir özelliği yok. Sekiz yüz yılda ‘Yüce’
seviyesine bile yükselemedi. Onu dövmek bile insanın sadece elini kirletir.”

Xie Lian’ın dudakları istemsizce yukarı kıvrıldı, kendisi de aynı durumda değil miydi? Sadece ölmemek
ve kaçmak konusunda iyiydi, sekiz yüz yıl geçmesine rağmen, sadece bu noktaya gelebilmişti ki bu da
hiçbir şeydi.

İlk başta Lang Qian Qiu’nun doğunun savaş tanrısı, yüksek seviyedeki bir cennet mensubu olduğu
halde hala eski kişiliğini, dürüst karakterini, sıkıcı toplantılarda uyuyakalma alışkanlığını koruduğu
halde görünce çok rahatlamıştı. Ancak bundan sonra, nasıl değişeceğini kim bilebilirdi? Qi Rong’u
kovalamak için arkasından gitmişti, bu iş bittikten sonra; Xie Lian’la olan meselesini nasıl bitirecekti?

Xie Lian ayağa kalktı ve yavaşça heykele doğru yürüdü. Başı önde, heykelin önünde durdu; heykelin
yüzü kendisininkine çok benziyordu, sadece ek olarak hüzünlü bir ifadesi vardı, yüzü yaşlarla doluydu,
kırış kırış ve çirkindi. Bir an baktıktan sonra Xie Lian iç çekti ve elini heykelin kafasına uzattı, güçlü bir
darbe indirdi.

Elini geri çektiği zaman, heykelin yanaklarında iki uzun çatlak oluştu ve kısa bir süre sonra ağlayan yüz
paramparça oldu. Heykel çöktü ve küçük taş parçalarına bölünerek yere düştü, bir daha asla
onarılamazdı.

Xie Lian tekrar döndüğünde, her zamanki nazik ve huzurlu ifadesi yüzüne geri dönmüştü. Alnını
ovaladı. “Qi Rong’un ininde muhtemelen hala pek çok insan var, gidip onları bulup serbest
bırakacağım.”

Hua Cheng de ayağa kalktı. “Gidelim.”

Biraz önceki kargaşada, Qi Rong’un inindeki tüm küçük yeşil fener iblisleri kaçmışlardı ve gölgelere
saklanmış olanlar da ortaya çıkmaya korkuyorlardı. İkisi her yeri aradılar, yol üstünde şanssız birkaç
küçük iblisi yakalayarak onları yol göstermesi için zorladılar ve ‘taze yemek saklamak’ için kullanılan
pek çok mağara buldular. Kabaca Qi Rong’un tüketmek için yakaladığı insan sayısı üç yüzden fazlaydı;
ya yakın köylerde yaşayan insanlar ya yolculardan oluşuyorlardı.

Dolaşırken pek çok zindanı açtılar, tutukluların hepsini azat ettiler. Görevleri sayesinde Xie Lian da
kafasındaki düşünceler uzaklaşmış ve sakinleşmişti. Herkesi serbest bıraktıklarından emin olduktan
sonra Hua Cheng’le sohbet edecek vakti dahi vardı, bir süre gidip geldiyse de en sonunda sormaya
karar vermişti. “San Lang bu arada, sana bir şey sormak istiyordum.”

Hua Cheng. “Nedir?”

Xie Lian sordu. “Qi Rong’un Altın Yaldızlı Ziyafet komplosunun arkasındaki kişi olduğunu nereden
biliyordun?”

İlk başta Hua Cheng’in neden o ve Lang Qian Qiu’yu Yeşil Cin’in inine getirdiğini hiç anlamamıştı, ama
şimdi biliyordu. Hua Cheng, Lang Qian Qiu’nun Altın Yaldızlı Ziyafet hakkındaki gerçekleri bizzat Qi
Rong’un ağzından duymasını istemişti.
“Qi Rong benim Fang Xin olduğumu bilmiyordu. Eğer bilseydi, en başından üzerime gelirdi. O
zamanlar ben de her ne kadar Xian Le’nin eski soylularının bir şeyler planladığını biliyor olsam da
arkasındaki esas kişinin Qi Rong olduğunu bilmiyordum. Sen nereden öğrendin? Ne zamandır
biliyorsun?”

“Çok uzun zamandır değil.” Hua Cheng elini salladı ve yanında yürümeye başladı. “Qi Rong’la birkaç
kez karşılaştım ve nasıl birisi olduğunu öğrendim. Qi Rong hayattayken Xian Le’dendi ve Yong An’a
karşı derin bir kin güdüyordu. Kışkırtmak konusunda oldukça başarılıydı, her alevi güçlendirmesini ve
uydurma sanatını çok iyi biliyordu. Yong An soylularına karşı planlanan pek çok büyük suikast
girişiminin arkasında o vardı ama iyi gizlemesini bilmişti.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Demek geçmişi oldukça kabarıkmış. Neyse ki saklamak konusunda
oldukça başarılı, eğer Cennet tüm o ölümlüler arasındaki çekişmelerde parmağı olduğunu öğrenseydi,
ona asla merhamet edilmezdi.”

Hua Cheng. “Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmek tam onun yapacağı bir iş. Bu yüzden de her zaman
planı yapan kişinin o olduğunu düşünmüştüm, Baş Rahip Fang Xin’in ise onun kuklası olduğunu. Ama
üst cennette Lang Qian Qiu senin Baş Rahip Fang Xin olduğunu açıkladıktan sonra, Fang Xin ile Qi
Rong’un asla birlikte çalışmayacağını düşündüm.”

Xie Lian’ın adımları yavaşladı. Görünüşe göre Hua Cheng her ne kadar cennette bulunmasa da Büyük
Savaş Salonunda olup biten her şeyden haberdardı. Ve sadece bu da değil, aynı zamanda Xie Lian ile
Qi Rong arasındaki kişisel ilişki konusunda da oldukça bilgiliydi.

Hua Cheng devam etti. “Yine de Qi Rong’un planı yapan kişi veya en azından tüm bunları başlatan kişi
olduğundan emindim. Xian Le’den kalan insanların hayatları Lang Qian Qiu’nun babası tahta çıktıktan
sonra iyi bir yönde ilerlemeye başlamıştı ve artık düşen krallıklarının intikamını almayı
düşünmüyorlardı bile. Böyle bir durumda bile olayın peşini bırakmayacak olanlar sadece Xian Le’nin
kraliyet soyu olabilirdi. O zamanlar soydan geriye kalan tek kişi ise Prens An Le’ydi. Qi Rong eğer bir
şeyler başlatmak istiyorsa gitmesi gereken kişi oydu. Son derece tesadüfi bir şekilde bu söz konusu
kişinin Altın Yaldızlı Ziyafetin hemen ardından bilinmeyen bir hastalık nedeniyle ölmesi oldukça
şüpheli bir durum değil mi?”

Xie Lian başını salladı ve Hua Cheng sonuca geldi. “Bu yüzden yüksek ihtimalle öldürüldüğü ve
ölümünün arkasındaki nedeninin Altın Yaldızlı Ziyafetle bağlantılı olduğu muhtemeldi. İlk olarak Yong
An kraliyet soyundan şüphelendim, ama sonrasında Xian Le halkına hiçbir şey yapılmadı, bu yüzden
onlar olmadığına karar verdim. Üzerinde düşündükten sonra şu anki kararıma vardım.”

Xie Lian gülümsedi, şaşkındı. “Bu kadar küçük ipuçlarıyla, böylesine doğru bir sonuca varabildin.”

Hua Cheng. “O kadar zor değil. Sadece olaya dahil olan ana kişileri oldukça iyi tanıyor olman gerek.”

“Elbette, ama senin çıkarımların konusunda anlamadığım önemli bir nokta var.”

Hua Cheng sordu. “Nedir?”

“Neden ilk hamleyi yapanın Qi Rong olduğundan bu kadar emindin?”

“Çünkü senin böyle bir şey yapmayacağından emindim.”

Bunu duyunca Xie Lian’ın gülümsemesi dondu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar sordu. “Neden?”

“Eğer herhangi başka bir neden kullanarak Altın Yaldızlı Ziyafette kan döktüğünü söyleseydin, o
zaman sen olduğuna inanabilirdim. Yong An kralı dürüst bir hükümdardı, halk onu seviyordu. Ama
yine de Lang Qian Qiu sana neden yaptığını sorduğu zaman ona ‘Seni o pozisyonda görmeye
dayanamadım’ dedin.

“Tahtından edilen birisinin söyleyeceği şey de tam olarak budur. Ama bu sözler senin ağzından çıktığı
zaman, sadece kendi adını lekelemeye çalıştığını ifade ediyor.”

Bunu duyunca Xie Lian ses çıkarmadan bir kahkaha attı. “Kendi adımı mı lekeleme çabam mı?
Derinlerde bu tarz düşüncelerim olabileceği hiç mi aklına gelmedi? Belki de içten içe kin
gütmüşümdür?”

Hua Cheng. “Düşünceler düşence olarak kalır, böyle bir şeyi asla eyleme dökmezsin.”

“Sen-” Xie Lian gözlerini kapattı ve başını iki yana salladı, sanki konuşup konuşmamaya karar vermiyor
gibiydi. Hua Cheng üsteledi. “Ben ne? Söylesene. Sorun değil.”

Xie Lian bir süre kafa yormaya devam etti ama en sonunda konuşmuştu. “Sadece, başka bir insana
karşı bu kadar yüksek beklentilerin olmamasının daha iyi olduğunu düşünüyorum.”

“Ah?” Hua Cheng mırıldandı. “Ne demek istiyorsun?”

Xie Lian açıkladı. “Başkalarının fazla mükemmel olduğunu düşünme. Eğer söz konusu sadece uzaktan
gölgesini izlemek ve etkileşime geçmemekse, o zaman sorun değil tabi. Ama bu kişiyle tanıştığın ve
yakınlaştığın anda, eninde sonunda bir gün o kişinin hayal ettiğin gibi biri olmadığını fark edersin,
belki de tamamen bambaşka birisidir, büyük bir hayal kırıklığına uğrarsın.”

Hua Cheng katılmıyordu. “Bilemezsin. Başkalarının hayal kırıklığına uğraması beni ilgilendirmiyor.
Bazılarına göre, belli bir kişinin sadece bu dünyada var olması bile, umudun kendisidir.”

Her ne kadar ‘bazıları’nın ve ‘belli bir kişi’nin kim olduğunu belirtmemiş olsa da, ses tonu düz ve her
zamanki gibiydi, sanki öylesine bir görüş belirtmişti, Xie Lian’ın kalbi çarptı, hatta hafifledi.

Adımları durdu ve konuşamadı. Bir an sonra aniden kendisini tutamadı. “San Lang, sen sahiden
kimsin?”

Hua Cheng de durdu ve başını çevirerek ona baktı.

Xie Lian doğrudan gözlerinin içine bakıyordu ve düşünceli bir şekilde sordu. “Qi Rong’un kim
olduğunu ve nasıl birisi olduğunu biliyordun. Benim kim olduğumu ve Tanrıyı Memnun Eden Veliaht
Prensi nasıl çizeceğini biliyordun. Benim hakkımdaki her şeyi biliyor gibisin. Çok fazla biliyorsun. Belki
çok daha fazla.”

Hua Cheng gözlerini kaldırdı. “Ben hep çok bilmiyor muyum?”

Xie Lian başını iki yana salladı. “Aynı şey değil.”

Sol eliyle sağ dirseğini tuttu ve sağ eliyle çenesini destekleyerek merakla Hua Cheng’e baktı. “Hep
senin geçmişimden birisi olduğunu ve beni oldukça uzun zamandır tanıdığını hissettim. Belki de ilk
yükseldiğim zamanlardaydı, hayır, belki daha da öncesinde. Ancak… Hatırlayamıyorum. Senin gibi
şahsına münhasır biriyle ne zaman tanıştım?”

Hua Cheng gibi birisi bir kez tanışıldıktan sonra unutulamayacak birisiydi. Xie Lian hiç başını bir yerlere
vurup hafızasını kaybetmemişti, bu yüzden eğer daha önce tanıştıysalar hatırlamaması için bir sebep
yoktu.

Xie Lian gözlerini ona dikti, biraz şaşkın görünüyordu. “Tam olarak kimsin? Daha önce tanıştık mı?”
Hua Cheng cevap vermedi, ama dudakları hafifçe yukarı kıvrılmıştı. Xie Lian anında sorusunun
inanılmaz uygunsuz olduğunu fark etti.

Bir iblisin gerçek ismi çoğu zaman sır olurdu; tabi Qi Rong kadar ölçülemez derecede tuhaf birisi
değilse, kimseye söylenmezdi.

Xie Lian aceleyle tekrar konuştu. “Özür dilerim, boş ver. Sadece sordum. Cevap vermene gerek yok.
Kim olduğunun bir önemi yok.”

Tam bu sırada Hua Cheng’in gözleri kısıldı. Xie Lian onun bir şey fark ettiğini anlamıştı ve başını geriye
çevirdi. Onlara çok uzak olmayan bir mağaranın içinden yüksek sesler geliyordu ve net, bariz bir kadın
sesi duyuldu. “Sana söyledim, kadınken daha güçlüyüm, daha şanslıyım üstelik! Yine de benim
atmama izin vermedin. Gördün mü? Bu kez doğru zarı attık!!!”

Shi Qing Xuan’ın sesiydi. Xie Lian düşünmeden seslendi. “Rüzgar Ustası!”

Tahmin ettiği gibi beyaz cübbelere bürünmüş bir kadın koşarak mağaradan çıktı ve Xie Lian’ı gördüğü
anda gözleri aydınlanmıştı. “Onu buldum! Ekselansları burada!”

Anca Hua Cheng’in Xie Lian’ın arkasında olduğunu gördüğü anda yüzü düştü. Hemen geri çekildi ve
önünde Rüzgar Ustası Yelpazesini açtı. Xie Lian daha konuşmaya fırsat bulamadan mağaradan bir
erkek sesi duyuldu. “Buldun mu? Nasıl görünüyor?”

Ses gittikçe yaklaşıyordu, kısa bir süre sonra başka bir gölge belirdi, gelen kişi Feng Xin’di. Sol elinde
uzun, siyah bir yay vardı ve Hua Cheng’i gördüğü anda yayın gümüş ipini sonuna dek çekmişti, son
derece tetikteydi. Hua Cheng kıkırdadı ve yorum yapmadı. Xie Lian aceleyle konuştu. “Silahlarınızı
kaldırın, konuşalım.”

Dördü Yeşil Cin’in inindeki dar bir yolda karşılaşmışlardı, ikiye iki. Feng Xin yayı sonuna dek gerilmiş,
ruhani bir ışık huzmesi sağ elinde ok şekline bürünmüştü ve ucu Hua Cheng’e doğrultulmuştu. İlk o
konuştu, sesi ikazla doluydu. “Ekselansları, buraya gel.”

Feng Xin’in yayı Jun Wu’nun hediyesiydi, adı FengShen Yayı idi ve oldukça baş belası bir ruhani silahtı.
Xie Lian onun sahiden saldırmasından korkuyordu bu yüzden Hua Cheng’in önüne geçerek bedenini
siper etti. Ama beklenmedik şekilde Hua Cheng ona arkasından sarılarak arkasına çekti.
*ÇN: FengShen; Rüzgar Tanrısı.

Çekmesi diğer ikiliyi irkiltmişti. Shi Qing Xuan anında elini kaldırdı. “Hua Cheng! Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru! A-a-a-ani bir harekette bulunma! Zevk Köşkün kazara yandı! Eğer memnuniyetsizsen
konuşabiliriz! Cennet sana geri öder. Majestelerinin parası hiçte azımsanacak düzeyde değil.
Ekselanslarını bırak ve konuşalım.”

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 55: Yamyamlık Mağarasında İblis Kral Cennet Mensuplarıyla Yüzleşiyor
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi, ama yine de minnettardı. “Rüzgar Ustası, yanılıyorsun.
Aslında…”

Hua Cheng’in yanan Zevk Köşkü için geri ödeme talep etmediğini açıklamak istiyordu ama Shi Qing
Xuan ona kurnaz gözlerle bakıyordu, sanki tek kelime etmemesini söyler gibiydi. Hua Cheng de
tartışmadı, sesini yükseltti. “Jun Wu’nun gözlerimin önünde bir casus yerleştirmesinin borcunu henüz
hesaplamadım bile, yani konuşulacak hiçbir şey yok.”

Xie Lian en sonunda anlamıştı. Shi Qing Xuan çoktan Hua Cheng’in kötü bir niyeti olmadığını anlamıştı
ve Hua Cheng onu sahiden kaçırmış gibi rol yapıyordu, böylece cennettekiler Xie Lian’ın kaçtığını
söyleyemeyecekti. Hua Cheng de Shi Qing Xuan’ın niyetini anlamış ve iş birliği yapıyordu. Ancak Xie
Lian tüm bunları yaşamak istemiyordu. “Tamam, rol yapmayı bırakın. Cennete sadece beni kurtarmak
için geldi. San Lang’ın niyeti başından beri iyiydi, neden saklamaya çalışıyorsunuz?”

Shi Qing Xuan cevapladı. “Artık rol yapmıyoruz öyleyse. Biraz önceki konuşmamızı çoktan iletişim
rününe yolladım. Anlamıyorsun, niyeti ne kadar iyi olursa olsun, sözler bir kez yayıldığında kulağa son
derece kötü gelmeye başlayacak, en başından beri kötü olduğunu düşünecekler.”

Hua Cheng. “İnsanları tanıyorsun.”

“Elbette! Yoksa nasıl ben, Rüzgar Ustası, cennette bu kadar popüler olabilirdim?” Shi Qing Xuan
üzerine çeki düzen verdi. “General Nan Yang, yayını indir.”

Ancak Feng Xin’in yayı hala sonuna dek gerilmişti, nefesini tutuyor ve tek kelime etmiyordu. Shi Qing
Xuan sırtına vurdu. “İndir, yakın olduklarını görmüyor musun? Kötü bir şey olmayacak.”

Feng Xin kısık bir sesle. “Ekselansları, yanındaki kişi bir ‘Yüce’…”

Onun rahatlamayacağını, okunu hala indirmediğini görünce Shi Qing Xuan aniden kendini onun
koluna attı.

Feng Xin’in yüzü bir anda solmuştu, binlerce kıvrımı olan bir hayalet görse bu kadar kötü olmazdı ve
çığlık attı, ruhani yayındaki ok güçsüz bulutlar gibi dağıldı. Ağzını açtı ve uzun bir süre sadece küfürler
çıktı, özüne dek sarsılmıştı. “SİKEYİM!! NE BOK YİYORSUN SEN!!!!!”

Görünüşe göre Shi Qing Xuan göğsünü onun yayı tutan koluna bastırmıştı. Darbesi Feng Xin’i ölümüne
korkutmuştu. Shi Qing Xuan fırçasını sırtına attı, oldukça umursamaz görünüyordu, sanki biraz önce
uygunsuz bir şey yapan kendisi değildi. “Ben SANA ne yaptığını soramadım bile daha. Sana daha biraz
önce Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru ekselanslarını kurtarmaya geldi dedim ve sen yine de yayını
indirmedin. Eğer onunla dövüşmeyi bu kadar istiyorsan, elimden daha da bir şey gelmez.”

Feng Xin çoktan ondan fazlasıyla uzaklaşmıştı, bir daha asla onun yanına yaklaşmayacakmış gibi
görünüyordu, perişan bir halde hayırdı. “BİR DAHA BÖYLE BİR ŞEYİ SAKIN YAPMA!!! SAKIN!!! DUYDUN
MU BENİ!!!”

Ondan sanki yılanmış gibi uzaklaştığını görünce uhrevi güzelliğinden sonuna dek emin olan Shi Qing
Xuan’ın morali bozulmuştu. “Tamam, tamam, tamam. Bir daha yapmam. Sanki bir şey yaptım, neden
böyle tepki verdin?” Sanki utanmış gibi tekrar erkek formuna döndü ve etrafına baktı. “Ne? Qian Qiu
nerede?”

Bunu duyunca Feng Xin nasılsa kendisini toparlamış gibiydi, o da etrafına baktı. Xie Lian. “Ah. İletişim
Rününde yok mu?”
“Hayır?” Shi Qing Xuan. “Zarları atıp gittiğinden beri tek kelime etmedi. Ona defalarca doğru zarın kaç
olduğunu sordum ama hiç cevap vermedi. Önceden ne zaman Qian Qiu’yla konuşsam bana hemen
cevap verirdi ve sadece bana da değil, rütbesini önemsemeden tüm cennet mensuplarına aynı şekilde
karşılık verirdi. Tuhaf.”

Xie Lian iç çekti. “Ekselansları Tai Hua, Qi Rong’un peşinden gitti.”

Diğer ikili gerilemişti. “Qi Rong mu?”

“Evet.” Xie Lian cevapladı. “Burası Qi Rong’un ini. Ooof, her şekilde…”

Feng Xin lafını kesti. “Bekle. Neden Ekselansları Tai Hua Qi Rong’un peşinde? Seni kovalamıyor
muydu?”

“Sebebi yok.” Hua Cheng cevaplamıştı. “Sadece Altın Yaldızlı Ziyafette dökülen kanın arkasındaki
gerçek kişiyi kovalıyor, ekselanslarının ise tek yaptığının katilin arkasından işleri düzeltmek olduğunu
öğrendi. Lang Qian Qiu gerçeği öğrendiği için gerçek suçlunun peşinde. Hepsi bu.”

Feng Xin şok olmuştu. “Gerçek suçlu mu? Bu doğru mu?!”

Xie Lian bunun karmaşık detayları açıklamak için doğru bir zaman olmadığı görüşündeydi ve başını iki
yana salladı. “O kadar basit değil. Geri döndüğümüzde açıklarım.”

Shi Qing Xuan, her ne kadar hikayenin özüne hakim olmasa da neşelenmişti. “Hepsinin bir yanlış
anlaşılma olduğunu biliyordum! Ne kadar ilahi bir önsezi! Artık geri döndüğünde
tutuklanmayacaksın!”

“İyi!” Feng Xin oldukça rahatlamış görünüyordu. Yayını kaldırdığı zaman sanki üzerinden bir yük
kalkmış gibiydi. Hua Cheng ise sadece soğukça homurdandı.

“Biliyor muydun?” Xie Lian, Feng Xin’e dönmüştü. “Qi Rong’un Qi Rong olduğunu?”

Feng Xin sordu. “Hangi Qi Rong? Kim?” ardından irkildi. “Bildiğimiz Qi Rong mu?”

“Demek sen de fark etmedin.”

Feng Xin’in yüzü karardı. “Hayır. Yeşil Cin’le hiç karşılaşmamıştım ve isminin sadece bir tesadüf
olduğunu düşünüyordum. Nasıl bir geri zekalı kendi gerçek ismi kullanır? Delilik bu!” ama sözler
ağzından çıktığı anda Qi Rong’un sahiden deli olduğunu hatırlamıştı ve Xie Lian’la göz göze geldiler,
her ikisi de ortak bir anlayışla sessiz kaldılar.

İkisi yükselmeden çok uzun bir süre önceden beri Feng Xin, Qi Rong’u sevmiyordu. Qi Rong, Xie
Lian’ın annesinin, Xian Le’nin son kraliçesinin, küçük kız kardeşinin oğluydu. Kraliyet Sarayında
büyümüş ve günlerini Xie Lian’ın peşinden koşarak geçirmişti, Xie Lian’ın kişisel koruması olarak Feng
Xin elbette Qi Rong’u oldukça sık görmüştü. Gençti, toydu, inatçı, enerjik, aşırı ve en kötüsü, bir soylu
olduğu için kimse onu terbiye etmeye cüret edemiyordu. Ne kadar kontrolsüz davranışlarda
bulunduğunu tahmin etmek güç değildi.

Eskiden hep aynı şeyleri söylerdi: “Kuzenim veliaht prens mükemmel birisi!”, “Kuzenim şöyle.”. Eğer
herhangi birisi Xie Lian’a karşı saygısızlık olarak yorumlanacak bir şey yapsa veya ona ufak bir güçlük
çıkarsa, bu kişi kim olursa olsun Qi Rong onu bir çuvala atar ve ölümüne döverdi. Asla yaşlılara,
sakatlara veya çocuklara karşı düşünceli veya özenli davranmamıştı. Bir keresinde Xie Lian onun
elinden onlu yaşlarında bir çocuğu bile kurtarmak zorunda kalmıştı. Zavallı çocuk her yeri kandan
ıslanana dek dövüşmüştü; perişan bir haldeydi. Ancak Xie Lian Qi Rong’un kökenine karşı
düşünceliydi, ayrıca sahiden de Xie Lian’a tapıyordu, bu yüzden Xie Lian ona karşı hiçbir zaman fiziksel
bir yöntem kullanmamıştı. Ama sadece sözel dersleri Qi Rong’un düşüncelerini kaç kez azarlarsa
azarlasın değiştirememişti ve herkesin başına ağrılar girmesine engel olamamıştı.

Feng Xin çok daha doğrudan bir karakterdi, Xie Lian’ın sabrına da sahip değildi, sürekli Qi Rong’la
kavga ediyor ve emirlerine uymuyordu. Bu yüzden de Qi Rong da ondan nefret ediyordu ve sürekli
ona işkence etmek için bir şeyler buluyor, saçma sapan ayak işleri yapmasını söylüyordu. Dahası Xie
Lian yükseldikten sonra Qi Rong daha da akıldışı davranmaya başlamıştı, kim Veliaht Prensin Sarayının
önünde tükürmeye kalksa, boğazlarından aşağıya sıcak kömürler atmaya çalışıyordu. Onun aşırı bir
şey yapmasını önlemek için Feng Xin sık sık yeryüzüne inerek arkasını toplamak zorunda kalıyordu.
İnanılmaz can sıkıcı bir durumdu! Xie Lian’a her zaman: “Qi Rong deli, bir gün ortalığı yakıp yıkacak!”
diyordu.

Feng Xin. “Eğer sahiden oysa, yaptıklarına şaşmamalı.”

Shi Qing Xuan meraklanmıştı. “Ne, hepiniz Yeşil Cin’i tanıyor musunuz??”

Xie Lian başını salladı. “O benim kuzenim.”

Shi Qing Xuan şok olmuştu, kollarını bağladı. “Olağanüstü.”

Xie Lian. “Oldukça olağandışı biridir.”

“Ben ondan bahsetmiyorum.” Shi Qing Xuan. “Ben senden bahsediyorum! Ekselansları, kendine bir
bak: Güneydoğu ve Güneybatının savaş tanrıları senin eski dostların, Doğunun savaş tanrısı eski
öğrencin, Geceleri Gezen Yeşil Fener küçük kuzenin, Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru yeminli kardeşin ve
ben, Rüzgar Ustası, senin dostunum. Olağanüstü değil misin?”

Xie Lian gülümsedi, Rüzgar Ustasının sahiden itibarına yakışır bir karakteri vardı; rüzgar estiği anda,
tüm kasvetli bulutlar dağılırdı. Ancak hem Hua Cheng’in hem Feng Xin’in yüzünde ‘Çiçeğe Uzanan Kan
Yağmuru yeminli kardeşin’ dediği anda onaylamaz bir ifade belirmişti. Hua Cheng kaşlarını kaldırmış,
Feng Xin ise kaşlarını çatmıştı.

Bir an sonra Feng Xin, Xie Lian’a döndü. “Eğer başka bir şey yoksa en iyisi hemen cennete gitmemiz
olur. Pek çok cennet mensubu hala tüm bu kargaşanın nedeni bilmiyor ve yukarıda bizi bekliyorlar.
Jun Wu şimdiye kadar bilgilendirilmiş olmadı. Rapor etmen ve uygun şekilde hesap vermen gerek.”

Bu sözleri duyunca Hua Cheng bir kahkaha attı.

Feng Xin emreder bir tonda. “Sen neden gülüyorsun??”

Hua Cheng. “Ve ben de gelmiş senin açık sözlü birisi olduğunu düşünüyordum, görünüşe göre sen de
lafı dolandırmayı biliyorsun. Sadece Ekselanslarının iblis veya hayalet gibi şeylerle haşır neşir olmasını
istemiyorsan, neden direk söylemiyorsun? Sana düşmez diye mi düşünüyorsun?”

Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. “San Lang…”

Feng Xin soğuk bir sesle. “Onun iblislerle yakın olmaması gerektiğinin farkında olduğun sürece sorun
yok.”

Hua Cheng cümlesine katıldığına veya katılmadığına dair hiçbir işarette bulunmadı ve Xie Lian araya
girdi, Feng Xin’e sessizce karşılık verdi. “Rapor edeceğim ve düzgünce hesap vereceğim, ama şu anda
daha önemli işlerimiz var. Qi Rong ininde üç yüz yıl boyunca insan yiyerek yaşadı. San Lang’ın yardımı
sayesinde herkesi kurtarabildik. Kaçan ve ilgilenilmesi gereken pek çok küçük iblis var. Bu mesele
çözüldüğü gibi cennete döneceğim.”
Feng Xin. “Uzun sürmemeli. Ben hallederim.”

Hua Cheng başını salladı. “Cennetin verimi düşünülürse gelecek ay bitirmiş olursun.”

Feng Xin. “Sen bir saniyede halledebilirsin sanki.”

İkisi ters ters birbirlerine baktılar. Shi Qing Xuan gözleriyle Xie Lian’a sordu: İkisi arasında bir şey mi
geçti? Ama Xie Lian sadece başını iki yana salladı. Tam konuyu değiştirmek üzereydi ki Hua Cheng kim
bilir nereden bir şemsiye çıkarttı. Şemsiye akçaağaç yaprakları kadar kızıl, alevler kadar parlaktı. Hua
Cheng bir eliyle şemsiyeyi kaldırdı ve kendisiyle Xie Lian’ın üzerini kapattı, ikisinin de yüzlerine
kırmızılık yansıyordu.

Bu Hua Cheng’in onları Yu Jun Dağındaki ormanda asılı olan cesetlerden koruduğu şemsiye olmalıydı.
Ancak bu kez üzerlerine yağan bir şey yoktu, bu yüzden Xie Lian meraklanmıştı. “San Lang, neden
şemsiyeyi açtın?”

Hua Cheng ona baktı ve şemsiyeyi biraz daha Xie Lian’a doğru kaydırdı. “Bekle sadece. Gökyüzü
değişmek üzere.”

Sözlerini bitirdiği anda gökyüzünden damlalar boşaldı!

Yağmur kükredi, patır patır yağıyordu. O kadar ani başlamıştı ki Xie Lian irkildi. Ancak Hua Cheng’in
şemsiyesinin altında tümüyle korunuyordu ve tek bir damla bile ona değmedi. Feng Xin ise diğer
tarafta duruyordu ve hiçte hazırlıklı değildi. Yağmur onu baştan aşağıya yıkamıştı.

Ve en kötüsü de yağmur kan rengindeydi. Feng Xin kanla kaplanmış gibi görünüyordu ve damlıyordu;
sadece kocaman, dışarı fırlamış gözleri beyazdı, geriye kalan her şey kızıldı. Shi Qing Xuan başka bir
mağaranın girişinde durduğu için etkilenmemişti ama onun da gözleri şokla irileşmiş, hatta fırçasını
çıkartmayı bile unutmuştu.

Yağmur başladığı gibi aniden sona erdi ve çok kısa bir süre sonra tekrar her şey sakinleşmişti. Feng
Xin’in toparlaması biraz zaman aldı. Yüzünü sildi, ama hala kırmızıya bulanmıştı, çabası boşunaydı.

Xie Lian’ın ağzı açık kalmıştı. “Ne…”

Hua Cheng şemsiyesini kapattı ve güldü. “Gösteriyi nasıl buldunuz?”

Üç kelimesini söylerken, çoktan acelesiz adımlarla yürümüş ve oldukça uzaklaşmıştı. Xie Lian işe yarar
bir şeyler bulmak için kol yenlerini karıştırıyordu, ama onun yerine Shi Qing Xuan fırçasından beyaz
birkaç tel çıkarmış ve dilini yutmuş gibi görünen Feng Xin’e uzatmıştı. Hua Cheng gittiği anda Xie Lian
hemen arkasındaki boşluğu sezmiş ve aceleyle arkasını dönmüştü, Hua Cheng’in arkasından birkaç
acele adım attı. “San Lang, Hayalet Şehre geri mi dönüyorsun?”

Hua Cheng başını çevirdi. “Sen de Cennete geri dönmüyor musun?” Ardından yarı dalga geçer bir
halde ekledi. “Ama eğer benimle Hayalet Şehre gelmek istersen, oldukça hoş karşılanırsın.”

Xie Lian kıkırdadı. “Bir dahakine.” İçten bir şekilde ekledi. “Eğer fırsat olursa. Kesinlikle Hayalet Şehri
bir kez daha ziyaret edeceğim. Zevk Köşkünü tekrar inşa ederken kesinlikle tuğlaları dizmene yardım
edeceğim.”

Hua Cheng cevapladı. “Hiç gerek yok. Sadece oturup izlemen yeterli.”

Xie Lian’ın gülümsemesi biraz soldu. “Qian Qiu meselesi nasıl ilerlemiş olursa olsun, yine de sana
teşekkür etmem gerek.” Bir an duraksadıktan sonra devam etti. “Ben de yapılacak doğru şeyin ne
olduğunu bilmiyorum, bu yüzden belki de bu kötü bir şey değildir.”
Hua Cheng hafifçe. “Çok fazla düşünüyorsun.”

Xie Lian biraz şaşırdı ve başını eğdi.

“Sadece her zaman yaptığın şeyi yapmaya devam et.” Hua Cheng bir an sonra döndü ve elini salladı.

Kısa bir süre sonra, dağların ve ayışığının altında, kızıl siluet Xie Lian’ın bakışları altında yavaş yavaş
kayboldu.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 56: Geçmiş Arayışı, TaiCang Dağına Dek Geri Dönmek
Nedenini bilmese de Xie Lian tekrar cesaretle dolmuştu.

Lang Qian Qiu gittiğinden beri Xie Lian’ın adımları tereddütle doluydu, omuzları çökmüştü. Ama
yoktan var olan ve kim bilir neye yönelik olan bu cesaretle, bir kez daha dik durabilmişti. Hareket
etmeden durdu, Shi Qing Xuan yanına yaklaşarak sırtına hafifçe vurdu. “Ne adam ama. Ekselansları,
onunla arkadaş olmayı nasıl başardığını bilmiyorum ama çok şanslısın.”

Xie Lian hayatında ilk kez birisinin ona şanlı dediğini duyuyordu. Shi Qing Xuan’a döndü ve gülümsedi.
“Sahi mi? Belki. Ben de öyle düşünüyorum.”

Arkalarında Feng Xin hala yüzünü silmeye çalışıyordu. İkisi ona döndüklerinde, yüzünün beyaz iplerle
kaplandığını zavallı ve darmadağın bir halde olduğunu görünce güldüler. Xie Lian. “Özür dilerim.”

Hua Cheng’in davranışı nedeniyle özür diliyordu. Feng Xin yüzündeki tüm beyaz telleri topladı. “Ben o
kadar yetenekli değilim, o yüzden bir şey söyleyemem.”

Üçü mağaralarda son bir kez daha dolaşarak geride insan veya başka şeylerin kalmadığından emin
oldular, ardından rüzgarlarla cennette tekrar yükseldiler.

Kapılardan geçtikleri gibi sokakların Orta Cennetten gelen kalabalık bir cennet mensubu güruhuyla
dolu olduğunu fark ettiler, etrafta dolaşıyor, sanki korkunç bir düşmanla yüzleşmiş gibi köşe bucak
her sarayı arıyorlardı. En sonunda Büyük Savaş Salonuna ulaştıkları zaman, Üst Cennet mensuplarıyla
büyün salon dolmuştu ve uzaklardan bile tartıştıklarını duyabiliyorlardı. Duydukları ilk şey: “Hua
Cheng Cenneti casus göndermekle suçlamaya cüret etti, komik! Cennet neden casus yollasın ki?”

Xie Lian ve Shi Qing Xuan konuşmayı duydukları zaman boğazlarını temizlediler. Casus yollanması
tamamıyla gerçekti. Daha hiçbir şey kesinleşmediği halde cennet mensupları atıp tutmaya şimdiden
başlamışlardı. Eğer yanılıyorlarsa kendi suratlarına tokat atacakları gerçeği akıllarına gelmiyor muydu?

Üçü Shi Qing Xuan’ın önderliğinde salona girdiler. Kalabalık onu görünce selamlamıştı. “Rüzgar Ustası
geri döndü!”, “Çok iyi işti!” ama tüm gözler Xie Lian’ın üzerindeydi. Tam ısrarla sormaya
başlayacaklardı ki arkalarından gelmekte olan, sanki kandan bir nehirde yüzmüş gibi görünen karanlık
yüzlü Feng Xin’i gördüler. Büyük salondaki herkes sus pus olmuştu. Sadece Mu Qing, onu görmezden
gelmeye çalışmakla kalmamış, üstüne gözlerini ona dikmişti, niyeti oldukça açıktı.

Xie Lian bakışlarını kaldırdı ve Jun Wu’nun tahtında oturmakta olduğunu gördü, eliyle başını
desteklemiş, parmakları şakaklarında, gözleri kapalıydı, oldukça yorgun görünüyordu. Xie Lian onun
nasıl hissettiğini çok iyi anlıyordu.

Eskiden belki aylar boyunca böyle toplantılar ve buluşmalar yapılmazdı, ama yakın zamanda yaşanan
olaylarla birlikte Büyük Savaş Salonu sürekli dolup taşıyordu, sanki her gün bir olay oluyor ve herkes
günde iki kez toplanmak istiyor gibiydi. Ayrıca seslerini duyurmak isteyen pek çok kişi vardı, ama
sadece gürültüydüler. Cennet mensuplarından birisi belirtti. “Canı istediği gibi geldi ve gitti. Xian Le
Sarayını bir yerle bağlayabildiği gerçeğini düşünmek bile korkunç. Onu gücendirdiği için ekselanslarını
kolayca kaçırdı, kim bilir diğer cennet mensuplarına neler yapar. Bu işin peşini bırakamayız! Onu
hemen durdurmamız gerek!”

Eğer burası ölümlü diyarı olsaydı, bir isyancının kraliyet sarayının altına tünel kazıp özgürce içeriye
girmesiyle aynı anlama gelirdi. Elbette herkes tedirgindi. Orta Cennet mensuplarının arama yapmakla
ve etrafı korumakla meşgul olmasına şaşmamalıydı. Mu Qing’in ise aklında başka bir şey vardı. “Hua
Cheng’in Hayalet Şehirde çok fazla hayranı ve lordları var. Zevk Köşkünün yanması gibi küçük bir olay
onun için bir hiç. Sadece ekselansları onu gücendirdiği için cennete girmemiş olabilir.”

Shi Qing Xuan anında karşı çıktı. “General Xuan Zhen, yanılıyorsun. Herkes Hua Cheng’in itirafını kendi
kulaklarıyla duydu. Bu arada, bu ayki güvenlikten hangi general sorumlu? Xian Le Sarayı kimse farkına
dahi varmadan bir büyüyle başka bir yere bağlandı, bu görevi ihmal etmek olmuyor mu?”

Pei Ming bir kenarda sessizce kollarını bağlamış duruyordu. Shi Qing Xuan’ı duyunca konuştu.
“Benim.”

Shi Qing Xuan yanlış hatırlamış ve görevin Mu Qing’de olduğunu sanmıştı, bilmeden okları Pei Ming’e
çevirmişti ve şimdi zor bir durumdaydı. Ancak Pei Ming suçu üzerinden atmaya kalkmadı. “Bu ay ben
görevliydim. Benim hatamdı.”

Bu sırada tahtın yanında oturmakta olan Ling Wen aniden söze girdi. “Ekselansları Tai Hua hakkında
haberlerimiz var.”

Jun Wu en sonunda gözlerini açtı. “Ne söyledi?”

Ling Wen bir süre sessiz kaldıktan sonra cevapladı. “Altın Yaldızlı Ziyafet Katliamının bir iç yüzü
olduğunu söyledi. Ekselanslarıyla olan anlaşmazlıklarını kendisi çözecekmiş, başkalarının olaya dahil
olmasına gerek yokmuş. Ayrıca ekselanslarının sürülme isteğine de kesinlikle onay verilmemeliymiş.
Sadece bunlardan bahsetti.”

Mu Qing kaşlarını çattı. “Neymiş iç yüzü?”

Ling Wen. “Başka bir şey söylemedi. Hepsi buydu.”

Bir savaşın patlak verdiğini görmüşlerdi, bir çekiç tüm gücüyle aşağıya iniyordu ama darbesi tüy kadar
hafif olmuştu, cennet mensupları hayal kırıklığına uğramışlardı. Lang Qian Qiu mağdur olandı ve
mağdur artık suçluyu itham etmiyordu, ne eğlencesi kalmıştı? Ayrıca Lang Qian Qiu hiçbir şey
anlatmıyordu ve Xie Lian da hiç anlatacağa benzemiyordu, o yüzden bu konuda daha fazla
bahsedilecek bir şey yoktu.

Ling Wen’in raporunun ardından Jun Wu, Feng Xin ve Mu Qing’i Pei Ming’in güvenliği
sağlamlaştırmasına yardım etmekle görevlendirdi ve birkaç meseleyi daha çözümledikten sonra elini
sallayarak herkese gidebileceklerini işaret etti. Xie Lian geride kaldı ve yanından geçen birkaç şey
kulağına çalındı. “Biliyordum. Ne zaman bir sorun çıkartsa, Jun Wu onu sorgulayacağını söylüyor ama
en sonunda hiçbir şey yapmıyor…”

“Kördük; aslında önemli birisiymiş. Bundan sonra dilimize dikkat etmemiz gerek.”

Herkes çıktıktan sonra Xie Lian tahta yaklaştı ve eğildi. “Majestelerine sorun çıkarttım.”

“Sorun sayılmaz. Gerçek sorun inatçı bir şekilde Altın Yaldızlı Ziyafet Katliamının tek sorumlusunun
sen olduğun konusunda diretmendi.”

Xie Lian tereddütlüydü ama en sonunda pes ederek tüm hikayeyi anlattı.

Sözlerini bitirdikten sonra Jun Wu yorum yaptı. “Xian Le, bu konuda, sahiden boşu boşuna çabalamış
ve sonucunda kimseyi memnun edememişsin.”

Xie Lian başını eğdi. “Biliyorum.”


Jun Wu. “Boş ver. Sen hep böylesin. Tai Hua odağını artık Yeşil Cin’e çevirdi. İşi bittiği zaman kesinlikle
senin peşine düşecek. Onunla nasıl yüzleşeceğini düşündün mü?”

Xie Lian cevapladı. “Henüz değil. Ama daha acil meseleler konusunda düşünmemiz gerek.”

Jun Wu kıkırdadı. “Ne gibi? Beni eğlendirecek daha ilgi çekici meseleler mi var?”

Xie Lian sordu. “Toprak Ustasını Hayalet Şehre casus olarak siz mi gönderdiniz?”

Jun Wu telaşsız bir sesle cevapladı. “Evet.”

“Neden?”

“Çünkü ilk olarak Hua Cheng cennete bir casus yerleştirdi.”

Xie Lian şaşırmıştı. Jun Wu ayağa kalktı. “Geçtiğimiz yıllar boyunca haberler Hua Cheng’in kulağına
fazla hızlı ulaştı. Bilmemesi gereken bazı şeyleri çok iyi biliyordu. Yapılabilecek ve yapılamayacak
şeyler hakkında, işin özünün ne olduğu ve sınırı nasıl aşabileceği konusunda kavrayışı oldukça güçlü ve
kesin. Senin Xian Le Sarayınla doğrudan bağlantı kurabilmesiyle sadece cennette bir casusu olduğunu
kanıtlamış oldu, yoksa böyle bir şey yapamazdı.”

Dürüst olması gerekirse, Xie Lian da fark etmişti. Hua Cheng sahiden çok fazla şey biliyordu ve Jun Wu
söyleyince, inanması güç bir şey gibi gelmemişti.

Xie Lian üsteledi. “Majestelerinin kanıtı var mı?”

Jun Wu başını yavaşça iki yana salladı. “Kanıtım olmadığı ve şüphelendiği için Ming Yi’yi hayalet
diyarına gönderdim. Ming Yi’nin hayalet casus bulunmadan onun avucuna düşeceğini nasıl
bilebilirdim? Her ne kadar onu Hua Cheng’den kurtarmış olsan da artık casusu bulma şansımız daha
da azaldı.”

Xie Lian. “Üst Cennette mi Orta Cennette mi?”

“Kestirmesi güç.” Jun Wu. “Sen hariç, herkes olabilir. Belki tek bir kişi var. Belki de pek çok.”

Jun Wu demek bu yüzden Ming Yi’nin kayboluşunu araştırmak için başka kimseyi göndermemişti.
Yanında başka kimse olmamalıydı, Xie Lian düşünmeden edemedi: demek Rüzgar Ustası, Qian Qiu,
Feng Xin, ve diğerleri de casus olabilirdi.

Tam bu sırada Jun Wu konuştu. “Xian Le, Hua Cheng’i oldukça takdir ettiğini biliyorum. Kendi
konumunu anlıyorsun ve başkalarına kiminle arkadaşlık edeceğini söylemek düşmez. Ancak, gerekli
olduğunda, Hua Cheng’e dikkat et. Eline koz verme.”

Bunu duyunca Xie Lian düşüncelerini topladı. Jun Wu devam etti. “‘Yüce’ olmak için hayal edilemez
işkenceler ve acılar çekmek gerekir. Kişi böyle felaketlerin ardından ya yükselir, ya cehennemin
derinliklerine gömülür, asla geri dönemez. TongLu Dağından iki Yüce İblis Kralı doğdu, Kara Su ve Hua
Cheng, her ikisi de senin düşündüğünden çok daha korkutucu.”

Xie Lian başını eğdi, ne katılmış ne karşı çıkmıştı. Jun Wu. “Amacı veya talimatları ne yönde
bilmiyorum, ama cenneti tanıyor. Sadece bu bile başlı başına bir dezavantaj.”

Onun ‘dezavantaj’ dediğini duyduğu anda Xie Lian başını kaldırdı ve konuşuverdi. “San Lang…” Jun
Wu’nun başını ona çevirdiğini görünce duraksadı ve sözlerini düzeltti. “Hua Cheng aşırı korkunç bir
şey yapmaz. Eğer Majesteleri düşünürse, sahip olduğu güçle yıkım ve cehennem getirmek isteseydi
bunları çoktan yapabilirdi. Eğer şimdiye kadar yapmadıysa, gerçek bir nedeni olmadığı sürece, bundan
sonra da yapmayacaktır.”
“Ben de öyle umuyorum.” Jun Wu. “Ama ne kadar dikkatli olsan azdır.”

Büyük Savaş Salonundan çıktıktan sonra Xie Lian ağır adımlarla Cennetin sokaklarında dolaştı.

Xian Le Sarayından geçerken adımları durdu ve başını kaldırdı.

Saray Jun Wu’nun hediyesiydi; görkemli, yepyeni ama aynı zamanda yabancıydı. Büyük kızıl kapılar
parlak ve ışıl ışıldı ama çoktan üzerine çizilmiş olan tılsımlar ve efsunlarla gören herkesi alarma
geçirecek bir ‘X’ meydana getirmişti.

Shi Qing Xuan Büyük Savaş Salonundan çıkarken, Xie Lian’a sarayının başka bir yere bağlandığı
mühürlendiğini söylemişti, bu yüzden Xie Lian isterse onun sarayına gelebilirdi. Ancak Xian Le
Sarayına bir süre baktıktan sonra Xie Lian aniden arkasını döndü. Rüzgar Ustasının Sarayına da
gitmedi. İlk başta yapmayı planladığı şeyi boş verdi ve doğrudan Miraç Kapısına yöneldi ve atladı.

Bulutlar denizinden geçerken inmek istediği yer TaiCang Dağıydı.

TaiCang Dağının zirvesinde eskiden antik Xian Le Krallığının merkezi bulunurdu – Kutsal Kraliyet
Köşkü.

Kutsal Kraliyet Köşkü etkileyici derece büyük bir meditasyon alanıydı; talim alanları ve tapınaklar tüm
dağı kaplıyordu, sayısız tanrıya ve ölümsüze tapınılır, harikulade ve göz kamaştırıcı bir yerdi. Ana tanrı
Savaş Tanrısı Semavi İmparator’du ve altın tapınağı dağdaki en yüksek zirvedeydi. Veliaht Prens
Tapınağı bir zamanlar ikinci en yüksek tepede görkem ve azametle dikilirdi.

Sekiz yüz yıl önce, TaiCang Dağını saran alev kırmızısı akçaağaçlar oldukça meşhurdu ve kızıl
akçaağaçların da oldukça kalabalık tutkunları vardı. Ancak Xian Le Krallığı düştüğü zaman, tapınanlar
kalabalığı kızgın kalabalıklara dönüşmüştü, dağa Veliaht Prens Tapınağını ateşe vermek için çıkmış
ama sonunda tüm TaiCang Dağını yakmışlardı, geriye sadece kararmış toprak ve küller kalmıştı.

Yanmış toprak, ölülerin gömüldüğü topraklar gibi daha bereketli bir hal almış gibiydi. Sonrasında siyah
toprağa yeni tohumlar ekilmiş ve yeni ağaçlar büyümüştü. Birkaç yüz yıl sonra dağ yenilenmiş ve bir
kez daha sarılmıştı, ama artık kızıl yapraklar yoktu ve sekiz yüz yıl önceki halinden çok farklıydı.

Eskiden dağa tırmanırken geniş, yeşille kaplanmış bir patika kullanılırdı. Yol boyunca seyyahlar veya
çaylaklar yakacak odun veya su toplardı. Şimdi ise patika kaybolmuştu. Taşlar ve enkaz, solmuş dallar
tüm izleri kapatmış, yerin derinliklerine gömmüştü. Xie Lian tırmanırken sadece bacaklarındaki gücü
kullanıyordu ve dikenlerle veya çalılarla karşılaştığı zaman onları kesmek için Fang Xin’i çekmek
zorunda kalıyordu.

Yarı yola geldiği zaman Xie Lian yorulmuştu, dinlenmek için ölü bir ağaca yaslandı. Aniden dalların
üzerinden bir nesnenin siyah gölgesi düştü, üzerine doğru gelirken tuhaf bir tıkırtı sesi çıkartıyordu.

Çevirmen: Nynaeve
Bölüm 57: Geçmiş Arayışı, TaiCang Dağına Dek Geri Dönmek
Xie Lian kenara çekilerek nesneden kaçındı. İlk başta kırılmış bir dal veya bir yuva olduğunu sanmıştı
ama yakından bakınca eskiden ne olduğu anlaşılamayacak kadar çürümüş ve paslanmış bir tahta
parçası olduğunu fark etti, her iki yanında zincirler vardı. Başka birisi olsa ne olduğu bilmeyebilirdi
ama Xie Lian anında onun bir salıncak olduğunu anlamıştı.

TaiCang Dağında her yerde salıncaklar vardı, hem eğlence hem de eğitim için kullanılıyorlardı. Xie
Lian’ın daha hatırlayabilecek kadar yeni büyüdüğü günlerde, bir keresinde ailesiyle birlikte dua etmek
için Kutsal Kraliyet Köşküne gelmişti ve bir grup genç aceminin salıncaklarda dövüştüğünü,
döndüğünü, çırpındığını görmüştü. Heyecan verici bir sahneydi; kral ve kraliçe beğenmişti, ve Xie Lian
ellerini ağzına götürerek takdirini bağırmıştı. Kral ve kraliçe o kadar memnun olmuştu ki genç
acemilere oldukça büyük bir ödül vermiş ve o günden sonra kendini geliştirmek Xie Lian için eğlenceli
ve harika bir şey olarak Xie Lian’ın kalbinin derinliklerinde yer etmişti. Ancak sonraki senelerde resmi
bir şekilde kendini geliştirmek için bir sekte katıldığı zaman işin eğlenceli kısmı kaybolmuştu.

Bir süre dinlendikten sonra Xie Lian tırmanmaya devam etti. Yukarı çıktıkça çalılar daha da
kalınlaşıyordu ve sık sık kemirgenler yanından geçerek kabarık bir kuyruğun gölgesini ona
gösteriyorlardı. Ağaçlarda dolaşan sincaplar da vardı, kozalaklarını dişlerken davetsiz misafiri
gözlüyorlardı.

Dikenler yolunu kesti, kıyafetlerini ve uzuvlarını yırtıyorlardı ama Xie Lian fark etmedi bile. En
sonunda Veliaht Prens Zirvesine ulaşmıştı.

Elbette ilk adı Veliaht Prens Zirvesi değildi, ama Veliaht Prens Tapınağı inşa edildikten sonra isim
değiştirmişti. Çalıların ve otların arasında, hala çakıllı yeşil yerler bir yerlerde görülebiliyordu, geniş,
yanmış bir temelin gizlendiğinin izleriydi. Bir zamanlar bir tapınağın temeliydi. Üzerinden geçerken,
molozlar ve kalıntıların, cam parçalarının arasında, kırılmış eski bir kuyu vardı.

Yukarıdan dibine bakarken oldukça uzun bir zaman önce kuruduğunu söylemek kolaydı; dibi sadece
birkaç metre derindeydi, çamur görünebiliyordu. Xie Lian tereddüt etmeden bacaklarını çaprazladı ve
aşağıya atladı.

Çamurlu zemine çarpmadı, onun yerine illüzyonun içinden geçti ve birkaç metre sonra sert bir zemine
indi.

Etrafı o kadar karanlıktı ki ellerini görebilmek için kolunu kaldırması gerekirdi. Başını çevirerek
yukarıya baktı, gün ışığı da sanki kalın bir kumaşla sarınmış gibi görünmüyordu. Xie Lian kuyunun
dibinde birkaç tuğlaya dokunduktan sonra belli bir sırayla bastırmaya başladı. Bir gürültüyle birlikte
kenarda küçük bir kapı açıldı. Xie Lian yere çömeldi ve yavaşça küçük kapının açtığı patikada
emeklemeye başladı. İçeri girdiği zaman bir gürültü daha duyuldu, kapı kapanmıştı. Birkaç dakika
sonra en sonunda tünelin ucuna ulaşmıştı. Xie Lian ayağa kalktı ve sırtını dikleştirdi, parmaklarını
şıklatarak küçük bir ateş parçası yarattı.

O küçük ışık alev aldığında, sanki karşılık vermek istercesine yakın bir mesafeden sanki derin
uykusundan uyanmış, parlak gözlerini açan bir inci gibi başka bir soluk ışık belirdi.

Kısa bir süre sonra başka inciler de yandı, yayılarak bir yeraltı sarayının Büyük Salonu her an daha
berrak bir şekilde aydınlatmaya başladılar. Büyük Salonun üzeri binlerce parlak yıldızlarla bezenmişti.

Antik Xian Le Krallığının, İmparatorluk Mezarlığının TaiCang Dağının yanmış topraklarının altında
gizlendiğini hayal etmek güçtü. O parlak yıldızlar gece incileriydi ve tavana elmaslar işlenmişti; gece
incileri ışıkla aydınlanırken elmaslar da onları yansıtıyordu. Yolları kesiştiği zaman, parlaklıkları bir
rüya kadar büyüleyiciydi. Sanki yerin altında minik bir samanyolu vardı.

Gece incileri ve elmaslar paha biçilemezdi; her biri tüm bir hayatı refah içinde geçirmeye yetecek
kadar değerliydi. Ancak Xie Lian onları bir kez bile dönüp bakmadı ve doğrudan Büyük Salona ilerledi,
en sonundaki türbeye girdi.

Büyük Salona kıyasla bu türbe fazlasıyla sadeydi, çünkü oda tamamlanamamıştı, bu yüzden görkemli
dekorlar yoktu, sadece iki tabut vardı. İki tabutun ortasında müsrif giysilere bürünmüş, yüzünde altın
bir maskeyle kılıcını ona uzatmış, çarpıcı ve etkileyici birisi vardı.

Ancak, bu kişi olduğu yerde duruyor ve hiç hareket etmiyordu. Xie Lian yaklaştı, kendi işine bakarak o
kişiye ikinci bir bakış atmadı. Xie Lian altın maskenin altında bir yüz olmadığını biliyordu, o müsrif
giysilerin altında hiç kimse yoktu. Sadece kurumuş samanlarla doldurulmuş boş bir yığındı.

Uzun zamandır bu zarif giysiler ve maske onun yerine tek başına tabutların başında bekliyordu.
Tabutların başlarında altın tabaklar vardı ama tabakların içindekiler berbat bir haldeydi: meyveler
kurumuş ve çekirdeğine dek buruşmuştu ve kararmış, çürümüş, ne olduğu anlaşılamayan sert
parçalara dönüşmüşlerdi. Xie Lian içeri girdikten sonra onları temizledi ve bir kenara attı. Ceplerini ve
kol yenlerini karıştırdı. Normalde yanında yarı yenmiş bir çörek vardı ama onu Hua Cheng’e verdiği
için elinde artık hiçbir şey yoktu. Bu yüzden konuştu. “Baba, anne, çok özür dilerim. Ziyaret ederken
yanımda hiçbir şey getirmedim.”

Doğal olarak ona kimse cevap vermedi. Bu yüzden Xie Lian yavaşça oturdu ve tabutlardan birine
yaslandı.

Bir süre dalıp gittikten sonra tekrar konuştu. “Anne, Qi Rong’u gördüm.

“Qi Rong ölmemiş, bir iblis olmuş. Geçen yüzlerce yılda nasıl hayatta kaldı bilmiyorum.”

Xie Lian başını iki yana salladı. “O bir sürü insanı… öldürdü ve şimdi peşinde onu öldürmek isteyenler
var. Cennette onu affetmeyecektir. Aaah, sahiden onunla ne yapacağımı bilmiyorum.”

Bir şeyler daha söylemek istiyordu ama aniden, oldukça yakın bir yerden, hafif bir inlemenin sesi
yükseldi.

Xie Lian dondu, yüz ifadesi aniden değişmişti.

Yakından dinledi, yanılmamıştı. Sahiden bir ağlama sesiydi. Kısık, yumuşak bir sesti ve eğer dikkatle
dinlemese fark edemeyebilirdi. Ses tizdi, ya bir çocuğa ya da bir kadına aitti.

Ses yakından geliyordu, sanki aralarında sadece ince bir duvar vardı, çok yakınlarından çınlıyordu. Xie
Lian başını aniden çevirdi ve en sonunda doğruladı – ses yaslanmakta olduğu tabuttan geliyordu!

Şok içinde farkında olmadan sesi bilinçsiz bir neşe içeriyordu. “Anne, sen misin?!”

Ancak Xie Lian hemen kendine geldi, çaresizce ümit ettiği şeyin asla gerçek olamayacağını biliyordu.
Annesi sekiz yüz yıl önce ölmüştü, işkence çekmemiş ve asla intikam peşinde bir hayalet olarak
doğmamıştı. Duyduğu ağlama sesleri de umutsuzluktan değil korkundandı.

Tam olarak bu sırada, kim annesinin tabutuna saklanmış ağlıyor olabilirdi ki?!

Xie Lian bir saniye daha dayanamayacaktı, sol eliyle tabutun kapağını açtı, sağ elinde Fang Xin’le
saldırmaya hazırdı. Ama içeride ne olduğunu gördüğü anda kılıcı donakaldı.

Tabutun içinde, tek başına, narin, siyah giysilere bürünmüş, yüzü kapalı birisi vardı.
İçeride olabilecek tek kişi annesiydi, ama tabutun içindeki kesinlikle o değildi. Küçük ve kısaydı,
bedeni tümüyle farklıydı ve en önemlisi titriyordu – içeride gerçek, canlı bir insan vardı!

Xie Lian yüzünü açtı. Kumaş parçasının altında küçük bir çocuğun yüzü vardı!

Bir an için hareket edemedi. Ardından çocuğu tuttu ve kaldırdı, sesi şaşkınlıkla doluydu ve
paniklemişti. “Annem nerede? ANNEM NEREDE?! ANNEMİN BEDENİNE NE YAPTIN??”

Her ne kadar üzerindeki siyah giysi sıradan bir şeye benzemiyor olsa da, gerçekte inanılmaz nadir bir
böceğin yaptığı ipekten üretilmişti. İpek küçük yabancı bir ulusun adağıydı ve bir ustanın elinde
karmaşık bir şekilde dokunmuştu. İçinde hoş kokulu bitkisel çantalar vardı ve tabuta
mühürlenmişlerdi, böylece içerideki beden binlerce yıl boyunca korunacak ve ölü olan hala canlıların
diyarındaymış gibi görünecekti. Ancak o anda, siyah giysi çocuğun üzerindeydi, o zaman annesinin
bedeni nereye gitmişti? Şu anda ne durumdaydı?

Xie Lian’ın daha fazla düşünmeye cesareti yoktu ve alabileceği tek cevap elindeki bu bilinmeyen
çocuktaydı. “Annem nerede? Sen kimsin? Neden buradasın? Annemin bedenine ne yaptın??”

Ama gözyaşlarına boğulmuş bir çocuk nasıl onun sorularını cevaplayabilirdi? O kadar korkuyordu ki
konuşamıyordu bile. Xie Lian onu tabuttan çıkarttı ve hareket ettiği anda siyah giysilerden dökülen kül
rengi beyaz tozları fark etti.

Yüzü kağıt kadar beyazladı, tabuta baktığı zaman içinin de beyaz tozdan ince bir tabakayla
kaplandığını fark etti. Dünya etrafında döndü ve Xie Lian’ın kalbi bir an için durdu. Tutuşu gevşeyince
çocuk serbest kaldı ve kendisi tabutun önünde diz çöktü, uyuşmuştu.

O toza eliyle dokunmaya cüret edemiyordu, ama tütsü külleri gibi rüzgarla dağılırlarken sadece
oturup bakamazdı da. Her ne kadar inkar etse de içten içe biliyordu.

Zorla gömü giysilerini kaldırdı anda, sekiz yüz yıl önce ölmüş bir cesede başka ne olabilirdi?

Xie Lian’ın zihni bir kaosa kapılmıştı, düşünemiyordu; başını ellerinin arasında aldı, kulakları
çınlıyordu. Tam bu sırada sırtı gerildi, iç güdüleri arkasında bir hançerin olduğunu söylüyordu ve
başını çevirdiği anda, elleri de bir yıldırım kadar hızlıydı ve yakaladı, çıplak elleriyle bıçağı yakalamıştı.
Arkasındaki birisi onu bıçaklamaya çalışmıştı ve bu kişi bir saman yığınıydı!

Görünüşe göre uzun zaman önce içeriye birisi sızmıştı, kendisini görkemli giysilerle sarmış ve maske
takmıştı, cansız bir ahşap parçası kılığına girerek sessizce onu bekliyordu. Yüksek bir çınlama sesi
yankılandı ve Xie Lian o bıçağı çıplak elleriyle ikiye böldü, avucundan kanlar fışkırırken yüz ifadesi
değişmemişti bile. Bir an sonra bacağını kaldırdı ve karşısındaki kişinin karnını tekmeledi, sertçe yere
düşmüştü. Göğsüne sertçe basılınca, yerdeki kişi çizmesini yakaladı ve mücadele etti ama yere
çivilenmişken hareket edemiyordu. Xie Lian eğildi ve bir eliyle altın maskeyi çekti, altındaki genç
adamın yüzü ortaya çıkmıştı. Xie Lian bağırdı. “Sen kimsin?? Mezar hırsızı mı?? İçeriye nasıl girdin???”

Tam bu sırada çocuk ağladı. “Baba!”

Ağlamasıyla Xie Lian hatırladı. Bu çocuk ve adam ona tanıdık gelmişlerdi – Yeşil Cin’in ininde Qi
Rong’un neredeyse pişirip yemek üzere baba oğul değiller miydi?!

Xie Lian saniyesinde olan biteni anlamıştı ve yumruğunu bir yıldırım gibi adamın çenesine indirirken
gürledi. “QI RONG, DEFOL GİT! SENİ ÖLDÜRECEĞİM!!!”

Adam güldü ve kan tükürdü. “Kuzenim veliaht prens! Ne hoş bir tesadüf! Yine karşılaştık! Hahahaha!”
Her ne kadar yüzü farklı olsa da böylesine hasta bir kahkaha Qi Rong’dan başka kime ait olabilirdi?
Bedeni yok olduğu zaman, genç babanın bedenini ele geçirmişti!

Başka açıklamaya gerek yoktu ama bedeni Lang Qian Qiu tarafından kazana atılıp eridiği zaman ondan
kurtulmak için herkes kaçarken genç adamın bedenini ele geçirmiş ve Xian Le’nin İmparatorluk
Mezarına gelmiş olmalıydı. Yoksa, sıradan bir insan Xian Le kraliyetinin mezarlığını nereden bilebilirdi?
Ayrıca bu kadar kısa bir süre içerisinde nasıl gelebilirdi?

Yanında getirdiği çocuk belki de sadece bir yemekti veya belki de Xie Lian’ın dikkatini dağıtmak ve
arkadan saldırmak için getirip tabuta saklamıştı. Qi Rong yüzüne dokundu, Xie Lian’ın yumruğu sanki
yanlış bir şeymiş gibi bakıyordu ve bağırdı. “Kuzen neden bu kadar kızdın? Seni bıçaklasam ölecektin
sanki, hehehehhehe!”

‘Pat, pat’ ve Xie Lian ona iki yumruk daha indirmişti, gözlerinin kenarları kızarmıştı. “Annem sana nasıl
davranırdı? Ve sen ona ne yaptın?! Nasıl, ona, nasıl – ?!!”

Qi Rong homurdandı. “Teyzem uzun zaman önce öldü. Artık yaşamıyor, bedenle küllerin ne farkı var?
Cesedi sadece değişti, hala orada değil mi? Gelmiş sen de ağlıyor ve burnunu çekiyorsun, An Le’yi
öldürürken çok serttin ama? Canım kuzenimin bu kadar iki yüzlü olduğuna inanamıyorum, hehe!”
yüzü bir anda değişti ve tükürdü. “Ona nasıl mı böyle davranırım? Suç sende! Hatalarını düşünüyor
musun hiç? Hepsi senin hatan! Sen Şanssızlık Tanrısının, Xian Le’nin soylu mezarlığına gelip ağlamaya
yüzün var mı?!”

Xie Lian tekrar sert bir yumruk attı ve Qi Rong çığlık attı, ağzından kanlar damlıyordu ama hala
heyecanlı görünüyordu, iki eliyle birden çoktan kanlarla kaplanmış çizmeye tutunmaya devam
ederken uluyordu. “EVET! EVET DOĞRU! AYNEN BÖYLE! SEN BUSUN İŞTE! DÖVÜŞ, DÖVÜŞ, ÖLDÜR,
ACIMADAN VUR! GADDARCA ÖLDÜR! Ağza alınmaz bir günahla yıkılmışsın gibi yüzünde aziz bir
ifadeyle bana bakma! İğrenç! ARH!”

Çocuk sürünerek yanlarına geldi ve mücadele etti. “Aaah! Baba! Baba iyi misin!” Neler olduğunu
anlamıyordu, tek bildiği şey babasının üzerine basıldığıydı. Onun bakış açısına göre Xie Lian vahşi bir
iblisti ama babasını kaybetmekten de çok korkuyordu, olduğu yerde duramazdı bu yüzden babasının
göğsündeki çizmeyi çekmeye çalışmıştı. O genç adam kan kusmayı bırakmadığı için çocuk ölümüne
korkmuştu ve sanki kanamayı durdurabilirmiş gibi elleriyle babasının ağzını kapatmaya çalıştı. Bunu
görünce Xie Lian sakinleşti, bedenin gerçek sahibinin masum olduğunu fark etmişti ve ayağını hafifçe
çekti. Fang Xin’in ucunu yere çevirerek Qi Rong’n yanağını dürttü ve ne cevap alacağını bile bile
konuştu. “Qi Rong, cehenneme tek başına git. Dilinin ucundan ruhunu almam sanma!”

Teknik olarak bir başkasının dilini kökünden çıkartınca, kişi kesinlikle musallat olmuş olan ruhu da
beraberinde çekebilirdi. Qi Rong alayla haykırdı. “Yapmayacağım! Defolup gitmeyeceğim! Ne
yapacaksın? Hadi, çeksene! Gel, gel gel, beni öldürecek misin? Gerçekten ölebilirim, bence fırsatı
tepme, yoksa tüm hayatın boyunca benim küllerimi bulamayacaksın!”

Bilerek dilini bile çıkarttı, sanki Xie Lian’ın tehdidini yerine getirmesini ve o kanlı yöntemi kullanarak
etten bedeninden ruhunu çekmesini beklemeye dayanamıyormuş gibiydi. Hakaretler yağdırdı. “Ele
geçirdiğim kişi önemli birisi değil zaten, neden yapmıyorsun? Kimse öğrenemez, kimse umursamaz,
ekselanslarının kutsal ışıltısına zarar da gelmez. Bak! Anneni küle çevirdim, beni öldürmeyecek misin?
Hahahahaha…”

Çocuk Xie Lian’ın çizmesini bırakamıyordu bu yüzden bacağına asılarak daha da ağlamaya başladı.
“Babamı öldürme! Babacığımı öldürme!”
Xie Lian’ın nefesleri gittikçe sıkışıyordu, başı dönüyor, tüm bedeni titriyor ve elleri Qi Rong’un kafasını
parçalamak için kaşınıyordu, ama yapamazdı. Qi Rong ellerini açtı. “Hahahaha, kuzen veliaht prens,
nasıl bir hayal kırıklığısın, başarısızlık örneğisin!”

Xie Lian onu yerden aldı, yumruğunu kaldırdı ve bir dizi yumruk Qi Rong’un yüzüne yağmur gibi indi,
her yumruğunda bağırıyordu. “KAPA ÇENENİ! KAPA ÇENENİ! KAPA ÇENENİ!”

Ama o ne kadar sinirlenirse Qi Rong o kadar mutlu oluyordu. İkisini aynı cehenneme çekebilmesiyle,
Qi Rong mest olmuştu, gözleri ışıl ışıldı. “Gördün mü! Bu senin gerçek yüzün! Kuzen veliaht prens,
seni bu dünyadan benden daha iyi kim tanıyabilir? Herkesin kafasına basabileceği zavallı, boğulmuş
bir köpek gibi görünebilirsin, ama ben biliyorum. İçten içe hala gururlusun; başkalarının sana hayal
kırıklığı demesine dayanamıyorsun! Öyle dediğim için benden nefret ediyor olmalısın! Kalbini
kanatacak kadar yaralayabildim mi? Hadi! Gel! Yoksa bana bu beden masum olduğu için, onu
korumak adına beni öldürmeyeceğini mi söyleyeceksin? Gel! Bana ne yapacağını göster!”

Kendini beğenmiş, deli kahkahalarla birlikte böyle bir kışkırtmaya Xie Lian daha fazla dayanamadı.

Bir çınlama sesiyle Fang Xin kınından çıktı.

Bir ışık parlamasıyla, meşum siyah kılıç aşağıya indi!

Birinci Kitabın Sonu

Çevirmen: Nynaeve

You might also like