Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 428

ISLAM'DA

SOSYAL
ADALET
SEYYİD KUTUB

·lslim'da
Sosyal Adalet

Türkçesi
M. Beşir ERYABSOY

ARSLAN YAYINLARI
Beyazsa.ray No. 6 Tel : 26 30 52
Beyazıt - İstanbul
Aralan Yayınlan

Seyyid Kutub Serisi : 3

ikinci Basım

• Aralık/1982

Dizgi - Baskı - Cilt :


Bayrak Yayımcılık • Matbaacılık Kon. Şti. Tel: 28 39 53
ISTANBUL - 1982
İÇİNDE:KİLER

İslam ve Hıristiyanlık Açısından Din ve Toplum 9


tsıam'da Sosyal Adalet özelliği ........................... 31
tslam'da Sosyal Adaletin Esaslan........................ 51
Vicdarı Hürriyeti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. .. . . .. . . . 54
İnsani Eşitlik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 76
Sosyal Tekafül (Dayanışma) . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . .. . . . . 93
İslam'da Sosyal Adaletin Yollan ........................ 115
1slam'da Yönetiımı Politikası . . .. . . . .. .. . . .. . . . . . . . .. . . . . . . 139
a) Yöneticilerin adaleti ........................... ... 149
b) Yönetilenlerin itaatı ...... ............... ... ...... 151
c) Yönetenlerle yönetilenler arasında dayanış-
ma (Şura) . . . . . . . . ..................................... 154
İslam' da Mali Siyaset . . . .. . .. . .. .. .. . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . .. . . 161
Ferdi Mülkiyet ................. ............................... 164
Ferdi mülkiyet hakkı .. . . .. . .. .. .. . . .. . .. . . .. . .. . . .. . . 164
Ferdi mülkiyetin tabiatı . .. . . .. . .. . .. .. .. . .. .. .. . .. .. . 169
Ferdi mülkiyetin yollan . .. . .. . . .. . . .. . . . .. .. . .. .. .. .. 176

5
Mülkiyeti Geliştirmenin Yollan .. . .. . . .. . .. . .• .. . .. . . . . 189
İnfak (Harcama) Yollan .. :.............................. 204
Zekat FA.riası .. . . . . . . . .. . . .. . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. .. .. . . . . . . . . . .. . 218
Zekat Dışındaki Mali Yükümlülükler . . . . . . . . . . . . . . . . . . 228
tsıanı 'l'arihinden Vak'alar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 241
islrun'ın Bugünü ve Geleceği .. . . .. . . . . . . . . . . . . .. . .. . .. . . . . 357
Yolların Aynlışında ............ .,. .. . . . . . .. . .. . . .. . .. .. .. .. . . . 415

6
BismilhUıfrrahmaııirrahfm.

HayA.limde, yaklaşmakta olduklanİıı görüyor iken,


hayatın gerçeği içinde dimdik ayakta durur gördüğüm
gençliğe... Onlar, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıy­
la cihad ederler, ruhlarının derinliklerinde izzetin yal-
nızca Allah'ın, Resulünün ve mü'minlerin olduğuna iman
ederler ..•
Daha önce hayft.llmde bir temenni ve bir rüya iken,
ansızın bir gerçek, bir vakıa olarak, hayalden daha bü-
yük bir gerçek, emellerden daha büyük bir vakıa olarak
görüverdiğim bu kişilere ...
Hayatın, ~okluğun bağrından fışkınverdiği, nt1nın,
karanlıklar arasından yırtarcasına çıkıverdiği gibi,
«gaybııın bağrından fışkıran «bu gençliğe» ...

Allah'ın adıyla, Allah yolunda, Allah'ın bereketiyle


cihad eden «bu gençliğe>> bu kitabı hediye ediyorum..

SEYYİD KUTUB

7
tsLAM VE HIRİSTİYANLIK AÇISINDAN
DİN~ TOPLUM.

İktisadi hayatta kişi, birikmiş bir miktar parası var-


ken, bunun miktarını düşünmeden, -böyle bir şeye ih·
tiyacının bulunup bulunmadığını araştırmadan- borç
para alına yoluna başvurmaz; Devlet de, ~ynı . şekilde
hazinesinin durumunu tesbit etmeden, kaynaklarını ve
sonunda doğuracağı sonuçlan araştırmadan bir takım
ithalatlarda bulunmayı denemez. Peki, çeşitli malların,
insanların hayatında tabi oldukları değerlendirme gibi,
ruhi birikim, fikri azık, kalbi ve vicdani değerler de, göz-
önünde bulundurulamaz mı?
Elbetteki bulundurulabilir. Fakat «İslam Dünyasm
diye adlandınlan memleketlerde insanlar, böyle yapmı­
yorlar. Denizlerin ötesinden ve uzak ülkelerden, çeşitli
esas ve programların ithalini, düzen ve yasaların alın­
masını, düşünmeden, ruh birikimlerine ve kültürel de-
ğerlerine hiçbir zaman başvurmadan yapıyorlar. Bura-
larda yaşayan insanlar dikkatle baktıklarında, hiç de
iç açıcı olmıyan bir toplum gerçeği ile karşılaşıyorlar,

9
«sosyal ad6.leti» gerçekleştiremeyen' toplumsal şartıatla.
karşı karşıya kalıyorlar. Bu sefer gölerini Avrupa.'ya,
Amerlka'ya Rusya'ya, Çine... ve Yugoslavya'ya. ve benzer·
lerine dikiyorlar. Hayatlarını sürdürmek için oralardan
ınal ithAl ettikleri gibi, bu sefer problemlerinin çözümü
için de gerekli tedbirler ithfil ediyorlar. Ancak bunlar
çeşitli malları ithal ederken, eski borçlarını araştırır, pi-
yasadaki mal varflıklarını belirler, üretim güçlerini araş­
tırırlar. Fakat düzen, yasa ve programların ithfil edilmesi
sırasında bütün bunlardan hiç birisini yapmamakta; de-
mokratik veya, sosyalist veya komünist düzenleri ithAl
etmek için; tilin ruhi birikimlerini, fikri dayanaklarını,
ellerinde var olan esas, prensip ve teorilerini, tetkik et-
meden, kendilerine çözüm yolwıu verebilecek hiçbir yolu
araştırmadan bunları yapmak~dırlar ve sosyal problem-
lerinin çözümünü onlardan beklemektedirler. Durumları,
şartları, tarihleri, maddi, fikri ve ruhi hayatlarının da.-
yanaldan, bu çok uzaklarda ve denizlerin ötesinde bu-
lunan toplumların düzeninden tamamen farklı olsa bile,
onlar yine böyle bir bekleyiş içindedirler.
Ve bunlar dinlerinin «İslam» olduğunu il!n edi·
yorlar, hatta. bazan kendilerinin İslam dinin koruyucu-
ları ve davetçileri olduğunu da sanıyorlar. Oysa bunlar,
vicdanlara hapsedflsin, hayatta hiçbir hAldmiyeti kalma-
sın, hayata yön vermesin, problemlerini çözmesin diye
bu dini, pratik hayatlarından tam anlamıyla uzaklaştı­
rıyorlar. Din onlarca,. kişinin kül ile olan bir bağından
ibarettir; insanlararası ilişkiler, toplum ilişkil.eri, hayat-
ta karşılaşılan problemler, yönetim ve iktisad politikası
gibi konuların ise ne dinle ilgileri vardır, ne de dinin
.onlarla ilgisi... Bunlar dini inkar ve red etmeyenlerin
söyledikleri. Diğerleri ise diyorlar ki: Bize bu dinden söz
etmeyin. Din, kapitalistlerin ve zorba yöneticilerin kul-
landıklan bir afyondan ba.'§ka bir şey değildir. Onu,

10
emekçi sınıfını uyuşturmak, yoksul kalabalık.lan hare-
ketsiz M.le getirmek için kullanırlar.
İslamın tabiatına .ve İslam tarihine son derece ya-
bancı olan bu görüşleri bu insanlar, nereden getirdiler? ..
Bunlan -her şeyi aldıklan gibi- uzak ülkelerden ve
denizlerin ötesinden ith8.l ettiler.
Çünkü, dinin dünyadan ayn olduğu hikAyesi, İslam
dünyasında ortaya çıkmadı ve bu tslamm da tanımadığı
bir şeydir. Dinin duygulan uyuşturduğu safsatası da
hiçbir zaman BU DİN'ill verdiği bir sonuç olmamıŞtır
ve ,bu, onun tabiatına da aykırıdır. Fakat onlar, bu söz-
leri, papağan gibi ezberlemiş, .tekrarlıyorlar; maymunlar
gfüi başkalarını taklit edip duruyorlar. Bu düşüncenin
8ıSlını, nasıl doğduğunu araştınnaya, nereden ·gelip git-
tiğini bilmeye de çalıştıkları yoktur, üstelik... Şimdi bu
tuhaf iddianın nereden ve nasıl geldiğine bir bakalım :
Hıristiyanlık, Romıt imparatorluğunun gölgesinde,
Yahudiliğin donuklaştığı; cansız, donuk bir takım lyin-
lerden, ruhsuz bir tabını görüntülerden ibaret kaldığı bir
dönemde gelişti. O sırada Roma İmparatorluğunun, çağ­
daş Avrupa'nın yasa.lan için hMA. kaynaklık etmekte olan
ünlü kanunları vardı. Roma toplumunun bu sırada be-
lirli bir düzeni, toplumsal bir takım esasları vardı. Pav-
los'un Avrupa'ya sunduğu şekliyle Hıristiyanlık, o gün
ayakta duran şartlar altında, güçlü Roma devletine ve
girift Roma toplumuna yasalar, düzenler; toplum ve dev-
let yapısı için ışığında yol alacağı esaslar verebilmekten
uzaktı. Kendilerine İsa (A.S.) ın Peygamber olarak gön-
derildiği, Arz..ı Mukaddes'in tamamı sadece bir Roma
sömürgesi olduğu için, bu şartı.arın zorlaması altında
Hıristiyanlık, ruhu arındırma ve vicdanı. temizleme yo-
luna koyuldu ve Yahudilikte bulunan donuk ayinleri,
boş görüntüleri eleştirmeye, tsralloğullarının vicdanına
ruh ve hayat üflemeye önem verdi.

11
Hıristiyanlık, bazı. dönemlerinde ruhu arındırmak,
maddeden uzak kalmak konularında gerçekten yüksek
bir noktaya ulaşmıştır. İnsanlann ruhi hayatına bu açı­
dan üzerine düşen görevi yerine getirmiştir. Bunu da.
elbette ki kanunlardan soyutıarunış ruhi öğretilerin ruhu
yükseltebileceği, vicdanı yüceltebileceği, kalb ve vicdanı
antabileceği, insanın içinden gelen isteklerini önleye-
bileceği, zaruretler üzerine yükselebileceği kadar ve ha-
yal Meminde yer alan mukaddes arzuları hedef alarak
yapabildi. Tabii bu arada toplumu ve işlerini, devlete terk
etmiş idi. Devlet de algılanan alemde yeryüzü kanunla-
rıyla toplumu düzene koyuyordu. Çünkü bu arada Hıris­
tiyanlığın kendisi iuh ve vicdan dünyası ile uğraşmakta,
ona önem vermekte idi. Bu durum ise, kilisenin çizdiği
şekil, onun içinde geliştiği özel şartlar ve bu dönem içe-
risinde İsrailoğullannın özellikle ihtiyaç duydukları şey­
ler ile mantıki bir uyum gösteriyordu.
Hıristiyanlık
bu şeklyle denizi aşıp Avrupa'ya geçin-
ce, Romalılarınputperest - maddeci Grek medeniyetinin
miras~ılan olduğunu gördü. Nitekim Avrupa'nın çeşitli
bölgelerinde henüz barbar olan, çok büyük kalabalıklar
halinde daracık bir toprak parçası için böğuşan, katı,
korkunç ve cimri karakterdeki kavimlerle de karşılaş­
mıştı. Bu bölgelerde yaşayanlar, bir an bile rahatın ta-
dını alamıyor, silahı elinden bırakamıyor, içinde yaşa­
dığı gerçekten sıyrılıp göklerin melekutuna yükselmek,
hiristiyanlığın nazariyelerine bağlanmak ve yeryüzünün
realitesinden kopmak için imkan bulamıyordu.
Bu kavimler bu dini hayata elverişli bulmadılar. Bu
sebeple dediler ki: ccDin kul ile Rabbi arasındaki ilişki­
dir.ıı Bununla birlikte kiliselerde onun gölgesinde barın­
makta ve onun kutsal rüzgarlarıyla rahatlanmakta. ken~
dileri açısından bir sakınca da görmediler.

12
Fakat papazlar, kardinaller, papalar ... vs. din adam.-
lan, kilisenin iktisadi, .sosyal ve siyasi hayattan uzak
kalınası halinde menfaatlerini garantilemiyeceklerini,
nüfuzlannı koruyamıyacaklannı anlamışlardı. O halde
kilisenin, kral ve prenslerin otoritesi karşısında bir oto- .
rite şeklinde ortaya çikması, ruhi hayat üzerindeki oto-
ritesini umumi yaşayış alanına da taşırması kaçınılmaz-
.dı. Öyle zamanlar geldi ki kilisenin mal varlığı, ordusu
ve otoritesi, hiç de kralların elindeki mülk, ordu ve oto-
riteden aşağı kalmıyordu. Bu nedenle kilise ile diğer güç-
ler, papalarla krallar arasında -kaçınılmaz olarak- ça-
tışma başladı. Halk ise, çoğunlukla kilise tarafında yer
aldı. Sonra bu iki otorite arasında -beklendiği gibi-
bir anlaşma oldu. Çünkü halkı kendilerine ram etmek
ve büyük çoğunluğu elleri altında bulundurmak nokta-
sında faydalan birleşiyordu. Bu faydalar gerçek hüviyet-
leriyle maddi ve iktisadi faydalar, çatışma da aslında
otorite sağlamak konusunda olduğu sürece bu böyle oldu.
İşte
Avrupa hayatında dinin durumu bu idi. Bu ne-
denle dendi ki: Din, milyonlarca kişiyi zorbalara ve din
adamlarına boyun eğmeye sürükler. Çünkü Avrupalıla­
rın yanında din, gerçekten de böyle idL

*
Kilise dünyada da, ahirette· de insanlara hakim kut-
sal bir otorite olarak, «Endülüjansıılan büyük· bedeller
karşılığındasatmakta ve· «afaroz» kararlan çıkartmakta
uzun süre devam etti. İnsanların duygu ve düşünceleri
üzerinde de aynı şekilde tahakkümüne devam ediyordu.
Bunların arkasandan bir de «Engizisyon Mahkemeleri»
geliyordu. Bu mahkemeler her baş kaldır..aıı1 veya sapık­
lık. ve inkarcılıkla. itham edileni öldürüyor veya .yakıyor-
du ... Bu, «Rönesans» devrine kadar böylece sürdü. Ka-
ranlık çağlardan sonr~, kilise artık zihin ve duyguıarin
yavaş yavaş açılmakta olduğunu gördü. Fakat yeni dü-
şünce akımları ve gelişmekte olan ilim karşısında otori-
tesini kaybetmesi, pek kolay olmadı. Bu nedenle cesur
ağızlan tıkamaya bilgisizlik ve hurafelerden kurtulmuş,
eski ve çürümüş teorilere ters düşen özgür düşünceleri
etkisiz hale getirmeye çalıştı. Artık bu tarihten itibaren
kilise ile fikir özgürlüğü arasında korkunç bir düşman­
lık başgösterdi. Kilise göklerin melekutu ile yetinmek
istemeyip yalnızca ahiret konusunda otorite sahibi ol-
mayı kabul etmeyince, ·almış olduğu kararlara aldırış
etmeksizin yapılan serbest araştırmalar üzerine kurul-
muş ilim nazariyeleri ile kilisenin bilgisizlikten kaynak-
lanan ve din ile hiç ilgisi olmayan yer, gök ve maddeye
ilişkin nazariyeleri arasında bir çatışma 00,,ladı. ilim ve
düşünce adamlarından, kiliseden tiksinen ve aynı m-
manda onu hakir gören, içinde dine ve din adamları.na.
düşmanlık ve kin besleyen bir kuşak yetişti.
İşte Avrupalıların hayatında ilim ile din, kiliie ile
düşünce arasındaki kesin ilişkiler buradan başlar. (1)
Bundan sonra hayat, tekrar yoluna devam etti. Mo-
dem illm semerelerini vermeye başlad.L Ondan sanayide
büyük bir üretim doğdu, sermayeler büyüdükçe büyüdü.
Çalışma a.la.nında birbirinden ayrı iki kitle oluşuverdi:
Sermaye sahipleri kitlesi ve çalışanlar kitlesi. Bu her
iki kitlenin maslahatı biribirinden uzaklaştıkça uzak-
laştı. gerçek otorite de devletin elinden senna.ye sahiple- ·
rin.1n eline geçti. Kilise için gerçek otoriteye_ katılmak, •
k&Çiiiililüiz olduğüridiin, sermaye sahipleri sınıfına ka..-
tıklı.

(1) Daha genıc, açı4<lamalar :çın .. fstlıkbAI lelAmındır• adlı eserimizin


• U1ursw: Ayır•m• adlı lı61o.rıüne ~wrulabillr..

14
Avrupa'daki bütün din adamlannın aynı safta. yer
aldıklarını söY!emek istemiyorum. Onlar arasında kuv-
vet merkezinin nerede olduğunu tesbit edip ona katılan
ve çalışan sınıf için dini uyuşturucu olarak kullanan
faydacılar olabilir. Bunlar, bu sınıfı -yapmakta haklı
oldukları - bir ihtilalden alıkoyuyor, dünyada adaleti
istemekten men'ediyor, bunun yerine ona 8.hireti vaad-
ediyorlardı. Fakat kilisenin ortaya koyduğu şekildeki hı­
ristiyanlık akidesini anladığı kadarıyla,. insanları ona
davet edenlerin de bulunması kaçınılmaz.dır. Böyle bir
hıristiyanlığın özünde zühd, görünen hayatı küçümse-
mek, Rabbın melekutundan ve gök aleminden gözü ayır­
mamak ve göklerin melekO.tu ile yeryüzünün melekô.tu
arasında tanı bir ayrılık yatmaktadır.
Fakat durum ne olursa olsun, mücadele etmek iste-
yen çalışan sınıf, elinin, bu arzularını güçlendirmediğini,
kilisenin din aracılığı ile çalışanları uyuşturmak istedi-
ğini gördü. Bu nedenle dine karşı direndiğini açıkça or-
ta.ya koydu. Ve nihayet din hakkında şunları söyledi: «0,
milyonların uyuşturucusudur. Kiliseye karşı tavırlarında
maddeciler, samimi olsun veya olmasınlar, doğrusu şu.
ki: Kilise çalışanların safında yer almıyordu.
Jşte komün~Jle_ğUHY,'Mın4ald 8".Çlk dfimuınlık..
buradan ka~~:rgr.

*
Peki, bi?Je ne oluyor? Kendisini müslüm.an diye ad-
landıran bizleri bütün bunlar ne ilgilendiriyor? Biz1m
tarihi şartlarınuzın, İslfunın tabiatı ve durumunun bü-
tün bunlarla. hiçbir ilgisi yoktur. İslam hiçbir impara-
torluğun veya kralın hakimiyeti altında. bulunmayan bir
yerde doğup gelişti. O, göçebe bir toplum içerisinde ya-
yıldı. Bu toplum.da Roma. İmparatorluğunda bulunan

.ıs
türden yasalar veya hükUmıer yoktu. İlk dönemlerinde
bu şartların varlığı tsıamın, hiçbir engelle karşılaşmak­
sızın toplumu oluşturmasını ve o toplum için gerekli ka-
nun ve düzenlemeleri yapabilmesini üzerine almak için
daha uygundu. Aynı zamanda İslam hem toplumun ken-
disiyle, hem de vicdan ve ruhuyla, günlük hayattaki
gidiş ve ilişkilerini düzenlemekle de ilgilenmiş; daha doğ­
rusu bunu üzerine almıştı. İslamın bütün yol gösterme-
lerinde teşri'lerinde din ve dünyayı bir arada bulundur-
ması için böyle bir toplum içerisinde doğması uygundu ...
İslam, aynı düzen içerisinde yeryüzü ile gök alemini bir
arada ele almak esası üzerine kurulmuştur. O, toplum
gerçeğinde yaşadığı gibi, kişinin vicdanında da yaşar,
onda pratik hayat, dini duygudan ayrı değildir, onun
bir olan cevheri, özü, görünümleri ve y:ollan ayn da olsa,
hiçbir zaman birden fazla olmaz.
Pratik hayattan uzak bir halde insanın vicdanına
çekilmek, İslamın yapabileceği bir iş değildir. Çünkü
onun ilk görevi insan hayatını mükemmel bir şekilde
yeniden kurmaktır.- O, doğuşundan itibaren bir an bile·
olsun 'bir imparator· veya bir hükümdar korkusuyla çar
lışma alanını daraltmak- zorunda da değildi. o, Arap car
hiliyyeti karşısına dikildiği. zamanda bile kendi kendisi-
nin efendisi idi. Caruliyye köklü bir takım sosyal şartlan
ve hristiyanlığın ilk dönemlerinde karşı karşıya kaldığı
temelleri sağlam bir sosyal dü.1.eni bulumnaksızın İslam'a
karşı çıkıyordu. Onun faaliyet alanı ruhi veya maddi,
dini veya dünyevi olsun, beşeri hayatın tümüdür. İslam
-ilk andan itibaren-, ·mükemmel olarak tabiatını orta-
ya koymak, vakıalara uygun bir şekilde gerçeğini belirt-
mek için en uygun -bir ortamda doğmuştur. ŞüphesiZ ki
«Allah risaletlni nerede koyacağını iyi bilir.» Kıyame~
kadar baki kalacak bu dinin; doğduğu andan ·itibaren
mükemmel bir şekilde uygulanması, Allah'ın onun hak-

16
kındaki takdirlerindendir. Ta· ki onda hiçb~ şüphe ve
hiçbir kapalılık bulunmayan bir uygulama, sonra gele-
cek nesillere örnek olarak kalsın.
Toplumdan uzak kalarak bu din, olması gereken
dosdoğru yolda ilerleyemez. Sosyal, kanuni ve mali dü-
zenlerinde onu hakim kılmadıkça, ona bağlı olanlar da
müslüman sayılmaz. İslam kanunları, onların yasa ve
düzenlerinden uzak kaldığı sürece, toplumları «İslam top-
lumu» olamaz. Bazı ibadet ve alametlerden (şeairden)
başka, İslam adına ellerinde hiçbir şey kalamaz. İslam,
yalnızca Allah'a kulluk etmek ve uluhiyeti yalnız O'na
ait kabul etmektir. İleride açıklayacağımız gibi, bunla-
rın başında da «Hakimiyet» yer almaktadır.

«Hayır öyle değil, Rabbine andolsun ki, onlar ara.:


lannda kimi oraya kimi buraya çektikleri (kavga ettik-
leri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hüküm-
den yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimi-
yetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.» (en-Nisa:
65)
Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi ya-
sak ettiyse ondan da sakının.» (el-Haşr: 7)
«Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmez-
se, işteonlar kafirlerin ta kendileridir.» (El-Maide: 44)
Bu din ibadat, muamelat, yasama ve yöneltmeleriy-
le bölünmez bir bütündür. İbadetler, onun yapısı i.çeri-
sinde ve hedeflerinde düzen ve muamelatından ayrı de-
ğildir. Mesela namazın, ibadetler arasında özel bir yeri
vardır. Kişinin ve cemaatin, aziz ve kadir olan bir İlah'a
yönelmesi anlamını verir. Alınlar yalnız O'nun huzurun-
da secdeye kapanır. Tek bir kıbleye yönelinir, başka bir
tarafa dönülmez. Tek bir hakimin önünde eşitliğin ifa-
desidir, namazda herkes O'nun kulu olur. Herkes O'nun

1sl0tm'da Sosyal Adal,et - 2 17


önünde eşittir. «La ilahe illailah» şehadeti de, bu dinin
ilk itikadi rüknüdür. Hayat için eksiksiz bir düzenin ifa-
desidir. Bu düzen, Allah'tan başkasına, fikri ve ameli
bakımdan ibadet etme boyunduruğundan kurtuluş de-
mektir. Böyle bir kurtuluş, herkesin eşit olduğu salih ve
kerim bir toplumun gerçekleştirilmesi yolunda atılan ilk
adımdır.
Hiçbir araştırmacı, bu dinde toplum düşüncesinirl
onuıi hem ibadetlerinde, hem düzenlerinde aynı şekilde
ortaya çıktığı ve bütün yapısında güçlü ve apaydınlık
bir esas olduğu konusunda alsa şüphe etmez. Eğer bazı
dönemlerde, bu dindeki «ibadet» tarafının d~ ağır
basması ve bu tarafın sosyal yönden aynlma veya sos-
yal tarafının ondan aynlması için bir takım çabalara ta-,
nik ol~bilirsek; bilinmeli ki bu, o dönemin bir adetidir,
dinin değil. (2)
İslam hakkında bu söylediklerimiz, kendiliğimizden
çıkardığımız yeni bir şey veya onun gerçeğinin yeni bir
yorumu değildir. Bilakis bu bizzat İslamın kendi kendi-
sini açıkladığı, Resulullah'ın, O'na samimiyetle bağlı as-
habının ve asil menbaına yakın olanlann anladığı İS­
LAM'dır. Kur'an~ı Kerim'de buyuruyor ki:

«Ey iman edenler, cuma günü namaza çağrıldığınız


zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun, alış-verişi bıra­
kın. Eğer bilirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır. Artık
o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazl (ü
kerem) inden arayın.» (el-Cuma: 9-10).

(2) l,slam'a göre ibadet, bütün şefürl, şerayi'i (kanunları) ve insanın


tüm ıhareke<t: ve işlerini kapsar. Fakat frkıh ile ilgili eserlerde :ba-
det• ıkavramı, genellikle şefür (namaz, oruç vs.), •muamelat• kaw·
ramı ise çeşitli ilişık~ler için kullanılmıştır. lslfım ise parçalanmaz
bir bütündür. ·lslam Düşüncesi• adlı eserimiizn •Şümul• bölümüne
bakınız.

18
Farz namazın günün ne kadarlık bir kısmını doldur-
. duğunu ve geriye kalanın ise çalışmak çabalamak için
olduğunu hepimiz biliriz. İnsan hayatında namaza ayrı­
lan zaman çok azdır. Gece ve gündüzden arta kalan za-
man ise toplum ve hayat içindir. -Başka bir yerde şöyle
buyurulmaktadır:

«Biz geceyi bir elbise kıldık. Gündüzü de geçimlik


kazaiıacaık zaman kıldık.» (en-Nebe': 10-11)
Çünkü gündüzün büyük bir kısmı geçimlik kazan-
mak içindir, ibadetler için değildif.
İslam, ibadeti belirli bir takım hareketlerin yapıl­
ma.Sından ibaret saymamaktadır. İbadet, hayatın tümü-
nün Allah'ın şeriatına boyun eğmesi, hayatıiı her duru-
munda insanın Allah'a yönelmesi demektir. Bu nedenle
o, her sosyal hizmetin ve her hayırlı bir işin «ibadet»
anlamını taşıdığını kabul eder. Resulullaıh (S.A.V.) bu-
yurdu ki:
«Dul kadın
ve miskin (in ihtiyaçfannı karşılamak)
için çalışan, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri
oruçla ,geceleri namazla geçiren gibidir.» (3)
Aşağıdaki iki olay, Resulullah'ın İslam'ı nasıl an-
ladığına dair kesin iki delildir:
Enes (R.A.) den; dedi ki:
Bir yolculukta Re8ulullah (S.A.V.) ile birlikte idik.
Kimimiz oruçlu, kimimiz de oruçsuz bulunuyordu. Sıcak
bir günde, bir yerde konakladık. Elbisesi daha çok ola-
nın güneşten korunması daha fazla idi. Kimimiz de eli-
mizle güneşten korunuyordu. Oruçlular (bitkin) düştü,
oruçlti' olmayanlar ise kalktılar hizmet ettiler, yolculara

(3) Buharı, Müslim, T·irmizl, ve nesaıi r:vao/eıt etmiştir.

19
su taşıdılar. Resulullah (S.A.V.) bunun üzerine buyurdu
ki:
cıBugün ecrin tamamını oruçlu olmayanlar, aldı.» (4)
Yine Enes (R.A.) den; dedi ki: Resulullah (S.A.V.)
in hanımlarının evlerine üç kişi gelip ibadeti hakkında
soru sordular. Onlara, (istedikleri şeyler) haber verilin-
ce, azımsar gibi oldular. Dediler ki:
- Biz nerde~ Resulullah (S.A.V.) nerde! Üstelik
onun geçmiş ve gelecek hatalan bağışlanmıştır.
Onlardan biri dedi ki:
- Ben bütün gece namaz kılarım.
Diğeri:
- Ben de sene boyunca oruç tutanın.
Üçüncüsü:
- Ben ise kadınlardan uzak duruyorum ve hiç e·v-
lenmiyorum.
Resulullah (S.A.V.) onlann yanına gelip dedi ki:
- «Şöyle şöyle söyleyenler sizler misiniz? Bana ge-
lince, Allah'a yemin ederim ki aranızda Allah'tan en
çok korkan ve takva sahibi olanınızım. Fakat, oruç tu-
tuyor, iftar de ediyorum, namaz kılıyor ve dinleniyorum,
evleniyorum da. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir.»
Bu, getirdiği dinin mahiyetini daha iyi bilen Hz.
Muhammed (S.A.V.) in namazı ve orucu küçümsemesi
demek değildir. Fakat bu, getirmiş olduğu dinin ruhunu
kavramasının ifadesidir. Hayat için çalışırken akidesi
için de çalışmış olur. Böylece akide ile hayatı bir arada
ele alır. Mana aleminde, uzlete çekilmiş olarak, akidesiyle
başbaşa kalmaz, hiçbir zaman ...
Abidlik süsü veren ölmüş gibi duran bir adamı gö-
rüp, elindeki kamçı ile onu vurmasından ömer b. Hat-

(4) KütOb-ü Sltte rivayet etmiştir.

20
tab'ın da dini böyle anladığını farkediyoruz. Bu adama
Hz .. Ömer demişti ki: «Dinimizi gözümüze ölü gibi gös-
terme, Allah canını alasıca.» Veya onun yanında şahitli­
~e gelen birisi ile ilgili yaptıklarından da bunu fark edi-
yoruz. Şahitliğe gelene demişti ki:
«- Bana seni tanıyan birisini getir.» Şahit ona bir
adam getirmiş, bu adam da o kişiyi hayırla yad etmişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer bu adama dedi ki:
- Girip çıktığı yeri tanıyacak kadar yakın bir kom-
şusu musun? Adam:
- Hayır, dedi; Hz. Ömer:
- Adamın N,lah'tan ne derece korktuğunu ortaya
çıkaran para ile onunla herhangi bir muamelen oldu
mu? Adam yine:
- Hayır, dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki:
- İhtimal ki sen onu mescidde Kur'an okurken, ba•
şını bir aşağı bir yukan kaldırıp indirirken 1görmüş ol-
malısın ..
Adam:
- EVet, dedi. Hz. Ömer ona:
- Git, sen onu tanımıyorsun, dedi.
Öbürüne de:
- Git, bana seni tanıyan birisini getir, dedi.»
Bu, Hz. Muhammed (S.A.V.) den olduğu şekilde Hz.
Hz. ömer'in de bu dinin gerçeğini, iba?et ve yaşayışı doğ­
ru bir şekilde anladığına dair bir delildir. Bunlar, akide-
nin ve amelin mahiyetini açık bir şekilde ortaya koyar.
«Allah'ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yur-
dunu ara. Dünyadan nasibini de unutma!» (el-Kasas:
77)
«Allah, bazı insanların şerrini diğer bazısı ile def'-
etmeseydi içlerinde Allah'ın adı çokça arulan. manastırlar,

21
kiliseler, havralar muhakkak yıkılıp giderdi.» (el-Hace:
40)
«Sizinle savaşanlarla ,siz de Allah yolunda savaşın,.
fakat aşın gitmeyin. Çünkü Allah, a.Şın gidenleri sevmez.ıı
(el-Bakara: 190)
«(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batıtarafına dön-
dermeniz iyilik değildir. Fakat iyilik, Allah'a, ahiret gü-
nüne, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden,
mala olan sevgisine rağmen ,akrabaya, yetimlere yoksul-
lara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirleri kur-
tarmaya veren, namazını dosdoğru kılan, zekatını öde-
yen kimselerin ,ahidleştikleri zaman sözlerini yerine ge-
tirenlerin, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı za-
manlarda sabredenlerin yaptıklandır.ı> (el-Bakara: 177).
«Sizden kim bir münker görürse onu değiştirsin» (5)
İşte amelde ve itikadde İslam bunun üzerinde ayak-
ta durur. O halde kutsal konsillerin şekillendirdiği gibi
hıristiyanlıktaki haliyle din ile dünya arasında bir ay-
rılık yoktur, akide ile toplum hayatı arasında bir ayrı­
lık: yoktur.

İslam'da ise
*
ne kahinlik kurumu ne de yaratan ile
yaratılan arasında a~acılık vardır. Yeryüzünün neresin-.
de olursa olsun veya denizin ortasında bulunsun, her
müslüman tek başına Rabbine kullukta bulunabilir. Anır
ya herhangi ·bir kahin veya papazın girmesine gerek
yoktur. İslam Devletinin başkanı (imam) velayet hak-
kını, başkanlık yetkilerini, ne kendisinde varolduğ~ ka-

(5) Müslim, Ebı.r Davud, Tlrmlzi ve Nesai rivayet etmiştir.

22
bul edilen «İlahi Hak»tan, ne de Afl~h ile insanlar ara-
sında aracı olmaktan alır. O, bütün güç ve yetkilerini
doğrudan doğruya İslam Cemaatından alır. Nitekim tüm
otoriter gücünü de Şeriatı uygulamaktan alır. O şeriat
ki, - bildikleri takdirde - onu anlamak noktasında her-
kes eşittir, herkes eşit olarak onun hükümlerine boyun
eğmekle yükümlüdür .

.Bir din ~~ı bulunmadan ibadetlerin sahih ola-


mıyacağı kabul edilen batıl dinlerdeki anla « ·
~damı» slam'da yoktur. İslam'da ancak din alimleri var-
ô:ır. Bu din aliminin müslümanlarının boyunlarının bor-
cu şeklinde telakki edilebilecek' özel bir hakkının bulun-
ması söz konusu değildir. Yöneticinin de onların üzerin-
de, kendisinin ortaya koymadığı, bilakis uygulanmasını
Allah'ın hepsine farz kıldığı şeriatın, uygulanmasından
başka hiçbir hak ve yetkisi yoktur. Ahirete gelince, her-
kesin dönQ.şü Allah'adır.
«Onların her biri kıyamet gününde O'na yalnız ba-
şına gelecektir.ı> (Meryem: 95)
O halde din alimleri ile kulların kendilerini ve mal-
larını yönetmekle görevli, yöneticiler arasında herhangi
bir çatışma olamaz. Aralarında paylaşamadıkları iktisadi
ve manevi faydaların varlığı da sözkonusu değildir. İs­
lam'da biri maddi, diğeri ise mahevi iki ayrı otoritenin
varlığı sözkonusu olamaz. O halde papalarla derebeyler
ve imparatorlar arasında olduğu gibi, bunlar üzerinde
anlaşmazlık çıkarmayı gerektiren herhangi bir durum
yoktur.
!st,a:rn ilme düşmanlık etmez, -~imlerden de nefret
etmez. Bilakis Allah'ı bilmeye götüren her ilmi -ki sıh­
hatli her ilim bu gayeye götürür-, dini taatlar arasında
yer alan, kutsal bir farz olarak görür:

23
«İlim
taleb et:rp.ek her müslüman üzerine farzdır.»
(7) «Kim ilim taleb etmek için bir yola giderse, Allah
da ona Cennete giden bir yolu kolaylaştırır.» (8)
Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi, fikir ve
ilim adamlarına yapılan zulüm ve işkencelerin İslam Ta-
rihinde yeri yoktur. Bir takım kişilerin, düşünceleri do-
layısıyla cezalandırıldığı çok az olaylar, müslümanlann
tarihinde bir istisna sayılır. Bu olaylar da çoğunlukla
siyasi bazı renkler taşır ve arkalarında fırkaların eği­
limleri yatmaktadır. Bunlar genel olarak İslami hayatın
açık bir özelliği gibi görülemezler. üstelik bunlara, İs­
lamı anladıkları kabul edilemiyen bazı kimseler sebep
olmuştur.

Bu ise harika ve mucizeler üzerinde yükselmeyen bir


din için tabii bir şeydir. Çünkü bu din, insanın içinde ve
dışında yer alan Allah'ın ayetleri (varlığının ve birliği­
nin delilleri) ni düşünmek ve bunlara dikkatle eğilmek
esası üzerine kurulmuştur:

«Muhakkak göklerle yerin yaratılmasında, gece ile


gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar
şeyleri denizde qlup taşıyan o gemilerde, Allah'ın gökten
indirip .onunla yeryüzünü, ölümünden sonra dirilttiği
suda, kımıldayan her hayvanı orada üretip yaymasında,
göklerle yerin arasında (Allah'ın) emrine boyun eğmiş
olan rüz.garlan ve bulutlan evirip çevirmesinde aklı ba-
şında olan bir topluluk için nice ayetler vardır;» (el-Ba-
kara: 164)
«0, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarıyor. Arzı ölü-
münden sonra o canlandırıyor. İşte siz de (kabirleriniz-

(7) lbn Milce


1 ~:vayet etmiştir. .
(8) Müslim, Ebu Davut, Tirımlzi ve Nesai rivayet etmiştıi-.

24
den) böyle çıkanlacaksınız. Sizi bir topraktan yaratmış
olması da O'nun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa)
yayılır bir beşer oluverdiniz. Size nefislerinizden kendi-
le'riyle sükun bulasınız diye eşler yaratmış olması, ara-
nızda bir sevgi ve esirgeme kılmış olması da O'nun ayet.
!erindendir~ Şüphe yok ki bunda düşünen bir topluluk
için elbette ayetler vardır. Göklerle yeri yaratması, dil-
lerinizin ve renklerinizin ayrı ayn olması da O'nun ayet-
lerindendir. Muhakkak bunlarda bilenler için ayetler var-
dır. Geceleyin uyumanız, gündüzün de onun fazl(u ke~
rem)inden (nasip) aramanız da yine O'nun ayetlerin;..
dendir. Şüphesiz ki bunda (gerçekleri) işitecek topluluk
için ayetler vardır. Yine onun ayetlerindendir ki, size
hem korku, hem de tama' (vermek) için şimşeği gösteri-
yor. Yukarıdan bir su indiriyor da onunla arzı ölümün-
den sonra diriltiyor. Muhakkak bup (lar) da aklını kul-
lanacak bir topluluk için ayetler vardır.» (er-Rum: 19-24)
Bu istisnai olaylar, takva ile ilmi biribirine sıkı sı­
kıya bağlayan, ilmi Allah'ı tanımaya ve O'ndan korkma-
ya götüren bir yol olarak gören ve alimleri cahiller üze,.
rine yükselten bir din için çok tabiidir.
«Allah'tan, kullan içinde ancak alimler korkar.» (Fa-
tır: 28)
«De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» (ez-
Zümer: 9)
«Alimin abide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan
üstünlüğü gibidir.» (9).

O halde insan, kendi yapısı içerisinde ve dışında ka-


lan ayetleri düşünmek yoluyla Allah'ı bilmeye götüren
sıhhatli ilim ile din arasında bir çatışma yoktur. Böyle
bir ilim ile din arasında bir çatışmaya ve Rönesans dö-
(9) EıbO Davud, Tirmizi, lbn Hibban, Beyıhaki rivayet etmiştir.

25
neminde ve sonrasına rastlayan çağlarda kilise ile ilim
adamları arasında görülen çatışmaya benzer olaylara,
İslamın tabiatında da, tarihinde de rast gelinemez.

«Dln adamları»nın (10) sultanın ve mal sahipleri-


nin safında yer almalarına ve çalışanları ve yoksulları
din ile uyuşturmalarına gelince, İslam tarihinin bazı dö-
nemlerinde buna rastlandığını inkar etmiyoruz. Fakat
dinin özü, bu gibi kimselerin bu tavrını red etmektedir.
Din, onlan, ccAllah'ın ayetlerini az bir paha karşıliğında
satmaları» nedeniyle cezalandırılmakla korkutuyor. Ta-'
rih, bunların yanında «Din alimleriı>nin örnek davranış­
larını da bize aktar$ıştır. Bunlar hakkı söylemek konu-
sunda, kınayanın kınamasından korkmamış; fakirlerin
ve Allah'ın haklarının çiğnenmesi üzerine, yöneticilere
ve servet sahiplerine karşı çıkmışlardır. Diğer taraftan
hak sahiplerini haklarını almak için teşvik etmiş ve on-
lara haklarının ne olduğunu açıklamışlardır. Buna kar-
şılık yöneticilerin zulmüne maruz kalmışlar, bazan sür-
gün edilmişler, bazan da işkence görmüşlerdir.

o halde İslamı,
*
toplumun akışına itmek için elimiz-
de herhangi bir gerekçe yoktur. Ne onun özel yapısın­
dan, ne de tarihi şartlarından öyle bir gerekçe çıkarıla­
maz. Avrupa'da hıristiyanlığın karşı karşıya kaldığı şart-
(10) Biz •din adamları• :kavramı ile •d:n liflmlerl• kavramını blr:birin·
den aıyırıyoııuz. Bazı çağlarıcla sal·tanat sahipleri •Dini Bir Heyet•
olu~turmaya çafı.şırlar. Bu heyeti, •sözü yerl·erinden değiştinnek•
ve yönetim sahiplerinin razı olacağı fetvaları vermek, elinde
ıh:Qbir dayanağı olmayan söz, iş ve durumlarını doğrulamak lçTn
·kullanmak gayesiyle oluşturmaya çalışmışlarıclı. Bunlar, kilisedeki
•lkllros-dini hizmetlerde bulunanlar•a benzer, lsl§mın tanımadığı
heyetlerıcllr.

26
lar İslam için: sözkonusu olmamıştır. Avrupa'da din ve
dünya 'biribirinden aynlmış; vicdanı arıtmak ve ruhu
yüceltmek görevi dirie;-Topfumun düzenini ve hayatın
akışını disiplin altına alma görevi ise insanlar tarafın­
dan yapılan kanunlara verilmişti. İslam ve tarihi şart­
lan, bunlara tümüyle yabancıdır.
Hıristiyanlıkve komünizm arasında bir düşmanlığın
bulunduğu gibi; İslami metodun ve İslam şeriatının sı­
nırlan içerisinde sosyal adaleti gerçekleştirme mücade-
lesi için elimizde gerçek hiçbir neden mevcut değildir.
İslam, sosyal adaletin kurallarını koyar, zenginlerin elin-
de bulunan, fakirlerin haklarını garanti altına alır, yö-
netim ve mal için adil bir siyaset ortaya koyar. Ayrıca
duygulan uyuşturmaya, insanları, haklarını yeryüzün-
de bırakıp onları göklerin melekutunda beklemek için
çağırmaya da hiç gerek duymaz; tersine, İslam, herhangi
bir baskı nedeniyle şer'i haklarından vazgeçenleri ahiret-
te kötü bir azab ile korkutmakta ve onları «nefislerine
zulmedenler» diye adlandırmaktadır.
«Nefislerine zulm edenlere, canlarını alacağı zaman
melekler derler ki: «Ne işte idiniz?» Onlar: «Biz yeryü-
zünde (dinin emirlerini uygulamaktan) aciz kimseler
idik.» derler. Melekler de: ((Allah'ın arzı geniş değil miy-
di, onda .hicret edeydiniz ya!ıı derler. İşte onların barı­
naldan Cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir.» (en-Nisa:
97)
İslam,
milslümanlan, haklarını almak için çarpış­
maya bile teşvik eder:
«Zulme uğradığı (ve hakkını geri almak) için (çar-
pışırken) öldürülen kin:ıse de şehittir.» (11)
(11} Nesai rivayet etmiştir.

27
Eğer Avrupa dini sosyal hayatından atmak zorun.da_
kalmış ise bu yolda onun izinden gitmek zorunda değiliz.
Eğer komünizm de -ileri sürüldüğü gibi- çalışan sı­
nıfın haklarını garantileyebilmek için dine düşmanlık et-
mek zorunda kalmış ise, dine düşmanlık etmenizi gere~­
tiren bir durumunuz yoktur, bizim kendilerini müslüman
sananlar ve müslüman isimleri taşıyanlar da -vardır­
derler ki: ccİslamın belirli bir tarihi dönemde gerçekleş­
tirdiği bu düzenin, başka tarihi dönemlerde uygulanma-
sını elverişli kılacak şekilde gelişme ve yenileme unsur-
larını kendi yapısı içerisinde hala taşımaya devam etti-
ğini kim garantileyebilir? Bu dönemleri ayakta tutan
esaslar, İslamın doğduğu tarihi dönemin esaslanndan
-az veya çok- farklıdır.»
İşte bu kitap, tümüyle bu kişilerin sorabilecekleri
böyle bir sorunun cevabıdır. Fakat burada da özetle şun­
ları söyleyelim:

Muhakkak ki İslam -ki o, bu kainatı yaratanın,


kanunıannı koyanın, neyin yenileneceğini ve neyin teka-
mül edeceğini bilenin koyduğu nizamdır- böyle bir ta-
rihi tekamülü, buna bağlı olarak ortaya çıkacak sosyal,
iktisadi ve fikri ileriliği hesaba katmıştır. Bu nedenle o,
değişmez bir takım çizgilfll:' çizmiş, genel bazı esaslar ve
kapsamı geniş kurallar koymuştur. Ki insanların her.
türlü durumu, hiçbir zaman bunlann dışına taşamaz.
Uygulamaları ise genel esaslannın ve kapsamlı· kaidele-
rinin sınırlan içerisinde, ilerleyecek zamana ve ortaya
çıkacak ihtiyaçlara bırakmıştır. Bağlayıcı cüz'i tafsilatı
ise hikmeti değişmeyecek ve her ortamda farklılık gös-
termeyecek meselelerden Allahü Teala'mn insanlık ha-
yatında sürekli kılmak istediği konulardan başkasında
vermez. Çünkü bunlar Allah'ın bu hayat için seçip be-
nimsediği özelliklerin teminatıdır. Bu kapsamlılık ve bu

28
esnekliğiyle İslam, tatbiki hükümlerinin, çağlar boyun-
ca gelişip yenilenmesini sağlamış bulunuyor.
Şüphesiz ki, İslam fukabası, kıyas, ictihad, fer'i me-
selelerle ilgili hükümlerin çıkartılması yolunda teşekküre
değer büyük gayretler harcamışlardır. Bunlarla İslam
hükümlerinin kendi zamanlarında, İslam hükümleriyle
yönetilen toplumun sürekli yenilenen ihtiyaçlarını kar-
şılamaısını sağladılar ... Daha sonra, Haçlı emperyalizmi~
nin Dar'ül-İslamın her yerini istila etmesinden itibaren,
İslam şeriatının terk edilmesi sonucu toplumun İslam­
dan uzaklaşması ile birlikte bu gayretler durakladı.
Bu durumun tedavisi ise; Şeriatın çağdaş toplumun
ihtiyaçlarına cevap verebileceğinden ümid kesmeden ge-
niş kapsamlı dinimizi sırf ibadetlere hasredip Fransız
hukukuna yönelerek oradan kanunlarımızı almamız ve,.
ya batının siyasi görüşlerine başvurup onlardan yönetim
şeklimizi almamız veya materyalist düzenlere kucak açıp,
sosyal düzenimizde onlardan kaynaklanmamız değildir.
Çünkü tabii olarak yapısal gelişmesini belirli bir ortam-
da gerçekleştirmiş herhangi bir düzen, en azından bu
ortamda gelişmeyen, yabancı ve aşırma her düzene oran-
la, daha elverişlidir ... T?-bii bütün bunlar iddia ettiğimiz
müslümanlık davasına ektir. Bu dava, yalnızca bir Al-
lah'a kullukta bulunmaktan başka bir temel üzerine
yükselmeyen bir dav~dır. Yalnızca bir Allah'a kulluk ise
ancak bir şekilde gerçekleşebilir. O da: Allah'ın şeriatiyle
hükmetmek şeklidir ...
Fakat olan ,din gerçeğini, toplumların tabiatını ve
hayatın kanunlarını tanımayışımız, tarihi birikimine
başvurmaktan ruhi ve akli tembelliğimiz, dini hayattan
uzaklaştırmak konusunda doğuyu ve batıyı gülünç bir
şekilde taklide yönelişimizdir. Halbuki batıda dinin ge. .
lişmesi onlar için böyle bir şeyi gerektirmiş ise de, İslam

29
açısından böyle bir şey
söz konusu olamaz. Din ile ilim
ve devlet arasında bir uzaklaşmanın olmasına neden
teşkil eden bir takım tarihi sebeplerin batıda varlığın­
dan söz edilebilir ama, İslam tarihinde bunların benzer-
lerine rastlanılamaz.
Bu, bizim belli bir tarihi ~eklin yanında toplumu
duraklamaya çağırmamız anlamına gelmez. İslam, ken-
disinden yeni çözümler çıkarılabilen bir metod, bir alan-
dır. Fakat aynl zamanda bütün bun:J:ar, sağlam esaslar
üzerine de kuruludur ve bunlar İsl~m toplumunu kuşa­
tan şartlara da uygundu. Fakat biz hiç olmazsa şunu
istiyoruz: Olur olmaz, tarihi hayatımızda temelleri bu-
lunmayan, şahsiyetimizin kaybolacağı ve kendisiyle ın~
sanlık kafilesinin kuyruğu oluvereceğimiz ilkel bir tak-
litçiliğe girişmeden, tarihi birikimimize baş vuralım.
Çünkü dinimiz bizi iki kuyruk olmaya değil, önde Qlmaya
çağırıyor:

«Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.


İyiliği
emr eder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışırsınız.
Çünkü Allah'a iman edersiniz;» (Al-i İmran: 110)
«Böylece_sizi (Ey Muhammed ümmeti) vasat (orta)
bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı hakikatin şahid­
leri olasınız, bu peygamber de size tam· bir şahid olsun
diye ... » (Bakara: 143).
Acaba ruhsuz boş medeniyeti tarafından yirmibeş ,
yılgibi bir zaman içerisinde iki cihan harbine itilen ve
butün medeniyetini yok edecek üçüncü bir savaş tehli-
kesiyle karşı karşıya olan bu insanlık, bu perişan aleme
neler verebileceğimizi biliyor mu?

30
İSLAM'DA
SOSYAL ADALETİN ESASLARI

Ulühi et kainat, hayat ve insan ile ilgili İslami dü-


şünüşü genel çizgileriyle kavr an « slam osya
Aoaletin özelliği»ni kavrayamayız. Sosyal adalet, İslamın
bütün öğretilerinin kaynaklandığı bu ana esa.Sın bir da-,
lmdan başka bir şey değildir.
İslam insan hayatının tümünü düzenlemeyi üzerine
.alırken ç~itli yönlerini rastgele ve biribirinden ayn ve
• darrnad~ın bir şekilde ele almaz. Çünkü İslamın ulu-
. hiyyet ,kamat ve hayat ile ilgili külli ve mükemmel bir
düşünüşü vardır. Bütün incelik ve teferruat bu düşünüş­
ten çıkar; bütün nazariye ve teşrrleri, cezalan, ibadet
ve muameleleri onunla sıkı sıkıya bağlıdır. Böylece hepsi
bu mükemmel ve geniş kapsamlı düşünüşten kaynakla-
, nır. Fakat insanın görüşüne (rey) de hiçbir durumda
zincir vurulmaz, hiçbir problem de diğer problemlerden
ayn olarak ele alınıp çözümlenmeye çalışılmaz.
İslamın külli şekildeki bu tasavvurunun bilinmesi,
hakkında araştırma yapacak olana esas ve kurallarını

31
anlamayı, cüz'i şeyleri külli esaslara bağlamayı, zevkle ve
inceliklerine kadar, çizgi ve yönelişlerini incelemeyi, onu
içiçe, mükemmel bir düzen, parçalanmaz bir bütün ola-
rak görmeyi, bütün parçalar ve hedefleri bir arada bu-
lunmadıkça hayatta hiçbir semere veremiyeceğini gör-
meyi çok kolaylaştırır.
İslam hakkında araştırma yapacak olan, İslamın yö-
netim ile ilgili görüşünü veya mal ile ilgili veya toplum-
lar ve kişiler arasındaki ilişkiler hakkındaki görüşlerini
araştırmadan önce, ilk olarak onun ulU.hiyyet, kainat,
hayat ve insan hakkındaki kapsamlı düşüncesini açıklığa
kavuşt:urmak yolunu seçmelidir. Çünkü bütün bunlar,
onun bu külli tasavvurundan çıkar ve İslamın bu tasav-
vuru (düşünüşü) anlaşılmadan, bu özel konuların doğru·
bir şekilde ve derinliğine anlaşılmaları mümkün değildir.
Doğru İslılmi düşünüş, İbn Sina ve İbn Rüşd veya
Farabi'de veya «İslam Filozofları» diye adlandırılan ben-
zerlerinde aranmamalıdır. Bunların felsefeleri yalnızca
Grek felsefesinin bir takım gölgelerinden ibarettir, özüy-
le İsiam ruhuna yabancıdır. İslamın köklü ve mükem-
mel düşüncesi doğru ve sağlıklı kaynaklarında, Kur'an-ı
Kerim'de, Hadis'te., Resulullah (S.A.V.) in siretinde ve
ameli sünnetlerinde aranmalıdır. Bu esaslar, İslamın
bütün öğreti, teşri ve muamelatının kaynağını teşkil
eden ccİslami Düşünüşü» derinliğine kavramak isteyen
her araştırıcı için yeterlidir.
İslam, yaratan ile yaratılan, kainat, hayat ile insan,
insan ile kendi nefsi, kişi ile toplum, kişi ile devlet, bü-
tün insanlık toplumlarının kendi aralarındaki ve nesil-
ler arasındaki ilişkileri teker teker ele almıştır, bunları
külli ve toplayıcı bir düşünce çerçevesinde, çeşitli tefer-
ruat ve açıklamalarında ana çizgileriyle göz önünde bu-
lundurmuşt:ur.
Bu düşünüş ile ilgili geniş açı~lamaların yerilm ki-
tap değildir. Bu, «İslam Düşüncesinin Esas ve Hususi-
siyetleri (1) adı altındaki bir eserimizde ele alınmıştır.
Fakat «İslam'da Sosyal Adalet» konusunda söyleyecekle-
rime bir giriş olmak üzere, sadece genelde bazı konu
başlıklanna işaret etmekle yetineceğim.
Yaratıcı, yaratılanlar, kainat, hayat ve ,insan konu-
lannda insanlık, geniş kapsamlı bir tasavvura sahip ol-
maksızın uzun asırlar geçmiştir.
İnsanlara Allah ·tarafından bir peygamber gönde-
rildikçe, onlardan az bir kısmı getirdiklerini kabul 'edi-
yor, çoğunluk ise yüz çeviriyordu. Sonra da toptan o pey-
gamberden yüz çevirip, sapık cahili bir takım tasavvur-
lara yönelerek irtidat ediyorlardı ... Bu, İslamın en mü-
kemmel tasavvur ve en geniş kapsamlı şeriat ile geldiği
ve hayat için bu iki esas üzerine, hem tı;ı.savvur, hem de
şeriatın bir arada varlığını bulduğu olay olarak yaşa­
nan bir düzen gerçekleştirdiği zamana kadar devam etti.
Yaratan ile yaratılan (kainat, hayat ve insan) ara-
sındaki ilişki, bütün yaratıkların kendisinden türediği
ccdoğrudan irade»dir.
<<Onun emri bir şeyi dilediği zaman ona ancak «OL»
demesinden ibarettir. O da oluverir.» (Yasin: 82).
Ma.çlde veya kuvvet türünden olsun yaratan ile ya-
ratılan arasında hiçbir istisna yoktur. Bütün varlıklar,
O'nun mutlak iradesiyle doğrudan doğruya var· olur. Ko-
ruyan, düzenleyen ve işleri yürüten de O'nun mutlak
iradesidir.
«Her işi yerli yerinde O tedbir ve idare eder, ayet-
leri O açıklar.» (er-Ra'd: 2).
(1) Bu eserin bir:nı:ı kısmı yayınlandı. •lslam DüşOncesinin Özellik·
lerl•nl ele alır.

islam'da Sosyal Adalet - 3 33


ccGöğüizni olmadıkça, yerin üzerine düşmekten O
tutuyGr.» (el-Hace; 1>5).
«Ne güneşin aya erişip çatması, ne de gecenin gün-.
düzü geçmiş olması gerekmez. Hepsi de ayrı ayn bir fe-
lekte (yörüngede) yüzerler.» (Yasin: 40).
«Bütün mülk elinde bulunan Allah'ın şanı ne yüce-
dir. O, her şeye kadir olandır.» (el-Mülk: 1).
Mutlak İrade'den meydana gelen bu varlık alemi,
mükemmel bir bütünlük arzeder. Bu alemin her bir par-
çasında, diğer parçalarla olan ilişkileri gözönünde bulun-
durulur, onda var olan her şeyde gözönünde bulunduru-
lan bu mükemmel uyum ve bütünlükte bir hikmet var-
dır.
«0, her şeyi yaratıp ona düzen vermiş, onun mukad-
deratını tayin etmiştir.» (el-Furkan: 2)
«Şüphesiz ki biz her şeyi bir takdir ile yarattık.» (el-
Kamer: 49).
«O, biribiriyle uyum içinde yedi gök yaratmış olan-
dır. Rahman (olan AUah)ın yarattığı şeylerde hiçbir dü·
zensizlik göremezsin. İşte gözünü bir defa (göğe) çevir,
bak orada hiç bir çatlak görebilecek misin? Sonra gözü·
nü bir kere daha çevir. O Göz, hor ve hakir yine sana
dqnecektir ve o, (artık bir kusur bulabiİmekten) yorul-
muştur.» (el-Mülk: 3-4).
«Allah onda üstünden baskılar yaptı, onda bereket-
ler yarattı ve ona gıdalarını takdir etti.» (Fussilet: 10).
«Allah O'dur ki rüzgarlan gönderir de onlar bir bu·
lut kaldırırlar, derken Allah bunu gökte nasıl dilerse
öyle yapar, sonra onu parça parça yapar. Görürsün ki
yağmur aralarından çıkıp durmaktadır. Kullarından di-
lediklerine isabet edince, bakarsın ki onlar seviniverir-
ler.» (Rum: 48).
Bunlara benzer daha niceleri ...

34
Açıkcça ortaya çıkıyor ki, her bir varlığın, var olma-
nın gayesi ile uyum halinde olan belli bir hikmeti var-
dır; ilk olarak varlığın kendisinden südur ettiği, sonra
da kendisiyle korunup düzenlendiği «bu irade» her bir
varlığın kainat ile uyumunu ve kainata, olan külli fay-
dasını gözönünde bulundurur.
Bütün varlıklar, bir, mutlak ve mükemmel olan İlahi
İrade'den doğrudan doğruya südt1r etmiş olmaları hük.-
müyle; bütün parçalan mükemmel bir birlik, yaratılış,
düzen ve hedefleriyle biribiriyle uyum halinde oldukları
için, varlık alemi, -:-genel olarak- hayatın varlığına,
-özel olarak da- hayatın en yüksek basamağında in-
sanın varlığı için elverişli ve müsait bir hale getirilmiş­
tir. Kainat ne hayata düşmandır, ne de insana. -Çağ­
daş cahiliyye'nin ifadesiyle- tabiat, insanla savaşan in-
sanın bir düşmanı değildir. O, Allah'ın mahlUkudur. O,
hayatın ve insanın hedeflerinden farklı bir hedefi olma-
yan blr arkadaştır. Canlıların görevi de, tabiat ile sa-
vaşmak değildir. Onlar, tabiatın kucağında büyüyüp ge-
lişmiş~erdir. o da onlar da bir ve mutlak iradeden südur
etmiş, tek bir bütün olan bu varlık aleminin birer par-
çasıdırlar. Bizzat insanın .kendisi dost bir ortam içinde
ve dost bir takım varlıkJar arasında yaşamaktadır. Alla-
hü Teala yeri yarattığında:
cc (Allah) onda üstünden baskılar yaptı, onda bere-
ketler yarattı ve onda gıdasını da takdir etti.u (Fussilet:
10).
«0 yeryüzüne, sallanıp çalkalamrsınız diye, sabit
ve muhkem dağlar koydu.ıı (en-Nahl: 15).
Yere gelince, onu da bütün mahlftkatın faydası için
alçalttı.ıı (er-Rahman: 10).
«Yeri sizin (faydanız) için hor ve müsahhar kılan
O'dur. O halde onun omuzlarında yürüyün, Allah'ın rız­
kından yiyin.)) (el-Mülk: 15).

35
ccO, yerde ne varsa hepsini sizin faydanız için yarat-
tı.» (el-Bakara: 29).
Gökyüzü de bütün yıldızlarıyla, kMnatın -diğer kı­
sımları ile birlikte- mükemmel bir kısmıdır. Onda ve
yerde bulunan her şey, diğer kısımlarıyla uyum hal.inde
yardımlaşma içinde ve dosttur:
· ccDünya göğünü kançiillerle süsledik ve onu (afetler-
den) koruduk.» (Fussilet: 12).
cc:Biz yeri bir beşik, dağları birer kazık yapmadık
rm? Uykunuzu dinlenme(niz için) yaptık. Geceyi örtü
yaptık. Gündüzü geçim vakti yaptık. Üstüstüne sapasağ­
lam yedi (gök) bina ettik. (Onda) parıl parıl parıldayan
bir kandil astık. Onunla tane, bitki ve (ağaçları) biribi-
rine sarmaş-dolaş bahçeler çıkaralım diye; o sıkıcı (bu-
lut)lardan şarıl şarıl akan bir su indirdik.» (en-Nebe':
4-6).
İşte İslam inancı bu şekilde Allahü Teala'nın, insa-
.nın Rabbi olduğunu, bütün bu kuvvetleri onun d.ostu
ve yardımcısı olsunlar diye yarattığını açıkça belirtiyor.
İnsan için bu dostluğu kazanmanın yolu ise, onun bu
güçleri yolundan inceleyip, onları tanıması ve onlarla
yardımlaşmasıdır. Eğer bu 'güçler, bazan ona eziyet edi-
yorsa bunun nedeni onun bu güçleri yakından tanıma­
ması ve onların esaslarına göre yönetildikleri kanunları
bilmemesidir.
Allahü Teala -bununla birlikte- canlıları ve· in-
sanları, bu dost kainatın kucağında, ihtimamsız, inayet-
siz ve yardımsız bırakmamaktadır. Onun direkt iradesi
bütün k~inat ile ve aynı zamanda kainattaki bütün var-
lıklar ile ilişki halindedir~
ccMuhakkak Allah, yok olmasınlar diye, göklerle yeri
tutmaktadır. Eğer onlar zeva.ı bulsalar O'ndan başka
bunları tutacak hiçbir kimse yoktur.>) (Fatır: 41).

36
<cYerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere
hepsinin rızkı Allah üzerinedir. Onlann duracak yerle-
rini de, tevdi edilen yerlerini de O bilir.)) (Hud: 6)
«Andolsun ki biz insanı yarattık ve nefsinin ona .
ne vesveseler verdiğini biliriz. Ve biz ona şah damarından
daha yakınız.» (Kat: 16).
«Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua ediniz, ben de size
icabet edeyim.» (Gafir: 60).
«li'akirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi
de, onlan da biz nzıklandınyoruz.» (el-En'am: 151).
Belirli bir düzen altında birleştirilmiş olan tüm var-
lıklar tek bir iradeden südur ettiği için, insanlar diğer
parçalarıyla yardımlaşma ve uyum halinde oldukları
kainattan bir parça oldukları. için kişiler de kainat ile
uyum ve yardımlaşma halinde bulunan birer hücre ol-
duldan için; insan fertlerinin de kendi aralarında uyum
ve yardımlaşma içinde olmalan kaçınılmazdır. Bu ne-
denle tslam, insanlığı bir bütfuı olarak tasavvur eder.
Onun parçalan biraraya gelsinler diye, biribirinden ay-
ndır, aralarında uyum olsun diye biribirlnden farklıdır.
Farklı yollara gidiyorlar ki, sonunda bir kısmı diğer bir
kısmı ile yardımlaşabilsin. Böylelikle bütün varlık ale-
miyle yardımlaşabilecek noktaya gelebilsin:
«Ey insanlar, biz sizleri bir erkek ile bir dişiden ya-
rattık. Sizi sırf biribirinizle tanışasınız diye büyük bü-
yük cemiyetler ve küçük küçük kabileler kıldık.» (el-
Hücllrat: 13). ·
Allahü Teata'nın koymuş olduğu kanun ve metoda
uygun olarak bu yardımlaşma ve uyum sağlanamıidıkça
insanlığın hayat düzeninin düzelmesine imkan yoktur.
Bütün insanlığın faydasına olmak üzere bu düzenin ger-
çekleştirilmesi gerekir, Ta ki bu metodun dışına çık.an­
lan tekrar ona geri çevirebilmek için kuvvet kullanmak
· mübah olabilsin. ..

3'1
«Allah'a ve Resulüne savaş açanların, yeryüzünde
(yol kesmek suretiyle) fesadçılığa koşanların cezası, an-
cak öldürülmeleri, ya asılmaları, ya el ve ayaklarının
çaprazlama kesilmesi, yahut (bulundukları) yerden sü-
rülmeleridir.» (el-Maide: 33).
tıEğer mü'm.inlerden iki zümre birbiriyle döğüşürse,
hemen aralarını bulup banştınn. Eğer onlardan biri di-
ğerine karşı ha.J.a tecavüz ediyorsa siz, o tecavüz eden
(zümre) ile Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.
Eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık adaletle aralarını
bulup banştınn ve Mil davranın.» (el-Hücurat: 9).
«Eğer Allah bazı insanları, diğerleriyle defetmeseydi
yeryüzü küfür ve fesada boğulurdu.» (el-Bakara: 251).
Aslolan Allah'ın Şeriatının sınırlan içerisinde yar-
dımlaşmak, tanışmak ve uyum içerisinde olmaktır. Kim
bu asıl kuralın dışına çıkarsa her yol denenerek ona geri
döndjirülür. Çünkü kainatta geçerli olan Allah'ın Sün-
neti'ne uymak, kişi ve toplumların hevalarına uymak-
tan önce gelir. Diğer taraftan hepsi arasında yardım­
laşmanın varlığı, bir olan kainatın gayesine ve kamatın
bir olan yaratıcısının gayesine uygun düşer.
İnsanı cins ve fert olarak ele alırsak, onun müteka-
mil bir birlik arzettiğini, görünüşüyle farklı kuvvetleri-
nin -gerçekte bir hedefe yönelik olduklarını; bu konuda
onun, kuvvetleriyle görünüşte farklı, gerçekte bir olan
kainatın durumunda olduğunu göreceğiz.
Kainat ve insandaki güçlerden habersiz, onlar hak-
kında kapsamlı bir düşünceye sahip bulunmaksızın, in-
sanlık uzun dönemler yaşadı. Uzun dönemler ruhi güç-
lerle maddi güçleri biribirinden ayırarak 'yaşadı. Birinin
varlığını ortaya koyabilmek için .öbürünü inkar etmek
zorunda kaldı. Veya ikisinin de varlığını kabul etmesi
halinde aralarında bir çelişki ve bir düşmanlık var kabul


etti. Bütün öğretilerini de bu güçler arasında temelde
bir çatışmanın varlığı esası üzerine kurdu. Birinin ağır
basması da, mutlaka diğerinin hafiflemesine bağlı görü-
lüyordu. İki kefeden birisinin ağır diğerinin hafif bas-
ması da kaçınılmaz kabul ediliyordu. Çünkü onların gö-
rüşlerine göre çatışma insanların ve kainatın yapısında
değişmez bir esastır.
-Kilisenin ve mukaddes konsillerin ortaya koydu-
ğu şekliyle- Hıristiyanlık, insan yapısında böyle bir ça-
tışmanın varolduğu düşüncesine en açık örneklerdendir.
Hıristiyanlık: bu düşünüşünde bir dereceye kadar Hin-
duizmle ve -bu konuda ikisi arasında fark olmasına
rağmen~ Budizm ile uyum halindedir. Ruhun kurtulu-
şu bedenin arzularını yerine getirmemeye veya ona iş­
kence yapmaya veya onu yok etmeye veya en azından
onu 1hmal ed1p arzularını yerine getirmemeye bağlıdır.
Değiştirilmiş hıristiyanlık: ve ona benzeyen diğer
dinlerdeki bu büyük esastan, hayat ve hayattan fayda-
lanın~, kişinin ve toplumun ona doğru yol alışı, insana
bakışı ve onun yapısında yer alan güç ve kabiliyetleri ile
ilgili pek çok teferruat çıkmaktadır.
Bu kuvvetler ile diğerleri arasındaki !avaş uzun süre
devam etti. İnsan da bu savaş içerisinde İslam gelince-
ye kadar, hiçbir karar veremeden şaşkın bir h~lde kala.. ·
kaldı.
· İslam uyum halinde mükemmel bir şekil ortaya koy-
du, bunun eğriliği ve pürüzü yoktu. Çatışmaya, dü;sınan..
hğa yapısı içerisinde yer vermeyen bir şekildi bu. İslam,
bütün güçleri ve kabiliyetleri bir arada toplamaya, ar-
zu, eğilim ve istelçleri meczetmeye, hepsinin hedefleri
arasında bir uyum sağlamaya ve kainat. hayat ve insan
yapısında bunlann mükemmel bir birlik ve ahenk mey-
dana getirdiklerini itiraf etmeye geldi. Kainat düzenin-
de yeryüzü ile göğü, din nizAmında dünya ile ahireti, in-

39
san. düzeninde ruh ile cesedi, hayat düzeninde de ibadet
ile ameli bir arada bulundurmak ... Ve hepsini bir arada,
birleştirilmiş bir yola koymak üzere geldi. O da: Allah'a
giden yoldur. Hepsini tek bir hakimiyete boyun eğdir­
meye geldi. O da: Allah'ın hakimiyetidir.
Kainat, bilinen cczahir»den ve bilinmeyen «ğaib»den
meydana gelen bir «vahdet»tir. Hayat maddi ve ruhi güç-
lerin bir arada bulunmasından meydana gelen bir
<cbirlikntir. Bu_ güçler biribirlerinden ayrıldı mı, mutlak
bir çözülüş görülür. İnsan da gökyüzüne gözlerini dik-
miş arzularla yeryüzüne bağlı isteklerden mürekkep bir
«birlik»tir. İnsanın yapısı içerisindft bu ile diğeri ara-
sında herhangi bir kopukluk yoktur. Çünkü kainatın
yapısında yeryüzü ile gök arasında veya bilinen ile bilin-
meyen arasında herhangi bir kopukluk yoktur. Bu dinin
tabiatında da dünya ile ahiret arasında veya hayat ile
:lbadet arasında veya inanç ile· şeriat (kanun) arasında
herhangi bir ayrılık yoktur.
Bütün bunların ötesinde ezeli ve ebedi bir güç var"
dır. Bu gücün ne bilinen bir evveli, ne de hakkında bir
şey söylenebilen bir sonu vardır. Kainat, -hayat ve in-
.sanlar üzerinde hakim olan nihai güç O'dur. İşte o, Al-
lah'ın kuvvetidir.

Fani olan insan, bu ezeli ve ebedi kuvvetle temas ku-


rabilir. Bu, onun hayattaki hedefidir. Zorluklar karşı­
sında bu kuvvetten yardım ister. Mihrabda namaz kılar
ve gökyüzüne doğru yükselirken bu kuvvetle temas ku-
rabilme imkanı bulunduğu gibi, geçimi ve hayatını sür-
dürmek için çalışırken de aynı imkana sahiptir.
Kişi (nafile) oruç tutup bedenini bütün lezzetlerin-
den alıkoyarken Ahiret için çalışmak imkamna sahip
bulunduğu gibi, hayatın temiz bütün rızıklarından fay-
dalanarak -.oruçsuz olduğu ha.ıde- de aynı imkana sa.-

40
hiptir: Elverir ki, bunu da öbürünü de yaparken kalbi
ile Allah'a yönelmiş olsun.
Namazıyla, ameliyle, faydalanmak veya kendini
mahrum bırakmakla içindeki her şeyiyle dünya, cenne-
tiyle, cehennemiyle mükafatı ve cezasıyla ahirete giden
biricik yoldur.
Bu, kainatın cüzleri ve kuvvetleri, hayatın bütün
imk~lan, insan ile-nefsi, gerçeği ile görmek istedikleri
arasındaki birliktir.
Bu, kainat ile hayat, hayat ile canlılar, toplum ile
fert, ferdin istekleri ile kı:ırşı koyuşları, nihayet din ile
dünya ve yeryüzü ile gök arasındaki barışı gerçekleştiren
birliktir.
·Bu birlik, ne bedenin yararına ne de ruhun
barışı
yararına yapıyor. Bilakis her birisini yapmak istedikle-
rinde serbest bırakıyor. Ta ki bu çalışmaları birleştirebil­
sin ve böylece hayra, salaha ve gelişmeye yönelebilsin.
Bu birlik, barışı kişinin veya toplumun, ya da bir
grubun adına başka bir grubun, veya bir nesil adına
başka bir neslin yararına da yapmıyor. Her birisinin
ayrı ayrı hak ve ödevleri vardır. Bu hak ve ödevler de
adalet ve eşitlik kanununa göre onlara. verilmiştir.
Kişiye, topluma, grtıba, bir nesile ve nesillere, hep·
sine tek bir hedefi olan tek bir kanun hakimdir. Kişi­
nin ve toplumun -aralarında herhangi bir çatışma ol-
maksızın- çalışma · alanlarında serbest bırakı~malan,
bir neslin ve bütün nesillertn hayatı kurmak ve onu ge-
liştirmek için çalışmalan ve bununla hayatı yaratana
yönelmeleri ....

* 41
İslam tüm kamat ,güçleri arasında «vahdetni sağ..
lama dinidir. Şüphe yok ki o: TEVHİD DİNİ'dir. Bu,
İlah'ın tevhidi, hayatın başladığı günden beri bütün pey-
gaınberleıin bu bir olan «DİN» in müjdesini vermekte bir-
leştikleri dindir. (2)
'
«Hakikat şu (tevhid ve İslam dini), bir tek din ola-
rak, sizin dininiıdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde
(başkasına değil) bana kulluk edin.» (el-Enbiya: 92).

İslam, ibadet ile :m,uamelat ,akide ile şeriat, ruhiyat


ile maddiyat, iktisadi değerler ile manevi değerler, dünya
ile ahiret, yeryüzü ile gök arasında. ccVahdetıı -birlik
dinidir.
İşte bu muazzam vahdetten onun, bütün teşri (ya.-
sama) lan, farizaları, yö~eltmeleri, suçlarla ilgili ceza.-
lan, yönetim ile ve iktisadi siyaset ile, ganimetlerin ve
borçların dağıtımı, hak ve vazifeler ile ilgili kurallan
ortaya çıkar. Aynca diğer bütün teferruat da bu muaz-
zam esas içerisinde bulunmaktadır.
işte tslrunın
uluhiyyet, kainat, hayat ve insan hak-
kındaki görüşünün tabiatında varolan bu kapsamlılığı
idrak ettiğimiz zaman, onunla birlikte c<İsfü:q:ı'da Sosyal
Adalet'in Ana Çizgilerinin de kavrayabileceğiz.
O, herşeyden önce insan hayatının bütün yönlerini
ve esaslarını kapsayan «insani bir adalet)>tir; sınırlı, ik-
tisadi bir adaletten ibaret değildir. Buna g'öre o, hayatın
görünen bütün kısımlarını ve ondaki bütün çalışma alan-
larını ele alır. Nitekim duygu ve yaşayışı, his ve düşün­
celeri de ele alır. Bu adaletin ele aldığı değerler, ya~ızca

(2) Müellifin •Kur'lln'd'aı Edebi Tasvir• adlı eserinin •Kur'an'da Kıssa•


ıbölümüııe bakınız. (ç.)

42
iktisadi değerlerden veya genel olarak maddi değerler­
den ibaret değildir. Bu adalette, aynı zamanda ruhi ve
manevi değerler de bulunmaktadır.
· Muharref Hıristiyanlık insana yalnızca ruhi arzu-
lan açısından bakıp, arzulannı serbest bırakmak için
maddi isteklerini baskı altında bulunduruyorken, komü-
nizm insana yalnızca maddi ihtiyaçları açısından ba-
kıp, insanlığı hatta bütün kainatı yalnız maddi bakım­
dan değerlendirirken; İslarn insana ruhi arzulasıyla hissi
istekleri biribirinden ayrılmaz bir bütün olarak görmek-
te, onun marievi ihtiyaçlan ile maddi ihtiyaçlannın bir-
birinden kopanlamıyacağmı kabul etmektedir. İşte bu
İslamka.inata ve hayata içinde kopukluk ve çokluk bu-
lunmayan bu kapsamlı görüşle bakmaktadır ... İslam iİe
hıristiyanlık ve komünizm arasında yol ayınını burası­
dır. Bu yol ayınını, İslamın her şeyiyle Allah'ın düzeni
olmasından, hıristiyanlığın insan eliyle değişikliğe uğra­
tılmış olmasından, komünizmin ise katıksız bir şekilde
insan vehminden ibaret bulunmasından dolayıdır.
Diğer taraftan, İslam açısından hayat, özel anlamda
müslümanlar arasında genel anlamda tüm insanlık fert~
leri arasında esaslan belli, şekilleri sınırlı; merhamet,
sevgi, yardımlaşma ve tekafüldür. Hıristiyanlık açısın­
dan da böyledir. Ancak bu, açık ve belli hükümler üze-
rine kuruiu değildir. Belli ve sınırlı bir şekli yoktur. Ko-
münizm açısından ise hayat, sınıflararası bir çatışma ve
bir mücadeledir. Bir sınıfın diğer bir sınıfı ortadan kal-
dırması ile bu mücaçiele son bulur ve böylece büyük ko-
münizm rüyası gerçekleşir. Açıkça görülüyor ki: Hıristi­
yanlık, göklerin meleklltunda insanlara görünen hayal
a.ıeminin bir rüyasıdır. -İslam ise insanın. yeryüzünde ya-
şayan muşahhas bir· gerçek halindeki ebedi arzusudur.

43
Komünizm de, belirli bir kuşakta ortaya çıkan, insanlı-
ğın gelip geçici bir kinldir. ·

İşte İslam,
*
Sosyal Adaleti gerçekleştirmek yolunda,
bu iki ana çizgi fizerinde yol alır. Bunlardan bir1: Mut-
lak, dengeli ve uyum halindeki birlik (vahdet), diğeri de
kişi ve toplumlar arasındaki umumi tekafüldür. Bunu
yaparken de, insanın fıtratındaki ana unsurlara riayet
eder ve i,nsanın güç ve kabiliyetlerini de bilmezlikten
gelmez.
«0 hayır (mal) sevgisinden dolayı çok cimridir.» (el-
Adiyat: ~). .
Hayır (mal) a karşı bu sevgiyi insan kendisi veya
kendisi ile ilgili şeyler için besler. insanın fıtrat ve tabia-
tında cimrilik bulunduğunu belirtmek konusunda da şöy­
le buyurulur:
«Zaten. nefislerde cimrilik hazırlanmıştır.» (en-Ni-
sa: 128)
Bu cimrilik insanın nefsiJ1,de, her zaman hazırdır.
insanın yapısındaki bu şaşırtıcı fıtratın ifadesi ile ilgili
edebi bir ifadede yer almıştır.
«De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz ma.lik ol-
saydınız, o zaman harcamaktan tüketir korkusu ile cim-
rilik ederdiniz. Zaten insan çok cimridir.» (el-İsra: 100)
Allah'ın rahmetinin her şeyi kapladığını açıklamakla
birlikte, rahmetinin bu genişliğine rağmen insan fıtra­
tındaki cimrilik duygusunun terbiye edilmeden bırakıl­
ması halinde, hangi boyutlara ulaşacağını da açıklıyor.

İslam düren ve kanunlarını ortaya koyarken, öğüt..


!erini verip yöi\.eltmelerde bulunurken, kişinin kendisi
için sevdiği bir takım şeylerin varlığından gafil değildir
ve onun yapısında bulunan derin cimriliği de unutmaz.
Fakat o, gösterdiği hedefleriyle ve hükümleriyle insanın
kendisini başk~arına tercih etme duygusunu ve cimrili-
ği tedavi eder. İnsana kaldırabileceğinden fazlasını yük-
lemez. Aynı zamanda da toplumun ihtiyaçlarından, ya-
rarına olan şeylerden, çağlar ve nesiller boyunca kişi ve
toplum hayatının yüksek gayelerinin varlığından gafil
kalmaz.
Kişinin hırs ve arzularının -toplum aleyhine azgın­
laşması aıdalet ile çelişen sosyal bir. zulüm olduğu gibi,
toplumun, kişinin fıtrat ve kabiliyetlerinin aleyhine az..
ması da aynı şekilde zulümdür. üstelik bu, yalnız belll
bir kişiye yapılan bir zulümden ibaret kalmayıp bizzat
toplumun kendisine de yapılmış bir zulüm olur. Eğilim
ve isteklerini yok etmek suretiyle kişiyi ortadan kaldır•
manın kötü .etkileri, onu hak ettiği şeylerden, mahrum
bırakmak noktasında durmaz. Bilakis bunun etkileri,
-toplumun onun bütün k~biliyetlerinden faydalanma
imkanlarını kaybetmesiyle- topluma kadar uzanır. Dü-
zen, ferdin güç ve gayretlerinde toplumun haklarını ga-
ranti altına alıp, kişinin hürriyeti, istek ve arzuları için
de gereken sınırları koyduğunda; hayatın yüce hedefle-
riyle çatışmayacak toplumun ve bizzat kişinin kendisinin
zarar görmiyeceği sınırlar içerisinde, onun serbest hare-
ket edebilme hakkına salı.ip bulunduğunu unutmamak
gerekir. tslam'a göre hayat bir yardımlaşma ve bir teka-
filldür; savaş, anlaşmazlık ve düşmanlık değildir. Top-
lumun da ,ferdin de bütün gayret ve kabiliyetleri serbest
bırakılmalıdır. Duygulara set vurmak, mahrumiyet al-
tında kalmak değildir. Haram olmayan her şey mübah-
tır~ Kişi, Allah'ın çizdiği sınırlar ve şeriat içinde kalan,
yalnız Allah'ın rızasını gözettiği ve ke~iyle -Allah'm

45
razı olduğu şekilde- hayatın yüce hedeflerini gerçekleş­
tirdiği her çalışmasından dolayısevap kazanır.
İslamın hayatabakış açısının genişliği, hayatın,
uzerlerinde kurulduğu sırf iktisadi değerlerin dışındaki
diğer değerleri de gözönünde bulundurması; onu toplum-
da adil bir denge sağlamaya, insanlık dairesinin sınırlan
içerisinde adaleti gerçekleştirmeye, daha muktedir kılar
ve onu komünistlerin anladığı şekilde, adaleti daracık
sınırlar içerisinde yorumlamaktan kurtarır. Komüniz-
me göre adalet - tahakküme dayalı bu adaleti pratikte
gerçekleştirememiş olmasına mğmen- ücretlerde eşitlik
demektir ve iktisadi farklılığı kabul etmez. İslama göre
ise adalet, insani bir eşitliktir ki, bütün değerlerin -ken-
dilerinde varolan iktisadi değerler ile birlikte- dengeli
olmalarına dikkat edilir ,eşit fırsa~lar tanınıp, bt~ndan
sonra hayatın yüce hedefleriyle çatışmayan sınırlar içe-
risinde kabiliyetler serbest bırakılır.
Çünkü İslama göre değerler bir arada ve pek çok
olduğu için, bunların birlikte olmaları halinde adalet
daha kolay gerçekleşir. Bu nedenle İslam, fıtrat ile ça-
tışan, farklı kabiliyetlerin varlığı gerçeği ile çelişen, ileri
istidatları engelleyen, onlarla· zayıf kabiliyetleri bir sa-
yan, kabiliyet sahiplerini kendilerinin ve toplumlarının
yararına kabiliyetlerini kullanmaktan alıkoyan ve bun-
ların ürünlerinden toplumu da, tüm insanları da mah-
rum bırakan aritmetik· eşitliği kabul etmez.
Fertlerin tabii kabiliyetlerinin farklı olduğunda laf
ebeliğine gerek yok. Biz gizli bir takım kabiliyetlerin
varlığında mugalata yapsak bile ameli hayatın yolunda
devam etmesi gerçeği karşısında böyle bir şey yapama-
yız. Bazı kişilerin sıhhat, ilerlemeye elyerişli ve güçlü.
olarak bir takım fıtri kabiliyetlere, bazılarının da haşta­
lanmaya ve zayıf kalmaya elverişli bir yapıya sahip ol-

46
duldan konusunda mugalAta yapmayız. Canlıların ya-
ratılmasından sonra aletler, fabrika düzeninde olduğu
gibi insanları aynı kalıba dökmedikçe herkesin tilin ka-
biliyetlerinde eşit kılınması mümkün değildir.
Bir takım kimselerin daha üstün bedeni, fikri ve
ıuhi kabiliyetlere sahip olduklarını inkar etmek anlam-
sızdır ve bunu tartışmanın da gereği yoktur. Bunları he-
saba katmak ve verebileceklerinin en fazlasını verebil-
meleri için onlara fırsat tanımak zorundayız. Burulan
sonra bu semerelerden topluma yaran açısından gerekli
gördük.lerirniz.i alırız. Yoksa bu ileri kabiliyetleri zayıf
kabiliyetlerle eşit kılmakla, çalışmaktan alıkoymakla, on-
ları ümmete ve insanlığa yasaklamakla zulmederek yol-
larını kesmeyiz.

İslam fırsat eşitliği ve herkes arasında adalet pren-


siplerini açıkça ortaya koymuştur. Bundan sonra da ça-
lışma ve gayret ile ilerlemek için kapıyı açık bırakmıştır.
Aynca İslam, toplumunda, asil bir takım değerler de
yerleştirmiştir. Ki bunlar, iktisadi değerlerden başka de-
ğerlerdir:

«Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz, takva-


ca, en ileri olanınızdır.» (el-Hücurat: 13)
«Allah içinizden iman etmiş olanlarla kendilerine
ilim verilmiş bulunanların derecelerini yükseltir.» (el-Mü-
cadele: 11).
«Mal (lar) ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki
kalacak iyi amel ve hareketler ise Rabbinin katında se-
vapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır.» (el-Kehf: 46).
Açıkça ortaya çıkıyor
ki, İslamın hesaba kattığı, ik-
tisadi değerlerin dışında kalan bir· takım değerler daha
vardır. İslam bunları «gerçek değerlerı> olarak ele alır

47
ve oniarı, insanlar arasında mali nzıkların farklı olması
halinde toplum içinde dengeyi sağlamak için bir araç
olarak mütalea eder. Sözkonusu mali farkWıklar ise el·
bette ki gayret ve kabiliyetlerin farklı olması gibi mak:Ul
nedenler dolayısıyla olabilir. Yoksa İslfi.mın kesinlikle ya-
sakladığı, red edilmiş yollardan olamaz. (Nitekim bu,
«Mal Siyaseti» bölümünde açıklanacaktır.)
o halde İslam, servette aritmetik eşitliği şart koş­
muyor. Çünkü servetin kazanılması eşitliği şartına kar-
şıdır. Çünkü servetin kaz~nılması eşit olmayan bir ta-
kım kabiliyetlere bağlıdır. Mutlak adalet, rızıkların farklı
olmasını, insanların bir kısmının diğerinden rızkının da-
ha bol Ol:rru\Sını gerektiriyor. Elbette ki bu, herkese eşit
fırsatların tanınmasıyla ccinsani adalet»in gerçekleştiril­
mesi ile birlikte olacaktı. Hiçbir kimsenin önüne soy, asa-
let, cins ve çalışmayı engelleyen bağlardan hiç birisi di-
kilmez; Köklü bir takım değerleri daha İslam hesaba ka-
tar. İnsan vicdanını, sırf iktisadi değerlerin baskısından
tüm anlamıyla kurtarır, bunları makfı.l olan gerçek yer-
lerine koyar, imani değerlerin farkına varamayan veya
önemlerini küçümseyen ve yalnızca mal.a en büyük ve
asıl değeri veren toplumların yaptığı gibi ,onlara büyük
ve gerçek ötesi bir değer vermez.
İslam malın bu şekilde değerlendirilmesini red eder.
Hayatın bir lokma ekmek, bedeni şehvet ve bir miktar
paradan ibaret bir hal olmasına razı olmaz ... Fakat o,
herşeye rağmen herkes için yetecek miktarı bazan da
ondan fazlasını öngörür. Bunun da özellikle özel mülki-
yet veya üret.im sağlayan çeşitli çalışma yollarıyla. olma-
sını tercih eder. Ta ki bir taraftan kişi üzerindeki yok-
sulluğun, diğer taraftan da nzık kaynaklarını elinde bu-
lunduran tarafın baskılarını kaldırsın ... İslam, dünya
zevklerinden faydalanmaya ve şehvetlere alabildiğine

48
ser~stlik veren ve hayat seviyeleri arasındaki farklılJ.kr.
lar doğuran lüks yaşayışı da ha.ram kılar. Mallarda fakir-
ler için ihtiyaçları kadar ve topluma yarayacak, onda
dengeyi, ölçüyü ve gelişmeyi gerçekleştirecek şekilde bir
takım haklar öngörür. Böylelikle İslam, maddi, ve mane-
vi, hayatın hi~bir yönünden gafil kalmaz, ona gereken
önemi vermekten geri kalmaz. Böylece bütün bu yönler
aynı kalıpta eriyip ,birbirine sıkı sıkıya bağlı bir «birlik»
halinde ortaya çıkabilsin; onların birliği de kainatın, ha-
yatın ve insanın birliği ile gereken uyumu sağlayabilsin.

IBZ4m'da Sos11aL Adalet - 4 49


tS L.A M' DA
SOSYAL ADALETİN ESASLARI:

Karakterini ana çizgileriyle ortaya koyduğumuz bu


«Sosyal Adalet»i İslam, sağlam esaslar iiY.erinde yüksel-
tir, hedeflerine ulaşmak için de belirli yollar sınırlar.
Onu üstü kapalı bir mesele ve anlaşılınaz bir dava ola-
rak ortada bırakmaz. İslam, tabiatı gereği hayatın ger-
çeğinde bir uygulama bir faaliyet dinidir. HayA.l !lemin-
de soyut bir davet ve irşM dini değildir.
Önceki bölümde İslamın ulfilıiyyet, kainat, hayat
ve insan hakkında temel bir tasavvurunun bulunduğunu
-:-::ana çizgileriyle.;- görmüş idik. «<Sosyal· Adalet» ilke-
sinin bu temel tasavvurdan etkilendiğini ve genel alanı
içerisine girdiğini anladık. Yine gördük ki, İslamm in-
san hayatına. bakışı «Sosyal Adalet»i insani ve insani
hayatın tüm esaslarını kapsayıcı .bir adalet hfiline getir-
miştir, yalnızca maddi ve iktisadi planda kalmaz. Çün-
kü bu dünya ha.yatında hem maddi, hetn de manevi de...
ğerler vardır. Bir ata.da bulunan hayatın bu iki niteli~
ğini biri.birinden ayırmak. mümkün değildir. insanlık da

51
arasında uyum ve dayanışma bulunan bir birliktir. Ça-
tışma halinde ve biribiriyle zıtlaşan topluluklar değildir~
Vakıaların, İslamın bu ana dünşüncesine bazan ay-
kırı. düştüğü görünmüş· olabilir. İlk olarak bu «Vakıa»
nm ne olduğunu bilmemiz gerekir.
İslamın, bir gerçek olarak değerlendirdiği ıcvakıa>,,
bir ferdin, bir toplumun ve b1:f neslin durumu değildir.
Bu ancak daha büyük ve daha kapsamlı olan insanlığın
tüm hayatını ve tüm kainatın hayatını gözönünde bu•
lundumıadıkları takdirde, fani insan oğullannın gördük-
leri, zaman ve mekM.ı sınırlı «küçük· vakıa• olabilir. İs·
ıam ise tüm ufukları kapsayan bir bakışla bakar, tüm
rnaslahatlan hesaba katar ve başından .sonuna kadar
tilin insanlığı ka{>sayan: bir gayeyi gerçekleştirmeyi he-
def alır. Bu bakımdan sınırlı bir «vakıa» çerçevesinde
çelişki gibi görünen bir durum; -belirli bir kişinin, top-
lumun veya ümmetin vakıasını değil de--:- tüm insanlığı
kapsayan uvakıa»yı da aldığımızda peklll öyle görüıı-
,meyebilir. ~
Sosyal adalete ,hedefleri uzak ve geniş kapsamlı olan
bu bakış, bundan sonra tsıam düZeninin pek çok yönle:.
rirti bize açıklayacaktır. Bu yönler bir takım parçalar ve
bölümler halinde ele alındığında, yaJ,nızca cemaat içeri-
sinde yer alan kişi hesaba katılırsa veya bir ümmet içeri-
sinde bir toplum veya tüm nesiller arasında bir nesil he- .
saba katılırsa; hiçbir zaman gereği gibi anlaşıla.rtıazlar ..•
Ferdi mülkiyet düzenini, miras düzenini, zekft.t ·düzenini,
yönetim düzenini; muamelat düzenini ve tsl~ kişUert;
toplumları, ümmet ve nesilleri· ele alan ·bunlara benzer
diğer d~nlerlni bizlere yorumlayacak, açıklayacak olan
işte bu «geniş kapsamlı bakış»tır.
Burada bütün bunlardan söz etmek durumunda· de-
ğiliz. Bu bakımdan «külli düşüncesi»nin sınırlan içeri"'
sinde tsIAmm, sosyal adalet yapwnı üzerine kurd~ğu, ge-

52
nel esaslan ele almakla· yetineceğiz. Tabiatı gereği is-
lamm, ferdde ruh ile cesedin, hayatta da maddiyat ile
maneviyatm bir birlik ifade ettiği görüşünü ortaya at-
tığını da göreceğiz. Nitekim İslam, kişi ile toplumun he-:-
deflerinin bir olduğiınu, aynı ümmet içerisinde yer aıa.n
farklı toplumlarm maslahatlarmm bir olduğunu, tüın
ümmetlerin gayelerinin bir olduğunu, sınırlı ve yakın
maslahatlarının farklılığına rağmen biribirinden sonra
gelen nesiller arasındaki bağın bir olduğunu kabul etmiş
· ve bu açıdan bakmıştır.
lslanun, sosyal adaletin esaslarını kurduğu sözko-
nusu esaslar şunlardır:
l - Mutlak Vicdan Hürriyeti,
2 - Mükemmel insani Eşitlik,
3 - Sağlam Sosyal Teka.fül (dayanışma).

Bu esaslarınher birisinden tabiatını ve gayesini


açıklığa kavuşturacak şekilde söz edelim.

53
VİCDAN H"ÜRRİYETİ

Ferdin kendisini hak ettiğine, toplumun ona muh-


taç olduğuna dair ruhta yer eden bir düşünceye, onun
Allah'a itaate sevk ettiğine ve daha yüce bir insani ha-
yata ulaştıracağına dair bir imana dayalı olmadıkça,
sosyal adalet hiçbir zaman uygulanamaz ve kalıcılığı ga-
ranti edilemez. Aynı şekilde ferdin, ona dört elle sarıl­
ma imkanını hazırlayan, mükellefiyetlerine katlanacak
ve kendisini savunacak şekilde maddi bir realite içeri-
sinde de· olması gereklidir. Fert şuuru ile ve bu sınırın
devamı için ameli gücü ile sosyal adalete hak kazanma-
dan önce, yasama. ile ona hak kazanamaz. Toplum da,
içeriden kendisini te'yid eden bir akideye ve dışarıdan da
pekiştirecek ameli imkanlara sahip bulunmadıkça, bu
yasalar varolsa bile onlan korumaz... İşte bu, bütün yö-
neltme ve yasamaların.da İslamın gözönünde bulundur-
duğu bir husustur.
-Kilisenin tre kutsal konsillerin- ortaya koyduğu
şekliyle Hıristiyanhk ve bu arada Budizm, hayatın şeh­
vet ve lezzetlerinden kurtulup, Ra.bbin gökteki :melekıl-

54
tuna yönelmek ve dünya hayatını küçümsemek, insana
hürriyetini, vicdana da mutluluğunu garantiler, görüşü­
nü paylaşırlar. Bu doğrudur.. Fakat doğru olanı yalnız
bu kadan değildir. Hayattaki arzular herhalde yok edil-
memeli, reel hayatın tüm zorunlulukları her zaman
mağlup edilmemeli. Çoğu zaman insanın, bunların bas-
kılarına boyun eğmesi kaçınılmaz oluyor.

Hayatın gereklerini yok etmek ve bunları baskı al-


'tında tutmak her zaman mümkün olmadığına göre., ha-
yatı yaratan Allah'ın onu boş yere ve insanlar onu du-
mura uğratıp, gelişmesini durdursl,Ulfar diye yaratma-
dığına göre; ihtiyaçlarına rağmen insanın yükselmesi
durmadığına göre; bu ·yücelme ve yükselmenin hayatı
durdurması mümkün olmadığına göre; bütün bunlara
rağmen eğer insanlığın yapısında gizli güçlerin serbest
bırakılması ve zorunlu ihtiyaçlarına zelil bir şekilde bo-
yun eğmekten kurtulması imkanı var ise; elbette ki bu,
9aha doğru ve daha emin bir yoldur. İşte İslamın hedefi
budur. İslam, bedenin ihtiyaçlarını ve ruhun arzularını
bir düzen içerisinde bir araya getirir, deruni duygu ve
reel imk!nlarla vicdan hürriyetini garantiler ve ne bun-
dan~ ne de öbüründen gafil olmaz.

Komünizm ise iktisadi özgürlüğün, vicdan hürriye-


tini. tek başına garantileyebildiği görüşündedir. Kişi üze-
rtndeki iktisadi baskının bazan teorik kanunların ken-
disine garantilediği adalet ve eşitlik gibi haklardan ken-
disini mahrum bıraktığını ileri sürer. Bu doğrudur. Fa-
kat doğru bundan ibaret değildir. Bizzat iktisadi özgür..
lük, vicdan hürriyeti sağlanmadıkça hakçılığı garanti
edilemez. Başka bir takım baskılara mAn1z kalır. Bun-
lar zaruretlerin, kabiliyetlerin ve eğilimlerin baskısıdır.
.Ki yalnızca, yasalar, bunlara mukavemet edebilmek için
yeterli değildir. Kabiliyetleri dolayısıyla üretimde, istek

5$
ve arzularında., başkalarından sağlanabilmesi için bes-
lediği tutkuyu yitirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bazan yap-
:tığı bazı i§lerle öğünebilse, üstünlük taslasa bile, o gizli-
den gizliye kendiSinin başkalarından daha. aşağıda oldu-
ğunu hissetmektedir. üstün kabiliyetli ve bol üreten ki-
şinin ise, mutlak eşitlik kanununu ve genel mülkiyet dü..
zenini gerilerde bırakacağı şüphesizdir. Bunu başarama­
dığı takdirde bu kanunlara ve ,bu düzene kin besleyecek
ve kızgınlık duyacaktır. Ya isyan edecek, ya da zekası ge-
rileyecek, kabiliyetleri körelecelt, üretimi de azalacaktır.
Eşitlik kanunlara ve uygulamaya dayandığı gibi de-
rin bir vicdan hürriyetine dayanacak olursa, güçlü .için
de, zayıf için de onun şuuruna varmak daha güçlü bir
hftlde olacaktır, muhakkak. O zaman zayıfta kendine
,güven duygusu gelişir, güçlüde de alçak gönüllülük hA.-
lini alır. Ruhta, Allah'a. iman ile, ümmetin birliği ve
dayanışma ile bir noktada birleşir... İnsanın vicdanını
mutlak ve mükemmel bir hürriyete kavuşturmakla İs­
lftmın &-özettiği hedef işte budur. Bunu da aynı zamanda
eşit oJarak şartların, kanunların ve vicdanın gerektirdiği
şekilde bedenin ihtiyaçlarını ve hayati · zaruretleri ga-
rantilemekle birlikte hedef alır.
Vicdanı hürriyete kavuşturmak için tslA.m, insan
vicdanını All.ah'tan başka kimselere ibA.det etmekten ve
Allah'tan bqkasına boyun eğmekten · kurt,arınakla 1işe
başlamıştır. Allah'tan başka onun üzerinde kimsenin hA.-
kimiyeti yoktur, Allah'tan başka onu öldüren ve dirilten
kimse de yoktur. Allah'tan başka ona fayda ·veya. zarar
verebilen kişi yoktur, gökte veya yerde O'ndan başka
kendisine nzık veren kimse yoktur. Allah ile onun arasın­
da herhangi bir aracı veya.· :_izni olmadall- şefaat ede~
cek kimse yoktur. Her şeye kadir o!an· yalnız başına Al-
lah'ın, herkes O'nun kuludur, ne kendileri' için, ne de

56
ba§kalan için hiçbir fayda sağlamak imklnına sahip
değillerdir,.
«De ki: O Allah'tır, tektir. Allah'tır, Samed'dir. Do-
ğurmamıştır, doğurulmamışttt O.,Hiç bir şey de O'nun
dengi ve benzeri değildir.» (İhlAs Suresi).
Allah, bir olduğuna göre kullan· da birlik içerisin-
de olmalı, hepsi O'na yönelmeli, O'ndan başka.Sına iba-
det etmemelidirler. O'ndan başkasının .hft.kimiyet hakkı
yoktur. İnsanların bir kısmı, diğer bir kısmını Allah'ı
bırakıp Rabb edinmemeli, amel ve takvAsırun dışında.
kimsenin kimseye nazaran hiçbir ÜStünlüğü olmamalı­
dır.
«De ki: Ey kitaplılar, (Yahudiler, Hıristiyanlar), he-
piniz bizimle sizin aranızda müSavi bir kelimeye gelin,
(şöyle) diyerek: «Allı;,.h'tari başkasına tapmayalımı. O'na
hiçbir şeyi eş tutmayalım, Ailah'ı bırakıp da kiminiz ki-
minizi Rabler edinmeyelim ... » (Al-i İmran: 64).
tslA.m, bu manA ürerinde ısrarla durur. Bu nedenle
Kur'an-ı Kerim çeşitli münasebetler dolayısıyla bunu ·
dile getirir. tnsanlann, peygamberlere bir'çeşit iıbMetle
veya onu hatırlatan herhangi bir şekilde onlara yönel-
meleri ihtimal dahilinde olduğu için, tslA.m bu açıdan
insanlığın vicdanını tam anlamıyla bir hürriyete kavuş­
turmak gayesiyle bunun üzerinde titizlikle durmuştur..
Allahü Te~ll,Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.)
hakkında şöyle buyuruyor :
«Muhammed, bir peygamberden başka bir şey değil­
dir. oridan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. Şim­
di o ölür veya öldürülürse ökçelertnizin üstüne geri mi
. dönecekşiniz?» (Al-1 1mra.n: 144) ·
Büyük bir açıklıkla Hz. Pey.gambere şöyle hitap et-
mektedir:
11İşten hiçbir şey sana ait değil<Ur.». (Al-1'1~n·; 128)'

57
Başka bir yerde de tehdidi andınr bir .şekilde ona
hitap etmektedir:
cıEğer biz sana sebat vermiş olmasaydık, andolsun
ki sen onlara biraz meyledecektin, o takdirde ise biz, ha.-
yatın da, ölümün de acısını sana tattıracaktık. Sonra
bize karşı kendin için hiçbir yardımcı da bulamayacak-
tın.» (el-İsr!: 74~75)
Gerçek mevkiini açıkça. .söylemesini de ona emr et-
mektedir:
<cDe ki: Ben ancak .Ra.bbime dua ediyorum, O'na
hiç bir kimseyi ortak koşamam. De ki: Ben sizin için
ne bir zarar, ne de bir hayır getirmek kudretine malik
değilim. De ki: (İsyan edersem) beni Allah(ın azabın)
dan hiçbir kimse kurtaramaz. Ve ben O'ndan başka bir
sığınak da bula.marn.» (el-Cin: 20-22)

Diğer taraftan Hz. İsa b. Meryem'i, ilahlaştıranlar­


dan da söz ediyor ve anlan küfretmekle ayıplıyor:

«Hakikat, Allah Meryem oğlu Mesih'in kendisidir,


diye.nler, andolsun ki katir olmuşlardır. De ki: ııO hAlde
Allah Meryem oğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde bu-
lunanların hepsini öldürmek isterse, kim Allah'ın her-
hangi bir şeyine sahip ve mAlik çıkabilir?» (el-Maide:
17).
Yine Hz. Mesih (İsa.) ha,kkında başka bir yerde de
şöyle buyurulmaktadır:
«0, bizim kendisine nimet verdiğimiz İsrail oğul·
lanna (ibret verici) bir misAI yaptığımız bir kuldan
başkası değildir.» (ez-Zuhruf: 59).

Kur'an-ı Kerim, kıyamet sahnelerinden bir tanesini


de bize arz ediyor. Bazı insanların O'nun hakkındaki
ulfilıiyet iddia.sı ile ilgili olarak Hz. İsa'd.an cevap istem~

şa
yor ve kendisinin hiçbir .payının bulunmadı~, bu id-
diadan uzak olduğu güÇlü ve acılı bir üslftpla anlatılıyor:
«Allah: Ey Meryem oğlu İsa, insanlara «Allahı bıra­
kıp da beni ve anamı iki tanrı edinin» diyen sen misin'l ·
dediği zaman o, şöyle söyledi: «Seni tenzih ederim.. Hak-
kım olmayan bir sözü söylemem bana yakışmaz. önu
söyledimse elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan
her şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zatında olanı bilmem.
Şüphesiz gayblan hakkıyla bilen Sensin. Sen ne emre~
tinse ben onlara bundan başkasını söylemedim. (Dediğim
hep şu idi·:) Benim ·de Ra.bbim, sizin de Ra.bbiniz .olan
Allah'a kulluk edin. Ben içlerinde bulunduğum sürece
üzerlerinde bir kontrolcu idim. Fakat vakta ki sen beni
(içlerirulen) aldın, üstlerinde gözetleyici yalnız sen kal-
dın. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahid­
sin. Eğer kendilerine azab edersen; şüphe yok ki onlar
senin kullarındır,. Onlara mağfiret edersen mutlak ga-
lib, yegane hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten
sensin.» (el-Maide: 116-118).
Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim, ulfthiyetlerine itikad
etmedikleri h!lde kulların, kullan 118.h edinmelerine dair
de bir örnek vermektediı. Kullar ilah edindikleri bu kim-
seleri, ilah olarak kabul etmedikleri hft.lde, onfar kanun-·
lannı bunlardan almaktadırlar. Böylelikle onları tanrı­
laştırmış oluyorlar. Onların ilahlıklanna inanmasalar ve
onlara arz-ı ubudiyet etmeseler de bu böyledir:
«Onlar kendi din bilginlerini. (ahbar) , rahiplerini
ve Meryem oğlu Mesih'i (İs!'yı), Allah'ı bırakıp Rab-
ler edindiler. Halbuki O'ndan baŞka ilah bulunmayan. bir
İlft.ha ibadet etmekten başka bir şeyle emr olunmadılar.
Allah, onların şirk koşmakta. olduklarından Yüce ve mü-
nezzehtir.» (et-Tevbe: 31).

59·
Böylece Kur'fin-1 Kerim bu akideyi sağlamlaştırmak
ve açıklığa kavuşturmak yolunda devam eder, gider. Bu-
nunla insan vicdanını baskı altına alabilen, .Allah'ın kul-
larından -nebi veya res111 olsun- herhangi birine bo-
yun eğdirebilen, uluhiyyet veya rublibiyyete dair her şüp-­
heden bu vicdanı kurtarabilme sonucunu elde etmek is-
ter. Çünkü bu mahl'llk, nebi veya Resul bile olsa, Allah'ın
kuludur, hiçbir zaman İlah değildir.
·Bir kulun, Aiıahı'n katında başka bir kula göre daha
üstün bir mevkide olması sözkonusu olmıyacağına göre,
Allah ile kul arasında ~var kabul edilen- bütün vası­
talar, ortadan kalka!. Ne kahinllğln, he de aracılığın ge-
reği yoktur. Bil!kis her kişi, kendisini yaratan ile doğ­
rudan ilişki kurar. Onun zayıf ve fani kişiliği ezeli ve
ebedi kuvvetle temasa geçer; ondan güç, izzet ve kahra-
manlık elde eder veAllah'ın rahmet ,inayet ve iyiliklerini
düşünür; böylece imanı sağlamlaşır, mAneviyatı güç ka-
zaıur ...
İslim, bu bağı güçlendirmeye ve bu yüce kuvvetten
gece ve gündüzün her anında.yardın\ dileyebileceği inan-
cını yerleştirmeye çok önem verir:

«Allah, kullarına çok lütufkardır.» (eş-Şura: 19):


«Kullarım sana beni sorunea, (haber ver ki) işte
ben, muhakkak yakınımdır. Dua ettiğinde, dua edenin
davetine icabet ederim. o halde onlar da benim davetime
(itaatla) icabet ve bana imanda devam etsinler. Ta ki
(,böylece) doğru yola ulaşmış olalar.» (el-Bakara: 186).
«Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü,
gerçek şu ki kafirler topluluğundan başkası Allah'ın
rahmetinden ümidini kesmez.» (Yusı;ıf: 87) ..
«De ki: Ey nefislerine karşı ·hadden aşırı hareket
edenler, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çün-

6.0
kü Allah bütün günahları mağfiret eder.» (ez..Zümer:
53).
İslam beş va.kl:t naıp.az kılmayı farz kılmıştır. Kul,
her gün nama.Maı Ra.bbinin huzurunda durur ve 00...
lirli vakitlerde Yardımcısı ile temas kurar. Burulan: baş-.
ka kişi kendi isteği ile de Ra.bbinin. huzurunda durabilir
veya teveccüh ve dualarıyla Ö'nunla tem,,asa. geçebilir.
Namaz veya dua.dan gaye bir takim lafız ve hare-
ketler değildir. Bilü:is maksat insanlığın vahdeti ve yar
ratana ulfthiyyetlnde ortak bulunmadığı şeklindeki İs­
lam tasavvuruna uygun olarak, kalb, fikir ve beden ile
aynı anda Allah'a. tam a.nıamıyıa yönelmektir:,
«Namazlanndan gafil olan namaz kılanların vay hA-
line! » (el-Wun: 4-5).

*
Vicdan, Allah'm kullarından herhapgi birisine iba-
det etmek duygusundan kurtulup Allah ile tam bir aıa­
ka hfilinde bulunduğu duY'gusu ile dolar taşarsa; hayat
korkusu, nzık endişesi veya makam kaygusu gibi endi".'
şelerden hiçbir ~ etkilenmez ... Buınla.r, kişiyi, ken-
"dlsini küçümsemeye, zilleti kabule, şerefinin ve haklan- ,
nµı pek çoğunu feda etmeye iten kötü birer duygudur-
.la.r. Fakat İslam, insaplara şeref ve üstün!~ kazandır­
maya, hak ile üstün o,()J.nia duygusunu ruhlarında. sağlam­
laştırmaya ve adaleti korumaya büyük ölçüde önem ver-
diği, bütün bunlarda da -gerekli yasamalara ek olara.k-
hiçbir ferdin kayınlmadığ,ı mutlak bir sosyal adaleti ga- ·
rantilemeyi şiddetle arzu ettiği içlıı; hayat, nzık ve ma-
kam endişelerine karşı ~urmaya özelllkı~· önem verir.
Hayat Allah'ın elindedir. Hiçbir yaratık; baŞkasının ha-
yatını bir an dahi kısaltamaz, ona ha.tif bir· zarar da. ve-
remez:

61
«Allah'ın ,izni ·olmadan hiçbir kimseye ölmek yok-
tur. O, vMeslyle yazılmış bir yazıdır.» (Al-i İmran: 145).
uDe ki: Allah'ın bizim içiiı yazdığından başkası asla
bize erişemez. O, bizim MevlAmızdır.» (et-Tevbe: 51).
«Her ümmetin bir eeeli vardır. Ecelleri geldi mi artık
bir saat ne geri kalab,llirler, ne de öne geçebilirler.»
(Yunus: 49). -
Hayat, ecel, !ayda ve zarar, başkasının değil, yal-
nızca Allah'ın elinde bulunduğuna göre: korkmamak
1

ve korkaklığa. kapılmamak gerekir:


«De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'tan
-ki O, yedirip besliyor, kenddsd. ise beslenmekten mü-
nezzehtir- başka&nı .veli mi edineyim~» (el-En'am: 14).
«Allah kimi dilerse onun nzkını genişletir, dara.Itır.»
(er-RA'd: 26).
«Nice canlı mahlftk vardır ki rızkını kendisi taşımı­
yor. Ona da, size de rızkı Allah veriyor.» (el-Ankebü.t:
60).
«De ki: Size gökten ve yerden nzık veren kim? O
kulaklara ve gözlere malik olan kim? Ölüden diriyi kim
çıkanyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Tüm varlıkların)
işi(ni) kim idare ediyor? Derhal diyecekler ki: Allah».
(Yunus: 4).
· «Ey insa.nla.r, Allah'm ürerinizdeki bunca nimetini
hatırlayın. Size gökten ve yerden nzık verecek Allah'dan
gayri bir Yaratan var mıdır? O'nda.n başka. hiçbir ilah
yoktur. O hAlde (Tevhidden) nasıl çeviriliyorsunuz?ıı
(Fatır: 3)..
«Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. s.izin
de onların da rızkını biz veriyoruz.» (el-En'am: 151)
«Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi faz-
lından -yakında- zenginleştirir.» (et-Tevbe: 28).
Kur'an fakirlik korku.sunun şeytanın vesveselerinden
olduğunu, bununla ruha. zayıflık vermek, Allah'a gü-
venmekten ve hayra itimad etmekten alıkoymak istedi-
~ belirtir.
«Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cim-
riliği emreder..Allah ise (geçimlik konusunda) size. ken-
dinde?). bir yargılama ve bolluk va'dediyor. Allah ilısAnı
geniş olan, her şeyi hakkıyla bilendir.» (el-Bakara: 268).

O halde rızık talebi insanları zelil· etmemelid.ii. Çün-


kü oniann nzkı yalnız Allah'm elindedir. Onun myıf
kulla.rınui hiçbiri.si, herhangi bir insanın fu'.kıhı kese-
mez ve az bile olsa, daraltamaz. Bu sebeplere sarılıp ça-
lışmaya engel değildir. BllAkls kalbe kuvvet, vicdana kah-
ramanlık kaza.ndıiır. Rızık arayan fakiri· «rızkı benim
elimdedir» sanan kimselere karşı bütün güç ve kahra-
manlığıyla dikilecek hale getirir. Korku duygusu onu
hakkını istemekten, lzzet-i nefsine sahip olmaktan alı­
koyamaz. Rızkını korumak için ücretinin bir kısmından,
dini görevlerinden veya izze~i nefsinden fedakarlık et-
mek durumuna düşmez. Kur'ln'ın bu yöneltmelerini ve
İslamın yönelişini bu şekilde anlamanız gereklidir. Yö-
netme ve teşri'lerindeki genel metoduna uygun olarak
Kur'an'ı ve :tsıa.m'ı anlamak işte böyledir.
Bazan makam ve ınevkiinin elden gitme korkusu,
ölüm ve işkence, fakirlik ve yoksulluk korkusuna denk
olabilir. İslam, ferdin -aynı şekilde- bu korkudan da
kurta.rılmasına gayret eder. Hiçbir yaratık bu konuda,
başka bir yaratığa fayda. veya zarar veremez.
«De ki: Ey mülkün· sahibi Allah, sen mülkü kime
. dilersen ona verirsin. Mülkü klınden dilersen on.dan alır­
sın. Kimi dilersen onun' kadrini yükseltir ,kimi dilersen
onu alçaltırsın. Hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki
sen, her şeye hakkıyla kadirsin.,, (Al-i İmran: 26).
«De ki: Her şeyin mülk (ü ta.sarruf)u elinde bulu-
nan kimdir? Ki' O, dainia himaye eder, kendisi. ise asıa
hhna.yeye muhtaç. olmuyor. Biliyor iseniz. (söyleyin, ha.-
dl). uAllah,ındır» diyeceklerdir. De ki: o hfilde ·nasıl
olur da IJ9yle büyü.kleniyorsunuz?» (el-Mü'mim1n: 88-89).
ıcAllah sıne yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur.
slzı yardımsız bırakirsa, sonra size yardım edebilecek
kimdir? Mü'minler ancak Allah'a güvenip <ia'.ya.nanlar.»
(Al-i İmran: 160).,
....«Kim izzet isterse (bilsin ki) bütün izzet Allah'ın­
dır.» (FAtır: 10).
«Halbuki izzet (şeref, kuvvet ve galibiyet)· Allah'ın­
dır, peygamberinindir, mü'minlerindlr.» (el-MünAfikün:
8).
O hAlde bu bakımdan rui korkuya gerek yoktur. Çün-
kü kudret yalnızca Allah'mdır ve izzet bütünüyle O'nun-
dur.
«O kullarının üstünde kalır (galebe ve tasarruf) sa-
hibi. olandır. o yegane hüküm ve hikmet sahibidir ,her
şeyden hakkıyla haberd!rdır.» (el-En'Am: 18).

*
İnsan ruhu bir takım nesnelere kutsallık verip onlar-
la ibadetten, hayat veya nzık veya makanı· korkusuna
kulluktan kurtulabilir, fakat diğer taraftan da sosyal
bti' takım değerlere kulluktan etkilenebilir. Onlardan her-
hangi bir zarara uğramasa. ve bir fayda elde ~mese bile
mal, mevki, soy ve şeref· gibi değe~lerden etkilenebilir.
Bu değerlerden herhangi birisine karşı vicdan manevi
bir ubddiyyet duygusunu geliştirecek olursa, onun kar·
şmı:rtda. hürriyetine tam anlamıyla sahip olamaz ve bu
manevi değerlere sahip olanlarla gerçek anlamda. eşit ol•
dutunu düşünemez. işte bura.da İsllm bütün bu değer•
lerl ele 'alır ve onlan hiç bir ifrat Veya. teıftit g<S$tenneden
gerçek yerlerine oturtur. Kişinin ruhunda gizli veya ame-
linde ortaya çıkan hakiki değerleri de, «manevi-zati» bir
takım özellikler olarak ortaya koyar:

ıcŞüphesizki sizin Allah katında en şerefliniz, tak-


vaca en üstün olanınızdır.n (el-Hücftrat: 13).
Allah yanında şerefi olan .ise, gerçek şerefli olandır.

«Ve: Biz dediler malca. da, evlatça da çoğuz. Biz


azaba uğratıla.caklardan da değiliz. De ki: Şüphesiz ki,
Rabbim kimi dilerse onun rızkını genişletir, (kimi de
dilerse onunkini) kısar. Fakat insanların çoğu btinu bil-
mezler. Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mal·
lannız, ne evladlannız değildir. Ancak iman edip de iyi
amellerde bulunanlar müstesnA. Çünkü onlar, için yap-
tıklarına karşılık kat kat mükft.fat vardır ve onlar emni-
yet içinde en yüksek makamlard.adırlar.» (Sebe': 35-
37).
Varsın onlar ,malca ve evlA.tça çokluk olsunlar. Bun-
lar, onlara ne bir ayncalık, ne de bir üstünlük veremez.
«İman edip de iyi amellerde bulunanlar müstesn!.»
«İmann ruhta gizli olan bir ((değerndir. «Salih amel» de
yaşayışta ortaya çıkan bir değerdir. Bu ikisi gerçek iki
değerdir ve bütün itibar işte bu ikisinedir.

Bununla birlikte tsıAm nial ve evladın değerini de


gözden uzak bulundurmaz: «Mal ve oğullar, dünya. he.-
yatının ziynetidir.» Zinet yani süstürler. Fakat dünya
hayatında insanları yücelten veya alçaltan değerler da.
ğildirler: «Bekaya erecek iyi amel ve hareketler ise Rab-
binin katında sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlı.»
(el·Kehf: 46).
Kur'ln-ı Kerim; maddt ve manevi değerlere iki ada,.
mın şahsında bir örnek vermektedir. MÜ'min nefis ve

lsl.am'da Sosyal Adalet - 5 85


bundaki gerçek değerler için açık ve güçlü biı şekil çiz&.
rek maddi ve manevi değerlerden birinin öbürüne tercihi
konusunda tereddüde hiçbir yer bırakmıyor:
«Onlara iki adamın halini misal getir ki biz onlardan
birine iki üzüm bağı vermiş, ikisinin de etrafını hurma-
lıklarla donatmış, ortalarında da bir ekinlik ve J;neyvelik
yapmıştık. Bu iki bağ, (her sene devamlı) mahsulünü
vermiş, bundan bir şeyi eksik bırakmamıştı. Onların ara-
sından bir de ırmak fışkırtmıştık. O adamın başkaca ge-
liri de vardı. Derken o, arkadaşına (böbürlenerek) onun-
la konu§urken dedi ki: «Ben malca senden zeı,ginim. Ce-
miyetçe de senden kuvvetli ve şerefliyim.» O nefsine
(böylece) zulümde devam eder haliyle bağına girdi (ve)
dedi ki: «Bunun ebediyete kadar helak olacağını sanını-.
yorum. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum. Bu-
nunla beraber senin iddiana göre eğer ben Rabbine dön-
dürülüp götürülürsem, andolsun bundan daha hayırlı bir
akıbet bulurum.» Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki:
«Seni evvela bir topraktan, sonra bir damla sudan yara-
tıp tekrar seni adam haline getiren Alah'ı inkar mı et-
tin? (Sen kafirsin) fakat ben mü'minim. O Allah benim
Rabblmdir. Ben ·Rabbime hiç bir şeyi ortak koşmam. Ba-
ğına girdiğin zaman Allah'ın dilediği (olur), Allah'ın
yardımı olmadan hiçbir kuvvet yoktur, demeli değil miy-
din? Malca ve evlatça beni kendinden az görüyorsan, olur
ki, Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir.
Seninkinin üstüne de gökten yıldırımlar gönderir. Yahut
suyu yerin dibine çekilir de bir daha arayıp bulmaya
güç yetiremezsin.» (sonunda) onun bütün serveti isti-
laya uğratıldı, bağı uğrunda harcadıklarına karşı avuç-
larını oğuşturup kaldı! O bağın çardakları hep yere çök-
müştü. Diyordu ki: «Nolaydım Rabbime hiçbir şeyi ortak
tutmayaydım.». Ona Allah'dan başka yardım edecek bir

66
cemaat yoktu. Kendisi de öz olabilecek değildi.» (el-Kehf:
32-43).

Böylece mü'minin imanı ile nasıl izzet duyduğu ve


kendisiyle tartışan arkadaşının izzet duyduğu değerleri
nasıl kJiçümsediği açıkça ortaya çıkmış oluyor. Dikkati
çeken H.U.suslardan biri, bağıyla izzet duyan bu arkadaşı­
nı, Allah'a şirlt koştuğunu açıkça ortaya koymadığı hal-
de, Kur'an-ı Kerim'in müşrik sayması ve sonunda da bu
. bu kimsenin şirkini itiraf etmesidir. Çünkü o, sırf maddi
olan bir değeri Allah'a şirk koşmuş ve vicdanında ona
böyle bir değer vermiştir. Gerçek bir mü'min ise Allah'a
hiç bir şeyi ortak koşmaz.
Karun kıssasında, mal ve servet «fitne»si kaışısın­
da iki ayrı tip karşımıza çıkarmaktadır. Bu tiplerin biri
bu değerleri gözlerinde büyüten ve onlar karşısında zaaf
duyan, zenginler önünde kendisini Jtüçük gören tiptir.
Diğeri ise, mü'min ruhlar canlandırmaktadır. Bunlar
izzet duyar ve güçlenir, hiçbir zaman küçüklük duymaz
veya zayıflığa kapılmaz:
«Filhakika Karun Musa'nın kavmindendi. Fakat on-
lara karşı serkeşlik etti o. Biz ona öyle hazineler vermdş
idik ki anahtarlarını t~ımak bile kuvvetli büyük bir top-
luluğa ağır geliyordu. O vakit kavmi ona şöyle demişti:
Şımarma. Çünkü Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana
vermiş olduğu (maldan harcamak sftreti) ile ahiret yur-
dunu ara. Dünyadan nasibini de unutma. Allah'ın sana
ihsanda bulunduğu gibi ,sen de ihsanda bulun. Yeryü-
zünde fesM arama. Çünkü Allah fesatçıları sevmez.»
(Karun) dedi ki: «Bu (mal) bana ancak bende olan bir
ilim sayesinde verilmiştir.» (O halde) kendisinden ev-
velki nesillerden kuvvetçe ondan daha üstün, cemiyetçe
de kal::ı,balık olanları Allah'ın hakikaten helak etmiş ol-

67
duğunu bilmedi mi??» Mücrimlere günahları sorulmaz.»
Derken zineti ~çinde kavminin karşısına çıktı. Dünya ha-
yatını arzu edenler: Nolaydı dediler, Karuna verilen (şu
mal ve servet) gibi, bizim de olsaydı. Muhakkak ki o, bü-
yük bir pay sahibidir.» Kendilerine ilim verilenler ise
(şöyle) dedi: «Yazıklar olsun size. Allah'ın sevAbı iman ·
edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Buna da
sabTeclenlerden başkası kavuşturulmaz.» Nihayet biz onu
da, sarayını da.yere geçiriverdik. Artık Allah'a karşı yar-
dımına gelecek hiçbir cemAat da yoktu, onun. Kendisi de
(kendini) müdafaa edebileceklerden değildi. Dün onun
yerinde olmayı temenni edenler, sabahleyin şöyle diyor-
lardı: Vay, demek ki Allah, kullarından kUnd dilerse onun
rızkını yayıyor( genişletiyor), daraltıyor. Allah bize lütuf
etmeseydi, bizi de muhakkak batırmıştı. Vay, demek ki
gerçek şudur: KAfirler, asla felah bulmaz.» (el-Kasas:
76-82).
İslamın, bu görüşünden bir takım sonuçlar çıkar.
Bu nedenle Allahü Teala, peygamberi (S.A.V.) -ne, bazı­
larının dünya hayatında faydalandığı şeylere değer ver-
meyi yasaklamıştır. Dünya metaı, yalnızca bir imtihan
ve derieme aracıdır.
«Onlardan bir kısımına sırf fitneye düşürmek için
verdiğimiz ve faidelendirdiğimiz bu dünya hayatına ait
süs ve (debdebe)lere sakın gözünü dikme. Rabbinin nzkı
hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.» (Ta.ha: 131).
Bazılan bu ve benzeri ayetler, zenginleıi istediklerini
yapmak üzere serbest bırakmaya İslamın kendilerine
sağlamış olduğu haklarından mahrum kalmak için fa-
kirleri hallerine razı olmaya davet eder, sanıyorlar. Bu
ise yanlış bir anlamadır, İslamın g!3nel tasavvuruna uy-
gun değildir; Bu, baskı dönemlerinde, kamu şuurunu

68
uyuşturmak ve insanlan sosyal adaleti istemekten alı­
koymak için, çıkarcı «din adamları»nın (din alimlerinin
değil) yorumudur. Günahları boyunlanna! İslA.m da; on-
lann bu yorumlanndan uzaktır. Bu ve bemeri A.yetler,
yalnızca insani değerleri gerçek yerlerine tekrar oturt-
mak ve fakirlerin duygularını, mal-mülk gibi sırf maddi
olan değerler önünde his edebilecekleri kırgınlık veya
zaaftan kurtarmak üzere inmişlerdir. Bizim bu düşün­
cemizi pekiştiren şeyler arasında, Allahü Te!IA.'nın yüce
Peygamberine, bu gibi değerlere hiçbir kıymet vermeme-
sini ve insanların değerlerini buna göre ele almamasını,
ona emr etmiş olması da vardır:
«Sabah, akşam Rablerine, sırf O'nun cemMini dileye..
rek duA. edenlerle beraber candan seb!t et. Dünya haya-
tının zinetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma.
Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, heva ve heve-
sine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme.»
(el-Kehf: 28).
((Artık onlann ne malları, ne de evlatları seni im-
rendinnesin, Allah bunlar sebebiyle ancak kendilerini
dünya hayatında azaba çarptırmayı ve canlannın, ken-
dileri katir olarak, güçlükle çıkmasını ister.» (et-Tevbe:
55).
Ama ve fakir bir adam olan İbn ümmi Mektum ve
kavminin efendisi Velid b. Muğire ile Hz. Peygamberin
kıssası da, bu mevzuda karşımıza çıkıyor., Bu, Allahü
Teaıa•nın Peygamberine şiddetli bir şekilde it!b ettiği
bir kıssadır:
1'Yüzünü ekşitip çevirdi, lcendisine o, amA geldi diye.
(Onun halini) sana hangi şey bildirdi? Belki o, (senden
ôğrenecekleriyle) temizlenecekti. Yahud öğüt alacaktı
da (senin) bu öğüdün kendisine fayda verecekti. Amma

69
(zengin olduğu için) kendisini müstağni gören (adam
yok mu?) İşte Sen onu karşına alıyor (ona yöneliyor)
sun. Halbuki onun temizlenmemesinden sana ne! Amma
sana koşarak gelen kimse o, (Allah'tan) korkar bir
(adam) olduğu halde sen, kendisini bırakıp da oyala-
nırsın. Sakın (bir daha öyle yapma). Çünkü o, bir öğüt­
tür. Dileyen onu (Kur'an'ı) beller.» (Abese: 1-12).
Allah, Velld'e İslam'a girmek için hidayet eder ümi-
di, Resulullah'ta bir an beşeri bir hırs olarak yer etmiş­
ti. İbn Ümmi Mektftm, O'nun yanına gelip, kendisine bir
miktar Kur'an öğretmesini·isteyince, Velid ile uğraşıyor­
du. Resulullah (S.A.V.) onun bu isteğinden sıkıldı ve
yüzünü ekşitti. Bunun üzerine Allah ona, nerdeyse azar-
lama noktasına varacak şekilde bu itabda bulundu. Bu-
nu da. İslamın izzet duyacağı değerlerin neler olduğu
konusunu tashih etmek, «Vicdana hürriyetini kazandır­
mak» konusundaki dosdoğru yolunu ve hedef.ini sağlam-
laştırmak üzere yaptı. ·

*
İnsan ruhu bir takım kutsallıklara ibadetten, ölüm,
eziyet, fakirlik ve alçalma korkusundan, bütün harici ve
sosyal değerlerden kendisini kurtarabilir. Fakat diğer ta-
raftan nefis, bizzat kendi zevk ve şehvetlerine karşı zelil
kalabilir ,istek ve arzularına boyun eğebilir. Bu seter
dışarıdan gelen tüm bağlardan ve baskılardan kurtul-
duğu halde, içerden bir takım baskılar altında bulunur.
Bu durumda da nefis, İsllmın arzu ettiği mükemmel
vicdani hürriyeti elde edemez. Oysa tslrumn ·istediği eş­
siz tsIAmt Sosyal Adalet1n gerçekleşmesi için bu, gerekli-
dir. .

70
İslam, «vicdan hürriyeti»ne karşı tuzak kurmuş bu
tehlikeden gafil değildir. Bu tehlikeye derin bir vukufla
el atar .Bu, İslamm insan nefsinin gizliliklerine eğilriıe­
ye ne denli önem verdiğine şahidlik eder ve onun _nefsin
her türlü istidM ve özelliğine dikkat ettiğine de delA.let
eder. Böylelikle İslam, hıristiyanlığri:ı ele aldığını da kap-
sıyor ve bunu gayelerinin gayesi yapıyor:

«De ki: Eğer babalarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, ka-


bileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasın­
dan korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden mesken-
ler size Allah'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yo-
lundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'm emri
gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fasıklar toplulu-
ğunu hidayete erdirmez.» (et-Tevbe: 24).

İşte Kur'an-ı Kerim bu şekilde, insan nefsinin tüm


lezzet, arzu, istek ve zaaf noktalarını, bir ft.yette, bir ara-
da zikretmektedir. Ki bütün bunları bir kefeye koyarken,
öbür kefeye Allah'ın ve Resulünün sevgisini, O'nun yo-
lunda cihad aşkını koysun. Böylece fedakarlık mükem-
mel olsun, şehvetlerin boyunduruğundan tam anlamıyla
kurtuluş gerçekleşebilsin. İşte bütün bunlardan kendisini
kurtarıp hürriyete kavuşmuş bir nefis, İslamın istediği
bir nefistir. İslam, alçaltıcı alışkanlıklara üstünlük sağ..
lasın, dizginlerini eline alsın, geçici ve önemsiz arzular-
dan daha büyük ve uzak hedefli olana ulaştırsın diye
böyle bir nefsin oluşturulmasına dAvet eder:
<eKadınlara ,oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altına
ve gümüşe, salma ve güzel atlara, davarlara ve ekinlere
olan aşın sevgi iiısanlar için bezenip süslenmiştir. Bun-
lar dünya hayatının (geçici )>irer) faidesicllr. Allah'a ge-
lince, nihayet dönüp vanlacak yerizl (bütün) güzelliği
O'nun nezdindedir. (Habibim) de ki: Size. bunlardan

71
daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvlya erenler için
Ra.blert katında altla.nndan nehirler akan cennetler -ld
orada ebedi olarak kalıcıdırlar-, (her şeyden) temiZlen-
miş zevceler, Allah'tan da bir nza vardır. Allah, kullarını
hakkıyla görücüdür.» (Al-l İmran: 14-15).

Bu, -bazılannın Kur'an'ı


yorumlamakta, veya ba-
zılarının da tslAm'ı itham etmekte hoşla.rına gittiği gi·
bi-, bir uyuşturma, zühde ve haya.tın hoş şeylerini terk
etmeye bir davet değildir. Bu, yalnızca şehvet ve arzu-
lann za8.fmdan kurtulmaya, hürriyete bir davettir. Artık
insan hayata hlkim olup, hayat kendisine hA.kim olar
maz hile geldikten sonra, hayattan faydalanmanın bir
.. sakıncası olamaz.
<ıDe ki: Allah'm kullan için çıkardığı ztneti, temiz
ve hoş nzıklan kim haram kılmış?» (el-A'rA.f: 32).

«Dünyadan nasibini de unutma.» (el-Kasas: 77).


Orucun farz kılınmasının hedefi de budur. Nefs, be-
lirli bir süre fıtratın güçlü zaruretlerini yensin diye,
oruç farz kılınmıştır. Oruçla irade güçlenir ve yücellr.
Zaruretlerin üstüne yükselince, insan kendi kendisini
aşar.

Bu gayeye ulaşmak için Kur'!n-ı


Ketim çeşitli yol-
lan ele alır. Bunlar arasında mal ve evlAd «fitne»sine
karşı insanı uyarması da bulunmaktadır. Buyuruluyor
kl:
«Mallannız, evl&dlarınız herhalde sizin içfn bir im·
tihan (fitne) dir. (et-Teğlbün: 15).
Böylelikle «sakındırma. etkeni» insam mal ve evla-
da karşı olan sevgisinden daha ileri noktalara ulaştırır.
. 'Mala ve evlldına. olan tutku.su dolayısıyla insan, çoğu

'12
·kere kabul etmeyeceği şeyleri kabul eder, boyun eğme­
yeceği şeylere boyun eğer, yapmayacağı şeyleri yapar.
Resulullah (S.A.V.) bir gün, Hz. FAtıına. (R.A.) nın oğtıı­
lanndan birisini bağrına basmış olduğu h&ıde, dışa.n·· çı­
karken şöyle ~iyordu: «Muhakkak sizler, clmrileştirir,
korkakla.ştırır ve cA.hilce işler yaptırırsınız.» (Tlrmizl).

tnsa.n, değerini düşüren şeylerden, şuurlu olarak


kurtulabilir. Fakat bir lokma ekmeğe muhtaç ise, zelil
olur. Çünkü, ihtiyaçtan fazla insana zillet veren hiçbir
şey yoktur, aç kann da yüce anlamlı şeyleri pek tanımaz.
İnsan dilenmek zorunda da kalabilir. Bu durumda Jse
onun bütün değeri kaybolur gider. İşte tslA.m muhtaçlığı
doğuran nedenleri önlemek ve bulunduktan takdirde or-
tadan kaldırmak gayesiyle gerekli yasamalarla işi ele
alır: Bunun için kişiye geçimi için yetecek miktan, farz
bir hak olarak ortaya koyar. Bu farzı yerine getirmek
devlet ve ümmetten gücü yeten kimselere düşer. Bu öyle
bir !arzdır ki, yerine getirilmediği takdirde, Ahirette kar-
şılığında ceza vardır, dünyada da bunun için zor kul-
lanılabilir. (İSlA.m'da Sosyal Dayanışma'dan söz ederken
geniş olarak ele alacağız.) Sonra da. dilenmeyi nehyedi-
yor. Allah yolunda bir takım sıkıntılara mA.rô.z kalan,
yeryüzünde geçim arama imklnına sahip olamaya.n bir
müslümanlar topluluğundan övgüyle söz ederek diyor
ki:
«Onlar, yü:rsüzlük edip de insanlardan bir şey iste-
mezler.» (el-Bakara.: 2'13).
Peygamber (S.A.V.) de bir dilenciye bir dirhem ver-
dilcten sonra şöyle buyuruyor: ,
«Birinizin ipini alıp, sonra da sırtında bir yük odun-
la gelip satması ve bununla .da Allah•ın onu yüzsuyu
dökmekten koruması, onun için -versinler veya· verme·

T3
sinler- insanlardan dilenmesinden daha hayırlıdır.» (1)
Yine buyuruyor ki:
«Üstteki el (veren el), alttaki el (alan el)den daha
hayırlıdır.» (2)
İslWn, hoş olmayan bir zorunluluk olarak gördüğü
dilenme dışında birtakım yollarla zengin olmayı teş­
vik eder. Zekata gelince, o bir haktır: Alınan bir haktır,
fazilet sonucu yapılan bir tasadduk değildir:
(<Onların haklarında dilenen ve (iffeti dolayısıyla
dilenmeyen) yoksulun da hakkı vardır.» (ez-ZariyAt:
19).
ZekAt, devletin hak sahipleri adına tahsil ettiği bir
haktır. Devlet bedenin ihtiyaçlannı karşılayacak, insa-
nın şeref ve haysiyetini koruyacak, vicdanın üstünlüğü­
nü himaye edecek şekilde müslümanlann yaranna bu
bu haktan harcamalarda bulunur. Eğer bu yeterli gel-
mezse., zayıflann ve fakirlerin ihtiyaçlannı karşılayacak
kadar zenginlere ve gücü yetenlere bir takım vazifeler
yükler. (Mal siyaseti adlı bölümde açıklaması yapılacak.)
İşte bu şekilde İslAm meseleyi bütün yönleriyle ve
bütün açılardan ele alır. «Vicdan Hürriyeti»ni mutlak
olarak garantiler. Ve bunu, yalnızca maneviylt üzerine
kurmadığı gibi yalnızca iktisadiyat üzerine de kurmaz,
ikisi üzerine kurar. Hayatın gerçeğini tanır ve kabul
eder, ruhun imkm ve kabiliyetlerini gözönünde bulundu-
rur. insan tabiatını, tüm arzu ve kabiliyetleriyle çalış­
maya. teşvik eder ve bununla mükemmel ve açık bir
«vicdani hürriyet»e ulaştırır. Mükemmel bir hürriyet ol-

(1) Buhari ve MOsllm. Lafız Buhartnln.


(2) Buhart ve Müslim.

74
madan, insan tabiatı, zaaf, boyun eğme ve kulluk etken·
lerine karşı güçlenemez, sosyal adalet'ten kendisine dü·
şen payı alamaz, verildiği takdirde de «adaletin yüküm-
lülükleriııne dayanamaz.
işte bu hürriyet, İslam'da Sosyal Adalet yapısının
kurulabilmesi· için önemli esaslardan bir tanesidir. Daha
doğrusu diğer esasların da üstüne kurulduğu ilk esastır.
İNSANİ EŞİTLİK

İnsan ruhu bu vicdani hürriyetin şuuruna varırsa,


Allah'tan başkasına. her türlü kulluktan _kendisini kur-
tarırsa, ölümün, eziyetin, fakirliğin ve zilletin ancak Al-
lah'ın izniyle olacağına. inanırsa, sosyal ve mali değer­
lerin baskısından kurtulursa, muhtaçlık ve dilencilik zil-
letinden kurtarılırsa, şehvet ve arzularının üstüne yük-
selebilirse istisnasız olarak herkesin, hiç büyüklük tas-
lamadan mutlak ve bir olan Halik'a yönelirse ve bütün
bunlarla birlikte düzen ve yasalarla hayat için zaruri
olan her şeyin yeterli kadar kendisine garantilenmiş ol-
duğunu görürse;
insan bütün bunlan görür ve bunu ruhunda pekiş­
tirecek yasal ve fiilen va.rolan garantileri bulursa, sözde
eşitlikten dem vuranlara ihtiyacı kalmaz. Çünkü o bunu
zaten ruhunun derinliklerinde bile his etmektedir, fiilen
hayatında bunlan bizzat görmektedir. Hatta bu değer­
ler üzerinde herhangi bir f arkılılığın ortaya çıkmasına
karşı sessiz durmayacak, eşitlik ilkesine göre. hakkını
isteyecektir. Bu hakkın tanınması için mücadele edecek,

'16
·bunu elde vakit koruyacak, onu başka bir şeyle
ettiği
değiştirmeyecektir.Onu korumak ve savunmak içinken-
disine düşen mükellefiyetlere katlanacak, bunun için
gereken gayret ve fedakarlıklardan da geri kalmayacak-
tır.
Vicdandan kaynaklanıp fışkıran, yasalarla k<i>runan,
çalışma ve kazanma hürriyeti ile gerçekleştirilen «eşit­
lik» prensibini kol"\llllaya titizlik gösterecek olanlar, yal-
nızca fakirler ve zayıflar olmayacaktır. Bilakis zengin ve
güçlü olanlar bile -vicdanlarının daha önce açıkladığı­
mız, İslamın öngördüğü ve yerleştirmek istediği bu an-
lamların şuuruna varma.lan hA.llnde- onunla birlikte
aynı şeyleri paylaşacaklardır... Ondört asır önce İslA.m
toplumunda durum da budur. Bu kitabın ilgili yerinde
açıklanacaktır.
Fakat bununla birlikte İslftm, vicdani hürriyetten
anlaşılabilen zemini kavramlarla yetinmemiştir. Bu ne-
denle «eşitlik» esasını sözle ve nassla da tesbit etmiştir.
Ta ki her şey açık, tesbit edilmiş ve belirtilmiş olsun.
Bazı kimselerin tanrıların neslinden olduklarını iddia
edip bu iddialarının doğrulandığı, bazılarının damarla-
rında akan kanların herkesin kanı gibi olmadığı, bilA.kis
damarlarındaki kanın hükümdar soyuna has mavi kan
·olduğunun iddia edilip doğrulandığı, bazı din ve mezhep-
' lerin insanları sınıflara ayırıp bunlardan bir kısmının
tanrın~n başından yaratıldıkları için aşağılık kabul edil-
diği, kadının ruhu var mıdır yoik mudur diye tartışmala­
rın yapıldığı, efendisinin kölesini, -efendiler sınıfından
olmadığı için- öldürmesinin mübah görüldüğü .. bir za-
manda ...
Evet, böyle bir zamanda İslAm, tüm insanların aynı
cinsten olduklarını, gelip gidecekleri yerin bir olduğunu,
doğumda ve ölümde, hak ve vazifelerde; Allah'ın önün-
de de, kanunun önünde de, dünya ve Ahirette de eşit ol-

77
duklarını anlatmak için gelmiştir. Ancak amel-i salih ile
üstün olunabilir ve ancak takva sahibi olan üstünlük
kazanabilir.
Bu, İslRmın insanlığa yaptırdığı eşsiz bir hamledir,
tarih bunun benzerini tanımamaktadır. Bu şimdiye kaı­
dar bile, insanlığın yükselemediği bir zirvedir. Hatta bu,
insanlık için yeni bir doğuştur. Bu doğuş.la «yüce insan»
yeniden gelmiştir. İnsanlık, bu noktadan gerilere git-
miştir. Bu İlahi düzen'in gölgesinden olmadıkça, ona
-tekrar- ebediyyen kavuşamıyacaktır.
Bir ve tek yaratıcıdan, hiç bir kimse doğmamıştır:
«De ki: O Allah'dır, bfr tektir. Allah'dır, Sameddir.
Doğurmamıştır, doğurulmamıştır O. Hiçbir şey de O'nun
dengi ve benzeri değHdir.» (İhlas Sftresi).
«Dediler ki: «Rahman (olan Allah) bir evlad edindi.»
And olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. O Rah-
man (olan Allah) a bir evlad isnad ettiler diye nerdeyse
gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çöke-
cektir. Halbuki Rahman için bir evlad edinmek asla
yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan herkes, mutlaka
Rahmana kul olarak gelecektir. Andolsun ki o bunları
hem topluca, hem de teker teker saymıştır. Her biri Kı­
yamet Günü O'na, yalnız başına gelecektir.» (Meryem:
88-95).
· Diğer taraftan kırmızı kanlı ve adi kanlı kimse de
yoktur, asla! Baştan yaratılan ve ayaktan yaratılan da
yoktur:
ccBiz sizi hakir bir su'd.an yaratmadık mı? Onu -bi-
linen bir vakte kadar- sağlam bir yerde. tuttuk. (İşte
biz bunu) kudretimizle yaptık. Demek (biz) ne güzel
kadirleriz.» (el-Mürselat: 20-23).
ccŞimdi insan neden yaratıldı? (İbretle) baksın. o

78
atılıp dökülen bir su'dan yaratıldı. Ki, arka kemik ile gö-
ğüs kemikleri arasından çıkıyor, o.» (et-Tarık: 5-7).
«Allah sizi bir topraktan, sonra bir meniden yarat-
tı: Sonra da sizi çift çift yaptı. Onun ilmine dayanmadan
hiç bir dişi gebe olamıyacağı gibi doğuramaz da. Ömrü
uzatılana çok ömür verilmesi, kısaltılanın ömründen ek-
siltilmesi de hariç olmak üzere (hepsi) bir kitabda (ya-
zılı) dır. Şüphe yok ki bunlar, Allah'a göre kolaydır.»
(Fatır: 11).
«Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hü-
lasadan yaratmışızdır. Sonra onu sarp ve metin bir ka-
rargahta bir nfttfe yaptık. Sonra nfüteyi bir kan pıhtısı
haline getirdilt, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yap-
tık, o bir çiğnem eti de kemiklere dönüştürdük de o ke-
miklere de et giydirdik' Sonra onu başka yaratılışta inşa.
ettik. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne Yü-
cedir!» (el-Mü'minftn: 12-14).
Kur'an-ı Kerim bu mA.nayı pek çok yerde tekrarla-
maktadır. Böylelikle insanın içine, asıl ve menşeinin bir
olduğu gerçeğini yerleştirmek istiyor. Bütün insanlar top-
raktan yaratılmıştır. Herkes «hakir bir su»dandır. Pey-
gamber (S.A.V.) de bu manayı hadisi şeriflerinde tek-
rarlamıştır:
«Siz Adem'in oğullansınız, Ad.em de topraktandır.»
(3) Ta ki bu duygu insanın içine daha köklü bir şekilde
yerleşsin.
. Yaratılışı itibariyle, bir kişinin başka bir kişiden
daha üstün olması diye bir şey olmadığına göre; şu ana
kadar bazılarının ileri sürdüğü gibi- yaratılışı itibariy-
le hiç bir ırk başka bir ırktan, hiçbir ulus başka bir ulus-
tan üstün değildir.

(3) Müslim ve Ebn DavOd.

79
«Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan
da yine onun eşini vücuda getiren ve ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar türeten Rabbiniz (e karşı gelmek)-
ten çekinin.» (en-Nisa: 1).
Asıl, tek bir nefistir. Eşi de ondandır. Diğer bütün
erkek ve kadınlar, onlardan türemiştir. o hAlde tüm
insanlar bir asıldandır. Onlar neseb itibariyle biribirleri-
nin kardeşleridirler ve asıl ve yaratılış bakımından da
eşittirler.
«Ey insanlar, hakikat biz sizi bir erkekle bir dişi­
den yarattık. Sizi (sırf) bribirinizle tanışasınız diye bü-
yük. büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık.
Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz, takvA.ca
en ileri olanınızdır.» (el-Hücftrat: 13).
Bu büyük büyük topluluklar (uluslar) ve kabileler,
biribirine karşı öğünsünler ve biribirleriyle tanışmasın­
lar diye değildir. Aksine birbirleriyle tanışıp kaynaşsın­
lar diyedir. Hepsi de Allah katında eşittir. Ancak takvA.
ile biri diğerinden daha üstün olabilir. Bu ise başka bir
konudur. Bunun yaratılışla. herhangi bir ilgisi yoktur.
Yaratılışta ise tüm insanlar ~ittir, birinin başkasına tak-
vA. dışında herhangi bir üstünlüğü yoktur... TakvA.nın
ilk basamağı ise tek ve bir olan Allahü TealA'ya teslim
alıp.aktır. Aksi takdirde ne takvMan, ne de doğruluktan
asla söz edilemez.
İslA.m, soy ve taassubundan uzak kalmanın yanın~
da, ırk ve kabile taassubundan da aynı şekilde uzak kal-
mıştır. Böylelikle İslam, günümüze kadar bile batı mede-
niyetinin ulaşamadığı bir noktaya ulaşmıştır. Batı me.;
deniyeti, Amerikalılara, kızıl derilileri düzenli bir şekll·
de -bütün devletlerin haberdar olmalanna ra~en, göz-
leri önünde- imha etmelerine müsaade eden bir mede-
niyettir. Bu medeniyet, siyah ırk ve beyaz ırk arasında
uğursuz bir ayının yapmasını ve bu katı vahşeti uygun

80
görmektedir. Bu medeniyet, Güney Afrika Birliğinde ırk
ve renk ayırımını öngören kanunlara. ses çıkarmamakta;
Rusya, Çin, Hindistan, Habeşistan, Yugoslavya ve diğer
ülkelerde müslümma.nların ld.tıeler ha.linde ünha edil-
mesini suskunlukla. karşıla.maktadır.

İslam,
*dışında. kalan- bir ta-
-takva. ve sft.lih amel
tun farklılıkve üstünlük nedeni sanılan noktalan, bü-
tün şekil, yapı ve nedenleriyle ele alır. TA. ki hepsini or-
tadan ka1dırabilsin. Bunun bir örneği, Hz, Peygamber
(S.A.V.) in durumudur. Kur'an sık sık O'nun diğer in-
sanlar gibi bir insan olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı
şekilde Hz. Muhammed (S.A.V.) in.kencUsi de bu manlyı
sık sık tekrarlamıştır. Çünkü O, Ummeti tarafından çok
sevilen ve çok saygı duyulan bir peygamberdi. 'Bu sevgi
ve saygının, ancak Allah'a ait olan bir ilalılaştırmaya
veya kutsalla.ştınnaya dönüşmesinden korlmldu. Bu ne-
denle bizzat 0'.nun etrafındakilere şöyl~ söylediğini görü-
yoruz.
«Sakın beni hıristiyanJann Meryem oğlu ts!'yı öv-
dükle.ri gibi övmeyin. Ben_ bir kuldan ba.şka değilim. Al-
lah'ın kulu ve Resulü, deyintz.» (4)

Ona. -saygılarını ifade etmek için ayakta· durmuş bir


topluluğu götdüğünde de şöyle buyuruyor:
«Adamların,
·huzurunda ayakta durmaıanndan hoş­
lanan kişi
Cehennemdeki yerine hazırla.nsın.ıt (5)
Hz. Muhamined (S.A.V.), akrabalarının ke11disµrl
kuts~ıaştınna şüphesi SÖzko~usu olabilme ihtimali· dola.:.

(4) Buhari rivayet etmiştir.


(5) ·Ebo DavOd ve Tlrmlzi.

isl&n'da Sosyal Adalet - 6 aı.


yısıyla, onları,
Allah'm yanında kendilerine· hiçbir fayda
sağlıyaınıyacağmı bildirerek uyarmıştır.
«Ey Kureyşliler; Allah'ın yanında sizlere hiçb.lr
§eyle faydam dokunamaz. Ey Abdi Menaf oğulları; Allah'-
m huzurunda sizlere hiçbir şeyle faydam dokunmaz. Ey
Abdulmuttalib'in oğlu Abbas, Allah'ın huzurunda sana
hiçbir şeyle faydalı olamam. Ve ey Allah'ın Resulünün
halası Safiyye, Allah katında sana hiçbir şeyle faydam
·dokunamazıt (6)
. Hz. Muhammed (S.A.V.) bir an beşeri hırsa kapıla­
.rak, fa.kir bir adam olan. İbn Ümmi Mektfun'dan yüz
çevirip, kavminin efendiai Velid b. el-Muğire'ye yönelin-
ce, -mutlak eşitliğin mükemmel ölçülerini ortaya koy-
mak· için- azarlamaya benzer bir uslftpla şiddetli bir
itab hemen nazil oldu.
Bazı servet sahipleri ve soylular, fakir erkek veya
kadınlarla evlenmek istemeyince, Allah'ın şu emri nazıı
oldu:
«İçinizden bekA.rlan ve kölelerinizden, d.rtyeleriniz-
·den sAfih (mü'min) olanları nik~hlayın. Eğer fakir ise-
ler, _Allah onları falz (ü kerem) in4en zengin yapar. Al-
lah'ın lütfu boldur. O, her şeyi hakltiyle bilendir.» (en-
Nftr: 32).
İki cins arasuidaki eşitliğe gelince İslam, cins ve
·insani haklar açısından kadına. tam bir eşitlik sağlamış­
tır. Kabiliyet veya alışkanlık veya bazı sorumluluklarla
ilgili bazı durumların dışında, herhangi bir farklılığın
bulunmadığını bildirmiştir. Ki bunlar, erkek ve kadın
lc.ln de ·.hakiki durumlarını etkilemeyen konulardır. Ka-
biliyetlerin veya alışkanlıklarıri veya sorumluluklann eşit
olduğu yerde, birbirlerine eşittirler. Bunlar ayn olmaları
halinde ise, ayn olduklan kadar, aralarında. fa.Tk vardır.

(6) Buhari ve MQsllm.


Dini ve ruhi bakımdan erkek ile kadın biribirine .
eşittir: «Erkek veya kadın olsun, her kim mü'min ola-
rak sAlih amellerden (bir şey} yaparsa, işte onlar Cenne-
te girerler ve bir çekirdeğin çukurcuğu kadar bile haksız­
lığa uğratılmazlar.c>> (en"'.Nisa.: 124).

«Erkek veya kadın olsun, kim mü'min olarak iyi ha-


rekette bulunursa, hiç şüphesiz dünyada) onu çok güzel
bir hayat ile yaşatırsa ve o gibilere) her halde yapagel-
diklerinin daha güzeliyle ecir veririz.» (en-Nahl: 9ır).
«Nihayet Rableri (onların dua.ıanna) şöyle icabet
etti: İçinimen gerek erkek, gerek kadın -ki, kiminiz ki-
minizden (hasıl olma) dır-hayırlı bir iş yapmanın ame-
lini ben elbette boşa çıkannıyacağıriı.» (Al-i İmran: 195).
Mülk edinme ehliyeti ve iktisadi tasarruflar açısın­
dan da, erkek ile kadın biribirine eşittir: ·
.
<<Ana ile ıbaba (yakın) akrabaların bıraktıklarından
erkeklere, ana ve baba yıikın 8.krabalann bıraktıkların­
dan dişilere -azından, çoğundan d_a- farz edilmiş birer
pay olarak, hlsseler vardır.»· (en-NisA: 7).
«...
Erkeklerin kendi kazandıklarından bir payı ol-
duğu ibi, kadınların da kendi kazandıklarından bir payı
vardır.)) (en-Nisa.: 32).

Mirasta kadının, erkeğin yansı kadar alıp, bu konu-


da erkeğin üstün tutulmasının nedenine gelince; bu, er-
keğin hayatta yüklenmiş olduğu sorumluluklar dolayı­
sıyladır. Erkek, evlendiği kadının ve doğacak çocukları­
nın geçimini sağlam.akla yük'Ümlüdür. Evin her türlü ih-
tiyacını karşılaı:na.k yükümlülüğü de kendisine aittir. Di·
yet ve benzeri bir takım mali soruınluluklar da yalnız
onun üzerindedir. Yalruz bu neden dolayısıyla bile, iki ·
kadının mirastan aldığı payı almaya hak kazanır. Diğer
. .

83
taraftan kadın evlendiği takdirde geçimi kocasına aittir;
evde veya dul kalırsa da, aldığı miras ve ya.kın akrabası
olan erkeklerin ona bakma. yükümlülüğü dolayısıyla ge-
çimi garantilidir. Buradaki mesele, sorumluluklan farklı
olması dolayısıyla mirastan pay a1.mad,a da farklılığın
Qulunması meselesidir.

Erkeğin kadın üzerinde ha.kim olmasına gelince:


«Erkekler kadınlar \izerine hakimdi-rler.. O .nedenle
ki, Allah kimini (erkekler) kiminden (kadınlardan) üS-
tün kılmıştır. Bir de (erkekler onlara) infak etmekte-
dirler.» (en-Nisa: 34).
Buracla. erkeğin üstünlüğünün nedeni onun, evin ida..
res.i konusunda. kabiliyetli, tecrübeli ve yatkın olmasıdır.
Erkeğin annelik gibi bir görevi olmadığı için, toplum iş­
leriyle -kadına oranla- daha uzun bir süre karşı kar-
şıya kalır, bütün fikri kuvvetleriyle bunlar için hazırla­
nır. Bu tür yükfunlÜlükler ise kadının daha uzun .bir za-
manını alır. Diğer taraftan annelik yükümlülüğü .kadın­
da., duygu ve. tepki hayatını geliştirir ve ondaki bu ge-
lişmeye karşılık erkekte düşünce ve dikkat gelişmesi gö-
rül ür. Eğer erkeğin kadın üzerine hakim olduğu kabul
edilirse bu, onun böyle bir göreve daha istidatlı ve yat-
kın olmasından gelir. Üstelik o, evihin geçimini de sağ­
lamakla yükümlüdür. Evin ha.kinli olmak ile mali yü-
kümlülüklerin ise, çok sıkı birilgisi vardır. o halde ha-
kimlik, görev karşılığında olan bir haktır; Sonuç itiba-
riyle böyle bir hak gerçekte, hem iki cins arasında·, hem
de hayat çerçevesi> içerisinde hak ve yiikümlülükler ara-
sında tam bir eşitlik sağlamaktan başka bir anlama gel-
memektedir.
Ameli bir tal.um vazlfelerin bulunması söz konusu
olmayıp, durum sa.dece insani sınırlar çerçevesinde kalı­
yorsa; bu durumda kadının gözetiJ~esi gerek-en haklan,
erkeğinkinden daha fazladır. Bu ise h8.kimllk hakkına
eş·haktıl-:
Bir adam Resululla.h (S.A.V.) in huzuruna gelip şöy­
le sordu:
- Ya Resulullah, benden yakınlık görmeye daha
layık olan kimdir?
Hz. Peygamber:
...... Anandır, dedi.
- Sonra kim? diye sordu.
- Yine anan, buyurdu.
....._ Sonra kim? diye tekrar sordu.
- Yine anandır, buyurdu.
Adam yine:
- Sonra kim? diye sordu. Bu sefer Allah'ın Resu-
l"";.
U;. '
- Babandır, buyurdu. ('7).
Bazılarının aklına erkeğin şahitlik konusunda da üs-
tün tutulduğu gelebilir:
«Erkeklerinizden iki ş!hid tutun, eğer iki erkek bu-
lunmazsa, o halde razı (ve doğruluğuna emin) olacağınız
şahitlerden bir erkekle iki kadın yeter. Böylece kadınla- ·
rın biri unutursa, öbürüne hatırlatır.» (el-Bakara: 282).
Bizzat !yet-i kerimede. bunun nedeni açiklannuştır.
Daha önceden· belirttiğimiz gibi, erkekte düşünce ve dik-
kat yönü daha çok geliştiği gibi kadında da annelik gö-
revinin gereği olarak duygu ve tepki yönü daha çok ge-
lişir. Dolayısıyla kadınlardan biri unutacak: veya bir tep-
. ki dolayısıyla herşeyi olduğu gibi hatırlayamıyacak olur-
sa, ikincisi ona hatırlatır. ·Burada da söz konusu olan
hayatın gerçeği ile ilgili bir durumdur. Bir cinsi sadece o
cinsten olduğu için <Uğerine tercih etmek veya eşitsizlik
sözkonusu değildir. ·

(7) Bı..rhari ve Müslim.


Aslında, dini bakımdan kazanma ve mülkü edinme
konusunda İslamın kadına sağladığı eşitlik, evlenmek
konusunda -herhangi bir zorlama veya ihmal sözkonu-
su olmaksızın- izin ve rıZasının alınmasını öngörmek
gibi kadına sağlamış olduğu şeyler, başarı olarak İslam'a
yeter.
«Dul kadından sözlü emir alınmadıkça, bfikireden
de izin alınmadıkça -ki bfikirenin izni susmasıdır- ni-
kahlanamaz.» (8). -
Kadının Mehri konusunda da şu emir vardır:
«Ücretlerini (mehirlerini). de onlara bir hak olarak
~riniz.» (en-Nisl: 24).
Evli veya boşanmış olsun, zevce olarak sahip bulun-
duğu haklar konusunda da:
«Artık onlan ya iyilikle tutun, ya iyilikle bırakın.
(Fakat) onları (sırf) zulüm etmek için, zararlarına ola-
rak tutmayın.» (el-Bakara: 231) .
... «Ve onlarla iyi geçinin.» (en-Nisl: 19).
Şunu hatırlatmamız gerekir: tsllmın kadına garan-
tilemiş olduğu tüm hakları ve ona sağlamış olduğu tüm -
imkanları, onu yücelten ve ayn bir ruhla vermiştir. Mad-
di ve iktisadi bir takını baskılar altın.da kalarak bu hak-
lan kadına sağlamış değildir.
«Kadın, , doğar doğmaz ondan kurtulmak gerekir.»
düşüncesiyle savaşmıştır. Bazı Arap kabilelerinin yaşan­
tısında yer etmiş bulunan kız çocuklarının diri diri gö-
mülmesi düşüncesiyle, amansıZ bir şekilde savaşmıştır.
Bu kötü alışkanlığı, tüm .in.sa.nlığı kendisinde ortak ka-
bul ettiği «insanın şerefli olduğu» noktasından hareket
ederek tedavi etmiştir. Bu nedenle ilkin genel olarak bü-
tün haksız öldürmeleri yasaklamıştır.

(8) Buhari ve M!isUm.

88
«(Meşru' bir) hak ile olmadıkça, Allah'ın haram
kıldığı cana kıymayın.» (el-En'am: 151).
Özel olarak da çocukların öldürülmesini yasaklamış­
tır -Ki o zaman da yalnız kız çocuklar öldürülmekte ·
idi-:
«Evlatlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin. On-
ları da, sizi de .biz rızıklandırınz.» (el-İsd.: 31).
Bu ayette -fakirlik korkusunun nedeni onlar oldu-
ğundan- çocukların nzıklandınlması daha önce belir-
tilmiştir. Bu ifade ile babaların kalplerine şu yerleştiril­
mek istenmiştir. Babalardan önce, çocukların rızıklarını
veren Allah'tır, buna güvenmek gerek. Daha sonra in-
sandaki adalet ve merhamet duygularını galeyana geti-
rip, Kıyamet Gününden söz ederken şöyle buyurulmak-
tadır:
«... Ve diri diri gömülen kızın hangi suçtan dolayı.öl­
dürüldüğü sorulduğl,ında ... » (et-Tekvir: 8-9).
Böylece o korkunç günde, yapılan işin uygun bir iş
olmadığını ifade etmek üzere böyle bir soru ile karşıla­
şılacağı bildirilmiştir.
İslA.m kadına maddi ve ruhi haklarını tanırken, onu
insan olarak ele alıyor ve «insanın vahdeti» ile ilgili gö-
rüşünden hareket. ediyordu.
«O sizi bir candan yarattı ve bundan da gönlü ken-
disine ısınsın diye, eşini yarattı.» (el-A'd.f: 189).
İslA.m onu, birtek nefsin yansı olan varlığı, olması
gereken yere yükseltmiş ve oraya oturtmuştur.
Bunu İslamın bir üstüİılüğü olarak bilmemiz ge~
kir. Bunun yanında, maddeci batının kadına verdiği
°h'ttmyetin, bu şerefli kaynaktan beslenmediğini, bu hür-
riyetin etkenlerinin, islAmın her türlü' söylentiden uzak
etkenlerine benzemediğini de hatırlamamız gerekir.
Tarihi unutma.Inamız, çağımızın aldatıcı dış görü-
nüşlerine kanmamamız yerinde bir harekettir. Unutma-
yalım ki: Batı, kadını evinin dışına çıkarmış ve çalıştır~
mıştır. Çünkü erkek, orada kadına bakmaktan ve ihtfya•
cını karşılamaktan geri durmuş, ancak iffeti ve şerefi
karşılığında ona bir miktar para vermeyi kabul etmiştir.

İşte, yalnız bu· durumda kadm çalışmak zorunda


kalmıştır. .
Unutmayalım ki, kadın çalıfmak ·üzere evinden dı­
şarıya çıktığında, maddeci batı, onun ihtiyaç içinde mı­
lurunasını ganimet bilmiş, ücretini azaltmak için yeni
bir .fırsat olarak değerlendirmiştir: 1ş adanılan düşük
ücretli kadın sayesinde, fazla. iicr'et istemek suretiyle ba-
şını kaldırmaya "batla.yan ıwtye ~du~ya :tıaş..
lamıştır.
Kadın, Batıda eşitlik istediğinde' bununla yemek ve
yaşayabilmek için bimıt ücretlerde eşitliği kastediyor-
du. Bu eşitliği elde edemeyince bu sefer, hela.be. katılan,
dinlenen bir .sözü olsun diye seçme hakkını istedi. Daha
sonra da bu eşitliğin sa~Iannmsında olumlu bir etkisi ol-
sun diye parl!mentoya girmek hakkmı 'istedi. Çünkü
topluma hfildın olan kanunlan yalnızca. erkekler hazırlı­
yordu. ,Onlann k~unlan, -.:.tsı!m'da olduğu gibi- er-
kek veya kadın olsun tüm kuttan arasında adalet ger-
çekleŞtiTen Allah'm Şeriatında.n kayna;klanmıy-Grdu.

Yine unutmamak gerekir ki: Fransa son hatbden


sonra Dördüncü Cumhuriyet dönemine kadar, -İslamın
öngördüğü şekilde- kadına kendi. malında tasamıf et-
me hakkını vernieniiştir, kadın kendi malında. ancak ve-
llsiniın ~zni ile tasarruf edebiliyordu. Oysa aynı zamanda
gizli veya açık, ahlaksızhğın her türlüsüne tam anla-
mıyla. müsaade ediyordu: 'Bu ·son hak tse, lsıA.mın kadını
mahrum bıraktı~ biricik haktır. Çünkü erkeği de aynı
şekilde bu haktan yokswı bıi-akmıştır. İslft.m ise bunu
insanın şerefini korumak, cinsi ilişkileri, aile ve yuva
b~an olmayan sırt bedeni illşkUer olmaktan kurtarmak
için yapmıştır.
Maddeci Batının bugün bazı işlerde kadına ~rkeğe
göre öncelik tanıdığını, özellikle mağazalarda, elçilikler-
de, konsolosluklarda, basın ve diğer haber alma işlerinde
kadınlan tercih ettiğini gördüğümüzde; bu öncelik ve
tercihte gizli olan pis ve çirkin anlamdan da ga.Iil olma-
manız gerekiyor. Bu, parfüm ve sigara. dumanlarından
biT atmosfer içerishı.de köle alış-verişi anıamın8dır. Bu,
miişterllerln c1ns1 duygulannm tahrik edilmesidir, istis-
ma.ı.ı.dır. Mağaza ve ticarethane sahibi, elçilik ve konso-
losluklara. kadın tayin eden devlet gibi, hostesler tayin
eden seyahat acenteleri gibi, haber toplamak, röportaj-
. lar yapmak için kadınlan öne süren, gazete veya dergi
· sahibi gibidh. Hepsi de -biri diğerinden ileri- Içadını ne
içbı, nerede kullanacağını çok iyi bilmektedir; bu alan-
larda kaaının ne tür başaıııar sağladı~ın farkındadır;
bu başa.rıl~ sallamak için ·neleri fedA ettiğini çok iyi
bllmekted.lr. Uzak bıi- ihtimAlle bir şeyler fed~ etmeyecek
olsa bile, onu çalıştıranlar vücudu etrafında dolaşa.Cak,
sözüne can atacak, şehvetle etrafını sa.racak aç gözlerin
bulunacağını çok iyi bilmektedirler. Kadını çalıştıranlar,
. bu açlığı, maddi, korkunç ve azıcık bir başarı içiri istisr-
mar etmektedirler. Çünkü yüce ve şereOi insani değerler
.. onlardan oldukça uzaktadır...
Komünizm, kadın ile erkek arasında eşitlik sağla­
niak ve kaduiı kuşatan zincirleri kırmak konusunda bü-
yük bir iddia sahibidir. Eşitlik ise iş ve ücrette eşitlik de- .
mektir. İş ve ücret eşitliği sağlanınca artık. kadın, bağım­
sızlığını elde etmiş ve erkeğin her şeyi yapabilme özgür-
lüğü onun için de gercekleşmiş olur. Çünkü mesele ko-
münizmin anlayışına göre, iktisadi bir meseleden öte bir
şey değildir. İnsanın bütülı · faaliyetleri ·',fnsa:rit bütün
manalar, -gerçekte hayatın unsurlarından bir ta.nesi
olan- bu unsurda (iktisadda) gizli bulunmaktadır.

İşin iç yüzü ise erkeğin kadını geçindirmek yüküm-


lülüğünden kurtulması ve yaşayabilnlek için onun gibi
çalışmak zorunda olmasıdır. Bu yapısıyla
komünizm, in-
sanlık hayatında ruhi değerlerden yoksun maddeci batı­
nın temel karak.tertnin tamamlayıcısıdır.
Gözlerimiz sahte parlaklıklara aldanmadan bütün
bunlan hatırlamak ZOIUl?-dayız. tsıam, bugüne kadar bi-
le batı medeniyetinin tanıyamadığı haklan ondört asır
öncesinden kadına tanlllllŞtır. İslam ..:_ihtiyaç hAlinde-
kadına çalışma ve kazanma· hakkını vermiştir. Fakat bu-
nunla birlikte ona aile içinde gözetilme hakkını da ver-
miştir. Çünkü tsıam'a göre hayat maldan ve bedeni zevk-
lerden, hedefleri yemek ve içmekten ibare.t değildir. çün.:.
kil İslam, hayatı çeşitli yönleriyle ele almakta, bireyle-
rinin farklı görevlerinin bulunduğu görüşünü taşımak..
tadır. Bununla birlikte hayat uyum halinde ve ya,rdım­
laşma içinde olacaktır. Bu bakışıyla İslA.m, erke~in de,
kadının da görevlerini ele almakta ve her birisine Ult
olarak hayatı geliştirmek ve daha ileriye götürmek için
görevlerini yerine getirmelerini emir vermekte; aynı za-
manda da insanlığın bu genel hedefinin gerçekleştiril­
mesi içi gereken haklan, her birisine ayrı ayrı öngörmek-
tedir.

*
Son olarak şunu belirtelim· İhsan cinsinin tümü için
zelil kılınması asla caiz olmayan bir yücelik, bir şeref,
bir üstünlük vardır:
((Andolsun ki biz Adem oğullarını üstün bir izzet ve
şerefe mazhar kıldık. Onlara karada, denizde taşı~
araçlar verdik. onlara gÜzel güzel nzıklar verdik. Ve on-
. lan yarattıklarımızın, birçoğundan cidden üstün kıldık.».
(el~İsra: 70).
insan oğullan cins olarak üstün yaratılmışlardır.
onların üstünlükleri kişi olarak veya ırk veya kabileleri
dolayısıyla değildir. üstünlük, mutlak olarak eşit bir şe­
kilde hepsi için söz konusudur. Hepsi Adem'dendir. Adem
ise topraktandır. Adem üstün kılındığına göre; bunda
ve ötekinde bütün evIA.tları biribirlerine eşittir.
İslam toplumunda da bütün insanlar yüceliğe, üs-
tünlüğe sahiptir. Hiç kimse onları göz-kaş işaretleriyle
ayıplayamaz, onlarla alay edemez:
, «Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla
alay etmesin. Olur ki o (alay edilen) ler, beriki (alay
e<;lenJ !erden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi de ayıpla-
. rnayın, biribirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İman­
dan sonra ta.sıklık ne kötü addır! Kim (bunlardan) tev-
be etmezse, işte .onlar za.Iimlerin ta. kendileridir.» (el-Hu•
curA.t: 11). Derin ve güzel bir ifade: «Kendi kendinizi
ayıplamayın.» Eşsiz bir anlamı var bunun. Mü'minin
mü'mini ayıplaması, kendi kendisini ayıplaması demek-
tir. Çünkü onların hepsi bir nefistendirler.
İslam toplumunda tüm insanlar saygı değerdirler:
«Ey iman edenler kendi ev (ve oda) lannızdan başka
ev (ve oda) lara, sahipleriyle alışkanlık kurmadan ve se-- ·
lam da vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlı­
dır. Olur ki öğüt alırsınız. Eğer orada bir kimse bulamaz.
sanız, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. 'Şayet
size «geri dönün» denilirse, heinen dönüp gidin. Bu sizin
için daha temizdir. Allah, ne yapmakta olduğunuzu çok
iyi bilendir.» (en-Ndr: 27-28). ··
«(Birbirinizin) kusur (lannızı) araştırmayın. Bazı­
nız da. bazınızın gıybetini yapmasın.» (el-Hucuri.t: 12)'.

91
Bunların. değeri, her kişiye, başkalarının çiğnemesi
caiz olmayan bir «h:ürmeblnin bulunduğunu, birinin
«hürmet- saygı değerllği»nin, başkasından daha az ol-
madığını anlatmaktadır. Kişilerin. hepsi, 'tslam t<:>plu-
munda eşittir. Onların hepsi de Allah'm düzenine ve Şe­
rt&tına göre kurulmuş İslam toplumunda teminat (ga-
ranti) altında.dır. O toplumda tüm insanların şerefi ko-
runur, hepsinin haklarına ayrı ayn saygı ·4ıtyulur.

*
İnsan hayatını vicdani ve sosyal açıdan İslAm~ böy-
lece ele almaktadır. Böylelikle insan hayatında eşitliğin
anlamını daha da pekiştirmek istiyor. Anlamıyla ve ru-
huyla, bütün değerlerden ve zorunluluklara karşı, mü-
kemmel vicdani hürriyeti sağladıktan sonra ve eşitlik­
ten sözle bahsetmeye, şekil olarak onu ortaya koymaya
-önceden belirttiğimiz gibi- İsllmın ihtiyacı yoktu.
Bununla birlikte İsllm eşitliği şiddetle istemektedir. Ve
onun -ırk, kabile, aile veya belirli bir bölge sınırlan ile sı­
nırlı olmaksızın, mükemmel ve insani bir şekilde gerçek-
leşmesini ister. Nitekim maddeci görüşlerin ele alıp daha
.ileri gidemedikleri bir noktadan, yalnızca iktisadi çerçe-
veden daha geniş bir alanda gerçekleştirmek de istemek-
tedir.
SOSYAL TEKAFtlL (DAYANIŞMA)

Her kişi,nin, her türlü 'baskıdan uzak mutlak bir vic-


datıi hürriyet ve hiç bir kayıt ve sınırla bağlı olmayan
mutlak bir eşitlik duygusu ile beslenen sınırsız ve son-
suz bir hürriyete sahip kabul edildiği -bir hayat, dos-
doğru bir yol alamaz. Böyle bir duygu, toplumu yok et-
mek için yeterli olduğu gibi, bizzat ferdin kendisini de or-
tadan kaldırmak için yeterlidir. Toplumun yüce bir ta-
kını menfaatleri vardır. Bireylerin hürriyetlerinin o rıok.:.
tada son bulması kaçınılmazdır. Bizzat fert için de kendi
hürriyetinden ya.rarlanması sırasında belirli smırla'nn ya-
nında durmasında özel ·bir takım faydalar vardır. Böyle-
likle duygu, şehvet ve zevklerinin peşinden gidip, sevi-
yesiz bir noktaya ·düşmemiş olacaktır. Diğer taraftan
hürriyetinin başkalarının hürriyeti ile çatışmaması, bu-
nun sonucunda sonsuz anlaşmazlıklann .ortaya çıkma­
ması, hürriyetin bir cehennem ve azab halini almaması
ve mesafeleri kısa kişisel maslahatların. sınırları i~erisfn..
de hayatın gelişm~ vem:ükemµıelleşmeş:in4n dura1clama-
ması için de bu sınırlamalara uymak gerekir. Ka.pitalist
düzenin tanıdığı hürriyetin ve onun beraberinde getir-
diği şehevi-hayvani hürriyet teorilerinin verdikleri so-
nuç, işte böyle olumsuz sonuçtur.
İslama gelince: O, ferdi hürriyeti en güzel şekille­
riyle, insani eşitliği en ince anlamlarıyla tanır. F~at
bu hürriyet ve eşitliği gelişi güzel tanımaz. Toplumun
değeri ne ise o derece hesaba katılır, insanilik de gerek-
tiğigibi değerlendirilir. Bu nedenle bireysel hürriyetin
karşısında bireysel hükümlülükleri koyar. Bununla bir-
likte, kişiyi de toplumu da içine alan sorumluluk ve yü-
kümlülükleri de topluma yükletir. İşte «Sosyal TekMül
(Dayanışma),, diye adlandırdığımız budur.
İslam, bütün şekil ve suretleriyle sosyal dayanışmayı
ortaya koymaktadır. İslama göre; kişi ile kendisi, kişi ile
yakın akrabası, kişi ile toplum, belirli _bir toplum ile di-
ğer toplumlar, belirli bir nesli Ue aroarda gelen diğer ne-
siller arasında dayanışma sözkonusudur.
İslft.m'da kişi ile kendi arasında dayanışma vardır.
Ferd, nefsini şehevi arzularından alıkoymakla, onu kötü-
lüklerden temizleyip arındırmakla, nefsini doğru yola
yöneltip ona kurtuluşa doğru yol aldırmakla ve nefsini
tehlikelere atmamakla yükümlüdür:
«Artık kim haddi aş(arak küfr et)miş, dünya haya-
tını tercih etmişse, işte muhakkak ki oalevli ateş (cehen-
nem) onun vara.cağı yerin ta kendisidir. Amma kim Rab-
blnin makamında korkup, nefsini heva ve hevesinden
alıkoydu ise, işte muhakkak ki cennet onun varacağı
yerin~ kendisidir.» (en-Nb!At: 37-41) ·
«Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona
hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilhanı edene and-
oısun ki, onu tertemiz yapan mtihakkak umduğuna er-
miş, onu alıtblldiğine örten ise elbette ziyana uğramış­
tır.» (eş-Şems:· '1.;.tO).
•«Kendi eUerlriizle. ·(kendinizi) tehlikeye atmayın.»
(el-Bakara: 195).
İnsan aynı zamanda nefsini, fıtratını bozmayan sı­
nırlar içeriSinde lı.imetlerden faydalandıi'makla ona ça-
lışmak ve dinlenmekten hak ettiğini vermekle ve onu
ezmemek ve zayıflatmamakla da yükümlüdür:
«Allah'ın sana verdiği (mal) ile ahiret yurdunu ara,
dünyadan nasibini de unutma.!»' (el-Kasas: 77) ·
«Ey Adem oğulları, her mescid yanında zinetinizi
alın (giyin) . Yeyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü· O
(Allah), israf edenleri sevmez.» (el-A'ri.f: 31).
Ferdi yükümlülük mükemmeldir. Her inSa.n ameli
ile karşı karşıya kalır. Her insan hayır veya şerr olsun,
iyilik veya kötülük olsun, kendi nefsi için kazandıklarıy­
la başbaşadır. Ne dünya., ne de ahirette onun yerine
hiçbir kimse cezalandınlmaz:
«Her nefis ~azandığı şey karşılığında bir rehinedir.»
(el-Müdessir: 38).
«Yoksa Musa'nın ve (vazifesini) tastamam yerine
·getiren tbrahim'in · sahifelerinde olan şunlardan haber-
dar mı edilmedi? Gerçekten hiçbir günahka.r diğerinin
(günah) yükünü çekmez. tnsa.n için de çalışıp çabala-
dığından başkası yoktur. O, çalışıp çabalamasının karşı­
lığı. (zaman gelince) görülecektir. Sonra da en tasta-
mam bir şekilde ona o· (ya.ptığı)nın karşılığı verilir.» (en-
Necm: 36-41).
«Herkesin kazandığı (hayır) keneli lehinedir, yap-
tığı(kötülük) de kendi aleyhinedir.» (el-Bakara: 286)
«ı\rtık kim doğru yola. giderse, bu kendi lehinedir.
Kim de saparsa, ancak ],tendi aleyhine sapmış olur. Sen
onların üzerinde bir vekil değilsin.» (ez-Zümer: 41). ·
de
«Kini bir gün.ah kazanırsa onu ancak kendi aley-
hine kazarunış olur.» (en-Ni.sl: 111) ·
J3ununla. Jd4iqin nefsine karşı. tavrının bir gör.etle-
yici tavrı olduğuortaya çıkıyor.
sapıtırsa ona doğru yolu gpsterlr, ona. meşrıl tilin
haklarını verir; bata. ederse onu..hesaba çeker ve, nefsini
ikmaunin yükünü de. ii7.erine alır. Böylelikle ts!Am,I her.
kişiden iki ayn şahsiyet ortaya çıkartıyor. Bunlar kar..
şılık olarak biribirlerini gözetlemekle tajdp etmekte ara-
larında, bayır ve şerde yardımla.§lIUlktadırlar. Bütün.
bunlar, bu k~şiye mükemmel vicdani hürriyet ve tam bir
insani eşitlik karşılığında sağlanıyor. Böylece hürriyet ve
yükümlülükler biribirine denk olmakta ve biribirlerine
yardımcı olmaktadırlar.

Kişi ile yakın akraıbası arasında da yardımlaşma


vardır:

«... Ve ana babaya iyi davranın. Eğer onlardan biri


veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererlerse onlara
«Öf» (bile) ~eme. Onlan azarlama. Onlara güzel söz söy-
le. Onlara acıyarak tevazO. kanadını (yerlere kadar) in".'
dlr ve: ccYa Rabb beni çocukken nasıl terbiye ettilerse,
sen de kendilerini (öylec~) esi~ge» de.» (el-İsrft: 23-24).
«Biz insana. ana-babasını. tavsiye ettik. Onun anası
kendisini (ge~lik zahmeti, ağrı zahmeti ,doğurma zah-
meti gibi) zaaf üstüne zaaf ile taşımıştır. Sütten ayrıl­
ması da iki yıl (sürmüştür). <<Bana ve ana-babana şük­
ret» diye (enır ettik).» (Lokman: 14).
«Akraba da Allah'ın kitabında birlbiripe (diğer mü'-
minlerden) daha yakındırlar.» (el-.Ahza.b: 6).
«Anne,ler .çocuklarını iki bütün yıl e~J.er. (Bu
hüküm) emmeyi tamam yaptırmak istey.enler içindir·
Onların (annelerin) mArtı! şekilde yiyeceği, giyeceği, ço-
cuk kendisinin olan (babay) a aittir. Hiçbir kimseye ta.-
katından fazlası yükletilmez. Ne bir anne çocuğu yüzün-
den, ne de çocuk kendisinin olan (bir baba) çocuğu se-,
bebiyle zarara sokulmasın.» (el-Bakara: 233).
Aile içerisinde. böyle bir dayanışmanın değeri, onun
aileyi ayakta tutan direk olmasından ileri gelmektedir.
Aile ise toplum yapısının ilk taşıdır. Onun değerini ka-
bul etmek kaçınılmaz, bir şeydir. Aile, insan fıtratında
varolan değişmez eğilimleri, merhamet ve sevgi duygu-
ları, ihtiyaç ve maslahatın gerekleri üzerinde kurulur.
Kişi aile ocağı içerisinde büyürken etrafında cinsine has
bir takım ahlaki kurallar ve adap ile karşılaşır. Aslında
bu kural ve adap da «hayvani ibahilik = her şeyi mü-
bah gören'., hayvanlara yakışan başıboşluk* ve «i~el bir
keşmekeşlik» seviyesinin üstünde bulunan her toplumda
bulunur.
Komünizm, bencillik duygularını ve mülk edinme
duygularını geliştiriyor, servetin ve devletin fertler adı­
na malik olma düşürtcesinin-y:a:ygınlaşmasını önlüyor,
gerekçesiyle aileyi ortadan kaldırmaya çalışmıştır... Fa-
kat görünen kadarıyla bu konuda tam bir başarısızlığa
uğramıştır. Çünkü Rus halkı aileye bağtlı bir halktır.
Aile düzeninin yalnızca sösyolojik bir düzen olmayıp bi-
yolojik ve psikolojik bir düzen olmasının yanında ayrıca
bu düzenin, Rus toplum Ya.puımda, tarihin.de ve ruhun-
da da önemli bir yeri vardır. Bir kadının bir erkeğe tah..
sisi, biyolojik bakımdan e,:ı uygun ve çocukların nesep-
lerinin belirlenip eğitilmesi açısından da en iyi yoldur.
Diğer taraftan birkaç erkek değiştiren bir kadının belirli
bir süre sonra kısırlaştığı veya doğan çocuklarının nor-
. mal olmadığı tesbit edilmiştir. Ruhi bakımdan ise, sevgi
ve merhamet duygulan ail~ atmosferinde ve. başka her-

islO.m'da Sosyal Adale~ - 7


hangi bir düzene oranla daha hayırlı' bir gelişme göste-
rir. Kişiliğin oluşturulması da aile ortamı içerisinde, baş-
. ka herhangi bir düzendekinden daha hayırlı olmaktadır.
Son savaşın deneyleri şunu ispatlamıştır ki: Birçok da-
dı tarafından eğitilen çocuğun kişiliği önemli sarsıntılar
geçirir ve çözülür. Sevgi ve yardımlaşma duygulan on-
da gelişme göstermez. Nitekim babasız çocuklar da aşa­
ğılık kompleksine kapılır. Burulan, varolmayan bir baba-
yı hayalinde canlandırarak kaçmaya çalışır. Hayalinde-
ki bu baba ile ilişki kurar ve onu çeşitli şekillerde düşü­
nür. (9).
Aileyi gerektiren etkenler, biyolojik ve psikolojik'
etkenlerden ibaret değildir. Diğer taraftan erkeği ve ka-
dını bir araya gelmeye zorlayan ve onları yuva kurmaya,
çocuk yetiştirnieye iten bir takım zorunluluk ve masla-
hatlar daha vardır. Aynca bir ailenin bireylerini bir-
birine bağlayan nesiller boyunca onların iyilik veya kö--
t"Q.lük, konusunda yardımlaşmalanriı, çalışma ve müka-
fatta blribiri ile dayanışma halinde olmalarını sağlayan,
onlardan sosyal bir bütünlük meydana getiren ilişkileri
de bunlara eklemek· gerekir.
İslam'da aile arasındaki böyle bir yardımlaşmayı en
güzel bir şekilde açıklayan hususlardan biri de, aşağı­
daki ayetlerde açıklanmış olan miras konusudu:r:
«Allah size (miras hükümlerini şöylece) tavsiye (ve
emr) eder: Evlfttlannız hakkındaki (hüküm) erkeğe iki
dişinin payı miktarıdır. Fakat onlar (evlatlar) . ikiden
fazla dişiler ise, (ölümün) bıraktığının üçte ikisi onla-
nndır. (Dişi evla.el) bir tek ise o zaman bunun yansı onun-
dur. (Ölenin) bir çocuğu varsa, onlardan (ana-babadan)

(9) Preud ve Dlrtv Berleuoham, Ailesiz Çocuklar, Çev:renler-Muıhammed


Bedran ve Remzi Vesi.

98
her birine terekenin altında biri (verilir.) Çocuğu· ol-
mayıp da ana ve babası ona mirasçı olduysa üçte biri
anasınındır. (Erkek-dişi), kardeşleri varsa o zaman altı­
da biri anasınındır. (Fakat bütün bu hükümler ölenin)
edeceği vasiyyet (in yerine getirilmesin) den veya borç
(unun ödenmesin) den sonradır. Siz babalarınızdan ve -
oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından, size daha
yakın olduğunu bilmezsiniZ. (Bu hükümler ve paylar)
Allah'tan birer fariza olarak (size ernr edilmişler) dir.
Şüphesiz ki Allah, hakkiyle bilendir, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir. Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terekenin
yansı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa o halde size
(düşecek pay) dörtte birdir. (Fakat bu da) onların (zev-
celerinizin) edecekleri vasiyyet (in ve borcun yerine ge-
tirilmesin) den sonradır. Eğer sizin evladınız yoksa, te-
rekenlzin dörtte biri onların (zevcelerinizin) dir. Eğer
evladınız var ise, terekenizin sekizde biri onlarındır. Bu
da sizin yapacağınız bir vasiyyet (in yerine getirilmesin)
den veya bir borc (unuzun öderunesin)den sonradır.»
(en-NisA.: 11-12).
«Ya Muhammed), Senden fetva isterler. De ki: «Al-
lah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hük-
mü (şöylece) açıklar: Eğer (erkek veya kız) evladı (ve
babası) olmayan bir erkek ölür onun (ana baba bir veya
sadece baba bir) bir tek kızkardeşi kalırsa, terekesinin
yarısı onundur. Eğer (mirascı) erkek kardeş ise, çocuk-
suz (ve babasız) ölen kızkardeşinin (vefatıyla) bıraktığı
(;nın tamamını alır). Eğer (aynı şartlarla kalan) kızkar- .
deş iki (veya daha ziyade) ise oğlan kardeşinin bıraktı­
ğının üçte ikisi (ni alırlar). Eğer (yine aynı şartlarla mi-
rasçılar) erkek ve dişi kardeşler ise o zaman erkek için
dişinin iki payı (vardır). Allah size -şaşırırsınız diye-
(dininizin hükümlerini) açıklıyor. Allah her şeyi hak-
kiyle bilendir.>> (en-NisA: 176).
İlk iki ayette kendisinden söz edilen vasiyette, bor-
cun ödenmesinden sonra arta talan. mirasın üçte birini
aşamaz ve mirasçı olana yapılamaz~ Çünkü ((mirasçı
için vasiyyet yoktur.» (10) Hadisi vardır. Vasiyyet, ailevi
yakınlık dolayısıyla miras bırakan tarafından gözetil-
mesi gereken kimselerin gözetilmesi ve ona iyilik yapıl­
ması ile çeşitli iyilikler için gerekli harcamalarda bu-
lunmak amacıyla terekeden bir miktarın harcanabilme-
si için meşrO. kılınmıştır.
İslamın getirmiş olduğu bu «miras düzeni» aynı aile-
nin bireyleri arasında ve biribirini izleyen nesiller arasın­
da bir yardımlaşma bulunduğunun açık bir delilidir. üs-
telik "bu düzen, toplumu rahatsız edecek şekilde büyüme-
sini önlemek amacıyla servetin parçalanmasını sağla­
yan yollardan.bir tanesidir. (Bundan «MaU Siyaset» bö-
lümünde söz edeceğiz). Burada ise şunları söylemekle
yetinelim: İslA.m Miras düzeninde; aile içerisinde çalışma
ile karşılığı, yükümlülükler ile faydalar atasında bir~
let, bir denge vardır. Çalışıp çabalamalarının ürünü, kı­
sa ve sınırlı hayatıyla sınırlı olmayacak, aksine çocuk-
la1'ının ve torunlarının -ki bunlar onun hayattaki tabii
devamıdırlar- da bu üründen faydalanacağı / konusu,
Şuurunda. yer etmiş olan bir baba, çalışırken tüm gayret
ve kabiliyetini ortaya koyar ve yapabileceği üretimin
azamisini yapar. Bunda ise hem kendisinin, hem devle-
tin, hem de insanlığın faydası vardır. Aynca bunda har- .
cadığı emek ile karşılaştığı mükafat arasında da bir den-
ge bulunmaktadır. Evl!tlan ondan bir parçadır. Onlar-
da kendisinin devamını ve hayatının uzanışını his eder.
EvlAtlara gelince, baba ve annelerinin çalışmaların­
dan yararlanmalan Adil bir şeydir. Çünkü maıt veraset

(fO} MesabTh-üs-Sünne'de rlv&yet edllmlş ve •Hasen•dlr. denmiş.tir.

100
bağı koparılsa bile, ana-baba ile çocuklar atasında.ki di-
ğer bağlar kopmamaktadır. Çocuklar, bedeni ve asli is-
tidA.tlarının pek çoğunu, ana ve babalarından miras alır­
lar. Onların miras olarak aldıkları bu istidatlar hayat-
ları boyunca onlardan ayriımaz, -iyi veya kötü olsun-
geleceklerinde önemli rol oynarlar. Çocukların ise ne
bunlan geri çevirmek ne de düzeltmek imkıUllan vardır.
, Devlet veya toplum da anne ve babasından çirkin bir
yüz miras almış bir çocuğun yüzünü -istediği kadar
çalışsın~ değiştiremez. Anne ve babası çocuklarına bir
takım bozuk haller miras bırakmış ise, devlet veya top-
lum ona sağlam ve sağlıklı bir karakter veremez, erken
yaşlanmaya ve çokça hastalanmaya elverişli bir yapı
miras bırakmışlarsa, sağlıklı ve uzun bir ömür o çocu-
ğa verilemez. Çocuk bütün bunlan istemese bile miras
aldığına göre, anne ve babasının gayretlerinin maddi
ürünlerini de miras alması Mil bir şeydir. Ta ki yüküm-
lülüklerle mükA.fatlar arasında bir dereceye kadar da
olsa, bir denge sağlanmış olabilsin.
Hz. Musa nın Allah'ın slllih kulu ile ilgili
(A.S.)
kıssasında, Kur'an-ı Kerim, babalar ile çocuklar arasın­
daki yardımlaşmaya bir örnek vermiştir. İlk olarak bu
salih kuldan şöyle söz ediliyor:
~Derken kullanmızdan (öyle) bir kul buldular ki
biz ona tarafınµzdan bir rahmet vermiş, kendisine nezdi-
mfzden bir iyilik öğretmiştik.» (el-K'.ehf: 65).
«Yine gittiler. Nihayet bir memlek~ haJkma vardı­
lar ki ora. ahalisinden yem.ek istedikleri haıde kendileri-
ni misafir etmekten ~ri kalmışlardı:. Der~en yıkılmak
üzere olan bir duvar buıdule.r. O (Salih kul) , bunu der-
l:ml doğrultuverdi. (Uusl) dedi ki: «İsteseydin elbet bu-
na karşı bir ücret alabilirdin.» (el-Kehf: 77).
O memleket ahalisi onlara yemek vermekten geri
kalmalarına rağmen, o ısalih adam duvan doğrulttu.
1 '

Sonra da ·ona duvan düzeltmenin sırrını şöylece açık-


ladı:

«Duvara g~lince: Bu, o şehirde iki yetim oğlancığm­


dı. Altında da onlara ait bir define vardı. Babalan ise
iyi bir adamdı. Binaenaleyh Rabbin dilediği o ki ikisi
de rüştıerine ersinler, definelerini çıkarsınlar. Bu, Rab-
binden bir rahmetti. Ben ise (tüm) bunları kendi görü-
şümden hareketle yapmadım.» (el-Kehf: 82).

Böylece iki çocuk babalarının salih olmasından ya-


rarlandılar ve kendilerine bıraktığı mala ve safüha mi-
rasçı oldular. Bu ise şüphesiz ki, adaletin ve hakkın ta
kendisidir.
Malın belirli bir yerde hapsedilmesinden korkul-
duğu takdirde, Allah'ın Şeriatiyle hükmeden yönetici,
durumu düzeltmek için gerekli tedbirleri almak imka-
nına sahiptir. İslamın kendisi de böyle bir düzenlemenin
belirli yollarla yapılmasını garantilemektedir. «Mali Si-
yaset» bölümünde· bunlan ele alacağız.

*
Kişi ile toplum, ·toplum ile fert arasında da tekatül
(dayanışma) varclır. Bu tekafül, ferd de topluma da bir
takım yükümlülükler yüklemekte ve her birisine bir ta-
kım haklar tanımaktadır. ·tsırun- öngördüğii bu tekafül
ile tOplum ile ferdin maslahatlarını görme, manevi ve
maddi" l'ıaya.tın çeşitli alanlarındaki yükselişlerinde bi-
rinin diğeti aleyhine kusurlu davranmasından dolayı ona
_:..:.ayırım gözetmekten- ceza verme nokt~ına bile yük-
selmektedir. · ·

102
Her kişi ilk olar~k kendi işlerini güzel yapmakla
yükümlüdür. işin güzel yapılması (ihsan) ise, Allah'a iba-
dettir. Çünkü özel çalışmanın meyvesi, toplum için bir
· mülktür ve sonunda yaran da topluma aittir:
«De ki: (dilediğinizi) yapın. Çünkü hareketinizi Al-
lah da, Resulü de, mü'minler de görecekle~.» (et-Tev-
be: 105).
Her kişi bir bekçi gibi ve onunla görevliymişçeslne
toplumun maslahatına gereken dikkati göstermekle yü-
kümlüdür. Hayat engin bir denizdeki gemi gibidir. On-
daki · bütün yolcular o geminin. selametinden sorumlu-
durlar. Hiç kimse bireysel özgürlük adına, kendisine dü-
şen yeri delemez:

<CAllah'ın
hududunda duran ile onun dışına çıkanın
misali şuna
benzer: Bir topluluk bir gemide (yerlerini)
paylaştılar. Onların bir kısmına geminin üst .tarafı, bir
kısmına .da geminin alt tarafı isabet etti. Geminin alt
tarafındakiler su almak istediklerinde, üsttekilere gider-
lerdi. (Bir seferinde) dediler ki:
- Biz; payımıza düşen kısımda bir delik açsak da
üstfu:nüzdekilere zarar vermesek,
Eğer üsttekiler, alttakileri istekleriyle başbaşa bı­
rak$alar,. (birlikte). helak olurlar. Yok eğer onları aıı­
koysalar, .bunlar da,., berildler de, .birlikte kurtulurlar.»
(11).
Bu hadis, nazari mA.nalann dış görüntüsünü ele alan
ve ilmi gerÇeklerin etkilerini düşünmeyen ferdi düşünüş
karşısında, faydaların nasil içiçe ve aynı oldtiğunu, bu
gibi durumlarda klşf ile toplumun görevlerinin neler ol-

(11) Btıharl ve Tlrmlzt rivayet etmiştir. lAfız .Bııhari'nlndlr. ,

,ıos
duğunu orta.ya. koyan güzel bir tasvir \re mükemmel bir
tablOdur.
Fakat maslaht.ı.tını gözetmekten muat bir kişinin
varlığı sözkonusu değildir. Her kişi toplumda hem bir
çoban, hem de süıilden bir parçad'JT:
«Hepiniz birer çobansınl.z ve her biriniz sürüsünden
sorumludur.» (12)
Bir (iyilik) in ve mlıılf (aklın ve şeriatın kabul et-
tiği şey) un ,sınırlan içerisinde ·bütün fertler arasında
dayanışmanın varüği; toplum yaran açısıncl&n gerekli-
dir.
«İyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda biri-
birinizle yardımlaşın. Günah işleme1.. ve haddi aşmak üze-
re yardunla.şma.yın.» (el-Maide: 2).
«Bir· de içinizden öy!.e bir topluluk 'bnlunm.ahdır ki,
(ohlar beTkesi) hayra çağırsınlar, iyU!f;i (m!rüfu) emir
etsinler, kötülükten (münlt'erden) vaz ,geçirmeye çalış­
sınlar:» (Al-i İmran: 104).
Başlıbaşma her fert maruf ne emr etmekten sorum-
ludur. Bunu yapmayacak olursa, günahklrdır ve güna-
hı dolayısıyla ceza görecektir:

. ctTutun onu .da (ellertni boynuna) bağlayın. Sonra


onu o alevli ateşe atın. (Bundan) sonra. da. onu yetmiş
arşın uzunluğunda bir zlıı~ir içinde, oraya sokun. Çünkü
o, büyük AUah'a inanmazdı. (Kendisi) yoksula yemek
yedin,aeye teşvik ·etmezdi (bile). Onun için bugün bura-
da kendisine (acıyacak) hi~bir yakın (ve dost) y-O'ktur.
«Gısln» (cehennemliklerin kanla kanşık irlnleri, yahut

{12) Buhati ve MOsfim.


cehennemde bir ağaç) dan başka. yiyecek de yoktur ki,
onu (bilerek) . hata eden (kMir) lerden başkası yemez.»
(el.:tla.kka.: 30·37).
«Yoksula yemek yedirmeye teşvik etmemek» ise, küf-
rün ve dini yalanlaınarun alametıerinclen biri olarak sa-
yılmaktadır.

«Dini yalanla.yanı gördün mü? İşte yetimi şiddetle


iten, yoksula yeclirrtıeyt teşvllt etmeyen odur.» {el-Ml\in:
1·3).
Her kişi gördüğü münkeri gidermekle yükümlüdür:
«Sizden kim bir münker (aklın ve şeriatın kabul et-
mediği) şey görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna. gücü
yetmeyen diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle değiştir-
sin. Bu ise imanın en zayıf hA.lidir.» (13) ·
Toplum içerisinde meydana gelen her münkerden
kişi -o münkerde ortak olmasa da_,. işte bu şekilde so-
rumlu bulunuyor. Çünkü toplum bir· birliktir, münker
ise toplumu rahatsız etmektedir. Toplumu korumak ve
himaye etmek ise her ferdin görevidir.
Üyelerin bazısı tarafından meydana getirilen mün-
kerlere karşı toplum susacak olursa, sorumlu tutulur
ve dünya ve Ahirette de eziyet ve ceza. ile karşı karşıya
kalır. Toplum, her f-erdini doğru yola getirmekle yüküm·
lli(iii.r. . '

ccBir memleketi helak etmek istediğimizde onun ni-


.met ve refahtan şırpa.rmış (elebaşı) larına emrederiz de
orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o (mem-
lekete) karşı azab hak olmuştur. İşte biz onu kökünden
heliı.k etmtşiı.dir.» (el-hrl: ·16).

'
(13J MG$1~r". ehli Dawd, llrtrı'fit, Nesli r+vtıyet-etrn!Ştlt.
İsterse o memleket halkının çeğu itaatten çıkmamış
olsunlar. Çünkü onların itaatten çıkmaya karşı ses çıkar­
mamalan kendilerinin toptan helak olmalarına neden
olmuştur.
<<Bir de öyle bir fitneden sakının ki o içinizden yal-
nız zulmedenlere çatmaz. (Toplumun tümünü kuşatır
ve hepsini perişan eder.» (el-Enfal: 25).
Bunda bir zulüm yoktur. İçinde ahlaksızlığın yayıl­
dığı, açıkça münkerin işlendiği ve değiştirilmediği top-
lum, çözülmüş, dağılmış ve yok olmaya doğru yol alan
bir toplumdur. Böyle bir topluma isabet eden helak ise,
tabii bir durum ve kaçınılmaz bir 8onuçtur.
İsrail oğullankendileri arasından g~len peygamber-
ler diliyle lanetlenmeyi hak etmiş devletleri çökmüş,
güçleri yok olmuştur. Çünkü onlar münkeıi değiştirmi­
yor ve ondan biribirlerini alıkoymuyorlardı:
«İsrail oğullanndan olup da küfredenlere, Davud'.-
un da, Meryem oğlu lsa'mn ela diliyle lft.net olunmuştur.
Bunun sebebi isyan etmeleri. ve aşın gitmeleri idi. Onlar
işledikleri bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalış­
mazlardı. Hakikat, yapmakta devam ettikler (o hal) ne
kötü idi.iı (el-Maide: 78-79).
Hadis-i Şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
..
«İsrail oğullan günahlara daldığında, aliml~ri onlan
alıkoymaya çalıştı, onlar ise vazgeçmediler. Bu şefer
alimleri de onlarla beraber oturup kalkmaya, onlarla ye-
yip içmeye koyuldular. Bunun üzerine Allahü Teala kalp-
lerini birtbirine çarptı ve onlan DavO.d ve Meryem oğlu
İsa'nın dilleri üzeriİle IA.netledi.»
Yaslanmışiken oturdu ve buyurdu : ·
•Hayır, nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin
ederim ki o (isyan eden günahklr) lan hakka. zorla çek-

ıoe . \
medikçe (siz de aynı tehlikeden kurtulamazsınız.) ıı (14).
Gerçek mü'minlere gelince, onlar, haklannda Kur'-
an-ı Kerim'in şöyle buyurduğu kimselerdir:
«Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar, birbirinin ve-
lileri (dost ve yardımcıları) dır. Bunlar iyiliği emr eder-
ler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.» (et-Tevbe: 71).
Bazıları: «Ey iman edenler, siz kendi nefisleriniz (i
islah etmey)e bakın. Kendiniz doğru yolu bulunca, saı­
panlar size zarar veremez.» (el-Maide: 105), mealindeki
ayetin, münkere karşı susmayı ve onu değiştirmemeyi
-caiz kıldığını anlamış idi. Hz. Ebu Bekir (R.A.) onları,
bu ayeti yanlış anlamaıan dolayısıyla uyarmak ama-
-cıyla dedi ki:
«Ey insanlar, sizler bu ayet-i kerime'yi okuyorsu-
nuz ... Şüphesiz ki siz, ayeti asıl maksadından başka tür-
lü aniamaktasınız. Ben Resulullah (S.A.V.) şöyle buyu-
rurken işittim:
- insanlar bir zalimi gördüklerinde, onu alıkoymazlar­
sa, umulur ki ( pek yakında) Allah hepsini cezalandırır.
Ve ben ayrıca Resulullah'dan işittim ki:
- «İçinde günahların işlendiği ve bunlan değL~tir­
meye güçleri yettiği halde değiştirmeyen her bir top-
lumun, toptan cezalandırılması umulur.» (15)
İslam'a uygun olan tefsir budur. Kendi arasında da-
yanışma halirtde olan, birlik içerisinde bulunan tsıani
ümmeti, hidayet üzerine dOSdoğru yol aldığı takdirde,
münkeri def etmek ve bütün gücüyle onu değiştirmek
için ·çalıştığı sürece; diğer insanların sapı~lık üzere ol-
maları bu ümmete herhangi bit zarar getirmez.
Toplum. içinde bulunan zayıfları himaye -etmekten,
onların maslahatıanm gözetip korumaktan sorumludur.

(14) EbO Oavad, Tlımlzt.


(15) EbO DavCıd, Tlrmlzi.

10'1
Gerektiğinde onları himaye etmek için savaşmak bile
onun görevleri arasındadır.
«Size ne oluyor ki. Allah yolunda ve acz içinde bıra­
kılınış erkekler, kadınlar ve -Çocuklar uğrunda savaş­
mıyorsunuz » (en-Nisa: 75).
Zayıfların mallarını -reşid olana kadar- korumak
da toplumun göreVidir:
(<Yetimleri nikah çağına erdikleri zamana kadar (gö-
zetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve sal!h
gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler
·(de ellerine alaca:ltlar) diye bunları israf ile tez elden ·
yemeyin. (Velilerinden) kim zengin ise (yetimin malını
yemekten) kaçınsın. Kim de fakir ise o h~lde örfe göre
(bir şey yesin.) Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz
vakit karşılarında ş!hit bulundul'UJl. Tam bir hesap so-
nucu olmak bakım1ndan Allah yeter.» (en-Ni~: 6).
Hadis-i Şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
«Dul kadının ve fakirin ihtiyaçlarını karşılayan, Al-
lah yolunda cihad eden veya geceleri namaz kılıp gün..
düzleri oruç tutan gibidir.» (16)
Toplum, fakir ve muhtaçlarına yeteri kadar geçim-
lik sağlamaktan da. sorumludur. Devlet, zek!t mallarını
toplar ve <>nları belirli yerlerine harcar. Zeklttan kendi-
lerine ıdüşen hisse, bu muhtaçların ihtiyaçlarını karşıla­
maya yetmez.se, ihtiyaçlarını kapatacak kadar gücü ye..
tenlere -kayıtsız, şartsız- vergi konur. Eğer ·tek bir
kişi aç gecelerse, ona yiyecek sağlamak _için çalışmadık­
ça, ümmetin tümü günahkar olur.
«Ha.yır. Siz bilakis yetime iyilik etmezsiniz. Yoksula
yedirtnek için birbirinizi teşvik etmersiniz. Mirası {he-
ıa.ı haram) demeyip alabildiğine yersiniz. Malı pek çok

(16) &ılıari, Muslim, Tirmlzt ve NesaT.

108
seversiniz. Hakka.ki yer (zelzeleyle) parça. parça dağıtü­
dığı zaman, Rabbin (in emri) geldiği, melekler saf saf
indiği ·(zaman) ki o gün cehennem de getirilmiştir, in-
san o gün (her şeyi)· hatırlayacak. Fakat hatırlamadan
ona ne (fayda)? «Ah, diyecek, keşke hayatım için ön-
ceden· (salih ameller) yapsaydım.» Artık o gün (Allah'ın)
aza.bı gibi :hiçbir kimse azlb yapamaz. Onun vurduğu
bağ gibi de kimse vuramaz.» (el-Fec;r: 17-26).· ·
Hadis-i Şerifte de buyuruluyor ki:
C<Bir bölgede (ki insanlar) arasında aç bir kimse
sabahlarsa, Allah'ın zimmeti (him!yesi) onların üzerin-
den kalkar.» (17)
«Kimin fazla bir bineği var ise, onu bineği olma-
yana versin. Kimin fazla azığı var ise, onu azığı olmaya-
na versin.» (18)
dilinin iki kişilik yemeği var ise, beraberinde üçün-
cü biı kişi götürsün ... Dört kişilik yemeği olan da beşin-·
ci veya altıncısını da beraber götürsün~~ (19)
İslam ümmeti tek l;>ir vücud gibidir .Aynı şeyleri his-
seder. Bu vücudun herhangi bir organı rahatsızianacak
olursa, diğer organlar da onun rahatsızlığına katılır.
Yüce .Resul çok çarpıcı ve güzel bir benzetme ile bunu
şöyle anlatmaktadır:
«Sevgilerinde, merhametlerinde ve şefkatlerlnde
mü'minler, bir vücud gibidirler. Bu vücudun bir organı
(rahatsızlığından dolayı) şik~yette bulunursa, vücudun
diğer kısımları da uyumsuzlukla ateşıenmekle, ona katı-
lır.» (20) · · ·

(17) 1. Ahmed b. Hanbel, Müsn6d, 4880, hadis.


(18) Müısllm ve EbO DavOd.
(19) Buhari ve Müsl!m.
(20) Buhar1 ve Müslim.

109
Mü'minin mü'minle olan yardımlaşmasını da şöyle
bir ifade ile dile getirmiştir:
«Mü'min, mü'min için bir kısmı öbür kısmını güçlen-
diren bir bina gibidir.» (21)
Bunlar hayatta.ki yardımlaşma ve dayan!şma için
hayalin tasavvur edebileceği en yüce örneklerdir.
Sosyal suçlarla ilgili cezalar da bu esastan hareket-
le konulmuş ve gereği gibi ağırlaştırılmıştır. Çünkü yar-
dımlaşma, Dar'ül-İslam'da ancak herkesin hayatının, ma-
lının ve korunması esası üzerine gerçekleştirilebilir.
ııMüslümanın her şeyi, müslüınana haramdır. Kanı,
ırzı ve malı.» (22).
Bu nedenledir ki öldürme ve yaralamalarda kısas~
uygun bir ceza olarak teşri edilmiş, ceza açısııidan öldür-
me suçu, küfür gibi görülmüştür:
«Kim bir mtt'hıini kasten öldürürse, cezası, içinde
ebedi kalıcı olmak üzere cehennemdir.» (en-Nisa: 93)
«Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olma-
dıkça kıymayın. Kim mazlüm olarak öldürülürse biz onu
velisine (mirasçısına, öldürülenin hakkinı isteme konu-
sunda) bir selahiyet vermişizdir.» {el-İsra: 33).
«Bironda (Tevrat'ta) onların üzerine {şunu da) yaz-
dık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak,
dişe diş {karşılıktır. Hülasa, bütün) yaralar birbirine kı­
sastır.» (el-Maide: 45).
Kur'an kısası teşvik etmiş ve onu ümmet için bir
hayat kabul etmiştiı:
«Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.
Ta ki (katilden) sakınasınız.» (el-Bakara: 179) ..
Kısas gerçekten de bir hayattır. Katilden alıkoymak­
la. taşkınlığı durdurmakla (toplumun varlığını ve canlı-

(21) Buhari ve Müslim.


(22) ıBı.mari
ve Müslim.

110
lığını koruyup, birbirine sıkı sıkıya bağlamakta özellik-
le) o, bir hayattır.
İslam, zina suçu için de şiddetli bir ceza koymuştur.
Çünkü o, bir saldırı, hürmet edilmesi gereken şeyi hafife
almaktır. Zina ile t<;>plum içinde ahlaksızlık yayılır, zina
sebebiyle de kısa bir süre sonra toplumda bir çözülme
başlar, nesebler kanşır, sulblerinden olmayan çocukla-
1

n kendilerine nisbet etmekle, babaların duyguları alda-


tılır.
Bu nedenledir ki İslam, bu suçun cezasını şiddetlen­
dirmiş ve evli (muhsan) olan erkek ve kadın için recim,
evli olmayanlar için de yüz sopa olarak belirlemiştir ki
çoğunlukla bu ceza insanın ölümüne yol açabilir:
((Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine
yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve ahiret gününe ina-
nıyorsanız bunlara. Allah'ın dinini tatbik hususunda acı­
yacağınız tutmasın.» (en-Ntlr: 2).
İslam muhsan ve böyle bir şeyden baberi olmayan
mü'min kad~lara zina isnad edip onlara· iftirada bulu-
nanların ve yalan yere ırzlarına leke sürenlerin cezasını
da seksen değnek olarak belirlemiştir. Çünkü böyle bir
iftira suçu, zina suçuna oldukça yakındır. Böyle bir şey,
şerefe ve namusa bir saldırıdır. Düşmanlığı ve kini tah-
rik eder, lşitllerek ahlaksızlığın yayılması sonucunu do-
ğurur:
«MuhS:an kadınlara (zina) iftira (sını) atıp, sonra da
dört şahit getiremeyenlere seksen (er) değnek vurun ve
ebediyyen onların şAhitliklerini kabul etmeyin.» (en-
Nftr: 4). ,
Hırsızlığın cezasını da ağırlaştırmıştır. ÇÜnkü hır­
sızlık, Dar-ül-İslam'daki insanların güvenliklerini orta-
dan kaldırır ,onların huzurlarını kaçırır, aralarındaki
karşılıklıgüveni yok eder, Bu nedenle bu suçun cezasını
da elin kesilmesi şeklinde belirlemiştir.

111
«Erkek hırsızla kadın hırsızın -o işlediklerine bir
karşılık ve ceza, Allah'tan (insanlara) .ibret verici bir
ukubet olmak üzere- ellerini ;ıtesin.» (el-Maide: 38).
Bunu bir kişiden çalınmış bir mala kıyas ettiklerin-
de, bazıları bugün bu cezayı pek aşın bulabilirler. An-
cak İslAm, bu konuda meseleyi toplumun güvenliği, se-
lAmeti .ve geleceğinin güvenliği açısından ele almıştır.
Nitekim İslam bu hususta şartlannın niteliğini ve ondan
gözetilen maksadı da gözönünde bulundurmuştur. Hır­
.sızlık gizlilik içerisinde gerçekleştirilen bir suçtur. GlZ-
lilik içerisinde işlenen suçların cezalan artınlmalıdır ki,
onu işlemek isteyen ondan vazgeçsin veya endişesi, .te-
laşı ve cezadan duydutu korku dolayısıyla kendisine ve-
ya hırsızlığına dair bir takım ipuçlan bıraksl.fl. Hırsız­
lık öyle bir sliçtur ki, bunu işleyen bu yolla haram ka-
zancını artırmak ister. Cezanın -ki' elin kesilmesidir_.:_
böyle olması ile, bu yollardan elde etmek istedii!'i ha.ram
kazanca bir son verilmek ve bundan kiz bırakılmak is-
tenmiştir.

Bununla birlikte bu kesin ceza, eğer kişinin kendi


açlığını veya çoluk - çocuğunun açlığını gidermek gibi
bir zorunluluk altında yapılmışsa, uygulanmaz. Genel
kural: «Muztarr (bir yasak işlemek zorunda· kalmış, ça-
resiz) için zorluk yoktur.» şeklindedir:
«... Fakat kim muztarr kalırsa (kimseye) saldırma­
mak ve haddi a,şmamak ~ıyla onun üzerine günah
Yoktur.» (el-Bakara.: 173).
Had ise herhangi bir şüphenin varlığı dolayısıyla
kalkar:
«Hadleri şüpheler ile (varlıkları bilinde) def'ediniz,,,
(23). Açlık da bir şüphedir. İleride geleceği gibi, Hz.
.
(23) lbn Adiyy, el-KAmil, Abduflah f>.. Abıbtts'tl!ln ve-1..eb<l Hanife, MOSned

ıu
ömer (R.A.) de halifeliği döneminde bu. nokta.dan hare.,
ket etmiştir. (24). ·
Allah'ın Şeriatı
ile yönetilen Dar-ül-İslam'da yaşa­
yanların güvenliğini tehdit edenlere gelince, bunların
cezası öldürülmek veya asılmak veya el ve ayakların çap-
raz kesilmesi veya sürgün edilmektir:
!(Allah'a ve Resulüne (mü'minlere) savaş açanların
ve yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesadçılığa koşan­
ların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları yahut
(sağ) elleriyle (sol) ayaklarının .çapraz kesilmesi, yahut
da (bulundukları) yerden sürülmeleridir.» (el-MMde: 33)
Çünkü fesatçılık yapmak ve karışıklık çıkarmak üze-
re bir araya gelip toplanmak, bireysel suçlardan daha
büyük ve daha sert bir şekilde cezalandınlmaya, kökü
kazınmaya da.ha llyıktır.

*
İşte İslam bu şekilde bir sosyal dayanışmayı, tilin
şekil ve suretleriyle birlikte öngörür. Kişinin ve toplu-
mun «Külli hedef» !erinin birliğine dair görüşünü tekA.-
mul ve uyuma uy;gun olarak bunları ortaya koyar: Bu
nedenle kendisini rahatsız etmeyen ve toplumun da yo-
lunu kesmeyen sınırlar içerisinde ferde hürriyetini mü-
kemmel bir şekilde tanır. Topluma da gerekli haklarını
tanır, bu haklara denk olarak da aynı zamanda onu bir
takım yükümlülüklerle mükellef tutar. Ta ki hayat dos-
doğru ve. düz yolunda ilerlesin ve ferdin de, toplumun
da eşit şekilde hizmet.ini gördüğü yüce hedeflerine ula.ş.:­
sın.

(24) Muıhammed Kutuıb, ls14m ile Materyalizm'e Göre insan, •Suç ve


· Ceza• bölilmüne bak.

lslam'da Sosyal Adalet -8 113


İşte, sosyal adalet, mutlak vicruini hürriyet, mükem-
mel insani eşitlik ve güçlü sosyal dayanışma :(tekft:!'QU
esaslan üzerinde kurulur ve insani adalet de bunlarla
gerçekleşir. ·

iı4
İSLAM'DA
SOSYAL ADALETİN YOLLARI:

İslılm yapacağını ruhun içinde yapar ve düzeltmeyi


vicdanın derinliklerinde gerçekleştirir. Fakat hayatın
çerçevesi içerisinde vukua gelenlerden de hiç bir zaman
gAfil kalfI?.az. İnsan ruhunun gerçeğinden, onda görü-.
len yükseliş ve alçalıştan, ·genişleyip daralmasından,
sonsuz arzularla eli kolu bağlayan· ihtiyaçlardan, her
durumda &ınırlı olan ve hiç bir. durumda mutlak mü-
kemmel olmayan imkanlardan da aynı şekilde ga.!il kal-
maz.
-
İslam, insan ruhunun derinlikleri hakkındaki geniş
bilgisine göre, teşrilerde bulunur, yöneltir, emir ve nehiy~
lerini belirtir. hadleri (suçlarla ilgili cezalan) ·nı koyar
ve onları uygular. Bundan sonra da insan ruhuna, farz
mükellefiyetlerin üstüne gücü yettiğince yükselmesi için
seslenir.
İslılm dininde farz kılınmış mükellefiyetleri yerine
getirdiğimizde hayatın mümkün ve elver.işli oluverdiğini
göreceğiz.. Fakat müslümanın ruhu, mükemmellik mer-
divenlerinde yükselişine devam eder. Çünkü insan vic-
danı da yükselmeye doğru iletmektedir. Bu dindeki vic-
dani yöneltme, farz kılınmış mükellefiyetleri tamamla-
Yitn bir parçadır. Diğer taraftan tam bir tft.at, rıza ve
teslimiyet içerisinde bu mükellefiyetlerin yerine getiril-
mesinin de garantisidir bu. Ayrıca çeşitli bağ ve zaruret-
lerin, kanun baskısını ve mükellefiyet duygusunun zorla-
masının üstüne yükselebilıriiş insan hayatına, yüce ve
şerefli değerini de verir.

İslam, sosyal adaleti mükemmel olarak gerçekleştir­


mek istediğinden, konuyu yalnızca sınırlı bir iktisadi
adalet olarak ele almamış, onu gerçekleştirmek için de,
yalnızca koyımuş olduğu mükellefiyetlerle yetinmem.i.ştir.
İslam Sosyal Adaleti, geniş kapsamlı insani bir adalet
·haline getirmiş ve onu güçlü iki temel nokta üzerine
oturtmuştur: Birincisi insan .vicdanı, diğeri ise, toplum
ç~çevesi içerisinde söz konusu olan kanuni yükümlü-
lükler. İnsan vicdanında en derin ~pkileri uyandırarak,
insanın zayıflığından ve dışandan gereken önleyici kuv-
vete olan ihtiyacından gafil kalmayarak bu iki kuvvet
arasında gereken ahengi sağlamıştır. Nitekim Hz. Osman
b. Affan (R.A..) bu konuda şunlaf1: söylemiştir: «Allah'ın
sultan (otorite) ile men'ettiği, Kur'an'la men'ettiğinden
çoktur.»
1

Bu dini derinliğine ve insaflı bir şekilde inceleyen


herkes, onun bütün yönleriyle, bütün yöneliş ve durum-
larıyla insan ruhunu yüceltmek için ne kadar büyük bir
gayret harcamış olduğunu anlayacaktır. Peygamberini
(RA.V.) en ileri bir şekilde överken: «Muhakkak k1 sen,.
büyük bir ahlft.k üzeresin.» (el-Kalem: 4) diye öven bu
dindir. Çünkü ahlft.k, biribirine bağlı, sapasağlam bir
toplum kurabilmek, yerin gökyüzü ile, fena buluşun ebe-

116
dilik ile; insanın fani ve sınırlı vicdanında birleşmesini
sağlamak için varolması gereken ilk temeldir.
İslam, insan vicdanını yücelttikten sonra, kendisine
güven beslemekten geri durmaz. Bu nedenle tsıA.m vic-
danı, yasamaları için bekçi tayin etmiştir, onları uygu-
layan ve onlara uyan odur. Çoğu durumlarda. şft.hitlik,
ha.dlerin uygulanması için bir esastır. Hakların ispatın­
da da durum böyledir. Aynı zamanda şahitlik, nihayet
kişisel vicdan ve Allah'ın bu vicdan üzerindeki gözetimi
ile ilgili bir meseledir:
«Muhsan kadınlara (zinA.isnadiyle) iftira atan, son-
ra da dört şahit getirmeyen kimseler (in her bil'in)e sek-
sen değnek vurun. Onların şahitliklerini ebediyen kabul
etmeyin. Onlar fasıklann ta kendileridir.» (en-Nllr: 4).
«Zevcelerine (zina) .isnld eden ve kendilerinden baş­
ka şahidleri de bulunmayan kimseler (e gelince:) işte
onlardan her birinin yapacağı şa.htdlik kendisinin haki-
katen doğru söyleyenlerden olduğunu, Allah'a yemin
(ile) dört defa (tekrar edeceği) şahidliktir. Beşincisi ise,
eğer yalancılardan ise, Allahı'n IAneti muhakkak kendi-
sinin ,üstüne o(lmasını ifade etmesi) dir. ô (kadının)
. nun billahi onun (zevcinin) muhakkak yalancılardan ·
olduğuna dört (defa) şehadet etmesi, beşincide de: eğer
o kocası) doğru söyleyenlerden ise muhakkak Allah'ın
azabı kendisinin üzerine (olmasını söylemesi) ondan bu
a.ıAbı (cezayı) def'eder.» (en-Nur: 6-9).

isl!m, (borcun) yazılmasını emredince bile şAhitli~i


öngörmektedir:
~<Ey iman edenler, belirlenmiş bir vak.te kadar bir-
1

birinize borçlandığınız zaman onu yazın . .Aranızda bir


yazıcı da doğruİukla (onu) ·yazsın .. KAtib, Allah'ın ken-
disine· öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. 'O'ze-

ın
rinde hak olan (borçlu) da. yazdırsın (borcunu ikrar et-
sin). ~bbi olan Allah' dan korksun, ondan (borcundan)
biç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak bulu-
nan (borçlu) beyinsiz veya bir zaif olur, yahud da biz-
zat ya?.dırmaya (ve ikrara) ,gücü yetmezse velisi dos-
doğru yazdırsın. (ikrar etsin). Erkeklerinizden de iki ş!­
hid tutun., Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı (ve
doğruluğundan emin) olacağınız ş8.hidlerden bir. erkekle
iki. kadın (yeter. Bu suretle) .kadınlardan biri unutursa
öbürünün hatırlatması (kolay olur.)» (el-Bakara: ~82),
Çağınldığı takdirde şilıidlik yapmak vaciptir:
nŞAhidler (şahldlik için), çağınldıkla.rında kaçınma-
sın.» (el-Bakara: 282). ,
Muhakemenin yapıldığı sırada da vacibdir:
«Şalıidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, hakikat şu­
dur ki, onun kalbi bir günahkardır.» (el-Bakara: 283).
Görüldüğü gibi İslam, Celd (sopa) ve recme (taş­
lamaya) kadar varan cezalarda ve mali haklarda aynı
şekilde olmak üzere insan vicdanına gereken güveni duy-
maktadır. Bu ise, insanı yüceltmek ve onu istenen nok-
taya yükseltmek için duyulması kaçınılmaz bir güvendir.
İslam, vicdana bu önenil! işleri havale· ederken, onu
yasamalarının uygulanması ve mükellefiyetler üzerine
bekçi yaparken ve onu yasama ve mükellefiyetlerin ge-
rektirdiği noktanın da üstüne çıkmaya davet ederken,
vicdanı başıboş bırakmamaktadır. Vicdan üzerine «Al-
lah korkusunnun gözetleyici kılmıştır. ~lah'ın gözetle-
yielliğiııi de çok parlak, etkileyici ve .eşsiz bir şekilde. ona
·tasvir etmiştir.
«... Herhangi bir üçten bir fısıltı vaki' olmaya dur-
sun, muhakkak ki O, bunların dördüncüsüdür: Bir beş-
ten vukua ,gelmeye durs:µn, ille O, bunların altıncısıdır.
Bundan daha az., daha çok vaki'· olmayadursun, . ille
O, nerede olsalar,_ bunların yanındadır. S<)nra·bütün.yap-
tılda.rını kıyamet gününde kendilerine haber verecektir
O. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.» (ei:..MücA-
dele: 7). ·
«Andolsun in.sanı biz yarattık, nefsinin ona ne ves-
veseler vermekte olduğunu da biliriz. (Çünkü) biz ona
şah damarından daha. yakınız. Hatırla ki (insanın) sa•
ğında, solunda: oturan, onun amellerini· tesbit etmekte
olan iki de (melek). vardır. O, bir söz söylemeyiversin,
mutlak yanında hazır bir gözcü vardır.» (Kaf: 16-18).
<<... Çünkü O, gizliyi de gizlinin ,gizlisini de bilir.»
(TA.ha: 7).
Vicdana yeri gelmiş müjde, vermiş, yeri gelmiş kor-
kutmuştur. Onun yaptığı her bir işi düny8.da da, Ahiret.:.
te de saymiştır, o işin Akıbetinden kurtuluş yoktur; kar-
şılığını mutlaka görecektir:
«Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri kfr-
yacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğra­
. mayacaktır. (O şey) bir· hardal tanesi ağırlığınca.. bile
olsa onu ·getiririz. (teraziye koyarız). Hesap görücüler
olarak da 8.iz yeteriz.», (el-Enbiya: 47).
«Yer, kendisine ait şiddetli bir .sarsıntı ile ~lzeleye
uğTatıldığı zaman, yer' bütün ağırlıklarını (dışarıya' fır­
latıp) çıkardığı ve insarı: «Blına ne oluyor?» dediği (za-
man), o gün yer, bütün haberlerini ~nlatacaktır. Çün-
kü Rabbi kendisine (o şekilde) vahy etmiştir. O gün in-
sanlar amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek için,
dağınık dağınık döneceklerdir. İşte kim zerre ağırlığınca
bir hayır yapıyor idiyse ·onun sevabını görecek, kim de
zerre ağırlığınca şerr yapıyor idiyse· onun cezasını göre-
cek.» (el-Zilzal: 143).
U9
~l'i örnekler pek çoktur... Bunlarla İslam, vic-
dan üZerine haşyetve takva.dan oluşan bir gözetici kuv-
vet lçoyar ve onu,i dinJın koymuş olduğu bütün ha.d ve
yükümlülüklerin uygulamalarını göietlemeye elverişli bir
araç haline getirir. · .

*
İslim, ettiği bu vicdan, şeriatmm ortaya koyduğu
.. bu yasalar üzerine sosyal adaletin temellerini kurmuş­
tur. Bu ikili yolla insani, dengeli ve uyum hA.linde olan
bir toplum kurmayı başarabilmiştir. Gelecek bir bölüm-
de bu topluma dair bazı örnekler vereceğiz. 'Şimdi ise,
teşri ve yöneltme konu&u ile ilgili bir örnek vermekle ye-.
tineceğiz.. Bunun için de bu kitabın konusu ile yakın bir
ilgisi bulunduğu için, zekat ve sadakayı· örnek alacağız.
İslam, zekltı, gücü yetenlerin malında., ınahrum olan-
lar lehine bir hak olarak farz kılmıştır. Fakat bu hak-
kın ödenmesi için vicdanı harekete getirmiştir. Böyle-
likle ödemeye gücü yetenlerde ger~k'1 arzu ve isteği uyan-
dırmak ister.

Zekat, İslamın rükünlerinden bir tanesi ve imani


bir zorunluluktur:
({Mü'minler muhakkak felAh bulmuştur. Ki onlar
namazlarında huşft'a riayetkardırlar, boŞ ve faydasız şey­
lerden yüz çeviricidirler, zekA.t (vazife)Ierini ya.parlar.»
(el..Mü'minftn; 1-4).
«Bunlar Kur'an'ın· (hak ve batılı) apaçık gösteren
kitabın ayetleridir. Bu A.yetler) mü'minlere birer hidayet
ve müjdedir. (0 mü'minler) ki onlar namazı dosdoğru
kllanlar, zek!tı verenlerdir. Onlar, Ahirete (kesin) ina-
nanların ta kendileridir.» (en-Nemi: 1-3).
120
Ahirete tınan etmeyen müşrikler, zekat da vermez-
~r~ .
«Veyl o müşriklere! Ki onlar zekat vermezler, onlar
. ahireti inkar edenlerin ta kendileridir.» (Fussilet: 6·7).
Zekatıvermek, Allah'ın rahmetine nail olmanın yol-
larından bir tanesidir:
<<Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Resule itaat
edin .. Ta ki rahmet olunasınız.» (en-Ndr: 56).
Bu hakkı. ödeyenl~r ve topluma karşı görevlerini ye'-
rine getirenler için Allah'm yardımı vardır. Bu gibi' kim,.
seler yeryüzünde iktidar sahibi olmayı hak ederler:
«(Dinine) yardım edenlere elbet Allah da yardım
eder; Şüphesiz ki Allah güçlüdür, yegane galibdir. Onlar
(öyle mü'minlerdir) ki eğer kendilerine yeryüzünde bir
iktidar mevkii verirsek, dosdoğru namazı kılarlar, zekfıtı
verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye ça-
lışırlar.» (el-Hace: 40-41).

ZekAt, insani ve ebedi bir teşrl'dir. İslamdan önce


gelmiş olan peygamberlerin em.irİeri arasında önemli bir
yer tutar. Bu köklü sosyal eniri ihtiva etmeyen ilahi bir
dinyoktur. İsmail (A.S.) Hakkında şöyle buyurulmak-
tadır:
«Kitabda tsmail'i de yacı et. Çünkü o, sözünde sa-:
dık,resui peygamberdi. Ehline namazı, zekatı emr eder-
di. Rabbinin yanında da rızaya ermişti o.ıı (Meryem:
54-55).
- Hz. İbrahim (A.S.) hakkında. da:
Ve ona İshak'ı, bir' Yakub'u ihsan ettik ve (bunla-
rın) her birini salih (kişi) ler yaptık. Onlan. emrimizle
yol gösterir önderler kıldık, kendilerine" hayırlı işler yaır
mayı, dosdoğru nam.az kılmayı, zekÔ.t vermeyi vahye.ttik.
Onlar, bize ibadet edicilerdi.ıı (el--Enbiya: 72-73);

121
Farz olan bu görevi yerine getirmeyenlerin vay ha-
line! Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
«Allah kendisine mal verdiği ha.Ide zekatını ödeme-
yen kimseye malı, kıyrunet gününde iki gözü üstünde bi-.
rer nokta bulunan erkek bir yılan şeklinde gösterir.
Kıyamet gününde bu yılan onun boynuna· dolanır.
So1:ıra onu i1d çenesinden yakalayarak: «Ben senin malı­
nım. Ben senih hazihenim,» der.» (1). Gerçek~n de çok
korkunç ve dehşet verici bir manzara.
Zekatın durumu bu. zekat, şeriat (kanun) gücü ile
farz kılınmış bir haktır, maldaki miktarı bellidir. Bu-
nunla birlikte bir de sadaka vardır. -Belirli bir miktar
sözkonusu olmaksızın- kişinin vicdanına bırakılmıştır.
Sadaka, vicdan ve duygunun bir ilhamı, İslamın kendi-
lerine büyük bir önem verdiği merhamet ve kardeşlik
duygularının bir ürünüdür. Bununla İslfı.m, ili.Sani bağ-:
lan ve sosyal dayanışmayı, kişinin kendi görevihi idrak
etmesi ve. ruhun merhamet duygularıyla harekete geç·
mesi yoluyla gerçekleştirmek ister. Bununla iki hedefe
vannak amacındadır: Derin ve duygulu bir vicdan ile
sağlam İnsani bir yardımlaşma. İslam bunu sırf İslft.ıni
bir merhamet noktasına ulaştırır. Öyle ki sadaka dini
kardeşliğin sınırlan içerisinde kalmaz. Kur'an'da buyu-
. ruluyor ki: · ·
«Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlan-
nızdan çıkarmamış olanlardan, onlara iyilikle ve ada-
.letle davranmanızdan Allah sizi men'etmez.» (el-Müm-
tehine; 8).
Hz. Peygamber (S.A.V.) de şöyle buyurmaktadır:
Yeryüzünde bulunanlara merhamet edin ki, gökte-
kiler de sizlere merhamet etsin.» (2)

( 1) BuıharT ve Nesar.
(2) 6bO DavOcf, Tlrmlzi.

122
Bu şekilde İslami dini taassubtan bile uzak, insani
bir merhametin yüce örneklerini ortaya koymaktadır:
Bundan sonra tsıMrı, .büyük bir adım daha atarak,
kendisinde can bulunan her varlığı merhamet duygusu-
nun kapsamına alır. islamm yüce Peygamberi buyuruyor
ki .
. .
«Adamın biri yolda giderken. şiddetle susar. Bir ku-
yu bulur. Kuyuya inip su içer. Sonra da çıkar, tam bU
sırada susuzluğundan soluyan ve toprak yiyen bir kö-
pek görür. adam. (kendi kendine): Benim susadığım gi-
bi bu köpek de susamış, der. Bunun üzerine kuyuya inip
ayakkabısını su ile doldurur. Daha sonra ayakkabısını
kuyudan çıkana kadar ağzıyla tutar. Çıktıktan sonra kö-
peğe su verir. Allah, onun bu davranışını över ve ona
mağfiret eder.» Ashab:
- Ya Rasulullah bizim hayvanlardan dolayı ecir al-
mamız söz konusu mu? diye sordu.

Allah'ın Resulü:
- Evet, her canlı için ecir vardır, diye buyurdu.
(3).
Başka bir hadis-1 şerifte:
«Bir kadın, bağladığı
bir kedi yüzünden cehenneme
girdi. Ne ona. yeme~
yedirdi, ne de yerdeki şeylerden
yemesi için serbest bıraktı.» (4) diye buyurmaktadır.
Merhamet, İslam'da imanın esası ve alAmetidir.
Çünkü :vicdanın bu dinden etkilendiğinin ve onda. yer
ettiğinin delilidir.
Bu esastan hareket ederek İslam, sad~a · vermeye
ve iyilikte bulunmaya yöneltir, isteyerek, sevabını Al-
lah'tan umarak, Allah'ın nZa.sını, dünyada yerine baş-
(3) B.uhM, ve Müslim.
(4) Buhiri,

123
kasını, ahirette de sevabını vermesini bekleyerek, Allah'ın
gazab ve ad.hından sakınarak infakta bulunmaya teş­
vik etmektedir. Allaha itaat eden, mallarından Allah rı­
zası i~in harcayaın abidlere müjdeler var.

«Sen muti ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar


ki, Allah anılınca kalpleri korku ile oynar. Onlar kendi-
lerine isabet eden (zorluklar) a sabr edenler, namazı dos-
doğru kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hay-
ra ) infak edenlerdir.» (el-Haçc: 34-35).
Bu gerçekten vicdanı etkileyen bir tablodur. Başka
bir mün,asebet dolayısıyla aynı .tablo tekrarlanır:
«Bizim ayetlerimize ancak öyle kimseler iman eder
ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiği zaman, onlar hiç
büyüklük taslamayarak, yüzüstü· secdeye ~apanırlar ve
Rablerini hamd ile tesbih ederJer. Yanlan yataklarından
uzaklaşır, korku ve üniid ile Rablerine dua ederler. Ken-
dilerine rızık olarak verdiklerimizden de (hayra) infak
ederler. Artık onlar için, işlemekte olduklarına bir mü-
katat olarak, gözlerin aydın olacağı nelerin gizlenımıiş bu-
lunduğunu kimse bilmez.>> (es-Secde: 15-17).

Başkabir yerde de, muhacirleri karşılayıp, onlan


barındıran, mallarında ve evlerinde büyük bir cömerd-
lik ve gönül ferahlığıyla ortak yapan Medineli Ensarın
şahsında, ince ve güzel bir fedakarlık tabloounu çiz..
mektedir:
«Onlardan evvel (Medine'yi) yurdu ve iman (evi)
edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi
beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde ·
bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakirlik ve
ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından üstün tutarlar.
Kim nefsinin mala olan (hırs ve) cimriliğinden koru-

124
nursa, işte onlar felah bulanların ta kendileridir.» (el-
Haşr: 9).
Bu, eşsiz ve yüce insaniliğin en güzel ve en parlak
bir tablosudur. Başka bir yerde güzellik ve incelikte bun-
dan geri kalmayan, Allah'ın gerçek kullarını tasVir eden
bir tablo daha vardır. Bazı kaynaklar bunların Hz. Ali,
eşi Resulullah'ın kızı Hz. Fatıma ve onların Ehl-i Beyti
(R.A.) olduğunu bildirn:ıektedir:
<cOnlarıı adaklarını yerine getirirler, şerri yaygın
olan günden korkarlardı. (Yemeğe olan) sevgi (!erine
rağmen) yoksulu, yetimi, esiri, doyururlar. «Biz size
ancak Allah'ın yuzü (suyu) için yediriyoruz, sizden ne
bir karşılık, ne de bir teşekkür istemeyiz. Çünkü biz Rab-
bimizden, burtarık suratlı, müthiş günden korkarız.»
(derler). İşte bundan dolayı Allah, bu günün şerrinden
onları korumuş, (yüzlerine) bir güzellik, (yüreklerine)
bir sevinç vermiş, sabrettiklerine karşılık onlar Cennet-
le, ipekle mükafatıandırılmı§tır. Hepiniz tahtlar üzerin-
de yaslamıcılar olarak (oraya girin). Orada ne bir gü-
neş, ne de bir zemheri görmeyerek ve gölgeleri onlara
yakın, meyveleri de emirlerine (her an, her şekilde) .bo-
yun eğdirilmiş olarak. Onlara gümüşten yapılmış billur
kaplar, kupalar dolaştınlır. (Evet) gümüşten (yaratıl­
mış) billurlar ki miktarını (saki~er) tayin etmişlerdir.
Or~da onlara katkısı zencefil olan {dolu) kadeh de içiri-
lir. {Zencefil) orada bir pınardır, c<Selsebilıı adı verilir,
ona. Etraflarında her dem taze çocuklar dolaşır ki, sen
onlan gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın. Ora-
da herhangi bir yere baktığın zaman, (bol) bir nimet ve
buyük bir mülk (saltanat) görürsün. Üzerlerinde ince
ve kalın ipekten yeşU elbiseler vardır. Gümüşten bilezik~
lerle süslenmişlerdir .. Rableri de onlara gayet temiz bir
şarap içir.rliliitir. Bütün bu (nimetler) şüphe yok ki sizin

125
için bir mükafattır. SA.'yiniz de meşkur olmuştur.» (ed-
Dehr: 7-22).
Sadaka -ödemesi garantilenmiş- Allah'a verilen
bir borçtur:
«Allah'a karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim? İşte
onun mükM'atıru kat kat artıracaktır, O. Ona başkaca
çok değerli bir mükMat da vardır.» (el-Hadid: 11).
«Şüphesiz ki sadaka veren erkekletle sadaka veren
kadınlar ve Allah'a karz-ı hasenle ödünç verenler (yok
mu?) Onlara (mükafatları) kat kat artırılır. Onlar için
çok şere!li bir ecir de vardır.» (el-Hadid: 18).
Yahut da sadaka çok karlı, karşılığı verilen bir ti-
carettir:
«Şüphesizki Allah'ın Kitabını okumaya devam eden-
ler, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine nzık olarak
verdiğimizden gizli ve açıkça infak edenler kesinlikle
kesat bulmayacak bir ticaret (kazanç) umabilirler. Çün-
kü (Allah) onların mükMatlarını eksiksiz öder, onlara
faz! (ü kerem) inden ziyadesini de verir. Şüphesi:Z ki o,
çok yarlığayıcıdır, çok nimet verfoidir.» (Fatır: 29-30).
• 1

Her halde yerine başkası verilir, onda hiçbir zulüm


ve ziyan yoktur:
. «... İnfak edeceğiniz bir hayır, kendi faidenizedir,
Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan başka bir sllretle
infak etmezsiniz ya. (Allah yolunda) maldan harcayaca-
ğınız (ın mükafatı) size (fazlasıyla). ödenecektir. Siz
haksızlığa uğratılrnayacaksınız.» (el-Bakara: 272).

Ahirette de Cennet, infak edenlere büyük bir mü-


kafat olarak. vaad edilmiştir:
·«Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için ha-
zırlarunış olan cennet -ki eni göklerle yer (kadaxdır)~

126
koşuşun. Onlar bollukta ve darlıkta infü: edenler, öf-
kelerini yutanlar, insanların kusurlarını afv edenlerdir.
· Allah ihsan edicileri sever.ı> (AH İmran: 133-134).
Sadaka malin ve ruhun temizlenmesidir. Resulullah,
günah işleyip günahlarını itiraf eden bir topluluğun
mallarının yarısının alınmasını ve onları temizleyip
paklamak için ·hayır yollarına harcanmasını emr etmiş­
tir:
c< (Onlardan) diğer bir kısmı da gillıa;hlanru itiraf
ettiler. Onlar iyi bir ameli başka bir kötü (amel) ile ka-
rıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul
eder... ÇÜnkü Allah, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyici-
dir. Oniarın mallarından bir sadaka al ki bununla kendi-
lerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onları (n
hasenatını) bereketlendirmiş olasın. Onlara dua da et.
Çünkü senin duan onlar için bir sük11nettir. Allah (on-
ların itiraflarını) hakkıyla, işitendir, çok iyi bilendir. On-
lar bilmediler m1 ki, şüphesiz Allah, kullarından tevbeyi
kabul ·etmekte, sadakalan almakta olan ancak kendi-
sidir. Ve hakikatte tevvab ve rahim yalnız O'dur.» (et-
Tevbe: 102;.104).
İnfak, Allah'ın ahdine vefa etmek, O'ndan ko~kmak
ve kötü bir şekilde hesaba çekilmekten çekinmekle ya-
kından ilgilidir, akıllılığın ve sağlam görüşlülüğün de
delilidir. Ondan gert kalmak, Allah'ın korunmasını iste-
diği bağlan koparmaktır, bir çeşit ahdi bozmak ve yer-
yüzünde fesad çıkartmaktır:
ccAncak selim akılların sahipleridir ki iyice düşünür­
ler. Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler, misAk
(ahd)i bozmaziar. Onlar ki Allah'ın bitiştirilmesini enır
ettiği ~yi bitiştirirler. Ra:liierinden korkarlar, (bilhas-
sa) kötü hesabdan endişe ederler. Onlar ki (sırf) Rable-

12'1
rinin rızasını
isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı
dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz nzıktan gizli
ve açık harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar. işte onlar,
onlar için bu dar(ı-dünya'n)ın (iyi bir) sonucu vardır.
(Ki o sonuç:) Adn Cennetleridir. Onlar -atalarından,
eşlerinden, zürriyetlerinden salah sahibi olanlar da tıe;­
raber .olmak üzere-..:. oralara girecekler, melekler de her
kapıdan onların yanına girecekler (ve şöyle diyecekler-
dir). «Sabrettiğiniz için sizlere selam olsun. Dar. (ı-Dün­
ya'n) ın ne güzel akibetidir, bul» Allah'a verdikleri sözü
pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilme (gö-
zetilme) sini emrettiği şeyi (bağlan) kıranlar, yeryüzün-
de fesad çıkaranlar ise, işte onlar, lanet onlara, yurdun
kötüsü (cehennem) de onlara!..» (er-Ra'd: 19-25).
Allah Yolunda infak'ten geri kalmak, helak olmak
demektir:
«Allah yolunda (mallarınızı) harcayın ve. (harca-
m.ayarak) kendinizi tehlikeye atmayuı.» (el~Ba.fara:
195).
. '
Kişisel tehlike, nefsi ahirette Allah'tan azab görme-
ye, dünyada ise insanlardan kınanmaya maruz bırak­
maktadır. Sosyal tehlike ise, infak etmemenin toplumda
.yaygınlaştırdığı farklılık, zulüm,, fitneler, kinler, zayıf­
lık, çözülilijtür.

Hayn önlemek de bir zulümdür:


«(Ey iki melek, hakka karşı) alabildiğine inad
eden, hayra bütün hızıyla engel olan, zalim şüpheci her
nankörü atın Cehenneme!» (Kaf: 24-25).
(((Doğruyada, eğriye de) alabildiğine yemin eden,
izmt-i nefsi bUlunmayan, (ötekini berikini) daima ayıp­
layan, laf getirip götürmeye koşan, hayırdan durmayıp
men'eyleyen, aşın zalim, çok günahkar olan hiçbir kim-

.128
seye itaat etme!» (el-Kalem: 10-12) ... Böylesi Allah'ın
hakkına karşı, toplunıun da hakkına karşı, toplumun
bir üyesi olarak kendi hakkına da karşı as.timdir.
İyilik cennete götürür. İyilik yapan yokuşlardan aşır­
tılarak Cennete 'ulaştırılır. Yokuş ise kişilerin kölelikten
kurtanlmasıdır, açlık ve kıtlık günlerinde yemek ye-
dirmektir:
ı<Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey bil-
dirdi? (O) kul azad etmektir, yahut (salgın) bir açlık
gününde, yakınlığı olan bir yetime yahut toprakta sü-
. rünen bir yoksula yedinnektir.» (el-Beled: 12-16).
İyilikten geri kalmak ise cehenneme götürür ve sa-
hibini ka.firlerle bir ara.da koyar:
«Sizi cehenneme sokan nedir? (Günahkarlar) derler
ki: ııBiz namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedinnez-
dik. Biz de (batıla) dalanlarla beraber dalardık.· Din
(hesap) gününü de yalan sayardık. Nihayet bize ölüm
gelip çattı.» (el-Müddessir: 42-47).
«Allah'ın fazı (ü kerem) inden kendilerine verdiğini
(infak etmekte) cimrilik edenler, kesinlikle bunun, hak-
larında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bila.kis bu, ken-
dileri için bir şerdir. Onlann cimrilik ettikleri şey, kıya­
met günü boyunlarına dolanacaktır ... » (Al-i İmr~:
180).
Burada sözkonusu ~lı «yığıp biriktirmek (kenz)»,
yalnızca zekat vermemek demek değildir. Sadaka ve in-
fak'ın zekattan sonra veya önce zikredildiği çoktur. Ze-
kat, farzdır ve belirli sınırlan vardır. Sadaka ve infak
ise, herhangi bir kayıt veya şarta bağlı deği'ldirler, belir-
lenmiş bir nisablan yoktur. Ebu ümame (R.A.) dedi' ki:
Resulullah (S.A.V.) şijyle buyurdu: ·

lslfimda Sosyal Adalet - 9 129


ccEy Adem oğlu, eğer sen malının fazlasını ihsan
edersen, bu senin için hayırlıdır. Yok, eğer elinde tutar-
san bu· senin için şerdir.» (5t
Hz. Bilfil (R.A.) den, dedi: Resulullah (S.A.V.) şöyle
buyurdu:
ccRızıklandığın şeyi gizleme, senden dilenildiğinde
de vermemezlik etme.» Ben ona dedim ki:
ccEy Allah'ın Resulü, ben bunu nasıl yapabilirim?»
Buyurdu ki: «Ya böyle yaparsın, ya da ateş ... » (6).
«(Eh) Rabbinizin bize bunun yerine, daha hayırlısı­
nı vermesi umulur. Biz (bütün dileklerimizi, artık) ger-
çekten Rabbinize çevirenleriZ.» işte azab böyledir. Ahi-
ret azabı ise elbet daha büyüktür. Bilmiş olsalardı ... »
(el-Kalem: 17-33).
Bu nedenle, Kur'an-ı Kerim vakit geçmeden insan-
lari infaka çağırmakta.dır:
«İman eden kullanma de ki: Namazlarını dosdoğru
kılsınlar, kendinde ne bir alış-veriş, ne de bir dostluk
(geçerli) olmayan bir gün gelmezden evvel nzık olarak
kendilerine verdiklerimizden gi,.zli ve aşikar infak etsin-
ler.» (İbrahim: 31).
«Herhangi birinize, ölüm gelip de ccEy Rabbim, beni
yakın bir müddete kadar geciktirseydin de sadaka ve-
rip dursaydım ve salih kimselerden olsaydım» diyece-
ğinizden evvel size rızık olarak verdiğiımizden Allah yo--
lunda harcayın. Halbuki Allah hiçbir kimseyi, eceli ge-
lince asla geri bırakmaz.». (el-Mün8.fikun: 10-11).
Kendilerini ondan korusunlar diye, onlan cimrilik.-
ten sakındırır. Ta ki mal ve evlat tutkuları onlan cim-

(5) Müslim ve Tlrmlzi. ,


(6} Taberani, el•Keblr'de, iıbn Hibban, K. es-Sev!bda ve Hakim dedi
ki: •lsnAdı şahittir.•

130
riliğe götürmesin. Çünkü mal ve evlad onlar için bir fit-
ne (imtihan)· ve deneme aracıdır.
«Mallanmz, evladlanmz herhalde sizin için bir im-
tihandır. Allah ise, O'nun yanında büyük bir ecir vardır.
o halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun ve
(öğütlerini)· dinleyin, itaat edin. (Mallanmzdan) kendi-
nizin hayrı olarak (Allah yolunda) infak edin. Kim nef-
sinin (koyu) cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtu-
luşa erenlerin ta kendileridir.)) (et-Teğ~bun: 5-16).

Peygamber (S.A.V.), infak edecek bir şey bulamaz-


sa dahi, her müslümana sadaka vermeyi vacib kılmıştır.
Bunun açıklaması da şu şekildedir: Resulullah (S.A.V.)
buyurdu ki:
ccHer müslüman sadaka vermek zorundadır.»
Ashab:
- Ya bulamazsa? diye sordular.
Hz. Peygamber:
- Elleriyle çalışır, kendisine de fayda sağlasın ve
sadaka da versin, buyurdu.
Ashab:
- Eğer bunu yapmaya gücü yetmezse? diye sordu.
Hz. Peygamber:
- Kederli ihtiyaç sahibine yardımcı olsun, 'buyur-
du.
Ashab:
- Bunu da yapaırıazsa? diye sordu.
Hz. Peygamber:
- Kötülük yapmaktan uzak kalır. Bu onun için
sadakadİr.ıı (7)
Böylece Allah yolunda
. '
infak konusunda, bütün in-

(7) Buhari ve Müslim. Wız Buhari'nin.

ısı
sanlar eşit oluyor. Herkes sahip olduğu kadar, herkes
yapabildiği kadar sadaka verir.

*
İnfak yerleri ihtiyaca ve. gerek duyulan yerlere göre
değişir. İyilikte bulunmak için yakın akrabaların önce-
liği vardır. Fakat onlann dışında kalanlar da, hem on-
larla birliktedirler, akrabalarla bir arada, yan yana, ken-
dilerine infakta bulunmak için teşvik edilir. Çünkü iyi-
lik, bir yakınlık hissi olmadan önce, insani bir duygu-
dur. İyilik (Birr) çoğunlukla imanla birlikte zikredilmiş­
tir. Çünkü önceden de belirttiğimiz gi!bi, iyilik imanın
delilidir:
«Allah'a ibadet edin, O'na hiçbir şeyi eş tutmayın.
Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda
kalmışa, sağ ellerinizin malik olduğu kimselere iyilik
edin. Allah, kendini beğenen ve hep böbürlenen kimse-
leri sevmez. Onlar hem (kendileri) cimrilik yapan, he,m
insanlara cimri olmalarını emr edenler, Allah'ın kendi-
lerine (lütfuridan) verdiğini gizleyenlerdir. Biz o kafir-
lere hor ve hakir edici bir azab hazırlamışızdır.» (en-Ni-
sa: 36-37).
«Onlar neyi infak edeceklerini sana sorarlar. De
ki:ccMaldan vereceğiniz şey (öncelikle) ananın, babanın,
akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışın (mi-
safirin hakkı) dır. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah
onu çok iyi bilendir.» (el-Bakara: 215).
Görüldüğü gibi komşu ve arkadaş, ana-baba ve ya-
kın akraba ile birlikte geçmektedir. Nitekim bütün bun-
larla birlikte yetimler, yoksullar ve yolcular da anılmak­
tadır. Hepsi de bu konuda birdir. Hatt! kendilerinden
bir takım kötülükler.görülenler de aynı durumdadır. Me-

132
selft., Hz. Ebft Bekir'in akrabası Mistah: «İfk» hidisesin·
de kızı ve Resulullah'ın _revcesi Hz. Aişe (R.A.) hakkında
söylenenlere Mistah da katılmıştı. İsl!m, bu gibi. kimse-
lerin af edilmesi.ni istemekte ve onların mahrum bırakıl­
malarını yasaklamaktadır. Hz. Ebu Bekir (R'.A.), yalan
·yere ırzına yapılan iftira dolayısıyla hiddet içerisinde
iken, daha önce Mistah'a yaptığı infft.kı kesmek üzere
yemin edince.; şu ft.yet-i kerime nazil oldu:
«İçinizde (dinde) famlet ve (dünyada) servet sahi-
bi olanlar, akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret
edenlere verm.emek üzere yemin etmesin. Allah'ın sizi
yarlığamasını sevmez misiniz? Allah çok yarlığA.yıcı~,
çok esirgeyicidir.» (en-Nftr: 22).
Böylelikle bu alanda İslft.m, insan şuurunu yüksek
ve şerefli bir noktaya yükseltmektedir. İnsanlık bunun-
la her zaman şeref duyar. Geçmişte, şimdi ve gelecekte
·bunu11la öğünebilir.
Sonra bizzat <dyilik»i alıp yükseltir, onu Allah'a ya-
pılmışcasına yüksek bir noktaya ulaştırır, onun için şu
parlak tabloyu çizer:
Resulullah (S.A.V.) buyurdu ki:
<ıAllah (Azze ve Celle) Kıyft.met gününde der ki:
- Ey Adem oğlu, ben hastalandım da, beni ziyarete
gelmedin.
Adem· oğlu diyecek:
- Ey Rabb, Sen ft.lemlerin Rabbisin, ben seni nasıl
ziyarete gelebilirdim?
Allah buyuracak:
-Benim filft.n kulum senden su istedi de sen ona
su vermedin. Sen ona su vermiş olsaydın, hiç şüphesiz
bunu (ecrini) yanımda bulacaktın.» (8)

(8) Müslim.

133
Diğer taraftan tsıa.m, sadaka için. bir, takım Mab
belirlemektedir. Bu 8.dab, sadakayı zenginin yoksula bir
lütfU ve üstünlük nedeni tam veya iyi olmayan bir duy-
gudan doğmuş bir riyakarlık olmaktan çıkartır. Çünkü
sadaka vermeye iten nedenler düşük bir seviyede bulu'"
nursa veya arkasından sadaka, alanın başına kakılırsa,
seviyesiz bir amel Mline dönüşür; ruha da, ahl~ka da,
vicdana da eziyet verir. Aynı şekilde bireyleriyle de, bağ­
larıyla da toplumu rahatsız eder. Yapılan iyiliği başa
kakmak kadar nefsi küçülten ve onu alçaltan veya ya-
pılan iyiliği kabul etmekten alıkoyan bir şey daha yok-
tur.Sadakayı riyakarlıkla vermek kadar vicdanı tahrip
eden, ahlakça hakir kabul edilen bir davranış daıha yok-
tur.
İslam verenleri de, alanları da ruhi bakımdan bir
arada yükseltmek ister, bunun için büyük bir gayret
gösterir:
«MallarınıAllah yolunda harcayanların misali yedi
başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bii tek
tohumun hali gibidir. Allah kime dilerse ona kat kat ve-
rir. Allah, ihsanı olanı hakkiyle bilendir. Mallarını (Al-
lah yolunda) harcayıp da sonra o harcadıklarının arka-
sından başa kakmayanlar, &nların kalplerini incit-
meyenler (yok mu?) onların Rableri yanında mükMat-
ları varciır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun
olacak da değillerdıir. İyi (güzel ve tatlı) bir söz ve bir
bağışlama, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlı­
dır. Allah (kullarının sarlakalarından) müstağnidir, ha-
limdir (ukübette acele edici değildir). Ey iıman edenler,
sadakalarınızı -malını insanlara gösteriş için harcayan,.
Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi~
başa kakma ve incitmelk süretiyle heder etmeyin. Çünkü
onun hali, üzerinde bir toprak bulunup da kendisine şid-

134
detti bir yağmur isrubet eden, bu suretle o kerulisini kas-
1

katı bir taş halinde bwakmış olan kaypak bir kayanın


hali giıbidir. Onlar (dünyada) işledikleri hiç bir şeyden
(sevap kazanmaya) muktedir olamazlar. Allah, kafirler
güruhuna hidayet vermez. Allah'ın rızasını istemek ve
ruhlarında olan (iman)ı sağlamlaştır (ıp kökleştir) mek
için ımallannı harcayanların hali de bir tepenin üzerinde
bulunan güzel bir bahçenin haline benzer ki ona bol
bir yağmur isaJbet etmiş de meyvelerini iki kat vermiştir,
ona bol bir yağmur düşmese de (hiç olmazsa onda) bir çi-
sinti (bulunur). Allah ne yaparsanız (hepsini) hakkiyle
görücüdür. Sizden herhangi biriniz arzu eder mi ki, hur-
malardan, üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ır­
maklar akan, orada kendisinin her çeşit meyvelesi bu-
lunsun, (fak.at) ona ihtiyarlık çöksün, aciz ve küçük
çocukları da olsun, derken (onun ve yavrularının biricik
geçim vasıtaları olan) o bahçeye içinde bir ateş bulunan
bir bora isabet etsin de o, yanıversin? İşte Allah size Ayet-
lerini böyle apaçık bildirir, Olur ki iyice düşünürsünüz.»
(el-Bak.ara: 261-266).
İşte bu neden dolayısıyle, sadakanın gizli olması ve
ihtiyaç sahiplerine gizlice verilmesi güzel görülür. Bu-
nunla bir taraftan muhtaçların izzet-i nefisleri korunmak
istenmiştir, diğer taraftan da sadaka verenlerin öğünüp
böbürlenmeleri engellenmek istenmiştir:
«Eğer sadakaları açıkça verirseniz o, ne güzeldir.
Eğer onları gizler ve (bu şekilde) fakirlere onları verir-
seniz işte bu, sizin için daha hayırlıdır.» (el-Bakara: 271).
Peygamber (S.A.V.) de, hadis-i şeriflerinde: «Bir sa-
daka verirken, sol eli, sağ elinin ne verdiğini bilmeyen»
(9) bir kişiden övgüyle söz etmiştir. Bu ise, iyiliğin gizli
yapılması ve öğünmeye kapılmaksızın, sağa-sola bunu

(9) ıBuMri ve Müsl1m.

135
ilan etmeksizin Alla.h'tan ecrinin beklenmesi gerektiğini
anlatmak için kullanılmış çok güzel ve parlak bir ifa-
dedir.

İsllm
*
insan fıtratındaki bencilliğin ve mal sevgisi-
nin varlığını kabül etmekte, cimriliğin insan nefsinde
hazır ve kaybolmayan bir gerçek olduğunu vurgulamak-
ta.dır. «Zaten nefislerde cimrililt hazırlanmıştır.» (en-
Nisa: 128). Bunun için tsıa.m bütün bunları( -daha
önceden de geçtiği şekilde-- teşVik ve sakındırma gibi
yollarla ruhi bakımdan tedavi etmiştir. Ta ki arzu et-
tiği gerçekleşebilsin ve bu cimri nefisten sevdiği ve ken-
disi için çok değerli olan şeyleri cömertçe vermesini is-
teyebilsin:
«Siz, sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayın­
caya kadar asla iyiliğe emıi§ olmamınız.» (Al-i İmran:
92).
Bundan sonra da nefis bu isteği yerine getirip iyi ve
hoş şeyleri arayıp cömertçe bunlan infAk eder. Boyle-
likle ruhun derinliklerinden kaynaklanan inf Akın en
uzak, cömertliğin en zor ve vermenin en yüce noktası­
na ulaşır. İnsan, artık kendi kendini aşar, ondaki yücel- .
me arzusu zaruret noıktasmı, vicdanı da fıtratında.ki
bencillik duygusunu geride bırakmış olur. Bu ise biza-
tihi yüce ve insani bir hedeftir.
Nasıl gerekmesin ki; çünkü o, toplum içerisinde sağ­
lam bir denge kurmak, yoksullukla mücadele etme!k,
gücü yetenlerle yetmeyenler arasında tam bir dayanış­
ma ~lamak, uyumlu, biribiriyle yardımlaşan, sağlam
bir toplum oluşturmak için ortaya konmuş bir hedef-
tir.

*
136
Ondı:ı,n bir örnek üı.erinde genişçe durduğumuz bu
yol üzerinde İslam ilerler; o her bir mükellefiyet ortaya
koyduğunda vicdanı bu konuda ikna edebilmek için üze-
rinde gerektiği gibi durur. Toplumun selameti için or-
taya koyduğu yükümlülüklerle «zorunlu olanııın ve in-
san topluluklarının genel imkanlarının sınırlan içerisin-
de durur. Bundan sonra bu yükümlülüğe inandırmak
· ve gücü yettiği kadar da üstüne çıkmak için vicdana
seslenir. Böylelikle insan hayatını yüceltmek ve her za-
man onu yüceltmeye doğru itmek ister; istenen asgari
had ile arzu edilen azami had arasında geni§ bir alam
herkese açık bırakır. Bu alanda kişiler ve nesiller, çağlar
boyunca yarışabilirler.
Sosyal adaleti gerçekleştıirmek için de İslam, bu
yolda yürümüştür ... Bu kitabın gelecek iki bölümünde
«Yönetim Polıtikası» ile «Mali Politikaııdan söz edilecek-
tir. Bu iki bölümde tslam'ın metodlarınd.P~ ikisi açıklık
kazanacaktır. Bunlar, hayatın her alanında eşsiz büyük
bir adaleti gerçekleştirmek için İslamın temel aldığı:
Teşri (yasama) ve tevcih (yöneltme) yollarıdır.
tslamm ilk doğusunda bu metod, meyvelerini tam
anlamıyla vermiştir. Onu izleyen diğer ondört asır bo-
yunca da çeşitli dönemlerde, meyvelerini vermeye devam
etmiştir. Günümüzde ve gelecekte aynı şeyleri tekrarla-
maya, -olduğu gibi anlaşıldığı, gösterdiği hedeflere yö-
nelindiği, insanlar tarafından dosdoğru izlendiği takdir-
de- elbette kadirdir.

137
İSLAM'DA
YÖNETİM POLİTİKASI

İslam'da Sosyal Adaletıı ile ilgili söylenecek her söz,


ccİslam'da Yönetim Politikasııına da değinmeyi kaçınıl'"
maz kılıyor. «Sosyal Adaletin ÖZelliği»nden söz ederken
belirttiğimiz kural bunu gerektirdiği gibi, onun hayatın
her şeklini ve tüm çalışma türlerini kuşatması; aynı
şekilde maddi ve manevi değerleri de içiçe ve uyum hfı.­
linde ele almış olması da bunu gerektirmektedir.
«Yönetim Politikasın da bütün bunlarla ilgilidir. Son
tahlilde onunla ilgili olan: şeriatın uygulanması, bütün
yönleriyle toplumun teminat altına alınması, toplum
içerisinde adalet ve dengenin gerçekleştirilmesi ve İsla­
mın ortaya koymuş olduğu kurallara uygun olarak ser-
vetin dağılması söz konusu olmakla birlikte; bunlarla da
ilgilidir.
«İslam'da Yönetim Politikasın ile ilgili söylenebile-
cek çok şey vardır, özel bir araştırma yapmak gerekir.
Bu kitapta ise, sözkonusu ccpolitikaııdan yalnızca Sosyal
Aaalet'i ilgilendiren yanıyla söz etmek amacında oldu-

139
ğumuzdan ,bu konuyu imkan ölçüsünde ele almaya ça-
lışacağız. Her ne kadar İslamın etüt edilmesi sırasında
araştırıcının, bütün konul&.n biribirine sıkı sıkıya bağlı
ve biribirinden ayrılmayan yönleri olduğunu görmesi,
onun için bir zorluk ise de bunu yapmaya çalışacağız.
Bu din tümüyle bir «birlik» görünümündedir: İbadat,
muamela.:t, yönetim politikası, mali siyaset, yasamalar
- yöneltmeler, akide - ,yaşayış, dünya - ahiret... bütün
bunlar, mükemmel bir yapı içerisinde büyük bir uyum
hAlinde birar~ya getirilmiştir. Belirli bir konuyu ele alıp
ondan söz ederken, diğer ,konulara göz atmamak çok zor-
dur. Bunu imkan ölçüsünde aşmaya çalışacağız.
İslam duzeninden söz eden bazı kimseler, -ister
Sosyal Düzenden, ister Yönetim Düzeninden, isterse de
Yönetim Şeklinden söz ederken- eski ve yeni, İslam'dan
önce ve sonra insanlığın tanımış olduğu çeşitli düzen-
lerle ilgi ve benzerlikler kurmaya gayret ederler. Bazı­
lan eski veya yeni olsun diğer düzenlerle bit bağ kura-
blldiği va.kit İslam için çok güçlü bir dayanak buldu-
ğunu zanneder. ·
Böyle bir çaba, insanların kendileri için, Allah'tan
uzak kalarak ortaya attıkları beşeri düzenler karşısında
yenilgiye uğramış olma duygusundan başka bir şey ola-
maz. Kendisi lle bu beşeri düzenler arasında bir benzer-
lik bulunduğu için şerefi yükselınez, bulunamaması da
ona bir zarar vermez. tsıa.m, insanlığa son derece mü-
kemmel bir örnek düzen surunaktadır. İslM1'dan önce
de, sonra da yeryüzünde onun benzeri bir düzen daha
görülmemiştir. İslam hiç bir zaman herhangi bir düzeni
taklit etmeye veya kendisi ile diğer düzenler arasında
bir bağ kurmaya veya benzerlik aramaya ne çalışmıştır,
ne de çalışacaktır. İslam kendi yolunu tek başına ıtesbit
etmiş ve insanlığa tilin problemlerini içeren mükemmel
bir ilaç sunmuştur. '

140
.Beşeri di.\ıenler tekamülleri sırasında bazan fsllm ile
bir noktada birleştikleri gibi, bazan ayrılabilirler de. Fa-
kat İslam, başlıbaşına, mükemmel bir düzendir, onun
bu beşeri düzenlerle ne onunla bir noktada.. birleştikle­
rinde, ne de ondan ayrıldıklanndan, hiçbir ilgisi yoktur.
Bu birleşmelerle bu aynlıkla.r arızidir ve çeşitli cüzlerde
sözkonusudur. Cüz'.i ve Arızi şeylerdeki ayrılık ve birleş­
melerin ise herhangi bir değeri yoktur. Dikkş.t edilecek
husus sadece temel bakış açısı ve özel tasavvurdur. İs­
lamın da kendine has bir temel bakış açısı ve özel tasav-
vuru elbette ki vardır. Diğer cüz'i bütün hususlar bun-
dan dallanıp \budaklanır. Diğer düzenlerle cüz'i konu-
larda birleşir de, ayrılır da.
Diğer taraftan her türlü birleşme ve ayrılmaya rağ­
men, İslam kendine has, biricik yolunda ilerlemeye de-
vam eder.
İslam .düzeninin üzerinde kurulduğu temel nokta,
bütün beşeri düzenlerin üzerinde kurulduğu ~emel nok-
tadan apayrıdır. İslam, «Hakimiyet kayıtsız şartsız yal-
nızca bir ve tek Allahındır. Diğer düzenler ise, «hakimiyet
insanındır.» temeli üzerinde kurulurlar. Bu düzenlerde
insanın kendisi, kendisi için teşri (kanun) yapmakta-
dır ... Bu esasta İslam düzeni ile beşeri düzenler hiçbir
zaman ittifak edemezler. Dolayısıyla İslam düzenle bir-
leşemez, onu İslılm'dan başka herhangi bir sıfatla nite-
lemek asla doğru olamaz.
İslam düzeninden söz ederken, eski veya yeni olsun
başka herhangi bir dUzenle benzerlikler veya uygunluk-
1

lar aramak, İslam .araştırıcısının görevi değildir. Çünkü


\ bu benzerlik ve uygunluklar, -yüzeysel, cüz'i, cüz'ilik-
lerdeki bazı tesadüflerden dolayı olup genel tasavvur ve
esas bakış noktasında olmamanın yanında- yenik· düş­
müş bazı kimselerin sandığı gibi tsl!m'a ,herhangi bir

141
güç kazandırmamaktadır. Onların izleyecekleri doğru
yol, dinlerinin esaslarını başlıbaşına ortaya koymaktı.
Bunu bu esasların mükemmel olduklarına tam bir iman-
la. yapmalı idiler. Diğer düzenlerle bütünüyle uysun ve-
ya bütünüyle uymasın onlar için bir. olmalıydı. Yalnızca
diğer düzenlerle benzerlikler ve uyumlardan hareketle
İslam düzenini güçlendirmek istemek, söylediğimiz gibi
mağlubiyet kompleksine kapılmaktandır. Bu dini gereği
gibi bilen ve onu gereği gibi araştıran hiçbir müslüman
araştırıcı böyle bir şeye yanaşmaz.

Dünya, oldu olalı ve gelişme süresi boyunca pek çok


düzen tanıdı. İslam düzeni ise bu düzenlerden bir tanesi
değildir, onların bir k.arması da değildir, hiçbirinden
de yardım almış değildir... İsl§.m, başlı-başına ayakta
duran, düşüncesiyle bağımsız, kullandığı araçlar biricik-
tir. BiZe düşen de onu bağımsız olarak sunmaktır. Çün-
kü, o, bağımsız olarak ortaya. çıkmış ve bağımsız bir yol
iZlemişti:r.

Bu nedenle Dr. Heykel'inİslam Dünyası için kullan-


dığı ((İslam İmparatorluğu» ifadesini ve «İslam İmpa­
ratorluktur» deyimini uygun görmüyorum. İslam için:
((İmparatorluktur)) demek gibi, İslamın gerçeğini anla-
maktan bizleri uzaklaştıran, başka hiçbir şey olamaz.
Her ne kadar «İslam İmparatorluğu» deyimi ile bilinen
c<imparatorluk» deyimi arasındaki farkı göstersek bile,
bu, böyledir. İslam dünyası için de: ccİslam imparatorlu-
ğu» deyimini kullanmak kadar bizi İslam devletinin böl-
geleri arasındaki bağların gerçeğini anlamaktan hiç bir
şey uzaklaştırmaz.

Dr. Heykel, c<Hz. Muhammed'in Hayatı» veya ((Eb11


Bekr es-Sıddik» veya «Ömer el-Faruk» adlı eserlerinde,
«İslami Yönetimııden söz ederken tslam'ın tabiatı ile
dünyada bilinen diğer duzenlerin tabiatı arasındaki ger-

142
çek farka değinmiş olmasına rağmen, yabancı bazı etki-
ler altında kalarak, İslılm ile imparatorluk arasında dış-
. ta kalan, görünürdeki bazı benzerliklere kanarak, İslft.m
için ıcimparatorluktur» demiş olması garip bir şeycllr.
Herhalde o, yalnız Allah'ın h~imiyeti üzerine kurulmuş
bir düzen ile bir insanın hakimiyeti üzerine kurulmuş
başka bir düzen arasındaki ana farkı görememiş olma-
lıdır.
Dış görünüşü bakımından İslam dünyası, ayrı cins-
lerden ve farklı kültürlerin bulunduğu bir çok bölgeden
meydana gelmişti, hepsinin yönetimi bir merkeze bağlı
bulunuyordu. Dış görünüş itibariyle bu, imparatorluk.;.
tur. Fakat bu, yalnızca bir görüntüden ibarettir. Ancak.
dikkat edilmesi gereken, bu merkezin bu bölgelere bakı­
şının özelliğidir.
İslam ruhunu ve onun yönetim düzenini yakından
incelemiş olan herkes, İslft.m devletinin bilinen impara-
torluklardan mümk:Un. olan en uzak noktada bulundu-
ğuna kesin olarak hükmeder. İslam, dünyanın her tara-
fındaki müslümanlar arasında eşitlik sağlar. Irki, kavmi
ve bölgesel olan her türlü asabiyyeti red eder. Buna bağlı
olarak İslam, çeşitli bölgeleri sömürgeleştirmez, onları
boyunduruk altına alınmış bölgeler olarak değerlendir­
mez. Her bir bölge cctsıam Dünyası» adını taşıyan ~
cU'dun bir parçasıdır, merkezdeki halkın hakları ne ise,
diğer bölgelerdeki halkın da hakları odur. Bazı bölge.
Ier İslam devletinin merkezi tarafından atanmış birer
. vali tarafından yönetilmiş ise, o kişi bölgeyi, valili~ el-
verişli bir müslünıan kişi niteliği ile yönetmiştir, emper.
yalist bir yönetici olarak değil... Üstelik fethedilmiş bu
bölgelerin pek çoğunu, ·kendi halkı arasından çıkmış bir
kişi. yönetiyordu. Fakat o, bu görevi valiliğe elverişli bir
nıÜslüman olmak niteliğiyle yerine getiriyordu. Böl·
gelerden toplanan mallar da böyle idi, ilk olarak bU

143
ına1lar o bölgede harcanır, artan bir şey olursa, müslü~
manlara ait «Beyt'ül 1\-lab>e ihtiyaç halinde· tüm müslü·
manlara harcanmak üzere gönderiliyordu; - diğer im-
paratorluklarda görüldüğü gibi - merkezin dışındaki
bölgeler fakir olsa bUe, merkezdekilere tahsis edilsin: di-
ye değil.
İşte bütün bunlar İslam dünyası ile veya daha ye-
rinde bir deyiJlile bıam ümmeti ile imparatorluk ara- .
sındaki mesafeyi alabildiğine uzaklaştırmaktadır. İslam
için «imparatorlukturıı demenin hem İslamın ruhuna,
hem de tarihine yabancı olan bir terim ile İslamı nite-
lendirmenin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Şu­
nu söyl.ememiz gerekir: O ta baştan beri evrensel bir dü-
zendir. Çünkü onda «evrensel birlik» düşüncesi önemli
bir yer tutar ve bütün insanlığı kendi bayrağı altında,
eşit şartlarla kardeşçe birleştirmek istemektedir.
Dr. Taba Hüseyin, «Büyük Fitne!» adlı kitabının
mukaddimesinde İslam Yönetimini diğer düzenlerle olan
ilişkilerinden söz ederken daha yerinde üadeler kullan-
mış ve İslamın asli yapısıyla diğerlerinden ayrıldİğı gö-
rüşünü ortaya koymuştur. Dış görünüşe ve c.üz'i bazı hu-
suslara değil de yönetimin ruhuna ve asli yapısına bakıl­
dığında, doğru olanın bu olduğu görülecektir. Her ne
kadar Dr. Taha Hüseyin bu .ifadesini çok tehl!keli bir
sonuca varmak için bir ilk önerme olarak kullanmış olsa ·
da, onun ifadesinin daha yerinde olduğunu belirtmek
gerek. Vardığı sonuç ise şudur: Resulullah (S.A.V.) ile
Hz. Ebu Bekr ve Hz. ömer'in dönemler:inde gerçekleşen
şekliyle İslam, tarihte bir istisnadır. İnsanlık, bunu uzun
bir süre koruyamamıştır. Bu ise. şarkiyatçıların .ve İslam
topraklarındaki öğrencilerinin: «İslam günümüzde bir
yönetim düzeni olarak ele alınmaya elverişli değildir»
şeklinde varacakları bir. yargı için, bir öncül olarak tek- ·
rarladıltları mvksiz bir nakarattır.

144
Aynı şekildt) ccf.ştirakiyyet'ül-İslAm - tsıanı Sosya..
lizmb> ve ·utsıam Deni.okrasisb> diye bir t~m ifadeler
kullananların da sözierini yerinde bulmuyorum ... Buna
. benzer Alla.b'ın yapısı bir düzen ile insan y~pısı düzenler
.arasında bir çeşit kanna ifadeleri de uygun görmüyo-
rum. İnsan yapısı düzenlerde eksiklikle mükemmellik,
doğru ile yanlış, zaaf ile kuvvet, heva ile ~ ... yanyana, ·
içiçedir. İslam düzeni ise, Rabbani bir düzendir, o bü-
tün bu çelişkili özelliklerden uzaktır, eksiksiz ve kapsam-
lıdır, «b&tıl ona önünden de arkasından da ilişemez.»
ts1a.m, insanların probleinıeri için bağımsız bir ta-
kını çözümler teklif etmektedir. O, bu çözümleri kendine
has tasavvurundan, öz yapısından, kendine .ait köklü
:esaslardan ve diğer düzenlerinkinden 1
farklı yollardan
kaynaklanarak ortaya koymaktadır. au nedenle onu tar-
tışırken bize, onu paşka türlü açıkla.yan veya ona olma.-
yan şeyler ekleyen görüş ve ekollere ba.ğ'lamamak düş­
mektedir. Çünkü İslbn, mükemmel bir düzen ve müte-
ca.nis bir «birlik»tir. Nasıl .ki ha.asa$ ve mükemmel bir
aygıta, dışarıdan herhangi bir parça eklendiğinde, ay-
gıtın ·tümü çalışmaz hale geliyor ve onda bir yama· gibi
görünüyorsa; tsıt.ma yabancı herhangi bir unsur kat-
.mak da, onu bozmak !Çin yeterlidir.
Ben bunları burada kısaca belirtiyorum. Çünkü kül-
tür ve düşüncelerine, yabancı düzenlerden yabancı bir
takım parçalar yerleştirilmiş, bulunanların· pek · çoğu,
--Qna bu düzenlerden l)tr şeyler eklediklerinde- İsllm'a
yeni bir güç kattıklarını .sanmaktadırlar. Oysa bu, tsllm'ı
bozan, ruhunu çalışmaz h!le ·getiren ha.talı bir vehim-
dir. Aynı zamanda açıkça ttira.f etmeseler bile, yenllgiYi
gizliden gizliye his etmektedir. ·
taıAm düzeni, onwı ul'Oblyet, klin~t. h~ya.t ve inlM-
·Ue ilgili görüşlerin~ kaynaklanan lltt ana d.üşünce

1sl&nda Sosyal Adalet -10 ljO


üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Bu iki düşünce: 1)
Cins, tabiat ve yaratılış itibariyle insanların bir oluşu
ile. 2) İslamın evrensel bir düzeni kabul etmediği. .
dir. Çünkü İslamın dışında kalan hiçbir elin, hiçbir kimse..
den kabul olunmaz. İslama göre de din: hayata hükme-
den genel düzen demektir.
Cins, 'tabiat ve yaratılış itibariyle insanlığın bir ol-
du~u düşüncesinden, «İslam'da Sosyal Adaletin Esas-
lan»nı ele alırken, genişçe söz etmiştik. .
İslamın evrensel bir d'i:izen olduğu ve Allah'ın ken-
disinden başka hiçbir düzeni, hiçbir kimseden kabul et-
mediği dü~üncesine gelince: Bu düşünce Hz. Muhammed
(S.A.V.) in bütüİı insanların peygamberi oluşundan, en
son peygamber olarak gönderilmiş olmasından ve getir-
diği dinin en doğru din olmasından kaynaklanmaktadır:
«Biz seni ancak bütün insanların peygamberi olarak
gönderdik.» (Sebe: 28).
«Biz seni ancak bütün ft.lemlere rahmet olasın diye
gönderdik.» (el-Enbiya: 107).
« ... Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusu ... »
(el-AhzA.b: 40).
«Bugün size dininizi kem!le erdirdim (eksiksiz hAle
getirdim), üzerinizdeki nimetimi· tamamladım ve din
olarak sizlere İslam'ı beğendim. (seçtim ve hoşnud ol-
dunu (el-Maide: 3). ·
«Gerçek bu Kur'an insanları en A.dil ve en doğru olan
(yol)a yöneltir, götürür.• (el-İsrA: 9). ··
. ·İsl!rp.i bir kavram olarak cu,lin», çağdaş terlmlerd~n
«Düzen» kelimesiyle eş a.niamlıdır. aununlıl. birllkte din
akide~ yaşayışla. ilgili olarak .. ahlMn, toplunı hay.atın~
aa. da şeriatı (kanunu) ka~akt8dır .•. Bütfu) bunlar,
İslam'd~ «din» kavranµnınJmpsS.niına girer. Dolay:ı,sıyla
tsİamın ·itika.dt . yıipı~ıiıdan ·kayİlaklan.madikça, ya.lzıızc~
!sı~m ·Şeriatlııdatı ·ıtayfia1d8.?ıa.n ·yaşama ·ve düzeılıeme-

t46
!erde şekillenmedikçe, Allah'ın kabul ettiği ve İslamın
onaylayabileceği bir düzenin varlığından söz edilemez ...
Bütün bunlardan önemlisi, bu düzenin sahiplerinin Al-
lah'ın ulühiyyetinin ve rubO.biyetinin ne demek olduğu­
nun farkında olmalarıdır; bu nedenle onlar kendilerin-
den kanun çıkarma ve düzen koyma yetkisini görememe-
lidirler. Çünkü İslam'da böyle bir hak, yalnızca Allah'ın­
dır. İşte İslam düzem, bu noktada bütün beşeri düzen-
lerden esaslı bir şekilde ayrılık göstermektedir.
Bununla birlikte İslam, başkalarını bu dini kabule
zorlamaz:
· «Dinde zorlama yoktur, şüphesiz ki iman ile küfür
apaçık. meydana çıkmıştır.» (el-Bakara: 256).

Aksine dini görevlerini yerine· getirmek konusunda


onlara hürriyet ve himayenin en büyüğünü tanır. o bu
hürriyeti son derece ince ele aldığı için, «zekatıı ve
«Cihad>>ı yalnızca müslümanlara farz kılmakta, buna
karşılık da zimmet ehlinden «cizye» almaktadır. Çünkü
İslam devletinin himAyesi konusunda müslümanlarla or-
taktırlar, gerekli harcamaıan karşılamak hepsine düşer.
Fakat İslam, onlardan aldığı cizyeyi· onlar için bir zekat
olarak kabul etmemektedir. Nitekim cihM da onlara
farz kılınmamıştır. 1;3,izzat kendileri razı olur ve bunu ka-
bul ederlerse o başk~ Çünkü zekat, İslami bir fariza ve
:müslümanıara has bir ibadettir. CihM da öyle. İslam, zim-
met ehlin1 niÜSlümanla.nn bir ibadetlerini yapmak için
zorlamaz. 'Bu nedenle o, onlardan aldığı malı, yalnızca
mali niteliğiyle alır ve zekA.t farizasında görülen ·ibadet
özelliğini, onlardan alman maldan· (yam cizyeden) kal.,.
dınr. Nitekim lslftm ~le:ri güvenlik .ve rahatından
faydalandıklan ·(<D&r'ül·İslft.ınnın .himayesi için ·yapılan
cihadda.n. da muM tutmaktadır. Bu ise. başka.ianyla olan
llişkilt~rde göster:Uebllecek duyarlığın son. noktasıdır. :- ·

H'I
İslftım başkalanna bu sınırlar içerisinde hürriyet-
lerini tanırken, evrensel ve genel ruhundan etkilenmek-
tedir. Maddi bir kuvvet veya fikri bir cehalet araya gir-
meden dikkat ve ibretle tslam'ı inceleme iınkftını onlara
verildiği takdirde, onlann fıtratlarıyla İslA.m'a meyle-
deceklerinden emindir, bu dip. O İslA.nı ki: Kendinden
önce gelen bütün dinlerin gösterdikleri hedeflerle insan
fıtratındaki arzu ve istekler arasın<ia mükemmel bir den-
ge sağlar, herkese mutlak eşitlik ve tam bir tekılfül (da-
yanışma) garantisini verir ve tasavvuru ve öngördüğü
düzen çerçevesinde ccinsanlararası birliği» sağlamaya ça-
lışır.

İs.lam düzeninin bu iki düşünceY'e dayalı olması,


onun yapısını ve yönelişini etkilemiştir. Yasamalar (teş­
riat) ında, yöneltmelerinde, yönetim politikasında, mali
siyasette ve kapsadığı diğer düzenlerd.e .bunları gözönün-
de bulundurmuştur. o, yalnızca bir cins veya bir nesil
için İslam değil, bütün cins ve nesiller içindir?
Bunun içindir ki, tüm teşriat (yasama} ve düzenle-
rinde kapsamlı ve insani esaslara uymuş, genel kurallan
ve geniş kap.sa.mlı liemelleri koymakla yetinmiş; uygu-
lama.lann pek çoğunu ise zamanla görülecek tekA.nıüle
ve ortaya çıkacak ihtiyaçla.ra terk etmiştir.
Böyle külli kaidelere yöneliş, ken~ için özel bir
bölüm ayırdığımız «Yönetlıi:ı Politika:mmcta, .açık bir şe­
kilde görülür.
İsli.m'<fd.
Yönet.im Teorisi, cıAllah'tan başb ilih. ol-
madığına şehidei etmeb esası iU.erine kuruludur. Bu şe..
hMetle ul11hiyyet1n yalnız Allah'ın ol~ğu inancı yerle-
şince, hısa.n ha.yatında. hildmiyetin de yalnızca Allah'ın
olduğU inancı da yerleşmiş olur. Allahü TeAll, insanların
hayatındaki hAkimiyetU:ıi, blr taraftan ortla:rın işlerinl

148
kendi irade ve kaderi ile elinde tutarken; diğer taraftan
~ bütün dunımlarını, hayatla.nnı, hak ve görevlerini,
şeriatı ile ve onlar için koymuş olduğti düzeni ile olan
ilişki ve bağlantılarını düzenlemek suretiyle elinde tut-
maktadır. İslam düzeninde hiçbir kimse Allah'a ortaklık
iddiasında bulunamaz; ne irade ve kaderinde; ne de. dü-
zen ve şeriatında ... Aksi takdirde bu ortaklık iddiası, kü-
für veya şirk olur. Bu kaideye göre insanlar kendiliklerin-
den yönetim düzenlerini, şeriat ve kanunlarını koyamaz.;,
lar. Çünkü bunun anlamı, Allah'ın ulühiyyetinin reddi ve
aynı zamanda ilahlık özelliklerine sahip bulunma iddia-
sını ileri sürmek olur. Bu ise apaçık küfürdür.

Bu kaide ile İslamiYönetim Düzeni, inS!ı.nlar tara-


fından. ortaya konmuş bütün düzenlerden temelden ay-
rılıyor. Bu hem yönetim düzeninde, hem de sosyal dü-
zenin tümttnde böyledir. Bu nedenle İslam ile diğer be·
· şeri düzenler arasında, isimlerde de olsa .herhangi bir
karmanın: yapılamıyacağı ortaya çıkmış oluyor.

Tek bir ilAh ve tek bir hakimiyet kuralının kapul


edilmesinden sonra, ccİslAm'da Yönetim Politikası»: Yö-
neticilerin adaleti, yönetilenlerin itaati ve yöneticilerle
yönetilenler arasında şllra esası üzerine kurulur ... Bun-
lar büyük temel çizgilerdir. Bir önceki kaide onun. ka-
. rakter ve gerçeğini ortaya koyduktan sonra, yönetimin
şekil ve tablO.sunu ortaya koyan diğer çizgiler, bu temel
çizgilerin uzantılarıdır.

A) Yöneticilerin Adaleti:

«Şüphesiz ki Allah, adaleti emreder.» {en Nahı: 90).


«... İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adalet-
le hükmetmenizi emreder.» (en-Nisa: 58).

149
« (leh veya aleyhte) söz söylediğiniz vakit, -yakı­
nınız dahi olsa- adaletli davranınız.» (el-En'am: 152).
«Bir topluluğa olan kininiz sizi adalet yapmamanıza
sevk etmesin. Adalet yapın ki o, takvaya daha yakın olan-
dır.» (el-Maide: 8).

«Kıyamet gününde Allah'ın en çok sevdiği ve mec-


lisçe O'na en yakın olan adil bir imamdır. Kıyamet gü-
nünde Allah'ın en çok buğzettiği ve azabı en şiddetli
olacak olan da zalim bir imamdır.» (1).
Bu, sevgi ve buğzun terazisini etkilemediği, sevgi
kinin kaidelerini değiştirmediği mutlak bir adalettir. Öy-
le bir adalet ki, kişiler arasındaki yakınlıktan, topluluk-
lar arasındaki nefretleşmeden kesinlikle etkilenmez, iS..
lam ümmetinin tüm fertleri ondan faydalanır, araların­
da ne şeref ve soy farkı, ne de mal ve makam farkı gö-
Zetilmez. Aynı adaletten diğer kavimler de faydalanır,
isterse onlarla müslümanlar arasında kin bulunsun. Bu
ise adaletin zirvesidir. Şimdiye kadar ne devletlerarası
herhangi bir kanun, ne de herhangi bir iç kanun bu nok-
taya ulaşmamıştır. Bilakis yakınına bile gelememiştir.
Burida kuşkuları olanlar, çeşitli uluslardan, güçlü-
lerin zayıflara ·uyguladıkları adalete (!) bir baksınlar,
biribirleriyle savaşan uluslann karşılıklı adaletlerini gör-
sünler. Birleşik Amerika'da beyazların kızılderililere ve
zencilere uyguladıkları adalete, Güney Afrika'da (2) be-
yazların beyaz olmayanlara, komünistlerin, putperestle-

(1) Buıh,liri, Müslim ve Til'mizi.


(2) Yıllar yılı lngiltere, ABD ve batı desteğinde bir avuç beyaız mil·
yonlarcQ mazlOm siyahı ezdikten sonra kendi emperyalist çı·karlarını
temelde sarsmayacak bir ·Yönetım.ın siyahlara geçmesini kabul
etmiş ve nlhaıyet Güney Afrlh 17 Nisan 1980 gÖnü •Şekli Ba·
ğımsızlığına.• kavuşmuştur. (Çev.)

150'
rin ve haçlıların, Rusya'da, Çin'de, ~ugoslavya'da, Hin-
distan'da, Habeşistan'da uyguladıkları adalete ( l) bir
göz atsınlar. (3) Bunlara işaret etmek bile anlamlıdir,
yeteri kadar. Bunlar Çiğdaş hallerdir; Herkes bunlan bil-
mektedir. · ·
İslam adaletinde önemli olan, onun soyut bir takım
teorilerden ibaret olmama.Sıdır. İsla:m adaleti, hayatın
kendisinde gerçekleşmiştir. Tarih bize, İslam adaleti ile
ilgili sayısız haberler ulaştırmıştır. Özel yerinde bunun
geniş açıklamaları gelecektir. Çünkü biz burada yalnız.:
ca nassların belirlediği· şekilde İslami esaslan ortaya
koymaya çalışıyoruz.

B) Yönetilenlerin ttaatı: .

«Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, peygambere


itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de ... » (en-Nisa:
59). .
Ayet-i kerime'de Allah'a, Resul'e v~ Emir sahipleri-
ne (uhl'l-emre) itaatin birlikte anılmasının nedeni emir
sahiplerine itaatın ve sınırlarının özelliğini açıklamak­
tır. Uhl'I-Emre it~tın kaynağı, Allah'a Resulüne itaat-
tır. Çünkü İslam'a göre Veliyy'ül-Emre (emir sahibi, yö-
netici) şahsı dolayısıyla itaat edilmez.. Ona bizzat kendi-
sinin Allah'ın hft.kimiyet v.e otoritesini kabul. ettiği, bu-
nun farkında olduğu, ayrıca. Allah'ın ve Resulünün Şe­
riatını koruduğu için itaat edilir. Onun yalnızca Allah'ın
hakimiyetini kabul etmesinden ve İslam Şeriatını uygu-
lamasından, itaat edilme hakkı doğa,r. Bundan veya öbü~

{3) S Kutup, İslami Etütler, •Müslümanlar Müteassıptırlar• bölümüne


baklnız.

151
ründen sapma gösterecek olursa, ona itaat görevi orta-
dan kalkar ve e~niri uygUla.nması da gerekmez. Ris!-
letin Sahibi (S.A.V.) buyuruyor ki:
«Hoşuna giden ve gitmeyen konularda, miislüman
kişiye düşen dinleyip itaat etmektir. Mft.siyetle emr edil-
mesi hA.li müstesna.. MA..siyyet ile emr edildiğinde, dinle-
mek. de, itaat etmek de yoktur.» (4). Yine buyuruyor ki:
«Başınıza başı kuru bir üzüm tanesi gibi siyah bir'
köle bile ta'yin edilse, ~ruzda Allah'ın kitabını uygu-
ladıkça, dinleyip itaat ediniz.• (5).

Bu hadis-! şerif'te dinleyip itaat etmenin Allah'ın


kitabını uygulamak zamanlarına hasredildiği apaçıktır.
Yöneticinin emirlerine mutlak itaat değildir, bu itaat;
Allah'ın ve Resulünün şeriatı terk edilse bile sürekli
olan bir itaat da değildir. ·
Yöneticinin dini bir şeriatı uygulamak görevini ye-
rine getirmesi ile şahsının dini niteliği dolayısıyle otıc:J...
riter güce sahip olması arasında fark vardır. Daha önce-
den •Teokrasi» diye adlandırılan yönetim şeklindeki
bazı yöneticiler için sözkonusu olduğu gibi, İslft.m'da yö-
neticinin direkt olarak gökten telilli ettiği dini bir oto-
riter gücü yoktur. Yönetici, müslümanlann tam ve mü-.
kemmel bir bağımsızlıkla gerçekleşen seçme işlemleriyle
yönetici olabilmektedir. On.lan ne daha önce,ki yönetici- ·
nin ccahd»i bağlar, ne de bir aile için sözkonusu olan
verA..set yoluyla başa geçmek. Bundan (seçilmeden) son•
ra, Allah'ın şeriatını uygulamak yolundaki çalışmaların­
dan otoriter gücünü alır ve kendine has bir otoriter güÇ'
ile direkt olarak yasama hakkına sahip olduğunu iddia

(4) Buhari va MOsflm.


(S) Suhart.

152
edemez. E'ğer müslümanlar onun baŞa g-eçmesine d.zı ol-
mazsa, herhangi bir velayet hakkı söıkonusu olamaz.
Başa geçmesine razı olup sonra da Allah'ın Şeriatını terk
eder8e, itaat hakkını kaybedel"..
' sonra halife
Butadan Hz. Peygamberin kendisinden
tayin etmemesinin hikmetini anlıyoruz. Çünkü böyle bir
tayin, halifenin otoriter gücünü, Resulullah (8.A.V.) in
onu tayin etmesinden aldığına dair bir zannın doğma­
sına neden olac.aktL

İslam, kiliselerde dini hizmet gören heyetler (ikli-


ros) gibi, dini heyetler tanımaz. tslA.ıni yönetim de be-
lirli bir kurulun elinde bulunan bir yönetim değildir.
İslA.mt Yönetim hAldmiyetlıı yalnızca Allah'ın kabul
edildiği ve tslAm Şeriatının uygulandığı bir yöntemdir.
. Bu yönetimin görevi de, tsıa.m Şeriatını uygulamaktan
öteye gitmez. Herhangi bir dinde öngörülen ccdini yöne·
tim .. teokrasi». eğer belirli bir ·topluluğun yönetimi
elinde bulundurması anlamında. ise; böyle bir anlayış ts..
lA.ln'da bütünüyle yoktur. Hakimiyet Jıakkı yalnızca Al-
Iah'ın kabul edildikten sonra, tslAm'da yönetimin 1s1Am
şeriatının uygulanmasından başka bir takım şeylere ih-
tiyaç duyduğunu düşünmeyi mlzur gösterecek herhangi
bir şey yoktur. HA.kirniyet yalnız Allah'ındır, prensibine
göre kurulan ve sonra da İslam şeriatını uyt?;Ulayan her
bir yönetim cclslam.i Yönetinv>dir. HAldı;niyetin yalnızca
Allah'a ait ·olduğu kabul edilmeyen ve İslam şeriatını
uygulamayan hiç bir yönetim şeklini de tslA.m, k$.bul et-
mez. İsterse bu yönetimi dini bir kurul elinde bulundur-
sun, ya da İslılmf bir ünvan taşısın.
Yönetilenlerin yönetenlere itaat etmelerinin şartı:
Yönetenlerin, hlkimiyetin yalnız Alla.h'a ait oldu~nu ,
kabul edip Allah'ın şeriatını uygulama.lan, yönetimde

ıss
Mil olm.alan ve 41lah'a itaat etmelerinden başkaca her-
hangi bir şart aranmaz.

C) Yönetenlerle Yönetilenler Arasında Dayamş­


ma. (Şura):

ccİş hususunda onlarla müşavere et.» (Al-i İmran:


159).
«... Ki o (mü'm.in) lerin işleri, aralarıntla şür! (ile)
<lir.» (eş-Şt1ra: 38).
Şüra, İslami hayatıntemellerinden bir tanesidir. Yö-
netim sınırlan
içerisinde geniş bir alam vardır. Çünkü
Şftra, ayet-i kerime'nin de deJalet ettiği gibi, İslam üm-
meti'nin hayatının temel bir kaidesidir. Şftra'yı gerçek-
leştirme yoluna gelince ,onun için belirli bir şekil sınır­
landırılmamıştır. Buna göre uygulamaıarf şart ve gerek- '
iere· bırakılmıştır. ·Resulullah ·(s.A:V.) vahiy gelrhemlş
konularda müslümanlara danışırdı. Savaşılacak yerler
ve savaş pl~nı gibi -onların daha bilgili oldukları iş­
lerde--; onların görü§lerini de uygulardı. Bedir savaşın•
da onların görüşlerine uyarak, Bedir suyunun bulundu·
ğu yerde orduyu durdurdu. Halbuki daha önce ondan
uzak bir yerde durmuşlardır. Hendeğin kazılmasında da
görüşlerini kabul etti. Hz. Ömer'in görüşüne aykırı ola-
rak esirlerle ilgili görüşlerine uydu. Sonra da vahiy Hz.
ömer'in görüşünü te'yid etti. .. Vahiy olan konularda ise,
haliyle bunlarla ilgili istl.Şareyi gerektiren bir durum yok-
tur.· Çünkü bu gibi hususlar, dinin belirlediği şeylerdiT.
Müslümanlarla danışmak konusunda Raşid Halifeler
de aynı yolu izlemişlerdir. Hz. Ebu Bekir (R.A.), zekfttı
men'edenlerin durumu hakkında istişarede bulunmuş ve.
onlarla savaşmak konusunda kendi görüşünü uygula-

154
mıştır. Hz. örtıer (R.A.) önceleri onun görüşüne kal'Şl
idi, fakat Allah'ın kalbine doğruyu ilham etmesinden
sonra, doğru olduğuna kanaat getirerek, Hz. Ebü Bekir'in
görüşünü kabul etmiştir. Yine Hz. Ömer (R.A.) in karşı
çıkmasına rağmen Şamlılarla savaşmak konusunda, Mek-
kelilerle istişare etmiştir. Veba bulunan araziye girmek
konusunda Hz. Ömer etrafındakilerle danışmış ve sonun-
da bir görüşte karar kılmıştı. Daha sonra da vardığı gö-
rüşü te'yid eden sünnetten bir nass da buluyor ve· onu
uyguluyor ... İşte şura, -belirli bir düzen içerisinde ol-
maksızın- böyle idi. Çünkü mevcut şartlar, her dönem:-
de Şura ehlini belirliyordu. Durumun genelliği, şura için
çeşitli düzen ve yolları açık bırakmaktadır. İslam, bu yol
ları herhangi bfr şekilde sınırlandırmıyor, genel esası be-
lirlemekle yetiniyor.
Buna göre İslami hareketin kendisi, her dönemde
tabiatı gereği şftra ehlini, denenmiş, İslam~da güzel bir
geçmişi olan ve görüş sahipleri arasından, diğer beşeri
düzenlerin tanıyamadığı büyük bir kolaylık içerisinde
belirleme imkanına sahip bulunuyor. (6).

*
Buna göre yöneticinin (veya yöneticilerin), emrine
itaat ,ona karşı iyi tavır. almak ve şeriatın uygulanma-
sında kendisine yardımcı olmak dışında, müslümanla-
rın herhangi birisinin sahip olduğu haklardan ayrı hiç-
bir hakkı yoktur.
Peyııamber (S.A.V.) va1nız yönetici olmayıp, aynı za-
manda. Seriatm da tebliğcisi olmakla "birlikte, İslamın
tanıdığı haklar çerçevesinde yöneticinin sınırlarını sün-

{6) Bu özetin açı'klanıması için ibaık: lslam Cemiyetine Dogru, .rŞOra'ya


Dayalı ·sırıöı)fum,.'bölfim(t ·

155
netiyle açıklamıştır. -Tarihi Gerçekler adlı bölümde ge-
leceği gibi- Raşid Halifeleri de O'nun rehberliğinde yol
almışlardır. Hak sahibinin at etmemesi halinde, Resuıuı-
, .lah kendi nefsine dahi kısas uyguluyordu. Ondan alacağı
olan birisi gelip, O'na kaba-saba sözler söyledi. Müslü-
manlar ona hücum etmek istediler. Fakat O, onlara bı­
rakmalarını işaret etti. Çünkü hak sahibıind.n söz söyle-
mek hakkı vardır! Resulullah · (S.A.) şöyle buyurmuş­
tur:
«Sizin bu ganimetlertnimen hums (beşt;e bir) in dı­
şında hiçbir şey benim için helll olmaz. Huıns ise, size
, tekrar geri döner.» (7) .
Aşiretine, ehline ve akrabalarına da. bir gün şunları
söyledi: .
«Ey Kureyş topluluğu, nefislerlnizl kurtannız, Al-
lah (ın azabın) dan hiçbir şeyle sizleri kurtaramam. Ey
Abd-i Menl! oğullan, Allah (ın a.zAbın) dan hiçbir şeyle
sizleri kurtaramam. Ey Abdülmuttalib'in oğlu Abbas, Al-·
lah(m azabın)dan hiçbir şeyle seni kurtaramam. Ey Al-
lah'ın Resulünün halası, Allah'ın az&bm)dan seni hiç bir
şeyle kurtaramam. Ey Muhaınmed'in kızı Fatıma, ma-
lımdan dilediğini ist.e (Fakat) (Allah(ın azAbıiı)dan seni
hiç bir. şeyle kurtaramam.» (8).
İnsanlar arasında en çok sevdikleri olan Hz. Ali
(R.A.) ileHz. F!tıma (R.A.) ya şöyle buyurdu:
uAçlıktan kannlan içeriye çekllmlş h~lde Suffa
ashabını bırakıp size bir şey veremem.» Bir sefer de on-
lara şöyle söylemişti:
«Suffa ashft.bını aç bırakıp ikinize hizmet edemem.»
(9).
(7) EbO DavOd, Nesllt
(8) Buhart ve MOsltm.
(9) Ahmed b. Haııbel, MOsned, 596. had. A. M. Şakir n~rf •

. 155
Başka bir vesile ile buyurdu ki:
«İsralloğullan arasında şerefli kimse hırsızlık etti-
ğinde onu bırakırlar, zayıf kfinse hırsızlık ettiğinde ise
elin~ keserlerdi. Eğer Fa.tıma. bile hırsızlık etmiş olsa idi.
elbette elini keserdim.» (10).
Buna göre ne hadlerde, ne de mallarcta yöneticinin
fazladan herhangi bir hakkı yoktur. Onun akriıbaların­
dan herhangi birisinin de, bütün müslümanlar için söz-
.konusu olmayan bir haklp yoktur.
Yönetici, insanların ruhi değerlerine, bedenlerine,
hürmet edilmesi gereken şeylerine veya mallarına tecA-
vüz edemez. Eğer yönetici, hadleri uygular, farzları yeri-
ne getirirse yetki sınırlarının son noktasına gelıni.ş olur; ·
insanlar üzerindeki otoritesi o. noktada. kesilmiş ve yö-
petilenleri de Allahü TeAla, ruh, cesed, mal ve muhar-
rematlanyla ondan korumuş olur...
İslfun, emirleri arasında açıkça ve genel bir şekilde
tüm bedenleri, ruhları, muharremıl.t ve mallan garanti
altına almıştır. Herkese güven, barış. ve şerefin korun-
masını garanti etme tutkusunun genişliği hakkında hiç-
bir kuşkuya yer bırakmayacak. bir şekilde bunu ortaya
koymuştur:
«Ey iman edenler, kendi ev (ve oda)larınızdan baş­
ka ev (ve oda.) lara. sahipleriyle alışkanlık sağlamadan ve .
sel~ vermeden girmeyin.» (en-Nılr: 27).
. «(Birbirinizin) kusurlan(nı) araştırmayın.» (el-
HucO.rlt: 12) .
Müslümanın her şeyi müslülnana haramdır: Kanı,
ırzı ve malı.• (11).
Ca.na. can... yaralar da kısastır. ... ·

f10l Buharı, M&tım ve d1Qer1erl.


*
(11) Buhaı1 ve MQatlın.

H'I
Kendi şahsını ilgilendiren konularda tsıam, imamın
yetkilerini daraltırken, toplum yararına «Mesalih-i Mür.
sele»yi gözetmek konusunda, onun için yetki sınırlarını
alabildiğine genişletir. Sözkonusu bu masla.hatlarla il-
gili olarak herhangi bir n~ bulunmaz ve. bunlar zaman
ve şartların değışmesiyle değişirler. Genel kaide şudur:
Allah'ın şeriatını uygulamakla yükümlü olan Müslüman
imam, bulduğu. bütün meselelerle ilgili olarak gerekli
hükümleri ihdas eder: Bunu Allahü. Teala'nın:
«Din (işlerin) de üzerinize hiçbir güçlük de yükleme-
di.,, (el-Hace: 78) mealindeki buyruğunu yerine getir-
mek ve ferdin, toplumun -ve bütün insanlığın durumunu
ıslah etmek için bu dinin genel hedeflerini gerçekleştir­
mek üzere yapar. Bunlan İslam'da belirlenmiş sınırlar
içerisinde ve İma:riı'da bulunması gerekli olan adalet
şartına aykın düşmemek sureti ile yapar.

Ümmete zarar veren her türlü şeyi ortadan kaldır­


mak, İmamın görevidir. ümmete fayda sağlayan her şeyi
gerçekleştirmek de imamın görevidir. Bunları yaparken
de dini herhangi bir nassa aykırı düşmemesi gerekir.
Bunlar hayatı bütün yönleriyle ele alan geniş yetki-
lerdir. Bütün kapsamıyla sosyal adaleti gerçekleştirmek
de bu yetkilerin içerisindedir. Mesela, mali bakımdan
zekat farizasının dışında adaleti ve dengeyi gerçekleş­
tirecek, kin ve nefretleri giderecek, zenginlik ve fakirli-
ğin zararlarinı · ümmetin üzerinden kaldıracak, malın
insanla.t'dan bir azınlığın elinde .bulunınasımn zararla-
nnı önleyecek şekilde ~ka bir takı1J1.·· yeni ver:giler de
koyabilir. Fakat herhangi bir nassa veya İsi~ hayatın
temel kurallarından herhangi birisine aykırı h!J.rekette
bulunmaması gereklldir. Onun insanlarl: çıplak. bırak­
mak, ellerindeki tilin mallarını alarak. faıkirleştirmek ·
veya bütün nzık yollannı ellerinde bulundurup kendisi•

ısa
ne boyun eğdirmek ve kul yapmak, hürriyet içerisinde
öğüt vermek, uyanık bir gözetimde bulunmak ve kay-
nağı ne olursa .olsun münkeri değiştirmek gücünden on-
lari mahrum bırakmak yetkisi yoktur. Kişilerin, imamın
ve yöneticilerin tahakkümünden uzak rızık yollan bu-
lunmadıkça, bütün bu olumlu davranışlar onlardan bek-
lenemez. Çünkü r1zık yollarım eUnde bulundurana karşı
kulların boyunları büküktür.

İslam ümmeti hayatının tarihi, değinmiş ollluğu­


muz İslami hayatın kaideleri sarsılmadan, Mesalih-i Mür-
sele'ye riayete dair pek çok örneği ihtiva etmektedir. Or-
da her zaman gerçekleştirilebilecek pek çok uygulamalar
vardır. Çünkü İslam, donUk bir düzen 4eğildir. Onun
teferruata dair uygulamaları, herhangi bir çağ veya her~
hangi bir ortamla sınırlı değildir. İslamın yer etmesini
istediği, Onun Rabbani bir düzen ol'duğuna dair belirti~
lerini. ortaya koyan, İslam toplumunu cahili toplum içe-
risinde erimekten. koruyan ve önderlik etmek üzere gel-
miş old'liğu toplumlara önderlik kudretinden mahrum
bırakan şeyleri ortadan kaldıran temel kaiqelerin sağ­
lamlaştırılmasından ibarettir.

*
Bu,, «İslam'da Yönetim Politikası.»na ~air söyle-
diklerimizdir•. Bunun arkasıµda bi.r .de «tatavvih• gelir.
Ki bu, bütün. yiikü:ı;nlülü):t ve düzenle,rlnde İslamın izle-
diği yol üzere «Teşri'»den (yani farzdan) ayrı ·olµa)t
bulunan «yöneıtme»dir. ·
İslam'~ki yönetim politikası, yasama esası üzerin-
de kuruludur. Allahü Teala, yönetenle de, yönetilenle de
her an hazır ve nazırdır, bunun da berikinin de gözeti-
cisidir, esası üzerine kuruludur:

159
«Allah'ınkendisini bir sürüye çoban kılıp, o sürüye
faydalı olanı yapmaktan g-eri kalan her kul mutlaka
cennetin korkusunu alamıyacaktır.» (12).
«Aranızda birbirinizin- mallarını haksız sebeplerle
yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanlann mallann1
dan bir kısmım günah (ı gerektirici şekiller) le yemeniz
için mallannızı hakimlere aktarma etmeyin.»,, (el-Baka-
ra: 188).
Sürü de, çoban da bütün tasarruflarında Allah'ın
emirlerine uymakla yükümlüdürler. Adaleti gerçekleş­
tirmek için en büyük garanti, Allah korkusudur. İslA­
mın, onu gereği gibi eğittikten sonra, hadler ve mallarla
ilgili konularda insan vicdaııına büyük işler bıraktığını
önceden görmüş idik. Eğer vicdanda Allah korkusu yok
ise herhangi bir garanti yok demektir. Çünkü yasaya
karşı hile yapmak ve ondan gizlenmek mümkündür, hA-
kim de ,ka.Qı da, insanlar da ~ldatılabilir.
Bundan· tslA.m düzeninin yalnızca bu vicdan üzere
kurulu olduğu anlaşılmaşın. Anlaşılması gereken şudur:
ts1am•aa yaşa.ların akışında başka bir garantinin daha
bulunduğudur. Bu ise -gerçekleşP-bilme açısından_:_ ts-
rn.mın yalnızca yasalara. dayalı olup vicdanda dayana~.
duygularda duyarlılığı bulunmayan düzenlere oranla da•
ha avantajlı olduğunu ortaya koyar.
İlerlki bÖlümlerde, İslamın ettiği ve anndırdığı bu
vicdanın, çok· önemli görevler yerine ·getirdl~n,i, çağla,r
boyunca müslümanların hayatında mucizeleri ve olağan­
üstü h!lleri andıran harikalar gerçekleştirdiğtni göre-
ceğiz.

(12) Buhart, MOsllm.


ISLAM'DA MALI SİYASET

İhtimalki, mali siyaset konusu, c<Sosyal Adalet" ile


yakın bağlantılı bir konudur. Okuyucular baştan buraya
kadar olan bölümleri okurken, bu kitapta bu konunun
ele alınma zamanında bir gecikme olduğunu da sanmış
olabilirler. Fakat ben bu gecikmeyi bilerek yaptım. İs­
lamda sosyal adalet ,bildiğimiz gibi mali siyasetten daha
geniş kapsamlı bir şeydir. Bu adalet ile ilgili İslamın gö-
rüşünün tümüyle ne olduğqnu açıklığa kavuşturmamız
gerekiyordu. Aynca onu yalnızca mali alandiı ele al- ·
madan tabiatinı, esaslannı ve yollarını ele almamız da
gerekiyordu. Nitekim, maldan başka bütün hayati de-
ğerleri ucuzlatan maddi görüşler de aynı şeyi yapmakta-
dır.
«Mali Siyaset» konusunda İslam, genel teorisinin ve
kapsamlı düşüncesinin ışığında yol alır. Mali siyasette
de ilk olarak, -malın tedavülünün (değişim) Allah'ın
şeriatına boyun eğmesi suretiyle-, yalnızca Allah'a kul-
luğun gerçekleşmesini gözönünde bulundurur. Bu ilahi
Şeriat, ferdin çie maslahatını gerçekleştirir, toplum~n-

lsl'Omda Sosyal Adalet - 11 161


da. İkisinin maslahatları arasında, tam dengeyi sağlayan
bir noktada durur; ne ferde zarar verir, ne de topluma.
Fıtrata karşı gelmez, hayatın köklü kanunlarına, yüce
ve uzak hedeflerine engel olmaz.
Bu şeriat, bu siyasetini gerçekleştirmek için iki ana
yol kullanır:
- Teşri (yasama) ve
- Tercih (yöneltme).
Teşri ile salih, gelişmeye ve yükselmeye kabiliyetli
bir toplum oluşturmayı sağlayan ameli hedeflere ulaşır.
Tercih ile de zorunlulukları aşmak, daha yüce bir hayatı
özlemek, hayatı hiç bir halde, hiç bir kimsenin· ulaşa­
mıyacağı ideal bir dünyaya yükselmek noktasına ulaştı­
rır ve yükselmek ve mükemmelleşmek için kapıları her
zaman açık bırakır. ·
ccMali Siyset» ten söz etmeden önce, burada mal ile
ilgili bir örnek vereceğiz:
İslam, «zekat»ı maldakihak olarak tayin etmiştir.
Bu, vermekten kaçınmaları halinde İmam'ın kendisi
için vermeyenlerle savaşması gereken, teşriin verdiği
hakla belirli bir .miktarda yükümlülerden ,istediği bir
haktır. Bununla birlikte İslam, zekattan başka, zaran
önleyecek, sıkıntıyı kaldıracak, müslüman toplumun
maslahatlarını koruyacak bir miktarı almak hakkını da
İmama (Devlet Başkanına) tanıınıştır. Bu, ihtiyaç ha-
linde zekat gibi bir haktır; ümmetin maslahatına, ima-
mın adaletine ve İslami düzenin genel kurallarına göre
belirlenir.
Bütün bunlar, Teşri, sınırları içerisinde kalanlardır.
Tevcih (yöneltme) ye gelince, İslam insanlara kendi mal-
l~rının tümünü Allah yolunda harcamalarını sevdirmiş­
tir. Ebu Zerr el-Gaffari (R.A.}, Hz. Muhammed (S.A.V.)
den şunlan rivayet etmiştir: ·

1'62
«Bir gü'n Resulullah (S.A. V.) ile beraberken, Uhud
Dağı taraflarına doğru gittik. Buyurdu ki:
- Ya Eba Zerr!
- Efendim, ey Allah'ın Resulü, dedim.
- (Bugün malları) çok olanlar, kıyamet gününde
az olacaklardır, dedi. Ancak-sağından solundan, önün-
den ve arkasından- şöyle şöyle yapanlar (üıfak eden-
ler) müstesna.dır. Onlar ise ne kadar azdır!»
Sonra tekrar buyurdu:
- Ya Eba Zerr! . .
- Buyur ya Resullullah, anam, babam sana feda
olsun, dedim. Buyurdu ki: r
- Uhud dağı kadar bir malım olsun da onu Allah
yolunda infak edersem ve geriye de ondan iki kirat ka-
dar bir şey kalsa; bu benim hoşuma gitmez.
- Veya iki kmtar ,ey Allah'ın Resulü, dedim.
Buyurdu ki:
- Hayır, iki kırat da olsa...
Sonra buyurdu ki:
- Eba Zerr, sen çoğaltmak istiyorsun. Ben azı an-
latmak istiyorum.» (1)

İşte teşri, işte


*
tevcih. Bunlar bir arada «Mali Siya-
setııin ana direkleridirler. Nitekim bunlar ,aynı zaman-
da, İslamdaki her türlü siyasetin de temelidirler.
Şimdi gerekli açıklamalara geçebiliriz.

(1) Buhari, Mıüsllm, Tirmizi ve Nesat.

163
FERDİ MÜLKİYET

Ferdi Mülkiyet Hakkı:

İslam, biraz sonra açıklaması gelecek olan meşru


mülk edinme yollanyla ele geçirilmiş şeyler üzerinde
ferdi mülkiyet hakkını kabul etmekte ve bunu düzeni-
nin temel bir kuralı olarak ortaya koyma~tadır. Böyle
bir hakkı kabul etmesinin tabii bir sonucu olarak o, mal
sahibinin malını hırsızlıktan, gasbdan veya herhangi bir
şekilde çalınmaktan korumak konusunda gerekli hüküm-
lerini de koymuştur. Ayrıca bedeli tam olarak ödenmeden
ve ~umi bir zaruret bulunmadan inalın müsadere edil-
pıemesi için de gereken hükümleri koymuştur.
Bütün bunları sağlamak için de: Kendilerinin olma-
yan ve başkalanna ait bulunan şeylere göz dikmemeleri
için kişilerin ruhlarını eğitmek konusunda gerekli yönelt-
melerde bulunmaktan başka, önleyici cezaları (hudud)
da koymuştur. Nitekim bu hakka bağlı bir takım sonuç-,
lar daha ortaya çıkmaktadır. Bu sonuçlar malda saıtış,
icare, rehin, hibe, .vasiyyet ve buna benzer helal olan

lM
diğer tasarruf çeşitlerini, ..,.-tasarruflar i~in belirlenmiş
olan sınırlar içerisinde olmak üzere- tanıması ve bun-
ları ·mal sahibinin bir hakkı olarak görmesidir.
İslam'da böyle bir hakkın tanındığında, böyle bir
hakkın İslami hayatın ve İslam iktisadının bir kuralı ol-
duğunda hiçbir kuşku yoktur. Bu öyle bir kuraldır ki,
ancak ~retler dolayısıyla, o zaruretler oranında onun
akışına karşı çıkılabilir.

. «Erkeklerin, (kendi) kazandıklarından. bir payı ol-


duğu gibi, kadınların da (kendi) kazandıklarından bir
payı vardır.» (en-Nisa: 32).
«Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değiş-
meyin.» (en-Nisa: 2). ,
«Duvar;:ı gelince: Bu, o şehirde iki yetim o~lancığın·
dı. Altında da onlara alt bir define vardı. Babalan iyi
bir adamdı. Bu nedenle Rabbin diledi ki, ikisi de rüşd­
lerine ersinle·r, definelerini çıkarsınlar. Bu Rabbinden
bir merhametti.» (el-Kehf: 82).
Bir hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
ccMalı uğrunda öldürülen şehiddir.» (2).
Hırsızlığın kesin önleyici cezası ,böyle bir hakkın
(Mülkiyet hakkı) korunduğunun ve bu h~ saldırının
men'inin delilidir:
«Erkek hırsızla kadın hırsızın -o kazandıklarına bir
(karşılıkve) ceza Allah'dan (insanlara ibret verici) bir
ukubet oLmak üzere-. Etlerini kesin.» (el-Maide: 38).
Gasb'a gelince o, haram kılınmıştır, onu i~leyene IA•
net edilmiştir:
«Kim zulmen bir arazi parçası alırsa, (Kıyamet Gü-

(2) Buhari, Müslim.


nünde) arzın yedi (katı) ndan boynuna bağlanacaktır.»
(3).
«Müslüman bir kişinin malını haksız alırsa, gazabı­
na uğramış olduğu halde Allhlı'ın huzuruıia çıkar.» (4).

Miras ve miras bırakma. hakkı .da, mülkiyet hakkı


gibidir:
«Ana ve baba ile yakın akrabalarına bıraktıkların­
dan erkeklere bir pay vardır. Ana ve baba ile yakın ak-
rabaların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vaJ."dır.ıı
(en-Nisa: 7).
«Allah size (miras hükümlerini) şöylece tavsiye (ve
emr) eder: E~latlarınız hakkında (ki hüküm) erkeğe iki
. dişinin payı ıniktandır.» (en-Nisa: 11).
«(Habibim) Senden fetva isterler. De ki: <<Allah ba-
bası ve çocuğu olmayanın ınirasi hakkındaki rüknü (şöy­
lece) açıklar: Eğer (erkek veya kız) evladı (ve babası) ol·
mayan bir erkek ölür, (onun ana-baba bir veya sadece
baıba bir) bir tek kız kardeşi' kalırsa tetikesinin yansı
onundur ... » (en-Nisa: 176)'.
Ferdi mülkiyet hakkının tanınması, bu hakkın fıt·
rata uygun olmasının, .insan ruhundaki köklü eğ~limler­
le uyum halinde bulunmasının yanında, çalışma ile alı­
nan karşılık arasındaki adaleti de gerçekleştirir. İslam
ise sözkonusu eğllUnieri, toplum düzenini ayakta tut 4

mak için gözönünde bulundurur; aynı zamanda da fer-


di, hayatı ·geliştirmek için gücünü son noktasına kadar
harcamak konusunda teşvik eder ve bu, toplumun mas-
lahatına da bütünüyle uygundur. Bu hakkın. tanınması
kişilere izze.t, keramet, 'bağımsızlık ve şahsiyetin geliş-

(3} Buhari, Mü·slim. ı.alız ·Buhari'nin.


(4) 1. Atrmed b. Hanıbel, MO<sned, 3946. hadis, A. M'. Şilkir, neşri.

166
mesi imkanını kazandırmaktan ve onları bu dinin güve-
nilir bekçileri olacak hale getirmekten başka; onları mün-
kere karşı durmak, yöneticiyi sorguya çekmek ve ona
öğüt vermek noktasında tutar. Ve bundan dolayı da n-
zıklannın kesilmesi korkusunu duymazlar. Durum böyle
olmayıp, nzıklan yöneticilerin ellerinde bulunsaydı, bu
noktaya gelemezlerdi.
Kişi kendini, menfaatini seven bir fıtrata sahip ola-
rak yaratılmıştır:
«Şüphesiz ki o, mal sevgisinden dolayı pek katıdır.»
(el-Adiyat: 8).
Sahip olduğu şeyi sever ve ona karşı cimrilik eder:
«De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz mfilik oı:.
saydınız o zaman harcamaktan (tükenir) korkusuyla
muhakkak cimrilik ederdiniz.» (el-İsra: 100).
«... zaten nefislerde cimrilik hazırlanmıştır.» (en- Ni-
sa: 128).
Aynı şekilde o, zürriyetini seven ve zürriyeti için
çalışmayı arzu eden bir fıtrata da sahiptir. Bilindiği gibi
aslında onun kendilerine miras bıraktığı mal, o şekli al-
mış bir emekten başka bir şey değildir. Kişi hayatında
kazanmış olduğu özel malına zürriyetini tercih. eder. Bu
nedenle o, çalışıp üretirken, gücünü sonuna kadar harca-
masını sağlamak gayesiyle, bu tür fıtri eğilimlerinin pa-
ralelinde yol.almakta herhangi bir sakınca,yoktur. Çünkü'.
o, bu şekilde çalışırken hem arzularını yerine getirmek
istemekte, hem de kendi ihtiyaçlarını karşılamakt8.dır.
Çalışmak zorunda kalmış olduğunu fark bile etmez, is-
temeyerek ve ümitsizlik içerisinde çalışma sıkıntısından
kurtulur. Bununla birlikte ferdin bu çal~şma ve çabala-
malarindan faydalanan bizzat toplumdur. İslam, toplum
yararına bu faydayı sağlayacak ferdin hürriyetinin ve
ona özel mülkiyet hakkının tanınmasından dolayı toplu-

167
mun nı.hatsıııanmasın1 önleyecek gerekli kuralları koy-
rntt~tur.
P'erclln gayretini harcaması, alın teri dökmesi, kafa-
sını çallştınnası, sinirlerinin yorulması karşısında, top-
luma zarar vermeyecek sınırlar içerisinde düzeninin,
ferdin arzularını karşılaması, ve eğilimlerine razı olmas;ı
adaletin gereğidir. Adalet ise İslamın en büyük kuralı­
dır. Sosyal Adalet, her zamari. ferdin yararıyla çakışa­
maz. Orta bir yol izlemek ve hayatta bütün şekilleriyle
bir sosyal adalet gerçekleştirmek, istiyorsak sosyal adale-
tin ferdin hakkı olduğu kadar, toplumun ela hakkı ol-
duğunu kabul etnıek,zorundayız.
Bütün bunlardan başlta., ta.bil ve makfü isteklerin
yokedilmesinin toplum veya f erd için hayırlı bir şey ol-
duğuna hiçbir kimse inanamaz. Fıtratı kötü anlamak,
onun hakkında. olumsuz düşünmek, adalet karşısına tek
bir yol çıkartır. O da: İnsanın tabii ve makü.l isteklerini
yok etmek ve onlar karŞısında durmak. Nitekim gerçeği
olduğu gibi kabul etmeyen ütopik bir takım teoriler, bu
istekleri, birkaç nesil sonra düzenleme ve yasanıalarla
Yok etmenin mümkün olduğunu var sayarlar. İsl~ ise
fıtrat hakkında böyle kötü düşünmez; derin gerçekleri
tümüyle bilmezlikten gelerek yapısını hayal üzerine kur-
ma.ya ç~lışma.z.
Denilebilir ki: İnsanlığa. saygı, insanlığın tabiatının
detlnliğine bakmamızı, fıtratının asaletini kökten kav-
ramanıll. gerektirmektedir. O zaman fıtrata yön verm~k
ve onu düzenlemek konusunda daha akıllıca, daha tedbir-
li ve daha. dikkatli hareket etmiş olacağız. İnsanlığın
yaşadığı milyonlarca. yılın tecrübeleri bir kenara itilerek
ve bunlar boş kabul edilerek, insanların eğilim, fıtrat ve
yaşa.yışı için bir takım teoriler geliştirip bunları zorla
uygulamaya. kalkışmak, doğru olamaz.

lt>S
· Miras alma ve miras bırakma hakkına gelince, bu.;.
nun nedeni ile ilgili açıklamalar, «Sosyal TekAfül (Daya-
nışma)» bölümünde geçmiş idi.. Bu ise burada kendi-
sinden söz etmiş olduğumuz fıtrat doğrultusundadır. Ni-
tekim bu hak, en yüce seviyesinde adalete ve insanoğul­
Iarının nesilleri arasında engeller koymayan kapsamı~
bir bakışın sınırlan içerisinde yer alan toplum masla-
hatına da paraleldir. üstelik bu hak, ileride geleceği gibi,
servet dağıtmak için ~e bir yoldur.

Ferdi Mülkiyetin Tabiatı:

İslam, ferdi mülkiyet hakkını kapitalizm gibi, kayıt;.


sız şartsız ve sınırsız olarak kabul etmiyor. İslam bu hak-
kı tanırken ,onunla birlikte bir takım esaslar daha orta-
ya koyar. Böylece bu hak, sahibi bulunan ferdin masla-
hatını gerçekleştirdiği gibi, aynı şekilde ve oranda top-
lumun da maslahatını gerçekleştirmek için bir araç ha-
line gelir. tsla.m bu hakkımeşııl' kabul ederken, onun
için bir takım sınırlş,r ve kayıtlar da koymaktadır. Bun-
larla ferde malı çoğaltmak, harcamak ve tedavülü ile il-
gili belirli yollar gösterir ... Toplumun maslahatı bütün
bunların arkasında gizlidir. Bizzat ferdin maslahatı da
öyle. Bütün bunlar, İslamın hayatı üzerine kurduğu ccah-
laki hedefler>~in sınırlan içerisinde gerçekleşir.
Ferdi mülkiyet hakkı ile birlikte İslamın belirlediği
ilk esas: _İnsanın bu mal üzerinde toplumun bir vekili
olduğudur. Onun malı elinde bulundurması mülkten çok,
bir görevdir. Bütün olarak mal, toplumun bir hakkıdır;
toplum da, kendisinden başka malik bulunmayan Allah'-
ın halifesidir. Ferdi mülkiyet, AlJah?ın, üzerinde insan
cinsini halife tayin ettiği bu genel mülkten belirli bir

169
şeyi ele geçirmek için ferd tarafından gereken çabanın
harcanmasından ortaya çıkar.
Kur'an-ı
Kerim'de buyurulmaktadır ki:
«Allah'a ve Resulüne iman edin ve sizleri üzerine
halife (vekil) kıldığı (mal)dan harcayın.» (el-Hadid:
7).
Anladığımız manayı çı.kaımak için bu Ayetin her-
hangi bir şekilde yorumlanmaya ihtiyacı yoktur. Al'lladı­
ğımız şu: İnsanla.İ-ın elindeki mal, Allah'ın malıdır, on-
lar bu mal üzerinde halife (vekil) tayin edilmişlerdir,
malın asli sahipleri değildirler. Başka bir ayette millm-
teb köleler. hakkında şöyle buyurulm.aktadır:
«... Ve onlara Allah'ın size vermiş olduğu maldan
verin.» (en-Nur: 33).
Onlar bu mükateblere keridi mallarından değil, ara-
cı oldukları Allah'ın malından vermektedirler.

Ferdi mülkiyetin, bir tasarruf ve intifa mülkiyeti


olduğuna dair daha açık bir durum vardır. Bilindiği gibi,
tasarruf ve intifa hakkı olmadan ayni mülkiyetin her-
hangi bir değeri yoktur. Bunun kalıcılığının şartı ise
cıtasarruf selAbiyeti»ne sahip olmaktır. Eğer tasarruf be-
yinsizce (sefilce )olursa, tasarruf hakkı mal sahibinin
velisinin veya toplumun olur:
ccAllah'ın sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere
'(sefillere) vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, bun-
lardan giydirin, onlara güzel söyleyin.» (en-Nisa: 5).
. Tasarruf hakkı, rüşdün varlığına ve görevi güzel-
ce yerine getirmeye bağlıdır. Eğer mal sahibi bu ikisine
sahip değilse, mülk edinmenin tabii sonuçlan kalkar.
Bunlar ise tasarruf ile ilgili haklardır. Bu esası, «Varisi
bulunmayanın varisi imamdır.» kuralı da pekiştirmek~
tedir. O, bir kişinin üzerine görevlendirildiği, topluma

170
ait maldır. Onun sonu kesilince (vfuoisi kalmayınca)
mal, ilk kaynağına geri döner.
Malın yaygınlığını kast etmek gayesiyle bu esası
ifade ediyor değilim. Çünkü ferdi mülkiyet hakkı İslam
düzeninin asıl ve apaçık olan bir esasıdır. Benim 'bunu
ifade etmem.in nedeni ferdi mülkiyetin tabiatının gerç~
ğini ortaya koyan ince bir mıanayı taşıması, İslamın ma-
la bakışının bu genel esasla kayıtlı bulunması ve onun
lqıpitalizmdeki f eroi mülkiyet teorisinden bütünüyle ayn
olmasıdır. Daha açık bir ifade ile: Ferdin, elinde bulu-
nan ve aslında toplumun mülkü olan malın üzerinde bir
görevli olduğunu şuuruna varması, onu kendisini,. dü-
zenin, omuzlarına yükleyeceği görevleri ve tasarrufları­
nı sınırlayacak kayıtlan kolaylıkla kabul edecek seviye-
ye çıkartır. Diğer taraftan, toplumun bu mal üzerinde
köklü bir hakkının bulunduğu şuuruna varması -daha
önce değinmiş olduğum~ İslami düzenin kurallanna ay-
kırı düşmeksizin- onu, ferde bir takım görevler yiilde-
mek, bir takım sınırlamalar getirmek konusunda daha
cesur kılar.
Mal mülkiyeti hakkında İslAmın kabul ettiği diğer
bir esas da: Malın belirli ellerin tekelinde kalıp, onlar
arasında dönüp d()laşmasmı ve başkalarının ise mahru-
miyet içinde bulunmasını hoş görmemesidir.
«.•. Ta ki (o mal) sizden zengin olanlar arasında
dönüp dolaşan bir devlet olmasın diye: .. » (el-Haşr: 7).
Bunun anlamı, bir miktar malın zenginlerden alına­
rak fiilen fakirlere mülk olarak verilmesidir. Bu nassın
bir hikayesi vardır ki İslamın bu genel esasını anlamak-
. ta bizim için faydalıdır:
Muhacirler, Mekke'den . Medine'ye Resulullah (S.A.
V.) ile birlikte hicret etti ... Fakirlerin birlikte götüre<:ek-

171
leri :mallan yoktu. Zenginler ise mallannı geride bırak;..
mışlardı. Böylece onlar da fakir durumuna düşı;nüşlerdi. ·
Ens~r ise büyük bir cömertlik göstermiş, insan ruhunda
gizli bulunan fıtri cimrilik duygusunun üzerine yüksel-
mişti. Sahip oldukları her şeyde muhacirleri kendi kar-
deşleıi kabul ettiler, onlarla paylaştıiar. Kendilerine ait
en özel şeylerde bile bunu büyük bit gönül hoşluğuyla. ve
cöm.e·rtlikle ·yaptılar:
« ... Onlar, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler.
Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç
(meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakirlik (ve ihtiyaç)
bulunsa bile (onları) öz canlarından üstün tutarlar.»
(el-Haşr: 9).
Bu ha.l.leriyle onlar, inancın ruhlarda. nasıl bir dev-
rim yapabileceğine dair parlak bir örnek oldular, zorun-
lulukların baskısından kurtularak en yüce arzulara var-
manın güzel bir örneğini verdiler.
Fakat Medine'nin zenginleri ile· muhacirlerin fakir-
lert arasındaki mesafe genişliğini koruyordu. Peygamber
(S.A.V.) de Ensar'ın cöme·rtliğini görüyor, fakat onlar-
dan yaptıkları infaktan fazlasını istemiyor, sahip olduk-
ları her şeyi muha.cirlerle kardeşçe bölüşüp dururken,
mallarının bir kısmını muhacirlere devretmeleri teklifi-
m Ensar'.a yapmayı uygun görmüyordu... Bu durum
fiilen savaşın cereyan etmediği, sulh ile Hz. Peygambere
teslim olan «B.en1 Nadir» vak'a.sına kadar böylece devam
etti. Beni Nadir'in fey'inin tümü, -fiilen savaJi olan di-
ğe·r vak'alara aykin olarak_. Allah'a ve Resulüne aitti.
Fillen savaş olan vak'alarda ganimetlerin beşte dördü
gazilere, beşte ·.biri ise Allah'a ve Resulüne ait idi. İşte
bu vak'a sırasında Resulullah (S.A.V.) müslüman toplu-
muna mali mülkiyet konusunda bir denge getirmek is-
tedi. Bunuh için, fey'in muhacirlere tahsis edilmesini

172
. eımıteden vahyin hikmeti içerisinde görülebilecek ensar-
dan fakir iki kişi dı.şında, Beni Nadir'd~ gelen fey'in tü~
münü muhacirlere dağıttı. · ·
Bu vak'a hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyu-
rulınaktadır:
<ıAllah'ın (fethedilen diğer küffar) memleket~er(i)
ehalisinden peygamberine verdiği fey, Allah'a, Peygam-
berine, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta
ki (bu mallar) içinizden (ya1nız) zenginler arasında do-
laşan bir devlet olma;.•un. Peygaµıber size ne verdiyse
onu alın, size ne yasak ettiyse ondan sakının. Allah'tan
korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. (Bilhas.sa o şey)
hictet eden fakirlere aittir ki anlar Allah'd.an bir faz! (ü
inayet) ve hoşnutluk ararlar ve Allah'a ve Peygamberine
(mallariyle, canlariyle) yardım ederlerken yurtlanndan
ve mallarından (mahrum edilerek) çıkanhmşlardır. işte
bllnıar sMıkların ta kendileridir.» (el-Haşr: 7-8).
Resulullah (S.A.V.) in bu tasarrufunun delaleti ve
Kur'an'ı Kerim'de bu tasarrufa. dair işaret, gizli değil­
dir, herhangi bir açıklamaya da gerek bırakmıyor. Bu
açık ve İslami olan bir esası belirtiyor. Bu esas da: Top-
lumun bir azınlığının elinde servetin teke11eşrnes.inin hoş
görülmemesi ve fakirlere bir miktar malın mülk olarak
verilmesi yoluyla böyle bir durumun düzeltilme.sidir. Ki
toplumda bir çeşit denge varolabilsin ve «ınallal' yal-
nızca zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet» ol-
ımasm. Çünkü bir tarafta servetin tekelleşmesi, diğer
taraftan da büyümesi - kışkırttığı kin ve nefretlerin
de. üzerinde - büyük bir fesadın kaynağıdır. · Taşkın
bir servet, vücuttaki fazla enerji gibidir, onu bir yere
kanalize etmek kaçınılmazdır. Böyle bir kanalizenin te.
miz ve güvenilir bir şekilde olması her zaman için ga..
rantı edilemez. Bazan ruhu fesada uğratan, bedeni yok

173
eden bir lÜks hAiini, hazan da gerçekleştirilen şehvetlel'l
halini alınası kaçınılmazdır.

Bu şehvetler, ıiiaıa ihtiyacı bulunan başka bir ke.


simin, mal sahiplerinin şehvetlerini karşılamaları, mı.­
lann gurur ve kibirlerini okşamak için ırzlarını satıııaj­
Ian, ya yaltaklanınalan veya kişiliklerini yok etmeleri
S'Uil'etiyle yerlerine gelirler. Büyük servet sahibini, ta,.
. şan servetini harcayacak yer aramaktan başka bir şey
ilgilendirmez. AhlAksızlık ve buna bağlı içki, kumar,
köle ve kadın ticareti, insafsızlık, şerefsizlik... gibi
şeyler,. servetin bir yerde toplanmasından, başkalarını
ondan mahrum edip bir tarafta tekelleşmesinden ve
bunun sonunda toplumdaki dengenin ortadan kalkma-
sından başka bir şeyin sonucu değildir.,

Bu, ruhlarda birikecek olan kinle;r ve harcayacak:


birşey bulama.yan yoksulların aşın servet sahiplerine kar-
şı besledikleri kötü duyguların dışındadır. Bu yoksullar
ya kin besleyecekl~, ya da ruhları alçaldıkça alçalacaık,
kıeındi değerleri :kendi gözlerinde alabildiğine düşecektir.
Bunun sonucunda. :malın ve servetin görünümü karşısın­
da şerefleri kendi gözlerinde düşecek hakir ve küçülmüş
insan parçacıkları oluverecekler ve makam sahiplerini
razı etmekten başka bir endişes.i olmayan zavallılara,
dönüşeceklerdir.

. . . İşte kapitalist düzende de olan budur ...


İslam manevi değerleri alabildiğine yükseltmekle
birlikte, iktisadi değerlerin etkilerinden de gafil kalmaz.
İnsanları yecyüzünün zaruretlerinin üstüne çıkartmışsa
da, onlara beşeri güçlerinden fazlasını yüklemez. Bu ne-
denle, malın yalnızca zenginler arasında dönüp dolaş­
masını hoş karşılamamış ve bunu Mali Siyaset Teorisi.
nin temellerinden biri olarak kabul etmiştir. Malın bir

174
kısmının fakirlere geri verilmesini vacip kılnıı.ştır. Ta
ki,_bu, onların malik olacaklan ve kişisel şereflerini ga-
rantileyen bir rızık kapısı olsun, onları yöneticilerden
kaynaklanan münkeri değiştirmek konusunda bu dinin
emanetinin yerine getirebilecek güçte tutsun.
Diğer taraftan bir çeşit mallar vardır ki, bunlann
kişilere tahsis edilmesi caiz değildir. Resulullah (S.A.V.)
bunların üçünü saymıştır; Su, ot ve ateş: «İ~ar uç
şeyde ortaktırlar: Suda, otta ve ateşte.» (5) Bunlar
Arap toplumunda, toplum hayatı için zorunlu olan: ge-
nel gelirler ve irtifaklar olmak özelliklerine sahip bu..:
lunduklan için bu şekilde ele alınmışlardır. Bu nedenle
bunlardan yararlanmak, bütün toplum için yaygın ve ge--
nel ortaklık esasına göre olacaktır. Toplum hayatı için
zorunlu olan şeyler ortamdan ortama ve asırdan asım
değişir. Kıyas ile de -ki kıyas İslam'da Teşri esaslan ara•
sındadır- onların hükmünde olan şeyler hakkında aynı
şeyleri -söyleyebiliriz. Ancak bunların İslam düzeninin
temel kurallarını sarsmaması ve fertleri türiı mülkiyet-
lerinden sıyınp devletin yanında birer işçi haline düşür­
memesi gerekir. Çünkü bu durumda devlet, zengin fert-
lerin mülkle yaptıklarından ·ziyade kişileri köleleştirir.
Nedeni ise bu takdirde devletin egemenlik gücüne bir de
mal gücünü eklemesidir.
Diğer tarafta malın belirli bir kısmı, toplumdaki
bazı muhtaçların hakkıdır. Bu ise «zek:at» şekliru:le farz
kıJ.ınnınş şeydir:
ccO kimseler ki mallannda belirli bir hak vardır:
Dilenene ve yoksula.)) (el-Mearic: 24-25).
Bu mal, zekatı verenlerin mülkiyetinden çıkıyor,
zekAta hak kazananların ··mülkiyetine geçiyor: «Sada-

(5) Mesabiıh'üs-Sünne'de Hasen hadisler arasında ııkredilmlştlr.

175
kalar ancak fakirlerindir, miskinlerindir ...» Bu, öyle bir '
haktır ki, bu hakkı toplum adına devlet almakta ve be-
lirli diğer fertlere dağıtmaktadır. Bu durumda toplu-
mun görevi ferdi mülkiyeti bir yerden bir yere, bir el-
den başka bir ele taşımaktır.
İslam'da. ferdi mülkiyetin tabiatı ile ilgili söylene-
ceklerin özet,i şudut: Asıl olan, nial bütünüyle toplumun·
dur. Ferdi mülkiyet, bir takım şart ve kayıtlan olan
bir görevdir. Bazı mallar yaygındır, kimsenin onlan mülk
edinme hakkı yoktur, herkes onlardan «Ortaklık» esasına
göre yararlanır. Malın bir kısmı, toplum tarafından için-
deki belirli gıupların bu mala, hem kendilerinin, hem ele
kendileriyle birlikte toplumun halini düzeltmek için ih-
tiyaçları vardır.

Ferdi Mülkiyetin Yolları:

İslfun, mülkiyetin tabiatı ile ilgili olan bu bakışın­


dan mantıki bir takım sonuçlara ulaşır. Bu nedenle mül-
kiyet için toplum maslahatının ve gerçekte toplum mas,.
lahatı içinde bulunan, hiçbir zaman da ondan ayrılma­
yan ferdin ma.slalıatının dışına çıkmayacak şekilde, mülk
edinmek için bir takım şartlar koyar.
İslam ilk olarak Şariin müsaadesf olmadan mülk
edinİnenin olmayacağı· prensihlni ortaya koyar.
«Şari' (kanun koyucu)» gerçekte, şer'i delile mü-
saade etmesi dolayısıyla insana mülkü verendir. Bu ne-
denle bazı tariflerde şöyle denilmiştir:
«Mülk, aynda veya nienfaatta takdir edilmiş şer'i
bir hükÜmdür. Bu' hüküm, kendisine mülk izafe edilen
(malik) in o şey (mülk) den faydalanmasım ve onun
karşılığını almasını ge.rektirir.»

176
«Bu anlam -ki mülkiyetin, ancak ŞAri' tarafından
tesbit edilmesiyle sözkonusu olacağıdır- üzerinde bü-
tün İslam Fakihleri ittifak halindedir. Çünkü bütün hak-
lar -mülkiyet hakkı da bunlardan biridir- ancak Şari'­
nin tanıması ve onların sebeplerini belirlemesiyle sabit
olur. Hak, eşyanın tabiatından doğan bir şey değildir.
Fakat bu, Şari'nin izninden doğan bir şeydir.» (6)
İslimın •miilldyet hakkı» ile ·ilgili namriyesinin
açıklanmasında bu hükmün büyük bir değeri vardır.
Mülkiyet: Toplum içindeki ferde özel bir şeyin Ş!­
ri tarafından mülk olarak verilme&dir. Böyle bir temlik
olmadan kişi mülk edinmesini gerçekleştiremez. Çün-
kü asıl olan: «Mal Allah'm malıdır. insan oğullan ise
onun üzerine halife (vekil) t8.yin. edilmiştir. özel ola.
hık her iznin şAıi tarafından, hakllaıten veya hükmen
çılanası gerekir.» kaidesidir.
İslam'da mülk edinme hakkına sahip olabilmek
için bütün çeşit ve türleriyle «çalışma» biricik yoldur.
Bu ise çalışma ile karşılık arasında bir «adalet»ln (den-
ı genin) varlığı demektir. Bunu açıklamak için diyoruz
ki: İslam'ın mülk edinmek için meşru' kabul ettiği yol-
lar şunlardır:

1 - Avcılık:

Mülk edinme yollan arasında insanlık haya.tında en


ilkel yoldur. Bununla birlikte yükselmiş ve uygarlaşmış
ortamlarda da, mal elde edebilmek için bir yol olmakta
devam etmektedir. Balık, inci, mercan ve benzeri avcı­
lıklar devletler ve ferdler için büyük ve önemli gelirlerdir.

{6) Ka"11re Oolversltesf Huktıık Felcfjltesl, lsflm ŞertatJ Profesörü M.


EbO ZeıhrA, MOlkiyet ve lslam Şeriatında Akld Nezarlyesf.

lslfrm'da Sosyal Adalet -12 177


Aynca kuş ve hayvan avcılığı da hem eğlence, hem de
tiCa.ret için yapılmaktadır. ·

2 - İhya Yollarından Herhangi Birisi Re Maliki


Bulunmayan: Mevat (ölü) Arazinin İhydşı :

Kişi böyle bir araziye el koyduktan itibaren üç yıl


içerisinde ihyft. etmek zorundadır. Aksi takdirde o arazi
üzerindeki mülkiyet hakkı . düşer. Çünkü gaye, ondan
faydalanmayı sağlamak suretiyle kamu maslahatını ger-
çekleştirmek için ölü arazinin ihyft.sıdır. o araziyi ihya'
etmek için el koyanın bu işe gücü yetip yetmediğinin
anlaşılması için ise . üç yıl, yeterli bir zamandır. Eğer
ihya edemiyeceği anlaşılırsa bu sefer m!liki bulunmayan
ölü arazi, belirli bir kimsenin el koyması sözkonusu ol-
maksızın tekrar toplumun malı olur.

«Boş ve sahipsiz arazi Allah'ın ve Resulünündür.


Sonra da sizindir. Kim ölü bir araziyi ihya ederse o,
onun olur. Üç seneden sonra muhtecir (taş koyarak öl~
araziyi sınırlandırıp, orayı ihya etmek istediğini belirt- .
mek isteyen)lıı herhangi bir hakkı yoktur.» (7).
İslam kanunu burada da Fransız hukukundan kay-
naklanan vaz'i kanundan daha adil ve tutarlıdır. Fran-
sız hukukundan kaynaklanan bu kanuna göre: Arazi-
nin, el koyanın mülkü olabilmesi için, onbeş senelik bir
süre boyunca araziyi elinde tutması gerekir. Bu süre lçe-·
risinde veya daha sonra bu araziyi ihya etmesi ile ölü
olarak bırakması durumu değiştirmez. Burada «mülkiyet
haklrn>nın kabul edilmesinin bir anlamı yoktur, itibar

(7) EM Yusuıf, Kltab'ül-Harac'ta, Leys'den, o. da TavOs'tan rivayet et·


mlştlr.

178
sadece «olan»adır. Bu açıdan İslAm ile .ilgili .bu kanun
arasındaki fark çok büyüktür.

3 - Yerin, Altındaki Madenlerin (Riliz') Çıkartıl-


ması:

Bu yolla çıkartılan madenin beşte dördü, çıkarta­


nın mülkü olur. Beşte biri de zekattır. Bu durumda, ccri-
kAz»ın mübah olınası. ve kişi tarafından emekle çıkartıl­
ması gereklidir. Bu konuda §lllllW belirtilmesi kaçınıl­
mazdır: Bu hükmün teşri' edildiği zamana kadar, çıkar­
tılan «rikazıı, altın ve gümüş gibi kullanılmaları az olari
madenlerden ibaret bulunuyordu. Bunlar ise, petrol, k.ö-
mür ve demir· gibi tüm toplumun gerek duyduğu şeyler­
den değildir. Acaba petrol, kömür, demir ve bunlar gibi
madenler, ,toplumun malı olarak kabul edilen su, ot ve
ateş gibi mi mütalaa edilmeli, yoksa İslam'ın ilk dönem-
lerinde bilinen· «rıkaz» gibi mi kabul edilmeli? Biz bu
konuda Malikilerin, bu tür madenleri kamu mülkü ola-
rak kabul eden ve bunlann bullınduğu arazi sahibine
mülkiyetlerinin intikal etmesini reddeden görüşlerine ta-
raftarız. Çünkü onlara göre, kişinin araziye malik .ol-
ması, onun altında bulunan şeylere de malik olması an-
lamında değildir. Açıktır ki, normal olarak arazi bu gibi
şeyler için mülk olarak alınmıyor.

4 - Ham haliyle herhangi bir faydayı sağlamak­


tan uzak olan bir maddeyi işlemek veya daha büyük bir
fayda sağlayacak şekilde onu güzelleştirmek... Bu gibi
bir işlemde bütün türleriyle emeğin değeri apaçıktır.

5- Ticaret:
Çeşitli aşamalar, ticaret kapsamı içerisindedir. Bir
veya birçok kişi bir arada ticaret yapabilirler. Fakat ti- .

179
caret son t.ahlilde ham veya işlenmiş bulunan şeylerin,
onlarl& fayda sağlayacak şekilde el değişti,nnesidir.

6- Başkasmm Yanında 'Ücretle Çalışmak:

İslam böyle bir çalışmaya saygı duyar ve onu alaı­


bildiğine 'büyük görür. Böyle bir çalışmanın ücretinin
hemen, tam ve eksiksiz verilmesine davet eder. Kur'an-ı
· Kerim- çalışmayı teşvik eder, onu dikkat edilecek bir şey
ve hüküm vermeye neden· olacak bir durum olarak ~
ğerlend.irlr:
«Ve de ki: Amel ediniz, (çalışınız) Allah da, Resulü
de; mü'minler de sizin amelinizi göreceklerdir.» (et-Tev-
be: 105).
Bunda, çalışmanın yüceltilmesi bulunduğu gibi, ya-
pılan iş güzel ve itinalı bir şekilde yapmak için bir teş­
viık.
de vardır. Böylece amel (çalışma), dikkat edilecek
ve gözönünde bulundurulacak bir şey olarak karşımıza
çıkıyor. Başka. bir yerde de Kur'8ın-ı Kerim, çalışmayı
ve çalışmak. için yeryüzünde gidip gelmeyi teşvik etmek-
tedir:
« .•• O halde o (yeryüzü)nün omuzlarında. yürüyün.
(Allah'ın) rızkından yiyin.» (el-Mülk: 15).
Çalışmanın kutsallığı ile ilgili Resulullah'ın hadis-
leri de pek çoktur:
ccAllah sanat sahibi mü'min kulunu sever.» (8)
«Sizden hiçbiriniz kendi el emeğinden daha hayırlı
bir şey yememiştir.» (9).
Çalışmaya. dair bu görüşünden hareketle İslam, ça-
lışanın ücret hakkına saygı duyar. İslam ilk olarak üc-
retin ödenmesini telkin eder, bu konuda haksızlık eden-

(8) Kumf>i'nln tefsirinde Z'ikrettiğ1 bir hadisten.


(9) Buhart.

180
lert ise Allahı'n sava.ş açması ve düşmanlık· etmesi ile
korkutur. Resulullah (8.) buyurdu ki:
«Allah (C.C.) şöyle buyurdu: Ben, Kıyamet Günün-
de üç kişinin hasmıyım: (1) Adıma söz verip cayanın,
(2) hür bir adamı (köle diye) satıp değerini yiyenin ve
(3) ücretli bir kişi tutup ona işini yaptırdığı halde üc-
retini vermeyenin.» (10).
Bu üç günahın bir arada 8.nılınasının ve üçüne de
aynı cezanın öngörülmesd.nin özel bir anlamı vardır. İlk
günah, Allah'ın zimmetine ih8.nettir, ikincisi hür bir
k1msen1n insanlığını heder etme cinayetidir, üçüncüsü
işçinin alın terini yemektir. Bu ise hür bir kimsenin
değerini yemekle insanlığa yapılan bir zulüm ve Allah
adına yemin ettikten sonra, yaratanın zimmetine aldırış
etmeyip ahde hiya.n.et etmek gibidir. Bunların her birini
işleyenine, Allah tarafından savaş açılmasını ve husumet
edilmesini gerektirir. Çünkü bunlar çok kötü işlerdir ve
gadr (hiyanet) anlamı bunlarda açıkça görülmektedir.
İslam, ikinci olarak ücretin erken ödenme8ini iste-
mektedir. Ücretin tam olarak ödenmesi yeterli değildir,
onun h,emen. ödenmesi de kaçınılmazdır. Yüce Peyganı:­
ber (S.) şöyle buyurmaktadır:
«İşçiye teri kurumadan ücretini veriniz.» (11)
tsHmı bununla., ruhi bir durumu. ve işçinin günlük
haya.tında bir ihtiyacının ola.bileceğini gözönÜnd.e bu-
luındurmuştur..Ruhi duruma gelince: ·İşçi böylece gere-
ken titizliği gösterecek ve önem verecektir. 'Ücretin he-
men ödenmesi böyle bir anlam taşımaktadır. İşçi eme-
ğinin değerlendirildiğinin, toplumda belirli bir yerinin
olduğunun şuuruna bununla varır. Günlük hayatında.ki

(10) Butıari.
(11) M~ih'Os.SOnne'de, sahih hadisler ar.-sında. zlkf'edllm~lr.

181
ihtiyaca gelince: Çoğunlukla işçi hem kendi ihtiyaçlarını
hem de çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını ka:rşüamak için,
ücretine bir an önce ihtiyaç duyal:>il,ir ve ücretinin geç
ödenmesi onu rahatsız edebilir, kendisince en uygun bir
zamanda-emeğinin ve alın terinin ürününden mahrum
bırakılabilir. İs.lam gücü yeten herkesin, bütün gücüyle,
nzası ile ve yeterli bir ücretle çalışmasına büyük önem
verir.
İslam, işçiden hakkına göSterilecek bu titizliğin kar-
şılığında, yapacağı işi güzel ve dikkatli yapmasını ister.
Çünkü İslam'da her bir hak karşılığında bir görev vardır.
Bu ise çalışma ile karşılığı arasında bir denge kurmak
açısından tabii bir şeydir. Aynı şekilde. bu, İslam'ın ha-
yatın temeli olarak görmek istediği ahlak açısından da
böyledir. iş yaparken aldatma ve ihmal göstermek, ruhi
bir bozukluğun ve vicdani bir uyuşiıkluğun delilidir. Bun-
lara alışmak, kişinin ruhunu bozar, vicdanını bomboş
kılar. Ve bütün bunlar da, işi iyi yapmamanın bütün
, toplumun yararlarına zarar vermesinden ve çalkantıya
neden olmasından ayrıdır.
Burada işçinin ücretinin ne kadar olacağına dair
geniş açıklamalara girmeyec~k ve ücret hangi esaslara
göre belirlenmelidir, pu esas malın üretiminde emek har-
canan süre mi olmalıdır, yoksa Marksizmfıı söylediği gibi
ccsosyal süre» mi olmalıdır, gibi sorulara cevap arama-
. yacağız. BUnlar geni,ş açıkİamalar gerektiren konulardır.
Buruardan, «İslam İktisadn>nı ele alan araştırmalarda
söz edilmelidir.

7 - Savaş:

seıeb'e malik olmak savaşın bir sonucu olur. Seleb


ise, müslüman bir kimsenin öldürdüğü müşrik üzerinde
bulunan· her şeydir:.
«Kim (savaşta) . birisini öldürürse ve onu öldürdü-
ğüne dair bir delili varsa onun selebi, öldürenin olur.»
(12).
· . Ganimetten düşen payın sahibi olmak da savaşın
sonuçlan arasındadır. Ganimetin beşte dördü mücahid-
leriıy, beşte biri ise Allah'ın ·ve Resulüniliıdür. .
\ cc... Ve bilin ki ganimet olarak aldığınıZ herhangi
bir şeyiın ·mutlaka beşte biri Allah'm, ·Resulünün, hısım­
ların, yetimlerin; yoksulların, yolcunun.dur... » (el-En-
fal:. 41).

s - lkta':
. Devlet Başkanı, v:arisi bulunmayan müşriklerden
müslümanların Beyt'fü-Mal'ine intikal eden sahipsiz ara-
. zinin bir. kısmını bazı kimselere ikta' yoluyla· verebilir
veya sahibi bulunmayan ölü araziden de aynı yolla v~re­
bilir. Bu da mülk edinme yollarındandır. Nitekim Resu-
lullah (S.A.V.), Ebu Bekr ve Hz. ömer'e bir toprak par-
çasını iktll' yoluyla vermiştir. Hz. Peygamber'den sonra
gelenhalifeler de, gözle görülür bir gayret ve İslam'a ya-
pılaın bir hizmet dolayısıyla arazi ikta' etmişlerdir. An-
cak ikta' hem dar sınırlar çerçevesinde, hem de sahibi
bulunmayan ve ölü araziden yapılmıştır.
.Beni ·ünıeyye (Emeviler) b~a geçtiklerinde ise,
insanların mallarını talan ettiler ve araziyi kendi ya-
kinlarına ikta' ·ettiler; Bu ,nedenle onlar zalim melikler
idiler. İleride de gelec~ği gibi Raşid Ha.life değildiler.

9 --... Yaşamak İçin Mala Muhtaç Olmak :


'tslam zekat mallarının belirli şekillerde hareanması­
m teşri etmiştir:

(12) Buh~ri. Müslim, . TlrmlzT ve N.esAT.


((Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, mis-
kinlere (sadakalar) ü.zeıine memur olanlara, kalpleri
(müslümanlığa) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borç-
lulara, Allah yolunda (harcamaya) ve yolda kalanlara
mahsustur.» (et-Tevbe: 60).
insanın bu tür kimselerden olması, onu zekA.t malla-
rından bir paya malik olma hakkına sahip kılar. Burada
ihtiyaç, İsllm'ın üstün tuttuğµ, mülk edinmek için ilk
ve son sebep olarak kabul ettiği çalışnuinın yerini zorun.:.
lu olarak almıştır.

10 - ·Akli veya bedeni bir güç harcamak suretiy-


le ortaya Çıkan, devamlı değişebilen çeşitli şekilleriyle
çalışmak:

İşte bunlar İslam'ın mülk edinmek için sebep kabul


ettiği hususlardır.Bunun dışında kalan şeyleri ise İslam
reddeder ve meşrO.' bir neden olarak kabul etmez. Gasp,.
yağma, hırsızlık, ya.nkesicllik, elkoymak, mülk edinmeye
neden olamazlar. Kumar oıyna.mak. da böyledir, çünkü
haramdır: .
«Muhakkak şarap, kumar, (tapınmağa mahsus) di-
kili taşlar fal oklan ancak .şeytanın amelinden (birer}
· murdardır. Onun için bun (lar) dan kaçının ki felah bu-
lasınız.» (el-Maide: 90)
Haram bir yolla gelen mal da haramdır. Çünkü ku-
mar bir çalı.şme. (işi), değildir, para sızdırmaktır. itst;e.
lik kumar, tsıA.m'ın insanlar arasında sevgi, yardımlaş•
nıa ve kardeşlik ruhunu yetleştinnek isteyen programıy­
la çatışmakta ve oynayanlar arasında düşman~ ve kini
yerleştirmektedir:
«Şeytan, şara.b ve kumar ile ancak anınııza düşman­
lık ve kin! yerleştirmek ve ·sizi Allah'ı anmaktan ve na,.
maz-kı.InıaktAın alıkoymak iSter.». (eI:.Mafde: 91).

184
İslA.ın'ın müik edinmek için sebep olarak kabul et-
tiği -yukarıda saydığımız- bu hususların hikmeti açık­
tır. Çünkü hepsi de bir çaba, bir emek harcamaya daya-
lıdır. Çalışmanın ise karşılığı vardır: Çalışma hayatın
direklerindendir, çalışma ile yecyüzü mmr edilir, toplu-
ma\taydalı olunur, nefiS arındırılır, vicdan temizlenir ve
vücuda. sıhhat kaıandırılır. Çalışma gibi ruhu a.rındıra- ·
cak, vücudu 'güçlendirecek insan yapısını gevşeklik, tem-
bellik ve zayıflık etkenlerinden koruyacak, hiçbir şey
yoktur.
ÇeşiW şekilleriyle çalı~ak, mülk edinmenin sebebi
olduğuna göre, açıklamış oJduğumuz sınırlar içerisinde
ferdi mülkiyet hakkının kabul edilmesfınden hiçbir kim-
se zarar görmez. Bllfild.s bu hak meşru sınırlar içinde hiç-
bir kimseye zarar vermeyecek durumda olduğu sürece,
birşeylere sahip olma arzusunu tatmin etmek için bütün
gücünü harcamak üzere ferdi teşvik eden bir etken olur.
Eğer kişi bu sınırlann dışına çıkacak olursa, Adil olan onu
tekrar bu sınırlar içerisine sokmaktır, onu çalışmaktan
alıkoymak, oturanlarla, tembellerle, zayıf kabiliyetlerle
eşit tutmak ve kötü kullanma yoluna gidebilir diye onu
mülk edinmekten alıkoymak değildir. Kötü kullanmanın
da bir tedavisi vardır. Gereken ölçüde ona. müdahalede
bulunmakla, kişiyi bu tür kullanmaktan alıkoymak
mümkün olur.
İ.slAm'ın mal mülkiyeti ile ilgili tezini gözönünde
bulunduracak olursak, onun bu mülkiyetin aktarılması
şekline müdahale ettiğinl :ve bu konuda mutlak bir hür.;
rlyet tanımadığını göreceğiz. Bunu miras düzeninde, va-
siyet, satış ve diğer alddlerde açıkça görebiliriz. Hibe ve
Jıedlyeye gelince, her türlü kayıttan uzak tutulmuş
olan tasamıflar yalnız bunlardır. Bu konuda mal sahibi-
ne bir hfilTiyet tanınmıştır. Mal sahibi hayatta kaldığı
sürece malından dilediği gibi' hibe yapabilir, hediye vere-

185
bilir. çünkü. bu ikisinin de insanın içinde varolan bir
kaydı va.rdır.Bu kayıt §Udur: Mal sahibi' normal olarak
ancak malının bazısını hibe eder ve hediye verir. Bun-
dan -vasiyette olduğu gibi- herhangi bir mirasçıya za-
rar gelmez. Mal sahibi eğer savurganlık ederse, tasarruf
şekli kötü olmuş olur ve hacz altıda alınır, yani mülki-
yetindeki tasarruf hakkı ondan alınır.
Kişinin malı üzerindeki tasarruf yetkisi ölümie son
bulunca, mal kendisinden sonra geriye kalan varislerine
veya kendilerine vasiyette bulunduğu kimselere geçer.
·Bu geçiş, konulmuş hikmetli ve makul gerekçeleri olan
bir düzene göre olur. «(Herhangi bir) mirasçıya vasiyet
yoktur.» (13) Malın üçte birinden fa.zlasında da vasiy-
yet olmaz. 'Üçte bir son, sınırdır. önceden de söylediği­
miz gibi vasiyyet, yakınlıkları mirastan pay sahibi Ql-
malarını gerektiren bazı yakınların bazart mirastan mah-
rum kalma hallerini önlemek için meşru' kılınmıştır. An-
cak onların yakınlıkları, başkalarının miras . almaları
nedeniyle kendilerinin pay almalarını önleyecek halde
bulunduğundan, bu sakınca vasiyyetle ortadan kaldırılır.
Nitekim bu açıdan vasiyyet, ·.bir (iylik) ve sadaka şekil­
lerinden bir tanesi oluyor.
Miras yoluyla mal, miras ile ilgili ftyetlerde açıkla­
nan düzen gereğince el değiştirir. (Ki bu iki ayetin meali,
«Sosyal Dayanışma» bölümünde geçmişti).
Mirastanalınacak paylarla ilgili genel esas şudur:
Erkeğin payı, iki dişinin payı kadardır. Böyle bir paylaş­
tırmanın hikmetlerini önceden açıklamış idik. Asabe'den
olan mirasçı, zt1rahim olan mirasçıdan önceliklidir. Bazı
hallerde de zıirahim, asahe'den daha fazla. pay alabiliyor,

(13) EbQ OavOd ve Tlnnlzt.


bu ise, tanınan haklar karşılığında bulunan yükümlü-
lükler açısından uygWıdur. Çünkü asa.be'den olan mi-
rascı, miras bırakana karşı daha büyük yükümlülüklerin
sahibidir. Mesela, oğul, dedenin ve ninenin payından son-
ra geri kalan kısmın tümünü alır. Çünkü, babası hayatta
pıuhtaç düşec~k olursa ona gerekli harcamaları yapmak-
( la mükellef olan oğuldur. ~a - baba bir kardeş, ana :"' ba-
ba bir olmayan kardeşi hacb eder (ya:iıi mirasın tümünü
o alır. Çünkü kazanmaktan aciz kaldığı takdirde onun
nafakasını sağlamak şer'an ana-baba bir kardeşine dü-
şer. İşte yükümlülüklerle mükafatlar veya görevlerle
haklar, bu düzende, bu şekilde adil ölçüler içerisinde da-
ğılmaktadır. ·
Miras esasının taşıdığı hikmetlerden, bu esasın, İ&­
lam'ın Sosyal Dayanışma ile ilgili prensipleri ve akraba
ve nesiller ara.Sı ilişkilere bakışı ile de uyum halinde
olduğundan, eğilimleri fert ve toplumun ihtiyaçlarını
eşit şekilde gözönünde bulundurduğundan, «Sosyal Da-
yanışma» bölümünde söz etmiştik.

Burada da miras düzeninin toplum yapısı içerisinde


taşıdığı hikmetlerden söz edeceğiz.

Servetlerin yığılmasını ve sınırlı bir takım ellerde


tekelleşmesini islam'ın hoş görmediğini önceden görmüş­
tük.
ı
İslam'ın miras
.
düzeni ise, nesillere biriken servet-
!eri dağıtmak için bir araçtır. Yalnızca mal sahibinin
vefatı nedeni ile tek bir kişinin mülkiyeti, pek çok evla-
da ve çoluk-çocuğa intikal eder. Böylece bu mülkiyet ya
orta veya küçük bir takım servetlere dönüşür.· Çok na-
dir ve ö.lçü alınamayacak kadar az bazı hallerin di§ında,
.....,-mal sahibinin ölüp arkasından, baba. anne, eş ve kız
kalmadı~ için geriye kalan bir oğlunun malın tümüne
sahip olması halinde olduğu gibi- tüm servetin aynı bü-
yüklüğü koruması mümkün değildir. Çoğu durumlarda:
ise servet pekçok kişiye dağılmaktadır.
Biz İsllm'm miras dil?ıeni ile -mesel!- geriye ka-
lan mirasının tümünü büyük oğula bırak8.n İngiliz mi-
ras dii7.eni ara.smda bir karşılaştırma yapacak olursak,
büyümüş serveti dağıtmakta İsl~ mi~ düzeninin hik-
meti apaçık görtµecektir. 1isteUk tsıA.m'ın miras dii7.e-
ninde, mirasçılar arasında adalet gözetilmiş olup, büyük
evJ.Ada. k:a.rşı bir kin ve kıskançlık duyulması önlenmiş­
tir.

188
.
MlJLKİYETİ GELİŞTİRMENİN YOLLARI :

Mülkiyet konusundaki nazariyesine uygun olarak


İslAm, malın geliştirilmesine ve mail muamelelere de
müdahale ederek, bu yolda dilediği gibi tasarruf etsin,
diye mal sahibine mutlak bir hürriyet tanımaz.. Çünkü
ferdin masla.ha.tının ötesinde, kendisiyle ilışki halinde
olduğu taplum maslahatı vardır.
Buna göre her ferdin sahip olduğu malları geliş­
tirm.ek (nemAlandırmak hürriyeti vardır. Fakat bu hür- .
riyet meşrtl.' sınırlar içerisinde sö*onusudur. Fert, tar-
layı sürebilir, ham madeyi işleyebilir, ticaret yapabilir~
vb.. fakat başkasını aldatamaz, insanların mruri ihtiyaç-
lannı ihtik:ar edemez, mallarını faizle işletemez, kiınnı
artırmak için işÇinin ücretini eksik veremez. Bütün bun-
lar haramdır. Malı geliştirmek için yalnızca İslfun'ın ta-
nıdığı temiz ve hela.I yollar sözkonusudur. Bu temiz ve
helA.l yollar da normal olarak, toplumun çeşitli servet
grupları arasındaki farklılıkları artıran sınırlara götüre-
cek şekilde sermayeleri büyütmez. Sermayeler kapitalist
düunde gördüğümüz şekilde aldatıma ile, faiz ile, üc-

189
retleri yemek ile, ihtikar ile, ihtiyaçların istisman ile
yağma ile, gasb ile dolandıncılık ile ve çağdaş sömürü
yollarının arkasında gizlenmiş diğer cürümler ile alabil-
diğine büyür. Bütün bunlar ise islam'ın müsamaha etme-
diği şeylerdir. Şimdi de İslam'm malın nemalandırılması
ile ilgili hükümlerini ve bu hükümlerin hikmetlerini ele
alalım.

a) İslaın Karşılıklı İlişkilerde · Aldatmayı Haram


Kılar:

Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurnıaktadir:


aBizi aldatan bizden değildir.» (14)
«Alan ve satan (meclislerinden) ayrılmadıkları sü-
rece (alış-verişi feshetmekte) ihtiyar sahibidirler. Eğer
doğru söyleyip, açıklayacak olurlarsa,· alış - verişlerinde
kendilerine bereket ihsan edilir. Eğer gfzleyip yalan söy.:.
!eseler, alış - verişlerinin bereketi kaldınlır.n (15).
Kişi olarak sen alış-veriş yapabilirsin. Fakat malda
veya parada hiçbir kimseyi aldatmaman üzere. Eğer sat-
tığında bir aYıp var ise onu açıklamak zorundasın. Aksi
takdirde Sen bir aldatıcısın ve aldığın kar da senin için
haramdır. Bu haram olan kan sadaka olarak versen,
sen sorguya çekilmekten kurtulamazsın. Çünkü, helal
·malından olmadığı sürece senin sadakan makbul değil-
dir: .
Abdullah b. Mes'ud'dan, o da Resulullah (S.A.V.) •
dan, Resulullah ·buyurdu ki:
«Bir kul haram bir mal kazanıp onu tasadduk eder-
se, ondan kabul olunmaz, ondan infak ederse, ona bere-

{14) Sünen Sahipleri.


c1s) Buhart, Müsllm.

19()
ket ihs8.n edilmez, onu arkasından· bırakırsa da mutlaka
o mal onun ateşe azığı olur. Şüphesiz ki Allah kötü ile
kötüyü mahvetmez. Fakat kötüyü güzel ile· mahveder.
Murdar murdan yok etmez.» (16)
Yine buyurdu ki:
~aramdan biten her et parçasına ateş mutlaka da..
ha layıktır.» (17).
isl~, zararı önlemek ve insanlar arasında yardım­
laşmayı gerçekleştirmek yolunda· kendi esaslan üzere. yol
aldıği gibi; bu konuda da ahlaki kurallarından hareketle
yol alır. Aldatmak vicdanın pisliğidir, başkalarına zarar-
lı olmaktır ve insanların kalplerinde varolan güveni or-
tadan kaidırmaktır. Oysa toplum arasında güven ol-
mayınca, yardımlaşma da olmaz. üstelik aldatma yoluy-
la sağlanan kazanç, meşrti' bir gayret olmaksızın elde
edilen bir kazançtır. İslam'ın genel kuralı ise: Çalışma
olmadan kazanç da yoktur. Nitekim karşılıksız hiçbir
çalışma da yoktur.

b) İnsanların zaruri ihtiyaçlarını · ihtikar etmek


de islam'ın, kazanç ve malı nemfilandırmak için kabui
etmediği yollardan bir tanesidir:

Hz. Peygamber (S.A.V.) buyurmuştur ki:


ccİhtikar yapan günahkarın ta kendisidir.» (18)
Çünkü ihtikar, ticari ve sınai hürriyetin kötüye kul-
lanılmasıdır. ihtikarcı, piyasaya sürdüğüdü başkasının
sürmesine veya ürettiğini başkasının üretmesine fırsat
tanımaz. Böylelikle o, piyasaya hakim olur, mallarına
dilediği fiyatları koyar ve insanlara da kaldıramayacak­
ları· yükler yükletir, onlaı, zora koşar, hayati ve. zaruri

(16) Mesıtblıh'üs·Sünne, sahih hadisler arasında .•


(17) Tirmizi, NesaT.
(18) Müslim, EbO DevOd, TlrmlzT.

191
ihtiyaçlannda onlara zarar verir. Üstelik kendisi kar et-
tiği gibi başkalannm kir etmelerine, yaptığından daha
güzelini üretmelerine de lmk8.n vermez, önlerine kapılan
kapatır. Bazan ihtikft.rcı malın ithalini durdurur ve fazla
mallan da imha eder. Böylelikle mecburi olarak bir fiyat
koyabilsin diye. Bu ise Allah'm yeryüzünde insanlara ih-
san ettiği amme rızkını ve gıdasını eksiltmek veya mah-
vetmektir.
Malı nemAiandınna yollarından biri olan bu yolu
o
men'etmek konusunda İslam derece tavizsiz davran-
nuştır ki, ihtikar yapanın ihtik!n nedeniyle dinin sınır­
lan dışına çıktığını bile bildirmiştir:
c<Bir yiyeceği· kırk gün ihtikar yapan bir kimse Al-
lah'tan uzaklaşmış, Allah da ondan uzaklaşmJ.ş olur.»
'
(19).
Topluma böyle bir zarar veren, kamu yararının aley-
hine malını artırmak için haram bir yolla kar elde etmek
gayesiyle toplum arasına korku yayan ve onları en zaru-
ri· şeylere muhtaç bırakan Qir kimse, müslümanlık dai-
resi içerisinde kalamaz.

c) Faiz, tslam'ın açıkça hoş görmediği, şiddeti~


bir şekilde nefret ettiği,' bu işi yapanları en kötü atd·
. betle korkuttuğu haram bir yoldur:

«Ey iman edenler, faizi kat kat artırılmış olarak


yemeyiniz. Allah'tan korkun. Ta ki nı.uradınıza eresiniz~•
(AH tm.rAn: 130).
Burada kat kat faiz yasaklanıyor, küçük orandaki
faizler helal kılınıyor, diye bir şey yoktur. Bu A.yet-i ke-
rime indiğinde, varolan durumu ortaya koymakta ve

(19) 1. Ahm'ed b. Hanbel, Milsned, hadis no: 4880.

192
onun niteliğini
vermektedir. Faiz bütünüyle haram kı·
lınnuştır. Bu diğer ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır:
«Faiz yiyenler kendilerini şeytan çarpmış brrer de-
liden başka bir !lalde (kabirlerinden) kalknıazlar. Böyle
olması da onların: «Alım satım da faiz gibidir>> demele-
rinden<:\ir. Halbuki Allah, alış-verişi helal, faizi haram
kılmıştır. Bundan böyle, kim Rabbinden kendisine bir -
öğüt gelip de (faizden) vazgeçerse geçmişi ona, hakkın­
daki (hüküm) de Allah'a aittir. Kim de tekrar (faize)
dönerse onlar o ateşin yararuclırlar ki orada onlar (bir
daha çıkmamak üzere) ebedi kalıcıdırlar.» (el-Bakara:
275).
«Ey iman edenler .(gerçek) mü'minler iseniz, Allah'-
tan korkun, fa.izden (henüz alınmamış olup da) arta
kalanı bırakın (almayın). İşte (böyle) yapmazsanız Al-
lah'a ve peygambere karşı bir 8avaş (açmış olduğunuzu)
bilin. Eğer tevbe ederseniz mallarınızın başlan (serma-
ye1eriniz) yine sizindir. (Böylelikle) ne haksızlık yapmış,
ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız.» (el-Bakara:
278-279).
İslam,
katip veya şahit olarak bile olsa, herhangi bir
şekilde faize ortak olan her.kese lanet edecek kadar fai-
zin çirkinliğini ortaya koymakta ileri gider. Cabir (R.)
den dedi ki:
«Resulullah (S.) faiz alana da, verene de, onu yaza-
na da, şahitlik edenlere de Ianet etmiş ve: «Onlar ara-
sında fark yoktur» bııyurmuştur.» (20)
Aslında tüm bunlarda İslam, mal, ahlak ve kamu
yararı ile ilgili esaslan doğrultusunda yol alır. Mal, sa-
hibinin elinde bir emanettir. Mal sahibi, malı üzerinde
-tüm toplumun yararına olmak üzere-,-. tayin edilmiş

(20) Müslim rivayet etmiştir.

isldm'da Sosyal Adaıet - 13 , 193


bir görevlidir. Görevini insanlara zararlı olacak ve mal-
larını haksız yollarla yiyecek bir hale dönüştüremez; ih-
tiyaç artlarını kollayarak, zayıflıklannı istismar ederek
onlara verdiğinden fazlasını onlardan alamaz. İnsan ba-
zan hayatını sürdürmek için yemeğe,. tedavi olmak için
ilaca, ilim için ve başka şeyler için bir takım masraflara
gerek duyabilir. Bu durumda ya bütün bu ihtiyaçlar gö-
rülmeyecektir; ya da servet sahibi muhtacın paraya (ve-
ya mala) olan ihtiyacı,nı istismar edecek ona az bir şeyi
verecek ve verdiğinden f azlasıiıı da ondan alacak ve böy-
lece de onun emeğini zulımıen elinden alabilecektir. Faizli
borç alan muhtaç, çalışıp çabalayacak faizcinin faizini
ödemeye çalışacak, ya da her se~e borcu kat kat yüksele-
cektir.
Bu fazla kısımdan tümüyle mal sahibi yararlanır.
'
.Halbuki o, mal sahibi olmaktan öte hiçbir iş yapmamak-
tadır. Ortada kjID ve ter vardır. Mal sahibi bunları aç göz.;
lülükle sömürmektedir, oturduğu yerde onlan emdikçe
emmektedir. Çalışmayı, emeği kut..~llaştıran, mülk edin-
mek ve kar sağlamak için onu ana sebep sayan tslftm
ise; malın, yerinde oturan birisine fayda sağlamasına,
malın malı doğurmasına müsaade etmez. Malı emek do-
ğurur, aksi takdirde o, haramdırf

İslam, toplum arasındaki sevgiyi gözönünde bulun-


durduğu gibi, kişinin ahlakının temizliğine de önem ve-
rir. Ahlak ve vicdanı olan birisi faiz yiyemez. Faizin yay-
gın olduğu herhangi bir toplumda da sevgi ve saygı diye
birşey kalmaz. Benden onu iki lira .olarak geri almak
için bana bir lira veren bir kişi, benim düŞmanımdır. Hiç
bir zaman ruhum ona ısınamaz ve kalbimde ona sevgi
besleyemez. Oysa yardımlaşma fslftin toplumunun temel-
lerinden birisidir. Bu temeli faiz zayıflatır ve çökertir.
İşte İslft.m, bundan dolayı faizden tiksinir.

194
Modern çağımızda faizin haram kılınması ile ilgili
önümüze bir .hikmet daha çıkmaktadır ki, muhtemelen
bu hikmet, o zamanlar açıkça ortada değildi. Sözkonusu
hikmet şudur: Faiz, sermayenin aşın bir şekilde büyü-
mesine neden olur. Bu büyüme ise çalışma dolayısıyla
ve eme)t sonucu değildir. Faiz sayesinde mallannı artı-
. rıp, sermayelerini çoğaltmakta yalnızca bu yola güve-
nen, yerinde oturan bir grup ortaya çıkar. Bu grup ara-
sında büyük bir gevşeklik, tembellik ve lükS yaygınla·
Şır. Bunlar ise, mala ihtiyaç duyup zor durumlarında faiz
almak mecburiyetinde kalan çalışanların hesabınadır.
Bundan da tehlikeli toplumsal iki ha.Stalık doğar: Sınır­
sız bir şekilde servetin çoğalması ile hiçbir bağın bağla­
yıcılığı sözkonusu olmaksızın üst ve alt sınıflar arasın­
daki farkın alabildiğine: artması. Bundan sonra da tem- ·
bel, gevşek, lükse boğulmuş ve hiçbir iş yapmayan fa-
kat herşeyi elde edebilen bir sınıfın varlığı. Bu sınıfın
elindeki mal, başka mallann avıanması için bir tuzaktır
sanki. Bu tuzaklara, -aldatmak için- yem koymak zah-
metine bile katlanmazlar ihtiyaç sahipleri bu tuzaklara
~endiliklerinden düşerler, kendi elleriyle zaruretlerin bas-
kısı altında, kendilerini bu tuzaklara atıverirler! Buna
bir de faiz.yemenin, İslami tasavrurun ana kuralına ay-
kırı olduğunu da eklemek gerekir. Bu tasavvura göre:
Mal Allah'ındır, Allah insanları malın üzerine halife ola-
rak tayin etmiştir. Ve bu makam onlan halife olarak
tayin eden Allaıi'ın şartlanna göre verilmiştir, insanlar
diledikleri gtbi tasarrufta bulunsunlar diye değil.
Faiz ilk olarak Allah'ıri iradesi ile insan hayatı ara-
sında he·rhangi bir ilişkinin bulunmaması esası üzerine
yükselir. Yeryüzünün en başta gelen efendis.i insandır.
Onu Allah'a bağımlı kılan herhangi bir ahd yoktur, o
Allah'ın emirlerine uymak zorunda değildir.
Diğer taraftan kişi maldan yararlanmak konusun-

195
da lıür olduğu gibi, malı elde etmek için izleyeceği yol.:
lama ve malı harcamakta da tam bir hürriyete sahiptir.
Bu konuda Allah'ın herhangi bir emrine ve şartına uy-
mak zorunda değildir, başkalarının maslahatı da kendi-
sini ilgilendirmez. Dolayısıyla, kasasına ve hesaplarına
ekleyebildiği kadarını eklemekten dolayı, milyonlarca in-
sanın bundan rahatsız olmasının hiç bir değeri yoktur.
Beşeri kanunlar bazan insanın bu hürriyetine çok cüz'i
bir oranda _:_mesela faiz oranını sınırlayarak, çeşitli hile,
gasp, talan, aldatma ve zarar şekillerini men' ederek~
müdahalede bulunmaktadır. Fakat bu müdahalenin kay-
nağı, insanların kendi nefisleridir· ve hevalandır; İlahi
bir otorite tarafından konulmuş sağlam bir esas değildir.
«Aynı şekilde bu sınırlama hatalı ve fasid bir esas
üzerine kuruludur. Bu esas şudur: İnsanın varolmasın­
daki ana gaye, -hangi yoldan olursa olsun- mal kazan~
maktır ve arzu ettiği şekilde ondan faydalanmaktır. Do-
layısıyla insan mal toplamaya ve ondan faydanmaya .
azgınca koyulur ve bu yolda ilerlerken de her esası, 00.Ş,.
kalannın her türlü maslahatını çiğner, geçer.
«Sonunda insanlığı mahveden ve insanları dünya
hayatlarında ferd olarak, toplum olarak, devlet olarak
ve halk olarak bir avuç faizci uğruna alabildiğine fakir-
leştiren; ahlaki, ruhi ve asabi bakımlardan onları sevi-
yesizleştiren uğursuz bir düzen ortaya çıkar; malın el
·cte~iştirrnesinde ve insanlığın iktisadi hayatlarının dos-
doğru bir şekilde gelişmesinde pek çok bozukluklar mey-
dana gelir ... Sonunda -çağımızda olduğu gibi- tüm
. insanlar üzerinde gerçek otorite ve tam anlamıyla sözün
geçerliliği, Allah'ın en alçak ve en şerli yaratıklarının,
insanlığın hiçbir hakkına riayet etmeyen, hiçbir ahd ve
yasak tanımayan bir azınlığın eline geçer.
«Bu azınlık teker teker kişilere borç verdikleri gibi,
kendi memleketlerinin sınırlan. içinde ve dışında ·kalan

196
hükümetıere ve toplumlara tla borç vermektedir. Böyle.:.
ce tüm J.nsanlığın emeğinin gerçek hasilatı, · ademoğul­
larının ·alın terleri ve kanlan, kendilerinin hiçbir emek
harcamaıdıkları «faiz karlan» şeklinde kasalarına geri-
sin geriye döner. Bunlar yalnızca malın s~ibi değildir­
ler. Geçerli sözün sahibi de onlardır. Onlann bağlı bulun-
dukları bir takımı esaslar, dini veya ahlaki bir tasavvur
bulunmadığı bilakis din, ahlak, gaye, esas gibi unsurlar-
la alay ettikleri için; sahip olduklan bu miıazzanı nüfu-
zu, hakimiyetlerini daha da artıracak yolları, düşüne~
ve şartlan kurmak ve tema'larının, kısır hedeflerinin
yolunda bu değerlerin durmamasını sağlamak için kul-
lanırlar ... Bunun için de en kestirme yol insanlığın ah-
lakını yıkmak ve o ahlakı şehvet ve lezzetlerden oluşan
bir denize bı:ı;-aktırmaktır ki pek çok kimse, sahip oldu-
ğu son kuruşu bile bu denize fırlatır. Böylelikle bütün
para, kurulu tuzak ve kapanlarda. kendiliğinden topla.,
nır. Bütün bunlar aynı zamanda dünya iktisadi hayatına
belirli maslahatlara uygun olarak hakim olmalanyla bir-
likte olur. Onlann bu tahakkümleri, iktisad dünyasın­
da bilinen krizlere istediği kadar yol açsın, birşey. değiş­
tirmez. Ellerinde dünya servetinin yularını bulunduran
faizci sermayecilerin yanında, tüm insanlığın faydasına
olan sınai ve iktisadi gelişmelerde istediği kadar gerile-
me olsun, yine onlar için değişen birşey olmaz.
«Cahiliyye dönemlerinde bu derece çirkin bir şekilde
bulunmayan ve modern çağda gerçekleşen musibet şu­
dur: Geçmiş dönemlerde bir takım kişiler veya mall
·kurumlar şeklinde ortaya çıkan ve günümüzde ise çağ­
daş bankalann kurucuları sıfatıyla karşımıroa bulunan
bu faizciler, ülkelerin içinde ve dışında ellerinde bulun-
durouklan korkunç ve müthiş· güçle ve yeryüzünün her
tarafında sahip oldukları haberleşme ve kamuoyu oluş­
turan gazeteler, kitaplar, üniversiteler, öğretim üyeleri,

197
haber alma merkezleri, sinemalar ve bundan ba.Şka araç-
larla faizcilerin, etlerini yedikleri, kemiklerini kemirdik-
leri, faizci düzenin himayesinde kanlannı ve alın terle:.
rini içtikleri fakir ve yoksul insan kitleleri arasında bir
kamuoyu oluşturabiliyorlar. Böylece kamuoyu şu zehirli
ve adi düşünceye boyun eğmektedir: Faiz tabii ve ma-
kftl bir düzendir. İktisadi gelişme için bundan başka doğ­
ru hiç bir temel yoktur.. Batıdaki bu ilerleme, bu faiz
düreninin bereketleri ve güzellikleri arasındadır. Onu or-
tadan kaldırmak isteyenler, hayalci, görüşlerinin işlerliği
olmayan bir topluluktan ibarettir. Onlar bu görüşlerinde .
yalnızca ahlaki bir takım nazariyelere ve gerçekte hiç-
. bir değeri bulunmayan hayallere d.ayamnaktadırlar. Eğer
bu topluluğa iktisadi düzene müdahalede bulunma fır­
satı verilecek ol~, iktisadi düzeni tümüyle booar. ·Bu
düşünceler böylece yayılmaktadır ki, bu faizci düzeni .
eleştirenler, gerçekte bu düzenin kurbanları olan bu
kimseler tarafından alaya alınsınlar. Bir iktisat düreni
ki, dünya faizcileri tarafından tabii ve doğru olmayan
bir akışa sürüklenmek zorunda bırakılır, düzenli bir şe..
kilde sarsıntılara maniz kılınır. Bütün insanlığa faydalı
bir düzen olmaktan . çıkar, bir avuç kurdun . yararına
çalışan bir vakıf haline gelir.
«Faiz düzeni, sırf iktisadi açıdan da kusurlu bir dü-
zendir. Bu düzen öyle kötüdür ki, bizzat batılı iktisatçı·
lar onun bazı kusurlannın farkına varmış bulunuyorlar.
Oysa bunlar, aynı düzenin gölge·sinde yetişmiş, akılları
ve kültürleri para babaıarllıın, kultürün, düşünce ve ah-
lakın bütün dallarına yaydığı bu zehirlerle dolup taş.;
mıştır. Bu düzeni sırf iktisadi bakımdan kusurlu gören-
lerin başında Alman Reich Bankası'nın eski Müdürü Al-
man Dr. Schacht gelmektedir. 1953 yılında Şam'da ver-
diği bir konferansta söyleddkleri arasında şunlar da var-
dı: Aritmetik olarak yeryüzünün bütün mıallan,
. sayılan
.

198
o19ukça az faizcinin olmaktadır. Çünkü borç veren faiz-
ci, her işlemde daima kar sağlamaktadır. Oysa borç alan
kar da edebilir, zarar da. Bu baıkımdan -aritmetik ola-
rak- sonunda malın tümünün her zaman kar edene doğ­
ru gitmesi kaçınılnıazdıt. Bu görüş tam anlamıyla ger-
çekleşmek yolundadır. Çünkü şu anda yeryüzündeki mal-
ların büyilJ{ bir kısmına -gerçek anlamıyla- birkaç bin
kişi sahip bulunuyor. Bankalardan kredi alan tüm iş sa-
hipleri ile işçiler ve diğerleri ise, servet sahiplerinin hesa-
bına çalışan bir takım ücretlilerden başkası değildirler,
onların çalışmalarının ürününü ise bu birkaç bin ·kişi
toplamaktadır!
«Faizin cürümleri bundan ibaret değildir. İktisadi
düzenin faiz esası üzerine kurulu olması halinde, mal
sahipleri ile sınai ve ticari iş yapanlar arasındaki ilişki
bir kumar ve sürekli bir zorluk çıkarma ilişkisine dönü-
şür. Faizci en yüksek faydayı (faizi) sağlamaya çalışır.
Bunun için tıca:l,'et ve sanayinin mala duyduğu zorunlu
ihtiyaç artsın ve böylece. faiz oranları yükselsin ·diye,
faizci piyasaya mal (para sürmez, bu şekilde faiz oran-
larını yükseltmeye devam e,der. Sonunda tüccar ve· sana-
yiciler, bu malı (parayı) alıp kullanmakta kendileri için
hiçbir fayda olmadığını görürler. Çünkü, aldıkları faiz-
leri karşılayacak kan sağlayamamakta ve kendilerine
birşey artmamaktadır... Bu noktada, milyonların çalış­
tığı iş alanlarında kullanılan mal hacminde bir azalma
görülür, fabrikalar üretim kapasitelerini azaltır, işçiler
işsiz. kalır ve bunun sonucunda da satın alma gücü de
düşer. Durum bu noktaya vannca da faizciler para tale-
binin azaldığını veya durduğunu ,görünce, bu sefer zo-
runlu olarak fai~n sınırlarını azaltma yoluna' dönerler.
:Su sefer sanayi ve ticaret sahipleri yeniden para almaya
başlarlar; hayat çarkında da bir rahatlama görülür ...
Bu çark, bu halde döner durur. ve dünyada periyodik

199
aralıklarla iktisadi bunalımlar meydana gelir. :tnsanlık
otlağa yayılmış davarlar gibi bu bunalımlar arasında gi..;
der, gelir.
«Diğer taraftan bütün tüketiciler, dolaylı olarak
faizcilere belirli bir ödemede bulUrıurlar. Çünkü sanayici
ve tacirler, faizli olarak aldıkları borçların faizlerini tü-
keticilerin ceplerinden başka bir yerden ödememektedir-
ler. Onlar ödedikleri faizleri, tüketim maddelerinin ma.-.
liyetlerine eklerler. Böylece, sonunda faizcilerin ceplerine
insin diye faizin yükleri yeryüzünde bulunan herkese
dağılır. Hükümetlerin bazı düzeltmeler yapmak ve ba-
yındırlık faaliyetlerinde bulunmak için çeşitli yerlerden
sağladıklan borçlara gelince bu borçların faizlerini faiz
yuvalarına ödeyenler de bizzat o hükümetlerin reayası­
dır. Çünkü bu hükümetler, bu borçlan ve faizlerini kar-
şılayabilmek için çeşitli vergileri artırmak· zorunda ka'.'
lır. Böylelikle son aşamada her fert, bu cizyeyi faizcilere
ödemek rorunda kalır. Durumun bu noktada kaldığı ve
borçların arkasında ·emperyaliimin gelmediği zamanlar
ise çok azdır ... Bundan sonra da emperyalizm nedeniyle
savaşlar çıkar.» (21).

İslam'a göre, alınan borcun üretim veya tüketim


için olması arasında bir fark yoktur. Alınan borç tüke-
tim için yani kişinin zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması
için ise borcundan fazla. bir miktar ödemesi için zorlan-
ması caiz olamaz; borcun kendisini gücü yettiği sırada
ödemesi yeterlidir. Eğer borç üretim için alınmış ise, as-
lında kan ,onun harcadığı gayret sağlamaktadır; borç
· aldığı mal değil. Ancak kar ve zarar sağlama ihtimali
üZerine kurulmuş ortaklıkta durum böyle değildir. Bu
nedenle İslam, bütün hallerde faizi haram kılar, yerine

(21) Seyyfd Kutup, fi Zıl:ııt'il•Kut'an, cüı: 3, s. 67. v.d. dördüncü basf<ı.

200
bütün hallerde zorunlu ihtiyaçları için borç isteyene borç
vermeyi em,r~er.
Eğer borçlu aldığı borcu ödemekte zorluk çekiyorsa',
rcOna (borcunu) kolayca (ödeyeceği geniş) bir zamana
kadar mühlet» (el-Bakara: 280) verilir. Ben burada
ayet-i kerime'de kullanılan ifadenin emir anlamında ol-
duğu görüşündeyim .. Çünkü ifade şart ve cevap şeklin­
dedir:
«Eğer (borçlu borcunu ödmeekte) zorluk çekiyorsa,
o halde (borcunu) kolayca· (ödeyeceği) bir zamana ka-
Qa.r mühlet (verin) (el-Bakara: :280).
Şart ve cevap şeklinde ifadeler ise, emir demektir.
O işi yapmanın mendup olduğunu ü8.de etmek için de-
ğildir. Bunun hemen yanında kolaylık sağlamak ve· mü-
.saınaha göstermemek için bir takım buyruklar da var'.'.
dır. Resullullah (S.) şu hadisinde olduğu gibi: ·

«Sattığında, aldığında ve (alacağının) ödenmesini


istediğinde müsamahalı davranan kimseye Allah mer-
hamet bu~rsun.» (22)
Borc1:1n ödenmesini isterken müsamaha göstermek,
borçlunun keramet (yüceliği)ini korur, ruhunda alacak-
lısına karşı sevgi doğurur, gücü yettiği kadar borcunu
ödemek içill gayret göstermeye teşvik eder; buyurdu ki:
«Allah'ın,
kendisini kıyamet gününün tasasından
kurtarmasını isteyen kimse, borcunu ödemekte zorluk
çekene y;ırdımcı olsun veya (alacağını kısmen veya ta-
mamen) ona bağışlasın.» (23) ... Yine buyurdu ki:

(22) Buhari, Tirmizi,


(23) Müslim.

201
«(Borcunu ödemekte) zorluk çekene mühlet vereni
veya ona (borcunu kısmen veya tamamen) bağışlayanı ,
Allahü TeaıA kendi gölgesinde -'l;>aşka hiçbir gölgenin
bulunmadığı (Kıyamet) gün(ün)de-, kendi arşınm göl-
gesinde barınrunr.» (24)
Buna karşılık İsl&m,
borçluya borcunu ödemeye çar
lışmasını, kendisini borçtan kurtarmasinı, borç verme
faziletine ödeme fazileti ile karşılık vermesini ve f erdler
arası' niuamelelerdeki güveni böylece sağlamlaştıİmasını
em.r eder:
ccÖdemeik niyeti ile başkalarının mallarını (borç) ala-
nın (borc.unu) Allah ödetir. Onları telef etmek niyetiyle
alanı da Allah telef eder.,, (25)' ·

Eda etmek arzusuyla başkasından borç alan, kazan-


mak: için çalışır, gayret eder. Samimi azim sahibi olan
gayretli kişiler de çoğunlukla kAr sağlar. Onları telef
etmek {sahiplerine ödememek) düşüncesi ile alan kimse
ise, insanların mallarıyla bedava yaşamaktan hoşlanır,
çalışmaz, çabalamaz, gevşer, tembellik eder ve sonunda
yok olur, gider. Aynca bu konuda Resulullah (S.) şöyle
buyurmakta.dır:

« (Borcunu ödeyecek kadar) varlıklı olanın borcunu


geciktirmesi rulümdür.» (26)
Bir adam Resulullah'a şunları sorar:
- Ey Allah'm Resulü, ne dersin, Allah yolunda öl-
dürülürsem, Allah benim günahlarımı bağışlar mı? ·

(24) Tlnnlzi.
(25) Buhari.
(26) Buhari, Müslim, 8b0 DavGd, Tirmlzi, NesA1.

202
Resulullaıh buyurıclu ki:
·- ~tter sen saJbreder, sevabını uman, ileri atılıp ge-
ri dönmeyen bir halde öldürülürsen evet. .
(Bir süre sorıra) Resulullah sordu:
- Sen ne söylemiştin? Adanı sorusunu tekrarladı.
Bunun üzerine Allah Resulü buyurdu:
- Evet, borç müstesnıl. Cebrail (A.S.) bunu bana
(böyle) haber verdi. (27)
Böylece görülüyor ki, ·borcunu ödeyebilecek olan bir
kimseyi, Allah yolunda savaşıp, sabredici, sevabını Al-
lah'tan bekleyici, ileri atılıp geri dönmeyici bir halde öl-
dürulmesi bile kurtaramaz. Çünkü borç yalnızca Allah'm
hakkı ile ilgili olmayıp, -ödeyebilecek durumda oldu.:
ğU sürece- başkalarının da hakkıyla ilgilidir. Borcunu
ödeyemeyecek dunlında olana gelince, onun da zekattan
bir payı vardır:
cıSadakalar ancak fakirler ... borçlular içindir.» (Tev-
be: 60).
Borcunu ödeyebilmek için bu gibi kimselere .zeka.t
vermek caizdir.
Ebu Said elrHudri (R.) dedi ki:
- Resulullaiı (S.) zamanında adamın birisinin satın
aldığı meyvelerde bir bozulma görülür. Bunun üzerine
p adamın borcu artar. Resulullah (S:) buyurdu ki:
- Ona tasadduk ediniz. Buna uyarak· ona tasaduk-
ta bulunuldu. Fakat bu, borcunu ödemeye yetmedi. Bu
sefer de Resulullah (S.) onun alacaklılarına şunları dedi:
- Bulduttunuzu alın. Bundan fazla sizin birr hakkı-
nız yoktur. (28) ' ·

(27) Malik, Müslim, fümlzi, Nesai.


(28) Tlrmizi, sahih ıbir sen.ad ile.

203
Çeşitli yerlerde gerçekleştirilen fetihlerden sonra İs­
lam devletinin merkezinde malların birikmesi üzerine
Resulullah (S.) bu konuda bir adım daha attı. Borçlu
olarak ölenlerin borçlarını Resulullah (S.) amme malın­
dan ödüyordu.
Ebu Hüreyre (R.) dedi ki:
- Resulull~h (S.) 'a borçlu olarak vefat eden bir
adam getirildiğinde, borcunu karşılayacak kadar bir mi-
ras bırakıp bırakmadığını sorardı. Eğer ona borcunu kar-
şılayabilecek kadar miras bırakıldığı bildirilecek olursa,
onun namazını kılar, aksi takdirde müslümanlara şöyle
derdi:
. - Arkadaşınızın namazını kılın ~
Allah ona çeşitli yerlerin fetihlerini nasip edince
kalkıp şöyle buyurdu:
- Ben mü'minlere kendi öz nefislerinden daha ya-
kınım. Kim borçlu olarak ölür ve borcunu karşılayacak
bir şey bıraıkınazsa, o borcu ödemek bize düşer, kim de
bir mal terk ederse, o mirasçılarınındır.» (29).
Böylelikle İslam'ın, oor durumda olana yardımcı ol-
mak ve borcunu ödemek konusunda ona kolaylık. sağla­
maya verdiği önem kadar, hakların sahiplerine verilme-
sine önem verdiğini görüyoruz. Bu özelliği ile İslam, du-
rumu bütün cepheleriyle kuşatmış, tilin maslahatları ga-
rantilemiş, hak ve görevler arasında tam bir adalet sağ­
Iaımş oluyor.

İnfak (Harcama) Yollan:

Bunlar İslam'ın, karşılıklı ilişkÜer yolu ile malın ge-


liştirilmesi için koymuş olduğu sınırlardır. Malın harcan-

(29) Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai. . ·


/

masına geltrıce; aynı şekilde İslam, bunu da bağlayıcı ka- '


yıtlar bulıllıınaksızın bırakmamıştır. Mal sahibi, dilediği
kadar cimrilik etmek ·hürriyetine sahip olmadığı. gibi,
dilediği gibi harcama da yapamaz. Bu tür bir tasarruf,
kişisel olmak.la birlikte, fer<i İslam'da dilediğini yapmak
üzere tek başına bırakilmanı[§tır. Evet, ferdin kişisel hür-
riyeti vardır; fakat· çizilmiş sınırlar içerisinde.. Üstelik
ferdin, başkalarıyla veya açık olmasa da ilgisi bulunma-
yan tam anlamıyla kişisel sayılabilecek tasarrufları çok
azdır.

Cimri el, müsrif el gibidir. İslam bu ikisini de kabul


etmez. Çünkü ikisinde de hem kişiye, heni de topluma
zarar vardır.
· «Elini bağlı olarak boynuna asma. Onu büsbütün
de açıp saçma. Sonra kınanmış pişman bir halde oturup
kalırsın.» ·(el-İsra: 29).
«Ey Ademoğullan, her mescid huzurunda zinetinizi
alın (giyini. Yiyin, için, fakat israf etmeyin.. Çünkü O
(Allah) israf edenleri sevmez.» (El-A'rat: 31).
Cimrilik, meşrü' birşeyden faydarunaktan nefsi mah-
,rum bırakmaktır. İslam ise, meşrü' sınırlar içerisinde
kişiyi kendisini faydalandırrnakla mtlkellef tutar, haram
kılınmamış bir şeyi insanların haram olarak te'Iakki et-
melerinden hoşlanmaz. Çünkü hayatın güzelleştirilmesi,
abese ve israfa ka'çmaksızın alımlı olması gereklidir. İs­
lam, dünya nimetlerinden faydanmamayı, hayatın hoş
şeylerinden mahrum kalmayı vacib kılmamıştır. Bilakis
İslam, az önce ayet-i kerlme'de geçtiği üzere uygl.ln şekil­
de zinet (süs) takınmayı Ademoğulllarına emr etm.ekter-
dir. Bundan sonra da. Kur'an~ı Kerim, bu tür yanlış an-
layışlan red etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
«De ki: Allah'ın kullan için çıkardığı zineti, temiz
ve hoş rızıklan kim haram etmiş? De ki: Onlar dünya

205
- hayatında tman edenler içindir. Kıyamet günü ise yal-
nız onlara mahsustur. işte biz ayetler bilen -bir topluluk
için böylece (geniş ,geniş) açıiklanz. De ki: Raıbbim an-
cak hayasızlık.lan, onların açığını, gizlisini (her türlü)
günahı, haksız isyanı, Allah'a hiçbir zaman bir delil in-
dirmediği herhangi bir şeyi eş tutmamızı, Allah'a bilmi-
yeceğini zşeyleri isnad etmenizi haram kılmıştır.)> (el-
A'raf: 32-33)
İslam,büyük - küçük, zengin - fakir bütün insanların
hayatın makul olan güzelliklerinden f aydalanmalannı
ister. Bu nedenle burada hitap: cc.Ademoğullanna» yönel-
tilmiştir. İslam, bamn sabır ve rızaya davet etniişse, bu
zühde ve :mahrum kalmaya bir çağrı değildir. Bu nefsi,
kenddllğinden gidinceye veya giderilinceye kadar şiddet­
lere karşı huzur içerisinde koıumak için yapılmış bir çağ­
rıdır. Bundan .sopra ise, heT fe,rdin helal_ şeylerden fay-
dalanması istenmiştir. Toplumdan da tüm fertlerine bu.-
nimetlerden yararlanma imkanlarının hazırlanması .ve
Allah'ın, kendilerini yararlanmaya. çağırdığı şeylerden,
dünya. hayatından mahrum bırakmamasını istemiştir.
Bu nedenle İslam fakirlere ..:.....ki onlar nisabdan aşa­
ğısına sahip olanlardır- zekattan bir pay vetjlmesini
~mr etmiştir. Bu emir onların nzıklarının genişletilmesi
için olup onlara yalnızca yetecek kadarın verilmesi için
değildir. Çünkü onlar, zaten az-çok kendilerine yetecek
kadarına sahip bulunuyorlar. Bunun ne<ieni, İslam'ın -
yalnızca yetecek kadarına çağırmış olrnıasıdır, Faydalan-
mak i8e, yetecek miktardan fazla şey demektir. - .ı
İslam, fakire durumunu rahatlatacaık, zaruri -ihti-
yaçlaruidan ileride olan şeylerle fayd3.ıanmasını sağla­
yacak şekilde zekattan bir pay verdiğine göre; imkanı
olanın cömertçe harcaması, hayatta makul ölçüler içe~
rlslnde faydalanması ye kendisini hayatın lezzetlerinden

206
-ki bunlar çoktur- mahrum bıı:,akmaması gereği ken-
diliğinden ottaya çıkar. Böylelikle hayat aydınlığıyla, gü-
zelliğiyle devam eder; ruh da yüce düşünUş, yüksek duy-
gu, kainatın ve mahlukatın yaratılışına dikkat, güzeli ve
mükemmeli gözönünde bulundurmak gfüi zaruri olan
şeylerin üstüne yükselir yüce ResUl buyuruyor ki:

«Allah sana bir mal verdiğinde, Allah'ın nimetinin


eseri ve fazl-ü keremi senin üzerinde görünsün.» '(30).
İslam: güc.ün yetmesi halinde sıkıntı çekmeyi ve dar-
lıkiçinde kalmayı, Allah'ın hoş görmediği bir şey olan
nimeti inkar olarak değerlendirmektedir.
Bunların tümü meselenin bir açıdan görünümüdür.
Malın tedavülden ve infaktan alı.konulmasında ts1am 1 ın
gözönünde bulundurduğu bir nokta daha vardır. Malı
infaktan (harcamaktat.ı) alıkoymak da, malın görevini
yapmasını engellemektir. Oysa çeşitli görünümlerinde ha.-
ya~ın gelşimesi, en geniş alanlannda üretimin garanti
edilmesi, çalışanlara iş alanlannın hazırlanması ve tüm
insanlığın rahat ve huzurunun sağlanabilmesi için Anı·
me mallannın tedavülüne toplumun ihtiyacı vardır. Malı
alıkoymak bütün bu faydalan ortadan kaldırır. Bunun
için, bu İslam'a göre haramdır. Çünkü malın alıkonul·
masında hem kişiSel fayda, hem de kamWil.un faydası or-
tadan kalkar. ı· · ·

İsrafa gelince; o da madalyonun öbür yüzüdür. Ay-


nı şekilde o da hem fert için, hem de toplum için bir
bozuluştur. İlk olarak şunu belirtelim ki; hep.si bu yolda
verilse bile, Allah yolunda malı infak etmek israf değil­
dir. Resulullah (S.) 'ın «bir dağ kadar altınım olsa» diye
başlayan hadisinden bunu an~ıyoruz. Sözü geçen hadiste,
1.
(30) EbQ OıwOd, Tlrmtzt.

207
bir dağ altını
bile olsa, iki kırat kadarını bile bırakına.k­
mıaksızın hepsini Allah'ın yolunda infak etmeyi: te-
menni ettiğini görmüştük. İsraf, yalnızca nefse yapı­
lan harcamalarda israf etmek (ileri gitmek)tir. İşte is-
lam'ın kast ettiği budur.
Bu anlamıyla israf, İslam'ın ileri derecede hoş gör-
mediği lüks ya.şamadır. Servetin büyüyüp lüks uğruna
harcanması soı:ıucuna ulaştırmaması için malın, zengin-
ler arasında dönüp dol8.şan bir devlet olmasını kesinlikle
red eder ve lüksü kişinin kendisi ve içinde yaşadığı top-
lum için bir «şer» olarak kabül eder. Buna göre füks,
bir münkerdir. Toplumun bu münkeri değiştirmesi vaci~
dir. Aksi takdirde toplum, kendisini tehlikeye atmış olur.
Lüksün hoş görülmediğine ve hatta haram kılındığı­
na dair ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler pek çoktur ve
apaçıktır. Bu ayet ve hadisler, lüks ve israfın Allah'ın
ve Resulünün en çirkin gördüğü birer haram olQ.uklan
hissini veriyorlar. Hayatın hoş şeylerinden faydalanmaya
insanları teşvik eden,. kendilerine· helal oldukları halde
bunlan haram kılmalarını hoş karşılamayan, hayatı red
edilmiş ve karanlık birşey olarak değil de aydınlık, par-
lak ve makbul bir şey olarak görmeye davet eden İslam;
evet bu İslam'ın kendisi aynı zamanda lüks ve israfı bu
kadar ileri bir derecede hoş görmemektedir.
Kur'an-ı Kerim'in ibazan rahat ve lüks bir hayat
yaşayanları, gayretin azlığı ile, güçsüzlük ile hamiyetin
düşüklüğü ile nitelendirmektedir:
«Allah.'a iman edin, Resulü ile birlikte cihada gidin,
diye bir sure indirildiği zaman, içlerinden servet sahibi
olanlar senden izin isteyip: «Bırak bizi (savaşa gitme-
yip) oturanlarla beraber olalım,» dediler.» (et-Tevbe:
86) .

.208
İslamın ctba.d tutkusunu, onu teşvikini, ona hazırla­
nanlan yüceltmesini ve Resulullah (S.) in: ccGazaya çık­
madığı ve kendi kendine gazaya çıkmak konusunda niyet
etmediği halde ölen bir kimse, bir nevi münafıklık üze..
re ölür.» mealindeki hadisini biliyorsak, öte tarafta bu
servet sahiplerini, mücahidlerin saflanndan ge~ kalıp
oturmaları nedeniyle ne derece aşağıladığını kavrarız.
Bunda şaşılacak birşey yoktur. Lüks hayat süren, gev-
şeklik içindedir, iradesi zayıftır, yumuşaktır, erkeikliği.
azdır, zorluğa alışmamıştır. Bunwı için de gayreti sönük-
tür, hamiyyeti yoktur. Cihad: için gayret ise, ucuz şehevi
arzulanndan faydalanma imkanını kaldınr, bir süre onu
hayvani zevklerinden mahrum bırakır. O ise hayatta bu
adi ve gayr-i ahiaki değerlerden başka değerleri tanımaz.
Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim, bazan tarih boyunca
lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Görüyoruz
ki onlar her zaman hem kendilerinin, hem de onlara
uyan zayıf düşürülmüşlerin hidayet yolu üzerinde dur-
maktadırlar. Bir yerde lüks içerisinde bulunanlar varsa,
orada kibir ve gururlarını okşayan, şehvetlerini gerçek-
leştiren, onlar arasında haşereler gibi yok olan zayıf dü-
şürülmüşler (mustaz'afün) de vardır:
«Biz her bir ment!ekete (azab ile) korkutucu bir pey-
gamber gönderdikçe, mutlaka oranın refah içinde olan-
ları: ccBiz sizin gönderdiğiniz şeyleri inkar edicileriz.»
demişlerdir.» (Sebe: 34).
«Onun kavminden kendilerine (bu) dünya hayatın­
dan refah verdiğimiz ·halde küfür (ve inkar) eden, ahi"'.'
rete kavuşmayı yalan sayan ileri gelen bir topluluk dedi
ki: ((Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir. ·Sizin
yedi:kleriniroen yiyor, içtikleıinizden çiyor. Eğ-er kendi-
niz gibi bir insana boyun eğecek olursanız andolsun ki,
bu takdirde siz, mutlaka hüsrana düşersiniz.» (el-Mü'-
mim1n: 33-34).

lslam'da Sosyal Adalet - 14


«(Onlara uyanlar da o gün:) Ey Rabbimiz, hakikat
biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi
yoldan · saptırdılar» diyeceklerdir. «Ey Rabbimiz, .onlara
iki kat azab ver. Onlan büyük bir lruıetle (rahmetin-
den) kov.» (el-.Ahzab: 67-68). '
Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Refah ve lüks için-
de olanlar, hasta, istisna kabilinden ve rahat hayatlarına
tutkundurlar. Şehvet. ve lezzetlerine tutkundurlar. Et-
raflarında dönüp dolaşanlar arasından nüfftzlanna bo-
yun eğen bir grup insanın olmasına tutkundurlar. Din,
iman ve hidayet ise, tutkun olduklan pekçok şeyden on-
lan mahrum eder ve onlara mübah faydanma yollannı
sınırlar. Bu sınırlar içerisinde kalan ise, kendileririe göre
azdir ve cılızdır. Bu, onların hasta nefislerini ve şehvet­
lerini tatmin edemez. Tilin insanların değerini yükselt-
tiği için, artık mustaz'afia.r üzerindeki mutlak otorite-
leri kalmaz. Oysa bu otoriteleri önceden mustaz'aflan,
itaat eden ve uygulayan aletler hAJ.ine getirmiş idi. Ayn-
ca din ve hidAyet, etraflannda çevirdikleri, sapık, cAhil
ve teslimiyetçi toplumlara uyguladıklan hurafe, vehim
ve efsanelerden de onları mahrum eder ... Bu nedenle
bunlar her türlti hid!yet ve irfanın düşmanıdırlar. Bü-
tün bunlar lüksün vicdanda yaptiğı yıkımdan, kabaca
bir faydalanmanın ortaya çıkardığı duygusal donukluk-
tan ayndır: ' .

« (Rabbin) onları da, Allah'dan ~ka taptıklarını da


(mahşerde) bir ara toplayıp da: ((Siz mi şu kullarımı
saptırdınız, yoksa kendileri mi saptırdılar.» diyeceği gün
(görürsün ki) onlar (şöyle) diyeceklerdir: «Seni tenzih
ederiz. Seni bırakıp da başka veıtıer edinmek bize yakış­
ma.ı. Fakat (gerek) onfan (n) ve (ıterek1) atalan (nın
azab sürelerini) kendin uzattın da nihayet zikri unuttu-
lar vB helak (e mahkUm) birer kavim oldular.ı> (el-Fur-
kan: 17-1.8).

210
1

Uzun süreli, babalardan miras alınmış büyük bir


lüks ve faydalanma, insana cczikr>>i unutturur ve verim-
sizliği doğurur. Onlar cchelAk olmuş birer kı\~
hakkında
vim oldular» ifadesi, derin anlamlı ve tabloları­
müthiş,
nı ortaya koyan bir anlatım.dır. «Helak (bir) arazi» hiç
bir şey üretmeyen, hiç bir verimi olmayan kuru arazi
demektir. İşte bu lüks ve refah içerisinde bulunanların
kalpleri, kupkuru, verimsiz, hayat eseri· görülmeyen
bir toprak.
Resulullah (S.A.V.) de lüks ve refah sahiplerinin
evlerini, oradan fışkıran fesad ve oradan çıkan fitneler
sebebiyle ccşeytanlann evleri» diye adlandırmaktadırlar.
«Şeytanların
develeri ve evleri varciır. Şeytanların
develerini gördüm: Sizden biriniz, semirttiği develeriyle
yola çıkar da bunlardan bir tanesine bile binmez. Yola
devam edecek takati kalmamış (müslüman) kardeşini
yolda görür de, onu bindirmez. Şeytanın evlerine gelince,
onlan henüz görmüyorum.» (Rft.vt der ki:) Bunlar olsa
olsa insanlan atlas perdelerde örten şu kafeslerdlr. (31).
Resulullah (S.A.V.), şeytan,arın develerinin İıit~
ilklerini şöyle görmüştü: O develerin sahiplerinin on-
lara binmeye ihtiyaçlan yoktur. Oysa binecek bir şey
bulamadığı için yoluna devam edemeyenler vardır. Bu..
gün de şeytanların binekleri şunlardır: Çok önemsiz
Şeyler için lÜzumsuz yere giden otolar. öte tarafta va.
sıtaya binecek para bulamayan binlerce kişi. Yüzlerce
kişi de yaya bile yürüyebilecek durumda değildir. Çün-
kü çeşitli afetlerde ayaklarını kaybetmişlerdir. Resu..
Jullah (S.A.V.) in (32) insanları atlas perdelerle örten

(31) EbO DaıvOd.


(32) Burada şehld müellif, hadis riMlerinden Tebli Said'ln sözlerin!
ReS4..llullah'ın sözleri olarak almtş ve öyle değerlendirmiştir. Oysa

211
evler olarak gördüklerini biz günümüzde, hiçbir insa-
nın hatırından geçmeyecek konforu bulwİan evler ola..
rak görüyoruz.
Buna göre lüks yaşama, tarih boyunca helak olmak
için bir sebep olarak kalacaktır. Çünkü lüks, azgınlığın
nedenidir:
«Biz bol geçimi ile (halkı) şımarmış nice memleket-
ler helak' ettik. İşte kendilerinden sonra ancak pek az
kimselerin konduğu (harab) meskenleri.» (el-Kasas: 58).
Sebeib olduğu günahlar nedeniyle, lüksün ahirette
azaba neden olacağında şüphe yoktur:
«Ashab-ı şimale gelince, (onlar) ne ashab-ı şima.I­
dlr! (Ateşin) sıcaklığı ve kaynar bir su ve bir de kapkara
dumandan bir gölge içindedirler ki (o gölge) ne serin,
ne de faydalı değildir. Çünkü onlar bundan önce rahat
(lüks) ve israf içindeydiler. O büyük günah üzerinde de
ısrar ederlerdi. «Biz de öldüğümüz, bir toprak ve bir yı­
ğın kemik olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi diril-
tilip kaldırılacakm,ışız? derlerdi. «Evvelce geçmiş atala- ·
rımız da mı?» (el-Vakıa: 41-48).

Fakat, helak ve azab yalnızca lüks içerisindeki ferde


isabet etmez, bilakis onların varlıklarına müsamaha gös-
teren topluma da iıSabet eder:
«Bir memleketi helak etmek istediğimiz vakit, onun
nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz. (33)
de orada itaatten çıkarlar. Artık. o (memlekete) karşı

yukarıdakihadisin tercemeslnde: •>Bunlar olsa olsa ... • diye baş·


layan son kısım, EM DavOd'un da Kitap: 15, B. 57'de belirttiği
gibi hadis rAvislnlndlr. (Çeviren).
(33) Buradaki: •emr ederiz•, •Ç01laltırız• demektir.

212
azab hak oım11ştur. işte biz onu kökünden mahv-ü he-
lak etmişizdir.b (el-İsra: 16).
Çünkü toplum içerisinde lüks ve israf içinde yüzen-
lerin bulunması, toplumun onların varlıklarına müsa-
maha göstermesi, bunlara karşı susması, lüksün sebeple-
rini gidermesi ve lüks içerisindekileri fesat yapmakta
serbest bırakması. .. evet bütün bunlar, varlıkları gereği
kesinlikle helftıke ve mahvolmaya götüren sebeplerdir. İş­
te ayette geçen <ıistemeı>nin anlamı budur. Yani sonuç-
lar, o sonuçlan gerektiren öncüllere bağlıdır; sebepler
varolduğu vakit, Allah'ın kainat ve hayatta geçerli olan,
iradesiyle ortaya koyduğu sünnetine uygun olarak so-
nuçlar meydana getirilir.
Yapısı içerisinde meydana gelen bu münkerden top-
lumun kendisi sorumludur. Toplum içerisinde varlığının
gereği olarak lüksün münkere götürmesi kaçınılmazdır.
Artan fazla güç ve imkanların harcanacak bir yerlerinin
· bulunmasının kaçınılmaz olduğunu daha önce açıklamış
idik. Buna göre lüksün olduğu yerde artan bir mal vardır
ve bu bir güçtür. Bedeni ve fazla bir güç de bir imkan-
dır. Dü.şünce ile veya işle değerlendirilmeyen zaman da
bir fazlalıktır, bu da bir güçtür. Lüks ve refah içindeki
genç erkek ve kızların da -ki bunlar gençliğe, boş za-
mana ve gayrete bir arada sahiptirler- fasıklık yapma-
ları kaçınılmazdır; bedeni ve mali güçleri ile zaman güç-
. lerini harcayacak başka alanları araştırmamaları imkan-
sızdır. Çoğunlukla bu alanlar, içinde yaşadığı zaman ve
ortamın karakteristiğini yansıtacak şekilde çok aşağılık
olur. Bu alaruarın hepsinin ortak özellikleri aşağılık, hissi
ve manevi pisliktir.
Diğer tarafta köle tüccarlarından, kuyrukçulardan
ve lüks.içerisindekilerin dalkavuklarından oluşan çıkar-

213
cılar ve muhtaçlar, ahlaksızlığı ve tembelliği.yayar, lüks
içerisinde yüzen erkek ve .kadınların hoşuna gitmeyen
hayatın bütün ciddi değerlerini ucuzlatırlar.

Bundan sonra da hastalık hayatın diğer alanlarına


yayılır. Sonunda da kaçınılmaz ü:ibet ·gerçekleşir. Bu:
ümmet içinde ahlü:sızlığın yayılması, ibahiliğin (herşeyi
mübah görme) başgöstermesi, beden ve akılların gev-
şeklik içine düşmeleri, maneviyatın ve ruhiyatın çökme-
sidir... İşte tam bu sırada Allah'ın emri hak olur ve o
toplum da kökünden mahv-ü helak olur!
İşte lüks yaşayış suçu hakkında İslam'ın görüşü bu-
' ferdi olarak başlar. Eğer toplum buna
dur. Bu suç, ilkin
sesini çıka1'!lazsa ve bu münkeri, el ile, dil ile ve kalb
ile ortadan kaldırmazsa; bu suç semerelerini verir, veb~
gibi toplumun bünyesine yayılır, sonunda toplumu yok
olmakla karşı karşıya bırakır. Bütün bunlar, sonuçların
öncüllere ve nedenlere bağlı olduğu kura:µna göre orta-
ya çıkar: «Allah'ın sünnetini değiştirmeye ise asla (im- ,
kan) bulamazsın.» (el-Ahzab: 62).
Peki lüks ile mahrumiyetin sının nedir ve ikisinin
arasındaki orta ve mlltedil yol hangisidir?
İslamın ilk dönemlerine dönecek olursak, fakirlik ve
mahrumiyetin açıkça görüldüğü yoksul bir ortamla !tar-
şılaşırız. Resulullah (S.A.) in ipek giymeyi yasakladığını
görürüz.
«Dünyada ipek giyen, onu ahirette giymeyecektir.»
(34).
Hz. Ali (R.A.) rivayet eder ki:
«Resulullah (S.A.V.) bana altın yüzük kullanmayı

(34) Buhari.

214
yasakladığı gibi, ipekten çizgileri bulunan ve usbur d&-
nen boya ile },)oyalı elbise giymeyi de yasaklamıştı ... » ,
/
Bütün bunlar erkekler içindir. Kadınlara gelince,
onlara -kendi kızı Fatıma'nın altın takmasmı hoş kar-
şılamamışsa da- altın da ,ipek d~ helal kılınmıştır. An-
cak onun kızının altın takınmasını hoş karşılamaması,
Peygambere ait bir özelliktir, insanlan bunun için mec-
bur tutmamıştır.
«İslam, ortamın şartlarıve toplU'mun durumu ge-
rektirmediği takdirde dar bir geçime davet etmemek-
tedir>> dersek, bir haramı helal kılmadığımızı sanıyo­
ruz. İpek elbise, usfurla 'Qoyalı ve aşırı süslü elbise giy-
mek er1ceklerin kıymetini düşürür, onlan yumuşaklığa
(rahat ve gevşekliğe) -özellikle cihad zamanlannda-
davet eder. Fakat Resulullah (S.A.V.), dar geçimin çir-
kin görünüşe ve kıyafette aldırışsızlığa ve ihmale var-
masını istememiştir. iiz. Cabir (R.A:) rivayet etmiştir
ki: Resulullah (S.A.V.) bizi ziyarete geldiğinde, saçlan
darmadağın, taranmamış bir adam gördü:

- Bu adam, saçlanm düzeltecek bir şey bulamadı


mı? diye sordu.
Yine üzerinde kirli elbise bulunan birini gördüğün­
de, buyurdu ki:
- Bu adam elbiselerini yıkayacaık bir su bulamadı
tnı?

Ebu'l-Aııvas babasından rivayetle dedi ki:


- Resulullah (S.A.V.) üzerimde eskimiş bir elbise
ile beni görünce sordu ki~ !
- Senin herhangi bir malın var mı?
- Evet, dedim.
- Hangi maldan? diye sordu. Ben:

215
- Allah, bana hepsinden, koyundan da, deveden
de vermiştir.
Buyurdu ki:
- Allah sana bir mal ihsan ettiği vakit, O'nun sana
olan nimet ve kereminin eseri üzerinde görülsün. (35}.
Resulullah (S.A.V.) buyurdu ki:
- Allah iyidir, iyiyi sever. Temizdir, temizliği se,. -
ver. Kerimdir, keremi sever. Cömerttir, cömertliği sever.
Evlerinizin çevresini temiz tutun ve Yahudilere be~
meyin. (36),.
Allah'ın, Ademoğullanna emri daha önce geçmişti.
Allah onlara her mescidin yanında zinetlerini takınma­
larını ve kendilerine helal kıldığı hoş şeyleri ha.ram kıl­
mamalarını emrediyor. Bundan özet olarak şunu anlı­
yoruz: Toplumun genel hayat seviyesi, neyin lüks, neyin
mahrumiyet olduğunu bellrler. Allahü Teala, yeryüzü-
nün çeşitli bölgelerinin fethini müslümanlara müyesser
kılınca, kamu serveti artınca ve yaşayış düzeyi yükselin-
ce, onların da giyinişleri değişti, daha önce faydalanma-
dıklan şeylerle faydalanmaya başladılar. Normal sınır­
lan aşmalan hali müstesna, hiç kimse de onların budu-
rumlarına karşı çıkmadı. Peygamber (S.A.V.) de şöyle
buyurmaktadır:
«Dilediğini ye, dilediğini giyin. Seni ancak iki şey
hatava düşürür: İsraf veya gurur.ıı (37).
Bununla birlikte şunu vurgulamak da istiyoruz: Sa-
de yaşayış, İslamın tutkun olduğu bir özelliktir. Ruhun,
dünya metaım hakimiyeti altına alması da, İslamın müs-
lümanlarda bulunmasını istediği bir niteliktir. Böylelikle
onlar bu metaa kul olmak~ kurtulmuş olurlar.

(35) Ebu Davlid, Nesai.


{36) Tirmlzi, tıasen ıblr senedle rivayet etti.
(37) Buhari.

216
ccDirheıneköle olan helak olsun. Dinara köle olan,
elbiseye ~le olan helak olsun. (Böyle bir kimseye) ve-
rilirse memnun olur. Verilmezse de kızar.» (38).
Dünya metaından vasat ölçüde· faydalanmak isten-
miş olmakla birlikte, metaa hakim olmak da İslam'ın
temel özelliklerindendir. Müslüman kalb, vasat sınırın
nerde olduğunu, nerede duracağını, zevk-i selimi ile bilir
ve anlar.

(38) Buhari, (Ayrıca bak: Tecrid, Vlll, s. 324-325. çev.).

217
ZEKAT FARİZASI

Şimdi de İslamın rükünlerinden biri ve sosyal görü-


nümlü bir rükün olan ccZeka.tııtan söz edelim. Zekat ile
ilgili söylenebilecekler, !sJ.Amın mali siyasetiyle en yakın­
dan ilgili olan şeylerdir.
Zekat, maldaki haktır. Zeka.t bir taraftan ibA.dettir,
diğer taraftan sosyal bir görevdir. İslAmın ibadetlerle ve
sosyal hayatla iglili görüşünü gözönünde bulunduracak
olursak, şunu söyleriz: Zekat taabbüdi - sosyal bir görev-
dir. Bu nedenle ona ((zekatıı adını vermiştir. Zekat temiz-
lik ve nema (büyüme, gelişme) dernektir. Farz kılınmış
bu hakkın ödenmesiyle borçtan bir kurtuluş ve vicdanın
da tem.izlenmesidir. Aynı zamanda nefi~ ve kalbin cim-
rilikten ve bencillikten arınmasıdır. Mal sevimlidir, mülk
de hoştur. Nefis başkalarına karşı maldan cömertlik gös-
terince, temizlenir, yücelir ve aydınlanır. Aynca o, ken-
disinde bulunan hakkın ödenmesi ve bundan sonra da
helal olması ile malın temizlenmesi demektir. Zekat, iba-
det anlamını da içerdiğinden İslam, inceliği gereği kitap
ehli olan zimmilerden zekat vermelerini istememiş, bu-

218
nun yerine onlara açizye» koymuştur, ki böylelikle onlar
da devletin .kamu harcamalanna katılmış olsunlar. Zim-
milere, -istemiş olmaları dışında- İslami ibadetlerden
herhangi birisi onlara farz kılınmamış olur.
Zekat, hazan toplum içerisindeki bir takım kesimle-
rin yetecek kadar ihtiyaçlarını karşılamak, .bazan da ye-
tecek kadardan fazlasını bile onlara sağlamak için top-
lumun, ferd üzerindeki bir hakkıdır. Böylelikle tsıa.m :
«Ta ki o mal, sizden zengin olanlar arasında dönüp d0w
la.şan birdevlet olmasın» diye ifadesini bulan genel
esasının bir kısmını gerçekleştirmiş olur ... Çünkü İslam,
insanların fakirlik ve ihtiyaç içerisinde bulunmalarından
hoşlanmaz; gücü yettiği takdirde her ferdin kendi özel
çalışması ve hususi gelirleri ile yetecek kadarını elde
etmesini, herhangi bir neden dolayısıyla bunu yapama-
dığı takdirde ihtiyacının toplum malından sağlanmasını
kesinlikle istemiştir.
İslam, insanların fakirli:k ve ihtiyaç, içerisinde bu-
lunmalarından hoşlanmaz. Çünkü o, daha büyük ve Al-
lah'ın Ademoğullarına özel olarak verdiği insani yüceliğe
-daha ıa.yık olan hedeflere yönelebilmeleri için, onları ha-
yatın zorunlu maddi ihtiyaçlarının baskısından kurt;ar..
inak istiyor:
cıAndolsun ki biz Ademoğullannı bir izzet ve şerefe
mazhar kılmışızclır. Onlara karada, denizde tru;ııyacak
(vasıtalar) verdik, onlara güzel güzel nzıklar verdik, on-
ları yarattığı~zın bir çoğundan cidden üstün tuttuk.»
(el-İsr~: 70).
Allah insanlan akıl, duygu ve beden için zorunluluk
1fade etmekten yüce olan bir takım ruhi ariularla, fiilen
ü'.stün kılmıştır. Hayatın zaruri ihtiyaçlarından kendile-
rine bu ruhi arzulara ve bu fikri alanlar9. harcamak üze·
·re imkan, gayret ve zamanı bulamayacak olsalar, bu
yüce ve üstün kılınmışh!P. kayb ederler ve hayvan mer•

219
tebesine Hatta hayvan çoğunlukla yiyecek ve
düşerler.
içeceğini bulur. Hatta bazı hayvanlar yeteri kadar yiye-
cek ve içeceğini aldıktan sonra gider gelir, -hoplayıp zıp­
lar; bazı kuşlar da sevinçlerinden neşeli neşeli öter.
Yeme ve içme gibi zorunlu ihtiyaçlannın içerisinde
çırpınan ve Allah'ın üstün kıldığı insanın uğraşması ge-
reken şeylerle uğraşa.maması bir yana, kuşun ve hay-
vanın elde edebildiğine bile sahip olamayan insana, ger-
çekten insan nazanyla bakılamaz, Allah'ın aziz kıldığı ve
öyle nitelediği insan tipi bu olamaz. Bütün gayret ve
zamanını harcadığı halde ihtiyacına yetecek kadarını el-
de edemeyecek olursa; işte bu, insanı Allah'ın dilediği
mevkiden aşağılara düşüren bir musibet olur ve bu, için-
de yaşadığı toplumu, Allah'ın tekrimine (yüce ve şerefli
kılmasına) layık olmayan aşağılık bir toplum olarak
ayıplanacak hale getirir. Çünkü bu toplum, bu hiliyle
Allah'ın iradesine ters düşmüştür.
İnsan, Allah'ın yeryüzündeki HALİFE'sidir. Allah,
hayatı ilerletmek ve geliştirmek, sonra da hayatı aydın­
lık kılmak ve güzellik ve aydınlığıyla da hayattan fay-
dalanmak üzere onu yeryüzünde halife yapmıştır. Bun-
dan sonra da kendisine verdiği nimetler dolayısıyla Al-
lah'a şükretsin diye bu makama oturtulmuştur. İnsan
ise, hayatı -yeterli bile gelse- bir lokma uğruna tüke,_
riip gidiyorsa bütün bUJ?.lann hiçbirisini yapamaz. Peki
ya yeteri kadar ihtiyaçlarını karşılamayarak hayatını
sürerı:e. tüm bunları nasıl gerçekleştirebilecek? ...
Bir kısmı lüks ve israf seviyesinde, di~er bir kısmı
fakirlik ve mahrumiyet düzeyinde yaşayan bir ümme-
tin fertleri arasında bu derece farklann bulunmasını
sonralan da bunun yoksulluk, açhk ve çıplaklığa var-
masını İslam, asla hoş karşılamaz. Böyle bir toplum,
«İslam üriımeti» olamaz. Resulullah (S.A.V.) de Şöyle
buyurmaktadır:

220
Herhangi. bir yerde bulunanlar arasında bir kişi ol-
sun aç sabahlayacak olursa, onların üzerinden Allah'ın
himayesi kalkar.» (39).
Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor :
«Kendisi için sevdiğini karde.şin için de sevmedikçe;
sizin herhangi biriniz (tam iman etmiş olmaz.» (40).
İslam toplum kesimleri arasındaki bu farklılıklan
hoş karşılamaz. Çünkü bunların arkasında toplumun te-
mellerini paramparça eden kin ve nefretler gizlidir. Çün.-
kü bunda ruhu ve vicdanı dejenere eden bencillik, katı­
lık ve tama' vardır; bunda muhtaçlan hırsızlığa, gasba
zorunlu olarak götüren veya zillete, şerefini ve yüceliğini
satmaya mecbur eden özellikler . vardır. Bütün bunlar
ise aşağılık şeylerdir. İslam, toplumu bunlardan uzak
tutar.·
İslam, malın renginler arasında dönüp dolaşan bir
devlet olmasını, çoğunluğun harcayacak bir şey bulama-
masını hoş görmez.. Çünkü bu, sonunda bu ümmet içe-
risinde hayatın, çalışmanın ve üretimin dondurulması
sonucunu verecektir. Oysa bir ümmetin büyük çoğunlu­
ğunun elinde mal varsa, malın bu büyük çoğunluğun
hayati zaruretlerinin alınmasına harcanması sonucunu
sağlayacak, böylece mallara yöneliş çoğalacak, bu da
üretimin çoğ~lıması sonucunu doğuracaktır. Bu ise çalışa­
bilecek durumda olan herkı:>.sin çalışmasına imkan .sağ­
layacaktır... Böylelikle hayat, çalışma, üretim, tüketim
çarkı, tabii ve verimli dönüşüne devam edecektir.
İşte bütün bu anlamlı gerekçeler dolayısıyla İslam
zekatı teşri etmiş, malda farz kılmış, verenler tarafından
faziletli bir davranış olarak değ'il de, hak sahiplerinin
bir hakkı olarak farz kılmıştır. Onun için belirli bir ni-

(391 Ahmed bin Hanbel, ~üısned, 4860. hadis.


(40) Buhart ve Müslim.

221
sab belirlemiş, gücü yetenlerin tümünü onu edada bii
araya getirmiştir. Zekat vel'.ilmeyecek en yüksek miktar,
yirmi miskal altın değerine eşit olan maldır. Aynca bu
yirmi miskal altının veya ona eşit değerdeki başka malın,
sahibiriin zaruri ihtiyaçlarından ve borcundan fazla ol-
ması, üzerinden de bir senenin geçmiş olması gereklidir.
Bunun nedeni açıktır. Çünkü zekat alabilecek durum-
daki birisinden zekat vermesi istenemez. Ekin ve mey-
velere gelince, bunların 'zekatı mevsimlik; hasad ve dev-
şirme zamanlarında verilir. Ticare.t malları, altın ve gü-
m~ göre değerlendirilir. Hayvanların zekatı da, altın ve
gümüş· oranlarına denk belirli oranlardadır. Bu oran da
yaklaşık olarak öşürün dörtte biri (yani kırkta biri) ka-
dardır.. RikAza gelince, -çeşitlerine göre «bu rikaz arazi
sahibinin mi olacak yoksa toplumun mu olacak» ihti-
lafının varlığı ile birlikte- onda da, beşte bir vardır ...

Zekat almak hakkına sahip olanlara gelince, Kur'an'-


ın belirlediği gibi bu kimseler şöyle sıralanır:
Fukara (Fakirler) : Nisabdan daha aşağı değerde
olan mala veya nisab değerinde mala sahip oldukları hal-
de, buna ;karşılık borçlu olan kimselerdir. Bu grup insa-
nın bir şeylere m.Allk oldukları açıktır. Ancak bu, az bir
şeydir. İslam ise, insanların kendilerine yetecek kadarı­
na, hatta mümkün olduğu kadar da dünya.dan faydalan-
makta kendilerine yardımcı olacak şekilde yetecek mik-
tardan fazlasına. malik olmalanni..ister.
MesAkin (M.fskitıJer):
Bunlar, hiçbir şeye malik ol-
mayanlardır. Haliyle bunlar, zek:At verilmeye fakirler-
den daha layıktırlar:. Ayet-1 kerimede fakirlerin onlar-
dan önce ~ş olmalarından, az bir malın ellerin-
de bulunmasının f aklrlere yetmediğini seziyorum. Bu ne-
denle onlar da sanki miskinler gibidir. Çünkü isıa.mın

222
hedefi, yalnızca zaruri ihtiyaçların karşılanma&ı değil­
dir. Daha önceden belirttiğim gibi, yetenden fazlasının
sağlanmasıdır. ·

Zekat Amilleri (Toplama Memurları) : Bunlar ze-


. kat toplayıcılandır. Zengin bile olsalar çalışmalarının
karşılığı onlara verilir. Bu emeğin bir karşılığıdır. Bu
ise emek ve ücret düzeni ile ilgilidir. İhtiyaç ve ihtiyacın
karşılanması ile ilgili değildir.

Müe.Qefetü'l-Kulii.b (Kalpleri Isındınlacaklar): Bun-


lar İslam'a yeni girmiş olup hem kalplerindeki imanı
güçlendirmek amacı gözetilir, hem de başkaları -bu
yolla- İslama doğru çekilmeye çalışılır. Fakat bu har-
cama kapısı Hz. Ebu Bekr (R.A.) döneminde Ridde sa-
vaşlarından sonra Allah'ın İslamı aziz kılmasıyla kapa-
tı.lmı.ş ve ts1a.mın. kalplerin mal ile ısındınlmasına ihti-
yacı kalmamıştır. Bunlara rekat verilebileceğini Kur'an
ayeti hükme bağlamış olmasına rağmen Hz. Ömer (R.A.),
bu konuda bir tasarrufta. bulunmakta bir sakınca gör-
, memiştir.

Köleler: Bunlar, sahipleriyle üzerinde anlaştıkla­


n belirli bir miktardaki mal karşılığında hürriyetlerine
kavuşacak olan mıük.Meb kölelerdir. Hürriyete kaVUşma­
lan . için kolaylık sağlamak amacıyla zekattan onlara
pay verilir.
eI.GArlnıin (Borçlular) : Borçlan servetlerini kap-
sa.yan ldrn.selerdlr, bunlar. Ancak bu 'borçlan mAsiyet-
ten dola.yi olmamalıdır; yine lüks vebenzeri şeyler, bor-
cun nedeni olmamalıdır. Bunlara zekattan bir pay ve-
rilmesi -suretiyle, borçlannı ödemelerine yardımcı olu-
nur ve borç yükünden kurtarılmış olurlar. Ayrıca bunda
şerefli bir hayat sünnelerine yardımcı olmak da vardır.

223
Fi Sebilillah. (Allah yolunda) : Bu genel bir har-
cama yeridir. Bunun, sınırlarını şartlar çizer. Mücahid-
lerin ihtiyaçlarının karşılanması, hastaların tedavisi, öğ­
renmek imıkanı bulamayanlara yardı,mcı olmak, İslam
toplumunun herhangi bir faydasını sağlayan benzeri
diğer hususlar, bu türdendir. Bu konudaki tasarruf, diğer'
şart ve ortamlar içerisinde sosyal her çalışmayı kapsa-
yacak kadar geniş boyutlara ulaşır. '
İbn'üs-Sebil (Yolda Kalmış): Harcayacak bfr şey
bulamayan ve malından uzakta bulunan kimselerdir.
Savaş, talan ve zulümden· dolayı hicret edip mallarını
geride bırakan ve mallarından yararlanma imkanını bu-
lamayan kimseler gibi.
İslam bu grupların zekattaki mallarını, ancak biz..
zat kendilerip.in rızık aramak için özel yolların tümünü
denemelerinden sonra tanır. İslam, insanın kerametini
(şeref ve haysiyetini) korumasına tutkundur. Bu bakım­
dan o•. her ferdin bir nzık kapısına sahip olmasını ve bu
konuda topluma bile boyun eğmemesini şiddetle ister.
Bu nedenle İslam, çalışma
yoluyla ihtiyaçtan kur-
tulmayı teşvik etmiş ve içinde yaşayan her bir ferde ça-
lışma imkanı hazırlamayı toplumun ilk görevi olarak
belirlemiştir. Resulullah (S.A.V.) a birisi gelip ondan
dilenir. Resulullah (S.A.V.), ona bir dirhem vererek,
odunculuk yapıp, elinin emeği ile geçinebilmesi için onun-
la bir ip almasını emreder ve buyurur ki: .
«Sizden birinizin sırtında bir demet odun getirmesi,
-versin veya vermesin- birisinden dilenmesinden daha
hayırlıdır.» (41).
Zekat şeklindeki bu yardım, toplumsal bir muhafa-
za, bütün gücünü harcadığı hlldeı, birşey elde $1.emeyen

(41) Buhart, Mllsllm.

224
veya. yetecek miktardan uı.nı veya ancak yetecek ka-
da.rını elde edebilen kimseler için de bir garantidir. Di-
ğer taraftan zelf.at, üretim, tüketim ve çalışma arasında
malın sağlıklı ve mükemmel bir şekildeki dolaşımını
gerçekleştirmek için, bütün toplum arasında. dönüp do-
laşan bir devlet olabilmesi için de bir araçtır. Böylelikle
İslam her :ferdin bütün gücüyle çalışmasını, sosyal yar-
dıma. güvenerek çalışın.ayı bırakmamasını sağlamış, hem
de ihtiyacı ola.na açığını kapatacak şekilde yardımcı ol-
mayı, zaruretlerin ağırlığını, ihtiyaçların baskısını il7.e-
rinden kaldırmayı ve ona şerefli bir hayatı kolaylaştır­
mayı ge:rçek,leştirmiş olur. Bundan ayn olarak da ..:....ön-
ceden açıltladığımız gibi- ümmetin sermayesinin sağ•
lıkh dol~ımını garantilemiş olur.
· Zekat, dayanışması ve karşılık garantisi bulunan.
·ha.yat.mm hiçbir cephesinde fa.izci düzenin biçbii garan-
tisine gerek duyma.yan bir toplumun ana direğidir.
Bizim duygulanmızda ve tslA.m diiııeninin uygulan-
ma.sına tanık olma.yan, bu düzenin imam bir tasavvur,
imani bir terbiye, imani bir ahWc esas1 ijzerine kuruldu-
ğunu insan ruhunda. özel bir şekilde dokunulduğu­
nu, bundan sonra da doğru tasavvurlarını, temiz ab-
lA.kını ve yüce faziletlerini yerleştireceği düzenini kur-
duğunu görmeyen kuşaklann duygularında «zekat», bir
şaşkınlığa yol açmıştır. t.sıamın "f.ekatı», fa.iz esası üze-
rine kurulu cahili düzenin karşısına koyduğunu, ferdi
, gayret veya faizden uzak bir yardımlaşma yoluyla hayatı
gelişir ,iktisadı ilerler We getirdiğini, göremeyenlerdir,
bu şaşkınlar.
, 1nsanıığa mal olmuş
bu yüce tabloyu göremeyen bu
bahtsız kuşaklann hissinde bu tablo şaşkınlık uyandır­
mıştır. Bu bahtsız kuşaklar, fa.iz esası. üZerinde yüksel-
rnj.ş materyalist düzenin çukurlarında doğmuş ve yaşa-
, mıştır. Cimrilikten, hirbirini yemekten, ferdiyetçilikten,

1slam'da Sosyal Adalet ~-15 225


insanların vicdanlarına egemen ·olan ve malın muhtaç
olanlara ancak aşağılık faizle aktarılmasını öngören ben-
cillikten başkasına tanık olmamıştır bu kuşaklar. Onla-
rın tanık oldukları bu düzenler insanlan bir mal birikimi
olmadıkça veya. mallarının bir kısmı ile faizci sigorta
kurumlarına ortak olmadıkları sürece hiç bir garanti ve
güvenlikleri olmaksızın yaşamak zorunda bırakmıştır. Bu
düzenler, faizci yollarla elde etmediği sürece, sanayi ve
ticareti, kendilerini ayakta tutan malı elde edemez hale
düşürmüştür. İşte bu bahtsız kuşakların duygularında,
bu faizci düzenden başka bir düzenin bulunmadığı, ha-
yatın ancak bu temel üzerine kurulacağı kanısı yer et-
miştir.
Bu kuşaklar zekatın şeklinden o derece hayrete ka-
pılmışlar ki onu, gülünç ve ferdi bir ihsan sanıyorlar ve
bu temel üzerine çağdaş hiçbir düzenin yükselemiyece-
ğini kabul ediyorlar: Kan ile birlikte sermayelerin yüzde
iki buçuğunu ifade eden zekatın toplam büyüklüğü ne
olacak ki? (42) diyorlar. Halbuki İslamın özel bir şekil­
de işlediği, tevcihat (yöneltmeler) ve teşriat) yasama-
lar) ile özel bir şekilde eğittiği içinde yaşamayanların
vicdanlanndakine oranla daha yüce bir tasavvura sahip
özel hayat düzeniyle ortaya çıkardığı insanlar bu zekatı
verirler. Müslüman devlet de bu zekatı, ferdi bir ihsan
olarak değil, farz kılınmış bir hak olarak tahsil eder ve
onunla müslüman toplum içerisinde özel imkfuıları ye-
terli gelmeyen herkese güvenlik sağlayacak şekilde har-
car. O kadar ki fert, her durumda kendisinin de, çoluk
çocuğunun da hayatının güvenlik altında olduğunu an-
lar; borcu sermayesini kaplayan borçlulann borcu, ti-
ca.rt olsun veya olmasın zekat gelirinden ödenir.
1
(42) Bu oran zlraaıt ve kenzlerde % 20'ye % 10'aı ve % S'e kadar yük·
sellr.

226
Düzenin şekliliği önemli değildir. önemli olan düze-
nin ruhudur. Yöneltmeleriyle, yasamalarıyla ve düzeniy-
le İslamın eğittiği\ toplum, düzenin şekil ve uygulama-
larıyla uyum halindedir, yasama ve yöneltme ile birlikte
mükemmeldir. Dayanışma, bu toplumun vicdanından ve
düzenlemelerinden birlikte, uyumlu ve mükemmel halde
ortaya çıkar. Bu gerçeği, diğer materyalist düzenlerin
gölgesinde doğup büyümüş ve· yaşamış olanlar düşüne­
mezler. Fakat bu, biz müslümanların yakından bildiği­
miz ve imani zevkimizle zevkine vardığımız bir gerçektir.
Eğer onlar, talihsizlikleri, nasipsizlikleri ve liderliklerini
ellerinde bulundurdukları insanların bedbahtlığı nede-
niyle bu zevkten mahrum iseler, onlann pa;Yı da varsın
bu olsun ve Alla.J:ıü Teaıa.•nın: «İman edip sA.lih amel
işleyen, namaz kılıp zekat verenler ... » diye müjdelemiş
olduğu bu hayırdan mahrum kalsınlar ... Ecir ve ~ap­
tan mahrum olmalannın yanında rahat, huzur.ve endi..
şesizlikten mahrum kalsınlar. Onlar, baŞka bir nedenden
değil, yalnızca cıllıillikleri, cAhillyetleri, sapıklıkları ve
inatları dolayısıyla tüm bunlardan mahrum kalıyorlar!

227
ZEKAT .DIŞINDAKİ MALİ ~tiKUMLt)L'OKLER

Bununla birlikte maldaki haık, yalnız başına zekat


· değildir. r •
Biz, bu günlerde zeklttan söz edenler a.rasında, is--
lMnın her zaman sermayelerden istediği en yüksek sınır
bu olduğuna dair bir takım kuşkular uyandırmaya hazır­
lananların bulunduklarını görüyoruz. Bu nedenle biz bir
taraftan çıkarcı din adamlannın yapmak istedikleri, di-
ğer taraftan İslam düzeninin «medeniyet» çağında işler­
liği olmadığını koymaya çalışanların yapmak istedikleri-
nin üzerindeki perdeyi aralamak istiyoruz.
Zekat, İslam toplumunun zekat geliri dışında ka,..
lan hiç bir şeye ihtiyaç duymaması halinde, mallar-
da farz kılınmış olan en alt sınırdır. Ancak zekatın ye..ı
terli gelmemesi halinde İslam, eli kolu bağlı durmaz.
Bilakis İslam Şeriatını uygulayan İmama, sermayelere
yeni görevler yüklemekte - yani durumu düzeltmek
için gereken sınırlar içerisinde belirli bir ölçüde almak
konusunda - geniş yetkiler verir. Hadis-i Şerif bu k~
nuyu açıkça dile getirmektedir:

228
«Şüphesiz ki malda, zekatın dışında da hak vardır.»
(43).
Mesalih·i. Mürsele. ve Sedü'z-Zerayi', toplumun
maslahatlann'ı gerçekleştirecek ye bütün zararları orta-
dan kaldıracak genişliktedir.

Biz bunların sıhırlarını açıklamak için Kahire Üni-


versitesi Hukuk Fakültesinde Şeriat Profesörü Prof. M.
Ebu Zehra'nın: «el-İmam Malik» adlı eserinde yaptığı
açıklamaları buraya aktarnıalda yetiniyoruz;

. Mesalih-i Mürsele: «Belirli bir nassı bulunmayan,


onun çeşidinden olanın muteber olduğu kabul edilen
maslahatlara, «Mesaıih-i Mürsele» adı verilir. Bunun
fıkhi bir asıl olması, fakihler arasında tartışmalıdır. Fu-
kaha'nın çoğu mesalfu-i mürsele'nin külliyatta bir asıl
olduğunu kabul etmemekle birlikte, Kar&fi'ye göre bü-
tün fukaha, mesfilih-i mürsele'yi ele almış ve onları cüz'i
konularda bir delil itibar etmişlerdir. Kar!fi, bu konuda:
ccBizim mezhebim.Wden olmayanlar, mesaıth-i mür-
sele'yi açıkça ink!r ederler. Fakat feri konularda «mutlak
maslahatın illet olarak ele alir ve kendilerini ona dair
başka bir delil ortaya koymak zorunda hissetmezler. Bi-
lAkis yalnızca aradaki münasebete dayanırlar. Bu ise
· ccmaslahat-ı mürseleı>nin ta kendi.sidir.» şeklinde gö-
.rüşünü belirtmiştir.
«Bu iddianın doğru olup ofmıaması arasında bir fark
yoktur. Çünkü belirli bir nassı bulunmayan' masJahat
ile ilgili §.llmleri:tı görüşü değişiktir. Fakat bu değişiklik,
<>nu delil olarak almak ile ilgili olma.Sa bile, en azından
.:-kara.fi'nin kabul ettiği gibi- onu ne miktarda almak
kon~unda sOOkonusudur.

(43) Tlrmlzt.
, «Alunlerin konu ile ilgili görüşleri dört kısma ayrıl­
mıştır:

a) «Birinci Kısım» : Şa.fiilerle Oljl.Iarın izinde gi-


denlerdir. Bunlar, itibar edileceğine dair Şari' tarafın­
dan konulmuş bir şahid bulunmadığı Mesallh-i Mürse-
le'yi, delil olarak almazlar. Çünkü bunlar ancak nassları ·
ve kıyas yoluyla onlara hamledilebilenleri alırlar. Ki kı­
yasın esası: Asıl ile fer' arasında yani nassla hükme bağ­
lanmış ile o nassla birlikte ele alınan konu arasında bir
bağın varlığıdır. Eğer Karafi'ye paralel hareket edecek
olursak bizim de şunları söylememd.z gerekecektir: Bun-
ların kıyas bulunmaksızın mürsel maslahatı delil olarak
· almaları çok nMirdir.

b) .tkinci Kısım: Kıyas Ue- birlikte istihsanı da:


ele alan Hanefiler ve onlar gibi olanlardır. İstihsan hak-
kındaki sözleri ne olursa olsun,· istihs~da mutlak mas-
lahata dayanmamalan sözkonusu değildir. Eğer gerçeği
insaflı olarak ortaya koymamız gerekirse, şunlan söyle-
lememiz gerekir: Onlann hüküm çıkarmalarinda «me-
salih»in kullanılması az olmakla birlikte, yine de Şafiile­
re göre daha çoktur. Ancak Mesalih, onların delilleri
arasında bir delil olarak sayılmamıştır. Çünkü onların
m.esalih'e dayanmalan çok azdır.

c) <<Üçüncü Kısım: Maslahatı delil olarak ele aı~


makta. aşırı gidenlerdir. Öyle ki bunlar insanlararası
muamelAtta maslahatı, nassa takdim etmiş ve onun nassı,
hatta icmaı bile tahsis edebileceğini kabul etmişlerdir. ·
Yani 8.llmler bir nassa dayanarak bir iş üzerinde icma
etmiş olsalar ve bu bazı yönle:tj.yle maslahata aykın bu-
lunursa, maslahat buna takdim edilir ve bu da bfr tah~
sis kabul edilir. Bu görüşü et-Tftfi ileri sürmüştür.

230
d) uDördiincü Kısım: Mutedillerdir. Görüşleri en
doğru olanlar, bunlardır. Bunlar mesalih-i mürsele'yi,
nassın bulunmadığı yerlerde delil kabul etmiş olanlar.. .
dır. Bunlar, Mal~ mezhebinin ileri gelen alimlerinin
çoğunluğunu te§kil ederler.

«Mesalih-i Mürsele'yi bağımsız bir delil olarak ele


almakta, İmam Malik, kendisinden önce gelenlere uyan
birisi idi, bir bid'at koyan değildi:
«1 - Resulullah (S.A.V.) 'ın ashabı, ondan sonra za-
manında bulunmayan bir takım işler yaptılar. Mesela,
Kur'an-ı Kerimi bir arada. topladılar. Halbuki bu, Resu-
lullah'm dôneminde olmayan bir şeydi. Fakat.• maslahat·
onların bu toplamayı yapmalarını gerektirdi. Çünkü, ha-
fızların ölümü ile Kur'an-ı Kerim'in unutulması korku-
su başgöstermişti. Hz. Ömer (R.) hatızlarm Ridde Har-
binde birer birer düştüklerini görünce, onların ölümüyle
Kur'an'm unutulmasından endişelendi. Bunun üzerine
Hz. Ebu Bekir'e Kur'an-ı Kerim'in bir araya getirilmesi-
ni tavsiye etti, AshA.b da bu konuda ittifak etti ve bu
görüşü beğendi

«2 - Resulullah'm AshA.bı ondan sanra içki içenin


cezasının seksen celde (sopa) olduğuna ittifak ettiler.
Bunda maslahatlara ve mürsel istidlale dayanmışlardL
Çünkü onlar, içki içmeyi fazla hezeyana neden olması
dolayısıyla muhsan kadınlara iftira sonucunu veren bir
yol olarak görm~lerdi ·
«3 - Aslında güvenilir mbul edilmelerine rağmen,
Raşid Hallfeler, sanat sahiplerinin ellerinde bulunan baş­
.ltalarına ait mallan telef· etmeleri halinde, tazminatını
ödemeleri gerektiğine ittifak etmişlerdir. Çünkü eğer on-
ların tazminat ödemel~ri ·kabul edilmeyecek olursa, baş­
kalarına ait mallan korumayı önemsemezler. Oysa in·

231
sanların onlara şiddetli ihtiyaçları vardır. O halde «mas-
lahat», -ellerinde bulunan mallan korumaları için-
onlann tazmınat ödeme ilkesini koymaktadır. Bu ne·
denle Hz. Ali (R.) bu konuda şunları söylemiştir: u!n-
sanlara ancak bu fayda verebilir.»
«4 - Hz. Ömer (R.), bir kısım valilerin mallarının
yarısını onlardan alıyordu. Çünkü bunların özel mal•
lan, .valilik otoritesiyle elde ettikleri mallarla karışmıştı.
Bu da «mürsel maslahat» türüne girer. Çünkü Hz. Ömer,
bu yolla valilerin islah olacakları ve valilik otoritelerini
mal toplama için kullanmaktan helal olmayan yollarla
mal elde etmekten alıkoyacağı görüşünü taşıyordu.
«5 --- Yine Hz. ömer (R.) 'in su katılmış sütü, -hile
yapanı uslandıpnak için- yere döktüğü rivayet edil-
miştir. Bu da, onların insanları aldatmalarını önlemek
için Mesalih türünden. bir uygulamadır.
«6 - Bir kişin.in öldürülmesine katılan
bir toplu-
luğıı; Hz. öme·r (R.) 'in de öldürdüğü nakledilmiştir.
Bu
nuda nass bulunmadığı için, maslahat bunu gerektir-
.mektedir. Maslahatın görünümü de şöyledir: Öldürülen
günahsızdır, bununla birlikte kasden öldürülmüştür. Bu
günahsızın kanının karşılıksız bırakılması, kısas ilkesi-
nin ortadan kalkmasına ve başkalarını öldürmek için
başkalarından yardım alma.ya ve yardımcı olmaya yol
açar. Tabii bu, toplu öldürmede kısas olmadığının bHin-
mesi halinde sözkonusudur. Doğru olmayan bir iştir.
Çünkü katilden başkasının öldürülmesi sözlronusudur ve
herkesin ayrı ayrı katil sayılmasına imkan yoktur» diye
bir itiraz yapılsa, bu şöyle cevaplandırılır: «Topluluk bir
arada olmak bakımından, hepsinin birlikte öldürüln:ıesi
tek başına başkasını öldürmek gibi, bu sefer topluluğun
tümü ile ilgilidir. Böylelikle bir kişiyi öldürmeye katılan
bütün kişiler, tek bir kişi gibi ele alınmışlardır. Bunu
.böyle kabul etmek, maslahatın gereğidir. Çünkü bu yolla
kanlar dökülmekten kurtarılır, toplum da. kötülüklerden
korunmuş olu[···» .
«Ammeyi ıjlgilendiren meselelerde maslahata ria..
yet örneklerinden biri de: Beyt'ül-Mal'm boşalması ve-
ya ordımU'ıı ihtiyaçlannın yükselmesi ve onlara yetecek
nılktann Beyt'ül.Mal'da bulunmaması halinde, İ~
mın, Beyt'ül-Mal'da mal toplanıncaya veya yetecek
ıniktar oluşuncaya kadar, zenginlere yeterli göreceği
kadar mali ödeme yükleyebilme yetkisine sahip olması­
dır. Ayrıca bunun zenginleri ürkütmemesi için de bu
ödemeleri eklrilerin biçilmesi ve meyvelerin toplanması,
zam.anında toplanmasını da isteyebilir. Böyle bir uygu-.
lamadaki maslahat şu şekilde açıklanabilir: Adil imam,
eğer bunu yapmayacak olursa gücü azalır, İstam diyarJ:
flrtneye ve oraya· göz dikenlerin istilasına marôz kalı~.
Birisi şöyle-diyebilir: İmam zenginlere böyle bir görev
yükleyecek yerde, Beyt'ül-Ma.l adına. borçlanabilir. ŞA­
tıbt böyle bir itiraza karşı şunu söylemiştir: «Bunalım­
lar sırasında borç almak, Beyt'ül-Mal'a bir takım gir-
dilerin beklenmesi hal)nde olur. Herhangi bir girdi bek-
lenmiyor ve lhtlyact giderecek şekilde girdiler azalmış­
sa, yeni vergi koyma hükmünün yürürlüğe girmesi ka-
çınılmaz olur.»
«ZerM: zerta. 'ZerA.i'in çoğulu), yol araç demektir.
seddü'z-Zerai'in anlamı l~. o yollan kalpırmaktır. Buna
göre: Harama götüren yol haram, vacibe götüren de
vlcibdir. Zina haramdır; yabancı (namahrem) kadının
avretine bakmak da. haramdır. Çünkü bu bakış, zinaya
götürür'. Cuma namazı farzdır, bu· nedenle cumaya git-
mek rte, gitmek için lşi bırakmak da farzdır. Hace farz-
dır, bunun için Beyt'ül-Haram'a da, diğer ha.cc menlsı­
kini yerine getirmek için gitmek, dolayısıyla farzdır.
«Seddü'z..Zeri.i'in gözönünde bulundurulmasında
aslolan ,işlerin sonuçlan ve topluca. va.rdıklan noktadır~
Eğer insanların .karşılıklı ilişkilerde bulunmaktan gö-
zettikleri gaye ve maksatlardaki maslahatlara yöneliş
~özkonusu ise; bu zeria da bu maksada uygunluğu ka-
dar istenen bir şey olur. Bu zerlanın yerine getirilmesi·
nin istenişi, maksadın yerine getirilmek istenişine eşit
.olmasa da bu, böyledir. Eğer bu ilişkiler fesad.lara y~ne..
likse, bu fesadlarm haram kılınışına uygun düşecek şe­
kilde bu zerla (yol) lar da haram olur. Yolun haram kı.ı ,
.lınma derecesi daha aşağı olmakla 'birlikte bu, böyledir.
«Bu gibi durumlarda amelde bulunanın maksat ve
niyetine değil de, amelinin sonucuna ve· verdiği ürüne
bakılır. Kişi niyete göre, Ahirette mük!fatlandınlır veya
<:ezalandınlır. Sonuca göre de yaptığı iş, güzel veya çir-
kin olur, yapılması istenir, ya da red edilir. Çünkü dün-
ya hayatı kullann maslalıa.tlan ve adalet ölçüsü üzerine
kuruludur. Bu maslahat ve adalet,· bazan sevabı umulan
niyet ve güzel maksat yerine sonucu ve alınan ürünü
.gözönünde bulundurmayı gerektirebilir. Sırf Allah ma.-
sı için putlara. küfreden, kendl bozuk kanaatma göre· ni·
yetinin . ecrini Allah'tan umabilir. Fakat Allahü Teli!,
. müşrikleri galeyana getirip Allah'a. küfretmeleri sonu-
.cunu vereceği takdirde putlara küfretmeyi ya.saklamak
üzere şöyle buyurmuştur:
«Bir de Allah'tan başka (put)lannı çağıranlar(m
putlarm)a küfretmeyin. Onlar da adavetle, bilgisizce Al·
lah'a küfrederler.» (el-En'A.m: 108).
Bu ilahi yasaklamada gözönünde bulundurulan ger-
.çekle.şen sonuçtur, sevabı umulan niyet değildir. Bura-
dan anlıyoruz ki günaha veya fesada götüren konular-
da.ki yasaklama, yalnızca. sonuca da- yöneliktir; .Allahü
Teall niyetin· ihlAslı oldu~u bilmekte ise de, verdiği
kötü sonuç dolayısıyla o iş, ınen' edilir. ·
«Kişi bazan mübah bir işi yapmakla kötülük kasdın-'
da buluna.bilir. Kendisi ile Allah arasında ki:ii giinahkh'
olur, fakat hiç kimse onu bu hareıketmden dolayı kına­
yamaz ve bu taiarrufunun Şer'an batıl olduğuna hük-
medemez. Rekabet ettiği tacire zarar vermek için malını
ucuzlatan kimse gibi. Şüphesiz bu ucuzlatma işi, mübah
bir iştir ve aynı zamanda bir günaha nedendir. Bu da:
Başkalanna zarar vermek ve buna yönelmektir. Bunun-
la birlikte onun işinin geçersiz olduğuna mutlak olarak
hükmedilemez ve mahkem~nin uygulayacağı açık hara-
mın sınırlan içerisine girmez. Şüphesiz ki böyle bir iş, lif..
yet bakımından şerre götürür, zahiri bakımdan ise genel
ve özel menfaat sağlar. Satıcı, bu satışından ticaretinin
hızlanışmdan ve müşterilerinin artmasından yararlanır;
kamu da bu ucuzluktan yararlanır. Bazan da böyle bir işy
fiatların düşmesine de yol açabilir.
«Görüldüğü gibi Sedüzzerayi' esasında. yalnız niyet
ve maksatlara bakılmaz. Bilakis bununla birlikte kamu
faydası .sağlamak veya kamu zararını önlemek gayesi
vardır. Bunun için de ya kasıt ile birlikte sonuç da göz;.
önünde bulundurulur veya yalnız başına sonuç.
«Zeta.yi'in delil olmasının kaynağı Kur'an ve Sün-
netle sA.bit olmuştur. Kur'an'dan delili Allahü Te8.J.a'nın
ş.u buyruğudur:
«Bir de Allah'tan başka {put) tarını çağıranlar(ın
putların) a ·küfretmeyin. Onlar da adavetle, bilgisizce
Allah'a küfrederler.» (el-En'Am: 108).
Rivayet edilir ki; müşrikler:
- Ya bizim ilahlarımıza küfretmekten vazgeçersin
ya. ·da biz de senin ilfthına küfrederiz, demişlerdi.
Bir başka ~yet:
«Ey iman edenler, rama (bizi de gözet) demeyin ve
(fakat): Bize (doğru) da. bak, deyiniz ve dinleyiniz»
(el-Bakara: 104).

235
Çünkü bunda müslümanlann niyetleri iyi idi. Fakat
yahudiler bu SÖZleri, ona küfretmek için bir araç olarak
kullanmışlardı.
(<Sünnetteki delillerine gelince; Peygamber (S.)i:n
bu konudaki sözleri ve ashabın fetvalan pek çoktur.
Bunlardan bir tanesi, Resulullah (S.) 'in münafıkların
öldürülmesini önlemesidir. Çünkü bu kafirlerin: «Mu-
hammed arikadaşlannı öldürüyor» şeklinde. söz söylem~
!erine sebep olabilirdi.
<cPeygamber (S.) 'in aıacİ:ı.klıya borçludan hediye ka-
bul etmesini yasaklaması da bunlardandır. Bunu da sırf
bu hediyenin borcun yasaklanmasına neden kabul edil-
mesine yol vermemesi için yasaklamıştır. Aksi takdirde
fa.iz olur.
.· «Peygamber (S.) , savaş sırasında el kesilmesini· de
-had uygulanmış olanın karşı tarafın ordularına sığın­
masına neden olmaması için- yasaklamıştır. Bu neden-
le savaŞta had cezalan uygulanmaz. Ta ~i bu, sapıklığa
yol vermesin. ·
«İlk muhacir ve ensbdan bazısı ,ölümle sonuçlanan
hastalıkta b!in bir talakla. boşanmış kadına miras ver-
mişlerdir. Aksi takdirde, böyle bir kasıt sabit olmasa ~;
boşayan,· mirastan mahrum bırakma kasdıyla itham edi-
lir. Çünkü boşama., öyle bir sonuca götüren bir yol (ze•
ria)dır.
«Peygamber (S.A.V.) 'in ihtikft.n yasaklaması da,
sedüzzeıia'nın sünnetten delilleri arasındadır. Buyurdu
ki: .
«İhtikar
yapan günahkardır.» (44)
«İhtikar, insanlar aleyıime onlar için zorunlu olan
her şeyde darlığa neden olan bir zeria (yöl)dur. Bu ne-
denle -mesela süs e.şyası ve benzeri zaruriyat ve haci-·

(44) Müslim, EM Oıwüd, Tlrmlzl.


yAt kapsamına girmeyen şeylerden olan- insanlara yok-
luğu zarar vermeyen şeylerin ihtik:an men'edilmez.

« (Resulullah (S.), sadaka veren kimsenin sadaka.:ı


sını, çarşıda satıltj.ığını
görse bile satın almaktan nehyet-
miştir. Bununla karşılığı ile de olsa, Allah rızası için
vermiş olduğu şeyi geri almaik yolunu kapatmak. iste-
miştir. Sadaka veren, sadak.asını değeri karşılığında da
olsa geri almak.tan men• edildiğiıne göre, karşılıksız ola-
rak onu geri almak daha şiddetle men' edilmiş olur. Sa-
dakanın değer karşılığında satın alınmaşına cevaz ve-
rtlmesi, fakire hile yapmak için açık bir yol (zeria) dır.
Şöyle ki: Zengin malının sadakası (zekA.tı)nı verir, son-
ra da sadakayı ondan değerinden daha aşağısıyla satın
alır. Fakir ise bununla ihtiyacının bir kısmını karşılaya­
bileceğini göreceği için, böyle bir satışa razı olmak zo-
runda kalır.

«İşte bu konuda. Resulullah (S.) 'dan ve A&hibıncbm


gelen haberlerin pek çok olduğunu böylece göıiiyoruz.
İbn'ül-Kayyim, t•ıam'ül-Muva.kun adlı eserinde, Seddüz-
zerayi'e delil olacak şekilde nehyin yer aldığı doksan
civarında. delil kaydetmiştir.
«Zerli', tsıa.m ahkam.mm yarısı k.ad~ kabul edil-
miştir.»

*
.Mesllih-i mürsele ve SeddüzzerAi' esasları daha ge-
niş bir çerçeve içerişinde uygulanmaları halinde, Allah'ın
·şeriatını uygulamakla görevli olan İmam'a, topluma za-
rar verecek herşeyi gidermek konusunda geniş bir yetki
verir~ Çünkü ınaııara yüklenecek yeni görevler (vergiler)
de, ümmetin maslahına riayet ve mükemmel sosyal ada..
leti gerçekleştirmek imk8.nını verecek özellikler vanlır.

123'1
İslam'da ferdi mülkiyet hak.kının varlığı, devletin
kardan belirli bir oran almasına veya bizat sermayeden
bir miktar almasına engel teşkil etmez. Şu kadar var ki,.
tsl~ düzeninin temeline riayet sürekli olarak sözkonu-
sudur. Bu temel ilke de şudur: İnsanlar özel mülklerine,
özel üretimlerine -meşru üretim yollaruıa bağlı kalmak
şartıyla- sahip olacaklar ve öZel mallara konacak yeni
yükümlülükler yeni ortaya çıkan zaruret oranında. ola-
caktır. Ki insanlar bundan ürkmesin, gayretleri dinme-
sin, serveti geliştirmeye üretimi güzelleştirmeye olan
ihtimamlan azalmasın... Fakat bütün bunlardan da
önemlisi ve bütün bunlardan önde gelen, onlann nzık­
larından emin olmalannın devam etmesi, öğüt verdik·
lert takdirde veya ona karşı geldiklerinde nzıklannm
kesilmesinden korkan «devlet köleleri.» haline gelmeleri-
dir. Çünkü tüm müslümanlar yöneticiyi gözlemekle ve,
Allah'm Şeri.atından uzaklaşmaktan onu alıkoymakla
mükeleftirler. Peki müslümanlann nzık kaynaklan ken-
di ellertnde değilse, mallan yoksa bunu nasıl yapabile-
cekler?
tsıa.m•a göre maldaki büt~ hak sadece zek~ttan
ibaretmiş gibi zekat hakkında söylenenleri ve Allah'ın
ayetlertni az bir paha karşılığı satan çıkarcılar ve karın­
larına ateşten baŞka birşey doldurmayanları açığa çı­
karmak için böyle bir açıklamada bulunmak zorunludur.
tsıa.m düzenindeki güvenlikleri küçümseyen, bunların
yetersizliklerinden söz eden ve burdan hareketle tsrnm
düzeninin çağımızda yetersiz olduğunu ileri süren birw
takım kimseleri teşhir etmek için de böyle bir açıkla,..
ma gerekli idi.
Bütün bunların yaptıkları birer iftiradır, bunlar ts-
lAm gerçeğini bilmemek, bu düzenin ortaya çıkardığı ta-
rihi gerçeklikten habersiz olmak demektir.

*
Biz «İslam'ın iktisadi Düzeni»ni yazmak.ta olmadığı­
mız için, bu düzeni bütün yönleriyle orta.ya koymak
durumunda değiliz. Biz burada «Sosyal. Adalet» ile ilgisi
kadanyla «Mali Siyaset»ten söz ediyoruz ... Gerçek ise
şudur ki: Hayat-için mükemmel ve kapsanilı İslam dü-
zeninin bir yönünü başka bir yönünden ayırmak müm-
kün değildir. Fakat bu kitabın ele aldığı konu, <cİslam
İktisad Düzeni» ile ilgili bundan fazla açıklamalara gi-
rişmemize imkan vermemektedir.

o halde bu düzenin ana ilkelerinin aşağıdaki şekil­


de özetlenebileceğini söylemekle yetinmeliyiz:
1 - Bu düzen !Şartlı tstihlat (halife yapma)» te-
meli üzerinde yükselir ... Allahü Teala, yeryüzünde bulu- •
nan . tüm gıda nzık ve malların h!lild (yaratıcısı) ve
mAllkidir ... Yeryüzünde de insan oğlunu, bu mülkte Al-
lah'ın şeriatına uygun olarak tasarruf etmek şartıyla,
halife yapmıştır. Bu şartın dışına herhangi bir şekilde
çıkmak, insanın tasarrufunu geçersiz kılar, halife yapma
ahdine aykırı düşer.

2 - İstihlaf umumidir ... Fakat bireyler «ferdi mül-


kiyet» hakkını «çalışma>• karşılığında elde ederler. Bun-
dan dolayı Şari (kanun koyucu) -ki Allah'tır- onlara
maldan belirli bir miktan mülk olarak verir. Bu hakkı
da ferdi aziz, kerim ve nzkından emin kılacak her türlü
güvenlik ile korur; ki Allah'ın şeriatının uygulanması
" konusunda gözetim görevini gereği· gibi yapabilsin.
3 - Ferdi mülkiyet bu düzenin bir direği olmakla
birlikte mülk edinme yollan, mülkiyeti geliştirme yol·
lan ve harcama yollan ile ilgili bir takım kayıtlarla sı­
nırlıdır. Bu kayıtlarla ferd ve toplumun maslahatı ko-
laylıkla gerçekleşir ve ferd veya toplumdan birinin diğe­
ri aleyhine tuğyanını önler.

239
4 - TeWül (dayanışma) ,_,_ferdi mülkiyet esası ko-
runmakla birlikte- müslüma.n. ümmetin hayatının ana
kurallarındandır. ·Bu kural, ferdi mülkiyete şeriatte
açıklanmış ve bizim de önceden söz ettiğimiz bir takım
mükelefiyetler getirir. Bu mükellefiyetler ise kamu tekfL..
fülünü» gerçekleştirmek için bütünüyle yeterlidir.
5 - Bu dü~n yoluyla sosyal adalet, hatası da, se. .
vabı da bulunan beşer yapısı herhangi bir düzende ger-
çekleştirilenden daha üstün ve !azile·tli bir şekilde ger-
leştirir.

240
tsLAM TARİHİNDEN VAK' ALAR

ônümüroe, rahatlıkla «İslam'ın Ruhu» diye adlan-


dıraıbileceğimiz bir takım şeyler vardır. .
Bu dinin tabiatını ve tarihini yakından izleyen her-
kes aynı şekUde bu ruhu .duyar. Bu ruhu yaşama ve
yönlendirmelerinin ardında saklı ve bunlar içerisinde
yer etmiş olarak duyar... Bu ruh, apaçık ve güçlü bir
halde bulunmasına, insanın kendisini bu ruhtan etki-
lenmekten alıkoyamarlıasına, -külli ve derin her duy-
guda veya kapsamlı kulli her tasavvurda oJduğu gibi-
tıı.tmosferinde kaybolmasına rağmen; sınırlı bir takım ifa-
rçl.elerle onu dile getirmek, insan için oldukça zordur. Bu
ruh, yönelişlerde, heıde.flerde, olaylarda, yaşayışlarda apa-
J~1k ortaya çıkar. Fakat dar anlamlı sözlerden oluşan bir
kalıp içerisine sıkıŞtınlamaz.
islam'ın bağlılanndan hedef almalarını ve yalnızca
f$.rzlan ve mükellefiyetleri yerine getirmekle kalmayıp,
bunlann da üstünde kalan kişi.Sel tatavvft'larla ulaşma­
p çalışmalannı istediği bu yüce ufku onlara ·gösteren
t>u «ruh»un kendisidir. Bu yüce ufka ulaşmak oldukça
l,sıam'da Sosyal Adalet - 16 241
zordur. Bu ufka ulaştıktan sonra orada durmak ise,
bundan daha zordur. Çünkü beşeri hayatın arzuları, in-
sanın zaruri ihtiyaçlarının doğurduğu baskılar, insan-
ların pek çoğuna bu yüce ufka ulaşma imkanını vermeız.
Arzu ve isteklerinin taştığı bir anda bu noktaya varsa-
lar bile, ıbunda uzun süre kalabilmeleri mümkün olmaz.
Çünkü bu ufkun kendine göre zor yükümlülükleri var-
dır. Bu yükümlüıükler nefiste, malda, duygu ve yaşayış­
ta sözkonusudur. İhtimal ki bunlar arası:ı;ıda en ağır yü-
kümlülük, İslam'ın kişinin kendisine, içinde yaşadığı
topluma, bağlı bulunduğu insanlığa, küçük - büyük her
konuda kendisini gözeten ve gizli-açık her şeyini bilen
yaratıcısına karşı olan hak ve görevlerine · göstermesi
gereken, şuurunda yerleştirdiği ince hassasiyet ve sürekli
uyanıklıktır.

Fakat 'bu yüksekliğe çıkmanın zorluğu ve bu nokta-


da uzun süre kalmanın imkansızlığı, İslamın ha:yali - şiir­
sel bir düşünce ,duyguların idrak ettiği ve ameli olarak
ortaya konamayan bir hayal olduğu anlamına gelmez.
Kendisinden söz etmekte olduğumuz bu yüce ufka yük-
selmek için her zaman bütün insanlığı mükellef tutmaz.
Bu insanlığın önüne konulmuş bir hedeftir. İnsanlık ya-
rın bu hedefe ulaşmaya çalışacak dün de çalışmıştır, bu-
gün de aynı şekilde çalışmaktadır. İnsanlık bu hedefe
bazan ulaşmış, bazan da. ulaşamamıştır. Bu hedefte, in-
san oğluna, vicdanına ve kabiliyetlerine büyük bir gü-
venin varlığı görülüyor. Bunda yakın veya uzak gele-
cekte insanlıktan ümid kesilmediğinin delili vardır. Bun-
dan başka herkesin gücü içerisinde kalan geniş çalışma
(amel) alanı vardır. Ve «Allah, hiçbir nefse gücünün ye-
teceğinden başkasını yüklemez.» (el-Bakara: 286)

Aynca İslam'ın müsamahakarlığı, herkesten belirli


sınırlar içinde gücünün yetebildiği kadarının kabul edile-

~42
ceğini bildirmiştir. cıHerkesin yaptığı şeylere göre dere~
celeri vardır.» (el-En'am: 132). Bununla birlikte en yüce
ufka giden yol ebediyyeı:i açıktır ve hayatın istikamet
ve salahı için de bizzat farz ve mükellefiyetler yeterlidir.
Kendisine değindiğimiz bu ruhun, İslam tarihinin
vak'alannda ön~nili bir etkisi olmuştur. Böylece bir aki-
de ve bir tasav\rur olan İslam, bir takım şahsiyetlere ve
bir takım gerçek olaylara dönüşmüş oluyordu. Soyut bir
takım teoriler, bir takım irşad ve mev'izeler, ideal ve ha-
yaller oinıaktan çıkıyor; yaşayan insani örneklere, ger-
çekleşen pratik vak'alara, gözle görülen, kulakla duyu-
lan, hayat gerçeğini ve tarihin akışını kendine.has şekil­
lerde etkileyen örneklere dönüşüyordu. İslam sanki bu
kişilerin cesedine girip onları değiştiren, yeniden şekil­
lendiren ve yeniden doğuran bir ruh gibi idi.
Doğuşunda ve çağlar boyunca İslam tarihinin ·bize
kadar getirdiği hayrete düşüren şahsiyetlerden oluşan
bu koskoca topluluk ile ilgili en doğru yorum işte bu-
dur. Kişinin nerdeyse başrboş hayalin ortaya koyduğu
efsaneler, saydığı hiçbir zaman gerçekleiieımıeyen tarih-
te yeri olmayan vakıalar olamaz.
Ruhi arınmanın, eşsiz kahramanlıkların, başka.Sını
kendisine tercih eden fedakarlığın, akidede eriyişin, ruhi
parlaklığın, fikri eşsizliğin, hayatın çeşitli yönlerinde
canlı kahramanlıklar;ın örneklerini tarih sayıp bitiremi-
yor.
İslam tarihi boyunca ,görülen dağınık kahramanlık
ve harikal.arla her tarafında.yaygın görülen bu dağınık
gücün kaynağı sayılan etkin İslami ruh arasında gerekli
bağı kumırunız kaçıtıılmazdır.
Bu kahramanlık ve harikaların bu soylu kaynağıyla
bağlantısı kurulmaksızın dağınık bir halde ele alınması,
kainat ve haya.ttaki temel gerçeklerden saptırıcı ve eksik

243
olmasından büyük ölçüde korkulur. Çünkü her bir kişili­
ğin büyüklüğü kendinde bulunan özel dehaya bağlan­
mış, parlak ve etkin «ilk ruhıı ihmal edilmiş olur. Oysa
bu ruh, zaman çarkını döndürüp olayların yapısını etki-
lediği, tümünü -dalgalan içinde dehaları, olaylan ve
vakıaları bulunduran- canlı, güçlü ve coşkun bir akı­
mın içine ittiği gibi, bu kahramanların ruhunu ·da çok
büyük ölçüde etkilemiştir.
Bütün bu dehaların canlanışını ve bütün bu kahra-
manlıkların ortaya çıkışını bu güçlü ruhun etkinliğine
bağladığımızda yanılmış ·olmalıyız. Çünkü bu ruh, her-
şeyi kapsayan kevni bir harekettir. Görünüşte ferdi, ger-
çekte ise· kevni olan bu kabiliyetlere denktir. Tek başına
lıer bir dehanın ölçüsü bu kevni feyzi kabul edebilme
kabiliyetidir. Bu bakımdan en yüce kişiliğin Muhammed
b. Abdullah (S.) olmasında şaşılacak bir taraf yoktur.
Çünkü bu ilahi feyzi tümüyle alıp kuşatan, tam anlamıy­
la onu alabilen, uzun süre ona sabredebilen bu yüce kişi-·
liktir. Çünkü o, gerçeğinde kevni bir güçtür, ferdi bir ta-
kat değildir.
Bundan sonra Hz. Muhammed (S.)'in ashabı ve ta-
rih boyunca onun dinini kabul edenler arasında büyük-
lük, nübüvvet ufku altında basamak basamak aşağıya
iner. Her biri, bu büyük dinde gizli bulunan bu ruhu
telakki edebilme ,gücüne göre bu basamakların birine
yükselir.
İşte bu kapsamlı bakış, bu ruhun beşerin ruhuna
temastaki sı;m. uyandırdığı dehaları, ort?.ya çıkardığı
kahramanlıkian ve genel olarak insanlık tarihinde yap-
tığı değişikleri ortaya çıkaracaktır.

Biz bu ruhun apaçık etkilerini günlük yaşayışa ait


olaylarda görebildiğimiz gibi, tarihin büyük olaylarında

244
'da görebiliriz. Ruhi büyüklük ise sayı ile, alanla ölçüle-
mez, onu ancalk çeşit ve delaletiyle ölçe,biliriz. Arap ya-
rımadasından bir avuç Arabın, görülmemiş kısa bir za-
man süresi içerisinde İran ve Bizans İmparatorluğunu
yerle bir et~ede görülen büyüflük ve azametini Habe~
şistanlı köle Bilal-i Habeşi (R.) 'nın sabrında tecelli eden
büyüklük ve azametle ölçersek; hiç de küçültmüş olma-
yız. O Bilal ki, Kureyş onu dininden çevirmek için beşer
.takatini aşan bir şekilde işkencelere maruz bırakıyor, o
ise dininde sebM ediyordu. Açlık, susuzluk ve eziyetle
birlikte kızmış taşların sıcağı kendisini kavuruyor, ağır­
lıkları ise karnına ve göğsüne çöküyordu. O ise güç yet-
mez bu azabın en ağır olduğu vakitlerde bile «Ehad ehad
(Allah birdir, Allah birdfr) » sözünden başka birşey tek-
tarlamıyordu.
Sokakta geçen, mal ve mevkiden yoksun adamın içi-
ne dolduktan sonra, onu _güçlü sultanın önüne çıkartan
ve hak _sözle bu sultana Allah yolunda cevap vermekten
dolayı kınayanın kınamasından korkmayacak noktaya
çıkartan işte bu ruhtur. Diğer taraftan, içine aynı ruh
dolduğu i.çin kendisine pek çok memleketin ,boyun eğdi­
tı Raşid Halifelerin kanaatkar ve mütevazi' hallerinde
bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Bu iki insan tipi
$.ynı kaynaktan beslenmektedir. Bu ise güçlü, etkin ve
~erin ruhtur.
Arapların Bizans ve İran İmparatorluklarına galip-
geldiklerini, yollarında duran iki büyük imparatorlukta
tia çokça bulunan büyük maddi güçlere karşı zafer sağ­
ladıklarını hatırladığımızda bu «yüce ruhnu hesaba kat-
mamız ıgerekir. -Araplar bu ruha sahip olmaksızın bu
büyük maddi güce denk gelemezlerdi. Buralardaki İs­
lam'ın zaferi aslında insan yapısına yerleşmiş ccakideıınin
ıı:aferinden başka bir şey değildir. Bu olaylar, İslam'ın
~rih yorumunu çok güçlü bir şekilde pekişt~rmektedir.

245
Tarihin başka türlü yorumları onun karşısında dura"'
m.az. Çünkü bunlar hiçbir şekilde bu şaşırtıcı zaferlerin
yorumunu yapamazlar.
Üstelik İslam'ın yarımada Araplarının duygu, yaşa­
yış, hedef ve gayelerinde, sosyal ve iktisadi düzenlerinde
gerçekleştirdiği büyük değişme, bu alanda büyük fetih-
lerin anlattıklarından daha azını anlatmıyor. Hatta bu
değişme, bu konuda daha açık ve güçlüdür. Peygamber
(S.)in peygamberliği ile vefatı arasındaki dönemde hangi
iktisadi tekamül gerçekleşti ki, düşünüş, duyuş, düzen
ve yönelişte bu büYük değişimi tümüyle gerçekleştirebjl­
di? Bütün bu hayrete düşüren şeyleri meydana getiren
islam akidesinden başkası değildir.
Burada bu büyük devrimi enine-boyuna ele almamız
çok zordur.. Bu konuda bize aşağıdaki olay yeterlidir.
Bu olayda o zamanda onlardan birisi, bu dini inkar eden
tanıklar önünde bir tanıklıkta bulunuyor ve inkarcılar
onun söylediklerinde yalanlayacak bir şey bulamıyorlar.
Sözkonusu bu olay, İslam çağrısının ilk dönemlerinde
inançları dolayısıyla Kureyş'in işkencelerinden kaçan vo
Ha.beşistan'a hicret eden bazı müslümanların başından
geçmiştir. Kureyş bu hicretle müslümanların rahat bir
nefes almalarından korkarak, bu muhacirleri geri çevir-
sin diye Habeşistan hükümdarına iki elçilerini gönqer-
diler. Bu ik:i elçi Am,r b. As ile Abdullah b. Ebi Rabia
idiler; hükümdara dediler ki:
- Ey hükümdar, senin topraklarına bizden akılsız
bazı k.imseler gelmiş bulunuyor. Bunlar kendi kavimle-
rinin dinini terk ettikleri gibi, senin dinine de girmiyor-
lar. Ne bizim ne de senin bilmediğimiz, uydurdukları bir
din ortaya koydular. Onların atalarından ve .aşin;ı.tlerin­
den ileri gelenler onları kendilerine geri vermen için biz-
leri sana gönderdiler. Onlar bu gelenleri daha yakından

246
biliyor, bunlar tarafından ayıplandık'lan ve kınandıklan
şeyleri de daha iyi biliyorlar.

Hükümdar müslümanlara :
- Ondan dolayı kavminizle aynlığa düştüğünüz,
onu bırakıp ne benim dinime, ne de başkalarinın dinine
girmediğiniz bu din nasıl bir dlndir? diye sorunca :
Cafer b. Ebi Talip (R.A.) ona şu cevabı veırdi:
,.._ Ey hükümdar, biz cahilliyet içinde bulunan bir
kavim idik. Putlara tapıyor, ölü hayvan etini yiyor, fuh-
şuyat işliyor, akrabalık bağlannı kopanyor, kötü kom-
şuluk ediyor, bizden güçlü olanlar zayıfları. eziyordu. Al-
lah bize, bizim aramızdan nesebini, doğruluğunu, ema-
net ve iffetini bildiğima.z ,bir peygamber gönderene ka-
dar biz, bu hal üzere idik. Bizi Allah'ı bir tanımaya,
O'na ibadet etmeye, atalanmızın ve bizim onun dışında
taptıklanmız taşlan ve putıan bırakmaya çağırdı. Doğ­
ru söylemeyi, emaneti sahiplerine ödemeyi, akrabalık
bağlannı koparmamayı, güzel komşultık etmeyi, haram-
lardan ve kan dökmekten uzak kalmayı bize emreUi. Fuh-
şiyatı, yalan söylemeyi, yetimin malını yemeyi, suçsuz-
kadınlara iftirada bulunmayı bize yasakladı. Allah'a iba-
det· etmemizi ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı
emretti. Bize namaz kılmayı, zekat vermeyi ve oruç tut-
mayı emretti. .. İla ahiri (1) ·
Kureyş'in iki elçisi de hazırdı ve bunlardan biri Amr
idi. Hasmına cevap veremeyen çaresizlikler içerisinde ka-
lan tipten değildi. Fakat İslam'dan önceki Arap yarım­
adasının tablosunu çizen, yeni dinin gerçeğini ve değer­
lerini açıklayan Cafer (R.) 'in sözlerini yalanlayamadı­
lar. Çünkü bu daha öncesini ve sonra olanı ortaya ko-
yan doğru ve gerçek bir tablo id,i. Bu, Arap yanmadasının
(1) lhn Hişam, STı:et, c. 1. l:bn lsMk'ın ümmü Seleme'den rlvao/etJnden.

247
durumuna dair tarihin derinliklerinde· yer alan. bir tanık- .
lıktı.

Bu da, çağımızda müslüman olmayan bir bilıginin


o zamanki dünya hakkındaki tanıklığı. G. H. Dinson,
Emotions ·as the Basis of Civilisation (Uygarlığın Bir
Temeli Olarak İnançlar) adlı eserinde diyor ki :
«Beş ve altıncı asırlarda medeni dünya büyük bir
· çözülüşün ta kena:rına gelmişti. Çünkü medeniye.tin ayak-
ta durmasına yardımcı olan inan.çlar yıkılmış, daha sonra
onun yerini önemsenebilecek başka bir şey de almamıştı.
Tam bu sırada dört bin yılın gayretleriyle kurulabilmiş
bir medeniyet çÖzülüp dağılma tehlikesiyle karşı karşıya
gelmiş, insanlık daha. önceki. ilkelliğine tekrar geri dön-
. mek ürere idi. Çünkü kabileler savaşıp biribirlerini bo-
ğazlıyordu. Ne kanun vardı, ne nizam. Hıristiyanlığın or-
taya koyduğu düzenlere gelince; bunlar. birlik ve düreni
Hazırlıyordu. Medeniyet, dallı budaklı, bölgesi bütün dün-
yayı kaplamış, sallanan, özüne kadar çürümüş büyük bir
a.ğ~ca benziyordu ... İşte bu geniş kapsamlı bozuluş sı­
rasında, bütün dünyayı birleştiren ADAM dünyaya gel-
di.ıı (2)

*
Söz daha da uza vabilir. Bu kitabın konusu ise «İS­
LAM» değildir, «İsl~'da Sosyal Adaletııtir. O halde bu
özel konu He ilgili tarihi gerçeklerden bazı örnekler ver-
mekle yetinmeliyiz.

*
(2) MevMy Muhaımmed Mi, 1 lıslam ve Yerıl Evrensel Düzen, Arapçaya
Çeviren: Prof. A COde es·Sahhar.

248
Fakat İslami vicdanda daha· derin etkili, İslam esas-
larının tümünü üzerinde yükseldiği bazı örnekler arze~
meden bu tür örnekler vermeye girişemeyeceğiz.

lslam'ın kişi vicdanında oluşturduğu daimi uyanış­


tan, onun şuurunda geliştirdiği ince hassasiyetten az
önce söz etmiştik. tsıam tarihi bu sürekli uyanıklığın ve
bu ince hassasiyetin pek çok örneğini bize kadar ulaştır­
mıştır ve bunlar elbetteki bizim burada vereceklerimizden
pek çoktur. Vereceğimiz az ve çeşitli örnekler, bizi çok
örnek sıralama külfetinden kurtaracaktır.
«Hz. Büreyde (R.)'den, dedi ki:
·- Maiz b. Malik, Resulullah (S.) 'ın huzuruna gele-
rek dedi ki:
- Ey Allah'ın Resulü, beni temizle.
Hz. Peygamber :
- Yazık sana! Dön de Allah'tan mağfiret dileyip
O'na tevbe etL
(Ebu Büreyde) dedi ki :
Fazla uzaklaşmadan geri döndü ve :
- Ey Allah'ın Resulü, beni temizle, dedi.
Resulullah (S.) önceden söylediğini tekrarladı. (Maiz
bu sözlerini) dördüncu defa tekrarlayınca, Reımlullah
(S.) :
- Seni neden temizleyeyim? diye sordu.
(Maiz):
- Zina'dan, dedi.
Resulullah (8.) etrafındakilere :
- Onda bir delilik var mı? diye sordu.
Ona deli olmadığı haber verilince :
- Aca:ba içki mi içmiş? diye sordu.
\
' 249
Bir adam kalkıp nefesini kokladı. Ondan herhangi
bir iÇki kokusu almadı. Bu sefer Peygamber (S.) ona:
- Zina mı ettin? diye sordu. MAiz.
. - Evet, deyince, emretti, bunun üzerine de recm
edildi.
İki veya üç gün sonra, Resulüllah (S.) gelip buyur-
du ki:
- Maiz b' Malik'e mağfiret dileyin. Öyle bir tevbe
etti ki' eğer onun hu tevıbesi bir ümmet arasınd~ paylaş­
tırılırsa, elbette ki onlara yeterdi.

Daha sonralan E'Vs kabilesinin Gamid kolundan bir


kadın Hz. Peygamber'in .huzuruna gelerek dedi ki :
- Ey Allah'm Resulü beni temizle!
Hz. Peygamber:
- Yazık sana! Git Allah'tan mağfiret dile ve O'na
tevbe et!
Kadın:
- Maiz b. Malik'i geri çevirdiğin gibi beni de mi
geri çevireceksin? Halbuki zinadan gebeyim.
Resulullah :
- Sen mi, diye sordu.
Kadın:
- Evet, dedi.
Resululiah (S.A.V.) buyurdu ki:
- Doğurana kadar bekle.
(Ravi) dedi ki :
- Ensardan bir adam doğurana kadar geçimini yük-
lendi. (Doğum yaptıktan sonra) Peygamber (S.)'in hu-
zuruna ,gelip dedi ki : ·
- G!midi kadın doğmn yaptı.

250
(Hz. Peygamber) buyurdu ki :
- O halde küçük çocuğunu emzirecek kişi bulun-
maksızın bırakıp onu recm edemeyiz.
'
- Ensar'dan bir adam kalkıp dedi ki:
- Ey Allah'ın Peygamberi ,onu emzirmeyi üzerime
alıyorum.

Bunun üzerine kadın recmedildi.


Resulullah (S.) 'in kadına şunu söylediği de rivayet
edilir:
- Git, doğuruncaya kadar bekle!
Doğurduğunda buyurdu ki:
- Git, sütten kesene kadar onu emzir!
Kadın yavrusunu sütten kesince, elinde bir ekmek
parçası ile yavrusunu Resulullah'ın huzuruna getirdi
ve dedi ki:
- İşte ey Allah'ın Resulü, gördüğün gibi onu .sü~
ten kesmiş bulunuyorum. O bu haliyle yemek yiyebili-
yor.
Allah'ın Resulü yavruyu, müslümanlardan birine
teslim etti. Sonra da emri üzerine kadına bir çukur .ka-
zıldı, göğsüne kadar çukura gömüldü ve oradakilere em-
retmesi üzerine kadını recm ettiler. Bu sırada Halid b.
Velid elindeki taşı kadının başına fırlatır. Halid'in yüzü-
ne kan sıçrar. Bunun üzerine Halid kadına hakaret eder.
Bu sefer Resululla:h (S.) buyurur ki:
- Yavaş ol, ey Halid. Nefsim elinde bulunana yemin
ederim ki, onun yaptığı tevbeyi en büyük günahların
sahibi birisi yapmış olsaydı, elbette ona mağfiret edilirdi.
Daha sonra emri üzerine kadın kaldırıldı, Resulul-

251
lah onµn cenaz.e nama.Zını kıldı, sonra da defn edildi
(3)
İşte Maiz ve onun durumundaki kadın. Onların hiç
biri kendisini bekle-
karşı karşıya kalacağı acıklı azabı,
yen müthiş sonucu bilmiyor değildi. Diğer taraftan suç-
larının sa:bit olması için kimse, ta.rafından görülmüş de
değillerdi. Fakat her ikisi de suçu işlediklerini Resulul-
laıh'a ısrarla ifade ediyorlarıdı. Onun merhameti ve İs­
lam'ın rahmeti itiraflarının ,gereğini uygulamamakta ıs­
rar edip durdular ve önlerinde bulunan tüm açık kapı•
ları kendi istekleriyle kapattılar. Hatta kadın Allaıh'ın
Resulüne «Maiz'i red ettiği gibi kendisini de red etmek
istemekle» itiraz ediyor ve nerdeyse getirdiği şeriatı tat-
bik konusunda Resulullahı' uyarmak istiyordu.
'
Bütun bunların sebebi nedir? Her ikisinin de: «Be-
ni temizle ey Allah'ın Resulü!» sözlerinde, hayatta kal-
ma arzusunu bastıran güçlü duyguya işaret vardır. Bu,
vicdan uyanıklığı ve şuur hassasiyetidir. Bu, Allah'tan
başka hiçbir kimsenin görmediği günahtan .temizlenme
· arzusudur. Bu, yarın Allah'ın huzuruna işledikleri bir
günaıhtan t.emizlenmemiş olarak. varmaktan duyulan ha-
yfuıın ortaya çıkışıdır! ..

İşte suçlunun vicdanında ortaya çıkan ince hassasi-


yetiyle, Peygamber (S.) 'in: her ikisini de ge.rt çevirme-
sindeki merhametiyle ortaya. çıkan İslam budur. Aynı
şey, suçun sabit olması halinde cezanın uygulanması ko-
nusundaki kesin kararlılıkta ortaya çıkmaktadır. Bu ce-
, zanın uygulanmasını ne itiraf, ne de tevbe durdurma-
maktadır. Çünkü suçlu da, Şart de bu dinin sa.ğlam esası
üzerine ayakta durması konusunda fikir birliği içinde-
dirler.
(3) Müslim, Nesai.

252
Suçların cezasında durum bu. Ya 'baz.an uğurların . .
da hayatın feda edildiğisosyal mevkilerde durum nasıl­
dır acaba?
Şam'daki ordu komutanlığından Halid b. Velid'in
alınıp; aynı .görevin Ebu tJlbeyde'ye verilmesinin hikayesi
gözlerimizin önündedir. Halid, bu görevden alındığı gü-
ne kadar hiçbir savaşta yenilgiye uğramış değildi.. O,
cahiliyye döneminde de, İslam döneminde de savaşçı ruha
sahip bir kim.şe· idi. İşte bu Halid, komutanlık görevin;.
den alınıyor ve kalbinde hiçbir kıskançlık. yer etriı1yor.
-İsyan etmek şöyle dursun-- gururuna kapılarak alan-
dan çekilmiyor bile. Bilakis aynı savaşta azimle, canla,
başla mücadeleye devam ediyor. Allah'ın dininin ·zafere
ulaşma, Allah yolunda şehid düşme arzusunda hiçbir
değişme olmuyor. Çünkü İslam'ın kişinin vicdanında
oluşturduğu sürekli uyanıklık ve ince hassasiyet, bütün
değerlerin türiı makam ve mevkilerin üstündedir.

Aynı olayın başka yönden, Ömer 'b. el-Hattab yö-


nüınden de i:fade ettiği bir anlam vardır. onun Halid'i
görevden alması da, sözkonusu bu ince hassasiyetin bir
sonucudur. Hz. ömer, .Hz. Ebu Bekir'in halifeliği döne-
minden Hz,. Halid'in yaptığı bazı işlerden dolayı vicda-
nen rahatsızlanmış, hassasiyeti dalgalanmıştır. Hz. Ha-
lid'in alelacele Malik b. Nüveyre'yi öldürüp bundan s6n-
ra da dul karısıyla evlenmesi, Hz. ömer'i vicdanen ra-,
hatsız etmişti. Bundan sonra benzeri. bir olaydan dolayı
da rahatsızlanmıştı. O da ash~bın en hayırlılarından bin
ik:iyüz kişinin öldürüldüğü· Müseylemetül'l-Kezzab sava-
şından hemen sonra Meccaa'nın kızı ile evlenmesi olayı
idi. .. Hz. ömer, Hz. Halid'in hatalı olduğuna inandığı
içfu, onun en büyük komutanlardan ve en büyük zafer-
leri kazananlardan olmasına, müslümanların Şam'da· -ve
Irak'ta çok büyük savaşlarla, karşı· karşıya bulunmasına

253
r~en, bunlan iikrlnden vazgeçmek için bir gerekçe
kabul etmedi. Fakat bu durumda, hiçbir şekilde yenilme~
miş olan Halid'in dehasına çok büyük bir ihtiyaç vardı.
Fakat bütün bunlann hiçbirisi,_Hz. ömer'i -Hz. Halid'in
hatasına olan inancından dolayı- vicdani hassasiyeti-
nin gereğini yerine getirmekten, önce ordu komutanlı­
ğından, sonra da ta,rnamiyle ordudan uzaklaştırmaktan
alıkoyamadı.. Bütün bu olaylara ek olarak, Hz. Halid'in
kendisine verilen görevle~e başına buyruk hareket et-
mek arzusu ile Hz. ömer'in metodu, vicdani hassasiye-
tine uygun cüz'i ve incelikler üzerinde hassasiyetle du-
ran karakteri birbirine uymuyordu. °(4).
\

Şöyle
bir soru sorulabilir: Hataları bunlar olunca
Hz. Ebu Bekir (R.), Hz. Halid'i neden görevinde bırak­
mıştı? ..

Hz. Ebu. Bekir, Hz. Ömer kadar detaylı düşünmü­


yor.du Hz. Halid hakkında. Hz.. Ebıl Bekir, Hz. Halld'in
te'vilinde hata ettiğini günah işlemek maksadıyla bun-
ları yapmadığı görüşünde idi. Bu nedenle, yaptığı işe,
özellikle ikincisine gaza'b etmesine rağmen onu af edebi-
lirdi. Ona «kan damlayan» bir mektup yazdı. Fakat Hz.
Halid'in _yaptığı işleri cıhataı> çerçevesinde gördüğü için
onu af etti ve görevinde bıraktı.
o döne:rİııerdeki İslami vicdanın hassasiy~tine uygun
doğru yorum işte budur. Halid b. Velid'e karşı Hz. Ebu
Bekir ile Hz. ömer'in tavırlarının nedeniyle ilgili ola-
rak Dr. Heykel giıbi bir adamın, günümüzdeki çağdaş si-
yasi skandallara uygun olmakla birlikte, İslam ruhuna
ters düşen yorumlan ise çok şaşırtıcıdır. Dr. Heykel, Ebu
Bekir es-Sıddik adlı eserinde ($. 150- 152'de) diyor ki:

(4) Prof. sadık ArcOn, Halid b. Velid adlı eserinden .

.254
«Malik b. Nüveyre olayı ile ilgili Hz. Ebô. Bekir ile
Hz. ömer arasındaki görüş ayrılığı, gördüğün noktaya
kadar vardı. Şüphe yok ki her iki kişi de İslam için ha~ ·
yırlı olanı istemekteydi. Bununla birlikte, görüş aynlık­
ları, Halid'in yaptıklarını farklı değerlendirmelerinden
mi, yoksa müslümanların hayatında çok nazik bir yeri
olan bu dununda uygulanması gereken politikanıri ne
olması ile ilgili farklı kanaatlere sahip olmalarından mı
kaynaklanıyordu? Durum gerçekten çok nazikti. Arap
Yarım8.dası'nm her tarafından irtidat ve başkaldırmalar
görülüyordu.
cıBu anlaşmazlıkla ilgili kabul ettiğim görüş şudur:
Bu sözkonusu durumda izlenmesi gereken politika ile
ilgili bir anlaşmazlıktı. Bu da iki şahs~yetin yaratılışla­
rına uygun bir ştjydi. Ömer (R.) -ki tavwiz adaletin
örneği idi- Halid'in müslüman bir kimseye haksızlık et-
tiği ve bu kişinin hanımını iddeti tamamlanmadan al-
dığı görüşünde idi. Bu nedenle onun orduda kalması doğ­
ru olamaz. Ta ki bir daha benzeri bir iş yapıp müslüman-
larm düzenini bozmasın ve onların değerlerini küçü,lt-
m.esin. Aynca işlediği günah dolayısıyla da cezasız kal-
maması gerektiği görüşünde idi. Halid'in, Malik olayını
te'vil edip hata ettiği haberi sahih olsa bile, -ki bu
ömer'iı'ı caiz görmediği bir şeydir- Malik'in zevcesine
yaptıkları ona haddin uygulanması için yeterlidir. (5)'
Halid'in «Allah'ın kılıcı» olması ve ordusunun zaferden
zafere koşması, onu mazur gösteremezdi. Eğer böyle
bir durum bir kimseyi mazur gösterebilseydi, Halid ve
benzerleri için haramlar mübah kılınırdı ve bu Allah'ın
' kita;bına karşı duydukları saygı konusunda müslüman-
lann yüzlerine vurulacak en kötü bir örnek olurdu.

(5) Bu iddia doğru olsaydı, Hz. ömer (R.), halifelılği döneminde Halid'e
keslnllkle had uygulardı.

255
Bu nedenle ömer (R.) bu konuda Hz. Ebu l3ekir (R.)'e
tekrar tekrar ve ısrarla müracaat etmiştir. Sonunda Hz.
Elbı1 Bekir (R.) Halid'i çağırıp yaptığından dolayı şiddet-
le azarlamıştır. '
«Hz. Ebu Bekir ıse· bu gibi işleri önemli görüp bun-
lar üzerinde durmanın zamanı olmadığı ~örüşünde· idi.
Tehlike devletin tümünü kuşatmış iken ve tüm Arap Ya.;.
rımadası'nda ayaklamnalar meıvcutken hatalı veya ha-
tasız bir te-ville bir adamı veya bir grubu öldürmüş ol-
manın değerinden pek söz edilebilir miydi? Hata yapmış
olmakla itham edilen bu adam ise, belaları savacak, teh-
likeleri önleyecek en büyük güçlerden biri idi. Arapların
geleneklerine uygun olmayan bir şekilde bir kadınla ev-
. lenmek ve hatta iddeti tamamlanmadan onunla gerdeğe.
girmek, savaşmış bir fatihin ortaya koyduğu bir iş ise
bunun pek önemi olamaz. üstelik savaş hükümlerine gö-
re fethedilen bölgedeki tilin kadınların kendisinin esir-
leri olması sözkonusudur. (6). ·

Evet hükümlerin uygulanması gerektiğinde; Halid


giıbi bij.yük ve dahi kimseler için bunun sözkonusu· ol-
maması gerekir. özellikle bu durum devlete zarar ve•
riyor veya onu tehlikeye marüz bırakıyor ise, böyle ol-
malıdır. Müslümanların Halid'in kılıcına büyük ·ihtiyaç-
ları vardır. Hz. Ebu Bekir'in onu çağırıp azarladığı vakit
ona olan ihtiyaçları, öncesine nazaran daha çoktu. Mü-
seyleme, Beni Hanife'den kırkbin kişilik bir ordu ile Ye-
mame'de bulunuyordu. Onun ayaklanışı, müslümanlara
karşı girişilen en şidetli bir ayaklanma idi ve müslümarı.-

(6) Bunlar, lslam Şeriatının apaçıık hükümlerini b!lmey;en blrfs.inln söz·


!eridir. Eğer Halid, mıüslüman lbir kimseye haksızlık, etmiş ise,
ona haddin uygulanması kaçınılmazdır. Böyle bir kimse de müslü-
man olduğuna göre, eşi hlc;ıbir ziııman savaşta esir alınmaz.

256
larm. komutanlarından ikrime b. Ebi Cehll'i yenmişti.
Müseyleme'yi hezimete uğratmak için en büyük ümitler
ise, Halid'in kılıcına bağlanmıştı. O halde Malik ib. Nü-
veyre'nin oldürülmesi ve Halidi'n gönlünü kaptırdığı
Leyla yüzünden mi Halid azledilecek, müslüman ordu-
lar M\iSeyleme'ye yenilmekle karşı karşıya getirilecek ve
Allah'ın dini bir takım tehlikel~rle karşı karşıya bırakı­
lacaktı? Halid, Allah'ın ayeti ve kılıcıdır. O halde, yanı­
na çağırdığı vakit, Hz. Ebu Bekir'in onu azarlamakla
yetinmesi ve aynı zamanda ona Yemame'ye gidip Müsey-
leme'ye karşı savaşmasını emretmesi uygun düşerdi ve
öyle oldu.
«Görüşüme göre, bu olay ile ilgili Hz. EbO. Bekir ile
Hz. ömer'in anlaşmazlıklarının doğru yorumu budur.
Beni Hanifenin peygamberlik taslayan yalancısınıri İk­
rime'yi yenmesinden sonra Hz. EbO. Bekir'in Halid'e
Müseyleme'ye karşı gitme emrini vermesini, Medinelilere
ve özellikle Hz. ömei"e ve onun görüşünde o~anlara Ha-
lld'in zorlukların adamı olduğu gerçeğini göstermek is-
temesine de bağlayabiliriz. Ayrıca Hz. Eibu Bekir, Halid'e
bu emri vermekle onu ateşe doğru sürmüştü. Bu ateş, ya
Halid'! yutacak ve onun sonunu getirecektir -bu ise,
onun Malik'e ve eşine yaptığının en iyi cezası olurdu-
ya da zaferi kazanacak ve zafer onu temize çıkaracaktır.
Halid bu ateşten pek çok ganimetle ve zaferle kurtuldu.
Müslümanların korkusunu gidermişti. Artık bu zaferi
karşısında, önCeden yaptıklarından söz etmeye değmez-
di.» . .
Dr. Heykel'e göre durumun «doğru» yorumu bir dö-
nemini yaşayıp, bu dönemin büyük şahsiyetlerinin ince,
duygulu vicdanlarıyla karşılaştığı halde, sonra da olaylan
yorumlarken duygu ve vicdanıyla bu seviyeden yukarıya
çıkamaması, gerçekten çok şaşırtıcıdır. Bu yorumlardaki

lsUlm'da Sosyal Adaıet - 17 257


sevlye, doğrudan doğruya çağımızın maddeci pôlitikasın­
dan kaynaklanmaktadır; o dönemlerdeki İslam ruhun-
dan değil, aralan gaye için meşn'.i gören, insan vicdanını
geçici zaruretlerin düzeyine indirgeyen ve bunu politi-
kada bir maharet ve işleri evirip çevirmede bir başarı ola-
rak değerlendiren günümüzün politik anlayışından baş­
kası değildir .Dr. Heykel'in «doğru yorum» diye nite-
lendirdiği bu tablodaki Hz. Eibu Bekir, ne kadar da küçül-
tülmüştür. Hz. E!bu Bekir seviyesiz bir asırda yaşayan
adamın baktığı objektiftekinden daha büyük ve daha
yüce olmalıdır. Bu adam hiçbir zaman bu yüce ve uzak
ufka yükselemez. İslam şeriatının temel bilgilerinden
mahrum olması da işin' çabası.
Dr. Heykel ccel-Fan'.ik Ömer» adlı eserinde bir daha
aynı olaya değiniyor. Burada Halid'i azletmek isterken
Hz. Ömer'in düşüncelerini tablolaştırmaya çalışırken,
için,de yaşadığı çağın düşüklüğü yine onun yakasına ya-
pışıyor, geçici faydalan ve yerel zorunlulukları ancak gö-
rebilen «parti lideri»nin ağırlığı altında eziliyor ve böy-
lelikle yüce ufuklardaki İslam ruhunu bir türlü kavra-
yamıyor. (Adı geçen eserin birinci cildinin 99 ve 100.
sahifelerinde bunu görüyoruz.) Diyor ki:
«Halid, Şam'daki müslüman kuvvetlerinin başında
bulunduğu ve bu kuvvetlerde son derece hassas bir böl-
gede olduğu halde, Hz. Ömer (R.), onun azline nasıl gi-
rişti? Müslümanlar o bölgede Bizanslılarla karşı karşıya
idiler. Ne onlarla çarpışıyorlar, ne de onlara bir zarar
verebiliyorlardı. Bizanslılar da aynı durumda bulunu-
yorlardı. Halid b. Velid, Irak'tan Şam'a gitmeden önce
müslüman kuvvetlerin durumu bu idi. Halid Şam.'a gi-
dince de aynı şekilde devam etti. Her iki ordu da donuk-
luğundan kurtulmak ve düşmanına saldırmak için fırsat
arıyordu. Peki Halife, Halid'i azletmekle müslümanların

258
,gücünü zayıflatmaktanve durumlarını daha da nazik,.
leştirmekten korkmuyor muydu? Halid, müslümanlan
içinde lbulunduklan bu zor durumdan kurtarıncaya ka-
dar bekleır:nek, bundan sonra da dilediği emri vermek,
daha güzel olmaz mıydı? ..
«Bunların savaşın gelişmesinde kendilerine göre bir
değer taşıdıklarında şüphe yoktur. İleride Ebu Ubeyde'-
nin bunları, Hatife'nin kendisine kızacağını hesaba kat-
madan nasıl gözönünde bulundurduğunu göreceğiz. Fa-
kat Hz. ömer (R.) durumu başka bir açıdan değerlen­
cliriyo:rdu. Eğer Hz. Ömer (R.), Halid'in azlini savaştan
Sonrasına kadar geciktirmiş olsaydı, bu onun öngördüğü
politikaya zarar verir ve planlarını bozardı. Savaşta müs-
lümanların yenilmesinden veya düşmanlarını yenmele-
rinden başka bir sonuç alınamazdı. Eğer müslümanlar
yenilecek olsalar, Halid'in azledilmesinin onlara bir fay-
dası olmazdı. Eğer müslümanlar Halid'in komutası altın­
da savaşı kazanacak olsalar, zaferinin en yüksek nokta-
sında bulunan birisini görevden almak, l!z. ömer'in işi­
ne gelmezdi. Oysa Ömer (R.), Halid'in Şam'da veya başka
bir yerde genel k.omutanlıkta kalmamasını istiyordu. Bu-
nun için Hz. Ömer, sür'atle. Halid'i görevinden aldı. Bun-
dan sonra müslümanlar zafer elde ederlerse bundan do-
layı Hz. Ömer'e sitem, haliyle sözkonusu olmayacaktı.
Ömer, hak olduğuna inandığı bir şeyi yapmış olacaktı.
bununla da Halid'e zulm etmiş olmuyordu.n
Yirminci asırda Dr. Heykel Paşa işte böyle düşünü,.
yor. Sonra da düşündüklerini, Hz. ömer'e isnad ediyor.
Daha önceden de düşünmüş, düşündüklerini de Hz. Ebu
Bekir'e isnad etmişti. Bunlar, ruhu hiç bir şekilde Ebıl
Bekir ile Hz. Ömer (R.)'in ruhunu anlayamamış bir
94amın sözleridir. Onun İslam atmosferindeki yaşayışı
bir an bile yirminci asrın komplekslerinden, hilelerden

259
ve fırsatıan değerlendirme dü§üncesinden onu kurtara.·
mamıştır.

Heykel, Hz. Ömer (R.) hakkında ne düşünüyor? Eğer


şartlar başka türlü olsaydı ve -iddia ettiği- fırsat bu-
lunmasaydı, Halid'i görevinde bırakacak mıydı? Oysa
Dr. Heykel'in çizdiği tabloya göre, Hz. Ömer Halid'in,
Malik b. Nüveyre dola,yısıyla Allah'a karşı bir günah
işlediğine iiıanıyordu.
Hz. Ömer (R.); bu gibi şeylere değer verecek ve on-
lara boyun eğecek adam mıydı? Hz. Önier (R.), şahika­
lara boyun eğmeyen birisi idi. Her türlü zorluğu iman ile
göğüsleyen ve önünde eğilmeyen bir kimse idi.
\

Heykel'in dediği gibisin! Emevilerin veya Abbasile-


rin Sultanları yapar ,insanlar da bunları bir deha ve bir
kabiliyet eseri olarak değerlendirirler. Hz. Ömer (R.) ise
Öyle birşey düşünmez. Ebu Bekir (R.) de düşünmez. Bazı
kizruıeler ise, çağın ruhsuzluğu, değer ve ölçülerinin sevi•
yesizliği nedeniyle onlar hakkında bu şekilde: düşünebil­
meıktedirler...

Böyle bir düşünüş şekli ve bunun yanlışılığını orta-


ya koymak üzerinde fazla duruşumlin nedeni, İslami ru-
hun yükseliş dörienilerindeki şuur ve düşünüş şekilleri­
pin tablosunun, İslam'ın bu ince ve hassas ruhundan
uzak maddeci çağımızın şuur ve düşünüşünün ışığı altın­
da çizmek isteyenlerin düştükleri büyük yanlışlığı ve bu
yanlışlığın neden olduğu insan vicdanının gerçeklerini,
yücelik ve duyarlılığının kabiliyetini yanlış değerlendir­
melerini düzeltmek isteyişimdir. Ben bu yüce kişilere
alabildiğine bol bir elbise giydirmek ve onları beşeri her
zaaftan uzak bir şekilde sunmak istemiyorum. Fakat in-
sanların ruhuna, insan vicdanına güveni yeniden yerleş­
tirmek ve aynı zamanda müslümanlann hayatının bu

260
dönemini, bu yüce ufka yükselebilme kabiliyetine sahip
her vicdanın kuvvetle duyduğu şekilde gerçek tablosunu
ortaya koymak istiyorum.
Çeşitli yönlerde bu ince duyarlılığın örneklerini orta.-
ya koymaya devam edelim:
İşte ömer b. Hattab. Halife olmasına rağmen 1bir su
kırbasını yüklenmiş olarak gelme.kte. Oğlu hayretle ona
sorar:
- Niçin ıböyle yapıyorsun?

Cevap verir :
-Kendimi beğenir gibi oldum. Nefsimi zelil etmek
. istedim. '
Anınn Allah'ım, bu ne büyük ıbir hassasiyeti.. i\da-
mın nefsi, hi!Afetle, fetihlerle ve azameti dolayısıyla bü-
yüklenir gibi oluyor; nefsinin böyle bir kibire gömülme-
sini istemediğiınden, sür'atle onu zelil etmeye koşuyor
ve Bizans ve İran İmparatorluklarının büyük bir kısmını
İslam topraklarına katmış olmaya ve bu toprakların yö-
neticisi, halifesi olmaya hiç aldırış etmiyor.
1

Halife Ali b. Ebi Tali'b (R.) kışın soğuktan tir tir tit-
riyor. Üzerinde de yazlık bir elbisesi var. Soğuktan kendi-
sini koruyacak başka bir şeyi de yok. Halbuki Beyt-ül-
Mal elinin altında. Onun vicdanının uyanıklığı ve. şuuru­
nun inceliği, kendisine kışlık elbise aldırmıyor.
EbılUbeyde ordusu ile birlikte Amvas'ta bulunmak-
tadır. O bölgeyi öldürücü veba salgını kasıp kavurmak-
tadır. Hz. Ömer (R.), «Ümmetin Emirh> Ebu Ubeyde'nin
de bu hastalıktan ölmesinden korkar. Bu hastalığa ya-
kalanmasını önlemek için onu yanına davet etmek üze-
re bir mektup yazar. Mektubunda der ki:

261
«Seninle karşılıklı konuşmamı gerektiren bir me-
selem var. Bu mektubumu alır almaz hemen bana gel.»
Ebft Ubeyde mektubu görünce Hz. ömer (R.) 'in mak-
sadım anlar, onun kendisini veba'ya yakalanmaktan kur-
tarmak istediğini kavrar ve mektubuna şu cevabı verir:
«Allah mü'minlerin emirine mağfiret etsin. Ben se.-
nin bana neden dolayı ihtiyaç duyduğunu anladım. Ben
bir grup müslüman asker arasında bulunuyorum ki, ken-
dimi onlara hiçbir şekilde tercih etmiyorum. Bu nedenle
Allah'ın benim de, onların da haıkkında hQ.kmünü icra
edene kadar onlardan ayrılmak istemiyorum. Ey mü'min-
lerin emiri, beni yanına çağırmaktan vazgeç ve beni as-
kerlerim arasında bırak.»
Hz. Ömer, Ebft Ubeyde'nin mektubunu gözyaşları
arasında okur. Etrafındakiler ona sorar:
- Ebu Ubeyde öldü mü yoksa?
Hz. Ömer gözyaşlarıyla boğulurcasına:
- Hayır, fakat ölmüş sayın, diye cevap verir ...
Ve bir süre sonra EbO. Ubeyde vefat eder. . ---~~~~

Ebu Ubeyde'yi olduğu yerden ayrılmaktan alıkoyan


onun Kader-i İlahiye olan derin imam mıdır? Evet, odur;
onunla birlikte kendisi kaçıp askerlerini ölümle başbaşa
bırakamayacak kadar büyük bir hassasiyet daha vardır.
Çünkü kendisi de, askerleri de Allah'in yolunda savaşan
kimselerdir.
Şimdi de AJiah'ın
Resulünün müezzini Bilal b. Re..
bah'ın davranışına bakalım. Din kardeşi Ebu Ruveyha
el-Has'ami ondan Yemenli bir aileye mensup bir kızla
evlenmesini sağlamak için aracılık. yapmasını ister. Bilal
onlarla şöyle konuşur:

262
- Ben Bilal b._ Rebah'ım. Bu da benim din karQ.eşim
Ebu Ruveyha'dır. O, huyu ve İslami yaşayışı itibariyle
kötü bir kimsedir. Eğer ona kız vermek istiyorsanız veri-
niz. İstemiyor5anız vermeyiniz.
Bu herhangi bir ayıbı gizlemeye
şekilde konuşarak,
kalkışmıyor, kardeşinin durumundan da bir şey gizlemi-
yor. Söyleyeceklerinde Allah'ın huzurunda sorumlu ola-
cağını unutmamak için aracı olduğunu hatırına bile ge-
tirmiyor. Yemenliler bu doğruluğun kendilerine verdiği
güven içinde Ebu Rü.veyha'ya kızlarını verirler. Onlar
için bu doğru sözlü kişinin kızlan ile damad olacak kim-
senin arasmda aracı olması yeterli gelmişti.
İmam Ebu Hanife, ticaret ortağı Ha.fs b. Abdurrah..
man'a mal göndermiş, gönderdiği elbiselerin birinde bir
kusur olduğunu bildirmiş ve «satarsan bu elbisedeki_ ku-
suru da bildir.» diye onu uyarmıştı. Hafs, bu malı satmış
ve kusurlu elbisenin kusurunu bildirmeyi unutmuştu;
kusurlu bir elbise karşılığında kusursuz bjr elbisenin pa-
rasını tam olarak almıştı.

- Denildi ki gönderilen malın değeri otuz veya otuz-


beş bin dirhem idi - Ebu Itanife durumu öğrenince,
ortağı müşteriyi araştırıp bulmadıkça razı olmayacağını
bildirdi. Fakat Hafs, müşteriyi bir türlü bulamadı. Bula-
mayınca E!bu Hanife, ortaklığın bozulmasından başka
bir şey kabul etmedi. Sonunda ayrıldılar. Bununla da kal-
mayarak bu kadar serveti kendi malına katmayıp, ta-
mamiyle onu tasadduk etti. (7).
«Rivayet edilir ki: Yunus b. Ubeyd'in yanında de-
ğerleri farklı
elbiseler bulunuyordu. Bir kismının değeri
dörtyüz dirhem, bir kısmınınki ise ikiyüz dirhem idi. Na-

(7) .C.bdülhalim ef,.Cündi, EbQ Hanife ıBatal'ül·Hürriyyeh ... adlı eserinden.

263
maza. gittiğinde yeğenini dükk&nda bıraktı. Bir bedevı
Arap gelip dört yüz dirheme bir elbise istedi. Yeğeni be-
deviye ikiyüz dirhemlik elbiselerden verdi. Adam elbiseyi
beğendi ve satın aldı. Elbise elinde olduğu halde ·yolda
giderken Yunus onu gördü ve elbiseyi tanıdı. Bedevi'ye
dedi ki:
__. Bunu kaça aldın Bedevi :
- Dörtyüze,.dedi. Yunus:
- .Bu elbise ikiy".izden fazlasına değmez, dedi. Git,
geri ver.
Bedevi dedi ki :
- Bu, bizim oralarda beşyüz de eder. üstelik ben
bunu rızamla aldım. Yunus:
- Geri dön, dedi. Çünkü dinde nasihat, dünyadan
ve dünyadaki her ~yden hayırlıdır.
Sonunda adamı geri gönerip, ona ikiyüz dirhem da-
. ha verdi. Bunun için de yeğenine çıkıştı ve ona dedi ki:
- Utanmadın mı? Allah'tan korkmadın mı? Elbise·
nin değeri kadar kar yapıyorsun ve müslümanlara karşı
doğru hareket emiyorsuıı.

Yeğeni dedi ki:


- Vallahi, kendi rızasıyla, aldı. Yunus:
- Peki, dedi, kendin için razı olduğun şeyi, neden
ona istemedin?
«Rivayet edildi ki: Muhammed b. el-Münkedir'in oğ­
lu, kendisi yokken beş dirhemlik bir kumaş parçasını bir
bedeviye on dirherr..e satar. Muhammed, gün boyıınca bu
bedeviyi arar ve sonu..'"ldaı bulur. Ona der ki :
- Bizim oğlan yanlışlık yaptı ve beş dirhemlik ku-
maşı sana on dirheme sattı. Bedevi :
- Olsun, ben razıyım, der. Muhammed:

264
- Sen olsan bile biz kendimiz için razı olma-
razı
dığımız şeyesenin için de razı olmayız, der ve .ona beş
dirhem daha ged verir. (8). ·
Bu üç Yunus b. Ubeyd'in yeğenine
olayın anahtarı
söylendiği: ((Utanmadın mı, Allah'tan korkmadın mı?ıı
sözleridir. Evet, Allah'tan utanmak ve Allah'tan kork-
mak ... İşte İslRm'ın insan ruhunda kuvvetle doğurduğu
his budur.
Sunduğumuz bu örneklerin dışında her yerde, her
köşe ve bucakta onlarcasına,.yüzlercesine rastlayabiliriz.
tsle.mın insan vicdanını arındırmak ve Y,üceltmek, bü-
tün rorunluluklann üstüne çıkabilmek konusunda hedef
aldığı yüce ufukları göstermeye bu azıcık örnekler bize
yeter. Vicdanın böyle l>ir şekilde arınması halinde insan,
bencilliğin, hayatı sevmenin, mal ve mevki hırsının üs-
tüne yükselir; İslamın insan vicdanına yüklediği sürekli
uyanıklığın, bu yüce ufuklara varabilmeyi sağlamak
·için şuurundan uyandirdığı derin hassasiyetin yükümlü-
lüklerine. katlanmasını s~ğlar.
Bundan sonra gönül rahatlığı içinde, İslami hayatın
gerçekled arasında, bu yüce ve parlalt ufukların aydın­
lığında İslim tarihinin Sosyal Adalet ile ilgili bazı ger-
çekleri üzerinde duralım.

İnsanoğulları arasında
*multak bir eşitlik ve bu eşit­
liği bozan göresel bütün değer ve mevkilere itibar etmek-
ten vicdanın kurtulup mutlak bir hürriyete kavuşması,
İslamın ana gayesidir. İslamın eşitlikle vicdani hürri-

(8) Abdurrahman Azzam, er·Risalet'.Ol·HiUideh (Ebedi Risalet) adlı ese-


rinden.

265
yet ile ilgili nazariyesinden ve İnsanlık toplumu ile il-
gili İslam düşüncesinin oluşmasında bu nazariyesinin
son derece köklü olduğu konusunda şüpheye yer bırak­
.mayan nasslardan daha önce söz etmiş idik:. Şimdi de bu
nazariyenin hayat gerçeğinde nasıl uygulandığına. bir
bakalım.

Yeryüzünün her tarafında köleler, hürlerin dışında


kalan bir sınıf oluşturuyorlardı. Arap yarımadasında da
durum böyle idi. Muhammed b. Abdullah (S.) ise Ku-
reyş'in Haşimoğullarından halasınin kızı Zeyneb Binti
Cahş'ı azadlı kölesi Zeyd ile evlendirdi. Evlilik ise hassas
bir konudur. Eşitlik davası evlilikte en yüksek noktaya
ulaşır. Gülıümüze kadar İslam topraklarının dışında ka-
lan hiçbir yerde gerçekleşmemiş olan bu mucizeyi, o yü-
ce peygamberden başka ve bu dinin eşsiz gücünden
başka hiçbir güç gerçekleştiremezdi.· Oysa biz bugün
ABD'de köleliğin kanunen yasaklanmış olmasına rağmen,
zenci birisi herhangi birbeyazla evlenmekten mahrum
edilmekle kalmıyor, 1beyazların okullarına, üniversitele-
rine, lokantalarına giremiyor, kamu taşıma araçlarında
beyazların yanında oturamıyor, onlarla beraber aynı otel
ve pansiyonlarda dahi kalamıyor. Bu günümüzde bile
böyledir.
Hz. Muhammed (S.), Hicretin akabinde muhacir-
lerle ensar arasında kardeşlik akd edince amcası Hz.
Hamza ile azadlı kölesi Zeyd'i,. Hz. Ehu Bekir ile- Hatice
b. Zeyd'i, Ebu Ruveyha el-Has'ami ile Bilal b. Rebah'ı
kardeş ilan etmişti. Bu kardeşlik sözden· ibaret değildi.
Bilakis kan ba.ğına eş bir hayat bağı idi. Nefiste, malda
ve hayatın diğer cephelerinde sözkonusu olan bir ya-
kınlık bağı idi. ··
Diğer
taraftan Resulullah (S.), azadlı kölesi Hz.
Zeyd'i Mute Gazvesine giden ordunun kumandanı .tayin

266
ed1yor, daha SOiıra da oğlunu Bizanslılarla savaşmak
üzere gidecek ordunun başu:ıa kumandan tayin ediyor.
Bu ordu içerisinde Ensar ve .Muhacirlerden pek çok kim-
se vardı. Aralarında Resulullah'ın iki danışmanı, yakın
iki arkadaşı ve müslümllnlann icmaı ile ondan sonra.
başa gelen iki halife olan Hz. Ebu Bekir ile Hz. ömer
gibileri de bulunuyordu. Aralarında Sa'd b. Ebi Vakkas
gibi birisi de vardı. Hz. Sa'd'ın, Resulullah'la yakınlığı
da biliniyordu. Beni Zühre'den, Resulullah'm dayıların­
dan oluyordu. Kureyş kabilesinden ilk müslüman olan-
lardandı. Onyedi yaşlarında iken Allah ona İslam'ı na-
sip etmişti. Büyük bir mal ve servet sahibi idi. Büyük
bir savaşçıydı ve savaş dehasına da sahipti;
Resulullah (S.) ebedi aleme göç edince, Hz. Ebu
Bekir (R.) de üsame'nin ordusunu göndermekte ısrar
edip yine Resulullah'ın seçtiği kumandanı yerinde bı­
raktı ve Üsame'yi ordusuyla birlikte Medine'nin
, dışına
kaıdar uğurladı. Usame (R.) binekle, halife Hz. Ebu Be-
kir (R.) ise yaya. Usame genç olduğu halde binek üze'"
rinde, Resulullah'ın halifesi Hz. Ebu Bekir ise yaşlı ol-
duğu halde yaya olmasından utanarak diyor ki:
- Ey Allah'ın Resulünün halifesi, ya sen bin ya
da ben ineyim.
Halife yemin ederek cevap verir:
- Hayır, vallahi, ne sen inersiiı, ne de ben bine-
rim. Ayaklarımı Allah'ın yolunda bir en tozlanmaktan
ne diye alıkoyayım?
Sonra Ebu Bekir (R.), Hz. Ömer'e ihtiyacı olduğunu
anlar. Çünkü halifelik gibi bir yükü omuzlarına almış~
tır. Ancak Hz. Ömer (R.), Hz. Üsame'nin ordusunda
askerdir. Kum.andan da Hz. üsame'dir. Bunun için Hz.
Ebu Bekir'in Hz. ömer'in izinle istemesi' gerekiyor. Der
ki:

267
- Eğer ömer'i vererek bana yardım etmeyi uygun
görüyorsan, ver.
Allah'ım... «Eğer ômer'i vererek baına yardım et-
meyi uygun görüyorsan ver»; bunlar ne yüce ufuklar-
dır! Hiçıbir ifade, hiçbir açıklama bunların yüceliklerine
yükselemez.
Zaman çarkı döner. ömer b. el-HattAb (R) ın halife
olduğunu ve azadlılardan biri olduğu halde Ammar b.
Yasir'i Kufe'ye vali tayin ettiğini görüyoruz. Bir gün
Ömer (R.) in kapısında Süheyl bin. Am:r b. el-Haris b.
Hişam ile Ebft Süfyan b. Harb ve Kureyş'in ileri gelen-
lerinden bir topluluk beklemekte iken, Hz. ömer onlar-
dan önce Süheyl ile Bilal'in içeri girmesine izin verir.
İkisi de fakir kimselerdi ve azadlı idi. Fakat ikisi de Be~
dir savaşına katılanlardan ve ilk müslüman olanlardan
oldukları için, onları daha önce içeri alır. Ebu Süfyan
böyle bir işe kızar ve bu kibirine dokunur. Dilinden cA•
hiliyet davası sözler çıkar:
- Bugün gibisini görmedim. Ömer bu kqleleri içeri
alıyor, bizi de kapısında bekletiyor.

az. ömer (R.) bir gün Mekke'de dolaşırken hizmet-


çilerin ayakta durduklarını ve efendileriyle birlikte ye-.
·mek yemediklerini görür. Bundan dolayı çok kızar ve
yaptıklarını reci ederek efendilerine der ki:
- Bazılarına ne oluyor ki, kendilerini hizmetçilerin-
den üstün görüyorlar?
Sonra da hizmetçileri e>fendileriyle birlikte aynı kap-
tan yemek yemeye davet eder. _
· Hz. ömer (R.), Nafi' b. el-Haris'i Mekke'ye Amil
tayin etmişti. Birgün onunla Usfan'da karşılaştı. Hz.
ömer (R.) ona sorar:
- Yerine kimi bıraktın?

268
- Yerime İbn EbzA'yı bıraktım. Hz. ömer:
- İbn EbzA kim? Nafi:
- Bizim azMlılanmı7.dan biri, der. Hz. Ömer:
- Onların başına bir azadlı mı tayin ettin? Nafi:
- O, Allah'm kitabını hıfzetmiş, farzları çok iyi
bilir ve hasımlar arasında iyi hüküm verebilir (kadı­
dır).
Bumin üzerine Hz. Ömer (R.) dedi ki:
-'-Peygamberimiz (S.) buyurdu ki: «Allah bu Kur'-
an (ı tatbik etmek ve bilmek) sayesinde kimi toplulukları
yükseltir; kimilerini de alçaltır.»
.Hz. Ömer (R.) in sorusu böyle bir işi uygun görme-
diğinden değildi. O, bu soruyu, bilmediğini öğrenmek
için sormuştu: tbn Ebza'nın meziyeti ne idi? Çünkü
kendi1'i İbn Ebza'yı tanımıyordu. Kendisinden sonra ara-
larında halifeyi seçmek üzere altı sahabiyi tavsiye eder-
ken: «Eğer Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim hayatta ol-
şaydi, onu J:İalifeliğe tavsiye ederdimn diyen aynı ömer'-
dir. Salim ona göre Şura Heyetini oluşturan Osıman,
Alt, Talha. Zübeyr, İbn Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Ab-
dullah b. Ömer'den daha tercihe değerdi.
AzMlılaroan biri, Kureyşlilerden birisinin kızkarde­
şini ister ve ona çokça mal verir. Fakat Kureyşli kızkar­
deşini ona vermek istemez. Durumu Hz. Ömer'e ulaşmca,
Kureyşliye der ki:
- Niye ona kızkardeşini vermedin? O salih bir kim-
sedir. K.ızkardeşine verdiği mal da iyidir.
Kureyşli der ki ~
- Ey mü'm.inlerin emiri, bizim bilinen bir mevki-
t'niz vardır. O, kızkardeşimin dengi değildir.
Hz. ômer der ki:
- O dünya ve ahiretin mevkileriyle sana gelmiş bu-
lunuyor. Dünya mevkii maldır, ahiret mevkii de takvA.-
dır. Eğer kızkardeşin razı ise onu bu adama ver.

269
Bu sefer Kureyşli kızkardeşine razı olup olmadığını
sorar. Kız razı olunca, onları evlendirir.
Daha önce azadlı
köle Bllfil'in, soylu Ebu Ruveyha'-
mn evlenm.esi konusunda Yemenlilere nasıl gittiğini ve
onların da Hz. BilaI dolayısıyla. Ebu Ruveyha'yı kabul
ettiklerini görmüştük.
Her alaµda en yüksek ve şerefli mevkilere ulaşmak
için kölelere, azadlılara bütün yollar açık bulunuyordu:
c<Abdullah lb. Ömer de kölesi Nafi' ile birlikte anılıyordu.
Enes b. Malik kölesi İbn Sirin ile, Ebu Hilreyse kölesi
Abdurrahman b. Hürmüz ile beraber anılıyordu.
«Basra'da Hasan el-Basri, Mekke'de Mücahid, Ata b.
Ebi Rebab ve Tavüs b. Ebi Keysan en önde gelen fakihler
idi.
«ömer b. Abdülaziz zamanında Mısır'da fetva ma-
kamına Yezid b. Ebi Habib adında şiyah bir köle geti-
rilmiştir.» (9).

Müslümanlar, çalışanlara da aynı ruhla bakıyordu.


Eliyle çalışan kimse şerefli ve saygıdeğerdir. Onun bu
saygınlığı teoride ve hayal aleminde değildir. Bilakis ha-
yatın gerçeğindedir. İşi, ne olursa olsun, çall:şanın de-
ğerini dü.şürmez. Çünkü. ne olursa olsun iş, şereflidir. Ki-
şinin yaptığı iş, kendisinin ilim edinmesine, ilimde ileri
gitmesine, üstadlığının kabulüne ve sayıgı görmesine en-
gel değildir.
«İmam Ebu Hanife manifaturacı idi. Nitekim ondan
sonra gelen pek çok fakih t~ir veya zanaatkar idi.
«İmam Hassaf Ahmed b. Umer b. Müheyr'in babası
İ. Ebu Haınife'nin talebeleri olan Muhammed ve Ha-

(9) A:bdulhallm el-Cündi, a.g. eserden.

~70
san'ın öğrencisi idi. Kendisi .MuhtecUl;>illah'ın isteği üzere
«Kitabulharac»ını te'lif ediyordu. Bir taraftan kundura
tamir ediyorken diğer taraftan fıkıh ile ilgili muazzam
kitaplarını te'lif ediyordu. imam Kerabisi, dokuma ku-
maşlar satıyordu. el-Kaftal, elini çıkardığı vakit çalış­
maktari mütevellit izleri görünürdü. Derdi ki: ccBu be-
nim kilit yapmamın etkisindendir.» İbn Kutlubuğa teT-
zilik yapıyordu. Zamanının en büyük alimlerinden el-
Cassas alçı işlerinde çalışırdı. es-Saffar, bakır kap satı­
cısı idi. es-Saydalani, attardı. el-Hılvani'nin babası, hel-·
vacı idi. Dehhak (uncu), Sabuhi (sabuncu), Na'ali (nal-
bant), Bakkali (bakkal), Kuduri (çömlekçi) ve bunlara
benzer pek çok kişi. .. Bütün bunlar tarihin sayf alan ara-
sında şuna tanıklık ediyorlar: İslam Medeniyetinin şafa­
ğının sökmesiyle birlikte bu Ümmet, batı dünyasının
asırlar boyunca gerçekleştirmek için çalıştığı ve henüz
gerçekleştiremediği: «Yüce ve bir takını meslekler yok-
tur. Olan şudur: Bir takım insanlar kendi gayretleriyle
yücelir, bir kısmının ise yüceliği olamaz.» ilkesini ger-
çekleştirebilmiştir.» (10).

*
Fakat insani eşitliğin bu yüce ufkunun tam anla-
mıyla anlaşılması,· İslam toplumunda yüksek mevkileri
işgal edenlere nasıl davranıldığını bilmemize bağlıdır.
Yüksek mevkileri işgal edenler, aşağı mevkilerde bulu-
nanların seviyesine indirilmedikçe; aşağı mevkilerde bu-
lunanlara yalnızca saygı duymak ve onlan öne geçirmek
yetmez. Yüks.ek mevkide bulunan birisi, yüksek mevkide
olmayana ancak ameli ile üstün olabilir; Ne mevkii, ne
soyu ne. de malı dolayısıyla üstünlük sahibi olamaz.

(tO) .· AbdUlıhalun el-Oündt, a.g.e.

271
İmam Ebu Yusuf, «Kitab-ül·Haracııında der ki: .Sa-
na Abdulmelik b. Ebi Süleyman, Ata'dan naklen anlata-
rak dedi ki: ömer (R.A.), amillerine mektup yazıp Hace
mevsiminde yanına gelmelerini istedi. Onlar da geldiler.
Hz. Ömer, ayağa kalkıp insanlara şöyle hitap etti:
1

- Ey insanlar ben ·bu amillerimi (vali ve zekat top-


layıcılarımı) sizlere hak ile hükmetsinler diye gönderiyo-
rum. Ben onları bedeninize, karılarınıza, mallarınıza zul-
metsinler diye göndermiyorum. Kim onlar tarafından
zulme uğratılmış ise kalksın,.
· O gün insanlar arasından yalnız bir kişi ayağa kalk-
tı., Dedi ki:
- Ey mü'minlerin emiri, senin valin bana yüz kam-
çı vurdu.
Hz. ömer:
- Ona yüz kamçı vurur musun? Kalk, ona yüz
kamçı vur.
Amr İbn'ül-As, ayağa ·kalkarak dedi ki:
- Ey niü'minlerin emiri, eğer sen valilerine karşı
böyle bir kapı açarsan bu onlara çok ağır gelir. Senden
sonra gelenlerin de uyacakları bir sünnet olur.
Hz. Ömer (R.). dedi ki:
- Ben Resulullah (S.) ın kendi nefsine misilleme
uyguladığını gördüğüm halde, ona misilleme yaptınnı­
yayım mı- Sonra adama döne:rek:
- Kalk, misilleme yap, der.
Amr. b. el-As der ki:
- o halde bırak bizi de onu razı edelim. Hz. ömer:
- Yapa.bilirsiniz, der.
Adama, her bir kamçı karşılığında iki dinar vererek,
ikiyüz dinara razı ederler.
· Amr b. el-As, başka valileri misillemeden kurtara- ·
bildi ama, oğlunu, Mısırlıyı tokatladığı için misillemeden
r

272
kurtaramadı. Hz. Ömer, Amr'ın oğluna misilleme uygu•
latmca, Mısırlıya diyordu ki:
- Ş&eflllerin oğluna vur!
Eğer Mısırlı vazgeçip af etmeseydi Aınr'ın kendisi ,
de aynı şeyi tadacaktı.

Günün birinde Hz. Ömer oturmuş müslümanlar ara-


sında mal (ganimet) paylaştırıyordu. insanlar etrafına
üşüştü. Sa'd b . .Ebt Vakkas, -tslam'daki mevkiinden ve
Hz. Peygambere yakınlığından daha önce ·söz etmiş
idik- Hz. Ömer'e doğru ilerledi. Kalaıbalıkla itişe iÜşe,
sonunda Hz. ömer'in yanına varabildi. Hz. ömer, elinde
kamçısıyla karşısına dikilerek dedi ki:
- Sen Allah'ın yeryüzündeki sultanından (hüküm-
lerini tatbik edeninden) korknluyorsun. Sana öğretmek
istiyorum ki, Allah'ın sultanı da senden korkmuyor.
Birisi: Bu bir halife idi, diyebilir.
Şimdide Halife ve meliklerin reayalarından gördük-
leri düşünceve söz hürriyetinden doğan tavırlara baka-
lım. Bu tavırların kaynağı, İslamın insanın özüne yer-
leştirdiği «vicdani hürriyet» ve sözde ve pratikte ,gerçek-
leştirdiği mutlak eşitliktir, her ferdin varlığını, şerefini,
yüksek mevkide bulunanlardan önce zayıflara karşı ada-
leti garantileyen bu siyasi, iktisadi ve sosyal düzendir.
Hz. ömer( R.) e bir bakalım. İnsanlara hitap eder-
ken şunlan söylemektedir:
- Bende bir eğrilik görür iseniz beni doğrultunuzl
Müslümanlar arasından birisi ayağa kalkarak der
ki:
- Eğer sende bir eğrilik görür isek seni kılıçları-
mızla düzeltiriz. · ·

JslAm'da Sosyal Adaıet - 18 2'73


Hz. Ömer (R.') şu sözlerdeµ başkasını Söylemez:
- Raiyyesi arasında Ömer'i kılıcıyla doğrultacak
kimseler ihsan eden Allah'a hamd olsun ı
Müslümanlar Yemen işi bir miktar kumaş ganimet
almışlardı.Müslümanlardan herhangi bir kimse gibi ken-
disine bir parça, oğlu Abdullah'a da bir parça dilş.müş
idi. Hz. Ömer'in bir elbiseye ihtiyacı olduğundan-Abdul­
lah, kendi parçasını babasına verdi ki babası bunu kendi
parçasına da ekleyerek kendisine bir elbise yapabilsin.
Hz. ömer bu iki parçadan yapılmış elbiseyi giyinmiş ol-
duğu halde, insanlara hitap etmek amacıyla dedi ki:
- Ey insanlar, dinleyiniz ve itaat ediniz. '
Hz. Selman kalkıp dedi ki:
- Senin bizim dinlememizi ve itaat etmemizi iste-
meye hakkın yoktur!

Hz. Ömer:

- Neden? diye sordu. Hz. Selman dedi ki:


- Sen bu elbiseyi nereden buldun? Halbuki sana
da bir kumaş parçası düşmüştü,üstelik sen boylu poslu
birisin. ·
. Hz. Ömer (R.A.) :
- Acele etme, dedi ve «Ey Abdullah!» diye seslen-
di. Kimse cevap vermedi. (Çünkü hepsi Abdullah -yani
Allah'ın kulu- dır.) Bu sefer:
- Ey öfiler'iii oğlu Abdullah, diye seslendi. Oğlu:
- Buyur mü'minlerin emiri, diye karşılık verince,
Hz. ömer ona dedi ki:
- Allah aşkına söyle, giyinmekte olduğum elbisenin
bir parçası senin kumaşın değil midir?
- Evet, öyle dedi.

274
Bu sefer Selman (R.):
- Şimdi emı:et, dinleriz. de, itaat da ederiz, deyip
oturdu.
Buna rağmen birisi: «0, Ömer'dir» diyerek itiraz
edebilir.
o halde biz de Ebu Ca'fer el-Mansur'a bakalım. Ebu
Cafer, baskı ve şiddete dayalı bir devlet yönetimi geliştir­
mişti. Fakat bu baskı ve şiddetini, İslami uyanıklık
ayakta durduğu ve tüm insanları baskı ve şiddet sahibi
yönetici.lerden bile koruduğu için, fazla uzağa götüremi-
yordu. Böyle bir atmosfer içerisinde böyle bir 'devlet kur-
muş olan bu adamın yanına Süfyan es-Sevri girerek ona
der ki:
- Ey mü'minlerin emiri, Allah'ın malından ve ken-
dilerinden izin almaksızın Muhammed ümmetinin malın­
dan yaptığın haksız harcamalar hakkında ne dersin? Hal-
buki Ömer b. el-Hattab beraberindekilerle birlikte hacc
·etmiş ve bunun için de onaltı dinar harcamış olduğu hal-
de şunları söylemişti: «Beytülma.Iden çok aşın harcama-
lar yaptığımızı görüyorum.» Senin de hazır bulunduğun
bir mecliste Mansiir b. Amnı§.r'ın, İbrahim'den, onun
Esved'den, onun Alkame'den, onun da İbn Mes'lid'dan,
Resulullah'ın rivA.yet etti~ şu hadis'i sen de bilirsin: «Al·
lah'ın ve Restllünün malında nefsinin dilediği gibi tasar-
ruf eden nice kişiler vardır ki onlar Cehennemliktir.»
Ebtı Ubeyd el-Katib-hükümdarın sarayında hükümdara
yakınlardan biri- bunun üzerine der ki:
· - Mü'mtnlerin emirine karşı .bu sözler hiç söylenir
. mi?
Süfyan, azarlarcasına ona şöyle cevap verir:
-,Sus be! Fir'avn'ı Ham~ Haman'ı da. Fir'avn he-
l§.ke götürm.üştü. (11)

{ 11) El-COndT, • EbO Hanife• adlı eserinden.

275
Daha sonra da güçlü ve hak bir sözü söylemiş olarak
oradan çıkar. İstedikleri kadar ileriye götürsünler, kalbi
iman ile m.Amur, iht.ıyaÇlann üstüne çıkmış ve kendini
Allah'a adamış kimselere birşey yapmaya asla cesaret
edemezler.
İşte Vasık. o da müstebid hükümdarlardan biri. Hu,.
zuruna kelam filimlerinden birisi girer, selam verir, fa-
kat VA.sık selAmını almadığı gibi: «Allah'ın selAmı üze-
rine olmasın» diye karşılık verir. Alimin .cevabı ise şu
olur:
- Sana öğreten kötü ö~etmiş, Allahü Teala: «Bir
seU1m ile selft.mla.n.dığınız vakit, daha güzeli ile selam ve-
rin veya (aynen) geri çevirin.ıı buyuruyor, sen ise ne daha
güzeli ile selamımı geri çevirdin, ne de aynen. (12)
İmam Ebu Yusuf, hakimdir. Huzuruna Abbasi hü-
kümdarlarından el-Hadi ile bir adam gelir. Bir bahçe
konusunda a.n.laşmazlıklan vardır. Ebu Yusuf, adamın
haklı· olduğunu görür. Ancak hükümdarın şahitleri var-
dır. Ebu Yusuf der ki :
- HaSım, el-Hadi'nin şahitlerinin doğru olduğuna
yemin etmesini istiyor.
el-Ham, küçük düşürüleceğine inandığı için yemin
etmek~ kaçınır ve bahçeyi sahibine bırakır. İ. Ebu Yu-
suf, gerek gördüğü için Harun er-Reşid'e de yemin e~­
tirir. ~irgün de el-Fadl b. er-Rabi', t. Ebu Yusuf'un hu-
zurunda şahitlik yapar, fakat imam şahitliğini red eder.
Halife nedenini sorar:
- Neden el-Fadl'ın,ş!hitliğini red ettin?
Ebü Yusuf dedi ki:
-Onun, ben senin kölenlın dediğirii işittim. Eğer
söylediği doğru ise 'kölenin şehMeti kabul edilmez, yok

(12) Müsned, c. 1. den.

276
eğer yalancı tse yalancılığı nedeni ile §Wtliğini kabul
edemem. (13).
tslam'm vicdanlariıa yaktığı bu parlak ışık, tarihin
en karanlık dönemlerinde bile kaybolmamıştır. Bu vic-
dani hürriyetin ve bütün değerler ü.zerine yükselen bu
ruhi yüceliğin çeşitli örneklerini tarih boyunca görmek
mümkündür.·
Ahmed b. TU.lin, Mısır'da hükümdardı. Hanefi Kadı
Bekkar b. Kuteybe'ye derin bir saygı duyardı; Ahmed,.
kadmm dersine gelir ve onun yanma yaklaşana kadar
geldiğini farkettirmezdi. Ahmed, Kadıdan Abbasi ha-
Ufesinin veliahdı el-Muvaffak'a IAnet okumasını isteyince
duraklar ve der ki :
_._ Dikkat et, Allah'm laneti zftılimler üzerinedir! ..
İbn Tulftn'a: ·
- Bu sözle seni kasd etti, denildi
Bunun üzerine İbn. Tftlftn, Bekkar'dan kendisine ver-
miş olduğu mükafatları geri vermesini ister. İbn TU.lftn,
hepsinin ağızlan bile açılmadan oldukları gibi durduk-
ıannı görür. Aynca onu kiraladığı bir evde hapseder.
Bekkar o evin bir yerinde oturur ve İbn Tfüftn'dan alı­
nan bir izinle, insanlarla konuşurdu. İbn TU.lfuı, ölümü
ile sonuçlanan hastalığa yakalanınca, ondan hela.Ilık di-
. lemek üze.re, Bekkar'a birisini gönderir, Bekkar gönde-
rilene det ki :
- Git ona söyle, ben yaşlı bir ihtiyarım, sen .de has-
tasın. Allah'a kavuşmak yakındır. Aramızda Allah var-
dır.
Bir zaman sonra İbn Tfüftn ölür. Bekkfu- ise: «Fuka-
ra öldü» derdi. (14)
(13) el-Cündi, ·EbO Hanife• adlı eserinden.
(14) A.g. e.
j

277
İşte böyle. «Fukara öldu.» Çünkü kendisini ondan
daha üstün görüyordu. Saltanat sahibi olmasına rağmen
onu «fakir» kabul ediyordu.
EyyO.bi Devleti dönemlerinde idi. «HÜkümdar İsmail,
Haçlı savaşları sırasında Haçlılarla dostluk antlaşması
yapıyor ve onlara, Necmuddin EyyO.b'a karşı kendilerine
yardım etmeleri için Sayda ve diğer kaleleri teslim edi-
yor. İzzeddin b. Abdüsselam onun bu işini şiddetle. red
eder. Bu sefer İsmail, ona kızar, onu' azleder ve tutuklar.
Ona bir takım vaadlerde bulunmak üzere bir elçi yollar.
Elçi, İzzeddin'e der ki:
- Daha önce işgal ettiğin mevkiler, sana fazlasıyla
18.de edilecek. Buna karşılık da sen, yalnızca hükümPara
boyun eğeceksin.

tzzeddin'in cevabı sadece şu olur :


- Allah'a andolsun, ellerimi öğmesine bile razı de-
ğilim. Ey kavmim, siz bir 'taraftasınız, ben bir tarafta-
yım.» (15).
· Zahir Baybars'ın hükümdarlığı döneminde Şeyh
Muhyiddin en-Nevevi, Şam'da bulunuyordu. Net.-evi, Za-
hir'e çokça öğüt veriyordu. Zahir, Mısır'da ise İmam Ne-
vevi ona gerek gördüklerini mektupta yazardı. Şam'da
bulunuyorsa bu sefer hakkı ona açıktan ,bildirirdi ...
.
SüyO.ti, ccHüsnü'l-Muhactara» adlı eserine bu yazış­
maların büyük bir kısmını almış bulunuyor. Bu mektup-
ların çoğu ise geçim darlığı ve gelecek ~dişesi dolayısıy­
la konulmuş bazı vergilerin kaldınlması ile ilgilidir. Bu
mektuplarının birinde diyordu ki :

«Şam halkı bu sene yağmurun azlığı, fiyatların yük'-


sekliği, malzemelerin ve bitkilerin azlığı ve davarların
(15) A.g.e.

278
telef olması dolayısıyla sıkıntı ve darlık içindedirler. Si-
zin de bildiğiniz gibi raiyyeye şefkat gerektiği gibi, on-
ların veliyYtılemre kendisine ve kendilerine yararlı ola-
cak konularda nasihat etnıeleri de gereklidir. Çünkü din
nasihattir.»
Sultan bu nasihatı şiddetle red etmiş, alimlerin ken-
disine karşı takındıkları tavrın ve Tatarların Şam'ı istila
ettikleri vakitlerde, memleketin ayaklar altında çiğnen­
diği günlerde susmalarının nedenim sormuştu .. İmam
Nevevi, na.sihatını yine aynı şekilde güçlü olarak tekrar-
lıyor ve bunu Allahü Teala'nın kendilerinden almış ol-
duğu yemin gereği yaptığını bildiriyordu. Çünkü Allah,
alimlerden Cfdini hükümleri mutlaka açıklayacaklarına
dair» ahid almıştır. Hükümdara ve tehdidine cevap ol-
mak üzere İmam şu cevabı yazıyor: cıCevapta sözü edilen
biz alimlerin, kafirlerin topraklarımızda bulunmasına
karşı çıkmayışımıza gelince: Sorarım size, müslüman hü~
küındarlar, tınan ve Kur'an ehli olan kimseler, 8$gln
kafirlerle nasıl kıyas edilebilir? Dinimizin hiçbir hük-
müne inanmadıkları halde biz azgın kMirlexi ne. diye
ağzımıza. alıyorduk? .. Bana gelince, tehditten bana Za.rar
gelmez ve beni sultana nasihat etmekten alıkoymaz. Ben
bunun bana da, •benden başkalarına da vactb olduğuna
inanıyorum. Vacibin yerine getirilmesi dolayısıyla karşı­
laşılan durumlar ise, Allah'ın katındaki hayrımızui art-
masına neden olur ... Ve ben işimi Allah'a havale ediyo-
rum. Allah kullarını görendir. Resuluİlah (S.) bize ne-
rede olursa olsun htikkı söylemeyi ve kınayanın kınama­
sından korkmamayı em.retmiştir. Biz yine de sultanı ve
ona dünyada ve 8.hiretinde faydalı olaru her durumda
severiz.»
İmam Nevevi'nin mektuoları bu şefkat ve güçlükle
devam edip durdu. Fakat Z8.hir Baybars bir türlü öğüt-·

279
teri kabul etmiyor ve etlkisl gibi fazla vergile:ı,- topla.maya
devam ediyordu. Çfu).kü şava.ş :ma~ ve .siIAha ihtiyaç do-
ğuruyordu. Aynca Sultan yaptıklarının meşrıl.' olduğu­
na dair alimlerin f etvaıannı da toplamıştı. imam dışın­
da hepsi sultanın istediği fetvayı yazdı. Bu durum İmam
Nevevi'nin kendi görüşüne daha da bağlanmasına ve onda
ısrar etmesine neden oidu. Zahir, Nevevi'ye de aynı şeY,i
·yazdırmak için huzuruna getirdi. Bu sefer Nevevi, gön-
derdiği o şefkatli mektuplar yerine, ona şiddetli bir ce-
vap verdi. Ona dedi ki: «Ben senin hiçbir malının, ser-
• vetinin olmadığı günleri biliyorum. Daha sonra Allah
sana ihsan etti ve sen de hükümdar oldun. İşittim ki, se-
nin bin kölen ve her bir kölenin ~tın işlemeli bir elbisesi
varmış. Ayrıca yüz cariyen ve her bir cariyenin ~e zinet
eşyası varmış. Eğer bütün bunları harcar, kölelerin al.;
tın işİemeU elbiseler yerttıe yün elbiseler giyer, cariyelerin
de zinetsiz, sırf elbiseleriyle kalırsa o zaman raiyyeden
mal almana fetvA veririm.»
Zahir hiddetlenir ve İmarp.a; «Bulunduğum şehirden
(Şa.m'dan) çık» ~er. İmam Şa,mı'ın uzak 'bir 'bölgesine
gider; Fakihler Zahir'e: «Bu bizim aUnılerimizin, salih-
lerimizin ve yolundan gidilecek olanlarımızın en ileri ge-
lenlerindendir, dediler. Onu tekrar Şam'a çağır.» Zahir
dönmesi için mektup yazar. Fakat İmam dönmez ve der
ki: «Zahir orada olduğu sürece Şam'a girmeyeceğim.»
Zahir bir ay sonra ·Ölür. (16)
Yakıntarihimizde de bu yüce örneklere rastlamak
kolaydır. Ben bunlardan iki olayı anlatacağım. Bu ikisi-
ni de ravilerinin ağzından işitmişimdir. Bunların yazıya
geçirildiğine dair de herhangi bir bilgim yoktur. Bun-
ların ilkini <<İsmail» döneminin meşhur tarih uzmanı

(16) M. Bbu Zehra'dan.

280
merhtlİll Ahmed Şefik Paşa rivAyet etmiş
idi. İkincisini
ise, zaman itibariyle bize yakın olduğundan pekçok kişi
rivft.yet etmektedir. Hidiv Tevfik dönemlerinde cereyan
etmiştir.

Bu olayların ilki. şöyledir: Sultan A:lxlulaziz, İsmail


dönemlerinde l\4:ısır'ı ziyaretten çok memnundu. Çünkü
bu ziyaret, Mısır yönetiminde bir takım ayrıcalıklarla
birlikte «Hidiv» ünvanmı elde etmek programının bir par-
çası idi. Alimlerin· saray'da sultanın huzuruna çıkmaları
bu ziyaretin programı içerisinde yer alıyordu. Padişahın
huzuruna çıkmanuı bir takım usulleri v~dı. İçeri gire-
nin yerlere kadar e~lrnesi, (iç defa «Osmanlı'yı tazim»
etmesi bunlardandı. Buna benzer İsllm.'ın ruhuna aykırı
eski, hatırlamadığım daha bir takım gelenekler ... Bu ba-
kımdan sa.ray a.damlarınm, padişahın huzuruna çıkma
şeklinf alıştırmak için, Alimlere günlerce prova yaptır­
malan kaçınılmaz bir iş oluyordu. Ki sultıµun huzurunda .
şaşırmasınlar.

Zamanı gelince ileri gelen, büyük Alimler içeri gir-


di, dinlerini unuttular ve dinleri karşılığında dünyayı
aldılar, kendileri gibi bir mahlftk önünde o biçim eğilip
büküldüler. Ellerini yerden alınlarına, ordan ağızlarına,
sonra da göğüslerine götürdüler. Çıkarken teşrifatçıların
gösterdiği gibi, sırtlarını kapıya, yüzlerini sultana dön-
dürerek gerisin geri çıktılar. Bir tek filim böyle yapmadı.
O da eş-Şeyh Hasan el-Adevi idi. Şeyh Hasan dünyasını
unuttu, fakat dinini unutmadı. Allah'tan başka hiçbir
kimsenin izzet sahibi olduğunu hatırından çıkarmadı. Al-
lalı'a. iman eden kimselerin şanına yakışan şekilde, başı
dimdik huzura girdi. Halifeyi İslam selamı il~ selam-
/ladı: <<Ey mü'minlerin emiri, esselamü aJeykiim.» Arka-
sından alimin yöneticiye yapması gereken nasihatı yap-
tı. Onu Allah'tan sakınmaya, Allah'ın azabından kork-

281
maya, reayası arasında Mil ve merhametli davranmaya
çağırdı ... Bitirince de Allah'a iman edenler gibi başı dim-
dik dışarı çıktı.
Hidiv ve saray adamları ne yapacaklarını şaşırdılar.
Durumun bütünüyle aleyhlerine döndüğünü, sultanın
kesinlikle hiddetlendiğini, harcadıkları tüm emeklerin
boşa gittiğini, bütün emellerinin yok ol'qverdiğini san-
dılar ...
Fakat mü'mince söylenmiş hak bir söz hiçbir şekilde
boşa gitmez. Yerinden güçlü ve hararetle çıktığı gibi,
kalpleri de aynı şekilde etkilemesi kaçınılmazdır. Nite-
kim de böyle oldu. Sultan: «Sizin bundan başka bir ilim
adamınız yoktur» diyerek, hepsi arasından yalnızca ona
hediye verdi.
İkinci olaya gelince o da aDar'ül-ühlm». da .mdiv
Tevfik Paşa ile eş-Şeyh Hasan et-Tavil arasında ce:reyan
etmiştir.

Dar'ül-üldm'daki hocalar bir Cillab ile yırtmaçsız


bir cübbe giyerdi. Müdür, Hidiv'in medresesini ziyaret
edeceğini anlayınca hazırlıklara başladı ve medresenin
her yanını süsledi. Bu hazırlıklardan bir tanesi de, eş­
Şeyh Hasan'ın kıyafetini değiştirip kendisine bir kaftan
ve yırtmaçlı bir elbise hazırlaması idi. Böylelikle yöneti-
cileri karşılamaya yaraşan bir kılığa 'bürünmüş olacaktı.
eş-Şeyh Hasan, müdürün isteğini duyunca, işaretle
«uygundur» der gibi yaptı. Hidiv'in geleceği günün sa-
bahı eş-Şeyh her zamanki kıyafetiyle medreseye geldi.
Beraberinde de içinde elbise bulunan bir bohça vardı.
Müdür onu bu halde görünce yüzünü ekşitti ve ıstırap
ve kragınlıkla: «Cübbe ve kaftan nerede Şeyh efendimiz?»
diye sordu. Şeyh bohçayı işaret ederek: «İşte burada!»
dedi ve müdüre büyük ve azAmetli ziyaretçinin geleceği

282
sırada bunları giyeceğini anlatır ITTbi oldu. Müdür bu ga- .
rip hareketin nedenini anlayamadı ama içi rahatladı.
Zanµ.n ilerledi... Beklenen ziyaretçinin gelmesi ile
medresede yer yerinden oynadı. İşte burada müdür de,
öğretim üyeleri de, herkes de ansızın büyük bir şeyle
karşılaştı... eş-Şeyh Hasan, elindeki bohça ile Hidiv'e
yaklaştı. Basit bir şekilde ye güvenle konuştu :

- Bana cübbe ve kaftan ile gelmen kaçınılmazdır,


dediler. Ben de cübbe ve kaftanı getirdim. Eğer sen cüb-
be ve kaftanı istiyorsan onlar işte burada; yok\ eğer,
Hasan et-Tavll'i görmek istiyorsan, Ha.San et-Tavil de
işte burada.
Hidiv:
- Haliyle, ben Hasan et-Tavil'i görmek istiyorum,
diye ·cevap verdi.
Bunlar tslam'ın
izzetinden başka bir ~yle izzet duy-
ıpayan ruhlardır. Bunların ruh ve vicdanları basit her
değerden ve itibar edilen fanther şeyden kendisini kur-
tarabilmiştir. İslam'ı gerçek şekliyle anlamıştır, onu özün-
de a.uymuştur, güçlü ve yüce ruhu ondan ilham almış­
tır. O bakımdan herhangi bir insanı razı etmek gereğini
duymamıştır. İşte İSLAM budur!

*
Bundan sonra İnsani eşitlik, Vicdani Hürriyet ve
Mutlak Adalet ile ilgili olması bakımından, feth edilen
memleketlere ve İslam topraklarında yaşayan müslü-
man olmayan gruplara na.Sıl davranıldığına dair tarihi
gerçeklerde,n söz 'etmemiz gerekiyor. Bu öyle bir eşitlik
ve adalet çeşididir ki, fertleri aŞar, toplumları kapsar,
müslüman olma sınırlarını aşar, insanlığı kapsar.

283
Fethedilen bölgelerden ş<>z açma.lt, biıleri tsıa.ım
fetihlerin tabiatından, sebep ve gayeleıinden söz etmeye
itiyor. Bu· ise uzun bir bahiStir. Ondan da kaçınılması
mümkün olmayan ve insani kapsamı ve sosyal adalet
ile yaJsından ilgili olan kadarıyla söz edeceğiz.
İslam çağrısı, akla, ruh ve vicdana hitap etmekte-
meli üzerine kurulmuş, baskı araçlarından kendisini so-
yutlamış ·bir çağrıdır. Bu çağn, önceki dinlerde yer alan
mucize ve h&rikalar yoluyla manevi baskı uygulamakt..an
b;.Ie uzak k.alnllijtır. Çünkü İslam, insandaki idıfil: ve
kavrayış güçlerine saygı duyan dindir. Bu nedenle bun-
lara olağanüstülükleriyle baskı uygulamaksızın ve on-
lan acze düşürmeye çalışmaksızın, seslenmekle yetin-
miştir. o halde kılıç yoluyla maddi baskıyı kendisine bir
araç olarak seçmemesi, öncelikle söz konusudur.
«Dinde zorlama yoktur... » (el-Bakara: 256)
«Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve
onlarla mücadeleni en güzel Yol hangisi ise oriunla yap."
(en-Nahl: 125).
Fakat Kureyş, baştan beri yeni gelen bu dinin yo-
lunu maddi kuvv~tıe kesmek istemiş, İslam 'a girenlere
işkence yapmış, bir avuç müslümanı yer ve yurtlarından,
evlatlarından uzaklaştırmış, açlıktan ölene kadar onlarla
her türlü ilişkiyi koparmaık üzere kendi arasında anlaş..
mış, bu dinin yolunu kesmek amacıyla kullanmadık hiç-
bir maddi güç bırakmamıştır. O halde tsl!mın kendisini
savunması ve müslümanlar üzerindeki bu baskıyı kaldır­
ması kaçınılmazdı.

((Kendileriyle savaşılanlara zulmedilmeleri nedeniyle


(bilmukabele savaşmaya) izin verileli. Şüphesiz ki Allah
onlara yardım etmeğe elbette kemAliyle kadirdir.» (el-
Hacc: 39).

284
((Sizinle sava.şanlarla Allah yolwıda siz de savaşın.
(Ancak) aşın gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşın gidenleri
sevmez.» (el-Bakara: 190)
Belll bir süre sonra Arap yardım.adası ti,imµyle İ&­
lamm egemenliği altına girer. Peşinden fetuiıer yarım­
adanın dışına taşar. Bu diğer fetihlerin durumu ne idi?

Önceden de belirttiğimiz gibi İslam evrensel bir aki-


dedir, umumi bir dindir. O nedenle kendisini yarımada­
nın sınırlan içerisinde hapsed.emezdl. Dünyanın her ta-
rafındaki insanlara kendisini ulaştırmak istiyordu. Fa-
kat İslam, karşısında Bizans ve İran imparatorluklarını
bütün güçleriyle bulur; bu iki imparatorluk da onu göz-
lemekte; bu dinin gerçeğini insanlara açıklarµak için, bu
dine davet edenlerin yeryüzüne yayılmalanna izin verrne--
mektedirler. o halde İslam'ın bu maddeci devletlerin
gücünü izale etmesi ve tilin insanların bir ve tek Allah'a
ibadet etmeleri ve kullara kulluktan kurtulmaları esası
üzerine kurulu İslam düzenini onların yerine arttırması
kaçınılmazdı. Ta ki insanlar hidayetle başbaşa kalsın, an
ve duru hftliyle islam'ı işitsin. Bundan sonra dileyen hür
bir irMe ile İslam'ı kabul eder, dileyen de maddeci
devletin gücü ortadan kalktıktan sonra, İslron'dan sonra
--Şeriatının ve DilZeninin h~kimiyetl ile- din yalnızca
Allah'ın olur, kullardan herhangi birisinin olmaz. tşte
Kur'an'ın da ifade ettiği ccdinin yalnızca Allah'ın olma-
sı»mn anlamı budur:
uOnlarla fitne kalmayıncaya ve din tamı:ırrJyle Al-
lah'ın oluncaya. kadar savaşmız.» (el-EnfM: 39).

Bura.da «din» boyun eğmek, itaat etmek anlamına­


dır.Onunla anlatılmak istenen de, insanların yalnızca
Allah'ın h~yetine boyun eğmeleri ve kulların ha.·
kizniyetlerlnln altından çıkt1kta:tı. soh:ra. hiçbir baskı sm
konusu olnıada.n ıik.tdelerlnl seÇeıbllmeretictlr. ·

285
O halde İslA.wi fetihler, toplumlan, kuvvet yoluyla.
haskı altına al~ ve son çağlarda görülen emperya-
lizm türünden iktisadi bir sömürü sağlamak demek değil­
dir. Bu fetihler, ancak toplumlarla islllrrii akidesi arasın­
da engel olan devletlerin maddi güçlerini ortadan kaldır­
maktır. İslami fetihler toplumlar açısından ruhi
bir sa-
vaş, bu toplumlara hakim olan, maddi güç ve şiddetle,
insanları bu dinden alıkoyan ve İlahlık taslayan yöneti-
cilere boyun eğdiren yönetimlere karşı ise maddi bir sa-
vaştı.

Bütün insanlığa gelmiş


bir din olduğu, maddi bas-
kıya dayanmadığı gerçeğine bağlı olarak İslam, dünya
halklannı üç yoldan birisi ile karşı karşıya bırakma.ştır.
Herkes bu üç yoldan birisini seçmekte serbesttir. İslam
· veya Cizye veya. Savaş.

tSLAM'a Gelince :
İslam doğru yoldur. Uluhiyyet,.Kainat, Hayat ve İn­
san hakkındakien mükemmel tasavvurdur. Müslüman
olmayanın geçtiği bır geçittir. KiŞi onu seçtiği ilk andan
itibaren bütün müslümanla.rm kardeşi olur. Onların le-
hine ve aleyhine olan onun da lehine ve aleyhine. olur.
Onların
hiçbirisi malla, mevki ile, neseble veya baş­
ka bir şeyle ona üstünlük sağlayamaz. Cinsi, rengi, ulus
veya işareti dolayısıyla onlardan farklı bir muameleye
tAbi tutulamaz.

Cizye'ye Gelince :
Müslüman kişi devletin korunması için vergi &ıe.:
ınekte,
toplumun konmmas.ı için de .zekAt vermektedir.
Müslüman olma.yan kişi ise, tsam devletinin hiına.yesin-

286
de güvenlik altında yaşamakta, iç ve <iış güvenliğin sağ­
J.a.nma.sından ve devletin tebasına sağladığı diğer imkan-
lardan yararlanmaktadır. Aynca acizlik ve ihtiyarlık
halinde sosyal güvenlikten de faydaJ.arunaktadır. O ne-
denle müslüman olmayan ferdin, tüm bunlara malıyla
katılması gereklidir. Zekat, mali bir yükümlülük: olma-
sının yanında İslami bir ibadet olduğu için tsı~m, İslama
bağlı olmayanlara karşı duyduğu hassasiyeti daha da
ileriye götürerek, onları İslami bir ibadeti yerine getir-·
meye zorlamak istememiştir. O bakımdan mali yüküm-
lülüklerini onlardan Zekat şeklinde değil de, cizye şeklin­
de almıştır. Çünkü zekat ancak müslfunanların ödeme-
leri gereken bir şeydir. Diğer taraftan cizye, teslim olu-
şun, yani İslam'a kuvvetle karşı koymamanın ve İslam'ı
insanlarla karşı karşıya bırakmanın da belirtisidir. İsla-'
mın hedefi de zaten budur.

Savaş'a Gelince :
İslam'dan ve cizye vermekten y\izÇevirmek, İsl!m ile
Insanlann düşünceleri arasına girmek konusunda apaçık
bir ısrarın delilidir. O hftlde bu ·maddi ısrarın, maddi kuv-
vetle ortadan kaldırılması gerekir. Çünkü bu, geriye
kalan tek yoldur ...
İslam,fethedilen ülkelerde hedefierini tfunüyle ger-
çekleştirmiştir. Bu ülkelerin sakinlerine müslüman ol-
maları halinde, daha. önceden müslüman olanlarla. mut-
lak eşitlik garalltilemiştir. Cieye vermeleri halinde on-
lara şerefli insani ha.klan garantilemiştir. Savaş halinde
ise,· onlara Mil ve insan! ölcüler içerisinde davranmayı
garantilemtştlr.

İslam tarihinde, fethedilen bazı ijlkelerln yönetici-


leri İslAm'a girdikleri için yerlerinde bırakılmıştır. İşte

287-
'İranlı «BlzAn». Hz. Ebıl Bekir onu Yemen valiliğinde bı­
rakıyor. Arab Kays b. Abd•l Yeğtls, Fit(lz'U sürgtin ettiği
halde, Hz. Ebt'.l Bekir onu San'a yönetiminin baŞına ta.de
e(ilyor. 'ıtt. Ebft Bekir onu Arap Müslümana. karşı İranlı
Müslümana yardım ederek iade etmişti.

Yine Müslüman yöneticiler, fethedilen t.opraklarda


dinleri üzerine kalıp müslüınan olmayan ,fakat kamu
yaranna. içtenlikle çalışan pek çok görevli kUrıseyi, va-
lilikten aşağı olan görevlerde bırakmıştır.
İslAm hükümleri, İslam'ı ve cizye venneyi red edip
müslümanlarla savaşanların elinde bulunan her şeyin
fatihler tarafından ele geçirilmesini mübah kılmış ol-
masına rağmen, Hz, Ömer (R.), kendi zamanında İran
topraklarının fethi sırasında, İslam ruhundan aldığı il-
ham.la bu topraklarda tasarruf etmiş ve alınan toprak-
lan sahiplerinin elinde bırakarak gelirlerine har!c yük-
lemişti. Bunu yaparken iki maslahatı birlikte gözönünde
bulundurmuştu: a) Müslümanlarla savaşmış olsalar bi-
le fethedilen memleketler halkının maslahatı. Ta. ki nzık
kapılan ve çalışma alanlan var olabilsin. b) Sonradan
gelecek müslüman nesillerin maslahatı. O hMde fatihle--
re, tek başına bir nesle, toprak verilemezdi. Bilakis top-
raklardan haraç alınarak gelecek. nesillerin kamu mas.-
lahatlanna harcanmalıydı. Böylelikle hak sahipleri, uzun
zanıaın hak ettikleri kadarını elde edebileceklerdi.

Fethedilen toprakların insanlarına müslüma.n fatih-


lerin davranışları konusunda apaçık bir gerçek vardır..
O da müslümanların onlara insani ve kerim bir muame-
le· yaptığıdır. İsl!m fethedilen ülkelerin insanlarına, o
Ülkelerde bulunan tüm 'hayırları mübah kılmış, hiçbir
kayıt ve şarta bağlı olmaksızın, sahip olduklan meziyet-
lerini ortaya koymak imkA.nını vermiştir. Bununla da
kalmayıp onıan bu hayır ve mezfyetl~rden gereği gibi

288
faydalanmak için bütün imkan ve yolları kullanmaya da-
vet etmiştir. İslam bu ülkelerin insanlarmdan hiçbirisi-
nin ön üne renk veya cins veya din veya dil engelini çı­
1

karmamıştır. Bu bakımdan herkes, herkesin yaranna


tabii imkanlannı ortaya koyabilmiştir. Kölelerin ve fet-
hedilen ülke evlatlarının islam'a has ilimlerde -ki fıkıh
ve hadistir- ne derece ileri gittiklerini açıklamış idik.
Kamu hayatını ilgilendiren hiçbir meslek fatihlere has
değildi. Hatta umumi valilik bile bazan fethedilen ülke
halkından bazı kimselere nasip olmuştur. Aynca her böl-
genin kamu gelirleri önce o bölgenin ihtiyaçlarına har-
canır ve ancak artan olursa Beyt-ül-Mal'e gönderilirdi.
Fethedilen topraklar, hiçbir zama.n 1atihlerin, kanıyla,
mallarıyla beslendikleri bir s.ömiWge olmamıştır.

Bu apaçı"k ··gerçeklerle yakı:rıdaın Ugiıt :o1wr:ı. füm.un..ı


la.rdan bir tanesi ·de, tsTAm'ın 'fe1lhedi1en ülkeltrrin hal-
kına tanıdığı dini töremlerinii u~lamada1d 'hürriyet ve
onların 'kiHseler.tnı, mibedlerini, nhip w hahamlarını
himaye etmesidir. Or~leırla yapılmış &lain 'MilRŞmalara bu
derece rtaye'tin \tenzert -çok e.J'dın'. Ne eSkiden, ne de gü-
nümüzde devıletlera.rası \ffişkflertıe 'insanlik, ~e bir şey
tanımamrştır. 'Bu alandaki tsıA?rl! cgelenek:teır, günümüz-
de \>ile etkiSini g&terebfmıeıttefür.
Mevcut ve talihsizlik sonucu em~r­
batı uygarlığı.
yalizmin- ağıma dıişen .'Ülkelere reva -g-ördükleri, bütün
çairtart hovunca İslam talihinin gerceklerivle kıyas edil-
diği takdime, İslamın çok yüce. essiz ve keıim oklu~u- .
nu görürüz. Cünkü -emperıralizmin ağına düsE>n fükeler-
le batı uygarlığının -eğitim ve öğretimde, iktisadt ve
tY-tvmdırlık alanlarında- .e-ercek özemkleıf arasmda bir
ene:el konulmuştur. Bôvlelikle bu ülkeler. mümkün olan
en U7.tm sürP emperyalistler icin sab,nal bir int>k o1ın'ılk
kalabilsin. Bütün bunların 'hesabı, insanın haysiyetini

lsldrm'da Sosval Adalet - 19 289


ayaklar altına
alan, belli bir kasıt ve kötü niyet sonucu
yayılan a.hllkı boZan faaliyetlerden, parti ve aileler ara- ·
sında ekilen, ve devşirilme zamanı beklenilen fitnelerden,
fertlerden, toplumlardan ve halklardan yapılan çeşitli
hırsızlıklardan, talan ve yağmalardan ayrıdır. Bu emper-
yalistlerin bir kısmının günümüzde sözünü ettiği dini
hürriyete gelince; bilmeliler ki bunlardan önce Endülüs'-
te engizisyon mahkemelerinin, doğuda 1se Haçlı savaş­
larının cinayetleri sözkonusudur. Ancak sözü edilen bu
dini hürriyet, şekliliğini hala korumaktadır. Güney Su-
dan'da, yakın bir zamana kadar, ticaret için bile olsa
müslümanların oraya giıme tehlikesi ( ! ) sözkonusu oldu-
ğunda, bütün devlet güçleri hıristiyan misyonerlerin em-
rinde bulunuyordu. Cihan Harbinde İngiliz komutan,
.Beyt-i Makclis'e girerken bütün Avnıpalıların duyguları­
na tercüman olarak şunlan söylüyordu: «Haçlı savaşları
ancak şimdi son buluyor!» 1940 yılında Fransız General
ccCatro» Şam'da şunlan ·söylüyordu: «Biz haçlıların to-
runlanyız. Yönetimimizi beğenmeyen gidiversin.» 1945
yılında yine bir başka general Cezayir'de aynı şeyi söy-
lüyordu. Komünist ülkelerde müslümanlann durumuna
gelince: Onlar, toptan imha edilme harekatının yağmu­
runa tutulmuşlardır. Rusya'da müslümanların sayısı yir-
mibeş yılda kırk iki milyondan yirmi iki milyona düşü­
yor. Şu anda da onlar, zorunlu Uıtiyaçlann ancak ken-
dileriyle sağlanabildiği «ihtiyaç karneleriımden mahrum
edilmekte ve onlarla şu sözlerle. alay edilmektedir: «Di-
lerşeniz namaz kılabilirsiniz. Fakat devlet size yiyecek
bir şey vermez. Siz yiyeceğinizi A.llah'tan isteyin.» Çin'de,
Y:uıroslavya'da ve benzeri· her yerde müslümanlar benzer
musibetlerle karşı karşıya buluııuyor. C)

(*) (Komünist Rusya'nın müslümanlara karşı beslediği gerçek niyeti


27-Arafıık-1979 günü Afganlstan'aı girmesiyle ortaya çıkmıştır. Şehid

290
İslA.m, şümll.llü «İraanl Sosyal Adalet»i gerçekleştir­
mekte bir zirvedir. Batı uygarlığı henüz bu noktaya ula-
şamamıştır ve ulaşamıyacaktır. çünkü o donuk madde
uygarlığıdır, öldürme, savaş, galibiyet ve tahakküm uy-
garlığıdır ..

*
Güçlülerle zayıflar arasında, ~nginlerle fakirler ara-
sında, fertle toplum arasında, yönetenlerle yönetilenler
arasında, hattA. tüm insanlar arasında İslrunın öngör-
düğü merhamet, iyilik ve geniş kapsamlı sosyal dayanış- ·
ma konulannda İslrunm izlediği yoldari daha önce söz:
etmiş idik. Şimdi de uzun İsl~m tarihinin benzerleriyle
dolup taştığı tarihi gerçeklerden bazı örnekler verelim.
Hz. Ebu Bekir (R.) müslüman olduğu gün, ticareti-
nin karından biriktirdi.ği kırkbin dirheme sahipti. Müs-
lüman olduktan sonra da yaptığı
ticaretten çokça kar
sağlamıştı. Resulullah (S.) ile Medine'ye hicret ettiği va-
1kit, beş bin dirhemden başka hiçbir varlığı kalmamıştı.
Birikmiş servetini, kMir efendilerinden türlü türlü iş­
kenceler gören zayıf müslüman. köleleri kurtarmak için
harcadığı gibi, fakir ve muhtaçlara iyilik etmek için de
harcamış idi.

Hz. Ömer b. el-Hattab, fakir bir kimsedir. Hayıber'den


onun payına bir arazi düşer. Resulullah (S.) ın huzuruna
'gelip. der ki: cc~ayber'de benim payıma bir arazi düştii,
bana göre şimdiye kadar ondan enfes bir mal elime geç..:.
miş değildir. Ona ne yapmamı emredersin?» Resulullah

Seyyid Kutuıb'un
bu kitabını yayma hazırladığımız tarihte Rusya'hın,
işgalden ıbu yana Afganistan'da ıkatledip şeıhid ettiği .müslüman sa·
yısı 2,5 milyon idi. -Arslan Y.-) ·

291
(S.) ona şu cevabıverir: ((Dilersen onun aslını vakfede-
rek tasadduk edebilirsin.» Bunun üzerine Hz. ömer (R.)
onu fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda cihad
edenlere~ zayıflara vakfeder. Onun mütevelliliğini üzeri-
ne alan ondan maıi.tf ölçülerde yiyebilecek, arkadaşına
yedirebilecek, ancak ondan artırıp mal biriktiremiyecek..
ti. Böylelikle Hz. ömer, en sevimli malını vakf ederek.
Allahü Teala'nın:
«Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak etme..
dikçe bir (iyilik)e nail olmazsınız.». (AI-i İmran: 192)
buyruğunun gereğini yerine getirmiş oluyordu.

Hz. Osman (R.) ın, halifeliğinden önce Şam'dan ge-


lecek bir kervanı va.J.'dır. Bu sırada müslümanlar, kıtlık­
tan dolayı büyük bir sıkıntı içerisinde bulunuyordu. Ge-.
len kervan bin deveden oluşuyordu ve buğday, zeytin-
yağı ve üzüm yüklü idi.. Tlctrler gelip ona. der ki :

- Sana gelen bu kervanın mallarından bir miktar


bize sat. tnsanıann ihtiyacını biliyorsun. Hz. Osman ;
- Hay ha.y, memnuniyetle, der. Bana ne kadar kir
vereceksiniz?
Tacirler cevap verir :
-Bir dirheme iki dirhem. Hz. Osman der ki :
- Bana bundan fazlası verildi.
- Ya Eba Amr (Hz. Osman'ın künyesidir), Medi-
ne'de bizim dışımızda tacir kalmadı. Bizden önce de sana
gelen olmadı. Sana fazlasını veren kim?
Hz. Osman cevabındader ki:
- Allah bana her bir dirhem karşılığında on dirhem
verdi. Siz daha fazlasını vereıbilecek misiniz? TOCirler:
- Hayır, der.
Bundan sonra, bu gelen kervanı deve ve taşıdıkla­
rıyla birlikte müslüman miskinlere ve fakirlere A.llah
rızası için sadaka dağıtacağına Allah'ı şahit tutar.

Hz. Ali (R.),. aile fertleriyle birlikte yiyecekleri üç


ekmeği, miskine, yetime ve· esire sadaka verirler. Sonra ·
da aç sabahlarlar. Oysa miskin, yetim ve esir tok.
Hz. Hüseyin (R.), borcun ağır yükleri altındadır.
Fakat Ayn Ebi Nizer adında bir suya sahiptir. Bu suyu
satmamaktadır. Çünkü müslüman fakirler su ihtiyaç-
larını ordan karşılamaktadır. O halde bu su onlarındır.
Kerimlerin oğlu kerim borcun ağırlığı altında kıvranır,
fa.kat 'borcundan kurtulmak için o suyu satmaz.
Medine'de Erıs!r, mal ve meskenlerinde mu.Mcirleri
ortak yapmışlar, onlarla kardeş olmuşlardı. Diyetlerini
ödüyorlar, .Zor durumda kalanlara yardım ediyorlar ve
onlarla birlikte oturup kalkıyorlardı. Onlar gerçekten
de Kut'an-ı Kerlm'in kendilerini nitelediği şekilde idiler.
«Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ih-
tiyaç meyli bulmazlar. Kendileri darlık içerisinde bile ol-
salar, onları (Muhacirleri, Ensar) canlarından daha üs-
tün tutarlar.» (el-Haşr: 9).
İslam ülkesi, batının maddeci uygarlığından ~
kalabildiği dönemlerde bu İslatı;ıi ruhun etkisini sürdür-
düğünü görüyoruz. Prof. Abdurrahman Azzam ccer-rusa-
let'ül-Halide - Ebedi Risalet »adlı eserinde «Tavarık»
kabileleri ile ilgili şunlan anlatıyor:
«Afrika'nın kuzeyinde Tavarık kabilelerinin bir kıs~
mının bu mutlu dayanışmayı sürdürdüklerini gördüm.
Onların arasında kendisi için yaşayan tek kimse yoktu.
Hepsi de kendi cemaati için yaşıyordu. Onlardan her biri-
sinin öğündüğü ve şeref duyduğu en büyük şey, cemaati
için yaptıkla.rıclu'. Onlann bu durumlanna dikkatimi çe-
ken ilk şey, şehir halkından bir Fransızın hicret edip
yanlanna gelmesi, Fezzan'da onlarla birlikte kalması ve
onların yardımlarıyla yaşaması oldu. Daha sonra geçi-
mini sağlamak ve onlann iyiliklerine karşılıklar vermek
amacıyla onlardan. ayrıldı. Ailesinin fertlerini de bu müs-
lüriıan cemaatin yanına bırakmıştı. Ancak işleri iyi giı.;
medi ve bir şeyler kazanamadı. Musrata'da bizim yanı­
mıza gelip bizden yardım istedi. Ailesinin yanına döne-
bilmesi için ona yardım ettik_. Fakat aynı adam bir sene
kadar sonra tekrar bana geldi. Ben, ailesinin yanından
dönüyor sandım. ,
- Hayır, dedi. Ancak şimdi ailemin yanına dönebi-
leceğim.

- Neden böyle? diye sordum. Dedi ki:


- Sizinle son karşılaşmamızdan sonra, aldıklarımla
ticaret yaptım. Şu anda Tavarık kabilesinin yanına dö-
nebilecek kadar servete sahibim. Ona sordum:
- Ailene mi dönüyorsun, Tavarık'a. mı?
- Hayır, ilkin Tavlirık'a, dedi. Ben yokken çoluk
çocuğuma onlar baktı. Ben de şimdi buna karşılık on-
lardan bulunmayan kimselerin çocuklarının ihtiyaçları­
nı karşılayacağım. Allah'ın bana ihsan ettiklerini kendi-
min ve kom.şulanmın çocukları arasında paylaştıraca­
ğım.
- Cemaatinizin tümü senin komşularınla yaşadı­
ğın gibi mi yaşamaktadır?
- Evet, dedi. Bollukta ve darlıkta hepimiz biri1biri-
mize eşitiz. Başkalarına yardım eden fazilet sahibidir.
Bizden birisi eli boş dönmekten utanır. O, kendi ev hal-
kından değil, dönüşünü bekleyen komşulardan utanır.
Komşuları ile ailesi arasında fark yoktur.»

294
Bıınun aTkasından gerçeği yansıtan doğru bir ifade
kullamlır ve der ki:
«Yalnızca Tavank ve benzeri göçebelerle, münbit ol-
mayan arazi sakinleri bu «Cemaat ruhuna>> sahip değil­
dir. Böyle bir dayanışma onların asabiyetlerinin. gereği
de değildir. Bu, yalnızca maddeci çağdaş yaşayiştan
uzakta bulunan toplumlarda daha belirgin görülen İs­
ıa.nın ruhtan başka bir şey değildir. İslami özelliğini hala
yitirmemiş müslüman bölgelerde de Arap olsunlar veya
olmasınlar beyaz veya siyah olsunlar, doğuda veya batıda.
olsunlar aynı ruhla karşılaştım. Bu gibi pek çok yerde
haıa müslümanların hayırlı, dayanışarak, güvenlikli ve
iyilik üzere yardımlaşarak bir hayat sürdürdüklerini gör-
düm ... Bu toplumlar madd~ci batı uygarlığına kendisini
kaptırmış milyonlarca insana nazaran Resulullah'ın is-
tediği «örnek toplum» a ·daha yakın bir hayat sürdür-
mektedirler. Berikiler ise, toplumları yok olsa da, kendi
nefisleri için yaşarlar, komşuları şöyle dursun kendi ço-
luk çocuklarına bile iyilik etmektense, şehvetlerini ter-
. cih ederler.» '
İslam ruhundan kaynaklanan bu dayanışma yal-
nızca kişi ve toplumun vicdanına bırakılmış de!tildir. Dev-
let ba.şkanı bunu uygular ve mecbur tutardı. Ömer b.
Hattab (R.) memeden kesilmiş çocuğa, yaşlıya ve has-
taya Beyt'ül-Mal'dan belirli bir maa.<ş bağlamıştı. Bunlar
da zel<::a.tın bilinen harcama yerlerinden başka idi. Yine
Hz. Ömer, RemMe yılında açlık seibebiyle hırsızlık had-
dini uygulamamıştır. Çünkü açlığın, hırsızlık yaptırma
şüphesi vardır. Had (Ceza) lar ise şüphelerle ortadan kal-
kar.
Sanının ki, ömer (R.) 'in başından geçmiş olan asa-
itıdaki olay, dayanışma, ferdi mulkiyet hakkı ve bu hak-
kın toplum çerçevesi içerisindeki uygulanışı hakkında
kesin bir anlam. taşımaktadır:

295
Rivayet edildi ki: Hatıb b. Ebi Bektaa'nın oğlunun
köleleri, Müzeıyneli bir adamın devesini çalar. Köleler,
Hz. ö:mer'in huzuruna getiıilince, ikrar ederler. Hz. Ömer,
Kesir b. es-Salit'e ellerini kesmelerini emreder. Kesir git-.
mek isterken, Hz. ömer onu geri çağınr ve der ki:
- Allah'a yemin ederim ki bunları, onlardan birisi
Allah'ın kendisine haram kıldığı bir şeyi yemesi kendi-
sine helal olacak derecede acıktırdığınızı bilmese idim,
elleıini keserdim.

Sonra da, Hatıb b. Ehi Bektaa'nın oğlu Abdurrah-


man'a dönerek: '
- A.llah'a yemin ederim ki, sana da ağır gelecek
bir yük yükleteceğim, dedikten sonra Müzeyne'liye so-
rar:
- Senin deveni satın almak isteyenler sana kaç
dirhem verdi?
- Dörtyüz. dedi.
Hz. Ömer, Hatı:b'ın oğluna:
- Git, buna sek:izyüz dirhem ver, dedi ve hırsızlık
yapan kölelere had uygulamadı. Çünkü .sahipleri onlan
aç bıraktığı için, onlar da hırsızlık yapmak zorunda kal-
mışlardı.

İslam tarihinde gördüğümüz bu sosyal dayanışma­


nın şanını yükselten özelliklerinden bir tanesi de, sı­
, nırlarının İslam çerçevesini de aşıp insanlığı da kapsa-
mına almasıdır.

Hz. Ömer, bir kapıdan dilenen bir yaşlı görür, kim


olduğunu sorar, yahudi olduğunu bildirir. Ona der ki:
- Seni bu duruma ne düşürdü?
- Cizye, fakirlik ve yaşlılık.
Hz. ömer, onu elinden tutar, evine götürür, o 1.aman
için yetecek kadar verir.· Beyt'ül-Mal'a bakana da şu

296
haberi yolladı:
nBunu ve benzerlerini gözet. Biz gençli-
ğinde cizyesini yiyip, sonra da yaşlılığında onu perişan
halinde bırakırsak, vallahi ona insaflı davranmış olma-
yız. Sadakalar ancak fakirlere ve miskinlere ... dir. İşte
bu ehl-i kitab miskinlerindendir.» Bundan sonra da Hz. ·
ömer, ondan ve benzerlerinden cizyeyi kaldırır.
Hz. Ömer, Şam'a yaptığı bir yolculuk sırasında bir
yerde cüzzamlı hıristiyan bir guruba rastlar. Onlara ze-
kattan verilmesini ve devamlı olarak yiyecek verilmesini
emreder.
İşte onüç asırdan fazla bir zamandan önce İslam
ruhu, Hz. Ömer'in şahsında bu insani ve yüce noktaya
yükselmiştir. O, sosyal güvenliği insani bir hak olarak
kabul etmiştir. Bu haktan yararlanmak belirli bir dine
bağlı olmayı gerektirmdyor, herhangi bir akide ve şeriat,
bunu engellemez.
Bu, yüce ve erişilmez bir ufuktur. İnsanlık, bugün
bile bu ufka ulaşabilmiş değildir.

* .
Devletin yapısı içerisinde mali siyasetin ve yönetim
politikasının durumuna gelince; tarihi gerçekler, İslami
hayat süreci içinde bunun eşsiz bir örneğini orta.ya koy-
maktadır. Fakat büyük esefle belirtelim ki, bu eşsiz ör-
neğin ömrü çok kısa olinuştur. İleride bunun nedenini
göreceğiz. Böylelikle gerçek dışı iddialarda bulunanların
ileri sürdükleri gibi, acaba. bunun nedeni tsırun düzeni-
nin tabiatında mı gizlidir, yoksa bu düzenin tabiatı ile
uzak yakın hiçbir ilgisi bulunmayan dış bir takım et-
kenler dolayısıyla mı bu eşsiz örneğin ömrü kısa olmuş~
tur, bunu anlayacağız. Bu bakımdan önce yönetim poli~

297
tiıkasmdan söz edelim. Çünkü mali siyaset, talih boyun-
ca ona bağlı olmuş ve yönetim politikası tasavvurunun
bir dalı olarak V8:1' ola~elmiştir.
Resl11ullah (S.), vefat etmeden, Hz. Ebft Bekir'in
cemaate namaz kıldırmasını emretmişti. Hz. Aişe (R.) ,
Hz. Ebü Bekir'in ince kalpli birisi olduğunu namaz kıl­
dırmak için durduğu takdirde sesini duyuramayacağını
ileri sürdüğünde, kızdı ve Yusuf (A.S.) 'un karşı karşıya
kaldığı kadınların durumunu hatırladı. Arkasından Hz.
Ebu Bekir'in cemaate namaz kıldırmasında ısrar etti:
Acaba Resfüullah (S.) 'ın bu tavrı, O'nun mağara­
daki arkadaşını halifeliğe tayini mi demekti? Müslü-
manlar da bundan açıkça bir sonuç çıkarmışlar mıydı?
Biz., bu iki varsayımı da uzak görmekteyiz. Çünkü
Hz. Peygamber (S.) halife tayin etmek isteseydi ve böy.
le bir tayin de dinin - farzlarından birisi olsaydı, di~er
farzları açıktan ilan ettiği gibi, bunu da açıktan ilan
ederdi. Ve eğer müslüınanlar bundan Hz. Ebu Bekir'i
haJife tayin ettiği sonucunu açıkça çıkarmış olsalardı,
Sakite'de Ensar ile Muhacil'ler arasında herhangi bir
tartışma çıkmazdı. Çünkü Ensar'ın, Resftlullah'm emri-
ne karşı çıkarak tartışmaya girişecekleri düşünülemez.
ohalde ·durum müslü:manlar arasında şüraya ve
halifeliğe kimin dah~ haklı olduğu konusunda karşılıklı
inandırmaya bırakılmıştı. Buna göre. bu konuda tartış­
manın, halifeliğin muhacirlerin hakkı olduğu sonucuna
ba.ğlanması İslami bir fariza _değildi. Fakat bu, bir teva-
zu' ve müslümanıann ittifaka varması meselesi idi. En-
sar, bu görü~ü red edebilirlerdi, bundan dolayı da kınan­
mazlardı. Eğer onlar en iyi halife adayı diye, muhacirle-
tin müslümanlıktaki geçmişleri daha çok diye ve Medi-
ne'de Evs ile Hazrec arasında mahalli bir, takım etken-

'298
ler nedeniyle Hz. Ebd Bekir'i kaıbul etmeselerdi, .bundan
dolayı kmanmazlardı.

o gün halifeliğin
muhAclrlerde kalması konusunda
karşılıklı rıza sağlanını:j .ise
bu, halifeliğin yalnız Kureyş
kabilesine ait olınası demek değildi. Eğer durum böyle ol-
masaydı Hz. Ömer, kendisinden sonraki halifeyi belirle-
mek için Şura Heyetini seçerken şu sözleri söylemezdi:
«Eğer Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim hayatta olsa idi,
onu mutlaka halife tayin ederdim.» Salim ise kesinlikle.
Kureyş kabilesinden değildir. İslam'ın ruhu ve temel il-
keleri, Kureyş kabilesine sırf Kureyş kabilesi olduğu ve
Resülullah Kureyş'ten olduğu için, Kureyş'e müslüman-
ların üzerinde bir değer vermeye engeldir. Çünkü Resu-
lullah (S.) şöyle buyurmaktadır: <ıAmeli kendisini geri-
de bıraktığı kimseyi, nesebi ileriye götüremez.» (15).
Hz. Ebu Bekir (R.), kendisinden sonra Hz. Ömer
(R.) 'in halife olmasını istedi. Fakat bu, onun müslüman-
ları: mecbur tuttuğu anlamını taşımıyordu. Müslüman-
lar bunu red edebilme imkanına sahipti. Nitekim Hz.
ömer (R.) de, Hz. Ebu Bekir'in onu istihlafı sonucunda
halife oluvermemişti. Müslfunanların da ona ib.iat et-
mesi gerekiyordu. Hz. Ömer (R.) de kendisinden sonra
aralarından birisini seçmek üzere altı kişiyi danışma
heyeti olarak seçmişti. Müslümanlar ise bu altı kişiden
birisini seçmek zorunda değillerdi. Fal{at onlar bu duru-
mu uygun gördüler. Çünkü gerçek curum, bu ·altı kişinin
en faziletli kimseler olduğuna tanıklık ediyordu.
Hz. Ömer (R.) 'in onlara seçtiği kimseler de bu duru-
ma uygundu. İşte müslümanlann bu durumu uygun kar-
şılanıalannın nedeni l}udur. Hz. Ali (R.) 'ye biate gelin-
ce, bir grup müslüman uygun görüp Hz. Ali'ye biat et-
(15) Müslim, EbO DilvOd, Tlrmizl.

299
miş, bir kısmı da ona biat etmemiştt. Bundan sonr~ ise
ilk olarak müslümanlar arasında savaş başladı. Bundan
sonra ise İslam'ın ruhuyla, yönetim ve mali konularda
ve bunların dışındaki konularda İslami esaslarla uyuş­
mayan büyük felaketler meydana geldi.
Hızlıca yaptığımız bu göz atış, İ&lam'ın yönetim ile
ilgili koymuş olduğu ana kuralını bize açıklamaktadır.
Bu ise yönetme yetkisini kazandıran biricik araç müslü-
manların mutlak iradesidir. ResUlullah (S.) 'a neseıbçe
en yakın kimse olan amcasının oğlu Hz. Ali (R.) 'yi ilk
olarak seçmeyen müslümanların da anlayışı bu idi. üs-
telik Hz. Ali (R.) 'nin sonradan seçilmesi ona -özellikle
Hz. ömer (R.)'den sonra- bir nevi haksızlık edilmesine
yol açmıştır. Fakat onun bu şekilde sonraya bırakılması,
i:s,lam'ın yönetim hakkındaki görüşünün pratik olarak
açıklık kaza.nınasında ön~li bir payı olmuştur. Öyle
ki bu konuda, İslam'ın ruhuna ve esaslarına en çok ay-
kırı düşen veraset hakkı gibi bir şüphenin varlığı sözko-
mısu olmasın. Hz. İmam'a yapılan bu haksızlık büyük
de olsa, böyle bir kuralın açıkça ortaya konması, bu hak-
sızlıktan daha büyük bir önem taşır.
Eınevilerin gelip İslAıni halifeliğin Beni ti'meyye
elinde ısırıcı bir hükümdarlık haline dönüşmesi, b-
lftm'm gerçeklerine uygun değildir. Bu, İslam ruhunun
parlaklığını söndüren cahili bir akımın uzantılanndan­
dı. Burada Yezid b. Muaviye iÇin alınan biata gölge dü-
şüren konularla ilgili bazı rivayetleri aktarmamız yeter-
lidir.
Muaviye, Şam'da Yezid için biat aldıktan sonra,
Said b. eı-As•ı Hicaz halkını ikna etmekle görevlendirdi.
Fakat Said bunu başaramadı. Muaviye, beraberinde as-
ker ve mal olarak Mekke'ye gitti. Müslümanların itibar
ettiği kimseleri çağırıp onlara dedi ki:

300
cı- Kardeşiniz ve amcanız oğlu Yezid aracılığı.ile be-
nim size karşı davranışmu. ve akrabalığınıza riayetimi
iyi. biliyorsunuz. Ben sizin Yezid'i cıhalife» diye öne geçir-
menizi, azledenlerin, emir tayin edenlerin, malı toplayıp
dağıtanlann sizin olmanızı istiyorum.

((Abdullah b. Zübeyr ona: Resülullah (S.) 'ın yaptığı


gibi hiç kimseyi halife tayin etmemesini veya Beni Umey-
ye'den olmayan birisini tavsiye eden Hz. Ebu Bekir (R.)
gibi hareket ·etmesini veya işi, aralannda ne kendi evlat-
larından, ne de babası hanedanından hiç kimsenin bu-
lunmadığı altı k~inin danışmasına havele eden Hz. ömer
(R.) gibi hareket etmesini söyleyerek cevap verdi.
Muaviye kızıp köpürerek dedi ki :
- Bundan başka bir görüşün yok mu? Zübeyr :
- Hayır, diye cevap verir.
Bu sefer MuAvive diğerlerine dönüp sorar:
- Siz ne dersiniz. Onlar :
- Zübeyr'in dediğini de!-iZ.
Muaviye onları tehditle der ki:
- Tehlikeyi haber veren mazuıüur. Ben daha önce
hutbe okurdum. biriniz kalkar tüm insanların huzurun•
da. beni yala.nla.n:h. Ben de bunu sineye çeker, af eder-
dim. Şimdi C!e size şunu söylüyorum. Bu bulunduğum
yerde sizden biriniz benim dediğime karşı çıkarsa., kılıç
tepesine inmedikçe ona başka bir söz söylenmeyecektir.
Artık herkes ne yapacağını kendisi bilir.

«Bundan sonra, Hic!z'ın Jleri gelenlerinden ve mua-


nmlardan h« birisini,n tepesine iki adam koyar ve
onlara şunlan söyler:
- Bunlardan birisi benim bir sözümü haklıveya
haksız red etmeye kalkışsa., kılıcınızla başını uçurun.

3-01
ccSonra minbere çıkıp şunlan söyler :
- Bu gördükleriniz, müslümanlann efendileri ve
hayırlılandır. Onlar olmadan hiçbir iş yapılmaz, onlara
danışılınadan ·hiçbir hüküm verilmez. Bunlar rızalarıyla.
oğlum Yezid'e biat ettiler. Siz de Allah'ın adı ile ona
biat ediniz.» (16).
Böyleee Hicazlılar da biat eder ...
· tsıam'm kesinlikle onaylayamayacağı bu esas üze-
rine kurulmuştur Yezid'in &:1.ltanatı. Bu Yezid'in kimliği
nedir? ·
Yezid, Abdullah b. Hanzala'nm hakkında şu sözleri
söylediği kimsedir :
. «- Allah'a yemin ederim ki ,gökten başımıza taş
yağacağına dair bir korku kalbimize düşene kadar Ye-
zid'e karşı ayaklanmadık. Bir adam ki anneleri, kızlan
ve kardeşleri nikamna alır, içki içer ve namazı terk eder.
Allah'a yemin ederim ki, hiçbir kimse benimle birlikte
olmasaydı, ona karşı çıkışımda AllB.h'a karşı güzel bir
imtihan verecektim:>>
Bu sözler Yezid'in bir .hasmının söyledikleri ise de,
daha sonralan Yezid'in, Hz. Hüseyin (R.) 'i son derece
hunharca bir şekilde öldürmesi, Ka'be'yi muhasara edip
yıktırması ve benzeri diğer tasarrufları gösteriyor ki;
onun. düşmanları, söylediklerinde pek mübalağa etme-
mişlerdir.

Uurum ne olursa olsun hiç kimse, aralarında Ashab


ve Tabiln'in bulunduğu bir dönemde Yezid1in hilafete
en layık bir kimse olduğunu ileri süremez. Konu, saltana-
tın Emevi hanedanına miras kalm.asıyw. Ve bu İslam'ın

(16) fün'ül Esfr, el-Kftmll fl't-Tariıh, H. 56. yıl ot,ayları.

302
bağrıria, İslam düzenine ve tsıam'm hedefine saplanan
öldürücü bir darbe idi.
Biz bu gibi rivayetler kesin doğrudur gözüyle bB.k-
mak istemiyoruz. Fakat 1slam'ın bu gibi şeylerden uzak
kaldığını anlatmak istiyoruz ve diyoruz ki: Eğer bu riva-
yet sahih ise, yönetim konusunda islam'ın tabiatına te-
melden bir ters düşme sözkonusudur. Hit:bir delil bunu
temize çıkaramaz ve bununla ilgili hiçbir özür kabul et-
mez.
İşte tsıam'ı,ruhunu ve esaslarını, İslam tarihinde
çıkan bu «verasetle başa geçiş düzeni»nden temize çı­
karmak ve İslam'ın bunlarla hiçbir ilgisinin bulunma-
dığını açıklam~ için, bu gerçekleri vurguluyoruz. Ki İs­
lami yönetim biçimini gerçeğine uygun tasavvur etmek
mümkün olabilsin:

*
Bu gerçeğin 'boyutlarını kavrayabilmemiz için, Hz.
ömer ve Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Mervan ve .Hz.
Ali'nin dönemlerindeki yönetim politikasına dair bazı
tablolar orta.ya koymamız gerekiyor. Bundan sonra da
İslam tarihinin ilk dönemlerindeki bu sarsıntının peşin­
den Ernevilertn ve onları izleyen Abbasilerin uygulama-
larından bazı tablolar sergileyeceğiz.

Allah'ın Resıllünün halifesi olmak üzere müslüman-


lar, Hz. Ebu Bekir'i seçtiklerinde, ona göre bu görevi,
Allah'ın dinini ve şeriatini müslümanlar arasında uygu-
lamanın ötesinde bir anlam taşımıyordu. Hiç bir zaman
bu görevinin, mü.balı olmayan bir şeyi kendisine mübah
kılacağını hatırına getirmedi. Çünkü o da raiyye'nin bir
ferdi idL Bu görevinin kendisine daha önce sahip bulun-

303
madığı bir hakkı vereceğini veya -kendisinin, aşireti­
nin ve ailesinin olsun- mükellef bulunduğu bir görevini
kaldıracağını da hatırından geçirmiş değildi.

Ona biat edildikten sonra Sakite'de .şunlan söyle-


di:
«Ey insanlar, beın sizin başınıza getirilmiş bulunu-.
yorum. ffiubuki sizin en hayırlınız da değilim. İyi işler
·yaparsam bana yardımcı olun. Kötü işler yapacak olur-
sam, beni doğrultunuz. Doğruluk emanettir, yalancılık
hiyanettir. Zayıf olanınız, Allah'ın izni ile hakkını ona
verene kadar, yanımda güçlüdür. Güçlü olanınız da, Al-
lah'ın izni ile (başkasına ait) hakkı ondan alana kadar
yanımda zayıftır. CihM.ı terk eden her topluluğa Allah,
mutlaka zillet verir. Fuhşiyatın yayıldığı her topluluğu
da Allah belA.larla kuşatır... Allah'a. ve Rest1lüne it!.a.t
istemek hakkım kalmaz.»
Hz. Ebu Bekir'in evi, Medine'ye yakın Sunh deni-
len bir yerde, küçük ve mütevazi bir evdi. Hallfe olun-
ca ne evini değiştirdi, ne de evinin içinde . değişiklik
yaptı. Sunh'taki evhMlen Medliıe"ye kadar yaya gider ge-
lirdi. Bazan da, Beyt'iilMal'a değil de; keadishıe alt bir
ata bindiği de elttnhı. ·Bu iş1erinin yükü artana kadar
böyle devam etti, bundan 30ma tmeak Medine'ye yer-
leşti.

Hz. Ebü Bekir, ticaretten kazandJkla.nyla. geçinirdi.


Halife olduktan sonra. da ticaret yapmak istedi. Müslü-
manlar ·onu engellediler ve dediler ki:
- Bu görev, ticaretle yürümez. Geçinmek için baş­
ka bir yol bilnıiyormuşcasnm sordu :
- Peki nıı.sıi geçineceğim?
Müslümanlar durumu danıştılar. Sonra ticaretten
alıkonması ve zamanım görevine ayırması nedeni ile

304
ona Beyt'ül-Mal'd.an kendisinin ve ailes1nin geçimine
yetecek kadar maaş bağladılar.
Bununla birUkte ölüm döşeğinde, Beyt'ül-Mal'dan aı..
<lığının hesaplanarak, bunun malından ve arazisinden
ödenmesini vasiyet eder. Böylelikle müslümanlann ma..
lından birşey alınış olmak istemiyordu. Raiyyesindeki
her ferdin ihtiyacından kendisini sorumlu kabul ediyor..
'du. İslam'ın yönetimin ve yönetilenin vicdanında uyan-
dırdığı uyanıklık ve tüm müslümanların ruhunda coş­
turduğu ince hassasiyetti, onu buna iten. Hz. Ebu Bekir'-
in bu hassasiyeti o derece ileri gitmişti ki, Sunh'ta etra-
fında bulunan zayıfların koyunlarını bile sağıyordu. Ha-
life olunca, bir kadının şöyle dediğini işitti: «Artık bu-
gün bize koyunlarımızı sağmazsın, herhalde ... » Hz. Ebu
Bekir dedi ki: «Hayır, yemin olsun ki sağacağım.» Sağ­
maya devam etti. Bazaıiı da koyunların sahiplerine sorar-
dı: ccSütün köpüğünü mü alayım kaymağını mı çıkar­
tayım.» Onlar da bazan: «Köpüğünü al» bazan da: ((Kay-
mağını ,çıkart» derdi. Hangisini derlerse onu yapardı.
Hz. Ebu Bekir'in halifeliği döneminde Hz. ömer (R.)
Medine'de bulunan amA bir kadının işlerini görmek için
fırsat kolluyordu. Onun yanına geldiğinde, ihtiyaçları­
nn görulm~ olduğuna şahit oluyordu. Hz. Ömer bunu
gözetlemeye koyuldu. Ne görsün! Onun ihtiyaçlarını kar-
şılayan Hz. Ebu Bekir'dir. Hilafet ve yükümlülükleri onu
bu işten alıkoymuyordu. Hz. Ömer, onu görünce haykır­
dı: ccYemin olsun ki, bunu yapan senmişsin.»
Bu, Hz. Ebu Bekir (R.) 'in yönetim tasavvurundan
bir görünüm. Hz. Ömer (R.), onun yerine geçince bu ta-
savvurda herhangi bir değişiklik ollllladı. Hz. ômer, yeni
bir takım haklar kazandırdığını düşünmedi. Yeni haklar
kazanmak şöyle dursun, bu görevi Allah'ın şeriatıni tat-
bik yükümlülüğü dolayısıyla. ona yeni bir takını sorum-
luluklar yüklüyordu.

isltim'da Sosyal 'Adalet - 20 305


Kendisine yapılan biatın arkasında bir hutbe okudu
ve şunlan söyledi: «Ey insanlar, ben ancak sizden biri-
siyim. Eğer Resfüullah'ın halifesinin emrini red etmek
hoşuma gitmeyen bir iş olmasaydı, bu görevi yüklen-
mezdim.ıı

İkincihutbesini okuyarak şunları söyledi :


e<Ey insanlar, sizlerin benim fuerimde bazı haklan-
nız vardır. Size bunları zikredeceğim, bu konularda beni
sorumlu tutunuz. Sizin haracınızı ve Allah'ın ihsan et-
tiği feyzinizi ancak nieşnl• şekliyle toplamam, s]zin üze-
rimdeki hakkınızdır.. Bu gelirler -benim elime geçtikten
sonra bunları ancak hak yerinde harcamam da sizin üze-
rimdeki hakkınl.Zıdır. Sizi tehlikelere atmamiık ve hepi-
nizi sınırlarda .toplamamak da üzerimdeki hakkınl.Zıdır.
Cihad için ailenizden aynldığını2'Xia, çoluk çocuğunuza
babalık yapmak görevi bana düşer.ıı

Hz. Ömer (R.) şöyle derdi: «Ben Allah'ın (Beyt'ül-


Mal'ın) malını kendim için yetimin malı gibi kabul edi-
yorum. Eğer ihtiyacım olı'.nazsa
ondan almam. Fakir dü-
şersem maıılf ölçülerde ondan yerim ... »
Bir gün ona Beyt'ül Mal'ın malından kendisine ne
miktar helal olduğu sorulur. Der ki: «Beninı için neyin
helal olacağını size bildireyim: Bana (yılda) biri kışlık,
biri yazlık olmak üzere iki elbise, üzerinde hacc ve um.
re yapacağım binek, Kureyş'ten herhangi bir kimse gibi
~ne onların en zengini, ne de en fakirleri olacak -
kendimin ve çoluk çocuğumun gıdası helaldir. Diğ'er ta-
raftan şu da bilinmeli ki, ben müslümanlardan bir kim-
seyim. Onlara isabet eden (ganimet ve feyden gelen
paylar veya sıkıntılar) bana da isabet eder.» .
Hz. ömer (R.) gerçekten de böyle yaşadı. Fakat ço-
ğunlukla. kendisine helal kabul ettiği şeylerden bile sa-

306
kınırdı ...
Günün .birinde rahatsızlandı. Ona bal tavsiye
edildi. Beyt'ül Mal'da da bir miktar bal vardı. Minberde
olduğu sırada dedi ki: «Onu almak için bana izin verir-
seniz (alayım), vermiyorsanız o bana haramdır.» Müs-
lümanlar da ona izin verdi.
Müslümanlar, Hz. Ömer'in içinde bulunduğu sıkıntı­
lan görerek,onların bir kısmı kızı ve mü'minlerin anne-
si Hz. Hafsa'ya gidip dediler ki: «Ömer kendi nefsini
mahrum bırakmaktan ve sıkıntıya sokmaktan başka bir
şeye razı olmuyor. Halbuki Allah, rızkı genişletmiştir.
Bu feyden dilediği gibi o da faydalarisın. Çünkü o da
müslüman cemaatten bir ferttir.»
Hz. Hafsa bu konuda onunla konuşunca şu cevabı al-
mıştı: «Ey ömer'in kızı Hafsa, kavmine karşı doğru dav-
randın, fakat babanı aldattın. Ehlimin hakkı, benim. nef-
simde ve malımda sözkonusudur. Dinimde ve emanet
aldığım şeylerde ise, ruiklan yoktur.>)

Kendisiyle· raiyyesinin fertleri arasında . eşitliğin


gereği konusunda derin bir şuura sahip bulunuyordu.
«<Ramade Yıh»nda raiyyesi açlık çekince, kendisinin,
insanlar rahatlayana kadar ne yağın, ne de etin tadtı­
na bakmayacağına yemin etti. Zeytinyağ"! yememekten
derisi kararana ve kınşıncaya kadar bile yemininden
dönmedi. Bir zaman sonra çarşıya biraz yağ, bir kova
~ süt gelir. Onun bir kölesi ikisini kırk dirheme satın
alarak, Allah'ın artık onu yemininin gereğine bağlan­
maktan muaf tuttuğunu, çarşıya bir miktar yağla bir
kova sütün geldiğini ona haber verdi. Hz. Ömer, bun-
lar için ödenen paranın miktarını öğrenince, ona dedi
ki: «Çok pahalı. Bunları sadaka olarak dağıt. Çüıikü
ben müsrifçe yemekten hoşlanmıyorum.» Bir süre dur-
du, sonra ş.unlan söyledi:- «Onlara isabet eden bana et-

307
meyecek olursa, raiyyenin durumu beni nasıl ilgilendir·
miş olabilir?»

Kendisinin de ifade ettiği gibi, raiyyesine isabet ede-


nin ne olduğunu anlamak için, raiyyesinin mahrum ol-
duğu şeylerden kendisini de mahrum etmenin gerektiği
görüşünde idi. Çünkü o, ruhunun derinliklerinden şunu
kavramıştı: Onun yönetici olması, diğer insanların sahip
bulunmadığı hak ve ayrıcalıklara kendisini sahip yapa-
mazdı. Eğer o, bu konuda adil davranmayacak olursa,
raiyyenin kendisine itaatini istemek hakkını kaybederdi.
Yemen'den gelen kumaşların ve adaletini ispat edene
kadar itaat isteme hakkını kaybettiğini kabul etmesinin
kıssası ise önceden geçmiş idi. Bu ise İslam yönetiminin
esaslarından birisini ortaya koymaktadır. Hakimiyetin
yalnızca Allah'a ait olduğunu ka;bul etse de, Allah'ın şe­
riatiyle hükmetse de, hükümleri uygulamakta adil dav-
ranmayan, adaletsiz bir ·imama itaat olmaz.
Bu İslami şuur, onun ruhunda derin yer etmiş idi,
bütün hal ve hareketlerine bu şuur hakimdi. Bir gün bir
adamdan bir at almak üzere anlaştıktan sonra denemek
üzere ata biner, fakat atın ayağı kırı~ır. Ati sahibine geri
vermek ister, ancal)t sahibi kabul etmez. Kadı Şüreyh'e
gidip hüküm vermesini isterler. Şüreyh, her ikisini de
dinledikten sonra dedi ki: «Ey mü'mdnlerin .emiri, ya
sana satılanı al veya aldığın haliyle geri ver.» Hz. ömer
dedi ki: «Hasımlar arasında Mll hüküm vermek başka
türlü nasıl olabilir?» Bunun ardından hak ve adaletle
hükmettiği için Şüreyh~i Kftfe'ye kadı tayin etti.

*
Hz. ömer'in yönetim anlayışı bu tasavvuru esas al-
aldığına göre, yöneticinin yakınlarının raiyyetin diğer

308
fertlerinden ayn bir takını ayrıcalıklara sahip olmaları­
na imkan oim.azdı. Bu bakımdan Hz. öm.er'in oğlu Abd:qr...
rahman'a içki içtiği için, haddin uygulanması kaçınılmaz
olmuştur. Konu ile ilgili olay ve teferruatı ise bilinmek-
tedir. Amr b. el-As'm oğlu, Mısırlıya haksızlık yaptığı
vakit ona da kısas uygulanmıştır. Mali konulardaki uy-
gulamasına gelince; valileri, valilikten sonra mallarında
görülen artıştan sorumlu tutulurdu. Çünkü bu artış.
· müslümanların servetinden veya valilik mevkil dolayı­
sıyla sağlanmış olaıbilirdi. «Bunu nereden buldun?» il-
kesi uygulanmasını meşrıl' kılan bir gerekçe buldukça
valilerini tek tek hesaba çekmek için kullandığı bir yasa
idi. Mısır'daki valisi Amr b. eı-As•ın ve Kufe'deki valisi
Sa'd b. Vakkas'ın mallarının yansını BShreyn'deki valisi
Ebü Hüreyre'nin ise malının tümünü ellerinden almış.
Beyt'ül-Mal'a koymuştu.
Hz. ömer'in ruhunda yer eden yönetim tasavvuru
özetle şu esas üzerinde ayakta durmakta idi: Raiyye
'(teba)nin dinin sınırlan içersinden bir adamın: «Sende
bir eğrilik görecek olsak, elbette onu kılıçlarımızla dü..
~eJtirdik» sözlerine sesini çıkarmamıştı. Bununla Uz.
Ömer, raiyyenin yöneteni düzeltme . hakkına sahip ol-
duğunu ortaya k~yuyordu. Birgün de okuduğu hutbe-
sinde şunları söylemişti: «Ben valilerimi sizlere beden-
lerinizi vursunlar, ırzlarınıza saldırsınlar, mallarınızı
alsınlar diye tayin etmiyorum. Ben onları sizlere Rab-
binizin Kitabını ve Peygamberinizin Sünnetini öğret­
sinler diye gönderiyorum. Herhangi bir kimseye valim
zulmederse, buna benim müsaadem olmaz. O kimse bu-
nu bana şikayet etsin ben o valiye kısas uygulanm.ıt
Bununla da Hz. ömer, yönetimin yönetilenler üzerinde-
ki haklarının sınırı~ belirlemiş oluyor. Yönetenler
bu sının aşamaz.

309
Hz. ömer, yöneticinin ağır yüklerini dertnden kav-
radığı için, el-Hattab ailesinden iki kişinin bu görevi
yüklenmesine razı olmadı. Bu nedenle oğlu Abdullah'ı
halifeyi tayin edecek şura üyelerinden biri olarak seç-
mesine rağmen halifeliğe aday olmasını kabul etmemiş
ve .halifelik tasavvurunun gerçeğini yansıtan meşhur
sözlerini söylemiştir: <tݧlerinizin başına geçirilmeye ili-
tiyacımız yok. Ben bu görevden memnun değilim ki,
ailemden birisi için onu isteyeyim. Eğer bu iş hayırlı
ise, ondan da bize. isabet etmiş bulunuyor. Yok eğer. şerli
ise ömer'in ailesi içinden bir kişinin hesaba çekilmesi
onlara yeter.»

Yönetimdn gerçeğine dair bu tasavvur, İslami özel-
liğini yitirmekle birlikte, hiç şüphesiz ki Hz. Osman (R.)'
ın
.
döneminde . kadar değişmiştir. Hz. Osman
bir clereceye
,.:',_; ,.
:·.(R.), halifeliğe geçtiğinde çok yaşlı idi. Perde arkasın-
dan ise Mervan b. el-Hakem, işleri -tslam'dan alabil-
diğine saptırarak- idare ediyordu. Diğer taraftan Hz.
Osman'ın yumuşak huyluluğu ve yakınlarına olan aşın
düşkünlüğü, AshAb-ı Kiram'dan ve etrafındakilerden pek-
çok kimsenin razı olmadığı tasarruflarının çoğunda pay
sahibidir. Bunlan ise ·pek çok olumsuz olay izlemiş ve
İslam'ın karşılaştığı fitnelerde etkileri olmuştur.

Hz. Osman (R.) damadı Haris bin el-Hakem'e dü-


ğün güriünde, Beyt'ül-Mal'dan ikiyüz bin dirhem hediye
etmişti. Ertesi sabah müslümanların mallarının hazne.:
darı ·zeyd ıb. Erkam huzuruna gelir. Yüzü kederli idi,
gözlerine de yaş dolmuştu. Zeyd, kendisini görevinden
af etmesini istiyordu.Hz. Osman, Zeyd'den bunun nede-
nini öğrenip, nedenin müslümanların malından damadı­
na verdiği para olduğunu' anlayınca, bu işi garipseyerek
dedi ki: ccEy Erkam oğlu, sıla-i rahim yaptım (akrabamı
gqzettim) diye mi ağlıyorsun?ıı İsiam'ın ince ruhuyla

31(}
düşünen adamı cevap verdi: «Hayır, mü'minlerin emiri,
onun için ağlamıyorum. Ben, senin bu malı Resıllullah'ın
haya.tında Allah'ın yolunda harcadıklarına karşılık almış
olacağından korkuyorum. Allah'a yemin ederim, eğer
ona yüz dirhem bile vermiş olsaydın, o bile fazla gelir-
di.» Hz. Osman, müslümanlann. malından müslümanla-
nn halifesinin akrabalarına bu cömertliğin yapılmasına
vicdanı tahammül edemeyen bu adama hiddetlenerek
der ki: «Ey Erkam'ın oğlu, anahtarları bırak. Sendetn
başkasını buıUnw.» ··

Hz. Osman'ın uygulamalarında bu tür geniş tasar-


rufların örnekleri pek çoktur. Günün birinde Zübeyr'e
altıyüz bin (dirhem), Talha'ya ikiyüz bin (dirhem) he-
diye 'verir. Mervan b. el:-Hakem'e Afrika haracının hum-
sunu verir. Başta Hz. Ali (R.) olmak üzere bir grup·sa-
habi, ondan bunun nedenini sorunca· şu cevabı verir: .
«Benim yakınlarım ve merhametim vardır.» Onlar bu ''
gerekçeyi red ederek ondan sorarlar: C<Ebü Bekir'in ve
ömer'in yakınlan ve merhameti yok muydu?» Dedi ki:
{(Ebu Bekir ve ömer, yakınlarına birşey vermemekle Al-
lah'tan ecir bekliyorlardı. Ben ise yakınlarıma vermekle
Allah'tan ecir bekliyorum.» Bundan gazaplanarak ayrı­
lırken diyorlardı -ki: «Allah'a yemin ederiz ki, onların
uygulamaları, senin uygulamalarından 0ize daha sevim-
lidir.»
Malın dışında lvalilik de çoğunlukla Hz. Osman'ın
yakınlarına veriliyordu. Bu valiler arasında İslam dev-
letinin sınirlarını genişleten, ona Filistin'i ve Humus'u
katan, dört ordunun komutanlığını ,elinde tutan, bun-
dan sonra kendisine Hz. Ali'nin halifeliği döneminde
hükümdarlığı isteyecek kadar imkan verilen, pekçok mal
ve askeri elinde bulunduran Muaviye; aralarında Resu-
lullah'ın sürgün ettiği Hz. Osman'ın barındırdığı ve oğlu

311
Mervan b. el-Hakem'i tasa.mı! sahibi veziri yaptığı el-
Hakem b. el-As, aralannda süt kardeşi Abdullah b. SA'd
b. Ebi Serh ... ilaahiri gibi kimseler vardı.
Tehlikeli sonuçlar doğuracak türden ölan bu ta-
. sarruflar, Ashab'm gözünden kaçmıyordu. Bunun için
İslim geleneklerini ve halifeyi zor dtırumdan kurtarnıak
için Medine'ye geliyorlardı. Halife ise yaşlı haliyle ya-
kasını Mervan'dan kurtaramıyordu. Hz.· Osman'ın şah-·
sından İslam ruhunu itham etmem.iz imkansızdır. Fakat
Hz. Osman'm yaşWığmda, Mervan'ı vezir tayin etmesi-
nin nedenlerini araştınrken de, onu hatasız kabul etmek
imkanımız yoktur.
Bazı kimseler biraraya gelerek, Hz. Osman'm huzu-
runa girip onunla konuşmayı Hz. Ali'ye teklif ettiler.
Hz. Ali, Hz. Osman'm huzuruna girip dedi ki:
«- Halkı geride bıraktım. Benimle, senin hakkında
konuştular. Allah'a yemin ederim ki sana ne söyleyece-
ğimi bilmiyorum. Senin bilımediğin bir şeyi biliyor deği­
llın. Bizim bildiğimizi sen de biliyorsun. Senden önce (bil-
mediğin birşey) biliyor değiliz ki, onu sana haber vere-
yim. Kendi aramızda gizlimiz yok ki, onu sana tebliğ
edelim. Senin dışında kendimize tahsis ettiğimiz bir şe­
yimiz de yok. Resulullah (S.) 'i gördün, dinledin, onunla
arkadaşlık ettin, ona damat oldun. İbn Ebi Kuhate (Hz.
Ebu Bekir) hak ile amel etmeye senden layık değildir.
Senin ResUlullah'.a yakınlığın da daha çoktur. İkisinin
de sahip olaımadığı kadar senin ResUlullah'a sıhri akra-
balığın var. İkisi de hiçbir konuda senden öne geçmiş
değillerdi. Kendi hakkında Allah'tan kork, Allah'tan.
Allah'a yemin ederim ki, kör olduğun için gözün açılmı­
yor, bilgisizsin diye de sana öğretilmiyor. Yol, aydınlık
ve apaçıktır, dinin alametleri de dimdik ayaktadır. Ya
Osman, sen de bilirsin ki, Allah'ın kullarının en fazilet-

312
lisi, istikamet ve rehberliği ile adaletli olan, bilinen bir
sünneti ayakta tutan, metrftk bir bid'atı da ölüme mah-
kfun eden İriıamdır. Allah'a yemin olsun, bunların hepsi
apaçıktır. Sünnetler apaçıktır ve bunların alametleri var-
dır. Allah'ın katında insanların en şerlisi de, sapan ve
ondan dolayı da sapılan, bilinen bir sünneti ölüme mah-
kum eden ve terk edilmiş bir sünneti canlandıran zalim
bir İmamdır. Ben Resfüullah (S.) 'ın şöyle buyurduğunu
işitmişimdir: «Kıyamet günü zalim h~ümdar yardım­
cısız ve özürsüz getirilir, sonra da cehenneme atılır.» (17)

Bunun ü7.erine Hz. Osman der ki: «Allah'a yemin


ederim ki, senin söylediğini biliyorum. Allah'a yemin
ederim ki, benim yerimde olsaydın ne seni azarlardım,
ne seni teslim ederdim, ne de San.a sorardım. Sıla-i ra-
him yaptım, arkadaşlığa riayet ettim, kaybolmuşu barın­
dırdım ve ömer'in tayin ettikleri gibi vali tayin ettim
diye mıünker bir iş yapmış değilim Allah aşkına söyle
ya Ali, Muğtre .b. Şü:be'nin burada olmadığını biliyor
musun? ..
Hz. Ali:
- Evet, dedi. Hz. Ç>sman :
- ömer'in onu vali tayin ettiğini biliyor musun?
diye sordu.
- Evet.
- Peki, yakınlarımdan İbn Amir'i görevlendirdim
diye beni neden kınıyorsun?
- Sana söyleyeyim. Hz. ömer tayin ettiği her va-
linin ayak sesini bile dinliyordu. Ondan kendisine bir
harf olsun ulaşacak olsa, hemen onu çağırır, bunqnla

(17) Taberi, H. 34 yılının hadiselerinde rivayet ettikleri arasında zik·


retmiştir.

313
da en uzak gayeye erişirdi. Sen ise böyle yapmıyorsun.
Zayıf düştün: ve akrabalarına yumuşak davrandın.

·:..._ Senin akraban da öyle.


::--- Evet, öyle ama fazilet onların başkasındadır.

- Peki ömer'in halifeliği süresince Muaviye'yi vali


bıraktığını biliyor m'11Sun? Ben de onu vali bıraktım.
- Peki, sen de Allah aşkına söyle, Muaviye'nin,
kölesi 'Yerfe'den daha çok ömer'den korktuğunu biliyor
musun?
-Evet, biliyorum.
-Oysa Muiviye, sen bilmeden işleri kesip atıyor,
e.rdından da insanlara: Bu Osman'ın emridir, diyor, bu
durum sana Ulaşıyor ve sen bunu reci etmiyorsun.»
Sonunda, Hz., Osman'ın aleyhine ayaklanma oldu.
Bu ayaklanmada. hak batıla, hayır şerre karıştı. Fakat
meselelere İslim gözüyle bakan, onları İslam ruhuyla
duyan kimsenin, genelde bu ayaklanmanın İslim ruhu-
nun bir taşması olduğunu da. kabul etmek zorundadır.
Fakat bunun ardında gizlenen yahudi İbn Sebe'nin -Al:-
· 1aıı•m llneti üzerine olsun- hilelerine de aldanmamak
gerekir.
Bizim Hz. <>snınn (R.) 'ı ma.zılr gördüğümüz nokta
şudur: Hz. Osman'a halifelik geç geldi. Seksen yaşına
yaklaştığı sıralarda ve Emevilerin etrafını kuşattığı bir
dönemde halife oldu. Onun durumu arkadaşı Hz. Ali
(R.) 'nin vasf ettiği gibi idi: ((Ben evimde oturacak olsam
der ki: Beni, akrabalığıma, hakkıma rağmen terk ettin.
Bir şey de söyleyecek olursam Mervan gelir, onunla oy-
nardı. Osman, yaşlandıktan 've Resfüullah (S.) 'la sohbe-
tinden sonra Mervan tarafından yöneltilirdi, Mervan onu
istediği tarafa götürüyordu.»

314
Üçüncü halifeınin aracılığıyla yaşlılığında Enıevile­
rin, yeni· dine ilk dönemlerde hücuma kalkışmalan bu
dinin pratik öğretilerinin teorik öğretileri üzerine otur-
malarına uzun bir dönem için imkan veımelniştir. Hz.
Osman'ın uzun halifelik döneminde, Emevi ailesinin ta-
hakkümünün gelişmesi, Şa:tn'da ve Şam'ın dışında duru:..
ınunun güçlenmesi, (biraz sonra geleceği gibi) Hz. Osı­
man'ın politikası sonucu servetlerinin büyümesi, son de-
rece erken bir dönemde İslam ümmetinin yapısına ve
Hz. Osman'a karşı ayaklanmanın gelişmesi .gibi durum-
lar ortaya çıkmıştır.
Bu dönemin ve olaylarının tarihi, insanlann hayat
. ve yönetim tasavvurlarında, yöneten ve yönetilenlerin
haklan konusunda. gerçekten uzak bir noktayı açıkça
ortaya koyma.sına rağmen, ortaya çıkan fitnenin tehli-
kelerini ve uzak mesafeli etkilerini azaltmak mümkün
değildir.

Hz. Osman (R.) Raıbbinin rahmetine kavuştu. Yer-


yüzünde ve özellikle Şam'da ona sağladığı imkanlar sa-
yesinde Etnevi devletini fiilen dimdik ayakta bırakmıştı; ·
İslam ruhuna aykırı verasete dayalı hükümdarlık, ga-
nimetleri, mallan ve faydaları kendilerine tahsis eden .
Emevi saltanatının esaslarını teşkil eden bu durumlar
sayesinde, Eınevi devletini fiilen ayakta bırakmıştı. Bun-
lar İslAm'ın ruhunda sarsıntı yapan şeylerdi. Haklı veya
haksız, halifenin akrabasını tercih ettiği ve onlara yüz..
binleri hediye ettiği, Reslllullah (S.) 'ın ashabını görev-
den uzaklaştırdığı, mallann üstüste yığılıp biriktirilme-
sine karşı çıktı diye servetlilerin işine gömüldükleri lük-
sü red edip Resfüullah'ın infaka, iyiliğe ve kanaatkarlı­
ğa çağırması gibi çağınyor diye Ebll Zerrin sürgün edil-
mesi gibi şayiaların: raiyyenin içinde yayılması az bir
şey değildi ... Haklı veya haksız olan. btı gibi düşüncelerin

315
yayılmasının ta:bil sonucu, bir takım ruhlann buna kar-
şı feveranı ve bir kısmıılın da çözülmesidir. Ruhları is-
lAm'ın ruhunu içine sindirmiş olanlar, bunları kabul et-
meyerek ve günahtaın sakınarak feveran edecekti. İslA.rn'ı
bir elbise gibi giydiği halde kalpleri onunla ünsiyet sağ­
lamayan, dünyaya tamah eden, havaya kendilerini uy-
duranlar da çözülecekti. İşte tüm bunlar Hz. Osman'ın
halifeliğinin son dönemlerinde görülmüş şeylerdir.

Hz. Ali (R.) halifeliğe geçince, durumu ilk noktası:­


na rahatlık ve yumuşaklıkla geri çevirmek onun için ko-
lay olmadı. Hz. Osman (R.) 'ın dönemindeki menfaatçi-
ler ve özellikle Emeviler, Hz. All'nin kendile·rine karşı sus-
mayacağını çok iyi .biliyorlardı. Bu nedenle tabiatları ve
maslahatları gereği MuAviye'ye meylettiler.

Hz. Ali (R.), yönetenlerin ve yönetilenlerin ruhla-


rına İslft.miyönetim tasavvurunu eski haline döndürmek
için gelmişti. Hanımının kendi elleriyle öğüttüğü, sonra
da kendisinin ağzını kapattığı arpa torbasındaki undan
yapılan arpa ekmeğini yemek üzere gelmişti, Hz. Ali
şöyle diyordu: «Bilmediğim bir şeyin mideme girmesini
istemiyorum.» Parasıyla elbise ve yiyecek almak için kı­
lıcını sattığı da oluyordu. Kufe'de, fakirlerin kaldıkları
mütevazi evler dururken Beyaz Köşk'te kalmak isteıme­
mişt~. o, Nadr b. Mansur'un, Ukbe b. Alkame'den riva-
yet ettiği şekilde yaşamak için gelmişti. Ukbe dedi ki :
Ali (R.) 'nin huzuruna girdim. Önünde ekşiliğinden ra-
hatsız oldul?;um bir miktar süt ile kurumuş bir ekmek
parçası vardı. Ona dedim ki:
- Ev mü'minlerin emiri, sen böylesini mi yiyorsun?
- Ya Eba'l-Cen'{\b, ResüluMah bu ekmekten daha
kurusunu yerdi. -Elbisesine işaret ederek- bunun da
daha krubasını giyerdi. Eğer onun yantığ'ını yapmaya-
cak olsam, ona kavuşamamaktan korkanın.

316
Veya. Hanin b. Antere'nin babasından rivayet ettiği
şekilde yaşamaya gelmişti. Hanin'un babası dedi ki: Ha-
vernak'ta Hz. Al!lnin huzuruna girdim. Mevsim kıştı.
Üzerinde eskimiş bir elbise vardı, içinde titriyordu. De-
dim ki:
- Ey mü'minlertn emiri, Allahü Teala, sana ve aile-
ne bu maldan bir pay ayırmış olduğu halde, neden ken-
dine bunu yaparsın? Dedi ki:
- Allah'a yemin ederim sizden birşey almış deği­
lim. Bu elbise Medine'den ayrılırken aldığım elbisedir.
Hz. Ali, kendisine ve ailesine karşı bu tutumunu or-
taya koyarken, dinin kendisine buından fazlasµıı mübah
kıldığını, bu dinin mahrumiyeti, yoksulluğu emr etme-
diğini, o zamanda müslümanlardan bir fert olarak Beyt'-
ül Mal'dan payının, aldığının bir kaç kat fazlası oldu-
ğunu, bir kamu hizmeti gören Emir'ül-müminin olarak
yaptığı görevin bu aldıklarından daha büyük olduğunu,
Hz. Ömer'in bazı bölgelerdeki valilerine takdir ettiği ka~
darını -ki Ammar b. Yasir'i Kufe'ye vali tayin ettiğin­
de, ona ve yardımcılarına altıyüzer dirhem, buna ek ola-
rak Ammar'a Beyt'ül Mal'dan benzerlerine dağıtılan atiy-
yelerle, yanın koyun ve yanm cerib un maaş ile; Abdul-
lah b. Mes'U:d Kı1fe'de insanlara Kur'an öğretmesi ve ora-
da Beyt'ül Mal haznedarlığını yüklenmesi karşılığında
yiiz dirhem ve çeyrek koyun maaş ile; Osman 'b. Huneyf
de, yıllık beşbin dirhem olan atiyyesi ile birlikte, yüz-
elli dirhem ve günde çeyrek koyun maaş ile görevJerine
tayin edilmişlel'Qi- almak isteseydi, haklı olarak alabi-
leceğini bilmiyor değildi.

Hz. Ali, kendi nefsine bunları yaptığında, diğer hu-


susları
bilmiyor değildi. Fakat o biliyordu ki: Yönetici
hem zan altında.dır, hem de uyulacak makamdadır. Ma-

317
lın hakimiyeti altına girecek olursa, kamu malından fay-
dalanıyor zannı altında kalır. Kamu- malından almayıp
iffetle hareket edecek olursa o zaman valiler de ona uyar.
O bakımdan bu konuda o da, Hz. Ebıl Bekir'in ve Hz.
ömer'in yaptıklarını yapmaya koyuldu. Çünkü Allah'ın
dini üzere Resulullah 1m halifesi olanlara en yüksek ufuk
daha layıktı.
Hz. Ali, yönetime Peygamber '(S.)'in ve ondan son-
raki iki halifenin kazandırdıği şekli kazandlrmaya çalı­
şıyordu ... «Zırhını hıristiyan bit adamın yanında bulur.
Onunla kadısı Şüreyh'in yanına gider. Şüreyh, Hz. Ali'yi
re~yadan heııhangi biri gibi muhakeme eder. Hz. Ali der
ki:
- Bu benim zırhımdır. Onu satmış da değilim. hibe
de etmedim.
Şüreyh, hırtstiyana sorar :
- Mü'miınlerin enılrinin dediği hakkında sen ne
dersin?
- Zırh benden başkasının değildir. Emir'ill mü'mi-
nin yalan söylüyor, da. demek istemem.
Şüreyh, Hz. Ali'ye yönelerek SQrar :
- Ey mü'minlerin emiri, herhangi bir delilin var
mıdır?

Hz. Ali, bundan dolayı güler ve der ki:


- Şüreyh isaıbet etti. Herhangi bir delillin yok.
Şüreyh, zırhın hnıistiyana ait olduğuna hükmeder.
Hıristiyan adam da. mü'minlerin emirinin gözü önünde
zırhı alıp gider... Ancak hıristiyan adam bir kaç adını
atmıştı ki, geri dönerek der ki:
. - Ben şehadet ederim ki, bunlar Peygamberlerin
hükümleridir .. ; Mü'minlerin· emiri, beni kadısına alıp

318
getiriyor ve kadısı aleyhine hüküm veriyor. «Eşhedü en
rn. İlahe illallah ve eşhedü eri.ne Muhammed.en abdühü
ve Resülüh.» Aflah'a yemin ederim ki, ey mü'minleı1n
emiri, zırh senindir. Sen Sıffin'e giderken ben askeı1n
arkasından geliyordum. Senin devenden düş.tü.

Bunun üzerine Hz. Ali dedi ki :


- Madem ki müslüman oldun, zırh da senin olsun.»
(18)
Hz. Ali'nin kendisi için çizdiği yol, kendisine biat-
tan sonra 0:kuduğu şu hutbede görülüyor:
«Ey insaınlar, ben ancak siroen biriyim. Sizin lehi-
nize olan benim de lehimedir, sizin aleyhinize olan benim
de aleyhim.edir. Ben sizleri Peygamberimizin yolu üzere
yöneteceğim, aranızda. emr olunduğum şeyi uygulaya.-
cağım... Haberiniz olsun, Osman 'ın yaptığı herbir ikta•
ve Allah'ıın malından verdiği her mal, Beyt'ül Mal'a geri
çevirilmiştir. Çünkü hakkı hiçbir şey iptal edemez. Ben
bu mal ile kadınlarla evlenilmiş, onunla cariyeler alın­
mış ve şehirlerde dağıtılmış olduğunu görsem bile· mu-
hakkak. onu geri alacağım. Adalette ferahlık vardır. Hak-
. tan sıkıntı duyan bilsin ki, zulüm onun için daha sıkın­
tılıdır.

«Ey iınsanlar ... Dikkat edin, aranızda dünyalığın et-


raflarını sardığıkimseleri, akarlara sahip olanları, pı­
narları akıtanları,
atlara binenleri, nazik cariyeler edin-
miş olanları, daha önce dalmakta. oldukları şeylerden
men' edecek ve onları bildikleri haklarına geri çevirecek
olursam, sakın: «Ebü Talib'in oğlu bizi hakla.nmı7.d.an
mahrum etti» demesinler. Dikkat edim, ReSUlullah (S.) 'ın
asıhaıbından, muhacir veya Ensar"dan ·herhangi biri, as-

(18) &1-Akkad, Abkaflyyat'iil imam.

319
· Mblığı dolayısıyla. fazl-ü kerem.in kendisine ait olduğu
görüşünde ise, (bilsin ki) yarın fazl-ü kerem 4Uah'ın
yanındadır, onun sevab ve ecrini vermek Allah'a düşer.
Haberiniz o}sun, Allah'ın ve Resulüniin çağrısını kabul
eden, şeriatimizi tasdik eden, dinimiz.e giren, kıblemize
yönelen kim olursa olsun, islam'ın haklarının ve hudu-
dunun kendisine uygulanması vacib olur. Sizler Allah'ın
kulusunuz. Mal da Allah'ın malıdır. Araıımda eşitlikte
pay edilecek, hiç kimsenin bu malda, başkasından fazla
hakkı yoktur. Takva sahipleri için ise, Allah'ın yanında
en güzel mükafaat vardır.»
Faydacıların Hz. Ali'den razı olmamalan, başkala­
rından fazla almaya alışmış oianlann ve tercih edilmeyi
isteyenlerin eşitlik ilkesini kabul etmemeleri tabii idi.
Bu gibi kimse'.Ier sonunda öbür orduya katıldılar: Ümey-
ye oğullan ordusuna, Hz. Ali'nin üzerlerinde bu dereceye
ısrar ettiği hak ve adaletin hesabına arzularını gerçek-
leştirme 4nkanını bulaca.klan yere katıldılar.
Hz. Ali'de görmedikleri bilgi ve dehayı Muaviye'de
görenler ve sonunda Muaviye'nin galip ge1mesini bu iki-
sinden Hz. Ali ve görevini yanlış anlaclıklan gibi, şart­
lan değerlendirmekte de yanılıyorlar. Hz. Ali'nin ilk ve
son görevi, İslami geleneklere eski güçlerini, dine asli
ruhunu yeniden kazandırmak ve Hz. Osman'ın yaşlılığın­
da Beni Ümeyye eliyle bu dinin ruhunu örten perdeyi
kaldırmaktı. Eğer Hz. Ali, savaşta Beni Ümeyye'nin araç-
lannı kullanmış olsaydı, onun gerçek görervinin sonu ge-
liııdi ve sırf hilafeti eline geçirmekle _kazanacağı za.ferin,
bu <Unin hayatında herhangi bir değeri olmazdı.
Hz. Ali (R.) halifeliği, hatta onunla birlikte haya-
tını kaybetmek pahasına da olsa, «Hz. Ali» kalmakla kar-
şı karşıya idi. İşte onun bir an bile uzaklaşmadığı doğru
anlayış budur. Ondan yapılan rivayete göre -ki eğer

320.
rivayet sahih ise- şöyle demiş: «Allalı'a yemin ederim
ki, Muaviye benden dahi değildir. Fakat. o, söZd.e durmaz
ve doğru hareket etmez. Eğer sözde durmamanın nefreti
olmasaydı, insanların druti.si olurdum.»·

*
Hz. Ali (R.) Rabbinin rahmetine kavuştu. Ondan
sonra Beni ümeyye· (Emeviler) geldi.
Hz. Osnıan'ın imanı, takvası ve inceliği Emevilerin
önünde bir engel olarak duruyor idiyse de, sonra bu
engel de orta.dan kalktı. Artık çöküş için yol-tümüyle açıl­
mıştı.

Soınra.ki
dönemlerde· İslam ülkesinin alanı genişle-.
miş fakat, İslam ruhu hiç tartışmasız içeriye çekilmişti.
Eğer bu din.in tabiatında gizli bir güç, ruhi yapısında
şiddetli bir feyz bulunmasaydı, Emevilerin zamanı ts-
lam'ı asil mecrasından çevirmek için yeterli gelecekti,
fakat İslam ruhu direnişirti ve mücadelesini devam ettir-
di. Galip gelmek ve zafer kazanmak için gerekli imkan-
lara hail da sahip bulunuyor. ·
Ancak Emevilerden beri müslümanlann Beyt'ül
Mal'ının sınırlan daralarak, Meliklerin kuyrukçulannın,
yardakçılarının müı'bah bir talanı oldu. İslami adaletin
kesin kuralları sarsıldı. Bunun sonucunda yönetici ta-
baka:n.ın bii takım ayrıcalıkları, kuyrukçulannın rnen-
f aatleri, ailelerinin bir takım gelirleri ortaya çıktı. Böy-
lece, Halifelik Melikliğe hem de ısırıcı bir Melikliğe
- Rest1Iullah (S.) 'ın ·nitelendirdiği gibi - dönüştü.
Yardakçılara, hoşça vakit geçirtenlere ve eğlendiri­
cilere hibelerin yapıldığını görüyoruz artık. Ernevi hü-
küm<:larlarından birisi Ml'bed'e oniki bin dinar hibe edi-

JsUim'da Sosya Adal.et - 21 321


(
yor. AbbAsi hükümdarlarından Harun er-Reşid, İsmail
b. Cami' el-Muğni'ye tek bir sözle dört bin dinar ve son
deıece nefis, dayalı döşeli bir ev hibe ediyor. Bu dalga
böylece yoluna devam eder ,gider. Ancak bazı bazı bu
dalga kısa 'bir süre için durur.
Bur~a öıner 'b. Abdülaziz (R.) 'in dönemini hatır­
lamamız kaçınılmazdır. O, hilafet döneminin bir kalın­
tısı ve yolu aydınlatan parlak bir ışıktı. Onun dönemi,
gasb edilmiş yönetimin, ilk hak sahibi olan müslüman
ümmete geri verilmesiyle başlar. Çünkü müslüma.n üm-
met, İmamını isteyerek, hür bir şekilde seçerek başına
geçirmeli idi. Ordu gücüyle ve veraset kuvvetiyle idare-
ciler başa geçmemeli idi ... Minbere çıkıp dedi ki :
«Ey insanlar, ben bu konuda görüşüm alınmadan,
bunu .istemediğim halde ve roüslütnanlarla danışılmadan
bu göreve getirildim... Ben sizin bana yaptığınız biati-
nizl bırakıyorum. Kendinir.e (başka bir emir) seçiniz.»
Bunun üzerine hazır bultinanlann tümü haykırdı: Ey
Mü'minlerin Emirl, biz seni seçtik, senin Emir olriıana
razıyız. Hayırlı, uğurlu olsun.
Böylelikle yönetimin başına geçmek konusunu, as-
hna döndenniş oldu. Çünkü, danışın.asız, rızasız ve ka~
bulsüz emirlik olmaz. -
Bunun hemen arkasında bir hutbe okuyup şunla­
rı söyledi: «Ey insanlar, bencien önce bir takım valiler
vardı. Sizler, size yapacaklan zulümlerden korunmak
l~in onların sevgilerini kazanmaya çalışırdınız. Haberiniz
olsun, Yaratana isyan konusunda hiçbir yaratılmışa itaat
olmaz. Kim Allah'a itaat ederse, ona itaat vacib olur.
Allah'a isyan edene ise itaat yoktur. Allah'a isyan ede<ıek
olursam, bana itaat etmeniz gerekmez. ıı
Görevine ba.şladığında kendinden başlayarak hak-
sızlıklara son vermeye girişti. Dedi ki: «Önce kendimden

322
başlamam gerekir.» Bunun için elinde bulundurduğu ara-
zilere; ve mallara baktı. Hepsini geri verdi. Elindeki yü-
züğün taşını görünce, dedi ki: «Bunu bana Velid, Mağ­
rib'den gelen maldan hakkı olmayarak vermişti.» Elin-
de bulundurduğu Yem8.µıe'deki, Mukeydis'teki, Yemen'-
de Cebel-i Vers'teki ve Fedek'teki bütün ikta'larından
vazgeçip bu.nıan müslümanlara iade etti. Yalnız Suvey-
da'daki bir yerde bulunan bir pınarı elinde bırakmıştı.
Bu pınarı kendisine verilen Beyt'ül Mal hissesinden aç-
mıştı. Her sene bu pınann geliri kendisine gelirdi. Bu
gelir bazan elli dinar, bazan daha az veya daha çok olur-
du.
Elindeki mallan· geri vermeyi kararlaştınnca, emri
üzeıine «topluca namaz>> . diye halk namaza ça.ğırıldı.
Minbere çıkıp Allah'a hamd ve sena ettikten sonra dedi
. ki: Bu toplUluk (eski yöneticiler), bizim olmamanuz,.on-
ların da vermemeleri gereken atiyyeleri bize vermişler­
dir. Şimdi bu iş, benim elimde. Bu konuda Allah'tan
başka beni hesaba çekecek kimse yoktur~ Ha:beriniz ol-
sun ki beri bütün aldıklarımı· geri verdim. Bu işe ken-
dimden ve ailemden. başladım. Oku ey Müzahim. (Daha
önce gerekli defterler bir kutu içinde getirilmişti.) Mü-
zAhim (atiyyeleıin kayıtlı olduğu) defterleri teker teker
okumaya başladı. ömer her birini okudukça alıyor, elin'."
deki makasla onu kesiyordu. Sonunda kesmedik tek bir
defter bırakmadı.
«İkinciolarak eşi Abdülmelik b. Mervan'ın kızı Fa-
tıma'ya aynı uygulamayı yaptı. Onun yanında bir taş
vardı. Babasının emriyle kendisine verilmişti. Benzeri
yoktu. Eşine dedi ki: İstediğini seç. Ya ziynet eşyam
Beyt'ül Mal'a geri vereceksin veya seni boşamama izin
vereceksin. Ben, bu taşın benimle aynı evde olmasından
hoşlanmıyorum. Eşi: Ben, buna ve· olsaydı buınun gibi

323
onlarca.sınaseni tercih ediyo:rum, ey Mü'rninlerin Erniri,
dedi. Bunun üzerine, alınıp müslümanların Beyt'ül Mal'ı.:.
na konmasını istedi. Ömer vefat edip yerine Yezid b ..
Abdülmelik gelince, kızkardeşi Fatıma'ya dedi ki: Di-
lersen o taşı sana geri vereyim. Fatıma: Hayır, istemi-
yorum, dedi. ömer hayatta iken onu rızamla vemuştim.
Ölümünden sonra nasıl geri alabillıim? Hayır, Allah'a
yemin ederim ki hiçbir zaman almayacağım. Yezid; bunu
görünce taşı ailesi ve çocukları arasında paylaştırdı.
Ömer, elinde haksızca bulundurduğu malları geri
vermekle yetinmedi. Onun Beyt'ül Mal'dam. hiçbir şey
almadığını, fey'den bir dirhem bile kendisine ayırmadı­
ğını da zikrederler. Halbuki Ömer b. Hattab, hergün bun-
dan iki dirhem alıyordu. ömer b. Abdülaziz'e: ömer ,b.
Hattab'ın aldığı gibi bari sen de alsan ;dediler. Kendisi
dedi ki: Ömer'in hiçbir malı yoktu. Benim işe, ihtiya-
cımı karşılayacak kadar malım var.

Mervan oğullarını da haksız yere ellerinde bulu~


nan mallannı· verip, onları sahiplerine iade etmeye zor-
lamıştı. Rivayet edildi ki: Humus halkından zimmi bir
adam ona gelerek dedi ki :
- E'y Mü'minlerin Emirt, senden Allah'ın kitabının
gereğini istertm.. Ömer b. Abdülaziz. Sorar :
.._ Bu ne oluyor?
- Velid b. Abd:ülmelik'in oğlu Abbas, benim arazi-
mi gas:b etti. Abbas da oturmakta idi. Abbas'a sorar :
- Emir'ül Mü'minin Velid· b. Abdülmelik bana o
araziyi ikta etmiş idi. Bunun için bana bir sicil de yaz-
mn.ştı. ömer :
Ne dersin ey zimmi?
-
Ey Mü'minlerin Emiri, senden Allah'ın kitabı­
·-
nıngereğini isterim.

324
ömer der l,ti :
- Allah'ın Kitabına uymak, Velid b. Abdülmelik'in
kitabına uymaktan daha hakkaniyetlidir. (Abbas'a dö-
nerek:) Ya Abbas, adama arazisini geri ver.
Abbas, onu geri verdi.
Velid b. Abdülmelik'in Ruh adında mr oğlu vardı.
Çölde yetişmişti, adeta bir bedevi gibiydi. Bir müslürn.an
Ömer'in huzuruna gelerek Hurnus'ta bazı dükkaruar ile il-
gili Ruh'u dava etti. Bu dükkanlar daha önce kendisi-
nin olduğu halde, babasl Velid, bunla.n qna ikta etmişti.
ömer ona;
- Dükkanlan sahibine geri ver. Ruh dedi. ki :
- Velid'in yazIBl ile bu dükkanlar bana verilmiştir.
- Velid'in yazısının sana faydasl ne? Dükkanlar
adamındır. Bu konuda da delilleri vardlr. Dükkanı.an
adama ver.
Ruh ve Humus'lu kalkınca Ruh, adamı tehdit etti.
Adam Ömer'e gelip dedi ki :
- Ey Mü'miınlerin Emiri, Allah'a yemin ederim ki,
o beni tehdit ediyor.
Ömer bunun üzerine muhaflZl Ka'b b. Hamıd'e der
J,d;
- EyKıl'b Ruh ile birlikte git. Eğer adama dük-
kanlarını geri verirse mesele yok. Vermezse kafasını ge-
tir.
Ruh'un durumuyla ilgilenenlerden bazIBı bu sözü
lşitirve Ruh'a ömer'in verdiği emri anlatır. Ruh çok
korkar. Ka'b da arkasından çıknınş ve kılıcını bir karış
kınından çekmi'}ti, Ruh'a der ki :
-'- Kalk, adamın. dükkanlarını tahliye et. Ruh :
- Peki peki, diyerek, dükkanlan adama t~iye
eder.

325
Zulme uğrayanlar peşpeşe. ona ctavalanyla gefdiler.
İster kendisi tarafından, isterse başkası tarafından ya-
pılmış bir zulme, mutlaka son verdi.. Öyle ki Mervan
oğullarının da başkalarının da zulmen elleıi.nde bulunan
tüm malları onlardan aldı. Zulme uğrayanlara haklarını
kesin deli_l olmaksızın da veriyor, bu konuda az sayılabi­
lecek delillerle yetiniyordu. Kişinin uğradığı zulmün çe·
şidini anla:dı mı, hakkını ona veriyor ve kesin delil ge-
tirmek için onu mecbur tutmuyordu. Çünkü valilerin
kendisinden önce insanlara ne zulümler yaptığını biliyor-
du. Tarihçiler zikreder ki: Ömer, nı.azluınJara haklarını
iade ettiği için, Irak bölgesinin Beyt'ül Malı tükendi,
sonra da oraya Şam'dan aktarma yapıldı.
Süleyman b. Abdülmelik, Emevi ailesinden Anbese
bin Said el-As'a yirmi bin dinarın verilmesini emr et-
miş idi. Bu emir gereken tüm Divanlardan geçtikten
son~ Divan'ül Hatme geldi. Geriye paranın Anbese ta-
rafından teslim .alınması kalmıştı; Fakat teslim olmadan
Süleyman vefat etti. Anbese, Ömer b.. Abdulaziz'in dostu
idi. Süleyman'm verilmesini eıı:mr ettiği paranın kendi-
sine verilmesi için emir çıkarmasını istemek üzere Ömer'-
in yanına gitmek istedi. Ümeyye oğullarını ömer'in ka-
pısında bekler gördü. Kendi işlerinde onurila konuşmak
üzere ondan izin almak istiyorlardı. Anbese'yi görünce
dediler ki : . . · .
- Biz onunla konuşmadan Anbese'ye ne diyeceğini
bekleyelim.
- Ey Mü'minlerin Emiri, Emir'ül mü'minin Süley-
man bana yirmi bin dinar verilmesini emretmiş idi. ·So-·
nunda Divan'ul Hatme geldi ve paranın teslim alınması
kalmıştı. Tam bu sırada vefat etti. Bence siz, bunu ön-
celikle tamamlarsınız. Benimle sizin aranızdaki yakın­
lık, benimle Mü'minlerin Emiri Süleyman arasındaki
yakınlıktan .daha büyüktür.

326
ömer ona dedi ki·:
- Bu para ne kadaİ'dı?
- Yinni bin dinar.
- Yirmi bin dinar ha? Bu para dört bin müslüman
aileyi zengin eder. Ben bunu nasıl bir adama. verebili-
rim?· Allah'a ·yemin ederim ki ben bunu yapamam.
Anbese dedi ki:
- Ona bu miktarın yazılı olduğu belgeyi gösterdim.
ömer bana dedi ki :
- Seninle beraber kalsın. Belki bu malı benden
daha cesur kullanan biri gelir de, o sana orada yazılı
olan parayı verir.
Belgeyi alıp çıktım, ümeyye oğullarına olanı anlat-.
tun. «Bundan sonra yapılacak bir şey yok, dediler. Dön-
ve memlekete dağılmak için bize izin vermesini i.Ste.»
Ben de ona geri dönüp dedim ki :
- Ey Mü'minlerin Emir!, senin ,kavmin kapıda bek-
liyor. Senden, kendilerine senden önce verilenin, senin
. tarafından da verilmesini istiyorlar.
emer dedi ki:
- Allah'a yemin ederim ki; bu mal benim değildir.
Ve ben böyle bir ~i yapamam.
- ·O h8.lde memlekete dağılmak için senden izin
istiyorlar.
- İsterlerse; bu onlara kalmış bir şey, izin veriyO-
rum.
- Bana da mı?
- Evet, sana da izin veriyorum. Fakat ben kalmam
senin için daha yararlı görüyorum. Sen parası çok bir
adamsın. ~nse Süleyınıın'ın terekesini. satmaktayım.
Belki kaybettiklerini çıkartacak kadar k~ edebileceğin
şeyler satın alırsın.

327
Anbese der ki: Gitmeyip kaldım. Süleyman'ın te-
rekesinden yÜ2Jbin dinarlık mal aldım. Aldıklarımı Irak'a
götürdüm. İkiyüz bin dinarlık mal aldım. İkiyüz bin di-
nara sattım. O belgeyi de sakladım. Ömer vefat edip .
yerine Yezid h. Abdüımelik geçince, Süleyman'ın yazdığı
belgeyi ona getirdim. Orada yazılı olan meblağın bana
verilmesini emr etti.
Ömer, Mervan oğullarını toplayıp onlara dedi ki:
- Size pay, şeref ve mal verilmiş.. Ben, bu ünune·
t:in malının yansmın vey~ üçte ikisinin ellerinizde ol-
duğunu sanıyorum. Elinizdeki başkalanna ait hakları
bana verin ve hoşlanmadığım işler yapmak zorunda bı­
rakmayın, beni. O zaman size de hoşlanmayacağınız
şeyler yaptırırım.

Onlardan hiçbiri ona cevap vermeyince,


- Bana cevap veriniz, dedi.
Oniardan biri dedi ki:
- Allah'a yemin ederim, başlarımız, gövdemizden
kopmadıkça babala.rınıızdan bize kalmış mallan elimiz.
den çıkarıp çocuklaninızı yoksullaştınnayız ve babala-
rıniıza nankörlük etmeyiz.

ömer dedi ki:


. - Vallahi, eğer kendileri için bu hakkı istediğim
kimselerden bana karşı yardım istemeyecek olursanı2
gizi anında rezil ederim. Fakat ben fitne çıkn:ıasından
korkarım.. Eğer Allah bana ömür verecek olsa, Allah'ın
izni ile her hak sahibine mutlak hakkını geri verirdim.»
(19)
Fakat, istediği gibi her hak sahibine hakkını vere-
bilmek için yaşayamadı. Ondan sonra da Emevilerin yo-
(19) Prof. Ahmed Zeıkl Safvet, Ömer b. A:bdOlaziz ııdlı eserinden.

328
luhdan giden ve ömer'in YQlundan gitmeyen kimseler
geldi. Abbasiler gelince, onlar da melikler olarak geldi-
ler. Yeryüzü fesatla doldu ve Emevilerin yolundan giden
ve Ömer'in yolundan gitmeyen kimseler geldi. Emevile-
rin din ile insanlar arasında meydana getirdiği geniş
mesafe kadar, insanlar dini geleneklerden uzaklaşt~. Ab-
basi hükümdarlan da, Emevi hükümdarlarından daha
hayırlı değildi. İşte .ısıncı meliklik böyledir.

*
Biz burada İslam devletinin tarihinden değil de,~.
lami yönetimin ruhundan söz etmekte olduğumuz için
bti ruhun değişip kabuğuna çekildiğini ortaya koymak
üzere meliklerin zamanından üç hutbeyi gözler önüne
sereceğiz. Bunlara ~rşılık da hal.iteler döneminden üç
hutbeyi -ki önceden geçmişlerdi- hatırımıza getirelim.
O zaman aradaki derin fark, açıkça ortaya çıkar.
Muaviye, sulh yapıldıktan sonra Küfelilere okuduğu
b.utbede dem.işti ki :
«- Ey Kftfeliler, ben sizin namaz kıldığınızı, zekat
verctiğinizi ve hacc ettiğinizi bildiğim h.8.lde, namaz için,
zekat için vehacc için sizinle savaştığımı mı sanıyorsu­
nuz? Ben sizinle üzerinize emir olayım diye savaştım.
Allah da bunu bana siz istemediğlniz haide, verdi. Habe-
riniz olsun bu. fitnede telef olan her mal ve akan her kan
heder olmuştur. Daha önce kabul ettiğim her. şart da
ıLya.klarımın altındadır.»

Medinelilere okuduğu hutbede de şunları demişti:


- «Alla:h'a yemin ederim ki, benim bu işi ele alma-
rnı sevmediğinizi ve sevinmediğlnizi '.biliyorum. Fakat
ben sizinle bu kılıcımla sonuna kadar mücadele ett:lnı ve
~ırtmızı yere getirdin1. Kendim, İbn Ebü Kfilıafe (Hz.

329'
Ebu Bekir) dönemJ.İı~1başın1za geçmek ·ist.edim. ömer'in
döneminde de istedim. Bundan şiddetlibir şekilde uza.k-
laştınldım. Osman'ın yıllannda istedim, benden yüz çe-
virdi. Onun için bu uğurda, sizin için de, .benim için de,
daha faydalı bir yola gittim; karşılıklı olarak güzel yiyip
içmek... Beni en hayırlınız bulmuyorsanız da, idarecili-
ğim siztn. için hayırlıdır ... »

Emevi dalgası yönetim tasavvurunda yapacağını


yaptı. Sonunda bu tasavvur, Abbasilerin döneminde İs­
lamın tanımadığı «kutsal ilahi hak,. nazariyesine kadar
vardı. İşte Abbasilerden Mansur, okuduğu hutbede şun­
ları söylüyordu:

((-Ey insanlar, iben Allah'ın yeryüzündeki sultanı­


yım~ Onun tevfik 've yardımıyla sizleri idare ediyorum.
Ben, Allah'ın malı üzerindeki bekçisiyim. Bu malı onun
meşihat ve iradesiyle kullanıyorum, O'nun izni ile bu
malı veriyorum. Allah beni bu mal üzerinde bir kilit yap-
mıştır. Beni açmak dilerse, size vermek ve nzıklarınızı
yaklaştırmak üzere beni açar. Bu mal üzerine kilitlemek
isterse de kilitler.»
Böylelikle yönetim politikası nihai olarak tsıamıın
sınırlarının ve öğretilerinin dışına taşmış oluyordu~ ,

*
Mali Siyasete gelince; o da yönetim politikasına bağlı
bulunuyor, yöneticilerin yönetim tabiatını, tasa.vvurları­
nın bir uzantısı durumunda idi. Hz. Muhammed (S.) in
~yatında, iki arkadaşı .(Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer)
nın ve Hz. Ali b.· Ebi .Talib'in ha lifeliği döneminde, yö-
netim politikası ile ilgili haklın görüş, İslami. görÜş idi.
Buna göre: Amme malı cemaatin malıdır. Yöneticinin

330
kendisinin ve ailesinin bu· maldan hak kaza.nrnadıkça bir
şey almak yetkileri yoktur, yönetici hiç kimseye hak et-
tiğinden fazlasinı veremez, o da diğerleri gibidir. Hz.
Osman'ın döneminde ise, bu tasavvurda.naz bir sapma
olmakla birlikte, cemaatin haklan baki idi. Halife~ ak-
rabalarına ve başkalarına görüşüne göre iyilik yapmak
üzere, elini bu mala uzatabileceği anlayışında idi. Yöne-
tim ısırıcı melikliğin eline geçince, tilin sınırlar çiğnendi
ve bağlar yıkıldı. Böylelikle yöneten, kayıtsız' - şartsız bu
maldan vermek veya. vermemek durumuna geldi. Bunun
ise çok azı hakta oluyor, geri kalanı ise batıl yolda ger-
çekleşiyordu. Müslümanların malı yöneticilerin, oğulla­
rının, yakınlarının ve yardakçılarının müsrifçe yaşayış­
larına hadsiz hesapsız harcanıyordu. Böylelikle' yöneti-
ciler nihai olarak İslatnıın mal için çizmiş olduğu sınırla­
rın dışına çıkmış oluyordu.
Bu, son derece özetle çizilmiş bir tablodu.r. Şimdi
bunu tarihi gerçeklerden vereceğimiz örneklerle açıkla­
yalım:

Resfüullah (S.) döneminden beri Beyt'ül Mal'ın ge-


lir kaynaklan şunlardı:
1 - Müslümanların mallarından verilmesi farz olan
zekat: Altında, gümüşte, ekin ve meyveler9,e, belli hay-'
vanlarda, ticaret mallannda ve rtkaz (define ve maden)
de ibelirli oranlarda.Ildır ... Bunlardan alman zekatın ge-·
nel ortalaması ise öşürün yansı (yirmide bir} clir. Ze-
kat gelirleri ibilinert sekiz harcama yeri.ne harr.·::ınır.
2 - Zınimilerden, clzye vermek ürere anlaşrrıa ya-
pılanlardan adam ba.~ına alınan cizye. Bu ise himaye
için verilen vergi ve müslümanların verdiği zekat karşı­
lığında alınır.
3 - FeY': Müslümanlara, savaşsız olarak mü~rik.:
lerden kalan ımallard.ır. Fey'in tümü, Kur'An'ın nassı ile:

331
Allah'a,. Resulüne, akrabalara, yetimlere, miskinlere ve
yolcuya tahsis ·edilmiştir.
4 - Ganimet: Müslümanlann savaş yoluyla müş­
riklerden aldıkları mallardır. Bu malların beşte dördü
savaşçılar~, beşte biri de fey' gibidir ve fey'in harcama
yerlerine harcanır.
5 - Veya ganimet yerine Harac: Daha önce müşrik­
lerin elinde olup, sonradan müslümanların savaşla ele
geçirdikleri 'vey.a müşriklerle anlaşID.ar yapılarak ellerin-
de bıraktıkları arazilerden aldıkları belirli maldır. öme·r
b. el-Hatta:b (R.) m Fars arazisine uyguladığı düzende
olduğu gibi.
Resülulla.J:ı (S.) döneminde . Beyt'ül-Mal'm gelirleri
fazla değildi. Çünkü muhacirler mallarını ve memleket-
lerini terk etmiş, Ensar onları himayelerine almış, ken-
dileriyle ortak ve kardeş olmuşlardı. Müslümanların da
sayısı henüz mahdut idi. Savaştan önce ise Beyt'ül Mal'-
ın Allah yolunda infaktan başka herhangi bir geliri
yoktu.
Gazalar hicretin ikinci yılında da zekat
başlayıp,
farz kılınınca ona gelir olan zekatla birlikte, ikinci bir
gelir kaynağı olan ve beşte dördü savaşçılara dağıtılan
ga:nimet de ortaya çıktı. Peygamber (S.) piyadeye bir,
süvariye iki pay -üç de diyenler var- veriyordu. Nite-
kim bekara bir pay, evliye de iki pay veriyordu. Bununla
da ((adam ve ihtiyacı» ilkesini ortaya koyuyordu. Beyt'ül
Mal'a ait olan beşte bir ise, az önce sözünü ettiğimiz yer-
lere harcanırdı.
Bundan sonra Benu'n Nadir gazvesinçle ilk fey' ele
geçirildi. ResUlullah (S.) bu fey'lyalnız muhacirlere tah-
sis edip; ensardan fakir olan iki kişi dışında kimseye bir

332
şey vermedi. Bundan sonra Kur'an ayetiyle İslflmın ge-
nel ilkesi ortaya konulmuş oluyordu:
«Ta ki (bu mal) sizden zengin olanlar arasında dö-
nüp dolaşan bir devlet olmasın.»' (el-Haşr: 7).
Bundan sonra İslam devletinin sınırlannın ge.niş­
lemesi ve peşpeşe yapılan fetihlerle müslümanların gelir·
leri de çoğaldı. Böylece bolluk yavaş yavaş bütl).n müs-
lümanlan kapsamaya başladı. Çünkü İslamın sınırladığı
nisbetler dahilinde Beyt'ül Mal'ın gelirlerinde tüm müs--
lümanlar ortak idiler. ·
Resı1lullah {S.), irtihal edince ve arkasından irti-
datlar başlayıp, mürtedler zekatı vermeyince Hz. Ebu
Bekir, meşhur tavrını ortaya koyup şu ebedi sözlerini
söyledi:
«Allah'a yemin ederim, eğer daha önceden Resulul-
lah (S.) a ödemekte olduklan bir deve yulannı bile ba-
na vermeyecek olurlarsa, bunun için onlarla. savaşırım.»
Bu konuda Hz. Ebu Bekir'in görüşü, Hz. Ömer'in
görüşlerine aykırı idi. Hi. Ömer, -Hz. Ebu Bekir'in gö-
rüşünü kaıbul etmeden, Allah ona doğruyu ilham etme-
den ve onun hak olduğunu bilmeden önce-- o topluluk
«IA İlahe illallah» demektedir, dolayısıyla onlarla sava-
şılmaz görüşünde idi. Öyle ki Hz. ömer, Hz. Ebft Bekir'e
karşı çıkışında bir dereceye kadar hiddetle şu sözleri
bile söylemişti:
- Sen bu insanlarla riasıı savaşabilirsin? Halbuki
Resulfülah (S.) şöyle buyurmuştur:
«Ben insanlarla, La İlahe
illallah Muhammed'ür·
Restllullah (Allah'tan başka ilah. yoktur, muhammed Al-
lah'ın Reslllüdür) deyinceye kadar savaşmakla emr
olundum. Kim bunu söylerse malını ve kanını benden

333
ancak İsl!mın hakkı ile, korumuş olur, hesaplan da Al-
lah'adır.»

Hz. Ebt'.i Bekir, on.a kararlılıkla cevap verdi:


-Allah'a yemin ederim namaz ile zekM arasında
ayının yapanlarla savaşacağım. Çünkü zekat malın hak-
kıdır.
- Allah'a yemin ederim, sonunda bildim ki, Allah
Ebü Bekir'e savaşmak konusunda hakkı göstenrı.lıjti. Ben
de bunun hak olduğunu anladım.
Bu ebedi tavırla, tarih gerçeğinde İslAm'ın mali si-
yaseti ve savaşla ilgili nihM tavtı ortaya çıkmış oluyor-
du. Bununla Alla.h'ın koyduğu sınırlar içerisinde ve belir-
lediği miktarlarda müslüman cemaatın hakkının varlığı
ortaya konuyordu.
Hz. Ebu Bekir, zekat mallarını bilinen harcama yer-
lerine dağıtmak konusunda, Resl1lullah (8.) ın yolunu
izledi. Ganimetlerden alınan humuş (beşte bir) ta ve
diğer gelirlerde de aynı yolu izledi. Kendisi ise, müslü-
manların tayin ettiği azıcık miktai'ı -ki günlük ikidir-
hem olduğu söyleniyor- alıyor, sonra hak sahiplerine
haklarını veriyor, Beyt'üi Mal'da geri kalan ise ordula-
nn cihada hazırlanması için harcanıyordu.
Hz.. Ebu Bekir zamanında kendisi ile Hz. Ömer ara-
sinda bir anlaşmazlık konusu ortaya çıktı. Bu, İslam'a
yapılmış hizmetler konusu idi. Hz. Ebu Bekir, ilk müslü-
manlarla sonradan müslüm&ı olanlara, hürlerle. kölele-
re, erkeklerle kadınlara hep eşit pay vermek istiyordu.
Hz. Ömer ise bir grup sahabi ile birlikte, İslam'a hizmeti
geçenlerin hizmetlerine göre öne geçirilmelerini istiyor-
lardı: Hz. Ebft Bekir dedi ki:
- Sizin sözünü ettiğiniz geçmiş hizmetleri, önce
müslüman olmayı ve fazileti benden iyi bilen yoktur. Bu,

334
sevabı Allah (C.C.) tarafından verilecek bir şeydir. Şu
ise bir geçimlLl{tir. Bunda eşitlik, tercih yapmaktan ha-
yırlıdır.

Bu eşitliğe riayet edildi. Gelirler genişledikçe bun-


dan tüm müslümanlar eşit bir şekilde yararlanıyorlardı.
Hz. ômer'in dönemine kadar "böyle devam etti. Hz. ömer,
halife olunca eski görüşünde direndi: «Resfüullah'a kar-
şı savaşanları onunla. birlikte ci.M.d edenler gibi göre-
mem..»
Bir gün Bahreyn'deki lmili (zekat toplayıcısı) Ebu
Hüreyre beraberinde fazlaca. malla gelir. İşte Ebu Hürey-
re'nin ıi.vayeti :
«- Bahreyn'den beşyüz bin· dirhem ile geldim. Ak-
şam ömer b. Hattab (R.) m yanın8. vardım. Dedim ki:
- Ey mü'minlerin em.iri, şu malı tesliµı al.
- Ne kadar, diye sordu
- Beşyüz bin dirhem, dedim.
- Beşyüz
bin ne kadardır biliyor musun? dedi.
- Evet, beş
defa yüzbin, yüzbin... dedim.
1

-:--- Sen uyukluyors~. dedi. Git bu gece uyu, sabah-


leyin gel.
Sabah olunca tekrar ona vardım. Dedim ki :
-Bu malı benden teslim al.
- Ne kadardır o? ,
- Beşyüz bin dirhem.
- .Bu gönül tızasıyla mı alındı?
- Ben, zaten başka türlüsünü bilmem.
ömer (R.) dedi ki :
- Ey insanlar, bize çok mal geldi. Size ölçerek ver-
memizi isterseniz, ölçeriz. Sayarak vermemizi isterseniz,
sayarız. Tartarak vermemizi isterseniz tartarak veririz.
Bu, Ömer'in hoşuna gitti.

335
Muhacirlere beşer bin, en.sAra üçer bin, peygamber
(S.) in zevcelerine onikişer bin tahsis etti...»
Burada bu' rivayeti Hz. Ömer'in insanlarııi bir kıs­
mını bir kısmına. tercih etmek görüşünü açıklığa kavuş­
turduğu ve yanın milyon dirhemin ancak rüyada görü-
lebileceğini düşündürecek derecedeki servet düzeyini
tablolaştırdığı için zikrettik. ·
Ebu Yusuf Kitab'ül-Harac'da der ki :
«Bana Medine'den bir yaşlı, İsmail b. Muhammed
es-Saib'den, o Zeyd'den, o da· babasından rivayetle dedi
ki: ömer (R.) in şöyle dediğini İşittim: «Kendisinden
başka İlah olmayan Allah'a yemin ederim ki, kendisine
vereyim veya vermeyeyim, bu malda hakkı bulunma-
yan bir kimse yoktur. Köle dı.şında, kimse kimseden bl.l
malda daha çok hak sahibi değildir. Ben de bu konuda
sizden herhangi birisi gibiyim. Fakat bizim durumumuz
Allah'ın kitabını bilme derecemize ve ResUlullah (S.)
den aldığımıza göre değişiktir. Kişi ve' İslam'daki mih-
neti, kişi ve İslam'daki eskiliği, kişi ve zenginliği, kişi
ve ihtiyacı (na göre payı da değişir). Allah'a yemin ede-
rim ki, kalacak olursam San'a dağındaki çobana bile bu
maldan payı, yerinden ayrılmadan ve yüzü kızarmadan
· (yani istemeden) eline ulaşacaktır ... »
«Bedir'de bulunan her bir- sahAbiye ~nede beş bin
dirhem maaş bağladı. Uhud savaşına katılanlara yılda
dörder bin, Bedir'de bulunanların evla.tlanna da ikişer
bin dirhem maaş bağladı. Ancak Hz. Hasan'la Hz. Hü-
seyin'e ResUlullah'a yakınlıkları dolayısıyla babalarına
verdiği m8.aş kadar, yani herbirisine beşer bin dirhem
verdi. Mekke'nin ·fethinden önce hicret· eden her bir ki-
şiye üçer bin, f etilı günü müslüman olanların her birine
ise ikişer bin dirhem maaş başladı. Muhacir ve Ensar'ın

336
'.f~ ileri oJmayan çocuklarına da· Mekl(e'nln fethi gü-
~ünde müslüman olanlara. verdiği kadar maaş l:>ağladı.
fn.sanıara derecelerine, Kur'an•ı: bilmelerine ve cihM-
laınna göre maaş bağladı. Bunların dışında kalanların
tümünü bir saydı. Medine'ye gelip orada yerleşen müslü-
manıara yirmi beş dinar, Yemen'lilere, Şam'daki Kayıslı­
la.ra. ve Iraklılara ·iki binden bine, dokuzyüre, beşylm!
Ne üçyüre kadar değişen maaşlar ~ağladı. Kimseye de
:ftç yüz dirhemden az vermedi. Ve dedi ki: Eğer mal ar-
~rsa, her bir adama dört bin dirhem maaş bağlayaca­
iım. Bini cihada gitmek içiiı, bini silahı için, bini ailesi-
ıtlin geçimine bırakması için, bini atı ve katın için.» (,20)
«Ancak Hz. Ömer, erkek ve kadınlara verilen maaş­
ları düzenlemek için koyduğu kuralın dışına çıkarak,
bazılarına benrerlerine verdiği miktarda çok vermiştir.
Omer b. Ebi Seleme'ye dört bin dirhem maaş bağlaqı.
Adı geçen ömer, mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'nln
oğludur. Buna Muhammed b. Abdullah b. Cahş itiraz
etti ve Emir'ül Mü'minine dedi ki: «ömer'i niye bizden
üstün tutuyorsun? Bizim babalarımız hicret etmiş ve sa-
vaşlarda bulunniuŞlardır ... » Hz. ömer (R.) ona şu söz-
leriyle cevap verir: ccRest'.Hullah'a olan yakınlığı dolayı­
sıyla onu üstün tutuyorum. Bana bunun nedenini so-
l'an, Ümmü Seleme gibi bir annesi olduğunu göstersin.
Ona hak vereyim.» üsarne b. Zeyd'e dört bin dirhem bağ':"
lamıştı. Oğlu Abdullah :az. Ömer'e dedi ki: «Bana üç
1

bin· dirhem bağ'ladın, Ü$!me'ye ise dört bin. Halbuki ben,


,Üs§,me'nin görmediklerini gördüm.» Hz. Ömer ona şu
Cevabı verir: «Res'lllullah (S.) onu senden, babasını da
babandan daha çok sevdiği için ona fazla verdim.» Hz.
Ebı1 Bekir'in zevcesi thneys'in kızı Esma'ya bin dirhem;
Ukke'nin kızı timmü Gülsüm'e bin dirhem, Abdullah. b.

{20); (21J D.r. 1$yıkel - e1Far6k ômer adlı eserinden.•

tszam'da Sosyal Adalet -- 22 337


Mes'ud'un annesine bin dirhem maaş bağladı. Benzer.,
!erine göre onlara fazla vermesinin nedeni, özel yerleri
idi. Çünkü bunlar, başkalarından efdal ve derecesi yük-
sek olan bir takım erkeklerin eşleri veya anneleri bulu-
nuyordu.» (21)
Buna göre bunlar malın paylaştırılması konusunda
iki ayrı görüştür: Biri Hz. Ebü Bekirin görüşü, diğer
Hz. Ömer'ln görüşüdür. Hz. Ömer (R.) 'in görüşünün
bir dayanağı vardı: «Ben Resüıullah'a karşı savaşanı,
Resıllullah'la birlikte cihad edenle bir göremem.» Ve
«Adam ve İslam'daki mihneti...» Bu görüşün İslam'da
dayanağı vardır. Bu da: emek ve karşılığı arasında den-
ge sağlamaktır. Hz. Ebu Bekir (R.) in görüşünün de ay-
nı şekilde dayanağı vardı: «Bunlar Allah için İsla.m»a
girdiler, ecirleri de Allah'a aittir. Bunu onlara kıyamet
.günü verecektir.Bu dünyada ise (geçim için) yeterlilik
sözkonusudur.» Fakat biz Hz. Ebft Bekir'in görüşünü
seçmekte tereddüt etmiyoruz. Çünkü müslümanlar ara-
sında ~itliği gerçekleştirmeye daha elverişlidir. Eşitlik
ise, bu dinin temel esaslarından bir tanesidir. Bu görüş,
bir kısım kimselerin servetlerinin büyümesi sonucu eşitr
sizliğin doğurduğu tehlikeli sonuçlan vermemesi bakı-
. m.ından da elverişlidir. Hz. ömer döneminde servet bü-
yümesi üretimle her geçen yıl arttırır. İktisaden bilinen
şudur ki: Kft.nn fazlalığı, büyük ölçüde sermayenin faz-
. lalığına bağlıdır. İşte bunlar, Hz. Öme.r'in hayatının son-
larına doğru gördüğü sonuçlardır. Bu sebeple, gelecek
seneye kalacak olsa, atiyyeler (Beyt'ül Mal'clan verilen
maaslan) ~it da.!P.tacağına yemih etti ve meşhur sözünü
söyledi: «Eğer geride bıraktıkJanmla ı?elecekte karşıla•
Şacak olursam, zenginlerden mallarının fazlahklannı
alıp, fakirlere iade edece~.Jlt.
Fakat maalesef, zaman geçmiş, günler Hz. öıner'i
geride bırakmış ve.Mervan'ın tas.a.mıfla.n ve Hz. Osman'-

338
ın ikrarı yanında,
daha sonra fitneye götüren, İslam top-
lumunda dengeyi ortadan kaldıran acı sonuçlar ortaya
çıktı.

O halde Hz. Ömer, tehlikeli sonuçlarını görünce,


atiyyelerde müslümanlar arasında ayrım gözeten görü-
şünü bırakıp, Hz. Ebu Bekir'in görüşünü kabul e·tmiştir.
Hz. Ali (R.) 'nin görüşü de ilk halifenin görüşüne uygun-
dür. -Biz Hz. Ali (R.) 'nin halifeliğini, kendinden önce
Hz. Ebu Bekir'le Hz. ömer'in halifeliğinin tabii bir de-
vamı ve Mervan'ın tahakküm ettiği Hz. Osman dönemini
ise aralanndaki bir fetret devri olarak görmek eğilimin­
deyiz. - Bu bakımdan biz, bunun peşinden Hz. Ali'nin
döneminden söz edeceğiz ve bundan sonra Hz. Osman
dönemindeki durumu ele a1acağız.
Hz. Ali (R.), atiyyeleri dağıtmakta eşitlik esasını
tercih etti. Bunu o~uduğu ilk hutbesinde şu sözleriyle
açıkça ifa.de ediyo:idu:

«-Haberiniz olsun, ResO.lullah (S.)'ın eshabmdan


muhacir ve en.sArdan herhangi bir kimse, sahabiliği se-
bebiyle başkalarından efda.l olduğu görüşünde ise, (bil-
sin ki) fazilet, yarın Allah'ın yanındadır 've onun seva-
bını ve ecrini vermek de Allah'a aittir. Haberiniz olsun,
Allah'ın ve ResUlünün çağrısını kabul eden, şeriatımızı
tasdik eden, din1mize giren ve kıblemize yönelen her-
hangi bir adama., tsıam•m haklarını ve hadlerini uygula-
mak gerekli olur. Siz Allah'ın kullansınız. Mal da Al-
lah'm malıdır.· Aranızda eşit olarak paylaştıtılacaktır.
Kimsenin kimseye bu konuda üstünlüğü yoktur. TakvA.
sahipleri için Allah'ın yanında engüzel mükafat vardır.»
İslami eşitlik ruhuyla uyuşan, İslam toplumunda
dengeyi garantileyen, -başkalarının elinde çalıştırılmak
üzere bulunan. fazla servet yoluyla başkalarına verilme-

339
yen fırsatıan vermek suretiyle değil de- gayret, çalışma
ve bunların sınırlan ölçüsünde kalanın dışında servet-
lerin büyümesine imkAn bırakmayan sağlıklı isıami esas
işte budur.
Hz. ömer (R.) SOi\ günlerinde bu esasa dönmek üze-
reydi. Fakat bunu gerçekleştiremeden şehid edildi ve
verdiği karannı, hatta iki kararını uygulayamadı. Biri,
zenginlerin mallarının fazlasını alıp fakirlere iade et-
mekti. Çünkü bu fazlalık -çoğunlukla- onun atiyye-
lerde gözettiği ayrımdan olmuştu. Diğeri ise, atiyyelerde
fark gözetmemesi idi. Böylece bu farklılık bu şekilde or-
taya çıkmayacaktı ve İslam toplumunda baş gösteren
çözülüş devaın etmeyecekti. ·

Hz. Osman {R.) a gelince, bu iki karan veya bunlar-


dan birini uygulamayı uygun görmedi ... Fazlalıkları sa-
hiplerine bırakıp geri almı:i.dı ve at~yYeleri de farklılık·
lan üzerine bıraktı. Fakat olanlar. bunlardan ibaret de-
ğildi. Bilakis verdiği atiyyelerin miktarını daha da art-.
tıroı. Böylelikle zenginliğe zenginlik katılmış oldu. Buna
karşılık fakirler bunlardan çok az yararlanırdı. Diğer
taraftan servetleri hiç ·de az olmayan ·kimselere büyük
hediyeler veriyordu. Bundan başka Kureyş'lilere yığılmış
mallarıyla ticaret yapma müsaadesini de verdi. Bu ise
onların mallarını kat kat artırdı. Zenginlere Sevad'da
ve Sevad'ın dışında kendilerine tarla ve ev almalarına
da izin verdi. Böylelikle halifeliğinin scnlarında İslam
toplumunda büyük mali farklılıklar görülmeye başlan­
dı. Allah ona rahmet eyleye.

,Halbuki Hz. Ebt1 Bekir ile Hz. Ömer, Kureyş'in i~eri


gelenlerini Medine'de tutmakta aşın ısrar ediyorlar, fet-
hedilmiş topraklarda ticaret ya.pmala.rma izin verrtılyor­
lardı,. Ens!nn Restllulhı.h'a yakııilıkları, veya. tsıAm ·için
çektikleri nıihqetlert 'Ve eihA.da katılmış olmaları nede-

340
niyle Kureyş'in ileri gelenlelinin etrafında toplandıklan
bir zamanda, mala ve tahakküzne göz dikmeleri ihtimali-
ni ortadan kaldırmak gayesiyle bunu yapıyorlardı. Bu
uygulama ~. tsıamın anla.dığımanasıyla şahsi hürriyete
herhangi bir müdahale değildi. Çünkü. bu hürriyet, top-
lumun maslahatı ve topluma iyilik yapmak sınırlanyla
sınırlıdır. Fakat Hz. Osman (R.) a gelince, onlara ticaret
yapmak için izin verdi. Yalnız buna izin vermekle kal;;.
madı. Servetlerini, çeşitli bölgelerde evlere ve çiftliklere
yatırmalannı ·kolaylaştırdı ve onlan buna teşvik etti.
üstelik onların bir kısmına yüzbinlerce dirhem hediye
etmişti.
Bütün bunları müslünianlııra, özellikle ileri gelen-
lerine iyilikte bulunmak ve merhamet etmek üzere yap-
mıştı.ı Fakat bu, Hz. Eb'ti Bekir ile Hz. Ömer'in zek!ıan­
na gizli olmaYa.n büyük bir tehlike doğurdu. İslam top-
lumunda büyük mali ve sosyal dengesizliklere neden
olduğu gibi hiç bir emek harcamadan ve yorulmadan her
yerden üzerine servet yağan bir tabaka da oluştu.· Böyle-
ce islamm nasslanyla ve yöneltmeletjyle savaş açtığı
lükş ve israf ortaya· çıktı. Nitekim Hz. Osman'dan önce..
ki İki halife de bununla savaşmış ve buna imkan ver-
memeye Çalışmışlardı.
Bu noktada bazı müslümanların ruhunda, İslami
ruh galeyena geldi. Bunların en hara:retl1leri Hz. Ebu
ZeIT idi. Son zamanlarda Mısır Fetva Heyeti bu yü:.
ce sahabiyi yönelişinde hatalı görmekte ve kendi adına
Ebu ZeIT'in dinihi tanıdığından daha iyi dini tanıdığı
iddiasında bulunur iken; daha sonra başka bir münase-
betle önceki şartlar değişince yönelişinin doğru olduğu­
na dair fetva çıkardı! Allah'ın dini, heyetin harac-mezat
ticaret yaptığı bir maldır, sanki! ...
Hz. Ebu ZeIT, lüks içersinde yaşayanların İslamın
tanımadığı bu ya.şayışlanru red ediyordu. Lüksü onay-

341
layan, onu artırmak isteyen ve onun içinde yüzmeyi
sağlayan özellikle Muaviye'nin ve Emevilerin siyasetleri-
ni red ediyordu. Bizzat Hz., · Osnıan'a, Beyt'ül Mal'dan
yüzbinleri hibe ederek zenginlerin servet ve lükslerini
artırdığı için karşı çıkıyordu.

Hz. Osman'ın Mervan b. el-Hakem'e Afrika Haracı..


nın beşte birini, \{arls b. el-Hakem'e ikiyüz bin dirhem,
Zeyd b. Babit'e yüzbin dirhem verdiği önceden. söylen-
mişti. .. Fakat Ebu Zerr'in vicdanı bunlardan hiçbirisini
kaldıramıyordu. Herkesin huzurunda şu hutbeyi okudu:
· «Benim bilmediğim işfor oldu. Allah'a yemin ederim,
ben hakkın söndürüldüğünü, batılın canlandırıldığını,
doğru sözlünün yalanlandığını ve takvasız bir bencilli-
ğin varlığını görüyorum. Ey zenginler, fakirleri gözetin.
Altını ve gümüşü yağıp Allah .yolunda harcamayanlan
ateşten dağlayıcılarla müjdeleyin. Onlarla alınlan, bö-
ğürleri ve sırtlan dağlanacaktır ... Ey malı yığan birik-
tiren, bil ki malda üç ortak vardır: Kader, bu malın iyi-
sini veya kötüsünü helAk etmek için veya ölüm için sen- ·
den izin istemez: Mirasçı, senin başını ölüm yastığına
koymanı bekliyor. Hemen sen borçlu olduğun halde, o
malı alıp gidecek. Üçüncüsü de sensin. Eğer bu üç orta-
ğın en acizi olmamaya gücün yetiyorsa; olma... Allahü
Teala buyuruyor: ccSevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)
harcamadıkça ,birr (iyilik) e karşılaşamazsınız.»
İnce ipekten perdeler, kalın ipekten yastıklar edin-
diniz. Azerbeycan yününden yataklarda yatmaktan bile
acı duyar oldunuz. Halbuki Restllullah (S.) çul üstünde
yatardı. Çeşit çeşit yemekler yiyorsunti.z. Halbuki Resll-
lullah arpa ekmeğinden bile doymuyordu.>>
Malik b. Albdullah ez-ZiyM.1, Ebu Zerr'den şunu ri-
vayet ediyor: ~
«Ebü'Zerr gelip Hz. Osman b. Affan'dan izin istedi. .

342
;Elinde asası olduğu halde ona izin verdi. Hz. Osman
Ka'b'a sordu :
- Ya Ka'b, Abdurrahman vefat etti. Arkasında da
bir miktar mal bıraktı. Bu konuda görüşün nedir?
-. Eğer bu mal ile Allah'ın haklarını gözetiyorsa,
onun için herhangi bir sakınca yoktur.
Hz. Ebu Zerr, bunun üzerine asasını kaldırıp Ka'b'a
indirdi ve dedi ki :
- Resülullah (S.) ın şöyle söylediğini işittim: «BU
dağ kadar altınım olsa, onu infak edip kabul edilmesini
isterim, fakat geriye altı ·okkasını bile bırakmak iste-
mem.» Allah aşkına söyle ey Osman, sen de işittin mi?
~uç defa tekrarlar-.

Hz. Osman:
- «Evet, der.»
Böyle bir şeyi ne Muaviye, ne de Mervan b. el-Ha-
kem kaldıramazdı. Bunun içi:İı ikisi de Hz. Osman'ı onun
aleyhine sürekli kışkırtıyorlardı. Sonunda Allah'a ve Re..
sulilne sava.ş açmadığı ve yeryüzünde fesadı yaymak iste-
mediği halde «Rebeze»ye sürgün olarak gönderildi. Çün-
kü İslam Şeriatı bu iki neden dolayısıyla sürgünü ön-
. görüyor.
Bu, İslam
cemaatini tabakalara ayıran, bu dinin
insanlar arasında yerleştirmek
üzere geldiği esaslan dar-
madağın eden servetlerin aşın büyümesi karşısıiıda tür-
lü tama'lann uyuşturmadığı bir müslümanın vicdan uya-
nıklığının feryadı idi. Burada Mes'udi'nin zikrettiği bü-
yük servetlere örnek olmak üzere bir misal vermemiz
yeter: ·

(22) Müsned, 453. hadis. (Ahmed Muhammed Ş~k!r, neşri.)

343
1

«Osman döneminde ash~b çiftlikler ve mal sahibi


olmaya bru}ladılar. Şehid edildiği günü, öz.el hazinedan:.
nın yanında Hz. Osman'ın, Yüz elli bin din.an ve bir mil-
yon dirhemi vardı. VM.ilkurta, Huneyn ve diğer yerler-
deki çiftliklerinin değeri yüzbµt dinardı. Pek çok deıve
ve at da bırakmı§tı. Vefatından sonra. Zübeyr'in teri-
kesinin biri elli bin dinar idi. Aynca bin at ve bin cariye
bırakn:iıştı. Hz. Talha'nın Irak'tan günlük geliri bin di-
nardı. Serat bölgesinden geliri ise bundan da çoktu. Hz.
Abdurrahman b. Avf'ın ağılında bin atı vardı. Aynca bin
devesi ve onbin· koyünu vardı. Vefatından sonra· terik&-i
sinin dörtte biri seksendört bin (dinar) idi Bıraktığı
mallar ve çiftliklerden ayrı olarak Hz. Zeyd b. Slbit'ili
geriye bıraktığı altın ve gümüş· baltalarla kesilirdi. Hz.
Zübeyr, Ba8ra'da bir ev inşa etmişti. Mısır ve Kufe'de
de bir ev yaptırmıştı. Medine'de de bir ev yükseltmiş ve
onu alçı ve saçtan yapmıştı. Hz. Sa'd b. 'lm>i Vakkas da
Akik'de alabildiğine yüksek ve geniş bir ev yapmış idi.
Tepesinde de bir takım şerefeleri vardı. Mikdad Medine'-
. de bir ev inşa. etmiş, içini ve dışını alçı ile sıvamıştı. Ya'l!
b. :Münebbih ellibin dinar ve ak.arlar bırakmıştı. Bundan
başka da değeri üçyüz bin dirhem olan serveti de vardı.»
(23)
İşte
bu Hz. Ömer· döneminde atiyyelerde müslüman-
~an birbirine tercih sonucunda küçük çapta başlayan
zenginlik idL -Ki Hz. ömer bunu ortadan kaldırmaya
ve etkilerini telafi etmeye kararlı idi. Fakat onu öldüren
hançer darbesi erken gelmişti.· Bu darbe ise yalnız ona
değil, tsıa.mın kalbine de saplanmıştı.- Daha sonra ise
atiyye, hibe ve ikta'lardan ayn olarak, Hz, Osman'ın bu
durumu devam ettirmesiyle bu zenginlikler gelişip ço-
ğaldı. Daha sonra Hz. Osman'ın çeşitli bölgelerde arazile-

(23) Prof. Sadık ArcOn. Osman, adlı eserinden. .

344
ı1n satın alınmasına, mülkiyetlerin geniş bir alana yayı­
lıp büyütülmesine müsaade etmesiyle ve Eb'll Zerr'in
kalbinden fışkıran derin bir ihlaslı feryA.da karşı diren-
mekle bu, çok hızlı bir şekilde her tara.fa yayrldı. Halbu-
ki Ebu Zerr (R.) .in feryA.dı gayesine ulaşsaydı ve Hz.
Osman buna kulak vermiş olsaydı, durumu düzeltebile-
cek ve ümmetten zararı def etmek için İmam olmanın
verdiği, hattA. cemaatin maslahatını gerçekleştiren şey­
leri kesitılikle öngördüğü yetkilerle, Hz..ömer'in son gün-
lerinde zenginlerin fazla. mallannı alarak fakirlere ver-:-
mek arzusunu da gerçekleştirebilecektL
Servetlerin bir tarafta yığılıp büyümesi oranında,
di~er tarafta fakirlik ve yoksulluk vardı. Aynı şekilde
kin ve kızgın4k da vardı. Bütün bunlar üstüste birikip,
İslA.m düşmanlarının faydalanaca~ ve sonunda Hz. Os-
mıan'ı alıp götürecek azgın bir fitne haline dönüşmekte
gecikmedi. Bu fitqe, · Hz. Osman'la birlikte İslam üm-
metinin güven ve huzurunu da alıp götürdü,. onu büyük
bir· çalkant~ya ve feverana teslim etti. Bunun ateşi, du-
manı İslam ruhunu örtene ve ümmeti ısırırı melikliğin
eline teslirrı. edene kadar da sönmedi. ·
Bu nedenle mal sahiplerinin ve atiyye:lerde farklı­
lık gözetilmesinden fayda görenlerin, Hz. · · Osman'c1an
sonra Hz. Ali'nin uygulamakta kararlı. olduğu eşitlik
ve adalet siyasetine razı olmayıp kızmalarından ve bir
çözülüşün ortaya çıkmasından korktukları icin bu siya-
setten yüz çevirn'ıekle samimi davranmak istiyormusca-
sma görünmek.istemelerinde bir ırariPlik yoktur. Bu ıribl
kimselere onun cevabı ise güçlü vicdanında yerini bulan
İsl!m ruhundan kaynaklanan şu sözlerden başkası ol~
mamıştı: ' .
. '
«Başlarına geçirildiğim kimselere zulüm yapmakla
zafer arayışında. oimamı. mı bana tavsiye ediyorsunuz?

345
Eğer bu mal benim bile olsaydı, onlann arasında mutla-
ka eşitlik sağlayacaktım. Ya mal ancak Allah'ın olunca
nasıl davranayım? Dikkat edin, malı hakkından başka
yere vermek savurganlıktır, israftır. Böyle bir.şey sahi-
bini dünyada yükseltir ama Ahirette alçaltır.ıı

*
Emevilere. gelince mali siyaset konusunda onlar,
Ömer b. Abdülaziz'e gelinceye kadar ayrı bir yol izlemiş­
lerdi. Onun haksızlığa uğrayanlara haklannı .vermek,
müslümanların malının hak olmayan yerlerde kullanıl­
masını önlemek konusunda daha önce açıkladığımız gibi
.uygulamalan olmuştu. Onun zamanında yardakçıların,
eğlendirenlerin bu malda herharigi bir paylan yoktu.
Methiyeci şfıirlere bu maldan verilmiyor ve Beyt'ül Mal'-
dan ellerine bir şey geçmiyordu.
ömer b. Abdülaziz ile Cerir arasında geçen bir olay
vardır. Cerir, ömeri över. ömer ona der ki:
- Ey İbn el-Hatafi <Şair Cerir'in künyesi), Muhft.-
cirlerin torunlanndan mısın ki, onların haklarını sana .
tanıyalım- Yoksa Ensft.r'ın oğullarından mısın ki, onlara
gereken sana da gereksin? Yoksa fakir müslümanlardan
mısın ki, senin kavminden zekat toplayana senin gibilere
verdi~ ~bi vermesini emr edelim.
Cerir der ki :
- Ey Mü'minlerin Emiri ,ben bunların hiçbiri.sin-
den değilim. Ben kavmimin en zenginlerinden ve hali
vılkt.i m iyi olan1a.rmdan biriv.iım. Fakat ben senden,
halifelerin beni alıştırageldikleri şeyleri istiyorum: Dört
bin dirhem, onunla birlikte giyecek ve diğer menkt11
mallar.
Ömer ona dedi ki :
- Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Bana

346
. .
gelince, Allah'ın malında
senin hak sahibi olduğun gö-
rüşünde değilim. Fakat benim maaşım çıkana kadar bek-
le. Çoluk çocuğuma bir sene yetecek kadarını alıp, on-
lara saklayacağım. Sonra artan bir şey olursa, onu sana
veririz.
Cerir der ki :
- Hayır, Allah Emir'ül Mü'minine fazlasını versin
ve öğülsün. Ben de hoşnud olarak gideyim. Bu benim
daha hoşuma gider~
Cerir dönüp gidince, ömer dedi ki :
- Bunun şerrinden korkulur. Onu geri çağırın. Geri
.çağırınca ona der ki :
- Benim yanımda kırk dinar ile iki elbise var. Bi-
l'ini yıkayınca öbürünü giyerim. Ben seninle bunları
paylaşmak istiyorum. Allah da biliyor ki, benim bunlara
ihtiyacım senden çoktur. ·

Cerir der ki :
-Allah artırsın, ey Mü'minlerin Emiri, Allah'a ye-
min ederim ki hoşnudum. Bana verdiklerine kendinin
daha muhtaç olduğuna yemin edip geçimimizi daralt;..
maman, bana övgüden daha etkili geldi..»~
O hftlde müslümanlann mallann:in korunup h.8k
sahiplerine verilmesi halinde, ravilerin ömer b. Abdül-
aziz döneminde yeteri kadar ihtiyaçlarını karşıladıkları
için zekatı alacak kimse bulamamalannı rivayet etmele-
rinde şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü genel olarak
ümmet, diğer istihkaklannı alabildiğinden, zekata ihti-
yacı kalmamıştı. Bu konuda Yahya b. Sa'd diyor ki:

«Ömer b. Abdülaziz beni Kuzey Afrika'dan zekat


t~plamak üzere görevlendirdi. Zekatı tahsil ettim. Ken-
dilerine zekattan vereceğim fakirleri araştırdım. Ne ona

347
I

muhtaç ·olan bir fa.kir bulabildik, ne de onu bizden ala-


.ak bir kimse •.• Ömer b. Abdülaziz insanlan zengin et-
mişti. Ben de onunla, köle satın alıp azad ettim.»
1
Fakirlik ve ihtiyaç. servetlerin büyümesinin ve
malların çoğalmasının ürünüdür. Her zaına;n için fa.
kirler, aşırı zenginlerin kuTbanıdırlar. Aşın zenginler
ise çoğunlukla, Beyt'ül Mal'dan verilen atiyyeleıin, ik-
taıarın, zulüm ve tahakkümün sonuc.u orta.ya çıkarlar.

Emevilerle onlardan sonra gelen Abbasiler zama-


nında Beyt'ül Mal, $anki özel mülkleri inılşcesine h~.
kümdarlara, mübalı olmuştu. Üstelik iki ayn Beyt'ül
Mal vardı: Amme Beyt'ül Malı ve öze~ Beyt'ül Mai. Bi-
rincisinin gelir ve giderleri cemaate ait, ikincisinin ise
gelir ve .giderleri Sultanın kendisine ait kabul ediliyor-
du. Fakat hazan Amme mallarıwn özel Beyt'ül Mal'a
konduğunu ve özel bir takım harcamaların Amme
Beyt'ül Mal'ından alındığını görüyoruz. '
Adam Metz'in telif ettiği, Muhammed Abdülhô.di
Ebu Ride'nin arapçay~ çevirdiği «Hicri Dördüncü Asır~
da İsl.Am Medeniyeti» adlı eserinde deniliyor ki:

«Atiyyelerle Halifenin evi için yapılan bütün harca-


malar Amme'ye ait Beyt'ül Mal'dan yapılırdı. Elimizde
dördüncü asra ait bir açıklama bulunuyor. Bu açıklama
özel Beyt'ül l\ıfal'a kop.ulan çeşitli malların neler oldu-
ğunu ortaya koymaktadır.

ı ~ Beyt'ül Mal'da bulunan ve babaların oğulları­


na miras bıraktığı çeşitli mallar. Denilir ki, Harun er-
Reşid'efazla mal bıraltan olmamıştı. Bu ise 48 milyon
dinar idi. el-Mu'tasım (279 - 289 H.), halifeliğinin her
yılıiçin yapılan harcamalardan, bir milyon dinar artırı­
yord.u. Sonunda Özel Beyt'ül Mal'ında dokuz milyon

348
dinar birikti. Kendisi ise bunu on milyon dinara tama.m•
lamak, sonra da bunları eritip tek bir külçe haline getir-.
· mek istiyordu. Bunu yaptığı takdirde o sene haracın üç-
. te birini alamaya.cağını da adadı. Döktüğü bu külçeyi
genel kapıya koyinıak istiyordu. Ta ki onun pn milyon
dinarının bulunduğunu .ve buna ihtiyacı olmadığını işit­
meyen kalmasın. Fakat dileğini gerçekleştiremeden ölüm
yakasına yapıştı.·Ondan sonra el-Müktefi (289 -295) gel-
di. Biriktirilen bu parayı ondört milyon dinara tamam-
ladı.
2 - Harcamalar düşüldükten sonra İran ve Kir-
man dan gelen umumi ·çütliklerden kelen mallar ve ha-
raç malları. Bunun miktarı 2~9 - 320 H. (911- 932 M.)
yıllan arasında yirmi üç milyon dirhemi buluyordu. Bu-
nun ondört milyon dirhemi Ammeye ait Beyt'ül Mal'a,
geri kalan dokuz milyon dirhemi ise Özel Beyt'ül Mal'a
konuyordu. Bundan, buralara yapılması gerekli harca-
maları düşmemiz gerekir. Mesela 303 H. (915 M.) yılında
buralarda bir fetih için yedi milyon dirhemden fazla
harcama yapılmıştı. ·
3 - Mısır ve Şam mallan. Mesela zimmilerin cizye- .
si,· Mü'minl~rin einiri oırlla.sı nedeniylet ,Amme Beyt'ül
Mal'ına değil de, halifeye ait Beyt'ül Mal'a konuyordu.
Bu ise nazari olarak halifenin hakkı kabul ediliyordu.
4- Azledilen vezirlerin, katiplerin, amillerin mal-
larının müsaderesinden ve terekelerden alınan mallar.
(24). '
5 -: Sevld'da.,_ Ehvb'd.a, .Doğu'da ve Batı'da bulu-

(24) Halife, lllzmetç11ertn ve haHfe allesfnde ç0ool'jtt olımayanların te-


rekesine mkasçı oluyordı:t Bunlar ço<tunfukla ·çok geflrll yOıksek
mwld sahibf ktmseler otduktari için, hallfenfn hfttneslne akan
meller ·da çoıtc ofuyolıdu.

349
nan çiftliklerden ve harcdan aıınıp özel Beyt'ül Mal'a
konan mallar.
6 - Halifelerin artlrıp biriktirdjkleri. Hicri üçün-
cü asrın sonlarındaki iki halifenin (Mu'tasım ve Mük-
tefi) her biri yılda bir milyon dinar artınyordu. el-Muk-
tedir de bu kadar a:rtırmak yolunu seçmişti. Böylece bu
biriktirilen paranın tutan, yirmi be·ş yılda 25 milyon· di-
nar olmuştu. Ki bu da Harfı.n er-Re§id'in bıraktığı serve-
tin yansı civannda idi.»
Bundan halife adına
nice melikin müslümanlann
fı.nıme malına. elini uzattığı,
mali ·siyasetin İslami esaslar-
dan ne derece uzaklaştığı, bir tarafta zenginliğin D:ereye
kadar vardığı, diğer yanda fakirlik ve yoksulluğiın ne
derece olduğu, tsıamı yoldan uzaklaşılması ve İslami
esaslann tanınmaması nedeniyle, İslam toplumunun ne
denli sarsıntı geçirdiği açığa çıkmış oluyor.

*
Fa.kat tslft.m tarihinde -bütün bunlara. rağmen­
ttıa.li siyaset· ile ilgili pek çok esas vakıa olarak ortaya
çıkabilmiş, doğuşunun başlangıcında Emevilerln eliyle
tökezletilmiş olmasına. ra.ğılıen İslamın pek çok esasını
gerçekleştirebilmiştir.

Tarihte v8.kıa. olarak şunlan ortaya koyabilmiştir :


1- Amme malında. fakirler, İslam'a daha once gir-
miş olanlardan önceJikle hak sahibidir. Ahmed b. Han-
bel'in Müsned'inde. şu rivayet vardır: «Bize Bekr b. tsA
anlattı, Ebtl. AvAne de Muğlre'den o Şa'bi'den o Ailiyy
b. Hatem'den anlattı, Adiyy dedi ki:
. - Kavminden bazı.kişilerle birlikte ömer b. el-Hat-
tab'ın yam:na gittim. Tayy kabilesinden kim.isine 1kl bin

350
dirhem veriyor ve benden yüz çeviriyordu. Onun k~­
sına geçtim, benden yüz çevirdi. Onunla goo· göze geldim,
yine benden yüz çevirdi. Ona sordum:
- Ey Mü'minlerin Emiri, beni tanımıyor musun?·
Bunun üzerine arkaya doğru bükülünceye kadar güldü
ve dedi ki:
- Evet, Allah'a yemin ederim ki seni çok iyi tanı­
yorum. Bunlar küfrettiğinde sen iman etmiştin, yüz ç~
virdikleriınde sen riayet ettin, Reslllullah (S.) ın ve As·
habının yüzünü aydınlatan ilk zekat, Tayy kabilesinin
zekatıdır. Onu da Reslllullah'a sen getirmiş idin.

Bundan sonra da özür diledi ve şöyle devam etti :


- Aşiretlerinin ileri gelenleri olduklan halde fa-
kirliğin çok zor durumda. bıraktığı bir topluluğa, kendi·
lerine terettüp eden haklar dolayısıyla mal dağıtıyor·
dum.» '
İşte bu, Beyt'ill Mardan verdiği atiyye (maaş) leri
belirlerken daha önce İsIAm'a girmiş olanları öne geçi·
ren öıner'den bir olay. Bu olayın kendine göre bir değeri
ve anlattığı bir şey vardır. tsıam toplumunda, hak sahi·
bi olabilmek için ilk plAnda gelen gerekçe·· ihtiyaçtır.
Bu ise İslAmın · fakirlik ve ihtiyacı hoş görmediğini,
başka herhangi bir şeye önem vermeden önce bunları
ortadan kaldırmaya teşvik ettiğini ortaya koyan derin
anlamlı bir esastır. ·
2 - İslhnı bir tarafta servetler yığılırken, öbür t;a..
rafta yoksulluğun bulunmasını hoş görmez. Bu durumu
ortadan ·kaldırmak yolunda ise İslam Şeriatını uygular
ya.n müslüma.n Vellyyülemre (yöneticiye) rurune malını
uygun göreceği şekilde kullanma. hürriyetini verir. Bu
esası tarihte Resftlullah (S.) ın uyguladığını görüyoruz.
ResUlullah, Beni Nadir tey'inl, EnsAr'dan fakir iki kişi

351
\
1
dışında, yalnızca {Akit' MuhAcirlere dağıtmıştı. Böylece
ilk fırsatta. İsllm toplumuna. bir dereceye kadar den~
kazandırmak istemişti. Daha. sonra. gelen Ayet~i kerime,
bu tarihi uygulamayı onaylıyordu:,
«Ta ki (bu mallar) içinizden zengfu olanlar arasında
dönüp dolaşan bir devlet olmasın.ıı (el-Haşr: 7).
Bu olayın da ifade ettiği güçİü bir anlamı vardır.
Müslüman Veliyyülemr -ki, Allah'ın Şeriatini uygula-
yan odur- her zaman içiİı İslam toplumunda dengeyi
yeniden sağlayacak, bu ienel dengeyi bozacak şekilde
tabakalar arasında fark bulunmamasını arzu eden ts-
lam'ın bu isteğini gerçekleştirecek şekilde, amme malını·
yalnız fakirlere verebilmek imkanına sahiptir.

3- Mali kudrete göre farklı vergi koyma: esası ...


Zımmilere cizye vermek mükellefiyeti konulduğunda şu
miktarlarda konulmuştu:
a) Zengirilerden yılda adam· başına 48 dirhem.
b) Orta hallilerden 24 dirhem,
c) Kazanan fakirlerden 12 dirhem.
Cizye, sadaka verilen fakirden, çalışamayandan, kör
veya yatalak veya deli veya musibetzededen almmaz. Ciz-
ye ancak hür ve akıl sahibi erkekler.den alınır. Kadın ve..
ya çocuk üzerine cizye vermek yükünılülüğü yoktur.
Ramade yılında kıtlık nedeniyle açlık başgösterdi­
ğinde, Hz. Ömer zekatı tahsil etmek üzere zekat topJa-
yıcılannı göndermedi. Kıtlık kalkana kadar &nlardan
zekat istemedi. İnsanlar rahııtıayıp b<;»Uuk tekrar başlar
yınca zekA.t memurlarııu gönderdi. Memurlar ıücü ye.
~enlerden: Biri Remide yıh ~n, blr1 de bıı yıl için ol·
lııak here ikişer hiMe tahsil .ettiler. Diğerlerinden ise
almadılar. Sonra da 1"l hisseden b1dnJa hu pci. yet.

312
~eyenlere verilmesini, diğerinin. de ~endlsine Jetirilme-
. . . emretti. · .'
Vergiyi ödemeleri için zaruıi ihtiyaçlara el ko-
4 -
:t;l:ulmaması
ve zorla alınmaması esası. Hz. Ali· (R.), fumil
~zekat memuru) !erinden birine dedi ki : ,
, «, .. Onları;ı. gittiğinde yazlık veya kışlık elbiselerini,
· ~yeceklerini,
işte kullandıkları hayvanlarını kesinlikle
~tmayacaksın. Bir djrhem için hiçbirisine bir kamçı
Yurınayacaksın, bir dirhem tahsili için kimseyi ayak üs-
.~ünde tutmayacaksın, herhangi bir miktar harac tahsili
için hiç kimsenin eşyasını satmayacaksın. Biz onlardan
:1i.fv (mallarından fazla) olanı almaJda. emr olundu}\ ... »
(25).
«Adamı
ve Mihneti» prensibinin yanında ccAdani
5 .....:..
ve ihtiyacı» esası.
Peygamber ($.) bekft.ra ganimetten
bir pay, evliye iki pay vermiştir. Bu uygulama, ihtiya-
cın, meşakkat gibi atiyyelere gerekçe olduğunun delili-
dir. Cihad.da velinin meşakkati, bekft.nn meşakkati gibi-
dir. Fakat. evlinin ihtiyacı .kat kat fazladır. Bunun için
payı da fazla olmuştur. :Buna göre tek başına ihtiyaç
sahibi olmak, tsl!ın açısından mülk edinebllmek için bir
gerekçedir. Bunun ise sosyal güvenlik açısından önemi
büyüktür.
6 - Her. aciz ve muhtaç için sosyal güvenlik esası.
Hz. ömer (R.) yeni doğan çocuğa. yüz dirhem maaş ba~­
lamıştı. Biraz büyüdü mü maaşını ikiyüz dirhem yapar-
dı. Ergenlik yaşına geldi mi, bu miktarı daha da artırır­
dı. Terkedilmiş çocuğa yüz dirhem, onun velisine de her
ay belirli maaş verirdi.. Aynca onun .emzirilme ve diğer
masraflarını da Beyt'ül Mal'dan öderdi. Büyüyünce onun

{25) Ebu VU'suıf, Kitaıb'ül-Harac.

lslam'da Sosyal Adalet - 23 353


akranı diğer çocuklara. yaptığı muamelenin aynısını ona
da yapardı. Hz. ömer'in gösterdiği bu davranış, İslamdan
kaynaklanıyordu, Terkedilmiş çocuk günahsızdır, ona
günahkar ana-babasının günaru yükletilemez. Ama ya-
hudiye ve hıristiyan cüzzaınlılara nasıl maaş başladığını
önceden açıkladık. ݧte bu yalnız müslüınanları değil,
bütün insanları kuşatan ve Hz. ömer'in ruhunda etkisini
gösteren İslAmi müsamahakarlıktır. İhtiyaç, acz ve mah-
rumiyet gfillelerine kar§ı toplum güvenliğinin sağlan­
masıdır.
7 - Bunu nereden buldun, esası. Yöeticinin elinde
görülen malın kaynağı konusunda cemaatin, yöneticiyi
sorguya çekmesini önleyen hiçbir engel yoktur. Buesasm
varlığı, yöneticiyi Amme malını zimmetine g~inneden
önce iyi düşünmesini sağlar. Hz .. Ömer bu esası tayin
ettiği bütün valilerine, Hz. Ali (R.) de bazılarına uygu-
lamıştır.
8- İslam ruhundan en çok U.Zaklaşıldrğı, fıska da-
lındığını en karanlık dönemlerde bile kaldırılmayan ze-
kat esası. Hz. Ebu Bekir'in halifeliğinin ilk dönemlerjn-
de başgösteren İrtidat savaşlarından, uygarlığın g~lebe
çaldığı günümüze kadar, nazari veya ameli olsun bu esa-
sı inkar eden ~imse olmamıştır.
9 - Umumi dayanışma esası. Bu esasa .göre her
beldenin halkı, açlıktan ölen kimseden doğrudan sorum-
ludurlar. Bu sorumluluk «diyet» gerektiren cinayet işle­
me sorumluluğudur. Açlıktan ölen bu kimse aralarında
ikamet etmekte idi. Onlar onun· katili durumunda ol-
dukları için «diyet» ödemekle cezalandınlırlar. Bu esası
pekiştiren bu husus da, acıkmış veya susamış o~an kim-
senin ölümden korkması hAiinde, elinde yemek ve su
bulunan kimse ile çarpışma hakkının varlığıdır. Böyle
bir kimse, berikini öldürecek olursa, onun üzerip~ diyet
veya başka herhangi bir ceza yoktur. ·

354
10 - Faizin haram kılınması ve sıkıntı zamanında
borçluya mühlet verilmesi esası. Faiz, Fransız yasaları­
nın bize getirdiği. :nın4deci medeniyet tarafından helal
kılınana kadar haıram olarak kaldı. Bu maddeci.medeni-
yet, faizi genel iktisadi hayatın ana esaslarından biri ha-
, line getirdi. Hayattan ahlaki unsuru yok etmek, insan-
ların kalbinde yer etmiş olah iyilik ve yardımlaşma ru-
. bunu ortadan kaldırmak istemekten başka faizi gerek-
tiren hiçbir durum yoktu. Oysa İslam bu ruhu toplumun
temeli ve insanlar arasındaki yardımlaşmanın ana direği
haline getirmiştir.
Bütün bu esaslar, teşri'in (yasal bakımdan zorunlu
tutmanın) sınırları içerisine girmeyen ve toplumda yer-
leşik bulunan iyllik, yardımlaşma ve dayanışma pren-
siplerinin dışındadır. Babalarımızın --Oedelerimizin de-
ğil- yakın geçmişte her yerde gördüğü, Batı ·Medeniye-
tinin İslam Dünyasına azgınca tahakküm etmiş olması­
na rağmen, hala etkileri görülen/ bu iyilik, yardımlaşma
ve dayanışmanın varlığı, İslam toplumunda İslami ru-
hun ne derece etkili olduğunu göstermektedir. Öyle ki
bu ruhun enginliği, çoğu zaman yasal bakımdan zorun:-
. lu tutmaya ve mecbur etmeye gerek bırakmıyordu. Pek
çokve çeşitli olan vakıflar buna örnektir. Fakat bu vakıf­
·1ar bugün -Mısır'da- gayelerinden uzaklaştırılmış ve
çeşitli isimler altında talancılar tarafından talan edil-:
miştir. Bunlar şuur ve kalbi katılaştıran donuk maddeci
uygarlık tarafından ifsad edilmeden önce, uzak ve ya-
kın müslüman kuşakların ruhunda merhamet, iyiHk ve
dayanışma ve sosyal güvenlik etkenlerinin ne derece et-
kili olduğuna tanıktır.
Zayıflara sosyal güvenlik sağlama arzusu o derece
ileri gitmişti ki, bu arzu yalruz insanları değil, hayvanlan
bile kapsamına almıştı. Aciz hayvanların barındınlınası

355
ve açlıktan korunması için bile çeşitli vakıflar yapılmış­
tı.

*
Attığı ilk adımlarda,
yönetimin ve mali siyasetin an-
lamını kavramakta olumsuz büyük etkileri bulunan sal>'
malara neden olan bir şeye rağmen işte İslam budur.
Tarihte fiilen gerçekleşen İslam, işte budur. Genel
esaslan içerisinde İslam'a gelince, esaslan üzerine ku-
rulan ve şeriatini kendisine kanun kabul eden bütün
toplumların gelişen ihtiyaçlarına. her zaman için cevap
vermeye hazırdır. İslam, hiçbir şeyi dışanda bırakma­
dan ve tam bir denge içerisinde, beşert deneylerin ve be-
şeri doktrinlerin ifrat ile tefriti arasıhda gidip gelen ve
insanlığa -;-pek çok kurban götürmek suretiyle son de-
rece pahalıya malolan kör döğüşlerinden uzak bir halde
bütün ihtiyaçları karşılar.
İsl8.mın Bugünü ve Geleceği'ne gelince; gelecek 'bö-
-lfunde de bundan söz edeceğiz.

3.56
İSLAM'~ BUGfJNti VE GELECEGİ

Biz, İslftmi bir toplum içerisinde, t.sıam .şeriatının


ve İslrun düzen1nin, islftmi akidenin ve tsıa.mı ta.savvu"
run hakimiyeti altında İslAmi haya.ta yeniden dönmeye
davet ediyoruz.
Biz biliyoruz ki böyle bir İslft.rni hayat, yeryüzünün
bütün bölgelerinde uzun bir dönemden beri duraklamış­
tır. Bu bakımdan «İslamın var oluş hikmeti» de kendi-
liğinden bir duraklama geçlmı.iştır.

Hal~ «müslüman» kalmayı arzu eden pek çok kimse-


den bu dinin yediği darbelere, ondan ürkmelerine ve
emellerini kay1betmiş olmalanna rağmen bu son gerçeği
açıkça haykırıyoruz. Biz bu gerçeği, tsıAmi bir toplum
içerisinde, İslam Şeriatının ve İslam düzeninin hfiltim
Olduğu ve islAmi tasavvurun egemenliği altında İslAm.i
hayata yeniden dönmeye dAvet ettiğimiz ·bu zamanda
haykınyoruz. Aynı zamanda bu gerçeği görm.ekte ve
aynı şekilde bunu haykıımaktan ümidi kesmeyi veya bu
da.vM.a.n ve böyle bir gayret içerisine girmekten ümit-

357
sizliğe düşıµeyi gerektiren· bir durum olduğu görüşün­
de de değiliz. Bilakis bu acı gerçeği yeryüzünün her
tarafında uzun bir dönemden beri isıamt hayatın durak-
lamış olduğu gerçeğini haykınlıanın, islam'a ve tsıa.mı
hayata, yeniden dönmeye davet etmenin zorunlulukların­
dan olduğu görüşündeyiz. Bu zorunluluktan kaçınmak
imk.ansımır. .
Bu dinde inanılan bir gerçek vardır. insanlar «Al- ·
lah'tan başka hiçbir İlfth bulunmadığına» yani «Allah'-
tan başkasının hakimiyet yetkisi olmadığına» şehadet
etmeden, bu dinin insanların kalbinde ccakide» olarak,
pratik hayatta da «din» olarak ayakta durmasına iımkRn
yoktur. Bu öyle bir hakimiyettir ki, All~'ın kaza ve
kaderinde ortaya çıktığı şekilde, şeriatinde ve emirlerin-
de de ortaya çıkmaktadır. Bütün bunların, İslam akide-
sinin esasını teşkil etmekteki rolleri birdir. Bu akide bu
esas olmadan, kalbe yerleşemez. Aynı şekilde hayatın
pratik düzeninde ortay,a çıkmadıkça, akidenin hayat
gerçeğinde var olan bir <edin» olmasına da imkan yoktur.
Genel ve özel bütün konularda insanların hayatına yön
vermek yetkisi ancak «Allah'ın Şeriati»ne ait olabilir.
Yöneten de yönetilen de Allah'ın izin vermediğini fiilen
teşrie kalkışmak yoluyla «hakimiyet» hakkına sahip ol-
duğunu iddia etmekle «UlUhiyyet» hakkına sahip olma
iddiasına kalkışmaktan uzak durmalıdır. insanların,
-nassın bulunması- halinde nasStan; bulunmaması ha-
linde de ge~el esaslar içerisinde yapılan ictihaddan kay-
na:klanniadan- Allah'm şeriatfrıden çıkarılmayan, ken-
dilerince ortaya konan düzen, şart, teşri ve yasa türün-
den kendilerf1çin ortaya koydukları ne varsa, onlardan
tümüyle uzaklaşıp, hakimiyet yetkisinin Allah'tan baş­
kasına ait olmadığını ortaya· koymaları gerekir. Bunu,
Allah'ın:
«Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz,

358
Allah'a ve Resftlüne havale ediniz.» (en-Nis!: 59) emrine
UA.at etmek için· y~dırlar.
Biz, «clin»in üade ettiği anlamı ve «İslam»dan ~la­
:şılanıbu şekilde sınırlandırmayı kendiliğimizden ortaya
koymuyoruz. Allah'ın dini'nin ne demek olduğunu izah
etmek demek Qlan, bugün yeryüzünde İslamın var ol-
duğu yargısı kar.şısında durup düşünmeyi gerektiren,
<ımüslümanıml» iddiasında bulunan milyonlarca insanın
iddiasını yeniden gözden geçirmeyi gerektiren böyle bir
durumda insanın, dünyada da, ahirette de beli kıracak
kadar ağır bir fetvayı kendiliğinden vermeye kalkışma-
ması gerekir. ·
<cDinnin ne demek olduğunu, cıİslamııın ne ifade et-
tiğini bu şekilde sınırlandıran, bu dinin İlahı ve İslam'ın
Rabbi olan Allah'tan başkası değildir. Allah bunu, te'vile
gerek bırakmayan, saptınlmasına imkan bulunmayan
kesin nasslarla ortaya koymaktadır.
<ıHüküm (hakimiyet) ancak Allah'ındır. (0) kendi-
sinden başkasına ibadet .etmemenizi emr etti. İşte dos-
doğru din budur.» (Yusuf: 40).
<cOnlar arasında Allah'ın indirdikleriyle hükmet, on-
lann heva (ve heves)lerine uyma ve Allah'ın sana in-
<lircqklerinin bazısından (da olsa) seni alıkoyacaklar di-
ye, sakın onlardan.» (el-Maide: 49).
· ·ııKim Allah'ın. indirdikleriyle hükmetmezse, işte on-
1at kafirlerin ta kendileridir.» (el-Maide: 45).
ı . -:

«Hayır, öyle değil; Rab9ine yenüİı OlSUD: ki, arala-


rında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kabul .etmedik-
çe, sonra da verdiğin hükümden doı8.yı iÇlerinde hiçbir
sıkıntı duymaz hAle gelmedikçe ve (hükmüne) tam an-
lamıYI.a teslim ,olmadıkça iman etmiş .olmazlar.» (en-
Nisl: '65). . .•

3Ş9
«Ey iman edenler, Allah'a ıt~t ediniz, Resüle itaat
ediniz ve sizden olan emir· sahipl~rtne. de. ·Eğer bir şey
hakkında çekişirseniz, -eğer Allah'a ve ahiret gününe
iman ediyorsanız- onu Allah'a ve Re~üle havale ediniz.».
(en-Nisa: 59).
Bütün bu ayetler tek bir gerçeği vurgulamaktadır:
Hakimiyetin yalnızca Allah'a ait olduğu· kabul edilme-
den ne iman olur, ne de müslüman olunur. Nass .bulun.
mayan konulardaki anlaşmazlıklarda Allah'a dönmek
gerekir. Çünkü nass bulunması halinde ne görüş ortaya
atılabilir, ne de anlaşmazlık sözkonusudur. Hayatın her
durumunda yalnızca Allah'ın indirdikleriyle hükmedilir.
Ameli olarak Allah'ın hükmüne t.esUm olduktan başka
kalben de bu hükme razı olmak gerekir ... ccDo.sdoğru din»
işte budur. Allah'ın insanı~ istediği c<müslümanlık»
da budur.
Dinin ve İsl!m'ın gerçek anlamını ortaya koyan bu
anlayışın ışığında bugün yeryüzünü gözden geçirecek
olursak, bu dinin herhangi bir ccvarlığıı>m göremeyece-
ğiz ... Çünkü bu ~arl:lk, ~r hayatında hakimiyetin yal-
nız Allah'a ait olduğunu kabul eden son müslüman kafi ..
lenin de bunu t.erk etmesiy'le duraklamış bulunuyor. Bu
duraklama ise, hayatın her durumunda yalnızca onun
şerlatiyle hükmetmenin terk edildiği günden itibaren
başlamıştır. ·
Bu acı gerçeği ortaya koymamız, bunu açıkça belirt-
memiz ve «m~lüman» olmaktan memnun pek çok kişi..
nin kal'bind.e uyandırdığı ümitsizlikten korkmamız f!C-
rekiyor ... Aslında bu gibi kimselerin de nasıl müslüman
olabileceklerine inanmak haklan. vardır ...
Bu dinin düşmanları asırlar boyunca çok emek har-
cadılar, harcamaya cta. devam ediyorlar. Çok sinsi, hile~
kir ve büyük gayretler bütün bunları, müslümari olmak-
tan memnun pek çok kimseyi bu acı 'gerçekle karşılaşr
ı:naktan ve bunu aydınlıkta ele almaktan ürkütmek için
harcadılar. Aynı şekilde bunları, her konuda Allah'm
. Şeriatını hakim kılan son müslüman topluluğun· yeryü-
zünden kalktığından ve böylelikle hakimiyeti (ve ulu-
hıyyeti; çünkü bu, diğerinin eş anlamlısı ve ondan aynl-
ımıayan lazımıdır) yalnızca Allah'ı tanımaktan uzaklaş­
tığı günden beri bu dinin varlığının durakladığını ilan
etmekten de sakındırmaktadırlar. ·
Bu hilekar ve adi düşmanlar «müslüman» _olmaktan
memnun ve hala de ccmüslümanıı oldukları, İslamin iyi
durumda olduğu, dinin şeriatı insanlara hükmetrneksi-
zin de insanların müslüman olabilecekleri, hatta haki-
miyetin yalnız Allah'ın olduğuna, hakimiyetin kendisi-
ne ait olduğunu iddia edenin ilahlık iddiasında buluna-
cağına, kMir olacağına ve bu dinden çıkacağına inan-
maksızın bile insanların müslüman olabilecekleri veh-
mine kapılanların pek ç~un duygutaruıı uytişturmak
istemekte ve onların bu korku ve sakınmalanndan ya-
rarlanmaya ça.lıştnaktadırlar.
Bu hilekarlık o dereceye vardı ki Şarkiyatçı Alfred
Ca:ntwel Smith, ıcGünümüzde İsllm» adlı bir eser yazmış­
t1r. Bu kita;bm ana hedefi C<L!iklik».ln tsıam ile özd~ ol-
duğunu ortaya koymaktır. Hattı\ İslAm topraklarından
biri olan Türkiye'de gerçekleştirilen laiklik, son çağda
ba.~ıva ula.şan biricik «İslami Hareket»tir. İslAmın var
olmasını isteyen müslümanla.ra. düşen görev, aynı yolu
izlemektir. Çünkü doğru hareke;t olma. özelliği yalnız
ona. aittir.
Bu garaz bu nôkt&ya varmıştır. Aynı şekllde bizim
bunun tam zıddı olan jterçeği '-&çıkça ortaya koymamız
gerekiyor. Ki, mıiislüma.n. olmayı seV'en, bu din1n varlığı­
nın durakladığını ilA:n etmekten çekinmeyen pek çok kişi

~61
bu gerçekten korkmakta.dır... Biz bu gerçeği açıkça ilAn
edelim ki, bu dinin sevenlerine bu dinin düşmanlan ta-
rafından verilmek istenen. uyuşturucunun etkisini orta- -
dan kaldıralım.

Bu gerçeği ilan etmekten dolayı ortaya çıkaCak acı


hayal kırıklığından da korkmamamız gerekiyor. Çünkü
biz hala «İstikba.Iin İslamın olduğu»na ve bu duraklama-
nın devamlı olmayacağına hatta uzamayacağına güveni-
yoruz.· Bu topraklarda haçlı ve siyonist emperyalizminin
körüklediği musibetlerin, -ne kadar büyük görünümlü
ve müthiş olsa da bütün musibetlerin her zaman sön-
düğü gi'bi~ pek yakında söneceğine inanıyoruz.

· Varlık sahnesinde geçici .bir duraklama geçirmekte


olan bu dinin bu topraklardaki kökü çok derindir. Fıt­
rat toprağındaki kökleri ise bundan da derindir ... Bu din
yeryüzünde fiilen, tarihi bir vakıa olarak oniki asır bo-
yunca var olmuştur. Bu vakıanın bu topraklardan mah~
vedilmesi imkansızdır.. Allah'ıh,. ins~nlan üzerinde ya-
rattığı «fıtratı>ı ise, haçlı ve siyonist emperyalizm mağ­
lup edemez.
İstikbal bu topraklarda· ve üzerinde ·egemen olan
düzen ve hükümlere karşı fıtratın savaş verdiği diğer
topraklarda, bin ikiyüz yıldan fazın. bir süre fiilen var
olan bu dinindir.
Bu dinin bugünkü gerçeği budur:.. bii' duraklama
içindedir. Çünkü ancak Allab'ın kendisi için tayin ettiği
şekilde var olduğu takdirde bu dinin varlığından söz
edilebilir. Bu şekil ise, onun tek başına insanlık hayatına
tümüyle egemen olmasıdır ve böylelikle Allab'ın ulô,hiy-
yetinin gökte olduğu gibi· yeryüzünde de gerçekleşmesi­
dir; yani Allah'm şeriat.ve hükünileri kaza ve ka<;Jeri
yoluyla nasıl gerçekleşiyorsa, onun şeriat ~e emirlerine

362
·boyun eğmek yoluyla· ullihiyetinin ·gerçekleşmesidir ...
Başka türlü Allah'ın
:
«O, gökte de naıı· olandır, yerde de.» meAlindeld
buyruğu tasdik edilmiş olamaz.
İşte İslAmın geleceği budur. Bu dinin yeniden var
ola.cağına dair bü}'ük ve sarsılmaz bir emel. Uzun tarihin
desteklediği, köklü fıtratın pekiştirdiği .bir emel.
Ancak bu büyük ve sarsılmaz emelin varlığı bizi, bu
geçici duraklamanın tarihi nedenlerini, fiilen var olma-
sını engelleyen mevcut engellerin neler olduğunu, yapıl­
ması gereken ilk çalışmaların ve bu fiili varlığı hazırla­
y~ak nedenlerin neler olduğunu, enine boyuna ele al-
maktan alıkoymamalıdır.
Henüz yeni ortaya çıktığı dönemlerde İslam toplu-
munun geçirdiği büyük sarsıntıya önceden değinmiş
idik. Bu sarsıntı topluma, ResUiullah (S.) ve Raşid Ha-
lifeler döneminde yüksek bir seviyede iken, daha sonra
Emevilerin ortaya koyduklarıyla isabet etmiştir.
Şimdi bu dinin karşılaştığı ve asırlar boyunca etki-
leri devam eden en önemli sadmelere hızılca değinip
geçelim.
Biz bunların ilkini Abbasi Devletinin ortaya çıkışın~
da ve devletin henüz. yeni müslüman olmuş, içlerinden
kavmi asabiyyeti henüz atamamış oldukları için halisa-
ne İslama bağlanmamış bir takım unsurlara qayanma-
sında buluyoruz. ·Abbasi Devleti zamanla. dayandığı ve
İslam · içind~ erimeye başlayan unsurları bırakıp, bun-.
ların. yerine henüz İslamın kalplerine· iyiee .yerleşmediği
bir kısım Türkler, Çerkezler ve Deylemliler gibi kavmi
unsurlara dayandı. Böylece· devlet, isIA.m ruhuna zıd un-
surlara dayanmaya devam etti. Bu gibi unsurlara. da-

363
yanması nedeniyle de bunlardan etkileniyordu.· Bu .un-
surlara ve bunlarla birlikte devletin otoritesine karşı
içinde gizlediği güç ve büyük canlılıkla İslam ruhundan
başka direnen bir şey yoktu. · ·
Bundan sonra büyük ve vahşi bir barbarlıkla :İslam
dünyasıru. kaplayan darmadağın edici Tatar istilalan
oldu. Fakat çok geçmeden İslam kendi potasında bun-
ları eritti ve yuttu. Bunlar da onun bazı tortuları ola-
rak kaldılar. Fakat bu istilaların etkileri İslam ruhunu
şiddetlice sarstıktan, 'durum ve geleneklerinde kesin et-
ki bıraktıktan sonra eritilebildıi. Bununla beraber kasır­
gası önünde devletin sarsıntı geçirmesine rağmen, is-
lAm
. ümmeti, güçlü. ve birbirine bağlı idi, özel ve resmi
bazı yönlerde her ne kadar uzaklaşmalar olduysa da di-
.nin esaslan üzerinde dimdik ayakta duruyordu.
Burada şunu hatırlayalım. Kurulup gelişmesi bin
yılı kapsayan Roma imparatorluğu, Hun ve Gotların hü-
cumları sonucunda bir asırda ylkılıp dağıldı. İslam Dev-
·ıeti geniş bir alan üz.erine ayakta. kalmış olmasına rağ­
men Roma Devletinden bir takım eyft.letıerin dışında
bir şey kalmadı. üstelik İslam Devletinin kuruluşu ya-
rım asır gibi bir zamanda gerçekleşmiş ve ayrıca yöne-
tici Rileler arasındaki bütün iç çekişmelere tatarlardan
ve başk.alanndan yediği bütün darbelere tağmen ayak-
ta kal~bilm.iştir. Bunlar, bu gibi şartlara. karşı diren-
mekte İslAm'ın, büyük bir canlılığa. sahip olduğuna §A-
hitlik etmektedir.
Sadmeleri izlemeye devam edecek olursak, Doğuda1

Haçlı savaşı sadmesinden sonra, batıda Endülüs sad-


mesiyle karşıta.şınz. Müslümanlar birincisinde zaferi ka-
zanmış, ikincisinde yenik dü.şınüştür. Bundan sonra l:>a4-
layıp günümliZe kadar gizli ve açık devam eden haçh
ruhunun barbarca düşmanlığıyla .karşı karşıya kalma.ya
devam ettiler.
Fakat İslam
ruhu ve Müslümanlar üı.erine, musibet,
Avrupa'nın dünyaya galebe çalması, haçlı emperyaliz-
minin gölgesinin uzayıp, doğuda ve batıda isıam dünya-
sını kaplaması, bütün güçlerini İslam ruhunu öldürmek
üzere hazır tutması, miras aldığı haçlı düşmanlığından
yararlanması, sahip olduğu maddi ve kültüre.ı gücünü
kullanması ile ve bunlara ek olarak İsl~m ümmetinin
kendi içinde sarsıntı geçirip bu uzun yodla yavaş yavaş
dinin öğreti ve tavsiyelerinden uzak kalması zamanında
çökmüştür.

Avrupalınınruhunda gizli bulunan. haçlı düşman­


lığı ruhundan söz ederken; görünüşe a.ldanman:u+miz,
dini hürriyete saygı gösterir görünmesine ve «Avrupa,
Haçlı Savaşları döneminde olduğu gibi bugün hıristiyani
taassuba. sahip değildir. Dolayısıyla geçmişte· olduğu gibi
Avrupa'yı !.sl&m'a karşı mutaassıpça. hareket etmeye iten
bir neden yoktur» gibi sözlere ·kanmama.mız gerekmek-
tedir.
'
Çünkü bunların hepsi aldatmaca ve saptırmacadır.
Geçen büyük savaşta Lord Ellenbi Beyt-i Makdis'e gi-
. rerken: ((İşte ancak bugün Haçlı Sav~lan son bulmuş-­
tur>> şeklinde söyledikleri sözlerle bütün Avrupa'nm duy-
gulanria tercüman oluyordu. Sudan Umumi Valisi de
ancak bu duygunun tercümanı idi. Bu vali hükümetin
tüm güçlerini Güney Sudan'da misyonerlerin tasamı!-
1arına verirken, herhangi bir müslüman t!cirin oradan
geçmesini bile engelliyordu. Şu, olay dikkate değer:· Bir
memur, güneyde uzun bir süre kalmış ve sonra kuzeye
naklini istemişti. Fakat bu isteği kabul edilmedi. Bir
çare düşündü. Namaz için yüksek sesle ezan okudu. He-
men nakledildi.
Fa.kat bazıları, Avrupalının duygularında tsıam'a
karşı duyulan bu taassubun, şimdiye kadar bu .derece
• 365
devam etmesinden hayret etmektedir. Çünkü Avrupa
Hıristiyanlığı tanımıyor, Haçlı Savaşlarında' olduğu gibi
Kudüs'e gelen Haçlıların fery8.dı her tarafı kaplamıyor.
Fakat bu İki gerçeğe kulak verecek olursak bütün hay-
ret ve şaşkınlığımız geçecektir.
Birinci Gerçek:
«Haçlılann neden oldukları kötülükler, sil~ ses-
lerinden ibaret değildir. Fakat herşeyden önce kültü-
rel bir kötülüktü o. Batıdaki çahil topluluklara karşı Av-
rupalıların liderlerinin İslam öğretilerini ve tsıamın yüce
hedeflerini. kötülemeleri, Avrupalı aklının zehirlenmesi
sonucunu doğurmuştur. Avrupalıların kafasında. yer eden
şu gülünç düşünce bu sırada yerleşmiştir: Güya İslam,
şehvetıere hitap eden bir dindir, hayvani bir katılıktır,
şekli bfr takım farzlara yapışmaktır. Kalplerin arındınl­
ması ve temizlenmesi değildir ... Daha sonra da bu dü-
şünce yerleştiği gibi kalakaldı. Yine bu dönemlerde Re-
sulullah Muhammed. (S.) 'e, onlarca: «köpeğim» (1) adı
takıldı. ..
«Her tarafa kin tohumları Saçılmıştı ... HaçWann
cahili hakimiyetlerinin, Avrupa'nın pek çok yerinde kuy-
rukçuları vardı. Bu durum Endülüs hıristiyanlarına, top-
raklarını «putperestler»den kurtarmak için savaşmak
cesaretini verdi. Müslüman .Endülüs (İspanya)ün yok
edilmesi gerçekleşene kadar uzun asırların geçmesi ge-
rekti. Bu savaşın bu şekliyle uzadığı görülünce, İslam'a
karşı şuurlanma tohumlan Avrupa'nın her tarafında

(1) •Mahomed• ve ·Mahound• kef!lmelerrnı karşılaştırın. •Mı:ı• birinci


şahıs için mülkiyet' zamlrldir. •hound da Almancada köpek de-
mektir. işte bu lakabı takanlar, iki kelimenin ·benzerliğinden fıay.
dalamyorlardı. (Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktaısında Is·
ıam, Dr. ômer Fe,rruıh'un Arapça çevirisi.)

366
ekilmeye başlandı, sonra. .da. iyice yerleşti. İspanya'da
İslam döneminin sonu, dünyada eşi görülmemiş katılık
ve vahşilikte aşınderecedeki mücadelelerle gerçekleşti.
Her ne kadar bunun arıkasındarl ilim ve kültürün sonu
gelmiş ve bunların yerine orta.çağ c~liği ve katılığı gel-
miş olduğu biliniyoc idiyse de; Avrupa'da bu sonun ~­
sında sevinç çığlıkları yükselmişti.

«Fakat İspanya'da yükselen bu sevinç çığlıkları he-


nüz dinmemişti ki, bütün önemi olan üçüncü bir olay
gerçekleşti. Bu, batı dünyası ile. İslam dünyası arasın­
daki ilişkilerin bozulmasını daha da ileriye götürdü. Bu,
Türkler eliyle İstanbul'un düşürülmesi olayıdır. Avrupa,
!stanbul'a eski Yunan ve Rom.a'nın bir kalıntısı gözüyle
bakıyor ve onu Asya barbarlarına karşı kendisini koru.-
yan bir sur olarak görüyordu. Artık İstanbul'un düşme­
siyle Avrupa kapılan sonuna kadar İslam seline açıl­
mıştı. Daha sonra gelen ve sav,aşla,rla dopdolu olan asır­
larda ise Avrupa'nm İsl~m düşmanlığı yalnızca kültü-
rel önemi olan· bir dava olmaktan çıkıyor, bununla bir-
likte. siyasi önemi de olan bir dava haline geliyordu. Bu
ise, var olan bu düşmanlığı daha da artırdı.
«Bununla birlikte Avrupa bu çarpışmalardan çokça
yararlanmıştır. Batı'da gerçekleştirilen
Rönesans, İslami
kaynaklardan ve özellikle Arapça kaynaklardan çokça
yararlanmıştır. Bu da çoğunlukla doğu ile batı arasın­
daki maddi ilişkilerin varlığına bağlı kabul edilmi.'?tiı;
İslam dünyasının sağladığı faydadan çok, Avrupa fay-
dalanmıştır. Fakat Avrupa bu iyiliğin karşılığıni ver-
medi. Bunu, İslam'a olan kini azaltmakla yapabilirdi.
Fakat durum bunun aksi oldu, bu kin zamanla gelişti,
sonra da normal olarak daha ileriye gitti. Bu kin o de-
rece idfki, «müslümann adı anıldı. mı, bütün kitle şuur­
lan yok oluyordu. Bu kin onların atasözlertne bile girmiş

367
ve kadın veya erkek olsun her .Avnıpalının kalbinde yer
etmişti. Bütün bunlardan daha garibi, bütün kültürel de-
ğişme dönemlerine rağmen bu kin canlılığını yitirmemiş­
tir. Reform hareketlerinden sonra, Avrupa'nın birliğini
kaybedip, mezhep ayrılıklarına düştüğü ve her bir ta,.
rafın, karşı taraf aleyhine silahlandığı dönem geldi. Fa-
kat, İslam düşmanlığı hepsinde ortak: özellik idi. Bun-
dan sonra, dinl şuurun gerilediği dönem gelir.. Fakat
İslam düşmanlığı yine sürme~tedir. Buna en açık delil-
lerden bir tane.si şudur: Fransız filozof ve şairi Volter,
18. asırda hıristiyanlık ve kilisenin ·en amansız düşmanı
olmakla birlikte, İslama ve İslam peygamberine karşı
da aşırı bir kine sahip idi. Daha ·sonralarıı batılı ilim
adamlarının yabancı kültürleri etüt etmeleri ve bir de-
receye kadar yumuşaklıkla onlara karşı çıkmalan döne-
mi geldi.·
İslam ile ilgili konulara gelince, onların geleneksel
hakir görmeleri, ilmi· araştırmalarında maklil olmayan
bir tarafgirlik hA.Unde ortaya çıkıyordu. Böylelikle ta-
rihin Avrupa ile ·tsınm dünyası arasında açmış olduğu
uçurum, köprüsüz kalmaya devam etti. Daha sonra ts-
ıa.mı hakir görmek ve küçümsemek Batı düşüncesinin
bir parçası Mline geldi.Vfilcıa şu ki, modern çağlardaki
ilk Şarkiyatçılar, İslim topraklarında faaliyet gösteren
hıristiyan misyonerler idi. Onların İslam öğretilerinden
ve tarihinden ortaya çıkardıklan· ((çirkinleştirilmiş tab-
lo», Avrupalıların «putperestlet'»e (müslümanlara) karşı
tavırlarını belirlemekte etkili olacağı ga:rantili esaslara
v.öre hazırlanmıştı. Şarkiyatçılık, daha sonralan misyo-
nerlik nüfuzundan kurtulmuş ve Şark ilimlerinin yönünü
olumsuz yönde etklleyeeek cahilfuıe dini bir hamiyet kal~
mamış olduğu halde, bu cctablo» şuur altında varlığını
· sürdürdü. Bu bakımdan şarkiyatçıların İslam'a hücum-
lan, onlann miras aldıklan biricik karakter ve tabii bir

368
özelliktir. Bunlar Haçlı Savaşla.nnm ortaya çıkardığı ön,.
ceki Avrupalıların sonrakilerin akıllarında bıraktığı tor-
tular üzerinde yükselir.
«Bazıları şöyle bir soru sorabilir: Böyle 'bir eski nef- ·
ret, -ki bu nefret esasında dini ~di ve hıristiyan kilisesi-
nin ruhi tahakkümü nedeniyle o zaman için mümkün-
dü- dini şuurun ancak geçmişe ait bir mesele olarak
değerlendirildiği günümüZ Avrupa'sında nasıl olur .da
·hal~ devamı edebiliyor?

«Böyle bir problem, hiçbir zaman garipsenecek bir


şey değildir. Psikolojide bilinen bir gerçek vardır: İnsan
çocUkluğunda kendisine telkin edilen bütün dini inanış­
larını· yitirdiği hhlde özel bazı hurafeler ve yitirilen bu
inanışlarla ilgili olan batıl anlayışlar, insanın hayatının
bütün dönemlerinde akli her izaha meydan okurcasına;
varlıklarını devam ettirebilir. İşte Avrupalıların İslam'a
karşı tavırları da aynen bunun gibidir. İslam'dan nefret
etmeye neden olan dini şuur bu sıralarda yerini daha
maddi bir hayat sürmek arzusuna. bırakmış olmasına
rağmen, eski nefretin bizzat kendisi, Avrupalıların alnl-
larında gizli bir duygu unsuru olarak varlığını deıvaın
ettirmektedir. Bu nefretin kuvvet derecesi ise, kişiden
kişiye şüphesiz ki değişmektedir. Fakat bu nefretin her
kişide var olduğu şüphesiz ki Haçlı Savaşlarının ruhu
-küçülmüş bir ·şekilde de olsa- Avrupa'nın üzerinde
hala dolaşmaktadır. Avrupa medeniyeti öleşiye sa~mış
bu cesedin gölgesinden. izler taşıyan bir tavırla, İslam
dünyasının önünde durmaya devam ediyor.» (2)

(2) Muhammed Es~. Yolların Ayrılış No4ctasında lslAm; Arapça.ya çev•


. Dr. ômer Ferruh. (Türkçe tercüme: H. Karaman, s. 48-51, lst. 1969).

isıtım'da SO!!'Jlal Adalet - 24 369.


İkinci Gerçek:

Haçlı Avrupa ve Ameıika emperyalizminin İsl.Am ru-


hunun, empa.ryalizmin istilasına karşı dirençli bir kaya
gibi olduğunu, bu kayayı mutlaka parçalamak veya en
azından yerinden oynatmak gerektiğini hesaba katma-
ması mümkün değildir. Bazı aldatılmışlarıw veya satıl­
mışların: ccAvrupa dine önem vermiyor ve onu bir güç
kaynağı olarak da görmüyor. İslam dünyasının maddi
gücünden başka. bir şeyden korkmuyor.» şeklindeki söz-
lerinin hiçbir değeri yoktur. Din gerçekte ruhi bir .kuv~
vettir. Bunun maddi kuvvetlerin yenilenmesinde kendine
göre bir payı vardır. üstelik İslam, Hıristiyanlıktan ayn
bir özelliğe sahiptir. is1am, maddi güçlerin hazırlanma­
sını emreder, direnmeye ve mücadeleye teşvik eder, ken-
dilerini zayıf bırakanları ve teslimiyetçi bir tutum ta-
kınanları dünya ve ahirette kötü A.kibetle korkutur.

«Siz de onlara. (düşmanlara) karşı güçünüzün yet-


, tiği kadar kuvvet ve (cihM için) bağlanıp beslenen atlar
hazı.rlayın ki, bununla Allah'ın düşmanını, kendi düş­
manınızı ve bunlardan başka sizin bilemeyip. de Allah'ın
bildiği diğerlerini korkuta$ınız.» (el-Enfal: 60).
«EY iman edenler, mü'minleri bırakıp da kAfirleri
veli (dost ve idareci) ler edinmeyin.» (Al-i İmran: 28).
«Artık dünya hayatı yerine ahiret satın alanlar Al-
lah'ın yolunda savaşsın.» (en-NisA: 74).
«Gevşemeyin, mahzun da olmayın, Siz eğer (ger-
çekten) mü'min iaeıniı, (galip ve ) üstünsünüzdür. Eğer
size (Uhud'da) bir yara değmiş bulunuyorsa, (Bedir'de)
o kavme de onun gibi bir yara değmiştir.» (Al-i :tm.rtn:
139- 14-0).
BUİU?. göre din ruhi bir kuvvet, bir disiplln gücü-
dür ve ma-..1d1 bir kuvve~ sahip olmaya d8. bir çağrıdır.

370
O·hillde Avrupa ve Amerikan emperyalizıtııi için bu dine
düşman kesilmekten başka çare yoktur. Ortada olanın
tümü şudur: Her ulusun sömürü şekli farklı olduğu için
düşmanlık ve saldırganlığın şekli de farklı görünümlerde
olmaktadır. Bundan· başka şart ve durumlara göre de
..,sömürü şekli farklı olabilir. Mesel~ Fransa, Mağrib'de
sömürüsünü, «Berberi Yardımı» veya başka herhangi
bir isim altında İslam'a karşı açık bir savaş şeklinde or-
taya. koyar. Şam'daki Fransız Emperyalizminin temsilci-
leri de kendilerin! herkesin önünde ye açıkça «Haçlıların
torunlanı> olarak ilan ederler. İngiltere ise sinsiliği ter-
cih eder. Mesela, İslfuni hayatı (hatta tümüyle Şark
hayatını) ayakta tutan bütün esaslan küçümseyen bir
· ka.nıu oyu oluşturıma.k için Mısır'daki Eğitim Enstitüleri-
ne gizlice sızma yolunu seçer. Bu düşünce doğrultusun­
da bir öğretmen nesli yetiştimı.e işi gerçekleşti mi, bun-
ıan yetişecek nesilleri bu ooyayla boyamak üzere okul-
lara ve eğitim dairelerine salar. Bunlar aynca bu düşün­
celeri oluşturacak programlan da hazırlayıp okullara
uygularlar. Özellikle de bakanlık bünyesindeki eğitim
. kurumlarında bulunan İsl!m kültürünü hatırıatan tilin
unsurları tamamiyle uzaklaştırmaya beslemek ihtiyacını
duymaz. Çünkü bu görevi, Mısır kamuoyunu oluştur­
makta. geniş etkisi bulunan büyük bir kitleye bırakmış­
tır. Güney Sudan'da. ise böyle bir saptırmaya gerek gör-
mez. Bunun için hır1stiyan misyonerlere ve müslüman
tAcirlere karşı önceden açıklamış olduğumuz tavn, açık­
ça ortaya koyar. Amerika ise İslam dünyasının her ta.
rafında İslAmı btitün esaslanyla akidesiyle, ahWoyla
ve hareketliliği ile tam anlamıyla yok edecek şart ve
düzenleri yerleştirmek yolunu !$eÇer..
Görülüyor ki geçmiş asırlarda her bir eınpezyaJist
devlet, bu dine karşı· durmakta ve 0nu yok etmek için
kendine göre bir yol izlemiştir. HA.IA. özünde da.yanışnıalı

371
bir programla bu işi yürütmeye devam ediyor. Uzak
veya. ya.kından İslAm'ın karşı karşıya kaldığı her prob--
lemde Batılı ülkelerin takındığı tavırda. bu, açıkça gö-
rünmektedir.
Batılıları bu şekilde yönlendirenlerin yahudilerin
Amerw'daki ve dıger ülkelerdeki mali nüfuzJarı oldu·
ğunu sanan1ar, İngiliz emellerinin ve Angio·Sakson de-
sıselerinin bu tavn yönlendirdiğini kabul edenler; do·
ğu ile batı bloklan arasındaki çekişmenin biricik etken
oıduğunu ileri sürenler ... evet bütun bunlar, bu konu-
da bütün bu unsurlara eklenmesi gereken gerçek bir
unsurdan· habersiz bulunuyorlar. Bu uılsur, batılılann
kaıılannda bile akan, şuurlarının altında yer eden Haç·
lı ruhu ile birlikte Batı emperyalizminin İslfun ruhun-ı
dan korkması ve İslam· gücünü yok etmek istemesidir.
Öyle ki, bütün batılıları bu ortak duygu ve bu ortak
maslahat birleştirmekte ve bu, Komüpist Rusya ile Ka-
pitalist Amerika'yı bir noktada, bir arada tutmaktadır.
Hem Haçlı emperyaliSt dünyada, hem Maddeci Komü-
nist dünyada aynı şekilde İslam'a karşı tertiplere gıriş.
mekteki Uluslararası Siyonizmin rolünü unutamayız.
Bu ise; Restllullah'ın Medine'ye hicret etmesinden ve
İslam devletinin kurulmasından ·bu yana yahUdilerin
sürekli olarak oynadıkları bir roldür.
Hayret edilecek durumdur ki, ilk dönemlerinden gil-
nüm üze kada,r karşı karşıya kaldığı bütün sadmelere
rağmen, ardarda ona gelen sadmelere, ve· bunların yeni
gelişmiş yapısını etkilemesine rağmen, daha sonra gü-
nümüzde ba.tı uygarlığının maddi ve m\Wüman adını
taşıyan bazı kimselerin, emperyalistlere Alet olarak ts-
lam'ı gönül rahatlığıyla yıkİnalannı ve yok etmelerini
sağlayan- kültürel galibiyetine rağmen;
Evet, bütün bunlara rağmen İslam ruhu, kendi yapı-

312
sı içerisinde sağlıklı kalabilmiş ve onun gücü genel bir
özellikte insanlık hayatının akışında etkili olmaya de-
vam edebilmiştir. Bu ruh, ondört asırdan bu yana dünya
politikasının şekillendirilmesinde etkili olmaya devam
etmiştir. İslam'ın hesaba katılmadığı hiçbir siyasi hare-
ketin veya savaş hareketinin varlığından söz edilemez.
-İslam dünyasının zayıflama, dağılma, ruhi, sosyal ve ik-
tisadi hayatının çÖZÜlme dönemlerinde bile. bu, böyle ol-
muştur.

Artık tsıam:ın donukluk ve çözülüş devri gerileme


kalmıştır. Her yerde tslam'ın dirilişinin habercileri olan
hareketlere yöneltilen öldürücü darbelere r&ğmen, artık
İslftmın yayılması ve yükselmesi dönemi başlamıştır.
Bunlar öyle görünümlerdir ki, !slam'ın yapısında gizli
olan ca.nJ.ılığı, "temennilere ve olaylan· hayıra yorma esası
üzerine değil ·de, gözle· görülür, ameli ve gerçekçi esas-
lar üzerine. yeni bir İs1Ami hayata yeniden başlamak­
tadır. Baza.ıı tökezletici etkenlerin ortaya çıkmasına rağ­
men tsırun, bugün toparlanma ve hazırlık dönemindedir.
Ortaya çıkan bu etkenler gelip ,geçici olmaktan ve yazın
ortasında gökyüzünde görülen bulutlardan başka bir
şey değildir.

Fakat ben, İslam dünyasında İslami hayata yeniden


dönüleceğine ve İslamın istikbaide evrensel -yöresel de-
ğil- bir düzen olmaya hazır bulunduğuna dair mutlak
inancıma rağmen, serseri bir hayalin arkasında sürükle-
nerek, bunun gayet kolay bir iş olduğunu söyleyemem.
Hayır, bu yolda büyü!k ve çeşitli engeller olduğu
gibi, bizzat İslam toplumunda sahih İslami hayata dön-
meden önce gerçekleştirilmesi gereken büyük işler var-
dır. Bu büyük engelleri iyice tanımak ve yapılması ge-
reken bu işlere dikkati çekmek ise; hedef aldığımız ,gaye-
nin büyüklüğünün, bu gaye için. kalkacak. kimseleri göz-

3'13
leyen yükün ağırlığının şuurunda olmanın bir gereği­
dir.
Bütün engeller ve bütün sıkıntılar değerlendirilme­
den ve feryat ederek çağıran, harcanmaJ.aruıı istediği
büyük gayretlere dikkat çekmeden, yalnızca hamaset
ve taşkınlıkla bağırıp çağırmak, emellerin gerçekleşip
umutların hakikat olabilmesi için yetei'li değildir.

Yönetim politikası ile İslam ruhu arasında uzun sü-


re uzaklaşmanın, bu «ruh»ta.n kaynaklanan politikaya
yeniden dönmeyi daha da güçleştireceği tabiidir. Çünkü
devlet aygıtı, toplum, bütün esaslarıyla hayat kurallari,
ruhi ·ve akli yönelişlerin hep.5i belirli bir takım esaslar
üzerinde yükselirler ve uzun ve büyük gayretler harca-
madan bunların değiştirilmesi zor olur. Zaman geçtikçe
de bu zorluk artar, daha uzun ve daQ.a büyük gayretlere
ihtiyaç duyurur.
·Uzun za.man etkenine, çağdaş bir etkeni daha ekle-
mek gerekir.· Bu etken şudur: Biz bu dünyada tek başı­
mıZa yaşamıyoruz. Bu dünyadan uzak ~ köşede de de-.
ğlliz. Bizim maslahat ve davala.runız, -ileride açıklaya­
cağı.mıız gibi- İslami düşünüşe bütünüyle aykırı bir dü-
şünüşe sahip belli bir uygarlığın tahakkümü altındaki
bu dünya ile içiçedir. Bu durum bizim İslami hayata doğ­
ru atacağımız adımlan bir taraftan ağırlaştırmakta, di-
ğer taraftan bize bir takım yükümlülükler getirmekte-
dir.
Bu son etkenin önemini artıran bir durum daha
vardır. Maslahatlannıızm içiçe olduğu bu batı dünyası
günümüzde bizden (maddi anlamda) daha güçlüdür.
isIAının ilk dönemlerinde olduğumu'Z gibi, ona denk bir
kuvvetimiz ve onun üzerinde herhangi bir tahakkümü-
müz yoktur. Ayrıca Batı aynı zamanda bize ve özellikle

374
de dinimi7..e amansız bir düşmandır. Bu nedenle büyük
gayretler harcamadan sağlıklı bir İslAmi hayata yeni.
den başlamamıza ve İslam düzenini yeniden kurmamı­
za fırsat vermez.. Halbuki bizim Batı dünyasına üstün-
lüğümüz veya kuvvetine denk bir kuvvetimiz olsaydı,.
veya bize ve kendisine dönmek istediğimiz dinimize
dost bulunsaydı, harcamaµıız gereken bu gayretleri da-
ha da azaltmamız mümkün olurdu.
Ancak bütün bunlar tsırun düzenine yeniden dön-
menin imkansız olduğu anlamına gelmez. Bunun ifade
ettiği anlam, bunun zor ve büyük bir iş olduğu, normalin
üstünde çalışmalara gerek duyurduğundan ibarettir. Her
şeyden önce de bu dönüşün gerekli olduğuna inanmaya,
bu yolda bulunan zorlukları göğüslemek cesaretini .gös-
termeye, bu iş için gereken yorucu gayretlere sabretme,..
ye, İslam dünyası içinde, bütün insanlık için de bunun
mrunlu olduğuna. inanmaya görevi mevcut durumu ya-
mamaktan i'!,>aret olmayan, bilakis mükemmel, yeni ve
yaması bulunmayan yepyeni bir gerçek ortaya koymaya
kabiliyetli kurucu, yepyeni uakli güç>)e gerek vardır.
Mevcut batı uygarlığının çeyrek asır gibi bir zaman-
da dünyayı iki büyük savaşa sürüklediğine değinmemiz
bu konuda. önemli gerçeklerden biri olarak ele alına­
bilir. Nitekim bu uygarlık savaştan sonra dünyayı JJo.
p ve Batı diye iki bloka ayırmış ve her zaman üçüncü
bir dünya savaşı tehlikesiyle, her yerde türlü çalkantılar­
la karşı karşıya getirmiştir. Ve bugün bütünüyle dünya
düzeni çalkantı ve çözülüş içindedir, yeni ·esaslar ara-
mak peşindedir, insanlara insani esaş.J.ara güveni geri
getirecek yeni bir ruhi azık araştırmak peşindedir.
Bununla birlikte batı dünyasının İslam medeniye-
tinin esaslarını kabulü konusund::ı. gereğinden fazla iyi
niyete sahip olmamak da gerekir. Ancak bu, 'başka bir
konudur. Evet, Bernard Shaw gibi bir adam, <;Batı dün-

375
. yasının bu yöne yönelmeye başladığını» söylemekte ve
«bu yola doğru gittiğini» bildirmektedir... Demektedir
ki:
«Muhammed'in dininin yann Avrupa'da kabul edi-
leceğini söylemiştim. Fakat bugünden itibaren kabul
edilmeye başlandı bile. Orta çağlann hıristiyan din adanı­
lan, İslamı en karanlık renklerle tasvir etmeye ko~l­
muşlardı. Bu ise ya bilgi.sizlik, ya da çirkin bir taassup
nedeniyle olmuştu. Gerçek şu ki onlar Muhaı:nmed'den
ve dininden aşın şekilde nefret ediyorlar ve Muham-
med'i Mesih (Hz. İsa) in düşmanı sayıyorlardı. Bana
gelince., Muhammed'in insanlığın kurtanc1sı olarak· bi-
linmesi gerektiğine inanıyorum. Ve inanıyorum ki, eğer
onun gi!bi bir kimse çağdaş dünyanın dizginlerini eline
alacak olursa, problemlerin çözümünde tam bir başarı
sağlar Ve dünyaya barış ve mutluluk getirir.

«Ondokuzuncu asrın insaflı düşünürleri Muham'.'


med'in getirdiği dinin taşıdığı değeri kavradılar. Ca.rlyl,
Goethe ve Gibbon gibileri bunlar arasındadır... Böyle-
likle Avrupa'nm İsl!m'a karşı tavrında iyi bir değişme
meydana gelmiştir. Avrupa.bu yirminci asırda ise büyük
bir ilerleme kaydetmiş ve Muhammed'in getirdiği dinin
akidesini sevdirmeye başlamıştır. İhtimal ki ileride bun..
dan uzak bir noktaya varıp bu akidenin problemlerini
çözmek için Avrupa'ya neler verebileceğini anlayacak-
tır. Halihazırda benim ulusumdan ve diğer Avrupalılar­
dan pek çok kişi Muhammed'ln getirdiği dini kabul et-
miş bulunuyor. Bu durum ise bize bunu söyleyebilme
imkanını veriyor. Avrupa'nın tslam'a doğru değişmesi
başladı bile.» (3)

(3) Ntır'ui•lslam dergisi, sayı: 40, <S. 5720, yıl: 1353 H. Nakleden Dr.
Heykel, Hayatti Muhammed.

376
Bizim görüşümüz şudur
ki: Eğer müslüınanlan tem-
belliğe bırakıp Avrupalıların kendi dinlerini kabul e~
melerini beklemeye itmek için şuurlarını· uyuşturmak
gayesiyle söylenmeımdş ise de, Bernard. Shaw'un bu söy-
ledikleri haber vermekten ileriye gitmemiştir. Fakat du-
rum ne olursa olsun; bunun gerçekleşmesini beklemek
iki neden dolayısıyla. bu· zaman için mümkün değildir:
Birincisi: Avrupalının ve Amerikalının tabiatının
derinliklerinde yer alan, ba~lardan oğullara miras ola-
rak devredilen İslam düşmanlığı ve günümüzde bu düŞ:­
manlığı besleyen, bu engelle birlikte bu yolda yer alan
batı sömürüsü ile doğunun menfaat çatışması.

İkincisi: Avrupalının düşünüşü maddi esaslar üze-


rine kurulmuştur. Ruht düşüncenin bundaki etkisi çok
zayıftır. Bu Roma Medeniyetinden günümüze kadar
böyle devam edegelmiştir. Bu ise bu konuda değinip geç-
mekle olniayan, açıklamayı gerektiren bir durumdur.
Hatta şu önemli soruya cevap vermeye k~ar uzanır: İs­
lam Medeniyeti' ile Batı Medeniyeti arasında yardımlaş­
ma olabilir rnl ve bu yardımlaşmanın sınırlan nelerdir?
Bu kitabın baş tarafümnda demiştik ki: Avrupa bu~ ·
gün bile hıristiyan olmu§ değildir. Çünkü dar bir toprak
parçası fu.erlndeki mücadelenin tabiatı müsamahaıkar
hıristiyanlığın esaslarınınbu topraklara kök salmasına
imkan venriemiştir. Hıristiyanlığın tabiatında bulunan
gereksiz zühdü ve dünya hayatına hiç önem vermemeyi
de buna eklemek gerekir. Şimdi bu iki etkene, daha ön-
ce hızlıca değinip ~tiğimiz üçüncü bir etkeni. ekleyece~
ğiz. O da köklü Roma İmparatorluğunun ve hıristiyanlı­
ğın Avrupa'ya girmiş olmasına rağmen hayatın kenarın­
da kalakaldığı için, Roma İmparatorluğunun öğretileri­
nin hıristiyanlığın yolunda engel olaİ'ak kalmasıdır.

377
Burada «Yollann. Aynlış Noktasında İslam» adlı
·eserden yeterli ve başka eklemeler yapmaya ·gerek bırak­
mayan bazı alıntılar yapalun: «Roma İmparatorluğu,
kuvvet ile otorite sağlamak ve diğer kavimleri yalnızca
A.n.avatan yararına sömürmek düşüncesi üzerine kurul-
muştu. Ayncalıklı bir grubun refahını sa~lamak için
RomaWar, bu kavimlere katı davranmakta bir kötülük,
onlara zulmetmenin bir aşağılık olduğu görüşünde de-
ğillerdi. Romalılann ünlü adaleti, ya.lruzca Romalılara
ait bulunUYordu. Bunun gibi bir yönelişin, hayatı ve
uygarlığı katıksız maddi bir esas üzerine algıla.maktan
başka bir temel üzerine kurulmasllıın mümkün olamı­
yacağı, .hiç şüphesiz düşünsel ve fakat her şeye rağmen
bütün ruhi değerlerden uzak bir zevkin süslediği maddi
bir temel üzerine ancak kurulabileceği apaçıktır. Roma-
lılar gerçekte din diye bir şey tanımıyorlardı. Onların
tanrııan ise Yunan hurAfelerini taklide yeltenmekten
başka bir şey de değillerdi. Bu tannıann varlığına sosyal
örfü korumak için ses çıkartılmamıştı. Bunlann, hayatı
gerçekten ilgilendiren durumları etkilemesine hiç de im-
kAn verilmiyordu. Onlara düşen, bazı sorular sorulduğun­
da taunların diliyle konuşanlar aracılığıyla bir takını şi­
irler söylemekti ( 1) . Fakat insanlığa ahlW yasalar ver-
mek, onlardan beklenen bir şey değildi.
«Çağdaş batı uygarlığının geliştiği toprak işte budur.
Tekftmülü sırasında pek çok etkenin de rol oynadığı. şüp­
hesizdir. Diğer taraftan birdeD: çok yönden Roma'dan al-
dığı kültürel mirasta bir takım değişiklikler yaptığı da
tabiidir. Fakat kalıcı gerçek şudur: Batının hayat ve
ahlakında görülen her şey, Roma medeniyetine aittir.
Diğer taraftan eski Roma'riın sosyal ve fikrl atmosferi,
tümüyle katıksız bir faydacılıktan ibaretti, dini değ~. Bu
bir varsayım değil, gerçeğin tA kendisidir. Modern Batı­
nın atmosferi de böyledir. Mutlak olarak dinin Mtıl ol~

378
duğuna Avrupalılarca bir d~lil olmamasuıa. ve böyle bir
delilin var olması gerektiğini de kabul etmemelerine rağ-
, men, çağdaş batı düşünüşünün dini. bazan hoşgörü ile
karşıladığı, · ba.za.n da sosyal bir örf olduğunu söylediği
hıllde, genel oıaiak
mutlak ahlakı pratik ölçülerin dışın­
da ele aldığını
görüyoruz. Batı uygarlığı elbet~ ki Al-
·Iah'ın varlığını inkar etmiyor. Fakat mevcut düşünüş
düzeninde Allah'ın yararlı olacağı bir alanın bulunduğu
görüşünde değildir. tns.andaki fikri acizlikten veya haya-
tın tümünü k1il§atama.ınasından yapmacık bir fazilet or-
taya koydu. İşte çağdaş Avrupalı insan, yalnızca deney-
sel bilimlerin sınırlan içerisinde kalan düşüncelere ve
en azmdan his edilen bir şekilde insanın sosyal ilişkile­
rini etkilemesi umulan bu düşüncelere önem vermekte-
dir. «Allah'ın varlığı» meselesi ne bunun, ne de ötekinin
·aıanı içerisine girnıed.iği için,. Avrupalı aklı, Allah'ı pra-
tik ölçüler dairesinin dışına çıkarma. eğilimindedir.
«Burada kaxşımıza. bir soru çıkmaktadır: Böyle bir
yönelişin hıristiyani düşünüş şekliyle uyuşması nasıl
mümkün olabilir? Batı medeniyetinin ruhi ·iskeleti oldu-
ğu gibi mutlak ahlAk» temeli üzerinde kurulu bir inanç
değil midir- Böyle olduğunda. şüphe yoktur. Fakat o
mınan çağdaş batı uygarlığını hıristiyanlığın ürünü ola-
rak kabul etmekten daha. büyük bir ~ta olamıyacağını
bilmemiz gerekiyor. Batı düşüncesinin gerçek esaslan,
eski RomaWarın hayat aınlayışlarında aranmalıdır. On-
larca hayat, mutlak olarak her, çabadan antılmış bir «fay-
da» konusudur. Bunu aşağıda.ki şekilde ifade etmek de
mümkündür: Biz, bilimsel yolla, ne insan hayatının as-
lını, ne de ölümden sonraki Wbetini bilmek inıkfuıma
sahip değiliz. O hAlde mutlak olarak ahlAka, ilmi delillere
meydan oku~an temeller üzerinde .kurulu terbiye ilke-
lerine bağlanmaya kendimize imkAn vermeksizin, bütün
güçlerimizi maddi ve fikri imkanlarımızın alanı içeri-

379
sinde kalan şeylere harcamak, bizim yararuru.zadır.· o
hAlde, çağdaş batı uygarlığına özgü bu yöne kabul edile-
meyeceği gibi, hıristiyanlığın dini düşünüşü çerçeve-
şinde de kabul edilemez. Bunun nedeni ise bu yönelişin
özünde dlndışı (lMk) olmasıdır. Bu .bakımdan çağdaş
batı uygarlığının ürünlerini hı:ristiyanlığa bağlamak, ta-
rihi açıdan büyük bir hata olur. Batının bugünkü uygar-
lığı içinde yer ala.n ve kendi rlışındakilerin tijmüne üstün
gelen maddi - ·ilmi ilerilikte hıristiyanlığın payı, gerçek,.
ten çok azdır. Gerçekte bu ilerilik., Avrupa'nın, kilise ile
ve hayatı kontrol altında tutması ile yaptığı uzun müca-
delenin bir ürünüdür ... Diğer taraftan bugün büyük
bir çoğunluğa göre, Roma tannlannda olduğu gibi, hıris­
tiyanlığın şekli bir önemi vardır. Ki Romalılar bu tanrı­
ların toplumda gerçek herhangi bir etkinliklerinin olma.-
sına müsade etmedikleri gibi, onlardan böyle bir şey de
beklemiyorlardı. Dini yöntemlere göre düşünen ve du-
yan ve inançlanyla uygarlıklarının özü arasında bir
uyum sağlamak için umutsuzca gayret harcayan sayılı
bazı kişilerin, batıda buluna.bileceği şüphesizdir. Fakat
bu g:lıbi kimseler yaln~a istisnaıdir. İster demokrat, is-
ter faşist, ister komünist, ister çalışan, isterse de düşü­
nür olsun, sıradan her Avrupalı olumlu tek bir din tanır.
o da: Maddi ilerlemeye tapınmaktır. Yani hayatta, ha-
yatın kendisini gittikçe kolaylaştırmaktan başka her-
hangi bir hedefin bulunmadığına inanmaktır. Veya her~
kesin ağzındaki: «Tabiatın zulmünden kurtulmak»tır.
Bu dinin tanrılarını büyük fabrikalar, laboratuvarlar,
dans pistle:ri ve elektrik üretiminin yapıldığı yerlerdir..
Bu dinin kahinleri ise, 'banketler, teknokratlar, sinema
yıldızlan, sanayi patronları ve uçuş kahramanlarıdır. Bu
gibi bir durumda kaçınılmaz olan sonuç şudur: Kuvvet
ve sevince kavuşmak için devamlı çaJıştnak. Bu ise elle-
mnde silahlaİ'ln dolup taştığı, ·menfaatlerin çatıştığı yer.;

380
de birbirini yok etmeye kararlı topluluklar ortaya. çıkarır.
Bunun kültürel alandaki sonucuna gelince: AhlAk felse-
fesi pratik faydası olan konulann dışına taşmayan, elin-
deki i~lik ve kötülüğü ayırd eden ölçüsü, <(maddi» llerle-
me»den ~ka bir şey olmayan bir insan tipini ortaya
çıkannasıdır.»

Bütün bunların özeti şudur: Şimdiki Avrupalı İslam


ruhunu anlamaya ve insanlığın problemlerini çözmek
için ondan yararlanmaya hazır değildir. Her. ne kadar
bir takım değişme ve tekamüllerden, bizzat İslam dün-
yasının kendisi, belirtileri, apaçık esaslan bağımsız bir
İslami hayata yeniden başladıktan ve duygularını· cez-
beden, düşüncelerini düzelten, ayakta duran ameli ger-
çekleri bu hayatta gördükten sonra batının buna hazır
olması imkansız olmayan bir şey değilse de, şimdi durum
böyledir.. Benim özel inancım da şudur; Uzun zaman ve
pek çok kuşak geçmeden, batı, herhangi bir şekilde İs­
lam ruhunu anlayamayacaktır.
Yine bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Amellerin
ahlaki gayeleri üzerine kurulu olan İslam' düşünüş şekli,
pragmatist (faydacı) ahlaki değerler üzerine kurulu olan
Batı düşün.üş şekliyle aynı noktada kavuşamaz.· Sağlıklı
bir İslami hayatı gerçekleştirmeye çalışan bizlerin bunu
hesaba katmamız görevlerimizdendir. Bunun için bu ha-
yatı dışarıdan ithAl edilecek iğreti değerlerle ya.mamaya
kalkış:m:amannz gerekir. Çünkü iğreti alacağımız bu de-
ğerler, bizim soylu düşünüşümüzle bağdaşamaz.

. İslam'a dAvet edenlerden batı düşünce yöntemlerini


iğreti olarak alnıak isteyenler düşünüş, yaşayış ve karşı·
lıklı ilişkiler konularında batıcı yollan iğreti olarak ha-
yatlannı yenilemeye başlamakla birlikte;. c~landırmaya
çalıştl)ı[J.a.n ha.yatı toprağın altına .gömmüş. oluyorlar.
Çünkü bunl.ar a.tt:ıkla.rı ilk adımla ta.bil olan biricik -yolun

381
dışına çıkmışoluyorlar. Bu biricik yol ise: Hayatın, in-
şasında ahlaki unsuru kökleştiren, davranışta ahlaki ga-
yaleri gözönünde bulunduran ve faydayı ahlakın en yük,;,
sek gayesi olarak gönneyen isı~ esaslar üzednde dü-
şünmektir.

Bu kitabın ilk bölümlerinde, İslamın salih bir ha-


yatın bütün gayelerini gerçekleştirdiğini ve hayatta ah-
laki unsuru koruduğunu görmüştük. Ve yine görmüştük
ki, İslarmn en büyük dinamik değeri, hayatı ,kısım kısım
ele almamasında, gaye ve araçları ayn ayn görmemesin-
de, hayatın yapısında, kainatın ve insanların tabiatında
tnaddi ile ruhi olan arasında bir çatışmanın varlığını ka-
bul etmeyip bilakis hayatı tek bir bütün olarak ele alıp
tümüyle büyük bir uyum içerisinde bu hedeflere doğru .
yol aldığını kabul etmesindedir.
Buna göre İslAm, insanlığa hayat için eksiksiz bir
sistem sunuyor. Bu sistem uygulama ve tefri'de (4) heır
zaman için gelişmeye müsaittir. Fakat dtıreltilmeye veya
aslına veya hedeflerine· yeni şeyler eklemeye elverişli de-
ğildir. '
Bu sisteımıin doğal sonuçla.nnı bütünüyle verebilmesi
için, eksiksiz bir şekilde uygulamaya konulması gerekir.
Aks1 takdirde esas ve hedefleıinde yapılacak en küçük
1

deği4iklik, onda bir çöz:ü.lüş meydana getirir ve bu deği..


şiklikle birlikte İslAmın orta.ya k0yduğu hayat şekli hiç-
bir zaman gerçekleşemez.

Külli sistemin esası ürere tefli ve uygulamadaki sü-


rekli gelişmeye gelince, bu İtJAmın' da · açıkça. orta.ya
koyduğu, t.eşvik ettiği, gerekli 1ı:tıkAnlaruu hazırlsdığı ·ve

. (4) Tefri: KtyfJo!l ve k:tfohed yoluyla, nassların ctffsına çıkmekşızın,. fı<Q.


ici>mlerın dallandırılıp budaklandınlması<lır. (Çev.)

382
kabul ettiği tabii bir durumdur. Her zaman· için açık
olan. ictihad ve Allah'm şeriati ile hükmeden inıam'a
tanınmış geniş yetkiler... Evet, bunlar tefri ve uygula·
mada · gelişmeye süreklilik kazandunıak, hayat akışına
paralellik içinde olmi:ık ve sürekli yenilenen ihtiyaçlara
cevap vermek içindir. Bu konuda uyulması gereken biri-
cik nokta !Judur: Tefri ve uygulamalar, İslamm temel
esaslarının clliiına çıkmayacak, İslamın gözettiği hedef-
lerden ba.şka hedeflere yönelmeyecek veya İslam ruhunu·
bir kenara bırakıp, onun dosdoğru ve güçlü ruhundan
başkasına bürünmeyecek.

İslam toplumu fillen ortaya çıkınca, alan hem içti-


had için, hem de bu dinin hükümlerini topluma uygula-
. ı:nak için· tümüyle açılmış olacak. Bizim herhangi bir
tefrii kabul veya reddimizin ölçüsü ise bu tefri'i :tsıamın
ana prensiplerine ve genelruhuna arz etmek olacak.trr.
Onun prensip ve ruhuna uyanla.rinı kabul ederiz, uyma.-
yanlarını red ederiz. Çünkü iman derecesinde ruhumuza
şu yerleşmiştir: Biz hayat hakkında, herhangi bir dinin
veya felsefenin veya uygarlığın sahiplerinden daha bü-
yük bir tasavvurun sahipleriyiz. Çünkü bizim bu tasav-
vurumuz, hayatı yaratan Allah'ın yapısıdır.
Fakat bu son derece toplu bir ifadededir. Bu büyük
hedefe varabilmek için pratik araçların neler olduğuna
dair açıklamalar yapmayı gerektiriyor. o halde Allah'ın
izlliyle bu ·~ıklamalara başlayalım .


· İslami haya.ta. yeniden dönmek yalnızca 'İslAın şe-.
riatından kaynaklanan dümn ve· ka.nunla koymakla. ger-
çekleşmez. Bu.. hayatı kµ.nnak · için İslamın üzerine da-
yandığı iklesastan biridir ve bu esasla.nn ilki olmayıp

383
ikincisidir. Birinci rükün ise yalnızca Allah'ın ulfthiy-
yetini, dolayısıyla yalnızca onun h8.kimiyetini kabul eden
ve h8.kinıiyet hakkını iddia etmek ve fiilen- buna kal-
kışmak suretiyle Allah'tan başka ulfthiyet hakkına sa-
hip olduklarını ortaya koyanların idialarını red eden
doğru akidedir.

Sosyal Adalete gelince, bu da böyle bir İslami haya-


tın parçasıdır. Bu parça böyle bir hayat gerçekleşmeden
tam anlamıyla gerçekleşemez, onun sağlam esaslan üze-
rinde kurulmaksızın kalıcılığı garantilenemez. Soisyal
Adaletin durumu da hayatın diğer herhangi bir yönü gi-
bidir. Bunun da doğru imana ve İslamın yeterliliğine gü-
vene dayalı olması kaçınılmazdır. Aksi takdirde manevi
.esaslarını yitirir ve yalnızca yasal ve düzen.sel zorlama-
lara dayalı kalır. Böyle bir oorlamanın ömrü ise, bundan
kurtula;bilinceye kadardır.
Bu bakımdan tslAmi hükümlere uymak ve onlara
itaat etmek daha mümkündür~ Çünkü bu hükümler, dini
bir akideye dayanır. Yine bu bak:ıımdan başlangıç nok-
tasının bu akide olması ve ona ilişen tahrif, te'vil ve
şüphelerin red edilmesi gerekir. Böylelikle değindiğimiz
tesri düzenine, doSdoğru bir İslami hayatı gerçekleştir­
mek üzere dayanak olabilecektir. İşte bununla bu ha-
1

yat -gerçekleşeceği vakit- teşri ve tevcih (yönelt:me)


esaslan üzerine kurul:muş olacaktır. Ki bunlar, bütün
hedeflerini gerçekleştirmek için İslamın iki ana aracı­
dır.

Buna göre; hayatı


düzenleyen fsl&:mi Teşri konusunu
düşünmeden kişi ve toplumların
ruhunda bu bölümün
başında. · açıkladı~iz esaslar üzerinde İslAmi akideyi
yeiı:iden kurmamız gerek:pıektedlr.
. Özünde batılı ve tsIAm.'a düşman olan kültürle,. eği-
f'\
38-{
tim ara.çıanyla
ve düşünüş şekilleriyle İslami bir akide
-0luştunnamız bizim için nasıl kolay olabilir? Olamaz,
çünkü bunlar ilk olarak İslamın hayat anlayışına düş­
man olan maddi bir esas üzerine kurulurlar. İkinci ola-
rak İslam'a karşı savaş, bunların oluşmasında vazgeçil-
mez bir unsurdur. Bunun açıkça görülmesi ne ara yerler-
de gizlenmesi arasında ise herhangi bir fark yoktur.
Söylediğim gibi, biz İslami düşünüşü canlandırmak
için batı düşüncesini araç olarak alırsak, iİk anda.n iti-
barerı yenilgimizi il!n etmiş oluruz. O halde ilk olarak
batı düşüncesinin etkisinden kendimizi kurtarmamız ve
özüyle İslamı olan bir düşünce yoluna sahip bulunma-
mız gerekiyor, ki, böylelikle katıksız, an bir ürün elde
-etmeyi garanti etmiş olalım. ; .
İslami tasavvurda «Hakimiyetııin kapsamı yalnızca
yönetim kanunlarınd.an ve anlaşmazlıklarda bunları
hakemı kılmaktan iibaret değildir. Dolayısıyla, kanunları
yalnızca Allah'ın şeriatinden almakla ve anlaşmazlıklar­
da yainı.zca bu şertate başşvurmakla sadece Allah'a ibadet
edilmiş olmaz ... Şeriatı, yönetim şekline ve ilgili kanun-
larına hasredecek olursak, bilelim ki bu, İslam tasavvu-
rundaki ccŞeriat»in ifade ettiği anlamı ort.aya koymak-
tan uzaktır.

Allah'ın Şeriatı, Allah'ın, insanlık hayatını düzen-


lemek için k?ymuş olduğu kanunların tümünü ifade
eder ... Bu inanç esaslarında, yönetim şeklinde, yaşayış
şeklinde ve marifette kendisini gösterir ... inanç ve ta-
savvurda ve bu tasavvurun tüm öncülerinde keruUni gö&-
terir ... Teşrii hükümlerde kendini gösterir... A.hJ.B.k ve
yaşayış kurallarında kendini gösterir. Topluma egemen
olan kişileri, eşvayı ve olaylan değerlendirmede ölçü
alınan değerlerde kendini gösterir... Son olarak da bü-

isldm'da Sosyal Adalet - 25 385


tün yönleriyle tanımada, fikri ve sanat alanlarının te-
melinde kendini gösterir.
Teşrii hükümler Allah'tan alındığı gibi, tüm bu ko-·
nula.rın da Alla.h'tan alınması gereklidir... Kanun ve
yönetimle ilgili yanı ile birlikte hakimiyet, şimdiye kadar
yaptığımız bu açıklamalarla anlaşılmış olmalıdır. Ah-
laki yaşayış ile ilgili kuralların topluca İslami tasavvur
esaslarıyla ve Allah'ın Kitabı ile Resfüünün Sünnetinde
genişçe açıklanmış hükümlere göre olması gerekir. Top-
lumda kabul edilen ve kendileriyle kişilerin, eşyanın ve·
olayların değerlendirildiği değer ve ölçülerin de nasıl
olınala.rı gerektiği bir dereceye kadar anlaşılmış. olma-
lıdır. Çünkü herhangi bir toplumda kabul edilen değer­
ler, o toplumda geçerli olan varlık düşüncesiyle, varlık
ile yaratıcısı arasındaki ilişkilerle ilgili düşüncesiyle, bu
varlığın kendi arasında.ki ilişkileriyle, bu .düşünce tara-
fında bu toplumun hedefleri veya insan varlığının gaye-
sinin bunlar olduğunun belirlenmesi ile doğrudan doğru­
ya. ilgilidir.
Bir örnek verelim: İslam tasavvurunda insan varlı­
ğının amacı, Allah'a ibadet etmektir. -Yani yalnız ona
ibadet etmek ve kullara ibadet etmekten kurtulmak-
tır-. Görevi i~: Yeryüzünde Allah'm halifeliğini yap-
mak, yeryüzünün güçlerini, gizli' imkanlarını ve gıdala~
nnı kullanmak. on.da terki-p ve tahliller yapmak, hayatı
maddi gelişmelerle ilerletmek ve geliştirmek ve bütün
bunları da Allah'ın düzeninin gölgesinde ve sınırlan içe-
risinde g-erçekleştirmektir. Böylece insan maddi ha va.;
tında, «Allah'ınkullan için çıkarmış oldu.P..ıı hoş nzık­
tan faydalanmak» noktasına; ruhi .hayatına~ da maddi
baskılardan kurtulmak noktasına yükselmiş olacakt:µ-. İs­
lam tasavvurunda üstünlüğün ölçüsü takvadJr. cıSizin
Allah'ın yanında en kerim · (şerefli, üstün) olanınız, en
386
çok takva sahibi olanınızdır.» tsıamı ahlAlon . ve yaşa­
yışın tüm kura.lla.n da takva üzerine kuruludur. Takva
ise Allah'ın ilahlığı ve insanın kulluğu esasından çıkar.
Ahlak binasının tümüyle üzerlerine yükseldiği duygular
da ondan çıkar ... Bu öncüllerden daha evvel söz etmiş­
tik. Fakat bunları, İslamın kendine ozgü.değerlere sahip
olduğunu anlatmak iÇin hatırlatıyoruz. Bütün bunlar '
da bizzat akidenin alındığı kaynaktan alınır, başka.' her-
hangi bir kaynaktan alınmaz. Çünkü bunlar da yalnızca
Allah'a ibadet etmenin gereklerindendir ... Bunlar ise,
kullanılmakta olan Şeriat kelimesinin değil de, gerçek
anlamıyla Allah'uı Şeriatının üade ettiği anlamların ba-
zısıdır.

O halde; itik.ad ve tasavvur esaslarını, ahlak ve ya-


şayış esaslannı, toplumda geçerli olan hayatın tüm ölçü
ve değerlerin esaslarını müslüman, İlahi kaynağın dışİn­
da kalan hiçbir kaynaktan almaz .... Bu durum isedoğru­
dan doğruya akideyi ilgilendirir. Bunlardan herhangi bi-
risini Allah'tan başkasından almak, bir ve tek Allah'ı
ilah kabul etmek anlamını içeren «ubtldiyyet» ·esa.Sına
kökten aykırı düşer ... Böyle bir kimsenin durumu, daha
önce hakkında Allah'ın hükmünü açıkladığımız yasaları
Allah'tan başkasından alanın hükmünün aynısıdır.
o halde «tarım ahlakııı ve «sanayi ahlakı» diye
bir şeyyoktur. Yalnızca tarım toplumunu ilgilendiren
değerler ve yalmı.ca sanayi toplumuna ait değerler yok-
tur... Burjuvalar topluluğunun bir ahlakı, proleterya-
nın ayrı ahlakı olamaz. Kapitalist ahlak ve sosyalist
ahlak, kapitalist değerler ve sosyalist değerler diye bir
. şey yoktur. Var olan yalnızca şudur: İslami ahlak ve
cahili ahlak. İslami değerler ve Cahili değerler... Bir
tarafta, tek bir ulô.hiyetin varlığından ve her şeyi ve
her canlıyı kuşatan ub~diyyet (kulluk) tasavvurundan,.

387
kaynaklanan bak ve değerler; diğer tarafta,. rububiyye-
tin çeşitli görunümleriyle ortaya çıkan pek çok rabbm
varlığınıkabul etmekten kaynaklanan ve insan vicdanı,.
nı ve insanlık hayatını çeşitli rablar ,arasında parça
parça bölen ahlak ve değerler vardır... Bir tarafta Is-
18.mın varlık tasavvurundan, varlığın yaratıcısı ile ilgi.
~inden, insanın bu varlıklar
içindeki yerinden, varlığ-ı
nın gayesinden ve görevinden, insanın maddi alemle,
canlılarla ve kendi hemcinsleriyle ilişkilerinin çeşidin­
den ve tfun bunların Allah ile olan ilişkilerinden kay-
naklanan ahlak ve değerler vardır; diğer tarafta çeşitli
Şekil ve görünüşleriyle ortaya çıkan cahili tasavvurlar-
dan kaynaklanan ahlak ve değerler vardır. İslAmi ta-
savvur dışında kalan tüın tasavvurlar ise cahili tasav-
vurdur. Cahili tasavvurlar, hiçbir zaman Allah'ın biri-
cik dosdoğru yoluyla. kavuşmayan, farklı ve dağınık
yollardır. Dolayısıyla bu yollar hiç .bir zaman Allah'a
ulaşamaz. - Allah'ın biricik dosdoğru yolu ise, O'nun
Kitabında ortaya koyduğu şekildedir, insanların kendi
hevAlarıyla ortaya koydukları şekilde değil-:-.

Bütünüyle sosyal şartlar, bütünüyle siyasi şartlar,


bütünüyle iktisadi şartlar ... bunlar tjimüyle iktisadi ta-
savvurdan ve bu tasavvurdan çıkan değerlerin uygula-
maya konmasından kaynaklanırlar. Buna göre; bütün
bunlarla ilgili tel~lerin, İsJAmi tasavvurun veya -Şe­
riatten anlaşılan dar anlamıyla değil de, gerçek anla-
mıyla- İslam Şeriatinin dışında herhangi bir kaynak-
tan kaynaklanmamalan gerekir. Bütün bunları yalnız..
ca Rabbani kaynaktan almak bir ve tek uluhiyyette ubO.-
diyyet (Kulluk) ta bulunmayıikrar etmenin gereğidir.
Bütün bunlarda durum_,.. Şerlatten de, Haidmiyet kav-
ramından da dar anlariııyla anlaşılan şekliyle kanuni hü-
kfunlerin durumunun aynısıdır. Oysa Şeriatın alanı da,

388
hakimiyetin alanı da sırf kanuni hükümlere hasredilen
dar anlamdan çok daha geniş ve kapsamlıdır..
·Bütün bu açıklamalar, bir dereceye kadar anlaşıl­
mıı.ş ve bu konudaki açıklamalar ilk olarak burada yapıl­
mamış ve bu gibi konuların okuyucuları için yabancı ol-
mayan bir konu olmalıdır. Her ne kadar bütün bunların
akide (inanç) ile ilgili olduklarını özellikle vurgulamak
gerekiyorsa da aslında konu doğrudan doğruya bir tek
uluhiyyete kulluk yapmayı kabul etmek veya etmemekle
ilgilidir.
Fakat bir dereceye kadar garip gelecek olan şudur:
Sanat alanında, fikir alanında ve bilimsel alanda İslami
tasavvura ve bu tasavvurun tıaııı kaynağına dönmek ve
bunun da. akide ile, bir ve tek İlMıa kulluk yapmayı ka-
bul etmenin gereklerinden olduğUnu ifade etmek ola-
caktır.

Sanat alanında eksiksiz bir kitap yayınlarun.Lş


bulu-
nuyor. Bu kitap bu konuyu açıklıyor. Buna göre sana-
tın tüm alanı, insanın tasavvurlarının, tepkilerinin, olum-
luluklannın ve yönelişlerinin insanca. ifadesidir. Müalü-
tnanda bütün bunla.Ta. egemen olan -ha.tt~ on.lan mey-
dana getiren-, kAinatı, ruhu ve hayatı tüm yönleriyle
· kuşatan, onun kAinatı, ruhu ve hayatı yoktan var edenle
ilişkileı1ni kaı:aıyan İslAıni tasavvurdur. özellikle de
bu insanın gerçeği, · kMnattaki yeri, varlığının gayesi,
görevi, hayatının değerleri ... Ue ilgili tasavvurdur, ilham
vericidir, etkileylcidiİ', faaldir, iticidir, insan yapısındaki
tilin hareketlere hWmdir. (5).

(5) Muhammed Kutub, Menhee'rı.I Fennly el-fftl&mt ·&dh · eseri. (Eser:


hl&n ~kıde; Sanat, edryla Fikir Yeyınl1'1'1. ·arasında çı.f<tmş.
tır. -Çev-).
Bu bölümün ileriki paragraflarında bu konudan kı­
saca şöz edeceğiz.
Fikri ve ilmt çalışmalar konusuna, bir ve tek olan
ilaha ibadet etmeyi kabulü gerçekleştirmek, yani akide
açısından müslümanlığını gerçekleştirmek için bu ça-
lışmaları İslami tasavvura yeniden geri çevirmenin zo-
runluluğuna gelince, işte gerekli açıklamaların yapılma­
sını zorunlu kılan mesele budur. Çünkü bu mesele arar
lannda İslam sıfatını ve imanl. gerçekleştirebilmek için
hakimiyet ve teşri yetkisini Allah'a vermenin kesinlikle
gerekli olduğunu kabul eden bir kısım müslümanlar da
olma..'!{ üzere, Çağın okuyucularını yabancı veya el atıl­
mamış bir konu olabilir.

Akide (inanç) ile, varlık hakkında genel tasavvur


ile, ibadet ile, ahlak ile, toplumda geçe'.l'U değer ve ölçü-
ler ile siyasi, ihtisadi ve sosyal düzenin esas ve yöntem-
leri ile, insanın faaliyetleri ve tarihinin akışı il~ ilgili
herhangi bir konuyl.ı, müslüman kimse İlahi kaynaktan
başkasından almamalıdır. Bu gibi· bilgileri dininden;
takvasından ve akidesini J:ıayata hakim kılmak istediğin­
den emin olmadığı kimseden öğrenmemeliqir.

. Fakat müslüman kimse, kimya, tabiat, biyoloji, as-


tronomi, zanaat, tarım, yaimzca idari ve teknik açıdari
idare, aynı açıdan çalışma yollan, yine aynı açıdan sa.;.
vaş yollan ve buna benier diğer konulan ve deneysel
ilimleri, müslüman olmayan bir kimseden öğrenebilir.
Fakat ktlrulacağı vakit İsl!rn toplumunda asıl ol~n,
-ıbunlar farz-ı kif!ye oldukla.n için-'- bütün bu alan-
larda. yeterli hale gelmektir. Bu aıanıaıılı her birisinde
mütehassıs elemanların olması gerekir ki. diğerleri üze:·
rinden bu yüküm.l:ülük kalksm. Almi takdirde 'bu. konu·
!arda. yeterli olmak için gerekil hazırlıklar yapılm.a.yacak,

390
ortam
bunların oltışaçağı, yaşayacağı, çalışıp üreteceği
hazırlanmayacak olursa, tilin toplum günahkir olur.
.Ancak bu gerçekleşene kadar müslüman kişi, sırf bu
ilimleri ve pratik uygulamalarını müslüman olandan
da, olmayandan da. öğrenebilir, bu konularda mıüslfunan
olanın da olmayanın da çalışmalarından faydalanaıbilir,
müslüman olanı da, olmayanı da bu alanlarda çalışa­
'bilir...
Çünkü bu alanlar Resülullah (S.) in: «Siz dünyevi
işlerinizi daha iyi bilirsiniz» anlamındaki hadisinin sınır­
ları içerisine girer ve bunlar, müslümanm hayat, kainat,
insan ve varlığının gayesi, gexçeği ve görevleri, etrafın­
daki varlıklar ile ve bütün varlıkların yaratıcısı ile ilişki­
lerinin türü hakkındaki tasavvurunun oluşturulması ile
ilgili değildir. Ferd veya toplum olarak müslümanın
hayatını düzenleyen esaslarla, kanunlarla, düzen ve şart­
larla da ilgileri yoktur. Bu bakımdan akide sapıklığına
düşmesinden. ve cahiliyete irtidat etmesinden de korkul-
·maz.
Ferd veya toplum olarak insan faaliyetlerinin yoru-
muyla ilgili hususlara. gelince, -ki bunlar, insan ruhuna
bakış ile, tarlhinin akışı ile, kainatın, hayatın, insanın
meydana gelmesiyle ilgili yorum ile fizik ötesi olması açı­
sından ilgilidir (ve fizik ötesi, kimya, fizik, astronomi,
biyoloji ve tıp gibi deneysel ilimlerle ilgili olmayan aJan-
dır) - Bunların durumu kanunların, hayatı ve faaliyet-
1erin.i düzenleyen yöntem ve esasların durumu gibidir1
·yani doğrudan doğnıya·akide (inanç ve i~) ile ilgill-
.dir. Müslüman bukonulan, ancak elininden veı taik.vasın­
·dan ve bütün bunları Allah'ın şeriatından aldığından
emin olduğu kimselerden. Qğrenebilir. Önemli olan iseı
'bunun akide. ile ·llgm olduğu hususunun müslümanın
-duygusunda yer etmesidir ve müslümanın bUnu, sırt Al~

391
lah'a kulluk etmenin gereği yani müslümanlığırun gere-
ği olduğunu bilmesidir.

Müslüman cahili çalışmaların ürünü olan eserleri


okuyabilir. Fakat bunları bu alanlardaki tasavvurunu
olu.ştunnak için okumaz. Cahiliyyetin nasıl eğri yola
·saptırdığını ve İsl~m esaslarına bunları yeniden döndür-
mek suretiyle bu sapmalan nasıl doğrultacağını bilmek
için okur.
Bütünüyle felsefenin yönelişleri, bütünüyle insan
tarihini yorumlama yönelişleri, genel yorumlan dışındaki
bazı görüş ve müşahedeler bir yana, tümüyle psikolojinin
yönelişleri, dinler tarihi araştırma yönelişleri ve onlar-
dan çıkartılan genel sonuçlar değil de, sadece anket ve
istatistikler dışında kalan tüm sosyolojik yonırnılar.
İslami
olmayan, cilıili düşüncenin, eski ve yeni tüm
yönelişleri doğrudan doğruya cAhiii tasavvurlardan et-
kilenm1ştlr ve bu tasavvurlar üzerinde yükselmektedir.
He~in1n değilse bile en azından büyük çoğunluğunun
yöntemlerinde, genel olarak dini tasavvura, öz.el olarak
da tsıkmi tasavvura gizli veya açık bir düşmanlık var-
dır.
Bu g:l:bi fikri ve ilmi konularda. durum, deney sı­
nırlannı aşmayan. ve 80Iluçlan ortaya koymaktan ileıi
gitmeyen kimya, biyoloji, astronomi, fizik, tıp ve benzeri
ilimlerde olduğu gibi değildir. Tabii bu ilimlerin herhan-
gi bir şekilde felsefi yorum alanına -I>arWin'izmde ol-
duğu gibi- tecaVfu: etmemesi gerekir. Ki De.rwin1zm,
deneylerin sınınru aşarak, delllsizı arzu ve he'Varun dı­
şında böyle konuşmayı gerektiren bir durum olmakslZl.n,
((hayatın meydana gelmesi ve tekAmül etmesini yonım­
la.ınak için ta.biat fileminin dışında bir güciln var oldu-
t1;1.mi1 var saymaya. gerek yOktur.» demek nokta~.ma'vai-
mıştır. . ' . .

$92
Bütün bu gibi durumlarla ilgili yeterli bilgiler, müs-
lümarun elinde vardır ve bunlar her şeyi doğru bildiren
Allah'ın açıkla,ırrialan arasındadır. Bu bilgiler öyle bir,
düzeydedir ki, burcia.n bu alanların tümündeki beşeriye­
tin çabalan gülünç ve anlamsız görülür. Üstelik durum
tümüyle inançla doğrudan doğruya ilgilidir. Bu inanç
ise: Yalnız bir ilaha iman ve herşeyi kapsayan ubudiyyet
(kulluk) akidesidir. Bu akide, bu tasavvurun ana kuralı
ve en büyük gerçeğidir.
«Kültür, insanlığın bir mlra.-sıdır, ne vatanı olur,
ne ırkı, ne de dini ... » hikayesine gelince ... Bu ?fkAye~
deneysel ilimle ve bunların pratik uygula.malanyla ilgili
olduğu ve bu bilgilerin sonuçlarından hareket edilerek
felsefi yorumlar yapılmadığı, insa.nın ruhu, faaliyetleri
ve tarihi ile sanat, edebiyat ve bütün şuur ifadeleriyle
ilgili felsefi yorumlara g1dilmediğ1 zamanlar., doğrudur.
Fakat bu noktayı aştı mı, bütün engelleri ve özellikle
akide ve tasavvur eng-ellerfni yıkmaya önem veren ulus-
lararası yahudillğin tw.aklanndan biri olurlar. Ta ki ya-
hudiler yıktıkları bu engeller arasından dünyanın her
ta.rafına -dünya gevşemiş ve uyuşmuş hAlde llren-,
s:ızaıbilsin ve sonra. da dünyada şeytanı düzenini ve bun-
ların başında tüın insanlığın çalıştıklarının kazancının
yahudilerln fa.izci mali kurumlan.na altın8sın.ı sağlayan
faiz düzenini kursun! ..
İslA.nı deneysel ilimlerin ve bunların pratik uygu- ·
lamalaruım dışında.,. .lld çeşit kültürün varlığını kabul
eder: 1 _:._ tslAmt, tasavvur es.&$1 üzerinde ayakta duran
İslAmt kültür, 2 -:-- Hepsi de tek_ esasa batlı ol8n çeşitli
yöntemiere dıiyalı CAhilfyye ldut(irlt. · ·
,' ' ·. '. .- '

-· Bu yöntemlerin tümü beşeri ·düşünceyi Uahla.~tır..


ma.k esasi Ü7.ıerinde ayakta' duru.r w ölçülerinde ilfthi hiç•
bir şeyyoktur ... İslam kültürü fikri her alanı ve insani
va.kıMın tümünü kuşatmıştır. Onda bu alanın gelişme­
sini ve canlılığını sağlayacak tilin kural, yöİıtem ve ö.zel-
lilcler her zaman vardır.
Bu konuda bizim şunları bilmemiz yeterli<fir: Çuğ­
daş batı sanayi uygarlığının üzerine kurulduğu deneysel
metod, ilk olarak İslam Üniversitelerinde geliştirilmiştir
ve bu metod, esaslarını İslami tasavvurdan, onun insanı
kainata yöneltmesinden, tabiatından, birikim ve güçle-
rinden almıştır. Fakat daha .sonra bu metod yalnızca
Alvrupa'da kullanıldı ve Avrupa bu metodu geliştirip iler-
letti. Bu ise İslam düiı.yasında bu metodun tümüyle terk
edildiği döneme rastlar. Çünkü İslam dünyası, çevresin-
de gizlenmiş etkenler, dışından yapılan Haçlı ve Siyonist
hücumlar aracılığıylı:ı, basamak basamak ~idesinden,
tasavvurundan ve temel metodundan uzaklaştınlmıştı.
Daha sonra Avrupa almış olduğu metod ile bu metodun
İslam itikadı Ue ilgili esasların arasın~ kopardı ve haksız
olaraıt, Allah adına ( ! ) insanlara tahakküm eden kili-
seden kopuşu sırasında ise bu metodla nihM olarak Al-
lah'tan uzaklaştı. ·
Böylece Batı düşüncesinin ürünleri tümüyle, -tü~
zaman ve mekaruardaki cahili düşüncelerinin ürünle-
rinde olduğu .glbi~ İslami tasavvurun esaslarından te-
melden apayrı bir karakterle ortaya çıktı. Buna göre
müslüman yalnızca tasavvurunun esaslarına dönmelidir,
~er gücü.yetiyorsa kendisi İl!hi. kaynaktan başkasın­
dan bu esaslan almattı.alıdır. Yetmılyorsa 'yalnızca dinini
ve takvasınl -tanıdı~ kimseden. alınalıdir.
Tasavvuru ayakta tutan esaslan, insanın varlığına.,
hayatına ve eylemlerine, şartlara, de~rlere, ölçülere,
gelenek· ve göreneklere ·ve bu bakımlardan insan ha.ya-
tını ilgilendiren diğer ·durumlara bakışını ·etkileyen ko-

394
nularla. ilgili olan tüm alanların herhangi birinde bllgiyi 1
bilgi sahibinden ayırmak hikayesini İslam tanımaz.
Müslüman bir kimsenin kimya, fizik, astronomi, tıp,
zanaat, ziraat, idari işler gibi bilgileri müslüman olma-
yandan veya ta.kva. sahibi olmayan bir müslümandan öğ­
renmesine isıam, müsam~ gösterir. Bu ise onun bilgi-
leri öğrenebileceği takva sahibi bir müslümanın bulun-
maması halinde sözkonusudur. Nitekim bugün dinimiz-
den, yöntemimizden, Allah'ın izni ile yeryüzünde halife
olmamızın gereklerine dair tasavvurumuzdan ve bu ha-
lifeliğin gerE"kli kıldığı ilimlerden .Y:e çeşitli becerilerden
uzak kalmamızın sonucu ortaya çıkan durumumuz böy-
ledir.
'
Fakat İslam, müslümanın akidesinin esaslarını, ta-
savvurunu ayakta tutan prensiplerLni, Kur'an yorumu-
nu, toplumunun düzenini, yönetim biçimini, siya.se.t yön-
temini, edebiyat ve sana.tının ilham kaynaklarını, İslami
olmayan kaynaklardan ve dininden ve takvasından emin
: olmadığı kim.Selerden öğrerunesine mıüsaade etmez.
Bu sözleri söyleyen, tam kırk yılını okumakla geçir,.
nıiş bir kimsedir. Onu bu süre içinde meşgul, eden en baş
konu, insanlığın, çeşitli bilgi konularının Pek çoğu ile
'' ilgili okum.ak ve etütlerde bulunmak olmuştur. Bunlann
çoğu da onun ihtisas alanına girmiy.ordu .. , Sonra aki-
desinin "Ve tasavvurunun, kaynaklarına döndü. Bir d~
baktı ki, bu büyük birik.im karşısında, onun bütün oktı".'
. dukları şeyler, alaıbildiğine cılızdır.. Dunmıu.n bundan
başka. olriıasına da 2;aten imkan yoktu. Buri.unia birlikte
ömrtµifuı geçirdiği bu kırk senesine de pişınall değilq!r,
Çünkü cAhlliyyeti gerçek yüzüyle gördü. On.un sap~~
ğını, cılızlığını, aşağıbğını, cakasını, böbürlenmesini, ~
gururunu ve .id.di.ala.rını ta.mı anlamıyla tanıdı:;-Ve.kesin~

395
likle bildi ki: Müslüman bu iki kaynağı (İslami ve Cahili
kaynakları) bir araya getirip, akidesini ve onunla ilgili
herşey:ini öğrenmeye kalkışamaz.

Bununla birlikte bu konuda söylediklerim·, kendili-


ğimden ortaya koyduğum kişisel görüşlerim değildir.
Durum kişisel görüşle fetva verilecek bir durum değil­
dir, daha büyüktür. Müslümanın kişisel görüşe dayana-
rak söz söyleyeceği şekilden değildir, çünkü Allah'ın öl-
çüsü bundan ağır basmaktadır. O Mide Allah'ın buyruk-
larını ve .Restllünün emirlerini bu konuda hakem yapa-
lım, bu konuda Allah'a.ve Resfilüne başvuralım. Nitekim
«iman edenler, eğeır Allah'a ve a.hiret gününe iman edi-
yorlarsa, anlaşmazlığa. düştükleri konularda Allah'a ve
Resfüü.neı> başvururlar.

Allahü TeAJ.A, yahudilerin. ve hırlstlyanlann müslü-


ma.nlar hakkında gözettikleri nihai hedeflerini genel ola-
rak şöyle açıklamaktadır :
«Biz iman ettikten sonra kita.b ehli (yahudi ve hıris­
tıyanlar) dan pek çoğu hak (ve hakikat) kendilerince
apaçık ilten, kıskmıçlıklarından dolayı sizi tekrar kafir-
ler olarak dön.dermek isterler. Allah'ın emri (onlar hak-
kında) gelinceye kadar (onları) affedin, bırakın. Mu-
hakkak All:eh herşeye kadirdir.» (el-Bakara.: 109).
«Sen d1nler1ne ta'bit olmadıkça yahudiler de, hıris­
tiya.tılar da senden asla razı olmazlar. Ben (onlara.): «An-
cak Allah'ın hidayeti, hidayetin (hak yolunda) tA. ken-
disidir» de ...Eter sana ·geıen llimden (Yahiyden) sonra
onlantı:heri.JArına uyarsan, Allah (ın ga.z&bın) dan (seni
koruyacak) ne bir doSt bulursun, ne 4e .blr ysrdımcı 1))
{el-Bakara: 120). · ·
t<Ey iman edetiler, eğer ehl•i kital:xbuı bazı kim..crelere

396
itaat ederseniz, onlar sizi imanınızdan sonra Wirler ola-
rak (küfre) dönderirler.» (Al-i imran: lOO).
Yahudi ve hıristiyanların müslümanlar hakkında
gözettikleri hedef, kesin şekilde belirlenince, onların İs­
lam akidesiyle veya İslam taİ'ihiyle veya İslam toplumu-
nun düzeniyle veya siyasetiyle veya iktisadıyla ilgili ola-
rak müslümanlara hayıri, hidayeti ve nuru gösterecek-
lerini sarunak aşırı saflık olur. Allah'ın bu beyanlarından
sonra bu gibi kimselerin bunları göstereceklerini sanan-
lar, gafillerin ta kendileridir.
Böylece bu gibi duruınla.rda müslümanın başvurma­
sı gereken biric.ik kaynağın, Allahü Tea.Ia'nın: «Ancak
Allah'ın hidayeti, hidayetin tA kendisidir, de» buyruğu
ile sınırl,an belirlenmiş oluyor. Allah'ın hidayetinin dı­
şında sapıklıktan başkası yoktur. Onun dışında, hiçbir
yerde, hiçbir şeyde de hidayet olamaz. Çünkü nassın ifa-
desi, hidayetin, ancak Allah'ın indirdiğinde olduğunu
anlatıyor: «Ancak Allah'ın hidayeti, hidayetin tA kendi-
sidiı,', de.» Bu nassın neyi ifade ettiğinde şüphe edil~
bir taraf yoktur, herhangi bir te'vile gerek bırakmayacak
kadar da. açıktır.

Aynı şekilde, Allah'ın zikrinden yüz çevirenden ve


bütün çabalarını dünya hayatının çerçevesine sıkıştı­
randan yüz çevirmeye dair de kesin emir vardır. Bu
gibi kimselerin bilgilerinin zannın dışına taşmayacağını
açıkça ifade eden hükümler de vardır. Müslüman ise zan-
na uymaktaın nehy edilmiştir. Bilgileri zandan ibaret
olanlar, ancak dünya hayatının dış yüzünü bilebilir, sa-
hih (doğru) bir ilim sahibi olamazlar.
«Bizi hatırlamaktan yüz çevirip dünya hayatından
başkasını istemeyenden sen de yüz çevir. İşte onların ilim-
de varacakları (yer) budur. Muhakkak senin Raıbbin,

397
kendi yolundan· sapanı da en iyi bilendir, hidayet bu-
lanı da en iyi bilendir.» (en-Necm: 19-20).

«(Bunlar) dünya hayatının dışa. görünenini bilirler


ve onlar Ahirette gafil olanların ta kendileridir.» (er-
Rum: 7). ·

Allah'ınhidayetinden gafil olan ve dünya hayatın­


dan başkasını' istemeyen -ki günümüz bilginlerinin tü-
münün durumu budur- ancak bu dışa görüneni bilebi-
lir. Müslüman ise böyle bir ilim sahibine güvenip de,
kendisini ilgilendiren her şeyi bundan öırenemez. An-
cak onun maddi bilgisinin sınırlan içerisiİıde kalan bil-
gilerini öğrenebilir. Böyle bir kimseden Ilıüslü.maiı, ge-
nel olarak hayatı ilgilendiren veya hayat tasavvurunu'.
alAkadar eden herhangi bir yorum alamaz. Nitekim dün-
ya hayatının d~ görünen1İ1e dair bilgi, Kur'an ayet~
lerinin işaret ettiği ve sahiplerini öğdüğü bilgi değildir~
Allah'ın yoluna Ulaştırmayan, insana bilmediğini öğret­
mekle Allah'ın fazl-u kereınirti idrak etmek, idrak etme
kudretin! Ö'nun ihsan ettiğini ve tabiat kanunlarını
emrine müsahhar kıldığını anlatmak: esasları üzerine
yükselmeyen her ilim, sapıklıktır ve sapıklığa götürücü~
dür. Kur'an !yetıerinin kasd ettiği ve öğdüğü ilim o ilim
değildir. Oysa bazı kimseler ayetleri asıl gayelerinden
başka yerlerde d~lil olarak kullanmak için Kur'an nass-
larını diğerlerinden sıyırarak, öncesine, sonrasına hiç de
bakmadan ayetleri asıl maksatlarından başka yerlerde
delil olarak kullanmak isterler ... (Bu tutum ise Kur'an'ı
anlamakta önemli bir yanlışlıktır.)
İlim elbette ki akide bilgisinden ve dini farzlar bil-
gisinden ibaret değildir... İlim her şeyi kapsar ve akide
ve dini farzlarla ilgili olduğu kadar, tabiat kanunlarıyla
ve bunların yeryüzünün halifeliği emrinde kullanılma-

398
sıyla da aynı şek.ilde ilgilidir... Fakat iınAni esasından
uzaklaşan ilim, Kur'an'ın sözünü ettiği ve kendisinden
övgüyle bahsettiği ilim değildir. !mani esas ile astrono-
mi, fizik, kimya, tıp, tabiat ka:riunıanyla ve. canlılarla
ilgili kanunlarla ala.kalı benzeri diğer ilimler arasında.
bir bağ bulunmaktadır ... Hak yoldan sapmış arzular bun"
lan .Allah'tan uzaklaşniak için bir araç olarak kullan-
madıkça bu gibi tüm ilimler, hep Allah'a ulaştırır. Maale-
sef, ilmin ileTlediği dönemlerde, yalnızca Avrupa tarihin-
de görülen ilimle uğraşanlar ile saf kilise arasındaki
uğursuz ilişkiler, Allah'tan uzaklaşmak gipi bir sonuç
doğurmuş, sonrada bunun derin etkileri tüm Avrupa
düşünce sistemlerinde ve Avrupa düşüncesinin ·yapısın­
da görülmüş ve yalnızca. kilise tasavvuruna ve yalnızca
kilisenin kendisine ait olm:ayan bir şekilde_ bütfuı dini
tasavvurlara kökten zehir saçan artıklarını miras olarak
bırakmıştır. Bu zehirli etkileri Avrupa düşüncesinin tüm
ürünlerinde kolaylıkla gönnek mümkündür. Bu ürünler-
de -ister metafizikle ilgili felsefi düşünceler olsun, is-
terse tle dini konularla ilgisi yokmuş gibi görünen de..
neyse! ilimlerle ilgili çalışmalar olsun- miras ola:rak
kalan zehirli artıklar kolaylıkla görülebilir.
Batı düşünce sistemleri ve bu düsünce sistemlerinin
iirülıleri ilk planda bütün dini tasavvurlara kökten düş­
manlık yapma zehirleTinin tortuları üzerinde ayakta dur-
dukları ortaya çıktığına göre, haliyle bu sistemler ve· bu
ürünler, özellikle İsli~mi tasavvura daha büyük blr düş.­
manlık taşıyacaktır. Çünkü bunlar özellikle bu maksatla
hareket etmekte ve pekçok durumda, kasıtlı bir plan içe-
risinde İslam akidesini, tasavvurunu ve İslami kavram-
ları ravından saptırmamn ve btı.ndaı;l' sonra da ·bütün
İslam toplumunu diğerlerinden ayıran esaslarını yıkma­
nın vol1arını özelHkJe aramaktadır ... O halde İslami ca-
hşmalarda batılı sistemlerin ürünlerine güvenmek müs-

399
lünıanın değerini düşüren bir gaflettir. Bu bakımcWı
şiındikı hAlimizle batılı kaynaklardan öğrenmek oorU:n-
da olduğumuz deneysel ilimlerle ilgili çalışmalamıızda
ihtiyatlı hareket edip, bunlara bağlı felsefi herhan.gi bir
mütaı!aıdan etk.llenmemeUyiz. Çünkü bu mütalaalar te-
melde genel olarak dini tasavvura., özel olarak da İslami
tasavvura d~mandır. Bu düşmanlığın azı da, çoğu da,
an ve duru olan İslam pınarını zehirlemeye yeterlidir.
Aşağıda edebiyata, tarihe, müslünıanı yetiştirmek
için bunların güvenilir bir şekilde etüt edilmesine ve yer-
yüzünün her tarafı kaplayan c8.hiliyyet kusurlarından
vicdanını ayıklamaya dair geniş açıklamalar vermeye
çalışacağız. .
Edebiyat, bayatın 'duygusal yorumudur. O, her..
hangi bir ortamda felsefelerin, inançlanıı, deney ve et-
kenlerin içine kanşuğı kaynaktan fı.'}kırır.

Edebiyat, haya• hakkında vicdani bir düşünce oluş­


turmakta ve lnsaa ruhuna özel bir şekil kazandırmak·
ta en büyük etkin güçlerden biri olabilir. Bu bakımdan
İslimi tasavvurdan· kaynaklanan bir edebiyatı.mızın ol-
ması gerekir. İsl!m edebiyatının izleyeceği yol hakkın­
da bazı açıkla...'ll.8.lar yapmamız yerinde olacaktır.
JWebiya.t da diğer sanatlar gibi sanatk!rın vicdanıri.­
dan taşan canlı değerlerin ilMm ettiği bir ifadelendir-
medir. Sözkonusu bu değerler, .bazan kişiderr-k:lşiye, or-
tamdan ortama ve çağdan çağa değişiklik gösterebilir.
Fakat durum ne olursa olsun edebiyat, hayatın belirli
bir tasavvurundan, bu tasavvurdan insan ile k~inat ara- ·
sındaki ilgiden ve insanların kendi aralanndski ilişkiler­
den doğar.
Doğrudan doğruya ifade edilmeye çalLşılan değerler­
den veya bunların insan duygularındaki etkilerinin ifa..ı
delerinden edebiyatı veya genel olarak sanatı soyutlama-

400
ya kalkışmak, ge~i2Xlir. Biz sanatı bu değerlerden so-
yutlaınakta başarı sağlasak bile, -ki bu çok zordur~
önümüzde boş laflardan veya anlamsız çizgilerden ve-
ya gelişigüzel seslerden veya sağır kitlelerden başka bir
şey bulamayacağız.

Bu değerleri varlık ve hayat ile ilgili külli tasavvur-


dan, hayattan, insanlardan, kainattan, canlılardan, olay-
lardan ve insanların birbiriyle olan ilişkilerinden ayır­
maya çalışmak da anlamswdi.r. Böyle bir durumda insa-
nın hayata dair özel bir tasavvurunun bulunduğunu bil-
mesi ile bilmemesi arasında fark olmaz. Çünkü bu ta-
savvur her durumda onun içinde var olan birşeydir, ha-
yatın değerlerini kendi açısından sınırlandıran ve bu
değerlerle etkilenmelerini renklenditen de bu tasavVu.r-
dur. ,
İslam da hayat için belirli bir tasavvur demektir. Bu
tasavvurdan hayata. ait özel değerler çıkar. O halde· bu
değerleri ifade etmek veya bunların sanı;ıtkarın ruhun~
da özel bir etki bırakmaları tabiidir.
İsla:qıın
en önemli özelliği ise, onun ciddi, dinamik,
yaratıcı ve icatçı, ruhun ve hayatın ·boşluğunu doldu-
ran, insan gücünü duygu, amel ve harekette tüketen ve
böylece huzursuzluk ve şaşkınlık duymaya, bir ~mı
ta.blo ve düşüncelerden başka bir şey ortaya koymayan
şaşkın düşüncelere yer bırakmayan büyük bir akide ol-
masıdır.

Onda en açık görülen şey, düŞünce ve arzu alanın­


da bile ameli gerçekliktir. Her bir düşünce, varlık veya
insan ilişkilerinin taıbiatıru kavramak veya buna çalış­
mak ve yaratıcı ile yaratan arasındajd veya bu varlığın
bireyleri arasında.ki ilişkileri güçlendinnektir. Her bir
arzu, yeni bir hedef ortaya koymak veya ne kadar yük~

1slllm'da Sosyal Adalet - 26 401


sek ve uzak olursa olsun bir hedefi gerçekleştirmek için
bir atılımdır.
İslam, ha.yatı müke~lleştirni~ye ve ilerletmeye
gelniiştir. Herhangi bir yer veya: bir zamandaki bir vakıayı
olduğu gibi kabul etmeye değil. Ya:lnızca uzun bir za-
man süresince veya özel bir zamandaki itici ve tökezle-
tici güçleri, itilim ve engelleri ortaya çıkarmak için de
gelmemiştir .
. tsıa.mın her zamanki görevi, hayatı yeniliğe, geliş­
meye ve ilerletmeye itmektir. O, insanlık güçlerini kur-
maya, ser'best bırakmaya ve yükseltmeye gelmiştir. Bu
bakımdan İs1.8.ının hayat anlayışından doğan edeıbiyat
. veya sanat, insani zaaf anlannı ortaya koymakla dolup
taşmama:lıve bunları alabildiğine geniş bir şekilde tasvi-
re kalkışmama:lıdır. Haliyle bu maflar, gerçektir, bun-
ları inkar etmeye veya gizlemeye gerek yoktur düşünce­
siyle süslemeye kalkışmak şöyle dursun, temize çıkş.rma-
ya bile yan~. ·
İslam, insanlığın yapısında bir zayıflığın bulundu-
ğunu inkar etmez. Fakat insanlıkta bir gücün bulundu-
ğunu da iyi bilir. Kendisinin görevinin ise gücü, zayıflığa
üstün kılmak ve insanlığı tekamüle ve yükselmeye ula.~­
tırmaya ça:Iışniak olduğunu, zayıflığını temize çıkar;.
mak ve süslü göstermek olmadığını lyi bilir.
İslamin dünya görüşünden doğan edebiyat veya· sa-
nat ise, bazan insani zaaf anlarını ortaya koyabilir. Fa-:
ka.t bunlann yanında yalnızca insanlığı bu anların düşük.­
Iüğ(inden ve zorunluluk bağından ve baskısından kurtar-
maya ça:Iıştığında durur. Bunu da dar anlamıyla «ah-
lak»tan etkilenerek yapmaz. Bunu. İslamın hayat tasav-
vurundan ve bizzat İslamın hayatı yenilemek ve ilerlı>t­
mek isteyen, herhangi bir an veya dönemdeki gerçeği ile
yetinmek istemeyen tabiatından etkilenerek yapar.

402
İsl8.m.i bakış, insanın yeryüzünde olumsuz bir var-
lık olduğuna ve hayatı yeniliğe ve ileriliğe götürmek için
oynadığı rolün .önemsizliğine inanmaz. Bu bakımdan
İslam tasavvurundan doğan edebiyat ve sanat, insana
zayıf, eksik ve aşağı olduğunu fısıldamaz. Duygularının
ve hayatının boşluklarını maddi lezzetlerle veya huzurs~
luk, şaşlruılık, kıskançlık ve olumsuziuk meydana getir-
mekt.en başka bir işe yaramayan şehvetleri tahrik etmeık­
le doldurmaz. İslam tasavvurundan doğan edebiyat ve
sanat, bu varlığa yükselmek ve bağlardan kurtulmak ar-
zularını aşılar ve insanın duygularındaki ve hayatında­
ki boşlukları, hayatı yenileyen ve yükselten beşeri hede!f-:
lerle -bu hedefler, ister ferdin vicdanı ile isterse top-
lum gerçeği ile ilgili olsun ayırım yapmaksızın-'- doldu-
rur.
Va~z konuşmaları, İslam tasavvurundan doğan ede-
. biyat veya sanatın ~eyeceği yol değildir. Bu ilkel bir
yoldur ve haliyle. biır sam.at çalışması değildir.
Bu edebiyatın veya sanatın görevi, insan kişiliğini
veya canlı gerçeği, gerçek olmayan bir şekilde ortaya -
koymak ve insan hayatını, varlığı olmayan hayali bir
şekilde ortaya çıkarmak da değildir. Görevi: İnsan ya-
pısında bulunan gizli ve açık güçleri tasvir ederken an-
cak doğru olmaktır. Kurt sürüsünün değil de insanla-
rın yaşadığı bir dünyada hayatın yaraşan hedeflerini
tasvir etme~te de yine aynı şekilde ancak doğru olmak-
tır. İslam bir yenileme hareketi ve sürekli olarak hayatı
ilerletme olduğu bir an veya bir nesil boyunca görülen
vakıaya razı olmayıp ve sırf vakıa olduğu içlıı onu te-
mize çıkanp süslü göstermeye çalışmadığı için, İslam
tasavvurundan doğan edebiyat ve sanat da yönelticidir.
Onun ana görevi, bu vakıayı değiştirmek ve güzel-
leştirmektir ve hayatın yenilenen ta.blolarına yaratıcı ve
icatçı hareketliliği sürekli ilham etmektir.

403
Bu konuda maddeci tarih yorumunun yöneltici .ede-
biyat ve sanatıyla aynı noktada birleşiyor olabilir. Fa-
kat birleşme bir anlıktır, sonra hemen ayrılırlar.
Tarihin maddeci yorumunun sanatında, sınıflararası
mücadele, tekamül hareketinin mihveridir. tslam'a ge-
lince, o sınıflararası mücadeleye .bu önemi vermez. Çün-
kü onun insanlığın hedeflerine bakışı· daha geniş kap-
samlı ve daha yücedir. İslam sosyal zulme ne razı olur,
ne de kabul eder. insanıan zuI.m.ıe razı olmaya da çağır-
. maz. İslam bütün_ yaptıklarım zulümle mücadele için
ve onu değiştirmek için yapar. Fakat buna rağmen o,
hareketini sınıflararası kin esası üzerine kurmaz. Bila-
kis insanı yüceltme isteği, insanı ihtiyaç ve zaruretlere
boyun eğme npktasından yükseklere çıkarına, icatçı özel-
liklerini yem.eye, içmeye ve her türlü bedeni açlıklara
hasr etmekten kurtarma esasları üzerine kurar.
İslami yöntemde, gelişme ve yenilenme ·hareketinin
merkez aıdığı nokta, tüm insanlığı yüceltmek, yüksel-
meye, yücelmeye, yaratıcılığa ve ica.tçılığa itmektir. Yol
alırken sınıfların acılarına ve ka.rşılanndaki engellere
de eğilir. Fakat bunu ibu engelleri yılqnak ve bu acıları
dindirmek için yapar.
İslam, insanlığın acııaruiı küçümsemez. Fakat bu
acılan diındirmek için sınıflararası kini kullanmaz.
Çünkü
İslam, bizzat kişinin kendisinin insanlığı daha yüce ufuk-
lara varmaktan alıkoyduğu görüşündedir.
İslamın bu acılan öğütle ve hayali olarak değil de,
gerçekçi ve pratik olarak nasıl tedavi ettiğine gelince,
bundan başka bir yerden söz e·tmiş idik. önemli olan,
burada İslami edebiyat ve sanatın, yöneltici bir edebiyat
veya sanat olduğunu vurgulamamızdır. Bu edebiyat veya
sanat, İslamın hayat tasavvuruna, insanın hayattaki iliş-

404
kile·rinin tabiatma göre yönelticidir. Bu ise, dinamik, kur·
maya, icada, yükselmeye ve gelişmeye itici bir tabiattır.
Ben bununla maddeci tarih yorumunu savunanların var ·
saydığı gibi zorunlu bir yöneltmeyi anlatmak istemiyo--
rum. Anlatmak istediğim şudur: İsl8.mın hayat anlayışı·
na göre insan ruhunun nitelik kazanması, ona maddeci
tasavvurun veya başka herhaıngi bir tasavvurun verdiği
ilhamlar~ başka türlü sanat şekillerini ilham edecek·
tir: Çünkü sanatsal ifade, nefsin kendisini hayat getçe·
ğinde ifade ettiğinden başka türlü bir ifade değildir.

Son olarak şunu belirtelim: İslam, sanatların ken·


disiıne savaş açmıyor. Fakat o, bu sanatların ifadeye kal·
kıştığı bazı değer ve tasavvurlara karşıdır. Karşı çıktı·
ğı bu değer ve tasavvurlar yerine; aynı zamanda
başka değer ve tasavvurlar koyar ve bunlar icatçı, gürel
bir takım düşünüşler ilham etmeye ve daha güzel ve akı·
cı sanat tabloları ortaya koymaya daha kadirdir. Ve aynı
zamanda bunlar, İslami tasavvurun tabiatından fışkır·
makta ve onun kendine has özellikleriyle §ekillenmekte--
dirler.
Bundan Batı Fıdebiyatırun müslüman gençliğe ha·
ram olduğu anlaşılmamalıdır. Anlatmak istediğimiz sar
dece bu edebiyattan gerekli seçmeyi yapabilmektir. Bu
edebiyatta özü .bazı yönleriyle İslam ruhuna uyan taraf·
lar vardır. Bu uyum fazilete .teşvik ve rezaletleri yermek:
açısından değildir. Çünkü edebiyat vaaz ve irşAd için bir
hutbe minberi değildir. Fakat bu uyum, hayata mad·
deten daha ince ruhi bir goole baktığı ve hayatın manevi
değerlerini kabul ettiği içindir. İşte bu türden olan batı
edebiyatının ürünleri, özleri itföariyle İsıaıni yöntemin
genel çizgileriyle uyuşur. Gll.zel bir seçimle .bu ürünler
etüt edilebi.Ur.

*
405
Tarih, edebiyatın bir koludur. Fakat hem özel bir
karaktere, hem de özel bir öneme sahiptir. Tarih, hayat
olaylarının bir yorumudur ve hayatın genel tasavvurun,.
dan ve felsefes.inden etkilenmesi kaçınılmazdır. Onun
bu şekildeki yorumları ise, hayatın ve tarihin yönünü,
İslamı tasavvurla temelinden uyuşmayan bir hayat şek­
liyle ortaya koyacaktır.
Bundan başka tarihçiler, çoğunlukla Avrupalı olduk-
. lan için, dünya tarihinin merkezini Avrupa kabul etmiş­
lerdir. Beşeri fıtrat gereği bu düşünceleri dolayısıyla ma-
zurdurlar. Ancak batı egoizmini ve Avrupa gururunu
görmezlikten gelecek olursa bu böyledir. İşte bu ruh ve
yolla yaptıkları tarihi incelemeler onlan batıl olan iki
düşünceye sürüklemiştir.

Birincisi: Zaman çizgisinin akışında ruhi etkenle.


rin ya hiç etkisi yoktur, ya da bu etki son derece' zayıf
ve cılızdır.
İkincisi:
Avrupa zaman çizgisinin.··. akışının pıihve.
rtdir. Bizzat İslamın etkisi ise oldukça zayıf ve cılız-
dır. ·
İste:r hayat, ahlak: ve Yaşayış ile ilgili düşünce oluş­
turmak hakkında olsun, isterse de :batıcı akımın önün-
de İsla.tni izzet şuuruna sah~p olmakla ilgili olsun, bu
düşüncelerin ikisinin de .etkileri tehlikeli ve rahatsız edi-
cidir.
İslami bakış açısından olayların yorumunu ele alıp
genel bir dünya tarihini ortaya koymamız gerekir;. Ki
bu önemli işi ele almakta Avrupalı görüş yalnız ba.Şina
kalmasın. Bu tarihte Avrupa g~rçek yerine oturtulmalı­
dır ve genel olarak insanlığın, özel olarak ~. tsl!rn.ın
tarihin seyrinde oynadıık:Ian rol açıkça ortaya çıkmalı­
dır.

406
Tarih ola.ylann kendisi değildir. Tarih bu olaylann
yorumundan, bunl.a.rın dağınık parçalan arasındaki gizli
ve açık bağlar bulmaıktan ve bunlardan haJkalan biribiri-
ne bağlı parçlar, biribirini etkileyici, canlı bir organizma-
nın zaman ve mekaıı içinde uzanışı gibi zaman ve or-
tam ile birlikte uzayıp gidici bir «birlik» meydana getir-
mekten ibarettir.
İnsanın bir olayı anlayıp yorumlayabilmesi ve bu
olayı önceki ve· sonraki olaylara bağlayab~lmesi için, in-
sanlığın ruhi, fikri ve haJlati esaslarını, hayatı manevi
ve maddi bütün esaslanyla anlayaJbilmeye hazırlıklı ol-
ması, ruhunu, fikir ve duygularını ortaya açık tutması,
duygularında bunu kabul etmesi ve inceden inceye araş­
tınp iyice eleştinn.edikçe kabul ettikletinden he·rhangi
bir şeyi reel etmemesi gerekir.
Buna göre, İslam tarihinin. başka bir yöntemle ve
yeni esaslara ·göre yeniden yazılması gerekiyor. : İslami
hayatı yeni bir açıdan, yeni ışıklar altılıda almak g~rc­
k!yor. K1 böylelikle bu hayat, tüm sırlarıyla ve aydınlık­
lanyla ortaya çıkaıbilsin ve lbütün · unsur ve esaslarıyla
görünebilsin.
Araştırmacı aklıyla, ruhuyla ve duygularıyla İslamı,
bir akide bir aksiyon, bir düşünce ve bir qüzen olarak
İslam 4tmôSferinde yaşadıktan ve insanlığın hayatından
bir' p9,rÇa olarak bu atmosferde kaldıktan sonra, 'yapacağı
böyle bir çalışmada İslAmi kaynaklan, ilk başvurulaeak
kaynaklar olarak ele almalıdır. Araştı.ımacının·duyguları.:.
nın tüm pen_cerelerlnin açılabilmesi için böyle bir atmos-
ferde, böyle bir hayatı gerçekten zorunludur ve bu zorun-
luluk. yalnızca bu hayati anlamak için değil, bu hayatın
canlı bir varlık olarak algılayabilmek ve olayların bu
canlı varlığın ·yapısındaki etkilerini anlayabilmek ·. için
de .gereklidir. ·.

40'1
İnsanlık hayatının herlıangi bir dönen:üni gerçek ve
özünden kavrayabilmek, bütün varlığıyla o .dönemle iliş­
kide bulunmadıkça, tüm. etkenleri ve ilhamlarıyla, onun
atmosferinde yaşamadıkça mümkün olmaz. Bu özellik,
İslami hayata göre daha apaçık bir şekilde görünüyorsa
da, yalnızca İslami hayata ait değildir. İslami hayat açı­
sından bu özelliğin daha açık olmasının nedenine gelin-
ce; bu hayatın esaslarının, çağdaş dönemin esaslarından
türüyle ve mahiyetiyle ayrılmış olmasıdır.
İslam akidesiıni İslamın q,lühiyyet, kainat, hayat ve
insan tasavvurunu müslümanın bu- akidesinin gerekleri-
ni yerine getirme şeklini ve bu akidenin ışığında hayatı
algılama şeklini tam anlamıyla kavramadıkça., İslami
hayatın tam anlamıyla
etüt edilebileceğini düşünmemiz
çok zordur. Bütün bu özeliklerin İslami hareket içinde ya-
şayan müslüman bir araştırıcıdan başka bir kimsede
aranması mümkün değildir. Oysa İslam tarihinin yeni-
den yazılması h8.linde bu özelliklerin bulunması da ka-
çıınılmazdır.

Bu İslami hayat sırasında insan tasarruflarının ger-


çek etkenlerinin, bu etkenlerin olaylarla, tekamül ve
devrtınlerle olan ilgilerinin kavranması kaçınılmazdır.
Bütün bunların İslam akidesinin tabiatı ile ve bu a.kide--
nin devrimci ruhuyla olan ilgilerini kunnak da aynı şe­
kilde kaçınılmazdır. Bu devrimci ruh, yalnızca görünen
şeklinde ve attığı adımlarda değildir. Onun varlıik iliş­
kilerini, insan ilişkilerini ve sosyal ilişkileri· yorumunda;
yönetim düzenini, mali siyasetin, yasama yollarını ve
uygulama araçlarını şekillendinnesİi!lde de bu ruh vardır.
Bütün bunlar ise- hayatın ~lan arasındadır, buna. bağlı
olarak da bu hayatın, tarihin esaslan arasındadır.
Savaşlar,_ siyasi antlaşnlaJa.r, devletlerarası sürtüş­
meler ve tarihin çoğunlukla başkalanr...a oranla itin~

408
göste,rd.iği diğer hususlar... bütün bunlar tarihin yazıl­
ması sırasında ortaya çıkartılması gereken· diğer bir ta-
kım etkenlerin mahkfunudur. İşte bu etkenleri, bütün
araştırıcılar farklı anlar ve değerlendirirler. Herkes dü-
. şünüş ve değerlendiricisine hakim olan felsefeye, yani
genelinde hayatı idrak etme yoluna boyun eğer. İşte· İs­
la,.vni hareket içerisinde yaşayan müslüman araştırıcı,
İslami hayatı. anlamak için ayn bir meziyete sahiptir.
Çünkü onun hayat anlayışı, tarihin akışında etkili olan
bu etkenlerin gerçeği ile temas kurmakla tamamlanmış
demektir.
Onun İslam akidesinin tabiatını ve müslümanlann
bu akidenin gereklerini yerine getirme yolunu anlaması
ışığında, tarihin bu diliminıde İslami hayatın itici güç-
lerini, onda gizli olan insani değerleri ve adım başındaki
zafer ve yenilgilerin nedenlerini· anlamak imkAnını bu-
. lur. İslamın ilk doğduğu yerdeki ve yayıldığı bölgelerdeki
insan toplumlarının iç ve. dış hayatlarını tasavvur ede-
bilir ve batılı. tarihçilerin çoğunlukla başkasını anla-
yama.dıklan zahiri (dışsal) yönlere; ts1Amın bir gerçek
olarak. saydığı, zamanın dışında ve her zaman ve h~r
yerde hayatın oluşumunda. hesaba kattığı tüm gizli ruhi
yönleri de ekler.
tsı&n hayatı (tarihi), insanlık hayatının bir dönemi,
. müslüınanlar, belirli bir zaman ve mekan içerisinde in-
san oğulJanndan bir topluluk, İslam da zaman ve mekan
ile sınırlı olmayan kevınive beşeri bir risalet (meşaj) ol-
duğuna göre, İslam tarihini insanlık tarihinden ayırmak
mümkün değildir.
Şüphesiz ki bu «dönem», tsıAmın bu dönem içerisin-
de cahiliyYe ·ile karşı karşıya kalmıisından, tsı!mın do-
ğuşu sırasında. var olan bu .etkenlerle .ilişkide bulunma-
sındJµı etkilemr~tır. Da.ba so;nre. ise insanlık deneylerini
oynadığı rolle etkilemiş ve bu etkileme özellikle uzandığı
ve komşuluk ettiği bölgelerde olmuştur. Buna göre fs..
lam Ta~nin yazılması sırasında. İslam'dan önceki in-
sanlık. hayatının tablosunu ve özellikle dini inançlar ve
onlarla ilgili düşünce, f else,fe ve teoriler açısından yer-
yüzündeki insan topluluklarının durumunu özetle orta-
ya koymak zorunludur. Sosyal şartlar açısından ve bun-
larla ilgili yönetim düzeni, mali siyaset, toplum ilişkileri;
ahlak, Metler ve düşünc:eıer açısından da ayni zorunlu..
luk vardır. Böylelikle bunların ışığında İslamın oynaÇığı
rolün ve tabiatının gerçeği ortaya çıkarabilecek ve dün- .
yanın bu yeni düzeni kabul etmek veya red etmek şek­
linde verdiği karşılığı yorumlamak mürilkün olacak; ımü­
cadele nedenleri, zafer ve yenilgi etkenleri, zaman 'l.xr
yunca görülen tepki, etki, kavuşmı:ı ve zıtlaşma unsur-
ları tasavvur edilebilecektir. ·
O zamandaki dünyanm durumunu özetlemek zo-
runlu olunca, Arap yarımadasının durumunu özetlemek,
bütün yönleriyle oradaki hayatı tasvir etmek daha büyük
bir zorunluluğun .gereğidir. Çünkü orası bir tarafta ts-
18mın beşiğidir, diğer taraftan toplanma ve dağılnıarun
merkezidir.
Bu peygamberin, bu din ile yeryüzünün bu bölge-
sinde bu zamanda ortaya çıkması, acaba gelişigüzel bir
tesadüf müydü? Yoksa mu.kader .bir. düzen, gözetilen bir
gaye, belirli bir ted:l:>ir ve konulmuş bir tertip mi vardı
ki, bütün bu görünüşler, belirli bir görevi yapmak üzere
birarı:ı.ya, orada toplanmışlardı? Ki yapılan bu görevin
en küçük sonuçları, uzak dönemlerden bel'i aldıkları bu
şek,11 . üzere duygular dünyasında .. ve görünen alemde
dünya haritasını yeniden çizmekten ibaret değildi.
Bu durum ((Peygamber Muhammed»! tarihin bu akı­
şı içerlsin~e ele almayı gerektirir. Onu kişiliğiyle, soyuy. .

410
la, hayatını geçirdiği ortamı ile, ortamının gelenekleri,
-insa.n oğlunu kuşatan diğer esaslan, gözönünde bulundu-
rulan etkenleri, tedbir edilen uygunluklan, bütün insan-
lar arasından O'na gelişi~! :i.Şaret edilerek, "sen» d~
nilerek eşi ve benzeri görülmeyen bu kainat çapındaki
olay için seçilmiş olduğunu da vurgulamak ve ele aJ.ınııak
gerekir.
Kainat çapındakibu olayın tabiatı ve taşıdığı külli
düşünceden, olaylan ve bu olayın temeli üzerinde ger-
çekleşen inkılaplardan önce söz etmek gerekebilir.

Bu şekilde böyle bir tarih için İslamın ortaya çıkıŞını


izleyen dönem içerisinde İslam Tarihiınde fiilen gerçek-
leşen tepkileri ortaya çıkaran tüm dunun ve şartlar dört
başı mamur bir şekilde ortaya çıkmış ve hazırlanmış ola-
cağı gibi; bu tepkileri, yargıda bulunablıecek şekilde tfun
~surlan tamam.lanmış olarak, sağlıklı bir şekilde yo-
rumlama 1.mkAnı da.. ortaya çıkmuı olacaktır. '
Böylelikle tarih, eşya ve kişilerin, z:;ı.man ve olaylanıı
içlerinde gizlenen gizlilikleri ve tepkileri ortaya çııkarma
operasyonuna dönüşür ve kAinat kanunuyla ve insanlık
basamaklaiı.yla füşki kuracak canlı .bir. varlık ve hayat
unsuru olarak ortaya çıkar. ·
Açıklamış olduğumuz bu yönteme _göre. araştırn:l.a
dosdoğru yol bu ana esaslan,
alırsa, İslam çağrısının
Resulullah'ın karşı karşı kaldığı ortamın .tabiatı, İslamın
doğuş ça.ğindaki insan ~plumlannın tabiatı., o günde
dünyada geçerU olan.inanış ve-düşünüşlerin taıbiatı açı­
ğa çıkartılırsa, İşte
bütün bu· esaslar ve zaman açıklığa.
kavuşturulursa, o zaman bunların rollerini,. etki ve teı>­
kilerlni ve oluşumlannr izlemek kolaylaşır ve bütün bu
esaslardan etkilenerek yol a.lan bu ça.ğla.nn, Resulullah

411
(S.) dönemindeki bu adımlarını tablolaştırmak mümkün
olur. Bizim içiın de, bu kuşaoom insanlan içinde R~sulul­
lah'ın. adamlarını nasıl seçtiğini, bu ·adamların hangi
karakterde olduklarını, Resulullah'ın, adamlarını nasıl
işlediğini, enbüyük görev için onlan nasıl hazırladığını,
Resulullah'ın düzenini nasıl kurduğunu, bu düzenin han-
gi temeller üzerinde yükseldiğini, Ara.p yanmadasının
nasıl bu dinin veya bu düzenin beşiği olmaık üzere değiş­
tiğini; yarım.adanın yapısında, şartlannda, adamların<,ia,
ailelerinde, aşiretleriınde, scsyal ilişkilerinde, ikt.isadi,
coğrafi ve hayati ilişkilerinde bu «Çaplı olayan olumlu
veya olumsuz cevap vermek için ne şekilde bir ortamın
hazır olduğunu ve İslam hayatının veya İslam Tarihinin
ilk aşaması olan ve «Resulullah Döneminde İslam» diye
adlandınlabUeceık dönemin - diğer i:Yzellikleriyle nasıl ol-
duğunu bilmek kolaylaşmış olacaktır.

Sonra ikinci l:\Şallla olan «İslamm Yayılması» aşa­


ması gelir. Bu dönem, İslA.mın yeryüzünün doğusu­
na ve batısına yayıldığıdönemdir. Dünyanın, süratlili-
ğinde ve gücünde benzerini tanımadığı bu müthiş pat-
lama ve taşmanın olduğu dönemdir. Bu benzersizlik,
yalnızca askeri fetihler açJSından değildir, aynı zaman-
da ruhi, fikri ve sosyal açıdan da bu böyledir. Yani bu
yeni dinin doğuşuyla ve bu ş....<>kildeki müthi.'j yayılmasıyla
tarihin ak.ışında. köklü bir değişmeye tanık olan tüm
insanlık açısından da böyledir.

İşte değindiğimiz yöntemin değeri ~urada ortaya


çıkar ve İslft.mJn yayıldığı geniş alan üzerinde gerçekleş.:­
tirdiği y;ıkma. ve ya.pmalan, bu alanda geçerli olan dü-
şünce ve :inançlara, yerleşik sosyal düx.enlere, iktisadi
şart.tara~ tariht biri.kimlere, o zamanın yeryüzünün en
uygar ve en verimli bölgelerindeki insani ilişkilere karşı
tepkilerin.l izlemek mümkün olacaktır.

412
İslWnım yayılması, askeri fe:tilılerin vardığı sınırlarda
durmamıştır. Onun fikri dalgası ve oluşturduğu uygarlık
İslam dünyasının sınırlarını kesinlikle aşmıştır. Bu ba.-
kımdan bu yayılmanın İsla.nr dünyasının sınırları öte-
sindeki etkilerini etüt etmek kaçınılmazdır. Bunu bizzat
İslam dünyasının kendisinin hayatına ve İslami olma-
yan dünyanın tümüne getirdikleriyle ve götürdükleriyle.
yapmak gerekir. Çünkü İslami olmayan dünya, İslam'·
dan almıştır ve ona vermiştir, ona etki etmiştir ve ondan
etkilenmiştir. Özelliklerini belirlediğimiz bu metodun
ışığında bu karşılıklı etkilenmelerin etüt edilmesi, ooel
bir canlılığa ve özel bir karaktere sahip, benzeri. görül·
mıenıiş tarihi bir tablo ortaya çıkarmayı garantileyicidir.
Hatta lbatılılann çizmeye alışkın olduğu ve bizim de gör-
meye alıştığımız tablodan az veya çok farklı bir şekilde,
insanlık dünyasının ve adımlarının tablosunu ortaya
koymayı da garantileyicidir.

Bundan sonra da «İslAmm Yayılmasının Gerileme-


Bl» dönemi gelir. Bu yöntemin ışığında, bu gerilemenin
nedenlerini, iç ve dış etkenlerini tümüyle açığa çıkar-
. mamız mümkün olacaktır: ·Acaba bu, İslamın etrafında
bir takım şüpheler uyandırmak isteyenlerin ileri sürdü-
ğü gibi İslam akidesinin tabiatından veya İslam düze-
ninin yapısından mıdır; yoksa müslümanlarin kendi yap-
tıklarından ve mıüslfunan olmayan dünyadaki bu din
düşmanlarının faaliyetinden midir? Acaba bu g-erile:ttıe
geniş kapsamlımıydı, cüz'imiydi? · Yüzeysel miydi özde
miydi? Bu gerilemenin tarihin akışında, insanlık halle-
rinde, düşünme ve yaşayış kurallarında, devletlerarası
ve insanlararası ilişkilerde etkisi nedir? İnsanlığın ortaya
koyduğu düşüncelerin, 4üzenlerin ve inançların İslam­
daki benzerlerine oranla değerleri nedir? İslamın yayıl-
. masının gerilemesinde ve hala. kalıntıları bizi gölgelen-

413
diren Avrupa'nın bu ilerlemesiniı:1.
ortaya çıkmasından
insanlık neler kazanmış ve neler kayb etmiştir?
Bundan sonra «İslamın Bugünüunden söz etmek
hem tabii, hem de zamanında yapılmış bir iş olacaktır
ve bu, açık ve belirgin temeller üzerinde yapılacaktır.
·Bu, şu veya bu açıdan taassubun veya duyguların yaz-
dıracağı sözler olmayacaktır, Böylelikle özel metodUll}uz
ışığında insanlık tarihi, halka.lan birbirine bağİı içiçe
bir halde ortaya çıkmış olacak, geçmişte ve günümüzde,
bu tarih içinde İslamın rolü sınırlandırılmış olacak ve
geçm~in ve günümüzün ışığında geleceğin çizgileri açık­
lık kazanacaktır,
1

Bunlar, İslamın filen varolmasım hazırlamak için


fikri çerçeve içinde .yapılacak işlere özetle işareıtle,rdir.
Fakat, yeryüzündeki müminler t.opluluğu bu dinin yal-
nızca Allah'ı İlah kabul eden, dolayısıyla. yalnızca onda
hakimiyet hakkını gören bir akideyi yansıtan bir düzen-
de varlığını göşteren bir ccdin» olduğu kabul edilmedikçe,
bunun pek bir değeri olmaz. Aynı zamanda bu toplul'qk,
İslamın var oluşunda bii' duraklamanın da. olduğunu ve
onu bir düzen olarak yeniden ortaya koymak için eıvvela
İslamı akide olarak ortaya koymanın gerektiğini anlama-
lıdır. Ve inanmalıdır ki, geçici olan duraklamaya rağmen
İstikbal bu dinindir.

Yardımı Allah'tan diliyoruz.

414
YOLLARIN AYRILIŞINDA

Şihıdi biz nereye gidiyoruz?


'.Kendimize bu soruyu sormak ve hayatımızı istedi-
ğimiz yöne doğru yöneltmek için bir an dunruınuz.gereı-
kiyor. :
Dünya arka arkaya iki büyük savaştan sonra 'bugün
iki büyük kitleye ayrılmaktadır. Doğuda Komünist Kitle
(Blok), Batıda Kapitalist Kitle (Blok) ... İlk anda görü-
len, dillere dölanmıış ve zihinlere yerleşmiş olan ·budur ...
Biz ise bunun görüntüde kalan ve gerçek olmayan bir
ayrılma olduğuna inariıyoruz. Bu ayrılmanın faydaya
dayalı olduğunu, esas ve prensiplere dayalı. olmadığına
ve bunun inanç ve düşünceler için değil mal ve pazar-
ları elde tutmak uğruna bir kavga olduğuna inaru.yormtJ

Batıcı - Amerikancı düşünüşün tabiatı özü itibariyle


Rus düşünüşünün tabiatından ayn değildir. Bu her iki
düşünüş de, hayata maddi ideolojiyi haklın kılmak te-
meli üzerinde yükselir. Eğer Rusya, Çin ve bunlara bağlı
diğer ülkeler maddeci ise, hayatı ve tari!hi maddi açıdan

41E
ele almakta Avrupa ve Amerika'nın bunlardan farkı yok-
tur.
Ahlakıfaydadan ibaret gören, pazarlar ve faydalar
için boğuşmaya çağıran ve batıya egemen olan maddeci
düşün~ün ötesinde, bir şeye rastlamak mümkün değil­
dir ... Hayattan ruhi unsuru kaldıran, fabrikadan ve· de-
neyden başkasına imanı kabul etmeyen, soyut yüce de-
ğerleri küç~yen, pragmatist felsefenin ortaya koydu-
ğu şekilde, yaptık.lan görev dışında eşyanın gerçeklerini
kabul etmeyen bu d~ün~üın. arkasında gizlenmiş olan,
başka şekliyle Marksizm'den başkası değildir.

Amerikan ve Rus düşüncesinin tabiatında hiçbir


ayrılık yoktur. Ayrılıklar iktisadi ve sosyal şartlarda­
dır. Sıradan bir Amerikalıyı komünist olmaktan alıko.
yan bayatın ve tarihin maddeci yorumunu red eden bir
hayat ideolojisine sahip olması değildir; zengin olmak
için önünde f!f88tm hazır olması ve işçinin ücretinin
yüksek olmasıdır.
Doğu ile Batı Blokları arasındaki mücadelenin gö-
rülen şekli yapmacıktır ve her iki Blok da hayat ile il-
gili ffia.ddeci bir ideolojiye sahiptir. İkisi de aslında esas-
lar, prensipler veya ideoloji için anlaşmazlık çıkarıyor
değildir. Bunlar yalnızca dünyaya yayılmak için pazarlar-
dan kar sağlaıpak için anlaşmazlık içindedirler. Bu pa-
zarlar ise bizleriz.
Gerçek ve köklü mücadeleye gelince, bu mücade,le
tsıa.nı ile Doğu ve Batı'daki iki blok arasındadır. Avnıpa'­
nın, Amerika'nm, Rusya'nın ve Çin'in aynı şekilde kabul
ettiği maddeci ideolojinin .karşısında duraıı gerçek güç
tsıarnı•dır. Varlık ve hayat hakkında bütün, !kapsamlı ve
uyumlu ibir tasavvuru içeren; mücadele ve yok etme ye-
rine insanlık çerçevesi içinde sosyal dayanışmayı yer-

416
feştfren; hayata, yuce yaratıcıya '6ağlayan ruhi bir t:e:
mel meydana getiren; yerdeki yönelişlerinde bu. temeli·
egemen kılan; üreten maddi çalışma, her ne kadar İs­
lamm kabul ettiği: ibadetlerden biri ise de, hayatı sırf
maddi gayeleri gerçekleştirmekten iıbaret ele almayan::,,
yalnızca isLAM'dır.
Başta hıristiyanlık olmak üzere ruhani dinler, ko:..
münist maddeciliği red ettiği gibi Avrupa ve Amerika'nın 1
maddec:ili.ğini de red eder.·Çünkü bunlar hayat hakkında'
ruhi düşünce ile çatışan aynı tabiatın ürünleridir. Fakat
görüşüme ,göre bıristiyanlık yeni maddeci düşüµüşlere
karşı !koyabilmek için olumlu bir güç değildir. Hıristi­
yanlık bireysel, uzletçi ve olumsuz bir din olmak nok-
tasına ·gelmiştir. Bu dinin gölgesinde hayat, sürekli ve
dinamik bir gelişme göstermez. Hıristiyanlık ard arda
gelen nesiller boyunca hayata. ayak uydurmaktan aciz
kalmış ve emeli hayata egemen olamamıştır. Çünkü kili-
senin ve kutsal konsillerin ortaya koyduğu şekliyle baya-
tın gerçeklerinden uzaktır.

Hıristiyanlık vardığı bu şekliyle, sürekli olarak de-


ğişen sosyal ve iktisadi durumlara paralel yol alamaz.
Çünkü gerçek ve pratik bayata dair herhangi bir düşün­
ceyi özünde taşımıamaktadır. İslama gelince; o mükem-
mel bir düzendir. Onda akide de vardır, teşri (yaşama)
da vardır, vicdana ve teşıie boyun eğen, füru ve uygu-
lamalarda ,gelişebilen sosyal ve· iktisadi düzenlemeler
vardır.

İslam, insanlığa varlık ve hayat hakkında eksiksiz


ve kapsamlı bir tasavvur, toplum için pratik ve gerçekçi
bir düzen, toplumun sürekli yenilen~n ihtiyaçlannı kar-
şılayan, tefrii gelişmelere müsait detaylı bir şeriat tak-
dim eder. ·

islam'da Sosyal Adalet - 27 417


İslam,
düzenini maddeci düşünüşü red eden, hayat
hakkında kapsamlı bir tasavvur üzerine yükseltir. Ya-
şayış şeklini de yakın menfaat düşüncesini red ederek
ruhi ve ahlaki unsur esası üzerine kurar. Böylelikle İs­
lam, doğu ve batı bloklarına egemen olan maddeci akıl­
cılık ile doğrudan bir çarpışma içindedir. Hayatı, Avru-
pa'nın da, Amerika'nında, Rusya'nmda eşit şekilde be-.
nimsediği bu yakın ufuklardan çok daha yüce ufuklara
doğru yükseltir;

*
Bu hızlı sunuştan, gelecekte gerçek mücadelenin
komünizmle kapitalizm arasında veya Doğu Bloku ile
Batı Bloku arasında olmayacağı açıkça ortaya çıkıyor.ı ..
Fakat bu gerçek mücadele, yeryüzünün her tarafında
var olan maddecilik ile İslıl.m arasında olacaktır. Veya
daha doğru ve daha ince bir ifade ile: Yalnızca Allah'a
kulluğu kabul eden ve insanları kullara kul olmaktan
kurtarıp yalnızca Allah'a ibadet etmeye ulaştıran dü-
zen ile, kulların kullara kulluğu temeli üzerine kurulu
yeryüzü kaynaklı diğer beşeri düzenler arasında olacak•
tır ...
Doğu ve Batı Blokları, aynı şekilde bu gerçeği iyi-
ce bilmektedirler. Aralarındaki tüın yarlışlara ve çe•
lişkilere rağmen, heryerdeki İslami diriliş hareketlerini
ortadan kaldı~ya ve her yerde bütün şekilleriyle is-
lıl.m ile savaşmaya gayret etmektedirler.

- Allah'a davet edenlerin bunu bilmeleri ve ooylelik<


le çeşitli bloklar ve düzenler arasın.da görüntüde kalan
bu anlaşmazlığa aldanmamaları gerekir. ·
İslam, her iki blokun da ince.den inceye hesaba kat-
tığı gerçek, kuvvettir. Geriye müslüınanlann bu gerçe·

418
ği bilmeleri ve bu esasa göre planlarını doğrultmaları
kalıyor.

Bugün İslami diriliş hareketleri yol ayırımına gel-


miş bulunuyor. Doğru yol ya da doğru başlangıç nokta-
sı bu hareketlerin, «İslamın varlığı veya yokluğu» ile il-
gili temel şartı açıklığa kavuşturmaları, bugün İslamın
varlığının duraklama içinde olduğuna inanmaları; bu
hassas gerçeği kabul etmekten ürkmemeleri, bunu. bü-
yük görmemeleri ve bunu görmekten ve açıkça ortaya
koymaktan çeki.nırrıemeleri gerekir. Ve bu hareketler, İs~
lamı yeniden kurmayı veya daha doğru bir ifade ile bu
«varlık» bir ara durakladıktan sonra onu yeniden «var»
etmeyi hedef aldıklarım bilmelidirler.
Yolların biri bu... Diğeri ise, bu hareketlerin .bir an
için İslamın ayakta durduğunu, müslüman olduklarını
ileri sürenlerin ve müslüman adını taşıyanların gerçek-
ten ve fiilen «müslüman» old.uklannı sanmaları; toprak-
larında var olan la dini (laik) şartları tsıa.mi olduğunu
ka;bul etmeleri yoludur. Ki, Alfred C. Smith ve benzerle-
rinin, ona aldananların ve aldatanlarıın insanlara aşıla­
mak. istedikleri budur.
Bu da 'bir yol öbürü de bir yol.. . İslami diriliş hare-
ketleri ise bugün yolların ayırımındadır. Eğer bu hare-
ketler birinci yolu izleyecek olurlarsa, Allah'ın yolunu
izlemiş, Allah'ın hidayeti üzerine yola çıkmış ve bizzat
İslamın «var oluşu»nda bir duraklama ile karşı karşıya
kaldığını bilmiş olacak. All~h'm Resulü Muhammed (S.)
in ve ilk Müslümanların hedeflerini hedef almış olacak.
Resulullah (S.) 'in ve Ashabının karşı karşıya kaldıkları
eziyetleri~, işkencelerle, sabırla ve sabn karşılıklı tavsi-
yelerle ve sonra da zafer ve yardımla :ve sonunda yer-
yüzünde iktidara sahip olmakla karşılaşacaktır.
Yok eğer bu hareketler Mr. Alfred C. Smith ve ben-
zerlerinin, ona alctanl§lanın ve• aldatanların gösterdikleri
ikinci yola sapanlarsa, uzaktan kendilerine ccsarıklar» ın
göründüğü, yalan bir sevabın peşinden gitmiş olacaklar-
dır ... Bu sevapta ccsöz yerinden değiştirilir», ccAllah'ın
ayetleri az bir paha karşılığı satılır» ve İslam.bayrağı
<cDırar Mescidled» (1) üzerine dikilir, müslümanca ba-
kışlar fücur ve çözülüş kışlalarına. dikilir.

Bugün yeryüzünün her tarafında İslami diriliş hare-


ketlerine dağınık bir şekilde rastlanmaktadır. Amerika-
nın ve Avrupa'nın kalbinde Haçlılıkla mücadele etmek-
tedir. Haçlıların ve Siyonizmih, onu yok etmek üzere kur-
duğu tuzak ve şartlara rağmen, Asya'da ve Afrika'da sil-
kiınmekteclir.

Fakat. bu hareketlerin, aldatıcı serabın peşinden


gitmesi de mümkündür, arzu edilen dosdoğru yolu izle-
mesi de mümkündür.
Gözleri hakka ve bugünkü duruma açacağına dair
Allah'tan umudumuz büyüktür.
Hidayete ve. başarıya götüren ve yardımcımız olan
ALLAH'tır.

(1) Dırar Mescidrı Teıbük Ha~b:ne gidiş sırasında münahklar tarafın­


dan inşa ·edilen ve Medine'deki müslümanlara karşı bir cephane
ve üs ol•arak kullanılmaık istenen mescidin adıdır. Vahiyle, Pey-
gamber Efendimize yıkılması emr edilmiştir. (Çev.)

420
ARSLAN YAYINLARI ·
KİTAP KATALOOU

1) RESÜLÜLLAH'IN ASHABINI TANIYALIM


Yazan: Ali Arslan (Tekirdağ Eski Müftüsü-İstanbul Eski
Merkez Vaizi)
Resülfıllah (S.A.V.) Efendimiz: «Ashabım gökteki yıldızlar gi-
bidir. Hangisine uyarsanız hidayet bulup doğru yola çıkarsı·
ruz.»
Ashab-ı Kiram· Saadet devrinin Nur imanları - Resülullah
(S.A.V.) Efendimizin etrafında sımsıkı kenetlenerek hlfunın
sancağını dünyanın üç kıtasına diktiler. İnsanlığa öylesine ön·"
der oldular ki, Onların izini takip eden mutlaka cennete va·
racaktır. Bu kitapta Sahabe-i Kiramın nurlu hayatından saf.
halar okuyacak, O yüce insanlar topluluğunun çeşitli özel·
liklerini tanıyacaksınız.
Eseri büyük boy, bez ciltli 280 sayfa olarak neşrettik.
2) iMAMLARIN FIKHI İHTİLAFLARI NİÇİN RAHMETTİR?
Ehli sünnet imamlarının ihtilafı; minarenin şerefesinden yük·
selen davete icabet ederek aynı camiye dört ayrı kapıdan gi·
rip aynı imama uymaya benzer. Bu kitapta esas gaye dört
mezhep arasındaki ittifak ve ihtilaf noktalarını kaydetmek·
tir. Kitap küçük boy 400 sayfa karton kapaktır.
3) İSYAN EŞlCt (Roman) Yazan: Hüseyin Karatay · Kıbrıslı,
sürgün öğretmen ve ana gibi seve,rek ·okuduğunU:Z romanların
yazarı Hüseyin Karatay'ın kaleminden çıkan şahane bir ro-
man. Batı kafalıların batılılaşma uğrunda Ermenilerle bir
olup yaptığı mezalimin romanıdır bu kitap, 260 sayfa.
4) İHYA'Yİ İLK DEFA TAM TAKIM OLARAK NEŞRETMEK
ŞEREFİNİ ARSLAN YAYINLARIDIR. Arslan Yayınları İH·

421
YA-İ ULÜM-İD-DİN kitabını Türkçeye ilk defa tam takım
olarak kazandıran kuruluştur. 1967 yılında başladığımız İH­
YA'nın tercümesini 1970 yılı içinde bitirdik ve bugüne kadar
sürekli olarak baskısını yaparak binlerce müslüman ailenin
bu şaheser esere sahip olmasını sağladık. Eseri İhya'nın 4
cilt1ik Arapça aslından ve İTHAFUS-SADE adlı şerhinden
Türkçeye çevirdik. Bizden sonra basılan 1HYA kitaplarındaki
eksiklik ve fazlalıklar bizim tercümemizi bağlamaz. Arslan
Yayınları eseri; okunuş, kullanış ve taşınmasında kolaylık
olması açısından 10 cilt olarak neşretmiştir, Eser 4300 say-
fadır. ·
5) KISAS-! ENBİYA (İSLAM TARİHİ) Yazan: Ahmet Cevdet
Paşa 2 cilt (Büyük boy bez cilt) 1300 sayfa. Bu nefis eserde
başta Peygamberimizin ve Kur'an-ı Kerimde adı geçen diğer
.peygamber efendilerimizin, 4 büyük halifenin ibret dolu ha·
yatlan~ı okuyacaksınız. Asrı saadet imparatorluğunun ve on-
dan sonra kurulan İslam devletlerinin tarihini bu şaheser
eserde akıcı ve tatmin edici bir Türkçeyle öğreneceksiniz.
6) MÜZEKKİN-NÜFUS - Yazan: Eşrefoğlu Rumi Hazretleri -
Tasavvuf okyanusundan inci taneleri. Hak yolunun çile ve
ızdırap yüklü yolcularından ibret dolu hayat safhafarı... Çok
sade ve akıcı bir Türkçeyle neşredildi. 550 sayfa ciltli.
7) RİSALE-İ KUŞEYRİ - Yazan: imam Abdülkerim el-Kuşeyri •
Bu eser Hicri 438 yılında kaleme alınmıştır. Yazıldığı tarihten
itibaren Tasavvuf aleminin müracaat kitabı olmuştur. O ta-
rihten sonra tasavvufi· eser yazanlar kitaplarında hep KU-.
ŞEYRİ'yi kaynak göstermişlerdir. Tasavvufun müracaat ki-
tabı olan bu eseri evinizde mutlaka bulundurunuz. Büyük
boy bez ciltli 470 sahife.
Ş) KİMYA-İ SAADET - Yazan: lmam-ı Gazali - Tercüme: Ali
Arslan (İstanbul eski vaizi) - Ey müslüman ölüme hazır ol,
ahirete azık peyda et. Dinin hakikatına ve özüne yapış. Üs-
tün ahlaklarla süslen. Bu kitap sana bunları bahşedecek muh-
teviyattadır. 720 sayfa, büyük boy, bez cilt.
9) KUDURİ TERCEMESİ: Hanefi Fıkhının temel ilmihal bilgileri
Arapça aslı, Türkçe tercümesiyle beraber basılmıştır. Tercü-
me : Ali Arslan - 420 sayfa büyük boy bez cilt.
10) KADINLARA HİTAP - Yazan : Ali Arslan - Kafir toplumlar-
da kadın, sadece bir zevk ve eğlence aracı olarak görülmekte
ve layık olduğu değer hiçbir zaman verilmemektedir. Ne

422
yazık ki müslüman toplumlarında da kadınlarımız. kafir ka-
falılı;mn yoğun propagandalarıyla (ki bu propagandanın baş
aracı televizyon, gazete ve mecmualardır. Müslüman küfrün
bu silahlarına karşı son derece uyanık ol) zevk ve eğlence
aracı haline getir['lmektedir. Yayınladığımız bu güzel eser, ka.
dınlarımıza yöne ik, nasihat ve irşad edici hadis-i şeriflerin
meal ve tefsirini sunmaktadır. 210 sayfa btiyük boy bez ciltli.
11) İSLAMIN DÜNYA GÖRÜŞÜ· Yazan: Seyyid Kutub • Tercü.
me: Ali Arslan · Mısır'ın zalim diktatörü Nasır'a karşı İslftrm
canıyla kanıyla müdafaa eden ve Nasır tarafından idam edil·
mek suretiyle şehi:d olan büyük insan Seyyid Kutub'un şaha·
ne bir eseridir. Bu eserçle şehid kanının nefis kokusunu tenef.
füs edeceksiniz. 425" sayfa karton kapak.
12) RİSALELER (10 Risale bir arada) . Yazan: Hasan el -Benna.
Tercüme: Ramazan Nazlı • Müslümanı irşad 'edici öğütler
manzumesidir bu kitap. ·Dinamik ve şuurlu bir mü.slüman
nasıl olmalıdır, nasıl bir hayat yaşamalıdır. Bu kitabı ri:ıut.
laka okuyunuz. 350 sayfa büyük boy karton kapak.
13) Hz. MUHAMMED'İN HAYATI· Yazan: Ebul Hasan en-Nedvi.
Tercüme: Ali Arslan • Müslüman çocuğuna, yüce, peygambe·
rinin hayatını bilmesi gerektiği şekliyle, ana hatlarıyla, kısa
ve öz olarak öğreten hacını küçük, kendi büyük muazzam
bir kitap. · 275 sayfa karton kapak.
14) KUR'AN-! KERİM'DEN DİNİ HİKAYELER · Yazan: Ebul
Hasan en Nedvi - Terceme: Ali Arslan • Yine müslüman ço.
cukları için kaleme alınmış, nefis akıcı bir dille Kur'an-ı Ke·
rim'de adı geçen diğer peygamber efendilerimizin kıssalarını
bu kitapta bulacaksınız. 160 sayfa karton kapak.
15) SON SABAH (hikayeler) Yazan: lsmail Fatih· Ceylan ·Birbi.
birinden güzel sürükleyici ve nefis bir anlatımla yazılmış se·
kiz hikaye bu kitapta derlenmiştir. 215 sayfa karton kapak.
16) ÇOCUK HİKAYELERİ SERİSİ· Yazan: lsınail Fatih Ceylan.
Müslüman çocuğunu eğitici ve öğretici mahiyette yatılmış,
çocukların anlayabileceği lisanla kaleme alınmış, nefis kuşe
renkli kapak, içi resimli bu hikayeleri çocuklarınıza mutlaka
okutunuz. 8 hikayelik seri . Tanesi 30 TL. '
17) NAMAZ HOCASI · Hazırlayan: Ali Arslan • Ved'dılha'dan
aşağı Namaz Sureleri, Yasin, Tebareke ve Amme cüzleri ve
manaları, abdest ve hutbe duaları, namazlardan sonra oku-
nan Aşırlar, Abdest alınış ve Namaz kılıı:iış şekilleri ve na•
mazın ahkamıyla ilgili bütün meseleler. 215 sayfa, kuşe kapak.

42:3
18) İSLAM'DA MÜSTEHCEN NEŞRİYXTIN Htl'KMtl' • Derfoyen'
Ali Arslan • Resim, müstehcen neşriyat ve heykel mevzuunda
dinimizin hükümlerini araştıran ve ortaya koyan bir eser.
210 sayfa kuşe kapak.
19) KADINLARA,. ÖRTÜ • Yazan Ali Arslan - Ehl-i Sünnetin gö·
rüşüne göre tesettür mevzuunu avamın anlayacağı sade ve
akıcı bir lisanla anlatan şahane bir kitap. Baş tarafına ka·
dınlann bilmesi gereken ilmihal bilgileri ilave edilmiştir. 140
sayfa kuşe kapak.
20) BİR KISSADAN BİN HİSSE • Derleyen: Selim Tokat • İs­
miyle mütenasip bir eser. Tarihe malolmuş meşhur dini ve
tarih! kıssaların en güzellerini bu eserde neşrettik. 120 sayfa,
kartdn kapak.
21) HADİS-İ ŞERİFLERE GÖRE EVLENME ADABI· Yazan:
Nasirüddin el-Elbani - Evlilik konusunda bizzat Resıllüllahın
ağzından çıkmış ölçüleri bu eserde toplanmış şekliyle okuya-
bilirsiniz. 110 adet hadisin manası ve açıklaması . 80 sayfa
kuşe kapak. ı ·

22) CELALEYN TEFSİRİ: Türkiye'de basılan diğer Celaleyn'ler·


den apayrı bir özelliğe sahiptir. Ortası Kur'anr-ı Kerim, ke·
nan Celaleyn (ayetler numaralı) ve ayetlerle ilgili yorum ge-
tiren Hadis-i Şerif ve alt kısmında ayetlerin nüzul sebepleri.
Bu metodun baskısı Türkiye'de ilk defa ve yayınevimii\ce ya,
pılmıştır. - lkinci hamur, san kağıt (Büyük boy bez ciltli)
Birinci hamur san şamua kağıt.
23) KATRÜ-N-NİDA: Arapça gramer kitabı: Tıpkı basım. lkinci
hamur san kağıt.

24) KAFİYE MUGRlBl: Gramerle ilgili tıpkı basım Arapça


eser, İkinci hamur san kağıt.
25) İZ~AR MUGRİBİ : Arapça tıpkı basım. İkinci hamur, san
kağıt.

26) İZHAR MEFHUMU (Osmanlıca) : İkinci hamur san kağıt.


/ '
27) FIKH-I tsı.AM TARİHİ
Yazan: Prof. M. Y. Musa
28) Yahudiyle Olan Savaşımız
Yazan: Seyyid Kutub

424

You might also like