Professional Documents
Culture Documents
(İslam'Da Sosyal Adalet) Seyyid Kutub
(İslam'Da Sosyal Adalet) Seyyid Kutub
SOSYAL
ADALET
SEYYİD KUTUB
·lslim'da
Sosyal Adalet
Türkçesi
M. Beşir ERYABSOY
ARSLAN YAYINLARI
Beyazsa.ray No. 6 Tel : 26 30 52
Beyazıt - İstanbul
Aralan Yayınlan
ikinci Basım
• Aralık/1982
5
Mülkiyeti Geliştirmenin Yollan .. . .. . . .. . .. . .• .. . .. . . . . 189
İnfak (Harcama) Yollan .. :.............................. 204
Zekat FA.riası .. . . . . . . . .. . . .. . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. .. .. . . . . . . . . . .. . 218
Zekat Dışındaki Mali Yükümlülükler . . . . . . . . . . . . . . . . . . 228
tsıanı 'l'arihinden Vak'alar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 241
islrun'ın Bugünü ve Geleceği .. . . .. . . . . . . . . . . . . .. . .. . .. . . . . 357
Yolların Aynlışında ............ .,. .. . . . . . .. . .. . . .. . .. .. .. .. . . . 415
6
BismilhUıfrrahmaııirrahfm.
SEYYİD KUTUB
7
tsLAM VE HIRİSTİYANLIK AÇISINDAN
DİN~ TOPLUM.
9
«sosyal ad6.leti» gerçekleştiremeyen' toplumsal şartıatla.
karşı karşıya kalıyorlar. Bu sefer gölerini Avrupa.'ya,
Amerlka'ya Rusya'ya, Çine... ve Yugoslavya'ya. ve benzer·
lerine dikiyorlar. Hayatlarını sürdürmek için oralardan
ınal ithAl ettikleri gibi, bu sefer problemlerinin çözümü
için de gerekli tedbirler ithfil ediyorlar. Ancak bunlar
çeşitli malları ithal ederken, eski borçlarını araştırır, pi-
yasadaki mal varflıklarını belirler, üretim güçlerini araş
tırırlar. Fakat düzen, yasa ve programların ithfil edilmesi
sırasında bütün bunlardan hiç birisini yapmamakta; de-
mokratik veya, sosyalist veya komünist düzenleri ithAl
etmek için; tilin ruhi birikimlerini, fikri dayanaklarını,
ellerinde var olan esas, prensip ve teorilerini, tetkik et-
meden, kendilerine çözüm yolwıu verebilecek hiçbir yolu
araştırmadan bunları yapmak~dırlar ve sosyal problem-
lerinin çözümünü onlardan beklemektedirler. Durumları,
şartları, tarihleri, maddi, fikri ve ruhi hayatlarının da.-
yanaldan, bu çok uzaklarda ve denizlerin ötesinde bu-
lunan toplumların düzeninden tamamen farklı olsa bile,
onlar yine böyle bir bekleyiş içindedirler.
Ve bunlar dinlerinin «İslam» olduğunu il!n edi·
yorlar, hatta. bazan kendilerinin İslam dinin koruyucu-
ları ve davetçileri olduğunu da sanıyorlar. Oysa bunlar,
vicdanlara hapsedflsin, hayatta hiçbir hAldmiyeti kalma-
sın, hayata yön vermesin, problemlerini çözmesin diye
bu dini, pratik hayatlarından tam anlamıyla uzaklaştı
rıyorlar. Din onlarca,. kişinin kül ile olan bir bağından
ibarettir; insanlararası ilişkiler, toplum ilişkil.eri, hayat-
ta karşılaşılan problemler, yönetim ve iktisad politikası
gibi konuların ise ne dinle ilgileri vardır, ne de dinin
.onlarla ilgisi... Bunlar dini inkar ve red etmeyenlerin
söyledikleri. Diğerleri ise diyorlar ki: Bize bu dinden söz
etmeyin. Din, kapitalistlerin ve zorba yöneticilerin kul-
landıklan bir afyondan ba.'§ka bir şey değildir. Onu,
10
emekçi sınıfını uyuşturmak, yoksul kalabalık.lan hare-
ketsiz M.le getirmek için kullanırlar.
İslamın tabiatına .ve İslam tarihine son derece ya-
bancı olan bu görüşleri bu insanlar, nereden getirdiler? ..
Bunlan -her şeyi aldıklan gibi- uzak ülkelerden ve
denizlerin ötesinden ith8.l ettiler.
Çünkü, dinin dünyadan ayn olduğu hikAyesi, İslam
dünyasında ortaya çıkmadı ve bu tslamm da tanımadığı
bir şeydir. Dinin duygulan uyuşturduğu safsatası da
hiçbir zaman BU DİN'ill verdiği bir sonuç olmamıŞtır
ve ,bu, onun tabiatına da aykırıdır. Fakat onlar, bu söz-
leri, papağan gibi ezberlemiş, .tekrarlıyorlar; maymunlar
gfüi başkalarını taklit edip duruyorlar. Bu düşüncenin
8ıSlını, nasıl doğduğunu araştınnaya, nereden ·gelip git-
tiğini bilmeye de çalıştıkları yoktur, üstelik... Şimdi bu
tuhaf iddianın nereden ve nasıl geldiğine bir bakalım :
Hıristiyanlık, Romıt imparatorluğunun gölgesinde,
Yahudiliğin donuklaştığı; cansız, donuk bir takım lyin-
lerden, ruhsuz bir tabını görüntülerden ibaret kaldığı bir
dönemde gelişti. O sırada Roma İmparatorluğunun, çağ
daş Avrupa'nın yasa.lan için hMA. kaynaklık etmekte olan
ünlü kanunları vardı. Roma toplumunun bu sırada be-
lirli bir düzeni, toplumsal bir takım esasları vardı. Pav-
los'un Avrupa'ya sunduğu şekliyle Hıristiyanlık, o gün
ayakta duran şartlar altında, güçlü Roma devletine ve
girift Roma toplumuna yasalar, düzenler; toplum ve dev-
let yapısı için ışığında yol alacağı esaslar verebilmekten
uzaktı. Kendilerine İsa (A.S.) ın Peygamber olarak gön-
derildiği, Arz..ı Mukaddes'in tamamı sadece bir Roma
sömürgesi olduğu için, bu şartı.arın zorlaması altında
Hıristiyanlık, ruhu arındırma ve vicdanı. temizleme yo-
luna koyuldu ve Yahudilikte bulunan donuk ayinleri,
boş görüntüleri eleştirmeye, tsralloğullarının vicdanına
ruh ve hayat üflemeye önem verdi.
11
Hıristiyanlık, bazı. dönemlerinde ruhu arındırmak,
maddeden uzak kalmak konularında gerçekten yüksek
bir noktaya ulaşmıştır. İnsanlann ruhi hayatına bu açı
dan üzerine düşen görevi yerine getirmiştir. Bunu da.
elbette ki kanunlardan soyutıarunış ruhi öğretilerin ruhu
yükseltebileceği, vicdanı yüceltebileceği, kalb ve vicdanı
antabileceği, insanın içinden gelen isteklerini önleye-
bileceği, zaruretler üzerine yükselebileceği kadar ve ha-
yal Meminde yer alan mukaddes arzuları hedef alarak
yapabildi. Tabii bu arada toplumu ve işlerini, devlete terk
etmiş idi. Devlet de algılanan alemde yeryüzü kanunla-
rıyla toplumu düzene koyuyordu. Çünkü bu arada Hıris
tiyanlığın kendisi iuh ve vicdan dünyası ile uğraşmakta,
ona önem vermekte idi. Bu durum ise, kilisenin çizdiği
şekil, onun içinde geliştiği özel şartlar ve bu dönem içe-
risinde İsrailoğullannın özellikle ihtiyaç duydukları şey
ler ile mantıki bir uyum gösteriyordu.
Hıristiyanlık
bu şeklyle denizi aşıp Avrupa'ya geçin-
ce, Romalılarınputperest - maddeci Grek medeniyetinin
miras~ılan olduğunu gördü. Nitekim Avrupa'nın çeşitli
bölgelerinde henüz barbar olan, çok büyük kalabalıklar
halinde daracık bir toprak parçası için böğuşan, katı,
korkunç ve cimri karakterdeki kavimlerle de karşılaş
mıştı. Bu bölgelerde yaşayanlar, bir an bile rahatın ta-
dını alamıyor, silahı elinden bırakamıyor, içinde yaşa
dığı gerçekten sıyrılıp göklerin melekutuna yükselmek,
hiristiyanlığın nazariyelerine bağlanmak ve yeryüzünün
realitesinden kopmak için imkan bulamıyordu.
Bu kavimler bu dini hayata elverişli bulmadılar. Bu
sebeple dediler ki: ccDin kul ile Rabbi arasındaki ilişki
dir.ıı Bununla birlikte kiliselerde onun gölgesinde barın
makta ve onun kutsal rüzgarlarıyla rahatlanmakta. ken~
dileri açısından bir sakınca da görmediler.
12
Fakat papazlar, kardinaller, papalar ... vs. din adam.-
lan, kilisenin iktisadi, .sosyal ve siyasi hayattan uzak
kalınası halinde menfaatlerini garantilemiyeceklerini,
nüfuzlannı koruyamıyacaklannı anlamışlardı. O halde
kilisenin, kral ve prenslerin otoritesi karşısında bir oto- .
rite şeklinde ortaya çikması, ruhi hayat üzerindeki oto-
ritesini umumi yaşayış alanına da taşırması kaçınılmaz-
.dı. Öyle zamanlar geldi ki kilisenin mal varlığı, ordusu
ve otoritesi, hiç de kralların elindeki mülk, ordu ve oto-
riteden aşağı kalmıyordu. Bu nedenle kilise ile diğer güç-
ler, papalarla krallar arasında -kaçınılmaz olarak- ça-
tışma başladı. Halk ise, çoğunlukla kilise tarafında yer
aldı. Sonra bu iki otorite arasında -beklendiği gibi-
bir anlaşma oldu. Çünkü halkı kendilerine ram etmek
ve büyük çoğunluğu elleri altında bulundurmak nokta-
sında faydalan birleşiyordu. Bu faydalar gerçek hüviyet-
leriyle maddi ve iktisadi faydalar, çatışma da aslında
otorite sağlamak konusunda olduğu sürece bu böyle oldu.
İşte
Avrupa hayatında dinin durumu bu idi. Bu ne-
denle dendi ki: Din, milyonlarca kişiyi zorbalara ve din
adamlarına boyun eğmeye sürükler. Çünkü Avrupalıla
rın yanında din, gerçekten de böyle idL
*
Kilise dünyada da, ahirette· de insanlara hakim kut-
sal bir otorite olarak, «Endülüjansıılan büyük· bedeller
karşılığındasatmakta ve· «afaroz» kararlan çıkartmakta
uzun süre devam etti. İnsanların duygu ve düşünceleri
üzerinde de aynı şekilde tahakkümüne devam ediyordu.
Bunların arkasandan bir de «Engizisyon Mahkemeleri»
geliyordu. Bu mahkemeler her baş kaldır..aıı1 veya sapık
lık. ve inkarcılıkla. itham edileni öldürüyor veya .yakıyor-
du ... Bu, «Rönesans» devrine kadar böylece sürdü. Ka-
ranlık çağlardan sonr~, kilise artık zihin ve duyguıarin
yavaş yavaş açılmakta olduğunu gördü. Fakat yeni dü-
şünce akımları ve gelişmekte olan ilim karşısında otori-
tesini kaybetmesi, pek kolay olmadı. Bu nedenle cesur
ağızlan tıkamaya bilgisizlik ve hurafelerden kurtulmuş,
eski ve çürümüş teorilere ters düşen özgür düşünceleri
etkisiz hale getirmeye çalıştı. Artık bu tarihten itibaren
kilise ile fikir özgürlüğü arasında korkunç bir düşman
lık başgösterdi. Kilise göklerin melekutu ile yetinmek
istemeyip yalnızca ahiret konusunda otorite sahibi ol-
mayı kabul etmeyince, ·almış olduğu kararlara aldırış
etmeksizin yapılan serbest araştırmalar üzerine kurul-
muş ilim nazariyeleri ile kilisenin bilgisizlikten kaynak-
lanan ve din ile hiç ilgisi olmayan yer, gök ve maddeye
ilişkin nazariyeleri arasında bir çatışma 00,,ladı. ilim ve
düşünce adamlarından, kiliseden tiksinen ve aynı m-
manda onu hakir gören, içinde dine ve din adamları.na.
düşmanlık ve kin besleyen bir kuşak yetişti.
İşte Avrupalıların hayatında ilim ile din, kiliie ile
düşünce arasındaki kesin ilişkiler buradan başlar. (1)
Bundan sonra hayat, tekrar yoluna devam etti. Mo-
dem illm semerelerini vermeye başlad.L Ondan sanayide
büyük bir üretim doğdu, sermayeler büyüdükçe büyüdü.
Çalışma a.la.nında birbirinden ayrı iki kitle oluşuverdi:
Sermaye sahipleri kitlesi ve çalışanlar kitlesi. Bu her
iki kitlenin maslahatı biribirinden uzaklaştıkça uzak-
laştı. gerçek otorite de devletin elinden senna.ye sahiple- ·
rin.1n eline geçti. Kilise için gerçek otoriteye_ katılmak, •
k&Çiiiililüiz olduğüridiin, sermaye sahipleri sınıfına ka..-
tıklı.
14
Avrupa'daki bütün din adamlannın aynı safta. yer
aldıklarını söY!emek istemiyorum. Onlar arasında kuv-
vet merkezinin nerede olduğunu tesbit edip ona katılan
ve çalışan sınıf için dini uyuşturucu olarak kullanan
faydacılar olabilir. Bunlar, bu sınıfı -yapmakta haklı
oldukları - bir ihtilalden alıkoyuyor, dünyada adaleti
istemekten men'ediyor, bunun yerine ona 8.hireti vaad-
ediyorlardı. Fakat kilisenin ortaya koyduğu şekildeki hı
ristiyanlık akidesini anladığı kadarıyla,. insanları ona
davet edenlerin de bulunması kaçınılmaz.dır. Böyle bir
hıristiyanlığın özünde zühd, görünen hayatı küçümse-
mek, Rabbın melekutundan ve gök aleminden gözü ayır
mamak ve göklerin melekO.tu ile yeryüzünün melekô.tu
arasında tanı bir ayrılık yatmaktadır.
Fakat durum ne olursa olsun, mücadele etmek iste-
yen çalışan sınıf, elinin, bu arzularını güçlendirmediğini,
kilisenin din aracılığı ile çalışanları uyuşturmak istedi-
ğini gördü. Bu nedenle dine karşı direndiğini açıkça or-
ta.ya koydu. Ve nihayet din hakkında şunları söyledi: «0,
milyonların uyuşturucusudur. Kiliseye karşı tavırlarında
maddeciler, samimi olsun veya olmasınlar, doğrusu şu.
ki: Kilise çalışanların safında yer almıyordu.
Jşte komün~Jle_ğUHY,'Mın4ald 8".Çlk dfimuınlık..
buradan ka~~:rgr.
*
Peki, bi?Je ne oluyor? Kendisini müslüm.an diye ad-
landıran bizleri bütün bunlar ne ilgilendiriyor? Biz1m
tarihi şartlarınuzın, İslfunın tabiatı ve durumunun bü-
tün bunlarla. hiçbir ilgisi yoktur. İslam hiçbir impara-
torluğun veya kralın hakimiyeti altında. bulunmayan bir
yerde doğup gelişti. O, göçebe bir toplum içerisinde ya-
yıldı. Bu toplum.da Roma. İmparatorluğunda bulunan
.ıs
türden yasalar veya hükUmıer yoktu. İlk dönemlerinde
bu şartların varlığı tsıamın, hiçbir engelle karşılaşmak
sızın toplumu oluşturmasını ve o toplum için gerekli ka-
nun ve düzenlemeleri yapabilmesini üzerine almak için
daha uygundu. Aynı zamanda İslam hem toplumun ken-
disiyle, hem de vicdan ve ruhuyla, günlük hayattaki
gidiş ve ilişkilerini düzenlemekle de ilgilenmiş; daha doğ
rusu bunu üzerine almıştı. İslamın bütün yol gösterme-
lerinde teşri'lerinde din ve dünyayı bir arada bulundur-
ması için böyle bir toplum içerisinde doğması uygundu ...
İslam, aynı düzen içerisinde yeryüzü ile gök alemini bir
arada ele almak esası üzerine kurulmuştur. O, toplum
gerçeğinde yaşadığı gibi, kişinin vicdanında da yaşar,
onda pratik hayat, dini duygudan ayrı değildir, onun
bir olan cevheri, özü, görünümleri ve y:ollan ayn da olsa,
hiçbir zaman birden fazla olmaz.
Pratik hayattan uzak bir halde insanın vicdanına
çekilmek, İslamın yapabileceği bir iş değildir. Çünkü
onun ilk görevi insan hayatını mükemmel bir şekilde
yeniden kurmaktır.- O, doğuşundan itibaren bir an bile·
olsun 'bir imparator· veya bir hükümdar korkusuyla çar
lışma alanını daraltmak- zorunda da değildi. o, Arap car
hiliyyeti karşısına dikildiği. zamanda bile kendi kendisi-
nin efendisi idi. Caruliyye köklü bir takım sosyal şartlan
ve hristiyanlığın ilk dönemlerinde karşı karşıya kaldığı
temelleri sağlam bir sosyal dü.1.eni bulumnaksızın İslam'a
karşı çıkıyordu. Onun faaliyet alanı ruhi veya maddi,
dini veya dünyevi olsun, beşeri hayatın tümüdür. İslam
-ilk andan itibaren-, ·mükemmel olarak tabiatını orta-
ya koymak, vakıalara uygun bir şekilde gerçeğini belirt-
mek için en uygun -bir ortamda doğmuştur. ŞüphesiZ ki
«Allah risaletlni nerede koyacağını iyi bilir.» Kıyame~
kadar baki kalacak bu dinin; doğduğu andan ·itibaren
mükemmel bir şekilde uygulanması, Allah'ın onun hak-
16
kındaki takdirlerindendir. Ta· ki onda hiçb~ şüphe ve
hiçbir kapalılık bulunmayan bir uygulama, sonra gele-
cek nesillere örnek olarak kalsın.
Toplumdan uzak kalarak bu din, olması gereken
dosdoğru yolda ilerleyemez. Sosyal, kanuni ve mali dü-
zenlerinde onu hakim kılmadıkça, ona bağlı olanlar da
müslüman sayılmaz. İslam kanunları, onların yasa ve
düzenlerinden uzak kaldığı sürece, toplumları «İslam top-
lumu» olamaz. Bazı ibadet ve alametlerden (şeairden)
başka, İslam adına ellerinde hiçbir şey kalamaz. İslam,
yalnızca Allah'a kulluk etmek ve uluhiyeti yalnız O'na
ait kabul etmektir. İleride açıklayacağımız gibi, bunla-
rın başında da «Hakimiyet» yer almaktadır.
18
Farz namazın günün ne kadarlık bir kısmını doldur-
. duğunu ve geriye kalanın ise çalışmak çabalamak için
olduğunu hepimiz biliriz. İnsan hayatında namaza ayrı
lan zaman çok azdır. Gece ve gündüzden arta kalan za-
man ise toplum ve hayat içindir. -Başka bir yerde şöyle
buyurulmaktadır:
19
su taşıdılar. Resulullah (S.A.V.) bunun üzerine buyurdu
ki:
cıBugün ecrin tamamını oruçlu olmayanlar, aldı.» (4)
Yine Enes (R.A.) den; dedi ki: Resulullah (S.A.V.)
in hanımlarının evlerine üç kişi gelip ibadeti hakkında
soru sordular. Onlara, (istedikleri şeyler) haber verilin-
ce, azımsar gibi oldular. Dediler ki:
- Biz nerde~ Resulullah (S.A.V.) nerde! Üstelik
onun geçmiş ve gelecek hatalan bağışlanmıştır.
Onlardan biri dedi ki:
- Ben bütün gece namaz kılarım.
Diğeri:
- Ben de sene boyunca oruç tutanın.
Üçüncüsü:
- Ben ise kadınlardan uzak duruyorum ve hiç e·v-
lenmiyorum.
Resulullah (S.A.V.) onlann yanına gelip dedi ki:
- «Şöyle şöyle söyleyenler sizler misiniz? Bana ge-
lince, Allah'a yemin ederim ki aranızda Allah'tan en
çok korkan ve takva sahibi olanınızım. Fakat, oruç tu-
tuyor, iftar de ediyorum, namaz kılıyor ve dinleniyorum,
evleniyorum da. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir.»
Bu, getirdiği dinin mahiyetini daha iyi bilen Hz.
Muhammed (S.A.V.) in namazı ve orucu küçümsemesi
demek değildir. Fakat bu, getirmiş olduğu dinin ruhunu
kavramasının ifadesidir. Hayat için çalışırken akidesi
için de çalışmış olur. Böylece akide ile hayatı bir arada
ele alır. Mana aleminde, uzlete çekilmiş olarak, akidesiyle
başbaşa kalmaz, hiçbir zaman ...
Abidlik süsü veren ölmüş gibi duran bir adamı gö-
rüp, elindeki kamçı ile onu vurmasından ömer b. Hat-
20
tab'ın da dini böyle anladığını farkediyoruz. Bu adama
Hz .. Ömer demişti ki: «Dinimizi gözümüze ölü gibi gös-
terme, Allah canını alasıca.» Veya onun yanında şahitli
~e gelen birisi ile ilgili yaptıklarından da bunu fark edi-
yoruz. Şahitliğe gelene demişti ki:
«- Bana seni tanıyan birisini getir.» Şahit ona bir
adam getirmiş, bu adam da o kişiyi hayırla yad etmişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer bu adama dedi ki:
- Girip çıktığı yeri tanıyacak kadar yakın bir kom-
şusu musun? Adam:
- Hayır, dedi; Hz. Ömer:
- Adamın N,lah'tan ne derece korktuğunu ortaya
çıkaran para ile onunla herhangi bir muamelen oldu
mu? Adam yine:
- Hayır, dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki:
- İhtimal ki sen onu mescidde Kur'an okurken, ba•
şını bir aşağı bir yukan kaldırıp indirirken 1görmüş ol-
malısın ..
Adam:
- EVet, dedi. Hz. Ömer ona:
- Git, sen onu tanımıyorsun, dedi.
Öbürüne de:
- Git, bana seni tanıyan birisini getir, dedi.»
Bu, Hz. Muhammed (S.A.V.) den olduğu şekilde Hz.
Hz. ömer'in de bu dinin gerçeğini, iba?et ve yaşayışı doğ
ru bir şekilde anladığına dair bir delildir. Bunlar, akide-
nin ve amelin mahiyetini açık bir şekilde ortaya koyar.
«Allah'ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yur-
dunu ara. Dünyadan nasibini de unutma!» (el-Kasas:
77)
«Allah, bazı insanların şerrini diğer bazısı ile def'-
etmeseydi içlerinde Allah'ın adı çokça arulan. manastırlar,
21
kiliseler, havralar muhakkak yıkılıp giderdi.» (el-Hace:
40)
«Sizinle savaşanlarla ,siz de Allah yolunda savaşın,.
fakat aşın gitmeyin. Çünkü Allah, a.Şın gidenleri sevmez.ıı
(el-Bakara: 190)
«(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batıtarafına dön-
dermeniz iyilik değildir. Fakat iyilik, Allah'a, ahiret gü-
nüne, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden,
mala olan sevgisine rağmen ,akrabaya, yetimlere yoksul-
lara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirleri kur-
tarmaya veren, namazını dosdoğru kılan, zekatını öde-
yen kimselerin ,ahidleştikleri zaman sözlerini yerine ge-
tirenlerin, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı za-
manlarda sabredenlerin yaptıklandır.ı> (el-Bakara: 177).
«Sizden kim bir münker görürse onu değiştirsin» (5)
İşte amelde ve itikadde İslam bunun üzerinde ayak-
ta durur. O halde kutsal konsillerin şekillendirdiği gibi
hıristiyanlıktaki haliyle din ile dünya arasında bir ay-
rılık yoktur, akide ile toplum hayatı arasında bir ayrı
lık: yoktur.
İslam'da ise
*
ne kahinlik kurumu ne de yaratan ile
yaratılan arasında a~acılık vardır. Yeryüzünün neresin-.
de olursa olsun veya denizin ortasında bulunsun, her
müslüman tek başına Rabbine kullukta bulunabilir. Anır
ya herhangi ·bir kahin veya papazın girmesine gerek
yoktur. İslam Devletinin başkanı (imam) velayet hak-
kını, başkanlık yetkilerini, ne kendisinde varolduğ~ ka-
22
bul edilen «İlahi Hak»tan, ne de Afl~h ile insanlar ara-
sında aracı olmaktan alır. O, bütün güç ve yetkilerini
doğrudan doğruya İslam Cemaatından alır. Nitekim tüm
otoriter gücünü de Şeriatı uygulamaktan alır. O şeriat
ki, - bildikleri takdirde - onu anlamak noktasında her-
kes eşittir, herkes eşit olarak onun hükümlerine boyun
eğmekle yükümlüdür .
23
«İlim
taleb et:rp.ek her müslüman üzerine farzdır.»
(7) «Kim ilim taleb etmek için bir yola giderse, Allah
da ona Cennete giden bir yolu kolaylaştırır.» (8)
Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi, fikir ve
ilim adamlarına yapılan zulüm ve işkencelerin İslam Ta-
rihinde yeri yoktur. Bir takım kişilerin, düşünceleri do-
layısıyla cezalandırıldığı çok az olaylar, müslümanlann
tarihinde bir istisna sayılır. Bu olaylar da çoğunlukla
siyasi bazı renkler taşır ve arkalarında fırkaların eği
limleri yatmaktadır. Bunlar genel olarak İslami hayatın
açık bir özelliği gibi görülemezler. üstelik bunlara, İs
lamı anladıkları kabul edilemiyen bazı kimseler sebep
olmuştur.
24
den) böyle çıkanlacaksınız. Sizi bir topraktan yaratmış
olması da O'nun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa)
yayılır bir beşer oluverdiniz. Size nefislerinizden kendi-
le'riyle sükun bulasınız diye eşler yaratmış olması, ara-
nızda bir sevgi ve esirgeme kılmış olması da O'nun ayet.
!erindendir~ Şüphe yok ki bunda düşünen bir topluluk
için elbette ayetler vardır. Göklerle yeri yaratması, dil-
lerinizin ve renklerinizin ayrı ayn olması da O'nun ayet-
lerindendir. Muhakkak bunlarda bilenler için ayetler var-
dır. Geceleyin uyumanız, gündüzün de onun fazl(u ke~
rem)inden (nasip) aramanız da yine O'nun ayetlerin;..
dendir. Şüphesiz ki bunda (gerçekleri) işitecek topluluk
için ayetler vardır. Yine onun ayetlerindendir ki, size
hem korku, hem de tama' (vermek) için şimşeği gösteri-
yor. Yukarıdan bir su indiriyor da onunla arzı ölümün-
den sonra diriltiyor. Muhakkak bup (lar) da aklını kul-
lanacak bir topluluk için ayetler vardır.» (er-Rum: 19-24)
Bu istisnai olaylar, takva ile ilmi biribirine sıkı sı
kıya bağlayan, ilmi Allah'ı tanımaya ve O'ndan korkma-
ya götüren bir yol olarak gören ve alimleri cahiller üze,.
rine yükselten bir din için çok tabiidir.
«Allah'tan, kullan içinde ancak alimler korkar.» (Fa-
tır: 28)
«De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» (ez-
Zümer: 9)
«Alimin abide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan
üstünlüğü gibidir.» (9).
25
neminde ve sonrasına rastlayan çağlarda kilise ile ilim
adamları arasında görülen çatışmaya benzer olaylara,
İslamın tabiatında da, tarihinde de rast gelinemez.
o halde İslamı,
*
toplumun akışına itmek için elimiz-
de herhangi bir gerekçe yoktur. Ne onun özel yapısın
dan, ne de tarihi şartlarından öyle bir gerekçe çıkarıla
maz. Avrupa'da hıristiyanlığın karşı karşıya kaldığı şart-
(10) Biz •din adamları• :kavramı ile •d:n liflmlerl• kavramını blr:birin·
den aıyırıyoııuz. Bazı çağlarıcla sal·tanat sahipleri •Dini Bir Heyet•
olu~turmaya çafı.şırlar. Bu heyeti, •sözü yerl·erinden değiştinnek•
ve yönetim sahiplerinin razı olacağı fetvaları vermek, elinde
ıh:Qbir dayanağı olmayan söz, iş ve durumlarını doğrulamak lçTn
·kullanmak gayesiyle oluşturmaya çalışmışlarıclı. Bunlar, kilisedeki
•lkllros-dini hizmetlerde bulunanlar•a benzer, lsl§mın tanımadığı
heyetlerıcllr.
26
lar İslam için: sözkonusu olmamıştır. Avrupa'da din ve
dünya 'biribirinden aynlmış; vicdanı arıtmak ve ruhu
yüceltmek görevi dirie;-Topfumun düzenini ve hayatın
akışını disiplin altına alma görevi ise insanlar tarafın
dan yapılan kanunlara verilmişti. İslam ve tarihi şart
lan, bunlara tümüyle yabancıdır.
Hıristiyanlıkve komünizm arasında bir düşmanlığın
bulunduğu gibi; İslami metodun ve İslam şeriatının sı
nırlan içerisinde sosyal adaleti gerçekleştirme mücade-
lesi için elimizde gerçek hiçbir neden mevcut değildir.
İslam, sosyal adaletin kurallarını koyar, zenginlerin elin-
de bulunan, fakirlerin haklarını garanti altına alır, yö-
netim ve mal için adil bir siyaset ortaya koyar. Ayrıca
duygulan uyuşturmaya, insanları, haklarını yeryüzün-
de bırakıp onları göklerin melekutunda beklemek için
çağırmaya da hiç gerek duymaz; tersine, İslam, herhangi
bir baskı nedeniyle şer'i haklarından vazgeçenleri ahiret-
te kötü bir azab ile korkutmakta ve onları «nefislerine
zulmedenler» diye adlandırmaktadır.
«Nefislerine zulm edenlere, canlarını alacağı zaman
melekler derler ki: «Ne işte idiniz?» Onlar: «Biz yeryü-
zünde (dinin emirlerini uygulamaktan) aciz kimseler
idik.» derler. Melekler de: ((Allah'ın arzı geniş değil miy-
di, onda .hicret edeydiniz ya!ıı derler. İşte onların barı
naldan Cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir.» (en-Nisa:
97)
İslam,
milslümanlan, haklarını almak için çarpış
maya bile teşvik eder:
«Zulme uğradığı (ve hakkını geri almak) için (çar-
pışırken) öldürülen kin:ıse de şehittir.» (11)
(11} Nesai rivayet etmiştir.
27
Eğer Avrupa dini sosyal hayatından atmak zorun.da_
kalmış ise bu yolda onun izinden gitmek zorunda değiliz.
Eğer komünizm de -ileri sürüldüğü gibi- çalışan sı
nıfın haklarını garantileyebilmek için dine düşmanlık et-
mek zorunda kalmış ise, dine düşmanlık etmenizi gere~
tiren bir durumunuz yoktur, bizim kendilerini müslüman
sananlar ve müslüman isimleri taşıyanlar da -vardır
derler ki: ccİslamın belirli bir tarihi dönemde gerçekleş
tirdiği bu düzenin, başka tarihi dönemlerde uygulanma-
sını elverişli kılacak şekilde gelişme ve yenileme unsur-
larını kendi yapısı içerisinde hala taşımaya devam etti-
ğini kim garantileyebilir? Bu dönemleri ayakta tutan
esaslar, İslamın doğduğu tarihi dönemin esaslanndan
-az veya çok- farklıdır.»
İşte bu kitap, tümüyle bu kişilerin sorabilecekleri
böyle bir sorunun cevabıdır. Fakat burada da özetle şun
ları söyleyelim:
28
esnekliğiyle İslam, tatbiki hükümlerinin, çağlar boyun-
ca gelişip yenilenmesini sağlamış bulunuyor.
Şüphesiz ki, İslam fukabası, kıyas, ictihad, fer'i me-
selelerle ilgili hükümlerin çıkartılması yolunda teşekküre
değer büyük gayretler harcamışlardır. Bunlarla İslam
hükümlerinin kendi zamanlarında, İslam hükümleriyle
yönetilen toplumun sürekli yenilenen ihtiyaçlarını kar-
şılamaısını sağladılar ... Daha sonra, Haçlı emperyalizmi~
nin Dar'ül-İslamın her yerini istila etmesinden itibaren,
İslam şeriatının terk edilmesi sonucu toplumun İslam
dan uzaklaşması ile birlikte bu gayretler durakladı.
Bu durumun tedavisi ise; Şeriatın çağdaş toplumun
ihtiyaçlarına cevap verebileceğinden ümid kesmeden ge-
niş kapsamlı dinimizi sırf ibadetlere hasredip Fransız
hukukuna yönelerek oradan kanunlarımızı almamız ve,.
ya batının siyasi görüşlerine başvurup onlardan yönetim
şeklimizi almamız veya materyalist düzenlere kucak açıp,
sosyal düzenimizde onlardan kaynaklanmamız değildir.
Çünkü tabii olarak yapısal gelişmesini belirli bir ortam-
da gerçekleştirmiş herhangi bir düzen, en azından bu
ortamda gelişmeyen, yabancı ve aşırma her düzene oran-
la, daha elverişlidir ... T?-bii bütün bunlar iddia ettiğimiz
müslümanlık davasına ektir. Bu dava, yalnızca bir Al-
lah'a kullukta bulunmaktan başka bir temel üzerine
yükselmeyen bir dav~dır. Yalnızca bir Allah'a kulluk ise
ancak bir şekilde gerçekleşebilir. O da: Allah'ın şeriatiyle
hükmetmek şeklidir ...
Fakat olan ,din gerçeğini, toplumların tabiatını ve
hayatın kanunlarını tanımayışımız, tarihi birikimine
başvurmaktan ruhi ve akli tembelliğimiz, dini hayattan
uzaklaştırmak konusunda doğuyu ve batıyı gülünç bir
şekilde taklide yönelişimizdir. Halbuki batıda dinin ge. .
lişmesi onlar için böyle bir şeyi gerektirmiş ise de, İslam
29
açısından böyle bir şey
söz konusu olamaz. Din ile ilim
ve devlet arasında bir uzaklaşmanın olmasına neden
teşkil eden bir takım tarihi sebeplerin batıda varlığın
dan söz edilebilir ama, İslam tarihinde bunların benzer-
lerine rastlanılamaz.
Bu, bizim belli bir tarihi ~eklin yanında toplumu
duraklamaya çağırmamız anlamına gelmez. İslam, ken-
disinden yeni çözümler çıkarılabilen bir metod, bir alan-
dır. Fakat aynl zamanda bütün bun:J:ar, sağlam esaslar
üzerine de kuruludur ve bunlar İsl~m toplumunu kuşa
tan şartlara da uygundu. Fakat biz hiç olmazsa şunu
istiyoruz: Olur olmaz, tarihi hayatımızda temelleri bu-
lunmayan, şahsiyetimizin kaybolacağı ve kendisiyle ın~
sanlık kafilesinin kuyruğu oluvereceğimiz ilkel bir tak-
litçiliğe girişmeden, tarihi birikimimize baş vuralım.
Çünkü dinimiz bizi iki kuyruk olmaya değil, önde Qlmaya
çağırıyor:
30
İSLAM'DA
SOSYAL ADALETİN ESASLARI
31
anlamayı, cüz'i şeyleri külli esaslara bağlamayı, zevkle ve
inceliklerine kadar, çizgi ve yönelişlerini incelemeyi, onu
içiçe, mükemmel bir düzen, parçalanmaz bir bütün ola-
rak görmeyi, bütün parçalar ve hedefleri bir arada bu-
lunmadıkça hayatta hiçbir semere veremiyeceğini gör-
meyi çok kolaylaştırır.
İslam hakkında araştırma yapacak olan, İslamın yö-
netim ile ilgili görüşünü veya mal ile ilgili veya toplum-
lar ve kişiler arasındaki ilişkiler hakkındaki görüşlerini
araştırmadan önce, ilk olarak onun ulU.hiyyet, kainat,
hayat ve insan hakkındaki kapsamlı düşüncesini açıklığa
kavuşt:urmak yolunu seçmelidir. Çünkü bütün bunlar,
onun bu külli tasavvurundan çıkar ve İslamın bu tasav-
vuru (düşünüşü) anlaşılmadan, bu özel konuların doğru·
bir şekilde ve derinliğine anlaşılmaları mümkün değildir.
Doğru İslılmi düşünüş, İbn Sina ve İbn Rüşd veya
Farabi'de veya «İslam Filozofları» diye adlandırılan ben-
zerlerinde aranmamalıdır. Bunların felsefeleri yalnızca
Grek felsefesinin bir takım gölgelerinden ibarettir, özüy-
le İsiam ruhuna yabancıdır. İslamın köklü ve mükem-
mel düşüncesi doğru ve sağlıklı kaynaklarında, Kur'an-ı
Kerim'de, Hadis'te., Resulullah (S.A.V.) in siretinde ve
ameli sünnetlerinde aranmalıdır. Bu esaslar, İslamın
bütün öğreti, teşri ve muamelatının kaynağını teşkil
eden ccİslami Düşünüşü» derinliğine kavramak isteyen
her araştırıcı için yeterlidir.
İslam, yaratan ile yaratılan, kainat, hayat ile insan,
insan ile kendi nefsi, kişi ile toplum, kişi ile devlet, bü-
tün insanlık toplumlarının kendi aralarındaki ve nesil-
ler arasındaki ilişkileri teker teker ele almıştır, bunları
külli ve toplayıcı bir düşünce çerçevesinde, çeşitli tefer-
ruat ve açıklamalarında ana çizgileriyle göz önünde bu-
lundurmuşt:ur.
Bu düşünüş ile ilgili geniş açı~lamaların yerilm ki-
tap değildir. Bu, «İslam Düşüncesinin Esas ve Hususi-
siyetleri (1) adı altındaki bir eserimizde ele alınmıştır.
Fakat «İslam'da Sosyal Adalet» konusunda söyleyecekle-
rime bir giriş olmak üzere, sadece genelde bazı konu
başlıklanna işaret etmekle yetineceğim.
Yaratıcı, yaratılanlar, kainat, hayat ve ,insan konu-
lannda insanlık, geniş kapsamlı bir tasavvura sahip ol-
maksızın uzun asırlar geçmiştir.
İnsanlara Allah ·tarafından bir peygamber gönde-
rildikçe, onlardan az bir kısmı getirdiklerini kabul 'edi-
yor, çoğunluk ise yüz çeviriyordu. Sonra da toptan o pey-
gamberden yüz çevirip, sapık cahili bir takım tasavvur-
lara yönelerek irtidat ediyorlardı ... Bu, İslamın en mü-
kemmel tasavvur ve en geniş kapsamlı şeriat ile geldiği
ve hayat için bu iki esas üzerine, hem tı;ı.savvur, hem de
şeriatın bir arada varlığını bulduğu olay olarak yaşa
nan bir düzen gerçekleştirdiği zamana kadar devam etti.
Yaratan ile yaratılan (kainat, hayat ve insan) ara-
sındaki ilişki, bütün yaratıkların kendisinden türediği
ccdoğrudan irade»dir.
<<Onun emri bir şeyi dilediği zaman ona ancak «OL»
demesinden ibarettir. O da oluverir.» (Yasin: 82).
Ma.çlde veya kuvvet türünden olsun yaratan ile ya-
ratılan arasında hiçbir istisna yoktur. Bütün varlıklar,
O'nun mutlak iradesiyle doğrudan doğruya var· olur. Ko-
ruyan, düzenleyen ve işleri yürüten de O'nun mutlak
iradesidir.
«Her işi yerli yerinde O tedbir ve idare eder, ayet-
leri O açıklar.» (er-Ra'd: 2).
(1) Bu eserin bir:nı:ı kısmı yayınlandı. •lslam DüşOncesinin Özellik·
lerl•nl ele alır.
34
Açıkcça ortaya çıkıyor ki, her bir varlığın, var olma-
nın gayesi ile uyum halinde olan belli bir hikmeti var-
dır; ilk olarak varlığın kendisinden südur ettiği, sonra
da kendisiyle korunup düzenlendiği «bu irade» her bir
varlığın kainat ile uyumunu ve kainata, olan külli fay-
dasını gözönünde bulundurur.
Bütün varlıklar, bir, mutlak ve mükemmel olan İlahi
İrade'den doğrudan doğruya südt1r etmiş olmaları hük.-
müyle; bütün parçalan mükemmel bir birlik, yaratılış,
düzen ve hedefleriyle biribiriyle uyum halinde oldukları
için, varlık alemi, -:-genel olarak- hayatın varlığına,
-özel olarak da- hayatın en yüksek basamağında in-
sanın varlığı için elverişli ve müsait bir hale getirilmiş
tir. Kainat ne hayata düşmandır, ne de insana. -Çağ
daş cahiliyye'nin ifadesiyle- tabiat, insanla savaşan in-
sanın bir düşmanı değildir. O, Allah'ın mahlUkudur. O,
hayatın ve insanın hedeflerinden farklı bir hedefi olma-
yan blr arkadaştır. Canlıların görevi de, tabiat ile sa-
vaşmak değildir. Onlar, tabiatın kucağında büyüyüp ge-
lişmiş~erdir. o da onlar da bir ve mutlak iradeden südur
etmiş, tek bir bütün olan bu varlık aleminin birer par-
çasıdırlar. Bizzat insanın .kendisi dost bir ortam içinde
ve dost bir takım varlıkJar arasında yaşamaktadır. Alla-
hü Teala yeri yarattığında:
cc (Allah) onda üstünden baskılar yaptı, onda bere-
ketler yarattı ve onda gıdasını da takdir etti.u (Fussilet:
10).
«0 yeryüzüne, sallanıp çalkalamrsınız diye, sabit
ve muhkem dağlar koydu.ıı (en-Nahl: 15).
Yere gelince, onu da bütün mahlftkatın faydası için
alçalttı.ıı (er-Rahman: 10).
«Yeri sizin (faydanız) için hor ve müsahhar kılan
O'dur. O halde onun omuzlarında yürüyün, Allah'ın rız
kından yiyin.)) (el-Mülk: 15).
35
ccO, yerde ne varsa hepsini sizin faydanız için yarat-
tı.» (el-Bakara: 29).
Gökyüzü de bütün yıldızlarıyla, kMnatın -diğer kı
sımları ile birlikte- mükemmel bir kısmıdır. Onda ve
yerde bulunan her şey, diğer kısımlarıyla uyum hal.inde
yardımlaşma içinde ve dosttur:
· ccDünya göğünü kançiillerle süsledik ve onu (afetler-
den) koruduk.» (Fussilet: 12).
cc:Biz yeri bir beşik, dağları birer kazık yapmadık
rm? Uykunuzu dinlenme(niz için) yaptık. Geceyi örtü
yaptık. Gündüzü geçim vakti yaptık. Üstüstüne sapasağ
lam yedi (gök) bina ettik. (Onda) parıl parıl parıldayan
bir kandil astık. Onunla tane, bitki ve (ağaçları) biribi-
rine sarmaş-dolaş bahçeler çıkaralım diye; o sıkıcı (bu-
lut)lardan şarıl şarıl akan bir su indirdik.» (en-Nebe':
4-6).
İşte İslam inancı bu şekilde Allahü Teala'nın, insa-
.nın Rabbi olduğunu, bütün bu kuvvetleri onun d.ostu
ve yardımcısı olsunlar diye yarattığını açıkça belirtiyor.
İnsan için bu dostluğu kazanmanın yolu ise, onun bu
güçleri yolundan inceleyip, onları tanıması ve onlarla
yardımlaşmasıdır. Eğer bu 'güçler, bazan ona eziyet edi-
yorsa bunun nedeni onun bu güçleri yakından tanıma
ması ve onların esaslarına göre yönetildikleri kanunları
bilmemesidir.
Allahü Teala -bununla birlikte- canlıları ve· in-
sanları, bu dost kainatın kucağında, ihtimamsız, inayet-
siz ve yardımsız bırakmamaktadır. Onun direkt iradesi
bütün k~inat ile ve aynı zamanda kainattaki bütün var-
lıklar ile ilişki halindedir~
ccMuhakkak Allah, yok olmasınlar diye, göklerle yeri
tutmaktadır. Eğer onlar zeva.ı bulsalar O'ndan başka
bunları tutacak hiçbir kimse yoktur.>) (Fatır: 41).
36
<cYerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere
hepsinin rızkı Allah üzerinedir. Onlann duracak yerle-
rini de, tevdi edilen yerlerini de O bilir.)) (Hud: 6)
«Andolsun ki biz insanı yarattık ve nefsinin ona .
ne vesveseler verdiğini biliriz. Ve biz ona şah damarından
daha yakınız.» (Kat: 16).
«Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua ediniz, ben de size
icabet edeyim.» (Gafir: 60).
«li'akirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi
de, onlan da biz nzıklandınyoruz.» (el-En'am: 151).
Belirli bir düzen altında birleştirilmiş olan tüm var-
lıklar tek bir iradeden südur ettiği için, insanlar diğer
parçalarıyla yardımlaşma ve uyum halinde oldukları
kainattan bir parça oldukları. için kişiler de kainat ile
uyum ve yardımlaşma halinde bulunan birer hücre ol-
duldan için; insan fertlerinin de kendi aralarında uyum
ve yardımlaşma içinde olmalan kaçınılmazdır. Bu ne-
denle tslam, insanlığı bir bütfuı olarak tasavvur eder.
Onun parçalan biraraya gelsinler diye, biribirinden ay-
ndır, aralarında uyum olsun diye biribirlnden farklıdır.
Farklı yollara gidiyorlar ki, sonunda bir kısmı diğer bir
kısmı ile yardımlaşabilsin. Böylelikle bütün varlık ale-
miyle yardımlaşabilecek noktaya gelebilsin:
«Ey insanlar, biz sizleri bir erkek ile bir dişiden ya-
rattık. Sizi sırf biribirinizle tanışasınız diye büyük bü-
yük cemiyetler ve küçük küçük kabileler kıldık.» (el-
Hücllrat: 13). ·
Allahü Teata'nın koymuş olduğu kanun ve metoda
uygun olarak bu yardımlaşma ve uyum sağlanamıidıkça
insanlığın hayat düzeninin düzelmesine imkan yoktur.
Bütün insanlığın faydasına olmak üzere bu düzenin ger-
çekleştirilmesi gerekir, Ta ki bu metodun dışına çık.an
lan tekrar ona geri çevirebilmek için kuvvet kullanmak
· mübah olabilsin. ..
3'1
«Allah'a ve Resulüne savaş açanların, yeryüzünde
(yol kesmek suretiyle) fesadçılığa koşanların cezası, an-
cak öldürülmeleri, ya asılmaları, ya el ve ayaklarının
çaprazlama kesilmesi, yahut (bulundukları) yerden sü-
rülmeleridir.» (el-Maide: 33).
tıEğer mü'm.inlerden iki zümre birbiriyle döğüşürse,
hemen aralarını bulup banştınn. Eğer onlardan biri di-
ğerine karşı ha.J.a tecavüz ediyorsa siz, o tecavüz eden
(zümre) ile Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.
Eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık adaletle aralarını
bulup banştınn ve Mil davranın.» (el-Hücurat: 9).
«Eğer Allah bazı insanları, diğerleriyle defetmeseydi
yeryüzü küfür ve fesada boğulurdu.» (el-Bakara: 251).
Aslolan Allah'ın Şeriatının sınırlan içerisinde yar-
dımlaşmak, tanışmak ve uyum içerisinde olmaktır. Kim
bu asıl kuralın dışına çıkarsa her yol denenerek ona geri
döndjirülür. Çünkü kainatta geçerli olan Allah'ın Sün-
neti'ne uymak, kişi ve toplumların hevalarına uymak-
tan önce gelir. Diğer taraftan hepsi arasında yardım
laşmanın varlığı, bir olan kainatın gayesine ve kamatın
bir olan yaratıcısının gayesine uygun düşer.
İnsanı cins ve fert olarak ele alırsak, onun müteka-
mil bir birlik arzettiğini, görünüşüyle farklı kuvvetleri-
nin -gerçekte bir hedefe yönelik olduklarını; bu konuda
onun, kuvvetleriyle görünüşte farklı, gerçekte bir olan
kainatın durumunda olduğunu göreceğiz.
Kainat ve insandaki güçlerden habersiz, onlar hak-
kında kapsamlı bir düşünceye sahip bulunmaksızın, in-
sanlık uzun dönemler yaşadı. Uzun dönemler ruhi güç-
lerle maddi güçleri biribirinden ayırarak 'yaşadı. Birinin
varlığını ortaya koyabilmek için .öbürünü inkar etmek
zorunda kaldı. Veya ikisinin de varlığını kabul etmesi
halinde aralarında bir çelişki ve bir düşmanlık var kabul
f·
etti. Bütün öğretilerini de bu güçler arasında temelde
bir çatışmanın varlığı esası üzerine kurdu. Birinin ağır
basması da, mutlaka diğerinin hafiflemesine bağlı görü-
lüyordu. İki kefeden birisinin ağır diğerinin hafif bas-
ması da kaçınılmaz kabul ediliyordu. Çünkü onların gö-
rüşlerine göre çatışma insanların ve kainatın yapısında
değişmez bir esastır.
-Kilisenin ve mukaddes konsillerin ortaya koydu-
ğu şekliyle- Hıristiyanlık, insan yapısında böyle bir ça-
tışmanın varolduğu düşüncesine en açık örneklerdendir.
Hıristiyanlık: bu düşünüşünde bir dereceye kadar Hin-
duizmle ve -bu konuda ikisi arasında fark olmasına
rağmen~ Budizm ile uyum halindedir. Ruhun kurtulu-
şu bedenin arzularını yerine getirmemeye veya ona iş
kence yapmaya veya onu yok etmeye veya en azından
onu 1hmal ed1p arzularını yerine getirmemeye bağlıdır.
Değiştirilmiş hıristiyanlık: ve ona benzeyen diğer
dinlerdeki bu büyük esastan, hayat ve hayattan fayda-
lanın~, kişinin ve toplumun ona doğru yol alışı, insana
bakışı ve onun yapısında yer alan güç ve kabiliyetleri ile
ilgili pek çok teferruat çıkmaktadır.
Bu kuvvetler ile diğerleri arasındaki !avaş uzun süre
devam etti. İnsan da bu savaş içerisinde İslam gelince-
ye kadar, hiçbir karar veremeden şaşkın bir h~lde kala.. ·
kaldı.
· İslam uyum halinde mükemmel bir şekil ortaya koy-
du, bunun eğriliği ve pürüzü yoktu. Çatışmaya, dü;sınan..
hğa yapısı içerisinde yer vermeyen bir şekildi bu. İslam,
bütün güçleri ve kabiliyetleri bir arada toplamaya, ar-
zu, eğilim ve istelçleri meczetmeye, hepsinin hedefleri
arasında bir uyum sağlamaya ve kainat. hayat ve insan
yapısında bunlann mükemmel bir birlik ve ahenk mey-
dana getirdiklerini itiraf etmeye geldi. Kainat düzenin-
de yeryüzü ile göğü, din nizAmında dünya ile ahireti, in-
39
san. düzeninde ruh ile cesedi, hayat düzeninde de ibadet
ile ameli bir arada bulundurmak ... Ve hepsini bir arada,
birleştirilmiş bir yola koymak üzere geldi. O da: Allah'a
giden yoldur. Hepsini tek bir hakimiyete boyun eğdir
meye geldi. O da: Allah'ın hakimiyetidir.
Kainat, bilinen cczahir»den ve bilinmeyen «ğaib»den
meydana gelen bir «vahdet»tir. Hayat maddi ve ruhi güç-
lerin bir arada bulunmasından meydana gelen bir
<cbirlikntir. Bu_ güçler biribirlerinden ayrıldı mı, mutlak
bir çözülüş görülür. İnsan da gökyüzüne gözlerini dik-
miş arzularla yeryüzüne bağlı isteklerden mürekkep bir
«birlik»tir. İnsanın yapısı içerisindft bu ile diğeri ara-
sında herhangi bir kopukluk yoktur. Çünkü kainatın
yapısında yeryüzü ile gök arasında veya bilinen ile bilin-
meyen arasında herhangi bir kopukluk yoktur. Bu dinin
tabiatında da dünya ile ahiret arasında veya hayat ile
:lbadet arasında veya inanç ile· şeriat (kanun) arasında
herhangi bir ayrılık yoktur.
Bütün bunların ötesinde ezeli ve ebedi bir güç var"
dır. Bu gücün ne bilinen bir evveli, ne de hakkında bir
şey söylenebilen bir sonu vardır. Kainat, -hayat ve in-
.sanlar üzerinde hakim olan nihai güç O'dur. İşte o, Al-
lah'ın kuvvetidir.
40
hiptir: Elverir ki, bunu da öbürünü de yaparken kalbi
ile Allah'a yönelmiş olsun.
Namazıyla, ameliyle, faydalanmak veya kendini
mahrum bırakmakla içindeki her şeyiyle dünya, cenne-
tiyle, cehennemiyle mükafatı ve cezasıyla ahirete giden
biricik yoldur.
Bu, kainatın cüzleri ve kuvvetleri, hayatın bütün
imk~lan, insan ile-nefsi, gerçeği ile görmek istedikleri
arasındaki birliktir.
Bu, kainat ile hayat, hayat ile canlılar, toplum ile
fert, ferdin istekleri ile kı:ırşı koyuşları, nihayet din ile
dünya ve yeryüzü ile gök arasındaki barışı gerçekleştiren
birliktir.
·Bu birlik, ne bedenin yararına ne de ruhun
barışı
yararına yapıyor. Bilakis her birisini yapmak istedikle-
rinde serbest bırakıyor. Ta ki bu çalışmaları birleştirebil
sin ve böylece hayra, salaha ve gelişmeye yönelebilsin.
Bu birlik, barışı kişinin veya toplumun, ya da bir
grubun adına başka bir grubun, veya bir nesil adına
başka bir neslin yararına da yapmıyor. Her birisinin
ayrı ayrı hak ve ödevleri vardır. Bu hak ve ödevler de
adalet ve eşitlik kanununa göre onlara. verilmiştir.
Kişiye, topluma, grtıba, bir nesile ve nesillere, hep·
sine tek bir hedefi olan tek bir kanun hakimdir. Kişi
nin ve toplumun -aralarında herhangi bir çatışma ol-
maksızın- çalışma · alanlarında serbest bırakı~malan,
bir neslin ve bütün nesillertn hayatı kurmak ve onu ge-
liştirmek için çalışmalan ve bununla hayatı yaratana
yönelmeleri ....
* 41
İslam tüm kamat ,güçleri arasında «vahdetni sağ..
lama dinidir. Şüphe yok ki o: TEVHİD DİNİ'dir. Bu,
İlah'ın tevhidi, hayatın başladığı günden beri bütün pey-
gaınberleıin bu bir olan «DİN» in müjdesini vermekte bir-
leştikleri dindir. (2)
'
«Hakikat şu (tevhid ve İslam dini), bir tek din ola-
rak, sizin dininiıdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde
(başkasına değil) bana kulluk edin.» (el-Enbiya: 92).
42
iktisadi değerlerden veya genel olarak maddi değerler
den ibaret değildir. Bu adalette, aynı zamanda ruhi ve
manevi değerler de bulunmaktadır.
· Muharref Hıristiyanlık insana yalnızca ruhi arzu-
lan açısından bakıp, arzulannı serbest bırakmak için
maddi isteklerini baskı altında bulunduruyorken, komü-
nizm insana yalnızca maddi ihtiyaçları açısından ba-
kıp, insanlığı hatta bütün kainatı yalnız maddi bakım
dan değerlendirirken; İslarn insana ruhi arzulasıyla hissi
istekleri biribirinden ayrılmaz bir bütün olarak görmek-
te, onun marievi ihtiyaçlan ile maddi ihtiyaçlannın bir-
birinden kopanlamıyacağmı kabul etmektedir. İşte bu
İslamka.inata ve hayata içinde kopukluk ve çokluk bu-
lunmayan bu kapsamlı görüşle bakmaktadır ... İslam iİe
hıristiyanlık ve komünizm arasında yol ayınını burası
dır. Bu yol ayınını, İslamın her şeyiyle Allah'ın düzeni
olmasından, hıristiyanlığın insan eliyle değişikliğe uğra
tılmış olmasından, komünizmin ise katıksız bir şekilde
insan vehminden ibaret bulunmasından dolayıdır.
Diğer taraftan, İslam açısından hayat, özel anlamda
müslümanlar arasında genel anlamda tüm insanlık fert~
leri arasında esaslan belli, şekilleri sınırlı; merhamet,
sevgi, yardımlaşma ve tekafüldür. Hıristiyanlık açısın
dan da böyledir. Ancak bu, açık ve belli hükümler üze-
rine kuruiu değildir. Belli ve sınırlı bir şekli yoktur. Ko-
münizm açısından ise hayat, sınıflararası bir çatışma ve
bir mücadeledir. Bir sınıfın diğer bir sınıfı ortadan kal-
dırması ile bu mücaçiele son bulur ve böylece büyük ko-
münizm rüyası gerçekleşir. Açıkça görülüyor ki: Hıristi
yanlık, göklerin meleklltunda insanlara görünen hayal
a.ıeminin bir rüyasıdır. -İslam ise insanın. yeryüzünde ya-
şayan muşahhas bir· gerçek halindeki ebedi arzusudur.
43
Komünizm de, belirli bir kuşakta ortaya çıkan, insanlı-
ğın gelip geçici bir kinldir. ·
İşte İslam,
*
Sosyal Adaleti gerçekleştirmek yolunda,
bu iki ana çizgi fizerinde yol alır. Bunlardan bir1: Mut-
lak, dengeli ve uyum halindeki birlik (vahdet), diğeri de
kişi ve toplumlar arasındaki umumi tekafüldür. Bunu
yaparken de, insanın fıtratındaki ana unsurlara riayet
eder ve i,nsanın güç ve kabiliyetlerini de bilmezlikten
gelmez.
«0 hayır (mal) sevgisinden dolayı çok cimridir.» (el-
Adiyat: ~). .
Hayır (mal) a karşı bu sevgiyi insan kendisi veya
kendisi ile ilgili şeyler için besler. insanın fıtrat ve tabia-
tında cimrilik bulunduğunu belirtmek konusunda da şöy
le buyurulur:
«Zaten. nefislerde cimrilik hazırlanmıştır.» (en-Ni-
sa: 128)
Bu cimrilik insanın nefsiJ1,de, her zaman hazırdır.
insanın yapısındaki bu şaşırtıcı fıtratın ifadesi ile ilgili
edebi bir ifadede yer almıştır.
«De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz ma.lik ol-
saydınız, o zaman harcamaktan tüketir korkusu ile cim-
rilik ederdiniz. Zaten insan çok cimridir.» (el-İsra: 100)
Allah'ın rahmetinin her şeyi kapladığını açıklamakla
birlikte, rahmetinin bu genişliğine rağmen insan fıtra
tındaki cimrilik duygusunun terbiye edilmeden bırakıl
ması halinde, hangi boyutlara ulaşacağını da açıklıyor.
45
razı olduğu şekilde- hayatın yüce hedeflerini gerçekleş
tirdiği her çalışmasından dolayısevap kazanır.
İslamın hayatabakış açısının genişliği, hayatın,
uzerlerinde kurulduğu sırf iktisadi değerlerin dışındaki
diğer değerleri de gözönünde bulundurması; onu toplum-
da adil bir denge sağlamaya, insanlık dairesinin sınırlan
içerisinde adaleti gerçekleştirmeye, daha muktedir kılar
ve onu komünistlerin anladığı şekilde, adaleti daracık
sınırlar içerisinde yorumlamaktan kurtarır. Komüniz-
me göre adalet - tahakküme dayalı bu adaleti pratikte
gerçekleştirememiş olmasına mğmen- ücretlerde eşitlik
demektir ve iktisadi farklılığı kabul etmez. İslama göre
ise adalet, insani bir eşitliktir ki, bütün değerlerin -ken-
dilerinde varolan iktisadi değerler ile birlikte- dengeli
olmalarına dikkat edilir ,eşit fırsa~lar tanınıp, bt~ndan
sonra hayatın yüce hedefleriyle çatışmayan sınırlar içe-
risinde kabiliyetler serbest bırakılır.
Çünkü İslama göre değerler bir arada ve pek çok
olduğu için, bunların birlikte olmaları halinde adalet
daha kolay gerçekleşir. Bu nedenle İslam, fıtrat ile ça-
tışan, farklı kabiliyetlerin varlığı gerçeği ile çelişen, ileri
istidatları engelleyen, onlarla· zayıf kabiliyetleri bir sa-
yan, kabiliyet sahiplerini kendilerinin ve toplumlarının
yararına kabiliyetlerini kullanmaktan alıkoyan ve bun-
ların ürünlerinden toplumu da, tüm insanları da mah-
rum bırakan aritmetik· eşitliği kabul etmez.
Fertlerin tabii kabiliyetlerinin farklı olduğunda laf
ebeliğine gerek yok. Biz gizli bir takım kabiliyetlerin
varlığında mugalata yapsak bile ameli hayatın yolunda
devam etmesi gerçeği karşısında böyle bir şey yapama-
yız. Bazı kişilerin sıhhat, ilerlemeye elyerişli ve güçlü.
olarak bir takım fıtri kabiliyetlere, bazılarının da haşta
lanmaya ve zayıf kalmaya elverişli bir yapıya sahip ol-
46
duldan konusunda mugalAta yapmayız. Canlıların ya-
ratılmasından sonra aletler, fabrika düzeninde olduğu
gibi insanları aynı kalıba dökmedikçe herkesin tilin ka-
biliyetlerinde eşit kılınması mümkün değildir.
Bir takım kimselerin daha üstün bedeni, fikri ve
ıuhi kabiliyetlere sahip olduklarını inkar etmek anlam-
sızdır ve bunu tartışmanın da gereği yoktur. Bunları he-
saba katmak ve verebileceklerinin en fazlasını verebil-
meleri için onlara fırsat tanımak zorundayız. Burulan
sonra bu semerelerden topluma yaran açısından gerekli
gördük.lerirniz.i alırız. Yoksa bu ileri kabiliyetleri zayıf
kabiliyetlerle eşit kılmakla, çalışmaktan alıkoymakla, on-
ları ümmete ve insanlığa yasaklamakla zulmederek yol-
larını kesmeyiz.
47
ve oniarı, insanlar arasında mali nzıkların farklı olması
halinde toplum içinde dengeyi sağlamak için bir araç
olarak mütalea eder. Sözkonusu mali farkWıklar ise el·
bette ki gayret ve kabiliyetlerin farklı olması gibi mak:Ul
nedenler dolayısıyla olabilir. Yoksa İslfi.mın kesinlikle ya-
sakladığı, red edilmiş yollardan olamaz. (Nitekim bu,
«Mal Siyaseti» bölümünde açıklanacaktır.)
o halde İslam, servette aritmetik eşitliği şart koş
muyor. Çünkü servetin kazanılması eşitliği şartına kar-
şıdır. Çünkü servetin kaz~nılması eşit olmayan bir ta-
kım kabiliyetlere bağlıdır. Mutlak adalet, rızıkların farklı
olmasını, insanların bir kısmının diğerinden rızkının da-
ha bol Ol:rru\Sını gerektiriyor. Elbette ki bu, herkese eşit
fırsatların tanınmasıyla ccinsani adalet»in gerçekleştiril
mesi ile birlikte olacaktı. Hiçbir kimsenin önüne soy, asa-
let, cins ve çalışmayı engelleyen bağlardan hiç birisi di-
kilmez; Köklü bir takım değerleri daha İslam hesaba ka-
tar. İnsan vicdanını, sırf iktisadi değerlerin baskısından
tüm anlamıyla kurtarır, bunları makfı.l olan gerçek yer-
lerine koyar, imani değerlerin farkına varamayan veya
önemlerini küçümseyen ve yalnızca mal.a en büyük ve
asıl değeri veren toplumların yaptığı gibi ,onlara büyük
ve gerçek ötesi bir değer vermez.
İslam malın bu şekilde değerlendirilmesini red eder.
Hayatın bir lokma ekmek, bedeni şehvet ve bir miktar
paradan ibaret bir hal olmasına razı olmaz ... Fakat o,
herşeye rağmen herkes için yetecek miktarı bazan da
ondan fazlasını öngörür. Bunun da özellikle özel mülki-
yet veya üret.im sağlayan çeşitli çalışma yollarıyla. olma-
sını tercih eder. Ta ki bir taraftan kişi üzerindeki yok-
sulluğun, diğer taraftan da nzık kaynaklarını elinde bu-
lunduran tarafın baskılarını kaldırsın ... İslam, dünya
zevklerinden faydalanmaya ve şehvetlere alabildiğine
48
ser~stlik veren ve hayat seviyeleri arasındaki farklılJ.kr.
lar doğuran lüks yaşayışı da ha.ram kılar. Mallarda fakir-
ler için ihtiyaçları kadar ve topluma yarayacak, onda
dengeyi, ölçüyü ve gelişmeyi gerçekleştirecek şekilde bir
takım haklar öngörür. Böylelikle İslam, maddi, ve mane-
vi, hayatın hi~bir yönünden gafil kalmaz, ona gereken
önemi vermekten geri kalmaz. Böylece bütün bu yönler
aynı kalıpta eriyip ,birbirine sıkı sıkıya bağlı bir «birlik»
halinde ortaya çıkabilsin; onların birliği de kainatın, ha-
yatın ve insanın birliği ile gereken uyumu sağlayabilsin.
51
arasında uyum ve dayanışma bulunan bir birliktir. Ça-
tışma halinde ve biribiriyle zıtlaşan topluluklar değildir~
Vakıaların, İslamın bu ana dünşüncesine bazan ay-
kırı. düştüğü görünmüş· olabilir. İlk olarak bu «Vakıa»
nm ne olduğunu bilmemiz gerekir.
İslamın, bir gerçek olarak değerlendirdiği ıcvakıa>,,
bir ferdin, bir toplumun ve b1:f neslin durumu değildir.
Bu ancak daha büyük ve daha kapsamlı olan insanlığın
tüm hayatını ve tüm kainatın hayatını gözönünde bu•
lundumıadıkları takdirde, fani insan oğullannın gördük-
leri, zaman ve mekM.ı sınırlı «küçük· vakıa• olabilir. İs·
ıam ise tüm ufukları kapsayan bir bakışla bakar, tüm
rnaslahatlan hesaba katar ve başından .sonuna kadar
tilin insanlığı ka{>sayan: bir gayeyi gerçekleştirmeyi he-
def alır. Bu bakımdan sınırlı bir «vakıa» çerçevesinde
çelişki gibi görünen bir durum; -belirli bir kişinin, top-
lumun veya ümmetin vakıasını değil de--:- tüm insanlığı
kapsayan uvakıa»yı da aldığımızda peklll öyle görüıı-
,meyebilir. ~
Sosyal adalete ,hedefleri uzak ve geniş kapsamlı olan
bu bakış, bundan sonra tsıam düZeninin pek çok yönle:.
rirti bize açıklayacaktır. Bu yönler bir takım parçalar ve
bölümler halinde ele alındığında, yaJ,nızca cemaat içeri-
sinde yer alan kişi hesaba katılırsa veya bir ümmet içeri-
sinde bir toplum veya tüm nesiller arasında bir nesil he- .
saba katılırsa; hiçbir zaman gereği gibi anlaşıla.rtıazlar ..•
Ferdi mülkiyet düzenini, miras düzenini, zekft.t ·düzenini,
yönetim düzenini; muamelat düzenini ve tsl~ kişUert;
toplumları, ümmet ve nesilleri· ele alan ·bunlara benzer
diğer d~nlerlni bizlere yorumlayacak, açıklayacak olan
işte bu «geniş kapsamlı bakış»tır.
Burada bütün bunlardan söz etmek durumunda· de-
ğiliz. Bu bakımdan «külli düşüncesi»nin sınırlan içeri"'
sinde tsIAmm, sosyal adalet yapwnı üzerine kurd~ğu, ge-
52
nel esaslan ele almakla· yetineceğiz. Tabiatı gereği is-
lamm, ferdde ruh ile cesedin, hayatta da maddiyat ile
maneviyatm bir birlik ifade ettiği görüşünü ortaya at-
tığını da göreceğiz. Nitekim İslam, kişi ile toplumun he-:-
deflerinin bir olduğiınu, aynı ümmet içerisinde yer aıa.n
farklı toplumlarm maslahatlarmm bir olduğunu, tüın
ümmetlerin gayelerinin bir olduğunu, sınırlı ve yakın
maslahatlarının farklılığına rağmen biribirinden sonra
gelen nesiller arasındaki bağın bir olduğunu kabul etmiş
· ve bu açıdan bakmıştır.
lslanun, sosyal adaletin esaslarını kurduğu sözko-
nusu esaslar şunlardır:
l - Mutlak Vicdan Hürriyeti,
2 - Mükemmel insani Eşitlik,
3 - Sağlam Sosyal Teka.fül (dayanışma).
53
VİCDAN H"ÜRRİYETİ
54
tuna yönelmek ve dünya hayatını küçümsemek, insana
hürriyetini, vicdana da mutluluğunu garantiler, görüşü
nü paylaşırlar. Bu doğrudur.. Fakat doğru olanı yalnız
bu kadan değildir. Hayattaki arzular herhalde yok edil-
memeli, reel hayatın tüm zorunlulukları her zaman
mağlup edilmemeli. Çoğu zaman insanın, bunların bas-
kılarına boyun eğmesi kaçınılmaz oluyor.
5$
ve arzularında., başkalarından sağlanabilmesi için bes-
lediği tutkuyu yitirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bazan yap-
:tığı bazı i§lerle öğünebilse, üstünlük taslasa bile, o gizli-
den gizliye kendiSinin başkalarından daha. aşağıda oldu-
ğunu hissetmektedir. üstün kabiliyetli ve bol üreten ki-
şinin ise, mutlak eşitlik kanununu ve genel mülkiyet dü..
zenini gerilerde bırakacağı şüphesizdir. Bunu başarama
dığı takdirde bu kanunlara ve ,bu düzene kin besleyecek
ve kızgınlık duyacaktır. Ya isyan edecek, ya da zekası ge-
rileyecek, kabiliyetleri körelecelt, üretimi de azalacaktır.
Eşitlik kanunlara ve uygulamaya dayandığı gibi de-
rin bir vicdan hürriyetine dayanacak olursa, güçlü .için
de, zayıf için de onun şuuruna varmak daha güçlü bir
hftlde olacaktır, muhakkak. O zaman zayıfta kendine
,güven duygusu gelişir, güçlüde de alçak gönüllülük hA.-
lini alır. Ruhta, Allah'a. iman ile, ümmetin birliği ve
dayanışma ile bir noktada birleşir... İnsanın vicdanını
mutlak ve mükemmel bir hürriyete kavuşturmakla İs
lftmın &-özettiği hedef işte budur. Bunu da aynı zamanda
eşit oJarak şartların, kanunların ve vicdanın gerektirdiği
şekilde bedenin ihtiyaçlarını ve hayati · zaruretleri ga-
rantilemekle birlikte hedef alır.
Vicdanı hürriyete kavuşturmak için tslA.m, insan
vicdanını All.ah'tan başka kimselere ibA.det etmekten ve
Allah'tan bqkasına boyun eğmekten · kurt,arınakla 1işe
başlamıştır. Allah'tan başka onun üzerinde kimsenin hA.-
kimiyeti yoktur, Allah'tan başka onu öldüren ve dirilten
kimse de yoktur. Allah'tan başka ona fayda ·veya. zarar
verebilen kişi yoktur, gökte veya yerde O'ndan başka
kendisine nzık veren kimse yoktur. Allah ile onun arasın
da herhangi bir aracı veya.· :_izni olmadall- şefaat ede~
cek kimse yoktur. Her şeye kadir o!an· yalnız başına Al-
lah'ın, herkes O'nun kuludur, ne kendileri' için, ne de
56
ba§kalan için hiçbir fayda sağlamak imklnına sahip
değillerdir,.
«De ki: O Allah'tır, tektir. Allah'tır, Samed'dir. Do-
ğurmamıştır, doğurulmamışttt O.,Hiç bir şey de O'nun
dengi ve benzeri değildir.» (İhlAs Suresi).
Allah, bir olduğuna göre kullan· da birlik içerisin-
de olmalı, hepsi O'na yönelmeli, O'ndan başka.Sına iba-
det etmemelidirler. O'ndan başkasının .hft.kimiyet hakkı
yoktur. İnsanların bir kısmı, diğer bir kısmını Allah'ı
bırakıp Rabb edinmemeli, amel ve takvAsırun dışında.
kimsenin kimseye nazaran hiçbir ÜStünlüğü olmamalı
dır.
«De ki: Ey kitaplılar, (Yahudiler, Hıristiyanlar), he-
piniz bizimle sizin aranızda müSavi bir kelimeye gelin,
(şöyle) diyerek: «Allı;,.h'tari başkasına tapmayalımı. O'na
hiçbir şeyi eş tutmayalım, Ailah'ı bırakıp da kiminiz ki-
minizi Rabler edinmeyelim ... » (Al-i İmran: 64).
tslA.m, bu manA ürerinde ısrarla durur. Bu nedenle
Kur'an-ı Kerim çeşitli münasebetler dolayısıyla bunu ·
dile getirir. tnsanlann, peygamberlere bir'çeşit iıbMetle
veya onu hatırlatan herhangi bir şekilde onlara yönel-
meleri ihtimal dahilinde olduğu için, tslA.m bu açıdan
insanlığın vicdanını tam anlamıyla bir hürriyete kavuş
turmak gayesiyle bunun üzerinde titizlikle durmuştur..
Allahü Te~ll,Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.)
hakkında şöyle buyuruyor :
«Muhammed, bir peygamberden başka bir şey değil
dir. oridan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. Şim
di o ölür veya öldürülürse ökçelertnizin üstüne geri mi
. dönecekşiniz?» (Al-1 1mra.n: 144) ·
Büyük bir açıklıkla Hz. Pey.gambere şöyle hitap et-
mektedir:
11İşten hiçbir şey sana ait değil<Ur.». (Al-1'1~n·; 128)'
57
Başka bir yerde de tehdidi andınr bir .şekilde ona
hitap etmektedir:
cıEğer biz sana sebat vermiş olmasaydık, andolsun
ki sen onlara biraz meyledecektin, o takdirde ise biz, ha.-
yatın da, ölümün de acısını sana tattıracaktık. Sonra
bize karşı kendin için hiçbir yardımcı da bulamayacak-
tın.» (el-İsr!: 74~75)
Gerçek mevkiini açıkça. .söylemesini de ona emr et-
mektedir:
<cDe ki: Ben ancak .Ra.bbime dua ediyorum, O'na
hiç bir kimseyi ortak koşamam. De ki: Ben sizin için
ne bir zarar, ne de bir hayır getirmek kudretine malik
değilim. De ki: (İsyan edersem) beni Allah(ın azabın)
dan hiçbir kimse kurtaramaz. Ve ben O'ndan başka bir
sığınak da bula.marn.» (el-Cin: 20-22)
şa
yor ve kendisinin hiçbir .payının bulunmadı~, bu id-
diadan uzak olduğu güÇlü ve acılı bir üslftpla anlatılıyor:
«Allah: Ey Meryem oğlu İsa, insanlara «Allahı bıra
kıp da beni ve anamı iki tanrı edinin» diyen sen misin'l ·
dediği zaman o, şöyle söyledi: «Seni tenzih ederim.. Hak-
kım olmayan bir sözü söylemem bana yakışmaz. önu
söyledimse elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan
her şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zatında olanı bilmem.
Şüphesiz gayblan hakkıyla bilen Sensin. Sen ne emre~
tinse ben onlara bundan başkasını söylemedim. (Dediğim
hep şu idi·:) Benim ·de Ra.bbim, sizin de Ra.bbiniz .olan
Allah'a kulluk edin. Ben içlerinde bulunduğum sürece
üzerlerinde bir kontrolcu idim. Fakat vakta ki sen beni
(içlerirulen) aldın, üstlerinde gözetleyici yalnız sen kal-
dın. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahid
sin. Eğer kendilerine azab edersen; şüphe yok ki onlar
senin kullarındır,. Onlara mağfiret edersen mutlak ga-
lib, yegane hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten
sensin.» (el-Maide: 116-118).
Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim, ulfthiyetlerine itikad
etmedikleri h!lde kulların, kullan 118.h edinmelerine dair
de bir örnek vermektediı. Kullar ilah edindikleri bu kim-
seleri, ilah olarak kabul etmedikleri hft.lde, onfar kanun-·
lannı bunlardan almaktadırlar. Böylelikle onları tanrı
laştırmış oluyorlar. Onların ilahlıklanna inanmasalar ve
onlara arz-ı ubudiyet etmeseler de bu böyledir:
«Onlar kendi din bilginlerini. (ahbar) , rahiplerini
ve Meryem oğlu Mesih'i (İs!'yı), Allah'ı bırakıp Rab-
ler edindiler. Halbuki O'ndan baŞka ilah bulunmayan. bir
İlft.ha ibadet etmekten başka bir şeyle emr olunmadılar.
Allah, onların şirk koşmakta. olduklarından Yüce ve mü-
nezzehtir.» (et-Tevbe: 31).
59·
Böylece Kur'fin-1 Kerim bu akideyi sağlamlaştırmak
ve açıklığa kavuşturmak yolunda devam eder, gider. Bu-
nunla insan vicdanını baskı altına alabilen, .Allah'ın kul-
larından -nebi veya res111 olsun- herhangi birine bo-
yun eğdirebilen, uluhiyyet veya rublibiyyete dair her şüp-
heden bu vicdanı kurtarabilme sonucunu elde etmek is-
ter. Çünkü bu mahl'llk, nebi veya Resul bile olsa, Allah'ın
kuludur, hiçbir zaman İlah değildir.
·Bir kulun, Aiıahı'n katında başka bir kula göre daha
üstün bir mevkide olması sözkonusu olmıyacağına göre,
Allah ile kul arasında ~var kabul edilen- bütün vası
talar, ortadan kalka!. Ne kahinllğln, he de aracılığın ge-
reği yoktur. Bil!kis her kişi, kendisini yaratan ile doğ
rudan ilişki kurar. Onun zayıf ve fani kişiliği ezeli ve
ebedi kuvvetle temasa geçer; ondan güç, izzet ve kahra-
manlık elde eder veAllah'ın rahmet ,inayet ve iyiliklerini
düşünür; böylece imanı sağlamlaşır, mAneviyatı güç ka-
zaıur ...
İslim, bu bağı güçlendirmeye ve bu yüce kuvvetten
gece ve gündüzün her anında.yardın\ dileyebileceği inan-
cını yerleştirmeye çok önem verir:
6.0
kü Allah bütün günahları mağfiret eder.» (ez..Zümer:
53).
İslam beş va.kl:t naıp.az kılmayı farz kılmıştır. Kul,
her gün nama.Maı Ra.bbinin huzurunda durur ve 00...
lirli vakitlerde Yardımcısı ile temas kurar. Burulan: baş-.
ka kişi kendi isteği ile de Ra.bbinin. huzurunda durabilir
veya teveccüh ve dualarıyla Ö'nunla tem,,asa. geçebilir.
Namaz veya dua.dan gaye bir takim lafız ve hare-
ketler değildir. Bilü:is maksat insanlığın vahdeti ve yar
ratana ulfthiyyetlnde ortak bulunmadığı şeklindeki İs
lam tasavvuruna uygun olarak, kalb, fikir ve beden ile
aynı anda Allah'a. tam a.nıamıyıa yönelmektir:,
«Namazlanndan gafil olan namaz kılanların vay hA-
line! » (el-Wun: 4-5).
*
Vicdan, Allah'm kullarından herhapgi birisine iba-
det etmek duygusundan kurtulup Allah ile tam bir aıa
ka hfilinde bulunduğu duY'gusu ile dolar taşarsa; hayat
korkusu, nzık endişesi veya makam kaygusu gibi endi".'
şelerden hiçbir ~ etkilenmez ... Buınla.r, kişiyi, ken-
"dlsini küçümsemeye, zilleti kabule, şerefinin ve haklan- ,
nµı pek çoğunu feda etmeye iten kötü birer duygudur-
.la.r. Fakat İslam, insaplara şeref ve üstün!~ kazandır
maya, hak ile üstün o,()J.nia duygusunu ruhlarında. sağlam
laştırmaya ve adaleti korumaya büyük ölçüde önem ver-
diği, bütün bunlarda da -gerekli yasamalara ek olara.k-
hiçbir ferdin kayınlmadığ,ı mutlak bir sosyal adaleti ga- ·
rantilemeyi şiddetle arzu ettiği içlıı; hayat, nzık ve ma-
kam endişelerine karşı ~urmaya özelllkı~· önem verir.
Hayat Allah'ın elindedir. Hiçbir yaratık; baŞkasının ha-
yatını bir an dahi kısaltamaz, ona ha.tif bir· zarar da. ve-
remez:
61
«Allah'ın ,izni ·olmadan hiçbir kimseye ölmek yok-
tur. O, vMeslyle yazılmış bir yazıdır.» (Al-i İmran: 145).
uDe ki: Allah'ın bizim içiiı yazdığından başkası asla
bize erişemez. O, bizim MevlAmızdır.» (et-Tevbe: 51).
«Her ümmetin bir eeeli vardır. Ecelleri geldi mi artık
bir saat ne geri kalab,llirler, ne de öne geçebilirler.»
(Yunus: 49). -
Hayat, ecel, !ayda ve zarar, başkasının değil, yal-
nızca Allah'ın elinde bulunduğuna göre: korkmamak
1
*
İnsan ruhu bir takım nesnelere kutsallık verip onlar-
la ibadetten, hayat veya nzık veya makanı· korkusuna
kulluktan kurtulabilir, fakat diğer taraftan da sosyal
bti' takım değerlere kulluktan etkilenebilir. Onlardan her-
hangi bir zarara uğramasa. ve bir fayda elde ~mese bile
mal, mevki, soy ve şeref· gibi değe~lerden etkilenebilir.
Bu değerlerden herhangi birisine karşı vicdan manevi
bir ubddiyyet duygusunu geliştirecek olursa, onun kar·
şmı:rtda. hürriyetine tam anlamıyla sahip olamaz ve bu
manevi değerlere sahip olanlarla gerçek anlamda. eşit ol•
dutunu düşünemez. işte bura.da İsllm bütün bu değer•
lerl ele 'alır ve onlan hiç bir ifrat Veya. teıftit g<S$tenneden
gerçek yerlerine oturtur. Kişinin ruhunda gizli veya ame-
linde ortaya çıkan hakiki değerleri de, «manevi-zati» bir
takım özellikler olarak ortaya koyar:
66
cemaat yoktu. Kendisi de öz olabilecek değildi.» (el-Kehf:
32-43).
67
duğunu bilmedi mi??» Mücrimlere günahları sorulmaz.»
Derken zineti ~çinde kavminin karşısına çıktı. Dünya ha-
yatını arzu edenler: Nolaydı dediler, Karuna verilen (şu
mal ve servet) gibi, bizim de olsaydı. Muhakkak ki o, bü-
yük bir pay sahibidir.» Kendilerine ilim verilenler ise
(şöyle) dedi: «Yazıklar olsun size. Allah'ın sevAbı iman ·
edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Buna da
sabTeclenlerden başkası kavuşturulmaz.» Nihayet biz onu
da, sarayını da.yere geçiriverdik. Artık Allah'a karşı yar-
dımına gelecek hiçbir cemAat da yoktu, onun. Kendisi de
(kendini) müdafaa edebileceklerden değildi. Dün onun
yerinde olmayı temenni edenler, sabahleyin şöyle diyor-
lardı: Vay, demek ki Allah, kullarından kUnd dilerse onun
rızkını yayıyor( genişletiyor), daraltıyor. Allah bize lütuf
etmeseydi, bizi de muhakkak batırmıştı. Vay, demek ki
gerçek şudur: KAfirler, asla felah bulmaz.» (el-Kasas:
76-82).
İslamın, bu görüşünden bir takım sonuçlar çıkar.
Bu nedenle Allahü Teala, peygamberi (S.A.V.) -ne, bazı
larının dünya hayatında faydalandığı şeylere değer ver-
meyi yasaklamıştır. Dünya metaı, yalnızca bir imtihan
ve derieme aracıdır.
«Onlardan bir kısımına sırf fitneye düşürmek için
verdiğimiz ve faidelendirdiğimiz bu dünya hayatına ait
süs ve (debdebe)lere sakın gözünü dikme. Rabbinin nzkı
hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.» (Ta.ha: 131).
Bazılan bu ve benzeri ayetler, zenginleıi istediklerini
yapmak üzere serbest bırakmaya İslamın kendilerine
sağlamış olduğu haklarından mahrum kalmak için fa-
kirleri hallerine razı olmaya davet eder, sanıyorlar. Bu
ise yanlış bir anlamadır, İslamın g!3nel tasavvuruna uy-
gun değildir; Bu, baskı dönemlerinde, kamu şuurunu
68
uyuşturmak ve insanlan sosyal adaleti istemekten alı
koymak için, çıkarcı «din adamları»nın (din alimlerinin
değil) yorumudur. Günahları boyunlanna! İslA.m da; on-
lann bu yorumlanndan uzaktır. Bu ve bemeri A.yetler,
yalnızca insani değerleri gerçek yerlerine tekrar oturt-
mak ve fakirlerin duygularını, mal-mülk gibi sırf maddi
olan değerler önünde his edebilecekleri kırgınlık veya
zaaftan kurtarmak üzere inmişlerdir. Bizim bu düşün
cemizi pekiştiren şeyler arasında, Allahü Te!IA.'nın yüce
Peygamberine, bu gibi değerlere hiçbir kıymet vermeme-
sini ve insanların değerlerini buna göre ele almamasını,
ona emr etmiş olması da vardır:
«Sabah, akşam Rablerine, sırf O'nun cemMini dileye..
rek duA. edenlerle beraber candan seb!t et. Dünya haya-
tının zinetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma.
Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, heva ve heve-
sine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme.»
(el-Kehf: 28).
((Artık onlann ne malları, ne de evlatları seni im-
rendinnesin, Allah bunlar sebebiyle ancak kendilerini
dünya hayatında azaba çarptırmayı ve canlannın, ken-
dileri katir olarak, güçlükle çıkmasını ister.» (et-Tevbe:
55).
Ama ve fakir bir adam olan İbn ümmi Mektum ve
kavminin efendisi Velid b. Muğire ile Hz. Peygamberin
kıssası da, bu mevzuda karşımıza çıkıyor., Bu, Allahü
Teaıa•nın Peygamberine şiddetli bir şekilde it!b ettiği
bir kıssadır:
1'Yüzünü ekşitip çevirdi, lcendisine o, amA geldi diye.
(Onun halini) sana hangi şey bildirdi? Belki o, (senden
ôğrenecekleriyle) temizlenecekti. Yahud öğüt alacaktı
da (senin) bu öğüdün kendisine fayda verecekti. Amma
69
(zengin olduğu için) kendisini müstağni gören (adam
yok mu?) İşte Sen onu karşına alıyor (ona yöneliyor)
sun. Halbuki onun temizlenmemesinden sana ne! Amma
sana koşarak gelen kimse o, (Allah'tan) korkar bir
(adam) olduğu halde sen, kendisini bırakıp da oyala-
nırsın. Sakın (bir daha öyle yapma). Çünkü o, bir öğüt
tür. Dileyen onu (Kur'an'ı) beller.» (Abese: 1-12).
Allah, Velld'e İslam'a girmek için hidayet eder ümi-
di, Resulullah'ta bir an beşeri bir hırs olarak yer etmiş
ti. İbn Ümmi Mektftm, O'nun yanına gelip, kendisine bir
miktar Kur'an öğretmesini·isteyince, Velid ile uğraşıyor
du. Resulullah (S.A.V.) onun bu isteğinden sıkıldı ve
yüzünü ekşitti. Bunun üzerine Allah ona, nerdeyse azar-
lama noktasına varacak şekilde bu itabda bulundu. Bu-
nu da. İslamın izzet duyacağı değerlerin neler olduğu
konusunu tashih etmek, «Vicdana hürriyetini kazandır
mak» konusundaki dosdoğru yolunu ve hedef.ini sağlam-
laştırmak üzere yaptı. ·
*
İnsan ruhu bir takım kutsallıklara ibadetten, ölüm,
eziyet, fakirlik ve alçalma korkusundan, bütün harici ve
sosyal değerlerden kendisini kurtarabilir. Fakat diğer ta-
raftan nefis, bizzat kendi zevk ve şehvetlerine karşı zelil
kalabilir ,istek ve arzularına boyun eğebilir. Bu seter
dışarıdan gelen tüm bağlardan ve baskılardan kurtul-
duğu halde, içerden bir takım baskılar altında bulunur.
Bu durumda da nefis, İsllmın arzu ettiği mükemmel
vicdani hürriyeti elde edemez. Oysa tslrumn ·istediği eş
siz tsIAmt Sosyal Adalet1n gerçekleşmesi için bu, gerekli-
dir. .
70
İslam, «vicdan hürriyeti»ne karşı tuzak kurmuş bu
tehlikeden gafil değildir. Bu tehlikeye derin bir vukufla
el atar .Bu, İslamm insan nefsinin gizliliklerine eğilriıe
ye ne denli önem verdiğine şahidlik eder ve onun _nefsin
her türlü istidM ve özelliğine dikkat ettiğine de delA.let
eder. Böylelikle İslam, hıristiyanlığri:ı ele aldığını da kap-
sıyor ve bunu gayelerinin gayesi yapıyor:
71
daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvlya erenler için
Ra.blert katında altla.nndan nehirler akan cennetler -ld
orada ebedi olarak kalıcıdırlar-, (her şeyden) temiZlen-
miş zevceler, Allah'tan da bir nza vardır. Allah, kullarını
hakkıyla görücüdür.» (Al-l İmran: 14-15).
'12
·kere kabul etmeyeceği şeyleri kabul eder, boyun eğme
yeceği şeylere boyun eğer, yapmayacağı şeyleri yapar.
Resulullah (S.A.V.) bir gün, Hz. FAtıına. (R.A.) nın oğtıı
lanndan birisini bağrına basmış olduğu h&ıde, dışa.n·· çı
karken şöyle ~iyordu: «Muhakkak sizler, clmrileştirir,
korkakla.ştırır ve cA.hilce işler yaptırırsınız.» (Tlrmizl).
T3
sinler- insanlardan dilenmesinden daha hayırlıdır.» (1)
Yine buyuruyor ki:
«Üstteki el (veren el), alttaki el (alan el)den daha
hayırlıdır.» (2)
İslWn, hoş olmayan bir zorunluluk olarak gördüğü
dilenme dışında birtakım yollarla zengin olmayı teş
vik eder. Zekata gelince, o bir haktır: Alınan bir haktır,
fazilet sonucu yapılan bir tasadduk değildir:
(<Onların haklarında dilenen ve (iffeti dolayısıyla
dilenmeyen) yoksulun da hakkı vardır.» (ez-ZariyAt:
19).
ZekAt, devletin hak sahipleri adına tahsil ettiği bir
haktır. Devlet bedenin ihtiyaçlannı karşılayacak, insa-
nın şeref ve haysiyetini koruyacak, vicdanın üstünlüğü
nü himaye edecek şekilde müslümanlann yaranna bu
bu haktan harcamalarda bulunur. Eğer bu yeterli gel-
mezse., zayıflann ve fakirlerin ihtiyaçlannı karşılayacak
kadar zenginlere ve gücü yetenlere bir takım vazifeler
yükler. (Mal siyaseti adlı bölümde açıklaması yapılacak.)
İşte bu şekilde İslAm meseleyi bütün yönleriyle ve
bütün açılardan ele alır. «Vicdan Hürriyeti»ni mutlak
olarak garantiler. Ve bunu, yalnızca maneviylt üzerine
kurmadığı gibi yalnızca iktisadiyat üzerine de kurmaz,
ikisi üzerine kurar. Hayatın gerçeğini tanır ve kabul
eder, ruhun imkm ve kabiliyetlerini gözönünde bulundu-
rur. insan tabiatını, tüm arzu ve kabiliyetleriyle çalış
maya. teşvik eder ve bununla mükemmel ve açık bir
«vicdani hürriyet»e ulaştırır. Mükemmel bir hürriyet ol-
74
madan, insan tabiatı, zaaf, boyun eğme ve kulluk etken·
lerine karşı güçlenemez, sosyal adalet'ten kendisine dü·
şen payı alamaz, verildiği takdirde de «adaletin yüküm-
lülükleriııne dayanamaz.
işte bu hürriyet, İslam'da Sosyal Adalet yapısının
kurulabilmesi· için önemli esaslardan bir tanesidir. Daha
doğrusu diğer esasların da üstüne kurulduğu ilk esastır.
İNSANİ EŞİTLİK
'16
·bunu elde vakit koruyacak, onu başka bir şeyle
ettiği
değiştirmeyecektir.Onu korumak ve savunmak içinken-
disine düşen mükellefiyetlere katlanacak, bunun için
gereken gayret ve fedakarlıklardan da geri kalmayacak-
tır.
Vicdandan kaynaklanıp fışkıran, yasalarla k<i>runan,
çalışma ve kazanma hürriyeti ile gerçekleştirilen «eşit
lik» prensibini kol"\llllaya titizlik gösterecek olanlar, yal-
nızca fakirler ve zayıflar olmayacaktır. Bilakis zengin ve
güçlü olanlar bile -vicdanlarının daha önce açıkladığı
mız, İslamın öngördüğü ve yerleştirmek istediği bu an-
lamların şuuruna varma.lan hA.llnde- onunla birlikte
aynı şeyleri paylaşacaklardır... Ondört asır önce İslA.m
toplumunda durum da budur. Bu kitabın ilgili yerinde
açıklanacaktır.
Fakat bununla birlikte İslftm, vicdani hürriyetten
anlaşılabilen zemini kavramlarla yetinmemiştir. Bu ne-
denle «eşitlik» esasını sözle ve nassla da tesbit etmiştir.
Ta ki her şey açık, tesbit edilmiş ve belirtilmiş olsun.
Bazı kimselerin tanrıların neslinden olduklarını iddia
edip bu iddialarının doğrulandığı, bazılarının damarla-
rında akan kanların herkesin kanı gibi olmadığı, bilA.kis
damarlarındaki kanın hükümdar soyuna has mavi kan
·olduğunun iddia edilip doğrulandığı, bazı din ve mezhep-
' lerin insanları sınıflara ayırıp bunlardan bir kısmının
tanrın~n başından yaratıldıkları için aşağılık kabul edil-
diği, kadının ruhu var mıdır yoik mudur diye tartışmala
rın yapıldığı, efendisinin kölesini, -efendiler sınıfından
olmadığı için- öldürmesinin mübah görüldüğü .. bir za-
manda ...
Evet, böyle bir zamanda İslAm, tüm insanların aynı
cinsten olduklarını, gelip gidecekleri yerin bir olduğunu,
doğumda ve ölümde, hak ve vazifelerde; Allah'ın önün-
de de, kanunun önünde de, dünya ve Ahirette de eşit ol-
77
duklarını anlatmak için gelmiştir. Ancak amel-i salih ile
üstün olunabilir ve ancak takva sahibi olan üstünlük
kazanabilir.
Bu, İslRmın insanlığa yaptırdığı eşsiz bir hamledir,
tarih bunun benzerini tanımamaktadır. Bu şimdiye kaı
dar bile, insanlığın yükselemediği bir zirvedir. Hatta bu,
insanlık için yeni bir doğuştur. Bu doğuş.la «yüce insan»
yeniden gelmiştir. İnsanlık, bu noktadan gerilere git-
miştir. Bu İlahi düzen'in gölgesinden olmadıkça, ona
-tekrar- ebediyyen kavuşamıyacaktır.
Bir ve tek yaratıcıdan, hiç bir kimse doğmamıştır:
«De ki: O Allah'dır, bfr tektir. Allah'dır, Sameddir.
Doğurmamıştır, doğurulmamıştır O. Hiçbir şey de O'nun
dengi ve benzeri değHdir.» (İhlas Sftresi).
«Dediler ki: «Rahman (olan Allah) bir evlad edindi.»
And olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. O Rah-
man (olan Allah) a bir evlad isnad ettiler diye nerdeyse
gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çöke-
cektir. Halbuki Rahman için bir evlad edinmek asla
yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan herkes, mutlaka
Rahmana kul olarak gelecektir. Andolsun ki o bunları
hem topluca, hem de teker teker saymıştır. Her biri Kı
yamet Günü O'na, yalnız başına gelecektir.» (Meryem:
88-95).
· Diğer taraftan kırmızı kanlı ve adi kanlı kimse de
yoktur, asla! Baştan yaratılan ve ayaktan yaratılan da
yoktur:
ccBiz sizi hakir bir su'd.an yaratmadık mı? Onu -bi-
linen bir vakte kadar- sağlam bir yerde. tuttuk. (İşte
biz bunu) kudretimizle yaptık. Demek (biz) ne güzel
kadirleriz.» (el-Mürselat: 20-23).
ccŞimdi insan neden yaratıldı? (İbretle) baksın. o
78
atılıp dökülen bir su'dan yaratıldı. Ki, arka kemik ile gö-
ğüs kemikleri arasından çıkıyor, o.» (et-Tarık: 5-7).
«Allah sizi bir topraktan, sonra bir meniden yarat-
tı: Sonra da sizi çift çift yaptı. Onun ilmine dayanmadan
hiç bir dişi gebe olamıyacağı gibi doğuramaz da. Ömrü
uzatılana çok ömür verilmesi, kısaltılanın ömründen ek-
siltilmesi de hariç olmak üzere (hepsi) bir kitabda (ya-
zılı) dır. Şüphe yok ki bunlar, Allah'a göre kolaydır.»
(Fatır: 11).
«Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hü-
lasadan yaratmışızdır. Sonra onu sarp ve metin bir ka-
rargahta bir nfttfe yaptık. Sonra nfüteyi bir kan pıhtısı
haline getirdilt, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yap-
tık, o bir çiğnem eti de kemiklere dönüştürdük de o ke-
miklere de et giydirdik' Sonra onu başka yaratılışta inşa.
ettik. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne Yü-
cedir!» (el-Mü'minftn: 12-14).
Kur'an-ı Kerim bu mA.nayı pek çok yerde tekrarla-
maktadır. Böylelikle insanın içine, asıl ve menşeinin bir
olduğu gerçeğini yerleştirmek istiyor. Bütün insanlar top-
raktan yaratılmıştır. Herkes «hakir bir su»dandır. Pey-
gamber (S.A.V.) de bu manayı hadisi şeriflerinde tek-
rarlamıştır:
«Siz Adem'in oğullansınız, Ad.em de topraktandır.»
(3) Ta ki bu duygu insanın içine daha köklü bir şekilde
yerleşsin.
. Yaratılışı itibariyle, bir kişinin başka bir kişiden
daha üstün olması diye bir şey olmadığına göre; şu ana
kadar bazılarının ileri sürdüğü gibi- yaratılışı itibariy-
le hiç bir ırk başka bir ırktan, hiçbir ulus başka bir ulus-
tan üstün değildir.
79
«Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan
da yine onun eşini vücuda getiren ve ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar türeten Rabbiniz (e karşı gelmek)-
ten çekinin.» (en-Nisa: 1).
Asıl, tek bir nefistir. Eşi de ondandır. Diğer bütün
erkek ve kadınlar, onlardan türemiştir. o hAlde tüm
insanlar bir asıldandır. Onlar neseb itibariyle biribirleri-
nin kardeşleridirler ve asıl ve yaratılış bakımından da
eşittirler.
«Ey insanlar, hakikat biz sizi bir erkekle bir dişi
den yarattık. Sizi (sırf) bribirinizle tanışasınız diye bü-
yük. büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık.
Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz, takvA.ca
en ileri olanınızdır.» (el-Hücftrat: 13).
Bu büyük büyük topluluklar (uluslar) ve kabileler,
biribirine karşı öğünsünler ve biribirleriyle tanışmasın
lar diye değildir. Aksine birbirleriyle tanışıp kaynaşsın
lar diyedir. Hepsi de Allah katında eşittir. Ancak takvA.
ile biri diğerinden daha üstün olabilir. Bu ise başka bir
konudur. Bunun yaratılışla. herhangi bir ilgisi yoktur.
Yaratılışta ise tüm insanlar ~ittir, birinin başkasına tak-
vA. dışında herhangi bir üstünlüğü yoktur... TakvA.nın
ilk basamağı ise tek ve bir olan Allahü TealA'ya teslim
alıp.aktır. Aksi takdirde ne takvMan, ne de doğruluktan
asla söz edilemez.
İslA.m, soy ve taassubundan uzak kalmanın yanın~
da, ırk ve kabile taassubundan da aynı şekilde uzak kal-
mıştır. Böylelikle İslam, günümüze kadar bile batı mede-
niyetinin ulaşamadığı bir noktaya ulaşmıştır. Batı me.;
deniyeti, Amerikalılara, kızıl derilileri düzenli bir şekll·
de -bütün devletlerin haberdar olmalanna ra~en, göz-
leri önünde- imha etmelerine müsaade eden bir mede-
niyettir. Bu medeniyet, siyah ırk ve beyaz ırk arasında
uğursuz bir ayının yapmasını ve bu katı vahşeti uygun
80
görmektedir. Bu medeniyet, Güney Afrika Birliğinde ırk
ve renk ayırımını öngören kanunlara. ses çıkarmamakta;
Rusya, Çin, Hindistan, Habeşistan, Yugoslavya ve diğer
ülkelerde müslümma.nların ld.tıeler ha.linde ünha edil-
mesini suskunlukla. karşıla.maktadır.
İslam,
*dışında. kalan- bir ta-
-takva. ve sft.lih amel
tun farklılıkve üstünlük nedeni sanılan noktalan, bü-
tün şekil, yapı ve nedenleriyle ele alır. TA. ki hepsini or-
tadan ka1dırabilsin. Bunun bir örneği, Hz, Peygamber
(S.A.V.) in durumudur. Kur'an sık sık O'nun diğer in-
sanlar gibi bir insan olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı
şekilde Hz. Muhammed (S.A.V.) in.kencUsi de bu manlyı
sık sık tekrarlamıştır. Çünkü O, Ummeti tarafından çok
sevilen ve çok saygı duyulan bir peygamberdi. 'Bu sevgi
ve saygının, ancak Allah'a ait olan bir ilalılaştırmaya
veya kutsalla.ştınnaya dönüşmesinden korlmldu. Bu ne-
denle bizzat 0'.nun etrafındakilere şöyl~ söylediğini görü-
yoruz.
«Sakın beni hıristiyanJann Meryem oğlu ts!'yı öv-
dükle.ri gibi övmeyin. Ben_ bir kuldan ba.şka değilim. Al-
lah'ın kulu ve Resulü, deyintz.» (4)
83
taraftan kadın evlendiği takdirde geçimi kocasına aittir;
evde veya dul kalırsa da, aldığı miras ve ya.kın akrabası
olan erkeklerin ona bakma. yükümlülüğü dolayısıyla ge-
çimi garantilidir. Buradaki mesele, sorumluluklan farklı
olması dolayısıyla mirastan pay a1.mad,a da farklılığın
Qulunması meselesidir.
88
«(Meşru' bir) hak ile olmadıkça, Allah'ın haram
kıldığı cana kıymayın.» (el-En'am: 151).
Özel olarak da çocukların öldürülmesini yasaklamış
tır -Ki o zaman da yalnız kız çocuklar öldürülmekte ·
idi-:
«Evlatlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin. On-
ları da, sizi de .biz rızıklandırınz.» (el-İsd.: 31).
Bu ayette -fakirlik korkusunun nedeni onlar oldu-
ğundan- çocukların nzıklandınlması daha önce belir-
tilmiştir. Bu ifade ile babaların kalplerine şu yerleştiril
mek istenmiştir. Babalardan önce, çocukların rızıklarını
veren Allah'tır, buna güvenmek gerek. Daha sonra in-
sandaki adalet ve merhamet duygularını galeyana geti-
rip, Kıyamet Gününden söz ederken şöyle buyurulmak-
tadır:
«... Ve diri diri gömülen kızın hangi suçtan dolayı.öl
dürüldüğü sorulduğl,ında ... » (et-Tekvir: 8-9).
Böylece o korkunç günde, yapılan işin uygun bir iş
olmadığını ifade etmek üzere böyle bir soru ile karşıla
şılacağı bildirilmiştir.
İslA.m kadına maddi ve ruhi haklarını tanırken, onu
insan olarak ele alıyor ve «insanın vahdeti» ile ilgili gö-
rüşünden hareket. ediyordu.
«O sizi bir candan yarattı ve bundan da gönlü ken-
disine ısınsın diye, eşini yarattı.» (el-A'd.f: 189).
İslA.m onu, birtek nefsin yansı olan varlığı, olması
gereken yere yükseltmiş ve oraya oturtmuştur.
Bunu İslamın bir üstüİılüğü olarak bilmemiz ge~
kir. Bunun yanında, maddeci batının kadına verdiği
°h'ttmyetin, bu şerefli kaynaktan beslenmediğini, bu hür-
riyetin etkenlerinin, islAmın her türlü' söylentiden uzak
etkenlerine benzemediğini de hatırlamamız gerekir.
Tarihi unutma.Inamız, çağımızın aldatıcı dış görü-
nüşlerine kanmamamız yerinde bir harekettir. Unutma-
yalım ki: Batı, kadını evinin dışına çıkarmış ve çalıştır~
mıştır. Çünkü erkek, orada kadına bakmaktan ve ihtfya•
cını karşılamaktan geri durmuş, ancak iffeti ve şerefi
karşılığında ona bir miktar para vermeyi kabul etmiştir.
*
Son olarak şunu belirtelim· İhsan cinsinin tümü için
zelil kılınması asla caiz olmayan bir yücelik, bir şeref,
bir üstünlük vardır:
((Andolsun ki biz Adem oğullarını üstün bir izzet ve
şerefe mazhar kıldık. Onlara karada, denizde taşı~
araçlar verdik. onlara gÜzel güzel nzıklar verdik. Ve on-
. lan yarattıklarımızın, birçoğundan cidden üstün kıldık.».
(el~İsra: 70).
insan oğullan cins olarak üstün yaratılmışlardır.
onların üstünlükleri kişi olarak veya ırk veya kabileleri
dolayısıyla değildir. üstünlük, mutlak olarak eşit bir şe
kilde hepsi için söz konusudur. Hepsi Adem'dendir. Adem
ise topraktandır. Adem üstün kılındığına göre; bunda
ve ötekinde bütün evIA.tları biribirlerine eşittir.
İslam toplumunda da bütün insanlar yüceliğe, üs-
tünlüğe sahiptir. Hiç kimse onları göz-kaş işaretleriyle
ayıplayamaz, onlarla alay edemez:
, «Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla
alay etmesin. Olur ki o (alay edilen) ler, beriki (alay
e<;lenJ !erden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi de ayıpla-
. rnayın, biribirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İman
dan sonra ta.sıklık ne kötü addır! Kim (bunlardan) tev-
be etmezse, işte .onlar za.Iimlerin ta. kendileridir.» (el-Hu•
curA.t: 11). Derin ve güzel bir ifade: «Kendi kendinizi
ayıplamayın.» Eşsiz bir anlamı var bunun. Mü'minin
mü'mini ayıplaması, kendi kendisini ayıplaması demek-
tir. Çünkü onların hepsi bir nefistendirler.
İslam toplumunda tüm insanlar saygı değerdirler:
«Ey iman edenler kendi ev (ve oda) lannızdan başka
ev (ve oda) lara, sahipleriyle alışkanlık kurmadan ve se-- ·
lam da vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlı
dır. Olur ki öğüt alırsınız. Eğer orada bir kimse bulamaz.
sanız, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. 'Şayet
size «geri dönün» denilirse, heinen dönüp gidin. Bu sizin
için daha temizdir. Allah, ne yapmakta olduğunuzu çok
iyi bilendir.» (en-Ndr: 27-28). ··
«(Birbirinizin) kusur (lannızı) araştırmayın. Bazı
nız da. bazınızın gıybetini yapmasın.» (el-Hucuri.t: 12)'.
91
Bunların. değeri, her kişiye, başkalarının çiğnemesi
caiz olmayan bir «h:ürmeblnin bulunduğunu, birinin
«hürmet- saygı değerllği»nin, başkasından daha az ol-
madığını anlatmaktadır. Kişilerin. hepsi, 'tslam t<:>plu-
munda eşittir. Onların hepsi de Allah'm düzenine ve Şe
rt&tına göre kurulmuş İslam toplumunda teminat (ga-
ranti) altında.dır. O toplumda tüm insanların şerefi ko-
runur, hepsinin haklarına ayrı ayn saygı ·4ıtyulur.
*
İnsan hayatını vicdani ve sosyal açıdan İslAm~ böy-
lece ele almaktadır. Böylelikle insan hayatında eşitliğin
anlamını daha da pekiştirmek istiyor. Anlamıyla ve ru-
huyla, bütün değerlerden ve zorunluluklara karşı, mü-
kemmel vicdani hürriyeti sağladıktan sonra ve eşitlik
ten sözle bahsetmeye, şekil olarak onu ortaya koymaya
-önceden belirttiğimiz gibi- İsllmın ihtiyacı yoktu.
Bununla birlikte İsllm eşitliği şiddetle istemektedir. Ve
onun -ırk, kabile, aile veya belirli bir bölge sınırlan ile sı
nırlı olmaksızın, mükemmel ve insani bir şekilde gerçek-
leşmesini ister. Nitekim maddeci görüşlerin ele alıp daha
.ileri gidemedikleri bir noktadan, yalnızca iktisadi çerçe-
veden daha geniş bir alanda gerçekleştirmek de istemek-
tedir.
SOSYAL TEKAFtlL (DAYANIŞMA)
98
her birine terekenin altında biri (verilir.) Çocuğu· ol-
mayıp da ana ve babası ona mirasçı olduysa üçte biri
anasınındır. (Erkek-dişi), kardeşleri varsa o zaman altı
da biri anasınındır. (Fakat bütün bu hükümler ölenin)
edeceği vasiyyet (in yerine getirilmesin) den veya borç
(unun ödenmesin) den sonradır. Siz babalarınızdan ve -
oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından, size daha
yakın olduğunu bilmezsiniZ. (Bu hükümler ve paylar)
Allah'tan birer fariza olarak (size ernr edilmişler) dir.
Şüphesiz ki Allah, hakkiyle bilendir, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir. Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terekenin
yansı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa o halde size
(düşecek pay) dörtte birdir. (Fakat bu da) onların (zev-
celerinizin) edecekleri vasiyyet (in ve borcun yerine ge-
tirilmesin) den sonradır. Eğer sizin evladınız yoksa, te-
rekenlzin dörtte biri onların (zevcelerinizin) dir. Eğer
evladınız var ise, terekenizin sekizde biri onlarındır. Bu
da sizin yapacağınız bir vasiyyet (in yerine getirilmesin)
den veya bir borc (unuzun öderunesin)den sonradır.»
(en-NisA.: 11-12).
«Ya Muhammed), Senden fetva isterler. De ki: «Al-
lah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hük-
mü (şöylece) açıklar: Eğer (erkek veya kız) evladı (ve
babası) olmayan bir erkek ölür onun (ana baba bir veya
sadece baba bir) bir tek kızkardeşi kalırsa, terekesinin
yarısı onundur. Eğer (mirascı) erkek kardeş ise, çocuk-
suz (ve babasız) ölen kızkardeşinin (vefatıyla) bıraktığı
(;nın tamamını alır). Eğer (aynı şartlarla kalan) kızkar- .
deş iki (veya daha ziyade) ise oğlan kardeşinin bıraktı
ğının üçte ikisi (ni alırlar). Eğer (yine aynı şartlarla mi-
rasçılar) erkek ve dişi kardeşler ise o zaman erkek için
dişinin iki payı (vardır). Allah size -şaşırırsınız diye-
(dininizin hükümlerini) açıklıyor. Allah her şeyi hak-
kiyle bilendir.>> (en-NisA: 176).
İlk iki ayette kendisinden söz edilen vasiyette, bor-
cun ödenmesinden sonra arta talan. mirasın üçte birini
aşamaz ve mirasçı olana yapılamaz~ Çünkü ((mirasçı
için vasiyyet yoktur.» (10) Hadisi vardır. Vasiyyet, ailevi
yakınlık dolayısıyla miras bırakan tarafından gözetil-
mesi gereken kimselerin gözetilmesi ve ona iyilik yapıl
ması ile çeşitli iyilikler için gerekli harcamalarda bu-
lunmak amacıyla terekeden bir miktarın harcanabilme-
si için meşrO. kılınmıştır.
İslamın getirmiş olduğu bu «miras düzeni» aynı aile-
nin bireyleri arasında ve biribirini izleyen nesiller arasın
da bir yardımlaşma bulunduğunun açık bir delilidir. üs-
telik "bu düzen, toplumu rahatsız edecek şekilde büyüme-
sini önlemek amacıyla servetin parçalanmasını sağla
yan yollardan.bir tanesidir. (Bundan «MaU Siyaset» bö-
lümünde söz edeceğiz). Burada ise şunları söylemekle
yetinelim: İslA.m Miras düzeninde; aile içerisinde çalışma
ile karşılığı, yükümlülükler ile faydalar atasında bir~
let, bir denge vardır. Çalışıp çabalamalarının ürünü, kı
sa ve sınırlı hayatıyla sınırlı olmayacak, aksine çocuk-
la1'ının ve torunlarının -ki bunlar onun hayattaki tabii
devamıdırlar- da bu üründen faydalanacağı / konusu,
Şuurunda. yer etmiş olan bir baba, çalışırken tüm gayret
ve kabiliyetini ortaya koyar ve yapabileceği üretimin
azamisini yapar. Bunda ise hem kendisinin, hem devle-
tin, hem de insanlığın faydası vardır. Aynca bunda har- .
cadığı emek ile karşılaştığı mükafat arasında da bir den-
ge bulunmaktadır. Evl!tlan ondan bir parçadır. Onlar-
da kendisinin devamını ve hayatının uzanışını his eder.
EvlAtlara gelince, baba ve annelerinin çalışmaların
dan yararlanmalan Adil bir şeydir. Çünkü maıt veraset
100
bağı koparılsa bile, ana-baba ile çocuklar atasında.ki di-
ğer bağlar kopmamaktadır. Çocuklar, bedeni ve asli is-
tidA.tlarının pek çoğunu, ana ve babalarından miras alır
lar. Onların miras olarak aldıkları bu istidatlar hayat-
ları boyunca onlardan ayriımaz, -iyi veya kötü olsun-
geleceklerinde önemli rol oynarlar. Çocukların ise ne
bunlan geri çevirmek ne de düzeltmek imkıUllan vardır.
, Devlet veya toplum da anne ve babasından çirkin bir
yüz miras almış bir çocuğun yüzünü -istediği kadar
çalışsın~ değiştiremez. Anne ve babası çocuklarına bir
takım bozuk haller miras bırakmış ise, devlet veya top-
lum ona sağlam ve sağlıklı bir karakter veremez, erken
yaşlanmaya ve çokça hastalanmaya elverişli bir yapı
miras bırakmışlarsa, sağlıklı ve uzun bir ömür o çocu-
ğa verilemez. Çocuk bütün bunlan istemese bile miras
aldığına göre, anne ve babasının gayretlerinin maddi
ürünlerini de miras alması Mil bir şeydir. Ta ki yüküm-
lülüklerle mükA.fatlar arasında bir dereceye kadar da
olsa, bir denge sağlanmış olabilsin.
Hz. Musa nın Allah'ın slllih kulu ile ilgili
(A.S.)
kıssasında, Kur'an-ı Kerim, babalar ile çocuklar arasın
daki yardımlaşmaya bir örnek vermiştir. İlk olarak bu
salih kuldan şöyle söz ediliyor:
~Derken kullanmızdan (öyle) bir kul buldular ki
biz ona tarafınµzdan bir rahmet vermiş, kendisine nezdi-
mfzden bir iyilik öğretmiştik.» (el-K'.ehf: 65).
«Yine gittiler. Nihayet bir memlek~ haJkma vardı
lar ki ora. ahalisinden yem.ek istedikleri haıde kendileri-
ni misafir etmekten ~ri kalmışlardı:. Der~en yıkılmak
üzere olan bir duvar buıdule.r. O (Salih kul) , bunu der-
l:ml doğrultuverdi. (Uusl) dedi ki: «İsteseydin elbet bu-
na karşı bir ücret alabilirdin.» (el-Kehf: 77).
O memleket ahalisi onlara yemek vermekten geri
kalmalarına rağmen, o ısalih adam duvan doğrulttu.
1 '
*
Kişi ile toplum, ·toplum ile fert arasında da tekatül
(dayanışma) varclır. Bu tekafül, ferd de topluma da bir
takım yükümlülükler yüklemekte ve her birisine bir ta-
kım haklar tanımaktadır. ·tsırun- öngördüğii bu tekafül
ile tOplum ile ferdin maslahatlarını görme, manevi ve
maddi" l'ıaya.tın çeşitli alanlarındaki yükselişlerinde bi-
rinin diğeti aleyhine kusurlu davranmasından dolayı ona
_:..:.ayırım gözetmekten- ceza verme nokt~ına bile yük-
selmektedir. · ·
102
Her kişi ilk olar~k kendi işlerini güzel yapmakla
yükümlüdür. işin güzel yapılması (ihsan) ise, Allah'a iba-
dettir. Çünkü özel çalışmanın meyvesi, toplum için bir
· mülktür ve sonunda yaran da topluma aittir:
«De ki: (dilediğinizi) yapın. Çünkü hareketinizi Al-
lah da, Resulü de, mü'minler de görecekle~.» (et-Tev-
be: 105).
Her kişi bir bekçi gibi ve onunla görevliymişçeslne
toplumun maslahatına gereken dikkati göstermekle yü-
kümlüdür. Hayat engin bir denizdeki gemi gibidir. On-
daki · bütün yolcular o geminin. selametinden sorumlu-
durlar. Hiç kimse bireysel özgürlük adına, kendisine dü-
şen yeri delemez:
<CAllah'ın
hududunda duran ile onun dışına çıkanın
misali şuna
benzer: Bir topluluk bir gemide (yerlerini)
paylaştılar. Onların bir kısmına geminin üst .tarafı, bir
kısmına .da geminin alt tarafı isabet etti. Geminin alt
tarafındakiler su almak istediklerinde, üsttekilere gider-
lerdi. (Bir seferinde) dediler ki:
- Biz; payımıza düşen kısımda bir delik açsak da
üstfu:nüzdekilere zarar vermesek,
Eğer üsttekiler, alttakileri istekleriyle başbaşa bı
rak$alar,. (birlikte). helak olurlar. Yok eğer onları aıı
koysalar, .bunlar da,., berildler de, .birlikte kurtulurlar.»
(11).
Bu hadis, nazari mA.nalann dış görüntüsünü ele alan
ve ilmi gerÇeklerin etkilerini düşünmeyen ferdi düşünüş
karşısında, faydaların nasil içiçe ve aynı oldtiğunu, bu
gibi durumlarda klşf ile toplumun görevlerinin neler ol-
,ıos
duğunu orta.ya. koyan güzel bir tasvir \re mükemmel bir
tablOdur.
Fakat maslaht.ı.tını gözetmekten muat bir kişinin
varlığı sözkonusu değildir. Her kişi toplumda hem bir
çoban, hem de süıilden bir parçad'JT:
«Hepiniz birer çobansınl.z ve her biriniz sürüsünden
sorumludur.» (12)
Bir (iyilik) in ve mlıılf (aklın ve şeriatın kabul et-
tiği şey) un ,sınırlan içerisinde ·bütün fertler arasında
dayanışmanın varüği; toplum yaran açısıncl&n gerekli-
dir.
«İyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda biri-
birinizle yardımlaşın. Günah işleme1.. ve haddi aşmak üze-
re yardunla.şma.yın.» (el-Maide: 2).
«Bir· de içinizden öy!.e bir topluluk 'bnlunm.ahdır ki,
(ohlar beTkesi) hayra çağırsınlar, iyU!f;i (m!rüfu) emir
etsinler, kötülükten (münlt'erden) vaz ,geçirmeye çalış
sınlar:» (Al-i İmran: 104).
Başlıbaşma her fert maruf ne emr etmekten sorum-
ludur. Bunu yapmayacak olursa, günahklrdır ve güna-
hı dolayısıyla ceza görecektir:
'
(13J MG$1~r". ehli Dawd, llrtrı'fit, Nesli r+vtıyet-etrn!Ştlt.
İsterse o memleket halkının çeğu itaatten çıkmamış
olsunlar. Çünkü onların itaatten çıkmaya karşı ses çıkar
mamalan kendilerinin toptan helak olmalarına neden
olmuştur.
<<Bir de öyle bir fitneden sakının ki o içinizden yal-
nız zulmedenlere çatmaz. (Toplumun tümünü kuşatır
ve hepsini perişan eder.» (el-Enfal: 25).
Bunda bir zulüm yoktur. İçinde ahlaksızlığın yayıl
dığı, açıkça münkerin işlendiği ve değiştirilmediği top-
lum, çözülmüş, dağılmış ve yok olmaya doğru yol alan
bir toplumdur. Böyle bir topluma isabet eden helak ise,
tabii bir durum ve kaçınılmaz bir 8onuçtur.
İsrail oğullankendileri arasından g~len peygamber-
ler diliyle lanetlenmeyi hak etmiş devletleri çökmüş,
güçleri yok olmuştur. Çünkü onlar münkeıi değiştirmi
yor ve ondan biribirlerini alıkoymuyorlardı:
«İsrail oğullanndan olup da küfredenlere, Davud'.-
un da, Meryem oğlu lsa'mn ela diliyle lft.net olunmuştur.
Bunun sebebi isyan etmeleri. ve aşın gitmeleri idi. Onlar
işledikleri bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalış
mazlardı. Hakikat, yapmakta devam ettikler (o hal) ne
kötü idi.iı (el-Maide: 78-79).
Hadis-i Şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
..
«İsrail oğullan günahlara daldığında, aliml~ri onlan
alıkoymaya çalıştı, onlar ise vazgeçmediler. Bu şefer
alimleri de onlarla beraber oturup kalkmaya, onlarla ye-
yip içmeye koyuldular. Bunun üzerine Allahü Teala kalp-
lerini birtbirine çarptı ve onlan DavO.d ve Meryem oğlu
İsa'nın dilleri üzeriİle IA.netledi.»
Yaslanmışiken oturdu ve buyurdu : ·
•Hayır, nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin
ederim ki o (isyan eden günahklr) lan hakka. zorla çek-
ıoe . \
medikçe (siz de aynı tehlikeden kurtulamazsınız.) ıı (14).
Gerçek mü'minlere gelince, onlar, haklannda Kur'-
an-ı Kerim'in şöyle buyurduğu kimselerdir:
«Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar, birbirinin ve-
lileri (dost ve yardımcıları) dır. Bunlar iyiliği emr eder-
ler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.» (et-Tevbe: 71).
Bazıları: «Ey iman edenler, siz kendi nefisleriniz (i
islah etmey)e bakın. Kendiniz doğru yolu bulunca, saı
panlar size zarar veremez.» (el-Maide: 105), mealindeki
ayetin, münkere karşı susmayı ve onu değiştirmemeyi
-caiz kıldığını anlamış idi. Hz. Ebu Bekir (R.A.) onları,
bu ayeti yanlış anlamaıan dolayısıyla uyarmak ama-
-cıyla dedi ki:
«Ey insanlar, sizler bu ayet-i kerime'yi okuyorsu-
nuz ... Şüphesiz ki siz, ayeti asıl maksadından başka tür-
lü aniamaktasınız. Ben Resulullah (S.A.V.) şöyle buyu-
rurken işittim:
- insanlar bir zalimi gördüklerinde, onu alıkoymazlar
sa, umulur ki ( pek yakında) Allah hepsini cezalandırır.
Ve ben ayrıca Resulullah'dan işittim ki:
- «İçinde günahların işlendiği ve bunlan değL~tir
meye güçleri yettiği halde değiştirmeyen her bir top-
lumun, toptan cezalandırılması umulur.» (15)
İslam'a uygun olan tefsir budur. Kendi arasında da-
yanışma halirtde olan, birlik içerisinde bulunan tsıani
ümmeti, hidayet üzerine dOSdoğru yol aldığı takdirde,
münkeri def etmek ve bütün gücüyle onu değiştirmek
için ·çalıştığı sürece; diğer insanların sapı~lık üzere ol-
maları bu ümmete herhangi bit zarar getirmez.
Toplum. içinde bulunan zayıfları himaye -etmekten,
onların maslahatıanm gözetip korumaktan sorumludur.
10'1
Gerektiğinde onları himaye etmek için savaşmak bile
onun görevleri arasındadır.
«Size ne oluyor ki. Allah yolunda ve acz içinde bıra
kılınış erkekler, kadınlar ve -Çocuklar uğrunda savaş
mıyorsunuz » (en-Nisa: 75).
Zayıfların mallarını -reşid olana kadar- korumak
da toplumun göreVidir:
(<Yetimleri nikah çağına erdikleri zamana kadar (gö-
zetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve sal!h
gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler
·(de ellerine alaca:ltlar) diye bunları israf ile tez elden ·
yemeyin. (Velilerinden) kim zengin ise (yetimin malını
yemekten) kaçınsın. Kim de fakir ise o h~lde örfe göre
(bir şey yesin.) Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz
vakit karşılarında ş!hit bulundul'UJl. Tam bir hesap so-
nucu olmak bakım1ndan Allah yeter.» (en-Ni~: 6).
Hadis-i Şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
«Dul kadının ve fakirin ihtiyaçlarını karşılayan, Al-
lah yolunda cihad eden veya geceleri namaz kılıp gün..
düzleri oruç tutan gibidir.» (16)
Toplum, fakir ve muhtaçlarına yeteri kadar geçim-
lik sağlamaktan da. sorumludur. Devlet, zek!t mallarını
toplar ve <>nları belirli yerlerine harcar. Zeklttan kendi-
lerine ıdüşen hisse, bu muhtaçların ihtiyaçlarını karşıla
maya yetmez.se, ihtiyaçlarını kapatacak kadar gücü ye..
tenlere -kayıtsız, şartsız- vergi konur. Eğer ·tek bir
kişi aç gecelerse, ona yiyecek sağlamak _için çalışmadık
ça, ümmetin tümü günahkar olur.
«Ha.yır. Siz bilakis yetime iyilik etmezsiniz. Yoksula
yedirtnek için birbirinizi teşvik etmersiniz. Mirası {he-
ıa.ı haram) demeyip alabildiğine yersiniz. Malı pek çok
108
seversiniz. Hakka.ki yer (zelzeleyle) parça. parça dağıtü
dığı zaman, Rabbin (in emri) geldiği, melekler saf saf
indiği ·(zaman) ki o gün cehennem de getirilmiştir, in-
san o gün (her şeyi)· hatırlayacak. Fakat hatırlamadan
ona ne (fayda)? «Ah, diyecek, keşke hayatım için ön-
ceden· (salih ameller) yapsaydım.» Artık o gün (Allah'ın)
aza.bı gibi :hiçbir kimse azlb yapamaz. Onun vurduğu
bağ gibi de kimse vuramaz.» (el-Fec;r: 17-26).· ·
Hadis-i Şerifte de buyuruluyor ki:
C<Bir bölgede (ki insanlar) arasında aç bir kimse
sabahlarsa, Allah'ın zimmeti (him!yesi) onların üzerin-
den kalkar.» (17)
«Kimin fazla bir bineği var ise, onu bineği olma-
yana versin. Kimin fazla azığı var ise, onu azığı olmaya-
na versin.» (18)
dilinin iki kişilik yemeği var ise, beraberinde üçün-
cü biı kişi götürsün ... Dört kişilik yemeği olan da beşin-·
ci veya altıncısını da beraber götürsün~~ (19)
İslam ümmeti tek l;>ir vücud gibidir .Aynı şeyleri his-
seder. Bu vücudun herhangi bir organı rahatsızianacak
olursa, diğer organlar da onun rahatsızlığına katılır.
Yüce .Resul çok çarpıcı ve güzel bir benzetme ile bunu
şöyle anlatmaktadır:
«Sevgilerinde, merhametlerinde ve şefkatlerlnde
mü'minler, bir vücud gibidirler. Bu vücudun bir organı
(rahatsızlığından dolayı) şik~yette bulunursa, vücudun
diğer kısımları da uyumsuzlukla ateşıenmekle, ona katı-
lır.» (20) · · ·
109
Mü'minin mü'minle olan yardımlaşmasını da şöyle
bir ifade ile dile getirmiştir:
«Mü'min, mü'min için bir kısmı öbür kısmını güçlen-
diren bir bina gibidir.» (21)
Bunlar hayatta.ki yardımlaşma ve dayan!şma için
hayalin tasavvur edebileceği en yüce örneklerdir.
Sosyal suçlarla ilgili cezalar da bu esastan hareket-
le konulmuş ve gereği gibi ağırlaştırılmıştır. Çünkü yar-
dımlaşma, Dar'ül-İslam'da ancak herkesin hayatının, ma-
lının ve korunması esası üzerine gerçekleştirilebilir.
ııMüslümanın her şeyi, müslüınana haramdır. Kanı,
ırzı ve malı.» (22).
Bu nedenledir ki öldürme ve yaralamalarda kısas~
uygun bir ceza olarak teşri edilmiş, ceza açısııidan öldür-
me suçu, küfür gibi görülmüştür:
«Kim bir mtt'hıini kasten öldürürse, cezası, içinde
ebedi kalıcı olmak üzere cehennemdir.» (en-Nisa: 93)
«Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olma-
dıkça kıymayın. Kim mazlüm olarak öldürülürse biz onu
velisine (mirasçısına, öldürülenin hakkinı isteme konu-
sunda) bir selahiyet vermişizdir.» {el-İsra: 33).
«Bironda (Tevrat'ta) onların üzerine {şunu da) yaz-
dık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak,
dişe diş {karşılıktır. Hülasa, bütün) yaralar birbirine kı
sastır.» (el-Maide: 45).
Kur'an kısası teşvik etmiş ve onu ümmet için bir
hayat kabul etmiştiı:
«Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.
Ta ki (katilden) sakınasınız.» (el-Bakara: 179) ..
Kısas gerçekten de bir hayattır. Katilden alıkoymak
la. taşkınlığı durdurmakla (toplumun varlığını ve canlı-
110
lığını koruyup, birbirine sıkı sıkıya bağlamakta özellik-
le) o, bir hayattır.
İslam, zina suçu için de şiddetli bir ceza koymuştur.
Çünkü o, bir saldırı, hürmet edilmesi gereken şeyi hafife
almaktır. Zina ile t<;>plum içinde ahlaksızlık yayılır, zina
sebebiyle de kısa bir süre sonra toplumda bir çözülme
başlar, nesebler kanşır, sulblerinden olmayan çocukla-
1
111
«Erkek hırsızla kadın hırsızın -o işlediklerine bir
karşılık ve ceza, Allah'tan (insanlara) .ibret verici bir
ukubet olmak üzere- ellerini ;ıtesin.» (el-Maide: 38).
Bunu bir kişiden çalınmış bir mala kıyas ettiklerin-
de, bazıları bugün bu cezayı pek aşın bulabilirler. An-
cak İslAm, bu konuda meseleyi toplumun güvenliği, se-
lAmeti .ve geleceğinin güvenliği açısından ele almıştır.
Nitekim İslam bu hususta şartlannın niteliğini ve ondan
gözetilen maksadı da gözönünde bulundurmuştur. Hır
.sızlık gizlilik içerisinde gerçekleştirilen bir suçtur. GlZ-
lilik içerisinde işlenen suçların cezalan artınlmalıdır ki,
onu işlemek isteyen ondan vazgeçsin veya endişesi, .te-
laşı ve cezadan duydutu korku dolayısıyla kendisine ve-
ya hırsızlığına dair bir takım ipuçlan bıraksl.fl. Hırsız
lık öyle bir sliçtur ki, bunu işleyen bu yolla haram ka-
zancını artırmak ister. Cezanın -ki' elin kesilmesidir_.:_
böyle olması ile, bu yollardan elde etmek istedii!'i ha.ram
kazanca bir son verilmek ve bundan kiz bırakılmak is-
tenmiştir.
ıu
ömer (R.A.) de halifeliği döneminde bu. nokta.dan hare.,
ket etmiştir. (24). ·
Allah'ın Şeriatı
ile yönetilen Dar-ül-İslam'da yaşa
yanların güvenliğini tehdit edenlere gelince, bunların
cezası öldürülmek veya asılmak veya el ve ayakların çap-
raz kesilmesi veya sürgün edilmektir:
!(Allah'a ve Resulüne (mü'minlere) savaş açanların
ve yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesadçılığa koşan
ların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları yahut
(sağ) elleriyle (sol) ayaklarının .çapraz kesilmesi, yahut
da (bulundukları) yerden sürülmeleridir.» (el-MMde: 33)
Çünkü fesatçılık yapmak ve karışıklık çıkarmak üze-
re bir araya gelip toplanmak, bireysel suçlardan daha
büyük ve daha sert bir şekilde cezalandınlmaya, kökü
kazınmaya da.ha llyıktır.
*
İşte İslam bu şekilde bir sosyal dayanışmayı, tilin
şekil ve suretleriyle birlikte öngörür. Kişinin ve toplu-
mun «Külli hedef» !erinin birliğine dair görüşünü tekA.-
mul ve uyuma uy;gun olarak bunları ortaya koyar: Bu
nedenle kendisini rahatsız etmeyen ve toplumun da yo-
lunu kesmeyen sınırlar içerisinde ferde hürriyetini mü-
kemmel bir şekilde tanır. Topluma da gerekli haklarını
tanır, bu haklara denk olarak da aynı zamanda onu bir
takım yükümlülüklerle mükellef tutar. Ta ki hayat dos-
doğru ve. düz yolunda ilerlesin ve ferdin de, toplumun
da eşit şekilde hizmet.ini gördüğü yüce hedeflerine ula.ş.:
sın.
iı4
İSLAM'DA
SOSYAL ADALETİN YOLLARI:
116
dilik ile; insanın fani ve sınırlı vicdanında birleşmesini
sağlamak için varolması gereken ilk temeldir.
İslam, insan vicdanını yücelttikten sonra, kendisine
güven beslemekten geri durmaz. Bu nedenle tsıA.m vic-
danı, yasamaları için bekçi tayin etmiştir, onları uygu-
layan ve onlara uyan odur. Çoğu durumlarda. şft.hitlik,
ha.dlerin uygulanması için bir esastır. Hakların ispatın
da da durum böyledir. Aynı zamanda şahitlik, nihayet
kişisel vicdan ve Allah'ın bu vicdan üzerindeki gözetimi
ile ilgili bir meseledir:
«Muhsan kadınlara (zinA.isnadiyle) iftira atan, son-
ra da dört şahit getirmeyen kimseler (in her bil'in)e sek-
sen değnek vurun. Onların şahitliklerini ebediyen kabul
etmeyin. Onlar fasıklann ta kendileridir.» (en-Nllr: 4).
«Zevcelerine (zina) .isnld eden ve kendilerinden baş
ka şahidleri de bulunmayan kimseler (e gelince:) işte
onlardan her birinin yapacağı şa.htdlik kendisinin haki-
katen doğru söyleyenlerden olduğunu, Allah'a yemin
(ile) dört defa (tekrar edeceği) şahidliktir. Beşincisi ise,
eğer yalancılardan ise, Allahı'n IAneti muhakkak kendi-
sinin ,üstüne o(lmasını ifade etmesi) dir. ô (kadının)
. nun billahi onun (zevcinin) muhakkak yalancılardan ·
olduğuna dört (defa) şehadet etmesi, beşincide de: eğer
o kocası) doğru söyleyenlerden ise muhakkak Allah'ın
azabı kendisinin üzerine (olmasını söylemesi) ondan bu
a.ıAbı (cezayı) def'eder.» (en-Nur: 6-9).
ın
rinde hak olan (borçlu) da. yazdırsın (borcunu ikrar et-
sin). ~bbi olan Allah' dan korksun, ondan (borcundan)
biç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak bulu-
nan (borçlu) beyinsiz veya bir zaif olur, yahud da biz-
zat ya?.dırmaya (ve ikrara) ,gücü yetmezse velisi dos-
doğru yazdırsın. (ikrar etsin). Erkeklerinizden de iki ş!
hid tutun., Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı (ve
doğruluğundan emin) olacağınız ş8.hidlerden bir. erkekle
iki. kadın (yeter. Bu suretle) .kadınlardan biri unutursa
öbürünün hatırlatması (kolay olur.)» (el-Bakara: ~82),
Çağınldığı takdirde şilıidlik yapmak vaciptir:
nŞAhidler (şahldlik için), çağınldıkla.rında kaçınma-
sın.» (el-Bakara: 282). ,
Muhakemenin yapıldığı sırada da vacibdir:
«Şalıidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, hakikat şu
dur ki, onun kalbi bir günahkardır.» (el-Bakara: 283).
Görüldüğü gibi İslam, Celd (sopa) ve recme (taş
lamaya) kadar varan cezalarda ve mali haklarda aynı
şekilde olmak üzere insan vicdanına gereken güveni duy-
maktadır. Bu ise, insanı yüceltmek ve onu istenen nok-
taya yükseltmek için duyulması kaçınılmaz bir güvendir.
İslam, vicdana bu önenil! işleri havale· ederken, onu
yasamalarının uygulanması ve mükellefiyetler üzerine
bekçi yaparken ve onu yasama ve mükellefiyetlerin ge-
rektirdiği noktanın da üstüne çıkmaya davet ederken,
vicdanı başıboş bırakmamaktadır. Vicdan üzerine «Al-
lah korkusunnun gözetleyici kılmıştır. ~lah'ın gözetle-
yielliğiııi de çok parlak, etkileyici ve .eşsiz bir şekilde. ona
·tasvir etmiştir.
«... Herhangi bir üçten bir fısıltı vaki' olmaya dur-
sun, muhakkak ki O, bunların dördüncüsüdür: Bir beş-
ten vukua ,gelmeye durs:µn, ille O, bunların altıncısıdır.
Bundan daha az., daha çok vaki'· olmayadursun, . ille
O, nerede olsalar,_ bunların yanındadır. S<)nra·bütün.yap-
tılda.rını kıyamet gününde kendilerine haber verecektir
O. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.» (ei:..MücA-
dele: 7). ·
«Andolsun in.sanı biz yarattık, nefsinin ona ne ves-
veseler vermekte olduğunu da biliriz. (Çünkü) biz ona
şah damarından daha. yakınız. Hatırla ki (insanın) sa•
ğında, solunda: oturan, onun amellerini· tesbit etmekte
olan iki de (melek). vardır. O, bir söz söylemeyiversin,
mutlak yanında hazır bir gözcü vardır.» (Kaf: 16-18).
<<... Çünkü O, gizliyi de gizlinin ,gizlisini de bilir.»
(TA.ha: 7).
Vicdana yeri gelmiş müjde, vermiş, yeri gelmiş kor-
kutmuştur. Onun yaptığı her bir işi düny8.da da, Ahiret.:.
te de saymiştır, o işin Akıbetinden kurtuluş yoktur; kar-
şılığını mutlaka görecektir:
«Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri kfr-
yacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğra
. mayacaktır. (O şey) bir· hardal tanesi ağırlığınca.. bile
olsa onu ·getiririz. (teraziye koyarız). Hesap görücüler
olarak da 8.iz yeteriz.», (el-Enbiya: 47).
«Yer, kendisine ait şiddetli bir .sarsıntı ile ~lzeleye
uğTatıldığı zaman, yer' bütün ağırlıklarını (dışarıya' fır
latıp) çıkardığı ve insarı: «Blına ne oluyor?» dediği (za-
man), o gün yer, bütün haberlerini ~nlatacaktır. Çün-
kü Rabbi kendisine (o şekilde) vahy etmiştir. O gün in-
sanlar amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek için,
dağınık dağınık döneceklerdir. İşte kim zerre ağırlığınca
bir hayır yapıyor idiyse ·onun sevabını görecek, kim de
zerre ağırlığınca şerr yapıyor idiyse· onun cezasını göre-
cek.» (el-Zilzal: 143).
U9
~l'i örnekler pek çoktur... Bunlarla İslam, vic-
dan üZerine haşyetve takva.dan oluşan bir gözetici kuv-
vet lçoyar ve onu,i dinJın koymuş olduğu bütün ha.d ve
yükümlülüklerin uygulamalarını göietlemeye elverişli bir
araç haline getirir. · .
*
İslim, ettiği bu vicdan, şeriatmm ortaya koyduğu
.. bu yasalar üzerine sosyal adaletin temellerini kurmuş
tur. Bu ikili yolla insani, dengeli ve uyum hA.linde olan
bir toplum kurmayı başarabilmiştir. Gelecek bir bölüm-
de bu topluma dair bazı örnekler vereceğiz. 'Şimdi ise,
teşri ve yöneltme konu&u ile ilgili bir örnek vermekle ye-.
tineceğiz.. Bunun için de bu kitabın konusu ile yakın bir
ilgisi bulunduğu için, zekat ve sadakayı· örnek alacağız.
İslam, zekltı, gücü yetenlerin malında., ınahrum olan-
lar lehine bir hak olarak farz kılmıştır. Fakat bu hak-
kın ödenmesi için vicdanı harekete getirmiştir. Böyle-
likle ödemeye gücü yetenlerde ger~k'1 arzu ve isteği uyan-
dırmak ister.
121
Farz olan bu görevi yerine getirmeyenlerin vay ha-
line! Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
«Allah kendisine mal verdiği ha.Ide zekatını ödeme-
yen kimseye malı, kıyrunet gününde iki gözü üstünde bi-.
rer nokta bulunan erkek bir yılan şeklinde gösterir.
Kıyamet gününde bu yılan onun boynuna· dolanır.
So1:ıra onu i1d çenesinden yakalayarak: «Ben senin malı
nım. Ben senih hazihenim,» der.» (1). Gerçek~n de çok
korkunç ve dehşet verici bir manzara.
Zekatın durumu bu. zekat, şeriat (kanun) gücü ile
farz kılınmış bir haktır, maldaki miktarı bellidir. Bu-
nunla birlikte bir de sadaka vardır. -Belirli bir miktar
sözkonusu olmaksızın- kişinin vicdanına bırakılmıştır.
Sadaka, vicdan ve duygunun bir ilhamı, İslamın kendi-
lerine büyük bir önem verdiği merhamet ve kardeşlik
duygularının bir ürünüdür. Bununla İslfı.m, ili.Sani bağ-:
lan ve sosyal dayanışmayı, kişinin kendi görevihi idrak
etmesi ve. ruhun merhamet duygularıyla harekete geç·
mesi yoluyla gerçekleştirmek ister. Bununla iki hedefe
vannak amacındadır: Derin ve duygulu bir vicdan ile
sağlam İnsani bir yardımlaşma. İslam bunu sırf İslft.ıni
bir merhamet noktasına ulaştırır. Öyle ki sadaka dini
kardeşliğin sınırlan içerisinde kalmaz. Kur'an'da buyu-
. ruluyor ki: · ·
«Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlan-
nızdan çıkarmamış olanlardan, onlara iyilikle ve ada-
.letle davranmanızdan Allah sizi men'etmez.» (el-Müm-
tehine; 8).
Hz. Peygamber (S.A.V.) de şöyle buyurmaktadır:
Yeryüzünde bulunanlara merhamet edin ki, gökte-
kiler de sizlere merhamet etsin.» (2)
( 1) BuıharT ve Nesar.
(2) 6bO DavOcf, Tlrmlzi.
122
Bu şekilde İslami dini taassubtan bile uzak, insani
bir merhametin yüce örneklerini ortaya koymaktadır:
Bundan sonra tsıMrı, .büyük bir adım daha atarak,
kendisinde can bulunan her varlığı merhamet duygusu-
nun kapsamına alır. islamm yüce Peygamberi buyuruyor
ki .
. .
«Adamın biri yolda giderken. şiddetle susar. Bir ku-
yu bulur. Kuyuya inip su içer. Sonra da çıkar, tam bU
sırada susuzluğundan soluyan ve toprak yiyen bir kö-
pek görür. adam. (kendi kendine): Benim susadığım gi-
bi bu köpek de susamış, der. Bunun üzerine kuyuya inip
ayakkabısını su ile doldurur. Daha sonra ayakkabısını
kuyudan çıkana kadar ağzıyla tutar. Çıktıktan sonra kö-
peğe su verir. Allah, onun bu davranışını över ve ona
mağfiret eder.» Ashab:
- Ya Rasulullah bizim hayvanlardan dolayı ecir al-
mamız söz konusu mu? diye sordu.
Allah'ın Resulü:
- Evet, her canlı için ecir vardır, diye buyurdu.
(3).
Başka bir hadis-1 şerifte:
«Bir kadın, bağladığı
bir kedi yüzünden cehenneme
girdi. Ne ona. yeme~
yedirdi, ne de yerdeki şeylerden
yemesi için serbest bıraktı.» (4) diye buyurmaktadır.
Merhamet, İslam'da imanın esası ve alAmetidir.
Çünkü :vicdanın bu dinden etkilendiğinin ve onda. yer
ettiğinin delilidir.
Bu esastan hareket ederek İslam, sad~a · vermeye
ve iyilikte bulunmaya yöneltir, isteyerek, sevabını Al-
lah'tan umarak, Allah'ın nZa.sını, dünyada yerine baş-
(3) B.uhM, ve Müslim.
(4) Buhiri,
123
kasını, ahirette de sevabını vermesini bekleyerek, Allah'ın
gazab ve ad.hından sakınarak infakta bulunmaya teş
vik etmektedir. Allaha itaat eden, mallarından Allah rı
zası i~in harcayaın abidlere müjdeler var.
124
nursa, işte onlar felah bulanların ta kendileridir.» (el-
Haşr: 9).
Bu, eşsiz ve yüce insaniliğin en güzel ve en parlak
bir tablosudur. Başka bir yerde güzellik ve incelikte bun-
dan geri kalmayan, Allah'ın gerçek kullarını tasVir eden
bir tablo daha vardır. Bazı kaynaklar bunların Hz. Ali,
eşi Resulullah'ın kızı Hz. Fatıma ve onların Ehl-i Beyti
(R.A.) olduğunu bildirn:ıektedir:
<cOnlarıı adaklarını yerine getirirler, şerri yaygın
olan günden korkarlardı. (Yemeğe olan) sevgi (!erine
rağmen) yoksulu, yetimi, esiri, doyururlar. «Biz size
ancak Allah'ın yuzü (suyu) için yediriyoruz, sizden ne
bir karşılık, ne de bir teşekkür istemeyiz. Çünkü biz Rab-
bimizden, burtarık suratlı, müthiş günden korkarız.»
(derler). İşte bundan dolayı Allah, bu günün şerrinden
onları korumuş, (yüzlerine) bir güzellik, (yüreklerine)
bir sevinç vermiş, sabrettiklerine karşılık onlar Cennet-
le, ipekle mükafatıandırılmı§tır. Hepiniz tahtlar üzerin-
de yaslamıcılar olarak (oraya girin). Orada ne bir gü-
neş, ne de bir zemheri görmeyerek ve gölgeleri onlara
yakın, meyveleri de emirlerine (her an, her şekilde) .bo-
yun eğdirilmiş olarak. Onlara gümüşten yapılmış billur
kaplar, kupalar dolaştınlır. (Evet) gümüşten (yaratıl
mış) billurlar ki miktarını (saki~er) tayin etmişlerdir.
Or~da onlara katkısı zencefil olan {dolu) kadeh de içiri-
lir. {Zencefil) orada bir pınardır, c<Selsebilıı adı verilir,
ona. Etraflarında her dem taze çocuklar dolaşır ki, sen
onlan gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın. Ora-
da herhangi bir yere baktığın zaman, (bol) bir nimet ve
buyük bir mülk (saltanat) görürsün. Üzerlerinde ince
ve kalın ipekten yeşU elbiseler vardır. Gümüşten bilezik~
lerle süslenmişlerdir .. Rableri de onlara gayet temiz bir
şarap içir.rliliitir. Bütün bu (nimetler) şüphe yok ki sizin
125
için bir mükafattır. SA.'yiniz de meşkur olmuştur.» (ed-
Dehr: 7-22).
Sadaka -ödemesi garantilenmiş- Allah'a verilen
bir borçtur:
«Allah'a karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim? İşte
onun mükM'atıru kat kat artıracaktır, O. Ona başkaca
çok değerli bir mükMat da vardır.» (el-Hadid: 11).
«Şüphesiz ki sadaka veren erkekletle sadaka veren
kadınlar ve Allah'a karz-ı hasenle ödünç verenler (yok
mu?) Onlara (mükafatları) kat kat artırılır. Onlar için
çok şere!li bir ecir de vardır.» (el-Hadid: 18).
Yahut da sadaka çok karlı, karşılığı verilen bir ti-
carettir:
«Şüphesizki Allah'ın Kitabını okumaya devam eden-
ler, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine nzık olarak
verdiğimizden gizli ve açıkça infak edenler kesinlikle
kesat bulmayacak bir ticaret (kazanç) umabilirler. Çün-
kü (Allah) onların mükMatlarını eksiksiz öder, onlara
faz! (ü kerem) inden ziyadesini de verir. Şüphesi:Z ki o,
çok yarlığayıcıdır, çok nimet verfoidir.» (Fatır: 29-30).
• 1
126
koşuşun. Onlar bollukta ve darlıkta infü: edenler, öf-
kelerini yutanlar, insanların kusurlarını afv edenlerdir.
· Allah ihsan edicileri sever.ı> (AH İmran: 133-134).
Sadaka malin ve ruhun temizlenmesidir. Resulullah,
günah işleyip günahlarını itiraf eden bir topluluğun
mallarının yarısının alınmasını ve onları temizleyip
paklamak için ·hayır yollarına harcanmasını emr etmiş
tir:
c< (Onlardan) diğer bir kısmı da gillıa;hlanru itiraf
ettiler. Onlar iyi bir ameli başka bir kötü (amel) ile ka-
rıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul
eder... ÇÜnkü Allah, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyici-
dir. Oniarın mallarından bir sadaka al ki bununla kendi-
lerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onları (n
hasenatını) bereketlendirmiş olasın. Onlara dua da et.
Çünkü senin duan onlar için bir sük11nettir. Allah (on-
ların itiraflarını) hakkıyla, işitendir, çok iyi bilendir. On-
lar bilmediler m1 ki, şüphesiz Allah, kullarından tevbeyi
kabul ·etmekte, sadakalan almakta olan ancak kendi-
sidir. Ve hakikatte tevvab ve rahim yalnız O'dur.» (et-
Tevbe: 102;.104).
İnfak, Allah'ın ahdine vefa etmek, O'ndan ko~kmak
ve kötü bir şekilde hesaba çekilmekten çekinmekle ya-
kından ilgilidir, akıllılığın ve sağlam görüşlülüğün de
delilidir. Ondan gert kalmak, Allah'ın korunmasını iste-
diği bağlan koparmaktır, bir çeşit ahdi bozmak ve yer-
yüzünde fesad çıkartmaktır:
ccAncak selim akılların sahipleridir ki iyice düşünür
ler. Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler, misAk
(ahd)i bozmaziar. Onlar ki Allah'ın bitiştirilmesini enır
ettiği ~yi bitiştirirler. Ra:liierinden korkarlar, (bilhas-
sa) kötü hesabdan endişe ederler. Onlar ki (sırf) Rable-
12'1
rinin rızasını
isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı
dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz nzıktan gizli
ve açık harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar. işte onlar,
onlar için bu dar(ı-dünya'n)ın (iyi bir) sonucu vardır.
(Ki o sonuç:) Adn Cennetleridir. Onlar -atalarından,
eşlerinden, zürriyetlerinden salah sahibi olanlar da tıe;
raber .olmak üzere-..:. oralara girecekler, melekler de her
kapıdan onların yanına girecekler (ve şöyle diyecekler-
dir). «Sabrettiğiniz için sizlere selam olsun. Dar. (ı-Dün
ya'n) ın ne güzel akibetidir, bul» Allah'a verdikleri sözü
pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilme (gö-
zetilme) sini emrettiği şeyi (bağlan) kıranlar, yeryüzün-
de fesad çıkaranlar ise, işte onlar, lanet onlara, yurdun
kötüsü (cehennem) de onlara!..» (er-Ra'd: 19-25).
Allah Yolunda infak'ten geri kalmak, helak olmak
demektir:
«Allah yolunda (mallarınızı) harcayın ve. (harca-
m.ayarak) kendinizi tehlikeye atmayuı.» (el~Ba.fara:
195).
. '
Kişisel tehlike, nefsi ahirette Allah'tan azab görme-
ye, dünyada ise insanlardan kınanmaya maruz bırak
maktadır. Sosyal tehlike ise, infak etmemenin toplumda
.yaygınlaştırdığı farklılık, zulüm,, fitneler, kinler, zayıf
lık, çözülilijtür.
.128
seye itaat etme!» (el-Kalem: 10-12) ... Böylesi Allah'ın
hakkına karşı, toplunıun da hakkına karşı, toplumun
bir üyesi olarak kendi hakkına da karşı as.timdir.
İyilik cennete götürür. İyilik yapan yokuşlardan aşır
tılarak Cennete 'ulaştırılır. Yokuş ise kişilerin kölelikten
kurtanlmasıdır, açlık ve kıtlık günlerinde yemek ye-
dirmektir:
ı<Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey bil-
dirdi? (O) kul azad etmektir, yahut (salgın) bir açlık
gününde, yakınlığı olan bir yetime yahut toprakta sü-
. rünen bir yoksula yedinnektir.» (el-Beled: 12-16).
İyilikten geri kalmak ise cehenneme götürür ve sa-
hibini ka.firlerle bir ara.da koyar:
«Sizi cehenneme sokan nedir? (Günahkarlar) derler
ki: ııBiz namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedinnez-
dik. Biz de (batıla) dalanlarla beraber dalardık.· Din
(hesap) gününü de yalan sayardık. Nihayet bize ölüm
gelip çattı.» (el-Müddessir: 42-47).
«Allah'ın fazı (ü kerem) inden kendilerine verdiğini
(infak etmekte) cimrilik edenler, kesinlikle bunun, hak-
larında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bila.kis bu, ken-
dileri için bir şerdir. Onlann cimrilik ettikleri şey, kıya
met günü boyunlarına dolanacaktır ... » (Al-i İmr~:
180).
Burada sözkonusu ~lı «yığıp biriktirmek (kenz)»,
yalnızca zekat vermemek demek değildir. Sadaka ve in-
fak'ın zekattan sonra veya önce zikredildiği çoktur. Ze-
kat, farzdır ve belirli sınırlan vardır. Sadaka ve infak
ise, herhangi bir kayıt veya şarta bağlı deği'ldirler, belir-
lenmiş bir nisablan yoktur. Ebu ümame (R.A.) dedi' ki:
Resulullah (S.A.V.) şijyle buyurdu: ·
130
riliğe götürmesin. Çünkü mal ve evlad onlar için bir fit-
ne (imtihan)· ve deneme aracıdır.
«Mallanmz, evladlanmz herhalde sizin için bir im-
tihandır. Allah ise, O'nun yanında büyük bir ecir vardır.
o halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun ve
(öğütlerini)· dinleyin, itaat edin. (Mallanmzdan) kendi-
nizin hayrı olarak (Allah yolunda) infak edin. Kim nef-
sinin (koyu) cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtu-
luşa erenlerin ta kendileridir.)) (et-Teğ~bun: 5-16).
ısı
sanlar eşit oluyor. Herkes sahip olduğu kadar, herkes
yapabildiği kadar sadaka verir.
*
İnfak yerleri ihtiyaca ve. gerek duyulan yerlere göre
değişir. İyilikte bulunmak için yakın akrabaların önce-
liği vardır. Fakat onlann dışında kalanlar da, hem on-
larla birliktedirler, akrabalarla bir arada, yan yana, ken-
dilerine infakta bulunmak için teşvik edilir. Çünkü iyi-
lik, bir yakınlık hissi olmadan önce, insani bir duygu-
dur. İyilik (Birr) çoğunlukla imanla birlikte zikredilmiş
tir. Çünkü önceden de belirttiğimiz gi!bi, iyilik imanın
delilidir:
«Allah'a ibadet edin, O'na hiçbir şeyi eş tutmayın.
Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda
kalmışa, sağ ellerinizin malik olduğu kimselere iyilik
edin. Allah, kendini beğenen ve hep böbürlenen kimse-
leri sevmez. Onlar hem (kendileri) cimrilik yapan, he,m
insanlara cimri olmalarını emr edenler, Allah'ın kendi-
lerine (lütfuridan) verdiğini gizleyenlerdir. Biz o kafir-
lere hor ve hakir edici bir azab hazırlamışızdır.» (en-Ni-
sa: 36-37).
«Onlar neyi infak edeceklerini sana sorarlar. De
ki:ccMaldan vereceğiniz şey (öncelikle) ananın, babanın,
akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışın (mi-
safirin hakkı) dır. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah
onu çok iyi bilendir.» (el-Bakara: 215).
Görüldüğü gibi komşu ve arkadaş, ana-baba ve ya-
kın akraba ile birlikte geçmektedir. Nitekim bütün bun-
larla birlikte yetimler, yoksullar ve yolcular da anılmak
tadır. Hepsi de bu konuda birdir. Hatt! kendilerinden
bir takım kötülükler.görülenler de aynı durumdadır. Me-
132
selft., Hz. Ebft Bekir'in akrabası Mistah: «İfk» hidisesin·
de kızı ve Resulullah'ın _revcesi Hz. Aişe (R.A.) hakkında
söylenenlere Mistah da katılmıştı. İsl!m, bu gibi. kimse-
lerin af edilmesi.ni istemekte ve onların mahrum bırakıl
malarını yasaklamaktadır. Hz. Ebu Bekir (R'.A.), yalan
·yere ırzına yapılan iftira dolayısıyla hiddet içerisinde
iken, daha önce Mistah'a yaptığı infft.kı kesmek üzere
yemin edince.; şu ft.yet-i kerime nazil oldu:
«İçinizde (dinde) famlet ve (dünyada) servet sahi-
bi olanlar, akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret
edenlere verm.emek üzere yemin etmesin. Allah'ın sizi
yarlığamasını sevmez misiniz? Allah çok yarlığA.yıcı~,
çok esirgeyicidir.» (en-Nftr: 22).
Böylelikle bu alanda İslft.m, insan şuurunu yüksek
ve şerefli bir noktaya yükseltmektedir. İnsanlık bunun-
la her zaman şeref duyar. Geçmişte, şimdi ve gelecekte
·bunu11la öğünebilir.
Sonra bizzat <dyilik»i alıp yükseltir, onu Allah'a ya-
pılmışcasına yüksek bir noktaya ulaştırır, onun için şu
parlak tabloyu çizer:
Resulullah (S.A.V.) buyurdu ki:
<ıAllah (Azze ve Celle) Kıyft.met gününde der ki:
- Ey Adem oğlu, ben hastalandım da, beni ziyarete
gelmedin.
Adem· oğlu diyecek:
- Ey Rabb, Sen ft.lemlerin Rabbisin, ben seni nasıl
ziyarete gelebilirdim?
Allah buyuracak:
-Benim filft.n kulum senden su istedi de sen ona
su vermedin. Sen ona su vermiş olsaydın, hiç şüphesiz
bunu (ecrini) yanımda bulacaktın.» (8)
(8) Müslim.
133
Diğer taraftan tsıa.m, sadaka için. bir, takım Mab
belirlemektedir. Bu 8.dab, sadakayı zenginin yoksula bir
lütfU ve üstünlük nedeni tam veya iyi olmayan bir duy-
gudan doğmuş bir riyakarlık olmaktan çıkartır. Çünkü
sadaka vermeye iten nedenler düşük bir seviyede bulu'"
nursa veya arkasından sadaka, alanın başına kakılırsa,
seviyesiz bir amel Mline dönüşür; ruha da, ahl~ka da,
vicdana da eziyet verir. Aynı şekilde bireyleriyle de, bağ
larıyla da toplumu rahatsız eder. Yapılan iyiliği başa
kakmak kadar nefsi küçülten ve onu alçaltan veya ya-
pılan iyiliği kabul etmekten alıkoyan bir şey daha yok-
tur.Sadakayı riyakarlıkla vermek kadar vicdanı tahrip
eden, ahlakça hakir kabul edilen bir davranış daıha yok-
tur.
İslam verenleri de, alanları da ruhi bakımdan bir
arada yükseltmek ister, bunun için büyük bir gayret
gösterir:
«MallarınıAllah yolunda harcayanların misali yedi
başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bii tek
tohumun hali gibidir. Allah kime dilerse ona kat kat ve-
rir. Allah, ihsanı olanı hakkiyle bilendir. Mallarını (Al-
lah yolunda) harcayıp da sonra o harcadıklarının arka-
sından başa kakmayanlar, &nların kalplerini incit-
meyenler (yok mu?) onların Rableri yanında mükMat-
ları varciır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun
olacak da değillerdıir. İyi (güzel ve tatlı) bir söz ve bir
bağışlama, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlı
dır. Allah (kullarının sarlakalarından) müstağnidir, ha-
limdir (ukübette acele edici değildir). Ey iıman edenler,
sadakalarınızı -malını insanlara gösteriş için harcayan,.
Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi~
başa kakma ve incitmelk süretiyle heder etmeyin. Çünkü
onun hali, üzerinde bir toprak bulunup da kendisine şid-
134
detti bir yağmur isrubet eden, bu suretle o kerulisini kas-
1
135
ilan etmeksizin Alla.h'tan ecrinin beklenmesi gerektiğini
anlatmak için kullanılmış çok güzel ve parlak bir ifa-
dedir.
İsllm
*
insan fıtratındaki bencilliğin ve mal sevgisi-
nin varlığını kabül etmekte, cimriliğin insan nefsinde
hazır ve kaybolmayan bir gerçek olduğunu vurgulamak-
ta.dır. «Zaten nefislerde cimrililt hazırlanmıştır.» (en-
Nisa: 128). Bunun için tsıa.m bütün bunları( -daha
önceden de geçtiği şekilde-- teşVik ve sakındırma gibi
yollarla ruhi bakımdan tedavi etmiştir. Ta ki arzu et-
tiği gerçekleşebilsin ve bu cimri nefisten sevdiği ve ken-
disi için çok değerli olan şeyleri cömertçe vermesini is-
teyebilsin:
«Siz, sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayın
caya kadar asla iyiliğe emıi§ olmamınız.» (Al-i İmran:
92).
Bundan sonra da nefis bu isteği yerine getirip iyi ve
hoş şeyleri arayıp cömertçe bunlan infAk eder. Boyle-
likle ruhun derinliklerinden kaynaklanan inf Akın en
uzak, cömertliğin en zor ve vermenin en yüce noktası
na ulaşır. İnsan, artık kendi kendini aşar, ondaki yücel- .
me arzusu zaruret noıktasmı, vicdanı da fıtratında.ki
bencillik duygusunu geride bırakmış olur. Bu ise biza-
tihi yüce ve insani bir hedeftir.
Nasıl gerekmesin ki; çünkü o, toplum içerisinde sağ
lam bir denge kurmak, yoksullukla mücadele etme!k,
gücü yetenlerle yetmeyenler arasında tam bir dayanış
ma ~lamak, uyumlu, biribiriyle yardımlaşan, sağlam
bir toplum oluşturmak için ortaya konmuş bir hedef-
tir.
*
136
Ondı:ı,n bir örnek üı.erinde genişçe durduğumuz bu
yol üzerinde İslam ilerler; o her bir mükellefiyet ortaya
koyduğunda vicdanı bu konuda ikna edebilmek için üze-
rinde gerektiği gibi durur. Toplumun selameti için or-
taya koyduğu yükümlülüklerle «zorunlu olanııın ve in-
san topluluklarının genel imkanlarının sınırlan içerisin-
de durur. Bundan sonra bu yükümlülüğe inandırmak
· ve gücü yettiği kadar da üstüne çıkmak için vicdana
seslenir. Böylelikle insan hayatını yüceltmek ve her za-
man onu yüceltmeye doğru itmek ister; istenen asgari
had ile arzu edilen azami had arasında geni§ bir alam
herkese açık bırakır. Bu alanda kişiler ve nesiller, çağlar
boyunca yarışabilirler.
Sosyal adaleti gerçekleştıirmek için de İslam, bu
yolda yürümüştür ... Bu kitabın gelecek iki bölümünde
«Yönetim Polıtikası» ile «Mali Politikaııdan söz edilecek-
tir. Bu iki bölümde tslam'ın metodlarınd.P~ ikisi açıklık
kazanacaktır. Bunlar, hayatın her alanında eşsiz büyük
bir adaleti gerçekleştirmek için İslamın temel aldığı:
Teşri (yasama) ve tevcih (yöneltme) yollarıdır.
tslamm ilk doğusunda bu metod, meyvelerini tam
anlamıyla vermiştir. Onu izleyen diğer ondört asır bo-
yunca da çeşitli dönemlerde, meyvelerini vermeye devam
etmiştir. Günümüzde ve gelecekte aynı şeyleri tekrarla-
maya, -olduğu gibi anlaşıldığı, gösterdiği hedeflere yö-
nelindiği, insanlar tarafından dosdoğru izlendiği takdir-
de- elbette kadirdir.
137
İSLAM'DA
YÖNETİM POLİTİKASI
139
ğumuzdan ,bu konuyu imkan ölçüsünde ele almaya ça-
lışacağız. Her ne kadar İslamın etüt edilmesi sırasında
araştırıcının, bütün konul&.n biribirine sıkı sıkıya bağlı
ve biribirinden ayrılmayan yönleri olduğunu görmesi,
onun için bir zorluk ise de bunu yapmaya çalışacağız.
Bu din tümüyle bir «birlik» görünümündedir: İbadat,
muamela.:t, yönetim politikası, mali siyaset, yasamalar
- yöneltmeler, akide - ,yaşayış, dünya - ahiret... bütün
bunlar, mükemmel bir yapı içerisinde büyük bir uyum
hAlinde birar~ya getirilmiştir. Belirli bir konuyu ele alıp
ondan söz ederken, diğer ,konulara göz atmamak çok zor-
dur. Bunu imkan ölçüsünde aşmaya çalışacağız.
İslam duzeninden söz eden bazı kimseler, -ister
Sosyal Düzenden, ister Yönetim Düzeninden, isterse de
Yönetim Şeklinden söz ederken- eski ve yeni, İslam'dan
önce ve sonra insanlığın tanımış olduğu çeşitli düzen-
lerle ilgi ve benzerlikler kurmaya gayret ederler. Bazı
lan eski veya yeni olsun diğer düzenlerle bit bağ kura-
blldiği va.kit İslam için çok güçlü bir dayanak buldu-
ğunu zanneder. ·
Böyle bir çaba, insanların kendileri için, Allah'tan
uzak kalarak ortaya attıkları beşeri düzenler karşısında
yenilgiye uğramış olma duygusundan başka bir şey ola-
maz. Kendisi lle bu beşeri düzenler arasında bir benzer-
lik bulunduğu için şerefi yükselınez, bulunamaması da
ona bir zarar vermez. tsıa.m, insanlığa son derece mü-
kemmel bir örnek düzen surunaktadır. İslM1'dan önce
de, sonra da yeryüzünde onun benzeri bir düzen daha
görülmemiştir. İslam hiç bir zaman herhangi bir düzeni
taklit etmeye veya kendisi ile diğer düzenler arasında
bir bağ kurmaya veya benzerlik aramaya ne çalışmıştır,
ne de çalışacaktır. İslam kendi yolunu tek başına ıtesbit
etmiş ve insanlığa tilin problemlerini içeren mükemmel
bir ilaç sunmuştur. '
140
.Beşeri di.\ıenler tekamülleri sırasında bazan fsllm ile
bir noktada birleştikleri gibi, bazan ayrılabilirler de. Fa-
kat İslam, başlıbaşına, mükemmel bir düzendir, onun
bu beşeri düzenlerle ne onunla bir noktada.. birleştikle
rinde, ne de ondan ayrıldıklanndan, hiçbir ilgisi yoktur.
Bu birleşmelerle bu aynlıkla.r arızidir ve çeşitli cüzlerde
sözkonusudur. Cüz'.i ve Arızi şeylerdeki ayrılık ve birleş
melerin ise herhangi bir değeri yoktur. Dikkş.t edilecek
husus sadece temel bakış açısı ve özel tasavvurdur. İs
lamın da kendine has bir temel bakış açısı ve özel tasav-
vuru elbette ki vardır. Diğer cüz'i bütün hususlar bun-
dan dallanıp \budaklanır. Diğer düzenlerle cüz'i konu-
larda birleşir de, ayrılır da.
Diğer taraftan her türlü birleşme ve ayrılmaya rağ
men, İslam kendine has, biricik yolunda ilerlemeye de-
vam eder.
İslam .düzeninin üzerinde kurulduğu temel nokta,
bütün beşeri düzenlerin üzerinde kurulduğu ~emel nok-
tadan apayrıdır. İslam, «Hakimiyet kayıtsız şartsız yal-
nızca bir ve tek Allahındır. Diğer düzenler ise, «hakimiyet
insanındır.» temeli üzerinde kurulurlar. Bu düzenlerde
insanın kendisi, kendisi için teşri (kanun) yapmakta-
dır ... Bu esasta İslam düzeni ile beşeri düzenler hiçbir
zaman ittifak edemezler. Dolayısıyla İslam düzenle bir-
leşemez, onu İslılm'dan başka herhangi bir sıfatla nite-
lemek asla doğru olamaz.
İslam düzeninden söz ederken, eski veya yeni olsun
başka herhangi bir dUzenle benzerlikler veya uygunluk-
1
141
güç kazandırmamaktadır. Onların izleyecekleri doğru
yol, dinlerinin esaslarını başlıbaşına ortaya koymaktı.
Bunu bu esasların mükemmel olduklarına tam bir iman-
la. yapmalı idiler. Diğer düzenlerle bütünüyle uysun ve-
ya bütünüyle uymasın onlar için bir. olmalıydı. Yalnızca
diğer düzenlerle benzerlikler ve uyumlardan hareketle
İslam düzenini güçlendirmek istemek, söylediğimiz gibi
mağlubiyet kompleksine kapılmaktandır. Bu dini gereği
gibi bilen ve onu gereği gibi araştıran hiçbir müslüman
araştırıcı böyle bir şeye yanaşmaz.
142
çek farka değinmiş olmasına rağmen, yabancı bazı etki-
ler altında kalarak, İslılm ile imparatorluk arasında dış-
. ta kalan, görünürdeki bazı benzerliklere kanarak, İslft.m
için ıcimparatorluktur» demiş olması garip bir şeycllr.
Herhalde o, yalnız Allah'ın h~imiyeti üzerine kurulmuş
bir düzen ile bir insanın hakimiyeti üzerine kurulmuş
başka bir düzen arasındaki ana farkı görememiş olma-
lıdır.
Dış görünüşü bakımından İslam dünyası, ayrı cins-
lerden ve farklı kültürlerin bulunduğu bir çok bölgeden
meydana gelmişti, hepsinin yönetimi bir merkeze bağlı
bulunuyordu. Dış görünüş itibariyle bu, imparatorluk.;.
tur. Fakat bu, yalnızca bir görüntüden ibarettir. Ancak.
dikkat edilmesi gereken, bu merkezin bu bölgelere bakı
şının özelliğidir.
İslam ruhunu ve onun yönetim düzenini yakından
incelemiş olan herkes, İslft.m devletinin bilinen impara-
torluklardan mümk:Un. olan en uzak noktada bulundu-
ğuna kesin olarak hükmeder. İslam, dünyanın her tara-
fındaki müslümanlar arasında eşitlik sağlar. Irki, kavmi
ve bölgesel olan her türlü asabiyyeti red eder. Buna bağlı
olarak İslam, çeşitli bölgeleri sömürgeleştirmez, onları
boyunduruk altına alınmış bölgeler olarak değerlendir
mez. Her bir bölge cctsıam Dünyası» adını taşıyan ~
cU'dun bir parçasıdır, merkezdeki halkın hakları ne ise,
diğer bölgelerdeki halkın da hakları odur. Bazı bölge.
Ier İslam devletinin merkezi tarafından atanmış birer
. vali tarafından yönetilmiş ise, o kişi bölgeyi, valili~ el-
verişli bir müslünıan kişi niteliği ile yönetmiştir, emper.
yalist bir yönetici olarak değil... Üstelik fethedilmiş bu
bölgelerin pek çoğunu, ·kendi halkı arasından çıkmış bir
kişi. yönetiyordu. Fakat o, bu görevi valiliğe elverişli bir
nıÜslüman olmak niteliğiyle yerine getiriyordu. Böl·
gelerden toplanan mallar da böyle idi, ilk olarak bU
143
ına1lar o bölgede harcanır, artan bir şey olursa, müslü~
manlara ait «Beyt'ül 1\-lab>e ihtiyaç halinde· tüm müslü·
manlara harcanmak üzere gönderiliyordu; - diğer im-
paratorluklarda görüldüğü gibi - merkezin dışındaki
bölgeler fakir olsa bUe, merkezdekilere tahsis edilsin: di-
ye değil.
İşte bütün bunlar İslam dünyası ile veya daha ye-
rinde bir deyiJlile bıam ümmeti ile imparatorluk ara- .
sındaki mesafeyi alabildiğine uzaklaştırmaktadır. İslam
için «imparatorlukturıı demenin hem İslamın ruhuna,
hem de tarihine yabancı olan bir terim ile İslamı nite-
lendirmenin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Şu
nu söyl.ememiz gerekir: O ta baştan beri evrensel bir dü-
zendir. Çünkü onda «evrensel birlik» düşüncesi önemli
bir yer tutar ve bütün insanlığı kendi bayrağı altında,
eşit şartlarla kardeşçe birleştirmek istemektedir.
Dr. Taba Hüseyin, «Büyük Fitne!» adlı kitabının
mukaddimesinde İslam Yönetimini diğer düzenlerle olan
ilişkilerinden söz ederken daha yerinde üadeler kullan-
mış ve İslamın asli yapısıyla diğerlerinden ayrıldİğı gö-
rüşünü ortaya koymuştur. Dış görünüşe ve c.üz'i bazı hu-
suslara değil de yönetimin ruhuna ve asli yapısına bakıl
dığında, doğru olanın bu olduğu görülecektir. Her ne
kadar Dr. Taha Hüseyin bu .ifadesini çok tehl!keli bir
sonuca varmak için bir ilk önerme olarak kullanmış olsa ·
da, onun ifadesinin daha yerinde olduğunu belirtmek
gerek. Vardığı sonuç ise şudur: Resulullah (S.A.V.) ile
Hz. Ebu Bekr ve Hz. ömer'in dönemler:inde gerçekleşen
şekliyle İslam, tarihte bir istisnadır. İnsanlık, bunu uzun
bir süre koruyamamıştır. Bu ise. şarkiyatçıların .ve İslam
topraklarındaki öğrencilerinin: «İslam günümüzde bir
yönetim düzeni olarak ele alınmaya elverişli değildir»
şeklinde varacakları bir. yargı için, bir öncül olarak tek- ·
rarladıltları mvksiz bir nakarattır.
144
Aynı şekildt) ccf.ştirakiyyet'ül-İslAm - tsıanı Sosya..
lizmb> ve ·utsıam Deni.okrasisb> diye bir t~m ifadeler
kullananların da sözierini yerinde bulmuyorum ... Buna
. benzer Alla.b'ın yapısı bir düzen ile insan y~pısı düzenler
.arasında bir çeşit kanna ifadeleri de uygun görmüyo-
rum. İnsan yapısı düzenlerde eksiklikle mükemmellik,
doğru ile yanlış, zaaf ile kuvvet, heva ile ~ ... yanyana, ·
içiçedir. İslam düzeni ise, Rabbani bir düzendir, o bü-
tün bu çelişkili özelliklerden uzaktır, eksiksiz ve kapsam-
lıdır, «b&tıl ona önünden de arkasından da ilişemez.»
ts1a.m, insanların probleinıeri için bağımsız bir ta-
kını çözümler teklif etmektedir. O, bu çözümleri kendine
has tasavvurundan, öz yapısından, kendine .ait köklü
:esaslardan ve diğer düzenlerinkinden 1
farklı yollardan
kaynaklanarak ortaya koymaktadır. au nedenle onu tar-
tışırken bize, onu paşka türlü açıkla.yan veya ona olma.-
yan şeyler ekleyen görüş ve ekollere ba.ğ'lamamak düş
mektedir. Çünkü İslbn, mükemmel bir düzen ve müte-
ca.nis bir «birlik»tir. Nasıl .ki ha.asa$ ve mükemmel bir
aygıta, dışarıdan herhangi bir parça eklendiğinde, ay-
gıtın ·tümü çalışmaz hale geliyor ve onda bir yama· gibi
görünüyorsa; tsıt.ma yabancı herhangi bir unsur kat-
.mak da, onu bozmak !Çin yeterlidir.
Ben bunları burada kısaca belirtiyorum. Çünkü kül-
tür ve düşüncelerine, yabancı düzenlerden yabancı bir
takım parçalar yerleştirilmiş, bulunanların· pek · çoğu,
--Qna bu düzenlerden l)tr şeyler eklediklerinde- İsllm'a
yeni bir güç kattıklarını .sanmaktadırlar. Oysa bu, tsllm'ı
bozan, ruhunu çalışmaz h!le ·getiren ha.talı bir vehim-
dir. Aynı zamanda açıkça ttira.f etmeseler bile, yenllgiYi
gizliden gizliye his etmektedir. ·
taıAm düzeni, onwı ul'Oblyet, klin~t. h~ya.t ve inlM-
·Ue ilgili görüşlerin~ kaynaklanan lltt ana d.üşünce
t46
!erde şekillenmedikçe, Allah'ın kabul ettiği ve İslamın
onaylayabileceği bir düzenin varlığından söz edilemez ...
Bütün bunlardan önemlisi, bu düzenin sahiplerinin Al-
lah'ın ulühiyyetinin ve rubO.biyetinin ne demek olduğu
nun farkında olmalarıdır; bu nedenle onlar kendilerin-
den kanun çıkarma ve düzen koyma yetkisini görememe-
lidirler. Çünkü İslam'da böyle bir hak, yalnızca Allah'ın
dır. İşte İslam düzem, bu noktada bütün beşeri düzen-
lerden esaslı bir şekilde ayrılık göstermektedir.
Bununla birlikte İslam, başkalarını bu dini kabule
zorlamaz:
· «Dinde zorlama yoktur, şüphesiz ki iman ile küfür
apaçık. meydana çıkmıştır.» (el-Bakara: 256).
H'I
İslftım başkalanna bu sınırlar içerisinde hürriyet-
lerini tanırken, evrensel ve genel ruhundan etkilenmek-
tedir. Maddi bir kuvvet veya fikri bir cehalet araya gir-
meden dikkat ve ibretle tslam'ı inceleme iınkftını onlara
verildiği takdirde, onlann fıtratlarıyla İslA.m'a meyle-
deceklerinden emindir, bu dip. O İslA.nı ki: Kendinden
önce gelen bütün dinlerin gösterdikleri hedeflerle insan
fıtratındaki arzu ve istekler arasın<ia mükemmel bir den-
ge sağlar, herkese mutlak eşitlik ve tam bir tekılfül (da-
yanışma) garantisini verir ve tasavvuru ve öngördüğü
düzen çerçevesinde ccinsanlararası birliği» sağlamaya ça-
lışır.
148
kendi irade ve kaderi ile elinde tutarken; diğer taraftan
~ bütün dunımlarını, hayatla.nnı, hak ve görevlerini,
şeriatı ile ve onlar için koymuş olduğti düzeni ile olan
ilişki ve bağlantılarını düzenlemek suretiyle elinde tut-
maktadır. İslam düzeninde hiçbir kimse Allah'a ortaklık
iddiasında bulunamaz; ne irade ve kaderinde; ne de. dü-
zen ve şeriatında ... Aksi takdirde bu ortaklık iddiası, kü-
für veya şirk olur. Bu kaideye göre insanlar kendiliklerin-
den yönetim düzenlerini, şeriat ve kanunlarını koyamaz.;,
lar. Çünkü bunun anlamı, Allah'ın ulühiyyetinin reddi ve
aynı zamanda ilahlık özelliklerine sahip bulunma iddia-
sını ileri sürmek olur. Bu ise apaçık küfürdür.
A) Yöneticilerin Adaleti:
149
« (leh veya aleyhte) söz söylediğiniz vakit, -yakı
nınız dahi olsa- adaletli davranınız.» (el-En'am: 152).
«Bir topluluğa olan kininiz sizi adalet yapmamanıza
sevk etmesin. Adalet yapın ki o, takvaya daha yakın olan-
dır.» (el-Maide: 8).
150'
rin ve haçlıların, Rusya'da, Çin'de, ~ugoslavya'da, Hin-
distan'da, Habeşistan'da uyguladıkları adalete ( l) bir
göz atsınlar. (3) Bunlara işaret etmek bile anlamlıdir,
yeteri kadar. Bunlar Çiğdaş hallerdir; Herkes bunlan bil-
mektedir. · ·
İslam adaletinde önemli olan, onun soyut bir takım
teorilerden ibaret olmama.Sıdır. İsla:m adaleti, hayatın
kendisinde gerçekleşmiştir. Tarih bize, İslam adaleti ile
ilgili sayısız haberler ulaştırmıştır. Özel yerinde bunun
geniş açıklamaları gelecektir. Çünkü biz burada yalnız.:
ca nassların belirlediği· şekilde İslami esaslan ortaya
koymaya çalışıyoruz.
B) Yönetilenlerin ttaatı: .
151
ründen sapma gösterecek olursa, ona itaat görevi orta-
dan kalkar ve e~niri uygUla.nması da gerekmez. Ris!-
letin Sahibi (S.A.V.) buyuruyor ki:
«Hoşuna giden ve gitmeyen konularda, miislüman
kişiye düşen dinleyip itaat etmektir. Mft.siyetle emr edil-
mesi hA.li müstesna.. MA..siyyet ile emr edildiğinde, dinle-
mek. de, itaat etmek de yoktur.» (4). Yine buyuruyor ki:
«Başınıza başı kuru bir üzüm tanesi gibi siyah bir'
köle bile ta'yin edilse, ~ruzda Allah'ın kitabını uygu-
ladıkça, dinleyip itaat ediniz.• (5).
152
edemez. E'ğer müslümanlar onun baŞa g-eçmesine d.zı ol-
mazsa, herhangi bir velayet hakkı söıkonusu olamaz.
Başa geçmesine razı olup sonra da Allah'ın Şeriatını terk
eder8e, itaat hakkını kaybedel"..
' sonra halife
Butadan Hz. Peygamberin kendisinden
tayin etmemesinin hikmetini anlıyoruz. Çünkü böyle bir
tayin, halifenin otoriter gücünü, Resulullah (8.A.V.) in
onu tayin etmesinden aldığına dair bir zannın doğma
sına neden olac.aktL
ıss
Mil olm.alan ve 41lah'a itaat etmelerinden başkaca her-
hangi bir şart aranmaz.
154
mıştır. Hz. örtıer (R.A.) önceleri onun görüşüne kal'Şl
idi, fakat Allah'ın kalbine doğruyu ilham etmesinden
sonra, doğru olduğuna kanaat getirerek, Hz. Ebü Bekir'in
görüşünü kabul etmiştir. Yine Hz. Ömer (R.A.) in karşı
çıkmasına rağmen Şamlılarla savaşmak konusunda, Mek-
kelilerle istişare etmiştir. Veba bulunan araziye girmek
konusunda Hz. Ömer etrafındakilerle danışmış ve sonun-
da bir görüşte karar kılmıştı. Daha sonra da vardığı gö-
rüşü te'yid eden sünnetten bir nass da buluyor ve· onu
uyguluyor ... İşte şura, -belirli bir düzen içerisinde ol-
maksızın- böyle idi. Çünkü mevcut şartlar, her dönem:-
de Şura ehlini belirliyordu. Durumun genelliği, şura için
çeşitli düzen ve yolları açık bırakmaktadır. İslam, bu yol
ları herhangi bfr şekilde sınırlandırmıyor, genel esası be-
lirlemekle yetiniyor.
Buna göre İslami hareketin kendisi, her dönemde
tabiatı gereği şftra ehlini, denenmiş, İslam~da güzel bir
geçmişi olan ve görüş sahipleri arasından, diğer beşeri
düzenlerin tanıyamadığı büyük bir kolaylık içerisinde
belirleme imkanına sahip bulunuyor. (6).
*
Buna göre yöneticinin (veya yöneticilerin), emrine
itaat ,ona karşı iyi tavır. almak ve şeriatın uygulanma-
sında kendisine yardımcı olmak dışında, müslümanla-
rın herhangi birisinin sahip olduğu haklardan ayrı hiç-
bir hakkı yoktur.
Peyııamber (S.A.V.) va1nız yönetici olmayıp, aynı za-
manda. Seriatm da tebliğcisi olmakla "birlikte, İslamın
tanıdığı haklar çerçevesinde yöneticinin sınırlarını sün-
155
netiyle açıklamıştır. -Tarihi Gerçekler adlı bölümde ge-
leceği gibi- Raşid Halifeleri de O'nun rehberliğinde yol
almışlardır. Hak sahibinin at etmemesi halinde, Resuıuı-
, .lah kendi nefsine dahi kısas uyguluyordu. Ondan alacağı
olan birisi gelip, O'na kaba-saba sözler söyledi. Müslü-
manlar ona hücum etmek istediler. Fakat O, onlara bı
rakmalarını işaret etti. Çünkü hak sahibıind.n söz söyle-
mek hakkı vardır! Resulullah · (S.A.) şöyle buyurmuş
tur:
«Sizin bu ganimetlertnimen hums (beşt;e bir) in dı
şında hiçbir şey benim için helll olmaz. Huıns ise, size
, tekrar geri döner.» (7) .
Aşiretine, ehline ve akrabalarına da. bir gün şunları
söyledi: .
«Ey Kureyş topluluğu, nefislerlnizl kurtannız, Al-
lah (ın azabın) dan hiçbir şeyle sizleri kurtaramam. Ey
Abd-i Menl! oğullan, Allah (ın a.zAbın) dan hiçbir şeyle
sizleri kurtaramam. Ey Abdülmuttalib'in oğlu Abbas, Al-·
lah(m azabın)dan hiçbir şeyle seni kurtaramam. Ey Al-
lah'ın Resulünün halası, Allah'ın az&bm)dan seni hiç bir
şeyle kurtaramam. Ey Muhaınmed'in kızı Fatıma, ma-
lımdan dilediğini ist.e (Fakat) (Allah(ın azAbıiı)dan seni
hiç bir. şeyle kurtaramam.» (8).
İnsanlar arasında en çok sevdikleri olan Hz. Ali
(R.A.) ileHz. F!tıma (R.A.) ya şöyle buyurdu:
uAçlıktan kannlan içeriye çekllmlş h~lde Suffa
ashabını bırakıp size bir şey veremem.» Bir sefer de on-
lara şöyle söylemişti:
«Suffa ashft.bını aç bırakıp ikinize hizmet edemem.»
(9).
(7) EbO DavOd, Nesllt
(8) Buhart ve MOsltm.
(9) Ahmed b. Haııbel, MOsned, 596. had. A. M. Şakir n~rf •
. 155
Başka bir vesile ile buyurdu ki:
«İsralloğullan arasında şerefli kimse hırsızlık etti-
ğinde onu bırakırlar, zayıf kfinse hırsızlık ettiğinde ise
elin~ keserlerdi. Eğer Fa.tıma. bile hırsızlık etmiş olsa idi.
elbette elini keserdim.» (10).
Buna göre ne hadlerde, ne de mallarcta yöneticinin
fazladan herhangi bir hakkı yoktur. Onun akriıbaların
dan herhangi birisinin de, bütün müslümanlar için söz-
.konusu olmayan bir haklp yoktur.
Yönetici, insanların ruhi değerlerine, bedenlerine,
hürmet edilmesi gereken şeylerine veya mallarına tecA-
vüz edemez. Eğer yönetici, hadleri uygular, farzları yeri-
ne getirirse yetki sınırlarının son noktasına gelıni.ş olur; ·
insanlar üzerindeki otoritesi o. noktada. kesilmiş ve yö-
petilenleri de Allahü TeAla, ruh, cesed, mal ve muhar-
rematlanyla ondan korumuş olur...
İslfun, emirleri arasında açıkça ve genel bir şekilde
tüm bedenleri, ruhları, muharremıl.t ve mallan garanti
altına almıştır. Herkese güven, barış. ve şerefin korun-
masını garanti etme tutkusunun genişliği hakkında hiç-
bir kuşkuya yer bırakmayacak. bir şekilde bunu ortaya
koymuştur:
«Ey iman edenler, kendi ev (ve oda)larınızdan baş
ka ev (ve oda.) lara. sahipleriyle alışkanlık sağlamadan ve .
sel~ vermeden girmeyin.» (en-Nılr: 27).
. «(Birbirinizin) kusurlan(nı) araştırmayın.» (el-
HucO.rlt: 12) .
Müslümanın her şeyi müslülnana haramdır: Kanı,
ırzı ve malı.• (11).
Ca.na. can... yaralar da kısastır. ... ·
H'I
Kendi şahsını ilgilendiren konularda tsıam, imamın
yetkilerini daraltırken, toplum yararına «Mesalih-i Mür.
sele»yi gözetmek konusunda, onun için yetki sınırlarını
alabildiğine genişletir. Sözkonusu bu masla.hatlarla il-
gili olarak herhangi bir n~ bulunmaz ve. bunlar zaman
ve şartların değışmesiyle değişirler. Genel kaide şudur:
Allah'ın şeriatını uygulamakla yükümlü olan Müslüman
imam, bulduğu. bütün meselelerle ilgili olarak gerekli
hükümleri ihdas eder: Bunu Allahü. Teala'nın:
«Din (işlerin) de üzerinize hiçbir güçlük de yükleme-
di.,, (el-Hace: 78) mealindeki buyruğunu yerine getir-
mek ve ferdin, toplumun -ve bütün insanlığın durumunu
ıslah etmek için bu dinin genel hedeflerini gerçekleştir
mek üzere yapar. Bunlan İslam'da belirlenmiş sınırlar
içerisinde ve İma:riı'da bulunması gerekli olan adalet
şartına aykın düşmemek sureti ile yapar.
ısa
ne boyun eğdirmek ve kul yapmak, hürriyet içerisinde
öğüt vermek, uyanık bir gözetimde bulunmak ve kay-
nağı ne olursa .olsun münkeri değiştirmek gücünden on-
lari mahrum bırakmak yetkisi yoktur. Kişilerin, imamın
ve yöneticilerin tahakkümünden uzak rızık yollan bu-
lunmadıkça, bütün bu olumlu davranışlar onlardan bek-
lenemez. Çünkü r1zık yollarım eUnde bulundurana karşı
kulların boyunları büküktür.
*
Bu,, «İslam'da Yönetim Politikası.»na ~air söyle-
diklerimizdir•. Bunun arkasıµda bi.r .de «tatavvih• gelir.
Ki bu, bütün. yiikü:ı;nlülü):t ve düzenle,rlnde İslamın izle-
diği yol üzere «Teşri'»den (yani farzdan) ayrı ·olµa)t
bulunan «yöneıtme»dir. ·
İslam'~ki yönetim politikası, yasama esası üzerin-
de kuruludur. Allahü Teala, yönetenle de, yönetilenle de
her an hazır ve nazırdır, bunun da berikinin de gözeti-
cisidir, esası üzerine kuruludur:
159
«Allah'ınkendisini bir sürüye çoban kılıp, o sürüye
faydalı olanı yapmaktan g-eri kalan her kul mutlaka
cennetin korkusunu alamıyacaktır.» (12).
«Aranızda birbirinizin- mallarını haksız sebeplerle
yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanlann mallann1
dan bir kısmım günah (ı gerektirici şekiller) le yemeniz
için mallannızı hakimlere aktarma etmeyin.»,, (el-Baka-
ra: 188).
Sürü de, çoban da bütün tasarruflarında Allah'ın
emirlerine uymakla yükümlüdürler. Adaleti gerçekleş
tirmek için en büyük garanti, Allah korkusudur. İslA
mın, onu gereği gibi eğittikten sonra, hadler ve mallarla
ilgili konularda insan vicdaııına büyük işler bıraktığını
önceden görmüş idik. Eğer vicdanda Allah korkusu yok
ise herhangi bir garanti yok demektir. Çünkü yasaya
karşı hile yapmak ve ondan gizlenmek mümkündür, hA-
kim de ,ka.Qı da, insanlar da ~ldatılabilir.
Bundan· tslA.m düzeninin yalnızca bu vicdan üzere
kurulu olduğu anlaşılmaşın. Anlaşılması gereken şudur:
ts1am•aa yaşa.ların akışında başka bir garantinin daha
bulunduğudur. Bu ise -gerçekleşP-bilme açısından_:_ ts-
rn.mın yalnızca yasalara. dayalı olup vicdanda dayana~.
duygularda duyarlılığı bulunmayan düzenlere oranla da•
ha avantajlı olduğunu ortaya koyar.
İlerlki bÖlümlerde, İslamın ettiği ve anndırdığı bu
vicdanın, çok· önemli görevler yerine ·getirdl~n,i, çağla,r
boyunca müslümanların hayatında mucizeleri ve olağan
üstü h!lleri andıran harikalar gerçekleştirdiğtni göre-
ceğiz.
1'62
«Bir gü'n Resulullah (S.A. V.) ile beraberken, Uhud
Dağı taraflarına doğru gittik. Buyurdu ki:
- Ya Eba Zerr!
- Efendim, ey Allah'ın Resulü, dedim.
- (Bugün malları) çok olanlar, kıyamet gününde
az olacaklardır, dedi. Ancak-sağından solundan, önün-
den ve arkasından- şöyle şöyle yapanlar (üıfak eden-
ler) müstesna.dır. Onlar ise ne kadar azdır!»
Sonra tekrar buyurdu:
- Ya Eba Zerr! . .
- Buyur ya Resullullah, anam, babam sana feda
olsun, dedim. Buyurdu ki: r
- Uhud dağı kadar bir malım olsun da onu Allah
yolunda infak edersem ve geriye de ondan iki kirat ka-
dar bir şey kalsa; bu benim hoşuma gitmez.
- Veya iki kmtar ,ey Allah'ın Resulü, dedim.
Buyurdu ki:
- Hayır, iki kırat da olsa...
Sonra buyurdu ki:
- Eba Zerr, sen çoğaltmak istiyorsun. Ben azı an-
latmak istiyorum.» (1)
163
FERDİ MÜLKİYET
lM
diğer tasarruf çeşitlerini, ..,.-tasarruflar i~in belirlenmiş
olan sınırlar içerisinde olmak üzere- tanıması ve bun-
ları ·mal sahibinin bir hakkı olarak görmesidir.
İslam'da böyle bir hakkın tanındığında, böyle bir
hakkın İslami hayatın ve İslam iktisadının bir kuralı ol-
duğunda hiçbir kuşku yoktur. Bu öyle bir kuraldır ki,
ancak ~retler dolayısıyla, o zaruretler oranında onun
akışına karşı çıkılabilir.
166
mesi imkanını kazandırmaktan ve onları bu dinin güve-
nilir bekçileri olacak hale getirmekten başka; onları mün-
kere karşı durmak, yöneticiyi sorguya çekmek ve ona
öğüt vermek noktasında tutar. Ve bundan dolayı da n-
zıklannın kesilmesi korkusunu duymazlar. Durum böyle
olmayıp, nzıklan yöneticilerin ellerinde bulunsaydı, bu
noktaya gelemezlerdi.
Kişi kendini, menfaatini seven bir fıtrata sahip ola-
rak yaratılmıştır:
«Şüphesiz ki o, mal sevgisinden dolayı pek katıdır.»
(el-Adiyat: 8).
Sahip olduğu şeyi sever ve ona karşı cimrilik eder:
«De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz mfilik oı:.
saydınız o zaman harcamaktan (tükenir) korkusuyla
muhakkak cimrilik ederdiniz.» (el-İsra: 100).
«... zaten nefislerde cimrilik hazırlanmıştır.» (en- Ni-
sa: 128).
Aynı şekilde o, zürriyetini seven ve zürriyeti için
çalışmayı arzu eden bir fıtrata da sahiptir. Bilindiği gibi
aslında onun kendilerine miras bıraktığı mal, o şekli al-
mış bir emekten başka bir şey değildir. Kişi hayatında
kazanmış olduğu özel malına zürriyetini tercih. eder. Bu
nedenle o, çalışıp üretirken, gücünü sonuna kadar harca-
masını sağlamak gayesiyle, bu tür fıtri eğilimlerinin pa-
ralelinde yol.almakta herhangi bir sakınca,yoktur. Çünkü'.
o, bu şekilde çalışırken hem arzularını yerine getirmek
istemekte, hem de kendi ihtiyaçlarını karşılamakt8.dır.
Çalışmak zorunda kalmış olduğunu fark bile etmez, is-
temeyerek ve ümitsizlik içerisinde çalışma sıkıntısından
kurtulur. Bununla birlikte ferdin bu çal~şma ve çabala-
malarindan faydalanan bizzat toplumdur. İslam, toplum
yararına bu faydayı sağlayacak ferdin hürriyetinin ve
ona özel mülkiyet hakkının tanınmasından dolayı toplu-
167
mun nı.hatsıııanmasın1 önleyecek gerekli kuralları koy-
rntt~tur.
P'erclln gayretini harcaması, alın teri dökmesi, kafa-
sını çallştınnası, sinirlerinin yorulması karşısında, top-
luma zarar vermeyecek sınırlar içerisinde düzeninin,
ferdin arzularını karşılaması, ve eğilimlerine razı olmas;ı
adaletin gereğidir. Adalet ise İslamın en büyük kuralı
dır. Sosyal Adalet, her zamari. ferdin yararıyla çakışa
maz. Orta bir yol izlemek ve hayatta bütün şekilleriyle
bir sosyal adalet gerçekleştirmek, istiyorsak sosyal adale-
tin ferdin hakkı olduğu kadar, toplumun ela hakkı ol-
duğunu kabul etnıek,zorundayız.
Bütün bunlardan başlta., ta.bil ve makfü isteklerin
yokedilmesinin toplum veya f erd için hayırlı bir şey ol-
duğuna hiçbir kimse inanamaz. Fıtratı kötü anlamak,
onun hakkında. olumsuz düşünmek, adalet karşısına tek
bir yol çıkartır. O da: İnsanın tabii ve makü.l isteklerini
yok etmek ve onlar karŞısında durmak. Nitekim gerçeği
olduğu gibi kabul etmeyen ütopik bir takım teoriler, bu
istekleri, birkaç nesil sonra düzenleme ve yasanıalarla
Yok etmenin mümkün olduğunu var sayarlar. İsl~ ise
fıtrat hakkında böyle kötü düşünmez; derin gerçekleri
tümüyle bilmezlikten gelerek yapısını hayal üzerine kur-
ma.ya ç~lışma.z.
Denilebilir ki: İnsanlığa. saygı, insanlığın tabiatının
detlnliğine bakmamızı, fıtratının asaletini kökten kav-
ramanıll. gerektirmektedir. O zaman fıtrata yön verm~k
ve onu düzenlemek konusunda daha akıllıca, daha tedbir-
li ve daha. dikkatli hareket etmiş olacağız. İnsanlığın
yaşadığı milyonlarca. yılın tecrübeleri bir kenara itilerek
ve bunlar boş kabul edilerek, insanların eğilim, fıtrat ve
yaşa.yışı için bir takım teoriler geliştirip bunları zorla
uygulamaya. kalkışmak, doğru olamaz.
lt>S
· Miras alma ve miras bırakma hakkına gelince, bu.;.
nun nedeni ile ilgili açıklamalar, «Sosyal TekAfül (Daya-
nışma)» bölümünde geçmiş idi.. Bu ise burada kendi-
sinden söz etmiş olduğumuz fıtrat doğrultusundadır. Ni-
tekim bu hak, en yüce seviyesinde adalete ve insanoğul
Iarının nesilleri arasında engeller koymayan kapsamı~
bir bakışın sınırlan içerisinde yer alan toplum masla-
hatına da paraleldir. üstelik bu hak, ileride geleceği gibi,
servet dağıtmak için ~e bir yoldur.
169
şeyi ele geçirmek için ferd tarafından gereken çabanın
harcanmasından ortaya çıkar.
Kur'an-ı
Kerim'de buyurulmaktadır ki:
«Allah'a ve Resulüne iman edin ve sizleri üzerine
halife (vekil) kıldığı (mal)dan harcayın.» (el-Hadid:
7).
Anladığımız manayı çı.kaımak için bu Ayetin her-
hangi bir şekilde yorumlanmaya ihtiyacı yoktur. Al'lladı
ğımız şu: İnsanla.İ-ın elindeki mal, Allah'ın malıdır, on-
lar bu mal üzerinde halife (vekil) tayin edilmişlerdir,
malın asli sahipleri değildirler. Başka bir ayette millm-
teb köleler. hakkında şöyle buyurulm.aktadır:
«... Ve onlara Allah'ın size vermiş olduğu maldan
verin.» (en-Nur: 33).
Onlar bu mükateblere keridi mallarından değil, ara-
cı oldukları Allah'ın malından vermektedirler.
170
ait maldır. Onun sonu kesilince (vfuoisi kalmayınca)
mal, ilk kaynağına geri döner.
Malın yaygınlığını kast etmek gayesiyle bu esası
ifade ediyor değilim. Çünkü ferdi mülkiyet hakkı İslam
düzeninin asıl ve apaçık olan bir esasıdır. Benim 'bunu
ifade etmem.in nedeni ferdi mülkiyetin tabiatının gerç~
ğini ortaya koyan ince bir mıanayı taşıması, İslamın ma-
la bakışının bu genel esasla kayıtlı bulunması ve onun
lqıpitalizmdeki f eroi mülkiyet teorisinden bütünüyle ayn
olmasıdır. Daha açık bir ifade ile: Ferdin, elinde bulu-
nan ve aslında toplumun mülkü olan malın üzerinde bir
görevli olduğunu şuuruna varması, onu kendisini,. dü-
zenin, omuzlarına yükleyeceği görevleri ve tasarrufları
nı sınırlayacak kayıtlan kolaylıkla kabul edecek seviye-
ye çıkartır. Diğer taraftan, toplumun bu mal üzerinde
köklü bir hakkının bulunduğu şuuruna varması -daha
önce değinmiş olduğum~ İslami düzenin kurallanna ay-
kırı düşmeksizin- onu, ferde bir takım görevler yiilde-
mek, bir takım sınırlamalar getirmek konusunda daha
cesur kılar.
Mal mülkiyeti hakkında İslAmın kabul ettiği diğer
bir esas da: Malın belirli ellerin tekelinde kalıp, onlar
arasında dönüp d()laşmasmı ve başkalarının ise mahru-
miyet içinde bulunmasını hoş görmemesidir.
«.•. Ta ki (o mal) sizden zengin olanlar arasında
dönüp dolaşan bir devlet olmasın diye: .. » (el-Haşr: 7).
Bunun anlamı, bir miktar malın zenginlerden alına
rak fiilen fakirlere mülk olarak verilmesidir. Bu nassın
bir hikayesi vardır ki İslamın bu genel esasını anlamak-
. ta bizim için faydalıdır:
Muhacirler, Mekke'den . Medine'ye Resulullah (S.A.
V.) ile birlikte hicret etti ... Fakirlerin birlikte götüre<:ek-
171
leri :mallan yoktu. Zenginler ise mallannı geride bırak;..
mışlardı. Böylece onlar da fakir durumuna düşı;nüşlerdi. ·
Ens~r ise büyük bir cömertlik göstermiş, insan ruhunda
gizli bulunan fıtri cimrilik duygusunun üzerine yüksel-
mişti. Sahip oldukları her şeyde muhacirleri kendi kar-
deşleıi kabul ettiler, onlarla paylaştıiar. Kendilerine ait
en özel şeylerde bile bunu büyük bit gönül hoşluğuyla. ve
cöm.e·rtlikle ·yaptılar:
« ... Onlar, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler.
Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç
(meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakirlik (ve ihtiyaç)
bulunsa bile (onları) öz canlarından üstün tutarlar.»
(el-Haşr: 9).
Bu ha.l.leriyle onlar, inancın ruhlarda. nasıl bir dev-
rim yapabileceğine dair parlak bir örnek oldular, zorun-
lulukların baskısından kurtularak en yüce arzulara var-
manın güzel bir örneğini verdiler.
Fakat Medine'nin zenginleri ile· muhacirlerin fakir-
lert arasındaki mesafe genişliğini koruyordu. Peygamber
(S.A.V.) de Ensar'ın cöme·rtliğini görüyor, fakat onlar-
dan yaptıkları infaktan fazlasını istemiyor, sahip olduk-
ları her şeyi muha.cirlerle kardeşçe bölüşüp dururken,
mallarının bir kısmını muhacirlere devretmeleri teklifi-
m Ensar'.a yapmayı uygun görmüyordu... Bu durum
fiilen savaşın cereyan etmediği, sulh ile Hz. Peygambere
teslim olan «B.en1 Nadir» vak'a.sına kadar böylece devam
etti. Beni Nadir'in fey'inin tümü, -fiilen savaJi olan di-
ğe·r vak'alara aykin olarak_. Allah'a ve Resulüne aitti.
Fillen savaş olan vak'alarda ganimetlerin beşte dördü
gazilere, beşte ·.biri ise Allah'a ve Resulüne ait idi. İşte
bu vak'a sırasında Resulullah (S.A.V.) müslüman toplu-
muna mali mülkiyet konusunda bir denge getirmek is-
tedi. Bunuh için, fey'in muhacirlere tahsis edilmesini
172
. eımıteden vahyin hikmeti içerisinde görülebilecek ensar-
dan fakir iki kişi dı.şında, Beni Nadir'd~ gelen fey'in tü~
münü muhacirlere dağıttı. · ·
Bu vak'a hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyu-
rulınaktadır:
<ıAllah'ın (fethedilen diğer küffar) memleket~er(i)
ehalisinden peygamberine verdiği fey, Allah'a, Peygam-
berine, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta
ki (bu mallar) içinizden (ya1nız) zenginler arasında do-
laşan bir devlet olma;.•un. Peygaµıber size ne verdiyse
onu alın, size ne yasak ettiyse ondan sakının. Allah'tan
korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. (Bilhas.sa o şey)
hictet eden fakirlere aittir ki anlar Allah'd.an bir faz! (ü
inayet) ve hoşnutluk ararlar ve Allah'a ve Peygamberine
(mallariyle, canlariyle) yardım ederlerken yurtlanndan
ve mallarından (mahrum edilerek) çıkanhmşlardır. işte
bllnıar sMıkların ta kendileridir.» (el-Haşr: 7-8).
Resulullah (S.A.V.) in bu tasarrufunun delaleti ve
Kur'an'ı Kerim'de bu tasarrufa. dair işaret, gizli değil
dir, herhangi bir açıklamaya da gerek bırakmıyor. Bu
açık ve İslami olan bir esası belirtiyor. Bu esas da: Top-
lumun bir azınlığının elinde servetin teke11eşrnes.inin hoş
görülmemesi ve fakirlere bir miktar malın mülk olarak
verilmesi yoluyla böyle bir durumun düzeltilme.sidir. Ki
toplumda bir çeşit denge varolabilsin ve «ınallal' yal-
nızca zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet» ol-
ımasm. Çünkü bir tarafta servetin tekelleşmesi, diğer
taraftan da büyümesi - kışkırttığı kin ve nefretlerin
de. üzerinde - büyük bir fesadın kaynağıdır. · Taşkın
bir servet, vücuttaki fazla enerji gibidir, onu bir yere
kanalize etmek kaçınılmazdır. Böyle bir kanalizenin te.
miz ve güvenilir bir şekilde olması her zaman için ga..
rantı edilemez. Bazan ruhu fesada uğratan, bedeni yok
173
eden bir lÜks hAiini, hazan da gerçekleştirilen şehvetlel'l
halini alınası kaçınılmazdır.
174
kısmının fakirlere geri verilmesini vacip kılnıı.ştır. Ta
ki,_bu, onların malik olacaklan ve kişisel şereflerini ga-
rantileyen bir rızık kapısı olsun, onları yöneticilerden
kaynaklanan münkeri değiştirmek konusunda bu dinin
emanetinin yerine getirebilecek güçte tutsun.
Diğer taraftan bir çeşit mallar vardır ki, bunlann
kişilere tahsis edilmesi caiz değildir. Resulullah (S.A.V.)
bunların üçünü saymıştır; Su, ot ve ateş: «İ~ar uç
şeyde ortaktırlar: Suda, otta ve ateşte.» (5) Bunlar
Arap toplumunda, toplum hayatı için zorunlu olan: ge-
nel gelirler ve irtifaklar olmak özelliklerine sahip bu..:
lunduklan için bu şekilde ele alınmışlardır. Bu nedenle
bunlardan yararlanmak, bütün toplum için yaygın ve ge--
nel ortaklık esasına göre olacaktır. Toplum hayatı için
zorunlu olan şeyler ortamdan ortama ve asırdan asım
değişir. Kıyas ile de -ki kıyas İslam'da Teşri esaslan ara•
sındadır- onların hükmünde olan şeyler hakkında aynı
şeyleri -söyleyebiliriz. Ancak bunların İslam düzeninin
temel kurallarını sarsmaması ve fertleri türiı mülkiyet-
lerinden sıyınp devletin yanında birer işçi haline düşür
memesi gerekir. Çünkü bu durumda devlet, zengin fert-
lerin mülkle yaptıklarından ·ziyade kişileri köleleştirir.
Nedeni ise bu takdirde devletin egemenlik gücüne bir de
mal gücünü eklemesidir.
Diğer tarafta malın belirli bir kısmı, toplumdaki
bazı muhtaçların hakkıdır. Bu ise «zek:at» şekliru:le farz
kıJ.ınnınş şeydir:
ccO kimseler ki mallannda belirli bir hak vardır:
Dilenene ve yoksula.)) (el-Mearic: 24-25).
Bu mal, zekatı verenlerin mülkiyetinden çıkıyor,
zekAta hak kazananların ··mülkiyetine geçiyor: «Sada-
175
kalar ancak fakirlerindir, miskinlerindir ...» Bu, öyle bir '
haktır ki, bu hakkı toplum adına devlet almakta ve be-
lirli diğer fertlere dağıtmaktadır. Bu durumda toplu-
mun görevi ferdi mülkiyeti bir yerden bir yere, bir el-
den başka bir ele taşımaktır.
İslam'da. ferdi mülkiyetin tabiatı ile ilgili söylene-
ceklerin özet,i şudut: Asıl olan, nial bütünüyle toplumun·
dur. Ferdi mülkiyet, bir takım şart ve kayıtlan olan
bir görevdir. Bazı mallar yaygındır, kimsenin onlan mülk
edinme hakkı yoktur, herkes onlardan «Ortaklık» esasına
göre yararlanır. Malın bir kısmı, toplum tarafından için-
deki belirli gıupların bu mala, hem kendilerinin, hem ele
kendileriyle birlikte toplumun halini düzeltmek için ih-
tiyaçları vardır.
176
«Bu anlam -ki mülkiyetin, ancak ŞAri' tarafından
tesbit edilmesiyle sözkonusu olacağıdır- üzerinde bü-
tün İslam Fakihleri ittifak halindedir. Çünkü bütün hak-
lar -mülkiyet hakkı da bunlardan biridir- ancak Şari'
nin tanıması ve onların sebeplerini belirlemesiyle sabit
olur. Hak, eşyanın tabiatından doğan bir şey değildir.
Fakat bu, Şari'nin izninden doğan bir şeydir.» (6)
İslimın •miilldyet hakkı» ile ·ilgili namriyesinin
açıklanmasında bu hükmün büyük bir değeri vardır.
Mülkiyet: Toplum içindeki ferde özel bir şeyin Ş!
ri tarafından mülk olarak verilme&dir. Böyle bir temlik
olmadan kişi mülk edinmesini gerçekleştiremez. Çün-
kü asıl olan: «Mal Allah'm malıdır. insan oğullan ise
onun üzerine halife (vekil) t8.yin. edilmiştir. özel ola.
hık her iznin şAıi tarafından, hakllaıten veya hükmen
çılanası gerekir.» kaidesidir.
İslam'da mülk edinme hakkına sahip olabilmek
için bütün çeşit ve türleriyle «çalışma» biricik yoldur.
Bu ise çalışma ile karşılık arasında bir «adalet»ln (den-
ı genin) varlığı demektir. Bunu açıklamak için diyoruz
ki: İslam'ın mülk edinmek için meşru' kabul ettiği yol-
lar şunlardır:
1 - Avcılık:
178
sadece «olan»adır. Bu açıdan İslAm ile .ilgili .bu kanun
arasındaki fark çok büyüktür.
5- Ticaret:
Çeşitli aşamalar, ticaret kapsamı içerisindedir. Bir
veya birçok kişi bir arada ticaret yapabilirler. Fakat ti- .
179
caret son t.ahlilde ham veya işlenmiş bulunan şeylerin,
onlarl& fayda sağlayacak şekilde el değişti,nnesidir.
180
lert ise Allahı'n sava.ş açması ve düşmanlık· etmesi ile
korkutur. Resulullah (8.) buyurdu ki:
«Allah (C.C.) şöyle buyurdu: Ben, Kıyamet Günün-
de üç kişinin hasmıyım: (1) Adıma söz verip cayanın,
(2) hür bir adamı (köle diye) satıp değerini yiyenin ve
(3) ücretli bir kişi tutup ona işini yaptırdığı halde üc-
retini vermeyenin.» (10).
Bu üç günahın bir arada 8.nılınasının ve üçüne de
aynı cezanın öngörülmesd.nin özel bir anlamı vardır. İlk
günah, Allah'ın zimmetine ih8.nettir, ikincisi hür bir
k1msen1n insanlığını heder etme cinayetidir, üçüncüsü
işçinin alın terini yemektir. Bu ise hür bir kimsenin
değerini yemekle insanlığa yapılan bir zulüm ve Allah
adına yemin ettikten sonra, yaratanın zimmetine aldırış
etmeyip ahde hiya.n.et etmek gibidir. Bunların her birini
işleyenine, Allah tarafından savaş açılmasını ve husumet
edilmesini gerektirir. Çünkü bunlar çok kötü işlerdir ve
gadr (hiyanet) anlamı bunlarda açıkça görülmektedir.
İslam, ikinci olarak ücretin erken ödenme8ini iste-
mektedir. Ücretin tam olarak ödenmesi yeterli değildir,
onun h,emen. ödenmesi de kaçınılmazdır. Yüce Peyganı:
ber (S.) şöyle buyurmaktadır:
«İşçiye teri kurumadan ücretini veriniz.» (11)
tsHmı bununla., ruhi bir durumu. ve işçinin günlük
haya.tında bir ihtiyacının ola.bileceğini gözönÜnd.e bu-
luındurmuştur..Ruhi duruma gelince: ·İşçi böylece gere-
ken titizliği gösterecek ve önem verecektir. 'Ücretin he-
men ödenmesi böyle bir anlam taşımaktadır. İşçi eme-
ğinin değerlendirildiğinin, toplumda belirli bir yerinin
olduğunun şuuruna bununla varır. Günlük hayatında.ki
(10) Butıari.
(11) M~ih'Os.SOnne'de, sahih hadisler ar.-sında. zlkf'edllm~lr.
181
ihtiyaca gelince: Çoğunlukla işçi hem kendi ihtiyaçlarını
hem de çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını ka:rşüamak için,
ücretine bir an önce ihtiyaç duyal:>il,ir ve ücretinin geç
ödenmesi onu rahatsız edebilir, kendisince en uygun bir
zamanda-emeğinin ve alın terinin ürününden mahrum
bırakılabilir. İs.lam gücü yeten herkesin, bütün gücüyle,
nzası ile ve yeterli bir ücretle çalışmasına büyük önem
verir.
İslam, işçiden hakkına göSterilecek bu titizliğin kar-
şılığında, yapacağı işi güzel ve dikkatli yapmasını ister.
Çünkü İslam'da her bir hak karşılığında bir görev vardır.
Bu ise çalışma ile karşılığı arasında bir denge kurmak
açısından tabii bir şeydir. Aynı şekilde. bu, İslam'ın ha-
yatın temeli olarak görmek istediği ahlak açısından da
böyledir. iş yaparken aldatma ve ihmal göstermek, ruhi
bir bozukluğun ve vicdani bir uyuşiıkluğun delilidir. Bun-
lara alışmak, kişinin ruhunu bozar, vicdanını bomboş
kılar. Ve bütün bunlar da, işi iyi yapmamanın bütün
, toplumun yararlarına zarar vermesinden ve çalkantıya
neden olmasından ayrıdır.
Burada işçinin ücretinin ne kadar olacağına dair
geniş açıklamalara girmeyec~k ve ücret hangi esaslara
göre belirlenmelidir, pu esas malın üretiminde emek har-
canan süre mi olmalıdır, yoksa Marksizmfıı söylediği gibi
ccsosyal süre» mi olmalıdır, gibi sorulara cevap arama-
. yacağız. BUnlar geni,ş açıkİamalar gerektiren konulardır.
Buruardan, «İslam İktisadn>nı ele alan araştırmalarda
söz edilmelidir.
7 - Savaş:
s - lkta':
. Devlet Başkanı, v:arisi bulunmayan müşriklerden
müslümanların Beyt'fü-Mal'ine intikal eden sahipsiz ara-
. zinin bir. kısmını bazı kimselere ikta' yoluyla· verebilir
veya sahibi bulunmayan ölü araziden de aynı yolla v~re
bilir. Bu da mülk edinme yollarındandır. Nitekim Resu-
lullah (S.A.V.), Ebu Bekr ve Hz. ömer'e bir toprak par-
çasını iktll' yoluyla vermiştir. Hz. Peygamber'den sonra
gelenhalifeler de, gözle görülür bir gayret ve İslam'a ya-
pılaın bir hizmet dolayısıyla arazi ikta' etmişlerdir. An-
cak ikta' hem dar sınırlar çerçevesinde, hem de sahibi
bulunmayan ve ölü araziden yapılmıştır.
.Beni ·ünıeyye (Emeviler) b~a geçtiklerinde ise,
insanların mallarını talan ettiler ve araziyi kendi ya-
kinlarına ikta' ·ettiler; Bu ,nedenle onlar zalim melikler
idiler. İleride de gelec~ği gibi Raşid Ha.life değildiler.
184
İslA.ın'ın müik edinmek için sebep olarak kabul et-
tiği -yukarıda saydığımız- bu hususların hikmeti açık
tır. Çünkü hepsi de bir çaba, bir emek harcamaya daya-
lıdır. Çalışmanın ise karşılığı vardır: Çalışma hayatın
direklerindendir, çalışma ile yecyüzü mmr edilir, toplu-
ma\taydalı olunur, nefiS arındırılır, vicdan temizlenir ve
vücuda. sıhhat kaıandırılır. Çalışma gibi ruhu a.rındıra- ·
cak, vücudu 'güçlendirecek insan yapısını gevşeklik, tem-
bellik ve zayıflık etkenlerinden koruyacak, hiçbir şey
yoktur.
ÇeşiW şekilleriyle çalı~ak, mülk edinmenin sebebi
olduğuna göre, açıklamış oJduğumuz sınırlar içerisinde
ferdi mülkiyet hakkının kabul edilmesfınden hiçbir kim-
se zarar görmez. Bllfild.s bu hak meşru sınırlar içinde hiç-
bir kimseye zarar vermeyecek durumda olduğu sürece,
birşeylere sahip olma arzusunu tatmin etmek için bütün
gücünü harcamak üzere ferdi teşvik eden bir etken olur.
Eğer kişi bu sınırlann dışına çıkacak olursa, Adil olan onu
tekrar bu sınırlar içerisine sokmaktır, onu çalışmaktan
alıkoymak, oturanlarla, tembellerle, zayıf kabiliyetlerle
eşit tutmak ve kötü kullanma yoluna gidebilir diye onu
mülk edinmekten alıkoymak değildir. Kötü kullanmanın
da bir tedavisi vardır. Gereken ölçüde ona. müdahalede
bulunmakla, kişiyi bu tür kullanmaktan alıkoymak
mümkün olur.
İ.slAm'ın mal mülkiyeti ile ilgili tezini gözönünde
bulunduracak olursak, onun bu mülkiyetin aktarılması
şekline müdahale ettiğinl :ve bu konuda mutlak bir hür.;
rlyet tanımadığını göreceğiz. Bunu miras düzeninde, va-
siyet, satış ve diğer alddlerde açıkça görebiliriz. Hibe ve
Jıedlyeye gelince, her türlü kayıttan uzak tutulmuş
olan tasamıflar yalnız bunlardır. Bu konuda mal sahibi-
ne bir hfilTiyet tanınmıştır. Mal sahibi hayatta kaldığı
sürece malından dilediği gibi' hibe yapabilir, hediye vere-
185
bilir. çünkü. bu ikisinin de insanın içinde varolan bir
kaydı va.rdır.Bu kayıt §Udur: Mal sahibi' normal olarak
ancak malının bazısını hibe eder ve hediye verir. Bun-
dan -vasiyette olduğu gibi- herhangi bir mirasçıya za-
rar gelmez. Mal sahibi eğer savurganlık ederse, tasarruf
şekli kötü olmuş olur ve hacz altıda alınır, yani mülki-
yetindeki tasarruf hakkı ondan alınır.
Kişinin malı üzerindeki tasarruf yetkisi ölümie son
bulunca, mal kendisinden sonra geriye kalan varislerine
veya kendilerine vasiyette bulunduğu kimselere geçer.
·Bu geçiş, konulmuş hikmetli ve makul gerekçeleri olan
bir düzene göre olur. «(Herhangi bir) mirasçıya vasiyet
yoktur.» (13) Malın üçte birinden fa.zlasında da vasiy-
yet olmaz. 'Üçte bir son, sınırdır. önceden de söylediği
miz gibi vasiyyet, yakınlıkları mirastan pay sahibi Ql-
malarını gerektiren bazı yakınların bazart mirastan mah-
rum kalma hallerini önlemek için meşru' kılınmıştır. An-
cak onların yakınlıkları, başkalarının miras . almaları
nedeniyle kendilerinin pay almalarını önleyecek halde
bulunduğundan, bu sakınca vasiyyetle ortadan kaldırılır.
Nitekim bu açıdan vasiyyet, ·.bir (iylik) ve sadaka şekil
lerinden bir tanesi oluyor.
Miras yoluyla mal, miras ile ilgili ftyetlerde açıkla
nan düzen gereğince el değiştirir. (Ki bu iki ayetin meali,
«Sosyal Dayanışma» bölümünde geçmişti).
Mirastanalınacak paylarla ilgili genel esas şudur:
Erkeğin payı, iki dişinin payı kadardır. Böyle bir paylaş
tırmanın hikmetlerini önceden açıklamış idik. Asabe'den
olan mirasçı, zt1rahim olan mirasçıdan önceliklidir. Bazı
hallerde de zıirahim, asahe'den daha fazla. pay alabiliyor,
188
.
MlJLKİYETİ GELİŞTİRMENİN YOLLARI :
189
retleri yemek ile, ihtikar ile, ihtiyaçların istisman ile
yağma ile, gasb ile dolandıncılık ile ve çağdaş sömürü
yollarının arkasında gizlenmiş diğer cürümler ile alabil-
diğine büyür. Bütün bunlar ise islam'ın müsamaha etme-
diği şeylerdir. Şimdi de İslam'm malın nemalandırılması
ile ilgili hükümlerini ve bu hükümlerin hikmetlerini ele
alalım.
19()
ket ihs8.n edilmez, onu arkasından· bırakırsa da mutlaka
o mal onun ateşe azığı olur. Şüphesiz ki Allah kötü ile
kötüyü mahvetmez. Fakat kötüyü güzel ile· mahveder.
Murdar murdan yok etmez.» (16)
Yine buyurdu ki:
~aramdan biten her et parçasına ateş mutlaka da..
ha layıktır.» (17).
isl~, zararı önlemek ve insanlar arasında yardım
laşmayı gerçekleştirmek yolunda· kendi esaslan üzere. yol
aldıği gibi; bu konuda da ahlaki kurallarından hareketle
yol alır. Aldatmak vicdanın pisliğidir, başkalarına zarar-
lı olmaktır ve insanların kalplerinde varolan güveni or-
tadan kaidırmaktır. Oysa toplum arasında güven ol-
mayınca, yardımlaşma da olmaz. üstelik aldatma yoluy-
la sağlanan kazanç, meşrti' bir gayret olmaksızın elde
edilen bir kazançtır. İslam'ın genel kuralı ise: Çalışma
olmadan kazanç da yoktur. Nitekim karşılıksız hiçbir
çalışma da yoktur.
191
ihtiyaçlannda onlara zarar verir. Üstelik kendisi kar et-
tiği gibi başkalannm kir etmelerine, yaptığından daha
güzelini üretmelerine de lmk8.n vermez, önlerine kapılan
kapatır. Bazan ihtikft.rcı malın ithalini durdurur ve fazla
mallan da imha eder. Böylelikle mecburi olarak bir fiyat
koyabilsin diye. Bu ise Allah'm yeryüzünde insanlara ih-
san ettiği amme rızkını ve gıdasını eksiltmek veya mah-
vetmektir.
Malı nemAiandınna yollarından biri olan bu yolu
o
men'etmek konusunda İslam derece tavizsiz davran-
nuştır ki, ihtikar yapanın ihtik!n nedeniyle dinin sınır
lan dışına çıktığını bile bildirmiştir:
c<Bir yiyeceği· kırk gün ihtikar yapan bir kimse Al-
lah'tan uzaklaşmış, Allah da ondan uzaklaşmJ.ş olur.»
'
(19).
Topluma böyle bir zarar veren, kamu yararının aley-
hine malını artırmak için haram bir yolla kar elde etmek
gayesiyle toplum arasına korku yayan ve onları en zaru-
ri· şeylere muhtaç bırakan Qir kimse, müslümanlık dai-
resi içerisinde kalamaz.
192
onun niteliğini
vermektedir. Faiz bütünüyle haram kı·
lınnuştır. Bu diğer ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır:
«Faiz yiyenler kendilerini şeytan çarpmış brrer de-
liden başka bir !lalde (kabirlerinden) kalknıazlar. Böyle
olması da onların: «Alım satım da faiz gibidir>> demele-
rinden<:\ir. Halbuki Allah, alış-verişi helal, faizi haram
kılmıştır. Bundan böyle, kim Rabbinden kendisine bir -
öğüt gelip de (faizden) vazgeçerse geçmişi ona, hakkın
daki (hüküm) de Allah'a aittir. Kim de tekrar (faize)
dönerse onlar o ateşin yararuclırlar ki orada onlar (bir
daha çıkmamak üzere) ebedi kalıcıdırlar.» (el-Bakara:
275).
«Ey iman edenler .(gerçek) mü'minler iseniz, Allah'-
tan korkun, fa.izden (henüz alınmamış olup da) arta
kalanı bırakın (almayın). İşte (böyle) yapmazsanız Al-
lah'a ve peygambere karşı bir 8avaş (açmış olduğunuzu)
bilin. Eğer tevbe ederseniz mallarınızın başlan (serma-
ye1eriniz) yine sizindir. (Böylelikle) ne haksızlık yapmış,
ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız.» (el-Bakara:
278-279).
İslam,
katip veya şahit olarak bile olsa, herhangi bir
şekilde faize ortak olan her.kese lanet edecek kadar fai-
zin çirkinliğini ortaya koymakta ileri gider. Cabir (R.)
den dedi ki:
«Resulullah (S.) faiz alana da, verene de, onu yaza-
na da, şahitlik edenlere de Ianet etmiş ve: «Onlar ara-
sında fark yoktur» bııyurmuştur.» (20)
Aslında tüm bunlarda İslam, mal, ahlak ve kamu
yararı ile ilgili esaslan doğrultusunda yol alır. Mal, sa-
hibinin elinde bir emanettir. Mal sahibi, malı üzerinde
-tüm toplumun yararına olmak üzere-,-. tayin edilmiş
194
Modern çağımızda faizin haram kılınması ile ilgili
önümüze bir .hikmet daha çıkmaktadır ki, muhtemelen
bu hikmet, o zamanlar açıkça ortada değildi. Sözkonusu
hikmet şudur: Faiz, sermayenin aşın bir şekilde büyü-
mesine neden olur. Bu büyüme ise çalışma dolayısıyla
ve eme)t sonucu değildir. Faiz sayesinde mallannı artı-
. rıp, sermayelerini çoğaltmakta yalnızca bu yola güve-
nen, yerinde oturan bir grup ortaya çıkar. Bu grup ara-
sında büyük bir gevşeklik, tembellik ve lükS yaygınla·
Şır. Bunlar ise, mala ihtiyaç duyup zor durumlarında faiz
almak mecburiyetinde kalan çalışanların hesabınadır.
Bundan da tehlikeli toplumsal iki ha.Stalık doğar: Sınır
sız bir şekilde servetin çoğalması ile hiçbir bağın bağla
yıcılığı sözkonusu olmaksızın üst ve alt sınıflar arasın
daki farkın alabildiğine: artması. Bundan sonra da tem- ·
bel, gevşek, lükse boğulmuş ve hiçbir iş yapmayan fa-
kat herşeyi elde edebilen bir sınıfın varlığı. Bu sınıfın
elindeki mal, başka mallann avıanması için bir tuzaktır
sanki. Bu tuzaklara, -aldatmak için- yem koymak zah-
metine bile katlanmazlar ihtiyaç sahipleri bu tuzaklara
~endiliklerinden düşerler, kendi elleriyle zaruretlerin bas-
kısı altında, kendilerini bu tuzaklara atıverirler! Buna
bir de faiz.yemenin, İslami tasavrurun ana kuralına ay-
kırı olduğunu da eklemek gerekir. Bu tasavvura göre:
Mal Allah'ındır, Allah insanları malın üzerine halife ola-
rak tayin etmiştir. Ve bu makam onlan halife olarak
tayin eden Allaıi'ın şartlanna göre verilmiştir, insanlar
diledikleri gtbi tasarrufta bulunsunlar diye değil.
Faiz ilk olarak Allah'ıri iradesi ile insan hayatı ara-
sında he·rhangi bir ilişkinin bulunmaması esası üzerine
yükselir. Yeryüzünün en başta gelen efendis.i insandır.
Onu Allah'a bağımlı kılan herhangi bir ahd yoktur, o
Allah'ın emirlerine uymak zorunda değildir.
Diğer taraftan kişi maldan yararlanmak konusun-
195
da lıür olduğu gibi, malı elde etmek için izleyeceği yol.:
lama ve malı harcamakta da tam bir hürriyete sahiptir.
Bu konuda Allah'ın herhangi bir emrine ve şartına uy-
mak zorunda değildir, başkalarının maslahatı da kendi-
sini ilgilendirmez. Dolayısıyla, kasasına ve hesaplarına
ekleyebildiği kadarını eklemekten dolayı, milyonlarca in-
sanın bundan rahatsız olmasının hiç bir değeri yoktur.
Beşeri kanunlar bazan insanın bu hürriyetine çok cüz'i
bir oranda _:_mesela faiz oranını sınırlayarak, çeşitli hile,
gasp, talan, aldatma ve zarar şekillerini men' ederek~
müdahalede bulunmaktadır. Fakat bu müdahalenin kay-
nağı, insanların kendi nefisleridir· ve hevalandır; İlahi
bir otorite tarafından konulmuş sağlam bir esas değildir.
«Aynı şekilde bu sınırlama hatalı ve fasid bir esas
üzerine kuruludur. Bu esas şudur: İnsanın varolmasın
daki ana gaye, -hangi yoldan olursa olsun- mal kazan~
maktır ve arzu ettiği şekilde ondan faydalanmaktır. Do-
layısıyla insan mal toplamaya ve ondan faydanmaya .
azgınca koyulur ve bu yolda ilerlerken de her esası, 00.Ş,.
kalannın her türlü maslahatını çiğner, geçer.
«Sonunda insanlığı mahveden ve insanları dünya
hayatlarında ferd olarak, toplum olarak, devlet olarak
ve halk olarak bir avuç faizci uğruna alabildiğine fakir-
leştiren; ahlaki, ruhi ve asabi bakımlardan onları sevi-
yesizleştiren uğursuz bir düzen ortaya çıkar; malın el
·cte~iştirrnesinde ve insanlığın iktisadi hayatlarının dos-
doğru bir şekilde gelişmesinde pek çok bozukluklar mey-
dana gelir ... Sonunda -çağımızda olduğu gibi- tüm
. insanlar üzerinde gerçek otorite ve tam anlamıyla sözün
geçerliliği, Allah'ın en alçak ve en şerli yaratıklarının,
insanlığın hiçbir hakkına riayet etmeyen, hiçbir ahd ve
yasak tanımayan bir azınlığın eline geçer.
«Bu azınlık teker teker kişilere borç verdikleri gibi,
kendi memleketlerinin sınırlan. içinde ve dışında ·kalan
196
hükümetıere ve toplumlara tla borç vermektedir. Böyle.:.
ce tüm J.nsanlığın emeğinin gerçek hasilatı, · ademoğul
larının ·alın terleri ve kanlan, kendilerinin hiçbir emek
harcamaıdıkları «faiz karlan» şeklinde kasalarına geri-
sin geriye döner. Bunlar yalnızca malın s~ibi değildir
ler. Geçerli sözün sahibi de onlardır. Onlann bağlı bulun-
dukları bir takımı esaslar, dini veya ahlaki bir tasavvur
bulunmadığı bilakis din, ahlak, gaye, esas gibi unsurlar-
la alay ettikleri için; sahip olduklan bu miıazzanı nüfu-
zu, hakimiyetlerini daha da artıracak yolları, düşüne~
ve şartlan kurmak ve tema'larının, kısır hedeflerinin
yolunda bu değerlerin durmamasını sağlamak için kul-
lanırlar ... Bunun için de en kestirme yol insanlığın ah-
lakını yıkmak ve o ahlakı şehvet ve lezzetlerden oluşan
bir denize bı:ı;-aktırmaktır ki pek çok kimse, sahip oldu-
ğu son kuruşu bile bu denize fırlatır. Böylelikle bütün
para, kurulu tuzak ve kapanlarda. kendiliğinden topla.,
nır. Bütün bunlar aynı zamanda dünya iktisadi hayatına
belirli maslahatlara uygun olarak hakim olmalanyla bir-
likte olur. Onlann bu tahakkümleri, iktisad dünyasın
da bilinen krizlere istediği kadar yol açsın, birşey. değiş
tirmez. Ellerinde dünya servetinin yularını bulunduran
faizci sermayecilerin yanında, tüm insanlığın faydasına
olan sınai ve iktisadi gelişmelerde istediği kadar gerile-
me olsun, yine onlar için değişen birşey olmaz.
«Cahiliyye dönemlerinde bu derece çirkin bir şekilde
bulunmayan ve modern çağda gerçekleşen musibet şu
dur: Geçmiş dönemlerde bir takım kişiler veya mall
·kurumlar şeklinde ortaya çıkan ve günümüzde ise çağ
daş bankalann kurucuları sıfatıyla karşımıroa bulunan
bu faizciler, ülkelerin içinde ve dışında ellerinde bulun-
durouklan korkunç ve müthiş· güçle ve yeryüzünün her
tarafında sahip oldukları haberleşme ve kamuoyu oluş
turan gazeteler, kitaplar, üniversiteler, öğretim üyeleri,
197
haber alma merkezleri, sinemalar ve bundan ba.Şka araç-
larla faizcilerin, etlerini yedikleri, kemiklerini kemirdik-
leri, faizci düzenin himayesinde kanlannı ve alın terle:.
rini içtikleri fakir ve yoksul insan kitleleri arasında bir
kamuoyu oluşturabiliyorlar. Böylece kamuoyu şu zehirli
ve adi düşünceye boyun eğmektedir: Faiz tabii ve ma-
kftl bir düzendir. İktisadi gelişme için bundan başka doğ
ru hiç bir temel yoktur.. Batıdaki bu ilerleme, bu faiz
düreninin bereketleri ve güzellikleri arasındadır. Onu or-
tadan kaldırmak isteyenler, hayalci, görüşlerinin işlerliği
olmayan bir topluluktan ibarettir. Onlar bu görüşlerinde .
yalnızca ahlaki bir takım nazariyelere ve gerçekte hiç-
. bir değeri bulunmayan hayallere d.ayamnaktadırlar. Eğer
bu topluluğa iktisadi düzene müdahalede bulunma fır
satı verilecek ol~, iktisadi düzeni tümüyle booar. ·Bu
düşünceler böylece yayılmaktadır ki, bu faizci düzeni .
eleştirenler, gerçekte bu düzenin kurbanları olan bu
kimseler tarafından alaya alınsınlar. Bir iktisat düreni
ki, dünya faizcileri tarafından tabii ve doğru olmayan
bir akışa sürüklenmek zorunda bırakılır, düzenli bir şe..
kilde sarsıntılara maniz kılınır. Bütün insanlığa faydalı
bir düzen olmaktan . çıkar, bir avuç kurdun . yararına
çalışan bir vakıf haline gelir.
«Faiz düzeni, sırf iktisadi açıdan da kusurlu bir dü-
zendir. Bu düzen öyle kötüdür ki, bizzat batılı iktisatçı·
lar onun bazı kusurlannın farkına varmış bulunuyorlar.
Oysa bunlar, aynı düzenin gölge·sinde yetişmiş, akılları
ve kültürleri para babaıarllıın, kultürün, düşünce ve ah-
lakın bütün dallarına yaydığı bu zehirlerle dolup taş.;
mıştır. Bu düzeni sırf iktisadi bakımdan kusurlu gören-
lerin başında Alman Reich Bankası'nın eski Müdürü Al-
man Dr. Schacht gelmektedir. 1953 yılında Şam'da ver-
diği bir konferansta söyleddkleri arasında şunlar da var-
dı: Aritmetik olarak yeryüzünün bütün mıallan,
. sayılan
.
198
o19ukça az faizcinin olmaktadır. Çünkü borç veren faiz-
ci, her işlemde daima kar sağlamaktadır. Oysa borç alan
kar da edebilir, zarar da. Bu baıkımdan -aritmetik ola-
rak- sonunda malın tümünün her zaman kar edene doğ
ru gitmesi kaçınılnıazdıt. Bu görüş tam anlamıyla ger-
çekleşmek yolundadır. Çünkü şu anda yeryüzündeki mal-
ların büyilJ{ bir kısmına -gerçek anlamıyla- birkaç bin
kişi sahip bulunuyor. Bankalardan kredi alan tüm iş sa-
hipleri ile işçiler ve diğerleri ise, servet sahiplerinin hesa-
bına çalışan bir takım ücretlilerden başkası değildirler,
onların çalışmalarının ürününü ise bu birkaç bin ·kişi
toplamaktadır!
«Faizin cürümleri bundan ibaret değildir. İktisadi
düzenin faiz esası üzerine kurulu olması halinde, mal
sahipleri ile sınai ve ticari iş yapanlar arasındaki ilişki
bir kumar ve sürekli bir zorluk çıkarma ilişkisine dönü-
şür. Faizci en yüksek faydayı (faizi) sağlamaya çalışır.
Bunun için tıca:l,'et ve sanayinin mala duyduğu zorunlu
ihtiyaç artsın ve böylece. faiz oranları yükselsin ·diye,
faizci piyasaya mal (para sürmez, bu şekilde faiz oran-
larını yükseltmeye devam e,der. Sonunda tüccar ve· sana-
yiciler, bu malı (parayı) alıp kullanmakta kendileri için
hiçbir fayda olmadığını görürler. Çünkü, aldıkları faiz-
leri karşılayacak kan sağlayamamakta ve kendilerine
birşey artmamaktadır... Bu noktada, milyonların çalış
tığı iş alanlarında kullanılan mal hacminde bir azalma
görülür, fabrikalar üretim kapasitelerini azaltır, işçiler
işsiz. kalır ve bunun sonucunda da satın alma gücü de
düşer. Durum bu noktaya vannca da faizciler para tale-
binin azaldığını veya durduğunu ,görünce, bu sefer zo-
runlu olarak fai~n sınırlarını azaltma yoluna' dönerler.
:Su sefer sanayi ve ticaret sahipleri yeniden para almaya
başlarlar; hayat çarkında da bir rahatlama görülür ...
Bu çark, bu halde döner durur. ve dünyada periyodik
199
aralıklarla iktisadi bunalımlar meydana gelir. :tnsanlık
otlağa yayılmış davarlar gibi bu bunalımlar arasında gi..;
der, gelir.
«Diğer taraftan bütün tüketiciler, dolaylı olarak
faizcilere belirli bir ödemede bulUrıurlar. Çünkü sanayici
ve tacirler, faizli olarak aldıkları borçların faizlerini tü-
keticilerin ceplerinden başka bir yerden ödememektedir-
ler. Onlar ödedikleri faizleri, tüketim maddelerinin ma.-.
liyetlerine eklerler. Böylece, sonunda faizcilerin ceplerine
insin diye faizin yükleri yeryüzünde bulunan herkese
dağılır. Hükümetlerin bazı düzeltmeler yapmak ve ba-
yındırlık faaliyetlerinde bulunmak için çeşitli yerlerden
sağladıklan borçlara gelince bu borçların faizlerini faiz
yuvalarına ödeyenler de bizzat o hükümetlerin reayası
dır. Çünkü bu hükümetler, bu borçlan ve faizlerini kar-
şılayabilmek için çeşitli vergileri artırmak· zorunda ka'.'
lır. Böylelikle son aşamada her fert, bu cizyeyi faizcilere
ödemek rorunda kalır. Durumun bu noktada kaldığı ve
borçların arkasında ·emperyaliimin gelmediği zamanlar
ise çok azdır ... Bundan sonra da emperyalizm nedeniyle
savaşlar çıkar.» (21).
200
bütün hallerde zorunlu ihtiyaçları için borç isteyene borç
vermeyi em,r~er.
Eğer borçlu aldığı borcu ödemekte zorluk çekiyorsa',
rcOna (borcunu) kolayca (ödeyeceği geniş) bir zamana
kadar mühlet» (el-Bakara: 280) verilir. Ben burada
ayet-i kerime'de kullanılan ifadenin emir anlamında ol-
duğu görüşündeyim .. Çünkü ifade şart ve cevap şeklin
dedir:
«Eğer (borçlu borcunu ödmeekte) zorluk çekiyorsa,
o halde (borcunu) kolayca· (ödeyeceği) bir zamana ka-
Qa.r mühlet (verin) (el-Bakara: :280).
Şart ve cevap şeklinde ifadeler ise, emir demektir.
O işi yapmanın mendup olduğunu ü8.de etmek için de-
ğildir. Bunun hemen yanında kolaylık sağlamak ve· mü-
.saınaha göstermemek için bir takım buyruklar da var'.'.
dır. Resullullah (S.) şu hadisinde olduğu gibi: ·
201
«(Borcunu ödemekte) zorluk çekene mühlet vereni
veya ona (borcunu kısmen veya tamamen) bağışlayanı ,
Allahü TeaıA kendi gölgesinde -'l;>aşka hiçbir gölgenin
bulunmadığı (Kıyamet) gün(ün)de-, kendi arşınm göl-
gesinde barınrunr.» (24)
Buna karşılık İsl&m,
borçluya borcunu ödemeye çar
lışmasını, kendisini borçtan kurtarmasinı, borç verme
faziletine ödeme fazileti ile karşılık vermesini ve f erdler
arası' niuamelelerdeki güveni böylece sağlamlaştıİmasını
em.r eder:
ccÖdemeik niyeti ile başkalarının mallarını (borç) ala-
nın (borc.unu) Allah ödetir. Onları telef etmek niyetiyle
alanı da Allah telef eder.,, (25)' ·
(24) Tlnnlzi.
(25) Buhari.
(26) Buhari, Müslim, 8b0 DavGd, Tirmlzi, NesA1.
202
Resulullaıh buyurıclu ki:
·- ~tter sen saJbreder, sevabını uman, ileri atılıp ge-
ri dönmeyen bir halde öldürülürsen evet. .
(Bir süre sorıra) Resulullah sordu:
- Sen ne söylemiştin? Adanı sorusunu tekrarladı.
Bunun üzerine Allah Resulü buyurdu:
- Evet, borç müstesnıl. Cebrail (A.S.) bunu bana
(böyle) haber verdi. (27)
Böylece görülüyor ki, ·borcunu ödeyebilecek olan bir
kimseyi, Allah yolunda savaşıp, sabredici, sevabını Al-
lah'tan bekleyici, ileri atılıp geri dönmeyici bir halde öl-
dürulmesi bile kurtaramaz. Çünkü borç yalnızca Allah'm
hakkı ile ilgili olmayıp, -ödeyebilecek durumda oldu.:
ğU sürece- başkalarının da hakkıyla ilgilidir. Borcunu
ödeyemeyecek dunlında olana gelince, onun da zekattan
bir payı vardır:
cıSadakalar ancak fakirler ... borçlular içindir.» (Tev-
be: 60).
Borcunu ödeyebilmek için bu gibi kimselere .zeka.t
vermek caizdir.
Ebu Said elrHudri (R.) dedi ki:
- Resulullaiı (S.) zamanında adamın birisinin satın
aldığı meyvelerde bir bozulma görülür. Bunun üzerine
p adamın borcu artar. Resulullah (S:) buyurdu ki:
- Ona tasadduk ediniz. Buna uyarak· ona tasaduk-
ta bulunuldu. Fakat bu, borcunu ödemeye yetmedi. Bu
sefer de Resulullah (S.) onun alacaklılarına şunları dedi:
- Bulduttunuzu alın. Bundan fazla sizin birr hakkı-
nız yoktur. (28) ' ·
203
Çeşitli yerlerde gerçekleştirilen fetihlerden sonra İs
lam devletinin merkezinde malların birikmesi üzerine
Resulullah (S.) bu konuda bir adım daha attı. Borçlu
olarak ölenlerin borçlarını Resulullah (S.) amme malın
dan ödüyordu.
Ebu Hüreyre (R.) dedi ki:
- Resulull~h (S.) 'a borçlu olarak vefat eden bir
adam getirildiğinde, borcunu karşılayacak kadar bir mi-
ras bırakıp bırakmadığını sorardı. Eğer ona borcunu kar-
şılayabilecek kadar miras bırakıldığı bildirilecek olursa,
onun namazını kılar, aksi takdirde müslümanlara şöyle
derdi:
. - Arkadaşınızın namazını kılın ~
Allah ona çeşitli yerlerin fetihlerini nasip edince
kalkıp şöyle buyurdu:
- Ben mü'minlere kendi öz nefislerinden daha ya-
kınım. Kim borçlu olarak ölür ve borcunu karşılayacak
bir şey bıraıkınazsa, o borcu ödemek bize düşer, kim de
bir mal terk ederse, o mirasçılarınındır.» (29).
Böylelikle İslam'ın, oor durumda olana yardımcı ol-
mak ve borcunu ödemek konusunda ona kolaylık. sağla
maya verdiği önem kadar, hakların sahiplerine verilme-
sine önem verdiğini görüyoruz. Bu özelliği ile İslam, du-
rumu bütün cepheleriyle kuşatmış, tilin maslahatları ga-
rantilemiş, hak ve görevler arasında tam bir adalet sağ
Iaımş oluyor.
205
- hayatında tman edenler içindir. Kıyamet günü ise yal-
nız onlara mahsustur. işte biz ayetler bilen -bir topluluk
için böylece (geniş ,geniş) açıiklanz. De ki: Raıbbim an-
cak hayasızlık.lan, onların açığını, gizlisini (her türlü)
günahı, haksız isyanı, Allah'a hiçbir zaman bir delil in-
dirmediği herhangi bir şeyi eş tutmamızı, Allah'a bilmi-
yeceğini zşeyleri isnad etmenizi haram kılmıştır.)> (el-
A'raf: 32-33)
İslam,büyük - küçük, zengin - fakir bütün insanların
hayatın makul olan güzelliklerinden f aydalanmalannı
ister. Bu nedenle burada hitap: cc.Ademoğullanna» yönel-
tilmiştir. İslam, bamn sabır ve rızaya davet etniişse, bu
zühde ve :mahrum kalmaya bir çağrı değildir. Bu nefsi,
kenddllğinden gidinceye veya giderilinceye kadar şiddet
lere karşı huzur içerisinde koıumak için yapılmış bir çağ
rıdır. Bundan .sopra ise, heT fe,rdin helal_ şeylerden fay-
dalanması istenmiştir. Toplumdan da tüm fertlerine bu.-
nimetlerden yararlanma imkanlarının hazırlanması .ve
Allah'ın, kendilerini yararlanmaya. çağırdığı şeylerden,
dünya. hayatından mahrum bırakmamasını istemiştir.
Bu nedenle İslam fakirlere ..:.....ki onlar nisabdan aşa
ğısına sahip olanlardır- zekattan bir pay vetjlmesini
~mr etmiştir. Bu emir onların nzıklarının genişletilmesi
için olup onlara yalnızca yetecek kadarın verilmesi için
değildir. Çünkü onlar, zaten az-çok kendilerine yetecek
kadarına sahip bulunuyorlar. Bunun ne<ieni, İslam'ın -
yalnızca yetecek kadarına çağırmış olrnıasıdır, Faydalan-
mak i8e, yetecek miktardan fazla şey demektir. - .ı
İslam, fakire durumunu rahatlatacaık, zaruri -ihti-
yaçlaruidan ileride olan şeylerle fayd3.ıanmasını sağla
yacak şekilde zekattan bir pay verdiğine göre; imkanı
olanın cömertçe harcaması, hayatta makul ölçüler içe~
rlslnde faydalanması ye kendisini hayatın lezzetlerinden
206
-ki bunlar çoktur- mahrum bıı:,akmaması gereği ken-
diliğinden ottaya çıkar. Böylelikle hayat aydınlığıyla, gü-
zelliğiyle devam eder; ruh da yüce düşünUş, yüksek duy-
gu, kainatın ve mahlukatın yaratılışına dikkat, güzeli ve
mükemmeli gözönünde bulundurmak gfüi zaruri olan
şeylerin üstüne yükselir yüce ResUl buyuruyor ki:
207
bir dağ altını
bile olsa, iki kırat kadarını bile bırakına.k
mıaksızın hepsini Allah'ın yolunda infak etmeyi: te-
menni ettiğini görmüştük. İsraf, yalnızca nefse yapı
lan harcamalarda israf etmek (ileri gitmek)tir. İşte is-
lam'ın kast ettiği budur.
Bu anlamıyla israf, İslam'ın ileri derecede hoş gör-
mediği lüks ya.şamadır. Servetin büyüyüp lüks uğruna
harcanması soı:ıucuna ulaştırmaması için malın, zengin-
ler arasında dönüp dol8.şan bir devlet olmasını kesinlikle
red eder ve lüksü kişinin kendisi ve içinde yaşadığı top-
lum için bir «şer» olarak kabül eder. Buna göre füks,
bir münkerdir. Toplumun bu münkeri değiştirmesi vaci~
dir. Aksi takdirde toplum, kendisini tehlikeye atmış olur.
Lüksün hoş görülmediğine ve hatta haram kılındığı
na dair ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler pek çoktur ve
apaçıktır. Bu ayet ve hadisler, lüks ve israfın Allah'ın
ve Resulünün en çirkin gördüğü birer haram olQ.uklan
hissini veriyorlar. Hayatın hoş şeylerinden faydalanmaya
insanları teşvik eden,. kendilerine· helal oldukları halde
bunlan haram kılmalarını hoş karşılamayan, hayatı red
edilmiş ve karanlık birşey olarak değil de aydınlık, par-
lak ve makbul bir şey olarak görmeye davet eden İslam;
evet bu İslam'ın kendisi aynı zamanda lüks ve israfı bu
kadar ileri bir derecede hoş görmemektedir.
Kur'an-ı Kerim'in ibazan rahat ve lüks bir hayat
yaşayanları, gayretin azlığı ile, güçsüzlük ile hamiyetin
düşüklüğü ile nitelendirmektedir:
«Allah.'a iman edin, Resulü ile birlikte cihada gidin,
diye bir sure indirildiği zaman, içlerinden servet sahibi
olanlar senden izin isteyip: «Bırak bizi (savaşa gitme-
yip) oturanlarla beraber olalım,» dediler.» (et-Tevbe:
86) .
.208
İslamın ctba.d tutkusunu, onu teşvikini, ona hazırla
nanlan yüceltmesini ve Resulullah (S.) in: ccGazaya çık
madığı ve kendi kendine gazaya çıkmak konusunda niyet
etmediği halde ölen bir kimse, bir nevi münafıklık üze..
re ölür.» mealindeki hadisini biliyorsak, öte tarafta bu
servet sahiplerini, mücahidlerin saflanndan ge~ kalıp
oturmaları nedeniyle ne derece aşağıladığını kavrarız.
Bunda şaşılacak birşey yoktur. Lüks hayat süren, gev-
şeklik içindedir, iradesi zayıftır, yumuşaktır, erkeikliği.
azdır, zorluğa alışmamıştır. Bunwı için de gayreti sönük-
tür, hamiyyeti yoktur. Cihad: için gayret ise, ucuz şehevi
arzulanndan faydalanma imkanını kaldınr, bir süre onu
hayvani zevklerinden mahrum bırakır. O ise hayatta bu
adi ve gayr-i ahiaki değerlerden başka değerleri tanımaz.
Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim, bazan tarih boyunca
lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Görüyoruz
ki onlar her zaman hem kendilerinin, hem de onlara
uyan zayıf düşürülmüşlerin hidayet yolu üzerinde dur-
maktadırlar. Bir yerde lüks içerisinde bulunanlar varsa,
orada kibir ve gururlarını okşayan, şehvetlerini gerçek-
leştiren, onlar arasında haşereler gibi yok olan zayıf dü-
şürülmüşler (mustaz'afün) de vardır:
«Biz her bir ment!ekete (azab ile) korkutucu bir pey-
gamber gönderdikçe, mutlaka oranın refah içinde olan-
ları: ccBiz sizin gönderdiğiniz şeyleri inkar edicileriz.»
demişlerdir.» (Sebe: 34).
«Onun kavminden kendilerine (bu) dünya hayatın
dan refah verdiğimiz ·halde küfür (ve inkar) eden, ahi"'.'
rete kavuşmayı yalan sayan ileri gelen bir topluluk dedi
ki: ((Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir. ·Sizin
yedi:kleriniroen yiyor, içtikleıinizden çiyor. Eğ-er kendi-
niz gibi bir insana boyun eğecek olursanız andolsun ki,
bu takdirde siz, mutlaka hüsrana düşersiniz.» (el-Mü'-
mim1n: 33-34).
210
1
211
evler olarak gördüklerini biz günümüzde, hiçbir insa-
nın hatırından geçmeyecek konforu bulwİan evler ola..
rak görüyoruz.
Buna göre lüks yaşama, tarih boyunca helak olmak
için bir sebep olarak kalacaktır. Çünkü lüks, azgınlığın
nedenidir:
«Biz bol geçimi ile (halkı) şımarmış nice memleket-
ler helak' ettik. İşte kendilerinden sonra ancak pek az
kimselerin konduğu (harab) meskenleri.» (el-Kasas: 58).
Sebeib olduğu günahlar nedeniyle, lüksün ahirette
azaba neden olacağında şüphe yoktur:
«Ashab-ı şimale gelince, (onlar) ne ashab-ı şima.I
dlr! (Ateşin) sıcaklığı ve kaynar bir su ve bir de kapkara
dumandan bir gölge içindedirler ki (o gölge) ne serin,
ne de faydalı değildir. Çünkü onlar bundan önce rahat
(lüks) ve israf içindeydiler. O büyük günah üzerinde de
ısrar ederlerdi. «Biz de öldüğümüz, bir toprak ve bir yı
ğın kemik olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi diril-
tilip kaldırılacakm,ışız? derlerdi. «Evvelce geçmiş atala- ·
rımız da mı?» (el-Vakıa: 41-48).
212
azab hak oım11ştur. işte biz onu kökünden mahv-ü he-
lak etmişizdir.b (el-İsra: 16).
Çünkü toplum içerisinde lüks ve israf içinde yüzen-
lerin bulunması, toplumun onların varlıklarına müsa-
maha göstermesi, bunlara karşı susması, lüksün sebeple-
rini gidermesi ve lüks içerisindekileri fesat yapmakta
serbest bırakması. .. evet bütün bunlar, varlıkları gereği
kesinlikle helftıke ve mahvolmaya götüren sebeplerdir. İş
te ayette geçen <ıistemeı>nin anlamı budur. Yani sonuç-
lar, o sonuçlan gerektiren öncüllere bağlıdır; sebepler
varolduğu vakit, Allah'ın kainat ve hayatta geçerli olan,
iradesiyle ortaya koyduğu sünnetine uygun olarak so-
nuçlar meydana getirilir.
Yapısı içerisinde meydana gelen bu münkerden top-
lumun kendisi sorumludur. Toplum içerisinde varlığının
gereği olarak lüksün münkere götürmesi kaçınılmazdır.
Artan fazla güç ve imkanların harcanacak bir yerlerinin
· bulunmasının kaçınılmaz olduğunu daha önce açıklamış
idik. Buna göre lüksün olduğu yerde artan bir mal vardır
ve bu bir güçtür. Bedeni ve fazla bir güç de bir imkan-
dır. Dü.şünce ile veya işle değerlendirilmeyen zaman da
bir fazlalıktır, bu da bir güçtür. Lüks ve refah içindeki
genç erkek ve kızların da -ki bunlar gençliğe, boş za-
mana ve gayrete bir arada sahiptirler- fasıklık yapma-
ları kaçınılmazdır; bedeni ve mali güçleri ile zaman güç-
. lerini harcayacak başka alanları araştırmamaları imkan-
sızdır. Çoğunlukla bu alanlar, içinde yaşadığı zaman ve
ortamın karakteristiğini yansıtacak şekilde çok aşağılık
olur. Bu alaruarın hepsinin ortak özellikleri aşağılık, hissi
ve manevi pisliktir.
Diğer tarafta köle tüccarlarından, kuyrukçulardan
ve lüks.içerisindekilerin dalkavuklarından oluşan çıkar-
213
cılar ve muhtaçlar, ahlaksızlığı ve tembelliği.yayar, lüks
içerisinde yüzen erkek ve .kadınların hoşuna gitmeyen
hayatın bütün ciddi değerlerini ucuzlatırlar.
(34) Buhari.
214
yasakladığı gibi, ipekten çizgileri bulunan ve usbur d&-
nen boya ile },)oyalı elbise giymeyi de yasaklamıştı ... » ,
/
Bütün bunlar erkekler içindir. Kadınlara gelince,
onlara -kendi kızı Fatıma'nın altın takmasmı hoş kar-
şılamamışsa da- altın da ,ipek d~ helal kılınmıştır. An-
cak onun kızının altın takınmasını hoş karşılamaması,
Peygambere ait bir özelliktir, insanlan bunun için mec-
bur tutmamıştır.
«İslam, ortamın şartlarıve toplU'mun durumu ge-
rektirmediği takdirde dar bir geçime davet etmemek-
tedir>> dersek, bir haramı helal kılmadığımızı sanıyo
ruz. İpek elbise, usfurla 'Qoyalı ve aşırı süslü elbise giy-
mek er1ceklerin kıymetini düşürür, onlan yumuşaklığa
(rahat ve gevşekliğe) -özellikle cihad zamanlannda-
davet eder. Fakat Resulullah (S.A.V.), dar geçimin çir-
kin görünüşe ve kıyafette aldırışsızlığa ve ihmale var-
masını istememiştir. iiz. Cabir (R.A:) rivayet etmiştir
ki: Resulullah (S.A.V.) bizi ziyarete geldiğinde, saçlan
darmadağın, taranmamış bir adam gördü:
215
- Allah, bana hepsinden, koyundan da, deveden
de vermiştir.
Buyurdu ki:
- Allah sana bir mal ihsan ettiği vakit, O'nun sana
olan nimet ve kereminin eseri üzerinde görülsün. (35}.
Resulullah (S.A.V.) buyurdu ki:
- Allah iyidir, iyiyi sever. Temizdir, temizliği se,. -
ver. Kerimdir, keremi sever. Cömerttir, cömertliği sever.
Evlerinizin çevresini temiz tutun ve Yahudilere be~
meyin. (36),.
Allah'ın, Ademoğullanna emri daha önce geçmişti.
Allah onlara her mescidin yanında zinetlerini takınma
larını ve kendilerine helal kıldığı hoş şeyleri ha.ram kıl
mamalarını emrediyor. Bundan özet olarak şunu anlı
yoruz: Toplumun genel hayat seviyesi, neyin lüks, neyin
mahrumiyet olduğunu bellrler. Allahü Teala, yeryüzü-
nün çeşitli bölgelerinin fethini müslümanlara müyesser
kılınca, kamu serveti artınca ve yaşayış düzeyi yükselin-
ce, onların da giyinişleri değişti, daha önce faydalanma-
dıklan şeylerle faydalanmaya başladılar. Normal sınır
lan aşmalan hali müstesna, hiç kimse de onların budu-
rumlarına karşı çıkmadı. Peygamber (S.A.V.) de şöyle
buyurmaktadır:
«Dilediğini ye, dilediğini giyin. Seni ancak iki şey
hatava düşürür: İsraf veya gurur.ıı (37).
Bununla birlikte şunu vurgulamak da istiyoruz: Sa-
de yaşayış, İslamın tutkun olduğu bir özelliktir. Ruhun,
dünya metaım hakimiyeti altına alması da, İslamın müs-
lümanlarda bulunmasını istediği bir niteliktir. Böylelikle
onlar bu metaa kul olmak~ kurtulmuş olurlar.
216
ccDirheıneköle olan helak olsun. Dinara köle olan,
elbiseye ~le olan helak olsun. (Böyle bir kimseye) ve-
rilirse memnun olur. Verilmezse de kızar.» (38).
Dünya metaından vasat ölçüde· faydalanmak isten-
miş olmakla birlikte, metaa hakim olmak da İslam'ın
temel özelliklerindendir. Müslüman kalb, vasat sınırın
nerde olduğunu, nerede duracağını, zevk-i selimi ile bilir
ve anlar.
217
ZEKAT FARİZASI
218
nun yerine onlara açizye» koymuştur, ki böylelikle onlar
da devletin .kamu harcamalanna katılmış olsunlar. Zim-
milere, -istemiş olmaları dışında- İslami ibadetlerden
herhangi birisi onlara farz kılınmamış olur.
Zekat, hazan toplum içerisindeki bir takım kesimle-
rin yetecek kadar ihtiyaçlarını karşılamak, .bazan da ye-
tecek kadardan fazlasını bile onlara sağlamak için top-
lumun, ferd üzerindeki bir hakkıdır. Böylelikle tsıa.m :
«Ta ki o mal, sizden zengin olanlar arasında dönüp d0w
la.şan birdevlet olmasın» diye ifadesini bulan genel
esasının bir kısmını gerçekleştirmiş olur ... Çünkü İslam,
insanların fakirlik ve ihtiyaç içerisinde bulunmalarından
hoşlanmaz; gücü yettiği takdirde her ferdin kendi özel
çalışması ve hususi gelirleri ile yetecek kadarını elde
etmesini, herhangi bir neden dolayısıyla bunu yapama-
dığı takdirde ihtiyacının toplum malından sağlanmasını
kesinlikle istemiştir.
İslam, insanların fakirli:k ve ihtiyaç, içerisinde bu-
lunmalarından hoşlanmaz. Çünkü o, daha büyük ve Al-
lah'ın Ademoğullarına özel olarak verdiği insani yüceliğe
-daha ıa.yık olan hedeflere yönelebilmeleri için, onları ha-
yatın zorunlu maddi ihtiyaçlarının baskısından kurt;ar..
inak istiyor:
cıAndolsun ki biz Ademoğullannı bir izzet ve şerefe
mazhar kılmışızclır. Onlara karada, denizde tru;ııyacak
(vasıtalar) verdik, onlara güzel güzel nzıklar verdik, on-
ları yarattığı~zın bir çoğundan cidden üstün tuttuk.»
(el-İsr~: 70).
Allah insanlan akıl, duygu ve beden için zorunluluk
1fade etmekten yüce olan bir takım ruhi ariularla, fiilen
ü'.stün kılmıştır. Hayatın zaruri ihtiyaçlarından kendile-
rine bu ruhi arzulara ve bu fikri alanlar9. harcamak üze·
·re imkan, gayret ve zamanı bulamayacak olsalar, bu
yüce ve üstün kılınmışh!P. kayb ederler ve hayvan mer•
219
tebesine Hatta hayvan çoğunlukla yiyecek ve
düşerler.
içeceğini bulur. Hatta bazı hayvanlar yeteri kadar yiye-
cek ve içeceğini aldıktan sonra gider gelir, -hoplayıp zıp
lar; bazı kuşlar da sevinçlerinden neşeli neşeli öter.
Yeme ve içme gibi zorunlu ihtiyaçlannın içerisinde
çırpınan ve Allah'ın üstün kıldığı insanın uğraşması ge-
reken şeylerle uğraşa.maması bir yana, kuşun ve hay-
vanın elde edebildiğine bile sahip olamayan insana, ger-
çekten insan nazanyla bakılamaz, Allah'ın aziz kıldığı ve
öyle nitelediği insan tipi bu olamaz. Bütün gayret ve
zamanını harcadığı halde ihtiyacına yetecek kadarını el-
de edemeyecek olursa; işte bu, insanı Allah'ın dilediği
mevkiden aşağılara düşüren bir musibet olur ve bu, için-
de yaşadığı toplumu, Allah'ın tekrimine (yüce ve şerefli
kılmasına) layık olmayan aşağılık bir toplum olarak
ayıplanacak hale getirir. Çünkü bu toplum, bu hiliyle
Allah'ın iradesine ters düşmüştür.
İnsan, Allah'ın yeryüzündeki HALİFE'sidir. Allah,
hayatı ilerletmek ve geliştirmek, sonra da hayatı aydın
lık kılmak ve güzellik ve aydınlığıyla da hayattan fay-
dalanmak üzere onu yeryüzünde halife yapmıştır. Bun-
dan sonra da kendisine verdiği nimetler dolayısıyla Al-
lah'a şükretsin diye bu makama oturtulmuştur. İnsan
ise, hayatı -yeterli bile gelse- bir lokma uğruna tüke,_
riip gidiyorsa bütün bUJ?.lann hiçbirisini yapamaz. Peki
ya yeteri kadar ihtiyaçlarını karşılamayarak hayatını
sürerı:e. tüm bunları nasıl gerçekleştirebilecek? ...
Bir kısmı lüks ve israf seviyesinde, di~er bir kısmı
fakirlik ve mahrumiyet düzeyinde yaşayan bir ümme-
tin fertleri arasında bu derece farklann bulunmasını
sonralan da bunun yoksulluk, açhk ve çıplaklığa var-
masını İslam, asla hoş karşılamaz. Böyle bir toplum,
«İslam üriımeti» olamaz. Resulullah (S.A.V.) de Şöyle
buyurmaktadır:
220
Herhangi. bir yerde bulunanlar arasında bir kişi ol-
sun aç sabahlayacak olursa, onların üzerinden Allah'ın
himayesi kalkar.» (39).
Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor :
«Kendisi için sevdiğini karde.şin için de sevmedikçe;
sizin herhangi biriniz (tam iman etmiş olmaz.» (40).
İslam toplum kesimleri arasındaki bu farklılıklan
hoş karşılamaz. Çünkü bunların arkasında toplumun te-
mellerini paramparça eden kin ve nefretler gizlidir. Çün.-
kü bunda ruhu ve vicdanı dejenere eden bencillik, katı
lık ve tama' vardır; bunda muhtaçlan hırsızlığa, gasba
zorunlu olarak götüren veya zillete, şerefini ve yüceliğini
satmaya mecbur eden özellikler . vardır. Bütün bunlar
ise aşağılık şeylerdir. İslam, toplumu bunlardan uzak
tutar.·
İslam, malın renginler arasında dönüp dolaşan bir
devlet olmasını, çoğunluğun harcayacak bir şey bulama-
masını hoş görmez.. Çünkü bu, sonunda bu ümmet içe-
risinde hayatın, çalışmanın ve üretimin dondurulması
sonucunu verecektir. Oysa bir ümmetin büyük çoğunlu
ğunun elinde mal varsa, malın bu büyük çoğunluğun
hayati zaruretlerinin alınmasına harcanması sonucunu
sağlayacak, böylece mallara yöneliş çoğalacak, bu da
üretimin çoğ~lıması sonucunu doğuracaktır. Bu ise çalışa
bilecek durumda olan herkı:>.sin çalışmasına imkan .sağ
layacaktır... Böylelikle hayat, çalışma, üretim, tüketim
çarkı, tabii ve verimli dönüşüne devam edecektir.
İşte bütün bu anlamlı gerekçeler dolayısıyla İslam
zekatı teşri etmiş, malda farz kılmış, verenler tarafından
faziletli bir davranış olarak değ'il de, hak sahiplerinin
bir hakkı olarak farz kılmıştır. Onun için belirli bir ni-
221
sab belirlemiş, gücü yetenlerin tümünü onu edada bii
araya getirmiştir. Zekat vel'.ilmeyecek en yüksek miktar,
yirmi miskal altın değerine eşit olan maldır. Aynca bu
yirmi miskal altının veya ona eşit değerdeki başka malın,
sahibiriin zaruri ihtiyaçlarından ve borcundan fazla ol-
ması, üzerinden de bir senenin geçmiş olması gereklidir.
Bunun nedeni açıktır. Çünkü zekat alabilecek durum-
daki birisinden zekat vermesi istenemez. Ekin ve mey-
velere gelince, bunların 'zekatı mevsimlik; hasad ve dev-
şirme zamanlarında verilir. Ticare.t malları, altın ve gü-
m~ göre değerlendirilir. Hayvanların zekatı da, altın ve
gümüş· oranlarına denk belirli oranlardadır. Bu oran da
yaklaşık olarak öşürün dörtte biri (yani kırkta biri) ka-
dardır.. RikAza gelince, -çeşitlerine göre «bu rikaz arazi
sahibinin mi olacak yoksa toplumun mu olacak» ihti-
lafının varlığı ile birlikte- onda da, beşte bir vardır ...
222
hedefi, yalnızca zaruri ihtiyaçların karşılanma&ı değil
dir. Daha önceden belirttiğim gibi, yetenden fazlasının
sağlanmasıdır. ·
223
Fi Sebilillah. (Allah yolunda) : Bu genel bir har-
cama yeridir. Bunun, sınırlarını şartlar çizer. Mücahid-
lerin ihtiyaçlarının karşılanması, hastaların tedavisi, öğ
renmek imıkanı bulamayanlara yardı,mcı olmak, İslam
toplumunun herhangi bir faydasını sağlayan benzeri
diğer hususlar, bu türdendir. Bu konudaki tasarruf, diğer'
şart ve ortamlar içerisinde sosyal her çalışmayı kapsa-
yacak kadar geniş boyutlara ulaşır. '
İbn'üs-Sebil (Yolda Kalmış): Harcayacak bfr şey
bulamayan ve malından uzakta bulunan kimselerdir.
Savaş, talan ve zulümden· dolayı hicret edip mallarını
geride bırakan ve mallarından yararlanma imkanını bu-
lamayan kimseler gibi.
İslam bu grupların zekattaki mallarını, ancak biz..
zat kendilerip.in rızık aramak için özel yolların tümünü
denemelerinden sonra tanır. İslam, insanın kerametini
(şeref ve haysiyetini) korumasına tutkundur. Bu bakım
dan o•. her ferdin bir nzık kapısına sahip olmasını ve bu
konuda topluma bile boyun eğmemesini şiddetle ister.
Bu nedenle İslam, çalışma
yoluyla ihtiyaçtan kur-
tulmayı teşvik etmiş ve içinde yaşayan her bir ferde ça-
lışma imkanı hazırlamayı toplumun ilk görevi olarak
belirlemiştir. Resulullah (S.A.V.) a birisi gelip ondan
dilenir. Resulullah (S.A.V.), ona bir dirhem vererek,
odunculuk yapıp, elinin emeği ile geçinebilmesi için onun-
la bir ip almasını emreder ve buyurur ki: .
«Sizden birinizin sırtında bir demet odun getirmesi,
-versin veya vermesin- birisinden dilenmesinden daha
hayırlıdır.» (41).
Zekat şeklindeki bu yardım, toplumsal bir muhafa-
za, bütün gücünü harcadığı hlldeı, birşey elde $1.emeyen
224
veya. yetecek miktardan uı.nı veya ancak yetecek ka-
da.rını elde edebilen kimseler için de bir garantidir. Di-
ğer taraftan zelf.at, üretim, tüketim ve çalışma arasında
malın sağlıklı ve mükemmel bir şekildeki dolaşımını
gerçekleştirmek için, bütün toplum arasında. dönüp do-
laşan bir devlet olabilmesi için de bir araçtır. Böylelikle
İslam her :ferdin bütün gücüyle çalışmasını, sosyal yar-
dıma. güvenerek çalışın.ayı bırakmamasını sağlamış, hem
de ihtiyacı ola.na açığını kapatacak şekilde yardımcı ol-
mayı, zaruretlerin ağırlığını, ihtiyaçların baskısını il7.e-
rinden kaldırmayı ve ona şerefli bir hayatı kolaylaştır
mayı ge:rçek,leştirmiş olur. Bundan ayn olarak da ..:....ön-
ceden açıltladığımız gibi- ümmetin sermayesinin sağ•
lıkh dol~ımını garantilemiş olur.
· Zekat, dayanışması ve karşılık garantisi bulunan.
·ha.yat.mm hiçbir cephesinde fa.izci düzenin biçbii garan-
tisine gerek duyma.yan bir toplumun ana direğidir.
Bizim duygulanmızda ve tslA.m diiııeninin uygulan-
ma.sına tanık olma.yan, bu düzenin imam bir tasavvur,
imani bir terbiye, imani bir ahWc esas1 ijzerine kuruldu-
ğunu insan ruhunda. özel bir şekilde dokunulduğu
nu, bundan sonra da doğru tasavvurlarını, temiz ab-
lA.kını ve yüce faziletlerini yerleştireceği düzenini kur-
duğunu görmeyen kuşaklann duygularında «zekat», bir
şaşkınlığa yol açmıştır. t.sıamın "f.ekatı», fa.iz esası üze-
rine kurulu cahili düzenin karşısına koyduğunu, ferdi
, gayret veya faizden uzak bir yardımlaşma yoluyla hayatı
gelişir ,iktisadı ilerler We getirdiğini, göremeyenlerdir,
bu şaşkınlar.
, 1nsanıığa mal olmuş
bu yüce tabloyu göremeyen bu
bahtsız kuşaklann hissinde bu tablo şaşkınlık uyandır
mıştır. Bu bahtsız kuşaklar, fa.iz esası. üZerinde yüksel-
rnj.ş materyalist düzenin çukurlarında doğmuş ve yaşa-
, mıştır. Cimrilikten, hirbirini yemekten, ferdiyetçilikten,
226
Düzenin şekliliği önemli değildir. önemli olan düze-
nin ruhudur. Yöneltmeleriyle, yasamalarıyla ve düzeniy-
le İslamın eğittiği\ toplum, düzenin şekil ve uygulama-
larıyla uyum halindedir, yasama ve yöneltme ile birlikte
mükemmeldir. Dayanışma, bu toplumun vicdanından ve
düzenlemelerinden birlikte, uyumlu ve mükemmel halde
ortaya çıkar. Bu gerçeği, diğer materyalist düzenlerin
gölgesinde doğup büyümüş ve· yaşamış olanlar düşüne
mezler. Fakat bu, biz müslümanların yakından bildiği
miz ve imani zevkimizle zevkine vardığımız bir gerçektir.
Eğer onlar, talihsizlikleri, nasipsizlikleri ve liderliklerini
ellerinde bulundurdukları insanların bedbahtlığı nede-
niyle bu zevkten mahrum iseler, onlann pa;Yı da varsın
bu olsun ve Alla.J:ıü Teaıa.•nın: «İman edip sA.lih amel
işleyen, namaz kılıp zekat verenler ... » diye müjdelemiş
olduğu bu hayırdan mahrum kalsınlar ... Ecir ve ~ap
tan mahrum olmalannın yanında rahat, huzur.ve endi..
şesizlikten mahrum kalsınlar. Onlar, baŞka bir nedenden
değil, yalnızca cıllıillikleri, cAhillyetleri, sapıklıkları ve
inatları dolayısıyla tüm bunlardan mahrum kalıyorlar!
227
ZEKAT .DIŞINDAKİ MALİ ~tiKUMLt)L'OKLER
228
«Şüphesiz ki malda, zekatın dışında da hak vardır.»
(43).
Mesalih·i. Mürsele. ve Sedü'z-Zerayi', toplumun
maslahatlann'ı gerçekleştirecek ye bütün zararları orta-
dan kaldıracak genişliktedir.
(43) Tlrmlzt.
, «Alunlerin konu ile ilgili görüşleri dört kısma ayrıl
mıştır:
230
d) uDördiincü Kısım: Mutedillerdir. Görüşleri en
doğru olanlar, bunlardır. Bunlar mesalih-i mürsele'yi,
nassın bulunmadığı yerlerde delil kabul etmiş olanlar.. .
dır. Bunlar, Mal~ mezhebinin ileri gelen alimlerinin
çoğunluğunu te§kil ederler.
231
sanların onlara şiddetli ihtiyaçları vardır. O halde «mas-
lahat», -ellerinde bulunan mallan korumaları için-
onlann tazmınat ödeme ilkesini koymaktadır. Bu ne·
denle Hz. Ali (R.) bu konuda şunları söylemiştir: u!n-
sanlara ancak bu fayda verebilir.»
«4 - Hz. Ömer (R.), bir kısım valilerin mallarının
yarısını onlardan alıyordu. Çünkü bunların özel mal•
lan, .valilik otoritesiyle elde ettikleri mallarla karışmıştı.
Bu da «mürsel maslahat» türüne girer. Çünkü Hz. Ömer,
bu yolla valilerin islah olacakları ve valilik otoritelerini
mal toplama için kullanmaktan helal olmayan yollarla
mal elde etmekten alıkoyacağı görüşünü taşıyordu.
«5 --- Yine Hz. ömer (R.) 'in su katılmış sütü, -hile
yapanı uslandıpnak için- yere döktüğü rivayet edil-
miştir. Bu da, onların insanları aldatmalarını önlemek
için Mesalih türünden. bir uygulamadır.
«6 - Bir kişin.in öldürülmesine katılan
bir toplu-
luğıı; Hz. öme·r (R.) 'in de öldürdüğü nakledilmiştir.
Bu
nuda nass bulunmadığı için, maslahat bunu gerektir-
.mektedir. Maslahatın görünümü de şöyledir: Öldürülen
günahsızdır, bununla birlikte kasden öldürülmüştür. Bu
günahsızın kanının karşılıksız bırakılması, kısas ilkesi-
nin ortadan kalkmasına ve başkalarını öldürmek için
başkalarından yardım alma.ya ve yardımcı olmaya yol
açar. Tabii bu, toplu öldürmede kısas olmadığının bHin-
mesi halinde sözkonusudur. Doğru olmayan bir iştir.
Çünkü katilden başkasının öldürülmesi sözlronusudur ve
herkesin ayrı ayrı katil sayılmasına imkan yoktur» diye
bir itiraz yapılsa, bu şöyle cevaplandırılır: «Topluluk bir
arada olmak bakımından, hepsinin birlikte öldürüln:ıesi
tek başına başkasını öldürmek gibi, bu sefer topluluğun
tümü ile ilgilidir. Böylelikle bir kişiyi öldürmeye katılan
bütün kişiler, tek bir kişi gibi ele alınmışlardır. Bunu
.böyle kabul etmek, maslahatın gereğidir. Çünkü bu yolla
kanlar dökülmekten kurtarılır, toplum da. kötülüklerden
korunmuş olu[···» .
«Ammeyi ıjlgilendiren meselelerde maslahata ria..
yet örneklerinden biri de: Beyt'ül-Mal'm boşalması ve-
ya ordımU'ıı ihtiyaçlannın yükselmesi ve onlara yetecek
nılktann Beyt'ül.Mal'da bulunmaması halinde, İ~
mın, Beyt'ül-Mal'da mal toplanıncaya veya yetecek
ıniktar oluşuncaya kadar, zenginlere yeterli göreceği
kadar mali ödeme yükleyebilme yetkisine sahip olması
dır. Ayrıca bunun zenginleri ürkütmemesi için de bu
ödemeleri eklrilerin biçilmesi ve meyvelerin toplanması,
zam.anında toplanmasını da isteyebilir. Böyle bir uygu-.
lamadaki maslahat şu şekilde açıklanabilir: Adil imam,
eğer bunu yapmayacak olursa gücü azalır, İstam diyarJ:
flrtneye ve oraya· göz dikenlerin istilasına marôz kalı~.
Birisi şöyle-diyebilir: İmam zenginlere böyle bir görev
yükleyecek yerde, Beyt'ül-Ma.l adına. borçlanabilir. ŞA
tıbt böyle bir itiraza karşı şunu söylemiştir: «Bunalım
lar sırasında borç almak, Beyt'ül-Mal'a bir takım gir-
dilerin beklenmesi hal)nde olur. Herhangi bir girdi bek-
lenmiyor ve lhtlyact giderecek şekilde girdiler azalmış
sa, yeni vergi koyma hükmünün yürürlüğe girmesi ka-
çınılmaz olur.»
«ZerM: zerta. 'ZerA.i'in çoğulu), yol araç demektir.
seddü'z-Zerai'in anlamı l~. o yollan kalpırmaktır. Buna
göre: Harama götüren yol haram, vacibe götüren de
vlcibdir. Zina haramdır; yabancı (namahrem) kadının
avretine bakmak da. haramdır. Çünkü bu bakış, zinaya
götürür'. Cuma namazı farzdır, bu· nedenle cumaya git-
mek rte, gitmek için lşi bırakmak da farzdır. Hace farz-
dır, bunun için Beyt'ül-Haram'a da, diğer ha.cc menlsı
kini yerine getirmek için gitmek, dolayısıyla farzdır.
«Seddü'z..Zeri.i'in gözönünde bulundurulmasında
aslolan ,işlerin sonuçlan ve topluca. va.rdıklan noktadır~
Eğer insanların .karşılıklı ilişkilerde bulunmaktan gö-
zettikleri gaye ve maksatlardaki maslahatlara yöneliş
~özkonusu ise; bu zeria da bu maksada uygunluğu ka-
dar istenen bir şey olur. Bu zerlanın yerine getirilmesi·
nin istenişi, maksadın yerine getirilmek istenişine eşit
.olmasa da bu, böyledir. Eğer bu ilişkiler fesad.lara y~ne..
likse, bu fesadlarm haram kılınışına uygun düşecek şe
kilde bu zerla (yol) lar da haram olur. Yolun haram kı.ı ,
.lınma derecesi daha aşağı olmakla 'birlikte bu, böyledir.
«Bu gibi durumlarda amelde bulunanın maksat ve
niyetine değil de, amelinin sonucuna ve· verdiği ürüne
bakılır. Kişi niyete göre, Ahirette mük!fatlandınlır veya
<:ezalandınlır. Sonuca göre de yaptığı iş, güzel veya çir-
kin olur, yapılması istenir, ya da red edilir. Çünkü dün-
ya hayatı kullann maslalıa.tlan ve adalet ölçüsü üzerine
kuruludur. Bu maslahat ve adalet,· bazan sevabı umulan
niyet ve güzel maksat yerine sonucu ve alınan ürünü
.gözönünde bulundurmayı gerektirebilir. Sırf Allah ma.-
sı için putlara. küfreden, kendl bozuk kanaatma göre· ni·
yetinin . ecrini Allah'tan umabilir. Fakat Allahü Teli!,
. müşrikleri galeyana getirip Allah'a. küfretmeleri sonu-
.cunu vereceği takdirde putlara küfretmeyi ya.saklamak
üzere şöyle buyurmuştur:
«Bir de Allah'tan başka (put)lannı çağıranlar(m
putlarm)a küfretmeyin. Onlar da adavetle, bilgisizce Al·
lah'a küfrederler.» (el-En'A.m: 108).
Bu ilahi yasaklamada gözönünde bulundurulan ger-
.çekle.şen sonuçtur, sevabı umulan niyet değildir. Bura-
dan anlıyoruz ki günaha veya fesada götüren konular-
da.ki yasaklama, yalnızca. sonuca da- yöneliktir; .Allahü
Teall niyetin· ihlAslı oldu~u bilmekte ise de, verdiği
kötü sonuç dolayısıyla o iş, ınen' edilir. ·
«Kişi bazan mübah bir işi yapmakla kötülük kasdın-'
da buluna.bilir. Kendisi ile Allah arasında ki:ii giinahkh'
olur, fakat hiç kimse onu bu hareıketmden dolayı kına
yamaz ve bu taiarrufunun Şer'an batıl olduğuna hük-
medemez. Rekabet ettiği tacire zarar vermek için malını
ucuzlatan kimse gibi. Şüphesiz bu ucuzlatma işi, mübah
bir iştir ve aynı zamanda bir günaha nedendir. Bu da:
Başkalanna zarar vermek ve buna yönelmektir. Bunun-
la birlikte onun işinin geçersiz olduğuna mutlak olarak
hükmedilemez ve mahkem~nin uygulayacağı açık hara-
mın sınırlan içerisine girmez. Şüphesiz ki böyle bir iş, lif..
yet bakımından şerre götürür, zahiri bakımdan ise genel
ve özel menfaat sağlar. Satıcı, bu satışından ticaretinin
hızlanışmdan ve müşterilerinin artmasından yararlanır;
kamu da bu ucuzluktan yararlanır. Bazan da böyle bir işy
fiatların düşmesine de yol açabilir.
«Görüldüğü gibi Sedüzzerayi' esasında. yalnız niyet
ve maksatlara bakılmaz. Bilakis bununla birlikte kamu
faydası .sağlamak veya kamu zararını önlemek gayesi
vardır. Bunun için de ya kasıt ile birlikte sonuç da göz;.
önünde bulundurulur veya yalnız başına sonuç.
«Zeta.yi'in delil olmasının kaynağı Kur'an ve Sün-
netle sA.bit olmuştur. Kur'an'dan delili Allahü Te8.J.a'nın
ş.u buyruğudur:
«Bir de Allah'tan başka {put) tarını çağıranlar(ın
putların) a ·küfretmeyin. Onlar da adavetle, bilgisizce
Allah'a küfrederler.» (el-En'Am: 108).
Rivayet edilir ki; müşrikler:
- Ya bizim ilahlarımıza küfretmekten vazgeçersin
ya. ·da biz de senin ilfthına küfrederiz, demişlerdi.
Bir başka ~yet:
«Ey iman edenler, rama (bizi de gözet) demeyin ve
(fakat): Bize (doğru) da. bak, deyiniz ve dinleyiniz»
(el-Bakara: 104).
235
Çünkü bunda müslümanlann niyetleri iyi idi. Fakat
yahudiler bu SÖZleri, ona küfretmek için bir araç olarak
kullanmışlardı.
(<Sünnetteki delillerine gelince; Peygamber (S.)i:n
bu konudaki sözleri ve ashabın fetvalan pek çoktur.
Bunlardan bir tanesi, Resulullah (S.) 'in münafıkların
öldürülmesini önlemesidir. Çünkü bu kafirlerin: «Mu-
hammed arikadaşlannı öldürüyor» şeklinde. söz söylem~
!erine sebep olabilirdi.
<cPeygamber (S.) 'in aıacİ:ı.klıya borçludan hediye ka-
bul etmesini yasaklaması da bunlardandır. Bunu da sırf
bu hediyenin borcun yasaklanmasına neden kabul edil-
mesine yol vermemesi için yasaklamıştır. Aksi takdirde
fa.iz olur.
.· «Peygamber (S.) , savaş sırasında el kesilmesini· de
-had uygulanmış olanın karşı tarafın ordularına sığın
masına neden olmaması için- yasaklamıştır. Bu neden-
le savaŞta had cezalan uygulanmaz. Ta ~i bu, sapıklığa
yol vermesin. ·
«İlk muhacir ve ensbdan bazısı ,ölümle sonuçlanan
hastalıkta b!in bir talakla. boşanmış kadına miras ver-
mişlerdir. Aksi takdirde, böyle bir kasıt sabit olmasa ~;
boşayan,· mirastan mahrum bırakma kasdıyla itham edi-
lir. Çünkü boşama., öyle bir sonuca götüren bir yol (ze•
ria)dır.
«Peygamber (S.A.V.) 'in ihtikft.n yasaklaması da,
sedüzzeıia'nın sünnetten delilleri arasındadır. Buyurdu
ki: .
«İhtikar
yapan günahkardır.» (44)
«İhtikar, insanlar aleyıime onlar için zorunlu olan
her şeyde darlığa neden olan bir zeria (yöl)dur. Bu ne-
denle -mesela süs e.şyası ve benzeri zaruriyat ve haci-·
*
.Mesllih-i mürsele ve SeddüzzerAi' esasları daha ge-
niş bir çerçeve içerişinde uygulanmaları halinde, Allah'ın
·şeriatını uygulamakla görevli olan İmam'a, topluma za-
rar verecek herşeyi gidermek konusunda geniş bir yetki
verir~ Çünkü ınaııara yüklenecek yeni görevler (vergiler)
de, ümmetin maslahına riayet ve mükemmel sosyal ada..
leti gerçekleştirmek imk8.nını verecek özellikler vanlır.
123'1
İslam'da ferdi mülkiyet hak.kının varlığı, devletin
kardan belirli bir oran almasına veya bizat sermayeden
bir miktar almasına engel teşkil etmez. Şu kadar var ki,.
tsl~ düzeninin temeline riayet sürekli olarak sözkonu-
sudur. Bu temel ilke de şudur: İnsanlar özel mülklerine,
özel üretimlerine -meşru üretim yollaruıa bağlı kalmak
şartıyla- sahip olacaklar ve öZel mallara konacak yeni
yükümlülükler yeni ortaya çıkan zaruret oranında. ola-
caktır. Ki insanlar bundan ürkmesin, gayretleri dinme-
sin, serveti geliştirmeye üretimi güzelleştirmeye olan
ihtimamlan azalmasın... Fakat bütün bunlardan da
önemlisi ve bütün bunlardan önde gelen, onlann nzık
larından emin olmalannın devam etmesi, öğüt verdik·
lert takdirde veya ona karşı geldiklerinde nzıklannm
kesilmesinden korkan «devlet köleleri.» haline gelmeleri-
dir. Çünkü tüm müslümanlar yöneticiyi gözlemekle ve,
Allah'm Şeri.atından uzaklaşmaktan onu alıkoymakla
mükeleftirler. Peki müslümanlann nzık kaynaklan ken-
di ellertnde değilse, mallan yoksa bunu nasıl yapabile-
cekler?
tsıa.m•a göre maldaki büt~ hak sadece zek~ttan
ibaretmiş gibi zekat hakkında söylenenleri ve Allah'ın
ayetlertni az bir paha karşılığı satan çıkarcılar ve karın
larına ateşten baŞka birşey doldurmayanları açığa çı
karmak için böyle bir açıklamada bulunmak zorunludur.
tsıa.m düzenindeki güvenlikleri küçümseyen, bunların
yetersizliklerinden söz eden ve burdan hareketle tsrnm
düzeninin çağımızda yetersiz olduğunu ileri süren birw
takım kimseleri teşhir etmek için de böyle bir açıkla,..
ma gerekli idi.
Bütün bunların yaptıkları birer iftiradır, bunlar ts-
lAm gerçeğini bilmemek, bu düzenin ortaya çıkardığı ta-
rihi gerçeklikten habersiz olmak demektir.
*
Biz «İslam'ın iktisadi Düzeni»ni yazmak.ta olmadığı
mız için, bu düzeni bütün yönleriyle orta.ya koymak
durumunda değiliz. Biz burada «Sosyal. Adalet» ile ilgisi
kadanyla «Mali Siyaset»ten söz ediyoruz ... Gerçek ise
şudur ki: Hayat-için mükemmel ve kapsanilı İslam dü-
zeninin bir yönünü başka bir yönünden ayırmak müm-
kün değildir. Fakat bu kitabın ele aldığı konu, <cİslam
İktisad Düzeni» ile ilgili bundan fazla açıklamalara gi-
rişmemize imkan vermemektedir.
239
4 - TeWül (dayanışma) ,_,_ferdi mülkiyet esası ko-
runmakla birlikte- müslüma.n. ümmetin hayatının ana
kurallarındandır. ·Bu kural, ferdi mülkiyete şeriatte
açıklanmış ve bizim de önceden söz ettiğimiz bir takım
mükelefiyetler getirir. Bu mükellefiyetler ise kamu tekfL..
fülünü» gerçekleştirmek için bütünüyle yeterlidir.
5 - Bu dü~n yoluyla sosyal adalet, hatası da, se. .
vabı da bulunan beşer yapısı herhangi bir düzende ger-
çekleştirilenden daha üstün ve !azile·tli bir şekilde ger-
leştirir.
240
tsLAM TARİHİNDEN VAK' ALAR
~42
ceğini bildirmiştir. cıHerkesin yaptığı şeylere göre dere~
celeri vardır.» (el-En'am: 132). Bununla birlikte en yüce
ufka giden yol ebediyyeı:i açıktır ve hayatın istikamet
ve salahı için de bizzat farz ve mükellefiyetler yeterlidir.
Kendisine değindiğimiz bu ruhun, İslam tarihinin
vak'alannda ön~nili bir etkisi olmuştur. Böylece bir aki-
de ve bir tasav\rur olan İslam, bir takım şahsiyetlere ve
bir takım gerçek olaylara dönüşmüş oluyordu. Soyut bir
takım teoriler, bir takım irşad ve mev'izeler, ideal ve ha-
yaller oinıaktan çıkıyor; yaşayan insani örneklere, ger-
çekleşen pratik vak'alara, gözle görülen, kulakla duyu-
lan, hayat gerçeğini ve tarihin akışını kendine.has şekil
lerde etkileyen örneklere dönüşüyordu. İslam sanki bu
kişilerin cesedine girip onları değiştiren, yeniden şekil
lendiren ve yeniden doğuran bir ruh gibi idi.
Doğuşunda ve çağlar boyunca İslam tarihinin ·bize
kadar getirdiği hayrete düşüren şahsiyetlerden oluşan
bu koskoca topluluk ile ilgili en doğru yorum işte bu-
dur. Kişinin nerdeyse başrboş hayalin ortaya koyduğu
efsaneler, saydığı hiçbir zaman gerçekleiieımıeyen tarih-
te yeri olmayan vakıalar olamaz.
Ruhi arınmanın, eşsiz kahramanlıkların, başka.Sını
kendisine tercih eden fedakarlığın, akidede eriyişin, ruhi
parlaklığın, fikri eşsizliğin, hayatın çeşitli yönlerinde
canlı kahramanlıklar;ın örneklerini tarih sayıp bitiremi-
yor.
İslam tarihi boyunca ,görülen dağınık kahramanlık
ve harikal.arla her tarafında.yaygın görülen bu dağınık
gücün kaynağı sayılan etkin İslami ruh arasında gerekli
bağı kumırunız kaçıtıılmazdır.
Bu kahramanlık ve harikaların bu soylu kaynağıyla
bağlantısı kurulmaksızın dağınık bir halde ele alınması,
kainat ve haya.ttaki temel gerçeklerden saptırıcı ve eksik
243
olmasından büyük ölçüde korkulur. Çünkü her bir kişili
ğin büyüklüğü kendinde bulunan özel dehaya bağlan
mış, parlak ve etkin «ilk ruhıı ihmal edilmiş olur. Oysa
bu ruh, zaman çarkını döndürüp olayların yapısını etki-
lediği, tümünü -dalgalan içinde dehaları, olaylan ve
vakıaları bulunduran- canlı, güçlü ve coşkun bir akı
mın içine ittiği gibi, bu kahramanların ruhunu ·da çok
büyük ölçüde etkilemiştir.
Bütün bu dehaların canlanışını ve bütün bu kahra-
manlıkların ortaya çıkışını bu güçlü ruhun etkinliğine
bağladığımızda yanılmış ·olmalıyız. Çünkü bu ruh, her-
şeyi kapsayan kevni bir harekettir. Görünüşte ferdi, ger-
çekte ise· kevni olan bu kabiliyetlere denktir. Tek başına
lıer bir dehanın ölçüsü bu kevni feyzi kabul edebilme
kabiliyetidir. Bu bakımdan en yüce kişiliğin Muhammed
b. Abdullah (S.) olmasında şaşılacak bir taraf yoktur.
Çünkü bu ilahi feyzi tümüyle alıp kuşatan, tam anlamıy
la onu alabilen, uzun süre ona sabredebilen bu yüce kişi-·
liktir. Çünkü o, gerçeğinde kevni bir güçtür, ferdi bir ta-
kat değildir.
Bundan sonra Hz. Muhammed (S.)'in ashabı ve ta-
rih boyunca onun dinini kabul edenler arasında büyük-
lük, nübüvvet ufku altında basamak basamak aşağıya
iner. Her biri, bu büyük dinde gizli bulunan bu ruhu
telakki edebilme ,gücüne göre bu basamakların birine
yükselir.
İşte bu kapsamlı bakış, bu ruhun beşerin ruhuna
temastaki sı;m. uyandırdığı dehaları, ort?.ya çıkardığı
kahramanlıkian ve genel olarak insanlık tarihinde yap-
tığı değişikleri ortaya çıkaracaktır.
244
'da görebiliriz. Ruhi büyüklük ise sayı ile, alanla ölçüle-
mez, onu ancalk çeşit ve delaletiyle ölçe,biliriz. Arap ya-
rımadasından bir avuç Arabın, görülmemiş kısa bir za-
man süresi içerisinde İran ve Bizans İmparatorluğunu
yerle bir et~ede görülen büyüflük ve azametini Habe~
şistanlı köle Bilal-i Habeşi (R.) 'nın sabrında tecelli eden
büyüklük ve azametle ölçersek; hiç de küçültmüş olma-
yız. O Bilal ki, Kureyş onu dininden çevirmek için beşer
.takatini aşan bir şekilde işkencelere maruz bırakıyor, o
ise dininde sebM ediyordu. Açlık, susuzluk ve eziyetle
birlikte kızmış taşların sıcağı kendisini kavuruyor, ağır
lıkları ise karnına ve göğsüne çöküyordu. O ise güç yet-
mez bu azabın en ağır olduğu vakitlerde bile «Ehad ehad
(Allah birdir, Allah birdfr) » sözünden başka birşey tek-
tarlamıyordu.
Sokakta geçen, mal ve mevkiden yoksun adamın içi-
ne dolduktan sonra, onu _güçlü sultanın önüne çıkartan
ve hak _sözle bu sultana Allah yolunda cevap vermekten
dolayı kınayanın kınamasından korkmayacak noktaya
çıkartan işte bu ruhtur. Diğer taraftan, içine aynı ruh
dolduğu i.çin kendisine pek çok memleketin ,boyun eğdi
tı Raşid Halifelerin kanaatkar ve mütevazi' hallerinde
bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Bu iki insan tipi
$.ynı kaynaktan beslenmektedir. Bu ise güçlü, etkin ve
~erin ruhtur.
Arapların Bizans ve İran İmparatorluklarına galip-
geldiklerini, yollarında duran iki büyük imparatorlukta
tia çokça bulunan büyük maddi güçlere karşı zafer sağ
ladıklarını hatırladığımızda bu «yüce ruhnu hesaba kat-
mamız ıgerekir. -Araplar bu ruha sahip olmaksızın bu
büyük maddi güce denk gelemezlerdi. Buralardaki İs
lam'ın zaferi aslında insan yapısına yerleşmiş ccakideıınin
ıı:aferinden başka bir şey değildir. Bu olaylar, İslam'ın
~rih yorumunu çok güçlü bir şekilde pekişt~rmektedir.
245
Tarihin başka türlü yorumları onun karşısında dura"'
m.az. Çünkü bunlar hiçbir şekilde bu şaşırtıcı zaferlerin
yorumunu yapamazlar.
Üstelik İslam'ın yarımada Araplarının duygu, yaşa
yış, hedef ve gayelerinde, sosyal ve iktisadi düzenlerinde
gerçekleştirdiği büyük değişme, bu alanda büyük fetih-
lerin anlattıklarından daha azını anlatmıyor. Hatta bu
değişme, bu konuda daha açık ve güçlüdür. Peygamber
(S.)in peygamberliği ile vefatı arasındaki dönemde hangi
iktisadi tekamül gerçekleşti ki, düşünüş, duyuş, düzen
ve yönelişte bu büYük değişimi tümüyle gerçekleştirebjl
di? Bütün bu hayrete düşüren şeyleri meydana getiren
islam akidesinden başkası değildir.
Burada bu büyük devrimi enine-boyuna ele almamız
çok zordur.. Bu konuda bize aşağıdaki olay yeterlidir.
Bu olayda o zamanda onlardan birisi, bu dini inkar eden
tanıklar önünde bir tanıklıkta bulunuyor ve inkarcılar
onun söylediklerinde yalanlayacak bir şey bulamıyorlar.
Sözkonusu bu olay, İslam çağrısının ilk dönemlerinde
inançları dolayısıyla Kureyş'in işkencelerinden kaçan vo
Ha.beşistan'a hicret eden bazı müslümanların başından
geçmiştir. Kureyş bu hicretle müslümanların rahat bir
nefes almalarından korkarak, bu muhacirleri geri çevir-
sin diye Habeşistan hükümdarına iki elçilerini gönqer-
diler. Bu ik:i elçi Am,r b. As ile Abdullah b. Ebi Rabia
idiler; hükümdara dediler ki:
- Ey hükümdar, senin topraklarına bizden akılsız
bazı k.imseler gelmiş bulunuyor. Bunlar kendi kavimle-
rinin dinini terk ettikleri gibi, senin dinine de girmiyor-
lar. Ne bizim ne de senin bilmediğimiz, uydurdukları bir
din ortaya koydular. Onların atalarından ve .aşin;ı.tlerin
den ileri gelenler onları kendilerine geri vermen için biz-
leri sana gönderdiler. Onlar bu gelenleri daha yakından
246
biliyor, bunlar tarafından ayıplandık'lan ve kınandıklan
şeyleri de daha iyi biliyorlar.
Hükümdar müslümanlara :
- Ondan dolayı kavminizle aynlığa düştüğünüz,
onu bırakıp ne benim dinime, ne de başkalarinın dinine
girmediğiniz bu din nasıl bir dlndir? diye sorunca :
Cafer b. Ebi Talip (R.A.) ona şu cevabı veırdi:
,.._ Ey hükümdar, biz cahilliyet içinde bulunan bir
kavim idik. Putlara tapıyor, ölü hayvan etini yiyor, fuh-
şuyat işliyor, akrabalık bağlannı kopanyor, kötü kom-
şuluk ediyor, bizden güçlü olanlar zayıfları. eziyordu. Al-
lah bize, bizim aramızdan nesebini, doğruluğunu, ema-
net ve iffetini bildiğima.z ,bir peygamber gönderene ka-
dar biz, bu hal üzere idik. Bizi Allah'ı bir tanımaya,
O'na ibadet etmeye, atalanmızın ve bizim onun dışında
taptıklanmız taşlan ve putıan bırakmaya çağırdı. Doğ
ru söylemeyi, emaneti sahiplerine ödemeyi, akrabalık
bağlannı koparmamayı, güzel komşultık etmeyi, haram-
lardan ve kan dökmekten uzak kalmayı bize emreUi. Fuh-
şiyatı, yalan söylemeyi, yetimin malını yemeyi, suçsuz-
kadınlara iftirada bulunmayı bize yasakladı. Allah'a iba-
det· etmemizi ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı
emretti. Bize namaz kılmayı, zekat vermeyi ve oruç tut-
mayı emretti. .. İla ahiri (1) ·
Kureyş'in iki elçisi de hazırdı ve bunlardan biri Amr
idi. Hasmına cevap veremeyen çaresizlikler içerisinde ka-
lan tipten değildi. Fakat İslam'dan önceki Arap yarım
adasının tablosunu çizen, yeni dinin gerçeğini ve değer
lerini açıklayan Cafer (R.) 'in sözlerini yalanlayamadı
lar. Çünkü bu daha öncesini ve sonra olanı ortaya ko-
yan doğru ve gerçek bir tablo id,i. Bu, Arap yanmadasının
(1) lhn Hişam, STı:et, c. 1. l:bn lsMk'ın ümmü Seleme'den rlvao/etJnden.
247
durumuna dair tarihin derinliklerinde· yer alan. bir tanık- .
lıktı.
*
Söz daha da uza vabilir. Bu kitabın konusu ise «İS
LAM» değildir, «İsl~'da Sosyal Adaletııtir. O halde bu
özel konu He ilgili tarihi gerçeklerden bazı örnekler ver-
mekle yetinmeliyiz.
*
(2) MevMy Muhaımmed Mi, 1 lıslam ve Yerıl Evrensel Düzen, Arapçaya
Çeviren: Prof. A COde es·Sahhar.
248
Fakat İslami vicdanda daha· derin etkili, İslam esas-
larının tümünü üzerinde yükseldiği bazı örnekler arze~
meden bu tür örnekler vermeye girişemeyeceğiz.
250
(Hz. Peygamber) buyurdu ki :
- O halde küçük çocuğunu emzirecek kişi bulun-
maksızın bırakıp onu recm edemeyiz.
'
- Ensar'dan bir adam kalkıp dedi ki:
- Ey Allah'ın Peygamberi ,onu emzirmeyi üzerime
alıyorum.
251
lah onµn cenaz.e nama.Zını kıldı, sonra da defn edildi
(3)
İşte Maiz ve onun durumundaki kadın. Onların hiç
biri kendisini bekle-
karşı karşıya kalacağı acıklı azabı,
yen müthiş sonucu bilmiyor değildi. Diğer taraftan suç-
larının sa:bit olması için kimse, ta.rafından görülmüş de
değillerdi. Fakat her ikisi de suçu işlediklerini Resulul-
laıh'a ısrarla ifade ediyorlarıdı. Onun merhameti ve İs
lam'ın rahmeti itiraflarının ,gereğini uygulamamakta ıs
rar edip durdular ve önlerinde bulunan tüm açık kapı•
ları kendi istekleriyle kapattılar. Hatta kadın Allaıh'ın
Resulüne «Maiz'i red ettiği gibi kendisini de red etmek
istemekle» itiraz ediyor ve nerdeyse getirdiği şeriatı tat-
bik konusunda Resulullahı' uyarmak istiyordu.
'
Bütun bunların sebebi nedir? Her ikisinin de: «Be-
ni temizle ey Allah'ın Resulü!» sözlerinde, hayatta kal-
ma arzusunu bastıran güçlü duyguya işaret vardır. Bu,
vicdan uyanıklığı ve şuur hassasiyetidir. Bu, Allah'tan
başka hiçbir kimsenin görmediği günahtan .temizlenme
· arzusudur. Bu, yarın Allah'ın huzuruna işledikleri bir
günaıhtan t.emizlenmemiş olarak. varmaktan duyulan ha-
yfuıın ortaya çıkışıdır! ..
252
Suçların cezasında durum bu. Ya 'baz.an uğurların . .
da hayatın feda edildiğisosyal mevkilerde durum nasıl
dır acaba?
Şam'daki ordu komutanlığından Halid b. Velid'in
alınıp; aynı .görevin Ebu tJlbeyde'ye verilmesinin hikayesi
gözlerimizin önündedir. Halid, bu görevden alındığı gü-
ne kadar hiçbir savaşta yenilgiye uğramış değildi.. O,
cahiliyye döneminde de, İslam döneminde de savaşçı ruha
sahip bir kim.şe· idi. İşte bu Halid, komutanlık görevin;.
den alınıyor ve kalbinde hiçbir kıskançlık. yer etriı1yor.
-İsyan etmek şöyle dursun-- gururuna kapılarak alan-
dan çekilmiyor bile. Bilakis aynı savaşta azimle, canla,
başla mücadeleye devam ediyor. Allah'ın dininin ·zafere
ulaşma, Allah yolunda şehid düşme arzusunda hiçbir
değişme olmuyor. Çünkü İslam'ın kişinin vicdanında
oluşturduğu sürekli uyanıklık ve ince hassasiyet, bütün
değerlerin türiı makam ve mevkilerin üstündedir.
253
r~en, bunlan iikrlnden vazgeçmek için bir gerekçe
kabul etmedi. Fakat bu durumda, hiçbir şekilde yenilme~
miş olan Halid'in dehasına çok büyük bir ihtiyaç vardı.
Fakat bütün bunlann hiçbirisi,_Hz. ömer'i -Hz. Halid'in
hatasına olan inancından dolayı- vicdani hassasiyeti-
nin gereğini yerine getirmekten, önce ordu komutanlı
ğından, sonra da ta,rnamiyle ordudan uzaklaştırmaktan
alıkoyamadı.. Bütün bu olaylara ek olarak, Hz. Halid'in
kendisine verilen görevle~e başına buyruk hareket et-
mek arzusu ile Hz. ömer'in metodu, vicdani hassasiye-
tine uygun cüz'i ve incelikler üzerinde hassasiyetle du-
ran karakteri birbirine uymuyordu. °(4).
\
Şöyle
bir soru sorulabilir: Hataları bunlar olunca
Hz. Ebu Bekir (R.), Hz. Halid'i neden görevinde bırak
mıştı? ..
.254
«Malik b. Nüveyre olayı ile ilgili Hz. Ebô. Bekir ile
Hz. ömer arasındaki görüş ayrılığı, gördüğün noktaya
kadar vardı. Şüphe yok ki her iki kişi de İslam için ha~ ·
yırlı olanı istemekteydi. Bununla birlikte, görüş aynlık
ları, Halid'in yaptıklarını farklı değerlendirmelerinden
mi, yoksa müslümanların hayatında çok nazik bir yeri
olan bu dununda uygulanması gereken politikanıri ne
olması ile ilgili farklı kanaatlere sahip olmalarından mı
kaynaklanıyordu? Durum gerçekten çok nazikti. Arap
Yarım8.dası'nm her tarafından irtidat ve başkaldırmalar
görülüyordu.
cıBu anlaşmazlıkla ilgili kabul ettiğim görüş şudur:
Bu sözkonusu durumda izlenmesi gereken politika ile
ilgili bir anlaşmazlıktı. Bu da iki şahs~yetin yaratılışla
rına uygun bir ştjydi. Ömer (R.) -ki tavwiz adaletin
örneği idi- Halid'in müslüman bir kimseye haksızlık et-
tiği ve bu kişinin hanımını iddeti tamamlanmadan al-
dığı görüşünde idi. Bu nedenle onun orduda kalması doğ
ru olamaz. Ta ki bir daha benzeri bir iş yapıp müslüman-
larm düzenini bozmasın ve onların değerlerini küçü,lt-
m.esin. Aynca işlediği günah dolayısıyla da cezasız kal-
maması gerektiği görüşünde idi. Halid'in, Malik olayını
te'vil edip hata ettiği haberi sahih olsa bile, -ki bu
ömer'iı'ı caiz görmediği bir şeydir- Malik'in zevcesine
yaptıkları ona haddin uygulanması için yeterlidir. (5)'
Halid'in «Allah'ın kılıcı» olması ve ordusunun zaferden
zafere koşması, onu mazur gösteremezdi. Eğer böyle
bir durum bir kimseyi mazur gösterebilseydi, Halid ve
benzerleri için haramlar mübah kılınırdı ve bu Allah'ın
' kita;bına karşı duydukları saygı konusunda müslüman-
lann yüzlerine vurulacak en kötü bir örnek olurdu.
(5) Bu iddia doğru olsaydı, Hz. ömer (R.), halifelılği döneminde Halid'e
keslnllkle had uygulardı.
255
Bu nedenle ömer (R.) bu konuda Hz. Ebu l3ekir (R.)'e
tekrar tekrar ve ısrarla müracaat etmiştir. Sonunda Hz.
Elbı1 Bekir (R.) Halid'i çağırıp yaptığından dolayı şiddet-
le azarlamıştır. '
«Hz. Ebu Bekir ıse· bu gibi işleri önemli görüp bun-
lar üzerinde durmanın zamanı olmadığı ~örüşünde· idi.
Tehlike devletin tümünü kuşatmış iken ve tüm Arap Ya.;.
rımadası'nda ayaklamnalar meıvcutken hatalı veya ha-
tasız bir te-ville bir adamı veya bir grubu öldürmüş ol-
manın değerinden pek söz edilebilir miydi? Hata yapmış
olmakla itham edilen bu adam ise, belaları savacak, teh-
likeleri önleyecek en büyük güçlerden biri idi. Arapların
geleneklerine uygun olmayan bir şekilde bir kadınla ev-
. lenmek ve hatta iddeti tamamlanmadan onunla gerdeğe.
girmek, savaşmış bir fatihin ortaya koyduğu bir iş ise
bunun pek önemi olamaz. üstelik savaş hükümlerine gö-
re fethedilen bölgedeki tilin kadınların kendisinin esir-
leri olması sözkonusudur. (6). ·
256
larm. komutanlarından ikrime b. Ebi Cehll'i yenmişti.
Müseyleme'yi hezimete uğratmak için en büyük ümitler
ise, Halid'in kılıcına bağlanmıştı. O halde Malik ib. Nü-
veyre'nin oldürülmesi ve Halidi'n gönlünü kaptırdığı
Leyla yüzünden mi Halid azledilecek, müslüman ordu-
lar M\iSeyleme'ye yenilmekle karşı karşıya getirilecek ve
Allah'ın dini bir takım tehlikel~rle karşı karşıya bırakı
lacaktı? Halid, Allah'ın ayeti ve kılıcıdır. O halde, yanı
na çağırdığı vakit, Hz. Ebu Bekir'in onu azarlamakla
yetinmesi ve aynı zamanda ona Yemame'ye gidip Müsey-
leme'ye karşı savaşmasını emretmesi uygun düşerdi ve
öyle oldu.
«Görüşüme göre, bu olay ile ilgili Hz. EbO. Bekir ile
Hz. ömer'in anlaşmazlıklarının doğru yorumu budur.
Beni Hanifenin peygamberlik taslayan yalancısınıri İk
rime'yi yenmesinden sonra Hz. EbO. Bekir'in Halid'e
Müseyleme'ye karşı gitme emrini vermesini, Medinelilere
ve özellikle Hz. ömei"e ve onun görüşünde o~anlara Ha-
lld'in zorlukların adamı olduğu gerçeğini göstermek is-
temesine de bağlayabiliriz. Ayrıca Hz. Eibu Bekir, Halid'e
bu emri vermekle onu ateşe doğru sürmüştü. Bu ateş, ya
Halid'! yutacak ve onun sonunu getirecektir -bu ise,
onun Malik'e ve eşine yaptığının en iyi cezası olurdu-
ya da zaferi kazanacak ve zafer onu temize çıkaracaktır.
Halid bu ateşten pek çok ganimetle ve zaferle kurtuldu.
Müslümanların korkusunu gidermişti. Artık bu zaferi
karşısında, önCeden yaptıklarından söz etmeye değmez-
di.» . .
Dr. Heykel'e göre durumun «doğru» yorumu bir dö-
nemini yaşayıp, bu dönemin büyük şahsiyetlerinin ince,
duygulu vicdanlarıyla karşılaştığı halde, sonra da olaylan
yorumlarken duygu ve vicdanıyla bu seviyeden yukarıya
çıkamaması, gerçekten çok şaşırtıcıdır. Bu yorumlardaki
258
,gücünü zayıflatmaktanve durumlarını daha da nazik,.
leştirmekten korkmuyor muydu? Halid, müslümanlan
içinde lbulunduklan bu zor durumdan kurtarıncaya ka-
dar bekleır:nek, bundan sonra da dilediği emri vermek,
daha güzel olmaz mıydı? ..
«Bunların savaşın gelişmesinde kendilerine göre bir
değer taşıdıklarında şüphe yoktur. İleride Ebu Ubeyde'-
nin bunları, Hatife'nin kendisine kızacağını hesaba kat-
madan nasıl gözönünde bulundurduğunu göreceğiz. Fa-
kat Hz. ömer (R.) durumu başka bir açıdan değerlen
cliriyo:rdu. Eğer Hz. Ömer (R.), Halid'in azlini savaştan
Sonrasına kadar geciktirmiş olsaydı, bu onun öngördüğü
politikaya zarar verir ve planlarını bozardı. Savaşta müs-
lümanların yenilmesinden veya düşmanlarını yenmele-
rinden başka bir sonuç alınamazdı. Eğer müslümanlar
yenilecek olsalar, Halid'in azledilmesinin onlara bir fay-
dası olmazdı. Eğer müslümanlar Halid'in komutası altın
da savaşı kazanacak olsalar, zaferinin en yüksek nokta-
sında bulunan birisini görevden almak, l!z. ömer'in işi
ne gelmezdi. Oysa Ömer (R.), Halid'in Şam'da veya başka
bir yerde genel k.omutanlıkta kalmamasını istiyordu. Bu-
nun için Hz. Ömer, sür'atle. Halid'i görevinden aldı. Bun-
dan sonra müslümanlar zafer elde ederlerse bundan do-
layı Hz. Ömer'e sitem, haliyle sözkonusu olmayacaktı.
Ömer, hak olduğuna inandığı bir şeyi yapmış olacaktı.
bununla da Halid'e zulm etmiş olmuyordu.n
Yirminci asırda Dr. Heykel Paşa işte böyle düşünü,.
yor. Sonra da düşündüklerini, Hz. ömer'e isnad ediyor.
Daha önceden de düşünmüş, düşündüklerini de Hz. Ebu
Bekir'e isnad etmişti. Bunlar, ruhu hiç bir şekilde Ebıl
Bekir ile Hz. Ömer (R.)'in ruhunu anlayamamış bir
94amın sözleridir. Onun İslam atmosferindeki yaşayışı
bir an bile yirminci asrın komplekslerinden, hilelerden
259
ve fırsatıan değerlendirme dü§üncesinden onu kurtara.·
mamıştır.
260
dönemini, bu yüce ufka yükselebilme kabiliyetine sahip
her vicdanın kuvvetle duyduğu şekilde gerçek tablosunu
ortaya koymak istiyorum.
Çeşitli yönlerde bu ince duyarlılığın örneklerini orta.-
ya koymaya devam edelim:
İşte ömer b. Hattab. Halife olmasına rağmen 1bir su
kırbasını yüklenmiş olarak gelme.kte. Oğlu hayretle ona
sorar:
- Niçin ıböyle yapıyorsun?
Cevap verir :
-Kendimi beğenir gibi oldum. Nefsimi zelil etmek
. istedim. '
Anınn Allah'ım, bu ne büyük ıbir hassasiyeti.. i\da-
mın nefsi, hi!Afetle, fetihlerle ve azameti dolayısıyla bü-
yüklenir gibi oluyor; nefsinin böyle bir kibire gömülme-
sini istemediğiınden, sür'atle onu zelil etmeye koşuyor
ve Bizans ve İran İmparatorluklarının büyük bir kısmını
İslam topraklarına katmış olmaya ve bu toprakların yö-
neticisi, halifesi olmaya hiç aldırış etmiyor.
1
Halife Ali b. Ebi Tali'b (R.) kışın soğuktan tir tir tit-
riyor. Üzerinde de yazlık bir elbisesi var. Soğuktan kendi-
sini koruyacak başka bir şeyi de yok. Halbuki Beyt-ül-
Mal elinin altında. Onun vicdanının uyanıklığı ve. şuuru
nun inceliği, kendisine kışlık elbise aldırmıyor.
EbılUbeyde ordusu ile birlikte Amvas'ta bulunmak-
tadır. O bölgeyi öldürücü veba salgını kasıp kavurmak-
tadır. Hz. Ömer (R.), «Ümmetin Emirh> Ebu Ubeyde'nin
de bu hastalıktan ölmesinden korkar. Bu hastalığa ya-
kalanmasını önlemek için onu yanına davet etmek üze-
re bir mektup yazar. Mektubunda der ki:
261
«Seninle karşılıklı konuşmamı gerektiren bir me-
selem var. Bu mektubumu alır almaz hemen bana gel.»
Ebft Ubeyde mektubu görünce Hz. ömer (R.) 'in mak-
sadım anlar, onun kendisini veba'ya yakalanmaktan kur-
tarmak istediğini kavrar ve mektubuna şu cevabı verir:
«Allah mü'minlerin emirine mağfiret etsin. Ben se.-
nin bana neden dolayı ihtiyaç duyduğunu anladım. Ben
bir grup müslüman asker arasında bulunuyorum ki, ken-
dimi onlara hiçbir şekilde tercih etmiyorum. Bu nedenle
Allah'ın benim de, onların da haıkkında hQ.kmünü icra
edene kadar onlardan ayrılmak istemiyorum. Ey mü'min-
lerin emiri, beni yanına çağırmaktan vazgeç ve beni as-
kerlerim arasında bırak.»
Hz. Ömer, Ebft Ubeyde'nin mektubunu gözyaşları
arasında okur. Etrafındakiler ona sorar:
- Ebu Ubeyde öldü mü yoksa?
Hz. Ömer gözyaşlarıyla boğulurcasına:
- Hayır, fakat ölmüş sayın, diye cevap verir ...
Ve bir süre sonra EbO. Ubeyde vefat eder. . ---~~~~
262
- Ben Bilal b._ Rebah'ım. Bu da benim din karQ.eşim
Ebu Ruveyha'dır. O, huyu ve İslami yaşayışı itibariyle
kötü bir kimsedir. Eğer ona kız vermek istiyorsanız veri-
niz. İstemiyor5anız vermeyiniz.
Bu herhangi bir ayıbı gizlemeye
şekilde konuşarak,
kalkışmıyor, kardeşinin durumundan da bir şey gizlemi-
yor. Söyleyeceklerinde Allah'ın huzurunda sorumlu ola-
cağını unutmamak için aracı olduğunu hatırına bile ge-
tirmiyor. Yemenliler bu doğruluğun kendilerine verdiği
güven içinde Ebu Rü.veyha'ya kızlarını verirler. Onlar
için bu doğru sözlü kişinin kızlan ile damad olacak kim-
senin arasmda aracı olması yeterli gelmişti.
İmam Ebu Hanife, ticaret ortağı Ha.fs b. Abdurrah..
man'a mal göndermiş, gönderdiği elbiselerin birinde bir
kusur olduğunu bildirmiş ve «satarsan bu elbisedeki_ ku-
suru da bildir.» diye onu uyarmıştı. Hafs, bu malı satmış
ve kusurlu elbisenin kusurunu bildirmeyi unutmuştu;
kusurlu bir elbise karşılığında kusursuz bjr elbisenin pa-
rasını tam olarak almıştı.
263
maza. gittiğinde yeğenini dükk&nda bıraktı. Bir bedevı
Arap gelip dört yüz dirheme bir elbise istedi. Yeğeni be-
deviye ikiyüz dirhemlik elbiselerden verdi. Adam elbiseyi
beğendi ve satın aldı. Elbise elinde olduğu halde ·yolda
giderken Yunus onu gördü ve elbiseyi tanıdı. Bedevi'ye
dedi ki:
__. Bunu kaça aldın Bedevi :
- Dörtyüze,.dedi. Yunus:
- .Bu elbise ikiy".izden fazlasına değmez, dedi. Git,
geri ver.
Bedevi dedi ki :
- Bu, bizim oralarda beşyüz de eder. üstelik ben
bunu rızamla aldım. Yunus:
- Geri dön, dedi. Çünkü dinde nasihat, dünyadan
ve dünyadaki her ~yden hayırlıdır.
Sonunda adamı geri gönerip, ona ikiyüz dirhem da-
. ha verdi. Bunun için de yeğenine çıkıştı ve ona dedi ki:
- Utanmadın mı? Allah'tan korkmadın mı? Elbise·
nin değeri kadar kar yapıyorsun ve müslümanlara karşı
doğru hareket emiyorsuıı.
264
- Sen olsan bile biz kendimiz için razı olma-
razı
dığımız şeyesenin için de razı olmayız, der ve .ona beş
dirhem daha ged verir. (8). ·
Bu üç Yunus b. Ubeyd'in yeğenine
olayın anahtarı
söylendiği: ((Utanmadın mı, Allah'tan korkmadın mı?ıı
sözleridir. Evet, Allah'tan utanmak ve Allah'tan kork-
mak ... İşte İslRm'ın insan ruhunda kuvvetle doğurduğu
his budur.
Sunduğumuz bu örneklerin dışında her yerde, her
köşe ve bucakta onlarcasına,.yüzlercesine rastlayabiliriz.
tsle.mın insan vicdanını arındırmak ve Y,üceltmek, bü-
tün rorunluluklann üstüne çıkabilmek konusunda hedef
aldığı yüce ufukları göstermeye bu azıcık örnekler bize
yeter. Vicdanın böyle l>ir şekilde arınması halinde insan,
bencilliğin, hayatı sevmenin, mal ve mevki hırsının üs-
tüne yükselir; İslamın insan vicdanına yüklediği sürekli
uyanıklığın, bu yüce ufuklara varabilmeyi sağlamak
·için şuurundan uyandirdığı derin hassasiyetin yükümlü-
lüklerine. katlanmasını s~ğlar.
Bundan sonra gönül rahatlığı içinde, İslami hayatın
gerçekled arasında, bu yüce ve parlalt ufukların aydın
lığında İslim tarihinin Sosyal Adalet ile ilgili bazı ger-
çekleri üzerinde duralım.
İnsanoğulları arasında
*multak bir eşitlik ve bu eşit
liği bozan göresel bütün değer ve mevkilere itibar etmek-
ten vicdanın kurtulup mutlak bir hürriyete kavuşması,
İslamın ana gayesidir. İslamın eşitlikle vicdani hürri-
265
yet ile ilgili nazariyesinden ve İnsanlık toplumu ile il-
gili İslam düşüncesinin oluşmasında bu nazariyesinin
son derece köklü olduğu konusunda şüpheye yer bırak
.mayan nasslardan daha önce söz etmiş idik:. Şimdi de bu
nazariyenin hayat gerçeğinde nasıl uygulandığına. bir
bakalım.
266
ed1yor, daha SOiıra da oğlunu Bizanslılarla savaşmak
üzere gidecek ordunun başu:ıa kumandan tayin ediyor.
Bu ordu içerisinde Ensar ve .Muhacirlerden pek çok kim-
se vardı. Aralarında Resulullah'ın iki danışmanı, yakın
iki arkadaşı ve müslümllnlann icmaı ile ondan sonra.
başa gelen iki halife olan Hz. Ebu Bekir ile Hz. ömer
gibileri de bulunuyordu. Aralarında Sa'd b. Ebi Vakkas
gibi birisi de vardı. Hz. Sa'd'ın, Resulullah'la yakınlığı
da biliniyordu. Beni Zühre'den, Resulullah'm dayıların
dan oluyordu. Kureyş kabilesinden ilk müslüman olan-
lardandı. Onyedi yaşlarında iken Allah ona İslam'ı na-
sip etmişti. Büyük bir mal ve servet sahibi idi. Büyük
bir savaşçıydı ve savaş dehasına da sahipti;
Resulullah (S.) ebedi aleme göç edince, Hz. Ebu
Bekir (R.) de üsame'nin ordusunu göndermekte ısrar
edip yine Resulullah'ın seçtiği kumandanı yerinde bı
raktı ve Üsame'yi ordusuyla birlikte Medine'nin
, dışına
kaıdar uğurladı. Usame (R.) binekle, halife Hz. Ebu Be-
kir (R.) ise yaya. Usame genç olduğu halde binek üze'"
rinde, Resulullah'ın halifesi Hz. Ebu Bekir ise yaşlı ol-
duğu halde yaya olmasından utanarak diyor ki:
- Ey Allah'ın Resulünün halifesi, ya sen bin ya
da ben ineyim.
Halife yemin ederek cevap verir:
- Hayır, vallahi, ne sen inersiiı, ne de ben bine-
rim. Ayaklarımı Allah'ın yolunda bir en tozlanmaktan
ne diye alıkoyayım?
Sonra Ebu Bekir (R.), Hz. Ömer'e ihtiyacı olduğunu
anlar. Çünkü halifelik gibi bir yükü omuzlarına almış~
tır. Ancak Hz. Ömer (R.), Hz. Üsame'nin ordusunda
askerdir. Kum.andan da Hz. üsame'dir. Bunun için Hz.
Ebu Bekir'in Hz. ömer'in izinle istemesi' gerekiyor. Der
ki:
267
- Eğer ömer'i vererek bana yardım etmeyi uygun
görüyorsan, ver.
Allah'ım... «Eğer ômer'i vererek baına yardım et-
meyi uygun görüyorsan ver»; bunlar ne yüce ufuklar-
dır! Hiçıbir ifade, hiçbir açıklama bunların yüceliklerine
yükselemez.
Zaman çarkı döner. ömer b. el-HattAb (R) ın halife
olduğunu ve azadlılardan biri olduğu halde Ammar b.
Yasir'i Kufe'ye vali tayin ettiğini görüyoruz. Bir gün
Ömer (R.) in kapısında Süheyl bin. Am:r b. el-Haris b.
Hişam ile Ebft Süfyan b. Harb ve Kureyş'in ileri gelen-
lerinden bir topluluk beklemekte iken, Hz. ömer onlar-
dan önce Süheyl ile Bilal'in içeri girmesine izin verir.
İkisi de fakir kimselerdi ve azadlı idi. Fakat ikisi de Be~
dir savaşına katılanlardan ve ilk müslüman olanlardan
oldukları için, onları daha önce içeri alır. Ebu Süfyan
böyle bir işe kızar ve bu kibirine dokunur. Dilinden cA•
hiliyet davası sözler çıkar:
- Bugün gibisini görmedim. Ömer bu kqleleri içeri
alıyor, bizi de kapısında bekletiyor.
268
- Yerime İbn EbzA'yı bıraktım. Hz. ömer:
- İbn EbzA kim? Nafi:
- Bizim azMlılanmı7.dan biri, der. Hz. Ömer:
- Onların başına bir azadlı mı tayin ettin? Nafi:
- O, Allah'm kitabını hıfzetmiş, farzları çok iyi
bilir ve hasımlar arasında iyi hüküm verebilir (kadı
dır).
Bumin üzerine Hz. Ömer (R.) dedi ki:
-'-Peygamberimiz (S.) buyurdu ki: «Allah bu Kur'-
an (ı tatbik etmek ve bilmek) sayesinde kimi toplulukları
yükseltir; kimilerini de alçaltır.»
.Hz. Ömer (R.) in sorusu böyle bir işi uygun görme-
diğinden değildi. O, bu soruyu, bilmediğini öğrenmek
için sormuştu: tbn Ebza'nın meziyeti ne idi? Çünkü
kendi1'i İbn Ebza'yı tanımıyordu. Kendisinden sonra ara-
larında halifeyi seçmek üzere altı sahabiyi tavsiye eder-
ken: «Eğer Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim hayatta ol-
şaydi, onu J:İalifeliğe tavsiye ederdimn diyen aynı ömer'-
dir. Salim ona göre Şura Heyetini oluşturan Osıman,
Alt, Talha. Zübeyr, İbn Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Ab-
dullah b. Ömer'den daha tercihe değerdi.
AzMlılaroan biri, Kureyşlilerden birisinin kızkarde
şini ister ve ona çokça mal verir. Fakat Kureyşli kızkar
deşini ona vermek istemez. Durumu Hz. Ömer'e ulaşmca,
Kureyşliye der ki:
- Niye ona kızkardeşini vermedin? O salih bir kim-
sedir. K.ızkardeşine verdiği mal da iyidir.
Kureyşli der ki ~
- Ey mü'm.inlerin emiri, bizim bilinen bir mevki-
t'niz vardır. O, kızkardeşimin dengi değildir.
Hz. ômer der ki:
- O dünya ve ahiretin mevkileriyle sana gelmiş bu-
lunuyor. Dünya mevkii maldır, ahiret mevkii de takvA.-
dır. Eğer kızkardeşin razı ise onu bu adama ver.
269
Bu sefer Kureyşli kızkardeşine razı olup olmadığını
sorar. Kız razı olunca, onları evlendirir.
Daha önce azadlı
köle Bllfil'in, soylu Ebu Ruveyha'-
mn evlenm.esi konusunda Yemenlilere nasıl gittiğini ve
onların da Hz. BilaI dolayısıyla. Ebu Ruveyha'yı kabul
ettiklerini görmüştük.
Her alaµda en yüksek ve şerefli mevkilere ulaşmak
için kölelere, azadlılara bütün yollar açık bulunuyordu:
c<Abdullah lb. Ömer de kölesi Nafi' ile birlikte anılıyordu.
Enes b. Malik kölesi İbn Sirin ile, Ebu Hilreyse kölesi
Abdurrahman b. Hürmüz ile beraber anılıyordu.
«Basra'da Hasan el-Basri, Mekke'de Mücahid, Ata b.
Ebi Rebab ve Tavüs b. Ebi Keysan en önde gelen fakihler
idi.
«ömer b. Abdülaziz zamanında Mısır'da fetva ma-
kamına Yezid b. Ebi Habib adında şiyah bir köle geti-
rilmiştir.» (9).
~70
san'ın öğrencisi idi. Kendisi .MuhtecUl;>illah'ın isteği üzere
«Kitabulharac»ını te'lif ediyordu. Bir taraftan kundura
tamir ediyorken diğer taraftan fıkıh ile ilgili muazzam
kitaplarını te'lif ediyordu. imam Kerabisi, dokuma ku-
maşlar satıyordu. el-Kaftal, elini çıkardığı vakit çalış
maktari mütevellit izleri görünürdü. Derdi ki: ccBu be-
nim kilit yapmamın etkisindendir.» İbn Kutlubuğa teT-
zilik yapıyordu. Zamanının en büyük alimlerinden el-
Cassas alçı işlerinde çalışırdı. es-Saffar, bakır kap satı
cısı idi. es-Saydalani, attardı. el-Hılvani'nin babası, hel-·
vacı idi. Dehhak (uncu), Sabuhi (sabuncu), Na'ali (nal-
bant), Bakkali (bakkal), Kuduri (çömlekçi) ve bunlara
benzer pek çok kişi. .. Bütün bunlar tarihin sayf alan ara-
sında şuna tanıklık ediyorlar: İslam Medeniyetinin şafa
ğının sökmesiyle birlikte bu Ümmet, batı dünyasının
asırlar boyunca gerçekleştirmek için çalıştığı ve henüz
gerçekleştiremediği: «Yüce ve bir takını meslekler yok-
tur. Olan şudur: Bir takım insanlar kendi gayretleriyle
yücelir, bir kısmının ise yüceliği olamaz.» ilkesini ger-
çekleştirebilmiştir.» (10).
*
Fakat insani eşitliğin bu yüce ufkunun tam anla-
mıyla anlaşılması,· İslam toplumunda yüksek mevkileri
işgal edenlere nasıl davranıldığını bilmemize bağlıdır.
Yüksek mevkileri işgal edenler, aşağı mevkilerde bulu-
nanların seviyesine indirilmedikçe; aşağı mevkilerde bu-
lunanlara yalnızca saygı duymak ve onlan öne geçirmek
yetmez. Yüks.ek mevkide bulunan birisi, yüksek mevkide
olmayana ancak ameli ile üstün olabilir; Ne mevkii, ne
soyu ne. de malı dolayısıyla üstünlük sahibi olamaz.
271
İmam Ebu Yusuf, «Kitab-ül·Haracııında der ki: .Sa-
na Abdulmelik b. Ebi Süleyman, Ata'dan naklen anlata-
rak dedi ki: ömer (R.A.), amillerine mektup yazıp Hace
mevsiminde yanına gelmelerini istedi. Onlar da geldiler.
Hz. Ömer, ayağa kalkıp insanlara şöyle hitap etti:
1
272
kurtaramadı. Hz. Ömer, Amr'ın oğluna misilleme uygu•
latmca, Mısırlıya diyordu ki:
- Ş&eflllerin oğluna vur!
Eğer Mısırlı vazgeçip af etmeseydi Aınr'ın kendisi ,
de aynı şeyi tadacaktı.
Hz. Ömer:
274
Bu sefer Selman (R.):
- Şimdi emı:et, dinleriz. de, itaat da ederiz, deyip
oturdu.
Buna rağmen birisi: «0, Ömer'dir» diyerek itiraz
edebilir.
o halde biz de Ebu Ca'fer el-Mansur'a bakalım. Ebu
Cafer, baskı ve şiddete dayalı bir devlet yönetimi geliştir
mişti. Fakat bu baskı ve şiddetini, İslami uyanıklık
ayakta durduğu ve tüm insanları baskı ve şiddet sahibi
yönetici.lerden bile koruduğu için, fazla uzağa götüremi-
yordu. Böyle bir atmosfer içerisinde böyle bir 'devlet kur-
muş olan bu adamın yanına Süfyan es-Sevri girerek ona
der ki:
- Ey mü'minlerin emiri, Allah'ın malından ve ken-
dilerinden izin almaksızın Muhammed ümmetinin malın
dan yaptığın haksız harcamalar hakkında ne dersin? Hal-
buki Ömer b. el-Hattab beraberindekilerle birlikte hacc
·etmiş ve bunun için de onaltı dinar harcamış olduğu hal-
de şunları söylemişti: «Beytülma.Iden çok aşın harcama-
lar yaptığımızı görüyorum.» Senin de hazır bulunduğun
bir mecliste Mansiir b. Amnı§.r'ın, İbrahim'den, onun
Esved'den, onun Alkame'den, onun da İbn Mes'lid'dan,
Resulullah'ın rivA.yet etti~ şu hadis'i sen de bilirsin: «Al·
lah'ın ve Restllünün malında nefsinin dilediği gibi tasar-
ruf eden nice kişiler vardır ki onlar Cehennemliktir.»
Ebtı Ubeyd el-Katib-hükümdarın sarayında hükümdara
yakınlardan biri- bunun üzerine der ki:
· - Mü'mtnlerin emirine karşı .bu sözler hiç söylenir
. mi?
Süfyan, azarlarcasına ona şöyle cevap verir:
-,Sus be! Fir'avn'ı Ham~ Haman'ı da. Fir'avn he-
l§.ke götürm.üştü. (11)
275
Daha sonra da güçlü ve hak bir sözü söylemiş olarak
oradan çıkar. İstedikleri kadar ileriye götürsünler, kalbi
iman ile m.Amur, iht.ıyaÇlann üstüne çıkmış ve kendini
Allah'a adamış kimselere birşey yapmaya asla cesaret
edemezler.
İşte Vasık. o da müstebid hükümdarlardan biri. Hu,.
zuruna kelam filimlerinden birisi girer, selam verir, fa-
kat VA.sık selAmını almadığı gibi: «Allah'ın selAmı üze-
rine olmasın» diye karşılık verir. Alimin .cevabı ise şu
olur:
- Sana öğreten kötü ö~etmiş, Allahü Teala: «Bir
seU1m ile selft.mla.n.dığınız vakit, daha güzeli ile selam ve-
rin veya (aynen) geri çevirin.ıı buyuruyor, sen ise ne daha
güzeli ile selamımı geri çevirdin, ne de aynen. (12)
İmam Ebu Yusuf, hakimdir. Huzuruna Abbasi hü-
kümdarlarından el-Hadi ile bir adam gelir. Bir bahçe
konusunda a.n.laşmazlıklan vardır. Ebu Yusuf, adamın
haklı· olduğunu görür. Ancak hükümdarın şahitleri var-
dır. Ebu Yusuf der ki :
- HaSım, el-Hadi'nin şahitlerinin doğru olduğuna
yemin etmesini istiyor.
el-Ham, küçük düşürüleceğine inandığı için yemin
etmek~ kaçınır ve bahçeyi sahibine bırakır. İ. Ebu Yu-
suf, gerek gördüğü için Harun er-Reşid'e de yemin e~
tirir. ~irgün de el-Fadl b. er-Rabi', t. Ebu Yusuf'un hu-
zurunda şahitlik yapar, fakat imam şahitliğini red eder.
Halife nedenini sorar:
- Neden el-Fadl'ın,ş!hitliğini red ettin?
Ebü Yusuf dedi ki:
-Onun, ben senin kölenlın dediğirii işittim. Eğer
söylediği doğru ise 'kölenin şehMeti kabul edilmez, yok
276
eğer yalancı tse yalancılığı nedeni ile §Wtliğini kabul
edemem. (13).
tslam'm vicdanlariıa yaktığı bu parlak ışık, tarihin
en karanlık dönemlerinde bile kaybolmamıştır. Bu vic-
dani hürriyetin ve bütün değerler ü.zerine yükselen bu
ruhi yüceliğin çeşitli örneklerini tarih boyunca görmek
mümkündür.·
Ahmed b. TU.lin, Mısır'da hükümdardı. Hanefi Kadı
Bekkar b. Kuteybe'ye derin bir saygı duyardı; Ahmed,.
kadmm dersine gelir ve onun yanma yaklaşana kadar
geldiğini farkettirmezdi. Ahmed, Kadıdan Abbasi ha-
Ufesinin veliahdı el-Muvaffak'a IAnet okumasını isteyince
duraklar ve der ki :
_._ Dikkat et, Allah'm laneti zftılimler üzerinedir! ..
İbn Tulftn'a: ·
- Bu sözle seni kasd etti, denildi
Bunun üzerine İbn. Tftlftn, Bekkar'dan kendisine ver-
miş olduğu mükafatları geri vermesini ister. İbn TU.lftn,
hepsinin ağızlan bile açılmadan oldukları gibi durduk-
ıannı görür. Aynca onu kiraladığı bir evde hapseder.
Bekkar o evin bir yerinde oturur ve İbn Tfüftn'dan alı
nan bir izinle, insanlarla konuşurdu. İbn TU.lfuı, ölümü
ile sonuçlanan hastalığa yakalanınca, ondan hela.Ilık di-
. lemek üze.re, Bekkar'a birisini gönderir, Bekkar gönde-
rilene det ki :
- Git ona söyle, ben yaşlı bir ihtiyarım, sen .de has-
tasın. Allah'a kavuşmak yakındır. Aramızda Allah var-
dır.
Bir zaman sonra İbn Tfüftn ölür. Bekkfu- ise: «Fuka-
ra öldü» derdi. (14)
(13) el-Cündi, ·EbO Hanife• adlı eserinden.
(14) A.g. e.
j
277
İşte böyle. «Fukara öldu.» Çünkü kendisini ondan
daha üstün görüyordu. Saltanat sahibi olmasına rağmen
onu «fakir» kabul ediyordu.
EyyO.bi Devleti dönemlerinde idi. «HÜkümdar İsmail,
Haçlı savaşları sırasında Haçlılarla dostluk antlaşması
yapıyor ve onlara, Necmuddin EyyO.b'a karşı kendilerine
yardım etmeleri için Sayda ve diğer kaleleri teslim edi-
yor. İzzeddin b. Abdüsselam onun bu işini şiddetle. red
eder. Bu sefer İsmail, ona kızar, onu' azleder ve tutuklar.
Ona bir takım vaadlerde bulunmak üzere bir elçi yollar.
Elçi, İzzeddin'e der ki:
- Daha önce işgal ettiğin mevkiler, sana fazlasıyla
18.de edilecek. Buna karşılık da sen, yalnızca hükümPara
boyun eğeceksin.
278
telef olması dolayısıyla sıkıntı ve darlık içindedirler. Si-
zin de bildiğiniz gibi raiyyeye şefkat gerektiği gibi, on-
ların veliyYtılemre kendisine ve kendilerine yararlı ola-
cak konularda nasihat etnıeleri de gereklidir. Çünkü din
nasihattir.»
Sultan bu nasihatı şiddetle red etmiş, alimlerin ken-
disine karşı takındıkları tavrın ve Tatarların Şam'ı istila
ettikleri vakitlerde, memleketin ayaklar altında çiğnen
diği günlerde susmalarının nedenim sormuştu .. İmam
Nevevi, na.sihatını yine aynı şekilde güçlü olarak tekrar-
lıyor ve bunu Allahü Teala'nın kendilerinden almış ol-
duğu yemin gereği yaptığını bildiriyordu. Çünkü Allah,
alimlerden Cfdini hükümleri mutlaka açıklayacaklarına
dair» ahid almıştır. Hükümdara ve tehdidine cevap ol-
mak üzere İmam şu cevabı yazıyor: cıCevapta sözü edilen
biz alimlerin, kafirlerin topraklarımızda bulunmasına
karşı çıkmayışımıza gelince: Sorarım size, müslüman hü~
küındarlar, tınan ve Kur'an ehli olan kimseler, 8$gln
kafirlerle nasıl kıyas edilebilir? Dinimizin hiçbir hük-
müne inanmadıkları halde biz azgın kMirlexi ne. diye
ağzımıza. alıyorduk? .. Bana gelince, tehditten bana Za.rar
gelmez ve beni sultana nasihat etmekten alıkoymaz. Ben
bunun bana da, •benden başkalarına da vactb olduğuna
inanıyorum. Vacibin yerine getirilmesi dolayısıyla karşı
laşılan durumlar ise, Allah'ın katındaki hayrımızui art-
masına neden olur ... Ve ben işimi Allah'a havale ediyo-
rum. Allah kullarını görendir. Resuluİlah (S.) bize ne-
rede olursa olsun htikkı söylemeyi ve kınayanın kınama
sından korkmamayı em.retmiştir. Biz yine de sultanı ve
ona dünyada ve 8.hiretinde faydalı olaru her durumda
severiz.»
İmam Nevevi'nin mektuoları bu şefkat ve güçlükle
devam edip durdu. Fakat Z8.hir Baybars bir türlü öğüt-·
279
teri kabul etmiyor ve etlkisl gibi fazla vergile:ı,- topla.maya
devam ediyordu. Çfu).kü şava.ş :ma~ ve .siIAha ihtiyaç do-
ğuruyordu. Aynca Sultan yaptıklarının meşrıl.' olduğu
na dair alimlerin f etvaıannı da toplamıştı. imam dışın
da hepsi sultanın istediği fetvayı yazdı. Bu durum İmam
Nevevi'nin kendi görüşüne daha da bağlanmasına ve onda
ısrar etmesine neden oidu. Zahir, Nevevi'ye de aynı şeY,i
·yazdırmak için huzuruna getirdi. Bu sefer Nevevi, gön-
derdiği o şefkatli mektuplar yerine, ona şiddetli bir ce-
vap verdi. Ona dedi ki: «Ben senin hiçbir malının, ser-
• vetinin olmadığı günleri biliyorum. Daha sonra Allah
sana ihsan etti ve sen de hükümdar oldun. İşittim ki, se-
nin bin kölen ve her bir kölenin ~tın işlemeli bir elbisesi
varmış. Ayrıca yüz cariyen ve her bir cariyenin ~e zinet
eşyası varmış. Eğer bütün bunları harcar, kölelerin al.;
tın işİemeU elbiseler yerttıe yün elbiseler giyer, cariyelerin
de zinetsiz, sırf elbiseleriyle kalırsa o zaman raiyyeden
mal almana fetvA veririm.»
Zahir hiddetlenir ve İmarp.a; «Bulunduğum şehirden
(Şa.m'dan) çık» ~er. İmam Şa,mı'ın uzak 'bir 'bölgesine
gider; Fakihler Zahir'e: «Bu bizim aUnılerimizin, salih-
lerimizin ve yolundan gidilecek olanlarımızın en ileri ge-
lenlerindendir, dediler. Onu tekrar Şam'a çağır.» Zahir
dönmesi için mektup yazar. Fakat İmam dönmez ve der
ki: «Zahir orada olduğu sürece Şam'a girmeyeceğim.»
Zahir bir ay sonra ·Ölür. (16)
Yakıntarihimizde de bu yüce örneklere rastlamak
kolaydır. Ben bunlardan iki olayı anlatacağım. Bu ikisi-
ni de ravilerinin ağzından işitmişimdir. Bunların yazıya
geçirildiğine dair de herhangi bir bilgim yoktur. Bun-
ların ilkini <<İsmail» döneminin meşhur tarih uzmanı
280
merhtlİll Ahmed Şefik Paşa rivAyet etmiş
idi. İkincisini
ise, zaman itibariyle bize yakın olduğundan pekçok kişi
rivft.yet etmektedir. Hidiv Tevfik dönemlerinde cereyan
etmiştir.
281
maya, reayası arasında Mil ve merhametli davranmaya
çağırdı ... Bitirince de Allah'a iman edenler gibi başı dim-
dik dışarı çıktı.
Hidiv ve saray adamları ne yapacaklarını şaşırdılar.
Durumun bütünüyle aleyhlerine döndüğünü, sultanın
kesinlikle hiddetlendiğini, harcadıkları tüm emeklerin
boşa gittiğini, bütün emellerinin yok ol'qverdiğini san-
dılar ...
Fakat mü'mince söylenmiş hak bir söz hiçbir şekilde
boşa gitmez. Yerinden güçlü ve hararetle çıktığı gibi,
kalpleri de aynı şekilde etkilemesi kaçınılmazdır. Nite-
kim de böyle oldu. Sultan: «Sizin bundan başka bir ilim
adamınız yoktur» diyerek, hepsi arasından yalnızca ona
hediye verdi.
İkinci olaya gelince o da aDar'ül-ühlm». da .mdiv
Tevfik Paşa ile eş-Şeyh Hasan et-Tavil arasında ce:reyan
etmiştir.
282
sırada bunları giyeceğini anlatır ITTbi oldu. Müdür bu ga- .
rip hareketin nedenini anlayamadı ama içi rahatladı.
Zanµ.n ilerledi... Beklenen ziyaretçinin gelmesi ile
medresede yer yerinden oynadı. İşte burada müdür de,
öğretim üyeleri de, herkes de ansızın büyük bir şeyle
karşılaştı... eş-Şeyh Hasan, elindeki bohça ile Hidiv'e
yaklaştı. Basit bir şekilde ye güvenle konuştu :
*
Bundan sonra İnsani eşitlik, Vicdani Hürriyet ve
Mutlak Adalet ile ilgili olması bakımından, feth edilen
memleketlere ve İslam topraklarında yaşayan müslü-
man olmayan gruplara na.Sıl davranıldığına dair tarihi
gerçeklerde,n söz 'etmemiz gerekiyor. Bu öyle bir eşitlik
ve adalet çeşididir ki, fertleri aŞar, toplumları kapsar,
müslüman olma sınırlarını aşar, insanlığı kapsar.
283
Fethedilen bölgelerden ş<>z açma.lt, biıleri tsıa.ım
fetihlerin tabiatından, sebep ve gayeleıinden söz etmeye
itiyor. Bu· ise uzun bir bahiStir. Ondan da kaçınılması
mümkün olmayan ve insani kapsamı ve sosyal adalet
ile yaJsından ilgili olan kadarıyla söz edeceğiz.
İslam çağrısı, akla, ruh ve vicdana hitap etmekte-
meli üzerine kurulmuş, baskı araçlarından kendisini so-
yutlamış ·bir çağrıdır. Bu çağn, önceki dinlerde yer alan
mucize ve h&rikalar yoluyla manevi baskı uygulamakt..an
b;.Ie uzak k.alnllijtır. Çünkü İslam, insandaki idıfil: ve
kavrayış güçlerine saygı duyan dindir. Bu nedenle bun-
lara olağanüstülükleriyle baskı uygulamaksızın ve on-
lan acze düşürmeye çalışmaksızın, seslenmekle yetin-
miştir. o halde kılıç yoluyla maddi baskıyı kendisine bir
araç olarak seçmemesi, öncelikle söz konusudur.
«Dinde zorlama yoktur... » (el-Bakara: 256)
«Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve
onlarla mücadeleni en güzel Yol hangisi ise oriunla yap."
(en-Nahl: 125).
Fakat Kureyş, baştan beri yeni gelen bu dinin yo-
lunu maddi kuvv~tıe kesmek istemiş, İslam 'a girenlere
işkence yapmış, bir avuç müslümanı yer ve yurtlarından,
evlatlarından uzaklaştırmış, açlıktan ölene kadar onlarla
her türlü ilişkiyi koparmaık üzere kendi arasında anlaş..
mış, bu dinin yolunu kesmek amacıyla kullanmadık hiç-
bir maddi güç bırakmamıştır. O halde tsl!mın kendisini
savunması ve müslümanlar üzerindeki bu baskıyı kaldır
ması kaçınılmazdı.
284
((Sizinle sava.şanlarla Allah yolwıda siz de savaşın.
(Ancak) aşın gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşın gidenleri
sevmez.» (el-Bakara: 190)
Belll bir süre sonra Arap yardım.adası ti,imµyle İ&
lamm egemenliği altına girer. Peşinden fetuiıer yarım
adanın dışına taşar. Bu diğer fetihlerin durumu ne idi?
285
O halde İslA.wi fetihler, toplumlan, kuvvet yoluyla.
haskı altına al~ ve son çağlarda görülen emperya-
lizm türünden iktisadi bir sömürü sağlamak demek değil
dir. Bu fetihler, ancak toplumlarla islllrrii akidesi arasın
da engel olan devletlerin maddi güçlerini ortadan kaldır
maktır. İslami fetihler toplumlar açısından ruhi
bir sa-
vaş, bu toplumlara hakim olan, maddi güç ve şiddetle,
insanları bu dinden alıkoyan ve İlahlık taslayan yöneti-
cilere boyun eğdiren yönetimlere karşı ise maddi bir sa-
vaştı.
tSLAM'a Gelince :
İslam doğru yoldur. Uluhiyyet,.Kainat, Hayat ve İn
san hakkındakien mükemmel tasavvurdur. Müslüman
olmayanın geçtiği bır geçittir. KiŞi onu seçtiği ilk andan
itibaren bütün müslümanla.rm kardeşi olur. Onların le-
hine ve aleyhine olan onun da lehine ve aleyhine. olur.
Onların
hiçbirisi malla, mevki ile, neseble veya baş
ka bir şeyle ona üstünlük sağlayamaz. Cinsi, rengi, ulus
veya işareti dolayısıyla onlardan farklı bir muameleye
tAbi tutulamaz.
Cizye'ye Gelince :
Müslüman kişi devletin korunması için vergi &ıe.:
ınekte,
toplumun konmmas.ı için de .zekAt vermektedir.
Müslüman olma.yan kişi ise, tsam devletinin hiına.yesin-
286
de güvenlik altında yaşamakta, iç ve <iış güvenliğin sağ
J.a.nma.sından ve devletin tebasına sağladığı diğer imkan-
lardan yararlanmaktadır. Aynca acizlik ve ihtiyarlık
halinde sosyal güvenlikten de faydaJ.arunaktadır. O ne-
denle müslüman olmayan ferdin, tüm bunlara malıyla
katılması gereklidir. Zekat, mali bir yükümlülük: olma-
sının yanında İslami bir ibadet olduğu için tsı~m, İslama
bağlı olmayanlara karşı duyduğu hassasiyeti daha da
ileriye götürerek, onları İslami bir ibadeti yerine getir-·
meye zorlamak istememiştir. O bakımdan mali yüküm-
lülüklerini onlardan Zekat şeklinde değil de, cizye şeklin
de almıştır. Çünkü zekat ancak müslfunanların ödeme-
leri gereken bir şeydir. Diğer taraftan cizye, teslim olu-
şun, yani İslam'a kuvvetle karşı koymamanın ve İslam'ı
insanlarla karşı karşıya bırakmanın da belirtisidir. İsla-'
mın hedefi de zaten budur.
Savaş'a Gelince :
İslam'dan ve cizye vermekten y\izÇevirmek, İsl!m ile
Insanlann düşünceleri arasına girmek konusunda apaçık
bir ısrarın delilidir. O hftlde bu ·maddi ısrarın, maddi kuv-
vetle ortadan kaldırılması gerekir. Çünkü bu, geriye
kalan tek yoldur ...
İslam,fethedilen ülkelerde hedefierini tfunüyle ger-
çekleştirmiştir. Bu ülkelerin sakinlerine müslüman ol-
maları halinde, daha. önceden müslüman olanlarla. mut-
lak eşitlik garalltilemiştir. Cieye vermeleri halinde on-
lara şerefli insani ha.klan garantilemiştir. Savaş halinde
ise,· onlara Mil ve insan! ölcüler içerisinde davranmayı
garantilemtştlr.
287-
'İranlı «BlzAn». Hz. Ebıl Bekir onu Yemen valiliğinde bı
rakıyor. Arab Kays b. Abd•l Yeğtls, Fit(lz'U sürgtin ettiği
halde, Hz. Ebt'.l Bekir onu San'a yönetiminin baŞına ta.de
e(ilyor. 'ıtt. Ebft Bekir onu Arap Müslümana. karşı İranlı
Müslümana yardım ederek iade etmişti.
288
faydalanmak için bütün imkan ve yolları kullanmaya da-
vet etmiştir. İslam bu ülkelerin insanlarmdan hiçbirisi-
nin ön üne renk veya cins veya din veya dil engelini çı
1
290
İslA.m, şümll.llü «İraanl Sosyal Adalet»i gerçekleştir
mekte bir zirvedir. Batı uygarlığı henüz bu noktaya ula-
şamamıştır ve ulaşamıyacaktır. çünkü o donuk madde
uygarlığıdır, öldürme, savaş, galibiyet ve tahakküm uy-
garlığıdır ..
*
Güçlülerle zayıflar arasında, ~nginlerle fakirler ara-
sında, fertle toplum arasında, yönetenlerle yönetilenler
arasında, hattA. tüm insanlar arasında İslrunın öngör-
düğü merhamet, iyilik ve geniş kapsamlı sosyal dayanış- ·
ma konulannda İslrunm izlediği yoldari daha önce söz:
etmiş idik. Şimdi de uzun İsl~m tarihinin benzerleriyle
dolup taştığı tarihi gerçeklerden bazı örnekler verelim.
Hz. Ebu Bekir (R.) müslüman olduğu gün, ticareti-
nin karından biriktirdi.ği kırkbin dirheme sahipti. Müs-
lüman olduktan sonra da yaptığı
ticaretten çokça kar
sağlamıştı. Resulullah (S.) ile Medine'ye hicret ettiği va-
1kit, beş bin dirhemden başka hiçbir varlığı kalmamıştı.
Birikmiş servetini, kMir efendilerinden türlü türlü iş
kenceler gören zayıf müslüman. köleleri kurtarmak için
harcadığı gibi, fakir ve muhtaçlara iyilik etmek için de
harcamış idi.
Seyyid Kutuıb'un
bu kitabını yayma hazırladığımız tarihte Rusya'hın,
işgalden ıbu yana Afganistan'da ıkatledip şeıhid ettiği .müslüman sa·
yısı 2,5 milyon idi. -Arslan Y.-) ·
291
(S.) ona şu cevabıverir: ((Dilersen onun aslını vakfede-
rek tasadduk edebilirsin.» Bunun üzerine Hz. ömer (R.)
onu fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda cihad
edenlere~ zayıflara vakfeder. Onun mütevelliliğini üzeri-
ne alan ondan maıi.tf ölçülerde yiyebilecek, arkadaşına
yedirebilecek, ancak ondan artırıp mal biriktiremiyecek..
ti. Böylelikle Hz. ömer, en sevimli malını vakf ederek.
Allahü Teala'nın:
«Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak etme..
dikçe bir (iyilik)e nail olmazsınız.». (AI-i İmran: 192)
buyruğunun gereğini yerine getirmiş oluyordu.
294
Bıınun aTkasından gerçeği yansıtan doğru bir ifade
kullamlır ve der ki:
«Yalnızca Tavank ve benzeri göçebelerle, münbit ol-
mayan arazi sakinleri bu «Cemaat ruhuna>> sahip değil
dir. Böyle bir dayanışma onların asabiyetlerinin. gereği
de değildir. Bu, yalnızca maddeci çağdaş yaşayiştan
uzakta bulunan toplumlarda daha belirgin görülen İs
ıa.nın ruhtan başka bir şey değildir. İslami özelliğini hala
yitirmemiş müslüman bölgelerde de Arap olsunlar veya
olmasınlar beyaz veya siyah olsunlar, doğuda veya batıda.
olsunlar aynı ruhla karşılaştım. Bu gibi pek çok yerde
haıa müslümanların hayırlı, dayanışarak, güvenlikli ve
iyilik üzere yardımlaşarak bir hayat sürdürdüklerini gör-
düm ... Bu toplumlar madd~ci batı uygarlığına kendisini
kaptırmış milyonlarca insana nazaran Resulullah'ın is-
tediği «örnek toplum» a ·daha yakın bir hayat sürdür-
mektedirler. Berikiler ise, toplumları yok olsa da, kendi
nefisleri için yaşarlar, komşuları şöyle dursun kendi ço-
luk çocuklarına bile iyilik etmektense, şehvetlerini ter-
. cih ederler.» '
İslam ruhundan kaynaklanan bu dayanışma yal-
nızca kişi ve toplumun vicdanına bırakılmış de!tildir. Dev-
let ba.şkanı bunu uygular ve mecbur tutardı. Ömer b.
Hattab (R.) memeden kesilmiş çocuğa, yaşlıya ve has-
taya Beyt'ül-Mal'dan belirli bir maa.<ş bağlamıştı. Bunlar
da zel<::a.tın bilinen harcama yerlerinden başka idi. Yine
Hz. Ömer, RemMe yılında açlık seibebiyle hırsızlık had-
dini uygulamamıştır. Çünkü açlığın, hırsızlık yaptırma
şüphesi vardır. Had (Ceza) lar ise şüphelerle ortadan kal-
kar.
Sanının ki, ömer (R.) 'in başından geçmiş olan asa-
itıdaki olay, dayanışma, ferdi mulkiyet hakkı ve bu hak-
kın toplum çerçevesi içerisindeki uygulanışı hakkında
kesin bir anlam. taşımaktadır:
295
Rivayet edildi ki: Hatıb b. Ebi Bektaa'nın oğlunun
köleleri, Müzeıyneli bir adamın devesini çalar. Köleler,
Hz. ö:mer'in huzuruna getiıilince, ikrar ederler. Hz. Ömer,
Kesir b. es-Salit'e ellerini kesmelerini emreder. Kesir git-.
mek isterken, Hz. ömer onu geri çağınr ve der ki:
- Allah'a yemin ederim ki bunları, onlardan birisi
Allah'ın kendisine haram kıldığı bir şeyi yemesi kendi-
sine helal olacak derecede acıktırdığınızı bilmese idim,
elleıini keserdim.
296
haberi yolladı:
nBunu ve benzerlerini gözet. Biz gençli-
ğinde cizyesini yiyip, sonra da yaşlılığında onu perişan
halinde bırakırsak, vallahi ona insaflı davranmış olma-
yız. Sadakalar ancak fakirlere ve miskinlere ... dir. İşte
bu ehl-i kitab miskinlerindendir.» Bundan sonra da Hz. ·
ömer, ondan ve benzerlerinden cizyeyi kaldırır.
Hz. Ömer, Şam'a yaptığı bir yolculuk sırasında bir
yerde cüzzamlı hıristiyan bir guruba rastlar. Onlara ze-
kattan verilmesini ve devamlı olarak yiyecek verilmesini
emreder.
İşte onüç asırdan fazla bir zamandan önce İslam
ruhu, Hz. Ömer'in şahsında bu insani ve yüce noktaya
yükselmiştir. O, sosyal güvenliği insani bir hak olarak
kabul etmiştir. Bu haktan yararlanmak belirli bir dine
bağlı olmayı gerektirmdyor, herhangi bir akide ve şeriat,
bunu engellemez.
Bu, yüce ve erişilmez bir ufuktur. İnsanlık, bugün
bile bu ufka ulaşabilmiş değildir.
* .
Devletin yapısı içerisinde mali siyasetin ve yönetim
politikasının durumuna gelince; tarihi gerçekler, İslami
hayat süreci içinde bunun eşsiz bir örneğini orta.ya koy-
maktadır. Fakat büyük esefle belirtelim ki, bu eşsiz ör-
neğin ömrü çok kısa olinuştur. İleride bunun nedenini
göreceğiz. Böylelikle gerçek dışı iddialarda bulunanların
ileri sürdükleri gibi, acaba. bunun nedeni tsırun düzeni-
nin tabiatında mı gizlidir, yoksa bu düzenin tabiatı ile
uzak yakın hiçbir ilgisi bulunmayan dış bir takım et-
kenler dolayısıyla mı bu eşsiz örneğin ömrü kısa olmuş~
tur, bunu anlayacağız. Bu bakımdan önce yönetim poli~
297
tiıkasmdan söz edelim. Çünkü mali siyaset, talih boyun-
ca ona bağlı olmuş ve yönetim politikası tasavvurunun
bir dalı olarak V8:1' ola~elmiştir.
Resl11ullah (S.), vefat etmeden, Hz. Ebft Bekir'in
cemaate namaz kıldırmasını emretmişti. Hz. Aişe (R.) ,
Hz. Ebü Bekir'in ince kalpli birisi olduğunu namaz kıl
dırmak için durduğu takdirde sesini duyuramayacağını
ileri sürdüğünde, kızdı ve Yusuf (A.S.) 'un karşı karşıya
kaldığı kadınların durumunu hatırladı. Arkasından Hz.
Ebu Bekir'in cemaate namaz kıldırmasında ısrar etti:
Acaba Resfüullah (S.) 'ın bu tavrı, O'nun mağara
daki arkadaşını halifeliğe tayini mi demekti? Müslü-
manlar da bundan açıkça bir sonuç çıkarmışlar mıydı?
Biz., bu iki varsayımı da uzak görmekteyiz. Çünkü
Hz. Peygamber (S.) halife tayin etmek isteseydi ve böy.
le bir tayin de dinin - farzlarından birisi olsaydı, di~er
farzları açıktan ilan ettiği gibi, bunu da açıktan ilan
ederdi. Ve eğer müslüınanlar bundan Hz. Ebu Bekir'i
haJife tayin ettiği sonucunu açıkça çıkarmış olsalardı,
Sakite'de Ensar ile Muhacil'ler arasında herhangi bir
tartışma çıkmazdı. Çünkü Ensar'ın, Resftlullah'm emri-
ne karşı çıkarak tartışmaya girişecekleri düşünülemez.
ohalde ·durum müslü:manlar arasında şüraya ve
halifeliğe kimin dah~ haklı olduğu konusunda karşılıklı
inandırmaya bırakılmıştı. Buna göre. bu konuda tartış
manın, halifeliğin muhacirlerin hakkı olduğu sonucuna
ba.ğlanması İslami bir fariza _değildi. Fakat bu, bir teva-
zu' ve müslümanıann ittifaka varması meselesi idi. En-
sar, bu görü~ü red edebilirlerdi, bundan dolayı da kınan
mazlardı. Eğer onlar en iyi halife adayı diye, muhacirle-
tin müslümanlıktaki geçmişleri daha çok diye ve Medi-
ne'de Evs ile Hazrec arasında mahalli bir, takım etken-
'298
ler nedeniyle Hz. Ebd Bekir'i kaıbul etmeselerdi, .bundan
dolayı kmanmazlardı.
o gün halifeliğin
muhAclrlerde kalması konusunda
karşılıklı rıza sağlanını:j .ise
bu, halifeliğin yalnız Kureyş
kabilesine ait olınası demek değildi. Eğer durum böyle ol-
masaydı Hz. Ömer, kendisinden sonraki halifeyi belirle-
mek için Şura Heyetini seçerken şu sözleri söylemezdi:
«Eğer Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim hayatta olsa idi,
onu mutlaka halife tayin ederdim.» Salim ise kesinlikle.
Kureyş kabilesinden değildir. İslam'ın ruhu ve temel il-
keleri, Kureyş kabilesine sırf Kureyş kabilesi olduğu ve
Resülullah Kureyş'ten olduğu için, Kureyş'e müslüman-
ların üzerinde bir değer vermeye engeldir. Çünkü Resu-
lullah (S.) şöyle buyurmaktadır: <ıAmeli kendisini geri-
de bıraktığı kimseyi, nesebi ileriye götüremez.» (15).
Hz. Ebu Bekir (R.), kendisinden sonra Hz. Ömer
(R.) 'in halife olmasını istedi. Fakat bu, onun müslüman-
ları: mecbur tuttuğu anlamını taşımıyordu. Müslüman-
lar bunu red edebilme imkanına sahipti. Nitekim Hz.
ömer (R.) de, Hz. Ebu Bekir'in onu istihlafı sonucunda
halife oluvermemişti. Müslfunanların da ona ib.iat et-
mesi gerekiyordu. Hz. Ömer (R.) de kendisinden sonra
aralarından birisini seçmek üzere altı kişiyi danışma
heyeti olarak seçmişti. Müslümanlar ise bu altı kişiden
birisini seçmek zorunda değillerdi. Fal{at onlar bu duru-
mu uygun gördüler. Çünkü gerçek curum, bu ·altı kişinin
en faziletli kimseler olduğuna tanıklık ediyordu.
Hz. Ömer (R.) 'in onlara seçtiği kimseler de bu duru-
ma uygundu. İşte müslümanlann bu durumu uygun kar-
şılanıalannın nedeni l}udur. Hz. Ali (R.) 'ye biate gelin-
ce, bir grup müslüman uygun görüp Hz. Ali'ye biat et-
(15) Müslim, EbO DilvOd, Tlrmizl.
299
miş, bir kısmı da ona biat etmemiştt. Bundan sonr~ ise
ilk olarak müslümanlar arasında savaş başladı. Bundan
sonra ise İslam'ın ruhuyla, yönetim ve mali konularda
ve bunların dışındaki konularda İslami esaslarla uyuş
mayan büyük felaketler meydana geldi.
Hızlıca yaptığımız bu göz atış, İ&lam'ın yönetim ile
ilgili koymuş olduğu ana kuralını bize açıklamaktadır.
Bu ise yönetme yetkisini kazandıran biricik araç müslü-
manların mutlak iradesidir. ResUlullah (S.) 'a neseıbçe
en yakın kimse olan amcasının oğlu Hz. Ali (R.) 'yi ilk
olarak seçmeyen müslümanların da anlayışı bu idi. üs-
telik Hz. Ali (R.) 'nin sonradan seçilmesi ona -özellikle
Hz. ömer (R.)'den sonra- bir nevi haksızlık edilmesine
yol açmıştır. Fakat onun bu şekilde sonraya bırakılması,
i:s,lam'ın yönetim hakkındaki görüşünün pratik olarak
açıklık kaza.nınasında ön~li bir payı olmuştur. Öyle
ki bu konuda, İslam'ın ruhuna ve esaslarına en çok ay-
kırı düşen veraset hakkı gibi bir şüphenin varlığı sözko-
mısu olmasın. Hz. İmam'a yapılan bu haksızlık büyük
de olsa, böyle bir kuralın açıkça ortaya konması, bu hak-
sızlıktan daha büyük bir önem taşır.
Eınevilerin gelip İslAıni halifeliğin Beni ti'meyye
elinde ısırıcı bir hükümdarlık haline dönüşmesi, b-
lftm'm gerçeklerine uygun değildir. Bu, İslam ruhunun
parlaklığını söndüren cahili bir akımın uzantılanndan
dı. Burada Yezid b. Muaviye iÇin alınan biata gölge dü-
şüren konularla ilgili bazı rivayetleri aktarmamız yeter-
lidir.
Muaviye, Şam'da Yezid için biat aldıktan sonra,
Said b. eı-As•ı Hicaz halkını ikna etmekle görevlendirdi.
Fakat Said bunu başaramadı. Muaviye, beraberinde as-
ker ve mal olarak Mekke'ye gitti. Müslümanların itibar
ettiği kimseleri çağırıp onlara dedi ki:
300
cı- Kardeşiniz ve amcanız oğlu Yezid aracılığı.ile be-
nim size karşı davranışmu. ve akrabalığınıza riayetimi
iyi. biliyorsunuz. Ben sizin Yezid'i cıhalife» diye öne geçir-
menizi, azledenlerin, emir tayin edenlerin, malı toplayıp
dağıtanlann sizin olmanızı istiyorum.
3-01
ccSonra minbere çıkıp şunlan söyler :
- Bu gördükleriniz, müslümanlann efendileri ve
hayırlılandır. Onlar olmadan hiçbir iş yapılmaz, onlara
danışılınadan ·hiçbir hüküm verilmez. Bunlar rızalarıyla.
oğlum Yezid'e biat ettiler. Siz de Allah'ın adı ile ona
biat ediniz.» (16).
Böyleee Hicazlılar da biat eder ...
· tsıam'm kesinlikle onaylayamayacağı bu esas üze-
rine kurulmuştur Yezid'in &:1.ltanatı. Bu Yezid'in kimliği
nedir? ·
Yezid, Abdullah b. Hanzala'nm hakkında şu sözleri
söylediği kimsedir :
. «- Allah'a yemin ederim ki ,gökten başımıza taş
yağacağına dair bir korku kalbimize düşene kadar Ye-
zid'e karşı ayaklanmadık. Bir adam ki anneleri, kızlan
ve kardeşleri nikamna alır, içki içer ve namazı terk eder.
Allah'a yemin ederim ki, hiçbir kimse benimle birlikte
olmasaydı, ona karşı çıkışımda AllB.h'a karşı güzel bir
imtihan verecektim:>>
Bu sözler Yezid'in bir .hasmının söyledikleri ise de,
daha sonralan Yezid'in, Hz. Hüseyin (R.) 'i son derece
hunharca bir şekilde öldürmesi, Ka'be'yi muhasara edip
yıktırması ve benzeri diğer tasarrufları gösteriyor ki;
onun. düşmanları, söylediklerinde pek mübalağa etme-
mişlerdir.
302
bağrıria, İslam düzenine ve tsıam'm hedefine saplanan
öldürücü bir darbe idi.
Biz bu gibi rivayetler kesin doğrudur gözüyle bB.k-
mak istemiyoruz. Fakat 1slam'ın bu gibi şeylerden uzak
kaldığını anlatmak istiyoruz ve diyoruz ki: Eğer bu riva-
yet sahih ise, yönetim konusunda islam'ın tabiatına te-
melden bir ters düşme sözkonusudur. Hit:bir delil bunu
temize çıkaramaz ve bununla ilgili hiçbir özür kabul et-
mez.
İşte tsıam'ı,ruhunu ve esaslarını, İslam tarihinde
çıkan bu «verasetle başa geçiş düzeni»nden temize çı
karmak ve İslam'ın bunlarla hiçbir ilgisinin bulunma-
dığını açıklam~ için, bu gerçekleri vurguluyoruz. Ki İs
lami yönetim biçimini gerçeğine uygun tasavvur etmek
mümkün olabilsin:
*
Bu gerçeğin 'boyutlarını kavrayabilmemiz için, Hz.
ömer ve Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Mervan ve .Hz.
Ali'nin dönemlerindeki yönetim politikasına dair bazı
tablolar orta.ya koymamız gerekiyor. Bundan sonra da
İslam tarihinin ilk dönemlerindeki bu sarsıntının peşin
den Ernevilertn ve onları izleyen Abbasilerin uygulama-
larından bazı tablolar sergileyeceğiz.
303
madığı bir hakkı vereceğini veya -kendisinin, aşireti
nin ve ailesinin olsun- mükellef bulunduğu bir görevini
kaldıracağını da hatırından geçirmiş değildi.
304
ona Beyt'ül-Mal'd.an kendisinin ve ailes1nin geçimine
yetecek kadar maaş bağladılar.
Bununla birUkte ölüm döşeğinde, Beyt'ül-Mal'dan aı..
<lığının hesaplanarak, bunun malından ve arazisinden
ödenmesini vasiyet eder. Böylelikle müslümanlann ma..
lından birşey alınış olmak istemiyordu. Raiyyesindeki
her ferdin ihtiyacından kendisini sorumlu kabul ediyor..
'du. İslam'ın yönetimin ve yönetilenin vicdanında uyan-
dırdığı uyanıklık ve tüm müslümanların ruhunda coş
turduğu ince hassasiyetti, onu buna iten. Hz. Ebu Bekir'-
in bu hassasiyeti o derece ileri gitmişti ki, Sunh'ta etra-
fında bulunan zayıfların koyunlarını bile sağıyordu. Ha-
life olunca, bir kadının şöyle dediğini işitti: «Artık bu-
gün bize koyunlarımızı sağmazsın, herhalde ... » Hz. Ebu
Bekir dedi ki: «Hayır, yemin olsun ki sağacağım.» Sağ
maya devam etti. Bazaıiı da koyunların sahiplerine sorar-
dı: ccSütün köpüğünü mü alayım kaymağını mı çıkar
tayım.» Onlar da bazan: «Köpüğünü al» bazan da: ((Kay-
mağını ,çıkart» derdi. Hangisini derlerse onu yapardı.
Hz. Ebu Bekir'in halifeliği döneminde Hz. ömer (R.)
Medine'de bulunan amA bir kadının işlerini görmek için
fırsat kolluyordu. Onun yanına geldiğinde, ihtiyaçları
nn görulm~ olduğuna şahit oluyordu. Hz. Ömer bunu
gözetlemeye koyuldu. Ne görsün! Onun ihtiyaçlarını kar-
şılayan Hz. Ebu Bekir'dir. Hilafet ve yükümlülükleri onu
bu işten alıkoymuyordu. Hz. Ömer, onu görünce haykır
dı: ccYemin olsun ki, bunu yapan senmişsin.»
Bu, Hz. Ebu Bekir (R.) 'in yönetim tasavvurundan
bir görünüm. Hz. Ömer (R.), onun yerine geçince bu ta-
savvurda herhangi bir değişiklik ollllladı. Hz. ômer, yeni
bir takım haklar kazandırdığını düşünmedi. Yeni haklar
kazanmak şöyle dursun, bu görevi Allah'ın şeriatıni tat-
bik yükümlülüğü dolayısıyla. ona yeni bir takını sorum-
luluklar yüklüyordu.
306
kınırdı ...
Günün .birinde rahatsızlandı. Ona bal tavsiye
edildi. Beyt'ül Mal'da da bir miktar bal vardı. Minberde
olduğu sırada dedi ki: «Onu almak için bana izin verir-
seniz (alayım), vermiyorsanız o bana haramdır.» Müs-
lümanlar da ona izin verdi.
Müslümanlar, Hz. Ömer'in içinde bulunduğu sıkıntı
lan görerek,onların bir kısmı kızı ve mü'minlerin anne-
si Hz. Hafsa'ya gidip dediler ki: «Ömer kendi nefsini
mahrum bırakmaktan ve sıkıntıya sokmaktan başka bir
şeye razı olmuyor. Halbuki Allah, rızkı genişletmiştir.
Bu feyden dilediği gibi o da faydalarisın. Çünkü o da
müslüman cemaatten bir ferttir.»
Hz. Hafsa bu konuda onunla konuşunca şu cevabı al-
mıştı: «Ey ömer'in kızı Hafsa, kavmine karşı doğru dav-
randın, fakat babanı aldattın. Ehlimin hakkı, benim. nef-
simde ve malımda sözkonusudur. Dinimde ve emanet
aldığım şeylerde ise, ruiklan yoktur.>)
307
meyecek olursa, raiyyenin durumu beni nasıl ilgilendir·
miş olabilir?»
*
Hz. ömer'in yönetim anlayışı bu tasavvuru esas al-
aldığına göre, yöneticinin yakınlarının raiyyetin diğer
308
fertlerinden ayn bir takını ayrıcalıklara sahip olmaları
na imkan oim.azdı. Bu bakımdan Hz. öm.er'in oğlu Abd:qr...
rahman'a içki içtiği için, haddin uygulanması kaçınılmaz
olmuştur. Konu ile ilgili olay ve teferruatı ise bilinmek-
tedir. Amr b. el-As'm oğlu, Mısırlıya haksızlık yaptığı
vakit ona da kısas uygulanmıştır. Mali konulardaki uy-
gulamasına gelince; valileri, valilikten sonra mallarında
görülen artıştan sorumlu tutulurdu. Çünkü bu artış.
· müslümanların servetinden veya valilik mevkil dolayı
sıyla sağlanmış olaıbilirdi. «Bunu nereden buldun?» il-
kesi uygulanmasını meşrıl' kılan bir gerekçe buldukça
valilerini tek tek hesaba çekmek için kullandığı bir yasa
idi. Mısır'daki valisi Amr b. eı-As•ın ve Kufe'deki valisi
Sa'd b. Vakkas'ın mallarının yansını BShreyn'deki valisi
Ebü Hüreyre'nin ise malının tümünü ellerinden almış.
Beyt'ül-Mal'a koymuştu.
Hz. ömer'in ruhunda yer eden yönetim tasavvuru
özetle şu esas üzerinde ayakta durmakta idi: Raiyye
'(teba)nin dinin sınırlan içersinden bir adamın: «Sende
bir eğrilik görecek olsak, elbette onu kılıçlarımızla dü..
~eJtirdik» sözlerine sesini çıkarmamıştı. Bununla Uz.
Ömer, raiyyenin yöneteni düzeltme . hakkına sahip ol-
duğunu ortaya k~yuyordu. Birgün de okuduğu hutbe-
sinde şunları söylemişti: «Ben valilerimi sizlere beden-
lerinizi vursunlar, ırzlarınıza saldırsınlar, mallarınızı
alsınlar diye tayin etmiyorum. Ben onları sizlere Rab-
binizin Kitabını ve Peygamberinizin Sünnetini öğret
sinler diye gönderiyorum. Herhangi bir kimseye valim
zulmederse, buna benim müsaadem olmaz. O kimse bu-
nu bana şikayet etsin ben o valiye kısas uygulanm.ıt
Bununla da Hz. ömer, yönetimin yönetilenler üzerinde-
ki haklarının sınırı~ belirlemiş oluyor. Yönetenler
bu sının aşamaz.
309
Hz. ömer, yöneticinin ağır yüklerini dertnden kav-
radığı için, el-Hattab ailesinden iki kişinin bu görevi
yüklenmesine razı olmadı. Bu nedenle oğlu Abdullah'ı
halifeyi tayin edecek şura üyelerinden biri olarak seç-
mesine rağmen halifeliğe aday olmasını kabul etmemiş
ve .halifelik tasavvurunun gerçeğini yansıtan meşhur
sözlerini söylemiştir: <tݧlerinizin başına geçirilmeye ili-
tiyacımız yok. Ben bu görevden memnun değilim ki,
ailemden birisi için onu isteyeyim. Eğer bu iş hayırlı
ise, ondan da bize. isabet etmiş bulunuyor. Yok eğer. şerli
ise ömer'in ailesi içinden bir kişinin hesaba çekilmesi
onlara yeter.»
•
Yönetimdn gerçeğine dair bu tasavvur, İslami özel-
liğini yitirmekle birlikte, hiç şüphesiz ki Hz. Osman (R.)'
ın
.
döneminde . kadar değişmiştir. Hz. Osman
bir clereceye
,.:',_; ,.
:·.(R.), halifeliğe geçtiğinde çok yaşlı idi. Perde arkasın-
dan ise Mervan b. el-Hakem, işleri -tslam'dan alabil-
diğine saptırarak- idare ediyordu. Diğer taraftan Hz.
Osman'ın yumuşak huyluluğu ve yakınlarına olan aşın
düşkünlüğü, AshAb-ı Kiram'dan ve etrafındakilerden pek-
çok kimsenin razı olmadığı tasarruflarının çoğunda pay
sahibidir. Bunlan ise ·pek çok olumsuz olay izlemiş ve
İslam'ın karşılaştığı fitnelerde etkileri olmuştur.
31(}
düşünen adamı cevap verdi: «Hayır, mü'minlerin emiri,
onun için ağlamıyorum. Ben, senin bu malı Resıllullah'ın
haya.tında Allah'ın yolunda harcadıklarına karşılık almış
olacağından korkuyorum. Allah'a yemin ederim, eğer
ona yüz dirhem bile vermiş olsaydın, o bile fazla gelir-
di.» Hz. Osman, müslümanlann. malından müslümanla-
nn halifesinin akrabalarına bu cömertliğin yapılmasına
vicdanı tahammül edemeyen bu adama hiddetlenerek
der ki: «Ey Erkam'ın oğlu, anahtarları bırak. Sendetn
başkasını buıUnw.» ··
311
Mervan b. el-Hakem'i tasa.mı! sahibi veziri yaptığı el-
Hakem b. el-As, aralannda süt kardeşi Abdullah b. SA'd
b. Ebi Serh ... ilaahiri gibi kimseler vardı.
Tehlikeli sonuçlar doğuracak türden ölan bu ta-
. sarruflar, Ashab'm gözünden kaçmıyordu. Bunun için
İslim geleneklerini ve halifeyi zor dtırumdan kurtarnıak
için Medine'ye geliyorlardı. Halife ise yaşlı haliyle ya-
kasını Mervan'dan kurtaramıyordu. Hz.· Osman'ın şah-·
sından İslam ruhunu itham etmem.iz imkansızdır. Fakat
Hz. Osman'm yaşWığmda, Mervan'ı vezir tayin etmesi-
nin nedenlerini araştınrken de, onu hatasız kabul etmek
imkanımız yoktur.
Bazı kimseler biraraya gelerek, Hz. Osman'm huzu-
runa girip onunla konuşmayı Hz. Ali'ye teklif ettiler.
Hz. Ali, Hz. Osman'm huzuruna girip dedi ki:
«- Halkı geride bıraktım. Benimle, senin hakkında
konuştular. Allah'a yemin ederim ki sana ne söyleyece-
ğimi bilmiyorum. Senin bilımediğin bir şeyi biliyor deği
llın. Bizim bildiğimizi sen de biliyorsun. Senden önce (bil-
mediğin birşey) biliyor değiliz ki, onu sana haber vere-
yim. Kendi aramızda gizlimiz yok ki, onu sana tebliğ
edelim. Senin dışında kendimize tahsis ettiğimiz bir şe
yimiz de yok. Resulullah (S.) 'i gördün, dinledin, onunla
arkadaşlık ettin, ona damat oldun. İbn Ebi Kuhate (Hz.
Ebu Bekir) hak ile amel etmeye senden layık değildir.
Senin ResUlullah'.a yakınlığın da daha çoktur. İkisinin
de sahip olaımadığı kadar senin ResUlullah'a sıhri akra-
balığın var. İkisi de hiçbir konuda senden öne geçmiş
değillerdi. Kendi hakkında Allah'tan kork, Allah'tan.
Allah'a yemin ederim ki, kör olduğun için gözün açılmı
yor, bilgisizsin diye de sana öğretilmiyor. Yol, aydınlık
ve apaçıktır, dinin alametleri de dimdik ayaktadır. Ya
Osman, sen de bilirsin ki, Allah'ın kullarının en fazilet-
312
lisi, istikamet ve rehberliği ile adaletli olan, bilinen bir
sünneti ayakta tutan, metrftk bir bid'atı da ölüme mah-
kfun eden İriıamdır. Allah'a yemin olsun, bunların hepsi
apaçıktır. Sünnetler apaçıktır ve bunların alametleri var-
dır. Allah'ın katında insanların en şerlisi de, sapan ve
ondan dolayı da sapılan, bilinen bir sünneti ölüme mah-
kum eden ve terk edilmiş bir sünneti canlandıran zalim
bir İmamdır. Ben Resfüullah (S.) 'ın şöyle buyurduğunu
işitmişimdir: «Kıyamet günü zalim h~ümdar yardım
cısız ve özürsüz getirilir, sonra da cehenneme atılır.» (17)
313
da en uzak gayeye erişirdi. Sen ise böyle yapmıyorsun.
Zayıf düştün: ve akrabalarına yumuşak davrandın.
314
Üçüncü halifeınin aracılığıyla yaşlılığında Enıevile
rin, yeni· dine ilk dönemlerde hücuma kalkışmalan bu
dinin pratik öğretilerinin teorik öğretileri üzerine otur-
malarına uzun bir dönem için imkan veımelniştir. Hz.
Osman'ın uzun halifelik döneminde, Emevi ailesinin ta-
hakkümünün gelişmesi, Şa:tn'da ve Şam'ın dışında duru:..
ınunun güçlenmesi, (biraz sonra geleceği gibi) Hz. Osı
man'ın politikası sonucu servetlerinin büyümesi, son de-
rece erken bir dönemde İslam ümmetinin yapısına ve
Hz. Osman'a karşı ayaklanmanın gelişmesi .gibi durum-
lar ortaya çıkmıştır.
Bu dönemin ve olaylarının tarihi, insanlann hayat
. ve yönetim tasavvurlarında, yöneten ve yönetilenlerin
haklan konusunda. gerçekten uzak bir noktayı açıkça
ortaya koyma.sına rağmen, ortaya çıkan fitnenin tehli-
kelerini ve uzak mesafeli etkilerini azaltmak mümkün
değildir.
315
yayılmasının ta:bil sonucu, bir takım ruhlann buna kar-
şı feveranı ve bir kısmıılın da çözülmesidir. Ruhları is-
lAm'ın ruhunu içine sindirmiş olanlar, bunları kabul et-
meyerek ve günahtaın sakınarak feveran edecekti. İslA.rn'ı
bir elbise gibi giydiği halde kalpleri onunla ünsiyet sağ
lamayan, dünyaya tamah eden, havaya kendilerini uy-
duranlar da çözülecekti. İşte tüm bunlar Hz. Osman'ın
halifeliğinin son dönemlerinde görülmüş şeylerdir.
316
Veya. Hanin b. Antere'nin babasından rivayet ettiği
şekilde yaşamaya gelmişti. Hanin'un babası dedi ki: Ha-
vernak'ta Hz. Al!lnin huzuruna girdim. Mevsim kıştı.
Üzerinde eskimiş bir elbise vardı, içinde titriyordu. De-
dim ki:
- Ey mü'minlertn emiri, Allahü Teala, sana ve aile-
ne bu maldan bir pay ayırmış olduğu halde, neden ken-
dine bunu yaparsın? Dedi ki:
- Allah'a yemin ederim sizden birşey almış deği
lim. Bu elbise Medine'den ayrılırken aldığım elbisedir.
Hz. Ali, kendisine ve ailesine karşı bu tutumunu or-
taya koyarken, dinin kendisine buından fazlasµıı mübah
kıldığını, bu dinin mahrumiyeti, yoksulluğu emr etme-
diğini, o zamanda müslümanlardan bir fert olarak Beyt'-
ül Mal'dan payının, aldığının bir kaç kat fazlası oldu-
ğunu, bir kamu hizmeti gören Emir'ül-müminin olarak
yaptığı görevin bu aldıklarından daha büyük olduğunu,
Hz. Ömer'in bazı bölgelerdeki valilerine takdir ettiği ka~
darını -ki Ammar b. Yasir'i Kufe'ye vali tayin ettiğin
de, ona ve yardımcılarına altıyüzer dirhem, buna ek ola-
rak Ammar'a Beyt'ül Mal'dan benzerlerine dağıtılan atiy-
yelerle, yanın koyun ve yanm cerib un maaş ile; Abdul-
lah b. Mes'U:d Kı1fe'de insanlara Kur'an öğretmesi ve ora-
da Beyt'ül Mal haznedarlığını yüklenmesi karşılığında
yiiz dirhem ve çeyrek koyun maaş ile; Osman 'b. Huneyf
de, yıllık beşbin dirhem olan atiyyesi ile birlikte, yüz-
elli dirhem ve günde çeyrek koyun maaş ile görevJerine
tayin edilmişlel'Qi- almak isteseydi, haklı olarak alabi-
leceğini bilmiyor değildi.
317
lın hakimiyeti altına girecek olursa, kamu malından fay-
dalanıyor zannı altında kalır. Kamu- malından almayıp
iffetle hareket edecek olursa o zaman valiler de ona uyar.
O bakımdan bu konuda o da, Hz. Ebıl Bekir'in ve Hz.
ömer'in yaptıklarını yapmaya koyuldu. Çünkü Allah'ın
dini üzere Resulullah 1m halifesi olanlara en yüksek ufuk
daha layıktı.
Hz. Ali, yönetime Peygamber '(S.)'in ve ondan son-
raki iki halifenin kazandırdıği şekli kazandlrmaya çalı
şıyordu ... «Zırhını hıristiyan bit adamın yanında bulur.
Onunla kadısı Şüreyh'in yanına gider. Şüreyh, Hz. Ali'yi
re~yadan heııhangi biri gibi muhakeme eder. Hz. Ali der
ki:
- Bu benim zırhımdır. Onu satmış da değilim. hibe
de etmedim.
Şüreyh, hırtstiyana sorar :
- Mü'miınlerin enılrinin dediği hakkında sen ne
dersin?
- Zırh benden başkasının değildir. Emir'ill mü'mi-
nin yalan söylüyor, da. demek istemem.
Şüreyh, Hz. Ali'ye yönelerek SQrar :
- Ey mü'minlerin emiri, herhangi bir delilin var
mıdır?
318
getiriyor ve kadısı aleyhine hüküm veriyor. «Eşhedü en
rn. İlahe illallah ve eşhedü eri.ne Muhammed.en abdühü
ve Resülüh.» Aflah'a yemin ederim ki, ey mü'minleı1n
emiri, zırh senindir. Sen Sıffin'e giderken ben askeı1n
arkasından geliyordum. Senin devenden düş.tü.
319
· Mblığı dolayısıyla. fazl-ü kerem.in kendisine ait olduğu
görüşünde ise, (bilsin ki) yarın fazl-ü kerem 4Uah'ın
yanındadır, onun sevab ve ecrini vermek Allah'a düşer.
Haberiniz o}sun, Allah'ın ve Resulüniin çağrısını kabul
eden, şeriatimizi tasdik eden, dinimiz.e giren, kıblemize
yönelen kim olursa olsun, islam'ın haklarının ve hudu-
dunun kendisine uygulanması vacib olur. Sizler Allah'ın
kulusunuz. Mal da Allah'ın malıdır. Araıımda eşitlikte
pay edilecek, hiç kimsenin bu malda, başkasından fazla
hakkı yoktur. Takva sahipleri için ise, Allah'ın yanında
en güzel mükafaat vardır.»
Faydacıların Hz. Ali'den razı olmamalan, başkala
rından fazla almaya alışmış oianlann ve tercih edilmeyi
isteyenlerin eşitlik ilkesini kabul etmemeleri tabii idi.
Bu gibi kimse'.Ier sonunda öbür orduya katıldılar: Ümey-
ye oğullan ordusuna, Hz. Ali'nin üzerlerinde bu dereceye
ısrar ettiği hak ve adaletin hesabına arzularını gerçek-
leştirme 4nkanını bulaca.klan yere katıldılar.
Hz. Ali'de görmedikleri bilgi ve dehayı Muaviye'de
görenler ve sonunda Muaviye'nin galip ge1mesini bu iki-
sinden Hz. Ali ve görevini yanlış anlaclıklan gibi, şart
lan değerlendirmekte de yanılıyorlar. Hz. Ali'nin ilk ve
son görevi, İslami geleneklere eski güçlerini, dine asli
ruhunu yeniden kazandırmak ve Hz. Osman'ın yaşlılığın
da Beni Ümeyye eliyle bu dinin ruhunu örten perdeyi
kaldırmaktı. Eğer Hz. Ali, savaşta Beni Ümeyye'nin araç-
lannı kullanmış olsaydı, onun gerçek görervinin sonu ge-
liııdi ve sırf hilafeti eline geçirmekle _kazanacağı za.ferin,
bu <Unin hayatında herhangi bir değeri olmazdı.
Hz. Ali (R.) halifeliği, hatta onunla birlikte haya-
tını kaybetmek pahasına da olsa, «Hz. Ali» kalmakla kar-
şı karşıya idi. İşte onun bir an bile uzaklaşmadığı doğru
anlayış budur. Ondan yapılan rivayete göre -ki eğer
320.
rivayet sahih ise- şöyle demiş: «Allalı'a yemin ederim
ki, Muaviye benden dahi değildir. Fakat. o, söZd.e durmaz
ve doğru hareket etmez. Eğer sözde durmamanın nefreti
olmasaydı, insanların druti.si olurdum.»·
*
Hz. Ali (R.) Rabbinin rahmetine kavuştu. Ondan
sonra Beni ümeyye· (Emeviler) geldi.
Hz. Osnıan'ın imanı, takvası ve inceliği Emevilerin
önünde bir engel olarak duruyor idiyse de, sonra bu
engel de orta.dan kalktı. Artık çöküş için yol-tümüyle açıl
mıştı.
Soınra.ki
dönemlerde· İslam ülkesinin alanı genişle-.
miş fakat, İslam ruhu hiç tartışmasız içeriye çekilmişti.
Eğer bu din.in tabiatında gizli bir güç, ruhi yapısında
şiddetli bir feyz bulunmasaydı, Emevilerin zamanı ts-
lam'ı asil mecrasından çevirmek için yeterli gelecekti,
fakat İslam ruhu direnişirti ve mücadelesini devam ettir-
di. Galip gelmek ve zafer kazanmak için gerekli imkan-
lara hail da sahip bulunuyor. ·
Ancak Emevilerden beri müslümanlann Beyt'ül
Mal'ının sınırlan daralarak, Meliklerin kuyrukçulannın,
yardakçılarının müı'bah bir talanı oldu. İslami adaletin
kesin kuralları sarsıldı. Bunun sonucunda yönetici ta-
baka:n.ın bii takım ayrıcalıkları, kuyrukçulannın rnen-
f aatleri, ailelerinin bir takım gelirleri ortaya çıktı. Böy-
lece, Halifelik Melikliğe hem de ısırıcı bir Melikliğe
- Rest1Iullah (S.) 'ın ·nitelendirdiği gibi - dönüştü.
Yardakçılara, hoşça vakit geçirtenlere ve eğlendiri
cilere hibelerin yapıldığını görüyoruz artık. Ernevi hü-
küm<:larlarından birisi Ml'bed'e oniki bin dinar hibe edi-
322
başlamam gerekir.» Bunun için elinde bulundurduğu ara-
zilere; ve mallara baktı. Hepsini geri verdi. Elindeki yü-
züğün taşını görünce, dedi ki: «Bunu bana Velid, Mağ
rib'den gelen maldan hakkı olmayarak vermişti.» Elin-
de bulundurduğu Yem8.µıe'deki, Mukeydis'teki, Yemen'-
de Cebel-i Vers'teki ve Fedek'teki bütün ikta'larından
vazgeçip bu.nıan müslümanlara iade etti. Yalnız Suvey-
da'daki bir yerde bulunan bir pınarı elinde bırakmıştı.
Bu pınarı kendisine verilen Beyt'ül Mal hissesinden aç-
mıştı. Her sene bu pınann geliri kendisine gelirdi. Bu
gelir bazan elli dinar, bazan daha az veya daha çok olur-
du.
Elindeki mallan· geri vermeyi kararlaştınnca, emri
üzeıine «topluca namaz>> . diye halk namaza ça.ğırıldı.
Minbere çıkıp Allah'a hamd ve sena ettikten sonra dedi
. ki: Bu toplUluk (eski yöneticiler), bizim olmamanuz,.on-
ların da vermemeleri gereken atiyyeleri bize vermişler
dir. Şimdi bu iş, benim elimde. Bu konuda Allah'tan
başka beni hesaba çekecek kimse yoktur~ Ha:beriniz ol-
sun ki beri bütün aldıklarımı· geri verdim. Bu işe ken-
dimden ve ailemden. başladım. Oku ey Müzahim. (Daha
önce gerekli defterler bir kutu içinde getirilmişti.) Mü-
zAhim (atiyyeleıin kayıtlı olduğu) defterleri teker teker
okumaya başladı. ömer her birini okudukça alıyor, elin'."
deki makasla onu kesiyordu. Sonunda kesmedik tek bir
defter bırakmadı.
«İkinciolarak eşi Abdülmelik b. Mervan'ın kızı Fa-
tıma'ya aynı uygulamayı yaptı. Onun yanında bir taş
vardı. Babasının emriyle kendisine verilmişti. Benzeri
yoktu. Eşine dedi ki: İstediğini seç. Ya ziynet eşyam
Beyt'ül Mal'a geri vereceksin veya seni boşamama izin
vereceksin. Ben, bu taşın benimle aynı evde olmasından
hoşlanmıyorum. Eşi: Ben, buna ve· olsaydı buınun gibi
323
onlarca.sınaseni tercih ediyo:rum, ey Mü'rninlerin Erniri,
dedi. Bunun üzerine, alınıp müslümanların Beyt'ül Mal'ı.:.
na konmasını istedi. Ömer vefat edip yerine Yezid b ..
Abdülmelik gelince, kızkardeşi Fatıma'ya dedi ki: Di-
lersen o taşı sana geri vereyim. Fatıma: Hayır, istemi-
yorum, dedi. ömer hayatta iken onu rızamla vemuştim.
Ölümünden sonra nasıl geri alabillıim? Hayır, Allah'a
yemin ederim ki hiçbir zaman almayacağım. Yezid; bunu
görünce taşı ailesi ve çocukları arasında paylaştırdı.
Ömer, elinde haksızca bulundurduğu malları geri
vermekle yetinmedi. Onun Beyt'ül Mal'dam. hiçbir şey
almadığını, fey'den bir dirhem bile kendisine ayırmadı
ğını da zikrederler. Halbuki Ömer b. Hattab, hergün bun-
dan iki dirhem alıyordu. ömer b. Abdülaziz'e: ömer ,b.
Hattab'ın aldığı gibi bari sen de alsan ;dediler. Kendisi
dedi ki: Ömer'in hiçbir malı yoktu. Benim işe, ihtiya-
cımı karşılayacak kadar malım var.
324
ömer der l,ti :
- Allah'ın Kitabına uymak, Velid b. Abdülmelik'in
kitabına uymaktan daha hakkaniyetlidir. (Abbas'a dö-
nerek:) Ya Abbas, adama arazisini geri ver.
Abbas, onu geri verdi.
Velid b. Abdülmelik'in Ruh adında mr oğlu vardı.
Çölde yetişmişti, adeta bir bedevi gibiydi. Bir müslürn.an
Ömer'in huzuruna gelerek Hurnus'ta bazı dükkaruar ile il-
gili Ruh'u dava etti. Bu dükkanlar daha önce kendisi-
nin olduğu halde, babasl Velid, bunla.n qna ikta etmişti.
ömer ona;
- Dükkanlan sahibine geri ver. Ruh dedi. ki :
- Velid'in yazIBl ile bu dükkanlar bana verilmiştir.
- Velid'in yazısının sana faydasl ne? Dükkanlar
adamındır. Bu konuda da delilleri vardlr. Dükkanı.an
adama ver.
Ruh ve Humus'lu kalkınca Ruh, adamı tehdit etti.
Adam Ömer'e gelip dedi ki :
- Ey Mü'miınlerin Emiri, Allah'a yemin ederim ki,
o beni tehdit ediyor.
Ömer bunun üzerine muhaflZl Ka'b b. Hamıd'e der
J,d;
- EyKıl'b Ruh ile birlikte git. Eğer adama dük-
kanlarını geri verirse mesele yok. Vermezse kafasını ge-
tir.
Ruh'un durumuyla ilgilenenlerden bazIBı bu sözü
lşitirve Ruh'a ömer'in verdiği emri anlatır. Ruh çok
korkar. Ka'b da arkasından çıknınş ve kılıcını bir karış
kınından çekmi'}ti, Ruh'a der ki :
-'- Kalk, adamın. dükkanlarını tahliye et. Ruh :
- Peki peki, diyerek, dükkanlan adama t~iye
eder.
325
Zulme uğrayanlar peşpeşe. ona ctavalanyla gefdiler.
İster kendisi tarafından, isterse başkası tarafından ya-
pılmış bir zulme, mutlaka son verdi.. Öyle ki Mervan
oğullarının da başkalarının da zulmen elleıi.nde bulunan
tüm malları onlardan aldı. Zulme uğrayanlara haklarını
kesin deli_l olmaksızın da veriyor, bu konuda az sayılabi
lecek delillerle yetiniyordu. Kişinin uğradığı zulmün çe·
şidini anla:dı mı, hakkını ona veriyor ve kesin delil ge-
tirmek için onu mecbur tutmuyordu. Çünkü valilerin
kendisinden önce insanlara ne zulümler yaptığını biliyor-
du. Tarihçiler zikreder ki: Ömer, nı.azluınJara haklarını
iade ettiği için, Irak bölgesinin Beyt'ül Malı tükendi,
sonra da oraya Şam'dan aktarma yapıldı.
Süleyman b. Abdülmelik, Emevi ailesinden Anbese
bin Said el-As'a yirmi bin dinarın verilmesini emr et-
miş idi. Bu emir gereken tüm Divanlardan geçtikten
son~ Divan'ül Hatme geldi. Geriye paranın Anbese ta-
rafından teslim .alınması kalmıştı; Fakat teslim olmadan
Süleyman vefat etti. Anbese, Ömer b.. Abdulaziz'in dostu
idi. Süleyman'm verilmesini eıı:mr ettiği paranın kendi-
sine verilmesi için emir çıkarmasını istemek üzere Ömer'-
in yanına gitmek istedi. Ümeyye oğullarını ömer'in ka-
pısında bekler gördü. Kendi işlerinde onurila konuşmak
üzere ondan izin almak istiyorlardı. Anbese'yi görünce
dediler ki : . . · .
- Biz onunla konuşmadan Anbese'ye ne diyeceğini
bekleyelim.
- Ey Mü'minlerin Emiri, Emir'ül mü'minin Süley-
man bana yirmi bin dinar verilmesini emretmiş idi. ·So-·
nunda Divan'ul Hatme geldi ve paranın teslim alınması
kalmıştı. Tam bu sırada vefat etti. Bence siz, bunu ön-
celikle tamamlarsınız. Benimle sizin aranızdaki yakın
lık, benimle Mü'minlerin Emiri Süleyman arasındaki
yakınlıktan .daha büyüktür.
326
ömer ona dedi ki·:
- Bu para ne kadaİ'dı?
- Yinni bin dinar.
- Yirmi bin dinar ha? Bu para dört bin müslüman
aileyi zengin eder. Ben bunu nasıl bir adama. verebili-
rim?· Allah'a ·yemin ederim ki ben bunu yapamam.
Anbese dedi ki:
- Ona bu miktarın yazılı olduğu belgeyi gösterdim.
ömer bana dedi ki :
- Seninle beraber kalsın. Belki bu malı benden
daha cesur kullanan biri gelir de, o sana orada yazılı
olan parayı verir.
Belgeyi alıp çıktım, ümeyye oğullarına olanı anlat-.
tun. «Bundan sonra yapılacak bir şey yok, dediler. Dön-
ve memlekete dağılmak için bize izin vermesini i.Ste.»
Ben de ona geri dönüp dedim ki :
- Ey Mü'minlerin Emir!, senin ,kavmin kapıda bek-
liyor. Senden, kendilerine senden önce verilenin, senin
. tarafından da verilmesini istiyorlar.
emer dedi ki:
- Allah'a yemin ederim ki; bu mal benim değildir.
Ve ben böyle bir ~i yapamam.
- ·O h8.lde memlekete dağılmak için senden izin
istiyorlar.
- İsterlerse; bu onlara kalmış bir şey, izin veriyO-
rum.
- Bana da mı?
- Evet, sana da izin veriyorum. Fakat ben kalmam
senin için daha yararlı görüyorum. Sen parası çok bir
adamsın. ~nse Süleyınıın'ın terekesini. satmaktayım.
Belki kaybettiklerini çıkartacak kadar k~ edebileceğin
şeyler satın alırsın.
327
Anbese der ki: Gitmeyip kaldım. Süleyman'ın te-
rekesinden yÜ2Jbin dinarlık mal aldım. Aldıklarımı Irak'a
götürdüm. İkiyüz bin dinarlık mal aldım. İkiyüz bin di-
nara sattım. O belgeyi de sakladım. Ömer vefat edip .
yerine Yezid h. Abdüımelik geçince, Süleyman'ın yazdığı
belgeyi ona getirdim. Orada yazılı olan meblağın bana
verilmesini emr etti.
Ömer, Mervan oğullarını toplayıp onlara dedi ki:
- Size pay, şeref ve mal verilmiş.. Ben, bu ünune·
t:in malının yansmın vey~ üçte ikisinin ellerinizde ol-
duğunu sanıyorum. Elinizdeki başkalanna ait hakları
bana verin ve hoşlanmadığım işler yapmak zorunda bı
rakmayın, beni. O zaman size de hoşlanmayacağınız
şeyler yaptırırım.
328
luhdan giden ve ömer'in YQlundan gitmeyen kimseler
geldi. Abbasiler gelince, onlar da melikler olarak geldi-
ler. Yeryüzü fesatla doldu ve Emevilerin yolundan giden
ve Ömer'in yolundan gitmeyen kimseler geldi. Emevile-
rin din ile insanlar arasında meydana getirdiği geniş
mesafe kadar, insanlar dini geleneklerden uzaklaşt~. Ab-
basi hükümdarlan da, Emevi hükümdarlarından daha
hayırlı değildi. İşte .ısıncı meliklik böyledir.
*
Biz burada İslam devletinin tarihinden değil de,~.
lami yönetimin ruhundan söz etmekte olduğumuz için
bti ruhun değişip kabuğuna çekildiğini ortaya koymak
üzere meliklerin zamanından üç hutbeyi gözler önüne
sereceğiz. Bunlara ~rşılık da hal.iteler döneminden üç
hutbeyi -ki önceden geçmişlerdi- hatırımıza getirelim.
O zaman aradaki derin fark, açıkça ortaya çıkar.
Muaviye, sulh yapıldıktan sonra Küfelilere okuduğu
b.utbede dem.işti ki :
«- Ey Kftfeliler, ben sizin namaz kıldığınızı, zekat
verctiğinizi ve hacc ettiğinizi bildiğim h.8.lde, namaz için,
zekat için vehacc için sizinle savaştığımı mı sanıyorsu
nuz? Ben sizinle üzerinize emir olayım diye savaştım.
Allah da bunu bana siz istemediğlniz haide, verdi. Habe-
riniz olsun bu. fitnede telef olan her mal ve akan her kan
heder olmuştur. Daha önce kabul ettiğim her. şart da
ıLya.klarımın altındadır.»
329'
Ebu Bekir) dönemJ.İı~1başın1za geçmek ·ist.edim. ömer'in
döneminde de istedim. Bundan şiddetlibir şekilde uza.k-
laştınldım. Osman'ın yıllannda istedim, benden yüz çe-
virdi. Onun için bu uğurda, sizin için de, .benim için de,
daha faydalı bir yola gittim; karşılıklı olarak güzel yiyip
içmek... Beni en hayırlınız bulmuyorsanız da, idarecili-
ğim siztn. için hayırlıdır ... »
*
Mali Siyasete gelince; o da yönetim politikasına bağlı
bulunuyor, yöneticilerin yönetim tabiatını, tasa.vvurları
nın bir uzantısı durumunda idi. Hz. Muhammed (S.) in
~yatında, iki arkadaşı .(Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer)
nın ve Hz. Ali b.· Ebi .Talib'in ha lifeliği döneminde, yö-
netim politikası ile ilgili haklın görüş, İslami. görÜş idi.
Buna göre: Amme malı cemaatin malıdır. Yöneticinin
330
kendisinin ve ailesinin bu· maldan hak kaza.nrnadıkça bir
şey almak yetkileri yoktur, yönetici hiç kimseye hak et-
tiğinden fazlasinı veremez, o da diğerleri gibidir. Hz.
Osman'ın döneminde ise, bu tasavvurda.naz bir sapma
olmakla birlikte, cemaatin haklan baki idi. Halife~ ak-
rabalarına ve başkalarına görüşüne göre iyilik yapmak
üzere, elini bu mala uzatabileceği anlayışında idi. Yöne-
tim ısırıcı melikliğin eline geçince, tilin sınırlar çiğnendi
ve bağlar yıkıldı. Böylelikle yöneten, kayıtsız' - şartsız bu
maldan vermek veya. vermemek durumuna geldi. Bunun
ise çok azı hakta oluyor, geri kalanı ise batıl yolda ger-
çekleşiyordu. Müslümanların malı yöneticilerin, oğulla
rının, yakınlarının ve yardakçılarının müsrifçe yaşayış
larına hadsiz hesapsız harcanıyordu. Böylelikle' yöneti-
ciler nihai olarak İslatnıın mal için çizmiş olduğu sınırla
rın dışına çıkmış oluyordu.
Bu, son derece özetle çizilmiş bir tablodu.r. Şimdi
bunu tarihi gerçeklerden vereceğimiz örneklerle açıkla
yalım:
331
Allah'a,. Resulüne, akrabalara, yetimlere, miskinlere ve
yolcuya tahsis ·edilmiştir.
4 - Ganimet: Müslümanlann savaş yoluyla müş
riklerden aldıkları mallardır. Bu malların beşte dördü
savaşçılar~, beşte biri de fey' gibidir ve fey'in harcama
yerlerine harcanır.
5 - Veya ganimet yerine Harac: Daha önce müşrik
lerin elinde olup, sonradan müslümanların savaşla ele
geçirdikleri 'vey.a müşriklerle anlaşID.ar yapılarak ellerin-
de bıraktıkları arazilerden aldıkları belirli maldır. öme·r
b. el-Hatta:b (R.) m Fars arazisine uyguladığı düzende
olduğu gibi.
Resülulla.J:ı (S.) döneminde . Beyt'ül-Mal'm gelirleri
fazla değildi. Çünkü muhacirler mallarını ve memleket-
lerini terk etmiş, Ensar onları himayelerine almış, ken-
dileriyle ortak ve kardeş olmuşlardı. Müslümanların da
sayısı henüz mahdut idi. Savaştan önce ise Beyt'ül Mal'-
ın Allah yolunda infaktan başka herhangi bir geliri
yoktu.
Gazalar hicretin ikinci yılında da zekat
başlayıp,
farz kılınınca ona gelir olan zekatla birlikte, ikinci bir
gelir kaynağı olan ve beşte dördü savaşçılara dağıtılan
ga:nimet de ortaya çıktı. Peygamber (S.) piyadeye bir,
süvariye iki pay -üç de diyenler var- veriyordu. Nite-
kim bekara bir pay, evliye de iki pay veriyordu. Bununla
da ((adam ve ihtiyacı» ilkesini ortaya koyuyordu. Beyt'ül
Mal'a ait olan beşte bir ise, az önce sözünü ettiğimiz yer-
lere harcanırdı.
Bundan sonra Benu'n Nadir gazvesinçle ilk fey' ele
geçirildi. ResUlullah (S.) bu fey'lyalnız muhacirlere tah-
sis edip; ensardan fakir olan iki kişi dışında kimseye bir
332
şey vermedi. Bundan sonra Kur'an ayetiyle İslflmın ge-
nel ilkesi ortaya konulmuş oluyordu:
«Ta ki (bu mal) sizden zengin olanlar arasında dö-
nüp dolaşan bir devlet olmasın.»' (el-Haşr: 7).
Bundan sonra İslam devletinin sınırlannın ge.niş
lemesi ve peşpeşe yapılan fetihlerle müslümanların gelir·
leri de çoğaldı. Böylece bolluk yavaş yavaş bütl).n müs-
lümanlan kapsamaya başladı. Çünkü İslamın sınırladığı
nisbetler dahilinde Beyt'ül Mal'ın gelirlerinde tüm müs--
lümanlar ortak idiler. ·
Resı1lullah {S.), irtihal edince ve arkasından irti-
datlar başlayıp, mürtedler zekatı vermeyince Hz. Ebu
Bekir, meşhur tavrını ortaya koyup şu ebedi sözlerini
söyledi:
«Allah'a yemin ederim, eğer daha önceden Resulul-
lah (S.) a ödemekte olduklan bir deve yulannı bile ba-
na vermeyecek olurlarsa, bunun için onlarla. savaşırım.»
Bu konuda Hz. Ebu Bekir'in görüşü, Hz. Ömer'in
görüşlerine aykırı idi. Hi. Ömer, -Hz. Ebu Bekir'in gö-
rüşünü kaıbul etmeden, Allah ona doğruyu ilham etme-
den ve onun hak olduğunu bilmeden önce-- o topluluk
«IA İlahe illallah» demektedir, dolayısıyla onlarla sava-
şılmaz görüşünde idi. Öyle ki Hz. ömer, Hz. Ebft Bekir'e
karşı çıkışında bir dereceye kadar hiddetle şu sözleri
bile söylemişti:
- Sen bu insanlarla riasıı savaşabilirsin? Halbuki
Resulfülah (S.) şöyle buyurmuştur:
«Ben insanlarla, La İlahe
illallah Muhammed'ür·
Restllullah (Allah'tan başka ilah. yoktur, muhammed Al-
lah'ın Reslllüdür) deyinceye kadar savaşmakla emr
olundum. Kim bunu söylerse malını ve kanını benden
333
ancak İsl!mın hakkı ile, korumuş olur, hesaplan da Al-
lah'adır.»
334
sevabı Allah (C.C.) tarafından verilecek bir şeydir. Şu
ise bir geçimlLl{tir. Bunda eşitlik, tercih yapmaktan ha-
yırlıdır.
335
Muhacirlere beşer bin, en.sAra üçer bin, peygamber
(S.) in zevcelerine onikişer bin tahsis etti...»
Burada bu' rivayeti Hz. Ömer'in insanlarııi bir kıs
mını bir kısmına. tercih etmek görüşünü açıklığa kavuş
turduğu ve yanın milyon dirhemin ancak rüyada görü-
lebileceğini düşündürecek derecedeki servet düzeyini
tablolaştırdığı için zikrettik. ·
Ebu Yusuf Kitab'ül-Harac'da der ki :
«Bana Medine'den bir yaşlı, İsmail b. Muhammed
es-Saib'den, o Zeyd'den, o da· babasından rivayetle dedi
ki: ömer (R.) in şöyle dediğini İşittim: «Kendisinden
başka İlah olmayan Allah'a yemin ederim ki, kendisine
vereyim veya vermeyeyim, bu malda hakkı bulunma-
yan bir kimse yoktur. Köle dı.şında, kimse kimseden bl.l
malda daha çok hak sahibi değildir. Ben de bu konuda
sizden herhangi birisi gibiyim. Fakat bizim durumumuz
Allah'ın kitabını bilme derecemize ve ResUlullah (S.)
den aldığımıza göre değişiktir. Kişi ve' İslam'daki mih-
neti, kişi ve İslam'daki eskiliği, kişi ve zenginliği, kişi
ve ihtiyacı (na göre payı da değişir). Allah'a yemin ede-
rim ki, kalacak olursam San'a dağındaki çobana bile bu
maldan payı, yerinden ayrılmadan ve yüzü kızarmadan
· (yani istemeden) eline ulaşacaktır ... »
«Bedir'de bulunan her bir- sahAbiye ~nede beş bin
dirhem maaş bağladı. Uhud savaşına katılanlara yılda
dörder bin, Bedir'de bulunanların evla.tlanna da ikişer
bin dirhem maaş bağladı. Ancak Hz. Hasan'la Hz. Hü-
seyin'e ResUlullah'a yakınlıkları dolayısıyla babalarına
verdiği m8.aş kadar, yani herbirisine beşer bin dirhem
verdi. Mekke'nin ·fethinden önce hicret· eden her bir ki-
şiye üçer bin, f etilı günü müslüman olanların her birine
ise ikişer bin dirhem maaş başladı. Muhacir ve Ensar'ın
336
'.f~ ileri oJmayan çocuklarına da· Mekl(e'nln fethi gü-
~ünde müslüman olanlara. verdiği kadar maaş l:>ağladı.
fn.sanıara derecelerine, Kur'an•ı: bilmelerine ve cihM-
laınna göre maaş bağladı. Bunların dışında kalanların
tümünü bir saydı. Medine'ye gelip orada yerleşen müslü-
manıara yirmi beş dinar, Yemen'lilere, Şam'daki Kayıslı
la.ra. ve Iraklılara ·iki binden bine, dokuzyüre, beşylm!
Ne üçyüre kadar değişen maaşlar ~ağladı. Kimseye de
:ftç yüz dirhemden az vermedi. Ve dedi ki: Eğer mal ar-
~rsa, her bir adama dört bin dirhem maaş bağlayaca
iım. Bini cihada gitmek içiiı, bini silahı için, bini ailesi-
ıtlin geçimine bırakması için, bini atı ve katın için.» (,20)
«Ancak Hz. Ömer, erkek ve kadınlara verilen maaş
ları düzenlemek için koyduğu kuralın dışına çıkarak,
bazılarına benrerlerine verdiği miktarda çok vermiştir.
Omer b. Ebi Seleme'ye dört bin dirhem maaş bağlaqı.
Adı geçen ömer, mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'nln
oğludur. Buna Muhammed b. Abdullah b. Cahş itiraz
etti ve Emir'ül Mü'minine dedi ki: «ömer'i niye bizden
üstün tutuyorsun? Bizim babalarımız hicret etmiş ve sa-
vaşlarda bulunniuŞlardır ... » Hz. ömer (R.) ona şu söz-
leriyle cevap verir: ccRest'.Hullah'a olan yakınlığı dolayı
sıyla onu üstün tutuyorum. Bana bunun nedenini so-
l'an, Ümmü Seleme gibi bir annesi olduğunu göstersin.
Ona hak vereyim.» üsarne b. Zeyd'e dört bin dirhem bağ':"
lamıştı. Oğlu Abdullah :az. Ömer'e dedi ki: «Bana üç
1
338
ın ikrarı yanında,
daha sonra fitneye götüren, İslam top-
lumunda dengeyi ortadan kaldıran acı sonuçlar ortaya
çıktı.
339
yen fırsatıan vermek suretiyle değil de- gayret, çalışma
ve bunların sınırlan ölçüsünde kalanın dışında servet-
lerin büyümesine imkAn bırakmayan sağlıklı isıami esas
işte budur.
Hz. ömer (R.) SOi\ günlerinde bu esasa dönmek üze-
reydi. Fakat bunu gerçekleştiremeden şehid edildi ve
verdiği karannı, hatta iki kararını uygulayamadı. Biri,
zenginlerin mallarının fazlasını alıp fakirlere iade et-
mekti. Çünkü bu fazlalık -çoğunlukla- onun atiyye-
lerde gözettiği ayrımdan olmuştu. Diğeri ise, atiyyelerde
fark gözetmemesi idi. Böylece bu farklılık bu şekilde or-
taya çıkmayacaktı ve İslam toplumunda baş gösteren
çözülüş devaın etmeyecekti. ·
340
niyle Kureyş'in ileri gelenlelinin etrafında toplandıklan
bir zamanda, mala ve tahakküzne göz dikmeleri ihtimali-
ni ortadan kaldırmak gayesiyle bunu yapıyorlardı. Bu
uygulama ~. tsıamın anla.dığımanasıyla şahsi hürriyete
herhangi bir müdahale değildi. Çünkü. bu hürriyet, top-
lumun maslahatı ve topluma iyilik yapmak sınırlanyla
sınırlıdır. Fakat Hz. Osman (R.) a gelince, onlara ticaret
yapmak için izin verdi. Yalnız buna izin vermekle kal;;.
madı. Servetlerini, çeşitli bölgelerde evlere ve çiftliklere
yatırmalannı ·kolaylaştırdı ve onlan buna teşvik etti.
üstelik onların bir kısmına yüzbinlerce dirhem hediye
etmişti.
Bütün bunları müslünianlııra, özellikle ileri gelen-
lerine iyilikte bulunmak ve merhamet etmek üzere yap-
mıştı.ı Fakat bu, Hz. Eb'ti Bekir ile Hz. Ömer'in zek!ıan
na gizli olmaYa.n büyük bir tehlike doğurdu. İslam top-
lumunda büyük mali ve sosyal dengesizliklere neden
olduğu gibi hiç bir emek harcamadan ve yorulmadan her
yerden üzerine servet yağan bir tabaka da oluştu.· Böyle-
ce islamm nasslanyla ve yöneltmeletjyle savaş açtığı
lükş ve israf ortaya· çıktı. Nitekim Hz. Osman'dan önce..
ki İki halife de bununla savaşmış ve buna imkan ver-
memeye Çalışmışlardı.
Bu noktada bazı müslümanların ruhunda, İslami
ruh galeyena geldi. Bunların en hara:retl1leri Hz. Ebu
ZeIT idi. Son zamanlarda Mısır Fetva Heyeti bu yü:.
ce sahabiyi yönelişinde hatalı görmekte ve kendi adına
Ebu ZeIT'in dinihi tanıdığından daha iyi dini tanıdığı
iddiasında bulunur iken; daha sonra başka bir münase-
betle önceki şartlar değişince yönelişinin doğru olduğu
na dair fetva çıkardı! Allah'ın dini, heyetin harac-mezat
ticaret yaptığı bir maldır, sanki! ...
Hz. Ebu ZeIT, lüks içersinde yaşayanların İslamın
tanımadığı bu ya.şayışlanru red ediyordu. Lüksü onay-
341
layan, onu artırmak isteyen ve onun içinde yüzmeyi
sağlayan özellikle Muaviye'nin ve Emevilerin siyasetleri-
ni red ediyordu. Bizzat Hz., · Osnıan'a, Beyt'ül Mal'dan
yüzbinleri hibe ederek zenginlerin servet ve lükslerini
artırdığı için karşı çıkıyordu.
342
;Elinde asası olduğu halde ona izin verdi. Hz. Osman
Ka'b'a sordu :
- Ya Ka'b, Abdurrahman vefat etti. Arkasında da
bir miktar mal bıraktı. Bu konuda görüşün nedir?
-. Eğer bu mal ile Allah'ın haklarını gözetiyorsa,
onun için herhangi bir sakınca yoktur.
Hz. Ebu Zerr, bunun üzerine asasını kaldırıp Ka'b'a
indirdi ve dedi ki :
- Resülullah (S.) ın şöyle söylediğini işittim: «BU
dağ kadar altınım olsa, onu infak edip kabul edilmesini
isterim, fakat geriye altı ·okkasını bile bırakmak iste-
mem.» Allah aşkına söyle ey Osman, sen de işittin mi?
~uç defa tekrarlar-.
Hz. Osman:
- «Evet, der.»
Böyle bir şeyi ne Muaviye, ne de Mervan b. el-Ha-
kem kaldıramazdı. Bunun içi:İı ikisi de Hz. Osman'ı onun
aleyhine sürekli kışkırtıyorlardı. Sonunda Allah'a ve Re..
sulilne sava.ş açmadığı ve yeryüzünde fesadı yaymak iste-
mediği halde «Rebeze»ye sürgün olarak gönderildi. Çün-
kü İslam Şeriatı bu iki neden dolayısıyla sürgünü ön-
. görüyor.
Bu, İslam
cemaatini tabakalara ayıran, bu dinin
insanlar arasında yerleştirmek
üzere geldiği esaslan dar-
madağın eden servetlerin aşın büyümesi karşısıiıda tür-
lü tama'lann uyuşturmadığı bir müslümanın vicdan uya-
nıklığının feryadı idi. Burada Mes'udi'nin zikrettiği bü-
yük servetlere örnek olmak üzere bir misal vermemiz
yeter: ·
343
1
344
ı1n satın alınmasına, mülkiyetlerin geniş bir alana yayı
lıp büyütülmesine müsaade etmesiyle ve Eb'll Zerr'in
kalbinden fışkıran derin bir ihlaslı feryA.da karşı diren-
mekle bu, çok hızlı bir şekilde her tara.fa yayrldı. Halbu-
ki Ebu Zerr (R.) .in feryA.dı gayesine ulaşsaydı ve Hz.
Osman buna kulak vermiş olsaydı, durumu düzeltebile-
cek ve ümmetten zararı def etmek için İmam olmanın
verdiği, hattA. cemaatin maslahatını gerçekleştiren şey
leri kesitılikle öngördüğü yetkilerle, Hz..ömer'in son gün-
lerinde zenginlerin fazla. mallannı alarak fakirlere ver-:-
mek arzusunu da gerçekleştirebilecektL
Servetlerin bir tarafta yığılıp büyümesi oranında,
di~er tarafta fakirlik ve yoksulluk vardı. Aynı şekilde
kin ve kızgın4k da vardı. Bütün bunlar üstüste birikip,
İslA.m düşmanlarının faydalanaca~ ve sonunda Hz. Os-
mıan'ı alıp götürecek azgın bir fitne haline dönüşmekte
gecikmedi. Bu fitqe, · Hz. Osman'la birlikte İslam üm-
metinin güven ve huzurunu da alıp götürdü,. onu büyük
bir· çalkant~ya ve feverana teslim etti. Bunun ateşi, du-
manı İslam ruhunu örtene ve ümmeti ısırırı melikliğin
eline teslirrı. edene kadar da sönmedi. ·
Bu nedenle mal sahiplerinin ve atiyye:lerde farklı
lık gözetilmesinden fayda görenlerin, Hz. · · Osman'c1an
sonra Hz. Ali'nin uygulamakta kararlı. olduğu eşitlik
ve adalet siyasetine razı olmayıp kızmalarından ve bir
çözülüşün ortaya çıkmasından korktukları icin bu siya-
setten yüz çevirn'ıekle samimi davranmak istiyormusca-
sma görünmek.istemelerinde bir ırariPlik yoktur. Bu ıribl
kimselere onun cevabı ise güçlü vicdanında yerini bulan
İsl!m ruhundan kaynaklanan şu sözlerden başkası ol~
mamıştı: ' .
. '
«Başlarına geçirildiğim kimselere zulüm yapmakla
zafer arayışında. oimamı. mı bana tavsiye ediyorsunuz?
345
Eğer bu mal benim bile olsaydı, onlann arasında mutla-
ka eşitlik sağlayacaktım. Ya mal ancak Allah'ın olunca
nasıl davranayım? Dikkat edin, malı hakkından başka
yere vermek savurganlıktır, israftır. Böyle bir.şey sahi-
bini dünyada yükseltir ama Ahirette alçaltır.ıı
*
Emevilere. gelince mali siyaset konusunda onlar,
Ömer b. Abdülaziz'e gelinceye kadar ayrı bir yol izlemiş
lerdi. Onun haksızlığa uğrayanlara haklannı .vermek,
müslümanların malının hak olmayan yerlerde kullanıl
masını önlemek konusunda daha önce açıkladığımız gibi
.uygulamalan olmuştu. Onun zamanında yardakçıların,
eğlendirenlerin bu malda herharigi bir paylan yoktu.
Methiyeci şfıirlere bu maldan verilmiyor ve Beyt'ül Mal'-
dan ellerine bir şey geçmiyordu.
ömer b. Abdülaziz ile Cerir arasında geçen bir olay
vardır. Cerir, ömeri över. ömer ona der ki:
- Ey İbn el-Hatafi <Şair Cerir'in künyesi), Muhft.-
cirlerin torunlanndan mısın ki, onların haklarını sana .
tanıyalım- Yoksa Ensft.r'ın oğullarından mısın ki, onlara
gereken sana da gereksin? Yoksa fakir müslümanlardan
mısın ki, senin kavminden zekat toplayana senin gibilere
verdi~ ~bi vermesini emr edelim.
Cerir der ki :
- Ey Mü'minlerin Emiri ,ben bunların hiçbiri.sin-
den değilim. Ben kavmimin en zenginlerinden ve hali
vılkt.i m iyi olan1a.rmdan biriv.iım. Fakat ben senden,
halifelerin beni alıştırageldikleri şeyleri istiyorum: Dört
bin dirhem, onunla birlikte giyecek ve diğer menkt11
mallar.
Ömer ona dedi ki :
- Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Bana
346
. .
gelince, Allah'ın malında
senin hak sahibi olduğun gö-
rüşünde değilim. Fakat benim maaşım çıkana kadar bek-
le. Çoluk çocuğuma bir sene yetecek kadarını alıp, on-
lara saklayacağım. Sonra artan bir şey olursa, onu sana
veririz.
Cerir der ki :
- Hayır, Allah Emir'ül Mü'minine fazlasını versin
ve öğülsün. Ben de hoşnud olarak gideyim. Bu benim
daha hoşuma gider~
Cerir dönüp gidince, ömer dedi ki :
- Bunun şerrinden korkulur. Onu geri çağırın. Geri
.çağırınca ona der ki :
- Benim yanımda kırk dinar ile iki elbise var. Bi-
l'ini yıkayınca öbürünü giyerim. Ben seninle bunları
paylaşmak istiyorum. Allah da biliyor ki, benim bunlara
ihtiyacım senden çoktur. ·
Cerir der ki :
-Allah artırsın, ey Mü'minlerin Emiri, Allah'a ye-
min ederim ki hoşnudum. Bana verdiklerine kendinin
daha muhtaç olduğuna yemin edip geçimimizi daralt;..
maman, bana övgüden daha etkili geldi..»~
O hftlde müslümanlann mallann:in korunup h.8k
sahiplerine verilmesi halinde, ravilerin ömer b. Abdül-
aziz döneminde yeteri kadar ihtiyaçlarını karşıladıkları
için zekatı alacak kimse bulamamalannı rivayet etmele-
rinde şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü genel olarak
ümmet, diğer istihkaklannı alabildiğinden, zekata ihti-
yacı kalmamıştı. Bu konuda Yahya b. Sa'd diyor ki:
347
I
348
dinar birikti. Kendisi ise bunu on milyon dinara tama.m•
lamak, sonra da bunları eritip tek bir külçe haline getir-.
· mek istiyordu. Bunu yaptığı takdirde o sene haracın üç-
. te birini alamaya.cağını da adadı. Döktüğü bu külçeyi
genel kapıya koyinıak istiyordu. Ta ki onun pn milyon
dinarının bulunduğunu .ve buna ihtiyacı olmadığını işit
meyen kalmasın. Fakat dileğini gerçekleştiremeden ölüm
yakasına yapıştı.·Ondan sonra el-Müktefi (289 -295) gel-
di. Biriktirilen bu parayı ondört milyon dinara tamam-
ladı.
2 - Harcamalar düşüldükten sonra İran ve Kir-
man dan gelen umumi ·çütliklerden kelen mallar ve ha-
raç malları. Bunun miktarı 2~9 - 320 H. (911- 932 M.)
yıllan arasında yirmi üç milyon dirhemi buluyordu. Bu-
nun ondört milyon dirhemi Ammeye ait Beyt'ül Mal'a,
geri kalan dokuz milyon dirhemi ise Özel Beyt'ül Mal'a
konuyordu. Bundan, buralara yapılması gerekli harca-
maları düşmemiz gerekir. Mesela 303 H. (915 M.) yılında
buralarda bir fetih için yedi milyon dirhemden fazla
harcama yapılmıştı. ·
3 - Mısır ve Şam mallan. Mesela zimmilerin cizye- .
si,· Mü'minl~rin einiri oırlla.sı nedeniylet ,Amme Beyt'ül
Mal'ına değil de, halifeye ait Beyt'ül Mal'a konuyordu.
Bu ise nazari olarak halifenin hakkı kabul ediliyordu.
4- Azledilen vezirlerin, katiplerin, amillerin mal-
larının müsaderesinden ve terekelerden alınan mallar.
(24). '
5 -: Sevld'da.,_ Ehvb'd.a, .Doğu'da ve Batı'da bulu-
349
nan çiftliklerden ve harcdan aıınıp özel Beyt'ül Mal'a
konan mallar.
6 - Halifelerin artlrıp biriktirdjkleri. Hicri üçün-
cü asrın sonlarındaki iki halifenin (Mu'tasım ve Mük-
tefi) her biri yılda bir milyon dinar artınyordu. el-Muk-
tedir de bu kadar a:rtırmak yolunu seçmişti. Böylece bu
biriktirilen paranın tutan, yirmi be·ş yılda 25 milyon· di-
nar olmuştu. Ki bu da Harfı.n er-Re§id'in bıraktığı serve-
tin yansı civannda idi.»
Bundan halife adına
nice melikin müslümanlann
fı.nıme malına. elini uzattığı,
mali ·siyasetin İslami esaslar-
dan ne derece uzaklaştığı, bir tarafta zenginliğin D:ereye
kadar vardığı, diğer yanda fakirlik ve yoksulluğiın ne
derece olduğu, tsıamı yoldan uzaklaşılması ve İslami
esaslann tanınmaması nedeniyle, İslam toplumunun ne
denli sarsıntı geçirdiği açığa çıkmış oluyor.
*
Fa.kat tslft.m tarihinde -bütün bunlara. rağmen
ttıa.li siyaset· ile ilgili pek çok esas vakıa olarak ortaya
çıkabilmiş, doğuşunun başlangıcında Emevilerln eliyle
tökezletilmiş olmasına. ra.ğılıen İslamın pek çok esasını
gerçekleştirebilmiştir.
350
dirhem veriyor ve benden yüz çeviriyordu. Onun k~
sına geçtim, benden yüz çevirdi. Onunla goo· göze geldim,
yine benden yüz çevirdi. Ona sordum:
- Ey Mü'minlerin Emiri, beni tanımıyor musun?·
Bunun üzerine arkaya doğru bükülünceye kadar güldü
ve dedi ki:
- Evet, Allah'a yemin ederim ki seni çok iyi tanı
yorum. Bunlar küfrettiğinde sen iman etmiştin, yüz ç~
virdikleriınde sen riayet ettin, Reslllullah (S.) ın ve As·
habının yüzünü aydınlatan ilk zekat, Tayy kabilesinin
zekatıdır. Onu da Reslllullah'a sen getirmiş idin.
351
\
1
dışında, yalnızca {Akit' MuhAcirlere dağıtmıştı. Böylece
ilk fırsatta. İsllm toplumuna. bir dereceye kadar den~
kazandırmak istemişti. Daha. sonra. gelen Ayet~i kerime,
bu tarihi uygulamayı onaylıyordu:,
«Ta ki (bu mallar) içinizden zengfu olanlar arasında
dönüp dolaşan bir devlet olmasın.ıı (el-Haşr: 7).
Bu olayın da ifade ettiği güçİü bir anlamı vardır.
Müslüman Veliyyülemr -ki, Allah'ın Şeriatini uygula-
yan odur- her zaman içiİı İslam toplumunda dengeyi
yeniden sağlayacak, bu ienel dengeyi bozacak şekilde
tabakalar arasında fark bulunmamasını arzu eden ts-
lam'ın bu isteğini gerçekleştirecek şekilde, amme malını·
yalnız fakirlere verebilmek imkanına sahiptir.
312
~eyenlere verilmesini, diğerinin. de ~endlsine Jetirilme-
. . . emretti. · .'
Vergiyi ödemeleri için zaruıi ihtiyaçlara el ko-
4 -
:t;l:ulmaması
ve zorla alınmaması esası. Hz. Ali· (R.), fumil
~zekat memuru) !erinden birine dedi ki : ,
, «, .. Onları;ı. gittiğinde yazlık veya kışlık elbiselerini,
· ~yeceklerini,
işte kullandıkları hayvanlarını kesinlikle
~tmayacaksın. Bir djrhem için hiçbirisine bir kamçı
Yurınayacaksın, bir dirhem tahsili için kimseyi ayak üs-
.~ünde tutmayacaksın, herhangi bir miktar harac tahsili
için hiç kimsenin eşyasını satmayacaksın. Biz onlardan
:1i.fv (mallarından fazla) olanı almaJda. emr olundu}\ ... »
(25).
«Adamı
ve Mihneti» prensibinin yanında ccAdani
5 .....:..
ve ihtiyacı» esası.
Peygamber ($.) bekft.ra ganimetten
bir pay, evliye iki pay vermiştir. Bu uygulama, ihtiya-
cın, meşakkat gibi atiyyelere gerekçe olduğunun delili-
dir. Cihad.da velinin meşakkati, bekft.nn meşakkati gibi-
dir. Fakat. evlinin ihtiyacı .kat kat fazladır. Bunun için
payı da fazla olmuştur. :Buna göre tek başına ihtiyaç
sahibi olmak, tsl!ın açısından mülk edinebllmek için bir
gerekçedir. Bunun ise sosyal güvenlik açısından önemi
büyüktür.
6 - Her. aciz ve muhtaç için sosyal güvenlik esası.
Hz. ömer (R.) yeni doğan çocuğa. yüz dirhem maaş ba~
lamıştı. Biraz büyüdü mü maaşını ikiyüz dirhem yapar-
dı. Ergenlik yaşına geldi mi, bu miktarı daha da artırır
dı. Terkedilmiş çocuğa yüz dirhem, onun velisine de her
ay belirli maaş verirdi.. Aynca onun .emzirilme ve diğer
masraflarını da Beyt'ül Mal'dan öderdi. Büyüyünce onun
354
10 - Faizin haram kılınması ve sıkıntı zamanında
borçluya mühlet verilmesi esası. Faiz, Fransız yasaları
nın bize getirdiği. :nın4deci medeniyet tarafından helal
kılınana kadar haıram olarak kaldı. Bu maddeci.medeni-
yet, faizi genel iktisadi hayatın ana esaslarından biri ha-
, line getirdi. Hayattan ahlaki unsuru yok etmek, insan-
ların kalbinde yer etmiş olah iyilik ve yardımlaşma ru-
. bunu ortadan kaldırmak istemekten başka faizi gerek-
tiren hiçbir durum yoktu. Oysa İslam bu ruhu toplumun
temeli ve insanlar arasındaki yardımlaşmanın ana direği
haline getirmiştir.
Bütün bu esaslar, teşri'in (yasal bakımdan zorunlu
tutmanın) sınırları içerisine girmeyen ve toplumda yer-
leşik bulunan iyllik, yardımlaşma ve dayanışma pren-
siplerinin dışındadır. Babalarımızın --Oedelerimizin de-
ğil- yakın geçmişte her yerde gördüğü, Batı ·Medeniye-
tinin İslam Dünyasına azgınca tahakküm etmiş olması
na rağmen, hala etkileri görülen/ bu iyilik, yardımlaşma
ve dayanışmanın varlığı, İslam toplumunda İslami ru-
hun ne derece etkili olduğunu göstermektedir. Öyle ki
bu ruhun enginliği, çoğu zaman yasal bakımdan zorun:-
. lu tutmaya ve mecbur etmeye gerek bırakmıyordu. Pek
çokve çeşitli olan vakıflar buna örnektir. Fakat bu vakıf
·1ar bugün -Mısır'da- gayelerinden uzaklaştırılmış ve
çeşitli isimler altında talancılar tarafından talan edil-:
miştir. Bunlar şuur ve kalbi katılaştıran donuk maddeci
uygarlık tarafından ifsad edilmeden önce, uzak ve ya-
kın müslüman kuşakların ruhunda merhamet, iyiHk ve
dayanışma ve sosyal güvenlik etkenlerinin ne derece et-
kili olduğuna tanıktır.
Zayıflara sosyal güvenlik sağlama arzusu o derece
ileri gitmişti ki, bu arzu yalruz insanları değil, hayvanlan
bile kapsamına almıştı. Aciz hayvanların barındınlınası
355
ve açlıktan korunması için bile çeşitli vakıflar yapılmış
tı.
*
Attığı ilk adımlarda,
yönetimin ve mali siyasetin an-
lamını kavramakta olumsuz büyük etkileri bulunan sal>'
malara neden olan bir şeye rağmen işte İslam budur.
Tarihte fiilen gerçekleşen İslam, işte budur. Genel
esaslan içerisinde İslam'a gelince, esaslan üzerine ku-
rulan ve şeriatini kendisine kanun kabul eden bütün
toplumların gelişen ihtiyaçlarına. her zaman için cevap
vermeye hazırdır. İslam, hiçbir şeyi dışanda bırakma
dan ve tam bir denge içerisinde, beşert deneylerin ve be-
şeri doktrinlerin ifrat ile tefriti arasıhda gidip gelen ve
insanlığa -;-pek çok kurban götürmek suretiyle son de-
rece pahalıya malolan kör döğüşlerinden uzak bir halde
bütün ihtiyaçları karşılar.
İsl8.mın Bugünü ve Geleceği'ne gelince; gelecek 'bö-
-lfunde de bundan söz edeceğiz.
3.56
İSLAM'~ BUGfJNti VE GELECEGİ
357
sizliğe düşıµeyi gerektiren· bir durum olduğu görüşün
de de değiliz. Bilakis bu acı gerçeği yeryüzünün her
tarafında uzun bir dönemden beri isıamt hayatın durak-
lamış olduğu gerçeğini haykınlıanın, islam'a ve tsıa.mı
hayata, yeniden dönmeye davet etmenin zorunlulukların
dan olduğu görüşündeyiz. Bu zorunluluktan kaçınmak
imk.ansımır. .
Bu dinde inanılan bir gerçek vardır. insanlar «Al- ·
lah'tan başka hiçbir İlfth bulunmadığına» yani «Allah'-
tan başkasının hakimiyet yetkisi olmadığına» şehadet
etmeden, bu dinin insanların kalbinde ccakide» olarak,
pratik hayatta da «din» olarak ayakta durmasına iımkRn
yoktur. Bu öyle bir hakimiyettir ki, All~'ın kaza ve
kaderinde ortaya çıktığı şekilde, şeriatinde ve emirlerin-
de de ortaya çıkmaktadır. Bütün bunların, İslam akide-
sinin esasını teşkil etmekteki rolleri birdir. Bu akide bu
esas olmadan, kalbe yerleşemez. Aynı şekilde hayatın
pratik düzeninde ortay,a çıkmadıkça, akidenin hayat
gerçeğinde var olan bir <edin» olmasına da imkan yoktur.
Genel ve özel bütün konularda insanların hayatına yön
vermek yetkisi ancak «Allah'ın Şeriati»ne ait olabilir.
Yöneten de yönetilen de Allah'ın izin vermediğini fiilen
teşrie kalkışmak yoluyla «hakimiyet» hakkına sahip ol-
duğunu iddia etmekle «UlUhiyyet» hakkına sahip olma
iddiasına kalkışmaktan uzak durmalıdır. insanların,
-nassın bulunması- halinde nasStan; bulunmaması ha-
linde de ge~el esaslar içerisinde yapılan ictihaddan kay-
na:klanniadan- Allah'm şeriatfrıden çıkarılmayan, ken-
dilerince ortaya konan düzen, şart, teşri ve yasa türün-
den kendilerf1çin ortaya koydukları ne varsa, onlardan
tümüyle uzaklaşıp, hakimiyet yetkisinin Allah'tan baş
kasına ait olmadığını ortaya· koymaları gerekir. Bunu,
Allah'ın:
«Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz,
358
Allah'a ve Resftlüne havale ediniz.» (en-Nis!: 59) emrine
UA.at etmek için· y~dırlar.
Biz, «clin»in üade ettiği anlamı ve «İslam»dan ~la
:şılanıbu şekilde sınırlandırmayı kendiliğimizden ortaya
koymuyoruz. Allah'ın dini'nin ne demek olduğunu izah
etmek demek Qlan, bugün yeryüzünde İslamın var ol-
duğu yargısı kar.şısında durup düşünmeyi gerektiren,
<ımüslümanıml» iddiasında bulunan milyonlarca insanın
iddiasını yeniden gözden geçirmeyi gerektiren böyle bir
durumda insanın, dünyada da, ahirette de beli kıracak
kadar ağır bir fetvayı kendiliğinden vermeye kalkışma-
ması gerekir. ·
<cDinnin ne demek olduğunu, cıİslamııın ne ifade et-
tiğini bu şekilde sınırlandıran, bu dinin İlahı ve İslam'ın
Rabbi olan Allah'tan başkası değildir. Allah bunu, te'vile
gerek bırakmayan, saptınlmasına imkan bulunmayan
kesin nasslarla ortaya koymaktadır.
<ıHüküm (hakimiyet) ancak Allah'ındır. (0) kendi-
sinden başkasına ibadet .etmemenizi emr etti. İşte dos-
doğru din budur.» (Yusuf: 40).
<cOnlar arasında Allah'ın indirdikleriyle hükmet, on-
lann heva (ve heves)lerine uyma ve Allah'ın sana in-
<lircqklerinin bazısından (da olsa) seni alıkoyacaklar di-
ye, sakın onlardan.» (el-Maide: 49).
· ·ııKim Allah'ın. indirdikleriyle hükmetmezse, işte on-
1at kafirlerin ta kendileridir.» (el-Maide: 45).
ı . -:
3Ş9
«Ey iman edenler, Allah'a ıt~t ediniz, Resüle itaat
ediniz ve sizden olan emir· sahipl~rtne. de. ·Eğer bir şey
hakkında çekişirseniz, -eğer Allah'a ve ahiret gününe
iman ediyorsanız- onu Allah'a ve Re~üle havale ediniz.».
(en-Nisa: 59).
Bütün bu ayetler tek bir gerçeği vurgulamaktadır:
Hakimiyetin yalnızca Allah'a ait olduğu· kabul edilme-
den ne iman olur, ne de müslüman olunur. Nass .bulun.
mayan konulardaki anlaşmazlıklarda Allah'a dönmek
gerekir. Çünkü nass bulunması halinde ne görüş ortaya
atılabilir, ne de anlaşmazlık sözkonusudur. Hayatın her
durumunda yalnızca Allah'ın indirdikleriyle hükmedilir.
Ameli olarak Allah'ın hükmüne t.esUm olduktan başka
kalben de bu hükme razı olmak gerekir ... ccDo.sdoğru din»
işte budur. Allah'ın insanı~ istediği c<müslümanlık»
da budur.
Dinin ve İsl!m'ın gerçek anlamını ortaya koyan bu
anlayışın ışığında bugün yeryüzünü gözden geçirecek
olursak, bu dinin herhangi bir ccvarlığıı>m göremeyece-
ğiz ... Çünkü bu ~arl:lk, ~r hayatında hakimiyetin yal-
nız Allah'a ait olduğunu kabul eden son müslüman kafi ..
lenin de bunu t.erk etmesiy'le duraklamış bulunuyor. Bu
duraklama ise, hayatın her durumunda yalnızca onun
şerlatiyle hükmetmenin terk edildiği günden itibaren
başlamıştır. ·
Bu acı gerçeği ortaya koymamız, bunu açıkça belirt-
memiz ve «m~lüman» olmaktan memnun pek çok kişi..
nin kal'bind.e uyandırdığı ümitsizlikten korkmamız f!C-
rekiyor ... Aslında bu gibi kimselerin de nasıl müslüman
olabileceklerine inanmak haklan. vardır ...
Bu dinin düşmanları asırlar boyunca çok emek har-
cadılar, harcamaya cta. devam ediyorlar. Çok sinsi, hile~
kir ve büyük gayretler bütün bunları, müslümari olmak-
tan memnun pek çok kimseyi bu acı 'gerçekle karşılaşr
ı:naktan ve bunu aydınlıkta ele almaktan ürkütmek için
harcadılar. Aynı şekilde bunları, her konuda Allah'm
. Şeriatını hakim kılan son müslüman topluluğun· yeryü-
zünden kalktığından ve böylelikle hakimiyeti (ve ulu-
hıyyeti; çünkü bu, diğerinin eş anlamlısı ve ondan aynl-
ımıayan lazımıdır) yalnızca Allah'ı tanımaktan uzaklaş
tığı günden beri bu dinin varlığının durakladığını ilan
etmekten de sakındırmaktadırlar. ·
Bu hilekar ve adi düşmanlar «müslüman» _olmaktan
memnun ve hala de ccmüslümanıı oldukları, İslamin iyi
durumda olduğu, dinin şeriatı insanlara hükmetrneksi-
zin de insanların müslüman olabilecekleri, hatta haki-
miyetin yalnız Allah'ın olduğuna, hakimiyetin kendisi-
ne ait olduğunu iddia edenin ilahlık iddiasında buluna-
cağına, kMir olacağına ve bu dinden çıkacağına inan-
maksızın bile insanların müslüman olabilecekleri veh-
mine kapılanların pek ç~un duygutaruıı uytişturmak
istemekte ve onların bu korku ve sakınmalanndan ya-
rarlanmaya ça.lıştnaktadırlar.
Bu hilekarlık o dereceye vardı ki Şarkiyatçı Alfred
Ca:ntwel Smith, ıcGünümüzde İsllm» adlı bir eser yazmış
t1r. Bu kita;bm ana hedefi C<L!iklik».ln tsıam ile özd~ ol-
duğunu ortaya koymaktır. Hattı\ İslAm topraklarından
biri olan Türkiye'de gerçekleştirilen laiklik, son çağda
ba.~ıva ula.şan biricik «İslami Hareket»tir. İslAmın var
olmasını isteyen müslümanla.ra. düşen görev, aynı yolu
izlemektir. Çünkü doğru hareke;t olma. özelliği yalnız
ona. aittir.
Bu garaz bu nôkt&ya varmıştır. Aynı şekllde bizim
bunun tam zıddı olan jterçeği '-&çıkça ortaya koymamız
gerekiyor. Ki, mıiislüma.n. olmayı seV'en, bu din1n varlığı
nın durakladığını ilA:n etmekten çekinmeyen pek çok kişi
~61
bu gerçekten korkmakta.dır... Biz bu gerçeği açıkça ilAn
edelim ki, bu dinin sevenlerine bu dinin düşmanlan ta-
rafından verilmek istenen. uyuşturucunun etkisini orta- -
dan kaldıralım.
362
·boyun eğmek yoluyla· ullihiyetinin ·gerçekleşmesidir ...
Başka türlü Allah'ın
:
«O, gökte de naıı· olandır, yerde de.» meAlindeld
buyruğu tasdik edilmiş olamaz.
İşte İslAmın geleceği budur. Bu dinin yeniden var
ola.cağına dair bü}'ük ve sarsılmaz bir emel. Uzun tarihin
desteklediği, köklü fıtratın pekiştirdiği .bir emel.
Ancak bu büyük ve sarsılmaz emelin varlığı bizi, bu
geçici duraklamanın tarihi nedenlerini, fiilen var olma-
sını engelleyen mevcut engellerin neler olduğunu, yapıl
ması gereken ilk çalışmaların ve bu fiili varlığı hazırla
y~ak nedenlerin neler olduğunu, enine boyuna ele al-
maktan alıkoymamalıdır.
Henüz yeni ortaya çıktığı dönemlerde İslam toplu-
munun geçirdiği büyük sarsıntıya önceden değinmiş
idik. Bu sarsıntı topluma, ResUiullah (S.) ve Raşid Ha-
lifeler döneminde yüksek bir seviyede iken, daha sonra
Emevilerin ortaya koyduklarıyla isabet etmiştir.
Şimdi bu dinin karşılaştığı ve asırlar boyunca etki-
leri devam eden en önemli sadmelere hızılca değinip
geçelim.
Biz bunların ilkini Abbasi Devletinin ortaya çıkışın~
da ve devletin henüz. yeni müslüman olmuş, içlerinden
kavmi asabiyyeti henüz atamamış oldukları için halisa-
ne İslama bağlanmamış bir takım unsurlara qayanma-
sında buluyoruz. ·Abbasi Devleti zamanla. dayandığı ve
İslam · içind~ erimeye başlayan unsurları bırakıp, bun-.
ların. yerine henüz İslamın kalplerine· iyiee .yerleşmediği
bir kısım Türkler, Çerkezler ve Deylemliler gibi kavmi
unsurlara dayandı. Böylece· devlet, isIA.m ruhuna zıd un-
surlara dayanmaya devam etti. Bu gibi unsurlara. da-
363
yanması nedeniyle de bunlardan etkileniyordu.· Bu .un-
surlara ve bunlarla birlikte devletin otoritesine karşı
içinde gizlediği güç ve büyük canlılıkla İslam ruhundan
başka direnen bir şey yoktu. · ·
Bundan sonra büyük ve vahşi bir barbarlıkla :İslam
dünyasıru. kaplayan darmadağın edici Tatar istilalan
oldu. Fakat çok geçmeden İslam kendi potasında bun-
ları eritti ve yuttu. Bunlar da onun bazı tortuları ola-
rak kaldılar. Fakat bu istilaların etkileri İslam ruhunu
şiddetlice sarstıktan, 'durum ve geleneklerinde kesin et-
ki bıraktıktan sonra eritilebildıi. Bununla beraber kasır
gası önünde devletin sarsıntı geçirmesine rağmen, is-
lAm
. ümmeti, güçlü. ve birbirine bağlı idi, özel ve resmi
bazı yönlerde her ne kadar uzaklaşmalar olduysa da di-
.nin esaslan üzerinde dimdik ayakta duruyordu.
Burada şunu hatırlayalım. Kurulup gelişmesi bin
yılı kapsayan Roma imparatorluğu, Hun ve Gotların hü-
cumları sonucunda bir asırda ylkılıp dağıldı. İslam Dev-
·ıeti geniş bir alan üz.erine ayakta. kalmış olmasına rağ
men Roma Devletinden bir takım eyft.letıerin dışında
bir şey kalmadı. üstelik İslam Devletinin kuruluşu ya-
rım asır gibi bir zamanda gerçekleşmiş ve ayrıca yöne-
tici Rileler arasındaki bütün iç çekişmelere tatarlardan
ve başk.alanndan yediği bütün darbelere tağmen ayak-
ta kal~bilm.iştir. Bunlar, bu gibi şartlara. karşı diren-
mekte İslAm'ın, büyük bir canlılığa. sahip olduğuna §A-
hitlik etmektedir.
Sadmeleri izlemeye devam edecek olursak, Doğuda1
366
ekilmeye başlandı, sonra. .da. iyice yerleşti. İspanya'da
İslam döneminin sonu, dünyada eşi görülmemiş katılık
ve vahşilikte aşınderecedeki mücadelelerle gerçekleşti.
Her ne kadar bunun arıkasındarl ilim ve kültürün sonu
gelmiş ve bunların yerine orta.çağ c~liği ve katılığı gel-
miş olduğu biliniyoc idiyse de; Avrupa'da bu sonun ~
sında sevinç çığlıkları yükselmişti.
367
ve kadın veya erkek olsun her .Avnıpalının kalbinde yer
etmişti. Bütün bunlardan daha garibi, bütün kültürel de-
ğişme dönemlerine rağmen bu kin canlılığını yitirmemiş
tir. Reform hareketlerinden sonra, Avrupa'nın birliğini
kaybedip, mezhep ayrılıklarına düştüğü ve her bir ta,.
rafın, karşı taraf aleyhine silahlandığı dönem geldi. Fa-
kat, İslam düşmanlığı hepsinde ortak: özellik idi. Bun-
dan sonra, dinl şuurun gerilediği dönem gelir.. Fakat
İslam düşmanlığı yine sürme~tedir. Buna en açık delil-
lerden bir tane.si şudur: Fransız filozof ve şairi Volter,
18. asırda hıristiyanlık ve kilisenin ·en amansız düşmanı
olmakla birlikte, İslama ve İslam peygamberine karşı
da aşırı bir kine sahip idi. Daha ·sonralarıı batılı ilim
adamlarının yabancı kültürleri etüt etmeleri ve bir de-
receye kadar yumuşaklıkla onlara karşı çıkmalan döne-
mi geldi.·
İslam ile ilgili konulara gelince, onların geleneksel
hakir görmeleri, ilmi· araştırmalarında maklil olmayan
bir tarafgirlik hA.Unde ortaya çıkıyordu. Böylelikle ta-
rihin Avrupa ile ·tsınm dünyası arasında açmış olduğu
uçurum, köprüsüz kalmaya devam etti. Daha sonra ts-
ıa.mı hakir görmek ve küçümsemek Batı düşüncesinin
bir parçası Mline geldi.Vfilcıa şu ki, modern çağlardaki
ilk Şarkiyatçılar, İslim topraklarında faaliyet gösteren
hıristiyan misyonerler idi. Onların İslam öğretilerinden
ve tarihinden ortaya çıkardıklan· ((çirkinleştirilmiş tab-
lo», Avrupalıların «putperestlet'»e (müslümanlara) karşı
tavırlarını belirlemekte etkili olacağı ga:rantili esaslara
v.öre hazırlanmıştı. Şarkiyatçılık, daha sonralan misyo-
nerlik nüfuzundan kurtulmuş ve Şark ilimlerinin yönünü
olumsuz yönde etklleyeeek cahilfuıe dini bir hamiyet kal~
mamış olduğu halde, bu cctablo» şuur altında varlığını
· sürdürdü. Bu bakımdan şarkiyatçıların İslam'a hücum-
lan, onlann miras aldıklan biricik karakter ve tabii bir
368
özelliktir. Bunlar Haçlı Savaşla.nnm ortaya çıkardığı ön,.
ceki Avrupalıların sonrakilerin akıllarında bıraktığı tor-
tular üzerinde yükselir.
«Bazıları şöyle bir soru sorabilir: Böyle 'bir eski nef- ·
ret, -ki bu nefret esasında dini ~di ve hıristiyan kilisesi-
nin ruhi tahakkümü nedeniyle o zaman için mümkün-
dü- dini şuurun ancak geçmişe ait bir mesele olarak
değerlendirildiği günümüZ Avrupa'sında nasıl olur .da
·hal~ devamı edebiliyor?
370
O·hillde Avrupa ve Amerikan emperyalizıtııi için bu dine
düşman kesilmekten başka çare yoktur. Ortada olanın
tümü şudur: Her ulusun sömürü şekli farklı olduğu için
düşmanlık ve saldırganlığın şekli de farklı görünümlerde
olmaktadır. Bundan· başka şart ve durumlara göre de
..,sömürü şekli farklı olabilir. Mesel~ Fransa, Mağrib'de
sömürüsünü, «Berberi Yardımı» veya başka herhangi
bir isim altında İslam'a karşı açık bir savaş şeklinde or-
taya. koyar. Şam'daki Fransız Emperyalizminin temsilci-
leri de kendilerin! herkesin önünde ye açıkça «Haçlıların
torunlanı> olarak ilan ederler. İngiltere ise sinsiliği ter-
cih eder. Mesela, İslfuni hayatı (hatta tümüyle Şark
hayatını) ayakta tutan bütün esaslan küçümseyen bir
· ka.nıu oyu oluşturıma.k için Mısır'daki Eğitim Enstitüleri-
ne gizlice sızma yolunu seçer. Bu düşünce doğrultusun
da bir öğretmen nesli yetiştimı.e işi gerçekleşti mi, bun-
ıan yetişecek nesilleri bu ooyayla boyamak üzere okul-
lara ve eğitim dairelerine salar. Bunlar aynca bu düşün
celeri oluşturacak programlan da hazırlayıp okullara
uygularlar. Özellikle de bakanlık bünyesindeki eğitim
. kurumlarında bulunan İsl!m kültürünü hatırıatan tilin
unsurları tamamiyle uzaklaştırmaya beslemek ihtiyacını
duymaz. Çünkü bu görevi, Mısır kamuoyunu oluştur
makta. geniş etkisi bulunan büyük bir kitleye bırakmış
tır. Güney Sudan'da. ise böyle bir saptırmaya gerek gör-
mez. Bunun için hır1stiyan misyonerlere ve müslüman
tAcirlere karşı önceden açıklamış olduğumuz tavn, açık
ça ortaya koyar. Amerika ise İslam dünyasının her ta.
rafında İslAmı btitün esaslanyla akidesiyle, ahWoyla
ve hareketliliği ile tam anlamıyla yok edecek şart ve
düzenleri yerleştirmek yolunu !$eÇer..
Görülüyor ki geçmiş asırlarda her bir eınpezyaJist
devlet, bu dine karşı· durmakta ve 0nu yok etmek için
kendine göre bir yol izlemiştir. HA.IA. özünde da.yanışnıalı
371
bir programla bu işi yürütmeye devam ediyor. Uzak
veya. ya.kından İslAm'ın karşı karşıya kaldığı her prob--
lemde Batılı ülkelerin takındığı tavırda. bu, açıkça gö-
rünmektedir.
Batılıları bu şekilde yönlendirenlerin yahudilerin
Amerw'daki ve dıger ülkelerdeki mali nüfuzJarı oldu·
ğunu sanan1ar, İngiliz emellerinin ve Angio·Sakson de-
sıselerinin bu tavn yönlendirdiğini kabul edenler; do·
ğu ile batı bloklan arasındaki çekişmenin biricik etken
oıduğunu ileri sürenler ... evet bütun bunlar, bu konu-
da bütün bu unsurlara eklenmesi gereken gerçek bir
unsurdan· habersiz bulunuyorlar. Bu uılsur, batılılann
kaıılannda bile akan, şuurlarının altında yer eden Haç·
lı ruhu ile birlikte Batı emperyalizminin İslfun ruhun-ı
dan korkması ve İslam· gücünü yok etmek istemesidir.
Öyle ki, bütün batılıları bu ortak duygu ve bu ortak
maslahat birleştirmekte ve bu, Komüpist Rusya ile Ka-
pitalist Amerika'yı bir noktada, bir arada tutmaktadır.
Hem Haçlı emperyaliSt dünyada, hem Maddeci Komü-
nist dünyada aynı şekilde İslam'a karşı tertiplere gıriş.
mekteki Uluslararası Siyonizmin rolünü unutamayız.
Bu ise; Restllullah'ın Medine'ye hicret etmesinden ve
İslam devletinin kurulmasından ·bu yana yahUdilerin
sürekli olarak oynadıkları bir roldür.
Hayret edilecek durumdur ki, ilk dönemlerinden gil-
nüm üze kada,r karşı karşıya kaldığı bütün sadmelere
rağmen, ardarda ona gelen sadmelere, ve· bunların yeni
gelişmiş yapısını etkilemesine rağmen, daha sonra gü-
nümüzde ba.tı uygarlığının maddi ve m\Wüman adını
taşıyan bazı kimselerin, emperyalistlere Alet olarak ts-
lam'ı gönül rahatlığıyla yıkİnalannı ve yok etmelerini
sağlayan- kültürel galibiyetine rağmen;
Evet, bütün bunlara rağmen İslam ruhu, kendi yapı-
312
sı içerisinde sağlıklı kalabilmiş ve onun gücü genel bir
özellikte insanlık hayatının akışında etkili olmaya de-
vam edebilmiştir. Bu ruh, ondört asırdan bu yana dünya
politikasının şekillendirilmesinde etkili olmaya devam
etmiştir. İslam'ın hesaba katılmadığı hiçbir siyasi hare-
ketin veya savaş hareketinin varlığından söz edilemez.
-İslam dünyasının zayıflama, dağılma, ruhi, sosyal ve ik-
tisadi hayatının çÖZÜlme dönemlerinde bile. bu, böyle ol-
muştur.
3'13
leyen yükün ağırlığının şuurunda olmanın bir gereği
dir.
Bütün engeller ve bütün sıkıntılar değerlendirilme
den ve feryat ederek çağıran, harcanmaJ.aruıı istediği
büyük gayretlere dikkat çekmeden, yalnızca hamaset
ve taşkınlıkla bağırıp çağırmak, emellerin gerçekleşip
umutların hakikat olabilmesi için yetei'li değildir.
374
de dinimi7..e amansız bir düşmandır. Bu nedenle büyük
gayretler harcamadan sağlıklı bir İslAmi hayata yeni.
den başlamamıza ve İslam düzenini yeniden kurmamı
za fırsat vermez.. Halbuki bizim Batı dünyasına üstün-
lüğümüz veya kuvvetine denk bir kuvvetimiz olsaydı,.
veya bize ve kendisine dönmek istediğimiz dinimize
dost bulunsaydı, harcamaµıız gereken bu gayretleri da-
ha da azaltmamız mümkün olurdu.
Ancak bütün bunlar tsırun düzenine yeniden dön-
menin imkansız olduğu anlamına gelmez. Bunun ifade
ettiği anlam, bunun zor ve büyük bir iş olduğu, normalin
üstünde çalışmalara gerek duyurduğundan ibarettir. Her
şeyden önce de bu dönüşün gerekli olduğuna inanmaya,
bu yolda bulunan zorlukları göğüslemek cesaretini .gös-
termeye, bu iş için gereken yorucu gayretlere sabretme,..
ye, İslam dünyası içinde, bütün insanlık için de bunun
mrunlu olduğuna. inanmaya görevi mevcut durumu ya-
mamaktan i'!,>aret olmayan, bilakis mükemmel, yeni ve
yaması bulunmayan yepyeni bir gerçek ortaya koymaya
kabiliyetli kurucu, yepyeni uakli güç>)e gerek vardır.
Mevcut batı uygarlığının çeyrek asır gibi bir zaman-
da dünyayı iki büyük savaşa sürüklediğine değinmemiz
bu konuda. önemli gerçeklerden biri olarak ele alına
bilir. Nitekim bu uygarlık savaştan sonra dünyayı JJo.
p ve Batı diye iki bloka ayırmış ve her zaman üçüncü
bir dünya savaşı tehlikesiyle, her yerde türlü çalkantılar
la karşı karşıya getirmiştir. Ve bugün bütünüyle dünya
düzeni çalkantı ve çözülüş içindedir, yeni ·esaslar ara-
mak peşindedir, insanlara insani esaş.J.ara güveni geri
getirecek yeni bir ruhi azık araştırmak peşindedir.
Bununla birlikte batı dünyasının İslam medeniye-
tinin esaslarını kabulü konusund::ı. gereğinden fazla iyi
niyete sahip olmamak da gerekir. Ancak bu, 'başka bir
konudur. Evet, Bernard Shaw gibi bir adam, <;Batı dün-
375
. yasının bu yöne yönelmeye başladığını» söylemekte ve
«bu yola doğru gittiğini» bildirmektedir... Demektedir
ki:
«Muhammed'in dininin yann Avrupa'da kabul edi-
leceğini söylemiştim. Fakat bugünden itibaren kabul
edilmeye başlandı bile. Orta çağlann hıristiyan din adanı
lan, İslamı en karanlık renklerle tasvir etmeye ko~l
muşlardı. Bu ise ya bilgi.sizlik, ya da çirkin bir taassup
nedeniyle olmuştu. Gerçek şu ki onlar Muhaı:nmed'den
ve dininden aşın şekilde nefret ediyorlar ve Muham-
med'i Mesih (Hz. İsa) in düşmanı sayıyorlardı. Bana
gelince., Muhammed'in insanlığın kurtanc1sı olarak· bi-
linmesi gerektiğine inanıyorum. Ve inanıyorum ki, eğer
onun gi!bi bir kimse çağdaş dünyanın dizginlerini eline
alacak olursa, problemlerin çözümünde tam bir başarı
sağlar Ve dünyaya barış ve mutluluk getirir.
(3) Ntır'ui•lslam dergisi, sayı: 40, <S. 5720, yıl: 1353 H. Nakleden Dr.
Heykel, Hayatti Muhammed.
376
Bizim görüşümüz şudur
ki: Eğer müslüınanlan tem-
belliğe bırakıp Avrupalıların kendi dinlerini kabul e~
melerini beklemeye itmek için şuurlarını· uyuşturmak
gayesiyle söylenmeımdş ise de, Bernard. Shaw'un bu söy-
ledikleri haber vermekten ileriye gitmemiştir. Fakat du-
rum ne olursa olsun; bunun gerçekleşmesini beklemek
iki neden dolayısıyla. bu· zaman için mümkün değildir:
Birincisi: Avrupalının ve Amerikalının tabiatının
derinliklerinde yer alan, ba~lardan oğullara miras ola-
rak devredilen İslam düşmanlığı ve günümüzde bu düŞ:
manlığı besleyen, bu engelle birlikte bu yolda yer alan
batı sömürüsü ile doğunun menfaat çatışması.
377
Burada «Yollann. Aynlış Noktasında İslam» adlı
·eserden yeterli ve başka eklemeler yapmaya ·gerek bırak
mayan bazı alıntılar yapalun: «Roma İmparatorluğu,
kuvvet ile otorite sağlamak ve diğer kavimleri yalnızca
A.n.avatan yararına sömürmek düşüncesi üzerine kurul-
muştu. Ayncalıklı bir grubun refahını sa~lamak için
RomaWar, bu kavimlere katı davranmakta bir kötülük,
onlara zulmetmenin bir aşağılık olduğu görüşünde de-
ğillerdi. Romalılann ünlü adaleti, ya.lruzca Romalılara
ait bulunUYordu. Bunun gibi bir yönelişin, hayatı ve
uygarlığı katıksız maddi bir esas üzerine algıla.maktan
başka bir temel üzerine kurulmasllıın mümkün olamı
yacağı, .hiç şüphesiz düşünsel ve fakat her şeye rağmen
bütün ruhi değerlerden uzak bir zevkin süslediği maddi
bir temel üzerine ancak kurulabileceği apaçıktır. Roma-
lılar gerçekte din diye bir şey tanımıyorlardı. Onların
tanrııan ise Yunan hurAfelerini taklide yeltenmekten
başka bir şey de değillerdi. Bu tannıann varlığına sosyal
örfü korumak için ses çıkartılmamıştı. Bunlann, hayatı
gerçekten ilgilendiren durumları etkilemesine hiç de im-
kAn verilmiyordu. Onlara düşen, bazı sorular sorulduğun
da taunların diliyle konuşanlar aracılığıyla bir takını şi
irler söylemekti ( 1) . Fakat insanlığa ahlW yasalar ver-
mek, onlardan beklenen bir şey değildi.
«Çağdaş batı uygarlığının geliştiği toprak işte budur.
Tekftmülü sırasında pek çok etkenin de rol oynadığı. şüp
hesizdir. Diğer taraftan birdeD: çok yönden Roma'dan al-
dığı kültürel mirasta bir takım değişiklikler yaptığı da
tabiidir. Fakat kalıcı gerçek şudur: Batının hayat ve
ahlakında görülen her şey, Roma medeniyetine aittir.
Diğer taraftan eski Roma'riın sosyal ve fikrl atmosferi,
tümüyle katıksız bir faydacılıktan ibaretti, dini değ~. Bu
bir varsayım değil, gerçeğin tA kendisidir. Modern Batı
nın atmosferi de böyledir. Mutlak olarak dinin Mtıl ol~
378
duğuna Avrupalılarca bir d~lil olmamasuıa. ve böyle bir
delilin var olması gerektiğini de kabul etmemelerine rağ-
, men, çağdaş batı düşünüşünün dini. bazan hoşgörü ile
karşıladığı, · ba.za.n da sosyal bir örf olduğunu söylediği
hıllde, genel oıaiak
mutlak ahlakı pratik ölçülerin dışın
da ele aldığını
görüyoruz. Batı uygarlığı elbet~ ki Al-
·Iah'ın varlığını inkar etmiyor. Fakat mevcut düşünüş
düzeninde Allah'ın yararlı olacağı bir alanın bulunduğu
görüşünde değildir. tns.andaki fikri acizlikten veya haya-
tın tümünü k1il§atama.ınasından yapmacık bir fazilet or-
taya koydu. İşte çağdaş Avrupalı insan, yalnızca deney-
sel bilimlerin sınırlan içerisinde kalan düşüncelere ve
en azmdan his edilen bir şekilde insanın sosyal ilişkile
rini etkilemesi umulan bu düşüncelere önem vermekte-
dir. «Allah'ın varlığı» meselesi ne bunun, ne de ötekinin
·aıanı içerisine girnıed.iği için,. Avrupalı aklı, Allah'ı pra-
tik ölçüler dairesinin dışına çıkarma. eğilimindedir.
«Burada kaxşımıza. bir soru çıkmaktadır: Böyle bir
yönelişin hıristiyani düşünüş şekliyle uyuşması nasıl
mümkün olabilir? Batı medeniyetinin ruhi ·iskeleti oldu-
ğu gibi mutlak ahlAk» temeli üzerinde kurulu bir inanç
değil midir- Böyle olduğunda. şüphe yoktur. Fakat o
mınan çağdaş batı uygarlığını hıristiyanlığın ürünü ola-
rak kabul etmekten daha. büyük bir ~ta olamıyacağını
bilmemiz gerekiyor. Batı düşüncesinin gerçek esaslan,
eski RomaWarın hayat aınlayışlarında aranmalıdır. On-
larca hayat, mutlak olarak her, çabadan antılmış bir «fay-
da» konusudur. Bunu aşağıda.ki şekilde ifade etmek de
mümkündür: Biz, bilimsel yolla, ne insan hayatının as-
lını, ne de ölümden sonraki Wbetini bilmek inıkfuıma
sahip değiliz. O hAlde mutlak olarak ahlAka, ilmi delillere
meydan oku~an temeller üzerinde .kurulu terbiye ilke-
lerine bağlanmaya kendimize imkAn vermeksizin, bütün
güçlerimizi maddi ve fikri imkanlarımızın alanı içeri-
379
sinde kalan şeylere harcamak, bizim yararuru.zadır.· o
hAlde, çağdaş batı uygarlığına özgü bu yöne kabul edile-
meyeceği gibi, hıristiyanlığın dini düşünüşü çerçeve-
şinde de kabul edilemez. Bunun nedeni ise bu yönelişin
özünde dlndışı (lMk) olmasıdır. Bu .bakımdan çağdaş
batı uygarlığının ürünlerini hı:ristiyanlığa bağlamak, ta-
rihi açıdan büyük bir hata olur. Batının bugünkü uygar-
lığı içinde yer ala.n ve kendi rlışındakilerin tijmüne üstün
gelen maddi - ·ilmi ilerilikte hıristiyanlığın payı, gerçek,.
ten çok azdır. Gerçekte bu ilerilik., Avrupa'nın, kilise ile
ve hayatı kontrol altında tutması ile yaptığı uzun müca-
delenin bir ürünüdür ... Diğer taraftan bugün büyük
bir çoğunluğa göre, Roma tannlannda olduğu gibi, hıris
tiyanlığın şekli bir önemi vardır. Ki Romalılar bu tanrı
ların toplumda gerçek herhangi bir etkinliklerinin olma.-
sına müsade etmedikleri gibi, onlardan böyle bir şey de
beklemiyorlardı. Dini yöntemlere göre düşünen ve du-
yan ve inançlanyla uygarlıklarının özü arasında bir
uyum sağlamak için umutsuzca gayret harcayan sayılı
bazı kişilerin, batıda buluna.bileceği şüphesizdir. Fakat
bu g:lıbi kimseler yaln~a istisnaıdir. İster demokrat, is-
ter faşist, ister komünist, ister çalışan, isterse de düşü
nür olsun, sıradan her Avrupalı olumlu tek bir din tanır.
o da: Maddi ilerlemeye tapınmaktır. Yani hayatta, ha-
yatın kendisini gittikçe kolaylaştırmaktan başka her-
hangi bir hedefin bulunmadığına inanmaktır. Veya her~
kesin ağzındaki: «Tabiatın zulmünden kurtulmak»tır.
Bu dinin tanrılarını büyük fabrikalar, laboratuvarlar,
dans pistle:ri ve elektrik üretiminin yapıldığı yerlerdir..
Bu dinin kahinleri ise, 'banketler, teknokratlar, sinema
yıldızlan, sanayi patronları ve uçuş kahramanlarıdır. Bu
gibi bir durumda kaçınılmaz olan sonuç şudur: Kuvvet
ve sevince kavuşmak için devamlı çaJıştnak. Bu ise elle-
mnde silahlaİ'ln dolup taştığı, ·menfaatlerin çatıştığı yer.;
380
de birbirini yok etmeye kararlı topluluklar ortaya. çıkarır.
Bunun kültürel alandaki sonucuna gelince: AhlAk felse-
fesi pratik faydası olan konulann dışına taşmayan, elin-
deki i~lik ve kötülüğü ayırd eden ölçüsü, <(maddi» llerle-
me»den ~ka bir şey olmayan bir insan tipini ortaya
çıkannasıdır.»
381
dışına çıkmışoluyorlar. Bu biricik yol ise: Hayatın, in-
şasında ahlaki unsuru kökleştiren, davranışta ahlaki ga-
yaleri gözönünde bulunduran ve faydayı ahlakın en yük,;,
sek gayesi olarak gönneyen isı~ esaslar üzednde dü-
şünmektir.
382
kabul ettiği tabii bir durumdur. Her zaman· için açık
olan. ictihad ve Allah'm şeriati ile hükmeden inıam'a
tanınmış geniş yetkiler... Evet, bunlar tefri ve uygula·
mada · gelişmeye süreklilik kazandunıak, hayat akışına
paralellik içinde olmi:ık ve sürekli yenilenen ihtiyaçlara
cevap vermek içindir. Bu konuda uyulması gereken biri-
cik nokta !Judur: Tefri ve uygulamalar, İslamm temel
esaslarının clliiına çıkmayacak, İslamın gözettiği hedef-
lerden ba.şka hedeflere yönelmeyecek veya İslam ruhunu·
bir kenara bırakıp, onun dosdoğru ve güçlü ruhundan
başkasına bürünmeyecek.
•
· İslami haya.ta. yeniden dönmek yalnızca 'İslAın şe-.
riatından kaynaklanan dümn ve· ka.nunla koymakla. ger-
çekleşmez. Bu.. hayatı kµ.nnak · için İslamın üzerine da-
yandığı iklesastan biridir ve bu esasla.nn ilki olmayıp
383
ikincisidir. Birinci rükün ise yalnızca Allah'ın ulfthiy-
yetini, dolayısıyla yalnızca onun h8.kimiyetini kabul eden
ve h8.kinıiyet hakkını iddia etmek ve fiilen- buna kal-
kışmak suretiyle Allah'tan başka ulfthiyet hakkına sa-
hip olduklarını ortaya koyanların idialarını red eden
doğru akidedir.
387
kaynaklanan bak ve değerler; diğer tarafta,. rububiyye-
tin çeşitli görunümleriyle ortaya çıkan pek çok rabbm
varlığınıkabul etmekten kaynaklanan ve insan vicdanı,.
nı ve insanlık hayatını çeşitli rablar ,arasında parça
parça bölen ahlak ve değerler vardır... Bir tarafta Is-
18.mın varlık tasavvurundan, varlığın yaratıcısı ile ilgi.
~inden, insanın bu varlıklar
içindeki yerinden, varlığ-ı
nın gayesinden ve görevinden, insanın maddi alemle,
canlılarla ve kendi hemcinsleriyle ilişkilerinin çeşidin
den ve tfun bunların Allah ile olan ilişkilerinden kay-
naklanan ahlak ve değerler vardır; diğer tarafta çeşitli
Şekil ve görünüşleriyle ortaya çıkan cahili tasavvurlar-
dan kaynaklanan ahlak ve değerler vardır. İslAmi ta-
savvur dışında kalan tüın tasavvurlar ise cahili tasav-
vurdur. Cahili tasavvurlar, hiçbir zaman Allah'ın biri-
cik dosdoğru yoluyla. kavuşmayan, farklı ve dağınık
yollardır. Dolayısıyla bu yollar hiç .bir zaman Allah'a
ulaşamaz. - Allah'ın biricik dosdoğru yolu ise, O'nun
Kitabında ortaya koyduğu şekildedir, insanların kendi
hevAlarıyla ortaya koydukları şekilde değil-:-.
388
hakimiyetin alanı da sırf kanuni hükümlere hasredilen
dar anlamdan çok daha geniş ve kapsamlıdır..
·Bütün bu açıklamalar, bir dereceye kadar anlaşıl
mıı.ş ve bu konudaki açıklamalar ilk olarak burada yapıl
mamış ve bu gibi konuların okuyucuları için yabancı ol-
mayan bir konu olmalıdır. Her ne kadar bütün bunların
akide (inanç) ile ilgili olduklarını özellikle vurgulamak
gerekiyorsa da aslında konu doğrudan doğruya bir tek
uluhiyyete kulluk yapmayı kabul etmek veya etmemekle
ilgilidir.
Fakat bir dereceye kadar garip gelecek olan şudur:
Sanat alanında, fikir alanında ve bilimsel alanda İslami
tasavvura ve bu tasavvurun tıaııı kaynağına dönmek ve
bunun da. akide ile, bir ve tek İlMıa kulluk yapmayı ka-
bul etmenin gereklerinden olduğUnu ifade etmek ola-
caktır.
390
ortam
bunların oltışaçağı, yaşayacağı, çalışıp üreteceği
hazırlanmayacak olursa, tilin toplum günahkir olur.
.Ancak bu gerçekleşene kadar müslüman kişi, sırf bu
ilimleri ve pratik uygulamalarını müslüman olandan
da, olmayandan da. öğrenebilir, bu konularda mıüslfunan
olanın da olmayanın da çalışmalarından faydalanaıbilir,
müslüman olanı da, olmayanı da bu alanlarda çalışa
'bilir...
Çünkü bu alanlar Resülullah (S.) in: «Siz dünyevi
işlerinizi daha iyi bilirsiniz» anlamındaki hadisinin sınır
ları içerisine girer ve bunlar, müslümanm hayat, kainat,
insan ve varlığının gayesi, gexçeği ve görevleri, etrafın
daki varlıklar ile ve bütün varlıkların yaratıcısı ile ilişki
lerinin türü hakkındaki tasavvurunun oluşturulması ile
ilgili değildir. Ferd veya toplum olarak müslümanın
hayatını düzenleyen esaslarla, kanunlarla, düzen ve şart
larla da ilgileri yoktur. Bu bakımdan akide sapıklığına
düşmesinden. ve cahiliyete irtidat etmesinden de korkul-
·maz.
Ferd veya toplum olarak insan faaliyetlerinin yoru-
muyla ilgili hususlara. gelince, -ki bunlar, insan ruhuna
bakış ile, tarlhinin akışı ile, kainatın, hayatın, insanın
meydana gelmesiyle ilgili yorum ile fizik ötesi olması açı
sından ilgilidir (ve fizik ötesi, kimya, fizik, astronomi,
biyoloji ve tıp gibi deneysel ilimlerle ilgili olmayan aJan-
dır) - Bunların durumu kanunların, hayatı ve faaliyet-
1erin.i düzenleyen yöntem ve esasların durumu gibidir1
·yani doğrudan doğnıya·akide (inanç ve i~) ile ilgill-
.dir. Müslüman bukonulan, ancak elininden veı taik.vasın
·dan ve bütün bunları Allah'ın şeriatından aldığından
emin olduğu kimselerden. Qğrenebilir. Önemli olan iseı
'bunun akide. ile ·llgm olduğu hususunun müslümanın
-duygusunda yer etmesidir ve müslümanın bUnu, sırt Al~
391
lah'a kulluk etmenin gereği yani müslümanlığırun gere-
ği olduğunu bilmesidir.
$92
Bütün bu gibi durumlarla ilgili yeterli bilgiler, müs-
lümarun elinde vardır ve bunlar her şeyi doğru bildiren
Allah'ın açıkla,ırrialan arasındadır. Bu bilgiler öyle bir,
düzeydedir ki, burcia.n bu alanların tümündeki beşeriye
tin çabalan gülünç ve anlamsız görülür. Üstelik durum
tümüyle inançla doğrudan doğruya ilgilidir. Bu inanç
ise: Yalnız bir ilaha iman ve herşeyi kapsayan ubudiyyet
(kulluk) akidesidir. Bu akide, bu tasavvurun ana kuralı
ve en büyük gerçeğidir.
«Kültür, insanlığın bir mlra.-sıdır, ne vatanı olur,
ne ırkı, ne de dini ... » hikayesine gelince ... Bu ?fkAye~
deneysel ilimle ve bunların pratik uygula.malanyla ilgili
olduğu ve bu bilgilerin sonuçlarından hareket edilerek
felsefi yorumlar yapılmadığı, insa.nın ruhu, faaliyetleri
ve tarihi ile sanat, edebiyat ve bütün şuur ifadeleriyle
ilgili felsefi yorumlara g1dilmediğ1 zamanlar., doğrudur.
Fakat bu noktayı aştı mı, bütün engelleri ve özellikle
akide ve tasavvur eng-ellerfni yıkmaya önem veren ulus-
lararası yahudillğin tw.aklanndan biri olurlar. Ta ki ya-
hudiler yıktıkları bu engeller arasından dünyanın her
ta.rafına -dünya gevşemiş ve uyuşmuş hAlde llren-,
s:ızaıbilsin ve sonra. da dünyada şeytanı düzenini ve bun-
ların başında tüın insanlığın çalıştıklarının kazancının
yahudilerln fa.izci mali kurumlan.na altın8sın.ı sağlayan
faiz düzenini kursun! ..
İslA.nı deneysel ilimlerin ve bunların pratik uygu- ·
lamalaruım dışında.,. .lld çeşit kültürün varlığını kabul
eder: 1 _:._ tslAmt, tasavvur es.&$1 üzerinde ayakta duran
İslAmt kültür, 2 -:-- Hepsi de tek_ esasa batlı ol8n çeşitli
yöntemiere dıiyalı CAhilfyye ldut(irlt. · ·
,' ' ·. '. .- '
394
nularla. ilgili olan tüm alanların herhangi birinde bllgiyi 1
bilgi sahibinden ayırmak hikayesini İslam tanımaz.
Müslüman bir kimsenin kimya, fizik, astronomi, tıp,
zanaat, ziraat, idari işler gibi bilgileri müslüman olma-
yandan veya ta.kva. sahibi olmayan bir müslümandan öğ
renmesine isıam, müsam~ gösterir. Bu ise onun bilgi-
leri öğrenebileceği takva sahibi bir müslümanın bulun-
maması halinde sözkonusudur. Nitekim bugün dinimiz-
den, yöntemimizden, Allah'ın izni ile yeryüzünde halife
olmamızın gereklerine dair tasavvurumuzdan ve bu ha-
lifeliğin gerE"kli kıldığı ilimlerden .Y:e çeşitli becerilerden
uzak kalmamızın sonucu ortaya çıkan durumumuz böy-
ledir.
'
Fakat İslam, müslümanın akidesinin esaslarını, ta-
savvurunu ayakta tutan prensiplerLni, Kur'an yorumu-
nu, toplumunun düzenini, yönetim biçimini, siya.se.t yön-
temini, edebiyat ve sana.tının ilham kaynaklarını, İslami
olmayan kaynaklardan ve dininden ve takvasından emin
: olmadığı kim.Selerden öğrerunesine mıüsaade etmez.
Bu sözleri söyleyen, tam kırk yılını okumakla geçir,.
nıiş bir kimsedir. Onu bu süre içinde meşgul, eden en baş
konu, insanlığın, çeşitli bilgi konularının Pek çoğu ile
'' ilgili okum.ak ve etütlerde bulunmak olmuştur. Bunlann
çoğu da onun ihtisas alanına girmiy.ordu .. , Sonra aki-
desinin "Ve tasavvurunun, kaynaklarına döndü. Bir d~
baktı ki, bu büyük birik.im karşısında, onun bütün oktı".'
. dukları şeyler, alaıbildiğine cılızdır.. Dunmıu.n bundan
başka. olriıasına da 2;aten imkan yoktu. Buri.unia birlikte
ömrtµifuı geçirdiği bu kırk senesine de pişınall değilq!r,
Çünkü cAhlliyyeti gerçek yüzüyle gördü. On.un sap~~
ğını, cılızlığını, aşağıbğını, cakasını, böbürlenmesini, ~
gururunu ve .id.di.ala.rını ta.mı anlamıyla tanıdı:;-Ve.kesin~
395
likle bildi ki: Müslüman bu iki kaynağı (İslami ve Cahili
kaynakları) bir araya getirip, akidesini ve onunla ilgili
herşey:ini öğrenmeye kalkışamaz.
396
itaat ederseniz, onlar sizi imanınızdan sonra Wirler ola-
rak (küfre) dönderirler.» (Al-i imran: lOO).
Yahudi ve hıristiyanların müslümanlar hakkında
gözettikleri hedef, kesin şekilde belirlenince, onların İs
lam akidesiyle veya İslam taİ'ihiyle veya İslam toplumu-
nun düzeniyle veya siyasetiyle veya iktisadıyla ilgili ola-
rak müslümanlara hayıri, hidayeti ve nuru gösterecek-
lerini sarunak aşırı saflık olur. Allah'ın bu beyanlarından
sonra bu gibi kimselerin bunları göstereceklerini sanan-
lar, gafillerin ta kendileridir.
Böylece bu gibi duruınla.rda müslümanın başvurma
sı gereken biric.ik kaynağın, Allahü Tea.Ia'nın: «Ancak
Allah'ın hidayeti, hidayetin tA kendisidir, de» buyruğu
ile sınırl,an belirlenmiş oluyor. Allah'ın hidayetinin dı
şında sapıklıktan başkası yoktur. Onun dışında, hiçbir
yerde, hiçbir şeyde de hidayet olamaz. Çünkü nassın ifa-
desi, hidayetin, ancak Allah'ın indirdiğinde olduğunu
anlatıyor: «Ancak Allah'ın hidayeti, hidayetin tA kendi-
sidiı,', de.» Bu nassın neyi ifade ettiğinde şüphe edil~
bir taraf yoktur, herhangi bir te'vile gerek bırakmayacak
kadar da. açıktır.
397
kendi yolundan· sapanı da en iyi bilendir, hidayet bu-
lanı da en iyi bilendir.» (en-Necm: 19-20).
398
sıyla da aynı şek.ilde ilgilidir... Fakat iınAni esasından
uzaklaşan ilim, Kur'an'ın sözünü ettiği ve kendisinden
övgüyle bahsettiği ilim değildir. !mani esas ile astrono-
mi, fizik, kimya, tıp, tabiat ka:riunıanyla ve. canlılarla
ilgili kanunlarla ala.kalı benzeri diğer ilimler arasında.
bir bağ bulunmaktadır ... Hak yoldan sapmış arzular bun"
lan .Allah'tan uzaklaşniak için bir araç olarak kullan-
madıkça bu gibi tüm ilimler, hep Allah'a ulaştırır. Maale-
sef, ilmin ileTlediği dönemlerde, yalnızca Avrupa tarihin-
de görülen ilimle uğraşanlar ile saf kilise arasındaki
uğursuz ilişkiler, Allah'tan uzaklaşmak gipi bir sonuç
doğurmuş, sonrada bunun derin etkileri tüm Avrupa
düşünce sistemlerinde ve Avrupa düşüncesinin ·yapısın
da görülmüş ve yalnızca. kilise tasavvuruna ve yalnızca
kilisenin kendisine ait olm:ayan bir şekilde_ bütfuı dini
tasavvurlara kökten zehir saçan artıklarını miras olarak
bırakmıştır. Bu zehirli etkileri Avrupa düşüncesinin tüm
ürünlerinde kolaylıkla gönnek mümkündür. Bu ürünler-
de -ister metafizikle ilgili felsefi düşünceler olsun, is-
terse tle dini konularla ilgisi yokmuş gibi görünen de..
neyse! ilimlerle ilgili çalışmalar olsun- miras ola:rak
kalan zehirli artıklar kolaylıkla görülebilir.
Batı düşünce sistemleri ve bu düsünce sistemlerinin
iirülıleri ilk planda bütün dini tasavvurlara kökten düş
manlık yapma zehirleTinin tortuları üzerinde ayakta dur-
dukları ortaya çıktığına göre, haliyle bu sistemler ve· bu
ürünler, özellikle İsli~mi tasavvura daha büyük blr düş.
manlık taşıyacaktır. Çünkü bunlar özellikle bu maksatla
hareket etmekte ve pekçok durumda, kasıtlı bir plan içe-
risinde İslam akidesini, tasavvurunu ve İslami kavram-
ları ravından saptırmamn ve btı.ndaı;l' sonra da ·bütün
İslam toplumunu diğerlerinden ayıran esaslarını yıkma
nın vol1arını özelHkJe aramaktadır ... O halde İslami ca-
hşmalarda batılı sistemlerin ürünlerine güvenmek müs-
399
lünıanın değerini düşüren bir gaflettir. Bu bakımcWı
şiındikı hAlimizle batılı kaynaklardan öğrenmek oorU:n-
da olduğumuz deneysel ilimlerle ilgili çalışmalamıızda
ihtiyatlı hareket edip, bunlara bağlı felsefi herhan.gi bir
mütaı!aıdan etk.llenmemeUyiz. Çünkü bu mütalaalar te-
melde genel olarak dini tasavvura., özel olarak da İslami
tasavvura d~mandır. Bu düşmanlığın azı da, çoğu da,
an ve duru olan İslam pınarını zehirlemeye yeterlidir.
Aşağıda edebiyata, tarihe, müslünıanı yetiştirmek
için bunların güvenilir bir şekilde etüt edilmesine ve yer-
yüzünün her tarafı kaplayan c8.hiliyyet kusurlarından
vicdanını ayıklamaya dair geniş açıklamalar vermeye
çalışacağız. .
Edebiyat, bayatın 'duygusal yorumudur. O, her..
hangi bir ortamda felsefelerin, inançlanıı, deney ve et-
kenlerin içine kanşuğı kaynaktan fı.'}kırır.
400
ya kalkışmak, ge~i2Xlir. Biz sanatı bu değerlerden so-
yutlaınakta başarı sağlasak bile, -ki bu çok zordur~
önümüzde boş laflardan veya anlamsız çizgilerden ve-
ya gelişigüzel seslerden veya sağır kitlelerden başka bir
şey bulamayacağız.
402
İsl8.m.i bakış, insanın yeryüzünde olumsuz bir var-
lık olduğuna ve hayatı yeniliğe ve ileriliğe götürmek için
oynadığı rolün .önemsizliğine inanmaz. Bu bakımdan
İslam tasavvurundan doğan edebiyat ve sanat, insana
zayıf, eksik ve aşağı olduğunu fısıldamaz. Duygularının
ve hayatının boşluklarını maddi lezzetlerle veya huzurs~
luk, şaşlruılık, kıskançlık ve olumsuziuk meydana getir-
mekt.en başka bir işe yaramayan şehvetleri tahrik etmeık
le doldurmaz. İslam tasavvurundan doğan edebiyat ve
sanat, bu varlığa yükselmek ve bağlardan kurtulmak ar-
zularını aşılar ve insanın duygularındaki ve hayatında
ki boşlukları, hayatı yenileyen ve yükselten beşeri hede!f-:
lerle -bu hedefler, ister ferdin vicdanı ile isterse top-
lum gerçeği ile ilgili olsun ayırım yapmaksızın-'- doldu-
rur.
Va~z konuşmaları, İslam tasavvurundan doğan ede-
. biyat veya sanatın ~eyeceği yol değildir. Bu ilkel bir
yoldur ve haliyle. biır sam.at çalışması değildir.
Bu edebiyatın veya sanatın görevi, insan kişiliğini
veya canlı gerçeği, gerçek olmayan bir şekilde ortaya -
koymak ve insan hayatını, varlığı olmayan hayali bir
şekilde ortaya çıkarmak da değildir. Görevi: İnsan ya-
pısında bulunan gizli ve açık güçleri tasvir ederken an-
cak doğru olmaktır. Kurt sürüsünün değil de insanla-
rın yaşadığı bir dünyada hayatın yaraşan hedeflerini
tasvir etme~te de yine aynı şekilde ancak doğru olmak-
tır. İslam bir yenileme hareketi ve sürekli olarak hayatı
ilerletme olduğu bir an veya bir nesil boyunca görülen
vakıaya razı olmayıp ve sırf vakıa olduğu içlıı onu te-
mize çıkanp süslü göstermeye çalışmadığı için, İslam
tasavvurundan doğan edebiyat ve sanat da yönelticidir.
Onun ana görevi, bu vakıayı değiştirmek ve güzel-
leştirmektir ve hayatın yenilenen ta.blolarına yaratıcı ve
icatçı hareketliliği sürekli ilham etmektir.
403
Bu konuda maddeci tarih yorumunun yöneltici .ede-
biyat ve sanatıyla aynı noktada birleşiyor olabilir. Fa-
kat birleşme bir anlıktır, sonra hemen ayrılırlar.
Tarihin maddeci yorumunun sanatında, sınıflararası
mücadele, tekamül hareketinin mihveridir. tslam'a ge-
lince, o sınıflararası mücadeleye .bu önemi vermez. Çün-
kü onun insanlığın hedeflerine bakışı· daha geniş kap-
samlı ve daha yücedir. İslam sosyal zulme ne razı olur,
ne de kabul eder. insanıan zuI.m.ıe razı olmaya da çağır-
. maz. İslam bütün_ yaptıklarım zulümle mücadele için
ve onu değiştirmek için yapar. Fakat buna rağmen o,
hareketini sınıflararası kin esası üzerine kurmaz. Bila-
kis insanı yüceltme isteği, insanı ihtiyaç ve zaruretlere
boyun eğme npktasından yükseklere çıkarına, icatçı özel-
liklerini yem.eye, içmeye ve her türlü bedeni açlıklara
hasr etmekten kurtarma esasları üzerine kurar.
İslami yöntemde, gelişme ve yenilenme ·hareketinin
merkez aıdığı nokta, tüm insanlığı yüceltmek, yüksel-
meye, yücelmeye, yaratıcılığa ve ica.tçılığa itmektir. Yol
alırken sınıfların acılarına ve ka.rşılanndaki engellere
de eğilir. Fakat bunu ibu engelleri yılqnak ve bu acıları
dindirmek için yapar.
İslam, insanlığın acııaruiı küçümsemez. Fakat bu
acılan diındirmek için sınıflararası kini kullanmaz.
Çünkü
İslam, bizzat kişinin kendisinin insanlığı daha yüce ufuk-
lara varmaktan alıkoyduğu görüşündedir.
İslamın bu acılan öğütle ve hayali olarak değil de,
gerçekçi ve pratik olarak nasıl tedavi ettiğine gelince,
bundan başka bir yerden söz e·tmiş idik. önemli olan,
burada İslami edebiyat ve sanatın, yöneltici bir edebiyat
veya sanat olduğunu vurgulamamızdır. Bu edebiyat veya
sanat, İslamın hayat tasavvuruna, insanın hayattaki iliş-
404
kile·rinin tabiatma göre yönelticidir. Bu ise, dinamik, kur·
maya, icada, yükselmeye ve gelişmeye itici bir tabiattır.
Ben bununla maddeci tarih yorumunu savunanların var ·
saydığı gibi zorunlu bir yöneltmeyi anlatmak istemiyo--
rum. Anlatmak istediğim şudur: İsl8.mın hayat anlayışı·
na göre insan ruhunun nitelik kazanması, ona maddeci
tasavvurun veya başka herhaıngi bir tasavvurun verdiği
ilhamlar~ başka türlü sanat şekillerini ilham edecek·
tir: Çünkü sanatsal ifade, nefsin kendisini hayat getçe·
ğinde ifade ettiğinden başka türlü bir ifade değildir.
*
405
Tarih, edebiyatın bir koludur. Fakat hem özel bir
karaktere, hem de özel bir öneme sahiptir. Tarih, hayat
olaylarının bir yorumudur ve hayatın genel tasavvurun,.
dan ve felsefes.inden etkilenmesi kaçınılmazdır. Onun
bu şekildeki yorumları ise, hayatın ve tarihin yönünü,
İslamı tasavvurla temelinden uyuşmayan bir hayat şek
liyle ortaya koyacaktır.
Bundan başka tarihçiler, çoğunlukla Avrupalı olduk-
. lan için, dünya tarihinin merkezini Avrupa kabul etmiş
lerdir. Beşeri fıtrat gereği bu düşünceleri dolayısıyla ma-
zurdurlar. Ancak batı egoizmini ve Avrupa gururunu
görmezlikten gelecek olursa bu böyledir. İşte bu ruh ve
yolla yaptıkları tarihi incelemeler onlan batıl olan iki
düşünceye sürüklemiştir.
406
Tarih ola.ylann kendisi değildir. Tarih bu olaylann
yorumundan, bunl.a.rın dağınık parçalan arasındaki gizli
ve açık bağlar bulmaıktan ve bunlardan haJkalan biribiri-
ne bağlı parçlar, biribirini etkileyici, canlı bir organizma-
nın zaman ve mekaıı içinde uzanışı gibi zaman ve or-
tam ile birlikte uzayıp gidici bir «birlik» meydana getir-
mekten ibarettir.
İnsanın bir olayı anlayıp yorumlayabilmesi ve bu
olayı önceki ve· sonraki olaylara bağlayab~lmesi için, in-
sanlığın ruhi, fikri ve haJlati esaslarını, hayatı manevi
ve maddi bütün esaslanyla anlayaJbilmeye hazırlıklı ol-
ması, ruhunu, fikir ve duygularını ortaya açık tutması,
duygularında bunu kabul etmesi ve inceden inceye araş
tınp iyice eleştinn.edikçe kabul ettikletinden he·rhangi
bir şeyi reel etmemesi gerekir.
Buna göre, İslam tarihinin. başka bir yöntemle ve
yeni esaslara ·göre yeniden yazılması gerekiyor. : İslami
hayatı yeni bir açıdan, yeni ışıklar altılıda almak g~rc
k!yor. K1 böylelikle bu hayat, tüm sırlarıyla ve aydınlık
lanyla ortaya çıkaıbilsin ve lbütün · unsur ve esaslarıyla
görünebilsin.
Araştırmacı aklıyla, ruhuyla ve duygularıyla İslamı,
bir akide bir aksiyon, bir düşünce ve bir qüzen olarak
İslam 4tmôSferinde yaşadıktan ve insanlığın hayatından
bir' p9,rÇa olarak bu atmosferde kaldıktan sonra, 'yapacağı
böyle bir çalışmada İslAmi kaynaklan, ilk başvurulaeak
kaynaklar olarak ele almalıdır. Araştı.ımacının·duyguları.:.
nın tüm pen_cerelerlnin açılabilmesi için böyle bir atmos-
ferde, böyle bir hayatı gerçekten zorunludur ve bu zorun-
luluk. yalnızca bu hayati anlamak için değil, bu hayatın
canlı bir varlık olarak algılayabilmek ve olayların bu
canlı varlığın ·yapısındaki etkilerini anlayabilmek ·. için
de .gereklidir. ·.
40'1
İnsanlık hayatının herlıangi bir dönen:üni gerçek ve
özünden kavrayabilmek, bütün varlığıyla o .dönemle iliş
kide bulunmadıkça, tüm. etkenleri ve ilhamlarıyla, onun
atmosferinde yaşamadıkça mümkün olmaz. Bu özellik,
İslami hayata göre daha apaçık bir şekilde görünüyorsa
da, yalnızca İslami hayata ait değildir. İslami hayat açı
sından bu özelliğin daha açık olmasının nedenine gelin-
ce; bu hayatın esaslarının, çağdaş dönemin esaslarından
türüyle ve mahiyetiyle ayrılmış olmasıdır.
İslam akidesiıni İslamın q,lühiyyet, kainat, hayat ve
insan tasavvurunu müslümanın bu- akidesinin gerekleri-
ni yerine getirme şeklini ve bu akidenin ışığında hayatı
algılama şeklini tam anlamıyla kavramadıkça., İslami
hayatın tam anlamıyla
etüt edilebileceğini düşünmemiz
çok zordur. Bütün bu özeliklerin İslami hareket içinde ya-
şayan müslüman bir araştırıcıdan başka bir kimsede
aranması mümkün değildir. Oysa İslam tarihinin yeni-
den yazılması h8.linde bu özelliklerin bulunması da ka-
çıınılmazdır.
408
göste,rd.iği diğer hususlar... bütün bunlar tarihin yazıl
ması sırasında ortaya çıkartılması gereken· diğer bir ta-
kım etkenlerin mahkfunudur. İşte bu etkenleri, bütün
araştırıcılar farklı anlar ve değerlendirirler. Herkes dü-
. şünüş ve değerlendiricisine hakim olan felsefeye, yani
genelinde hayatı idrak etme yoluna boyun eğer. İşte· İs
la,.vni hareket içerisinde yaşayan müslüman araştırıcı,
İslami hayatı. anlamak için ayn bir meziyete sahiptir.
Çünkü onun hayat anlayışı, tarihin akışında etkili olan
bu etkenlerin gerçeği ile temas kurmakla tamamlanmış
demektir.
Onun İslam akidesinin tabiatını ve müslümanlann
bu akidenin gereklerini yerine getirme yolunu anlaması
ışığında, tarihin bu diliminıde İslami hayatın itici güç-
lerini, onda gizli olan insani değerleri ve adım başındaki
zafer ve yenilgilerin nedenlerini· anlamak imkAnını bu-
. lur. İslamın ilk doğduğu yerdeki ve yayıldığı bölgelerdeki
insan toplumlarının iç ve. dış hayatlarını tasavvur ede-
bilir ve batılı. tarihçilerin çoğunlukla başkasını anla-
yama.dıklan zahiri (dışsal) yönlere; ts1Amın bir gerçek
olarak. saydığı, zamanın dışında ve her zaman ve h~r
yerde hayatın oluşumunda. hesaba kattığı tüm gizli ruhi
yönleri de ekler.
tsı&n hayatı (tarihi), insanlık hayatının bir dönemi,
. müslüınanlar, belirli bir zaman ve mekan içerisinde in-
san oğulJanndan bir topluluk, İslam da zaman ve mekan
ile sınırlı olmayan kevınive beşeri bir risalet (meşaj) ol-
duğuna göre, İslam tarihini insanlık tarihinden ayırmak
mümkün değildir.
Şüphesiz ki bu «dönem», tsıAmın bu dönem içerisin-
de cahiliyYe ·ile karşı karşıya kalmıisından, tsı!mın do-
ğuşu sırasında. var olan bu .etkenlerle .ilişkide bulunma-
sındJµı etkilemr~tır. Da.ba so;nre. ise insanlık deneylerini
oynadığı rolle etkilemiş ve bu etkileme özellikle uzandığı
ve komşuluk ettiği bölgelerde olmuştur. Buna göre fs..
lam Ta~nin yazılması sırasında. İslam'dan önceki in-
sanlık. hayatının tablosunu ve özellikle dini inançlar ve
onlarla ilgili düşünce, f else,fe ve teoriler açısından yer-
yüzündeki insan topluluklarının durumunu özetle orta-
ya koymak zorunludur. Sosyal şartlar açısından ve bun-
larla ilgili yönetim düzeni, mali siyaset, toplum ilişkileri;
ahlak, Metler ve düşünc:eıer açısından da ayni zorunlu..
luk vardır. Böylelikle bunların ışığında İslamın oynaÇığı
rolün ve tabiatının gerçeği ortaya çıkarabilecek ve dün- .
yanın bu yeni düzeni kabul etmek veya red etmek şek
linde verdiği karşılığı yorumlamak mürilkün olacak; ımü
cadele nedenleri, zafer ve yenilgi etkenleri, zaman 'l.xr
yunca görülen tepki, etki, kavuşmı:ı ve zıtlaşma unsur-
ları tasavvur edilebilecektir. ·
O zamandaki dünyanm durumunu özetlemek zo-
runlu olunca, Arap yarımadasının durumunu özetlemek,
bütün yönleriyle oradaki hayatı tasvir etmek daha büyük
bir zorunluluğun .gereğidir. Çünkü orası bir tarafta ts-
18mın beşiğidir, diğer taraftan toplanma ve dağılnıarun
merkezidir.
Bu peygamberin, bu din ile yeryüzünün bu bölge-
sinde bu zamanda ortaya çıkması, acaba gelişigüzel bir
tesadüf müydü? Yoksa mu.kader .bir. düzen, gözetilen bir
gaye, belirli bir ted:l:>ir ve konulmuş bir tertip mi vardı
ki, bütün bu görünüşler, belirli bir görevi yapmak üzere
birarı:ı.ya, orada toplanmışlardı? Ki yapılan bu görevin
en küçük sonuçları, uzak dönemlerden bel'i aldıkları bu
şek,11 . üzere duygular dünyasında .. ve görünen alemde
dünya haritasını yeniden çizmekten ibaret değildi.
Bu durum ((Peygamber Muhammed»! tarihin bu akı
şı içerlsin~e ele almayı gerektirir. Onu kişiliğiyle, soyuy. .
410
la, hayatını geçirdiği ortamı ile, ortamının gelenekleri,
-insa.n oğlunu kuşatan diğer esaslan, gözönünde bulundu-
rulan etkenleri, tedbir edilen uygunluklan, bütün insan-
lar arasından O'na gelişi~! :i.Şaret edilerek, "sen» d~
nilerek eşi ve benzeri görülmeyen bu kainat çapındaki
olay için seçilmiş olduğunu da vurgulamak ve ele aJ.ınııak
gerekir.
Kainat çapındakibu olayın tabiatı ve taşıdığı külli
düşünceden, olaylan ve bu olayın temeli üzerinde ger-
çekleşen inkılaplardan önce söz etmek gerekebilir.
411
(S.) dönemindeki bu adımlarını tablolaştırmak mümkün
olur. Bizim içiın de, bu kuşaoom insanlan içinde R~sulul
lah'ın. adamlarını nasıl seçtiğini, bu ·adamların hangi
karakterde olduklarını, Resulullah'ın, adamlarını nasıl
işlediğini, enbüyük görev için onlan nasıl hazırladığını,
Resulullah'ın düzenini nasıl kurduğunu, bu düzenin han-
gi temeller üzerinde yükseldiğini, Ara.p yanmadasının
nasıl bu dinin veya bu düzenin beşiği olmaık üzere değiş
tiğini; yarım.adanın yapısında, şartlannda, adamların<,ia,
ailelerinde, aşiretleriınde, scsyal ilişkilerinde, ikt.isadi,
coğrafi ve hayati ilişkilerinde bu «Çaplı olayan olumlu
veya olumsuz cevap vermek için ne şekilde bir ortamın
hazır olduğunu ve İslam hayatının veya İslam Tarihinin
ilk aşaması olan ve «Resulullah Döneminde İslam» diye
adlandınlabUeceık dönemin - diğer i:Yzellikleriyle nasıl ol-
duğunu bilmek kolaylaşmış olacaktır.
412
İslWnım yayılması, askeri fe:tilılerin vardığı sınırlarda
durmamıştır. Onun fikri dalgası ve oluşturduğu uygarlık
İslam dünyasının sınırlarını kesinlikle aşmıştır. Bu ba.-
kımdan bu yayılmanın İsla.nr dünyasının sınırları öte-
sindeki etkilerini etüt etmek kaçınılmazdır. Bunu bizzat
İslam dünyasının kendisinin hayatına ve İslami olma-
yan dünyanın tümüne getirdikleriyle ve götürdükleriyle.
yapmak gerekir. Çünkü İslami olmayan dünya, İslam'·
dan almıştır ve ona vermiştir, ona etki etmiştir ve ondan
etkilenmiştir. Özelliklerini belirlediğimiz bu metodun
ışığında bu karşılıklı etkilenmelerin etüt edilmesi, ooel
bir canlılığa ve özel bir karaktere sahip, benzeri. görül·
mıenıiş tarihi bir tablo ortaya çıkarmayı garantileyicidir.
Hatta lbatılılann çizmeye alışkın olduğu ve bizim de gör-
meye alıştığımız tablodan az veya çok farklı bir şekilde,
insanlık dünyasının ve adımlarının tablosunu ortaya
koymayı da garantileyicidir.
413
diren Avrupa'nın bu ilerlemesiniı:1.
ortaya çıkmasından
insanlık neler kazanmış ve neler kayb etmiştir?
Bundan sonra «İslamın Bugünüunden söz etmek
hem tabii, hem de zamanında yapılmış bir iş olacaktır
ve bu, açık ve belirgin temeller üzerinde yapılacaktır.
·Bu, şu veya bu açıdan taassubun veya duyguların yaz-
dıracağı sözler olmayacaktır, Böylelikle özel metodUll}uz
ışığında insanlık tarihi, halka.lan birbirine bağİı içiçe
bir halde ortaya çıkmış olacak, geçmişte ve günümüzde,
bu tarih içinde İslamın rolü sınırlandırılmış olacak ve
geçm~in ve günümüzün ışığında geleceğin çizgileri açık
lık kazanacaktır,
1
414
YOLLARIN AYRILIŞINDA
41E
ele almakta Avrupa ve Amerika'nın bunlardan farkı yok-
tur.
Ahlakıfaydadan ibaret gören, pazarlar ve faydalar
için boğuşmaya çağıran ve batıya egemen olan maddeci
düşün~ün ötesinde, bir şeye rastlamak mümkün değil
dir ... Hayattan ruhi unsuru kaldıran, fabrikadan ve· de-
neyden başkasına imanı kabul etmeyen, soyut yüce de-
ğerleri küç~yen, pragmatist felsefenin ortaya koydu-
ğu şekilde, yaptık.lan görev dışında eşyanın gerçeklerini
kabul etmeyen bu d~ün~üın. arkasında gizlenmiş olan,
başka şekliyle Marksizm'den başkası değildir.
416
feştfren; hayata, yuce yaratıcıya '6ağlayan ruhi bir t:e:
mel meydana getiren; yerdeki yönelişlerinde bu. temeli·
egemen kılan; üreten maddi çalışma, her ne kadar İs
lamm kabul ettiği: ibadetlerden biri ise de, hayatı sırf
maddi gayeleri gerçekleştirmekten iıbaret ele almayan::,,
yalnızca isLAM'dır.
Başta hıristiyanlık olmak üzere ruhani dinler, ko:..
münist maddeciliği red ettiği gibi Avrupa ve Amerika'nın 1
maddec:ili.ğini de red eder.·Çünkü bunlar hayat hakkında'
ruhi düşünce ile çatışan aynı tabiatın ürünleridir. Fakat
görüşüme ,göre bıristiyanlık yeni maddeci düşüµüşlere
karşı !koyabilmek için olumlu bir güç değildir. Hıristi
yanlık bireysel, uzletçi ve olumsuz bir din olmak nok-
tasına ·gelmiştir. Bu dinin gölgesinde hayat, sürekli ve
dinamik bir gelişme göstermez. Hıristiyanlık ard arda
gelen nesiller boyunca hayata. ayak uydurmaktan aciz
kalmış ve emeli hayata egemen olamamıştır. Çünkü kili-
senin ve kutsal konsillerin ortaya koyduğu şekliyle baya-
tın gerçeklerinden uzaktır.
*
Bu hızlı sunuştan, gelecekte gerçek mücadelenin
komünizmle kapitalizm arasında veya Doğu Bloku ile
Batı Bloku arasında olmayacağı açıkça ortaya çıkıyor.ı ..
Fakat bu gerçek mücadele, yeryüzünün her tarafında
var olan maddecilik ile İslıl.m arasında olacaktır. Veya
daha doğru ve daha ince bir ifade ile: Yalnızca Allah'a
kulluğu kabul eden ve insanları kullara kul olmaktan
kurtarıp yalnızca Allah'a ibadet etmeye ulaştıran dü-
zen ile, kulların kullara kulluğu temeli üzerine kurulu
yeryüzü kaynaklı diğer beşeri düzenler arasında olacak•
tır ...
Doğu ve Batı Blokları, aynı şekilde bu gerçeği iyi-
ce bilmektedirler. Aralarındaki tüın yarlışlara ve çe•
lişkilere rağmen, heryerdeki İslami diriliş hareketlerini
ortadan kaldı~ya ve her yerde bütün şekilleriyle is-
lıl.m ile savaşmaya gayret etmektedirler.
418
ği bilmeleri ve bu esasa göre planlarını doğrultmaları
kalıyor.
420
ARSLAN YAYINLARI ·
KİTAP KATALOOU
421
YA-İ ULÜM-İD-DİN kitabını Türkçeye ilk defa tam takım
olarak kazandıran kuruluştur. 1967 yılında başladığımız İH
YA'nın tercümesini 1970 yılı içinde bitirdik ve bugüne kadar
sürekli olarak baskısını yaparak binlerce müslüman ailenin
bu şaheser esere sahip olmasını sağladık. Eseri İhya'nın 4
cilt1ik Arapça aslından ve İTHAFUS-SADE adlı şerhinden
Türkçeye çevirdik. Bizden sonra basılan 1HYA kitaplarındaki
eksiklik ve fazlalıklar bizim tercümemizi bağlamaz. Arslan
Yayınları eseri; okunuş, kullanış ve taşınmasında kolaylık
olması açısından 10 cilt olarak neşretmiştir, Eser 4300 say-
fadır. ·
5) KISAS-! ENBİYA (İSLAM TARİHİ) Yazan: Ahmet Cevdet
Paşa 2 cilt (Büyük boy bez cilt) 1300 sayfa. Bu nefis eserde
başta Peygamberimizin ve Kur'an-ı Kerimde adı geçen diğer
.peygamber efendilerimizin, 4 büyük halifenin ibret dolu ha·
yatlan~ı okuyacaksınız. Asrı saadet imparatorluğunun ve on-
dan sonra kurulan İslam devletlerinin tarihini bu şaheser
eserde akıcı ve tatmin edici bir Türkçeyle öğreneceksiniz.
6) MÜZEKKİN-NÜFUS - Yazan: Eşrefoğlu Rumi Hazretleri -
Tasavvuf okyanusundan inci taneleri. Hak yolunun çile ve
ızdırap yüklü yolcularından ibret dolu hayat safhafarı... Çok
sade ve akıcı bir Türkçeyle neşredildi. 550 sayfa ciltli.
7) RİSALE-İ KUŞEYRİ - Yazan: imam Abdülkerim el-Kuşeyri •
Bu eser Hicri 438 yılında kaleme alınmıştır. Yazıldığı tarihten
itibaren Tasavvuf aleminin müracaat kitabı olmuştur. O ta-
rihten sonra tasavvufi· eser yazanlar kitaplarında hep KU-.
ŞEYRİ'yi kaynak göstermişlerdir. Tasavvufun müracaat ki-
tabı olan bu eseri evinizde mutlaka bulundurunuz. Büyük
boy bez ciltli 470 sahife.
Ş) KİMYA-İ SAADET - Yazan: lmam-ı Gazali - Tercüme: Ali
Arslan (İstanbul eski vaizi) - Ey müslüman ölüme hazır ol,
ahirete azık peyda et. Dinin hakikatına ve özüne yapış. Üs-
tün ahlaklarla süslen. Bu kitap sana bunları bahşedecek muh-
teviyattadır. 720 sayfa, büyük boy, bez cilt.
9) KUDURİ TERCEMESİ: Hanefi Fıkhının temel ilmihal bilgileri
Arapça aslı, Türkçe tercümesiyle beraber basılmıştır. Tercü-
me : Ali Arslan - 420 sayfa büyük boy bez cilt.
10) KADINLARA HİTAP - Yazan : Ali Arslan - Kafir toplumlar-
da kadın, sadece bir zevk ve eğlence aracı olarak görülmekte
ve layık olduğu değer hiçbir zaman verilmemektedir. Ne
422
yazık ki müslüman toplumlarında da kadınlarımız. kafir ka-
falılı;mn yoğun propagandalarıyla (ki bu propagandanın baş
aracı televizyon, gazete ve mecmualardır. Müslüman küfrün
bu silahlarına karşı son derece uyanık ol) zevk ve eğlence
aracı haline getir['lmektedir. Yayınladığımız bu güzel eser, ka.
dınlarımıza yöne ik, nasihat ve irşad edici hadis-i şeriflerin
meal ve tefsirini sunmaktadır. 210 sayfa btiyük boy bez ciltli.
11) İSLAMIN DÜNYA GÖRÜŞÜ· Yazan: Seyyid Kutub • Tercü.
me: Ali Arslan · Mısır'ın zalim diktatörü Nasır'a karşı İslftrm
canıyla kanıyla müdafaa eden ve Nasır tarafından idam edil·
mek suretiyle şehi:d olan büyük insan Seyyid Kutub'un şaha·
ne bir eseridir. Bu eserçle şehid kanının nefis kokusunu tenef.
füs edeceksiniz. 425" sayfa karton kapak.
12) RİSALELER (10 Risale bir arada) . Yazan: Hasan el -Benna.
Tercüme: Ramazan Nazlı • Müslümanı irşad 'edici öğütler
manzumesidir bu kitap. ·Dinamik ve şuurlu bir mü.slüman
nasıl olmalıdır, nasıl bir hayat yaşamalıdır. Bu kitabı ri:ıut.
laka okuyunuz. 350 sayfa büyük boy karton kapak.
13) Hz. MUHAMMED'İN HAYATI· Yazan: Ebul Hasan en-Nedvi.
Tercüme: Ali Arslan • Müslüman çocuğuna, yüce, peygambe·
rinin hayatını bilmesi gerektiği şekliyle, ana hatlarıyla, kısa
ve öz olarak öğreten hacını küçük, kendi büyük muazzam
bir kitap. · 275 sayfa karton kapak.
14) KUR'AN-! KERİM'DEN DİNİ HİKAYELER · Yazan: Ebul
Hasan en Nedvi - Terceme: Ali Arslan • Yine müslüman ço.
cukları için kaleme alınmış, nefis akıcı bir dille Kur'an-ı Ke·
rim'de adı geçen diğer peygamber efendilerimizin kıssalarını
bu kitapta bulacaksınız. 160 sayfa karton kapak.
15) SON SABAH (hikayeler) Yazan: lsmail Fatih· Ceylan ·Birbi.
birinden güzel sürükleyici ve nefis bir anlatımla yazılmış se·
kiz hikaye bu kitapta derlenmiştir. 215 sayfa karton kapak.
16) ÇOCUK HİKAYELERİ SERİSİ· Yazan: lsınail Fatih Ceylan.
Müslüman çocuğunu eğitici ve öğretici mahiyette yatılmış,
çocukların anlayabileceği lisanla kaleme alınmış, nefis kuşe
renkli kapak, içi resimli bu hikayeleri çocuklarınıza mutlaka
okutunuz. 8 hikayelik seri . Tanesi 30 TL. '
17) NAMAZ HOCASI · Hazırlayan: Ali Arslan • Ved'dılha'dan
aşağı Namaz Sureleri, Yasin, Tebareke ve Amme cüzleri ve
manaları, abdest ve hutbe duaları, namazlardan sonra oku-
nan Aşırlar, Abdest alınış ve Namaz kılıı:iış şekilleri ve na•
mazın ahkamıyla ilgili bütün meseleler. 215 sayfa, kuşe kapak.
42:3
18) İSLAM'DA MÜSTEHCEN NEŞRİYXTIN Htl'KMtl' • Derfoyen'
Ali Arslan • Resim, müstehcen neşriyat ve heykel mevzuunda
dinimizin hükümlerini araştıran ve ortaya koyan bir eser.
210 sayfa kuşe kapak.
19) KADINLARA,. ÖRTÜ • Yazan Ali Arslan - Ehl-i Sünnetin gö·
rüşüne göre tesettür mevzuunu avamın anlayacağı sade ve
akıcı bir lisanla anlatan şahane bir kitap. Baş tarafına ka·
dınlann bilmesi gereken ilmihal bilgileri ilave edilmiştir. 140
sayfa kuşe kapak.
20) BİR KISSADAN BİN HİSSE • Derleyen: Selim Tokat • İs
miyle mütenasip bir eser. Tarihe malolmuş meşhur dini ve
tarih! kıssaların en güzellerini bu eserde neşrettik. 120 sayfa,
kartdn kapak.
21) HADİS-İ ŞERİFLERE GÖRE EVLENME ADABI· Yazan:
Nasirüddin el-Elbani - Evlilik konusunda bizzat Resıllüllahın
ağzından çıkmış ölçüleri bu eserde toplanmış şekliyle okuya-
bilirsiniz. 110 adet hadisin manası ve açıklaması . 80 sayfa
kuşe kapak. ı ·
424