Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 10

Kötü Dostlar

13 Yıl Önce

Xue Yang bir sokak satıcısının küçük, ahşap masasına oturuyordu, pirinç şarabında ıslatılmış bir kase
yapışkan pirinç çöreği yerken bacağını banka atmıştı. Kaşığıyla kasesine vurdu. Başlangıçta tatmin
edici bir yemek gibi gelmişti ama sonlara doğru her ne kadar çörek yeterince güzel olsa da pirinç
şarabının yeterince tatlı olmadığını fark etmişti.

Xue Yang ayağa kalktı ve tezgahı devirdi.

Satıcının kendisi oldukça meşguldü. Tekmesi onu şok etmişti. Tezgahına saldıran genç adama baktı ve
bu genç adam tekmesinin ardından hiçbir şey söylemeden yüzünde geniş bir sırıtışla arkasını dönüp
gitmişti. Satıcı ancak birkaç dakika sonra olanları fark edebildi. Genç adama yetişti ve azarlamaya
başladı. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?!”

Xue Yang. “Tezgahını yıkıyorum.”

Satıcı öfkeyle kendinden geçmek üzereydi. “Hasta herif! Deli misin?!”

Xue Yang hareket dahi etmedi. Satıcı bir parmağını burnuna doğrultarak konuşmaya devam etti. “Seni
küçük piç! Yemeğimi yedin, para vermedin bir de üstüne tezgahımı mı yıkıyorsun? Ben…”

Xue Yang’ın eli hafifçe kımıldadı. Belindeki kılıç bir çınlama sesiyle kınından sıyrıldı.

Kılıç soğukça parladı. Jiangzai’nin bıçağı satıcının yanağına nazikçe vurdu, Xue Yang’ın sesi şeker
gibiydi. “Çörek güzeldi. Bir dahakine daha tatlı yap.”

Sözlerini bitirdikten sonra arkasını döndü ve ilerlemeye devam etti.

Satıcı hem şaşkın hem korkmuştu. Sinirden köpürüyordu ama başka bir şey söylemeye cesareti de
yoktu, ağzı beş karış açık genç adamın gidişini izledi. Aniden hem öfke hem hüsranla doldu. Bir an
sonra hiddetle bağırdı. “…Güpegündüz sebepsiz yere – neden, neden?!”

Xue Yang arkasına dahi bakmadan elini salladı. “Nedeni yok. Bu dünyada pek çok şey sebepsiz yere
olur. Ummadık talihsizlikler işte. Bay bay!”

Hafif adımlarla birkaç sokak ilerledi. Bir süre sonra arkasından birisi yaklaştı ve sakince adımlarını
yakaladı, ellerini arkasında birleştirmişti.

Jin GuangYao iç çekti. “Sadece bir saniyeliğine gözümü ayırdım ve yine başıma ne dertler açtın. İlk
başta sadece yediğin şeyleri ödemem yetecekti ama şimdi masa, sandalyeler, tüm kap kacak ve
kaselerin parasını ödemem gerekiyor.”

Xue Yang. “Üç beş kuruşun lafını mı yapıyorsun?”

Jin GuangYao. “Hayır.”

Xue Yang. “O zaman neden iç çekiyorsun?”

Jin GuangYao. “Sen de üç beş kuruşun lafını yapmazsın bence. Neden bir kere olsun normal bir
müşteri olmuyorsun?”

Xue Yang. “Kuizhou’da istediğim hiçbir şey için ödeme yapmam gerekmezdi. Böyle.” Konuşurken bir
sokak satıcısının çubuğundan sanki hiçbir şey olmamış gibi bir şekerli alıç çubuğu çekti. Satıcı
muhtemelen hayatında ilk defa bu kadar utanmaz birisini görüyordu. Adamın bakışları altında Xue
Yang bir ısırık aldı. “Ayrıca küçük bir tezgahı devirmemle baş edebilirsin değil mi?”
*ÇN: ‘a stick(çubuk) of sugared(şekerli) haws(alıç??)’ görüntü son derece tanıdık ancak tam çevirisi ne bilmiyorum. Googlelayınız.

Jin GuangYao gülümsedi. “Küçük serseri. İstediğin tezgahı devir. Tüm sokağı yaksan bile umurumda
değil. Sadece – üzerinde kar parçası cübbesi olmasın ve yüzünü ört. Kimsenin sen olduğunu
anlamasına izin verme, yoksa bana sahiden çok büyük bir sorun çıkartırsın.”

Satıcıya para attı. Xue Yang bir ağız dolusu alıç tükürdü. Göz ucuyla Jin GuangYao’nun alnındaki
saklanmamış küçük bir mor yer fark etti. Kahkaha attı. “Oraya ne oldu?”

Jin GuangYao ona sitemkar bir bakış attı. Şapkasını düzeltti ve yarasını sakladı. “Uzun hikaye.”

Xue Yang. “Nie MingJue mu yaptı?”

Jin GuangYao. “Eğer o yapsaydı, sence şu anda burada durup seninle konuşacak halde olur
muydum?”

Xue Yang sözlerinin son derece mantıklı olduğunu fark etti.

İkisi Lanling Şehrinden ayrıldılar ve ıssız bir yerdeki tuhaf bir binaya vardılar. Güzel bir bina değildi.
Uzun duvarların ardında bir sıra yüksek, siyah ev vardı. Sıraların önünde ise insanın göğsüne kadar
gelen gümüş çitlerle çevrelenmiş bir meydan vardı. Çitler kırmızı ve sarı tılsımlarla doluydu. Alanda
her tür tuhaf alet vardı; kafesler, giyotinler, yazı tahtaları gibi. Paçavralar giymiş birkaç ‘kişi’ de ağır
adımlarla yürüyordu.

Bu ‘kişi’lerin mavi derileri ve boş bakışları vardı. Açıklıkta amaçsız bir şekilde yürüyor, bazen
birbirlerine çarpıyor ve boğazlarından tuhaf sesler çıkartıyorlardı.

Ceset eğitim alanındaydılar.

Jin GuangShan bir zamanlar Karanlık Kaplan Mührünü istemişti. Kırk dereden su getirmiş, elindeki her
şeyi kullanmış ama Wei WuXian ne olursa olsun vermeyi reddetmişti ve bu yüzden de karşısına pek
çok güçlük çıkmıştı. O da, Eğer sen yapabiliyorsan, neden başkaları da yapamasın? Bu dünyada onu
yapabilecek tek kişinin sen olduğuna inanmıyorum Wei Ying. Gün gelecek sen de bir başkası
tarafından gölgede bırakılacaksın ve herkes sana gülecek. O zaman da bu kadar kibirli olabilecek
misin? Diye içinden geçirmişti.

Ve böylece Jin GuangShan, Wei WuXian’ı taklit ederek hayalet yolda yürüyen aramış ve hepsini kendi
emri altına almıştı. Bu insanlara korkunç paralar ve kaynaklar harcamıştı, onlara çalışmalarını ve
Kaplan Mührünün yapısını gizlice araştırarak bir kopyasını yaratmalarını ve yenilemelerini emretmişti.
İçlerinden çok azı başarılı olmuştu, en ileri gidebilen ise Jin GuangYao tarafından önerilen, en gençleri,
Xue Yang’dı.

Jin GuangShan çok memnun olmuştu. Onu misafir bir efsuncu olarak almış ve ona ayrıcalıklar, büyük
özgürlükler tanımıştı. Ceset eğitim alanı Jin GuangShan’ın Xue Yang’ın gizlice çalışabilmesi için
özellikle istediği bir alandı, bunun anlamı da Xue Yang’ın istediği gibi zaman geçirebileceğiydi.
*ÇN: Burada sürekli ‘Jin GuangYao’ yazılmıştı. Ama mantıken GuangShan olması gerekiyor, GuangYao’nun böyle yetkileri olduğunu pek
sanmıyorum çünkü. Devam eden metinde de bariz birkaç isim yanlışlıkları vardı, o yüzden muhtemelen böyledir diyerek değiştirdim.

Ceset eğitim alanına geldiklerinde, iki vahşi ceset alanın ortasında savaşıyordu.

Bu ikisi diğer yürüyen cesetlerden çok farklıydı. Düzgün şekilde giyinmişlerdi ve bembeyaz gözleriyle
ellerinde birer kılıç vardı. İki kılıç çarpışırken etrafa kıvılcımlar saçılıyordu. Gümüş çitlerin önüne iki
sandalye yerleştirilmişti. İkisi aynı anda oturdular. Jin GuangYao yakasını düzeltti ve titreyen cesetler
oraya gelerek bir tepsi uzattılar.
Xue Yang. “Çay.”

Jin GuangYao bir bakış attı. Morumsu, garip bir nesne çay fincanının tabanına çökmüştü, o şey her
neyse çektiği sıvıyla şişmişti.

Bir gülümsemeyle çay fincanını ittirdi. “Teşekkürler.”

Xue Yang fincanı tekrar ona itti, sevgi dolu bir halde sordu. “Bu çayı kendi ellerimle demledim. Neden
içmiyorsun?”

Jin GuangYao fincanı bir kez daha itti, nazik bir tonla açıkladı. “Zaten kendi ellerinle demlediğin için
içmeyeceğim.”

Xue Yang tek kaşını kaldırdı. Arkasını döndü ve cesetlerin savaşını izlemeye devam etti.

İki vahşi ceset daha sert bir şekilde dövüşmeye başladılar, hem kılıçlarını hem de birbirlerinin etini
yırtmak için pençelerini kullanıyorlardı. Yüzündeki can sıkıntısı daha da yoğunlaştı. Kısa bir süre sonra,
aniden parmaklarını şıklattı ve bir hareket yaptı. İki ceset anında kılıçlarını çevirdiler, titreyen
bedenleriyle kendi kafalarını kestiler. Kalan başsız vücutlar yere düşerken hala titriyordu.

Jin GuangYao. “İlgi çekici kısım daha yeni başlayacaktı ama?”

Xue Yang. “Çok yavaşlar.”

Jin GuangYao. “Bir önceki ikiliden çok daha hızlılar.”

Xue Yang siyah eldivenli eliyle uzandı, bir parmağını doğrulttu ve salladı. “Neyle kıyasladığına bağlı. Bu
şeyler – Wen Ning’i bırak, Wei WuXian’ın flütüyle kontrol ettiği ortalama vahşi cesetlere karşı bile
dayanamazlar.”

Jin GuangYao gülümsedi. “Neden acele ediyorsun. Ben bile sabırlıyım. Ağırdan alabilirsin. Eğer bir
şeye ihtiyacın olursa bana söyle. Sahi –”

Kol yeninden bir şey çıkarttı ve Xue Yang’a verdi. “Belki buna ihtiyacın vardır?”

Elindekinin ne olduğuna bakarken Xue Yang aniden sandalyede dimdik oturmaya başladı. “Wei
WuXian’ın el yazısı mı?”

Jin GuangYao. “Evet.”

Xue Yang sayfaları çevirdi, gözleri ışıl ışıldı. Bir süre sonra başını kaldırdı. “Bu gerçekten onun yazısı
mı? On dokuz yaşındayken yazdığı mı?”

Jin GuangYao. “Elbette. Herkes alabilmek için mücadele etti. Hepsini bir araya getirebilmek için çok
çaba sarf etmem gerekti.”

Xue Yang bir küfür mırıldandı, gözlerindeki heyecan daha da artmıştı. Sayfaları çevirmeye devam
ederken konuştu. “Tamamlanmamış.”

Jin GuangYao. “Mezar Tepedeki savaş ve yangın yıkıcıydı. Bu parçaları bulabilmem bile mucize.
Kıymetini bil, dikkatle.”

Xue Yang. “Peki ya flütü? Bana Chenqing’i getirebilir misin?”

Jin GuangYao omuz silkti. “Chenqing olmaz. Onu Jiang WanYin aldı.”
Xue Yang. “Wei WuXian’dan en çok o nefret etmiyor muydu? Chenqing’i ne yapacak? Wei WuXian’ın
kılıcını sen almadın mı? Kılıçla flütü takas et. Wei WuXian kılıcını kullanmayı uzun zaman önce bıraktı
ve Suibian da zaten kendini mühürledi, kimse kınından çekemiyor. Sadece sikik dekoratif bir kılıcı
tutmanın ne anlamı var?”

Jin GuangYao. “Benden imkansızı istiyorsun Genç Efendi Xue. Denemedim mi sanıyorsun? Nasıl o
kadar kolay olsun. O Jiang WanYin çoktan kafayı yedi. Wei WuXian’ın hala ölmediğini düşünüyor. Eğer
Wei WuXian geri dönerse kılıcını aramayabilir ama kesinlikle Chenqing’i arayacaktır. Bu yüzden de
Chenqing’i vermiyor. Bir kez daha ısrar edersem patlayabilir.”

Xue Yang kıs kıs güldü. “Kuduz köpek.”

Bu sırada LanlingJin Sektinin iki üyesi saçları darmadağın bir efsuncuyu sürükleyerek getirdiler.

Jin GuangYao. “Vahşi cesetlerini tekrar yaratmayacak mısın? Sana malzeme hazırlamak için tam
zamanında gelmişim.”

Efsuncunun gözleri neredeyse kırmızı bir ışıkla titriyordu ve mücadele ederken o gözbebekleri sanki
Jin GuangYao’yu ateşe verecekmiş gibi bakıyordu. Xue Yang. “Bu kim?”

Jin GuangYao’nun yüzü hiç değişmedi. “Sana günahkarları getiriyorum elbette.”

Bunu duyunca efsuncu öne atıldı, bir şekilde ağzındaki kumaş parçası bir ağız dolusu kanla birlikte
tükürmeyi başarmıştı. “Jin GuangYao! Seni alçak, hain kancık – ne cüretle bana günahkar dersin? Ne
günah işlemişim?!”

Her seferinde tek bir hece söylerken, sözleri sanki Jin GuangYao’yu delip geçecekti. Xue Yang güldü.
“Nesi var bunun?”

Efsuncunun arkasındaki onu tutmaya çalışanlar bir köpeğin tasmasına asılır gibiydi. Jin GuangYao elini
salladı. “Susturun şunu.”

Xue Yang. “Neden? Dinlesem olmaz mı? Sen nasıl alçak, hain bir kancık oluyorsun? İt gibi havlıyor.
Dediklerini anlayamıyorum.”

Jin GuangYao sözleri nasılsa sitemliydi. “Genç Efendi He Su saygıdeğer bir efsuncu sonuçta. Ona böyle
saygısız bir şekilde nasıl hitap edersin?”

Efsuncu soğuk bir kahkaha attı. “Çoktan eline düştüm. Neden hala rol yapmaya devam ediyorsun?”

Jin GuangYao nazik bir ifadeyle cevapladı. “Bana o şekilde bakmana gerek yok. Başka şansım yoktu.
Baş efsuncu seçmek karşı konulmaz bir eğilim oldu. Sorun çıkartmanın ve her yerde tartışma
başlatmanın anlamı ne ki? Seni defalarca uyardım, yine de beni dinlememekte kararlıydı. Bu şartlar
altında, çoktan kurtarılmanın ötesine geçmiş oldun. Tüm kalbimle, ben de, son derece acı ve
pişmanlık duyuyorum.”

He Su. “Ne demek karşı konulmaz eğilim? Kim sorun çıkartıyor? Jin GuangShan baş efsuncu olmayı
sadece QishanWen Sektinin üstün pozisyonunu taklit etmek için istiyor. Dünyadaki herkes aptal mı
sanıyorsun? Sadece gerçekleri söylediğim için bana iftira attın!”

Jin GuangYao gülümsedi, hiçbir şey söylemedi. He Su devam etti. “Başardığınız zaman tüm dünya
LanlingJin Sektinin gerçek yüzünü görecek. Sadece beni öldürdün diye sonsuza dek huzura mı
kavuşacağınızı sanıyorsun? Ne kadar yanılıyorsun! Bizim, TingshanHe Sektimiz, yetenekli kişilerle
doludur. Bundan sonra birleşeceğiz ve başka bedene bürünmüş Wen köpeklerine karşı asla teslim
olmayacağız!”
Bunu duyunca Jin GuangYao hafifçe gözlerini kıstı, dudakları yukarı kıvrılmıştı. Her zamanki nazik,
kibar ifadesiydi. Bunu görünce He Su’nun kalbi bir an için durdu. Aynı zamanda ceset eğitim alanın
dışında kadın ve çocukların ağlamalarından oluşan bir gürültü yükseldi.

He Su o tarafa baktığında bir grup LanlingJin Sekti efsuncusunun aynı renk cübbelere bürünmüş
altmış veya yetmiş kadar insanı sürüklediklerini gördü. Erkekler ve kadınlar vardı, yaşlısı genci. Hepsi
de şaşkınlık ve korkuyla dolu, bazıları çoktan ağlamaya başlamıştı. Bağlanmış bir kız ve erkek yere diz
çökerken He Su’ya doğru bağırdılar. “Ağabey!”

He Su şaşkınlıktan konuşamıyordu, suratı anında bembeyaz olmuştu. “Jin GuangYao! Ne yapıyorsun?!


Beni öldürmen yeterdi – neden tüm sekti mi buraya getirdin?!”

Jin GuangYao başını eğdi ve kol yenlerini düzeltirken hala gülümsüyordu. “Biraz önce sen, kendin
bana hatırlatmadın mı? Seni öldürsem bile sonsuza dek huzura kavuşamam. TingshanHe Sekti
yetenekli kişilerle dolu ve bundan sonra birlik olacak ve asla teslim olmayacaksınız – oldukça korktum.
Uzun süre kafa yorduktan sonra da aklıma tek gelen çözüm bu oldu.”

He Su boğazında büyük bir yumru varmış gibi hissediyordu. Hiçbir şey yapamamıştı. Bir an sonra
kükredi. “Sebepsiz yere tüm sektimi yok edeceksin – kınanmaktan hiç mi korkmuyorsun?! ChiFeng-
Zun öğrenirse ne yapacağından hiç mi korkmuyorsun?!”

Nie MingJue’dan bahsettiğini duyunca Jin GuangYao kaşlarını kaldırdı. Xue Yang o kadar çok
gülüyordu ki sandalyesinden devrilecekti. Jin GuangYao ona bir bakış attıktan sonra tekrar önüne
döndü ve sakin bir şekilde cevapladı. “Ama öyle olmadı ki? TingshanHe Sekti isyan çıkarttı ve tüm
güçleriyle Jin Sekt Liderine karşı suikast girişiminde bulundu, suçüstü yakalandılar. Bunun nesi
sebepsiz yere?”

Ağlamalar azalmıştı. “Ağabey! Yalan söylüyor! Yapmadık, biz bir şey yapmadık!”

He Su. “Saçmalık! Gözlerini aç ve etrafına bak! Dokuz yaşında çocuklar var burada! Yürüyemeyen yaşlı
adamlar! Nasıl isyan çıkartırlar?! Neden babanı bir anda öldürmek istesinler?!”

Jin GuangYao. “Çünkü bir hata yaptın ve cinayet işledin Genç Efendi He Su, onlar da senin Jinlin
Kulesinde zindana atılmanı kabul etmediler, elbette.”

He Su en sonunda bu tüyler ürpertici yere getirilirken ki sahte suçlamasının ne olduğunu hatırlamıştı.


“Hepsi uydurma! LanlingJin Sektinin tek bir efsuncusunu öldürmedim! Ölen kişiyi daha önce hiç
görmedim bile! Senin sektinden bir efsuncu olduğunu bile bilmiyordum! Ben… Ben…”

Bir süre kekeledi, en sonunda sözlerini toparladı. “Ben… Ben neler olduğunu biliyorum bile!”

Ancak böyle bir yerde kimse onun itirazlarını dinlemiyordu. Karşısındaki iki kötü adam ona sanki
çoktan ölmüş birisiymiş gibi davranıyorlardı. Hoşlarına giden ise zaten bu mücadelesiydi. Gülümseyen
Jin GuangYao arkasına yaslandı ve elini salladı. “Susturun, susturun.”

Öleceğinden emin olan He Su nefretle dolmuştu. Dişlerini sıktı ve kükredi. “Jin GuangYao! İtibarını
hak ediyorsun! Baban er ya da geç fahişelerin arasında ölecek ve senin ölümün de güzel olmayacak,
fahişenin oğlu!!!”

Xue Yang konuşmanın tadını çıkartıyor, durmadan kıkırdıyor ve kahkaha atıyordu. Ancak aniden bir
gölge fırladı ve gümüş bir ışık yanından geçti. He Su tiz bir çığlık atarak ağzını kapattı.
Kan yerlere saçıldı. Diğer taraftaki He Su Sekti ağladı ve lanetledi. Tam bir kaos hakimdi, ama ne kadar
kaotik olursa olsun yine de katı bir şekilde bastırılıyordu. Yere düşen He Su’nun önünde duran Xue
Yang eline kanlı bir şey aldı ve yanındaki iki yürüyen cesede işaret etti. “Kafese kapatın.”

Jin GuangYao. “Hala yaşarlarken mi kapatacaksın?”

Xue Yang ona döndü, dudakları yukarı kıvrıldı. “Wei WuXian yaşayan insanları hiç kullanmadı, ama
ben denemek istiyorum.”

Emriyle iki ceset hala çığlık atmakta olman He Su’yu sürükledi ve ceset eğitim alanının ortasındaki
çelik kafese attı. Büyük kardeşlerinin delirmişçesine kafasını parmaklıklara vurmasını izleyen çocuklar
tekrar ağlamaya başladılar. Sesleri o kadar yüksekti ki Jin GuangYao elini şakaklarına götürdü, çay
fincanını alıp sinirlerini yatıştırmak için yudumlamak istermiş gibi görünüyordu. Ancak başını eğip
baktığında yine fincanın dibindeki morumsu, şişmiş şeyi görmüştü. Ardından başını kaldırdığında, Xue
Yang’ın biraz önce yerden aldığı dili elleri arasında atıp tuttuğunu gördü. Bir an düşündükten sonra,
en sonunda fark etmişti. “Çayı bundan mı yapıyorsun?”

Xue Yang. “Koca bir kavanozum var. İster misin?”

“…”

Jin GuangYao. “Hayır kalsın. İşleri düzenle ve benimle gel işimiz var. Çayı başka yerde içeriz.”

Aniden aklına bir şey gelmiş gibi şapkasını düzeltti, yanlışlıkla alnındaki mor kısma da dokunmuştu.
Xue Yang zevkle izliyordu. “Alnına tam olarak ne oldu?”

Jin GuangYao. “Uzun hikaye demiştim.”

Jin GuangShan kendi görevlerini her zaman Jin GuangYao’ya yıkardı, kendisi ise bu boş zamanını gece
gezilerine harcar, Jin Hanım’ın Jinlin Kulesini öfkesiyle tutuşturmasına neden olurdu. Jin ZiXuan
oradayken, ebeveynleri arasında ara bulucu rolünü üstlenirdi hep, ama artık işler çoktan dönüşü
olmayan bir noktaya gelmişti. Jin GuangShan her dışarı çıkıp kadınlarla buluşmaya gittiğinde Jin
GuangYao’yu kendisine bir bahane bulması için kullanıyordu. Jin Hanım ise onu yakalayamıyordu, bu
yüzden de siniri Jin GuangYao’dan çıkartıyordu, bugün tütsü kapı parçalarsa ertesi gün çay fincanını
deviriyordu. Ve bu yüzden Jin GuangYao da huzurlu günler geçirebilmek için genel evlere gidip Jin
GuangShan’ı zamanında geri getirmek zorunda kalıyordu.

Böyle şeyler yapmaya oldukça alışmıştı, artık Jin GuangShan’ı en çabuk nasıl bulabileceğini biliyordu.
Şık köşke geldiklerinde Jin GuangYao ellerini arkasında bağlamış yürüyordu. Ana salondaki köşk sahibi
onları yalaka bir gülümsemeyle karşıladı, Jin GuangYao ise bir elini kaldırarak onu durdurdu. Xue Yang
gelişigüzel bir şekilde bir müşterinin masasındaki elmayı aldıktan sonra üst kata çıkmakta olan Jin
GuangYao’yu takip etti, elmayı ısırmaya başlamadan önce sadece göğsünde silmekle yetinmişti. Kısa
bir süre sonra Jin GuangShan’ın ve birkaç kadının kahkahaları onlara ulaştı. Kadınlar cıvıldadı. “Sekt
Lideri, bu resim harikulade değil mi? Vücuduma çizilmiş çiçek neredeyse canlı gibi görünmüyor mu?”,
“Resmin nesi var ki? Sekt Lideri, benim yazıma bakın. Ne düşünüyorsunuz?”

Jin GuangYao bu konuşmalara da çoktan alışmıştı. Ne zaman içeri girmesi ne zaman girmemesi
gerektiğini bilirdi. Xue Yang’a bir işarette bulundu ve durdular. Xue Yang cıkladı, yüzünde sabırsız bir
ifade vardı. Tam aşağıya inip orada bekleyecekti ki aniden Jin GuangShan’ın aksi sesi duyuldu.
“Kadınların çiçekleri sulaması, yüzlerini pudralaması ve mümkün olduğunca güzel görünmesi yetmez
mi? Yazı mı? Ne gerek var?”
O kadınlar sadece Jin GuangShan’ı hoşnut etmek istemişlerdi. Ancak bu sözleri üzerine köşk uygunsuz
bir havayla dolmuştu. Jin GuangYao da biraz donmuş gibiydi.

Kısa bir süre sonra birisi kıkırdadı. “Ama duyduğuma göre Yunmeng’de tüm dünyayı şiirleri ve
şarkılarıyla büyüleyen yetenekli bir kadın varmış – guqin çalıyor, satranç oynuyor, güzel yazı yazıyor
üstelik resim yapabiliyormuş!”

Jin GuangShan’ın sarhoş olduğu kesindi. Kekeleyen sesinden bile şarabı duymak mümkündü.

Mırıldandı. “Öyle – olmaz. Şimdi fark ettim. Kadınların öyle gereksiz şeylerle meşgul olmamalı.
Özellikle birkaç kitap okuyan kadınlar kendilerini diğer kadınlardan üstün sanmaya başlıyorlar. En
zahmetli olanları onlar, bir sürü talep, gerçek dışı düşünceler.”

Xue Yang arkasındaki pencereye yaslandı, elmasını yerken kollarını pervaza yaslamıştı, eğik
bakışlarıyla dışarıdaki manzarayı izliyordu. Ve Jin GuangYao’nun gülümsemesi yüzünde donmuş
gibiydi, kıvrılmış gözleri hareketsizdi.

İçerideki odada ise kadınlar onaylayarak kahkaha attılar. Jin GuangShan sanki aklına eski bir anı
gelmiş gibi kendi kendine mırıldanmaya devam etti. “Eğer özgürlüğünü satın alsaydım ve onu
Lanling’e getirseydim kim bilir ne yaygaralar koparırdı. Olduğu yerde kalması en iyisiydi. Onun
durumunda, muhtemelen birkaç yıl daha popüler kalırdı. Ömrünün kalanını nasıl geçireceğini
düşünmesi gerekmezdi yani. Ama o gitti ve bir çocuğa gebe kaldı, bir fahişenin oğluna? Aklından ne
geçiyordu…”

Bir kadın sordu. “Jin Sekt Lideri kimden bahsediyorsunuz? Oğlunuzdan mı?”

Jin GuangShan’ın sesi sürüklendi. “Oğlan mı? Hah, unut gitsin.”

“Tamam, o zaman unutuyoruz!”

“Yazı yazmamızı ve resim çizmemizi sevmiyorsanız, o zaman biz de yapmayız Jin Sekt Lideri. Başka bir
şeyler yapmaya ne dersiniz?”

Jin GuangYao otuz dakika boyunca merdivende bekledi, Xue Yang ise otuz dakika boyunca
pencereden dışarı bakmıştı. Üst kattaki kahkahalar en sonunda sessizleşti.

Bir süre sonra Jin GuangYao döndü, sakin bir yüzle merdivenlerden aşağıya indi. Bunu görünce Xue
Yang elmanın çöpünü dışarıya attı. O da peşinden gitti, sağa sola sallanıyordu.

İkisi bir süre sokaklarda dolaştılar. Aniden Xue Yang kaba bir kahkahaya boğuldu. “Hahahahaha siktir
hahahahahaha…”

Jin GuangYao durdu, sesi buz gibiydi. “Sen neden gülüyorsun?”

Xue Yang kahkaha atarken karnını tutmuştu. “Bir ayna bulup suratının halini görmen lazımdı.
Gülümsemen çok pisti. O kadar sahteydi ki kusacaktım.”

Jin GuangYao burnundan soludu. “Sen en bilirsin ki küçük serseri? İnsan ne kadar sahte, ne kadar
iğrenç olursa olsun gülümsemeli.”

Xue Yang tembelce cevapladı. “Kendin kaşınıyorsun. Eğer bir fahişe tarafından büyütüldüğümü
söylemeye cesaret eden birisi çıkarsa önce anasını bulurum, birkaç yüz kez sikerim, ardından dışarı
çıkartıp birkaç yüz kez de başkaları siksin diye bir genel eve atarım. O zaman kimin bir fahişe
tarafından yetiştirildiğini herkes görür. Çözüm basit.”

Jin GuangYao da güldü. “Bu kadar özelleşmiş hobilerim yok.”


Xue Yang. “Senin yok ama benim var. Senin yerine de yaparım hiç problem değil. Söyle sadece, gidip
senin adına sikerim, hahahahahaa…”

Jin GuangYao. “Hayır, sağ ol. Enerjini sakla Genç Efendi Xue. Önümüzdeki birkaç gün boş musun?”

Xue Yang. “Boş olmasam da boş olmak zorunda değil miyim?”

Jin GuangYao. “Benim yerime Yunmeng’e git ve bir yere çeki düzen ver. Temizle.”

Xue Yang. “Xue Yang saldırdığı zaman arkasında tek bir tavuk veya köpek bırakmaz diyorlar. İşimi ne
kadar temiz yaptığımdan şüphen mi var?”

Jin GuangYao. “Bu sözü daha önce duyduğumu sanmıyorum?”

Gece çoktan çökmüştü. Sessiz sokaklardan geçen sadece birkaç yolcu vardı. İkisi bir sokak satıcısının
tezgahının önünden geçerken bir yandan konuştular. Satıcı keyifsiz bir şekilde masaları topluyordu.
Başını kaldırdı ve aniden çığlık atarak geriye kaçtı.

Hem çığlığı hem geriye kaçışı korkuyla doluydu. Jin GuangYao’nun bile durmasına neden olmuştu, eli
belindeki Hensheng’e kaydı. Sıradan bir sokak satıcısı olduğunu gördüğünde ise hemen onu boş verdi.
Ancak Xue Yang gidip tezgahı bir kez daha tekmelemeden önce tek kelime dahi etmemişti.

Satıcı hem şaşırmış hem korkmuştu. “Yine mi sen?! Neden?!”

Xue Yang sırıttı. “Söyledim ya. Nedeni yok.”

Tam tekrar tekmeleyecekti ki elinin sırtında ani bir acı hissetti. Gözbebekleri küçüldü ve hemen geri
çekildi. Elini kaldırdığında üzerinde çoktan kırmızı noktacıkların belirdiğini fark etti. Başını kaldırdı.
Siyahlara bürünmüş bir efsuncu fırçasını çekmiş, ona soğuk gözlerle bakıyordu.

Efsuncunun ince bir bedeni vardı, yüzü katı ve soğuktu. Elinde at kuyruğundan yapılmış bir fırça ve
sırtında bir kılıç vardı, üzerindeki püskül akşam rüzgarında ıslık çalıyordu. Xue Yang’ın gözleri öldürme
isteğiyle dolarken elini öne uzattı. Efsuncu darbeden kaçınmak için fırçasını savurdu, Xue Yang’ın
saldırıları ise her zaman tuhaf ve tahmin edilemez olurdu. Yönünü değiştirdi ve efsuncunun kalbine
atıldı.

Efsuncu hafifçe kaşlarını çattı. Kenara çekilerek saldırıyı savuşturdu ama sol kolu hafifçe eline
değmişti. Aslında bir yara almamıştı ama yine de yüzü buzdan bir maske oldu. Sanki ona dokunmasını
inanılmaz iğrenç, neredeyse tahammül edilemez bulmuştu.

Xue Yang’ın ifadesi de hafifçe değişti. Soğuk bir kahkaha attı. O devam etmeden önce, beyazlı bir figür
kavganın arasına girdi. Jin GuangYao. “Benim hatırıma lütfen onu bırakın Daozhang Song ZiChen.”
*ÇN: Song Lan’ın diğer adı.

Satıcı uzun zaman önce kaçmıştı. Siyah giysili efsuncu konuştu. “LianFang-Zun?”

Jin GuangYao. “Evet, benim.”

Song ZiChen. “LianFang-Zun gibi birisi neden böyle aşağılık birisini koruyor?”

Jin GuangYao gülümsemeyi başardı, oldukça çaresiz görünüyordu. “Daozhang Song, o LanlingJin
Sektinin bir efsuncusu.”

Song ZiChen. “Neden onun gibi birisini sektinize kabul ettiniz?”

Jin GuangYao öksürdü. “Daozhang Song, anlamıyorsunuz. Onun… tuhaf bir karakteri var ve hala çok
genç. Lütfen mazur görün.”
Bu sırada temiz, nazik bir ses ulaştı. “Sahiden oldukça genç”.

Gecenin içinde gümüş bir ayışığı gibi, beyaz giysili bir efsuncu hiç ses çıkartmadan üçünün yanında
belirdi, elinde bir fırça sırtında bir kılıç vardı.

Efsuncunun ince bir vücudu vardı. Cübbesi ve kılıcındaki püskül o sanki bulutlara basıyormuş gibi
yavaşça öne doğru ilerlerken sallanıyordu. Jin GuangYao selamladı. “Daozhang Xiao XingChen.”

Xiao XingChen selamına karşılık verdi, gülümsüyordu. “Birkaç ay önce görüşmüştük en son, LianFang-
Zun’un hala beni hatırlamasına şaşırdım.”

Jin GuangYao. “Daozhang Xiao XingChen tüm dünyayı hünerleriyle etkiledi. Hatırlamamam şaşırtıcı
olurdu asıl değil mi?”

Xiao XingChen gülümsedi, sanki Jin GuangYao’nun söylediği her söze gereksiz övgüler eklediğinin
farkında gibiydi. Cevap verdi. “Fazla methediyorsunuz LianFang-Zun.” Hemen ardından bakışları Xue
Yang’a kaydı. “Ancak, her ne kadar çok genç olsa da, Jinlin Kulesinde bir misafir efsuncu olduğuna
göre kendisini kontrol etmeyi öğrenmeli. Sonuçta LanlingJin Sekti en prestijli sektlerden birisi. Her
yönden örnek olmalı.”

Koyu irisleri nazikçe parlıyordu, Xue Yang’a bakarken o gözlerde suçlama yoktu. Ve bu yüzden de her
ne kadar sözleri tavsiye verse de, kulağa hiçte gücendirici gelmemişti. Jin GuangYao hemen sakince
karşılık verdi. “Elbette.”

Xue Yang kıs kıs güldü. Onun güldüğünü duyunca da Xiao XingChen sinirlenmemişti. Onu bir süre
inceledikten ve düşündükten sonra konuştu. “Dahası, bu genç adamın saldırı tarzının oldukça…”

Song ZiChen’in sesi buzdandı. “Düşmanca.”

Bunu duyunca Xue Yang güldü. “Hala çok genç olduğumu söylediniz, peki ya siz kaç yaşındasınız?
Düşmanca saldırdığımı söylüyorsunuz ama ilk bana fırçayla vuran kimdi? İkinizin insanlara ders verme
tavrı hayli tuhaf.”

Konuşurken kanla sarılmış elini kaldırdı ve salladı. İlk hamleyi yaparak tezgahı yıkan elbette ki oydu,
ama oldukça alakasız bir gerekçeyle durumu tersine çevirmişti. Jin GuangYao yüzüne nasıl bir ifade
yerleştireceğini bilemeden iki efsuncuya döndü. “Daozhang, o…”

Xiao XingChen gülümsemekten kendini alamadı. “O sahiden…”

Xue Yang gözlerini kıstı. “Sahiden ne? Söylesene hadi!”

Jin GuangYao’nun sesi sıcaktı. “ChengMei, lütfen diline hakim ol.”


*ÇN: Xue Yang’ın diğer ismi tahmin ettiğiniz üzere. ‘Başkalarının dileklerinin yerine getirilmesine yardım et’ anlamında, ama aynı zamanda
da ‘Güzel olmak’ anlamına da gelebilirmiş.

İsmini duyunca Xue Yang’ın yüzü karardı. Jin GuangYao devam etti. “Daozhang, bugün için çok özür
dilerim. Benim hatırıma lütfen onu mazur görün.”

Song ZiChen başını iki yana salladı. Xiao XingChen onun omzuna vurdu. “ZiChen, boş ver.”

Song ZiChen ona bir bakış attı ve onayladı. İkisi Jin GuangYao’ya veda edip gittiler.

Xue Yang sinsi gözlerle onları izledi, sıkılmış dişlerinin arasından gülüyordu. “…Siktiğimin efsuncuları.”

Jin GuangYao düşüncelere dalmıştı. “Çok bir şey yapmadılar neden bu kadar sinirlendin?”
Xue Yang tükürdü. “Bu sahte, kendini beğenmiş insanlardan nefret ediyorum. O Xiao XingChen
benden çokta büyük değildi, burnunu başka insanların işlerine sokması sinir bozucu. Ve bana ders
vermeye kalktı. Ve o Song denen herif.” Dudak büktü. “Sadece koluna değdim, ne diye bana öyle
baktı. Er ya da geç o herifin gözlerini oyup kalbini parçalayacağım. Bakalım o zaman ne yapacak.”

Jin GuangYao. “Yanlış anlamışsın sadece. Daozhang Song insanlara temas etmekten hoşlanmaz. Sırf
sana yönelik değildi yani.”

Xue Yang. “Kim o lanet efsuncular?”

Jin GuangYao. “Hala onları duymadın mı? Şu anda o ikisi oldukça ünlü – ‘Xiao XingChen parlak bir ay
ve yumuşak bir meltem; Song Lan’a ise uzak bir fırtına ve soğuk bir ayaz’. Sahiden duymadın mı?”

Xue Yang. “Hayır. Anlamıyorum. Bu söz ne?”

Jin GuangYao. “Duymadıysan boş ver o zaman, anlamadıysan da. Ne olursa olsun beyefendiler, bu
yüzden onları kışkırtma.”

Xue Yang. “Neden?”

Jin GuangYao. “İnsan bir beyefendiyi gücendirmek yerine sahtekarı gücendirmeli.”


*ÇN: Aslında tam tersi anlamına gelen bir sözmüş.

Xue Yang ona şüpheyle baktı. “Böyle bir söz mü var?”

Jin GuangYao. “Elbette. Bir sahtekarı gücendirdiğinde önce davranarak onu öldürüp kendini sıkıntıdan
kurtarabilirsin ve herkes seni alkışlar; ama bir beyefendiyi gücendirdiğinde işler zor bir hal alır. Bu ikisi
söz konusuysa işler daha bile zorlaşır. Eğer peşine takılırlarsa asla bırakmazlar ve eğer onlara tek bir
parmağını bile uzatsan, herkes sana cephe alır. Dolayısıyla onlardan uzak durmak en iyisi. Bugünkü
hareketlerinin sadece genç olmanın getirdiği bir kibir olduğunu düşünmeleri büyük şanstı, neyse ki
gündüzleri ne yaptığını bilmiyorlar. Yoksa gitmezlerdi.”

Xue Yang dalga geçti. “Ne çok kısıtlama var. Bu insanlardan korkmuyorum.”

Jin GuangYao. “Sen korkmuyorsun, ama ben korkuyorum. Fazlası olacağına eksiği olsun. Hadi
gidelim.”

Zaten çok yolları kalmamıştı. Kısa bir süre sonra bir yol ayrımına geldiler. Sağ taraf Jinlin Kulesine; sol
taraf ceset eğitim alanına gidiyordu.

Birbirlerine gülümsediler ve ayrı yollara gittiler.

You might also like