Nilüfer Tohum Kozaları (Ekstra 12)

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 17

Nilüfer Tohum Kozaları

Nilüfer Rıhtım, Yunmeng.

Antrenman salonun dışında, ağustos böcekleri yaza şarkı söylüyordu; içeride, oldukça nahoş bir insan
bedeni sırası yeri kaplamıştı.

Bir düzine oğlan, hepsi üstsüz, salonun ahşap yer döşemelerine uzanmışlardı. Arada bir sanki pişen
omletler gibi kendilerini çeviriyor, perişan inlemeler koyveriyorlardı.

“Hava…”

“Çok sıcak…”

Gözleri kapalı, Wei WuXian sersemlemiş bir halde düşündü, Keşke Bulut Kovuğu kadar serin olsaydı.
Altındaki ahşap parçanın sıcaklığı yine kendi vücut ısısını eşitlemişti ve bu yüzden döndü. Tesadüfen
Jiang Cheng de döndü. Birisinin bacağı diğerinin koluna sürtündü. Wei WuXian anında seslendi. “Jiang
Cheng, çek kolunu. Kömür kadar sıcaksın.”

Jiang Cheng. “Bacağını çek.”

Wei WuXian. “Kol bacaktan daha hafiftir. Bacağımı hareket ettirmem daha zor, bu yüzden sen kolunu
çek.”

Jiang Cheng tısladı. “Seni uyarıyorum Wei WuXian abartma. Çeneni kapat ve hiçbir şey söyleme. Sen
konuştukça daha da sıcak basıyor!”

Altıncı shidi konuşmaya katıldı. “Tartışmayın artık olur mu? İkinizin tartışmasını dinlerken ısındım.
Daha çabuk terlemeye bile başladım.”

Ancak kollar ve bacaklar çoktan havaya uçmaya başlamışlardı. “Siktir git!”, “Sen de!”, “Hayır, hayır,
hayır – lütfen git!”, “Hayır, teşekkürler – önce sen siktirip gidebilirsin!”

Tüm shidiler şikayet ediyorlardı. “Eğer kavga edecekseniz dışarıda edin!”, “Lütfen birlikte siktirip
gidin, olmaz mı? Yalvarırız!”

Wei WuXian. “Duydun mu? Sana git diyorlar. Bırak… bacağımı – kırılacak, Beyfendi!”

Jiang Cheng’in alnında damarlar patladı. “Açıkça sana git diyorlar… Önce sen benim kolumu bırak!”
Aniden dışarıdaki ahşap koridordan uzun bir elbisenin yere sürtünme sesi duyuldu. İkisi yıldırım gibi
birbirinden ayrıldı. Bir anda bambu perdeler kaldırılmış ve Jiang YanLi içeriye bakmıştı. “Ah, demek
herkes buraya saklanmış.”

Herkes onu selamladı. “Shijie!”, “Merhaba Shijie.” Daha çekingen olanlar ise köşeye çekilmekten ve
kollarıyla göğüslerini saklamaktan kendilerini alamamışlardı.

Jiang YanLi. “Bugün kılıç çalışması yok mu? Tembellik ediyorsunuz, dimi?”

Wei WuXian itiraz etti. “Bugün ölümüne sıcak – antrenman sahası alev almış. Eğer çalışmayı denersek
derimiz dökülüp gider. Kimseye söyleme, Shijie.”

Jiang YanLi dikkatli bir şekilde Jiang Cheng ve ona baktı, baştan aşağıya inceledi. “Siz yine kavga mı
ettiniz?”
Wei WuXian. “Yoo!”

Jiang YanLi içeriye girdi. Elinde tabak gibi bir şey vardı. “O zaman kim A-Cheng’in göğsüne ayak izini
bıraktı?”

Geride kanıt bıraktığını duyunca Wei WuXian görebilmek için döndü. Sahiden bırakmıştı, ama artık
kimse kavga edip etmediklerini umursamıyordu. Jiang YanLi’nin ellerinde doğranmış karpuz
parçalarıyla dolu geniş bir tabak vardı. Oğlanlar hemen oraya üşüştü, sadece birkaç saniye içerisinde
parçalar dağıtılmış ve yere oturulmuş, karpuz kemiriliyordu. Kısa bir süre sonra tabağın üzerinde
sıyrılmış kabuklardan küçük bir dağ bile oluştu.

Yaptıkları her şeyde Wei WuXian ve Jiang Cheng tamamen birbirlerine karşıydılar, konu karpuz yemek
olsa bile. Hem zorla hem açgözlülükle, öyle mücadele ettiler ki diğerleri uzaklara kaçtı, çabucak
etraflarındaki alanı boşaltmışlardı. İlk başta Wei WuXian karpuz yeme işine kendini oldukça
kaptırmıştı, ama bir süre sonra aniden kahkaha attı.

Jiang Cheng anında telaşlanmıştı. “Bu kez ne yapacaksın?”

Wei WuXian bir parça daha aldı. “Hiç! Yanlış anlama. Hiçbir şey yapmayacağım. Sadece aklıma birisi
geldi.”

Jiang Cheng. “Kim?”

Wei WuXian. “Lan Zhan.”


Jiang Cheng. “Sebepsiz yere nereden aklına geldi? Sekt kurallarını kopyalamak nasıl bir histi
hatırlamak mı istedin?”
Wei WuXian bir çekirdeği tükürdü. “Onu düşünmek eğlenceli. Sen bilmezsin ama – o çok komik. Ona
bir keresinde ‘Sektinizin yemekleri iğrenç. Sizin yemeklerinizi yemektense kızartılmış karpuz kabuğu
yemeği tercih ederim. Eğer vaktin olursa, gelip Nilüfer Rıhtımda bizimle eğlensene…’ demiştim.”

O daha sözlerini bitiremeden Jiang Cheng vurarak karpuzunu düşürdü. “Delirdin mi sen? Onu gidip
Nilüfer Rıhtıma davet etmişsin – işkence çekmek hoşuna mı gidiyor?”

Wei WuXian. “Neden bu kadar kızdın? Karpuzum uçup gitti! Sadece kibarlık ediyordum. Elbette
gelmez. Sen onun hiç eğlenmek için kendi başına bir yere gittiğini duydun mu?”

Jiang Cheng’in yüzünde katı bir ifade vardı. “Açık konuşayım. Ne olursa olsun gelmesini istemiyorum.
Davet etme.”

Wei WuXian. “Ondan bu kadar nefret ettiğini bilmiyordum?”

Jiang Cheng. “Lan WangJi’yle bir sorunum yok, ama eğer gelirse, annem bir şeyler söyleyebilir, beni
başkasının çocuğuyla kıyaslar ve hoş bir durum olmaz.”

Wei WuXian. “Merak etme. Gelse bile korkulacak bir şey yok. Eğer gelirse, Jiang Amca’ya onu benimle
yatırmasını söyle. Onu bir aydan kısa bir süre içerisinde delirtirim.”

Jiang Cheng alayla güldü. “Koca bir ay boyunca onunla mı yatmak istiyorsun? Bence bir hafta
içerisinde ölümüne bıçaklanırsın.”

Wei WuXian endişelenmiyordu. “Ondan mı korkacağım? Eğer sahiden dövüşmeye başlarsak, bana
karşı kazanamayabilir.”
Diğerleri anında ona destek oldular. Jiang Cheng görünürde onun vurdumduymazlığıyla dalga geçti,
ama Wei WuXian’ın kendini övmediğinin farkındaydı. Jiang YanLi ikisinin arasına oturdu. “Kimden
bahsediyorsunuz Gusu’dan bir arkadaşınız mı?”

Wei WuXian neşeyle cevapladı. “Evet!”

Jiang Cheng. “Ne kadar utanmaz bir ‘arkadaş’sın sen. Gidip Lan WangJi’ye sor bakalım seni arkadaş
olarak görüyor muymuş.”

Wei WuXian. “Defol. Eğer beni istemiyorsa, isteyene kadar canını sıkarım.” Jiang YanLi’ye döndü.
“Shijie, Lan WangJi’yi biliyor musun?”

Jiang YanLi. “Biliyorum. O herkesin yakışıklı ve yetenekli olarak tanımladığı İkinci Genç Efendi Lan,
değil mi? Sahiden o kadar yakışıklı mı?”

Wei WuXian. “Öyle!”

Jiang YanLi. “Sana kıyasla?”

Wei WuXian bir süre düşündü. “Belki benden sadece biiirazcık daha yakışıklıdır.”

İki parmağının arasında oldukça minik bir boşluk bıraktı. Tabağı geri alırken Jiang YanLi gülümsedi.
“Sahiden çok yakışıklı olmalı o zaman. Yeni bir arkadaş edinmen çok güzel. Gelecekte, boş
zamanlarınızda birbirinizi ziyaret edebilirsiniz.”

Bunu duyunca Jiang Cheng karpuzunu tükürdü. Wei WuXian ise ellerini salladı. “Boş ver, boş ver.
Onun yaşadığı yerde sadece kötü yemekler ve bir dolu kural var. Bir daha gitmem.”
Jiang YanLi. “O zaman onu buraya getirebilirsin. Güzel bir fırsat. Neden bir ara arkadaşını Nilüfer
Rıhtımda kalması için çağırmıyorsun?”

Jiang Cheng. “Onun saçmalıklarını dinleme Abla. Gusu’da inanılmaz sinir bozucuydu. Lan WangJi
onunla buraya gelmek asla istemez.”

Wei WuXian. “Ne demek bu!? Gelir tabi.”

Jiang Cheng. “Uyan artık. Lan WangJi sana defol demişti, duymadın mı? Hala hatırlıyorsun değil mi?”

Wei WuXian. “Sen ne bilirsin!? Her ne kadar yüzeyde bana defol dese de, benimle gizlice Yunmeng’de
takılmak istediğinden eminim – hatta, bayıla bayıla gelir.”

Jiang Cheng. “Her gün aynı soruya cevap arıyorum – bu kadar özgüveni nereden buluyorsun?”

Wei WuXian. “Düşünmeyi bırak. Eğer yıllarca bir soruyu düşünsem ve cevap bulamasam, ben çoktan
vazgeçerdim.”

Jiang Cheng başını iki yana salladı. Tam karpuzunu yere atacaktı ki, aniden bir dizi şiddetli ayak sesinin
yaklaştığını duydu. Uzaklardan müsamahasız bir kadın sesi duyuldu. “Ben de herkes nereye gitti
diyordum. Tahmin edildiği gibi…”

Oğlanların yüzlerindeki ifade anında değişti. Yu Hanım’ın salonun köşesinden dönmesini görmek için
tam zamanında perdelerden dışarıya fırladılar, mor cübbesi güçle uçuşuyordu. Yüzünde ürpertici bir
hava vardı. Oğlanların nahoş çıplaklıklarını görünce Yu Hanımın yüzü buruştu, kaşları yukarı kalktı.
Oğlanların hepsinin aklından, Olamaz!, diye geçiyordu, dehşet içinde diğer tarafa döndüler ve
koştular. Bunu görünce Yu Hanım en sonunda fark etti, sinirlenmişti. “Jiang Cheng! Üzerine bir şeyler
giy! Barbarlar gibi görünüyorsun! Seni böyle görünce insanlar benim hakkında ne düşünürler?!”

Jiang Cheng’in üst cübbesi beline bağlanmıştı. Annesinin azarını işitince, aceleyle başının üzerine
çekti. Yu Hanım tekrar azarladı. “Ve siz oğlanlar! A-Li’nin burada olduğunu görmüyor musunuz? Kim
siz veletlere bir kızın önünde böyle dolanmanızı öğretti!?”

Elbette kimin önderlik ettiğini sorgulamaya gerek yoktu. Bu nedenle Yu Hanımın bir sonraki cümlesi,
her zamankindendi. “Wei Ying! Canına mı susadın!?”

Wei WuXian bağırdı. “Özür dilerim! Shijie’nin geleceğini bilmiyordum! Hemen gidip giysilerimi
bulayım!”

Yu Hanım daha da sinirlenmişti. “Nasıl kaçmaya cüret edersin! Hemen geri dön ve diz çök!”
Konuşurken bileğini sallamasıyla kırbacını serbest bıraktı. Wei WuXian yakıcı bir acının sırtından
geçtiğini hissetti. Yüksek sesle haykırdı. “Ah!” Ve neredeyse yere düşüyordu. Ancak aniden, birisinin
ince sesi Yu Hanım’ın kulaklarına ulaştı. “Anne, karpuz yemek ister misin…”

Yu Hanım yoktan var olan Jiang YanLi nedeniyle irkilmişti. Gecikmesiyle birlikte tüm oğlanlar buhar
olup uçtu. O kadar kızmıştı ki Jiang YanLi’ye döndü ve yanağını çimdikledi. “Yemek, yemek, yemek –
tek yaptığın yemek!”

Jiang YanLi annesinin çimdiği nedeniyle neredeyse ağlayacaktı, mırıldandı. “Anne, A-Xian ve diğerleri
sıcak yüzünden burada yatıyorlardı ve ben kendim yanlarına geldim. Onları suçlama. Ka… Karpuz
yemek ister misin… Kim getirmiş bilmiyorum, ama sahiden çok tatlılar. Yazın karpuz yemek
serinlemek ve susuzluğu gidermek için harika. Senin için biraz daha keseyim…”
Yu Hanım düşündükçe daha da sinirleniyordu ve bir de üzerine yaz sıcağı binince, sahiden canı karpuz
istemeye başlamıştı. Bu nedenle… daha da sinirlendi.

Diğer yandan, gençler en sonunda Nilüfer Rıhtımdan kaçmıştı ve doklara doğru koşup bir tekneye
atladılar. Peşlerinden kimse gelmeyince ve belli bir süre geçince Wei WuXian en sonunda
rahatlamıştı. Güçlükle birkaç kez kürek çekti. Hala sırtındaki acıyı hissedebiliyordu bu yüzden kürekleri
bir başkasına verdi, oturdu ve acıyan yerine dokundu. “Haksızlık. Kimsenin üzerinde hiçbir şey yoktu,
ama neden azarlanıp dayak yiyen bir tek ben oldum?”

Jiang Cheng. “Çünkü üzerinde kıyafet yokken en çok göz kanatan sensin.”

Wei WuXian ona bir bakış attı. Aniden zıpladı ve suya daldı. Sanki bir sinyal gönderilmiş gibi diğer
herkeste suya girdi. Sadece birkaç saniye içerisinde teknede tek kalan Jiang Cheng’di.

Jiang Cheng aniden bir yanlışlık olduğunu fark etti. “Siz ne yapıyorsunuz?!”

Wei WuXian teknenin diğer yanına yüzdü ve sert bir darbe vurdu. Tekne hemen alabora oldu, sırtı
yukarıya bakacak şekilde ağır ağır suya batıp çıkmaya başladı. Wei WuXian kahkaha attı, tekneye
sıçradı ve çaprazlanmış bacaklarıyla oturdu. “Gözlerin hala kanıyor mu Jiang Cheng? Bir şey söyle,
hey, hey!”

Birkaç kez bağırmasına rağmen baloncuklar dışında hiçbir şey çıkmıyordu. Wei WuXian yüzünü sildi,
şaşkın görünüyordu. “Neden bu kadar uzun sürdü?”

Altıncı shidi de yanına yüzdü, haykırdı. “Boğuldu mu!?”


Wei WuXian. “İmkansız!” Tam aşağıya gidecek ve Jiang Cheng’e yardım edecekti ki, aniden arkasından
bir nida duydu. Keskin bir ciyaklamayla, suya itilmişti. Bir kez daha tekne dönmüş, üzerinden sular
damlıyordu. Sualtına gömüldükten sonra Jiang Cheng diğer tarafa yüzmüş ve Wei WuXian’ın arkasına
geçmişti.

Her ikisi de sinsi saldırılarında başarılı olunca, teknenin etrafında tetikte bir şekilde çember çizmeye
başladılar, diğerleri ise suda sıçrayarak, olanları izlemek için göle dağılmışlardı. Wei WuXian teknenin
diğer yanından hava attı. “Silah kullanmak neydi şimdi? Küreği bırak ve çıplak ellerimizle savaşalım.”

Jiang Cheng alayla güldü. “Beni salak mı sanıyorsun? Bıraktığım anda sen alacaksın!” Küreği
savurarak, Wei WuXian’ı kenara çekilmek ve saklanmak zorunda bıraktı. Tüm shidiler ona tezahürat
etti. Sağa sola kaçıp dururken Wei WuXian en sonunda şikayet edecek fırsat buldu. “Nasıl bu kadar
utanmaz davranırsın!?”

Yuhalamalar her yerden yankılanıyordu. “Da-Shixiong, bunu söyleyecek yüzün olmasına


inanamıyorum!”

Kısa bir süre sonra hepsi kaotik bir su savaşına kapılmışlardı, Adaletin İtişinden, Zehir Bitkisine, Vahşet
Kaçışına – Wei WuXian Jiang Cheng’e bir tekme attı, ardından en sonunda tekneye tırmanmayı
başarmıştı. Bir ağız dolusu göl suyu tükürdü, ellerini salladı. “Bırakalım artık, bırakalım – ateşkes
istiyorum!”
Herkesin kafasında yeşil su otları vardı, henüz durmaya hazır değillerdi. Telaşla. “Neden duruyoruz?
Devam edelim! Devam edelim! Dezavantajlı durumdasın diye merhamet için yalvarıyor musun?”
Wei WuXian. “Kim demiş merhamet için yalvarıyorum diye? Sonra dövüşebiliriz. Ben çok acıktım.
Önce bir şeyler yiyelim.”

Altıncı Shidi. “O zaman geri mi döneceğiz? Akşam yemeğinden önce biraz daha karpuz yiyebiliriz.”

Jiang Cheng. “Eğer şimdi geri dönersek, tek yiyeceğimiz şey kırbaç olur.”

Ancak, Wei WuXian’ın aklında başka bir fikir vardı. Duyurdu. “Geri dönmeyeceğiz. Nilüfer tohum
toplayalım!”

Jiang Cheng takıldı. “Sanırım ‘çalmak’ demek istedin?”

Wei WuXian. “Her seferinde parayı geri ödemiyor muyuz!”

YunmengJiang Sekti sık sık bölgedeki evlerle ilgilenirdi, hiçbir teminat beklemeden bölgedeki su
hortlaklarını yok ederdi. Birkaç kilometre içerisindeki alanda, birkaç tohum kozası bir yana, insanlar
onlar için tüm bir göle nilüfer ekmeye razıydılar. Sektin gençleri her dışarı çıktıklarında ve birisinin
karpuzunu yediklerinde, tavuğunu yakaladıklarında veya köpek mamasını ilaçladıklarında, Jiang
FengMian her şeyi yoluna koymak için birilerini gönderirdi. Her seferinde neden çalmakta ısrar
ettiklerine gelinirse, kibir veya edepsizlikten değildi – oğlanlar sadece azarlanma keyfine ve komik
duruma düşmeye ve kovalanmaya bayılıyorlardı.
*ÇN: Çin’in kırsal kesimlerinde, köpekler sık sık hırsızlara karşı evi korumaları için kullanılırlar. Başka birisinin evine gizlice g irebilmek için,
oğlanlar köpeklerin uyuduğundan emin olmalılar (ama tabi öldürmeden).

Gençler tekneye yerleştiler. Bir süre kürek çektikten sonra bir nilüfer gölüne vardılar.

Yeşille kaplanmış oldukça büyük bir su kütlesiydi. Tabak kadar küçük ve şemsiye kadar büyük
yapraklar, birbirlerinin üzerine kat kat yerleşmişlerdi. Dışarıdakiler daha alçak ve seyrekti, su üzerinde
yüzen düz bir tabaka oluşturuyorlardı; içeridekiler ise uzun ve daha sıkışıktı, içerisindeki insanlarla
birlikte tekneleri kaplamaya yeterlerdi. Ama nilüfer yapraklarına bir bakış atmak meraklanmak için
yeterdi, insan içinde birisinin saklandığını fark edebilirdi.
Nilüfer Rıhtımdan gelen küçük tekne yeşil dünyaya süzüldü. Her yerde başı aşağıya sarkmış tombul
tohum kozaları vardı. Birisi kürek çekerken diğerleri işe koyulmuşlardı. Büyük tohumlar uzun,
üzerinde küçük, zararsız dikenler olan saplardan sallanıyordu. Sadece küçük bir çabayla saplar ikiye
kırılabiliyordu. Tohumları büyük bir parça sapla birlikte kopartıyorlardı, bu sayede geri döndüklerinde
birkaç şişe alıp, onları tekrar suya ekebilirlerdi. Bazıları bu şekilde, tohumların tadının birkaç gün daha
taze kaldığını söylerdi. Wei WuXian bunu sadece başkalarından duymuştu. Doğru olup olmadığını
bilmiyordu, ama yine de diğerlerine kendinden son derece emin bir şekilde söyleyivermişti.

Birkaç tanesini kırdı ve birisini soyup açtı, yuvarlak tohumları ağzına attı. Sıvı dilini yaktı. Yerken dalgın
bir şekilde ‘Sana nilüfer tohumları ikram edersem, sen bana ne vereceksin?’ gibi bir şeyler
mırıldanıyordu, Jiang Cheng nasılsa duymuştu. “Kime ikram ediyorsun?”

Wei WuXian. “Haha, sana olmadığı kesin!” Tam Jiang Cheng’i suratının ortasından nilüfer tohumuyla
vuracaktı ki, aniden ‘şişt’ sesi çıkarttı. “Bittik. Yaşlı adam bugün burada!”

Yaşlı adam derken bu bölgedeki nilüferleri eken çiftçiyi kastediyordu. Wei WuXian da aslında ne kadar
yaşlı olduğunu bilmiyordu. Her şekilde, ona göre, Jiang FengMian amcasıydı, bu yüzden Jiang
FengMian’dan daha yaşlı olan herkese yaşlı adam denebilirdi. Wei WuXian’ın hatırlayabildiği en eski
zamandan beri adam bu göldeydi. Yazın buraya nilüfer tohumları çalmaya geldiğinde, yakalanırsa onu
döverdi. Wei WuXian sık sık yaşlı adamın yeniden doğmuş nilüfer tohumu ruhu olup olmadığından
şüphelenirdi, gölden eksilen tohum sayısını avucunun içi gibi bilirdi – Wei WuXian’a attığı şamarların
sayısını da. Nilüfer göletlerinde ilerlerken, bambu çubuklar küreklerden daha iyiydi, her darbesi ses
çıkartır ve eti delerdi.

Diğer gençler de bu dayaktan nasiplerini almışlardı. Anında suspus oldular. “Kaçalım, kaçalım!”
Aceleyle kürekleri kaptılar ve kaçtılar. Sallanarak gölden çıktılar ve arkalarına doğru suçlu bakışlar
attılar. Yaşlı adamın teknesi çoktan kat kat yaprakları çekmiş, engin sularda sürükleniyordu. Başını
geriye atan Wei WuXian bir süre baktıktan sonra haykırdı. “Ne tuhaf!”

Jiang Cheng de ayağa kalkmıştı. “Teknesi neden bu kadar hızlı gidiyor?”

Herkes döndü. Yaşlı adam sırtı onlara dönük bir şekilde durmuş, tek tek teknedeki nilüferleri
sayıyordu, bambu çubukları da kenarda öylece duruyordu. Ancak teknesi hem istikrarlı hem hızlı bir
şekilde ilerlemekteydi. Gençlerin teknesinden daha hızlıydı üstelik.

İki tekne yaklaşırken, en sonunda yaşlı adamın teknesinin altında şüpheli beyaz bir gölge olduğunu
gördüler, su altında yüzüyordu.

Wei WuXian döndü, işaret parmağını dudaklarına bastırdı, diğerlerine yaşlı adamı veya altındaki su
hortlağını ürkütmemeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Jiang Cheng başını salladı. Küreği sadece birkaç
sessiz dalgacık oluşturdu, neredeyse hiç hareket etmiyorlardı. İki tekne arasında on adım kadar
mesafe kaldığında, üzerinden sular damlayan gri bir el sudan yükseldi ve yaşlı adamın teknesindeki
nilüfer tohum kozalarından birisini kaptıktan sonra sessizce suya gömüldü.

Birkaç dakika sonra, iki nilüfer tohum kabuğu suyun üzerinde yüzdü.

Oğlanlar konuşamayacak kadar şaşırmışlardı. “Vay be, su hortlakları bile nilüfer tohumu çalıyor!”
Yaşlı adam en sonunda arkasında birileri olduğunu fark etmişti, elinde büyük bir tohum kozasıyla
döndü ve diğer elinde bambu çubuğu vardı. Hareketi su hortlağını ürkütmüştü. Bir su şapırtısıyla
beyaz gölge kayboldu. Oğlanlar bağırdı. “Gel buraya!”

Wei WuXian suya atladı ve derine daldı. Kısa bir süre sonra elinde bir şeyle yukarı çıktı. “Yakaladım!”

Elinde küçük bir su hortlağı vardı, benzi soluktu. On yaşından büyük olamayacak bir çocuk gibi
görünüyordu. Korkudan, gençlerin gözü önünde neredeyse cenin pozisyonu almıştı.

Aniden yaşlı adam lanet ederken, bambu çubuğu savruldu. “Yine bela arıyorsunuz!”

Wei WuXian daha yeni sırtına bir kırbaç yemişti ve şimdi üzerine ikinci darbeyi almıştı. Ciyaklarken
neredeyse elindekini bırakacaktı. Jiang Cheng köpürüyordu. “Düzgün konuş – neden birden ona
vuruyorsun ki? Bu ne nankörlük!”

Wei WuXian aceleyle. “Ben iyiyim, iyiyim, Yaşl-… Efendim, dikkatle bakın. Biz hortlak değiliz. Hortlak
olan bu.”

Yaşlı adam. “Saçmalık. Sadece yaşlıyım, kör değilim. Çabuk ol ve bırak şunu!”

Wei WuXian irkildi. Yakaladığı su hortlağı selamlama olarak ellerini bir araya getirmişti, koyu renk
gözleri oldukça zavallı bir şekilde parlıyordu. Çaldığı tombul nilüfer tohumunu hala tutuyor,
bırakmaya gönülsüzdü. Tohum çoktan çatlamıştı. Görünüşe göre Wei WuXian ona çekmeden önce
birkaç ısırık almıştı.
Jiang Cheng içinden yaşlı adamın zırdeli olduğunu geçiriyordu. Wei WuXian’a döndü. “Bırakma. Onu
geri götürelim.”
Bunu duyunca yaşlı adam tekrar bambu çubuğunu tuttu. Wei WuXian hemen bağırdı. “Yapma,
yapma! Bırakacağım, tamam.”

Jiang Cheng. “Bırakma! Ya birisini öldürürse?!”

Wei WuXian. “Üzerinde hiç kan kokusu yok. Bu bölgenin dışına yüzmek için çok küçük ve bu bölgede
hiç ölüm haberi duymadık. Muhtemelen hiç kimseyi öldürmemiş.”

Jiang Cheng. “Kimseyi öldürmemiş olması, ileride öldürmeyeceği…”

Ama sözlerini tamamlayamadan bambu çubuk ona doğru savruldu. Darbe inince Jiang Cheng
kudurmuştu. “Sen aklını mı kaçırdın yaşlı adam?! Hortlak olduğunu biliyorsun – seni öldürmesinden
korkmuyor musun?!”

Yaşlı adam oldukça emindi. “Neden eşiğin yarısını geçmiş bir adam hortlaktan korksun ki?”

Çok uzağa yüzemeyeceğini bilen Wei WuXian araya girdi. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin.
Bırakıyorum!”

Sahiden bıraktı. Bir şapırtıyla, su hortlağı yaşlı adamın teknesinin arkasına süzüldü, dışarı çıkmaya
korkar gibiydi.

Sırılsıklam Wei WuXian tekneye tırmandı. Yaşlı adam tekneden bir tohum kozası aldı ve suya attı. Su
hortlağı ilgilenmedi. Yaşlı adam daha büyük bir tane seçti ve tekrar suya attı. Koza birkaç kez su
yüzeyinde sıçradı ardından yarım beyaz bir alın dışarı çıktı ve büyük, beyaz bir balık gibi iki yeşil kozayı
ağzıyla su altına taşıdı. Kısa bir süre sonra, biraz daha beyazlık su yüzeyine çıktı. Omuzları ve elleri
ortaya çıkmıştı, su hortlağı kemirirken teknenin arkasına saklanmıştı.
Kozanın tadını çıkarmasını izlerken, gençler şaşkına dönmüşlerdi.

Yaşlı adam suya bir koza daha attı. Wei WuXian çenesine dokundu, nasıl hissedeceğini bilmiyordu.
“Efendim, neden o nilüfer kozalarınızı çaldığında izin veriyorsunuz, hatta kendiniz veriyorsunuz da, biz
çaldığımızda dayak yiyoruz?”

Yaşlı adam. “Tekneme yardım ediyor, neden birkaç tane koza vermeyecekmişim? Ve diğer taraftan
siz? Bugün kaç tane çaldınız?”

Gençler utanmışlardı. Wei WuXian göz ucuyla baktı. Teknenin karnına gizlenmiş bir sürü kozayı fark
edince, işlerin iyiye gitmeyeceğini anlamıştı, aceleyle seslendi. “Hadi gidelim!”

Anında gençler kürek çekmeye koyuldular. Bambu çubuğunu kullanarak, yaşlı adam tayfun gibi
üzerlerine geldi. Çubuğun her an onlara vurmak üzere olduğunu düşünürken saçları dikiliyordu,
delirmiş gibi kürek çekiyorlardı. İki tekne nilüfer gölünün etrafında hızla birkaç tur attılar. İki tekne
gittikçe yaklaşırken, Wei WuXian çoktan birkaç darbe almıştı ve dahası çubuğun kendisinden başka
hiç kimseyi hedef almadığını fark etmişti. Başını sardı ve bağırdı. “Hiç adil değil! Neden sadece bana
vuruyorsun! Neden yine ben!”

Shidi. “Böyle devam Shixiong! Her şey sana bağlı!”

Jiang Cheng ekledi. “Evet, aynen devam.”

Wei WuXian laf attı. “Hayır! Bu kadarı yeter!” Tekneden bir nilüfer tohum kozası aldı ve fırlattı.
“Yakala!”

Oldukça büyük bir kozaydı, suya ulaştığında oldukça fazla su sıçrattı. Tahmin ettiği gibi yaşlı adamın
teknesi duraksadı. Su hortlağı sersem bir halde yüzdü, kozayı aldı.

Fırsattan istifade, Nilüfer Rıhtımın teknesi kaçma şansı yakalamıştı.

Geri döndüklerinde shidilerden birisi sordu. “Da-Shixiong, hortlaklar tat alır mı?”

Wei WuXian. “Normalde hayır. Ama bence bu ufaklık, muhtemelen… muhtemelen… Haa-…
Hapşuuu!”

Güneş batmış ve rüzgar çıkmıştı. Oldukça soğuk bir esintiydi. Wei WuXian burnunu çekti ve yüzünü
ovalayarak devam etti. “Muhtemelen ölmeden önce hiç nilüfer kozası yiyememişti ve çalmak için göle
girerken boğulmuştu. Ve bu yüzden de… Haa-… Ha-…”

Jiang Cheng. “Ve bu yüzden de son dileği olduğu için nilüfer tohumları yiyor. Bu sayede bir tür tatmin
hissediyor.”

Wei WuXian. “Aa-ha, aynen öyle.”

Sırtına dokundu, hem yeni hem eski yaralarla doluydu ve hala düşünüp durduğu soruyu geri plana
atamıyordu. “Bu ne haksızlık. Neden bir şey olunca hep dayak yiyen ben oluyorum?”

Shidilerden birisi cevapladı. “En yakışıklı sensin.”

Bir diğeri. “En güçlü efsuncu sensin.”

Ve diğeri. “Üzerinde kıyafet yokken en iyi görünen sensin.”

Herkes başını salladı. Wei WuXian. “Övgüler için teşekkürler gençler. Korkmaya başlıyorum.”

Shidi. “Bir şey değil Da-Shixiong. Her seferinde bizi koruyorsun. Daha fazlasını hak ediyorsun!”
Wei WuXian şaşırdı. “Ne? Daha fazlasını mı? Duyayım bakalım.”

Jiang Cheng daha fazla dinleyemeyecekti. “Kapa çeneni! Eğer düzgün konuşmamakta ısrar etmeye
devam ederseniz, tekmeyi delerim ve burada hep birlikte geberip gideriz.”

O konuşurken, iki tarafında ekili alanları bulunan bir bölgeden geçiyorlardı. Tarlalarda çalışan birkaç
ufak tefek kadın çiftçi vardı. Teknelerinin geçtiğini görünce kıyıya koştular ve uzaktan onlara
seslendiler. “Hey – !”

Gençlerde aynı şekilde karşılık verdiler, ardından hepsi Wei WuXian’a takıldı. “Shixiong, sana
sesleniyorlar! Sana sesleniyorlar!”

Wei WuXian dikkatle baktı. Sahiden kadınlarla daha önce ekibe önderlik ederken karşılaşmıştı. Anında
morali düzeldi ve el sallamak için ayaklandı, sırıtıyordu. “Nasılsınız!?”

Tekne akıntıyla birlikte sürüklendi. Kadınlar da kıyı boyunca takip ettiler, sohbet ediyorlardı. “Siz
çocuklar yine nilüfer tohum kozaları çalmaya gittiniz değil mi!?”

“Bu kez kaç tane kaptınız söyleyin!”

“Ya da bu kez birisinin köpeğini mi uyuttunuz?”

Dinlerken, Jiang Cheng neredeyse onları tekneden atmak istiyordu, hiç hoşlanmamıştı. “İtibarınız
sektimizi utandırıyor.”

Wei WuXian karşı çıktı. “Bize ‘siz çocuklar’ dediler. Aynı teknedeyiz değil mi? Ben saygınlığımı
kaybediyorsam, hepimiz kaybediyoruz.”

İkisi tartışırken kadınlar bir diğeri seslendi. “İyi miydi?”

Wei WuXian cevap vermeyi başardı. “Ne?”

Kadın. “Verdiğimiz karpuzlar. Güzel miydi?”


Wei WuXian farkına vardı. “Demek karpuzları siz vermiştiniz. Çok lezzetliydi! Neden içeri girip
oturmadınız? Çay ikram ederdik!”

Kadın gülümsedi. “Sizi ziyarete gelmiyorduk, bu yüzden içeri girmedik. Beğendiğinize sevindim!”

Wei WuXian. “Teşekkürler!” teknenin dibinden birkaç tane büyük tohum kozası çıkardı. “Nilüfer
tohum kozası alın. Bir dahaki ziyaretinizde, beni bulun ve antrenmanımı izleyin!”

Jiang Cheng burnundan soludu. “Kim senin antrenmanını izlemek ister?”

Wei WuXian kıyıya tohum kozalarını attı. Uzak bir mesafeydi, ama kadınların ellerine yumuşak bir
şekilde inmişlerdi. Birkaç tane daha adı ve Jiang Cheng’in kollarına sıkıştırdı. “Ne diye orada
dikiliyorsun? Çabuk olsana.”

Birkaç kez iteklendikten sonra Jiang Cheng’in tek yapabileceği kozaları almaktı. “Çabuk olup ne
yapayım?”

Wei WuXian. “Sen de karpuzdan yedin, bu yüzden hediyeye karşılık vermelisin, değil mi? Al, al,
utanma. Atmaya başladı, başla hadi.”

Jiang Cheng tekrar burnundan soludu. “Dalga geçiyor olmasın. Neden utanacakmışım?” Böyle dediyse
bile, bütün shidiler tohum kozaları atmaya başlamış olsa da, yine de kendisi hareketlenmedi. Wei
WuXian acele ettirdi. “At o zaman! Eğer şimdi onları atarsan, bir dahaki sefere tohumların tadının
nasıl olduğunu sorabilirsin ve böylece tekrar sohbet etmiş olursunuz!”
Shidilerin hepsi huşu içindeydi. “Demek o yüzden! Harika bir ders. Bu şeyler konusunda çok
tecrübelisin Shixiong!”

“Sürekli böyle şeyler yaptığı anlaşılıyor!”

“Of, kahretsin, hahahaha…”

Jiang Cheng tam bir tane atacaktı ki sözleri duyduğu anda ne kadar kulağa ne kadar utanmaz
geldiklerini fark etti. Tohum kozalarını soydu ve kendisi yedi.

Tekne suda süzülürken, genç kızlar kıyıda küçük adımlarla peşlerinden koşuyor, gençlerin tekneden
onlara attıkları yeşil nilüfer tohum kozalarını yakalıyorlardı, koşarken bir yandan gülüyorlardı. Wei
WuXian sağ elini kaşlarının üzerine koydu, manzarayı içine çekti. Kahkahaların arasında, iç çekti.
Diğerleri sordu. “Sorun ne Da-Shixiong?”, “Kızlar peşinden koşarken bile iç mi çekiyorsun?”

Wei WuXian küreği omzuna attı, sırıtıyordu. “Hiç. Sadece aklıma tüm samimiyetimle Lan Zhan’ı
Yunmeng’e davet ettiğim ve yine de teklifimi reddetmeye cüret ettiği geldi.”

Gençler baş parmaklarını kaldırdılar. “Vay, Lan WangJi işte!”

Wei WuXian keyfi yerinde bir şekilde bildirdi. “Susun! Bir gün, onu buraya sürükleyecek ve tekneden
atacağım. Onu nilüfer tohum kozaları çalması için kandıracağım ve yaşlı adamın bambu sopasıyla
dayak yemesine izin vereceğim ve arkamdan koşup duracak, hahahaha…”

Bir süre kahkaha attıktan sonra döndü ve Jiang Cheng’e baktı, asık bir suratla teknenin önüne
oturmuş tohum kozaları yiyordu. Gülümsemesi yavaş yavaş kaybolurken iç çekti. “Of, ne öğrenmez
bir çocuk.”

Jiang Cheng köpürdü. “Yalnız yemek istiyorsam ne olmuş?”

Wei WuXian. “Şu haline bak Jiang Cheng. Boş ver. Umutsuz vakasın. Tüm hayatın boyunca yalnız ye
de gör!”

Her şeye rağmen, nilüfer tohum kozaları çalmak için yola çıkan tekne bir kez daha zenginliklerle
dönmüştü.

Bulut Kovuğu, Gusu.

Dağların dışarısı haziran yazıyla yanıyordu. Dağlarda ise, serin ve huzurlu bir dünya vardı.

Lanshi’nin önünde, iki beyaz figür salonda duruyordu. Bir esinti geçti, cübbeleri nazikçe dalgalandı,
ancak hareketsiz kaldılar.

Lan XiChen ve Lan WangJi oldukları yerde duruyorlardı.

Baş aşağı.

İkisi de hiçbir şey söylemedi, sanki çoktan meditasyon durumuna geçmiş gibiydiler. Duyulabilen tek
ses suyun uğultusu ve kuşların cıvıltısıydı. Tezat olarak, onlar daha da sessizmiş gibi görünüyorlardı.

Bir süre sonra Lan WangJi aniden konuştu. “Ağabey.”


Lan XiChen sakince meditasyon halinden çıktı, gözleri tereddütsüzdü. “Efendim?”

Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi sordu. “Daha önce hiç nilüfer tohum kozaları topladın mı?”

Lan XiChen ona baktı. “…Hayır.”


Eğer GusuLan Sektinin bir üyesi nilüfer tohumu yemek isterse, elbette tohum kozalarını kendisi
toplamazdı.

Lan WangJi başını aşağıya doğru eğdi. “Ağabey, biliyor musun?”

Lan XiChen. “Neyi?”

Lan WangJi. “Saplarıyla birlikte koparılan nilüfer tohum kozalarının tadı diğerlerinden daha güzel
olurmuş.”

Lan XiChen. “Aa? Daha önce böyle bir şeyi hiç duymadım. Nereden çıktı şimdi birden?”

Lan WangJi. “Hiç. Süre doldu. Diğer el.”

İkisi onlara destek olan ellerini sağdan sola değiştirdiler. Hareketleri son derece tekdüzeydi, istikrarlı
ve sessiz.
Lan XiChen tam sormak üzereydi ki gözleri bir yere odaklandı ve gülümsedi. “WangJi, misafirlerin
var.”

Ahşap holün köşesinden beyaz, tüylü bir tavşan aniden sıçrayarak gelmişti. Lan WangJi’nin sol eline
yapıştı, pembe burnu kokluyordu.

Lan XiChen. “Buraya nasıl gelebilmiş?”

Lan WangJi tavşana hitaben konuştu. “Geri dön.”

Ve yine de tavşan dinlemedi. Lan WangJi’nin alın şeridini ısırdı ve güçle çekti, sanki öylece Lan
WangJi’yi sürüklemek istermiş gibiydi.

Lan XiChen sakince yorum yaptı. “Belki de ona eşlik etmeni istiyordur.”

Tavşan, onu hareket ettiremiyordu, öfkeyle ikisi etrafında zıpladı. Lan XiChen oldukça eğlenmişti. “Bu
yaygaracı olan mı?”

Lan WangJi. “Fazlasıyla.”

Lan XiChen. “Yaygaracı olması kötü bir şey değil. Çok sevimli sonuçta. Yanlış hatırlamıyorsam iki
taneydiler. O ikisi çoğu zaman biradalar değil mi? Neden sadece biri gelmiş? Diğeri dışarıda oynamak
yerine sükûneti mi tercih ediyor?”

Lan WangJi. “Gelir.”

Tahmin ettiği gibi, kısa bir süre sonra bir kar beyazı kafa daha ahşap salonun köşesinden sallandı.
Diğer tavşan da gelmiş, öbürünü arıyordu.

İki kartopu bir süre birbirlerini kovaladılar. En sonunda Lan WangJi’nin sol elinin yanında, sarılmak için
bir yer buldular.

Tavşanlar birbirlerine sokuldular, baş aşağı bakarken bile oldukça şirin bir görüntü oluşturuyorlardı.
Lan XiChen. “İsimleri ne?”
Lan WangJi başını iki yana salladı, bu ya isimleri olmadığı ya da varsa söylemeyi reddettiği anlamına
geliyordu.

Lan XiChen ise ekledi. “Geçen sefer onlara isimleriyle seslendiğini duydum.”

“…”

İçten bir şekilde Lan XiChen yorum yaptı. “Oldukça sevimli isimleri var.”

Lan WangJi elini değiştirdi. Lan XiChen. “Süre henüz dolmadı.”

Sessizce Lan WangJi tekrar elini değiştirdi.

Otuz dakika sonra, süreleri dolmuş ve antrenmanları bitmişti. İkisi Yashi’ye döndüler, usulca
oturdular.

Bir hizmetkar sıcağı hafifletmek için buzlu meyveler sundu. Karpuz soyulmuştu. İçi düzgünce
dilimlenmiş ve yeşim bir tabağa koyulmuştu, yarı saydam kırmızısı göze oldukça hoş geliyordu. İki
kardeş hasırlara diz çökerek oturdular. Birkaç usul kelimenin, dünkü derste neler öğrendiklerini
tartışmalarının ardından, en sonunda yemeye başladılar.

Lan XiChen bir karpuz parçası aldı. Ancak Lan WangJi’nin tabağa belirsiz bir amaçla baktığını görünce
içgüdüsel olarak durdu.

Onu şaşırtmayarak Lan WangJi konuştu. Seslendi. “Ağabey.”

Lan XiChen. “Efendim?”

Lan WangJi. “Daha önce hiç karpuz kabuğu yedin mi?”

“…” Lan XiChen. “Karpuz kabuğu yenebilen bir şey mi?”

Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi yanıtladı. “Kızartılabildiğini duymuştum.”

Lan XiChen. “Belki de öyledir.”

Lan WangJi. “Tadının oldukça güzel olduğunu duymuştum.”

“Hiç denemedim.”

“Ben de.”

“Hm…” Lan XiChen. “Birisinin senin için kızartmasını ister misin?”

Bir süre düşündükten sonra Lan WangJi başını iki yana salladı, ifadesi ciddiydi.

Lan XiChen rahat bir nefes aldı.

Bir nedenle, ‘bunları kimden duydun’ sorusunu sormasına gerek olmadığını hissediyordu…

İkinci gün Lan WangJi tek başına dağdan indi.

Dağdan inmesi nadir bir şey sayılmazdı, ama itiş tıkış pazar alanına gitmesi oldukça nadirdi.

İnsanlar sürekli gelip geçiyordu. Ne sektin içinde ne de dağın av alanlarında, bu kadar çok insan
olmazdı. Kalabalık müzakere toplantılarında bile, düzenli bir insan topluluğu olurdu, böyle sıkışık
olmazdı. Birisinin başkasının ayağına basması veya arabaların çarpışması hiçte şaşırtıcı bir olay
olacakmış gibi görünmüyordu. Lan WangJi hiçbir zaman başka insanlara temas etmeyi sevmemişti.
Durumu görünce, belli belirsiz tereddüt etti, ancak tamamıyla durmadı. Onun yerine birisine yol
sormaya karar verdi. Ancak bir süre geçtikten sonra bile, soracak kimseyi bulamamıştı.
Lan WangJi onun başkalarına yaklaşmayı sevmemesiyle birlikte, insanların da ona yaklaşmak
istemediğini ancak şimdi fark ediyordu.

Pazardaki aceleciliğe kıyasla sahiden çok farklıydı, çok saf. Sırtında bir kılıç bile vardı. Satıcılar, çiftçiler
ve yoldan geçenler nadiren onun gibi genç efendileri görürlerdi, hepsi aceleyle ondan kaçınmaya
başlamışlardı. Ya küstah bir varis olmasından, onu yanlışlıkla kızdırmaktan korkuyorlardı ya da soğuk
ifadesinden. Sonuçta Lan XiChen bile bir keresinde Lan WangJi’nin altı adım yanında hiçbir canlının
donmadan kalamayacağı konusunda şaka yapmıştı. Sadece kadınlar Lan WangJi’nin yanından
geçerken ona bakmak istiyorlardı, ama onlar da uzun süre bakmaya cüret edemiyorlardı. Meşgulmüş
gibi davranıp, başları önde kaçamak bakışlar atıyorlardı. O geçtikten sonra toplanıp arkasından
kıkırdıyorlardı.

Lan WangJi en sonunda evinin önünü süpürmekte olan yaşlı bir kadın gördüğünde uzun zamandır
yürüyordu. Sordu. “Afedersiniz. En yakın nilüfer gölü nerede?”

Kadının gözleri iyi görmüyordu ve dahası toz gözlerini sulandırmıştı. Hızla birkaç soluk aldı, onu net bir
şekilde seçemiyordu. “Bu yoldan üç veya beş kilometre git. Bir ev bir yarım hektar kadar bir yeri ekti.”

Lan WangJi başını salladı. “Teşekkür ederim.”

Yaşlı kadın. “Genç Beyim, göl gece kimsenin girmesine izin vermezler. Eğer gitmek istiyorsan acele et
ve gün kararmadan var.”

Lan WangJi tekrar etti. “Teşekkür ederim.”


Tam gitmek üzereyken, kadının ince bir bambu çubuğu havaya kaldırdığını gördü, çatıya sıkışmış bir
dala vurmayı başaramıyordu. Parmağını uzatmasıyla kılıcının enerjisi dalı vurarak indirdi ve ardından
gitmek için döndü.

Onun hızıyla üç beş kilometre çok uzun sürmezdi. Lan WangJi kadının ona gösterdiği yönü takip etti
ve durmadı.

Bir kilometre sonra pazardan çıkmıştı; biraz daha ilerleyince binalar seyrelmeye başladı; iki kilometre
sonra, etrafındaki her şey yeşil alanlara ve çaprazlaşan patikalara dönüşmüştü. Arada sırada küçük,
bacasından eğri dumanlar çıkan eğri kulübelere denk geliyordu. Birkaç kirli, yeni yeni yürüyen,
saçlarını tepeden toplamış çocuk da tarlalarda dolaşıyor, kıkırdayarak birbirlerine çamur atıyorlardı. O
kadar ilgi çekici bir sahneydi ki Lan WangJi izleyebilmek için durdu, ancak kısa bir süre sonra fark
edildi. Çocukların hepsi küçük ve utangaçtı, göz açıp kapayıncaya dek ortadan kaybolmuşlardı. O da
en sonunda bir adım attı ve yürümeye devam etti. Yolun yarısına geldiğinde, Lan WangJi yanağında
bir soğukluk hissetti. Rüzgarla gelmiş bir yağmur damlacığıydı.

Gökyüzüne baktı. Sahiden gri, yuvarlanan bulutlar gökyüzünden düşecekmiş gibi görünüyorlardı.
Hemen adımlarını hızlandırdı, ancak yağmur ondan daha hızlıydı.

Aniden, önündeki alanda durmakta olan yarım düzine kadar insan gördü.

Yağmur damlaları çoktan sağanağa dönüşmüştü. Ancak insanların ne şemsiyeleri vardı ne de sığınacak
bir yer arıyorlardı. Sanki bir şeyin etrafına toplanmış, başka şeylerle ilgilenecek vakitleri yok gibiydi.
Lan WangJi oraya gitti. Yerde bir çiftçinin yattığını, acıyla inlediğini gördü.
Sadece birkaç kelime dinledikten sonra Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Çiftçi tarladayken, bir
öküz onu ezmişti. Şu anda kalkamıyordu, ya belini ya bacağını incitmişti. Suçu işleyen öküz tarlanın
uzak ucuna kovalanmıştı, kuyruğunu sallıyor ve yaklaşmaya çok korkuyordu. Öküzün sahibi doktor
bulmak için gitmişti, diğer çiftçiler ise yaralı adama dikkatsiz bir şekilde yaklaşıp zarar vermekten
korktukları için hareket etmeye cüret edemiyorlardı. Onunla ilgilenmelerinin tek yolu buydu. Ne yazık
ki, yağmur başlamıştı. Başlangıçta çiseleme bile denemezdi, ama kısa bir süre sonra fırtınaya
dönüşmüştü.

Yağmur gittikçe şiddetini artırırken, bir çiftçi şemsiye bulma görevi için eve koştu. Ancak evi uzaktı ve
bir anda geri dönemezdi. Geriye kalanlar ellerinden hiçbir şey gelmediği için endişeliydiler, yaralı
çiftçiyi yağmurdan korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama böyle devam ederse ellerine
hiçbir şey geçmeyecekti. Şemsiye gelse bile, sadece bir tane gelecekti. Sadece birkaç kişiyi örtüp
diğerlerini dışarıda bırakamazlardı ya?

Birisi alçak sesle lanet etti. “Kahretsin, daha sadece bir dakika geçti ve gökler tepemize inecek.”

Bu noktada çiftçilerden bir diğeri konuştu. “Şuradaki kulübeye sığınalım. En azından bir süre dayanır.”

Uzak sayılmayacak bir yerde eski, terk edilmiş, dört ağaç parçasından oluşan bir kulübe vardı.
Parçalardan birisi yana yatmıştı, diğeri ise yılların doğa olaylarıyla çürümüştü.

Çiftçilerden birisi tereddüt etti. “Onu hareket ettirmememiz gerekmiyor mu?”

“Bir… Birkaç adımdan bir şey olmaz.”


Herkesin yardım etmesiyle çiftçiler yaralı adamı dikkatle taşıdılar. İki kişi kulübeyi tutmak için gitti,
ancak iki çiftçi çatıyı kaldırmayı başaramamıştı. Diğerleri sıkıştırırken, tüm güçlerini kullandılar, yüzleri
kızardı, ancak bir santim bile oynatamamışlardı. İki kişi daha katıldı, ancak hala hareket etmiyordu!

Kulübenin çatısı ahşap bir çerçeveydi ve içi çiniler, saman ve çamur tabakalarıyla doluydu. Hafif
değildi, ama kesinlikle bütün sene tarlalarda çalışan dört çiftçinin beraberce kaldıramayacağı kadar
ağır değildi.
Daha yaklaşmadan bile, Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Kulübeye yürüdü, eğildi, çatının bir
köşesini tuttu ve tek eliyle kaldırdı.

Çiftçiler konuşamayacak kadar şaşkındı.

Genç adam dört çiftçinin kaldıramadığı çatıyı tek eliyle kaldırmıştı!

Biraz zaman geçince, bir çiftçi diğerine bir şeyler fısıldadı. Sadece biraz tereddüt ettikten sonra, yaralı
adamı içeri taşımaya devam ettiler. Hepsi kulübenin içine girdiklerinde, aynı anda Lan WangJi’ye
baktılar. Lan WangJi dümdüz önüne bakıyordu.

Yaralı adamı yatırdıktan sonra iki kişi ona yaklaştı. “G-… Genç Efendi, bırak. Biz taşırız.”

Lan WangJi başını iki yana salladı. İki çiftçi ısrar ettiler. “Çok gençsin. Uzun süre dayanamazsın.”

Konuşurlarken ellerini kaldırdılar, çatıyı taşımasına yardım etmek istiyorlardı. Lan WangJi onlara
sadece baktı. Hiçbir şey söylemedi, sadece uyguladığı gücün bir kısmını geri çekti. Bir anda çiftçilerin
yüz ifadesi değişmişti.

Lan WangJi önüne döndü, tekrar gücün artmasına izin verdi. Utanan çiftçiler tekrar oturmaya gittiler.

Ahşap çatı tahmin edildiğinden çok daha ağır olduğunu kanıtlamıştı. Eğer oğlan bırakırsa, onlar
taşıyamazlardı.
Birisi titredi. “Ne tuhaf. İçerideyiz ama neden burası daha soğuk?”

Şu anda hiçbiri göremiyordu ama kulübenin ortasında pasaklı bir figür vardı, saçları dolanmış ve dili
dışarıdaydı.

Rüzgar ve yağmur dışarıdan vurmaya devam ederken, figür kulübenin altında ileri geri sallandı,
ürkütücü bir rüzgar esintisi taşıyordu.

Çatıyı anormal derecede ağır yapan ruhtu bu, ne olursa olsun sıradan insanlar kaldıramazlardı.

Lan WangJi yanında ruhları serbest bırakmasına yarayacak bir eşya getirmemişti. Yaratık başkalarına
zarar vermek niyetinde olmadığı için elbette umursamadan ruhu parçalayamazdı. Şu anda onu asılmış
cesedini bırakmaya ikna edebilecekmiş gibi de görünmüyordu, bu yüzden şimdilik sadece çatıyı
tutabilirdi. Sonrasında rapor edecek ve ilgilenmesi için insanlar gönderecekti.

Ruh Lan WangJi’nin arkasında bir ileri bir geri sallanmaya devam etti, rüzgarla oradan oraya
uçuyordu. Şikayet etti. “Çok soğuk…”

“…”

Etrafına baktı ve yaslanacak bir çiftçi buldu, sıcaklık arayışındaydı muhtemelen. Çiftçi aniden titredi.
Lan WangJi hafifçe başını çevirdi, oldukça katı, yan bir bakış attı.

Ruhta titredi, perişan bir şekilde geri döndü. Yine de dilini uzattı ve şikayet etti. “Ya-yağmur çok
şiddetli. Ve açıklıkta duruyoruz… Sahiden çok soğuk…”

“…”
Doktor geldiği zaman bile çiftçiler Lan WangJi’yle konuşacak cesareti bulamamışlardı. Yağmur
durduğunda, yaralıyı kulübenin dışına taşıdılar. Lan WangJi çatıyı geri bıraktı ve tek kelime etmeden
gitti.

Göle ulaştığında çoktan güneş batmıştı. Tam içeri girecekti ki diğer taraftan küçük bir tekne geldi,
üzerinde orta yaşlı bir kadın vardı. “Hey, hey, hey! Burada ne yapıyorsun?”

Lan WangJi. “Nilüfer tohum kozaları toplamak için geldim.”

Kadın. “Güneş battı. Karanlıkta kimsenin girmesine izin vermeyiz. Bugün olmaz. Başka zaman gel.”

Lan WangJi. “Uzun kalmam. Sadece kısa bir süreye ihtiyacım var.”

Kadın. “Hayır, hayır demektir. Kural bu. Kuralları ben koymadım. Mal sahibine sorabilirsin.”

Lan WangJi. “Gölün sahibi nerede?”

Kadın. “Uzun zaman önce evine gitti, bu yüzden bana sorman anlamsız. Eğer seni içeri alırsam, gölün
sahibi de bana hiç hoş davranmaz. Benim için işleri zorlaştırma.”

Bu noktada Lan WangJi zorlamayı bıraktı. Başını salladı. “Rahatsızlık için özür dilerim.”

Her ne kadar ifadesi sakin olsa da, hakkındaki her şeyden hayal kırıklığı okunuyordu.

Her ne kadar kıyafetleri beyaz olsa da, yağmurdan yarı yarıya ıslanmış ve çizmelerinin de çamurla
kaplanmış olduğunu görünce kadın ses tonunu yumuşattı. “Bugün çok geç geldin. Yarın daha erken
gel. Neredensin? Biraz önceki yağmur berbattı. Çocuğum, buraya yağmurda koşarak gelmedin değil
mi? Neden şemsiye almadın? Evin buraya ne kadar uzak?”
Lan WangJi dürüst bir şekilde cevapladı. “On altı kilometre.”

Kadın duyunca boğulacak gibi oldu. “O kadar mı uzak?! Buraya varman çok uzun sürdü değil mi? Eğer
sahiden nilüfer tohumu yemek istiyorsan sokakta satanlardan alman gerek. Çok var.”

Lan WangJi tam dönmek üzereydi ki bunu duyunca döndü. “Sokakta satılan nilüfer tohum kozalarının
sapları yok.”

Kadın eğlenmişti. “Üzerlerinde sap mı olması gerekiyor? Tadı farklı olacak değil ya.”

Lan WangJi. “Farklı.”

“Değil!”

Lan WangJi ısrar etti. “Farklı. Birisi öyle söylemişti.”

Kadın kahkahalara boğuldu. “Kim söyledi bunu? Ne kadar inatçı bir genç beysin böyle. Bir şey seni ele
geçirmiş olmalı!”
*ÇN: Bakınız, aşk.

Lan WangJi hiçbir şey söylemedi. Başı önde döndü ve geri yürümeye başladı. Kadın tekrar seslendi.
“Evin sahiden o kadar uzak mı?”

Lan WangJi. “Mn.”

Kadın. “Peki… Peki ya bugün evine gitmesen? Yakın bir yerde konaklasan ve yarın gelsen?”

Lan WangJi. “Giriş saati belli. Yarın ders var.”

Kadın kafasını kaşıdı, sanki tereddüt ederek düşünüyormuş gibiydi. En sonunda konuştu. “…Tamam,
girmene izin veriyorum. Sadece kısa bir süre, kısacık, tamam mı? Eğer nilüfer kozaları toplayacaksan
acele et, birisi seni görürse beni göl sahibine beni ispiyonlar. Benim yaşımda azarlanmak oldukça
utanç verici olur.”

Bulut Kovuğunda, yağmurdan sonra…

Manolya ağacı özellikte taze ve kibar görünüyordu. Lan XiChen’in oldukça ilgisini çekmişti. Masasına
bir kağıt serdi ve pencerenin önünde resmetti.

Pencerenin içi boş oymaları arasından, beyazlı birisinin yavaşça yaklaştığını görebiliyordu. Lan XiChen
fırçasını bırakmadı. “WangJi.”

Lan WangJi yürüdü ve pencerenin önünden seslendi. “Ağabey.”

Lan XiChen. “Dün nilüfer tohum kozalarından bahsetmiştin. Amcam bugün dağa getirdi. Yemek ister
misin?”

Pencerenin dışındaki Lan WangJi. “Yedim.”

Lan XiChen şaşırmış gibiydi. “Yedin mi?”

Lan WangJi. “Mn.”

İki kardeş birkaç kelime daha konuştular ve Lan WangJi Jingshi’ye döndü.

Lan XiChen resmi tamamladıktan sonra bir süre inceledi, ardından bir yere kaldırdı ve unuttu.
Liebing’i çıkarttı ve normalde Berraklık Sesi’ni çalıştığı yere gitti.
Küçük kulübenin önünde yumuşak, menekşe rengi kantaronların filizlenmiş çalıları vardı, yaprakları
yıldızlar gibi çiy damlalarıyla süslenmişti. Lan XiChen patikaya adım attı. Başını kaldırdı ve duraksadı.
Kulübenin kapısının önündeki ahşap holde beyaz yeşimden bir vazo vardı. Vazonun içinde çeşitli
yüksekliklerde nilüfer tohum kozaları bulunuyordu.

Yeşim vazo uzundu, kozaların sapları da öyle. Oldukça güzel bir görüntüydü.

Lan XiChen Liebing’i kaldırdı ve vazonun önüne oturdu. Başını kaldırıp bir süre boyunca izledi,
tereddüt ediyordu.

En sonunda kendini tuttu, sapları üzerinde olan nilüfer tohum kozalarının tadının daha farklı olup
olmadığını görmek için gizlice birini alıp soymamayı seçti.

Eğer WangJi o kadar mutlu görünüyorduysa, sahiden tatları güzel olmalıydı.

Çeviri Notu

Önceki bölümlerde Nilüfer Tohum ‘kozası’ yerine daha önce ‘kabuk’ yazmış olabilirim :( Ne olduklarını
ancak googlelayınca gördüm, koza da olmuyor aslında ama gerçekte ismi nedir hiçbir fikrim yok.
(Lotus Seed Pods)

You might also like