Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 118

İÇİNDEK İ LER

Platon: Hayatı ve Yapı tlar ı 7


TIMAIOS 23
Kaynakça 117
Platon

Hayatı ve Yapıtları

Platon, d üşünce tarihinin çok okunan, ü zerine çok say ıda


araş tı rmanın yapı lm ış oldu ğ u , etkili ve önemli d üşü n ü rle-
rinin hiç ku ş ku yok ki en başında gelir. Bunun en önemli
nedeni, Platon' un hocası Sokrates ve öğ rencisi Aristoteles ile
birlikte, etkisini modern zamanlara kadar devam ettirecek
olan temel d üşünce geleneği olarak Sokratik geleneğin veya
teleolojik d ü nya gör üşün ün kurucu d üşü n ü r ü olmasıd ı r.
Platon, bunun d ışında d üşü nce tarihinde ad ı pek çok
"ilk"le birleşen, yani pek çok şeyi ilk kez olarak ger çekleştir-
miş bir filozoftur. Bu "ilkelerden biri, onun felsefede yazılı
geleneği başlatmış olması ndan ya da daha doğrusu t ü m
eserleri g ün ü m ü ze ula şm ış ilk filozof olmasından meydana
gelir. Aslı nda felsefede veya Grek felsefesinde yazılı gelenek,
daha önce doğa filozoflarında başlam ıştı. Bununla birlikte,
doğa filozoflar ı nı n varlı k konusunda kaleme alm ış oldukları
Peri Phusis [ Doğa Üst üne] adlı denemelerden hiçbiri gü n ü-
m üze erişmemiş, onlardan bize sadece birtak ı m fragmanlar
kalm ış t ı r. Sonra gelen ve felsefeyi, deyim yerindeyse göky ü-
z ü nden yery ü z ü ne indiren Sokrates ise, insan zihnini tembel-
leştirdiğine inand ığı için yazılı söze pek bir değer vermemiş
ve fikirlerini yazıya d ökmemişti. Oysa Platon, sadece kendi
d üşü ncelerini değil, fakat Sokrates'in de gör üşlerini aktar-
mak amacı yla, pek çok felsefeci veya Platon yorumcusuna
göre, sadece felsefe değil, aynı zamanda birer edebiyat şahe-
seri olan diyaloglar yazm ıştı.
7
-
Platon <v

Platon un ad ı yla birleşen bir diğer "ilk" ise, bu kez onun


7

felsefeyi veya felsefi araştı rmayla felsefe eğitimini kurumsal-


laştı ran ilk d üşü n ü r olması na işaret eder. Buna göre o, İ talya
ziyaretlerinin birinin ard ı ndan Atina'ya d ön ü nce satın ald ığı
bir bahçenin etraf ını çitlerle kapatı p üzerine derslikler inşa
ettirmiş ve böylelikle tarihin tanıd ığı ilk y ü ksek eğitim ve
araştı rma kurumu olarak Akademia' yı v ücuda getirmiş ti.
Platon ad ıyla birleşen üçü ncü "ilk", bu kez onun felsefe
tarihinin tanıd ığı ilk bü y ü k sistemin kurucusu olmu ş olma-
sına işaret eder. Buna göre Yunan'da felsefi d üşü ncenin ilk
temsilcileri olan Presokratik d üşü n ü rler "doğayı keşfeder-
ken" sadece tabiat felsefesiyle meşgul olmu şlard ı.1 Sonra
gelen ve " psukheyi keşfeden" Sokrates ile Sofistler ise merke-
zinde insanın oldu ğ u etik ve siyaset felsefesi ağı rl ıkl ı bir sos-
yal felsefeyle u ğra şmışlard ı. Oysa Platon, sadece metafizik ve
doğa felsefesi veya moral ve politik felsefe ü zerine y ü kselen
bir sosyal felsefe yerine, felsefenin bü tü n alt disiplin veya
dallarını ihtiva eden dev bir sistem inşa etti. Felsefenin b ü t ü n
konu ve problemlerine yer veren bu sistemde metafizik ya da
varlı k felsefesiyle epistemoloji, temeli ya da ana zemini mey-
dana getirir. Sistemin bu iki temel disiplini ya da alt dalı nı,
varlı k-bilgi-değer sü rekliliğini temin edecek şekilde tamam-
layan diğer iki dalı etik ile siyaset felsefesidir. Platon' un siste-
minin, merkezden d ışa doğ ru gidecek şekilde diğer halkaları
eğitim felsefesinden, estetikten, bilim felsefesinden olu şur.

Hayatı

Platon d ü nyaya, Atina'da MÖ 427 y ılında gelmiş ti. O,


Sparta' yla yapılan savaşı n son d ört ya da beş y ı lı boyun-

1 Bkz . F. M. Cornford, Sokrates' ten Ö nce ve Sonra (çev . U. C. Akın ), Ayra ç


Yayınlan, Ankara, 2003, ss. 9-10.
8
Timaios

ca savaşacak yaş ta oldu ğ una göre,2 ilk gençlik y ıllarında


Atina'nı n yaşad ığı b ü t ü n sıkı ntı ve çalkantılara yakından
tanıkl ık etmiş ti.
Adaemintos ve Glaukon ad ında iki kardeşi ve Potone
ad ında bir de kız kardeşi vard ı. Soylu bir ailenin çocu ğuy-
du . Sadece annesi Periktione tarafmdan değil, fakat babası
Ariston taraf ından da Atina'nın en soylu ailelerinden biri-
ne mensuptu .3 Nitekim babasının soyu Kodros'a, annesi-
nin soyu Solon'a kadar geri gidiyordu .4 Anne taraf ından
Otuzlar Cuntası'n ın önemli isimlerinden olan Kharmides ve
Kritias'ın akrabasıyd ı. Onun çocuklu ğ u ve gençliği aristok-
ratik bir ortamda, edebiyat ve felsefeye d ön ü k ilginin gele-
nekselleşmiş oldu ğu bir çevrede geçmişti.5 Grek aristokrasi-
sinin gelenek ve normlar ı na göre yetiştirilen Platon, askerlik
görevini, yine zengin bir ailenin çocu ğu olması dolayısıyla,
muhtemelen sü vari birliğinde yapmıştı.
Aynı Grek aristokrasisinin geleneklerine göre gençliğinde
jimnastikle u ğraşan Platon'un gerçek ad ı, bü y ü kbabasının
isminden dolay ı Aristokles' ti. Argoslu gü reşçi Ariston'un
yarımda beden eğitimi gören filozofa Platon ad ı beden güc ün-
den veya göğsün ün genişliğinden dolay ı hocası tarafmdan
verilmişti.6 Diogenes Laertios' un belirttiğine göre, gençliğinde
lirik ve dramatik şiirler yazmış ve bir ozan olmayı istemiş olan
Platon bu tü rden bü t ün eserlerini ve tragedyalarım, Sokrates
ile tanışı p onun öğ rencisi olduktan sonra yakm ıştır.7

2 W. T. Jones, Bat ı Felsefesi Tarihi, cilt 1, Klasik Düşü nce (çev. H. H ü nler ),
İstanbul, Paradigma Yayınları, 2006, s. 163.
3 T. Brickhouse-N. D. Smith, "Plato", Internet Encyclopedia of Philosophy .
4 W. K. C. Guthrie, A History of Greek Philosophy, vol. 4, Cambridge, Camb-
ridge University Press, 1975, s. 10.
5 E. Zeller, Grek Felsefesi Tarihi (çev. A. Aydoğan ), İstanbul, İ z yay ınları,
2001, s. 164.
6 Diogenes Laertios, Ü nl ü Filozoflar ın Yaşamları ve Öğ retileri (çev. C. Şentu -
na ), Yapı Kredi Yayı nlar ı, İstanbul, 2002, III 4.
7 Diogenes Laertios, age, III 5.

9
-
Platon <v

Ger çekten de Sokrates' in öğ rencisinin şairlerin sözde


bilgisi veya bozuk politikacılar ın demagojisiyle yetinmesi
m ü mk ün gibi gör ü nm ü yordu . Yine Sokrates'le tanışmadan
önce doğa felsefesiyle meşgul olmu ş, doğa filozofları nı n
eserlerini incelemenin yanında, Herakleitosç u Kratylos' un
kişisel öğretiminden geçmiş ti. Gerçekten de onun ailesinde
politik önderlik neredeyse gelenekselleşmiş bir faaliyet ya da
iş haline gelmişti. Yakınları nın teşvik ve telkinlerine ra ğ men,
politik kariyerden oldu ğ u kadar, tragedya yazarlığı ve doğa
felsefesi araştı rmalarından da vazgeçmesini temin eden şey,
hep aynı neden, Sokrates'le tanışması oldu . Sokrates ile tesis
ettiği yakın m ü nasebet, onu sadece doğa felsefesinin değil,
fakat tragedya ve politikanın da çü r ü k zemininden uzaklaş-
tı ran en önemli etken oldu .
O, Atina'nın gü cü n ü n ve ihtişamının dorukta oldu ğ u
d öneme tanı klı k edememişti; ama Perikles demokrasisinde,
politik gerileme ve moral çök üntü n ün tohumlarım bü t ü n
a çı klığıyla gözlemleme imkâ m bulmu ş tu . Savaş bozgunu -
nun ertesindeki çök ü nt ü y ıllar ını, Atina ' y ı bozguna göt ü ren
r üşvetçi ve beceriksiz demagoglar ın h â kimiyetinin yarattığı
y ı k ı ma tanı klık etmişti. Makedonya kralı Philippos' un Yunan
kent devletine nihai darbeyi indirdiği tarihten on y ı l önce,
MÖ 327 yıl ı nda ölm üştü . Buna göre, hayat ı n ı n akışı nı değiş-
tiren birinci olay Sokrates'le tanışmasıyd ı. Onun sayesinde
sanat ve edebiyatla u ğra şmaktan, reel siyasete girmekten
vazgeçip felsefeye y önelmişti.
Onun hayat ının akışını t ü mden değiş tiren ikinci ve çok
daha dramatik olay, söz konusu koşullar alt ı nda hocası nı n
başı na gelenler oldu . Ger çekten de Yedinci Mektup' ta cunta
idaresi sırası nda Atina'nın yaşad ığı tarihsel olayları anla-
tan Platon önce cunta ü yelerinin başlangıçta beyan etmiş
oldukları niyetlere sad ı k kalacaklar ını ve devleti adalet
yoluna sokacaklarını d üşü nd üğü n ü söyler. Fakat sonra da
diktatö rl üğü n sonu çlarına ve tiranlar ın "eski dostlar ı ndan
10
fîr Timaios

birine, gelmiş geçmiş en âdil insana" reva görd ü kleri mua -


meleye tanık olunca, ne kadar bü y ü k bir hayal k ırı klığı
yaşad ığım belirtmeden yapamaz.8 Bir sü re sonra demokrasi
yeniden tesis olunca, demokratik idarenin başlang ıçtaki
dikkati ve özeni karşısı nda yeniden umutlanan Platon' un
son umutlar ını da, Sokrates'e verilen öl ü m cezasımn infazı
t ü ketmiştir. O, işte bu olay ın ard ı ndan politik krize bildik
reformlar yoluyla bir çözü m bulunamayaca ğına, hasta ve
aciz devlete anayasa ya da rejim değişikli ğ inden ibaret bir
ıslah teşebbüs ü n ü n en k üçü k bir yararı nı n olamayaca ğı na
kanaat getirmişti. Ça ğda ş politikada mevcudiyetini tespit
ettiği iki b ü y ü k kusurun, Yunan uygarlığının daha önceki
d önemlerde y ü kselişinde etkili olan demokrasinin sonu -
nu hazı rlaması n ın ka çınılmaz oldu ğ unu d üşü nmesine yol
a çm ışt ı. Her şeyden önce, g ü ya bilgi k ıl ıf ı alt ında ortaya
çı kan cehaletin demokraside uzman ve profesyonelin değil
de, vasat î ve amatör olanın hâ kim olması yla sonu çland ığı nı
savunan Platon açısı ndan demokrasi, Atina'da sadece cahi-
lin hatalı yönetme hakkı anlam ına geliyordu .9
Platon' un ça ğdaş politikada teşhis ettiğ i ikinci bü y ü k
kusur, devletin kurum ve hizmetlerinin kendi bencil çıkar-
ların ı n peşinde koşanlar taraf ından doldurulması na yol
a çan azgm bireycilik ruhuydu . Özel olarak oligarşinin ken-
dine özg ü yanlışını veya olumsuzlu ğ unu ifade eden söz
konusu bireycilik, ona göre, kent devletinin zengin ve fakir,
tahakk ü m edenler ve bastırılanlar olarak ikiye bölü nmesiy-
le sonu çlanı yordu . Toplumu ve devleti d üşman kamplara
bölen bu durum ve olumsuzlu ğ un temelinde ise politikaya
da sirayet eden madde veya para aşk ı vard ı . Demokrasiye
özgü cehalet ya da amat örlü k ile oligarşinin oldu ğu kadar
demokrasinin de bir özelliği olan politik çı karcılık ve bireyci-

8 Platon, Mektuplar ( çev. F. Akderin ), 354b, Say Yayınlar ı, İstanbul, 2011.


9 W . J . Korab-Karpovvicz, "Plato's Political Philosophy", Internet Encyclo-
pedia of Philosophy.
11
Platon

lik, onun gelecekte hedef alaca ğı d üşmanlar olarak Platon'un


bilincine, işte bu dönemde yerleşmişti.
Antik kaynaklar ı n bildirdiğine göre, Sokrates' in infazı mn
ardmdan, Platon, diğer Sokratesçilerle birlikte, muhtemelen
g ü venlik nedeniyle, Megaral ı Eukleides'in yanma sığınmış-
tı.10 Sonraki on iki y ıl boyunca, o bü y ü k ölçüde, Sokratik diye
nitelediğimiz ilk dönem diyaloglarını yazmış ve bu arada,
gözlem ve deneyim yoluyla görg üsün ü arttı rma ve d üşü n-
cesini derinleştirme yön ünde kimi teşebbüslerde bulunarak
seyahat etmiştir. Gittiği ilk yer matematik bilgisini geliştirme-
sine imk â n sa ğlayan, daha sonra Devlet'te savunaca ğı genel
veya sınıflar arası bir iş bölü m ü ilkesini öğ rendiği "kadim
harikalar diyarı" Mısı r'd ır.
İ kinci yer ise meşhur matematik çi Theodoros ve Taren-
tumlu bilumum Pythagorasçılarla tanışması n ı sa ğlayan
İ talya'd ı r. Burada Philolaos ve ona bilim, felsefe ve politi-
kanı n ideal bir sentezine erişme yön ünde önemli a çılı mlar
sa ğlayan Arkhytas'la tanışan Platon, özellikle Arkhytas ara -
cıl ığıyla I. Dionysos'un sarayı na takdim edilir. O, muhteme-
len prens ü zerinde tesis edeceği n ü fuzdan faydalanarak, bu
d önemde önemli ölçüde olu şturmu ş oldu ğ u politik fikirlerini
hayata geçirmeyi ü mit etmişti. Sadece I . Dionysos ile değil,
fakat prensin karısı nın kardeşi Dion ile kurdu ğ u ili şkiye
dayanarak, bu yönde iki ayrı girişimde bulundu . Özellikle
II. Dionysos ü zerinde uygulamaya çalışt ığı filozof -kral tipi,
mutlak bir başarısızl ıkla sonu çland ı. İdealist bir ahlâ kçı filo-
zof ile h ı rsl ı bir aksiyon adamının bir araya gelmesi daha ba ş-
tan imkâ nsı z gibi gö r ü nmesine ra ğmen, yılmayan Platon' un
bü t ü n denemeleri başar ısızlıkla karşıla ştı ve en nihayetinde
hayatı tehlikeye girdi. Böyle bir Sicilya seyahatinden dön ü-
şünde, Atina ile savaş hâ lindeki Aigina'da karaya çı kan filo-
zof , burada esir al ı narak, satılmak ü zere köle pazarı na çı ka-

10 Diogenes Laertios, age, III 6.

12
Timaios

rılm ıştı. Tam bir rastlant ı eseri olarak, dostlar ından birinin,
bazı kaynaklara gö re Elis'li Phaidon'un, bazı kaynaklara göre
Pythagorosçı Arkhytas'ı n fidyesini ödemesi sayesinde ancak,
özg ü rl üğü ne kavu şan Platon'un, bundan sonra bu t ü rden
tehlikelerden uzak durmaya karar verdiği, politikayla sadece
teorik d ü zeyde ilgilenmeyi seçtiği söylenebilir.
Nitekim Arkhytas veya Phaidon'a ödemeye kalkıştığı fidye
parasını onların kabul etmemesi üzerine, bu parayla meşhur
Yunan kahramanı Akademos'un sığma ğı ya da mezarının
hemen yanı ba şındaki bahçeyi satın alarak Akademi'yi kurdu .
Burası en azından Avrupa'nın ilk bü y ü k eğitim ve araştı rma
merkezi olmu ştur. Hukuki bir statü kazanabilmek için dinî
bir cemaat olarak organize olan ve y ıkıld ığı MS 529 y ılına
kadar Platonculu ğun merkezi olma işlevi gören okulda felse-
feye yaklaşım tarzı daha ziyade geometri yoluyla gerçekleşen
matematiksel bir yaklaşımd ı. Nitekim Bizansl ı bir dil â liminin
belirttiğine göre, Akademi'nin kapışma "Geometri bilmeyen
buradan içeri giremez" diye yazdırmıştı. Eğitim felsefesini de
politikaya tabi kılan Platon' un buradaki amacı, iyi eğitilip teç-
hiz edilmiş aklı yla yönetmesi gereken filozof -kral ı eğitmekti.
Akademi, kendisinden devlet adamları ve yasa koyucuların
çı kaca ğı, bilim ve felsefe temelli bir politika eğitimi veren bir
kurum olarak tasarlanm ıştı. Gerçekten de Akademi, Helenistik
d önemin sonuna kadar Yunan d ü nyasma hukukî ve politik
bakımdan şekil vermeye çalışan en önemli merkez oldu .

Eserleri

Platon, Akademi'de geleceğin yöneticilerini, kamu gö revlile-


rini yetiştirme amacı gü derken, bu eğitimden faydalanama-
yanlar i çin birtakı m felsefi eserleri diyalog tarzı nda kaleme
alma cihetine gitmişti. Başka bir deyişle kurumda ele alman
konuların, burada öğ retilen derslerin Akademi' nin kalın
13
Platon «y

duvarları içinde kald ığı yerde, Platon, d ışarı dakileri de göze-


tecek şekilde, felsefesinin sonraki y ü zyıllara intikaline izin
veren bazı popü ler eserler yazma yolunu seçmişti. Aslmda
o, bu diyalogları Akademi'nin kurulu şundan önce ya da
Sokrates'in öl ü m ünden hemen sonra yazmaya başlam ıştı.
Bununla da elbette, esas olarak bü y ü k bir haksızlığa u ğra-
d ığına inand ığı Sokrates'in hayatını meşrulaştırmak, onu ve
fikirlerini tanıtmak amacı gü d ü yordu .
Platon, Akademi kurulduktan sonra da yazmaya devam
etmişti. Böylelikle, ona atfedilen bazı sahte ya da sözde
Platonik diyaloglar bir tarafa bı rakılacak olursa, otantisiteleri
veya Platon taraf ı ndan kaleme alı nm ış olduklarından hiçbir
şekilde ku şku duyulmayan 30 kadar diyalog ortaya çıktı. Söz
konusu eser ya da diyaloglar, elbette öncelikle antik d ü nyada
okunmu ştu . Sadece Yunanistan' da değil, fakat Roma d ü nya-
sı nda da iyi tanınan Platonik diyaloglar, Orta ça ğ'a gelince,
Timaeos istisna tutulacak olursa, Hı ristiyan Batı d ünyasında
ortadan kayboldular. Başka bir deyişle, Platon' un diyalogla-
rının Batı'da, uzun bir Orta ça ğ boyunca varlığından haberdar
olunmad ı. Bu diyaloglar, öyle sanılı r ki yedinci y üzyıldan iti-
baren bir b ü t ü n olarak İslam d ü nyasma geçti.11 Gerçekten de
M üsl ü man â lim ve m ü tercimler, bu diyalogları hem orijinal
Grekçesiyle korudular, hem de önemli bir kısm ı m Arapçaya
terc ü me ettiler. Başta Fâ r âbî ve tbn ü'n Nedim olmak ü zere,
Islami kaynaklar, İslam d ü nyasmda varl ığı bilinen, dola-
şımda olup okunan 35 Platon diyalogunun varlığı ndan söz
ederler.12 Diyalogların Batı'ya geçişi bü y ü k ölçüde 12. y ü zy ıl
Rönesans'ı sırasında olmu ş, onlar ın bir bü t ün olarak yeniden
ele alınıp incelenmeleri, tasnif edilip Latinceye tercü me edil-
meleri Rönesans h ü manizmi eliyle ger çekleşmiştir.

11 T. Brickhouse- N . D. Smith, "Plato", Internet Encydopedia of Philo-


sophy.
12 Bkz . F. Olguner, " Batı ve İslam Kaynaklan Işığında Eflatun", Platon Felse-
fesi Ü zerine Araşt ı rmalar (der . A . Cevizci ), Ankara, G ündoğan Yay ınları,
1990, s. 23.

14
Timaios

Platon' un eserlerinin Batı'daki ilk toplu baskısı, Latin-


celeştirilmiş ad ı Stephanus olan Henri Estienne taraf ından
1578 y ılında yapı lm ıştı r. Stephanus, bu toplu basım d ışında,
diyaloglar ı n ( rakamlarla gösterilen ) her bir sayfasını ( a, b, c,
d ve e şeklinde beş ayrı harfle gösterilen ) böl ü mlere ayırmış-
tır. Diyaloglar ın bu şekilde sayfalanması ve böl ü mlenmesi,
bug ün Platonik eserlere yapılan göndermelerin ana temelini
olu şturur.13
Bununla birlikte, modem diyebileceğimiz Platon okuması
ve Platon yorumculu ğu esas olarak 19. y ü zyılda başlar. Bu
d önemden itibaren, Platonik diyaloglar, çok yoğun bir ana-
lize tabi tutulmu ş, onlar ı n kronolojisi olu şturulurken, eserler
çeşitli ölçü tler kullan ılarak tasnif edilmiştir. Bu çalışmalar
sı rasmda, Platon' un eserlerde geliştirmiş oldu ğu argü manlar
kadar, eserlerin dili ve üslubu da yoğ un bir analize tabi tutul-
mu ştur. Söz konusu inceleme ya da analiz kapsam ı nda, biri
içsel diğeri d ışsal olmak ü zere, esas olarak iki öl çü tün temel
alınd ığı söylenebilir. Bunlardan d ışsal ölçü t esas alınd ığında,
denilebilir ki, antik kaynaklardan örneğin Aristoteles'ten,
Numenius' tan, Sextos Emprikos'tan Platon'a yapılan atıf -
larla, diyaloglarda görd üğü m ü z, birtakı m ça ğdaş kişi ve
olaylara yapı lan gönderimler, diyaloglarm birbirlerine yap-
tı kları referanslar titizlikle incelenmiştir. Yine aynı ba ğlamda
Sokrates'in mahk û miyeti ve öl ü m ü, filozofun İ talya seyahat-
leri, Akademi'nin kurulu şu gibi, Platon'un hayatında önemli
bir yer tutan değişik olaylar göz önüne alınm ıştı r.
Buna mukabil diyalogların incelenmesi ve tasnifi veya
d önemleştirilmesi sı rasında içsel öl çü tler temele alınd ığında,
ya eserlerde geliştirilen öğretiler ile bu öğretilerin gerisindeki
arg ü manlara ya da diyaloglarm edebi yapısı, ü slubu ve kali-
tesine bakılmıştı r. Gerçekten de bunlardan birincisi söz konu -
su oldu ğ unda, Platon yorumcuları filozofun etik, eğitim,

13 T. Brickhouse- N. D. Smith, age .

15
Platon

politika, metafizik, psikoloji, mantı k, epistemoloji ve diya-


lektik konusundaki gör üşleriyle, onun d üşü ncelerinin bu
konularda geçirdiğ i değişimleri sıkı bir analize t â bi tutmu ş-
lard ı r. Buna mukabil, İ kincisi söz konusu oldu ğ unda, Platon
ara ştı rmac ı ları, eserlerin edebî kalite ve değerini, Platon' un
diyaloglarda kulland ığı diyalog ve yazım tekniğini göz
ön ü ne alm ışlard ı r. Buna göre, basit bir üslup ve diyalogun
sanatsal değeri y ü ksek olmayan yapısının, bununla çelişecek
başka bir ölçü t olmad ık ça, Platon'un gen çlik diyalogları nı
yansı tt ığı savunulurken, filozofun kariyerinde ilerledik çe,
diyalogları n yapısı n ı n, üslubunun ve kullan ı lan diyalog
tekniğ inin de geliş tiği ve olgunlaşt ığı d üşü n ü lm üş t ü r. Yine
ayn ı ba ğlamda, Platon' un kulland ığı terimler ve d üşü nce-
lerini ifade ediş tarzı, lingustik testlerle sıkı bir analize tâ bi
tutulmu ştur. Farklı ölçü tlerin ve çok ayrıntılı stilometrik ve
linguistik tekniklerin kullanıld ığı bu incelemeler sonucun-
da, Platon' un diyalogları, hemen b ü t ü n Platon yorumcular ı
arasında tam bir fikir birliği olacak şekilde, gençlik, olgunluk
ve yaşl ı lı k diye üç d öneme ayr ı lı r. Bu üç d önemin arasına
da, biri gen çlikten olgunlu ğa, diğeri de olgunluktan yaşlıl ığa
geçiş olmak üzere, iki ayrı geçiş d önemi yerleştirilir.14
Buna gö re, genç lik diyaloglar ı Sokrates' in Savunması, Kritoıı ,
Euthyphron , Euthydemos, Lakhes, İon , Protagoras , Kharmides ,
Gorgias, K üçük Hippias , Bü yük Hippias ve Lysis' ten meydana
gelir. Bu diyaloglar, tarihsel olarak Sokrates'in MÖ 399 y ılı n-
daki ölü m ü yle Platon' un Sicilya ya da İ talya'ya 387 yıl ında
yapmış oldu ğu seyahatin arası nda kalan d önemde kaleme
alınm ışlard ı r.15 Bu diyaloglarm üçü biyografik eserler olarak
da tasnif edilir .16 Söz konusu üç diyalog, sı rası yla Euthyphron,
Sokrates' in Savunması ve Kriton' dur. Bu diyaloglar, esas olarak

14 T. Brickhouse- N. D. Smith, age.


15 Bkz . C. Gill, "Platonic Dialogue", A Companion to Ancient Philosophy ( ed .
by M . L. Gill-P. Pellegrin ), Oxford, Blackvvell Publishing, 2006, s. 140.
16 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Kriton ( çev . F. Akderin ), İstanbul, Say Yay ınla -
r ı, 2011, s. 19.

16
rt*> Timaios

Sokrates'in hayatının son aylarını, hatta g ü nlerini bize anla-


tı r. Bunlardan Euthypron'da Sokrates'e hayatına mal olacak
su çlama veya mahkeme celbinin resmi makamlar taraf ından
nası l tebliğ edildiği anlatıl ı r.17 Savunma ise mahkemedeki
Sokrates'i, onun kendisini yöneltilen ithamlar karşısında nasıl
savundu ğ unu anlatı r. D üşü nce ve hukuk tarihinin muhte-
melen en önemli savunmasını ortaya koyan eserden18 sonra
kaleme alınm ış olan Kriton, hapishanedeki Sokrates'i, onun
ölmeden önceki son g ü n ü n ü betimler.19
Gen çlik diyaloglar ı nı n, biçim a çısı ndan değerlendirildik-
lerinde, Sokrates tarafmdan Savunma'da belirtilen çü r ü tme,
sorgulama misyonu ekseninde gelişen bir erdemlilik çer-
çevesi içinde hayli dramatik bir yapı sergilediklerini söyle-
mek doğ ru olur. Bu diyaloglar çözü ms ü zl ü kle sonu çlanan
aporetik eserlerdir. Başka bir deyişle, gen çlik diyalogları,
Sokrates'in belirli bir ahlaki erdemle ilgili olarak başlatt ığı
tart ışma ü zerinde, somut bir sonuca ulaşmadan gelişen eser-
ler olmak durumundad ır. Onlarda Platon' un gözettiği ama ç,
tanıd ığı ve bildiğ i kadar ı yla Sokrates'in karakterini, kişiliğini
ve felsefi faaliyetini tanı t ı p, öl ü msü zleştirmektir. Bundan
dolay ı gençlik diyaloglar ı, Sokratik diyaloglar olarak geçer.
Sokratik diyaloglar, esas olarak ahlaki problemleri ele alı r-
ken, ö zde erdemler ve erdem tanı mları ü zerinde yoğ unlaşı r.
Bu erdem söz gelimi Euthyphron' da dindarl ı k, Lakhes' te cesa-
ret, Lysis' te dostluk, Kharmides' te ölçü l ü l ü kt ü r.
Platon' un eserlerinin kronolojisi veya tasnifinde, birinci
d önemin gen çlik ya da Sokratik diyalogların ı, gençlik d öne-
minden olgunluk d önemine geçişi temsil eden ara diyaloglar
bulunur. Geçiş diyaloglarını n tarihsel olarak 387 y ılı ile 380

17 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Euthyphron ( çev. F. Akderin ), İstanbul, Say Ya -


y ı nlar ı, 2011, s. 19.
18 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Sokrates' in Savunması ( çev . F. Akderin ), İstan -
bul, Say Yay ınları, 2011, s. 19.
19 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Kriton ( çev. F. Akderin ), İstanbul, Say Yay ı nla -
r ı, 2011, s. 19.

17
-
Platon <v

y ı lları arası nda kalan d önemde kaleme alınmış oldukları


kabul edilir.20 Söz konusu diyaloglar sı rasıyla Meneksenos ,
Menon ve Phaidon' dur. Bu geçiş diyaloglarında, gençlik diya-
loglarının tersine, ilk kez olarak birtakım pozitif öğretiler öne
sü r ül ü r. Başka bir deyişle, bu eserlerin en önemli özelliği,
onların Platon'un artı k Sokrates'in gör üşlerini aktarmakla
yetinmeyip kendi görüşlerini olu şturma yoluna girmiş olma-
sını gözler ön üne sermelerinden meydana gelir. Bu durumu ,
ilk olarak İ talya ziyaretinin hemen ertesinde yazılm ış olan21
Meneksenos' ta, açıklıkla görebiliriz. Sofistlerin felsefesini ve
eğitim araçlarmı daha önce gençlik d önemi diyalogları olarak
Protagoras ve Gorgici ş' ta, eleştiri dozu y ü ksek olmayan bir dille
aktarm ış olan Platon, bu eserde, Sofistlik ve Sofistlerin öğ ret-
tiği retorik sanatı yla ilgili nihai kararım vermiş olarak kar-
şı mıza çıkar. Ama çok daha önemlisi, Menon ve Phaidon' da,
Platon, felsefesinin iki önemli öğesini ortaya koymaya, yani
metafizik öğ retisiyle epistemolojisinin ana hatlarını ifade
etmeye başlar. Söz gelimi Menon' da, bilginin matematikte
oldu ğ u gibi, ezeli-ebedi doğruların bilgisi oldu ğunu , bu
bilginin a priori bir bilgi olmak anlam ında anı msamaya
dayand ığı n ı dile getiren, Pythagorasçı kaynakları a çık olan
bir epistemolojiyle karşılaşı rız.22 Burada sözü edilen "ruhun
öl ü msü zl üğü" meselesinin ana konusu oldu ğ u Phaidon' da ise
bu kez söz konusu bilginin objelerini olu şturan İ dealara ilk
kez olarak gönderme yapılır.23
Olgunluk dönemi diyalogları Devlet, Phaedros ve Kratylos
adl ı diyaloglardan olu şur. Yeri epeyce tartışmalı olan diya-
log, Şölen' dir. O, pek çok yorumcuya göre, bir geçiş eseridir;

20 Bkz . C . Gill, age, s. 140.


21 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Meneksenos (çev. F. Akderin ), İstanbul, Say Ya -
yınlar ı, 2011, s. 20.
22 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Menon (çev . F. Akderin ), İstanbul, Say Yayın-
lan, 2011, s. 20.
23 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Euthyphron (çev. F. Akderin ), İstanbul, Say Ya-
y ınlar ı, 2011, s. 27.
18
ri* Timaios

bununla birlikte, azı msanmayacak bir grup yorumcu veya


Platon araştı rmacısı da onu olgunluk dönemi eserleri arasına
yerleştirir. Olgunluk dönemi eserlerinin er temel özelliği,
bu diyaloglarda artı k tam olarak şekillenmiş Platon'a ait bir
sistemin bulunmasıd ı r. Bu sistemin merkezinde ise İdealar
kuram ı bulunur. Platon' un sistemini, temel öğretilerini orta-
ya koyan söz konusu olgunluk dönemi eserleri, yaklaşı k ola-
rak 380-360 y ılları arasında kaleme alınmıştır.24 Bu d önemin
diyalogları çok daha az dramatik olup, Sokratik diyalogların
eğ retiliğinin ve negatif tutumunun epey uza ğına d üşerler.
Burada da, aynen ilk dönem diyaloglarında oldu ğ u gibi,
Sokrates yine baş konu şmacı ya da tartışmacıdır.
Sokratik diyaloglarda söz konusu olan moral bilgi ve ahla-
ki erdemlere d ön ü k ilgi, olgunluk d önemi diyalogları nda da
devam etmekle birlikte, Platon'un bu eserleri yazd ığı sıralar-
da ilgisinin teknik anlamda daha soyut ve felsefi konulara
kayd ığı gör ü l ü r. Zira bu diyaloglarda metafiziksel ve epis-
temolojik meselelere daha bü y ü k bir a ğırlık verilir, onlara
daha g üçl ü bir biçimde vurgu yapılır. Gençlik diyaloglarıyla
olgunluk dönemi diyalogları arasındaki en çarpıcı farklılık,
İdealar kuram ından olu şur. Platon bu diyaloglarda, İ dealar
kuram ımn metafiziksel, etik, epistemolojik ve mantı ksal
boyutları m, antropolojisi ve politika anlayışıyla ilişki i çinde
gözler ön ü ne serer. Dönemin en temel eseri, hiç ku şku yok
ki Devlet' tır .
Platon'un diyaloglar ının kronolojisinde d örd üncü sıray ı,
Platon' un filozof ve yazar kariyerinde olgunluktan yaşlılı-
ğa geçişi temsil eden ara diyaloglar olu şturur. Bu eserlerin,
tarihsel olarak MÖ 360 ile 355 yılları arasında kalan bir
d önemde kaleme alınd ıkları sanılmaktad ır. Bu diyaloglarm
sayısı, tı pkı birinci döneminin diyalog sayısı gibi, üçtü r.
Söz konusu diyaloglar Parmenides , Theaetetos ve Phaedros' tan

24 T. Brickhouse- N . D. Smith, age .

19
Platon

meydana gelir. Bu d önemi tanı mlayan, hatta d önemin diya-


loglarını birleştiren en önemli husus, onlarda Platon' un ilk
kez olarak sistemine, özellikle de İdealar kuramma eleştirel
bir gözle bakmaya ba şlamış olmasıd ır. Nitekim Parmenides' te
İdealar kuram ının yol a çtığı g üçl ü k ve zorluklar ü zerinde
yoğ unlaşıl ır. Theaetetos' ta ise, algını n bilgi olma iddiasını tar-
tışı rken, öyle sanılır ki, Platon bir yandan da kendine idealar
kuramı olmadan bilgi problemine bir çöz ü m getirip getire-
meyeceğini sorar.25
Platon' un yazar kariyerindeki son evreyi, yaşlılık dönemi
diyalogları meydana getirir. Olgunluk dönemi diyalogları
arasında Sofist , Devlet Adamı , Timaios, Kritias , Philebos ve
Yasalar bulunur. Söz konusu eserler MÖ 355-347 yılları ara-
sında kaleme alı nm ışlard ır. Bu diyaloglarda ana Platonik
öğreti, geçiş d öneminin eleş tirilerinin ard ı ndan nihai şekliyle
sunulur. Olgunluk d önemi diyaloglarının temel eserinin
Devlet olmasına benzer şekilde, dönemi bu kez bir üçl ü olabi-
lecek en iyi şekilde karakterize eder. Bu üçl ü de Devlet Adamı ,
Philebos ve Timaios' tor. Buna göre, teleolojik d ü nya gör üşü n ü
hiç terk etmeden devam ettiren ve bu çerçeve içinde evrende
oldu ğ u kadar, insan ve toplumda da d ü zeni arayan Platon,
herhangi bir varlığı iyi yapan şeyin ondaki d ü zen, bileşen-
leri arası ndaki uygun ölçü ve oran oldu ğ unu belirtmeye her
üç eserde de özel bir önem atfeder.26 O, bu eserlerde etik ve
politika ile metafiziği, beşeri olan ile kozmik olanı eşsiz bir
bi çimde bir araya getirirken, aym d ü zenin evrende oldu ğ u
kadar, insanda ve toplumda da oldu ğ unu ortaya koyar. O,
Timaios' ta bunu evren, Philebos' ta insan ve Devlet Adamı' nda
toplum a çısından ortaya koyar. Demek ki, yaşlılık diyalogla-
rıyla olgunluk diyaloglarını özellikle içerik yönünde birleşti-

25 Platon, Timaios 27d -28a; F. M. Cornford, Platon' un Bilgi Kuramı, Metne


Eşlik Eden bir Yorumla Birlikte Platon' un Theaetetos ve Sofist adl ı Diya -
logları (çev. A. Cevizci ), Ankara, 1989, ss. 12-14.
26 Bkz . A. Cevizci, "Önsöz", Philebos ( çev. F. Akderin ), İstanbul, Say Yay ı n-
lar ı, 2013, s. 20.

20
^ Timaios

ren en önemli husus budur, yani teleolojik evren gör üşüd ü r.


Farkl ıl ı k ise, politika felsefesinin veya d ü zen olarak adalet
telakkisinin bu d önemde iki diyalogla temsil edilmesinden
de anlaşılaca ğı ü zere, siyaset teorisinin biraz daha öne çık-
masından meydana gelir. Bir başka önemli farklıl ık, son iki
d önemde, yani olgunluktan yaşlıl ığa geç iş evresiyle yaşlıl ık
d önemi eserlerinde Sokrates'in rol ü n ü n azalmasmdan ve
diyalogun, özellikle gençlik d öneminde çok öne çıkan dra-
matik karakterinin t ü mden kaybolmasından meydana gelir.
Sokrates sadece Philebos ve Theaetetos'ta baş konu şmacı d ı r,
diğer diyaloglarda Platon'un ba ş sö zcüs ü değildir, Yasalar'da
ise hiç gör ü nmez. Yine son d önem diyaloglar ı nda, sonradan
zoraki bir biçimde diyaloga d ön üşt ü r ü lm üş oldu ğ u sanılan,
uzun sunum ya da serimlerin belirleyici olmaya başlad ığı
deneme formu a ğır basar.

Ahmet Cevizci

21
Tİ MA İOS
Çeviride Plato: Timaeus , Critias , Cleitophon , Menexenus , Epistles ( Loeb
Classical Library No. 234) k ü nyeli çalış ma temel al ı nmışt ı r. Metnin yo-
rumlanmasında Ficino, Masilio, ( tr. ), Timaeus, in Platonis Opera Omnia ,
Basileae 1532, s. 703-737 ve Jovvett, Benjamin ( tr.), Timaeus by Plato, Ox-
ford 1880 k ü nyeli metinlere de baş vurulmu ştur . Yunanca isimlerin ya -
zımlarında orijinalleri muhafaza edilmiş, sadece Yunanistan, Atina gibi
Tü rkçeye yerleşmiş olan kelimeler okunu ş un akıcıl ığını kaybetmemesi
ad ına Tü rkçeleştir ilerek verilmiştir.
SOKRATES: Üç kişi burada Timaios. Dü n beni ça ğı ran 17
misafirlerden dörd ü nc üsü nerede?
Tİ MA İOS: Samrım hasta, yoksa böyle bir konu şmay ı ka-
çırmak istemezdi.
SOKRATES : Tamam, o zaman onun yerine sizin konu ş-
maya dahil olmanı z gerekecek.
Tİ MA İOS: Tabii ki. Hem d ü n bize karşı b ü y ü k misafirper-
verlik göstermiştin, bug ün de bizi sana aynı şekilde
karşılı k vermemiz gerekir. Bunun için elimizden ge-
leni yapaca ğız.
SOKRATES: Peki, bugü n size hangi konularda konu şma-
mızı önermiştim, hatı rlı yor musunuz?
TİMA İOS: Evet bazılar ı m hatı rl ıyoruz, eğer unuttukları-
m ız olursa sen hatı rlatı rsın. Aslında sana zor gelme-
yecekse bunları baştan söylemende yarar var. Böyle-
ce her şey daha netleşir.
SOKRATES: Anlaştık, d ü n devlet konusunda konu ştuk-
larım ızın temel amacı en iyi devlet şeklinin ne oldu -
ğ u ve bu devletin yönetiminde kimlerin yer alması
gerektiğiydi.
TİMA İ OS: Haklısın Sokrates. Konu şulanlar hepimizin
çok hoşuna gitmişti.
SOKRATES: Bu konu şmamızda öncelikle, devlette yer al-
ması gereken çiftçilerin, diğer meslek gruplarını n ve
devleti savunması gereken askerlerin ayr ım ın ı yap-
mıştık, değil mi?
Tİ MA İOS: Doğ ru .
SOKRATES: Herkes tek bir mesleğe sahipti. Asker için
şöyle demiştik: Bu insanlar herkes adına savaşmak
25
Platon *<kf

zorundad ı r, devlete zarar vermek isteyen iç ya da d ış


d üşmanlara karşı devleti korurlar. Başlarında bulun-
duklar ı insanlara karşı doğal bir dostluk beslemeleri
18 gerekir ve o insanlara karşı yumu şak davranmal ıd ı r-
lar. Oysa savaşacakları d üş manlara karşı son derece
sert olmak zorundad ırlar.
TÎ MA Î OS: Doğ ru .
SOKRATES: Yanl ış hatı rlam ı yorsam askerlerin d üşman-
lar ı na karşı sert, dostları na karşı yumu şak olabilme-
leri için ruhlar ı nm hem öfkeli hem de bilgiye a ç ol -
ması gerektiğini de söyledik.
Tİ MA İ OS: Evet.
SOKRATES: Öte yandan bu askerlerin beden eğitimi, m ü-
zik ve diğer konularda kendilerine uygun bilgileri
edinmelerini sa ğlayacak bir eğitime ihtiya çları oldu -
ğ unu da belirttik.
Tİ MA İOS: Ku şkusuz.
SOKRATES: Yine bu insanları n değerli madenleri kendi
malları kabul etmeleri gerektiği de söylendi. Ancak
hayatlar ı m koruduklar ı insanlardan belirli bir para
da almalar ı gerekir denildi. Bu paranı n da uygun,
kabul edilebilir d üzeyde olması gerektiği belirtildi.
Askerlerin tek amaçları erdem olmalıdır, para söz
konusu oldu ğ unda bunu beraber harcamaları, bera-
ber ya şamaları gerekir.
T İ MA İ OS: Evet, bunları söylemiştik.
SOKRATES: Kad ı nlar konusunda ise şöyle dedik: Kad ın-
ları erkeklerle aym duruma getirebilmek amacıyla
ister savaş zamanında isterse de diğer zamanlarda
erkeklerin yaptığı işlerin aymsmı yapmalar ı gerekir.
T İ MA İ OS: Doğ ru , bunları da konu ştuk.
SOKRATES: Doğum konusunda söylediklerimiz bildik-
lerimizden çok farklıyd ı, bu nedenle onlar ı hatı rla-
mak zor olmayacaktı r. Kad ınların ve çocukları n or-
26
-
fo Timaios

taklaşa kullanılmasından söz ettik , insanların kendi


çocuklar ın ı tammamalar ı ya da kardeşi yaşındakilere
kardeş, anne babası yaşındakilere anne baba, kendi-
sinden sonra doğanlara çocuk ya da torun demesi
gerektiğini ve herkesin t ü m bu insanlara ayru sıfatla
nasıl sesleneceklerinitartışm ıştı k değil mi?
TÎMA İ OS: Evet, bunu hat ırlamak kolay.
SOKRATES: Çocukların doğumlar ı ndan itibaren iyi huy-
lu olmalar ı için hem kadınların hem de erkeklerin
bazı çabalar harcamalar ı gerekti ğini söylemiş ve
bunda hemfikir olmu ştuk. Bunu hatı rlı yor musun?
Bu sayede iyi ya da kö t ü olan herkes kendisine ben-
zer insanlarla bir araya gelmiştir ve bu durum da te-
sad üfi olarak geliştiği için hiç kimse başka birinden
nefret etmeyecektir.
TİMAlOS: Hatı rlı yorum.
SOKRATES: Çocuk eğitimi konusunda sadece iyi insan- 19
ların çocuklarım yetiştirmemiz gerektiğini söyledik.
Di ğer çocuklar alt sınıfların çocuklarının yanında
kalacakt ı ve iyilerin çocuklar ı bü y üd ü klerinde onlar ı
denetleyerek y ü kselme hakkı olanları y ü kseltecek-
lerdir, bunları da söylemiştik değil mi?
TlMA İ OS: Hakl ısın.
SOKRATES: Peki Timaios. Ne dersin? Dü n konu ştuklar ı-
m ızı toparlad ık mı? Yoksa unuttuklarımız ve eksik-
lerimiz var mı halen ?
TİMA İ OS: Sokrates! Bir şey unutmadık, konu ştuklar ı m ı z
bu kadard ı.
SOKRATES: Peki o halde şimdi de içinde yaşad ığı mız
devletle ilgili hissettiklerimi anlatay ım. Bu öyle bir
his ki sanki bir resim ya da r ü yalarımızda görd üğü-
m ü z g üzel canlıların ger çek olmaları ve onlara yakı-
şacak g üzellikte bazı davranışlarda bulunmaları m
istememize benziyor. Kafamdaki devletle ilgili his-
27
Platon «<v

settiklerim bunlar. Kendi devletimin diğer devletler-


le tam da uygun şekilde m ü cadele ettiğini, savaşt ı-
ğını, gör üşmelere girdiğini, vatandaşların eğitimiyle
ilgilendiğ ini görmek isterdim. Kritias! Hermokrates!
Hiçbir zaman böyle bir devleti gerektiği kadar öve-
meyeceğ imi biliyorum. Benim bu işi becerememem-
de şaşı rılacak bir şey yok. K üçü msemek istemem
ama geçmişteki şairler için de aym durum geçerli.
Taklitçiler içlerinde bulunduklar ı durumu kolayca
taklit ederler, oysa bilmedi ğimiz durumu yap ı lan
işle ya da söylenen söz aracılığı yla taklit etmenin
zor oldu ğu da bir ger çektir. Sofistler ise diğer g ü zel
şeyler konusunda bilgili insanlard ır. Fakat herhangi
bir yeri olmayan, sürekli olarak sü rg ün edilen, sava-
şan, işleri ve sözleriyle devlet işlerine m ü dahale eden
bu insanların hem filozof hem de siyasetçi olanları n
yaptıkları m kavrayamayacaklar ından çekiniyorum .
20 Bunlar ın d ışında sadece sizin gibi gerek karakterle-
ri gerekse de eğitimleri nedeniyle felsefeye d üşk ü n
ve siyasete meraklı insanlar da vard ı r. Şimdi, İ tal-
ya'daki Lokrisli Timaios ü lkesindeki diğer insanlar
kadar zengin ve soylu birisidir. Ülkesinde çok önem-
li görevlerde bulunmu ş tur ve felsefe konusunda da
epeyce çal ışm ış tı r. Kritias'ı n da söz ün ü ettiğimiz
konularda tecr ü besiz bir insan olmad ığını hepimiz
biliyoruz. Hermokrates de ayn ı şekilde karakteri ve
bilgisiyle bu işlerden anlad ığı m bize gösteriyor. Sizin
bu durumunuzu bilerek benden devlet konusundaki
gö r üşlerimi paylaşmamı istedi ğinizde bunu keyifle
yaptı m . Sizin d ışınızda ba şka insanların söyledikle-
rimi sizler kadar iyi bir şekilde kavrayamayacağımn
fark ındayd ım . Bir devleti onurlu bir savaşa soktuy-
sak ona savaş ta gerekli şeyleri sadece sizler verebi-
lirsiniz. Ben ü zerime d üşeni yaptığı ma göre sizden
28
fb* Timaios

de aynı şeyi yapmanızı bekliyorum. Misafirperver-


liğimin karşılığı olarak sorularımı yanı tlayaca ğınızı
söylemiştiniz. Şimdi burada sizin sözlerinizi dinle-
mek ve bana anlatacaklar ını z ı öğ renmek için b ü y ü k
bir keyifle geldim.
HERMOKRATES: Sevgili Timaios'un dediği gibi bunun
için elimizden geleni yapaca ğız ve bu işten ka çı nma-
yaca ğız. Dü n buradan ayr ıld ı ktan sonra Kritias'ı n
evine gittik. Yolda bile aynı şeyleri d üşü n ü yorduk,
eve geldi ğ imizde Kritias bize bir hik â ye anlatt ı. Bu
hik â ye eski anlat ılara uygun bir hik â yeydi. Hadi
Kritias! Bunu Sokrates'e de anlat, bakal ı m ne diye-
cek ?
KR İT İ AS: Timaios' un da bir itirazı yoksa anlatay ı m .
Tİ MA İ OS: Tabii anlat.
KR İTİ AS: Sokrates! Çok garip biliyorum ama yedi bilge
arasında en bilgeleri olan Solon' un1 da söylediğ i gibi
tamamen ger çek olan şu hik â yeyi dinle. Solon' un
kendisinin de bahsettiği şekilde dedem Dropides
ile çok yakı n arkadaştı. Kendisi dedeme kentimizin
eskiden çok b ü y ü k başarılar elde ettiğini ancak bu
başarıların zamanla unutuldu ğ unu anlatm ıştı . Yaş-
l ı l ığında, bu duyduklar ım anlatmay ı çok severdi. 21
Başar ı lardan biri diğerlerinin de ön ü ne çı k ı yordu .
Bu hikâ yeyi anlatarak hem kendisini hatırlayacağız,
hem sana olan borcumuzu ödeyeceğiz hem de tanr ı-
çay ı2 anmak için bir şarkı söylercesine işimizi doğ ru
bir şekilde yapm ış olaca ğız.
SOKRATES: Peki ama bu Solon'dan öğrenilen ve eskiden
devletimizin elde etti ği b ü y ü k ba şarı nedir ? Hem bu
art ı k hiçbir yerde konu şulmuyor.

1 MÖ 640-559 y ı llar ı arası nda yaşam ış, Atina kanunlar ını yapan siyaset
adamı ve şair.
2 Söz ü edilen tanr ıça Artemis.

29
-
Platon <^

KR İTÎ AS: Yaşlı adamdan dinlediğim eski hik â yeyi anlat ı-


yorum. Kritias o zamanlar yaklaşı k doksan yaşlar ı n-
dayd ı, ben ise on beş yaşındayd ı m . Apaturia
Bayramı'nı n Kureotis g ü n ü ndeki kutlama çocuklar
için her zaman oldu ğ u gibi geçti. Babalarım ız şiir
okuma yar ışması d ü zenledi hepimiz ü nl ü şairlerden
dizeler okurken çoğ u çocuk Solon'dan bir şeyler oku -
du . Çü nk ü o zamanlar Solon'un şiirleri yeniydi. Bir
arkada şı m ya kendisinin çok hoş una gittiğinden ya
da sadece Kritias hoşlansın diye Solon' un t ü m insan-
lar ın en bilgesi ve aynı zamanda en iyi şair oldu ğ unu
söyledi. Dedem gü l ü msedi bunu çok iyi hat ı l ı yorum .
Ard ı ndan da şöyle dedi: "Amymandros! Haklısı n,
ancak Solon sadece güzel zaman geçirmek için şiir
yazm ıştı. Fakat diğerleri gibi şiir işiyle lay ığı yla ilgi-
lenemedi, ü lkeye geri d önd üğü zaman burada bir
sü r ü karmaşayla ve kötü l ü klerle karşılaştı, bunlar ı
aşmak zorunda kald ı. Oysa Mısı r' da dinledi ği
hikâ yeyi tamamlayabilseydi, Homeros ya da Hesio-
dos3 veya başka herhangi bir şair onunla yarışamaz-
d ı ." Bunun ü zerine Amymandros Mısı r'da öğ renilen
hikâ yeyi merak etti. Kritias yanı t ında hikâ yenin dev-
letin bug ü ne kadar gerçekleş tirdiği en önemli şey ol-
du ğunu , ancak zamanla ve tanı kların öl ü m ü yle bun-
ların unutuldu ğ unu söyledi. Sonra çocuk hem
hikâ yenin anlatılması hem de bu konu hakkı nda
Solon'un d üşüncelerini ve onun neden anlatılardan
doğ ru kabul ettiğini sordu . Solon şöyle anlat ı yordu :
Mısı r deltası nda Nil'in ikiye ay ı rd ığı bölgede Saiti-
kos ad ında bir ülke vardı. Ülkenin en büy ük kenti,
kral Amasis'in kenti olan Sais'ti. Kenti bir tanrıça
kurmu ş ve ad ı na da Neith demişler. Tanrıçanın Yu -

3 MÖ 8. ve 7. y ü zy ıllarda yaşamış İşler ve G ü nler ve Tanrılar ı n Doğ u ş u


isimli eserlerin yazar ı şair.
30
rtr Timaios

nancadaki karşılığı Athena'd ı r. Burada yaşayanlar


Atinal ı lara akraba olduklar ı m d üşü nd ü klerinden on-
lar ı çok severler. Solon bu ü lkeye geldiği zaman çok
iyi bir şekilde karşı lanm ış. Sonra en bilge rahiplerle 22
konu şmaya başlad ığında kendilerine ne kendisinin
ne de ba şka bir Yunanlını n kendi eski zaman tarihle-
ri hakkında bir şey bilmediğini söylemiş. Sonra on-
lardan bu en eski zamanların hikâ yesini dinlemek
istemiş ve onlar da ü lkelerinde bilinen bu eski
hik â yeyi anlatm ışlar. İ lk insan olarak bilinen Phoro-
neos, Niobe, tufandan kurtulmayı sa ğlayan Deukali-
on ve Pyrra ve onları n soylarından gelen insanlar ı
tanı tm ış. Ayr ıca bu sı rada bu olayların ne zaman ya-
şand ığını da a çıklamaya çalışm ış. Sonra rahiplerden
biri Solon'a "Siz Yunanlar çocuksunuz, ü lkenizde hi ç
yaşl ı yok mu ?" deyince Solon ne demek istedi ğini
sormu ş. Bunun ü zerine rahip sözlerine şöyle devam
etmiş: "Ruhlar ını z çok genç! Çok eskilere dair bir d ü-
şü nceniz, bir geleneğiniz ya da zamanla edinilen bir
bilginiz yok. Asl ı nda insanlar çok çeşitli yöntemlerle
yok edildiler ve bundan sonra da edilecekler. Sizin
d üşünceniz olmaması nın nedeni de budur. Ateş ve
su kaynakl ı b ü y ü k olaylar ya şand ı, bunun d ışı nda
daha k üçü k nedenlerden kaynaklanan şeyler de var.
Ü lkenizde babası nın arabasını s ü r ü p onu aym yolda
tekrar kullanamaymca kendisini yıld ı rımla öld ü ren
Helios' un oğ lu Phaeton'un oğlunun hikâ yesi vard ı r.
Oysa d ü nyanın etraf ındaki cisimler zaman zaman
farkl ı yollara saparlar ve sonu çta ortaya alevler çı kar.
Bu durumlarda deniz kı yısı nda yaşayanlardan çok
y ü kseklerde yaşayanlar ya da kuru yerlerde ya şa-
yanlar daha fazla zarar gör ü rler. Öte yandan bizi her
zaman kurtaran Nil Nehri burada da yard ı mcı ol-
makta. Ne zaman ki tanrı lar d ü nyaya bir tufan gön-
31
Platon

derirlerse bu kez de y ü ksek yerlerde ya şayan çoban-


lar kendilerini kurtarı yorlar, fakat sizinki gibi
ü lkelerdeki insanlar denize yuvarlanı yorlar. Bizim
ü lkemizde ise sular asla y ü ksek yerlerden taşıp ova-
ları kaplam ı yor, bunun yerine doğal şekilde topra ğ m
alt ı ndan geliyor. İşte bu nedenle buralarda gelenek-
lerin korundu ğ u anlatıl ı r. Fakat bir yerde son derece
sıcak ya da soğ uk hava koş ulları yoksa orada her za-
23 man belirli sayıda insan yaşar. Yine gerek burada ge-
rekse sizin kentinizde ya da ismi bilinen başka bir
yerde güzel ve ilgi çekici bir şey varsa, o şey burada-
ki tapı nakta çok uzun zamandan bu yana vard ı r. An-
cak ü lkenizde ya da başka yerlerde ya şayan insanlar
yazı yazmay ı öğ rendikleri anda hemen göky ü zü n-
den sanki bir hastalı k varm ışçası na ya ğ murlar boşa-
nıyor. Aran ızda sadece okuma yazma bilmeyenler ya
da bilgisizler kurtuluyor. Bu nedenle sanki k üçü k bir
çocu ğ un yolculu ğa yeniden başlaması gibi, siz de ye-
niden yola çı kı yorsunuz ve aynı zamanda hiçbir şey
bilmemiş oluyorsunuz. Solon! Biraz önce anlattığın
şeyler sanki bir anneannenin masalı gibi bir şey . Ön-
celikle daha önceden çok say ıda tufan yaşanm ış ol-
masına karşı n siz sadece birini biliyorsunuz, ayr ıca
ü lkenizde en iyi soyun yaşam ış oldu ğ undan da ha-
berdar değilsiniz. Oradan kurtulanlar sayesinde t ü-
rediniz. T ü m bunlardan haberdar olmaman ı zı n ne-
deni o faciadan kurtulanlar ı n arkaları nda yazılı
eserler bı rakmam ış olmalar ı yd ı. Solon! Tufandan
önce g ü n ü m ü zde Atina ad ı m taşıyan ü lke hem sa-
vaşta hem diğer konularda en b ü y ü k devletti. Şu
d ü nyada duydu ğ umuz en g ü zel siyasi kurallar ı n on-
ların zamanları nda konuldu ğ unu söylenir." Solon
anlatı lanlara göre bunlar ı duyduktan sonra rahipler -
den kendisine bildikleri her şeyi anlatmaları istemiş
32
^ Timaios

çünk ü çok şaşkınm ış. Rahip ona şu şekilde yanı t ver -


miş: "Solon! Tabii ki anlatı r ı m, bunu hem senin hat ı-
rın için hem de bizim kentimizi de en az sizinkini
korudu ğ u gibi koruyan tanr ıça için yapaca ğı m . Tan-
rıça kentimizi bizden bin yı l önce Hephaistos' tan 4 al -
d ığı toprakla yaratt ı. Bu durumda kentiniz dokuz bin
y ıl önce kuruldu demektir. Bu durumda da sana do-
kuz bin yıl önceki vatandaşlarının devletlerini ve ba-
şar ılar ı n ı anlataca ğı m demektir. Belki daha sonra za- 24
manımız oldu ğ unda t ü m bu konular ı daha ayrı nt ıl ı
konu şuruz. Şimdilik sadece yasaları incele, yasalar ı-
mızı sizden ald ığı m ızı anlayacaksın. Rahipler sınıf ı
diğerlerinden ayrılm ışt ır, diğer iş gruplar ı yani ço-
ban, avcı ya da çiftçiler ile zanaatkâ rlarm gruplar ı da
farkl ıd ı r. Çü nk ü zanaatkâ rlar da kendilerine has bir
iş yaparlar. Askerlerin ise askerlik d ışında başka bir
işleri yoktur. Bu grubun diğerlerinden ayrıld ığım da
fark etmişsindir. Yine diğer Asya ü lkelerinden önce
kullanmaya başlad ığı mız kalkana ve kargıya bak .
Tanr ıça bunlar ı önce size ard ı ndan da bize tan ı tt ı.
Yine yasarım ilk yapıld ığı zamandan bu yana bilge-
likle nasıl ilgilendiğini de gö r ü yorsun. İnsan yaşa-
m ında işe yarayacak her şey kâ hinlik ya da bizi sa ğ-
lı klı kı lan hekimlik gibi mesleklerle güçlendirildi ve
bu bilimlere dair bilgiler verildi. Tanrıça kentinizi
kurduktan sonra bu şekilde bir d ü zen kurdu . Kenti-
nizin oldu ğ u mevsimlerin uygun olaca ğına ve bura -
da son derece zeki insanlar yetişeceğine inand ığı için
seçti. Kendisi savaşı ve bilgiyi çok severdi, bu neden-
le kendisine en çok benzeyeceğine inand ığı insanla-
rın yetişebileceği bir yerde bu t ü rden kendisine uy-
gun insanlar ı n yaşamaları m sa ğlad ı. Evet böyle bir
yerde sizler kendinizi yönetip tanrı ların soylarından

4 Yunan mitolojisinde demircilik, silah ve ateş tanr ısı.

33
Platon ^
gelenlere yakışır şekilde davranı yordunuz. Burada
kentinizin başar ılarının birçoğunu yazı l ı olarak sak-
lamaktay ız. Ancak bunlardan biri di ğerlerinin çok
ön üne geçmektedir. Eskiden kentiniz Atlas Okyanu -
su civar ı ndan gelen ve Avrupa'ya ve Asya'ya korku
salan büyü k bir devleti yok etmişti. Önceleri bu deni-
ze geçilebiliyordu , Herakles Sü tunları diye bildiği-
11

niz yerin önünde bir ada vardı. Ada Libya' nı n ve


25 Asya 'nı n tamammdan daha b ü y ü kt ü. O d önemde
buradan başka adalara geçiş vard ı, aynı zamanda
karşı kı y ıda yer alan ve ismini hak eden denizin kı yı-
sı ndaki tü m anakaraya ula şılabilmekteydi. Herakles
Sü tunları boğazının iç kısm ı dar bir liman gibidir, d ış
kısı msa bir okyanustur.6 Etraf ındaki topraksa bir
kı ta olarak adland ırılabilecek kadar geniştir. Bura-
da yani Atlantis'te yaşayan krallar kendi egemen-
liklerini diğer adalara ve çok uzak topraklara kadar
genişletmişler ve b ü y ü k beğeni kazanm ışlard ı. Yine
boğazı n bize bakan k ısm ında M ısı r, Libya, Tyrrhen
bölgesine kadar Avrupa 'y ı da ele geçirmi şlerdi. G ü-
n ü n birinde bu devlet t ü m g üçlerini toplayarak bi-
zim ve sizin de bulundu ğ umuz bölgeleri ele geçir-
meye karar verdi. Solon! İşte o zaman kentiniz
gü cü nü herkese gösterme f ı rsatı buldu . Savaş bilgisi
ve cesaret konusuda diğerlerinden üst ü n oldu ğ u
için ordunun ba şına geçti. Ancak diğerleri korkup
kaç t ı klar ı zaman d üşmanla tek ba şı na m ü cadele etti
ve çok zor durumda olması na karşın sald ı rganları
yendi. Ard ından bir zafer an ı t ı inşaa etti ve hayatla -
r ı boyunca k öle olarak ya şamam ış insanları kölelik
tehlikesinden kurtard ı. Ayn ı zamanda bizim gibi

5 Antikçağ'da bilinen d ü nyanın sınırlar ı, Cebelitar ı k Boğazı.


6 Kastedilen yer Cebelitar ı k Boğazı, iç kısım Akdeniz, d ış kısım ise At -
las Okyanusu .

34
Timaios

Herakles Sü tunlan'n ın iç kısı mlar ı nda yaşayanlar ı


da b ü y ü k bir memnuniyetle özg ü rleş tirdi . Daha
sonra b ü y ü k depremler ve tufanlar yaşand ı. Kor-
kun ç bir gecede tü m askerler bir darbede topra ğı n
alt ı na girdi. Aym şekilde Atlantis de yok oldu . O
zaman ortaya çı kan sığ batakl ı klar nedeniyle deniz
bug ü n de geçilmez durumdad ı r /' Sokrates! Ya şl ı
Kritias'ın Solon'dan duydukları bunlard ı. D ü n dev-
letten bahsetti ğin zaman akl ı ma bunlar gelmişti ve
biraz önce anlatt ı kları m ı d üşü nerek şaşı r ıyordum.
Solon' un ve senin anlatt ıklar ı nız nasıl olur da bu
denli birbirleriyle uyumlu olabilir diye d üşü n ü yor-
dum . D ü n bunlar ı anlatmak istemedim, aradan ge-
çen bunca uzun zamanda her şeyi doğ ru hat ı rlaya-
mayabileceğimi d üşü nd ü m . Bunun yerine her şeyi 26
toparlayı p o şekilde konu şmak daha iyi diye d ü-
şü nd ü m. Bu nedenle d ü n bizden istediğ ini hemen-
cecik kabul ettim. Bu t ü r durumlarda öncelikle
amacı m ıza uygun bir konu bulmam ız gerekir. An-
lattıklarım da konuya uygun şeyler . Hermokrates'in
dedi ği gibi d ü n ayr ı l ı r ayr ı lmaz hat ı rlad ı kları m ı an-
latt ım . Diğerlerini de gece d üşünd üğü m zaman ha-
tı rlad ı m . İ nsan ı n çocukken öğ rendiklerinin garip
bir şekilde her zaman akılda kald ığı söylenir, ne ka-
dar doğ ruymu ş. Benden d ü n duyduklar ı m ı anlat -
mamı isteseler bunu yapabilir miyim bilmiyorum.
Fakat çok önceden duyduklar ı m ı unutsam şa şı rı r-
d ı m. Çocuklu ğ umda kendisini dinlemekten çok
hoşlanı rd ı m, bir sü r ü soruma o kadar bü y ü k bir al-
çakgön üll ü l ü kle cevap verdi ki anlattıkları hiç unu -
tulmamak ü zere kafamda kald ı. Sabahleyin di ğerle-
rine bu konudan bahsettim, bö ylece onların da
söyleyecekleri olacakt ı r. Sokrates! Aslında şimdi
t ü m bu konuyu ö zetlemek değ il, her şeyi oldu ğ u
35
Platon •<*

gibi anlatmak isterim. Buraya kadar sadece bir şeyi ifa-


de etmek için hazırland ım. Sen d ün bize ü topya olarak
bir kentten söz etmiştin. Aslında bahsettiğin şekilde bir
kent var ve orası da Atina . Hayal ettiğin insanların ya
da rahibin gerçekten var olduklarını söyledikleri bu
kentin insanları. Bahsedilenler arasında gerçek bir
uyum vard ı r, bu türden insanların geçmişte yaşam ış
olduklarından söz ettiğimizde yanılmayacağız. Bizden
istediğini yerine getirebilmek için elimizden geldiğin-
ce çok çalışacağız. Ne dersin Sokrates! Bundan söz ede-
lim mi yoksa başka bir şey mi konu şalım ?
SOKRATES: Kritias! Bundan daha gü zel bir konu olabilir
mi hiç? Tanrıça için verilen kurbanlara en uygun şey
budur. Hem burada bir hikâ ye değil gerçek bir olay
konu ş uyoruz. Ba şka bir konu hakkı nda konu şmaya
niyetlensek neyi, nerede bulabiliriz burası da meç-
hul. Bu nedenle konu şmanı bekliyoruz. Hadi! Ben ise
27 d ün yapt ığı m konu şmaya uygun olarak bug ü n daha
çok dinlemek istiyorum.
KR İTİ AS: Sokrates! Sana hazı rlad ığı m ız ziyafetten bah-
sedelim biraz. Aramızda gökyüz ün ün ve d ü nyanın
ö z ü konular ı nda en fazla çalışm ış olan Timaios' un
öncelikle konu şmaya ba şlay ı p evrenin ve insanın
ortaya çı k ışı ndan sö z etmesini kararlaştı rd ı k. Daha
sonra gerek bu insanları gerekse de senin ortaya çı-
kard ı klar ı m Solon' un yasalar ı na uygun bir şekilde
hâ kim karşısma çıkarı r gibi karşımza koyaca ğı m. Bu
insanlar eski kutsal yazıları silinmiş olan Atmal ılar ı n
yerine geçecekler ve bundan sonra ger çek Atmal ı lar
olacaklar.
SOKRATES: Tamam o halde benim ziyafetime karşı l ı k,
siz de benzeri bir ziyafet hazırlam ışsınız. Timaios!
Hadi tanrı lara, Tanr ılardan yard ım isteyip, konu ş-
maya başlaman gerekiyor.
36
Timaios

Tİ MA İ OS: Hakl ısın Sokrates! İçinde bir parçacı k bilgelik


olan herkes önce tanrılar ın iznini isteyip konu şma-
ya ba şlar . Şimdi evrenin nası l yaratıld ığı ndan, daha
doğ rusu tesad üfen yaratılmad ığından söz etmeyi
planlıyorum. Bu durumda eğer deli değilsem tü m
tanrılardan ve tanrıçalardan yard ı m istemeliyiz, söy-
lediklerimiz öncelikle onlar tarafmdan beğenilmeli-
dir, ayrıca konu ştuklar ı m ızı n da birbirleriyle çelişkili
olmamasını istemeliyiz. Tanrılardan hem kendi d ü-
şü ncelerimi en iyi şekilde a çıklayabilmek hem de siz-
lerin beni iyi bir şekilde anlayabilmeniz için yard ı m
istiyorum . Bakmam ız gereken ilk iki şey, doğ urulma- 28
masma rağmen var olan ve her zaman gelişmesine
ra ğ men asla var olmam ış olanlar ın ne oldukları d ı r. İlk
sorunu akı l yoluyla çözebiliriz çünk ü her zaman aynı
kalmaktad ı r. İkinci sorun ise akıl ya da d üşü nce saye-
sinde çöz ü lemez. Çünk ü bu doğum sı rasında öld ü-
ğüne göre asla var olmamıştı r. Oysa doğan her şeyin
bir doğum nedeni vard ı r çünk ü nedensiz olarak hi ç-
bir şey doğ maz. Bir kimse değişmeyeni kopyalamaya
çalıştığı zaman yani bir zanaatkar var olan bir şeyi
taklit ettiğinde her defasında daha g üzel bir sonuca
ulaşacaktı r. Ancak doğmu ş olanı kopyalamaya çal ı-
şı rsa bu kez başarısız olacakt ı r. Evren ya da göky ü z ü
ya da ismine her ne dersek diyelim, bununla ilgili ilk
önce sormamız gereken soru şudur: Başlangıcın bir
zamanı var m ıd ı r ? Yoksa bir başlang ıç hiçbir zaman
var olmad ı m ı? Bir şeyi göz ü m ü zle gör ü p, elimizle tu -
tarak kavrayabiliyorsak o şey doğmu ştur. Böylesine
şeyleri duyular ı mızla kavrayabiliriz, yine duyu or-
ganlarıyla kavranabilenlerin doğ uma uygun oldukla-
rı nı da söyleyelim . Doğan her şeyin bir doğ um nedeni
oldu ğ undan da söz ettik. Bö ylesi bir evrenin kim tara -
f ından olu şturuldu ğunu bulmak zordur, cevabı bul -
37
Platon <v-
duktan sonra onu insanlara tanı tmak daha da zordur.
29 Evren hakkındaki bir diğer soru evreni ortaya çı ka-
ranın hangi örneğe göre hareket ettiğ idir. Her zaman
aynı kalana göre mi doğmu ş olana göre mi? Evreni
olu ş turan iyiyse ve evren g ü zelse değişmeyen ilk ör-
nekten yola çıkılmıştır. Diğer tü rlü ise doğmu ş olan-
dan yola çıkılm ış demektir. Ancak evreni olu şturanın
değişmeyenden yola çıktığı malumdur. Çünk ü evren
ortaya çıkanların en g ü zelidir ve onu olu şturan da en
becerikli oland ır. Eğer evren bu şekilde ortaya çıkarıl-
d ı ysa, değişmeyen örneğe göre ve akılla kavranabile-
cek ve hissedilebilecek şekilde yapılm ış demektir. Bu
durumda evren bir şeylerin kopyası olmak zorunda-
d ır. Elbette ki bir konuyu en başı ndan anlatmakta
yarar var. Bu durumda asıl ve kopyası arasındaki
farka bakmam ız gerekir . Sözlerle anlat ı lan şeyler
arasında doğal bir yakınlık olmak zorundad ır. Eğer
değ işmeyen, her zaman ayn ı olan ve ak ıl sayesin-
de kavranabilen şeyleri anlat ı yorlarsa, değişmeden
aynı şekilde kalacaklard ı r. Sözler itiraz kabul etmez,
kesin doğru şeyler oldu ğu sü rece kopya da aynı
konumda olacakt ı r . Eğer bir örne ğin kopyası ndan
başka bir şey olmayan ı anlat ı yorlarsa, kopyaya göre
daha fazla akla yakı n olurlar. Çü nk ü varlı k ve olu ş
arasındaki ilişki ger çeğin inanç la ilişkisiyle aynıd ı r.
Sokrates! İşte tam da bu nedenle tanr ılar ı n var olu ş-
ları, d ü nyan ı n ortaya çı k ışı gibi çok say ı da konuyla
ilgili olarak birbirleriyle tam ranlamıyla uyumludu
ve her şeyiyle doğ ru a çı klamalar yapamazsam buna
şaşı rma. Ancak yaptığım a çı klama, akla uygun
a çı klamalardan biri olursa bu a çıklamalar ı yapan
kimsenin ve bu konuda karara varan sizlerin akla
en yakı n gelen şeyi kabul etmenize sevinmeliyim,
zaten daha fazlası nı da bekleyemem.
38
rt>* Timaios

SOKRATES: Timaios sözlerine hi çbir itiraz ım ız yok . Ko-


nuya girişin de harikayd ı, şimdi durmadan devam et
ve anlatmak istediğin her şeyi anlat.
Tİ MA İ OS: Tamam, o zaman öncelikle evreni yaratan ı n
neden bunu yaptığını açı klamakla işe başlayal ı m.
Yaratan iyiydi ve iyi olanda h ı rs yoktur. H ı rsı olma -
d ığı iç in her şeyin m ü mk ü n oldu ğ unca kendisine
benzemesini istedi. Bilge insanlara göre evrenin orta-
ya çı kması ndaki en önemli ilke budur ve bizim de
farklı bir g ör üş taşı mam ız için bir neden yok. Tanr ı 30
her şeyin en iyi şekilde olması n ı ya da k ötü olmama-
sını istediği için hareket halindedir ancak bu hareketi
kurall ı olmayan ve gör ü lebilir şeylerin b ü t ü nün ü, en
köt ü d üzen d üzensizlikten iyidir d üşü ncesiyle d ü-
zenledi. Oysa her şeyden daha üst ü n olacak olan şe-
yin, aynı zamanda en g ü zel şey olmaması ihtimali
yoktu . Sonu ç olarak gör ülebilir şeyler arasında aklı
olan bir b ü t ü nden daha g ü zel, aklı olmayan bir bü-
t ü n olma ihtimali yoktur. Herhangi bir varlıkta ruh
olmad ığında aklın da olamayacağım gör ünce, aklı
ruhun içine, ruhu da bedenin içine hapsetti. Ard ı n-
dan da evreni adeta öz bakım ı ndan en iyisini yaratı r-
casma şekillendirdi. Evet, sonu ç olarak bunun ger-
çekten de bir ruhu , akl ı vard ı ve kendisini yaratan da
tanr ı yd ı. Şimdi bu konuyu netleştirdikten sonra tan-
r ı nın evreni hangi canlıya benzeterek yaratt ığı m
a çı klamam ız gerekir. İstekleri a çısından bir b ü t ü ne
gö re değil de bir parçaya göre benzetmede bulundu -
ğ unu ve buna gö re yaratt ığmı d üşü nmemek gerekir.
Çü nk ü bir şey tam değilse ona benzeyen parça asla
g üzel değildir. Bu nedenle evrenin yaratılışı sırasın-
da parçaları ve t ü m canl ıları i çeren bir şeye benzetil-
di ğini ve evrenin de buna benzeyen bir şey oldu ğ u -
nu d üşü nmemiz gerekir . Evet, bu örnek kavranabilen
39
Platon «ts

tü m canlılar ı kapsad ığı gibi yaratılan, gözle gör ü lebi-


len tü m canlı ları da içerir. Ne de olsa tanrı kavranabi-
len canlıların en g ü zeline ve her açıdan en kusursuz
olamna benzetmek istiyordu ve öz ü a çısından tü m
canlıları kapsay ı p gör ü lebilir bir canlı varl ı k yarat-
m ış tı r . Tek bir göky ü z ü oldu ğunu söylediğimiz za-
man acaba hakl ı m ı yd ık? Belki de çok say ıda göky ü -
31 z ü oldu ğ unu söylesek daha doğru olacaktı. Eğer
ö rneğe uygun yap ıl ı yorsa bir göky ü z ü vard ı r çü nk ü
tü m canl ı lar ı içine alan bir örnek asla diğer örneklere
benzemez ya da onun peşinden gelmez. Eğer bu şe-
kilde olmasayd ı ikisi d ışında onlar ı parça olarak kap-
sayacak olan üçünc ü bir parça daha olması gerekirdi.
Bu durumda evrenin de bu iki parçaya göre değil iki
parçay ı içine alan üçü nc ü bir parça model al ınarak
yaratı ld ığını söylemek gerekirdi. Tanrı bu nedenle
bir bü tün olarak kusursuz canlıya benzemesi için ev-
reni çok say ı da , sonsuz ya da ç ift değ il tek olarak ya-
ratm ıştır ve asla ba şka bir evren olmayacakt ı r. Öte
yandan var olmaya başlayan bir şeyin mutlaka ki elle
tutulabilir ya da gözle gör ü lebilir olması gerekir. An-
cak ateş olmazsa elle tutulamaz, toprak olmazsa da
katı olmaz. Bu nedenle tanr ı evreni olu şturmaya ba ş-
lad ığı zaman önce ateşi ve topra ğı ald ı. Fakat sadece
bu ikisine sahipseniz ve üçü ncü şey elinizde yoksa
onlar ı birleştirmek imkâ nsızd ı r, gereken, onları bir-
leştirecek olan şeydir. En iyi ba ğ ise hem kendisine
hem de birleştiği şeylere net bir örnek sunan ve b ü t ü-
n ü tam olarak gerçekleştirebilendir. Eğer elimizde üç
say ı varsa ve bu sayılar arası nda kare veya k ü p ilişki-
32 si kuruluyorsa ortadaki ve sondaki sayıyla baştaki ve
ortadaki say ı arası nda aynı oran vard ı r. Ayn ı şekilde
baştaki ve ortadaki arasındaki oran, ortadaki ve son-
daki arasında da gör ülü r. Bu sayede ortadaki sayı
40
/b
- Timaios

birinci ve sonuncu olabilirken, baştaki ve sondaki sa-


y ılar da orta say ı olabilir. Bu durumda tü m say ı lar
birbirleriyle aynı görevde bulunabldikleri için arala-
rında tam bir uyum sağlanm ış olur. O halde evren
bir derinliği ya da gövdesi olmayan d üz bir y ü zey
olsayd ı, o zaman tek bir nokta hem her iki ucu hem
de kendisini bir araya getirebilirdi. Oysa bu gövde
katı olmalıd ır ve t ü m katilar her zaman bir yerine iki
orta terimle birbirlerine ba ğlan ır. Tanr ı da bu neden-
le iki u ç taki ateş ve toprak arasına hava ve suyu orta
terimler olarak koyarak m ü mk ün oldu ğunca ayn ı
oranlar ı kullamp onları birbirlerine ba ğ lam ıştı r. Bu
sayede hava ve ateş, su ve hava arasındaki ilişki, su
ve hava ile toprak ve suyla aynı olmu ştur. Hepsinin
birleşmesiyle de gö zle gör ü lebilir ve somut olarak
kavranabilir bir göky ü zü elde edildi. Evrenin gö vde-
si bu saydığımız d ört öğeden elde edilmiştir. Evren
kendi içindeki uyumu orantı ya borçludur ve içindeki
dostluk da bu orantı yla ilgilidir. Sonu ç olarak, tam
bir b ü tünl ü k elde ettikten sonra sadece kendisini
olu ş turan güç d ışında başka hi çbir şey taraf ından bö-
l ü nemez hale gelmiştir. Bu d ö rt öğe de evrenin i çin-
de tamamen yer al ı r. Yani ateş, su , hava ve topra ğı n
tamam ı kullanılarak evren tanrı taraf ı ndan yaratıl-
m ıştı r. Bunların en k üçü k bir kısmı bile d ışarıda b ı ra-
kı lmam ıştı r. Çü nk ü bu noktada tanr ı tam ve eksiksiz 33
şekilde tüm parçaları kullanarak bir canlı yaratmayı
ama çl ı yordu . Yine aynı tü rden başka bir canlı nı n do-
ğabilmesi için de geriye bir şey kalm ı yordu ve bu
canlını n tek kalması, onun çeşitli hastalıklardan ya
da ya şl ılıktan korumanın yoluydu . Çü nk ü birleşmiş
parçalardan olu şan bir varl ı k, d ışar ıdan gelebilecek
herhangi bir etki nedeniyle olmad ık bir zamanda sal-
d ı rı ya u ğ rayabilir ve bu durum da onun yok olması-
41
Platon <v-
na, hastalanmasına ya da yaşlanmasına neden olabi-
lirdi. Tanr ı da t ü m bunları n farkı nda oldu ğ u için
herhangi bir şekilde hastalanmayacak ya da yaşlan-
mayacak bir sistem kurdu . Evrenin biçimi ise kendi-
sine en uygun ve kendisiyle en ilgili şekilde oldu .
T ü m canl ı ları kapsayan varlığa en uygun biçim, t ü m
şekilleri kendisinde toplayan bi çimdir. İşte bu ne-
denle tanr ı evreni k ü re şeklinde yarattı. Bu sayede
her kısı m merkezden aynı uzakl ı kta oldu . Bu biçim
hem en muhteşem şekildir hem de tanr ıya en fazla
benzeyen bi ç imdir. Tanrı ya gö re kendisine benzeyen
şekil, benzemeyen şekilden çok daha g ü zeldi. Yine
bu k ü renin d ış kısm ı nın yuvarlak olmasının başka
nedenleri de vard ı. Evrenin gözlere ya da kulaklara
ihtiyacı yoktu çünk ü onun d ışında gör ü lebilir ya da
duyulabilir bir şey kalmam ıştı. Yine nefes alması için
hava da yoktu , içeriye yemeğini alı p, gerekli kısm ını
emip gereksiz k ısm ım boşaltmak için de bir organa
gereksinimi yoktu . Kendisi d ışında ba şka bir şey ol-
madığı için d ışarıdan içine bir şey girmesine gerek
olmad ığı gibi, kendisinden de d ışarı ya bir şey çı kma-
sı na gerek yoktu . Tanrı onu öyle bir şekilde yaratm ış
ki kendi kendine beslenebiliyor, her yaptığı şeyi ken-
diliğ inden kendi i çinde yapı yor. Çü nk ü tanrı başka
bir şeye ihtiya ç duymasmdansa kendi kendine yeter-
li olmasını tercih etmişti. Herhangi bir şeyi tutması-
na, hareket ettirmesine gerek yoktu , bu nedenle de
kol, ayak ya da hareket için gerekli başka bir organa
34 da ihtiyacı olmayaca ğını d üşü nd ü. Var olan yedi ha-
reketten kendi aklı na en uygunu olan ı sundu . Bu şe-
kilde kendi ü zerinde ve kendi ekseni etraf ı nda d ön-
mesini sa ğlayarak bir daire d ön üşü edinmesini
sa ğlad ı. Diğer alt ı hareketten kendisini yoksun bı rak-
tı, zaten bunlar olsayd ı boş yere hareket ediyor ola-
42
Timaios

çakt ı . Dairenin hareketi için ayaklara ihtiyacı yoktu ,


bu nedenle kendisine ayak ya da bacak vermedi.
Evet, öncesiz tanrı daha sonra ortaya çıkacak olan
tanrı için evrenin d ü z, her noktaya eşit uzakl ı kta, tam
ve kusursuz nesnelerin birleşimi bir varlı k olması n ı
istedi. Tam ortasma bir ruh koydu , ruh her yere ya-
y ıld ı, öyle ki cisimlerin d ışında bile yer ald ı. Bu saye-
de kendisi daire şeklinde, tek ba şı na, aym zamanda
kusursuz ve başka herhangi bir şeye ihtiyacı olma-
yan, sadece bilginin ve dostlu ğun dostu , kendisine
yeterli bir evren yarattı; bu özellikler mutlu bir tanrı-
nı n ortaya çı kması demekti. Biz genelde ruhu beden-
den sonra inceleriz, oysa tanrı onu cisimden sonra
yaratmad ı. Çü nk ü birleşim sı rasında daha önceden
yaratılarım daha sonradan yaratılana köle olmasım
istemedi. Bizim işlerimiz b ü y ük oranda tesad üflere
ba ğlıd ır, konu şmam ızın da bu şekilde olmasında şa-
şı rt ı cı bir şey yok ancak tanrı ruhu bedenden önce 35
yaratm ışt ı r, aym şekilde ruh erdem bak ı m ından da
bedenden daha üst ü nd ü r. Çü nk ü ruh yönetmek, be-
den ise emirleri dinlemek ve yönetilmek için yarat ıl-
m ıştı r. Ruhun böl ü mlerine geçelim, bir yanda böl ü n-
meyen ve değişmeyen töz ve bir yanda da böl ü nebilen
töz vard ı, bunları birleştirdi ve farklı bir şey ortaya
çı kard ı. Bu yeni töz ün i çinde hem değ işen hem de
değişmeyen öğe vard ı ve bunu böl ü nebilenin ve bö-
l ü nemeyenin ortasına yerleştirdi. Ard ından da de-
ğişmeyen kısı m diğer tözün birleşen öz üyle uyumlu
hale getirildi ve tek bir şekle konuldu . Yani ilk ikisi
ve üçü ncü birbirlerine kar ıştı rıld ı ve üçünc ü den bir-
ka ç b ü t ü n elde edildi, sonra da kendisine uygun şe-
kilde parçalara ayrıld ı. Her bir parçada, değişmeyen
ile diğerinin ve üçünc ü t öz ü n karışım ı bulunmaktay-
d ı. Bunu yaparken elde ettiği karışı mdan k üçü k bir
43
Platon •<&

parça ald ı, ard ından ilk parçanı n iki kah bü yükl ü-


ğünde bir başka parça, sonra İ kincinin bir bu çuk katı
yani birincinin üç katı bir parça, daha sonra İ kincinin
iki katı olan bir başka parça, ard ından üçü nc ü n ü n üç
katı olan beşinci bir parça, birincinin sekiz katı olan
altı ncı bir parça ve birincinin yirmi yedi katı bir ye-
dinci parça ald ı. En sonunda ilk karışı mdan parçalar
aldı ve her birinin arasına, her arada iki orta terim
olacak şekilde yerleştirdi. Birinci ve üçü ncü parçalar
birbirlerinden daha fazla olabilirdi fakat her iki u ç
için de aynı oran vard ı. Birinci, ikinci ucu ne kadar
geçiyorsa, aym şekilde ikinci de üçü ncü ucu o kadar
geçiyordu . Aralara giren terimlerden sonra bu kez
orantılarda bir bu ç uk, üç te ya da sekizde birlik yeni
aralıklar ortaya çı ktı. Daha sonra bu üçte birlik arala-
rı, iki y ü z elli altı böl ü iki y ü z k ı rk üçl ü k bir sekizde
36 birlik arayla doldurdu . Bu parçaları çıkard ığı zaman
da t ü m karışı m birden kullanılm ış oldu . Sonra bir
bü tü nü uzunlamasına ikiye böld ü, iki par çay ı diğeri-
nin ortası na, çarprazlaması na daire biçimde eğdi ve
u ç k ısı mları kestikleri noktaların tam karşısı ndan
birleştirdi. T ü m bunları asla değişmeden aynı yerde
d önen bir hareketin i çine ald ı ve dairelerden birini
iç, di ğerini d ış daire yaptı. Dış dairenin hareketi
aym kalan t ö z ü n hareketi, iç dairenin hareketi de
hareket eden tözü n hareketiydi. Aynı kalan t öz ü n
hareketi sola doğruydu , önemli olan da bunun d ö-
n üşü yd ü çü nk ü o böl ü nmeksizin aynı kalm ış tı. I ç
kısm ı ise alt ı yerden bölerek yedi parça olu şturdu ,
bunlar birbirlerine eşit değ ildi, dairelerin her biri
ikiz ya da üçü z aralara denk gelmekteydi. Bu saye-
de de her t ü rden üçer daire elde ediliyordu , daireler
birbirlerine zı t yönlerden d önd ü ler, üçü aynı hızla
d önecekti ve diğer d ö rd ü ise birbirlerinden ve ilk
44
Timaios

daireden daha farkl ı bir h ı zla ancak her zaman ayn ı


oranda kalacak şekilde d öneceklerdi. Tanr ı dilediğ i
şekilde ruhu ortaya çı kard ı ktan sonra, içine bedenle
ilgili şeyleri yerleştirdi ve sonra da ruhu ve bedeni
birbirlerine ba ğlad ı. En ortasından u çlara kadar
göky ü z ü nde her yere yay ı lan ruh, kendisini d ışar ı-
dan çevreleyen ve bu çevrelemeyi daire şeklinde
yapan, kendi ü zerinde d önen ruh bundan sonra ge-
lecekte var olacak olan sakin yaşam ı n tanrısal baş-
langı c ı yd ı. Sonu ç olarak hem göky üz ün ü n gözle gö- 37
r ü lebilen bedeni hem de gözle gör ü lmeyen ancak
akla ba ğl ı ve öl ü ms ü z, ayn ı zamanda en y ü ksek var-
l ığın yaratt ığı en y ü ksek şey olan ruhu ortaya çı kt ı.
Yani ruh, aynı kalan ve değişen töz ün birleşimi olan
üçünc ü bir tözden doğmu ş tur. Ruh, bunlar ın birleşi-
midir, matematiksel olarak da birleştirilebilir ve bö-
lü nebilir ve aynı zamanda kendi etraf ı nda d önerek
bir daire çizer. Böl ü nebilir bir töz ya da böl ü nmeyen
bir canl ıyla olan ilişkisi, varlığı n t ü m hareketiyle bu
canlını n nası l bir tözden yaratı ld ığın ı ve neyle ilgisi
olmad ığın ı gayet iyi bir şekilde bizlere sunacaktı r. En
fazla da olu şmak ü zere olan şeylerin hangi ilkeye
göre, ne zaman ve nas ı l olu ş tuklarını ve gerek birbir -
lerine gerekse de değişmeyen cisimlere göre nası l et-
kilendiklerini gösterir. Aym kalanla ya da değişen
t özle ilgili oldu ğ unu fark etmeksizin ger çek ve sabit
bir d üşü nce kendi kendine hareket eden bir şeyin iç i-
ne sessizce sokuldu ğunda bu d üşü nceyi diğer şeyle-
re de uygulayabilirsin. Bu durumda diğerindeki dai-
re d ü z bir yoldan ilerler ve ruhta duygulara yol a çan
şeyler hakkı nda bilgi verebilir. Bu sayede de ruhta
gerçek ve doğ ru samlar olu şur. Eğer bu d üşü nce akı l-
la ilgiliyse, aym kalan töz ü n dairesi kendine uygun
bir şekilde hareket eder ve bu akı lla töz ü tamr, bu
45
Platon

durumda da akılla bilgi ortaya konulur. Bu iki bilginin


ruh d ışmda bir yerlerde doğdu ğunu iddia edenler ta-
mamen yanlış konu şmaktad ır. Evreni yaratan g üç ön-
cesiz tanrılar örneğine göre olu şturulan evrenin var
oldu ğunu görünce çok mutlu oldu ve onu örneğe
daha çok benzetmeye devam etti. Örnek öl ü msü z bir
canlıyd ı ve bu nedenle de evrenin ölü msü z olmasını
istedi. Ancak örnek alınan canlı evrenle tam anlamıyla
uyumlu olmuyordu . Sonu çta farklı t ü rden bir ölü m-
sü zl ük inşaa etmeye karar verdi ve göky ü z ünü olu ş-
turdu ğu sı rada hareketsiz, öl ümsü z ve sayı lar ın oran-
tısına göre var olan ve öl ümsüzl üğün zaman ad ını
verdiğimiz formu ortaya koydu . Evet, göky ü z ü olma-
dan önce aylar, yıllar, günler, geceler yoktu . Ancak
göky ü z ün ü olu ştururken bunlan da olu şturmaya ka-
38 rar verdi. Bu şeyler zamanın parçalarıd ır. Geçmiş ve
gelecek kavramları ise öl ü msüz tözden bahsettiğimiz
zaman kulland ığı mız ve kullanma nedenimizin de
bilgisizliğimiz oldu ğ u kavramlard ı r. Tözden söz etti-
ğimiz zaman bile "var", "vard ı", "var olacak" gibi
ifadeler kullanıyoruz. Oysa kullanılabilecek tek ifade
"vard ı r" olmal ı, "vard ı" ya da "var olacak" gibi şey-
ler sadece doğmu ş ve zamanla farklı laşm ış şeyler
için söylenir. Çünk ü onlar değişimi ifade ederler. Öte
yandan her zaman aynı kalan ve asla değişmeyen bir
şey için zamanın bir anlam ı yoktur. Gençleşmez, yaş-
lanmaz, onun için eskiden vard ı ya da daha sonra
var olacak gibi ifadeleri de kullanamayız. Var olu ş
sü recinde gerçekleşen değişimden kaynaklanan tesa-
d üfler ya da gençlik ya da duygu d ü nyasında var
olan değişiklikler kendisinde söz konusu değildir.
Tesad üfler ölü msü zl üğü gösteren ve daire biçiminde
d önen zamana dair değ işikliklerdir. Yine olmak fiili-
nin çekimleri yani olan, oldu , olmak ü zere, olacaki
46
-
rt> Timaios

oluyor gibi ifadeler de hatal ıd ı r . Neyse, yine de için-


de bulundu ğumuz zaman bunları incelemek için ge-
reksiz. Özetle ifade etmek gerekirse, zaman ve göky ü-
zü ileride yok olmaları gerekirse birlikte yaratı ld ıkları
için birlikte yok olacaklar. Zaman ona m ü mk ün oldu -
ğ unca benzesin diye öl ü msü z t ö z örneğine göre olu ş-
turuldu . Göky ü z ü tü m zaman boyunca var oldu ve
var olacak, zaten örneği de öncesizlikti . Tanrı bu d ü-
şünceden hareket ederek zaman ı yaratmak istedi ve
gü neş, ay gibi şeyleri olu şturdu . Zamanı ifade ede-
bilmek ve koruyabilmek ad ına diğer beş gökyü zü
cismini yani gezegenleri yarattı. Hepsine birer şekil
verdi ve ard ından yedisini al ıp tö z ü n d önd üğü yedi
yör ü ngeye koydu . Dü nyaya en yakın yör ü ngede ay,
ikinci sırada gü neş, ard ından Venüs, Hermes'e ait
olan Merk ü r 7 ve g üneşin hızı yla d önen ancak ona zı t
bir g ü ce sahip gökcisimleri geldi. Bu nedenle de g ü-
neş ve Hermes ve Ven üs değişmez bir kuralla birbir-
lerine ba ğlıd ı r. Öte yandan diğer gezegenler ve tan- 39
rının onları neden şu an bulundukları yere
yerleştirdiği konular ını ayrı nt ı l ı bir şekilde incele-
mek demek, asl ı nda konumuzun d ışı na çı kmam ı z ve
asıl önemli olan şeylerin d ışındaki şeylere gereğin-
den fazla yer vermemiz anlam ı na gelecektir. Eğer ile-
ride zamanımız olursa konuya uygun şekilde ayrın-
tı l ı bir inceleme yapabiliriz. Cisimler, değişmeyen
töz ün ortasından geçen ve bu töze ba ğlı olan diğer
töz ü n yör üngesinde d önmeye başlad ılar. Tabii bu
gerçekleşmeden önce zamam koruması gereken gök-
cisimleri kendilerine uygun şekilde hareket ettirildi-
ler, canl ı bağlarla ba ğ land ılar ve kendilerine emredi-
len şeyleri öğrendiler. Bazılarının büy ü k, bazılarının

7 Yunan mitolojisinde Hermes olarak bilinen tanr ı Roma mitolojisinde


Merk ü r olarak tanınmaktad ı r.

47
Platon

küçü k yör ü ngeleri vard ı, k üçü k yör üngesi olanlar


daha hızlı, bü y ü k y ör ü ngesi olanlar daha yavaş dö-
nü yorlard ı. De ğişmeyen t öz ün hareketinden dolayı
daha yavaşça d önenler, hızlı d önenlere yetişiyor gi-
biydiler. Oysa onlara yetişenler hızlı d önenlerdi.
Çü nk ü hareket, olu şturdu ğ u bü t ü n dairelere sarmal
şekli veriyordu ve bu şekilde birbirlerine zı t yönler-
den yakla şarak ilerlemeleri diğerlerine göre daha
h ı zlı olan bu hareketten daha yavaş uzaklaşan cismi
sanki daha yakından takip ediyor gibi algılat ıyordu .
Tanrı gezegenleri olu şturdu ve ard ından algıda yol
a çılan yavaşlık veya hızlılığı tam bir ölçü ye oturtabil-
mek için d ünyadan sonraki ikinci yör üngede ışık kay-
nağı olan gü neşi yarattı. Amacı t ü m göğü ayd ınlat-
mak, tüm canlıların değişmeyen tö ze benzeyen t özün
hareketlerinden öğ rendikleri sayıya uygun d üşenlerin
kendisine uyumlu olmalarının sa ğlanması yd ı. En
ak ı ll ı olan birinci dairedeki hareketi olu şturan gece ve
günd ü z bu şekilde ortaya çıkarıld ı. Ard ından yörün-
gesini tamamlayıp güneşe yetiştiği zaman ay, tur ta-
mamlanınca da yıl ortaya çıktı. Çok az sayıda kimsenin
d ışındakiler diğer gezegenlerin hareketleri konusuyla
ilgilenmediler ve buna bir isim vermediler. Bunlara ba -
kıp d önüş hızlarına say ısal bir değer vermiyorlar, son-
suz değişikliğe sahip bu başıboş d önüşlerin zamam
olu şturdu ğunun farkında değiller. Tam zaman sayışı-
rım, sekiz hareketin hepsinin sabit kalan tözün değiş-
meyen hareketiyle ve yör üngesiyle belirlenen farklı
hızlardaki d önüşlerini tamamlayıp, hareket noktasma
geri d önd ükleri zaman bir yılın tamamland ığını söy-
lenebilir. Evet, göky ü zünde yer alan ve bizlere göre
değişiklikler gösteren bu gökcisimlerinin varlık nede-
ni evrenin bu muhteşem canlı varlığa olabildiğince
çok benzeyebilmesi içindi. Evren aslında zaman orta-
48
Timaios

ya çı kmadan önce, örneğe benzetilerek doğmu ştu


ama hen ü z kendisinden doğan t ü m canlıları kapsa-
mad ığı için örneğe de tam olarak benzemiyordu .
Daha sonra tanr ı diğer kısımları da örneğe uygun
olarak bitirdi. Tanr ının d üşü ncesine göre var olan
t ü m varlı klardan söz konusu olan akı l t ü rlerinin hep-
si, miktarlar ı na ve bi çimlerine bakılmaksızı n evren-
de olduklar ı miktarda olmalıyd ı. Bu şekiller d ört ta-
nedir. Tanrıların göksel soyu , havadaki kanatlı soy, 40
suda yaşan soy ve toprakta yaşayan soy. Tanrısal soy
hem m ü thiş bir gör ü nt ü ye sahip olabilmesi i çin hem
de parlak olsun diye ateşten yaratıld ı. Evrene benze-
mesi için yuvarlak şekil ald ılar ve hareketteki b ü t ü n ü
takip edebilmek için zek â sahibi oldular. Evrenin
süsleri olsunlar diye bu soyu evrenin her taraf ına
koydu , hepsinde de iki hareket vard ı. Tanrı her za-
man aynı konuda aynı şeyi d üşü neceğinden dolayı
hareketsiz olacaktır ve ayn ı yerde kalacakt ı r, sabit ve
değişmeyen tö z ü n hareketine ba ğlı oldu ğ u için ileri-
ye yönelik olmalıd ı r. Öte yandan diğer beş hareket-
ten herhangi biri tanr ı lara verilmedi çü nk ü her biri-
nin olabildi ğince tam bir yetkinliğe kavu şması
isteniyordu . Hareketsiz gökcisimleri, her zaman aynı
yerde d önen tanrısal ve öl ü msü z canlıların yaratıl-
malar ı da buna ba ğlı oldu . Hareket eden gökcisimle-
rinin ne şekilde yaratı ld ı kların ı daha önceden anlat-
m ıştı k. Tanrı g ü nd üz ü n koruyucusu , göky ü z ü nde
doğan tanrı ları n en eskisi olarak bizlerin koruyucusu
olan evreni baş tan başa geçen eksenin çevresine ba ğ-
l ı olan d ü nyayı yarattı. Ancak bu olaylara uygun şe-
kildeki örnekleri a çı klamaksızı n tanr ıların hareketle-
rini anlatmak, yör ü ngelerinin geri d ön üş ya da
birbirlerini geçiş aşamalar ı nda yukar ıya doğ ru ald ı k-
lar ı biçimleri tanı mlamak, gökcisimlerinin yan yana
49
Platon ^
geldikleri zaman ya da birbirlerinin karşısında bu -
lunduklarında hangilerinin zarar görd üğün ü, hangi-
lerinin diğerinin yerine geçtiğini, hangilerinin ne gibi
durumlarda gizlenip zamam gelince ortaya çıktı kla-
r ını anlatmak ve bu şekilde konu hakkında bilgisiz
insanları korkutmak ya da onlara gelecekten haber-
ler vermek anlamsız olurdu . Bu konuda bu kadarı
yeterli, yaratılmış tanrıların özlerine yönelik açıkla-
malarım ı z ı burada tamamlayalı m. Di ğer tanrı lar ı n
yaratılışları m bilmek ve anlatmak bizim gü c ü m ü -
z ü n ü zerinde bir şeydir. Bizden daha önce bu konu -
lar hakk ında konu şanlar ın dediklerini dinleyelim,
hem onlar bu tanr ıların soyundan geldiklerini söy-
l ü yorlar, belki de kendi ataları n ı tan ıyorlard ı r. Belki
söyledikleri şeylerin ispat ı yok ama yine de tanr ıla-
r ı n soylar ı ndan gelenlerin sözlerinden ku şkulanma-
malıy ız. Hem zaten anlattıkları şeyler kendi soyları-
n ı n ve atalar ı n ı n tarihi oldu ğ una göre onları n
söylediklerine inanmalı yız. Tanrılar ı n doğu ş sı rası-
n ı şöyle anlat ı rlar: Okeanos ile Tethys, Gaia ve
Uranos'dan doğ mu şlard ı. Sı rasıyla onlardan Phor -
kys, Kronos, Rhea ve onlarla birlikte olanlar doğdu .
41 Kronos' tan ve Rhea 'dan Zeus, Hera ve t ü m kardeşler
doğdu . Gözlerimizin ön ü nde hareket edenler bizlere
diledikleri zaman gör ü nen bu tanrıları yarattıktan
sorna evreni olu şturan onlara şöyle dedi: "Ey tanrı-
lar! Benim yarattığım tanrıların çocukları! Yaratıcını z
ben oldu ğum için yaratıld ınız ve ben istemediğim
s ü rece parçalanamazsı mz, bir şey ba ğland ı ysa elbet-
te çözü lebilir ancak gü zel bir şeyi çö zmek sadece kö-
t ü lerin yapabileceği bir şeydir. Bu şekilde yaratıld ığı-
nıziçinhem öl ü msü zs ün ü zhemdeparçalanamazsıruz.
Aynı zamanda ölmeyecek ve par çalanmayacaksınız
çü nk ü benim isteklerim doğ umunuzda ortaya çı kan
50
rb» Timaios

ba ğlardan daha da g üçlü d ü r. Size anlatacaklar ı ma


dikkat edin: Sizden sonra öl ü ml ü üç soy doğacak,
bunlar doğmadan göğün olu ş umu tamamlananma-
yacak. Çü nk ü göky ü z ü onlar olmadan t ü m canl ıla-
rı n özlerini kapsayamaz. Fakat tamamlanması için
bunlar ı kapsaması gerekir. Eğer onları kendim ya-
ratsayd ı m tanr ılarla eşit olurlard ı, oysa onları n
öl ü mlü canlılar olmaları gerekiyor, böyle olmalar ı
için de kendi yapı n ıza uygun şekilde onları var
edin. Sizleri yaratt ığım zaman kulland ığı m g ü c ü n
benzerini kullan ı n. Bu soylarda öl ü ms ü zl ü k ve tan-
r ısall ı k taşı yan, aran ıza katı lmalar ı uygun olan kim-
seler olacak, bunların içinde var olması gereken il-
keyi ben sizlere vereceğim. Fakat bu ölü msü z yana,
öl ü ml ü yanı eklemeniz gerekiyor ve bu şekilde can-
lılar yaratmalısın ız, onları doğ urun, besleyin, öl ü m-
lerinden sonra aran ı za kabul edin ve doğ malarım
sağlayı n." Tanrı bu sözleri söyledikten sonra evre-
nin ruhunu erittiği kabı ald ı ve t özden kalan ı bura-
ya boşaltt ı. Daha öncekine benzer bir kar ışı m yapt ı
ancak bu kez yapılan karışı mda değiş meyen töz
kalmam ış tı, sadece iki ve üçü nc ü grup vard ı. Karı-
şı m tamamland ıktan sonra var olan gökcisimleri
kadar çok par çaya ayrı ld ı. Her parça belli bir gök-
cismi i çin ayrı ld ı ve her biri sanki bir savaş arabası-
na oturur gibi oturtuldular. Hepsine kaderin yasa -
lar ı anlatı ld ı, herhangi birinin diğerinden daha fazla
ö zen g örmemesi i çin yarat ı lma anlar ı nda ayn ı şekil-
de davranıld ı. Hepsi kendileri için uygun olan za-
man olarak tanr ı ya en b ü y ü k saygı y ı gösteren canl ı
olacaktı. Öte yandan insan t ü rünün özü ikizdi, bu 42
nedenle üst ü n olan erkek oldu . Kadere uygun şekil-
de ruhlar bedenlere girdi. Sonra bedenlerin bir kısm ı
ü remeye devam etti, bir kısm ı yok oldu . Daha sonra
51
Platon

şöyle oldu : Ruhlar g üçl ü duygular karşısı nda benzeri


hislere kapılacaklardı, hazla ve acıyla karmaşık sevgi,
yine korku , öfke ve bu duygulara ba ğlı ve onların zıttı
duygulara sahip oldular. Bu duygulara hâ kim olması-
nı bilen doğru , olamayanlar yanlış olacaklard ı. Kendi-
lerine verilen zamanı iyi kullananlar ait oldukları gök-
cisminde yaşamaya başlayacaklard ı ve orada mutlu
olacaklardı. Zamanı iyi kullanamayanlar yeniden
doğdukları zaman kadm olacaklard ı, kötü olmaya
yine devam ederlerse bu kez de yaptıkları kötül ü klere
göre her yeniden doğ u şlarmda yaşam şeklinin benze-
diği hayvan olacaktı. Değişim, sorunlar vb. durumlar
daha sonradan varlığına katılan ateş, su , hava ve top-
raktan olu şan o kocaman olu şum sabit kalan ve ben-
zeyen tözün hareketinin egemenliği altrna girmedikçe
sona ermeyecek. Bu d üşünce, öfkeli ve cahil olanları
doğruluk yoluna sokmad ığı sü rece ilk baştaki duru -
ma geri d ön ü lmeyecektir. Daha sonradan olacak kö-
tü l ü klerin nedeni olarak tanr ı kendisinin gör ü lmesini
istemedi. Bu nedenle de ruhlara kuralları anlatt ı, bazı-
lar ım d ünyaya, bazılarım aya, bazılarım da diğer za-
manların ü zerine koydu . Bu tamamland ı ktan sonra
ölümlü lere şekil verildi, ard ından insan ruhunda bu -
lunması gereken, olması gerektiği halde halen eksik
olan şeyleri ekledi. Kendi yarattığı tanrılara da bu
ölü ml ü canlıları kendilerini mutsuz etmeyecek şekil-
de m ü mkün oldu ğunca bilgece ve iyi bir şekilde yö-
netme işini verdi. Tamı bu işleri tamamladıktan soma
eski yaşantısma geri d önd ü. Çocuklar babaları dinle-
nirken onun ne istediğini anlad ıklarından isteklerini
yerine getirmeye çalıştılar. Ölü ml üler için gereken
öl ümsüzlü k özelliğini babalarından ald ılar ve kendi-
lerini yaratanın yaptığı gibi evrene daha soma geri
verilecek olan ateş, su , hava ve toprak parçalarını al-
52
c&> Timaios

d ılar. Kendilerini zincirleyen bağlar gibi çöz ü lmesi 43


imkâ nsız şekilde değil, son derece k üçü k oldukları
için gör ü lemeyen zincirlerle ba ğlad ılar. Ard ından
hepsi bir araya getirildi ve herkesin bedeni olu şturul-
du . Bedenler bazen y ü kseldi bazen alçald ı ve içlerine
öl ü msü z ruhlar girdi. Öte yandan b ü y ü k hareket
içindeki olaylar onları kendi etkileri altma alam ıyor-
du , aynı şekilde kendileri de egemenlik altma girmi-
yordu . iki taraf birbirlerini sü r ü kleyebiliyordu , bu
sayede canlılar tamamen değişime u ğruyorlard ı. Fa-
kat bu değişim tesad üflere ba ğlı, d ü zensiz ve plansız
olarak gerçekleşiyordu . Altı harekete uygun şekilde
sağa, sola, yukarı, aşa ğı ya da ileri geri gidiyorlard ı.
Bazen ortaya çıkan güçlü bir y ü kselme sadece bedeni
çekmiyor aynı zamanda onu doyuruyor ve d ışarıda-
ki nesneler bu canlıyla çarpış tığında daha bü y ü k bir
kaosa neden oluyordu . Örnek vermemiz gerekirse,
insan bedeni kendi d ışında bir başka şeye yani bir
ateş, sert bir toprak, sıcak su ya da g üçl ü bir r ü zgarla
karşılaştığı zaman bedende çeşitli değişimler ortaya
çı kı yor ve bunun etkileri ruhta hissediliyordu . Bu ha-
reketler daha sonraları duyum olarak adland ırılmış-
tır, bug ü n de halen duyum deriz. T ü m bu olaylar
ruhta g üçl ü bir değişim yaratı rlar, sü rekli devam
eden bir yapı yla birlikte değişmeye devam ederler ve
ruhun dön üşü m hareketlerini ciddi bir şekilde etki-
lerler. Bu sayede ruhta sabit kalanın d önüş hareketi-
ne engel olurlar, ne de olsa d ön üşler farklı yönedir ve
böylece egemen olmasım engellediği gibi yoluna de-
vam etmesine de engel olur. Öte yandan diğerinin
d önüş hareketlerini bile kar ıştı r ı rlar , ikili ve üçl ü di-
zilerde üç ara vard ır, yar ım, üçte bir ve sekizde bir ve
bunlardan doğan bağlarm orta terimleri. Bu ba ğlar
evren d ışında başka bir şey taraf ı ndan çöz ü lemezler
53
Platon *
*
ancak bu şekilde olduklarından dolayı çeşitli karma-
şalar, d ü zensizlikler, problemler ile karşılaşt ılar. Da-
irelerde çeşitli sorunlara da neden oldular ama yine
de hi ç durmadan d önmeye devam ettiler. Tabii ki bir
kurala ba ğlı kalmad ılar, bazıları geriye doğ ru , bazı-
ları yanlış bir şekilde, bazıları amuda kalkarak, bazı-
ları havada, bazıları ayakları yere değmeyen ve bazı-
ları da ayaklar ını havaya doğ ru uzatm ış bir adam
gibi d ön ü yorlard ı. Ona nasıl bakıld ığına ya da kendi
durumuna göre bu adam ın sa ğı sol, solu sa ğ olabilir.
Ruhun hareketine ciddi anlamda etkide bulunan
benzeri karmaşalar da vard ır. Bu hareketlerle ya da
buna benzer bir d ış nedenle karşılaştığı zaman o nes-
neye olmayacak bir şekilde isim verir. Bu isim benzer
44 bir adı ya diğer bir ad ı taşı yabilir, bu durumda ya
yalancı olmu ş olur ya da delirmiştir. Bundan sonra
kendi içinde egemen durumda olan ve burayı yöne-
ten bir hareket de olmaz. Dışarıdan gelen etkiler bu
hareketlerin üzerine geçer, onu çevreleyip ruhun
i çinde bulundu ğu bedeni de yanlarmda gö t ü r ü rler -
se, iş te o zaman egemenlik altmda olduklar ı gibi as-
lında kendileri de egemen durumdad ı rlar. Biraz
önce söylediğimiz tesad üfler d ışında ruh öl ü ml ü be-
dene girdiğinde önceden oldu ğ u gibi yine ak ılsız
durumdad ır. Ne zaman ki bedeni ortaya çı karan g üç
hafiflediğinde, ne zaman ki tekrar sakin bir şekilde
devam eden d öng ü ler kendi işlerine bakmaya başla-
d ıklarında bu bahsettiğimiz hareketler kendi doğal
hareketlerini gerçekleştiren dairelerin şekillerine
göre dön üşlerini d üzeltirler. Bundan sonra "benzer"
olana ve "diğeri"ne doğru isimleri verirler ve bunla -
ra sahip olanlar ı rahatlatı rlar. E ğitim de iyi olursa
insanı n eksiğ i olmaz, hiçbir hastalığa kapılmaz, her
a çıdan sapasa ğlam olur. Fakat insan kendi ruhunu
54
r&* Timaios

umursamazsa, köt ü bir yaşam sü rer ve ard ı ndan da


akılsız bir şekilde Hades'e8 geri d öner. Fakat bu , çok
daha sonra yaşanacak bir şeydir, biz şimdilik incele-
diğimiz konuya geri d önelim ve daha ayrınt ılı bir
şekilde ele alalım. G ü nler böl ü m böl ü m ne şekilde
ortaya çıkt ılar, ruh hangi nedenle tanrının iyiliği ta-
raf ı ndan yaratıld ı, bunlar ı incelememiz gerekiyor.
Bu incelememizde doğ ru kabul ettiğimiz şey bu bil-
giler olacak. Tanrılar k ü re şekline uygun olarak bi-
zim tanr ıya en yakın parçam ız olan ve diğerlerini
egemenlik alt ında tutmayı becerebilen bir bedende
iki olan ilahi par çaları yerleştirdiler. Bunların olabi-
lecek t ü m hareketlerden pay alabileceklerini bildik-
leri içinn t ü m bedeni bir araya getirerek onun ege-
menliğ ine soktular. Dü nyada çeşitli zorluklar var
oldu ğ undan ve y ü r ü rken zorlanmaması i çin y ü r ü-
y üşü n ü kolaylaştı rmak amacı yla ona bir beden ve-
rildi. Beden rahatça y ü r ü yebilmek için uzun bir boya
sahip oldu , aym zamanda tanr ı taraf ından verilen,
uzayabilen ve b ü k ü lebilen d ört organı daha oldu .
Bu organlar sayesinde tutabildi, yine direnebilmesi 45
sayesinde en kutsal şeyini üstte tutmay ı becerebile-
rek herhangi bir yerden geçebilecek duruma eriş ti.
Evet, insanların elleri ve ayaklarının olma nedeni
buydu . Yine tanrılara göre ön taraf ı m ız arka taraf ı-
mıza göre daha soyluydu ve diğer taraf ı egemenliği
altında tutmalı yd ı, işte bu nedenle geriye doğ ru de-
ğil ileriye doğ ru y ü r üd ü k. Yani insan bedeninin ön
ve arka taraflarının birbirlerine benzememesi gereki-
yordu . Bundan dolayı ba şı n ü zerine y ü z, y ü z ü n ü ze-
rine de ruhun hareketlerine uygun şekilde diğer or-
ganları koydu . Beden yönetimindeydi ve doğal

8 Yunan mitolojisinde köt ü ruhlar ın öl ü mden sonra gideceklerine ina -


nı lan yer.

55
Platon

olarak da ön kısm ı n bunda payı olacaktı, ilk yaratılan


organ içinde ışı k bulunduran gözlerdi. Gözleri y ü ze
şu şekilde koydular: Öncelikle bir ışık verme özelliği
olan ancak aynı zamanda yakıcı da olmayan bir ateş-
ten her zaman gör ünen gün ışığına benzer bir madde
yaratmak istediler. Bu ateşin akrabası olan içimizde-
ki saf ateşi birbirlerine bitişmiş durumda sanki ince
parçanın akıntısı gibi gözlerden akıttılar. Öte yandan
gözün merkezini ise kalınlaştı rd ılar, kalınlaştı rmak-
tan kasıt diğer ateşleri engelleyebilecek durumda ol-
ması ve sadece saf ateşi sızd ı rabilecek durumda ol-
masıyd ı. Yani g ü n ışığı bu görüş akıntısını sararsa
birbirlerine benzeyen iki şey rastlaştığı zaman ortaya
çıkan çarpışmada gözü n yön ünde tek bir beden olu ş-
turmak için onunla birleşir. Bu bedenin parçaları bir-
birlerine benzer, bundan dolay ı aynı duyguya sahip-
tir ve bir başka nesneye dokundu ğu zaman ya da bir
ba şka nesne ona dokundu ğunda nesnelerin hareket-
lerini bedenden alı p ruha taşı r. Görme dediğimiz şey
tam da budur. Ancak gece oldu ğ u zaman gü n ışığı
gider ve içteki ateş de bundan ayrılır. Gözden ayrıl-
ması sı rasında başka öze sahip şeylerle birleşir ve bu
nedenle de söner. Artık ateşi olmayan çevredeki ha-
vayla aym öze sahip değildir. Bundan sonra göremez
ve uyku getirir. Tanrılar göz kapaklar ım görmeyi ko-
rumak için koymu ştur, bunlar kapamrsa içteki ateş
zayıflar, iç hareketler yavaşlar, sakinleşir ve ortaya
sü k û net ve dinlenme çıkar. Dinlenme g üçlendiği za-
man anında uykuya dalarız. Bu uykuda r ü ya olmaz
46 ve uyku üst ü m üzde egemenlik kurar. Ancak g üçl ü
hareketler kalı rsa, hareketler kendi özlerine, yerleri-
ne gö re uyamk oldu ğu zaman d ışarıdaki imgeleri-
mizle aym özden bamba şka imgeler ortaya çı karı r.
Ayna, parlak y üzeyler ya da buna benzer şeylerin
56
-
rb Timaios

ortaya çı kard ığı imgeleri kavramak kolayd ı r. Eğer


içerideki ve d ışarıdaki ateş birleşirse ve aniden d ü z
bir y ü zeyle karşılaşı rsa ona birkaç defa çarpar ve d ış
ateş gör ü ntü yle beraber parlak y ü zeyde ya da buna
benzer şeylerde birbirine kar ışı r ve sonu çta bu t ü r-
den imgeler ortaya çıkar. Sol tarafta olan nesnenin
sa ğ da gör ünme nedeni ise bu t ü r çarpışmalarda gö-
rüş akı ntısının ve nesnenin zı t yanları arasında ilişki
kurulmasıd ı r. Görme ışını kar ışı r ve ters yöne d öner-
se bu kez aksi bir durum ortaya çıkar ve sa ğdaki sağ-
da, soldaki solda gör ü l ü r. Bunun olabilmesi için ay-
nalar ın d ü z y ü zeylerinin iki taraftan birden
y ü kselmeleri ve y ükselerek sağ yanım sol, sol yanı n ı
sa ğ tarafa göndermesi gerekir. Aynayı y ü z ü n uzun-
lu ğ una doğru tutarak d önd ü r ü l ü rse bu durumda
nesneyi baş aşa ğı olarak gör ü r ü z, çü nk ü bu durum-
da aşa ğıda bulunan gö rme ışı nı yukarı ya, yukarı da
bulunan da aşa ğıya doğ ru gönderir. Tanrının en iyi
d üşü ncesini gerçekleştirmek için kulland ığı nedenler
arasında yukarıda sı ralad ıkları mı z ikinci t ü rden ne-
denlerdir. Fakat çoğ u kimse bunları ikincil değil de
birincil nedenler olarak kabul eder. Nesneleri ısı tan,
soğ utan, uzatan, kısaltan t ü m etkiler bunlard ır. Fakat 47
bunlarm akı lla hareket etmeleri ihtimali yoktur. Ru -
hun diğer t ü m varlıklar arası nda akla sahip olabile-
cek tek varlık oldu ğu kesindir, ruh gözle gör ü lebilir
bir şey de değildir. Ancak ateş, hava, su ve toprak
gözle gö r ülebilir nesnelerdir. Bir varlık eğer bilgiyi
seviyorsa ister istemez ö z ü nde akıl bulunan nedenle-
ri, ardmdan farkl ı nedenlerle hareket eden diğer ne-
denleri inceler. Bizim de bu şekilde hareket etmemiz
uygun olur. İki neden vard ır, birinde akılla hareket
eden ve iyi ve gü zel sonu çlar olu şturan neden, diğe-
rinde akılsız, d ü zensiz ve rastlantısal sonu çlar ortaya
57
Platon **

çı karan neden. Bunları birbirlerinden ayı rmalı y ız .


Gözlere g ü c ü n ü veren ikincil nedenlerden bahsetme-
yi bı rakal ı m. Bize sa ğ lad ı klar ı en b ü y ü k yarardan
bahsedelim. Tanrı mn bize gözlerimizi verme nedeni
de budur. Görmenin en önemli şey oldu ğunu zanne-
diyorum . Eğer gökcisimlerini, gü neşi ya da göky ü-
z ün ü görmeseydik evren konusunda yaptığı m ız
açıklamaların hiçbirini yapamazd ı k. Fakat zaman,
b ü t ü n ün öz ü gibi konular ı incelememizi sa ğlayan sa-
y ı y ı bulmam ızı ve gece ve g ünd ü z, mevsimler, aylar,
ekinoks ya da mevsim değişiklikleri gibi konularda
bilgi sahibi olmam ıza yard ı mcı olan görmedir. Yine
felsefeyi yani tanrıların cö mert bir şekilde insanlara
sundu ğ u ve benzeri bir şeyin bize ba şka bir şekilde
sunulma ihtimali asla olmayan o değerli şeyi görme
sayesinde elde ederiz. Evet, görmenin bize sa ğlad ığı-
nı söylediğim b ü yü k iyilik budur. Görmeyi bunun
kadar önemli olmayan başka iyiliklerle ö vmemizin
bir anlam ı olur mu ? Filozof olmayanlar gözlerini
kaybettikleri zaman boşu boş una şikâ yet ederler. Bu -
nun gerekçesini şu şekilde açı klamak gerekir: Tanr ı-
nı n bize görme yetisini verme nedeni, gö ky ü z ü hare-
ketlerini izlememiz ve bu sayede değişmeyen
hareketlerle aynı soydan gelen kendi öz hareketleri-
miz arasında bir uyum olması içindir. Göky üz ünde-
ki bu hareketleri iyice inceledikten ve bu doğal doğ-
ruluktan biz de kendi ü zerimize d üşeni ald ıktan
sonra tanr ı n ı n asla değişmeyen hareketlerini görerek
kendimiz bir yanlış yapmam ış olma ad ı na hareketle-
rimizi d üzelteceğiz. Konu şma ve duyma konuların-
da da benzeri bir durum söz konusudur. Tanr ılar ın
bunlar ı bize verme nedenleri de aynıd ı r. Evet, konu ş-
ma aynı nedenle bize verilmiş tir ve gerçekten de yap-
mamız gereken şeyde bize oldukça yard ı mcı olur.
58
^ Timaios
M üzikte sesin dinlenmesini sa ğlayan kısım da aynı
ama çla bize sunulmu ştur. Musalar ın9 öz ü ve ruhumu -
zun özü aynıd ır ve her ikisi de d üzenli hareketlerle
aynı özdendir. Bunlara ba ğlı bir insan, d üşün ülenin
aksine kendi d üşüncesi olmayan bir haz sunmaya ça-
lışmaz. Musalar ın verilme nedenleri ruhumuzda iç
d ü zenini kaybetmiş kısımların uyumlu hale gelmeleri
ve onları d üzenlemeye çal ışmalar ıd ı r. Yine tanrılar
çoğu insandaki ölçü ve zarafet eksikliğini giderebil-
mek için uyumu vermişlerdir. Bazı şeyler d ışmda şu
âna dek söylediğimiz şeyler sadece akıl taraf ından ya-
pılan şeylerdir. Bir de zorunluluktan kaynaklanan
şeyleri konu şmamız gerekir. Çü nk ü evrenin ortaya
çı kışında akıl ve zorunluluk bir araya gelmiştir. Fakat
akıl doğan şeylerin çoğ unda üst ü n geldi ve bu şeyle- 48
rin çoğunu iyiliğe doğ ru gö t ü rd üğü için zorunlulu -
ğun ön ü ne geçti. Bu nedenle evren ilk baştan bu yana
akl ı n egemenli ği altı na giren zorunluluk ve akıl ü ze-
rine kuruludur. Sonu çta evrenin hangi ilkeler ü zeri-
ne kurulu oldu ğ unu söyleyeceğ imiz zaman zorunlu -
luk ve aklı birlikte ele almam ız gerekir. Bu nedenle
konuyu tekrar incelemeliyiz. Bu konuya uygun ola-
cak şekilde farkl ı bir başlangıçtan yola çı kmalıy ız,
yani daha önceki gibi öze gitmeliyiz. Gökyü z ü orta-
ya çı kmadan önce ateş, hava, su ve topra ğm o za-
manki özlerinin ne oldu ğuna bakal ım. Şimdiye dek
bu cisimlerin ne şekilde ortaya çı ktı klar ını hi çbir yer-
den duymad ık ancak sanki bunu biliyormu şuz gibi
davramyoruz ve ateşin ya da diğerlerinin her birine
ilkeler diyoruz, bunları evrenin öğeleri olarak varsa-
y ı yoruz. Oysa bir parçacı k aklı çalışan bir insan bu
şeylere k üçü k bir parça olarak bile bakmaz. Şimdi
benim bug ü n anlatmak istediğ im şey şu : Her şeyin

9 Yunan mitolojisinde ilham perileri.

59
Platon ^
ilkesini -ya da ilke d ışında başka bir isim de verebi-
lirsiniz- size anlatmaya niyetli değ ilim. Zaten bunu
araş tı rmam ıza ba ğlı kalarak becerebilmek de kolay
değil. Bu nedenle bu konu hakkı nda herhangi bir şey
söylememi beklemeyin. Öte yandan bu derece önem-
li bir konuyu ara ştı rmaya kalkışarak kendimi aşan
bir iş mi yapı yorum, onu da bilmiyorum. Ancak bi-
raz önce söylediğim şekilde akla yakın a çıklama yap-
makla yetineceğim. İlk andan itibaren herhangi bir
konuda, bir olay ya da bir bü tü n hakkında yapılan
a çı klamalarda akla en yakın şeyleri söyleyeceğim. Bu
nedenle konu şmaya başlamadan önce yine tanr ı dan
yard ım isteyelim ve ondan bizim saçma sapan şeyle-
ri söylemememizi, anlamsız a çıklamalar yapmama-
m ızı ve akla en yakın şeyleri söylememizi sa ğlaması-
nı isteyelim . Evren hakkındaki bu böl ü mlemeyi
anlataca ğı m ız zaman daha önceden söylediklerimizi
farkl ı bir a şamaya taşımam ı z gerekmekte. Daha ön-
ceden böl ü mlemeyi iki grup ü zerinden yapm ıştı k.
Ancak bir gruptan daha söz etmemiz gerekiyor. Bi-
rinci ayrı mda bu iki tü rle yetinebilmiştik . Birinci ör-
nekte değişmeyen yani her zaman aynı kalan vard ı,
İ kincisi ise olu şuma bağl ı olarak gözle gör ü lebilen ve
ilkinin kopyası olan örnekti. Daha önceden bu konu -
49 dan söz ederken ilk iki t ü r bize yeterli gelmişti, bu
nedenle üçü ncüden söz etmemiştik. Ancak şimdi bu
daha zorlu ve karmaşık olan üçü ncü tü rden bahset-
mek zorundayı z, söz bizi bu noktaya itiyor. Bundan
olu şan hangi özler bulunmakta ? Öncelikle doğan her
şeyi kapsad ığını belirtelim. Bu söylediğ imiz doğru
ancak daha fazla şey söylemeliyiz. Bunu becerebil-
mek de pek kolay değil, çü nk ü öncelikle kendisiyle
birlikte incelediğimiz ateş ya da diğer cisimlerle ilgili
daha karmaşık noktaları çözü mlemek gerekir. Hangi-
60
~ Timaios
fb

leri gerçekten ateş ya da su gibi isimleri hak eder, han-


gisine daha farklı isimler vermeliyiz, tü m bunları ya-
nıtlamak kolay bir şey değildir. Bu işi yaparken
nelerden yardım alaca ğız? Böylesine zor bir durum-
dayken cisimler hakkında akla yakın neler söyleyebi-
liriz? Öncelikle şunu belirtelim. Su ad ı verilen şey yo-
ğ unlaştığı zaman toprak ya da taş oluyor, birinci öğe
eridiği ya da da ğıld ığı zaman havaya ya da r ü zgâ ra
dönüşü yor. Yanan hava ateşe, yoğ unlaşan hava, bu -
luta ya da sise d ön üşü yor ve akan sular ı g üçlendiri-
yor. Ard ından su tekrar topra ğa ya da taşa dön üşü-
yor ve anla şılan o ki biraz önce söz ettiğimiz d öngü
sü rekli tekrarlanı yor. Bu durumda sanki her biri her
zaman aynı kalıyormu ş gibi, hiç teredd ü t etmeksizin
bunlardan biri i çin kesinlikle şu ismi taşı yor diyebilir
miyiz? Bunu yapmak imkâ nsız ancak şunları söyle-
yebiliriz: Herhangi bir cismin sü rekli olarak değişe-
rek farkl ı bir duruma geçtiğini gö r ü yorsak, ateş ismi
o nesneye değil de o ö zelliğe sahip olana verilmeli-
dir. Su i çin sadece su oldu ğ unu söylemek değil o ni-
teliğe sahip oldu ğ u zaman su demek en doğ rusudur.
Bir nesneyi işaret eder gibi bu öğeleri de işaret ede-
rek, onlardan sanki hiç değişmeyen şeylermiş gibi
söz etmek doğru olmaz. Bu nesneler değişen şeyler-
dir, oysa işaret zamiri kullanarak varlı k terimleriyle
ya da kendilerini hiç değişmeyen şeylermiş gibi gös-
terebilecek olan başka ifadelerle anlatılmaları ola-
naksızd ı r. Bu ifadelerden hiçbiri onlar için kullanı l -
mamal ı, bu nesnelerin birinden ya da hepsinden söz
edeceğimizde her zaman aynı kalan, aynı şekilde ha-
reket eden nesneler için kullanmamalıy ız. Bu du -
rumda ateş ifadesini sadece doğan şeyler için değil
aynı zamanda ateş niteliğine sahip olanlar için de
kullanaca ğız. Öte yandan herhangi bir nesnede do-
61
Platon t

50 ğup sonradan ortadan kaybolacak olan tü rler işaret


zamirleriyle ifade edilebilir. Fakat beyaz, sıcak gibi
ya da ba şka bir niteliği olan ya da bu nitelikten gelen
şeyler için asla bu zamirler kullanı lamaz. Konuyu bi-
raz daha netleştirmemiz gerekir. Örneğin bir za-
naatkâ r sahip oldu ğ u altınla çeşitli şeyler yapı yor
olsun. Bu alt ınla yapı lan şeyler diğer nesnelerin kal ı-
bını taşı maktad ı r. Zanaatkâ ra nesnelerden biri göste-
rilse ve yaptığı şeyin ne oldu ğu sorulsa, vereceği ya-
nı t gerçeklik a çısından şöyle olmal ı d ı r: Bu altınd ı r.
Ancak altı ndan yapı lan üçgen ya da diğer şekiller
yapıld ı klar ı zaman bile değişiyorlarsa, bunlardan
sanki gerçek nesnelermiş gibi bahsetmememiz gere-
kir. Ancak yine de şu niteliğe sahip denilirse, bunu
yeterli görmek gerekir. B ü tü n nesneleri kapsayan öz
için de aynısı söylenebilir. Bu da her zaman aym ismi
ta şı mal ı d ı r, ne de olsa asla kendi ö z ünden bir şey
kaybetmez. Kapsad ığı şekillerden hi ç birine benzer
bir şekil almaksızı n her şeyi içerir. Öz ü nde her nes-
neyi kapsamak vard ır, onun içine giren şeyler hare -
kete geçer ve şekil al ı r. Bu nedenle her seferinde fark-
lı şekillerde gör ü nmektedir. Onun içine giren ve
çı kan nesneler ise başlangıçsız varl ığı n kopyalar ı d ı r.
Evet, bu ba şlangıçsız varlı klar hakkında ü zerine ko-
nu şulması çok zor olan kopyalardan söz ediyorum.
Daha sonra bu konulara değineceğiz. Şimdilik sade-
ce bu üç tü r ü bilmekle yetinelim . Birincisi olan şey,
İ kincisi oldu ğ u yer ve üçünc üsü de neye gö re olu ş tu -
ruldu ğu . Olan şeyin nerede oldu ğ unu anneye, ben -
zediği şeyi babaya ve ikisinin karışı m ını da çocu ğa
benzetebiliriz. Eğer bir şeyin m ü hr ü n ü n, görme ola -
na ğı olan her şeyi göstermesi bekleniyorsa bu m üh -
r ün vurulaca ğı yerin de bü t ün bu şekilleri gösterme-
ye uygun olması gerekir, eğer bu yoksa gösterilemez.
62
ftr Timaios

Eğer içine giren şeylere benzeyen bir yöne sahip ol-


sayd ı, bu durumda tamamı yla ondan farklı ya da
ona zı t özlerin içine girdiğinde onların şekillerini ala-
mazd ı. Çü nk ü kendi özü ne ait şeyler bu durumda
kendini belli edecekti mda. O halde bü tün bu t ü rleri
kapsayacak olan şey, t ü m biçimlerin d ışında başka
bir biçime sahip olmalı d ır. Bu durumu kokusuz ila ç
yapmaya benzetebiliriz. İ la ç yapan kişinin ilk yap-
ması gereken koku verecek nesneyi m ü mk ü n oldu -
ğunca kokudan arınd ı rmaktır. Bazen yumu şak bir
nesneye şekil vermek gerektiği zaman o nesnenin
şekli bozulur, d ü zleştirilir ve m ü mk ün oldu ğ unca
saydamlaşt ırılır. Başlangıçsız olan tü m nesneleri de
aynı şekilde sü rekli ve iyi bir şekilde tamamen kap- 51
saması gereken nesneler için de aym durum geçerli-
dir. Bunların da özleri bakı m ından diğer nesnelerden
biçimsel bir farka sahip olmaları gerekir. Bu nedenle
görü lebilen ya da duyulabilen her şeyin annesi top-
raktır, havad ır, sudur ya da ateştir, belki de bunlar-
dan ortaya çıkm ış başka bir nesne de olabilir demek
hatalıd ı r. Ancak her şeyi kapsayan, içine alan, kav-
ranması zor bir bağlantı kuran, gör ü lemeyen, şekil -
siz bir şeydir gibi bir tanı mlama yapabiliriz. Bu ne-
denle bu şeyin öz ü hakkı nda kavrayabildiğimiz
oranda söyleyebileceğimiz en doğru şey şudur: Bir
şey kor halindeyse öz ü ateş, sıvılaşm ışsa öz ü sudur.
Toprak ve hava şeklindeyse de ö zünde toprak ve
hava bulunmaktad ı r. Öğelerle ilgili konu şmam ı zda
şu soruya da akla yakın bir yanı t vermeliyiz: Özü
ateş olan sadece tek bir varlık mıd ır ? Sadece varlık
olduklarını sü rekli olarak tekrarladığım ız şeyler ger-
çekten de sadece varlık m ıd ır ? G örd üğü m ü z ya da
uzuvlarımız sayesinde kavrayabildiğimiz şeyler ger-
çekten de bu şekilde varlığı olan nesneler midir? Ba ş-
63
Platon «y

ka bir yerde daha o nesnelerden bulunabilir mi? Her


nesnenin kavranabilir bir ideası vard ı r derken söyle-
di ğimiz şey sadece sözde mi kal ı yor? Aslmda bu ko-
nuyu daha ayrıntı lı bir şekilde incelemeden önce so-
ruya evet ya da hayır yanı tı veremeyeceğimiz gibi,
aynı zamanda yeterince uzun sözlerimize başka söz-
ler ekleyebiliriz. Ancak yine de sadece birka ç şey
daha söyleyip önemli bir sonuca ulaşabileceksek bu
g üzel olur. Ben şöyle d üşün ü yorum: Kavram ve ger-
çek d üşü nce birbirlerinden farkl ı iki ayrı nesneyse de
bunların tek varl ıkları vard ır. Bunlar duygularımızla
değil de aklım ızla kavranan şeylerdir. Fakat ba şka
52 bazı insanların da sö yledikleri şekilde gerçek d üşü n-
ce ve kavrama arasında bir fark yoksa, o zaman duyu
organlarımızla kavrad ığı mız nesnelerin en g ü venilir
nesneler oldu ğ unu söylememiz gerekir. Elbette bun-
ların özleri birbirlerinden farklıd ır ve birbirlerine
benzemeyen şeyler olduklar ı ndan dolayı da farklı
nesnelerdir. Çü nk ü kavrama eğitimle, d üşü nme ise
herhangi bir ispat olmadan ortaya çıkar. Birinde
inancın bir önemi yoktur, diğerinde inanç her şeyi
değiştirir. Hem t ü m insanlar bir şekilde d üşü nmeyi
becerirler, ancak kavrama dediğ imiz şey tanrıların
ve insanların çok az bir kısm ı tarafmdan gerçekleşti-
rilebilir. Bu durumda başlangıçsız ve sonsuz, içine
herhangi bir yabancı nesne almayan, kendisi de baş-
ka bir yere girmeyen, gör ü lmeyen, farklı duyu or-
ganlarıyla hissedilmeyen ve sadece kavramayla anla-
şılabilecek olan farklı ve değişmeyen biçimler
oldu ğ unu söylemeliyiz. Ö te yandan ikinci bir şey
daha var. Bu şey aym isme sahiptir, ilkine benzer, do-
ğumu vard ır, her zaman hareket halindedir, yok olur
ve duygulara ba ğlı d üşü nceyle ortaya çıkar. Üçü ncü-
sü ise doğan her nesnede bulunan ve yok olmayan
64
Timaios

t ü rd ü r. Duygunun olmad ığı ve daha karma şık bir


d üşü nce sistemiyle sezilebilir ya da zorla inand ı rıla -
bilir. Belki de onu şöyle anlatmak daha doğ ru olur.
Sanki bir r ü yaday ı z, kendi kendine ortaya çı km ış bir
şeyin belli bir yeri olması gerekir, yani belli bir yerde
bulunmalı d ı r, oysa d ü nyada ya da göky ü zü nde yeri
olmayan hiçbir şey var değildir. R ü yadan dolayı bü-
tü n bu yaptığım ı z ya da yaptığı m ıza benzer ayrımla -
rı, rü ya d ışında gerçekten var olan nesneler için bile
uyanıkken olu şturamay ız. Eğer bir olu ş um kendi
planlad ığı şeye bile sahip değilse ve başka bir şeyin
her zaman değişen yapısına benzerlik sa ğlıyorsa,
onun başka bir nesnenin içinde doğması gerekir . Bu
sayede hiçbir şey olmamak yerine bir şekilde bir var -
l ığa ba ğlı olacaktı r. Gerçek varlık ise doğ ru ve eksiksiz
bir d üşü ncenin ü r ünüd ü r. Bu ise şu şekilde gerçekle-
şir: İki nesne birbirlerinden farklılarsa birbirlerinin 53
içinde doğamazlar, bu nedenle de aynı anda hem tek
hem çift olamazlar. Bu söylediğim şeyin d üşünceleri-
min bir özeti oldu ğ unu varsay ı n. Varl ı k, doğan var-
lıkları n oldukları yer, varlı kları n kendileri ve evrenin
ortaya çı kışından öncesiyle olmak ü zere üç ayrı şeye
bağlıdır. İşte bu nedenle ıslak ve alevli ya da havanın
şeklini alan ve b ü tü n değişikliklere ba ğlı olarak do-
ğan şeylerin annesi daha farkl ı gör ü necektir. Onun
olu şmasın ı sağ layan şeyler birbirlerine eşit ya da
denk değildir. Bundan dolay ı da onun kendisinde bir
denge olmasım beklememeliyiz. Her taraftan farkl ı
güçler taraf ından rastgele şekilde sallanı r ve o da di-
ğer g üçleri benzer şekilde sarsarak karşıl ı k verir. Ba-
zı ları bir yana bazı lar ı ba şka bir yana gider, bu şekil-
de de yerleri değiştiği için birbirlerinden ayrıl ırlar.
Bu ğ day taneleri de kendilerini y ı kama ve biçme alet-
lerinden geçirdiğinizde nasıl sallanı r ve b ü y ü k tane-
65
Platon

ler bir yana k üçü k taneler başka bir yana f ırlat ılı rsa,
burada da kendi yatakları taraf ından sallanan d ört
şey için aynı durum geçerlidir. Kendisi de sallanır ve
sonu çta birbirlerinden çok farklı olan şeyler birbirle-
rinden çok uza ğa f ı rlatılı rlar. Daha yakı n olan şeyler
ise m ü mk ü n oldu ğ unca yalan yerlerde toplanı rlar. O
zamana kadar bu öğelerin d üşü nmeyle ya da ölçü yle
işleri yoktu . Tanrı evreni d ü zenlemeden önce ateş,
hava, su ve toprak kendilerine uygun şekillerin bir
kısm ını alsalar da tanrı olmad ığı zaman doğal du -
rumları neyse kendileri de o şekildeydiler. Tanr ı on-
lar ı bu şekilde ald ı ve hepsine çeşitli idealarla ve say ı-
larla şekiller verdi. M ü mk ü n oldu ğ unca iyi olsunlar
ve bir araya gelsinler diye bir d ü zen kurdu . Bu nok-
taya dikkat ederek incelememize devam etmeliyiz .
Sırada bu öğelerin her birinin nasıl olu ştuklar ım fark-
lı bir açıklamayla sunmak var. Ancak sizler benim
konu şma tarzı ma alışkınsı n ı z, bu nedenle herhangi
bir g üçl ü k çekmeden beni dinleyebileceksiniz. Ateş,
toprak, hava ve suyun birer cisim oldu ğundan ku ş-
kumuz yok. Cisimlerin bir derinliği vard ır ve bu de-
rinlik ise y ü zeyin özü yle kaplıd ı r. Öte yandan her
y ü zey üçgenlerden olu şur. Üçgenleri iki gruba ayı ra-
54 biliriz, her birinde bir dik açı ve iki de dar a çı vard ı r.
Bir üçgen t ü r ünde dik a çın ı n karşı kenarı nda yar ı m
bir dik a çı bulunur. Bu noktada iki kenar birbirine
eşit olmal ıd ı r. İ kinci t ü rde ise a çı lar ve kenarlar birbi-
rine eşit değildir. Hem zorunlulu ğ a hem de akla uy-
gun şeyler söylemeyi birleştirdi ğimiz zaman, ateş ve
diğer cisimlerin başlangıçlar ı m bu şekilde ifade ede-
biliriz. Elbette ki bundan öncesini de sadece tam ı ve
tanrının izin verdikleri bilebilir. Sı rada bu birbirleri-
ne benzemeyen ancak içlerindeki bazı şeyler çözül-
d üğü nde birbirlerini olu şturabilen bu en g ü zel d ört
66
Timaios

cismin ortaya çıkışlarından söz etmek var. Eğer bece-


rebilirsek toprak ve ateş ve arada bulunan diğer ci-
simlerin ortaya çıkışlar ı noktasında net bir şekilde
bilgilenmiş olaca ğız. Bu cisimler tek başlar ı na bir tü r-
d ü r ve herhangi biri bu cisimlerden daha gü zel bir
başka cisim bulamaz, sözlerimizi tamamlad ığı m ızda
bunun böyle oldu ğunu kabul edeceğiz. Böylece ci-
simlerin özlerini de kavramış olaca ğız. Şimdi bunu
yapabilmek ad ına, bu d ört cisim arasında bir dizi
olu şturalım. İ ki üçgenimiz var, kenarlar eşit ise eli-
mizde sadece bir şekil vard ır, kenarlar eşit değilse
sonsuz sayı da şekle sahibiz demektir. Eğer doğ ru bir
yöntemle iş yapmak istiyorsak sonsuz sayıda oldu -
ğunu söyledi ğimiz şeylerin en g ü zelini almam ız ge-
rekir. Eğer benim seçeceğimden daha güzel bir cisim
bulan olursa kendisini tebrik ederim, ona karşı d üş-
manlık değil dostluk duyarım. Hepsini bir köşeye
ay ıralı m, kenarları birbirine eşit olmayan üçgenler-
den biri diğerlerinden daha g ü zeldir . Bu da kenarları
eşit olan üçgendir. Neden böyle oldu ğ unu anlatmak
uzun zaman alacak bir nokta . Yine biri bu nedeni
a çıklamak isterse, kendisini tebrik ederim. İki üçge-
nimiz var, bu üçgenler ateşi ve diğer cisimleri olu ştu -
ruyor, şekiller ise şöyle: Birinde iki kenar eşit, diğe-
rinde b ü yü k kenarm karesi k üçük kenarın karesinin
üç katı. Daha önceden söylediklerimiz mu ğlaktı,
şimdi bunu biraz açal ı m. Dört cismin birbirlerinden
doğduklarım tahmin ediyorduk ama bu hatal ı yd ı.
Üçgenlerimiz bu dört cismi doğururlar, üç cisim bir
üçgenden, eşit olmayan kenarlara sahip olan üçgen- 55
den doğarken diğeri iki kenarı eşit üçgenden doğ ar.
Bu durumda çöz ü lerek daha k üçü k üçgenler, az sayı-
da b ü y ü k üçgenler olu şturmazlar, aynı şekilde b ü-
y ü k üçgenler de k üçü k üçgenlere d ön üşerek birbirle-
67
Platon «y

rinden ortaya çı kmazlar, tik üç cisim için bu durum


söz konusu olabilir. Bu üç cisim tek bir üçgenden
doğdu ğ una göre, yine bu üçgenden çok say ıda k ü-
çü k kendilerine uygun şekli alarak ortaya çı kar. Bu
çok say ıda k üçü k cisim çöz ü l ü p bir araya geldikleri
zaman tek bir b ü y ü k cisim de olu ştururlar. Evet, bu
cisimlerin birbirlerinden doğmaları noktasında söy-
leyeceklerim böyle. Sı rada her cismin kendi şekli ve
kendisini olu şturan say ı birleşiği konuları var. tik
başta en k üçü k öğelerden olu şana bakalı m. Bunun
öğesi dik a çı n ı n karşısı ndaki kenar ı, en k üçü k kena-
rın iki katı uzunlukta olan üçgendir. Bu üçgenleri kö-
şegenlerle birleştirelim, bu birleşim sı rası nda köşe-
genler ve k üçü k kenarlar bir merkez olu ş turacak
şekilde tek bir yerde toplan ı r ve bu işlem üç defa ya -
pıld ığı zaman say ıları altı olan üçgenler tek bir eşke-
nar üçgen olu ştururlar. Bu eşkenar üçgenlerin d örd ü
üç d ü zlem a çısına göre birleştiği zaman d ü zlem a çı-
ların en a çı kta olanı ndan bir sonra gelen tek katı a çı
olu şturulursa içinde bulundu ğ u k ü reyi, benzer ve
eşit parçalara ay ı ran katı n ı n ilk şekline d ön üşü r.
İ kinci cisim de aynı üçgenlerden olu şur. Eşit kenarlı
sekiz üçgen olu şturmak için birleştirildikleri zaman
d ö rt d ü zlem a çıdan olu şturulmu ş tek bir katı a çıy ı
meydana getirirler. Alt ı kat ı a çı ortaya çı kı nca ikinci
cisim olu ş mu ş olur. Üçü nc ü cisim iç in y ü z yirmi k ü-
çü k üçgen gerekir. Bunları n her biri, eş kenarlı beş
d ü zlem üçgenin içinde yer alan on iki kat a çıdan olu -
ş ur ve eşkenar üçgen tabanına sahip yirmi taban var -
d ı r. Bu kat ı cisimler olu ştuktan sonra k üçü k üçgen-
lerden birinin görevi tamamlan ı r. Dörd ü nc ü cismin
öz ü iki kenar ı eşit olan üçgendir. İ ki kenar ı eşit olan
bu üçgenler d ö rderli gruplar halinde bir kare olu ştu -
rurlar. Altı kare birbirleriyle birleşti ğinde sekiz kat
68
Timaios

a çı olu şturur. Her a çı üçer d ü zlem a çısı ndan meyda -


na gelmektedir. T ü m bunların sonunda ortaya çı kan
şekil, tabanı eşit kenarlı altı d örtgenden olu şan bir
k ü pt ü r. Son bir şekil daha var, bu şekli de tanr ı evre-
nin şekillendirmesini tamamlanı rken kulland ı. T ü m
bu şeylerden sonra aklımı za şu soru gelebilir. Bir
d ü nya m ı vard ır yoksa çok say ıda mı? Bir insan bil-
mesi gereken şeyleri bilmiyorsa, sonsuz say ıda d ü n-
ya oldu ğ unu d üşünebilir. Fakat d ü nya say ısı n ı n ka ç
oldu ğunu bilememek daha mant ı kl ı bir durumdur.
Tanrının işaretlerine bakı ld ığı zaman, tek bir d ü nya-
nın oldu ğ unu d üşü nmek mantıkl ı gör ü n ü yor. Ancak
yine de bu konudaki diğer g ör üşleri de ciddiye al-
mak gerekir. Neyse bu konuyu bırakal ım ve d üşü nce
yoluyla ulaştığım ız sonu çlardan hareketle ateş, top-
rak, hava ve su olarak t ü rleri ay ı ralı m. Toprak, bah-
settiğimiz şekillerden k ü pt ü r. Çü nk ü toprak daha
zor hareket ettirilebilir ve diğerlerine göre daha hare-
ketli oland ır. Bir cisim ne kadar g üçl ü bir tabana sa-
hipse, bu söylediğimiz özelliklere sahip olma ihtima-
li o kadar artar. Biraz önce bahsettiğimiz üçgenlerden
kenarları eşit tabana sahip olanlar kenarları eşit ol-
mayanlardan daha g üçl ü d ü r. Aynı şekilde iki üçgen-
den olu şan eşkenarlı d örtgen tabam, bü t ü n ü eşit ke-
narl ı üçgen tabanından daha g üçl üd ü r. Bundan
dolayı topra ğın bu şekli ta şı ması normaldir. Aynı
şekilde diğer şekillerden en hareketsizi su , en hare- 56
ketlisi ateş ve ikisinin arasında kalanının da hava ol-
ması gibi. En küçü k olam ateş, en b ü y ü k olan ı su ,
aradaki hava, en sert olanı ateş, daha az sert olanı
hava, en az sert olam da sudur. Şekillerin ne kadar az
tabanı varsa harekete o kadar uygun olurlar. En sivri
ve keskin olan aym zamanda parçaları k üçü k say ılar-
dan olu şan oldu ğ u için en hafif de olmaktad ı r. Diğer-
69
Platon

leri ise bu a çıdan ikinci ve üçüncü sı rada yer al ı rlar.


Bu nedenle akla en yakı n d üşü nce olarak piramit
şeklindeki bir cismin taban kısm ı nda ateşin, orta kat-
larında havanın, en üst katmda ise suyun özü vard ır
diyebiliriz. Tabii bu bahsettiğimiz şekiller son derece
k üçü kt ü r, o kadar k üçü kt ü r ki hiçbiri gözle gör ü le-
mez. Sadece çok sayıda parça bir araya geldikleri za-
man gözle gör ü lebilecek durumda olurlar. Yine bu
şeylerin say ıları, hareketleri ve orantıları noktası nda
tanrının t ü m bunları doğ ru olarak yapt ığını ve bu zo-
runlulu ğ un bir sonucu olarak da her şeyin uyumlu
bir orantıya sahip oldu ğ unu söylemeliyiz. Daha ön-
ceden söylediklerimize bağlı olarak t ü rler hakkında
da şunları anlatabiliriz: Toprak ateşle karşıla şı rsa ve
keskin bir şekilde böl ü n ü rse, bu böl ü nme ya da da-
ğılma ateş, su ya da havada nerede olursa olsun t ü m
parçaların bir araya gelip tekrar toparlanması na ka -
dar etrafa da ğılı r, ne de olsa başka bir t ü re d ön üşemi-
yordur. Oysa su , ateş ya da hava taraf ından böl ü n ü r
ve bu böl ü nmeden sonra tekrar bir araya gelirse ateş-
ten ya da sudan olu şan iki ayrı cisme d ön üşebilir.
Havada ise bölü nme oldu ğ u zaman ateşten iki ayrı
cisim ortaya çı kabilir. E ğer ateş havayla, suyla veya
toprakla karşıla şı p bunlar ın hareketleri sonucunda
sü r ü klenir ve m ü cadeleyi kaybederek böl ün ü rse iki
ateş parçası hava olarak tek bir parçada yeniden bir
araya gelir. Hava yenilip k üçü k parçalar haline böl ü -
n ü rse, havadan iki bu çuk cisimlik bir tek tam su cis-
mi ortaya çıkar. Bir de şu şekilde anlatmaya çal ışa-
57 yım . Bir tü r ateşle çevirilirse ve sivri ve keskin
kısı mlarla parçalanı rsa ve tekrar bir araya geldiğinde
ateşin özü n ü alı rsa sanki hiç zarar görmemiş gibi
olur. Çünk ü asla değişmeyen ve her zaman aynı ka-
lan tü rlerden biri kendisiyle aym konumda olan bir
70
rt* Timaios

başka tü rde bir değişiklik yaratamaz, aynı şekilde di-


ğer tü r taraf ından da kendisinde bir değişiklik yara-
tılamaz. Oysa bir t ü r ba şka bir t ü rle m ücadele ettiği
zaman karşısındaki t ü r kendisinden daha güçl ü yse
sü rekli olarak zarar g örerek çöz ü lecektir. Bir cisimcik
her açıdan kendisinden daha bü y ü k cisimciklerden
olu şan başka bir cisim taraf ından çöz ü l ü yorsa bozu -
lur ve zay ıflar. Ancak kendisini bozan ve zay ıflatan
bu öğenin egemenliğinde tekrar birleşirlerse, o za-
man zay ıflamazlar, bu durumda da ateş havaya,
hava da suya dön üşü r. Yine k üçü k cisimler bir bü t ün
olu şturmak ü zere birleşirlerken farklı öğelerden olu -
şan bir başka cisim taraf ı ndan sald ırı ya u ğ rarlarsa o
zaman da çö zü l ü rler. Bu durum cisimler tamamen
çı karılana ve çözü lene kadar devam eder. Cisimler
de mecburen kendileriyle aym t ü rden olan diğer
öğelerin yanma gitmek ya da da kendilerini yenen
diğer öğeye katılmak d ışmda başka bir f ı rsat bula-
mazlar. Tabii ki böyle bir değişiklik oldu ğ u zaman
her şey yer değiştirir. Çünk ü herhangi bir öğe kendi-
sini kapsayan özü n hareketleri neticesinde içsel deği-
şikliklere neden olur ve küçü k parçalar birbirlerin-
den ayrılarak farklı yerlere dağılır. Cisimler diğer
şeylere benzeyebilmek adına artı k olduklarından
farklı bir hale gelirler ve d ışar ıdan ald ıklar ı darbeler-
le benzemeye başlad ıklar ı cisimlerin yanma doğru
gitmeye başlarlar. Ba şlangıçtaki sıradan cisimler bu
şekilde olu şur. Cinslerin içindeki t ü rlerin ortaya çı kış
nedenleri için de bahsettiğ imiz iki öğenin olu şumla-
rı na bakmam ız gerekir. İ lk baştaki üçgenin kesin bir
b ü y ü kl üğü yoktu ve her cins içinde ne kadar t ü r var-
sa o kadar da çok say ıda bü y ü k ve k üçü k üçgen bu -
lunmaktaydı. Bu nedenle de bu üçgenler kendi arala-
rında karıştıkları zaman sonsuz sayıda yeni üçgen
71
Platon •<
*

elde edeceğiz. Doğa konusunda akla uygun şeyler


söyleyebilmek için bunlar ı incelememiz gerekir. Peki
ya hareket ve hareketsizlik hangi koşullar altında or-
taya çı kmaktad ır? E ğer bu konuda aynı fikirde ol-
mazsak bundan sonra söyleyeceklerimizde de aynı
fikirde olma ihtimalimiz azal ır. Aslı nda bu konudan
daha önce biraz söz etmiştik ancak yine de ekleme-
miz gereken bir şey var. O da şu : Hareket her zaman
aynı t ü rden nesnelerde olmak istemez. Çü nk ü kendi-
58 sini hareket ettirici bir unsur olmadan hareket eden
bir nesne ya da hareket etme söz konusu olmadan bir
hareket ettiricinin var olması imk â nsızd ı r. Hareket
eden ve ettiren hareketin temel unsurları d ır. Aym
t ü rden olmaları da imkâ nsızd ı r. Bu nedenle hareket-
sizliğin ve hareketin farkl ı tü rlerden olmaları gere-
kir. Nesnenin farklı tü rden olma nedeni diğeriyle
aym olmamasıd ır. Daha önceden eşitsizliğin kayna-
ğını a çı klam ıştık. Şimdi de farkl ı tü rlerden olu şan
öğelerin neden hareketlerinin durmad ığını ve birbir-
lerinin peşinden gitmeye devam ettiklerini söyleme-
miz gerekir. Bu konuya geçmenin zamanı. Evren
farkl ı t ü rleri kapsar ve hareketi daire şeklindedir. Bu
nedenle de harekete başlad ığı yere d önmek ister. Bu
yü zden diğer t ü m cisimleri birbirlerine doğru iter.
Boşta bir yer kalmasını istemez. Öncelikle ateşin,
daha sonra ondan biraz daha kal ı n olan havanın ve
diğer öğelerin farkl ı cisimlere kar ışma nedeni budur.
Bü y ü k parçalardan olu şan nesneler bir araya geldik-
leri zaman b ü y ü k, küçü k parçalardan olu şan cisim-
ler bir araya geldikleri zaman da k üçü k boşluk bı ra-
kı rlar. Evren cisimleri iterken bü y ü klerin arasındaki
boşluklara k üçü k nesneleri iter. Bundan sonra k ü-
çü kler bü y ü klerin yan ında bulunmaya başlarlar, en
k üçü kler en bü y ü kleri birbirlerinden ayırır, en bü-
72
/b* Timaios

y ü klerse en k üçü kleri sıkış tırı rlar. Nerede oldukları-


nın bir önemi olmaksız ın hepsi kendilerine uygun
yere geçebilmek için hareket ederler. B ü y ü kl ü kleri
değ iştiğ i zaman da evrendeki yerleri değ işmiş olur.
Aym tü rden şeylerin her an ger çekleşmeleri bu t ü r -
den şeylerin sü rekli hareket etmelerinin nedenidir.
Bu hep böyleydi ve böyle devam edecek. Öte yandan
farklı t ü rlerden ateş vard ı. Alev, alevden doğan an-
cak yakmayan fakat gözlere ışık veren ateş, sönd ü k-
ten sonra yanan ya da nesnelerin içinde ateş olarak
kalan şey . Havada da benzeri bir durum geçerlidir.
Esir ad ı verilen saydam kısmı, sis ya da karanl ı k olan
saydam olmayan kısm ı, üçgenlerin eşitsizliğinden
kaynaklanan ismi olmayan kısı mları vard ır. Su ise
başlangıçta iki ayr ı t ü rd ü . Birincisi akan kısım, İ kinci-
si katı ama eriyebilen kısım. Birinci t ü r k üçü k ve bir -
birlerine eşit olmayan öğelerden olu ş ur, bu kısı m
öz ü a çısından ya kendi kendine ya da başka bir şeyin
baskısı alt ında hareket eder. Diğer kıs ım daha bü y ü k
ve aynı şekildeki öğelerden olu şur, bundan dolay ı
daha az değişkendir. Değişmemesi, beraberinde sı-
kışm ış ve a ğı r olmasını getirir. E ğer ateş içeri girer ve
çöz ü lmesini sa ğlarsa artı k tek bir şekli olmaz ve ha-
rekete geçer. Bu şekilde harekete geçebilecek duru -
ma geldikten sonra etraf ındaki havanın da etkisiyle
d ü nyaya yay ıl ı r. Söylediğimiz değişikliklerin her bi-
rinin bir ismi vard ır, ö rneğin yerleşme sı rasında eri-
me ad ım kullanır ız, topra ğa d ök ü ld ü kleri zaman
ak ı yor deriz. Yine sudan ateş çıktığı zaman, ateş bir
boşluktan ortaya çı kamayaca ğı için etraftaki hava
bask ı altına alınm ış tır ve bundan dolay ı kolayca ha-
rekete geçebilir durumdad ır. Bu akışkan kitle ateşin
bı raktığı yerlere doğ ru yönelir ve onunla birleşir.
Daha önceden sı kışm ış olan kısı mlar ateş taraf ından
73
Platon «v -
farkl ı şekillerde parçaland ığı için, bu ateşin geri git-
mesiyle eski t ü r ü ne yeniden sahip olur ve akarak
özü ne d öner. Bu ateşin d ışarı çı kma a şamasına soğ u -
ma, daha sonra meydana gelen bü z ü lmeye de don-
ma ad ı verilir. Eriyebilen sular arasmda tek renkli,
çok yoğun ve birbirleriyle aynı tü rden parçalardan
olu şan, sarı renkli bir su vard ı r. Bu su , değerli ma-
denlerin en değerlisidir, kayal ı kların araşma sı zarak
katıla şm ıştı r. Evet, bu altınd ı r. Bir de alt ı n filizi var-
59 d ır, yoğun olması ve renginin donuk olmasından do-
layı alt ı n sert bir maddedir ve kendisine adamas10 ad ı
verilmiştir. Altın parçalar ı gibi olan başka par çalar
da vard ı r. Bu çok say ıda tü r aslmda kendilerini kuv-
vetlendiren toprak kitlesine ba ğlı olarak altından
daha yoğ un olabilirler. Ancak kendi öğeleri arası n-
daki hafiflikten ötü r ü b ü y ü k boşluklar bı rakı r ve bu
durumda kendisinin daha hafif olması na yol a çar.
Bakı r bu daha parlak ve katı su t ü r ü nden meydana
gelir. İ ki töz zaman içinde birbirinden ayrıl ır ve sade-
ce karışı k durumdaki toprak par çası yukarı çıkar, o
da bakı r pasıd ır. Aynı cinsten olan başka cisimler de
vard ı r. Eğer sadece aklı m ızı kullanarak, akla yakı n
şeyleri dinlersek ve bunlardan bahsedersek bu şeyle-
ri kavramakta bir zorluk yoktur . Bir boş zaman geçir-
me aracı olarak başlangıçsız varl ıklar yerine donan
nesnelerle ilgili mantıklı açı klamaları d üşünmek son
derece keyiflidir ve bu sayede ya şamam ızda ölçü l ü
ve keyifli bir eğlencenin peşinden gitmiş oluruz.
Evet, şimdi bu eğlencenin içindeyiz. Bu konular hak-
kında mantı klı a çıklamalar yapmayı sü rd ü receğiz.
Ateşle karışık olan su hareket ettiği zaman topra ğın
ü zerinde ilerledi ği yol nedeniyle ve akışkan oldu ğu
için kendisine akı yor diyoruz. Suyun tabam topra ğı n

10 Muhtemelen platinium oldu ğu tahmin edilmektedir.


74
Timaios

tabanına benzemektedir, hareketsizdir, bu nedenle


de kolayca çöker ve yumu şar. Suyu , ateş ve havadan
ayı rd ığı m ı z zaman parçalar ı n ı n bü y ü k oranda aynı
t ü rden oldu ğunu gör ü r ü z. İçinden ateş parçaları d ı-
şarı çıktığı zaman büzüşü r. Bu tarz bir büzüşme top-
ra ğın ü zerinde oldu ğu zaman dolu ad ım alı r. Topra-
ğın ü zerindeyken bu duruma geliyorsa o zaman da
buz olur. Eğer tam anlam ı yla değişmezse ve su yar ı
donmu ş olursa ve de toprağı n ü zerinde kal ı rsa kar,
topra ğın ü zerindeki çiğ den olu şursa da kıra ğı ad ı m
al ı r. Topraktan çı kan bitkiler arasında sü z ü len sular
çok çeşitlidir ve bunlara özsu denir. Özsular birbirle-
riyle karışarak farklı t ü rler olu ş turur. İçinde ateş bu - 60
lunan ve daha saf olan d örd ü n ü n ayrı isimleri vard ı r.
Bedeni ve ruhu ısı tan şarap bunların birincisidir. Işı-
ğı bölen ve pü r ü zs ü z oldu ğ u için daha parlak ve cila-
lı oldu ğ unu görd üğü m ü z ya ğ t ü rleri yani zift ve
hintya ğı, zeytin yağı ve diğer ya ğlı maddeler. Yine
a ğzı m ıza değdirdiğimiz zaman besinleri eriten t ü m
özsulara da bal ad ı verilmektedir. Dörd ü nc ü grup ise
eti yakarak eriten, diğer özsulardan farklı olan kö-
pü k de maya adım taşı maktad ı r. Sı rada toprak tü rle-
ri var. Sudan süz ü lerek temizlenen toprak taşl ı bir
cisme d ön üşü r. Bunun ger çekleşmesi şöyle olur:
Toprağa karışan su , bu karışım sı rasında bölünür ve
havaya d ön üşü r. Bu şekilde ortaya çıkan hava yuka -
rıya y ü kselir ancak arada boşluk olmaması nedeniyle
bu hava yanındaki diğer havay ı iteler. Yanda belirli
bir ağı rlığı olan hava kendisinin itelenmesiyle topra -
ğa doğ ru yayılı r ve kısa sü re önce olu şan havarim
bı raktığı boşlu ğ u kapatı r. Evet, bu şekilde havarim
baskıyla suyla bir çözülmez bir bü tün olu şturan top-
rak taş formuna d ön üşü r. Taşlarm en g üzeli aynı tü r-
den olan ve parlak taşlard ı r, en çirkini ise söylediği-
75
Platon

mizin tersi olanlard ır. Ateşin h ızı sayesinde nemi


giden ve daha önceden söz ettiğimiz topraktan daha
kuru olan topra ğ a hamurlu toprak denir. Toprak ba-
zen nemi içeride tutarak ateşin etkisiyle erir ve soğu -
du ğ unda kara toprak olur. Böylesi bir karışım sonun-
da kendilerine ait suyun b ü y ü k bir kısm ı m kaybeden,
daha ince toprak parçalar ı ve tuzlu bir tad ı olan iki
töz ü yar ı kat ı hale getirir ve suyla eriyebilir durumda
tutar. Bunların birincisi sodad ır, ya ğı ve tozu çıkar-
maya yarar, İkincisi ise lezzetli ve yasalara da uygun
şekilde tanrılara hediye olarak verilen tuzdur. Bu iki
cisim topraktan ve sudan olu şur, ateşte erir, suda eri-
mez. Bunlar ı n nasıl ortaya çıkt ı klar ına bakalım . Ateş
ve hava topra ğı eritemezler. Çü nk ü kendilerindeki
par çalar topra ğın kendi aralarındaki par çalar ından
daha k üçü kt ü r. Burada kendilerine kolayca bir yol
bulurlar ve ilerlerler, bu sayede de çöz ülmez ya da
erimezler. Su parçalar ı ise daha b ü y ü kt ü r, burada
61 kendilerine zorla bir yol bulurlar ve topra ğı da par-
çalarlar. Eğer toprak gerçekten kuvvetli bir şekilde
yoğ unlaşmad ı ysa, su tek başına bunu eritebilir . Eğ er
kuvvetli şekilde yoğunlaştı ysa, o zaman da ateş d ı-
şında hiçbir şey onu çözemez. Çü nkü bu aradan sa-
dece ateş ge çebilir. Su çok kuvvetli bir şekilde yoğ un-
laştı ysa, sadece ateş taraf ı ndan çöz ü lebilir, su
yoğ unlaşmad ı ysa ateş taraf ı ndan çözü lebilir, hava
da suyun aralı klarından geçip, üçgenlere gelene ka -
dar her noktasından geçerek onu çözer. Hava kuv-
vetli bir şekilde yoğunlaştı ysa, öğeleri yok olmadan
başka hi çbir etken taraf ı ndan çöz ü lemez. Kuvvetli
bir şekilde yoğunlaşmad ı ysa ateşte erir. Bir de top-
rakla ve suyla karışı k cisimler var. Su , topraktaki ara-
l ı klardan geçer ve bunları sı kıştı rır, bu durumda d ı-
şarı dan gelen su artık geçecek yer bulamaz ve cismin
76
fv Timaios

etraf ından akar, bu şekilde onu eritememiş olur.


Oysa ateş parçalan suyun arası na sızabilir. Çü nk ü
nasıl su toprak ya da ateşi etkilerse ayn ı şekilde ateş
de suyu etkiler. Bu nedenle ateş, toprak ve suyun ka-
rışım ından olu şmu ş cisimleri eritebilecek tek öğedir.
Birleşmiş maddelerde su ve toprak oranı değişebilir,
bunlar çeşitli camlar ve eriyebilir taşlard ır. Yine top-
ra ğın sudan daha az oldu ğu kar ışımlar ise mum, çam
sakızı ya da bu t ü rden şeylerdir. Nesnelerin şekilleri
ve kendi aralarındaki birleşmeler ve değişimlerden
kaynaklanan t ü rlerden söz ettik. Sı rada bunların bize
nasıl etkide bulundukları konusu var. Hangi nesne-
den söz edersek edelim, bu nesnenin bir duyuma yol
a çması gerekir. Fakat bedenin kendisinden ya da be-
denle ilgisi olan kısımdan yani ruhun öl ü ml ü kıs-
mından hen ü z söz etmedik. Yapmam ız gereken şey,
duyguya yönelik etkilere geçmek ve duyguya yöne-
lik etkilerden de bedene ve ruha geçerek konu şmak.
Aynı anda konuyu incelemek çok ama çok zor bir
şey. Bu nedenle birini ispatlanm ış kabul ederek diğe-
rini konu şmak ve sonra ilkine geri d önmek mantı klı
gör ü n ü yor. Şimdi ruh ve bedenle ilgili her şeyi bildi-
ğimizi varsayalı m ki bu sayede kendilerini olu ş turan
nitelikleri ve bunların etkilerini rahatça inceleyebile-
lim . Ateşin sıcak oldu ğunu söyl ü yoruz. Peki neden?
Ateşin bedenimiz ü zerindeki etkisine bakalım. Ü ze-
rimizde çok net bir etkisi oldu ğ undan herhalde hiç
kimsenin ku şkusu yoktur. Ateşin u çları incedir, a çı-
ları dard ır ve kendisi k üçü kt ü r. Çok h ızlı hareket
eder, bu sayede bir canlıd ır ve karşılaştığı şeyi kolay-
ca keser ve böler. Bunun gerekçesini anlayabilmek
için ateşin ger çek şekline bakmak gerekir. Yani öz ü 62
bakımından diğer nesnelere gö re karşısmdaki şeyi
kesmeye ve bölmeye çok daha uygundur. Sıcak ad ını
77
Platon

verdiğimiz şeye duyguya yönelik anlam ını veren de


ateşin kendisidir. Elbette sıca ğın zı ttından ve onun
etkisinden de söz etmek gerekir. Bedenimizi çevrele-
yen partik ü ller arasında en bü y ü kleri ona dahil olur
ve en küçük parçalar partikülleri hareket ettirir. Fakat
yerlerini alamadıkları zaman bizdeki partikülleri sıkış-
tırırlar. Bedenimizdeki bölü mler birbirlerinden farklı
ve hareket edebilir durumdad ır. Bu parçalar bedenimi-
zi dengeli bir hale getirirler ve hareketsizleşmesini sağ-
layarak sıkıştırırlar. Ancak bir nesne doğaya uygun ol-
mayan bir şekilde baskı altındaysa o nesnenin
kendisini zı t yönde hareket ederek savunması doğal-
d ır. Bu savaş titreme ya da ü rpermedir. Tü m bu etki-
lerin hepsine ve onları olu ş turan etkilere soğ uma de-
nir. Eğer bir şey bedenimize dayanam ıyorsa ona
yumu şak, bedenimiz bir şeye dayanamıyorsa ona da
katı denir. Nesnelerin birbirlerine yönelik durumla-
rına göre de yumu şak ve katı isimleri kullanılı r. Eğer
nesnenin tabanı küçü kse bu nesne direnemez, taban
d ö rtgense ve sa ğ lam bir yere oturuyorsa dirençli-
dir, hatta en dirençli oland ı r. Ayn ı şekilde yoğ un bir
birleşimden olu şan nesneler de serttir ve bunlar da
son derece dirençlidir. Hafifi ve a ğı rı yukar ı ve a şa-
ğı ile beraber anlatmam ı z halinde başarılı bir sonu -
ca ulaşabiliriz. Evreni ikiye bölen bir çizgi vard ır ve
iki bölge ortaya çı kar. Birisi cisim gibidir ve bir kit-
lesi vard ı r, bu kısım her şeyi kendisine doğ ru yani
aşağı ya doğ ru çeker. İ kincisi ise şeyleri kendisine
doğ ru yani yukarıya doğ ru çeker. Bu d üşü nce ta-
mamen hatalıd ır. Oysa gö k bir k ü re şeklindedir, bu
nedenle de merkezden eşit uzaklı kta, u çlar ı olu ştu -
ran noktalar da son noktalar olarak birbirleriyle
eşittir. Merkez olan kısım da bu son noktalardan
eşit derecede uzakt ır ve sanki her birinin karşısm-
78
f ö* Timaios

daym ış gibi kabul edilmelidir. Eğer evren bu söyle-


diğimiz şekildeyse, bu durumda aşa ğı ya da yukarı
isimlerinin verilmesi pek de mantı kl ı olmaz. Yine
evrenin merkezinde olan bir şeyin de aşa ğıda ya da
yukarıda oldu ğ unu söylemek doğ ru olmayacaktır.
Oysa bu d ü nyan ın merkezidir. Kendisini d önd ü ren
şey ise merkez değ ildir ve birbirlerinden farkl ı ve
merkeze karşı herhangi bir cisme yakı n olan hiçbir
par çayı kapsamayacaktı r. Bu durumda özleri aynı
olan şeylere nasıl olur da zı t isimler verilir? Durum
böyleyse nasıl olur da doğru söyledi ğimiz d üşü nü-
l ü r ? Evrenin merkezinde tamamlanm ış durumda
olan bir cismin var oldu ğ unu söylememiz gerekir.
Bu cisim kat ı bir cisimdir ve Uçlar birbirine benze-
diği için onlara doğ ru hareket etmesi söz konusu 63
değildir. Bu cismin çevresini dola şı r ve kendisinin
karşısı nda yer alan cismin bir noktasına belli bir a çı-
dan baktığı için aşa ğı derken, ayn ı yere başka bir
a çıdan bakt ığı için yukarı ad ını verecektir . Öte yan-
dan daha önceden de belirttiğimiz şekilde k ü renin
i çinde herhangi bir noktaya a şa ğı ya da yukar ı de-
mek anlamsız olacakt ır. Peki, neden böyle bir isim-
lendirme yapı yoruz? Neden göky ü z ü n ü bu tarz ke-
limelerle ifade etmeye çalışı yoruz ? Öncelikle
bilmemiz gereken bir nokta var. Evrende sadece
ateşin bulundu ğ u bir yerde ya da ateşe meyilli olan
asıl k ü tlenin oldu ğ u noktada bir insan bulunuyor
olsun. Bu kimse k ü tleyi etkileyebilecek g üçte olsun,
bu sayede terazide ateş par çalarını tartabiliyor, te-
razinin bir taraf ı nı y ü kselterek ateşi havaya kaldı ra-
biliyor, bir başka öze sahip olan havaya doğ ru bu
ateşi çekebiliyor oldu ğ unu varsayalım . Bu durum-
da bü y ü k ateş par çasındansa k üçü k ateş par çası nın
adam ın hareketlerine boyun eğmesi daha kolayd ır.
79
Platon

Eğer tek bir güç iki ayrı nesneyi kald ı r ıyorsa, bu du -


rumda daha k üçü k olanın daha kolayca boyun eğe-
ceği, daha b ü y ü k olanın daha fazla direneceği a çıktır .
Bu durumda birine daha a ğır, diğerine aşa ğıya doğ-
ru gidiyor, bir diğerine de yukarıya çıkıyor denebilir.
Evet, bizler de oldu ğumuz noktada tam da tan ı mla-
d ığı m ız şekilde hareket etmekteyiz. Bir teraziye de
toprağın tözün ü ya da toprağın kendisini yerleştirdi-
ğimiz zaman onu farkl ı bir öğe olan havadan ya da
kendi öz ü nden daha farklı bir şekilde çekeriz . Bu du -
rumda tartılan tözler kendilerine benzeyenlerle bir -
leşmek isterler, fakat aralar ında en k üçü k olan kendi-
sini yabancı bir şeye bırakan g üce daha kolayca
boyun e ğecektir. Bu nedenle de kendisine hafif , zorla
itilene ise a ğır deriz. Aynı şekilde zorla itilen yere yu -
karı, diğer kısma da a şa ğı denir. Bu durumda nesne-
lerin birbirlerine karşı durumları değer kazanmakta-
d ı r, çü nk ü tü rlerin gerçek k ü tleleri birbirlerinin tam
karşısındaki yerde olurlar. Örneğin bir noktada hafif
ya da a ğı r ya da aşa ğı ya da yukarı dediğimiz bir şeyi
aynı tü rden bir başka şeyle karşılaştırd ığımız zaman
tü m bu şeylerin arasmda zı tlık ilişkisi oldu ğunu , eğ ri
ya da bamba şka yönde oldukları m ya da bu şekilde
bir yöne girdiklerini gö r ü r üz. Bu arada her zaman
aynı kalan bir başka noktaya dikkat etmek gerekir.
Bir nesne hareket halindeyken kendisine benzer bir
şeye doğ ru hareket ederse a ğı rlaşı r ve bu nesne aşa-
ğıya doğru gider. Tam tersi durum ya şand ığı zaman
da tam aksi bir sonuca ulaşı rı z. Bü tü n bu olayların
nedenleri bu şekildedir. Kayganl ık ve buru şukluk
konularında herkes nedenleri gö rebilir ve anlatabilir.
Buru şukluk b ü t ü n ü olu şturan parçaları n eşit olma-
malarından kaynaklanı r. Kayganlık ise parçalar ı n
64 birbirlerine olan eşitliklerinden kaynaklanmaktad ır.
80
Timaios

Sırada bedenimiz için ortak etkilerden söz etmek var.


Bunlar ı n en önemlileri bedenin organlar ı ndan geçe-
rek duyulara varan hazlar ve acılard ı r. Yine duyuma
ba ğ l ı olan hazları ve acı ları kendinde tutan etkilerin
nedenlerini de incelemek gerekir. Etkilerin nedenle-
rini kavrayabilmek için duyular olsun ya da olmasın
kolayca harekete geçirilen öz ve kolayca harekete ge-
çirilmeyen öz arasındaki farkı açıklamakta yarar var,
çü nk ü ulaşmak istediğimiz sonuca ancak bu yoldan
ula şabiliriz. Kolayca harekete geçirilebilen ö z ü n bir
organa ufacık da olsa etkisi oldu ğunda organı n her
parçası kendisine yapılan etkiyi bir diğer parçaya ya
da bir di ğer organa geçirir. Bu etkileşim bilince kadar
devam eder ve en sonunda da bilinç kendisini olu ş-
turan nesnenin niteliğini kavrar. Bir de tersi sö z ko-
nusu olabilir yani organ kolayca etkilenmiyordur, bu
durumda organ etraf ındaki hiç orgam harekete geçi-
remez, sadece kendisinde bir etki yaratılı r. Yani or-
ganlar etkiyi birbirlerine iletemezler, bu durumda
etki kendilerinde kalı r ve canlı nı n tamamma geçme-
diği için de duyum olamaz. Topraktan olu şan kemik-
ler, sa ç ya da di ğer organlar için de benzeri bir du -
rum geçerlidir. Daha önceden söz ü n ü etti ğimiz
şeylerde ateşin ve havanın etkisi bü y ü kt ü. Bu neden-
le de gör ü m ve duyumu ilgilendirirdi. Haz ve acı ko-
nusunda şunları belirtebiliriz. Doğaya uygun olma-
yan bir şekilde aniden olan yoğ un bir etkiyle acı
getirir. Aniden doğal duruma d ön üş de haz verir.
Yavaşça ortaya çıkan şeyler bu kadar etkili olmaz, ta-
bii ki aniden olanlar ı n etkisi b ü y ü kt ü r. Kolayca orta-
ya çı kan etkide ise haz ve acı yoktur, o sadece duygu -
ya yöneliktir. Evet, görsel akışı ilgilendiren etkiler
böyledir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu t ü rden
akışlar gü n ışığı nda bedenimizle bir b ü t ü n olu ştu -
81
Platon ^
rurlar. Herhangi acı veren bir şey yani yanma, kesil-
me gibi şeylerden dolayı acı çekmez . Aynı şekilde
eski haline d önerken de haz duymaz. Fakat nası l bir
65 etkiye maruz kalı rsa ya da nası l bir nesneyle karşıla-
şı rsa buna göre hislerimiz daha netleşir. Çöz ü lmesi
ve bir araya gelmesinde bir zorlama yoktur. Öte yan-
dan bir cisim daha bü y ü k par çalardan olu şuyorsa,
kendi ü zerindeki baskı aracı na boyun eğer ve b ü tün
hareketleri bedene aksettirir. Bu sayede de hazlar ve
acı lar ortaya çı kar. Değişiklik acı, eski duruma d ön üş
hazd ı r. Bir organ kendi töz ü n ü kaybetse ve yava şça
bu şekilde çöz ü lse ya da aniden dolsa şöyle bir du -
rumla karşı laşı l ı r: Çöz ü lme sı rasmda organlar her-
hangi bir şey hissetmezler ancak dolmalar ı esnasmda
duygulanımları olur. Bu durumda ruhun öl ü ml ü kıs-
mı herhangi bir acı çekmez, hatta tam aksine haz du -
yar. Örneğin güzel kokular söylediğimizin ispatıd ır.
Öte yandan organlar aniden değişip yavaşça eski
hallerine geri d önd ü kleri zaman daha önce ortaya çı-
kan etkiden farkl ı bir etki ortaya çı kar. Tam da acı
veren yanma ve kesilmelerde oldu ğ u gibi. B ü t ün be-
deni ilgilendiren ortak etkiler hakkında sö yleyecek-
lerimiz bu şekilde. Sırada m ü mk ü n oldu ğunca farklı
organlarda ortaya çı kan etkiler ve bu etkilerin neden-
leri konular ını anlatmaya çalışmak var. Biraz önce
tatma duygusu ile ilgili şeyleri konu şmaktan vazgeç-
miştik. Şimdi dille ilgili bu şeyleri a çıklamaya çal ışa-
ca ğız. Bu konu da diğer bir çok konuda oldu ğ u gibi
çeşitli birleşme ve ayr ılmalarla ilgilidir. Ancak diğer
organlara göre daha fazla buru ş ukluk ve kayganlıkla
ilgili şeylerdir , ince damarlara giderek ta ki kalbe ka-
dar ilerleyen dilin tat almasını sa ğ layan, öz ü nde top-
rak olan cisimler bedende nemli ve yumu şak şeylere
değdiklerinde suya d ön üşü rler, ince damarları kuru -
82
rb* Timaios

turlar ve buru şuk olanlar ı donuk, daha az buru şuk


olanları da ekşi gibi hissederiz. Eğer dilin etraf ını te-
mizleyen tözler sanki bir azot gibi dilin bir kısmım
eritecek g üçteyse, bu t ü r şeylere yakıcı deriz. Ancak
azottan daha hafif ve hafif çe yakan tözler buru şuk-
luk olmadan tuzludur, tuzlu olanlar ise daha az acı
verirler. Yine a ğızdaki sıcaklığı emenler ve bu şekil-
de havaya d ön üşen t özler de vard ır. Bu t ö zler kendi-
lerini sıcaklaştı ran şeyleri yakarlar. Daha hafif olduk-
larından havaya doğ ru y ü kselirler ve evrenin
boşlu ğunda yer alan duyu organlarma doğ ru y ü kse-
lirler. Yolda karşıla şt ı klar ı her şeyi kestikleri için de
kendilerine pü r ü zsü zleştiren ad ı verilir. Bazı cisim-
ler giderek incelirler ve damarlara girerler, burada
kendi bü y ü kl ü klerine uygun bir şekilde toprak ve
hava par çalarıyla karşılaşırlar. Bunlar toprak ve hava
par çalarmı birbirlerinin etraf ı nda çevirir ve karıştı-
rı rlar. Kar ışan nesneler birbirlerine çarpar ve birbir-
lerinin içine girerler, bu sayede çeşitli çukurlar orta- 66
ya çı kar, toprak ve hava parçacıkları da ç ukurlara
giren nesnelerin etraf ı na yay ılır. Ard ından havay ı
kapsayan bir y ü zey olu ş turur. Bunun i çinde bazen
hiçbir şey olmaz, bazen ise toprak olur , işte bu ha-
vayla dolu yerler boş olan k ü re şeklindeki k ü tleleri
olu ştururlar. Bir su kabarcığı saf ve saydam bir parti-
k ü lden olu şur, mayalar ise toprakl ı, hareketli ve ya-
nar durumda olan kö p ü klerdir. Bü t ü n bunlara neden
olan şeyler ekşidir. Biraz önce tatma duygusuna yö-
nelik olarak söylediğ imiz şeylerin hepsinin bir zı tt ı
vard ı r. Eğer bu partik ü l dediğimiz kısı mlara giren
cisimler kendi özlerine uygun şekildeyseler kabar-
cı klar yumu şatılır, doğ al olmayan bir şekilde sı kışt ı-
rılm ış ya da d üğü mlenmiş olan parçalar çöz ü l ü r. Bu
sayede de nesne eski doğal şekline m ü mk ü n oldu -
83
Platon

ğ unca yaklaşı r. Bu tü r etkilerin daima hoş karşılanan


bir panzehiri vard ı r, bu da tatlıd ır. Tatma ile ilgili
olarak bu kadar yeterli. Sı rada buruna yönelik nite-
likler var. Belli t ü rleri yoktur. Aslında koku dediği-
miz şey her zaman için tamamlanmamış bir şeydir ve
hiçbir şekil şu kokuya sahiptir diye bir genelleme ya-
pamayız. Koklamamı z için gerekli olan damarlar,
toprak ve su için dar, ateş ve hava içinse geniş tir. Bu
nedenle ateşin ve havanm kokusu hissedilmez. Öte
yandan ıslanan, nemli, partikü ll ü ya da bu ğulanmış
cisimlerde koku vard ır. Su ve hava birbirlerinin yeri-
ne geç tikleri zaman değişiklik arasında ortaya çı kan
cisimlerde koku olur. T ü m kokular ya duman ya da
sis şeklindedir. Havaya geçişte sis, suya geçiş te du -
man olur . Kokuların sudan daha ince, havadan
daha kalın olmaları nın nedeni budur . Bir insanın
nefes borusunu kapatı rsak ve nefesini zorla çı karı r-
sak söylediğimiz şey daha anla şılır hale gelir. Bu
durumda d ışar ı ya koku çı kmaz ve nefes kokusu
yok olur. Koku t ü rlerini iki gruba ay ı rmam ı z uy-
gundur. Ancak bu grupların ger çek birer isimleri
yoktur. Çü nk ü bu t ü rler sı radan ya da çok şekilli
67 olarak ortaya çı kmad ılar. Koku t ü rleri arası ndaki tek
ayrım acıya ya da hazza neden olmalarıd ı r. Bu koku -
lardan biri en yukarıdan en a şa ğı ya kadar t ü m bede-
nimize etki edip onu irkiltirken, diğeri ise yumu şak-
tır ve g ü zel bir şekilde doğal duruma dönd ü r ü r.
Sırada üçüncü duyu organımız ve onun ne t ü r etkiler
ald ığını konu şmak var. Ses, havanın kulaklar aracıl ı-
ğıyla beyin, kan ve ruha indirdiği bir darbe gibi bir
şeydir. Bu sayede kafadan başlayıp karaciğere kadar
bir hareket yaşanı r. Hareket ne kadar hızlıysa ses de
o kadar ince olur, hareket a ğı rla ştıkça ses de kalı nla-
şı r. Hareket aynı oldu ğ u sü rece ses de ayn ı olur ve
84
fi
* Timaios

tatlı olur. Yine hareketin sert olması sesin g üçl ü, yu -


mu şak olması ise g üçsü z olması anlam ına gelir. Öte
yandan sesler arasındaki uyumdan daha sonra söz
edeceğiz. Şimdi de d örd ü nc ü duyu orgamm ızı konu -
şalım. Aslında buna genel bir başlık olarak renkler
diyoruz ama onu da alt başlıklara indirgememiz ge-
rekiyor. Her cisimden çıkan ve parçaları bir duyum
olu şturan, gör ünt ü ye bağlı olan şey alevdir. Gö rme
nedenlerimizi daha önceden anlatm ıştık. Sı rada
renklerle ilgili a çıklamalar yapmak var. Tabii ki bun-
ları akla en yakın şekilde yapaca ğız. Diğer cisimler-
den ayr ılı p gör üşe çarpan cisimlerin bazılar ı görsel
akıştan küçü k, bazıları bü y ü ktü r, bazıları ise aym
bü y ü kl ü ktedir. Aym bü y ükl ü kte olanlar saydam ol-
duklar ından gör ü nmezler. Yine daha bü y ü k ya da
k üçü k olunmasına ba ğlı olarak görme kısalı r ya da
uzar. Yani cisimler bedenle karşıla ştıkları zaman so-
ğ uk ya da sıcak, dille karşılaşt ı kları zaman yakıcı ya
da buruk dediğimiz şeylerle akrabad ı r. Bu cisimler
soğ uk ve sıcak cisimler gibi etkiler yapan siyah ve
beyaz cisimlerdir. Fakat bunlar farklı organlar ı etki-
lediklerinden onları daha farkl ı olarak algılar ız. Ken-
dilerine şu isimler verilmelidir: Görme ışınını b ü y ü-
t ü yorsa beyaz, k üçü lt ü yorsa siyah. Öte yandan
h ızlı ca hareket eden bir ateş göz ışınına çarparsa ü ze-
rinde bir baskı yaratı r ve a çıklıkların erittiği göze ka-
dar genişler ve ard ından da gözyaşı ad ını verdiğimiz
suyu damlatır. Bu hareketin kendisi de ateştir ve bu
akışa doğ ru ateşe bir y ıld ır ım gibi çakarak d ışar ı f ır- 68
larsa d ışardaki ateş içeri girer ve ıslaklı k ateşi sönd ü-
r ü r. Bu kar ışı m çeşitli renkleri doğurur. Buradaki his
göz ü n kamaşmasıdı r, kamaşmaya neden olan şey ise
parlaklıktır. İki ateş t ü r ü yamnda üçü ncü bir ateş
t ü r ü daha vard ır. Bu ateş de göz ıslaklığına kadar ge-
85
-
Platon <v

lir ve onunla karışır ancak diğerinden farkı parlak


olmamasıd ı r. Ateş ve karıştığı ıslaklı k ışıldayarak
kan rengine neden olur. Bu renk kı rm ı zıd ı r. Kı rm ızı-
ya ve beyaza kar ışan parlakl ı k sar ıd ı r. Öte yandan
karışı mdaki renk oranları m ise bilsek bile söyleme-
meliyiz. Çü nk ü buradaki zorunlu ve akla uygun
a çı klamalar yeterli olmaz. Kı rm ızı, siyah ve beyaz
karışı rsa erguvan, bu kar ışı m yak ılı rsa ve içine de si-
yah eklenirse kahverengi olur. Sarı, boz rengin birle-
şimi açı k kahverengi, beyaz ve siyahm kar ışı mı boz
rengi, okra rengi de beyazın ve sarının birleşmesin-
den olu şur. Beyazı sarı ve siyahla karışt ı rsak lacivert
elde edilir, lacivert ve beyaz kar ışı rsa a çı k mavi, kes-
tane rengi ve siyah birbirine kar ışı rsa yeşil elde edi-
lir. Bu söylediğimiz örneklerden hareketle diğer
renklerin de ne şekilde ortaya çı ktı kları akla uygun
bir şekilde a çı klanabilir. Fakat tü m bu şeyleri dene-
mek insanı n ve tanrının özleri arasındaki farkı bilme-
mek anlamına gelir. Çok sayıda şeyi tek bir şey gibi
birleştirmek ve ard ından da o bir tek şeyi çok şey du -
rumuna getirmek sadece tanr ı n ı n becerebileceği bir
şeydir. İ nsanlarsa şimdi ve gelecekte bunu asla bece-
remeyeceklerdir. Tanrı kendi kendine yeterlidir, do-
ğan nesnelerin en g ü zelinin ve en iyisinin yarat ıcısı-
d ı r. Zorunluluk tarafmdan kurulan bu şeyleri tanrı
da evreni yaratı rken kulland ı. Doğan her şeye bir
iyilik ekledi ve bu t ü r nedenlerden de yararland ı. Bu
nedenle elimizde zorunlu ve tanrısal olmak ü zere iki
ayrı tü r neden var. Bunlar birbirlerinden farklı d ır.
Kendi ya şam ı m ızın en iyi şekle b ü r ü nmesini istiyor-
sak sü rekli olarak bu tanrısal nedenin peşinden koş-
mamız gerekir. Zorunlu nedenleri ise tanrısal neden-
69 lere ula şmak i çin bir araç olarak gö rmeliyiz, bu
olmaksızın incelenen nesnelerin teker teker kavran-
86
'

-
rt> Timaios

ması ya da kendilerinden bir pay alınması sö z konu -


su olamaz. Bundan sonra bir şey inşaa edenler gibi,
bizler de elimizdeki seçilmiş ara çlarla ele ald ığı m ız
konuyu incelemeyi tamamlayabiliriz. Başlangıçta
söylediğ imiz şeyi tekrarlayarak ba şa d önelim. Yani
hikâ yemizi başlangıca uygun şekilde sonland ı ralı m.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Tanrı t ü m nesnelerin
hem kendi içlerinde hem de ba şka nesnelere kar şı bir
oranları olmasını sa ğlam ış tır. Bunu elbette ki orana
ihtiyacı olan nesnelerde ger çekleştirir. Bu yapılma-
dan önce yani t ü m ölçülere uygun bir oran olmadan
önce kaos vard ı. Çü nk ü bundan önce nesnelerin sa-
dece tesad üfi bazı oranlar ı bulunuyordu . G ü n ü m ü z-
de ateş, su ya da buna benzer şeylere bir isim verili-
yor ancak o zamanlar bu şekilde ismi olan bir nesne
yoktu . Tanrı b ü t ü n bu şeyleri d ü zene koydu , ard ın-
dan da t ü m öl ü ml ü leri ve öl ü ms ü zleri kapsayan ev-
reni olu şturdu . Öl ü msü z tanrıları da kendisi yaratı r-
ken, kendi çocuklarına öl ü ml ü insanları yaratma
işini verdi. Bu tanrılar da tanrıy ı ö rnek ald ılar. Ruh-
taki öl ü msü zl ü k ilkesinden hareketle ruhun etraf ına
ölü ml ü bir beden koydular . Bedenin görevi onu taşı-
ması yd ı. Ard ından bedene bir ruh daha verdiler, bu
ruhta köt ü ve uzak durulması zor olan bazı arzular
vard ı. Sonra sırasıyla köt ül üğü en fazla besleyen şey
olan haz, ard ından iyilikten uzak durmamızı sa ğ la-
yan acılar, kö tü tavsiyelerde bulunan atılganlık ve
korku , sonra zor sakinleşen öfke, en son olarak da
bizi kolayca kand ı ran umudu yarattılar. B ü tü n bu
şeyleri d üşüncesi olmayan duyumla ve her şeye gö z ü
kapalı giren aşkla birleştirdiler. Ard ından da zorun-
lulu ğa uygun olarak ölü ml ü ruhları ortaya çıkard ı-
lar. Öte yandan tanrısal ilkeye zarar vermekten de
çekiniyorlard ı. Bu nedenle ger çekten bir zorunluluk
87
Platon
^
yoksa öl ü ml ü ilkeyi tanrısal ilkeden farkl ı bir yere
koydular. Bu amaçla kafa ve göğü s arasında bir sını r
belirlediler. İkisini ayırt etmek için boynu koydular.
Öl ü ml ü ruh göğüs kısm ı nda kald ı, ruhun bir kısm ı
öz ü itibariyle daha iyiyken di ğer kısm ı da daha kö-
t ü yd ü. Bu nedenle göğüs boşlu ğu denilen kısm ı ka-
70 d ı nlar ve erkekler nasıl ayrılıyorsa aynı şekilde ay ır-
d ılar ve araya da deriyi yerleştirdiler. Derinin işlevi
bir bölme olu şturmaktı. Ruhtaki cesur, savaşa istekli,
zafer peşinden koşan kısm ı kafaya yakı n bir yere
koydular. Bu kısı m deri ve boyun arasmdayd ı. Da-
marların birleştikleri ve her yerde kuvvetli olarak
dolaşan kamn da kayna ğı olan kalp nöbet tutulan bir
noktada yer alır. Çü nk ü amacı i çeriden ya da d ışarı-
dan kaynaklanan bir köt ü l ü kle karşılaşı ld ığı zaman
akılla beraber kızarsa, duyu organlar ının aklın iste-
ğiyle korkutulması, t ü m damarlardan ince geçitler-
den alınabilmesi, bu sayede her şeye tam anlamı yla
boyun eğ mesi ve en asil kısm ın hepsine birden emir
verebilmesiydi. Öte yandan tanrılar kalbin bü y ü k bir
tehlikeyle karşılaştı klarında hızla çarpt ığın ı ve bu za-
rar g örm üş kısı mların ateşten kaynakland ığım fark
ettikleri zaman ona yard ı mcı olmak istediler. Bu ne-
denle de kalbin ü zerine ciğer dokusunu koydular.
Ciğer ilk zamanlarda yumu şak ve kansızd ı. Yine ha-
vayla emilen şeyleri içine alabilmesi için adeta bir
sü nger gibi üst ü delik delikti. Böylece kalbi soğ utur
ve ona s ü k ûnet sa ğlayabilirdi. Bu nedenle tanrılar
nefes borusunun kanlarını ciğerlerden geçirdiler ve
ciğeri de kalbin etraf ı na adeta bir yast ık gibi yerleş-
tirdiler. Kızgınlık kalbin son noktası na geldiğ inde,
kalbin kendisine karşı duramayan bir nesneye çarpı p
soğ uması nın nedeni de budur. Bu sayede kalp daha
az yorulur ve kı zgı nlı kla beraber akla daha uygun bir
88
ft>» Timaios

hal al ı r. Bir de ruhta yemek, içmek ya da beden istek-


lerine uygun bir k ısı m daha vard ı r. Tanr ı lar bunu
göbek ve deri arasında bir yerlere koydular. Burada
bedenin beslenmesi için bir sofra vard ı r. İşte ruhun
bu böl ü m ü n ü buraya adeta öl ü ml ü soyunun tü ken-
mesi istenmediği için beslenmesi gereken bir vah şi
hayvam ba ğlar gibi ba ğlad ı lar. Tanrılar bu kısm ın
her zaman kafasını karnını doyurmaya vermesini,
ba şka bir karmaşa yaratmaması nı, bedenin iyiliği
i çin karar veren daha iyi kısm ın kafasını kar ış t ı rma -
masını istediler. Hem bu kısım ak ıldan yoksundur,
akl ı biraz anlar gibi olsa da neden-sonu ç ili ş kisi kura - 71
mayacak durumdad ı r, bu nedenle daha çok g ü nd ü z
rü yalara kendini kapt ı raca ğı nı bildikleri i çin bir çö-
zü m yolu olarak karaciğeri olu şturdular ve şu an ol-
du ğ u yere koydular. Akıldan çıkan d üşü nceler adeta
ışınlar alan ve gözle gör ü lebilir gör ü nt ü ler olu şturan
bir aynaya çarpar gibi karaciğerin ü zerine çarpması
amacıyla karaciğer parlak, kaygan ve aynı anda hem
acı hem de tatlı olacak şekilde yaratı ld ı. Bir şeylere
iştah duyan ruh, ak ı l taraf ından bu şekilde korkutu -
lur. Karaciğerin acı olmasından yararlanarak kor-
kunç rü yalar gö rmesi, tü m karaciğerin b ü y ü k bir be-
ceriyle acımsı bir tada sahip olması sağ lanır, aynı
zamanda karaci ğerde safraya benzer bir renk ortaya
çı karı r, bü t ü n karaciğere yay ılarak onu k üçü lt ü r ve
en sonunda da kaygan olmayan buru şuk bir hale ge-
tirir. Bazen ise tam aksine lobu bü ker ya da k üçü lt ü r,
d ü z durumdaki karaciğer kanallarının şeklini değiş-
tirir, giriş çı kışlar ı engeller ve bu sayede çeşitli a ğ r ıla -
ra ve bulant ılara neden olur. Bazen akıldan gelen ha-
fif ve hoş bir soluk sayesinde karaci ğer ü zerinde
diğerlerinden farklı imgeler ortaya çı kar, acı lı k orta-
dan kalkar çü nk ü böyle bir soluk kendisinden farklı
89
Platon

olan şeyleri yerinden hareket ettirmez, onlarla aynı


yerde duramaz. Karaciğerin tatlı olan kısmmdan ya-
rarlanarak parlak ve kaygan olan kısımları toparlar
ve özgü rleştirir. Bu sayede ruhun karaciğerin etraf ı-
na gelen kısm ı nı eğlenceli ve mutlu yapar. Geceleri
rahatlaması nı sa ğlar, uyudu ğu zaman geleceği göre-
bilme yetisini güçlendirir çü nk ü d üşü nmeye ve plan-
lamaya kar ışmamaktad ır. Tanrılar bu şekilde hareket
ederek öl ü ml ü tü r ü elden geldiğince iyi yapabilmek
ad ı na verilen emirlere uygun davranarak ruhumu -
zun köt ü yanları m da d ü zelttiler. Gerçeği görebilme-
si adma ona geleceği görme yetisini de verdiler. Tan-
rıda var olan geleceği görme yeteneğinin insanlarda
akıldan yana en zayıf kısı mda var oldu ğ unu görebil-
mek için şu örneğe bakmam ız yeterli olacaktı r. Ger-
çekten de her anlamda aklı başında bir insanın gele-
ceği görme gü c ü n ün y ü ksek olması beklenemez.
Bunun için ya akim g ü c ün ü sınırlayan uyku duru -
munda olmak ya da hastalık ya da başka bir nedenle
akı l sa ğl ığı m kaybetmek gerekir. R ü ya görü rken ya
72 da uyanı kken geleceği görme becerisiyle söylenen
çeşitli sözleri d üşü nmek, onlar hakkında d üşü nmek
ya da gör ü len r ü yaları akıl yoluyla denetimden ge-
çirmek, bu t ü r şeylerin daha sonra yaşanacak olayla-
ra iyi ya da kö t ü etki edeceğini ya da kime ne haber
getirdiğini kavramak gibi şeyler insanlara d üşen bir
şeydir. Öte yandan insanın kendinde olmad ığı za -
man söylediği şeyler hakkında bir fikir sahibi olması
zordur. Bu nedenle insamn kendisini tammasmın sa-
dece bilge insanlara ait bir özellik oldu ğunu söyleyen
atasöz ü doğ rudur. Bu y ü zden de tanrılardan duydu -
ğu sözlerle ilgili kararlar vermeleri için bir k â hinler
soyu ortaya çı karılmıştır. Bu insanlara da kâ hinler
ad ı verilmektedir. Bu kimseler karmaşık gör ü nen
90
Timaios

sözlerin yorumlayıcılarıd ır, fakat kendilerine kâ hin


dememek gerekir. Çü nk ü onlar kâ hinler değil kahin-
liğin yorumlay ıcılarıd ır. Evet, daha önce anlattığı mız
nedenlerden dolay ı karaciğer bu şekilde yapılm ış ve
söylediğimiz noktaya konulmu ştur. Nedeni ise akim
söz ün ü dinlemesi, her tü rlü iyi isteğin kayna ğı olan
akim emirlerini isteyerek yerine getirmezse akılla
birlikte ona boyun eğdirilmesiydi. Karaciğer canlı bir
bedende kehanetin belirtilerini açıkça gösterir. Be-
den cansızsa körleşir, kehanet de karanlık oldu ğ u
için gerçeklerden uzaklaşı r. Öte yandan hemen yan
tarafta bulunan ba ğır kısmının görevi karaciğeri te-
mizlemek, saydam bırakmaktır. Bu nedenle de bir
aynayı silmek için yam ba şmda tutulan sünger gibi,
bu kısı m da aynı şekilde hemen yanı başmda durur.
Öte yandan dalaktaki gözenekli yapı bedende hasta-
lı klar ortaya çıkar ve bu hastalıklar karaciğer çevresi-
ne çeşitli pislikler bı rakırsa onlar ı temizleme görevini
üstlenir. Çü nkü dalaktaki gözenekli yapı aslmda
içinden kanın çekildiği bir yapıdan olu şmu ştur. İşte
bu nedenle pisliklerle dolu olan kısı m şişer ve zehir-
lenir, beden temizlendiği zaman ise şişkinlik giderilir
ve eski haline d öner. Öte yandan ruhtaki öl ü ml ü ve
tanrısal yönlerin diğer ilkelerin hangileriyle ve hangi
gerekçelerle ayrı ayrı birleş tirildikleri noktasmda ye-
terince a çı klama yaptık mı emin değilim. Bu soruya
olumlu yanıt vermek istiyorsak tanrının sözlerimizi
onaylaması gerekir. Fakat bizler yine de şu an bulun-
du ğ umuz nokta itibariyle, ayrınt ılı bir a çıklama yap-
tığım ızı farz ederek soruya olumlu yanıt verelim ve
diğer bir konuya geçelim. Yani bedenin geri kalan
kısı mlar ının ne şekilde yaratıld ıklar ını incelemeye
devam edelim. Bu konuda şöyle bir açıklama yap-
mak doğru olacaktır. Bizleri yaratanlar t ü r ü m üz ü n
91
Platon

yeme içme konusunda çok hassas olaca ğını ve ihtiya -


c ı m ız olandan daha fazlası n ı yemek isteyeceğimizi
biliyorlard ı. Geleceğ i gören tanrılar öl ü ml ü soyunun
73 hemen hastalanı p ölmesini istemiyordulard ı, bu ne-
denle gereğinden fazla yediğimiz şeyleri depolamak
için karnı yaratt ılar. Yediklerimiz ba ğı rsaklardan he-
men geçiyordu . Bedenimizin farklı kısı mlar ının baş-
ka yemekler istemesi ve bu y ü zden insanlar ın felse-
feyle ve sanatla ilgilenmelerinin ve tanr ısal kısma
boyun eğ melerinin önü ne geçebilmek amacı yla ba-
ğı rsakları üst üste yerleştirdiler. Sırada kemikler, et
ve diğer tözden yapılmış şeylerin durumlar ını ince-
lemek var. Bu şeylerin hepsi kemik iliğ inden doğ-
mu ştur. Ruh tene ba ğlı oldu ğu için yaşamdaki ba ğ lar
da kemik iliğinde birleştirildi ve öl ü ml ü soyu buraya
yerleşti. Öte yandan kemik iliği ise farklı tözlerden
olu şmaktad ır. Tanrı ilk önce ateş, hava, su ve topra ğı
yaratmak için uygun olan en g ü zel üçgenleri ald ı.
Bunlar ı kendi öz t ü rlerinden ay ırd ı ve hepsinden
aynı miktarda alarak bir kar ışı m yarattı, bu kar ışı m-
dan da kemik iliği ortaya çıktı. Bu sayede t ü m öl ü m-
l ü lerin evrensel t özleri olu şmu ştu . Ard ından çeşitli
ruhlar alı p oraya ba ğladı. Bu sı rada kemik iliği b ü t ü-
nü n ü her t ü r ü n alması gereken parça kadar böl ü me
ayı rd ı. Bir başka bölü m ise adeta verimli bir arazi gi-
biydi. Bu kısı mda tanrısal öz yer alacaktı. Bu böl ü m
yuvarlak oldu , kemik iliğinin bu kısmma canl ılar
tam anlamı yla yaratıld ıklar ı zaman onu içine alacak
kabın kafa olması için kafa içi ad ını verdi. Yuvarlak
ve uzun parçalardan olu şan diğer kısımlar ise ruhun
öl ü ml ü kısm ı m kapsayacaktı, bunların hepsine bir-
den kemik iliği denildi. Adeta demir atan gemiler
gibi t ü m ruhlarm ba ğlarım ortaya att ı ve sonra da
hepsini birden kemikle kaplad ığı kemik iliğinin çev-
92
rb» Timaios

resinde bedenimiz ortaya çı kar ı ld ı. Kemiklerin yara-


t ılmasına gelince, öncelikle temiz ve akışkan bir top-
rak ald ı, bunu bir kalburdan geçirerek suyla
kar ış tı rd ı, ard ından kemik ili ğiyle ıslatı p ateşin üzeri-
ne koydu . Sonra da sı rayla önce suya, tekrar ateşe ve
tekrar suya soktu . Bu işlemi birkaç defa tekrarlad ı ve
bu sayede daha dayanı kl ı bir hal kazanmasını sağla-
d ı. Aynı şeyi kullanarak beynin etraf ına kemikten
yapılm ış bir kap geçirdi. Bunu da daha önceden bı-
raktığı dar delikten yaptı. Ard ından boyun ve sı rt
arasında kemik iliğinin yakınlarına omurlar ı koydu , 74
bu sayede beden bir eksen gibi dimdik durabilecekti.
Bunu koruyabilmek adına da oynak eklemler için
kullanılan kapları kapattı. Oynak eklemleri olu ştura-
bilmek için diğer tözden yararland ı. Tabii ki sinirler
ve et de yapıld ı. Çü nkü kemikli öz yapısından öt ü r ü
çok sert ve kuruydu , yine ısınd ığı ya da soğ udu ğ u
zaman içindeki özü n zarar görebileceğini d üşü n ü-
yordu . Tü m bunları uzama ve kısama kabiliyetleri
olan sinirlerle eksenlerin çevresine yerleştirdi ve be-
dene eğilme yeteneğini kazand ı rd ı. Et ise bedeni sı-
cak ve soğuktan koruyabileceği gibi aynı zamanda
kendisine çarpan şeyleri de yumu şataca ğından adeta
bir yastık gibiydi. Öte yandan bedende sıcak bir nem
olması, yazın terlediği zaman ta şmasını ve bedenin
serinlemesini, kışın da içerideki ateş sayesinde soğu -
ğa karşı korunmasını sa ğlayacaktı. Tanrı bize bu şek-
li verirken aynı zamanda su , ateş ve topraktan olu şan
karışımda eksik olan tuzlu mayayı da ekledi. Bu sa-
yede yumu şak ve içinde sıvı bulunan et ortaya çı ka-
rıld ı. Kirişler ise kemik ve mayasız etin karışı mdan
olu şuyordu . Daha kaliteli bir sonuca ulaşmak için
ikisi birbirine karışt ırıld ı ve yeni karışı ma sarı renk
verildi. Bu nedenle de kirişler etlerden daha kuvvetli
93

L
Platon

ve sı kı, kemiklerden daha yumu şak ve güçsü zd ü r.


Kemik ve kemik özlerini sarabilmek için de kirişler
ve etler kullanıld ı. Kemikler kirişlerle birbirlerine
bağlandı ve etlerle kapland ı. Kemiklerin içinde ruh
ne kadar fazlaysa o kemik o kadar ince, ne kadar azsa
o kadar kalın etle sarıld ı. Yine aklın fazla et konulma -
sına gerek yoktur dediği bazı noktalarda beden ra -
hatça hareket edebilsin, hareket zorlu ğu çekerek
a ğı rlaşmasın diye bu eklemlere fazla et koymad ı. Öte
yandan böyle yapılmasının bir başka nedeni de üst
üste gelecek gereğinden fazla etin bedende bü y ü k
a ğı rl ı k yapmasının yanı sı ra duyguları körelterek ak-
im fazla çalışmaması na neden olma ihtimali de olabi-
lirdi. Şöyle söyleyelim: Kalça, uyluk, bacak, kol, ön
75 kol kemikleri ya da eklemsiz olan diğer t ü m kemik-
ler ve kemik iliklerinde fazla ruh yoktur ve bu kısım-
lar ak ı lsız olduklarından fazlasıyla etle doldurul-
mu şlard ı r. Dil gibi kendi başına bir duyu orgam
olmak amacı yla yaratılm ış olanlar d ışında içinde ruh
bulunan diğer kemikler çok daha ince bir ete sahip-
tirler. Zaten zorunlu olarak ortaya çıkan ve tesad üfi
bir şekilde var olan tözler kemiklerde kaim et tabaka-
larının olmasını istemezler, aynı şekilde bu etler kuv-
vetli bir duyarlıl ığı olmasını da tercih etmezler. Eğer
söylediğimizin d ışmda bir durum olsayd ı ve bu özel-
likler bir arada olabilseydi, o zaman diğer kısımlar-
dan daha çok kafanm yapısı daha farklı olurdu . Bu
durumda insan kafasmda et ve kas çok olacak, böyle
bir kafa şimdi kulland ığımız kafadan çok daha bü-
y ü k olacaktı. Aynı şekilde bug ü nk ü kafam ızdan
daha zayıf olurken, acıları da daha az hissedecekti.
Tabii ki bizleri olu şturanlar şu soruyu kendilerine
sordular. Acaba daha uzun boylu fakat daha köt ü bir
yaşam ı olan bir insan mı isterlerdi yoksa daha k ısa
94
Timaios

ama daha iyi bir yaşama sahip olanı mı? En sonunda


kısa ama iyi bir yaşam ın uzun ama köt ü bir yaşama
nazaran herkes için her a çıdan daha iyi oldu ğuna ka-
rar verdiler. Bu nedenle de kafa kısm ında eklem ol-
mad ığı için et ya da kiriş değil incecik bir kemik taba-
kası yerleştirmeyi tercih ettiler. İşte bu nedenle
insanlarm bedeninde var olan kafa, bedenin diğer
kısımlar ına göre çok daha akıllı ve duygulu ama çok
daha zayıft ı r. Tanr ı benzeri bir d üşü nceden hareketle
kafanın hemen alt kısm ına boynun yakınlarına karşı-
lıklı kirişler yerleştirdi. Bu sayede u ç kısımları y ü zü n
alt kısm ına bağlayabilecekti. Diğerlerini ise eklemleri
yanlar ı ndakiler ile ba ğlamak için da ğı ttı. Sı rada a ğız
var: Yaratıcılar ı m ız zorunluluk ve iyilikten öt ü r ü ağ-
zımıza diş, dil ve dudaklar koydular. Yiyeceklerin
girdiği yer zorunluluktan yine sözlerin çıkış noktası
da aym zorunluluktan ö t ü r ü bu şekilde oldu . Bedeni-
miz için a ğızdan giren şeylere, aklımı z için de du -
daklardan çı kan şeye ihtiyacımız vard ı r. Hem de bu
dudaklar ımızdan çı kan sözler d ü nyadaki kaynakla-
r ın en g üzeli ve iyisidir. Öte yandan kemikler içinde-
ki kafa kısm ı sıcak ve soğ uk mevsimlerden etkilenip
duygusuzlaşmaya ve akılsızlaştı rılmaya neden ola-
bilecek bir etle de sarılamı yordu . Etin tözü kuruma-
d ığı için kendi etraf ında kendi bü y ü kl üğü nü geçen
ve kendisinden ba ğı msız bir tabaka ortaya çıktı. Bu
tabakaya deri ad ını veriyoruz. Beyindeki ıslaklıktan
dolayı deri genişledi ve t ü m kafayı kapsar hale geldi.
Kafadaki kemiklerin birleştikleri noktalardan sızan
ıslaklıklar deriyi nemli tutuyordu ve onu d üğü m ya-
parak kafanın ü zerinde kapatı yordu . Ruhtaki hare-
ketler ve yiyecekler her t ü rl ü şekle d ön üşebilen kafa
kemiklerinin birleşme yerlerinin ortaya çıkmasını
sa ğlam ıştır. İ ki neden kendi aralarında ciddi bir m ü-
95
Platon -
Çs»

cadeleye girdikleri zaman kafa kemiklerinde birleş-


me yeri fazlalaşır, m ü cadele zayıflad ığı zaman ke-
miklerin say ısı da d üşer. Tanrı deriyi kafanın her
yanından ateşlerle yakarak böld ü, sonra deri delindi
ve sonra deriyi delip aradaki tü m nemi sızd ı rınca saf
sıcaklık d ışar ı aktı. Derinin kendisini de olu şturan
76 organ sayesinde olu şan şey hareketle beraber yukarı
çı ktı ve adeta bir iğne gibi ince teller halinde d ışarıya
çı kıntı yapt ı. Ancak hareketin a ğı rl ığı nedeniyle etra-
f ındaki havan ın baskısı yla tekrar derinin altına gir-
mek zorunda kald ı. Derinin içinde yer alan sa çların
ortaya çı kış sü reçleri bu şekildedir. Sa çlar ve deri
ayn ı özdendir, tel şeklindedir. Ancak sa çlar deriden
ayr ıl ı p soğ udukları ve bu sayede daha yoğ unla ştı k-
ları zaman, soğ uma etkisiyle ortaya çı kan sı kışma
sert ve yoğ un olur. Tanrı söylediğimiz özellikler sa-
yesinde saçlar ı mızı kapattı. Hem beynimizi korumak
için et yerine saçların kullanı lması daha iyiydi. Bu
nedenle duyumlarım ız zarar göremezdi, aynı za-
manda saçlar bize bir rahatsızlık da vermezdi. Kışın
başı mızı korur, yazın ise bir gölge gibidir. Öte yan-
dan parmaklarım ı zda kiriş, deri ve kemiklerin birleş-
me noktalarmda töz ü n birleşimi her şeyi kapsayan
sert bir deri konumundad ı r. Daha önceden bahsetti-
ğimiz nedenler bu derinin olu şma nedeniydi. Ancak
daha sonradan yaşayacak canlı lar için tamamland ı
ve esas özelliği de bu oldu . Bizleri yaratanlar erkek-
lerden sonra kad ınların ve diğer t ü m hayvanlar ı n
doğaca ğı m biliyorlard ı. Hayvanların çeşitli neden-
lerden dolay ı pençelere gereksinim duyacaklarının
da farkındayd ılar. Bu nedenle insanlara doğ umları
sı rasında tı rnak verildi. Böylece çeşitli organların
u çları nda deriyle sa çlar ve t ı rnaklar olu şturuldu .
Öl ü ml ü lerin organları bir bü t ü n halinde ortaya çıka-
96
r&> Timaios

r ıld ı ktan sonra art ı k canl ılar ateş ve hava içinde ya şa - 77


yacaklard ı. Ateş ve hava insanları eritecekleri sırada
tanr ılar bir çöz ü m buldu . İnsan özü ne benzeyen bir
öz ü farklı şekiller ve duyularla karıştırı p ayrı bir tü r
elde ettiler. Evet, bunlar g ün ü m ü zde tarım yapılır-
ken evcilleş tirilmiş ve yakınımız olan a ğaçlar, bitki-
ler ve tohumlard ı r. Önceleri yabani tü rlerden daha
eski olan ba şka bir şey yoktu . Yaşayan her şeye doğal
olarak canl ı ad ı m vermekteyiz, şu an söz ettiğimiz
tü r ise yani deri ve göbek arasında yer alan t ü r üçü n-
c ü t ü rden bir ruhtur. Bu ruh, sam, akıl ve zek â yla iliş-
T 1

kili değildir. Sadece gü zel ve gü zel olmayan duyum-


lara ya da isteklere sahiptir. Bitkiler edilgendir, kendi
içlerinde, kendi etrafları nda d önerler, d ışarıdaki ha-
reketler, d ışarıdaki hareketlerden etkilenip kendi ha-
reketlerinden yararlanma ya da bunu kavrama gibi I
durumlar söz konusu değildir. Yani bir hayvan gibi
yaşarlar ancak toprağa ba ğı mlı olmalarından öt ü rü
hareketsiz ve kökleşmiş durumdad ı rlar. Bu da kendi
hareketlerini imkâ nsız kılar. Yaratıcıları m ız bu t ü r-
den şeyleri beslenmemiz için ortaya çı kard ılar. Be-
denlerimizde bahçelerde görebileceğimiz t ü rden su
yollan açtılar ve adeta bir nehrin akışı gibi onların
sularla sulanması nı sa ğlad ı lar. Öncelikle derinin ve
etin birleştiği noktada iki gizli yani iki arka kanal or-
taya çı kard ı lar. Bunun nedeni bedenin sa ğ ve sol ol-
mak ü zere iki taraf ı olması yd ı. Ard ı ndan omurga
boyunca aşa ğı ya doğ ru indiler, ama çları doğuran
omuriliğ in çok g üç l ü olması yd ı. Bunu sa ğlayabil-
mek için yukar ıdan a şa ğı ya doğ ru tek bir yoldan
giderek diğer kısı mları aşarak ve her yere aynı şe-
kilde yay ılması n ı sağlayarak yolu arada saklad ılar.
Sonra kafan ın etraf ı ndaki damarları böld ü ler, bir-
birlerine sard ı lar ve kar ışı k bir hale getirdiler. Karı-
97

L
Platon «y

şı k diye nitelendirilmelerinin nedeni birbirlerine zı t


yönlerden geç meleriydi. En sonunda deriyle birlik-
te kafaya ba ğlamak için sa ğ taraftan geleni sola, sol-
dan geleni sağa doğ ru kavisli bir şekilde çevirdiler.
Çü nk ü kafanı n etraf ı nda yukarı kadar çı kan kirişler
yoktu . Hem de sa ğ veya sol taraftan gelen duyum-
lar da bedenin tamam ı taraf ından algılanabiliyordu .
Tanrılar ın bir sonraki işleri sulama konusuydu .
78 Bunu anlayabilmemiz için öncelikle bahsetmemiz
gereken başka bir şey var. K üçü k öğelerden olu şan
şeyler her zaman bü y ü k öğelerden olu şan şeylerin
yerini tutamazlar. Ateş en küçü k öğelere sahip olan
şeydir. Ateşe bu sayede su , hava ve onlar ı olu şturan
öğelerin arasından geçebilir. İçimizde var olan boş-
luk için de aynı durum geçerlidir . Besin maddeleri
d üşt üğü zaman orada kalabilirler fakat hava ve ateş
gibi çok k üçü k öğelere sahip olan şeyler orada kala-
mazlar. Tanr ı da sulamayı damarlar ın içine kadar
göt ü rmek istiyordu , bu nedenle kar ın kısm ımızı kul-
land ı. Hava ve ateşten olu şan bir kafes ortaya çı kar-
d ı. Bu kafeste kiriş yoktu ama iki dişli çatal bi çiminde
olan bir ç ubuk yer ald ı. Ç ubuktan başlay ı p kafes bo-
yunca devam edecek şekilde u çtaki kısı mlara kadar
ulaşan daire şeklinde k üçü k çubukcuklar ekledi. Ka-
fesin iç kısımlar ı ateştendi, çubuklar ve onlar ı kapa-
tan kısımlar da yine ateşten olu şuyordu . Daha sonra
t ü m bunlar ı canlı nın içine koydu . Öncelikle ç ubuk-
cukların oldu ğ u kısım en üstte yer ald ı, iki ç ubuk ol-
du ğu için biri nefes borusu yoluyla ciğere, diğeri ne-
fes borusuna paralel olarak karın kısm ına kadar indi.
Daha sonra ilk ç ubuk iki kısma ayrıld ı ve iki kısım da
burun deliklerinden geçti. Bu sayede a ğızdan geçen
çubuk çalışmad ığı zaman burundan geçen kullanıla-
bilecekti ve böylece damarlar kanla dolacakt ı. Tanrı
98
Timaios

kafes kabı n ı n diğer kısımlar ı n ı bedenimizin boşlu ğu -


nun etraf ına koydu . Bu sayede kafes bazen havadan
yapılm ış ç ubuklardan yavaşça geçebilecek, bazen ise
çubuklar aracılığıyla d ışar ı ya akabilecekti. Bedende
bulunan çok sayıda gözenek ise nefesin girip çı kma-
sını sa ğlayacaktı. İçte havaya sarılı olan ateş bu şekil-
de bedene girip çıkar ve canl ının yaşam ı devam ettiği
sü rece de bu durum geçerli olmaya devam eder. Bu
duruma nefes alıp verme ad ını veriyoruz. Bu şekilde
bedenimiz sulanır ve serinletilir, bedenimizde var
olan ateş girip çı kan nefesi takip eder ve bu hareket-
ler içinde karından geçerek oradaki besinleri eritir,
k üçü k par çalara böler ve içinden geçtiği çubuklarla
onları da yanma göt ü r ü r ve adeta bir pmardan f ışk ı- 79
rır gibi bunları aşa ğıya indirerek bedene yay ılmasın ı
sa ğlar. Sı rada nefes alı p vermenin şimdiki hale nasıl
d ön üşt üğü n ü incelemek var. Şöyle anlatayı m: Hare-
ket eden bir cismin girebileceği bir boşluk yoktur ve
içimizdeki hava da d ışarı çı karılamaz. Havanı n bir
boşlu ğa girmediği ve etraf ındaki havayı da ittiği her-
kesçe bilinen bir şeydir. Hareket ettirilen hava başka
bir havayı da hareket ettirir ve bu şekilde nefes çı kt ı-
ğı yere daire şeklinde geri d öner ve tekrar içeri girer.
Bu durum sü rekli olarak tekrarlanır ve asla buna ara
verilmez. Zaten doğ ada da herhangi bir boşluk yok-
tur. Göğü s ve ciğer kısımlar ı havay ı dışarı çıkara-
mazlar. Bedenin çevresindeki havayla, havanın çev-
resine doğ ru gönderildiğ i gözenekli yapı arasında
gidip gelir. Bu hava bedenden çı ktığı anda burun
deliklerimizden bedene dahil olan havay ı daire şek-
linde iter. Peki, t ü m bunlar neden oluyor ? Her canl ı-
da kan ve damarların oldu ğ u kısı mlar adeta içlerinde
bir ateş varm ışçasma en sıcak yerlerdir. Daha önce-
den merkezde olan kısı m ateşten, diğer kısımlar ise
99
Platon

havadan olu şmaktadır dediğim zaman kafese ben-


zetme nedenimiz de buydu . Bu sıcak kısı mlar kendi-
leriyle aynı özden olan d ış taki ateşe doğru yönelir.
Ön ünde d ışarı ya çıkabilmek için iki yol vard ı r. Ya
bü tün bedeni a şı p geçecek ya da ağız ve burun delik-
leri yolunu kullanacaktı r. Sıcak kısım bir yana doğ ru
hareket etti ği zaman d ış hava daire şeklinde diğer
yöne doğru gider. Bu durumda itilen hava bu kez so-
ğuyacaktı r. Bu sayede sıcakl ı k yer değiştirir ve böyle-
ce de diğer çıkış noktasında bulunan hava daha sıcak
olur. En sı cak hava bu yana doğ ru hareketlenmekte-
dir, ne de olsa kendi öz üne benzer bir öze doğ ru hare-
ketleniyordun Ancak bu durumda da tekrar diğer çı-
kış noktasına yakm olan havay ı daire şeklinde iter.
Hava sü rekli olarak aym hareketlerin etkisi altında
oldu ğundan ve sü rekli olarak aynı hareketleri tekrar-
lad ığı i çin, daire şeklinde sağdan sola ve soldan sa ğa
doğ ru çevrilerek nefes almam ızı sağlar. Yine arkaya
doğ ru itilen şeylerin etkileri, yutma, f ı rlatılma ya da
80 d üşme gibi şeyleri de aynı şekilde gö rmek gerekir.
Sesler de tiz ya da kal ın olmaları fark etmeksizin, ya-
vaş ya da h ı zlı olmalar ı na bak ılmaksı zı n bizde eşit-
siz hareket olu şturuyorsa uyumsuz, eşit hareket
olu şturuyorsa uyumlu olarak isimlendirilirler. H ı z-
l ı sesler de yava şlayarak kendilerine benzeyen ses-
leri bulmak istedikleri zaman, peşlerinden gelen
daha a ğı r sesler onları yakalar ve iter. Bu itme eyle-
mi bir hareket de ğildir. Sadece h ı zl ı ve durmak
ü zere olan seslere uyumlu ve yava ş bir hareketin
ba şlang ı cın ı sunar. Bu sayede de tiz ve kal ı n sesle-
rin birleşiminden tek bir ses çı kar ı rlar. Bu çı kan ses
cahillere sadece zevk verirken, bilgili kimseler ise
sesin öl ü ml ü hareketlerde tanr ısal uyumu işaret et-
ti ğini duyduklar ı ndan y ü ce bir mutluluk duyarlar .
100
ftr Timaios

Suyun akışı, y ı ld ı r ı m, kehribar taşı n ı n, Herakles


ta şı gibi şeylerin ilgi çekici yapısı gibi durumlar ı n
a çı klaması da budur. Bu t ü r şeylerde bir çekim
g ü c ü yoktur ancak bö yle tuhaf olaylar ı n ger çekleş-
me nedenleri herhangi bir boşluk olmaması, cisim -
lerin daire şeklinde birbirlerine çarpmalar ı, yak ı n-
la ş ma ya da uzakla ş malar sı rası nda hepsinin asıl
yerlerini bulmaya çal ışması ya da bunlara benzer
şeylerdir. Eğer doğ ru bir şekilde konuyu incelersek
ula şaca ğı m ı z sonu ç bu olur. Tekrar ö nceki konu -
muz olan nefes almaya geri d önelim . Nefes alma
daha ö nceden a çı klad ığı m ı z bu y öntemle ger çek -
leşmiştir. Yedi ğ imiz şeyleri ateş böler, içimizdeki
nefesle birlikte ayn ı hareketler y ü kselir ve bu y ü k -
selme sı rası nda da karn ı m ı zda par ça par ça edilmiş
yiyecekleri al ı r ve bunlar ı damarlara boşaltarak da -
marlar ı n dolması n ı sa ğlar. B ü t ü n canl ı larda yiye-
cekler söyledi ğ im şekilde dola şı r. Ayn ı öze sahip
olan t özlerden, tanr ı n ı n karn ı m ı z doysun diye ya -
ratt ığı meyvelerden al ı nan ve par ça par ça edilen bu
şeylerin hepsi kar ışı mdan dolay ı farklı farkl ı renk-
lere sahiptir . Ancak h â kim renk k ı rm ı zı d ı r, çü nk ü
k ı rm ı z ı suyu böler ve diğerlerine de ü st ü nd ü r. Bu
nedenle kan ad ı n ı verdiğ imiz bedende akan sı v ı
kı rm ı zı renktedir. Bu kan sayesinde etler, beden bes-
lenir, bedende boşalan yerler bu kanla doldurulur. 81
Evrendeki t ü m canl ıların hareketleri sı rasmda bah -
settiğimiz t ü rden bir tamamlama ya da eksilme du -
rumu gerçekleşir, bu sayede canl ı lar kendi özlerine
dönebilirler. Gerçekten de çevremizdeki öğeler bizi
çözer ve bölerler, her şeye de kendi özlerinden bir
par ça göndermeyi becerirler. Bedenimizin içinde k ü-
çü k parçalara ayrılm ış olan ve kendi başına adeta bir
kök olup t ü m canl ı larda yer alan kan öğelerin hare-
101
Platon

ketini içinde ta şı malıd ır. Bedenin içinde yer alan par-


çalardan her biri kendisine benzeyen parçaya doğ ru
ilerler ve ortaya çı kan boşlu ğu doldurur. Oysa çı kan
parça sayısı giren parça sayısından daha fazlaysa
canl ı zarar görmeye başlar, giren parça sayısı daha
fazla oldu ğu zaman canlı bü y ü r. Bu durumda canl ı-
nın teni genç, kendisini olu şturan üçgenler hen ü z
yepyeniyse, canlı dayanıklıdır. Çünk ü hen ü z kemik
ili ğinden yeni olu şmu ştur ve sü tle besleniyordur, bu
nedenle de üçgenler yumu şak ancak sımsıkı bir şekil-
de birbirlerine ba ğlıd ır. Öte yandan bedene d ışarıdan
yiyecek olarak giren üçgenler kendi öz üçgenlerinden
daha zay ıf ve yaşlıd ır, bunları kendi yeni üçgenleriyle
egemenlik altına alı r ve canlı yı da kendi öğelerine
benzer farklı çok sayıda öğeyle besler. Fakat üçgenle-
rin kökleri çok sayıda d üşmanla yapılan m ü cadelede
zay ıflamaya başlar ve bir yerden sonra başka besleyen
üçgenler bulamaz. Bu durumda da d ışarıdan gelenler
içeridekileri egemenlikleri altına alır. Savaşı kaybeden
canlı güç kaybetmeye başlar, buna da yaşlanma ad ını
vermekteyiz. Bir noktadan sonra kemik iliğinin üç-
genlerini beraber tutan ba ğlar gevşemiştir ve yorgun-
luktan dolayı eskisi kadar dirençli olamazlar, ruhun
bağları da gevşer. Sonu çta kendisi yapışma uygun
olarak mutlu bir şekilde kopar gider, ne de olsa doğa-
ya uygun olan şeyler insana zevk verirken, uygun ol-
mayanlar da acı vermektedir. Bu nedenle bir hastalık
ya da yaradan kaynaklanan öl üm daha kötü ve aciliy-
ken, yaşlılıktan kaynaklanan, doğanın zamanında
dediğ i öl ü m daha az acı verir ve daha çok mutlulukla
beraber gelir. Herkes hastal ı klar ın kayna ğım tahmin
82 edebilir. Bedendeki öğeler toprak, ateş, hava ve su -
dur. Eğer bu öğeler doğaya uygun olmayan bir şekil-
de olması gerekenden eksik ya da fazlaysa, kendile-
102
rt>• Timaios

riyle ilgili yerlerden geçiyorlarsa, ateşle ilgili çok


sayıda öğe oldu ğu için herhangi biri kendine uygun
olmayan bir şeyi alı rsa ya da bir kaza yaşanı rsa bu
durumda hastalı klar olur. Eğer bir öğe doğaya uy-
gun olmayan bir şekilde özelliklerini ya da bulundu -
ğ u yeri değiştirirse daha önceden soğ uk olan yerler
sıcak, nemli olan kısımlar kuru , hafif ya da a ğı r olan-
lar bunun zı tt ı olur ve her a çıdan değişikliğe u ğ rar-
lar. Bir nesne aynı t ü rden bir nesneyle uygun şekilde
birleşir ya da ondan ayrılı rsa aynı kalmayı başarabi-
lir ve bu sayede sa ğlı klı olur. Bir nesne bir ba şka nes-
neyle birleşir ya da ondan ayrıl ı rken bir kurala uy-
mam ış olursa bu durumda ortaya çıkan karma şa
çeşitli hastalı klara, sorunlara ya da farklı sı kıntılara
yol açacaktı r. Eğer doğa ikinci t ü rden birleşimler olu ş-
turuyorsa o halde konuyu anlamak isteyenlerin öğ-
renmeleri gereken ikinci tü rden hastalı klar da var de-
mektir. Kemik iliği, kemik, et, kiriş ve daha önceden
söz ettiğimiz öğelerden meydana gelir. Kan şeklen
farklı olsa da yine aynı öğelerden olu şmu ştur. Bu du -
rumda hastalı kların nedeni genelde söylediğimiz şey-
lerdir ancak en kötü hastalıkların nedeni ise birleşim-
lerin doğaya uygun olmayan şekilde bozulmalarıd ır.
Eğer doğaya uygun olursa et ve kiriş kandan doğar,
kirişler liflere benzerler ve etler de liften ayrıld ığı za-
man kanı n pı htı laşmasıyla olu şurlar. Kiriş ve etler eti
birleş tirmeye ve aynı zamanda kemik ili ğini koruma-
ya yarayacak olan ya ğlı ve yapıştı rıcı maddeyi ü retir.
En temiz ve gü zel üçgenlerin t ü r ü kemiklerin kal ı nl ı-
ğından sızar ve kemik iliğini ıslatmak amacı yla oraya
damlamaya başlar. İşler söylediğimiz şekilde ilerler-
se bir sorun yok demektir, olmazsa hastal ı k doğar.
Eğer et bozulursa ve bozuk şeyleri damarlara yollar-
sa, damarlar da kanla dolar. Tabii ki bu kan havayla
103
Platon

kar ışm ış, rengi farkl ı, acı ya da ekşi ya da tuzlu olabi-


lir. Kanla beraber safra parçaları, kan suyu ya da bal-
gamlar da gelir. Doğaya uygun olmadan ortaya çı k-
83 m ış ve zarar gö rm üş t ü m bu şeyler kam zehirlerler
ve sonra da bedene hiçbir yiyecek girmeden, doğal
hareketleri korumadan damarlar arası nda dolaşma-
ya devam ederler. T ü m bu salgı lar birbirlerine d üş-
mand ır, birbirlerinden zevk duymad ıkları gibi bede-
nin temel uzuvları yla da sava şmaya ba şlarlar.
Organlara zarar verirler, onları çü r ü t ü rler. Eğer zarar
gö ren kısım etin eski kısı mları ysa bu durumda bu kı-
sı mlar daha geç zarar gör ü rler, bu nedenle uzun sü re
boyunca yanmaya devam ederler ve kararırlar. Her
taraftan kendisine zarar veren şeylerden dolay ı git-
tikçe daha köt ü hale geldiklerinden bedende zarar
görmemiş böl ü mlere de sıçrar ve bazen de bu siyah-
laşma, acı töz ü n bü y ü k zarar görmesi halinde bera-
berinde bir ekşilik de getirir. Bazen ise acı töz kı rm ı-
zılaşır ve yeşille karışarak siyaha çalan bir renge
d ön üşebilir. Sonra da taze et ateşin etkisiyle erir ve
sar ı renk ve acı l ı k birbirlerine kar ışı r. Hepsine birden
öd deriz. Bu ismi ya hekimler verdiler ya da tek ba-
kış ta birbirlerine hiç benzemeyen bazı olayların özle-
rini anlayabilen ve kendilerinde aynı olup sadece tek
bir isimlendirmeye uygun gör ü len bir özü fark eden
biri vermiştir. Öd renklerine göre ikiye ayrılmakta-
d ı r. Kandan kaynaklanır ve tatlıd ır. Siyah ve ekşi öd -
den gelen sıcaklı kla beraber tuzlu bir şeyle karşılaşı r-
sa acı laşır ve ekşinin ismini alır. Taze ve yumu şak bir
et havadan ald ığı zararla başka bir şeye dönüşü r,
kendileri çok k üçü k oldukları ndan dolayı tek başla-
r ına gö r ü lemezler ancak bir araya geldikleri zaman
fark edilebilirler ve kö pü klenmeleri sayesinde bir
renk elde ederler. Bunlar sonu çta gözle gör ü l ü r bir
104
rtr Timaios

yapı ya bü r ün ü rler. Yumu şak et ve hava birleşimden


doğan şeye beyaz sü m ü k denir. Bu yeni sü m ü kten
ter, gözyaşı ya da bedenin temizlenmesine neden
olan diğer salg ı lar ortaya çı kar. Doğa, kan ı n yiyecek-
lerle dolmasını ister ancak bu gerçekleşmez ve daha
farklı şekilde dolarsa bu t ü rden balgamlar hastalı kla-
ra neden olur. Etler hastal ı k nedeniyle zarar görseler
de hastalı k belli bir oranda hissedilir çünk ü tedavi
olabilecek durumdad ılar. Ancak ne zaman ki eti ve
kemikleri birbirlerine ba ğlayan şey hastalanı r, bu ne- 84
denle kemik liflerden ve kirişlerden ayr ı l ı p beslene-
mezse ete olan bağl ı lı k ortadan kalkar. Bu durumda
artık ya ğlı ya da yapışkan değildir, iyi beslenemediği
için kurumu ş, tuzlanm ış ve p ü r ü zl ü bir hale d ön üş-
m üşt ü r. Bundan sonra çeşitli değişiklikler meydana
gelir, k üçü k parçalara böl ü n ü r, kemiklerden ayr ılı p
kirişlerin altına geçer, etler bağlı oldukları kökten ko-
pup kana kar ışı rlar. Ancak kana karışı rken çı plak ve
tuzlu durumda olup daha önceden bahsettiğimiz bu
hastalı klar ı şiddetlendirirler. Bedendeki hastalı klar
ne kadar ciddi olursa olsun ondan daha önce ortaya
çı kan hastalı klar daha da önemlidir. Ne zaman ki et
yoğ unlaşır ve kemik nefes alamaz hale gelir, ne za-
man ki k üflenir ve soğ ur, ne zaman ki yiyecekleri içi-
ne alması gerekirken kendisi bu besinlerin i çinde
kaybolursa işte o zaman etler kana karışarak daha
önceden bahsettiğ imiz t ü m bu hastalıkları azd ı r ı r.
Daha köt ü olanı da var, kemik iliği töz ü n ü n gereğin-
den fazla ya da eksik beslenmesi. Bu , en köt ü ve kor-
kunç şekilde öl ü m ü getiren hastalıktır, çü nk ü bu has-
talıkta bedenin töz ü ters yönde akacakt ı r . Üçü ncü
hastalığın üç nedeni olabilir. Hava, sü m ü k ve öd .
Ciğer bedende havay ı da ğı tan k ısı md ı r, bazen sü-
m ü k ya da ona benzer şeyler ciğ eri t ı kar, bu nedenle
105
Platon «y

hava geçemez, bazı kısı mlara ise olması gerekenden


daha fazla hava gider. Sonu çta hava alamayan kı-
sımlar zarar gö r ü r, damarlara hava dolar ve onlara
zarar verir, sonra da bu hava bedenin ortasında de-
rinin oldu ğ u yerde toplanır. Sonu ç terlemeyle ve
b ü y ü k acılarla gelen bir hastalıktır. Bedenin i çinde-
ki et zarar görmeye başlam ış t ır ve hava alı yordur ve
ayn ı hava çıkamad ığı zaman d ışar ıdan gelen hava-
nınkine benzer bir etkiye yol açar. Ac ı nı n artma ne-
deni havanın kirişler ve k üçü k damarların çevresini
şişirmesi, kasları ve ona ba ğ l ı kirişleri zı t yönde
bozmasıd ır. Bu t ü rden hastal ı klara tetanos ve opist-
hanos ad ı verilmektedir. Tedavi edilmesi zor olan
bu hastal ıklar çoğ u zaman ateşin çı kmasıyla geçer-
ler. Kabarcı kları n havası içeride kalı rsa beyaz sü -
85 m ü k tehlikeli olur. Ancak d ışar ı çı kma imkâ m bulu -
yorsa ondan bir zarar gelmez, sadece bedende beyaz
lekelere neden olur ya da bu tü r şeyler olur. Siyah
ödle karışı r ve akıldaki harekete karışarak sorun ya-
ratır. Uyurken oldu ğ u sü rece bundan da zarar gel-
mez ama uyanı kken olursa sorun yaratabilir. Bu has-
talı k kutsal t özden kaynakland ığı için kutsal hastalık
ad ım taşımaktad ır. Ekşi ve tuzlu sü m ü kten nezle vb.
hastal ı k meydana gelir, bunlar da akıntının geldiği
yerlere göre farklı farkl ı isimler alırlar. Bedendeki
yanmalara ve ateşlere neden olduklar ı i çin bu isimle-
ri alm ışlard ı r ve hastalığı n nedeni ödd ü r. Öd, d ışarı-
ya çıkmak için bir yol bulur ve onun hareketi beden-
de urlara neden olur. Eğer bedenden d ışarı çıkamazsa
çeşitli ateşli hastal ı klara yol açar. Bu t ü r hastal ıklar
arasında en tehlikeli olanı öd ü n temiz kana karışması
ve liflere zarar vermesidir. Lifler kanın arasmda yer
alı rlar ve sulu ve katı kısım arasmda bir uyum sa ğlar-
lar. Kan hem sıcak oldu ğunda sulanarak gözeneği
106
rtr Timaios

çok olan bedenlerden çıkamaz hem de damarların


arasında gezmek için çok yoğun ve a ğı r hareketlere
sahip değildir. Bunu sağlayan da yapısı gereği lifler-
dir. Kan soğ usa bile tekrar akmasını sa ğlamak için
lifleri birbirlerine yaklaştı rmak kafidir. Oysa lifleri
yakıştı rmazsanız soğ u ğ un da etkisiyle pıhtı laşma
gerçekleşir. Evet, kanda liflerin görevleri bunlard ı r.
Öd, zamanla etten kan haline d ön üşü r, bu kan nemli,
sıcak ya da başka şekilde problemli olsa da bu ger-
çekleşir. Bu kez öd liflerin etkisiyle pıhtılaşı r, soğ ur
ve söner, sonu ç içimizde ortaya çıkan titreme ve so-
ğumad ı r. Kana daha fazla karıştığı zaman ise kendi
sıcaklığı sayesinde lifleri denetimine alı r, içlerinde
bir karmaşa yaratır, eğer denetimi çok daha uzun
sü re devam edecek kadar g üçl ü yse, bu durumda ke-
mik iliğine girer ve yakar. Sanki bir geminin halatla-
rının çözü lmesi gibi ruhu ba ğlayan ba ğlar ı çözer ve
serbestleştirir. Tam tersi olur ve kandaki öd miktarı
az olursa ve beden direnirse o zaman da kendisi de-
netim altında olacaktır. Bu durumda bedene yay ıla-
bilir ya da göğsün ve kamı n altma doğru itilir, bura-
da sü rg üne gönderilmiş bir kimse gibi bedenden
çı kı p gider. Bu durumda ishal, dizanteri ya da bu
t ü rden bir hastal ığı ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle 86
beden hastalı klar ı nın ana nedeni ateş tir. Ateşin varlı-
ğı çeşitli yanmalara ve nöbetlere yola a çar. Yine gere-
ğinden fazla hava her gü n nöbet geçirmemize, gere -
ğinden fazla su üç gü nde bir nöbet geçirmemize yol
a çabilir. Çünk ü su , hava ve ateşten daha yavaş tır.
Toprak ise t ü m bunların hepsinden daha yavaştı r, bu
nedenle de temizlenmek i çin d ört katı zamana ihti-
yaç duyar, bu da d ört günde bir gelen nöbetlere yol
a çması anlam ına gelecektir. T ü m bu nöbetler öyle
kolayca atlatılacak tü rden şeyler değ ildir. Beden has-
107
Platon

talıklarımn nedenleri bunlar . Sı rada bedenimizdeki


ortaya çıkış sı ralarma göre ruhumuzdaki hastalıklara
bakmak var. Ruh hastalıklarının en önemlisi geri
zek â lılı ktır. Geri zekâ lılı k ya delilikten ya da bilgisiz-
likten ortaya çı kar. Bu nedenle bunlardan birine ne-
den olan şeye hastalık demek ve gereğinden fazla
hazzın ya da acımn ruhun karşılaşabileceği en bü y ü k
hastalık oldu ğ unu söylememiz gerekir. Eğer bir in-
san çok mutluysa ya da çok ü zg ünse zevk duymayı
ya da acı çekmeyi bırakmak için gereğinden fazla
çaba gösterebilir, bu durumda herhangi şeyi doğ ru
duyma ya da görme imkâ m bulamaz. Onun durumu
art ık bir deliye benzemektedir, aklını toplayamaz.
Yine insanda gereğinden fazla miktarda sperm var-
sa, ortaya çı kacak istekler neticesinde son derece faz-
la zevk ya da acı duymasına yol açabilir. Bu t ü r in-
sanlar zamanları nın çoğunu gereğinden fazla
duydukları zevk ya da acılar nedeniyle delirmiş gibi
geçirir. Aslı nda ruhun hastalığının nedeni bedenin
kendisidir. İnsanlar ona hasta biriymiş gibi değil ah-
laksız biriymiş gibi bakarlar. Oysa aşı r ı derecede cin-
sel istekte bulunmanın nedeni bir ruh hastalığıd ır.
Bu hastalık kemiklerdeki gö zeneklerin fazla olmasın-
dan ve gözeneklerde bedeni nemlendiren bir töz ü n
varlığından kaynaklanır. Bazen haz konusundaki
aşırı istek insan bilerek köt ül ü k yapıyormu ş gibi al-
gılanır, oysa hiç kimse bilerek köt ü l ü k yapmaz. K ö-
t ü lerin köt ü olma nedenleri bedenlerinin köt ü yara-
tılması ve kö t ü eğitim almalarıd ır. Bu t ü r şeyler
herkes için zorlayacıd ır ve isteğimizin d ışmda ger-
çekleşir. Acılar konusunda da aynı durum geçerlidir,
ruhun çektiği bü y ü k acıların nedeni bedendir. Örne-
87 ğin sü m üğü d üşü nelim, bu sü m ü k ekşi, tuzlu ya da
acı olabilir, hatta safrayla birlikte gelebilir, bedende
108
Timaios

dolanı p d ışarıya çıkabilecek bir delik bulamayı nca


içeride kapalı kalır. Bu durumda onun buhar ı ruhun
hareketleriyle kendisini birleş tirir ve ruhta bazı has-
talı klar ın ortaya çıkmasına neden olur. Bu hastalı klar
bazen çok şiddetli, bazen daha az şiddetli, bazen
uzun sü reli bazen ise kısa sü reli olabilir. Daha sonra
ruhun oldu ğ u yerin köşesine doğ ru kendisi için bir
yol bulur ve nereden harekete geçiyorsa ona uygun
bir şekilde korkaklık, öfke, yorgunluk, uyu şukluk,
sald ı rganlık ve buna ba ğlı şeylere yol a çar. Ayrıca
doğu ş tan gelen bazı köt ü l ü klerle ya da kentlerde ya
da kalabal ı k yerlerde duyulan bazı kö t ü sö zlerin et-
kisiyle çocuklu ğumuzdan itibaren doğamızda-ki kötü-
l üğü yenmeye yönelik hamleler yapmadıysak, içimiz-
de var olan kötül ükler kendilerinden kaynaklanmayan
nedenlerden dolayı iyice artar. Bu durumun nedeni
çocuklarda değil ebevyenlerdedir, öğrencilerde değil
öğ retmenlerdedir. Öte yandan insan her zaman elin-
den geldiğince köt ül ü klerden uzak durmal ı ve er-
demli bir ya şam sü rmeye çal ışmal ıd ı r. Eğitimini de
buna gö re ayarlamalıd ı r, neyse bu farklı bir konu .
Şimdi konu şmam ız gereken şey, beden ve ruh sa ğl ı-
ğı m ızı nası l kontrol etmemiz ve korumam ız gerekti-
ği. Çünk ü köt ül ü klerden konu şmak yerine iyilikler-
den konu şmak çok daha sağlı klı gör ü n ü yor. İ yi olan
her şey güzeldir ve g üzel olan da orant ısız değildir.
Yani bu durumda bir canlını n g üzel olabilmesi ancak
orantılı olabilmesi halinde gerçekleşir. Fakat bizler
k üçü k şeylerde orantılar ı gör ü p değerlendirebilsek
bile, aynı şeyi bü y ü k şeyler için uygulamasını bece-
remiyoruz. En önemli orant ılar sa ğlık ve hastalık, iyi-
lik ve köt ül ü k ya da ruh ve beden arası ndaki orantı-
lard ır. Ancak bizim dikkat ettiğimiz şey bu değildir.
Her a çıdan g üçl ü ve b ü y ü k bir ruhun çok g üçs ü z
109
Platon «y

bir bedende olmasın ı n ya da tam tersinin yaşanma -


sı nın bir orant ısızlı k oldu ğ unu d üşü nmeyiz ancak
orant ı di ğ er her konudan çok daha önemlidir. E ğer
orant ıl ı olan ve orantı y ı g örmesini bilen insanlar
varsa, bu insanlar i çin en g ü zel ve en hoş şey bu -
dur. Bir bedende bacaklar gereğinden fazla uzun
olsalar, herhangi ba şka bir uzuv orant ısız olsa sa-
dece beden çirkindir diyemeyiz, aynı zamanda
uzuvlar farklı bir işleve sahiplerse beden gereğ in-
den fazla yorulacaktır, bundan dolay ı hareketi d ü -
zensizleşir, olması gerekti ği gibi hareket edemez ve
sonu ç ta epeyce acı duyar. Canl ı oldu ğ unu sö yledi-
ğimiz ruh ve beden arası ndaki orant ı konusunda
sözlerimiz doğ ru . Eğer bir canlıda ruh bedenden
88 çok daha güçl ü yse ve karmaşa içinde kalıyorsa bede-
ni rahatsız edecektir ve ona çeşitli hastalı klar getire-
cektir. Tamamen kendisini araştırmalara adarsa da
ona zarar verir, diğerlerine bir şeyler öğ retmeye ça-
lışsa, yani özel veya genel toplant ılarda önemli tartış-
malara girişse bu tartışmalar sonucunda da zarar gö-
rü r ve çeşitli hastalıklara yakalanır. Hekimler bu
hastalıklar konusunda yan ılı rlar, onlarm farklı ne-
denleri oldu ğuna inanırlar ve bu nedenler hatalıd ır.
Öte yandan beden zay ıf ve küçü k bir ruhla birleşirse
insanda g üçl ü böl ü m zayıf böl ü me üstün gelecektir.
Bu bölü mlerden biri yiyeceklerle ilgili olan beden,
diğeri bilgilerle ilgili olan ruhtur ve bu kısım tanrısal
olan kısı md ı r. Üst ün gelen kısı m kendi alamm geniş-
letir, ruh bu noktada zayıf oldu ğ u için, öğrenme zor-
lu ğu çekip öğ rendiklerini kolayca unuttu ğ undan iyi-
ce zay ıflar ve en kötü hastalık olan bilgisizliğe
yakalanır. Bu hastalı kların sadece bir çaresi vard ır, o
da ruhu ve bedeni birbirlerinden ba ğımsız hareket
ettirmemektir, ikisini birbirlerine karşı korursak ve
110
Timaios

dengelerini sağlarsak sa ğlı klı da oluruz. Bu durum-


da matematik ya da buna benzer işlerle ilgilenenler
yani akı llar ım kullanarak bir şeyler yapanlar beden-
lerini de kullanmalı d ı rlar, m ü zik ve felsefeyle ilgile-
nerek ruhlar ını da kullanmalılar. Ancak bu şekilde
hareket ederek hem beden hem de ruh bakımından
iyi ve g üzel olmay ı becerebilirler. Beden ve ruhtaki
böl ü mlerin de aynı şekilde evrenin biçimine uygun
hareket etmeleri gerekir. Bir beden içeri giren nesne-
ler sayesinde daha sıcak ya da soğ uk hale gelebildi-
ğinde ya da d ışar ıdaki nesneleri aynı şekilde daha
sıcak ya da soğ uk hale getirilebildiğ inde yani bu ikili
hareket neticesinde ortaya çı kan değişikliklerle din-
lenen bir beden tamam ıyla hareketlerin peşinden gi-
derse hastalanır ve zarar görü r. Ancak evrenin besle-
yicisi annesi gibi olanı taklit edip bedeni uzun sü reli
bir şekilde dinlenmeye bırakmazsa, her zaman hare-
ket halinde tutarsa ve daima çeşitli noktalarda hare-
ketler yaratı p içeriden ve d ışarıdan gelebilecek hare-
ketlere karşı onun yapışı m korursa ve uygun şekilde
onu hareket ettirerek serbest dolanan duyumlar ve
bedenin uzuvlar ı arasmda bir uyum sa ğlarsa - zaten
bundan daha önce evren konusunda bahsetmiştik,
ona uygun bir benzerlik- iki d üşmanın bedende bir
araya gelmelerini ve savaşmalarım engelleriz. Bu sa-
yede dost olanları bir araya getirmişizdir ve bedeni
onların beslemesine izin veriyoruzdur. En güzel ey-
lem bir bedenin kendi içindeki hareketidir. Çü nk ü 89
böylesine bir hareket akim evrenin hareketine en uy-
gun olan hareketidir. Başka bir şeyden kaynaklanan
bir hareket bu kadar iyi olamaz ancak bir d ış neden-
den kaynaklanan ve dinlenen bir bedeni kısmen ha-
reket ettiren hareket en kötüsü d ü r. Bu nedenle de
bedeni temizlemek ve onu daha iyi hissettirmek için
111
Platon

yapılacak en iyi eylem beden eğitimidir. Gemi ya da


buna benzer bir taşı ttayken bedeni hiç yormayan bir
sallant ı vard ı r. Bu da ikinci sı rada yer alı r. Bir ba şka
hareket asl ında çok zor durumda kalmadığım ız za-
man kullanmad ığı m ız ve zaten kullanmamam ız ge-
reken ila çlardır. Bu ila çlar da aslında bir beden te-
mizliği yaparlar. Öte yandan ortada hastalık yokken
ilaçlarla bu t ü rden bir temizliğe girişilmemelidir.
Hastalıklar ın özleri canlılar ın özlerine benzer. T ü m
canlılar ortalama belli bir yaşam sü resine sahiptir, el-
bette ki kaza vb. durumları kastetmiyorum. Ancak
doğan tüm canlılar belli bir yaşam sü resiyle doğar-
lar, doğumu sı rasındaki üçgenler belirli bir yaşam
sü resine katlanabilecek kadar esnerler. Bu zaman
dolduktan sonra herhangi bir insanın yaşam sü resini
uzatma şansı yoktur. Hastalı klar için de aynı durum
geçerlidir, etkilerini tam olarak göstermeden ilaç alı-
nı r ve hafifletilirlerse k üçü k hastal ıklar b ü yü r ve sa-
yıları artar. Bundan dolayı her hastal ığa kendisine
uygun şekilde yaklaşılmalıd ı r. Bazı hastalı klar ila ç
al ınarak daha da şiddetlendirilmemelidir. Canl ı ya,
bedenine, aklı na uygun bir yaşam sü rmesi için bede-
nini nası l yönetmesi gerektiği ve onun da kendisini
y önetmesini nası l kabul etmesi gerektiği hakk ında
sadece bunlar ı söyleyeceğim. Fakat diğerlerinden
daha acil olan bir şey varsa o da yönetmek için yara -
tılm ış k ısmm m ü mk ü n oldu ğ unca daha g ü zel bir
hale getirilmesidir. Bunun için elimizden geleni yap-
malıy ız. Belki de tü m bu konuların ayr ıntılı bir şekil-
de incelenmesi apayr ı bir konu olabilir fakat daha
önceden söylediklerimize uygun bir biçimde bu ko-
nudaki fikirlerimizi ifade etmek asl ı nda konudan
uzaklaştığım ı z anlam ı na da gelmeyecektir. Daha ön -
ceden ayrı yerlere konulmu ş üç ayrı ruh oldu ğ undan
112
Timaios

ve her birinin hareketlerinin birbirinden farklı oldu -


ğ undan defalarca bahsetmiştik. Şimdi bir kez daha
özetle söylemek gerekirse bu ruhlardan herhangi biri
kendi ü zerine d üşen gö revi yapmazsa ve bu nedenle
olması gereken hareketi sa ğlayamazsa doğal olarak
zayıflar ve ü zerine d üşeni yapan kısım da güçlenir.
Bunun için hareketlerin birbirlerine uygun olması en
önemli noktad ır. Bizim ü zerimizde en fazla etkili şey 90
olan ruhu ise tanrı bize özel bir hak gibi sunmu ştur,
daha önceden bedenimizin ü zerinde birleştiğini söy-
lediğimiz yery ü zü nden göky ü z ü ne y ü kselmemizi
sa ğlayan ilkedir. Çü nk ü bizlerin göky ü zü nden geldi -
ğimiz kesindir, topraktan değil. Tanrı hem kafam ızı
hem de ruhumuzu ruhu olu ş turdu ğu yere koydu ve
bu sayede bizi göky ü z ü ne doğru y ü kseltti. İşte bu
nedenle insanlar kendi arzularına ya da isteklerine
kapılı rlar, eğer sadece bunları gidermeye yönelik ha-
reket etseler d üşünceleri de kendileri de öl ü mlü olur,
ellerinde öl ü mlü lere ait olandan başka bir şey kal-
maz. Çü nk ü sadece buna yönelik çalışm ış olacaktı r.
Ancak insan kendisini bilgiye verirse ve bu yön ü n ü
geliştirmeye çalışı rsa işte o zaman kendisinden çok
daha y ü ksek şeyleri d üşü nerek ger çeğe ulaşabilir, bu
durumda insan ne kadar öl ü msüz olabiliyorsa, ne
kadar buna ulaşabiliyorsa kendisinin de o kadar
ulaşma şansı vard ır. İnsan kendi içindeki bu y ü ksek
kısmı korudu ğu oranda, onu her zaman iyileştirme-
ye çalıştığı oranda bü y ü k bir mutluluk elde edecek-
tir. Bir şeyi dikkatli bir şekilde koruyabilmenin tek
yöntemi uygun besin vermek ve davranışta bulun-
maktı r. İçimizde bulunan ve yukarı ya yakın böl ü m-
lere yakın kısı mların hareketleri evrenin d üşü nceleri
ve daire şeklindeki hareketleri gibidir. Herkesin
buna uygun hareket etmesi gerekir ve bizde d ü zen-
113
Platon ^
siz olarak ortaya çıkan olayla ilgili hareketler buna
uygun hale getirilmelidir. Bunu becerebilmek için
evrenin ve hareketlerin uyumunu kavramak, d üşü-
nen kısm ın d üşü nd üğü şeye yani öz ü ne benzetmeye
çalışmamız gerekir. Tanrıların insanlara sundukları
bu g ü zel yaşam hem gü nü m ü zde hem de gelecekte
ancak bu şekildeki davranışlarla daha iyi hale d ön ü-
şebilir. Başlang ıçta söylediğimiz şekilde evrenin in-
sanların yarat ılmasına kadar olan durumunu konu ş-
ma işini neredeyse tamamlad ı k. Şimdi fazla da söz ü
uzatmam ızın m ü mkü n olmad ığı bir noktada diğer
canlıların nasıl ortaya çı ktı klarına bakalım. Böylece
bir eksi ğimiz kalmam ış olur. D ünyaya gelen insan-
91 lardan k öt ü l ü k yapanlar ya da korkak olanlar ikinci
doğu şlar ında kad ı n oldular. Tanr ılar da bundan do-
layı cinsel istek duymam ızı sa ğlad ılar, kad ı nlar ve
erkeklerdeki yapı birbirinden farklıd ır. Bunu şöyle
anlatay ım: içecekler ciğerleri geçtikten sonra hava-
nın etkisiyle d ışar ı çı kmak için böbreklerin altına
doğ ru gider. Tanr ılar tam da bu yolun başında bo-
yundan bele kadar inen koyu renkli kemiğin ü zerin-
de yani daha önceden tohum ad ı verilen kemikte bir
delik a ç t ılar. Bu kısmın canlı olması ve ortada da bir
yol olması sayesinde d ışarı çı kma isteğ i epeyce güç-
lenmiş oldu . İş te çocuk doğurma isteğinin nedeni de
bu yolun varlığıd ı r. Sonu ç olarak erkek ü reme organ-
ları akılsız bir hayvan gibidir, bencil ve egemen ol-
mak ister. Sü rekli olarak, bitip t ü kenmez arzuların
peşinden gider ve egemenliğini güçlendirmek ister.
Benzeri nedenler kad ın rahminde çocuk yapma iste-
ğini ortaya çıkar ı r. Çocuk yapmak için uygun zama-
nın geçmesi ve kad ının çocuk yapmam ış olması onun
aşı rı derede sinirli olmasına neden olur, bedeninin
her taraf ını dolaşan ve nefes bile alması na engel olan
114
* Timaios
fi

b ü y ü k acı lar çekmesine, çeşitli hastal ı klara kapı l -


ması na neden olan bir durumla karşı la şı r. Ne za-
man ki iki t ü r bir araya gelirler ve a ğa çta oldu ğ u
gibi burada da bir meyve ortaya çı karsa, erkek ne
zaman ki g ö zle g ö r ü lemeyecek kadar k üçü k canl ı la -
rı kad ının rahmine serperse bu huzursuzluk sona
erer. Ard ı ndan canl ılarda çeşitli t ü rler ortaya çı kar,
rahimde beslenirler ve en sonunda da d ü nyaya ge-
lerek olu şum sü reci tamamlanı r. Kad ı nlar ı n ve di-
ğer hayvanlar ın dişilerinin özellikleri bu şekildedir .
Ku şlar, yani sa çı yerine t ü yleri olan ku şlar i çlerinde
herhangi bir köt ü l ü k beslemeyen, hafif, göky üzün-
de yaşayan ama safl ı klar ı ndan dolayı gözleriyle gö-
rebildikleri canl ılar ı n en iyisi olarak insanlar ı g ören
şekil değiş tirmiş insanlard ı r. Karadaki en vahşi
hayvanlar akı llarında olu şan hareketi kullanması n ı
bilmeyen, sadece içlerinde yer alan ruhlar ı ndan ya-
rarlanamad ı klar ı için felsefeye ya da göky ü z ü ndeki
nesnelere asla dikkat etmeyenlerdir . Bu ö yle bir
alışkanl ı kt ı r ki bundan dolay ı öndeki organlar ı, ka -
falar ı hep yak ı n olduklar ı topra ğa doğ ru eğ imlidir.
Kafataslan uzam ışt ı r, tembel olmalar ı ruhlar ı ndaki
hareketi bozdu ğ u için farkl ı farkl ı şekiller alm ışlar-
d ı r. Dört ya da daha fazla ayakları olmasının nedeni
de tanrını n en aptal olanlar topra ğa daha da ba ğlan- 92
sı n diye kendilerine çok say ıda ayak vermesi nede-
niyledir. Daha da aptalları vard ı r, bunlar da ayaklar
da işe yaramaz ve bedenleri topra ğa yapışıkt ı r . Evet,
tanrı bunları toprakta sü r ü n ü r şekilde yaratm ışt ı r.
Suda yaşayanlar ise en aptal ve en bilgisiz insanlar -
dan olu şmaktad ı r. Tanrı kendilerine bu şekli verir-
ken nefes almalar ına bile izin vermemiştir çü nk ü
daha önceki kö t ü l ü kleri nedeniyle ruhlar ı g ü nahlarla
doludur. Daha hafif ve temiz olan hava yerine suyun
115
Platon

içinde kalmalar ı ve derin ve pis suda nefes almalar ı


tercih edilmiştir. Bal ı kların ve sudaki diğer kabuklu -
lar ın ortaya çıkış şekilleri böyledir. Bilgisizlikleri son
derece çok oldu ğ undan suyun en dibine atıld ı lar. Bu
sayede o g ünlerden g ünü m ü ze dek canl ılar kendi
akı ll ı l ı klarına ya da aptall ı klarına göre birbirlerinin
yerine geçmektedirler ya da yer değiştirmektedirler.
Evrenle ilgili söyleyeceklerim burada sona eriyor .
Tü m ölüml üler ya da öl ümsüzler bu evrendedir. Ev-
ren bu şekilde doldurulduktan sonra gözle gör ü lebi-
len bü tün canlıları kendisinden toplayan bir canl ı,
kavranabilen tanrı örneğine göre kurulmu ş bir evren
haline dönüştükten sonra çok b üy ük, çok iyi ve muh-
teşem olan bu d ü nya ortaya çıktı. D ünya kendi soyu -
nun tek ve muhteşem gökyüz ü d ü r.

116

i
KAYNAK ÇA

Anderson, H., The Argument of Plato, London, 1935.


Annas, ]., An Introduction to Plato' s Republic, Clarendon Press,
Oxford, 1988.
Aristoteles, Metafizik ( çev. A . Arslan ), Sosyal Yay ınlar ı, İstanbul,
1996.
Arthur, A. W . H., Merit and Responsibility: A Study in Greek Values ,
Chicago, 1975.
Baldvvin, C. S., Ancient Rhetoric and Poetic, Macmillan, New York,
1924.
Barker, E., Greek Political Theory, Methuen, London, 1964.
Barnes, J., The Presocratic Philosophers , Routledge and Kegan Paul,
London, 1982.
Bluck, R. S., Plato' s Life and Thought , London, 1949.
Brandvvood , L., A Word Index to Plato, Leeds, 1976.
Brandvvood, L., The chronology of Plato' s dialogues, Cambridge
University Press, Cambridge, 1990.
Brehier, E., Histoire de la Philosophie, vol. 1, Antiquite et le Moyen- Age,
PUF, Paris, 1983.
Brommer, R ., Eidos et İ dea . Et üde semantique et chronologique des
oeuvres de Platon, Assen, 1940.
Brun, ]., Platon et L' Academie, Paris, 1960.
Cevizci, A ., Sokratik Diyaloglarda Y öntem (yay ı mlanmam ış y ü ksek
lisans tezi ), Ankara, 1984.
Cevizci, A ., ( der ), Platon Felsefesi Ü zerine Ara şt ı rmalar , cilt 1: Idealar
Kuram ı, Ankara, 1989.
Cevizci, A., İ lk çağ Felsefesi Tarihi , 4. Baskı, Asa Kitabevi, Bursa, 2006.

_ 117
Platon

Coplestone, F., A History of Western Philosophy, 5th edit., 1. cilt,


Bums Oates and VVashbourne Ltd ., London, 1966.
Dherbey, G. R., Les Sophistes , PUF, Paris, 1985.
Diogenes Laertios, Ü nl ü Filozofları n Yaşamları ve Öğ retileri (çev.
Candan Şentuna ), YKY, İstanbul, 2003.
Dodds, E. R., Plato' s Gorgias , Oxford University Press, Oxford, 1971.
Eflatun, B ü yük Klasikler: Eflatun I , H ü rriyet Yayınları, İstanbul, Ocak
1974.
Eflatun, Bü yük Klasikler: Eflatun II , H ü rriyet Yayı nları, İstanbul,
Ocak 1975.
Eralp, H. V., Platon I , Hayat ı , Eserleri , Sokratik Diyaloglar, İstanbul,
1953.
Frazer, J . G., The Groıuth of Plato' s ideal Theory , New York, 1930.
Friedlander, P., An Introduction to Plato ( trans, by H. Meyerhoff ),
New York, 1958.
Furley, D. }., "Homer", The Encyclopedia of Philosophy ( ed . by P.
Edvvards), vol. 4, Macmillan Comp., New York, 1967, ss. 61-63
Gould, T., The Ancient Quarrel Betıveen Poetry and Philosophy,
Princeton University Press, Princeton, 1990, s. 35.
Gö rgemanns, H., Platon , Heidelberg, 1994.
Grisvvold, C., "Platon on Rhetoric and Poetry", The Stanford
Encyclopedia of Philosophy (ed . by E . N . Zatla ), http: / / plato.stan-
ford .edu archives / fail 2005 / entries.
Grube, M. A., The Trial and Death of Socrates , Indianapolis, 1975.
Guthrie, W. K. C, Socrates, Cambridge University Press, Cambridge,
1971.
Guthrie, W. K. C., A History of Greek Philosophy, vol. IV, Plato , The
Man and His Dialogues: Earlier Period , Cambridge, Cambridge
University Press, 1975.
G ü zey, K., "Platon Felsefesinin Toplumsal Kökleri" Felsefe Dergisi
(1988 / 1), ss. 11-24.
Hare, R . M., Plato, Oxford University Press, Oxford, 1982.
Havelock, E. A., A Preface to Plato, Harvard University Press,
Cambridge, 1982.
Hintzen, B., Das Partizip Praesens in Ciceros Reden unter Einbeziehung
des Partizip Perfekt der Deponentien , M ü nster- New York, 1993.
Irvvin, T., Plato' s ethics , Oxford University Press, New York, 1995.

118
tt* Timaios

Jaeger, W., Paideia: The Ideals of Greek Culture (trans, by G. Highet ), 3


vols., New York, 1934.
Karasan, M., Eflatun' un Devlet Gör üşü, MEB, İstanbul, 1947.
Kerferd, G., "Hippias", The Encyclopedia of Ph ılosophy (ed. P. Edvvards),
MacMillan Comp., New York, 4th vol., 1967, ss. 5 6. -
K Ç AK; Klasik Ça ğ Araştırmalar ı Kurumu , Sempozyum II , K ült ü r
Bakanl ığı Yay ı nlar ı, Ankara, 1985.
Kraut (ed .), The Cambridge Companion to Plato, Cambridge University
Press, Cambridge, 1992.
Ledger, G. R ., Re-Counting Plato: A Computer Analysis of Plato,
Oxford University Press, Nevv York, 1990.
Levinson, R. B., In Defense of Plato, Cambridge, 1953.
Liddle H. G., - R . Scott, Greek Lexicon , Revised Edition by H. Stuart
Jones, Oxford, 1973,
Macdovvell, D., The Laıv in Classical Athens , Ithaca 1978.
Mansion, S., Le Jugement d' Existence chez Aristote, Louvain, 1972.
Maranhao T. (ed . ), The Interpretation ofDialogue, Chicago University
Press, Chicago, 1990.
Martinez, J. A., A bibliography ofzoritings on Plato, San Diego, 1978.
Most, G. W., "Hesiod", Routledge Encyclopedia ofPhilosophy (ed . by E.
Craig ), Routledge, Nevv York, 2000, s. 351.
Most, G. W., "Homer", Routledge Encyclopedia ofPhilosophy (ed . by E.
Craig ), Routledge, Nevv York, 2000, s. 361.
Murray, P., Plato on Poetry , Cambridge University Press, Cambridge,
1996.
Nadaff , R. A ., Exiling the Poets: the Production ofCensorship in Plato' s
Republic, University of Chicago Press, Chicago, 2002.
Paksü t, F., "Platon'da Ahlak ve Eğitim", KÇ AK II, ss. 78-93
Peters, P. E., Grek Felsefesi Terimleri ( çev . H. H ü nler ), Paradigma
Yay ı nları, İstanbul, 2004.
Platthy, ]., Plato. A critical Biography, Santa Clauss, 1990.
Platon, CEuvres Completes ( traduction par V. Cousin ), Paris, 12 cilt,
1922-40.
Platon, Yasalar (çev. C. Şentuna - S. Bab ü r), Ara Yayı ncıl ık, İstanbul,
1988.
Platon, Sokratesin Savunmas ı (çev. A. Cevizci ), Sentez Yayı nları,
Bursa, 2008.

_ 119
Platon

-
Platon, Devlet (çev. S. Ey ü boğlu M. A. Cimcoz), Iş K ü lt ü r Yay ınlar ı,
İstanbul, 2010.
Platon, Mektuplar (çev. F. Akderin), Say Yayınları, İstanbul, 2010.
Rosen, S., The Quarrel Betıveen Philosophy and Poetry , Routledge,
Chapman and Hail, New York, 1988.
Ross, D., Plato' s Theory of Ideas, Oxford University Press, Oxford,
1951.
Santas, G. X., Socrates: Philosophy in Plato' s Early Dialogues, Routledge
and Kegan Paul, London, 1979.
Saunders, T. ]., Introduction to lon , Penguin Books, London, 1987.
Shorey, P., The Unity of Plato' s Thought , Chicago University
Press, Chicago, 1903.
Shorey, P., What Plato Said ? , Chicago University Press, Chicago,
1933.
Stenzel, J., Plato' s Method of Dialectic ( trans, by D. J. Allan), New
York, 1973.
Taylor, A. E., Plato: The Man and His Work , 7th edit., London, 1971.
Versenyi, L., Sokratik H ü manizm (çev. A. Cevizci), 3. Baskı, Sentez
Yay ınlar ı, Bursa, 2007.
Vlastos, G. Studies in Grek philosophy, II. Socrates, Plato and their tradi-
tion (ed . by D. W. Graham ), Princeton, N. J., 1995.
Vogel, C. ]. De, Rethinking Plato and Platonism , Leiden, 1986.
YVedberg, A., "İ dealar Kuram ı", Platonun Felsefesi Ü zerine
Araşt ırmalar , cilt 1. İ dealar Kuramı (der. A . Cevizci ), G ü ndoğan
Yay ınları, Ankara, 1990.
Zeller, E., Grek Felsefesi Tarihi (çev. A. Aydoğan ), Say Yayınları,
İstanbul, 2004.

120

You might also like