Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 16

hatırlatıyor.

Sözcüklerimizin bu yükü bazen de "duygusal" B ö l ü m III


olabiliyor. "Duygusal yük" taşıyan bu kelimelerin bir kısmı Bilgi, sembol ve kültür
"yuh" kelimeleri, bir kısmı da "yaşa" kelimeleridir. Bir kısmı
belirli bir ortamda kendinden olumlu bir yük taşır: örneğin
Türkiye’de "bayrak", "Atatürk" gibi. Bir kısmı bunun aksine,
olumsuz bir yük taşır: "Rum", "Yahudi”, "Vahdettin", "CIA"
gibi. Fakat Emmet’in üzerine parmak bastığı konudan daha
mühim olan bir özellik, kullandığımız kelimelerin bir "dünya
görüşü" içinde yeraldıkları ve o açıdan bakıldığı zaman çok
önemli bir toplumsal fonksiyon meydana getirdikleridir. İn­
sana etrafındaki kâinatı algılamaya yarayan bu "görüş e
"kültür" diyoruz ve kültürün oluştuğu parçalara da "simge"
diyoruz.91 "Simge'ler bize toplumun iki alanında rehberlik
eder, birincisi "bilgi"lerimizi sistematikleştirmemizi müm­
kün kılan bilişsel çerçeveyi sağlar: "Üzüm"le "bağcı"yı birbi­
rinden ayırmamıza yarar; ikincisi, ahlâkî ve duygusal haya­
tımıza bir düzen verir: "hırsız'ı "aziz"den, "iyi"yi "kötu'den
ayrı tutmamızı sağlar. Şimdi bu konuyu ele alalım.92 BUNDAN önceki bölümde, Dorothy Emmet’in fikirlerinden
bahsederken, toplumsal eylemi ortaya çıkarmakta çok önem­
li bir fonksiyon gören bazı kelimelerin değer çağrışımları "ta­
şıdıklarını" görmüştük. Bu bulgu aklımıza şöyle bir soru ge­
tiriyor: Acaba kullandığımız kavramların hangileri bu şekil­
de "yüklü" kavramlardır? Bunu da anlamak için Simgesel
(sembolik) sosyolojinin bazı yönlerini gözden geçirmemiz ge­
91 Kültür kavramı için bk. Fred W. Voget, "The History of Cultural Anthro­
pology," Handbook o f Social and Cultural Anthropology içinde (John H. rekecek.
Honigman, Chicago, 1973) s. 1 v.d. Bir kere Türkiye’de genellikle üzerinde durulmayan bir
92 Burada konuyu basitleştirebilmek için bir nokta üzerinde durmadım:
toplum içinde oluşan "anlamlar" herkes için tamamen aynı değildir.
noktayı ele alalım: "simge” ile "işaret" arasındaki farkı.93
Bunlar bir ıskala üzerinde değişir. Örneğin "Atatürk" Türkiye’nin bütün "İşaret" toplum içinde kullanılmakla beraber anlamı nötr
vatandaşları için aynı anlamı taşımaz. Okullardaki "Atatürk" köylünün
olan bir soyutlaştırmadır. Asfalt yolun üzerinde bazı yerler­
evindeki, son zamanlara kadar "padişah" kavramının çağrışımlarını be­
raberinde getiren "Atatürk'le bir değildir. Bu anlam farklılığı imkânı ve de, tarlalardan hayvanların birden otomobil sürücüsünün
vurgunun zaman zaman değişebilmesi sosyal değişmeyi mümkün kılan
toplum özelliklerinden biridir. Bunun için bk. Ernest Gellner, "Concepts
and Society" in Sociological Theory and Philosophical Analysis (Dorothy 93 Bu fark için bak.: Beattie, Other Cultures (Londra, 1964) s. 69. Bu bö­
Emmet and Alasdair Macintyre, New York, 1975) s. 115-149. lümde Beattie, s. 65-77’den özellikle yararlanılıyor.

89
karşısına çıkması ihtimali karşısında, onu uyarmak için yol edilmesi gereken bir insan" çağrışımı ile beraber gelirse, "ka­
kenarına çerçeve içine bir inek resmi koyarsak, bu bir "işa- til" sözcüğü kaldıkça "katile karşı nefret" müessesesi de ka­
ret"tir: bir ineğin mevcudiyetinin yerine geçen "inek"le eş an­ lacaktır. Bu açıdan bakıldığı zaman "kanun" dediğimiz top­
lamlı bir simgedir. Kırmızı trafik ışığı bir işarettir. Fakat kı­ lumsal olaym toplumu ayakta tutan bir "simgeler sistemi"
zıl ihtilâl bayrağı bir "işaret" değil bir "simge"dir; bu bayra­ olduğu görülür.
ğın beraberinde getirdiği birçok karışık ve uzantılı çağrışım­ Yukarıda anlatılanlardan anlaşılıyor ki, dünyayı algıla­
lar vardır. Bazıları için bu bir sevinç vesilesidir, bazıları için dığımız zaman Marx’ın ve Freud’un taktığımıza işaret ettik­
hüzün. Millî bayrak bir iftihar, sevinç ve katılma simgesidir, leri gözlüklere -grup veya içgüdü gözlüğüne- bir yenisini ila­
beraberinde bu çağrışımları getirir. Böylece, toplum içinde ve etmek gerek: "Simge" sistemi gözlüğü. İnsanlar bilgiyi "ta-
kullandığımız tüm kavramlaştırmaları bu iki ana grup içine biat"tan almazlar, toplumdan alırlar ve toplumdan alman
koyabiliriz. Bunlardan bir kısmı "işaret"tir, bir kısmı "sim- bilgi şekillenmiş bilgidir. Geleneksel toplumda anne çocuğu­
ge"dir. Toplumsal hayatımızda kullandığımız kelimelerin bü­ na "padişah 'tan bahsettiği zaman, o simgeyi gereken "hür­
yük bir bölümü "simge" tipindedir. Örneğin "parti", "ilerici­ met" ağırlığını vererek intikal ettirir, bugün de baba "dev­
lik", "din", "Kıbrıs" gibi. Bunun yanında, işaret niteliğini ta­ let"! andığı zaman aynı çağrışımın oğlunun düşüncesine geç­
şıyan bazı kelimeler de zaman zaman "simge" olabilir: mesine dikkat eder.
"emek", "toprak", "deniz", "ufuk" gibi. İnsanların simgeler aracılığıyla kurdukları toplumsal ile­
Demek oluyor ki, insanlar yaşadıkları ortamı algıladık­ tişimi derinliğine inceleyen ilk düşünür grubu "sembolik et-
ları zaman onu tarafsız bir çağrışımla değil, çok zaman ta­ kileşimciler" adıyla tanınan bir gruptur. Bu grubun içine,
raflı bir çağrışımla nitelendiriyorlar. "Kur’an" kelimesi yal­ tüm görüş açıları bakımından, birbirleriyle yakın ilişkileri
nız bir kitaba değil "mukaddes" bir kitaba çağrışım yapar. olmayan G. H. Mead (1863-1931), Emst Cassirer (1874-
"Vatan" yâTnız toprak parçasının tarifi değildir, "ahlâkî" bir 1945), Jean Piaget (1896- ) gibi kimseler girer. Bu düşü­
yük taşıyan bir kelimedir. İsimler için bu daha da geçerli- nürlerin ortak tarafları insanların algılarının Condillac’ın
dir: örneğin Rusya’da Lenin yalnız 1870-1923 arasında ya­ felsefesinde olduğu gibi yalnız dış ekenlerin sonucunda değil,
şamış bir siyasî lider değildir. O, aynı zamanda "Çürümüş bir "simgeleştirme" süreci sonunda ortaya çıktığını öne sür­
Çarlık Rejiminin Tasfiyecisi", "Sovyet Gençliğinin Rehberi", meleridir.
"Felsefede Eşsiz Buluşlarıyla Yol Göstermiş Bir Düşü-
nür'dür. Rusya’da Lenin adı kullanıldığı zaman beraberin­
A - Simge, öğrenme ve bilişsel evren
de bu çağrışımları getirir.
Belirli bir toplumun yapısal "şekli'ni devam ettirmeyi Böylece, simgenin toplumsal hayatımızda üç açıdan önemli
sağlayan unsur, bu toplulukta yaşayan herkesin başında ta­ olduğunu anlıyoruz: öğrenme süreci bir yerde simgeye bağla­
şıdığı bu gibi simgelerden oluşan dağarcıktır. Simgeler nesil­ nır, simgeler birden çok kimsenin paylaştığı bir "toplum ha­
den nesile insanlara aynı toplumsal davranışlarda bulunma­ ritası" oluşturur, simgeler toplumsal eyleme iten bazı çağrı­
yı öğretir. Örneğin "katil" sözcüğü beraberinde daima "nefret şımların taşıyıcısıdır, simgeler bu açıdan "yüklü" simge (con-

90 91
densation symbols) olarak çalışır.94 Bruner, Piaget’nin bundan sonraki aşamayla ilgili bulgu­
Bugün öğrenme safhasında "simge'nin önemli bir yeri ol­ larını şöyle özetler:
duğu anlaşılmış. Öğrenmeyi simgesel bir süreç olarak gören­
ler de, öğrenme teorisine artık Condillac’ın öğrenme teorisin­ "İkonik tasavvur, tasavvurlarda ikinci bir aşama­
den oldukça farklı bir şekilde yaklaşıyorlar. Jerome S. Bru­ dır. Bu, çocuk dünyayı eylemden bir dereceye kadar
ner ve Jean Piaget gibi psikologlara bakılırsa öğrenme süre­ bağımsız olan bir imge veya mekân şemasıyla tasav­
ci, hiç de dostumuz Condillac’ın anlattığı kadar basit değil. vur edebildiği zaman belirir. Birinci yaşını bitirmekte
İn san,kafası üzerinde şekiller çizilen bir balmumu değil. Za­ olan çocuk bu işi yapmakta yolalmıştır.96
ten Marx, kendisine özgü sezgisiyle bunu çok önceden gör­
müştü. Bundan birinci bölümde bahsetmiştik. Bugünün öğ­ Bruner kendi bulgularını şöyle anlatıyor:
renme teorilerine göre Condillac’m fikirleri çocukların belki
en ilkel öğrenme kademeleri için geçerli olabilir, fakat, ço­ "Tasavvurun gelişmesinde ağırlık verilen unsurlar
cuk, gelişmesinin belirli bir aşamasında "simgeleşme" adı ve­ zaman zaman çarpıcı bir şekilde değişir. Önceleri, bir
rebileceğimiz yeni bir öğretim düzeyine giriyor. Bu düzeyin çocuk, dünyasını o dünyaya hakim olmak için kullan­
özelliği çocuğun etrafındaki dürtüleri "resim" halinde bey­ dığı adetler (habitual action) açısından bilir. Zamanla
ninde teşkilatlandırabilmesidir. Bundan sonra da çocuğun aksiyondan az çok bağımsız bir imgeler dağarcığı ile
bilgileri arttıkça, bu simgesel "demir'in etrafında toplanır. tasavvur etme tekniği buna ilâve olur. Yavaş yavaş bu­
Bruner kendisinin de geliştirdiği bu teoriye Piaget’in kat­ na aksiyon ve imajı dil’e geçirmeyi mümkün kılan yeni
kısını şöyle anlatıyor: ve kudretli bir metod ilâve edilir. Böylece (enactive) ve
(ikonik) sistemlere bir üçüncüsü, hadiseleri kendine
Piaget (sensorimotor) zekânın birinci kısmından özgü bir şekilde tasavvuru mümkün kılan sembolik
bahsederken, onu, şeylerin düşünülmekten çok bera­ sistem ilâve edilir.97
ber yaşandığı bir devre olarak tanımlar. Zekânın bu
aşamasını tek yönde oluşan ve her biri özel karakter­ Böylece, önce dolayısiyle dokunduğumuz bir konuya geli­
ler taşıyan [fixed], her biri bir eyleme bağlı bir statik yoruz: "Dil" de kendi başına bir "simgeleştirme" işlemidir ve
imaj silsilesine benzetir.95 simgesel sistemimizin esasını teşkil eder. Bunun da -gene
daha önce üzerinde bir miktar durduğumuz gibi- ideoloji ile
ve bilginin kültürel şekillenmesi ile çok yakın bir ilgisi mev­
cut... Konuyu belki en açık şekilde Alman düşünürü Wilhelm
von Humbold -daha 19. asrın başlarında- ortaya koymuştu.
94 Edward Sapir "Symbolism", Encyclopaedia o f Social Sciences (New York,
1934) s. 492-495.
95 Jerome S. Brumer, Rose R. Olver ve Patricia Greenfeld; Studies in Cog­ 96 a.g.e., s. 21.
nitive Growth (New York, 1966) s. 7. 97 a.g.e., s. 1-2.

92 93
Humbold’a göre "insan, bir dereceye kadar, hatta denebilir bir kültürü anlamak (Verstehen) önemli olmamıştı. "Behavio­
ki, münhasıran, dış çevresini dilinin o çevreyi sunduğu gibi rism" adı verilen bu psikolojik basitleştirmeye göre, önemli
yaşar."98 Humbold’a göre, böylece, simgeler dünyasını bir te­ olan insanlara tesir eden dış etkenlerdir. Bu etkenlerin orta­
mel unsur, dil unsuru belirler. ya çıkardığı sonuca bakılır. Arada kişinin bu etkeni kendine
Bu ipuçlarını 20. yüzyılda iki Amerikan antropologu, L. nasıl malettiği, nasıl yorumladığı önemli değildir. Bundan
Whorf ve Edward Sapir sistematik olarak değerlendirmeye dolayı birçok psikolog belirli bir dış etkenin o kültürde yaşa­
başladılar. 1940 yılında Whorf konuyu şu şekilde anlatıyordu: yanlar için taşıdığı anlamlan sistematik olarak kaçırmıştı.
Aslında, dilin kavramsal yetimize verdiği biçim konusu dü­
"... Her dilin içinde mündemiç [the background lin­ şünceye etki eden unsurlardan ancak birine değiniyordu.
guistic system] sistem, yani gramer, fikirleri ifade et­ Dilcilerin ve psikologların ihmal ettikleri sembollerin değer-
mek için bir iletici araç olmakla kalmaz. Daha doğrusu sel "yük" taşıması çok daha doğrudan insanı etkileyen bir
şudur: dil kendi kendine fikir şekillendirir, kişinin dü­ unsurdu. Bu "yük 'lerle bir dereceye kadar psikolog Osgood
şün faaliyeti, algılarının analizi, fikir dağarcığında ta­ ilgilenmiş,100 fakat o da incelediği kavramları bir kültürün
şıdıklarının sentezi için bir program ve rehber sağlar. bütünü içinde taşıdığı anlama bağlayamamıştı. Buluşlarını
Fikirlerin meydana gelişi -eski tabirle- tamamen ras­ gerçek günlük hayatın deney olarak yaşanmasıyla ilişkilen-
yonel, bağımsız bir süreç değil, fakat belirli bir grame­ dirememişti. Özellikle kültür antropolojisinin katkılarından
rin parçasıdır ve gramerler arası farklılıklar az olabil­ insanların dış alemden gelen etkileri ancak simgesel dağar­
diği gibi çok da olabilir."99 cıklarının verdiği değerlere "vurduktan" sonra, onları değer­
lendirdikten sonra harekete geçtiklerini anlıyoruz. Bundan
Whorfun verdiği ipuçlarının arkasından giden çok oldu, dolayı da toplumsal davranışı anlayabilmek için, simgeleme­
fakat dille davranış arasındaki ilişki pek açık bir şekilde or­ nin kültür çerçevesi içinde nasıl çalıştığını araştıranlar, Os­
taya çıkmadı. Oysa bunun oldukça basit bir izahı mevcut: good gibi psikologlardan çok daha ilginç sonuçlar elde etme­
sosyal psikologlar "kültür" kavramını "içinden anlayarak" ye başladılar.
kullanmadıkları için, Dilthey’in altını çizmeye çalıştığı bir Son yıllarda bir kültürü anlamaya çalışan iki akım, ba­
metod hatasına düşmüşlerdi: aralarındaki pozitivistler için his konusu ettiğimiz 19. yüzyıldan kalma, kaba ve yanıltıcı
pozitivizm ve behaviorism’i bir dereceye kadar yeni bir yöne
çevirebilmiştir. Bunlardan biri psikolojide "emik" yaklaşımla
98 Zikreden J. A. Fishman, "A systematization o f the Whorfian hypothesis," "etik" yaklaşım arasında bir ayrılık gören ekol, diğeri sosyo­
Culture and Cognition içinde (J. W. Berry ve P. R. Dasen, Londra, 1974)
s. 63. lojide "etnososyoloji" olarak bilinen yeni daldır. Birinci akım­
99 a.g.e., s. 74, B. L. Whorf, "Science and Linguistics," Technological Re­ da insan davranışının "her toplumda geçerli" sayılan yönleri-
view, 44 (1940) s. 229-231, 247-248’den. Bu konuda en yeni görüşlerin
bir sentezi için Bk: Aron V. Cicourel, Generative Semantics and the
Structure of Social Interaction, Cognitive Sociology içinde (New York, 100 Bak. C. E. Osgood, G. Suci, and P. H. Tannenbaum, The Measurement of
1974) s. 74 v.d. Meaning (Urbana, 1957).

94 95
ni incelemeye insan davranışının etik yönü denmiştir. Belli ğini destekleyen yönü, insanın doğal olarak içinde yaşadığı
bir kültürün gereklerine göre şekillenen özel toplumsal dav­ toplumla ilgili olayları bildiği nesnelerin özelliklerine bağla­
ranış unsurlarına da emik yön deniyor.101 Buna benzer bir ması, soyutlamalarını bile somut örneklere göre yapmasıdır.
yaklaşım da etnososyoloji veya etnohilim adı verilen çalışma­ Sokaktaki adam "mesafe'yi değil "arşın'ı, "ağırlığı” değil "ki-
larda görülebilir. Etnobilimin ana tezi şu: "Bir kültürün ince­ lo"yu bilir. Onun için "devlet" bir jandarma onbaşısı veya
lenmesi, bu kültürün yerlilerinin sınıflandırma ve kavram- kaymakamdır. ”Devlet"in niteliğini uzun teorik açıklamalar­
laştırma sistemlerinin keşfedilmesiyle ilintilidir ve kültüre a la anlatmak, bilgiçlik taslamayan sokaktaki adam için çok
priori (öncel) kavramlaştırma modelleri yakıştırılmamalı- "hava"da kalır. Vasat vatandaş -ve Türkiye’de bu bilhassa
dır."102 Bahsettiğimiz sosyal bilimciler, Alman filozofu Ernst geçerlidir- evrenini bir "felsefe" haline getirmez: Onu bir hi­
Cassirer’in 1920’lerde ve 30’larda çıkan eserlerini daha ya­ kâye, bir fıkra, kıssadan hisse olarak hatırlamayı tercih
kından izleselerdi, bu hakikatlere ulaşmak için bu kadar eder, elle tutulması zor toplum özelliklerini de gözle görül­
uzun beklemezlerdi. Cassirer, daha 1920lerde eserlerinde mesi mümkün "simge"lere bağlar. Örneğin, beraber üretim
insan bilgisini temelde ilkel topluluklarda "mitos düşüncesi" yapan, aynı yerde yaşayan, erkekleri beraber ava çıkan ilkel
biçimini alan simgesel bir sürece bağlamıştı. Daha sonra, bir grup düşünelim. Bu insanlar birlik halindedir, fakat bun­
Cassirer, Devlet’irı Mitosu, İnsan Üzerine Bir Deneme 103 adlı ların birliği grubun içindeki insanlara nasıl bildirilsin ve ha­
eserlerinde bu fikirleri daha geniş bir kitleye sundu. Gerçi tırlarda kalması nasıl sağlansın? O topluluğun hayatında
Cassirer’e göre çağdaş bilimle mitos uyumsuzluk halindedir, önemli olan bir şeyi, bir nebatı veya bir hayvanı simge ola­
fakat bu filozofa göre yaşamımızdaki mitik (mitosçu) unsur rak, "totem" olarak kullanmak yoluyla. Fakat bunun yalnız
hâlâ çok önemlidir. ilkel topluluklar için geçerli bir süreç olduğunu sanmayalım.
Sembolik dağarcığa birinci derecede önem veren düşü­ Herhangi bir toplulukta "ortak yaşam" kavramını simgele­
nürlere göre simgelerin fonksiyonu şöyle: insanlar içinde ya­ yen öğelere rastlanır. Belirli bir köyde kullanılan yeldirme­
şadıkları toplumu karmakarışık, anlaşılması zor buluyorlar lerdeki örüntü, o köyün bütünlüğünü simgeler, bu birlik baş­
ve olgularını daha basite indirgemek zorunluluğunu duyu­ ka bir düzeyde "bayram" veya "milli marş" gibi bir simge ile
yorlar. Toplum da kendilerine hazır bir simge dizisi vererek simgelenir. Gene siyasal sistemin ne olduğunu toplum için­
bu eğilimlerini karşılıyor. Zaten, daha önce gördüğümüz gibi, deki kimselere anlatmak, bazı kimselerin idareci rolünde,
simgeye bağlama insan beyninin çalışma tarzına, öğrenme bazı kimselerin de idare edilen rollerinde bulunduklarının
sürecine uygun bir çözüm. Toplum hayatının simgesel içeri­ altını çizmek için derhal bir simgeye başvurur, "toplum bir
insan vücuduna, benzer" deriz. Bu, gerçekten de, ortaçağda
101 H. K. Rorrmey ve R. G. D’Andrade, "Cognitive Aspect of English Kin
siyasal yetkileri eli1 de toplayan toplum katının kalıcılığını
terms”, Transcultural Studies in Cognition American Anthropologist 66 anlatmak için çok kullanılmış bir simge. Böylece, insanların
içinde (1964) II. Böl. s. 3, burada Culture and Cognition, Giriş, s. 16’dan. daima bir siyasî önderler grubu tarafından yöneltilecekleri,
102 a.g.e.
103 Ernst Cassirer, The Myth, o f the State (New Haven, 1946); Are Essay on yöneltilmeleri gerektiğini, halka kolay anlaşılır bir şekilde
Man (New York, 1946). aktarmış oluruz. Zira, "toplum insan vücudu gibidir" deyince

96 97
arkasından da şu düşünce gelir: tıpkı insan vücudunda oldu­ dığımız toplumlarda binlerce "hazır" simge var. Bunlar zaten
ğu gibi toplumda bir "baş" gereklidir ve emirlerin "baş” tara­ toplum içinde yaşayan, sürekli olarak kullanılan simgeler.
fından verilmesi gerekir. Yoksa kollar "baş"a kumanda eder­ Yaşamak, bir anlamda bu simgeleri kullanmak demek. Top­
se, o zaman vücudun diğer uzuvlarının ihtiyacı yerine getiril­ luma türetilmiş, kullanılmaya hazır olan bu simgeler arasın­
meyecektir. Ancak "baş" bütün ihtiyaçları koordine ederek, da önemli bir türü "kelimeler"dir. "Dil" bir simge sistemi ola­
bütün uzuvfara hakkını verir. Toplum hayatımızın kökeni­ rak bize dünyayı algılamayı mümkün kılıyor. "Zehirli" - "ze­
ne bakarsak, belirli bir değerler çerçevesine göre yönelişimizi hirsiz"; "kayık - otomobil" - "uçak"; dün-bugün"; "okul" - "fab­
mümkün kılan şey, kafamızda taşıdığımız buna benzer sim­ rika"; "pilav" - "rosto" - "türlü", kullandığımız bütün bu keli­
geler dağarcığıdır. Simgelerin bu merkezî önemi, simgelerin meler dünyamızda birbirinden ayrılması çok zor olan olgula­
toplum içinde dört önemli iş yapmamızı mümkün kılmaların­ rı, onların etkilerini, geceyi, gündüzü, şimşeği, fırtınayı, do­
dan ileri geliyor. Bu işleri şöyle tanımlayabiliriz: dünyamızın ğumu, ölümü anlaşılabilir birer hadise haline getirir; olgula­
içindeki nesneleri sınıflandırma, yaşadığımız toplulukta rın doğal karışıklığını bir sıraya koyar. Kültürlerarası fark­
önemli tutulan değerlerin neler olduğunu hatırlatma ve onla­ ları, belki en temel düzeyde dillerin kavramsal vurgularında­
ra uymayı zorlama, bu değerleri içerme, bazı hislerimizi bo­ ki farklarda görmek mümkün.
şaltma ve açığa dökme, son olarak da bilişsel evren kurma. Dil’in sınıflandırma fonksiyonunun çeşitli toplumlarda
nasıl değişiklik yaratacağını kolayca görebiliriz. Örneğin, Es-
kimoların kar ve soğuk ve bir dereceye kadar da denizle ilgili
Sınıflandırma
geniş bir sözcük dağarcığı mevcut; fakat kum için böyle bir
Etrafımızdaki alemi sınıflandırmadan yaşamamız mümkün imkânları yok. Bedevi Araplar’da ise çevrelerini saran kum
değil. Şu gördüğüm pırıl pırıl parlayan, koyu lacivert renkte, için, önemli bir taşıt araçları olan deve için veya önemli bir
dikenli çalının içinden gözüken küçük tomurcuk, böğürtlen besin maddeleri olan hurma için değişik eşanlamlı sözcükler
galiba, kuşku duymadan yiyebilirim. Fakat şu çalının üze­ mevcut. Her iki toplum da kendi çevresi için önemli olanları
rindeki kırmızı tomurcuğun zehirli bir meyva olduğunu bana isimlendirmiş, yaşamı için en önemli olanları daha da derin­
öğrettiler. Onu böğürtlenle eş tutarsam ölürüm. Böylece liğine giderek işlemiş. Bu örnekte dil’in sınıflandırma fonksi­
meyvalan ikiye sınıflandırıyorum: zehirli, zehirsiz. Bunu ço­ yonu açık, fakat bu kadar açık olarak belirmediği durumlar
cuklara öğretmek istesem, okulda meyvalardan birini göste­ da var. Yunanca’da kullanılan "fîlo-timo" kavramı için Batı
rerek "zehirsiz", diğerini de göstererek "zehirli" diyebilirim. Avrupa dillerinde bir karşılık yok. Bir nevi "kabadayı”, "eli
Fakat bundan da iyi bir yol var. Kırmızı meyvaların üzerin­ açık", "şerefli" karışımı bir kavram. Değişik toplumlarda ay­
de bir kurukafa ve çapraz iki kemik taşıyan bir şişenin için­ nı nesnelerin değişik anlamlan sınıflandırma işinin ne kadar
den gösterirsem, daha uzun süren bir etki yaratırım. Kelle tüm kültüre bağlı bir işlem olduğunu gösteriyor. Bizim için -
ve kemikler "ölüm'u simgeliyor, fakat sözcükten daha yüklü ve başka birçok toplum için- "buğday" gıdanın ta kendisidir.
bir anlamda simgeliyor. Bu simgeleme benim yarattığım ve Fakat Doğu Asya için bu böyle değil. II. Dünya Savaşı’ndan
benim aklımla ortaya koyduğum bir simgeleme, fakat yaşa­ sonra ABD’nin Doğu Asya’da dağıttığı üretim fazlası buğday,

98 99
Doğu Asya’nın birçok yerinde hiç de başarılı bir şekilde dağı­ Bir toplum haritası olarak simge: kültür 105
tılamamıştı. Açlığına rağmen Doğu Asyalı gıda olarak önce
"pirinç”! düşünüyordu. Ona göre buğday bizim gözümüzdeki Toplum içinde anlamlı simgelerin bütününe toplumun sim­
keçiboynuzu gibi bir şeydi. Gene, Hindistan’da bir Hindu ya- geler sistemi veya kültür adını veriyoruz. Burada "bütün"
mbaşında duran ineği kesmektense ölmeyi tercih eder. İnek kavramı üzerinde biraz daha durmamız yerinde olacak. Sim­
"gıda" değildir. Toplumlararası kavram "çevrilmezliğinden" geler sisteminin bir "bütün" teşkil ettiğini söylediğimiz za­
çıkan sonuçların daha da belirsiz olduğu durumlar da olabili­ man şunu kastediyoruz: Bu sistemin içindeki anlamlar az
yor. Örneğin, ABD’de bir kimsenin belirli bir fikre katılıp ka­ çok birbiriyle uyuşmuş haldedir. Örneğin Türkiye’de, kültü­
tılmayacağını belirleyen ıskalalar geliştirilmiştir. Deneğe so­ rümüzün bir bölümünün "vatan", "bayrak", cengaverlik", "ce­
rulur: Bu fikri çok doğru mu buluyorsunuz, bir dereceye ka­ saret" kavramları etrafında kurulmuş olduğunu söyleyebili­
dar mı doğru buluyorsunuz, ne doğru ne yanlış mı buluyor­ riz, bundan da tabiî olarak "ordunun toplum içinde önemli
sunuz, bir dereceye kadar yanlış mı buluyorsunuz, yoksa ta­ bir yeri olacağını çıkarabiliriz.
mamen yanlış mı buluyorsunuz? Iskala aslında İngilizceden Bir kültürün tümü için de böyle bir bütünleşme düşünü­
türetilmiş, Türkçe en yakın bir tercümesinin yapılmasına ça­ lebilir. Fakat bundan da daha önemlisi şudur: kültürün bü­
lışılmış. Uygulamada anlaşılıyor ki, Türkiye’deki denekler tünü öğelerin toplamından başka, onlarda olmayan nitelik­
için "çok doğru" veya "çok yanlış' ın ötesinde de kullanılan bir lerle ortaya çıkan bir dizge olarak görülebilir. Osmanlı toplu­
sınıflama var: "Pek çok" ve "pek az". ABD’li denekler bu ayı­ mu İslâm dininin, askerce yaşamın, devlet yönetimi konu­
rımı yapma ihtiyacını duymuyorlar. Türkiye’de "pek çok" ve sunda özel bir biçimin toplamından başka bir varlık olarak
"pek az" kullanılmazsa deneklerin gruplaşması tam .olarak görülebilir. Bütünden bunu anlıyoruz.
ortaya çıkmıyor.104 Kültür bütünü fikrinin beraberinde getirdiği bir düşünce
Özetle, sınıflandırma, simgeler üzerine kurulu ve top­ birden çok kültür olduğudur. Örneğin, Zululann kültürü ile
lumdan topluma değişen bir işlemdir. Bunun ötesinde, belirli Türklerin kültürü aynı özelliği göstermez. Çin kültürü Japon
bir kültürün içinde her grubun kendine göre bir sınıflaması kültürü ile bir değildir. 20. yüzyıl Fransız kültürü İngiliz
vardır. Örneğin, 1975 yılı Ocak ayında Ankara’da konuştu­ kültüründen önemli noktalarda ayrılır. Burada bir soru he-
ğumuz bir öğrenci, öğrenci derneklerini "militan" yani eylem­
ci, ve "kitle”, yani daha çok münakaşa ve müzakere dernek­
105 Toplum haritası kavramı için bk. E. D. Tolman, "Cognitive Maps in Rats
leri olarak ikiye ayırıyordu. Bu öğrenci kitlesinin kendi özel and Men", Psychological Review 55 (1948) 189-208; A. F. C. Wallace Cul­
yaşantısının ortaya çıkardığı ve bu çerçeve içinde anlam ka­ ture and Personality (2. bas., New York, 1970) fakat benim buradaki
kullanışım daha çok "représentation collective"den esinlenmiş. Bk. Emi­
zanan bir sınıflandırmaydı. le Durkheim, Les Formes Elémentaires de la vie Religieuse (Paris, Pres­
ses Universitaires de France baskısı, 1968), s. 604. "Car une société n’est
pas simplement constituée par la masse des individus qui la composent,
par le sol qu’ils occupent, par les choses dont ils se servent... mais avant
104 Hacettepe Üniversitesi’nden Dr. Doğan Cüceloğlu’nun basılmamış bir tout, par l’idée qu’elle se fait d’elle même." Gene bk. Steven Lukes, Emi­
araştırmasından. le Durkheim (Londra, 1973) s. 440.

100 101
men karşımıza çıkıyor: Acaba her kültür insana başka türlü olayların "olumlu", hangilerinin "olumsuz" sayılacağını gös­
dünya görüşleri vermez mi? Veriyorsa o zaman ideoloji prob­ terir. Mesela burjuvazinin dünya haritasına göre çalışmak,
lemimizi yakından ilgilendiren bir sorunla karşılaşmış oluyo­ kazanmak, didinmek "iyi"dir. Tembellik, aylaklık, servetini
ruz. 1936 yılında, Gregory Bateson Naven ismindeki eserin­ arttırmaya çalışacağına servetini tüketmek "kötu'dür. Tür­
de, toplulukların kendilerine özgü bir "bilişsel stilleri" (dün­ kiye’nin küçük taşra şehirlerinin değerlerinde başkalarıyla
yayı algılama şekli) olduğunu söylemişti: acaba bu doğru iyi komşuluk ilişkileri devam ettirmek, büyüklere hürmet et­
mu? Şimdiden ifade edelim ki konu tam olarak bugün bile mek, dindar olmak "iyi"dir, Müslüman olmayanları taklit et­
aydınlanmış değil, fakat Bateson’ı haklı bulanlar her gün ço­ mek, "mahalleden kopmak" "kötu'dür.
ğalıyor. Biraz da bu konuyu inceleyelim. Her ne kadar yukarıda gerçekleri bize yansıtan üç süzgeç
Marx, insanların belli bir sosyal grubun içinde "gömülü" de birer hakikate işaret ediyorsa da, üçünün de "yaya kaldı­
oldukları için, dünyayı bu grubun çıkarları açısından göre­ ğı" bir nokta var: algılamaya tesir eden bu unsurlar belki her
ceklerini söylemişti. Bunun doğru olduğuna şüphe yok. toplumda mevcut, fakat her toplumda aynı şekilde çalışmı­
Freud insanların dünyayı içgüdüleri ile şekillendirdiklerini, yor.106
dünyayı kendi tutkuları açısından gördüklerini anlatmıştı. Örneğin, Marx’in sosyal sınıfların nasıl kendine özgü al­
Bunun da doğruluğunu gösteren örnekleri gözden geçirdik. gılama şekilleriyle ortaya çıktıkları fikrini alalım. 19. yüzyıl­
Bunun yanında, dünyayı algılamada "yanlılık yaratan üçün­ da Avrupa’da bunun nasıl çalıştığını görmek mümkün, fakat
cü bir süreçle karşılaşmıştık, hatırlarsınız. Kuhn’a göre bilim 19. yüzyılda Fas’ta bunu izlemek mümkün değil. Sebebi de
adamları dünyayı en çok değer verdikleri bilimsel kavramın şu: 19. yüzyıl Fas’ında Marx’in bahsettiği sosyal sınıfların eşi
içinden görüyorlar. Örneğin, Newton fiziğine inanıyorlarsa, sınıflara rastlanmaz. Hatta Fas’ın sosyal tabakalaşma siste­
dünyayı Newton fiziğinin kuramları içinden görecekler. Bu mine bakılırsa bunun uzaktan dahi 19. yüzyıl Avrupası ile
kuramların eksikliğini ifade eden farklı görüşleri kabul et­ bir ilgisi olmadığı görülür. Marx, bunu biliyordu ve Asya tipi
meyecekler. Dünyayı Einstein fiziği açısından görüyorlarsa, üretim tarzı adıyla bilinen bir teorisinde konuyu ele almaya
bu kuramın savlarına göre değerlendirecekler. Bilimciler, çalışmıştı.107 Gene Freud’un teorisine bakarsak aynı sonucu
böylece Kuhn’a göre dünyayı kendi " ekollerinin ortaya çı­ elde edebiliriz: belki tüm toplumlarda kişilik "id", "ego" ve
kardığı kalıpların içinden görüyorlar. Galiba bu "yanlı"lık et­ "süper ego" mekanizmasıyla teşekkül ediyor, fakat bu meka­
kenini de kabul etmek gerekecek. Zira "bilimsel"liğin ne de­ nizma değişik toplumlarda değişik şekiller alıyor.
recede bir "ekol" meselesi olduğu, bilimcilerin eksikliklerini Son olarak, değindiğimiz "harita"lan ele alırsak, burada
gösteren yeni teorilere ne kadar karşı geldikleri tarihsel
araştırmalarla saptanmış. Fakat Kuhn’un bize anlattıkları­ 106 Milletler planında da "Dünya Haritaları” değişiktir. U. Dünya Harbinde
nın bilim adamları düzeyinin ötesinde de etkili olduğunu bi­ Hitler’in "Germen ırkının medeniyetçi misyonu" kuramı herhalde müt­
tefiklerin "demokrasinin misyonu" şeklinde özetlenebilecek toplum hari­
liyoruz: insanlar, genel olarak, etraflarındaki dünyayı bir taları ile bir değildi.
"kalıp" içinden algılarlar. Buna bir "model" de diyebiliriz. Bu 107 Bk. Sencer Divitçioğlu, Asya Tipi Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu (İs­
model bir nevi "harita" fonksiyonu görür: karşılaşılan hangi tanbul, 1967).

102 103
da "toplum harita"larınm yalnız toplum bütünlerinde değil, yaşasaydık, dünyayı Atatürkçülüğün Batıcılık ve Batıya ye­
toplumun içindeki alt gruplar içinde de ortaya çıktığını görü­ tişme anlayışı içinden algılayacaktık. Dünyayı algılamakta
yoruz. Bir toplum aslında çeşitli "haritalardan" oluşuyor, fa­ "ego' muzun bir rolü varsa bu algılamada egonun etkisi 19.
kat bu "harita"lar arasında geniş çakışma alanları var. Örne­ yüzyıl Viyana’sında başka, 1975’in Çin’inde başka olacak.
ğin, bir "toplumsal değişme" haritası alalım. Marx’çılara göre Demek oluyor ki, bütün toplumlardaki insanların ortak
toplumun değişiklikleri belli bir sürece göre olur, önce tekno­ sayabileceğimiz davranış kökenleri var, fakat bunlar temel­
loji değişir, sonra "üretim tarzı", sonra da "üretim ilişkileri". de birbirine benzemekle birlikte toplumdan topluma' değişik
Marx’çı "harita" birçok toplumlarda yalnız bir azınlığın "ha- şekiller gösteriyorlar. Hele "dünyayı algılama haritaları" bir
rita"sıdır, fakat, buna rağmen Marksistler o toplumdaıd kişi­ toplumdan diğerine çok değişiyor. Bunun nedeni birbirinden
lerle günlük iletişimlerini kurabilirler. 15. yüzyıl Mağribli ayrı olan toplumlann ayrı koşullar içinde oluşmuş olmaları­
Arab filozof ve tarihçi İbn Haldun’un da bir değişme teorisi dır. İnsanın dünya hakkındaki bilgileri bu çevre şartlarının
vardır, bu teori toplumsal değişmeyi Marksist teoriden baş­ etkisini sürdürüyor. İnsan bilgisi de bir defa şekillendi mi
ka şekilde anlatır. Önce şehir dışı yaşayan bir kabile şehir­ kolay kolay değişmiyor. Bu kalıcılığın esas sebebi, bilgimizi
deki bir sülaleyi devirir. Bunu yapmasını mümkün kılan ka­ "donduran" araçlarla, simgelerle zaptettiğimizden ileri geli­
bilenin inanç birliğidir. Kabile başlan yeni bir sülale kurar. yor.109 Bu simgeler bir tek şahsın değil, bir topluluğun bütün
Şehir hayatına alışır, lükse dalar, birleştirici unsurunu yiti­ olarak bir olayı nasıl anlayacağını saptıyor. Örneğin "bulut
rir ve yeni bir kabileye "yem" olur. Bu fikir de İbn Haldun’u yağmur getirir" bir topluluğun bir bütün olarak öğrendiği bir
tutanlarca önemsenmişti. Kendi toplumunda herkes "İbn savmadır. "Ninelere hürmet edilir" de aynı şekilde, tatlı ve
Haldun'cu değildi. Fakat İbn Haldun’un kendini ciddiye al­ saygıdeğer nineler imajı işlenerek tutturulan bir değerdir.
mayanlarla da paylaştığı ortak kültürel anlamlar vardır. Bunun yanında toplumsal hayatımızda önemli binlerce sim­
Toplumlararası farklılıktan neyi kasdettiğimizi bir defa ge var: Mehmetçik, fedakâr ilkokul hocası, Cami (başka baş­
daha belirtelim. Batıda bir endüstri toplumu içinde yaşar­ ka ortamlarda başka başka anlamı olan bir simge), emperya­
sak, bir bakıma dünyayı içinde bulunduğumuz sınıfın açısın­ list sömürücü v.s.
dan algılarız; fakat Afrikalı bir kabile olan Yakö’lerden isek, Bu örnekler bize basit gelebilir, fakat bu kadar basit ol­
dünyayı içinde bulunduğumuz "yaş grubu" açısından algıla­ mayan bir diğer örnek verelim: "Büyükannem bir timsahtır."
rız. Japonya’da yaşarsak dünyayı içinde bulunduğumuz "di­ Bazı topluluklarda bu cümle hiç de yadırganacak bir şey de­
key" grubun açısından görüyoruz.108 13. yüzyılda Konya’da ğil: bir insanın öldüğü zaman ruhunun bazı hayvanlara gir­
esnaf ileri gelenlerinden biri olarak yaşasaydık, dünyayı bir diği ve etrafta dolaştıkları "herkesçe bilinen" bir şey. Türki-
"fütüvvetname'nin koyduğu kurallar açısından değerlendire­
cektik, 1930’larda öğrenci olarak bir Türk üniversitesinde 109 Burada konuyu "Durkheimci" bir yönde basitleştiriyorum: Gerçekte sim­
ge dizgesinin kendi içindeki anlam kaypaklığının toplumsal değişime bir
kapı açtığı Gellner tarafından gösterilmiştir. Bak. Ernest Gellner, "Con­
cepts and Society", Rationality içinde (Bryan Wilson, Harper Torch-
108 Bk. Chie Nakane, Japanese Society (Londra, 1973). books, 1970) s. 18 v.d.

104 105
ye’de de son zamanlara kadar Türkiye’de sosyal sınıf olmadı­ sembolik içeriği, merasime iştirak edenlere hislerini kanal-
ğı "herkesçe bilinen bir şey" idi. Türkiye’de "Sünnî-Alevî" ay­ laştırarak dışa vurma imkânını temin eder. Gene aynı sem­
rılığının önemli bir çatışma ekseni olmadığı da "herkesçe bi­ bolik dışa vurma sürecini "kem" gözatmak isteyen birinin
liniyor." Demek ki kültürel dağarcığımızın bir özelliği top­ büyücüye gidip düşmanını temsil eden bir bebek yaptırıp ona
lumsal olaylar içinden bir seçme yapması, onları bize özel bir bir iğne batırmasında da görebiliriz. Mitingde sevilmeyen bi­
biçimde yansıtmasıdır. rinin ottan yapılmış benzerinin yakılması, sevilmeyen şahsi­
Bu, birbirinden değişik bütünleri ortaya çıkaran simge yetin heykelinin kırılması ve başkaları tarafından heykelin
sistemlerinin her birine verilen ad "kültür'dür. Kültürü şöy­ yeniden dikilmesi yine insanların hislerini sembolik araçlar­
le tanımlayabiliriz: bir toplumun mevcut örüntüsünü devam la dışa vurmanın örneklerini teşkil eder. Lenin’in mumya­
ettirmeye yarayan, kısmen esnek fakat normal olarak nisbe- lanmış cesedinin önünde Kızıl Meydandan geçen kimseler
ten yavaş değişen simgeler sistemi. Şimdi de kültürü meyda­ hareketleriyle hislerini ifade etmektedirler, Ekim Devrimini
na getiren bu simgelerin toplum içinde etkinliklerini nasıl bir daha yaşamaktadırlar.
kazandıklarının bir diğer yönünü görelim. Toplumsal hayatın merasim içeriğinin bir diğer örneğini
bürokratik yaşamdan verebiliriz.
Rahmetli Ahmet Hamdi Tanpınar’dan esinlenerek "Saat­
Kendini ifade etme
leri Ayarlama Enstitüsü" adında ve görevi saatlerin doğru
Hangi toplulukta olursa olsun insanların hayatlarını damga­ çalıştığını saptamak olan bir bürokratik kuruluş düşünelim.
layan önemli toplumsal olaylar arasında merasimleri say­ Bu kuruluşun aslî görevi her ne kadar saatleri ayarlama ola­
mak gerekir. Düğün, cenaze, kutlama, bitirme merasimleri caksa da, kuruluşun içindeki memurlar görevlerini bu ayrın­
günlük hayatımızın ayrılmaz parçalarıdır. Bunların hepsi tılı işin yapılması olarak görmeyeceklerdir. Görev bir kez
simgesel içerik bakımından zengindir. Örneğin, düğünde tesbit edildikten ve bu amaçla çalışmalara başlandıktan son­
özel giysiler giyilir, evlenme dairesine özel şekilde bezenmiş ra, "Enstitünün kendisi saatleri ayarlama görevinin dışında
otomobille gidilir, evlenme memuru özel bir konuşma yapar ve ötesinde bir anlam ve fonksiyon kazanmaya başlayacak­
ve yüzükler takılır. Bu toplumsal simgeler bir taraftan mera­ tır. Enstitünün hangi gaye ile başlangıçta kurulmuş olduğu
simin önemli olduğunu belirler. Ortaya çıkan yeni durumun belki yavaş yavaş değişecek ve unutulacaktır. Fakat, buna
hayatta bir "geçit" teşkil ettiğini anlatırlar. Merasime katı- rağmen, Enstitüyü ayakta tutmaya devam edecek olan oto­
lanlar için bu "unutulmaz" bir olay olacaktır. Fakat yalnız bu nom bir unsur mevcuttur, o da Enstitü memurlarının arala­
kadar mı? Bunun yanında düğüne gelmiş olanlar bir bakıma rındaki ilişkileri, alt-üst münasebetlerini, işlerini, dosyaları­
evlenenlerle birlikte "düğünü yaşarlar". Orta yaşlı akrabalar nı mühimsemeleri, günlük hayatlarını bu işler etrafında kur­
için bunu anlamak oldukça kolaydır, fakat diğer davetliler malarıdır. Büroya gelme, gazetesini açma, kâğıt imzalama,
de düğünün yarattığı his aleminden bir pay alırlar. Cenazeye bazılarına "gel" bazılarına "git" deme, maaşların yükselmesi
iştirak edenler ölümle karşı karşıya gelirler ve korkularına veya düşmesi, memurlara tanınan imkânlar, Enstitünün
merasimin yardımıyla hâkim olmayı öğrenirler. Merasimin geçmişi ve geleceği konusunda bilgiler, inançlar, ümitler;

106 107
Enstitünün toplum içindeki prestijli yeri ve memurun bun­ nesneler kullanırlar. Örneğin, bir su kabından su dökme ve­
dan aldığı pay, Enstitünün gördüğü hayalî veya gerçek hiz­ ya ot yakma gibi. Yağmur duasına çıkanlar arasında böylece
metler; Enstitünün hayatiyeti her gün yaşanan bu unsurlar yaptıkları merasimin anlamı simgelenir. Bu izahı verdiğimiz
etrafında toplanacaktır. Buna da bürokrasinin dramatik zaman yağmur duasına çıkanlar hareketlerinin yağmur ya­
muhtevası diyebiliriz.110 Burada bulunan memur hayatını ratmayacağını bilirler demek istemiyoruz. Yağmurun yağa­
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü" kuruluş kanunu’nun gerekle­ bileceği daima bir ümittir. Konuyu daha iyi izah edecek baş­
rine göre değil, oyuncusu olduğu bir piyesin kurallarına göre ka bir örnek verelim: Bir köylü düşünelim, bir taraftan ekti­
yaşar. Daha genel anlamda, kuramsal ve toplumsal hayat ği toprağın iyi ürün vermesi için bir ziraat mühendisinin ya­
aynı zamanda bir merasim olarak yaşanan bir yapıttır. pacağı bütün işlemleri yapıyor. Zamanında ekim, sulama,
gübreleme gibi. Ardından ekinin iyi olması için de dua oku­
yor. Duanın bu şartlar altındaki anlamı nedir?
Değer bağlama ve bir olayın önemini belirtme
Madem ki köylü güneş, su ve gübrenin ekini çıkaracağı­
19. yüzyılın ünlü antropologlarından Sir James Frazer, Yu­ na inanıyor, dua burada ne gibi bir roloynuyor? Bunu anla­
nan köylülerinin sarılığı tedavi etmek için altın kullanmala­ mak için köylünün yağmur ve duayı aynı alemin iki parçası
rını şöyle yorumlamıştı: köylüye göre sarılık da san bir renk saydığını hatırlamak gerekir. Bütün gereken işlemlerin için­
yaratır, altın da, demek ki bunlar aynı türden nesnelerdir ve de "dua" da bir yeralıyor. Köylü bizim "şans" veya "ihtimal"
birbirleriyle etkileşim halindedir. Sonradan anlaşıldı ki, Fra­ adını verdiğimiz gelişmeyi de böylece hesaplarına katmış
zer köylülerin düşüncelerini yorumlarken yanılmış ve çok oluyor. Karşılaşabileceği tüm ihtimalleri "dünya harita-
çapraşık bir düşünceyi çok basite indirgemişti.111 Sarılıkla sı'nda belirtmiş oluyor. Burada ideoloji için son derece önem­
altın arasında kurulan denklemi anlamak için sanlığın "sim­ li olan bir noktaya gelmiş oluyoruz. O da simgeler dağarcığı­
ge" fonksiyonuna bakmak gerek, simgenin bir fonksiyonu da nın bir "bütün" meydana getirmesidir.
bir olayın "altını çizmek", bu olaya önem verildiğinin unutul­
maması gerektiğini anlatmaktır. Burada "altın"ın kullanımı
Bilişsel bir "bütün" yaratma çabası
sanlığın önemsenmiş olduğunu simgeler, dikkati taze tutma­
ya yarar, hastaya yardımın amade tutulmasını sağlar. Çare­ İnsanlar arasında yaygın fakat üzerinde az durulan davra­
sizliğe gömüleceğine onu kültür içinde bir anlamı olan bir nışlar arasında, kendi dünyalarını anlamlı kılma çabalan
faaliyete iter. Gene buna benzer şekilde yağmur duasına çı­ gelir. Her toplumda ancak zorlukla meşrulaştırılabilecek
kanlar bazı toplumlarda yağmur veya bulutları hatırlatan toplumsal yapı öğeleri mevcuttur. Örneğin, bir "elit" tabaka­
nın toplum içindeki ayrıcalıklı yeri. Nasıl oluyor da en geniş
110 Bk. M urray Edelman, The Symbolic Uses o f Politics (Urbana, 1964)
imkânlar bu gruba veriliyor? Diğer toplum gruplan niçin
Passim. bunlara tâbi? Bunu izah etmek için, daha önce üzerinde dur­
111 Bk. Beattie, Other Cultures, s. 66. Fakat Frazer’inkine yaklaşan bir çağ­
duğumuz, toplumu insan bünyesine benzeten simge kullanıl­
daş düşünür için Bk. Monica Wilson, Religion and the Transformation of
Society (Cambridge, 1971) s. 35. mıştır. Gene, ölüm ve ölümün biçtiği kimseler. Neden ahlâk

108 luu
lı, namuslu, iyi huylu olan birini ölüm götürüyor da ahlâksız, yeniden yapmak ihtiyacı ortaya çıkar. Bu gibi buhranları in­
gaddar bir sömürücünün zevk içinde yaşamasını mümkün sanlar eskiden beri bilirler. Örneğin, Osmanlı Devlet adam­
kılıyor? Bunlar hiçbir zaman izahı kolay olmuş olan şeyler ları bir zamanlar kendi devlet ve ordu yapılarının en ileri bir
değil. Yeryüzünde kötülük, "şer" problemini halletmenin yol­ düzeyde olduğuna inanıyorlardı. Dünya görüşleri tüm dün­
larından biri, bu dünyada yaşananların yalnız bir başlangıç yanın İslâm Osmanlı uygarlığıyla en yüksek düzeye ulaşma
olduğunu ve iyilik etmiş olanların bir başka dünyada ödül­ şansını kazanmış olduğu noktasında toplanıyordu. OsmanlI­
lendirileceğini düşünmektir. Bir diğer çözüm yolu ihtilâlci ol­ lar dünyayı kendi dünya görüşlerinin içinden algılıyorlardı.
maktır. Fakat dine dönenin de, ihtilâli yapanın da davranışı­ Zaman geldi Osmanlı İmparatorluğu Batının karşısında ye­
nın altında onları birleştiren ortak bir nokta var. Her ikisi­ nilmeye başladı. Bu yenilgi döneminin başlangıcında Os-
nin bulduğu çare insanın evrenini izah etmek ve onu yeniden manlı devlet adamları, kendi devlet mekanizmalarının ge­
yaratmakla ilgili. İhtilâlci için kötülük "sömürü düzeni"dir, rektiği gibi çalışmadığını, fakat düzeltilebileceğini düşünü­
dindar insan için kötülük "Allahın koyduğu ve insanlar için yorlardı. Bir zaman sonra başka bir devlet mekanizması olan
nüfuz edilmesi ancak kutsal kitaplar yoluyla mümkün olan" Batı ulus-devletinin taklit edilmesi gerektiğini düşündüler.
bir husustur. Her iki yaklaşımın yaptığı şey, insan hayatının Bu, onların "dünya görüşünün bir parçasının değişmesi an­
beklentileriyle uyum halinde olmayan şeyleri anlamlı bir bü­ lamını taşıyordu. Oysa, bu gibi inançlarda, parçalardan biri
tün içine yerleştirmektir. Dine dönen kimse, bu dünyanın değiştikten sonra eski yaklaşımın bütünlüğünü muhafaza et­
üzerinde yeralan bir âlemi günlük hayatın uzantısı sayarak mek gittikçe zorlaşır. Bundan dolayı düşüncenin ön safha­
karşılaştığı olayların tümünü kapsayan bir çevre kuruyor. sında yeralan 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı düşünürleri zaman­
İhtilâlci, kötülüğün kökenini toplumun yapısında aramakla la, Batının yalnız devlet anlayışının değil, tüm "dünya görü­
gene karşılaştığı tüm olayları anlatıcı bir bilişsel çerçeve ku­ şünün", olayı kendilerininkinden daha doğru olarak izah et­
ruyor. Fakat bu durum yalnız üzerinde durduğumuz iki tip tiğini, daha faydalı olacağını düşünmeye başladılar. Bunun
için geçerli değil. Bütün insanlar, yaşamak için etraflarında gibi değişiklikler çağdaş dünya tarihinde sık sık görülür. Bu
olanları mantıklaştıran bir çerçeveye muhtaçtırlar. Bu çerçe­ duruma düşen milletler içinde bir kısım insanlar da, tam ak­
ve bazen çok basit olabilir. "Sinekli Bakkal"da oturan, bunun sine, eski görüşlerini kurtarmaya çalışırlar. Eski görüşle ye­
çok ilkel bir örneğini kullanır. Hayat kısa ve cefalıdır, değiş­ ni düşüncelerin bağdaşabileceği uygun bir formülü aramaya
mesine pek olanak yoktur; memleketi elit tabaka yönetir, fa­ çıkarlar. Buna, Anthony Wallace "revitalization movements"
kiri vurguncu soyar, Allah insana kara günlerinde yetişir. (Eski görüşlere yeniden canlılık kazandırma girişimleri) adı­
Bunların tümü, Sinekli Bakkalda oturanın "Dünya görüşü­ nı vermiştir.112 Fakat gene başlangıç noktamıza dönersek,
dür". Soyut ya da Somut, kapsamlı ya da güdük, basit ya da bu türden "dünya görüşleri'ni eski olsun veya yeni olsun top­
incelikli herhangi bir dünya görüşüne sahip olmayan kimse lumun bize hazır olarak verdiği, fakat değişime bir dereceye
yoktur.
Bu dünya görüşleri köklüdür, fakat onlar bile değişir. Ba­ 112 Anthony Wallace, "Revitalization Movements”, American Anthropologist
zen hadiseler bir dünya görüşünü öyle sarsar ki, artık onu 58 (1956) s. 264-281.

110 Ill
kadar müsait simgeler aracılığıyla imal ederiz. Türkiye’de sonuca gidilir ve insanlar bu öğreti yoluyla umutlu yarınlara
Namık Kemal’in siyasî ideolojisinde İslâmî öğeleri kullanma­ kavuşabileceklerine inanırlar.113
ya çalışması bunun bir örneğidir. Burada Mitos’u ayrıntılı bir şekilde ele almamızda fayda
var. Mitos bir sosyal hadisenin kutsallaştırılmasıyla ilgili, ör­
neğin, "Mitoloji" Yunan ilahlarının hayatları konusunda hi­
Mitos ve kültür kodu
kâyelerdir. Fakat "Mitos" bundan çok daha geniş bir alan
Her topluluğun efsaneleri vardır. Efsaneyi yalnız "eskilerde kapsar: siyasal bilimlerde en önemli yapıtlardan biri "Kuru­
görmek çok yanlış bir düşüncedir. Dede Korkut efsanesini culuk Mitosları"dır, Roma’nın kuruluşunda Romülüs ve Ro-
biliyoruz; fakat bir de kırk yıl öncesine kadar Almanya’da müs efsanesi gibi. Osmanlılar için bunun karşıtı bir Mitos
çok etkin olan Alman ırkının üstünlüğü efsanesi vardı. 19. Osmanlılar’ın Kayı aşiretindeki kökenidir. Bugün biliyoruz
yüzyıl İngiltere’sinde "Beyaz Irkın Yükü" efsanesi mevcut­ ki, Osmanlılarm Kayı aşireti ile akrabalık iddiaları prestij
tu: bu efsaneye göre Beyaz Irka bu dünyada Allah tarafın­ bakımından durumlarını perçinleştirememiş oldukları bir sı­
dan verilen görev, muhtelif "renkli"(siy,ah, sarı) ırkları Batı rada, bu prestiji elde edebilmek için ileri sürülmüş bir "Mi-
Medeniyeti seviyesine getirmekti. Rusya’da Stalin’i putlaş- tos"dur. Herkes geçmişinin asil ve ulu bir geçmiş olmasını is­
tırm a'ya karşı bir kampanyaya girişilinceye kadar "Ekim ter. Bundan dolayı da kendi geçmişi ile ilgili olarak bir Boz-
İhtilâli Kahramanı Stalin" efsanesi Sovyet okul çocuklarına kurt’un evladı olduğu veya Türk Mezopotamyası’mn prestijli
okutuluyordu. bir aşireti ile akraba olduğu önerisini kolaylıkla kabul ede­
Aslında, insanlararası ilişkilerde "us" hiç de sandığımız cektir. Fakat efsanenin fonksiyonu yalnız "azgelişmiş" ülke­
kadar etkin değil. Modem diktatörlüklerin gelişimi bize bir­ lerde görülmez. Çağımızda da insanlar nereden geldiklerini
çok kimselerin toplumun en şiddetli çatışmalara sahne oldu­ öğrenmek isterler ve bunun prestijli bir başlangıç olmasını
ğu, büyük buhranlarla karşı karşıya kaldığı ve tutarsızlık­ tercih ederler. Bundan dolayıdır ki, Hitler, Almanlar’a kendi
larla dolu gelişmeleri göğüslemeleri gerektiği zaman kendile­ geçmişleriyle ilgili olarak üstün Germen ırkının modern Al­
rini rahat ettiren bir sembolü tercih ettiklerini anlatıyor. manya’nın temelinde bulunduğunu iddia etmişti.
"Bana katılırsanız dünya güllük gülistanlık olacak" şeklinde Mitos’un "başlangıç mitosu" şekli, dünyayı algılamada sı­
bir formülü kimse kolay kolay reddetmez. "İhtilâl metodu nıflandırmalar yapan, örneğin tarihi anlaşılır bir şekle so­
dünyayı kötülükten arındıracaktır" ifadesi bundan pek farklı kan, bir bilişsel araçtır. Fakat Mitos’un bazen bundan farklı
değil. Mitoslar biçim bakımından dünya olaylarının dalgalı­ fonksiyonları var. Bazı araştırmacılar Mitos’un toplum içinde
lığını ve tutarsızlığını yansıtırlar, fakat kesin bir sonuca da insanlara külfet yükleyen noktalarda toplandıklarını gör­
varırlar: Örneğin Hıristiyan öğretisinde Apokalips insanlık müşlerdir. Örneğin bazı toplum katlarındaki kişilerin diğer­
tarihinde "iyi'nin hâkim olduğu devirlerin, "kötülüğün" ege­ lerine nisbetle daha varlıklı olmaları, bu toplumun içindeki-
men olacağı devirlerle birbirini izleyeceğini gösterir; fakat
sonunda "iyi'nin yerleşeceğini de gösterir. Böylece dünya 113 John G. Gager, Kingdom and Community (Englewood Cliffs, 1975)
olayları realist olarak yansıtılırken, bir taraftan da kesin bir s. 50-51.

112 113
ler için -ne denli "ilkel" olursa olsun- kolayca kabul edebile­ nlmış bir öğedir. Âlim, yani ulemadan olan kimse, seçkin din
cekleri bir şey değildir. Mitos, insanların toplum hayatında adamı yalnız bir bilgin değil aynı zamanda olağan olarak
karşılaştıkları ve kabul etmeleri kendilerine kolay gelmeyen devletin önemli memuriyetleri için hazırlanan bir kişiydi.
durumları meşrulaştırmanın bir yoludur. Örneğin bir üst sı­ "Bilim"le "Devlet" arasında çok işlek bir kapı vardı. Bu ko­
nıfı meşrulaştırmak için, onun topluma geçmişteki hizmetle­ şullar içinde bahsettiğimiz "hoca" Mitos’u toplum yapısıyla
rini anlatan Mitos’lar çok yaygındır. bağdaşmıştı. Çağdaş Türkiye bu "hoça"lık Mitosunu devral­
Mitos’un üçüncü bir özelliği de, hayatın dram olarak ya­ dı. Bir zaman sonra toplum yapısı, bu arada Üniversite yapı­
şanmasını mümkün kılmasıdır. Bu son unsur üzerinde me­ sı değişmeye başladı, fakat "hoca" Mitos’u değişmedi. Bu da
rasimlerle ilgili olarak durmuştuk, fakat Mitos’la ilgili olarak Pareto’nun "bütünlerin kahcılığı'nı hatırlatıyor.
incelememizi biraz daha derinleştirebiliriz. Tıpkı "hoca" Mitos’unda olduğu gibi toplum içindeki mev­
Mitos’un dram içeriğini şöyle tanımlayabiliriz, insanlar kilerin, rol’lerin birçoğunun beraberinde gelen Mitos’a ben­
toplum içinde birçok toplumsal rol’leri üzerlerine alırlar. zer çağrışımları vardır. Örneğin Cumhurbaşkanlığı mevkii­
1975 yılında Ankara Üniversitesinde profesörlük yapan ve nin çağrışımı gibi. Bunların gereklerini yerine getirmeye ça­
evli olup bir çocuğu olan bay X’in örneğin bazı rolleri şunlar­ lışırken Mitos’un yarattığı imgeden de faydalanarak otorite­
dır: öğretici, memur, aydın, koca, baba. Bu rollerin her biri­ lerini kullananlar Mitos’u dram olarak yaşarlar.
nin beraberinde getirdiği bazı yükümlülükler vardır: öğret­ Mitos’un uydurma olması gerekli değildir. Örneğin Sov­
men öğretmenliğini göstermelidir, aydın aydınlığını vs. İşte yet Rusya’da Lenin yaşamıştır ve Sovyet tarihinde yeri ol­
"öğretmen öğretmenliğini göstermelidir", dediğimiz zaman muştur. Fakat bunun yanında Lenin’in bir Mitos’u mevcut­
koskoca bir toplumsal davranış alanını ve beraberinde getir­ tur. İyi adam Lenin, teorisyen Lenin, mezarına gidilip önün­
diği sorunları açmış oluyoruz. Öğretmenin toplumca onay­ de buket bırakılan Lenin, bu ikinci Lenin, Mitos’un Le-
lanmış biçimleri olduğu için Profesör bunlara uymaya çalışa­ nin’idir. Böylece Mitos toplum içinde toplumsal olayların
caktır. Orta yaşlı,>eski bir üniversite geleneğinden gelen biri duygusallığının yarattığı bir yapıttır. Biz bu gibi yapıtları
ise, öğrencilerine fazla "yüz" vermeyecektir. "Kürsü" onun tam "ideoloji"nin içinde yerleştirmeyeceğiz, fakat bu gibi ha­
için önemli simgesel bir araç olacaktır. Sınıfa kravatlı olarak diselerin "ideoloji" hadisesiyle yakından ilintili olduğuna da
gelecektir. .Üniversitede "hoca" görünümünü sürdürmeye ça­ şüphe yok.
lışacaktır. Kartvizitine özellikle "Prof. Dr." yazılmasına dik­
kat edecektir. Bütün bunlarda da haklıdır, zira bu rol aynı
Kültür kodu
zamanda kendisini toplum içinde etkin ve prestijli bir.insan
yapmaktadır. Bir toplumun Mtios’lannı saptamak nisbeten kolay bir iş. Ef­
Bundan da anlıyoruz ki Türkiye’de bir profesörlük "rol'u sanelerine, gazetelerine ve kitaplarına bakılır ve bunlardan
ve bir profesörlük Mitos’u vardır. Yani, otoriter, ağırbaşlı, topluluğun hangi temalarının mitolojik oldiığu saptanır.
saygın profesör Mitos’u. Profesörlük ideal olarak bu Mitos’un Bir de toplumda bazı etkin sembol kümeleşmeleri vardır
içinden yaşanır. Bu Mitos Osmanlı İmparatorluğundan akta- ki, topluluğu Mitos’tan daha kapsamlı bir şekilde belirler, fa­

114 775
kat saptanmaları çok daha zordur. Bunlar, toplumun tarih arasında en çok tutunan akım "halkçılık" olmuştur. Bunun
içinde işlenmiş, toplumun tümüne malolmuş ve kurumlar asıl nedeni de "halkçılık"ın eski bir kültür kodunu yeni bir
yoluyla devam ettirilen "kültür kodları"dır.114 Gene Osmanlı şekilde yansıtmasıydı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin "Halkçı­
İmparatorluğu’ndan bir örnek alalım. Osmanlılar’da en eski lık" ilkesinin kökenleri tabii ki burada anlatıldığından daha
zamanlardan beri "ülüş" olarak bilinen bir toplumsal değer karmaşık. Örneğin, Fransa’da 19. yüzyılda "Tesanütçülük"
vardır: bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz: toplum içinde beli­ adı verilen bir akım da "halkçı" değerleri yüksek tutuyordu.
ren zenginlikler bir kişide toplanmamalıdır. Bunların bir de­ Türkiye’deki halkçılığın kuramsal dayanağı bu kaynağa gi­
receye kadar topluma dağıtılması gerekir. Başlangıçta harp­ der; fakat Batıya giden Türk aydınlarının Marksçılık’tan et­
te elde edilen ganimetin dağıtılması şeklinde gözüken bu de­ kileneceklerine "tesanütçülük'u seçmiş olmaları bir tesadüf
ğer, daha sonra başka başka şekiller altında, fakat temelde eseri değildir. "Tesanütçülük" onların kolayca kabul edebile­
aynı görüşü ifade etmek üzere, Osmanlı toplumunda kaldı. cekleri, eskiden beri bildikleri, kendi toplumlarında hâkim
Aldığı şekillerden biri "dervişçe" yaşayışın kuramlarıdır. Bu olan değerlere benzeyen sosyal değerler getiriyordu. Tabii,
kurama göre "dış kisve'ye önem vermemek gerekir. İnsanı yeni "halkçılık" temeldeki kültür kodu üzerinde kurulmuş ol­
insan yapan servet değil insanlığıdır. Aynı değerin bir diğer makla beraber 20. yüzyılda kendine özgü öğelerle ortaya çık­
görüntüsü Osmanlılar arasında servet biriktirmeye daima tı: kültür kodu her devirde yön değiştirir. Fakat temelde ya­
şüphe ile bakılmış olmasıdır. Servet, devlet hizmeti gören ve tan eski Türk kültür kodudur: "Halk için" iş yapmak, serve­
bu oranda topluma hizmet eden kimselerin elinde toplanma­ tin birikmesine müsaade etmemek ve devlet memurlarına
lıdır. Böylece, Osmanlı tarihinde en zengin insanların niçin millî gelirin nisbeten yüksek bir payını vermek. Türkiye’de
devlet hizmetinde olan kimseler olduğunu, imparatorluğun memurların reel gelirlerine bakılırsa 1946’da müdür, müste­
yükselme devrinde olduğu gibi batış devrinde bile üst seviye­ şar ve bakan seviyesinde ele geçirilen gelire bu yıldan sonra
deki idarecilere niçin nisbi olarak çok önemli malî imkânlar hemen hiçbir zaman erişilemediği görülür. Pek tabii ki, me­
verildiğini anlıyoruz. Fakat bu servet birikmesi, ideal olarak murlar yeni düzenden hoşnüt olmayacaklardı. 1960 hareketi
devlet adamının ölümüyle ortadan kalkar. İdeal olarak diyo­ bir oranda bu değişmelerin bir sonucu olmuştur. Kültür kod­
rum, çünkü bütün toplum işlerinde olduğu gibi bu değerler lan böylece gizli yapılar olmakla birlikte tesirleri de inkâr
ancak bir dereceye kadar uygulanır. Her şeye rağmen, serve­ edilmeyecek kadar somut.115
tin diğer vatandaşlardan önce askerî veya devlet hizmeti gö­ Burada anlatılanlarla ideoloji arasındaki köprüyü bir
ren kimselerin bir hakkı olduğu görüşü bizde kalıcı olmuş­ daha ve bu defa doğrudan kuralım: İdeoloji büyük çapta
tur. Buna bir "kültür kodu" diyebiliriz. Bu kültür kodunun simgesel düşüncenin hayatımızdaki öneminden çıkan, ona
ideoloji ile ilgisi nerede?
Şurada ki, 20. asrın başından beri Türkiye’de aydınlar
115 "Kültür Kodu" kârzammı kullanmadan 1960 hareketini çok benzer bir
açıdan değerlendirmiş bir yaklaşım için bk. Celal Bayar, Başvekilim
114 Kültür kodu kavramı için bk. S. N. Eisenstadt, Tradition, Change and Adnan Menderes (Deri. İsmet Bozdağ, Birinci Bas., İstanbul, tarihsiz)
Modernity (New York, 1973) Passim. s. 12-14.

116 117
dayanan bir görüngüdür (Fenomen). Bunu çok önce Pareto, list toplumun büyük bir çatırtı ile yıkılacağını ve böyle orta­
Marksizm için söylemişti. Ona göre, Marx, "sembolleştirme ya çıkacak olan devrimde insanların artık ideal bir hayata
sürecini bilmeden kullanmıştı, fakat fikirlerini hemen her kavuşacakları aynı türden bir Mitos’dur. Devrimi yapmaya
zaman hedefini bulan, ‘özetli ve sembolik’ formüllerle ifade hazırlananlara devrimi hatırlatır. İdeoloji de bu kültür kü­
etmişti."116 melenmelerinden biridir, yalnız çok özel tarihsel ve toplum­
Simgeleştirme sürecinin hayatımızda böylesine önem ta­ sal koşulların bir ürünüdür.
şımasının sonuçlarından biri de şu: günlük hayatımız, man­ Son bir uyarı: daha önce üzerinde durduğumuz gibi kül­
tıksal pozitivistlerin düşündüğünün aksine, soyut önerilerin tür değerleri sabit değildir, devamlı olarak -bazen çok da ya­
pek az önem taşıdığı bir hayattır. Günlük yaşamımız duygu­ vaş olsa- değişir. Kültürün değişmesini sağlayan özellikler
larla, hâkim kılmaya çalıştığımız değerlerle, kültürümüzün ise yalnız dış etkenler değildir. Bunun nedenlerini şöyle sıra­
bize zorunlp kıldığı davranışlarla dolu bir yaşam. Günlük layabiliriz:
yaşantımızın bu kültür içeriği birkaç kümede toplanıyor. 1) Hangi toplumda olursa olsun kültür öğesi ve ideolojik
Bunlardan birini gördük: Tarih içinde genel bir davranışın öğe anlam bakımından tamamen "kapalı" değildir, bazı tef­
çizgisini savunmaya yarayan kültür unsurlarına "kültür ko­ sirlere açıktır. Bundan dolayı, örneğin Atatürkçülük bugün
du" diyoruz. Kültürümüzün bizi bazı merasimler etrafında ayrı uçlar tarafından ayrı yorumlanabilmektedir.
birleştiren, hayatı merasim olarak görmemize yolaçan bir 2) Her insan kültür değerlerini aynı şekilde içermez. Etki
ikinci kümesine sosyal hayatın merasim (ritual) içeriği adını bazen yüzeyde kalır, bazen çok derin olur.
veriyoruz. Bu merasimin ve diğer simge dağarcığının birleş­ 3) Kültür ve ideoloji yalnız empoze edilen bir kalıp değil­
tiği diğer bir kümeyi "Din" olarak nitelendiriyoruz. Din, top­ dir. İnsanlar kültürü kendi amaçları için kullanırlar.
lum hayatının toplum olarak yaşanmış şeklinin bir özetidir,
bir anlamda. Topluluğun bir bütün olduğunun bir çeşit hatır-
latılışıdır. Değer ve simgelerin toplandığı odak noktasıdır, bu
açıdan "ideoloji" ile rekabet halinde olan bir kurumdur. Mi­
tos biraz farklı bir kültür kümelenmesidir; Mitos bir toplulu­
ğa ortaklaşa paylaştıkları değerleri hatırlatıcı bir roloynayan
bir öyküdür. Bu şekli ile kısaca insanlara toplulukları hak­
kında hatırlamaları gereken temel unsurların altını çizer.
Örneğin, Seyyid Battal Gazi’nin destanı kendini "Gazaya,
Bizans sınırlarında harbetmeye yöneltmiş olan bir toplulu­
ğun bu yönelimini hatırlatır, nesilden nesile geçirir. Kapita­

116 Hughes, Consciousness and Society s. 96. Pareto, SaggVye 'Giriş ten, s.
13; La Décomposition du Marxisme (Paris, 1910) s. 50, 59.

118 119

You might also like