Bülent Emrah Parlak Kertenkele Savunması Doğan Kitap

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 193

Bülent Emrah Parlak, 8 Mayıs 1979 İstanbul doğum­

lu. Çocukluğunun bir kısmı Ankara'da geçti . 2006 yılında


Haliç Üniversitesi Konservatuvarı'ndan mezun oldu. BKM
Mutfak yapısının ilk çıraklarından olan Parlak, 2005 yılında
BKM'de sahnelenen "Sizinkiler" adlı çocuk oyunuyla profes­
yonel ,oyunculuk hayatına başladı. BKM Mutfak oyuncula­
rıyla birlikte "Çok Güzel Hareketler Bunlar" adlı skeç prog­
ramıyla geniş kitlelere ulaştı. Birçok film, dizi ve TV progra­
mı projesinde yer aldı. Şu anda kurucusu olduğu Tiyatro Bal
Porsuğu çatısı altında, "Bülent Bey'in Hikayesi" adlı tiyatro
oyununu sahnelemeye devam ediyor.
Kertenkele Savunması
KERTENKELE SAVUNMASI

Yazan: Bülent Emrah Parlak


Editör: Adalet Çavdar

Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya
tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

1. baskı / Aralık 2020 / ISBN 978-605-09-7907-7


Sertifika no: 11940

Kapak tasarımı:FeyzaFiliz
Baskı: Ana Basın Yayın Gıda İnş. San. Tic. A.Ş.
Mahmutbey Mah. Devekaldırımı Cad. 2622 Sk.
Güven İş Merkezi, No: 6/13 Bağcılar - İSTANBUL
Tel. (212) 446 05 99
Sertifika No: 20699

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3Kat 10, 34360 Şişli- İSTANBUL
Tel. (212) 373 77 00 /Faks (212) 355 83 16
www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr
Kertenkele Savunması

Bülent Emrah Parlak

ıY41 Doğan
11.-ıi Kitap
İçindekiler

Kod Adı : Kadriye Hanım ................................................... 15


lOO'lük ................................................................................ 38
Yakarca ............................................................................... 72
Masal Mahkemesi ............................................... ............. 105
Orospu Müjde ........................................................ ........... 130
Çapkın .............................................................................. 162
Kızım, ömrüm Lisa'ya...
Yazmam için beni cesaretlendiren sevgili Tanıl Yaşar'a,

Bu süreçte beni hiç yalnız bırakmayan, eleştiriyi yaratı­


cılığın kardeşi yapabilen ve kardeşim olan editörüm Adalet
Çavdar'a sonsuz teşekkürlerimle.
Kod Adı: Kadriye Hanım

Kadriye Hanım günlük ev işlerinin bir kısmını halletmiş,


cep telefonunun şarj girişindeki temassızlığı tamirciye gös­
termek için evden çıkmaya hazırlanıyordu. Birkaç gündür
kendini yorgun hissediyor ama aldırış etmiyordu. Çarşıya çı­
karken kılığına kıyafetine özen gösterirdi. Elbette düğüne gi­
der gibi de giyinmezdi. Memuriyet günlerini birlikte geçirdi­
ği, şimdi kendisi gibi emekli olmuş diğer arkadaşlarıyla her
ay torunu torlağı, çoluğu çocuğu, gelini damadı hem gömdük­
leri hem övdükleri, adeta diploma notu başarısı gibi ömürle­
ri boyunca edindikleri malı mülkü, "Amaaan her şey yalan,
gideceğimiz yer kara toprak" aldatmacasıyla birbirleriyle ya­
rıştırmak için buluştukları Memoli Çay Bahçesi'ne giderken
giydiği en şık elbiselerinden birini giyer, takar takıştınrdı. O
gün de zamanında Çetinkaya'dan sekiz taksitle aldığı efla­
tun zemin üzerine kahverengi ağaç dallarının serpiştirildiği
elbisesini giydi, "Bu elbisenin modası hiç geçmedi helal olsun
verdiğim paraya" dedi içinden.
Banyoda aynanın karşısında gözüne hafif bir kalem çekti.
Açık kahverengi gözlerini vurgulayan kalem, onları sanki ar­
kadan biri itiyormuşçasına belirginleştirmişti. Gözlerini iyi­
ce açtı Kadriye Hanım, aynaya yaklaştı. Gözlerini her zaman
çok sevmişti. Şimdi de biraz kıstı gözlerini ve aynadaki sure­
tine alıcı gözle baktı. İlk eşi Mesut Bey çok severdi bu bakışı­
nı. Kadriye Hanım, Mesut Bey'le evliliği süresince olur olmaz
16

zamanlarda, mesela bazen mercimek çorbasının üzerine tere­


yağı gezdirilir mi gezdirilmez mi diye tartıştıkları bomboş bir
muhabbette , o koca gözlerini kısıp kafasını hafif hafif sağa
eğerek bakardı. Mesut Bey birkaç kere boş bulunup "Ne var?
Ne oldu? Ne bakıyon öyle tuhaf tuhaf?" diye soracak olmuştu
da nasıl bozulmuştu Kadriye Hanım.
Aynadan uzaklaştı. Gözlerini iyice belertip tekrar yaklaştı.
Gözbebeklerini sağa sola oynatmaya başladı. Tam sağ yaptı­
ğı bir anda durdurdu göz hareketini. Gözlerinin beyazındaki
damarların belirginliği canını sıktı. Aynanın yanındaki kapağı
açtı, Visine göz damlasını alıp damlattı. Damarlar gerginleş­
ti ve kızarıklıklar yok oldu. Bu damlayı çok seviyordu Kadriye
Hanım. İçinden, "Allah razı olsun bunu bulandan" dedi. Böyle
pratik çözümler sunan ürünlere bayılıyordu. Hatta geçen Me­
moli Çay Bahçesi buluşmasında sinek ısırıklarına karşı Feni­
sitil kremi çılgın gibi savunurken, "Valla şekerim bana bir et­
kisi olmadı o kremin" diyen Mevlitle Hanım'ı, "Mümkün değil
sen bitlenmişsindir" diyerek rencide bile etmişti.
Aynaya tekrar yaklaştı Kadriye Hanım. Yüzünü iyice ya­
kından inceledi . Kendini beğeniyordu ama yılların onu na­
sıl yıprattığını da görüyordu, "Çıkmadı şu sıçtığımın genç­
lik aşısı ! " diye düşündü. Hafif bir allık sürdü . Elmacık ke­
miklerinden yanağına doğru inen çizgileri saydı tekrar. Yedi­
şer tanelerdi. Son bir senedir hiç artmamıştı çizgiler. Kanta­
ron yağına müteşekkirdi. Kendisinden iki yaş küçük Samime
Hanım'ın yüzünde sadece iki ve belli belirsiz bir çizgi olma­
sı geldi aklına, "Dertsiz karı, yemiş, içmiş, gezmiş. Benim gi­
bi çile mi çekti sanki!" dedi. Derin bir nefes alıp ellerine Arko
kremini sürdü. Kadriye Hanım nadiren ruj sürerdi . Gençken
bir arkadaşı, "Gerçekten güzel olan kadınlar her zaman ruj
sürmez , sadece önemli günlerde, o da çok hafif sürer" demiş­
ti bilmiş bilmiş. Öyle ikna ediciydi ki Kadriye Hanım'a ha­
yatı boyunca takip edeceği bir güzellik düsturu gibi gelmiş-
17

ti b u ahkam. Arada şüpheye düştüğü oluyordu tabii. Ama ak­


lından da çıkmıyordu. Bu yüzden nadiren belli belirsiz sürer­
di rujunu. Bugün canı sürmek istiyordu. Günlerden çarşam­
baydı. Bellonacı Sadık Bey'le karşılaşma ihtimali yüksekti.
Sadık Bey, yıllarca gemilerde aşçı olarak çalışmış ve emek­
li olduktan sonra oğluyla birlikte işleteceği bir Bellona ba­
yisi açmıştı. Karısını dört sene önce kanserden kaybetmiş­
ti. Bütün gün Bellona bayisinin önüne attığı sandalyede otu­
rur, çay-sigara içer, keyif yapardı. Hele bazen beyaz bir ta­
kım elbise giyerdi ki işte o zaman bir bakan bir daha bakar­
dı bu yaşlı adama. Yakışıklıydı. Kır saçlarını her gün briyan­
tinle geriye doğru tarardı. Çakmak çakmak yeşil gözleri mis­
ket gibi parlardı . Günde içtiği iki paket Monte Carlo sigarası
yüzünden sesi bir volkmenden geçerek geliyormuşçasına hı­
rıltılı ve bu sayede de karizmatikti. Sigara tutan parmakları
sararmıştı. Doğrusu o sarı parmaklar ona hiç yakışmıyordu.
Kadriye Hanım Sadık Bey'in parmaklarını ne zaman görse
aklından hep, yanımda olsa çamaşır suyu ve biraz cifle çıkar­
tırım, diye geçirirdi. Neyse ki dişleri bembeyazdı. Evet, diş­
ler bembeyazdı ama protez oldukları da hemen anlaşılıyor­
du. Biraz da büyükçe yapılmışlardı. İnsan konuşurken gözle­
rini Sadık Bey'in dişlerinden alamıyordu. Olsun, dedi Kadri­
ye Hanım, en azından dişi var ve sarı değil. Hem ne de güzel
ısırır o koca dişlerle, diye geçirdi aklından ve hınzırca gülüm­
sedi. İçinden kendini, terbiyesiz Kadriye diye, çapkınca azar­
ladı, güldü.
Bir anda suratı düştü Kadriye Hanım'ın. Ne zaman Sadık
Bey'i düşünse hemen ardından Feyza Hanım geliyordu aklı­
na ve asabı bozuluyordu. Sadık Bey'in dükkanından çıkmıyor­
du Feyza Hanım. Bir keresinde konuşup gülüşürken görmüş­
tü onları Kadriye Hanım. Bu herhalde hayatında en çok sinir­
lendiği anlardan biriydi. Hal böyleyken Sadık Bey'in, "Buyu­
run Kadriye Hanım, bir şey mi istemiştiniz?" sorusuna "Zigon
18

zigon . . . zigon sehpa bakmıştım" diye cevap vermişti sesinin üç


ayrı tonda çıkmasına engel olamayarak. Doğrusu kendisini hiç
istemeden ele vermişti. "Alman'ın bokunu temizlemiş gelmiş,
bize burada hava basıyor" diye söylendi içinden Feyza Hanım
aleyhinde. Bu söylediğinden kendisi de rahatsız olduysa da
içinden bir ses, ''Yalan mı?" diye onu ikna etti.
Feyza H anım Almanya'da işçi olarak çalışmı ştı . Hem
Almanya'dan hem Türkiye'den emekli maaşı alıyordu. Duru­
mu gayet iyiydi. Hala Almanya' da yaşayan çocukları da an­
nelerine destek oluyordu. Feyza Hanım'ın aldığı iki maaş da
direkt bankaya, faize yatıyordu. Güzel sayılmazdı, gözlerinde
hiçbir anlam yoktu. Sanki sadece görmek için yaratılmışlar­
dı. Yüzü hep solgundu. Başının ön tarafındaki saçlar boya ve
röfleden yıpranmış, seyrelmişti. Topikle kapatıyordu açıkla­
rı. Kadriye Hanım'ın saçları öyle miydi; Düzce süpürgesi gi­
bi sıktı ve havalı bir şekle sokmak bir föne bakardı . Bazen
boyatmazdı saçlarını, beyazlar karizmasına karizma katıyor­
du. Fönlü saçları, kenarı dantelli yazmayla dizilerdeki hanım
ağalar gibi havalı gösterirdi onu. Hiç beğenmiyordu Düzce
süpürgesi lafını. "Keşke Viyana süpürgesi falan olsaydı" diye
geçirdi içinden, gülümsedi.
Düzce il olunca da hiç anlam verememişti , "Alanya olsa
anlarım, Düzce ne be!" demişti. Tekrar Feyza'yı düşününce
gülümsemesi dondu. Evet güzel değildi Feyza Hanım ama
boyu vardı ve beli yaşına göre incecikti. "Almanya'da köpek
gibi çalışmış ama çökmemiş orospu" dedi içinden. Hole geç­
ti hızlı adımlarla. Boy aynasının önünde durdu kendi beline
baktı. Sağa sola hafif dönerek yanlarına baktı. Derin bir ne­
fes aldı. "Şu hamur işini kesemedin bokboğaz Kadriye , ak­
şam dokuzdan sonra meyve bile yememek lazım. Dün gece
on birde üzüm yedin. Üzüm hep şeker. Dukan diyetine baş­
lamak farz oldu" dedi. "İstediğin kadar et yiyebiliyormuşsun
hem. Bu bel incelecek Kadriye" diye saydırdı kendisine.
19

Gardırobu açtı , taba rengi , kim giyerse giysin bir hava


katan yakası kürklü mantosunu giydi. Aynada kendine bak­
tı . Ellerini mantosunun yakasındaki kürkte gezdirdi . Yu­
muşacıktı kürk ve onu heybetli gösteriyordu. Gözü tekrar
beline takıldı ve kararlı bir şekilde, "O bel eriyecek" dedi.
E ğildi, gardırobun ayakkabılığından kahverengi makosen
ayakkabılarını çıkardı . Çekecek yardımıyla giydi . Aynada
son kez kendine baktı. Kıyafeti, ayakkabıları, safir taşlı yü­
züğü, nazar boncuklu kolyesi ve ucunda küçük bir K har­
finin sallandığı künyesiyle çok şıktı. "Keşke yaşlı manken­
ler olsa, havaalanlarında insanları karşılayan o koca koca
reklam panolarında yaşlı kıyafetleri de tanıtılsa" diye dü­
şündü. Kendisini reklam panosunda hayal etti . Bir anda
kan sulandırıcısını içmediği geldi aklına, ayakkabılarını çı­
karmaya üşendi parmak uçlarına basarak mutfağa gitti bir
bardak su doldurdu, ilacını ağzına attı suyu kafasına dik­
ti ve içtiği üçüncü yudum boğazından geçerken karşısındaki
mutfak camında Sülo'yla karşılaştı.
Sülo yaklaşık iki senedir Kadriye Hanım'ın evinde yaşa­
yan ve yine iki sene önce mutfak camının açık olduğu bir gün
içeri girip Kadriye Hanım onu fark ettikten sonra çıksın git­
sin diye evin bütün camlarını açık bırakmasına rağmen git­
meyerek eve yerleşen, iki-üç günde bir Kadriye Hanım'ın
karşısına çıkıp ölmediğini belli eden sevimli bir süleymancık­
tı . Kadriye Hanım onu ilk gördüğünde çok korkmuştu hat­
ta ona terlik fırlatmıştı ve heyecanla koşarak karşı komşusu
Nadide Hanım'ın kapısını çalmıştı:
"Nadide Hanım koş evde kertenkele var."
"Dur bakayım" diye hızla Kadriye Hanım'ın evine giren
Nadide Hanım Sülo'yla karşılaşınca gülümsedi.
''Yok kız , kertenkele değil süleymancık bu. Yani kertenke­
le de , bu küçüğü işte . Bunun zararı yok, bırak dolaşsın hem
faydası var börtü böceği yer."
20

"Ay yok dolaşmasın. Öldürelim şunu."


- Hiii! Sakın günah derler. Süleymancık öldürülür mü hiç?
Diyorum sana kız, faydası var. Vallahi bak. Hem sinek giri­
yor sürekli mutfaktan diyordun ya bak dolaşsın sinek minek
kalmayacak. Zaten bunu yakalayamazsın çok hızlıdır. B ak
sen beni dinle, hem uğur getirir. Seni seçmiş."
''Ya öyle mi diyorsun?"
"Tabii tabii. Unut onun evde olduğunu. Zaten her z aman
karşına çıkmaz ."
"Maşallah süleymancık doktoru gibisin Nadide."
"Bizde de vardı kız, oradan biliyorum. Öldü galiba çıkmı­
yor iki senedir ortaya. O varken ne sinek ne karınca vardı.
Keşke geri gelse."
"Belki bu sizinkidir."
"Yok bizimkinin boyu biraz daha büyüktü bir de kuyru­
ğunda kırmızı bir leke vardı. Bu seninki daha yavru. Baksa­
na kız gözlerine, ne tatlı."
Kadriye Hanım "yavru" kelimesini duyunca yumuşadı.
Her kadın "yavru" kelimesini duyunca yüreği taş bağlamış
bile olsa yumuşar, sakinleşir. Süleymancığa doğru yaklaş­
tı Kadriye Hanım. İki siyah boncuk gibi gözleriyle bakıyordu
Sülo Kadriye'ye, ağzı gülüyormuş gibiydi.
"Kız bu sevimli. Hem de gülüyor bana."
"Tabii yaaa. Süleymancık güler. Kız uğur getirir, bak söy­
lüyorum sana."
"Eee peki madem. Kalsın bakalım süleymancık. Adı da Sü-
lo olsun bari."
"Olsun be!"
"Olsun be, hem bana yoldaş olur."
Süleymancık Sülo Kadriye Hanım'a evde arada bir gözük­
se de bir nefes oldu o günden beri . Ne böcek ne sinek ne ka­
rınca ne örümcek girebildi eve , Raid'e Şeltox'a para vermi­
yordu artık Kadriye Hanım. İki-üç günde bir evin bir yerinde
21

karşılaşıp birbirlerine selam veriyor, biraz sohbet edip ayrı­


lıyorlardı. Kadriye Hanım o kadar alışmıştı ki Sülo'ya, artık
karşılaştıklarında ona parmağını uzatıyor ve "Bir kere ama
bir kere olsun ne olursun çık şu parmağıma" diye yalvarıyor­
du. Ama Sülo buna asla olumlu karşılık vermiyordu. İlk baş­
ta istenmemişti ve bunu asla unutmamıştı. O da Kadriye'yi
çok sevmişti zamanla. Ama karşılaştıkları günü ona ömrü­
nün sonuna kadar hatırlatmaya adeta yemin etmişti. Kadri­
ye Hanım çılgın bir aşık gibi artık onu her gördüğünde mut­
luluktan havalara uçuyor, onunla konuşmak için abuk subuk
sesler bile çıkartıyordu. Fakat Sülo mağrur bakışlar atmak­
tan başka bir şey yapmıyordu. Bir kez reddedilen bir kerten­
kele, hele de canına kastedilmişse asla unutmazdı. İntikamı­
nı ilgisizlikle alırdı. Evet o da çok sevdi Kadriye Hanım'ı ama
gururundan asla vazgeçmedi. Neler yaptı Kadriye Hanım?
Evin köşe bucağına sırf Sülo gelsin diye ekmek parçaları,
rendelenmiş fıstık, hatta ayçöreği kırıntısı bile koydu. Nafile.
Sülo yediği sineklerle karnını doyuruyor, Kadriye Hanım'ın
sevgisine asla karşılık vermiyordu. Ara ara kendisini göste­
rip gülümseyen yüzüyle sevimli kurlar yapıyordu. Çitlembik
gözleriyle Kadriye Hanım'a çapkınca bir gülüş atıyor sonra
kayboluyordu ortadan.
Kadriye Hanım'ın kamyoncu sevgilisi gibiydi Sülo, ara sı­
ra uzun yola gitmişçesine kaybolurdu . Kadriye Hanım te­
laşlanırdı , aklı hep Sülo'da olurdu, gün sayardı , "Bugün al­
tıncı gün , bugün dokuzuncu gün , bak on birinci gün oldu
hala yok . . . "
Kadriye Hanım bir gün uykudan uyanıp gözlerini açtı­
ğında yine uzun zamandır ortalıkta görünmeyen ve merak­
la yolunu gözlediği Sülo'yu, vantuz parmakları tavana ya­
pışmış çitlembik gözleriyle kendisini izlerken gördü. Çok se­
vindi . Yüzünde bir gülümseme belirdi , "Hoş geldin paşam.
Hoş geldin Sülo'm. Nerelerdesin sen yahu, yolunu gözlüyo-
22

rum" dedi. B akışlarını Sülo'nun gözlerini diktiği yere çevi­


rince Sülo'nun , geceliğinden sıyrılmış bacaklarına doğru
baktığını gördü . Sülo'nun tavandan yatağa atlamasını is­
tiyordu. Böylece dokunup sevebilecekti onu . Geceliğini bi­
raz daha sıyırdı. Sülo'ya göz kırparak, "Şişşt delikanlı, gel
bakalım" dedi . Ne de olsa kamyon şoförüydü Sülo. Kadri­
ye Hanım da onun en sevdiği uğrak yerindeki pavyonda ça­
lışan kırığı Mehtap oluverdi birden. Bu onların kimseye an­
latılamayacak denli ateşli, hırçın ve sonuçsuz aşkıydı . . . Sü­
lo ve Kadriye Hanım birbirlerine bakıyorlardı . Kadriye Ha­
nım yavaş yavaş geceliğini biraz daha yukarı doğru çekiyor
ve şuh tebessümlerle Sülo'yu etkilemeye çalışıyordu. Birden
bir şey oldu ve Sülo kafasını giyinme dolabına çevirdi . Kad­
riye Hanım da o tarafa döndü ama bir şey yoktu. Sülo pür
dikkat dolabı göz hapsinde tutuyor ve çok yavaş adımlar­
la ona yaklaşıyordu . Bir şey görmüştü ama neydi? Kadri­
ye Hanım da dikkat kesildi. Birden dolabın üstündeki ayak­
kabı kutularının üzerinde bir şey hareket etti ve tavana at­
layıp yürümeye başladı. Aaa, evde bir süleymancık daha mı
vardı? Kadriye Hanım diğer süleymancığı görünce ani bir
refleksle bacaklarını geceliğinin eteğiyle örttü yeniden. Bu
yeni süleymancık Sülo'ya yaklaşıyordu. Ya kavga ederler­
se, ya onu öldürürse diye düşündü Kadriye Hanım. Yeni sü­
leymancık Sülo'dan iriceydi . Sonuçta süleymancıklar ara­
sındaki ilişkiyi bilmiyordu. Belgesellerde aslanlar birbirle­
riyle kavga etmiyor muydu? Bu da öyle bir şey olabilirdi .
Ne yapabilirdi, nasıl ayırabilirdi onları? Çaktırmadan elini
yatağın altındaki terliğe doğru uzatmaya yeltendi . O esna­
da yeni Süleymancık da Sülo'ya neredeyse aynı hızla yakla­
şıyordu. Yaklaştı. Kadriye Hanım terliğe uzandı. O yaklaş­
tı . Kadriye Hanım terliğe uzandı . Yaklaştı. Uzandı . Yaklaş­
tı. Uzandı. Nihayet Kadriye Hanım terliği eline tam alıp fır­
latacakken yeni gelen süleymancık Sülo'nun üstüne çıktı ve
23

seri bir şekilde Sülo'yu düdüklemeye başladı. . . Evet, çiftle­


şiyorlardı. Kadriye Hanım gözlerine inanamıyordu. Çiftleşi­
yorlardı ! Sülo erkek değil miydi yani? Kadriye Hanım hızla
yataktan kalktı ve banyoya gitti. Aynada suretine bakarken
dağılmış saçlarının ve uykulu yüzünün de etkisiyle kendisi­
ni yıkılmış, aldatılmış hissetti. Nasıl olabilir, ben bunu ay­
larca nasıl erkek zannettim, diye sordu kendine . . . . Aynı so­
ruyu günlerce tekrarlayacaktı ayna karşısında. Sonunda ce­
vabını buldu . Süleyman adı cihan padişahlarına layık gö­
rülmüş bir isimdi. Sonuna iliştirilmiş bir "cık" ekiyle kariz­
masını çizmek mümkün değildi. Peki bu sevimli kertenkele­
ye o şanlı şöhretli ismi kim vermişti acaba? Biraz mahcup­
tu Kadriye Hanım ama Sülo'yu sevmeye , hem de eskisinden
çok sevmeye devam etti.
Suyunu içerken bir an o gün geldi aklına ve "Kız Sülo ne
yapıyorsun?" diye gülümsedi, Sülo da Kadriye Hanım'a kar­
şılık verdi. Suyunu bitirdi ve parmak uçlarına basarak evden
çıktı.
Daire kapısını alttan normal anahtarla üç kere ve üstte­
ki kilitten istenirse insan da öldürülebilecek sivri ve uzun
anahtarla üç kere olmak üzere altı kere kilitledi. Apartman­
dan çıktığında hafif soğuk ama güneşli bir hava karşıladı
onu. Çarşıya doğru yürümeye koyuldu. Üç kilometre mesa­
fedeydi gitmek istediği tamirci. Minibüse de binebilirdi ama
hem yürüyüş olsun diye hem de minibüsleri sevmediği için
yürümeye karar verdi. Dimdik, kendinden emin bir havayla
yürüyordu. Ayakkabısının topuklarının kaldırımda çıkardığı
tok tok sesleriyle hayattaki varlığını ve gücünü ilan ediyordu
çevresine. Bir yandan da mağazaların camlarında kendi yan­
sımasını izliyordu. Carrera gözlüğü çok yakıştırıyordu ken­
dine. Yandan bakınca çok havalıydı. Allah razı olsun şu Ata­
sun Optik'ten, yıllardır Ray-Ban takmaktan sıkılmıştım, di­
ye geçirdi içinden. 1500 TUlik gözlüğü kampanya döneminde
24

760 TL'ye almıştı, hem d e altı ay taksitle. Bir elbise mağaza­


sının hafif aynalı camının önünde yalandan bir elbiseye ba­
kıyormuş gibi durdu, kendini bir de sokaktaki haliyle incele­
di. Yüzüne bakmak için cama yaklaştı. Saçlarını parmakları­
nı tarak gibi kullanarak arkaya savurdu ve kabarıklığını al­
mak için avucunun içiyle bastırarak oturttu. Feyza bu hare­
keti yapsın da görelim, diye geçirdi içinden. Birden gözü çe­
nesine takıldı. Çenesinde bir tüy vardı. Yani Kadriye Hanım
onun tüy olmasını diliyordu . C arrera gözlüklerini çıkarıp
boynuna astı. Sağ işaretparmağıyla tüyü iyice yaklaştığı ha­
fif aynalı camda inceledi. Maalesef korktuğu gibiydi. Bu bir
kıldı . Çok sinirlendi Kadriye Hanım . Halbuki Optimal Tıp
Merkezi'ne düzenli epilasyona gidiyor, seans başına 125 TL
veriyordu. Evde aynanın karşısında o kadar vakit geçirmişti.
Nasıl görmem, diye kendine sinirlendi. Çenesindeki bu kıllar
artık çok canını sıkıyordu. Ne zaman çıktıkları da belli olmu­
yordu. Bir anda hiç olmadık bir yerde birdenbire karşılaşabi­
liyordu bir çene kılıyla. Sağ elinin baş ve orta parmaklarının
tırnaklarını bir kıskaç gibi yaparak kılı sıkıştırarak hızlı bir
şekilde aşağı çekmek suretiyle kıldan kurtulmaya çalıştı bir­
kaç kez . Ama maalesef kıl İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda
Reichstag'a asılan orak çekiçli bayrağın direği gibi sapasağ­
lam duruyordu orada. Kadriye Hanım aynı kıl çekme hareke­
tini birkaç kere daha yaptı. Bu esnada kimse görüyor mu di­
ye çevresine bakmayı da ihmal etmiyordu. Bu hareket burun
kılı koparmak kadar rahatsız edici ve utanç vericiydi. Kimse­
nin ona bakmadığını görünce güvenle cama biraz daha yak­
laştı ve aynı hareketi hızla birkaç kere daha tekrarladı. Ken­
di yüzüne netleşen gözleri tıpkı bir kamera objektifi gibi ca­
mın arkasında oynayan bir şeyi hissetti. Camın gerisinde kı­
pırdayan şeye odaklanan Kadriye Hanım'ın görüntüsü ken­
disine flulaştı . C amın arkasında siluet halinde biri vardı ve
Kadriye Hanım'a bakıyordu. Kadriye Hanım çok utandı. Ço-
25

cukluğunda sümüğünü koltuğun arkasına yapıştırırken yen­


gesine yakalanmıştı ve yerin dibine girmişti. Ona benzer bir
duyguydu hissettiği. Camın arkasındaki kız dışarı çıktı. Kı­
sa boylu ama ince belliydi. Bir an hem bu kadar kısa hem bu
kadar ince belli nasıl olur, diye düşündü. Tezgahtar kız, "Tey­
ze cımbız vereyim mi?" dedi. "Teyze", en sevmediği sözcüktü
Kadriye Hanım'ın. Sinirden alnı yandı adeta. Ne teyzesi oros­
pu, ne teyzesi, demek geldi içinden. Ama en sinirli olduğu an­
da işine gelmediği için kibarlaşan herkes gibi boynunu büktü
ve ağzından, "Valla olur güzel kızım" dedi . İnce belli kız içe­
ri buyur etti Kadriye Hanım'ı. O önde Kadriye Hanım arka­
sında içeri girdiler. İçeride müşteriler vardı. Kız bir müşteri
grubunu yararak geçti. Kadriye Hanım da iki adım arkadan
takip ediyordu. Kız daha tezgaha gelmeden diğer tezgahtar
arkadaşına, "Selen s . e nde cımbız vardı, versene" dedi. Kadri­
ye Hanım bu cımbız meselesinin sessiz halledileceğini düşün­
müştü. İnce belli, kısa boylu kız Selen'in kulağına konuşur,
Selen göz kırpar, tezgahın altından cımbızı çaktırmadan in­
ce belli, kısa boylu kızın eline tutuşturur; ince belli, kısa boy­
lu kız da Kadriye Hanım'a yine çaktırmadan verir ve tuvaleti
işaret eder. Ama öyle olmuyordu niyeyse. İnce belli, kısa boy­
lu orospu kız cımbız diye tezgaha yirmi metre kala bağırmış­
tı. Herkes şunu çok iyi bilir ki bir yerde cımbız adının geçme­
si, örneğin kalem gibi sıradan bir kelimenin zikredilmesine
benzemez. Cımbız kelimesi geçtiğinde ortam sessizleşir, her­
kes cımbıza kulak kesilir. Selen "N'oldu ki?" diye sordu. İn­
ce belli, kısa boylu kahpe kız, "Teyzenin çenesinde kıl çıkmış
ona vereceğim" dedi. Bunu bağırmasa bile herkesin duyabile­
ceği bir tonda söyledi ve mağazadaki herkes çene, kıl ve cım­
bız üçlüsünü akılda tutarak Kadriye Hanım'a baktı. Kadri­
ye Hanım, "Tamam kızım bağırma niye bağırıyorsun?" dedi.
İnce belli, kısa boylu fahişe kız, "Aman teyzem n'olacak kur­
ban olurum sana, kaldır çeneni ben alacam kılı" dedi. Dün-
26

y a başına yıkılmış gibiydi Kadriye Hanım'ın. Sırtında beliren


bir ter damlası hızla kuyruk sokumuna aktı ve "Kızım bağır­
ma, ver bana ben hallederim" diye cımbıza uzandı. Fakat in­
ce belli, kısa boylu yollu kız, "Kaldır çeneni ben akam şimdi"
diye Kadriye Hanım'ın çenesini yukarı doğru kaldırdı. Her­
kes Kadriye Hanım'a bakıyordu. Kadriye Hanım için zaman
geçmiyordu. Sanki çırılçıplaktı ve herkes memelerine bakı­
yordu. Utanç içindeydi. İnce belli, kısa boylu orospu kız bir
eliyle Kadriye Hanım'ın çenesini yukarı kaldırdı diğer eliyle
cımbızla kılı sıkıştırıp çekti, "Al kopardım, bayağı da kalın­
mış haaa!" dedi. Kadriye Hanım'ın gözleri sinirden titriyor­
du. İnce belli, kısa boylu şıllık kız, Kadriye Hanım'ın sol eli­
ni bileğinden tutup çekerek "Gel kolonya süreyim" dedi. Bu
artık bardağı taşıran son hareketti. Sert bir şekilde bileğini
geri çeken Kadriye Hanım yine herkese rezil olmamak için
ince belli, kısa boylu şırfıntı kızın burnunun dibine gelerek,
"Ne kolonyası orospu, ne kolonyası, ameliyat mı ettin?" diye­
rek hızlı adımlarla dükkan kapısına yöneldi. Herkes susmuş­
tu. Dükkanın diğer tarafında olanlar meseleyi tam anlama­
salar da bir şey olduğunu sezmişlerdi. İnce belli, kısa boylu
kız Kadriye Hanım tam kapının önüne geldiğinde, "İyilik de
yaramıyor" diye söylendi. Kadriye Hanım bir anda döndü ve
"Sen iyilik yapma, yaramıyor" dedi ve dükkandan çıktı, yürü­
meye devam etti.
Biraz önce yaşadıkları hızla aklından geçiyordu. Zamane
gençliğinin densizliğini ve saygısızlığını düşündü. Acaba bi­
zim gençliğimizde yaşlılar bizimle ilgili böyle mi düşünüyor­
du, diye geçirdi aklından. O sırada eczacı Sevim Hanım'ın ec­
zanesinin önünden geçiyordu. Aklına doktoruna yazdırdığı
kemik erimesi ilaçları geldi. Reçetesini alıp almadığını kont­
rol etmek için çantasını açtı. Yanındaydı. Eczaneye girdi. Ec­
zacı Sevim Hanım kasadaydı. Genç bir delikanlı ödeme yap­
mak için kartını uzattı . Sevim Hanım gencin uzattığı ilacı
27

elindeki barkod okuma makinesine tuttu ve bip sesinden son­


ra diğer kutuya uzandı. Genç, adeta eliyle üstünü örtercesine
Sevim Hanım'a kutuyu uzattı. Bu hareketi dikkat çekiciydi.
Sevim Hanım diğer kutuyu da okuttu. Kredi kartından para­
yı çekti ve kutuları sadece onların sığabileceği kadar küçük
bir poşete koyup gence verdi. Genç dükkandan çıktı. Sevim
Hanım'ın yüzünde hınzırca bir gülümseme vardı, "Prezerva­
tif aldı, yanında da ağrı kesici" dedi. Kadriye Hanım anlama­
mıştı. "Bazı gençler hala utanıyor prezervatif almaya o yüz­
den yanında mutlaka ağrı kesici alıyorlar, onun yanında pre­
zervatifi gargaraya getiriyorlar" dedi. Kadriye Hanım da gü­
lümsedi, "Kız bu gece başım ağrıyor, demesin diye almıştır"
dedi. İkisi de güldü. "Üstelik tırtıklı aldı biliyor musun?" diye
muhabbeti çıkmaz bir yola soktu Sevim Hanım. "Tırtıklı mı?
O nasıl oluyor ki?" diye sordu Kadriye Hanım. "Amaaaan ne­
reden bileyim, ben prezervatifi en son gördüğümde ANAP ik­
tidardaydı. Hem de Turgut Özal dönemiydi" dedi ve kimi za­
man tavukların çıkardığı tırmalayıcı bir sesle kısa bir kahka­
ha attı. ANAP ve prezervatif bir daha hiçbir yerde aynı cüm­
lede kullanılmayacak herhalde, diye düşündü Kadriye Ha­
nım ve "Şu benim kemik ilaçlarını alayım" dedi. ''Vereyim sa­
na da bir tırtıklı" dedi Sevim Hanım ve o çirkin kahkahasını
tekrarladı. Sevim Hanım bir tuhaftı bugün, aslında Kadriye
Hanım da böyle müstehcen muhabbetleri severdi ama biraz
önce ince belli, kısa boylu kızla yaşadığı cımbız olayından do­
layı argosunu tükettiğini hissediyor, hanımefendilik ve arsız­
lık arasında tercihini ilkinden yana kullanıyordu. "Sus şim­
di, biri girecek içeri, duyacak" diye tebessümle uyardı Sevim
Hanım'ı. "Amann duyanın götüne, duymayanın kulağına" de­
di Sevim Hanım. Ama nedense gözlerini kaçırdı ve kıkırda­
maya devam etti . "İlk defa duyuyorum böyle bir lafı" dedi
Kadriye Hanım. "Neyi?" diye sordu Sevim Hanım, "Duyanın
duymayanın diye bir laf ettin ya, onu." "Haaaa, duyanın gö-
28

tüne duymayanın kulağına. Çerkez'iz biz. Bizde böyle bir de­


yim vardır" dedi ve yine kaçırdı gözlerini. Çok tuhaf bir andı.
Kadriye Hanım niyeyse inanmamıştı. Sevim Hanım'ın gözle­
rini kaçırması ve bilmiş bilmiş konuşması kışkırtmıştı onu.
Sevim Hanım, SGK'ya gönderilmek üzere ilaçların kulakla­
rını makasla keserken Kadriye Hanım telefonunu çıkardı ve
Google'a "Duyanın götüne duymayanın kulağına Çerkez de­
yim" yazdı ve ara, dedi, "Hiçbir sonuç bulunamadı" yazdı ek­
randa . Kadriye Hanım kendisini çok tuhaf hissetti . Yıllar­
dır tanıdığı, üniversiteden hatırı sayılır bir diploması olan ve
kalburüstü bir mesleği olan Sevim Hanım yalan mı söylüyor­
du? Hani bir yerde, beraber bir şeyler içtiğin dağ gibi arkada­
şın, gelen 63 liralık hesaba erken davranıp adisyonu rahatsız
edici bir şekilde inceler, kartını çıkarıp, "Şuradan otuz bir bu­
çuk çek" der ya, onun gibi bir histi Kadriye Hanım'ın hisset­
tiği. Aldatılmıştı.
Sevim Hanım ilaçları hazırladı, Kadriye Hanım kartını
uzattı. Göz göze geldiler ve bir an öyle kaldılar. Sevim Hanım,
"Ne? Nooldu?" dedi. "Çerkezlerde böyle bir deyim yok" dedi
Kadriye Hanım ve telefonunun ekranını Sevim Hanım'a uzat­
tı. Sevim Hanım bir an telefona baktı ve Kadriye Hamm'la çok
ilgilenmeden kartı kredi kartı makinesine sokup ilaç tutarını
yazarken net ve keskin bir sesle, "Bizim köyümüz bir dağ kö­
yü ve bu, bizim köye ait bir anonim söz, Google'da bulamaz­
sın" deyip makineyi Kadriye Hanım'a uzattı. Kadriye Hanım
bir anda buz kesti ve makineye şifreyi girerken, "Yani o an­
lamda demedim, tabii anonim olabilir. Belki sen yanlış söyle­
din" diye bir şeyler geveledi. Bu sırada şifreyi yanlış girdi ve
"Sil hangisiydi sarı mı?" diye sordu. Kadriye Hanım durduk
yere iyice küçülmüştü. Eczacı Sevim Hanım gözlerini Kadri­
ye Hamm'dan ayırmadan, "Evet san" dedi. Kadriye Hanım şif­
reyi hızla tekrar girdi. Yaklaşık 10 saniye bankadan makineye
gelen cevap beklendi ve makine cııızzt etti. Fakat bu, o hesap-
29

t a limit olmadığını belli eden kısa cızzzt'tı. Eczacı Sevim küçük


kağıdı yırttı, "Yetersiz bakiye" dedi. Kadriye Hanım için her
şey çok kötü gidiyordu. Bir an önce o dükkandan çıkıp gitmek
istiyordu. "Nasıl olur onun asgarisi ödendi" dedi. Çantasında­
ki diğer kartları aramaya koyuldu. "Tamam sorun yok sonra
verirsin" diyerek iyice ezdi Kadriye Hanım'ı Eczacı Sevim Ha­
nım. "Hayır canım olur mu öyle şey, bir saniye" diye cüzdanın­
daki kartlara yöneldi Kadriye Hanım. Kasanın arkasından bir
panter gibi uzanıp Kadriye Hanım'ın elini tutu Eczacı Sevim
Hanım, "O kadar yıllık komşuyuz, ne olacak, bu sefer de ben­
den olsun, para istemez" diyerek kafasının tepesine bir balyoz­
la vurarak yerin en dibine gönderdi Kadriye Hanım'ı.
Kadriye Hanım bokun üstüne bir türlü konamayan bir ka­
ra sinek gibi hissediyordu kendini. Neredeyse yalvaran göz­
lerle. bakıyordu Sevim Hanım'a. İçinden neler demiyordu ki o
sırada. Bir an elinde bir kağıt bütün dünya kamuoyu önünde
Çerkez halkından özür dilerken bile düşündü kendini. Ne ya­
pabilirdi? Zaman çok azdı. Sevim Hanım'a kendini nasıl af­
fettirebilirdi. Acaba şu tırtıklı prezervatiflerden bir koli sa­
tın alsam ve benim adıma gençlere dağıt desem kızar mı, di­
ye bile düşündü. Ama Sevim Hanım gurur seviyesini artır­
mıştı ya "Para istemez al bir koli tırtıklı prezervatifi sen da­
ğıt gençlere" diye kucağına koliyi verirse ne olurdu? Sevim
Hanım'ı kırmamak için mecburen kabul etmek zorunda ka­
lırdı ve bu kabus böyle uzayıp giderdi. "Çok özür dilerim, sa­
na güvenmediğim için değil vallahi" dedi. Sevim Hanım "So­
run yok Kadriye Hanım iyi akşamlar" deyip konuyu kapattı.
Kadriye Hanım bütün bedenini ateş basmış bir şekilde
utanç içinde çantasını kapattı ve döndü. Bir an dışarıdaki
gün ışığına gözü takıldı. Ortamı yumuşatmak için gülümse­
yerek, "İyi günler" dedi. Sevim Hanım hiç gülmüyordu. Kad­
riye Hanım, "İyi akşamlar dedin ya, henüz gündüz o yüzden
iyi günler dedim" dedi ve tatlı bir tebessümle Sevim Hanım'a
30

yalvarırım affet beni der gibi baktı. "Yine aynı şeyi yapıyor­
sun Kadriye Hanım, saat ikiyi on geçiyor. Yani artık akşa­
ma doğru gidiyoruz o yüzden iyi akşamlar diyebilirim" dedi.
Kadriye Hanım tam "Ama o saat altıdan sonra değil miydi?"
diye soracakken Sevim Hanım, Kadriye Hanım'ın sözünü bı­
çak gibi keserek, "Lütfen Kadriye Hanım bu herkese göre de­
ğişkenlik gösteren bir konu, kapatalım" dedi. Sevim Hanım
yere eğildi ve alt taraftaki raflarda duran ilaçları düzenler
gibi yaptı . Bu, def ol demekti. Kadriye Hanım iyi akşamlar
deyip dükkandan çıkmak için kapıya yöneldi. Kapıyı açtı ve
çıkarken kapının üstüne asılmış giriş-çıkışlarda kapının açıl­
dığını belli eden zilin sesini duydu. Bu ses daha önce hiç dik­
katini çekmemişti . Bir anda sanki bir şey devirmiş veya bir
hata yapmış gibi o zil sesinden dolayı özür dileme isteği geldi
içinden. Ama ne alakaydı? . .
Son bir kere arkasına baktı Kadriye Hanım, Sevim Ha­
nım ayağa kalmış onun gidişini galip bir komutan edasıyla
izliyordu. Göz göze geldiler ve "Ağızdan çıkan söz namludan
çıkan kurşun gibidir, bak bakalım bu var mı Çerkez atasöz­
lerinde" dedi Sevim Hanım . Öyle bir gururla duruyordu ki
fotoğrafını çektirip şu tam arkasındaki üniversiteden kal­
ma siyah beyaz fotoğrafın yerine assa yeridir, diye düşün­
dü Kadriye Hanım. Artık hiçbir sözü kendine hak görme­
yerek dükkandan çıktı , birkaç adım sonra karşısına çıkan
banka oturdu. Ağlayacak gibiydi . Derin bir nefes aldı . Ka­
fasını havaya kaldırdı. Gözleri doluydu, ağaç dallarına kon­
muş bir karga vardı . Tam kafasının üstünde karganın kıçı
kasılıp büzülüyordu, sıçmak üzereydi , Kadriye Hanım he­
men banktan kalktı ve yoluna devam etti. Bu konuyu unut­
ması gerektiğini, yaş kaç olursa olsun her zaman hayattan
bir şeyler öğrendiğimizi düşündü. Bu olaydan ders çıkarma­
sı gerektiğini kendine iyice tembihledi. Gerekirse bir süre
Sevim Hanım'dan alışveriş etmeyecekti. Elbet bir gün onun
31

gönlünü alacaktı . Aklına ETS turdan Çerkez illeri turuna


iki kişilik rezervasyon yaptırıp Sevim Hanım'ı davet etmek
bile geldi.
Bu sırada Yaren Pasajı'nın önüne gelmişti. Telefon tamirci­
si Tarık Telefon Hastanesi, pasajın hemen ikinci katındaydı.
LED tabelası davetkar bir şekilde yanıp sönüyordu. Hastane
kelimesi tamirci dükkanlarında hep kullanılmış ama en doğ­
ru yerini telefon tamircilerinde bulmuştu. İnsana evladından
daha yakın tek alet telefon. İnsan bir aletle hiç bu kadar ha­
şır neşir olmadı, hiçbir aletle bu kadar bütünleşmedi, hiçbir
aletin bir saat yokluğu insanı bu kadar üzmedi. Telefon has­
tanesi çok doğru, diye düşündü Kadriye Hanım. Dükkandan
içeri girdi, "İyi günler Tarık Bey, benim telefonun . . . " Tamir­
ci genç hemen sözünü kesti Kadriye Hanım'ın, "Tarık Ahi cu­
maya gitti abla, ben yardımcı olayım" dedi. Kadriye Hanım
için önemli olan telefonunun tamir edilmesiydi ve karşısın­
daki de tamirciyse bu bilginin hiç önemi yoktu. Sadece tabe­
lada Tarık Telefon Hastanesi yazdığı için ve dükkanda tek
bir kişi olduğu için Tarık Bey demişti. "Peki sen neden git­
medin?" dedi Kadriye Hanım, ama bu soruyu sorarken sor­
masa mıydım acaba, diye de düşündü. "Biz genciz abla, daha
çok gideriz" dedi genç. "Ne vardı?" diye ekledi. Kadriye Ha­
nım bu yanlış anlamaya çok müsait konuyu, "Tabii oğlum da­
ha çok gençsin, inşallah hacılığını da görürsün" diye tatlı bir
yerden bağladı. "Bakalım, inşallah" dedi çocuk. Kadriye Ha­
nım telefonunu çıkardı ve "Şarj yerinde temassızlık var oğ­
lum, bir bakar mısın?" dedi. "Bakalım abla" dedi çocuk. Tele­
fonu açtı, "Abla şifreni girer misin?" diyerek telefonu tekrar
ona uzattı. Kadriye Hanım tabii ki doğum tarihi olan 1959'u
girdi ve telefon açıldı. Çocuk bir süre telefona baktı. Ekran­
da, "Duyanın götüne , duymayanın kulağına Çerkez deyim"
yazıyordu. Kadriye Hanım ekranı aşağıya atmamıştı. Çocuk
"Ben Çerkez'im böyle bir deyim duymadım abla" dedi. Kadri-
32

ye Hanım bir anda kavgada arka bulmuş liseli gibi "Ya evet,
bence de yok, ama bir arkadaş var diyor" dedi. Çocuk "Val­
la ben duymadım abla" dedi. "Pe ki 'ağızdan çıkan söz eamlu­
dan çıkan kurşun gibidir' var mı?" diye sordu, "Onu duydum
abla, o var" dedi Çocuk. "Haaaa" dedi Kadriye Hanım, bir ses­
sizlik oldu. Çocuk bir ataç çıkar dı , atacı düzleştirdi, telefo­
nun şarj deliğine sokup yanladı, delikten pamukçuklar çıktı.
"Abla bozuk değil bu . Bak pamukçuk dolmuş, sen de temizle­
yebilirsin evde böyle bir şeyle, kürdanla da olur" diyerek ay­
nı hareketi birkaç kere yaptı . Kadriye Hanım'ın kıyafetle­
rinden birleşerek oluşan pamukçukları çıkardı. Kadriye Ha­
nım bu duruma çok sevindi. Telefonu tamire gidecek diye çok
üzülüyordu, kim b ilir kaç gün ayrı kalacaktı akıllı telefonun­
dan. Evde eski bir 33 10'u vardı a ma yine de iki gün 33 10'la
geçmezdi. İki gün boyunca yılan m ı oynayacaktı? Çocuğa ya­
landan borcumuz ne diyerek cüz danına yöneldi ama çocuğun
para istemeyeceğini bildiği için aç madı bile cüzdanı. "Gerek
yok abla" dedi çocuk. "Olur mu oğlum, o kadar uğraştın pa­
mukçukları çıkardın, söyle lütfen " diye yalandan ısrar etti.
Çocuk, "At bir siftah o zaman abla" dedi. Kadriye Hanım şok
olmuştu gerçekten hiçbir şey yapmamıştı piç, ne demek "Bir
siftah at." Bu sefer elleri sanki be denine ait değilmiş, sanki o
çanta onun değilmiş gibi garip hareketlerle cüzdanına ulaştı.
Cüzdanından bir adet 100 TL bir adet 5 TL çıkardı. "Bu ka­
dar var oğlum bozuğum yok" dedi ve çaktırmadan 5 TL'yi işa­
ret etti. "Bozarız abla" diyerek 100 TL'yi aldı çocuk ve Kadri­
ye Hanım'a bir tane 50, iki tane 20, bir tane de 10 TL olarak
bozuk 100 TL'yi u zattı . Kadriye Hanım mecburen 10 TL'yi
uzattı çocuğa. "Sağ ol abla, dediğim gibi kürdanla çıkartabi­
lirsin" dedi. Kadriye Hanım çocuğa gıcık olmuştu. Yalandan,
"Tamam yavrum tamam" diyerek çıktı dükkandan.
Salak Kadriye, salak Kadriye , sana ne, sen ne soruyorsun
bir daha, diye kendine kızmıştı . Kan şekeri düşmüştü. Tam
33

o sırada Kemik Pastanesi'nin önünden geçiyordu. Karar bile


vermeden içeri girdi, tezgahın üzerinde yan yana duran ter­
lemiş limonata ve vişne sebillerinin önünde durdu. Kel ve bı­
yıklı pastaneci, "Buyur abla" dedi . Pastaneciyi o işe yakıştı­
ramadı, zaten ömründe pasta gibi insanı mutlu eden bir şeye
yakışan pastaneci de görmemişti. "Bir bardak limonata ver­
sene" dedi . Aslında genelde verir misin, derdi . Ama bugün
tezgah arkasında duran herkese gıcık oluyordu. "Soğuk ol­
sun" diye ekledi. "Soğuk abla" dedi pastaneci limonatayı dol­
dururken. "Neden pastanenin ismini Kemik koydunuz , kasap
mı burası?" diye sordu Kadriye Hanım. Adam, "Kemik bizim
soyadımız abla" deyince konu bir anda kapandı . Pastaneci
ve bir bardak doldurup uzattı. Limonatadan bir yudum aldı
Kadriye Hanım, yudumun buz gibi olduğunu düşünerek. Ya­
naklarını balon yaparak ısıtmak için bekletecekti. Ama limo­
nata o kadar da soğuk değildi ve yudumu hemen yuttu. "Eee
bu soğuk değil" dedi. "Yooo soğuk" dedi pastaneci. "Yahu de­
ğil işte , hemen yuttum soğuk olsa yutabilir miyim? Dişlerim
sızlar" dedi . "Hemen yutma abla boğazlarına zarar, ayrıca
çok soğuk diş minelerini çatlatır" dedi pastaneci. "Aman çok
biliyorsun" diye çıkıştı Kadriye Hanım. "Diş minesi ne diye
sorsam bileceksin sanki" diye aşağıladı pastaneciyi . "Biliyo­
rum tabii" dedi pastaneci. "Neymiş?" diye sordu Kadriye Ha­
nım. "Dişlere beyazlığını veren en üstteki tabaka" dedi kel ve
bıyıklı pastaneci. "Hiç de değil" dedi Kadriye Hanım. "Ney­
miş sen söyle de bilelim" dedi bıyıkları yavaş yavaş ay çöre­
ğine benzeyen pastaneci. "Tamam tamam uzatma, ne kadar
borcum, sen onu söyle" dedi Kadriye Hanım, "Bir buçuk YE
TE LE" diyerek gıcıklaştı pastaneci. Kadriye Hanım cüzdanı­
nın fermuarlı bozuk para bölümünden iki tane 1 TL çıkardı,
tezgaha koydu. Pastaneci parayı aldı ve kasanın bozuk para
kısmına attı. Kadriye Hanım hemen 50 kuruşunu bekliyor­
du ama pastaneci kasada bir şeyle oyalanıyordu ve biraz son-
34

r a anlaşıldı neyle uğraştığı. Tezgaha bir tane 5 0 kuruş kon­


masını bekleyen Kadriye Hanım'ın önüne iki tane 10 kuruş
altı tane 5 kuruş koymuş, 50 kuruşu bu şekilde ödemeyi ter­
cih etmişti pastaneci. Kadriye Hanım çok sinirlenmişti, pa­
raları alıp pastanecinin kafasına fırlatmak geldi içinden ama
aklına başka bir şey geldi, iki 10 kuruşu aldı ve altı 5 kuru­
şu tezgahta bırakarak "Üstü kalsın" dedi ve dükkandan çıktı.
Ohh iyi yaptım salak pastaneciye, diye kendi haklılığına çok
inanarak yoluna devam etti.
Kan şekeri biraz dengelenmiş , kendine gelmişti . Aslın­
da çarşıdan kahvaltılık falan alması da gerekiyordu ama
Bellona'ya çok yaklaşmış, dükkanın tabelası köşeden gö­
rünmeye başlamıştı . Heyecanlanmıştı Kadriye Hanım. Bu
duyguyu yaşamayı çok seviyordu . Kendisi bilmese bile bu
duyguyu ona yaşattığı için Sadık Bey'e müteşekkirdi . Bel­
ki Feyza'ya da. Ama bunu düşünmek istemiyordu. Feyza'yı
kıskandığı gerçeğiyle yüz l e ş m e k istemiyord u . Aslında
Feyza'nın varlığı değil miydi ona lise iki talebesi heyecanı­
nı yaşatan. Amaaan neyse, boynuna sarılacak değilim ya di­
yerek Bellona'nın kapısına yöneldi . Kapıya birkaç adım ka­
la aklına parfümünü yenilemek geldi , hemen arkasını dön­
dü çantasından parfümünü çıkardı, rüzgarda sigara yakan­
ların kapaklanması gibi yaparak çaktırmadan iki fıs gerda­
nına bir tane de kıyafetlerine sıktı . Parfümü tekrar çanta­
sına koydu ve dükkan kapısına yürüdü . İçeri girdi . Bello­
na bayisi çok büyük bir dükkandı . İçeride üçlü, ikili ve tek­
li olmak üzere kanepe takımları, vitrinler, dolaplar, halılar,
sehpalar, masalar, sandalyeler ve hatta kampanya dahilin­
de karne hediyesi olarak satılan bisikletler bile vardı . İçe­
risi yeni eşya kokuyordu. Kadriye Hanım bakındı , dükkan
boştu. "B akar mısınız?" diye seslendi, kimse cevap verme­
di . Sağına soluna bakınarak dükkanın içine doğru yürüdü.
İlerde dükkanın sonunda sağa dönünce Sadık Bey'in yazı-
35

hanesi vardı. Sessiz adımlarla yürürken sesini alçaltarak


bir daha seslendi, "Kimse yok mu? B akar mısınız?" Yazıha­
neye iyice yaklaşmıştı. Sesler duydu. Bu sırada duvarda bir
A4 kağıt takıldı gözüne . "Anzer balı gelmiştir" yazıyordu.
Ne alaka , diye düşündü ama aklı içerden gelen seslerdey­
di . Dinlemek için biraz daha yaklaştı. Sesler suyun içinden
geliyormuş gibi boğuktu. Biraz daha yaklaştı ve içerden ge­
len seslerin bir kadın ve bir erkeğe ait olduğu anladı. Biraz
dinlemeye çalıştı ama konuşulanları anlamıyordu. Bu sefer
sesini biraz daha yükselterek "Bakar mısınız?" diye seslen­
di. !çerden gelen ses, "Buyurun" dedi . Sadık Bey'in sesiydi .
Peki kadın kimdi? Kadriye Hanım bütün cesaretini toplaya­
rak, yazıhaneye doğru keskin bir dönüş yaparak içeri girdi .
Sadık Bey ayaktaydı ve patron masasının önündeki sandal­
yelerden birinde Feyza Hanım oturuyordu. Kadriye Hanım
içeri girdiğinde Feyza eteğini toplama hareketi yaptı . Bu,
Kadriye Hanım'ın şüphelenmesi için yeterliydi . S adık Bey
ve Feyza Hanım, Kadriye Hanım'a bakıyorlardı . Bir anda
yaşadığı duygusal çöküntünün de etkisiyle, "Siz ne yapıyor­
sunuz burada?" deyiverdi Kadriye Hanım . Ortam buz kes­
mişti . "Feyza Hanım koltuk takımı aldı da senetleri yapı­
yorduk" dedi Sadık Bey. "Kaç taksit?" diye anlamsızca sor­
du Kadriye Hanım . "Altı taksit" diye cevapladı S adık Bey.
"Niye , Garanti'ye altı taksit, artı üç taksit de siz veriyor­
sunuz, yok mu sende Garanti?" diye sordu Feyza Hanım'a
Kadriye Hanım. Muhabbet normale dönüyor gibiydi . Ama
konuşulanlar anlamsız şifreli mesajlar gibiydi . "Sana soru­
yorum , yok mu Garanti?" diye sert bir şekilde yineledi so­
rusunu Kadriye Hanım. Feyza Hanım gözlerini kaçırarak
"Yok" dedi. "Yapı Kredi de olur, olmaz mı Sadık Bey" diye
devam etti Kadriye Hanım. "Oturmaz mısınız? Size bir çay
söyleyeyim" dedi Sadık Bey. "İstemez" dedi Kadriye Hanım
yarı sert bir edayla . "Anzer balı getirmişsiniz?" diye sordu.
36

"Evet benim oğlan getirtiyor bir arkadaşıyla beraber, ayıra­


yım mı size de bir kilo?" "İstemez" dedi tekrar Kadriye Ha­
nım , "bu yaşta ne yapalım biz balı , gençler yesin . " Bu sıra­
da Feyza Hanım, "Ben kalkayım" dedi. Feyz a Hanım böy­
le kaçar gibi kalkmasa Kadriye Hanım'ın aklından geçenler
şüphe düzeyinde kalacaktı. Ama artık çok geçti. Sert bir şe­
kilde, "Yok canım otur sen, çayını iç, koltuk takımını al hat­
ta bir kilo da bal al, Sadık Bey sana ne de olsa bol bol tak­
sit yapar" diye laf soktu. Feyza Hanım kıpırdayamadı, oldu­
ğu yerde kaldı . Sadık Bey konuyu değiştirmek istercesine ,
"Sizin bir ihtiyacınız mı vardı Kadriye Hanım, yardımcı ola­
yım" dedi. "Bilmem belki bir halı , belki bir sehpa, belki bir
gümüşlük . . . Bilmem . . . Belki de hiçbir şey ama bal değil o
kesin" dedi. O an çok okkalı konuştuğunu düşündü Kadriye
Hanım . Kendisini bir tiyatro sahnesinde gibi hissetti . Sadık
Bey alttan alarak sohbeti normalleştirmek için, "Çoluk ço­
cuk nasıl? İyiler inşallah" diye sordu. "İyiler iyiler, çoluğu­
muzun çocuğumuzun yüzüne bakabilecek durumdayız , ma­
şallah gaaaayet iyiler" dedi Kadriye Hanım. İsterseniz ger­
çekleri konuşalım da ağzınıza sıçayım tonunda Sadık Bey'i
ve Feyza Hanım'ı eziyordu.
Feyza Hanım önündeki senetlerle ilgilenirmiş gibi yap­
tı. Sadık Bey bir anda, "Çok güzel bir zigon sehpa geldi, gös­
tereyim isterseniz?" diye yerinden kalktı . Sohbetin hem ko­
nusunu hem mekanını değiştirmekti amacı. "Sağ olun Sadık
Bey sağ olun, ben artık zigon sehpalarla ilgilenmiyorum, mo­
dası geçti, şimdi çok daha güzel ağaç kütüğünden sehpalar
var, ilkelmiş gibi duruyor ama öyle değil, bir de üstüne gü­
zel bir cam kestirdin mi çok güzel oluyorlar" dedi. Bir an ses­
sizlik oldu. Sadık Bey yorulmuş ve bütün muhabbet değiştir­
me kaynaklarını tüketmişti. "Size iyi günler Sadık Bey" dedi
Kadriye Hanım ve Sadık Bey'e elini uzattı, tokalaştılar. Sa­
dık Bey gözlerini kaçırıyordu. "Ben Kelebek Mobilya'ya gidi-
37

yorum, o kütükten sehpalardan var orada" dedi Kadriye Ha­


nım. "Kelebek Mobilya mı? Yapmayın Kadriye Hanım, on­
lar bizim taklitçimiz" dedi Sadık Bey. "Taklitler aslını yaşa­
tır hatta bazen daha güzel olur, daha eğlenceli yaşatır Sadık
Bey" dedi Kadriye Hanım ve mağrur bir şekilde arkasını dö­
nerek dükkandan çıktı . Yürüyecek hali yoktu. Çok kötüydü,
caddeden geçen bir minibüse el etti . Minibüs durdu, kapısı
açıldı. Kadriye Hanım son kez Bellona'ya doğru baktı ve mi­
nibüse bindi. Minibüste yer yoktu, motor kapağının üstünde­
ki koyun postuna oturan genç kalktı, "Buyur teyze otur" de­
di. Oturdu Kadriye Hanım.
lOO'lük

L 2905201600

Beyaz büyük spot ışıklarının aydınlattığı odanın içinde


tatlı bir telaş vardı. Herkes makinenin garç-gurç seslerinden
finale gelindiğini anlamıştı . İlk lOO'lük banknotun yaşama
katılmasına saniyeler kalmıştı. Oda ahalisi makinenin çıkış
bölümündeki aralığa odaklanmış bekliyordu.
Hükümet yaklaşık üç ay önce paradan altı sıfırı atma ka­
rarı almış ve hemen harekete geçmişti . Altı sıfır bir utanç­
tı. Paranın ülkedeki itibarı, o altı sıfırın sonundaki sıfır ka­
dardı. Evet, ekonomik karşılığında bir değişiklik olmayacak­
tı ama en azından şekli şemaili düzelecekti. Sıfırlar paranın
üstünde ergen sivilceleri gibi duruyor, ülkeye gelen turistle­
rin alay konusu oluyordu. Herhalde milyon olmak bu dünya­
da bir tek bu paranın işine gelmiyordu. Neden bir para bir
milyon oluyordu? Mesela bir domates bir milyon olur muydu?
Bir kestane ya da bir kiremit bir milyon olabilir miydi? Bu
paranın başına gelen, Allah'tan reva mıydı? Birken bir mil­
yon olmak . . . Bu utanç kahrediciydi . Bütün dünyanın en bü­
yük yalancısı olmak acınasıydı.
Makinenin aralığından lOO'lük banknotun ucu gözüktü.
Yavaş yavaş kardeşleriyle beraber geliyordu. Makineden çık­
masına yarayan iki tekerin arasından hazneye düştü. Bir gö­
revli, üzerinde paraların olduğu tabakayı aldı ve para kar­
deşlerin göbek bağlarını birbirinden ayırmak üzere giyotine
götürdü. Giyotinde , tam da ölçüsüne uygun bir şekilde, in-
39

tizamla ayrıldı paralar. Dünyanın e n çok arzulanan nesne­


si olmasa bu kağıt parçalarına sanat eseri muamelesi yapı­
lır mıydı hiç? Banknotları duygu geçişleri keskin, şiddetli bir
yaşam bekliyordu. Evet, şimdi ayrılıyorlardı. Kimileri onları
kendilerinde buluşturmak için uğraş verecek, başka bazıla­
rı aynı buluşmayı herkes için yapmak isteyecek, banknotla­
rın ömürleri bu gerilimle geçecekti. Birleşmek için ayrılmak
büyük bir paradokstu. Paradoks kelimesinin ilk dört harfinin
okunuşunun "para" olması elbette tesadüf değildi.
Seri numarası, L 290520 1600 olan ilk banknotu alan gö­
revli, lOO'lüğü odayı onların bulunduğu yerden ayıran camın
arkasından merakla izleyen diğer çalışanlara gösterdi . Her­
kes gülümseyen bir ifadeyle bakıyordu. Kimi alkışlıyor, kimi
ıslık çalıyor, kimi "çak" diyerek ellerini birbirlerine çarpıyor­
du. Bu bir sevinç töreniydi . Görevli banknotları dinlenmele­
ri için ayrılan loş odaya götürdü, ışığı biraz daha kısarak ka­
pıyı kapattı.

Birkaç zaman sonra


L 290520 1600 bir çuvalın içinde yüzlerce kardeşiyle bir­
likte, zırhlı bir arabaya konularak yola çıktı. İçerisi zifiri ka­
ranlıktı. Açılıp kapanan gözleri dışında birbirlerini göremi­
yorlardı. Çuvala uykudayken konmuşlardı. Kasislerde zıpla­
malarından, frenlerde sarsılmalarından ve korna seslerinden
arabada olduklarını anladılar. Araç bir yere yanaştı, kapılar
açıldı, bir el çuvallara uzandı ve içlerinden birini aldı. Çuva­
lı alan kişi, yanındaki eli tüfekli güvenlik görevlisi eşliğinde
bir banka şubesine girdi ve parayı içerdeki arkası açılıp hazır
edilmiş ATM ile ilgilenen memura uzattı. Memur çuvalın ön­
ce ipini sonra ağzını açtı . Gün ışığı bütün paraların gözünü
aldı. Memur önceden sayılmış destelerin deste olmasını sağ­
layan, göbekten bağlandıkları deste kağıtlarını yırtarak pa-
40

raları ATM'ye yerleştirdi v e kapısını kapattı. Paralar şaşkın,


karanlık korkutucuydu.
ATM'nin önünde küçük bir kuyruk vardı , kuyruğun en
önündeki teyze kartını ATM'ye yerleştirdi,'para çek tuşuna
bastı, emekli maaşı kadar olan miktarı yazdı ve onay verdi.
Aslında bir 10 dakika kesintisiz dinlesen dünyanın en rahat­
sız edici sesi olan ama paran varsa dünyanın en güzel sesi­
ne dönüşen bankamatiğin para sayma sesi eşliğinde, paralar
yazılan miktar kadar sayıldı. Bankamatik önce teyzeye kar­
tını geri verdi, teyze kartını aldı ve bir kovboy gibi hazırda
beklettiği cüzdanıyla para alma haznesinin açılmasını beş
saniye kadar bekledi. Hazne açıldı, teyze parayı aldı, cüzda­
nına yerleştirdi, cüzdanı çantaya attı, çantasını koltuğunun
altına iyice sıkıştırdı, iki eliyle kavradı ve yola koyuldu.
Teyze, çarşıya kestirmeden gitmek için bir ara sokağa gir­
di. Teyzeyi gözüne kestiren bir kapkaççı için bu ara sokak bü­
yük bir şanstı. Teyzenin arkasından sokağa daldı. Kapkaççı
dünyanın en ağır küfürlerini hak ediyordu. Hırsızlık bir suç
olsa da yerine, zamanına ve bazı durumlara göre hırsızlıklar
bazen affedilebilir bazen daha sakin karşılanabilir ve hatta
bazen kaçınılmaz bile olabilirdi . Ama hırsızlığın yaşlılara ve
çocuklara yapılanı hiçbir durumda affedilemezdi. Kapkaççı,
teyzeye sinsice arkadan yaklaştı, beş adım kala koştu, çan­
tanın askısından yakaladı ve çekiştirmeye başladı. Teyze şok
halinde çantasının askısına asıldı, yaman çıkmıştı. Kapkaççı
bütün gücüyle yere doğru çekiştirerek teyzenin kaldırıma ka­
paklanmasına neden oldu. Teyze bir yandan çığlık atıyor bir
yandan da kapkaççının elini ısırmaya çalışıyordu, kapkaç­
çı elini hızla çekti. Teyze çantasını göğsünde iki eliyle muha­
faza ederek yere yüzüstü kapaklandı. Kapkaççı teyzeyi tek­
melemeye başladı. Teyze ikinci tekmeden sonra beline aldığı
darbenin acısıyla ellerini sırtına götürdü ve çantayı bıraktı.
Kapkaççı çantayı aldı ve kaçtı.
41

Hızla koşarak uzaklaşan kapkaççı ara sokaklarda zikzak


çizerek izini kaybettirdi . Nefes nefese bir inşaatın bodrum
katına indi, çantadan cüzdanı çıkardı, paralan cebine koydu,
çantayı fırlatıp attı ve seri adımlarla inşaattan çıkarak uzak­
laştı.
Kapkaççı , bir lokantanın önünde yemeklere b akıyor­
du. !çeri girdi . Self servis hizmet veren lokantanın vitrinin­
de çokça sulu yemek vardı. Eline aldığı tepsiye tezgahtan bir
kase cacık koydu, pilav ve haşlama istedi. Tabakları tepsisi­
ne koyup kasaya geldi . Paraları çıkardı ve L 290520 1600'ü
kasada duran kadına uzattı, kadın parayı aldı, yazarkasanın
para bölümüne sırt üstü yatırdı, kıskaçlı demiri paranın üs­
tüne kapattı. Paranın biraz canı yanmıştı, "Ihhh" diye inledi
ama sesini sadece diğer kader mahkumu paralar duydu.

Bir gün sonra


Lokantanın kapısının önündeki kamyonetten indirilen
çuval çuval soğan ve patatesi komi ve garsonlar lokanta­
ya taşıyordu. Lokantacı ödeme yapmak için cüzdanından L
290520 1600'ü ve birkaç banknotu daha pazarcıya verdi. Son
zamlardan sonra artık soğanı ve patatesi bir adet banknot­
la ödemek mümkün değildi. Pazarcı paraları aldı ve beline
bağladığı pazar önlüğünün cebine attı. Cebin açık kısmından
içeri gün ışığı sızıyordu. Soğan kokusundan suratları ekşiyen
diğer banknotlarla selamlaştı bizim lOO'lük. Pazarcının pa­
rayı güçlü bir şekilde önlüğün cebine fırlatışı ve yerçekiminin
de katkılarıyla, soğan kokulu önlüğün en altına doğru kay­
dı, kaydı, kaydı, dibe kadar indi. Birkaç bozuk parayla karşı­
laştı. Bozuk paralar dikkat kesilmiş, ses çıkarmadan ona ba­
kıyordu. lOO'lük bir beyefendinin bu kadar derinlerde, ayak­
takımı arasında ne işi vardı? lOO'lük, bozuk paralara selam
verdi. Bozuk paralar da hep bir ağızdan selamı aldılar. Para
42

camiasında racon böyledir, kağıt para selam vermeden bozuk


paralar asla selam veremez.

Beş saat sonra


Pazarcı , bir mahallede, kamyonetinden yüklüce alışveriş
yapan bir amcanın, "Şunu bozar mısın oğlum?" diye uzattığı
200'lüğü bozmak için elini gönülsüzce önlüğünün cebine attı.
Beş dakika önce başlayan ortak ticaret geçmişlerinin hatırına
olmaz dememişti. L 290520 1600'le birkaç banknotu cebinden
çıkartıp amcaya uzattı. lOO'lük bu duruma biraz bozuldu. Na­
sıl bozulmasın, bir paranın bu hayatta en sevmediği şeylerden
biri, daha büyük başka bir para karşılığında bozuk olarak ve­
rilmekti. Bu durum onur kırıcıydı ama elinden bir şey gelmi­
yordu. Amca, lOO'lüğü ve diğerlerini 200'lüğün karşılığı olarak
aldı ve gömlek cebine koydu. lOO'lük, gömlek cebinden dışarıyı
bir tülün ardından seyreder gibi seyrediyordu. Burası pazarcı­
nın cebinden iyiydi. lOO'lük ilk defa dışarıyı bu kadar uzun sü­
re görebilmişti. Her şey şaşırtıcı ve eğlenceliydi.
Amca bir minibüse el kaldırdı, minibüs durdu, amca bin­
di, boş bir yere oturdu. Paraları cebinden çıkardı ve aslında
bizim lOO'lükten daha küçük miktarda parası olmasına rağ­
men cebinde daha çok bozuk parası olması için lOO'lüğü, "Şu­
radan bir kişi" diyerek elden ele uzattı . Şoför lOO'lüğü alıp
paranın sahte olup olmadığını anlamakta uzmanlaşmış par­
maklarının arasında yoklayarak ön cam ve kokpit arasına
attı. lOO'lük tam öne, camın dibine, yolu izleyebileceği bir şe­
kilde düştü. Arabada etrafı seyrederek gitmek ilk önce çok
hoşuna gitmişti ama zaman geçip güneşin camdan bir büyü­
teç etkisiyle içeri sızıp o alanı cehennem sıcağına dönüştüre­
ceğini bilemedi. Daha çok gençti ama bu sıcağa nasıl dayana­
caktı? Allah korusun ya yanarsa, ya boyalan solarsa . . . Aklına
kötü kötü ihtimaller geliyor, gerim gerim geriliyordu.
43

İki saat sonra


Şoför minibüsü sakin bir yere çekmiş, kokpit ile cam ara­
sındaki tüm gün kazandığı paraları topluyor ve iki eli ara­
sında büyükten küçüğe doğru sıraya sokuyordu . lOO'lüğü
bu hayatta en çok mutlu eden şeylerden biri lOO'lük olmak­
tı. Çevresinde 200'lük var mı diye bakındı, oh yok dedi için­
den. Eğer bir ortamda kendisinden büyük bir para yoksa ve
o para gıcırsa, o ortamın kralıdır ve sıralamada en üste ko­
nulur. Gıcırlık gençliktir, delikanlılıktır, yakışıklılıktır, gü­
zelliktir. Belli konforları beraberinde getiren bu durum, ay­
rıca onur vericidir. Para camiasında şunu herkes çok iyi bi­
lir eğer gıcırsan para balyasında en öne konulursun. Hayata
200'lük olarak gelmek de vardı ama bu kadarına da şükür di­
yorçlu lOO'lük, sonuçta sağlıklıydı. Mesela Allah korusun ke­
narı yırtık bir lOO'lük olabilir, kötü insanların elinde kaybe­
dilebilir ve yerlere düşüp sürüklenerek bir mazgaldan içeri
girip bir kanalizasyon işçisi onu bulana dek dehlizlere hap­
solabilir ya da ne bileyim sahte olabilirdi. Amannn, dedi için­
den, şükürler olsun, şükürler olsun, diye tekrarladı . Sahte
paralar yakalandıkları anda, iki elin arasında karşılıklı sert
bilek hareketleriyle yırtılarak infaz ediliyordu. lOO'lük vata­
nına, milletine bağlı, hizmet aşkıyla yanıp tutuşan gerçek bir
banknottu. Şoför paraları dizdi, cebine koydu, lOO'lük en üst­
teydi, keyfi yerindeydi.

Üç saat sonra
Şoför, boynunda siyah beyaz kaşkolü, yanında arkadaş­
ları, elinde birası, tribün marşları söyleyerek ağaçlı bir yol­
dan stadyuma yürüyordu . Bir meşalecinin önünde durdu­
lar. Arkadaşlarına meşale ısmarladı , cebinden para balya­
sını çıkardı. lOO'lük kendisinin verileceğini anlamıştı ve al-
44

tındaki dört lOO'lükle hızla sarılarak vedalaştı. Diğer 50'lik,


20'lik, lO'luk ve 5'liklere de eyvallah çekerek şoförün elin­
den meşalecinin eline geçti . Meşalecinin elindeki lOO'lük,
şoför ve arkadaşlarının yaktıkları meşalelerin ışığı ve du­
manının yarattığı renk cümbüşü içinde uz aklaşmalarını
seyretti. Meşaleci parayı düzgün bir şekilde, cüzdanının en
geniş yerine yerleştirdi .
Bir para için yaşam kaotiktir, öngörülemezdir ama her
banknot şunu bilir; nereye giderse gitsin, kiminle karşıla­
şırsa karşılaşsın itibar görecektir. İnsan için para her şey­
dir. Bir ağabeyi ona bu hayatta en korkunç varlığın insan ol­
duğunu ama ondan korkmaması gerektiğini çünkü insan de­
nilen mahlukatın para için anasını bile satabileceğini, bütün
dünyanın dengesinin kendilerinin varlığına göre idare edil­
diğini anlatmıştı. Her banknot, bu bilgiye güvenle sürdürür
hayatını.

Ertesi gün
Meşaleci cebinde lOO'lük ve birkaç arkadaşı olduğu halde
ağabeyini ziyarete gitti. Önünde açılan kilitli kapıların sesle­
ri eşliğinde yürüyordu, bir odaya girdi ve sandalyeye oturdu.
Karşısında ağabeyi vardı. Cinayetten yatıyordu, 12'nci yılını
doldurmuştu. Biraz sohbetten sonra oturdukları sandalyeler­
den kalktılar, birbirlerine sarıldılar. Meşaleci cebinden çıkar­
dığı paraları ağabeyine uzattı, ağabey paraları aldı , teşek­
kür etti . lOO'lük cezaevine giriyordu, üzgündü. Fonda Edip
Akbayram'dan "Aldırma Gönül" çalıyordu.
Ağabey lOO'lüğü çelik dolabın zulasına sakladı. Birkaç gün
karanlık dolapta kaldıktan sonra, bir gece ansızın açılan do­
lap kapağı, lOO'lüğe biraz ışık ve biraz da umut getirdi. Ağa­
bey parayı aldı ve bir gardiyanla buluştu. Gardiyan sessiz bir
şekilde konuşuyor, ne dediği duyulmuyordu. Birden ağabey
45

lOO'lüğü çıkardı ve gardiyanın avucuna sıkıştırdı, gardiyan


da ağabeyin avucuna bir şey sıkıştırdı. lOO'lük ne için değiş­
tirildiğini göremedi. Karşılık olarak verildiği nesne utanç ve­
rici bir şey miydi? Bir suça mı aracılık etmişti? Bunları hiç­
bir zaman bilemedi ama çok da kurcalamadı. Sonuçta gardi­
yan sayesinde dışarı çıkacaktı. Onun müdahale edebileceği
bir şey yoktu. Bu olayı unutmalı, kimseye anlatmamalıydı.

Aynı gün, aynı gece


Gardiyan ve ailesi komşularının oğlunun düğünü için ma­
halle arasında bir düğün salonuna gittiler. Takı töreni için sı­
raya giren gardiyan sıra kendisine geldiğinde bizim lOO'lüğü
cebinden çıkardı ve gelinin kız kardeşinin küçük bir sepette
uzattığı iğneyi uzanıp aldı. lOO'lük çok korktu, bağırdı çağır­
dı ama sesini duyuramadı. Gardiyan toplu iğneyle lOO'lüğü
bir önden ve bir arkadan delerek, damadın üstündeki kırmızı
büyük kurdeleye tutturdu. lOO'lüğün canı çok yandı. Gardi­
yanın arkasından küfürler savurarak hınçla baktı.

Üç gün sonra
Damat, lOO'lüğü ve diğer paraları bankaya götürdü. Kır­
mızı, simli bir kesenin içindeki düğün hasılatı, banka memu­
runun önünde açıldı , kesenin simleri paralara bulaşmıştı ,
masa biraz ışıldadı. Ç aylar içilirken düğün hasılatı sayıldı,
fevkalade faiz oranlarında anlaşıldı, el sıkışıldı, vedalaşıldı.
Banka memuru bir zarf içinde taşıdığı paraları kasaya gö­
türmek için bankanın ince uzun koridorunda yürüdü, kasa­
nın önüne geldi, şifreyi girdi, kasayı açtı. İçerideki bütün pa­
ralar put gibi memura baktı. Memur paraları kasaya koydu
ve kapağı kapattı . İçerisi karanlıktı . Sadece alman nefesler
ve küçük kuru öksürükler duyuluyordu. Birden ışıklar yan-
46

dı, kasanın içi ışıl ışıldı. Bilardo y a d a okey oynayan, sohbet


eden, içki içen, tenis oynayan, koşan, dans eden, kitap oku­
yan , müzik dinleyen paralar. . . Kasa paralar için kurulmuş
bir sosyal tesis gibiydi.
L 2905201600 kasanın içinde olup bitenleri izlerken yanı­
na eski bir Bir Milyonluk yaklaştı ve "Hoş geldin koçum, de­
mek temizlendik haaa. Dur sana şöyle bir bakayım. Hay ma­
şallah. Hoş geldin. Gel sana bir sarılayım" dedi ve sıkı sıkı
sarıldı. Onun bu samimi karşılamasına aynı şekilde karşılık
verdi lOO'lük. "Artık yüzümüz eğilmeyecek bu gavurların ya­
nında. Tekrar hoş geldin aslanım. Gel seni başkanın yanına
götüreyim" dedi Bir Milyonluk.
Biraz ilerde varaklı bir koltuk ve şık bir masa etrafında
dostlarıyla sohbet eden başkanın yanına gittiler. Başkanın
başı kalabalıktı. Eski Bir Milyonluk saygılı bir şekilde yanı­
na yaklaştı, kulağına eğildi ve bizim L 290520 1600'ü göster­
di, başkan yanına gelmesi için onay verdi . Yaşlı Bir Milyon,
koşa koşa lOO'lüğün yanına geri döndü, koluna girdi ve baş­
kanın yanına götürdü. Başkan gıcır, kendinden emin biraz
da ukala bir 100 dolardı. Sağ tarafında bir 100 pound, sol ta­
rafında ise bir 100 Euro oturuyordu. Kırık Türkçesiyle, "Hoş
geldin genç, maşallah gıcır gıcırsın, burası hepimizin, keyfine
bak, eğlen, gez, yat, dinlen ne istersen onu yap. Burada kim­
se kimseye karışmaz ama bizim sözümüzden de çıkmaz" dedi
ve gülümsedi. "Haaa! Bir de görüyorum ki sıfırların atılmış
gencecik bir lOO'lük olmuşsun. Ama biz senin kim olduğunu
biliyoruz, biz herkesin kim olduğunu biliyoruz. Sen istediğin
kadar ben Aleyna Tilki'yim diye şarkılar söyle, dans et, biz
senin aslında Aj da Pekkan olduğunu biliyoruz" dedi ve bu se­
ferki gülüşe Euro ve pound da katıldı. Çok ama çok gıcıktılar.
100 dolar, yaşlı Bir Milyonluk'a dönerek, "İhtiyar, delikanlı­
ya mekanı gezdir" dedi. İhtiyar Bir Milyon saygılı bir şekilde
100 doları selamladıktan sonra lOO'lüğün koluna girerek ora-
47

dan ayrıldı . "Patron b u mu?" diye sordu lOO'lük. "Evet" de­


di yaşlı Bir Milyon. "Şaşırdım. Ne bileyim en azından bizden
bir 200'lüğün patron olmasını beklerdim" dedi lOO'lük. "Ora­
ları karıştırma. Bu yaşıma geldim hala çözemedim bu işleri.
Bu devran böyle gelmiş böyle gider. Patronun arkası çok güç­
lü. Adamları var ve her gün de artıyor. Biz azalıyoruz , onlar
çoğalıyor. Kurcalama, bak dalgana. Gel gezdireyim seni, ışıl
ışıldır içerisi, her yerde çeşit çeşit para vardır" dedi Bir Mil­
yon. Kadir Savun gibi sürekli sağla solla selamlaşıyordu.
Patronla arası çok iyi ol duğundan her para tarafın­
dan bilinir, kimileri saygı duyar, kimileri sırf işine geldi­
ği için muhabbeti kesmez , kimileri ise hoşlanmazdı yaş­
lı Bir Milyon'dan. Ağırlığını koşulsuz devam ettirmek iste­
yen bir hali vardı. Dolaşırken bir köşede, ateşin başında dans
eden, muhabbeti koyulaştırmış bir grupla karşılaştılar. Bir
Milyon'luk "Bak bunlar asiymiş gibi gözükür ama buranın en
zararsızlarıdır" dedi. "Kim bunlar?" diye sordu lOO'lük, "Çe­
şitli Afrika ülkelerinin paraları. Kimi Burkina Faso'nun, ki­
mi Angola'nın, kimi Kamerun'un parası . Gelen az sayıdaki
Afrikalı turist onları burada bozdurmuş. Sonra ne arayan ne
soran olmuş bu garipleri, burada kalmışlar. Kendi hallerin­
deler, kimseye bir zararları dokunmaz. Geçen gün Kongolu
bir parayı nasıl olduysa istemiş biri, buradan bir gidişi vardı
yıkıldı her yer, büyük şenlik yaptılar. İyidirler ama çok yak­
laşma yine de. Bir fırsatını buldular mı hemen senden de­
ğer isterler. Bizlerin onların değerini sömürdüğümüzü, biz­
de hakları olduğunu düşünürler. Hep o komünistler karıştı­
rıyor bunların kafasını. Neyse patron hallediyor o işi. Eziyor
komünistlerin kafasını her fırsatta" diye anlattı Bir Milyon.
Biraz ileride sarı kırmızı neon ışıklar altında bir para grubu
gördüler. "Çin yuanları. Kalabalık ama sessizler. Patron çok
dikkat eder bunlara . Hep bir planları olduğundan şüphele­
nir. Kendi sık sık görüşür ama başkasının görüşmesine izin
48

vermez , görüşene çok kızar. Sakın görüşme bunlarla, hatta


gerekmedikçe buradan geçme."
Çin yuanlarından sağa dönünce hafif bir rampa çıktı kar­
şılarına, tırmandılar. Rampanın sonunda gotik bir kale ka­
pısı, kapının üstünde bir sürü renkte haçlı bayraklar vardı.
"Bak burası İskandinav paralarının kalesi, buradaki en ka­
liteli yer bu kale" dedi Bir Milyon ve muhafız paraya selam
vererek kapıyı açtırırdı. İçeri girerdiler. Huzurlu, sessiz , her
yerinden kalite akan bir mekandı kale içi. "Bayılıyorum İs­
veç kronuna, çok güzel kronlar var İsveç'te" diye heyecanlan­
dı lOO'lük. "Tabii tabii İsveç kronu, Danimarka kronu, Nor­
veç kronu bunlar hem kaliteli hem güzeldir. Ulan ben de pa­
rayım, bunlar da para, bu nasıl iş diye isyan edersin" dedi
Bir Milyon. lOO'lük hayran hayran bakıyordu kronlara. Ufak
bir kargaşa oldu. Centilmen bir Danimarka kronu sesini
yükseltti, olacak şey değildi. Bizimkiler dikkat kesildiler. Bir
Milyon, "Sen burada kal ben bir bakayım" dedi . Diğerlerin­
den farklı bir para İspanyolca bağırıyordu. Bir Milyon kolun­
dan çekip aldı İspanyolca konuşan parayı ve kronlara eliy­
le 'tamam korkulacak bir şey yok' işareti yaptı. Biraz yürü­
dükten sonra İspanyolca konuşan paranın kulağına eğilip iki
kelime İspanyolca bir şey söyledikten sonra kapıyı işaret et­
ti. İspanyolca konuşan para söylene söylene çıktı. Bizimkiler
uzaklaşmasını beklediler bir süre . İyice gözden kaybolunca,
"Hadi biz de gidelim" dedi Bir Milyon. "Kim bu? Ne oldu?"
diye sordu meraklı lOO'lük. "Arj antin pesosu. Bunların du­
rumu çok kötü. Değer meğer kalmadı, itibarları sıfır. Nere­
de boktan olay var, altından bunlar çıkar. Bunu yıllardır ta­
nırım, eskiden iyi çocuktu. Kadınların gözdesiydi tango, vals
falan yapar, geceleri iki dubleyle ışıl ışıl parlardı. Ama artık
gözden epey düştü." Şaşırdı lOO'lük, "Peki sen nereden öğ­
rendin İspanyolcayı?" diye sordu. Derin bir iç çekti yaşlı Bir
Milyon. "Uzun hikaye . Yıllar önce İspanyol bir sevgilim var-
49

d ı , birbirimizi çok sevdik, burada herkes bizi konuşurdu, aş­


kımız dillere destandı. Gıptayla bakıyorlardı bize. Her şeyim
o olmuştu, divaneydim peşinde, nereye baksam onu görüyor­
dum. Hani gözünü para bürümüş derler ya, işte o benim için
söylenmiştir. Nasıl güzel bir pesetaydı bir görseydin. Bura­
da kaldığım her güne şükrediyordum. Allahım diyordum, sa­
na şükürler olsun, iyi ki para olarak yarattın beni, yoksa ben
nereden bilecektim Peseta sevgisini. Tamam dedim bir gün,
bu iş artık tamam. İsteyeceğim bu kızı, evlilik teklif edece­
ğim, patrondan da rica edeceğim, aracılık etsin, bulsun zen­
gin birini, atsın bizi o zenginin çoook uzun vadeli hesabına,
takılalım orada, hayatımızı yaşayalım, çoluğa çocuğa karışa­
lım . . . Geldi o vakit, istedim, babası vermedi. "Bende Türk li­
rasına verilecek kız yok" dedi . Neymiş efendim, biz her gün
değer kaybediyormuşuz, çoluğa çocuğa nasıl bakarmışım, de­
valüasyona yakalanmışım, enflasyonum da varmış , aynı ku­
run insanları değilmişiz , bir sürü attı tutu. Hepsi biraz da
sizin yüzünüzden diyecektim ama diyemiyorsun, kızın ba­
bası sonuçta. Eyvallah dedik, büktük boynumuzu. Neyse bir
gün dediler ki senin pesetayı babası Amerikan dolarına ve­
recekmiş . Beynimden vurulmuşa döndüm, aklımı yitirdim.
Tamam sakin ol dedi arkadaşlardan biri, beni oturttu, geçti
karşıma, 'Şimdi bir şey daha söyleyeceğim ama sakin olma­
ya çalışacaksın söz mü?' dedi. Söz verdim. 'Senin pesetanı 50
dolara veriyorlarmış' dedi. Bak sana nasıl söyleyeyim, san­
ki beni şömineye attılar, sanki parçalara ayırdılar. O an teda­
vülden kalktım sandım. Çok acı çektim. Düşünebiliyor mu­
sun bir 100 pesetayı 50 dolara veriyorlar. Böyle bir şey olabi­
lir mi? Böyle bir dünya var mı? Sırf Amerikalılarla iş yapmak
için. Belki kızımın sayesinde Amerika'ya yerleşirim, haya­
tım kurtulur diye kızı peşkeş çekiyordu babası. Tamam, ben
de lOO'lük değilim. Ama Bir Milyon'um. Aynı seviyedeyiz, ay­
nı düzeydeyiz. Birim de var, sıfırım da. Özümüz aynı yani.
50

Bir gün biri çıkar, atar 4 sıfınmızı, lOO'lük oluruz, yalan mı?
Bak, sen oldun işte. Neyse, kafaya koydum, dedim ben bu kı­
zı kaçıracağım. Yapma oğlum, diplomatik kriz çıkar dediler.
Bu saatten sonra diplomasinin de krizinin de, dedim, ben ka­
çırıyorum kızı. Neyse hazırlandım, hemen bir plan yaptım.
Bir arkadaşımın nüfuzlu bir tanıdığını devreye soktum. Be­
nim bir arkadaş var Arnavut lekisi. Onun Yugoslav dinarı
arkadaşları var. Buranın en altında gecekondu mahallesin­
de yaşıyorlar, artık geçmiyorlar ama çok iyi çocuklar, onlarda
kalacağız. İki gün sonra da o nüfuzlu kişi çekecek bizi ban­
kadan. Kurtulacağız. Seri numaralarımızı verdik, adam du­
ruma hakim. O gece kaçırdım pesetamı. Yugoslavlarda kalı­
yoruz , öyle mutluyuz ki. İlk gece sarılıp uyuduk birbirimize.
Sabaha kadar koklaştık. Dinarlar bize nasıl özendiler biliyor
musun? Vay beee, biz de sizin gibi bir dönem geçirdik, kıyme­
tini bilin, dediler. Neyse ikinci gece biz bir uyandık bu dinar­
lar bir tuhaf, bizden sanki bir şey saklıyorlar. Ne oldu, ne var
dedim. Bizi oturttular televizyonu açtılar, o an ölüm gibiydi .
Haberler son dakika veriyordu. Bütün Avrupa euroya geçmiş
diğer para birimlerinin hepsi euro ile değiştirildikten sonra
geçersiz olacakmış . Peseta bir çığlık attı, halıl kulağımın za­
rının duvarında asılıdır o çığlık. Bazen geceleri o çığlığa uya­
nırım. O nüfuzlu kişi bizi buradan çekemedi tabii. Paralar­
dan biri geçmiyor, niye çeksin. Bu insanoğlu yavşaktır, para­
ya bakar. Yıkıldık. Kızın bütün değeri gitti, bir kağıt parçası
oldu. Tamam, sorun yok, ben seni seviyorum, seni bırakmam,
bak burada dinarlar var, onlar da geçmiyorlar, burada iki oda
küçük bir ev tutarız, yaşarız bir süre dedim, olmadı. Patronla
konuşurum, senin zengin birinin para koleksiyonuna tayini­
ni çıkardırırız, dedim. Ben de erken emekliğimi isterim, ya­
nına koleksiyona girerim, çalışırız kendimize bir hayat kura­
rız, dedim. Yine olmadı. . . Güzel pesetam dayanamadı bu acı­
ya. Şu ilerde Bulgar levalarının kaldığı bir mahalle var, bir
51

gece orada kendini yanan bir varilin içine attı. B abasını gö­
rüyorum ara ara, suratıma bakamıyor. Onun bunun ayak iş­
lerine koşturuyor, bitik durumda . . . Böyle işte bizim İspanyol­
canın hikayesi."
lOO'lük soluksuz dinlemiş ve çok etkilenmişti , "Başın sağ
olsun ağabey" dedi. "Dostlar sağ olsun. Bak koçum, sana bir
ağabey tavsiyesi, sen sen ol sakın yabancı paraya aşık olma.
Yanlış anlama ayrımcılık yapmıyorum, aşkın yerlisi yaban­
cısı olmaz . İki gözdür sonuçta bu işi başlatan . Gözün lisa­
nı yoktur. Elden yabancıdan anlamaz. Ama bak dinledin iş­
te, aynı memleketin parası olsaydık, ya ikimiz de tedavül­
den kalkardık ya da öyle veya böyle hayatımıza devam eder­
dik. Acıyı ortak ettin mi azalır, sevinci ortak ettin mi çoğalır.
Bak pesetam dayanamadı, acısını yalnız yaşamayı tercih et­
ti, yandı gitti. Ben hala yanıyorum. Hadi devam edelim."
Yan yana iç çekip yürümeye devam ettiler. İki kat merdi­
ven indiler. "Bak seni en eğlenceli sokağa götüreceğim ama sa­
kın buradan geçtiğimizden patrona bahsetme" dedi Bir Mil­
yon. "Tamam ama neden?" diye sordu lOO'lük. Sokağa girdi­
ler, her yer rengarenkti, paralar biraz yoksul ve biraz da eski
görünümlüydü ama zımba gibilerdi, neşelilerdi, dans ediyor,
öpüşüyorlardı . Sokağı bir ucundan öbür ucuna kahkahalar
sarmıştı. Müzik o kadar güzeldi ki insan yerinde duramıyor­
du. "Kübalıların sokağı. Patron nefret eder bunlardan, görü­
şenleri cezalandırır. Bunlar da biraz fazla dik kafalı, yıllardır
patrona gider yapıyorlar. Aslında biraz suyuna gitseler onun,
belki affeder. Ama yok, bunlarda bir inat var, çok fena. Hiç an­
lamıyorum. Sokakta bazı şeyleri bulamazsın, yokluk var ama
mutlular. Neyse, çok durmayalım burada. Patronun her yer­
de adamı var, biri görebilir bizi. Gidelim" dedi Bir Milyon. Ağır
adımlarla sokağın sonunda tango yapan grubun önünden ge­
çerken melez bir Küba pesosuyla göz göze geldi lOO'lük. Baktı,
gülümsedi, peso da ona gülümsedi. Sokaktan çıktılar.
52

Sokağın çıkışında sola döndüler. Önlerine çıkan geniş mey­


danda irili ufaklı para grupları gördüler. "Bak burası para
meydanı, önemli yerdir, bir düşünce kulübü, resmi olmayan
bir okul gibi. Sorunlar burada konuşulur, fikirler burada tar­
tışılır, bazen uzunca susulur, sadece düşünülür. Patron aslın­
da buradan da hoşlanmaz ama ortalık karışmasın diye bura­
yı yok etmez. Burada da adamları var. Kimin patronun ada­
mı olduğunu tahmin edemezsin. Mesela bir gün senin gibi bir
lOO'lük görürsün, bakarsın o lOO'lük bir liradır ama patro­
na çalışır. Dikkat etmelisin yani" dedi yaşlı Bir Milyon. "Peki
sen, sen de patronun yanındasın, onun adamı değil misin?"
diye sordu lOO'lük. "Hayır. Zamanında böyle bir teklif gel­
di ama reddettim, yapamam dedim. Ben devletine, milletine
bağlı bir Bir Milyon'um. Gerçi aramızda kalsın, bizden patro­
nun adamı olan çok lira varmış . İnanmak istemiyorum ama
duyuyorum böyle şeyler. Neyse, bak bizim soydaşlar orada,
gel selam verelim."
Bir köşede sohbet etmekte olan Türkmen manatı, Özbe­
kistan somu, Kazakistan tentesi, Kırgızistan somu ve Azer­
baycan manatıyla selamlaştılar. Bizimkiler yola devam eder­
ken, "Bizim soydaşlar. Bunlar eskiden rubleydi, Sovyetler yı­
kıldı özlerine döndüler ama gene de Rus rublesinin sözün­
den çıkamıyorlar. Bir de patronun baskısı var. Bunların kafa­
sı çok karışık, eskiyi anarlar hep , on beş ülke ayrı gayrı yok,
hepsi birleşip ruble olmuşlar zamanında, sonra bir şeyler ol­
muş, bunlar dağılmışlar. Patron bunların eski birleşik halin­
den nefret edermiş" lOO'lüğün kulağına eğilip , "Komünist­
miş bunlar, Allahsız kitapsızlarmış , ahlak hiç yokmuş, bü­
tün dünyayı yok edeceklermiş. Neyse ki patronun patronları
yıkmış bunların düzenini . Ben anlamıyorum, bizim soydaş­
larımızın ne işi varmış bu işlerle. Her koyun kendi bacağın­
dan hesabı ; çaktın köfteyi? Uzaktalar çok uzakta, taaa Or­
ta Asya' da. Gözden uzak olunca kandırmışlar bizim soydaşla-
53

rı herhalde, ben öyle düşünüyorum. Bunlarla biraz sohbet et,


eski iyiydi falan diyorlar. Patron bunlara o yüzden hep dik­
kat eder" dedi Bir Milyon.
Biraz ilerideki altın varaklı, kenarları işlemeli kapıya gö­
zü takıldı lOO'lüğün, "Burası neresi?" diye sordu. "Burası Arap
paralarının kampı. Birkaç sene önceye kadar sadece Arap pa­
raları kalırdı burada. Ama patron İran tümenine kasayı dar
edince onu da buraya mahkum ettiler, bir nevi sürgün yeri.
İran tümeni ve Sünni Arap paraları nefret eder birbirinden.
Suudi riyali ve İran tümeni karşılaştıklarında, birbirlerini bir
kaşık suda boğacak gibi olurlar. Kimileri patronun bunların
yan yana gelmesini ayarladığını ve kaynaştır-barıştır taktiği
uyguladığını söylüyor. Ama ben inanmıyorum, patron bunla­
rın kavgasından memnun bence. Bunlarda kadın para dışarda
geremez, haklan sınırlıdır, kadın parayı genelde bankadan çı­
kartmazlar, faizinden faydalanırlar, kadın paralar vardır ama
bir o kadar da yoktur, nefes alır da yaşamaz."
Biraz devam ettikten sonra karşılarına bir tepe geldi. Te­
penin zirvesinde Uzakdoğu mimarisiyle yapılmış bir kale bu­
lutların arasından biraz masalsı, gizemli biraz da esrarengiz
bir şekilde dikkatini çekti lOO'lüğün. "Oraya kimse çıkma­
dı şimdiye kadar, ne olduğunu da kimse bilmez. Patronun en
nefret ettiği para yaşıyor orada. Yok etmek için elinden ge­
leni yaptı ama olmadı. Onlar kendilerine Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti wonu diyor ama biz Kuzey Kore diyoruz,
patron öyle istiyor. Bunun bir de kardeşi var Güney Kore wo­
nu, o bunun gibi değil, ona her şey serbest. Bunlar kavgalı­
lar. İkisi aynı ülkenin parasıymış eskiden ama savaşıp, ay­
rılmışlar. Patron Güney Kore wonunu çok sever, bundan nef­
ret eder. Patrona hep kafa tutar, cevap verir, hatta efelenir.
Küçücük bir ülkenin parasıdır aslında, bu gücü nereden alır
kimse bilmez. Hiçbir para bulaşmak istemez buna. Oradan
sallasa bütün paraları yok edecek bir füzesi var diyorlar. As-
54

lında patronda d a füze var. Patron sadece kendisinde füze ol­


sun istiyor ondan anlaşamıyor diyorlar. Sert ve karışık işler
bulaşmaya gelmez. Küçük ülkelerin paraları gizliden gizliye
sempati duyarlar buna. Diktatör falan derler kendi araların­
da ama sırf patrona kafa tutuyor diye sempatiyle bakarlar.
Ne yerler ne içerler orada kimse bilmez. Patron bırak bunun­
la konuşanı selam vereni bile anında yok eder, o yüzden sa­
kın ama sakın oraya çıkayım deme."
Bu sırada bir anons duyuldu "L 2905201600, L 2905201600
lütfen çıkışa geliniz. Bir Milyon ve lOO'lük anonsa kulak ke­
sildi. "Seni çağırıyorlar" dedi Bir Milyon. "Ama daha yeni gel­
miştim, erken değil mi?" diye sordu lOO'lük. "Bu işler böyledir,
belli olmaz. Bazen atarlar seni buraya, aylarca hatta yıllarca
arayıp sormazlar. Bazen de böyle birkaç saatte çıkarsın. Çok
gençsin evlat, gıcırsın, dışarıda seni kullanmak isteyen çok in­
san vardır. Seni ele geçiren mutlu olur, elden çıkaran hüzün­
lenir. Seni isteyecekler tabii, biz gibi ihtiyarları mı isteyecek­
ler. Zaten isteselerdi bu sıfırlarla geçerliğimiz olur muydu
ki? Patron bugün kovsa devlet de sahip çıkmaz . . . Ne yaparım
o zaman? Hiç. Kadıköy'de Akmar Pasajı'nda bir koleksiyon
tezgahına düşersem iyi. Yoksa Bir Milyon'uz ama o bir milyon­
cu dükkanlarında bile bakmazlar suratımıza. Aman dikkat­
li olun koçum, ezdirmeyin kendinizi, uyanık olun, piyasalara
dikkat edin. Çalarlar çırparlar, olan size olur. Değeriniz düşer.
Hemen sağınıza bir sıfır koyarlar, koydurmayın, sakın koydur­
mayın. Tamam zenginin hayatı güzeldir, senin de bunda payın
çoktur, anlarım. Takıl, yaşa hayatını. Gençsin, yaşayacaksın
tabii. Ama zengine dikkat et. Aldatır. Bir bakarsın fon diye bir
bok uydurmuş, onun karşılığında kapının önüne koymuş se­
ni. Bak Bitcoin diye bir şey çıkardılar, güya para. Hani nerede
para, yok . . . Yaaa, sen buradan uyan meseleye. Bunların der­
di biziz koçum, bizi severler ama isterlerse hemen yok eder­
ler. Arada fakirin fukaranın eline de geç. Senin gibi gıcır ya-
55

kışıklı bir lOO'lük mutlu eder fakiri. Zengin gibi masalara sa­
vurup atmaz, gözü gibi bakar. Sakız kokulu yastığının altında
saklar. Gıcırlığına da çok güvenme. O gıcırlık kaydırır seni el­
den ele sonra bir bakmışsın şeridinin feri sönmüş, bir ihtiya­
ra dönmüşsün. Evet piyasada geçersin ama neye yarar. Rah­
metli dedem lOOO'lik, "Ahhh gençlik tutamadım seni, kaydın
gittin elimden" derdi. Taş gibi lOOO'likti, çok yakışıklıydı, İs­
tanbul gibi eflatundu. Arkasındaki Fatih Sultan Mehmet res­
mine güvenirdi. Övünürdü, güçlüydü. Ekonomik krizler beli­
ni büktü, değeri düştükçe düştü. Direndi, piyasada çalmadı­
ğı kapı kalmadı. .. Sonra bir gün bir sabah demir binlikler pi­
yasaya sürülünce yıkıldı, inanmak istemedi. Günlerce piyasa­
da dolaştı, yapmayın, ben lOOO'liğim, dedi, bu ülkenin en kıy­
metli parasıydım ben bir dönem, dedi, beni kaybeden itibarını
kaybeder, dedi ama dinletemedi. Bir gün bir kararla zart diye
tedavülden kaldırdılar. Şuradaki para müzesinde yatıyor. Ora­
da ne babayiğitler yatıyor? Bir gün yine gelirsen orayı da gez­
diririm sana. Hadi bakalım, geçireyim seni kapıya kadar deli­
kanlı ama burada vedalaşalım patronun gözüne batmayalım."
Birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar, kol kola girdiler ve kapıya
doğru yürüdüler. Kapı açıldı, içerdeki ışıklar bir anda söndü.
Dışarının ışığı kapı ardında bekleyen lOO'lüğün yüzüne vur­
du. Arkasını döndü, yaşlı Bir Milyon'a gülümsedi. Bir el onu
çekti aldı. Kucağındaki paraları, masasının üstüne bırakan
banka memuru, sırayla paraları kasasına yerleştirdi. Sosyal
tesiste hayli yorulan para, karanlığın da etkisiyle, gözlerini
tutamadı ve tatlı bir uykuya daldı. Memurun eli tarafından
diğer paralarla hızla kasadan alınıp para sayma makinesi­
ne konulan uyku sersemi lOO'lük neye uğradığını şaşırdı. Pa­
ra sayma makinesinde hızla dönen paralar yine aynı el tara­
fından alınıp bantlandı, masanın karşısında oturan müşteri­
nin önüne dizildi.
Balyalardaki paralar rabarba halinde, nereye gittiklerini,
56

neyle değiştirileceklerini, daha güzel bir bankaya yatırılma


ihtimallerini ve her balyada ve toplamda kaç para oldukla­
rını konuşuyorlardı. Bir ara bir başka yüzlük bizim lOO'lü­
ğe, "Buradan bizi bir İsviçre bankasına yatırırlarsa yaşadık.
Offff kalite . Avrupa bankası bir kere . Her şeyden önce para
gibi muamele görüyorsun. Sosyal hakların çok. Oradayken
tedavülden kalksan bile oranın vatandaşı sayılıyorsun. Al­
lah korusun Arap bankasına yatırılmak da var. O zaman ya­
narız. Kadın yok, içki yok. Olmaz değil, vallahi her an olabi­
lir. Her yer Arap doldu baksana, Karadeniz'e çöktüler. Trab­
zonlu 50'lik bir arkadaşım var. Uzungöl komple Suudi ve Ka­
tar riyali doldu diyor. Valla ben Suadiye HSBC'ye de razıyım,
sonuçta İngiliz b ankası bir şey olsa bir uçakla götürürler
İngiltere'ye. Bizim Kıbrıs'taki liralar da öyleymiş." "Hepsinde
İngiliz pasaportu varmış. Bir şey olsa, ne bileyim savaş çık­
sa, hemen İngiltere'ye" dedi başka bir yüzlük. L 290520 1600
sadece baktı bu geveze yüzlüğe . Sohbete katılmadı. Memur
masadaki balyaları aldı, bir poşete koydu ve müşteriye uzat­
tı, müşteri poşeti aldı, bankadan çıktı.
Bankanın önündeki yoldan taksi çeviren müşteri, arka kol­
tuğa oturdu ve gideceği yeri söyledi. Yola çıktılar. Trafik var­
dı. Avrupa yakasından Asya yakasına geçecekleri için taksici
köprü yoluna yöneldi. Trafik kilitti. Müşterinin gözleri kaydı,
yavaş yavaş uyuklamaya başladı . Taksici müşterisinin uyuk­
ladığını fark edince müziğin sesini kıstı. Uyumak yarı ölmek­
tir. Yanında dikkat etmen gereken capcanlı bir müşteridense,
uyuklayan, yarı ölü bir müşteri taksici için daha konforludur.
Çaktırmadan sigara içebilir, küçük bir pırtı gelse camı hafif
aralayarak bırakabilir, "Yok ben dinlemiyorum sizden önce­
ki müşteri istedi o yüzden bu kanal açık" diye yalan söylediği
Kral FM'i kısık sesle dinleyebilir.
Yaklaşık bir saat on yedi dakika süren yolculuktan sonra
müşterinin ineceği yere geldiler. Taksici müşteriyi uyandırdı,
57

müşteri taksimetredeki rakamı gördü, gözlerini kısarak bak­


tı . Aslında uyuklamasa ve yanında yüklü para olmasa, "Do­
landırıldım mı acaba çok tutmuş" diye itiraz edip taksiciy­
le ağız dalaşına gireceği bir miktarı uzattı. Böyle olmuştur
hep, bir sebepten yüklü bir parayla geziyorsanız ya da hesa­
bınıza büyük bir miktar p ara yattıysa, o gün birçok kere ka­
zık yeseniz bile ses çıkarmaz, görmezden gelirsiniz. Bilirsiniz
salaklıktır, ama aldırmazsınız . Aslında dünyanın en uyanık
insanları yoksullardır. Her türlü kazık ve dolandırıcılık giri­
şimine karşı tedbirlidirler. Zenginler uyanık değiller, sadece
imkanları çoktur. Yoksulların uyanamadığı tek şey, yoksullu­
ğun yok edilebileceğidir.
Taksi uzaklaştı. Adam , karşıdan karşıya geçmek için ışık­
taki yeşil adamın yanma sını beklemeye başladı. Bu sıra­
da taksicinin verdiği para üstüne baktı , saydı, para tamdı.
Demir 3 TL'yi taksiciye iyi ki bırakmadığını düşündü ve iş­
te tam da o anda içi para dolu torbayı takside unuttuğunu
fark etti . Herhalde dünyadaki en kötü fark edişler listesin­
de ilk üçteydi bu fark ediş anı . Yıkıldı, ne yapacağını bile­
medi. Gittiği yöne baktı ama taksi çoktan kaybolmuştu. Her
taksiye binişinde kendisini taksinin plakasını alması için
tembihleyen iç sesi ona içten içe sövüyordu çünkü plakayı
yine almamıştı. Bir an başı döndü, ne yapacağını bilemedi
ve bir ihtimal taksici döner umuduyla olduğu yerde biraz
bekleme kararı aldı.
Taksici normal seyrinde Kral FM'ini dinlerken gözü dikiz
aynasından arkadaki poşete takıldı. Arabayı sağa çekti, poşe­
ti alıp bağını açtı, içine b aktı, paraları görünce şaşkınlıktan
bir an durakladı . Poşeti tekrar bağladı, arka kapıyı kapat­
tı. Müşteri, olduğu yerde kaldırıma çökmüş, kafası iki ellinin
arasında bir ihtimal taksicinin gelmesini bekliyordu. Taksici,
arabayı sakin bir yere çekmiş, arabaya yaslanmış bir sigara
yakmış ve taksicilik mesleğinde aslında çoğu yalan olan ef-
58

sanelerden biri olan "taksimde yüklü miktar para unutuldu"


gerçeğiyle yüz yüze olmanın şaşkınlığını atlatmaya ve ne ya­
pacağını bulmaya çalışıyordu. Parayı alıp ortadan kaybola­
bilirdi. Bu ilk akla gelendi ama taksici bu gibi durumları ya­
şarsa ne yapacağı konusundaki hayallerinde kendini hep pa­
rayı karakola götüren kahraman rolünde görmüştü. Belki de
hayatındaki en önemli karardı. İnsanlık ölmüş müydü? Bir
Yeşilçam filminde, mesela Sadri Alışık, taksici olsaydı ve yi­
ne bu paraya çok ihtiyacı olsaydı, tereddütsüz karakola git­
mez miydi? Bu filmlerle büyümüştü taksici ve hep kahraman
olacağı o anı beklemişti . O an, işte bu andı. Ya paranın gü­
cüne yenilip boktan bir adam olacak ya da hayatına kaldığı
yerden bir kahraman olarak devam edecekti. Belki inen müş­
teri bir emekliydi , belki evladının hastane masrafıydı , bel­
ki ödeyemezse canından olacağı bir borçtu . . . Ama para da iyi
paraydı. Bunları düşünmese mis gibi yerdi parayı . Bir anda
müşterinin taksinin plakasını alma ihtimali geldi aklına. Ka­
rarını verdi taksici, parayı karakola götürecekti. Kesin gaze­
teye haber olurdu bu olay. Gazetecilerin önünde, müşterinin
ve komiserin elini sıkarak parayı teslim edecek, çıkan habe­
ri gazeteden kesip çerçeveletip evinin duvarına asacak, çev­
resinden doğruluğu ve dürüstlüğüyle ilgili övgüler alacak
ve kendisiyle gurur duyacaktı. Hem müşteri eşek değil ya, o
balyalardan birini taksiciye verebilirdi. Böylelikle çok yüklü
olmasa da bir miktar para ve itibar sahibi olabilirdi. Sigara­
sını fırlatıp attı, taksiye bindi ve karakolun yolunu tuttu.
Karakolda ifadesini komiserin değil de kıytırık bir masa­
da, kıytırık bir bilgisayarda, mesleğe belli ki iki sene önce
başlamış, çocuk yaşta gibi görünen bir polis memurunun al­
ması ve bir çay bile söylememesi taksicinin zoruna gitti. Za­
ten para dolu poşetle karakola gittiğinde, kendisinden önce
gelmiş müşteriyle karşılaşmıştı hemen. Müşteri çok sevin­
miş, taksiciye bir kere "Allah razı olsun" bir kere de "Allah
59

n e muradın varsa versin" dışında bir şey dememişti . Müş­


teriyle birlikte ifade vermek için genç memurun karşısına
oturtulmuştu. "Müşteriyi bıraktığın yere neden geri dönme­
din?" diye sordu polis. "Aklıma gelmedi" dedi taksici. "Aklına
başka ne gelecek ki müşteriyi nereye bıraktıysan oraya ge­
ri döneceksin" dedi polis. "Yalla memur bey, karakola getir­
mek geldi aklıma" dedi taksici. Çok şaşkındı. İçinden ulan şu
anda beni daha çok övmeniz lazım, böyle insanlık kaldı mı?
Taksici sen adamın dibisin. Sen bu ülkenin gururusun, de­
meniz lazım. Bu devirde madalyalık bir hareket yapıyorum
ama bir çay bile ısmarlamadınız, üstüne neredeyse fırça yiyo­
rum, diye isyan etti. "Karakola getirince biz uğraşıyoruz iş­
te böyle ufak mevzularla. Bu memlekette günde kaç olay olu­
yor, haberin var mı?" dedi polis memuru. Taksici cevap ver­
medi, polisin önüne koyduğu tutanağın çıktısını aldı. "Şura­
ya adını , soyadım, adresini ve telefonunu yaz imzala" dedi
polis. Sonra aynı işlemi müşteriye de yaptırdı. Evrakı aldık­
tan sonra müşteriye döndü, "Sen aldın mı paranı?" dedi "Al­
dım." dedi müşteri. "Saydın mı?" diye sordu polis. "Hayır say­
madım" dedi müşteri. "Saysana ağabey, ya eksik çıkarsa" de­
di polis. Müşteri poşetten paraları çıkardı ve saymaya baş­
ladı. Taksici yıkıldı. Hayatında herhalde hiç bu kadar aşağı­
lanmamıştı. Sadri Alışık'ın soyundan bir adam olarak girdiği
karakolda Danyal Topatan muamelesi görüyordu. Yer yarıl­
saydı da içine girseydi. Müşteri, yaklaşık on dakikada bitirdi
para sayma işini. "Tamam, eksik yok" dedi. "Tamam, gidebi­
lirsiniz o zaman. Takside uyuma bir daha ağabey, dikkat et,
sen de arabanda müşteri bir şey unutunca ilk önce müşteriyi
bıraktığın yere git" dedi polis. Taksici ve müşteri odadan çık­
tılar, koridoru yürüdüler, karakoldan ayrıldılar. Müşteri tak­
siciye tekrar yarım ağız bir teşekkür ettikten sonra torban­
daki balyaların arasından bizim lOO'lüğü çıkartıp avucun­
da bayram harçlığı buruşukluğuna sokup seri bir hamleyle
60

taksicinin cebine soktu. "Kardeş bu benden, çocuklara çikola­


ta alırsın" dedi. Taksici kafasını salladı, hiçbir şey diyemedi.
Müşteri gitti. Taksici cebinden çıkardığı lOO'lüğe baktı . İçin­
den ulan, orada bir sürü 200'lük vardı bari 200'lük vereydin,
dedi. lOO'lüğü düzeltip tekrar cebine koydu.

Aynı günün akşamı


Taksici, evinin sokağındaki tekele uğradı ama çocuklara
çikolata falan almadı. Dört şişe malt bira, bir paket de Vigor
marka sigara aldı ve kurtulmak istediği lOO'lüğü tekelciye
uzattı. Para üstü olarak uzatılan cücük kadar meblağı alıp
cebine koydu. Bu olayın efkarını yaşamak, evinin 1,5 metre­
karelik balkonundaki kıraathane sandalyesinde oturup bira­
ları içmek ve hayata isyan etmek için yola koyuldu. Tekelci
dükkanı kapatmadan Z raporunu aldı ve kasada o gün top­
ladığı bizim lOO'lüğün de içlerinde bulunduğu paraları topla­
yıp evin yolunu tuttu.
Sabah, evden çıkmak üzere olan tekelci, montunu giymiş
tam ayakkabılarını giymek için kerataya uzanırken mutfak­
ta yemek yapan karısı, "Para bırak, pazarım var bugün, mar­
kete de uğrayacağım" diye seslendi. Cebinden çıkardığı para
destesinden bizim lOO'lüğü seçen tekelci, onu masaya bırak­
tı. Döndüğünde dibine kadar gelen karısıyla burun buruna
geldi. "Geçen zücaciyede gemi şeklinde bir tuzluk ve üzerin­
de geminin kaptanı şeklinde bir karabiberlik gördüm, çok gü­
zel. Kaptanı geminin üstüne koymuşlar. Bu tarafa doğru ge­
minin burnunu eğersen tuz akıyor, öbür tarafa doğru eğersen
kaptanın kafasından karabiber akıyor, onu da alacağım biraz
fazla koysana" dedi karısı. Tekelci anlamsızca bir süre karı­
sının suratına baktı. "Evde kaç tuzluk karabiberlik var, şart
mı bu?" dedi . "Çok güzel ama" dedi karısı. "Ne kadar?" diye
sordu tekelci . "60 TL ama ben onu peşin 50'ye alırım" dedi
61

kadın. Masaya bizim lOO'lüğün yanına bir 50'lik daha attı te­
kelci, ayakkabılarını giydi evden çıktı.
Kadın, zücaciyeciden tuzluk ve karabiberliği aldı, kasaya
götürdü, "Ne kadar?" diye sordu. Zücaciyeci "30 TL" dedi ve
pazarlık başladı . Kadın 20, dedi. Zücaciyeci 20'ye gelişi var,
olmaz , dedi . Israr kıyamet derken adam pes edip 25 TL'ye
olur diyerek kadından kurtuldu. Kadın 50 TL'yi çıkardı, ada­
ma uzattı ve karşılığında verilen bir 20, bir de 5 TL'yi cüzda­
nına, bizim lOO'lüğün üstüne yerleştirdi.
Kadın çarşıyı gezerken toka satan bir tezgahın önünde
durdu, tokaları inceledi ve eteğini tutan Marilyn Monroe'lu
bir tokayı çok beğendi. "Bu kaç lira?" diye sordu. Pazarcı 8
dedi ve kadın yine pazarlığa tutuştu. Hani 0,50 kuruş dese­
ler onun için bile pazarlık eder, insanları bezdirene , istedi­
ğini dilediği fiyata alana kadar vazgeçmezdi. Beşti, yediydi,
olmadı altıydı diye pazarcıyı zorladı "Hiç indirmedin haaaa"
diye sitem bile etti kadın.
Tokacı çok da sallamadı kadını. Kadın cüzdanından 5 TL'yi
çıkardı ve cüzdanının dibindeki bozuklara ulaşmak için eli­
ni soktuğunda lOO'lüğün cüzdanın kenarından sarktığını
fark etmedi. lOO'lük cüzdandan düşmek üzereydi . Bir para
için korkunç bir andır bu. Bazı cüzdandan düşmek isteme­
yen, kaybolmak istemeyen paralar sahibine kendini hisset­
tirirmiş . Bir inanış bu, öyle derler para camiasında. lOO'lük
kendini hiç hissettirmedi kadına, evet belki düşecekti, zor za­
manlar onu bekliyordu ama bu kadının cüzdanında olmak
daha zordu. Kaydı lOO'lük, kaydı, kaydı ve bir kuru yaprak
gibi savrularak yere düştü. Kimse fark etmedi onu. Rüzgarın
etkisiyle yavaş yavaş savrulmaya başladı. Önce bir kaldırı­
mın kenarında tutundu, oradan döne döne bir dükkanın ka­
pısına takıldı. Neredeyse dükkanın içine girecekti . Rüzgar
biraz daha güçlenince dükkan kapısından sokağa savruldu.
Arnavutkaldırımının üstünde kayak yapar gibi uçuyordu ve
62

aniden rüzgarın da etkisini kesmesiyle yerde lahmacun gibi,


görenin canını çektirecek biçimde boylu boyunca uzandı. Ya­
nı başından bir sürü ayak geçiyordu. Genç ayağı, yaşlı ayağı;
kunduralı, botlu, postallı, spor ayakkabılı ayaklar. Bir kıpır­
tı hissetti lOO'lük üstünde, hafif bir kıpırtı. O da nesiydi. Bir
şey keskin hareketlerle yürüyordu üstünde, nefesini hissedi­
yordu. Gövdesinin büyüklüğü kendi boyu kadar olan bir ker­
tenkeleydi bu. lOO'lük kertenkelenin onu kemirmesinden çok
korktu. Para, bu dünyada nefes alan sadece bir canlı için mü­
himdi, diğerleri için bir anlam ifade etmiyordu. Kertenkeleyi
tedirgin etmemek için ölü taklidi yaptı. Bir an göz göze geldi­
ler. Bu küçük hayvana aşağıdan bakınca gözleri yırtıcı vah­
şi bir hayvanın gözleri gibi görünüyordu. Kertenkele paraya
baktı, biraz kokladı, sonra da tüm vücudunu paraya bastıra­
rak sürttü ve hızla uzaklaştı. lOO'lük derin bir nefes aldı ama
birden her yer kapkaranlık oldu. Üzerine koca bir bot çörek­
lenmişti, içindeki ayağın ebadı hemen anlaşılıyordu. Taba­
nındaki tırtıklardan ışık sızıyordu üstüne . Canı çok yanıyor­
du. Ayak bir anda kalktı paranın üstünden ve bir el onu seri
bir şekilde yerden aldı, üstünü sildi ve katlayıp cebine koydu.

Aynı günün gecesi


Gece pavyonda eğlenen adam , masasına gelen dansöze
kadehini kaldırdı, dansını ısrarla sürdüren ve adama ger­
dan kıran dansöz omzunu eğip, memelerini sallayarak ada­
ma miktarını kendisinin belirleyeceği bir banknot için ge­
rekli sinyali verdi. Dansözler bu sinyalin getirisini iyi bilir­
ler. Çalgıcılar da buna benzer bir sinyali çaldığı enstrümanı
müşterinin kulağına sokarak yaparlar ama dansözün meme
sallaması gibi değildir, enstrümanıyla kulak patlatan çalgı­
cıya diğer masalardaki müşterilerin hepsi dikkat kesilmeye­
bilir ama hedefteki müşteriye meme sallayan dansöze herkes
63

bakar. Bir gün gelir herkes çıplak gezer sokaklarda ama yine
de bu ülkede dansöz erotizmi bitmez.
Adam burnunun ucundaki memelere kayıtsız kalama­
dı ve cebindeki yolda bulduğu lOO'lüğü, biraz da yolda bul­
muş olmanın verdiği rahatlıkla dansöze taktı . lOO'lük dan­
sözün memesi ve sutyeni arasına sıkışınca hem biraz utan­
dı, hem de şaşırdı. Bir süre sonra yerine alıştı, hatta sevdi bi­
le. Meme yumuşaktı, sırtını iyice yaslayıp bir oh çekti, içki ve
dansöz eşliğinde kendinden geçen adamları izlemeye başladı.
Dansöz büyük daireler çizerek kalçasını döndürüp aynı za­
manda da kendi etrafında dönüyordu. Lunaparktaki balerine
binmiş gibiydi lOO'lük, keyfi yerindeydi. Bir anda bu daire­
sel hareketi bitirip omuzlarını ve memelerini titreterek oyna­
maya başlayan dansözün bu hareketi pavyonda ilgiyle karşı­
lançlı ve coşkulu bir alkış aldı. Alkışın hemen peşi sıra ensesi
kalın bir kalantor, dansözün bizim lOO'lüğün olduğu meme­
si ve sutyeni arasına, tam da bizim lOO'lüğün yanı başına bir
200'lük sıkıştırdı . Çok güzel bir 200'lüktü bu. Bizim lOO'lük
gözlerini alamadı bir an, çok etkilendi. Selamlaştılar.
"Bir erkek lOO'lüğün en çok olmak istediği yerdesiniz sanı­
yorum" dedi 200'lük.
"Anlayamadım" dedi lOO'lük. 200'lük gözleriyle memeyi
işaret etti.
"Haaa . . . Sanmıyorum zira sizin olduğunuz bir ortamda bir
lOO'lüğün gözü sizden başkasını görmez."
"Oooo çok hızlısınız."
"Ama siz de çok güzelsiniz" dedi lOO'lük . Gülümsedi
200'lük, hoşuna gitti.
''Yaşam çok büyülü" dedi lOO'lük.
"Neden?"
"Birkaç saat önce bir kadının cüzdanından düşüp rüzgar
nereye savuru rsa savrulup, yerlerde sürüklenip, sonunda bir
adamın botu altında ezilip ve akşamına aynı adamın cebin-
64

den çıkarılıp bir dansözün memesine takılıp o memede sizin­


le karşılaşmak, bu nereden bakarsanız bakın yaşamın büyü­
südür."
"Birçok 200'lük için zindana dönmüş bu yaşamın böyle gü­
zel sözlerle büyülü olduğunu duymak ne güzel" diye gülüm­
sedi 200'lük
"Biliyorum çok erken bir soru ama çok merak ediyorum
sevgiliniz var mı?"
"Vardı. Çok iyi bir 200'lüktü. Bir dönem tuhaf işlere girdi.
1 7-25 Aralık operasyonlarında ayakkabı kutularında görüntü­
sü çıkınca kaldıramadı bunalıma girdi, iki-üç sene kendini bil­
mez halde ortalıkta dolandı. İtibarını kaybetmişti, kimse yü­
züne bakmıyordu, kendini 50 kuruştan bile küçük görüyordu.
Bir gün benim haberim yokken kendini bozdurmuş. Bir arka­
daşım en son Kıbns'ta bir casinoda görmüş. Elden ele geziyor­
muş, durumu iyi değilmiş. Bir daha haber alamadım."
"Üzüldüm."
"Gerçekten üzüldün mü?"
''Yani bir para olarak üzüldüm tabii, ama 'kendisinden ha­
ber alamama' kısmının devam etmesini dilerim, en azından
bu ara" dedi lOO'lük. Aralarında koyu bir muhabbet başladı.
lOO'lük 200'lüğün gözlerinde kayboldu, 200'lük lOO'lüğün sı­
caklığında eridi.

Bir zaman sonra


Pavyondakiler geçen zaman ve içkinin etkisiyle coştukça
coştu. Garsonlar masalara yetişmeye çalıştı. Konsa çıkanla­
rın şen kahkahaları ve parfüm kokularının karıştığı havasız­
lık sigara dumanıyla birleşince herkesin aklına ilk olarak bir
dudağı öpmek geldi. lOO'lük ve 200'lük çılgınca öpüştü.
Evde paraları bir şifoniyerin üst çekmecesine attı dan­
söz. Tam kapanmamış çekmecenin içine odanın ışığı sızıyor-
65

du. lOO'lük ve 200'lük sevişmişlerdi. 200'lük lOO'lüğün göğ­


sünde yatıyor, lOO'lük sigara içiyordu. Sigarasını söndür­
dü ve 200'lüğün gözlerine baktı bir an ve "Benimle 300'lük
olur musun?" dedi . 200'lük ani gelişen bu teklif karşısında
şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. "Nasıl yani, biraz hızlı olma­
dı mı?" dedi. "Evet bir 200'lük değilim ama seni herhangi bir
200'lükten daha çok seveceğime söz veriyorum. Biliyorum ay­
nı değiliz, biliyorum herkes yadırgayacak, tuhaf bakacak, bi­
liyorum acımasızca dalga geçecek, 'Şu 200'lüğe bak, kendin­
den küçük lOO'lükle evlenmiş' diyecekler ya da bana 'Ablası
yaşında 200'lük almış' diyecekler. Desinler! Gel biz onlara aş­
kı anlatalım, yıkalım onların sevgisiz çıkar dolu önyargıları­
nı. Bir süre sonra bana, 'Yaşın geçiyor artık evlen' diyecekler.
Ben sevmediğim bir lOO'lükle evlenip mutsuz bir 200'lük ol­
mak istemiyorum. Sen de mutsuz , 500'e çok yaklaşmış ama
olamamış bir 400'lük olacağına gel benimle sevgi dolu bir
300'lük ol. Ne dersin?" dedi tek nefeste . 200'lük sıkı sıkı sa­
rıldı lOO'lüğe, öptü onu ve "Tamam" dedi, "tamam deli oğlan,
varım seninle 300'lüğe" Hemen oracıkta şifoniyerin çekmece­
sindeki diğer paraların şahitliğinde sade bir törenle 300'lük
oldular. Çok mutluydular.

Beş gün sonra


Paralar beş gün çekmecede kaldı. Bu beş gün beş yıl gi­
bi geldi onlara. Dansöz çekmeceden paraları aldı, cüzdanı­
na yerleştirdi. Evden çıkıp deniz kenarında bir kafede arka­
daşıyla buluştu . Yemek yiyip bir şeyler içtiler. Bir süre son­
ra dansöz hesabı istedi, garson adisyonu getirdi, dansöz ve
arkadaşı aynı anda adisyona hamle yaptılar ve ben ödeye­
ceğim, hayır ben ödeyeceğim diye biri bir ucundan diğeri di­
ğer ucundan çekiştirdi. Paralar sesleri duydular ve cüzdanın
içinde bu savaşı dansözün arkadaşının kazanması için d u a
66

ettiler. . . Maalesef bu savaşı dansöz kazandı. Elini cüzdanına


attı, birbirlerine sarılmış lOO'lük ve 200'lüğü ayırdı, lOO'lüğü
çekti ve adisyona koydu. 200'lük kahroldu, lOO'lüğün arka­
sından hüngür hüngür ağladı.
Garson, parayı adisyondan çıkartıp tam kasaya koyacak­
ken, başka bir adisyonla başka bir masanın hesabı geldi, bir
200'lükle ödenmiş hesabın para üstü olarak bizim lOO'lüğü
koydu diğer adisyona ve gönderdi. Adisyon, para üstü sahi­
bi adamın masasına içinde bizim lOO'lük, 4 demir 1 TL ve bir
adet 10 TL ile gitti. Adam bizim lOO'lüğü aldı, pantolonunun
cebine koydu, lO'luk ve demirleri bahşiş olarak bıraktı. Ma­
s adan kalktı. Siyah pantolon giymiş adamın cebi karanlıktı,
lOO'lük perişandı.

Aynı günün gecesi


Kanun , keman ve darbuka üçlüsünün ahengine katılan
"Biz Heybeli'de her geceeeee" sesleriyle uyandı lOO'lük. Hala
adamın cebindeydi , burnuna sigara, rakı ve kızartmaların
karışımından oluşan kesif bir meyhane kokusu geldi. Bir sü­
re böyle geçti. Masada muhabbet derinleşti, yolunu kaybetti.
Rakılar içildi, içildi, içildi.
Gece oldu. En son söylenen meyveden sonra güveçte hel­
va da yendi . Hesap istendi . Meblağ masadaki kişi sayısına
bölündü. Kafası güzel olan adam ve arkadaşları , ceplerin­
den çıkardıkları paraları küstahça adisyonun içine fırlat­
m aya başlattı .
Böyledir insanoğlu, o kadar peşinde koştuğu, vaktinin ço­
ğunu harcadığı, yeri geldiğinde uğrunda yalan söylediği, onu­
runu sattığı, hırsızlık yaptığı, cinayet işlediği paraya iki dub­
le içince köpek muamelesi yapar, hiç umurunda değilmiş gi­
bi davranır. Adisyona fırlatılan paralar içinde bizim lOO'lük
yoktu. Adam diğer cebindeki paraların içinden seçtiği iki
67

lOO'lük ve bir 50'likle hesabı ödedi v e taksiyle evine gidip ka­


nepenin üstünde sızdı.

Ertesi sabah
Sabah uyandığında, günlük kıyafetleriyle yattığını fark
eden adam gömleğini kokladı. Sigara kokusundan rahatsız ol­
du. Soyundu, gömleğini ve pantolonunu çamaşır makinesin­
de biriktirdiği diğer kirlilerin arasına attı. lOO'lüğü pantolo­
nun cebinde unutmuş, çamaşır makinesinin kapağını kapat­
mış, deterj anı ve yumuşatıcıyı koyduktan sonra başlama tu­
şuna basarak korkunç, onur kırıcı, yaklaşık bir saat sürecek
bir işkenceyi başlatmıştı. Makine çalıştıktan beş dakika sonra
adamın aklına lOO'lüğü cebinde unuttuğu geldi ama artık çok
geçti. Yıkama işlemi sonlanmadan çamaşır makinesinin kapa­
ğını açamazdı. lOO'lük içeride dönerken, deterjanlı suyun ilik­
lerine kadar işlemesine karşı tahammülünü artırmak ve da­
yanabilmek için her an 200'lüğü düşündü. Bir daha karşılaş­
ma ihtimalini, ona sarıldığı ve öptüğü anları gözünün önüne
getirdi ve bir süre sonra deterjanlı sudan dolayı bayıldı.
Çamaşır makinesinin kapağı açıldığında lOO'lük yıkanmış
pantolonun cebinde yarı baygındı. Adam pantolonun cebine
elini sokup lOO'lüğü çıkardı . Islak, buruşmuş ve solgundu
lOO'lük. Hemen yatak odasındaki ütü masasına yatırdı, ütü­
yü fişe taktı ve ütü gerekli ısıya ulaştığında kurutmak ve dü­
zeltmek için üstünden geçti. Bu ani şokla uyandı lOO'lük, ca­
nı çok yanıyordu. Yorgundu ve yıpranmıştı.
lOO'lük başına bundan daha kötü bir şey gelmeyeceğine
inanmak istedi. Bütün bunlar Avusturya-Macaristan İmpa­
ratorluğu veliahdı Franz Ferdinand'ın Sırp milliyetçisi Gav­
rilo Princip tarafından öldürülmesiyle başlayan Birinci Dün­
ya Savaşı'nın bir benzeri gibiydi onun için. Artık her şey ters
gidecek, başına gelmeyen kalmayacaktı.
68

Ömrühayatında bir kere gömlek, bir kere d e kot pantolon


cebinde unutularak yıkanmış ve biraz daha solmuştu.
Dört kere kaybolmuş ve hatta birinde iki gün kimse fark
etmediği için, hem de ocak ayında iki geceyi dışarıda geçir­
miş, karla karışık yağmur altında kalıp, oradan oraya sürük­
lenmişti.
İki kere genelevde kendisiyle ödeme yapılmıştı.
Altı kere kendisiyle uyuşturucu alınmıştı.
Bir kere bir uyuşturucu partisine düşmüş kendisinden ru­
lo yapılıp burundan kokain çekilmişti.
Bir kere bir silah alışverişinde kullanılmış, karşılık olarak
alınan silahla iki kişi öldürülmüş, üç kişi yaralanmıştı.
Bir kere kara para aklama işinde kullanılmıştı.
Bir kere cepten, bir kere de yazar kasadan çalınmıştı.
1 7 kere rüşvet, bir kere fidye olarak verilmişti.
5 kere düğünde davula sıkıştırılmıştı. Sol kulağındaki yüz­
de 40'lık işitme kaybının sebebi buydu.
Bir kere gösteriş meraklısı bir zengin tarafından sadaka
olarak verilmişti.
Bir keresinde bir kadın tarafından bir din tacirine çocuğu
olması için okuması ve üflemesi karşılığında verildiğinde, keş­
ke ölseydim de bunu görmeseydim duygusuyla kahrolmuş, ön
tarafındaki Atatürk'ün yüzüne günlerce bakamamıştı.
Beşi vadeli, üçü vadesiz tam sekiz kere bankaya yatırıl­
mıştı. Her seferinde ya bir memura ya da bir emekliye veril­
mek üzere bozdurulmuş veya maaş karşılığı olmuştu.
Erzincan'da bir teyzenin karanlık sandığında "birikmiş"
olarak kaldığı günleri en iyi zamanları olarak anlatmış ama
sonunda yakılmak üzere alınan tezeklere karşılık verildiği
an düştüğü duruma hüngür hüngür ağlamıştı.
Hayatın ona yaşattıkları ve bu yaşanmışlıklara karşı di­
rencini Nietzsche'nin "Seni öldürmeyen acı güçlendirir" sö­
züyle ilişkilendirip, bunu hayattaki mottosu ilan etmişti. Bu
69

sözü görünen bir yerine keçeli kalemle dövme yaptırma is­


teğiyle yanıp tutuştuğu bir gün Bağcılar'da bir el tarafından
pilot kalemle üzerine hem de çaprazlamasına "Ne güzel bir
kız sevmek ne de liseyi bitirmek, tek umudum seni şampiyon
görmek Tokatspor" yazılınca artık yaşayan bir ölü olduğunu
anlamıştı.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi , Tokatspor faciasından bir
hafta sonra, ikiz erkek çocuklara harçlık olarak verildi. Harç­
lığı veren dayı, çocuklara, parayı bozdurup 50-50 paylaşma­
larını tembihlemişti. Fakat her biri hiperaktivitenin dibine
vurmuş , ikiz kelimesinin akla getirdiği sevimliliği hiç taşı­
mayan, yaramazlıktan duvar sıvası yiyen iki tuhaf çocuktu.
lOO'lüğü çekiştirmeye başladılar. İkisi de paranın tamamına
sahip olmak istiyordu. Biri bir ucundan tutuyor, diğeri diğer
ucundan, çektikçe çekiyordu. lOO'lüğün canı çok yanıyordu,
bağırıyordu ama sesini duyan yoktu. İnsan paradan çok şey
ister ama onun sesini bir kere bile gerçekten duymaz. İki ya­
ramaz çocuğun elinde çekiştirilen lOO'lük yılların verdiği yıp­
ranmışlığa dayanamadı, ortadan ikiye ayrıldı. Sesler çok bo­
ğuk, görüntü bulanıktı. Bir soğukluk hissetti, titredi. Sonra
bir sıcaklık. Ardından her yer karardı. Birden bir ışık yandı.
Çocuklar lOO'lüğü bir çalışma masasına yatırmış, ışığı da aç­
mış acil müdahale için hazırlanıyorlardı. Biri diğerinden ma­
kas ve bant istedi, diğeri verdi, makasla bandı kesti para cer­
rahı çocuk, lOO'lüğü kopan yerlerinden birleştirdi ve arkalı
önlü bantla yapıştırdı.
Bapas ameliyatı geçiren insanın karakteri değişirmiş der­
ler ya bu olaydan sonra da lOO'lüğün karakteri köklü deği­
şikliklere uğradı. Artık hayatı sallamıyordu, nasıl gelirse öy­
le yaşıyordu . Yaralı ve bantlı bir paraydı . Ortamlarda ona
hem saygı duyuluyor, hem de ondan çekiniliyordu. Yarasın­
dan dolayı bir yere girdiğinde kendisiyle aynı yaşta ve hat­
ta kendisinden büyük paralar bile bazen ona yer veriyordu.
70

Sevmiyordu bunu, eksik olduğunu hatırlamak üzüyordu ama


yapacak bir şey yoktu, o bant olmadan hayatta kalamazdı.
Yıllarca elden ele gezdi dolaştı. 64 il, yüzlerce köy gezdi.
Bir kere kumarhane bahanesiyle Gürcistan'ı, bir kere kaçak
çay alımında Suriye'yi, bir kere de polise rüşvet olarak veril­
mek suretiyle Bulgaristan'ı gördü.

Yıllar sonra
Derken, bir adamın cebinde, bir dizi gıcır paranın arka­
sında buldu kendini lOO'lük. Adam yeni açılmış bir döner
dükkanının camından içeri bakıyordu. Kapı ve cam çerçe­
velerinde balonlar, dışarda çelenkler ve önünde hatırı sayı­
lır bir kalabalık vardı . Adam dükkana girdi. Dükkanın sa­
hibi olduğu belli olan, eflatun takım elbiseli ve rugan ayak­
kabılı adama sarıldı ve "Hayırlı olsun kardeşim" dedi . "Al­
lah razı olsun ağabey hoş geldin" dedi eflatun takım elbiseli
dükkan sahibi. "Ver bakalım bir porsiyon döner" dedi adam,
"Tabii ağabey" dedi dükkan sahibi ve döneri ustaya sipariş
etti. Adamın cebinde bizim lOO'lükten başka büyük para yok­
tu. Çekti bizim yüzlüğü eflatun takımlıya uzattı, "Al baka­
lım siftah benden" dedi. Eflatun takımlı itiraz edecek gibi ol­
du ama adam kararlıydı. Eflatun takım elbiseli, bizim lOO'lü­
ğü aldı , kasanın altından çıkardığı daha önceden yaptırdı­
ğı cam çerçevenin içine düzgünce yerleştirdi . Hiç direnme­
di lOO'lük hatta biraz müsterih oldu bu durumdan. Daha kö­
tü sonlara hazırlamıştı kendini, buna razıydı. Artık bir anla­
mı vardı. Özünde lekeli ve güvensiz olan para-insan ilişkile­
rindeki tek duygulu ihtimal 'siftah'tı. Para için piyasadan çe­
kilmek demekti ama parçalanmaktan yeğdi. Mezarının nere­
de olduğu bilinmeyen yüzlerce lOO'lük vardı. Oysa mozole gi­
bi bir çerçevede onuruyla yatacaktı. Eflatun takımlı lOO'lüğü
güzelce yerleştirdikten sonra vidalarını sıktığı çerçeveyi du-
71

vardaki çiviye astı . . . lOO'lük şöyle bir bakındı etrafına. Gü­


lümsedi, derin bir iç çekti, gözlerini yumdu ve ebedi istiraha­
tine çekildi. Yıllarca o duvarda asılı kaldı lOO'lük, bantlı kıs­
mı günden güne sarardı.
Dükkan iyi iş yaptı. Çok iyi para kazandı eflatun takım­
lı. lOO'lüğe hep sevgiyle baktı, uğuruna inandı, onu duvarda
bir kere toz içinde bırakmadı . Yanına yöresine başka çerçeve­
ler asıp kalabalığın arasında kaybettirmedi. Eflatun takımlı­
nın başının üstünde tek başına bu dükkanın nişanı gibi par­
ladı lOO'lük.
Yıllar sonra bir gün, eflatun takımlının önüne gelen adis­
yonun içinden, 245 TL'lik hesabın ödenmesi için konulan bir
200'lük ve bir 50'lik çıktı . 200'lük duvardaki lOO'lüğü gö­
rünce dondu kaldı , gözleri doldu. 50'lik "Hayırdır, tanıyor
musun?" diye sordu. "Yoo" dedi 200'lük. "Eee ne bu gözleri­
nin hali?" diye sordu 50'lik. "Ne bileyim, kim bilir neler çek­
miş, baksana yaralanmış , bandı sararmış." "Sana ne kızım
ela.lemin lOO'lüğünden, eğer üzülmek istiyorsan yere atılan,
denize atılan, mazgala atılan 5 kuruşlara üzül. Bu göt ken­
dine kıyak yer bulmuş, durumu iyi" dedi 50'lik. Gözleri iyice
doldu 200'lüğün. Gözyaşları serin bir şelale gibi hiç durma­
dan şeridine aktı.
Yakarca

Yağmur yağmıyordu ama kapalı, basık bir hava, sıkışık


trafik ve yorgunluk yan yana gelince kimsenin neşesi kalmı­
yordu servisin içinde. Kimisi uyuyor, kimisi telefonuyla oy­
nuyor, kimisi de uzun düşünceler eşliğinde camdan dışarıyı
izliyordu. Hırıltılı birkaç nefes dışında sessizlik hakimdi. Se­
lin, kafasını cama dayamış düşünceler içindeydi. Tabii ki bu
düşünceler Picasso'nun Guernica'sı üzerine kübik bazı değer­
lendirmeler gibi değil de daha çok, "Kırçıllı kabanımın düğ­
mesi sallanıyordu hala dikmedim; kopmak üzere, koparsa ve
kaybolursa yedeği de yok, bütün düğmeleri değiştirmek zo­
runda kalırım; Taner de b ana iyice yerleşti annemler evlen­
meden aynı evde yaşadığımızı duyarsa ağzıma sıçar" gibi dü­
şüncelerdi.
Kafasını cama dayamıştı. Gözüne yan şeritteki Citroen C2
araba ilişti. Küçücük arabanın içinde yedi kişi vardı. En ar­
kada birinin dizinin üzerinde oturduğu belli olan bıyıklı bir
amcayla göz göze geldi. Amca hemen gözlerini kaçırdı, Selin
bakmayı sürdürdü. Trafikte yüksek araçta olan rahat rahat
bakar da alçakta olan hep kaçak bakışlar atar. Bir tır şofö­
rünün yukarıdan aşağı bakışıyla, Renault Broadway 9 şofö­
rünün aşağıdan yukarı bakışı aynı olabilir mi? Selin kafası­
nı camdan kaldırdı, çantasından bir Olips çıkarıp ağzına at­
tı. Yine çok fena genzi yandı, off şunun portakallısını alsay­
dım keşke, diye geçirdi içinden . Gözü cama takıldı. Camda
73

alnının ve yanağının yağlı izi vardı. Burundaki sümük kadar


olmasa da utandıran bir şeydir camdaki alın ve yanak yağı.
Çantasından bir peçete çıkardı ve camı güzelce sildi.
Günlerden cumaydı . Salı günü 23 Nisan'dı ve pazartesi
günü de tatil ilan edilmiş, kamu ve özel sektör çalışanları­
na dört günlük kıyak bir tatil verilmişti. Aslında tatilde hiç­
bir şey yapmak istemiyordu. Ayaklarını uzatıp, koltukta ya­
yılarak dizi izleyip miskinlik yapmak istiyordu. Ama Taner,
"Sana bir tatil sürprizim var, sen gelince hemen yola çıkıyo­
ruz, çantanı hazırlıyorum, dört gün çok mutlu olacağız, seni
seviyorum" diye bir mesaj atmış, mesajının sonuna üç kırmı­
zı, üç de mavi kalp koymuştu. Aslında güzel bir tatil iyi ge­
lebilir, gittiğimiz yerde biraz miskinlik yaparım diye düşün­
müştü Selin. Taner'in bu güzel jestini geri çevirmek olmaz­
dı. .Üstelik çalıştığı bölümdeki arkadaşlarına ve servise bin­
diğinde, "Tatilde ne yapacaksın?" sorularına Taner'in sürpri­
zinden bahsetmiş ve kızların, "Ay ne güzeeeel! "lerine dudak­
larını büzüp gülümseyerek karşılık vermişti . Artık tatilde
story'lerle coşmalıydı.
Servis oturdukları apartmanın önüne yanaştı. Taner apart­
man kapısının önündeki bankta yanında iki çantayla oturu­
yordu. Selin'in servisten indiğini görünce ayağa kalkıp onu
karşıladı ve çantaları alıp arabaya yöneldi. Selin, "Hemen gi­
diyor muyuz?" dedi. "Evet" dedi Taner, "Hemen yola çıkalım,
anca gideriz." Çantaları bagaja yerleştirip yola çıktılar.
Mahallenin ara sokaklarından otobana çıktılar. Selin ara­
badaki koltuğa sinmişti. Sigara kokusuna karışan yeşil çam
kokulu araba parfümünün yarattığı ağdalı havadan rahatsız
olup camını açmıştı. Cam 'vurrk' diye ses çıkararak hızla aşa­
ğı indi. Sevmiyordu bu arabayı. Ama hem konformist gözük­
memek hem de Taner'in kalbini kırmamak için söyleyemiyor,
zaman zaman bunu hissettirmekle yetiniyordu. 2004 model
bir Palio'ydu Taner'in arabası. Ona yetiyordu ama Palio'ydu
74

işte. Taner de isterdi arabasının 'vızzzt tuk' diye açılıp kapa­


nan camı, 'vıranç' diye değil de "tup" diye kapanan bir kapı­
sı olsun. Ama yoktu işte. Kolunu koyacağı bir kolçağı bile yok­
tu. "Ne olursun şu arabada sigara içme Taner, çok kötü koku­
yor" dedi Selin. "Valla bir tane içtim onda da elim hep dışar­
daydı, hep dışarı dışarı üfledim" dedi . "Şu kokuyla da birle­
şince berbat kokuyor arabanın içi" diye devam etti Selin söy­
lenmeye . "Madem berbat kokuyor bu koku, bu arabadan def
olup gidecek" dedi Taner. Sevgilisini memnun etmek için her
şeyi yapabilecek bir centilmen tavrıyla aynada sallanan yeşil
çam ağacını avuçladı ve sert bir hamleyle aşağı çekti. Aslında
daha önce birçok defa yapmış olduğu bu hareket sonunda bi­
liyordu ki o çam ağacının aynada sallanmasını sağlayan yine
aynı yeşil renkteki hafif lastikli ip hemen kopardı. Ama maa­
lesef bu sefer, o alçak lastik kopmadı. Ve kopmadığı gibi ayna­
yı da, cama tutunduğu aparattan başın bir kılıç darbesiyle be­
denden ayrılması gibi ayırdı ve takır tukur sesleri eşliğinde
vitesin hemen yanına düşürdü. Taner bir an şok geçirirken,
Selin, "Aaaa ne yaptın Taner!" diyerek aynaya uzandı ve kop­
tuğu yere baktı. "Kırılmış" dedi. Taner hemen ilerideki ben­
zincinin önüne çekti arabayı. "Sorun yok şimdi halledeceğim"
diyerek benzincideki markete gitmek için arabadan indi. Dön­
düğünde elinde bir tane siyah elektrik bandı, iki soğuk kahve
ve iki de Eti Cin vardı. Selin Eti Cin'i çok severdi. Taner nere­
de görse alır, Selin'i mutlu ederdi. "Bugün hiçbir şey bizim ne­
şemizi bozamaz. Hem bak sana ne aldım" diyerek aldıkları­
nı Selin'e uzattı . Selin gülümseyerek teşekkür etti. Taner he­
men siyah elektrik bandıyla aynayı kırılan aparatına tuttur­
du. Ayna biraz yamuk duruyordu ama sonuçta duruyordu, Ta­
ner kafasını biraz sağa doğru kaydırınca arkayı rahatça göre­
biliyordu. Benzinciden çıkıp yola devam ettiler.
Bir süre sonra, "Taner, nereye gidiyoruz?" diye sordu Se­
lin. Taner gülümsedi ve ''Yakarca'ya" dedi, "Temiz havada or-
75

manda gezeceğiz, hayvanları seveceğiz, organik beslenece­


ğiz , şehirden uzakta sessizliği dinleyeceğiz" diye ekledi. Ya­
karca . . . Taner'in en son 11 yaşında gittiğini söylediği köyüy­
dü. Aslında köyde büyümemişti, sadece arada bir yaz tatille­
rinde anne ve babasıyla gittiği, ama her "Memleket neresi?"
muhabbetinde "Benim de bir köyüm var, ben de köy çocuğu­
yum, bu İstanbul'un kahrı çekilmiyor, bir gün pılımı pırtımı
toplayıp köyüme döneceğim" diye övgüyle bahsettiği dağ kö­
yüydü burası. Selin'in dört günlük tatilde gitmek istediği yer,
bilmediği bir Yakarca Köyü değildi elbette , ama Taner o ka­
dar mutluydu ki. "Haaa!" dedi, başka bir şey demedi. İznik'in
bir dağ köyüydü Yakarca. İstanbul'a 2,5 saat uzaklıktaydı.
İznik'in tatlılığını biliyordu Selin, tarihi dokusunu, güzel gö­
lünü falan hep internetten görmüştü ama yine de nisan ayın­
da .ısınmaya çoktan başlayan Ege sahillerini veya Antalya'yı
tercih ederdi. İçi burkuldu. Ama Taner'e hissettirmemeye ça­
lıştı. Taner arabanın teybine bağlı telefonundan Spotify'a gi­
rerek Karışık Türkü listesini açtı . Neşet Ertaş'tan Ah Ya­
lan Dünya'yı seçti . O an hiç türkü dinleyecek havada değil­
di Selin. Bir dağ köyü tatili havasına girememişti . Ama ça­
lan parçaya da itiraz edemedi . Neşet Ertaş'a itiraz edemez
insan, böyledir bu. Mahmut Tuncer çalsa "Değiştir şunu yaa"
denilebilir de Neşet Ertaş'a diyemez. Türkü boyunca "Ölüm
var ölüm" duygusuyla geride bıraktıkları yol şeritlerine ba­
karak sessizce devam ettiler. Türkü bitince "Sen beğenmedin
mi sürprizimi?" diye sordu Taner. "Yooo hayır, neden beğen­
meyeyim, şaşırdım sadece" dedi Selin. Taner Selin'e inanma­
sa da köye gidince havasının değişeceğini, ikinci gün boynu­
na sarılıp, "Sevgilim iyi ki gelmişiz, İstanbul'da kapanıp kalı­
yoruz, hep gelelim buraya, hem yakın hem çok güzel" diyece­
ğini adı gibi biliyordu.
Yola çıkalı bir saat kadar olmuştu. Selin yorgundu, bütün
gün mesai yapıştı ne de olsa. Onun yorgunluğunu fark eden
76

Taner, "Şu ileride bir dinlenme tesisi var hem tuvalete gire­
lim hem de Starbucks'tan leğenle kahve alalım mı?" diye kı­
kırdadı. Selin hafif bir tebessümle cevap verdi "Leğenle mi?"
"Evet ya leğenle. Herkes, her gün, hem de birkaç kere, leğen
büyüklüğünde bardaklarla kahve içiyor. Ne zaman bu kadar
kahve tüketmeye alıştık" dedi Taner. Aslında haklı olduğu­
nu biliyordu Selin, ama hem yorgun olduğu hem de Taner'in
sürpriz tatiline çıktığı için ve bir de ilişkilerdeki nedeni belli
olmayan o insanı paralize eden partnerin haklı da olsa "ona
katılmamama isteği" halinden dolayı onaylamadı ve "Leğen
de değil , abartma şimdi" dedi. "Tamam leğen değil tabii ki,
leğen gibi dedim zaten" dedi Taner. "Yani evet" diye yanıtla­
dı Selin. Aslında yanıtlayacak bir soru yoktu. Zira muhabbet
bomboş bir yere doğru gidiyordu. Sustular. Arabayı dinlenme
tesisinin önüne çektiler. Büyük süpermarket gibi olan ama
içerde bol miktarda cezerye ve 'akrabaları' ürünlerin satıldı­
ğı, aynı zamanda yemek de yenilebilen, oyuncak reyonunun
da büyükçe bir yer kapladığı 'herşeymarket'teki tuvalete gir­
diler. Taner önce çıktı, Selin'i beklerken akrabalarına götür­
mek için beş kutu cezerye aldı . Selin çıktı tuvaletten, kah­
ve almaya doğru yöneldiler. "Onlar ne?" diye sordu. "Cezerye ,
bizimkilere götüreyim elimiz boş gitmeyelim" dedi Taner. "İyi
yapmışsın" dedi Selin, ama çok da oralı olmadı . Kahve için
bankoya yaklaştılar. "İki leğen kahve" dedi Taner. Kahveci­
de çalışan kız anlamsızca Taner'e baktı ve "Efendim?" dedi.
"İki leğen kahve" dedi tekrar Taner. "Leğen?" diye manasızca
gülümsedi kız . Selin durumdan çok utanmıştı . Taner'in ko­
lunu 'ne yapıyorsun' der gibi dürttü. Taner bu dürtmenin de
etkisiyle sevimli olmaya çalışarak, "Yani leğen gibi bardak­
larda kahve satıyorsunuz, ne zaman bu kadar kahve içer ol­
duk" dedi. Selin, Taner'in yüzüne kızgınlıkla bakıyordu artık.
"Küçük boylarımız da var beyefendi" dedi kız, "Siz hangi boy
istersiniz?" "Büyük boy olsun" dedi Taner. "Bakın siz de bü-
77

yük boy alıyorsunuz, gördünüz mü?" dedi kız. "Küçük ile bü­
yük boy arasında çok para farkı yok, içemezsem dökerim" de­
di Taner. Bu tür ukalalıktan kendisi de hoşlanmazdı aslında.
Onunla artık muhatap olmak istemediğini belli eder bir ton­
da, "Peki beyefendi" dedi kız. Taner de sinirlenmişti, diyalo­
ğu devam ettiremedi. Kız bir şey daha söylese de ağzının pa­
yını verse diye burnundan soludu bir an, ama artık bitmişti.
Sessizliği kahve makinesinin 'kırrrr' ve 'fuşşş' sesi bozuyor­
du sadece. Selin çok gerilmişti. Taner'e arkasını dönmüş, il­
gilenmiyormuş gibi yapıyordu. Kız kahveleri büyük bardak­
lara doldurup kapaklarını kapattı "İsim olarak ne yazalım"
diye sordu. İşte Taner'in beklediği an gelmişti ve hiç düşün­
meden bir gün bunu yapacağım dediği şeyi yaptı, "Tony Mon­
tana ve Claudia Schiffer" dedi. Kız bir an kaldı ve hiç gülme­
den Taner'e baktı. Selin'in sabrı taşmıştı, "Aaaaa canım ve­
rir misin şu bardakları" dedi ve bir hamleyle bardakları aldı.
"Taner yürü lütfen" dedi ve kahve bankosunun önünden ay­
rıldı. Kız ve Taner birbirlerine nişan almış iki kovboy gibi bir
süre daha bakıştılar. Selin tekrar seslendi, "Taner gelir mi­
sin?" Taner artık iyice sinirlenen Selin'e doğru yürüdü. "Ne
yapıyorsun sen yaaa, ne yapıyorsun, sen ela.lemin kızıyla ne
tartışıyorsun" dedi öfkeyle Selin. "Ben ela.lemin kızıyla tar­
tışmıyorum, ukalalık yaptı" dedi Taner. "Önce sen yaptın. O
leğen şakası çok komikmiş gibi bir de kıza niye söylüyorsun."
"Bir şey mi dedik ya?" dedi Taner, bok gibi hissediyordu. Sus­
tu. Selin'in haklı olduğunu biliyordu. Hem tatile çıkmışlardı.
Alttan almaya karar verdi. Arabaya binip yola devam eder­
lerken Selin biraz daha söylendi. Sonra bir süre ikisi de sus­
tu. Selin bu sessizlikte elinde bir yudum dahi içmediği kahve
olmasına rağmen uyudu. Taner sakince onun koltuğuna uza­
narak rahat uyuması için koltuğu birkaç kademe yatırdı.
Yakarca'ya yarım saat kalmıştı. Taner kaptırmış gidiyor­
du, teypte Burhan Çaçan' dan Aşkımız Olay Olacak çalıyordu.
78

Spotify algoritması kendi yöntemiyle tuhaf şarkıları sevdir­


meye çalışıyordu ama Burhan Çaçan'la ilgili karar yıllar ön­
ce verilmişti. O sırada Selin uyanarak "Kapat şunu" dedi. Ta­
ner coşkulu bir sesle "Günaydııın!" dese de karşılık alamadı .
Kafasını dayadığı camın serinliğiyle ayılmaya çalışan Selin,
yolu ve yavaş yavaş batan güneşi izliyordu. Hiç konuşmadan
İznik'e kadar devam ettiler.
İznik'e geldiler. Şehir merkezine gidiyorlardı . Akşam gü­
neşi, İznik Surları ve tarihin bıraktığı izler çok güzel gö­
rünüyordu . İnsanı mutlu eden bir şehir. Gerçi şehir değil,
Bursa'ya bağlı bir ilçe. Ama insan imparatorluklara başkent­
lik yapmış başka bir şehrin spesifik bir dokusunu değil de ta­
mamen kendi duygusunu barındıran İznik'e ilçe diyemiyor.
İznik şehirdir, hem de çok güzel bir şehir. Selin de hemen vu­
ruldu bu şehre . Vurulmak için doğru zamanda gelmişlerdi .
Güneş karamel rengiyle gölün diğer ucundan yavaş yavaş gö­
le giriyordu. Yol ile göl arasında çimenlik alanlar, yol boyun­
ca oturmak için kameriyeler ve çay bahçeleri vardı. "Şu çay
bahçesinde oturalım mı? Çay içelim, güneşin batışını seyre­
delim" dedi Selin. Arabayı hemen uygun bir yere çekti Taner.
Çay bahçesine doğru gözlerini güneşten ve gölden ayırma­
dan yürüdüler. Sonra oturup bir masaya, gelen garsona iki
çay söylediler. Sessiz olmayı tercih ediyorlardı . Güneş göle
girerken ufukta beliren renkleri ilk defa görür gibi oldu Se­
lin. Sazlıklar hep romantik gelmişti ona. Sanki bir çizgi film
efekti vardı gözlerinin önünde . "Ne güzel, masallardaki gi­
bi bu göl" dedi. Aralıklarla "Çok güzel, çok güzel" diye tek­
rarlıyordu. Garson çayları getirdi. Çayların eşliğinde akıyor­
du güneş, artık kıpkırmızı olmuştu. "Utancından kızardı gü­
neş, bırakıp gidiyorum bu güzel gölü diye" dedi Selin gözle­
rini ayırmadan. Selin'in bu sözünden yaklaşık dört beş sani­
ye sonra Taner, "Haa?" dedi. Selin manzaradan gözünü ayı­
ramıyordu ama az önce güzel bir söz ettiğinin de farkındaydı
79

o yüzden bu "Haaa"ya karşı bile bir kere daha söylemekten


imtina etmedi, "Utancından kızardı güneş, bırakıp gidiyorum
bu güzel gölü diye dedim" dedi. Bu sefer de, "Hm ! " diye kar­
şılık verince Selin sinirle Taner'e dönüp , "Yuh ! " dedi. Taner
elindeki telefona bakıyordu. Selin'e, "Ne oldu yaa?" diye sor­
du. Şu güzelliğe değil de telefona mı bakıyorsun?" dedi Se­
lin. "Elektriğe yine zam gelmiş. Hem de yüzde 15 . Bu üç ay­
da ikinci zam, millet delirmiş . Twitter yıkılıyor" dedi Taner.
O sırada garson geldi ve fakat güneş de tamamen gitti. Ufuk
çizgisi boydan boya kıpkırmızı, gökyüzüyse lacivertti. Man­
zara hala çok ama çok güzeldi. Garson boşları alırken, "Çay
içer misiniz?" diye sordu. "İçeriz" dedi Taner. "Pardon bir şey
sorabilir miyim? İznik'te gezilecek yerler nereler?" diye sor­
du Selin. ''Valla, merkezi gezebilirsiniz . Çinili Çarşı var, ora­
yı gezebilirsiniz; müze var, surları gezebilirsiniz, Arka diye
bir tatil köyü var, orayı görün derim, işte göl var, bir de Aya­
sofya Kilisesi var. Gerçi şimdi cami oldu ama." "Nasıl yani
cami mi oldu?" dedi Selin. Valla işte müzeydi, Bülent Arınç
cami yaptırttı orayı, artık kimse gelmez oldu." "Nasıl yani?"
diye bir daha sordu Selin. "Ya abla bu Ayasofya Hıristiyan­
lar için çok önemli , bunların kabesi gibi. Buraya hep gelir­
lerdi, hatta turlar düzenlerlerdi. İznik fıkır fıkır turist kay­
nardı, güzel para bırakırlardı. Şimdi ellerini ayaklarını çekti­
ler. En son bir geldiler bunlar böyle kalabalık, papazlar falan
var, ayin yapacaklarmış, eee tabii cami olduğu için yapama­
dılar. Adamlara çay bahçesini göstermişler, ayini orda yaptır­
mışlar. Onlar da bir daha gelmez oldu. Gelmez tabii, ben ol­
sam ben de gelmem abla, öyle değil mi?" dedi Garson. "Ya­
ni" dedi Selin. "Şimdi ne bileyim, Bulgaristan'a gitsem, ata­
larımdan kalma bir camide namaz kılmak istesem, bana de­
seler ki , biz o camiyi kilise yaptık şu çay bahçesinde kıl de­
seler, olur mu?" diye devam etti Garson. Hemen "Olmaz" de­
di Selin. "Bak gördün mü Ayasofya'yı cami yapmışlar" dedi
80

Taner'in kafasını telefondan kaldırmak için. "Evet duydum,


neyse yapacak bir şey yok, hadi kalkalım artık" diye geçiştir­
di Taner. Hesabı ödeyip kalktılar, arabaya binip Yakarca'ya
doğru yola devam ettiler.
Sağlı sollu zeytin ağaçlarıyla dolu yollardan geçerek dağ
yolunu tırmanmaya başladılar. Dağ, dümdüz yamaç, yamaca
kurulmuş şehir ve hemen bitimi gölün üzerinde, gökyüzünde
yavaş yavaş beliren yıldızlar dünyanın en güzel mitolojik öy­
külerine ilham kaynağı olmuştu. "Yaklaştık" dedi Taner, za­
ten yolun bozukluğundan ve arabanın sarsıntılarından bir
köy yolunda oldukları anlaşılıyordu. Hava iyice karardı. Köy
meydanından geçiyorlardı, bir direğin üzerindeki çıplak so­
kak lambasının aydınlattığı meydanda kimse yoktu. Bir so­
kağa yöneldi Taner. Karanlık bir yoldan geçip küçük bir ala­
na çıktılar. Tam karşılarında bir cami vardı. "Hah bu camiyi
geçince soldan gireceğiz" dedi Taner. Belli ki yolu hatırlama­
ya çalışıyordu. Soldan girdiler. Yol iyice karardı. Uzun aralık­
larla yerleştirilmiş elektrik direkleri vardı ama yolu aydın­
latmaya yetmiyordu. Köy neredeyse tamamen karanlıktaydı.
"Hah buldum" dedi sonunda Taner ve bir evin önüne doğru
yanaştı. Arabadan indiler, hava bayağı serindi. Selin ürperdi.
Cırcırböceklerinin sesi ve köpek havlamaları dışında ses yok­
tu. Taner arabanın kornasına dokundu. Bir süre evin kapısı­
na baktılar. Kapı açıldı ve bir kadın seslendi, "Kim o?" Taner
cevap verdi, "Remziye Yenge benim, Taner." Remziye evden
çıktı, kara lastiklerini giydi ve Taner ile Selin'e yaklaştı. De­
ğişik bakıyordu Remziye, eski cana yakınlığını göremedi Ta­
ner. Yine de, "Hoş geldin Taner'im, hoş geldin kızım, buyurun
buyurun, haberim yoktu geleceğinizden" diye toparladı du­
rumu. "Sürpriz yapalım dedik Remziye Yenge." "İyi yaptınız"
diye karşılık verdi Remziye , ama sanki bir kağıttan okuyor­
du bu sözleri. Arabadan çantalarını alıp eve girdiler. Taner
evi biliyordu. Selin ise girdikleri andan itibaren çaktırmadan
81

evi incelemeye başladı. Onun için inanılmaz ilkellikte bir ev­


di bu; duvarlar kerpiçti, tavan çok alçaktı, odalar çok küçük­
tü. Hemen girişte mutfak vardı, mutfakta kırık dökük bir do­
lap, dolabın üstünde iki alüminyum tencere, iki tava, lavabo­
nun hemen üstünde çakılmış iki tahtayla oluşturulan rafta
dört tabak, beş altı bardak vardı. Mutfağın hemen karşısında
yan yana iki oda ve sağ çaprazında da tuvalet vardı. Remzi­
ye, evde ışık yanan tek odaya, belli ki oturma odası olan yere
buyur etti onları. Bir somya, bir üçlü çekyat, bir kahve san­
dalyesi, yerde lime lime olmuş bir halı, kapının olduğu duva­
rın dibinde bir sandık ve sandığın üstünde de yorganlar var­
dı. Taner her şeyin bu kadar eskimesine çok şaşırdı. Son gör­
düğünde bu ev çok güzeldi ya da Taner güzel sanıyordu. İkisi
de somyaya oturdu.
Remziye , "Ne içersiniz?" diye sordu. Selin kesinlikle bir
şey içmek veya yemek istemedi. Taner, "Çay içeriz yenge" de­
di. Remziye mutfağa gitti. Kısa bir sessizlik oldu. Taner evin
bu kadar bakımsızlığı ve eskiliğinden dolayı biraz utanıyor­
du Selin'e karşı. İçinden bir ses ise, "Neden utanıyorsun, yok­
sulluktan utanılmaz" diyordu ama ikna edemiyordu kendini.
Evet insan yoksul olabilirdi ama pekala o yoksulluk içinde de
güzelliğin peşinde koşabilirdi. Bu evde neden hiçbir şey gü­
zel değildi. "İşte burada oturuyorlar amcamlar" dedi. Yoklu­
ğa ve yoksulluğa karşı biraz daha varlıklının mahcubiyetini
harekete geçirerek Selin'e vicdan yaptırmak, böylece bu du­
rumdan şikayet etmesini önlemek ve hissettiği mahcubiyet­
ten kurtulmak ve rahatlamak istiyordu. Selin cevap verme­
di. "Yoksullar işte, ne yapsınlar" diye söze devam etti. Selin
yine cevap vermedi. Remziye çayı koymuş içeri gelmişti. Üç­
lü kanepeye oturdu. "Amcam nerede yenge?" diye sordu Ta­
ner. Remziye bir iç çekti ve "Bilmem inşallah mezardadır" de­
di. Ortam bir anda buz kesti. Taner ortamı yumuşatmak için
"hısıf hısıf' diye gülerek, "Ne oldu gene, kızdırdı mı seni am-
82

cam?" "Amcan Face'ten tanıştığı karının biriyle kaçtı Taner,


nerede olduğu belli değil" dedi Remziye hırsla. Taner ve Se­
lin şoke olmuştu. "Sokma şu bilgisayarı eve dedim ama dinle­
medi. İhsan Hoca da söyledi, Fatma Abla'nın yedisine gelmiş­
ti Kuran okumaya, orda söyledi. 'Sokmayın' dedi, 'hadi tele­
vizyon neyse ama bilgisayarı sokmayın' dedi, 'şeytan işi bun­
lar' dedi, 'bozar her şeyi, ne aile kalır ne huzur kalır ne na­
mus' dedi ama dinletemedik. RaifAmca'nın oğlu Murat bilgi­
sayarını satıp yeni bilgisayar alacakmış. Amcan olacak boyu
devrilesice '300 lira vereyim bana ver' dedi, o da verdi. Gitti
hemen İnternet bağlattı, sonra hiç kalkmadı karşısından. Sü­
rekli Face'te video izledi, mesajlaştı. 'Yahu kalk azcık da ben
oturayım' diyorum, zor kalkıyor. Ben de bulaştım bu merete.
İşte neyse, gel zaman git zaman bu bir karıyla tanışmış. Ka­
rıyı da gör, suratında bir kilo makyaj var, yoksa bir boka ben­
zemiyor orospu . . . Affedersin kızım, senin yanında da ağzımı
bozdum. İşte işi pişirmişler, kaçtılar. Mesajlarını yakalamış­
tım üç ay evvel. Önce inkar etti. İşte 'Ahu gözlüm, ceylanım'
yazmış. 'Bir tanem, özledim' falan yazmış. Başka bir gün şiir
yazmış. Başka bir gün kalp göndermiş. Bir gün de, 'Seni du­
vardan duvara vurmak istiyorum' demiş. O da 'Vur aslanım
vur' demiş. Nasıl korkuttuysa, 'sen kime vuruyorsun?' diye­
memiş karı. .. Eee vurur valla. Bir kere dayımgillere habersiz
gittim diye, beni de duvardan duvara vurmuştu. . . Hele başka
bir gün 'Hayat kısa kuşlar uçuyor' yazmış. Dedim, 'Ya sen sa­
laksın ya karı salak, bu ne demek yani şimdi, evet hayat kı­
sa kuşlar uçuyor. Eee yani ne bu?' dedim . . . 'Yoook' dedi, inkar
etti . 'Vallahi ben yazmadım' dedi, 'başka biri yazmış, 'beni
hacklemişler' dedi. 'Hesabımı ele geçirmişler' dedi. 'Yoksa ben
niye, hayat kısa kuşlar uçuyor, yazayım?' dedi. İnandım ben
de. Meğer yalanmış" diye bir nefeste derdini döktü Remziye .
''Valla şok oldum yenge, ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi Ta­
ner. "Diyecek bir şey yok. Allah onun belasını versin. Ama bu
83

eve bir daha giremez . Hele bir denesin, babamın altıpatlany­


la alnının ortasından vuracağım onu. Sonra gideceğim dim­
dik teslim olacağım" diye hırslandı Remziye . Bir an bir ses­
sizlik oldu. "Ama seni çok severim Taner, bu evin kapısı sana
her zaman açık" diye tamamladı cümlesini. Taner teşekkür
etti ama amcasının beraber kaçtığı kadını merak etmeden
duramıyordu. Kadın çok mu güzeldi? Amcam bütün dünya­
yı karşısına alabilecek bir sevda hikayesinin peşine mi düştü

acaba, diye düşündü.


Selin'in çişi gelmişti , tuvaleti sordu. Remziye , "Şu tam
karşıdaki kapı" dedi. Selin tuvalete gitti. Tuvaletin çok kötü
olmasından korkuyordu. Tamam alafranga tuvalet olmadığı
kesindi. Lavabonun yanındaki küçük sepette sarılmış küçük
havlular da yoktur tabii ki ama inşallah temizdir diye geçir­
di içinden. Tuvaletin kapısına geldi. Çok eski boyalan dökül­
müş bir kapıydı. Hemen önündeki mavi plastik Gezer terlik­
ler nelerle karşılaşacağına dair ipucuydu. Kapının altındaki
boşluktan gelen rüzgar tuvaletin buz gibi olduğuna işaretti.
Kapıyı açtı, tuvalete girdi. Korkunçtu. İnsan ne zaman tuva­
letle ilişkisini bu denli konforlu ve lüks alana çekmişti. Ken­
dine itiraf edemese de gittiği yabancı bir yerde en büyük kor­
kusu tuvalet olmuştu. Her şey tuvalet taşının sanayi devri­
mindeki fabrika bacalarının yükselişi gibi şaha kalkışıyla,
alaturkadan alafrangaya geçişiyle başlamıştı. Hemen sonra
sıvı sabun ihtilali ve son olarak da klozet taşını bir puzzle gi­
bi sarmalayan lavabonun hemen altına yerleşen alacalı tuva­
let paspası inkılabı. İşte bu üçlü bir uyuşturucu gibi bağımlı­
lık yapardı insanda. İçeri girdi, kapıyı kapattı. Çok mutsuz­
du, şu an burada olmak istemiyordu. Bir süre sadece durdu
ve tuvaleti inceledi. Tuvalet tabii ki alaturkaydı. Üstelik ta­
şı beyaz bile değildi. Eski kara taşlı ayak koyma yeri tırtıklı
ama dışa doğru yüksekçe olanlardan. Sifon yoktu, tuvalet fır­
çası yerine eskiyip küçülmüş bir ot süpürgesi vardı. Hemen
84

yere yakın bir musluk, musluğun ucunda lacivert bir hortum,


altında da kırmızı bir maşrapa vardı. Sol tarafta kırık dökük
bir lavabo, lavabonun üstünde duvara zincirle asılmış küçük
yuvarlak bir ayna ve yine hortumlu bir musluk . . . Duvara ya­
pıştırılmış kırmızı oj eli kadın elinin avcunda duran açık ye­
şil Fax sabun. Sıkışmıştı Selin, yaklaşık iki dakikadır tuvale­
ti inceliyordu ama sonunda çişini yapabilecek kadar alışmış­
tı manzaraya. Hem insan içinde bulunduğu bütün şartlara
uyum sağlayabilen bir varlık değil miydi? Tuvalete oturdu ve
asıl kahrolacağı görüntüyle o zaman karşılaştı. Oturduğunda
karşısındaki yani ayaktayken tam arkasında kalan ve dönüp
bakmadığı taraftaki duvarda bir sıcak, bir soğuk su musluğu
ile bir kova ve kovanın üstünde tası vardı. Banyo da burasıy­
dı. Burada yıkanıyorlardı. İşte bu olamazdı. Selin buna daya­
namazdı. En son dedesinin ölümünde Erzincan'da böyle bir
yerde banyo yapmak zorunda kalmış ve çok mutsuz olmuştu.
Selin odaya döndüğünde Remziye Yenge, bu evi ölse de ko­
casına yedirmeyeceğini o yaşadığı sürece bu evi alamayaca­
ğını anlatıyordu. Birer çay daha içtiler ve ertesi gün erken
kalkıp köyün tadını çıkarmak için geç olmadan yattılar. Se­
lin daha rahat olur diye somyada, Taner üçlü çekyatta yat­
tı. "Yengeme çok üzüldüm" dedi Taner. "Ben de" dedi Selin.
"Amcamın yaptığı çok yanlış" diye devam etti Taner. "Amca­
nın yaptığı yanlış değil, amcanın yaptığı orospu çocukluğu"
dedi Selin. Taner cevap veremedi.
Selin'in uyuduğu somya pencere kenarındaydı , ay ışığı
camdan içeri sızıyordu. Selin camda hareket eden bir karal­
tı gördü ve bir anda doğruldu. Ne olduğunu anlamaya çalışı­
yordu. Pervazın köşesinden tam ortasına doğru hareket eden
kertenkeleyle göz göze geldi . "Taner kalk camda kertenkele
var!" dedi Selin. "Hani nerede?" diye doğruldu Taner ve cama
yaklaştı. İkisi de camın arkasından kertenkeleye bakıyordu.
"Eee köylük yerde olur böyle şeyler, boş ver uyu, gider o gi-
85

der" dedi Taner. "Köylük yer mi? Fakir Baykurt karakteri gi­
bi konuşmayı bırak da şunu kovala ben uyuyamam" dedi Se­
lin. Taner parmaklarıyla cama vurmaya başladı ama kerten­
kele kıpırdamıyordu. "Gitmiyor" dedi Taner. "Taner şunu ko­
vala, ben uyuyamam" dedi Selin. Taner eline aldığı terlikle
yan taraftaki pencereyi açarak kertenkeleye uzanmaya çalış­
tı ama yetişemedi. Kertenkele kıpırdamadı bile. ''Yok uzana­
madım" dedi. "Ne yapacağız?" dedi Selin. "Bir şey olmaz ya­
talım, o gider, kafanı bu tarafa çevir uyursun" dedi Taner. Se­
lin isteksizce yorganın altına girdi ve odaya dönerek yattı.
Taner de yatağına yattı. Bir süre sonra Selin belki gitmiştir
diyerek cama döndü ama kertenkele aynı yerinde kıpırdama­
dan duruyordu. "Taner, kertenkele hala duruyor" dedi. "Bir
şey olmaz" dedi Taner. ''Yer değiştirelim mi, ben orada yata­
yım sen burada yat" dedi Selin. Taner olur dedi ama biraz da
utandı. Niye kendi aklına gelmemişti? Yer değiştirdiler. Selin
biraz önce Taner'in uyuduğu yatakta yüzünü duvara dönerek
yorganın altına girip gözlerini kapattı . Taner sırtüstü yat­
mış , kolları boynunun altında, camdaki kertenkeleye bakı­
yordu. Kertenkele birden hızlı bir hareketle gitti. Uyudular.
Selin gözlerini horoz sesleri ve keçilerin çan sesleriyle
açtı . Bir süre yattığı yerden tavana baktı . Hepsi birbirin­
den farklı ebatta olan sıralı tahtalara takıldı gözleri . Köy­
lerde hiçbir şey şehirdeki gibi intizamlı değil. Şehirde ölçü
hakimdir, düzen şarttır, terazisi vardır şehrin. Belki de bu
yüzden dört bir yanı kaostur diye düşündü. Üçlü kanepeye
baktı, Taner yoktu. Yataktan kalktı, odadan çıktı. Evin ka­
pısı açıktı . İçeri pırıl pırıl gün ışığı giriyordu. Bir an mut­
lu oldu. Taner ve Remziye'nin sesi geliyordu dışarıdan. Se­
lin kapının önüne çıktı, "Günaydın" dedi. Taner ve Remziye
Selin'e gülümseyerek, "Günaydın" dediler. Taner kapı önün­
deki yükseltiden köyü seyrediyordu. Sigarasından bir ne­
fes çekti ve "Selin bak, işte burası benim köyüm" dedi. Selin
86

çevreyi incelemeye başladı. Gece karanlığında göremediği


köy, gün ışığıyla çırılçıplak karşısındaydı . Tam karşıda bir
yemyeşil , çok güzel dağ vardı . Fakat göz hizasında gördüğü
bu köy gerçekten çok kötüydü. Her yer çamurdu, çok fazla
insan yoktu ama gördüklerinin sırtlarında hep bir yük var­
dı ; kıyafetleri eski ve paçalarına kadar çamurluydu. Evler
çok eski ve harabe görünüyordu. Mehmet Amca diye seslen­
dikleri yaşlı bir adam dört ineğiyle önlerinden geçti . İnek­
ler çok kötü durumdaydı , kaburgaları sayılıyordu sırtları
kurumuş bok içindeydi. Köpekler uyuzdu, çelimsizdi, havla­
maya mecalleri yoktu. Bir traktör yanaştı , içme suyunu ge­
tirmek için Remziye'den bidonları istedi . Remziye içeri ko­
şup küçüklü büyüklü birçok bidon getirdi. Hemen sağ taraf­
ta bir ilkokul vardı, ama içinden koyunlar çıktı . Selin en bü­
yük şaşkınlığını burada yaşadı ve "Şurası okul değil mi, ne­
den koyunlar çıkıyor içeriden?" diye sordu. Bidonları traktö­
rün kasasına yükleyen Remziye , "He okul ama köyde çocuk
yok, bir tek Yamacı Hüseyin'in oğlu var, o da Sarsaklar Kö­
yü'ndeki okula gidiyor. " "Nasıl yani hiç çocuk yok mu?" diye
tekrar sordu Selin . " "Yok valla, hep yaşlıdır bu köy, gençler
İznik'e kaçtı . Ora güzel, hareketli, ne yapacak genç adam
burada?" "Tamam da okulda koyunların ne işi var?" diye
sordu Selin. "Ahır yaptık okulu. Toplu ahır. Herkes hayva­
nını getirir koyar buraya. İki de dönüşümlü çobanımız var,
onlar da güder" dedi. Traktör şoförü Sadık, Taner'e dönüp ,
"Öğlene döneceğim kaybolmayın bir yere , şelaleye götüre­
yim sizi" diye ekledi . Sonra da traktörün gazına basıp yo­
luna devam etti . Taner gülümsedi ve köyünün insanının bu
sıcaklığından gurur duyarak, "Tamamdır" dedi hemen. Se­
lin şaşkındı . "İnanamıyorum, okulu ahır yapmışlar! " dedi .
Taner dudaklarını büzerek kafasını maalesef der gibi sal­
ladı. Taner, Selin ve Remziye okuldan çıkan koyunlara ba­
kıyorlardı . Küçük bir sessizlikten sonra, "Okul açık olsa da
87

içinden çıkan koyun , kapalı olsa da içinden çıkan koyun"


diye Sözcü gazete si manşeti gibi beylik bir laf attı ortaya
Remziye . Selin rahatsız oldu bu laftan. "Olur mu Remziye
Abla nasıl yani?" diye itiraz etti. Taner araya girip , "Hadi
kahvaltı yapalım Remziye Yenge" dedi . Muhtemel tartışma
rafa kalkmıştı.
Taner ve Selin önlerine düşen Sadık'ı takip ederek dağ yolu­
na tırmanıyorlardı. Bu tip sahneleri televizyonda gördüklerin­
de ikisi de orada olmak isterdi ama gerçek çok acımasızdı. Dağ
yolu yorucuydu. Şelaleye gidecekleri için yanlarına su alma­
mışlardı, sadece bir torbaya köy ekmeği, biraz peynir ve bir­
kaç domates koymuştu Sadık. Taner de Selin de şort giymişti
ve tabii ki bacaklarını ısırganotu dalamıştı. Kaşınmaktan yü­
rüyemiyorlardı. Yetmiyormuş gibi Selin'in ayağında Converse­
leri vardı. Sigara gibidir Converse, bırakamazsın; söversin sa­
yarsın bazen ama vazgeçemezsin. Her gün de giyemezsin, in­
san bazen, o gün hangi yaşta olursa olsun, bulunduğu yaştan
daha genç bir enerjiyle uyanır. İşte o gün giyilir Converse. Se­
lin bir önceki gün o enerjide olsa da şu an durumu hiç öyle de­
ğildi. 66 yaşında gibi hissediyordu kendini. "Kahvaltıda tere­
yağlı yumurta çok iyiydi" dedi Taner. Kesik kesik nefes alıyor­
lardı, tırmanma nefesi. Selin cevap vermedi, içinden, "Sanki
kahvaltıda başka bir şey vardı" diye söylendi. Kahvaltıda yu­
murta, biraz keçi peyniri, biraz zeytin ve biraz domates var­
dı. Köy kahvaltısı deyince Selin'in aklına arkadaşlarıyla ba­
zı pazarları masaya 54 çeşit kahvaltılık ürün getirilen, mide­
lerini değil gözlerini doyurmak için gittikleri Polonezköy'deki
köy kahvaltıcısı geldi. Remziye'nin kahvaltısıyla da doymuştu.
Üstelik yumurta çok lezzetliydi. Domates, eski domatesler gibi
kokuluydu. "Az kaldı" dedi Sadık, "şurayı dönünce." Terlemiş
ve çok susamışlardı. Bacaklarının kaşıntısı Selin'in sinirlerini
iyice bozmuştu. Su sesi yavaş yavaş kulaklarına gelmeye baş­
lamıştı. İyi bir şeydi bu, su sesi her zaman mutluluk sebebiydi.
88

Köşeyi döndüler. Başını sanki gökyüzüne kaptırmış iki insan


gibi görünen, araziye hakimiyetlerini koca gövdelerinin gölge­
leriyle hissettiren iki devasa kaya parçasının birbirlerine ver­
dikleri omuzların arasından bir su akıyordu. Ama su hiç de öy­
le şelale gibi coşkulu değildi. Bir bahçe hortumunun sıkılmış
ucundan çıkan su kadar enerjikti en fazla. "Bu mu şelale?" di­
ye sordu Selin. "Evet" dedi Sadık, "ilkbaharda daha bir coşku­
lu akar." "Ne kadar coşkulu?" diye sordu Selin. ''Yani bir bu ka­
dar daha" dedi Sadık. "Böyle şelale mi olur yaaaa" diye alay­
cı güldü Selin. "Ama biz küçükten beri bu şelaleye geliriz. Çok
severiz" dedi Sadık. ''Valla bok gibi şelale" dedi Selin. Özellik­
le daha kibar olacağını düşündüğü okumuş bir şehir kızının
ağzından 'bok' lafını duymak Sadık'ı çok şaşırttı. Taner de şa­
şırdı ama tanıyordu Selin'i. Koşullar onu yormuştu. Yorulunca
ve işler istediği gibi gitmeyince nasıl tepki verdiğini biliyordu.
Ortamı yumuşatmak için, "Gelin elimizi yüzümüzü yıkayalım"
dedi. Selin, "Ben yıkamam" dedi. Taner ve Sadık birbirlerine
baktı. Sadık bozulmuştu. İkisi birlikte ayakkabılarını çıkarıp
"bahçe hortumu" şelalesinin döküldüğü yerde oluşturduğu, su­
yu dizlerinin biraz altına kadar gelen küçük gölete girdiler. Su
buz gibiydi. "Küçükken getirirdim seni buraya hatırladın mı?"
dedi Sadık. Duygulanan Taner kafasını salladı. Selin elini boy­
nuna götürerek bir çığlık attı birden. Taner'le Sadık hızla gö­
letten çıkıp ona doğru koşmaya başladı.
Selin'i arı sokmuştu. Belli ki canı çok yanıyordu. "Elini çek
bakayım, elini çek de bakayım! " diye bağırıyordu telaşla Sa­
dık. Selin elini çekince, "Arı sokmuş, çok fena, hem de ense­
den, çok fena çok!" diye bağırdı. Ardından, "Hemen yere yat
dedi!" "Neden?" diye sordu Selin. "Çok soru sorma, yat diyor­
sam yat!" "Çok soru sormuyorum daha ilk sorum bu, hem de
tek kelimelik, o da: Neden?" Selin can acısıyla sızlanıyordu.
Bacaklarındaki kaşıntının da şiddeti artmıştı. Sadık çakısını
çıkardı ve çakmakla ucunu yakmaya başladı. Taner telaşla,
89

"Ne yapıyorsun Sadık ahi?" dedi. ''Yatır onu yere. Arı kötü bir
yerden sokmuş, iğne omuriliğe yürürse boyundan aşağısı felç
olur" dedi. Taner'in gözleri kocaman açıldı. Şoke olmuştu Se­
lin, çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Taner Selin'i yere yatırdı.
Selin artık hüngür hüngür ağlıyordu. Taner'in gözü yerde ya­
tan Selin'in Converselerine takıldı bir an, "Çok genç, henüz
çok genç" diye içlendi. "Ağabey çıkartabilecek misin iğneyi?"
diye sordu Taner. "Bakacağız" dedi Sadık. Yalvarıyordu Se­
lin, "Ne olur Sadı,k nooolur çıkart şunu! " Taner Selin'in ka­
fasını dizlerine yatırdı. Bıçağın ucunu iyice ısıttıktan sonra
güzelce bir sildi ve yere çömelip şişliğe konsantre oldu. Ön­
ce şişliği alttan sıkarak deliği buldu. Bu sırada Selin, sade­
ce, "Noolur ahi nooolur" diye inliyordu. Taner ise "Tamam ta­
mam geçecek" diye tekrar ediyordu. Sadık deliği bulup bıça­
ğı lmtırdığı anda Selin çığlık attı. Taner, Selin'in ellerini tu­
tup adeta üstüne yatarak onu hareketsiz tutmaya çalıştı. Sa­
dık bir cerrah gibi deliği oyuyor ve iğneye ulaşmaya çalışıyor­
du. Yaklaşık bir dakika sonra Sadık iğneye ulaştı ve çıkar­
dı. Selin hüngür hüngür ağlıyordu. Taner Selin'e sarılmış, şo­
ku atlatmasına yardımcı olmaya çalışıyordu. Sadık bir sigara
yaktı, "Tamam, ağlama artık" diye Selin'e yaklaştı. Sigara­
sını söndürdükten sonra torbadan bir parça ekmek içi çıkar­
tıp çiğnemeye başladı. İyice çiğnedikten sonra hamur haline
gelmiş ekmeği avucunda yuvarlayarak bir top yaptı. "Kıpır­
dama yine" dedi Selin'e. Sadık sözünden çıkılmaması gereki­
len bir komutan gibiydi artık onların gözünde. Selin hiç soru
sormadan durdu. Sadık çiğnenmiş ekmeği iki elinin avuçlan
arasında iyice ezip arının soktuğu yere koydu. "Arı sokması­
nın şişine çiğnenmiş ekmek konur" dedi bunu yaptıktan son­
ra. Ekmeği iyice bastırdı . Selin, "Ah" dedi, "Ahi bir şey var
ekmeğin içinde batıyor." Sadık ekmeği işaretparmağı ve baş­
parmağı arasına alarak yokladı . Evet sert bir şey geldi eli­
ne, çıkardı o sert cismi ekmeğin içinden, baktı anlam vere-
90

metli sonuçta çiğnemişti b u ekmeği çiğnerken nasıl fark et­


memişti. Cismi, şelalenin suyunda yıkadı, siyah taş gibi bir
şeydi . Selin ve Taner'in yanına geldi. "Taş gibi bir şey ama
nasıl olur ben çiğnedim bunu az önce" dedi sonra bir anda
yüzünün şekli değişti . Parmağını ağzına götürdü ve gülüm­
sedi, "Haaaaa benim dolgum çıkmış yaaaaa, ekmeğe yapışıp
çıkmış" dedi. Selin ve Taner şaşkın baktılar.
Kaşıntıları iyice artan Selin'in kolları bacakları kızardı ,
kabardı . Boynundaki ağrıyla da iyice bunaldı . Sadık, "Ge­
tir bakayım" dedi ve Selin'in kolunu bacağını inceledi. Taner
ve Selin şu dağın başında o kadar çaresiz kalmışlardı ki . . . O
traktörün üstündeki çopur Sadık adeta Mehmet Öz gibi ol­
muştu gözlerinde. "Hımmmm, seni beyaz sinek yemiş. Bura­
larda, gözle çok zor görülen küçük beyaz sinekler var. Onlar
yemiş, senin de kanına uymamış alerji olmuşsun" dedi. İşin
içinde biraz çaresizlik varsa ne kadar okumuş olursan ol, böl­
geyi iyi bilen, yerel adam bilmişliğine inanırsın. "Ne yapalım
ilacı var mı bunun?" diye sordu Taner. ''Yok yav şu şelalenin
altına gir güzel bir yıkan bir şeyin kalmaz . Bu su iyi gelir her
şeye. Mayasıla, mantara, uyuza, her şeye iyi gelir" dedi Sa­
dık. Selin gittikçe kızarıyor ve şişiyordu, artık kaşınmaktan
kolları bacakları acıyordu. Taner'le göz göze geldiler. Taner
"gir" der gibi salladı başını. "Nasıl gireceğim?" diye sordu Se­
lin. Aslında sormak istediği komple mi gireyim yoksa sadece
kolumu bacağımı mı yıkayayımdı. "Sen soyun komple gir. Sa­
dece kolun bacağın değil her yanına yayılır bu alerji. Burala­
ra kimse gelmez. Biz de Taner'le seni aha şu köşenin döndü­
ğü yerde bekliyoruz" dedi Sadık. Taner'in koluna girdi. Köşe­
yi dönüp kayboldular. Selin bir başına kalmıştı. Soyunmaya
başladı. "Ne acayip" dedi. Doğadaydı ve çırılçıplaktı. Yunan
mitoloj ilerinde gibi hissetti kendini . Doğa ana çıplaktı . Se­
lin de çıplaktı . "Aslında olması gereken bu" diye geçirdi ak­
lından. Şelaleye doğru çırılçıplak yürümeye başladı. Çok öz-
91

gür hissetti kendini bir an. Şelalenin önüne geldi suya ön­
ce ayağını uzattı. Çok soğuktu. Doğa ana iyiydi, güzeldi ama
şu suyu biraz ısıtabilirdi. Analık bu muydu? Gölete ayakları­
nı soktu. Böyle bir soğuk yoktu ama bacaklarındaki kaşıntı
bir anda durdu. "Ooo süper" diyerek titreye titreye suya gir­
di . "Vav vav, uf uf' diye istemsiz sesler çıkarıyor ama alışı­
yordu da. Derin derin nefesler alarak, aynı nefesleri farklı
nidalarla geri vererek alışıyordu doğa ananın saf soğuğuna.
Suya kafasını da sokmuştu, artık komple başından akan suy­
la arınıyordu. Taner ve Sadık sigara içiyorlardı. Sadık, trak­
törün arka sol tekerini değiştireceğinden, çımacılara baktı­
ğından, traktör tekerinin çok pahalı olduğundan bahsediyor­
du. Bir anda Selin'in çığlığını duydular. Korkunç bir çığlıktı
bu, hemen sigaraları atıp şelaleye koştular. Köşeyi döndük­
lerinde Selin suyun altında çığlık çığlığa bağırıyordu. Çırıl­
çıplaktı. Sadık hemen kafasını yere eğdi. İçinden, "Hayır gör­
medin Sadık, görmedin" diye geçirmiş ama görmüştü. Kulak­
ları ateşe kesti. Alnı gerildi. Zihninden Selin'in çıplak hali­
ni çıkarmak istedi ama olmuyordu. O çıkarmak istedikçe gö­
rüntü daha da netleşiyordu ve çok güzeldi. "Nasıl böyle düşü­
nürüm Allah belanı versin Sadık" diye geçirdi içinden. Taner,
''Yılaaaaan Sadık ahi yılaaaaan" diye bağırdı. Sadık kafasını
kaldırıp gözlerini Selin'in kafasına sabitleyip çıplak vücudu­
na bakmamaya çalışarak yaklaşıyordu. İki kayanın arasın­
dan suyu da sıyırarak geçen yılan yukardan sarkarak bırak­
mıştı kendisini Selin'in vücuduna ve boynuna sarılmıştı. Ka­
sılmış boynunu yukarı kaldırıp korku içinde gözlerini beler­
terek Sadık'a bakıyordu Selin. Sadık iyice yaklaştı. Yaklaş­
tıkça Selin'in gözlerine bakmanın dünyanın en güzel şeyi ol­
duğunu düşünüyor ve bu anın bitmemesini istiyordu. Yarım
saat içinde ikinci kez kurtaracaktı Selin'i. Bir an onun kah­
ramanı olduğunu düşündü. Ne kadar güzeldi Selin. Bu ka­
dar güzel bir kadının kahramanı olmak ne eşsizdi. Filmler-
92

deki gibiydi. Sanki bir rüyadaydı Sadık. Yılanı ürkütmemek


için çok yavaş adımlarla yaklaşıyordu Selin'e. Taner geride
sessiz bir şekilde derin nefesler alarak korku içinde bakıyor­
du. Sadık bir an Taner'e döndü ve eliyle "orada dur" işareti
yaptı. Taner, korku dolu gözlerle olayı izliyordu. Sadık bir an
"Bu mu yaaa, bu mu bu güzel kızın aşık olduğu adam. Böyle
adam mı olur?" diye geçirdi aklından. Yılan bir gerdanlık gibi
sarılmıştı Selin'in boynuna. İyice yaklaştı Sadık, bir kol me­
safesindeydi. Yılanla göz göze geldi, zehirsiz bir kara yılan­
dı bu. Selin'le tekrar göz göze geldi. Gözleriyle, "Geldim, se­
ni kurtaracağım" dedi Sadık. Selin, tamam anlamında gözle­
rini yumdu açtı. Yaklaştıkça Selin'in çıplak bedenine bakma­
mak için reflekslerini kilitleyen gözleri artık dayanamaz ol­
muştu. Memelerine bakmak için sanki iki gözünü de aşağı­
dan bir makaraya bağlı iple çekiyorlardı. Direniyordu Sadık.
Üstelik Selin'le göz gözelerdi. Bir an bile gözünü kaydırsa Se­
lin bunu anlardı. Çok mahcup olurdu. Selin'in gözlerine daha
fazla bakamadı. Bir anda yılanın boynuna atıldı. Yılanı çe­
kip aldı Sadık, tam boynundan tutuyordu. Selin hemen me­
melerini elleriyle kapatarak yere çöktü. Sadık cebinden kes­
kin çakısını çıkardı. Eğilerek yılanın kafasını bir taşın üs­
tüne koydu, kahramanı olduğu biricik Selin'ine musallat ol­
manın cezasını kellesini uçurarak idamla ödetti . "Ayyy! " de­
di Selin can çekişen yılanı görünce. "Öldürdün mü abi öldür­
dün mü?" diye sordu Taner? "Öldü, rahat olun" dedi Sadık.
"Zehirli miydi abi?" diye sordu Taner. Sadık Taner'e baktı bir
an, "Evet" dedi. Zehirsiz yılan ve zehirli yılan arasında çok
büyük bir fark vardı ve Sadık hayatında ilk defa çok önem­
li biri olmuştu. Oradaki iki kişinin bilmediği bir zehir yüzün­
den kahramanlığının kalibresini düşüremezdi. Selin'in kıya­
fetleri Sadık'ın hemen yanındaydı. Onları hızlıca aldı ve ka­
fasını yerden kaldırmadan Selin'e uzattı. Selin kıyafetleri al­
dı. Sadık hızla arkasını döndü ve kayanın arkasına gitti. Bir
93

sigara çıkardı ve yaktı. Her şey aklından hızla geçiyordu. Ta­


ner, Sadık'ın yanına gelerek ondan sigara istedi. Sadık siga­
ra uzattı ve Taner'in yüzüne bakamadan yaktı. Sigarasından
derin bir nefes çekti Taner ve "Ağabey çok sağ ol" dedi. Sadık
kafası yerde , "Bir şey yapmadık" dedi. "Olur mu ağabey, az
önce arı şimdi de yılan, iki kere hayatını kurtardın Selin'in."
"Kim olsa yapardı, büyütme" dedi Sadık. Aslında daha da bü­
yütmesini istiyordu. Hatta Taner onu överken Selin de gel­
sin beraber bol bol övsünler istiyordu. Bugün onun günüy­
dü. "Ağabey gerçekten çok teşekkür ederiz" dedi Taner. Sadık
birden kafasını kaldırdı ve Taner'in tam gözlerinin içine ba­
karak ve net ve mağrur bir şekilde, "Hakkını helal et Taner"
dedi. "Neden?" diye sordu Taner. Bir an ne diyeceğini bileme­
di Sadık. "İşte anladın sen, hakkını helal et" dedi. "Ağabey
sen hakkını helal, et biz ne yaptık ki" dedi Taner. "Öyle değil
işte söyleyemiyorum . . . Selin'i öyle gördüm ya hakkını helal
et." "Haaa o mu ağabey, n'olacak yaaa, sen ağabeyi sayılırsın
hem denizde de birbirimizi çıplak görmüyor muyuz? Dert et­
tiğin şeye bak" dedi Taner ve Sadık'a sarıldı. Sadık içinden,
"Ben onun ağabeyi değilim amma koyayım, ayrıca denizde
birbirimizi çırılçıplak görmüyoruz" diye feveran etti. Sadık
da Taner'e sarıldı ama kendisini çok kötü hissetti. Sanki sev­
gilisinin eski sevgilisiyle bir düğünde karşılaşmış ve mecbu­
ri selamlaşırmış gibiydi. "Ayrıca Selin senin sevgilin olabilir­
di ve senin yerinde de ben olabilirdim. Sen ne diyebilirdin ki
bu durumda. Hayat memat meselesi bu ağabey" dedi Taner.
Selin'in sevgilisi olma ihtimali bile kalbini sızlattı Sadık'ın.
Ama bu güzel ihtimalin Taner'in ağzından çıkması onu öfke­
lendirdi. Sevgilisi Selin'i çırılçıplak gören Taner'i öldüresiye
dövdüğü, kafasını ağaçlara vurduğu görüntüler geçti bir an
gözünün önünden.
Duyguları karmakarışıktı. Sustu Sadık. Bu sırada Selin
geldi. "Hadi dönelim artık" dedi. Sadık Selin'e bakınca bir an
94

dünyada değilmiş gibi hissetti. Saçları ıslaktı, gözleri hafif


kızarmış, kirpikleri sudan birbirine yapışmıştı. Çok güzeldi.
Selin Sadık'a yaklaştı, "Bir günde iki kere hayatımı kurtar­
dın. Ne diyeyim bilmiyorum ki. Artık sen benim için çok özel­
sin. Her zaman hayatımda bir yerin olacak, sana büyük bor­
cum var, ödenemeyecek bir borç" dedi ve sarıldı. Sadık pem­
beli eflatunlu bir renk cümbüşü içinde görüyordu her şeyi .
Bir an titredi. Ateş bastı. O da Selin'e sıkı sıkı sarılmak iste­
di. Ama nasıl sarılacağını bilemediği için emmisine sarılır gi­
bi sarıldı ve sırtına 'tok tok' diye vurdu. "Hadi gidelim" dedi
Selin. Yola koyuldular.
Sadık önde , Taner ve Selin arkada, dağdan köye inerken
hiç konuşmadılar. Bazı zor geçitlerde, kayalık bölümlerde
Sadık, Taner ve Selin'in ellerinden tutarak yardım etti. Bir
yerde yüksek bir kayadan elleriyle tutunarak aşağı salınan
Selin'i aşağı indirmek için belinden kucakladı. Hiç bırakmak
istemedi . Bir an onu aşağı indirmek değil, yukarı doğru bir
hamleyle gökyüzüne uçmak istedi onunla.
Köye geldiler. Remziye'nin evi artık tam karşıda görünü­
yordu. Sadık, Taner ve Selin'e döndü, "Geldik. Ben eve ka­
çayım buradan" dedi. Selin atıldı bir an, "Sen de gel bizimle,
akşam yemeğini beraber yiyelim" dedi. Taner de atıldı, "Evet
ağabey, lütfen beraber yiyelim" dedi. Çok sevindi Sadık, he­
le bunu Selin'in Taner'den önce söylemesine daha çok sevin­
di. Deli gibi gitmek istiyordu ama kendini ağırdan satmalıy­
dı. "Yok rahatsızlık vermeyeyim" dedi . "Ne rahatsızlığı?" di­
ye atıldı Selin. "Bir kahraman hiçbir zaman rahatsızlık ver­
mez. Hem nereden biliyorsun, belki yine hayatımı kurtarır­
sın" dedi ve gülümsedi. Sadık da peki der gibi kafasını salla­
yarak gülümsedi. Tam eve yönelecekken, "Selamünaleyküm"
diye seslendi biri. Sesin geldiği yöne doğru baktılar. Kısa boy­
lu, sarı, kenafir gözlü biri onlara yaklaşıyordu. "Aleykümse­
lam" diye karşılık verdi Sadık. Taner de "Aleykümselam" de-
95

d i . Taner köyde tam bir köy adamı olmak istiyordu ama o ka­
dar yakışmıyordu ki ona. Bu 'selamünaleyküm', Amerika'ya
Amarika diyenlerin düştüğü o berbat durum gibiydi . Gelen
kişi Sadık'ın, özellikle de Selin'in yanında hiç karşılaşmak is­
temediği patavatsız Biçerdöver Nihat'tı . "Hoş geldiniz" gel­
di Nihat, Taner'le selamlaştı, Selin'le tokalaştı . Pis elleriy­
le Selin'le tokalaşmasına uyuz oldu Sadık. "Ne yaptınız? Da­
ğa gitmişsiniz . . . " dedi Biçerdöver Nihat. "Evet şelaleye git­
tik" dedi Sadık. "Oraya ne gittiniz , yaylaya gitseydiniz" dedi
patavatsız Biçerdöver Nihat. Sadık uyuz oldu Nihat'a, "Ora­
ya da yarın gideriz" dedi. "Eeee siz nasılsınız?" diye Taner ve
Selin'e döndü Biçerdöver. Bir anda Selin'in boynundaki şişi
sordu "N'oldu boynuna yaaa?" Selin'in boynuna dikkat kesil­
mişti. "Arı soktu, sağ olsun Sadık iki kere hayatımı kurtardı
bugün" dedi. "Arı sokmasından n'olacak ki niye hayatını kur­
tardı?" diye sordu Nihat. "Eee boyundan arı sokması tehli­
keliymiş, iğnesi omuriliğe yürüyebilirmiş ve boynumdan aşa­
ğısı felç kalabilirmiş" dedi Selin. "Yok ya, ne alakası var. O
enseden sokarsa olur o da çok zor bir ihtimal yani . " Taner
ve Selin bir an Sadık'a baktı. Sadık gıcık oldu Nihat'a. "Bo­
yundan da yürür, salak salak konuşma" dedi Sadık. ''Ya ker­
van mı bu, nereye yürüyor" dedi Nihat gevşek gevşek. Sadık,
"Neyse tamam gidelim" diyecekti ki, Nihat Selin'e , "İki ke­
re hayatımı kurtardı , dedin. İkincisi ne?" diye sordu. "Şela­
lede yıkanırken fark etmedim bir anda boynuma zehirli bir
yılan dolandı, yılandan kurtardı beni Sadık sağ olsun" dedi.
"Gene mi boynuna? Bizim köyün hayvanları senin boynuna
kafayı takmış" dedi ve gevşek gevşek güldü. "Yılan ne renk­
ti?" diye sordu Nihat. "Siyah" dedi Selin. "Tamam kara yılan,
o zehirli değil ki" dedi. "Zehirli lan o senin bildiğin yılandan
değil" diye hemen atıldı Sadık. Öldürmek istiyordu Nihat'ı.
"Ama Sadık zehirli dedi" dedi Selin. "Yok ya, kara yılan ze­
hirli olmaz" dedi Nihat. "Lan bu o kara yılandan değildi" de-
96

di Sadık. "Kaç tane kara yılan var?" diye sordu Nihat. Sadık
çok sinirlenmişti. Tam o sırada "Taneeer, Seliiiin! hadi gelin
çay koydum" diye seslendi Remziye. Sadık, "Siz gidin ben he­
men geliyorum" dedi. Taner ve Selin eve yürüdüler. Sadık ve
Nihat bir süre arkalarından baktılar. Seslerini duyamaya­
cak kadar uzaklaştıklarında Nihat, Sadık'a Selin'i göstere­
rek, "Ne güzel götü var" deyince Sadık'ın kanı beynine yü­
rüdü. Nihat'a döndü ve tek eliyle gömleğinin yakasına yapı­
şıp sertçe aşağı doğru çekerek, "Sana ne lan amma kodumun
evladı. Sana ne. İğne yürüdü mü, yılan zehirli mi? Sana ne."
"Ne yiyon milleti, kara yılan zehirli demişsin" dedi Nihat. Sa­
dık iyice kavradı iki eliyle tuttu bu sefer gömleğin yakalarını
yukarı kaldırarak. "Zehirliydi ulan, zehirliydi. Bütün yılan­
ları sen mi biliyon anıcık?" diyerek ittirdi Nihat'ı. Nihat üs­
tünü düzeltti, "Ben biliyom amma koyayım, kara yılan zehir­
li değil işte" dedi. "Siktir git günaha sokma beni" dedi Sadık.
"Ağabeyime diyecem aynısını ona da de bakalım" dedi Nihat.
"Söyle, babana da söyle" dedi Sadık. Nihat gitti. Sadık bur­
nundan soluyarak eve yürüdü.
Remziye ikinci çayları getirdi. Taner ve Selin şekersiz içi­
yordu. Sadık çay kaşığıyla kasenin içindeki toz şekerden 4 ka­
şık atınca Selin telaşlandı, "Ooo çok şeker atıyorsun Sadık"
dedi. "Alışmışız valla" dedi Sadık. "Şeker çok zararlı, en az si­
gara kadar zararlı, atma o kadar" dedi Selin. "Ne yapar, öldü­
rür mü?" diye sordu Sadık. "Yani hemen değil ama zamanla
ölümcül hastalıklara sebep olur" dedi Selin. "Tamam bu çay­
dan sonra şekeri bırakıyorum" dedi Sadık Selin'in gözlerine
bakarak. Aslında "Sen istedin diye. Sen iste her şeyi yaparım"
demek istiyordu. Selin gülümsedi. Sadık Selin'in güzelliğine
bakarken eriyordu. Hele o gülümserken, bembeyaz dişleri gü­
zelliğini aydınlatırken başka bir aleme gidiyordu.
Üçüncü çaylar içiliyordu. Remziye , Selin'e Müge Anlı'nın
programının ne kadar faydalı olduğundan bahsediyordu. Ta-
97

ner yüzünde yayvan bir tebessümle telefonunun ekranından


bir şey okuyordu. Sadık çayına şeker atmadan uzunca bak­
tı bardağına, uzandı bardağı tabağından ayırdı ve havaya
kaldırarak Selin'e doğru şerefine yapar gibi kaldırdı. Göz gö­
ze geldiler. Sadık gözlerini kırpmadan Selin'in gözlerinin içi­
ne bakarak, sanki uğruna kezzap içiyormuş gibi mağrur bir
edayla çayını yudumladı. Selin, "Ne oldu Sadık?" dedi. Sadık
bardağı gösterdi. Selin bardağa bakarak "Afiyet olsun" dedi.
Sadık bir daha gösterdi bardağı. Selin "anlamadım" anlamın­
da başını salladı. "Şeker atmadım" dedi Sadık. "Haaa! " dedi
Selin, "Bravo valla, helal olsun." Sadık çayı şekersiz de sev­
mişti. Ya da her şey yalandı.
Selin bir an sessizleşti. Yüzü düştü. Sadık bir süredir fark
etmiş, "herhalde yorgun" diye düşünmüştü. Bir titreme gel­
di Selin'e. "Ya ben galiba hasta oluyorum" dedi. Taner hemen
ateşine baktı, biraz ateşi vardı. "Sen gir, sıcak bir banyo yap.
Ben de sana nane limon kaynatayım" dedi Remziye . Selin
iyice titremeye başladı. Sadık, "İstersen hastaneye gidelim"
dedi. Kimse cevap vermedi. Taner Selin'e sarıldı . Sadık, "İs­
tersen hastaneye gidelim" diye tekrarladı. Remziye, ''Yok ca­
nım ne gerek var, sıcak bir banyo yapsın, ben ona bir nane-li­
mon kaynatayım, güzelce içsin hiçbir şeyi kalmaz" dedi. Se­
lin o tuvaletin de içinde bulunduğu yerde yıkanmak istemi­
yordu. Ama Remziye çok yüksek telden ısrar ediyordu. Titre­
mesi ve batmaları artmıştı. Hasta olmamalıydı, en azından
buradayken olmamalı ya da hemen atlatabilmeliydi. Remzi­
ye koluna girip banyoya götürmek için kaldırdı Selin'i. "Dur
abla bir saniye" dedi Selin ve iç çamaşırı almak için hemen
kapının kenarında yerde duran valizine yöneldi. Valizi iki
eliyle birkaç kere karıştıran Selin bir türlü iç çamaşırı bula­
mıyordu. Hafifçe Taner'e seslendi. Taner Selin'in yanına geldi
ve "N'oldu?" dedi. "İç çamaşırı bulamıyorum" dedi Selin. "Aaa
unuttum ben iç çamaşırını almayı yaa" dedi. Selin yıkılmış-
98

tı. Aralarında ufak bir tartışma çıktı. Remziye "Ne oldu?" di­
ye sordu. Taner, "Selin'in valizi ben yaptım da iç çamaşırını
almayı unutmuşum" dedi. Remziye , "Bunu ne böyle ulu orta
söylüyorsun" der gibi. "Haaaa! " dedi. Sadık kafasını öne eğdi.
Selin, Taner'in kolunu dürttü. Taner samimiyetle durumu çö­
zeceğini düşünerek, "Aman Sadık Ağabey yabancı değil , bir
şey olmaz" dedi. Sadık iyice utandı. Bir kadın donundan ulu
orta konuşulduğu yetmiyormuş gibi kendisinin de böyle bir
muhabbette etkisiz eleman sayılması zoruna gitmişti. "Rem­
ziye Abla'dan al" dedi Taner. "Tabii canım, ben sana benimki­
lerden veririm" dedi Remziye. Zaten titreyen Selin'in kulak­
larına ateş bastı. Remziye'nin kullanılmış donunu giymek en
son isteyeceği şeydi.
Selin ayağındaki plastik Gezer terliklerle, Remziye'nin
oturması için verdiği plastik tabureye oturmadan yıkanıyor­
du. Sırayla bir sıcak su kovasından bir soğuk su kovasından
su alıyordu. Banyoya kaynar suyun buharı hakimdi, ama her
an tuvalet camından sızmayı başaran soğuk hava su dökün­
mediği anlarda kendini hissettiriyordu. Tuvaletin kokusu ile
sabunlu buhar kokusu adeta savaşıyordu. Selin bolca su dö­
künüyordu. Yerden vücuduna sıçrayan sular onu çok rahat­
sız ediyordu. Bol su dökündükten sonra havluyla iyice kuru­
landı ve havlunun altındaki askı ucunda salınan sütlü kah­
ve rengindeki külotlu gördü. Remziye kendi külodunu giyme­
si için bırakmıştı . Selin külotlu aldı inceledi. Giyerse külot
belden aşağısını eritecekmiş gibi hissetti. Zaten başkasının
donunu giymek de neydi? Üstelik giyilmiş donu. Kirli çama­
şırımı giyerim daha iyi diye düşündü ve askıdan almak için
uzandı fakat iki parmağıyla almak isterken kirli çamaşırını
yere düşürdü. Çamaşır sırılsıklam oldu. Her şey çok kötü gi­
diyordu. İç çamaşırı giymeden üstünü giyindi ve çıktı.
Selin somyaya uzanmış, battaniyenin altında boncuk bon­
cuk terliyordu . Hemen başında Taner oturuyor ve Selin'in
99

saçlarını okşuyordu. Sadık somyanın diğer ucunda ses çıkar­


madan oturuyor, Selin'i görmek, daha çok yaklaşıp ona ilgi
göstermek istese de yapamıyordu. Taner'in Selin'in saçını ok­
şaması, o tarafa bakmasına engel oluyordu. Banyoyu topar­
layan Remziye odaya geldi. Selin'e hafif eğilip fısıltıyla, "Giy­
memişsin" dedi . Selin "Abla sağ ol, senle alakalı değil baş­
kasının iç çamaşırını giyemem" dedi fısıldayarak. "Ben baş­
kası mıyım, akraba sayılırız biz" dedi Remziye . "Ne alakası
var be, ne akrabası?" diye geçirdi içinden Selin. Fısıldaşarak
konuşulmasının sebebi kadınların erkekleri muhabbete or­
tak etmek istememesiydi. Ama erkekler ne olduğunu çok net
anlamışlardı . Selin'in altında donu yoktu. Taner salaklığı­
na yanıyor, Remziye paylaştığı donunun reddedilmesine bo­
zuluyordu. Sadık ise bu kadar etkilendiği, gözlerine bile ba­
karken ateşler içinde kaldığı bir kadının kıçında don olma­
masından ve bunu herkesin bilmesinden ötürü karmakarışık
duygular içindeydi.
Remziye'nin yaptığı nane limonu içen Selin iyice terleme­
ye başlamıştı. Battaniyeyi boğazına kadar çekti, gözlerini ka­
pattı ve uykuya daldı. Taner, Sadık'a parmaklarını dudağına
götürerek eliyle, "Hadi sigara içelim" derken kafasıyla dışa­
rıyı işaret etti. Sadık onayladı, Remziye de gözleriyle, "Siz çı­
kın ben başında beklerim" işareti yaptı.
Kapının önüne çıktılar. Sadık, Taner'in uzattığı sigara ye­
rine kendininkinden yaktı. "Nasıl unuttum ya, kızın altında
don yok benim yüzümden" dedi Taner. Sadık bu konuyu ko­
nuşmak istemiyordu, cevap vermedi. "Üşüttü tabii şelalede"
dedi Taner. "Herhalde" dedi Sadık. Taner'in gözü arabasına
takıldı . Ön sağ lastik inmişti . "Hayda, bu ne ya şimdi?" de­
di. Bu sırada kahverengi bir Reno 12 araba geldi, evin önün­
de durdu. Nihat kullanıyordu arabayı . Kolunu artist bir şe­
kilde camdan çıkartarak, "N'oldu, Karadeniz'de gemileriniz
mi battı?" dedi . "Selin hastalandı" dedi Taner. "Geçmiş ol-
1 00

sun" dedi Nihat. Sadık gözünü ayırmadan Nihat'a bakıyordu.


"Bir ihtiyaç var mı?" diye sordu Nihat. "Sağ ol ağabey" dedi
Taner, ama aklına bir şey geldi ve arabaya yaklaştı . "Aslın­
da var ağabey. Ya İstanbul'dan çıkarken Selin'in valizini ben
yaptım ve ayıptır söylemesi iç çamaşırlarını almayı unutmu­
şum, kızcağız banyo yaptı temiz çamaşır olmadığı için giye­
medi, belki sizde giyilmemiş sıfır bir külot varsa yengenin fa­
lan?" Nihat şok oldu, yüzü kızardı. "Valla bilmiyorum sora­
rım" diye geveledi. Sadık çok sinirlenmişti Taner'e. Niye söy­
lüyordu Nihat'a şimdi bunu? Neden Selin'in kıçında don ol­
mamasını herkes bu kadar rahat konuşuyordu? Taner'e ses­
lendi Sadık, "Taner hadi sen bir içeri bak bakalım nasıl du­
rumlar?" Taner içeri gitti. Nihat ve Sadık göz gözeydi. Nihat
bıyık altından gülüyordu. "Kızın donu yok mu altında şim­
di?" dedi. "Sana ne, lan sana ne" dedi Sadık. "Bir hava duru­
mu spikeri vardı, donsuz geceler derdi. Onun gibi herhalde"
dedi ve tıs tıs' güldü Nihat. "Lan o'lum siktir git bak . . . " de­
di Sadık. Bu sırada içerden Taner ve Remziye telaşla çıktı­
lar. "Sadık Ağabey, hastaneye gitmemiz lazım. Selin kendin­
de değil. Çok ateşi var ama önce benim arabanın lastiğini de­
ğiştirmemiz lazım" dedi Taner. "Atlayın ben götüreyim" de­
di Nihat. Sadık Selin'i Nihat'ın arabasıyla götürmek istemi­
yordu ama başka çare de yoktu. İçeri geçtiler, Remziye çan­
tasını aldı, başını bağladı. Taner somyada yatan Selin'i ku­
caklamak için iki kolunu Selin'in sırtı ile somya arasına sok­
tu, kaldırmak için bir hamle yaptı biraz zorlandı ama sonun­
da kaldırdı. Tam iyice kavrayacaktı ki bir anda bıraktı. Beli­
ni tutup Sadık'a dönerek, "Ahi bende bel fıtığı var, sen kaldı­
rır mısın?" dedi. Sadık Selin'i tek hamlede kucaklayıp kapı­
ya yöneldi. Arabaya kadar yavaş yavaş yürüdü. Kendini sim­
siyah smokinle, Selin'i de beyazlar içinde hayal etti o kısacık
zaman içinde . Bu an hiç bitmesin istiyordu. Arabaya bindi­
ler, Nihat ve Sadık önde, Remziye ve Taner arkada Selin'i or-
1 01

talarına oturtarak hastaneye doğru yola çıktılar. İznik Ovası


ışıl ışıldı. Ayın şavkı gölün üstündeydi ama Sadık'ın aklı ba­
şında değildi.
Acile girip Selin'i bir sedyeye yatırdılar. Doktor, muayene­
sinden sonra, "Üşütmüş, ama çok üşütmüş" dedi. Sadık, "Ne
demek çok üşütmüş, iyileşecek mi doktor?" dedi. Acısını, hın­
cını doktordan çıkarmak ister gibi çıkıştı doktora. "Üşütmüş
kardeşim, üşütmüş, biraz yatsın sabaha çıkar" dedi ve gitti
doktor. Sadık tek kelime edemedi. Selin'in gözleri serumun
da etkisiyle kapandı . Remziye , "Siz hava alın, ben beklerim
başında" dedi. Nihat, Sadık ve Taner acilin kapısının önü­
ne çıkıp birer sigara yaktılar. Nihat, "Sadık, sen al arabanın
anahtarını, hastanede bu kadar adam beklemeye gerek yok.
Ben amcamlarda kalırım bugün İznik'te, çıkmam Yakarca'ya.
Araba size lazım olur" diyerek anahtarları uzattı. Sadık, "İyi
o zaman ben bırakayım seni amcanlara. Sen de bekle , ben
Nihat'ı bırakıp geliyorum" dedi Taner'e. "Peki" dedi Taner.
Sadık ve Nihat arabaya binip uzaklaştılar.
İznik'in içinde indirdi Nihat'ı Sadık. Ç arşıda biraz git­
tikten sonra bir dükkanın önünde sağa çekti . Saatine bak­
tı 21. 30'du. Telefonunu çıkardı, A harfinden Abdülmelik'i bu­
lup aradı. Abdülmelik geldiğinde saat 2 1.42'ydi. "Ağabey ha­
yırdır" dedi. "Dükkanı açsana" dedi Sadık. "Açayım da ağa­
bey bu ne aciliyet?" dedi. "Aç işte. Misafir geldi ev kalabalık
fazla pij ama yokmuş iki takım alacam, ayıp olmasın insan­
lara ta İstanbul'dan geldiler" dedi. Abdülmelik, pij ama, ter­
lik, iç çamaşırı, içlik, bir köşesinde incik boncuk bir köşesin­
de kuşlu ayna bile bulunabilen kimi yerlerde tuhafiye, kimi­
lerinde iç giyim mağazası, İzmir ve çevresinde ise kompedan
diye anılan dükkanının kepengini açmak için eğildiğinde ça­
talı gözüktü. Sadık "Don satan bir adamın götü gözükmeme­
li" diye geçirdi içinden.
İçeri girdiler. Abdülmelik ışıkları açtı. Floresanlar 'cızz fat
1 02

fat fat' diye titreyerek yandı . Abdülmelik cam tezgahın ar­


kasına geçip pij amaları çıkardı, "Bunlar olur mu ahi?" dedi.
"Başka rengi var mı?" dedi Sadık. Abdülmelik arkasını dön­
dü ve raftan başka renk pij ama baktı. Sadık'ın tam karşısın­
daki rafta kadın külotları vardı. Bir külot kutusu üzerindeki
kırmızı külot ve sutyen takmış bir manken Sadık'a gülümsü­
yordu. "Ulan ne acayip bir ülke burası, şu donla sutyenin ka­
pattığı yerler yüzünden ne cinayetler işlendi bu topraklarda,
bunu Abdülmelik nasıl bu kadar rahat satar" diye düşündü.
"Kahverengisi var ahi" dedi Abdülmelik ve tezgaha koydu pi­
j amayı. ''Yok olmaz, bunun mavisi falan yok mu?" dedi Sadık.
"Olabilir ağabey ama depoya bakmam lazım" dedi Abdülme­
lik. "Sana zahmet bir bak ya" dedi Sadık. Abdülmelik istek­
sizce merdiveni aldı, duvara dayadı, tırmandı ve tavandaki
kapağı açıp iki eliyle kendini bir hamlede yukarı çekerek ka­
radelik deposuna doğru uçtu. Sadık hızlı bir hamleyle çama­
şır kutusuna uzandı, açtı, içinden bir tane kırmızı külot çık­
tı, hızla onu cebine koydu, kutunun kapağını kapattı ve yeri­
ne koydu. Abdülmelik elinde pij amayla kara delikten dünya­
ya merdivenle 'gırç gırç gırç' diye indi. "Ağabey bir tane mavi
var" dedi Abdülmelik. "Tamam birini mavi, birini kahveren­
gi ver. Ne kadar?" dedi Sadık. "75 ama sana 50 olur" dedi Ab­
dülmelik. "Sağ olasın deyip 100 lira koydu tezgaha sonra bir
an durdu ve 20 lira daha bıraktı. "Dükkan açtın o kadar, bu
da benden" dedi. Dükkandan çıkıp hastaneye doğru yol aldı.
Remziye Selin'in başında uyukluyordu. Taner ise telefo­
nunda Pubg oynuyordu. Sadık içeri girdi , Remziye'yi uyan­
dırdı, "Hadi git arabada yat" diye anahtarı uzattı. Taner'e de,
"Sen de git, ben bekleyeyim biraz da" dedi . Taner yok mok
dedi ama Sadık babacan bir tavra bürünerek omuzunu sıktı
ve "Git yat biraz, sen de çok yoruldun bugün" dedi. Taner ik­
na oldu ve Remziye'yle arabaya gittiler. Sadık sandalyesini
Selin'in yüzünü en iyi göre c ek şekilde ayarladı, oturdu.
1 03

Yaklaşık bir buçuk saat sonra Selin hareketlendi, uyandı,


ağzı kurumuştu, "Su var mı?" diye sordu. Sadık hemen kalk­
tı ve sadece İstanbul dışında görülen tuhaf su markalarından
biri olan l,5'luk 'Şırlan' su pet şişesini aldı . Plastik barda­
ğa su doldurup Selin'e uzattı. "Aaa ama yok, unuttum, dok­
tor su içme dedi" dedi Selin. Sadık ısrarla uzattı , "İç ya iç,
her şeyi de doktorlar biliyor sanki" dedi . Selin o kadar su­
samıştı ki sevdi Sadık'ın bu lafını , suyu içti . Sadık sandal­
yeyi yanı başına çekti Selin'in. Bakıştılar. "Sizi de yordum
böyle" dedi Selin. "Ne demek, olur mu öyle şey" dedi Sadık.
Bir süre sessizlik oldu. Selin tavana baktı, Sadık Selin'e. "Se­
lin" dedi ve sessizliği bozdu Sadık. Sadık'a doğru çevirdi ka­
fasını Selin, "Efendim" dedi. Göz göze geldiler, Selin'in göz­
lerinden öpmek, başparmağının ucunu burnunun kemerin­
de gezdirmek istedi Sadık. Bir an öyle kaldı. Bakıştılar. Sa­
öık sağ eliyle Selin'in elini tuttu, kendine çekti, sol elini ce­
ketinin cebine soktu külotu avucunda top yapıp kaybederek
Selin'in eline bayram harçlığı gibi sıkıştırdı. Selin elindeki­
ni anlayamadı . "Üşüme" dedi Sadık ve utanarak odadan çık­
tı. Selin avucunu açıp avucundakinin kırmızı bir külot oldu­
ğunu görünce çok şaşırdı, durdu ve gülmeye başladı. İnana­
madı önce ama Sadık'ın bu hareketi o kadar sevimli geldi ki
başka biri olsa çıngar çıkaracağı bir olayda neredeyse gözleri
doldu. Etkilenmişti.
Sabah olduğunda herke s odadaydı . Doktor Selin'in iyi
olduğunu söyledi , 3-4 gün evde dinlenmesini tavsiye et­
ti . Bir reçete yazdı ve çıkabileceklerini söyledi. Sadık ve
Remziye'nin ısrarlarına rağmen Taner ve Selin dinlenebil­
mesi için İstanbul'a dönmekte kararlıydılar. Sadık, Taner'in
arabasının lastiğini değiştirip stepnesini takmıştı. Vedalaştı­
lar. Sadık, Remziye ile Taner'in uzun, içten sarılmasını fır­
sat bilerek Selin'e sarıldı. Birbirlerine farklı sebeplerle sarıl­
mışlardı ama Sadık sanki o an dünyanın bütün çiçekleriyle
1 04

kucaklaşıyordu. Dünyanın bütün çiçeklerine sarılmış , İznik


Gölü'nün üstünde sırtüstü gökyüzüne bakıyordu. Bütün canı
göğüs kafesine toplanmış, kısa nefeslerle gidip gidip geliyor­
du. Selin sarılırken Sadık'ın kulağına dudaklarını yaklaştır­
dı ve fısıldayarak "Üşüdüm" dedi. Bir an durakladılar. Sadık
anlam veremedi. Selin bir kere daha Sadık'ın kulağına yak­
laşarak, "Tanga almışsın" dedi ve hınzırca gülümsedi. Sadık
kalakaldı.
Arabaya binip gittiler. Remziye ve S adık arkalarından
baktılar. Sadık, Remziye'den daha uzun baktı.
Masal Mahkemesi

Mahkeme salonuna uğultu, vızıltı , çeşitli insan ve hay­


van seslerinin karmaşası hakimdi. Yargılanacak masal kah­
ramanları ya da kahraman yancıları tribün şeklindeki sıra­
lara oturtulmuş ve başlarına iki adım arayla dizilmiş kuşun
askerler dikilmişti. Kurşun askerler ara ara komutanlarının
emriyle hır-gür çıkaranları ellerindeki tüfeklerin dipçiğiyle
tartaklıyor ve mahkemenin selameti için herkesi hizaya sok­
maya çalışıyordu.
Mahkeme salonu barok üslupta tasarlanmıştı. Çok renkli
bir gösteriş ağır basıyor, renkli mermer sütunlar salonu boy­
dan boya sarıyordu. Binanın mimarisi, evrenin sonuna ka­
dar ayakta kalacağını iddia eder gibiydi . Sütunların arası­
na ve duvarlara yerleştirilen heykeller salona birçok masa­
lın aynı anda temsil edildiği bir tiyatro atmosferi katmıştı.
Her bir masalın kendi ata mirasını nakşettiği duvarlar, ma­
salın mı gerçekten yoksa gerçeğin mi masaldan doğduğuna
ilişkin ciddi akademik tartışmalara gebeydi. Salonun tam or­
tasına denk gelen, ilk görüşte bir ahtapotu anımsatan ve Al­
lah korusun, kopup düşse onlarca masal kahramanını aynı
anda öldürebilecekmiş ürküntüsü veren devasa avize içeriyi
ışıl ışıl aydınlatıyordu. Kimileri sekiz kollu avizenin her ışıl­
dağında en az on bin ateşböceğinin çalıştığını söylüyordu. Sö­
züm ona çoğu Suriye'den gelen ateşböcekleri karın tokluğuna
çalışıyorlardı . Avizenin görkemli ışıltısının rengarenk mer-
1 06

mer zemine yansıdığı yerde oluşan yedi renkli ışık huzmele­


rinin üstüne düştüğü herkes, bir ton daha parlak görünüyor­
du. Sanki mekanı, nesneleri ve insanları daha güzel gösteren
mucizevi bir filtreydi. Yanlış anlaşılmasın, kimseyi aldatmı­
yor ama Süleyman Demirel'i Vahi Öz gibi gösteriyordu.
Yargılanacak masal kahramanlarının bulunduğu tribünün
üzerinde bir gökkuşağı oluşmuştu. Herkes oradaydı, herkes :
Pamuk Prenses v e Yedi Cüceler, Kırmızı Başlıklı Kız , Han­
sel ve Gratel, Keloğlan, Kül Kedisi, Rapunzel, Uyuyan Güzel,
Alaaddin ve Sihirli Lambanın Cini, Pinokyo, Kurbağa Prens,
Kibritçi Kız, Tilki ve Leylek, Ağustos Böceği ve Karınca, Çir­
kin Ördek Yavrusu, Tavşan ve Kaplumbağa, Top ile Topaç,
Gerçek Prenses, Pire-Çekirge-Kurbağa, Bülbül, Çizmeli Ke­
di hatta Çıplak Kral bile oradaydı. Mahkemeye çıplak gelme­
mişti neyse ki ama giyinik de sayılmazdı. Üstünde omuzları­
na oturtup boynuna altın bir zincirle tutturduğu pelerini, ka­
fasında tacı ve altında tam mahrem yerinin üstüne denk ge­
lecek şekilde tasarlanmış Armani logolu sarı slip bir don var­
dı. Donun lastik kısmında ise Fuck Armani because I am the
king yazıyordu. Herkes oradaydı. Etraflarını çevreleyen çitin
mahkeme heyetine dönük kısmında kuyumculardakine, cep
telefonu bayilerindekine benzer bir ışıklı tabela vardı. Bu ta­
belada " l . Masal Kahramanları Ana Davası" yazıyordu. Bazı
trol masal kahramanları bu tabelayı tezekle yazdırmışlardı.
Fakat sonra Alaaddin'in lambasındaki cinin hem de bazı ma­
sal perilerinin müdahalesiyle yazıdaki her harf bir çiçeğe dö­
nüştürülmüş , tabelayı gökyüzünden koparılmış bir parça gi­
bi gösterilmişti.
Yargıçlara ayrılan ahşap kürsü yerden hayli yüksek bir ze­
mine kurulmuştu. Işıl ışıl boyanmış, şaşaadan tasarruf edil­
memişti. Bu ihtişamın bir anlamı vardı. Adalet, Masal Ülke­
si'ndeki herkesin hayatını aydınlatan bir ışıktı. Gerçi artık
kimse için bir anlamı yoktu bu ışığın. Özgürlüklerin sınır-
1 07

sız olduğu, adı üstünde Masal Ülkesi'nde işler yolunda git­


miyordu bir zamandır. "Ki nerede görülmüştür bir prense­
sin kurbağayı öptüğü, ki nerede görülmüştür bir topacın par­
lak deriden yapılmış bir topa aşık olduğu." Her seferinde bir
şekilde def edilen kötülük bu defa galebe çalmış, kahraman­
lar sorgulanır olmuştu. Kimse kimsenin yaşamına karışmaz
mottosu artık işlemiyordu. Bir ahlak prensibiyle özgürlük­
ler sınırlanıyor, lakin bu prensibin tam olarak ne olduğu ya
da kim tarafından, nerede, neye istinaden, nasıl uyduruldu­
ğu bilinmiyordu. Tek bir gerçek vardı. Masalın gerçeği. İyilik
ve kötülük bir kez daha karşı karşıyaydı. Ama bu defa sanık
sandalyelerinde kahramanlar oturuyordu ve işleri çok zordu.
Mübaşir Papağan tünekten seri bir şekilde havalanarak
keskin bir sesle, "Dikkaaat" diye bağırdı. Sayın savcı, sayın
yargıçlar ve sayın başyargıç salona teşrif ettiler. Bir Deve, bir
Selvi Ağacı ve bir de İnsan'dan oluşan üç kişilik yargıç he­
yeti yerlerine oturdu. İnsan, başyargıçtı, sağına Selvi , solu­
na da Deve oturdu. Peşlerinden yürüyen Savcı Akbaba, açıl­
dığında üç metreye ulaşan kanatlarının ve eğik boynunun da
etkisiyle ürkütücüydü. Yerine geçip önündeki dosyaları açtı.
Üçlü yargıç heyetinin hemen önünde Ağaçkakan ve önündeki
daktilosuyla Katip Yaz Kızım vardı. Tabii ki artık Ağaçkakan
yazmıyordu mahkeme tutanaklarını . Salonda nostalji öğesi
olarak bulunuyordu. Masal Ülkesi'nin tarihine hürmeten ye­
ri korunmuştu. Artık çok iyi ve hatasız ses kaydı alan papa­
ğanlar vardı. Oturum esnasında ses kaydı alınıyor, sonra de­
şifre ediliyordu. Yaz Kızım'ın iki omzuna ezberci papağanlar
tünemişti. Bu durum Ağaçkakan'ın biraz zoruna gitse de kı­
sa bir süre sonra kavuşacağı emeklilik günlerinin tesellisiyle
avunuyor, kaderine razı oluyordu.
Yargıçların oturduğu kürsünün tam arkasında kocaman
harflerle şu yazıyordu:
ADALET ÇOK DA LAZIM BİR ŞEYDİR
1 08

Başyargıç elinde tuttuğu kırmızı saplı, şapka kısmında be­


yaz benekleri olan bir mantarı tok tok tok diye vurarak salon­
daki uğultuya son verdi. Mübaşir Papağan ilk davalıyı anons
etti: "Davalı Rapunzel! Davalı Rapunzel Heyet huzuruna!"
İki yanında iki kurşun askerin eşlik ettiği Rapunzel upu­
zun, yaklaşık on beş metrelik saç örgüsünü sürüyerek heye­
tin huzuruna yürüdü. Bakışları korku doluydu. Tedirginlikle
yerini aldı ancak oturmadı.
Yargıç: Kızım adın nedir?
Rapunzel: Rapunzel.
Yargıç: Soyadın?
Rapunzel: Soyadım yok efendim.
Yargıç: Ne demek soyadım yok? Soyadı olmayan insan olur
mu?
Rapunzel: Babam Masal Ülkesi'nde soy sop gibi insanın aidi­
yetini belli eden şeylerin önemli olmadığını söylerdi hep. O yüz­
den yıllar önce soy ismimizi kullanmayı bırakmışız, efendim.
Yargıç: İyi tamam. Ana adı ve baba adı?
Rapunzel: Bilmiyorum efendim.
Yargıç: Kızım annenle babanın adını bilmiyor musun?
Rapunzel: Efendim masalda annem ve babamın rolleri çok
küçük olduğu için sadece Anne ve Baba diye yazılmış. Masal­
da yazıldığı gibi. Ben annemin ve babamın yanından bebek­
ken ayrılmış ve evlatlık verilmişim.
Yargıç: Kime verilmişin?
Rapunzel: Cadı'ya.
Yargıç: Cadı'nın adı ne?
Rapunzel: Onun da adı yok.
Yargıç: Ohooooo, olmaz ki böyle. Neyse, evet sayın savcım
buyurun.
Savcı : Teşekkürler. Sayın yargıç, Rapunzel adıyla bilinen
bu kadının çocuklarımıza anneleri ve babaları tarafından an­
latılan ve onların tertemiz dağarcıklarını kirleten ahlaksız
1 09

ilişkilerini yüce mahkemenin huzurunda bir kere daha teşhir


etmekten mutluluk duyacağım. Efendim bu zina düşkünü
edepsiz kadının ormanın ortasında yaşadığı -ki neden insa­
na yaraşır bir evde değil de kulede yaşadığı bilinmez- kule­
nin yakınlarından geçen erkekleri kaşıyla gözüyle işmar ede­
rek ve iki dudağını büzüp, "mucuk mucuk" diye havayı öpe­
rek baştan çıkardığı tespit edilmiş.
Dikkatle savcıyı dinleyen Rapunzel araya girerek müda­
hale etti:
Rapunzel: Hayır sayın yargıç, bunların hiçbirini yapma­
dım. Kimseyi baştan çıkarmadım. Bunlar yalandır efendim.
Savcı : Sözümü kesme Rapunzel. Sayın yargıç bu aşağılık
kadın, erkeklerin kadın saçından tahrik olduğunu bile bile
o altın sarısı saçlarını doğduğundan beri hiç kesmemiş, gör­
düğünüz gibi neredeyse 15 metre uzattığı saçlarını prens de­
nilen şehvet düşkünü seks partnerinin kuleye tırmanma­
sı için her buluşma öncesi ve sonrası aşağı sarkıtmıştır. Bu,
maşallah, gemici halatı gibi saça tutunarak kuleye tırmanan
prensle kulede neler yaptıklarını sizin yüksek görüşlerinize
ve kutsal adaletimizin değerlendirmesine bırakıyorum, efen­
dim. Çocuklarımızın akıllarını çelen ve tahrik eden bu kadın
en ağır cezayı hak etmektedir. Çünkü ancak bu yolla Rapun­
zel bir emsal teşkil edecek ve yüce milletimizin istikbali onun
temsil ettiği ahlaksızlıklardan arınacaktır. Saygılarımla arz
ederim, efendim.
Yargıç: Rapunzel, saçlarını neden uzattın?
Rapunzel: Efendim beni büyüten cadı saçlarım çok güzel
olduğundan kesmeye kıyamadı. Benim de hoşuma gitti ses
çıkarmadım ve uzattım.
Yargıç: Yaşın kaç?
Rapunzel : Yirmi, efendim.
Yargıç: Yapılan bilimsel araştırmalara göre bir saç 20 sene
hiç kesilmese bile on beş metre uzamaz.
1 10

Rapunzel : Efendim masal bu, masallarda her şey müm­


kündür.
Savcı : Görüyorsunuz değil mi, sayın yargıç. Masal diyerek
her şeyden sıyrılabileceklerini, bütün suçları işleyebilecek­
lerini sanıyorlar. Halbuki masallar çocukların hayal gücünü
şekillendirir. İnsan evlatlarının hayal gücünü bu şehvet düş­
künlerinin sefih suçlarından temizlememiz lazım gelir.
Rapunzel : İtiraz ediyorum, sayın yargıç. Ben şehvet düş­
künü değilim. Bu hakarettir.
Savcı : Sayın yargıç, kendisi madem şehvet düşkünü değil,
müsaadenizle birkaç sorum olacak. Cevaplamasını istiyorum.
Yargıç: Buyurun sayın savcı.
Savcı elindeki dosyalarla heyetin ve Rapunzel'in arasında
oluşan koridorda bir ileri bir geri gitmeye başladı. Anlaşılan
Amerikan filmlerindeki mahkeme sahnelerine aşinaydı.
Savcı: Rapunzel, Prens'le kulede kaç kere buluştunuz?
Rapunzel: 20 kere falan buluşmuşuzdur.
Savcı : Peki , en mahrem yerlerinizden biri olan saçlarını­
za, umuma açık bir yerde bir erkeğin sarılmasına nasıl mü­
saade ettiniz?
Rapunzel: Sayın savcı saçlar mahrem değildir ki.
Savcı: Masalda değildir.
Rapunzel: Ama burası Masal Ülkesi.
Savcı : Bazı gerçeklere alışmanız gereken bir Masal Ülkesi
Rapunzel. . . Tekrar gelelim şu saç meselesine, mesela ben ba­
zen saç düşündüğüm zaman kendimden geçebilirim.
Rapunzel alaycı bir gülümsemeyle cevap verir: Sac kavur­
ma olmasın o.
Savcı bu cevaba çok sinirlendi. Bir yandan elindeki dosya­
ları sinirli hareketlerle karıştırırken, arkadaşını öğretmene
şikayet eden bir ilkokul çocuğu gibi konuştu:
Savcı: Görüyorsunuz sayın yargıç, bir de sizin yani kanun­
ların huzurunda dalga geçiyor bu kadın.
111

Rapunzel: Ama bu söylediğiniz çok saçma.


Savcı : Asıl senin saçların saçma, 15 metre saç mı olur? O
saç bir insanı nasıl çeker? Bunların cevabını ver.
Rapunzel : Söyledim ya, masal hepsi, masal.
Savcı : O masallarla çocuklarımız zehirleniyor.
Rapunzel: Hayır zehirlenmiyor.
Savcı: Zehirleniyor.
Savcı ile Rapunzel'in arasındaki bu zıtlaşma salondaki
uğultuyla birleşince yargıç mantar tokmağıyla masaya üç ke­
re vurdu.
Yargıç : Tamam, susun! Evet sayın savcı, var mı başka so­
runuz?
Savcı : Var efendim. Rapunzel kuleden saçlarınızı salarak
yukarı çektiğiniz malum aşığınız bir prens sanıyorum.
Rapunzel : Evet.
Savcı : Peki saçlarınıza tutunup kuleye tırmanıp sizi zev­
kin doruklarına ulaştıran kişi bir prens değil de bir tornacı
olsaydı yine ona aşık olacak mıydınız?
Rapunzel: Tabii ki evet.
Savcı : Yalan söylüyorsunuz . Elitist tavrınız sizi ele veriyor.
Kulede oturmanız da gözünüzün yüksekte olduğunu gösteri­
yor. Altın sarısı saçlar. Prensle aşklar. Bunlar hep insanlara
yukarıdan bakma ve üstün görme alışkanlığından.
Rapunzel: Hayır. Masallardaki prensler prensesler gerçek
hayattaki gibi değildir. Ama bir bakıma haklısınız, böyle bir
algı oluşuyor maalesef ve biz de bunu kırmak için neler yap­
mamız gerektiğini araştırıyoruz masal kahramanları olarak.
Savcı : Biz size onun nasıl kırılacağını göstereceğiz. Evet
Rapunzel, gelelim en can alıcı soruya. Aslında ne uzun saç ne
de sizin gözünüzün yükseklerde olması, ben size kamuoyu­
nun en çok merek ettiği asıl soruyu soracağım. Kulede prens­
le ne yapıyordunuz?
Rapunzel: Nasıl yani?
1 12

Savcı: Yani kulede ikiniz arasında neler oldu?


Rapunzel: Ama bu benim özel hayatım.
Savcı : Özel hayatınız çocuklarımızın hayal gücünün tam
merkezinde olduğu için bunu öğrenmemiz gerekiyor.
Rapunzel: Çocuklar böyle şeyleri bilmezler.
Savcı : Sen çocuklarımızı salak mı sandın Rapunzel!
Rapunzel: Benim hayatımda anlatılan ve çocuklara verilen
mesaj sadece sevgi.
Savcı: O kulede ne oldu?
Rapunzel: Hiçbir şey olmadı.
Savcı: O kulede ne oldu?
Rapunzel: Hiçbir şey.
Savcı Rapunzel'in burnunun dibine kadar sokulup hem se­
sini yükselterek hem de kanatlarını hafifçe açarak Rapunzel'i
korkutmak istedi.
Savcı: O kulede ne oldu?
Rapunzel: Hiçbir şey, dedim, hiçbir şey. Ayrıca sizi hiç ilgi-
lendirmez.
Savcı: Seviştiniz mi?
Rapunzel: Bakın sayın savcı . . .
Savcı: Seviştiniz mi?
Rapunzel: Sayın Savcı bunun konuyla ne alakası . . . .
Savcı : Seviştiniz mi?
Salonda itiraz sesleri yükselmeye başlamıştı. Yargıç bu dü-
elloyu sonuna kadar götürmeyi seçti bu kez.
Rapunzel: Bu benim özel hayatım, sizi hiç ilgilendirmez . . .
Savcı: Seviştiniz mi?
Rapunzel savcının tahrikine yenilip sesini yükselterek sö­
zünü kesti:
Rapunzel : Yeter artık, yeter. Evet seviştik, hem de çılgın­
lar gibi. Tatmin oldunuz mu, ha?! Prensin gelmesini dört göz­
le bekledim her gün. Geldiğinde, daha odaya çıkmadan aşa­
ğıdan saçlarıma tutunduğunda tahrik oluyordum. Odaya çı-
1 13

kar çıkmaz sevişmeye başlıyorduk. Önce deli gibi öpüşüyor­


duk. Öpüşürken birbirimizin vücuduna özlemle sarılıyor, ok­
şanmadık yerimizi bırakmıyorduk. O kocaman, güçlü elleriyle
bedenimi sarıp sarmalıyordu. Büyük olan sadece elleri değil­
di. Anladınız siz onu . . . Sonra yatağa geçiyorduk. Birbirimizin
giysilerini parçalarcasına çıkarıyorduk. Çırılçıplak kalana ka­
dar adeta azgın hayvanlar gibi boğuşuyorduk. Her seferinde,
bir sene zincirde bağlı kalmış ve yeni salınıveren kurt köpek­
leri gibi oluyorduk. Bu coşkumuz azalmak şöyle dursun, her
an artarak devam ediyordu. Birbirimizin denizi olmuştuk ve
birbirimizin içinde kayboluyorduk. Her seferinde zevkten çıl­
gınlar gibi bağırıyorduk . . . Ve en sonunda kan ter içinde zev­
kin doruklarına vararak yatağa devriliyorduk. Sonra birer si­
gara yakıyorduk. Prens seks sonrası sigaranın yanında bir ka­
deh viski içmeyi çok seviyordu. Ben de ona buz gibi bir biray­
la eşlik ediyordum. Üstelik bu sevişmelerimiz sadece yatakta
değil evin birçok yerinde oluyordu. Mutfak tezgahının üstün­
de, banyoda, lavaboda, küvette, koridorda duvara yaslanarak,
misafir odasında, çekyatta, arka balkonda, çatıda, bazen de
prens benim kafamı pencereden dışarı çıkartarak . . .
Yargıç: Tamam tamam tamam. Neler anlatıyorsun sen kı­
zım, delirdin mi?
Rapunzel: Hayır, gerçekleri anlatıyorum. Ne oldu? beğen­
mediniz ıp.i? Gerçekler sizi rahatsız mı etti? Peki neden pe­
şindesiniz bu gerçeklerin, sizi ne ilgilendirir? Sahi ahlaksız
mı bu gerçekler? Sizler de yapmıyor musunuz , bu gerçek­
lerden? Neden rahatsız etti sizi bu gerçekler? Bazı adice suç
olan 'gerçek gerçekler' sizi rahatsız etmezken, neden rahatsız
olursunuz suç olmayan "'gerçek gerçekler'den.
Savcı : Sayın yargıç, bu delirmiş ve ahlaksız kadını lütfen
daha fazla konuşturmayın. Benim iddia makamı olarak baş­
ka sözüm yok efendim. Bu ahlaksız kadın her şeyi itiraf etti.
Karar yüce heyetinizindir.
114

Yargıç: Son olarak eklemek istediğin bir husus var mı Ra­


punzel?
Rapunzel: Biraz vicdan . Sadece bunu eklemek istiyorum
sayın yargıç.
Yargıç: Yaz Kızım. Sanık Rapunzel'in genel olarak toplumun
huzuru ve refahını bozduğu ve çocukların gelişim ve eğitimin­
de ahlaka mugayir hal ve tavırlarıyla yavrularımızın bilinçal­
tında onarılamayacak psikolojik ve ahlaki hasarlar bıraktığı;
toplumdaki erkek bireyleri gerek yaşadığı kuledeki hal ve ha­
reketleriyle, gerekse haddinden fazla uzattığı saçlarıyla tah­
rik ettiği; görüştüğü bir prensle öpüşüp koklaştığı ve hatta ku­
lenin münferit yerlerinde cinsel temaslarda bulunduğu ken­
di ifadesi sonucunda da tespit edilmiş olup Ceza Kanununun
894'üncü maddesi uyarınca Rapunzel Masalı'nın toplumun ge­
nel ahlak kurallarına, örf, adet ve törelerine göre yeniden ya­
zılmasına ve Rapunzel adlı şahsın bu yeni masaldaki hayatını
koşulsuz kabul ederek yaşamasına ve masal yazılıp bitene ka­
dar Rapunzel'in tutuklanmasına karar verilmiştir.
Salondakiler ve Rapunzel itiraz etti . Büyük bir gürültü
oluştu. Rapunzel sinirden saçlarını yargıcın önüne doğru sa­
vurdu. Savcı Akbaba savaş kazanmış muzaffer bir komutan
edasıyla Rapunzel'e baktı.
Rapunzel: İtiraz ediyorum, böyle yargılama olamaz . Bu
düpedüz bir uydurma, bu bir senaryo.
Yargıç: Karar verilmiştir. İtiraz hakkınız yoktur. Yargıç
mantar tokmağı masaya vurur.
Rapunzel: Sayın yargıç, haksızlık ediyorsunuz.
Yargıç: Mahkeme bitmiştir. Götürün.
İki kurşun asker Rapunzel'in koluna girdi ve bileklerini
kelepçeleyerek onu götürdü. Salondaki itiraz uğultuları dur­
muyordu. Yargıç mantar tokmağıyla üç kere sert vurarak sa­
lonu susturdu. Mübaşir Papağan havalandı ve gür bir sesle
diğer sanıkların isimlerini okudu.
1 15

Mübaşir: Ağustos Böceği ve Karınca! . . Ağustos Böceği ve


Karınca! . .
Ağustos Böceği v e Karınca yavaş adımlarla yargıcın kar­
şısındaki yerlerini aldılar. Tedirginlikleri yüzlerinden oku­
nuyordu. Yargıç önündeki sudan bir yudum içti ve sağındaki
Yargıç Deve'nin kulağına bir şey söyledi. Yargıç Deve kafası­
nı salladı. Başyargıç İnsan bu sefer de solundaki Yargıç Selvi
Ağacı'na bir şeyler söyledi. O da dallarını sallayarak onayla­
dı ve önlerindeki dosyalara bakmaya başladılar. Yargıç eliyle
Ağustos Böceği'ne bir adım öne çıkmasını işaret etti.
Yargıç: Evet, adın nedir oğlum?
Ağustos Böceği: Ağustos, efendim.
Yargıç: Soyadın?
Ağustos Böceği : Böceği.
Yargıç: Hımın. Senin adın nedir oğlum?
Karınca: Karınca efendim.
Yargıç: Soyadın?
Karınca: Soyadım yok, efendim ama halk arasında "atom"
ve "çalışkan" gibi lakaplarını var.
Yargıç: Evet. Peki. İddia makamı buyurun, söz sizin.
Savcı : Sayın yargıç, çocukluğumuzda birçok kere ebeveyn­
lerimizden dinlediğimiz , iki haşeratın önce bizlere, sonra ço­
cuklarımıza bulaştırmak için fiili eylemlerini tasvir eden bö­
lücü, savsaklayıcı ve tembelleştirici masal, devletimizin üni­
ter yapısını ve iktisadi hayatımızı temelden sarsacak ve gü­
zelim ülkemizi yoksullaştırıp bir yangın yerine çevirecek
Moskof bağlantılı kimi fikirleri damarlarımıza zerk etmeyi
amaçlıyor. Bu ikili ne yazık ki terör örgütü mensuplarından
farksızdırlar ve bu sebeple terör suçuyla yargılanmalılar.
Karınca: Yok artık!
Savcı : Sözümü kesme Karınca. Efendim, sizin de bildiği­
niz gibi Karınca denilen bu şahıs, yazın sıcağında hiç dur­
madan kan-ter içinde çalışıyor, evine bolca ekmek götürü-
116

yor. Ağustos B öceği ise hiç çalışmıyor, yiyor, içiyor, gezi­


yor, eğleniyor ve kırda bayırda amaçsızca keman çalıp şar­
kı söylüyor. Nihayet kara kış kapıya dayanıyor. Karınca sı­
cak evinde oturup yazın biriktirdiklerini yiyip keyfine ba­
kıyor. Kış günü aç ve açıkta kalan Ağustos Böceği namlı bu
tembel ise Karınca'nın evine gidiyor ve yardım istiyor. Ka­
rınca, "Ben yazın sıcakta çalıştım, biriktirdim. Sen keman
çalıp eğlendin. Ne halin varsa gör" diyerek kapıyı suratına
kapatıyor. Şimdi , çocuklarımıza çalışkanlık ve bölüşme öğ­
retisi iddiasıyla anlatılan bu masaldaki kahramanların kir­
li yüzlerini sizlerin ve kanunlarımızın huzurunda açığa çı­
kartmak için müsaadenizle bu iki haşerata bazı sorular sor­
mak istiyorum.
Yargıç: Buyurun sayın savcı.
Savcı: Evet Ağustos Böceği, neden çalışmıyorsun?
Ağustos Böceği : Çalışıyorum efendim. Müzikle uğraşıyo­
rum. Keman çalıyorum. Hatta son zamanlarda Cırcır adlı bir
single albüm çıkartmayı düşünüyorum.
Karınca: Çalışmıyor efendim. Hiç çalışmıyor, aklı fikri gez­
me tozma, kan kız.
Savcı : Karınca haklı. Seninle ilgili iddialar var. Masalda
açık açık anlatılmasa da kadın düşkünlüğün, alkol ve hat­
ta uyuşturucu kullandığınla ilgili iddialar söz konusu. Sa­
yın yargıç bunlar hastane raporları. Ağustos Böceği gözaltına
alındığında yapılan tetkiklerde kanında alkol ve uyuşturucu
madde tespit edilmiş.
Savcı raporları yargıcın önüne koydu. Üç nüsha halindeki
raporları, tüm yargıçlar inceledi.
Ağustos Böceği: Hayır efendim, nereden çıktı.
Savcı: Var var.
Ağustos Böceği : Efendim birkaç kız arkadaşım olmuştur,
doğru. Ayda yılda bir içki içerim, tabii çocuklara çaktırma­
dan. Hiçbir masalda okuyamazsınız içki içtiğimi.
117

Savcı : Sayın yargıç ne kadar masum görünüyor değil mi?


Arada bir, ayda yılda bir içki içiyormuş . Çocuklarımıza nasıl
izah edeceğiz bunu?
Ağustos Böceği: Çocuklar bilmiyor ki sayın savcı.
Savcı: Yani çocuklara yalan söylüyorsunuz . Halbuki yalan,
bir masalda en son olması gereken şeydir, değil mi Ağustos
Böceği?
Ağustos Böceği : Hayır, çocuklara böyle bir şey söylemiyo­
ruz. Ne gerek var? Bu konudan bahsetmiyoruz. Çocuklar için
önemli olan benim çalışmamam ve zor duruma düşmem. İçki
içtiğimi neden söyleyelim ki?
Savcı: Peki uyuşturucu kullanıyor musunuz?
Ağustos Böceği: Hayır. Kesinlikle hayır. Kullanmıyorum.
Savcı : Ama kanınızda çıktı.
Ağustos Böceği : Efendim o şundan, bir arkadaşımla, bir
gün canımız sıkıldı. Hadi biraz uçarak dolaşalım dedik. Tabii
siz de bilirsiniz, benim bir adım da Cırcır Böceği olduğu için
biz, cır cır cır cır cır cır böyle hem müzik yapıp hem sohbet
edip uçarken bir de baktık fark etmeden Amsterdam'a gitmi­
şiz . Bayağı yol gelmişiz , yorgunluk da var. Dedik ki bu gece
kalalım. Orada kullandık. O da iki fırt. Zaten hiç beğenme­
dik efendim. Çok düşündürüyor, bana göre değil. Bir de o ka­
fayla uçulmuyor efendim. Yol bitmek bilmedi valla.
Savcı: Hangi arkadaşınızla gittiniz Amsterdam'a?
Ağustos Böceği bir an duraksadı , arkadaşının adını ver­
mek istemedi.
Ağustos Böceği: Valla sayın savcım hiç hatırlamıyorum.
Savcı : Nasıl hatırlamıyorsun? İnsan buradan ta Amster­
dam'a gittiği arkadaşını hatırlamaz mı?
Ağu s t o s B ö c eği : E fe n d i m b i z m i l y o n l a r c a Ağu s t o s
Böceği'yiz v e hepimiz birbirimize benziyoruz. O kafayla unut­
muşum. Ama o da Ağustos Böceği'ydi.
Savcı: Peki Amsterdam'da malı kimden aldınız?
118

Ağustos Böceği : Valla bize dediler ki Kara Fatmalar var


köşe başlarında, onlardan bulursun. Onlardan aldık.
Karınca oturduğu yerden araya girerek biraz da mahkeme
heyetinin gözüne girmek için Ağustos Böceği'ni ayıpladı.
Karınca: Püüüü sana! Allah belanı versin. Belliydi pis yol­
lara düşeceğin. Masaldaki ekürime bak hele.
Ağustos Böceği : Ben pis yollara düşmedim, sadece dene­
dim.
Karınca: Konuşma! Nerede pislik var, günah var oradasın.
Zındık. Buradan kalkmış o meret için ta Amsterdam'a git­
miş.
Ağustos Böceği : O meret için gitmedim. Ayrıca sen arka­
daşlarınla başını alıp seyahate gitmiyor musun?
Karınca: Gidiyorum elbet ama ben senin gibi ne idüğü be­
lirsiz bir Ağustos Böceği ile şer yuvası Amsterdam'a gitmiyo­
rum. Ben canım dostum Peygamber Devesi ile Mekke'ye, ol­
madı Konya'ya gidiyorum.
Ağustos Böceği : En çok alkol tüketilen yer Konya'ymış ,
ona n e diyeceksin?
Karınca : Yalan! Nasrettin Hoca'nın memleketi Akşehir
yükseltiyor Konya'mızın alkol oranını, güzelim Konya'mı çe­
kemiyorlar.
Ağustos Böceği: Yalaka!
Yargıç Ağustos Böceği ve Karınca'nın atışmasına müdaha­
le etti.
Yargıç: Yeter, kendi aranızda konuşmayın. Evet savcım de­
vam edelim lütfen.
Savcı : Sana da geleceğiz Karınca Efendi. Senin de bir ma­
rijuana yaprağını kan ter içinde yuvana taşırken çekilmiş fo­
toğrafın var.
Ağustos Böceği: Oooo! Kafalar kıyaksssss. Hadi bakalım.
Savcı fotoğrafı gösterdi. Karınca şoke oldu. Savcı fotoğrafı
yargıcın önüne bıraktı. Yargıç fotoğrafı inceledi.
119

Karınca: Efendim vallahi ben onu gonca sanmıştım.


Savcı : Tabii, tabii. Hep masumsunuz zaten. Peki bu tarla.
Savcı bu sefer de Karınca'nın diğer karıncalarla birlikte
girdikleri bir esrar tarlasında çekilmiş fotoğrafını gösterdi.
Karınca terlemeye başladı, mendille alnını sildi.
Karınca: Efendim, biz bunun ne olduğunu anlayınca attık.
Çok arsız bir bitkiymiş, hemen yayıldı, her yerden çıktı. Ben
de yeşili ve doğayı çok sevdiğim için . . .
Savcı: Tamam tamam, bu kadar kafi. Evet Ağustos Böceği.
Ağustos Böceği: Efendim bana kısaca Agusto diyebilirsiniz.
Savcı: Peki Agusto. Neden çalışmıyorsun?
Ağustos Böceği: Çalışıyorum, efendim.
Savcı: Demek çalışıyorsun. Ne iş yapıyorsun?
Ağustos Böceği : Müzisyenim . Keman çalarım. Bir sürü
bestem var.
Karınca: Efendim, elli kere söyledim. Sigortalı, sendikalı
bir işe gir, dedim. Bir işin ucundan tut yine müzik yaparsın,
dedim, dinletemedim.
Ağustos Böceği : Müzik asıl mesleğim. Ama kimse kıymet
vermiyor sanata. O yüzden de her kış aç kalıp mecburen
Karınca'nın kapısını çalıyorum.
Karınca: Utanmıyor. Ne biçim erkeksin sen? Ben hep çalı­
şıyorum evime ekmek götürüyorum. Akşam sekizde yatıyor,
sabah beşte kalkıyorum. Bunun gibi berduşluk etmiyorum.
Bu vatana millete hayırlı evlatlar yetiştiriyorum.
Savcı: Kaç çocuğun var Karınca?
Karınca: 465 kızım 578 de oğlum var, ellerinizden öperler,
efendim. Benim karı biraz fazla yumurtluyor, efendim. Affe­
dersiniz antenim değse hop 8 yumurta bırakıveriyor. Bu de­
virde çocuk büyütmek zor. Sorun efendim bu çulsuza, kaç ço­
cuğu varmış . Çocuk yapmıyor efendim. Üç tane bile yapmı­
yor. Büyüklerimizin sözünü dinlemiyor.
Ağustos Böceği : Seninki bu sisteme köle yetiştirmek Ka-
1 20

ro. Ben kontrolsüz üremeye karşıyım, efendim. Kontrol­


süz üreyince sistem sizi köleleştiriyor, çocuklarınızı kö­
le gibi değerlendirip yoklukla zehirliyor ve çok çalışma ya­
lanıyla kendisine ucuz iş gücü sağlıyor. Yani siz çok olunca
imkanlar azalıyor. Yarış başlıyor. Sonra da çok normalmiş
gibi seni beğenmezsem, öbürünü çalıştırırım, diyor. Halbuki
böyle olmamalı . Her canlı sistemi bozmayacak şekilde üre­
meli . Herkes kendi yeteneğine göre eğitim alıp sevdiği mes­
leği özgürce yapabilmeli. Vahşi kapitalizmde bunların hiçbi­
ri mümkün değil.
Savcı: Anarşist misiniz Agusto?
Ağustos Böceği: Bunlar anarşistlikse anarşistim.
Karınca : Püüüü, Allah bin türlü belanı vermesin senin.
Bir de utanmadan söylüyor. Tövbe de, tövbe. Kenan Paşa
80'de bunların hepsini Şeltox'la zehirlemedi ki kurtulalım.
Efendim, tam da dediğiniz gibi anarşisttir bu. Böyle konu­
şur durur.
Savcı : Ya sen karınca?
Karınca: Efendim ben demokratım. 80'de askeri demok­
rattım, sonra liberal demokrat oldum, sonra bir dönem sos­
yal demokrat oldum ama b aktım ki onlar azıcık da olsa
(Agusto'yu gösterir) buna yakın, hemen uzaklaştım. Bu ara
muhafazakar demokratım, ileride Allah kerim, bakalım han­
gi demokrat büyüklerimiz güçlenirse vatanım ve milletim
için onları destekleyeceğim.
Savcı: Sen oturabilirsin Agusto. Karınca kalkar mısın? Sa­
yın yargıç, müfettişlerimiz Karınca'nın vergi kaçırdığını tes­
pit etmiş bulunuyor. Topladığı malın yalnızca yüzde lO'unu
kayıt altına alıp vergisini veriyor, yüzde 90'ını kaçırıyor. Yani
devleti dolandırıyor. Bu dosyada hepsi sabit efendim.
Karınca: Vallahi bilmiyordum. Ben sadece kozmetik ürün­
lerinin ve lüks araçların vergisi var diye biliyordum.
Savcı: Her şeyin vergisi var, Karınca. Devlet her şeye vergi
121

koyar. İsterse senin bedenine bile vergi koyabilir. Böylece ya­


şadığın için devlete vergi vermek zorunda kalırsın.
Karınca: Olur mu efendim, bu bedeni Allah verdi.
Savcı : Allah'a inancına da vergi koyabilir devlet, çok ina­
nırsan çok vergi verirsin.
Karınca: Vallahi efendim, benim inancım öyle aşırı miktar­
da değil. Tam kararında inanıyorum. Büyüklerimiz ne kadar
isterse o kadar inanırım.
Savcı: Ama devletimiz her zaman vatandaşını düşündüğü
için bunları yapmıyor. Yatın kalkın devletimize dua edin.
Karınca: Allah devletimize zeval vermesin.
Ağustos Böceği: Vatandaşını düşündüğü için mi? Nasıl dü­
şünüyor vatandaşını acaba devlet?
Karınca: Kes lan, zındık! Git o pis fikirlerini başka yerde
anlat. Sayın savcımın ve yüce yargıçların vaktini çalma. Sa­
yın mahkeme heyeti, kusura bakmayın. Ağustos Böceği adı­
na sizden özür diliyorum. Bu çocuk böyle değildi. Bu bir ara
ODTÜ Kampüsü'nün ormanlık arazisinde takıldı. Oradaki
hain kertenkelelerden öğrendi bu fikirleri. İşleri güçleri bölü­
cülük, kışkırtıcılık ve vatan hainliği.
Ağustos Böceği: Kertenkeleler vatan haini değil.
Karınca: Hepsi vatan haini.
Ağustos Böceği: Değiller.
Karınca: Vatan hainidirler.
Ağustos Böceği: Değildirler.
Karınca: Vatan hainidirler.
Ağustos Böceği: Değildirler.
Yargıç susmaları için mantar tokmağını defalarca vurdu
masaya: Yeter! Susun. Susun, yeter! Burası didişme yeri değil.
Herkes sustu. Savcı söze girdi : Sayın yargıç, Kertenkele
konusu açılmışken, Ağustos Böceği'ne birkaç soru sormak is­
terim müsaadenizle.
Yargıç: Buyurun.
1 22

Savcı : Sayın yargıç sizlerin de bilgisi dahilinde olan, ül­


kemizin uluslararası kamuoyunda itibarını sarsan, utan­
dıran ve zor durumda bırakan Kel Kartal olayından bah­
setmek isterim. Bundan iki yıl önce ülkemiz ve Milli E ği­
tim Bakanlığımız ve Birleşmiş Masallar Örgütünce düzen­
lenen Küresel Masal Çalışmaları Sempozyumu'na katılmak
ve ülkemize yeni-çağdaş mas allar kaz andırmak için hem
fon ayarlayan hem bu yönde yoğun çaba sarf eden Ameri­
kalı dostumuz Amerikan Kel Kartalı, sempozyumun yapıl­
dığı salonda kertenkelelerin saldırısına uğramış , neyse ki
son anda güvenlik güçlerimizce kurtarılarak ülkesine gön­
derilmiştir. Ağustos Böceği'nin, ta Amerikalardan ülkemi­
ze uçarak dostane hislerle masallarımıza katkı sunmak is­
teyen Kel Kartal'ın uğradığı saldırıyı organize eden ve olay­
dan sonra kaçmayı başaran Kertenkele elebaşılarına yar­
dım ve yataklık yaptığı tespit edilmiş, kayıtlar tutanaklar
halinde heyetimize teslim edilmiştir.
Yargıç: Kertenkelelere yardım ve yataklık ettin mi?
Ağustos Böceği: Ne sorduğunuzu anlamıyorum. Kertenke­
leler benim arkadaşlarım. Herkes arkadaşıyla sohbet eder,
gezer, yardımlaşır, iyi günde kötü günde yanında olur. Eğer
benim bir arkadaşımla bunları yapmam yardım ve yataklık­
sa, evet, yardım ettim.
Savcı : Terörist olduklarını bile bile bunları yapmış olmak
seni hiç mi rahatsız etmedi?
Ağustos Böceği: Kertenkeleler terörist değildir.
Savcı: Bal gibi teröristtir. Yıllardır yaptıkları kamu düzeni
düşmanlığı, her fırsatta işçileri , çiftçileri, öğrencileri kışkırt­
maları herkesi kin ve düşmanlığa sevk eden tavırlarıyla bal
gibi teröristtirler. . . Müttefikimiz Amerikan Kel Kartal'ına ya­
pılan saldırı ülkemizi dünya kamuoyu karşısında zor durum­
da bırakmak için tertip edilmiş bir terör saldırısıydı. . . Misafi­
rimize Anamasal misafirperverliği yerine vahşet sunmak ev-
1 23

rensel canlı haklarına, dostluğa ve Amerikan masalları ile bi­


zim masallarımız arasındaki işbirliğine karşı yapılmış bir te­
rör saldırısıdır. . . Siz Ağustos Böceği, kayıtlara göre o gün ora­
da, kertenkelelerin yanındaydınız. Kanıtların da gözler önü­
ne serdiği üzere teröristlere yardım ve yataklık ettiniz.
Ağustos Böceği: Sayın savcı, sözlerinize dikkat edin. Ben bu
toprakların yetiştirdiği onurlu bir haşereyim. Öncelikle şunu
belirtmek isterim ki ülkemizin onuru için emperyalistlere kar­
şı gelmiş soylu bir ailenin mensubuyum. Dedemin babası Cır­
Cır Paşa İstiklal Harbi'nde Mızıka-ı Hümayun'da görev yap­
mış ve Çanakkale' de şehit düşmüştür. Dedem CırCır Ali Bey,
Masaloğlan Köy Enstitüsü'nde mandolin hocası olarak görev
yapmıştır. O çok sevdiğiniz Kel Kartal'ın dedeleri köy ensti­
tülerini zararlı görüp ülkemizdeki işbirlikçilerine kapattırın­
ca bir süre işsiz kalmış ve oradan oraya savrularak sürgün ha­
yatı yaşamış ve yine sürgünde ölmüştür. Babam ise 68 Kuşağı
Pol-Der'li bir polis olduğu için görmediği zulüm kalmamış ve
kanserden hayatını kaybetmiş bir cırcır böceğidir. . . Tabii bun­
ların hiçbir bir önemi yok . . . Bunları hatırlatmamın sebebi, sa­
yın savcının belirttiği gibi şu an bana yapılan "terörist" suç­
laması aileme yakın tarihin belirli dönemlerinde yapılmış fa­
kat gerçekler er geç su yüzüne çıkmıştır. Ailem onuruyla ayak­
ta dimdik durmaktadır. Şimdi gelelim Kel Kartal olayına . . .
Kel Kartal ve temsilcisi olduğu zihniyet, yıllarca uyguladıkla­
rı baskıyla bu toprakların kültürel birikimi olan masalları yıp­
ratmış, yozlaştırmış ve sonunda artık onların değersiz ve geri
olduğunu belirterek kendi masallarını dünyaya hakim kılmak
için koca bir propaganda makinesi kurmuşlardır. Sempozyum
raporları kayıt altındadır. . . Bu coğrafyaya ait masalların küre­
sel normlara uymadığı hakkında asılsız saptamalar, bilimsel
gerçeklermiş gibi yutturulmaya çalışılmış, binlerce yıllık bir
birikimin ürünü olan yüzlerce masal çağdışılıkla suçlanmış­
tır. . . Bu dünya masallarına yapılmış hain bir saldırıdır.
124

Savcı: Nereden biliyorsun saldırı olduğunu? Sen b u konu­


da otorite misin?
Ağustos Böceği : Ben bu masallardan birinin kahramanı­
yım. Masalların içindeyim, varın kanaati siz getirin.
Savcı: Yabancı bir masalın, Ezop'un bir kahramanı mı söy­
lüyor bunları?
Ağustos Böceği : Ezop buralıdır. Emirdağlı'dır. . . Antik Yu­
nan masalcısı olduğu için mi bu sözünüz? Bu topraklar geç­
mişi ve geleceğiyle bizimdir. Söylemek istediğim şudur: Dün­
yanın bütün masalları kardeştir. . . Biz başka ülkelerin çocuk­
larına anlatılabiliriz, başka ülkelerin masalları da bizim ço­
cuklarımıza anlatılabilir. Dünya masalları kardeştir ve öyle
de kalacaktır.
Karınca: Ezop mu? Ezop'un masalı mıymışız biz? Valla­
hi bilseydim bu masalın kahramanı olmazdım sayın savcım.
Bana Necip Fazıl'ın masalısın dediler.
Savcı : Bu sözler sizin ve sizin gibilerin yıllardır yaptıkla­
rı terör faaliyetlerini sempatik göstermek için uydurdukla­
rı kılıflardır. . . Yüce mahkememiz ve adaletimiz hakikati gö­
rüyor. Artık başka sözlere , yani başka yalanlara ihtiyacınız
var. . . Peki son olarak şunu sormak istiyorum. Varsayalım de­
diklerin doğru, her şeyde haklısınız. Neden saldırdınız ker­
tenkelelerle birlikte Kel Kartal'a? Misafire saldırmak hangi
masal ahlakına yaraşır? Ülkemizi müttefikimize ve dünyaya
rezil ettiğinizi hiç mi düşünmediniz?
Ağustos Böceği : Müttefikiniz ve misafirinizin temsil etti­
ği kuruluş masallarımızın, "Az gittik, uz gittik" tekerleme­
siyle başlatılmaması için faaliyet yürütmekteydi. Masalları­
mızdaki tarihi binaların ve kulelerin yıkılmasını teşvik edi­
yordu. Bunun için gereken malzemelerin bir kısmını beda­
va temin etmeyi bile önerdiler. Tarihi binaların yerine masal­
lara bir örnek binalar yapılmasını istediler. Bununla da kal­
mayıp masallarımızdaki orman arazilerine imar, maden ara-
1 25

ma ve türlü çeşit zararlı santral yapılmasını tavsiye ediyor­


lardı. Masallardaki akçe yerine kendi para birimlerinin kul­
lanılmasını istediler. Kıyafetlerimizi çağdışı bulduklarını ,
kendi tekstil firmalarının ucuz işçi çalıştırarak ürettikleri bi­
rörnek hazır giyim modasına uymamızı öneriyorlardı. Daha­
sı var, Şahmeran Mağarası'nın özelleştirilmesi için lobi faali­
yetleri yapıyorlardı. Böylece o masalı anlatan herkes mağa­
raya el koyan şirkete borçlandırılacaktı. Zümrüdüanka ma­
sallarına kendi hamburger firmalarının gizli reklamını yer­
leştirmeye kalkıştılar. Allah aşkına, Keloğlan'ın başına saç
ektirip yapay saç endüstrisinin maskotu yapmak istediler.
Hatta ve hatta masallarımızın sonunda gökten üç elma değil,
üç Washington portakalı düşürmemizi istediler. Neymiş? İyi
niyetimizi ve samimiyetimizi test etmek istiyorlarmış. Sizin
müttefikiniz masallarımızı sömürgeleştirmek için elinden ge­
leni ardına koymadı, siz de şu yüce mahkeme salonunda bile
onunla işbirliği yapmayı sürdürüyorsunuz . Asıl suç, asıl re­
zillik budur. Dünyanın bütün masalları birleşecek ve bu sö­
mürüye direnecektir. Kertenkeleler de bu direnişin öncüleri­
dir. Onlar benim arkadaşlarım, yoldaşlarımdır. Eğer davala­
rına bir nebze olsa katkım olduysa onur duyarım.
Savcı : Hayatın her yerinde karşımıza çıkan ama hiçbir
masalda yer almayan kertenkeleler. . . Yaşama ve çocuklara
ne faydası olduğu belli olmayan kertenkeleler. . .
Ağustos Böceği : Kertenkeleler kendi masallarını yazmak­
talar sayın savcı.
Yargıç: Tamam, bu kadarı kafi. Terörist kabul edilen bu şa­
hısları, mahkeme huzurunda bu kadar savunmanıza müsaa­
de edemem.
Karınca: Efendim, yeri gelmişken ifade etmek isterim. Ben
bununla aynı masalda olmaktan, bu utançla gezmekten kur­
tulmak istiyorum. Eğer sizler de takdir ederseniz arkadaşım
Yusufçuk'la kendi yazdığımız yeni bir masala geçmek istiyo-
126

rum. Efendim kısaca özetlemek gerekirse masal şöyle , efen­


dim biz Yusufçuk'la bir gün camiden çıkıyoruz . . .
Yargıç Karınca'nın sözünü kesti : Bir dakika, bir dakika.
Karınca, bu yeni masal işi bizim karar verebileceğimiz bir
şey değil. Öncelikle Masal Seçme ve Yerleştirme Kuruluna
başvurmanız gerekiyor. Tabii önce sicilinize bakılması lazım.
Sabıkalıysanız başka masala giremezsiniz.
Savcı yargıcın kaldığı yerden devam etti : Ayrıca belirtmem
gerekir ki o çok güvendiğiniz Yusufçuk'un, yasadışı bir dini
cemaat olan YETÖ ile bağlantısı olduğu istihbarat raporla­
rıyla sabittir.
Herkes şoke oldu . Karınca ne diyeceğini bilemedi . Göz­
leri yuvasından çıkacaktı neredeyse . Arkasına döndü ve
Yusufçuk'a baktı. Yusufçuk arka sıralardan önlere doğru se­
ri adımlarla geldi ve telaşla kendini savunmak için bağırdı.
Yusufçuk: Efendim. Lütfen! Bir yanlışlık var. Ben köklü
geleneği, silsilesi olan Yusufçuklardanım. O zıpçıktılarla işim
olmaz .
Savcı : Neyse ! Sana da silsilene de sıra gelecek Yusufçuk.
Seninle devam edelim Karınca. Topladığın ve yuvana götür­
düğün besinlerle 10 sene rahat rahat doyabileceğin söyleni­
yor. Stokçuluk yapıyormuşsun. Daha sonra da bu malları ka­
raborsada fahiş fiyattan satıyormuşsun?
Karınca: Tövbe haşa. Stokçuluk yapmadım, sayın savcım.
İhtiyacımız olanı biriktirdik. Karaborsayı hiç bilmem, bunlar
hep iftira.
Ağustos Böceği: Ne iftirası lan! Bana da karaborsa satma­
ya kalkmadın mı? Sayın savcı, geçen gün canım çilek çek­
ti . Her yeri dolaştım bir tane bulamadım. Hepsini toplamış
bu stokçu, vurguncu karıncalar. Kapısına gittim, Allah rıza­
sı için canım çekti bana bir çilek verir misin, dedim. Veririm
ama parayla dedi. Ne kadar dedim? 27 lira dedi. Sayın Savcı,
bir çileğe 27 lira istedi, inanabiliyor musunuz?
127

Karınca: Altın çilekti o hayvan herif. Sayın savcım saçma­


lıyor. Kusura bakmayın.
Ağustos Böceği : Depo şeklinde kullandıkları yuvada en
500 bin karıncaya bir sene yetecek yiyecek var. O depodan şu
kadarcık kırıntı istedim de vermedi.
Karınca: Yalan söylüyor sayın savcım. Biz karınca mille­
ti biraz kalabalığız, aşiretiz. O yüzden depodaki yiyecekler
çok görünüyor. Kesinlikle stokçuluk yapmadım. Ben vatanı­
ma milletime, aha bu Ağustos Böceği gibi ihanet etmem asla.
Ağustos Böceği : Ettin . Karun gibi zenginleştin. Her kri­
zi fırsata dönüştürdün . Sayın savcım, mülkiyet hırsızlıktır.
Dünya hepimizin, tüm canlılarındır. Bunun gibi mal mülk
düşkünleri en büyük hırsızlardır. Bunlar ekip halinde günün
neredeyse 18 saati bütün yiyecek kırıntılarını topluyor ve bö­
cek .alemini üç beş kırıntıya muhtaç ve kendilerine mahkum
ediyorlar.
Karınca: Hadi oradan, çalışıyoruz biz, çalışkanız , kıskanı­
yorsunuz bizi. Siz de çalışın, siz de kazanın. Bütün gün aylak
aylak gezip keman çalıyorsun.
Ağustos Böceği : Ben aylak aylak gezmiyorum. Ben bütün
gün doğayı dinliyorum. Doğanın derinliklerindeki eşsiz sesle­
ri arıyorum. Müzisyenim, işimi yapıyorum.
Karınca: Hassiktir oradan ! Bütün gün cır cır cır kafamızı
sikiyorsun.
Ağustos Böceği: Sen ne anlarsın sanattan, boş beleş adam­
sın.
Karınca: Boş beleş senin babandır. Ben de anlarım sanat-
tan merak etme. Çok güzel şarkı söylerim.
Ağustos Böceği : Söyle de duyalım o zaman.
Karınca: Söylerim. Hımmmmm. Hımmmm.
Karınca tam şarkı söylemeye yeltenecekken İnsan yar­
gıç araya girdi : Tamam tamam. Kesin artık! Yeter bu kadar.
Yaz Kızım, gereği düşünüldü. Ağustos Böceği ve Karınca ad-
128

l ı b u iki haşeratın masala konu olan hikayelerinin çocuk­


lara hiçbir faydası olmadığı gibi sadece z ararı olduğu, ay­
nı z amanda bu iki faydasızın hayatları incelendiğinde ve
mahkeme kayıtlarında da sabit olan birçok zararlı faaliyet­
leri tespit edilmiştir. Ağustos Böceği'nin ülke ekonomisine
ve sermaye gruplarına düşmanlığı apaçıktır. Bu düşmanlı­
ğı anarşist ve komünist fikirlerle çocuklarımıza zerk etme­
ye çalıştığı mahkememiz tarafından belirlenmiştir. Ülke yö­
netimini ve ekonomisini temelden sarsacak ve yıkmaya te­
şebbüs edecek kimi faaliyetlerde bulunduğu tespit edilmiş
olup , Terörle Mücadele Kanunu'nun 246 l'inci maddesi ge­
reğince 24 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmasına karar ve­
rilmiştir. Ceza yattığı süre içinde sabah, öğlen ve akşam İs­
mail YK, Serdar Ortaç ve Çelik'in "dongi dongi dongi dongi
dongi dongi doooon, dongi dongi dongi dongi dongi daga da­
ga daga daaa" şarkısı dinletilecektir.
Ağustos Böceği şoke oldu. Bayılmak üzereydi : İdamımı is­
tiyorum sayın yargıç.
Yargıç: Karınca'nınsa ülkenin ekonomik koşullarını sar­
sacak kadar stok yaptığı tespit edilmiş, haksız rekabetle
sırf kalabalık bir aşiret oldukları için çok çalışıyormuş gi­
bi görünüp , topladıkları yiyeceklerle piyasada yokluk kri­
zi yarattığı, daha sonra bu yiyecekleri karaborsa yoluyla fa­
hiş fiyatlardan sattığı ve vergi kaçırdığı tespit edilmiş olup
Ceza Kanunu'nun 732'nci maddesi uyarınca 8 yıl hapsine,
mal varlığına el konulmasına ve cezası süresince çalışkan­
lığının bir faydası olması gereğince kaldığı cezaevindeki bü­
tün ağır işleri yapmasına karar verilmiştir. Ağustos Böceği
ve Karınca Masalı da uzmanlarca gözden geçirilip yeniden
yazılacaktır.
Kurşun askerler Karınca'yı ve Ağustos Böceği'ni kelepçe­
leyip götürdüler. Yargılanmayı bekleyen diğer masal kahra­
manları arasında telaş baş gösterdi. Avukatlar yargıç kürsü-
129

süne doğru itirazlarla meylederken kurşun askerlere takvi­


ye güç çağırıldı . Zor kullanılacağını anlayan herkes yerine
oturdu. Savcı yeni dosyaları hazırlarken İnsan yargıç, gür bir
sesle oturuma bir saat ara verildiğini duyurdu. Acıkanlara
masal perilerinin gelirken getirdiği şekerlemeler ve şıra da­
ğıtıldı. Eskiden limonata şalalelerinden kan kana içen kah­
ramanlar, o tatsız şıraya bir anlam veremediler. Ağızlarının
tadı bozulmuştu.
Orospu Müjde

Konservatuvarın merdivenlerini çıkarken gözünü merdi­


venlerin karolarından alamazdı Müjde. Hayranlıkla izlediği
koroların ufak çakıltaşlarından müteşekkil renkli ve ahenk­
li hali onu hep etkilerdi . Bir merdiven ustasını bu karoları
oluştururken döktüğü şap üzerine , dizdiği renkli çakıltaşla­
rını, ince küçük bir malayla düzeltirken hayal ederdi. Ma­
haretin eşsiz yeterlilik duygusu, sanatın yüceliği gibi duy­
gularla içi serinler, yaratıcılığın tecrübesine en çok yakla­
şılan bu kuruma, yani konservatuvara sanatın her zerresi
ne kadar yakışıyor diye geçirdi aklından bir buçuk saniye­
de. İnsan bazen "seni seviyorum" demeyi üç sene beceremez
ama dünyayı yerinden oynatacak kimi düşünceler bir buçuk
saniyede doğuverir bir zihne . Yanından geçen sınıf arkadaşı
Evren'le selamlaştı :
"Günaydın Müjde!"
"Günaydın Evren!"
"Sibel Hoca bugün yokmuş , Geleneksel Türk Tiyatrosu
dersi boş."
"Aaaa gerçekten mi? Süper."
Bu cevabı verdiği için biraz rahatsız oldu Müj de . Biraz
önce , merdiven basamağından apardığı sanat coşkusu baş­
ka bir sanat dalının bir dersinin boş olmasına sevinmesiyle
sarsılmıştı. "Bu musun sen Müj de? Geleneksel Türk Tiyatro­
su dersinin boş olmasına seviniyor musun yani?" diye geçir-
131

di içinden. Evet aslında bunu kabul etmeliydi, hiçbir konser­


vatuvar öğrencisi kuramsal ders sevmezdi. Beyninde oluşan
bu karmaşayı ve muhabbeti dağıtmak için konuyu değiştir­
mek istedi :
"Bu merdivenlerin karoları ne kadar güzel değil mi?"
"Evet çok güzel."
"Acaba kaç yılında yapıldı? Kaç kişi, kaç kere bastı bu ba­
samaklara? Bak, bazı yerleri çukur olmuş, belli ki çok eski."
"Tabii canım, en az 50-60 yılı var."
"Bunu yapan usta ne emek vermiş baksana, her merdi­
ven karosunda bir dünya oluşturacak şekilde dizmiş çakılla­
rı . Neler geçmiş o sırada aklından, mesela o gün hava nasıl­
mış? O usta o gün ne yemiş?"
Evren bir an şaşırdı ve durdu:
"Bir dakika, sen bu merdiven karolarında gördüğümüz
yüzlerce küçük çakılı bu merdiveni yapan ustanın o gün ya­
parken mi dizdiğini sanıyorsun?"
"Ne yani öyle değil mi?"
"Hayır, değil tabii ki. Bu karolar fabrikasyon. Bunlar bir
kalıpta yapılıyor, hazır kalıplar inşaata gönderiliyor. Ustala­
ra kalan bu kalıpların ölçülerini merdiven ölçülerine göre hı­
zarla kesip yapıştırmak. Çok safsın Müjde."
"Ama bu merdiven eski, belki o dönem yoktu böyle bir şey."
"Bu çok eski bir teknik Müj d'cim. Benim babam inşaatçı
oradan biliyorum."
''Valla ben ne bileyim öyle zannettim ."
"Çok safsın. Allah bilir sen, mahallelerde bazı apartman
cephelerine eklenen 'Maşallah', 'Bismillahirrahmanirrahim'
ne bileyim 'Seyitoğulları İnşaat' yazılarındaki her bir serami­
ğin orada yerleştirildiğini sanıyorsundur ya da şu küçücük
seramiklerle yapılan banyo duvarı dizaynlarının tek tek ya­
pıldığını . . . "
"Ne var be! Evet öyle düşündüm valla. Tertemiz bir salak-
1 32

lık işte n'apalım. Madem bu kadar salağım, sen de benimle


sınav parçası hazırlamazsın olur biter."
"Hayır hayır olur mu? Çok tatlı bir salaklık. Hangimiz bil­
mediğimiz bir şey olduğunda bu duruma düşmüyoruz ki."
Bir an göz göze geldiler, Müjde gülümsedi, hoş çocuktu Ev­
ren. Ama biraz değişikti. Abisi Kenan iç mimarlık üçüncü sı­
nıftaydı. Babası koymuştu isimlerini . Abisi Kenan o da Ev­
ren olmuştu. Bu hep ilginç gelmişti Müj de'ye . Bir insan ne­
den evlatlarına en nefret edilen adamlardan birinin hem adı­
nı hem de soyadım verirdi ki? Evren, isminin verdiği güven­
den mi bilinmez , kuralları sallamayan rahat biriydi. Bazen
okul kantininden çaldığı sandviçleri gece provasında arka­
daşlarına sürpriz olarak çıkarır, bazen de rektörlük binasın­
daki kahve makinesinden çaldığı kahveleri yine diğer kam­
püsten çaldığı ve sınıfa gizlediği kahve makinesine takıp ar­
kadaşlarına kahve ziyafeti yapardı. Evren'e bunları yaptıran
muzırlığı olsa da onun bu Robin Hood tavrı herkese sempa­
tik gelirdi.
Anton Beridze isimli Sovyet dönemi ekolü Gürcistanlı bir
hocanın, sahne tasarımı dersiydi . Anton Beridze, çok bilgi­
li, çok sempatik, aynı zamanda çok da disiplinli bir hocaydı.
Tiyatroyu, sahneyi, oyunculuğu, her şeyi ama her şeyi ger­
çek yaşamın içinden çıkarılan yeni yaratımlar üzerine in­
şa etmek üzere kurgulamalarını salık veriyordu öğrencileri­
ne. Derste ödev olarak öğrencilerin teker teker İstanbul'un
sokaklarında gezerek bir esnafla, bir minibüs şoförüyle ,
bir seyyar satıcıyla y a da herhangi bir vatandaşla muhab­
bet edip , o esnada birden Shakespeare'in bir tiradını ezber­
den okumalarını ve olanları kaydedip yazıya döktükten son­
ra, görsel ya da sesli kayıtlarla destekleyerek vizeye yetiştir­
melerini istedi. Bu değişik ödev on bir kişilik sınıfta heyecan
yarattı. Gözlem yeteneklerini konuşturacak, gerçek hayatın
'gerçek' besleyiciliğinin farkına ve tadına varacak, üstelik öz-
1 33

güvenlerini çevreleyen görünmez duvarları yıkacaklardı. Bir


taşla, üç koca kuş . . .
Ödev için herkes cumartesi veya pazar gününü seçmeye
karar verdi. İlk duyduklarında çok heyecanlanmışlardı. Ama
bu ödevin kurgusu çok zor olacaktı. Belki tepki alacaklardı,
belki dayak yiyenler olacaktı. İyice kurgulayıp öyle eyleme
geçmeleri konusunda bütün sınıfı uyardı Anton Hoca.
Öğrenciler buldukları fikirler çakışmasın diye ne yapacak­
larını sınıfın WhatsApp grubunda yazıyorlardı . Hafta sonu
yaklaşırken fikirler de birikmeye başlamıştı. Şeyma, pazar­
daki bıyıklı iç çamaşırcıya; Yusuf, Fenerbahçe maçında stat­
ta bulacağı en olmayacak adama; Sena, kapıya gelen sütçü­
ye ; Evren, babasının inşaatlarından birine gidip bir işçiye ;
Ali , hafta sonu gideceği memleketi Rize'deki herhangi biri­
ne; Polat, bir minibüste yanında oturan kişiye; Gizem, sesten
dolayı kavgalı olduğu, üst kattaki Ayten Teyze'ye; Kaya, yol­
da GBT alan polislere; Sinan, herhangi bir sokakta veya cad­
dede, insanların kalabalık olduğu bir anda, sara nöbeti ge­
çirir gibi bayılmış gibi yaptıktan sonra onu ayıltmaya çalı­
şan, onunla en çok ilgilenen kişiye; Merve ise Nişantaşı veya
Cihangir' de dolaşırken gördüğü ilk ünlüye okuyacaktı en sev­
diği Shakespeare tiradını. Merve'nin, Kaya'nın ve Sinan'ın fi­
kirleri çok iyiydi. Daha iyisini bulmalıydı Müjde, daha ente­
resan bir durum, bir olay bulmalıydı ama neydi?
Cumartesi günü sabah dokuzda, aklında hiçbir fikir olma­
dan yatağından kalktı Müjde. İki günü vardı ödevi yetiştirmek
için üstelik de iyi bir fikre ihtiyacı vardı. Neydi? Ne yapacak­
tı? Hiçbir şey bilmiyordu. Shakespeare'in Venedik Taciri oyu­
nundan Shylock'un mahkeme tiradını okuyacaktı, ona karar
vermişti. Kahvaltısını yaptıktan sonra dışarı çıktı. Göztepe'de
oturuyordu bir otobüse binip Kadıköy'e, Kadıköy'den vapur­
la Beşiktaş'a oradan da Taksim'e geçmeyi planladı. Kadıköy­
Beşiktaş-Taksim bu üçlü arasında, aklıma mutlaka bir şey ge-
134

lir diye düşündü. Otobüs boştu. Acaba otobüs hazır boşken şu


direğe tutunarak, direk dansı yaparak, götümü sırtımı dire­
ğe sürterek tuhaf hareketlerle ilgi çeksem ve tiradı söylesem
olur mu, diye düşündü. Hayır, hayır yapamam, dedi. Otobüsle
Kadıköy'e vardı. Vapura giderken tezgahında midyeleri azal­
mış bir midyeci gördü. Acaba şu midyecinin tezgahını bir tek­
meyle devirerek herkesin dikkatini toplasam ve bağıra ba­
ğıra midyecinin yüzüne tiradı oynasam mı, diye geçirdi için­
den. Midyeciden yiyeceği muhtemel hakaretleri düşünüp vaz­
geçti. Vapura bindi. Kıçtaki büyük salona geçti. Vapur hare­
ket ettikten sonra salonda, artık herkesin alıştığı vapur mü­
zisyenleri bir gitar ve bir flüt eşliğinde Ahmet Kaya'nın "Kum
Gibi" şarkısını çalıp söylemeye başladılar. Acaba şimdi mi, di­
ye düşündü. Aslında olabilirdi, kalkıp bir anda tiradını oyna­
yabilirdi. Vapur kalabalıktı. Birkaç kere kalkmak için yeltendi
ama bir türlü cesaret edemedi, beceremedi. Şarkının final bö­
lümü geldiğinde bir kere daha kalkmaya yeltendi ama olma­
dı. Çok heyecanlanıyordu. Tamam ikinci şarkıda kalkanın di­
ye düşündü. Ezginin Günlüğü'nden "Bir Kuş Konsa Badi Par­
mağıma" şarkısını çaldı inüzisyenler. Bu herkesin sevdiği bir
şarkıydı. Gramofon şeklindeki küçük bir müzik kutusunun ya­
rattığı nostaljik sevimliliğin şarkı haliydi. İçinde aşk vardı, öz­
gürlük vardı. Aslında en doğrusu aşkın özgürlüğe yazdığı bir
marştı. Bu şarkıyı bozmak, bir çocuğun deniz kenarında yap­
tığı kumdan kaleyi devirmek kadar sinir bozucu olurdu. Sanı­
yorum bu ülkede, koşulsuz kabul edilen üç şey Muhammed Ali
Clay, Zeki Müren ve "Bir Kuş Konsa Badi Parmağıma" şarkısı
diye geçirdi içinden Müjde. Bu şarkı da bittikten sonra müzis­
yenler hızlıca Grup Laçin'in "Bekar Gezelim" şarkısını çalın­
ca konsantrasyonu iyice dağıldı. Vapurda yapamayacaktı, bu­
nu anlamıştı. .. Hakikaten ne olmuştu Grup Laçin'e, neredeler­
di? O dümdüz saçlı, gözlüklü, aslında tamamen Turgut Özal'ı
anımsatması gerekirken Rıdvan Dilmen misali saçlarıyla ve
1 35

darbukasıyla adeta anahtarlık maskotu gibi beynimize kazı­


nan o abiye ne olmuştu, ne yapıyordu şu an? Bunları düşündü.
Vapur Beşiktaş'a yanaştı . Kalabalıkla beraber indi . Sarı
dolmuşa binerek Taksim'e çıktı. San dolmuşta da aklına gel­
di ama hiç iyi bir fikir olmadığını düşündü. Dolmuştan in­
di ve İstiklal C addesi'ne yürümeye başladı. The M armara
Otel'in önünden geçerken acaba burada mı, diye geçirdi ak­
lından. Ama hemen metro istasyonunun girişindeki polisleri
görünce tutuklanınm diye vazgeçti.
İ stiklal'de yürürken aklından birçok şey geçiyordu ama
Müjde hiçbirine tam anlamıyla inanmıyordu. Ne olabilirdi?
İmam Adnan Sokak'tan geçerken, ağzına soktuğu küçük bir
aletle çeşitli kuş sesleri ve The Godfather'ın müziğini çalan
adama rastladı. Olabilir aslında diyerek adama yanaştı:
"Bir tane alabilir miyim?"
"Tabii buyurun."
"Ne kadar?"
"5 lira."
"Aslında 2 tane alabilirim ama senden bir ricam olacak."
"Tabii buyur abla."
"Ben tiyatro bölümü öğrencisiyim ve bir ödevimiz var.
Şimdi sen bana Godfather'ın müziğini çalacaksın, ben de
Shakespeare'den bir tirat oynayacağım ve bunu kameraya
çekeceğiz. Ne dersin?"
"Tamam abla olur, sorun yok. Tiyatroya saygımız sonsuz."
Müj de çantasından selfie çubuğunu çıkardı , telefonuna
taktı, çubuğu uzattı , adamı ve kendini kadrajladı ve 3, 2 , 1
kayıt diyerek The Godfather müziği eşliğinde tiradı oyna­
maya başladı. Gelen geçenler tuhaf bir şekilde baktılar ama
duran olmadı . Ne de olsa burası Taksim ve şaşıracak birçok
şey olması normaldi. Tiradını bitirdi ve teşekkür ederek ay­
rıldı kuş sesi çıkarmaktan kuş nezaketine erişmiş adamın
yanından.
136

Ağa Cami'nin oradan geçerken cami duvarına yaslanıp te­


lefonuna kulaklığını takarak çektiği görüntüyü izledi. Ya­
ni işte çok da güzel değildi, istediği tam da bu değildi. De­
mek ki birkaç deneme daha yapması gerekecekti. C ami du­
varına yaslanıp çevresine bakınırken, bir anda arkasını dö­
nüp camiye bakması için sanki biri onu dürttü. Cami entere­
san olabilir diye geçirdi içinden. Yavaş yavaş cami kapısına
yürüdü, içeri girdi. İçeride öğlen namazı kılan yaklaşık 20 ki­
şi vardı. Kadınlar bölümünü izlemeye başladı . "Acaba bura­
da okumaya başlasam mı?" diye düşündü, sonra, "Ama şimdi
namaz kılıyorlar, dur namaz bitsin öyle başlayayım, kızma­
sınlar" dedi içinden. Bekledi. Namaz bitti, herkes yavaş ya­
vaş selamlaşarak kapıya yürürken ahşap ızgaranın arkasın­
dan yüksek sesle oynamaya başladı:
"Beni lekeledi; yarım milyon zarara uğrattı. Kayıplarıma
güldü, kazançlarımı alaya aldı. Irkımı hor gördü, işimi bal­
taladı, dostlarımı soğuttu, düşmanlarımı kızıştırdı. Niçin mi
yaptı bunları? Yahudi'yim de ondan . . . "
Cemaat ahşap ızgaraya doğru dikkat kesildi. İçlerinden bi-
ri seslendi:
"Kimdir o? Hayırdır?"
Müj de devam etti.
"Gözleri yok mudur Yahudi'nin? Elleri yok mudur Yahu­
di'nin? Uzuvları , boyu bosu, duyuları , sevgileri , coşkuları?
Tıpkı bir Hıristiyan gibi aynı yemeklerle doymaz mı? Canını
aynı silahlar acıtmaz mı?"
Cemaatte homurdanmalar başladı.
"Kim bu? Ne diyor? Hocam bir bak hele burada bir hanım
bir şeyler diyor."
Hoca seri adımlarla geldi.
"Kim o, ne diyor?"
"Hocam hanımlar tarafından biri bir şeyler diyor."
Hoca kadınlar bölümüne yaklaşarak seslendi:
137

"Buyurun bir sıkıntı mı var?"


Müjde devam etti:
"Aynı hastalıklarla kıvranıp aynı ilaçlarla sağlığa kavuş­
maz mı? Aynı kış ayazında üşüyüp aynı yaz sıcağında ısın­
maz mı? Bizi bıçaklasanız kanımız akmaz mı? Bizi gıdıklasa­
nız gülmez miyiz? Bizi zehirleseniz ölmez miyiz?"
Hoca tekrar girdi lafın arasına:
"Hanım kızım. Bir sıkıntı mı oluştu? Biri bir şey mi yaptı?
Gelin dışarda konuşalım. Buyurun."
Müj de devam etti:
"Haksızlık etseniz öcümüzü almaz mıyız? Başka her ba­
kımdan sizler gibiysek bunda da size benzeriz. Yahudi , bir
Hıristiyan'a haksızlık etse ne gelir başına? İntikam. "
Hoca biri daha lafa girdi:
"Hanım kızım burası cami, Yahudi'nin Hıristiyan'ın mese­
lesi bizim işimiz değil . . . Biz sadece lslam'ı tebliğ . . . "
Müjde hocanın lafını ortasından keserek devam etti:
"Peki bir Hıristiyan, Yahudi'ye kötülük edecek olsa yine
Hıristiyan gelenekleri gereğince ne olmalıdır cezası? Elbette
intikam. Bana öğrettiğiniz kötülüğü ben de yaparım. Çetin
olur ama ben aldığım dersin daha iyisini veririm."
"Hanım kızım. Bak şimdi öyle kötülük, intikam falan ol­
maz. Anlayamadık biz seni. Yahudi diyorsun, Hıristiyan di­
yorsun, intikam diyorsun . . . Şimdi bak bunlar bizim konuları­
mız değil, ama gel dışarda iyice anlat sana yardımcı olalım."
Müj de telefonu elinde yavaş yavaş ayağa kalktı. Ahşap ız­
garanın arkasından siluet halinde hareketleri gözüküyordu.
Dışarı doğru yürümeye başladı. Cemaat de onunla birlikte
dışarı yöneldi. Caminin avlusunda Müj de ve karşısında ona
anlamsızca bakan, yaşlı-genç birçok erkek uzunca bakıştılar.
Hoca lafa girdi:
"Buyur hanım kızım, derdinizi söyleyin elimizden ne gelir­
se yardımcı olmaya çalışalım."
138

Müj de bütün cemaati tek tek uzunca süzdü. Bu an çok de­


ğişik gelmişti ona. Çok heyecanlıydı ama içi de kıpır kıpırdı.
Tiradı bir kere daha oynamaya başladı.
"Beni lekeledi; yarım milyon zarara uğrattı. Kayıplarıma
güldü, kazançlarımı alaya aldı . Irkımı hor gördü, işimi bal­
taladı, dostlarımı soğuttu, düşmanlarımı kızıştırdı. Niçin mi
yaptı bunları? Yahudi'yim de ondan . . . "
Hoca tekrar girdi araya:
"Şimdi kızım sen Yahudi'ysen bak ilerde Havra var oraya
gitmelisin. Ayrıca seni kim lekeledi? Biri mi ilişti? Polis ça­
ğırmamız gerekir."
Müj de devam etti:
"Gözleri yok mudur Yahudi'nin? Elleri yok mudur Yahu-
di'nin?"
''Vardır."
"Uzuvları, boyu bosu, duyuları, sevgileri, coşkuları?"
"Tamam onlar da vardır."
"Tıpkı bir Hıristiyan gibi aynı yemeklerle doymaz mı? Ca­
nını aynı silahlar acıtmaz mı?"
"Tabii silah herkesin canını acıtır. Silah bu dünyanın en
kötü şeyidir. Bak peygamber efendimiz bir hadiste diyor ki . . . "
"Aynı hastalıklarla kıvranıp aynı ilaçlarla sağlığa kavuş­
maz mı? Aynı kış ayazında üşüyüp aynı yaz sıcağında ısın­
maz mı? Bizi bıçaklasanız kanımız akmaz mı? Bizi gıdıklasa­
nız gülmez miyiz? Bizi zehirleseniz ölmez miyiz?"
"Ölüm hepimize ait."
"Haksızlık etseniz öcümüzü almaz mıyız? Başka her ba­
kımdan sizler gibiysek bunda da size benzeriz. Yahudi, bir
Hıristiyan'a haksızlık etse ne gelir başına? İntikam. Peki bir
Hıristiyan Yahudi'ye kötülük edecek olsa yine Hıristiyan ge­
lenekleri gereğince ne olmalıdır cezası? Elbette intikam. Ba­
na öğrettiğiniz kötülüğü ben de yaparım. Çetin olur ama, ben
aldığım dersin daha iyisini veririm."
1 39

Müj de tiradı bitirmiş , herkesin yüzündeki anlamsız ifa­


deleri süzerken derin bir nefes aldı . Sessizlik oldu. C ema­
at Müj de'ye , Müj de cemaate baktı . Hoca bir anda atıldı ve
Müjde'yi şadırvana oturttu.
"Gel kızım sen şöyle otur. Kızım bak tam anlayamadık. Hı­
ristiyan diyorsun Yahudi diyorsun, beni lekelediler diyorsun,
yarım milyonum gitti diyorsun. Bize daha açık anlat biz sa­
na yardımcı olalım. Biz de istersen sana İslam'ı anlatalım.
Ne dersin?"
Müjde aniden ayağa kalktı, caminin giriş demir kapısına
yürüdü, kapıyı açtı ve bir anda durup cemaate döndü ve "Be­
ni lekeledi; yarım milyon zarara uğrattı" diyerek camiden
çıktı. Cemaat şaşkındı. İçlerinden biri hocaya yaklaştı : "Ho­
cam boş ver, deli galiba" dedi . Bir başkası "Hocam, sen gö­
revini yaptın. Tuhaf bir kız , aklı yerinde değil" dedi. Bir di­
ğeri "Tabii ya, ne diyor belli değil . Yahudi , Hıristiyan . . . Bir
şeyler olmuş ama ne olmuş tam anlatamıyor. Parayı da kap­
tırmış" dedi. Bir başkası "Benim anladığım bu Yahudi. Buna
Hıristiyan'ın biri tecavüz etmiş, parasını çalmış, yani anlaşı­
lan durum bu" dedi. Gençlerden biri, "İntikam alacam diyor.
Hocam boş ver iyi oldu gittiği, canlı bomba falandır. Taksim
burası biliyorsun" dedi.
''Ya belki deliydi, belki, ne bileyim başka bir şeydi" dedi ho­
ca, "Ama konuşmaları etkileyiciydi. Yani o kelimeler sıradan
ve basit değildi. Kızcağız bir şey demek istedi ama . . . Ne bile­
yim. Neyse . . . Ey cemaat, bakın bu yaşadıklarımız bir ders­
tir. Bu hayatta her şey bir derstir. Ne diyor kızcağız? Ben
Yahudi'yim diyor, Hıristiyan beni lekeledi diyor, yarım mil­
yon paramı çaldı diyor. Büyük ihtimal bu para ya dolar ya
euro, yani büyük para. Niye bana bunu yaptılar, diyor. Hıris­
tiyanları suçluyor. İşte dikkatli olacağız, haram her yerde ha­
ram. Yarın bir gün sen böyle bir hareket yapsan, böyle bir Ya­
hudi veya Hıristiyan gelir bir Müslüman beni lekeledi, para-
1 40

mı çaldı, der. Yaptıklarınızla dininize laf getirmeyin. Haydi


herkese iyi günler."
Müj de , İstiklal'de yürürken bir yandan da elinde telefon
kulağında kulaklık yarım yamalak çektiği görüntüleri izle­
meye çalışıyordu. İzlediği şey heyecan vericiydi. Aslında ba­
şarmıştı, insanlara kendini dinletmişti , üstelik tiradını in­
sanlara iki kere okumuştu. Bu ödev, kendisince düzeni bir bı­
çakla ikiye yarar gibi uyguladığı bu "bozuk" davranış onu he­
yecanlandırmıştı. İçinde anlamını o an bulamadığı bulmak
için de çok uğraşmadığı, sadece keyif veren tehlikeli bir duy­
gu vardı . Bu duygu onu hızla içine çekiyor ve bir daha, bir
daha yapma isteğini körüklüyordu.
Çekebildiği görüntüler kötüydü. "Acaba daha iyisini çeke­
bilir miyim? Daha enteresan bir ortamda bu tiradı oynayıp,
tepkileri toplayabilir miyim?" diye düşündü. Neden olmasın?
Madem bunu yapmak için sokaklarda, hatta İstiklal'deydi,
onu kim tutabilirdi? Aksiyon her şeydir, heyecan hayatın tek
anlamıdır, demişti bir arkadaşı. Arkadaşının zevzek olduğu­
nu düşünmüştü Müjde. Ne kadar da kesin yargıları var. Ta­
bii ki sadece durarak da yaşarsın, senin durmaktan ne anla­
dığın o durmanın ne olduğuna bağlıdır. Bazen "hiçbir şey" de
yaşamanın tam anlamı olabilir, diye düşünmüştü. Ama şimdi
o arkadaşını anlıyordu. Bugün çok değişik bir gündü. Tecrü­
besi onu kuvvetle içine çekiyor, kendini daha büyük bir skan­
dalla tekrar ettirmek istiyordu.
İstiklal C addesinde düşünceli bir şekilde yürüyordu. Yü­
zünde hınzır bir gülümseme, göğüs kafesi ve karnı arasında
bir yakınlaşma, kulaklarında sınırları zorlayan bir sıcaklık
vardı . Bir bakkala girmeyi düşündü. Sigara alacaktı. Adam
sigarayı verirken başlayacaktı tiradı okumaya. Bakkala gir­
di. Bakkal başka birinin aldığı Marlboro sigarasını ve para
üstünü verirken tam bir Türk gibi davranarak, adam daha
işlemi bitirmeden "Bir Winston Super Light alabilir miyim?"
141

dedi. Adam sigarayı verirken Müjde de parayı uzattı. Bakkal


parayı almak için elini uzatıp parayı tuttuğunda parayı bı­
rakmadı Müjde. Sıkıca tuttuğu parayla birlikte bakkalın eli­
ni kendine çekip adamın gözlerine keskin bir şekilde baka­
rak tiradı oynamaya başladı.
"Beni lekeledi ; yarım milyon zarara uğrattı . Kayıplarıma
güldü, kazançlarımı alaya aldı. Irkımı hor gördü, işimi bal­
taladı, dostlarımı soğuttu, düşmanlarımı kızıştırdı. Niçin mi
yaptı bunları? Yahudi'yim de ondan . . . "
Bir an durdu Müjde. Bakkaldaki herkes ona bakıyordu . . .
Sessizlik hakimdi. Bakkal, Müj de'den sonraki müşteri ve
Marlboro alan adam, yani herkes Müjde'ye bakıyordu.
"Gözleri yok mudur Yahudi'nin? Elleri yok mudur Yahu­
di'nin? Uzuvları, boyu bosu, duyuları , sevgileri, coşkuları?
Tıpkı bir Hıristiyan gibi aynı yemeklerle doymaz mı? C anını
aynı silahlar acıtmaz mı?"
Silahı duyunca bakkal gerildi ve Müjde'nin sözünü kesti:
"Ne diyon kızım? Ne silahı? Ne diyon sen ya? Winston de­
din verdik. Ne Yahudi'si ne silahı ya?"
Müjde devam etti :
"Aynı hastalıklarla kıvranıp aynı ilaçlarla sağlığa kavuş­
maz mı? Aynı kış ayazında üşüyüp aynı yaz sıcağında ısın­
maz mı? Bizi bıçaklasanız kanımız akmaz mı? Bizi gıdıklasa­
nız gülmez miyiz? Bizi zehirleseniz ölmez miyiz?"
Bakkal Müjde'nin sözünü yine kesti:
"Kızım ne diyon yaaa? Al sigaranı çık git hadi ya seninle
mi uğraşacağız? Hadi kızım hadi."
"Haksızlık etseniz öcümüzü almaz mıyız? Başka her ba­
kımdan sizler gibiysek bunda da size benzeriz. Yahudi , bir
Hıristiyan'a haksızlık etse ne gelir başına? İntikam."
Bakkal sinirlendi:
"Şimdi bir tane çarpacam görecen başına ne gelir ne gel­
mez. Tamam sigara yok sana, al paranı da çık git hadi."
1 42

Müj de bakkala tamamen anlamsız bakışlarla baktı ve sus­


tu. Parayı alıp cebine koydu. Arkasını dönmeden geri geri
sessizce dükkandan çıkarken kendisinden sonra gelen müş­
teriye çarptı ve ona döndü. Kısa boylu bir kadın korkulu göz­
lerle Müj de'ye bakıyordu. Müj de kadına yavaş yavaş sokul­
du. Tam burnunun ucuna geldiğinde kadın, bana dokunma
der gibi ellerini kaldırdı. Müj de iyice sokularak bu sefer kadı­
na doğru konuşmaya devam etti.
"Peki bir Hıristiyan Yahudi'ye kötülük edecek olsa yine Hı­
ristiyan gelenekleri gereğince ne olmalıdır cezası?"
Bakkal iyice sinirlendi:
''Ya çık git diyorum sana. Başlayacam şimdi Hıristiyan'ına,
Yahudi'ne ha. Çık kız . Def ol."
Müj de yavaş yavaş korku dolu gözlerle ona bakan kadın­
dan uzaklaştı ve bakkaldan çıktı. İçinden kahkahalar atıyor,
çok eğleniyor ve bu eğlencesini devam ettirmek için can atı­
yordu. Yaptığı bir yanıyla tehlikeliydi. İnsanların sinirlendi­
ğini anlayabiliyordu ama kontrolü sağlayabiliyordu.
Tünel'e doğru yürürken birkaç kere daha denedi Müj de.
Bir güvenlik görevlisine, bir banka memuruna, bir kitabevin­
de kitap alan insanlara oynadı , ama hiçbiri istediği gibi ol­
madı. Yaptıkça yapası geliyor, bir türlü tatmin olmuyordu.
Tünel'e geldi , Taksim'den çıkıp başka yerlere mi gitsem aca­
ba diye düşündü. İstiklal Caddesi zaten başlı başına entere­
san bir yerdi . Acaba daha sakin bir yer mi bulmalıydı? Çok
aykırı bir yere mi gitmeliydi? İçinden çıkamadığı düşünceler­
le Yüksek Kaldınm'dan aşağı yürümeye başladı . Müzik ens­
trümanları çalan dükkanların önünden geçerken bir-ikisine
meyletti ama ortam istediği gibi değildi. Yavaş adımlarla çev­
resini dikkatle süzerek aşağı yürümeye devam etti . Yüksek
Kaldırım'ın tam ortasına gelmişti ki arkasından yürüyen iki
delikanlının konuşmasına dikkat kesildi.
"Aha burası."
1 43

"Ne burası?"
2Aha bu sokak işte. Bu sokaktan gir, biraz ilerde sağda
kerhane."
"Bakak mı?"
"Hadi gel bakak."
Müj de durdu. Sokağa giren delikanlıların arkasından
baktı . Yüzünde hınzır bir gülümsemeyle hızlı adımlarla
Karaköy'e yürümeye başladı. Sınıfın en enteresan, en marji­
nal ödevini o verecekti, bu kesindi. Çok heyecanlıydı.
Aklından geçeni tam anlamıyla canlandırmak için Kara­
köy Meydanı'nda şöyle bir tur attı. Camekanında rengarenk
peruklar olan bir dükkan görünce acaba takma bıyık da satı­
yorlar mıdır diye düşündü, içeri girip sordu, vardı. Sevincini
sakladı, bıyığı ve bıyığı yapıştırmak için gomu alıp çantasına
koydu. Saçlarını ne yapacağını düşünürken karşısına çıkan
eskiciden üç otuz paraya bir kasket aldı. İnşallah bitlenmem,
bitlensem bile en iyi ödevi ben vermiş olacağım, değer diye
düşündü. Meydana geri döndü, umumi tuvalette kabinlerden
birine girip kapıyı kilitledi. Çok şükür yağmur yoktu, hava
biraz soğuktu ama sorun değildi . Çantasından çıkardığı ay­
nayı ıslak mendille iyice sildiği klozetin üstüne koydu, sonra
çantasından takma bıyığı ve gomu çıkardı, daha önce konser­
vatuarda edindiği tecrübeyle gomu bıyığa sürdü ve suratına
yapıştırdı. Yaklaşık beş dakika kadar eliyle bastırarak bıyığı
dudağının üstüne tutturdu. Saçlarını iyice toplayıp tel toka­
larla tutturduktan sonra kasketi başına yerleştirdi. Aynada
kendine bakıp gülümsedi. Yavaş yavaş kapıyı açtı ve tuvale­
tin koridorunda başka kimsenin olmadığını gördüğü an eliyle
ağzını kapatarak hızla tuvaletten çıktı. Aylar önce ağabeyine
sinirlediğinde aşırdığı kimlik ise uzun zamandır çantasında
duruyordu. Ağabeyi sürekli ehliyetiyle gezdiği için kimliğinin
kaybolduğunu fark etmemişti bile.
Genelevlerin olduğu sokağa yürümeye başladı, sürekli hı-
1 44

yığını kontrol ediyordu. Şapkanın altından saçları çıkma­


sın diye iyice sıkıştırıp duruyordu. Bir erkek gibi yürümeye
çalışıyordu. Sokağın başında bir çay ocağına oturdu, en çok
erkek pantolonuna benzeyen boru paça kot pantolonu ve ba­
cak bacak üstüne attığında lacivert Converselerinin bile­
ğinden tutuşuyla kendisini erkek gibi hissetti . Çaycıdan bir
çay aldı ve bıyıkları çaya girsin diye gayret ederek gözlerini
kısarak çayını içti. Ara ara etrafına bakarak insanlarla faz­
la göz teması kurmadan etrafı kesiyordu. Çok tuhaf bir duy­
guydu. Kendisine şaşkın gözlerle bakan kimseyi görmemiş­
ti. Bu Müj de'yi mutlu etti. Bir ara cebine aksesuvar olarak
koyduğu tespihini çıkardı ama bu ona sanki tiyatro sahne­
sinde ya da bir film setindeymiş gibi hissettirince elinde bi­
raz yuvarladıktan sonra cebine geri koydu.
Genelevin kapısının önünde, yaklaşık 15-20 kişilik bir
kalabalık vardı . Müjde, sanki çevresine bakınır gibi yapıp
çaktırmadan kapıyı kesiyordu . Buraların bir yabancısı gi­
bi etrafı incelermişçesine her yere bakıyordu . Birisi, "Bu­
yur birader" dese hemen sesini kalınlaştırarak, "Öyle ba­
kıyorum ya, yabancıyım buralara merak ettim" diyecekti .
Genelevin gri boyalı demir kapısında yağlı boyayla " 18 ya­
şından küçükler giremez" ve sonradan eklendiği belli olan,
çok da nizami olmayan bir yazıyla "Açılış : 10.00 Kapanış :
2 2 . 00" yazıyordu . Kapıda b i r polis giren kişilerin üstünü
arıyor, çantalarına bakıyor ve kimliklerini kontrol ediyordu.
Polisin hemen sağ tarafında kulübe gibi bir yerin camında
"Emanet" yazıyordu . Telefonu, fotoğraf makinesi olanlar 5
liraya emanete bırakabiliyordu . Müj de , telefonunu göğüs­
lerini sıkıca saran korsenin tam altına gömmüştü . Polisin
başının kalabalıklaştığı bir an içeri girmek için hamle yap­
tı. Önünde, belli ki İç Anadolu'dan gelmiş bir dayı , polise
telefonundaki kameranın bozuk olduğunu anlatmaya çalı­
şıyordu. Fakat polis telefonu emanete bırakması konusun-
1 45

da ısrarlı davranınca, dayı telefonun pilini çıkardı ve poli­


se uzattı :
"Al, bak pil sende kalsın. Bana 5 lira verdirtme oraya. "
''Ya dayı ben n e yapayım senin telefonun pilini yaaa. Bırak
şunu emanet. Yoksa almam."
"Koçum etme valla çekmem kimseyi. Hadi yap bir kıyak."
''Yok dayı yok, emanete bırak."
"Ya tutturdun emanet diye. Biz karıyı sikmeye geldik çek­
meye değil."
Dayının dediğini duyunca Müj de'nin ensesine kızgın bir
demir bastılar sanki o an. Nedense hızla terlediğini hissedi­
yordu. Neredeydi Müj de? Neler duyuyordu? Nasıl insanlar
görüyordu? Abisinin, "İyi ki askerlik yaptım, askerlik yapma­
sam nereden görebilirdim bu kadar değişik adamı" lafı geldi
aklına. Bu duyduklarını ancak bir yerde okuyabilirdi Müjde.
Polis, dayının bu son sözü üzerine sinirlendi :
"Dayı siktir git bak. Valla takarım kelepçeyi, çağırırım eki-
bi, gönderttiririm seni."
"Ne dedik, bir şey mi dedik?"
"Tamam dayı, uzatma bak."
Polis gergin bakışlarını, yavaş yavaş sesi kıçına kaçan ve
içine konuşa konuşa emane�in önüne giden dayıya kitlen­
mişti. Avının yanlış bir hareket yapmasını bekleyen bir kurt
gibiydi . Bunu fırsat bilen Müjde, kimliğini uzattı . Gözleri­
ni emanete telefonunu bırakan ve mırıl mırıl konuşan dayı­
ya diken polis , Müj de'nin elinde havada bekleyen kimlikle
hiç ilgilenmedi. Müj de'nin gözü polisin mavi gömleğinin üst­
ten üçüncü, diğerlerine göre daha sarı olan düğmesine takıl­
dı. Gömlek düğmeleri önemliydi. Dünyanın düzeninin izahı
açısından bir semboldü. Hele siyah gömlek üzerinde, farklı
bir renkte sırıtan bir düğme üzerine çok şey konuşulabilir­
di. Müjde'nin aklından bunlar geçerken polis, dikkatle izledi­
ği dayıya seslendi :
1 46

"Ne konuşuyon orada sen yaaa? Ne diyon hala?" diye ger­


gin bir şekilde sordu.
"Bir şey demedim yeğenim."
Bu savaşı kaybettiğini belli eden apoletleri sökülmüş bir
komutan gibi kafası önünde cevap verdi dayı . Polis bu gali­
biyetin mağrurluğuyla etrafa şöyle bir baktıktan sonra, "Bu­
ranın kralı benim, akıllı olun" diyen gözlerini Müjde'nin kim­
liğine çevirdi . Yalandan üstünü aradı ve eliyle, "Geç" dedi.
Müjde içeri yöneldi. Kapıda yaşadıkları sanki bir dakika de­
ğil de bir sene sürmüştü. Çok heyecanlıydı.
Müj de'nin dikkatini bitişik nizam, kimisi tek, kimisi iki
katlı evlerin önünde bekleyen insanlar çekti . Her evin kapı­
sında birer ikişer bekleyen kadınlar, geçip giden, durup sey­
reden erkeklerle cilveleşiyor, onları azdıracak cümlelerle içe­
ri davet ediyordu. Her evin camından içeride don-sutyen ge­
zinen kadınlar görünüyordu. Kimisi elektrikli, kimisi normal
odun ve kömür yakılan sobalar, evlerin camekanlarının ke­
narına çekilmiş renkli lambalar, insanın bu buz kesmiş hali­
ni biraz olsun aydınlatıp ısıtmaya çalışıyordu.
İnsanlar bir sergideymiş, AVM'de geziyormuş ve vitrinler­
deki ürünleri inceliyormuş, Digiturk'ü olan bir kafenin dışın­
dan maça bakıyormuş, Alsancak Sahili'nde çekirdek çitleye­
rek geziyormuş, rengarenk bir lunaparktaki sigaraya halka
atanları izliyormuş gibiydi . . . Bu çok şaşırtıcıydı. Müşteri er­
kekler, kendilerini kavrayabildikleri fantezi objeleriyle beze­
yen kadınlar ve onları pazarlayan erkekler. . . "Vahşi yaşam­
da, hiçbir karşılığı olmayan merhametin buraya da uğrama­
ması bir işarettir işte" diye düşündü Müjde. "İyi ki burada­
yım" dedi ve dolaşmaya devam etti.
Camları nemden terlemiş evlerin önünden geçerken duy­
duklarına inanamıyordu. Bir evin önündeki kalabalığı gö­
rünce oraya doğru yanaştı . Kıkır kıkır gülüyordu insanlar.
Evin kapısını önündeki kalabalıktan tam olarak göremiyor-
1 47

du. Bakıp ayrılanların boşalttığı alanlara, sıkışan insanların


arasına karışarak önlere yanaştı ve bir anda kendini en ön­
de buldu. Gördüğü şeye inanamıyordu. Yaklaşık 80 yaşında
bir kadın, dudağına sürdüğü kırmızı rujuyla, üstündeki ge­
celiğiyle onu izleyenlere davetkar jestler yapıyor ve aldığı te­
zahüratla coşup geceliğini açarak çıplak vücudunu sergiliyor­
du. O geceliğini her açtığında kalabalık "Oley" diye bağırıyor,
tekrar örtünürken, "Uuu" sesiyle karşılık veriyordu. Hemen
evin önünde voltasını atan pezevenk "5 lira, 5 lira, 5 lira" di­
ye bağırıyordu. Herkes çok eğleniyordu. Müj de çok şaşkındı
ama konsantrasyonu en üst seviyedeydi. Ne görüyorsa kay­
dediyor, bugünün ne kadar özel olduğunu bir dua gibi içinden
tekrarlıyordu. Başka bir evin önünden geçerken, bir kadının
kapı önünde, daha yeni reşit olduğu belli bir delikanlıyı ko­
lundan yakalayıp eğer içeri girerse ona neler yapacağını an­
lattığı konferansı dinleyen erkeklerin coşkusuna tanık oldu.
Aynı kadın daha yeni reşit olmuş delikanlıyı ikna etmek için
kalabalık içinden birine seslenip:
"Aha bak şuna sorabilirsin. Geçen geldi bana. Nasıldı lan
söylesene? Sana hayatının aşkını yaşatmadım mı?"
Güldü adam:
"Valla öyle, hiç düşünme gir" dedi kerhane kıdemlisi iyi
hizmet düşkünü adam.
Kulakları, dudaklarından daha çok kırmızılaşan yeni reşit
olmuş çocuk kolunu orospudan kurtarmaya çalıştı. Gülümsedi:
''Yok şimdi istemiyom" dedi ve kolunu kurtarmak ve uzak­
laşmak istedi. Ama bırakmadı ısrarkeş orospu.
"Tamam, sen şimdi biraz kapora ver, bir daha geldiğinde
tamamını verirsin" dedi. Kalabalıktan bir kahkaha koptu.
Yeni reşit olmuş çocuk arkadaşlarına, beni kurtarın gibi­
sinden bir bakış attı . Ama arkadaşları da çok eğleniyordu.
Bu çok sesli kerhaneci korosu içinde.
''Yok tamam istemiyom şu an" deyip tekrar kurtulmak için
1 48

bir hamle yaptı. Fakat ne mümkün? Orospu kadının menge­


ne gibi ellerinden kolunu kurtarsa ceketini kurtaramıyordu.
"Sana bir teklifim var. Tek viziteye arkalı önlü. Ne dersin?"
Kalabalık iyice coştu ve "Gir, gir, gir" diye bağırmaya baş­
ladı. Bu sırada kadının dayandığı kapının menteşesinde bir
kertenkele belirdi. Kadın işaretparmağını büzüştürdüğü du­
daklarına götürerek, "Şiiişşş !" yaptı ve herkesi susturdu. Ço­
cuğu kendine doğru biraz daha çekerek:
"Sana bir sorum var, eğer bilirsen seni bırakacağım ama
bilemezsen içerdeyiz tamam mı?" dedi.
Çocuk anlamsızca baktı. Sesini çıkartmadı.
"Anlaştık mı?" diye tatlı-sert bir ifadeyle yineledi kadın.
Çocuğun ağzından yarım yamalak bir, "Tamam" çıktı.
Kadın büzüştürdüğü dudaklarına götürdüğü işaretparma­
ğını kapının menteşesine doğru uzatarak her an kaçacakmış
gibi duran kertenkeleyi gösterdi.
"Kertenkeleyi gördün mü?"
"Gördüm."
"Soruyorum, iyi düşün ama 31 çeken kertenkeleye ne de­
nir?"
Sessizliğe bürünen kalabalıkta kıkırdamalar başladı. Ka­
dın tekrar, "Şişşşşt" yaparak onları susturdu. Bir an öyle bir
sessizlik oldu ki herkes sorunun cevabını düşünmeye başla­
dı. Kadın tekrar etti :
"Tekrar soruyorum: 3 1 çeken kertenkeleye ne denir?"
Yıllardır yurtdışında olan ve bir gün aniden izne gelen am­
canın en son kısa şortlu çocukken gördüğü şimdi ise dalyan
gibi olmuş yeğenine:
"Asmaya su yürüdü mü len?" diye aniden sormasıyla olu­
şan o anlamsız sırıtış belirdi çocuğun yüzünde.
"Cevap versene lan" diye yineledi kadın ve gözleriyle kala­
balığı süzdü.
"Bilmiyorum" dedi çocuk.
1 49

Biraz daha baktı çocuğun gözlerine ve kalabalığa doğru


dönerek:
"Kendin kerten kendin kelle denir" deyip bastı kahkahayı.
O kadar çok gülüyordu ki kahkahası zincirleme yayıldı ka­
labalığa. Espriyi komik bulmayanlar bile gülüyordu. Ama
aralarda cevabı tekrarlayarak katıla katıla gülenler de var­
dı. Çocuk da ayıp olmasın diye güldü, oysa hiç gülesi gelme­
mişti.
"Kaybettin, giriyoruz" dedi kadın.
Kalabalık bağırmaya başladı, "Gir, gir, gir."
Çocuk arkadaşlarına bir bakış attı ve kendisini çekişti­
ren orospuyla içeri girdi. Kafasını gökyüzüne kaldırdı bir an
Müjde. Gökyüzü, kerhanelerin bacasından çıkan dumanla
sisli ve griydi. Tamam hava kapalıydı ama buraya hiçbir za­
man güneş doğmuyormuş gibiydi.
Hafiften yağmur çiselemeye başladı. Kenarlara doğru ka­
çışanlar, çatıların saçakları altına toplaşanlar, yağmurun et­
kisiyle kararını daha seri verip içeri girenler, şemsiye açıp
gezenler hatta yılmayıp montunu kafasına siper edenleri izli­
yordu Müjde. Kendisi de kenara doğru yanaşıp, binaların di­
binden yürürken az ilerde doğramaları kırmızıya boyanmış
sarı ışıklarla aydınlatılmış bir evin penceresinde, bir kızın su
birikintisine düşen yağmur damlalarını izleyen yüzünü gör­
dü. Çok etkileyici bir yüzdü bu. Yavaş yavaş yanaştı pence­
renin önüne ve tam kızın karşında durdu. Kız ondan yuka­
rıda duruyordu. Göz göze geldiler. Müjde gözlerini kaçırmak
istedi ama kendini tuttu ve kaçırmadı, bakıştılar. Kızın göz­
lerinde hissedilen tek şey hasretti. O kadar güzeldi ki gözle­
ri, Müjde çok etkilendi. Kocaman, simsiyah gözler sisli gibiy­
di . O sisin ardında kendini göstermek isteyen sırt sırta iki
dağın tepesiydi . Geniş alnının iki yanından dökülen saçları
cama doğru eğildiğinde koca bir perdeymiş gibi hissetti Müj ­
de. Eğilmiş Müjde'ye bakıyordu. Müjde derin derin nefes alı-
1 50

yor ve bu biraz daha devam ederse nasıl saklayacağını bilmi­


yordu. Heyecanlanmıştı. Birbirine aslında çok yakın mesafe­
den bakan iki yüzün arasında bir cam vardı. Kadın eğilmiş
Müj de'ye bakarken bir an gözleri kadının memelerine gitti
Müjde'nin. Nasıl gitmesin? Memeler sutyenden ha fırladı, ha
fırlayacaktı. Üstünde kırmızı çiçekli bir gecelik vardı kadı­
nın. Ayağındaki san topuklu terliklerinin tokasındaki büyük­
çe tüyler dikkat çekiciydi. Göz göze bakışırlarken kadın cama
ağzıyla hoh yaptı ve buhar olan cama "Gel" yazdı. Müjde gü­
lümsedi ve içeri yöneldi.
Kapıyı açıp içeri girdiğinde biri lacivert, diğeri kırmızı iki
üçlü koltukta oturan, kostümleri don, sutyen veya gecelikten
ibaret kadınları gördü. Bakıştığı kadın camın önünden kal­
kıp kırmızı koltuğun kolçağına oturmuştu. Başı bağlı bir ka­
dın, elindeki viledayla yerleri siliyordu. Sesini kalınlaştıra­
rak iyi günler dedi. Kadınlar hep bir ağızdan selam verdiler:
"Hoş geldin. Gel bakalım koçum. Ağamızla ilgilen Sedat" de­
di biri. Hemen önünde çalışma masası gibi bir masa ve üze­
rinde yazarkasa vardı . Gözleriyle ortalığı süzdü Müj de. Du­
varda kırlarda koşan bir at resmi , bir Pirelli Takvimi , laci­
vert koltuğun hemen yanındaki bir masanın üzerinde içinde
dört Japon balığı bulunan bir akvaryum vardı . Yerler insa­
nın gözünü alan bembeyaz fayanslarla kaplanmıştı. Tam or­
tada duran elektrik sobasının üzerine kurusun diye iki sarı
bez asılmıştı. Tavandaki ampule akvaryumun ışıklandırma­
sı kadar bile önem verilmemiş, öylece çıplak bırakılmıştı. Se­
dat geldi. "Hoş geldiniz, buyurun. Tanıştınız mı arkadaşları­
mızla? Kimi istersiniz?" diye sorunca Müjde bir an cevap ve­
remedi. Yani belki bir çay falan içerler diye geçirmişti aklın­
dan. Ama tabii ne alakası var, burası genelev, kafe değil di­
ye toparladı aklını. Sesini kontrollü bir şekilde kalınlaştıra­
rak ve çok yüksek değil içine içine konuşarak, "Şu arkadaş"
diye işaret etti camın ardından kesiştiği kadını . Kadın aya-
151

ğa kalktı ve gülümsedi. " 100 TL alayım" dedi Sedat. Müj de


cebinden çıkardığı 100 TL'yi adama verdi . Adam parayı al­
dı, yazarkasaya koydu ve yazarkasada kestiği fişi Müj de'ye
uzattı : ''Yukarıya, altı numaraya çıkın, arkadaş birazdan ge­
lecek" dedi. Müjde hemen adamın arkasındaki merdivenlere
yöneldi.
Üst kattaki koridorda karşılıklı altı oda vardı. En sondaki
odanın kapısındaki altı numarayı görünce kapıyı açtı ve içe­
ri girdi. Odayı tavanda kırmızı bir ampul aydınlatıyordu. Ya­
tak duvara çakılıydı. Boya yapılırken sökülme gereği duyul­
madığı için uçuk mavi plastik boyanın kenarlarına bulaştığı
bir askılık, küçük bir gardırop, bir bacağı diğerlerinden baş­
ka küçük bir masa, masanın üzerinde sürahi ve iki bardak
vardı. Hemen telefonunu çıkardı ve kayıt tuşuna basıp ceke­
tinin gözlük cebine , ses alma kısmı yukarı doğru gelecek şe­
kilde koydu. Ceketi askıya astı. Üstünde kocaman gül desen­
leri olan turuncu zeminli perdeyi araladı. Genelevlerin bak­
tığı meydan yağmurdan dolayı boştu. Bir süre kıpırdamadan
durdu. Heyecanlıydı, heyecanını yatıştırmak için biraz su iç­
mek istedi ama ne idiüğü belirsiz bu yerde bulduğu suyu iç­
mekten vazgeçti, midesi kalktı. Her türlü mikrop olsa gerekti
etrafta. Burada nasıl yaşıyorlar, bu nasıl bir hayat diye geçir­
di aklından. Bu fikirlerden uzaklaşması gerektiğini düşüne­
rek beklemeye devam etti. Kapı iki kere tıkladı . Müj de "Bu­
yurun" dedi. Kadın içeri girdi. Müjde ayağa kalktı. Kadın eli­
ni uzattı:
"Sevda."
"Ali" dedi Müjde kalınlaştırdığı sesi titreyerek.
"Gerçek bir Ali misin? Yoksa başka bir adın var mı?"
"Gerçek bir Ali'yim. Peki sen gerçek bir Sevda mısın? Yok-
sa başka bir adın var mı" diye sordu Müj de.
"Elbette gerçek bir Sevda değilim" diyerek soyunmaya baş­
ladı kadın.
1 52

Önce üstündeki geceliği, sonra da arkasını dönerek külotu­


nu ve sutyenini çıkardı ve çırılçıplak Müjde'ye döndü. Müjde
bir erkek gibi kadını baştan aşağı süzerek onu beğenmiş gibi
çapkınca bir gülüş attı. Aslında bunu çalışmamıştı. Can hav­
liyle ve bir erkeği oynamanın verdiği tutkulu heyecanla doğaç­
layıvermişti. Kadın yatağa sırtüstü, boylu boyunca uzandı.
"Peki gerçekte kimsin?" diye sordu Müjde. Kadın yatakta
yan dönerek Müjde'nin gözlerine baktı bir süre.
"Sana ne" diyerek kıkırdamaya başladı.
"Doğru bana ne."
"Hadi soyunmayacak mısın?" diye sordu kadın. Müj de ya­
vaş yavaş yaklaştı kadına ve yatağın ucuna oturdu, kafası
yerde tiradını okumaya başladı.
"Beni lekeledi; yarım milyon zarara uğrattı. Kayıplarıma
güldü, kazançlarımı alaya aldı . Irkımı hor gördü, işimi bal­
taladı, dostlarımı soğuttu, düşmanlarımı kızıştırdı. Niçin mi
yaptı bunları? Yahudi'yim de ondan."
Kadın şaşkınlıkla yatakta doğruldu, kaşlarını çatarak
Müjde'ye dikkat kesildi, yatakta bir bankta oturan iki yaban­
cı gibi oturuyorlardı.
"Anlamadım?"
Müjde birden kadına döndü ve ayağa kalktı.
"Gözleri yok mudur Yahudi'nin? Elleri yok mudur Yahu-
di'nin?"
"Şişşşt otur yerine" dedi kadın, huzursuz olmuştu.
"Uzuvları, boyu bosu, duyuları, sevgileri, coşkuları?"
"Ne diyorsun lan?"
"Tıpkı bir Hıristiyan gibi aynı yemeklerle doymaz mı? Ca­
nını aynı silahlar acıtmaz mı?"
"Bir dakka, bir dakka? Tamam sakin ol otur şöyle" deyip
ayağa kalktı ve Müjde'yi yatağa oturttu tekrar.
"Şimdi anlat ne diyorsun?"
Müjde bir an durdu ve tiradı baştan oynamaya başladı:
1 53

"Beni lekeledi; yarım milyon zarara uğrattı. Kayıplarıma


güldü, kazançlarımı alaya aldı. Irkımı hor gördü, işimi bal­
taladı, dostlarımı soğuttu, düşmanlarımı kızıştırdı. Niçin mi
yaptı bunları? Yahudi'yim de ondan."
"Nerede yaşıyorsun sen? Nerede oldu?"
"Gözleri yok mudur Yahudi'nin? Elleri yok mudur Yahu­
di'nin?"
"Tamam onu anladık var. Sen şimdi bir sakin ol bakayım"
dedi kadın ve hızla külotunu giydi, sutyenini taktı ve geceli­
ğini üstüne geçirdi.
"Uzuvları, boyu bosu, duyuları, sevgileri, coşkuları?"
"Şişşşt tamam anladım tamam. Bekle orda" diyerek kes­
kin bir dille uyardı Müjde'yi ve kapıya yöneldi.
"Tıpkı bir Hıristiyan gibi aynı yemeklerle doymaz mı? Ca­
nım aynı silahlar acıtmaz mı?"
"Şişşşşt, tamam dedim. Yeter." Kadın kapıyı açtı ve aşağı-
ya seslendi.
"Sedaaaat. Sedaaaaat, Sedaaaat!"
Aşağıdan selendi Sedat:
"Evet."
"Bi baksana buraya."
Bu alışık oldukları bir durum değildi. Eğer bir kadın müşte­
risiyle odaya çekildikten sonra odadan sesleniyorsa bir sorun
var demekti. Genelevde herhangi bir soruna yer yoktu. Zaten
hayatın en dibinde var olma savaşı veren insanlar, yaşamda
sorunun merkezi olanlar yeni sorunlara tahammül edemezler­
di, sorun ihtimallerini anında def etmeleri gerekirdi. Sedat ve
diğer kadınlar bir sorun olduğunu anlayarak yukarı koştular.
Altı numaralı odaya girdiklerinde Müjde kafasını yerden kal­
dırmadan yatakta oturuyor, kadın ise ayakta, kapının tam di­
binde, gözlerini ondan ayırmadan dikiliyordu. Kadınlar ve Se­
dat odaya daldılar. Kadınlardan ikisi dışarıda kapının önünde,
üçü de odanın içindeydi. Sedat Sevda'nın yanına sokuldu.
1 54

"Nedir? Ne oldu?"
"Tuhaf tuhaf bir şeyler söylüyor."
"Ne söylüyor?"
"Anlamadım."
Sedat Müjde'ye yaklaştı :
"Ne oldu, hayırdır? Ne diyon?"
Müjde kafasını kaldırmadan tiradı oynamaya başladı.
"Beni lekeledi; yarım milyon zarara uğrattı . Kayıplarıma
güldü, kazançlarımı alaya aldı . Irkımı hor gördü, işimi bal­
taladı, dostlarımı soğuttu, düşmanlarımı kızıştırdı. Niçin mi
yaptı bunları? Yahudi'yim de ondan."
Odada herkes birbirine bakıyordu. Kadınlardan biri gül-
memek için kendini zor tutarak:
"Hadi buyur, cevap ver" dedi. Sedat girdi lafa.
"Eeee sonra?"
"Gözleri yok mudur Yahudi'nin? Elleri yok mudur Yahu­
di'nin?"
"Şişşşşt bana bak koçum. Daşşak mı geçiyon lan bizle? Ha-
di çık dışarı. Kalk, kalk."
"Uzuvları, boyu, posu, duyuları, sevgileri, coşkuları?"
Sedat sertleşti.
"Şimdi bir kayarım sana, o boyunu posunu sikerim senin . . .
Kalk!"
"Tıpkı bir Hıristiyan gibi aynı yemeklerle doymaz mı? Ca­
nını aynı silahlar acıtmaz mı?"
"Lan oğlum . . . Adamı hasta etme lan . . . Kalk siktir git."
Bu sırada dış kapı zilinin çalındığı duyuldu. Sedat kadın­
lardan birine kapıyı açması için işaret etti. Kadın aşağı inip
kapıyı açtı. Gelenler polisti. Genel kontrol, dedi polis. Kadın
polisleri içeri aldı.
"Buyrun ahi, ben hemen Sedat Ağabey'i çağırayım" dedi ve
hızla merdivenleri çıkarak altı numaralı odaya koştu.
"Sedat Ağabey, Sedat Ağabey, polis geldi. Genel kontrol dedi."
1 55

"Tamam, siz de gelin, görmek isterler. Sen de pılını pırtını


topla hadi bas."
Müj de cevap vermeden Sedat'ın suratına baktı. Sedat ön­
de, kadınlar arkada kıkırdayarak odadan çıktılar. Müjde oda­
da yalnız kaldı. Sedat ve kadınlar hızla aşağı indiler. Komi­
ser ve iki polis memuru onları bekliyordu. Sedat daha merdi­
venlerden inerken coşkuyla karşıladı polisleri :
"Komiserim hoş geldiniz."
"Hoş bulduk."
"Komiserim ne içersiniz?"
"Bir şey içmeyiz."
Kadınlar sobanın etrafına dizilmiş, üstlerine aldıkları hır­
ka, gecelik ve mont benzeri giysilerle çıplaklıklarını kapat­
maya uğraşıyorlardı. Polislerin müstehzi gülüşleri karşısın­
da disipline gönderilen öğrenci gibi mahcuplaşmışlardı.
"Çıkart evraklarını."
"Tabii komiserim."
Sedat hemen dolaptaki kalın mavi dosyayı çıkardı, komi-
sere uzattı.
''Var mı eksik?"
''Yok komiserim. Hepsi tam."
"Kontroller."
Bu sırada dosyayı açıp incelemeye başladı komiser.
"Düzenli yaptırıyoruz komiserim. Dosyada zaten sabit. . .
Muayenelerde sağlamız. Şükür sıkıntımız yok. Kahve söyle­
yeyim komiserim."
"Yok içmeyiz. Tamer sen çık yukarılara bir bak bakayım
var mı başka kimse. "
Polis Tamer yukarı doğru yol alırken, Sedat:
"Başka kadın içinse gerek yok komiserim, kaçak yok bizde.
Patron Selim Bey bu konuda ve muayenede çok hassas , biz­
zat kendi ilgileniyor. Altı kadınımız var komiserim, hepsi de
tertemiz. Evraklarda göreceksiniz zaten."
1 56

"Tamam baksın yine de. Yeni şube müdürü sıkı çalışıyor, de­
netim ekipleri oluşturdu. Bizi de hatta bizi denetleyeni de denet­
liyorlar. İş sıkı yani. Valilikten bir evrak gelecekti size geldi mi?"
''Yok gelmedi komiserim. Ne evrakı gelecekti?"
"Şimdi bak, Valilik 11 Zührevi Hastalıklar ve Fuhuşla Mü­
cadele Komisyonu yeni bir tarama ve inceleme yapacak. Sı­
kı denetime gireceksiniz. Hem kaçak kadın hem de temizlik­
le ilgili denetimler yapılacak. Komisyon geniş, uyandırayım.
Yani öyle tınvırı değil, Halk Sağlığı Müdürlüğü, Çevre ve Ça­
lışan Sağlığı Şubesi, Bulaşıcı Hastalıklar Şubesi, 11 Emniyet
Müdürlüğü . . . Hepsi var komisyonda. Sağlık ve kaçak çalıştır­
mayla ilgili gelecekler hazır olun."
"Biz sağlamız komiserim."
"Tamam bütün raporlar var. Kaçak kadın aman ha sakın."
''Yok komiserim, zaten Selim Bey'in en dikkat ettiği konu
o, kaçak bizde kesinlikle olmaz. Vesikalar dosyada, aha ka­
dınlar da orada. Bak altı kafa sayımız var."
"İyi ben uyandırayım da."
"Sağ ol komiserim. Biz buranın örnek eviyiz. Her şeyimiz
nizami."
Bu sırada merdivenlerden polis Tamer, elinde Müj de'nin
şapkası, bıyığı ve kolundan tutup getirdiği Müjde'yle iniyor­
du. Müjde başı önde korku dolu gözlerle etrafına bakıyordu.
"Komiserim, bakın ne buldum yukarda."
Sedat şaşkınlıkla ne diyeceğini bilemez ve kontrolü kaybet­
menin verdiği boşlukla birden "Kimsin lan sen!" diye bağırdı.
Komiser eliyle Sedat'ı durdurdu.
"Bir dakika, bir dakika. Sana soracağız onun kim olduğu­
nu. Hani lan kaçak yoktu?"
"Yok komiserim. Allah belamızı versin yok. Bak ben sana
anlatayım. Bu erkekti."
"Erkek miydi? Allah Allah! Eee, nooldu erkeğe de bir anda
kadın oldu?"
1 57

Bu sırada polis Tamer girdi lafa:


"Komiserim valla ben odaya girdiğimde ilkin erkekti. Ne
yapıyon burada dedim müşteri misin, dedim. Cevap vermedi.
Kimliğini ver dedim. Kimliğindeki fotoğrafı andırıyor ama tam
benzemiyor. Ne iş yapıyon, dedim. Yine cevap vermedi. Cevap
versene diye sıkıştırdım. Tuhaf şeyler söyledi. Şüphelendim . . .
Zaten bıyık d a tuhaf duruyordu bir çektim elimde kaldı."
"Ne söyledi?"
"Yahudi'ymiş, parasını almışlar, beni lekelediler falan di­
yor işte arkadaşlarına falan bunu rezil etmişler, Hıristiyan­
lardan falan bahsediyor."
Sedat telaşla:
"Komiserim müşteri gibi girdi. Aynılarını bize de söyledi
yukarıda. Böyle manyak manyak konuşuyordu."
Komiser Sedat'ın lafını kesti:
"Tamam dur bakalım."
Komiser Müj de'ye yaklaştı ve kılığını kıyafetini ve tipini
inceledi.
"Adın ne senin?"
"Müjde."
"Soyadın?"
"Aksu."
"Ne işin var burada?"
"Benim bir ödevim vardı da onun için geldim."
"Ne ödevi?"
Müj de tedirgin, heyecanlı bir şekilde kelimeleri yan yana
getirip cümle kurma telaşıyla:
"Okulda, hocamız, gerçek hayatta, hayatın akışında bir
anda tanımadığımız birine tirat okumamızı söylemişti, onun
için ben de ses kaydı yaparak . . . Gerçek insanlara okumak
için çıkmıştım."
"Bir dakka bir dakka. Orospuluğun fakültesi açıldı da sta­
ja mı geldin, ne okulu kızım, ne hocası bu?"
1 58

"Yok . . . Yani ben . . . . Fakülte derken, benimki konservatu-


var fakültesi."
"Eee niye erkek kılığına girdin?"
"Buraya girebilmek için."
"Sen bunları tanımıyorsun yani ... "
''Yok tanımıyorum."
"Bana bak kızım, doğruyu söyle doğruyu. Yalla yalan be-
yandan yakarım seni.
- Yok valla doğruyu söylüyorum."
Sedat:
"Komiserim vallahi bizimle alakası yok. Kovduk bunu za­
ten. Deli deli konuşuyordu. Ben de şoktayım valla."
Komiser Sedat'ın lafını sert bir şekilde kesip:
"Tamam bir dakika. Şimdi sen konservatuvarda okuyorsun,
hocan ödev verdi . . . Ne dedi hocan? Kerhaneye mi git dedi?"
''Yok, gideceğiniz yeri siz seçin" dedi.
"Sen de kerhaneyi seçtin."
"Evet."
"Kim bu hoca adı ne?
"Anton Beridze."
''Yabancı mı?"
"Evet, Gürcü."
"Gürcü . . . Evet . . . Sen de buraya geldin . . . Eee ne okudun?
Oku bakayım."
"Beni lekeledi; yarım milyon zarara uğrattı. Kayıplarıma
güldü, kazançlarımı alaya aldı. Irkımı hor gördü, işimi bal­
taladı, dostlarımı soğuttu , düşmanlarımı kızıştırdı . Niçin
mi yaptı bunları? Yahudi'yim de ondan. Gözleri yok mudur
Yahudi'nin? Elleri yok mudur Yahudi'nin? Uzuvları, boyu bo­
su, duyuları, sevgileri, coşkuları?"
"Tamam tamam kes. Alın bunu. Sedat sen de geliyorsun.
Kadınlar da geliyor. Şişşt çıkın üstünüzü giyinin. Ekiplere
haber verin evi mühürlesinler."
1 59

Sedat hızla:
"Komiserim yapma ne olur, biz tanımıyoruz bu manyağı."
''Valla amir affetmiyor, vesikasız kadın yakalarsanız geti-
rin diyor. Ben ne bileyim deli mi, bu kaçak mı? Karakolda çö­
zeceğiz."
"Komiserim vallahi deli gibi bir şey, ne olur mühürlemeyin."
''Yapacak bir şey yok."
Müj de, "Ağabey valla öğrenciyim ben" diyerek çantasını
hızla karıştırdı, pasosunu buldu, "Bakın bu da pasom."
"Heee inanayım mı? Kızım, üstündeki kimlik senin değil
pasoya mı inanalım. Yürü bakalım."
"Ahi. Komiserim ne olur. Yapmayın vallahi ödev için. Sedat
Ağabey'in de bir suçu yok."
"Tamam, suçunuz yoksa karakolda anlaşılır. Yürüyün. "
Üstlerini giyinmiş kadınlar geldiler. Hepsi başına y a tül-
bent ya da şapka takmıştı. Komiser polis Tamer'e:
"Şunun şapkasını ver, çıkarken ihtiyacı olacak."
Müjde hemen atladı:
"Neden ahi? Niye ihtiyacım olacak?"
Sedat:
"Komiserim yapma kapıda basın mı var?"
''Vallahi var. Bakanın son "Genelevleri kapatacağız" açık­
lamasından sonra küçük-büyük demiyorlar böyle kontrolle­
re bile damlıyorlar. Bakanın açıklaması Avrupa' da ses getir­
di. Herkesin gözü kerhanelerde ; kapatılacak mı, kapatılma­
yacak mı diye? Sen de evde kaçak çalıştırıyorsun."
"Vallahi kaçak yok komiserim ya, vallahi yok."
"Tamam bakacağız ona işte."
Müjde:
"Komiserim yapmayın. Beni götürmeyin ne olur. Babam
beni öldürür."
"Suçun yoksa bir şey olmaz. Tak şu şapkayı kafana. Yü­
rüyün ."
1 60

Komiser önde kadınlar ve Sedat arkada, Müjde'nin iki ko­


lunda iki polis, demir kapıdan çıktılar. Kadınlar kafaları­
nı önlerine eğerek yürürlerken elleriyle yüzlerini kapattılar.
Müj de yüzünü kapatmaya hamle etse de kolları tutulduğu
için yapamadı ve gazetecilerin objektiflerine yakalandı.

O günden sonra Müjde için hayat hiçbir zaman eskisi gibi


olmadı. Haber bültenlerinde "Genelev baskınında kaçak ka­
dın operasyonu" başlığında haberin ayrıntılı görüntüleri, er­
tesi gün gazetelerde fotoğrafları çıktı. Arkadaşları, akrabala­
rı, yakın çevresi ve ailesi ne diyeceğini bilemedi. Bu öyle bir
olaydı ki aileye geçmiş olsun bile denilemiyordu. İki gün sü­
rüdü gerçeğin anlaşılması. Aile o iki günde yıkılmıştı. Anne­
si, babası ve ağabeyi perişandı. Gerçek anlaşılmıştı, gazete­
ler tekzip yayınlamış, TV'ler de haberin yanlışlığını belirtip
gerçeği anlatmıştı. Ama hayat Müjde'ye, o 48 saat süren oros­
puluk kariyerini hiç unutturmadı. Aile kendini çok zor topar­
ladı. Bütün aile fertleri, bu olayı duyan herkese belki olayın
yanlışlığını anlatan haberleri ve tekzip yazılarını okumamış­
lardır diye anlatıp durdular. Bu kadar anlatınca Müj de'ye
daha çok yaklaştılar. Bu kadar yaklaşınca Müjde'yi daha çok
anladılar. Müjde'yi daha çok anlayınca mesleğini Müj de ka­
dar sevdiler. Bu abuk olay Müj de ile ailesi arasındaki bağı
sıkılaştırdı . Müjde okulu bitirdi . Özel bir tiyatroda oyuncu­
luk yaparken girdiği bir seçmede çok beğenildi ve haftada iki
bin TL'ye bir ağa dizisinde kahyanın kızını oynadı. Kazandı­
ğı para ve gelecekte daha çok kazanacak olma ihtimali ailesi­
nin yüzünü güldürdü. Dizinin 36'ncı bölümünde aşk yaşadı­
ğı ağanın oğluyla çılgınca seviştiği sahne evdekilere kötü ha­
tıraları anımsatsa da bunun bir dizi olması ve işin ucunda
orospuluk olmaması evdekilerin içine su serpti.
Bu dizideki performansı çok beğenilince bir senarist arka­
daşı, "Senin başından geçen şu genelev hikayesini dizi yapa-
161

hm. Dizinin birinci bölümü bu olay olacak ondan sonrasını


ben kurgulayacağım. İçine de güzel bir aşk koyduk mu süper
olur. Her yerde bağlantım var Ay Yapım, TMC, BKM , Med
Yapım, Sinegraf. . . biri mutlaka yapar" diye teklifte bulundu.
"Ay yok olmaz . O olayın travmasını yeni atlattık. Ailem
müsaade etmez" dedi Müjde.
"Kızım ne olacak sen o olayda masumsun. Hem başrol oy-
nayacaksın. En az 40 bin alırsın."
"Hadi yaaaa. Verirler mi?"
"Eee tabii. Bu dizi patlar kızım aklını kullan."
"Dur bakayım ben bizimkilere sorayım bi."
Müjde, ailesine konuyu açtığında, aile fertleri snki o ola­
yı yaşadıkları günkü gibi kahroldular. Müjde yaklaşık 40 bin
TL alacağını söylediğinde annesi, babası ve abisi önce kendi­
lerini, sonra birbirlerini ikna etti.
Müjde'nin senarist arkadaşı yaklaşık üç aylık bir çalışma
sonrasında diziyi yazdı. Daha önce boktan, üçüncü sınıf bir
komedinden başka hiçbir iş yapmamış olan KAZOR Yapım'ın
sahibi Kazım Orman'ın yapımcılığını üstlendiği dizi dördün­
cü bölümünden sonra kaldırıldı.
Bütün hikayeyi birinci bölümde kullanan senarist, ikinci
bölümde Müjde'yle Pezevenk Sedat arasında aşk başlatmış,
halk bu durumdan hiç memnun kalmamıştı. Ratingler yer­
lerde sürünüyordu.
Birkaç dizide daha oynayan Müjde, ağa dizisinde yakala­
dığı performansı bir daha bulamadı. Bu aralar menajeri vası­
tasıyla Arka Sokaklar'la tatlı bir dirsek teması var. Diziye bir
girerse var ya . . . Müjde yaşadı.
Çapkın

Mezarın üzerinde elini gezdirdi ve bir parça toprağı avucu­


nun içine alarak yuvarladı, kokladı, öptü. Annesinin elini öper
gibi hissetti, derin bir iç çekti ve toprağı tekrar mezarın üs­
tünde gezdirerek dağıttı. "Ahlı anam! Bıraktın beni bir başı­
ma, kimsem yok artık, ne eş ne dost ne akraba, yapayalnızım."
Hüsrev, babasını çocukken kaybetmiş, yirmi dört yaşında
genç bir delikanlı . Annesiyle Fener'de bir göz odalı evlerin­
de hem büyümüş , hem eve bakmış, hem annesine yarenlik
etmiş. Hayatın erebildiği güzelliklerini yaşamaktan da geri
durmamış. Bugün annesinin ölüm yıldönümü. İki senedir ya­
payalnız Hüsrev.
Kucakladığı mez arın üzerinde ağlarken gözyaşlarıyla
nemlenen toprak yanağına yapışmıştı. Ansızın abasının cebi­
ne bir elin girdiğini hissetti . Yanıldığını umarak dikkat ke­
sildi. Kıpırdamadan öylece durdu. El cebi iyice kurcaladı ve
en dipteki kırmızı elmayı buldu. Tam elmayı kavrayıp hızla
çektiği anda Hüsrev çevik bir hamleyle eli bileğinden yaka­
ladı. Arkasını döndüğünde gördüğüne inanamayıp öylece kal­
dı. Bileğini kavradığı şey bir maymundu. Kaçmaya hamle et­
se de bileğini kurtaramadı. Maymunun korkuyla Hüsrev'e,
Hüsrev şaşkınlıkla maymuna bakıyordu. Sanki cevap alabi­
lecekmiş gibi sordu Hüsrev, "Ne yapıyon?" Maymun, "İihi . . .
gı . . . gı . . . gı . . . " diye sesler çıkarmakla yetindi. "Nerden çıktın?"
diye sordu Hüsrev. Maymun yine, "İii . . . iii . . . iii . . . " diye bağır-
1 63

dı. Hüsrev nihayet soru sorduğu şeyin bir maymun olduğunu


fark etti. Gözünü ondan almayan maymunun bileğini bıraktı.
Hüsrev'in gözlerinde de korku vardı.
Maymun bir iki adım gerideki ağacın arkasına saklandı .
Siper alır gibi bir hareketle gövdesini sağlama aldıktan son­
ra başını yandan çıkarıp Hüsrev'e baktı. Hüsrev elini yavaş­
ça cebine attı , elmayı çıkardı ve yavaşça maym u na uzattı.
Maymun gözlerini Hüsrev'den ayırmadan dikkatle ve yavaş
hareketlerle ona yaklaştı ve uzanıp elmayı aldı. Hemen ağa­
ca tırmanarak kendisini taşıyabilecek ilk dala oturup yeme­
ye başladı. Hüsrev seri ısırıklarla elmayı yiyen maymunu bir
süre izledi. Şaşkınlığı geçtikten sonra annesiyle vedalaşmak
üzere eğildiği toprağı öptü. Elini toprakta gezdirirken göz­
lerini maymundan ayırmadan, "Haftaya gelirim yine anam"
dedi ve kalktı. "Hadi sana da eyvallah" dedi maymuna. Me­
zarlığın çıkışına yürümeye başladı. Birkaç adım sonra sırtı­
na isabet eden bir şeyin etkisiyle arkaya döndü. Yerde elma­
nın çöpü duruyordu. Maymun tek eliyle ağaç dalında salla­
narak sesler çıkarıyor ve sanki Hüsrev'e gülüyordu. "Ne var,
ne oldu?" diye sordu Hüsrev. Ağaçların dallarına atlaya atla­
ya Hüsrev'in yanındaki ağaca kadar geldi maymun. "Niye at­
tın?" diye sordu Hüsrev. Küçük bir çığlık attı maymun. Hüs­
rev döndü ve yürümeye devam etti. Maymun ağaçtan yere
atladı ve hızla koşup Hüsrev'i geçerek önünde durdu. Hüsrev
de durdu. Bakıştılar. Maymun birden koşmaya ba şladı. Ken­
disine doğru hızla koşan maymun karşısında tedirgin olması­
na rağmen istifini bozmadan dikilmeye devam etti. Maymun
Hüsrev'in paçasını tuttu, yukarı doğru tırmanmaya başla­
dı ve boynuna sarıldı. Maymun ve Hüsrev burun burunaydı.
"Ne oldu sevdin mi beni?" dedi Hüsrev. Maymun b irden sıkı­
ca sarıldı. Çok sıcak geldi bu sarılma, o da maymuna sarıldı.
Yıllardır birbirlerini görmeyen, birbirlerini çok seven iki ar­
kadaş gibi sarıldılar. Hüsrev maymunu koltukaltlarından tu-
1 64

tarak boynundan ayırdı ve onu iki elinin arasında sıkıca tu­


tarak, "Seni eve götüreyim mi?" dedi . Maymun, "İhi . . . ihi . . .
ihi . . . " diye çığlıklar attı. Hüsrev bunu evet saydı. Kucağında­
ki maymunla mezarlıktan çıktı.
Sene 1590, Hicri 999. Yavuz Sultan Selim zamanında fet­
hedilen yerlerden getirilen mallar arasında bazı canlılar
da vardı . Bu canlılar arasında en meşhuru da maymunlar­
dı. Maymunlar bazı nitelikleri sayesinde hem ev hayvanıydı
hem de işte kullanılırdı. Kasapların, kuyumcuların, bakkal­
ların, terzilerin yanında . . . Bu maymunlar zekalarıyla herkesi
kendilerine hayran eder, insana benzerliğiyle de bir akraba
gibi karşılanırdı. Sultan III. Murat devrinin zengin halk ta­
bakaları arasında süs ve oyuncak haline dönüşen maymunla­
rın en itibarlı oldukları yer donanmaydı. Görme yetenekleri
çok iyi olan maymunlar Osmanlı donanmasında gözcü olarak
kullanılıyordu. Donanma açıklarda korsan ihtimaliyle kar­
şı karşıyaydı sürekli. Ne de olsa devir yelken ve kürek dev­
riydi. Eğitimli maymunlar keskin gözleriyle gemi direkleri­
ne tırmanıp gözcülük yaparlardı. Daha uzakta bir nokta ka­
darken korsan gemilerini görür, ses çıkartarak uyarı sinyali
verirlerdi. Donanma bu sinyallere göre ya hazırlık yapar ya
da yön değiştirirdi . Hüsrev düşünüyordu, kimindi acaba bu
maymun? Kimden kaçmıştı?
Hamamcı Aliyül kesinlikle içeri bir maymun alamayaca­
ğını söylese de ısrarından vazgeçmedi Hüsrev. Kokuyordu
maymun. Kim bilir kaç gündür dışarılardaydı, bu halde onu
eve sokmak istemedi. Hüsrev ısrarını sürdürdü;
''Yapma, şuncacık hayvan, ne olacak? Hem insan gibi bak."
"Olmaz ! Hamam burası, insanlar yıkanıyor. Bugün sen
maymun getirirsin, başka biri at getirir, eşek getirir. Ben na­
sıl uğraşayım."
"Atla bu bir mi? Etme Aliyül, al şu hayvanı içeri. Bir köşe­
de yıkanırız, kimseye zararımız dokunmaz ."
1 65

"İskeçeli içerde."
"Anlaşıldı senin neden ciğerinin söndüğü. İçerdeyse içerde
çekil" deyip içeri girdi Hüsrev.
Soyunup dökünüp bir peştamalı beline bağladı. Bir peş­
tamal da maymuna aldı. Ayağındaki takunyaların kışkır­
tıcı sesiyle girdi hamama. Hamam taşının üstündeki tepsi­
de meyveler ve soğuk su dolu kurnaya yatırılmış şarap tes­
tileriyle alem yapan İskeçeli ve arkadaşları hayretle baktı­
lar Hüsrev'e. İskeçeli alaycı bir tonla arkalarından giren
Aliyül'e ;
"Yarından tezi yok biz de eşeğimizi getirelim. Eksiği yok
fazlası vardır, rahatlasın hayvan" dedi . Aliyül , tedirgin bir
şekilde;
"Ağam tutamadım. İlla yıkayacağım maymunu dedi."
"Çıkart o maymunu hamamdan! " diye sert bir şekilde dik­
lendi İskeçeli.
Beladır İskeçeli, gündüzleri ortalarda çok görünmez ama
geceleri arkasına aldığı birkaç zaptiyenin de gücüyle fenersiz
gezer, haracını alır, korku salar Balat'a, Fener'e. Küçükken
kayıkçı Hamdi'nin barakasında iki cilalı kürek için tutuştuk­
ları kavgada kendisini tek hamlede boynundan yakalayıp du­
vara vurduğu günden beri kinlidir Hüsrev'e. Her gördüğünde
alnında oluşan yumru gibi şişliği hatırlar. Hüsrev sakindir
ama bileği de güçlüdür. İtle kopukla işi olmasa da gözünü bu­
daktan sakınmaz . Belinde taşıdığı kamasıyla tavuktan baş­
ka bir şey kesmemiştir. Kamanın arada bir birilerinin gırt­
lağına çöktüğü yolundaki gıybete de mani olmaz . Bir gün o
kama bir gırtlakta sağdan sola bir sürme gibi çekilecek diye
korkar Hüsrev. Bu hayatta tek korkusu budur. Hüsrev sesin­
de tek titreme olmadan cevap verdi İskeçeli'ye :
"Gel de sen çıkart."
"İnsan yeridir burası, mahlukata yer yok."
"Eee sen çık o zaman dışarı."
1 66

İskeçeli kudurmuştu. Kurnadaki tası aldı, sertçe merme­


re vurdu. Bakır tas canlıymış da bir yeri acımış gibi sesler çı­
kararak mermerin üstünde sekti. Herkes ayaklandı. Altı kişi
İskeçeli'nin yanına sıralandı. Bütün bu olanlara aldırış etme­
yen Hüsrev maymunu kurnanın başına oturttu, "Sen burada
bekle kıpırdama olur mu?" dedi. Maymun Hüsrev'in bacağı­
na korkuyla sarıldı. Hüsrev bacağından kurtardı maymunu,
kafasını öptü, İskeçeli'ye doğru birkaç adım attı ve tam bur­
nunun ucunda durdu. Bakıştılar. Hamam kubbesinden mer­
mere dökülen damlaların sesi hırıltılı nefeslere karıştı.
"Şarap içmek yasak, dedi Hüsrev İskeçeli'nin ağzından al­
dığı kokuyla."
"Sana ne! "
"Tabii bana n e ama umumda şarap içtiğin duyulursa bu
beni ilgilendirir. Ders çıkarmam gerekir."
"Sanki sen içmiyon?"
"İçiyom."
"Eeee?"
"Ama sana çaktırmıyom. Şimdi itlerini de al, şu köşede ne
bok yiyorsanız yiyin, benim de canımı sıkmayın ki ben de şa­
rap içtiğinizi görmeyeyim. Zira şarap içtiği görülen bir kişi­
nin şarap içtiği için başına gelenleri en iyi şarap içenlerin bil­
mesi gerekir. Şarap içen kafasını bırakır belki içtiği yerde,
ama aklını daima başında tutmalıdır tekrar içmek istiyorsa."
İskeçeli bir göz işaretiyle yanındakileri dipteki kurnaya
gönderdi. Kendisi de burnundan soluyarak kurnaya yöneldi.
Hüsrev, "İskeçeli gürültü yapmayın, hayvan korkuyor" dedi.
Maymunu bir güzel yıkadı, kirini akıttı , duruladı, kuruttu.
Hamamdan çıkıp kabine geçtiklerinde yorgunluktan ve sı­
cak sudan maymunun gözleri kızarmıştı. Bir havlu kendi ba­
şına, bir havlu da maymunun başına bağladı. Aliyül'e sesle­
nip iki soğuk ayran istedi. Ayranlarını içtiler. Hüsrev üstü­
nü giyindi . Maymunu abasının içine soktu ve çıktı hamam-
1 67

dan. Hüsrev'in vücut sıcaklığında kendinden geçen maymun


uykuya daldı. Eve geldiler. Koynunda uyuyan maymunu ra­
hatsız etmeden yatağa yatırdı , üstünü örttü. Derin uyuyor­
du maymun. Hava kararmak üzereydi. İki mum yaktı. Mum
ışığı maymunun yüzünde dalgalanıyordu. Karnı aç mı acaba
diye düşündü ama uyandırmaya kıyamadı . Biraz ekmek ve
peynir aldı. Belki maymun da uyanır diye tabağa fazla faz­
la koyarak odaya geldi, sedirine oturdu ve maymunu incele­
meye başladı. Eli, ayağı, gözü, dudağı tıpkı insan gibiydi. Yı­
karken pipisi dikkatini çekmiş biraz incelemişti. Sanki sün­
netsiz insan pipisiydi . Yatağa yaklaştığı sırada bir hareket­
le yorganı üstünden attı maymun. Sıcaklamıştı belli ki. Elle­
rine baktı. Uzandı. Dokundu. Derisi sertti. İnsan eli gibi de­
ğildi ama benzerdi. Tırnakları daha koyu ve daha sertti; kol­
ları ince ama kaslıydı. Tutup çekince sanki içinden bir kol bo­
yu daha varmışçasına uzuyordu. Uyanmasın diye bıraktı ko­
lunu. Kulakları büyüktü. Saçları ve bıyıkları seyrekti. Burnu
sanki yoktu. Ağzı bir portakalın yarısı içerideymiş gibi dışarı
doğruydu. Eğer dudak denebilecekse dudakları vardı ama in­
cecikti. Eliyle üst dudağını hafifçe yukarı kaldırdı , dişlerine
baktı. Dişleri sararmıştı ama güçlü olduğu her halinden bel­
liydi. "Bu var ya, ısırsa çok fena yapar" diye düşündü bir an.
Her yeri kıllıydı. Sol el bileğinde kılların seyreldiği yerde bir
şey gözüne ilişti . Kılları iyice araladığında ortasında nokta
olan bir çember dövmesi vardı. Bir anlam veremedi. "İnsana
nasıl bu kadar benzer? İnsan kadar akıllı değildir herhalde"
diye düşündü. Bir süre daha inceledikten sonra mumu sön­
dürdü ve maymunun yanına kıvrılıp yattı.
Sabah çok büyük bir gürültüyle uyandı. Maymun çıldırmış
gibiydi. Hiç durmadan oradan oraya zıplıyor, tiz sesler çıka­
rarak odanın bütün köşelerine seri hareketlerle atlıyor, her
yeri dağıtıyordu. Hüsrev ne yapacağını bilemedi. Maymunu
yakalamaya çalıştıysa da beceremedi. Maymun büyük bir gü-
1 68

rültüyle içinde bakır tas ve tabakların olduğu tel dolabı de­


virdi ve içinden dökülen bir bakır tası yere vurarak gürül­
tü çıkartmaya başladı. Hüsrev yakalamak için hamle yaptı­
ğı anda perdeye atlayarak tutundu ve perdeyle beraber aşa­
ğı düştü. Oda darmadağındı ve maymun durmuyordu. Hüs­
rev dağınıklığın içinde hem ayakta kalmaya hem de maymu­
nu yakalamaya çalışıyordu. Bir an tam kolundan yakalaya­
cak gibi oldu ama kaçırdı. Maymun kapının önünde durup
zıplamaya ve kapıya vurmaya başladı. Hüsrev hızla kapıya
yöneldi , açtı ve maymun dışarı çıkar çıkmaz eğilip işemeye
başladı. Rahatlayan maymun pısmış hareketlerle içeri girdi
ve köşeye çekildi. En fazla bir dakika sonra yerde dünden ka­
lan peynir ve ekmek kırıntılarına yöneldi ve yemeye başla­
dı. Hüsrev hiçbir şey yapmadan seyretti. Hayvan açtı ve yer­
de bulduklarını iştahla yiyordu. O yerken Hüsrev odunluk­
tan bir zincir getirdi ve maymunun boynuna bağladı. May­
mun zinciri görünce çıldırdı ve boynundan çıkartmaya çalıştı
ama başaramadı. Hüsrev zincirin diğer ucunu kapının kolu­
na bağladı. Maymun kendini oradan oraya savurarak zincir­
den kurtulmaya çalıştı. Hiç durmadan yaptığı bu hareketler
Hüsrev'i sinirlendirdi. "Dur" dedi. ''Yapma" dedi. "Hayır" de­
di. Maymun durmuyordu. Büyük bir gürültüyle ve seri hare­
ketlerle oradan oraya zıplayıp duruyordu. Hüsrev çıldırmak
üzereydi. Zıplamaktan vazgeçmeyen maymunun eli bekleme­
diği bir anda Hüsrev'in gözüne çarptı. Canının acısıyla deli­
ren Hüsrev odanın içinde dönüp duran maymun tam önün­
den geçerken ona bir şamar attı. Maymun küçük bir kara si­
nek gibi savruldu. Yüzüstü yere kapaklanan maymun kıpır­
damıyordu. Sadece sırtı aldığı nefesle inip kalkıyordu. Yavaş
yavaş maymuna yaklaştı Hüsrev. Eğildi. Omuzundan tutup
sırtüstü çevirdi. Dudağı patlamıştı, kanıyordu. Göz göze gel­
diler. Maymunun gözleri ağlamak üzereymiş gibi dolu dolu,
"Bana bunu neden yaptın?" der gibi bakıyordu. Hüsrev eli-
1 69

ni ayağını nereye koyacağını bilemedi ve titreyen elleriyle


zinciri çözdü. Maymun zincirden kurtulur kurtulmaz kendi­
sini bir köşeye attı. İnsan gibi eliyle yarasına dokundu. Eli­
ne bulaşan kanı yaladı . Kafasını önüne eğdi ve korku dolu
gözlerle Hüsrev'e baktı. Titreyen bacaklarıyla maymuna yak­
laştı Hüsrev. Çok pişmandı. Yere çöktü, okşamak için yavaş
yavaş elini maymunun kafasına uzattı . Gözlerini bir an bi­
le Hüsrev'den ayırmayan maymun aniden bir tokat attı ona.
Tokat okkalı bir şekilde tam yanağının ortasına oturmuştu.
Şlaaak sesi kulaklarında çınlıyordu. Odanın diğer köşesine
kaçan maymun korku dolu gözlerle bakıyordu. Elini yanağı­
na götürdüğünde sadece sıcaklık hissetti Hüsrev, kan yoktu.
Maymun istese Hüsrev'in yanağını tırnaklarıyla yırtabilirdi
ama yapmadı . Bunu anladı Hüsrev, yere çöktü ve gözlerini
ayırmadan maymuna baktı. İkisi de derin derin nefes alıyor­
du. Maymun ani bir hareketle pencereye döndü. Orada bir
kertenkele gözlerini dikmiş maymuna bakıyordu.

Hüsrev, tüm gücüyle asıldığı küreklerle Haliç'te salınarak


Azapkapı'ya yol alan kayığı Yaren'le tavuk, horoz, güvercin
taşımıştı ama ilk defa bir maymunu taşıyordu. Kayığın bir
ucunda Hüsrev bir ucunda maymun oturuyordu. Hüsrev'in
gözü bazen utançla maymunun patlayan dudağındaki kuru­
muş kana takılıyordu. Ya yediği tokadın etkisinden ya da de­
niz korkusuyla kıpırdamadan duruyordu maymun.
Azapkapı Afrika'dan getirilen maymunların s atıldığı
dükkanlarla doluydu. Hüsrev dükkanlardan birine hibe ede­
cekti maymunu ama kime vermeliydi . Kucağında maymun
gezmeye başladılar. Sağlı sollu dükkanlarda maymunlar sa­
tılıyordu. Hapishane gibiydi. Kimisi boynundan, kimisi ba­
cağından zincire vurulmuş maymunlar, dükkanların önünde
veya içinde zincir şakırtıları ve çıkardıkları seslerle yakarı­
yorlardı sanki.
1 70

"Satıyor musun?" dedi bir maymun satıcısı Hüsrev'e sesle-


nerek.
''Yok. Öyle isteyene verecem."
"Bedava mı?"
"Hee."
"Ben alırım, bakayım" dedi ve maymunu Hüsrev'in kuca­
ğından alarak incelemeye başladı.
Önce orasını burasını yokl adı sonra sert bir şekilde
tezgaha yatırdı . Hareketlerinden bu işi sayısız kez yaptı­
ğı anlaşılan maymuncu, maymunu o kadar sert yatırdı ki
tezgaha, maymun "Ciyyk" diye ses çıkardı. Hüsrev davrandı;
''Yavaş birader kemiklerini kırcan!"
"Bir şey olmaz ."
"Olur. Onun canı ne ki?"
Aldırmadı maymuncu, tezgahta incelemeye devam et­
ti maymunu. Kollarına ve bacaklarına, ardından parmakla­
rına baktı. Ağzını açmak için zorladı ama maymun açmadı.
İyice zorladı . Maymun direnince elini pençe gibi yanakların­
da kıstırarak çenesini aşağı doğru kaydırmaya çalıştı. May­
mun "viyk"ledi.
"Ne yapıyon hayvana?
"Dişine bakacağım."
İyice sıkıştırılan hayvan can havliyle maymuncunun su­
ratına bir şamar aşk etti. Maymuncu burnunu tuttu. "Vay
deyyus ! " diye bağırarak tezgahın yanındaki sopaya davran­
dı. Tam maymuna vuracakken boğazına pençe gibi yapışan
Hüsrev'in eli onu nefessiz bıraktı.
"Ne yapıyon ulan sen. Sopayla mı vurucan , he, sopay­
la mı vurucan!" diye bağırdı ve adamı yere bıraktı. Yere ka­
paklanan ve öksürmeye başlayan maymuncu, iki büklüm içe­
ri kaçıp su içti. Hüsrev maymunu kucağına aldı , maymun
Hüsrev'e sarıldı, oradan uzaklaştılar.
Başka bir dükkanda, maymunu incelemek isteyen may-
1 71

muncu onu almak için hamle yaptığında maymun sıkıca


Hüsrev'in boynuna sarıldı. Maymuncu almadı ve kucağında
incelemeye başladı ve bileğindeki dövmeyi gördü.
"Ooo donanma maymunu bu, gözcü maymun, bak bileğin­
de işareti var. Nereden buldun bunu?"
"Ben bulmadım o beni buldu."
"Hımın çok iyi gözcüdür bu. Tehlikeyi uzaktan görür haber
verir. Kaçmış demek ki. Satıyor musun?"
''Yok satmıyorum. Al senin olsun."
"Olur" dedi maymuncu.
Hüsrev uzattı, maymuncu aldı. Hüsrev arkasını döndü git­
ti. Daha birkaç adım gitmişken öyle bir çığlık duydu ki ko­
şarak geri döndü. Maymun acı acı bağırıyor ve olduğu yer­
de zıplıyor, adeta "gitme" diyordu Hüsrev'e "Vazgeçtim ben
maymunu vermekten" dedi ve aldı adamın elinden. May­
mun hemen sarıldı Hüsrev'e ve kafasını koynuna soktu. Hüs­
rev sıkıca sarıldı ona, hızla çıktılar Azapkapı maymun paza­
rından. Kayığa binip evlerine yol aldılar. Artık maymundan
başka kimsesi yoktu Hüsrev'in, kimsesi yoktu maymunun
Hüsrev'den başka.
Eve yaklaştıklarında hava kararmak üzereydi . Bulutlar
müsaade ederse ayın sureti Haliç'e aksedecekti az sonra, do­
lunay vardı . Evi tek odaydı ama cumbası denizin koynuna
sokuluyordu. Hüsrev'in en büyük keyfi bu cumbada Madam
Narod'tan aldığı şarapları yudumlayarak akşam keyfi yap­
maktı . Madam Narod, Hüsrev'in evinin hemen karşısındaki
sarı-beyaz boyalı erguvanlarla çevrili iki katlı cumbalı kona­
ğın sahibi ve Hüsrev'inki dahil olmak üzere Fener'de altı evi
daha olan, yine Fener'de kendisine ait dükkanda terzilik ya­
pan bir Ermeni'ydi. Çok iyi bir terzi olan Madam Narod'a sa­
ray ve çevresinden yoğun ilgi vardı. Saraya çağırıldığını söy­
ler, Sultan Murat'a diktiği kaftanla övünür, ama kaftanı sul­
tanın üstünde göremediğinden yakınır; dualarında Tanrı'dan
1 72

o kaftanı sultanın üstünde görmeyi dilerdi. Hüsrev'den ne­


redeyse bedelinin onda biri kadar kira alıyor ve elleriyle ya­
pıp mahzene yatırdığı şarapları da üç kuruşa veriyordu.
Hüsrev'in kimsesizliği Madam Narod'un yüreğini sızlatıyor­
du. Üstelik faydası vardı Hüsrev'in ona. Sakindi ama gözü­
karaydı. O buraya taşındığından beri iti kopuğu geçemez ol­
muştu mahalleden. Mesela İskeçeli bir senedir hır çıkarta­
mıyordu. Eve her yaklaştığında kalbi hızlı atardı Hüsrev'in.
Çaktırmadan Madam Narod'un evinin ikinci katındaki pen­
cereye bakar, bazen perde arasından sokağa bakıyormuş gibi
yapan Madam'ın kızı Lili'yle göz göze gelirdi. Lili . . . Güzel Li­
li. Simsiyah saçlarının arasından bakan, Haliç'ten daha ma­
vi, masmavi iki güzel gözle karşılardı Hüsrev'i. On dokuzun­
da evlenmiş, kocası ölünce yirmisinde dul kalmıştı . Bugün
pencerede değildi. Ömrünün sonuna kadar o pencereye bak­
mak isteyen gözlerini tam devirecekken kapının açılma se­
siyle irkildi. Lili kapıdaydı. Çok güzeldi. Kalbi hızla çarpma­
ya başladı. Lili Hüsrev'in yüreğinin sıkıştığını her seferinde
anlıyor, hızlıca söze girerek ona sakinleşecek birkaç saniye
bırakıyordu.
"Maymun mu aldın?"
"Yok almadım. O beni mezarlıkta buldu. Donanmada ça­
lışmış, işi gözetlemekmiş, düşman geldiğinde bağırarak ha­
ber verirmiş. Ben de dikeceğim camın önüne. Hırsız , it kopuk
geldiğinde haber verecek. Madam Narod'un mahzenine dada­
nan hırsızı yakalayacağım."
"Ah! Ne güzel. Ne akıllı maşallah. Geceleri rahat uyuyaca­
ğız desene. Kucağıma alabilir miyim?
"Tabii buyur."
Maymunu uzattı Hüsrev. Lili temkinli bir şekilde aldı.
Maymun Lili'nin kucağına oturup gözlerine bakmaya baş­
ladı . "Bana bakıyor" dedi . "Evet sevdi seni" diye cevap ver­
di Hüsrev. Lili maymunu çocuk gibi kucağında tutarken,
1 73

maymun başını Lili'nin göğsüne yasladı . "Çok tatlı. Uyku­


su var galiba." Maymun birden dudaklarını öne doğru uzatıp
Lili'nin boynundan öptü. Lili irkildi, Hüsrev şaşırdı. "Aaa öp­
tü beni" dedi Lili. "Çok özür dilerim. Hemen alayım ben onu"
diye atıldı Hüsrev. "Ne beis var? Çok tatlı bir maymun. Ney­
le besleniyor bu?"
Lili ve Hüsrev sohbet ederlerken maymun Lili'nin boynu­
na küçük öpücükler konduruyor, Lili gıdıklanıyormuş gibi ir­
kiliyordu. Maymunu izlemekten kendini alamayan Hüsrev'in
verdiği cevaplar yarım yamalaktı. Maymun Lili'nin boynun­
da bir yere dudaklarını sabitledi ve öpücükle emikleme ara­
sında bir hareket yapmaya başladı. Lili sohbete dalmıştı ve
bu hareketi sanki hissetmiyordu. Maymun bir an emikledi­
ği yeri bıraktı ve Hüsrev'le göz göze geldi. Lili'nin boynu mo­
rarmıştı. Bütün gün maymunla neler yaptığını anlatan Hüs­
rev o an bir ibadet gibi gözlerini Lili'den ayırmak istemez­
ken mecburen maymuna bakmak zorunda kaldı . Maymun
Hüsrev'in gözlerinin içine bakarak elini yavaş yavaş Lili'nin
memesine doğru uzatmaya başladı. Lili o an bir şey anlatı­
yordu ama Hüsrev'in gözlerinin memelerine doğru hareket­
lendiğini gördü. Maymun elini memenin üstüne götürdüğün­
de durdu. Hüsrev gözleriyle "çek elini" oradan gibi bir ha­
reket yaptı . Lili bu hareketi anlamsız buldu. Maymun ya­
vaş yavaş elini Lili'nin memesinin üstüne koydu ve okşama­
ya başladı. Lili şaşkınlıkla irkildi. Hüsrev'in gözü kararmıştı.
Utancından ne yapacağını bilmiyordu. Maymuna hafif bir to­
kat attı ve onu Lili'nin kucağından aldı.
"Ayyy vurmasaydın. Hayvan o, bir şey olmaz."
"Kusura bakma, Lili. Tabii bir hayvan, ama sizi rahatsız
etti. Affediniz."
"Ne kusuru? Ben onu çok sevdim. !
"Bu arada siz konuşurken boynunuzu morarttı."
"Aaaa gerçekten mi? Seni çapkın seni . Ne garipler değil
1 74

mi? İnsan desen insan değil ama ne çok benziyor. Sanki ko­
nuşacak, bize bir şey söyleyecek gibi. Adı ne bunun?
"Adı yok. Maymun demişler hep."
"Olur mu canım bu kadar akıllı ve üstelik çapkın bir may-
munun bir adı olmalı."
"Sen koy o zaman adını."
"Madem bu kadar çapkın, adı da Çapkın olsun."
"Tamam olsun. Biz sizi daha fazla rahatsız etmeyelim. İyi
geceler."
"İyi geceler. İyi geceler Çapkın."
Hüsrev, Çapkın kucağında Lili'nin yanından ayrıldı, tam
karşıdaki kendi evinin kapısını açtı ve içeri girerken tekrar
baktı Lili'ye, el salladılar birbirlerine.
Masada bir testi şarap, ayıklanmış bir tabak ceviz, bir bar­
dak ve dolunayın denize vurup içeri doğru yansıyan ışığı. Do­
lunay olduğunda mum yakmazdı Hüsrev. Sabah saatlerine
kadar şarap içerek ve hayal kurarak geçirdiği dolunaylı gece­
lerin son zamanlarda değişmez bir hayali vardı, Lili. Testiye
uzandı bir bardak şarap koydu, ilk kadehi bir nefeste içti, ağ­
zına bir parça ceviz attı. Tel dolabın üstüne tüneyen Çapkın'a
baktı . Seslendi , "Şşiit Çapkın, Ç apkın, Çapkın . . . " Maymun
sesin geldiği yöne baktı . Masaya yöneldi ve Hüsrev'in tam
karşısındaki tabureye oturdu. Masadaki cevizlerden birini
alıp ağzına attı.
Vakit gece yarısına yaklaşmış Hüsrev ikinci testi şara­
bı içmeye başlamıştı. Kendisine şarap doldurduktan sonra
Çapkın'ın su içmesi için yere bıraktığı tası aldı, içindeki su­
yu camdan döktü ve tasa şarap doldurup önüne koydu, "İç
bakalım Ç apkın Efendi" dedi . Ç apkın şarabı bir dikişte iç­
ti ve hemen zıplamaya başladı . Tadını çok sevmişti. Hüsrev
tekrar doldurdu tasını . Çapkın tam tası almak için kolunu
uzattığında Hüsrev bileğini yakaladı, göz göze geldiler, "Ba­
na bak Çapkın Efendi, çok sevimli bir maymunsun, akıllısın.
1 75

Seni sevdik ama bir daha asla Lili'yi öpmeyeceksin, meme­


lerini ellemeyeceksin, tamam mı? Maymunsan maymunlu­
ğunu bil. " Çapkın anlamsızca Hüsrev'e baktı . Hüsrev kolu­
nu bıraktı Çapkın'ın. İkisi birden kafalarına diktiler şarapla­
rı ve bardakları aynı anda vurdular masaya . . . Çapkın bir an­

da pencereye doğru hareketlendi, Hüsrev bu harekete şaşır­


dı ve ardından pencereye yanaştı. Kertenkele seri hareketle
kaçtı. .. Gece lacivert-beyazdı.
Birkaç günlük uyum sürecinden sonra Ç apkın, Hüsrev'e
de hatta mahalleye de alıştı . Hüsrev kayığına uzun bir di­
rek takıp üzerine Çapkın için bir de oturak yaptı. Evet bel­
ki Haliç'te korsanlar yoktu ama Çapkın için turistik bir se­
yir oluyordu. Direğe tırmanıyor, aşağı iniyor, oynuyordu. Çok
mutluydu. Hüsrev'le karşı yakaya insan taşıyorlardı. Sevim­
liliği ve zekasıyla mahallenin sevgilisi olmuştu. Geleli henüz
üç ay olmasına rağmen tüm mahalleyi öğrenmiş, herkesi ha­
fızasına kazımıştı . Bakkal Ahmet'e, kasap Kirkor'a yardıma
gidiyor, mahallede çocuklarla oyun oynuyordu. Karşısına çı­
kan bütün kertenkeleleri kovalıyor, mahallede onun ne za­
man bir kertenkele yakalayacağına dair bahis oynanıyordu.
Tabii ki her defasında komisyonunu alıyordu. Bazen kiliseye
ayine gidiyor, bazen camide namaz kılanların arasına karı­
şıyor, kimi zaman bir atlının arkasında geziyor, kimi zaman
gözden kaybolup kuytulara sakladığı yemişleri yiyordu. Ar­
tık tam bir Fenerliydi Çapkın.
Evde kendi yatağı vardı ama genelde sabahları erken kal­
kıp Hüsrev'in koynuna girer, oyunlar oynayarak onu uyan­
dırırdı . Beraber kahvaltı yapar, evi toparlar, kayıkta bera­
ber çalışırlardı. Hüsrev'in kayığı "Maymunlu Kayık" adını al­
mıştı bile . Müşteriler Ç apkın'a yemiş, meyve falan getirir­
di. Çapkın et yemeye bile alışmıştı . Kirkor'a yardım ettiğin­
de eve eli boş dönmez, pirzola, biftek, bazen de uykuluk geti­
rirdi. Etleri pişirir, güzel bir testi şarapla midelerine indirir-
1 76

lerdi. Ç apkın şarabın sarhoşluğunu ilk zamanlar tam anla­


yamamış , ama anladıktan sonra da vazgeçememişti. Şarapla
sarhoş olduğunda çok eğlendiriyordu Hüsrev'i. Bir keresinde
sarhoş olup teldolabın üstünde sızmış ve aşağı düşmüştü. Ay­
da bir hamama gidiyorlardı. Bazen de beraber bahçede ısıt­
tıkları bir kazan suyla birbirlerinin sırtını keseleyerek yıka­
nıyorlardı.
Yalnızlığını bir kader, bir alın yazısı olarak kabul eden
Hüsrev, Çapkın geldikten sonra yüzünü güneşe dönen ayçi­
çeği gibi ısındığını hissediyordu. Evde artık bir ses, bir ne­
fes vardı. Üstelik Çapkın sayesinde Lili'yle daha sık görüşü­
yorlardı. Hatta Hüsrev bu durumu planlıyor, Çapkın'ı Lili'yle
görüşebilmek için kullanıyordu. Bir gün kayıktan dönerken
kapının önünde yine Lili'yle karşılaştılar. Ç apkın koşarak
Lili'nin kucağına atladı ve tepesine çıktı. Hızlı ve heyecan­
lı hareketlerle oyunlar yaparken Lili'nin başındaki yazmayı
boynuna doğru kaydırdı. Lili'nin simsiyah saçlarını o kadar
açık ilk defa gördü Hüsrev. Saçlardan gözlerini alamadı . O
kadar güzeldi ki ! Sanki güneş kapkaraydı ama yine de göz­
lerini alıyordu. Lili telaşla yazmasını düzeltti ve yine başını
bağladı. Hüsrev, güneşi gidince, Lili'yi utandırmamak için yi­
ne bir ayçiçeği gibi, kafasını önüne eğdi. ''Yaramaz Çapkın. Al
bakalım" diyerek cebinden fıstık çıkardı Lili. Çapkın fıstıkla­
rı görünce sevinçten çığlık attı ve avucuna aldığı fıstıklarla
yere indi, oturup yemeye başladı. Lili de yere oturup onu iz­
lemeye koyuldu. Bir müddet sessiz Çapkın'ın fıstık yemesini
izlediler. Hüsrev yalı kazığı gibi ayakta dikilmesinin saçma
olduğunu düşündü ve çömeldi.
"Ne garip değil mi? Tıpkı insan gibi. Bize bu kadar benze­
yen bir hayvan daha yok. Elleri ayakları, ağzı burnu, kulak­
ları" dedi Lili.
"Evet, bir tek konuşamıyor. Bir de çok kıllı. Sanki o da in­
sanmış da, bir suç işlemiş, Allah da onu cezalandırmış gibi."
1 77

"Belki de biz bir suç işlemişizdir de Allah bizi cezalandır­


mıştır. Baksana şuna, keyfi yerinde . Onun için hayat fıstık
varsa çok güzel."
''Ya fıstık yoksa?"
"Fıstığın yokluğu aklına gelirse sorundur. Aklına gelir mi
bu garibin? Zannetmem. Sen hiç sevdiği bir şeyin yokluğunu,
yoksunluğunu hisseden bir hayvanın dertlendiğini gördün
mü? Aklına gelmesi lazım. Hayvanın aklına gelmez ki anca
gözüne ilişir. Hayvan anlık yaşar."
"Ne güzel aslında hiç derdi yok."
"Tabii yaaa. İnsan dert sahibidir. Hayvandan farkı da bu­
dur. O yüzden belki de cezalandırılan biziz."
Ç apkın iştahla fıstıkların kabuklarını soyarak birer bi­
rer ağzına atarken Lili cebinden bir avuç fıstık daha çıka­
rıp yarısını Hüsrev'e verdi, yarısını da kendi yemeye başla­
dı. Sustular, fıstık kabuğu soyulma sesiyle Çapkın'ı izliyor­
lardı. Hüsrev'in gözleri bir an Lili'nin gözlerine takıldı. Kalbi
hızla atmaya başladı. O kısa an, kayığıyla Lili'nin gözlerinde
uzun bir yolculuğa çıktı. O mavilikte dalgalarla boğuşurken
kendini düşündü. Kayıkta Çapkın da vardı ve Lili'nin gözle­
rindeki deniz o kadar dalgalıydı ki gözetleme direğinden su­
ya düştü. Hüsrev üstünü çıkarıp suya atladı. Çapkın'ın ne işi
vardı Lili'nin gözlerinde bilmiyordu. Bütün bedeniyle Lili'nin
gözlerindeydi, yüzüyordu. Çapkın o direkten denize düşmese
o denize dalamazdı Hüsrev. Yoksa Çapkın ikisinin de kade­
ri miydi? Lili'nin gözleri Hüsrev'den Çapkın'a döndü. Hüsrev
bir süre daha gözlerini alamadı Lili'den. Onun sadece ken­
disine değil başka bir şeye bakarken bile ne kadar güzel; as­
lında onun her yaptığının, her şeyinin ne kadar güzel oldu­
ğunu düşündü. Lili'nin dokunduğu, baktığı her şey güzel ge­
liyordu Hüsrev'e. Misal, kayanın üstünde oluşmuş bir yosu­
na baksa orada uçsuz bucaksız , mis kokulu çiçeklerin oldu­
ğu bir orman görüyordu. Lili'nin baktığı, herkesin üstüne ha-
1 78

sarak geçtiği kaldırım taşı bir yakuta, o kaldırım taşının baş­


ka bir kaldırım taşıyla omuz omuza verdiği, araya karınca­
ların yaptığı yuva bir saraya dönüşüyordu. Biraz daha bak­
tı Hüsrev, doyamadı. Lili bir süredir Çapkın'a bakıyordu. Bu
Hüsrev'in ona doya doya bakmasına fırsat vermişti ama ar­
tık buna bir son vermesi gerekiyordu. Gözlerini, coşkulu tö­
ren alaylarıyla okyanusa açılan bir geminin veda hüznüy­
le Lili'den ayırdı ve Lili'nin o an bakıp güzelleştirdiği tara­
fa döndü.
Aman Allah, o da ne! Lili şaşkınlıkla Çapkın'a bakıyor ve
kafasını kaldıramıyordu. Hüsrev gördüğü şey üzerine şo­
ke olmuştu. Ne diyeceğini nasıl davranacağını bilemiyordu.
Çapkın fıstıkları yerken oturduğu yerde erekte olmuştu. Yani
fıstık yerken bunu nasıl yapabiliyordu? Üstelik zamanı mıy­
dı? Bu güzel anı bu şekilde nasıl kirletiyordu? Üstelik erek­
siyon durmamıştı , pipisi büyümeye devam ediyordu. İkisi
de ne yapacağını bilemedi. Lili kafasını kaldırdı ve Hüsrev'e
baktı, yüzü kıpkırmızıydı. İkisi de bu olay o an olmuyormuş
gibi yapamadı. Lili sessizliği bozdu.
"Hayvancağız. Yazık. Bilmiyor ki."
"Tabii canım nereden bilsin. Öyle oluyor kendiliğinden."
"Bak ne güzel utanmıyor da. Onun yerine biz utanıyoruz."
''Ya ya. Bizi utandırdı."
"Gördün mü, onun utancının yükünü bile biz taşıyoruz.
Gerçekten cezalı olan biziz ."
Bu sırada Çapkın eliyle pipisini tutup sallamaya başladı.
Aslında komik bir hareketti . Hüsrev bir erkek arkadaşının
yanında olsaydı çok gülerdi ama Lili'nin yanında yerin dibi­
ne girdi ve Ç apkın'ın kafasına bir şaplak attı. "Şiişşt! Yap­
ma oğlum, ne yapıyorsun, Çapkın rahat dur!" Çapkın şapla­
ğı yiyince elinde sallama işini daha da abarttı. Hüsrev üstün­
deki abasını çıkartıp bu durumu örtmek için Çapkın'ın üstü­
ne attı. Fakat abadan sıyrılan Çapkın bir anda Lili'nin kolu-
1 79

na yapıştı ve sürtünmeye başladı. Hüsrev gördüklerine ina­


namıyordu ne yapacağını bilemedi. Lili de şaşkındı , kolu­
nu Çapkın'dan kurtarmaya çalışıyordu ama Ç apkın çok sı­
kı sarılmıştı. Hüsrev hemen müdahale etmek için atıldı. As­
lında Lili'nin koluna dokunması, hem de mahallede kapı
önünde çok sakıncalıydı. Eğer biri görürse iyi olmazdı ama
eğer dokunmazsa Çapkın işi abartabilirdi. Hüsrev, bir eliy­
le Çapkın'ı çekip diğer eliyle Lili'nin kolunu Çapkın'dan ayır­
mak için kendine doğru çekiyordu. Ne kadar yumuşaktı ve
ne kadar narindi Lili'nin kolu. O kolun bir gün boynuna do­
landığını hayal etti. Çapkın çok sıkı yapıştığı kola kenetlen­
miş bırakmıyordu. Lili'nin kolunun kemiğini hissetti Hüsrev,
bir an parmak uçları koltukaltına değdi Lili'nin , sıcacıktı .
Hep orada kalmak istedi. Bir an "ah" dedi Lili. Hüsrev istem­
sizce fazla sıkmıştı Lili'nin kolunu. Çok utandı, çok sinirlen­
di. Kendisinin dokunmaya kıyamadığı, dokunduğunda adeta
büyülendiği o kolu Çapkın iğfal etmek istiyordu. Bu tam bir
tecavüzdü, işgaldi . Hüsrev diğer eliyle Çapkın'ın kıçına öyle
sıkı bir çimdik attı ki Çapkın çığlıklarla bıraktı Lili'nin kolu­
nu. Hüsrev ensesinden tuttuğu Çapkın'ı abasına sardı.
"Kusura bakma Lili. Biz artık eve gidelim."
"Tamam peki . Ama dövme Çapkın'ı olur mu? O bilmiyor,
yazık. Bilmeden yapıyor, hayvan nasıl olsa."
"Tamam dövmem. Tabii canım hayvan yani. Hadi iyi gece­
ler."
"İyi geceler. "
Hüsrev kucağında Çapkın'la eve girerken kapı önünde son
kez bakışıp gülüştüler Lili'yle. Çapkın'ı evde abasının için­
den çıkarıp yere attı Hüsrev. "Ulan ölüyü diriyi siktin, gö­
zünü Lili'ye mi diktin, puşt? Bu ne hareket, yavşak! Utan­
cımızdan yerin dibine girdik senin yüzünden. Bir daha böy­
le bir hareket yaparsan keserim çükünü senin. Anladın mı?"
Ç apkın yüzüne anlamsızca bakıyordu. "Bu akşam sana şa-
1 80

rap yok, cezalısın" dedi Hüsrev. Ç apkın gözlerini ayırma­


dan Hüsrev'e bakıyordu, çok masumdu. Hüsrev'in içi bur­
kuldu bir an, "Hiç bakma öyle vermeyeceğim sana şarap. An­
ladın mı?" Çapkın kafasını öne eğdi ve birden kertenkeley­
le göz göze geldi . Kertenkele hızla kaçtı. Çapkın da onu ko­
valamak için atıldı. Kertenkele pencereden dışarı kaçtı. Çap­
kın da peşinden atladı . Hüsrev camdan arkalarından baktı
ve Çapkın'a seslendi, "Çapkın çok uzaklaşma . . . Tamam vere­
ceğim . . . Gel hadi" dedi ve bir müddet Çapkın'ın ve kertenke­
lenin kovalamaca oyununu pencereden izledi. Hallerine gü­
lümsedi ve şarap getirmek için odadan çıktı. Soğukluktan bir
testi şarap aldı. Aklı cebindeki Lili'nin verdiği fıstıklardaydı.
Bu gece o fıstıklarla şarap içecekti. Bu gece mezesi aşktı.
O danın kapısını açıp içeri bir adım atmıştı ki gördüğü
manzara karşında ne yapacağını bilemeyip gerisingeri dışarı
çıktı. Ç apkın yer minderiyle halvet oluyordu. İnanılmaz bir
şeydi gördüğü, ne yapacağını bilemedi. Sokak kedileri ve kö­
peklerini bu şekilde pek çok kez görmüştü ama bir maymu­
nu ilk defa görüyordu. Maymun neredeyse insan gibi yapı­
yordu. Kapıyı tekrar araladı, aralıktan kafasını hafif uzattı
ve baktı. Evet gördüğü doğruydu, Çapkın yastığı "Vauv, va­
uv, vauv" diye tuhaf sesler çıkararak iğfal ediyordu. Hüsrev
kapıyı kapattı, elinde bir testi şarabı ve cebinde fıstıklarıy­
la dışarı çıktı. Hava soğuktu. Evinin küçük bahçesinde yere
oturup şarabını içmeye başladı. İlk fıstığını ağzına attığında
sanki Lili'nin kolunu ısırmış gibi hissetti. Fıstığı çok yavaş
yedi. Gökyüzüne baktı, gece koyu lacivertti ama yıldızlar yü­
züne yüzüne parlıyordu. Şarabını yudumlarken Lili'yi de ha­
yaline aldı ceplerinde biraz fıstık bir yıldıza doğru yürüdüler.
Hüsrev sabah erken kalkmış , bahçede Çapkın'ın dün ge­
ce iğfal ettiği yastığı yıkıyordu. Henüz uyanan ve cama çı­
kan Çapkın Hüsrev'i görünce çığlık attı. Hüsrev kafasını kal­
dırdığında pencereden sallanan Ç apkın'ı gördü. "Günaydın
181

beyim günaydın. Sabah-ı şerifleriniz hayrolsun. Buyurmaz


mısınız? Bakın hanımınızı yıkıyorum. " Ç apkın şımarık ha­
reketlerle zıplamaya başladı ve bir anda aşağı atladı. İnsa­
nın yapamayacağı hareketleri yapıyordu bu insan gibi hay­
van ve insan tabii ki buna çok şaşırıyordu. Hüsrev'in boynu­
na sarıldı Çapkın ve boğuşmaya başladılar. Yaramaz iki kar­
deş gibi yerde yuvarlanıyorlardı. Ç apkın bu boğuşma esna­
sında Hüsrev'i ara ara öpüyordu. Öpücükleri salyalı ve ka­
ba olduğu için huylanıyordu Hüsrev ama yine de bu sevgi­
ye karşılık veriyor, o da ara ara öpüyordu Çapkın'ı. Bir anda
bahçe duvarına doğru hareketlendi Çapkın. Duvarın üstün­
de bir şey yakalamaya çalışıyordu. Ne olduğuna dikkat ke­
sildi Hüsrev anlayamamıştı. "Ne oluyor lan ne yapıyorsun?"
diyerek yaklaştı ama Çapkın seri hareketlerle duvarın üstü­
ne Qıktı. Hızla aşağı inen bir kertenkele olduğunu gördü Hüs­
rev. "Şiiişşşt bırak, kovalama. Kertenkele iyidir, börtü böceği
yer. Hadi gel" dedi. Zaten hızla hareket eden kertenkeleyi ya­
kalaması mümkün değildi Çapkın'ın. Yakalasa ne yapacaktı
ki? Oyun içindi onun kovalamacası. Kapı çalındı. Çapkın aç­
tı. Gelen elinde bir tepsiyle Lili'ydi.
"Günaydın. Annem peynir yaptı, biraz da sıcak ekmek.
Hüsrev'e götür dedi."
"Teşekkür ederiz. Madam Narod'un ellerinden öperim."
Hüsrev tepsiyi alırken eli Lili'nin eline çarptı . Lili eli­
ni çekmedi. Bu, bir belki iki saniye sürdü. Ama Hüsrev'i bı­
raksalar yaşlanacak kadar uzun bir zamandı. Hüsrev tepsi­
yi içeri götürürken Çapkın Lili'nin kucağına atladı ve boynu­
na sarıldı. "Çapkın, canım benim. Sana da günaydın." Ç ap­
kın Lili'yi öpmeye başladı.
"Hüsrev, Çapkın bugün benimle kalabilir mi?" diye sordu
Lili, Hüsrev şaşırdı.
"Tabii ki kalabilir."
"Akşam da kalsın ama gece ben yatırırım onu."
1 82

"Tamam peki. Sen nasıl istersen."


"Teşekkür ederim. Gel bakalım Çapkın, annem de çok se­
vinecek. "
Ç apkın v e Lili gittiler. Ç apkın arkasına bile bakmadı.
Hüsrev biraz bozuldu bu duruma ama Lili'nin mutlu olma­
sı her şeyden önemliydi . Hüsrev bütün gün yalnız çalıştı . O
kadar alışmıştı ki Çapkın'ın varlığına hep yokluğunu hisset­
ti. Direğin tepesine gitti gözü sık sık, Çapkın'ı aradı. Her ge­
len müşteri Çapkın'ı sordu. Ona meyve ve yemiş getirenler
Hüsrev'e Çapkın'a yerdirmesini tembihleyerek bıraktılar.
Akşama doğru eve geldiğinde hafif bir ıslık çaldı. Çapkın ve
Lili cama çıktılar. Çapkın, "İhu, ihu" diye yalandan ses çıkar­
dı ama hemen içeri gitti . Lili de Hüsrev'e el sallayarak içeri
geçti. Hüsrev yalnız başına eve girdi. Ev çok sessizdi. Hüzün­
lendi, şarabını tek başına içti.
Sabah uyandığında Ç apkın'ın yokluğunu daha çok his­
setti Hüsrev. Elini yüzünü yıkadı , kendine kahvaltı hazır­
ladı . Gözü Çapkın'ın tabağına takıldı . Tabağın boş olma­
sı Hüsrev'e dokundu, kerata gelsin artık dedi içinden. Kah­
valtısının ilk lokmasını ağzına atmıştı ki kapı çalındı , koş­
tu açtı. Lili ve boynuna sarılmış Çapkın kapıdaydı, gülümsü­
yorlardı. Lili Çapkın'ı Hüsrev'in kucağına verdi, "Al bakalım
yaramazı. Hadi hayırlı işler" dedi ve gitti. Hüsrev kucağın­
da Çapkın'la bakakaldı bir süre Lili'nin arkasından. Çapkın
atladı Hüsrev'in kucağından ve birden evin camına tırma­
nıp içeri girdi. Hüsrev, "Hey! Hadi gidiyoruz. Kayık bizi bek­
ler. Hey!" diye seslendi arkasından. Çapkın oralı bile olmadı.
Hüsrev yukarı çıktı, odaya girdiğinde Çapkın çoktan uykuya
dalmıştı. "Allah Allah, uyumadı mı bu gece acaba?" dedi için­
den. Uyandırmaya kıyamadı. Kapıyı sessizce kapattı ve kayı­
ğa gitmek için evden çıktı. Bütün gün aklında Çapkın vardı.
Hasta mıydı acaba? Yoksa başka bir şey mi oldu? Akşam hız­
lı adımlarla evin yolunu tuttuğunda düşünceliydi. Bahçe ka-
1 83

pısmı hızla açtı, eve girdi, yukarı çıktı, kapıyı açtı. Ç apkın
odada yoktu. Telaşlandı. Odada dip bucak Çapkm'ı aradı. Ca­
mın önüne bakmak için perdeyi açtığında camın açılmış ol­
duğunu gördü ve tam karşısında Lili'lerin evinin camında iki
surat Hüsrev'e gülümsüyordu. "Bu gece de benimle kalabilir
mi?" diye sordu Lili. Çapkın, Lili'nin boynunda mutluluk gü­
lücükleri atıyordu. Orası Hüsrev'in en çok olmak istediği yer­
di ama orada hep Çapkın vardı . "Tabii ki ne zaman istersen
kalabilir. " Bunu hiç istemeden söyledi ama söyledi işte . Za­
ten her şey onun değil Çapkm'm istediği gibi oluyordu. Ertesi
sabah yine aynı tarife gerçekleşti. Lili getirdi Ç apkm'ı, Hüs­
rev aldı , Çapkın hızla yukarı çıktı ve uyudu. Bu sefer Hüs­
rev birden, "Nasıl geçti geceniz?" diye soruverdi. "Çok güzel­
di. Eğlendik" dedi Lili. Sanki bir şey saklıyordu, öyle hissedi­
yor.clu Hüsrev.
Lili ve Çapkın sürekli vakit geçirir hale gelmişlerdi. Çap­
kın haftada üç-dört gece Lili'nin yanında kalıyor evde kal­
dığı gecelerde ise mutsuz oluyor ve Hüsrev'le ne oyun oynu­
yor ne de şarap içiyordu. Erkenden kalkıp Lili'nin yanına git­
mek için hareketleniyordu. Artık eskisi gibi kayığa da gel­
miyordu. Birkaç kere Hüsrev kolundan tutup götürmek is­
tese de o ayağını sürümüş ve gözleriyle Lili'nin penceresi­
ne doğru kilitlenip "İhu, ihu" diye sesler çıkartarak Lili'nin
kendisini kurtarması ve yanma alması için adeta yalvarmış­
tı. Bunlar Hüsrev'in zoruna gitmeye başlamıştı. Hem Lili'ye
hem Çapkm'a, hem de ikisinin ilişkisine duyduğu kıskançlık
kontrolden çıkıyordu.
Bu böyle yaklaşık kırk gün sürdü. Hüsrev iyice yalnızlaştı,
yalnızlaştıkça doldu, doldukça patlama noktasına geldi. Ön­
celeri Çapkın Lili'ye yaklaşmasını sağlıyordu ama şimdi ne
Lili'yi doğru düzgün görebiliyor ne Çapkm'la vakit geçirebi­
liyordu. Onun isteği üçünün beraber mutlu olmalarıydı ama
Lili ve Çapkın onu aralarına almıyorlardı. Çok kızgındı. Za-
1 84

ten kırılgan bir yapısı vardı, kimsesizdi. Bu sefer hem yalnız


hem yaralıydı. O gün kayığa çıkmadı. Evde bütün gün şarap
içip sızdı . Ertesi gün uyandığında başı ağrıdan çatlıyordu.
Evi havalandırmak için pencereyi açtı. Lili'lerin evi ile ken­
di evi arasındaki küçük ve dar çıkmaz sokakta Lili ve Ç ap­
kın çaputlardan yapılmış bir topla oyun oynuyorlardı. Lili to­
pu atıyor Çapkın hızla gidip getiriyordu. Lili topu üç-beş ki­
şinin ancak bir saatte çıkartabileceği yerlere atıyor, Ç apkın
anında alıp geliyordu. Lili kahkahalar atıyordu. Çapkın her
getirdiğinde Lili topu daha zor yerlere atıyordu. Bir an yine
çok hareketlendi Çapkın ve duvara tırmandı. "Çapkıııın ra­
hat bırak zavallı kertenkeleyi" diye seslendi. Ama ne müm­
kün. Kertenkele hızla kaçıyor, Çapkın görülmemiş bir çevik­
likle onu takip ediyordu.
Çok güzel giyinmişti Lili. Onu her gördüğünde tutkusu da­
ha çok artıyor, onsuz bir hayatın ölümden beter olduğunu dü­
şünüyordu. Lakin son zamanlarda kıskançlık, tutku, sevgi,
kızgınlık hepsi içinde bir hamur gibi yoğruluyordu. Bir süre
onları izledi. Yavaşça pencereyi kapattı, hüzünlendi ve sedire
uzanıp gözlerini kapattı.
Öğlen vakti, sokaktan gelen telaşlı insan sesleriyle uyan­
dı Hüsrev. Anlam veremedi, hızla deniz tarafındaki pencere­
den sokağı kolaçan etti. İnsanlar hızlı adımlarla yürüyor, bir­
kaç kişi de Hüsrev'in evinin önünde konuşuyordu. Hüsrev se­
ri adımlarla aşağı indi, yüzüne bir su vurduktan sonra bahçe
kapısını açtı . Kapının önünde Bakkal Yakup , Sütçü Memik
ve Hacı Salim Amca kısık sesle konuşuyorlardı. Hüsrev'i gö­
rünce bir anda sustular.
"Gel Hüsrev gel" dedi Hacı Salim Amca, "Çapkın nerede?"
diye sordu. Hüsrev şaşkındı, "Ne oldu ki?" Bakkal Yakup lafı
aldı, "Hüsrev, efendimiz Sultan Murad'ın imamı Molla Abdül­
kerim Efendi bütün maymunların idamına emir verdi. Azap­
kapı basılmış, dükkanlardaki bütün maymunlar ağaçlarda
1 85

sallandırılmış. Şimdi de Galata'daki maymun dükkanlarını


basıyorlarmış . Evlerde beslenen maymunları ağaçlara asın,
yok eğer biz yakalarsak hem maymunu asarız hem de sokak
ortasında maymun sahibini kırbaçlanz" diyorlarmış .
"Neden? N e sebeple? Maymun idam m ı edilirmiş? O bir
hayvan."
"Abdülkerim Efendi Fatih Camii'nde cuma vaazında demiş
ki: Bu maymunlar fena işlerde kullanılabilir."
"Ne gibi fena işler?"
"Yani işte, kadınların erkeklerin bu maymunları cimada
kullanabileceğini ve hatta gayrimüslimlerin kullandığıyla il­
gili vaaz vermiş, herkesi kışkırtmış. Cuma çıkışı da arkasına
aldığı eli sopalı satırlı yüzlerce kişiyle önce Azapkapı sonra
da Galata'daki dükkanlara hücum etmişler. Dükkanları ya­
kıp· yıkmışlar, yakaladıkları maymunları ağaçlara asıp idam
ediyorlarmış Hüsrev, Çapkın'ı saklayalım."
Hüsrev şoke olmuştu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Bir an­
da bedenindeki bütün kan beynine hücum etmişti, kulakla­
rı kıpkırmızı olmuş , burnu ve gözleri arasında ha patladı ha
patlayacak bir gözyaşı denizi oluşmuştu. Gözleri anlamsız
bakıyor, Bakkal Yakup'u boğmak ile öpmek arasında gidip­
geliyordu hisleri. Boğazında bir yumru peyda olmuştu, ne ağ­
zından dışarı çıkacak ne aşağı gidecek gibiydi. Bir anda Ma­
dam N arod'un evine koşmaya başladı. Kapıyı çıldırmış gibi
yumrukladı. Madam Narod kapıyı açtı. Hüsrev kadını iterek
içeri daldı. Yukarı çıktı. Lili'nin odasının kapısını kırarcası­
na açtı. Derin derin nefes alıyordu Hüsrev. Beyninden geçen­
leri kontrol edemiyordu. Ölebilirdi, hatta ölümlerden ölüm
beğenebilirdi . Sakat kalabilirdi. İki kolu iki bacağı kesilebi­
lir, gözleri dağlanabilirdi. Bıraksalar kızgın yağ dolu bir ka­
zana atlayabilirdi. Ama bu olamazdı, bu hayatta ne olmasın
istersin diye sorsalar Lili ve Çapkın beraber olmasın bile di­
yemezdi, bu aklına gelmezdi . . . Gerçekten aklına gelmez miy-
1 86

di? Kaç gündür aklından aslında minicik bir kum tanesi ka­
dar bile olsa geçen şüphe bu değil miydi? Bu aklının ucundan
bir karartı olarak bile geçtiğinde hemen başka şeyler düşü­
nüp bu düşünceden uzaklaşmıyor muydu? Onu da sinirlen­
diren zaten bunun olma ihtimali ve şu an içinde olduğu du­
rum değil miydi? Şu an bu hayatta olmaması gerektiğini dü­
şündü. Deli bir yanı vardı Hüsrev'in. Bir gün su yüzüne çık­
ması gerekirse padişaha, hatta ne padişahı tüm dünyaya ka­
fa tutabileceğini bildiği, nedenini anlayamadığı bir deli yan . . .
Siyah, lacivert bulutlar geçiyordu gözünün önünden. Lili ve
Çapkın'a bakıyordu o bulutların arasından. Martılar çığlık
çığlığaydı kulaklarında. Şaşkınlıkla bakan Lili'ye "Ne yapı­
yorsunuz siz burada?" diye sordu.
Ç apkın koşarak Hüsrev'in kucağına atladı ama Hüsrev
elinin tersiyle öyle bir vurdu ki Çapkın havalanıp o ilk gün
gibi sinek misali yere yapıştı. Kaşı patlamıştı. Lili gözlerine
inanamadı ve hemen yerde yatan Çapkın'a koştu. "Anne bez
getir, çabuk bez getir" diyebildi . Eliyle Çapkın'ın kaşından
akan kanı durdurmaya çalışıyordu. "Ne yapıyorsun sen Hüs­
rev. Niye vurdun garibe? Bak kanıyor" diye çıkıştı . Yüzünde
hiçbir duygu ifadesi olmayan Hüsrev adeta donmuştu. Soru­
yu tekrarladı:

"Asıl siz ne yapıyorsunuz burada?"


"Ne demek ne yapıyorsunuz? Ne diyorsun Hüsrev, anlamı­
yorum, ne demek ne yapıyorsunuz?"
Bu sırada Madam Narod bir parça bez getirmiş Çapkın'ın
kaşına bastırıyordu.
"Bak hayvanı yaraladın. Yazık değil mi, o seni ne kadar se-
viyor."
"Lili siz ne yapıyorsunuz burada?"
"Hüsrev ne diyorsun anlamıyorum."
Lili annesinin yanına gitti ve ikisi beraber Çapkın'ın kaşı­
na, yaranın açıklığına bakarken ansızın Hüsrev Lili'nin ko-
1 87

lundan sertçe tutarak kaldırdı ve onu pencereye doğru götür­


dü. Göz göze burun burunaydılar. İkisi de derin derin nefes
alıyordu. Hüsrev aklından geçen kelimelerle düzgün bir cüm­
le kuramıyordu.
"Lili siz . . . Çapkın . . . Bir şey yaptınız mı?"
"Ne? Bir şey yaptık mı?"
"Lili bak dilim varmıyor. . . Çapkın sana ilişti mi?"
"Nasıl?"
"Lili, Çapkın'la senin aranda bir şey oldu mu?"
Lili Hüsrev'in ne demek istediğini anlamıştı nihayet ama
duyduklarına inanamıyordu, dili tutulmuş gibiydi.
"Lili bak. Abdülkerim Efendi cuma vaazında gayrimüslim­
lerin maymunlarla cima ettiğini söylemiş. Bu yüzden bütün
maymunları idam ediyorlarmış.
Lili çok büyük bir öfke hissediyordu. Çapkın'ın kaşından
akan kanın aynısı Lili'nin sanki kalbinde akıyordu. Birden
öfkeyle annesine , "Anne Çapkın'ı bırak! " diye seslendi. Ma­
dam Narod anlamsızca baktı, "Bırak dedim anne . Yanından
uzaklaş . " Madam Narod Çapkın'ın kaşına tuttuğu bezi ye­
re bıraktı ve ayağa kalkıp uzaklaştı. "Çapkın. Bana bak" de­
di , Ç apkın'ın şişmiş sağ gözü kapanmıştı , kanıyordu hala.
"Çapkın bu kaç?" diye sordu Lili elinin parmaklarıyla üç ya­
parak. Çapkın üç kere, "İhi, ihi, ihi" diye ses çıkardı. Bu se­
fer iki elinin parmaklarıyla yedi yaparak sordu Lili . Ç ap­
kın tek gözüyle biraz bekledikten sonra yedi kere "ihi" dedi.
"Çapkın dolabın üstüne çık." Çapkın komutu alır almaz do­
labın üstüne çıktı . Lili cebinden bir kısa çöp bir de uzun çöp
çıkardı , "Çapkın gel buraya. Kısa çöp hangisi?" dedi. Ç ap­
kın dolaptan atlayarak Lili'nin yanına geldi ve hemen kı­
sa çöpü seçti . "Ç apkın beni ne kadar seviyorsun?" Çapkın
kollarını iki yana, sanki sonsuzluğu anlatırmışçasına açtı.
"Ç apkın Hüsrev'i ne kadar seviyorsun?" Yine aynı hareke­
ti yaptı. Lili artık seri bir şekilde komut vermeye başlamış-
1 88

tı. Ç apkın her komuttan sonra hızla Lili ne derse ya yapıyor


ya da cevap veriyordu. Şaşkınlıkla izliyordu Hüsrev. Lili'nin
gözleri dolmuş, sesi titriyor, ağlamamak için kendini zor tu­
tuyordu. "Hadi bakalım şimdi de Hüsrev'e bugün gösterece­
ğimiz sürprizi yapalım. " Ermenice neşeli bir şarkı söyleme­
ye başladı Lili ve Çapkın'a doğru yaklaştı. El ele tutuştular
ve dans etmeye başladılar. Ayakları uyum içindeydi, odanın
içinde ahenkle dans ediyorlardı . Hüsrev büyük bir suçluluk
duygusuyla onları izledi. Lili dans ederken ağlıyordu. Hüs­
rev bir an ölecek gibi hissetti ve o da ağlamaya başladı . . . Li­
li ve Çapkın'ın dansı bitip iki arkadaş birbirlerine sarılınca
Hüsrev dayanamadı ve odadan hızla çıktı.
Sütçü Memik'ten atını istedi Hüsrev. Memik arabasına
bağlı atı çözdü anında, arabanın yüklüğüne istiflediği eyeri
çıkardı, atı eyerledi . Hüsrev ata bindiği gibi dört nala sür­
dü. O kadar hızlı gidiyordu ki gözünden akan yaşlar rüzgarın
da serinliğiyle yanağını kesecekmiş gibi hissettiriyordu.
Unkapanı'na geldiğinde gördükleri karşısında nefesi kesil­
di, çenesi titremeye başladı. Söylenenler doğruydu. Ağaçlar­
da, elleri arkadan bağlanıp boyunlarından dallara asılmış
bir sürü maymun vardı. Bazı ağaçlarda o kadar çok vardı
ki rüzgarın da etkisiyle gariplerin cansız bedenleri sallana­
rak birbirine çarpıyordu. Atını Hüsrev hiç durmadan sürdü
Eminönü'ne, Çemberlitaş'a, Ahırkapı'ya, Nuruosmaniye'ye ,
Kumkapı'ya , S amatya'ya, Ç arş amba'ya ve tekrar indi­
ği Eminönü'nden atını bağlayıp bindiği kayıkla Karaköy'e ,
Azapkapı'ya, Galata'ya.
Gördükleri karşısında dehşete düştü Hüsrev. İnsanlar
büyük bir hüzünle dolaşıyordu sokaklarda. Ahırkapı'daki
maymun dükkanlarındaki bütün maymunlar ağaçlarda sal­
lanıyordu. Maymun dükkanlarında ağlaşanlar vardı . İnsan­
ların sürüdükleri ayaklarının çıkardığı seslerden başka bir
ses duyulmuyordu. Ağaçların dibinde Fatiha okuyan insan-
1 89

lar görüyordu. İlerde azgın bir kalabalık gördü hemen oraya


koştu. Koca bir ağacın dibinde elleri ayakları bağlanmış bir­
çok maymun gözlerinin önünde kendisinden önce asılan di­
ğer maymunları görüp çığlıklar atıyor, iplerden kurtulma­
ya çalışıyor, yetmiyormuş gibi azgın kalabalıktaki , ağzın­
dan salyalarını akıtan bazı vahşi soysuzlar tarafından tek­
meleniyor ve hakaretlere maruz kalıyorlardı. Maymunların
teker teker nasıl idama götürüldüğünü izledi Hüsrev. Beyaz
kaftanlı biri vardı . Maymunların ipini o çekiyor, her çekti­
ğinde daha çok hırslanıyordu. Etrafa bağırarak toplumun
büyük bir şerden kurtulduğunu, Allah'ın kendilerini ödül­
lendireceğini, kendisinin padişah efendisine ve kullarına ne
büyük bir hizmette bulunduğunu anlatıyor, ahaliye may­
munları saklamamalarını salık veriyor ve saklayanların ce­
zalandırılacağını söylüyordu.
"Abdülkerim Efendi bu işte" dedi Hüsrev'in yanındaki yaş­
lı bir adam. Çok üzgün görünüyordu. "Deyyus! Neymiş? Mil­
let maymunlarla 'o işi' yapabilirmiş , hatta gayrimüslimler
yapıyormuş. Nereden duydun ulan gavat? Hiç duymadım ben
böyle bir şey. Olsa duyardık. Ya kendi karısı yapmıştır ya da
buna selam veren birinde görmüştür bu pezevenk . . . Yoksa
biz duymadık . . . Vallahi da billahi da duymadık . . . Önce mil­
let duyar. . . Duymadık, yeminle duymadık . . . Allah'ın yarattı­
ğına ettirdiği muameleye bak . . . Bu mu imam, buna mı soru­
luyor din? Ey güzel Allahım sen bizi affet" deyip ellerini aça­
rak Fatiha okudu. Bir kopuk, yaşlı adamın yanından geçer­
ken bir anda durdu ve Fatiha okumasını izledi , dua bittik­
ten sonra adama yaklaşarak "Fatiha hayvana okunmaz da­
yı" dedi. Adam büyük bir öfkeyle suratında meymenet olma­
yan kopuğa bakara, "Tamam, sen öldüğünde okumayız o za­
man" dedi. "Ne diyon dayı, akıllı ol" diye yaşlı adama dikle­
nirken Hüsrev araya girdi ve kopuğun burnunun dibine girip
gözünün içine bakarak, "Sana mı soracağız lan. Şeyhülislam
1 90

mısın sen? Siktir git buradan" dedi. Hüsrev'in gözünden çı­


kan ateşi gören kopuk sessiz bir şekilde uzaklaştı.
Hüsrev boynu bükük, kırgın, yorgun, üzgün, bitik bir hal­
deydi. Fener'e döndü. Ç apkın'ı saklamalıydı . Mahalleli ele
vermez , hatta yardım ederdi de, ya sonra? İstanbul'da başka
maymun kalmamıştı ki, Çapkın hemen belli olacaktı. Hayva­
nı sürekli evde tutmak olmazdı.
Mahalleye döndüğünde herkes sokaklardaydı. Binlerce ki­
şilik maymun katliamcısı güruhun yaptıkları konuşuluyor­
du her köşede. Hüsrev, at üstünde yavaş yavaş mahalleye gi­
rerken herkes ona bakıyordu. Madam Narod'un kapısını çal­
dı ve Ç apkın'ı istedi. Madam Narod beklemesini söyledi ve
biraz sonra kucağında Çapkın'la geldi. Çapkın'ın kaşını kafa­
sından da destek alarak pansuman yapıp sarmışlardı. Kuca­
ğına almak için hamle yaptığında Hüsrev'e gitmek istemedi
Çapkın, titriyordu. Hüsrev kahroldu. "Özür dilerim, çok özür
dilerim Ç apkın. Oğlum affet beni . Gel hadi" diyerek tekrar
bir atak yaparak aldı. Çapkın Hüsrev'in boynuna sarıldı, ka­
fasını koynuna soktu. Herkes onlara bakıyordu. Hüsrev evin
bahçe kapısını açtı ve içeri girdiler. Eve girdiklerinde ikisi de
bitikti. Çapkın'ı yatağa yatırdı. Perdeyi kapatmak için pence­
reye yöneldiğinde karşı pencereden onlara bakan Lili'yle göz
göze geldi. Müthiş bir utanç hissetti. Lili tülü çekti yavaş ya­
vaş . Hüsrev perdeyi kapattı ve yatağa kıvrılıp Çapkın'a sarı­
larak gözlerini kapattı. Uykuya daldılar.
Abdülkerim Efendi ve kışkırttığı binlerce kişi İstanbul'un
sokaklarını adım adım gezip, nerede bir maymun görse­
ler ağaçlara asmaya devam ettiler. Abdülkerim Efendi'nin ,
"Maymun yeri ihbar eden ödüllendirilecektir! " vaadine uyan
birçok kişi saldırganların işini kolaylaştırıyordu . . . O güzelim
ağaçlar cehennem toprağında yetişen, zehirli meyveler veren
berbat nesnelere , güzelim İstanbul ise bir kara masalda kö­
tülüklerin hakim olduğu korkunç bir ülkeye dönüşmüştü.
191

Büyük bir gürültüyle uyandı Hüsrev ve Çapkın. Akşam ol­


mak üzereydi . Hüsrev hızla yataktan kalkıp pencereden dı­
şarı baktığında korktuğunun başına geldiğini gördü. Şaşırdı.
Bu kadar erken olmasını beklemiyordu. Aşağıdaki azgın gru­
bun önündeki Abdülkerim Efendi mahalleye etkileyici hita­
betiyle konuşma yapıyordu. Hüsrev perdeyi kapattı Çapkın'ı
kucağına aldı ve yorganın altına girdi . Birbirlerine sıkı sı­
kı sarıldılar. Hüsrev ağlıyordu. Gözyaşlarını yalıyordu Çap­
kın. Hüsrev Çapkın'ı öptü, öptü, öptü. Aşağıdan büyük bir
gürültü geldi . Kapı kırıldı. İçeri bir anda onlarca kişi daldı.
Oda kapısı da azgın kalabalığın ayaklarının altında eziliyor­
du. İçeri girenler ağız dolusu küfür ve şiddetle Hüsrev'i ve
Çapkın'ı aşağı indirdiler. Hüsrev ve Çapkın birbirlerine sıkı
sıkı sarıldılar ve hiç bırakmadılar. Sanki bir toz bulutunun
içine hapsolup yağmur olmayı bekleyen bir zerreydiler.
İkisini de yerlerde sürüklediler, sövdüler, dövdüler. İki­
si de acı hissetmiyordu. Ellerinden tutup atları bağladıkla­
rı duvara çakılmış demir halkalara bileklerinden bağladı­
lar Hüsrev'i , gömleğini yırttılar, Abdülkerim Efendi oracık­
ta kesti cez asını , "Kırk kere kırbaçlanacak" dedi . Kafasını
Lili'nin penceresine doğru çevirdiğinde göz göze geldi sev­
diğiyle. Lili ağlıyordu. Hüsrev güldü ona. Kafasını öbür ta­
rafa çevirdiğinde sırıtan pis bir ağız gördü kalabalığın ara­
sında. Gözleri o pis ağızdan bütün surata incelemeye koyul­
duğunda anladı İskeçeli tarafından ihbar edildiğini. İlk kır­
baç darbesiyle birlikte Ç apkın'ın boynuna da ilmiği geçirdi­
ler onu ve Hüsrev'in kapısının önünde yıllardır duran kes­
tane ağacına astılar.
Ertesi gün bütün mahalleli Hüsrev'in ağzından çıkacak sö­
zü bekliyordu. Hüsrev yaralıydı. Çapkın ağaçta sallanıyordu.
Hiç konuşmadı Hüsrev, Çapkın'ı ağaçtan indirdi, soğuk bede­
nine sarıldı, yürümeye başladı. Bütün mahalleli peşine takıl­
dı, kimseden çıt çıkmıyordu. Mezarlığa girdi, annesinin me-
1 92

z arının dibine çöktü. Çapkın'ı kenara yatırdı ve annesinin


mezarını elleriyle kazmaya başladı. Derin bir çukur açana
dek kazdı, herkes de izledi. Yeterli derinliğe ulaşınca bıraktı
kazmayı, Çapkın'ı kucağına aldı, son kez öptü ve çukura ya­
tırdı . Gözlerinden akan yaşlar Çapkın'ın üstüne düşüyordu
sanki giderken ona bir emanet bırakmak istiyordu Hüsrev.
Eğildi tekrar ve yine elleriyle mezarı kapattı, kardeşini an­
nesinin yanına gömdü. Cebinden çıkardığı kırmızı bir elmayı
mezarın başucuna koydu. "Afiyet olsun . . . Afiyet olsun" dedi.
Bir anda elmanın yanında bir kertenkele belirdi . . . Elmanın
etrafında hızlı bir tur attıktan sonra durdu, elmaya baktı,
hızla Hüsrev'e döndü kertenkele ve Hüsrev'le bir an göz gö­
ze geldi. Kertenkele sanki ne olduğunu anlamış ve duydukla­
rına inanamamış gibiydi. Birden seri hareketlerle denize da­
lar gibi toprağın içine girdi ve gözden kayboldu. Hüsrev aya­
ğa kalktığında bütün mahallelinin onu pür dikkat seyrettiği­
ni görünce onlara doğru döndü.
"Ey cemaat, rahmetliyi nasıl bilirdiniz?" diye sordu. Her-
kes hep bir ağızdan;
"İyi bilirdik, dedi.
"Hakkınızı helal ediyor musunuz?"
"Helal olsun."
"Hakkınızı helal ediyor musunuz?"
"Helal olsun."
"Hakkınızı helal ediyor musunuz?"
"Helal olsun."
"El Fatiha."
Bütün herkes son görevini yaptı Ç apkın'a. Helvasını ka­
vurdular, yedisini, kırkını bile çıkardılar. Çok uzunca zaman
konuşmadı Hüsrev. Çok uzunca zaman sadece şarap içti.

You might also like