Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 3

2.10.

22 yazarlık kulübü gözlem çalışması

Akaretler sokaklarında yürüyen bir adam. 190 boylarında, belki 198? Çok uzun. İnce yapılı bir
vücudu, kıvırcık omuzlarına düşen siyah saçları var. Kaşları kalın ve karakteristik. Gözleri çok sert
bakıyor. Belki kötü bir insan. Belki de o sadece kendini savunma mekanizması. İlk üç-dört beyaz
düğmesi açık olan rengarenk bol, kısa kollu bir gömleği var. Desenlerle dolu. Kırmızı ve siyah
çoğunlukta. Beyaz, bol kotumsu bir şortu var. Uzun kemikli bacakları. Omzunda asılı siyah bez
bir çanta, boynunda beyaz kulaklıkları. Kulağındaki takıları fark etmem birkaç saniyemi aldı. Bir
sürü piercingi vardı. Renk renk, boyut boyut. Her parmağında üçe yakın yüzük vardı. Uzunlu
kısalı kolyeleri ve bileklikleri. Bugün dışarı tek başıma çıktım. İsmi lazım değil sergisine gittim.
7’den 70,e yerli yabancı yüzlerce insan gördüm. Vapurda, metroda, Beşiktaş Beyoğlu
sokaklarında. Ama benim ilgimi en çok çeken bu beyefendi oldu. Yürürken üç kere karşılanınca
daha çok ilgimi çekti tabii. Tarzı o kadar renkli, cıvıl cıvıl ve karakteristikti ki, kendimi boş bir
kağıt gibi hissettim yanında. Üzerine çizilmesini bekleyen, belki de hikayesinin yazılmasını
isteyen bir kağıt. O beyefendi de benim gibi tek başınaydı. 20’li yaşlarında gibiydi. O yaşlar değil
miydi herkesin öve öve bitiremediği? Gezip, sosyalleşip, öğrenip, yaşadığımız yaşar? Filmlerde,
hikayelerde övülen, kağıtlara sığmayan yaşlar? O zaman neden tek başınaydı? Arkadaşı mı
yoktu? Yoksa sadece yalnız olmayı mı seviyordu? Bunları yazarken düşündüm, ben neden bugün
tek başımaydım? Sergide bir köşede Littlewhitehead’in bir çalışması vardı. Adı ‘’köşede
meydana geldi’’. O çalışmayı düşündüm. Perspektifi ‘’herkes farklı olsa da baktıkları ve
durdukları nokta aynı olabilir’’ idi. Dışarıda tek başıma gezerken bütün gözler üzerimde gibi
hissederim. Her yanlış adımımda, nefes alışımda, mimiğimde yüzlerce insan içlerinden beni
kötüler gibi gelir. Oysaki sadece ben değildim yalnız olan. O eserdeki gibi bir öbek insandık biz.
Yalnızdık yalnızlığımızla ama iç içeydik aynı zamanda.
mekan
Muradiye Rize’de bir köydür. Aslında onu özel yapan bir şey yoktur. Sahi, hiçbir özelliği yoktur.
Hatta yabancı biri ziyaret etse muhtemelen nefret eder oradan ve oranın sadeliğinden. Lakin o
köyün köylüsüyseniz veya yakından uzaktan bir kan bağınız varsa, yaşasın hayat.
Şehrin asfalt yoluyla köyün taşlı, tarih dolu yolunu ayıran, belediyenin gönlünden kopma bir
köprü vardır fırtına deresinin üstünde. Köprü dediğime bakmayın iki araba aynı anda zor geçer.
Köprüden geçmeyi başardınız diyelim, sağ tarafta sanki vitrinde duran dükkanlar görürsünüz.
Kasap, fırın, tamirci, eskici… bunların arasına sıkıştırılmış bir taksi durağı, cami, ve minik bir
ilkokul vardır. Biraz daha ilerlerseniz solda ne alaka olduğunu bilmediğim koskocaman bir mısır
tarlası var, az ilerisinde aile ocağı. Aile ocağı hiç iş yapmaz. Buranın köylüsü tam olarak ‘’koca
karı’’ olarak yaşar. Bütün şifayı, çözümü, derdi dermanı doğada bulurlar. Buranın teyzeleri
bildiğiniz teyzelerden de değildir. Çay toplarken buldukları yılanı havaya kaldırıp öpen delikanlı
teyzelerdir bunlar. Bir keresinde teyzelerden biri, abartmıyorum, kafam kadar olmuş bir ayak
bileğini oradan buradan bulduğu otlarda iyileştirmişti gözümün önünde. Dayılar ise çok mu çok
cana yakındır. Çeşit çeşit insan vardır burada. Asla kültür ve tarihlerinden kopmamışlardır.
Dayılarla sohbet etmeye bayılırım çünkü asla ne hikayeler sakladıklarını tahmin edemezsiniz.
Rus istilasında armut ağacına çıkmış bir askerin köyün delisi tarafından vurulması, ve o kişinin
sizin akrabanız çıkması, köyün Kıllı Mehmet’inin gecenin bir yarısı dışarda ayı sanılması, çay
varangelleriyle köy okulundan kaçan çocukları yaban domuzlarının kovalaması… köylüsü aslında
çok yardımseverdir. Ellerinde bir lokma olmasa bir şekilde yolunu bulup sizi doyururlar. Evlerine
girerseniz, hatta evlerini geçtim, yanlışlıkla arazilerine adım atarsanız sizi zorla oturtup çay içirir,
karnınızı doyurup güldürüp eğlendirmeden yollamazlar. Çok küfürbazlardır da. Ağızları ve
yaratıcı küfürleri birleşince dünyanın en güzel komedi filmi gibi gelir bana. Köyün genelinden
Bahsettiğimize göre, caminin arka yolundan döne döne yukarı çıkan yolun sonundaki eve
gelebiliriz. Annemin büyüdüğü ev! Burası hem herkesin, hem de kimsenin evidir. üç katlı, ahşap
ve mermer merdivenleri vardır. Küçükken bu merdivenlerde oturup kuzenlerimde sohbet etmek
en sevdiğim kısmı olurdu günün, e yengem bizi soğuktan korumak için terlikle kovalayana kadar
tabii. Ev hakkında en çok sevdiğim şey bir sürü odasının olmasıdır. Demiştim ya hem herkesin
hem de kimsenin evi değildir diye? Bu ev gerçekten sayısını bilmediğim kadar yatakla doludur.
Herkesi sıcak bir anne kucağıyla selamlar ve kabul eder. Altında bir ahır, arka bahçesinde çay
varangeli, ön bahçesinde ise iki katlı bir nayla vardır. Naylanın üst katı her şeyin gerçekleştiği yer
olur çoğunlukla. Manzarası bütün köye yukardan bakar. Gerçekten de herkesi ve ne yaptıklarını
izleyebilirsiniz buradan, meraklı anneler kuzenlerimi dikizlemek için dürbün bile getirir bazı
bayram akşamları. Alt katında ise hiperaktif dayımın arıları durur. Bir kere onları çok kızdırmıştı
ve herkes ahıra saklanmak zorunda kalmıştı, hiç hoş değildi. Yaz akşamları hakkında en sevdiğim
şey ise ağaç dallarının ucuna taktığımız mısırları yemek olur. Bütün kış o mısırları sayıklarım. En
büyük dayımın karısı, Hatice yenge, hayatınızda görebileceğiniz en güzel çırıltaları yapar. Eteğini
göğsünün üstüne kadar çeker ve kendisi ördüğü hırkasını giyip, bir eli belinin arkasında bir eli
yağa bağışıklık geliştirmişçesine tencerenin tam üstünde, kuzinenin başında işe koyulur.
Hepimizi on beş dakika içinde doyurur. ‘’yeyin guzularım’’
Dediğim gibi, belki de hiçbir olağanüstü özelliği yoktu onların, farklı değillerdi Rize’deki başka
herhangi bir köyden, ama bende oranın köylüsü sayılırdım, o yüzden yaşasın Musa dayım ve
mısırları!
Zaman

‘’Uiy bok yiyenun uşağu tut şunun ucindan bi da belim ağriyi’’


Cengiz yengesinin kardeşine bağırmasıyla uyandı. Guguklu saatin gevşemiş yelkovanının
geceden beri bir sağa bir sola vurup durmasından dolayı uyuyamamıştı. Perdeyi aralayarak
bahçeye baktı. Kardeşiyle yengesi buzağıları ahıra sokmaya çalışıyorlardı. Yengesi üstünde çiçek
desenleri ve süt lekeleri olan eteğini göğsünün üzerine kadar çekmiş olmasına rağmen hala ona
uzun geliyordu, bu yüzden çamurlu botlarının içinde sıkıştırmıştı uçlarını. Muhtemelen sabah
erken saatten beri ineğin doğumuyla uğraştığı için kan ter içinde kalmış, her tarafı buğday ve
tozla kaplanmıştı. Sol elinde değnek olarak kullandığı uzun odun parçasına dayandı. Bütün
ağırlığını vermişti üstüne, çok yorgun olduğu belliydi. Sağ eliyle alnındaki terleri sildi ve
başörtüsünü düzeltirken camdan ona bakan Cengiz’i gördü. Cengiz şimdi ayvayı yemişti.
Terliğini mükemmel bir açıyla cama doğru fırlattı ‘’bir de delikanlı olacaksın emi? Senden bir pok
olmaz. İn aşağı çabuk da işin ucundan tut. Eşşek…’’
İneklerin sonbahar gelmeden yavrulamış olması iyi bir şeydi, yazın onları büyütmek çok zor
oluyordu, kışın her şey sakince ilerleyebilecekti.
Cengiz üstüne babasının eski kıyafetlerini attı ve aşağı indi.

You might also like