Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 13

“TÜRK TARİHİNİN SİSTEMATİĞİ MESELESİ” SEKSİYONUNUN GENEL RAPORU

Bu seksiyonun konusu, Türk Sistematiği meselesidir. Diğer bir deyişle, Türk tarihinin
doğru şekilde incelenmesini sağlayacak kriterlerin tespitidir. Tabii olarak, Böyle bir çalışmayı
gerçekleştirebilmek için, konuyla ilgili bir takım sorular sorarak işe girişmek, doğru bir yaklaşım
olmalıdır. Öncelikle cevap vermemiz gereken soru,”tarih”ten ne anladığımızdır. Ardından dünya
tarihi içinde, Türk tarihini açıklamak zorunlu olduğuna göre, dünya tarihini ele alışımız nasıl
olmalıdır sorusu gündeme gelecektir. En son olarak da, dünya tarihi içinde Türk tarihi nasıl ele
alınabilir sorusu, temel mesele olarak görüşmelerimizin ağırlığını teşkil etme durumundadır.

Bu güne kadar yapılanlar, sıraladığımız bu sorular üzerinde daha etraflı düşünmemizi


gerektirmektedir. Çünkü tarih araştırmalarında siyasi boyut daima ön planda tutulmuştur. Devlet
kavramı, İnsan kavramıyla anlam kazanmasına rağmen eski Şark devleti çok erkenden yarattığı
için, tarihe “Devletlerin tarihi olarak” bakmak, en eskilerden günümüze kadar gelen ve çok
sayıda taraftarı olan bir tavırdır. Tanrı-Kralların tarihi, Hanedanların tarihi, bu güne kadar
tarihçilerin başlıca meşgale alanı olmuştur. Öyle ki bu tavır ve yaklaşıma göre, herhangi bir
dönemde, Dünyanın her hangi bir bölgesinde, kendi beldesinde ömrünü geçiren alelade bir insan,
tarihin dışındadır. Tarih, hükümdarların hisse alabilecekleri kıssaları ihtiva eden bir uzun
anlatımdır. Bizim geleneğimizde bu yaklaşımın önemli bir yeri vardır. Tevarih-i Al-i Selçuk,
Tevarih-i Al-i Osman, Dasitan-ı Al-i Osman başlıklarını taşıyan eserler, bize ilgili hanedanların
serüvenlerini, dönemlerin kabul gören görüşleri çerçevesinde anlatırlar. Bunların önemli bir
bölümü ya anonimdir ya anonim kaynaklara dayanır. Yani toplum içinde uzun bir zamanda sözlü
anlatımla yayılmışlardır. Tarihi böyle algılamak, Türk tarihini, Türk devletleri tarihi olarak ele
almak acaba yeterli midir?

Eğer bu soruya vereceğimiz cevap olumlu ise başka bir yaklaşım veya yöntem arayışına
girmemize lüzum kalmayacaktır. Fakat cevabımız olumsuz ise o takdirde yaklaşımımız ne
olmalıdır? Acaba, Türk tarihini, Türklerin çeşitli dönemlerde yaşadıkları, yurt edindikleri
bölgeleri göz önünde bulundurarak inceleyebilir miyiz? Büyük ölçüde aynı kökene sahip olan
insanlar, farklı coğrafyalarda farklı etnik gruplarla karışmış ya da kaynaşmış farklı etkilerle,
farklı siyasal yapılarla gelişmiş olan farklı kültürlerin sahibi olarak ele alınırsa, aralarındaki
köken birliği acaba gözden kaçar mı? Ayrı coğrafyalar, ekolojik faktörler, bizim bütüncül bir
yoruma ulaşmamızı engeller mi? Bu yaklaşımın devletler tarihi yaklaşımından farkı ne olacaktır?

Yoksa bir başka yaklaşım tarzı, Türk tarihini incelerken, farklı coğrafyaların yarattığı
farklılığı ve zenginliği göz önünde bulundurmakla beraber, asıl olarak Türk menşeli toplulukların
kültürel bütünlüğünü yakalamaya çalışmak mı olmalıdır? Bu soruyu cevaplamak için, bazı
kavramlara açıklık getirmek gerekiyor. Çünkü kavram formlarına yüklenmiş anlamlar üzerinde
birlik sağlanamazsa, aynı kavramları kullanan, fakat farklı tahlillere yönelen bilim adamlarının
uzlaşmaz görünümleri ortaya çıkar.

Kültürel bütünlükten söz ettiğimize göre, ilkin kültür nedir? Bu kavramın çeşitli
tanımları yapılmıştır. Sosyal bilimlerde genellikle kabul gören tanıma göre, kültür, bir toplumun
ortak kimliğini açıklayan, o toplumun hayatın bütün sektörlerinde yaratığı değerler toplumudur.
Toplumu oluşturan insanların akıllarıyla, yaşadıkları çevreyi, dünyayı yorumlayarak ürettikleri ve
biriktirdikleri bilgiler ışığında ortaya koydukları maddi ve manevi her eser, kültürün parçasıdır.
Bu tanıma göre, kültür, çok geniş anlamlar yüklenmiş bir kavram formudur ve özellikle
antropolojik araştırmalara ufuk sağlayan bir özelliği vardır. Daha dar anlamda, sosyolojik bir
kabule göre, kültür, üretim ve bilgi sektörleri dışında yaratılan değerleri ihtiva eden bir kavramdır
ve hukuk, sanat, inanç, adetler gibi alanları hedef almıştır. Fakat kültürü ”beşeri olan her şeye”
teşmil etmek, herhalde tarihi araştırma alanının sınırlarını olabildiğince geniş tutmak ve bu
suretle “tarihin konusu olmayan hiçbir şey” bırakmamak bakımından doğru bir yaklaşım olur. Bu
yaklaşım ile insanların yarattığı siyasi, sosyal, ekonomik organizasyonlardan, günlük hayatın
icapları için düşünülmüş basit bir alete, inanç ve düşünce sistemlerinden, basit gündelik davranış
şekillerine kadar her türlü ”şey” ve “büyük hükümdar” dan “günlük hayatı içindeki insan”a kadar
cemiyetin her kimlik ve nitelikteki mensubu tarihin konusu olmuş olur. Bu kavram
belirlemesinde kültürün, mahalli veya cihanşümül olup olmadığı medeniyet denilen bir başka
kavram ile ilişkisinin niteliği gibi hususlar, ayrı birer tartışma konusudur.

Her cemiyet, kendine has bir kültür sistemine sahiptir. Buna rağmen bazen tek bir kültürden, yani
cihanşümül bir kültürden söz edilmektedir. Tehlikelidir, çünkü bu durumda bir cemiyet, özellikle
sanayi cemiyetleri, kendi kültürleri ile cihanşümül kültürü aynı sayarak, eskiden Greklerin
kendilerini medeni, başkalarını barbar diye vasıflandırmalarında olduğu gibi, herkesin kaçınılmaz
bir biçimde katılmak zorunda olduğu inancını yaymak istemektedirler. Sanayi cemiyetleri
kültürünün, daha açıkça batı kültürünün en yüksek ve numune bir kültür olduğu anlayışının
doğup yayılmasında şüphesiz, 19.yüzyıl antropologların büyük çoğunluğu tarafından benimsenen
tekamülcülük doktrininin etkisi de büyük olmuştur.

Türk tarihinin incelenmesi meselesinde, konuyu doğru yorumlamak, kültürlerin toplumlarının


kimliklerini oluşturdukları görüşü yanında, medeniyet kavramıyla birlikte eğer tek bir kültürden
söz edilecekse, bu kültürün belli bölgenin veya milletin veya milletler grubunun eseri olmadığı,
ilk insanlardan bugüne uzun bir süreç içinde tüm insanlığın katkılarıyla meydana gelen büyük
sentez olduğu gerçeğini anlamamız ve açıklamamız, bu büyük sentezde Türklerin payını ve
katkılarının oranını ortaya koymamız gerekmektedir. Bunun için de Türk tarihini Dünya tarihi
içine iyi yerleştirmemiz gerekmektedir.

Kültür kavramının ihtiva ettiği çeşitli alanların değerini eksen yaparak çeşitli açılardan Türk
tarihini incelememiz, bu açıdan bütüncül yoruma bizi götürürel en doğru yaklaşım olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu yaklaşım bir yandan bütünlüğü yakalamamızı imkan dahiline
sokarken, diğer yandan da farklılıkları görmemizi, bunların yaratacağı zenginliğin, yeni tavırlar
için anlamlı olacağını da farketmemizi hazırlayacaktır. Bu seksiyonda, birer kültür unsuru olarak
siyasal, sosyal ve ekonomik örgütlenme kabiliyeti, düşünce sistemleri, felsefe, inançlar, hukuk,
dil ve edebiyat, bilim hayatı, folklor gibi alanlarda yaratılan değerlerin her biri ekseninde Türk
tarihini sistematize etmek hedeflenmiştir.

Mesela, İsenbike Togan'ın “Tür k Tar ihi Ar aştır ma Pr ensipler i İçinde Dışta Ticar et İçte
Ülüşün Rolü” adlı tebliği ile, Türk tarihini incelemek için hangi noktalara bakmanın önem
taşıdığını, belli başlı devirleri tayin etmede hakim etki sahibi olguları açıklamakta ve Türk
tarihinin sistematiği meselesi ile ilgili bazı teklifler ortaya koymaktadır. İsenbike Togan'ın
anahatları ile tebliği şöyledir;

Togan Türk tarihinin iç dinamiklerindeki değişimleri, makro seviyede Asya Ticaret Tarihi ve
hatta Dünya Ticaret Tarihi çerçevesinde incelenmesi durumunda anlamın mümkün olabileceğini
ileri sürmekte ve Türk tarihini sadece kendi başına değil, komşularıyla ilişkilerine dikkat ederek
ele almak gerektiğini vurgulamaktadır. Türklerin yani asıl olarak hayvancılık üretimine dayalı bir
ekonomik yapıya sahip olmaları nedeniyle, uzun süreli saklamayı mümkün kılacak ürün türüne
sahip olamadıklarını, bu yüzden ekonomik organizasyonlarında dışta ticaretin, içte de ülüşün,
yani dağıtımın önem kazandığını, onun içinde Türk iktisat tarihinin başlıca dış ticaret ve ülüşün
sektörlerinin incelenmesine dayalı bulunduğunu söyleyerek Türk Tarihi için şu tasnife dayalı bir
araştırma planı önermektedir;
•Tarihte Asya ticaretinin genel seyri
•Asya ticaret tarihinin dönüm noktaları
•Türklerin tarihinin dönüm noktaları
•Dünya tarihi açısından Türklerin tarihi
•Türklerin tarihinde dönüm noktaları ile beraber yeniden tanımlanan hakimiyet telakkkileri.

Togan, böyle bir plan dahilindeki araştırma ile, tarih yazımının meselelerinin de gözden
geçirilebileceği ve yeni yöntem denemelerinin gündeme gelebileceği görüşündedir.

Tarihte Asya ticaretinin genel seyri başlığında verdiği bilgiler şöyledir; Asya'nın çeşitli
bölgelerinde yaratılan göçebe ve yerleşik kültürlerde dört ayrı ticaret politikası uygulanmıştır.
Göktürk, Uygur, Timurlular gibi göçebe devletlerde müdahaleci, Karahanlı, Son Çağatay, Özbek,
Kazak, Kırgız ve Türkmenlerde de müdahaleci olmayan ticaret politikaları görülür. Yerleşik
kültürler açısından da Çin, İran gibi bölgelerde devlet denetiminde dış ticaretin varlığı,
Osmanlılarda ise, merkezi devletin serbest ticaret yöntemleriyle eklemleştiği birer vakıadır.

Devlet müdahalesinin, Asya göçebe imparatorluklarında tüccardan ziyade dış pazarlar


üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. Ülüş sistemi de, göçebe imparatorlukların egemen olduğu
bölgelerde ve boy düzeninin oluşturduğu sosyal yapılarda birden fazla dağıtım merkezini gerekli
kılmıştır. Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda birikimin ve uzun dönemli saklamanın mümkün
olmaması, toplulukların kendi devamlılıklarının sağlanmasını, ekonomiden ziyade siyasette
aramalarını ve ilahi bir hakimiyet düşüncesini gündeme getirmiştir. Bu düşüncede egemenliğin
bir elde toplanmaması paylaşılması dikkat çeker. Dikkati çeken bir başka nokta, bu paylaşılan
hakimiyet ile, mal varlığının üleşilmesinin gösterdiği paralelliktir. Böylece siyasi düşünce ile
ekonomik düşüncenin çakışması sonucu, Asya göçebe devletler inin en önemli meşgaleler inden
bir i ticar et yollar ı ağını denetlemek oluyor du.

Bu sistem içinde Asya devletlerinin en belirgin özelliği esnek yapılı, çok merkezli, ekonomik
üleşime ortam hazırlayan sistemler olmalıdır. Buna karşılık uzak doğu ve ön Asya’da görülen
devletler ise tek merkezli, hakimiyette mutlakiyeti, kaynakların kullanımında ise merkezden
dağıtımı ön gören siyasi teşekküller olarak tezahür etmişlerdir. Asya tarihi içinde bu iki
yapılanma içindeki siyasi sistemler birbirleriyle daimi surette mücadele halinde olmuşlardır.

Asya tarihinin dönüm noktalarına gelince, Asya tarihinde eğilimin genellikle esnek yapılara
doğru olduğu anlaşılıyor. Katı, mer kezi yapılar , ancak 17. ve 19. Yüzyıllar da or taya çıkıyor.
Bu açıdan bakınca, Asya tarihinde şu dönüm noktalarını tespit ediyoruz.

1- Göktürkler zamanında ticaretin Asya'da Çin-Bizans arasında doğu-batı ekseninde


bütünleşmesi,
2- İslamiyetin 7. ve 8. Yüzyıllarda Asya ve Afrika’yı birleştirmesi

3- Cengiz Han İmparatorluğunun 13. yüzyılda Avrasya'yı doğu-batı ekseninde birleştirmesi,

4- 15. Yüzyılın ikinci yarısı ile 16. Yüzyılın içinde mahalli hakimiyetlerin kurulması ve bunların
arasındaki mücadelenin yarattığı denge.

5- 18. ve 19. Yüzyıllarda Çin, Rus ve belki de İngiliz imparatorluklarının Asya’yı kuzey-güney
ekseninde paylaşmaları

6- 20. Yüzyılın başından itibaren özel ticareti yasaklayan merkezi kontrol mekanizmalarının
kurulması, SSCB ve ÇHC modelleri ve İç Asya’nın ticaretten soyutlanması.

7- Günümüzde çok uluslu ve devletli bir Orta Asya’nın doğması ve Asya genelinde serbest
ticaretin yeniden önem kazanması. Bu gün bu ticaretin akış yönü tam bir açıklık kazanmış
değildir.

Yukarıda sözü edilen dönüm noktalarından ortaya çıkan ilk üç dönem, çok merkezli, esnek yapılı
sistemler içinde ticaret politikalarının uygulanmasını; beşincisi ise merkezi yapılı, denetleyici bir
uygulamayı temsil etmektedir. Dördüncü dönem, iki farklı politikanın kesiştiğini, altıncısı ise çok
özel bir uygulama dönemini göstermektedir. Burada dikkati çeken Çin, İran gibi bölgelerin
aksine Asya tarihinde esnek siyasi yapıların belli bir devamlılık içerisinde olduğudur.

Türklerin tarihinin dönüm noktaları araştırıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır;

8.yüzyıldan 13. Yüzyıla kadar geçen beş yüz yıl boyunca mücadeleler, Çin'de değil, batıda
cereyan etmiştir. Göktür kler in Çin Denizi'nden Bizans sınır lar ına kadar uzanan
impar ator luklar ı, Uygur lar ve onlar ın halefler i tar afından par çalandıktan sonr a Doğu
Asya' da büyük siyasi bir lik or taya çıkamadı. Mücadele daha çok batıda İslam medeniyeti
sınırlarında meydana geldi. Özellikle Selçuklular, yerleşik unsurlarla işbirliği yaparak
kabileciliğe karşı tavır aldılar. Buna küskünlük duyan Oğuzlar bir süre merkezi Selçuklu
sultanlarıyla mücadele ettiler. Böylelikle Göktür kler den sonr a Tür kler in tar ihinde ikinci
dönüm noktasını Selçuklular temsil etmektedir . Osmanlılar bu anlamda Selçukluların
devamıdır. Selçuklular, sultan ünvanının halife tarafından tanınması ile kendilerini İslam
aleminde kudret ve otorite sahibi liderler olarak meşrulaştırmışlardır. Ayrıca bu durumlarıyla
kutsal bir soydan gelmeden lider olabilmek açısından, Türk tarihinde hem İslami hem de
İslamiyet öncesi hakimiyet telakkisi açısından çığır açmışlardır.

Türklerin üçüncü dönüm noktası, Cengiz Han İmparatorluğu'dur. Bu devirde ticaret erbabı
devlette ortak olmuş, boylar par çalanar ak bir or du millet yar atılmıştır . Timurlular bir
anlamda bir anlamda bu dönemin devamıdır. Ancak Timur, tacirleri kendi otoritesi altında
tutmuştur. Bu da tacirlerin devlet otoritesinden kopmalarına sebep olmuştur. Bu olgu Türklerin
tarihinde dördüncü dönüm noktası yaratmıştır. Ön Asya'da Osmanlılar, Selçuklu ve ilhanlı
gelenekleri çerçevesinde ticaret yollarına ve tüccarlarla ilişkilerine önem vermeye dikkat ederken
Orta Asya' nın yerleşik bölgelerinde, devlet-tüccar ilişkileri gevşemiş, ticaret erbabı yarım mistik
loncalar içinde örgütlenerek hareket etmeyi tercih eder hale gelmişlerdir. Bu da Çin ve Rus
İmpar ator luklar ının yayılmalar ına kar şı koyabilecek unsur lar ın or tadan kalkmasına sebeb
olmuştur. Beşinci dönüm noktası olan 19. Yüzyılda sömürgeci zihniyetin temsilcileri olan
tüccarlara karşı mahalli tüccarlar, mahalli siyasi güçler ve fikir hareketleri etrafında varlık
gösterme çabalarının sürdürmüşlerse de, doğu Türkeli'nde önce sömürgeci sonra da komünist
kuvvetler karşısında yenik düşmüşlerdir. Batı Tür kler i Osmanlılar , politik gücü devlet
tekelinde tuttuklar ı için, bu mücadelede başar ılı olmuşlar dır . Onun için Osmanlıların
ardından Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur. Bu da Türklerin tarihinde altıncı dönüm noktasıdır.
Yedinci dönüm noktası ise, gerek Batı Türkleri gerekse Doğu Türkleri arasında serbest pazar
ekonomisinin revaç bulduğu yıllardır. Bu hareketler Türkiye'de 1980'de Orta Asya'da 1991'de
alınan kararla ağırlık kazanmıştır.

Orta Asya tarihinin dönüm noktalarıyla Türklerin tarihinin dönüm noktaları karşılaştırıldığında,
karşımıza ilginç bir çakışma çıkmaktadır. Bu çakışma arasında tek farklılık, Asya'da İslamiyetin
yayılışı sırasındaki üç yüz yıllık dönemdir. Bu da Göktürklerin yıkılmasından sonra ortaya
çıkmıştır.

Dünya tarihi içinde Türklerin tarihinin dönüm noktalarıyla Asya tarihi dönüm noktalarının bu
kadar açık bir şekilde çakışması, Türk tarihini araştırma prensiplerini tespitinde etkilici bir rol
oynayacaktır. Ayrıca, Tür kler in tar ihi içinde özellikle üç dönem, yalnız Asya tar ihi açısından
değil, aynı zamanda Dünya tar ihi açısından da çok önemlidir . Bu dönemler İslamiyetin
Türkler arasında yayılması, Cengiz Han İmparatorluğu ve moder n devirdir. Bunlardan ikisi
İslamiyet Araplar tarafından, modern çağ da merkantalizm ve sömürgecilik yoluyla batılılar
tarafından temsil edilmektedir. Bu gelişmeler Türklerin dışında vuku bulmasına rağmen, Türkler
esnek yapıları sayesinde her iki dönemde de aktif rol alarak Dünya tarihini derinden etkilemiştir
ve bu yeni kültür çevrelerinin içinde kendilerine has özellikleriyle yer almışlardır.

Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, Türklerin kendilerinin yaratmadıkları bu kültür
çevrelerinde Dünya tarihi açısından kendilerinden söz ettirmeleridir. Kısacası, Osmanlıları
dışlayan bir İslam medeniyeti tarihi düşünülemeyeceği gibi, Tanzimat ve Türkiye Cumhuriyetinin
çağdaşlaşma politikalarını dışlayan bir modern dönem tarihi de düşünülemez. Cengiz Han
İmparatorluğu içinde meydana gelen olaylarda ise, durum farklıdır. Bu olaylarda özellikle doğu
Türkleri kendi yapısal meseleleri içerisinde yer almışlar ve bu defa Türk ve Moğollar kendi
meselelerini halletmek için Asya'daki diğer milletleri bu meselelerin eksenine etkilemişlerdir.
Son yıllarda özellikle batı tarihçiliğinde bu dönemin Asya ve Dünya tarihi açısından önemi
üzerinde durulmaktadır.

Türklerin tarihindeki dönüm noktaları ile girilen yeni süreçte yeniden hakimiyet telakkilerinin
tanımlandığını görüyoruz. Diğer bir deyişle Türklerin tarihin Asya tarihi ve Dünya tarihi ile
beraber mütala ederken dikkati çeken husus bu dönüm noktalarının, Türklerin hakimiyet
telakilerinin de yeniden tanımlandığı zamanlara denk gelmesidir. Hakimiyet tekakiler i
açısından Tür kler in tar ihine bakınca özellikle dör t ayr ı gör üş dikkatimizi çeker . Buna göre ;
a) Tanrının kendilerini kut sahibi yaptığı Aşinaoğullarının hakimiyeti (13.yy kadar
Göktürk ve Karahanlılar dönemi)
b) İran-İslam geleneği içerisinde 1055 yılından sonra adalet sahibi sultan (otorite) sahibi
olması görüşü ile önce batı Türk beylerinin (Selçuklu-Osmanlı) sonra da 17.yy sonra Doğu Türk
beylerinin (Hokand, Buhara, Kaşgar) sultan, emir, han, olarak meşru hükümdarlar şekilde ortaya
çıkması.
•Mengü Tanrının gücü ile hakim olan Cengiz Han'ın “Altın soy” unun (altun uruk) hakimiyeti
(12. yy ve sonrasında hakim görüş iken, 18. yüzyılda artık sadece göçebe olan Türkler arasında
hakim olarak kalması)
•modern devirde “ hakimiyet milletindir” görüşü ile millet içinden yetişenlerin devleti idare
etmeleri. Bu görüşün tam bir meşruyet kazanması, 20.yüzyıldadır. 19 yüzyıldaki meşrutiyet
hareketleri millet hakimiyetinin öncüsü niteliğindedir.

Bu çakışma da, Türklerin tarihinin Dünya tarihinden soyutlanamayacağının bir diğer


göstergesidir. Türk tarihi açısından da bakıldığında, hakimiyet telakisi ile ülüş meselesi arasında
bir bağın olduğunu ortaya çıkartmaktadır.

Türklerin tarihinde tarih yazıcılığı açısından yaklaşım: Her hakimiyet düşüncesinin kendine
has bir tarih anlayışı vardır. Kut sahibi kağanların egemen olduğu zamanın görüşlerini bize en iyi
anlatan Or hun Yazıtlar ıdır . Orhun Yazıtlarında kağanlar hem kendi başlarından geçenleri hem
de milletlerinin başından geçenleri tarihe mal etmişlerdir. Bu anlatım tarzı, sonradan 16. Yüzyılda
Haydar Mirza'nın Tar ih-i Reşidesi’nde, Babür -name'de, Ebu'l-Gazi Bahadır Han'ın Şecer e-i
Tür ki'sinde kullanılmıştı. Oğuz beylerinin, genelde Türk beylerinin hakimiyetini ise
Selçukname, Aşık Paşazadenin Tevarih-i Al-i Osman'ı gibi eserlerden öğreniyoruz. Türklerin
tarihi de destanlar, boylar tarihidir. Cengiz Han ve Cengizlilerin hakimiyeti, imparatorluk
kurulduktan ve yerine oturduktan sonra, Türklerin ve Moğolluların tarihi beraberlikleri şeklinde
bir taraftan evrensel bir tarih görüşü içinde Cami'ü't-tevarih diğer taraftan Timur devri tarihleri
tarafından meşrulaştırılmıştır.

Orta Asya’da 15. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlılarda ise 16. Ve 17. Yüzyıllardan
sonra Türklerin tarihi İslam tarihine bağlanarak, şecereler Nuh Peygamber in oğlu Yafes ve onun
oğlu Türk'e dayandırılmıştır. Öte yandan Doğu Türkleri arasındaki Evliya tezkerelerinde şecere
Hz. Ali, Hz Ebubekir veya Hz Fatma vasıtasıyla Hz. Muhammed’e götürmüştür. Uluslar arası
alanda batı medeniyetinin etkin olmaya başladığı 17 - 19. Yüzyıllarda hakimiyet milletindir
anlayışı ile Batıdan gelen oryantalizm çerçevesinde ise Hunlar la başlayan bir milli tar ih
anlayışı başlamıştır. Milli tarih, Türkiye Cumhuriyetinde olduğu gibi hem mahalli hem de umumi
manada Türklerin milli tarihi şeklini almış ve metod olarak batı tarihçiliği yöntemlerini
benimsemiştir. Doğu Türkleri ise aynı dönemde milli tarihlerini ülke tarihi olarak yine bir batı
metodu olan Marksist metodla yazmışlardır.

Görüldüğü gibi, İsenbike Togan, Tür k Tar ih'ni tek tek devletler ya da ülkeler tar ihi olar ak
düşünmemekte ve zaman ve zeminde bütünlük içinde değer lendir ilmektedir . Bu yaklaşımı,
Kırgızistan Genç Tarihçiler Cemiyeti Başkanı, Doç. Tınıçtıkbek Çorotegin'in “Türk Tarihini
Sistemleştirme Hakkında” başlıklı tebliğinde de görüyoruz. T. Çorotegin, İ. Togan'ın işaret ettiği
son dönem tarih yazıcılığında, özellikle Doğu Türkleri arasında etkin olmuş Marksist yaklaşımın
evrensel gelişme evrelerinin Türk tarihini açıklamaya yetmeyeceğini beyan ederek, Orta Asya
Tarihi İçinde Türk tarihini bir bütün olarak ele almaktadır. Bu bakış açısı, Canuzak
Kasımbeyav'in “Kazakistan Tarihi Ders kitabı ve Türk Halklarının Kader Ortaklığı” adlı
tebliğinde, Şahniyazov Kerem'ın 9-10. Asırlarda Orta Asya Mıntıkalarında Yaşamış Olan Türki
Halkların Manevi Hayatı” adlı tebliğinde, Ata Çikiyev'in “Türkmen Halkının Etnik Tarihinin
Esas Devirleri ve Problemleri” başlıklı tebliğinde de vardır. Ayrıca bu tebliğlerde, mevcut
bilgilerimizi zenginleştirecek önemli malumat da yer almaktadır. Kadir Bayev'in “ Mogol İstilası
Devrinden Türk Dünyası Ve Çin’deki Türk Yöneticileri” adlı tebliğinde İ. Togan'ın sistematiği
içinde incelenmesi önerilen dönemlere ait bilgiler verilmektedir. Bu konuda zikredilmesi gereken
bir başka tebliğ, Ahmet Ercilasun'un “ Türk Tarihi Nasıl Yazılmalıdır?” adlı tebliğidir
Türk Tarihinin yazımı için, konuşmamızın başında açıkladığımız kültür unsurlarından
herhangi birine veya zaman ve zemin boyutunda sürekliliğe dayalı bir sistematik önemli olduğu
kadar tarihten ne anladığımız sorusunun cevabı da bize yol gösterici olacaktır. Onun için
seksiyonumuzda sunulmuş bildirilerden biri bu konuya ışık tutan, hem de kültür unsurlarından
biri olan felsefi düşünce bakımında dikkat çeken Ahmet İnam'ın “ Tür k Tar ihi Yazımı İçin
Düşünülmüş Bazı Felsefe Notlar ı” adını taşıyan tebliğidir.
A. İnam tebliğinde birtakım temel soruları gündeme getirip onları cevaplamaya
çalışmaktadır. İlk sorduğu soru tar ih neden yazılır neden ar aştır ılır sorusudur. Bu sorunun
çeşitli şekillerde cevaplanabileceğini ancak geçmişi bilme isteğini, geçmiş - şimdi yaşanılan
zaman- gelecek bağlantısı içinde anlam kazandığını vurgulayarak zamanı üç boyutla algılamak
gerektiği üzerinde duruyor. A.İnam, geçmişin bitmediğini şimdi yaşayan tarafından
yorumlanmayı beklediğini ve gelecek beklentileri ile, geçmişte yaşananlar arasında bağlantının
sağlanmasını savunuyor. A. İnam, bu arada, şimdiyi yaşayanın, geçmişe dönüp bakarken içinde
bulunduğu ortamın değerlerinin etkisinde bulunduğunu, bu bakımdan geçmişi bir ön yargı ile ve
kendi beklentileri doğrultusunda değerlendirdiğini düşünenlerin bu tavrı objektif
bulmayacaklarına da dikkatleri çekerek, geçmişten kalan belgelerin kuru bir anlatımının tarih
olamayacağın, belgelerin, onu okumak isteyenlere, yorumlamak isteyenlere cevap verebileceğini,
ancak onlar ile konuşabileceğini söylüyor.
Bu değerlendirmelerden sonra İnam, bu güne kadar yapılmış olan araştırmaları tasnife tabi
tutarak, onları değerlendirmeye geçiyor. Açıklamalarına göre, bir grup araştırma, daha çok
monografi özelliklerini taşıyanlardır. Bunlarda, zaman, zemin ve konu sıralaması söz konusudur.
Çok sınırlı bir konuda, olabildiğince belge derlenmiştir ve belgeler çok ince bir eleştiriden
geçirilmişlerdir. Böylece belgeleri çarpıtma, keyfi değerlendirme ihtimalleri en aza indirilme
çabası gösterilmiştir. İnam, bu araştırma grubuna dahil çalışanlara “ belge yoğun odaklanmış”
adını veriyor. Bu tanımla ortay koyduğu çalışma tarzı, bazı başka tarihçilerin dilinde “ dar
çer çeve tar ihçiliği ür ünü” adını almaktadır. Bu tür çalışmalar için şu hususlara dikkat edilmesi
gerektiğini ekliyor. A. İnam incelenen, geçmişteki olgu için belgelere çok bağlı kalınmasına
rağmen yinede belge seçimi, konun sınırlarının belirlenmesi, araştırıcının sahip olduğu dünya
görüşünün etkisi altındadır. Bu bakımdan tarih araştırmacılığı belgelerin verdiği bilgileri kuru
kuru aktarmak değildir. Diğer yandan, seçilen belgelerle belli bir mesele üzerine odaklanmış
araştırmaların odaklandığı alana ışık tutuğu ancak ışıklandırılan alanın çevresinin karanlıkta
kaldığı bütün hakkında görüş sahibi olmadan yani çevreyi bilemeden odaklanan konu hakkında
yapılan değerlendirmelerin belge zenginliğine rağmen eksiklikler taşıyabileceği de bir gerçektir.
İnam, dar bir alana odaklanmış ar aştır malar la, bütün üzer ine çevr ilmiş ar aştır malar
ar asında bir denge kur ulması üzer inde dur uyor . Ve böylece, yine tarihçiler arasında pek
tartışılan “geniş çerçeve tarihçiliği”ne dikkatleri çekiyor.

Böyle bir dengenin yani tarih yazıcılığında odaklana noktaların dışında da tarihi “ gezi
alanlarının” olmasının, tarih yazıcılığını, kuru geçmiş anlatıcılığından, gerçek tarih yazıcılığına
götürebileceğini bilmemiz gerekiyor. İnam, tarihi gezi alanlarının genişletilmesi için de, “kültürel
bütünlük” kavramının yol gösterici olabileceğini ancak kültür kavramı üzerindeki tartışmaların,
kültür kelimesine verilmiş farklı anlamların, ar tık tek bir kültür den söz edilir hale geldiğinin
var lığına dikkatleri çekerek kültürel bütünlük kavramının, yorum tabanı sağlayacağına işaret
ediyor. Ancak kültür kavramı üzerinde yoğunlaşmış bir yorumun tehlikelerinin de olabileceğini
söylüyor.
Bu açıklamalardan sonra İnam, geçmişin olup bitmiş olduğuna, ancak bu geçmişe bizim farklı
açılardan, farklı konumlardan ve farklı kaygılarla bakabileceğimizi, bakmamız gerektiğini ileri
sürüyor. Bu tutumun alternatifleri olan bir tarih yazıcılığı yaratacağını ve bununda canlılık ve
zenginlik kazandıracağını belirtiyor.

Özetle Ahmet İnam tebliğinde Tür k tar ihinin yazımı için zamanın üç boyutunun göz
önünde bulundur ulmasını, geçmişin bu günü ve geleceği etkilendiğinin bilincinde, yeni
beklentiler le değer lendir ilmesini, bunun için kültür el bütünlüğün göz ar dı edilmeden dar
konumlar dan ve far klı niyetler le değer lendir meye yönelik Tür k Tar ihi yazımı öner iyor .

Konuya bir başka yönüyle bakan İlber Ortaylı'nın tebliğini adı “ Türk Tarih Yazıcılığının
Umumi Zaafı Üzerine”dir. Ortaylı, tarihçinin bir ilim adamı olduğunu fakat aynı zamanda bir
edebiyatçı ve sanatkar konumunda bulunduğunu söylüyor. Bunun için her milletin tarih
yazıcılığının bir üsluba sahip bulunması lüzumu üzerinde duruyor. Bu açıdan Türk
Tarihçiliğinin zayıf kaldığını çünkü modern tarih yazıcılığının ilmi yönden batının büyük
modern tarihçilerini örnek almasına rağmen, kendi kaynaklarını teşkil eden vakanüvislerinin,
menakıpnamecilerinin, divan şairlerinin edebi üslubunun lezzetine erişemediğini iddia ediyor.
Ortaylı'nın bir diğer işaret ettiği nokta da şudur. Modern Türk Tarihçiliğinin doğduğu
19.yüzyıl ile 20.yüzyıl başlarında batı Türkleri ile doğu Türkleri arasında var olan ilişkinin
1926 Bakü Türkoloji Kongresinden sonra kopuşudur. Bu noktadan sonra, Stalinist okulun
Rusya Türkleri üzerinde etkili olduğu, Türk tarihinin periodizasyonunun suni bir nitelik
kazandığı ve özellikle Avrupa tarihi, Osmanlı tarihi gibi tarihler dışında, Orta Asya tarihinin
Dünya Tarihinden koparıldığı meseleleri, üzerinde durduğu noktalardandır. Ayrıca, Ortaylı, tarih
öğretiminin de bu açıdan zayıf kaldığı düşüncesindedir. Kısacası, Ortaylı'nın tebliğinde iki nokta
vurgulanmaktadır. Birincisi, Türk tarihinin kaynaklarının üslup açısından nüfuz edilemediği
için, modern tarih yazıcılığının da orijinal bir usluba erişmediğidir. İkincisi de Türk tarihinin
çeşitli etkilerle Dünya Tarihi içine yerleştirilmiş bütünlüğü içinde ele alınmadığıdır. Bunun
da tarih yazıcılığının bir zaafını oluşturduğudur. Özellikle bu ikinci nokta Orta Asya
cumhuriyetleri ve diğer Türk toplulukları kongremize tebliğ sunmuş tarihçilerin çoğu tarafından
ısrarla vurgulanan bir gerçeği yansıtmaktadır.

Türk tarihinin nasıl bir sistematik dahilinde ele alınıp incelenmesi ve kavranması araştırılırken,
açıklık kazanan bütünlük ve özellikle kültürel bütünlük ekseninde bir bakış sahibi olunması
gerekliliğidir. Böyle bir eksen etrafında geçmişimizin ortak özelliklerini belirlerken, Muhakkak
ki kültür kavramı içinde özel bir yeri olan din olgusu ön plana çıkmaktadır. Bu olgunun
öneminden dolayı, Türk tarihi içinde Türklerin mensup oldukları dinler ve özellikle İslamiyet
büyük önem arzetmektedir. Onun için, Türk tarihine bu konudan bakmakta yarar vardır. Bu
mesele etrafındaki tebliğler geçmeden önce, kısaca din olgusu ve din-kültür ilişkisi üzerinde
İslam kültürü açısından İslam dini açısından İslam dini üzerinde durmakta fayda vardır.

İnsan hayatı ile ilgilendiğine göre, dinin insan hayatının her yönü ile meşgul olması
kaçınılmazdır. Ancak, Din yol göster ici ilahi bir açıklama olup, insan hayatını düzenleyen
bir pr ogr am değildir . Aksine insanın bizzat kendisinin, kendi hayatını, dinin verdiği bir takım
genel prensipler göre düzenlenmesi dinde öngörülmektedir. Buna göre din; İnsan hayatının her
yönüyle ilgili yüce ilkeler verir. Fakat bu ilkelerin yorumlanmasını ve belli zaman ve mekanlarda
uygulanmasını, hatta bu uygulamalarla ilgili olarak ortaya çıkan meselelerin çözümlenmesini
insanlara bırakır. Ancak insan mahiyeti itibarıyla durağan bir varlık olmayıp aksine her yönden
devamlı bir gelişme ve bilgi arttırma süreci içerisindedir. Bu yüzden insan bilgisinin gelişim
sürecine paralel olarak vahiyle gelen din ve bu dinin yer aldığı toplum, sürekli bir gelişim
gösterir. Zamanla, toplum içinde gelişen bilgiler ve değişen tavırlarla dinin vahiyle gelen özünün
etrafında insan aklının, dini yorumlamasıyla yeni beşeri bir bölüm oluşur ve zamanla din tahrif
olur. Aslında yorumlama, dini tahrif eden bir yaklaşım olmadığı halde, yorumlamanın nasıl
yapılması gerektiğini belirleyen bir yöntemin dikkate alınmaması, böyle bir sonucu yaratmıştır.
Sonunda toplumun kabul ettiği din ilk şeklinden çıkıp “ hur afe ve beşer i bir din”
dur umuna gelmiştir . Bu yeni dinlerin gelmesine ve insanlar arasında yayılmasına sebep
olmuştur. Allahın gönderdiği dinlerde hiçbir zaman tezat yoktur. Eğer bütün dinlerden insanların
kattıkları ve efsanelerini çıkarırsak, ortaya çıkan bir saflık ve birliktir. Dinler, insanların bilgi
seviyelerine gönderdikleri için, bir sonraki din, bir öncekini içerdiği gibi, bunun yanında kendi
zamanındaki toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmek için yeni bir takım ilkeleri de ihtiva
edecektir. Bu bakımdan Kuran bütün semavi dinleri kabul etmektedir.

Buraya kadar söylediklerimizin ortaya koyduğu husus şudur, insanların ilk andan itibaren
devamlı bir gelişim içinde oldukları ve edindikleri bilgilerde artma oldukça, kendilerine indirilen
dinlerin özü etrafında, kendi yorumlarından kaynaklanan beşeri bir bilgi bölümü oluştuğu ve bu
yüzden yeni dinlerin indirildiğidir. O yüzden tarihte çeşitli toplumlar ve konumuz açısından Türk
toplulukları çeşitli dinlerin mensubu olmuşlardır.

Bu açıklamalar çerçevesinde, dini ele alınca, iki ayrı olgu ile karşılaşmaktayız. Birincisi,
evrensel, mutlak ilkeler bütünlüğüdür. Bunlar vahiyle verildiğinden tamamen ilahidir. İkincisi, bu
ilkeler bütünlüğünün, çeşitli durumlarda yorumlanıp uygulanmasıdır. Bu bölüm ilahi temele
dayalı, tamamen beşeri olgulardan oluşmuştur. İslam dininde de bu durum aynen söz konusudur.
İlahi bölümün kaynakları Kur'an ve sünnet, beşeri yönü ise imamların geliştirdikleri, sosyo-
politik, ideolojik dünya görüşüdür. Dinin bu ikinci yönü, yani yor uma, içtihada dayalı
bölümü, genel anlamda İslam medeniyetidir . Bir kültür unsuru olarak değerlendirmemiz
gereken de dinin ilahi yanı değil, bu beşeri yönüdür.

Tabii ki, İslam medeniyetin başlangıcındaki bilgi daha sonra ki devirlerde aynı kalmamış, yeni
bilgiler eklenerek İslam dünya görüşü daha bir derinlik kazanmıştır. İslam medeniyeti ve bütün
medeniyetler, her dönemde aynen olduğu gibi kalmamıştır. Yeni ilimlerin kazandırdığı bilgiler
çerçevesinde İslam medeniyeti de zenginleştirilmiştir. Böylece toplumda beliren yeni sorunlara,
devamlı yeni ve daha etkin çözümler getirilmiştir. Bu çerçevede felsefe, tasavvuf, kalem, hadis,
tefsir, tarih, fizik, kimya, matematik, astronomi gibi birçok ilimler geliştirilmiş ve İslam
medeniyetine mal edilmiştir. Bu ilim adamı ve düşünürlerin insanlık tarihinde ki önemleri batı
dillerine çevrilen yüzlerce eserle kanıtlanmıştır. Böylece İslam medeniyeti, batı medeniyetine
öncülük etmiştir.

Ancak 16. Yüzyıldan sonr a İslam medeniyetinde önemli bir dur aklama dönemi başlamış ve
sonunda 19. yüzyılda ger ilemiştir . Bunun değişik alanlarda bir çok sebebi vardır. Bilgi
açısından, sebep şöyle açıklanabilir; Müslümanların 12. Ve 16. Yüzyıllar arasında geliştirdikleri
yeni bir zihniyet, o zamana kadar oluşmuş İslam medeniyeti içindeki bilgi birikimini hakikat-i
mahza olarak algılamaya başlamıştır. Bu tutum, sonuçta sosyal, ekonomik, siyasi ve eğitim
alanlarına yansıyan durağanlığın asıl sebebi olmuştur. Çünkü gelenek, yor um ve şahsi gör üşler
veya mezhep gör üşler i, bizzat temel kaynaklar , naslar yer ine konmaya başlandı. Durum
böyle olunca eldeki kitaplara gelmiş geçmiş ve gelebilecek tüm bilgileri ihtiva ediyor olarak
bakılıyordu. Bu da bilginin sonu demekti. Alime düşen tek görev kalıyordu, o da bu bilgileri
anlamaya çalışmak ve açıklamaktı. Dolayısı ile şerhler ve haşiyeler dönemi başlıyordu. Ar tık
geçmiş bilgiler i tenkit etmek mümkün değildi. Dolayısıyla İslam medeniyetinin gerilemesine
sebep olan bu dinin temel kaynakları değil aksine temel kaynakların yorumundan çıkarılan
zihniyettir. Bir medeniyetin canlılığını yitirmesi, artık gerekli bilgileri üretememesi, dolayısıyla
ilim ve düşünce faaliyetlerinin diğer insan faaliyetlerine öncülük edememesi sonucunu doğurur.

Bu açıklamalara dayanarak, bir kültür tarihi olarak din tarihi, çeşitli dinlerin etkin olduğu dönem
ve mekanlarda dinin vahiye dayanan olgusunun dışında, bu genel ilkelerin yorumundan doğan
faaliyetler bölümü olarak konu edilmek durumundadır. Bu noktada Türk tarihinin sistematiği
aranırken Türk Dinler Tarihi için teklifler ihtiva eden tebliğlerden biri Ahmet Yaşar Ocak'ın
“Tür kler ve Dinler (Pr oblematik Bir Yaklaşım)” adını taşıyan tebliğdir. Ocak, bu tebliğinde
“Türk Toplumlarını Sosyal Ve Kültürel Yapılarında Dinlerin Ve Özellikle İslamiyetin Yeri
Meselesini Tarihsel-Sosyolojik Bir Bakış Gündeme Getirmek” istediğini söylemektedir.

Türkler Orta Asya coğrafyasında tarih alanına çıktıkları andan itibaren yaşadıkları çeşitli
bölgelerde çok değişik dinler sahip olmuş din değiştir mişler dir . Bu değişiklikler, tabii olarak
onları toplumsal ve kültürel hayatlarında çok önemli izler bırakmıştır. Hatta, bu derin izler, yeni
kabul edilen bir diğer dinde yaşamaya devam etmiştir. Çeşitli dinlerin Türkler arasında ne gibi
biçimler aldığı konusu mutlaka incelenmelidir. Bu açıdan Türk tarihi içinde Türkler ve Dinler
konusu ele alındığı zaman, bu konun iki boyutuna etraflı şekilde bakılmalıdır. Bunun ilk boyutu
tarihi boyuttur. Yani Tür kler ar asında mevcut olmuş olan çeşitli dinler in onlar ar asına nasıl
gir diği, yayıldığı ve sonr aki yüzyıllar da aldığı biçim ve gör ünümler in ar aştır ılması ger ekir .
İkinci boyut ise, kültür el eski boyuttur . Yani, bu çeşitli dinlerin onları kabul eden muhtelif
Türk topluluklarının sosyal, ekonomik ve kültürel yapıları, hayatları üzerinde tarihi süreç içinde
bıraktığı izler ve bu yapılarda meydana getirdiği değişimler incelenmelidir.
Tarih boyutunun ihtiva etiği problemler üç ana grupta toplanabilir.
1- En eski ve Orijinal din meslesi grubu : Türklerin tarihçe malum olan en eski dinleri hangisi
veya hangileridir? Kendilerine has orjinal bir dinleri olmuş mudur? Oldu ise bu hangisidir?
Türklerin Orijinal dinleri sanıldığı gibi şamanizm midir? Yoksa iddia edildiği gibi tek Tanrılı bir
din (Göktanrı) midir?
2- Türkler arasında yayılan dinler meselesi: çeşitli türk zümreleri arasında çeşitli zaman ve
mekanlarda, sonradan hangi dinler kabul görmüştür? Bunların kanalları nerelerdir? Bu dinler
Türkler arasında nasıl biçim almış ve değişime uğramışlardır?
3- Türkler ve İslamiyet meselesi grubu: en fazla üzerinde durulması ve tartışılması gereken
problemler grubu bu gruptur. Türkler İslamiyeti hangi şartlarda ve nasıl karşılamışlardır?
İslamiyet çeşitli Türk zümrelerinin sosyo-ekonomik ve kültürel ortamlarında ne gibi biçim ve
yapılar kazanmıştır? Bir Türk vakıasından bahsedilebilir mi? İslamın Türkler arasında ortodoks
ve heterodoks biçimleri nelerdir?

Ahmet Yaşar Ocak, kültürel etki boyutu ile ilgi problemleri yedi grupta toplamanın mümkün
olacağı görüşündedir. Ve bu grupları şöyle sıralamaktadır:
1- dinlerin ve özellikle islamiyetin, geçmişten bu güne Türk devlet hakimiyet ve siyaset
anlayışındaki etkileriyle ilgi olanlar.
2- toplumsal ve hukuki yapıya etkili olanlar
3-ekonomik hayattaki etkilerine ait olanlar
4- bilim ve düşünce hayatına etkileriyle ilgi olanlar
5-dil ve edebiyata olan etkilerine ait bulunanlar
6-sanat anlayışına ve faaliyetleri etkileyenler
7 folklor alanına etkileriyle ilgili olanlar.

A.Y. Ocak bu tasnif içinde incelenmesini teklif ettiği din tarihine ilişkin sorunlara ışık tutacak
araştırmalar için, Türkiye Türk tarihçiliğinin seviyesini, bugün ulaşılan bilgi bir ikimini yeter siz
bulmaktadır. Edebiyat Fakülteleri tarih bölümlerinin bu alanda uzmanlaşmış, iyi yetişmiş
araştırmacılara sahip olmadığı, dinler tarihi çalışmalarının İlahiyat fakültelerinin ihtisasında
bulunduğunu, oralarda da genel dinler tarihi araştırmalarının ağırlıklı olduğunu vurgulamaktadır.
Batı tarihçiliğinin de bu konuda mesafe almış sayılmayacağını belirten Ocak, konun önemi ile
ilgili teşkilatlanma ve çalışma düzeni önermemektedir.

Bu arada Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu'nun bu konu ile ilgil çalışma düzeninde, Türk
Tarihinin sistematiği konusundaki tekliflerini eleştirmektedir. Eleştirilerin ağırlığı üç
noktadadır: İlkin kültür kavramına çok fazla anlam yüklendiği görüşündedir. Kavram olarak
kültürün bu kadar geniş anlamlı düşünülmesine rağmen bu kavramın içinde yer alması gereken
huhuk ve folklorun ihmal edildiği inancındadır. Üçüncü olarak da, kültür kavramının sadece bir
boyutu olarak din ve inançları zikretmenin yanlış olduğu iddiasındadır. Tam aksine dinin,
kültürün bir boyutu değil, kültürün bütün boyutunu etkileyen temel bir faktör olduğu
görüşündedir.

Bu eleştirilerin tartışılması gerektiği açıktır. Nitekim, biz de aslında dinin vahye dayanan, nas
olan bölümünün değil, beşeri olan, yani temel ilkelere dayalı yorumlarından çıkarsanan bilgi
alanının kültür olduğu görüşüne katılıyoruz. Bu anlamda, dinin beşeri yönünün bütün normlarını,
yani yüksek bir organizasyon yaratmadan, basit bir davranışa kadar bütün maddi normların kültür
çerçevesinde değerlendirilmesinin doğru olacağını varsayarak, bir teklif olarak Türk tarihinin
kültürel bütünlüğünü tespit etmede bir takım normları sıraladık, bunların sırası, yekdiğerlerine
göre önem ve etkileri, cemiyet üzerindeki etkiler, çok tabii olarak etraflı bir şekilde görüşülmeli
ve ortak kabul gören tasniflere ulaşılmalıdır.

Ahmet Yaşr Ocak, Türklerin dinleri konusunda mevcut bilgilere ve iddialara da eleştiriler
getirerek, yeni araştırmaların yapılmasını önermektedir. Örneğin Şamanizim ve Gök Tanrı
konularının yeniden ele alınması gerektiği görüşündedir. Bu konuda Orta Asya Türk tarihi ile
ilgili bilgiler sunan çeşitli tebliğler, bu konudaki tartışmaya katılacak niteliktedir. Nitekim Yuriy
Vasilyev'in “Kökü Oğuzlardan gelen Saha (Yakut)Türkleri” adlı bildirisinde; tarih, din, dil, inanç
ve folklorik değerler üzerinde durulmaktadır. Ayrıca daha önce zikrettiğimiz Şahniyazov'un
Türki Halkların Etnik ve Manevi Hayatı adlı tebliği de bu açıdan değerlendirilmelidir.

Kültür kavramı içinde önemle yer alan olgulardan biride sanattır toplumsal bir olgu olarak
sosyo-ekonomik ve kültürel koşulların dışında tek başına var olması mümkün olmayan sanat,
bireyle toplum arasında varolan karmaşık ve karşılıklı ilişkilerden doğar. Bu yönüyle tarih
araştırmalaında sistamatik içinde mutlaka yer alması gerekir. Filiz Yenişehir lioğlu, “Tür k
Tar ihinin Sistematiği Sor unsalı Kapsamında Sanat” başlıklı bildir isinde, bu alandaki
sor unlar ı ir delemektedir .

Sanatçı tarafından üretilen imgeler, anlamlarını toplumsal etkenlere bağlı olarak kazandıkları
için, her toplumun sanatı, yarattığı bir görsel dil görevini üstlenir. Sanat bazen doğrudan ifade
olanağı bulduğu gibi, bazen de gizlenmiş örtülü ilişkileri ve anlamları da içeren ve onları
iletmekte etkili olan bir yoldur. Bu bakımdan sanat bütün boyutlarıyla irdelenmelidir. Teknoloji,
sanatçının seçimi ve eğitimi, patronaj sistemi, yani sanatı destekleyen guruplar, kültür politikaları
sanatsal üretimin çeşitli etkenleri arasında yer almaktadır.

Yenişehirlioğlu Türk Tarihinin sistematiği bağlamında sanat alanındaki incelemelerde


sorulması gereken soruları şöyle sıralamaktadır:
Sanat etkileşiminin boyutları nelerdir? Etkileşim, toplumlararası ilişkilere bağlı olabileceği
gibi, kişisel öykünmeler bağlamında da karşımıza çıkabilir bu bakımdan etkileşim faktörlerinin
bir bütün içerisinden ayıklanabilmesi kapsamlı ve ayrıntılı çalışmalar gerektirir. Ayrıca bir şeyin
etki olduğuna nasıl karar verilecektir? Sanat eserlerini dış modellere göre mi, sanat eserinin
içinde bulunduğu eş zamanlı sistemlerde görülen değişikliklere göre mi etki olgusunu belirlemek
gerekmektedir. Her değişiklik bir etki midir? Eserin semantik anlamı nedir? Bu soruların
cevabı olarak da şu yargıya varmaktadır:

Etkileşimin ana nedeni bireylerin ve toplumların başka birey ve toplumları algılama


modellerinden ve bu modelleri kendi yaşamlarına uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Yeni
algılama modellerindeki değişiklik, ilişkiler aracılığı ile var olan faktörleri harekete geçirerek,
sosyo-kültürel açıdan belli imgelerin kabul edilmesine ve yaygınlaşmasına aracı olur.

Türk toplulukları ar asında or tak bir gör sel, sanatsal dilden söz edilebilir mi? Yüzyıllar
boyunca farklı coğrafi alanlara yayılmış olan Türk topluluklarının kendilerini görsel olarak ifade
eden biçimleri ortak özellikler gösterebilir mi? Gelecekte ne olabilir?

Tarihsel süreç içerisinde, 19. Yüzyılın tüm dünyada çıkarttığı radikal değişiklikler öncesine
bakıldığında Tür k topluluklar ında sanat bir yönetici sınıf sanatıdır. Yönetici sınıfın dışında
var olan halk sanatı örnekleri ise günlük kullanıma yönelik, çabuk yok olabilen üretimler
oldukları için, zaman etkisinde modalar olarak biçimlendiğinden, sar ay üsluplar ı çoğunlukla
halk sanatlar ını yoğun bir biçimde etkilemiştir . Ancak bu topluluklar içerisinde kendilerini var
olan politik gücün dışında tamamlamaya çalışan gruplar kapsamında özgün halk sanatı
örneklerinin devamlılığından söz etmek olasıdır.

Türk topluluklarına baktığımız zaman sanatın destekleyiciler i, genellikle saray ve çevresinden


oluşmaktadır bu küçük bir beylik sarayından büyük bir imparatorluk sarayının sanatsal
örgütlenme biçimlerine kadar çeşitlilik gösterir. Bu durumda Türk topluluklarında geçmişte
görülen sanat ve ideoloji (politik ve dini) arasındaki ilişkiler daha ayrıntılı irdelenmek
durumundadır.

Yukarıda belirtilen durumdan dolayı, Tür k topluluklar ında gör ülen sanat üsluplar ının adlar ı,
devletler in adlar ıyla bakidir . Avrupa sanatında olduğu gibi Roman, Gotik, Rönesans v.b. gibi
doğrudan sanatsal veya kültürel bağlamda adlandırılan üsluplar Türk topluluklarında bulunmaz.
Sanatsal üslupları her bir devletin adına göre tanımlamak adet olmuştur: Karahanlı sanatı,
Selçuklu sanat, gibi. Süsleme sanatında gör ülen Rumi, Hatayi, gibi üslup tanımlamalar ı ise
oldukça sınır lı kalmaktadır .

Selçuklu, Timurlu, Osmanlı imparatorluklarına baktığımızda da bu imparatorluklar kendi sanat


üsluplarını farklı alanlara yaymışlar, o farklı alanlarda yeni üsluplarla karşılaşmışlardır. Fakat bu
olgulardan da yararlanarak oluşturulan yeni sanat anlayışı bütünün onu oluşturan parçalarından
farklı bir sonuç olması gibi hepsinin üstünde farklı bir görsel dil oluşturmaktaydı.

Genel olarak kültürel değerler farklı çağlara ve imparatorluklara göre değişik görsel ifade
biçimlerinin ortaya çıkmasına engel teşkil etmemiştir. Tür k topluluklar ında gör ülen mimar i
yapı tipler i işlev olar ak aynı amaca hizmet etmeler ine r ağmen, plan, cephe anlayışı, iç
süsleme, or an ve boyutlar , malzeme, kullanımı gibi konular da bir bir ler inden çok far klı
olabilmektedir . Öte yandan bazı elemanların ise aynı biçimi değişik bölgelerde korudukları
görülmektedir. Mobilyasız yaşama biçiminin ortak özelliklerini ise konut mimarisinde aramak
gerekmektedir. El sanat sanatları örneklerinde, özellikle taşınabilir malzemeler aracılığı ile kimi
ortak motif ve kompozisyonlardan ortak bir beğeni olarak söz edilebilir. Ancak Timur lu sanatı
sadece Selçuklu sanatının devamı, bir Osmanlı sanatı sadece Timur lu ve Selçuklu sanatının
sentezi değildir hepsinin kendine göre ayrı duyarlılıkları, dış dünyayı yorumlamada farklı bakış
açıları olabilmektedir.

Bu gün koşullar bir yandan bu gün dünyada küreselleşme gibi bir olgudan söz edilirken, diğer
yandan Türk toplulukları, farklı koşullardan geldikleri için farklı kültürel ve siyasi görünümler
sergilemektedirler. Burada sanatçıyı özgür bırakarak, dünyayı algılayışı ve yorumlayışını
değerlendirmek gerekir. Böylece küreselleşme eğilimleri karşısında sanatçı farklı ve orijinal
olanı, yalnız kendi adına değil, aynı zamanda içinden çıktığı toplum adına da gerçekleştirmiş
olacaktır.

Sonuç olarak ister geçmişte olsun ister günümüzde, içinde yaşadığı coğrafi ve tarihi
koşulların getirdiği şartlandırmalar ile Türk dünyasını homojen ve değişmez bir bütün
olarak ele almak olası gözükmemektedir. Sanat da toplumsal bir olgu olarak sosyo- ekonomik
ve kültürel sanatların dışında tek başına var olamaz. Sanatın üretildiği toplumun şartları ise
sanatçının yorumunda, kavram ve imgeleri yeniden düzenlemesinde, yeni dizgeler
oluşturmasında ve değişik öğelere ulaşmasında ortaya çıkar.

You might also like