Professional Documents
Culture Documents
Yeni Umit Dergisi 81-2008 - 3
Yeni Umit Dergisi 81-2008 - 3
00 YTL
Dinî Ýlimler ve Kültür Dergisi YIL: 21 SAYI: 81 TEMMUZ - AĞUSTOS - EYLÜL 2008
www.yeniumit.com.tr 106702 - 2008/3
2
G elin, milletçe gönüllerimizi cehaletten, kabalık-
tan, bağnazlıktan, kinden, nefretten, hasetten
arındırarak, dinî desen ve millî renklerimiz çer-
çevesinde yeniden kendimiz olalım. “Erbaîn”ler çıkarırca-
sına, gece-gündüz sürekli nefsanî arzularımıza karşı dura-
Suların döne döne ve değişe değişe ummana yürüdüğü
gibi “Biz hepimiz Allah’a aidiz –bu aidiyete ruhlarımız
feda olsun– ve mutlaka O’na döneceğiz.”2 mülâhazasıyla,
varlığımızı değerler üstü değerlere yükseltecek üst üste sü-
reçlerden (vetire) geçip kendi mahiyetimize münasip bir
rak, kalblerimize ve ruhlarımıza rahat bir nefes aldıralım. şekil almaya, ruhumuzun ufkuna ulaşmaya veya özümüzle
Gelin son bir kez daha, bizi Hak’tan uzaklaştırıp cisma- bütünleşmeye daha ciddî gayretler gösterelim.
niyetin esiri hâline getiren nefis ve şeytanın bütün karanlık Evet sular, ummandan, mini mini nem parçacıkları ha-
oyunlarına “yeter!” diyerek, inancımızın gücüyle, Kudreti linde ayrılır; enerjilerini kullana kullana, mahiyetlerinin mü-
Sonsuz’un birer nüve şeklinde mahiyetimize yükleyip gen- saadesi çerçevesinde zıtlıkları aşar, “çiy noktası”na ulaşır..
lerimize işlediği “ahsen-i takvîm”e mazhariyetin esasları sa- birbiriyle bütünleşir ve ayrı bir mahiyet alırlar; ardından
yılan iç dinamiklerimize yönelip insanî husûsiyetlerimizin da bin bir tarraka ve ışık oyunları içinde yeniden baş aşağı
gereklerini yerine getirelim. toprağın bağrına boşalır; arzın derinliklerinde rezervi aza-
Zaten eğer, içinde bulunduğumuz şu kritik günlerde, lan veya tamamen biten havuzları doldurur; kuruyup ciğeri
bütün bilgi, görgü ve müktesebâtımızı insan, kâinat ve Ya- yanmış ovanın-obanın imdadına koşar; bağların-bahçelerin
ratıcı münasebetlerine bağlayarak gerçek ilim ve mârifete yüzünü güldürür ve geçtiği her yerde yolunu gözleyenlere
yönelmezsek, ilim adına bir kısım vehimlere kurban git- tebessümle mukabelede bulunurlar. Her şeyle ve herkesle
memiz, kazanma kuşağında kaybetmemiz ve “Onlara, sarmaş dolaş olur, hemen bütün muhtaçları şefkatle kucak-
kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıs- lar ve hiçbir ayrım gözetmeden hemen hepsinin hararetini
sasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, giderirler. Sonra da, yeniden, derin bir birleşme tutkusu ve
sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) kendi havuzuna ulaşma sevdasıyla, çaylar-ırmaklar oluştura-
dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendi- rak yürürler değişik çağıltı mûsıkîleriyle göllere-deryalara..
ne benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri her zaman bir gözü atmosferin derinliklerinde, diğeri arzın
oldu.”1 âyetinde anlatılan tali’sizin durumuna düşmemiz enginliklerinde, bitmeyen bir aşk u şevkle döner dururlar
kaçınılmaz olacaktır. İlimlerin evhama dönüştüğü, hikme- yer-gök arasında.. hem de edip eylediklerini başa kakma-
tin abeslere inkılâp ederek tam bir tereddüt kaynağı oluş- dan, kimseyi mahrum bırakmadan, herkesi, her şeyi, her
turduğu, bütün varlık ve eşyanın ürperten cenazeler hâlini yeri sevindirir ve bütün muhtaçların yüzlerini güldürürler;
alıp içlerimize korkular saldığı bir duruma düşmenin ise, güldürür, insaf ve insaniyetimize tenbihlerde bulunarak, bizi
düz cehaletten daha tehlikeli olduğu açıktır. iradelerimizin hakkını vermeye çağırırlar.
İnsanı, haktan, varlığın hakikatinden uzaklaştırıp Aslında, canlı-cansız ekosistemin bütün unsurları bir-
kendi özüne de yabancılaştıran gayesiz, hedefsiz bilgi ve birleriyle el ele, omuz omuza öyle bir birlik içindedir ki,
müktesebâtı, bir meçhul şairimiz şöyle ifade eder: dahası olamaz: Evet, en küçük ve önemsiz görünen ya-
ratıklardan en dev ve cesametli varlıklara kadar her şey
Ümmî kalıp cazibe-i dîne incizâb, ve her nesne, bir vücudun uzuvları gibi belli bir plan çer-
Evlâ değil mi âlim olup çekmeden azâb. çevesinde, hep birbirinin imdadına koşmakta, birbirine
Öyle ise gelin, bilmeyi bilelim; kendi özümüzü keşfet- yardım ellerini uzatmakta hatta çok defa hayatlarını hep
meye çalışalım ve vicdanlarımızı mârifetle harekete geçi- başkalarını yaşatmaya bağlı sürdürüp tam bir dayanışma
rerek el ele, gönül gönüle hep beraber Hakk’a yürüyelim. ve yardımlaşma örneği sergilemektedirler: Güneş, o dev
3
cesameti ve o her şeyi kucaklayan sımsıcak atmosferiyle, tıp- daha aziz bilerek, sinelerimizin nefse ve şeytana kapalı en
kı şefkatli bir anne gibi, tesir alanına giren hemen herkesi ve mahrem yerlerinde sımsıkı korumaya alalım; ulaşmasın,
her şeyi sıyanet kanatları altına almakta, hiçbirini mahrum ulaşamasın ona hiçbir hain düşünce ve zalim el, ilişemesin
etmeden hemen hepsini görüp gözetmekte ve vâridâtını hiçbir menfur emel.
onların başlarına boşaltarak türlü türlü ışık-renk oyunlarıyla Gelin, vicdanlarımızın Hakk’a ulaşma heyecanını bir
her zaman emre âmâde olduğunu haykırmaktadır. Toprak,
iman derinliği, bir “şeb-i arûs” neşvesi gibi duyup, bu neşveyi
su, hava ve bunları teşkil eden daha küçük elementler, apa-
sinelerimizin en yüksek tepelerinden bir ezan edasıyla haykı-
çık birer hizmetkâr gibi, bizim ve daha başkalarının imda-
rarak, bin bir yabancı gürültüyle sağırlaşmış bütün kulaklara
dına koşmakta, yaşamamıza, varlığımızı sürdürmemize kol-
yepyeni bir ezel bestesi duyuralım; duyurup bütün gönülleri
kanat germektedirler. Bağlar-bahçeler, bağlarda-bahçelerde
coşturalım. Bir yandan çehrelerimizin kirlerini gözyaşlarıyla
meyveler-sebzeler, semâvî sofralar şeklinde önümüze konup-
giderirken, diğer yandan da sinelerimizi en mahrem duygu-
kalkmakta ve bize ziyafetlerin en nefislerini sunmaktadırlar;
ların heyecanlarıyla coşturabildiğimiz kadar coşturup bütün
sunmakta ve kâinatta cârî umumî ahenk adına ruhlarımıza
samimiyetimizle; “Dil bir beyt-i Hudâ ise, temizledik onu
teâvün ve tesânüt duyguları fısıldayarak gönüllerimizi yük-
mâsivâ kirlerinden; ey can, doğ artık ruhlarımıza ve bize
sek insanî değerlere uyarmaktadırlar.
yalnız olmadığımızı duyur; duyur ve gurbetlerin en acısıy-
Öyleyse gelin, bütün varlık ve eşya, varlık ve eşyanın la kıvranıp duran gönüllerimizi mârifetinle doyur.” diyerek
arkasındaki ruhanîler ve melekler gibi biz de, el ele, gönül varlığımızı bir kere daha cihanlara haykıralım.
gönüle birbirimizi candan kucaklayalım ve iradelerimizin
Gelin ne olur.! Öyle bir canı kucaklayalım ki, kucakla-
hakkını eda etme azmiyle, içimizdeki kin, nefret, ihtiras,
maya ve beraberliğe değsin ve neticede asla pişmanlık duyul-
düşmanlık, şehvet... gibi hayvanî hisleri söküp atarak,
masın. Bence, fânilik kirlerinden arınmanın ve ömür boyu
ruhanîlerin o tertemiz havasına dem tutmaya çalışalım..
melekler gibi tertemiz yaşamanın yolu da bu olsa gerek..
kalbî ve ruhî hayat ufkuna otağlar kurarak hak yakınlığına
gelin hep bu yolda olalım ve yok olup gitmekten kurtulalım.
açık duralım.. ve içlerimize akan arz u semanın güzellikle-
Zaten, yazda doğup kışta ölenlere, baharda hazan endişesiy-
rinden, lâhut âleminin o el değmemiş güllerinden, çiçek-
le tir tir titreyenlere gönül vermeye de değmez ya...
lerinden hazırladığımız buketlerle sevgiye ve güzelliğe aç
gönüllere bayram şölenleri yaşatalım… Gelin, bütün insanlar karşısında, tıpkı meyveli ağaçlar
gibi olalım; olalım ve semtimize sokulanları, gölgeden daha
Gelin, cismaniyet ve nefsanîliğin o boğan, bunaltan dar
başka şeylerle de mükâfatlandırarak, bütün vâridâtımızla
mahbesinden sıyrılarak, biraz da ruhların ferah-feza ikli-
onların başlarına boşalıp duralım ve tabiî kendimiz de her
minde kanat çırpıp pervaz etmeyi deneyelim: Sürekli Allah
zaman toprakla sarmaş dolaş kalalım...
için işleyip Allah için başlayalım.. Allah için görüşüp Allah
için konuşalım.. ve O’nun hoşnutluğuna götürmeyen her Gelin, güç, kuvvet, servet, hâkimiyet ve daha değişik
davranıştan da uzak durarak, ömürlerimizi bütün bütün imkânlar gibi, bir kısım zahirî fâikiyet unsurlarını, Hakk’a
O’nu memnun etmeye adayalım: Ellerimizi-ayaklarımızı, karşı birer medyûniyet, tevazu ve mahviyet vesilesi saya-
gözlerimizi-kulaklarımızı, dillerimizi-dudaklarımızı O’nun rak, Allah’ın ihsan ettiği bütün bu mazhariyetleri, O’na
istediklerine bağlayarak, her hamle ve her hareketimizde bağlı görme idrak ve şuuruyla ölçüp, biçip, değerlendirip
O’nun sadık bendeleri olduğumuzu haykıralım.. ömrümüz onları gönüllerimizde iki büklüm olma duygusuna çevire-
oldukça hep hak aşkı, insanlık sevgisiyle oturup kalkalım.. lim; çevirip bütün tavır ve davranışlarımızı Hak karşısında
dünyadan göçüp gideceğimiz zaman da birer aşk ve muhab- rükû ve secde hâliyle, insanlar karşısında da saygı ve mu-
bet şehidi gibi, ruhanîlerin uçuşup durduğu âleme gidiyor habbetle bezeyelim.
olma şuuruyla ayrı bir aşkınlık neş’esi ortaya koyalım... *Bu yazı, Sızıntı dergisinin Eylül 2000 tarihli 260. sa-
Gelin, bütün benliğimizle Hakk’a yönelip Hak’ta bu- yısından alınmıştır.
luşalım.. böyle bir nokta itibarıyla unutulacak şeyleri bütü- Dipnotlar
nüyle gönüllerimizden çıkarıp atalım ve tutulup korunma- 1. A’raf Sûresi, 6/175.
sı gereken değerleri de birer göz nuru gibi canlarımızdan 2. Bakara Sûresi, 2/156.
4
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Suat YILDIRIM *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
8
Hidâyet Nedir? Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necât (kurtuluş)
Hidâyet, “doğru yola gitmek, doğru yolu gös- yolunu gösterip açıklayan, kullarından dilediğini
termek” manasına mastar, “doğru yol, kılavuzluk tevhid nuruyla müşerref kılan ve dilediğini dos-
ve rehberlik” anlamına da isim olarak kullanılır. doğru yola hidayet edendir. (Tâhâ Sûresi, 20/50)
Istılah olarak ise, “mahiyet itibariyle tertemiz, Aynı şekilde, yeni doğan bir yavruya memeyi tut-
dupduru ve lekesiz yaratılmış insanın küfür, şirk masını, yumurtadan çıkar çıkmaz civcive daneleri
ve sapıklıklardan kurtularak İslâm’ın aydınlık yo- toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yap-
luna girmesi” demektir. masını idrak ettiren, hasılı her canlıya en uygun
şartlarda hayatını idame etme istidadını ilham
Hidâyet, hüdâ, hedy, hâdî, mühtedî ve ihtidâ
eden O Hâdi-i Mutlak’tır.
gibi türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de en çok
zikredilen kavramlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’deki Büyük lügat âlimi İsfahânî, Kur’ân-ı Kerim’deki
ıstılahları inceleyen meşhur el-Müfredât adlı eserin hidâyet kavramını, ayetlerin müşterek muhtevası
müellifi Râgıb İsfahânî, hidâyeti, “özellikle ilahî çerçevesinde gruplandırarak, Hâkim-i Mutlak’ın
emirlere muhatap olan insana ‘lütufla, iyilik ve yu- insanlara hidâyet bahşetmesinin dört merhalede
muşaklıkla’ Hakk'ın yolunu gösterme” şeklinde tarif olacağını ifade eder:1 Buna göre birincisi, bütün
eder. Bu tarif, Kur’ân’da İslâm’ı tebliğ metodunun mahlukatı, hayatlarını idame ettirebilmeleri için
açıklandığı “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel akıl ve idrak yetenekleriyle donatıp bu sayede
öğütle davet et ve (gerektiğinde) onlarla en güzel elde ettikleri zarûrî bilgilerle hidâyet bahşetmesi
şekilde mücadele et!” (Nahl Sûresi, 16/125) ayetinin (umûmî hidâyet): “Yaratıp düzene koyan, takdir
muhtevasını çağrıştırmaktadır. Buna göre hidâyet, edip yol gösteren O’dur.” (A’lâ Sûresi, 87/2-3)
sadece “iletmek” anlamında nötr bir kelime değildir; İkincisi, kılavuzluk için peygamber ve kitaplar gön-
birkaç istisna dışında, müspet manada kullanılır ve dermek suretiyle Hakk’ın yolunu göstermesi: “On-
bizatihi “doğru yol ve doğruluk” anlamına gelir. ları (elçileri), emrimizle insanlara doğru yolu gös-
Nitekim zıttı ‘dalâlet’ olup, ‘doğru yoldan sapmayı’ teren önderler yaptık.” (Enbiyâ Sûresi, 21/73) ve
ifade eder. “Hakikaten bu Kur’ân, en doğru yola iletir.” (İsrâ
Sûresi, 17/9). Üçüncüsü, kendi iradesiyle hidâyeti
Hidâyet kavramı Kur’ân-ı Kerim’de umumi- kabul edenlere tevfîk lütfetmesi, hidâyete muvaf-
yetle Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) izâfe edilmekle bir- fak kılması (husûsî hidâyet): “Allah doğru yolda
likte, ilâhî vahiylere, peygamberlere, meleklere, gidenlerin hidâyetlerini artırır ve onları takvâya
fert olarak insana ve ümmetlere de nispet edil- erdirir.” (Muhammed Sûresi, 47/17) Dördüncüsü
mektedir. Hidâyet, Kur’ân’da “Doğrusu, insanlar de, rahmetiyle muamele ettiği kullarını Cennet'le
için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’deki, mükâfatlandırması: “Müminler (Cennet'te) hamd
âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kuru- ve şükür duygularıyla dopdolu olarak, ‘Bizi dün-
lan Kâbe’dir” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/96) ayetiyle yada iken bahşettiği hidayetle bu nimetlere erdiren
Kâbe’ye izâfe edilmekte; diğer bir kısım ayetlerde Allah’a hamdolsun. Allah bizi doğru yola erdirme-
de ilâhî talimata uymadıkları için helak edilmiş miş olsaydı, biz kendiliğimizden bu yola asla ulaşa-
geçmiş milletlerin acıklı halleri hidayetle alakalı mazdık.’ derler.” (A’râf Sûresi, 7/43).
olarak nazara verilmekte ve bundan ders çıka-
Nihaî planda hidayet de dalâlet de ancak
rılması öğütlenmektedir: "Önceki sahiplerinden
Allah’ın elindedir ve bunların vücut bulmaları
sonra dünya mülküne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği
Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ve yaratmasına bağlı-
anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsaydık kendileri-
dır. Kur’ân-ı Kerim buna bütün açıklığıyla işaret
ni de günahları sebebiyle musîbetlere uğratırdık?"
etmektedir. Şöyle ki: “Allah kime hidâyet verirse
(A’râf Sûresi, 7/100; bkz. Tâhâ Sûresi, 20/128)
o hidayete erer. Kimi de dalâlette bırakırsa, artık
Mutlak Hidâyet Sadece Allah’a (c.c.) Aittir onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın.” (Kehf
Mutlak manada kuluna hidâyeti bahşeden Sûresi, 18/17) Bu ifadeler gösteriyor ki, her ne
Mevlâ-yı Zülcelâl’dir. Hâlik-ı Zülcemâl’in en kadar kulun tercihte bulunma ve mübaşeret etme
güzel isimlerinden biri ‘Hâdî’dir, yani kendisini gibi cüz'î iradesiyle gerçekleştirebileceği fiiller
tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları bulunsa da, neticede hidâyet ve dalâlet ancak
9
Allah’ın (c.c.) yaratmasıyla varlık sahasına çıkmaktadır. O uykularını kaçıran, kendini helak edecek noktaya getiren
halde “Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hi- tek şey vardı, o da, Allah’ın dinini insanlara anlatması,
dayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar. Kimi de Allah’ın lütfuyla insanların bu Din’e inanmaları ve hida-
sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler yete ermeleriydi.
onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsa- Efendimiz’in (s.a.s.) Rabbine yönelip O’ndan istekte
lar, ona anlatılacak her şeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bulunurken sabah akşam okuduğu duasında şu dört husu-
bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamaz- sa dikkat çektiğini görüyoruz: “Allahım, Senden hidayet,
lar. Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur. Artık takva, iffet ve insanlara muhtaç olmayacak kadar zenginlik
ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur. istiyorum.” (Müslim, Zikr 72,78). Allah Resûlü’nün sık sık
Burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerek- yaptığı bu duasında “hüdâ”yı istemesini şöyle değerlendir-
mektedir. Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibarî mek mümkündür: Efendimiz’in “hüdâ”dan kastı “Lâ ilâhe
dahi olsa, onları mevcut iradenin istek ve talebi üzerine ya- illallah” hakikatidir. Nitekim O, bir hadislerinde “İmanı-
ratır. Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan nızı sık sık ‘Lâ ilâhe illallah’la yenileyin” (İbn Hanbel,
Allah (c.c.) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir. Dolayısıyla Müsned, 2/359) buyurmaktadır. İnsan için zaman, mekân
sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur. Onun içindir ki biz, ve kendi atomları her an değiştiğinden o da maddesi itiba-
kıldığımız her namazda, Fatiha Sûresini okurken Cenâb-ı rıyla her gün âdeta farklı bir şahıs olmaktadır ve her gün,
Hakk’a dua edip yalvarır ve “Allah’ım bizi mağdûb (ga- ihya edilmemiş bir zamana, ölü bir mekâna girmekte ve
daba uğramış) ve dâllînin (sapıtmışların) yoluna sürükle- henüz tenevvür etmemiş ölü bir kısım zerreler onun vücu-
me.” (Fatiha Sûresi, 1/7) diye niyaz ederiz.”2 Dolayısıyla duna girmektedir. Öyleyse insan, her an “Lâ ilâhe illallah”
her ne kadar hidayet Allah’ın (c.c.) yaratmasına bağlı olsa demek suretiyle “Allahım, Senden hidayet talep ediyor ve
da, onun dünyada insanı emniyet ve itminana ulaştırması, şahsî dünyamı aydınlatmanı istiyorum” duygu ve düşün-
ahirette de kurtuluşa vesile olması, insanların kendi hür cesi ile imanda yenilenmeye talip olmalıdır.4
iradeleriyle ortaya koyacakları tavır ve davranışlara bağlı Allah Resûlü, risalet vazifesiyle şerefyâb olunca, “Önce
kılınmıştır. en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ Sûresi, 26/214) emr-i
Netice olarak “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemez- ilahîsi gereği, yakın akrabalarına evinde yemek vermiş, onla-
siniz.” (İnsan Sûresi, 76/30); “Allah dilediğini sapıklıkta ra kendisinin Allah’ın Elçisi olduğunu bildirmiş ve kendile-
bırakır, dilediğini doğru yola iletir.” (Müddessir Sûresi, rini Allah’ın varlığını ve birliğini kabule davet etmişti. (İbn
74/31) fehvasınca kimse, O’nun dilediğinden başkasını di- Hanbel, Müsned, 1/159) Yine bir defasında Safa tepesine
leyemez. O’nun saptırdıklarını hidayete erdiremez, O’nun çıkarak oradan Kureyş’e seslenmiş ve her bir kabilenin ismini
hidayete erdirdiklerini de saptıramaz. Hidâyet meselesinde anarak onları Allah’ın azabına karşı uyarmış ve hidayete er-
de işin çoğu O’na (c.c.) aittir. Bize ait olan o kadar cüz’î, meleri için çağrıda bulunmuştu. (Müslim, İman 355) Gö-
o kadar küçüktür ki, bunları görmezlikten gelerek, olan rülüyor ki, Efendimiz ilahî ferman gereğince öncelikle kendi
şeylerin bütününe sahip çıkmamız, Allah’a karşı suiedeb akrabalarının hidayete ermelerini istemişti.
ve cüretkârlıktan başka bir şey değildir.3 Allah Resûlü’nün amcası Ebû Tâlib, kırk yılı aşkın bir
Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) Hidâyet Konusundaki zaman O’nu himaye etmiş bir insandı. Mekke müşrikleri
Azmi ve İştiyakı O’na ilişmek istediklerinde, aşılmaz bir sur gibi karşıların-
Yüce Allah kullarına hakkı, hakikati göstermek için da önce onu bulurlardı. Ebû Tâlib, nübüvvetin üzerinden
lütfuyla gönderdiği vahiyleri ve peygamberleri hidayeti- on yıl kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen hidayete
ne vesile kılmıştır. Allah Resûlü (s.a.s.) de yirmi üç yıllık ermemişti. Artık ölüm döşeğinde, son anlarını yaşamak-
risâleti boyunca hidayete vesile olmak için olağanüstü bir taydı. Allah Resûlü’nün, kendisine bunca iyiliği dokunmuş
gayret göstermiştir. O’nun bu gayreti Kur’ân-ı Kerim’de, baba yadigarı amcasının ötelere imansız gitmesine gönlü
“Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendini razı olmuyordu. Fırsat buldukça yanına gelerek ısrarla ‘Lâ
harap edeceksin.” (Şuarâ Sûresi, 26/3) diye ifade edilmek- ilâhe illallah’ demesini istiyor ve “Böyle de ki, sana ahi-
tedir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kendisine tevdi edilen bu va- rette şefaat edeyim.” diyordu. Lâkin Ebû Tâlib, o sırada
zifeyi yerine getirmekten başka bir şey düşünmüyor; O’na orada bulunan müşriklerin diline düşmekten çekinerek bu
ne açlık, ne susuzluk, ne maruz kaldığı muameleler ve ne telkinlere müspet bir karşılık vermemiş ve son nefesinde
de işkenceler rahatsızlık veriyordu. O’na rahatsızlık veren, “Abdulmuttalib’in dini üzere” diyerek hidayete erme fır-
10
satını kaçırmıştı. Efendimiz bu tablo karşısında çok üzül- Mekke’ye gelerek İslâm’ı kabul etmişti. Mekke’ye ikinci kez
müştü. Hıçkırıklarını tutamamış, hüngür hüngür ağlayarak geldiğinde, kavminden gördüğü eziyetlerden dolayı Nebî
“Men edilmediğim sürece senin için istiğfar edeceğim.” de- (s.a.s.)’a şikayetçi olmuş ve onlar hakkında beddua etme-
mişti. Ancak bu hadisenin hemen akabinde inen şu ayet, O’nu sini istemişti. Resûl-i Ekrem dua için ellerini kaldırmış, bu
sinesindeki bu ıstıraptan men etmişti: “(Kâfir olarak ölüp) Ce- esnada orada bulunanlar: “Devsliler yandı.” demişlerdi.
hennem ehli oldukları, açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi Âlemlere rahmet olan Kutlu Nebî: “Allahım, Sen Devs’e
olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere hidayet nasip et ve onları İslâm ile müşerref kıl!” diye hi-
yaraşır ne de inananlara.” (Tevbe Sûresi, 9/113). dayet için dua etmiş ve Tufeyl’e (r.a.) de: “Sen yumuşak bir
Efendimiz’in (s.a.s.), en yakınındaki amcasının hidaye- üslupla tebliğine devam et.” talimatını vermişti. Hz. Tu-
te kavuşması için gösterdiği bu iştiyak ve azmin, Allah’ın feyl kavmine döndüğünde, bu duanın bereketiyle çok gü-
(c.c.) izni ve meşieti olmadıkça bir netice hâsıl etmediği gö- zel neticeler elde etmişti. (Buhârî, Meğâzî 77) Nitekim en
rülmüştür. Yüce Allah, en sevgili kulu ve elçisine insanları çok hadis rivayet eden sahabi olarak tanıdığımız Hz. Ebû
hidayete erdiren yegâne iradenin Kendi İradesi olduğunu, Hüreyre, Tufeyl’in (r.a.) kılavuzluğu sayesinde bir rivayete
Resûlüne düşen vazifenin yalnızca hidayet yolunda mübaşe- göre Mekke döneminde iken hidayete kavuşmuştu.6
ret ve vesile olmakla sınırlı kalacağını şöyle ifade buyurmuş- Resûl-i Ekrem (s.a.s.), insanların hidayete ermelerine
tur: “(Ey Muhammed) gerçekten sen, sevdiğini hidayete er- vesile olabilmenin, onlara güzellikle muameleden, kolaylık
diremezsin, bilakis Allah dilediğine hidâyet verir. Hidayete göstermekten, sert ve haşin tavırları terk etmekten, muhata-
erecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas Sûresi, 28/56) Efen- ba değer vermekten, ülfet ve yakınlaşma tesis etmekten, tatlı
dimiz, nübüvvetin sonraki merhalelerinde hidayet konusun- ve yumuşak bir üslupla gönüllere hitap etmekten, müşterek
da kendisine düşen vazifenin şuurunda olduğunu şöyle dile noktaları yakalamaktan ve hediyeler vererek kalıcı dostluk-
getirmiştir: “Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. lar kurmaktan geçtiğini biliyor ve beşerî münasebetlerde bu
Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve salahiye- kaidelere uymaya itina gösteriyordu.7 Bu konuda ashabına
tim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve da tavsiyelerde bulunuyor ve gerektiğinde onları yumuşak
sizi azdırmak için gönderilmiştir. (Unutmayın ki) Onun da bir üslupla uyarıyordu. Zira başkalarının hidayetine vesile
dalâlet hakkında bir söz ve salahiyeti yoktur.”5 olacak kimsenin insanî ilişkilerde en güzel ahlakî erdemleri
Resûlüllah (s.a.s.) dinin tebliğinde o kadar harîsti ki, hak bizzat yaşayarak temsil etmesi çok büyük önem arz ediyor-
ve hakikatin anlatılmadığı tek bir kimsenin dahi kalmasını du. Nitekim Allah Resûlü, Yemen halkının isteği üzerine,
istemiyordu. İslâm’ı neşretmek ve hidayete giden yolları onlara ashabın en mümtaz muallimlerinden Muaz b. Cebel’i
aralamak maksadıyla her fırsatta insanlarla buluşuyor, on- gönderirken, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin,
lara Allah’a imanı ve teslimiyeti anlatıyordu. Nitekim nü- nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim 12) tavsiyesinde bulun-
büvvetin 10. senesinde yanına Zeyd b. Hârise’yi de alarak muştu. Ahalisi Hıristiyan olan bu bölge insanlarının hida-
Tâif ’e gitmişti. Allah Resûlü’nün iman ve hidayete davet yetine vesile olacak usûlü de ona şöyle bildirmişti: “Yemen
ettiği Tâifliler, O’na karşı çok çirkin ve insanlık dışı bir ta- halkını önce Allah’tan başka ilah olmadığını, Muhammed’in
vır sergilediler. Ayakları kan revan içinde kalan Nebî (s.a.s.), de Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu kabule çağır! Bunu kabul
Utbe b. Rebia’nın bağına sığınmak zorunda kalmıştı. Buna etmeleri halinde beş vakit namaza, bunu da kabul etmeleri
rağmen O’nda yılmayan bir azim, kırılmayan bir şevk ve tü- halinde mallarının en seçkinlerinden olmamak üzere belli
kenmeyen bir ümit vardı. Yüce Mevlâ, âlemlere rahmet ola- miktarda zekât vermeye çağır!” (Müslim, İman 29) Efen-
rak gönderdiği Elçisi’ne bu çirkinliği reva gören Tâiflilerin dimiz (s.a.s.) bu tavsiyeleriyle, insanların hidayetine vesile
helaki için vazifeli bir melek göndermiş ve dilemesi halinde olabilmek için tedriciliğe ehemmiyet verilmesi ve en güzel
başlarına azap yağdıracağını bildirmişti. Efendimiz (s.a.s.), kılavuzluğun sergilenmesi gerektiğine işaret etmektedir.
kalbleri katılaşmış bu taş yürekli insanların soyundan istik- Azim, sabır ve kararlılıkla hedefe kilitlenip neticeyi
balde Allah’a iman edecek tek bir kimsenin bulunabileceği Allah’tan (c.c.) beklemek, hidayete vesile olma hususunda
ümidiyle helak olmalarına razı olmamış ve küfrün bataklı- muvaffakiyet için olmazsa olmaz bir prensiptir. Bu konu-
ğındaki bu insanları hidayete erdirmesi için Rabbi’ne dua ve da Allah Resûlü’nün hayatı eşsiz örneklerle doludur. Ha-
niyazda bulunmuştu. (Buhârî, Bed’u’l-halk 7) kem b. Keysân savaşlardan birinde esir alınmış ve Resûl-i
Allah Resûlü (s.a.s.), insanları hidayete erdirmesi için Ekrem’e getirilmişti. Efendimiz ona İslâm’ı arz etmiş, fakat
Rabbine dua dua yalvarır ve kendisini muvaffak kılmasını o bunu kabul etmemişti. Nebî (s.a.s.) teklifini ısrarla sür-
isterdi. Yemen’in Devs kabilesine mensup Tufeyl b. Amr, dürmüş ve onun hidayetine vesile olmak istemişti. Öyle ki,
11
Hz. Ömer, Hakem’in Resûlüllah’ın davetine karşı göster- Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla Allah’ın bir tek kişi-
diği bu menfi tavır karşısında dayanamamış ve bir an önce ye hidâyet vermesi, senin kırmızı develere sahip olmandan”
onun boynunun vurulmasını istemişti. Allah Resûlü buna (Buhari, Megâzî 39) -bir başka vesileyle ifade buyurdukları
rağmen Hakem’i ikna etmek için davetine devam etmiş ve gibi- “üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli
nihayet Allah (c.c.) Hakem’e (r.a.) hidayet nasip etmişti. ve daha hayırlıdır!” (Hudarî, Nûru’l-Yakîn, s. 255) Bu da
Resûlü Ekrem ashabına dönerek: “Biraz önce size uymuş gösteriyor ki, Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi, gönlü-
olsaydım onu öldürecektim ve o da cehennemlik olacaktı.” nü Allah’ın rızasını kazanma ufkuna yöneltmiş bir mü’min
buyurmuş ve daha sabırlı olmaları gerektiğini ima etmişti. sadece kendi kurtuluşu değil, adanmış bir ruhla bütün bir
Hz. Ömer’in ifadesiyle, Hakem b. Keysân (r.a.) hakikaten insanlığın kurtuluşu için çalışmayı kendisine vazgeçilmez
ihlaslı bir Müslüman olmuş ve Allah (c.c.) yolunda pek büyük bir fazilet ve mesûliyet bilecektir. Öyle ki, ashabın bu
çok cihada iştirak etmişti.8 husustaki fedakarlık ve gayretleri dillere destandır.
Hidâyete Vesile Olmanın Mükâfatı Netice-i kelâm, Yüce Mevlâ hidayeti her halükarda
Yüce Allah, kulun mübaşereti ve sebeplere sarılması kendi izni ve dilemesine bağlamıştır. O (c.c.) dilemeden ve
neticesinde hidayete giden yolda muvaffakiyet lütfedecek- rıza göstermeden hiç kimsenin hidayet vermesi mümkün
tir. Bu hususta kula düşen, sebepleri araştırmak, vesilelere değildir. Ancak O’nun lütfu ve inayetiyle hidayete ermek
sarılmaktır. Kur’ân-ı Kerim, hakka ve hakikate götürecek mümkündür. Bununla birlikte Allah (c.c.) rahmeti ve lütfu
vesileler aranması konusunda şu teşvikte bulunur: “Ey gereği, gönderdiği peygamberleri, ilahî vahiyleri, Din’in
iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mukaddeslerini ve sevdiği kullarını hidayetine birer vesile
mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olarak kabul edeceği müjdesini vermiştir. Bu münasebetle
olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın!” (Mâide Sûresi, Allah Resûlü (s.a.s.) de ömrü boyunca insanların hidayeti
5/35) Efendimiz (s.a.s.) de son nefeslerine kadar hidayet için olağanüstü bir gayret ve çaba göstermiştir; göstermiş-
yolunda ashabına ve ümmetine rehberlik etmiştir. Son- tir çünkü, bir insanın ebedî mutluluk veya azabı bu vazife-
raki devirlerde Nebî’nin (s.a.s.) varisleri olan Allah dost- yi ifa ve liyakat keyfiyetine bağlı kılınmıştır.
ları, erenler ve âlimler farklı yollardan, değişik usullerle
Rab’lerine yürümüşler, hakka ve hidayete giden yolda in- Efendimiz (s.a.s.) insanların hidayete ermesi konusun-
sanlara vesilelik ve kılavuzluk etmişlerdir. da o kadar harîs davranmıştır ki, O’nun bu iştiyakı Allah
tarafından, “İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini harap
Allah Resûlü, bir hayra vesile olan ve hidayete çağrıda edeceksin.” diye tadil ve takdir edilmiştir. Zira hidayete
bulunanı Allah katında büyük bir mükafatın beklediğini erdirmek, Peygamber’in (s.a.s.) salahiyetinde değil, ancak
müjdelemektedir: “Kim hidayete çağrıda bulunursa, ken- Allah’ın (c.c.) mutlak iradesine bağlı ilahî bir lütuf ve tasar-
disine tabi olanların sevapları kadar ona sevap verilecek ve ruftur. Resûlüllah’ın nazarında, bir insanın hidayetine vesi-
tabi olanların sevaplarından da hiç bir şey eksilmeyecektir. le olmak, yeryüzündeki en değerli varlıktan daha kıymetli
Kim de dalalete davet ederse, kendisine tabi olanların gü- bir hadisedir. Allah Resûlü ashabını böylesine bir adanmış-
nahları kadar günah ona verilecek ve tabi olanların günah- lık ruhu ve vazife şuuruyla terbiye etmiş ve onlara, yeryü-
larından da hiç bir şey eksilmeyecektir.” (İbn Mâce, Sünnet zünde hakkı ve hidayeti (Din-i Mübin-i İslâm’ı) herkese
14) Yani hayra vesile olan bir müesseseye öncülük etmiş, ulaştırmaları ufkunu en yüce hedef olarak göstermiştir.
katkıda bulunmuş veya gelecek nesillerin yetiştirilmesi için
eğitim seferberliğine iştirak etmiş bir kimse, bütün bu sa’y * oguner@yeniumit.com.tr
u gayretinin neticesini bir gün mutlaka karşısında görecek Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
ve amel defteri hiç kapanmayacaktır. Dipnotlar
1. Râgıb İsfahânî, el-Müfredât, “Hdy” maddesi.
İnsanların hidayetine vesile olanlar da aynı şekilde 2. M. Fethullah Gülen, Kader, s. 112
dünyevî ve uhrevî mükafata nail olacaklar ve kazandıkları 3. M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, 2/192
4. M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları, s. 171
bu yüce vesilelik payesi onlar için tükenmeyen bir serma- 5. Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, 1/546
ye olacaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hayber’de mu- 6. İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, 3/287. Ebû Hüreyre'nin
harebenin en kritik anlarında Hz. Ali’yi yanına çağırarak geç Müslüman olduğu ve buna rağmen çok fazla hadis rivayet
ona sancağı vermiş ve sonrasında çok önemli bir tavsiyede ettiği yönündeki olumsuz iddia ve isnatların dayanaktan yoksun
olduğu anlaşılmaktadır.”
bulunmuştur: “Ey Ali, sen şimdi Hayberlilere iyice yakla- 7. Bkn. Ahmet Önkal, Rasûlüllah’ın İslâm’a Da’vet Metodu,
şıncaya kadar sükûnetle ilerle. Sonra onları İslâm’a davet s.150-195.
et ve üzerlerine vâcip olan İslâmî esâsları onlara haber ver. 8. Kandehlevî, Hayâtu’s-sahâbe, 1/75-76.
12
YENi ÜMiT
Doç. Dr. Yener Öztürk *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
17
YENi ÜMiT
Doç. Dr. Ayhan Tekİneş *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
22
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
25
YENi ÜMiT
Te'vilden hâsıl olan şeye bir manada meâl de denegelmiştir ki, buna eksiğiyle-
gediğiyle elfâzın muhtemel bulunduğu manalardan bazılarının tercihen ortaya
konması da diyebiliriz. Meâl, bir tercüme olmadığı gibi tam bir tefsir de değil-
dir. Onda yer yer tefsir muhtevası içinde görmeye alışık olduğumuz konulara
girildiği de olur ama o yine kendi çerçevesinde bir meâldir.
29
YENi ÜMiT
Doç. Dr. Muhittin Akgül *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
Allah Resûlü, hanımlarıyla oturur konuşur; hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı
meselelerin müzakeresini bile yapardı. Peygamber’in, onların düşünce ve fikirleri-
ne kat’iyen ihtiyacı yoktu; çünkü O, vahiy ile müeyyetti. Ancak O, ümmetine bir
şeyler öğretmek istiyordu. O güne kadar olanın aksine, kadın, çok muallâ bir yere
oturtulacaktı. Allah Resûlü bunun pratiğine de yine kendi hanesinden başlıyordu.
GelUyan Gecelerde
Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde
Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde
Bak, hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret
Bul Sâniini ol O’na hayrân gecelerde
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil
Ko gafleti, dildârdan utan gecelerde
Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakîre
Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde
Cümle geceyi uyuma Kayyûm’u seversen
Tâhî olasın Hayy ile ey cân gecelerde
Âşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim
Gönlün gözüne görüne cânân gecelerde
Dil beyt-i Hudâdır onu pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o Sultân gecelerde
Az ye az uyu hayrete var fânî ol ondan
Bul cân-ı bekâ ol O’na mihmân gecelerde
Allah için ol halka mukârin gece gündüz
Ey Hakkı, nihân-ı aşk oduna yan gecelerde
Erzurumlu İbrahim Hakkı
34
A L T I N N E F E S L E R
Na't-ı Şerîf
Kapında bir gedâ-yı hâkisârım yâ Resûlallâh
Garîbim bî-kesim hayrân ü zârım yâ Resûlallâh
Tenezzül eyleyip hasretle nüzhetgâh-ı ma’nâdan
Gelip bu âlem-i sûrette hârım yâ Resûlallâh
Şehâ “hubbu’l-vatan” emriyle sensin eyleyen fermân
Vatandan ayrı düştüm bî-karârım yâ Resûlallâh
Unuttum aslımı nefs ü hevâya olmuşum tâbi’
Esîr-i gurbetim terk-i diyârım yâ Resûlallâh
Gönül beyt-i İlâhî olduğun fehm etmişim ammâ
Hayâl-i ma’siyetle dil-figârım yâ Resûlallâh
“Şefî’ü’l-müznibîn” hem “rahmeten li’l-âlemîn” sensin
Sana Müştak-veş ümmîd-vârım yâ Resûlallâh
Müştak Efendi
35
YENi ÜMiT
iSLÂM’DA YARDIMLAÞMA
İ lahî hikmetin gereği, insanlar şekil, kuvvet ve
zekâ yönünden eşit değildir. Bunun neticesi ola-
rak insanlar arasında çalışma hayatında, zenginlik
ve makamda da bir farklılık olması tabiîdir. Bütün in-
sanlar her bakımdan birbirine eşit olsaydı toplu olarak
mektedir. Servetinin hesabını bilmeyenlerin yanında
yoksulluk ve sıkıntılarını ne zaman ve nasıl giderecek-
lerini bir türlü kestiremeyenlerin sayısı da pek çoktur.
Hatta tek bir insanın hayatı bile daima aynı istikamette
seyretmez. Zengin iken fakir düşen, fakir iken zengin-
yaşamaları ve birbirine yardım etmeleri söz konusu ol- leşen nice insan vardır. Yine insanlar arasında ihtiyar-
mazdı. Nitekim bir ayette Yüce Rabb’imiz bu hikmeti lığın son haddine ulaşarak çalışamaz hâle gelmiş, dert
şu şekilde açıklamaktadır: ve eleme düşmüş, her türlü sebebe yapışmış olmasına
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? rağmen fakr u zaruretten kurtulamamış kimselerin de
Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz bulunacağı bir gerçektir.
paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini Şu imtihanlar dünyasında Yüce Allah birine servet
ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, vermişse, bunun yanında o servette başkalarının da payı
onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuh- bulunduğunu bildirmiş ve her hakkı sahibine vermeyi
ruf Sûresi, 43/32) emretmiştir.
Kaderin türlü tecellilerine sahne olan dünyamızda Aslında, göklerin ve yerin serveti ve hazinesi Allah’ındır.
hayat süren insanlar, hep aynı çizgi üzerinde yürüme- Geçici bir müddet için bunun bekçiliğine memur ettiği
36
kimseler cimrilik edip, ondan sadece kendileri faydalanmaya korktuğun bir zamanda verdiğin sadakadır. Sen sadakanı,
kalkışırlarsa bu, onların iyiliğine değil; bilakis hem bu dünyada, artık dünyadan umudunu kesip, ‘şu malım filanın, bu malım
hem de öbür dünyada felaketlerine sebep olacaktır. Bu hususu da falanındır. ’ diye vasiyet etmeye başladığın son döneme
Yüce Mevla’mız şu şekilde ifade buyurmaktadır: bırakma. Zira o vakit mal artık falan varisindir.” (Müslim,
“Allah’ın lütfederek bol bol servet verdiği kimseler cim- Zekat 93; Nesai, Zekat 60; İbn Mace, Vesaya 4)
rilik gösterirlerse, bunun haklarında hayırlı olacağını san- “Ey Âdemoğlu, ihtiyacından fazlasını Allah yolunda har-
masınlar. Bilakis bu, onlar için pek kötü olacaktır. Kıyamet caman, senin için hayırlıdır. Onu hayra harcamayıp tutman da
gününde cimrilik ettikleri şey boyunlarına dolanacaktır.” senin için kötüdür.” (Riyazü’s-Salihin, I, 574)
(Âl-i İmran Sûresi, 3/180) Burada şunu da belirtelim ki, yardımlaşmada ölçü, Al-
Ellerinde bulundurdukları servet ve imkânlardan baş- lah rızası olmalıdır. Yüce Yaratıcı, bu hususa şu ayet-i keri-
kalarının da faydalanmasına engel olanlar, bu hasis dav- mede dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:
ranışlarıyla topluma ne büyük felaketler getirdiklerini dü- “Allah’ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği
şünmelidirler. İçinde yaşadıkları toplum ve bu toplumdaki kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin du-
ekmek parasını alın teri ve göz nuruyla kazanmaya çalışan rumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki,
dar gelirli fertler olmasa bu servetlerini nereden edinecek üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol
ve nasıl koruyacaklardı? yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer de yine ürün verir.
Yüce dinimiz, insanlar arasında sosyal adalet ve dayanış- Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara Sûresi, 2/265)
mayı sağlamak, servetin zenginler arasında dolaşmasına en- Bunun tam aksine gösteriş için yapılan yardımlaşmanın
gel olmak, kilitli kasalarda biriktirilmesinin önüne geçmek, kabule şayan olmayacağı, başkalarını minnet altında bıra-
toplumda huzur ve sükûnu temin etmek için servetin Allah karak eziyet etmek ve başa kakmak için verilen sadakaların
yolunda harcanmasını emretmiştir. Zira toplumun gerçek boşa gideceği de şu ayette açıkça ifade edilmektedir:
bir birlik ve beraberlik meydana getirebilmesi, zenginlerle
fakirler arasındaki uçurumun zekât, sadaka ve diğer yardım- “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı
larla kapatılmasına ve böylece insanlar arasında sevgi bağı- hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak
nın kurulmasına bağlıdır. Zekât ve sadaka vermek, malını ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarma-
Allah için harcamak insanın izzet ve şerefini yükseltir. Zira yın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz
asıl şeref ve izzet yemekte değil; yedirmektedir. Peygamber kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Veren el, alan el- çıplak, pürüzsüz kaya hâline getirivermiştir. Bunlar, kazan-
den üstündür.” hadisi de bu hususu teyit etmektedir. dıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Zira Allah inkârcıları
emellerine kavuşturmaz.” (Bakara Sûresi, 2/264)
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim'de birçok ayet-i kerime,
kazanılan servetin Allah yolunda harcanmasını teşvik et- Bu konuda dikkat edeceğimiz diğer bir husus da Allah
miştir. Bunlardan bir kısmının meali şu şekildedir: yolunda harcamayı, şahsen beğenmediğimiz âdi ve basit
şeylerden değil de mallarımızın iyi ve helallerinden yapma-
“O takva sahibi olanlar, bollukta da darlıkta da Allah mızdır. Nitekim şu ayette bu hususa dikkat çekilmiştir.
için harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanları affederler.
Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmran “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızk
Sûresi, 3/134) olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size
verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı,
“Allah adaleti, ihsanı (insanlara iyilik yapmayı) ve akra- hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah, zengin-
baya vermeyi sever.” (Nahl Sûresi, 16/90) dir, övgüye layıktır.” (Bakara Sûresi, 2/267)
“Herhangi birinize ölüm gelip de; ‘Rabbim! Beni ya-
Şu hâlde, mal ve serveti helal olan şeylerden, meşru olan
kın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden
yollarla elde etmek; kazanılan bu malı yine helal olan yerler-
olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızktan harca-
de, meşru bir tarzda hayırda harcamak lazımdır. Servetin gaye
yın.” (Münâfikûn Sûresi, 63/10)
olmadığını, asıl gayenin Allah’a kulluk olduğunu bilmek ve
Sevgili Peygamberimiz de bu konuyu şu veciz ifadele- serveti bu kulluk vasfı ve anlayışı içinde elde edip sarf etmeye
riyle açıklamaktadır: gayret etmek, mal sevgisini kalbe yerleştirmemek gerekir.
“Sadakanın efdali, vücudun tam olarak sıhhatte bulu- * dyaylali@yeniumit.com.tr
nup, mal canlısı olarak zenginlikten hoşlanıp fakirlikten Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
37
YENi ÜMiT
Kur’ân, öyle bir üslûba sahiptir ki, onun âyetlerini duyan Arap ve
Acem beliğleri ona secde etmiş, onun muhteva güzelliklerini sezip
anlayan hakikatşinas edipler, o Söz Sultanı’nın yanında edeple iki
büklüm olmuşlardır.
ilim olarak edebî sanatlarla örülü ifadenin lafız bakımından sıdır.5 Burada kastettiğimiz mana, ayet içinde geçen keli-
kusursuz, mana bakımından makul ve aynı zamanda bir melerin bazen zikredilip bazen de zikredilmemesi olarak
ahenge sahip olmasının usûl ve kaidelerini inceleyen ilim- özetlenebilir. Bu sanata vâkıf olmak, Kur’ân’ın büyüleyici
dir. Meâni ilmi ise, değişik cümle şekilleri ve kullanılışları ile ikliminden o nispette istifadeye sebep olacaktır. Şimdi bu
lafızların muktezâ-yı hâle mutabakatını bildiren ahvâle dair sanata ait birkaç örnek sunalım.
usûl ve kaideleri açıklayan ilim olarak tarif edilir. Örnek 1:
Belâgat, terkip oluşturmakla anlamı ifade etmesi açısın- Cenâb-ı Hak, آم ُنوا ال َي ِح ُّل لَكُ ْم َأ ْن َت ِرثُوا َ ين َ َيا َأ ُّي َها ال َِّذ
dan, lafızla ilgili bir sahadır. Bu yönüyle Arap belâgatının
ال ِّن َس َاء َك ْره ًا- Ey mü’minler, kadınlara zorla varis olma-
konusu özetle, lafız ve o lafzın taşımış olduğu geniş boyutlu
nız size helal olmaz.” (Nisa Sûresi, 4/19) buyurmaktadır.
anlamıdır. Lafızları sadece taşımış olduğu anlamlarına has-
Dikkat edilecek olursa bu ayette kadınlara zorla vâris
retmek bir yerde onları dondurmak demektir. Kendi başına
olma yasağı “ ال َي ِح ُّل- helal değildir” ibaresiyle gelmiştir.
bir anlam ifade eden aynı lafız, farklı üslûb ve çeşitleri ile
edebî sanatlarla örgülü bir kanaviçe içerisinde renk, değer ve Oysa Kur’ân-ı Kerim’de yasaklanan şeylerin çoğunluğu,
itibar kazanarak, muhatabın nazarında bir şekle bürünür. القٍ الدكُ ْم َخ ْش َي َة ِإ ْم َ َوال َت ْق ُتلُوا َأ ْو- Bir de açlık korkusuyla ço-
İşte belâgat ilmi, Arap dilinin hususiyetlerini idrak etmek cuklarınızı öldürmeyin.” (İsrâ Sûresi, /31) الز َنى ِّ َوال َت ْق َر ُبوا
ve ince sırlarına vakıf olmak bakımından değer arz eden ilimle- الً اح َش ًة َو َس َاء َسبِي ِ ان َف َ ِإ َّن ُه َكZinaya da yaklaşmayın, çünkü
rin başında gelir. Bu konuda, “Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzı, zevk-i o pek çirkindir ve kötü bir yoldur. (İsrâ Sûresi, /32) َوال
selîm ile anlaşılabilir, fakat anlatılamaz. Hissolunan bu zevki يم ِإلاَّ بِالَّ ِتي ِه َي َأ ْح َس ُن َح َّتى َي ْبل َُغ َأ ُش َّد ُه
ِ َت ْق َر ُبوا َمالَ ال َْي ِت- Yetimin
elde etmek için, belâgatla iç içe olmak, tam bir belâgat kültürü
kazanmak gerekir.” denilmiştir.3 Onunla Kur’ân nazmında ilk
malına da yaklaşmayın...” (İsra Sûresi, /34) ين َ َيا َأ ُّي َها ال َِّذ
bakışta görülmeyen, ancak dikkatli araştırma sonucunda an- آم ُنوا ال َي ْس َخ ْر َق ْو ٌم ِم ْن َق ْو ٍم َ - Ey iman edenler, bir kavim
laşılan lügavî i’câz perdesi ortadan kalkar. Murad-ı İlâhi, daha diğeriyle alay etmesin.” (Hucurât Sûresi, 49/11) gibi örnek
canlı, daha çarpıcı olarak etraflıca keşfolunur. ayetlerde görülüğü üzere nehy edatı ile gelmektedir.
Araştırmamızın sınırlı çerçevesi içerisinde takdim ede- “La yahillü” ile başlayan bu iki ayetteki yasaklamanın
ceğimiz birkaç örnekte, Kur’ân ayetlerinin arap dilinin farklı sîga ile gelme sebebi ne olabilirdi? Yine bu ayete ben-
ُ َوال َي ِح ُّل لَكُ ْم َأ ْن َت ْأ ُخذُ وا ِم َّما آ َت ْي ُت ُم- Kadınla-
belâgat özellikleriyle bakıldığında ne derece zengin anlam- zeyen: وه َّن َش ْيئ ًا
lar ihtiva ettiği görülecektir/görülmektedir: rınıza verdiğiniz mehirleri geri almanız size helâl olmaz.”
Belâgatın Kur’ân’ı Anlamadaki Rolü (Bakara Sûresi, 2/229) örneğinde olduğu gibi, bu üslûbun,
Çalışmamızın dar boyutları içerisinde, her birisi ayrı insanların uzun müddettir yapageldikleri, alışkanlık kazan-
zengin mana ve değere sahip olan sanatlardan ve ilgili ör- dığı ve o işi yapmalarında herhangi bir beis görmedikleri
neklerinden sadece bazılarına işaret edeceğiz: durumlarda kullanıldığı görülmektedir. Yani bu ibare ile
a) Hazf ve Zikr gelen yasaklama, bir bakıma muhatabına yasaklamanın ta-
Hazf, meâni sanatlarından biri olup bir ifadedeki söy- şımış olduğu olgu karşısında daha dikkatli olması gerekti-
ğini ifade etmektedir.
lenilmesi gerekmeyen kelimelerin bir veya birkaçını ya da
bazı cümleleri kaldırma suretiyle yapılan söz kısaltmasıdır.4 Bu şekilde bir ifade ile Kur’ân kalblere, gönüllere,
Zikr ise bir ifadedeki söylenilmesi gereken kelimelerin bir vicdanlara, onun uhrevi boyutuna vurgu yaparak insanın
veya birkaçının ya da bazı cümlelerin ibarede yer alma- duygularını harekete geçirerek yasakları ifade ediyor.
39
Örnek 2: Yusuf ’u öldürün yahut onu uzak bir yere atın ki baba-
Kur’ân-ı Kerîm’de ifadesini bulan lügavî i’câza en güzel nızın sevgi ve teveccühü yalnız size kalsın. Ondan sonra
örneklerden biri Vâkıa Sûresindeki şu ayetlerde yer alan da tövbe ederek salih kimseler olursunuz. İçlerinden biri:
vurgu edatı olan ‘lam harfinin’ hazf ve zikri ile tek başına “Yusuf ’u öldürmeyin, (o) kuyunun dibine atın. Yolcu ka-
yüklenmiş olduğu misyondur. filelerinden biri onu yitik olarak alıp götürsün. Eğer yapa-
caksanız böyle yapın!” dedi. (Yusuf Sûresi, 12/9-10)
*
ون ل َْو َن َش ُاء ل ََج َع ْل َنـاه
َ الزار ُِع
*
َّ ُون َأ َأن ُت ْم َت ْز َر ُعو َن ُه َأ ْم َن ْح ُن
َ َأ َف َر َأ ْي ُت ْم َما َت ْح ُرث
Yukarıdaki ayetlere dikkat edilecek olursa, “ً َأ ْرضا-her
َومون ُ ون َب ْل َن ْح ُن َم ْح ُر
*َ ون ِإ َّنا ل َُم ْغ َر ُم
* َ ُحطَ ام ًا َفظَ ْل ُت ْم َت َفكَّ ُه
Ektiğiniz tohuma baksanıza! Siz mi onu yetiştiriyorsu
hangi bir yer”, kelimesi nekre gelmiş, diğer bir ifadeyle
belirlilik anlamı veren " ْ "اَلtakısı belli bir maksada matuf
nuz Biz mi? Eğer dileseydik onu kesinlikle kuru çöp hâline hazf olmuş, “ ال ُْج ّب- o kuyu” kelimesi ise marife olarak
getirirdik, siz de şaşıp kalır, pişman olurdunuz: “Eyvah! "ْ "اَلtakısı ile gelmiştir. Belâgat açısından değerlendirile-
Emeklerimiz boşa gitti. Hatta doğrusu biz rızıktan mah cek olursa, bu ifade şeklinin, anlamı doğrudan etkileyen
rum kaldık, sefalete mahkûm olduk, hatta tamamen rızık- bir misyonu olacaktır. Zira, nekrelik genellik anlamı taşır.
tan mahrum olduk” derdiniz.” (Vâkıa Sûresi, 56/63-67) Nekre isim, ifade ettiği şeylerin bizzat kendisi olmayan
ve tek bir varlığı göstermeyen isimlerdir. Bu tür isimlerin
*
ُ َأ َف َر َأ ْي ُت ُم ال َْم َاء ال َِّذي َت ْش َر ُبونَ َأ َأن ُت ْم َأ َنز ْل ُت ُم
وه ِم َن ال ُْم ْزنِ َأمْ َن ْح ُن içerdiği anlamlar tek bir objeye hasredilemez. Nekre keli-
meler, başına belirlilik ifade eden " ْ "اَلgetirilmesi suretiyle
َ ـاه ُأ َجاج ًا َفل َْولاَ َت ْشكُ ُر
ون
*
ُ ال ُْمن ِزلُونَ ل َْو َن َش ُاء َج َع ْل َن
Peki içtiğiniz suya ne dersiniz? Onu buluttan siz mi
“ma’rife – belirli” yapılır. Marife ise, belirli bir şeye dela-
let eden isimdir. " ْ "اَلtakısının aslî görevi eklendiği nekire
indirdiniz, yoksa Biz mi? Dileseydik onu tuzlu hâle getirir- isimleri ma’rife hâline getirmesidir.7
dik. Şükretmeniz gerekmez mi?” (Vâkıa Sûresi, 56/68-70) Kardeşleri Yusuf (a.s)’a tuzak kurarlarken öncelikle
Görüldüğü gibi ilk ayette ""ج َع ْل َنا
َ kelimesinin başına onu öldürmeyi hedeflemişlerdi. Bunu ayetin başında yer
" "لharfi gelmişken, ikinci ayette aynı ""ج َع ْل َنا
َ kelimesinin alan “ف َ وس
ُ ا ْق ُتلُو ْا ُي-Yusuf ’u öldürün!” sözünden anlayabili-
başında bu harf yer almamaktadır. Bu iki yerde farklı gel- riz. Daha sonra “ًوه َأ ْرضا ُ َأوِ اطْ َر ُح- yahut onu uzak bir yere
mesinin binler hikmetinden açık görüleni şudur: atın.” önerisi takip etmektedir. Bu teklif de bir çeşit ölüm
anlamına gelmektedir, bunu cümlede yer alan herhangi bir
İlk ayet, ekimden bahsetmektedir. Çiftçi, ekin için çalışır,
yer anlamındaki nekre َأ ْرض ًاkelimesinden anlamaktayız.
çalışmasının karşılığında da kendince mahsûlü hak ettiği-
Muayyen bir yere delâlet etmeyip, her türlü mekânı içine
ne inanır. Ziraat işi, çalışma ister, ter dökmek ister. Çiftçi de
alabilecek bilinmeyen bir yerdir. Yani açlıktan susuzluktan,
kendine düşen bu çalışmayı yapmıştır. Bu çalışmasının kar-
belki de yırtıcı hayvanların saldırılarına maruz kalarak öle-
bileceği bilinmeyen bir yer. Bütün bu anlamları َأ ْرض ًاkeli-
şılığında kesin olarak hasad alacağına inanır. Bir yerde çalış-
masının haklı gururu ile bekleme içinde olup âdeta minneti mesinin nekre gelmesinden çıkarmaktayız. Ancak bu ölüm
yoktur. Oysa takdir her zaman Allah'a aittir. Çalışma sadece ilkine göre daha farklıdır. İlkinde, doğrudan öldürme öne-
bir sebeptir. Müsebbip ise ancak Allah (c.c)'tır. Dolayısıyla risi varken burada dolaylı yoldan öldürme kasdı vardır.
havl ve kuvvetin ancak O'na ait olduğuna " "لtekid edatı ile
vurgulama yapılmıştır. Bu harf tek başına, yanlış bir inancı Daha sonraki merhalede ise öldürülmesinden vazge-
reddetmektedir. Oysa ikinci ayette durum farklıdır. İkinci ayet çilme durumu söz konusudur. “ف َ وس ُ ال َت ْق ُتلُوا ُي
َ - Yusuf ’u
suyun indirilmesinden bahseder. İnsanoğlu da suya karşı her öldürmeyin!” “ ْـج ِّب ُ ل ا ة ِ اب
َ َي غ
َ ي ِ
ف وه
ُ َق
ُ لْ َ
أ و - o kuyunun dibine
daim acziyetini itiraf etmektedir. Yağmur, doğrudan rahmet-i bırakın” teklifi gelir. Zira o, her ne kadar kıskanıyor olsa-
ilahîye bağlı olduğundan, insan ancak acz ve fakrıyla o rahme- lar da, yine de kardeşleridir. Onlar da her ne kadar günah
te ihtiyacını arz ederek yağmuru niyaz edebilir. Dolayısıyla bu işleseler, yine de peygamber ocağında yetişmiş iman sa-
anlayışı vurgulayacak " "لedatı zikredilmemiştir.6 hibidirler. Cürümlerini, daha sonra yapacakları tövbe ile
gizlemeye çalışmakta, bir yerde vicdanlarını rahatlatmak
Örnek 3: istemektedirler. Nitekim ayetin şu kısmı buna işaret et-
وه َأ ْرض ًا َي ْخ ُل لَكُ ْم َو ْج ُه َأ ِبيكُ ْم َو َتكُ و ُنوا ِمن
mektedir: “ين َ َو َتكُ و ُنوا ِمن َب ْع ِد ِه َق ْوم ًا َصالِ ِح- Ondan sonra da
ُ ف َأوِ اطْ َر ُح
َ وس
ُ ُا ْق ُتلُو ْا ُي tövbe ederek salih kimseler olursunuz.”
ُ ف َو َأ ْل ُق
وه ِفي
َ اع ِل
. ين
َ وس
ُ ال َت ْق ُتلُوا ُي
ِ ار ِة ِإ ْن كُ ْن ُتم َف
*
َ َقالَ َقآ ِئ ٌل ِم ْن ُه ْم َ َب ْع ِد ِه َق ْوم ًا َصالِ ِح
ين
ُ َغي َاب ِة ال ُْج ِّب َيل َْت ِقطْ ُه َب ْع
َ ض السي
Bu merhalede “ْـج ِّب ُ َو َأ ْل ُق- (o) kuyunun
ُ وه ِفي َغ َي َاب ِة ال
dibine bırakın.” cümlesinde yer alan kuyu kelimesi ال ُْج ّب
ْ َّ َّ َ
40
marife gelmiştir. Kelimedeki tek bir “el” harfi kardeşleri- ateş olan haviyeden ibaret bulunan bir kimsenin halindeki
nin, Yusuf'u öldürmek istememelerine delalet etmektedir. felaket ve fecaatin şiddet ve büyüklüğünü düşünmeli.”9
Bu merhalede artık, Yusuf'un, kardeşleri tarafından bilinen c) Takdîm ve Te’hîr
o kuyuya sadece bırakılması teklif edilmektedir. Öldürül-
Cümlenin bütün ögelerini bir defada söylemek müm-
mesi istense idi, bilinmeyen bir kuyuya bırakılması teklif
kün olmadığından bazısını önce, bazısını da sonra söyle-
edilirdi. Yani, bir araya gelme nedeni olan Yusuf'un öldü-
mek gerekir. Takdîm, bir sebepten dolayı cümle dizimin-
rülmesi planlarından merhale merhale vazgeçilerek, onun
deki bir kelimenin diğer bir kelimeden önce getirilmesidir.
sadece o diyardan uzaklaştırılması önerilmektedir. “َيل َْت ِقطْ ُه
Bir şeyi takdîm etmek onu başkalarının önüne koymak-
ار ِة
َ الس َّي
َّ ضُ َب ْع- Yolcu kafilelerinden biri oradan geçerken tır.10 Yani sonra zikredilmesi gereken kelimeyi herhangi
onu alıp götürsün.” sözü de bu hükmü desteklemektedir.
bir sebepten dolayı zikredilmesi gereken yerinden önce
Bunu da “ين َ اع ِل
ِ ِإ ْن كُ ْن ُت ْم َف- Eğer yapacaksanız böyle yapın!”
zikretmektir. Takdîmin zıddı olan te’hir de, önce gelmesi
sözüyle kısmen hafifletmektedir.
gereken cümlenin bir ögesinin, bazı özel şartlardan dolayı
b) Hakikat - Mecaz sonraya bırakılması demektir.11
Hakikat, lügatte bir şeyin gerçek olmasıdır. Istılahta ise
Örnek 1:
bir kelimenin sadece delâlet ettiği manada veya en başta
konulduğu anlamda kullanılan kelimedir. Mecazın zıddı- ُ ِ ( ِإ َّياكَ َن ْع ُب ُد َو ِإ َّياكَ َن ْس َتRabbimiz!) Ancak Sana kulluk ede-
“ين ع
riz ve yalnız Senden medet umarız.” (Fatiha Sûresi, 1/5) َِإ َّياك
dır. Mesela, arslan kelimesi bilinen hayvan kastedilerek itlak
lafzı tahsisi ifade etmek için takdîm edilerek, takdîm sanatı
olunmuşsa hakikat, bir insanın şecaatini kastederek kullanıl-
mışsa mecaz olur. Kelamda asıl olan, hakikat olmasıdır. icra edilmiştir. Mef ’ûlün takdîmi ile gerçekleşen bu sanatın
ayete kattığı anlam ise; yapılacak olan ibadette şirkin kesin-
Mecaz ise, bir kelimenin cümledeki manası dışında, likle reddi olarak özetlenebilir. Böyle bir takdim olmadığı
kullanılma sanatıdır.8 Istılahta ise, konulduğu anlamın takdirde başkalarına da ibadet edilebileceği anlaşılabilir.
kastedilmediğine karine ile birlikte, konulduğu anlamın
dışında doğru şekilde kullanılmasıdır. Mecaz, i’câzı en Örnek 2:
yüksek noktada temsil eden ve ulaştırılmak istenen mesajı َ اء ِك َو َيا َس َم ُاء َأ ْق ِل ِعي َو ِغ
ِ يض ال َْم ُاء َوق
“ُض َي ُ يل َيا َأ ْر
َ ض ْاب َل ِعي َم َ َو ِق
muhataba en yoğun bir şekilde veren ifade şeklidir. Söze
َ ِيل ُب ْعد ًا ِل ْل َق ْو ِم الظَّ الِم
ين َ اس َت َو ْت َعلَى ال ُْجو ِد ِّي َو ِق َ ْ أ- ‘Ey
ْ ال ْم ُر َو
güzellik, parlaklık, zarâfet, kuvvet ve canlılık vermek için
kullanılır. Kur’ân’da mecazî anlamda kullanılan kelime ve yer suyunu yut ve ey gök (suyunu) tut’ denildi, su çekildi,
terkipler çoktur. iş bitirildi, gemi Cûdi’ye oturdu. ‘Zalimler yok olsun’ de-
nildi.” (Hud Sûresi, 11/44) “ض ُ ” َأ ْرkelimesinin “”س َم ُاء َ ke-
Dili Arapça olan ve diğer dillere nisbeten belâgatta zir- limesine takdim edilmesinin de hikmetleri vardır; şöyle ki,
vede olan Kur’ân-ı Kerim’de de Mecaz sıklıkla kullanılmış, yeryüzü istikrar yeridir. Döşek vazifesi görür. Gemiler için
verilmek istenen mesaj tenezzülat boyutunda sunulmuştur. bir liman, içindekiler için bir kurtuluş yeridir. Yer ve göğün
Sözün hakikat mi, mecaz mı olduğu anlaşılmadan murad suları, onun üzerinde birikir. Ayrıca isyanları sebebiyle Hz.
edilen mananın anlaşılması mümkün değildir. Bunların bir Nuh’un (a.s.) kavmi yeryüzünde helak olmuşlardır. Boğul-
kısmı herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek türde iken, ma “Arz” cihetinden olmuştur.
bazıları ancak dil uzmanları tarafından anlaşılabilir. İşte
Kur’ân’ın doğru anlaşılabilmesi için dilin sahip olduğu üslûb d) Tazmîn
ve özelliklerinden sayılan bu ilmin bilinmesi kaçınılmazdır. Tazmîn lügatte, bir şeyi bir kaba koymak, içermek,
mecbur etmek demektir. Terim olarak kısaca, bir fiilin an-
Örnek:
*
lamını başka bir fiile vermek veya lafzı hak ettiği başka bir
َف ُأ ُّم ُه َهاوِ َي ٌة َو َأ َّما َم ْن َخ َّف ْت َم َوازِي ُن ُه- Ve tartıları hafif ge- lafzın anlamına sokmaktır.12
len her kimseye gelince, onun anası hâviye(uçurum)dir.
(Kâria Sûresi, 101/9-10) ayetinde “ – ُأ ُّم ُهannesi” kucak Kendi başlarına müstakil anlamları olmayan harf-i cer-
açmış bir anneye işaretle, varılacak olan Cehennem’in de ler de müteaddi olduğu fiillerle değişik manalar kazanmak-
kâfirlere kucak açacağı ve içine alıp barındıracağı anlamın- tadır. Bu durum fiiller için de geçerlidir. Yani, kendi başına
da Cehennem’den mecazdır. Varacağı yer, yatağı, kucağına müstakil bir anlamı olan her fiil, kendisiyle müteaddi ol-
sığınacağı yer, istiâre yoluyla mecazdır. Zira ana kucağı, ev- duğu harf-i cerle yeni bir anlam kazanır. İşte harf-i cerlerle
ladın barınacağı yer olma hasebiyle me’vaya benzetilmiştir. fiillerin birbirlerine dahil olması ve neticesinde yeni bir
Burada aynı zamanda acıma ve tahkir de söz konusudur. anlam kazanması demek olan bu duruma da tazmîn denir.
“Nihayet sığınıp varacağı en şefkatli anası, hâmisi kızgın Şimdi aşağıda bu sanatla ilgili birkaç örnek vereceğiz:
41
Örnek: Sonuç:
YENi ÜMiT
َ ق ُْل ِإ َّن ا- De ki: “Bütün yetki ve karar
“ ...ِأل ْم َر كُ ل َُّه ل Bu çalışmada, her birisi ayrı zengin mana ve değere
sahip olan bu sanatların Kur’ân-ı Kerîm’in daha iyi anla-
bütünüyle Allah’ındır” (Âl-i İmran Sûresi, 3/154)
şılmasına yapmış olduğu katkıyı belirtmeye çalıştık. Ma-
ٍ َقالُوا َن ْح ُن ُأولُوا ق َُّو ٍة َو ُأولُوا َب ْأ
َ ْس َش ِديدٍ َو أ
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
“ال ْم ُر ِإل َْي ِك َفانظُ ِري lum olduğu üzere Kur’ân vahyinin nazil olduğu Cahiliye
َ ماذَا َت ْأ ُم ِر-
ين Dönemi’nde Araplar edebiyat ve belâgatta zirvede sayılı-
َ Onlar: “Biz güçlü, kuvvetliyiz, savaşçı mille-
tiz. Ama yetki sizindir, değerlendirip münasip gördüğü- yorlardı. Hatta kendilerini, dili en güzel konuşan, meramı-
nüz emri verin!” dediler. (Neml Sûresi, 27/33) nı en güzel ifade eden bir kavim olarak görüyorlardı. Bu
topluluğa Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygamber’in bir mucizesi
Dikkat edilecek olursa emir kelimesi ilk ayette " "لhar- olarak inmiş ve ortaya koymuş olduğu i’câzının bir ben-
fiyle, diğerinde ise " "إلىharfiyle teaddi etmiştir. Kur'ân-ı zerini meydana getirmeye davet etmesi anlamında Arap-
Kerîm›in belâgatına göre bu farklılığın kesinlikle bir hikmeti lara tehaddîde bulunmuş yani meydan okumuştur. Ancak
vardır. Zira ilk ayette, bütün yetki ve kararın üzerinde şüphe yüksek bir edebî zevke ve seviyeye sahip olan Araplar bu
olmayan Allah›a ait olduğu hakikati takrir edilmektedir. Bu çağrıya cevap verememişler, Kur’ân’ın belâgatı karşısında
makamda aidiyet ifade eden " "لharfi en uygunudur. eğilme mecburiyetinde kalmışlardır.
İkinci ayette ise Sebe’ halkından bahsedilmektedir. O İşte Kur’ân-ı Kerim’i hakkıyla anlamak, Kur’ân’ın bu
günlerde Yemen'in San'a yakınlarında Ma'rib kentinde bin harika nazım örgüsünün ve edebî vasfının yeterli olarak
yıl kadar bütün Arap yarımadasına hükmetmiş olan Sebe’ değerlendirilmesine bağlıdır. Hatta, İslâm ilimler tarihi-
halkının başında bir kadın hükümdar bulunuyordu. İstişare ne göz attığımızda, itikadî ve amelî ihtilafların temelin-
heyetini toplayıp Hz. Süleyman (a.s.)'ın göndermiş olduğu de, Kur’ân’ın edebî inceliklerini anlamadaki farklılıkların
mektup hakkında onlarla danışır. Onlar da: “Biz güçlü, kuv- önemli bir tesiri olduğunu görmekteyiz. Arapçaya bütün
vetliyiz, savaşçı milletiz. Ama yetki sizindir, değerlendirip bu sanat özellikleriyle vâkıf olmak, Kur’ân-ı Kerîm’i doğru
münasip gördüğünüz emri verin!” derler. Bu ifade ile son anlamanın tartışmasız en önemli vasıtasıdır.
sözün ona ait olduğuna işaret eden en uygunu " "إلىharfi * ceren@yeniumit.com.tr
ceri gelmiştir.13 Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
Örnek: Dipnotlar
1. Belâgat kelimesinin lügat anlamları için bkz. el-Câhiz Ebû Osman, el-
Beyân ve’t-Tebyîn,Beyrût, ts., I/88-96; et-Tehânevî Muhammed b. Ali,
“ين َعل َْي َها َوال ُْم َؤلَّ َف ِةَ ين َوال َْعا ِم ِل
ِ ات ِل ْل ُف َق َرا ِء َوال َْم َسا ِك
ُ الص َد َق
َّ ِإ َّن َما Keşşâfu İstilâhâti’l-Kâmus, Beyrût, 1999, s. 1006; el-Cârim Ali-Emin
Mustafa, el-Belâgatu’l-Vâdıha, İstanbul, 1984, s. 8; Bilgegil Kaya, Ede-
ِيل
ِ السب َّ الل َو ْاب ِن ِ ين َو ِفي َسب
ِ َِّيل ه َ اب َوا ْل َغا ِر ِم
ِ الر َق ِّ ُوب ُه ْم َو ِفي
ُ ُقل- biyat Bilgi Teorileri, Ankara, 1980, s. 21.
2. Seyyit Şerif el-Cürcâni, et-Târifat, İstanbul, 1203., s. 25; Cârim Ali
Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan gö- Emîn, el-Belâgatu’l-Vâdıha, s. 8. Belağat ilmi hakkında ayrıca bkz.,
revlilere, kalbleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, esirlik ve Taşköprüzâde Ahmed Efendi, Mevzû’âtu’l-’Ulûm, İstanbul, 1313,
I/228-242; İbn Abd Rabbih el-Endelusî, el-’İkdu’l-Ferîd, Beyrût, 1940.,
kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna II/105., Ahmed el-Hâşimî, Cevâhiru’l-Belâga, Beyrût, ts., s. 31.
ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur.’’ 3. Coşkun Ahmet, a.g.m. s. 191.
4. Bkn. Tâhiru’l-Mevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul, 1973., s. 52;
(Tevbe Sûresi, 9/60) Fîruzâbâdî Mecduddîn, el-Kâmusu’l-Muhît, Beyrût, 1407, s. 507-508;
İbnu Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, ts., IX/39-40.
Yukarıdaki ayette zekât fonundan alabilen sekiz sınıf 5. Bkn. Tahiru’l-Mevlevî, a.g.e., s. 184; İbn Fâris, Mu’cemu’l-Makâyis fi’l-
zikredilmektedir. Ancak dikkat edilecek olursa bunlardan ilk Lüga, Mısır, 1972., s. 388; İbnu Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV/310-311.
dört sınıf, yani (fakirler, düşkünler, zekât toplayan görevliler 6. İlgili örnek için bkn. Abbâs Fadıl Hasan, İ’câzu’l-Kur’âni’l-Kerîm, Am-
man, 1991, s. 203.
ve kalbleri İslâm’a ısındırılacak olanlar) için " "لharf-i ceri, 7. Ahmed el-Hâşimî, el-Kavâ‘idu’l-Esâsiyye li’l-Lugatil ‘Arabiyye, Kahire
geri kalan diğer dört sınıf, yani (esirlik ve kölelikten kur- ts., s.109; Arapça’da ا َ ْل-harf-i tarif genel olarak ma‘rifelik (belirlilik)
dışında, ism-i mevsûl, zâid ve ivaz/karşılık vazifeleri de vardır.
tulmak isteyenler, borçlular, Allah yoluna ve bir de muhtaç 8. es-Suyûtî Celâluddîn, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Kahire, 1951, s. 105.
kalmış yolcu ve garipler) için de " "فـيharf-i ceri kullanılmış- 9. Yazır, Elmalılı Hamdi, a.g.e., IX/395.
tır. Zira, ilk dört sınıfın zekâtı hak etmesi, onların mülkî eh- 10. Bkn. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XII/466-467; Matlûb, a.g.e., s. 404;
Akkavî, a.g.e., s. 412.
liyetlerinden dolayıdır. Bunun için mülkiyet ifade eden lâm 11. Bkn. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV/12; Tahiru’l-Mevlevî, a.g.e., s. 157.
harfi en uygunudur. Diğer dört sınıf ise bu zekâta daha çok 12. Abbâs Hasan, en-Nahvu’l-Vâfi, Mısır, 1963, s. 255.
13. Bkn. Abbas Fadıl Hasan, a.g.e., s. 196.
ihtiyaç duyan kesimdir. Dolayısıyla " "فـيharf-i ceri burada 14. Bkn. Hâdi ‘Atiyye Matru’l-Hilâlî, el-Hurûfu’l-Âmile fi’l-Kur’âni’l-Kerîm,
belâgat açısından tam yerinde kullanılmıştır.14 Beyrut, 1986, s. 350-351.
42
YENi ÜMiT
Hasta bir insanın geceyi kıvrana kıvrana, her dakikayı bir saatmiş gibi duya
duya geçirmesiyle, çok yorgun yatan ve ne zaman sabah olduğunun farkına
varamayacak kadar kesintisiz uyuyan bir insanın zamanı algılamaları
da farklı farklıdır. Aynen öyle de, berzahta mü’minler namazlarını,
Kur’ân’larını, Allah (celle celâluhû) yolundaki hizmetlerini, gönüllerine
inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar.
Ö
nı ahirete dahil etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
lüm herkes için mukadder, ölümden kaçış ve
Ölümü müteakip çoğunlukla ceset bozulduğu ve aslı
kurtuluş yok; herkes ölümü tadacağını ve bir
olan toprağa dönüştüğü için ölümden sonraki ahval ru-
gün mutlaka öleceğini biliyor. Ama ölümle her
hun ölmezliği ve bekâsıyla izah edilir. Nitekim ruhun
şey bitmiyor. Ölümden sonra ne olacağını da insan me-
bedenden ayrı bir varlığı olduğunu kabul edenler,
rak ediyor ve bilmek istiyor. Acaba ölümden sonra da
onun bedenin yok oluşundan sonra da yaşayacağını
hayat devam edecek midir, yoksa ölümle her şey bite-
kabul etmişler; ruha cesetten ayrı bir varlık tanıma-
cek ve insan yok olup gidecek midir? Ölümle yok olup
yanlar ise onu genelde cesetle birlikte öldürmüş-
gitmekten hoşlanmayan, ebedilik duygusu ve arzusu ile
lerdir. Birincilere göre ölümden sonraki ahvali
yaratılmış olan insanoğlu, ölümden sonra da hayatının
izah mümkün olurken, ikinciler bunu imkânsız
devam etmesini istiyor. İşte bu noktada ahiret hayatının
görmektedirler.
varlığı gündeme geliyor. Bazıları ahiret hayatının ölüm-
den sonra hemen değil de ebedi hayat için mahşerdeki Kabir hayatı da dâhil, ölümden sonra-
diriliş ile başlayarak sonsuz devam edeceğini belirtmişler- ki ahvalin tümü gayba ait meselelerdendir.
dir. Bu anlayışa göre ölümle mahşerdeki diriliş arasında Akıl ve duyularla bilgi edinme ve hüküm
insanın kalacağı yer olan kabir ve berzah âlemi, ahiretten verme imkânı olmayan bu gibi konularda
43
ancak Allah ve Peygamberinin haber vermesiyle yani Ki- Abdullah b. Mes’ud da: “Size bir hadis söylediğimiz za-
tap ve Sünnet'le bilgi sahibi olunabilir. Hatta bazen onlar man mutlaka Kitap'tan (Kur’ân’dan) onu doğrulayan bir şey
tarafından haber verilenlerin de mahiyet ve keyfiyetini tam getiririz. Müslim kabrine konduğunda oturtulur ve kendisi-
olarak anlama imkânına sahip olamayabiliriz. Böyle zaman- ne şöyle denir: “Rabbin kim? Dinin ne? Nebin kim?” Allah
larda aklın görevi, verilen haberin doğru olup olmadığını onu sabit söz üzere tesbit eder ve şöyle der: “Rabbim Allah,
araştırmak, doğru ise olduğu gibi inanmak, kabul etmektir. dinim İslâm, peygamberim de Muhammed (sallallahu aley-
Ahiretin ilk durağı olan kabirde insan, sual, azap ve hi ve sellem)’dir.” Bunun üzerine onun kabri genişletilir ve
nimet olmak üzere üç durumla karşılaşır. hoşça kokulanır.” diyor ve yukarıdaki ayeti okuyor. Demek
ki bu ayeti o, kabir sualine ve bu sualde mü’minin doğru
1- Kabir Suali: cevap verişine delil olarak getiriyor.
Ölen kimse kabre vardığı zaman ilk karşılaşacağı şey
sualdir. Ölü kabre konunca Münker ve Nekir adlı iki melek Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.), “Muhakkak ki bu
gelir, kendisini sorguya çekerler. Münker ve Nekir, kabre ümmet kabirlerinde imtihana çekiliyor...”3 dediğini çok sa-
konulan insana Rabb’inden, dininden ve peygamberinden yıda sahabe rivayet ederler.
sual soran iki melektir. Dünyada mü’min olarak yaşamış Ebu Hureyre’den sahih bir isnadla gelen bir hadis-i şe-
ve bu iman üzere ölmüş olanlara Allah Teâlâ, meleklerin rifte ise, kabrine varan kişinin oturtulacağı ve hangi din
sorduğu soruların cevabını ilham eder ve -gelen sual me- üzere olduğundan ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve
leklerinin heybetinden hiç korkmaksızın- sorulara kolayca sellem) hakkındaki itikadından sorguya çekileceği; ameli
cevap verirler. O andan itibaren de nimet ve mutluluk için- iyi olan salih kişilerin soruları cevaplayacağı; bunun üze-
de kıyametin kopmasını ve ahiretteki makamlarına kavuş- rine kendisine Cennet ve Cehennem’in ikisinin de göste-
mayı arzu ile beklerler. rilip Cennet’teki makamının bildirileceği haber verilmiştir.
Dünya hayatlarında iman etme şerefine erememiş, Kötü kişilerin ise şiddetli bir korku içinde kalacağı, sorulan
küfür ve isyan üzere yaşamış ve öylece ölmüş olanlar ise, suallere “Bilmiyorum.” diyeceği, bunun akabinde kendisi-
sual meleklerinden müthiş bir şekilde korkarlar; sorduk- ne Cennet ve Cehennem gösterilerek, yerinin Cehennem
ları sorular karşısında şaşırıp kalır, cevap veremez, “Bil- olduğunun haber verileceği anlatılmaktadır.4
miyorum.” derler. O andan itibaren kendileri için azap İman, tevhid ve herkesin en fazla ihmali görülen hu-
ve ceza başlar. suslar hakkında olacak olan sualler, herkese kendi diliyle ve
Kabir sualinin varlığına, buna işaret eden ayetler ve idrak edip anlayabileceği şekilde sorulacaktır.
mana yönünden tevatür derecesine varan hadisler delalet Bu konudaki haberlerde sual esnasında ruhun, sorgulama-
etmektedir. Hadislerde açıkça anlatılan ve olmasında aklın yı idrak edip sorulan suallere cevap verebilecek kadar bir can-
hiçbir imkânsızlık görmediği bu konuda icma da vardır. lılık kazandırmak ve sualden sonraki nimet ya da azabı idrak
Bu sebeple kabir sualinin olacağına inanmak gereklidir. ettirmek için bedene iade edileceği de bildirilmektedir.
Birçok tefsirde açıklandığına göre, Kur’ân-ı Kerim’deki, Ehl-i Sünnet âlimlerinin açıklamasına göre, kabirde-
“Allah, iman edenlere dünya hayatında da, ahirette de o sa- ki sual ceset ve ruha birlikte olacaktır. Kabirde görülen
bit sözde daima sebat ihsan eder. Allah zalimleri (kâfirleri) nimet ya da çekilen azaptan da ceset ve ruh birlikte etki-
şaşırtır, Allah ne dilerse onu yapar.” (İbrahim Sûresi, leneceklerdir.
14/27) ayeti kabir sualine delalet etmektedir. İbn Abbas, Kabir suali, kabre konulsun veya konulmasın, -Allah’ın
bu ayetin mü’minlerin kabirde sorguya çekileceklerine de- sualden muaf olmalarını dilediği kimseler hariç- herkese
lil olduğunu söylemiştir. olacaktır. Suallere cevap verebilmek ise, dünyadaki yaşayış
Bera b. Azib’den gelen muhtelif hadislerde de Pey- ve amelle ilgilidir. Bunun suallerin cevabını ezberlemekle
gamber Efendimiz’in, yukarıdaki ayetin kabir suali hak- bir ilgisi yoktur. Dünyada istedikleri kadar ezberlesinler,
kında indiğini bildirdiği ve ayetteki “ahiret” ile, mü’minin imanı olmayanlar orada cevap veremezler.
kabrinde sorguya çekilip de Allah’ın bir olduğuna şeha- Gıybet etmemek, günah sözlerden sakınmak, anlaya-
det ettiği ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’i rak ve düşünerek çokça Kur’ân okumak gibi bazı iyi ve gü-
tanıdığı zamanın kastedildiğini haber verdiği rivayet zel amellerin kabirdeki sorgulamanın kolay olmasına sebep
edilmiştir.2 olacağı haber verilmiştir.
44
Kabir suali, umumidir, mükellef olan herkese olacaktır. denilecektir.” (Mü’min Sûresi, 40/46) ayeti kabir azabına
Ancak Allah Teâlâ’nın, kendilerine bir ikram olmak üzere bazı delildir. Çünkü kıyamet gününde onların daha şiddetli bir
iyi kullarını bu sorgulamadan muaf tutacağı da bildirilmiştir.5 azaba sokulmaları emredileceğine göre, ondan önce sabah
2- Kabir Azabı: ve akşam arz edilecekleri azap kabirdedir.
Allah Teâlâ, insanları günahlarından temizlemek için Allah Teâlâ’nın Nuh kavminin durumunu beyan ede-
birtakım imtihanlar hazırlamıştır. Dünyada iken günahla- rek buyurduğu, “Onlar suda boğuldular ve ateşe atıldılar.”
rından tamamen temizlenmemiş olanlar berzah âleminde; (Nuh Sûresi, 71/25) ayeti de kabir azabının olacağına de-
orada da temizlenemezlerse yani, orada çektikleri azap da lildir. Çünkü ayette boğulmalarını müteakip hemen azaba
onları bütün günahlarından temizlemeye yetmezse, mah- sokuldukları haber verilmektedir. Ölümü müteakip berzah
şerde; orada da temizlenemezlerse Cehennem’de temiz- âlemine girdiklerine göre, girdikleri bildirilen azap da ber-
lenirler. Böylece tamamen temizlendikten sonra tertemiz zahtadır.
olarak Cennet’e girerler. Çünkü orası temizlerin yeridir. Kabir azabına delalet eden başka ayetler de vardır.6
Dünyada iken hiç iman ve itaat etmemiş olanlara ise, ber- Kabir azabı hakkında Peygamber Efendimiz’den pek çok
zahtaki ve mahşerdeki temizlik (azap) kâfi gelmez ve bun- hadis rivayet edilmiştir. Diğer insanların muttali ola-
lar Cehennem’de ebedi kalmak suretiyle cezalandırılırlar. madıkları pek çok hakikate Allah’ın izniyle muttali olan
Buna göre, kabirdeki azap ya da nimet, kişinin dünya- Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Eğer ölüle-
daki durumuna göre olacaktır. Yani herkes berzah âleminde rinizi defnetmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azabından
karşılaşacağı durumu bu dünya hayatında hazırlar. Orada (bir kısmını) sizlere işittirmesi için muhakkak Allah’a dua
iyilere iyilik ve mükâfat, kötülere de ceza ve azap vardır. ederdim.” (Müslim, Cennet, 17) buyurmuş yine muhtelif
zamanlarda ashabına, “Kabir azabından Allah’a sığınınız.”
Ehl-i Sünnet âlimleri, kabirde sual, azap ve nimetin
(Müslim, Cennet, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/296)
olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Yani bu hususların
diye emretmiş ve bizzat kendisi de kabir azabından Allah’a
varlığını ittifakla kabul etmişlerdir. Kur’ân ve sünnette
sığınmıştır.
kabir azabına açıkça delalet eden nasslar bulunduğundan
kabir azabının olacağına inanmak gereklidir. Hatta bir defasında Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) Beni Neccar bahçelerinden birinde bulunan müşrik
Kur’ân-ı Kerim’de iyilerle kötülere hayatlarında ve
kabirlerinin yanından geçerken azap sesini duyunca, yanın-
ölümlerinde yapılacak muamelenin farklı olacağı haber
dakilere kabir azabından Allah’a sığınmalarını emretmiş,
verilerek şöyle buyrulur: “Yoksa o kötülükleri işleyip du-
onlardan birinin: “Ya Resûlallah, onlar kabirlerinde azap mı
ranlar, kendilerini iman edip salih ameller işleyenler gibi
olunuyorlar?” diye sorması üzerine de şöyle cevap vermiştir:
yapacağımızı, hayat ve ölümlerini bir tutacağımızı mı san-
“Evet, onlar kabirlerinde öyle bir azapla azap olunuyorlar
dılar? Ne fena hüküm veriyorlar. Hâlbuki Allah gökleri ve
ki, (onların azabın şiddetinden attıkları çığlıkları) hayvanlar
yeri adaletle yarattı. Hem de herkese kazandığının karşı-
işitir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/225)
lığı verilsin diye (yarattı). Onlara asla haksızlık edilmez.”
(Câsiye Sûresi, 45/21-22) Burada Resûlullah’ın işittiği ve hayvanların da işiteceği-
ni söylediği azap sesi, kabrinde azap görmekte olan kişinin
Bu ayetler, herkese amelinin karşılığının verileceğine ve
feryadıdır. Nitekim bir hadisinde Peygamberimiz (sallalla-
adı geçen iki grubun ölümde ve ölümden sonra görecekleri
hu aleyhi ve sellem) kabir sualini anlattıktan sonra, kâfir ve
muamelede eşit olmayacaklarına delalet eder. Böylece iman
münafıklar cevap veremeyince onlara yapılan azabı şöyle
ve iyi ameli olmayanlar ölüm anından itibaren azapta, iman
anlatır: “...Sonra demirden bir tokmakla ensesine öyle bir
edip güzel işler yapanlar da nimet içinde olacaklardır.
vurulur ve kâfir yahut münafık öyle bir bağırır ki, insan ve
Kur’ân-ı Kerim’de kabir azabına açıkça delalet eden cinden başka, ona yakın olan her şey onun feryadını işitir.”
ayetler vardır: (Buhari, Cenaiz 66, 85) Diğer bir hadiste ise bu vuruşla o
Firavun ve hanedanının ölümden sonraki hâllerini kişinin toprak olacağı ve ruhu tekrar kendisine iade edile-
açıklayan: “Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) rek azaba devam edileceği bildirilmiştir.7
sabah ve akşam ateşe arz edileceklerdir. Kıyamet koptu- İnsan ve cinlerin kabirdeki azabı duymamalarının sebe-
ğu gün de: “Fir’avn ve kavmini en şiddetli azaba sokun” bi, onların mükellef varlıklar olmalarıdır. Onlar, görmeden
45
Allah ve Resûlü’nün (s.a.s.) haber vermesiyle inanacaklar- yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Âl-i İmran
dır. Yoksa her şeyi görüp duymuş olsalardı, dünyaya imti- Sûresi, 3/169-170)
han için gelişin gayesi gerçekleşmemiş olurdu. Diğer bir ayette ise, “Allah yolunda öldürülenlere, on-
Kabirde kâfir, müşrik ve münafıklar azap göreceği gibi, lar ölülerdir, demeyin; hakikatte onlar diridirler. Fakat siz
mü’minlerden günahkâr olan bazıları da azap görecektir. anlayıp bilemezsiniz.” (Bakara Sûresi, 2/154) buyrularak,
Bu hususta Peygamber Efendimiz’den rivayet edilen hadis- onların diriliklerini ve nimetlere mazhar olduklarını, bizim
lerden birinde idrar yüzünden kabirde azabın söz konusu -ölmeden önce, daha hayatta iken- müşahede edemeyece-
olacağı bildirilmekte ve idrardan sonra iyi temizlenme gereği ğimiz haber verilmektedir. Bu ayetlerde geçen hayatın ha-
hatırlatılmaktadır.8 Adam öldürme, zina ve hırsızlık gibi bü- kiki hayat olup rızıklanmalarının da berzahta devam ettiği
yük günahlar yanında küçük sayılan idrardan iyice temizlen- görüşünde Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir.
memek ve koğuculuk yapmak gibi günahlar yüzünden kabir Berzah âleminde sadece şehitler değil, imanla vefat et-
azabı olduğu haber verildiğine göre, onlardan daha büyük miş ve kabir azabı olmayan diğer mü’minler de derece ve
günahlar için de azabın olacağı tabiîdir. Kabirdeki bu azap mertebelerine göre nimetleneceklerdir. Yukarıda meali zik-
günahın çeşidine ve büyüklüğüne göre değişik olur. redilen şehitler hakkındaki ayet-i kerimeler, azabı olmayan
İmanı olmayanların kabirdeki ve ondan sonraki azapları diğer mü’minlerin de nimetlendiklerine delildir. Ayetlerde
devamlı olduğu hâlde, mü’minlerden âsi olanların kabirde gö- sadece şehitlerin zikredilişi ise, onların Allah katında daha
recekleri azap, kâfirlerinkinden daha hafif ve geçici olacaktır. yüksek bir mertebe sahibi olduklarına işaret etmek içindir.
Kabir azabını imkânsız görerek inkâr edenlerden bazı- Bu konuda gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre, kabir
ları, cesede bakarak cesedin çürüyüp toprak olduğunu gör- nimeti çok çeşitlidir: Kabrin genişletilmesi, aydınlatılması,
düklerinden bu zanna kapılmışlar, cesedi çürüyen ölünün yeşilliklerle doldurularak Cennet bahçelerinden bir bahçe
azabı veya nimeti hissedemeyeceğini sanmışlardır. Hâlbuki hâlini alması, mü’mine akşam-sabah Cennet'teki makamı-
kabir hayatının idraki için cesedin sağlam olması şart değil- nın gösterilmesi, yine mü’minlere kabirlerinde iyi amelleri-
dir. Allah Teâlâ, kabirdeki azabı veya nimeti idrak edecek nin arkadaşlık etmesi bu nimetlerden bazılarıdır.
kadar bir hayatı cesedin her hangi bir parçasında yaratır Ahiretin ilk durağı olan kabir hayatı, kabirdeki sual, azap
ve onunla kabir hayatı idrak edilir. Bu bakımdan kabir ve ve nimetle ilgili hususlar, ölümden sonraya ait olmaları bakı-
berzah hayatı umumidir. Kabre konmayan, yakılan, yırtıcı mından ahiret hâllerindendir. Kur’ân ve Sünnet'ten öğrendi-
hayvanlar tarafından parçalanan veya denize atılan ve ba- ğimize göre, kabir ve berzah hayatı, ölülerin diriltilmesine,
lıklara yem olanlar dahi kabir hayatını yaşayacaklar, onlar yani mahşere kadar devam edecektir. Bu esnada kâfirler de-
da kabirdeki sual, nimet ve azabı idrak edeceklerdir. vamlı azapta olacaklardır. Mü’minlerden ise kimisinin azabı
3- Kabir Nimeti: devamlı olduğu hâlde, bazılarının cezaları bitecek ve azapları
Kabir nimetinin varlığı, buna delalet eden ayetler ve mana sona erecektir. Mü’minlerin nimet içinde olanlarına gelince,
yönünden tevatür derecesine varan hadislerle sabittir. Bu se- onların nimetleri kıyamete kadar devamlı olacaktır.9
beple kabir nimetinin olacağına inanmak gerekir. Yukarıda * stoprak@yeniumit.com.tr
zikredilen mü’minlerle kâfirlere aynı muamelenin yapılmaya- Selçuk Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
cağını bildiren ayet-i kerime ile kabir sualine iyi cevap veren-
Dipnotlar
lerin hâlini anlatan hadisler aynı zamanda kabir nimetinin de 1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/63.
delilleridir. Bunun yanında, şehitler hakkında nazil olmuş olan 2. Bkz. Buhari, Tefsir 4; Cenaiz 85; Müslim, Cennet 17; İbn Mace, Zühd 32.
ayetler de açıkça kabir nimetine delalet etmektedir. 3. Bkz. Müslim, Cennet 17; Nesai, Cenaiz 115; Ahmed b. Hanbel, Müs-
ned, 3/3-4.
Allah Teâlâ, şehitlerin berzah hayatında diri oldukla- 4. İbn Mace, Zühd 32.
rını ve kendi katında rızıklandıklarını haber vererek şöy- 5. Geniş bilgi için bkz. Süleyman TOPRAK, Ölümden Sonraki Hayat,
Konya, 2005, s. 313-375.
le buyuruyor: “Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler 6. Bkz. Taha Sûresi, 20/124; Tevbe Sûresi, 9/101; Secde Sûresi, 32/21; Tur
sanma. Doğrusu onlar Rab’leri katında diridirler; (Cennet Sûresi, 52/47.
ve meyvelerinden) rızıklanırlar. Onlar, Allah’ın kendileri- 7. Bkz.: Ebu Davud, Sünnet 27.
8. Bkz.: Buhari, Cenaiz 88, Vudû 57; Nesai, Cenaiz 116; Ahmed b. Han-
ne verdiği ihsandan dolayı neşeli hâldedirler ve arkaların-
bel, Müsned, 1/225.
dan kendilerine şehitlik rütbesi ile katılamayan mücahitler 9. Kabir azabı ve nimeti ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Süleyman TOP-
hakkında şunu müjdelemek isterler: Onlara hiçbir korku RAK, Ölümden Sonraki Hayat, Kabir Hayatı, 9. Baskı, Konya, 2005.
46
YENi ÜMiT
Nurullah AGİTOĞLU *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
TAKVA
A llah’a karşı gelmekten sakının (takva sahibi olun)
ve bilin ki Allah muttakiler ile beraberdir.” (Bakara
Sûresi, 2/194)
Takva sözlükte korkmak, sakınmak, korunmak, haşyet
insanın Rabbini gazaplandıracak, nefsine zararlı olacak şey-
lerden sakınmasıdır. Kur’ân’ın insanlarla halk arasında ve in-
sanlarla Yaratıcı arasında gerekli olan münasebeti istediği bir
fazilettir. Dünyada felaketlerden, ahirette azaptan kurtulmak
için, iki şeyin lazım olduğu söylenmiştir: Emirlere sarılmak,
duymak gibi manalara gelmektedir. Şer’î ıstılahta takva,
yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden, en büyüğü, daha lü-
Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle
zumlusu, ikincisidir ki, buna Vera’ ve Takva denir. Nitekim,
O’nun azabından korunma cehdi şeklinde tarif edilmiştir.
Resûlullah (s.a.s.)’ın yanında, birisinin çok ibâdet ü taat
Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî manası var-
ettiğini söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden, çok
dır ki, İslâm dini prensiplerini hassasiyetle görüp gözet-
sakındığını söylediklerinde, “Hiçbir şey, vera’ gibi olamaz!”
meden şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve
(Tirmizi, Kıyamet 61) buyurmak suretiyle yasaklardan sa-
Cehennem’i netice veren davranışlardan Cennet’i semere
kınmanın daha kıymetli olduğunu ifade etmiştir.7
verecek hareketlere; sırrını, hafîsini şirkten, şirki işmam
eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat Bu kavram, Kur’ân’ın ahlâkla ve içtimaî konularla ilgili pek
tarzında başkalarına benzemekten sakınmaya kadar geniş çok ayetinde zikredilmektedir. Kur’ân örnek bir Müslüman
bir yer işgal eder.2 Takvayı Allah’ın çizdiği hudutta dur- tipi çizerken takva esaslarını ortaya koyar. Olgun mü’minlerin,
mak, bu hududun ne berisinde kalmak ne de ötesine geç- muttaki mü’minler olduğu ve bütün Müslümanların böyle ol-
mek şeklinde tarif edenler de olmuştur.3 maya çalışması gerektiği hususu özellikle vurgulanır.
Takvadan, insanın manevi veya bedeni yapısını ayak- Ayrıca Kur’ân’ın anlaşılması ile takva arasında da
ta tutan şeylerde İslâm’a göre bir sapmanın veya zarar ve sıkı bir münasebetin olduğu bir gerçektir. Zira mana ve
kuşkunun bulunduğu her şeyden sakınmak şeklinde de muhteva itibariyle takvada öyle bir büyü var ki, ona sı-
bahsedilmiştir.4 Yani o, şüpheli şeyi atıp şüphesizini almak- ğınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde
tır. Takva, bazen insanı günahlara düşmemek için esasında yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân,
beis olmayan şeylerden de uzaklaştırır.5 Büyük Sûfilerden kapısını müttakilere aralar ve (Bakara Sûresi, 2/3) fısıldar;
Şah Kirmani, takvanın alametinin vera, veraın alametinin neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve
de helal olduğu şüpheli olan şeyleri yapmaktan geri dur- nazarları (Bakara Sûresi, 2/21) ufkuna çevirir.8
mak olduğunu ifade etmiştir.6 Mutasavvıflar, ilmin bâtınî meyvesinin fetva ve hüküm-
Takva, kendisi ile nefislerin olgunlaştığı, kişilerin üs- ler olmayıp takva olduğunu ifade etmişlerdir.9
tünlük kazandığı bir meziyettir. İslâm dininde insanlar Mevlânâ Celaleddin-i Rumî, kulun takvasının onun
arasındaki üstünlük ve fazilet ölçüsü mal, mülk, makam, hamdetmesine bir nişane olduğunu söyler.10
soy, ırk vb. şeyler değil sadece takvadır. Zira Yüce Allah,
Ebu Ubeyde el-Bâci, ölüm döşeğinde hasta yatan
Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır:
Hasan Basri’yi ziyarete gittiklerinde, onun kendilerine şu
“Allah katında en üstün olanınız en çok takva sahibi nasihati verdiğini aktarır: “Sabreder, tasdik eder ve takva
olanınızdır.” (Hucurât Sûresi, 49/13) sahibi olursanız bu dünya açık ve güzel bir sahadır.”11
Takva günahlardan kaçınmak, yani bir Müslüman’ın İmam Gazali de kalbin mahmud (övülen) hâllerinden
üzerine düşeni yapmaya gayret etmesidir. Takvadan maksat bahsederken bunların içinde takvayı da saymaktadır.12
47
Bir hadislerinde İki Cihan Serveri (s.a.s.) takva ile ilgili Takvanın, insanın ahireti için manevi bir azık olduğunu şu
şöyle buyurmaktadır: ayet-i kerime bizlere çok güzel ifade ediyor: “… Azıklanın ve
şunu bilin ki en hayırlı azık takvadır.” (Bakara Sûresi, 2/197)
“İnsanlar nezdinde kişinin kıymetini artıran şey mal-
dır. Allah nezdinde de değerini artıran şey takvadır.”13 Görüldüğü gibi insanların maddi ve biyolojik ihtiyaç-
ları için azıklanması ne kadar hayati ve önemli ise manevi
Öyleyse ahirete imanı olan her Müslüman’ın Allah nez- hayatı için -tabiri caizse- manevi açlığı için de azıklanması
dinde değerini artırma gayreti içerisinde olması gerekir. en az o kadar, belki ondan da çok mühimdir. Hazırlama-
Takva dinin özü olduğu gibi hayrın da esasıdır. Ku- mız gereken bu manevi azık da Rabbimiz tarafından takva
lun her hâlinde herhangi bir şeyle kendini müstağni olarak bildirilmiştir bizlere.
görmemesidir. Takva bütün ibadet ve muamelatın top- Yahya b. Muaz er-Razi, gerçek zahidin vasıflarından
lamıdır. bahsederken onun azığının takva olması gerektiğini an-
Takva ile desteklenmiş, riya ve gösterişten uzak, ihlas cak onunla varacağı yerin Cennet olacağını söylemekte-
ve samimiyet ile salih ameller işlemeye gayret etmeliyiz. dir.16 Ömer b. Abdulaziz de bir hutbesinde şöyle demiş-
Çünkü şanı yüce Allah, “Allah’tan korkun çünkü kalblerin tir: “Her yolculuğun kendine göre bir azığı vardır. Ahiret
yolculuğu için de takvayı azık alın.”17 Takvanın manevi
içindekini Allah bilmektedir.”14 buyurarak, bizlerin takvayı
bir azık olması ile ilgili Sehl b. Abdullah da şunu söyle-
kalbimizde samimi bir şekilde hissederek yaşamamız ge-
miştir: “Allah’tan başka yardımcı, Resûlullah (s.a.s.)’tan
rektiğini belirtmiştir. Dua ederken bile dualarımızda tak-
başka delil (rehber), takvadan başka azık ve ibadette sa-
vayı istemeliyiz. bırdan başka amel yoktur.”18
Efendimiz (s.a.s.)’in mağara ve hicret arkadaşı ve ken- Mutasavvıflardan Nehrecori takvadan bahsederken şu
disine olan müthiş sadakatinden dolayı Sıddîk-i Ekber un- nefis benzetmeyi yapar:
vanına mazhar olmuş Hz. Ebu Bekir, en akıllı insanların
takva sahipleri, en ahmak olanların da günah sahipleri ol- “Dünya, deniz; ahiret, sahil; takva, vapur; halk ise yol-
duğunu söylemiştir. O büyük insan, akıllı ve düşünceli bir cudur.”19
kişinin kendisini ateşe atamayacağını, Cehennem ateşine Bizler için en güzel örnek ve en doğru rehber olan
girmesine sebep olacak günahları işleyemeyeceğini, daha Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) her zaman ve
doğrusu işlememesi gerektiğini belirtmiştir. zeminde kişinin takva ehli olması gerektiğini şöyle ifade
buyuruyor:
Yüce Rabbimiz bir ilahî fermanında şöyle buyurmak-
tadır: “Sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size “Her nerede olursan ol, takva sahibi ol. Her işlediğin
‘Allah’tan korkun.’ (takva sahibi olmaya gayret edin) diye günahtan sonra bir hayır işle ki o günahı silsin. İnsanlara
emrettik.” (Nisa Sûresi, 4/131) karşı güzel ahlâk sahibi ol.” (Tirmizi, Birr 55)
Takvadan üç değişik manada veya üç mertebe olarak da Takva neticesinde kulun derecesinin meleklerin bile
bahsedilmiştir. Bunların ilki, insanın nefsini şirk ve küfür- üstüne çıkma ihtimali vardır. Zira insanların meleklerden
daha üstün olabilmesi ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu
den temizleyerek iman etmesidir. Buna takvanın ilk adımı
sayededir. Melekler de, emirlere itaat etmektedir. Ancak
da denebilir.
melekler (yaratılış gayelerine uygun olarak) terakkî ede-
Diğer bir anlamı da kişinin büyük günahları terk ede- miyor. O hâlde, takvaya sarılmak ve takva üzere olmak,
rek farzları yerine getirmesidir. Bu da takvanın ikinci mer- her şeyden daha lüzumludur. İslâmiyet’te en kıymetli şey
halesidir aslında. takvadır. Dinin temeli de takvadır.20
Bir diğer manası ise kulun kalbini Allah’tan alıkoya- Takva sahiplerinin bazı alametlerinin olduğu söylen-
cak her şeyden âri kılması, kendisine Allah’ı unutturacak miştir. Bunlar, Allah’ın kaza ve kaderine razı olmaları,
ve kendisini meşgul edecek her şeyi bırakıp gönlünü yal- Allah’ın nimetlerine şükretmeleri, Allah’tan gelen bela ve
nızca Allah’a vermesidir. Bu en hususi manasıdır ve belki musibetlere sabretmeleri, doğru sözlü olmaları ve ahitleri-
de en üst noktadaki mertebesidir. Takvanın bu en has an- ne sadık kalmalarıdır.
lamında, dinin emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyar- Takvanın, insanın Cennet’e girmesine vesile olan çok
lı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren önemli bir vasıf olduğu hususu da yine Fahr-ı Kâinat’ın
davranışlardan uzak kalmaya çalışma gayesi vardır.15 (s.a.s.) mübarek ifadelerinde şöyle geçmektedir:
48
“Hz. Peygamber (s.a.s.)’e insanı Cehennem’e en çok duğu için bu konuda bizim gibi günahkâr kulların çok
götüren şey soruldu. O, ağız ve ferc (yani bu iki uzvun daha fazla istiğfarda bulunması gerektiğinin şuurunda olan
sebep olduğu ve işlediği günahlar)’dir, buyurdu. Kendisine insandır. Allah Resûlü’nden (s.a.s.) katiyen günah sayılabi-
insanı Cennet’e en çok götüren şey sorulunca da, Allah’tan lecek bir fiilin sudûru görülmemiştir. Buna rağmen günde
korkmak (yani takva sahibi olup O’na gerektiği gibi ve la- yetmiş defadan fazla tevbe ve istiğfar ediyordu. Evvela O,
yık olduğu şekilde saygı göstermek) ve güzel ahlâk diye mahviyet, murakebe ve muhasebe insanıydı. Her adımda
cevap vermiştir.” (Tirmizi, Birr 62) Cenâb-ı Hakk’a doğru bir önceki adıma nisbetle daha fazla
Anlaşılıyor ki ebedî saadete ulaşmanın yolu takva ve yaklaşmış olduğundan, kazandığı bu yeni durum zaviye-
güzel ahlâktan geçiyor. Yani Allah Teâlâ’ya karşı üzerine sinden eski ve mercuh hâline bakıp istiğfar ediyordu. Yani
düşeni yapmak ve insanlara karşı da güzel muamele sahibi her yeni gününde O, bir evvelki günü istiğfarla anıyordu.
olup onlarla iyi geçinmek, kişinin ahiret nimetlerine ka- Takva ahiret nimetlerinden faydalanma vesilesidir. Zira
vuşmasına vesile oluyor. Kısacası örnek bir mü’min, güzel bu nimetlere kavuşturacak olan yol takva sınırları içerisin-
ahlâk sahibi olması gerektiği kadar aynı zamanda muttaki den geçer. Takva, insanın yapacağı güzel ameller için medh
bir kişiliğe sahip olmalıdır. ve senadır. Takva gökten ve yerden berekettir.
Takva, şerefli bir elbisedir ki onunla süslenme şerefine Takva sahiplerinin bakışları nurlanır ve dünyaları ay-
ancak hakkıyla iman edenler nail olur. Allah Teâlâ o elbise- dınlanır. Çünkü mü’min basiretlidir ve muttaki insan ol-
yi ancak katında şerefli kulları olan salih kullarına giydirir. maya çalışan kişi bu basireti en üst noktaya taşımaya çalışır.
Çünkü onlar Allah’ın emirlerini yerine getirir, yasakların- Muttaki insanlar, dünyada bir imtihan içerisinde oldukla-
dan da kaçınırlar. Bu hususla ilgili olarak da Allah Resûlü rının şuurunda olarak, uhrevi meselelere müteallık çalıştığı
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: gibi dünyevi işlerden de tamamen kopuk değildirler.
“Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terk Allah’ın yardımı muttakiler ile beraberdir. Takva sahip-
etmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz.” (Tirmizi, Kıyamet 20) leri için güzel bir akibet vardır.
Kişinin zahiri elbise ile süslenmesinden daha hayırlısı Hâsılı, takva bir kevser, müttaki de ona ulaşmış bahtiyar-
Allah’tan korkma ve vera elbisesidir. Çünkü iç güzellik dış dır; Hak katında bu mazhariyeti elde etmiş insan da azdır.23
güzellikten daha önemlidir. Bakın yüce Rabbimiz bize ne
buyuruyor: Âkıbet muttakilerindir.
49
YENi ÜMiT
Batıdaki Osmanlı korkusu kahve düşmanlığıyla kendi- Bu yazıda farklı bir kahve tarihçesi sunmaya çalıştık.
ni gösterirken kahve bütün olumsuzlukların sebebi olarak Bugün hemen hemen her kültür tarafından benimsenen
telakki edilmiştir. Bazıları kahvenin bir cehennem bitki- ve zevkle içilen kahvenin arkasında yatan gizemli tarihin
si olduğunu söylerken bazıları da kahvenin İngiliz halkı tekrar hortlamamasını Yüce Yaratıcı’dan niyaz ediyoruz.
üzerinde sadece ruhi değil fiziki etkilerinden uzun uzadıya * ialbayrak@yeniumit.com.tr
bahsetmiştir. Bu yazarlara göre kahvedeki sihir, içenlerde ACU National Öğrt. Üyesi
kendisini hemen hissettirmektedir. Kahveyi bir Şeytan içe- Kaynaklar:
ceği olarak gören bazı İngiliz yazarlar, sık sık kahve içen -Ali Osman Öztürk, Alman Oryantalizmi, Ankara, 2000
kimsenin Türkler gibi olmaya başladığını, sadece ruhları -C. Van Arendonk, ‘Kahve’, İslâm Ansiklopedisi, VI.95
değil, renklerinin de karardığını tartışmışlardır. Kahve ile -İdris Bostan, ‘Kahve’, DİA, XXIV.202-5
-Nabil Matar, İslâm in Britain 1558-1685, Cambridge: Cambridge
ilgili batıda sürdürülen başka bir tartışma ise kadınlar ta- University Pres 1998
rafından yapılmıştır. Pek çok kadın kocalarının kahve yü- -Nurettin Ceviz, ‘Kahvenin İslâm Dünyasına Girişi ve Arap Edebiya-
zünden evlerini ve kendilerini ihmal ettiklerini belirterek tında Ele Alınışı’, EKEV, 8 (2004), 343-356
mahkemeye başvurduğu kaynaklarda zikredilmektedir.
Dipnot
Kahve etrafında cereyan eden traji-komik bir münakaşa 1. Kahvenin Türkler tarafından kullanılmaya başlandığı tarih olarak
ise İngiltere’ye kahvenin girişiyle aynı tarihleri paylaşan ilk Kanuni Sultan Süleyman devri gösterilmektedir. Ülkeye kahve
Kur’ân tercümesinin basılması olayıdır. Meşhur İngiliz müter- Habeşistan valisi Özdemir Paşa tarafından Yemen yoluyla getiril-
miştir. Bazı kaynaklar daha net bir tarih belirlemektedirler. Onlara
cim Alexander Ross, kendisinden bir asır önce Sieur du Ryer göre söz konusu tarih 1554’tür. Diğer İslâm diyarlarında olduğu
tarafından yapılan Fransızca çevirisini kullanarak Kur’ân’ı gibi kahve hakkında bazı ihtiyati yaklaşımlar sergilense de hüsnü
İngilizce’ye ilk defa 1649’da tercüme eder. İngiltere’ye kah- kabul görmesi çok gecikmemiştir.
51
YENi ÜMiT
52
Necmeddîn-i Kübrâ Kimdir? çekleştirdiği bu ilmî seyahatler esnasında özellikle Hadîs
İşte bunlardan birisi de, XII. ve XIII. asırlarda yaşamış ilmiyle meşgul olur. Nîşâbur, Hemedân, Isfahân, Mekke
bir tasavvuf büyüğü ve gönül mimarı olan Necmeddîn-i ve İskenderiye’de dönemin meşhur üstadlarından hadis
Kübrâ (k.s.)’dır. Bu zat, İslâm dünyasında ortaya çıkan ve okuyarak icazet alan Kübrâ, İskenderiye’de iken rüyasında
insanların irşadına yönelik önemli hizmetler ifa eden meş- Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine “Ebu’l-Cennâb” (dünya-
hur tarîkatlardan biri olan Kübreviyye’nin pîri, yani kuru- nın cazibedar güzelliklerinden ve ahirette rüsva olmaktan
cusudur. Onun yaşadığı dönem, gerek Tasavvuf tarihi ge- kaçınan) künyesini vermiş, hadis ilmiyle meşgul olduğu
rekse daha genel anlamda İslâm kültür ve medeniyet tarihi için kendisine iltifat etmiş ve gecelerini Kur’ân okumaya
açısından, son derece önemli bir zaman dilimidir. Çünkü, ayırmasını tavsiye etmiştir.
İslâm ilim, kültür ve düşünce tarihinin bugün bile zirve Otuz beş yaşına kadar, ömrünün en bereketli yılla-
kabul edilen pek çok şahsiyeti XI-XIII. asırlarda yetişmiştir. rını hadis ve dinî ilimleri tahsille geçiren Necmeddîn-i
Tasavvuf tarihi açısından bakıldığında, bu asırlar tasavvufî Kübrâ’nın, daha sonra tasavvufî hayata yöneldiğini gör-
düşüncenin adeta zirveye ulaşıp kemale erdiği, İmâm-ı mekteyiz. Zahirî ilimlerde (Şer’î ilimler) yeteri kadar ken-
Gazzâlî, Muhyiddîn İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i dini yetiştirdikten sonra, manevî alandaki eksikliklerini
Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Ferîdüddîn-i Attâr vb. tasav- giderebilmek gayesiyle, intisab edebileceği bir mürşid-i
vuf büyükleri ile Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed-i kâmil arayışına girer. Bu sıralarda Dizfûl şehrinde iken has-
Rifâî, Hoca Ahmed-i Yesevî, Ebu’l-Hasan-ı Şâzilî, Ebu’n- talanır ve şehrin tanınmış şeyhlerinden İsmail-i Kasrî’nin
Necîb-i Sühreverdî (kaddesellâhu esrârahüm) gibi tarîkat dergâhında misafir edilir. Şeyh Efendi gece yanına gelerek
pîrlerinin yetiştiği dönemdir. Bu dönemin bir başka husu- onu semâ ayinine iştirak ettirir ve o gece iyileştiğini hisse-
siyeti de, asırlarca Müslüman toplumlara hizmet eden ve der. Ertesi gün de Şeyh Efendi’ye intisab eder. Zahirî ilim-
zaman içerisinde yüzlerce şubeye ayrılarak, İslâm dünya- lerdeki müktesebatının kendisini kibre sevk edebileceğini
sını bir ağ gibi saran sûfî tarîkatların ilk kurulduğu döne- düşünen İsmail-i Kasrî, onu terbiye ve irşad için Ebu’n-
mi temsil etmesidir. Sosyal ve siyasi tarih uzmanları, Ta- Necîb-i Sühreverdî’nin halifesi Ammâr-ı Yâsir el-Bitlisî’ye
savvuf hareketinin düşünce alanında kaydettiği aşamanın gönderir. Bitlisî’nin yanında da sükûnetini muhafaza ede-
ardından, tarîkatlaşma yoluyla topluma açılmasını ve onu meyip bazı coşkun ve taşkın davranışlarda bulunması sebe-
âdeta manevî otoriteler etrafında teşkilâtlayıp kontrol al- biyle, Bitlisî onu Kahire’de bulunan Kâzerûn’lu Rûzbihân
tına almasını, o dönemde, doğuda Moğolların, batıda da el-Vezzân el-Mısrî’nin yanına gönderir. Menkıbeye göre,
Haçlıların İslâm dünyasını ciddi anlamda tehdit etmeye Necmeddîn-i Kübrâ, Şeyh Rûzbihân’ı dergâhında çok az
başlamasıyla izah etmektedirler. Nitekim, Müslümanlar miktarda bir su ile abdest alırken bulur ve o esnada şeyhin
arasında tesis edilmiş olan iman kuvveti, kardeşlik, daya- onun üzerine serptiği birkaç damla suyu, kulağında şid-
nışma ve cihad ruhu sayesinde, söz konusu tehlikelere kar- detli bir yumruk darbesi olarak hisseder ve kendinden ge-
şı gerekli direnç gösterilmiş ve o badirelerden bir şekilde çer. Böylece içinde barındırdığı benlik duygusu önemli bir
çıkılabilmiştir. manevî darbe yemiş olur ki, buraya gönderilmesindeki asıl
İşte Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), bu dönemde yaşamış amaç gerçekleşmiş olur. Burada bir süre Şeyh’in terbiye-
önemli bir Tasavvuf büyüğüdür. Muhtemelen 540/1145 sinden geçtikten ve onun kızıyla da evlendikten sonra, tek-
yılında, Hârizm’in Hîve şehrinde dünyaya gelmiş, rar Şeyh Ammâr-ı Yâsir’in yanına dönerek manevî terbi-
618/1221’de dâr-ı bekâya irtihâl etmiştir. Asıl adı, Ebu’l- yesine devam eder. Mısır’dan dönerken, Şeyhi Rûzbihân,
Cennâb Ahmed b. Ömer’dir. Necmeddîn ismiyle beraber Şeyh Ammâr-ı Yâsir’e vermesi için eline tutuşturduğu kü-
Kübrâ lâkabı ona gençliğinde, üstün zekâsı ve giriştiği ilmî çük bir notta şöyle diyordu: “Sende ne kadar bakır varsa,
münakaşalarda hep galip gelmesi sebebiyle hocası tarafın- gönder, hepsini saf altın yapıp tekrar sana iade edeyim.”
dan verilmiştir. Altmış kadar mürîdini velayet mertebesine Bunu söylerken, Necmeddîn’i “bakır iken altına dönüş-
ulaştırdığı için kolayca velilerin kusurlarını yontup onları türmüş” olduğunu ifade etmek istiyordu. Şeyh Ammâr-ı
yetiştiren manasına “şeyh-i velî-tırâş” unvanıyla da tanın- Yâsir’in yanında birçok kez erbaîn çıkararak manevî ter-
mıştır. Ticaretle meşgul olan ve dinî eğitime önem veren biyesini ikmâl eden Kübrâ, şeyhi tarafından icazet verile-
bir aileye mensup olan Kübrâ, gençlik yıllarını memleketi rek irşâd vazifesiyle memleketine gönderilir. Rivayetlere
Hârizm’de geçirdikten sonra, ilim tahsili için memleke- göre, Necmeddîn-i Kübrâ’nın kendisinden etkilendiği ve
tinden ayrılarak dönemin önemli ilim merkezlerine seya- tasavvufî hayata sülûk etmesinde rolü olan bir başka zat
hatler yapar. Tasavvufî hayata sülûk etmeden önce ger- da, Tebrîz’de ilim tahsil ederken karşılaştığı cezbesiyle bi-
53
linen bir derviş olan Baba Ferec-i Tebrîzî’dir. Bu zat, ken- icra ederek, şehitlik payesiyle Rabbi’nin huzuruna çıkma
disini zahiri ilimleri tahsilden vazgeçirerek eski bir derviş bahtiyarlığına ulaşır. Menkıbeye göre, şehit olacağı esnada
hırkası giydirmiş ve manevî hayatında gelişme kaydetme- bir kâfirin perçemini sıkıca tutmuş ve o hâlde şehit düş-
sine vesile olmuştur. müş; ancak öldükten sonra da asla bırakmamış, ayırmak
Dört yıl kadar süren bu tasavvufî terbiye süreci, kendi için perçemi kesmek zorunda kalmışlar. Hz. Mevlânâ da
ifadesiyle, onda bulunan “hamlık”ları izale etmiş ve nefsanî şu beytiyle bu olaya telmihte bulunmuştur:
badireleri aşmasını sağlamıştır. Bu sürecin akabinde, mem- Bir elden nûş edip îmân şarâbın,
leketi Hârizm’e dönen Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), bundan Bir elde perçem-i kâfir tutarlar.
sonraki hayatını tasavvufî terbiyeye göre mürîdlerini irşâd
Kübrâ’nın Köhne Ürgenç yakınındaki türbesi, o za-
etmeye vakfeder. O artık bir “mürşid-i kâmil” konumun-
mandan beri önemli bir ziyaret yeri olup bugün de ziyaret
dadır. Vefatına kadar sürecek olan otuz sekiz yıllık zaman
edilmektedir.
zarfında pek çok kimse onun irşâd halkasına katılarak
terbiye görmüş ve feyzinden istifade etmiştir. Bu zatlar Eserleri
arasında, daha sonra eserleri ve faaliyetleriyle meşhur ol- Zamanının çoğunu mürîd yetiştirmeye adayan
muş birçok kimse vardır. Mecdüddîn-i Bağdâdî (v. 1210), Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), eser telif etmekten de geri dur-
Radıyyüddîn Ali Lala (v. 1244), Sadeddîn-i Hammûye mamıştır. Varlığı bilinen ve nüshaları günümüze kadar ula-
(Hamevî) (v. 1252), Seyfüddîn-i Bâherzî (v. 1259), Baba şan başlıca eserleri şunlardır:
Kemâl-i Cendî, Cemâleddîn-i Cîlî ve Necmeddîn-i Dâye 1. el-Usûlü’l-Aşere: Hacmi küçük olmasına rağmen, en
(v. 1256) bunlardan bazılarıdır. Molla Câmî’nin ifade- meşhur ve etki alanı en çok olan bu eseri, Akrebü’t-Turuk
sine göre, Mevlânâ’nın babası Bahâeddîn Veled de onun adıyla ve daha başka adlarla da bilinmektedir. Kübrâ bu
mürîdlerindendir. Yine meşhur sûfî Ferîdüddîn-i Attâr’ın eserinde, Allah’a ulaşmanın üç farklı yolu (tarîk) olan “iba-
da onun mürîdleri arasında yer aldığı söylenmektedir. det ve muamelât” (tarîk-ı ahyâr), “riyâzet ve mücâhede”
Gerek kendi düşünceleri ve eserleri, gerekse yetiştirdiği (tarîk-ı ebrâr) ve “aşk ve muhabbetle manen Allah’a doğru
şahsiyetler vasıtasıyla, Horasan bölgesi başta olmak üze- seyir” (tarîk-ı şuttâr) yollarından bahsettikten sonra, daha
re Orta Asya, Orta Doğu, Hint alt kıtası ve Anadolu’da ziyade, Tasavvuf yolunun on temel esasını (usûl-i aşere) ele
tasavvuf kültürünün yayılmasına önemli katkılar sağla- alıp izah eder ki, bu esaslar da şunlardır: Tevbe, zühd, te-
mış bir tasavvuf büyüğü ve gönül mimarıdır. Onun etra- vekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, Allah’a teveccüh, sabır,
fında halkalanan insanlardan oluşan Kübreviyye tarîkatı
murâkabe, rızâ. Bu eser, XVII. asırda İsmail Hakkı Bursevî
Anadolu’da pek yaygınlık kazanmamakla beraber, özellikle
tarafından tercüme ve şerh edilmiş, böylece Osmanlı sınır-
Hz. Mevlânâ ve Necmeddîn-i Dâye vasıtasıyla Anadolu ta-
ları içinde şöhreti daha da artmıştır.
savvuf düşüncesi ve kültüründe, dolaylı da olsa belli bir et-
kisinin olduğu söylenebilir. XV. asırda Bursa’da yaşayan ve 2. Risâle ile’l-Hâimi’l-Hâifi min Levmeti’l-Lâim: Bu
Yıldırım Bâyezîd’in damadı olacak kadar etkin bir şahsiyet eserin baş tarafında zâhir ve bâtın temizliği yapılmadan
olan Emîr Şemseddîn-i Buhârî’nin (Emir Sultan) de bir Rabbânî huzura çıkılamayacağını anlattıktan sonra, bu te-
Kübrevî dervîşi olduğunu hatırlatmamızda fayda vardır. mizliğin gerçekleşmesini sağlayacak olan şu on husus üze-
rinde durur: Beden temizliği (tahâret), halvet, devamlı sus-
Mücadelesi
ma, devamlı oruç, devamlı zikir, teslimiyet, hatıra bir şey
Necmeddîn-i Kübrâ Hârizm’de irşâd faaliyetlerini sür-
getirmeme (masivayı düşünmeme), kalbi şeyhe rabtetme,
dürürken, Moğollar Hârizm’i istila eder ve katliamlara gi-
mecbur kalınca uyuma, yeme-içmede orta yolu izleme. Bu
rişir. Bunun üzerine Kübrâ, altı yüz kadar mürîdini toplar,
eserde tarîkat mensubu mürîdlerin riayet etmeleri gereken
ölüm tehlikesinden dolayı şehri terk edip, kendi ülkelerine
prensipler ve onların önemi üzerinde durulmuştur.
giderek Allah yolunda hizmete devam etmelerini emreder.
Kendisi ise, ilerlemiş yaşına rağmen ülkesini savunmak 3. Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl: Kübrâ bu mü-
üzere düşmanla savaşmaya karar verir. Hârizm’in merkezi him eserinde, manevî hayatında yaşadığı şahsî tecrübeler
olan Gürgenç (Köhne Ürgenç)’in istilası sırasında, orada ve derunî müşahedeler üzerinde durmuş ve bu çerçevede
kalan bir grup mürîdiyle birlikte düşmana karşı savaşırken tasavvufî düşüncelerini aktarmıştır. Bu özelliğiyle eser,
şehit düşer. Böylece, nefis ve şeytana karşı ömrü boyun- oldukça orijinal bir “tasavvuf psikolojisi” hüviyeti taşır.
ca gerçekleştirdiği “manevî cihâd”ın yanında, “sûrî cihâd” Bundan dolayı olacak ki, Batı dünyasında en çok tanınan
denilen, dış düşmana karşı vatan savunmasını da bilfiil tasavvufî eserler arasında yer almaktadır.
54
Kübrâ’nın bu üç eserinin, -el-Usûlü’l-Aşere’nin Bursevî kalarak, kişiyi Mevlâ’ya yaklaştıracak olan takvâya yapışmak-
şerhiyle beraber- Türkçe tercümesi, Mustafa Kara tarafından tır. Hakîkat ise, gayeye ulaşmak, tecellî nurunu müşahede
Tasavvufî Hayat adıyla neşredilmiştir (İstanbul, 1980). etmek demektir… Şöyle de denmiştir: O’na ibadet etmek
Hadîs ilminin yanı sıra Tefsîr ilmiyle de meşgul olan şerîat, O’nun huzuruna varmak tarîkat, O’nu müşahede et-
Necmeddîn-i Kübrâ’nın bir de tefsîr yazdığından bah- mek ise hakîkattir… Şerîatın temizliği su ile tarîkatın temiz-
sedilmekle beraber, bu eser günümüze ulaşmadığından liği kalbi hevâ ve hevesten arındırmakla, hakîkatin temizliği
bu hususta kesin bir şey söylemek doğru değildir. Onun ise Allah’tan başka her şeyden (masivâ) ayrı kalmakla olur.”
mürîdlerinden olan Necmeddîn-i Dâye’nin Bahrü’l- Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), mürîdlerine, yeme-içmeyi
Hakâyık adlı tefsîri, isim benzerliği sebebiyle bazı kimseler tedrîcen azaltarak az yemeyi prensip edinmelerini, mürşid-i
tarafından Kübrâ’ya izafe edilmiştir. kâmile tam bir muhabbetle emir ve tavsiyelerine riayet et-
Bunların dışında, onun Âdâbu’s-Sûfiyye, Risâle-i melerini, devamlı abdestli bulunmalarını, sürekli oruç tut-
Necmüddîn, Sekînetü’s-Sâlihîn ve Risâle-i Sefîne adlı eser- malarını, çok konuşmaktan kaçınmalarını, devamlı “hal-
vet” hâlinde olmalarını, zikr-i dâimîye riayet etmelerini,
lerinin de varlığı bilinmektedir.
kalblerini şeyhlerine rabtetmelerini, kalbe gelen nefsanî ve
Tasavvuf tarihinde ve Türk Tasavvuf düşüncesinde de- şeytanî duyguları defetmelerini ve şeyhine itirazı terk et-
rin izler bırakmış olan Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), sahip melerini tavsiye etmiştir ki, bu prensipler bütün meşâyih-i
olduğu engin manevî tecrübelerinin yanında, Ehl-i Sünnet kirâm tarafından da benimsenmiş ve mürîdlere tavsiye
itikadına ve şer’î kurallara sıkı sıkıya bağlı, zâhir-bâtın bü- edilmiştir.
tünlüğü ve dengesini esas alan ve mürîdlerini de bu istika-
Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.) hazretlerini bu vesileyle rah-
mette yetiştiren bir tasavvuf büyüğüdür. O, Allah’a ulaşma
metle yâd ederken sözlerimize onun el-Usûlü’l-Aşere’sini
konusunda, insanları belli kalıplar içine sıkıştırmadan, her
şerh eden İsmail Hakkı Bursevî’nin, mezkûr şerhte yer
insanın kendi meşrebine uygun olan bir yolu benimseme-
alan güzel ve hikmetli bir manzûmesiyle son verelim.
si gerektiği anlayışındadır. Nitekim, el-Usûlü’l-‘Aşere’nin
daha başında, “Allah’a ulaştıran yolların, mahlûkâtın nefes- Gel beri gel, mâsivâdan uzlet et.
leri sayısınca olduğunu” ifade etmekle, bu hususa dikkat Ba‘dehû Mevlâ ile var sohbet et.
çekmektedir. Bununla beraber, tasavvufî anlamda manevî Basmak istersen bisât-ı kurbete,
terbiye konusunda insanların benimsemek durumunda ol- Nefsine bas, işbu yolda gayret et.
duklarını ifade edip izah ettiği ve “tarîk-ı ahyâr”, “tarîk-ı
ebrâr” ve “tarîk-ı şuttâr” diye adlandırdığı üç farklı seyr Sırr-ı Hakk’a mess ise âhir murâd,
u sülûk metodu, kendisinden sonraki tasavvuf erbabı ve Bâtını tathîre evvel himmet et.
meşâyih-ı kirâm tarafından da genel bir kabul görmüştür. Ger “yedu’llâh” sırrına vâkıf isen,
O, kendisinden önceki sûfîler gibi, insanı velayet mertebe- Mürşid-i kâmil elin tut bey‘at et.
sine ulaştıran manevî yolculuğun temelde üç aşamadan iba-
Âb-ı feyz-ı Hak ile pâk olmağa,
ret olduğunu kabul etmiştir. Bu aşamaları, “şerîat-tarîkat-
Pâklarla gece gündüz ülfet et.
hakîkat”, “ilim-hâl-fenâ”, “tecrîd-tefrîd-tevhîd”, “telvîn-
temkîn-tekvîn”, “ibadet-ubûdiyet-ubûdet”, “muhâdara- Mâsivâ efkârını dilden gider,
mükâşefe-müşâhede” gibi farklı kavramlarla ifade ve izah Hakkıyâ Hak ile üns et, râhat et!
eder. Ona göre, bir kimse bu farklı kavramların ifade ettiği * oturer@yeniumit.com.tr
anlamları bir bütünlük içinde kendine mal ettiği takdirde Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
kemâle ulaşır ve Allah’ın velî kulu olur. Meselâ o, şerîat-
tarîkat-hakîkat ilişkisini şöyle izah eder: Faydalanılan Kaynaklar:
“Şerîat gemi gibidir, tarîkat deniz gibidir, hakîkat da inci Necmeddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat (Usûlü Aşere, Risâle İle’l-Hâim,
Fevâihu’l-Cemâl), Hazırlayan: Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul,
gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse, gemiye biner, deni- 1980.
ze açılır ve onu elde eder. Bu sıralamaya uymayan inciye Hâmid Algar, “Necmeddîn-i Kübrâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. 32,
ulaşamaz. Mürîd için gerekli olan ilk şey şerîattır. Şerîattan s. 498-506, İstanbul, 2006
E. Berthels, “Necmed-Dîn Kübrâ”, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yay., c. 9, s.
maksat, Allah’ın ve Rasûlullâh’ın emrettikleridir. Abdest,
163-165
namaz, oruç, zekât, hac, haramları terk gibi emir ve yasak- Abdurrahmân-ı Câmî, Nefehâtü’l-Üns Min Hadarâti’l-Kuds, Tercüme ve
lardır. Tarîkat, bütün dünyevî menzil ve makamlardan uzak Şerh: Lâmiî Çelebî, Marifet Yayınları, s. 475-480, İstanbul, 1980.
55
YENi ÜMiT
Dr. Selman KUZU *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
56
Kur’ân-ı Kerim’de Makam-ı İbrahim geçen “…Orada apaçık alametler ve deliller, İbrahim’in
Makam-ı İbrahim ifadesi Kur’ân-ı Kerim’de iki defa makamı vardır…” ayetini anlamaya çalışalım.
geçmektedir. Ayet-i kerimede Kâbe’nin yeryüzünde Allah Kâbe’de Bulunan Aşikâr Deliller ve Makam-ı İbrahim
adına inşa edilen ilk ev olduğu, insanlar adına bir hidayet, Kâbe’de bulunan apaçık deliller nelerdir ve bunların
feyiz ve bereket kaynağı olduğu belirtilirken aynı zamanda Makam-ı İbrahim’le bir ilişkisi var mıdır? Bu münasebetin
orada Makam-ı İbrahim’in de bulunduğu özellikle naza-
ra verilmektedir: “İbadet yeri olarak yeryüzünde yapılan
tespiti için ayette geçen “ ات ٌ ِفي ِه َآي- Orada apaçık
ٌ ات َب ِّي َن
alametler vardır…..” ifadesini tahlil etmek faydalı olacak-
ilk bina Mekke’deki Kâbe olup pek feyizlidir, insanlar tır. Ayetteki “apaçık alâmetler”, müfessirler tarafından iki
için hidâyet rehberidir. Orada apaçık alametler, deliller ve şekilde anlaşılmıştır:
ayrıca İbrahim’in makamı vardır…” (Âl-i İmran Sûresi,
3/96-97) 1- Alametlerden kastedilen; korkan kimsenin kendisi-
ni Kâbe’de emniyette hissetmesi, bazı hastaların Kâbe’de
Burada, açıkça anlaşıldığı gibi Kâbe ve çevresinde şifa bulması, ona saygısızlık edenin peşinen cezalandırıl-
Allah’ın varlığına, birliğine ve ibadetin sadece O’na yapı- ması ve orayı harap etmeye niyet eden fil ordusunun he-
lacağına ait pek çok deliller, apaçık alâmetler vardır. Aynı lak edilmesi vb. gibi hususlardır. Yoksa ayet-i kerimede,
zamanda o deliller kadar önemli bir şey daha vardır. O da “âyât” kelimesinin izahı açıkça yer almamıştır. Buna göre
Makam-ı İbrahim’dir. Bir yönüyle Kâbe, tevhidin sembo- ayetteki, “…Orada İbrahim’in makamı vardır…” tabiri-
lü, Makam-ı İbrahim de kulluğun remzidir. Kâbe imanın, nin, “Âyatun beyyinat” ile yani “apaçık alâmetler” tabi-
tevhidin, Makam-ı İbrahim de amelin sembolüdür. Ayağa riyle bir ilgisi yoktur. Bu taktirde ayetin manası şöyledir:
kalkıp Allah huzurunda Hz. İbrahim gibi el pençe divan “Orada apaçık ayetler vardır. Bununla beraber orası, Hz.
durmanın sembolüdür. Kıyamın en güzel örneklerine sa- İbrahim’in makamı, mekânı, seçtiği yer ve Allah’a ibâdet
hip Hz. İbrahim’in yanı başında ve onun iniltilerine şahit ettiği yerdir.” Çünkü bütün bunlar, kendisi ile şeref, saygı
bu özel mekânda, İbrahim’ce bir duruş ortaya koyabilme- ve değer kazanılan özelliklerdendir.
nin pratiğinin yapılacağı hususi bir alandır. Bundan do-
layıdır ki Hz. Ömer (r.a), bir gün Peygamber Efendimiz 2- İkinci görüş ise, ilk kanaatin tam aksine; “âyât” lafzı-
aleyhissalatü vesselamla birlikte bu makamı ziyaretlerinde nın açıklaması bizatihi ayetin içinde yer almaktadır. Bu da
şöyle bir istekte bulunmuştur: “Ey Allah’ın Resûlü, bu “Makam-ı İbrahim” tabiridir. Yani, “O ayetler, Makam-ı
atamız İbrahim’in makamı değil midir? Hz. Peygamber İbrahim’dir.”
(s.a.s) ‘Evet’ cevabını verdi. Hz. Ömer de: ‘Biz orayı Evet, Makam-ı İbrahim, birçok ayeti ihtiva eder.
Namazgâh edinemez miyiz?’ diye Çünkü sert bir kayada ayağının iz bırakması bir ayet,
sorunca da Allah Resûlü (s.a.s): ayağının bir taşa topuğuna kadar gömülmesi bir başka
‘Bununla emrolunmadım.’ dedi. ayet, o kayanın bir kısmı yumuşarken diğer kısımlarının
O gün henüz sona ermemişti ki sertliğini muhafaza etmesi de diğer bir ayettir. Çünkü o
bu konuda şu ayet-i kerime nazil taşın, sadece Hz. İbrahim’in ayaklarını koyduğu kısmı
oluverdi: İbrahim’in makamı- yumuşamıştır. Hem diğer peygamberlerin mucizelerinin
nı Namazgâh edinin.” (Bakara değil de, müşrik ve mülhitlerin onca düşmanlığına ve ta-
Sûresi, 2/125) (Buharî, Salat 32; bii âfetlere rağmen binlerce yıl Makam-ı İbrahim’in Hz.
Müslim, Fezailu’s-Sahabe 24) İbrahim’e has bir yer olarak muhafaza edilmiş olması da
Bu ayet de Makam-ı İbrahim’le bir başka ayettir.
ilgili Kur’ân’da geçen ikinci
ayettir. Şimdi ilk ayetimizde Burada şunu da belirtmek gerekir ki bu iki “ayet”in
zikredilip ayetlerin daha çok olduğuna delâlet etmesi için
diğer ayetlerin zikredilmemiş olması da düşünülebilir.
Buna göre sanki şöyle denilmiştir: “Onda apaçık birçok
ayet vardır: Makam-ı İbrahim, ona girenin emin oluşu ve
bunların dışında daha birçok ayet.”2
Makam-ı İbrahim Nerededir?
Makam-ı İbrahim, Kâbe’nin hemen yanı başındaki
kubbemsi bir mahfaza içinde muhafaza edilen taş ve onun
57
bulunduğu yer mi yoksa farklı bir alan mıdır? Bu konuyu b) Bir diğer tefsire göre “Allah Teâlâ bu ifade ile kıb-
araştıran âlimlerimiz, Makam-ı İbrahim’in neresi olduğu le manasını kastetmiştir.” Bu, Allah tarafından ümmet-i
hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Muhammed’e, Hz. İbrahim (a.s)’in makamını Namazgâh
1- Hz. İbrahim’in (a.s.) üzerine çıktığı taşın yeridir. Allah edinmeleri için verilen bir emirdir. O zaman mana itibarıy-
(c.c.), taşın üzerine bu izleri bırakmayı, onun mucize- la ayetin takdiri de şöyle olur: “Biz o Beyt’i şereflendirip
lerinden biri olarak yaratmıştır. insanların sevap kazanacağı ve emniyette olacağı bir yer
2- Hz. İbrahim’in makamı, Harem bölgesinin tamamıdır. olarak vasıflandırdığımız için ey ümmet-i Muhammed!
3- Makam-ı İbrahim, Arafat, Müzdelife ve şeytan taşlama Orayı kendinize kıble edininiz.”5
yerleridir. c) Bu konuda bir başka yorum da şöyledir: Allah,
4- Hac ibadetinin yapıldığı mekânların tamamı Hz. o mekânda insanların namaz kılmalarını emretmesi
İbrahim’in makamıdır. Ancak bu konuda âlimlerin “musalla”dan kastedilen anlamın, namazın eda edildi-
genel kanaati ise birinci görüşün daha isabetli oldu- ği yer olduğunu göstermektedir. Bu görüş âlimlerimiz
ğudur.3 Zira kelime manası itibariyle de düşündüğü- tarafından daha isabetli kabul edilmektedir.6 Zira Pey-
müzde “makam”, ayağa kalkılan, ayakta durulan yer gamber Efendimiz (s.a.s.), bayram namazlarını musal-
manasına gelmektedir.4 Kaldı ki bu isim örfte de bu lada kılardı.7 Yine Hz. Peygamberimiz (s.a.s), Üsâme
belli yere hastır. Dünden bugüne bir insan, Mekke’de b. Zeyd’e (r.a.) “Musalla, senin önündedir.” buyurmuş,
her hangi bir Mekkeliye Makam-ı İbrahim’i sorsa, o bu ifadeyle namaz kılınacak yeri kastetmiştir. Dolayı-
kimse ona, bu yerden başka bir yer göstermez ve başka sıyla bir şehrin musallası, içinde dua edilen yer değil
bir şey de anlamaz. Uygulama olarak da Peygamber namaz kılınan yerdir. Zaten “salât” lâfzı mutlak olarak
Efendimiz’in, tavafı bitirdikten sonra tam bu mekâna zikredildiği zaman dua değil, rükû ve secdesiyle eda
geldiğinde “يم ُم َصلًّى ِ ام ِإ ْب َر
َ اه ِ ” َوا َّت ِخذُ وا ِم ْن َم َقayetini edilen namaz akla gelir. Bu hususa, Hz. Peygamber’in
okuması, harem içinde özellikle bu mekânın ayette (s.a.s.), Makam-ı İbrahim’i Namazgâh edinmeyle ilgili
geçen “makam” olduğunu açıkça gösterir. Bundan ayeti okuduktan sonra burada namaz kılmış olması da
dolayıdır ki Allah Resulü iki rek’atlık tavaf namazını delâlet eder. Elhasıl, Makam-ı İbrahim’in musalla ol-
da bu makamın arkasında kılmıştır. Hz. Ömer’in (r.a.) ması, duaya, namaza ve Allah’a yaklaşmaya mahal kı-
de Makam-ı İbrahim’in yanında, Peygamberimize: lınması manasına gelmektedir.
“burayı Namazgâh edinsek nasıl olur” demesi bu ka- Makam-ı İbrahim’de Namaz Kılmak
naati teyit etmektedir. Son olarak burada şu noktayı Peygamber Efendimiz (s.a.s.), veda haccında
da belirtmek gerekir ki zaten bütün Mescid-i Haram, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim’in arka-
Namazgâh’dır. Her yerinde namaz kılınabilir. Dolayı- sında iki rekat namaz kılmış ve ilk rekatında “Makam-ı
sıyla ayette geçen Makam-ı İbrahim’den maksat belli İbrahim’i Namazgâh edininiz.” ayetini okumuştur.8
özel bir mekân olmasaydı, “Mescidi, mescid edinin.” Dolayısıyla gerek farz, gerek vacip, gerekse nafile tavaf
denilmesinin bir anlamı olmazdı. olsun her tavaftan sonra iki rekat tavaf namazı kılmak
Musalla (Namazgâh)’dan Maksat Nedir? vacip, Şafiî ve Hanbelilere göre de sünnettir. Kerahet
يم ُم َصلًّى ِ ام ِإ ْب َر
َ اه ِ َوا َّت ِخذُ وا ِم ْن َم َقayet-i celîlesinde gecen
vakti değilse tavafın hemen peşinden hiç ara vermeden
“”م َصلًّى bu namazı kılmak müstehaptır. Daha sonra kılınsa da
ُ yani “Namazgâh” ifadesiyle neyin kastedildiği hu-
susunda âlimlerimiz farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. eda edilmiş olur. Fakat arada tavaf namazını kılma-
Razî bu görüşleri şöyle özetlemektedir: dan peş peşe tavaf yapmak ise mekruhtur. Bu nama-
zı Peygamberimizin yaptığı gibi Makam-ı İbrahim’in
a) Musalla, dua edilecek yer demektir. Bunu söyleyenler arkasında kılmak sünnettir. Ancak orada kalabalıktan
bu kelimenin “dua etmek” anlamında, “”ص َّلى
َ lafzından gel- veya sıkışıklıktan dolayı yer bulunmazsa mescidin için-
diğini söylemektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu manada, de herhangi bir yerde kılınabilir. Zira bir görüşe göre
ً آم ُنوا َص ُّلوا َعل َْي ِه َو َس ِل ُّموا َت ْس ِل
“ يما َ َيا َأ ُّي َها ال َِّذ- Ey iman
َ ين Mescid-i Haram’ın her tarafı Makam-ı İbrahim’dir.
edenler! Siz de ona dua edin ve tam bir içtenlikle selam ve- Özellikle Makam-ı İbrahim’de kılmak isteyenler ise
rin.” (Ahzâb Sûresi, 33/56) buyurmuştur. “Musalla”yı bu tavafı aksatmama ve insanlara eziyet vermeme adına
manada aldığımızda, o zaman mana “Makam-ı İbrahim’i Makam-ı İbrahim hizasında ona en yakın olabilecekleri
dua yeri edinin.” demek olur. bir yerde namazlarını eda edebilirler.
58
Makam-ı İbrahim’in namaz kılmak için özel bir mekân dinde hep bir yâd-ı cemîl olarak anılmaya ve arkadan gelen-
olarak seçilmesinin pek çok hikmetleri olabilir. Bu paye, ler arasında da dualarla yâd edilmeye layık hullet’in en parlak
Allah’ın Hz. İbrahim’e bir ikramı, bizden de onun emrine simasıdır. Aslında o, seçkinlerden bir seçkin hüviyetiyle selef-
bir itaat ve şeâire saygı duymanın gereğidir. İbnu’l-Cevzî, lerinin bir semere-i nuraniyesi ve haleflerinin de -hususiyle
Hz. Ömer’in, Hz. İbrahim’in makamının Namazgâh olma- de Sultanu’r-Rusül’ün- münevver bir çekirdeği olması açı-
sını arzu etmesini şöyle açıklamaktadır: “Hz. Ömer, “اِ ِّني sından farklı bir konuma hâizdi ve ona göre de mükemmel
اس اِ َمام ًا ِ ُك لِل َّن ِ –ج
َ اعل َ Seni insanlara imam yapacağım.” (Ba- bir duruşa sahipti.11 İşte âdeta Makam-ı İbrahim, bütün bir
kara Sûresi, 2/124) ve yine “ يم َ ث َُّم َأ ْو َح ْي َنا ِإل َْي َك َأنِ ا َّتب ِْع ِم َّل َة ِإ ْب َر ِاه insanlığa örnek bu mükemmel ve sağlam duruşun, kıyamete
ين َ ان ِم َن ال ُْم ْش ِر ِكَ َح ِني ًفا َو َما َك- Sonra da sana vahyettik ki: kadar bir alamet ve nişanesi olarak Metaf (Kâbe’nin etrafın-
Doğru yola yönelerek İbrâhim’in dinine tâbi ol; zira o müş- da tavaf edilen yer)’a vurulmuş bir mühür gibidir. Manası ne
riklerden değildi.” (Nahl Sûresi, 16/123) ayetlerini işitince, olursa olsun biz, ister Makam-ı İbrahim’de, isterse “Hac iba-
diğer dinler hariç, sadece onun dinine uymanın da meşru detinin eda edildiği bütün mekânlar Makam-ı İbrahim’dir”
olacağını düşündü. Bunun üzerine buranın Namazgâh edi- anlayışı çerçevesinde, hac ve umre vazifesini yerine getirirken
nilmesini, onun sünnetine tâbi olmanın bir vesilesi olarak Hz. İbrahim’le bir irtibat kurar; imkân varsa namazımızı he-
gördü. Dolayısıyla Allah Resûlü’ne böyle bir teklif getirdi.”9 men onun yanı başında kılar ve âdeta İbrahimleşiriz. Var-
İbnu’l-Cevzî bu açıklamasına ilave olarak, Hz. Ömer’in şöyle lığa Hazreti İbrahim ufkundan bakar, onun vilâyet yörün-
düşünmüş olabileceğini de belirtiyor: “Hz. Ömer, Kâbe’nin gesinde seyahat eder. Her şeyi âli bir manzaradan mahrûtî
Hz. İbrahim’e izafe edildiğini görünce, Makam’daki ayak temâşâya alıyormuşçasına iç içe intizamlı ve birbiriyle sım-
izlerini, tıpkı bir binanın mimarının ölümünden sonra hatır- sıkı irtibatlı olarak her şeyin aynı mânâyı seslendirdiğini,
lanması için inşa ettiği yapının üzerine kendi ismini yazması aynı hakikate göndermede bulunduğunu, nizam, intizam
gibi olduğunu düşündü. Ve burada namaz kılmayı, tavaf ve ahenk diliyle bütün bir kâinatın “Allahu Ehad” dediğini
eden kimsenin tavaf esnasında bu evi inşa edenin ismini duyar ve küllî bir şehadete muvaffak oluruz. Bedenimizle
okuması gibi bir manaya geldiği kanaatine vardı.”10 Makam-ı İbrahim’de olsak bile, kalb ve ruh ufku itibarıyla
Gerçekten Kâbe’yi tavaf eden herkesin Makam-ı yaşayacağımız bu miraçla, yedinci kat semada âdeta O hullet
İbrahim’in yanından geçerken Hz. İbrahim’i hatırlamama- kahramanının huzurunda bir ziyaret gerçekleştiririz. Hayatı-
sı, onu da duaları arasında anmaması mümkün değildir. mızda bize verilen görünen ve görünmeyen sonsuz nimetler
Onu hatırlar, ona da selam verir ve onunla irtibata geçeriz. yanında bu özel lütfu da minnetle karşılar ve en külli şükür,
Zaten Hz. İbrahim (a.s.) milletinden olan bizler için hacca namazla taçlandırırız.
gitme, Kâbe’yi tavaf etme, menasik-i haccı yerine getirme, Elhasıl, Makam-ı İbrahim, Mescid-i Haram’ın en şerefli
bir yönüyle de Hz. İbrahim (a.s.) ile irtibat kurmamıza ve- en değerli yerlerinden biridir. Ulu’l-Azm bir peygamberin
sile olacaktır. Zira ‘Biz Allah’ın kuluyuz. Hz. Muhammed ayaklarını bastığı taş, bir makama dönüşmüştür. Kur’ân’da,
aleyhissalatü vessalamın ümmetiyiz. Hz. İbrahim aleyhis- bu makamın Allah’ın ayetlerinden bir ayet olduğu belirtil-
selamın milletindeniz.’ Bunu demekle putperestliğe girme- miş ve Namazgâh edinilmesi açıkça ifade edilerek, inananlar
mek suretiyle temiz kaldığımızı, yani hanîf olduğumuzu için bir feyiz ve bereket kaynağı olarak gösterilmiştir.
ifade ederiz. Bu yol bize Kur’ân’ın gösterdiği bir yoldur:
“Hep iyiliği şiar edinmiş olarak, yüzünü ve özünü Allah’a * skuzu@yeniumit.com.tr
teslim edip bir de İbrahim’in tevhid dinine tâbi olan kim- Araştırmacı Yazar
senin dininden daha güzel din olabilir mi? Bundandır ki Dipnotlar
Allah İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa Sûresi, 4/125) 1. Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, (Bakara, 2/125. ayetin tefsirinde)
2. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz.: Fahreddin Razî, et-Tefsiru’l-Kebir,
Evet, hullet kahramanı sayılan Hazreti Halîl, kendin- (Bakara, 2/125. ayetin tefsirinde)
den sonra gelenlere pek çok yönüyle hem bir örnek, hem 3. Bu mevzuda daha geniş bilgi için bkz., Razî, A.g.e., Aynı yer.
4. Fîruzabadî, Besâir, 4/310
rehber, hem de gönülleri belli noktada toplayabilen câmi
5. Bkz.: Razî, Bakara, 2/125. ayetin tefsirinde.
bir zattır. Dinin özünde ve ruhunda bütün haleflerine de 6. Bkz.: Razî, Bakara, 2/125. ayetin tefsirinde
imamdır. O, ilâhî ahlâkla tam ahlâklanmış, geçmiş bütün 7. Bkz. İbn Mace, İkametu’s-Salat 164; Buharî, Salat 90, 92; Müslim,
enbiyânın medâr-ı fahrı olabilecek bir ufka ulaşmıştır. Do- Salat 245; Ebu Davud, Salat 102
layısıyla O, “ين ِ ان ِص ْد ٍق ِفي ْا
َ آلخ ِر َ اج َع ْل لِي لِ َس
ْ َو- Gelecek
8. Buharî, Salat 30
9. Aynî, Umdetu’l-Karî, 4/145
nesiller arasında hayırla anılmayı nasip eyle bana.” (Şuarâ 10. Aynî, A.g.e. Aynı Yer.
Sûresi, 26/84) ayetinin mazmununca, Müslümanlar nez- 11. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3/308
59
YENi ÜMiT
Prof. Dr. İbrahim CANAN *
Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 / 81
66
YENİ ÜMİT
Temmuz - Ağustos - Eylül - 2008 / 81 iÇiNDEKiLER
Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2008
Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.’ye aittir. Eserde
yer alan metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş’nin önceden yazılı
izni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir
kayıt sistemi ile çoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır. Başyazı
2
Medine Araştırmaları Merkezi
IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİ
Mustafa Talat KATIRCIOĞLU Prof. Dr. Suat YILDIRIM 5
GENEL KOORDİNATÖR
Dr. Ergün ÇAPAN En Büyük Lütuf: Hidâyet
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Prof. Dr. Osman GÜNER 8
Osman KARYAĞDI
İDARİ MERKEZ
Kur'ân-ı Hakîm'de Dirilişi İspat
İstanbul
YAYIN TÜRÜ Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK 13
Yaygın Süreli
GÖRSEL YÖNETMEN Tıbb-ı Nebevî'de Meyve
Engin ÇİFTÇİ
GRAFİK - TASARIM
Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ 18
Sinan ÖZDEMİR
Hasta Ziyareti ve Âdâbı
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Emniyet Mah. Huzur Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI 23
Tel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40
Tefsir ve Te'vil Kelimeleri ve Arasındaki Farklar
MÜŞTERİ HİZMETLERİ Prof. Dr. Davut AYDÜZ 26
444 0 361 Allah Resûlü'nün (s.a.s) Eşleriyle Münasebeti
Tüm GSM operatörlerinden dakikası
1 SMS/kontör Sabit telefondan 0216 Doç. Dr. Muhittin AKGÜL 30
alan kodu eklenerek aranabilir.
(Her türlü abonelik işlemleriniz Altın Nefesler
için arayabilirsiniz.)
Erzurumlu İbrahim Hakkı - Müştak Efendi 34
Bir yıllık yurtiçi abone bedeli KDVTEMSİLCİLİKLER
dahil 20 YTL’dir. İslâm'da Yardımlaşma
Yurtdışı abone bedeli,
1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 12 € Prof. Dr. Davut YAYLALI 36
2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 18 $
3. Grup Ülkeler (Avusturalya ve Yeni Zelenda) ise 20 $’dır.
Kur'ân-ı Kerîm'in Eşsiz Belağatı
Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;
Yrd. Doç. Dr. Cüneyt EREN 38
Işık Özel Eğitim Yay. Ltd. Şti. adına, her PTT şubesinden; 556 8324 nolu
Posta çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin; YTL ola-
rak, 54053-40 numaralı, $ olarak, 54053-41 numaralı, € olarak 54053-42 Ahiretin İlk Durağı: Kabir
numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon
bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile Prof. Dr. Süleyman TOPRAK 43
abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.
Takva
ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ
Emniyet Mah. Huzur Sok. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL Nurullah AGİTOĞLU 47
P.K. 95 Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0 216 ) 318 60 11
Faks: (0 216 ) 318 20 34 Bir Başka Kahve Hikâyesi
BASILDIĞI YER
Çağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİR Doç. Dr. İsmail ALBAYRAK 50
Tel: 0 232 252 20 97 Faks: 0 232 252 21 00
BAYİ DAĞITIM Tasavvuf Yolunun Önderlerinden Necmeddîn-i Kübrâ
DPP A.Ş.
Prof. Dr. Osman TÜRER 52
BASIM TARİHİ
Temmuz 2008
Metafta Bir Ayet: Makam-ı İbrahim
E-MAIL - WEB
www.yeniumit.com.tr • info@yeniumit.com.tr Dr. Selman KUZU 56
Fiyatı: KDV Dahil 5,00 YTL
81
68