Professional Documents
Culture Documents
71
71
Necip Hablemitoğlu
ALMAN VAKIFLARI
ve
BERGAMA DOSYASI
i3
TOPLUMSAL
D Ö N Ü ŞÜ M
YAYINLARI
Toplumsal Dönüşüm Yayınlan: 208
Araştırma ve İnceleme: 58
Üçüncü Basım
Toplumsal Dönüşüm Yayınlan
Mart - 2003 İstanbul
Baskı-Cilt
Ege Basım
(0216) 472 84 01 (pbx)
BİRİNCİ BÖLÜM:
TÜRKİYE'DEKİ ALMAN VAKIFLARI RAJPORU
İKİNCİ BÖLÜM:
ALMAN TARİH TEZİ VE “BERGAMA DOSYASI”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
BERGAMA DİRENİŞİNİN YEREL DİNAMİKLERİ
1.SEFA TAŞKIN
2 .BİRSEL LEMKE
3.SENİHÖZAY
4.0KTA Y KONYAR
5.SOSYALİST, ANARŞİST, BÖLÜCÜ VE ULUSALCI ÖRGÜTLER
6 TEPEKÖY, PINARKÖY VE NARLICA KÖYLÜLERİ
6.1. ÇEVRECİLER
7. ALMANYA’NIN RESMİ ÇEVRE POLİTİKASI VE ÇELİŞKİLERİ
8. BERGAMA USULÜ DIŞ GÜDÜMLÜ-BİLGİSİZ SİYASAL ÇEVRECİLİK
VE SONUÇ
DİPNOTLAR
ÖNSÖZ
5
kararlarının uygulanması) ise, en az diğerleri kadar Türkiye
açısından kabul edilemez nitelik taşıyor. Türkiye’nin ulusal
enerji politikaların baltalayarak enerjide Türkiye’yi Batıya
bağımlı kılmak ve de ekonomiye nefes aldıracak altın üreti
mini engellemek, AB ülkelerinin başlıca hedefi. Yoksa, başta
Abdullah Öcalan hakkında verilmiş yargı kararı dahil, Türki
ye’de hangi yargı kararına saygı duymuş ki bu ülkeler?!.
Doğal refleksle, “ben Kıbrıs’ta işgalci değilim, Kıb
rıs’ı vermem” ya da “ayrı bir Kürt Devleti kurulmasına giden
sürece göz göre göre katkıda bulunamam” diyorsanız, diğer
taraftan Avrupa Parlamentosu’nun termik santraller ve de
Bergama’da altın üretimi konusundaki istemlerine de karşı
çıkmanız gerekir. Siyasal istemler karşısında kararlılık gös
termek yetmez, aynı kararlılığı ekonomik istemlere karşı da
göstermeniz gerekir. İşte, ülkemizin yaşadığı ikilem bu nok
tadadır. Türkiye, siyasal konularda kararlılığını sergilerken,
ekonomik konularda ise tam bir teslimiyetçi politika izle
mektedir...
Bir Cumhuriyet Tarihçisi olarak, AB ülkelerinin ne
den Bergapıa’daki altın üretimiyle ilgilendiklerini, Avrupa
Parlamentosu’nun sözkonusu kararını öğrendikten sonra a-
raştırmaya başladım. Ve uzun bir araştırma dönemi sonrasın
da bu kararın arkasındaki ülke ortaya çıktı: Almanya!.. Son
ra, Bergama’da, Havran’da, Sivrihisar’da, Uşak’ta ve daha
pekçok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde, altın üre
timine karşı bölge insanlarını kışkırtan, örgütleyen, çevreci
kuruluşlara dezenformasyon hizmeti sunan Alman vakıfları
ve örgütleri ile karşılaşmak hiç şaşırtıcı gelmedi. Hepsi bu
kadar mı? Elbette ki hayır!.. Türkiye’de Cumhuriyet’e, dev
letin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğine, laik hukuk sistemine
karşı nerede bir hareket, başkaldırı varsa, orada mutlaka bir
6
ya da birkaç Alman NGO’sunun bulunduğunu saptadım.
Halk deyimi ile, hemen her taşın altında Almanların
NGO’ları çıkmaktaydı.
Alrtıanya’nın kendi sınırları ve hatta AB sınırları i-
çinde yaşayan Türk vatandaşlarına yönelik olarak etnik ve
dinsel bölücülük stratejileri geliştirdiği bilinmektedir. AB ül
kelerinde yaşayan yaklaşık 3.5 milyon vatandaşımızın ö-
nemli bir bölümünü etkileyen Almanya, şimdi de, kendi ül
kemiz içinde aynı senaryoları yaşama geçirmeye çalışmakta
dır. Konrad Adenauer Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich
Ebert Vakfı gibi sözde NGO’lar, 1980’li yılların başlarından
itibaren, Türk yasalarının izin vermemesine karşın, sırf gel
miş geçmiş ülke yöneticilerinin basiretsizlikleri yüzünden,
resmen ve de alenen yıkıcı faaliyetlerini sürdürmeye devam
etmektedirler.
Bu araştırmanın ortaya koyduğu en önemli sonuç,
Almanya’nın, bizi bizden iyi tanıdığı gerçeğidir. Bergama’da
etken güç olarak alevi inançlı üç köy halkını gösteren; üretim
yapacak şirket dolayısıyla “anti-emperyalist”, “sosyalist” ve
“ulusalcı” söylemleri ve sloganları öneren Almanya, tüm gü
cü ile 10 yıllık bir süreçte altın üretimini yaptırmamayı ba
şarmıştır. Bergama’da altın üretiminin yapılmaması, Türki
ye’deki yüzlerce altın yatağında üretimin yapılmaması de
mektir ki, bu ülke, bu konuda önemli mesafeler almıştır.
Türkiye ise, üstünde oturduğu zengin altın, bor gibi stratejik
madenlerin fakir bekçisi konumunda, birkaç milyar dolar
kredi için bağımsızlığından ödün verir durumuna gelmiştir.
Üretim yapamayan-yaptırılmayan bir Türkiye, sömürgeleş
meye doğru sürüklenmektedir.
7
İTÜ Maden Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Güven Önal, “Türkiye’nin bugün bilinen maden kaynakları
nın toplamının 2 trilyon doların üzerinde olduğunu”
önesürerken, Bergama’da ortaokuldan terk Oktay Konyar,
kendini “siyanür uzmanı” nitelendirerek “altına hayır” kam
panyası başlatabilmektedir. Bu konuda, gerçek bilim adamla
rının sessiz çığlıkları Türk kamuoyunda ve bürokrasisinde
duyulmazken, Almanya’nın destek ve güdümünde bir avuç
kışkırtıcının sesi, ta Avrupa Parlamentosu’nda, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde yankı bulabilmektedir.
Üzerinde oturup da işletemediğimiz maden zengin
liklerinin sahibi değil, bekçisi olduğumuzun bilinciyle, Ata
türk, Cumhuriyet’in ilk yıllarında şu gerçeğe işaret etmiştir:
“Memleketimizi medeniyetin gerektirdiği dereceye bir an ev
vel yükseltmek için, yalnız milli sermaye kâfi gelmez. Harici
sermayesine ve ihtisasına da ihtiyacımız vardır. Bu noktada
dar bir milliyetperverlikten çıkıyoruz, daha geniş milliyet
perver oluyoruz.... Milletler, işgal ettikleri arazinin gerçek
sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o ara
zide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından kendileri
istifade ederler ve dolayısıyla bütün insanlığı da yararlan
dırmakla yükümlüdürler. Bu yasaya göre, bundan aciz olan
milletler, bağımsız olarak yaşamak hakkına lâyık değildir”.
Bergama’da altın üretecek olan bir yabancı şirkete, ülke ve
bölge ekonomisine doğrudan ve dolaylı sağlayacağı katkıları,
istihdam olanaklarını dikkate almadan karşı çıkanlar, kendi
lerine destek veren Almanya gibi emperyalist-kapitalist bir
devlete hizmet sunmayı içlerine sindirebilmektedirler. Oysa,
ister Türk, ister yabancı sermaye, yeraltı zenginliklerimizi
ulusal ekonomiye kazandıracak her yatırım, işçimizin emeği
ni sömürmeyecekse, çevreyi kirletmeyecekse, vergisini ka
8 '
çırmayacaksa, ekonomik büyümeye katkı sağlayacaksa, say
gıya değerdir. Türkiye’de reel ekonomiye değil de, örneğin
İMKB’na 1 ay ya da 3 aylığına girip de yeterli kârı sağla
dıktan sonra -geride kriz bırakarak- çekip giden sıcak para
sahibi yabancı yatırımcıların, madenlere yatırım yapan yatı
rımcılardan ayn tutulması gerekmektedir.
Bu araştırmada, Almanya’nın rolünün ve Alman iş
birlikçilerinin faaliyetlerinin teşhiri amaçlanmıştır. Siyanürle
ilgili iddialara gelince, bir Cumhuriyet Tarihçisi olarak uz
manlık alanımın dışında kalan bu konuda, elbette ki fikir be
lirtmek durumunda değilim. Ancak, Almanya kökenli çarpı
tılmış söylemler yerine, doğal olarak, akademik yetkinliği o-
lan bilim adamlarının raporlarına itibar etmenin daha doğru
olacağına inanmaktayım. Ne rastlantıysa (!) tümü de Alman
ya’da, Alman Devleti’nin sağladığı bursla doktora yapan;
uzmanlık alanı itibariyle hiçbir ilgisi bulunmayan birkaç iş
birlikçinin tutarsız, çelişki dolu söylemleri yerine, bu söy
lemleri çürüten üç bilimsel raporu ekte sunmayı yeğledim.
Çalışmalarım süresince yardım ve anlayışlarını eksik etme
yen sevgili eşim Doç.Dr. Şengül Hablemitoğlu ile sevgili
kızlarım Kanije ve Uyvar’a sonsuz sevgi ve minnetlerimi su
nuyorum.
9
BİRİNCİ BÖLÜM
Memleketimizin ekonomik
kaynakları, bütün dünyanın
hırslarını çekecek verim ve
servete maliktir.
Kemal ATATÜRK
11
Türkiye’de istihbarat kuruluşları, Almanya’nın Tür
kiye içindeki “Beşinci Kol” faaliyetlerinin farkında mıdır
lar? Elbette ki evet!.. Ne var ki, klasik bürokrat uzlaşmacılık
anlayışı, “bu iş benim boyumu aşar” mantığı, siyasal bas
kılar, siyasal erke güvensizlik, mevcut istihbarat kuruluşları
arasındaki olumsuz rekabet ve koordinasyonsuzluk gibi ne
denlerle önlem alınamamaktadır. Önlemden vazgeçtik, ka
muoyu bilgilendirilememektedir. Bu acizlikte, hiç şüphesiz,
sözkonusu istihbarat kuruluşlarımız içindeki şeriatçı ve de
etnik görüntülü kadrolaşmaların payını da yadsımamak ge
rekmektedir (1).
Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcileri,
gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnach-
richtendienst" (BND) mensubu olup, bir kısmı diplomatik
dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademis
yen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyasetbilimci, çevre
bilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlık
lı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri
de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermekte
dirler (2). Bu araştırmanın konusunu, sadece Alman vakıf-
çıları oluşturmaktadır (3). Alman istihbaratçılarının Türki
ye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına,
vakıflar mdvzuatı olanak tanımamaktadır (4). Buna rağmen,
Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok
iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değer
lendiren Alman istihbaratçıları, Türkiye’yi tanımakla işe
başlayıp, kısa sürede hemen her alanda Türkiye’yi yönlen
direcek aşamalara gelmişlerdir. Konunun daha iyi anlaşıla
bilmesi için öncelikle, emperyalizmin hedefi konumundaki
ulus-devletlerde ve bu doğrultuda Türkiye’de mevcut iş
12
birlikçi NGO’lara yüklenen misyonların açıklanması ge
rekmektedir.
1. TÜRKİYE’DEKİ KÜRESELLEŞMECİ YA DA
İŞBİRLİKÇİ NGO’LAR
Küreselleşme sürecinde, uluslararası sermayenin
serbest dolaşımının önünde en büyük engel oluşturan ulus-
devletlerin zayıflatılması ve mümkünse yıkılması doğrultu
sunda ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler ile AB,
NGO’lara (Non-Govemmental Organizations) yani
hükûmetdışı sivil toplum örgütlerine aşağıdaki görev ve so
rumlulukları öngörmektedirler: (a) Yerel kültürlerin yaşa
tılması kapsamında alt kültür kimliklerinin siyasallaştırıl
ması ve etnik karşıtlıkların belirginleştirilmesi; (b) misyo
ner faaliyetlerine karşı toplumsal reaksiyonu törpüleyecek
sürecin başlatılması ve geliştirilmesi; (c) dinsel özgürlükler
kapsamında dinlerarası diyalog ve hoşgörü söylemlerinin
kullanılmasıyla, tarikat-cemaat ve benzeri yapılanmaların
farklı hukuklarının yaşama geçirilmesi ve eğitim-öğretim
birliğine son veren girişimlerin desteklenmesi; (d) hükümet
politikalarını ve kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme
gücüne sahip siyasal partilerin, meslek odalarının, medya
kuruluşlarının, sendikaların, birliklerin, vakıfların, demekle
rin, tarikat ve cemaatlerin ve de illegal örgütlerin, rejim-
devlet aleyhine -farklı siyasal kamplarda yeralsalar da- as
gari müştereklerde buluşturulması ve kullanılması; (e) de
mokratik kitle örgütlerinin süratle NGO’laştırılması ve “si
vil itaatsizlik” çağrıları ile kitlelerde kamu düzeni-devlet
otoritesi aleyhine başkaldırı refleksinin oluşturulması; (f)
“sivil denetim” stratejisi ile devlet kurum ve kuruluşlarının
denetlenmesi ve hedeflenen gizli bilgilere doğrudan ulaşıl
ması; (g) bağlı NGO’ların baskı grubu olarak kullanılma
13
sıyla hükümetlerin siyasal, toplumsal, kültürel, hukuksal ve
de ekonomik politikalarının doğrudan ya da dolaylı etki
lenmesi; (h) resmi ideoloji-sivil ideoloji ayrımı ile mevcut
sistemden hoşnut olmayan, ezildiğine, sömürüldüğüne ina
nan kitlelerin toplumsal dayanışma bağlamında yönlendi
rilmesi ve resmi ideolojiyi temsil eden tüm kurum ve kuru
luşlara, değerlere, resmi politikalara düşmanlaştırılması; (i)
etnik ve dinsel amaçlarla yerel yönetimlerin önplana çıka
rılması; (ı)’ “küresel vatandaşlık” kavramının “etki ajanlı
ğı” ile istismar edilmesi, hedef ülkedeki etki ajanlığı potan
siyelinin böylece geliştirilip güçlendirilmesi vs. vs.”.
Küreselleşmeci NGO’ları, ulusal düzeydeki demok
ratik kitle örgütlerinden ayıran en önemli kriterler ise şöyle
belirlenmektedir: Küreselleşmeci NGO’lar, hiçbir şekilde
hükümetten yani resmi makamlardan yardım almayacaklar
dır. Bu bağlayıcı özellik, onların devlet tarafından teslim a-
lınmalarının ve de kullanılmalarının önüne geçecektir. An
cak, aynı NGO’lann dış ülkelerden yardım almalarında ve
yönlendirilmelerinde - kullanılmalarında ise hiçbir sakınca
bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle, yasal demokratik
kitle örgütleri (demekler, vakıflar, meslek odaları ve birlik
leri, sendikalar vd.) ne kadar ulusal görüntüye ve niteliğe
sahiplerse, küreselleşmeci NGO’lar da o ölçüde ulusallık
karşıtı-işbirlikçi (agent) görüntü ve niteliğe sahiptirler. Di
ğer taraftan, küreselleşmeci NGO’lar için, gelir dağılımın
daki adaletsizlikler, ülke ekonomisinin gelişmesi, üretimde
ve işgücünde verimlilik, işçi-memur-köylü-öğrenci-esnaf-
kadın hakları, sendikal mücadele, devletin ülkesi ve ulu
suyla bölünmezliği, bilimsel aktiviteler, sömürü, sömürge
ler gibi konu ve kavramlar pratikte hiçbir anlam ve değer i-
fade etmemektedir. Buna karşılık, küreselleşmeci NGO’-
14
ların kayıtsız şartsız savundukları iki temel özgürlük vardır:
Dinsel özgürlükler (mezhep, tarikat, cemaat ve hatta yasadı
şı radikal dinci yapılanmalar arasındaki farklılıkları derin
leştirme, kışkırtma) ve de etnik parçalama-parçalanma öz
gürlüğü. Laik hukuk sisteminin çökmesiyle ya da alt kültür
kimliklerinin siyasallaştırıİmasıyla ortaya çıkacak iç savaş
ve bu iç savaşta ortadan kalkacak olan başta yaşama hakkı
olmak üzere, yokolacak tüm temel insan hak ve özgürlükle
rinin hesabı hiç önemli değildir. Örneğin, Yugoslavya’nın
parçalanma sürecinde yaşanan etnik temizlik operasyonla
rında öldürülen, tecavüz edilen, işkence gören kadınların,
çocukların.envanterini çıkaran, haklarını arayan ve sorum
luların gerçekten izini süren kaç küreselleşmeci NGO vardır
küreselleştiği söylenen dünyada? Keza, Irak, Çeçenistan,
Kosova, Filistin ve Afganistan gibi ülkelerdeki yansımaları
izleyen ve kamuoyunu bilgilendiren, gerçekten takipçi kü
reselleşmem NGO’lardan söz edebiliyor muyuz? Kuzey I-
rak deneyimi göstermiştir ki, “insani yardım” amaçlı yüzü
aşkın NGO’nun neredeyse tamamı, ABD, Almanya ve İn
giltere gibi ülkelerin istihbarat servislerinin tamamlayıcı ve
kamufle edici unsuru olarak görev üstlenmişler; bu servisle
re ajan peşmerge devşirmişlerdir (5). Bu bağlamda bölgeye
en ciddi insani yardım, NGO’lar arasında adı bile geçmeyen
Türk “Kızılay’ından gelmiştir. Bunca yaşananlar ortaday
ken, küreselleşmeci NGO’lar, eylem yerine, “insan hakları
ve özgürlükleri” söylemlerini yeğlemektedirler. Kimlere
karşı? Sadece kendi devletine ya da diğer ezilen devletlere
karşı, tabii kendilerini yöneten-yönlendiren emperyalist
devletin ya da devletlerin verdikleri izin ölçüsünde!..
Çelişkiler sadece bu kadar mı?!. Elbette ki hayır!..
Tıpkı, örgüt içi demökrasinin (seçimle işbaşına gelmek,
15
kaydıhayat şartıyla yönetimde kalmamak, görev ve sorum
lulukları paylaşmak, kişisel çıkar sağlamamak vb.) olmadığı
yapılanmaların NGO kabul edilemeyeceğine ilişkin genel
tanım ve tutuma rağmen, tarikat ve cemaatlerin bir nevi
NGO olarak (Sivil Toplum Cemaatleri) tanınmaya zorlan
ması gibi. Küreselleşmeci NGO’lar, dinsel mürit-
militanlığın ya da etnik faşizmin yolaçacağı sorunları de
ğerlendirmek yerine, “işkenceye hayır”, “düşünceye öz
gürlük” gibi temelde tüm insanlann katılacakları sloganları,
sadece hedef hükümetleri köşeye sıkıştırma aracı olarak
kullanmaktadırlar. Örnek mi?!. Türkiye başta olmak üzere
tüm hedef ülkelerde, küreselleşmeci-işbirlikçi NGO’lar,
haftalık-aylık ve yıllık insan hakları raporları hazırlayıp bu
nu kendi ülkesini küçük düşürecek, aşağılayacak, şikâyet e-
decek biçimde yayınlamaktadırlar. Bu raporların sunumu,
yönetilip yönlendirildikleri ülkelerin dışişleri bakanlıkları-
nadır. Bu bağlamda, Türkiye’deki İnsan Haklan Deme
ği’nin ya da Mazlum-Der’in ya da Türkiye İnsan Hakları
Vakfı’nın, ABD, Almanya ya da AB ülkelerindeki insan
hakları ihlâllerine ilişkin rapor hazırlamaları kesinlikle
sözkonusu değildir. Daha açık ifadeyle, insan hakları ve öz
gürlüklerine ilişkin konular, küreselleşmeci NGO’larla,
kendilerini yöneten-yönlendiren, para aldıkları yabancı
devletlerin “müdahale-baskı-şantaj” aracı olarak sürekli
gündemde tutulmaktadır, yoksa gerçekten samimi oldukları
için değil.
Tüm bu fonksiyonları ile küreselleşmeci NGO’lar,
kendilerini yöneten-yönlendiren ülke silahlı kuvvetlerinin,
casuslarının yapamayacakları tüm alanlarda hizmet sunma
ya, dolayısıyla da kendi devletine yönelik çok yönlü vatana
ihanet suçunu -hem de alenen- işlemeye devam etmekte
16
dirler. Satın alınmanın adı, “proje bedeli” olmuştur. Buna
karşılık, Türkiye dahil hedef ülkeler, küreselleşmeci
NGO’lara karşı yasal önlemleri alamaz konuma getirilmiş
lerdir. Örneğin, ilgili devlet ya da hükümet başkanlarının
ve parlamenter heyetlerinin Türkiye’ye ziyaretlerinde,
sözkonusu küreselleşmeci NGO’ların yöneticileri ile gö
rüşmeleri rutin kabul edilmekte ve gezi programının üst sı
ralarında yer almaktadır (6). Bu olgu, sözkonusu NGO’lara
bir nevi itibar kazandırmakta ve örtülü dokunulmazlık sağ
lamaktadır.
Bütün bu olumsuz gelişmelere karşı Türk Devleti ne
yapmaktadır? Ulusuna ve tarihine lâyık olmayan ya da “etki
ajanı” konumundaki kimi politikacıların, kimi istihbaratçıla
rın, kimi medya mensuplarının, kimi akademisyenlerin, ki
mi tarikat şeyhlerinin, kimi işadamlarının varlığı, Türk
Devleti’nin sözkonusu küreselleşmeci NGO’lar karşısında
sadece seyirci konumuna gelmesine neden olmuştur ve ol
maktadır. Tipik bir örnek olmak üzere, Başbakanlığa bağlı
olarak kurulan însan Haklan Üst Kurulu’nun küreselleşme
ci benzerlerinden farklı hiçbir fonksiyonu bulunmamakta
dır. Ekonomik önlemler için hükümet, milyonlarca üyesi
olan ulusal nitelikli sivil toplum kuruluşları yerine, sıradan
bir demek statüsündeki TÜSİAD’dan öncelikle görüş alır
ken, eleştirilerinin gereğini de anında yerine getirmektedir.
Kısaca, Türk Devleti, kendini savunma mekanizmasını ça-
lıştıramadığından, kendi NGO’larını da kuramamaktadır.
Özellikle kurulan devlet kaynaklı vakıfların, kamu çıkarları
yerine, kimi devlet bürokratlarına hareket -daha doğrusu
harcama- esnekliği ve serbestisi sağlaması, uluslararası lite
ratürde GONGO olarak nitelendirilen “Govemmental
NGO”ların artışına yol açmaktadır (7). Tapu-Kadastro, A
17
dalet, Polis, MEB, Üniversiteler başta olmak üzere hemen
hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarının katrilyonlara
hükmeden GONGO’lan, kamu kaynaklarından ve halkın
sırtından haksız kazanç sağlamaya devam etmektedir. Sorun
sadece bu kadarla kalsa yine kabul edilebilir boyutlarda.
Daha kötüsü, sırf kamu kaynaklarını hortumlamak amacı ile
kurulan yüzlerce NGO’ya en tipik örnek, vakıf üniversitele
ridir. Devlet malına vakıf olunamayacağına ilişkin tarihsel
ilkeye rağmen, kurulan vakıf üniversiteleri, kimi sermaye
sahiplerine ya da cemaat şeyhlerine, reklâmın yanında,
yüzbinlerce metrekarelik bedava arsa, hatta boğaz manza
ralı orman arazisi, vergi indirimleri, cari harcamaların %
45’ine varan ölçülerde devlet desteği de sağlanmaktadır.
Harcama faturaları biraz şişirildiğinde, vakıf üniversiteleri
nin neredeyse cari harcamalarının tamamı devlete yükleti-
lirken, zaten maddi olanaksızlıklar içinde kıvranan devlet
üniversitelerine bütçe içinde ayrılan pay da giderek azal
maktadır. Özetle söylemek gerekirse, Türk Devleti’nin ne
küreselleşmeci NGO’lara, ne kendi GONGO’larına ve ne de
halk deyimi ile “hortumcu” NGO’lara karşı belirlenmiş bir
politikası bulunmamaktadır. Bu acizlik görüntüsü, 21-22
Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nde ilk maddede
yer alan aşağıdaki yargıyı hatırlara getiriyor: “...hükümet,
üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getireme
mektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor ”
( 8).
18
luslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü) ve Demokrat Partiye
bağlı ND1 (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) ağırlıkta olmak ü-
zere, CİPE (Uluslararası Özel Girişimciler Merkezi), A-
CILS (Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi),
Hoover Enstitüsü gibi merkezlere sahip olduğu biliniyor.
NED, ABD Kongresi denetiminde oluşturulmuş resmi bir
para fonu olduğundan, harcamalarının gizliliği bulunmuyor.
Bu fona sadece Federal Bütçeden kaynak aktarılmıyor, ilâ
veten uluslararası şirketler ve stratejik müttefik ülkeler de
destek sağlıyor. Dolayısıyla, Türkiye dahil hangi üçüncü
dünya ülkesinin hangi işbirlikçi NGO’su bu merkezlerden
hangi miktarda nakit yardım almış, internete yüklenmiş
resmi kaynaklardan kolaylıkla öğreniliyor (9).
AB ülkelerinin de aynı amaçlı “birinci sınıf’
NGO’ları bulunuyor; ancak Türkiye’ye baktığımızda, en et
kin Avrupalı NGO’lar arasında, özellikle Almanların başı
çektikleri gözlemleniyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Al
man Kültür Merkezleri’nin yanısıra, Beyrut merkezli
“Morgenlaendische Gessellschaff’a bağlı Orient Institut’un
İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGO’larının
Türkiye’deki ilk sıçrama noktaları olarak kabul ediliyor.
Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve
enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND’nin
kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden kar
şılanan “taşeron” NGO’lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her
vakıf, -sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime entegre so
runu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşu
dur. Örneğin, Almanya’nın en büyük partilerinden biri olan
Hristiyan Demokratik Birliği-CDU, Konrad Adenauer Vak-
fı’na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı’na sahiptir. Aynı şe
kilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPD’nin Friedrich Ebert
19
Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP’nin Friedrich Naumann
Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında yer almakta
dır. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin bün
yesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı
yapılmaksızın Federal Hükümetin “Politik Eğitim Fo
numdan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faali
yet giderleri de tamamiyle Federal Hükümet tarafından kar
şılanmaktadır. Resmen Alman Hükümeti’nden yardım alan
sözkonusu vakıflar, dış ülkelere “Hükûmetdışı Sivil Toplum
Örgütleri” yani NGO olarak takdim edilmektedir. İşte bu
vakıflar, 1984’den itibaren Türkiye’ye gelerek ve de yasal
boşluklardan yararlanarak, her biri birer “taşeronun taşero
nu” legal Türk NGO’sunun tabelâsı ardında faaliyetlerini
sürdürmektedirler (Türkiye’ye geliş tarihleri sırasıyla
K.A.V. 1984, Friedrich Ebert Vakfı 1988, Heinrich Böll
Vakfı 1990, Friedrich Naumann Vakfı 1991).
Sözkonusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de
espiyonaj faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bil
gilendirerek uyaran Türkiye’nin tek Doğubilimcisi Tamer
Bacınoğlu, sözkonusu vakıflarla ilgili şu çok önemli değer
lendirmeyi yapmaktadır:
"... Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok ö-
zel N G O ’lardır ve Alman dışpolitikasımn önemli bir aracı
durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın ...
yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabil
mek için ne tür ‘kamııflaj projeleri’ kullanabileceği üzerine
bir dizi ‘p ratik örnek’ verilmektedir. 'Politik Vakıflar ’ın bu
bağlamda ‘diyalog programları ile yapıcı bir rol oynaya
cakları ’ en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
20
Ankara ve İstanbul 'da şubeleri bulunan tüm Alman
parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden olu
şur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini
ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, ‘y apay ve uy
duruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya
çalışan Türk devleti' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu
çerçevede •üçlü bir strateji izlenir: A- ‘Toplumun değişik
katmanlarını. Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm ü-
retmeye alıştırmak ’ ve buna paralel olarak ‘kürtçü gruplar ’
ile Almanya arasında köprü kurmak. B- ‘Toplumun değişik
katmanları ile siyasal islâmcıları bir araya getirmek’ ve
buna paralel olarak islâmcılar ile Alman devleti arasında
köprü kurmak. C- ‘Alevilerin aşırı islâma karşı oluşlarını
dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerek
tiğinde Kürt sorununa kaydırmak'.
İkinci maddedeki etkinlikler, ‘Türkiye 'de yerel yö
netimlere işlerlik kazandırmak’ amacıyla Almanya’da adı
var, kendi yok ‘federal sistem 'i Türkiye 'ye tanıtmayı hedef
ler. FDP ’nin Friedrich Naumann Valfı, federalizmi tanıt
ma ’ çabalarını genelde Batı Anadolu 'da yürütürken, Yeşil
lerin Heinrich Böll Vakfı federal yönetimin nimetleri ’ni
Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşil
ler'in bu valfı şu sıralar, Türkiye'nin etnik çetelesini tut
makla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de
aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ‘araştırma' enstitüleri ile
ortak çalışmakta. SPD ’nin Friedrich Ebert Valfı da, daha
‘global' bir yaklaşımla ‘Türkiye 'de sivil toplum kurulabil
mesi' için çaba gösterirken, daha çok ‘ekonomi ağırlıklı di
yalog arayışı ’n da olduğu izlenimini vermek istiyor. Türki
ye'de ‘İslâmî demokrasiyle barıştırmak’ yolunda en kap
lı
samlı projeler ise CDU'rıun Konrad Adenauer Vakfı’nca
yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, ‘y erli köprü-
başları oluşturmayı’ öngörür. Almanya’y a davet edilen
Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğ
rencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için öde
nen Alman ‘kalkındırma yardım ı’, bazı duyumlara göre yıl
dan yıla katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının
farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, arala
rındaki görev dağılımından kaynaklanır.;..
Almanya kökenli vakıflar, ‘biz N G O ’y u z ’ diyor. An
cak ‘sivil toplum', ‘küresel ekonomi ’ ve ‘insan hakları ’ için
uğraşı verdiklerini iddia ederken, ‘Türk devletinin varlığı
sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır ’ da diyebiliyorlar.
Hepsi de ‘dost ve müttefik Almanya' hesabına çalışıyor.
Söylev ’deki ‘Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve husu
si adamları faaliyette... ” sözlerini hep anımsamalıyız” (10).
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Ba
kanlığı tarafından hazırlanan ve Ocak 2000’de yayınlanan
“Yeni Türkiye Konsepti”, Alman vakıflarına, rutin faali
yetlerinin yanında -özellikle espiyonaj ağırlıklı- yeni gö
revler yüklemektedir: “Köylülerde çevre bilincini geliştir
mek; köylü kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sis
tem karşıtı eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik; çevre
düşmanı yatırımlara özellikle turizm bölgelerinde gereksiz
endüstri tesislerine, otoyollara ve baraj inşaatlarına karşı si
vil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs.” (11). Alman
Vakıfları, Almanca eğitim verecek Batı Üniversitesi’nin a-
çılması için yoğun kulis faaliyeti sürdürürken, Marmara Ü-
niversitesi gibi devlet üniversitelerinin yanısıra, özellikle de
22
Bahçeşehir Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi ile yakından
ilgilenmektedirler. İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan
faaliyetlerinden bazıları:
2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI
Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı
Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile, Türkiye’nin zaaf
boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplum
sal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından
yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet
göstermektedir. Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir
binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde temsil e-
dilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin verme
diğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçe
vesinde kamufle etmeye çalışmaktadır (12). Vakıf Temsil
cisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konu
sunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir fikir verecek dü
zeydedir:
“Bu yılın 6 Temmuz 'unda Ardahan Subay Gazino
su ’nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet
Gazetesinde Türkiye ’deki Alman vakıflarının çalışmalarını
kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildir
diler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gös
terip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece
ben de bilgi sahibi olabildim.
Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve
idarede çalışanlar için iki günlük bir seminerin açılışını
yapmıştım. Bu semineri uzun yıllar birlikte çalıştığım Türk
ortağımız Türk Belediyecilik Demeği (TBD) ile birlikte dü
zenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik, ihale
ler, belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin
23
görevleri ve birbirleriyle ilişkileri vardı. Ortağımız TBD,
her yıl Türkiye ’nin bütün yöre ve illerinde aşağı yukarı
100 ’e yakın bu tür meslek eğitimi semineri düzenlemektedir.
TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yö
netim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin
bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yö
netimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde
birleşiyorlar.
Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezle
ri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bul
muş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında
etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız
için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki
doğanın güzelliği, Türkiye ’nin bu ücra köşesindeki insanla
rın özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatım bul
dum " (13).
Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin
küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindey
se, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yeri
ne rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Di
ğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Ri
ze illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayan
maktadır. Wolfgang Feuerstein adlı bir istihbaratçı akade
misyen (doğubilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve so
nuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, ö-
zel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların böl
gedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır.
Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Al
man istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz
örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlar
dır (14). Önceleri, Almanya’da basılan laz alfabesiyle ya-
24
zilmiş kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu is
tihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faali
yetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını
orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak...
2.1.1. K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ
Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki
kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi
kurum ve kuruluş neredeyse sözkonusu değildir. Örneğin,
sadece Türk Belediyecilik Demeği değil, tabelâsı ardında
faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazete
ciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TISK, TOSYÖV, KA-DER ve
daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversi
teler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek et
kinlikler düzenlemişlerdir (15).
Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de
düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve
Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye,
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı
Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler
katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta
“aklanma”, “prestij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”,
“ilgi odağı olma” yorumlarına yolaçmıştır. Tıpkı bildirilerin
toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı
gibi:
"... Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaş
kanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Ba
kam Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkam Yıldırım Akbulut ’un kongrenin açılışı ile ilgili ola
rak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim ko
25
nuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinli
ği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir" (16).
Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay
Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri
“AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” ü-
zerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!)
çerçevesinde bilgilendirmiştir (17). Alman iç istihbarat ör
gütü olan “Federal Anayasa ’y ı Koruma Teşkilâtı "nm
(BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian
Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi
ihmal etmemiştir:
“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sis
temindeki en ağır yaradır.... Ordunun Türk anayasa düzeni
içerisindeki rolü, sıkça Türkiye ’nin gizli iktidarı olarak gö
rülen Milli Güvenlik Kurulu ’y la bağlantılı olarak dile geti
rilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da
kattığı tespit edilmelidir.... Milli Güvenlik Kurulu kararla
rının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükü
mete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. Ger
çekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu ’nun tüm tavsi
yelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli kök
tenciliğe karşı mücadele hususundaki 'tavsiyelerinin' çok
ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hüküme
tinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset
sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti
veya hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da,
böylece egemen bir ordunun Avrupa ’nın özgürlükçü demok
ratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Otu
rumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik
Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’
etkili egemenliği talep edilmiştir.... Kemal Atatürk'ün ken-
26
dişinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü
Avrupa ’nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zo
runludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist
milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu,
A B ’y e entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi
strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir"
(18).
Dr. Rumpf, Atatürk’ün yaşadığı dönem itibariyle
çağın koşullarına ve gereksinimlerine tamamiyle zıt “anti-
emperyalist” bir mücadele sonrasında ülkesine bağımsızlık
kazandırdığı gerçeğini es geçmekte ve Kemalizmin yoru
munun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden ya
pılmasını ima etmektedir. Ancak, Türkiye’nin ergeç yola gi
receğinin kanıtı ve emaresi olarak “/öm Türkiye 'de faaliyet
gösteren İnsan Hakları Demeği ilk defa işkence vakaların
da belirgin bir azalma tespit etmiş” diyerek güvenilir, hatta
MGK’dan da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta bulunmaktadır.
27
Hans Spitzner, “Yüksek Teknolojilerdeki Devrimsel Geliş-
meler-Silahlı Kuvvetler İçin Sonuçlar” konulu forumun ko
nuşmacısı Dr. Holger Mey ve “Türkiye ’de İnsan Haklarına
Saygı Eğitimf’ konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna
Kuçuradi’dir.
Vakfa göre, “siyasi diyalogun diğer önemli bir bile
şeni, siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman siyasetçilere,
önemli siyasetçiler ve şahsiyetler ile yerinde görüşme ve
durum hakkında yerinde fikir edinme imkânı sağlanır. Bu
temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı ol
makla kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilme
si ve karşılıklı diyalogun sağlamlaştırılmasına önemli bir
katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda görülmüştür.
2000 Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan
Dr. Renate Sommer’in ziyareti, Bay Dr. Norbert
Lammert 'in ziyareti (Milletvekili ve Alman Federal Parla
mentoda Hristiyan Demokrat Partisi/Hristiyan Sosyal Bir
liği CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred
Grund başkanlığında Thüring Eyalet Grubunun ziyareti
gerçekleşmiştir "(19).
Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki
uluslararası kongreleri düzenlemiştir: “Turkey on Her Way
to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması;
“Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi
Reformu” konulu sempozyum; ‘‘Küreselleşme ve Modern
leşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türki
ye ’de Anayasa Reformu-İlkeler ve Sonuçlar ” konulu kong
re; “Karadeniz/Ereğli ’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre;
“Almanya'nın Birleşmesinin 10. Yılı" konulu etkinlik;
“Alman Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre;
“Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” ko
28
nulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar
ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimlerin
Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd.
Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cüm
lelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, An
kara'daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen
‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı ’ konulu etkinlikte oldu
ğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı
olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu et
kinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından in
celeyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILA-
BİLMİŞTİR” (20).
Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili
bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. Ancak önemli
olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca a-
tılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kal
dı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal iktisadi İşbirliği ve
Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’lannın
2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan
“ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kur
ması" istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vak-
fı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı oldu
ğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekili
nin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik hobileri ile tanınan
Yılmaz Karakoyunlu’nun da bulunduğu gözönüne alınacak
olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere nasıl
bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.
KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de
“kazanılmasına” büyük önem vermektedir. Kendi cümlele
riyle işte amaçları: “Gençlerin teşvik edilmesi, özellikle de
gençlerin siyasi fikir oluşturma sürecine katılımı, Türki
29
ye 'de yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus,
Türkiye nüfusunun % 70’inin 35 yaşın altında bulunduğu
dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır. KA V bu nedenle
geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihin
de Gaziantep, 17.05.2000’de Mardin ve 19-21.05.2000'de
Van) ve 23-25.11.2000 tarihleri arasında Kuşada-
sı/Aydın ’da gençlik günleri konulu bir forum düzenlemiştir.
Özellikle ‘Türkiye’nin Geleceği, Geleceğin Türkiyesini
Konuşuyor’ çalışma konusu altında düzenlenen Van’daki
etkinlik, katılanlar için bir tartışma forumu sunmuştur. Fo
ruma katılan 140 kişi, 4 çalışma grubuna ayrılmış ve muh
telif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, so
nuçları bir komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç,
FARK LI M ENŞELERE rağmen, kültürel bir birlikte ya
şamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirle
rin var olduğu yönündeki tespit olmuştur" (21).
Konrad Adenauer Vakfi’nın Güneydoğuya ilgisi,
farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf
Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsil
cilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”,
“kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir
içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!)
Türk istihbarat kuramlarının engin hoşgörüsü (!) altında ye
ni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22).
KAV’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin soranlarına (!) il
gi yelpazesi öylesine geniştir ki, Türkiye dar gelmekte ve
kimi zaman faaliyetler ülke dışına taşmaktadır: “KA V ’ın f a
aliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KA V, diğer
partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik
düzenlemiştir. Bunlar münferit olarak: Berlin’de 21-
24.09.2000 tarihlerinde ‘H elsinki’den Sonra Almanya-
30
Türkiye İlişkileri İçin Gelecek Perspektifleri: Gelişmeler
ve Şartlar’ konulu uzman toplantısı; K öln’de ‘Yapısal Dö
nüşüm İçerisinde Bulunan Orta Ö lçekli İşletm eler” konu
sunda Alman/Türk ekonomi toplantısı ve 09.12.2000 tari
hinde Brüksel’de ‘Türkiye ve A B ’ konulu uluslar arası
sempozyum. KAV'm konsepsiyonel katkıda bulunduğu bu
etkinlikte Almanya, Belçika ve Türkiye ’den gelen siyasetçi
ler ve karar organları, fikir alışverişi fırsatı bulmuş
tur "(IS)- KAV ayrıca, Türkiye’nin de içinde bulunduğu
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Sekreteryası’na sponsor ola
rak da destek vermektedir (24).
Konrad Adenauer Vakfı, yerel medya ile öylesine
sıkı bir ilişki kurmuştur ki, Vakıf Temsilcisi Dr.
Schönbohm, çok iddialı biçimde basına “görüşmediğim ye
rel basın kalmadı” biçiminde demeçler vermektedir. Bu
kapsamdaki faaliyetlerde, Türk ve Alman yerel gazetecile
rin katıldıkları seminerler, Türk gazetecilerinin “bilgi ve
görgülerini artırmaya yönelik Almanya ziyaretleri” ağırlıklı
yer işgal etmektedir. KAV, bu alanda tek “burnunu sokma
dığı” alana da el atmış ve 22-23 Haziran 2000’de Kemer /
Antalya’da “ Uluslararası İhtilafların Çözümü Konusunda
Medyanın R olü” konulu seminere Türk, Alman ve Yunan
gazetecilerinin katılımını sağlamıştır (25).
Vakfın, destek verdiği projelerin yamsıra, yayınlan
da mevcuttur. 2000 Yılında vakıf yayınları arasında çıkan
kitap sayısı 14’tür (26). Vakfın 2001’de yaptığı çok sayıda
etkinlikler arasında, 4 Nisan 2001’de Ankara’da Türk Ka
dınlar Konseyi Demeği ile müşterek düzenlenen ve Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Beyza
Bilgin’in konuşmacı olarak katıldığı “İslam ’da Kadının
Rolü-Türkiye’de Kadın” konulu konferans, bu defa 11 Ni
31
san 2001’de Ka-Der (Kadın Adayları Destekleme Demeği)
ile müşterek olarak İstanbul’da yinelenmiştir. 27 Nisan
2001’de TOSYÖV Başkanı Işın Çelebi -ki o da ANAP
milletvekilidir- Alman Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt ve
de Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un müştereken a-
çılışını yaptıkları Altematif-Yenilenebilen Enerji Kaynakla
rına ilişkin sempozyum gerçekleştirilmiştir (27). 3 Mayıs
2001’de ise, KAV Temsilcisi Dr. Schönbohm ile İstanbul
Goethe Enstitüsü yöneticisi Dr. Rüdiger Bolz tarafından
müştereken gerçekleştirilen “Konrad Adenauer Vakfı’nın
20. Tartışma Forumu”nun konusu ise, “1930’lu Yıllarda
Türkiye ’deki Alman Göçmenler” olarak belirlenmiştir (28).
31.05/1.06.200l ’de İstanbul’da Konrad Adenauer
Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleştirilen “Almanya ve Türki
ye'de Devlet, Vatandaş ve Sivil Toplum Kuruluşları" ko
nulu Uluslararası Kongre’nin davetiyesinde, açılışta söz a-
lacak konuşmacılar arasında Dr. Wulf Schönbohm’un
yanısıra, dönemin iki Bakam, Yüksel Yalova ve Sadettin
Tantan’ın isimleri zikredilmiştir. Kongre’deki konuşmacılar
arasında özellikle BND’nin İstanbul’daki “Kürt ve Arap”
uzmanı kadrolu elemanı Gottfried Plagemann ile BND’nin
Türkiye etnik ve dinsel azınlıklar uzmanı Dr. Günter
Seufert dikkati çekerken, Alman Federal Anayasayı Koru
ma Teşkilâtı BfV bağlantılı faaliyetleri ile yakından tanıdı
ğımız Prof.Dr. Roland Eckert, Prof.Dr. Gerd Mutz, Dr.
Konrad Hummel, Christopher Kubaseck, Gisala Anna Erler
de Alman Devleti’nin resmi politikalarını anlatmışlardır.
Türk konuşmacılar arasında ise şu isimler özellikle dikkat
leri çekmiştir: Sermaye kesimini temsilen ABD’den proje
bazında destekli TESEV’in Yönetim Kurulu Başkanı Yıl
maz Argüden, uluslararası faaliyetleri ile yalandan izlenme
32
si gereken Arı Hareketi’nin Başkanı Kemal Köprülü, muha
fazakâr söylemleriyle tanınan Merkez Valisi Recep
Yazıcıoğlu, ikinci cumhuriyetçi çizgide kabul gören Ali
Bayramoğlu, Prof.Dr. Burhan Şenatalar, Prof.Dr. Zafer
Üskül ve Alman vakıflarının gedikli konuşmacısı Prof.Dr.
İbrahim Kaboğlu vd. Vakfın son faaliyetlerinden biri ise,
Heinrich Böll Vakfı’nın gedikli partneri İstanbul Barosu ile
30 Haziran 2001’de İstanbul Mercure Oteli’nde gerçekleşti
rilen “Türkiye’nin Avrupa B irliği’ne Tam Üyelik Sürecinde
Kıbrıs" konulu sempozyumdur. Bu sempozyum dolayısıyla,
Türkiye’de Alman emperyalizminin yürütücülerinden biri
olan Konrad Adenauer Vakfı’na karşı, ilk kez yurtsever
anlamda bir tepki gösterilmiştir. İstanbul Barosu’na bağlı
Cumhuriyet aydını-yurtsever avukatların oluşturduğu “Önce
İlke Çağdaş Avukatlar Grubu”, yayınladığı bir bildiri ile,
toplantının K.A.V. ile işbirliği halinde yapılmasını şu cümle
ile eleştirmiştir: “Konrad Adenauer Vakfı, emperyalizmin
çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir kuruluştur. Bu
nedenle böyle bir vakıfla işbirliğini şiddetle reddediyoruz ’’
(29). Cumhuriyet yazarı Deniz Som ise, İstanbul Barosu’nu
başta K.A.V. olmak üzere, Alman vakıfları ile işbirliğini e-
leştiren bir yazısı ile ilgili olarak yanıt hakkını kullanan Yü
cel Sayman’a verdiği karşı yanıtta (Deniz Som, “Azınlık
lar”, Cumhuriyet, 3.07.2001), adeta yurtseverliğin dersini
yazmıştır:
“Sayın Başkan'a hak vermemek elde değil... Hele
meslek ettiği gazetecilik ahlakı konusunda... Araştırmacı
gazetecilik yapmak varken ne yazık ki değer yargılarıma
göre davranıp ahlaksızca yazılar yazabiliyorum. Emperya
lizme karşı Anadolu topraklarında verilen Ulusal Kurtuluş
Savaşı ’nın diplomasi masasında Lozan Antlaşması ile taç-
33
landırıldığı şeklinde bir değer yargısına sahip olduğum ve
azınlık hakları sorununun Lozan 'da çözüldüğü yolunda bir
‘y anlış ’ bilgiye saplandığım için seminerinizin ‘Türkiye İçin
Çözüm Önerileri ’ oturumunda ‘Türkiye 'de Azınlık Sorunu
nun Çözümü ’ ya da ‘A zınlık Sorununa Çözüm Önerileri ’
başlıklı tebliğleri ‘doğru ’ algılayamamış olabilirim.
Özür dilerim, acaba Sayın Başkan Sayman 6 Tem
muz 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında
yayınlanan Doğubilimci Tamer Bacınoğlu ’nun ‘Türkiye 'de
Alman Vakıfları ’nın M arifetleri' başlıklı makalesini okudu
mu? İşbirliği yaptığı vakfı araştırdı mı, faaliyetlerini ince
ledi mi, marifetlerini biliyor mu? Özür dilerim ama Sayın
Başkan Sayman, kendisini baro yönetimine taşıyan avukat
ların içinden oluşan Önce İlke Çağdaş Avukatlar Gru
bu ’nun adliye duvarlarına astığı duyuruyu okudu mu?
Duyuruda sempozyum izleyenlerce protesto edilir
ken yorumu da şöyle yapıyorlardı: ‘Yeni Sevr dayatıcılarına
platform hazırlanmasına baromuz aracı olmaktadır... Yüz
yıllardan beri sömürge olmayı reddederek bağımsız ve öz
gür yaşayan Anadolu insanı onurludur. Emperyalistlerden
ve işbirlikçilerinden öğreneceği hiçbir şey yoktur".
Konrad Adenauer Vakfı’nın tüm bu etkinlikleri ger
çekleştirmedeki niyet ve emellerini bir kenara bırakıp, sade
ce otel, kokteyl, yemek, çay gibi organizasyon masraflarını
hesaplamaya kalktığınızda bile, bu vakfın ve de vakfın ar
kasındaki Alman Devletinin Türkiye’yi ne kadar sevdiği (!)
ve düşündüğü (!) ortaya çıkacaktır... Ama daha da düşündü
rücü olan gerçeği, KAV’ın Türkiye’deki en önemli “işbirlik
partneri” olan Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanı Bülent
Akarcalı’nın aşağıdaki sözlerinde bulmak mümkündür:
34
“Son iki yıldır vakıf Türkiye Temsilcisi olan W ulf
Schönbohrfı, uzun yıllardır ülkemize gelenler içinde tanıdı
ğım en dengeli ve sorunlarımıza çok müspet bakabilen, cid
di siyasi geçmişi ve inandırıcılığı olan kişidir. BUNA İNA
NARAK YAZIYORUM... Dolayısıyla sorun, BAŞK ALARI
N IN ÜLKEM İZDE N E YAPTIĞ I DEĞİLDİR. K A LD I K İ
GİTTİKÇE BÜ TÜ NLEŞEN DÜNYADA B U K AÇ IN IL
M AZDIR. Esas sorun, bizim niye dışarıda hiç ama hiçbir
şey yapmadığımızdır. Tembelliğin mazereti yabancıya kız
mak olmamalıdır" (30).
Unutmadan ekleyelim ki, Bülent Akarcalı, yukarıda
da ifade edildiği üzere, aynı zamanda T.B.M.M. üyesidir ve
uzun yıllardır iktidara ortak olmuş milliyetçi-muhafazakâr
(!) söylemli bir partinin, ANAP’ın mensubudur. Ve tabii ki,
yeminini Alman Parlamentosu’nda değil, tıpkı Mesut Yıl
maz, Ercan Karakaş, Gökhan Çapoğlu, Leyla Zana, Şevki
Yılmaz, Sadettin Tantan, Haşan Mezarcı ve benzerleri gibi
T.B.M.M. kürsüsünde yapmıştır...
2.2.HEEVRICH BÖLL VAKFI
Alman Yeşiller Partisi’ne bağlı Heinrich Böll Vak
fı, BND’nih espiyonaj faaliyetleri kapsamında en çok kul
landığı vakıf olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’de son
yıllarda gerçekleştirilen rejim karşıtı pek çok etkinliğin ar
dında Böll Vakfı yeralmaktadır. Ülkemizde en aşırı sağdan
en aşırı soluna, ikinci cumhuriyetçilerden etnik bölücülere
uzanan çizgide, ortak paydası Türkiye Cumhuriyeti düş
manlığı olan tüm birey ve örgütleri biraraya getirme, ortak
platformlar oluşturma çabası içinde görünen vakıf, Türk is
tihbarat kuruluşları nezdinde dikkat çekmemek için de,
35
özelllikle espiyonaj faaliyetleri dışında tutulan normal bir
Türk vatandaşını Temsilci olarak göstermektedir (31).
1988’de Berlin’de kurulan Heinrich Böll Vakfı’nın,
tıpkı diğer vakıflar gibi, Alman iç politikasına karışması ya
saktır. Hükümetin öngördüğü sınırlar içinde, misyonunun
gereğini yerine getirmede ise, tıpkı diğer vakıflar gibi, ol
dukça özgürdür. Vakfın Almanya faaliyetleri, iki bölümden
oluşmaktadır: Gerçek Almanlara yönelik faaliyetler; “ya-
bancılar”a yönelik faaliyetler. Birinci bölüme yönelik faali
yetler, apolitik çevre projelerinden ibarettir. İkinci bölüm
deki faaliyetlerin ağırlık noktasını ise Türkler oluşturmakta
dır. Böll Vakfı, bu kapsamda, Türkiye karşıtı tüm etnik, i-
deolojik ve dinsel yapılanmaların (PKK, Ermeniler, Sürya-
niler, Pontusçular, Keldaniler, Yezidiler, Milli Görüşçüler,
Kaplancılar, Fethullahçılar, Süleymancılar, Nizam-ı Alem
ciler, DHKP-C ve Tikkocular vd.) yanısıra, Federal Anaya-
sa’yı Koruma Teşkilâtı, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı, Pro
testan ve Katolik Kilise Akademileriyle yine bunlara bağlı
haber ajansları ve diğer medya kuruluşları ile koordineli or
ganik ilişki içindedir. Vakfın Almanya faaliyetlerinin fi
nansmanı, İçişleri Bakanlığı’nın “global fonları” ve değişik
bakanlıkların proje güdümlü kaynaklarından karşılanmakta
dır ki, 1999 yılı için -sadece Almanya içi faaliyetlere-
Devletten alman yardım tutarı 67 milyon marktır. Böll Vak-
fı’nın asıl faaliyet alanı, Almanya için stratejik öneme sahip
olan, başta Türkiye olmak üzere, “arka bahçe” ülkeleridir.
Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı, Federal Dışişleri Bakanlığı
ve Federal İstihbarat Servisi’nin (BND) “örtülü fonla-
rı”ndan karşılanmaktadır.
Böll Vakfı, Türkiye’de uzmanlaştığı başlıca üç ko
nuda faaliyet göstermektedir: Birincisi, “insan hakları” ko
36
nusu ki, en yoğun işbirliği yaptıkları Türk sivil toplum ku
ruluştan arasında İstanbul Barosu, İnsan Hakları Demeği,
Helsinki Yurttaşlar Demeği, KOMKAR, Düşünce Suçuna
Karşı Girişim, Alternatif Toplum Merkezi, Mazlum-Der,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı vd. bulunmaktadır. Bu kuru
luşlarla müşterek panel, sempozyum, atölye çalışmaları ve
benzeri etkinliklerde, Yücel Sayman, Hüsnü Öndül, Hasip
Kaplan, Murat Bozlak, Şanar Yurdatapan gibi isimlerin
yanısıra, Claudia Roth, Angelika Graf, Jonathan Sugden gi
bi Türkiye karşıtı olarak tanınan Avrupalı parlamenterlere,
gazetecilere vd. rastlamak genellikle olanaklıdır. Bu etkin
liklerin birinde, davetlilere dağıtılan “kendi devletini ihbar
anketi”, içeriği itibariyle suç boyutu taşımasına rağmen, sı
radan bir belgeymişçesine kamuoyunda tartışılmamış;
Cumhuriyet Savcıları da işlem yapmamıştır (32). Benzeri
bir ihbar hattı da Mazlum-Der tarafından yaşama geçiril
miştir (33).Vakıf, ayrıca kadın hakları ile ilgili etkinliklere
de ilgi göstermektedir. Vakıf broşürlerinde Türkiye, Mali,
Sudan ve Mısır’ın yanında ‘kadın haklarının ezildiği ülke
ler’ listesinde yer almaktadır. Ayrıca, vakfın İstanbul’da
“Pazartesi” adlı feminist ve ordu düşmanı bir periyodiği fi
nanse ettiği kaydedilmektedir. Kaldı ki, Yeşiller Partisi’nin
yayın organı olan “TAZ”ın “Perşembe” adlı ekinin içeriği
de, aşağı yukarı aynıdır (34). Vakıf, AB ve Kopenhag Kri
terleri çerçevesinde Türkiye’deki insan hakları-azınlık hak
lan konusunu sık sık gündeme getirmektedir (35). Son ola
rak, İstanbul Barosu İnsan Haklan Merkezi Azınlık Hakları
Çalışma Grubu’nun Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle 8-9
Haziran 2001 ’de İstanbul’da gerçekleştirdiği etkinliklerden
biri olan “Ulusal, Ulusalüstii ve Uluslararası Hukukta A-
ZINLIK HAKLARI (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Av
rupa Konseyi, Lozan Antlaşması)” konulu sempozyum, ge
37
rek zamanlama, gerek katılımcılar ve gerekse tebliğ konula
rı itibariyle oldukça dikkat çekmektedir (36). Bir uzmanın
bu sempozyumla ilgili son derece önemli değerlendirmeleri
şöyledir:
"Sempozyumun yabancı konuşmacıları, ülkelerinin
azınlık konseptlerini savunan kişilerden oluşuyor. Örneğin,
Pakistan asıllı İngiliz Javaid Rehman, Leeds Üniversite
si ’nde öğretim görevlisi olup, çalışma alanı, Pakistan ’daki
'etnikve dini azınlıklar’dır. Steven Wheatley, ulus-deyletleri
etno-kültürel kimliklerle parçalama projesinin Anglosakson
mimarlarından biri olarak tanınıyor. Nicole Guisma-
zenes ’in ilgilendiği alan, 'yabancılar ve ilticacılar ’. Diran
Bakar, Türkiye ’deki Ermeni vakıflarının avukatı.
Türkiye gibi ulus anlayışı dil temeline dayanan bir
ülkede, Almanya öncülüğünde bir 'azınlık hakları ’ sempoz
yumu yapılabilmesi, aymazlığın ve aptallığın zirvesi olsa
gerek. Zira, ‘etnik ulus’ düşüncesine Hitler dönemindeki
kadar bağlı ‘çağdaş ’ Federal Almanya ’nın tanıdığı ‘ulusal
azınlıklar ’m toplam nüfusu toplam 100 bin kişi!.. Bu raka
mın % 60 ’ı, yani 60 bini Schleswig Eyaletinde oturan Da
nimarka kökenliler. Almanya Danimarka kökenli yurttaşla
rına ‘azınlık statüsü 'nü mütekabiliyet esasına göre ve daha
da önemlisi, galip güçlerin baskısıyla verdi. Geriye kalan
40 bin kişilik ‘Sorb azınlığı ’ ise, istisnasız tamamı kendisini
Alman olarak gören insanlardan oluşuyor. Bir başka de
yişle Almanya -s ır f dış dünyaya azınlık hakları dayatabil
mek amacıyla- ‘Sorb ’la n göstermelik azınlık olarak pazar
lıyor. Almanya ‘Kopenhag K riterleri’ni eksiksiz uyguladığı
için, ‘S orblar’, kendi dillerinde eğitim hakkına sahipler. Ne
var ki, 40 bin kişilik ‘Sorb azınlığı ’ içinde ‘Sorbça ’ bilenle
rin sayısı ikibin; ilkokullarda ‘S orb dili dersi’ alan öğren-
38
cilerinki ise, sadece ikiyiiz civarında. Almanya bu harikulâ-
de ‘azınlık’ sistemini Türkiye’y e önerirken, ‘biz nasıl
Sorblara, DanimarkalIlara azınlık statüsü verdiysek, siz de
aynı hakları Kürtlere ve diğer azınlıklara vermelisiniz ’ di
yor. Not: Museviler, Çingeneler, Polonya asıllılar Alman
y a ’da azınlık kabul edilmiyor. Alm anya’da üç milyona ya
kın Türk toplumunu azınlık olarak kabul etmediği gibi,
böyle bir azınlığın doğmaması için, Alman İslâmî projesi
uyguluyor" (37).
Ayrıca, vakfın işbirliği içinde olduğu diğer dış ku
ruluşlar arasında, Uluslararası A f Örgütü’nün (Amnesty
International) İstanbul Ofisi ve özellikle de Almanya Şu
besi (38), İstanbul Orient Enstitüsü, Konrad Adenauer Vak
fı ve diğerleri (Kurdish Human Right Projects, ERNK,
International Comittee of the Red Cross, International
Centre for Human Rights and Democratic Development)
başı çekmektedir.
Vakfın ikinci faaliyet konusu, “çevre sorunları” üze
rinedir. Vakfın bu konudaki hedefi, Türkiye’de sanayileş
menin, madenciliğin ve enerji kapsamında hidroelektrik
santrallerin karşısında, bilimsel ve akılcı bir çevrecilik yeri
ne; salt tepkisel ve duygusal boyutlarda bir çevrecilik hare
ketine dinamizm kazandırmak ve oluşturulan bu dinamik
güçleri, Almanya’nın çıkarları lehinde, Türkiye’ye karşı koz
kullanmak olarak özetlenebilir. Bu bağlamda, İstanbul Çev
re Konseyi, Doğu Akdeniz Çevrecileri, Batı Akdeniz Çevre
Platformu, Karadeniz Çevre Platformu, Karadeniz Ulusal
Sivil Toplum Kuruluşları Forumu ile yakın ilişkiler kurul
muştur ve amaca uygun etkinlikler düzenlenmektedir. Böll
Vakfı, Almanya’nın ekonomik çıkarları doğrultusunda çifte
39
standart esasına göre faaliyet gösteren sözde çevreci FIAN
örgütü ile de paslaşmaktadır (39).
Vakfın üçüncü uzmanlık konusu ise, Türkiye’deki
sivil toplum kuruluşlarını, süratle küreselleşmeci NGO çiz
gisine çekmektir. Örneğin, 15-16 Aralık 2000’de, İstanbul
Teknik Üniversitesi Maçka Sosyal Tesislerinde gerçekleşti
rilen “Türkfye-AB Bütünleşmesinde STK ’ların Rolü” konulu
8. STK Sempozyumu’nun ilk çağrısında konumuzla ilgili şu
bilgiler verilmektedir: “Sekretaryası Tarih Vakfı tarafından
yürütülen bu sempozyumda da, daha önceki yedi sempoz
yumda uygulanan çalışma yöntem i izlenecek ve ilk gün uz
man sunumları, yabancı ülkelerden tecrübe aktarımları ile
genel tartışmalar yer alacaktır. İkinci gün ise önceden be
lirlenmiş konularda atölye çalışmaları gerçekleştirilecektir.
Sempozyumun zorunlu giderleri Heinrich Böll Vakfi'nın
desteği ve katılımıyla karşılanmaktadır, bu kuruluşa teşek
kürlerimizi sunuyoruz”{40). Sözkonusu sempozyumun Dü
zenleme Kurulu’nda, Böll Vakfi’nın yanısıra, Arı Hareketi,
Beyaz Nokta Vakfı, Atlanta Ana Merkezi Uzay ve Tekno
loji Demeği, ÇareSİZ Hareketi, Doğa ile Barış Demeği,
Doğal Hayatı Koruma Demeği, Helsinki Yurttaşlar Deme
ği, İstanbul Avrupa Gençlik Forumu Demeği, TESEV, Ta
rih Vakfı, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yeşil Adımlar Çevre ve Eği
tim Demeği, 21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı, Yöret Vak
fı gibi sivil toplum kuruluşlarının yeraldığı anlaşılmaktadır.
Keza, yiiıe aynı adreste 2-3 Haziran 2001’de toplanan “Sivil
Toplum Kuruluşlarında Örgütiçi Demokrasi ve Gönüllülük
konulu 9. STK Sempozyumu’nun Düzenleme Kurulu’nda
ise önceki katılımcılara ilâveten Marmara Vakfı da yer al
maktadır (41).
40
Böll Vakfı, özetle ifade etmek gerekirse, Alman
ya’nın emperyalist politikalarından habersiz Türk
NGO’lannı, “sivil itaatsizlik” bağlamında merkezi otorite
ye karşı dinamik bir güç olarak örgütlemeye çalışmaktadır.
2.3. FREIDRICH EBERT VAKFI VE DİĞERLERİ
Böll Vakfı gibi ilgi ve sorumluluk yelpazesi hayli
geniş olan Alman vakıflarından bir diğeri, SDP’ye bağlı,
merkezi Bonn’da bulunan Friedrich E bert Vakfı’dır.
Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı Alman Dışişleri Bakanlı
ğının fonlarından karşılanan Ebert Vakfı’nın 1997 Bütçesi,
200 milyon mark olarak açıklanmıştır (42). Vakfın asli gö
revlerinden biri, Almanya’daki Türklerin arasında yürütülen
çalışmaların yanısıra, Türkiye’deki faaliyetlerin bilimsel
sonuçlarının raporlaştırılarak Alman Hükûmeti’ne sunulma
sıdır. Bu raporlara bakıldığında, Ebert Vakfı’nın Alman
emperyalizmine mi, yoksa Türk halkına mı hizmet sun
makta olduğu açıkça görülmektedir (43). Temsilciliğini
Hans Schumacher’in yaptığı Vakfın Türkiye’deki ağırlıklı
faaliyet alanı, çalışma ekonomisi ve sendikalar üzerinedir:
Türkiye’de iç göç, işçiler, sendikalar, toplumsal ve ekono
mik değişim, sendikalarda kadın eğitimi, sendikal eğitim
teknikleri, endüstri ilişkileri, işsizlik ve eksik işgücü sorun
ları, üniversiteler ve sendikalar arasındaki ilişkiler, sosyal
demokrat istihdam politikaları, parti içi demokrasiye katkı,
sivil itaatsizlik, sivil toplum gibi konu başlıklarını içeren
çok sayıda bilimsel toplantı düzenlenmiştir. (44). Ayrıca,
Böll Vakfı’nın çalışma alanına girilerek, İslâmî yapılan
malara ilişkin konuların yanısıra, NGO’lar ve üniversite
lerle ortak olarak, etnik tarih, medya, dışpolitika ve de Av
rupa Birliği konularını içeren konferanslar, paneller, atölye
çalışmaları, yayınlar ve benzeri etkinlikler gerçekleştiril
41
miştir. Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasal partiler içinde en
çok CHP ile ilişki içindedir (45).
Ebert Vakfı’nın bilinmeyen faaliyetleri, istihbarat
niteliği ağır bastığından, bilinenlerin çok çok üzerindedir.
Örneğin, 24 Haziran 2001’de, Türkiye’ye gelen Almanya
Adalet Bakanı Herta Daubler-Gmelin ile on “özel” Türk
vatandaşı arasındaki “özel enformasyon” görüşmesini,
Friedrich Ebert Vakfı’nm Türkiye Temsilcisi Hans
Schumacher organize etmiştir. Alman Konsolosluğu’na ait
Tarabya’da gerçekleştirilen bu görüşmeyi tesadüfen öğre
nen Ulusal TV, konuyu özel bir program içinde kamuoyuna
duyurmuştur. Davetliler arasında, İnsan Hakları Demeği
İstanbul Şubesi Başkanı Av. Eren Keskin, DİSK Genel Ko
ordinatörü Ahmet Asena, Tarih Vakfı Genel Sekreteri Or
han Silier, TÜSES Genel Sekreteri ve CHP Beşiktaş İlçe
Örgütü üyesi Nilüfer Mete, Sosyal Demokrasi Vakfı Yö
neticisi Deniz Kavukçuoğlu, KA-DER Başkanı Zülal Kılıç,
Prof.Dr. Rona Aybay gibi isimler dikkat çekmiştir. Bu ayrı
calıklı (!) katılımcılardan Av. Eren Keskin’in Aydınlık Der
gisine yaptığı konu ile ilgili açıklamaları şöyle olmuştur:
“Alman Konsolosluğu’nun Tarabya’da bir konukevi
var. Çağru onlardan geldi. Alman Adalet Bakanı bir gün
sonra devlet yetkilileriyle görüşecekmiş. Bir gün öncesinde
de sivil toplum örgütleriyle görüşmek istemiş. Türkiye ’nin
sorunları, insan hakları ihlalleri, sınıfın hak ihlalleri ile il
gili görüşlerimizi sordular, biz de görüşlerimizi anlattık.
... Alman Bakan özel olarak bu soruyu sormadı ama
tartışma bununla başladı. FP kapatıldıktan sonra Mec
lis ’deki değişiklikler güncel olduğu için tartışıldı. Farklı
görüşler ortaya kondu. Ben de esas olarak Türkiye ’de sis
42
temin bir sorun olduğunu, Türkiye ’de siyasi partilerin siya
setin gerçek belirleyeni olmadığını, siyaseti gerçek belirle
yenin Genelkurmay olduğunu söyledim. Bunun üzerine,
Türkiye ’deki sistem yapısı üzerine derin bir tartışma başla
dı.
AYDINLIK Siz bildiğim kadarıyla sol kökenli bir
-
43
nelik olarak etnik farklılıkların ortaya çıkarılması ve mevcut
farkların derinleştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulun
maktadırlar. Özellikle Tarih Vakfı’nm projelerine verilen
desteğin yanısıra, Türkiye’de kimlik ve normların değişimi
konusu, özellikle Körber Vakfı’nın ilgi alanına girmektedir.
Körber Vakfı, Türk-Alman ilişkilerinin geliştirilmesi yo
lunda, Türkiye’de lise düzeyinden itibaren Alman sempati
zanı bir nesil yaratmak gibi geniş vizyonlu (!) bir misyona
da sahiptir (46). Friedrich Naumann Vakfı ise, Türkiye’yi
etnik ve dinsel açıdan paramparça federal bir yapılanmaya
götürecek stratejinin taşeronluğunu üstlenmiştir. Yerel yö
netimlerin merkezi hükümet aleyhine güçlendirilmesi, mer
kezden kopmak isteyen halkların (!) kendi kaderlerini tayin
hakkının ifadesi olarak yerel yönetimleri kullanması, or
mancılık, kobiler, çalışan çocuklar, demokratikleşme, insan
hakları gibi konular, Naumann Vakfı’nın etkinlik konuları
arasında yer almaktadır (47). Gerek Almanya’daki ve ge
rekse Türkiye’deki etnik bölücü yapılanmalara Alman
Devleti’nin tüm olanaklarını dolaylı olarak sunan bir başka
merkez ise, Tehdit Altındaki H alklar Derneği’dir (48).
Ayrıca, Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yürüten Alman
merkezleri de mevcuttur. Örneğin, BND kadrolu rahiplerin
en ünlüsü olan Wolfgang Jungheim’in temsilciliğini yaptığı
Uluslararası Katolik Barış Hareketi, Alman Protestan
Kilisesi Konseyi ise, ülke sınırları içinde PKK ile özdeşleş
tirilen Türk, ve Türkiye düşmanı alevi lik hareketinin
yanısıra, başta Süleymancılar, fethullahçılar ve milli görüş-
çüler olmak üzere, “Alman İslâmî” yaratma projesi doğrul
tusunda tüm sünni ve şafıi yapılanmalara lojistik destek
sağlamaktadır (49). Tüm Türkiye’de faaliyet gösteren BND
orijinli Alman misyonerleri, farklı kilise gruplarını temsil
ediyorlarsa da, ki deprem sonrası Sakarya’da insani yar
44
dımla gelip, kısa bir süre sonra ruhani yardım (!) aşamasına
geçen Alman Protestan Kilisesi, Türkiye-Alman Kilise
leri Birliği ve Federal Alman Kilisesi buna örnek gösteri
lebilir, ortak olarak Almanya’nın Türkiye’deki Büyükelçili-
ği’nin koruması altında bulunmaktadırlar. Ayrıca, tüm bu
istihbaratçı-misyonerlerin ikâmet adresi olarak gösterdikleri
evlerin her nedense tamamı Alanya’dadır. Mardin, Urfa ve
çevresinde Yezidilik, Süryanilik, Asurilik, Keldanilik doğ
rultusunda destek çalışmalarında bulunan Alman misyo
nerleri, Doğu ve Güneydoğu’nun yanısıra, Karadeniz bölge
sinde de -hedef kitle Kürtler, Lazlar ve Aleviler- din değiş
tirme faaliyetlerini sürdürmektedirler. Mürted yani din de
ğiştirmiş Türk asıllı misyonerleri ise, hedef bölgelerde iş
yapan Alman ya da işbirlikçi Türk şirketlerinde istihdam e-
derek kamuflajı sağlamaktadırlar (50).
Türkiye’deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en
önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen
O rient (Doğu) Enstitüsü, 1961 ’de Beyrut’da kurulmuştur.
Enstitü’nün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve A-
raştırma Bakanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Al
manya’nın Türkiye dahil Orta Doğu’da gözü-kulağı olan ve
BND’nin kadrolu elemanlarına “bilimadamı” kamuflajı
sağlayan; 1987’de Lübnan’daki iç savaş nedeniyle tüm ajan
kadrosunu İstanbul’a nakleden Enstitü, 1994’den itibaren
tekrar Beyrut’a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bün
yesinde faaliyet gösteren Ebenhausen Bilim ve Politika
Vakfı’nın yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen
Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman Vakıfları,
sözkonusu Enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türki
ye’de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların “entelektü
el” düzeydeki yazar, sanatçı ve gazetecileri, Enstitü’nün İs
45
tanbul Şubesi tarafından desteklenmekte, sevk ve idare e-
dilmektedir. Enstitü, ayrıca,Tarih Vakfı’na amaçlan doğ
rultusunda proje desteği de sunmaktadır. Türkiye’nin etnik
ve dinsel yapısını en iyi bilen yabancı istihbaratçı olarak
nitelendirilen Dr. Günter Seufert’in yönetimindeki Enstitü
Şubesi, kimi projelerin finansmanında ve gerçekleştirilme
sinde, İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitü
sü ve AB organları arasındaki koordinasyonu da üstlen
mektedir (51). Hamburg’daki Alman Orient Enstitüsü, yine
BND’nin doğrudan gözetiminde, Almanya ve AB ülkele
rinde yaşayan Türk vatandaşları arasındaki dinsel ve etnik
bölücülüğün yanısıra; Türkiye karşıtı tüm örgüt, tarikat ve
cemaatleri? ilgilenmektedir (52). Türkiye’deki Goethe
Enstitüsü ve Alman Kültür Merkezleri ise, Alman istihba
ratçılarının en önemli barındırma-kamuflaj işlevine sahip
merkezler olarak nitelendirilmektedir (53).
3. TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARININ ÇA
LIŞMA YÖNTEMLERİ
Türkiye’ye yönelik dış tehditleri kategorize ettiği
nizde, iki temel yöntemin kullanıldığını görürsünüz. Örne
ğin, Yunanistan, îran, Suriye gibi ülkelerin düşmanlığı net
tir. Dost görünmek için arada bir zorlasalar da, buna, kendi
leri bile inanmazlar. Tanırsınız, bilirsiniz ve önlemini alırsı
nız. A.B.D. gibi müttefik ülkelerin “dostluk” anlayışları ise,
sadece kendi çıkarları açısından sözkonusudur. Dostluk ya
da düşmanlığın nerede başlayıp ne zaman ve nerede bitece
ğine tek taraflı kendileri karar verirler. Ekonomik-siyasal-
kültürel bir egemenliği ve sömürüyü hedeflediklerinden,
son derecede gelişmiş yöntemlerle hareket ettiklerinin far
kına varırsınız. Örneğin, hedef ülkeleri işgal etmek yerine,
dışarıdan Bakan atamak ya da kendi etki ajanlarını doğru
46
dan yönetime getirmek... İşte, Almanya’nın konumu, bu iki
temel kategorinin arasındadır. Hem müttefiktir, hem ucun
dan dostluk gösterir ama buna karşılık en kaba ve sıradışı
yöntemlerle sizi önce parçalamaya ve sonra “arka bahçesi”
içinde sindirmeye çalışır... Düşmanlığı, doğrudan ulus-
devlete ve ulusal bütünlüğümüzedir. Bu bağlamda Alman
vakıflarının yukarıda açıklanan faaliyetleri, Türkiye’deki
yerli işbirlikçilerin yani etki ajanlarının temini ile güçlendi
rilmesi amacına yöneliktir. Tipik bir örnek olmak üzere,
Alman Büyükelçiliği’nin bünyesinde mevcut Türkische
Medien birimi, ulusal ve yerel düzeydeki Türk Basınında
Alman sempatizanı ve de “tetikçisi” gazetecileri araştırmak,
bulmak, yetiştirmek ve bunları gündem belirleyici olarak
etkili medya kuruluşlarında desteklemekle yükümlüdür. Bu
birimin yaptırdığı bilimsel araştırmalardan birinin sonucuna
göre, Türk Basınında Almanya aleyhine en çok yazı ve ha
ber yayınlanan gazete H ürriyet, Almanya aleyhine hiç yazı
ve haber yayınlanmayan gazete ise fethullahçıların Zaman
gazetesidir. Sözkonusu birimin temel görevi, Almanya kar
şıtı medya kuruluşlarını ve mensuplarını pasifıze ederek,
Zaman gibi medya kuruluşlarının sayısını arttırmaktır.
G TZ biriminin görevi ise, etnik bölücülüğü teşvik kapsa
mında Güneydoğu ve Karadeniz ağırlıklı tüm prestij yatı
rımlarının takibi ile, Türkiye’deki devlet ihaleleri başta ol
mak üzere, Almanya’nın çıkan olan tüm ekonomik geliş
meleri izlemek ve gereğini yerine getirmektir (54).
Yine yukarıda örnekleri verildiği üzere, Alman va
kıfları, işbirliği yaptığı Türk NGO’larına proje başına para
vererek kendi yanına çekmekte ve yönlendirmektedir. Ya
pılan iş hiç şüphesiz legaldir, casusluk değildir. Proje başına
para alan Türk NGO’larınm ulusal duyarlılıklan sözkonusu
47
olmadığından, yapılan işbirliği etikdışı olarak da algılan
mamaktadır. Ve hiçbir Türk NGO’su da, kendilerine proje
hazırlatan veya sponsorluk yapan Alman vakıflarının Türk
mevzuatına göre yasal konumda olup olmadığını sorgula
mamaktadır. Bu yüzden, ulusal ya da uluslararası etkinlikle
rini beş yıldızlı otellerde yapmak isteyen iddialı
NGO’lardan, etkinliklerinde sadece salon tahsisi ve çay-
pasta ikramına razı (!) mütevazi NGO’lara kadar uzanan
çizgide, Alman vakıfları, tüm taleplere cevap verecek eko
nomik serbestiye sahiptirler. Bu ekonomik serbestinin her
yıl yüzmilyonlarca mark harcanarak elde edildiğinin altını
çizmek gerekmektedir. Bu arada, başta kobiler, kısmen çev
recilik ve kadın sorunları olmak üzere, Alman vakıflarının
arada bir gerçekleştirdikleri “sakıncasız” ve “zararsız” et
kinliklerinin de hakkını teslim etmek icap etmektedir.
Almanya, Türk üniversitelerinde ve de bürokraside
“etki ajanı” (en olumsuz halde Alman sempatizanı) yetiş
tirmek için de büyük meblağlar harcamaktadır. Örneğin,
Alexander von Humboldt Vakfı, Boehringer Ingelheim
Fonds Vakfı, C ari Duisberg Gessellschaft e.v.,
Deutscher Akademischer Austauschdienst e.v.,
Friedrich Naumann Vakfı, Fritz Thyssen Vakfı, Hanns
Seidel Vakfı v.d. Elbette ki bu vakıflardan burs alan Türk
vatandaşlarını potansiyel Alman “etki ajanı” olarak kabul
etmek yanlıştır. Kesin olan gerçek şu ki, Türk bursiyerler i-
çin her yıl yüzmilyonlarca mark harcayan Alman vakıfları,
ABD vakıfları kadar sonuç almada başarılı (!) değillerdir
ama bu ileride başarılı olmayacakları anlamına da gelme
mektedir. Şimdilerde, eski bursiyerlerle ilişkiyi koparma
mak için DAAD yani Alman Akademik Değişim Servisi
harekete geçirilmiştir. Tüm bu alandaki faaliyetler, Anka
48
ra’daki Büyükelçilik (Kültür Ataşesi) ve İstanbul Başkon
solosluğu üzerinden gerçekleştirilmektedir. BND, tüm bu
orta ve uzun vadeli yatırımların meyvelerini toplama aşa
masına gelmiştir. Örneğin, Türk Üniversitelerinde görevli
çok sayıda akademisyene, projelendirilen kritik konularda
çalışmalar yaptırılmıştır ve yaptırılmaya da devam edil
mektedir: Türkiye’deki etnik, dinsel, ekonomik, siyasal,
toplumsal ve kültürel farklılıklar ve değişimlerle ilgili, bir
başka ifadeyle istihbarat değeri taşıyan konularda bugüne
kadar yüzlerce proje, Türk akademisyenlerine yaptırılmış
tır. Türkiye’nin güçlü ve zaaf (yumuşak karın) noktalarını
ortaya koyan bu bilimsel dosyalar, bugün Alman Devle
ti ’nin istihbarat arşivinde temel başvuru kaynakları arasında
yer almaktadır.
Kısaca, Almanya, “proje bedeli”, “şerefiye”, “burs”,
“bedava tatil”, “inceleme gezisi”, “araştırma bedeli”, “mas
ra f’, “telif’ gibi adlar altında Türk NGOTarına, gazetecile
re, akademisyenlere, mülki ve yerel yöneticilere, başta me
mur sendikacıları olmak üzere tüm sendikacılara, meslek o-
daları yöneticilerine, çevrecilere adeta para dağıtmakta;
teknik deyimle “çengel atmaya” çalışmaktadır. Amaç, bu
ülkede en az ABD’nin olduğu kadar güçlü “etki ajanı” kad
rosuna sahjp olmaktır. BND, bu amaç doğrultusunda, İzmir
Karaburun ve Ayvalık’ın yamsıra, Alanya, Mersin ve İs
kenderun’da oteller kapatmakta; Türk Devleti’nin istihbarat
birimlerinin acizliğinden ve siyasal irade yoksunluğundan
istifadeyle, bu otellerde, Türkçe öğrenecek Alman istihba
ratçılarına dil eğitiminin yanında, kendilerini anarşist, bölü
cü, sosyalist olarak tanımlayan en marjinal siyasal gruplar
dahil tüm Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarına bedava hizmet
sunmaktadır. Bütün bunlar, alenen ve kabaca, gözümüze a
49
deta “soka-soka” yapılırken; ilgililer ve de yetkililer, gözle
rini yummaya, kulaklarını tıkamaya devam etmektedirler.
4. TÜRKİYE VE ALMANYA: ÇATIŞAN POLİTİKA
LAR
Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında Türk Devle-
ti’nin Almanya’ya karşı uyguladığı bir strateji var mı? Ke
sinlikle yok!.. Türkiye, faşist Almanya’nın emperyalist po
litikalarını etkisizleştirecek bir stratejiye maalesef sahip de
ğil!.. Hiçbir konuda alınmış önlemi ya da misilleme politi
kası bulunmamakta!.. Almanya’nın, Yugoslavya’nın par
çalanması aşamasında -Hırvatistan ve Slovenya’nın bağım
sızlıklarını kazanmaları için- Dış İstihbarat Servisi BND’ye
tahsis ettiği bütçe 12.000.000.000 (onikimilyar) DM. BND,
bu bütçeyi kullanarak Yugoslavya’yı etnik çatışmaya sü
rükledi ve amacına ulaştı. Ya Türkiye için bugüne kadar
harcanan milyarlarca mark?!. Üstelik ellerinde, Türk Top-
lumunun minimize halini oluşturan, adeta toplumsal
laboratuvar gibi çalıştıkları 2.5 milyon Türk var. Sorun,
onların Türklükten ve Türkiye’den koparılması olsa, belki
bu acizliği bir dereceye kadar hoş gören “nemelâzımcılar”
çıkabilir. Ancak sorun, Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmezliğinin, bağımsızlığının tehlikede olması!.. Türki
ye’de yönetenler değişmediği sürece, bu kısır döngü bir
karayazgı biçimde tecelliye devam edecek. Tıpkı, tarafım
dan yazılan ve geçen yıl yayınlanan “Türkiye’de Etki A-
janları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar R aporu” baş
lıklı makalede yeralan aşağıdaki satırlara rağmen hiçbir şe
yin değişmediği gibi:
50
“Türkiye dahilinde kontr-espiyonaj faaliyetlerini
yürütmek MÎT'nın asli görevidir. Askeri alanlarda da hiç
şüphesiz TSK istihbarat kuruluşları faaliyet gösterme yetki
sine sahiptir? Ya etki ajanları ya da nüfuz casusları için?!.
Türkiye'de m aalesef böyle bir misyonu olan resmi kurum
yok!.. Olmadığı için de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
kendini savunma mekanizması fe lç olmuş durumda!.. İşte,
hedef ülkelerde etki ajanlarını en yoğun biçimde kullanan
ve kendi ülkesinde ise hasım ülkelerin etki ajanlarına hayat
hakkı tanımayan örnek: Almanya!..
Alrhanya'da kontr-espiyonaj, etki ajanlığı ve benzeri
faaliyetlerle mücadeleyi üstlenen Federal Anayasayı Koru
ma Teşkilâtı B fV (Bundesamt fü r Verfassungsschutz) 'm
yanısıra, ulusal polis örgütü ve de dış istihbarat servisi
BND (Bundesnachrichtendienst) arasında koordinasyonu
sağlamakla yükümlü ve de geniş yetkiye sahip -Em est
Uhrlau'nun yönetiminde- ayrı bir birim daha bulunmakta
dır. Almanya’daki Türklere yönelik olarak bu istihbarat ser
vislerinin koordirıeli biçimde yürüttükleri faaliyet sonrasın
da, Türkiye’deki siyasal-dinsel ve de etnik bölünmüşlüğün
küçük bir modeli oluşturulmuştur. Almanya'da faaliyet
gösteren her türlü şeriatçı-mezhepçi, nizâm-ı âlem ülkücü
sü, ikinci cumhuriyetçi, bölücü, marksist terör örgütleri, y i
ne Türk kimliğine, Türk Devletine, Cumhuriyete, laik hukuk
sistemine, kısaca Türkiye'ye karşıdırlar. Yalnız bir farkla,
kuklalaştırılmış sözkonusu örgütlerin tamamı, Alman istih
barat servislerince sımsıkı kontrol altında -Türkiye'ye karşı-
sevk ve idare edilmektedirler. Alman istihbarat servislerinin
kontr-espiyonaj ve etki ajanlığı faaliyetlerine karşı kendi
ülkesindeki duyarlılığı, kabul edilebilir sınırlar dışında, a-
deta paranoya derecesindedir. Örneğin, kendi vatandaşla
51
rının sorunları ile ilgilenmek gibi asli görenlerini yerine
getiren diplomatlarımızdan yedisi, geçtiğimiz yılın başında,
iki grup halinde (önce üç, sonra dört) olmak üzere- casus
luk suçlamasıyla sımrdışı edilmek istenmiştir. Türkiye, bu iş
için bizzat Ankara'ya gelen Almanya İstihbarat Servisleri
Koordinatörü Ernest Uhrlau'nun baskılarına -koşullu da ol
sa- sonuçta boyun eğmiş; diplomatlarımız geri çekilmiştir.
Resmi gerekçe her ne kadar, sözkonusu diplomatlarımızın,
350 Türk vatandaşının ölümünden doğrudan sorumlu olan
PKK'nın sözde komutanı Cemal kod adlı Murat Karayılan'ı
izleyerek casusluk (!) faaliyetinde bulunmaları ise de, ger
çek gerekçenin bir misillemeden ibaret olduğu yadsınama-
yacak ölçüde açıktır: Önceki M İT Müsteşarı döneminde,
M İT i kontrol altında tutma ve yönlendirme çabalarındaki
başarıları ■bilinen BND, halihazırdaki M İT Müsteşarı dö
neminde -ki bu dönemde Almanya'nın desteğindeki PKK'nın
üst düzey yöneticilerine yönelik iki başarılı sımrdışı operas
yonu: "Yarasa Operasyonu" (Şemdin Sakık ve A rif Sakık),
"Safari Operasyonu" (Abdullah Öcalan) gerçekleştirilmiş
tir- kendilerine yönelik tüm bilgi akışının kesilmesinden
dolayı paniklerken, üstüne üstlük PKK'nın bir başka katili
olan Cevat Soysal'ın 21 Temmuz 1999'da Moldova'da M İT
görevlilerince derdest edilerek Türkiye'ye getirilmesi ile
tüm dünya istihbarat servislerinin önünde resmen aşağı-
lanmıştır. Zira, Soysal'ın yakalanmasının açıklaması, Al
manya'nın Dışişleri Bakanı Joschka Fisher'in Türkiye ziya
reti sırasında -özellikle- yapılmıştır. Ve Alman Bakana, cani
Soysal'ın üzerinden çıkan M önchengladbach (Eyalet Ofîsi-
LfV ) mahreçli 0790937 No.lu seyahat belgesi gösterilerek
açıklama istenmiştir. Ve M İT Müsteşarı, bu gelişmelere ta
vır olarak Almanya'ya yapacağı planlı gezisini iptal etmiş
tir. İlk kez Türkiye'ye yönelik düşmanca faaliyetlerden dola
52
yı hem de resmi bir belgenin hesabının sorulması ve de ta
vır konulması, işte sözkonusu misillemenin kaynağını oluş
turmuştur. Bu konularda Almanya'nın tek yanlı kural tanı
mazlığı, diplomatik nezaketsizliği, hatta saldırganlığı yeni
bir olgu değildir, tıpkı son olmayacağı gibi. Hâlâ hatırlar
dadır, 1989'da Stuttgart Başkonsolosluğumuzda görev ya
pan iki, Berlin Konsolosluğumuzda görev yapan iki, Bonn
'da, Nürnberg'de, Hamburg'da ve Köln'de görev yapan bi
rer diplomatımız olmak üzere, toplan sekiz diplomatımızın
"casus" suçlaması ile Türkiye'ye dönmeleri sağlanmıştı.
Keza, 1994'de Bonn'daki Büyükelçiliğimizde iki, Berlin'de
ise bir diplomatımız, yine "casusluk" suçlaması ile geri
gönderilmişti.
Gelelim Türkiye'deki "Almanya"ya. Türkiye'nin A l
manya'nın ulusal bütünlüğü aleyhine hiçbir am acıya da gi
rişimi yok. Almanların irredandist-şoven ırkçılığı ise, sade
ce insan hakları ve de işçilerimizin can güvenliği ile sınırlı
olarak takip ediliyor, hepsi o kadar. Türkiye'nin 2.500.000
vatandaşının mevcudiyetine karşın, Almanya'da geçerli bir
‘‘etki ajanlığı"program ı bile bulunmuyor. Her ne kadar tek
yanlı çalışan Gümrük Birliği Anlaşması dolayısıyla aksi
mümkün olmasa da, Alman şirketlerine yönelik ihale ya da
ithal kısıtlaması sözkonusu değil. Kısaca hiçbir olumsuz
önyargımız olmadığı gibi, olumsuz yaptırım politikamız da
yok. Türkiye'nin Almanya'daki vatandaşlarının ulusal kim
liklerinin korunması, huzur ve can güvenliklerinin sağlan
ması yolunda izlemede bulunması sadece bir hak değil, u-
luslararası mevzuata göre de kabul edilmiş bir yükümlülük.
Tıpkı, Almanya'nın Türkiye'de yaşayan 100.000 civarındaki
etnik Alman vatandaşını izleme, koruma, hak ve hukukunu
savunma yükümlülüğü gibi. Türkiye Almanya’nın bu yü
53
kümlülüğüne saygı duyuyor. Almanya ise asla. Almanya,
Rusya Federasyonu, ABD, Çin, İran gibi stratejik önemi o-
lan ülkeler gibi Türkiye'de de görev yapan tüm diplomatla
rını (Büyükelçi, Müsteşar, Başkonsolos ve tüm Konsoloslar,
her derecedeki Sekreterler, Basın-Eğitim-Kültür Ataşeleri)
BND kadrosundan atamaktadır. Askeri ataşelerinin bile
AN Bw (Amt fü r Fernmeldwesen Bundeswehr) mensubu ol
duğu tüm ilgililerce bilinmektedir. Örneğin, bu ülkenin An
kara Büyükelçiliğine geçtiğimiz yılın başında atanan Dr.
RudolfSchm idt'in ilk işi, KDP'nin İrtibat Bürosu'nda (sözde
Kürdistan Büyükelçiliği) verilen izinsiz nevruz resepsiyonu
na katılmak olmuştur. Arkasından, Alman Dışişleri Müste
şarının "artık kürtler için federasyonun tartışmaya açılma
sı" talebi gelmiştir. Büyükelçi, 27.6.2000'de, Diyarbakır'da
39.5 milyon DM'a malolacak atıksu arıtma tesisinin temel
atma törenine, "kürdistan" mizanseni içinde katılarak şov
yapmıştır. Bir başka deyişle, bölge halkına ülkesi adına
doğrudan destek mesajı vermiştir. Akabinde, Alman Kal
kınma Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Peter Trevner başkanlı
ğındaki heyetin sözde yatırım amaçlı gezisi -hem de iki ay i-
çinde iki kez- sözkonusu olurken, bunu diğer Alman heyetle
ri izlemiştir. Nedense ziyaretler, Mondros Mütarekesi ile
Sevr Antlaşması'nda yeralan "vilâyat-ı sitte"ye yapılmakta
dır, yoksa ekonomik açıdan çok daha geri olan Kastamo
nu'ya, Bolu'ya, Yozgat'a değil. Türkiye'deki şeriatçı yapı
lanmalarla doğrudan ilişki içinde bulunan BND ajanları,
bir başka koldan "misyonerlik" kisvesi altında da faaliyet
sürdürmektedirler. Alman Sefaretinin diplomatik dokunul
mazlığı ile gerçekten dokunulamayan BND misyonerleri,
binlerce Türk vatandaşını îslâmiyetten koparmayı başar
mışlardır. Örneğin, sözde depremin yaralarını sarma gibi
son derecede insancıl amaçlarla izin alarak Adapazarı'na
54
gelip de burada psikolojik sorunlarını devam eden
depremzedelere din değiştirme telkinatı yapan BND bağ
lantılı üç örgüt: "Alman Protestan Kilisesi", "Federal A l
man K ilisesi" ve "Türkiye-Alman Kiliseleri Birliği", yıkıcı
faaliyetlerini el'an sürdürmektedirler. Türkiye, bugüne ka
dar hiçbir Alman diplomatını ve de görevlisini sınırdışı et
me irade ve kararlılığını gösterememiştir. Bu, nasıl bir so
rumsuzluk ve onursuzluktur?
Kaydedilen o ki, BND'nin kontrolünde Türkiye'de
etki ajanı bulan-yetiştiren, sevk ve idare eden "Humboldt
Vakfı", "Konrad Adenauer Vakfı", "Heinrich Böll Vakft."gi
bi vakıfların yanışım , gazeteci, araştırmacı, arkeolog, sos
yolog, işadamı, çevreci vb. kimliğinde -yüzlerce değil- bin
lerce BND ajanı Türkiye'de, Türkiye aleyhine faaliyet yü
rütmektedir. Ama Türkiye, misilleme politikası uygulama
maktadır; daha doğru deyişle, -karar mekanizmalarına yu
valanan Alman etki ajanlarının engellemesiyle- uygulaya
mamadadır. Hatta o kadar ki, İçişleri Bakanlığı'nın
24.3.2000 tarihinde yürürlüğe koyduğu, Türkiye'ye girilme
sine izin verilmeyecek 56 kişilik sakıncalılar listesinde, Yeni
Zellanda'dan Romanya'ya kadar pek çok ülkeden isim bulu
nurken bir tek Alman'ın ismine rastlanılmamaktadır. Bunun
adı, vatanseverlik ya da devlet adamlılığı değildir. Bağım
sızlığın, bağımsız dışpolitikanın olmazsa olmaz türünden en
önemli ilkesinin biri ulusal güç kaynaklarını harekete ge
çirmekse, en az onun kadar önemli olan bir diğeri misilleme
yapmaktır. Hem ulusal güç kaynaklarını harekete geçire-
meyeceksiniz ve hem de misilleme politikalarını üretip yü
rürlüğe koyamayacaksınız. Bunun adı, olsa olsa manda zih
niyetti maşalıktır, etki ajanlığıdır ya da gafilliktir" (55).
55
Türkiye’deki Almanya’nın gücünü ifade etmek için,
yukarıda verilen bilgiler son derecede yetersiz ve yüzeyel
kalmaktadır. Almanya tehlikesini görmek, sahip olduğu bil
gi ve kadro gücünün Türkiye’nin çıkarları aleyhine nasıl
kullanılabileceğini anlamak için, öncelikle “FIAN Örgütü-
Bergama Dosyası”nın sayfalarını açmanız gerekecektir. Bu
dosya bilinmeden, hasım Almanya’yı tanımak, anlamak ve
de Almanya’ya karşı sağlıklı politikalar üretmek tek kelime
ile olanaksızdır. Alman emperyalizmi adına, emperyalist
karşıtı söylemlerin nasıl ifade edildiği; Türk ulusalcılarının,
antiemperyalist kesimlerin, çevrecilerin, alevi kökenli
protest karakterli Türk köylülerinin nasıl kullanıldığı, tüm
belge ve ayrıntıları ile ikinci bölümdeki dosya içinde
yeralacaktır.
56
İKİNCİ BÖLÜM
57
yakından ilgilenmektedir. Toprakaltı faaliyetlerinin en bili
nenleri, arkeoloji ile ilişkili olanlarıdır. 1860’lardan bu yana
Osmanlı ve müteakiben Türkiye topraklarında sürdürülen
arkeoloji çalışmaları, Alman ırkçılığı lehine yorumlanan
bazı iddialara dayanak teşkil etmiştir (56). Tıpkı, Truva’da,
Bergama’da, Hattuşa’da ve Zeugma’da olduğu gibi. Dün
yanın en sapkın faşist söylemcileri arasında yer alan Alman
ırkbilimcileri-arkeologları, üstün ve saf Alman ırkının, tari
hi Aryenle're dayandığını iddia etmektedirler. Onlara göre,
dolikisefal kafatasına sahip Aryenlerin, yani Almanların
büyük büyük atalarının (!) varlığı, Anadolu'nun bir Alman
vatanı olduğunu ispatlamaktadır. Bu sapkınsöyleme -ki teo
ri bile denemez- göre, Hititler de Aryenlerden gelmektedir.
"Aryen Nesi"ler Ankara'nın, "Aryen Pala"lar Çorum-Afyon
arasının, "Aryen Selukid"ler de Zeugma'nın asıl sahipleri
dir. İşin ilginç tarafı, Kürtler ve Urartularm devamı (!) Er-
menilerin de Aryenlere dayandığını iddia eden Prof.Dr. Jörg
Wagner, F. Hans Günther gibi Alman arkeologlar (!), ken
dilerinin daha farklı olarak Aryenlerin en saf ve asil boyun
dan geldiklerine inanmaktadırlar. Böylece, Türkiye'deki "47
ayrı etnik halk"ın mevcudiyetini ispatlama gayreti içine gi
ren Almanya, PKK’ya verdiği desteğin meşruluğunu ırk ak
rabalığı ile sağlama almaktadır. Ne var ki, küçük mü küçük
bir ayrıntı, dikkatlerden kaçmaktadır: Teoriye göre, Aryen
ırkı, uzun kafalı, uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın bir
tipolojiye sahiptir. Simsiyah saçlı, kara gözlü Ermenilerle,
benzer tipolojiye sahip Kürtler arasındaki birliktelik, ideal
Aryen tipolojisine hiç mi hiç uymamaktadır. Bu tuhaf Al
man söylemcilerine göre, Osmanlı Devleti'nin kurucuların
dan Orhan Gazi de Aryen ırkına sahiptir (mavi gözlü, sarı
şın, uzun kafalı ve uzun boylu) ama ne hikmetse dedesi, ba
bası, kardeşleri ve de çocuktan brakisefal kafatasına sahip
58
Türklerdir. Bu söylemciler arasında yer alan Manfred
Korfmann, bizzat geliştirdiği tezi (!) ile Yunan faşisti arke
ologları bile çileden çıkaracak varsayımlarda bulunmakta
dır. Ona göre, Truva uygarlığının Helen uygarlığı ile bir il
gisi bulunmamaktadır. Çünkü Troya uygarlığı, özgün bir
Aryen uygarlığıdır ve buna göre Anadolu, Avrupa'nın ayrı
lık kabul etmez bir etnik uzantısıdır (tabii ki işgalci (!)
Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir parçasıdır). Bu
tezin (!) bir adım sonrası, “Almanların büyük büyük dedele
rinin esas vatanı Anadolu’dur” söylemidir. Bu iddialar so
nucu, Alman ırkçılarının gözünde, Türkiye "arka bahçe"
olmaktan çıkmış, büyük Alman evinin bir "zimmer"i ol
muştur. Ve tabii bu bölümün altındaki tüm tarihsel kalıntılar
ve doğal zenginlikler de... Bu megalomani, kabul edilemez
bir çifte standartla, Almanya’nın Türkiye’ye yönelik konu
ile ilgili tüm politikalarına da yansımıştır. Doğubilimci Ta
mer Bacmoğlu’nun deyimiyle: “Anadolu’nun ‘A ryen’yurdu
olduğunu belgeleyecek kazılara devam. Döviz sağlayacak
madenciliğe, toprağın ‘A ryen’ katmanlarım ıslatacak ba
rajlara hayır!..'’'’ İşte Ilısu Barajı, Birecik Barajı ve GAP
kapsamındaki diğer barajlara karşı artık kanıksadığımız
Alman tepkisi ve engelleme girişimlerinin altında yatan -
salt PKK desteği dışındaki- nedenler!..
1. ALMANYA’NIN BERGAMA’YA İLGİSİNİN TA
RİHSEL VE EKONOMİK NEDENLERİ
Almanların Bergama’ya olan ilgisi, 1865 yılına ka
dar uzanmaktadır. Bu yıldan başlayarak 1871 yılına kadar
devam eden izinsiz kazılar sırasında çıkarılan tarihsel bu
luntular, yine izinsiz olarak Osmanlı sınırlarından çıkarıla
rak, Berlin’de sergilenmiştir. Arkeolojik hırsızlıkta sınır ta
nımayan Almanya, bu defa Bergama’daki kültür hazineleri-
59
nin “ruhu” nu oluşturan Zeus Sunağı’na göz dikmiştir.
1877’de başlayan kazılarda elde edilen tüm buluntular, -
Zeus Sunağı dahil- numaralanarak takip eden yirmi yıllık
süreçte Berlin’e kaçırılmıştır. Mesleki etik kurallarını ihlâl
eden çok sayıda hırsız arkeologdan söz edilmektedir; ancak,
Bergama’daki tarihsel eser hırsızlığı ve kaçakçılığında tüm
bu suçlan işleyen-işleten bizzat Alman Devleti’nin kendisi
dir, tıpkı Osmanlı ve Mısır’daki tarihsel hâzineleri yağma
layıp Londra’ya kaçırtan İngiltere gibi.
Almanya Bergama’yı o kadar yağmalamıştır ki, sa
dece Zeus Sunağı’nı sergileyebilmek için ayrı bir müze
yapmak gereği doğmuştur. İşte, Pergamon Müzesi’nin
1910’da başlayan inşası, ancak 1930’da tamamlanabilmiş
tir. Bu müzeyi her yıl ziyaret edenlerin sayısı, Bergama’yı
ziyaret eden turistlerden onlarca kat daha fazladır.
Pergamon Müzesi’nden elde edilen yıllık gelirin net mikta
rı bilinmemekle birlikte, 250-300 milyon DM civarında ol
duğu tahmin edilmektedir. 1930’dan günümüze bu geliri
hesapladığınızda -beş yıllık savaş dönemini çıkararak- (250
milyon DM x 65 yıl) toplam miktarın BergamalIlardan, do
layısıyla Türkiye’den çalınan miktar anlamına geldiğini
saptarsınız. Sorun, sadece Zeus Sunağı ve binlerce parçadan
oluşan -k i fiziki mekân yetersizliği nedeniyle depolarda
muhafaza edilen Bergama’dan kaçırılmış binlerce tarihi ese
rin varlığından müze yetkilileri ve rehberler söz etmekte
dirler- Bergama’ya ait hâzinenin gaspedilmiş olması değil
dir; en az onun kadar, BergamalIlara, dolayısıyla Türki
ye’ye, Türk Ulusu’na ait bu hazine üzerinden kazanılan ser
vetten asıl sahiplerine en küçük bir pay verilmemesidir.
A.B.D. bile, yıllar önce Türkiye’den kaçırılan Karun Hazi-
nesi’ni asıl sahiplerine iade ederken, Almanya, yüz yılı aş
60
kın bir süre önce işlenmiş hırsızlık ve kaçakçılık suçunu,
hâlâ ikrar ile üstlenmeyi ve sürdürmeyi yanına kâr kabul
etmektedir. İnsan haklan, kültürel haklar, azınlık haklan,
te’lif haklan ve benzeri haklann sözcülüğünü yaparak her
fırsatta Türkiye’yi uluslararası platformda sorgulayan, kö
şeye sıkıştıran, yaptırım uygulanmasını talep eden Alman
ya, konu Zeus Sunağı ve diğer hazineler olduğunda -halk
deyimi ile- körleri ve sağırları oynamaktadır. Ama diğer ta
raftan da, Hitler Dönemi’nde sistematik biçimde öldürülen
milyonlarca Yahudi kurbanın yakınlarına milyarlarca dolar
tazminat ödemeye devam etmektedir. Tüm bu açılardan
Almanya, BergamalIlar ve tüm Türk ulusu için sabıkası
tescilli bir hırsız devlettir. Hiç şüphesiz, çaldıklannı asıl sa
hiplerine özür dileyerek ve de tazminatını ödeyerek iade
etmediği sürece de öyle kalacaktır. Gerçek ortada olduğu
halde, özellikle BergamalIlar açısından yüzkızartıcı geçmi
şine, sürüp- giden borcuna rağmen Almanya, yine Berga
malIları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilir mi, yön
lendirebilir mi? Yanıtı merak ediyorsanız, önce “Bergama
Dosyası”nı incelemek zorundasınız...
1.1. ALMANYA VE ALTIN POLİTİKASININ ÇER
ÇEVESİ
“Bergama Dosyası”, Almanya’nın Türkiye’de -tüm
kaynak ve deneyimleri ile- neler yapmaya muktedir oldu
ğunu gösteren bilgi ve belgeleri içeren bir çalışmadır. Al
manya’nın Bergama’da asıl ilgilendiği konu, artık alışıla-
geldiği üzere etnik, dinsel-mezhepsel ya da arkeolojik değil,
biraz farklı olarak bu defa “altın” konusudur. Bergama’da
altın üretimi yapılmakta mıdır? Yanıtı çok net, hayır!.. O
halde sorulması gereken soru şudur: Almanya, neden tüm
kaynaklan ve olanca gücü ile Bergama ile özel surette il
61
gilenmeye devam etmektedir? İşte bu sorunun tek başına
yanıtı bile, Türkiye’ye yönelik Alman emperyalizminin
farklı boyutlarını teşhire yeterlidir. Ancak, esas yanıtı, Hazi
ran 1997’nin ilk haftasında Bergama’yı “denetleyen” Al
man Yeşiller Partisi’nin Hassen Örgütü sözcülerinden BfV
bağlantılı Milletvekili Reimer Hamman şu cümlelerle ver
miştir: “Bugün Almanya’da 90.000 ton altın stoku bulu
nuyor. Bunun yanında 17 yıldır da altın fiyatları sürekli
düşüyor. H er ülkenin haddinden fazla altın stoku var.
Dünya piyasasında altın tükense, Almanya’nın altını ye
ter. Degussa firması aynı zam anda altın ticareti yapan
firm adır. Siyanür pazarı da bunların elinde üretiliyor.
Yani reel anlam da altın fiyatı düştükçe, madenlerin iş
letmesine de gerek yok...” (57).
Reimer Hamman’ın söyledikleri yüzde yüz doğru
olmakla birlikte eksiktir. Hamman, şecaat arzederken, ger
çekte 100 bin tonun üzerinde olan Alman altın stokunun na
sıl oluştuğunu söylememektedir. Oysa, ekonomi ve maden
cilikle ilgili herkesin bildiği gerçek şudur: Almanya’nın
İmparatorluk dönemine ait altın stokları, I. Dünya Savaşı
sonunda “harp tamiratı borcu” kapsamında itilaf devletleri
tarafından paylaşılmıştır, bir başka ifadeyle sıfırlanmıştır.
Bu nedenle, bugünkü stokun kaynağını Hitler döneminde a-
ramak gerekir. Nazi Almanyası, II. Dünya Savaşı döne
minde işgal ettiği tüm ülkelerin altın stoklarına elkoyarken,
milyonlarca savaş esiri işçinin yanısıra, öldürülmek üzere
fırınlara ve toplama kamplarına yollanan milyonlarca Ya
hudi’nin sahip olduğu tüm ziynet eşyalarını -altın dişleri
dahil- gaspetmiştir. Kısaca, Almanların övündüğü bu altın
stokunda kan, gözyaşı, acı, ölüm, bir başka ifadeyle mil
yonlarca insanın ahi vardır. Diğer yandan, Almanya’da al-
62
tın madeni bulunmadığı gibi, dış ülkelerde altın üretimi ya
pan Alman firması da bulunmamaktadır (58). 1998 Yılı iti
bariyle dünyada üretilen altın miktarının 2.600 ton olduğu
ve rezervlerin hiç eksilmeyeceği varsayılsa, Almanya’nın
sahip olduğu altın stoku miktarına ulaşabilmek için tüm
dünya ülkelerinin -hiç tüketmeksizin- yaklaşık 40 yıl altın
üretimi yapması gerekecektir. Kaldı ki, dünya altın rezervi
nin 43 bin tondan ibaret olması, Almanya’nın bu alanda ra-
kipsizliğini ortaya koymaktadır. Alman altın stokunun
kaynağı ortadayken, bu ülke, büyük bir onursuzlukla ve
vurdumduymazlıkla, altın ticareti üzerinden böylece çok
büyük kazançlar sağlamaktadır. Hamman’ın dediği gibi, al
tın üretimi demek, arz-talep dengelerinin altüst olması ve
fiyatların düşmesi demektir. Fiyatların düşmesi, Alman
ya’nın zararına, yükselmesi ise yararınadır. Şu halde Al
manya’nın çıkarı, altın üretimini dünyanın her yerinde en
gellemektir.
Ancak Almanya’nın, gücünün yetmeyeceği, ABD,
Kanada, Avustralya, Güney Afrika gibi büyük altın üreticisi
ülkelere ya da küçük ölçekli altın üreticisi İtalya, Fransa,
İspanya, hatta Yunanistan gibi AB üyesi ve İsveç, Finlandi
ya gibi Avrupa ülkelerini engellemesi, kesinlikle sözkonusu
değildir (59). İşte, ulusal çıkarlarının hesabında, ekonomik
ve siyasal dengeleri gözeten Almanya, altın üretiminin art
maması yolunda, “diş geçirebileceği” dört ülkeyi gözüne
kestirmiştir: Türkiye, Peru, Gana ve Hindistan. Almanya,
bu dört ülkede iki önemli avantaja sahiptir: Birincisi, bu ül
kelerin yönetiminde, medyasmda, bürokrasisinde, sivil
toplum örgütlerinde harekete geçirebileceği yeterli sayıda
“etki ajanı”na sahiptir (kaldı ki, gelir dağılımında ciddi bo
zukluklar olan bu dört ülkede, karar tercihini Almanya’dan
63
yana yapacak etki ajanı bulmak hiç de sorun değildir). İkin
cisi, bu dört ülkenin dış müdahale yolu ile kullanılmaya
müsait etnik, dinsel-mezhepsel farklılıkları çok iyi bilin
mektedir. Almanya’nın bu avantajlarla birlikte kullanacağı
güncel müdahale gerekçeleri de, hemen herkesin kabul ede
bileceği “tarihsel mirasa sahip çıkmak” söylemi ile “eylem-
sel çevrecilik”tir.
64
ve Ermenistan başta olmak üzere, Avrupa’daki 16, tüm
dünyadaki 661 işleyen altın madeninden çevreci eylemlere
muhatap olarak kapatılan ya da üretimden alıkonan maden
sayısı, hiçbir zaman bir elin parmaklarını geçmemiştir. Son
derecede geri ve yetersiz teknoloji ile işletilen Roman
ya’daki Baia Mare madeni bile, 30 Ocak 2000’de atık havu
zunun aşırı yağışlar sonucu taşmasıyla ortaya çıkan çevre
felâketinin ardından kısa bir süre sonra önlemlerini tamam
layarak üretime açılmıştır.
Gelelim Türkiye’ye!.. Dünyada altın üretimine kar
şı en yoğun, en uzun süreli, en gürültülü, en organize, en
renkli, en anarşist, en dıştan yönetilen, en anti-emperyalist,
en etnik, en mezhepçi, en sosyalist, en ulusalcı tepkiler
gösterilen tek ülke, Türkiye!.. Ve bu tepkinin simgesi de
Bergama!..
Bu anormalliğin traji-komik bir yönü de, Türkiye’de
altın üretiminin hiç sözkonusu olmayışı!.. Üretilmeyen al
tın için kitlesel kıyametler koparılan bir ülkenin, araştırma
yan, sessiz, duyarsız insanlarıyız hepimiz. Oysa biliyoruz
ki, dünyanın ilk bakır, kurşun ve demir maden işletmesi ile
ilk metalurjik uygulaması Anadolu’da yapılmıştır. Dünyada
ilk altın parası Anadolu’da tedavüle sokulmuştur (60). Ve
Cumhuriyete kadar da tüm madenler gibi, altın madenleri
nin işletme hakkı da yabancı şirketlere verilmiştir (61).
Atatürk, dünyanın da bildiği yeraltındaki altın zenginliğimi
zi ulusal ekonomiye kazandırmak amacıyla, 1933 yılında
“Altın Arama ve İşletme İdaresi”ni kurdurmuştur. Ancak,
O’nun aramızdan ayrılmasından sonra, ilke ve devrimleri-
nin unutturulması çabaları kapsamında, bu kurum da işlev
kaybına uğratılarak kuruluş amacından uzaklaştırılmıştır.
65
Bugün, Türkiye’de işletilen bir tek altın madenimiz maale
sef bulunmamaktadır.
Oysa, tüm dünya gibi bizler de biliyoruz ki, altın ü-
zerinde oturuyoruz; ancak üretimini siyasal irade ve karar
lılıktan, ulusal duygu ve bilinçten yoksun yöneticiler yü
zünden beceremiyoruz, ayrıca da engelleniyoruz. Maden
Tetkik Arama Enstitüsü’nün verilerine göre, Türkiye’nin
bilinen ve envanteri yapılmış altın rezervi 575 tondur. Tür
kiye’nin altın oluşumuna son derecede elverişli jeolojisi ne
deniyle, günümüzde ortaya konulmuş olan işletilebilir altın
rezervinin çok üstünde bir rezerv beklenmektedir. Türkiye
altın potansiyelinin tahmin edilmesi amacıyla yapılan bir a-
raştırmanın sonucunda, tahmini altın potansiyelimizin 6.500
tona çıkabileceği hesaplanmıştır (62). Ne var ki, Türkiye’de
altın potansiyelinin ortaya konulabilmesi için 8 milyar dolar
arama yatırımı (risk sermayesi) ve 12 milyar dolar işletme
yatırımı yapılması gerekecektir. Bu ağır yükü tek başına
karşılama olanağı bulunmayan Türkiye’ye, bu amaçla ara
manın yanısıra azami 10 yıllık verimli işletme süresini göz
önüne alarak, üretime dönük yatırım yapmak üzere gelecek
yabancı yatırımcıların, borsaya sıcak parayla aylık, üç aylık
girip kârını elde ettikten sonra çekilmesiyle ekonomik kriz
lere neden olan yabancı yatırımcılardan (vurguncu-
spekülatörlerden) ayrı tutulması kaçınılmazdır. İşte Türki
ye, altın üzerinde oturan Türkiye, basiretsiz yöneticileri yü
zünden, her yıl yurtdışından tonlarca altın ithal etmektedir.
1998 Yılı itibariyle dünya mücevher tüketiminde 137 tonla
altıncı sırada bulunan Türkiye, halkının gerek tasarruf aracı
ve gerekse süs takısı olarak talep ettiği altını karşılayabil
mek için, örneğin 1994’de 48 ton altın ithal ederken, Mer
kez Bankası’nın verilerine göre 2000 yılında bu miktar 205
66
ton 300 kilograma yükselmiştir. Bu rakamlar, resmi ra
kamlar olup, yurda illegal yollardan sokulan altınlar buna
dahil değildir. Böylece Türkiye, sırf altın gereksinimini kar
şılamak için, yok canından 2 milyar doların üzerinde har
camaktadır, hem de her yıl. Türkiye, resmi altın ithalatının
yandan çoğunu Almanya’dan yapmaktadır. Diğer taraftan,
uluslararası altın kaçakçılan da düşük ayarlı altından vaz
geçerek Suriye’den yönlerini Almanya’ya çevirmişlerdir.
Uluslararası altın kaçakçısı şebekelerin yanısıra, Alman
ya’daki Türk işçilerinden yasadışı biçimde tasarruf topla
yan şeriatçı kuruluşlar da, topladıklarının bir bölümünü
Almanya’da altına çevirerek illegal yollardan Türkiye’ye
sokmaktadırlar. Tüm bu olgular dikkate alındığında, Al
manya’nın sadece Türkiye’ye altın satışından elde ettiği pa
ra miktarı 2 milyar dolara yaklaşmaktadır. Bu, Almanya i-
çin bile küçümsenemeyecek, vazgeçilemeyecek bir rakam
dır. “Bergama Dosyası”nın özü, bu parasal gerçeklere da
yanmaktadır...
1.3. ALMANYA VE BERGAMA’NIN STRATEJİK Ö-
NEMİ
Zeus Sunağı’nın iadesinin istendiği dönemde Ber
gama’yı, “Pergamon Müzesi”nden ibaret sayan ve yok
farzeden Almanya, 1989’da, dünya basınında yer alan Ova
cık’ta zengin altın yataklarının bulunduğuna ilişkin haber
lerle Bergama’yı hatırlamıştır. Altını M.T.A. ya da Etibank
(yeni adıyla Eti Holding) bulmuş olsa, Almanya için önemli
değildir. Zira, Türkiye’ye yönelik sürdürülen uzun vadeli
kültür erozyonu sürecinde, ulusal kimlik, ulusal çıkarlar ve
tam bağımsızlık gibi kavramların içi boşaltıldığından, 1938
sonrası itibariyle, kendi yer altı zenginliklerini işletecek si
yasal irade ve kararlılık zaafıyeti ortaya çıkmıştır. Ancak,
67
bu defa hesaplar karışmıştır, altını bulan şirket, Avustralya
kökenli uluslararası sermayeli Eurogold şirketidir. Kaldı
ki, Almanya’nın bu şirket aleyhine üretim yaptırmama doğ
rultusunda BergamalIları etkilemeye yönelik bir kamuoyu
oluşturma çabasına girmesi de -Bergama’nın ruhu Zeus Su-
nağı’nı çalan ve iadeye de yanaşmayan bir ülkenin yüzsüz
lüğünü gündeme getireceği için- mümkün görünmemekte
dir. En nihayetinde, Ovacık’dan azami 10 yıllık bir süre zar
fında çıkarılacak toplam değerli maden miktarının, sadece
24 ton altın ve 24 ton gümüşten ibaret olması, yani dünya
daki arz-talep dengesini altüst edecek bir kapasite ifade et
memesi, Almanya’nın başlangıçta işi ağırdan almasına yol
açmıştır.
Ne var ki, 1990’a gelindiğinde, Türkiye’de altın a-
rama faaliyeti gösteren Türk madencilik şirketleri ile bir
likte, yabancı sermayeli maden şirketlerinin de buldukları
zengin altın yataklarını açıklamaları, Almanya’nın bir
konsept dahilinde engelleyici olarak devreye girmesini
sağlamıştır. İşte Almanya’yı paniğe sevkeden bulgular: Ör
neğin, yabancı sermayeli şirketlerden Cominco, 1990 yılın
da Artvin Cerattepe’deki altın ve bakır madenini bulmuştur.
Aynı şirket, kısa aralıklarla bulduğu Artvin, Çanakkale ve
Fatsa’daki altın yataklarını kamuoyuna açıklanmıştır. Yine
bir başka yabancı sermayeli şirket olan Tuprag, Uşak-
Kışladağı’nda, son yıllarda dünyada keşfedilen en büyük
altın yatağını bulduklarmı açıklamıştır. Peşpeşe açıklanan
altın yataklarından Gümüşhane-Mastra’daki yatakta, 12 ton
altın, 8 ton gümüş; Artvin Cerattepe’de 30.3 ton altın, 1050
ton gümüş; Havran-Küçükdere’de 7.5 ton altın, 17 ton gü
müş; Sivrihisar-Kaymaz’da 6.2 ton altın, 3 ton gümüş; İz-
mir-Efemçukuru’nda 30 ton altın; Uşak Kışladağı’nda ise
68
150 ton altının varlığının Türk ekonomisi açısından gerçek
sonuçları şöyledir: Türkiye’de mevcut işletilebilir yedi altın
yatağının parasal getirisi, 300 $/ons üzerinden toplam 2.75
milyar $’dır. Üretim harcamaları, vergi ve fonlar ise 1.8
milyar $ tutarında bir miktar oluşturmaktadır. Bu yedi ma
denin ülke ekonomisine dolaylı katkısı (ülke altın madenci
liği için hesaplanan 4.2 basit çarpan ile) 11 milyar $ olarak
hesaplanmaktadır. Üstelik, bu yedi maden işletmesi için
bölge halkından 1.450 işçi istihdam edilirken, dolaylı istih
dam da 21.000 işsize iş kapısı yaratacaktır.
Öte yandan, Türkiye’nin sahip olduğu -o da şimdilik
saptanan- 6.500 ton altın potansiyelinin bugünkü değeri
(300 $/ons) üzerinden 70 milyar dolardır. Bu potansiyelin
ülke ekonomisine yaratacağı katma değer ise 300 milyar
dolar civarında gerçekleşecektir. Yine bu potansiyelin ya
ratacağı doğrudan istihdam 6.500 kişi ve dolaylı istihdam i-
se 105.300 kişi olarak tahmin edilmektedir. İşsizliğin top
lumsal patlamalara yol açmasından korkulduğu, 300 milyon
dolarlık IMF kredi diliminin açılması için ulusal bağımsız
lığımızdan ağır ödünler verdiğimiz bu dönemde, sahip ol
duğumuz altın potansiyelini değerlendiremeyen, dahası de
ğeri biçilemeyen stratejik bor madenlerinin yabancılara sa
tılmasını -pardon, ucuza kapatılmasını- gündeme getiren
yöneticiler, yurtseverliğin neresindedirler?!.
İşte Almanya’nın da, ABD ve diğer AB ülkeleri gi
bi, güçlü bir ekonomiye sahip, ulus-devlet özelliğini sürdü
ren bir Türkiye arzulamadığı bilinmektedir. Türkiye’ye kar
şı giderek geliştirilerek uygulanan “kontrol edilebilir istik
rarsızlık stratejileri”, zaten başka bir yoruma gerek bırak
mamaktadır. Ancak Almanya, diğer müttefik ülkelerden bi
raz daha farklı olarak, her yıl Türkiye’ye legal ve illegal
69
yollardan ihraç ettiği yaklaşık 2 milyar dolarlık altın geli
rinden mahrum olmamak isterken, diğer taraftan da ulusla
rarası piyasaya altın arzını bir nebze engelleyerek, fiyatların
daha da düşmesinin önüne geçmeyi amaçlamaktadır.
Ancak hiç sorulmayan soru şu: Almanya, neden U-
şak’ı, Artvin’i ya da Gümüşhane’yi değil de, üretimi engel
leme provokasyonları için Bergama’yı seçmiştir? Bu soru
nun üç yanıtı bulunmaktadır: Birincisi, yerli-yabancı şir
ketlerden elini en çabuk tutanı, Bergama-Ovacık’daki altın
yatağını keşfeden Eurögold olmuştur. 1991’de ÇED raporu
hazırlanmış, 1994’de de Çevre Bakanlığı’nın “olumlu görü
şü” alınmıştır. 1996’da gerekli izinler alınmış; 1997’de ise
inşaat tamamlandıktan bir yıl sonra test çalışmasına geçil
miştir. Şirketin bu aşamalarda yaptığı 110 milyon dolarlık
yatırım, Almanlar açısından “kararlı tehdit” olarak algılan
mıştır. İkincisi, öylesine salt çevrecilik söylemleriyle kitle
ler provoke edilecektir ki, BergamalIlar açısından “siyanür
zehiri” korkusu, “Zeus Sunağı” iade beklentisinin önüne
çıkacak ve sözkonusu beklentinin gündemden düşürülme
siyle, Almanya rahatlayacaktır. Üçüncüsü ve en önemlisi,
Tübingen Üniversitesi bağlantılı BND danışmanlarının ra
porları doğrultusunda, planlanan halk direnişine öncülük
etmeye uygun, üstelik Ovacık maden sahasına mücavir üç
Alevi Türkmen köyünün mevcudiyetidir. Eğer planlanan
engelleme taktikleri başarıya ulaşacak olursa, hiçbir maden
şirketi yatırıma cesaret edemeyecek ve böylece sorun, Al
manya’nın çıkarları ve beklentileri doğrultusunda “çözüm
lenecektir”... Şimdi, Alman istihbaratçıları, bağlantılı aka
demisyenleri, çevrecileri, gazetecileri, yerli işbirlikçileri,
şarlatanları, pijamalı-çiplak ayaklı-yüzleri boyalı köylüleri,
entel anarşistleri, ulusalcıları, sosyalistleri, dış manüplas-
70
yondan habersiz samimi Türk çevrecileri, yerel yönetimle
ri, tıpçıları, meslek kuruluşları, medyacıları, legal ve illegal
örgütleri, hatta savcı ve hakimleri ile Bergama’da sergile
nen traji-komik belgeselde bir yolculuğa çıkıyoruz. Başrol
de oynayanlar, Alman istihbaratçıları; karakter rollerinde
birkaç yerli işbirlikçi ve figüranlar da sözkonusu üç köy
halkıyla birlikte senaryonun Almanya’da yazıldığını bilme
yen yerli destekçiler... Gözlerini kapatıp kulaklarını tıka
yanlar, istihbarat raporlarını dikkate almayanlar, inisiyatif
ve yetki kullanmaktan kaçınanlar, Türkiye’nin çıkarlarını
umursamayanlar, kısaca bizleri yöneten siyasilerimiz de
her zamanki gibi seyirci!...
li
tikrarsızlığmı koruyan ve sürdüren bir Türkiye, Almanya a-
çısından yaşamsal önem taşımaktadır. Mevcut statükoyu
değiştirebilecek tüm gelişmeler “tehdit" ve “risk" olarak
algılanmalı ve önlem senaryoları hazırlanarak en pratik ve
rasyonel biçimde uygulamaya konulmalıdır.
b)- Türkiye 'de altın aramayı ve üretmeyi baştan durdurmak
için radikal çevreciliğin tüm söylem ve eylemleri yaşama
geçirilecektir. Bu iş için FIAN görevlendirilmiştir....
Heinrich Böll ve Gustav Stresemann vakıflarınca da her
türlü lojistik destek faaliyeti yürütülecektir.... Üniversitele
rin Kimya, Çevre ve Maden Mühendisliği bölümlerinden
Türkiye 'de alan çalışması yapabilecek deneyimli akademis
yenler talep edilecektir.... Ankara'daki GTZ O fisi’ne bilgi
vermek kaydıyla, programda olmayan ek harcamalar, İz
m ir’deki Konsolosluğumuzdan nakit olarak karşılanacak
tır. Türkiye’y e gidecek delegasyonların güvenlik önlemle
rinden de -havalanında karşılamadan başlanarak yine ha
vaalanında yolcu edilinceye kadar- yine İzmir 'deki Konso
losluğumuz sorumlu olacaktır (beklenilmeyen sorunların
çözümünde başvurulacak yetkili diplomatların adları ve te
lefonları, FIAN tarafından ayrıca yayınlanacak delegasyon
yönergesinde yer alacaktır). Delegasyonlar, alan çalışması
yapacakları bölgede, kendilerine gösterilen oteller dışında,
başka bir yerde konaklamayacaklardır. Delegasyonların,
bulundukları hedef bölgede, aynı saatler içinde yerli perso
nelin illegal eylem yapmamasına, özellikle de güvenlik gö
revlileriyle karşı karşıya kalınmamasına özel dikkat göste
rilecektir.... Yerli elemanlara ödemelerin limitini FIAN be
lirleyecektir. Almanya'ya davet edilecek yerel yöneticilerin,
yerel liderlerin, yerel medya mensuplarının ve yerel çevre-
72
çilerin tüm yo l ve ağırlama masrafları Bakanlığımıza ait
olacaktır.
c)- Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye ’deki nasyonalistle
rin, fundamentalistlerin ve de merkez sağda yer alanların
çevreciliğe karşı ilgi ve duyarlılıkları bulunmamaktadır.
Kitlesel eylemlerin gerçekleştirilmesi için Bergama’da ön
celikle üç Tahtacı-Alevi-Çepni köyü, merkez üssü olarak
kullanılacaktır. Ekteki ön araştırma raporunun belirttiği
saptamalar çerçevesinde, Türkiye ’de sistemin uysal vatan
daşları olan sünniler yerine, protest özellikleri nedeniyle
sistemin dışladığı alevileri kullanmak, rasyonel bir tercih
olacaktır.... Dağ köyleri kapsamında kabul edilen Tepeköy,
Narlıca ve Pınarköy, ovadaki sünni köyleri ile karşılaştırıl
dığında ekçnomik açıdan daha yoksuldular, boş zamanları
daha çoktur. Önce bu köylerdeki yerel yöneticilerin har
cama prosedürüne uygun biçimde kazanılması gerekmekte
dir.... BjV ve BN D ’nin “Alevi Uzmanları”ndan oluşturulan
bir Danışmanlar Grubu, FIAN bünyesinde operasyon süre
since görevlendirilecektir.... Zeus Altarı tartışmalarına asla
yo l açılmayacaktır ve de bu konuya girilmeyecektir.... Ope
rasyonun tüm evrelerinde asıl olan bilgilendirme değil,
ajitasyon ve provokasyondur... Operasyon süresince kulla
nılacak tüm sloganların, çevreciliğe, yabancı sermayeye
karşı duyarlılığı fazla olan sosyalist, anarşist, nasyonal sol
kesimin rahatça sahipleneceği söylemlerden seçilmesi ge
reklidir.... Anti-emperyalizm ve yabancı sermaye düşmanlı
ğı bu söylemlerin merkezinde yer almalıdır.... Alm anya’da
akredite tüm sol örgütlerden LjV talimatları doğrultusunda
destek vermeleri, Türkiye’deki bağlantılarım harekete ge
çirmeleri istenmiştir. Brüksel’deki DHKP-C örgütü de ope
rasyona destek vermeyi kabul etmiştir, denilmektedir (63).
73
2.1. F1AN ÖRGÜTÜ VE ULUSLARARA
ETKİNLİKLERİ
FIAN (Food First Information and Action Network)
yani “Önce Gıda Danışma ve Eylem Ağı”, 1986’da kurul
muş bir örgüttür. Merkezi Heidelberg’de bulunan FIAN’ın
Başkanı Petra Sauerland, Genel Sekreteri de Dr. Rolf
Künnemann’dır. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne akredite o-
lan FIAN’ın, 45 ülkede bağlantıları mevcuttur (64).
BND’nin yurtdışı faaliyetlerinde kullandığı en önemli bağ
lantılı NGÖ olan FIAN, Alman Devleti’nin kendisine ön
gördüğü tüm alanlarda hizmet sunmaktadır: Uluslararası i-
halelerde Alman firmalarına rakip firmaların olumsuz ya da
zayıf yönlerini saptamak ve kamuoyu oluşturmak; yine Al
man firmalarının kazanamadığı uluslararası ihalelerin -b a
raj, nükleer santral, otoyol vd.- uygulanmasını engellemek
ya da geciktirmek; üçüncü dünya ülkelerinde altın üretimi
nin önüne geçmek!.. FIAN, yerine göre kendini “insan
hakları örgütü”, yerine göre “azınlık hakları örgütü”, yerine
göre “çevreci örgüt”, yerine göre “misyoner örgütü”, yerine
göre de “gıda örgütü” olarak tanımlamaktadır.
FIAN, “Alman Devleti’nin sabık 4kalkınma uzman
ları' tarafından 1986 yılında kuruldu ve o günkü işlevi, Gü
ney Amerika ülkelerinde katolik 4barış ve insan hakları ha
reketiyle birlikte ‘yerli halkların kültürel hakları’ söyle
miyle askeri cuntalara karşı halk direnişlerini kırmaktı. FI-
AN daha sonraki yıllarda 4kızılderili halk gruplarının öz
gürlüğü’ için mücadele vermeye başladı. Özellikle Brezil
ya’da yürüttüğü 4azınlık’ merkezli kampanyalarında bölge
de faaliyet gösteren Alman ve Amerikan Katolik misyon
örgütleriyle işbirliği yaptı. FIAN’ın 1990’lardan sonraki
hedefi, özenle seçilmiş ülkelerde, kurulması planlanan baraj
74
inşaatlarını önlemek ve bu kapsamda ilgili ülkelerde ‘köylü
hareketleri’ organize etmekti. En ‘başarılı’ kampanyalann-
dan biri, Hindistan’ın Maharaştra Eyaletinde kurulması
planlanan Narmada Barajını sabote etmek amacıyla yürüt
tüğü ‘Narmada ’y ı kurtarırı! ’ aksiyonu oldu. Bu aksiyonun
en çarpıcı yanı, aslı astarı olmayan raporlarla köylüleri, ‘ba
raj inşaatının onlar için bir felâket olacağına ’ inandırmala
rıydı. Emperyalist ‘çevrecilik’ her şeye olduğu gibi, baraj
düşmanlığına da bir kılıf uydurmasını bilmişti. Örgütün
teorisyenlerinden Windfuhr, ‘biz Batılılar’ diyordu, ‘tek
nolojik gelişmenin ne büyük bir felâket olduğunu bizzat ya
şadık Teknoloji, bir yandan refah seviyesini yükseltirken,
bir yandan da bölgesel kültürleri ve geleneksel yaşam
tarzlarını yok ederek insanları kendi kendine yabancılaştı
rıyor’. FIAN aynı gerekçeyle Çin Halk Cumhuriyeti’nde in
şasına başlanan ve dünyanın en büyük barajı olarak bilinen
‘Üç Boğaz Barajı’m. karşı en pahalı ‘aksiyon p la n ı’nı uy
gulamaya koydu. ‘Çinlilerin bu baraj planı, teknoloji hay
ranlığının en sapkın örneklerinden biri’ydi. Baraj inşa edil
diği takdirde, ‘milyonlarca insan yerinden yurdundan edile
cek, en az yedi etnik kültür yok olacak’tı. ‘Ç in ’in ezilen
halklarının ihtiyacı baraj, yol, elektrik, değil, hakları’dır.
Örgütün Genel Sekreteri Rolf Künneman Çin devlet yetki
lilerine bu konuda ‘kurs verm eyi’ teklif etmiş, fakat Çin ta
rafından olumlu yanıt alınamamıştı. FIAN örgütü, son üç
yıldır sadece Türkiye ile ilgileniyor. En önemli hedefleri,
GAP projesi ve Ilısu Barajı. Örgüt ‘teknisyenlerinden
Frank Brassel, -artık Türkiye’de de tanınan- Nazi kökenli
Alman ‘Tehdit Altındaki Halklar D erneği’ ve Katolik Barış
Hareketi ile birlikte Avrupa kamuoyunu ‘Kemalist dikta
törlüğün baraj provokasyonuna karşı duyarlı olmaya ’ çağı
rıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başka ‘provokasyonu i
75
se, Atatürk barajının muhtemel bir hava saldırısına karşı
dayanıklı inşa edilm esiym iş. Brassel, "bu da gösteriyor ki,
Türk devleti savaş istiyor’ diyor. ‘Zeugma’ kampanyalarının
arkasında da FIAN örgütünü buluyoruz. FIAN’m organize
ettiği bir başka ‘köylü hareketi', Eurogold’un Bergama’da
altın aramalarına karşı yürütülüyor. FIAN, bu ‘organizas
yon’ için 1990’da Birsel Lemke’yi görevlendirdi. Alman
yeşillerinden bir politikacıyla evli Lemke’nin ilginç bir ka
riyeri var” (65).
FIAN’ın Türkiye’ye yönelik hayli dikkat çekici id
diaları sözkonusudur: Örneğin, soyu tükenme tehlikesi ile
karşı karşıya bulunan Van kedilerinin, “özgün ve de ulusal
Kürt kedileri” oldukları gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetle-
ri’nin planlı ve bilinçli soykırımına maruz bırakıldıkları id
diası, bunlardan sadece biridir. FIAN’ın raporlarında, Gü
neydoğu Anadolu Bölgesi’nden Türkiye Kürdistan’ı ola
rak bahsedilirken, Diyarbakır için de “Kürdistan’ın Baş
kenti” tanımlaması yapılmaktadır. Aynı şekilde, bu örgütün
28 Nisan 2000 tarihli “urgent action” bildirisinde, Ilısu Ba-
rajı’nın bölge güvenliğini tehdit ettiğinden sözedilmektedir
(66). FIAN, Türkiye’deki ayrılıkçı-bölücü etnik örgütlere
destek konusunda, “Tehdit Altındaki Halklar Demeği”nin
yanısıra, 1990’ların başında Avrupa Konseyi’ne akredi-
tasyonu gerçekleşerek NGO (!) olarak kabul görmeye baş
layan “Avrupa Halk Grupları Federatif Birliği-FUEV” ile
de işbirliği halindedir (67).
Hiç şüphe yok ki, FIAN, Alman Devleti’nden ba
ğımsız bir örgüt değildir. Örgüt, Heidelberg’deki adresini
yayınlamamaya özel bir önem göstermektedir. Bağışlar için
web sitesinde gösterilen de bir adres değil, Frankfurt’taki
posta çeki hesap numarasıdır (68). FLAN’ın 1994 ve 1995
76
yıllarına ait bilançosu, bir süre internetteki web sitesinde
gösterilmiş, ancak kısa bir süre sonra kaldırılmıştır (69).
Almanya’da her NGO’nun Genel Kurul öncesi hazırlamak
zorunda olduğu bilançoda, karşılıklarının belirtilmesi zo
runlu gelir ve gider kalemleri yer almaktadır. Buna göre,
FLAN, 1994 ve 1995 yılları için “şirket bağışları”, “sponsor
gelirleri”, “ev ve benzeri yerlerden bağış toplama”, “vasiyet
bağışları”, “jübile bağışları”, “hurda bağışları”, “araç-gereç,
donanım bağışlan”, “lisans gelirleri”, “kira gelirleri”, “ser-
maye/kâr payı”, “işletme gelirleri”, “resmi bağışlar” vd.
karşılığında “0” (sıfır) rakamına yer vermiştir. Bir başka i-
fadeyle, FIAN’ın normal bir NGO bilançosunda olması ge
reken zorunlu gelir kalemleri sözkonusu değildir. Ne var ki,
FLAN, tıpkı diğer Alman vakıflan gibi, en önemli gelirinin
Federal Bütçeden ayrılan pay olduğunu; ekonomik açıdan
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’na
bağlı bulunduğunu; yurtdışı giderlerinin önemli bir bölü
münün de BND örtülü fonlarından karşılandığını, bilanço
sunda şeffaflıkla belirtmek yerine, hiç karşılık gösterme
meyi yeğlemektedir. Yine aynı bilançolara baktığınızda, ör
gütün hizmet ve danışmanlık kalemlerinde hiç harcama
göstermediğini farkedersiniz. Ve tabii GTZ ile BND’nin,
servis ve uzmanlık hizmetlerini, para karşılığı FLAN’a sun
masını elbette ki bekleyemezsiniz. Her iki yıla ait bilançoda
AKTİFLER (varlıklar) kısmında yer alan “arazi/bina”, “di
ğer teçhizat”, “hisse senetleri/ortaklıklar”, “alacaklar”,
“banka alacakları”, “yıl sonu alacakları” kalemlerinde, ge
nel toplamda olduğu gibi “0” (sıfır) rakamı yer almaktadır.
Keza, PASİFLER (kaynaklar) kısmında sermayeye ilişkin
kalemlerden “özel varlıklar”, “ihtiyat akçesi”, “dönemin net
geliri”, “banka taahhütleri”, “diğer taahhütler”, “şüpheli a-
lacaklar karşılığı”, “yıl sonu ayarlamaları” ve de genel top
77
lam “O” (sıfır) olarak gösterilmiştir. Halk deyimi ile “bir di
kili ağacı” bile bulunmayan FIAN, nasıl olur da 45 civarın
da ülkede şube ve de koordinatörlük açabilir, uluslararası
eylem kampanyaları organize edebilir, toplam olarak
onbinlerce işbirlikçi-yerli personelin kendi ülkeleri aleyhine
çalışmaları karşılığında maddi-manevi çıkar sağlayabilir,
işbirlikçi-yerli NGO’lara proje destek bedeli altında para
dağıtabilir?! İşte Alman usulü sözde “Hükûmetdışı Sivil
Toplum Kuruluşu” yani NGO (!) statüsünde FIAN!..
2.2. FIAN’IN BERGAMA’DAKİ EYLEM
PLANLARI VE İLK GİRİŞİMLER
FIAN’ın Türkiye’deki en önemli bağlantısı olan
Birsel Lemke (Romey) (Altun), Almanya’da 1975-85 yılları
arasında bulunmuş bir Turizm işletmecisidir. Almanya’da
Yeşiller Partisi’ne bağlı bir parlamenterle evli olan Lemke,
1987-90 yılları arasında Türkiye’deki Yeşiller Partisi’nde
yönetim kurulu üyeliği yapmıştır. Daha sonra Bergama’daki
güdümlü çevrecilik faaliyetlerinde bir süre kader birliği e-
deceği Av. Senih Özay’a, ilk olarak 14 Mart 1989’da vekâ
let veren Lemke, nedendir bilinmez, 2.2.1990’da aynı avu
kata, bu defa Münih Başkonsolosluğumuz üzerinden ikinci
bir vekâletname göndermiştir (70). Hamburg ve Beyrut
merkezli Orient Enstitülerinin faaliyetlerinden etkilenip et
kilenmediği bilinmemekle birlikte, Lemke, Ören’de açtığı
turizm tesisine “Club Orient” adını vermiştir. Böylece, Al
man çevrecilerine (!), güvenilir bir konaklama merkezi
sağlandıktan sonradır ki, altın karşıtı eylemlerin organize e-
dilmesi kolaylaşmıştır (71).
Birsel Lemke’nin önderliğinde 1990’da kurulan
“Yurttaş Girişimi HAYIR” organizasyonu, Bergama’daki
78
tüm çabalarına rağmen halktan destek bulamayınca, bir di
ğer altın yatağının bulunduğu Havran’a yönelmiştir. Der
nekler yasasına göre kurulup kurulmadığı hakkında farklı
bilgiler alınan bu örgütün ve yandaşlarının ilk dönem faali
yetleri hakkında, yerel basında şu bilgiler yayınlanmıştır:
“1992’ninyaz aylarında Bergama’y a uğrayan Avu
kat Cem Saçaklıoğlu, halk sağlığı uzmanı eşi Feride
Saçaklıoğlu ile birlikte, siyanürlü altın olayını ve halktaki
hareketliliği yerinde görmüş, elde ettiği belgeler ve izle
nimlerini içeren bir raporu, Kasım 1992 ’de ÇHA ’y a sun
muştur İzmir Çevre Hareketi o sıralar yeni yeni oluşmak
taydı. Konuyu hemen gündemlerine aldılar. Galeria olayı
ile birlikte siyanürlü altın, ÇHA ’nın ilk ilgilendiği sorun
lardan biri haline geldi. Konunun ÇHA ’daki yürütme göre
vini Avukat Senih Özay üstlendi. 1992’de halktan yeterli
destek göremeyen ÇHA ve Özay, 1994’e kadar
Havranlılara destek oldu, orada siyanürlü altına karşı mü
cadele etti ve katkıda bulundu ” (72).
Gerçekten de, BergamalIların bu güdümlü direniş
oluşumuna yüz vermedikleri bu yıllarda, Türkiye’deki Al
man vakıflarının tüm lojistik desteğini arkasına alan “Yurt
taş Girişimi Hayır” organizasyonu, sadece yerel basında
değil, ulusal basmda da adından sözettirmeye başlamıştır.
Sadece demogojiye dayalı provokatif nitelikli açıklamalar,
sözkonusu vakıfların da bağlantılarını devreye sokmalarıy
la, Türkiye’de yeni yeni gelişmeye başlayan çevrecilik ha
reketinin genç öncüleri üzerinde kalıcı olumsuz etkiler ya
ratmıştır. “Yabancı Sermayeye H ayır!”, “Siyanürlü Altınla
Ölmek İstem iyoruz!”, “Emperyalist Eurogold Defol!",
“Doğayı Öldüren Siyanürlü Altına Sen de Karşı ÇıkF tü
ründen sloganlar, Türkiye’deki sosyalist ve de ulusalcı ke
79
simleri etkilerken, Köln merkezli illegal sol örgütlerin Tür
kiye’deki bağlantılarına ulaştırdıkları talimatlar da, direniş
cephesinin,genişlemesine ve militanlaşmasına yol açmıştır.
Bölgedeki alevi kökenli köylülerin de kışkırtılması ve dire
nişe “kazanılması” ile, Almanya’nın Bergama için öngör
düğü ilk aşama tamamlanmıştır. Bir başka ifadeyle, sorgu
layan, irdeleyen, araştıran bilimsel yaklaşım gündemden
düşürülürken; yerine ucuz sloganlar, sivil itaatsizlik çığırt
kanlığı, kamu düzenine karşı başkaldırı ve düzeysiz şov
menliğin, şarlatanlığın her türü ikâme edilmiştir (konumuz,
bu eylemlerin arkasındaki Almanya’yı teşhir etmek oldu
ğundan, işbirlikçi-yerli personelin bilinen eylemleri bu a-
raştırma içinde yer almayacaktır).
FIAN’ın üçüncü dünya ülkelerindeki eylem kam
panyalarında kullandığı tüm taktikler, Bergama’da da yine
lenmiştir. Örneğin, konu, sansasyonel bir biçimde işlenerek
yargıya götürülmüştür (73). Dava aşamasında düzenlenen
kitlesel eylemler ve basın kampanyaları ile gerek İzmir İda
re Mahkemesi’nin ve gerekse Danıştay’ın etkilenmesi a-
maçlanmıştır. Aksine karar verecek yargıçların ancak “halk
düşmanı”, “çevre düşmanı” olabileceğine ilişkin söylemler,
“psikolojik baskı” yaratmaya yönelik olarak, kesintisiz bi
çimde ve her etkinlikte yinelenmiştir. Alman dostlarının bir
sonraki aşamadaki görevi, uluslararası alana açılmak ol
muştur. FIAN’ın sahip olduğu örgütsel ağ üzerinden hare
ket eden yerli işbirlikçi-personel, Bergama hakkında hazır
lamış oldukları raporu, ilk olarak 1992’nin yaz aylarında
Avrupa Parlamentosu’na götürmüşlerdir. Raporu bekleyen
Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller Grubu, bu raporu bir
başvuru metni haline dönüştürerek Parlamento Başkanlı
ğ ın a sunmuştur: “Avrupa Parlamentosu ... Türkiye Cum
80
huriyeti Hükümetini siyanürlü kimyevi maddelerin maden
çıkarımında kullanılmasını yasaklamaya ve yüzyıllarca eski
kültür bitkileri ve ormanlarla kaplı değerli bir bölgenin
yokedilmesini engellemeye çağırır. Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetine Akdeniz’i ve insanlığın ortak kültür kaynağı
olan antik şehirleri korumakla yükümlü olduğunu hatırla
tır" (74). Avrupa Parlamentosu’na üye ülkelerden İtalya,
İspanya, İsveç gibi doğrudan siyanür kullanarak ve hem de
uzun yıllardan bu yana altın üretimi yapan ülkeleri kınama
yan AP, hangi yüzle henüz altın üretimine bile başlayama
yan Türkiye’yi kınayacaktır? İtalya ya da İspanya gibi ül
kelerin Akdenizle ilgisi yok mudur, ya da topraklarında an
tik şehirler sözkonusu değil midir? Üstelik, başvuru metnini
hazırlayan Yeşiller Grubu’nun uzmanı Ali Yurttagül, sade
ce Türk İstihbaratı’nın değil, yurtdışındaki yurtsever Türk-
lerin de hoş anmadıkları bir isimdir. Ne acıdır ki, başvuru
metnine esas olan raporda, bölgenin özellikleri ve tesislerle
ilgili düzmece iddialara yer verilerek -yabancı şirketin de
değil- doğrudan Türkiye’nin kınanması istenmiştir.
Sözkonusu başvuru metni AP’nda değerlendirmeye alın
mamıştır. Ancak, bu noktada FIAN, devreye girerek yan
daşlarının moralini yükseltmek amacıyla başka bir organi
zasyon gerçekleştirmiştir. Avrupa Parlamentosu üyesi Maro
Bumo, Midilli adasının büyükkent belediye başkanı ve 11
belediye başkanını yanına alarak bir tekneyle Ege’ye açıl
mıştır. Mizansenin diğer ucunda yer alan dönemin Berga
ma, Ayvalık, Burhaniye, Gömeç Belediye Başkanları da
başka bir tekneyle aynı anda Ege’ye açılmışlarsa da, şansla
rı yaver gitmemiş; Yunan hücumbotunun engellemesi nede
niyle hedeflenen tarihsel (!) buluşma gerçekleşememiştir.
Bunun üzerine telsizle geçilen bir metin, taraflarca kabul e-
dilerek imzalanmıştır. Yunan tarafı ise, bu telsiz diyalogun
81
da Türk Belediye Başkanları’na bir jest yaparak şu daveti
yapmışlardır: Bu konu bizi de yakından ilgilendiriyor, eğer
direnişleriniz sonuç vermez ve siyanürle altın arama çalış
maları başlarsa, GELİN BİZE İLTİCA EDİN, bu savaşı
birlikte yürütelim " (75).
Bu traji-komik diyalogun kahramanları, siyanürün
arama aşamasında değil de, üretim aşamasında kullanıldığı
nı bilmeyecek kadar eğitimsiz ve ilgisizdirler. Ama onlar
dan çok daha bilgisiz ve komik olanı, bu tarihsel (!) buluş
manın Türkiye’deki organizatörü Tempo Dergisinin muha
biridir: “M idilli ve çevresindeki küçük adalar da bölgeye
çok yakın olduğu için, siyanürün felâkete yol açabilecek et
kileri Yunanistan’ı da yakından ilgilendiriyordu”. Önce
düşünmek gerekir: Türkiye’nin en büyük ve en ciddi bilim
kurumu olan TÜBİTAK-YDABÇAG ve de İzmir 1. İdare
Mahkemesi’nin tayin ettiği üç yetkin bilim adamının ra
porlarına göre, Ovacık altın işletmesinin atık havuzunun
sızdırmazlık verileri ortada. Diyelim ki, yanıldılar. Havuz
sızdırıyor ve bu sızıntı ile zehirli sular, Ovacık ile kıyı ara
sındaki onlarca kilometrelik mesafeyi hiç dağılmadan
katediyor, sonra Ege Denizi’nde -tıpkı bir sıcak su akıntısı
gibi- hiç dağılmadan ta Midilli adasına ve çevresindeki a-
dalara kadar gidiyor ve burada da felâketlere (!) yol açıyor.
Bu nasıl bir mantık ve nasıl bir kurgudur ki, kamuoyu böy-
lesine üstün (!) zekâ (!) ürünü senaryolarla yönlendiriliyor?
İşte, FLAN’ın başarısında böyle yerli gazetecilerin katkısını
da yadsımamak gerekmektedir...
82
2.3. BERGAMA’DAKİ BND BAĞLANT
ALMAN AKADEMİSYENLERİ
1990’dan itibaren altın karşıtı eylemleri organize
etmek üzere, Bergama ve Havran’a yüzlerce Alman görev
linin “turist” olarak geldikleri, ama arada hobi (!) olarak da
çevrecilerle görüşmeler yaptıkları, altınsız bir çevre uğruna
karşılıksız (!) para yardımı yaptıkları bilinmektedir. İlk defa
kimliğini ve misyonunu gizlemeden bölgeye gelen Alman
görevlisi Prof.Dr. Friedhelm Korte’dir. Münih Teknik Üni
versitesi öğretim üyesi olan Korte, ilk olarak 1993 Mayısı
nın ikinci haftasında Körfez Belediyeler Birliği’nin davetlisi
olarak Havran’a gelmiş ve yerli personelin eşliğinde basın
toplantısı düzenleyerek siyanürlü üretime karşı olduğunu
belirtmiştir. Korte, üretimdeki sakıncaları bilimsel delillerle
ortaya koymak yerine, yaptığı köy ziyaretinin sonuçlarını şu
cümlelerle değerlendirmiştir: “Siyanürün kullanılacağı böl
geyi nasıl bir tehlikenin beklediğini tahmin ediyorum. Ra
porumu Avrupa Parlamentosu’na göndererek dikkatleri
Türkiye’deki çevre katliamına çevireceğim.... Durum AB
prosedürüne tamamen aykırıdır. HALKIN İSTEMEDİĞİ
BİR ŞEY YAPILAMAZ’ (76). AB ülkelerindeki siyanürlü
altın üretiminin mevcudiyetini bilmesine rağmen açıkça
yalan söyleyen ve tezini sadece kişisel tahminine dayandı
ran Prof.Dr. Korte, bir yıl sonrasında bu defa Bergama Be-
lediyesi’nin davetlisi olarak, “incelemelerde” bulunmak ü-
zere bölgeye gelmiştir. İncelemeyi Ovacık altın yatağı üze
rinde helikopter turu atarak “havadan yapan” Korte, yere
indiğinde bu incelemenin bilimsel (!) verilerini kamuoyuna
duyurmuştur. 26.08.1994 tarihli H ürriyet gazetesinin habe
rine göre:
83
“Münih Üniversitesi Ekoloji ve Kimya Bölüm Baş
kam Prof.Dr. Friedhelm Korte, çokuluslu şirketlerin Avru
pa ’da ve gelişmiş ülkelerde yasak olan siyanürle altın ay
rıştırma yöntemini Türkiye ’de uygulamasının önüne geçil
mesini istedi. Bergama ’da bu yöntemle açılmak istenen al
tın madeninin durumunu incelemek için gelen Prof.Dr.
Korte, ‘Türk hükümeti bu konuda uyanık olmalı ’ dedi. Hav
ran'da siyanür yöntemiyle altın çıkarma ruhsatı verilmesini
düzenlediği raporla son anda önleyen Avrupa Parlamento
su Çevre Danışmanı Korte ... helikopterle altın madeni ruh
satı çıkarılacak Ovacık bölgesini dolaştı. 100 Yıldır uygu
lanan siyanür yönteminin gelişmiş ülkelerin tamamında ya
saklandığını hatırlatan Prof.Dr. Korte, bu yasağı dünyanın
tüm ülkelerini kapsayacak şekilde genişletmeyi amaçladığı
nı söyledi. 1 Gram altın elde etmek için 1 ton kayanın un
haline getirildiğini ve bu işlemler sırasında 4 bin ton siya
nür kullanıldığını anlatan Prof.Dr. Korte ... ‘siyanürün
Türk insanına bir şey yapmadığı konusunda bilimsel bir
gerçek mi var? ’ dedi ”.
Küçücük bir haber metnindeki çarpıtılmış bilgilere
gelince: A) Siyanürle altın ayrıştırma yöntemi hangi Avrupa
ülkesinde ve gelişmiş ülkede yasak, ad verilmiyor. B) Si
yanürle altın ayrıştırma yönteminin uygulandığı Avrupa ül
keleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkelerin hangisinde
çevre felâketi yaşandı da, bir tek kişi bu siyanür nedeniyle
öldü, bunun örneği de verilmiyor. C) Ovacık altın yatağında
1 ton kayanın un haline getirilmesiyle 1 gram değil, 10
gram altın elde edilecektir, bunun için de ayrıştırma süre
cinde, 1 ton kayaya karşı -iddia ettiği gibi 4 bin ton değil
(herhalde 4 ton denilmek.isteniyor)- sadece 750 gram sod
yum siyanür kullanılacaktır (şu satırların yazıldığı 4.7.2001
84
tarihi itibariyle 1 ons yani 31.1 gram külçe altının fiyatı 274
dolar, 1 gram külçe altının fiyatı ise yaklaşık 8.8 dolar, 1
ton sodyum siyanürün fiyatı da 1300 dolardır). Prof.Dr.
Korte’nin hesabına göre 8.8 dolar değerindeki 1 gram altı
nı üretmek için, 4 ton sodyum siyanürün karşılığı olan
5.200 dolarlık siyanür sarfedilecektir. Bu mantıksız ve hatta
zeka özürlü hesaba, işletmeyle ilgili diğer maliyetleri de
eklediğinizde ortaya korkunç bir rakam çıkacaktır. Halk de
yimi ile kargaların bile güleceği bu hesabı, Almanların Tür
kiye’deki işbirlikçi-yerli elemanları “bilimsel veri” olarak
kabul etmişler ve hemen her etkinlikte kullanmışlardır. Ge
çimini ve refah standardını “profesyonel” bir biçimde Al
manya’ya bağlamış olan işbirlikçi-yerli elemanları bir de
receye kadar anlamak olanaklı. Ya Prof. Dr. Korte’ye ne
demeli? Bilimsel etik kavramı nerede, bilim bu kadar ayağa
düşer mi, türünden soruların yanıtını arıyorsanız, bunu
Prof.Dr. Korte’nin bir yıllık süreçteki akılalmaz yükselişin
de bulabilirsiniz. Madencilik ve çevre konularındaki aka
demik özgeçmişine baktığınızda vasatın da altında yayına
sahip olan Korte, Havran’da çıplak altın yatağını gözle
kontrol edip “çevre katliamını yerinde gördüm” cümlesiyle
başlayan raporu sonrasında, Alman Devleti’nin koruyucu
kanatları altına girmiş ve bir yıl içinde hem Avrupa Parla-
mentosu’nun Çevre Danışmanlığı’na ve hem de kendi üni
versitesinin Bölüm Başkanlığı’na getirilmiştir (77).
Prof.Dr. Korte, Ağustos 1994 tarihli ziyaretinin üze
rinden bir ay bile geçmeden, 4.09.1994’de, yerli işbirlikçi-
personelin Ören’de düzenlediği siyanürlü altın ve çevre
konulu bir toplantıya konuşmacı olarak katılmıştır. Yanın
da Alman ye İsveçli gözlemcilerle birlikte Türkiye’de göv
de gösterisi yapmaya alışan Korte, Şubat 1995’de yeni ra
85
porunu yandaşlarına göndermiştir. Raporun, birbirinden tu
tarsız, ilgisiz ve kopuk bilgilerine göre, Korte, Ovacık’taki
tesisi yerinde incelemeye değer bulmamış ve sadece proje
üzerinde çalıştıktan sonra şu hükme varmıştır: “Kanadalı
INCO firm asının projesine göre yapılacak arıtma tesisi çok
önemli riskler taşımaktadır. Zehirden arındırma mekaniz
masının ne denli etkili olduğu bilinmiyor.... Sistemin iyi iş
lemesiyle bir litredeki siyanür miktarı 10 miligrama düşe
bilecektir, oysa Avrupa standartlarında en çok litrede 0.1
mikrogram, yani 10.000 kat daha az siyanüre izin veril
mektedir. Eurogold da kendi raporlarında arıtma sonucu
litrede 1 miligram siyanür kalacağını açıklamıştı. Bu bile
Avrupa’da izin verilenin 1000 katı demektir..... Çevreye a-
tılacak kükürtdioksit ve nitrat miktarı da Avrupa ve Dünya
Sağlık Örgütü standartlarının çok üzerinde olacaktır....
Teknik ve kimyasal açıdan çok önemli itirazlar ortada du
rurken, bu arıtma tesislerine dayanarak Bergama ’da altın
madenciliği yapılabilir mi? ” (78).
Prof.Dr. Korte’nin FIAN’ın kendisine yüklediği
misyonu bir kenara bırakarak, yukarıda toplam birkaç satır
lık açıklamasında mevcut çelişkileri ve fahiş rakam hatala
rını ortaya çıkarmak için konunun ille de uzmanı olmak ge
rekmemektedir: A) “Zehirden arındırma mekanizmasının ne
denli etkili olduğu bilinmiyor” dedikten sonra, ortaya attığı
1 litredeki 10 miligram siyanür hesabını nereden çıkar
mıştır? Zehirden arındırma mekanizmasının etkisini bizzat
ölçme, her fırsatta Türkiye’ye gelen Korte için niye
sözkonusu olmamıştır, izin istemiş de verilmemiş midir? B)
Korte, TÜBİTAK raporu gibi yerinde yapılan bir araştır
maya dayalı verilere sahip olmadan, kıyaslamayı hangi bi
limsel ölçütlerle yapmaktadır? C) ABD ve Kanada’da içme
86
suyu için kabul edilebilir seviye, 0.2 miligram iken, Avrupa
standartlarında bu miktar 0.1’e inmektedir. Eurogold’un
resmi onaylı raporlarına göre ise, seviye Korte’nin “salladı
ğı” gibi 10 miligram değil, 0.2 miligramdır. Üstelik, Euro
gold’un atık havuzuna atacağı atıksudur, içme suyu değil!
D) Tezini güçlendirmek için kafasına göre rakam uyduran
bu Alman “bilim adamı”, oran hesabını yapmaktan bile aciz
bir görüntü vermiştir. Acıdır ki, Türkiye’de hiçbir samimi
ve gerçek çevreci, çıkıp da bu çelişkilerden ve de açıklardan
dolayı Prof.Dr. Korte’ye hesap sormamış, konuyu Türki
ye’nin gündeminde tartışmaya açmamıştır.
Daha sonra Prof.Dr. Friedhelm Korte, dönemin
Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’a gönderdiği bir kı
nama mektubu ile gündeme gelmiştir. Basına da verilen bu
mektupta Korte, “Ovacık-Bergama’da planlanan altın iş
letmesi projesinin gerçekleşme safhasına geldiğini basın
dan öğrendim. Bu benim için anlaşılmaz, akıl almaz bir du
rumdur” demektedir (79). Korte, 1997’nin Mart ayı başında
Bergama’ya gelerek direniş cephesini “denetlemiş” ve izle
nimlerini Basına yansıtmıştır: “Bugün Avrupa'nın belirli
bölgelerinde de altın var. Ama böyle bir yöntemle altın ü-
retmek Orta A vrupa’da denenmez bile. Her şeyden önce
halk inisiyatifi buna hayır der. Şu anda söylenebilecek şey,
yaşam alanına kısıtlama geleceğidir. Çok az bir altın ka
zanmak için tonlarca taş, toprak yerinden edilecek. Büyük
miktarlarda su kaynakları kullanılacak. Eurogold çalışma
lara başlarsa, bölge insanlarının yaşam kalitesi çok düşe
cek. Herşeyden önce, siyanür havaya karışacak en büyük
zehirlerden birisi ve bölgede yaşayan insanlar bunu tenef
fü s edecekler. Avrupa 'da böyle bir şey düşünülemez bile. Bu
proje için siyanür tankerlerinin taşınacağı yollar bile trafi
ği
ğe kapatılmalı. Havuzdaki siyanürün kontrol altında tutul
ması imkânsız. Ne Bergama’da, ne de başka bir yerde böyle
bir şey görmedim. Siyanür zehirini etkisiz hale getirmek çok
pahalıdır. Bunu Eurogolddahil kimse ödeyemez" (80).
Korte, Devletinin maaşa bağladığı işbirlikçi-yerli
personel gibi, Türk kamuoyunu da basit yalanlarla kandıra-
bileceğini, provoke edebileceğini düşünmektedir. Yukarıda
söylediklerinin içinde sadece bir tek konuda haklıdır, o da
Orta Avrupa’da siyanürlü altın üretiminin yapılmadığıdır.
Nedeni de, Orta Avrupa’da altın bulunmamasıdır. Fransa,
İtalya, İspanya, Finlandiya, İsveç, bu mantıkla Orta Avrupa
ülkesi sayılmadıklarından olacak, altın üretiminde siyanür
kullanmaya devam etmektedirler. Ancak, Korte’nin ahlâk
sa! açıdan esas gizlediği gerçek şudur: Dünyada siyanür ü-
retimi yapan üç ülkenin biri Almanya’dır. Degussa Firması,
dünyadaki toplam siyanür üretiminin 1/3’ünü, yani yaklaşık
500.000 tonunu, Almanya’da Giessen’deki tesislerden ü-
retmekte ve altın üreten firmalara adreste teslim sevkiyatı
yapmaktadır. Korte’nin diğer Alman sahte çevrecileri ve de
FIAN’ın yöneticileri gibi bu gerçeği bilmemesine olanak
yoktur. Kaldı ki, Avrupa’da ve de Türkiye’de siyanür, tan
kerlerle taşınmamaktadır; çünkü Avrupa Birliği standartla
rına göre, siyanür tabletler halinde (Konya’nın kelle şeker
leri -topakları- büyüklüğünde) üretilmektedir. Degussa
Firması, Almanya’da ürettiği siyanür tabletlerini, belirlen
miş standartlara göre özel makinalarla açılabilen kalın plas
tik poşetlere, onları da tahta kutulara yerleştirmekte ve
sevkiyatı da çelik konteynerlerle yapmaktadır, tankerlerle
değil. Hiçbir Alman “çevrecisi”, akademisyeni, gazetecisi
ya da politikacısı, kendi ülkelerinde siyanür üretiminin ya
saklanması, en azından Türkiye’ye siyanür satılmaması
88
doğrultusunda herhangi bir eylem kampanyası yürütme
mektedirler. Çünkü, siyanür ihracından Alman Devleti’nin
önemli ekonomik çıkarları sözkonusudur.
Bilim adamlığı kisvesini, ahlâkdışı bir biçimde ken
di Devleti’nin çıkarları doğrultusunda, Türk kamuoyunu
yanlış yönlendirme için kullanan Prof.Dr. Friedhelm Korte,
daha sonra, 26-27 Haziran 1997 tarihleri arasında İstanbul
Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi tarafından düzenlenen
bir sempozyuma katılmıştır. Bu sempozyuma, Korte’den
başka, Prof. Dr. Paul Müller ve Prof. Dr. W. Klein de teb
liğle iştirak etmişlerdir. Sempozyumun sonunda, Alman a-
kademisyenlere dört Türk akademisyeninin de katılımıyla
bir yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirilmiştir. Prof.Dr.
Paul Müller’in Başkanlığında gerçekleştirilen bu yuvarlak
masa toplantısında alman karar, kendilerini izleyen sem
pozyum katılımcılarına karşı okunmuş ve üst üste iki kez
karşı bilimsel görüşlerinin olup olmadığı sorulmuştur. Dü
şünme ve değerlendirme süresi verilmediği için karşı görüş
belirten olmamıştır. Böylece, toplantı karan, demokratik (!)
bir biçimde sempozyum kararı olarak “Bergama Deklaras
yonu” başlığı altında ilân edilmiştir: “Bilimin şu anki duru
muna göre, teknoloji, doğa ve kültür alanındaki son verile
rin ışığında Bergama yöresinde yapılması planlanan altın
işletmesi kabul edilem ez” (81)... Bu sempozyum ve dekla
rasyon, Almanya’nın, küçük çevreci gruplann, küçük radi
kal örgütlerin, köylü gruplarının, kimi kasaba politikacılan-
nın yanısıra, üniversitelere de etken olabileceğinin bir gös
tergesi olarak değerlendirilmiştir.
21 Temmuz 1999’da ise, Ören’de düzenlenen ve
kendileri dışındakilere kapalı sempozyum sonucunda ya
yınladıkları deklarasyona göre, Prof.Dr. Friedhelm Kor
89
te’nin yanısıra, Steve D’Esposito (ABD Mineral Policy
Çenter Genel Başkanı), Wolfgang Kreissl-Dörfler (Avrupa
Parlamentosu Milletvekili), Wolfgang von Nostitz (Avrupa
Parlamentosu eski Milletvekili, Münih’de Avukat)’in
yanısıra, merkezi Münih’de bulunan “Pergamon und
Adramytteion Ges.” Genel Başkanı sıfatıyla Birsel Lemke,
Pergamon Demeği Genel Başkanı sıfatıyla Sefa Taşkın,
Prof.Dr. Ümit Erdem ve Av. Senih Özay katılmışlardır.
Sözkonusu deklarasyonu, Alman Prof. Dr. Paul Müller ve
Prof.Dr. İsmail Duman, sempozyuma katılmadıkları halde
imzalamışlardır. Sempozyumun sonuç bölümünde, Türk
vatandaşı katılımcıların “tam bağımsızlık”, “sosyalizm”,
“anarşizm” ya da “anti-emperyalizm” konusundaki ikiyüz
lülüklerini ortaya koyan şu bölüme yer vermişlerdir:
“Çeşitli politik ve ideolojik kutuplaşmalar, Türkiye
ile Avrupa ’nın bütünleşmesine bugüne dek ne yazık ki engel
oluşturmuştur. Bizler, en azından ortak çevre standartları
oluşturarak bu ayrılığın daha fa zla sürmesine engel olmak
üzere, Avrupa Parlamentosu ’nun Türk Ege 'sinde altın çıka
rılması ile ilgili 1994 tarihli (B4-0410/94) kararına nihayet
uyulması yönünde çaba sarfetmek durumundayız. Böylece
bizler, Amerikalı dostlarımızı da aramıza alarak, bu bölge
nin (Anadolu’nun) Dünya Kültür Mirası olarak korunması
na katkı sağlayacağımıza olan inançla, gelecekte de Türk ve
Alman bilimadamları olarak birlikte çalışacağımızı beyan
ederiz.... Bu deklarasyon, özel bir toplantı niteliğinde düşü
nülen bir buluşmanın ürünü olup, çevre ve ahlâk açısından
daha temiz ve daha demokratik bir dünya için çağrıdır.
Sempozyum eski Yunancada şölen demektir. Biz de toprak
larımızı korumasını ve ulusal bağımsızlık onurumuzu bes
lemesini dilediğimiz bu bilgi ziyafetinin adını Conventus ’99
90
koyduk. Antik çağda, ünlü düşünür ve bilimadamlarmın
Adram ytteion’da, yanı bu bölgede, insanlığı ilgilendiren
tüm sorunları görüştükleri ve dünya barışı için yaptıkları
periodik toplantılara conventus deniyordu. Onların kaldık
ları yerden biz devam edelim dedik. 21 Temmuz 1999 / Ö-
ren - Adramytteion ” (82)
Hiç şüphesiz, katılımcıların kimlikleri ve geçmişle
ri, bu sempozyumun bilimsel (!) düzeyi ile ilgili bir fikir
vermeye yeterli olmaktadır. Kaldı ki, Alman katılımcıların
dan Avrupa Parlamentosu Milletvekili Wolfgang Kreissl-
Dörfler, ve Avrupa Parlamentosu eski Milletvekili
Wolfgang von Nostitz, Almanya’daki Türklerin çok yakın
dan tanıdığı iki isimdir. Federal Anayasayı Koruma Teşki
lâtı adına, AFÎD (Anadolu Federe İslam Devleti-bilinen a-
dıyla Kaplancılar), IMGT (İslam Toplumu Milli Görüş
Teşkilâtı) ve İKMB (İslâm Kültür Merkezleri Birliği) ara
sındaki koordinasyonu sağlayan, sorgulamalara katılan iki
nitelikli ve de üst düzey istihbaratçıdır. 1990’dan günümü
ze, Bergama’ya yüzlerce BND görevlisinin geldiği; ikili gö
rüşmeler dışında, özellikle Basınla karşılaşmamaya özen
gösterdikleri, “sivil itaatsizlik” kapsamındaki eylemlerin de
bu görevlilerin Bergama’dan ayrılmalarının hemen akabin
de cereyan ettiği bilinmektedir. İstihbaratçılarının güvenlik
duyarlılığını bir kenara bırakarak ilk defa, “bilimsel görü
nüşlü” bir sempozyuma katılmalarını, Almanya’nın giderek
mütecavizliğini arttırdığının ve arttırmaya da devam edece
ğinin bir işareti olarak değerlendirmek gerekir.
FIAN yönetiminde, 27.10.2000 tarihinde Berlin’de
bir toplantı daha yapılır: Berlin Deklarasyonu. Artık, FIAN,
hareketin önderi olduğunu saklamamaktadır. Toplantıya yi
ne bildik isimler katılır: Petra Sauerland (FIAN Başkanı),
91
Prof. Dr. F. Korte, Prof. Dr. P. Müller ve Prof. Dr. İsmail
Duman. Bu toplantıda Alman Çevre Bakanı Gila Altman’da
hazır bulunur. Konu yine aynıdır: Gana, Peru, Yeni Gine
gibi üçüncü dünya ülkelerinde altın madenciliğinin engel
lenmesidir (83).
2.4. AVRUPA PARLAMENTOSU VE İŞBİ
LİKÇİLERİN ÇIKARDIĞI KARAR
Bergama ve Havran’daki siyanürlü altın üretimi ko
nusunu Avrupa Parlamentosu gündemine ilk taşıyan kişi,
Yunanlı Milletvekili Aleksandr Alavanos olmuştur. Ancak
üye ülkelerdeki siyanürlü altın üretiminin dikkate alınması,
dolayısıyla bir çelişkiye ve çifte standarda neden olunma
ması gerekçesi ile karar tasarısı dondurulmuştur. Tasarının
bir an önce AP kararına dönüştürülmesi için Yunanlı Mil-
letvekili’ne destek veren, lobi faaliyeti yürüten sadece FI-
AN olmamıştır. Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ve
Bergama köylülerinin avukatları adına Senih Özay da en az
FLAN kadar etkili olunca, karar tasarısı, Parlamento’nun “a-
cil konular gündeminde” ele alınarak kabul edilmiştir. Bu
karar, yaptırım gücü olmayan Avrupa Parlamentosunun il
kesizliğinin, etki altında rahatça haksız kararlar verebildiği
nin tipik bir kanıtı olmuştur. 17 Kasım 1994 tarih ve 11 (e)
B4-0410-94 sayılı kararın bazı bölümleri:
"... A) Şöyle ki; Edremit K örfezi’nde ve Bergama
civarında altın madenciliğini amaçlayan iki şirket,
Eurogold ve Tüprag, halihazırda gerekli maden ruhsatları
nı almış ve etraflarındaki zeytinlikleri satın almış olup kısa
bir süre içinde madencilik faaliyetlerine başlamak üzerede
dirler. B) Şöyle ki; gıda konularını savunmayı da üstlenmiş
olan uluslararası insan hakları organizasyonu FIAN, Ed
92
remit bölgesinin altın madenciliği sonucu her an oluşabile
cek imhasının önlenmesi için acil bir işlem yapılm ası çağrı
sında bulunmuştur. C) Şöyle ki; yukarıda adı geçen şirket
ler, tahminen yedi ton altın ve 15 ton gümüş olarak belirle
nen altın ve gümüş rezervlerine ulaşmak için 22.3 hektarlık
zeytinlik ve orman ile 1.56 metreküp kayayı tahrip etme ha
zırlıkları içindedirler.... 1) Avrupa Parlamentosu, Türk
Hükümeti ’ni madencilikte siyanür içeren maddelerin kulla
nılmasını yasaklamaya ve asırlık ürün ve ormanları bulu
nan değerli bölgelerin tahribini önlemeye çağırır. 2) Avru
pa Parlamentosu Akdeniz ve tarihi alanlarını korumanın ti
ye ülkeler ve Türkiye üzerine düşen bir görev olduğunu
vurgular. 3) Avrupa Parlamentosu üye ülkeleri, özellikle
Federal Alman Cumhuriyeti ’ni, tüm bir yöreye ekolojik ve
sağlık tahribatı yapacak nitelikte ve olumsuz geçm işi bulu
nan zehirli bir madde olan siyanürün Alman şirketleri tara
fından kullanımını yasaklamaya ve Alman şirketleri ve ban
kalarını, Avrupa Birliği (AB) dışında dahi olsa, Alman ve
AB standartlarına uymaları için zorlamaya çağırır. 4) Av
rupa Parlamentosu Komisyonu, Bergama-Edremit bölgesi,
M idilli (Lesbos) Adası, Ege ve Akdeniz üzerinde siyanür i-
çeren maddeler kullanmak üzere planlanan altın madenci
liğinin ekolojik etkisini incelemeye çağırır ve de Komisyonu
ve üye ülkeleri her an olabilecek bir ekolojik faciayı geçiş
tirmek üzere önlemler almaya çağırır. 5) Avrupa Parla
mentosu bu kararı Konsey’e, K om isyon’a, üye ülkelerin
hükümetleri ve parlamentolarına ve Türk Hükümeti 'ne ilet
mek üzere Parlamento Başkanına talimat verir
Avrupa Parlamentosu, Almanya’nın siyanür üretimi
ve dışsatımı konusunda bir karar almaya ya da en azından
kınamaya cesaret edememiş; siyanürleme yöntemiyle altın
93
üreten Fransa, İspanya ve İtalya ve o tarihlerde, Türkiye gi
bi, altın üretimine hazırlanan Yunanistan’daki altın maden
ciliğini dikkate bile almamış; sadece ve sadece, Avrupa’da
hiç altın üretmeyen nadir ülkelerden biri olan Türkiye’ye
yüklenmiştir. İşte Avrupa’nın “tarafsızlığı” ve Parlamento
sunun “hak ve adalet ve de eşitlik” anlayışı!.. Ama daha a-
cısı, Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın karar sonra
sı söyledikleri: “Çok sevinçliyiz. Bu büyük bir haber. Çev
reye duyarlılığın zaferi. Karar Bergama 'da bayram havası
yaratmıştır ” (84).
Yaklaşık iki yıl sonra, bu defa Avrupa Parlamento-
su’ndaki Yeşiller Grubu, ikinci bir karar için Parlamento
Başkanlığı’na karar tasarısı vermiştir: “Bu, madene verilen
onayın geri çekilmesini, doğanın ve tarihi kültür mirasının
telâfisi mümkün olmayacak şekilde tahrip edilmesinin dur
durulmasını istiyoruz. Avrupalı firm aların dış ülkelerdeki
çalışmalarında çevre koşullarına uymaya zorlanmalarını
talep ediyoruz. Alman Dresdner B ank’ın Eurogold’un ça
lışmalarını finanse etmemesini takdir etmekte ve diğer ban
kaları da bu örnek tutuma katılmaya çağırmaktayız. Komis
yondan, Edremit Körfezi için de yeniden bir rapor hazır
latmasını ve Türlüye 'de 600 ’ü bulan altın madeni bölgele
rinin doğa için doğuracağı sonuçları incelemesini istiyo
ruz".
Karar tasarısının Avrupa Parlamentosu Başkanlı
ğ ın a sunulmasına gösterilen anlamlı (!) tepkiler, 27. 12.
1996 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olarak yer al
mıştır: “Avrupa Parlamentosu’nun Bergama'daki siya
nürlü altın mücadelesini görüşecek olması, yörede sevinçle
karşılandı. Yöredeki muhtarlar, Türkiye ’nin de Berga
ma ’nın değerini bilmesini istediler. CHP ve ÖDP ’nin Ber-
94
gama ilçe başkarıları da Avrupa Parlamentosu ’nda bulunan
tüm sosyal demokrat ve sosyalist üyelerin karar tasarısını
desteklemeleri için konuyu genel merkezlerine ileteceklerini
açıkladılar. Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın da ‘A v
rupa Topluluğu’na katılmak isteyen Türkiye, Avrupa Par
lamentosu ’nun sesini duymalıdır’ dedi”. İçlerinden bir
yurtsever çıkıp da dürüstlükle dememiştir ki, “şu Avrupa
Parlamentosu yeşilleri ne kadar önyargılı ve bilgisiz. Ova
cık altın madeni, antik kente de, denize de, Bergama’ya da
hayli uzak. Ege Denizi’nden 12 km içeride. Bergama’nın da
15 km. dışında ve alt kotlarında. Bölgedeki onlarca birbirine
benzeyen, büyük bölümü kayalık, geriye kalanları da 3. ve
6. dereceden tarım arazisini içeren sadece küçük ölçekli bir
tepeden ibaret. Ovadaki tarım topraklan ile de hiçbir ilgisi
yok, hangi tarihi kültür mirasına telâfisi mümkün olmaya
cak tahribatı sözkonusu olabilir ki?”
Elbette ki, Avrupa Parlamentosu’na doğrudan eleşti
ri yöneltmek doğru değildir. İçinde ağırlıklı olarak, Türki
ye’de ulus-devlet bütünlüğünü, etnik ve dinsel ayrılıkları
derinleştirerek ortadan kaldırma çabasındaki AB ülkeleri
nin temsilcilerini barındırmaktadır. Bir başka ifadeyle, AP
milletvekilleri, kendi devletlerinin iç ve dış politikalarının
gereğini yerine getirmektedirler. Hepsi de kendi açılarından
kendi ülkelerinin yurtseverleridirler. Ya Sefa Taşkın? İşte,
Bergama konusunun ısıtılarak yeniden Avrupa Parlamento
su gündemine sokulmaya çalışılması ile ilgili bir haber
(Cumhuriyet, 14.02.1997):
‘‘A vrupa Parlamentosu’nun gündeme aldığı siya
nürlü altın konusuyla ilgili toplantıya katılmak için Brük
se l’e giden Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın gö
rüşmelerini sürdürdüğü bildirildi. Taşkın’ın önceki gün,
95
Avrupa Parlamentosu’nun Yeşiller Grubu’nda bir konuşma
yaparak, Bergama ’da altın madenine karşı köylülerin sür
dürdüğü mücadeleyle ilgili bilgi verdiği belirtildi. Bu arada
AP Yeşiller Grubu ’nun toplantısında şu kararların alındığı
bildirildi:
'Belçika Parlamenteri ve AP Çevre Komisyonu
Başkanı Lanrıoye’nin önerisi doğrultusunda; E urogoldfir
masına ortak olan ve onun arkasında bulunan firm aların
Avrupa ’da ne tür yatırımlar yaptıkları araştırılacak. Eğer
bu yatırımlar için Avrupa Parlamentosu’nun desteklediği
projeler var ise, bu projeler durdurulacak. Alman Parla
menter Kreissler D orfler’in önerisiyle i daha önce Avrupa
ortak şartlarının Avrupa ülkelerinin dışında da uygulanma
sı için bir karar alındı. Bu karar Eurogold ’a destek veren
Degussa ve Metelgeselschaft şirketlerine iletilecek. Bu şir
ketlerin çifte standart uygulamamaları istenecek. İsviçreli
Parlamenter Garthon’un verdiği karar tasarısına göre,
Bergama’daki altın madenini işletmek isteyen Eurogold
Madenciliğin hangi uluslararası anlaşmalara aykırı dav
randığı araştırılacak. Alman Parlamenter Ulmann ’ın öneri
siyle, Eurogold Madenciliğin Ege Denizini kirletmesi
sözkonusudur. Ege Denizinin tehdit altında olması, Yuna
nistan avrupa B irliği’ne üye olduğu için Avrupa Parla
mentosu ’nu ilgilendirmektedir. Bunun için Eurogold Şirketi,
Avrupa Parlamentosu Başvuru Komisyonu ’na şikâyet edile
cek ve Bergama için siyanürlü madeni çalıştırmaması iste
nilecek ’.
Yeşiller Grubu, ayrıca İsviçreli Parlamenter
Garthon’un önerisiyle, AVRUPA PARLAMENTERLERİ
NİN BERGAMA ’DAKİ YÖRE HALKININ EYLEMLERİNE
KATILMASI DA KARARLAŞTIRILDI. Yine Alman Parla
96
menter Ulmcmn’ın önerisiyle, Bergam a’daki ortak kültür
zenginliklerinin korunması için AP Kültür Komisyonu dev
reye girecek. Yeşiller Partisi Grup Başkam ’nın önerisiyle,
Bergama ’daki altın madeni konusu, AP ’nin TBMM ile bir
likte oluşturduğu karma komisyonda konuşulacak. Yeşiller
Grubu ’nun aldığı ortak kararda ise, Avrupa Parlamento
su ’na Bergama ’da madenle ilgili çalışmaların durdurulma
sı için karar tasarısı sunulması öngörüldü. Bergama Bele
diye Başkanı Sefa Taşkın ’ın, bu kararları desteklemeleri i-
çin AvrupalI Parlamenterlerle görüşmeler yaptığı öğrenil
d i”.
Yorum, zaten kendi içinde...
1998 yılında, Avrupa Parlamentosu’nun A4-
0432/98 oturumunda Bergama altın madeni hakkında
bir karar daha alınmıştır. Konu bu sefer, “Türkiye ile
İlişkiler” başlıklı kararın “Politik Konular” bölümün
de, Türk hükümetine yapılan siyasi öneriler (belki de
baskılar demek daha doğrudur) arasına sıkıştırılmıştır:
“16. Özellikle Kürtlerin maruz kaldığı zulüm, ha
pis ve işkenceye son verilmesi;
20. Leyla Zana’nın serbest bırakılması;
21. Kürt halkının temsilcilerini de içeren toplum
güçleri arasında diyalog kurulması:
Türkiye'deki her kesime ana dilleriyle eğitim
hakkı ile Kürt dilinde yayın ve kendini ifade özgürlüğü ve
rilmesi;
TBMM’de Kürtlerin temsil edilmesi, Siyasi
Partiler Kanunu’nun değiştirilmesi, seçimlerdeki % 10 e-
şiğinin kaldırılması ve anti-terör kanununun iptali;
- Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden olağanüstü
halin kaldırılması ve köy korucuları sisteminin tasfiyesi;
97
22. PKK’nın tek taraflı ateşkesinin kabul edilmesi
ve Kürt hedeflerine saldırıların hemen durdurulması;
23. Mahkeme kararlarının, özellikle üç termik sant
ral ve Bersama bölgesindeki EUROGOLD şirketine ilişkin
Danıştay kararlarının uygulanması:
24. Kuzey Kıbrıs’ta devam eden işgal durumunun
ve A B ’ne aday bir diğer ülkenin (Güney Kıbrıs) erişim sü
recini engelleyici tutumu nedeniyle Kıbrıs’ta siyasi çözü
me gidilmesi;
25. Komşuları, özellikle Yunanistan ile ilişkilerini
düzeltmesi"...
Avrupa Birliği’ne aday ülke olmak için çabalayan
"Türkiye ile Avrupa Konseyi arasındaki ilişkilerin daha da
geliştirilm esi" amacıyla “Türkiye Hakkında Avrupa Strate
jis i" olarak adlandırılmış olan bu karar, siyanürleme yön
temiyle altın madenciliği yapan Fransa, İtalya ve İspanya ile
önümüzdeki yıl üretime geçecek Yunanistan’ın Avrupa
Birliği üyesi olduklarını unutarak, Avrupa Parlamento-
su’nun Türkiye’ye bakışmı net bir şekilde ortaya koymuş
tur.
2.5. BERGAMA’DAKİ ALMAN PROVO
TÖRLER VE DIŞ MÜDAHALELER
Almanya’nın Bergama’ya olan ilgisi, 1995’in Nisan
ayında tam bir değişim göstermiştir. Bergama’daki direniş
çileri (!) şöyle bir geçerken ziyaret eden Alman turistlerinin
(!) yanısıra, üst düzey Alınanlardan oluşan grupların ziya
retleri de sözkonusu olmaya başlamıştır. Bu değişimin ve
daha fazla önemsemenin ilk işaretini veren, Birlik
90/Yeşiller Partisi’nin milletvekilleri Cem Özdemir,
Elisabeth Altman (Berlin Deklarasyonu toplantısına katılan
98
Alman Çevre bakanı Altman olmasın sakın!) ve Halo
Saibold olmuştur. Alman Parlamentosu’na bir önerge veren
milletvekilleri, Bergama’da siyanürle altın çıkarılması giri
şiminin durdurulması için bir yaptırım karan alınmasını is
temişlerdir: “Belirtilen yöntemle Ege 'de planlanan altın çı
karma işlemi, ekolojik ve sosyal bir felâkete neden olabilir.
Bu konudan kârlı çıkan banka ve kuruluşlar 600 bin insanın
hayatını büyük bir tehlikeye sokuyorlar. Siyanür, bölge top
raklarını ve sularını zehirleyebilir; böylece turizm hareket
liliğini de tehlikeye sokabilir. Ayrıca Ege Denizinin de kir
lenmesi olasıdır. Yasalarımız ve Avrupa Parlamentosu ’nun
kararı g ereğ i... Türkiye ’de bu projeye yıllardır karşı çıkan
insanlara tam desteğimizi sürdürmeliyiz" (85).
Dresdner Bankası’nın açacağı krediyi bu önerge ile
engelleyen Almanlar, karann hemen ertesinde, Bergama’da
destek mesajlı bir gövde gösterisi yapmak üzere, FIAN Ge
nel Başkanı Petra Sauerland Başkanlığında bir heyeti gön
dermişlerdir. Heyette, BfV kontenjanından Parlamentoya
sokulan Birlik 90/Yeşiller Partisi’nin iki milletvekili Karin
Hagemann ve Reimer Hamann ile UNESCO MAB Progra
mı Başkan Yardımcısı ve MAB Almanya Komitesi Başkanı
Prof.Dr. Michael Suscow da yeralmıştır. Yaklaşık iki hafta
boyunca, Ovacık Altın Madeni dışında, Bergama köyleri
dahil tüm Ege ve Kuzey Marmara Bölgesini gezen, çevreci
kuruluşlarla yönlendirme toplantıları düzenleyen heyet, ba
sma da demeçler vermiştir. Prof.Dr. Suscovv, Cumhuriyet’e
verdiği özel demeçte, “Bergama dünyanın önemli kültürel
merkezlerinden biri olmasının yanısıra, tarımsal potansiye
li, özellikie zeytin üretimi bakımından gelecek yaşam için
çok önem kazanan bir bölge olacaktır. Böyle bir bölgede si
yanürlü yöntemle altın üretmek, 8-10 yıllık bir etkinlik için
99
bu bölgeyi gözden çıkarmak cinayet olur. Türkiye ’de bu şe
kilde altın üretmek isteyen firm aların Almanya ’daki jinans
kuruluşlarından kredi alamamaları için lobi faaliyeti yapa
cağız "demiştir (86). Diğer iki milletvekilinin demeçlerinde
ise “tehdit”, “eksik bilgi” ve “kışkırtma” unsurları bir arada
kullanılmıştır:
“Yıllar öncesine Almanya'da nükleer santral kurul
masına karşı çıkmak için kamuoyu oluşturduk. Elde ettiği
miz başarının sonucunda Alm anya’da nükleer santral ku
rulmuyor. Yeşiller Partisi olarak Bergama 'da siyanürlü al
tın çıkarılmasına engel olmak için de mücadele edeceğiz.
Her y ıl Türkiye ’y e gelen milyonlarca Alman turistin de bu
olaya karşı tepki göstereceğine inanıyoruz. Bergama altını
Alman Bankası Dresdner Bank’a ve ham metal üreten
Degussa’y a aktarılacaktır. Bergama altınında Alman eko
nomisi güçlenecek. Türkiye'ye ise bu kazancın kırıntıları
kalacak. Altın çıkarılmasını onaylayan Almanya, Bergama
lIlara da iltica hakkı vermelidir’’ (87).
Hagemann ve Hamann, altın çıkarılması halinde,
Alman turistlerinin Türkiye’ye gelmeyeceğini, bunun da
Türk turizmini ve ekonomisini etkileyeceğini söyleyerek
“tehdit” sopası göstermişlerdir. Gerçekten de, uzun yıllardır
Almanya’da, turizm rezervasyonlarının başladığı Mart a-
yından, sona erdiği Haziran ortalarına kadar, tüm Alman
televizyonlarında, Türkiye’de insan haklan ihlâllerine iliş
kin görüntüler (öğrenci olayları, kanlı mitingler, bombala
ma öncesi ve sonrası, terör nedeniyle boşaltılmış köyler, ör
güt cenazeleri, hapisane eylemleri vd.), orman yangınları,
turistlere yönelik tecavüz ve kapkaççılık olaylan, düşünce
özgürlüğüne getirilen sınırlamalar kapsamında, Almanya ile
bağlantılı bölücü, şeriatçı işbirlikçilerden alınan ve ağır it
100
hamlarla ağır hakaretler içereli röportajlar, arşivlerden çıka
rılarak tekrar tekrar gösterilmekte ve Türkiye’ye gidebile
cek Alman tüketicisinin olumsuz etkilenmesi amaçlanmak
tadır. Rezervasyonların bitmesi ile bu tür görüntülü haberler
de adeta bıçak gibi kesilmektedir. İşte iki Alman milletve
kili, Türkiye’yi, bu mekanizmanın daha etkili işletilmesi ile
tehdit etmektedirler. Hagemann ve Hamann, Degussa fir
masının siyanür ürettiği ve bu yolla Türkiye’den gelir sağ
ladığı gerçeğini ise, bu firmayı sadece ham metal üreten bir
kuruluş gibi göstermek suretiyle gizlemektedirler. Yabancı
düşmanlığının ve ırkçılığın giderek kökleştiği, insanların
sırf Alman olmadığı için diri diri yakıldığı Almanya’da,
Alman kamuoyunu korkutmanın kestirme yolu, “iltica” akı-
nından bahsetmektir. İşte bu iki milletvekili, kendi kamuo
yunu arkalarına almak için bu yola da başvurmakta sakınca
görmemektedirler.
FIAN, Aralık 1996 itibariyle, tüm dünyaya Bergama
için “Acil Aksiyon” çağrısı yapmıştır (88). Takip eden ay i-
çinde de, FIAN Genel Sekreteri Rolf Künnemann imza
sıyla dönemin Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Şevket
Kazan’a bir mektup gönderilmiştir. 9 Ocak 1997 tarihli
mektupta yazılanlar ve talepler:
“FIAN, bir insanın kendisini besleme hakkı için o-
luşturulmuş uluslararası insan hakları organizasyonudur.
FIAN ’ın B M ’de danışma statüsü vardır.... Biz Türkiye’nin
Batı kıyısının Bergama bölgesindeki durumla çok ilgileni
yoruz. Bu bölgedeki insanlar, siyanürlü altın madenine kar
şı barışçıl bir biçimde bir direnç göstermekte ve Eurogold
şirketinin bundan vazgeçmesini talep etmektedir.... Berga
ma ’daki yerel işçiler siyanürle kirletilen atık materyali de
polam ak için havuzlar kazmayı reddettiklerinden, Eurogold
101
Doğu Anadolu’dan işçiler tutmuştur.... Bu bölgedeki bele
diye başkanları, bölgedeki “saatli bomba ” gibi konuyla çok
daha fazla ilgilidirler. Yaşamını tarımdan ve turizmden
sağlayan vatandaşlarının geçimlerinden kuşku duymakta
dırlar ve Bergama’daki altın madenini reddetmektedirler....
Biz size Türkiye 'deki yüksek mahkeme (Danıştay) kararını
açıklamadan önce, Eurogold’un üretimini tarafsız olarak
engellemenizde ısrar ediyoruz” (89).
FIAN Genel Sekreteri Künnemann, 29 Ocak 1997
tarihli mektubunda da, dönemin İzmir Valisi Kutlu
Aktaş’tan, mahkeme kararı sonuçlanıncaya kadar
Eurogold’un faaliyetlerine son vermesi için yetkisini kul
lanmasını istemiştir. Basına da dağıtılan mektupta, sonucun
olumsuz olması durumunda, Bergama’nın korunması için
FIAN’ın Avrupa’daki üç büyük kuruluş ile müşterek çalış
malar yürüteceği de belirtilmiştir (90).
FIAN’ın mektuplarının kamuoyunda tartışıldığı sı
ralarda, Birlik90/Yeşiller Partisi Milletvekili ve Alman
Parlamentosu Turizm Komisyonu Başkanı Halo Saibold,
yaklaşık altı aylığına İzmir’e gelmiş ve deyim yerindeyse,
ayağının tozuyla bir basın toplantısı düzenleyerek, “Alman
turizm şirketlerinin Bergama yöresine turist göndermeme e-
ğiliminde olduklarını” söyleyerek Türkiye’yi üstü kapalı
tehdit etmiştir (91).
Halo Saibold’un incelemelerini (!) sürdürdüğü Şu
bat 1997’nin sonlarına doğru, FIAN’ın en etkili ideologla
rından biri olarak kabul edilen AvusturyalI gazeteci Petra
Holzer, siyanürlü altına karşı mücadele ile ilgili “HAYIR”
adlı bir belgesel hazırlamak üzere Bergama’ya gelmiştir.
Holzer, daha sonra izlenimlerini 28 Şubat 1997’de bir Basın
102
toplantısı ile meslekdaşlanna aktarmıştır. Maden sahasında
çekim yapmasına izin verilmediğini, kendisinin de madene
karşı olan çevredeki köylerin sakinleriyle görüştüğünü kay
deden Holzer, çekeceği belgeselin başta İstanbul Film Fes
tivali olmak üzere, pek çok Avrupa TV istasyonunda ya
yınlanacağını öne sürmüştür (92). Petra Holzer, daha sonra
bu belgeseli takviye etmek üzere, “Bergama ve 10 Yıllık
Direniş Hareketi” başlıklı bir makale yayınlamıştır (93).
Holzer’in bölgeden ayrılması üzerine, İzmir ve Ören arasın
da adeta mekik dokuyan ve geçerken de sürekli Bergama’ya
uğrayan Alman Parlamenter Halo Saibold, 18 Mart
1997’de, Türkiye’ye turizm yoluyla zarar verecek bir kam
panyanın ilk sinyalini vermiştir. Haber, 19.03.1997 tarihli
Cum huriyet gazetesinde aynen şöyle yer almıştır:
“Bergama köylülerinin siyanürlü altına karşı yedi
yıldır sürdürdükleri mücadeleye Avrupa 'dan destek geldi.
Avrupa Parlamentosu Turizm Komisyonu Başkam Alman
M illetvekili Halo Saibold, Türk turizmcilerine, Bergama
halkını desteklemeleri çağrısında bulundu. Alman M illetve
kili Saibold, ‘A ntik Bergama ‘da Altın Madeni ’ başlıklı ba
sın açıklamasında, ‘Turizm sektörü göreve ’ çağrısında bu
lunarak şöyle dedi: ‘Son zamanlarda Türkiye ‘de durumun
gerginleşmesi üzerine, Türk turizminin, Ege ’nin kuzeyindeki
antik kentlerin korunması ve oradaki halkın yedi yıldır sür
dürdüğü mücadelesini desteklemek için ağırlığını koyması
gerekir. Yöre insanları çevrelerinin tahrip olmaması için
mücadele verip, kurtuluşu, tarım, zeytin, pamuk ve turizmde
gösteriyorlar. Siyanürlü altının çıkarılmasıyla bölge tahrip
edilecek Bu yöre insanlarının varolma kaynakları ve antik
Bergama gibi kültür mirası yo k olup gidecek’. Saibold, alı
nan haberlere göre Türk hükümetinin özel timler ile yöre
103
halkının mücadelesini kırmak istediğini de belirttiği basın
açıklamasında, Eurogold şirketinin Bergama’da mahkeme
kararlarını beklemeden çalışmalara başladığını söyledi.
Saibold, biz uluslararası FIAN ile birlikte, yöre halkının u-
lusal mücadelesini destekliyor ve İzmir Valisi ’nden Euro
gold ’un mahkeme sonuçlanıncaya kadar çalışmasını dur
durmasını talep ediyoruz”.
Bu basın açıklaması ile Saibold, Türk Hükümeti’ne
ve kamuoyuna, özellikle de “direnişçilere” para yardımı
yapmayan turizmcilere resmen gözdağı verirken, “özel tim”
iftirası ile de kamuoyunu kışkırtmaktan geri durmamıştır.
“Alman Derin Devleti”nin yetkili ve özel görevli parla
menterinin bu tehditlerinin “boş sözlerden” ibaret olmadığı,
kısa bir süre sonra anlaşılmıştır. BND’nin “yan resmi yayın
organı” konumundaki Der Spiegel, 14 Nisan 1997 tarihli
sayısında Saibold’un açıklamasını teyid eden bir haber ya
yınlamıştır. Bu makalenin Türk Basınındaki yansıması
şöyle olmuştur: "Der Spiegel, "Altınya da Turizm” başlıklı
haberinde, altın madeni çalışmaya başladığında, Alman
ya ’daki birçok uluslararası turizm şirketinin, Türkiye 'ye tu
rist göndermeyeceğini bildirdi. Der Spiegel’deki haberde,
‘siyanürlü altın madeni ’nin Almanya ile Türkiye arasındaki
ilişkilerde yeni bir anlaşmazlık konusu oluşturduğuna deği
nilerek, antik Bergama kenti yakınlarında çok uluslu
Eurogold şirketinin siyanür kullanarak altın çıkarma proje
sini Ankara H üküm eti’nin desteklediği belirtildi. Altının,
dünyanın en tehlikeli zehiri olan siyanür ile çıkarılacağı i-
çin, Alm anya’nın en büyük turizm şirketi olan TUI'nin Yö
netim Kurulu Başkanı Kari B o m ’un, Bergama ve E fes’e
yapılacak turları iptal edeceklerini söylediği kaydedilen ha
berde, şöyle denildi: ‘TU I’nin yönetim kurulu başkanı, Tür
104
kiye’nin Turizm Bakam Bahattin Yücel’eyazdığı mektubun
da, eğer bu proje derhal durdurulmazsa, yolcularımızı, or
taya çıkabilecek sonuçlardan korumak zorundayız, dedi.
T U l’nin bu konuda bu kadar duyarlı davranması, Alman
Parlamenter ve Turizm Komisyonu Başkanı Halo Saibold’-
un inisiyatifine dayanıyor. Bergama Belediye Başkanı Sefa
Taşkın da çok uluslu Eurogold şirketinin projesine karşı.
Mayıs sonunda tanınmış çevre örgütleri ve Aşağı Saksonya
Çevre Bakanı Monika Griefahn, Bergam a’y a dayanışma
seyahatine katılacaklar. Griefahn, siyanürlü altıncılara
karşı projeleri destekliyor" (94).
Almanya’nın Türkiye’yi “köşeye sıkıştırarak” altın
üretimini kökten yasaklamaya mecbur etme stratejisi çerçe
vesinde, bir sonraki adım Alman Seyahat Acentaları Birliği
Başkanı Gerd Hesselmann, dönemin Turizm Bakanı
Bahattin Yücel’e bir mektup göndererek, “Bergama’da si
yanürlü altın madeni işletilmesi durumunda Türkiye’de tu
rizm sektörünün büyük darbe alacağını” bildirmiştir.
Hesselmann’ın Türk Devleti’ni hedef alan şantaj mektubu,
13.05.1997 tarihli Cum huriyet gazetesinde haber olarak
yer almıştır: "Hesselman, Yücel’e gönderdiği mektupta bir
yıl önce Frankfurt Türk Başkonsolosluğu’ndan doğayı ko
rumak amacıyla altın madenlerinin işletilmeyeceğine ve bu
projenin durdurulduğuna ilişkin yazılı bir bilgi aldıklarını
anımsatarak, Konsolosluğun enformasyon bölümü, bize bu
bilgileri sizin Bakanlığınız ile yaptığı direkt görüşmelere
dayanarak vermişti, dedi. Hesselmann, mektubunda şöyle
dedi: ‘Biz bu projenin süratle ilerlemesini çok tehlikeli bu
luyoruz. Planlanan altın işletmesinde kullanılacak siyanür,
doğrudan kültür mirası olan tarihi ve turistik Bergama ile
Truva’y ı büyük bir tehlike altına sokacaktır. Aynı şekilde
105
dramatik olarak bu zehir, çevreyi mahvedeceğinden turist
lerin sağlığı da tehlike altına girebilecektir’. Özellikle tu
rizm sektörü ve kuruluşlarının bakış açısından projenin dü
şündürücü olduğuna dikkat çeken Hesselmann, Bergama ve
yöresinin turizm ve tarımla geçindiğini, altın çıkarılmasıyla
tahrip olmuş bölgeye turist akışının azalacağını söyledi.
Bergama Belediyesi’nden yapılan açıklamada ise, Alman
Seyahat Acentaları B irliği’nin, Alm anya’nın en büyük tu
rizm kuruluşu olduğuna dikkat çekilirken, bu kuruluşun,
Alm anya’daki tur operatörlerine seyahat edilecek yerlere i-
lişkin katalog hazırladığı, turist uçaklarının programlarını
belirlediği vurgulandı. Kuruluşun verdiği kararların çok ö-
nemsendiği de belirtildi
Türkiye’deki kimi küreselleşmeci NGO yöneticile
rinin, kimi belediye başkanlarımn, kimi gazeteci ya da aka
demisyenlerin, Türk Devleti’nin ulusal çıkarlarına karşı, i-
lintili oldukları dış ülkelere hizmet yanşına girmeleri; her
fırsatta kendi Devleti’ni ihbar etme, aşağılama ve hatta iha
net etme eylemini kesintisiz biçimde sürdürmeleri, hiç kim
senin yadsıyamayacağı bir olgudur. İşte, milletvekilinden,
turizmcisine, belediye başkanma, diplomatına ya da akade
misyenine, sadece Alman Devleti’nin politikalarına koşul
suz katkı sağlayan Almanların sahip olduğu, “tek yürek-tek
yumruk” ulusçuluk anlayışı!.. Hepsi bu kadar mı, hayır!..
Türkiye’deki Almanlar için mütecavizliğin artık sınırı kal
mamıştır. Dur, diyecek bir Türk yetkilisi olmadığından, bu
defa devreye İzmir’deki Alman Konsolosluğu girmiştir.
Dönemin Başkonsolosu Manfred Unger’in konutunda veri
len resepsiyona, Bergama operasyonunda görev alan tüm
Alman diplomatlarının yanısıra, Alman Parlamenter Halo
Saibold, Alman Parlamenter Cem Özdemir, Birsel Lemke,
106
Senih özay gibi çok sayıda davetli katılmıştır. Resepsiyon
öncesi, Saibold’un, daha önce defalarca söylediği konulan
ve Türk Devleti’ne yönelik tehditler içeren mesajları basın
önünde bir kere daha gündeme getirmesi dikkat çekmiştir
(95). Ama asıl dikkat çeken, Dokuz Eylül Üniversitesi Mü
hendislik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. M. Yılmaz Sa-
vaşçın’ın NPQ 1999 Özel Sayısında yazdığı “Çevre Yalan
ları” başlıklı bir makale olmuştur. İşbirlikçi-yerli persone
lin tüm masraflarını karşılayan ve de talimatları veren İz
mir’deki Alman Konsolosluğu, bu makale ilgili bugüne ka
dar en küçük bir tekzip göndermemiştir. Nedeni, makalenin
küçük bir yayın organında yayınlanmış olması nedeniyle
kamuoyuna mal olmayacağı yolundaki kanı olsa gerekir.
İşte Savaşçın’m yazdıklarından ortaya çıkan sakil ve sakın
calı tablo:
"... Yerine gelen yeni Almanya Başkonosolosu,
medyatik davranışları ile farklı bir görünüm sundu. Kendisi
insan hakları konusunu ilgilendiren bazı davaların devamlı
izleyicilerinden iken, İzm ir'e gelen Alman politikacılarla
tartışıp Alm anya’nın Türkiye politikasını eleştirmemizden
hiç hoşlanmıyordu. Politikacı misafir bizimle hemfikir olsa
bile bu böyle idi.
Yeşillerden iki parlamenter, Cem Özdemir ve Halo
Saibold ... birer gün ara ile İzm ir'e geldiler. Önce Cem
Özdemir geldi. Ama Alman Parlamentosu’nun Turizm Ko
misyonu ’nda aktif, ortaokul mezunu, Bayan Saibold’un ü-
nünü, daha gelmeden gazetelerden öğrendik. 'Altın madeni
işletirlerse, ne Truva 'ya, ne Bergama 'ya, ne de Efes ’e turist
göndermeyiz ’ diye, henüz ülkeye ayak basmadan meydan o-
kuyarak, bazı gazetelerimizde hemen baştacı oluverdi. Türk
Alman İşadamları ve Akademisyenleri Demeği olarak Cem
107
Özdemir ’e bir yem ek verdik ve ertesi gün dernek yönetim
kurulu üyesi olarak, Başkonsolosun evinde verilecek kok
teyle ben de davetliyim ve Saibold hanımefendiye ‘halo 'y a
ni Almanca ‘merhaba’ diyebileceğim. Diplomatik ortam
larda, pot kırmadan, çok diplomatik sözler söyleyebildiğimi,
eski Alman diplomatlardan duymuştum. Nitekim bir gün
önceki yemekte Sn. Özdemir ile iki yetişkin insana yakışır
biçimde, karşılıklı düşüncelerimizi dile getirdik.
‘Sn. Özdemir, meslekdaşınız altın madenciliği konu
sunda bu kadar uzman mı veya danışmanları mı var da
kendinden bu kadar emin, tehdit eder gibi konuşuyor. Hay
di Truva sakinleri Batıdan gelen entrikalara alışık, ya Efes
lilerin günahı ne? ’.
‘Ben kimyacı değilim ve teknik konularda size yanıt
veremem ama turizm ambargosuna da karşıyım. Hiçbir
faydası olmaz ve ilişkileri de zedeler ’.
‘Sayın Özdemir, bu konuda tavır takınmadan önce,
lütfen partinizin görüşüne yakın bir Alman maden mühendi
sinin veya mineralogun görüşünü alın. Ama dürüst yanıtınız
için teşekkürler. Biliyorsunuz bizim bir atasözümüz vardır:
Akıllı düşman, aptal dosta yeğlenir. Oysa, buradaki karşıt
larımız, ikisi de değiller ’.
Ertesi gün akşam kokteyle gitm ek üzere evden çık
madan yarım saat önce, konsolosluktan telefonla arayarak,
başkonosolosun, benim kokteyle gelmemi istemediğini ve
daveti geri aldığını bildirdiler. Bir gün tüm bu olup bitenle
ri yazmayı zaten düşünüyordum. Başkonsolos bu davranışı
ile bana yazacağım yazının altın sayfalarını hediye etti.
Birkaç gün sonra kendisinden bir fa ks aldım, faksta, ‘Sayın
Savaşçın, sizi telefonda bulamıyorum. Lütfen bir randevu
108
alıp ofisime gelirseniz, size bu davranışımın gerekçesini
anlatmak isterim ’ diyordu. Hani neredeyse, buranın, benim
ülkem olduğunu unutmuş gibi, bir davet daha lütfediliyor.
Üstelik ben bu isteğini yerine getirmeyince, bana söylemek
istediği şeyleri derneğimizin yönetim kurulundaki diğer ar
kadaşlara açıklamış:
‘Kokteyl davetlilerinin çoğu çevreci, yani altın iş
letmesine karşı kişilerdi. Aynı kişiler, Savaşçm ’ın firm anın
gizli çalışanı olduğunu söylüyorlar. Kokteyl sırasında ken
disine saldırırlar, döverler diye korktum ve gelmemesini i-
lettim '.
Ne derler, tencere yuvarlanmış, kokteyl çetesi kapa
ğını bulmuş. Başkonsolosluk davetlileri elimaşalılar. Kader
utansın ”.
Cem Özdemir ve Halo Saibold, 28.05.1997 günü de,
dönemin İzmir Valisi Kutlu Aktaş’ı makamında ziyaret e-
derek, Eurogold’un faaliyetlerinin durdurulmasıyla ilgili o-
larak hesap sormuşlardır (96). Özdemir ve Saibold,
30.05.1997 günü de Bergama Belediye Başkam’nın davetli
si olarak Bergama’da ve çevre köylerde adeta gövde göste
risi yapmışlardır (97). 2 Haziran 1997’de Eurogold’un Al
manya’nın baskı ve şantaj girişimlerine karşı tepki mahiye
tinde bir Basm Toplantısı düzenleyeceğini öğrenen ikili,
aynı gün İzmir’deki Alman Kültür Merkezi’nde alternatif
bir Basın Toplantısı düzenleyerek iddia ve tehditlerini yi
nelemişlerdir (98). Bir süre daha İzmir ve Ören’de kalan
Halo Saibold, Temmuz ayı içinde Türkiye’den ayrılırken,
yanına Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’uı Çek
Cumhuriyeti’nde altın yatağı saptanan Kasperske Hory Ka
sabası Belediye Başkanı’na hitaben yazılmış mektubunu da
109
-bizzat iletmek kaydıyla- almıştır (99) Yine bu yoğun ziya
ret döneminde, işverenlerine güçlerini göstermek isteyen iş-
birlikçi-yerli personel, kışkırttığı bazı köylü vatandaşları
mızla Eurogold maden sahasına girerek tahribata neden ol
muşlardır (100). Haziran 1997 itibariyle FIAN Başkanı
Petra Sauerland Başkanlığındaki bir heyetin bölgede faali
yetlerde bulunması, Prof.Dr F. Korte’nin de Bergama’ya
geleceğinin açıklanması ile, Bergama dış odaklı “direnişi”,
yeniden Türkiye’nin gündemine oturmuştur (101).
Alman müdahalelerinin en üzüntü verici ve kabul e-
dilemez olanı, hiç şüphesiz ki, Berlin Müze Müdürü
Prof.Dr. Wolf Dieter Heilmayer’den gelmiştir. Heilmayer,
dönemin Çevre Bakanı İmren Aykurt’a gönderdiği bir
mektupla, Ovacık’daki Altın Madeninin kapatılmasını ve
Madene saldırıp araç ve ekipmanları ateşe veren protesto
cuların serbest bırakılmasını “rica etmiştir”. Mektupla ilgili
basında yer alan haberlerden biri şöyledir: “Berlin Müzesi
Müdürü Prof. W olf Dieter Heilmayer, Çevre Bakam İmren
A ykut’a gönderdiği mektupta, Danıştay kararının uygula
narak siyanürlü altın madeninin en kısa sürede kapatılma
sını istedi. 1995 Yılında Zeus Sunağı ’nın iade edilmesi için
Berlin M üzesi’nde düzenlenen eylem sırasında Belediye
Başkanı Sefa Taşkın ile tartışan ve polis çağırarak Türk
göstericileri dışarı attıran Prof. Heilmayer, Çevre Bakanı
İmren Aykut'a gönderdiği mektupta, Alman kamuoyunun
Danıştay kararının uygulanmasını beklediğini belirterek
şöyle dedi: ‘Bergama’daki altın madeni ile ilgili gelişme
lerden dolayı derin bir üzüntü içindeyim. Ankara ’daki yük
sek mahkeme, yürütmeyi durdurma kararı vermiştir.. Ancak
karar uygulanmadığı için madende çalışmalar devam et
mektedir. Danıştay, Eurogold 'un siyanürle insan haklarını
110
tehlikeye soktuğunu belirtmektedir. Sizden mahkeme kara
rının uygulanmasını ve protesto haklarını kullandıkları için
tutuklanan insanların salıverilmesini rica ediyorum. Alman
kamuoyu, Bergama'daki gelişmeleri endişe ile izliyor”
( 102) .
111
kim 1997’de Bergama’nın yeni ziyaretçileri, Nümberg Va
lisi Peter Oertling ve beraberindeki Heyet olmuştur. Bu zi
yaretle ilgili tipik bir haber: “Vali Peter Oertling, İçişleri
Senatörü Dagmar Pohl Laukamp, Nümberg M illi Eğitim
Müdürü Dr. Peter Vendt, emeldiler, öğretmenler, bankacı
lar, ekonomist, mühendis ve işletmecilerden oluşan heyet,
Bergama ’nın Ovacık Köyündeki maden sahasınıgezdi.
Çamköy ’e geçen heyeti karşılayan köylülerin, ‘A talarımızın
900 yıldır mezarları burada. Şimdi ise bir avuç altın için
topraklarımızdan olacağız' sözleri Vali O ertling’i oldukça
duygulandırdı. Türkiye ’nin güzel bir ülke olduğunu ve dün
yanın önemli kültür mirasları arasında olan beldenin 24 ton
altın için heba edilmemesi gerektiğini söyleyen Oertling,
‘A lmanya 'da halkın kazandığı bir davanın hala sürünceme
de bırakılması mümkün olmazdı. Şirket dava sonucuna
rağmen çalışmasına izin verilm ez' dedi. Köylülerle görüş
mesinin ardından Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ’ı
heyet ile birlikte ziyaret eden Vali Oertling, maden ile ilgili
bilgi aldı ve şunları söyledi: İnsanları mutsuz edecek çalış
maların yapılmaması gerekiyor" (105). Bu ziyaretin bir ay
sonrasında, bu defa Alman ARD Televizyonu’ndan üç kişi
lik bir ekip Bergama’ya çekim yapmak üzere gelmiştir.
Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Av. Senih Özay ve de köy
lülerle röportajlar yapan ekibin hazırladığı bölüm,
15.11.1997 günü ARD Televizyonunun raytingi en yüksek
haber programlarından biri olan “Avrupa Magazin”de ya
yınlanmıştır. Bu programda en dikkat çeken yön, Av. Senih
Özay’ın, yargı kararının uygulanmaması durumunda Alman
Anayasası’mn 20. maddesi uyarınca “sivil itaatsizlik” hak
larını kullanacaklarını açıklaması olmuştur. Bir hukukçunun
bilerek bu vurguyu yapması, Alman devletine ve kamuoyu
112
na yönelik olup, işbirliğinin boyutunu ortaya koyması açı
sından tipik bir örnek oluşturmuştur (106).
1998’de Almanya’dan Bergama’ya resmi heyet zi
yaretleri adeta bıçak gibi kesilmiştir. Sadece Claudia Roth,
31 Temmuz 1998’deki bir etkinliğe katılmıştır (107). FIAN
Başkanı Petra Sauerland, Temmuz 2000’de İzmir’e gelerek,
özellikle akademisyenlerle ikili temaslarda bulunmuştur. 12
Temmuz’da Sefa Taşkın’ın, Senih Özay’ın, Savaş Dilek’in
ve daha birkaç akademisyenin konuşmacı olduğu bir pa
nele katılmıştır (108). Sauerland, Prof.Dr. F: Korte ile bir
likte, Bergama’ya dikkat çekmek için başlatılan 40 kişilik
köylü yürüyüşü katılımcılarına bir telgrafla başarı dilekle
rini iletmiştir (109). Bu arada, Alman istihbaratçıları, özel
likle “Pontus Bölgesi” diye adlandırdıkları Doğu Karadeniz
başta olmak üzere, Doğu ve Batı Akdeniz Çevre Örgütleri
ile Bergama’daki oluşum arasında karşılıklı bilgi ve dene
yim alışverişi sağlanması için yoğun bir çaba içine girmiş
lerdir. Sefa Taşkın’ın Belediye Başkanlığı’na yeniden seçi-
lememesi, Almanya açısından çok önemli bir kayıp olmuş
tur. Böylece, gerek tüzel kişilik olarak ve gerekse olanakları
açısından Almanya’nın yararlandığı Bergama Belediyesi,
Taşkın sonrasında halkının belediyesi olmuştur. Bu örnek
bile, Türkiye’deki Alman vakıflarının, yerel yönetimlere,
yerel medyaya, çevreci oluşumlara ve Sivil Toplum Örgüt-
leri’ne niçin yüzmilyonlarca mark akıttığını açıklamaya
yeterlidir.
Peki, Almanya, Bergama olayında bırakın istihba
ratçılarını, FLAN’ı kullandığını kabul etme dürüstlüğünü
göstermekte midir? Tek kelime ile hayır!.. İşte, tipik bir ör
nek: Dönemin İzmir Başkonsolosu Manffed Unger, 25. 04.
1997 tarih ve Wİ 402.00 referans yazısı ile, FIAN diye ör
113
gütün varlığı hakkında bilgi sahibi olmadıklarını bildir
mektedir (110). Almanya’nın bölgedeki işbirlikçi-yerli per
sonelinin tüm giderlerini karşılayan; FIAN yöneticileri
başta olmak üzere, farklı kimliklerle bölgeye gelen BND e-
lemanlarının havaalanında karşılanmasından, ikâmetine ve
güvenliğine ve de yolcu edilmesine kadar tüm aşamalardan
sorumlu İzmir Başkonsolosu, rezidansında verdiği resepsi
yonların kamuoyuna malolduğunu da bilmesine rağmen, i-
lişkiyi reddetmek bir yana, FIAN’ın varlığını reddetmekte
dir. Bir başka ifadeyle, devletinin yüksek çıkarları uğruna
yalan söylemektedir. Ya bizimkiler?!. Örneğin, Hikmet
Çetinkaya, 3.07.2001 tarihli C um huriyet gazetesindeki kö
şesinde, FIAN Vakfı’na arka çıkmaktadır. Fethullah Gü
len’in arkasındaki ABD’ni gören Çetinkaya’nın, FIAN’ın
arkasındaki Alman “derin devleti”ni görmemesi olanaklı
mı? Ya da FIAN ve İzmir’deki Başkonsolosluk üzerinden
dağıtılan yüzmilyonlarca markın kaynağını farketmemesi?
2000 Yılının başında, Almanya’da yasadışı silah kaçakçılı
ğından elde edilen komisyonlardan Kohl’un partisi CDU’ya
aktarılan rüşvetin akıbeti ile ilgili skandalin patladığı dö
nemde, bu kara paranın, nereye harcandığı merak konusu
olmuştur. Almanya’nın kaderine on yılı aşkın bir süre Baş
bakan olarak hükmeden Kohl, siyasal yaşamını sona erdiren
bu skandalla ilgili olarak, kara paraların İspanya, Portekiz
ve Türkiye’ye gönderildiğini açıklamıştır. Bu paraların
PKK’ya gitmediği bilinmektedir, çünkü PKK’ya yapılan
yardımlar, Federal Bütçeden ve BND üzerinden karşılan
maktadır. Kaldı ki, bir önceki Alman Büyükelçisi, Türki
ye’deki Alman NGO’lan ile bazı Türk NGO’lanna oldukça
iyi destek sağladıklarını belirtirken, Bergama’nın adından
bahsetmemeye özel bir dikkat göstermiştir.
114
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
115
ren yerel dinamiklerin de kısaca tanıtılmasında yarar bu
lunmaktadır.
3.1. SEFA TAŞKIN
Almanya, ziyaretlerin tek taraflı olmaması ve de
yandaşlarının dolaylı ödüllendirilmesi için kabul programla
rı yapmayı da ihmal etmemiştir. Örneğin, Temmuz 1995’de
Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ve Belediye Meclisi
Üyelerinin de aralarında bulunduğu 150 kişilik bir grup,
Böblingen’de yapılan Kardeş Kentler Olimpiyatı’na katıl
dıktan sonra, Berlin’de, hem Dresdner Bank’ın ve hem de
Zeus Sunağı’nın bulunduğu Pergamon Müzesi önünde ey
lem gerçekleştirmiştir. Grup, Alman devletinin çıkarlarına
da gelen Dresdner Bank eyleminde hiçbir güçlükle karşı
laşmazken, Alman devletinin çıkarlarına ters gelen
Pergamon Müzesi önündeki eylemde tatsız olaylar yaşa
mıştır (111). Sefa Taşkın, aynı yılın Ekim ayında bir kere
daha eylem yapmak üzere Almanya’ya gitmiştir (112).
Halo Saibold’un Bergama’yı ziyaretinin hemen a-
kabinde, Belediye Başkanı Sefa Taşkın, FIAN’ın düzenle
diği toplantılara katılmak üzere Almanya ve Belçika’ya
gitmiştir. 11 Şubat 1997’de 500 kişi tarafından
havalanından yolcu edilen Taşkın’ın, uluslararası ilişkileri
ve ziyaret amacı hakkında 12.2.1997 tarihli Yeni Asır Ga
zetesinde $u haber yayınlanmıştır: “Taşkın, İngiltere’de
Mine Watch, Amerika Birleşik D evletleri’nde Mineral
Poliçe, Almanya’da ZIBB, FIAN ve Yeşiller P artisi’nin
kendilerine danışmanlık yaptığım ve destek verdiğini söyle
di. 17 Kasım 1994 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nun ka
bul ettiği bir kararla Avrupa ’da, Türkiye dahil her yerde si
yanürle altın çıkarılmasının engellenmesinin sağlandığını
116
hatırlatan Taşkın, sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Mart ayının
başında A P ’de Yeşiller P artisi’nin bu konuyla ilgili verdiği
yeni bir karar tasarısı onaylanacak. Bu konuyla ilgili ola
rak AP 'de Yeşiller Partisi ’nin düzenlediği toplantıya katı
lıp, Bergama’daki olayları anlatıp destek isteyeceğim. Av
rupa ’da eylemlerimiz dikkatle takip ediliyor. Daha sonra a-
yın 13 'ünde ZIBB ve ayın 14 ’ünde FIAN isimli Alman çevre
kuruluşlarının düzenlediği toplantılara katılacağım. Bu ku
ruluşlar Eurogold’u yakından izliyor. Çünkü Eurogold’un
Alman ortağı çevreye zarar verdiği için Almanya ’da mah
kûm olmuş bir kuruluş ” (113).
Sefa Taşkın’ın Avrupa Parlamentosu milletvekilleri
ile yaptığı destek arayışına ilişkin görüşmeler ve de Yeşiller
Grubu’nda yaptığı konuşma, yukarıda da yer aldığı üzere
Basına yansımıştır (114). Sefa Taşkın, Brüksel’e Yeşiller
Grubu Başkanı Alman Parlamenter Claudia Roth’un davet
lisi olarak gitmiştir. Toplantıda, adı kayıtlarda hiç geçme
mesine rağmen, FIAN bağlantılı Birsel Lemke de hazır bu
lunmuştur. Yeşiller Grubu, toplantı sonrasında, 1997 Hazi
ranında Bergama’ya bir dayanışma gezisi düzenleyecekleri
ni duyurmuştur (115). Taşkın, daha sonra Almanya’ya dö
nerek Hessen Eyaleti’nin Giessen Kentinde hem ZIBB ör
gütünün ve hem de FIAN’ın ayrı ayrı düzenlediği iki top
lantıya katılmıştır. îşte, bu etkinliklere ilişkin bir gazete ha
beri: “Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın, Ovacık
köyündeki altın madenini siyanürlü yöntem ile işletmek iste
yen Eurogold firm asına karşı çıkan bölge halkına destek a-
ramak amacıyla başlattığı Avrupa turunun amacına ulaştığı
bildirildi. Bergama Belediyesi’nden yapılan açıklamada,
Sefa Taşkın ’ın önceki gün Almanya ’nın Hessen eyaletinin
Giessen Kentinde, ZIBB örgütünün düzenlediği toplantıya
117
katılarak, Bergama köylülerinin siyanürlü altına karşı ver
diği mücadeleyi anlattığı ve destek istediği belirtildi. Açık
lamada, Taşkın ’ın FIAN örgütü tarafından dün düzenlenen
toplantıda ise Giessen Belediye Başkanı M anfred Mutz,
Hessen Eyaleti Yeşiller Partisi Başkanı Rheimar Hamann
ile parlamenter Karin Hagemann ve Yabancılar Meclisi
Başkanı Sadullah Güleç ile bir araya geldiği, ‘mücadeleye
uluslararası desteğin konuşulduğu’ ifade edildi. Eurogold’-
un ortaklarından M etelgessellschaft ve Eurogold'a siyanür
satacak olan Degussa şirketlerinin merkezinin Giessen ’de
bulunduğuna dikkat çekilen açıklamada, bu kentte
sözkonusu şirketlere karşı dayanışma gerçekleştirmenin ö-
nemine işaret edildi. Giessen Belediye Başkanı ile parla
menterlerin gönüllerinin BergamalIlar ile olduğu, Alman
kamuoyunun desteğini sağlamak için gerekli her şeyi yapma
ve dayanışma amacıyla Bergama’y a yapılacak seyahate
katılma sözü verdikleri kaydedildi. Bergama Belediye
Başkani Sefa Taşkın’ın ise, temasları sırasında, Avrupa’da
siyanürlü altının yasak olduğunu, Avrupa standartları ne i-
se, Türkiye ’de de bunun uygulanması gerektiğini, bütün Av
rupalIları dayanışma için Bergama ’y a davet ettiği bildiril
d i” (116).
Giessen Toplantılarından sonra Sefa Taşkın, Aachen
Kentine giderek, Belediye Başkanı Marfgred Orstein’in
evsahipliğinde, FIAN Başkanı Petra Sauerland, Çevre ve 3.
Dünya Forumu (Drite Velt Forum) Başkanı Christina
Löhrer, Alman Yabancılar Meclisi Üyesi ve Türkiyeli
Göçmen Demekleri Yöneticisi Cengiz Uluğ’un katıldıkları
bir toplantıda Bergama’ya müdahale talebinde bulunmuştur.
Aachen Belediye Başkanı Orstein, bütün Türk ve yabancı
kuruluşları harekete geçirme sözü vermiştir (117).
118
Sefa Taşkın, Essen Kentinde ise, yine FIAN’ın
düzendiği “Altına Hücum” konulu toplantıya konuşmacı o-
larak katılmıştır. Almanya’nın önde gelen on çevre kurulu
şunun da organizasyonda yer aldığı toplantıda, “Berga
ma’ya bilgi yardımı için bir merkez kurulması”, “Bergama
ile dayanışmanın gerçekleştirilmesi” ve de “Bergama’ya
gelinmesi” doğrultusunda üç önemli karar alınmıştır. Top
lantıda Akafrik Örgütü’nü temsilen konuşan madencilik
uzmanı (!).Thomas Siepelmeyer ve Thomas Rüde, hiç gör
medikleri Bergama hakkında, hiçbir kaynak ve veriye da
yanmaksızın, Türkiye’ye yönelik suçlamalarda bulunmuş
lardır. Yeşiller Partisi’ne mensup Alman Parlamenteri Cem
Özdemir de, 48 milletvekili olan Yeşiller Grubu’nu bilgi
lendireceğini ve Alman Parlamentosu’na konu ile ilgili bir
soru önergesi hazırlayacağını açıklamıştır (118). Sefa Taş
kın, Essen’deki toplantı sonrasında Münih’e geçmiş ve bu
rada Prof.Dr. Friedhelm Korte ve Münih Belediye Başka-
nıyla görüşmeler yaptıktan sonra, Münih Turizm Fuarı’na
katılmıştır.
Yukarıda, Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın yurtdışı
faaliyetlerinden bazıları, o da çok küçük kesitlerle, veril
miştir. Acaba Taşkın, Alman çıkarlarını birinci derecede il
gilendiren bir konu için değil de, diyelim ki, Solingen kur
banı Türkler için ya da Bergama Belediye Başkanı’nm
yapması gereken asli görev sorumluluğuyla sadece Zeus
Sunağı’nı geri istemek için gitmiş olsaydı, bir kasaba bele
diye başkanı olarak yine tüm kapılar kendisine açılır, belli
bir program dahilinde toplantılar düzenlenir miydi?!.
Haziran 1997’nin ilk günlerinde, FIAN Başkanı
Petra Sauerland ve beraberindeki Heyet, Bergama’ya gele
rek Belediye Başkanı Sefa Taşkm’ı ziyaret etmişler, ardm-
119
dan da maden işletmesini dışarıdan “inceleyerek” basına çe
şitli açıklamalarda bulunmuşlardır (119). FIAN Heyeti, ey
lem yapan köylüleri de bilgilendirdikten sonra, 5 Hazi
ran’da Dünya Çevre Günü etkinlikleri kapsamında Bergama
Kermesi’nin açılışına katılmışlardır (120).
Sefa Taşkın, Belediye Başkanlığı görevinden ayrıl
dıktan sonra, Bergama’daki direniş organizasyonu da ö-
nemli bir güç ve imaj kaybına uğramıştır. Sefa Taşkın, artık
Almanya’ya davet edilmemektedir.
3.2. BİRSEL LEMKE
Araştırmanın başında adından söz edilen Birsel
Lemke, Almanya’nın Türkiye’deki altın arama ve üretme
faaliyetlerini engelleme programının Türkiye ayağında yer
alan bir diğer önemli isimdir. Direnişe katkılarını yani için
de yer aldığı eylemleri anlatmak yerine, kendisini tanımak
için sadece bir belgenin çevirisini kullanmak yeterli olacak
tır. Birsel Lemke’nin adı, 5 Ekim 2000’de İsveç’te “Alter
natif Nobel Ödülü” olarak lanse edilen “Right Livelihood
Avvards” (Yaşamı Sürdürme-Beslenme- Hakkı Ödülü)
paylaşanlar arasında geçmiştir. 2 Milyon kronluk (yaklaşık
200 bin dolar) ödülü, Birsel Lemke, EtiyopyalI akademis
yen Tewolde Gebre Egziabher, EndonezyalI hukukçu Münir
ve ABD’li bilim adamı Wes Jackson paylaşmışlardır (121).
1980’de Stockholm’de Alman kökenli bir İsveçli olan
Jakob von Uexkull tarafından kurulan “The Right
Livelihood Award Foundation”, Birsel Lemke’yi “siyanürlü
altın üretimine verdiği savaşımdan” dolayı ödüle lâyık bul
duğunu açıklamıştır. Ödüller, 8 Aralık 2000’de İsveç Par-
lamentosu’nun bir salonunda düzenlenen törenle, sahipleri
ne verilmiştir (122). Lemke, ödül alırken yaptığı konuşma
120
ile, Bergama’daki uluslarararası tezgâhın ilişkiler örgüsünü
-farkında olmayarak- deşifre etmiştir:
"... Ve tüm teşekkürlerim çok saygı duyduğum ve
bugün burada bizim ile birlikte olan Profesör Friedhelm
Korte içindir ve aynı zamanda profesörler İsm ail Duman,
Şevki Filiz, Ümit Erdem, Paul M üller ve bir önceki ödülü
kazanan Profesör M ichael Suscotv içindir. Ayrıca, Türk
gazeteciliğinin duayeni, M üşerref Hekimoğlu ’na ve Türkiye
içinde ve dışında pek çok cesur gazeteciye özellikle Alman
Televizyonu ND R ’den Sayın Halil Gülbeyaz ’a candan te
şekkürlerimi sunarım. FIAN Almanya'dan arkadaşım Petra
Sauerland’a, Washington'da Maden Politikaları M erkezi
Başkanı Steve d ’Esposito’ya ve ayrıca Avrupa Parlamento
su ’rıdan çok iyi arkadaşım A li Yurttagül 'e -keza aynı şekil
de o da burada bizimle birliktedir- teşekkür ederim. Ayrıca
özellikle verdiği destekten dolayı çok eski arkadaşım ve
Alm an Parlamentosu eski üyesi Halo Saibold’a, ve A l
manya'nın Hesse Eyaleti Parlamentosu eski üyesi Karin
H agem ann’a ve ayrıca Ege Bölgesinin cesur belediye baş-
kanlarına -k i bunlar arasında Gömeç eski belediye başkanı
Şefik Birdar, Güre 'den Kâmil Saka, ve özellikle Bergama
eski belediye başkanı Sefa Taşkın (Bergama Klasik Çağda
Pergamon olarak anılır) vardır, fa ka t aynı zamanda
Küçükdere Köyü Muhtarı Ahmet Dinç ve Bergama köylüle
rinin sözcüsü ve burada bizim ile birlikte olan Oktay
Konyar 'a da özellikle teşekkür etmek isterim. Ayrıca bugün
bana eşlik eden sadık dostlarım A vukat Wolfgang von
Nostitz ve Türkiye 'de ‘köylülerin savunucusu ’ olarak ünlü
ve bu ünvanı lâyikiyle hak eden Avukat Senih ö za y ’a da
çok teşekkür ederim. Ankara’daki Danıştay hâkimlerine ve
îzm ir 'deki hâkimlere de saygılarımı ve teşekkürlerimi suna
nı
rım.... Ve tabii ki hepsi benimle birlikte seyahat eden ve bu
savaşın sürdüğü tüm yıllar boyunca yanımdan hiç ayrılma
yan, sabırları zorlayan denemelere karşı direnen, çeşitli fe
dakârlıklar yapmak zorunda kalarak yanımda dimdik a-
yakta duran eşime, beş çocuğum, kız ve erkek torunlarıma,
sütannem Ursula Lohmar ’a, kayınpederim Manfred
Lemke ’y e ve eski arkadaşım Feza Lochner ’e de teşekkür e-
derim.
... Edremit K oyu’nun 13 belediye başkanı, Avrupa
ülkelerinin altın madenciliği projelerinin doğal varlıkları
yok edeceğini ileri sürerek 300.000 yurttaşı için Alman
ya 'ya korunma müracaatında bulundu. Bu kampanya, basın
tarafından iyi karşılanan ve bu sorunun hemen bir gecede
uluslararası çapta bilinmesine yol açan bir kampanya o l-.
muştur. Bunun da ötesinde, 1993 yılı Mayıs ayında, Yunan
adası Midilli, Edremit Koyu ve ayrıca Bergama 'dan yurt
taşlar, çocuklar ve belediye başkanlarını taşıyan bir Yunan
ve Türk gemisinin açık denizlerde sembolik bir şekilde kar
şılaşmasını sağladık. Bu olay aracılığıyla, altın madencili
ğinin yalnızca bir Türk sorunu olmadığını vurguladık ve iki
halk arasındaki arkadaşlığı ve dayanışmayı göstermeyi he
defledik. BergamalI köylüler, gösterilerde giysilerini çıkar
tarak koştular. ‘EUROGOLD bizi sıyırıp soymadan önce
biz kendimiz soyunacağız’ sloganını taşıdılar. Her zaman
gösterilerde ve kampanyalarda başı çeken kadınlar, eşleri
altın madenciliği şirketlerini kovuncaya kadar eşlerinden u-
zak durdular. Köylüler maden alanını işgal ettiler ve büyük
çapta bir piknik düzenlediler....
Yunanistan’da A risto’nun doğum yeri olan
Olympia ’da da altın madenciliği projeleri planlanmaktadır.
Ve burada da insanlar bu plana karşı savaş veriyorlar. En
122
sıcak tebriklerden birini Olympia’dan arkadaşım E leni’den
aldım. Eleni, bana yalnızca şu cümleyi gönderdi: 'Her şeye
rağmen yine de Ege Bölgesinde tanrılar olduğuna inanıyo
rum ”. Bu da bana Ege Bölgesi ’nde Kral Midas ’ın öyküsünü
hatırlattı. Kral Midas, tanrılardan kendisine dokunduğu
herşeyi altına dönüştürme gücü istedi ve bu şekilde ekmeği
ve kızı bile altına dönüştü. Sayın bayanlar ve baylar, en ba
şından beri söylediğim gibi: Ben, Türkiye ’nin bir çocuğu
yum. Benim bir parçam Ege kıyılarından gelir. Bir kökenim
de Doğu Türkiye 'deki Ararat Dağı ’ndandır” (123).
Bu ödül töreni ile ilgili olarak, Anadolu Ajansı’mn
basın-yayın organlarına geçtiği 6 Ekim 2000 (15.57) tarihli
haberde, Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın
değerlendirmelerine yer verilmiştir: “Yazılı açıklama yapan
Taşkın, Birsel A. Lemke'nin, Bergama köylülerinin siya
nürlü yöntemle altın üretimine karşı mücadelesini uluslara
rası platforma taşıyan kişilerden biri olarak çalıştığını ve
Pergamon Derneği üyesi olduğunu kaydetti. Taşkın şöyle
devam etti: '1980 yılından buyana her y ıl İsveç Parlamen
tosu ’nca verilen (Yaşama Hakkı Ödülü) aynı zamanda (Al
ternatif Nobel Ödülü) olarak anılıyor. Bergama çevre hare
ketine büyük katkısı olan Birsel A. Lemke ’nin böyle bir ödül
alması, Bergama’nın sesinin nerelerden duyulduğunun ka
nıtıdır. Sevgili Birsel Lemke, 10 y ıl boyunca Bergama köy
lülerinin Avrupa ve dünyada görünmez elçisi olmuştur. On
yıldan buyana tüm varlığıyla Bergama’y ı yaşayan Bir s e l’in
bu ödülü alması, siyanürle altına karşı savaşımın dünyaca
kutsandığının da kanıtıdır”.
Törene, İsveç Büyükelçisinin davetiyle, Oktay
Konyar ve Av. Senih Özay da katılmıştır. Ancak,
Lemke’nin beş yıldızlı otelde ağırlanırken, Konyar ve
123
Özay’ın bir pansiyon odasında konaklamak zorunda bıra
kılmaları; ardından da, Lemke’nin payına düşen 50.000
doları almayarak ödül veren vakfa iade kararını açıklaması,
“dava arkadaştan” arasında iplerin kopmasına neden ol
muştur. Hürriyet gazetesi bu haberi, “Para Hopdediks’e De
ğil, Zengin İsveç’e Gitti” başlığı ile yayınlarken, Senih
Özay da Lemke’nin bu para ödülünün bir bölümünü Ber
gamalI köylülerle paylaşması gerektiğini söylemiştir (124).
Oktay Konyar’ın sert açıklamalarının yayınlandığı gazete
haberleri, Bergama’daki direnişe damgasını vuran sözde üç
çevrecinin arasındaki ilişkilerin tümüyle çıkar esasına da
yandığını ortaya koymuştur:
“Stockholm ’de İsveç Parlamentosu tarafından ve
rilen ve alternatif Nobel ödülü olarak kabul edilen ‘Right
Livelihood Awards ” vakfının 50 bin dolar değerindeki çev
re ödülünü alan Birsel Lemke'ye BergamalI köylüler ateş
püskürdü.
BergamalI köylülerin lideri Oktay Konyar, Birsel
Lemke ’nin 50 bin dolar para ödülünü tekrar valfa bıraktı
ğını açıklamasının pek inandırıcı olmadığını söyledi. A l
manya ’da yaşayan Birsel Lemke ’nin BergamalIları kullan
dığını söyleyen Konyar şöyle dedi:
‘Birsel Lemke bu ödülü kendi dünyasını kapsayan
bilimsel çalışmasıyla aldığına inanıyor. Bilimsel çalışması
nın BergamalI köylülerin halk hareketi ile Türkiye sınırları
nı aşarak, dünya ulaştığından ve bu ödülü ona getirdiğine
inanmıyor. İsveç ’de ödülünü alırken de sürekli bunu empo
ze etti. O Amerika ’daki Kızılderililerin ve dünyanın diğer
yerlerinde çevrecileri koruduğu için bu ödülün kendisine
verildiğine inanıyor. Oysa, Boğaz Köprüsü ’ne çıktığımızda
124
Birsel Lemke yanımızda yoktu. En azından İsveç Parla
mentosu beni neden ödül töreni için İsveç ’e davet etti? O
zaman bir. Kızılderili oraya davet ederdi. Bayan Lemke
böyle düşünmeli ’.
Türkiye ’nin Stockholm Büyükelçisi Selim Kuneralp,,
alternatif Nobel ödülü olarak adlandırılan ‘Right
Livelihood Awards ’ ödülünü alan Birsel Lemke ’y e
rezidansında yem ek verdiğini, ancak köylülerin lideri Oktay
Konyar ’ın, Stockholm ’deki Türk örgütleriyle yapacağı soh
bet toplantısı nedeniyle katılamayacağının Lemke tarafın
dan kendisine iletildiğini kaydetti.
Konyar, bu davetten haberi olup olmadığının so
rulması üzerine, ‘Bu davetten hiç haberim olmadı. Sayın
Büyükelçimizin böyle bir daveti bizi ve mücadelemizi onur
landırmış olurdu. Ancak böyle bir davet bana iletilmedi. İ-
letilseydi muhakkak giderdim. Buna Birsel Lemke ’nin bizi
olayın ne kadarı dışında tuttuğunu gösteriyor. Yazıklar ol
sun. Birsel Lem ke, BergamalIları güzelce kullandı’ dedi.
Oktay Konyar, İsveç ’de kaldıkları sürede Lemke ’nin
Stockholm ’un tarihi semtindeki lüks otel sınıfındaki Gamla
Stan Oteli ’nde gecesi binbeşyüz krondan kalırken, kendisi
nin ve Bergamalı köylülerin hukuki davasını yürüten avukat
Senih Özay ’ın insan onuruna yakışmayacak ve müşterek tu
valeti olan iki kişinin kalabileceği bir pansiyonda yer bulu
narak yatırıldıklarını belirtti.
Konyar, İsveç’e geldiklerinde kalacak yerlerinin
belli olmadığını, İsveç Türk İşçi dernekleri Federasyonu
(İTİDF) Başkanı Osman Özkanat’ın girişimleri ile bodrum
katında olan bir odada kaldıklarını da kaydetti. Konyar,
Stockholm ‘deki ilk günlerinde yaşadıkları kötü durumu en
125
yakından İTİDF Başkanı Osman Özkanat’ın bildiğini kay
detti. Konyar, Lemke ’nin Büyükelçi ’nin yemeğine Alman eşi
ve kayınvalidesini götürmesini hala unutamadıklarım söy
ledi.
BergamalI köylülerin lideri Oktay Konyar, 50 bin
dolarlık para ödülünü alan Birsel Lemke ’nin Stockholm ’de
davetten davete koşarken, kendileriyle ilgilenilmediğini de
belirterek, ‘A vukat Senih Özay ile birlikte Stockholm 'deki
Türklerin evlerinde kaldık Böyle bir ilginin olacağını bil
seydim İsveç ’e gitmezdim ’ dedi.
İTİDF Başkanı Osman Özkanat da 50 bin dolar
çevre ödülünü alan Birsel Lemke ’nin Stockholm ’e gelmeden
önce kendisinden yatacak yer konusunda yardım istediğini
söyledi. Özkanat şu görüşlere yer verdi:
’50 Bin doları olan Birsel Lemke, bu insanlarla bir
likte bir davaya baş koymuş, ancak gelecek kişilerin so
rumluluğunu bana yıkmasına bir anlam veremedim. Ben bu
insanların ortada kaldığını görünce ücretsiz olarak bir pan
siyonda ağırladım. Sonra da bu insanları hak ettikleri bi
çimde uygun bir otele yerleştirilm esi için Birsel Lemke ‘y e
mesaj yolladım ’.
BergamalI köylülerin lideri Oktay Konyar, İsveç’e
davetin önce Lemke ’den, sonra da İsveç Parlamento
s u ’ndan geldiğini belirterek şöyle dedi: ‘İlk önce Birsel ha
nım kendi imkânları ile bizi oraya götüreceğini söyledi.
Sonra parlamentonun daveti geldi. Bu arada nelerin oldu
ğunu anlayamadık. Birsel Lemke İsveç ’e geldiğimizde yap
tığımız uçak ve yolculuk masraflarının ödemesinin yapıla
cağını söyledi. Ancak İsveç ’te bir ödeme yapılmadan dön
dük. Ne zaman Hürriyet Gazetesi ’nde ‘Hopdediks Para İs-
126
tiyor’ başlıklı haberi çıktı. Birsel Lemke hemen paramızı
yolladı ’ diye konuştu. Oktay Konyar, Stockholm 'de kendile
rine yatacak yer dahi bulmakta zorlanan Birsel Lemke ’nin
aldığı 50 bin dolar para ödülünü, ödülü veren ‘Doğru Ya
şam Vakfı ’rıa geri verildiği yönündeki açıklamasını p ek i-
nandırıcı bulmadığı gibi bir anlam da veremediğini kayde
derek, ‘neden versin k i’ diye konuştu" (125).
İşte yukarıdaki örnekler çerçevesinde, bir tarafta ül
ke ekonomisi için milyarlarca dolar, binlerce işsizimiz için
iş kapısı anlamına gelen altın üretimine engel olacak kadar
“cömert”; ama 50 bin doların paylaşımına gelindiğinde bir
birlerini yerlere vuracak, onurlarıyla oynayacak kadar “cim-
ri”leşen çevreciler!.. Bunlar çevreci mi, sosyalist mi, ulu
salcı mı, anarşist mi, Almancı mı, mezhepçi mi, köylüden
yana mı, diye sorabilirsiniz ve de tartışabilirsiniz. Ancak,
Türkiye’den yana olmadıklarını tartışamazsınız, çünkü bi
lirsiniz...
3.3. SENİH ÖZAY
Bergama ile ilgili hemen her platformda ya da et
kinlikte “köylülerin avukatı” kimliğiyle ön plana çıkarılan
Senih Özay’ı ayrıca tanıtmaya gerek bulunmamaktadır.
Türkçesi, mesleki bilgi ve tecrübesi, konulara hâkimiyeti
hakkında, TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu’nca dü
zenlenen “Mühendislik Mimarlık Haftası Etkinlikleri” için
de yer alan 17.10.2000 günlü “Türkiye’nin % 13’ü Siya
nürlü Altın Madenciliği ve İnsan” konulu Forumda yaptığı
bir konuşma, belirgin ipuçları vermektedir:
‘‘Bugüne kadar neler olup bittiğini anlatalım mı?
Şimdi: Bergama ’da, Gümüşhane ’de, Artvin ’de, Efem Çuku
127
ru ’nda, bir yerlerde, çok yerde siyanürle altın işletmek iste
yen firm alar var, Ankara ’dan izinleri kapmışlar.
Bu konuda hem hukuk başlamış, sivil itaatsizlikler
yapıyorlar, hukuk yapıyoruz, davalar açmışız, gürültü etmi
şiz, bilim adamları ikiye bölünmüş:
a) îyi bilim adamları, b) Kötü bilim adamları di
ye...
İyi bilim adamları; ‘Risk var, halkın yanındayız,
doğanın yanındayız’ demişler. Kötü bilim adamları; ‘Bir
nane olmaz, çıksın buradan (altın), niye çıkmasın ki? Dağın
altında niye dursun ’ demişler.
... Sonra tazminat davaları açılır, korksunlar diye.
Korkuyor, ödleri kopuyor bu bakanların, valilerin tazminat
davaları açılır diye. Yani hukuk elinden geleni yapar, gali
ba. Çünkü ‘ben yaşlandım, şekerim va r’ diye, konuşma
yaptım, ‘benim kolestrolüm var şekerim var, lipitim var.
Benden alını bunu’ dedim, aldılar. Haaa bu yetmez, yetmez
çünkü ‘sivil itaatsizlik’ gerekir, sivil itaatsizlik. Patronu bu
rada (Oktay Konyar ’ı gösteriyor). Yani sivil itaatsizlik ama,
bence onun sizden yardıma ihtiyacı var. O çok şey bilmek
zorunda. Daha çok hukuka uygun kanunların sınırında ey
lemler üzerinde çok daha fazla şey bilmek gerekir. O yüzden
hepinizden ben bir şey bekliyorum. Söyleyemiyorum, ben de
onun avukatıyım ya!
Şimdi demek ki önümüzdeki mücadelede, a- Hukuk,
b- İtaatsizlik, sivil itaatsizlik süreci başlıyor. Ha bu süreçte
Sefa Taşkın, Oktay Konyar, Senih Özay ... profesörler ne
yaparlar bilmiyorum, ama korkularımdan da söz edelim.
Basın bunu yazma sakın!
128
Korkularım şu: 1) Açtığımız yeni bir davada ha
kimler (3 hakim karar verebiliyor), hakimler diyebilirler ki
‘Daha evvel verdik, taa danıştaylara gittik, kesinleşti, biz
biraderim bir daha deneyip aynı kararı verelim deyip so
ğuma, ürkme, yılma, bıkma gibi nanelere girebilirler. Öyle
dir. 2) Diyelim ki bıkmadılar hala, halen daha yılmadılar,
iyiler, 3 tane bilim adamı arıyorlar. Ararlar, ‘ne var ne yok,
doğru mu bu işler ’ diye iyiler 3 bilim adamına yazı yollar
lar, bilmem nerden 3 profesör bulurlar. Ya bu profesörler
şey derlerse 'yahu ne güzel kuyu kazmışlar, ne güzel duvar
açmışlar, bi de cihaz getirmişler, bu iş olur abicim derlerse,
biz bu davayı kaybederiz ya da daha bir şey? Her yeri aç
mış adamlar. Şimdi ben başka bir şeyden bahsetmek istiyo
rum. Yani yargıç refleksini açan, bilim adamlarının cesare
tini neydi çeken?... Bilim adamlarından beklentimiz var,
bütün bunlar için vallahi, billahi size çok ihtiyaç var. Yani
köylülerle el ele tutuşmanıza, el ele örgütleri kurmanıza, az
sayıda gelmişsiniz bugün ama yarın çok sayıda gelmenize,
çok destek vermenize ihtiyaç var, ben bunu söylerim. Aaa
korkarım devlet, tankı ile tüfeği ile madeni zorla çalıştıra
bilir. Çok günah, çok yazık şeyler olabilir korkarım, onun i-
çin de ne yapacak bir şekilde bazıları bana, sana da, ona da
değil, bana da ‘Devletin tankı ile, orda siyanürün baca ga
zından dumanları çıkartmamasını sağlayıcı, psikiyatrist gi
bi form üller bana da öğretin, yani bir vali ile nasıl oynanır,
bir kaymakamla nasıl? Jandarma komutanı ile nasıl karısı,
kayınpederi, damadı, gelini, ne bileyim ben, yani aklınıza
gelebilecek bütün dansların yapılmasını öneriyorum. Te
şekkür ederim " (126).
İşte Türk ekonomisinin ve bölge ekonomisinin dü
nü, bugünü ve geleceği ile oynayanlardan bir diğeri: Maden
129
ocağında siyanürü sanki fabrika gibi bacadan tüttüren (!) ve
de hakim, bilim adamı, vali, kaymakam, jandarma komutanı
ile nasıl oynanacağının (!) ipuçlarını veren yetkin (!) çevre
avukatı Senih Özay’ın sadece bu konuşması bile, hakkında
bir fikir vermeye yeterlidir...
3.4. OKTAY KONYAR
Oktay Konyar’ın eğitimi ve uzmanlık alanı hakkın
da bilgi vermek yerine, Senih Özay’ın kendisinden daha e-
ğitimli olduğunu söylemek yeterlidir. Eylemlerde peşinden
gelen köylüleri çıplak ayakla, bir sonraki aşamada sadece iç
çamaşırları ile, bir sonraki aşamada da yüzlerini boyatıp
çamaşırları ile yürüten agresif bir köylü önderi (!) imajı
çizmeye çalışan Oktay Konyar, Bergama direnişinin kimle
rin elinde yönetildiğini gösteren tipik örneklerden biridir.
Bergama Dosyasında ona daha fazla yer ayırmanın gerek
siz olduğu kanısı ile, sadece iki ayrı toplantıda yaptığı ko
nuşma metninden bazı alıntılar yapmak, hakkında fikir e-
dinmek açısından fazlasıyla yeterlidir. İşte, yukarıda Senih
özay’ın konuşma yaptığı “Türkiye’nin % 13’ü Siyanürlü
Altın Madenciliği ve İnsan” konulu Forumda, Oktay
Konyar’m söyledikleri:
"... Bergama’y ı çok büyütmeyin. Bergama'da bir
şey yok. Emperyalizme karşı topraklarını savunan yurttaş
ların temel görevlerini görüyoruz burda.... Şimdi ülkede in
san hakları ihlalleri yar, demokrasinin önünden engeller
kalkmadı, Güneydoğu’da savaş devam ediyor.... Öyle po
listen, jandarmadan korkarsanız, 2911 sayılı yasayı ‘aman
bunlarla ilgilenmeyeyim, sıra bana gelirse ’ derseniz, bunu
başaramazsınız. Polis sizden daha akıllı, bunun eğitimini
130
görüyor. Gözünüze baktığı zaman sizin nereye kaçacağınızı,
ne kadar kalacağınızı biliyor” (127).
Aynı şekilde, 7-9 Kasım 1997’de Uludağ Üniversi
tesinde gerçekleştirilen “Sivil İtaatsizlik’ konulu
Disiplinlerarası Kolokyumda, Oktay Konyar’ın söyledikle
ri:
"... kendi ülkesinin topraklarını sürekli bombala
yan, partilerin kirlendiği, yargının ciddi anlamda sıkıntıda
olduğu, hukuk kurallarının hiçe sayıldığı bir ülkede, sivil i-
taatsizlik bir yaşam biçimidir....
Şimdi o yurttaş hareketi böyle bir gün sokağa çık
makla olmaz. Çok güzel örnekler verdiniz, katılıyorum on
lara, biraz daha çoğaltmak istiyorum. Bir proje olmalıdır
ve projenin bir askeri kanadı olmalıdır, bir de sekreteryası
olmalıdır..... % 87, 9/10’u sağcı olan bir kenttir Bergama....
Bergama bir mevzidir, Bergama mevzisi kırılırsa her yerde
iş bitecektir.... Ama sağcı kirliliği anlamaz. Sağ düşünen in
san Türkiye 'deki çetelerle işbirliği yapan genel başkanını
her gece yanağından öpüyor, her gece alkışlıyor onu.
Sivil itaatsizlik bir proje demiştim biraz evvel, bu
gizlilik ilkelerini içine alan.... Komitelerimiz ciddi bir karar
aldı, kararı gizli yapıyoruz, yapacağız ve bir tek kişi karar
alacak, herkes kararı uygulayacak. Önemli olan, eylem anı
na kadar gidecek süreyi değerlendirmek, yakalanmamak.
Bizde en büyük rahatsızlık yakalanmamak. Çünkü düşünün,
bir madenin etrafında sekiz köy var diyelim. Sekiz tane köy
de o kadar polis o kadar da jandarma var ve çoğu da sivil.
Halk ikiye bölünmüş, madencide çocukları çalışan halk ke
sim i var, işçileri var, oradan ekonomik gelir sağlıyorlar. İş
bulmak çok zor bu bölgede, tarım işlerinin dışında. O in
131
sanları, öyle bir hale getirelim ki, bu mücadelede hain olan
kenarda kalsın. Yani madenciyle işbirliği yapan, parayı
seçen, polisle beraber olan kenarda kalsın, halk öne çıksın
diye düşündük.
Ve bir sabah dedik ki eylem var, toplanacağız. İlk
ciddi pratiğim izi yapıyoruz, yol kapatmadan sonra. Büyük
bir sahaya toplandık. Kadınlara dedik ki, siz dışarıda kalın,
erkeler girsin içeriye. Ama türü değişik bir eylem, yapılması
çok zor bir eylem. Bir başarırsak, ondan sonra bütün ey
lemlerin arkası gelir diye düşündük. Halkı topladık. Dedik
ki: ‘Hazır mısınız? ’ ‘Hazırız ne isterseniz yaparız, öl de ö-
lelim! ’ Halk böyle söylüyor, çok da keskin. ‘A rkadaşlar so
yunacağız! ’ dedim. ‘Bir kilotla kalacağız, sokağa çıkacağız’
dedim, 'hep beraber’. ‘Ve’ dedim, ‘bildiri dağıtacağız’
‘Doğayı ve çevreyi kirleten, insanı onursuz kılan bir davra
nışa tepki gösterelim ’ dedim. Halk durdu, tık yok kimsede.
Yani köylü hayatında böyle bir şey yapmamış. Birisi isyan
etti. ‘Başkan’ dedi, ‘b iz’ d e d i‘karım ızınyanında soyunma
yız ’ dedi. ‘Yani sen bizi soyma, başka bir şey yapalım biz ’
dedi. Başladım, çıktım masaya soyundum ben. Beş, on, yedi,
yirmi, beş yüze yakın soyunduk, bir üç katı da bekliyor ora
da. Kadınlar dışarıda' bekliyor, ne yapıyorlar içerde diye.
Neyse karâr aldık, çıkacağız, dışarıda ilk kez çıplak eylem
yapacağız. Bizim bir Bayram Bey orada, benden evvel kapı
yı açtı çıktı, karısı da bekliyormuş orda. O 'nu bir çıplak
gördü: ‘Tüü la n ’dedi ona, aynen böyle” (128).
Ayrıca yoruma hiç gerek yok!..
132
3.5. SOSYALİST, ANARŞİST, BÖLÜCÜ
ULUSALCI ÖRGÜTLER
Türkiye, AB’ne ya da küreselleşmeye entegrasyon
adı altında, Osmanlı döneminin kapitilasyonlanndan çok
daha ağır koşullar taşıyan sözleşmelere imza atmaktadır.
Tek taraflı işletilen Gümrük Birliği Anlaşması nedeniyle,
ithalatı, dolayısıyla dış ticaret açığı giderek büyüyen Tür
kiye’de, birkaçyüz milyon dolarlık kredi için IMF, Dünya
Bankası gibi uluslararası fınans kuruluşlarının her istediği,
bürokrat atamaları dahil, yapılmaktadır. MAI Sözleşmesi,
Uluslararası Tahkim, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Endüstri
Yasası, Hazine Arazilerinin Yabancı Devletlere Satışına İ-
lişkin Yasa derken, Türkiye’nin bugününe ve geleceğine
resmen ambargo konulmaktadır. Tepkilere baktığınızda,
kapitalizme, emperyalizmin her türlüsüne, tam bağımsızlı
ğımıza göz diken tüm yabancılara, emekçilerin alınterini
gaspeden uluslararası sermayeye ve onun yerli işbirlikçile
rine -hiç değilse ideolojik söylemlerinde- karşı olması ge
reken sosyalist örgütler, nedense hiçbir ciddi tepki verme
mekte; susarak bu gidişi seyretmektedirler. Ülke elden gi
derken, onlar sadece iki konu da değil, slogan üzerinde yo
ğunlaşmış görünmektedirler: “Bergama’da Siyanürlü Altma
Hayır!” ve “F Tipi Cezaevleri Kapatılsın, Tutsaklara Öz
gürlük!”...
Neden, diye sorduğunuzda, Avrupa’daki tüm sos
yalist Türk örgütlerinin Almanya tarafından nasıl korunup
kollandığını ve yönlendirildiğini bilmediğinizi ortaya ko
yarsınız. DHKP-C, TIKKO, Dev-Sol, TKP-ML gibi yasadı
şı sol örgütlere ve de PKK uzantısı ERNK’ya tüm eyalet
merkezlerinde büro açma izni veren Almanya’nın bu ör
gütlerden başlıca isteği, Türkiye’ye karşı kontrollü kullanı
133
ma uymalarıdır. Dolayısıyla, Türk Ordusu’na en ağır haka
retleri yapan; Türkiye’deki halkların (!) bağımsızlığını iste
yen, bir bâşka ifadeyle ulus-devletin yıkılmasıyla Türki
ye’nin yerinde en az 47 devletin kurulmasını talep eden;
Avrupa’daki hapisane gerçeğini bilmelerine rağmen, örgüt
sel eğitimin yapıldığı ilkel koğuş sistemini savunan ve
mahkûmları “tutsak-savaş esiri” olarak niteleyen; çıkarları
doğrultusunda kapitalist-emperyalist devletlerle ve şeriatçı
yapılanmalarla işbirliğine giden, kısaca varlığını sürdürmek
için ideolojisinin ruhunu satan bu örgütlerin gazetelerinde,
dergilerinde, internet sitelerinde ortak olarak “Bergama Di-
renişi”ne ilişkin haber ve yazıları görürsünüz (129). Türki
ye’yi satacaklar, ama Bergama’ya sahip (!) çıkacaklar!..
Görünen çelişki değildir; onlar sadece, beslendikleri ortak
kaynağın, yani patronları Almanya’nın talimatının gereğini
yerine getirmektedirler...
Diğer taraftan, Bergama’daki Alman oyununa gelen
legal Türk örgütleri arasında, CHP, KESK, SES, TMMOB,
Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi ve diğer demokratik
kitle örgütlerinin olduğu görülmektedir. Bergama olayının
arkasındaki Almanya’yı farketmeyen ulusalcı Atatürkçü
Düşünce Demeği bile oyuna getirilmiştir. İdeolojik yapısı
ve eylemleri ortada olan Oktay Konyar, Türkiye’nin en ö-
nemli ve en örgütlü ulusalcı sivil toplum örgütü olan Ata
türkçü Düşünce Demeği’ni Bergama’ya davet etmiştir. İde
olojik açıdan taban tabana zıt olmalarına karşın, Demek
Genel Başkanı Av. Halil İbrahim Şahin ve beraberindeki
ler, bilgiye dayanmayan bir sempati ile bu ziyarete uymuş
lardır. Herkesi ve herşeyi “kullanma” stratejisinin uygulan
ması sonucunda, 16 Nisan 2001’de internetteki tartışma
gruplarına aşağıdaki haber geçilmiştir:
134
“Atatürkçü Düşünce Derneği(ADD) ulusal bağım
sızlık hareketine katkısı nedeniyle Bergama'da heykeli di
kilecek Hopdediks lâkaplı Bayram Kuzu ’nun ailesine plaket
verdi ve bir Atatürk Posteri armağan etti. ADD Genel Baş
kanı Halil İbrahim Şahin, geçen Cuma günü Bergama y’ ı zi
yaret ederek, kısa süre önce yaşamını yitiren Hopdediks
Bayram Kuzu ’nun anısına heykel yapımı için de düğmeye
bastı. Bergama ’da siyanürlü altın madenine karşı çıkan ve
11 yıldır eylemlerini sürdüren köylülerin simgesi Bayram
Çavuş (Bayram Kuzu) heykelinin Narlıca ile Pınarköy ara
sındaki 10 dönümlük yamaçta yapılmasına karar verildi.
Bergama Çevre Yürütme Kurulu Başkanı Oktay Konyar,
binlerce köylünün uzun soluklu mücadelesinde kaybettikleri
Bayram Kuzu ’nun heykelinin yanına küçük ölçekli bir müze
ile kütüphane yapacaklarını belirtti, ‘çevre mücadelesi adı
na bize verilen ödüller de burada sergilenecek’ diye ko
nuştu.
Şahin ile yöneticiler, geçen Cuma saat 14.00'de
Narlıca K öyü’nde, Oktay Konyar ve köylülerle bir araya
geldi. Şahin hem Oktay Konyar ’ı hem de Hopdediks Bay
ram K uzu’nun eşi Emine K uzu’y u ödüllendirdi. Hopdediks
heykeli için ilk yardım yapılırken, köylülerin önderi Oktay
Konyar, ‘A DD bu ziyaretle heykelin yapımına da start ver
miş oldu. Gönüllülük esasıyla yapacağımızı açıkladığımız
ve Bergama halkının direnişinin sergileneceği anıtın çevre
düzenlemesini de Peyzaj Mimarları Odası yapacak Önü
müzdeki günlerde yarışmanın şartnamesi ve jürisinin ilân
edileceği heykeli toplumdan gelen yoğun destek ile kısa sü
rede bitirmek istiyoruz ’ dedi. Bergama Çevre Yürütme Ku
rulu Başkanı Asteriks lâkaplı Oktay Konyar, yıllar önce yö
resi için direnmeye başlayan Bergama köylülerinin, yurdun
135
birçok yerindeki çevre hareketlerine örnek olduğu için
mutluluk duyduklarım söyledi. Son olarak Bartın ’da çizgili
pijamasını giyerek santral eyleminde köylülerine önderlik
eden Fahrettin Küçükaltay’ın yöresine sahip çıkışına dikkat
çeken Konyar, şunları söyledi: ‘Bergama direnişinin, bir
ulusal bağımsızlık direnişi olduğu net biçimde ortaya çıktı.
Yurttaşların son dönemlerde meydana çıkması sadece eko
nomik nedenlere bağlt değil. Ulusal bağımsızlık istemleri,
halkın yaşadıkları yörelerin göz göre göre uluslar arası
sermayeye peşkeş çekilip yitirilmesine karşı çıkıştır”.
Kısaca, anti-emperyalizm adına, tam bağımsızlık a-
dına, farkına varmadan Alman emperyalizmini savunur du
ruma düşmek, hayli aşağılayıcı ve yüzkızartıcı bir sonuçtur.
Emperyalizmin iyisi ya da kötüsü yoktur; ABD kötü, Al
manya iyidir, demek yanılgıların en kötüsüdür...
3.6. TEPEKÖY, PINARKÖY VE NARLIC
KÖYLÜLERİ
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Ba
kanlığınca hazırlanan 1990’da yayınlanan “Türkiye’de Al
tın Konsepti”nde adıgeçen üç köy, Tepeköy, Pınarköy ve
Narlıca’dır. Orman köyü kapsamında değerlendirilen bu
köyler, ekonomik açıdan ova köylerine göre daha dezavan
tajlı durumdadırlar. Buna karşılık, inançları itibariyle bin
yılı aşkın bir süreden bu yana, Türklüğün tüm geleneksel
kültür öğelerini ve reflekslerini dipdiri, canlı bir biçimde
sürdürmektedirler. Örneğin, içlerinde İslamiyeti araplaşmak
biçiminde algılayan, Arapçayı Türkçeden üstün tutan, şeri
atçı yapılanmalarda yer alan, laik hukuk devletine karşı ge
len, kadını horlayan ve eşit görmeyen bir tek Alevi Tür-
kü’ne rastlamak olanaksızdır. Buna karşılık haksızlığa, zor
136
balığa, zulme, ayrımcılığa ve eşitsizliğe başkaldıncı, sonuna
kadar mücâdele edici reflekslere sahiptirler. İşte, Tübingen
uzmanları, bu konsept dahilinde devreye girdiklerinde, di
reniş için ilk hedef seçtikleri eylem alanı, bu üç köy ol
muştur.
Bin küsur yıl önce, Araplar arasındaki kan davasının
ya da görüş ayrılıklarının, bin küsur yıl sonra da Cumhuri
yet Türkiye’sinde hâlâ “alevi”, “sünni”, “şafıi” biçiminde
devam etmekte olması, bu sakil sıfatların insanımızı belirle
yici ve de toplumu parçalayıcı biçimde kullanılması, hiç
şüphesiz Atatürk’ün öngördüğü ulus-devlet olgusunun ö-
nünde bir risk ve tehdit oluşturmaktadır. Almanya, bu risk
ve tehdidi Türklere ve Türkiye’ye karşı en gelişmiş teknik
lerle kullanan ülkedir. Kendi ülkesinde, Türkiye düşmanı
nakşibendilere, Süleymancılara, fethullahçılara, nurculara,
kısaca tüm şeriatçılara sınırsız destek veren Alman devleti,
Bergama’da kitleleri provoke etmek, eylem yaptırmak
sözkonusu olduğunda, alevi inançlı Türk köylülerini “kul
lanma” ikiyüzlülüğüne tevessül edebileceğini göstermiştir.
Ne var ki, Bergama’da, kendilerine anlatılan çarpı
tılmış bilgilere inanan, inandırılan bu köylülerimiz, tüm
eylemlerinde Türk Bayrağı ile ön plana çıkmışlardır. Al
manya’daki Alman destekli şeriatçılar, yeşil cihat bayrakları
altında eylem yaparlarken; Bergama’da ise, Almanya tara
fından yönlendirildiklerinin farkında olmayan kadm-erkek
onurlu köylüler, toprağına ve çevresine ve de ülkesine sahip
çıkmak için başka bir bayrak ya da ideolojik görüntünün al
tına asla ve asla girmemişlerdir. Tüm sıkıntıyı, cefayı, mad-
di-manevi fedakârlığı onlar göğüslerken, binleri onların
sırtından önemli rantlar elde etmiştir. Sözkonusu direnişte
devletin en son suçlayacağı kesim, alevi inançlı Türk köy-
137
Kileridir. Alman işbirlikçi-yerli personelini etkisiz hale geti
remeyen, soruna kalıcı ve yasal çözüm üretemeyen, siyasal
kararsızlık ve beceriksizlik sergileyen, asli görevi olduğu
halde halkın korkularını gideremeyen, Türkiye’ye bu yüz
den zaman ve gelir kaybettiren yöneticilerdir, sorumlu olan.
Hiçbir devlet sorumlusu kalkıp da bu köylere gitmemiş;
“sizleri yanlış bilgilendiriyorlar, sizi kullanmak istiyorlar,
sorunun doğrusunu en yetkin kaynaklardan göstermek, sizi
ikna etmek devletin görevidir” biçiminde açıklama getir
memiş; kısaca onlara saygı ve önem göstermeyerek provo
katörlerin eline terketmiştir.
İşte, tipik bir eylemci, yanlış bilgi ile koşullandırıl-
dığını, yanlış yönlendirildiğini, Almanya’nın çıkarları uğru
na fedakârlığa zorlandırıldığını farketmeyecek kadar eği
timsiz ama samimi ama onurlu bir yaşlı, Hüseyin Doğan’ın
anlattıkları:
“... Edrem it’ten sonra Zeytinli beldesine ulaşan
köylüler gece için hazırlık yaparken, gün boyu elindeki
kırmızı teşbihi ile yürüyen grubun en yaşlısı olan 78 yaşın
daki Hüseyin Doğan ’a ömrünün son günlerinde neden siya
nürle mücadele ettiğini soruyorum. Yol boyunca her fırsatta
köyünde bıraktığı 55 yıllık hayat arkadaşına telefon ettiğini
söyleyen Hüseyin Doğan, ‘Benim babam Birinci Dünya Sa-
va şı’nda İngilizlere esir düşmüş. Ben, 1.5 yaşımda yetim
kaldım. O zaman babamı esir alanlar, şimdi köyümün top
raklarını dolayısıyla beni esir almak istiyorlar. Dört çocu
ğum, 44 torunum var. Allah bilir ama belki de birkaç gün
lük ömrüm kaldı. Siyanür beni etkilemez. Beni öldüremez.
Ama geride bıraktığım çocuklarımı, torunlarımı? Onların
hayatlarının zehirlenmemesi için hayatta olduğum müddet
çe zehirle fnücadele edeceğim. Bu yürüyüş beni gençleştire
ne
cek. Eurogold’a karşı daha fazla mücadele etmemi sağla
yacak ’ diyor” (130).
Şimdi de, Musa Ağacık’ın röportajından bazı alın
tılar:
Merhaba ana, adınız?
- Ovacık köyünden Şahsenem Dikmenoğlu. Yaş 74.
- Siyanürlü altına neden karşısınız ana?
- Seyanürle altın çıkarsa çocuklar sakat doğuyor-
muş. Sakat olacağına gelinler, oğlanlar hiç evlenmesinler.
- Öyleyse Ovacıktılar neden siyanürcü şirketten
yanalar?
- Hepsifakir fukara. Para saçıyor gâvur, para.
- Ya siz dostum?
- Ben devlet memuruyum, adımı veremem. Ama
Bergama ’daki çevre sorunu sadece siyanürlü altın madeni
değil. Ovacık köyü yakınındaki Pirina Zeytinyağı Fabrikası,
Dikili ve Bergama ’y ı kokudan bunaltıyor. Bölgedeki zeytin
fabrikaları, Bergama’y a hayat veren Bakırçay’ı kirletiyor.
Bergama çöplüğü ise ayrı çevre felâketi. Çevreciler ise sa
dece altın madeninde siyanürü görüyor■” (131).
3.7. ÇEVRECİLER
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de farklı çev
reci anlayışlar ve örgütler bulunmaktadır. Bilgiye dayalı,
bilimsel ölçütlerde yapılan çevrecilik, hiç şüphesiz her ül
kede en gerekli ve saygın olanıdır. Bir de, amatör heveslerle
ya da gösteri amaçlı yapılan çevrecilik faaliyetleri vardır ki,
örneklerine yine tüm ülkelerde rastlamak olanaklıdır. Buna,
139
bir de ideolojiyle karışık militan çevrecilik faaliyetlerini de
eklemek gerekmektedir, zira, özellikle Avrupa’daki Komü
nist Partilerinde ve legal-illegal komünist-sosyalist örgüt
lerde, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra yaşanan i-
deolojik boşluk, bu kesimin çevrecilik hareketine yönelme
sinde önemli bir etken olmuştur. Bu kategorilerin dışında,
gelişmiş ülkelerin başvurduğu, çifte standarda dayalı bir
başka emperyalist çevrecilik yaklaşımı da sözkonusudur.
Bu yaklaşım, kontrol edilebilir istikrarsızlık politikalarının
uygulandığı üçüncü dünya ülkelerinde, ekonomik güçlen
menin önüne geçmede bir nevi engelleyici işlevi görmekte
dir, ki Bergama olayı, tümüyle bu kategori içinde yer al
maktadır.
3.7.1. ALMANYA’NIN RESMİ ÇEVRE PO
TİKASI VE ÇELİŞKİLERİ
Almanya’nın resmi çevre politikası, “temiz çevre”,
“sağlıklı yaşam”, “beslenme hakkı” gibi evrensel nitelikteki
değerlere koşulsuz sahip çıkan çevreci örgütler yerine; bu
değerlere sahip çıkıyor görünen ama devletten finanse edil
diği için de devletin talimatları dışında hareket yeteneği ol
mayan çevreci örgütleri öngörmektedir. FIAN, bu güdümlü
ama NGO görünümlü devlet kuruluşlarından sadece biridir.
Çelişkilere ve çifte standarta gelince, sadece dört tipik ör
nek:
a) Almanya, altın üretimi yapmayan, üste
lik altın üreten şirketi de bulunmayan nadir gelişmiş ülke
lerden biridir. Sahip olduğu altın stokları nedeniyle dünya
altın ticaretinin yaklaşık yarısını elinde tutan ve bu işten ö-
nemli gelir elde eden Almanya, yine altın üzerinden dolaylı
bir gelir kaynağına daha sahiptir: Siyanür üretimi!.. Dün
140
yada üç büyük firma siyanür üretmektedir: ABD’li DuPont,
İngiliz ICI ve de Alman Degussa. Dünyada siyanür üretimi
toplam 1.5 milyon ton olup, bunun 1/3’ünü Degussa firma
sı üretmektedir. Bir yandan Gana, Peru, Türkiye gibi az
gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde altın üretimini en
gellemek için “siyanürlü altına hayır” kampanyaları sürdü
ren Almanya, diğer yandan tüm dünyaya siyanür satmakta
hiçbir sakınca görmemektedir. Başta FLAN olmak üzere,
hiçbir Alman çevre örgütü, siyanürün Almanya’daki üreti
minin ve ihracının yasaklanması için kampanya yürütme
mektedir. Çünkü önemli olan dünyanın doğasını korumak
değil, Almanya’nın çıkarlarını kollamaktır. Bergama’daki
işbirlikçi-yerli personele gelince, onlar da Alman siyanürü
karşıtı hiçbir eylem ve de söyleme girmemektedirler.
b) Almanya,, dünyadaki en önemli silah ü-
reticisi ve satıcısı ülkelerden biridir. Aynı şekilde, silah sa
nayiinde AR-GE faaliyetlerine en fazla pay ayıran, dolayı
sıyla dünya silah üretim ve satışında ABD ile rekabete giren
bir Almanya’nın, tıpkı diğer silah üretiminden para kazanan
ülkeler için de geçerli olduğu gibi, “insan haklan” ya da
“çevre haklan” gibi söylemleri samimi ve inandıncı değil
dir. Leopard tanklarının toprağı sürmeye ve çiçek sulamaya;
biyolojik silahlann ise doğal hayatı korumaya yönelik ola
rak üretildiğini hiçbir aklı başında insan haklan savunucusu
ve çevreci kabul edemez. Saddam’ın Halepçe’de kullandığı
kimyasallar ve de Güneydoğu’da binlerce Mehmetçiğin ca
nını ya da vücutlannın bir bölümünü yitirmesine neden olan
mayınlar, Almanya’nın insan hakları ve çevrecilik anlayı
şının belleklerdeki silinmeyecek izleridir.
c) Almanya’nın resmi çevrecilik söylemle
ri ve politikaları çerçevesinde, nükleer enerji sakıncalıdır,
141
hatta dünyanın ve insanlığın geleceği açısından tehlikelidir.
Nitekim, 2021 yılı itibariyle Almanya’da toplam 19 nükleer
santraldeki üretime son verilecektir. ABD’de ise nükleer
santrallerin faaliyet süresi 60 yıla çıkarılmıştır. İsveç’te ise,
yıllar önce yapılan bir halkoylaması ile nükleer santrallerin
kapatılması kararlaştırılmışken, İsveç Devleti, kendi eko
nomik gerçeklikleri açısından nükleer santraller için öngö
rülen faaliyet süresini 40 yıl olarak belirlemiştir. Üstelik,
İsveç Devleti, 40 yılın sonunda kapatılan santrallerin sahibi
olan şirketlere ayrıca tazminat da ödeyecektir. Her güçlü
ülke, kendi eneıji politikalarını, kendisi belirlemektedir.
Ancak Türkiye’nin de yer aldığı gelişmekte olan ya da az
gelişmiş ülkelerde, enerji politikalarının belirlenmesinde dış
baskı ve müdahaleler kaçınılmaz olmakta; Almanya, ABD
gibi ülkeler, kendi ülkelerinde uydukları standartların tam
aksine dayatmalarda bulunmaktadırlar, tıpkı nükleer sant
raller konusunda olduğu gibi. Örneğin, kendi ülkesinde
nükleer santrallere karşı olan Alman Devleti, tüm dünyada
nükleer santral üreten Alman firmalarına (Siemens, RWE,
VLAG, VEBA, Energie Baden-Wuerttemberg vd.) hiçbir kı
sıtlama ya da yasak getirmemektedir. Aksine finansal so
runlarına çözüm getirmekte, siyasal ve lojistik destek sağ
lamaktadır. Bu çifte standart değil de nedir? Bir başka çe
lişki, Almanya’nın uzun yıllardan bu yana nükleer atıkları
nı, sırf maliyetin yüksekliğinden dolayı, Kuzey Buz Denizi,
Tuna, Karadeniz dahil, boşaltmış olmasıdır. Çevre için son
derecede tehlikeli radyasyon yüklü bu atıkları, bir ara Tür
kiye’ye “yakıt” olarak-İsparta Çimento Fabrikasına- gön
deren ama' skandal ortaya çıktığında aynen geri alan Al
manya, daha sonra bunları uzun yıllar boyunca, Afrika’daki
ülkelere -prosedüre aykırı olarak- ilkel yöntemlerle göm
dürmüştür. Bundan sonra da sözkonusu atıklar, bedeli kar
142
şılığında Rusya Federasyonu’nda gömülecektir. 1987-89
Yıllan arasında Kuzey Buz Denizi’ne ve nehirlere gizlice
nükleer atıkları boşaltan Alman Nukem Şirketi, suçlu bu
lunmasına rağmen, faaliyetlerini el’an sürdürmektedir.
d) Türkiye’deki altın üretimini engellemek
için tüm kaynaklannı seferber eden Almanya, diğer taraf
tan, altın üretimine devam eden üçüncü dünya ülkelerindeki
yatınmlara, “Alman Kalkınma Örgütü” (DEG) vasıtasıyla
katkıda bulunmaktadır. DEG’in ortak olduğu siyanürlü üre
tim yapan altm madenleri için, Alman çevrecilerinin bir
baskısı sözkonusu değildir. Daha açık bir ifadeyle, eğer si
yanürle altın üreten bir yatırıma DEG ortaksa, sorun yok.
Ama DEG’in yani Almanya’nın ortaklığı yoksa, FIAN dev
reye girmekte ve salt çevrecilik söylemleriyle adeta “kıya
metleri koparmaktadır”. Almanya’nın yaptığı, sadece ilke
sizlik ya da fırsatçılık değil, düpedüz ahlâksızlıktır. Dünya
da 800 civandaki faal maden işletmesinden 553’ünde siya
nürle altın üretimi teknolojisi kullanılmaktadır. Dünyanın
altm üretiminin % 57’sini elinde bulunduran ABD, Kanada,
Avustralya ve Güney Afrika’da “Bergama örneği” engel
lemeler hiçbir zaman sözkonusu olmamıştır, çünkü Alman
ya’nın müdahalesi yoktur. ABD’nde 1999’da işletmeye alı
nan 18 altm madeni ile toplam altm madeni sayısı 144’e,
Kanada’da ise 22 yeni madenin işletmeye alınmasıyla top
lam altm madeni sayısı 102’ye ulaşmıştır. Bu iki ülkede
Black Hills, Strathcona gibi dünyaca ünlü ulusal parkların
içinde bile altın madenleri mevcuttur ve standart siyanürlü
yöntemle altm üretimini sürdürmektedir. Avrupa’da ise
toplam 16 altm madeni üretimi sürdürmektedir. FIAN, bu
üretimi yapan İtalya, Fransa, İspanya, Finlandiya ve İsveç
gibi ülkelere çevrecilik (!) senaryoları yazıp uygulama
143
maktadır. FIAN, sadece Yunanistan’daki altın işletmelerin
de üretimi engelleme amacıyla, o da sadece Yunan çevre
cilerine yönelik olarak internet ortamında bilgi desteği
yapmaktadır (bkz. http://antigoldereece.tripod.com ve
http://www.fian.de/frames.htm'). Keza, Türkiye’de Eurogold
firmasını hedef haline getiren Almanya, aynı firmanın Ga
na, Şili, Brezilya, Yeni Zellanda, Avustralya, Fransa, ABD,
Kanada gibi ülkelerdeki yatırımlarına ve hatta Yunanis
tan’ın kuzeydoğusunda Türkiye sınırına yakın Perama altın
madenine hiç ses çıkarmamaktadır. Türkiye’de olduğu gibi
istihbaratçılarını, ajan provokatörlerini seferber etmemekte
dir. Görüldüğü gibi Almanya, halk deyimi ile “gözüne kes
tirdiği” ya da “dişine uygun” ülkelerde çevrecilik (!) yap
maktadır, ki Türkiye de bu tür ülkelerin başında gelmekte
dir. Tıpkı, .onbinlerce insanımızın ölümünden sorumlu Ab
dullah Öcalan’ın idamı konusunda olduğu gibi. Yılda orta
lama 80’in üzerinde idamın infaz edildiği ABD ya da
1500’ün üzerinde idamın infaz edildiği Çin Halk Cumhuri
yetine Almanya’nın aksi bir dayatması sözkonusu değildir.
Doğubilimci Tamer Bacınoğlu, Alman usulü çevre
ciliği ve kendi içindeki çelişkileri, Dünya gazetesindeki kö
şesinde şöyle yorumlamaktadır:
"... Alman Yeşilleri ile Alman sömürgeciliği arasın
daki manevi bağları William H. Rollins belgeledi. ‘Çevre
cilik’, bir yandan ‘ kutsal Alman vatanı ’nı 'yabancı tehli
keler ’e (İngiliz sığırı, Mc Donalds, Shell) karşı müdafaa e-
derken; dost/düşman bir dizi ülkeye müdahale aracı olarak
da rüşdünü ispatlamış durumda. Rollins buna, ‘çevrecilik
şovenizm i’ adını veriyor ve 'çevreci şovenizm, saldırgan
ulusun yabancı bir topluma müdahalesini m azur gösteren
emperyalist bir kültür stratejisidir’ diyor.
144
Pasaklı çevrecilik. Alman ormanlarında konserve
toplamayı ‘solculuk’ diye satadursun, ‘y abancı toplum ’lara
müdahale, çok daha politik ve kirli yollara sapabiliyor. Me
sela, Berlin Hükümeti ’nin Yeşil kanadı, Diyarbakır ’a ‘su a-
rıtma tesisi’ hediye ederek, aklı sıra ‘Kürt sağlığı ’na Anka
ra ’nın ‘duyarsızlığı ’nı borazanla duyuruyor. Yeşil Parti ’y e
ait Alman Dışişleri Bakanlığı finansm anlı Heinrich Böll
Vakfı, ‘çevreci ve fem inist’ Türk (Almaması: Türkiye’deki
kadınlar!) kadınlarına konserve toplatmak yerine, her sayı
sında MGK'ya ve O rdu’y a küfredilen bir dergi (Pazartesi)
yayınlatıyor. Manzara bayağı garip! Alman sistemine —ar
zulanandan da fazla- entegre olmuş Yeşil Parti, Türkiye ’de
sistem karşıtı gruplarla halvet halinde. ‘Gelişmiş toplum 'un
çevrecisi konserve kutularıyla savaşırken, ‘gelişmekte o-
la n ’ınki devletle boğuşuyor. Bu komik durumun nükleer
enerjji ve baraj inşaatları boyutunu da ele almakta fayda
var" (132).
145
nıyla ilgili olması bu açıdan fa rk etmez. Temelde sorun,
toplumsal iletişim eksikliği ve karar verme mekanizmaları
nın şeffa f olmayışıdır” (133).
Bergama usulü dış güdümlü-bilgisiz-siyasal çevre
cilik hareketi, Holzer’in de belirttiği gibi, salt “siyanürlü
altın üretimini engellemeyi” hedeflememektedir. Kaldı ki,
yukarıda yer alan bilgiler ışığında, varsayalım Ovacık altın
madeni Bergama’da değil de, Güneydoğu’da olsaydı, ne
değişirdi? Yanıt vermek için akademisyen ya da kâhin ol
maya gerek yoktur; “siyanür” gerekçesi biraz geri plana iti
lir, yerine “dinsel”, “etnik”, “dil” faktörleri önplana çıkarı
larak, ayrılıkçı bir siyasal yapılanmanın tüm öğeleri hare
kete geçirilirdi. Bergama’da bile “mezhep” faktörünü kulla
nan Almanya’nın, Güneydoğu Anadolu’da takınabileceği
mütecavizliği ve pervasızlığı tahmin etmek hiç de zor olma
sa gerekir.
Bergama’daki “çevrecilik hareketi”nin temel amacı,
sadece Bergama’da değil, tüm Türkiye’de altın üretimine
engel olmaktır. Üretim aşamasında siyanürün en gelişmiş
teknolojik ortamda kullanılması ve de bozundurulması, uy
gulanan prosesler, test sonuçları vd. bu hareket için sadece
ayrıntıdır ve hiçbir önemi bulunmamaktadır. Burada kulla
nılan siyanür, kamuoyunda “fare zehiri” ile birlikte en çok
bilinen zehirli madde olması dolayısıyla, kitlelerde korku
yaratmada “gerekçe” ve “koz” olma önemine sahiptir, hepsi
o kadar. Hareketin işbirlikçi-yerli personel kanadı için
Eurogold’un çokuluslu bir şirket olması da önemli değildir.
Türk ya da yabancı, önemli olan altm üretimi yaptırma
maktır, çünkü böyle talimat almışlardır.
146
Bergama köylülerinin avukatı sıfatıyla ünlenen
Senih Özay, internetteki sitesinde, “suyla da altın çıkar
maya hayır!” demektedir. Konuyla ilgili hiçbir bilimsel
yetkinliği olmamasına karşm, kayalar çözülünce içindeki
“arsenik” zehirinin sulara karışıp doğayı kirleteceğini iddia
eden özay ve sitesinde yer verdikleri, böylece ne denli
“istemezük”çü kafa yapısına sahip olduklarını koymakta
dırlar (134).
Gerçekte Özay gibilerin sayısı hiç de az değildir.
Örneğin, Semra Somersan, “Türkiye’de Çevre ve Siyaset”
adlı kitabında, salt çevrecilik ve marksizm-etnik faşizm
gözlüğünden şu saptamayı yapmaktadır:
“Koalisyonun kurulmasının ardından Olağanüstü
Ülke ’y e giden Demirel ve İnönü, 'size iş getireceğiz. Fabri
ka açacağız ’ sözünü verdiler Kürtlere.
... Fabrika demek p is hava, kirli toprak, kirli su, ölü
balık demek. Kaldı ki fabrika merkezden ne kadar uzak o-
lursa olsun, o kadar daha kirli, daha zehirli, daha p is üre
tim yapacak dem ek... Marksistler ise emek sömürüsü sona
erdiğinde, doğa sömürüsünün de sona ereceğini belirtiyor
lar. Ama galiba bunu artık şöyle nitelemek gerek: Devrime
kadar ‘sömürülecek’ doğa kalmışsa eğer... ” (135).
Salt çevrecilik uğruna, fabrika olmayacak, maden
cilik yapılmayacak, var olan sanayi de ortadan kaldırılacak.
Peki insanlar nasıl geçimlerini sürdürecek, nasıl devletini ve
bağımsızlığını koruyacak, nasıl emperyalistlerin oyunlarına
direnecek ve nasıl parçalanmaktan, sömürgeleşmekten kur
tulacak? İşte, bu sorular beni ilgilendirmiyor, ben Berga
ma’da ve Türkiye’de altın ürettirmem diyen kafa yapısıdır
ki, altın konusunda Türkiye’ye tam 11 yıl kaybettirmiş ve
147
bizi IMF’e, Dünya Bankası’na avuç açtıracak konuma ge
tirmekte -kendi çapında- rol oynamıştır. Bu kafa yapısını
daha iyi tanımak; çevrecilik konusundaki yetersizlik ve sa
mimiyetsizliklerini anlamak için, hiç girmedikleri konula
rın ve vermedikleri bilgilerin ortaya konulması gerekir:
• Türkiye’de Murgul’da, Ergani Maden’de,
Şımak’da, Trakya’da, ama özellikle de açık madenciliğin
yapıldığı tüm sahalarda, çevre kirliliği ve tahribi çok büyük
boyutlardadır. Yatağan’da insanlarımızın sokağa çıkmaları
nı engelleyecek ölçüde kirlilik mevcuttur. Sanayi tesisleri
nin büyük bölümü, arıtma tesisleri olmaksızın ya da maliyet
gerekçesiyle çalıştırılmaksızın üretimlerine devam etmekte
dirler. Zehirli atıkların nehirlere, derelere, denize verilme
siyle yaşanan çevre felâketlerini (balık ölümleri, kanser
vak’alarındaki anormal artışlar vb.) tüm kamuoyu medya
dan izlemektedir. Ne var ki, tüm çevrecilikleri sadece altın
üretimini engellemekten ibaret olan bu kesim, yurt geneli
sözkonusu olduğunda körleri ve sağırları oynamaktadır. Bu
nasıl çevreciliktir?
• Bergama’daki salt altın karşıtı çevreciler, Eti
Holding’e ait Kütahya-Gümüşköy madeninde siyanürleme
yöntemiyle gümüş üretildiğini ve hiçbir çevre sorunuyla
karşılaşamadığını bilmektedirler ama köylülere kesinlikle
anlatmamaktadırlar. 1987’den bu yana üretim faaliyetini
sürdüren Gümüşköy işletmesinde, bugüne kadar kullanılan
sodyum siyanür miktarı 10.000 tonun üzerindedir. İçerdiği
ağır metaller itibariyle Ovacık Altın Madeni ile karşılaştı
rıldığında, 20 ile 1000 kat daha fazla olan işletmede, kulla
nılmakta olan siyanürü bozundurma tesislerinin teknolojik
açıdan -TÜBİTAK’ın ekte sunulan Ovacık Altın Madeni
Raporu ile karşılaştırıldığında- oldukça geri bulunmasına,
148
eksik yalıtıma ve de arıtmanın yapılmamasına karşın, çevre
sorunu olmaksızın üretime kesintisiz devam edilmektedir.
• Türkiye, her yıl 2.500 ton sodyum siyanür
ithal etmektedir. Bunun yansı, Eti Holding’in Kütahya-
Gümüşköy madeninde tüketilmektedir. Geriye kalan diğer
yarısı ise metal işleme ve kaplam ada, galvenizlemede,
kuyumculukta ve mücevhercilikte, fotoğrafçılıkta, boya
sanayiinde ve çivit imalinde, ilaç sanayiinde ve tarım
kim yasallarında,başta buzdolabı olmak üzere, hemen
tüm beyaz eşya sanayiinde kullanılmaktadır. Ayrıca teks
til, plastik, naylon ve izolasyon sanayinde yüzbinlerce ton
organik siyanürler kullanılmaktadır. Tüm bu sektörlerde
kullanılan sodyum siyanürle ilgili olarak, her fabrika, ima
lathane, haddehane ya da dükkânda bir bozundurma ve a-
ntma işleminden hangi çevreci söz edebilir? Tüm atıklar,
kanalizasyon üzerinden çevreye bırakılmaktadır. Sodyum
siyanürü kullanan büyük-küçük işletmelerin neredeyse ta
mamı, meskûn mahallerde bulunmaktadır. İçiçe yaşadığı
mız riskleri hiç dikkate almayacaksınız, sonra kalkıp tüm
teknolojik önlemleri aldığım en yetkin TÜBİTAK raporuyla
ortaya koyan bir işletmedeki üretimi engelleyeceksiniz. İşte
Bergama’daki altın karşıtları bu ikilemi yaşamaktadırlar.
• TBMM’nde milletvekilleri Erol Al ve Haşan
Özgöbek’in açıklamaları, TÜBİTAK’ın raporlarıyla da bi
rebir örtüşmektedir. Buna göre, “siyanür, çıkarılan maden
deki altın ve gümüşün diğer madenlerden ayrılması için
kullanılıyor. Maden, siyanür tanklarına konuluyor ve orada
sıvılaşıyor. Sonra sıvı, karbon süzgeçlerden geçiriliyor. O
sıvının içindeki altın ve gümüş karbona tutunuyor. Diğer
madenler ise atık havuzuna gidiyor. Atık havuzuna giden kı
sımdaki siyanür de kimyasal işlemle azot ve hidrojene ayrı
149
şıyor. Atık suda litrede 0.2 miligram siyanür kalıyor ki, bu
tutar bir insanın normal besin maddelerinden aldığı siyanü
rün bile altında kalıyor”. Her iki milletvekilinin ne kadar
doğruyu söylediğini internet üzerinden kontrol etmek, hiç
kimse için bir sorun oluşturmamaktadır. Örneğin, Türki
ye’de içme suyunun limiti -siyanür için- bir litrede 0.05
mg’dır. 100 gram işlenmemiş acı bademdeki siyanür oranı
ise 297 mg’dır. Ülkemizde çekirdekli işlenen meyve sula
rında 1 litrede 1.03-15.84 mg., fındık ve badem ezmesinde
1 kilogramda 50 mg., 1 kilogram tuzda 20 mg. siyanür do
ğal halde bulunmaktadır. Günlük olarak tükettiğimiz besin
lerde izin verilen siyanür miktarı 1 mg/kg’dır. Siyanür,
günlük hayatta sürekli karşılaştığımız karbon ve azotun ba
sit bileşiğidir. Organizmada birikmemektedir. Ayrıca, kan
ser yapıcı özelliği bulunmamaktadır. Arsenikle ilişkisi bu
lunmadığı gibi, doğada da kalıcı değildir. Güneş ışığı, bit
kiler ve bakteriler tarafından doğal olarak da
bozundurulmaktadır. İnsan için zehirli dozu, 50-100 mg. o-
larak kabul edilmektedir (1-3 mg/kg vücut ağırlığı/gün).
Çevrecilik, yaşanılan çevreyi, toprağın altı ve üs
tüyle, atmosferi ve deniziyle, dünya ölçeğinde sevmek, ko
rumak ve sahip çıkmaktır. Çevreciliğe global ve hümanist
yaklaşım, ulusalcılıkla birlikte ele alınmalıdır. Ulusalcılığı
içermeyen bir çevrecilik, Bergama’daki Alman güdümlü
kullanılma örneğinde olduğu gibi, kendi ülkesine ve toplu-
muna ihanet sonucuna kadar gidebilir. Çevrecilik sadece
sevgi, duyarlılık, sorumluluk ya da refleksle de açıklana
maz. Bilime dayanmayan bir çevrecilik de, kullanılmayı,
güdülenmeyi kaçınılmaz bir biçimde beraberinde getirir.
Türkiye’de, tüm bu çevresel sorunlarda, görüşlerine başvu
rulabilecek çok sayıda uluslararası düzeyde isim yapmış bi
150
lim adamı mevcuttur. Ayrıca, çevreciler ya da çevreyle il
gilenenler için, istenilen tüm doğru bilgilere ulaşma ve teyi
dini alma, internet üzerinden hiç de güç bir bir olay değildir.
Almanya, yetkin Türk akademisyenleri yerine, konuyla il
gili bilgi ya da yeterliliği olmayan, ancak kişisel çıkarları
gereği her türlü işbirliğine hazır bendelerini muhatap al
maktadır, çünkü onlar kamuoyunu bilgilendirme değil,
“korkutma” hizmetini (!) ve işlevini görmektedirler. Türki
ye çevrecileri, bilgiye ulaşmanın tüm yolları açıkken, Oktay
Konyar’dan, Sefa Taşkın’dan, Birsel Lemke’den ve Senih
Özay’dan bilgi alma konumuna düşmemelidirler...
151
VE SONUÇ.
152
rarken ekonomik açıdan bitik bir görüntümüz vardı ama iti
barımız da vardı. Çünkü, dışpolitikada misilleme stratejileri
uygulanıyordu. Bugün de misilleme stratejilerini yaşama
geçirme hakkına ve hukukuna sahibiz. Tek eksiğimiz, ulu
sal gurur ve onura sahip, ulusal çıkarlarımızı gözeten, ulusal
kaynaklarını kullanan, üreten, üretimin önünü açan, ulusa
lâyık yöneticilerin yokluğu!..
Sorunun çözümüne katkıda bulunacak bazı somut
öneriler:
1. Bugüne kadar Almanya’dan sınırdışı edilen
ya da ayrılmaya mecbur bırakılan diplomatlarımıza uygula
nan prosedür çerçevesinde, a) Bergama’daki Alman
ajitasyon ve espiyonaj faaliyetlerinden doğrudan sorumlu
Mr. Storh ve Konsoloslukta görevli tüm diplomatlar; b)
Güneydoğu ve Doğu Karadeniz Bölgelerinde faaliyet
gösteren GTZ personeli; c) Siyasal Kürtçülük faaliyetlerini
ajite ettikleri gerekçesiyle 2000 yılının başında Alman İs
tihbarat Kuruluşları Koordinatörü Emest Uhrlau’nun Anka
ra ziyaretinde pazarlık konusu yapılan altı diplomat; Anka
ra’daki Alman medyasının OHAL Bölgesinde faaliyet gös
teren tüm temsilci ve muhabirleri, acilen ve öncelikle
sınırdışı edilmelidir.
2. Aynı şekilde, Türk yasalarına göre Türki
ye’de faaliyet göstermemesi gereken tüm Alman vakıfları
nın temsilcilik ya da bürolarının acilen kapatılması, temsil
cilerinin ikâmetlerinin yeniden değerlendirilmesi ve işbir
likçilerinin saptanması açısından geniş kapsamlı bir soruş
turma başlatılması gerekmektedir. Alman vakıfları ile Ba
kanlar Kurulu’ndan izin almaksızın işbirliği yapan demek,
sendika, meslek odası, vakıf gibi legal kuruluşlar hakkında
153
yasaların gereği yapılmalıdır. Aynı şekilde, yasaya rağmen
Almanya’dan yardım alan bir siyasal partinin durumu, Ana
yasa Mahkemesi’nin önüne getirilmelidir. Dinsel ve etnik
gerekçelerle, Almanya’dan proje bazında destek alan
NGO’lar da sürekli gözetim altında tutulmalıdır.
3. Bergama, Havran, Sivrihisar, Eşme, Artvin
gibi yüksek altın rezervine sahip yerleşim merkezlerinde
halkla ya da deşifre olmuş işbirlikçi-yerli personel ile bire
bir görüşme yapan Alman turistleri (!) saptanarak bölgeden
uzaklaştırılmalıdır. Bu merkezlerde, Türkiye’de altın konu
sunu bilen, BND faaliyetleri konusunda uzman personel gö
revlendirilmelidir. Jandarma ve ilgili istihbarat birimleri a-
rasında eşgüdüm sağlanmalıdır.
4. Altın üretimi yapılacak bölgelere Alman
ya’dan yapılacak resmi heyet ziyaretleri (parlamenterler, tu
rizmciler, çevreciler, akademisyenler) ile ilgili olarak, bölge
halkı ve yerel medya önceden bilgilendirilmelidir.
Deşifrasyon faaliyetleri, ziyaret dönemi boyunca sürdürül
melidir. Aynı şekilde, Türkiye’den de parlamenterler, sen
dikacılar, çevreciler, medya mensupları, resmi bir program
dahilinde, saptanan merkezlere (örneğin, Alman
hapisanelerindeki Türk mahkûmlarının infaz koşullarını ye
rinde incelemek gibi) götürülmelidirler.
5. Sırf benzerlerine ibret olması açısından,
Bergama’da bugüne kadar kamuoyunu yanlış yönlendiren
ve direnişin simgesi haline gelen dört Türk vatandaşı, sü
rekli mercek altında tutulmalıdır. Oktay Konyar gibi, legal
olmayan “Bergama Çevre Kurulu Başkanı” gibi sıfatları
kullananlar ya da sivil itaatsizlik içinde askeri kanattan söz
edenler hakkında derhal yasal işlemler başlatılmalıdır.
154
6. Zeus Sunağı BergamalIlara iade edilinceye
kadar, Türkiye’de Alman arkeologlarının kazı yapmalarına
kesinlikle izin verilmemelidir. Ayrıca, Zeus Sunağı ile
birlikte, Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde teşhir edilen ya
da edilmeyen tüm Bergama’nın tarihsel varlıkların iadesi i-
çin uluslararası adalet mekanizmaları çalıştın İmalıdır. Ö-
zellikle BergamalI lann uluslararası mahkemelerde açacak
ları -gasp ve tazminat davalan dahil- tüm davalara lojistik
destek verilmelidir.
7. Almanya’daki insan haklan ve çevre ihlalle
ri ile ilgili Türkiye’de bir bilgi ve dokümantasyon merkezi
kurulmalıdır. Almanya’da Türklere yönelik ırkçı saldırılar
dan, bölücü ve şeriatçı yapılanmalara verilen desteklere ka
dar tüm bilgi ve belgeler, medyanın ve Türk akademisyen
lerinin istifadesine açık tutulmalıdır. Solingen kundaklama
sının, Yahudi soykırımının yıldönümü etkinlikleri, daha
kapsamlı ve düzenli bir biçimde kamuoyu önüne getirilme
lidir.
8. ■ Yüksek Öğretim Kurumu, tüm üniversite
lerde, Alman destekli projelere onay koşulu getirmelidir.
Sosyal, dinsel, toplumsal, etnik ve de ekonomik istihbarat
açısından anlam ifade eden ortak projelere ve tezlere izin
verilmemelidir.
9. ATATÜRK’ün 1933’de kurdurduğu “AL
TIN ARAMA VE İŞLETME İDARESİ”, yeniden tesis e-
dilmelidir. Çevre Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba
kanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi çok sayıda
bakanlık ve bağlı birimlerinden ayrı ayrı ruhsat almayı ge
rektiren bürokratik işlemler, anlamsız zaman kayıplarına
neden olmaktadır. Sorumluluğun ve yetkinin tek bir mer
155
kezde toplanması ve denetimin de bu merkezden sürdürül
mesi kaçınılmaz bir gereklilik olmuştur. Atatürk’ün
1933’de farkettiği bu gerekliliğin, günümüzde süratle uy
gulamaya konulması şart olmuştur. Tüm yetki ve sorumlu
luğun uzman bir kurumda olması, politikacıların kişisel ya
da partisel çıkar hesapları ile olası engellemelerinin de önü
ne geçecektir. Böyle bir kurum, aynı zamanda tüm çevresel
denetimin yanısıra, işletmenin işçi sağlığı ve iş güvenliği
koşullarını da denetleyebilmelidir. Türkiye’de altın üretimi
yapacak yerli ve yabancı şirketler, üretimlerinin her aşama
sında, Valiliklere bağlı kurulan Çevre Komisyonları ile çev
reci kuruluşların denetimlerine izin vermeyi peşinen kabul
ve taahhüt etmelidirler. Türkiye, benzer önlemleri, Bor gibi
stratejik madenler için de almalıdır.
156
mız vardır. Bu noktada dar bir milliyetperverlikten çıkıyo
ruz, daha geniş milliyetperver oluyoruz.
• Benliğimize, mevcudiyetimize hiçbir zarar
vermeksizin haricin sermayesi memlekete girebilir.
Kısaca, ister Türk, ister yabancı sermaye, yer altı
zenginliklerimizi ulusal ekonomiye kazandıracak her yatı
rım, işçimizin emeğini sömürmeyecekse, çevreyi kirletme
yecekse, vergisini kaçırmayacaksa, ülke ekonomisine katkı
sağlayacaksa, saygıya değerdir. Türkiye’deki altın olayına,
Almanya perspektifinden olduğu kadar, Atatürk’ün pers
pektifinden bakmakta yarar bulunmaktadır.
157
DİPNOTLAR
158
me Teşkilâtı (Amt fîir Fernmeldwesen Bundeswehr-
AFMBw), Askeri Güvenlik Servisi (Militaerischer
Abschirmdienst-MAD). Federal Hükümetçe yayınlanan
27.6.1973 tarihli İşbirliği Tüzüğü ile tüm bu örgütlerin işbirliği
esasları belirlenmiş olup, bir de yetkili koordinatörlük tesis e-
dilmiştir. Almanya'nın Federal İstihbarat Servisi olan BND
(Bundesnachrichtendienst), doğrudan Başbakanlığa bağlıdır ve
Almanya dışı Espiyonaj, K/Espiyonaj faaliyetlerini yürüt
mekle yükümlüdür. BND, Almanya'nın dış ülkelerdeki güç ve
imajı ile doğru orantılı kadroya, ekipmana ve bütçeye sahip
prestijli bir istihbarat servisidir. II. Dünya Savaşı sonrasında
C.I.A. tarafından yeniden yapılandırılan BND, özellikle Sov-
yetler Birliği ve Doğu Almanya'ya karşı faaliyet gösterdiği
"Soğuk Savaş" döneminde, 7.600 personele sahip, anti-
komünist karakterde ancak Almanya'nın kısmen müttefik iş
gali altmda bulunması nedeniyle bağımlı bir statüye sahiptir.
A.B.D. tarafından Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyelerine
yönelik espiyonaj-ajitasyon-propaganda amacıyla Alman top
raklarında konuşlandırılan "Hür Avrupa Radyosu", "özgürlük
Radyosu", "Sovyetler Birliği'ni Öğrenme Enstitüsü" gibi ku
ruluşlar, BND için deneyim kazanılan "staj yeri" olarak önem
taşımıştır. Bugün, çok iyi yetişmiş 6.300 kadrolu personele ve
mükemmel ötesi teknolojik olanaklara sahip bulunmaktadır.
2000'li yıllarda personel sayısını 4.500'e çekmeyi planlayan
BND'nin Almanya dışmda 1S00 kadrolu personeli mevcuttur.
Personelinin yaklaşık 1/10'unu askeri istihbaratçılar oluştur
maktadır (askeri haberalma, izleme, ANBw-AFMBw ve
MAD ile koordinasyonu sağlamak üzere). Toplam kadrolu
personelinin yansına yakın sözleşmeli personel de çalıştıran
BND'nin merkezi Münih - Pullach'tadır. Batılı istihbarat ser
vislerinin yanısıra ve onlardan farklı olarak, İran, Irak, Libya
ve Çin Halk Cumhuriyeti istihbarat servisleri ile de ikili istih
barat antlaşmalanna (eğitim ve bilgi değişimi dahil) taraf ola
159
rak büyük güç ve etkinlik kazanan BND, dünyanın hemen her
tarafındaki istasyonlarından online olarak gelen durum rapor
larını, değerlendirme ile birlikte, GÜNDE 2 KEZ, Başbakan
lık, Dışişleri, İçişleri ve diğer ilgili departmanlara iletmekle
yükümlüdür. BND, Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar, gerek
bu ülkede ve gerekse Doğu Almanya'da, Romanya'da, Yugos
lavya'da, Polonya'da, Türkiye'de ağırlıklı espiyonaj faaliyetleri
gösterirken; Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra faali
yetlerini globalleştirmiştir. Ancak, bölgesel faaliyetlere de özel
bir önem verilmiştir. Doğu Almanya'nın koparılması ve iki
Almanya'nın birleştirilmesi; Slovenya'nın ve Hırvatistan'ın
bağımsızlığını ilân etmesi; Arnavutluk, Bosna ve Kosova'daki
gelişmeler, Türkiye’deki etnik ve dinsel ayrılıkların derinleşti
rilmesi, BND'nin rüşdünü ispat ettiği bölgesel faaliyetler kap
samındadır. BND, ayrıca, Belçika sınırındaki Hoefen'de çok
iyi kamufle edilmiş bir telekomünikasyon istasyonu çalıştır
maktadır. Ayrıca, telekomünikasyon istatistikleri için özel bir
birim oluşturmuştur. BND'nin toplanan tüm verileri kaydettiği
yüksek kapasiteli ve çok gelişmiş bir bilgisayar sistemi bu
lunmaktadır. BND, müttefiki olmasına rağmen, A.B.D.'ni ve
tüm Atlantik ötesini izleyen güçlü bir istasyonu, Schleswig-
Holstein'in batı kıyısında tesis ile işletmektedir. Bu tesis,
A.B.D.'nin tüm dünyadaki telefon, faks, e-mail dahil elektro
nik haberleşmeyi ve elektronik arşiv belgelerini -hem de gizli
belgelerin şifrelerini çözerek- izleyen ve bu doğrultuda sürekli
kendini geliştiren "Echelon ağı"nı kullanan Ulusal Güvenlik
Ajansı'na (NSA) muadil olarak inşa edilmiştir. İngiltere'nin
AB ülkesi olmasına rağmen NSA'ya lojistik destek vermesin
den rahatsız olan Almanya, benzeri bir istasyonun Fransa'da da
kurulması için bu ülkeye telkinin yanısıra, teknik yardımda da
bulunmaktadır. Yine Schleswig-Holstein'deki Husom'da bir
bilgi toplama merkezi ve arşivi yeralmaktadır. Aynı şekilde,
Alman diplomatların yanısıra, Federal Hükümetten maaş ala-
160
rak yurtdışına görevlendirilen görevlilerin tümü, BND
"hizmetiçi akademisi"nde gidecekleri ülke ile ilgili eğitime ta
bi tutulmaktadır. Ayrıca, Almanya'nın yurtdışındaki sefaretle
rinde görev yapan genellikle 2., 3. ve 4. sekreterlerin; ataşele
rin ve müsteşarların tamamının, hedef ülkelerde ise Büyükel
çilerin de BND'nin kadrolu-bağlantılı elemanları arasından a-
tanmasına dikkat edilmektedir. 1970'li yıllardan bu yana Tür
kiye'de görev yapan Alman Büyükelçilerinin tamamının bağ
lantılı BND elemanı oldukları; Türkiye'de görev yapan Alman
gazetecilerin ise doğrudan sözleşmeli BND elemanı olduktan
kaydedilmektedir. BND, kuruluşu ve tüm kadrosu itibariyle
ırkçı eski-yeni Nazi terden oluşmaktadır. Zamanın Almanya
Başbakanı 'Konrad Adenauer’in, BND’nin başına, Hitler’in
Doğu Cephesi İstihbarat Şefi General Reinhard Gehlen’i ge
tirmesi ile başlayan ırkçı gelenek, bugün de ödünsüz sürdü
rülmektedir. örneğin, en son atanan Almanya Büyükelçisi Dr.
Rudolf Schmidt, daha Türk Dışişleri Bakam İsmail Cem'i ziya
ret bile etmeden, -tabiri caizse- ayağının tozu ile, 21 Mart
2000'de, sözde Kürdistan Devleti'nin lideri Barzani'nin Tem
silcisi tarafından Ankara'da verilen skandal resepsiyona ka
tılmıştır. Aynı diplomatik nezaketsizlik, hiç şüphesiz Rusya
Federasyonu, A.B.D., İngiltere, İsveç dahil pek çok ülke için
de sözkonusudur. İstihbaratçı diplomatlara en tipik bir örnek
olarak, görev süresi içinde HADEP yöneticileri ile sıkı ilişkile
riyle dikkat çeken ve Şubat 2000'in son haftasında Türkiye'de
ki görevi sona eren Fransa'nın Ankara'daki Büyükelçisi Jean
Claude Cosserand, doğrudan Fransa İstihbarat Örgütü Baş
kanlığına getirilmiştir. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip
Hablemitoglu, “Türkiye (M.İ.T.) ve Almanya (B.N.D./BfV)
Arasındaki Yüzyıllık Güç Kavgası”,
http://www.hablemitoglu.cib.net
3. Bu vakıflar arasında Konrad Adenauer Va
Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı,
161
Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich
Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı özellikle dikkat çekenleridir.
Ayrıca, Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman
Kültür Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü de mut
laka izlenmesi gereken Alman merkezleri arasındadır. Alman
“derin devleti”ni en iyi tanıyan Türk akademisyenlerinden Dr.
Yavuz Dedegil, BND ve Alman vakıfları arasındaki organik i-
lişkiyi şu cümlelerle değerlendirmektedir: “Eyaletler ve özel
likle federal düzeyde ise, kamuoyunu yönlendirme daha büyük
boyutlardadır. Prof.Dr. Schmith-Eenboom, Undercover isimli
kitabında, bütün Alman medyası ile devlet istihbarat teşkilâtı
arasındaki geniş ilişkileri sıralamıştır. Alman İstihbarat Teş
kilâtı (BND), medya içinde doğrudan elemanlara sahip olduğu
gibi, 'Dpa’ veya ‘Reuter’ gibi enternasyonal çalışan haber a-
jansları ile organik bağlar içindedir. İstihbarat teşkilâtı kendi
içinde ‘haber fabrikaları ‘ kurmuştur ve istediği haberleri de
ğiştirmekte veya kendisi üretmektedir. Bu meyanda Alman si
yasi partilerinin ‘kendi vakıfları ’nın da, birinci derecede fede
ral yönetim tarafından finanse edildiği ve devletin 'sivil top
lum örgütleri ’ni oluşturdukları da bilinmelidir’’. Dr.
Dedegil’in Ankara’da 16-17 Aralık 2000’de gerçekleştirilen
“AB ve Türkiye Sempozyumu”na sunduğu “Almanya’da Ka
muoyu Oluşumu ve Yabancılaşma” başlıklı tebliğden.
4. Türkiye, Vakıflar mevzuatının kesinlikle
vermemesine rağmen, gelmiş geçmiş hükümetlerin siyasal ira
de ve kararlılık gösterememeleri nedeniyle, Alman vakıflarının
espiyonaj ve ajitasyon faaliyetlerine gözyummak konumunda
dır. Aynı şekilde, Alman ya da ABD vakıf ya da resmi ku
rumlan ile birebir parasal ilişki ve işbirliği içinde olan Türk
demek ve vakıflannın da yerine getirmeleri gereken zorunlu
prosedürlere uymadıktan bilinmektedir. Siyasal irade ve ka
rarlılık yokluğu, yabancı istihbaratçılan ve yerli işbirlikçilerini
giderek pervasızlaştırmaktadır: Tam bağımsızlık kavramının i
162
çi boşaltılırken, ulusal egemenlik ilkesi ise, giderek Berlin’e
veya Washington’a ya da Brüksel’e koşulsuz teslimiyet ilkesi
ne dönüştürülmektedir. Yabancı vakıfların ve yerli işbirlikçile
ri küreselleşmeci NGO’lann yarattığı bu rahatsızlık, 8. Beş
Yıllık Planda da ifadesini bulmuştur ancak nedense gereği bir
türlü yapılmamaktadır. Sorumlulardan eski İçişleri Bakanı Sa
dettin Tantan, sadece bir tek girişimde bulunmuştur; o da ya
bancı istihbarat servisi elemanlarına ya da sahte NGO’larına
değil, şahsıma. Konuyla ilgili bir makalemden dolayı
25.000.000.000 TL manevi tazminat davası açarken, Basın
Savcılığı vasıtasıyla da İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
yargılanmamı sağlamıştır. Dava konusu makale için bkz. Dr.
Necip Hablemitoğlu, “Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve
Fethullahçılar Raporu”, Yeni Hayat, 6:70, Ağustos 2000, s.
13-29. Ayrıca internet üzerinden bkz.
http://www.hablemitoglu.cib.net
5. 1990’lı yılların başında, Kuzey Irak’da bir K
Devleti’nin oluşumu için faaliyet gösteren sözde “insani yar
dım” amaçlı NGO’ların sayısı 100’ü geçmekteydi (Zaho,
Duhok, Erbil Süleymaniye vd.). Birleşmiş Milletlerin ve
AB’nin insani yardımları, Kızılhaç üzerinden değil de
sözkonusu NGO’lar üzerinden ulaştırılmaktaydı. Çatışmaların
şiddetlenmesiyle, bütün bu NGO’lar sessizce bölgeden çekilir
ken, bölgede en güçlü kadroya sahip olan CIA de, sözkonusu
elemanlarının dışında, yaklaşık 7.500 yerli ajanını Türkiye ü-
zerinden bir operasyon gerçekleştirerek Guam adasına naklet-
miştir. Halen Batılı istihbarat servislerinin sevk ve yönetimin
deki bu NGO’larm büyük bölümü tekrar geri dönerek “insani
yardım” faaliyetlerini sürdürmeye başlamışlardır. Konunun en
acı olan tarafı, bu NGO’ların içyüzlerinin bilinmesine rağmen,
bir tek istihbaratçıya yönelik bir tek saldın bile sözkonusu
olmazken; Türk Kızılayının görevlileri, peşmergelerin vahşi
saldırısına uğramıştır. Türk Kızılayının bu bölgede “insani
163
yardım” faaliyeti göstermesini istemeyen sözkonusu NGO’lar,
işkence ile yahşice öldürülen Türk Kızılayının mensuplan için
en küçük tepki göstermemişlerdir.
6. Örnek oluşturacak tipik bir haber: “Alman Cum
hurbaşkanı Johannes Rau, dün insan haklan örgütleri ile bir
toplantı yaptı. Toplantıya, Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz
Ensaroğlu, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, TÎHV Genel
Başkanı Yavuz Önen, ÇHD Gn. Başkanı Ali Ersin Gür, TİHAK
Başkanı Nevzat Helvacı, Avukat YusufAlataş ve İnsan Hakları
Eğitimi Ulusal Komitesi Başkanı Prof.Dr. İonna Kuçuradi ka
tıldı. Türkiye ’deki insan hakları, düşünce özgürlüğü, idam ce
zasının kaldırılması, demokratikleşme, yargı reformu ve işken
ce konularının gündeme geldiği toplantıda Alman Cumhur
başkanı Rau, insem haklarından sorumlu Devlet Bakanı M. Ali
İrtemçelik'in geçtiğimiz yıl Kasım ayında NGO’larla yaptığı
toplcmtmm devamının gelip gelmediğini sordu. Türkiye’de
NGO’larla siyasi irade arasında bir kopukluk olduğu ve
NGO’larm düşüncelerinin kaale alınmadığı tespitini yapan
Rau ’nun, ‘siyasi irade NGO ’ların düşüncelerini dikkate alma
sı gerekir' dediği belirtildi. Türkiye ’deki insan hakları sorun
larının çözümlenmesinde asıl görevin Türkiye ’nin iç kamuo
yuna düştüğünü belirten Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz
Ensaroğlu, bu bağlamda DIŞ DİNAMİKLERİN de önemli ol
duğunu kaydetti. Ensaroğlu, AB üyesi ülkelerin, Türkiye’nin
insan hakları ihlallerine ilkeli ve KUŞATICI yaklaşmalarını,
seçici davranmamalarını, insan haklarının uluslararası çı
karlara feda edilmemesini istedi. İnsan hakları alanındaki a-
dımlarda ulusal ve uluslararası demokratik kamuoyuna gü
vendiklerini belirten İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül ise, bu
faktörün insan hakları standardının gelişmesinin önünü
açağını ifade etti" (Zaman, 8 Nisan 2000).
7. Gönüllü kuruluşların (NGO’ların) kazandıktan
prestij, sahip oldukları cazibe, bürokrasinin katı kurallarından
164
uzak olan esneklik ve hareket kabiliyeti, zaman zaman
hükümetleri, daha doğrusu kamu otoritesini de NGO’lar kur
maya yöneltiyor. Bunlara, yine İngilizce’de, azıcık şaka yollu,
“Govemmental Non-govemmental Organization” veya
“Govemmental NGO”, daha da kısaltılarak “GONGO” deni
yor. GONGO’lar; gönüllü kuruluş kavramını, demek ve vakıf
kavramını zedeleyen, zaman zaman belli ölçüde kamu gücü
nün devredildiği, ama; bürokratik kurallara uymadan at oyna
tılan kuruluşlardır. Bkz. “Gongoları Ayıklayalım”, Çevre, 86,
Mart 2001, s. 1.
8. Ayrıntılı bilgi için bkz. A tatürk’ün Söylev
Demeçleri, Ankara, 1961, s. 22-23; Tayyib Gökbilgin, Milli
Mücadele Başlarken, Ankara, 1959, s. 146-148. “Uzun Va
deli Strateji ve Sekizinci Beş Yülık Kalkınma Planı 2001-
2005”de mevzuat ve uygulamadaki boşluklara dikkat çekil
mektedir: “(7972) Özellikle uluslararası bağışçıların ve teknik
yardım sağlayanların, yardımlarını belirli şartlara bağlama
ları, idari kontrol sağlama ve yönlendirme gayretleri Sivil
Toplum Organizasyonlarının inisiyatif kullanmalarını etkile
yebilmektedir. Bu durum, ülke çıkarlarının gözetilmesi ve milli
politikaların gösterdiği hedefler doğrultusunda faaliyette bu
lunmalarının sağlanması açısından STO ’ların demokratik bir
şekilde yapılanmalarını, idari ve mali açıdan şeffaf olmalarını
gerektirmektedir. (1974) Ulusal ve uluslararası kaynakların
harekete geçirilerek kalkınma çabalarının güçlendirilmesi a-
macıyla, STO ’lann m illi politika hedefleri istikametinde faa
liyet göstermeleri sağlanacaktır. (1978) STO ’lann katkı yap
tıkları kesimlere, kendi üyelerine ve devlete yönelik olarak
demokratik, şeffa f ve sorumlu bir çerçevede faaliyetlerini
sürdürmesi sağlanacaktır. (1979) Sivil Toplum Organizas
yonlarıyla ilgili gerekli yasal düzenlemeler yapılacaktır” (s.
203).
165
9. C1A bağlantılı merkezlerden sadece NED’den
“proje bedeli” adı altında para alan Türk STK’larından TE-
SEV, TÜSES, TUSİAD, Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği,
TESAV, Türk Demokrasi Vakfı en tanınmışları. Elaltından ve
rilen yardımların (!) kanıtlanması mümkün olmamakla birlikte,
resmen verilenler bellidir. Örneğin, Doğu Ergil’in TOSAV’ına
Türk-Kürt sorunu çözüm çalışmaları için 92.000 ABD dolan
ile 6250 pound, Gökhan Çapoğlu’nun ANSAV’ına parti ör
gütlenmesi için 189.604 dolar, Stratejik Araştırmalar Vakfı’na
190.193 dolar, Bülent Akarcalı’nın Türk Demokrasi Vakfı’na
106.100 dolar, Liberal Düşünce Topluluğu’na 111.500 dolar,
Türk Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’na 1.111.000 dolar
vd. IRI’den “proje bedeli” alanlar arasında ise ARI Grubu
278.500 dolar ile dikkat çekmektedir. NDI’nin diğer Türk
STK’larma verdiği 824.900 doların yanısıra, Yeni FORUM
Dergisine verilen bedel 150 bin dolar ve ayrıca 11.766 dolar,
vs. vs. Sözkonusu merkezler hakkında derli toplu bilgi için
bkz. Mustafa Yıldırım, “Şifre Çözücü: Project Democracy 1”,
Müdafaa-i Hukuk, 32: Mart-Nisan 2001, s. 23-39; 33: Mayıs
2001 s. 39-56; Attila İlhan, “Çok Veren Maldan mı?”, Cum
huriyet, 26.1.2001. Ve de bu yardım (!) merkezlerinin
internetteki web sayfaları.
10. “Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en
özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'dır. 15 Eylül 1998 günü
Katolik Kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine
verdiği ‘Islâmın Avrupa İçin Önemi' konferanstnda şöyle de
miştir: “Sorun, Atatürk’ün bir Paşa fermanıyla yarattığı yapay
bir ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve
Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk,
zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olma
dığını, Türkiye ’de yaşayan Kürt/Türk, Müslüman/Laik, Ale-
vi/Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Ata
türk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yokettiler, sonra da Rumla
166
rı. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez... ‘
Alman devletinin finanse ettiği Steinbach ’ın enstitüsünün Tür
kiye 'de bağlantısı olmadığı Alman vakfi ya da ‘araştırma ku
rumu ' yoktur. Örneğin, Steinbach ’ın elemanlarından 'Alevilik
ve Kürtlük uzmanı’ Heidi Wedel, hem SPD’nin Friedrich E-
bert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amnesty International
adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü'nün
İstanbul şubesi bünyesinde ‘Gazi Mahallesi Araştırması 'm da
yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye 'de çalışan tüm Alman vakıfları
na ‘bilimsel’yol göstericilik görevini üstlenmiştir”. Geniş bilgi
için bkz. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının
Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
11. “Konseptin mesajı açık: ‘Lider sultası altındaki
partilerle Türkiye'de sivil toplum inşa edilemez, örgütlenme
tabandan başlatılmalı; yerel düzlemde örgütlenmelere gidil
meli, özellikle köylü hareketlerine öncelik tanınmalıdır. Türk
halkı bu konularda tecrübesiz olduğu için, Alman NGO’lar te
orik, parasal ve lojistik yemdim sunmalıdırlar” : Argun Erbay,
“Alman NGO’larının 2001 Türkiye Programı”, Aydınlık, 21
Ocak 2001.
12. Konrad Adenauer Vakfı ile en yoğun ilişki içinde
olan Türk Demokrasi Vakfı’nm yönetiminde, Bülent Akarcalı,
Yılmaz Karakoyunlu, Emre Kocaoğlu gibi ANAP mensubu
milletvekilleri yer almaktadır. Aynı binadaki bu iki vakıf ara
sındaki koordinasyonu, Proje Koordinatörü Zuhal Yeşilyurt
sağlamaktadır. Vakfın AB projeleri başta olmak üzere diğer
enternasyonal faaliyetlerini ise Kamil B. Raif ve Jülide
Mollaoğlu yürütmektedir. Konrad Adenauer Vakfı’nın adresi:
Ahmet Rasim Sok. No. 27 06550 Çankaya-Ankara. Vakfın
telefonları: (312) 440.40.80, Fax: (312) 440.32.48 ve
441.27.82 e-posta: kas konrad.org.tr, kaswulf
dominet.in.com.tr Vakfın İstanbul Bürosu ise Yeni Çarşı Cad.
No. 52 Beyoğlu adresinde faaliyet göstermektedir. Vakıf Bü
167
rosunun telefonları: (212) 249.54.36-91, 292.96.24. Fax: (212)
292.96.25.
13. Wulf Schönbohm, “Alman-Türk Dostluğunu
Güçlendirme”, Cumhuriyet, 23.7.1999. Dr. Wulf
Schönbohm, 1941’de Doğu Almanya’da Bad Saarovv’da (Ber
lin) doğdu. Sovyetler Birliği’nden Batı Almanya’ya geçtikten
sonra, üç yıl Orduda teğmen olarak görev yapan Schönbohm,
kendisini Batı’ya geçiren BfV-BND ekseninde ve kontrolünde
“aşırı solcu” kimlikle öğrencilik hareketlerinde rol aldı. Master
ve Doktorasmı Bonn Üniversitesi’nde yapan Schönbohm, daha
sonra “sosyal demokrat” kimlikle CDU’da ve Konrad
Adenauer Vakfı’nın bir departmanında yönetici olarak çalıştı.
Anayasa’yı Koruma Eyalet Teşkilâtı’nın (LfV) Stutgart Ofi-
si’nde de çalışan Dr. Wulf Schönbohm, 1997’den bu yana
Türkiye’de K.A.V. Temsilcisi olarak görev yapmaktadır.
Schönbohm, Dr. Günter Seufert ile birlikte, Türkiye’de ikâ
meti acilen gözden geçirilecekler arasında yer almaktadır.
14. ABD, Feuerstein’i Dr. Neal Acherson’un “Black
Sea” adlı kitabıyla tanıdı. Kitabın 7. Bölümü şu cümlelerle
başlamaktaydı: “Laz memleketine ulaşmak için 75 km. kadar
Trabzon 'un doğusuna gitmek gerekir. Fırtına nehrinin mavi
yeşil akan suları köpürerek taşların üzerine dökülür,
Ardeşen ’den önce bir köprü görünür. Pontus Alplerinin zirve
lerinden gelen bu su Kaçkar Dağından çıkar. Bu Laz adıdır,
Lazlar ve Hemşinliler Türk değildir.... Karaormanların
Schopflock köyünde yaşayan Wolfgang Feurstein adında bir
Alman Akademisyen, 1960’larda Lazların memleketine gitti.
Bir millet yaratmak istiyordu". BND, bir millet yaratma (!)
çabası sergileyen Wolfgang Feuerstein’a bir de “Güney Kafkas
Dilleri ve Kültürleri Demeği” kurdurmuştur (1992). Laz al
fabesi ile basılan kitap ve dergiler de, mevcut iki demekte ol
duğu gibi, BND bütçesinden finanse edilmektedir. Aynı şekil
de, Pontus amacına yönelik faaliyet yürüten örgütlerin ve web
168
sitelerinin yansından çoğu Almanya’da bulunmaktadır. Ayrıca
bkz. Ali İhsan Aksamaz, Dil-Tarih-Kültür-Gelenekleriyle
Lazlar. (İstanbul: Sorun Yayını, 2000). Feuerstein, Tübingen
Üniversitesi Orientalisches Seminar’ın “Sprachen des
Christlichen Orients” (Hristiyan Doğu’nun Dilleri) Bölümün
den mezundur ve halihazırda Hemşin’de mevcut “ermenice (!)
konuşan oniki köy” üzerinde çalışmaktadır.
15. Çok sayıdaki müşterek etkinliklerden rastgele
çilmiş birkaçı: K.A.V.-Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile bir
likte 1998’den bu yana her yıl düzenlenen “Yerel Gazetecilik
Ödülü" yarışmasının (birinciye 2000 DM.) yanısıra, her yıl
bölge bölge “Yerel Gazetecilik Meslekiçi Eğitim Seminerleri'
düzenlenmektedir. Örneğin, 1997’de Çorum’da düzenlenen
seminere, Amasya, Ardahan, Artvin, Bartın, Bayburt, Bolu,
Çankırı, Erzurum, Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Karabük,
Kars, Kastamonu, Kırıkkale, Ordu, Rize, Samsun, Sinop, Si
vas, Tokat, Trabzon, Yozgat ve Zonguldak illerinden gelen ye
rel gazete sahipleri katılmışlardır. 9-10 Temmuz 1998’de
İsparta’da gerçekleştirilen ve Akdeniz-Ege bölgesindeki yerel
gazetecilerin katıldığı “6. Yerel Medya Meslekiçi Eğitim Semi
neri', katılımcılar açısından rekor düzeyde olmuştur. 7. Semi
ner, 10 Ekim 1998’de Elazığ’da (9 ilden 70’e yakın gazeteci
katılımı ile) gerçekleştirilmiştir. 25 Haziran 1999’da ise Kü
tahya’da “12. Yerel Televizyonculukta Meslekiçi Eğitim Semi
neri' düzenlenmiştir. Oldukça eski bir kuruluş mâzisine (10
Haziran 1946) sahip olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin
K.A.V. ile işbirliğinin tarihçesi, ancak 1997 yılma dayanmak
tadır. Bu işbirliğini kanıtlayan 14 kitap yayınlanmıştır. K.A.V.,
22-23 Haziran 2000’de, yine Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve
Alman-Türk Vakfı ile müştereken Antalya’da “İhtilâfların A-
zaltılmasmda Medyanın Rolü' konulu bir seminer düzenle
miştir. Bu seminere, BND Türkiye ve Balkan uzmanlarından
Jean Pierre Froehly, Alman Dışpolitika Kurumu adına ko
169
nuşmacı olarak katılmıştır. “Deutsche Welle”den Türkiye kar
şıtı yazılarından tanıdığımız Dieter Weirich’in ve K.A.V. Tür
kiye Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un yamsıra, Yunanis
tan’dan akademisyen ve gazeteciler de konuşmacılar arasında
yer almışlardır (Türkiye’den Zaman gazetesi Danışma Kurulu
üyesi Şükrü Elekdağ, Alpay Şahin, Nail Güreli vd.).
K.A.V., Ankara Üniversitesi tletişim Fakültesi Medya
İzleme Grubu ile müştereken hazırlanan “Türkiye ’de Medya ve
Seçimler” başlıklı araştırma sonuçlarını 1999’da kitap olarak
bastırmıştır. Aynı şekilde istihbari değer ve önem taşıyan
“Media Scape Türkiye 98” Raporu, Kültür-İletişim Haritası da
K.A.V. katkıları ile ortaya çıkarılmıştır (tıpkı gizlilikle yürü
tülen Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Gen Haritasının çıka
rılma çalışmaları gibi). TİSK ile müştereken yapılan “AB ve
Türkiye’de Sosyal Diyalog, Ekonomik ve Sosyal Konseyler
Semineri” ise 14-15 Haziran 1996’da Ankara’da gerçekleşti
rilmiştir. Türk Belediyecilik Derneği ile de çok sayıda işbirliği
yapılmıştır: “Yerel Yönetimlerin Ekonomik işlevleri” konulu
sempozyuma sunulan tebliğler, 1993’de kitap haline dönüştü
rülmüştür. Aynı şekilde, Türk Belediyecilik Demeği ile ile 27
Kasım 1998’de Ankara Sheraton Oteli’nde “Yerel Yönetimler
ve Organize Sanayi Bölgeleri" konulu bir panel gerçekleşti
rilmiştir. Türk Demokrasi Vakfı ile “Demokrasi Eğitimi Proje-
sF dahilinde çok sayıda konferans, panel ve sempozyum dü
zenlenmiştir. Aynı şekilde, “Türk Alman Parlamenterler Se
mineri”, “Türk Alman Gazeteciler Diyaliz Programı” kapsa
mında çok sayıda etkinlik gerçekleştirilmiştir. Farklı konularda
da etkinlikler düzenlenmiştir. Örneğin, 18 Aralık 1997’de
“Türkiye’de ve Almanya’da Sosyal Güvenlik Sistemleri Re
formu” toplantısı gibi. Almanya’da da gerçekleştirilen etkin
likler de sözkonusudur (Berlin’de düzenlenen “Tiirkiye-AB”
konulu toplantı gibi). Keza, merkezi Almanya Hessen’de
bulunan ve finansmanı Federal Bütçeden sağlanan Türkiye A
170
raştırmalar Merkezi ile K.A.V.’nın 21 Haziran 1999’da ger
çekleştirdiği “Almanya’daki Türk Gençliği’ toplantısı, Alman
Kültürevi’nde yapılmıştır. Ayrıca, 1995’den bu yana yine Türk
Demokrasi Vakfı ile birlikte yürütülen ve halen devam et
mekte olan projeler bulunmaktadır: Örneğin, “Demokrasi ve
İnsanı Kalkındırma Projesi’ (DÎKAP), turizm etkisindeki kır
sal bölgeler, büyük kentlerdeki gecekondular, dağ köyleri ve
sosyo-ekonomik yapıları güdümlü olarak değişime tabi tutulan
yörelerde, bir başka ifadeyle en çok ajitasyona ve provokasyo
na açık bölgelerde uygulanmaktadır. Aynı şekilde, insan hak
ları, demokratikleşme, işkence gibi söylemlerle Türkiye Cum
huriyetinin üniter yapısını ve laik hukuk sistemini ortadan
kaldırmaya çalışan örgüt ve tarikat-cemaatlara “göz kırpan”
bir diğer proje de “Demokrasi ve İnsan Haklarını Güçlendirme
Halk Eğitimi Projesi ”dir (DİHGHEP). Bu projede 100 öğre
tim elemanının çalıştırılması (legal çıkar sağlanması) öngö
rülmektedir.
16. Türkiye’de Anayasa Reformu Prensipler ve
Sonuçlar. (Ankara: Konrad Adenauer Vakfı Yayını, 2001), s.
5.
17. a.g.e., s. 57-70.
18. Dr. Christian Rumpfın, tüm Alman ırkçı kamu
görevlileri (istihbaratçılar, diplomatlar, hukukçular, sendika
cılar, misyonerler, gazeteciler vd.) gibi, ülkelerinde yaşamakta
olan 2.5 milyonluk Türk Toplumunun, başta parçalanmış aile
ler, çocuk yardımı, seçme-seçilme, Türkçe eğitim ve öğretim
hakları gibi temel insan hak ve özgürlüklerine getirilen kısıt
lamalara hiç atıfta bulunmadığı görülmektedir. Bkz. a.g.e., s.
129-43.
19. Yıl 2000 - Konrad Adenauer Vakfının Türki
ye’deki Faaliyetleri, s. 3.
20. a.g.e., s. 4. Mesut Yılmaz, Konrad Adenauer tara
fından 25 Haziran 1997’de Almanya’ya Bonn’a götürülmüş
171
tür. Mesut Yılmaz’ın Alman vakıfları tarafından kaç kere Al
manya’ya davet edildiği bilinmemekle birlikte, Almanya’da
vakıflarca ağırlanan ilk ve tek parti lideri olduğu kesin. Kendi
si, aynı zamanda Alman parlamenterlerin rahatça ziyaret ede
bildikleri bir isim. Tıpkı, aşağıdaki haberde olduğu gibi: “Ma
dam Roth Memnun Kaldı- Türlüye ’y e her seyahatinde yaptı
ğı açıklamalarla tepkilere yol açan Alman Yeşiller Milletvekili
Claudia Roth, dün Mesut Yılmaz ile yaptığı görüşmeden mem
nun ayrıldı. Roth, Başbakanlık'tâki görüşmeyi, ‘yoğun, ayrın
tılı ve açıksözlü ’şeklinde tanımlayarak, ‘azınlıklar ’ konusunun
da konuşulduğunu söyledi. Yılmaz ’ın daha önce ‘AB ’y e giden
yol Diyarbakır ‘dan geçer ’ sözlerine atıfta bulunan ve bu çer
çevede ‘Kürtlerin kültürel haklarını da' konuştuklarını belir
ten Roth, ‘Yılmaz, bana Kürtçe TV ve radyo yayınlarının ya
pılmasına karşı olmadığını söyledi’ dedi. Görüşmede, idam
cezası konusımun da ele alındığını anlatan Roth, ‘Yılmaz, Tür
kiye ’de siyasi yetkililerin ölüm cezası kaldırılmadan AB ’y e ü-
yeliğinin mümkün olmayacağının bilincinde olduğunu söyledi ’
dedi. Bu çerçevede insan haklarını da ele aldıklarını belirten
Roth, Yılmaz in a f konusunda, ‘A f toplumsal barış açısından
fevkalâde önemlidir ’yorumunda bulunduğunu aktardı ” (Hür
riyet, 23 Kasım 2000). Kaldı ki, Mesut Yılmaz’ın Alman
ya’nın Türkiye’deki etnik ve dinsel farklılıklara yönelik em
peryalist politikalarının yanısıra, Alman politikacılarının bu
yoldaki saldırgan tavır ve söylemlerini eleştiren ya da Alman
ya’daki Türk Toplumuna uygulanan ayrımcı ve baskıcı uygu
lamalara karşı çıkan söylemleri hiç olmuş mudur? Arşiv tara
masında böyle bir bulguya rastlanamamıştır. Tıpkı, Claudia
Roth’un “Sömürge Valisi” edasıyla yaptığı şu açıklamalarına
Başbakan Yardımcısı olarak tepki vermemesi gibi: “Kürtlerin
kürtçe yayın haklan olduğuna inanıyorum. Herkesin anadilini
konuşması hakkıdır. Kürtlerin kültürlerinin garanti altına a-
lınmasını talep ediyorum. Bugün Diyarbakır ’da çok güzel bir
172
hava var. Kürt güneşi parlıyor. Bu güneşin barış getirmesini
umuyorum. Bu güneşten bir parça hapiste bulunan arkadaşım
Leyla Zana’y a gönderiyorum. Çıkarılan a f sadece belli bir ke
simi değil, hapiste bulunan Kürtleri ve Leyla Zana’y ı da kap
samalıdır. Olağanüstü Hal tekrar uzatıldı. Bunu iyi bir geliş
me olarak değerlendirmiyorum. Türkiye aynı zamanda etnik ve
azınlık gruplarının insan hakları konusunda önemli rol oyna
maktadır.... Diyarbakır Belediye Başkanı Feridun Çelik iyi bir
yönetici ve iyi bir büyükelçi olabileceğine inanıyorum". Yıl
maz, Claudia Roth’un beraberinde bulunan Alman Parlamen
teri Monika Brudlewsky’-nin şu mütecaviz, cüretkâr ve de
gerçekdışı açıklamalarına karşı da tepki göstermemiştir: “Tür
kiye'deki hristiyanların kendi okullarmın, hastanelerinin bu
lunmadığını; bu nedenle başka ülkelere göç ettiklerini, sayıla
rının azaldığmı duyduk. Neden bu ülkeyi terkettiklerinin düşü
nülmesi gerekir. Biz, Almanya ’da cami yapılmasına izin veri
yoruz. Sizden de hristiyanlar için aynı hakları rica ediyoruz.
Hristiyanlar düşüncelerini özgürce ifade edemedikleri, kendi
okullarında eğitim göremedikleri, kamuda çalışamadıkları sü
rece Avrupa'ya giden yolda önemli bir adım eksik kalacak"
(Yeni Binyıl, 28.11.2000).
21. a.g.e., s. 3. Almanya'nın Türkiye’deki etnik fark
lılıklara gösterdiği derin ve anlamlı (!) ilginin en önemli kanıtı
için bkz. Peter Alford Andrevvs - Rüdiger Benninghaus,
Etlime Groups in the Republic of Turkey. (Wiesbaden:
1989). Ayrıca Tübingen Üniversitesi’nin pafta pafta etnik ha
ritaları da görülmeye değer.
22. 28.6.2000 Tarihli Hürriyet Gazetesinde yayınla
nan haber (yorumsuz): “Alman Elçi’ye Apo’lu Slogan - Di
yarbakır’da tamamı Alman Kalkınma BankasTndan sağlanan
finansmanla projelendirilen 39.5 milyon marklık Atıksu Arıtma
Tesisleri ’nin temel atma töreni, HADEP ’in mitingine dönüştü.
Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt’in eşi
173
Utto’y la birlikte katıldığı temel atma töreninde, ‘A po’y a öz
gürlük’ sloganı atıldı. Nüfusu 1 milyonu bulan Diyarbakır’da
altyapı sorunlarının giderilmesi amacıyla Almanya tarafından
finansmanı sağlanan Atıksu Arıtma Tesisi ’nin temel atma tö
renine katılan davetliler, HADEP bayrakları ve sarı, kırmızı,
yeşil renkli flamalar eşliğinde zafer işaretleri yaparak halay
çekti. Tören alanında ‘Çözüm idam değil, demokratik cumhu
riyet’, ‘A nadilde eğitim', ‘İdama hayır, tutsaklara özgürlük’,
‘Sorunumuz ekonomik değil, siyasidir’, ‘OHAL ve koruculuk
kaldırılsın’, ‘Yaşasın demokratik cumhuriyet’ pankartları a-
çıldı. Törende bir konuşma yapan Büyükelçi Dr. Rudolf
Schmidt, Güneydoğu 'da şiddetin etkisini yitirmeye başladığını
belirterek, barış için tüm engellerin kalkması gerektiğini söy
ledi. Daha sonra kürsüye gelen HADEP ’li Diyarbakır
Büyükşehir Belediye Başkanı Feridun Çelik, dürüst ve şeffaf
bir anlayışla hizmet yürütmelerine rağmen, sayısız engellerle
karşılaştıklarını ileri sürdü, ‘Türkiye’de hiçbir belediyenin
maruz kalmadığı ön yargılı tutum ve davranışlarla karşı
karşıyayız’ dedi. Yapılan konuşmalardan sonra havaifışekler
atıldı, havaya güvercin uçuruldu”. Tabii ki, Dr. Schmidt bu
konuşmasında, Almanya’da bulunan 100.000’den fazla PKK
mensubuna kendi sınırları içinde ve dışında verilen lojistik
destekleri; ERNK’ya sağladıkları diplomatik ayrıcalıkları;
gözyumdukları sığınmacı, narkotik madde, beyazkadın ticare
tini ve haraç toplama eylemlerini ve benzeri düşmanlık ör
neklerini elbette ki sıralayamazdı. Ya da PKK’nın Türk gü
venlik kuvvetlerine karşı kullandığı, herhalde barışa katkı (!)
için imal edilen Alman mayınları ile hayatını ya da organlarını
kaybeden binlerce şehidimizi ve gazimizi de anamazdı...
23. Yıl 2000... s. 5.
24. Yıl 2000 ... s. 5. Görüleceği üzere, Almanya, “ar
ka bahçesi” olarak nitelendirdiği bölgedeki tüm siyasal-
ekonomik organizasyonlara bir şekilde dahil olmanın yolunu
174
bulmaktadır. Üye olamamasına karşın Almanya, DEİK içinde
Türkiye’den daha fazla yönlendirme gücüne sahip bulunmak
tadır.
25. Yıl 2000... s. 6. Ayrıca bkz. dpn. 15.
26. 1. Yerel Gazetecilik Yarışması “Ödül ve Man
siyonlar” Türkçe; 2. Yerel Gazetecilik Yarışmasında “Ödül
ve Mansiyonlar” (Türkçe); Almanya ve Türkiye’de Yerel
Gazetecilik (Türkçe); Mutlu Binark-Banş Kılıçbay, Tüketim
Toplumu Bağlamında Türkiye’de Örtünme Pratiği (Türk
çe); Hüsnü Erkan, Türkiye İçin Sosyal Piyasa Ekonomisi
(Türkçe); Türkiye ve Almanya’da İslam Din Dersi Tartış
maları (Türkçe); Ionna Kuçuradi, Türkiye’de İnsan Hakla
rına Saygı İçin Eğitim (Türkçe); Kemal M. Öke-Ünal Müter
cimler, Globalleşme ve Türkiye (Türkçe); Özelleştirme ve
Mali Gücün Güçlendirilmesi-21. Yüzyılda Yerel Yönetim
ler (Almanca-Türkçe); XIV. Alman-Türk Gazeteciler Semi-
neri-Türkiye ve Almanya’da Gazetecilikte Etik (Almanca-
Türkçe); Paul-Josef Raue-Wolf Schneider, Gazeteciliğin El
Kitabı (Türkçe); Hermann Schlapp, Gazeteciliğe Giriş (Türk
çe); Türkiye ve Avrupa’da Gençlik (Türkçe) ve Türkiye’de
Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar (Türkçe). Konrad
Adenauer Vakfı’nın 1999’da yayınladığı kitaplardan en ilginç
olanı World, İslam and Democracy. İngilizce yayınlanan bu
kitapta, fethullahçılara yakın söylemleriyle dikkati çeken i-
simlerden Prof.Dr. Mehmet Aydın, Prof.Dr. Şerif Mardin, Dr.
Nilüfer Narlı’nın yanısıra, Konrad Adenauer Vakfı’nın Mısır
Temsilcisi Dr. Thomas Scheben ile Hannover Üniversite
sinden Pröf.Dr. Peter Antes ve de tabii ki Prof.Dr. Ioıuıa
Kuçuradi’nin bulunması, kesinlikle şaşırtıcı gelmemektedir.
Vakfın, 2001 yılı içinde çıkardığı kitapların en ilginci ise, Kü
reselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik.
(Ankara: K.A.V. Yayını), 127 s.
175
27. İstanbul Taksim’de Armada Oteli’nde gerçekleşti
rilen bu etkinlikte, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt ve Dr. Wulf
Schönbohm’dan başka, iki Alman konuşmacı tebliğ sunarak
katılmıştır (Stefan Koliler ve Gerd Ketelhake). Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı adına da Müsteşar Doç.Dr. Halil Yurda
kul Yiğitgüden tebliğ sunmuştur.
28. Sözkonusu etkinlik, İstanbul’daki Goethe Enstitü
sü’nün Galıpdede Cad. No. 85 Tünel-Beyoğlu adresindeki eski
merkezinde gerçekleştirilmiştir. İki katılımcıdan biri Prof.Dr.
Mete Tuncay (Bilgi Üniversitesi), diğeri Prof.Dr. Norman
Stone’dur (Bilkent Üniversitesi).
29. Bu etkinlik de İstanbul-Taksim Armada Oteli’nde
gerçekleştirilmiştir. Toplantının düzenleyicileri arasında
K.A.V.’nm yanısıra, Türk Demokrasi Vakfı, An Hareketi ve
Uluslararası Kongre de bulunmaktadır. ABD “derin devle-
ti”nin üçüncü dünya ülkelerine yönelik faaliyetlerde kullandığı
“Demokrasi İçin Ulusal Fon”a (NED) bağlı National
Democracy Institute tarafından desteklenen Türk Demokrasi
Vakfı ve TESEV’in yanısıra, “Uluslararası Cumhuriyetçi Ens
titü” (IRI) tarafından proje bazında desteklenen Arı Hareketi,
sözkonusu etkinliği K.A.V. ile düzenlemekle, uluslararası ha
reket alanlarını ve vizyonlarını (!) genişletmiş olmaktadırlar.
Bu toplantının katılımcıları arasında yer alan TESEV’in Yö
netim Kurulu Başkanı Yılmaz Argüderi’in, ünlü RAND Şirke-
ti’ne bağlı RGS (The Rand Graduate School)’da doktora yap
tığı öne sürülmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Yıldı
rım, “Şifre Çözücü: Project Democracy (4)”, Müdafaa-i Hu
kuk, 33: Mayıs 2001, s. 50-51. İstanbul Barosu yönetiminin
Konrad Adena-uer Vakfı ile işbirliği yapmasına tepki gösteren
“Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu”nun açıklaması aynen
şöyledir: “İstanbul Barosu Başkanlığı’n a ... 30.6.2001 tarihin
de ‘Türkiye ’nin Avrupa Birliği 'ne Tam Üyelik Sürecinde Kıb
rıs Konusu ’ adını verdiğiniz toplantıyı Konrad Adenauer Vakfı
176
ile müşterek düzenlediğiniz anlaşılmaktadır. Aşağıda sıraladı
ğımız nedenlerle bu toplantınm iptal edilmesini talep ediyoruz:
1. Konrad Adenauer Vakfı, emperyalizmin çıkarları doğrultu
sunda faaliyet gösteren bir kuruluştur. Bu nedenle böyle bir
vakıfla işbirliğini şiddetle reddediyoruz. 2. Konuşmacıların
tamamı belli bir görüşün sahibidirler. Konuşmacılar arasında
Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda görüş bildirecek konuş
macı yoktur. BU NEDENLE; Kıbrıs konusunda bir toplantı
yapılacak ise bu toplantıyı İstanbul Barosu tek başına düzen
lemelidir. İşin mali boyutu, Baromuz mensubu avukatlar tara
fından kolaylıkla çözülür. Kıbrıs konusunda toplantı yapıla
caksa, tespit ettiğiniz isimlerin dışında KKTC Cumhurbaşkanı
Sayın Rauf Denktaş ve UHH Başkanı Sayın Taner Etkin,
Prof.Dr. Erol Manisalı, Prof.Dr. Reşat Özkan gibi Türk tezini
savunan uzmanlar da çağrılmalıdır. Baromuzun bu tür top
lantıları Hukuk Fakültesi kampüsünde yapmasının daha an
lamlı ve ekonomik olacağı da unutulmamalıdır ’’.
30. Bülent Akarcalı, “Batıyla İlişkilerimiz”, Cum
riyet, 4.8.1999. Bülent Akarcalı, bu açıklamayı Atatürk dö
neminde yapmış olsaydı, hiç şüphesiz -bu doğrultudaki icra
atlarıyla birlikte- derdest edilerek İstiklâl Mahkemesi’ne
sevkedilirdi. Ne var ki, Atatürk döneminin koşulları ile gü
nümüz koşulları bir değil. İnsanlar, kurumlar, kavramlar, de
ğerler genel olarak sürekli değişim halinde. Bu bağlamda de
mokrasi ve hoşgörü kavramı ne kadar değişip gelişse de, aile
kavramı gibi, vatan kavramı gibi, devlete sadakat kavramı gi
bi, ulusal onur ve gurur gibi, bayrağa saygı gibi, tam bağım
sızlık gibi kavramlar hiç değişmiyor. Tıpkı ABD’de, Alman
ya’da, İngiltere’de olduğu gibi. Değişirse de, ancak Bülent A-
karcalı gibi olunuyor... Akarcalı’nın K.A.V. ile ilişkisi hakkın
da küçük bir bilgi: “Bülent Akarcalı dostumuz. Bilgi Üniversi
tesi 'ne bir grup Alman parlamenter getirdi. Konrad Adenauer
Vakfı’ tarafından gönderilmişler. Merkez Sağ’ın biri ülke ça
177
pında, diğeri yalnızca güneyde söz sahibi -C D V (Hristiyan
Demokrat Birliği) ve CSU (Hristiyan Sosyal Birlik) çıkışlılar.
Aralarından bazıları da Doğu Almanya kökenli" Halit Kakınç,
“Türkiye... Almanya...”, Star, 1.05.2000.
31. Genel Merkezi Berlin’de bulunan Heinrich Böll
Vakfi’nın İstanbul Temsilcisi olarak gösterilen Figen Uğur,
vakfın sadece sekreterya işlerine bakmaktadır. Adresi: İnönü
Cad. Hacıhanım Sok. 10/12 Gümüşsüyü Taksim-İstanbul. Te
lefonları: (212) 249.15.54 ve 293.05.45. e-posta: hbsist
superonline.de
32. Rüşvetin belgesi olur da Türkiye Cumhuriyeti'ne
ihanet belgesi olmaz mı? Elbette olur. Heinrich Böll Vak-
fı’nın sponsorluğunda gerçekleştirilen bir panelde dağıtılan ti
pik bir belgeden rastgele alıntılar:
“Araştırmanız sırasında insan haklarının bozulması
konusunda' bilgi toplarken, askeri veya polis birliğinin hangi
bölümünün bu işle ilgisi olduğunu sorunuz. Biz suçlu, suçun
mahiyeti, hangi tarihte işlendiği, suçun nerede işlendiği ve
kurbanın adı hakkında bilgi toplamağa çalışıyoruz.
Eğer doğrudan bir birliği tespit edemezseniz, birliğe
işaret edebilecek başka bilgiler toplamağa çalışınız. Örneğin:
Ne tip silahlar kullanıldı? Askeri birlik operasyonunu hangi
şehirden yürüttü? Üssü neredeydi? Askerler hangi yoldan i-
lerlediler? Üniformaları nasıldı? Onların üniformalarının ü-
zerindeki rütbeler ve araçlarının üzerindeki işaretler nelerdi?
Bilgilerinizi şu adrese gönderiniz: Officer fo r
Turkey, Department o f Democracy, Human Rights and
Labor, United States Department o f State, Washington, DC
20520.
Bu belgede, Türk vatandaşlarından Türk Silahlı
Kuvvetler ve Polis Teşkilâtı mensupları hakkında -muhbirlik
değil- resmen casusluk yapmaları istenilmektedir. Kim tara
fından? Sözde dost ve müttefik ABD tarafından. Türk insanını
178
ülkesi ve devleti aleyhine casusluğa azmettiren bu Türkçe bel
ge, gizli yöntemlerle mi dağıtılmaktadır? Hayır!.. Tam aksine
halka açık mekânlarda, izinli toplantılarda, tarikat ve cemaat
mekânlarında, kamu kurum ve kuruluşlarında, legal demek ve
siyasal partilerde, kısaca hemen her yerde. Sorumluları hak
kında MİT, Emniyet ya da Cumhuriyet Savcılıklarınca başla
tılmış yada hâlâ sürdürülmekte olan -bilinen- resmi bir taki
bat sözkonusu mudur? Kesinlikle hayır!..
Bu belge, şu gerçeği ortaya koymuştur: Türkiye, çok
acıdır ama bir casus cennetidir. ABD, Almanya, İngiltere, İran
ve benzeri ülkelerin casusları, Türkiye sözkonusu olduğunda,
almış oldukları eğitimlerindeki "gizlilik" gibi teknik düzeydeki
temel hususları bir kenara bırakarak, pervasızca "icra-ifaa
liyet" gösterebilmektedirler. Anlaşılan, casus-etki ajanı bul
mak için klasik yöntemlere, örneğin, Fulbright, Konrad
Adenauer, Heinrich Böll, Georgetovm, Hoover, Tubingen gibi
vakıf, enstitü, üniversitelerde özel seçime ve eğitime gerek
kalmamıştır. Çünkü, ülke yönetiminde mevcut yerli işbirlikçi
lerinin sağladıkları "dokunulmazlık" sayesinde casusluk mes
leği, tekniğe ihtiyaç duyulmayacak yöntemlerle adeta ara
beskleştirilerek dejenere edilmiştir, tabiri caizse ayağa düşü
rülmüştür. Nasıl mı? Gönüllü casus aday adaylarının irtibat
kurabilecekleri adres ve telefonlar verilerek!..İşte, Washing-
ton'da telefonla ulaşabileceğiniz iyi derecede Türkçe bilen
resmi görevlinin adı Mauerau Greenwood. Kendisiyle görüş
mek, pardon Türk Silahlı Kuvvetlerini ve Türk Polisini şikâyet
etmek için önce 600 Pennsylvannia Avenue. SE, 5. Washington
DC 20003 adresindeki "Amnesty International USA" binasına
giderek 5. kattaki odasmda yüzyüze konuşabilirsiniz. İsterse
niz, (202) 544.02.00 nolu telefondan dahili 222 numaralı te
lefonu isteyerek bizzat bir öngörüşme ile randevu da alabilir
siniz. Diyelim ki, Türkiye'desiniz. Ve yol paranız yok, ABD
sefaretinden vize alabilmek için deklare edebileceğiniz bir mal
179
beyanına da sahip değilsiniz. İşte bu durumda, çaresiz oldu
ğunuzu hiç düşünmeyin, çünkü Greemvood ile öngörüşmeyi
yaptıktan itibaren CIA'nın "müşfik kanatları" tarafından şef
katle (!) sarıldığınızı ve tüm kapıların -Delta ve TWA 'ya ait u-
çak kapıları dahil- size açıldığını görürsünüz.
... Her neyse, biz yine sözkonusu belgemize dönelim.
Diyelim ki, ABD'ne gitmek için şartlarınız uygun değil. Üstelik
ille de Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet etmek ya da en azından
devletinizi gammazlamak istiyorsunuz. Belge, size bu olanağı
da hazır altın tepsi içinde sunuyor. Hem de İngilizce bilmenize
bile gerek yok. Türkçe ihbar mektubunuzun formu bile hazır:
MEKTUP ÖRNEĞİ
(BURAYA TARİH KOYUN)
Sayın Madeteine Albright
Dışişleri Bakam
Amerika Birleşik Devletleri Dış İşleri Bakanlığı
Vaşington, DC 20520
Sayın Bakan Albright,
Dış Operasyonlara Ödenek Ayrılması hakkındaki
kanunun 570 ci maddesi olan Leahy Kanunu ile ilgili olarak
bir güvenlik birliği tarafından insan haklarına aykırı hareket
edildiği dikkatimizi çekmiş bulunuyor. Bu kanıt konusunda
size bilgi vermek istiyor ve burada adı geçen birliğe Leahy
Kanununun uygulanıp uygulanmaması gerektiğine karar
vermek amacıyla bir tahkikat başlatılmasına gereğini arz e-
diyoruz
(BELİRLİ GÜVENLİK BİRLİĞİNİN İNSAN HAKLA
RINA AYKIRI DAVRANMASI HAKKINDA DETAYLI BİLGİYİ
YAZIN)
Bu konuyu gözden geçireceğiniz için çok teşekkür
ediyoruz.
(İMZALAYIN).
180
Dört sayfalık bu ihanete azmettirici belgenin alenen
dağıtıldığı ilk yer, İstanbul Barosu'nca düzenlenen uluslarara
sı bir toplantı. Toplantının davetlilerine bakıldığında, hiçbiri
nin bu belgenin içeriğine ters düşmeyecek isimlerden oluştuğu
görülüyor: Anne Burley (Amnesty International USA Avrupa
Seksiyonu Başkanı), Yücel Sayman (yorumsuz), Akın Birdal
(yorumsuz), Yılmaz Ensaroğlu (yorumsuz), P. Dankert (Avru
pa Parlamentosu Türkiye Delegasyonu Başkanı), Derek Evans
(A.I.-USA Avrupa Seksiyonu Sekreteri), Şanar Yurdatapan
(yorumsuz), Helsinki Yurttaşlar Demeği, HADEP, İHD, Maz-
lum-Der gibi kuruluşların Güneydoğu şube yöneticileri, Al
manya Dış İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde Türkiye'de
etnik ve dinsel bölücülükle doğrudan ilgili espiyonaj ve provo
kasyon faaliyetlerini sürdüren, Türkiye'nin Güney Doğusunda
"Kürdistan"ı ve de başkenti olarak da Diyarbakır'ı "de facto"
pozisyonunda kabul ve ilân eden Konrad Adenauer Vakfı ile
Heinrich Böll Vakfı temsilcileri-uzmanları ve daha
pekçokları.... Türkiye, bu haliyle -pardon vurdumduymazlı
ğıyla- dünyanın özgürlükleri en sınırsız ülkesidir. Türkiye,
Cumhuriyeti özgürlükler adına yıkmaya çalışanların, savun
maya çalışanlardan daha özgür ve güçlü olduğu garip bir ül
kedir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesi, ABD ve AB ülkeleri
dahil, kamu güvenliği gerekçesiyle kayıtlara geçmiş, sürekli
izlemede tutulan bireylerine sınırsız özgürlük tanımazlar. I-
RA taraftarı olduğundan kuşku duyulan birinin sözde özgür ve
özerk BBC'den konuşma yapması mümkün değildir, hatta do
laylı haber olarak bile verilmesi olanaksızdır. ABD'nde ",sol"
damgası vurulan aydınların maruz kaldıkları baskılar (taciz
ölçüsünde izleme, kamu görevi ve askerlik yaptırmamak, pa
saport sınırlamaları vd.) artık hiç kimsenin meçhulü değildir.
Keza, kamu düzeninin korunması, Almanya'da Anayasa doku
nulmazlığı ölçüsündedir; rejim karşıtlarının tipik ve bilinen bir
örnek olarak Bader M einhoff çetesi üyelerinde olduğu gibi
181
yaşama hakları bile sözkorıusu edilemez ve kimse de Alman
Devleti'ni imaen bile olsa suçlayamaz”. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Siyasal Gerekçeleri ve ABD
Örneği Çerçevesinde Ulusal Andıç Raporu”, Yeni Hayat, 74:
Aralık 2000, s. 20-39; http://www.hablemitoglu.cib.net
33. Heinrich Böll Vakfı’nın en önemli part
Mazlum-Der, anlaşılan yukarıdaki örnekten aldığı esinle, ken
di ihbar hattı projesini yaşama geçirmiştir. (212).534.22.47
No.lu telefon, ihbarlara tahsis edilmiştir (ihbarlarda kullanıla
cak e-posta adresi ise şöyle: ihlalihbarhatti@hotmail.com).
Demekte oluşturulan “Hak İhlallerini İzleme Komitesi”, 16
Mart-İS Mayıs tarihleri arasında, ihlal ihbar hattına yapılan
155 başvurunun, 90’ını “inanç özgürlüğü” yani üniversiteler
deki türban yasağı uygulaması ile ilgili olduğunu saptamıştır.
İhbarların dağılımına bakıldığında, en az şikâyet başvurusunun
yapıldığı bölge, sadece 4 adet ihbarla Güneydoğu Anadolu
Bölgesidir. Oysa, Almanya’daki ırkçılığı, insan haklan ihlâlle
rini gündeme getiren, eleştirip yargılayan, uluslararası baskı
talep eden bir tek Alman vakfı ya da demeği görülemez. Tür
kiye’ye insan hakları dersi vermeye gelen Alman vakıflarının
yok saydığı gerçeklerden bazıları, hem de Almanya’da yaşa
yan bir Cumhuriyet aydınının kaleminden: "... Irkçılığı gö
ğüslemek, AB 'deki yurttaşlarımızın günlük hayatının ayrılmaz
bir parçasıdır. Bu gerçeği diri diri yakılarak öğrendiler. İkinci
sınıf konumundadırlar. Çağdaş toplumda olması gereken en
temel yurttaşlık hakları yoktur. Irkçılık Avrupa merkezli, Batı
kaynaklıdır. Irkçılığın Avrupa ülkelerindeki bugünkü biçimi
yabancı düşmanlığıdır. Gelişmekte olan ülkelerden çalışmak i-
çin Avrupa’y a gelen emekçilere karşı sistemli olarak yürütül
mektedir. Irkçılık en yaygın biçimiyle Almanya'dadır ve esas
olarak yurttaşlarımızı hedef almaktadır.... Almanya’da tespit
edebildiğiniiz kadarıyla 15 adet aşırı sağcı ve NAZİ partisi,
ayrıca da birçok mahalli dazlak grubu vardır. Bu partilerin
182
1993 'te üye sayıları 100 bin civarında idi ve bir o kadar satan
yayın organları vardı. Bugün bu örgütlerin üye sayıları olduk
ça artmış durumda. Ordu ve polis içinde çok sayıda kayıtsız ti
ye ve taraftarları var.... Almanya'da 1983-1986 arası dört yıl
da, yıllık ırkçı saldırı ortalaması 119’dur. 1990-1993 arası
yıllık saldırı ortalaması ise 1580 ’dir. Yani Büyük Almanya ile
birlikte yurttaşlarımıza yönelik saldırılar on misli artmıştır....
Irkçı saldırılara dönersek, 1999 ’a göre 2000 'de Türklere yö
nelik saldırılarda % 20 artış oldu.... Sık sık yurttaşlarımıza ait
işyerleri kundaklanmaktadır. Duvarlarda 'Ttirüer defolun’,
‘yabancılar defolun’ gibi sloganlar her tarafta görülebilir.
Yaygın bir saldırı biçimi de tehdit ve aşağılamayı içeren mek
tuplardır. Bu mektuplarda, kapitalist-emperyalizmin biçimlen
dirdiği insan müsveddelerinin sefilliği görülür. Gençlerin sık
sık uğradığı diskoteklerin önünde nöbet tutanlar, ‘kara kafala
rı ’ geri çevirir.... Avrupa medyasınm yabancı ve Türklerle il
gili bütün haberlerine ırkçılık çok ince ve sinsi bir şekilde giz
lenmiştir. Örneğin, istenmeyen bir olaya karışmış Türk kökenli
bir gencin haberi öncelikle kökenine vurgu yapılarak veriliyor.
Oysa gençlerin bir çoğu Alman pasaportu taşıyor. Medyada
çok yoğun olarak ülkemiz aleyhinde yayın yapılıyor. İnsan
hakları, etnik sorunlar. Ermeni sözde soykırımı, Kürt sorunu,
inançlara baskı yapılması vb. gibi.... Aydınlıkta haberi ya
yınlandı, 7 Alman gazetesinde sadece dört gün içinde ülkemiz
ve yurttaşlarımız aleyhinde 65 haber ve yorum çıkmış. İçeri
ğinde, Türkiye 'ye karşı insan hakları sopası sallanıyor, ordu
ve 28 Şubat hedef almıyor, Türklerin İslâmî en iyi Almanya 'da
yaşadığı yazılıyor.... Almanya’nın geleneksel politik güçlerini
oluşturan Birlik Partilerinin (CDU ve CSU’nun) yürüttükleri
‘yönetici ’ veya ‘hakim-üst kültür' (Leit Kültür) tartışması da,
ırkçılığın derinlere inen köklerine işaret etmektedir. ‘Alman
İslâmî ’, ‘Kürt politikası ’, ‘Ermeni Soykırımı tasarıları ’ ve her
türlü kültürel-etnik farklılıkları kaşımaları, mülteci solu a-
183
janlaştm p Türkiye aleyhine çeşitli biçimlerde yönlendirilmele
ri, ırkçılığı besleyen etmenlerdir. Bu politikaları irdelediği
mizde, ırkçılığın öyle münferit saldırılardan ibaret olmayıp,
ulusal devlet bilincimiz, ulusal kültürümüz ve dilimizi hedef
alan Almanya ve Batı ’nın geleneksel politikasından kaynakla
nan derin köklere sahip olduğunu görürüz.... Yeşiller ve Sosyal
Demokratların ‘çok kültürlü toplum ’ (multikültürel) projesiyle
üst kültür kavramı birbirini tamamlıyor. ‘Her kültür ve farklı
lığa saygı göstermek’gibi lanse edilen bu kavram, ezilen dün
yanın etnik ve dinsel farklılıklarının kurcalandığı bir proje o-
larak hayata geçmektedir. Bu teorinin şampiyonluğunu yapan
Yeşiller, Yugoslavya ’nın parçalanmasının mimarlarından olan
Fischer gibi politikacılar çıkarttı. Alman medyası ve bu politi
kayı savunan çevrelerde, özellikle Atatürk ve ulus devletle il
gili her türlü kavram saldırıya uğrayıp aşağılanmaktadır.
Daniel C. Bendit ve Claudia Roth gibi ülkemize ve sorunlarına
tam bir sömürge valisi ve misyoner gibi yaklaşanların bu teo
rilerin baş savunucuları olması, durumu yeterince açıklamak
tadır. ‘Multikültür’ kavramı, vatandaşlarımızın ulusal kültür
bilincini parçalarken, ‘üst kültür'kampanyası, bunun yerine
Avrupa’nın emperyalist kültürünü pompalıyor". Geniş bilgi i-
çin bkz. Ali Mercan, “Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düş
manlığı”, Teori, Şubat 2001, s. 57-66.
34. Heinrich Böll Vakfı, bir diğer vazgeçilmez p
neri İstanbul Barosu’nun Kadın H aklan Uygulama Mer
kezi, Amerikan Başkonsolosluğu Basın Kültür Merkezi ve
British Council ile 11-13 Mart 2000’de “Kadına Yönelik Cin
sel Şiddete Karşılaştırmalı Hukukun Yaklaşımı” konulu bir
sempozyum düzenlemiştir. 29-30 Nisan 2000 tarihleri arasında
yöne Böll Vakfı ile Ege Kadın Dayanışma Vakfı, “Kadına
Yönelik Şiddet ve Toplumsal Boyutları: Önlenmesi ve Yüküm
lülükler” konulu bir başka etkinlik gerçekleştirmişlerdir. Bu i
184
ki etkinlik, Böll Vakffmn sayıca az olan yarar getirici etkin
likleri arasındadır.
35. Heinrich Böll Vakfı ve İstanbul Barosu İnsan
Hakları Merkezi’nin işbirliği ile 24-25 Haziran 2000’de İstan
bul Taksim Dorint Park Plaza Oteli’nde gerçekleştirilen “Ko
penhag Kriterleri: Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği ’nin Or
tak Paydası mı? ” konulu sempozyuma, konuşmacı olarak Ka
ren Fogg (Avrupa Birliği Türkiye Büyükelçisi), Uluç Gürkan,
Yücel Sayman, Prof.Dr. İbrahim Kaboğlu, Prof.Dr. Baskın O-
ran’ın yanısıra, AB ülkelerinden yedi konuşmacı katılmıştır.
Sempozyumun ikinci gününde, esas dikkat çeken “AZINLIK
HAKLARI: Kültürel Haklar mı, Siyasal Haklar mı?” konulu
oturumun başkanlığını, herhalde ilgisi nedeniyle olacak, Ab
dullah Öcalan’ın avukatlarından Hasip Kaplan yapmıştır.
36. İstanbul Barosu İnsan H aklan Merkezi’nin yi
ne Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirdiği etkinlik
lerden biri olan “Ulusal, Ulusalüstii ve Uluslararası Hukukta
Azınlık Hakları” sempozyumu, 8-9 Haziran 2001’de İstanbul
Taksim Dorint Park Plaza Oteli’nde yapılmıştır. Açılış ko
nuşmalarını İbrahim Kaboğlu, Karen Fogg ve Volkan Vural’m
yaptığı sempozyumda, altı oturumda (İnsan Hakları, Demok
rasi ve İnsan Hakları-Uluslararası Hukukta ve Ulusalüstü Hu
kukta Azınlık Hakları-Lozan Antlaşması ve Diğer Uluslararası
Belgeler Işığında Türkiye’deki Mevzuat ve Uygulama-Ulusal
Çözümler-Türkiye İçin Çözüm Önerileri-Genel Değerlendir
me) 20 tebliğ sunulmuştur. Konuşmacı ve oturum başkanlan a-
rasında, Alman milletvekili Cem Özdemir, Ionna Kuçuradi,
Tarık Ziya Ekinci, Zafer Üskül, Yücel Sayman gibi isimlerin
yanısıra, yedi yabancı davetli de yer almıştır. Katılımcılardan
Cem Özdemir’in Alman “derin devleti”nin hizmetinde ger
çekleştirdiği eylem ve söylemler, Sayın Ersan Bayhan’ın ma
kalesiyle deşifre ile kamuoyuna da malolmuştur. Bu arada,
Sempozyum davetiyesinde, katkıları için İngiliz Konsoloslu-
185
ğu’na teşekkür edilmiştir. Böylece, İstanbul Barosu yönetimi,
BND’den Mlö’ya uluslararası bir açılım (!) sergilemiştir. Bu
sempozyum, İstanbul Barosu’na kayıtlı Cumhuriyet aydını-
yurtsever avukatlar tarafmdan aşağıdaki açıklamayla kınanmış
ve protesto edilmiştir: “DUYURU- Bizler, İstanbul Barosu’na
kayıtlı avukatlar olarak, İstanbul Barosu’nun 8-9 Haziran
2001 tarihinde düzenlediği 'Azınlık H aklan’ sempozyumunu
protesto ediyoruz. Çünkü: Ülkemize Sevr Planlarının dayatı-
cısı vakıflarla işbirliği yapılmaktadır. İngiltere Konsolosluğu
nun katkıları alınmaktadır. Karen Fogg gibi, Viladimir Goati
gibi, Slobodan Milocic gibi, Cem Özdemir gibi, insan hakları
adı altında yeni Sevr dayatıcılarına platform hazırlanmasına
Baromuz aracı olmaktadır. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lo
zan’da çözüme ulaştırılan sorunlar, yeniden Sevr amaçları
doğrultusunda gündeme getirilmekte, alt kimlikler tahrik edi
lerek etnik çatışma ortamı yaratılmak istenmektedir. Rengine,
ırkına, dinine bakılmaksızın tüm insanların kardeşçe yaşama
ve insan haklarından yararlanma kutsal mücadelesini emper
yalist saptırma ile Aztnlık Haklan adı altında daraltmaya ve
kardeşçe yaşamı bozmaya yönelik girişimlere İstanbul Barosu
hizmet edemez. Yüzyıllardan beri sömürge olmayı reddederek
bağımsız ve özgür yaşayan Anadolu insanı onurludur; emper
yalistlerden ve işbirlikçilerinden öğreneceği hiç bir şey yoktur.
İstanbul Barosu’nun ezici çoğunluğu, Cumhuriyet’in
kazanımlarmı koruma azmiyle aynı düşünceleri paylaşmakta-
dır-Önce tike Çağdaş Avukatlar Grubu". Yine bu grup tara
fından, üyeleri bilgilendirmek amacıyla dağıtımı yapılan yaza
rı belirsiz bir makalede, Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi’ne
doğrudan bağlı Heinrich Böll Vakfı’nın Kürtçülere olan özel
ilgisi ile ilgili olarak şu önemli bilgiler verilmektedir: "...Yeşil
Alman vakfının en ilginç faaliyeti ise, ‘insan ve azınlık hakla
rı ’ alanında gözlemleniyor. Alman devleti, bu hassas konuyla
uğraşma görevini, öteden beri Yeşil vakfa havale etmiş du
186
rumda. ‘Kürt sorunu ’nun yaraşıra vakfın en ilgi gösterdiği 'et
nik azınlık' Tibetliler. Almanya'nın Tibet’e duyduğu ilgi, en az
Kürtlere duyduğu ilgi kadar eski ve derin. 1941 'de Himmler 'in
talimatıyla kurulan Hedin Enstitüsü, sekiz bin Tibetli ’nin ka
fatasını inceledikten sonra, bu % 70 mongolid, % 30 europoid
millet, hem bizim, hem de Japonya'nın desteğinde Rusya ve
Çin ’e karşı kurulacak Moğol İmparatorluğu ’nu idare edecek
kabiliyettedir” sonucuna varmıştı. Nazi kurmaylarının planla
rında Kürtlere de aynı rol biçilmişti. ‘Türklerden çok, Cer-
menlere yakın bu halkın Türklere ve Araplara duyduğu tiksin
tiye yakın nefretten yararlanmalıyız. Bağımsız bir Kürdistan,
Yakın Doğu‘da muhteşem bir köprü başı olmaya namzettir’
deniliyordu. Yeşil valfın aynı anda hem Tibet, hem de Kürt
‘sorunu’y la ilgilenmesi, Almanya’da bir şeylerin hiç değişme
diğini gösteriyor
37. Heinrich Böll Vakfı’nın “sahibi” Yeşiller P
si’nin 29 Ocak 1999’da Bonn’da bir basın toplantısı ile açıkla
dığı “Türk-Kürt Çatışmasına Çözüm K onseptf, Sevr’in “Kürt
Sorunu”nu düzenleyen 62, 63 ve 64. maddelerinin sadece ge
niş bir özetinden ibaret. Konsept özetle diyor ki: “Türkiye, bir
birinden etnik, linguistik ve dinsel sınırlarla ayrılmış farklı
halk gruplarını içeren ve bu nedenle homojen olmayan bir
nüfusu barındırmaktadır”. Yeşil Sevr grubunun talepleri şun
lar: “Demokratikleşme, merkezi devletin kaldırılması, etnik
grupların dil kimliğinin güvenceye alınması, Türk/Kürt top-
lumlarınm barışması”. Bakalım Yeşiller “demokratikleş-
me”den neyi anlıyorlar: “...Bölücülük propagandası gibi dü
şünce suçları kaldırılacak, etnik partilerin kurulmasına izin
verilecek Partiler Yasası ’nın partileri Kemalist ilkelere sadık
kalmaya mecbur eden hükümleri kaldırılacaktır”. Merkezi
devletin kaldırılması çerçevesinde ise, “Kürtlere ve diğer etnik
azınlıklara yerel ve kültürel özerklik verilmesi” talebi başta
geliyor. “Dil kimliğinin güvenceye alınması” talebinin birinci
187
maddesi, “başta Kürtler olmak üzere diğer etnik azınlıkların
çocuklarına kendi ana dillerinde eğitim verilmeye başlanması”
oluyor. Bütün bunların ardından “Kürtlerle Türklerin barışma
sı” safhası başlıyor, zira “yıllar boyu süren savaş sadece
Kürtlerle Türkler arasında değil, bizzat Kürtler arasında da
derin bir kin ve nefret doğurmuş "muş ve "Güney Afrika örnek
alınmalı ”ymış (Ersan Bayhan). Kısaca, Heinrich Böll Vakfı,
bağlı olduğu partinin konseptinin gereklerini yerine getirirken,
yerli işbirlikçileri de Türk Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bö
lünmezliği ilkesini yoketme, bir başka ifadeyle, vatanı satma
yarışındadırlar.
38. Türkiye Cumhuriyeti karşıtı tüm küreselleşm
NGO’ların sevk ve idare edildiği merkezlerden biri olan U-
luslararası Af Örgütü’nün İstanbul adresi: Muradiye Bayırı
Sok. 50/1 Teşvikiye. Tel: (212) 258.43.67 Fax: (212)
258.44.59 ve e-posta: “amnesty°superonline.com”. Uluslarara
sı Af Örgütü’nün Almanya Şubesi, kendi ülkesindeki Türkler
başta olmak üzere yabancıların sorunları ve de onlara yönelik
insan hakları ihlâlleri uğraşmak yerine, temel ilgi alanı olarak
Türkiye’ye odaklanmıştır. En çok Heinrich Böll Vakfı ile
paslaşan BND kontrolü altındaki Şube, 2001 İnsan Hakları Ö-
dülü’nü, Av. Eren Keskin’e vermiştir. Ödül açıklamasının
Türkçe çevirisi aynen şöyledir: “Bonn, 28 Mayıs 2001 - U-
luslararası A f Örgütü Almanya Şubesinin (Amnesty
International Deutschland) ilk kez 1998 yılında verdiği İnsan
Hakları Ödülü, bu yıl 27 Mayıs Pazar günü avukat ve insan
hakları savunucusu Eren Keskin ‘e verildi Gözaltında tecavüz
ve cinsel tacize uğrayan kadınlara hukuki yardım sıman bir
projenin kurucularından biri olan Eren Keskin, aynı zamanda
Eylül 1998’den buyana İnsan Hakları D emeği’nin İstanbul
Şubesinde Başkanlık görevini yürütmektedir. İnsan Hakları
2001 ödülü ile Uluslararası A f Örgütü Almanya Seksiyonu (A-
I-Almanya), Av. Eren Keskin 'in insan hakları mücadelesindeki
188
büyük kişisel çabalarını ve katkılarını takdir etmek istemekte
dir. AI-Almanya tarafından ikinci kez verilen bu ödül, ‘işken-
cesiz bir dünya ’ adlı uluslararası kampanyanın çerçevesinde
yer alıyor ve insan hakları ihlallerinden sorumlu olanların ce
zasız kalmalarına karşı verilen mücadelenin önemini vurgulu
yor. A f Örgütünün İnsan Hakları Ödülü, bütün dünyadaki
binlerce insan hakları savunucusunun büyük kişisel çabalarını
ve çoğu kez hayati tehlikeler altında yerdikleri insan hakların
dan yana mücadeleyi sembolik olarak onurlandırmayı amaçlı
yor. Uluslararası A f Örgütü, ödül adaylarını belirlerken, cin
siyet, bölge, tanınmıştık ve faaliyet alanlarının içeriğini dik
kate alırken, adayın şu anki koruma gerekliliğini de bir kriter
olarak belirlemiştir". Adayın kimden ya da kimlerden koruma
gerekliliği, üstü kapalı bir mesaj olarak geçiştirilirken, sembo
lik onurlandırmanın parasal bedelinden de bahsedilmemiştir.
Örneğin, Alman Fian Örgütünce her yıl verilen çevrecilik ö-
dülünün alt sınırı 150.000 marktır. Ödülle ilgili geniş bilgi için
bkz. http://www.amnestv.de Şubeden bizzat bilgi almak iste
yenler için telefon: 0.0.49.228.983.73.306.
39. Merkezi Almanya-Heidelberg’de bulunan ve Bir
leşmiş Milletler Örgütü’ne akredite olması nedeniyle BND ta
rafından ekonomik “taşeron” olarak kullanılan Fian kuruluşu
hakkında ikinci bölümde geniş bilgi verilecektir. Fian, Berga
ma’da altın üretimini engelleme programında Böll Vakfı’nı
partner olarak kullanmaktadır.
40. “Türkiye-AB Bütünleşmesinde STK’larm RoliF
konulu 8. STK Sempozyumu’nun organizasyonunu, “Düzen
leme Kurulu” adına Tarih Vakfı üstlenmiştir.
41. Heinrich Böll Vakfı’nın katkılarıyla düzenlenen
STK Sempozyumlarının birincisi 16-17 Aralık 1994 tarihinde
gerçekleştirilmiştir. İkincisi “Küçülen Dünyamızda Büyüyen
Sivil Toplum” konu başlığı ile 23-24 Haziran 1995’de; üçün-
cüsü “Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki İletişim Sorunları
189
ve Çözümler? konu başlığı ile 7-9 Aralık 1995’de; dördüncü
sü “Sivil Toplum Kuruluşları ve Yasal Çerçeve” konu başlığı
ile 4-6 Nisan 1996’da; beşincisi “Sivil Toplum Kuruluşları ve
Etil? konu başlığı ile 1-2 Temmuz 1999’da; akıncısı “17 A-
ğustos Depreminden STK'lar Olarak Neler Öğrendik?” konu
başlığı ile 12-13 Kasım 1999’da; yedincisi “Sivil Toplum Ku
ruluşları ve Devlef’ konu başlığı ile 2-4 Haziran 2000 ve do-
kuzuncusu da “Sivil Toplum Kuruluşlarında Örgüt İçi Demok
rasi ve Gönüllülü? konu başlığı ile 2-3 Haziran 2001’de ger
çekleştirilmiştir. Sonuncu sempozyumun sekreteryasını “Tür
kiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı” üstlenmiştir.
42. Genel Merkezi Bonn’da olan Friedrich Ebert Vak-
fı’nın İstanbul Temsilcisi Jörg Lange olup, adresi şöyledir:
Aşariye Cad. Orhan İşhanı, No. 33, Kat: 5, Beşiktaş. Farklı bir
diğer adres de şu: Serencebey Yokuşu, Mehmet Ali Bey So
kak, No. 10/5, Beşiktaş. Tel: (212) 258.70.01, Fax: (212)
258.70.91, e-posta: fesist0 superonline.com
43. Alman Hükümetinin en büyük ortağı SDP tarafın
dan kendisine bağlı olan Friedrich Ebert Vakfı’na hazırlattığı
ve Alman arşivlerine “devlet raporu” olarak geçen “Alman
ya ’da İslâmi Örgütler” başlıklı rapora göre: “DİTİB-Diyanet
İşleri Türk İslâm Birliği” en büyük Türk İslâm örgütüdür ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin kontrolündedir. Eğer Almanya’da bir
caminin lokalinde Atatürk resmi varsa, o cami DİTİB’e bağlı
dır. DİTİB’in imamları maaşlarını Türkiye Cumhuriyeti’nden
almakta, anadili Türkçe olmayan müslümanlara yardım ede
memektedirler. DİTİB’in varlığı, diğer müslümanlann aleyhi
nedir. DİTİB’le ilişkilerde mesafeli olunmalıdır.... İslâmi ör
gütler bir güç faktörüdür. Alman Devleti, adı istihbarat rapor
larında adıgeçen İGMG ve Süleymancı örgütlerle diyalog
kurmalıdır. Diyalog, örgütlerin merkezleriyle değil, yerel şu
beleriyle kurulmalıdır. Haklarında istihbarat kaynaklı uyanlar
var diye Milli Görüşçülerle diyaloga girmemek hatadır. Bu tür
190
örgütlerle diyaloga girmemek, Alman tarafı için “bumerang”a
dönüşebilir. Yerel yönetimler, İslâmi örgütlerin ihtiyaçları ko
nusunda işbirliği yapmalıdır. Raporda ilginç tespitlerde bulu
nulmaktadır. Nitekim, “İslama bu kadar önem verilmesi, Al
manya'nın yeni entegrasyon politikası karşısında Türk ulusal
kimliğinin yarattığı endişeden kaynaklanmaktadır. Vatandaşlık
yasası reformuna göre Alman yurttaşlığına geçişin kolaylaşa
cağı düşünüldüğünde, bu yeni vatandaşların dini kimliklerine
önem verilerek ulusal kimliklerinden uzaklaştırılacaklardır.
Böylece bu kişiler karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin söz
söyleme hakkı kaybolacaktır. Ayrıca, dini talepleri karşılanan
müslümanlar devlete karşı daha sadık olacaklardır" görüşü
savunulmaktadır. Raporda, Nurculuk, Süleymancılık ve Milli
Görüş gibi tüm irticai oluşumlar övülürken, Almanya’daki
vatandaşlarımızın Türk kimliğinden uzaklaşması amacıyla din
eksenli alternatif entegrasyon modeli öngörülmektedir. Buna
göre, müslümanların giysilerine karışılmayacak; kurban kesi
mi, İslâmi mezarlık, İslâmi defin, cami yapımı, ezan, İslâmi o-
kul, Almanca din dersi gibi haklar tanınacaktır. Modelde ayrı
ca İslâmcı şeriatçı örgütlere imam nikâhı kıyma hakkı veril
mesi ve bu nikâhın Alman resmi makamlarınca da tanınması
yer almaktadır. Rapora göre bu uygulamalarla, Alman
Hükümetinin entegrasyon modelindeki temel hedefler şöyle
olacaktır: Müslüman Türkler ulusal kimlik ve kültürlerinden
uzaklaştırılmalıdır. Bu insanlara temel sorunlarının dini ihti
yaçları ve talepleri olduğu aşılanmalı ve gündemde tutulmalı
dır. Müslüriıanlar anayasal haklan sağlandığı gerekçesiyle se-
vindirilmeli, Türkiye’den mümkün olduğunca uzaklaştınlma-
lıdır. Nitekim, Alman Hükümetinin tanıması ve teşvikiyle
Milli Görüş Münih İslâm Merkezine bağlı “İslâmi İlkokul” ku
rulmuştur. Bu modelin yürürlüğe girmesiyle İslâmi anaokulu
da kurulabilecektir. Alman Hükümetinin, sözkonusu raporda
belirtilen hususların bir kısmını uzun süredir uygulamaya ça
191
lıştığı, Almanya’nın neden bu ülkede din dersi verme yetkisini
Milli Görüş yanlısı îslâm Federasyonu’na verdiği daha net ola
rak anlaşılmaktadır. Raporun tam anlamıyla uygulamaya ko
nulmasıyla irtica için Almanya’nm ideal ülke olacağı sanıl
maktadır.
44. Ebert Vakfı’nm rastgele seçilmiş etkinliklerinden
birkaçı: “Gündelik Yaşamın Müzelere Yansıması Sempozyu
mu” (16 Aralık 1995); “Önde Gelen Sivil Toplum Kuruluşları
Araştırması” (Ocak 1997); “Türkiye ’de İç Göç: Sorun Alanları
ve Araştırma Metotları Sempozyumu” (6-8 Haziran 1997);
“Sendikal Eğitim Teknikleri Atölye Çalışması” (11-12 Haziran
1998); “Sendikalarda Kadın Eğitimi Atölyesi' (22-23 Haziran
1998); “Sendikalarda Uzmanlık Grubu Eğitimleri Atölye Ça
lışması” (17-18 Eylül 1998); “Yazılı Malzemelerin Sendikal E-
ğitimde Kullanılması Olanakları Atölye Çalışması” (1 Ekim
1998); “Yeni Teknolojilerin Sendikal Eğitimde Kullanılma O-
lanakları Atölye Çalışması” (2-3 Ekim 1998); “90’larda Tür
kiye’de Endüstri İlişkileri Araştırma Projesi’ (Mart-Ekim
1998); “Türkiye ’de İşsizlik ve Eksik İşgücü Araştırma Projesi’
(Nisan-Ekim 1999); “Üniversiteler ve Sendikalar Sempozyu
mu” (24-25 Eylül 1999); “Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İliş
kileri Bibliyograjyası Araştırma Projesi’ (Başlangıç 15 Mayıs
2000); Ankara Üniversitesi Ataum Merkezi ile Dr. Emil
Mintchev, Prof.Dr. Peter Ludlow, Prof.Dr. Jörg Becker, Dr. A.
Atilla Doğan gibi akademisyenlere verdirilen konferanslar;
TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vak
fı) ile ortak düzenlenen “Sosyal Demokrat İstihdam Politikala
rı” etkinlikleri (Ekim 1997) vd.
45. CHP yönetimlerinde bulunan kişilerce kurulan
vakıfların da Friedrich Ebert gibi Alman vakıflarıyla eğitim
programları düzenledikleri görülüyor. CHP Gençliğinin sosyal
demokrasi eğitiminin sonunda, Ebert Vakfı’na katkıları nede
niyle bir de plaket veriliyor (Cumhuriyet 6 Ekim 2000). Aralık
192
2000’de CHP’nin Alman Sosyal Demokratlarıyla birlikte bir
dostluk demeği kurma girişimlerinin Bakanlar Kurulu’nun o-
nayından geçmediği gazetelerde yer alıyor. SODEV adlı vak
fın tanıtım metninde şu ilginç açıklama yer alıyor: “Ayrıca, u-
luslararası planda Alman Friedrich Ebert vakfıyla da önemli
çalışmalar yürütülmektedir". Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa
Yıldırım, “Şifre Çözücü: Project Democracy”, Müdafaa-i
Hukuk, 32: Mart-Nisan 2001, s. 29 ve dpn. 20.
46. Merkezi Hamburg’da bulunan Körber Vakfı’nm
Başkanlığını Dr. Wolf Schmidt, Konrad Adenauer Vakfı’nın
ajandasına göre de İstanbul temsilciliğini Esther Karay-Dinç
yapmaktadır. Genel Merkez adresi: Kurt A. Körber, Chausse
10 21033 Hamburg-Deutschland, Tel: 040.72502457, E-posta:
turkei°stiftung.koerber.de Diğer vakıflar gibi bu vakfın da
internette sitesi bulunmaktadır. Vakfın Türkiye’deki faaliyetle
ri için bkz. http://www.stifhing.koerber.de/tuerkei Körber
Vakfı’nın doğrudan ya da müştereken gerçekleştirdiği etkin
liklerden bazıları: “2. Uluslararası Tarih Kongresi" (8-10 Ha
ziran 1995); “Türkiye’de Kimlik ve Normların Değişimi Sem
pozyumu” (27 Eylül 1995); “Bilanço: 1923-1998 Uluslararası
Kongre” (1998); “Liseliler Tarih Bilinci-Anket” (1995) ve ay
rıca Hamburg, Bonn gibi farklı şehirlerde yapılan, “Yerel Ta
rih”, “Uluslararası İlişkiler”, “Almanya ve Türkiye’de Sivil
Toplumun Geleceği" gibi çeşitli konu başlıkları altındaki ya
rışmalar, atölye çalışmaları vd.
47. Konrad Adenauer Vakfı’mn ajandasına göre,
Friedrich Naumann Vakfı’nın Ankara Temsilciliğini Dr.
Wilhelm Hummen yapmaktadır. Vakfın adresi: Kuşkondu
Sok. 7/8 Çankaya/Ankara. Tel: (312) 440.47.04, Fax:
438.18.88, e-posta: “fnst°ada.net.tr”. Vakfın etkinliklerinden
bazıları: Arı Grubu, Doğu-Batı Enstitüsü ile birlikte 8 Haziran
2000’de İstanbul’da The Marmara Oteli’nde gerçekleştirilen
“Building a Secure Eurasia fo r the 21. Centry” konulu sem
193
pozyum; 18 Ekim 2000’de Akdeniz Belediyeler Birliği ile
“Yerel Yönetimlerin Değişen RoliF konulu sempozyum; 19-21
Nisan 1996’da Bursa’da “Doğal Kaynak Kullanımında Alter
natif Yöntemler ve Yeni Yaklaşımlar” konulu sempozyum;
1996’da Ankara’da “Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun
Kobilere Etkisi” konulu seminer; 1996’da Hacettepe Üniver
sitesi Sosyal Hizmetler Y.O. ile gerçekleştirilen “Türkiye'de
Çalışan Çocuklar Sorunu ve Çözüm Yolları” konulu toplantı
nın tebliğlerinin kitap olarak yayını; AB’nin katkısıyla, Antal
ya Barosu ile müşterek yürütülen “Demokratikleşme Bilinci
nin Artırılması, Modem Demokratik Devletin ve AB İnsan
Hakları Standartları Kavramlarının Tanıtılması” projesi vd.
48. Merkezi Almanya-Göttingen’de bulunan “Tehdit
Altındaki Halklar Demeği”, BND’nin örtülü fonlarından fi
nanse edilen ve kadrolu elemanlarından oluşan bir örgüt olup,
rüşdünü Yugoslavya’da ispatlamıştır. Tilman ZUlch, Tessa
Hoffmann, Klaus Peter Volkman gibi azılı Türk düşmanı Al
man istihbaratçılarını bünyesinde barındıran bu örgüt, Türk
Silâhlı Kuvvetleri aleyhine, PKK-ERNK başta olmak üzere
tüm bölücü etnik yapılanmaların lojistik desteklenmesinden ve
aralarındaki koordinasyondan doğrudan sorumludur.
49. "Katolik ve proteston kiliseleri Almanya’da, ru
hani konuların çok uzağında, devlet politikasının bütün konu
larında aktif rol oynar ve kamuoyunu en çok etkileyen bir alt
yapıya sahiptir. Bu kiliseler, kendi bünyelerinde kurdukları a-
kademi ve seminerlerde iç, dış ve ekonomik politikaların her
alanında çalışmalar yaparlar. Bu seminerlerde Almanya ’nın
yakın geleceğe ilişkin politikalarının temelleri atılır, ideoloji
leri geliştirilir, literatürü oluşturulur ve hatta görevlendirile
cek kişiler tespit edilerek ilerideki görevlerine hazırlanır. Ço
cuk bahçelerinden başlayıp, okul, hastahane, yetim ve
bakıevleri, huzurevleri işleten kiliseler, bütün bu kuruluşlarına
dağıttıkları özel yayın organlarına da sahiptirler ve bu kuru
194
tuşların da kamuoyu monopolüne sahip oldukları söylenebilir.
Kiliseler bu monopollerini garantiye almak için yukarıda sa
yılan kuruluşlarda, değil başka dilden, başka mezhepten dahi
insan çalıştırmazlar. Örneğin, tamamen devlet veya hastalık
sigortaları tarafından işletilen bir hastahanede, Alman vatan
daşı olsa bile, bir Türk doktor veya bahçıvan çalışamaz. Kılcal
damar gibi topluma yayılan bu enformasyon ağına ek olarak,
kiliseler küçük ‘haber ajansları ’na da sahiptirler. Alman
ya ’daki haber ajanslarının % 50 'si kiliselerin malı olup, diğer
haber ajanslarından ucuz oldukları için, hemen bütün Alman
medyasınca kullanılır". Dr. Yavuz Dedegil, “Almanya’da
Kamuoyu Oluşumu ve Yabancılaşma”, Teori, Ocak 2001, s.
73-76. Alman kiliseleri, gerek Almanya’daki Türk Toplumu
ve gerekse Türkiye’ye yönelik devlet politikalarının oluştu
rulmasında ve yaşama geçirilmesinde aktif biçimde rol oyna
maktadırlar. Amaç, Türk Toplumunu ulusal kimlikten kopar
mak ve Türkiye’yi parçalamak olduğunda, kiliseler hiçbir ay
rım yapmamaktadırlar. Kaplancılardan Süleymancılara, Nak-
şibendilerden Fethullahçılara kadar tüm köktendinci yapılan
malara lojistik destek sağlayan kiliselerin son girişimlerinden
biri, geçtiğimiz yıl, TCK 312. maddeye göre bir yıllık hapis
cezası kesinleşen Necmeddin Erbakan için kampanya başlat
malarıdır. Örneğin, Uluslararası Katolik Barış Hareketi
Almanya Sorumlusu Rahip Wolfgang Jungheim, 1.8.2000 ta
rihli bir basın bildirisi ile, Erbakan’ın yanısıra, aynı yurtse
verlik (!) çizgisinde yeralan dava arkadaşları Akın Birdal,
Leyla Zana, Tayyip Erdoğan ve İsmail Beşikçi’ye özgürlük
talep etmiş; ardından Heinrich Böll Vakfı’nın sponsorluğunda
düzenlenen “Düşünce Özgürlüğü İçin 2. İstanbul Buluşma
sın ın katılımcısı olarak, 20.11.2000’de Erbakan’ı Ankara-
Balgat’taki evinde ziyaret etmiştir. Son bir gelişme olarak,
BND ve Kiliseler, Fethullahçılara lojistik destek konusunda
görüş birliğine varmışlardır. Buna göre, Fethullahçılann Al
195
manya ve AB sınırlan içinde örgütlenmelerine, himmet parası
toplamalarına, şirketleşmelerine ve okul açmalarına izin veri
lecek; karşılığında da Fethullahçılar, Balkanlar’da, Türkiye’de,
Kafkasya’da ve Orta Asya’da Alman dilinde eğitim veren o-
kullar açacaklardır.
50. Geniş bilgi için bkz. Attilâ İlhan, “Manzara-i U-
mumiye”, Cumhuriyet, 12.7.2000. Ayrıca, kamuoyuna
malolan çeşitli istihbarat raporlarında da bu konuda ayrıntılı
bilgiler mevcuttur. Bu arada, din derslerinin Milli Görüşçülere
verilmesine ilişkin yargı kararından sonra, Alman Protestan
Kilisesi Konseyi Başkanı Manfred Kock, 27 Şubat 2000 tarihli
basın açıklamasıyla “İslâm dininden ayrı bir cemaat olan Ale-
vilerin, Alman okullarında kendi dinlerini öğrenme ve öğretme
hakkı”nın yerilmesini istemiştir. Tabii, iki şartın yerine geti
rilmesi kaydıyla: “Türkiye 'ye mesafeli olmak; dersin Almanca
verilmesini kabul etmeK\ Dikkat çeken bir başka önemli konu,
Türkiye’deki misyonerlerin faaliyetlerine, şeriatçı çevrelerin
kesinlikle hiçbir biçimde tepki göstermemesidir. Mürtedlerin
sayısının yüzbinlerle ifade edilmesine karşın, başta
Fethullahçılar olmak üzere Nakşibendiler, Süleymancılar ve
diğer tarikat-cemaat ve radikal gruplar, “dinlerarası hoşgörü,
diyalog ve uzlaşma” söylemleri çerçevesinde tepki vermeye
rek, hangi dış odaklara tabi olduklarının işaretini vermekte
dirler. Misyonerlerin Türkiye’deki faaliyetlerini ortaya koyan
mükemmel bir çalışma için bkz. Ergün Poyraz, Dünden Bu
güne Hristiyanlığın ve Yahudiliğin Analizi: MİSYONER
LER ARASINDA ALTI AY”. (Ankara: Turna Yay. 2001),
382. s.
51. Merkezi Beyrut’ta bulunan Orient Enstitüsü’nün
İstanbul Şubesi, Susam Sok. No. 16-18, Cihangir adresinde fa
aliyet göstermektedir. Tel: (212) 292.60.67, (212) 252.19.83,
Fax: (212) 249.63.59, e-posta: oli°sim.net.tr ve internet adresi:
http://www.sim.net.tr~oli olup, Şube Müdürü ise deneyimli bir
196
istihbaratçı olduğu ifade edilen Dr. Günter Seufert’tir. Ensti
tü’nün asli görevlerinden biri de, ilerki yıllarda Türkiye’de
diplomat, gazeteci, arkeolog ya da vakıf temsilcisi olarak gö
rev yapacak genç istihbaratçıları “araştırma görevlisF kimliği
altında yetiştirmektir. Yakında Türkiye’deki görev süresi bite
cek olan Dr. Seufert’in yerine, asistanı Christopher
Kubaseck’in getirileceği öne sürülmektedir. Enstitü’nün,
BND’nin örtülü fonlarının yanısıra, AB fonlarından da karşı
lanan projelerle hedef kişilere “para dağıttığı” bilinmektedir.
Örneğin, “MHP ve Ülkü Ocakları” konulu araştırmasından
dolayı CNN muhabiri Kemal Çan’a, “Futbol ve M illiyetçilik’
konulu araştırmasından dolayı Birikim dergisi yazarı Tanıl Bo-
ra’ya, “Merkez Sağ' konulu araştırmasından dolayı Tansu
Çiller’in eski danışmanı Şükra Karaca’ya, “Deprem Sonrasın
da Devlet ve Siviller, Sarsıntı" konulu araştırmasından dolayı
Ümit Kıvanç’a ödeme yapıldı.... Etyen Mahçupyan, “ödeme
yapılmasının bir mahzuru olduğunu sanmıyorum. Her yer bilgi
aldığı zaman bir şey ödeyecek yani. Bedava kimse bir şey
yapmayacak muhakkak kF. Ödemeler hakkında bilgi için bkz.
“Avrupa’dan Para Alan Gazeteciler”, Aydınlık, 13.2.2000.
Enstitü’nün İstanbul Şubesi, ortak amaçlar doğrultusunda AB
organları ve özellikle de Dr. Paul Dumont’un yönetimindeki
Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile yoğun bir ilişki
sürdürmektedir. Ersen Bayhan, Enstitü’nün İstanbul Şubesini
şu cümlelerle değerlendirmektedir: “Alman Devleti: Türki
ye'de ırk merkezli etnik çatışmalar yaşandığını ispatlasın diye,
İstanbul Susam Sokakta (No: 16-18 D. 8) 'bilimsel bir araştır
ma kurumu ’na milyonlarca mark akıtıyor. İstanbul Susam So
kakta meskûn Alman Doğu Enstitüsü’nün 1998 projesi olan
‘Milliyetçilikle Avrupa Entegrasyonunun Gerilim Alanında
Türkiye ’ projesi, kimi altışar aylık, kimi birer yıllık en az
onbeş ‘araştırma ’yapılmasını ve şu konuların araştırılmasını
öngörüyor: a) Sünni örgütlerin resmi ideolojiye bakışları, b)
197
Türk kökenli Âlevilerin T.C. ’nin ulus anlayışına karşı tavırları,
c) Kürt kökenli Âlevilerin resmi ideolojiye bakışları, d) Gelir
durumu yüksek Kürtlerin devletin Kürtlerin geleneksel yerle
şim bölgelerinde takip ettiği Kürt düşmanı uygulamalara karşı
tavırları, e) Sendikalar ve meslek grupları gibi fonksiyonel ör
gütlenmelerde, etnik ayrım sürecinin yoğunluğu, f Sosyal De
mokrat kesimde birbiriyle çatışan zıt etnik mensubiyetler, g)
Resmi ideolojiyi reddeden Alevi/Siinni, Türk/Kürt gruplarında
alternatif ulus tasarımları, h) TC’nin resmi ideolojisi ve gele
neksel ulus tasarımı gibi tartışmaları teşvik yolları. Örneğin
Avrupa 'dan bilim adamları davet edilebilir ya da yerli aydın
lar Avrupa’y a seminerlere çağrılabilir... vs.’’. İşte bölücülü
ğün resmi belgesi ve de kaynağı!.. Onbinlerce şehidimizin ve
yüzmilyarlarca dolar terör kaybının, yaşadığımız ve yaşayaca
ğımız tüm olumsuzlukların baş sorumlusu olan Almanya’nın
sözde akademik faaliyet gösteren kuruluşu!..
52. Merkezi Hamburg’da bulunan Orient Enstitü
BND’nin “think thank’ işlevi gören bir yan kuruluşu ve doğ
rudan “Alman Denizaşırı Enstitüsü”ne bağlıdır, tıpkı Asya A-
raştırmalar Enstitüsü gibi. Görevi, kendi alanında Alman
Devleti’nin politikalar oluşturmasına yardımcı olmak; raporlar
hazırlamak, brifing hizmeti sunmaktır. Başkanı Udo
Steinbach, ağırlıklı olarak Türkiye’deki etnik ve dinsel bölün
me sorunlarıyla uğraşırken, laboratuvar olarak da Alman
ya’daki Türk Toplumunu kullanmaktadır: DİTİB’in etkisizleş
tirilmesi; Kaplancılar dahil en marjinal İslâmi cemaatlerin bile
teşvik ile güçlendirilmesi ancak birbirlerine düşürülmesi;
mezhep-tarikat-cemaat farklılıklarının belirginleştirilmesi; din
derslerinin Türkiye’nin kontrolünden çıkarılarak en büyük
İslâmi örgüt olan “İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı”na
(IMGT) verilmesi ve son aşamada bu derslerin Almanca ve
rilmesinin sağlanması; aynı şekilde Aleviliğin ayrı din dersi
olarak okul programlarında yer alması; Türk müslümanlığı
198
kavramından Alman müslümanlığı kavramına geçilmesi ve
bunun için de Almanya’daki Türk Toplumunun, Türkiye’den,
siyasal-dinsel ve etnik gerekçelerle kesin biçimde koparılması;
bu amaca uygun olarak minare inşaatlarına ve ezan okunması
na izin verilmesi ve de tesettürün teşvik edilmesi vs. vs... Sün
ni ve Şafii kökenli vatandaşlarımız üzerinde oynanan ve ö-
nemli ölçüde sonuç alınan bu oyunlara siyasetçilerimizin -şe
riatçılar, Türk İslam sentezcileri, merkez sağ dahil- hiçbirinden
tepki gelmemiş; Türk Devleti de karşı strateji geliştirememiş
tir. Hamburg’daki Orient Enstitüsü ile İstanbul’daki Beyrut
merkezli Şubenin eşzamanlı ve eşgüdümlü çalıştığı ortadadır.
Şimdilerde aynı oyun, Alevi kökenli vatandaşlarımız üzerinde
oynanmaktadır. Önce Aleviler Türk kimliğinden koparılıp
PKK benzeri bölücü yapılanmalarla özdeşleştirilecek; sonra da
-halk deyimi ile 72 parçaya- bölünecek: Ege Alevileri-Doğu
Alevileri, Kürt Alevileri-Türk Alevileri, Tahtacılar-
Kızılbaşlar, Zaza Alevi leri-Arap Aleviler, Alili Alevi ler-Alisiz
Aleviler vs. vs... Bu sonu olmayan bölücülüğün yorumunu, bir
Cumhuriyet aydını olan Ayşe Demir şöyle yapmaktadır: "Et
nik parsellemede dünya şampiyonluğuna oynayan Alman derin
devleti, insanımızı f‘arklı dinsel kimlikli öbekler’e ayırmakla
neyi amaçlıyor? Oyunun bir yüzü Alman içpolitikasına yöne
lik, diğer yüzü Türkiye ’ye. ‘Türkiye Kürtlerinin etnik uyanışın
da Almanya üs görevi görmüştür ’ diyen Vdo Steinbach, ben
zer teşhisi Türkiye Aleviliği için de yapıyor: ‘Türkiye’de 90’lı
yıllarda yükselişe geçen Alevi rönesansımn merkezi Almanya
olmuştur’. H edef sadece Almanya Türk toplumunu yamalı
bohçaya döndürmek değil. Türkiye ’deki ulusal devlet için de
aynı senaryo öngörülmüş. ‘Merkezi devleti kaldırıp farklı kül
türlere otonomi vermediği taktirde, Türkiye ikinci bir Yugos
lavya olacaktır’ tehditini savuran Dietrich Jung’a göre, ‘Tür
kiye ’nin birliği şu an için, şiddetle ayakta tutulan ulus üstü bir
kimlilde korunabiliyor. Şiddet faktörü ortadan kalkar kalkmaz,
199
Türkiye değişik uluslara bölünecektir ’. ‘A levilik dersi, Alman
İslâmî ’ bahane. Adı ister Milli Görüş olsun, ister AABF, ister
İslam Konseyi... Bu örgütler birer taşerondan ibaret. Alman
ya ’nın derdi, Türk ulus-devletiyle. Almanya Türk toplumu ise,
-Almanya ’da kalmaya devam ettiği sürece- Türkiye ’de oynan
ması öngörülen oyunlar için bir laboratuvar işlevi görecek
tir ”. Almanya’nın Alevilere yönelik din dersi ve benzeri bölü
cü kışkırtmalarına tepki veren tek siyasetçi, Doğu Perinçek
olmuştur, hem de tutarlı bir değerlendirmeyle: "... Laiklik, ulus
devlet programının bir parçasıydı. Ulusal piyasanın ideolojisi,
ancak laiklik olabilirdi. Demokratik devrimler çağında, Sün
nilik, Alevilik vb. değil, ulus vardı ve özgür yurttaş vardı. Artık
emperyalist hakimiyet sisteminde, laiklik değil, 72 cemaate 72
çeşit, ama hepsi de Almanca cemaat ideolojisi vardır. Artık ta
rihsel olgular arasındaki iç bağlantıları araştıran toplumbili
mi değil, dinsel menkıbeler ve hurafeler vardır. Kerbelâ’nın
72 çeşit bilimdışı yorumunu yapabilirsiniz, ancak Kerbelâ'nm
ne olduğunu öğrenmeniz önlenmektedir. Küreselleşme süre
cinde, Alman Devleti Muaviyeleşir ve Yezidleşirken; Ali, Fat
ma, Haşan ve Hüseyinler de Almanlaştırılıyor. ‘Varsın Al-
manlaşsın, doğal özümlemenin ne zararı var ’ diyenler oluyor.
Güzel ama bugün Amerikanlaşmak ve Almanlaşmak, emper
yalist sistemin itaatli kullarına dönüştürülmek anlamına geli
yor. Avrupa devletlerinin bu süreci adım adım yürüttüklerini
günlük temaslarda bile görmek mümkündür. Bir gün Alman
ya'nın Offenburg şehrinde bir Alevi genci, bana ‘Cumhuriyet
Devrimi bana ne verdi ki? ’ diye öfkeyle sormuştu. Dede so-
yundanmış.- Kendisine ‘Cumhuriyet, seni dede olmaktan kur
tardı, daha ne istiyorsun' diye cevap vermiştim. Cumhuriyeti,
emperyalizmle savaşarak kurmuştuk. Ve emperyalizm. Cumhu
riyetle savaşarak bizi kütlaştırmak istiyor. Emevi sultanlarının
Kerbelâsı tarihe karışırken, başımıza Alman Reich ’ının
Kerbelâsı geldi ”...
200
53. Alman Kültür Merkezi, Yeniçarşı Cad. No.52 Be-
yoğlu-İstanbul adresinde faaliyet sürdürmektedir. Binanın ilk
üç katı Goethe Enstitüsü’ne (Temsilci Kurt Scharf) tahsis e-
dilmiştir. Ayrıca, Enstitüye ait Kütüphane, Avusturya Bölge
Merkezi, Avusturya Liseliler Vakfı, İstanbul Erkek Liseliler
Eğitim Vakfı, İstanbul Batı Üniversitesi İrtibat Bürosu,
Konrad Adenauer Vakfı Bürosu da aynı binada bulunmaktadır.
Tel: 0212.249.54.63 (santral). Ankara’daki Alman Kültür
Merkezi ve Goethe Enstitüsü (Temsilci Dr. Kristin Völker) de,
Atatürk Bulvarı No: 131 Kızılay adresindeki müstakil binada
faaliyet sürdürmektedir. İzmir’deki Goethe Enstitüsü’nün ad
resi ise Gaziosman Paşa Bulvarı No. 13 olarak gösterilmekte
dir. Tel: (232) 484.16.36.
54. Alman Kalkınma İşbirliği Kurumu (GTZ), Filistin
Sok. 21/2 Gaziosmanpaşa-Ankara adresinde faaliyet göster
mektedir. Tel: (312) 447.46.64, Fax: (312) 447.46.63.
55. http://www.hablemitoglu.cib.net
56. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu,
“Kemal’in Askerleri-Vahdettin’in Politikacıları”, Müdafaai
Hukuk, Ekim 2000, 27: 13-19; Yeni Hayat, Kasım 2000, 74:
26-30; USİAD-BİLDİREN, Aralık 2000, 7: 34-39; Kının,
32: 3-7. Ayrıca bkz. Tamer Bacınoğlu, “Almanya’dan-Düşler
ve Gerçek”, Dünya, 23 Mart-29 Mart 2001 (Almanya Baskı
sı).
57. “Alman Çevreciler Bergama’da”, Cumhuriyet,
4.6.1997, s. 15.
58. 1997-98 Yılları itibariyle altm üretiminde ilk
onbeşe giren uluslararası sermayeli firmalar ve bağlı oldukları
ülkeler şöyledir (üretim sırasıyla): Anglo Gold (Güney Afri
ka), Nevvmont Gold (ABD), Gold Gields (Güney Afrika),
Barrick Gold (Kanada), Placer Dome (Kanada), Rio Tinto (İn
giltere), Homestake (ABD), Freeport McMoRan (ABD),
201
Ashanti Goldfıelds (Gana), Normandy (Avustralya), Harmony
(Güney Afrika), Battle Mountain Gold (ABD), Kinross
(ABD), Great Central Mines (Avustralya), Avgold (Güney Af
rika). Üretimde birinciliği koruyan Anglo Gold firmasının
1997 yılı üretimi 226 ton, 1998 yılı üretimi de 239 tondur.
Dünyadaki toplam altın üretimi 2600 ton olup, bunun % 57’si
dört sanayileşmiş ülkede, ABD, Kanada, Avustralya ve Güney
Afrika’da yapılmaktadır. Bu ülkeleri sırayla Çin, Endonezya,
Rusya, Peru, Özbekistan, Gana, Papua Yeni Gine, Brezilya,
Şili, Filipinler, Zimbabve, Meksika, Mali, Kırgızistan, Kolom
biya ve Arjantin izlemektedir. Bkz. Gold Fields Mineral
Services Ltd. GOLD SURVEY, 1999.
59. Yunanistan, Avrupa’nın en çok altın üreten ülkesi
olma iddiasıyla 2001 yılı içinde Olympias madenini işletmeye
alacaktır. Skouries, Perama ve Sappes madenlerindeki üretime
hazırlık çalışmaları ise devam etmektedir. Avrupa’nın dünya
altın üretimindeki payı sadece % l ’dir. Avrupa’nın altın üre
timi, 1988’de 34 ton olarak saptanmıştır. İtalya’da Sardunya
Adası’ndaki Furtei, İspanya’daki El Valle madenlerine büyük
rakamlarda yatırımlar yapılmıştır. Almanya’nın tüm bu ülkele
rin altın madenlerine' yönelik engelleyici politikaları
sözkonusu değildir. Geniş bilgi için bkz. “Dünyada ve Türki
ye’de Altın Madenciliği”, Gözlem-Altın 2000, s. 5-12.
60. Dünyada ilk altın para, M.Ö. 700 yıllarında Salihli
Şart yöresinde hüküm süren Lidya Kralı Krezüs tarafından
bastırılmıştır.
61. I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nin açıl
masıyla birlikte faaliyeti durdurulan Kartaldağı-Astyra made
ni, Anadolu’da yabancıların işlettiği son altın madenidir.
62. Prof. Dr. Ayhan Erler (ODTÜ), 1997 yılında yap
tığı bir araştırma sonucunda bu potansiyeli ortaya koymuştur.
202
Beş yıl önce işletilebilir altın rezervimiz, 60 ton civarında
gösterilmekteydi. Bugün 575 ton olarak ifade edilen altın re
zervimizin 245 tonluk kısmını, işlenebilirliği sözkonusu olan
yataklar oluşturmaktadır. Aramaların sürmesi halinde, beş yıl
sonra Türkiye’nin işletilebilir altın rezervinin 1000 ton metal
altın rezervinin üzerine çıkması hesaplanmaktadır. Türk eko
nomisine nefes aldıracak bu stratejik kaynak, Devlet Planla
ma Teşkilâtı’nca hazırlanan Uzun Vadeli Strateji ve Seki
zinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005’de maalesef es
kiden olduğu gibi yok sayılmış; konu “Madencilik” alt başlığı
altında genel ifadelerle adeta geçiştirilmiştir (bkz. s. 117-18).
Konuyla ilgili detaylar, sadece “Değerli Metaller Çalışma
Grubu Raporu”nda yer almıştır. Altm rezervi ile ilgili bilgile
re, “Türkiye 'de Altın Madenciliği Sempozyumu” ve de “Türki
ye Madenciliğinin Önemi, Sektörün Sorunları ve Gelecekte
Politikalar Sempozyumvt’ gibi bilimsel etkinliklere sunulan
tebliğlerden ulaşmak mümkündür. Ayrıca bkz. Dr. Vedat
Oygür, “Dünya Altm Madenciliği ve Türkiye’nin Altın Potan
siyeli”, Jeoloji Müh. Dergisi, 1996, 49: 55-62. Şubat 2000 i-
tibariyle, mevcut altın ruhsatı sayısı 28’dir. Bu ruhsatların 5 a-
dedi Türk şirketlere (Eti Holding, Esan-Eczacıbaşı, Çanakkale
Maden, Or Maden ve Yurttaşlar) aittir.
63. Konseptin matbu nüshası ve çevirisi, İsveç’de
şayan Prof.Dr. Metin Deliormanlı tarafından ülkemizdeki tüm
ilgili birimlere gönderilmişse de, kontr-espiyonaj kapsamında
Alman istihbaratçılarına karşı alınmış -izleme dışında- somut
bir tedbire tesadüf edilememiştir. Konsept metninde adıgeçen
GTZ, bir proje grubu olup, bir fmans grubu olan KfW ile ,
Türkiye ve Almanya arasında, 105 milyon Marklık kısmı hibe
edilen toplam 291 milyon Marklık “mali ve teknik işbirliği”
kapsamında, 1997 yılından itibaren devlet kurumlan ve başta
Diyarbakır, Şımak olmak üzere belediyelerin altyapı projeleri
için çok aktif olarak çalışmaktadırlar. Proje çalışmalarını hibe
203
krediler ile sağlayan bu gruplar, görünürde Türkiye’de büyük
eksikliğin bulunduğu altyapı projeleri konusunda Türk Devle-
ti’nin dahi sahip olmadığı ölçüde teknik ve sosyal envanter
bilgisine sahip olmuşlardır. Bu Alman işbirliği gruplan, halen
Türkiye’de ilgili bakanlıktan, sanayi odaları ve belediye-
ler/belediye birlikleri için “hibe kredilerle” yeniden yapılan
dırma, veri toplama ve projelendirme çalışmaları yapmakta
dırlar. Son zamanlarda KfW’nun Diyarbakır, Şımak ve Erzin
can’da altyapı yatırım potansiyelinin incelenmesine yönelik
sosyal ve mali güç envanteri üzerinde yoğunlaştığı bilinmek
tedir.
64. FIAN Örgütü’nün internetteki web sitesinde, A-
vusturya, Belçika, Brezilya, Almanya, Honduras, Meksika,
Norveç, Filipinler, İsveç, İsviçre, Hindistan (iki ayrı eyalette)
mevcut şubelerin posta ve e-posta adresleri, telefon ve fakslan
verilmektedir. Örgütün koordinatörlükleri ise, Hindistan’da (i-
ki ayrı eyalette), Gana’da, İtalya’da, Nepal’de, İsviçre ve İtal
ya’da bulunmaktadır. Koordinatörlüklerin posta, e-posta, tele
fon ve fakslarına, internetteki http://www.fian.org/fian-
worldvide.htm adresinden ulaşabilirsiniz.
65. Argun Arbay, “Alman FLAN Örgütü ve Türki
ye’deki Marifetleri”, Aydınlık, 10 Aralık 2000. FIAN’m web
sitesinin girişinde, örgütün amaçlan masum (!) bir biçimde i-
fade edilmektedir: “Yıllardır sizin gibi bireylerin destekleme
siyle, Önce Gıda, bütün insanların kendilerini beslemeleri için
köktenci bir biçimde mücadele etmiştir. FIAN- Önce Gıda Da
nışma ve Eylem Ağı, uluslararası bir insan hakları organizas
yonudur.... Önce Gıda, temel bir insan hakkı olan gıdanın art
tırılması için bir slogandır.Bu insan hakkı, Uluslararası Eko
nomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nde tanınmakta
dır. Bu Sözleşmeyi 130 ’dan fazla devlet onaylamakla birlikte,
herkesin yeterli gıdaya erişmesini sağlamak için yapılacak da
204
ha çok iş vardır. Danışma, uluslararası toplum tarafından
dikkat çekmeyen gıda hakkı ihlallerine ilişkin bilgi sağlar. Bu
amaç için FIAN, bütün dünyada bir araştırmacılar ağı oluş
turmuştur. FIAN aynı zamanda genel olarak kamu için ve de
gıda hakkı ihlal edilenler için insan hakları yasasına ilişkin
bilgi sağlar. Eylem,FIAN’ın rutin işinin merkezini oluşturur,
ki bu da gıda hakkının ihlallerine ilişkin eylemlerdir.... Ağ,
FIAN’ın başarısının ön koşuludur. Organizasyon üç kıtadaki
yerel gruplar ve 45 ’i aşkın üye ülkeden oluşmaktadır.... FIAN
Uluslararası Sekreteryası, insanın kendini besleme hakkına i-
lişkin izleme, değerlendirme ve baskı yapmayı kolaylaştırmak
için insan hakları mekanizmaları geliştirmede, hükümet kuru
luşları ve Birleşmiş Milletler ile çalışır"
http://www.foodfirst.org/fiaii/fhome.htm
66. “Urgent Action 3/2000” bildirisinin gönderil
üç isimden birini Türk kamuoyu çok iyi tanımaktadır: Sözde
Kürt uygarlığının sular altında kalmasını istemediği için İngi
liz firmasının baraj konsorsiyumundan çekilmesini sağlayan
ve banka kredisini önleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair.
Ayrıca, İngiltere ve Almanya’nın ilgili bürokratlarından iki ki
şinin adres ve faksları da belirtilmiş ve bildirinin çoğaltılarak
sözkonusu adreslere gönderilmesi istenilmiştir. Bildirinin ilk
cümlesi şöyle başlamaktadır: “Güney Doğu Anadolu ’da, Tür
kiye’nin Kürt bölümünde yaşayan 15.000 insan, hidroelektrik
güç projesinin uygulanmasıyla tehdit edilmektedir”. FIAN’ın
Türkiye’ye yönelik kayıtsız şartsız sapık husumetini ortaya
koyan bu bildiriyi, internetteki http://www.fian.org/english-
version/e-ua-3-2000.htm adresinden indirebilirsiniz. Bu acil
eylem kampanyası, kısmi sonuç alındıktan sonra, öngörüldü
ğü üzere 28 Haziran 2000 tarihinde sonlandırılmıştır. Alman
ya’nın Türkiye’ye yönelik mütecaviz, cüretkâr, kabul edile
mez etnik politikaları hakkında en mükemmel değerlendirme
lerden biri için bkz. Tamer Bacmoğlu, “The Human Rights of
205
Globalisation: The Question of Minority Rights”, JOURNAL
OF INTERNATIONAL AFFAIRS, V. III-No.4, Aralık
1998-Şubat 1999. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlı
ğınca İngilizce yayınlanan sözkonusu periyodikte yeralan bu
makaleyi, internette http://www.mfa.gov.tr/grupa/percept/iii-
4/bacin.htm adresinden indirebilirsiniz.
67. Almanya’nın PKK ve ERNK’ya sağladığı siyasal,
askeri, diplomatik ve ekonomik desteğin yanısıra, Nakşibendi
Kürtçüleri örgütlemek için Bonn’da kurdurduğu ve kurucuları
arasında Federal Alman Parlamento üyelerinin de bulunduğu
“Şeyh Said Vakfı”nın amaçlan şöyle sıralanmıştır: “Alman
ya 'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hiz
metler sağlamak. Kürt halkı ile Alman halkı ve Avrupa'daki
halklar arasında diyalogu geliştirmek. Kürdistan’daki savaş
kurbanlarına destek sağlamak. Almanya ’daki Kürtlerin yaşam
standardının yükselmesi için çaba harcamak. Kürt çocukları
ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak vd.". Kaldı ki,
sözkonusu vakfın başkanı olan ve Apo’nun Bonn temsilcisi
olarak bilinen Ali Homam Ghazi’nin, vakıf kuruluşundan önce
Öcalan ile ikili pekçok görüşme yaptığı da biliniyor. Özetle;
yukarıda resmi belgelere dayanarak verdiğimiz bilgilerle, “si
vil toplum” ve “insan haklan” için uğraş verdiklerini iddia e-
den bu vakıflann Türkiye’ye bakış açıları tüm çıplaklığı ile
ortaya çıkıyor. Ve bu amaçla hizmet eden vakıflar ne yazık ki,
“dost ve müttefik Almanya” hesabına çalışıyor. İnsanın aklına
şu soru geliyor: “Almanya neyin peşinde?”. Yavuz Onursal,
“Alman Vakıflann Türkiye’deki Oyunları”, Yeni Asır,
7.08.1999, s. 10.
68. Bağışlar için hesap numarası şöyle belirtilmiştir:
“Postgiro Frankfurt, Swift: PBNKDEFF, Account No. 201
080-601, BLZ No. 500 100 601. FIAN’ın web sitesinde Al
206
manya için mevcut tek adres ise şöyle gösterilmiştir: “e-mail:
fıan0 home.ins.de Dvervvegstr. 31, D-44625 Heme-Germany”.
69. Bilançoların yayınlandığı web sitesinin adresi için
bkz. http://www.dsk.de/rds/04336022
70. 14 Mart 1989 tarihli vekâletname Burhaniye Note-
ri’nden (03101 No.), 2.2.1990 Tarihli vekâletname de, Kon
solosluk onayı (No. 551) ile Münih Başkonsolosluğumuzdan
çıkarılmıştır. Son vekâletnamede, Lemke’nin Federal Alman
ya’da geçici ikâmet ettiği belirtilmekte ve Türkiye Kalkınma
Bankası (eski Turizm Bankası) ile tüm resmi işlemlerde Av.
Senih Özay ile Av. Melih Bapuçcuoğlu’na (daha sonra millet
vekili olmuştur) yetki verilmektedir.
71. Merkezi İsveç’te bulunan, FIAN bağlantılı “The
Right Livelihood” Örgütü’nün internetteki web sitesinde Bir
sel Lemke’nin biyografisi verilmektedir. Özetle: “Birsel
Lemke 1950 yılında doğdu. Ankara Üniversitesi ve ABD 'de
politika bilimi okudu.... I990’da altın madenciliği projelerine
karşı ‘Yurttaş Girişimi HA YIR ’ı kurdu. Bu girişimin ana ne
deni, TÜPRAG ve EUROGOLD’ım Edremit Körfezi ’nde ve
Bergama’da altın madeni pilot projelerini açıklamalarıdır.
Daha açık bir ifade ile Ege kıyılarında Truva’dan Bergama'ya
kadar 62 maden projesi ve tüm Türkiye’de 560 projedir....
Lemke, muazzam klasik tarım ve turistik tesislere sahip güzel
anayurdunu, bu ekolojik açıdan barbar teknolojiden korumaya
karar verdi. Münih Teknik Üniversitesi Ekoloji Kimyası Profe
sörü olan Friedhelm Korte, bilimsel temelde bu teknolojiyi
“felâket dolu ve kabul edilemez" olarak tanımlamıştır. Lemke,
ilk projenin bulunduğu yerdeki çiftçileri projeye karşı çıkmaya
ikna ederek işe başladı. Daha sonra bölgenin 13 belediye baş-
kanını projeye karşı çıkmaya ikna etti. Belediye başkanlarını
Almanya ‘y a götürdü (Dresdner Bankası projeye destek vermek
üzereydi) ve kendilerine Ren Biyosferini göstererek kendi be
207
lediyeliklerinin de gelebileceği durumu gösterdi. Hasse Par-
lamentosu'nda politik destek buldular ve Dresdner Bankası
kredi vermekten vazgeçti. Belediye balkanları, madencilik fa
aliyetleri sonucu topraklarının yaşanamaz hale geleceğini be
lirterek bölgelerindeki 300.000 kişinin Almanya’y a sığınmayı
istediklerini İstanbul’da Alman Konsolosluğu’na bildirmele
rinden sonra Almanya ye Türkiye 'den de politik destek gelme
ye başladı. HAYIR, Avrupa Parlamentosu’nda da destek bul
du. Kampanya, 'Zeytin Altındır ’ gibi sloganlar kullanarak ve
çok eskilerde insanların başına gelen felâketleri anlatan mi
tolojik hikâyelerden yararlanarak Türkiye ‘de çevre duyarlığını
artırma konusunda başarılı oldu. HAYIR, 1994 yılında Çevre
Bakanı ’nı ve EUROGOLD ’u mahkemeye verdi. 1997 Yılında
Danıştay, Lemke ’y i haklı buldu ve Türkiye ’de siyanürlü altın
madenciliği yapılmasını yasakladı ”. Ayrıntılar için bkz.
http://www.rightlivelihood.se/2000/pressl 3html
72. Mert Kutluğ, “Ege Sorunları-Dosya 4: Bergama
Direnişi”, Yeni Asır, 6.12.1996.
73. Açılan davalarda mutlaka adı geçen Av. Senih
Özay, konuya ilgisini -avukatlık sorumluluğunu fazlasıyla a-
şan- şu cümlelerle açıklamıştır: “Şu anda Edremit Körfezi ci
varındaki Gömeç, Burhaniye, Edremit ve Havran belediye
başkanları ile köylüler ve turizmcilerin içinde bulunduğu 100
kişi bana vekâletname verdi. Bu sayının hafta sonuna kadar
bini bulacağını sanıyorum. İzmir Barosu Çevre Komisyonu o-
larak Bergama için hazırladığımız raporları, Edremit bölgesi
için Balıkesir Barosu ile işbirliği içinde yeniden hazırladık. Bu
raporlar, Avrupa Parlamentosu’na yapılacak başvuruya ek
lendi. Şaşılacak bir şekilde hukuk mücadelesi yürüteceğiz. Mi
ting, panel, konser, kokteyl, yemek gibi her türlü yöntem dene
necektir”. “Siyanürlü Altın Avrupa Parlamentosunda”, Cum
huriyet, 13.04.1993. Daha sonra açılan yüzlerce davayı üstle-
208
nen Av. Özay, Haziran 2001’in sonlarında “Eyvallah Final İl
gilisine... Kamuoyuna” başlıklı bir yazı ile tiim davalardan çe
kildiğini açıklamıştır. Bkz.
http://www.cmo.ore.tr/bereama.htm
74. Cumhuriyet, 13.04.1993.
75. “Tempo Türkiye ve Yunanistan’ı Buluşturdu”,
Tempo, 20: Mayıs 1993.
76. “Siyanürden Kurtuluş Yok”, Yeni Asır, 19 Mayıs
1993; “Alman Uzmandan Siyanürle Altın Aramaya Hayır”,
Cumhuriyet, 21 Mayıs 1993.
77. “Akıncılara Kanmayın”, Hürriyet-Ege,
26.08.1994.
78. “Hukuk Savaşıyla Birlikte Avrupa’dan Büyük
Destek”, Yeni Asır, 6.12.1996.
79. “Siyanürle Altına Almanya’dan Tepki”, Cumhu
riyet, 11.12.1996.
80. “Eurogold Başaramaz”, Gazete Ege, 3.03.1997.
81. Hayrettin Ökçesiz (ed.) Sivil İtaatsizlik,
Disiplinlerarası Kolokyum, 1998, s. 24-25.
82. Bkz. http://www.korte-eoldminine.de
83. FLAN’ın bütün toplantılarına katılan Prof. Dr.
İsmail Duman’ın İTÜ web sitesinde yayımlanan özgeçmişinde
wolfram (şelit) ve bakır konusunda uzman olduğu ve bütün
bilimsel ve teknik çalışmalarını, araştırmalarını, uluslararası
yayınlarını bu konularda yaptığı görülmektedir. Üniversitede,
altın madenciliğine ilişkin bilimsel araştırma ve projeler yap
madığı halde, “Ben, Güney Afrika’da, Avustralya’da ve
ABD ’deki yaklaşık 35 altın madenini gezdim ” diyebilmektedir
209
(Bilim ve Ütopya, 1998 Şubat, Sayı 44, Sf. 35). Öte yandaştı,
ülkemizde yoğun çalışma yapan Alman vakıflarının “yerli
köprübaşları” oluşturdukları ve yurtdışı gezileri düzenledikleri
de uzmanlar tarafından belirtilmektedir (Taner Bacınoğlu,
“Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet,
06.07.1999). Prof. Duman, 21,04.2001 tarihli Cumhuriyet ga
zetesinde yayımlanan yazısında, Yunanistan’daki bir altın ma
deni aleyhine çıkan mahkeme kararında ve Çek Parlamento
sunun bir altın madeni aleyhine aldığı kararda etkisi olduğunu
belirtmiştir. FIAN”n Berlin Deklarasyonumda bilimsel uzman
olarak adı geçen Prof. Duman, Yunanistan ve Çek
Cumhuriyeti”deki FLAN çalışmalarına katıldığını da kendi
kaleminden böylece kabul etmektedir.
84. “Yunanistan İstedi, Avrupa Uyardı”, Yeni Asır,
19.11.1994'
85. Yeşiller Partisi’ne bağlı üç milletvekilinin önerge
den amacı, Eurogold Şirketi’ne Dresdner Bankası’nın vereceği
krediyi önlemektir. Nitekim, başarılı da olmuşlardır. Önerge
haberi için bkz. “Bergama Almanya Parlamentosunda”, Yeni
Asır, 11.04.1995.
86. “Siyanürlü Altın Çıkarmak, Cinayettir”, Cumhu
riyet, 19.04.1995.
87. “Bergama Altını Almanlara Yarar”, Yeni Asır,
14.04.1995.
88. “BergamalIya Batı Desteği”, Gazete Ege,
18.12.1996.
89. Bu mektup, Adalet Bakanı’nın yanısıra, dönemin
Çevre Bakanı’na, Enerji ve Tabii Kaynaklar BakanTna, Ber
gama Kaymakamı’na ve de Eurogold Şirketi’nin Genel Müdü-
rü’ne bilgi için gönderilmiştir.
210
90. “FIAN: İzmir Valiliği Yetkisini Kullansın”, Milli
yet, 30.01.1997.
91. “Devlere Kafa Tutan Belediye Başkanı”, Yeni A-
sır, 3.08.1995.
92. “Bergama Direnişi Belgesel Oluyor”, Yeni Asır,
1.03.1997.
93. Petra Holzer, “Bergama ve 10 Yıllık Direniş Ha
reketi”, COGİTO, 5: 1998, s. 275-86.
94. “Altın ya da Turizm”, Cumhuriyet, 18.04.1997.
Bu arada 13 Nisan 1997 tarihli gazetelerde, FIAN’ın “Asıl Al
tın Zeytindir” başlıklı gezi kapsamında Bergama’nın yanısıra
İda Dağı, Truva ve Efes’in de gezileceğine ilişkin haberler ya
yınlanmıştır. Halo Saibold, 13 Nisan 1997 Pazar günü yapılan
“Bergama’da Siyanürlü Altına Karşı Büyük Yürüyüş”e katıl
mıştır,
95. “Eurogold Pes Etti”, Gazete Ege, 29.05.1997.
96. “Alman Milletvekilleri Bergama’yı Savundu”,
Yeni Asır, 29.05.1997.
97. “Bu Şirkete Güvenmeyin”, Yeni Asır,
31.05.1997.
98. “Yaklaşık bir haftadır İzmir ve Bergama’da Al
manya’nın tek Türk Milletvekili Cem Özdemir ile incelemeler
yapan Saibold, Bergama’daki gelişmeler hakkında uzun süre
dir bilgi aldığını söyleyerek, ‘Bergama halkının 7 yıllık direni
şini takdirle karşılıyorum. Ege Bölgesi’nde 60 yerde yapılan
altın araması tamamen durdurulmalıdır’ dedi. Alman turizm
şirketlerinin yöreye turist göndermeme eğiliminde olduklarını
belirten Saibold, ‘turizm için çok önemli bu bölge, umarım
Danıştay’ın karan uygulanır da zarar görmez. Alman Seyahat
211
Acentelerine bağlı TUI ve birkaç firma turları durdurdu’ diye
konuştu”. Bkz. “Yeşiller: Altın Araştırmaları Turizmi Etkiler”,
Yeni Asır, 3.06.1997.
99. “Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın, siya
nürle altın çıkarılmak istenen Çek Cumhuriyetinin Almanya
sınırındaki Kasperske Hory Kasabası Belediye Başkan na da
yanışma mektubu yazarak mücadelelerinde destek o acağını
bildirdi. Kasperske Hory’de siyanür kullanılmak istenmesi,
Çek Cumhuriyeti ve Almanya’da tepkiyle karşılandı. Alman
Parlamenter ve Turizm Komisyonu Başkanı Halo Saibold,
Almanlar için önemli bir turizm merkezi olan Kasperske Hory
Belediye Başkanını ziyaret ederek dayanışma içinde olacakla
rını söyledi. Çek Cumhuriyeti’ne giden Saibold, siyanürlü altın
madenine karşı çıkan Kasperske Hory Belediye Başkanı’na
Taşkın’ın dayanışma mektubunu verdi”. Bkz. “Çeklerle Daya
nışma”, Gazete Ege, 30.07.1997.
100. Ovacık Altın Madenine saldırılar Nisan ve
Temmuz 1997’de gerçekleştirilmiş, araçlar ateşe verilmiştir.
Bu saldırılar, “sivil itaatsizlik” kavramı ile varılmak istenen
hedefi gösteren tipik örnekler olarak değerlendirilebilir. Ey
lemlerden amaç, kamu düzenini sekteye uğratmak, mülkiyete
güven duygusunu zedelemektir. Eylemcilerin başında bulunan
isimlerden biri olan Oktay Konyar, bu tür eylemler için gerekli
“askeri kanat” oluşumundan sık sık sözetmektedir.
101. “Alman Çevreciler Bergama’da”, Cumhuri
yet, 4.06.1997.
102. “Berlin’den Sürpriz Destek”, Yeni Asır,
19.07.1997.
103. “Eurogold, Turizme de Darbe Vurmaya Baş
ladı”, Gazete Ege, 30.07.1997.
212
104. “Bergama Köylerine Turistler de Geliyor”,
Yeni Asır, 19.07.1997. Ne var ki bu turistlerin bir bölümü,
1990’lardan itibaren bölgede sık sık ortaya çıkan Alman gö
revlileri (istihbaratçılar, diplomatlar, gazeteciler) olup, geri
kalanları da Ören’deki bir motelden servis araçlarıyla gönde
rilen Almaıi turistleri oluşturmaktadır.
105. “Siyanüre Hayır”, Gazete Ege, 6.10.1997.
106. “Bergama Alman Televizyonunda”, Yeni A-
sır, 17.11.1997.
107. Claudia Roth, Peru, Tunus, Almanya, Rusya,
Kolombiya, Fransa, İngiltere ve Filistin’den gelen gençlerin
katıldığı “Dünya Gençleri Bergama Buluşması 98”de bir ko
nuşma yapmak üzere davet edilmiştir. Bkz. “Bergama, Çevreci
Direnişlerin Merkezi Oldu”, Yeni Asır, 6.07.1998.
108. Sauerland, Öğretim Elemanları Sendikası İz
mir Şubesi ve Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölü-
mü’nce düzenlenen “Türkiye’de Siyanürle Altın Madenciliği”
konulu panele katılmıştır.
109. “BergamalIlara Yol Boyu Destek”, Radikal,
17.11.2000.
110. Dönemin İzmir Başkonsolosu Manfred
Unger’in resmi yazısı arşivimde mevcuttur.
111.. “Devlere Kafa Tutan Belediye Başkanı”, Y
Asır, 3.08. İ995.
112. Mert, İlkutluğ, “Bergama Direnişi”, Yeni A-
sır, 6.12.1996.
113. “Bergama Avrupa’da”, Yeni Asır,
12.02.1997.
213
114. “BergamalIlara Avrupa Desteği”, Cumhuri
yet, 14.02.1997.
115. Birsel Lemke’yi, Sefa Taşkın ve Claudia Roth
ile birlikte gösteren fotoğraf, Sabah gazetesinin 13.02.1997 ta
rihli nüshasında yer almıştır.
116. “Bergama’ya, Avrupalı Çevreciden Destek
Geliyor”, Yeni Asır, 16.02.1997.
117. “Alman Belediye Başkanı Taşkın’a Destek
Verdi”, Yeni Asır, 15.02.1997.
118. “Alman Çevreciler de Bergama’nın Yanında”,
Gazete Ege, 17.02.1997.
119. “Sauerland ve Hamann, daha sonra ziyaret et
tikleri Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkm’ı siyanürlü altı
na karşı verdikleri mücadeleden dolayı kutladı. Başkan Taş-
kın’ın, ‘Danıştay bizi haklı buldu. Eurogold’un artık kovulma
sını istiyoruz’ şeklindeki sözlerine Reimer Hamann, ‘Alman
ya’da böyle bir şirketi, bir günde yerle bir ederler. Türk
hükümeti, bu konuda ağırlığını bir an önce koymalı’şeklinde
cevap verdi”. Bkz. “Bergama’ya Destek Yağıyor”, Gazete fi
ğe, 5.06.1997.
120. “Alman Çevreciler Bergama’da”, Cumhuri
yet, 4.06.1997.
121. Geniş bilgi için bkz:
http://wwvv.rightlivelihood.se Bu ödülü 1980-1998 tarihlerinde
alanlar için bkz. http:///www.rightlivelihood.se/recipients.html
122. Törene, İsveç Parlamento Başkanı Brigitta
Dahi ve Türkiye’nin Stockholm Büyükelçisi Selim Kuneralp
de katılmıştır. Bkz. Hürriyet, 9.12.2000.
214
123. Birsel Lemke’nin konuşmasının İngilizce
metni, arşivimde mevcuttur.
124. “Para Hopdedikş’e Değil, Zengin İsveç’e
Gitti”, Hürriyet, 15.12.2000. Birsel Lemke, Türkiye Otelciler
Birliği yayın organı olan “Hotel” dergisinin muhabirinin ken
disiyle yaptığı röportajda, daha sonra yapacağı ödül feragati ile
çelişkili şu öneride bulunmuştur: "Bakın, eğer bu konuda bir
şey yapmayacaksak biz turizmciler kazançlarımızı Bergama
lIlara verelim. Çünkü onlar bizim için de uğraşmış oluyorlar.
Bir turizm bölgesini, turizm merkezini çabalarıyla kurtarmış
oluyorlar. Bergama köylüleri eğer Türkiye ’nin en büyük üçün
cü endüstrisini kurtarıyorsa, o zaman bizim de kazançlarımızı
onlara vermemiz lâzım değil m i?”. Cengiz Yücel, “Siyanürlü
Altına Karşı Direnişte Otelciler de Var”, Hotel, 7: Aralık
1997, s. 108-110.
125. “Hopdediks Ateş Püskürdü”, Hürriyet,
17.12.2000: “Bergama Köylülerinin, 11 yıldır Ovacık Altın
madenine karşı yaptığı eylemlere destek verenin, alternatif
Nobel ödülü alan Birsel Lemke ’nin olduğu ortaya çıktı. Maden
karşıtı eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın ile Asteriks lâkaplı
eski CHP İlçe Başkanı Oktay Konyar’ın, İzmir Barosu avu
katlarından Senih Özay'tn, köylülerin eylem ve mahkeme ka
rarlarında Birsel Lemke tarafından yönlendirildikleri belirtil
di. Alman uyruklu bir yabancıyla evli olan, hem Türk hem de
Alman vatandaşı olarak çift kimlik taşıyan Birsel Lemke ’nin,
internet sitesindeki kendi tanıtımından itiraflarını alıntı yapan
BergamalIlar ise, bu kişinin politik bir çevreci olduğunu ve
Türkiye aleyhine çalıştığını belirterek, ülkenin gelişmesine en
gel biri olarak nitelendirdiler. BergamalIlar, daha sonra söz
lerini şöyle sürdürdüler: ‘Duyduğumuz üzere bu kadına Alter
natif Nobel Çevre Ödüllü olarak 200 bin dolar para ödülü ve
rilmiştir. İsveç Çevre Bakanlığı ’ndan alacağı ödül törenine de
215
Oktay Konyar ile İzmir Barosu’ndan Senih Özay’ı İsveç'e ça
ğırmıştır. Bundan şu anlaşılıyor ki; Bergama'daki tüm eylem
lerin sorumlusu bu kadındır. Madem kendisi bu kadar çevreci,
12 yıldır siyanür kullanılan Kütahya’daki Gümüşköy gümüş
tesislerine niye karşı çıkmadı, tepki göstermedi? Madem çev
reci, niçin dünyanın en çok siyanür üreten ülkesi Almanya 'da
yaşıyor ve karşı çıkmıyor, eylemlerde bulunmuyor? Niçin za
vallı köylülerimizi politik amaçları uğruna kullanıp, duruyor.
Siz, Türkiye ’nin gelişmesini istemeyen Türk düşmanı mısınız?'.
Birsel Lemke’nin, 1990 yılında altın madenciliğine karşı çık
mak için internet sitesinde ‘Yurttaş Girişimi Hayır ’ı kurduğu
ifade edildi. Öte yandan, Bergama 'da, Birsel Lemke ’nin ka
zandığı ‘Doğru Geçim Ödülü'nü, Lemke'ye avukatı Senih
Özay ve çevre hareketi lideri Oktay Konyar'm kazandırdığı’
konuşuluyor. BergamalIlar, ‘Lemke ’nin kazandığı ödül, 1980
yılında Îsveç-Alman uyruklu pul koleksiyoncusu Jakob von
Uexkull tarafından tesis edilmiş. Lemke 'ye ödülü veren jüride,
iki FIAN temsilcisi ile bir Greenpeace temsilcisi bulunuyor.
Ödül, İsveç Parlamentosu tarafından verilmiyor. Sadece par
lamento binasındaki bir odada ödül töreni yapılıyor. Bunun
yanında, Afrika 'da açlara yardımın yanısıra, Hristiyanlıkpro
pagandası için kurulan ve masraflarını Alman devletinin kar
şıladığı FIAN adlı örgüte, Bergama 'da ve Ören 'de toplantılar
yaparak, eylemler düzenliyor' dediler". Bkz. “Bergama Ey
lemlerini Birsel Lemke’nin Yönettiği Ortaya Çıktı”, Gözlem,
11. 12.2000 .
216
129. Sözkonusu sitelerden birkaç örnek:
http://www.ozgurluk.org/dhkc/pub/beruama.html
http://www.geocities.com/CapitolHill/Senate/bergmeti
n.lıtm
http://www.normalbooks.com/text/bergama/bergamaa
2.html
130. Soner Kılınç, “ Yol Hikayesi 2: İda Köylüleri
Selamladı”, Milliyet EGE, 24.12.2000.
131. Musa Ağacık, “Musa BergamalI Köylülere
Sordu”, Star, 1.06.2001; Usiad-BİLDİREN, 10: Haziran 2001,
s. 23.
132. Tamer Bacınoğlu, “Yeşil Devletin Tarihin
den”, Dünya (Almanya Baskısı), 2-8 Mart 2001.
133. Petra Holzer, “Bergama ve 10 Yıllık Direniş
Hareketi”, COGİTO, 15: 1998, s. 283.
134. Geniş bilgi için bkz.
http://www.cepecevre.com/cgi-bin/product.asp?pruduct= 143
135. Semra Somersan, Olağan Ülkeden Olağa
nüstü Ülkeye Türkiye’de Çevre ve Siyaset, (İstanbul: Metis
Yay. 1993), s. 122-23.
217
EKLER
219
SİYANÜR LİÇ YÖNTEMİ KULLANILARAK YAPILAN
ALTIN MADENCİLİĞİ KONUSUNDA HAZIRLANAN
TÜBİTAK ve TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ RAPORLA
RININ TOKSİKOLOJİ YÖNÜNDEN İNCELENMESİ
Prof. Dr. Ali Esat Kara kaya
Türk Toksikoloji Derneği Başkam
H aziran 2001 / A nkara
GİRİŞ:
Ülkemizde altın üretim tesislerinin "siyanür liçi " yön
temiyle işletilmesi konusu 1992 yılından beri kamuoyunda yo
ğun olarak tartışılmaktadır. Hukuki ve toplumsal gelişmelerin
ardından 1999 yılında Başbakanlık Müsteşarlığının TÜBİTAK
Başkanlığımdan talebi doğrultusunda, TÜBİTAK-YDABÇAG
koordinasyonunda konularının uzmanı 11 bilim adamı tarafın
dan "EUROGOLD Ovacık Alîm Madeni; Değerlendirme Rapo
ru" (Bundan sonra TÜBİTAK Raporu olarak adlandırılacaktır)
hazırlanmıştır. Bu raporda, O vacık Altın Madeninde Eurogold
firması tarafından yapılan yatırımın taşıdığı risklerin kabul edi
lir olup olmadığının tespiti amaçlanmıştır. Bilimsel metodoloji
kullanılarak hazırlanan rapor sonucunda tesiste dünyada altın
madenciliği için öngörülüp uygulanmakta olan en uygun tek
nolojinin kullanıldığı tespit edilmiştir. Bu tespitin ışığında te
siste insan ve çevre sağlığım tehdit ettikleri öne sürülen riskle
rin tümüyle giderildiği ya da kabul edilebilir limitlerin çok altı
na çekildiği, bunun sonucu olarak inceleme konusu tesisin ve
aynı koşullardaki benzerlerinin, çevre uyumlu ve duyarlı birer
iktisadi faaliyet olarak, işletmeye geçirilmelerinin sürdürülebilir
220
kalkınma kavramı çerçevesinde ülkemiz menfaatleri yönünden
uygun ve yararlı olacağı sonucuna varılmıştır (1).
TÜBİTAK Raporu'nun ardından 2001 yılında Türk Ta
bipleri Birliği tarafından Prof. Dr. Zuhal Amato Okuyan ve Dr.
Ümit Şahin'e "Türk Tabipleri Birliği, Siyanür Liçi Yöntemiyle
Yapılan Altın Madenciliğinin İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri,
ve Bergama-Ovacık Altın Madeninin Yaratacağı Risklerin De
ğerlendirilmesi Raporu" (Bundan sonra TTB Raporu olarak
adlandırılacaktır) isimli rapor hazırlatılmıştır. TTB Raporu'nun
giriş bölümünde, raporda; Ovacık tesisinin insan ve çevre sağlı
ğı yönünden taşıyabileceği risklerin değerlendirildiği ve bilim
sel ve etik .ilkeler yönünden çok ciddi sorunları taşıdığı iddia
sıyla TÜBİTAK Raporunun eleştirisinin yapıldığı ifade edil
mektedir (2).
Birbiriyle çelişen sonuçlara varan iki raporun incelen
mesinden önce, konunun anlaşılabilmesi için, günümüzde kim
yasal maddelerin güvenli kullanımı ile ilgili bilimsel ilkelerin ö-
zetlenmesi gerekir.
Altm madenciliğinde siyanür kullanılması konusu 1997
yılında Türk Toksikoloji Demeği'nin düzenlediği 2. Ulusal
Toksikoloji Kongresi'nde "Altın Madenciliğinde Siyanür Kulla
nılması" isimli bir panelde tartışılmıştır. Bu konu ile ilgili ola
rak Türk Toksikoloji Demeği'nce yayınlanmış bulunan kitabın
1-35. sayfalarında yer alan ve Prof. Dr. Ali Esat Karakaya ile
Prof. Dr. Sema Burgaz'a ait makaleler kimyasalların
toksikolojik risk değerlendirmesi ile ilgili temel prensipleri kap
samaktadır. TÜBİTAK raporunda da kaynak olarak kullanılan
bu makaleler ekte bilgi olarak sunulmuştur (Ek 1).
Bugün kirlilik olarak maruz kaldığımız binlerce kimya
salın yanısıra 80 000 kimyasal madde, ilaç aktif maddesi
(4000), ilaç yardımcı maddesi (2000), kozmetik (3000), gıda
221
katkı maddesi (2600), tarım ilacı (1500), endüstri kimyasalı
(48000) gibi çeşitli amaçlarla kullanılmaktadır. Yukarıda belir
tilen kimyasalların tümü alınan doza bağımlı olarak zehir etkisi
gösterir. Bu toksikoloji biliminin 400 yıl öncesinden beri bili
nen temel yasasıdır (3). 16. yüzyılda Paracelsus tarafından "Her
madde zehirdir, zehir ile zehir olmayanı ayıran dozdur" şeklin
de ifade edilen bu gerçek, bugün de modem toksikolojinin te
melini oluşturur. Bunu basit bir örnek ile açıklarsak, insanların
her gün kullandığı sofra tuzu (sodyum klorür) dahi, doza ba
ğımlı olarak zehirdir. Sodyum klorür bir kerede yüksek miktar
da (300-400 gram) alınırsa kandaki sodyum iyonu konsantras
yonunun artması sonucunda ölüme neden olur (akut toksik et
ki). Sodyum klorürün günlük alım miktarı birkaç misline çıkar
tılırsa yıllar içinde hipertansiyon riski artar (kronik toksik etki).
Bugün ilaçtan, gıda katkısına, tarım ilacından, endüstri
yel kimyasallara kadar binlerce kimyasalın güvenli kullanılma
sı, toksikoloji biliminin metodolojisi uygulanarak bu maddele
rin zararsızlık limitlerinin tespit edilmesi ile mümkün olmakta
dır. Konuyu günlük hayatta toplumun tüm bireylerinin maruz
kaldığı gıda katkıları ve kontaminantları örneği ile inceleyelim.
Bugün gıda endüstrisinde binlerce kimyasal çeşitli amaçlarla
gıdalara katılmaktadır. Yine yüzlerce kimyasal kirlilik
(kontaminant) gıdalara bulaşmaktadır. Bu kimyasal kirlilikler i-
çerisinde Ovacık altın madeninin işletmesi sırasında insan sağ
lığı için risk teşkil edeceği iddia edilen arsenik, kadmiyum,
krom, kurşun, cıva gibi metallerin tümünün yanısıra, diğer baş
ka metaller de gıdalarda kirlilik olarak mevcuttur. Yine altın
madenciliğinde tartışmanın odağında olan siyanür, meyva sula
rı, çekirdekli reçeller ve nugatlarda doğal olarak bulunmaktadır.
Önemli olan bu maddelerin gıdalardaki miktarlarıdır. Bu mik
tarların bilimsel metodoloji ile saptanan ADI (Günlük Alınma
sına İzin Verilen Miktar) değerini aşmaması gerekir. 16 Kasım
1997 tarihli Resmi Gazete 'de yayınlanan ve çoğunlukla Avrupa
222
Topluluğu mevzuatından alınan "Türk Gıda Kodeksi Yönetmeli
ği" ile gıdalardaki 4000 katkı ve kontaminantın izin verilen
miktarları belirlenmiştir (4). Bu miktarlar ADI değerleri ve gı
daların tüketim kalıplan dikkate alınarak hesaplanmıştır. Bu ka
lıntı limitleri belirtilen kontaminantlar içerisinde, bilinen en
kuvvetli kanser yapıcı benzo(a)piren ve aflatoksin Bj gibi mad
deler de vardır. Örneğin aflatoksin B,'in gıdalarda izin verilen
miktarı 0.005 mg/kg dır. Diğer bir deyişle bir kilogram gıdada
0.005 mg düzeyinden daha az miktarda Aflatoksin B, bulunu
yorsa bu gıda tüketilebilir.
Yukarıda belirtilen bilimsel gerçeklerden aşağıdaki so
nuçlara ulaşılır.
1. Belirli dozlar aşıldığında insan ve çevre çağlığını
tehdit etme potansiyeline sahip çok sayıda kimyasala her an ma
ruz kalıyoruz. Bu kimyasallara maruz kalınmaması pratik olarak
mümkün değildir.
2. Toksikoloji biliminin metodolojisi kullanılarak bu
kimyasalların hangi miktarlarının insan sağlığına zarar verdiği
saptanmaktadır. Bu rakamlar karar verici organlarca yasal dü
zenlemelere yansıtılmakta ve bu limitlerin altındaki değerler
bütün dünyada güvenli olarak kabul edilmektedir.
Bir kimyasal toksikolojik risk değerlendirilmesi yapıla
caksa öncelikle modem bilimin tartışmasız olarak kabul ettiği
yukarıdaki evrensel doğruların akıldan çıkartılmaması gerekir.
Bu bilginin ışığında, herhangi bir aktivitede kimyasalların insan
ve çevre sağlığına zarar vermesi söz konusu olduğunda, ulaşıl
ması gereken ilk bilgi söz konusu kimyasalların ortamdaki kon
santrasyonlarıdır.
Yukarıdaki genel yaklaşımı siyanür liçi yöntemi ile al
tın madenciliği yapılmasında kullanılan ve/veya işlem sırasında
ortaya çıkan kimyasallara uyguladığımızda konunun aydınla
223
tılmasındaki en önemli parametrenin işlem sırasında ve sonunda
söz konusu kimyasalların ortamdaki konsantrasyonlarının be
lirlenmesi olduğu açıklıkla anlaşılacaktır. Diğer bir deyişle TTB
Raporu'nda insan sağlığı üzerindeki etkileri anlatılan siyanür,
arsenik, kadmiyum, krom, kurşun ve cıva gibi kimyasalların
ortamdaki varlıkları değil, miktarları önemlidir.
Yukarıca açıklananlar, günümüz biliminde alternatifi
olmayan doğrulardır. Karşı çıkılması bilimin inkarı anlamına
gelmektedir. Bu temel doğru yönünden incelendiğinde TÜBİ
TAK Raporu ve TTB Raporu birbirinden tamamıyla zıt iki
yaklaşımın ürünüdür. Bu iki farklı yaklaşım aşağıda irdelene
cektir.
TÜBİTAK Raporu
Kimyasalların kullanıldığı veya işlem sırasında ortama
verildiği faaliyetler kendi hallerine bırakılırsa ortamdaki kimya
sal konsantrasyonlarının limit değerleri aşabileceği açıktır. Bu
tip işletmelerde arıtma ve diğer mühendislik uygulamalarıyla
kimyasal konsantrasyonlarının insan ve çevre sağlığına zarar
vermeyecek düzeylere indirilmesi gerekir. TÜBİTAK Rapo
ru'nda temel yaklaştın, işletmede olabileceği varsayılan çeşitli
risklerin mühendislik uygulamalarıyla giderilip giderilmediği
nin irdelenmesidir. Bu kapsamda başlıca;
1.Siyanürlü atıkların arıtılması için kullanılan INCO
S02/hava işleminin etkinliği araştırılmış ve arıtma işlemi sonu
cunda atık barajındaki siyanür konsantrasyonunun 0.5 ppm
(mg/lt) düzeyinin altına indirildiği saptanmıştır.
2. Cevherdeki toplam ağır metal içeriğinin benzer ma
den yataklarına oranla son derece düşük olduğu, cevherin
tamponlama (alkali) özelliğinin yüksek olduğu, bu özellikler
224
nedeniyle deneme üretiminde, atık havuzunda sıvı fazda sap
tanmış olan ağır metal konsantrasyonlarının çok düşük seviyede
kaldığı tespit edilmiştir.
3. Deprem ve arıza anında oluşabilecek çevresel ri
değerlendirilmiş ve bu risklerin ihmal edilecek düzeyde olduğu
saptanmıştır.
Sonuç olarak; tesiste dünyada altın madenciliği için ön
görülüp uygulanmakta olan en uygun teknolojinin kullanıldığı
sonucuna varılmıştır. Bu tespitin ışığında tesiste insan ve çevre
sağlığını tehdit ettikleri öne sürülen risklerin tümüyle giderildiği
yada kabul edilebilir limitlerin çok altına çekildiği belirtilmiştir.
Özetle; çoğunluğu konularında uluslararası düzeyde ta
nınmış bilim adamlarından oluşan komisyon, bilimsel metodo
lojiyi uygulayarak elde ettiği verileri değerlendirmiş ve karar
verici organlara yol gösterici ve kamuoyunu aydınlatıcı net bir
sonuca varmıştır.
TÜBİTAK Raporu'nda belirtilen atık barajı kimyasal
madde konsantrasyonlarının gerçeği yansıtmadığı iddia edilebi
lir. Ancak bu iddianın doğru olup olmadığının saptanması son
derece kolaydır. Başta siyanür olmak üzere söz konusu metal
kirleticilerin tümü analitik yöntemlerle kolay ve düşük hata sı
nırları içinde ölçülebilen maddelerdir. İşletme sırasında bağım
sız kuruluşlar tarafından bu değerler rutin olarak izlenir, değer
ler uluslararası düzeylerin, hatta bu değerlerden daha da düşük
olan proje öngörülerinin üzerinde ise, işletmeye kapatılma dahil
çeşitli yaptırımlar uygulanabilir. Gelişmiş tüm Dünya ülkelerin
de uygulanan yöntem de budur. Bu yönüyle TÜBİTAK Raporu,
TTB Raporu'nda eleştiri konusu edilen ve "ya bunlar doğru de
ğilse" mahiyetindeki spekülasyonlara ve suçlamalara tümüyle
kapalıdır.
225
TTB Raporu
226
kabul edilemez bir davranıştır. TTB Raporu'nun bilimle çelişen
yaklaşımı aşağıda açıklanmıştır.
1. TTB Raporu Uzmanlar Tarafından Hazırlanm
mıştır.
TTB raporunun özü, işletmede kullanılacak olan siya
nür ve işlem sırasında topraktan serbest kalma olasılığı bulunan
metallerin insan ve çevre sağlığı üzerine olumsuz etkileri üzeri
ne kurulmuştur. Raporda sık sık uzmanlığın önemi vurgulan
mıştır. Bu yönüyle dahi rapor, konuda uzman olmayan kişileri
raporu okuyanlara uzman gösterme yanıltması ile başlamakta
dır.
Kimyasal maddelerin insan sağlığı ve çevredeki olum
suz etkilerini inceleyen bilim dalı toksikolojidir. Toksikoloji
gelişmiş bir uzmanlık dalıdır. Evrensel parametreler kullanıla
rak incelenecek olursa açıklıkla görülecektir ki toksikoloji ül
kemizde de bu gelişmeden payını almış ve dünya standartlarını
yakalamış bir bilim alanıdır. Çevreden maruz kalınabilecek
kimyasal maddelerin insan ve çevre sağlığı üzerindeki etkileri
nin değerlendirilmesi dünyanın gelişmiş ülkelerinde
toksikologlar tarafından yapılmaktadır. Ülkemizde de aynı
yöntemin uygulanması gerekir. Toksikoloji yaklaşımı olma
yanların böyle bir değerlendirmede düşebilecekleri yanlışlar,
TTB raporundan örnekler verilerek bu yazının ilerdeki bölümle
rinde açıklanacaktır. Türk Tabipleri Birliği üyeleri içinde de
toksikologlar mevcuttur. TTB Raporu'nu hazırlayan Prof. Zuhal
Amato Okuyan ve Dr. Ümit Şahın toksikolog değildir. Halk
Sağlığı uzmanıdırlar. Doğaldır ki toksikoloji yalnızca üniversi
telerin toksikoloji bölümlerinde çalışanların uğraşabildiği bir
bilim alanı değildir. Dünyada da örnekleri görüldüğü gibi bilim
alanları arasındaki esnek sınırlar gereği çeşitli disiplinlerden bi
lim insanları da toksikoloji konusunda çalışabilirler ve yaptıkla
rı çalışmalar ölçüsünde de toksikolojinin belli konularında uz
227
manlaşabilirler. Ancak bilimin her konusunda olduğu gibi
toksikolojide de uzman olmanın koşulu bu alanda çalışmalar
yapmak ve çalışmaların ürünü olarak da yayın faaliyetlerinde
bulunmaktır. Prof. Zuhal Amato Okuyan ve Dr. Ümit Şahin'in
toksikoloji konusunda yayınlanmış tek bir makaleleri yoktur.
"Web of Science" ve " Pubmed" veri tabanları ile yapı
lan inceleme, söz konusu yazarların kendi alanları olan Halk
Sağlığı alanında da son derece zayıf bir akademik performansa
sahip olduklarını göstermiştir. Yazarlar arasında akademik
kimliği olan yazar olarak Prof. Zuhal Amato Okuyan'ın akade
mik performansı incelendiğinde Türkiye'deki bilgisayarlı to
mografi sayılarını konu alan tek bir uluslararası yayım olduğu
(ne ilk isim ne de sorumlu yazar) ve bu yayının hiç sitasyon al
madığı görülmüştür. Bu akademik performans bugün yürürlükte
olan mevzuatta (29 Haziran 2001 tarihli Üniversitelerarası Ku
rul Kararı) doçentlik için dahi yetersiz olan bir düzeydir. Bir ra
porun inceleme sürecinde yazarların akademik performansları
nın incelenmesi konuya yabancı olanlar için yadırganabilir, an
cak raporda ulaşılan sonuçların güvenilirliğinin anlaşılabilmesi
için, raporun hangi bilgi birikiminin eseri olduğunun bilinme
sinde yarar vardır. Bu yaklaşım gelişmiş ülkelerde bilimsel ra
porların değerlendirilmesinde uygulamanın ilk basamağını o-
luşturur. Hele TTB Raporu'nda olduğu gibi yazarlar bilimsel
likten ve uzmanlıktan sıklıkla söz ediyorsa, bu inceleme kaçı
nılmaz hale gelir. Türk Tabipleri Birliği gibi anayasal bir mes
lek örgütü halk sağlığını ve ülke ekonomisini ilgilendiren bir
konuda kendi adını koyacağı bir rapor hazırlatacaksa bunu ko
nunun uzmanlarına hazırlatması gerekirdi. Toksikoloji konu
sunda uzman olmayanların, yapmağa çalıştıkları toksikolojik
risk değerlendirmesinde genellikle düştükleri yanlış doz faktö
rüne dikkat etmemeleridir. TTB Rapor'unda olduğu gibi, kim
yasal maddelerin adlarından yola çıkarak ulaşılan literatür bilgi
sini, bilgi birikimi ve deneyim süzgecinden geçirmeden, yanlış
228
yorumlamalarla, doz faktörünü dikkate almadan, kıyaslamalar
yapmadan arda arda sıralayarak toksikolojik risk değerlendiril
mesi yapıldığını düşünmek büyük bir yanılgıdır.
2. TTB Raporunda Bilimsel Gerçekler Çarpıtılm
tır.
TTB Raporu'nun daha başlangıcında TÜBİTAK
Raporu'nun bilimsel olmadığı ve taraflı olduğu iddiasıyla suçla
nırken, toksikolojinin temel doğruları ya bilgisizlikten ya da a-
maçlı olarak çarpıtılmıştır. TTB Raporu'nda sıkça başvurulan
bu yöntemin anlaşılması için aşağıda verilen örnek ayrıntılı ola
rak incelenecektir.
TTB Raporu’nun 16. sayfasında aynen şu satırlar yer
almaktadır. "TÜBİTAK Raporu'mmda....... Eşik değer kavramı
nın içeriğini bütünüyle altüst eden, insan sağlığı konusunda en
ufak bir bilgisi olan herkesi dehşete düşüren aşağıdaki gibi
cümlelere yer verilmektedir. ABD Kamu Sağlığı Dairesi, hiçbir
olumsuz sağlık etkisi olmaksızın her gün sürekli alınabilecek si
yanür miktarını 0.05 mg/kg vücut ağırlığı olarak belirlemiştir.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, sudaki siyanürün tamamının
serbest siyanür olduğunu varsayarak 70 kg ağırlığında bir kişi
nin hayatı boyunca her gün Ovacık atık havuzundaki sudan bir
defada 3.5 litre içse bile olumsuz bir etkisi olmayacaktır. Kuş
kusuz yukarıda verilen gibi bir eşik değer bu tür toksik madde
ler için her giin alınabilecek (neredeyse tavsiye edilen!) bir
miktar değil, kesinlikle aşılmaması gereken en üst madde kon
santrasyonunu ifade eden yukarıdaki cümle, kavramı bütünüyle
deforme etmekte ve yanıltma amacı gütmektedir"
TTB Raporu'ndan olduğu gibi alınan yukarıdaki cümle
bu raporda sıklıkla kullanılan bir yöntemi sergilemektir. Bu
yöntem; Önce temel bir kavramın çarpıtılması, daha sonra da
"insan sağlığı konusunda en ufak bir bilgisi olan herkesi deh
229
şete düşüren" gibi saldırgan ifadelerle konuya yabancı olanları
sağlıkçı olma ve akademik unvan taşıma gibi faktörleri de kul
lanarak ikna etmeye çalışmakla karakterizedir. Konuyu incele
meye başlayalım.
1. TÜBİTAK Raporu'nun Prof. Dr. Fehim Üçışık tara
fından hazırlanan ve söz konusu raporda Ek 1 olarak nitelenen
bölümünde, bir kaynaktan alındığı tahmin edilen "ABD Kamu
Sağlığı Dairesi, hiçbir olumsuz sağlık etkisi olmaksızın her gün
sürekli alınabilecek siyanür miktarını 0.05 mg/kg vücut ağırlığı
olarak belirlemiştir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, sudaki si
yanürün tamamının serbest siyanür olduğunu varsayarak 70 kg
ağırlığında bir kişi hayatı boyunca her gün Ovacık atık havu
zundaki sudan bir defada 3.5 litre içse bile olumsuz bir bir etki
si olmayacaktır. " ifadesi yer almaktadır. Bu ifadenin eleştirile
cek tek yanı alınan kaynağın bildirilmemiş olmasıdır. Dünya
Sağlık Örgütü’nün siyanür için belirlediği ADI (Accceptable
Daily Intake-günlük alınmasına izin verilen miktar) değerinin
0.05 mg/kg olduğu dikkate alındığında bu ifade tümüyle doğru
bir anlatımdır. Aşağıda bilimsel olarak kanıtlanacağı gibi doğ
ruluğu bu kadar kesin bir ifade için TTB Raporu yazarlarının
"insan sağlığı konusunda en ufak bir bilgisi olan herkesi deh
şete düşüren" ve "..kavramı bütünüyle deforme etmekte ve ya
nıltma amacı gütmektedir" gibi ifadeler kullanmaları, TTB
Raporu'nun yanıltıcı niteliğini ortaya koymaktadır.
2. Yukarıda belirtildiği gibi Siyanürün ADI değeri 0.05
mg/kg dır. Bu Dünya Sağlık Örgütü bünyesinde oluşturulan ve
JECFA (Joint FAO/WHO Expert Committee on Food
Additives) olarak adlandırılan uzmanlar komitesince 1965 yı
lında tespit edilmiş, bugün de geçerliliğini koruyan bir değerdir
( 5 ). İlgili komite bu değeri saptarken bu konuda yapılan bilim
sel araştırmaları değerlendirmiş ve aşağıdaki hesaplama ile so
nuca ulaşmıştır.
230
ADI değerlerinin hesaplanması, toksisite test sonuçları
nın ve eğer varsa epidemiyolojik verilerin değerlendirilmesi ile
yapılır. Toksisite testleri ulusal veya uluslarası nitelikteki
akredite laboratuvarlarda yapılır. En az iki tür deney hayvanı
grubu, test' edilecek kimyasala yaşam sürelerinin önemli bir
bölümünü (%70- 80 ininden az olmamak üzere) kapsayacak şe
kilde manız bırakılır. Olası tüm toksik etkiler ve doz-cevap iliş
kisi bir protokol dahilinde incelenilir. Bu testler sonunda NOA-
EL (Non Observed Adversed Effect Level-Hiçbir Ters Etki Gö
rülmeyen Doz Seviyesi) saptanır. NOAEL değeri deney hay
vanlarından elde edilen bir değer olduğu için, insanda kullanıl
maz bu değer Emniyet Faktörü (SF) olan 100'e bölünerek ADI
değerine ulaşılır. Diğer bir deyişle deney hayvanlarında hiçbir
etki göstermeyen dozun yüzde biri insanda güvenli doz olarak
kabul edilir. Bugüne kadar günlük hayatta aldığımız binlerce
maddenin ADI değerleri saptanmıştır ve bunlar güvenilir de
ğerlerdir. Sağlıklı gıda maddeleri, üretim ve tüketim koşullarını
belirleyen "gıda kodeksleri" ve çevre korunması ile ilgili yasal
düzenlemelerde bu değerlere başvurulur ( 6 ).
Siyanürün NOAEL değerinin saptanması için siyanürle
ilgili yapılan çok sayıdaki kronik toksisite çalışması incelenmiş
ve NOAEL değeri 10.8 mg/kg/gün olarak saptanmıştır (7,8).
Diğer bir deyişle deney hayvanlarına, ortalama yaşam süreleri
nin en az 70-80 i kadar sürede hergün aksatmadan HCN veril
miş, tüm organları toksisite yönünden incelenmiş ve 10.8
mg/kg/gün doz ve aşağısında hiçbir toksik etki gözlenmemiştir.
Doz 30 mg/kg/gün'e yükseltildiğinde vücut ağırlığında ve tirok
sin seviyesinde azalma ve myelin dejenerasyonu gözlenmiştir.
NOAEL'den ADI değerine geçmek için, NOAEL değeri emni
yet faktörü olan 100'e bölünür.
231
10.8
ADI=---------------------------- = 0.1 mg/kg/gün
Emniyet Faktörü (İOO)
Ancak deney sırasında ki veriliş yolu ile gerçek hayat
taki alım senaryoları arasında farklar olabileceği düşünülerek
insana fazladan bir koruma getirmek amacıyla Değişim Faktörü
(MF) kullanılmış ve sonuçta ADI değeri = 0.05 mg/kg olarak
belirlenmiştir.
Bu hesaplamadan anlaşılacağı gibi deney hayvanları
yaşam sürelerinin tamamına yakın sürede her gün aldıktan 10.8
mg/kg dozda herhangi bir toksik etki göstermemişlerdir. Buna
karşın, bu değer insanda uygulanmamış çok geniş bir emniyet
faktörü kullanılarak bu değerin 200 de biri insanlar için güvenli
kabul edilmiştir. Siyanür gıdalarda çok sık bulunan bir madde
olmasına ve bu değerin tespitinden günümüze 35 yıl geçmiş
olmasına karşın insanlarda siyanürün ADI değerinin değiştiril
mesini gerektirecek bir bulguya rastlanmamıştır. Yukarıda a-
çıklanan tarzda uluslararası bir bilimsel komisyonun bilimsel
verileri kullanarak ortaya çıkardığı ve uluslararası bazda kabul
görmüş bir standart değerini, hiçbir bilimsel veriye dayanma
dan, kişisel bazda tartışmaya açabilmek için bilgisizlikten kay
naklanan bir cesaret sahibi olmak gerekir. TTB Raporu'nda da
yapılan budur. Doğaldır ki kimyasal maddelerin ADI değerleri
zaman içinde değişmez değildir. Bilimsel gelişmelere göre, eğer
gerek görülürse, uzmanlar komitesi vakit geçirmeden toplanır,
söz konusu madde için ADI değerini düşürme, bazı durumlar da
arttırma yönünde kararlar alır.
Siyanürün ADI değerinin 0.05 mg/kg olduğunu dikkate
alırsak, 70 kg lık bir insanın günde 70 x 0.05= 3.5 mg miktarın
da siyanürü alması halinde herhangi bir sağlık sorunu ile karşı
laşmayacağını söyleyebiliriz. Atık baraj ındâki siyanür konsant
rasyonunun 1 mg/lt (1 ppm) olması durumunda TÜBİTAK
232
Rapor'unda yer alan ifadenin doğru olduğu anlaşılacaktır.
Tabiki bu, TTB raporu yazarlarının anlamaya çalıştığı gibi, in
sanlara atık su barajından su içmeyi öneren bir ifade değildir.
Toksikolojik risk değerlendirmesinin bölümleri olan risk algı
lama ve risk iletişiminde, konunun kavranmasına yardımcı ol
mak üzere kullanılan kıyaslama yöntemine bir örnektir.
3. Yukarıdaki açıklamadan sonra TTB Raporu'nda
alan ifadelerin yanlışlarını ve çarpıtmalarını incelemeye devam
edelim.
TTB Rapor’unda, TÜBİTAK Raporu'nda yer alan ve
inceleme konumuz olan ifadeye atıfla bunun "eşik değer kav
ramının içeriğini tümüyle altüst ettiği" iddia edilmiştir. Konu
nun yabancısı olanlar tarafından bir uzman görüşü gibi algıla
nan bu 6 kelimelik ifade dahi yazarların konu hakkındaki yü
zeysel ve temelsiz bilgilerini ortaya koymaktadır. Şöyle ki;
TÜBİTAK Raporu'nda yer alan ifade ADI değeri ile ilgilidir.
Toksikolojide eşik (threshold) doz ve Eşik Sınır Değer
(Threshold Limit Value-TLV) gibi tanımlar vardır ancak bun
lardan ilki yukarıda açıklanan NOAEL benzeri bir dozu, İkincisi
ise işyerlerinde kullanılan zararlı kimyasalların çalışma orta
mındaki izin verilen en yüksek miktarını belirler. Yazarlar ku
laktan dolma bilgi ile ADI tanımına kendilerince bir isim uy
durmuşlardır.
TTB Raporu, yazarlarının "Risk Kavramına Halk Sağ
lığı Alanında Çalışanlar Nasıl Bakmakta" gibi iddialı bir başlık
altında bir oradan, bir buradan kaynak göstermeden aldıkları
cümlelerden oluşan bir bölüm de içermektedir (sayfa 22-23).
Bir cümleden onunla alakasız olan İkincisine atlayan söylenen
leri, literatür bilgisi ve/veya örneklerle açıklamayan bu metin,
yazarların konulan çarpıtma üslubunu yansıtmaktadır. Örneğin
"Öte yandan tehlikesiz olarak bilinen bir çok maddenin sağlık
üzerinde zararlı etkisi olabileceği de unutulmamalıdır" denile
233
rek, raporu okuyanlarda "demek bir madde için zararsız da de
nilse inanmayalım" etkisi yaratılmaya çalışılmaktadır. Bazı
kimyasalların toksisitesi hakkındaki bilgilerimizde eksiklikler
vardır. Bu eksikliklerin tamamlanması için de toksikologlar ta
rafından sürekli araştırmalar yapılmaktadır. Ancak bunu anlat
mak için akademisyen kimliğinde olan bir kişinin seçtiği ifade
15 kelimelik anlamsız bir cümle olmamalıdır.
TTB Raporu'nun 22 -27. sayfalarında " Siyanür ve Di
ğer Kimyasal Atıkların İnsan Sağlığı Üzerine Etkileri" başlığı
altında siyanür, arsenik, kadmiyum, krom, kurşun, civanın
toksik etkilerine ait literatür bilgisi kaynak gösterilmeden ard
arda sıralanmıştır. Bu literatür bilgisi bir uzman tarafından sis
tematik olafak ele alınıp yorumlanmadığı için raporu okuyan ve
konuya yabancı olanlar için bir dehşet senaryosu çağrışımı
yapmaktadır. Bunu siyanür örneği ile açıklamaya çalışalun. Si
yanür kullanımı dışında, altın madenciliği diğer madencilik faa
liyetleri ile benzer riskleri taşır. Diğer bir deyişle altın madenci
liğinde siyanür kullanılmasaydı bu faaliyet kamuoyu gündemine
girmeyecek, çevre ve insan sağlığı yönünden konuya ilgi, diğer
madenlere gösterilen düzeyde olacak idi. O halde başlangıçta
konunun siyanür odaklı incelenmesi ardından metaller yönün
den değerlendirilmesi yararlı olacaktır.
Siyanür, toksisitesi yıllarca önce tamamıyla aydınlatıl
mış bir maddedir. Siyanürün toksisitesi akut toksisite ile sınırlı
dır. Kronik toksisitesi ise pratikte toksikologlarca ihmal edile
bilecek düzeyde olarak değerlendirilmektedir. Siyanür’ün kro
nik toksisitesinin, toksikologlar tarafından pratikte ihmal edilir
düzeyde kabul edilmesinin nedeni, siyanürün kronik etki göste
rebilmesi için gerekli olan ve her gün alınması gereken dozu
nun, bir defada ölüme neden akut doza çok yakın olmasıdır. Di
ğer bir deyişle akut etkiler gözlenmeden, kronik etkilerin geliş
me olasılığı pratik olarak son derece zordur. Bu özelliği nede
234
niyle de siyanür, toksisitesi henüz tam olarak aydınlatılmamış
olan ve önemli kronik toksisiteye sahip, bazı endüstriyel kimya
sallara kıyasla risk yönetimi çok daha kolay olan bir kimyasal
dır.
Erişkin bir insan, bir defada 200-300 mg potasyum ve
ya sodyum siyanürü ağız yoluyla alırsa bir kaç dakika içinde ö-
lür (akut toksisite). Yine solunan havada 100 ppm (112 mg/m3)
konsantrasyonunda siyanür mevcut ise bu havanın bir saat so
lunması durumunda, 300 ppm (330 mg/m3) konsantrasyonunda
siyanür mevcut ise bu havanın bir kaç dakika solunması duru
munda bu havayı soluyan insan ölür (9). Deney hayvanlarından
elde edilen sonuçlarla göre, bir değerlendirme yapılırsa; (Akut
toksisite verilerinin aksine siyanür için insanda kronik toksisite
ile ilgili bir veri yoktur) siyanüre günde vücut ağırlığı başına 10
mg'dan (anyon olarak) fazla miktarlarda uzun süreler manız ka
lınırsa vücut ağırlığında ve tiroksin seviyesinde azalma ve
myelin dejenerasyonu ile karakterize kronik toksisite gözlenme
olasılığı vardır (8). Ancak yukarıda izah edildiği gibi kronik
toksisite belirtileri görülmeden bu durumun gerçekleşmesi pra
tik olarak son derece zordur.
Altın madenciliğinde siyanür kullanımın yarattığı sağlık
riski araştırılacaksa öncelikle, incelenen işletmenin uyguladığı
teknoloji sonunda ortamdaki siyanür konsantrasyonunun
toksisite riski yaratacak değerlere ulaşılıp, ulaşılamadığının be
lirlenmesi gerekir. Ardından elde edilen değerler uluslararası
standartlarla karşılaştınlarak bir sonuca varılır. TÜBİTAK Ra
poru böyle bir yaklaşımın ürünüdür. TTB Raporu'nda ise uygu
lanan teknoloji ve ortamdaki kimyasal konsantrasyonları hiç
dikkate alınmadan akut veya kronik toksisiteye yol açacak siya
nür konsantrasyonlarının ortamda her an mevcut olduğu varsa
yılmıştır.
235
Günümüzde kimyasal madde kullanımında risk yöneti
mi kavramına yabancı olanlar belli bir dozda bile olsa, bir insa
nı öldürme potansiyelinde olan bir kimyasalın kullanımına karşı
çıkabilirler. Ancak daha önce ayrıntılı olarak açıklandığı gibi
modem yaşamda bir kimyasal denizinin içine yaşıyoruz. Kul
landığımız her kimyasal belirli dozlarda insanı öldürme potan
siyeli taşır. Bununla ilgili binlerce örnek vermek mümkündür.
Çok yaygın kullanılan bir ilaçtan yola çıkarak konuyu açıklaya
lım.
Parasetamol, dünyada en fazla kullanılan ağrı kesici i-
laçlar arasındadır. Ülkemizde de 128 adet değişik preparatı
mevcuttur. Bu ilaç erişkinlerde günde 2 grama kadar olan kulla
nımda son derece güvenli bir ilaçtır. Ancak doz 10 gramı aştı
ğında karaciğer hasarına bağlı ölüm olayı görülebilir.
Parasetamol'ün yüksek dozda alımına bağlı olarak hastane baş
vurusu sayısı İngiltere yılda 40 000'e ölüm vakası ise 100-150
ye kadar yükselmiştir. Daha sonra her paketteki tablet sayısının
azaltılması ve gerekli uyarıcı etiketlemeyle bu zehirlenme sayı
ları süratle düşürülmüştür (10). 1960’lann başlarında ABD'de
yılda 140 civarında aspirin zehirlenmesine bağlı çocuk ölümü
görülürken, 1987 yılında bu sebebe bağlı çocuk ölümü görül
memiştir (11). Akut aspirin zehirlenmesinde hedef kitle olan
çocuklara yönelik zor açılan ambalaj kapağı uygulaması bu ba
şarıyı getirmiştir.
Yukarıda verilen örnek ile anlatılmaya çalışılan günlük
hayatımıza girmiş birçok kimyasalın dahi rastgele ve amacı dı
şında kullanımda toksisite oluşturabileceği gerçeğidir. Risk de
ğerlendirilmesi sonucunda kabul edilebilir bir risk taşıdığı be
lirlenen bir kimyasalın, kaza sonucu zehirlenmeye neden olabi
lir korkusu ile gerekli koruyucu ve akılcı bilimsel önlemleri al
mak yerine kullanımının yasaklanması, günümüz biliminin ka
bul edemeyeceği bir davranıştır. Eğer bu yaklaşım benimsen-
236
şeydi bugün kullandığımız ilaç, tarım ilacı ve endüstriyel kim
yasalların önemli bir bölümünü kullanmamamız gerekirdi. Bu
da bugün modem dünyanın ulaştığı yaşam kalitesinin çok altın
da bir yaşam kalitesi ve bugün 70'leri aşan ortalama yaşam
beklentisinin çok altında bir ortalama yaşam süresi anlamına
gelirdi. Hele bilgi noksanlığı sebebiyle dünyadan kopuk olarak
yasaklamaların ülke bazında yapılması, söz konusu ülkeyi dün
ya standartlarından koparır ve ekonomisini dünya ile rekabet e-
demez hale getirir.
Dünyada kaynakları sonsuz olan hiçbir ülke yoktur. Ka
rar verici organların kaynakları verimli kullanmalarının ön şartı
kararlarını bilimsel verilerle yapılan değerlendirmelere dayan
dırmalarıdır. Kimyasal kullanımında risk değerlendirmesi bu
yönden son derece önemlidir. Rasgele bir yaklaşımla önemli bir
riskin gözardı edilmesi toplum sağlığına ve çevreye önemli za
rarlar vereceği gibi, kabul edilebilir düzeyde bir riskin abartıla
rak yanlış yönlendirmeler yapılması, kaynakların yanlış kulla
nılmasına ve ekonomik kayıplara yol açmaktadır. Kaynakların
sınırlı olduğu dikkate alındığında bu ekonomik kayıplar güçsüz
bir ekonomik yapıyı beslemektedir. Güçsüz bir ekonomik yapı
da sağlık hizmetlerine ve çevreye gerekli yatırımların yapıla
madığı da dikkate almdığmda kimyasalların değerlendirilme
sindeki bilim dışı uygulamalar öncelikleri şaşırtarak kaynakları
tüketmekte bu da halk sağlığı ve çevrenin korunmasında olum
suz bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde günümüz
teknolojisinden yararlanılarak risklerin azaltılması ve teknolojik
uygulamalara karşın, riskleri kabul edilemez düzeyde olanların
yasaklanması önümüzdeki tek alternatiftir.
Yukarıda verilen bilgiler ve değerlendirmeler ışığında
Eurogold Ovacık Altın Madeni'nde siyanür kullanılmasını
toksikolojik risk yönünden inceleyelim ve TTB raporundaki bi
lim dışı saptamaları vurgulamaya devam edelim.
237
Ovacık Altın Madeni Atık Havuzundaki Siyanür Kon
santrasyonu: Projede atık havuzuna verilen atık sudaki siyanür
konsantrasyonu 1 ppm= mg/lt olarak öngörülmüştür. Yapılan
deneme üretiminin sonunda da bu değerin 0.5 ppm düzeyinde
gerçekleştiği saptanmıştır. Bu konsantrasyonun toksikoloji bi
limi yönünden ne anlama geldiğini açıklayalım.
Doğumdan ölüme kadar her insanın hergün kullandığı
maddeleri kapsadığı için gıda kodeksleri her ülkede insan sağlı
ğını korumak amacıyla en titiz hazırlanan sağlık dokümanları
dır. Bu dokümanların arkasında günümüz bilim ve teknolojisi
ile yapılan onbinlerce bilimsel çalışma yatmaktadır. Ülkemizde
de Dünya ülkeleri ile uyumlu ve 1997 yılında yürürlüğe giren
"Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği" mevcuttur (4). Bu yönetme
likte, gıdalarda bulunmasına izin verilen siyanür limit değerleri
meyve sulan için, 1 mg/kg = 1 ppm (Ovacık atık havuzu siyanür
konsantrasyonunun 2 katı), çekirdekli meyve konserveleri için,
5 mg/kg (Ovacık havuzu konsantrasyonunun 10 katı), nugatlar
ve badem ezmeleri için 50 mg/kg (Ovacık atık havuzu konsant
rasyonunun 100 katı), içme suyu için ise 0.05 mg/kg (Ovacık a-
tık havuzu konsantrasyonunun onda biri) olarak belirlenmiştir.
Bu konudaki doküman ekte sunulmuştur (Ek 2).
Dünya standartlan ile uyumlu bu gıda limit değerleri ile
Ovacık havuz suyu siyanür değerleri karşılaştırılarak yapılan
yukarıdaki kıyaslama dikkate alınırsa, TTB Raporu'nda ileri sü
rülen iddialann geçerliliği kolaylıkla değerlendirilebilir. Bu ko
nuda ciddiye alınabilecek tek bir iddia olabilir. O da atık havuzu
siyanür konsantrasyonlarının gerçeği yansıtmadığı, üretici fir
manın herkesi kandırdığı iddiasıdır. Bu iddianın da doğru olup
olmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. Daha öncede belirtildiği gibi
siyanür analitik yöntemlerle ölçümü en kolay olan kimyasallar
arasındadır. Bu ölçümler yaptırılarak konu üzerindeki tartışma
lar sonlandırılabilir.
238
Ciddiye alınması gereken bir diğer iddia da siyanürün
daha konsantre hatta saf halde bulunduğu taşıma ve depolama
gibi safhalarda karşılaşılabilecek kaza riskidir. Tehlikeli mad
delerin taşınması, depolanması ile ilgili uluslararası düzenle
meler ülkemiz de uygulanmakta ve siyanür ve diğer çok sayıda
tehlikeli kimyasalın bu arada akaıyakıt gibi parlayıcı ve patlayı
cı maddelerin taşınması ve depolanması bu yasal düzenlemeler
çerçevesinde yapılmaktadır.
Her faaliyette, ihmaller ölçüsünde artan ve alman ko
runma önlemlerinin etkinliği ölçüsünde de azalan bir kaza riski
vardı. Bir işletmede insan sağlığını ve çevreyi tehdit eden kaza
risklerinin araştırılması ihtimaliyet risk değerlendirmesi adı ve
rilen bir yöntemle yapılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde çok yaygın
olan bu uygulama henüz ülkemizde bilinmemekte ya da bilinse
de ilgi gösterilmemektedir. Dünyada ihtimaliyet risk değerlen
dirmesi çalışmaları bağımsız risk değerlendirme şirketlerine
yaptırtılmaktadır. Eurogold Ovacık Maden İşletmesi kaza riski
nin boyutunun belirlenmesi için bir bağımsız değerlendirme ku
ruluşuna iki çalışma yaptırtmıştır. Çalışmalardan biri işletmede
siyanür kullanımının yarattığı riskin değerlendirilmesi (12) di
ğeri ise, atık havuzunun oluşturduğu riskin değerlendirilmesi
(13) çalışmalarıdır. Bu iki çalışmada da en kötü senaryolarda
riskler sayısal rakamlar ile ifade edilerek hesaplanmış ve ihmal
edilebilir düzeyde oldukları sonucuna varılmıştır.
TTB Raporu'nda her biri birer önemli toksik madde o-
lan arsenik, kadmiyum, krom, kurşun, cıva gibi metallerin cev
herde altm ile birlikte bulunduğu ve işlem sırasında topraktan
serbest hale geleceği bunun da çevre ve insan sağlığı için risk
oluşturacağı ifade edilmiştir. Sözü edilen toksik kimyasalların
yaratacağı riski belirlerken de yukarıda defalarca vurgulandığı
gibi işe, öncelikle işlem sırasında ve sonunda bu metallerin or
tamdaki konsantrasyonlarının ne olduğunun tespitinden başla
239
mak gerekir. Bu metaller de çevrede sürekli maruz kaldığımız
maddelerdir. Söz konusu metallerle ilgili işyerlerinde çalışanlar
konunun dışında bırakılırsa genel popülasyon için başlıca
maruziyet kaynağı gıdalar ve çevre kirliliğidir. Yine "Türk Gıda
Kodeksi Yönetmeliği’nde çok çeşitli gıdalar için bu metallerin
ADI değerleri ve tüketim kalıpları dikkate alınarak limit değer
leri tespit edilmiştir. Uzun bir liste olduğu için bu yazı metninde
yer almayan değerler ekte sunulmuştur (Ek 3)
TÜBİTAK Raporu 'unda çevre, çevre kimyası, cevher
hazırlama ve hidrojeoloji uzmanlarının raporlarında (TÜBİTAK
Raporu Ekler 2, 3, 4, 6) bilimsel verilere dayanılarak; Ovacık
altın cevherdeki toplam ağır metal içeriğinin benzer maden ya
taklarına oranla son derece düşük olduğu, cevherin tamponlama
(alkali) özelliğinin yüksek olduğu, bu özellikler nedeniyle de a-
tık havuzundaki sıvı fazda metal konsantrasyonlarının çok dü
şük seviyede kalacağı bildirilmiştir. Raporda ayrıca deneme ü-
retimi sonunda atık havuzunda yapılan ölçümlerin bu öngörüleri
doğruladığı ifade edilmektedir.
1999 yılındaki TÜBİTAK raporunun ardından işletme
de deneme üretiminin sürdürüldüğü dikkate alınarak Normandy
Madencilik Şirketi'nden siyanür ve metallere ait günlük çevresel
değerler talep edilmiş ve ekte sunulan analiz raporlan tarafıma
gönderilmiştir (Ek 4). Bağımsız bir laboratuar ve Sağlık Bakan
lığı İzmir Bölge Hıfzısıhha Enstitüsü Müdürlüğü, Çevre Sağlığı
Bölümü Atık Su Laboratuarı tarafından yapılan analiz sonuçlan
incelendiğinde, 2001 Haziran ayının çeşitli tarihlerinde yapılan
analizlerde atık su siyanür konsantrasyonlannın 0.19-0.41 mg/lt
arasında değiştiği saptanmıştır. Atık havuzu serbest metal kon
santrasyonları ise arsenik için 0.00S-0.016 mg/lt mertebesinde
dir. Atık havuzunda antimon konsantrasyonu ise < 0.5 mg/lt o-
larak saptanmıştır, kadmiyum, krom, bakır, kurşun, cıva, nikel,
çinko metalleri konsantrasyonları tayin limiti olan 0.001
240
mg/lt'nin altındadır. Bu rakamların TÜBİTAK Raporu'ndaki
saptamalarla uyumlu olduğu anlaşılmaktadır. Yazının başında
belirtilen kıyaslama yöntemimi, metaller için de tatbik edebili
riz. Bu amaçla ekte sunulan (Ek 3) gıda maddelerindeki izin ve
rilen metal'kalıntı limitlerini atık barajı değerleri ile kıyasladı
ğımızda söz konusu değerlerin toksikolojik yönden önemsiz ol
duğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Tesisteki çevresel ölçümlerin bir
izleme programı çerçevesinde rutin olarak yapılması ve sonuç
ların değerlendirilmesi, bu konuda yapılan spekülatif tartışmala
rı önleyecektir.
SONUÇ:
Siyanür liç yöntemi kullanılarak yapılan altın madenci
liği konusunda hazırlanan TÜBİTAK ve Türk Tabipleri Birliği
Raporları Toksikoloji yönünden incelendiğinde aşağıdaki hu
suslar saptanmıştır.
1. TÜBİTAK Raporu'nda insan ve çevre sağlığı için
risk teşkil eden zararlı kimyasallar için uluslararası kuruluşlarca
konulmuş bulunan ve toksikoloji çalışmalarının ürünü olan
standart değerler dikkate alınarak, Ovacık Altm Madeni'ndeki
risklerin arıtma ve diğer mühendislik uygulamalarından sonra
kabul edilir düzeye indirilip indirilmediği araştırılmıştır. Ulusla
rarası Standard değerlerin doğruluğunu tartışma konusu yapma
dan, ortamda mevcut zararlı kimyasal konsantrasyonlarından
yola çıkılarak ve bilimsel metodoloji kullanılarak yapılan de
ğerlendirme bilimsel ve akılcı bir yaklaşımdır. Ulaşılan sonuçlar
toksikoloji biliminin temel ilkeleri ile uyumludur.
2. TTB Raporu, TÜBİTAK raporunun aksine bilimsel
metodoloji uygulanmadan yazılmış, spekülasyonlar üzerine ku
rulmuş bir rapordur ve bilimsel olma iddiasında olmasına karşın
herhangi bir bilimsel geçerliliği yoktur. Raporun konunun uz
manlarınca yazılmaması, raporun hazırlanmasında bilimsel
241
metodolojinin kullanılmaması, raporda toksikoloji biliminin
temel gerçeklerinin çarptırılarak okuyanların yönlendirilmeye
çalışılması dikkati çekmektedir. Raporun bu yapışma ait örnek
ler bu yazının önceki sayfalarında ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
KAYNAKLAR:
1. EUROGOLD Ovacık Altın Madeni. TÜBİTAK-
YDABÇAG Değerlendirme Raporu. Ekim 1999.
2. Türk Tabipleri Birliği, Siyanür Liçi Yöntemiyle Ya
pılan Altın Madenciliğinin İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri ve
Bergama-Ovacık Altın Madeninin Yaratacağı Risklerin Değer
lendirilmesi Raporu. Mart 2001.
3. Klaassen C.D.( Ed): Casarett & Doull’s Toxicology.
The Basic Science of Poisons. 5. Baskı McGraw-Hill, New
York (1966).
4. Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği. T. C. Resmi Gaze
te. 16 Kasım 1997.
5. UN. Food and Agricultural Organization Web Sayfa
sı.
http://apps.fao.org/CodexSvstem/pestdes/pest ref/pıfe
45.htm
6. Benford D.: The Acceptable Daily Intake: A Tool for
Ensuring Food Safety. International Life Science Institute-
Europe. ELSI press. Brussels. (2000).
7. Agency for Toxic Substances and Disease Registry
Web Sayfası. (Public Health Statement. Cyanide).
http://www.atsdr.cdc.gov/ToxProflles/Dhs8812 .html
8. US. Environmental Protection Agency Web Sayfası
(İRİS Substance file-Cyanide free)
242
http://www.epa.gov/ngispgm3/iris/subst/0031 .htm
9. Ellenhom M.J., Barceloux D .G.: Medical
Toxicology. Diagnosis and Treatment of Human Poisoning.
Elseveir Science Pub. Co. New York. p. 830 (1988).
10. Anonymous: UK reduces paracetamol pack sizes .
SCRIP. No 2262/63., (1997).
11. Klaassen G.: Principles of Toxicology. in
Pharmacological Basis of Therapeutics" G.A. Godman., et al
(eds). p .49-61. Pergamon Press. New York (1990).
12. Report on Probabilistic Risk Assessment Ovacık
Mine Cyanide Cycle. Turkey. Golder Associates (UK) Ltd.
December 1998.
13. Report on Probabilistic Risk Assessment Ovacık
Mine Tailings Dam. Turkey. Golder Associates (UK) Ltd.
December 1998.
EKLER:
1. "Kimyasal Bileşiklerin Risk Değerlendirmesi. Altın
Madenciliğinde Siyanür Kullanımı " isimli Türk Toksikoloji
Demeği yayınının risk ile ilgili bölümleri.
2. 16 Kasım 1997 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan "
Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliğinde yer alan gıdalardaki siya
nür limitleri tablosu.
243
3. 16 Kasım 1997 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan "
Tüsk Gıda Kodeksi Yönetmeliğinde yer alan gıdalardaki metal
kalıntı limitleri tablosu.
4. Ovacık Altın Madeni Haziran 2001 günlük çevresel
ölçüm değerleri,-
244
T.C. İZMİR 1. İDARE MAHKEMESİ
BAŞKANLIĞI'NA{PRIVATE}
BİLİRKİŞİ RAPORU
1. GİRİŞ
245
Söz konusu ÇED raporu, Bakanlık tarafından kapsamlı
bir incelemeye alınmış ve bu incelemelerde 1993 yılında
yayınlanan ÇED Yönetmeliği hükümleri de dikkate alınmıştır.1
Bu inceleme ve değerlendirmelerin neticesinde, T.C. Çevre
Bakanlığı, 19.10.1994 tarih ve B.19.0.ÇED.0.12.00.02/00665-
1121-6137 sayılı yazınm ekinde yer alan taahütname şartlarının
yerine getirilmesi kaydıyla, anılan faaliyetin gerçekleşmesinde bir
sakınca görmemiştir.
246
incelenmesi ile dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden
yararlanmak suretiyle tespit edilmesi istenmiştir.
1.4. Keşif
247
Fakültesi Toprak Bölümü öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Hüseyin
Tuncay ve Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Koruma
Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ersin Onoğur’dan oluşan Bilirkişi
Heyeti tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu Bilirkişi Heyeti'nin
hazırlamış olduğu 23.05.1995 tarihli raporda, dava konusu altın
madeninden kaynaklanabilecek toz emisyonlarına ağırlık
verilerek, "Ovacık altın madeni işletmesi gerek doğal çevre ve
gerekse bölge tarımsal üretiminde önemli olan zeytin
yetiştiriciliğine zarar verebilecektir" sonucuna varılmıştır.
2 Bilindiği Üzere, Ülkemiz gündemine 1990'li yılların başmda girmiş olan altın
madeni projeleri, zenginleştirmeaşamasında kullanılan sodyum siyanür
(NaCN) nedeni ile kamuoyu ve basında geniş bir yer bulmuştur. Bu geniş
ilgi, bir yandan konuya verilen önem ve hassasiyetin artmasına sebep
olurken, diğer taraftan konu hakkında sınırlı bilgi sahibi olan pek çok kişi,
248
1.6. ÇED Raporu
• Mekansal Sınırlar
Bu bağlamda, projeden doğrudan etkilenecek yakın
çevre (açık ocak, cevher işleme tesisi, atık havuzu alanı, yollar
vb.) ve dolaylı olarak etkilenebilecek alanların net bir biçimde
tanımlanması gerekmektedir.
• Zaman Sınırlan
249
Tüm dünyada kabul gören çevresel etki değerlendirmesi
esaslarına göre, yatırım projelerinin olası çevresel etkileri ile bu
etkilerin süresi değişik proje aşamaları için ayrı ayrı
incelenmelidir. Buna göre, madencilik faaliyetleri, "işletme
öncesi", "işletme" ve "işletme sonrası" olmak üzere üç değişik
proje aşamasında irdelenmelidir.
• Çevresel Kaynaklar
Önerilen proje kapsamındaki faaliyetlerin gerek biyo-
fiziksel (hava, su ve toprak) kaynaklan ve gerekse sosyo
ekonomik çevre üzerindeki tüm olası etkileri irdelenmelidir.
2. İNCELEME VE TESPİTLER
250
Bilirkişi raporumuzun bu bölümünde, öncelikle projenin
gerçekleştirileceği alanın konumu, doğal yapısı ve bugünkü
yararlanma şekli ile ilgili bilgiler verilmiştir (Bölüm 2.1). Daha
sonraki kısımlarda ise Ovacık altın madeni projesinin
yaratabileceği çevresel etkiler irdelenmektedir. Bu
değerlendirmeler, Bölüm 1.6'da anlatıldığı gibi, "işletme öncesi",
"işletme" ve "işletme sonrası" aşamaları için ayrı ayrı yapılmıştır
(Bölüm 2.2, Bölüm 2.3 ve Bölüm 2.4). Planlanan projenin sosyo
ekonomik etkileri ise Bölüm 2.5'de irdelenmiştir.
251
sınıflara dahildir. Eğimi %3-5 arasında değişen İÜ. smıf
topraklarda, erozyon sınıfı 1 ile 3 arasındadır. İnkaya ve Ayı
kayasının kuzeybatı eteklerinde yer alan %20 eğimli VI. smıf
alanlar ise erozyona eğilimli sığ alanlardan oluşmaktadır. Altın
zenginleştirme tesisi ile atık barajı şeddesinin yer alacağı toprak
alanları IH. smıf olup, baraj sahası yamaçlara doğru çıkıldıkça IV.,
V. ve VI. smıf toprak özellikleri göstermektedir. Köy Hizmetleri
Genel Müdürlüğü'nün talebi üzerine, proje sahasında kalan 12.400
m2'lik yağışa bağımlı II. smıf tarım arazisinin tarım dışı amaçla
kullanılmayacağı taahhüt edilmektedir. Halihazırda, Eurogold
tarafından ruhsatı alınmış olan maden sahasında tarımsal bir
faaliyet yapılmamaktadır.
252
• Cevher işleme tesisinin kurulması
• Yardımcı birimlerin inşaatı
■ Ulaşım ve nakliye yollarının inşaatı
• Eneıji ve su temini sistemlerinin kurulması
2.2.2. Değerlendirme
253
kirliliğinin önemli çevresel etkiler yaratması beklenmemektedir.
Benzer şekilde, işletme öncesi faaliyetlerden kaynaklanabilecek
evsel ve diğer atıksulann önemli sayılabilecek boyutlarda su
kirliliği problemleri yaratmayacağı kabul edilmektedir.
2 3 . İşletme Aşaması
254
Yukarıdaki faaliyetlerin gerçekleştirileceği konvansiyonel
siyanür liçi prosesine dayalı Ovacık altın madeni projesinin
işletme aşamasında doğabilecek başlıca çevresel etkiler aşağıda
sıralanmıştır.
• Yeraltı işletmeciliği
- Yüzey ve yeraltı suyu üzerine olabilecek etkiler
- Tasmanlar (bkz. işletme sonrası etkiler)
- Yan kayaçlann bertarafı ile ilgili etkiler
255
Planlanan projenin işletme aşamasında doğabilecek biyo-
fiziksel etkileri (hava kalitesi, su kalitesi, gürültü, biyolojik etkiler
vb.), yukarıda sıralanan olası etki gruplarını göz önüne almak
suretiyle, irdelemek mümkündür.
256
çok altında kalacaktır. Dolayısıyla, bu kirleticilerin taşınarak
çevredeki biyo-fiziksel veya sosyo-kültürel zenginliklere herhangi
bir zarar vermesi söz konusu değildir.
257
2.3.4. Gürültü ve Titreşim Etkileri
258
yakın çevresindeki flora ve vejetasyona herhangi bir ters etki
yaratması beklenmemektedir.
259
- Yüzey tahribatlarının ıslahı
- Yeşillendirme
• İzleme ve denetleme
• Görsel etkiler
• Kaya mekaniğine bağlı olarak oluşabilecek tasmanlar.
• Yeraltı suyu üzerine olabilecek etkiler
• Atık barajından kaynaklanabilecek etkiler.
2.4.3. Tasmanlar
260
sırasında yapılacak kaya mekaniği testleri yardımıyla
irdelenmesinde yarar vardır.
Sızıntı
261
Ovacık için önerilen tip atık barajlarında kullanılan
astarlama sistemleri, bütün atıkların (katı ve sıvı) tamamen
tutulmasını sağlamak üzere tasarlanırlar. Bu koşullar altında,
sızıntı iki şekilde oluşabilir; (i) astarın kendi geçirgenliği
nedeniyle süzülerek ve (ii) astardaki delik ve kusurlardan sızarak.
262
Örgütü (UŞEPA) tarafından önerilen yönteme göre, delik ve
yırtıklardan kaynaklanan sızıntıların yaratacağı olası etkiler, 10
mm2'lik standart delik boyutu ve 4.047 m2 de 1 olan sızıntı
frekansına göre değerlendirilir. Buna göre, her bir delikten geçen
toplam sızıntı (Qh) aşağıdaki denklem yardımıyla bulunabilir.3
0.74
9- 0 . 2 l [ h . c,.a“ K, ]
Burada,
263
yaklaşık 0,18 m3'e düşmektedir ki bu da tüm havuz tabanı
boyunca, 7 m3/yıl değerinde bir sızıntı hızına karşılık gelmektedir.
264
buharlaşma hızına bağlı olarak oldukça kuru olan bölge
topraklarının doğal nem oranı ağırlıkça %10 kabul edilirse, sızıntı
sularının taşınmasından önce, 1 m3toprağın %3,5 (yaklaşık 65 kg)
oranında fâzla su depo edebileceği sonucuna varılacaktır.
265
Değişik Toprak Derinlikleri için Yeraltı Suyu Seyrelme
Faktörleri
K -to p ra k 1m 5m 10 m 20 m 50 m
(cm/s)
266
hendekleri oluşturulmalı ve bu hendeklerin gelecekte sürekli
denetlenerek temiz tutulması sağlanmalıdır. Ayrıca, yapılacak
ıslah çalışmalarının bir parçası olarak, baraj çevresinde
(özellikle mecra kısmında) kaya ve toprak dolguluma
yapılmalıdır. İşletmenin kapatdması sırasında kalıcı bir taşma
savağı kanalı yapılarak, biitün yüzey akışı sahanın hemen
batısındaki geçici drenaja yönlendirilmelidir. Taşma savağı, sel
sularını taşıyacak, erozyonu en aza indirecek, göUenmeyi
engelleyecek ve atık havuzunun taşmasını önleyecek şekilde
tasarlanmalı ve inşa edilmelidir.
Değerlendirme
267
tarafından en az 10 y ıl süre ile periyodik olarak
sürdürülmesidir.
Halen, Türkiye yıllık olarak 100 ila 150 ton arasında altın
ithalatı yapmaktadır. Altın, mücevher üretiminin yanı sıra, daha
düşük miktarlarda olmakla birlikte, resmi para ve madalya yapımı
ile dişçilik ve başta elektronik sanayi olmak üzere çeşitli
endüstriyel amaçlar için de kullanılmaktadır. Tasarruf ve yatırım
amaçlı altın külçelerin saklanmasıyla birlikte, Türkiye'nin yıllık
toplam altın ihtiyacı 150 ila 160 ton olarak tahmin edilmektedir.
Türkiye'de altın üretimi olmadığından, bu ihtiyacın karşılanması
268
için kullanılan tek yöntem, yılda 20 ila 30 ton olarak tahmin
edilen yerli altın artıklarının ve mücevherlerin geri kazanımıdır.
Buna göre, yılda 100 tondan fazla altın, ithal edilmek
durumundadır. Altın fiyatı ons başına 400 ABD Dolan olarak
kabul edilirse, 100 tonluk ithal altının değeri 1,3 milyar ABD
Dolan olacaktır. Bu ithal değerin yaklaşık %75'i, doğrudan ihracat
ve işlenen ürünlerin yabancılar tarafından satın alınması ile geri
kazanılmakla birlikte milli ekonomiden önemli ölçüde yabancı
paranın çekilmesi söz konusudur.
269
sağlayacaktır. Bunların önemli bir bölümü bölgeden
sağlanacaktır. Ayrıca, madencilikte bir doğrudan istihdam
imkanının 5 çarpanı olduğu kabul edilir; diğer bir deyişle, bir
doğrudan istihdamın, çoğunluğu yerel olmak üzere beş ek iş
olanağı yarattığı kabul edilebilir. Projenin sağlayacağı iş
olanakları, vasıfsız işçiden yöneticilik konumuna kadar değişecek
olup, sağlanacak ücret seviyesi ile istihdama bağlı diğer
faydaların, yasalarla öngörülen standartların üstünde olması
beklenmektedir.
3. GENEL DEĞERLENDİRME
270
Planlanan herhangi bir yatırım faaliyeti için uygun bir
proje geliştirilip geliştirilmediği hususu ileride oluşabilecek
çevresel etkiler açısından büyük önem taşımaktadır. Bu
kapsamda, planlanan projenin alternatifler açısından bir
değerlendirmesi yapılmalı ve koruma ve kontrol yöntemlerinin ne
ölçüde gerçekleştirilebileceği hususu dikkate alınmalıdır.
271
metallerin liç işleminde kullanılan tek kimyasal olduğu rahatlıkla
söylenebilir.4
Ovacık altın projesinde, atıklara bertaraf! için kimyasal
arıtma ve doğal bozundurma yöntemleri birlikte kullanılacaktır.
Esasen, Ovacıkta kurulması önerilen hidrometalluıjik tesisten
çıkacak atıklardaki siyanür ve ağır metallerin geçirimsiz bir atık
barajı yoluyla bertaraf edilmesi mümkündür. Bununla birlikte,
Bakanlık, proje sahasının 1. derece deprem kuşağında olması ve
yöre halkının duyarlılığı gibi faktörleri dikkate almış ve doğal
bozundurmaya ek bir tedbir olarak kimyasal arıtımı şart
koşmuştur.
272
firmaya bir defaya mahsus olmak üzere ve siyanür için 24 saati
aşmamak kaydıyla süre tanınacak, belirlenen bu sürenin sonunda
limitler yine sağlanamaz ise hidrometalluıjik tesisin faaliyeti
durdurulacaktır.
273
yer almaktadırlar. Çevre koruması açısından pozitif bir imaja
sahip olabilmek bu tür firmalar için büyük önem taşımaktadır. Bu
bağlamda, Ovacık'ta neden olunacak çevresel bir problem, proje
sahiplerinin uluslararası görüntüsünü zedeleyecek, daha da
önemlisi onları, çevre konusuna çok fazla önem veren uluslararası
finansman kuruluşları karşısında güç durumda bırakac ktır. Bu
koşullar altında, firmanın bilerek bir çevre sorununa yı I açması
uzak bir ihtimaldir.
274
Söz konusu ÇED raporu, T.C. Çevre Bakanlığı tarafından
yaklaşık üç yıl süren çok kapsamlı bir inceleme ve
değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu amaçla yapılan başlıca
çalışmalar aşağıda özetlenmiştir:
275
(vii) Konu ile ilgili olarak düzenlenen çok sayıdaki panel,
sempozyum ve benzeri bilimsel toplantılara iştirak edilerek bilgi
ve görüş alış verişinde bulunulmuştur.
276
mukayeseli olarak irdelenmiş ve bu yöntemlerin teknik ve
ekonomik uygunluklarının yanı sıra çevresel açıdan
güvenilirlikleri üzerinde önemle durulmuştur.
277
olmak kaydı ile, gerekli görülen her türlü ölçüm ve analizi
yapmaya ve yaptırmaya yetkilidir.
4. SONUÇ
278
çalışmaların (hidrojeolojik etüd, rehabilitasyon projesi, asit
nötralleştiraıe etüdü ve tasman konusu için kaya mekaniği
testleri) yapılmasında yarar vardır (bkz. Bölüm 2.4.2, Bölüm
2.4.3 ve Bölüm 2.4.4).
279
EUROGOLD
OVACIK ALTIN MADENİ
TÜBİTAK - YDABÇAG
DEĞERLENDİRME RAPORU
280
EUROGOLD
OVACIK ALTIN MADENİ
TÜBİTAK - YDABÇAG
KOMİSYON DEĞERLENDİRME RAPORU
1. KONU
2. KAPSAM
3. USUL VE ESASLAR
4. DEĞERLENDİRME
4.1 .Çalışmanın Hukuki Yönü
4.2. Tesiste Siyanür
4.3. Kullanılan Teknolojinin Geçerliliği
4.4. Siyanürün Ovacık Altın Madeni İşletmesi Sağlığına Muhtemel Etkileri
4.5. Atık Havuzu
4.6. Ağır Metal Kirliliği
4.7. Madenden Asitli Su Kaynaklanma Olasılığı
4.8. Atıkların Yasal Tanımı
4.9. Sürekli ve Düzenli İşletme Sırasında Oluşabilecek Çevresel Risklerin Değerlendi
rilmesi
4.9. 1. Maden Ocağından Toz Emisyonu/ Erozyon Etkisi
4.9.2Gürültü ve Titreşim
4.9.3. Prosesten Kaynaklanan Toz Emisyonları
4.9.4. Prosesteki Siyanür Liç Ünitesinin Geçirindi Zemin Üzerindeki Etkisi
4.9.5. Atık Havuzundan Oluşabilecek Toz Emisyonları
4.9.6. Atık Havuzunun İnsan Yaşamına ve Faunaya Etkisi
4.10. Bir Afet ve Arıza Anında Oluşabilecek Çevresel Risklerin Değerlendirilmesi
4.10.1 Tesisin 1. Derece Deprem Kuşağı İçinde Yer Almasının Alınan Tedbirler Doğ
rultusunda İnsan Sağlığı ve Çevre Üzerindeki Etkileri
.4. 10.2. Atık Havuzunun Yeraltı Suyuna ve Çevreye Etkisi
4.10.3. Atık Havuzunun Floraya Etkisi
5. SONUÇLAR
281
EUROGOLD
OVACIK ALTIN MADENİ
TÜBİTAK -YDABÇAG
KOMİSYON DEĞERLENDİRME RAPORU
1. KONU
Bu raporda özetlenen çalışmanın konusu, Başbakanlık
Müsteşarlığının TÜBİTAK Başkanlığı'na hitaben 08.03.1999
tarih ve B.0.2.0.MÜS.0.13.00.00-585 sayılı yazılı talimatı doğ
rultusunda, Ovacık Altın Madeni'nde söz konusu yatırımın taşı
dığı risklerin kabul edilir olup olmadığının tesbitidir.
2. KAPSAM
Başbakanlık Müsteşarlığı tarafından, Danıştay Kara-
n'nda belirtilen risklerin kabul edilir olup olmadığının, ilave
tedbirler ile risklerin giderilip giderilmediğinin tesbiti talep e-
dilmektedir.
Ovacık Altın Madeni'nde altın üretim tesislerinin "siya
nür liçi" yöntemiyle işletilmesi konusunda Çevre Bakanlığı'nın
verdiği "olumlu görüş" yargı sürecinde iptal edilmiştir. Danış
tay, 1992-93 dönemindeki verilere göre hazırlanan ÇED Rapo-
ru'ndaki genel saptamalardan hareket ederek siyanür maddesi
nin insan ve çevre sağlığı açısından olumsuz etkiler yaratma
riski taşıdığı gerekçesiyle bu kararını vermiştir.
Şirket, ÇED Raporu ve Çevre Bakanlığı'na verdiği
Taahhütnamedeki esaslara sadık kalarak ve ilaveten, geçen süre
içerisinde ilave tedbirler almak suretiyle bir tesis inşa ettiğini
belirterek Danıştay Karan'nda öngörülen riskleri giderdiğini i-
fade etmektedir.
Başbakanlık, mevcut tesisin işletilmesi halinde Danış
tay'ın belirttiği insan ve çevre sağlığını tehdit eden risklerin, id
283
dia edildiği gibi şirket tarafından giderilip giderilmediğinin
tesbitini talep etmiştir.
Danıştay'ın Mayıs 1997 tarih ve 1997/2312 sayılı kara
rında belirtilen riskler bu çalışmaya esas teşkil etmek üzere aşa
ğıdaki gibi özetlenebilir:
□ Projenin, bölgedeki yüksek erozyon potansiyeline
ve ormanlara etkisi ve bunların toplum sağlığına katkısı;
□ Siyanür liç ünitesinin geçirimli zemin üzerindeki
etkisi;
□ Maden işletme tesislerinin 1. Derece deprem kuşa
ğı içinde yer almasının alman tedbirler muvacehesinde insan
sağlığı ve çevre üzerindeki etkilerinin tesbiti;
□ Bir sızıntı durumunda yeraltı suyuna karışacak ze
hirli atıkların yöre halkının sağlığını etkileme potansiyelinin
tesbiti;
□ pH'ın düşmesi durumunda, atmosfere karışacağı i-
fade edilen HCN gazınm insan sağlığı ve çevre üzerindeki etki
sinin irdelenmesi;
□ Toprak katmanları tarafından çok miktarda uzak
laştırılsa da zaman içerisinde hidroliz nedeniyle siyanürün yeni
den su ortamına karışması olasılığının insan sağlığı ve çevre ü-
zerindeki etkisinin irdelenmesi;
□ Tesisten ağır metallerin sızma ihtimali ile bu sızın
tının çevre ve insan sağlığı üzerindeki uzun vadeli etkisinin ir
delenmesi,
□ Atık barajı astarından olabilecek sızıntılardan ye
raltı suyu üzerindeki etkilerin insan sağlığı ve çevre üzerindeki
etkisinin irdelenmesi;
□ Tesislerden toprağa, suya ya da atmosfere bir sı
zıntı durumunda insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkisinin ir
delenmesi;
□ ' Mevcut tesislerde yapılacak olan denetimle olası
risklerin giderilme etkinliğinin irdelenmesi;
284
□ ÇED ve bilirkişi raporlarında sözü edilen risklerin,
alman tedbirler ışığında insan sağlığı ve çevre açısından değer
lendirilmesi;
□ İşletmecinin iyi niyeti ve önlemlerin titizce denet
lenmesinden bağımsız olarak risk yönetiminin değerlendirilme
si.
Bu çerçevede Danıştay'ın kararma mesnet teşkil eden,
husus ve görüşler,
□ Siyanürün toprağa, suya ve havaya karıştığı zaman
her türlü canlı açısından zararlı olması,
□ Atık havuzuna verilen atıkların, geçirimsiz olarak
planlanan ve bu atık barajından oluşabilecek sızıntılar nede
niyle su kaynaklarına ve diğer kullanım alanlarına ulaşması o-
lasılığı bulunması,
□ r Risk nedeniyle bölgedeki flora ve faunanın bozul
ma tehdidi altında kalması,
□ Şirketin iyi niyetine ve devletin yapacağı denetime
bağlı olarak risk faktörünün azalmayacağı;
şeklinde ifade edilmiştir.
3. USUL VE ESASLAR
285
tınarak yapılan değerlendirmeler sonucunda müştereken hazır
lanmıştır.
Çalışmada çevre alanında Prof. Dr. Derin Orhon, çevre
kimyası alanmda Prof. Dr. Olcay Tünay ve Doç. Dr, Işık
Kapdaşlı (İTÜ), çevre ekolojisi alanmda Öğr. Gör. Dr. Süley
man Övez (İTÜ), çevre hukuku alanında Prof. Dr. H. Fehim
Üçışık (Marmara Ü.), cevher hazırlama alanında Prof. Dr.
Mehmet Canbazoğlu (Sivas Cumhuriyet Üniversitesi), hidroje
oloji alanmda Prof. Dr. Haşan Yazıcıgil (ODTÜ), mühendislik
jeolojisi ve jeoteknik alanında Prof. Dr. Mahir Vardar (İTÜ),
jeofizik - sismoloji alanında Prof. Dr. Haluk Eyidoğan (İTÜ.)
ve neotektonik alanında Prof. Dr. Aykut Barka'nın (İTÜ) uz
manlıklarından yararlanılmış olup, bu uzmanların hazırlamış
oldukları kişisel raporlar ekte sunulmaktadır (EK 1 -9).
Çalışma TÜBİTAK tarafından konu ile ilgili temin e-
dilen çok kapsamlı bilgi ve belgelerden yararlanılarak başlatıl
mıştır. Çalışma süresince geniş bir dokümantasyon temin edil
miş olup değerlendirmeler bu dokümanlarda mevcut olan bilim
sel verilerden yararlanmak sureti ile yapılmıştır. Çalışmada
kullanılan teknik ve bilimsel dokümanların listesi rapora ek
lenmiştir (Ek 10).
Çalışma sırasında, 04 Ağustos 1999 tarihinde uzmanlar
grubu TÜBİTAK temsilcisi Prof. Dr. Naci Görür’ün başkanlı
ğında inceleme konusu Ovacık Altın Madeni tesislerinde ve ci
varında incelemeler yaparak tesislerin Çevre Bakanlığı'na veri
len taahhütler çerçevesinde inşa edildiğini ve ilave olarak metal
duraylama, hipoklorid ünitesi, yeni bir gözlem kuyusunun ta
mamlandığını ve atık havuz stabilite attırma projesinin yapıldı
ğını tespit etmiştir.
Çalışmanın yürütücüsü Prof. Dr. Naci Görür ve komis
yonun üniversite temsilcisi Prof. Dr. Derin Orhon, konu ile il
gili olarak ABD'de 20-24 Ağustos 1999 tarihleri arasında ça
lışma konusu doğrultusunda temas ve incelemelerde bulun-
286
muşlardır. Bu kapsamda, Dr. Robert Walline, Dr. Terry
Mudder, Dr. Karen Hagelstein, Dr. Dirk van Zyl ve Mr. Tom
Williams ile bir çalışma grubu toplantısı yapılmış ve konunun
değişik yönleri bu grup ile birlikte ayrıntılı olarak tartışılmış ve
değerlendirilmiştir. Bu toplantıda yer alanlar altın cevheri iş
lenmesi konusunda dünyanın en saygın uzmanlan arasındadır.
Toplantıya ait rapor ilişiktedir (Ek 11).
Bu program kapsamında dünyanın en eski altın üretim
tesislerinden biri olan South Dakota eyaletindeki Homestake
Mining Company'nin Lead Altın Madeni ziyaret edilmiş ve kar
şılaştırmalı inceleme ve değerlendirme imkanı sağlanmıştır.
Programın son aşamasında, altın madenciliğinin ve in
celeme konusu Ovacık Altın Madeni'nin teknik ve idari yönleri
ABD'de konunun kurumsal ayağını oluşturan United States
Environmental Protection Agency (EPA) uzmanlarından Carol
Cox Russell ve State of Colorado, Division of Minerals and
Geology uzmanlarından Dr. Harry H. Posey ile tartışılmıştır.
Yapılan ayrıntılı inceleme ve değerlendirmeler sonu
cunda komisyonun bilimsel verilere dayanarak geliştirdiği görüş
ve kanaat çalışma sonuçları olarak aşağıda özetlenmiştir.
4. DEĞERLENDİRME
287
İnceleme konusu altın üretim yönteminin dünyada 100
yılı aşkın süredir, teknolojilerde ileri ve çevre konusunda du
yarlı ülkelerde de uygulanmakta olduğu göz önüne alındığında
bu yargı kararı anılan yöntemi mutlak olarak yasaklayan bir ka
rar olarak değil, fakat uygulamayı özelde sorgulayan bir karar
olarak değerlendirilmelidir. Bu durumda, tesisin idari yargı sü
recinin başlatıldığı tarihten bu yana yapılan çalışmalar ve alman
önlemler ile bu riskleri bertaraf edecek şekilde değiştirilip iyi-
leştirildiği, bu nedenlerle madenin çalıştırılabilmesi için değer
lendirilebilir nitelikte olduğu görülmektedir (Ek 1).
288
4.3. Kullanılan Teknolojinin Geçerliliği
289
siyanata (CNO") dönüşmekte ve 1 ppm'in altına düşmektedir.
Tesiste atık havuzundaki siyanür ile ilgili olarak taahhüt edilen
maksimum değer 1 ppm'dir.
Tesis bünyesinde daha önceden yapılmış olan çalışma
larda arıtma sonrası siyanür konsantrasyonu 0,5 ppm düzeyinin
altına indirilebildiği gözlenmiştir.
INCO SC^/hava arıtma sistemi aynı tür performansı
sağlayarak yaygın bir biçimde benzer tesislerde kullanılan bir
prosestir. Bu tesislerdeki veriler yukarıda sözü edilen arıtma ve
rimini doğrular niteliktedir.
Bu değerlendirmenin en önemli yanı siyanür (CN‘) ile
siyanatın (CNO-) tamamen ayrı özellikler gösteren iki ayrı bile
şen olduğu gerçeğidir. Siyanürün toksik bir madde olmasına
karşın, siyanat toksik etkileri ihmal edilebilen ve bu nedenle
dünyadaki su kalite standartlan bünyesinde kontrol dışı bıra
kılmış bir bileşendir. Nitekim ABD ve Türkiye'deki geçerli yü
zeysel su kalite standartlarında siyanat kısıtlamasına ilişkin hiç
bir hüküm yer almamaktadır.
O halde, Ovacık Altın Madeni İşletmesi çıkışında, a-
tıklan yüksek pH koşullannda 0,5 ppm dolayında (1 ppm'in al
tında) siyanür içeren atıklar olarak değerlendirmek söz konusu
dur. Bu düzeydeki siyanür içeriği aşağıdaki bölümlerde de ay
rıntılı olarak belirtilebileceği gibi, insan sağlığı ve çevre koruma
açısından kabul edilebilir sınırların çok altında ve önemsenme
yecek düzeyde çevre riski taşımaktadır (Ek 2,3 ve 4).
290
konomik gereklilik olduğundan, tesisin yer seçimi amaca uygun
ve doğru bir seçimidir. Aynı koşullar atık havuzu için de geçerli
olup genelde tüm maden işletmelerinde olduğu gibi Ovacık Al
tın Madeni atık havuzu da ocak yakınında uygun bir konumda
inşa edilmiştir.
Atık havuzu, oturduğu zeminde uygun koşulların bu
lunmasına rağmen tam geçirimsizliği sağlamak üzere tasarlan
mış ve inşa edilmiştir. Bu amaçla atık havuzunun iç yüzeyi alt
tan üste doğru 50 cm kalınlığında kil, 1,5 mm kalınlığında yük
sek yoğunluklu polietilen (HDPE) jeomembran, tekrar 20 cm
kil ve 20 cm kalınlığında bir çakıl filtre yatağı ile kaplanmıştır.
Dünyadaki benzer uygulamalarda birçok yerde, örneğin Kana-
da'da, atık havuzları iç yüzeyde geçirimsizliği temin eden ek bir
yüzey olmaksızın kullanılmakta ve uygun çevre koşullarını
sağlamaktadır. ABD'deki yönetmelikler çoğunlukla geçirimsiz
liği koşul olarak talep etmektedir; bunun için genelde bir kil ta
bakası üzerine bir jeomembran tabakası uygulaması yeterli ol
maktadır. Ovacık Altın Madeni îşletmesi'nde kullanıldığı gibi
üçlü kil-jeomembran-kil düzenlemesi benzeri hemen hemen hiç
görülmeyen bir uygulamadır ve bu şekliyle diğer ülkelerdeki
mevcut uygulamalara kıyasla çok daha üst düzeyde bir geçirim
sizlik sağlamaktadır (Ek 2, 3 ve 5).
291
zelliği olduğunu göstermektedir. Bu özellikteki bir ortamda
metal bileşenlerinin çözünebilirliği ve sızması ihtimali ihmal e-
dilebilecek ölçüde düşük gözükmektedir. (3) Cevherin sülfür i-
çeriği benzer maden yataklarına oranla yok denebilecek ölçüde
düşüktür (<% 0. 1 ). Böylelikle proses içinde sülfatlı bileşenle
rin önemli düzeylerde oluşma olasılığı bulunmamaktadır.
Cevherin tesiste işlenmesi ile birlikte, atıkların arıtılma
sı aşamasında, özellikle, metal stabilitesini etkileyebilecek iki
işlem gerçekleştirilmektedir: (1) Kireç ilavesi ile pH'uı 9,5 - 10
mertebesi üzerine çekilerek metal hidroksitlerin katı fazdaki
stabiliteleri arttırılmaktadır. (2) Proses bünyesinde çok kararlı
olan çift metal hidroksit/tuz komplekslerinin oluşması sağlan
maktadır. Bu şekilde cevher işlenip atık haline geldiğinde, tesis
içinde alınan koruyucu önlemler ile metal içeriği daha kararlı ve
çözünebilme/sızma olasılığı daha düşük bir nitelik kazanmakta
dır. Bu özellik atık havuzunda depolanan atıkların genel karak
terini yansıtmaktadır. Ön işletme aşamasında deneme üretimi sı
rasında yapılmış olan ölçümler, yukarıda ifade edilen genel e-
saslan doğrular mahiyette olup sıvı fazda saptanmış olan ağır
metal konsantrasyonlarının çok düşük seviyede kaldığı belir
lenmiştir. (Ek 2,3 ve 4).
292
Ovacık Altın Madeni İşletmesi'nde kısıtlı miktarda artık
kaya çıkacağı ve bunun da havuz haznesinin memba ve mansap
şeddelerinde dolgu malzemesi olarak kullanılacağı ifade edil
mektedir. Artık kayalardan, bir yandan sülfür içeriklerinin asitli
su oluşumu için kabul edilmekte olan > %0.5 sülfür limitinin
çok altında olması, öte yandan çok yüksek tampon kapasitesi i-
çermiş olmaları göz önüne alındığında, yağış etkisiyle asitli su
oluşumu olasılığı bulunmadığı ya da bu olasılığın ihmal edile
bilir düzeyde kalacağı öngörülmektedir (Ek 4 ve 6).
293
Eliminasyon Sistemi (National Pollutant Discharge Elimination
System) yürürlülükte olup bu sistem yardımıyla değişik faali
yetlerden kaynaklanan atıkların çevreye verilme koşullan ve fa
aliyet sahiplerinin bu koşullara uyma yükümlülükleri belirlen
miştir. Altın madenciliği bu sistem bünyesinde Cevher Maden
ciliği ve İşlenmesi Noktasal Kaynak Kategorisi (Ore Mining
and Dressing Point Source Category - 40 CFR Part 440) altında
J alt kategorisinde yer almaktadır. Bu alt kategorideki düzenle
me ile altın madenciliğinden kaynaklanan atık sulann ağır me
taller, toplam askı maddesi ve pH koşullarını sağlamak suretiyle
çevreye verilmelerine izin verilmektedir (Ek 2).
Ovacık Maden İşletmesinde aynı parametreler bazmda
deneme işletmesi sırasında fiilen saptandığı ifade edilen ve bi
limsel verilerle de doğrulanan değerler 40 CFR Part 440,
440.102 ve 440.103 ait kategorilerinde belirlenen limit değerle
rin belli emniyetle altında kalmaktadır. Aynı düzenlemede siya
nür liçinden gelen atıksular için genellikle sıfır deşarj öngö
rülmektedir. Ovacık Madeni atıkları için de bu sisteme uygun
biçimde sıfır deşaıj düzeni uygulanmaktadır.
Bir atığın tehlikeli atık niteliği taşıması arıtma,
stabilizasyon ve depolama aşamalarında göz önüne alınması ge
reken özel koşulları belirler. Altın madenciliğinden kaynakla
nan atıklar, örneğin ABD'de tehlikeli atık olarak mütalâa edil
memektedir. Bununla birlikte Ovacık Maden İşletmesi'nde a-
tıklar için âlınmış olan arıtma, stabilizasyon ve depolama usul
leri benzer bir tehlikeli atık için alınması söz konusu olabilecek
önlemlerin tümünden daha fazlasını içermektedir (Ek 2).
294
4 .9 .1 . Maden Ocağından Toz Emisyonu/ Erozyon
Etkisi
Altın madenciliği, ocak işletmesi bakımından Türkiye'
de çok uygulaması olan bir taş ocağından farksızdır.Tesisin iş
letilmesi sırasında kayaların patlatılması, parçalanması, kazıl
ması ve taşınması ile ortaya çıkacak olan emisyon ve partikül
oluşumu kullanılan teknolojik usuller ve sulama ile minimize e-
dilmektedir. Doğal bir taş ocağı olarak işletilecek olan açık ocak
işletmesi madenin 8 yıllık aktif üretim ömrünün ilk üç yılında
faaliyet gösterecek olması nedeniyle üretimin az bir kısmını
teşkil edecektir.
Üretimin büyük bölümü yeraltı ocâklannda devam ede
ceği için erozyon ve hava kirlenmesi problemi iki yıllık açık o-
cak işletmesi sonunda söz konusu olmayacaktır (Ek 2, 3 ve 7).
295
4.9.4. Prosesteki Siyanür Liç Ünitesinin Geçirimli
Zemin Üzerindeki Etkisi
Bu hususa sadece Danıştay kararında zikredildiği için
değinilmiş olup, aslında düzenli ve sürekli işletme koşullarında
kapalı bir hacim içinde ve gerekli çevresel önlemler alınmak su
retiyle yürütülen bu işlemin zemine ve dolayısı ile çevreye bir
teması olamaz. Herhangi bir arızada bu sistem otomatik olarak
durdurulacağından, tesis dışına bir etkinin intikal etmesi söz
konusu olmayacaktır (Ek 2 ve 6).
296
iniştir. Ayrıca, insanların maden sahasına izinsiz olarak girme
lerini önleyecek benzeri tedbirler rutin olarak alınmaktadır (Ek
7).
Olası asit yağmurlarına (pH'ın düşmesine) bağlı olarak
atık havuzundan kaynaklanabilecek HCN emisyonları teorik o-
larak insan sağlığını etkileyebilir. Ancak atık havuzu öncesi
proses ve arıtma aşamasında atıkların pH'sı yükseltilmekte ve
siyanür konsantrasyonu 1 ppm'in altına düşürülmektedir. Yük
sek pH sayesinde bu önlemler ile hem tesis içinde kapalı ha
cimlerdeki sağlık koşulları açısından 10 ppm'lik HCN limiti
sağlanmakta hem de atık havuzunda oluşabilecek HCN emis
yonları ihmal edilebilir boyutlara düşürülmektedir. Ayrıca, atık
havuz-u etrafında pH'ı kontrol altında tutabilecek önlemler a-
lınmış bulunmaktadır. Dünyadaki benzeri hiçbir tesiste atık ha
vuzu üzerindeki HCN emisyonunu kısıtlayan ya da dikkate olan
bir düzenleme bulunmamaktadır (Ek 2 ve 7).
297
kılması ile mümkün olabilir. Atık havuzu Türkiye'de benzer
tüm yapı ve barajlarda beklenen emniyet düzeyinin çok üzerin
de , deprem sırasında 0,6 g yer ivmesine dayanabilecek sağlam
lıkta inşa edilmiştir (EK 5 ve 8).
Havuzun etkilenmesi ancak bu düzeyin üstündeki
katastrofik bir depremin etkisi ile olabilir. Bu durumda tesis ci
varındaki ve bölgedeki tüm binaların, insan ve canlı hayatının
ciddi bir tehdit altında olacağı ve tüm yapıların önemli derecede
hasar göreceği ya da yıkılmış olabileceği göz önüne alınırsa
(bölgedeki en dayanıklı yapılar 1998 Türkiye İnşaat Yapımı
Deprem Yönetmeliği'ne göre 0,4 g yer ivmesine dayanacak şe
kilde yapılmaktadır) atık havuzundaki hasann dolaylı etkisi ola
sı depremin canlılar üzerindeki doğrudan etkisi yanında ihmal
edilecek düzeyde kalacaktır. Kaldı ki havuz 8 yıllık işletme sü
resi sonunda uygun bir plan dahilinde kapatılacak ve özel ön
lemlerle muhafaza edilmiş bir toprak parçasından farksız niteli
ğe dönüşecektir (Ek 2, 8 ve 9).
298
siz" sınır olarak kabul edilen 1 X 10"? cm/s değerinden yaklaşık
3.5 kat daha küçüktür (Ek 6).
Atık havuzunda Sağlık Bakanlığı (1997) içme suyu li
mitleri açısından kritik olarak değerlendirilebilecek siyanür, ar
senik ve antimonun yeraltısuyu kalitesine olası etkilerini belir
lemek amacıyla bu proje kapsamında yapılan model çalışmaları,
en olumsuz koşulların birlikte oluştuğu varsayımlarla bile atık
havuzundan 1500 m uzaklıkta içme suyu kuyularının bulunduğu
yerde bu maddelerin konsantrasyonlarının 1000 yıl sonra dahi
Sağlık Bakanlığı içme suyu limitlerinin altında kalacağını gös
termektedir.
Dolayısıyla, atık havuzu tabanında normal koşul
larda oluşabilecek herhangi bir sızıntı sonucunda bile, yöre
halkı tarafından kullanılabilecek yeraltı suyu kalitesinin
içme ve kullanma açısından etkilenme riski bulunmamak
tadır.
Bütün bunlara rağmen, bir sızdırma anında meydana
gelebilecek, olayların yaratabileceği çevresel riskler aşağıda ir
delenmiştir (Ek 2, 3,4 ve 6).
INCO arıtma ve Ferrik Sülfat Sistemleri ile siyanür
siyanata ve metal iyonları da metal tuzlarına çevrilerek stabil
hale getirilmektedir. Siyanatların siyanüre geri dönüşümü
mümkün olmadığı için bir hidroliz olamayacaktır. Atık havuzu
na siyanürün <1 mg/l olarak boşaltılması ve doğal bozunma
prosesi ile kısa sürede tamamen ayrışması ile serbest siyanürün
toksik etkisi ortadan kalkmaktadır.
Siyanürün yeraltısuyuna sızma ile karışması durumunda
(kil ve jeomembran katmanlarını geçmesi durumunda)
yeraltısuyunda oluşacak seyrelme ve akifer malzemesi tarafın
dan tutulması ile siyanür konsantrasyonu etkisiz değerlerin al
tında kalacaktır. Ayrıca, atık havuzu mansabında yer alan 6 adet
kuyuda yeraltısuyu kalitesinin sürekli izleniyor olması ve bu
kuyulara yerleştirilen pompa düzenekleri ile herhangi bir sızıntı
299
durumunda kuyulara ulaşan kirli suyun pompalanarak tutula
bilmesi ek bir emniyet sağlamaktadır (Ek 6).
Bölgedeki toprağın yapısında bulunan ağır metallerin
yeraltı suyuna sızma yolu ile geçmesi sonucunda limit değerle
rin üzerine çıkması söz konusu ise bu doğal çevrenin bir sonu
cudur. Yapılan inceleme ve alman örneklerde yapılan ölçümler
de ağır metallerin yeraltı suyunda içme suyu standartlarında ol
ması gereken limitlerin altındadır. Atık havuzuna boşaltılan a-
tıkta toprağın doğal yapısında (cevherin) bulunan ağır metaller
den başka bir metal ilavesi olmamaktadır.
Atık havuzundan sızma sonucu ağır metallerin yeraltı
suyuna geçmesi ile doğabilecek risk, pH'ın yüksek (alkali) ol
ması ve kayaçlann alkali karakter göstermesi göz önüne alındı
ğında, sızma anında sıvı ortamla taşınabilecek konsantrasyonlar
bakımından önemsiz görülmektedir. Başka bir bakış açısıyla,
cevher aynı ağır metal içeriğiyle bölgede doğal yapının bir par
çası olarak, bulunmaktadır. Bu durumun doğal bir yeraltı suyu
kirliliği yaratmamış olması ayn bir güvencedir.
Cevher işlendiğinde çözünebilir metal içeriği, yüksek
pH ortamında stabil metal hidroksitler oluşturmaktadır. Dolayı
sıyla, atık havuzunun sızmaya ilişkin emniyeti doğal yapıya
oranla çok daha fazladır (Ek 5).
Atık havuzundan yeraltı suyuna sızma ancak atık havu
zunda pH'ın çeşitli nedenlerle düşmesi durumunda (fazla yağış
ile seyrelme gibi) metallerin çözünmesiyle önem kazanabilir.
Bu durum atık havuzunun etrafına kurulan kostik hattı ve içine
yerleştirilen pH probu ile kontrol edilmektedir.
Atık havuzu içinde pH>9,5 olacak şekilde kontrol üni-
tesince kontrol edilmesiyle çözünme önleneceğinden böyle bir
durumun yaratacağı çevresel riskten endişe edilmemesi gerekir
(Ek 2 ve 4).
300
4.10.3. Atık Havuzunun Floraya Etkisi
Bölgenin bir tarım üretim sahası olması dolayısıyla e-
konomik değeri olan meyve ve sebzelerin üretilmesi sırasında
havuz suyunun sızıntı ile tarım alanlarına ulaşması durumunda
dahi sulama ile ilgili bir kısıtlama olmaması dolayısıyla bir
problem teşkil etmemektedir.
Yukarıda bahsedilen riskler, incelendiğinde bölge flora
ve faunası bu risklerden önemli olarak etkilenmeyecektir
(Ek 7).
5. SONUÇLAR
T e m s ilc ik . Çövc-e U z m a m )
i"( Ol O f Oh.vıy T ÜN AY
ıC^v.oiî fcytrn
■i ;î O t A y k u t B A R K A
>Je',y.c*.fc!s.M«k v e U r irsin i)
302
Cumhuriyet Tarihçisi Dr. Necip Hablemitoğlu, Avrupa
Parlamentosunun A 4-0432/98 sayılı kararından sonra
AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle İl
gilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu kn
rarın arkasındaki ülke ortaya çıktı. Almanya...Sonra
Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha
Dr. N E C İP pekçok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde Alman
H A B L E M İT O Ğ L U
Vakıfları ve örgütleriyle karşılaştı. Almanya'daki Türk-
leri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var
mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepscl aji-
tasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve
hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü
espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yöne
timlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve
kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde
"etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, şeriatçı
yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanına
lardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi
partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'ye, Atatürk ilke
ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı
olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim
karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan oyan
bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsil
cisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil
Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmak
ta...Dr. Necip Hablemitoğlu, alanında ilk olan bu araş
tırmasında Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini bel
geleriyle gözler önüne seriyor.
Cumhuriyet Tarihçisi Dr. Necip Hablemitoğlu, Avrupa
Parlamentosunun A 4-0432/98 sayılı kararından sonra
AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle il
gilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu ka
rarın arkasındaki ülke ortaya çıktı. Almanya...Sonra
Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha
Dr. NE Cİ P pekçok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde Alman
HABLEMİTOĞLU
Vakıfları ve örgütleriyle karşılaştı. Almanya'daki Tiirk-
leri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var
mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel aji-
tasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve
hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü
espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yöne
timlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve
kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde
"etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, şeriatçı
yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanma
lardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi
partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'ye, Atatürk ilke
ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı
olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim
karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan oyan
bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsil
cisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil
Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmak
ta...Dr. Necip Hablemitoğlu, alanında ilk olan bu araş
tırmasında Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini bel
gelel iyle gözler önüne seriyor.