Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 307

Dr.

Necip Hablemitoğlu

ALMAN VAKIFLARI
ve
BERGAMA DOSYASI

i3
TOPLUMSAL
D Ö N Ü ŞÜ M
YAYINLARI
Toplumsal Dönüşüm Yayınlan: 208
Araştırma ve İnceleme: 58

Dr. Necip Hablemitoğlu


Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası

Genel Yaym Yönetmeni:


Hayri Bildik

Birinci ve İkinci Basım


Otopsi Yayınevi
2001 - Ağustos

Üçüncü Basım
Toplumsal Dönüşüm Yayınlan
Mart - 2003 İstanbul

© Dr. Necip Hablemitoğlu


Toplumsal Dönüşüm Yayınlan
ISBN: 975-6448-04-0

Baskı-Cilt
Ege Basım
(0216) 472 84 01 (pbx)

Narlıbahçe Sk. No: 6 Cağaloğlu / İST.


Telefax: (0212)519 84 85
NECİP HABLEMİTOĞLU: 1954 yılında Ankara’da
doğan Hablemitoğlu, 1977 yılında Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi, Basın Yayın Yüksek Oku-
lu'ndan mezun oldu. 1977 ve 1978 yıllarında "Dilde
Fikirde İşde BİRLİK" adlı aylık dergi yayınladı. 1974-
1980 yılları arasında Türk-İş’te Basm Müşavirliği,
1978-1980 yıllan arasında Adalet Partisi’nde Eğitim
Müşavirliği yaptı. 1980 yılından itibaren dört dönem
Öğretim Üyeleri Demeği’nde yönetim kurulu üyesi o-
larak bulundu.
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Ensti-
tüsü’nde master ve doktora yaptı. Türkiye dışındaki
Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalış­
malar yapan Hablemitoğlu, Orta Avrupa ve Balkan-
lar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz
konusunda, alan çalışmaları yürüttü. 1995-1996 yıllan
arasında Birleşmiş Milletler Örgütü’niîn (UNDP) bir
projesinde görev alarak Gagauz Türkleri’nin latin al­
fabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti
verdi.
Çalışma alanına ilişkin “Türkiye’de ve yurt dı­
şında faaliyet gösteren bölücü ve şeriatçı yapılanma­
lar”, “İstihbarî Tarihçilik” ile “Türk Dünyası Toplu­
luklarının Tarihleri” konularını kapsayan çok sayıda
kitap ve makalesi bulunan Hablemitoğlu, halen Ankara
Üniversitesi’nde Doktor Öğretim Görevlisi olarak A-
tatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi dersi vermektedir. Evli
ve iki kız çocuk babasıdır.
İletişim için:
hablemit@ada.net.tr
hablemit@ttnet.net.tr
0533 4125585
İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ BÖLÜM:
TÜRKİYE'DEKİ ALMAN VAKIFLARI RAJPORU

]. TÜRKİYE’DEKİ KÜRESELLEŞMECİ YA DA İŞBİRLİKÇİ NGO’LAR


2. TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARININ GENEL KARAKTERİSTİĞİ
2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI (K.A.V.)..
2.1.1. K .A V .’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ
2.1.2. TEHLİKENİN BOYUTU: K .A V ’NIN ÖNEMLİ ETKİNLİKLERİ.
2.2. HEINRICH BÖLL VAKFI
2.3. FREIDRICH EBERT VAKFI VE DİĞERLERİ
3. TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARININ ÇALIŞMA YÖNTEMLERİ
4. TÜRKİYE VE ALMANYA: ÇATIŞAN POLİTİKALAR

İKİNCİ BÖLÜM:
ALMAN TARİH TEZİ VE “BERGAMA DOSYASI”

1. ALMANYA’NIN BERGAMA’YA İLGİSİNİN TARİHSEL VE EKONOMİK NEDENLERİ


1.1. ALMANYA VE ALTIN POLİTİKASININ ÇERÇEVESİ
1.2. TÜRKİYE’NİN ALTIN POTANSİYELİ VE RAKAMSAL GERÇEKLER.
1.3. ALMANYA İÇİN BERGAMA’NIN STRATEJİK ÖNEMİ.
2. “TÜRKİYE ALTIN KONSEPTİ” VE BERGAMA OPERASYONUNUN ÇERÇEVESİ..
2.1. FIAN ÖRGÜTÜ VE ULUSLARARASI ETKİNLİKLERİ
2.2. H A N ’IN BERGAMA’DAKİ EYLEM PLANLARI VE İLK GİRİŞİMLER..
2.3. BERGAMA’DAKİ BND BAĞLANTILI ALMAN AKADEMİSYENLERİ
2.4. AVRUPA PARLAMENTOSU VE İŞBİRLİKÇİLERİN ÇIKARDIĞI KARAR.
2.5. BERGAMA’DAKİ ALMAN PROVOKATÖRLER VE DIŞ MÜDAHALELER

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
BERGAMA DİRENİŞİNİN YEREL DİNAMİKLERİ

1.SEFA TAŞKIN
2 .BİRSEL LEMKE
3.SENİHÖZAY
4.0KTA Y KONYAR
5.SOSYALİST, ANARŞİST, BÖLÜCÜ VE ULUSALCI ÖRGÜTLER
6 TEPEKÖY, PINARKÖY VE NARLICA KÖYLÜLERİ
6.1. ÇEVRECİLER
7. ALMANYA’NIN RESMİ ÇEVRE POLİTİKASI VE ÇELİŞKİLERİ
8. BERGAMA USULÜ DIŞ GÜDÜMLÜ-BİLGİSİZ SİYASAL ÇEVRECİLİK

VE SONUÇ

DİPNOTLAR
ÖNSÖZ

Avrupa Parlamentosu’nda 1998 yılında kabul edilen


“Türkiye Hakkında Avrupa Stratejisi” başlıklı kararda (A4-
0432/98), Türkiye’ye yönelik şu istemler yer alıyordu:
“Özellikle Kürtlerin maruz kaldığı zulüm, hapis ve
işkenceye son verilmesi; Leyla Zana ’nın serbest bırakılması;
Kürt halkının temsilcilerini de içeren toplum güçleri arasın­
da diyalog kurulması; Türkiye ‘deki her kesime ana dilleriyle
eğitim hakkı ile Kürt dilinde yayın ve kendini anlatma öz­
gürlüğü verilmesi; TBMM'de Kürtlerin temsil edilmesi; Si­
yasal Partiler Yasası’nın değiştirilmesi, seçimlerdeki % 10
barajının kaldırılması ve anti-terör yasasının iptali; Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgelerinden olağanüstü halin kaldı­
rılması ve köy korucuları sisteminin tasfiyesi; PK K ’nın tek
taraflı ateşkesinin kabul edilmesi ve Kürt hedeflerine saldırı­
nın hemen durdurulması; mahkeme kararlarının, özellikle üç
termik santral ve BERGAMA ’DAKİ EUROGOLD ŞİRKETİ­
NE İLİŞKİN DANIŞTAY KARARLARININ UYGULANMASI;
Kuzey Kıbrıs ‘ta devam eden işgal durumunun ve AB ‘ne aday
bir diğer ülkenin (Kıbrıs Rum Kesimi) erişim sürecini engel­
leyici tutumu nedeniyle Kıbrıs’ta siyasi çözüme gidilmesi;
komşuları, özellikle Yunanistan ile ilişkilerini düzeltmesi vs.
vs. ’’
AB ülkelerinin Türkiye’ye yönelik niyetlerini ortaya
koyan bu karar belgesinin yaşama geçirilmesi ile Türkiye’de
ulus-devletin ortadan kalkması; Yugoslavya örneği bir sürece
girilmesi kaçınılmaz bir sonuç. İşte bu sonuç öngörüldüğü i-
çindir ki, yukarıdaki istemler ülkemize “dayatılıyor”. Siyasal
istemler arasına sokuşturulmuş ekonomik istemler (üç termik
santral ve Bergama’daki Eurogold Şirketine ilişkin Danıştay

5
kararlarının uygulanması) ise, en az diğerleri kadar Türkiye
açısından kabul edilemez nitelik taşıyor. Türkiye’nin ulusal
enerji politikaların baltalayarak enerjide Türkiye’yi Batıya
bağımlı kılmak ve de ekonomiye nefes aldıracak altın üreti­
mini engellemek, AB ülkelerinin başlıca hedefi. Yoksa, başta
Abdullah Öcalan hakkında verilmiş yargı kararı dahil, Türki­
ye’de hangi yargı kararına saygı duymuş ki bu ülkeler?!.
Doğal refleksle, “ben Kıbrıs’ta işgalci değilim, Kıb­
rıs’ı vermem” ya da “ayrı bir Kürt Devleti kurulmasına giden
sürece göz göre göre katkıda bulunamam” diyorsanız, diğer
taraftan Avrupa Parlamentosu’nun termik santraller ve de
Bergama’da altın üretimi konusundaki istemlerine de karşı
çıkmanız gerekir. Siyasal istemler karşısında kararlılık gös­
termek yetmez, aynı kararlılığı ekonomik istemlere karşı da
göstermeniz gerekir. İşte, ülkemizin yaşadığı ikilem bu nok­
tadadır. Türkiye, siyasal konularda kararlılığını sergilerken,
ekonomik konularda ise tam bir teslimiyetçi politika izle­
mektedir...
Bir Cumhuriyet Tarihçisi olarak, AB ülkelerinin ne­
den Bergapıa’daki altın üretimiyle ilgilendiklerini, Avrupa
Parlamentosu’nun sözkonusu kararını öğrendikten sonra a-
raştırmaya başladım. Ve uzun bir araştırma dönemi sonrasın­
da bu kararın arkasındaki ülke ortaya çıktı: Almanya!.. Son­
ra, Bergama’da, Havran’da, Sivrihisar’da, Uşak’ta ve daha
pekçok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde, altın üre­
timine karşı bölge insanlarını kışkırtan, örgütleyen, çevreci
kuruluşlara dezenformasyon hizmeti sunan Alman vakıfları
ve örgütleri ile karşılaşmak hiç şaşırtıcı gelmedi. Hepsi bu
kadar mı? Elbette ki hayır!.. Türkiye’de Cumhuriyet’e, dev­
letin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğine, laik hukuk sistemine
karşı nerede bir hareket, başkaldırı varsa, orada mutlaka bir

6
ya da birkaç Alman NGO’sunun bulunduğunu saptadım.
Halk deyimi ile, hemen her taşın altında Almanların
NGO’ları çıkmaktaydı.
Alrtıanya’nın kendi sınırları ve hatta AB sınırları i-
çinde yaşayan Türk vatandaşlarına yönelik olarak etnik ve
dinsel bölücülük stratejileri geliştirdiği bilinmektedir. AB ül­
kelerinde yaşayan yaklaşık 3.5 milyon vatandaşımızın ö-
nemli bir bölümünü etkileyen Almanya, şimdi de, kendi ül­
kemiz içinde aynı senaryoları yaşama geçirmeye çalışmakta­
dır. Konrad Adenauer Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich
Ebert Vakfı gibi sözde NGO’lar, 1980’li yılların başlarından
itibaren, Türk yasalarının izin vermemesine karşın, sırf gel­
miş geçmiş ülke yöneticilerinin basiretsizlikleri yüzünden,
resmen ve de alenen yıkıcı faaliyetlerini sürdürmeye devam
etmektedirler.
Bu araştırmanın ortaya koyduğu en önemli sonuç,
Almanya’nın, bizi bizden iyi tanıdığı gerçeğidir. Bergama’da
etken güç olarak alevi inançlı üç köy halkını gösteren; üretim
yapacak şirket dolayısıyla “anti-emperyalist”, “sosyalist” ve
“ulusalcı” söylemleri ve sloganları öneren Almanya, tüm gü­
cü ile 10 yıllık bir süreçte altın üretimini yaptırmamayı ba­
şarmıştır. Bergama’da altın üretiminin yapılmaması, Türki­
ye’deki yüzlerce altın yatağında üretimin yapılmaması de­
mektir ki, bu ülke, bu konuda önemli mesafeler almıştır.
Türkiye ise, üstünde oturduğu zengin altın, bor gibi stratejik
madenlerin fakir bekçisi konumunda, birkaç milyar dolar
kredi için bağımsızlığından ödün verir durumuna gelmiştir.
Üretim yapamayan-yaptırılmayan bir Türkiye, sömürgeleş­
meye doğru sürüklenmektedir.

7
İTÜ Maden Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Güven Önal, “Türkiye’nin bugün bilinen maden kaynakları­
nın toplamının 2 trilyon doların üzerinde olduğunu”
önesürerken, Bergama’da ortaokuldan terk Oktay Konyar,
kendini “siyanür uzmanı” nitelendirerek “altına hayır” kam­
panyası başlatabilmektedir. Bu konuda, gerçek bilim adamla­
rının sessiz çığlıkları Türk kamuoyunda ve bürokrasisinde
duyulmazken, Almanya’nın destek ve güdümünde bir avuç
kışkırtıcının sesi, ta Avrupa Parlamentosu’nda, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde yankı bulabilmektedir.
Üzerinde oturup da işletemediğimiz maden zengin­
liklerinin sahibi değil, bekçisi olduğumuzun bilinciyle, Ata­
türk, Cumhuriyet’in ilk yıllarında şu gerçeğe işaret etmiştir:
“Memleketimizi medeniyetin gerektirdiği dereceye bir an ev­
vel yükseltmek için, yalnız milli sermaye kâfi gelmez. Harici
sermayesine ve ihtisasına da ihtiyacımız vardır. Bu noktada
dar bir milliyetperverlikten çıkıyoruz, daha geniş milliyet­
perver oluyoruz.... Milletler, işgal ettikleri arazinin gerçek
sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o ara­
zide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından kendileri
istifade ederler ve dolayısıyla bütün insanlığı da yararlan­
dırmakla yükümlüdürler. Bu yasaya göre, bundan aciz olan
milletler, bağımsız olarak yaşamak hakkına lâyık değildir”.
Bergama’da altın üretecek olan bir yabancı şirkete, ülke ve
bölge ekonomisine doğrudan ve dolaylı sağlayacağı katkıları,
istihdam olanaklarını dikkate almadan karşı çıkanlar, kendi­
lerine destek veren Almanya gibi emperyalist-kapitalist bir
devlete hizmet sunmayı içlerine sindirebilmektedirler. Oysa,
ister Türk, ister yabancı sermaye, yeraltı zenginliklerimizi
ulusal ekonomiye kazandıracak her yatırım, işçimizin emeği­
ni sömürmeyecekse, çevreyi kirletmeyecekse, vergisini ka­

8 '
çırmayacaksa, ekonomik büyümeye katkı sağlayacaksa, say­
gıya değerdir. Türkiye’de reel ekonomiye değil de, örneğin
İMKB’na 1 ay ya da 3 aylığına girip de yeterli kârı sağla­
dıktan sonra -geride kriz bırakarak- çekip giden sıcak para
sahibi yabancı yatırımcıların, madenlere yatırım yapan yatı­
rımcılardan ayn tutulması gerekmektedir.
Bu araştırmada, Almanya’nın rolünün ve Alman iş­
birlikçilerinin faaliyetlerinin teşhiri amaçlanmıştır. Siyanürle
ilgili iddialara gelince, bir Cumhuriyet Tarihçisi olarak uz­
manlık alanımın dışında kalan bu konuda, elbette ki fikir be­
lirtmek durumunda değilim. Ancak, Almanya kökenli çarpı­
tılmış söylemler yerine, doğal olarak, akademik yetkinliği o-
lan bilim adamlarının raporlarına itibar etmenin daha doğru
olacağına inanmaktayım. Ne rastlantıysa (!) tümü de Alman­
ya’da, Alman Devleti’nin sağladığı bursla doktora yapan;
uzmanlık alanı itibariyle hiçbir ilgisi bulunmayan birkaç iş­
birlikçinin tutarsız, çelişki dolu söylemleri yerine, bu söy­
lemleri çürüten üç bilimsel raporu ekte sunmayı yeğledim.
Çalışmalarım süresince yardım ve anlayışlarını eksik etme­
yen sevgili eşim Doç.Dr. Şengül Hablemitoğlu ile sevgili
kızlarım Kanije ve Uyvar’a sonsuz sevgi ve minnetlerimi su­
nuyorum.

Dr. Necip Hablemitoğlu


Çankaya-Ankara

9
BİRİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE'DEKİ ALM AN VAKIFLARI RAPORU

Memleketimizin ekonomik
kaynakları, bütün dünyanın
hırslarını çekecek verim ve
servete maliktir.
Kemal ATATÜRK

Almanya’daki Türkleri biliriz de, Türkiye’deki Al­


manları bilenimiz var mıdır? Kastedilen, Almanya’daki 2.5
milyon Türk vatandaşına karşılık Türkiye’de yaşayan -çoğu
emekli- yaklaşık 100.000 Alman değildir: Türkiye’de her
türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren;
toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda ha­
zırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren;
yerel basında - yerel yönetimlerde - üniversitelerde-
sendikalarda - kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca strate­
jik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman sempati­
zanı” yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere,
bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal demekler­
den siyasal partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye’ye, A-
tatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine
karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim
karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan -
deyim uygunsa- bir avuç Alman istihbaratçısıdır.

11
Türkiye’de istihbarat kuruluşları, Almanya’nın Tür­
kiye içindeki “Beşinci Kol” faaliyetlerinin farkında mıdır­
lar? Elbette ki evet!.. Ne var ki, klasik bürokrat uzlaşmacılık
anlayışı, “bu iş benim boyumu aşar” mantığı, siyasal bas­
kılar, siyasal erke güvensizlik, mevcut istihbarat kuruluşları
arasındaki olumsuz rekabet ve koordinasyonsuzluk gibi ne­
denlerle önlem alınamamaktadır. Önlemden vazgeçtik, ka­
muoyu bilgilendirilememektedir. Bu acizlikte, hiç şüphesiz,
sözkonusu istihbarat kuruluşlarımız içindeki şeriatçı ve de
etnik görüntülü kadrolaşmaların payını da yadsımamak ge­
rekmektedir (1).
Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcileri,
gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnach-
richtendienst" (BND) mensubu olup, bir kısmı diplomatik
dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademis­
yen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyasetbilimci, çevre­
bilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlık­
lı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri
de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermekte­
dirler (2). Bu araştırmanın konusunu, sadece Alman vakıf-
çıları oluşturmaktadır (3). Alman istihbaratçılarının Türki­
ye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına,
vakıflar mdvzuatı olanak tanımamaktadır (4). Buna rağmen,
Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok
iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değer­
lendiren Alman istihbaratçıları, Türkiye’yi tanımakla işe
başlayıp, kısa sürede hemen her alanda Türkiye’yi yönlen­
direcek aşamalara gelmişlerdir. Konunun daha iyi anlaşıla­
bilmesi için öncelikle, emperyalizmin hedefi konumundaki
ulus-devletlerde ve bu doğrultuda Türkiye’de mevcut iş­

12
birlikçi NGO’lara yüklenen misyonların açıklanması ge­
rekmektedir.
1. TÜRKİYE’DEKİ KÜRESELLEŞMECİ YA DA
İŞBİRLİKÇİ NGO’LAR
Küreselleşme sürecinde, uluslararası sermayenin
serbest dolaşımının önünde en büyük engel oluşturan ulus-
devletlerin zayıflatılması ve mümkünse yıkılması doğrultu­
sunda ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler ile AB,
NGO’lara (Non-Govemmental Organizations) yani
hükûmetdışı sivil toplum örgütlerine aşağıdaki görev ve so­
rumlulukları öngörmektedirler: (a) Yerel kültürlerin yaşa­
tılması kapsamında alt kültür kimliklerinin siyasallaştırıl­
ması ve etnik karşıtlıkların belirginleştirilmesi; (b) misyo­
ner faaliyetlerine karşı toplumsal reaksiyonu törpüleyecek
sürecin başlatılması ve geliştirilmesi; (c) dinsel özgürlükler
kapsamında dinlerarası diyalog ve hoşgörü söylemlerinin
kullanılmasıyla, tarikat-cemaat ve benzeri yapılanmaların
farklı hukuklarının yaşama geçirilmesi ve eğitim-öğretim
birliğine son veren girişimlerin desteklenmesi; (d) hükümet
politikalarını ve kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme
gücüne sahip siyasal partilerin, meslek odalarının, medya
kuruluşlarının, sendikaların, birliklerin, vakıfların, demekle­
rin, tarikat ve cemaatlerin ve de illegal örgütlerin, rejim-
devlet aleyhine -farklı siyasal kamplarda yeralsalar da- as­
gari müştereklerde buluşturulması ve kullanılması; (e) de­
mokratik kitle örgütlerinin süratle NGO’laştırılması ve “si­
vil itaatsizlik” çağrıları ile kitlelerde kamu düzeni-devlet
otoritesi aleyhine başkaldırı refleksinin oluşturulması; (f)
“sivil denetim” stratejisi ile devlet kurum ve kuruluşlarının
denetlenmesi ve hedeflenen gizli bilgilere doğrudan ulaşıl­
ması; (g) bağlı NGO’ların baskı grubu olarak kullanılma­

13
sıyla hükümetlerin siyasal, toplumsal, kültürel, hukuksal ve
de ekonomik politikalarının doğrudan ya da dolaylı etki­
lenmesi; (h) resmi ideoloji-sivil ideoloji ayrımı ile mevcut
sistemden hoşnut olmayan, ezildiğine, sömürüldüğüne ina­
nan kitlelerin toplumsal dayanışma bağlamında yönlendi­
rilmesi ve resmi ideolojiyi temsil eden tüm kurum ve kuru­
luşlara, değerlere, resmi politikalara düşmanlaştırılması; (i)
etnik ve dinsel amaçlarla yerel yönetimlerin önplana çıka­
rılması; (ı)’ “küresel vatandaşlık” kavramının “etki ajanlı­
ğı” ile istismar edilmesi, hedef ülkedeki etki ajanlığı potan­
siyelinin böylece geliştirilip güçlendirilmesi vs. vs.”.
Küreselleşmeci NGO’ları, ulusal düzeydeki demok­
ratik kitle örgütlerinden ayıran en önemli kriterler ise şöyle
belirlenmektedir: Küreselleşmeci NGO’lar, hiçbir şekilde
hükümetten yani resmi makamlardan yardım almayacaklar­
dır. Bu bağlayıcı özellik, onların devlet tarafından teslim a-
lınmalarının ve de kullanılmalarının önüne geçecektir. An­
cak, aynı NGO’lann dış ülkelerden yardım almalarında ve
yönlendirilmelerinde - kullanılmalarında ise hiçbir sakınca
bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle, yasal demokratik
kitle örgütleri (demekler, vakıflar, meslek odaları ve birlik­
leri, sendikalar vd.) ne kadar ulusal görüntüye ve niteliğe
sahiplerse, küreselleşmeci NGO’lar da o ölçüde ulusallık
karşıtı-işbirlikçi (agent) görüntü ve niteliğe sahiptirler. Di­
ğer taraftan, küreselleşmeci NGO’lar için, gelir dağılımın­
daki adaletsizlikler, ülke ekonomisinin gelişmesi, üretimde
ve işgücünde verimlilik, işçi-memur-köylü-öğrenci-esnaf-
kadın hakları, sendikal mücadele, devletin ülkesi ve ulu­
suyla bölünmezliği, bilimsel aktiviteler, sömürü, sömürge­
ler gibi konu ve kavramlar pratikte hiçbir anlam ve değer i-
fade etmemektedir. Buna karşılık, küreselleşmeci NGO’-

14
ların kayıtsız şartsız savundukları iki temel özgürlük vardır:
Dinsel özgürlükler (mezhep, tarikat, cemaat ve hatta yasadı­
şı radikal dinci yapılanmalar arasındaki farklılıkları derin­
leştirme, kışkırtma) ve de etnik parçalama-parçalanma öz­
gürlüğü. Laik hukuk sisteminin çökmesiyle ya da alt kültür
kimliklerinin siyasallaştırıİmasıyla ortaya çıkacak iç savaş
ve bu iç savaşta ortadan kalkacak olan başta yaşama hakkı
olmak üzere, yokolacak tüm temel insan hak ve özgürlükle­
rinin hesabı hiç önemli değildir. Örneğin, Yugoslavya’nın
parçalanma sürecinde yaşanan etnik temizlik operasyonla­
rında öldürülen, tecavüz edilen, işkence gören kadınların,
çocukların.envanterini çıkaran, haklarını arayan ve sorum­
luların gerçekten izini süren kaç küreselleşmeci NGO vardır
küreselleştiği söylenen dünyada? Keza, Irak, Çeçenistan,
Kosova, Filistin ve Afganistan gibi ülkelerdeki yansımaları
izleyen ve kamuoyunu bilgilendiren, gerçekten takipçi kü­
reselleşmem NGO’lardan söz edebiliyor muyuz? Kuzey I-
rak deneyimi göstermiştir ki, “insani yardım” amaçlı yüzü
aşkın NGO’nun neredeyse tamamı, ABD, Almanya ve İn­
giltere gibi ülkelerin istihbarat servislerinin tamamlayıcı ve
kamufle edici unsuru olarak görev üstlenmişler; bu servisle­
re ajan peşmerge devşirmişlerdir (5). Bu bağlamda bölgeye
en ciddi insani yardım, NGO’lar arasında adı bile geçmeyen
Türk “Kızılay’ından gelmiştir. Bunca yaşananlar ortaday­
ken, küreselleşmeci NGO’lar, eylem yerine, “insan hakları
ve özgürlükleri” söylemlerini yeğlemektedirler. Kimlere
karşı? Sadece kendi devletine ya da diğer ezilen devletlere
karşı, tabii kendilerini yöneten-yönlendiren emperyalist
devletin ya da devletlerin verdikleri izin ölçüsünde!..
Çelişkiler sadece bu kadar mı?!. Elbette ki hayır!..
Tıpkı, örgüt içi demökrasinin (seçimle işbaşına gelmek,

15
kaydıhayat şartıyla yönetimde kalmamak, görev ve sorum­
lulukları paylaşmak, kişisel çıkar sağlamamak vb.) olmadığı
yapılanmaların NGO kabul edilemeyeceğine ilişkin genel
tanım ve tutuma rağmen, tarikat ve cemaatlerin bir nevi
NGO olarak (Sivil Toplum Cemaatleri) tanınmaya zorlan­
ması gibi. Küreselleşmeci NGO’lar, dinsel mürit-
militanlığın ya da etnik faşizmin yolaçacağı sorunları de­
ğerlendirmek yerine, “işkenceye hayır”, “düşünceye öz­
gürlük” gibi temelde tüm insanlann katılacakları sloganları,
sadece hedef hükümetleri köşeye sıkıştırma aracı olarak
kullanmaktadırlar. Örnek mi?!. Türkiye başta olmak üzere
tüm hedef ülkelerde, küreselleşmeci-işbirlikçi NGO’lar,
haftalık-aylık ve yıllık insan hakları raporları hazırlayıp bu­
nu kendi ülkesini küçük düşürecek, aşağılayacak, şikâyet e-
decek biçimde yayınlamaktadırlar. Bu raporların sunumu,
yönetilip yönlendirildikleri ülkelerin dışişleri bakanlıkları-
nadır. Bu bağlamda, Türkiye’deki İnsan Haklan Deme­
ği’nin ya da Mazlum-Der’in ya da Türkiye İnsan Hakları
Vakfı’nın, ABD, Almanya ya da AB ülkelerindeki insan
hakları ihlâllerine ilişkin rapor hazırlamaları kesinlikle
sözkonusu değildir. Daha açık ifadeyle, insan hakları ve öz­
gürlüklerine ilişkin konular, küreselleşmeci NGO’larla,
kendilerini yöneten-yönlendiren, para aldıkları yabancı
devletlerin “müdahale-baskı-şantaj” aracı olarak sürekli
gündemde tutulmaktadır, yoksa gerçekten samimi oldukları
için değil.
Tüm bu fonksiyonları ile küreselleşmeci NGO’lar,
kendilerini yöneten-yönlendiren ülke silahlı kuvvetlerinin,
casuslarının yapamayacakları tüm alanlarda hizmet sunma­
ya, dolayısıyla da kendi devletine yönelik çok yönlü vatana
ihanet suçunu -hem de alenen- işlemeye devam etmekte­

16
dirler. Satın alınmanın adı, “proje bedeli” olmuştur. Buna
karşılık, Türkiye dahil hedef ülkeler, küreselleşmeci
NGO’lara karşı yasal önlemleri alamaz konuma getirilmiş­
lerdir. Örneğin, ilgili devlet ya da hükümet başkanlarının
ve parlamenter heyetlerinin Türkiye’ye ziyaretlerinde,
sözkonusu küreselleşmeci NGO’ların yöneticileri ile gö­
rüşmeleri rutin kabul edilmekte ve gezi programının üst sı­
ralarında yer almaktadır (6). Bu olgu, sözkonusu NGO’lara
bir nevi itibar kazandırmakta ve örtülü dokunulmazlık sağ­
lamaktadır.
Bütün bu olumsuz gelişmelere karşı Türk Devleti ne
yapmaktadır? Ulusuna ve tarihine lâyık olmayan ya da “etki
ajanı” konumundaki kimi politikacıların, kimi istihbaratçıla­
rın, kimi medya mensuplarının, kimi akademisyenlerin, ki­
mi tarikat şeyhlerinin, kimi işadamlarının varlığı, Türk
Devleti’nin sözkonusu küreselleşmeci NGO’lar karşısında
sadece seyirci konumuna gelmesine neden olmuştur ve ol­
maktadır. Tipik bir örnek olmak üzere, Başbakanlığa bağlı
olarak kurulan însan Haklan Üst Kurulu’nun küreselleşme­
ci benzerlerinden farklı hiçbir fonksiyonu bulunmamakta­
dır. Ekonomik önlemler için hükümet, milyonlarca üyesi
olan ulusal nitelikli sivil toplum kuruluşları yerine, sıradan
bir demek statüsündeki TÜSİAD’dan öncelikle görüş alır­
ken, eleştirilerinin gereğini de anında yerine getirmektedir.
Kısaca, Türk Devleti, kendini savunma mekanizmasını ça-
lıştıramadığından, kendi NGO’larını da kuramamaktadır.
Özellikle kurulan devlet kaynaklı vakıfların, kamu çıkarları
yerine, kimi devlet bürokratlarına hareket -daha doğrusu
harcama- esnekliği ve serbestisi sağlaması, uluslararası lite­
ratürde GONGO olarak nitelendirilen “Govemmental
NGO”ların artışına yol açmaktadır (7). Tapu-Kadastro, A­

17
dalet, Polis, MEB, Üniversiteler başta olmak üzere hemen
hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarının katrilyonlara
hükmeden GONGO’lan, kamu kaynaklarından ve halkın
sırtından haksız kazanç sağlamaya devam etmektedir. Sorun
sadece bu kadarla kalsa yine kabul edilebilir boyutlarda.
Daha kötüsü, sırf kamu kaynaklarını hortumlamak amacı ile
kurulan yüzlerce NGO’ya en tipik örnek, vakıf üniversitele­
ridir. Devlet malına vakıf olunamayacağına ilişkin tarihsel
ilkeye rağmen, kurulan vakıf üniversiteleri, kimi sermaye
sahiplerine ya da cemaat şeyhlerine, reklâmın yanında,
yüzbinlerce metrekarelik bedava arsa, hatta boğaz manza­
ralı orman arazisi, vergi indirimleri, cari harcamaların %
45’ine varan ölçülerde devlet desteği de sağlanmaktadır.
Harcama faturaları biraz şişirildiğinde, vakıf üniversiteleri­
nin neredeyse cari harcamalarının tamamı devlete yükleti-
lirken, zaten maddi olanaksızlıklar içinde kıvranan devlet
üniversitelerine bütçe içinde ayrılan pay da giderek azal­
maktadır. Özetle söylemek gerekirse, Türk Devleti’nin ne
küreselleşmeci NGO’lara, ne kendi GONGO’larına ve ne de
halk deyimi ile “hortumcu” NGO’lara karşı belirlenmiş bir
politikası bulunmamaktadır. Bu acizlik görüntüsü, 21-22
Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nde ilk maddede
yer alan aşağıdaki yargıyı hatırlara getiriyor: “...hükümet,
üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getireme­
mektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor ”
( 8).

2. TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARININ GE­


NEL KARAKTERİSTİĞİ
ABD’nin hedef ülkelerdeki küreselleşmeci
NGO’lara dolaylı parasal destek için, NED (Demokrasi
Milli Fonu) üzerinden Cumhuriyetçi Partiye bağlı IRI (U­

18
luslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü) ve Demokrat Partiye
bağlı ND1 (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) ağırlıkta olmak ü-
zere, CİPE (Uluslararası Özel Girişimciler Merkezi), A-
CILS (Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi),
Hoover Enstitüsü gibi merkezlere sahip olduğu biliniyor.
NED, ABD Kongresi denetiminde oluşturulmuş resmi bir
para fonu olduğundan, harcamalarının gizliliği bulunmuyor.
Bu fona sadece Federal Bütçeden kaynak aktarılmıyor, ilâ­
veten uluslararası şirketler ve stratejik müttefik ülkeler de
destek sağlıyor. Dolayısıyla, Türkiye dahil hangi üçüncü
dünya ülkesinin hangi işbirlikçi NGO’su bu merkezlerden
hangi miktarda nakit yardım almış, internete yüklenmiş
resmi kaynaklardan kolaylıkla öğreniliyor (9).
AB ülkelerinin de aynı amaçlı “birinci sınıf’
NGO’ları bulunuyor; ancak Türkiye’ye baktığımızda, en et­
kin Avrupalı NGO’lar arasında, özellikle Almanların başı
çektikleri gözlemleniyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Al­
man Kültür Merkezleri’nin yanısıra, Beyrut merkezli
“Morgenlaendische Gessellschaff’a bağlı Orient Institut’un
İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGO’larının
Türkiye’deki ilk sıçrama noktaları olarak kabul ediliyor.
Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve
enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND’nin
kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden kar­
şılanan “taşeron” NGO’lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her
vakıf, -sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime entegre so­
runu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşu­
dur. Örneğin, Almanya’nın en büyük partilerinden biri olan
Hristiyan Demokratik Birliği-CDU, Konrad Adenauer Vak-
fı’na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı’na sahiptir. Aynı şe­
kilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPD’nin Friedrich Ebert

19
Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP’nin Friedrich Naumann
Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında yer almakta­
dır. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin bün­
yesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı
yapılmaksızın Federal Hükümetin “Politik Eğitim Fo­
numdan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faali­
yet giderleri de tamamiyle Federal Hükümet tarafından kar­
şılanmaktadır. Resmen Alman Hükümeti’nden yardım alan
sözkonusu vakıflar, dış ülkelere “Hükûmetdışı Sivil Toplum
Örgütleri” yani NGO olarak takdim edilmektedir. İşte bu
vakıflar, 1984’den itibaren Türkiye’ye gelerek ve de yasal
boşluklardan yararlanarak, her biri birer “taşeronun taşero­
nu” legal Türk NGO’sunun tabelâsı ardında faaliyetlerini
sürdürmektedirler (Türkiye’ye geliş tarihleri sırasıyla
K.A.V. 1984, Friedrich Ebert Vakfı 1988, Heinrich Böll
Vakfı 1990, Friedrich Naumann Vakfı 1991).
Sözkonusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de
espiyonaj faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bil­
gilendirerek uyaran Türkiye’nin tek Doğubilimcisi Tamer
Bacınoğlu, sözkonusu vakıflarla ilgili şu çok önemli değer­
lendirmeyi yapmaktadır:
"... Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok ö-
zel N G O ’lardır ve Alman dışpolitikasımn önemli bir aracı
durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın ...
yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabil­
mek için ne tür ‘kamııflaj projeleri’ kullanabileceği üzerine
bir dizi ‘p ratik örnek’ verilmektedir. 'Politik Vakıflar ’ın bu
bağlamda ‘diyalog programları ile yapıcı bir rol oynaya­
cakları ’ en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.

20
Ankara ve İstanbul 'da şubeleri bulunan tüm Alman
parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden olu­
şur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini
ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, ‘y apay ve uy­
duruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya
çalışan Türk devleti' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu
çerçevede •üçlü bir strateji izlenir: A- ‘Toplumun değişik
katmanlarını. Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm ü-
retmeye alıştırmak ’ ve buna paralel olarak ‘kürtçü gruplar ’
ile Almanya arasında köprü kurmak. B- ‘Toplumun değişik
katmanları ile siyasal islâmcıları bir araya getirmek’ ve
buna paralel olarak islâmcılar ile Alman devleti arasında
köprü kurmak. C- ‘Alevilerin aşırı islâma karşı oluşlarını
dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerek­
tiğinde Kürt sorununa kaydırmak'.
İkinci maddedeki etkinlikler, ‘Türkiye 'de yerel yö­
netimlere işlerlik kazandırmak’ amacıyla Almanya’da adı
var, kendi yok ‘federal sistem 'i Türkiye 'ye tanıtmayı hedef­
ler. FDP ’nin Friedrich Naumann Valfı, federalizmi tanıt­
ma ’ çabalarını genelde Batı Anadolu 'da yürütürken, Yeşil­
lerin Heinrich Böll Vakfı federal yönetimin nimetleri ’ni
Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşil­
ler'in bu valfı şu sıralar, Türkiye'nin etnik çetelesini tut­
makla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de
aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ‘araştırma' enstitüleri ile
ortak çalışmakta. SPD ’nin Friedrich Ebert Valfı da, daha
‘global' bir yaklaşımla ‘Türkiye 'de sivil toplum kurulabil­
mesi' için çaba gösterirken, daha çok ‘ekonomi ağırlıklı di­
yalog arayışı ’n da olduğu izlenimini vermek istiyor. Türki­
ye'de ‘İslâmî demokrasiyle barıştırmak’ yolunda en kap­


samlı projeler ise CDU'rıun Konrad Adenauer Vakfı’nca
yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, ‘y erli köprü-
başları oluşturmayı’ öngörür. Almanya’y a davet edilen
Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğ­
rencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için öde­
nen Alman ‘kalkındırma yardım ı’, bazı duyumlara göre yıl­
dan yıla katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının
farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, arala­
rındaki görev dağılımından kaynaklanır.;..
Almanya kökenli vakıflar, ‘biz N G O ’y u z ’ diyor. An­
cak ‘sivil toplum', ‘küresel ekonomi ’ ve ‘insan hakları ’ için
uğraşı verdiklerini iddia ederken, ‘Türk devletinin varlığı
sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır ’ da diyebiliyorlar.
Hepsi de ‘dost ve müttefik Almanya' hesabına çalışıyor.
Söylev ’deki ‘Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve husu­
si adamları faaliyette... ” sözlerini hep anımsamalıyız” (10).
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Ba­
kanlığı tarafından hazırlanan ve Ocak 2000’de yayınlanan
“Yeni Türkiye Konsepti”, Alman vakıflarına, rutin faali­
yetlerinin yanında -özellikle espiyonaj ağırlıklı- yeni gö­
revler yüklemektedir: “Köylülerde çevre bilincini geliştir­
mek; köylü kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sis­
tem karşıtı eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik; çevre
düşmanı yatırımlara özellikle turizm bölgelerinde gereksiz
endüstri tesislerine, otoyollara ve baraj inşaatlarına karşı si­
vil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs.” (11). Alman
Vakıfları, Almanca eğitim verecek Batı Üniversitesi’nin a-
çılması için yoğun kulis faaliyeti sürdürürken, Marmara Ü-
niversitesi gibi devlet üniversitelerinin yanısıra, özellikle de

22
Bahçeşehir Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi ile yakından
ilgilenmektedirler. İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan
faaliyetlerinden bazıları:
2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI
Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı
Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile, Türkiye’nin zaaf
boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplum­
sal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından
yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet
göstermektedir. Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir
binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde temsil e-
dilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin verme­
diğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçe­
vesinde kamufle etmeye çalışmaktadır (12). Vakıf Temsil­
cisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konu­
sunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir fikir verecek dü­
zeydedir:
“Bu yılın 6 Temmuz 'unda Ardahan Subay Gazino­
su ’nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet
Gazetesinde Türkiye ’deki Alman vakıflarının çalışmalarını
kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildir­
diler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gös­
terip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece
ben de bilgi sahibi olabildim.
Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve
idarede çalışanlar için iki günlük bir seminerin açılışını
yapmıştım. Bu semineri uzun yıllar birlikte çalıştığım Türk
ortağımız Türk Belediyecilik Demeği (TBD) ile birlikte dü­
zenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik, ihale­
ler, belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin

23
görevleri ve birbirleriyle ilişkileri vardı. Ortağımız TBD,
her yıl Türkiye ’nin bütün yöre ve illerinde aşağı yukarı
100 ’e yakın bu tür meslek eğitimi semineri düzenlemektedir.
TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yö­
netim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin
bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yö­
netimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde
birleşiyorlar.
Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezle­
ri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bul­
muş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında
etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız
için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki
doğanın güzelliği, Türkiye ’nin bu ücra köşesindeki insanla­
rın özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatım bul­
dum " (13).
Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin
küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindey­
se, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yeri­
ne rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Di­
ğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Ri­
ze illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayan­
maktadır. Wolfgang Feuerstein adlı bir istihbaratçı akade­
misyen (doğubilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve so­
nuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, ö-
zel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların böl­
gedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır.
Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Al­
man istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz
örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlar­
dır (14). Önceleri, Almanya’da basılan laz alfabesiyle ya-

24
zilmiş kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu is­
tihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faali­
yetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını
orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak...
2.1.1. K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ
Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki
kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi
kurum ve kuruluş neredeyse sözkonusu değildir. Örneğin,
sadece Türk Belediyecilik Demeği değil, tabelâsı ardında
faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazete­
ciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TISK, TOSYÖV, KA-DER ve
daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversi­
teler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek et­
kinlikler düzenlemişlerdir (15).
Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de
düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve
Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye,
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı
Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler
katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta
“aklanma”, “prestij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”,
“ilgi odağı olma” yorumlarına yolaçmıştır. Tıpkı bildirilerin
toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı
gibi:
"... Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaş­
kanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Ba­
kam Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkam Yıldırım Akbulut ’un kongrenin açılışı ile ilgili ola­
rak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim ko­

25
nuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinli­
ği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir" (16).
Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay
Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri
“AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” ü-
zerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!)
çerçevesinde bilgilendirmiştir (17). Alman iç istihbarat ör­
gütü olan “Federal Anayasa ’y ı Koruma Teşkilâtı "nm
(BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian
Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi
ihmal etmemiştir:
“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sis­
temindeki en ağır yaradır.... Ordunun Türk anayasa düzeni
içerisindeki rolü, sıkça Türkiye ’nin gizli iktidarı olarak gö­
rülen Milli Güvenlik Kurulu ’y la bağlantılı olarak dile geti­
rilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da
kattığı tespit edilmelidir.... Milli Güvenlik Kurulu kararla­
rının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükü­
mete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. Ger­
çekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu ’nun tüm tavsi­
yelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli kök­
tenciliğe karşı mücadele hususundaki 'tavsiyelerinin' çok
ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hüküme­
tinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset
sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti
veya hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da,
böylece egemen bir ordunun Avrupa ’nın özgürlükçü demok­
ratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Otu­
rumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik
Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’
etkili egemenliği talep edilmiştir.... Kemal Atatürk'ün ken-

26
dişinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü
Avrupa ’nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zo­
runludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist
milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu,
A B ’y e entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi
strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir"
(18).
Dr. Rumpf, Atatürk’ün yaşadığı dönem itibariyle
çağın koşullarına ve gereksinimlerine tamamiyle zıt “anti-
emperyalist” bir mücadele sonrasında ülkesine bağımsızlık
kazandırdığı gerçeğini es geçmekte ve Kemalizmin yoru­
munun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden ya­
pılmasını ima etmektedir. Ancak, Türkiye’nin ergeç yola gi­
receğinin kanıtı ve emaresi olarak “/öm Türkiye 'de faaliyet
gösteren İnsan Hakları Demeği ilk defa işkence vakaların­
da belirgin bir azalma tespit etmiş” diyerek güvenilir, hatta
MGK’dan da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta bulunmaktadır.

2.1.2. TEHLİKENİN BOYUTU: K.A.V.’NIN ÖNEMLİ


ETKİNLİKLERİ
Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her
yıl çok sayıda konferans, seminer, atölye çalışması ve sem­
pozyum düzenlemektedir. Vakfın sadece 2000 yılında sap­
tanan 33 etkinliğine katılan davetli sayısı 3.000 olup, top­
lam 281 etkinliğe katılan davetli sayısı ise 23.400’dür.
2000 Yılı itibariyle üç tartışma forumu düzenlenmiştir. Si­
yasal diyalog kapsamındaki bu tartışma forumlarının her bi­
rine, kendi alanlarında sivrilmiş 100’er davetli katılmıştır:
“Orta Ölçekli Sanayinin ve Modern Teknolojinin Bavyera
Eyaletinde Teşviki konulu forumun konuşmacısı Müsteşar

27
Hans Spitzner, “Yüksek Teknolojilerdeki Devrimsel Geliş-
meler-Silahlı Kuvvetler İçin Sonuçlar” konulu forumun ko­
nuşmacısı Dr. Holger Mey ve “Türkiye ’de İnsan Haklarına
Saygı Eğitimf’ konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna
Kuçuradi’dir.
Vakfa göre, “siyasi diyalogun diğer önemli bir bile­
şeni, siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman siyasetçilere,
önemli siyasetçiler ve şahsiyetler ile yerinde görüşme ve
durum hakkında yerinde fikir edinme imkânı sağlanır. Bu
temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı ol­
makla kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilme­
si ve karşılıklı diyalogun sağlamlaştırılmasına önemli bir
katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda görülmüştür.
2000 Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan
Dr. Renate Sommer’in ziyareti, Bay Dr. Norbert
Lammert 'in ziyareti (Milletvekili ve Alman Federal Parla­
mentoda Hristiyan Demokrat Partisi/Hristiyan Sosyal Bir­
liği CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred
Grund başkanlığında Thüring Eyalet Grubunun ziyareti
gerçekleşmiştir "(19).
Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki
uluslararası kongreleri düzenlemiştir: “Turkey on Her Way
to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması;
“Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi
Reformu” konulu sempozyum; ‘‘Küreselleşme ve Modern­
leşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türki­
ye ’de Anayasa Reformu-İlkeler ve Sonuçlar ” konulu kong­
re; “Karadeniz/Ereğli ’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre;
“Almanya'nın Birleşmesinin 10. Yılı" konulu etkinlik;
“Alman Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre;
“Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” ko­

28
nulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar
ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimlerin
Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd.
Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cüm­
lelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, An­
kara'daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen
‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı ’ konulu etkinlikte oldu­
ğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı
olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu et­
kinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından in­
celeyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILA-
BİLMİŞTİR” (20).
Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili
bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. Ancak önemli
olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca a-
tılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kal­
dı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal iktisadi İşbirliği ve
Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’lannın
2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan
“ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kur­
ması" istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vak-
fı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı oldu­
ğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekili­
nin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik hobileri ile tanınan
Yılmaz Karakoyunlu’nun da bulunduğu gözönüne alınacak
olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere nasıl
bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.
KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de
“kazanılmasına” büyük önem vermektedir. Kendi cümlele­
riyle işte amaçları: “Gençlerin teşvik edilmesi, özellikle de
gençlerin siyasi fikir oluşturma sürecine katılımı, Türki­

29
ye 'de yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus,
Türkiye nüfusunun % 70’inin 35 yaşın altında bulunduğu
dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır. KA V bu nedenle
geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihin­
de Gaziantep, 17.05.2000’de Mardin ve 19-21.05.2000'de
Van) ve 23-25.11.2000 tarihleri arasında Kuşada-
sı/Aydın ’da gençlik günleri konulu bir forum düzenlemiştir.
Özellikle ‘Türkiye’nin Geleceği, Geleceğin Türkiyesini
Konuşuyor’ çalışma konusu altında düzenlenen Van’daki
etkinlik, katılanlar için bir tartışma forumu sunmuştur. Fo­
ruma katılan 140 kişi, 4 çalışma grubuna ayrılmış ve muh­
telif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, so­
nuçları bir komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç,
FARK LI M ENŞELERE rağmen, kültürel bir birlikte ya­
şamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirle­
rin var olduğu yönündeki tespit olmuştur" (21).
Konrad Adenauer Vakfi’nın Güneydoğuya ilgisi,
farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf
Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsil­
cilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”,
“kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir
içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!)
Türk istihbarat kuramlarının engin hoşgörüsü (!) altında ye­
ni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22).
KAV’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin soranlarına (!) il­
gi yelpazesi öylesine geniştir ki, Türkiye dar gelmekte ve
kimi zaman faaliyetler ülke dışına taşmaktadır: “KA V ’ın f a ­
aliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KA V, diğer
partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik
düzenlemiştir. Bunlar münferit olarak: Berlin’de 21-
24.09.2000 tarihlerinde ‘H elsinki’den Sonra Almanya-

30
Türkiye İlişkileri İçin Gelecek Perspektifleri: Gelişmeler
ve Şartlar’ konulu uzman toplantısı; K öln’de ‘Yapısal Dö­
nüşüm İçerisinde Bulunan Orta Ö lçekli İşletm eler” konu­
sunda Alman/Türk ekonomi toplantısı ve 09.12.2000 tari­
hinde Brüksel’de ‘Türkiye ve A B ’ konulu uluslar arası
sempozyum. KAV'm konsepsiyonel katkıda bulunduğu bu
etkinlikte Almanya, Belçika ve Türkiye ’den gelen siyasetçi­
ler ve karar organları, fikir alışverişi fırsatı bulmuş­
tur "(IS)- KAV ayrıca, Türkiye’nin de içinde bulunduğu
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Sekreteryası’na sponsor ola­
rak da destek vermektedir (24).
Konrad Adenauer Vakfı, yerel medya ile öylesine
sıkı bir ilişki kurmuştur ki, Vakıf Temsilcisi Dr.
Schönbohm, çok iddialı biçimde basına “görüşmediğim ye­
rel basın kalmadı” biçiminde demeçler vermektedir. Bu
kapsamdaki faaliyetlerde, Türk ve Alman yerel gazetecile­
rin katıldıkları seminerler, Türk gazetecilerinin “bilgi ve
görgülerini artırmaya yönelik Almanya ziyaretleri” ağırlıklı
yer işgal etmektedir. KAV, bu alanda tek “burnunu sokma­
dığı” alana da el atmış ve 22-23 Haziran 2000’de Kemer /
Antalya’da “ Uluslararası İhtilafların Çözümü Konusunda
Medyanın R olü” konulu seminere Türk, Alman ve Yunan
gazetecilerinin katılımını sağlamıştır (25).
Vakfın, destek verdiği projelerin yamsıra, yayınlan
da mevcuttur. 2000 Yılında vakıf yayınları arasında çıkan
kitap sayısı 14’tür (26). Vakfın 2001’de yaptığı çok sayıda
etkinlikler arasında, 4 Nisan 2001’de Ankara’da Türk Ka­
dınlar Konseyi Demeği ile müşterek düzenlenen ve Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Beyza
Bilgin’in konuşmacı olarak katıldığı “İslam ’da Kadının
Rolü-Türkiye’de Kadın” konulu konferans, bu defa 11 Ni­

31
san 2001’de Ka-Der (Kadın Adayları Destekleme Demeği)
ile müşterek olarak İstanbul’da yinelenmiştir. 27 Nisan
2001’de TOSYÖV Başkanı Işın Çelebi -ki o da ANAP
milletvekilidir- Alman Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt ve
de Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un müştereken a-
çılışını yaptıkları Altematif-Yenilenebilen Enerji Kaynakla­
rına ilişkin sempozyum gerçekleştirilmiştir (27). 3 Mayıs
2001’de ise, KAV Temsilcisi Dr. Schönbohm ile İstanbul
Goethe Enstitüsü yöneticisi Dr. Rüdiger Bolz tarafından
müştereken gerçekleştirilen “Konrad Adenauer Vakfı’nın
20. Tartışma Forumu”nun konusu ise, “1930’lu Yıllarda
Türkiye ’deki Alman Göçmenler” olarak belirlenmiştir (28).
31.05/1.06.200l ’de İstanbul’da Konrad Adenauer
Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleştirilen “Almanya ve Türki­
ye'de Devlet, Vatandaş ve Sivil Toplum Kuruluşları" ko­
nulu Uluslararası Kongre’nin davetiyesinde, açılışta söz a-
lacak konuşmacılar arasında Dr. Wulf Schönbohm’un
yanısıra, dönemin iki Bakam, Yüksel Yalova ve Sadettin
Tantan’ın isimleri zikredilmiştir. Kongre’deki konuşmacılar
arasında özellikle BND’nin İstanbul’daki “Kürt ve Arap”
uzmanı kadrolu elemanı Gottfried Plagemann ile BND’nin
Türkiye etnik ve dinsel azınlıklar uzmanı Dr. Günter
Seufert dikkati çekerken, Alman Federal Anayasayı Koru­
ma Teşkilâtı BfV bağlantılı faaliyetleri ile yakından tanıdı­
ğımız Prof.Dr. Roland Eckert, Prof.Dr. Gerd Mutz, Dr.
Konrad Hummel, Christopher Kubaseck, Gisala Anna Erler
de Alman Devleti’nin resmi politikalarını anlatmışlardır.
Türk konuşmacılar arasında ise şu isimler özellikle dikkat­
leri çekmiştir: Sermaye kesimini temsilen ABD’den proje
bazında destekli TESEV’in Yönetim Kurulu Başkanı Yıl­
maz Argüden, uluslararası faaliyetleri ile yalandan izlenme­

32
si gereken Arı Hareketi’nin Başkanı Kemal Köprülü, muha­
fazakâr söylemleriyle tanınan Merkez Valisi Recep
Yazıcıoğlu, ikinci cumhuriyetçi çizgide kabul gören Ali
Bayramoğlu, Prof.Dr. Burhan Şenatalar, Prof.Dr. Zafer
Üskül ve Alman vakıflarının gedikli konuşmacısı Prof.Dr.
İbrahim Kaboğlu vd. Vakfın son faaliyetlerinden biri ise,
Heinrich Böll Vakfı’nın gedikli partneri İstanbul Barosu ile
30 Haziran 2001’de İstanbul Mercure Oteli’nde gerçekleşti­
rilen “Türkiye’nin Avrupa B irliği’ne Tam Üyelik Sürecinde
Kıbrıs" konulu sempozyumdur. Bu sempozyum dolayısıyla,
Türkiye’de Alman emperyalizminin yürütücülerinden biri
olan Konrad Adenauer Vakfı’na karşı, ilk kez yurtsever
anlamda bir tepki gösterilmiştir. İstanbul Barosu’na bağlı
Cumhuriyet aydını-yurtsever avukatların oluşturduğu “Önce
İlke Çağdaş Avukatlar Grubu”, yayınladığı bir bildiri ile,
toplantının K.A.V. ile işbirliği halinde yapılmasını şu cümle
ile eleştirmiştir: “Konrad Adenauer Vakfı, emperyalizmin
çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir kuruluştur. Bu
nedenle böyle bir vakıfla işbirliğini şiddetle reddediyoruz ’’
(29). Cumhuriyet yazarı Deniz Som ise, İstanbul Barosu’nu
başta K.A.V. olmak üzere, Alman vakıfları ile işbirliğini e-
leştiren bir yazısı ile ilgili olarak yanıt hakkını kullanan Yü­
cel Sayman’a verdiği karşı yanıtta (Deniz Som, “Azınlık­
lar”, Cumhuriyet, 3.07.2001), adeta yurtseverliğin dersini
yazmıştır:
“Sayın Başkan'a hak vermemek elde değil... Hele
meslek ettiği gazetecilik ahlakı konusunda... Araştırmacı
gazetecilik yapmak varken ne yazık ki değer yargılarıma
göre davranıp ahlaksızca yazılar yazabiliyorum. Emperya­
lizme karşı Anadolu topraklarında verilen Ulusal Kurtuluş
Savaşı ’nın diplomasi masasında Lozan Antlaşması ile taç-

33
landırıldığı şeklinde bir değer yargısına sahip olduğum ve
azınlık hakları sorununun Lozan 'da çözüldüğü yolunda bir
‘y anlış ’ bilgiye saplandığım için seminerinizin ‘Türkiye İçin
Çözüm Önerileri ’ oturumunda ‘Türkiye 'de Azınlık Sorunu­
nun Çözümü ’ ya da ‘A zınlık Sorununa Çözüm Önerileri ’
başlıklı tebliğleri ‘doğru ’ algılayamamış olabilirim.
Özür dilerim, acaba Sayın Başkan Sayman 6 Tem­
muz 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında
yayınlanan Doğubilimci Tamer Bacınoğlu ’nun ‘Türkiye 'de
Alman Vakıfları ’nın M arifetleri' başlıklı makalesini okudu
mu? İşbirliği yaptığı vakfı araştırdı mı, faaliyetlerini ince­
ledi mi, marifetlerini biliyor mu? Özür dilerim ama Sayın
Başkan Sayman, kendisini baro yönetimine taşıyan avukat­
ların içinden oluşan Önce İlke Çağdaş Avukatlar Gru­
bu ’nun adliye duvarlarına astığı duyuruyu okudu mu?
Duyuruda sempozyum izleyenlerce protesto edilir­
ken yorumu da şöyle yapıyorlardı: ‘Yeni Sevr dayatıcılarına
platform hazırlanmasına baromuz aracı olmaktadır... Yüz­
yıllardan beri sömürge olmayı reddederek bağımsız ve öz­
gür yaşayan Anadolu insanı onurludur. Emperyalistlerden
ve işbirlikçilerinden öğreneceği hiçbir şey yoktur".
Konrad Adenauer Vakfı’nın tüm bu etkinlikleri ger­
çekleştirmedeki niyet ve emellerini bir kenara bırakıp, sade­
ce otel, kokteyl, yemek, çay gibi organizasyon masraflarını
hesaplamaya kalktığınızda bile, bu vakfın ve de vakfın ar­
kasındaki Alman Devletinin Türkiye’yi ne kadar sevdiği (!)
ve düşündüğü (!) ortaya çıkacaktır... Ama daha da düşündü­
rücü olan gerçeği, KAV’ın Türkiye’deki en önemli “işbirlik
partneri” olan Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanı Bülent
Akarcalı’nın aşağıdaki sözlerinde bulmak mümkündür:

34
“Son iki yıldır vakıf Türkiye Temsilcisi olan W ulf
Schönbohrfı, uzun yıllardır ülkemize gelenler içinde tanıdı­
ğım en dengeli ve sorunlarımıza çok müspet bakabilen, cid­
di siyasi geçmişi ve inandırıcılığı olan kişidir. BUNA İNA­
NARAK YAZIYORUM... Dolayısıyla sorun, BAŞK ALARI­
N IN ÜLKEM İZDE N E YAPTIĞ I DEĞİLDİR. K A LD I K İ
GİTTİKÇE BÜ TÜ NLEŞEN DÜNYADA B U K AÇ IN IL­
M AZDIR. Esas sorun, bizim niye dışarıda hiç ama hiçbir
şey yapmadığımızdır. Tembelliğin mazereti yabancıya kız­
mak olmamalıdır" (30).
Unutmadan ekleyelim ki, Bülent Akarcalı, yukarıda
da ifade edildiği üzere, aynı zamanda T.B.M.M. üyesidir ve
uzun yıllardır iktidara ortak olmuş milliyetçi-muhafazakâr
(!) söylemli bir partinin, ANAP’ın mensubudur. Ve tabii ki,
yeminini Alman Parlamentosu’nda değil, tıpkı Mesut Yıl­
maz, Ercan Karakaş, Gökhan Çapoğlu, Leyla Zana, Şevki
Yılmaz, Sadettin Tantan, Haşan Mezarcı ve benzerleri gibi
T.B.M.M. kürsüsünde yapmıştır...
2.2.HEEVRICH BÖLL VAKFI
Alman Yeşiller Partisi’ne bağlı Heinrich Böll Vak­
fı, BND’nih espiyonaj faaliyetleri kapsamında en çok kul­
landığı vakıf olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’de son
yıllarda gerçekleştirilen rejim karşıtı pek çok etkinliğin ar­
dında Böll Vakfı yeralmaktadır. Ülkemizde en aşırı sağdan
en aşırı soluna, ikinci cumhuriyetçilerden etnik bölücülere
uzanan çizgide, ortak paydası Türkiye Cumhuriyeti düş­
manlığı olan tüm birey ve örgütleri biraraya getirme, ortak
platformlar oluşturma çabası içinde görünen vakıf, Türk is­
tihbarat kuruluşları nezdinde dikkat çekmemek için de,

35
özelllikle espiyonaj faaliyetleri dışında tutulan normal bir
Türk vatandaşını Temsilci olarak göstermektedir (31).
1988’de Berlin’de kurulan Heinrich Böll Vakfı’nın,
tıpkı diğer vakıflar gibi, Alman iç politikasına karışması ya­
saktır. Hükümetin öngördüğü sınırlar içinde, misyonunun
gereğini yerine getirmede ise, tıpkı diğer vakıflar gibi, ol­
dukça özgürdür. Vakfın Almanya faaliyetleri, iki bölümden
oluşmaktadır: Gerçek Almanlara yönelik faaliyetler; “ya-
bancılar”a yönelik faaliyetler. Birinci bölüme yönelik faali­
yetler, apolitik çevre projelerinden ibarettir. İkinci bölüm­
deki faaliyetlerin ağırlık noktasını ise Türkler oluşturmakta­
dır. Böll Vakfı, bu kapsamda, Türkiye karşıtı tüm etnik, i-
deolojik ve dinsel yapılanmaların (PKK, Ermeniler, Sürya-
niler, Pontusçular, Keldaniler, Yezidiler, Milli Görüşçüler,
Kaplancılar, Fethullahçılar, Süleymancılar, Nizam-ı Alem­
ciler, DHKP-C ve Tikkocular vd.) yanısıra, Federal Anaya-
sa’yı Koruma Teşkilâtı, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı, Pro­
testan ve Katolik Kilise Akademileriyle yine bunlara bağlı
haber ajansları ve diğer medya kuruluşları ile koordineli or­
ganik ilişki içindedir. Vakfın Almanya faaliyetlerinin fi­
nansmanı, İçişleri Bakanlığı’nın “global fonları” ve değişik
bakanlıkların proje güdümlü kaynaklarından karşılanmakta­
dır ki, 1999 yılı için -sadece Almanya içi faaliyetlere-
Devletten alman yardım tutarı 67 milyon marktır. Böll Vak-
fı’nın asıl faaliyet alanı, Almanya için stratejik öneme sahip
olan, başta Türkiye olmak üzere, “arka bahçe” ülkeleridir.
Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı, Federal Dışişleri Bakanlığı
ve Federal İstihbarat Servisi’nin (BND) “örtülü fonla-
rı”ndan karşılanmaktadır.
Böll Vakfı, Türkiye’de uzmanlaştığı başlıca üç ko­
nuda faaliyet göstermektedir: Birincisi, “insan hakları” ko­

36
nusu ki, en yoğun işbirliği yaptıkları Türk sivil toplum ku­
ruluştan arasında İstanbul Barosu, İnsan Hakları Demeği,
Helsinki Yurttaşlar Demeği, KOMKAR, Düşünce Suçuna
Karşı Girişim, Alternatif Toplum Merkezi, Mazlum-Der,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı vd. bulunmaktadır. Bu kuru­
luşlarla müşterek panel, sempozyum, atölye çalışmaları ve
benzeri etkinliklerde, Yücel Sayman, Hüsnü Öndül, Hasip
Kaplan, Murat Bozlak, Şanar Yurdatapan gibi isimlerin
yanısıra, Claudia Roth, Angelika Graf, Jonathan Sugden gi­
bi Türkiye karşıtı olarak tanınan Avrupalı parlamenterlere,
gazetecilere vd. rastlamak genellikle olanaklıdır. Bu etkin­
liklerin birinde, davetlilere dağıtılan “kendi devletini ihbar
anketi”, içeriği itibariyle suç boyutu taşımasına rağmen, sı­
radan bir belgeymişçesine kamuoyunda tartışılmamış;
Cumhuriyet Savcıları da işlem yapmamıştır (32). Benzeri
bir ihbar hattı da Mazlum-Der tarafından yaşama geçiril­
miştir (33).Vakıf, ayrıca kadın hakları ile ilgili etkinliklere
de ilgi göstermektedir. Vakıf broşürlerinde Türkiye, Mali,
Sudan ve Mısır’ın yanında ‘kadın haklarının ezildiği ülke­
ler’ listesinde yer almaktadır. Ayrıca, vakfın İstanbul’da
“Pazartesi” adlı feminist ve ordu düşmanı bir periyodiği fi­
nanse ettiği kaydedilmektedir. Kaldı ki, Yeşiller Partisi’nin
yayın organı olan “TAZ”ın “Perşembe” adlı ekinin içeriği
de, aşağı yukarı aynıdır (34). Vakıf, AB ve Kopenhag Kri­
terleri çerçevesinde Türkiye’deki insan hakları-azınlık hak­
lan konusunu sık sık gündeme getirmektedir (35). Son ola­
rak, İstanbul Barosu İnsan Haklan Merkezi Azınlık Hakları
Çalışma Grubu’nun Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle 8-9
Haziran 2001 ’de İstanbul’da gerçekleştirdiği etkinliklerden
biri olan “Ulusal, Ulusalüstii ve Uluslararası Hukukta A-
ZINLIK HAKLARI (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Av­
rupa Konseyi, Lozan Antlaşması)” konulu sempozyum, ge­

37
rek zamanlama, gerek katılımcılar ve gerekse tebliğ konula­
rı itibariyle oldukça dikkat çekmektedir (36). Bir uzmanın
bu sempozyumla ilgili son derece önemli değerlendirmeleri
şöyledir:
"Sempozyumun yabancı konuşmacıları, ülkelerinin
azınlık konseptlerini savunan kişilerden oluşuyor. Örneğin,
Pakistan asıllı İngiliz Javaid Rehman, Leeds Üniversite­
si ’nde öğretim görevlisi olup, çalışma alanı, Pakistan ’daki
'etnikve dini azınlıklar’dır. Steven Wheatley, ulus-deyletleri
etno-kültürel kimliklerle parçalama projesinin Anglosakson
mimarlarından biri olarak tanınıyor. Nicole Guisma-
zenes ’in ilgilendiği alan, 'yabancılar ve ilticacılar ’. Diran
Bakar, Türkiye ’deki Ermeni vakıflarının avukatı.
Türkiye gibi ulus anlayışı dil temeline dayanan bir
ülkede, Almanya öncülüğünde bir 'azınlık hakları ’ sempoz­
yumu yapılabilmesi, aymazlığın ve aptallığın zirvesi olsa
gerek. Zira, ‘etnik ulus’ düşüncesine Hitler dönemindeki
kadar bağlı ‘çağdaş ’ Federal Almanya ’nın tanıdığı ‘ulusal
azınlıklar ’m toplam nüfusu toplam 100 bin kişi!.. Bu raka­
mın % 60 ’ı, yani 60 bini Schleswig Eyaletinde oturan Da­
nimarka kökenliler. Almanya Danimarka kökenli yurttaşla­
rına ‘azınlık statüsü 'nü mütekabiliyet esasına göre ve daha
da önemlisi, galip güçlerin baskısıyla verdi. Geriye kalan
40 bin kişilik ‘Sorb azınlığı ’ ise, istisnasız tamamı kendisini
Alman olarak gören insanlardan oluşuyor. Bir başka de­
yişle Almanya -s ır f dış dünyaya azınlık hakları dayatabil­
mek amacıyla- ‘Sorb ’la n göstermelik azınlık olarak pazar­
lıyor. Almanya ‘Kopenhag K riterleri’ni eksiksiz uyguladığı
için, ‘S orblar’, kendi dillerinde eğitim hakkına sahipler. Ne
var ki, 40 bin kişilik ‘Sorb azınlığı ’ içinde ‘Sorbça ’ bilenle­
rin sayısı ikibin; ilkokullarda ‘S orb dili dersi’ alan öğren-

38
cilerinki ise, sadece ikiyiiz civarında. Almanya bu harikulâ-
de ‘azınlık’ sistemini Türkiye’y e önerirken, ‘biz nasıl
Sorblara, DanimarkalIlara azınlık statüsü verdiysek, siz de
aynı hakları Kürtlere ve diğer azınlıklara vermelisiniz ’ di­
yor. Not: Museviler, Çingeneler, Polonya asıllılar Alman­
y a ’da azınlık kabul edilmiyor. Alm anya’da üç milyona ya­
kın Türk toplumunu azınlık olarak kabul etmediği gibi,
böyle bir azınlığın doğmaması için, Alman İslâmî projesi
uyguluyor" (37).
Ayrıca, vakfın işbirliği içinde olduğu diğer dış ku­
ruluşlar arasında, Uluslararası A f Örgütü’nün (Amnesty
International) İstanbul Ofisi ve özellikle de Almanya Şu­
besi (38), İstanbul Orient Enstitüsü, Konrad Adenauer Vak­
fı ve diğerleri (Kurdish Human Right Projects, ERNK,
International Comittee of the Red Cross, International
Centre for Human Rights and Democratic Development)
başı çekmektedir.
Vakfın ikinci faaliyet konusu, “çevre sorunları” üze­
rinedir. Vakfın bu konudaki hedefi, Türkiye’de sanayileş­
menin, madenciliğin ve enerji kapsamında hidroelektrik
santrallerin karşısında, bilimsel ve akılcı bir çevrecilik yeri­
ne; salt tepkisel ve duygusal boyutlarda bir çevrecilik hare­
ketine dinamizm kazandırmak ve oluşturulan bu dinamik
güçleri, Almanya’nın çıkarları lehinde, Türkiye’ye karşı koz
kullanmak olarak özetlenebilir. Bu bağlamda, İstanbul Çev­
re Konseyi, Doğu Akdeniz Çevrecileri, Batı Akdeniz Çevre
Platformu, Karadeniz Çevre Platformu, Karadeniz Ulusal
Sivil Toplum Kuruluşları Forumu ile yakın ilişkiler kurul­
muştur ve amaca uygun etkinlikler düzenlenmektedir. Böll
Vakfı, Almanya’nın ekonomik çıkarları doğrultusunda çifte

39
standart esasına göre faaliyet gösteren sözde çevreci FIAN
örgütü ile de paslaşmaktadır (39).
Vakfın üçüncü uzmanlık konusu ise, Türkiye’deki
sivil toplum kuruluşlarını, süratle küreselleşmeci NGO çiz­
gisine çekmektir. Örneğin, 15-16 Aralık 2000’de, İstanbul
Teknik Üniversitesi Maçka Sosyal Tesislerinde gerçekleşti­
rilen “Türkfye-AB Bütünleşmesinde STK ’ların Rolü” konulu
8. STK Sempozyumu’nun ilk çağrısında konumuzla ilgili şu
bilgiler verilmektedir: “Sekretaryası Tarih Vakfı tarafından
yürütülen bu sempozyumda da, daha önceki yedi sempoz­
yumda uygulanan çalışma yöntem i izlenecek ve ilk gün uz­
man sunumları, yabancı ülkelerden tecrübe aktarımları ile
genel tartışmalar yer alacaktır. İkinci gün ise önceden be­
lirlenmiş konularda atölye çalışmaları gerçekleştirilecektir.
Sempozyumun zorunlu giderleri Heinrich Böll Vakfi'nın
desteği ve katılımıyla karşılanmaktadır, bu kuruluşa teşek­
kürlerimizi sunuyoruz”{40). Sözkonusu sempozyumun Dü­
zenleme Kurulu’nda, Böll Vakfi’nın yanısıra, Arı Hareketi,
Beyaz Nokta Vakfı, Atlanta Ana Merkezi Uzay ve Tekno­
loji Demeği, ÇareSİZ Hareketi, Doğa ile Barış Demeği,
Doğal Hayatı Koruma Demeği, Helsinki Yurttaşlar Deme­
ği, İstanbul Avrupa Gençlik Forumu Demeği, TESEV, Ta­
rih Vakfı, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yeşil Adımlar Çevre ve Eği­
tim Demeği, 21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı, Yöret Vak­
fı gibi sivil toplum kuruluşlarının yeraldığı anlaşılmaktadır.
Keza, yiiıe aynı adreste 2-3 Haziran 2001’de toplanan “Sivil
Toplum Kuruluşlarında Örgütiçi Demokrasi ve Gönüllülük
konulu 9. STK Sempozyumu’nun Düzenleme Kurulu’nda
ise önceki katılımcılara ilâveten Marmara Vakfı da yer al­
maktadır (41).

40
Böll Vakfı, özetle ifade etmek gerekirse, Alman­
ya’nın emperyalist politikalarından habersiz Türk
NGO’lannı, “sivil itaatsizlik” bağlamında merkezi otorite­
ye karşı dinamik bir güç olarak örgütlemeye çalışmaktadır.
2.3. FREIDRICH EBERT VAKFI VE DİĞERLERİ
Böll Vakfı gibi ilgi ve sorumluluk yelpazesi hayli
geniş olan Alman vakıflarından bir diğeri, SDP’ye bağlı,
merkezi Bonn’da bulunan Friedrich E bert Vakfı’dır.
Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı Alman Dışişleri Bakanlı­
ğının fonlarından karşılanan Ebert Vakfı’nın 1997 Bütçesi,
200 milyon mark olarak açıklanmıştır (42). Vakfın asli gö­
revlerinden biri, Almanya’daki Türklerin arasında yürütülen
çalışmaların yanısıra, Türkiye’deki faaliyetlerin bilimsel
sonuçlarının raporlaştırılarak Alman Hükûmeti’ne sunulma­
sıdır. Bu raporlara bakıldığında, Ebert Vakfı’nın Alman
emperyalizmine mi, yoksa Türk halkına mı hizmet sun­
makta olduğu açıkça görülmektedir (43). Temsilciliğini
Hans Schumacher’in yaptığı Vakfın Türkiye’deki ağırlıklı
faaliyet alanı, çalışma ekonomisi ve sendikalar üzerinedir:
Türkiye’de iç göç, işçiler, sendikalar, toplumsal ve ekono­
mik değişim, sendikalarda kadın eğitimi, sendikal eğitim
teknikleri, endüstri ilişkileri, işsizlik ve eksik işgücü sorun­
ları, üniversiteler ve sendikalar arasındaki ilişkiler, sosyal
demokrat istihdam politikaları, parti içi demokrasiye katkı,
sivil itaatsizlik, sivil toplum gibi konu başlıklarını içeren
çok sayıda bilimsel toplantı düzenlenmiştir. (44). Ayrıca,
Böll Vakfı’nın çalışma alanına girilerek, İslâmî yapılan­
malara ilişkin konuların yanısıra, NGO’lar ve üniversite­
lerle ortak olarak, etnik tarih, medya, dışpolitika ve de Av­
rupa Birliği konularını içeren konferanslar, paneller, atölye
çalışmaları, yayınlar ve benzeri etkinlikler gerçekleştiril­

41
miştir. Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasal partiler içinde en
çok CHP ile ilişki içindedir (45).
Ebert Vakfı’nın bilinmeyen faaliyetleri, istihbarat
niteliği ağır bastığından, bilinenlerin çok çok üzerindedir.
Örneğin, 24 Haziran 2001’de, Türkiye’ye gelen Almanya
Adalet Bakanı Herta Daubler-Gmelin ile on “özel” Türk
vatandaşı arasındaki “özel enformasyon” görüşmesini,
Friedrich Ebert Vakfı’nm Türkiye Temsilcisi Hans
Schumacher organize etmiştir. Alman Konsolosluğu’na ait
Tarabya’da gerçekleştirilen bu görüşmeyi tesadüfen öğre­
nen Ulusal TV, konuyu özel bir program içinde kamuoyuna
duyurmuştur. Davetliler arasında, İnsan Hakları Demeği
İstanbul Şubesi Başkanı Av. Eren Keskin, DİSK Genel Ko­
ordinatörü Ahmet Asena, Tarih Vakfı Genel Sekreteri Or­
han Silier, TÜSES Genel Sekreteri ve CHP Beşiktaş İlçe
Örgütü üyesi Nilüfer Mete, Sosyal Demokrasi Vakfı Yö­
neticisi Deniz Kavukçuoğlu, KA-DER Başkanı Zülal Kılıç,
Prof.Dr. Rona Aybay gibi isimler dikkat çekmiştir. Bu ayrı­
calıklı (!) katılımcılardan Av. Eren Keskin’in Aydınlık Der­
gisine yaptığı konu ile ilgili açıklamaları şöyle olmuştur:
“Alman Konsolosluğu’nun Tarabya’da bir konukevi
var. Çağru onlardan geldi. Alman Adalet Bakanı bir gün
sonra devlet yetkilileriyle görüşecekmiş. Bir gün öncesinde
de sivil toplum örgütleriyle görüşmek istemiş. Türkiye ’nin
sorunları, insan hakları ihlalleri, sınıfın hak ihlalleri ile il­
gili görüşlerimizi sordular, biz de görüşlerimizi anlattık.
... Alman Bakan özel olarak bu soruyu sormadı ama
tartışma bununla başladı. FP kapatıldıktan sonra Mec­
lis ’deki değişiklikler güncel olduğu için tartışıldı. Farklı
görüşler ortaya kondu. Ben de esas olarak Türkiye ’de sis­

42
temin bir sorun olduğunu, Türkiye ’de siyasi partilerin siya­
setin gerçek belirleyeni olmadığını, siyaseti gerçek belirle­
yenin Genelkurmay olduğunu söyledim. Bunun üzerine,
Türkiye ’deki sistem yapısı üzerine derin bir tartışma başla­
dı.
AYDINLIK Siz bildiğim kadarıyla sol kökenli bir
-

insansınız. Almanya da, şu anda başka ülkelerin içişlerine


karışan emperyalist Avrupa’nın önemli ülkelerinden biri.
Almanya Adalet Bakanı’y la Türkiye’nin sorunlarını tar­
tışmayı doğru buluyor musunuz?
- Doğru buluyorum. Çünkü biz insan hakları savu­
nucuları olarak herkesle görüşmekten yanayız. Bizim bu
konuda hiçbir çekincemiz yok. insan hakları savunucuları­
nın milliyeti olmaz. Türkiye ’de yaşanan hak ihlallerini ya­
bancı devlet yetkililerine söylerken de Türkiye 'yi korumak
gibi bir kaygımız olamaz. Çünkü biz devletin hak ihlallerini
yaşıyoruz ”.
Sözkonusu “özel toplantı”nın organizatörü Hans
Schumacher’in söyledikleri ise, Alman ırkçılığının, siyasal
megolomanisinin ve de diplomatik nezaketsizliğinin tipik
bir örneğini oluşturmuştur:
“Toplantıya katılanların ‘A lman ajanı ’ olduğunu si­
ze teyit etmemi mi istiyorsunuz?.... Türkiye’deki partnerle­
rimiz bizim onlara yardımcı olabileceğimizi düşünüyor­
lar.... 200 Milyar dolara yakın dış borçla ilişkilerinizde bir
denge sağlamanız oldukça zor. Batı şu kadar yardım almak
istiyorsanız, şu şartları yerine getirin, diyor ”.
K örber Vakfı ve Georg Ecker Enstitüsü, Türki­
ye’deki 47 ayrı etnik halk söylemini yaşama geçirmeye yö­

43
nelik olarak etnik farklılıkların ortaya çıkarılması ve mevcut
farkların derinleştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulun­
maktadırlar. Özellikle Tarih Vakfı’nm projelerine verilen
desteğin yanısıra, Türkiye’de kimlik ve normların değişimi
konusu, özellikle Körber Vakfı’nın ilgi alanına girmektedir.
Körber Vakfı, Türk-Alman ilişkilerinin geliştirilmesi yo­
lunda, Türkiye’de lise düzeyinden itibaren Alman sempati­
zanı bir nesil yaratmak gibi geniş vizyonlu (!) bir misyona
da sahiptir (46). Friedrich Naumann Vakfı ise, Türkiye’yi
etnik ve dinsel açıdan paramparça federal bir yapılanmaya
götürecek stratejinin taşeronluğunu üstlenmiştir. Yerel yö­
netimlerin merkezi hükümet aleyhine güçlendirilmesi, mer­
kezden kopmak isteyen halkların (!) kendi kaderlerini tayin
hakkının ifadesi olarak yerel yönetimleri kullanması, or­
mancılık, kobiler, çalışan çocuklar, demokratikleşme, insan
hakları gibi konular, Naumann Vakfı’nın etkinlik konuları
arasında yer almaktadır (47). Gerek Almanya’daki ve ge­
rekse Türkiye’deki etnik bölücü yapılanmalara Alman
Devleti’nin tüm olanaklarını dolaylı olarak sunan bir başka
merkez ise, Tehdit Altındaki H alklar Derneği’dir (48).
Ayrıca, Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yürüten Alman
merkezleri de mevcuttur. Örneğin, BND kadrolu rahiplerin
en ünlüsü olan Wolfgang Jungheim’in temsilciliğini yaptığı
Uluslararası Katolik Barış Hareketi, Alman Protestan
Kilisesi Konseyi ise, ülke sınırları içinde PKK ile özdeşleş­
tirilen Türk, ve Türkiye düşmanı alevi lik hareketinin
yanısıra, başta Süleymancılar, fethullahçılar ve milli görüş-
çüler olmak üzere, “Alman İslâmî” yaratma projesi doğrul­
tusunda tüm sünni ve şafıi yapılanmalara lojistik destek
sağlamaktadır (49). Tüm Türkiye’de faaliyet gösteren BND
orijinli Alman misyonerleri, farklı kilise gruplarını temsil
ediyorlarsa da, ki deprem sonrası Sakarya’da insani yar­

44
dımla gelip, kısa bir süre sonra ruhani yardım (!) aşamasına
geçen Alman Protestan Kilisesi, Türkiye-Alman Kilise­
leri Birliği ve Federal Alman Kilisesi buna örnek gösteri­
lebilir, ortak olarak Almanya’nın Türkiye’deki Büyükelçili-
ği’nin koruması altında bulunmaktadırlar. Ayrıca, tüm bu
istihbaratçı-misyonerlerin ikâmet adresi olarak gösterdikleri
evlerin her nedense tamamı Alanya’dadır. Mardin, Urfa ve
çevresinde Yezidilik, Süryanilik, Asurilik, Keldanilik doğ­
rultusunda destek çalışmalarında bulunan Alman misyo­
nerleri, Doğu ve Güneydoğu’nun yanısıra, Karadeniz bölge­
sinde de -hedef kitle Kürtler, Lazlar ve Aleviler- din değiş­
tirme faaliyetlerini sürdürmektedirler. Mürted yani din de­
ğiştirmiş Türk asıllı misyonerleri ise, hedef bölgelerde iş
yapan Alman ya da işbirlikçi Türk şirketlerinde istihdam e-
derek kamuflajı sağlamaktadırlar (50).
Türkiye’deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en
önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen
O rient (Doğu) Enstitüsü, 1961 ’de Beyrut’da kurulmuştur.
Enstitü’nün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve A-
raştırma Bakanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Al­
manya’nın Türkiye dahil Orta Doğu’da gözü-kulağı olan ve
BND’nin kadrolu elemanlarına “bilimadamı” kamuflajı
sağlayan; 1987’de Lübnan’daki iç savaş nedeniyle tüm ajan
kadrosunu İstanbul’a nakleden Enstitü, 1994’den itibaren
tekrar Beyrut’a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bün­
yesinde faaliyet gösteren Ebenhausen Bilim ve Politika
Vakfı’nın yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen
Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman Vakıfları,
sözkonusu Enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türki­
ye’de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların “entelektü­
el” düzeydeki yazar, sanatçı ve gazetecileri, Enstitü’nün İs­

45
tanbul Şubesi tarafından desteklenmekte, sevk ve idare e-
dilmektedir. Enstitü, ayrıca,Tarih Vakfı’na amaçlan doğ­
rultusunda proje desteği de sunmaktadır. Türkiye’nin etnik
ve dinsel yapısını en iyi bilen yabancı istihbaratçı olarak
nitelendirilen Dr. Günter Seufert’in yönetimindeki Enstitü
Şubesi, kimi projelerin finansmanında ve gerçekleştirilme­
sinde, İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitü­
sü ve AB organları arasındaki koordinasyonu da üstlen­
mektedir (51). Hamburg’daki Alman Orient Enstitüsü, yine
BND’nin doğrudan gözetiminde, Almanya ve AB ülkele­
rinde yaşayan Türk vatandaşları arasındaki dinsel ve etnik
bölücülüğün yanısıra; Türkiye karşıtı tüm örgüt, tarikat ve
cemaatleri? ilgilenmektedir (52). Türkiye’deki Goethe
Enstitüsü ve Alman Kültür Merkezleri ise, Alman istihba­
ratçılarının en önemli barındırma-kamuflaj işlevine sahip
merkezler olarak nitelendirilmektedir (53).
3. TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARININ ÇA­
LIŞMA YÖNTEMLERİ
Türkiye’ye yönelik dış tehditleri kategorize ettiği­
nizde, iki temel yöntemin kullanıldığını görürsünüz. Örne­
ğin, Yunanistan, îran, Suriye gibi ülkelerin düşmanlığı net­
tir. Dost görünmek için arada bir zorlasalar da, buna, kendi­
leri bile inanmazlar. Tanırsınız, bilirsiniz ve önlemini alırsı­
nız. A.B.D. gibi müttefik ülkelerin “dostluk” anlayışları ise,
sadece kendi çıkarları açısından sözkonusudur. Dostluk ya
da düşmanlığın nerede başlayıp ne zaman ve nerede bitece­
ğine tek taraflı kendileri karar verirler. Ekonomik-siyasal-
kültürel bir egemenliği ve sömürüyü hedeflediklerinden,
son derecede gelişmiş yöntemlerle hareket ettiklerinin far­
kına varırsınız. Örneğin, hedef ülkeleri işgal etmek yerine,
dışarıdan Bakan atamak ya da kendi etki ajanlarını doğru­

46
dan yönetime getirmek... İşte, Almanya’nın konumu, bu iki
temel kategorinin arasındadır. Hem müttefiktir, hem ucun­
dan dostluk gösterir ama buna karşılık en kaba ve sıradışı
yöntemlerle sizi önce parçalamaya ve sonra “arka bahçesi”
içinde sindirmeye çalışır... Düşmanlığı, doğrudan ulus-
devlete ve ulusal bütünlüğümüzedir. Bu bağlamda Alman
vakıflarının yukarıda açıklanan faaliyetleri, Türkiye’deki
yerli işbirlikçilerin yani etki ajanlarının temini ile güçlendi­
rilmesi amacına yöneliktir. Tipik bir örnek olmak üzere,
Alman Büyükelçiliği’nin bünyesinde mevcut Türkische
Medien birimi, ulusal ve yerel düzeydeki Türk Basınında
Alman sempatizanı ve de “tetikçisi” gazetecileri araştırmak,
bulmak, yetiştirmek ve bunları gündem belirleyici olarak
etkili medya kuruluşlarında desteklemekle yükümlüdür. Bu
birimin yaptırdığı bilimsel araştırmalardan birinin sonucuna
göre, Türk Basınında Almanya aleyhine en çok yazı ve ha­
ber yayınlanan gazete H ürriyet, Almanya aleyhine hiç yazı
ve haber yayınlanmayan gazete ise fethullahçıların Zaman
gazetesidir. Sözkonusu birimin temel görevi, Almanya kar­
şıtı medya kuruluşlarını ve mensuplarını pasifıze ederek,
Zaman gibi medya kuruluşlarının sayısını arttırmaktır.
G TZ biriminin görevi ise, etnik bölücülüğü teşvik kapsa­
mında Güneydoğu ve Karadeniz ağırlıklı tüm prestij yatı­
rımlarının takibi ile, Türkiye’deki devlet ihaleleri başta ol­
mak üzere, Almanya’nın çıkan olan tüm ekonomik geliş­
meleri izlemek ve gereğini yerine getirmektir (54).
Yine yukarıda örnekleri verildiği üzere, Alman va­
kıfları, işbirliği yaptığı Türk NGO’larına proje başına para
vererek kendi yanına çekmekte ve yönlendirmektedir. Ya­
pılan iş hiç şüphesiz legaldir, casusluk değildir. Proje başına
para alan Türk NGO’larınm ulusal duyarlılıklan sözkonusu

47
olmadığından, yapılan işbirliği etikdışı olarak da algılan­
mamaktadır. Ve hiçbir Türk NGO’su da, kendilerine proje
hazırlatan veya sponsorluk yapan Alman vakıflarının Türk
mevzuatına göre yasal konumda olup olmadığını sorgula­
mamaktadır. Bu yüzden, ulusal ya da uluslararası etkinlikle­
rini beş yıldızlı otellerde yapmak isteyen iddialı
NGO’lardan, etkinliklerinde sadece salon tahsisi ve çay-
pasta ikramına razı (!) mütevazi NGO’lara kadar uzanan
çizgide, Alman vakıfları, tüm taleplere cevap verecek eko­
nomik serbestiye sahiptirler. Bu ekonomik serbestinin her
yıl yüzmilyonlarca mark harcanarak elde edildiğinin altını
çizmek gerekmektedir. Bu arada, başta kobiler, kısmen çev­
recilik ve kadın sorunları olmak üzere, Alman vakıflarının
arada bir gerçekleştirdikleri “sakıncasız” ve “zararsız” et­
kinliklerinin de hakkını teslim etmek icap etmektedir.
Almanya, Türk üniversitelerinde ve de bürokraside
“etki ajanı” (en olumsuz halde Alman sempatizanı) yetiş­
tirmek için de büyük meblağlar harcamaktadır. Örneğin,
Alexander von Humboldt Vakfı, Boehringer Ingelheim
Fonds Vakfı, C ari Duisberg Gessellschaft e.v.,
Deutscher Akademischer Austauschdienst e.v.,
Friedrich Naumann Vakfı, Fritz Thyssen Vakfı, Hanns
Seidel Vakfı v.d. Elbette ki bu vakıflardan burs alan Türk
vatandaşlarını potansiyel Alman “etki ajanı” olarak kabul
etmek yanlıştır. Kesin olan gerçek şu ki, Türk bursiyerler i-
çin her yıl yüzmilyonlarca mark harcayan Alman vakıfları,
ABD vakıfları kadar sonuç almada başarılı (!) değillerdir
ama bu ileride başarılı olmayacakları anlamına da gelme­
mektedir. Şimdilerde, eski bursiyerlerle ilişkiyi koparma­
mak için DAAD yani Alman Akademik Değişim Servisi
harekete geçirilmiştir. Tüm bu alandaki faaliyetler, Anka­

48
ra’daki Büyükelçilik (Kültür Ataşesi) ve İstanbul Başkon­
solosluğu üzerinden gerçekleştirilmektedir. BND, tüm bu
orta ve uzun vadeli yatırımların meyvelerini toplama aşa­
masına gelmiştir. Örneğin, Türk Üniversitelerinde görevli
çok sayıda akademisyene, projelendirilen kritik konularda
çalışmalar yaptırılmıştır ve yaptırılmaya da devam edil­
mektedir: Türkiye’deki etnik, dinsel, ekonomik, siyasal,
toplumsal ve kültürel farklılıklar ve değişimlerle ilgili, bir
başka ifadeyle istihbarat değeri taşıyan konularda bugüne
kadar yüzlerce proje, Türk akademisyenlerine yaptırılmış­
tır. Türkiye’nin güçlü ve zaaf (yumuşak karın) noktalarını
ortaya koyan bu bilimsel dosyalar, bugün Alman Devle­
ti ’nin istihbarat arşivinde temel başvuru kaynakları arasında
yer almaktadır.
Kısaca, Almanya, “proje bedeli”, “şerefiye”, “burs”,
“bedava tatil”, “inceleme gezisi”, “araştırma bedeli”, “mas­
ra f’, “telif’ gibi adlar altında Türk NGOTarına, gazetecile­
re, akademisyenlere, mülki ve yerel yöneticilere, başta me­
mur sendikacıları olmak üzere tüm sendikacılara, meslek o-
daları yöneticilerine, çevrecilere adeta para dağıtmakta;
teknik deyimle “çengel atmaya” çalışmaktadır. Amaç, bu
ülkede en az ABD’nin olduğu kadar güçlü “etki ajanı” kad­
rosuna sahjp olmaktır. BND, bu amaç doğrultusunda, İzmir
Karaburun ve Ayvalık’ın yamsıra, Alanya, Mersin ve İs­
kenderun’da oteller kapatmakta; Türk Devleti’nin istihbarat
birimlerinin acizliğinden ve siyasal irade yoksunluğundan
istifadeyle, bu otellerde, Türkçe öğrenecek Alman istihba­
ratçılarına dil eğitiminin yanında, kendilerini anarşist, bölü­
cü, sosyalist olarak tanımlayan en marjinal siyasal gruplar
dahil tüm Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarına bedava hizmet
sunmaktadır. Bütün bunlar, alenen ve kabaca, gözümüze a­

49
deta “soka-soka” yapılırken; ilgililer ve de yetkililer, gözle­
rini yummaya, kulaklarını tıkamaya devam etmektedirler.
4. TÜRKİYE VE ALMANYA: ÇATIŞAN POLİTİKA­
LAR
Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında Türk Devle-
ti’nin Almanya’ya karşı uyguladığı bir strateji var mı? Ke­
sinlikle yok!.. Türkiye, faşist Almanya’nın emperyalist po­
litikalarını etkisizleştirecek bir stratejiye maalesef sahip de­
ğil!.. Hiçbir konuda alınmış önlemi ya da misilleme politi­
kası bulunmamakta!.. Almanya’nın, Yugoslavya’nın par­
çalanması aşamasında -Hırvatistan ve Slovenya’nın bağım­
sızlıklarını kazanmaları için- Dış İstihbarat Servisi BND’ye
tahsis ettiği bütçe 12.000.000.000 (onikimilyar) DM. BND,
bu bütçeyi kullanarak Yugoslavya’yı etnik çatışmaya sü­
rükledi ve amacına ulaştı. Ya Türkiye için bugüne kadar
harcanan milyarlarca mark?!. Üstelik ellerinde, Türk Top-
lumunun minimize halini oluşturan, adeta toplumsal
laboratuvar gibi çalıştıkları 2.5 milyon Türk var. Sorun,
onların Türklükten ve Türkiye’den koparılması olsa, belki
bu acizliği bir dereceye kadar hoş gören “nemelâzımcılar”
çıkabilir. Ancak sorun, Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmezliğinin, bağımsızlığının tehlikede olması!.. Türki­
ye’de yönetenler değişmediği sürece, bu kısır döngü bir
karayazgı biçimde tecelliye devam edecek. Tıpkı, tarafım­
dan yazılan ve geçen yıl yayınlanan “Türkiye’de Etki A-
janları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar R aporu” baş­
lıklı makalede yeralan aşağıdaki satırlara rağmen hiçbir şe­
yin değişmediği gibi:

50
“Türkiye dahilinde kontr-espiyonaj faaliyetlerini
yürütmek MÎT'nın asli görevidir. Askeri alanlarda da hiç
şüphesiz TSK istihbarat kuruluşları faaliyet gösterme yetki­
sine sahiptir? Ya etki ajanları ya da nüfuz casusları için?!.
Türkiye'de m aalesef böyle bir misyonu olan resmi kurum
yok!.. Olmadığı için de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
kendini savunma mekanizması fe lç olmuş durumda!.. İşte,
hedef ülkelerde etki ajanlarını en yoğun biçimde kullanan
ve kendi ülkesinde ise hasım ülkelerin etki ajanlarına hayat
hakkı tanımayan örnek: Almanya!..
Alrhanya'da kontr-espiyonaj, etki ajanlığı ve benzeri
faaliyetlerle mücadeleyi üstlenen Federal Anayasayı Koru­
ma Teşkilâtı B fV (Bundesamt fü r Verfassungsschutz) 'm
yanısıra, ulusal polis örgütü ve de dış istihbarat servisi
BND (Bundesnachrichtendienst) arasında koordinasyonu
sağlamakla yükümlü ve de geniş yetkiye sahip -Em est
Uhrlau'nun yönetiminde- ayrı bir birim daha bulunmakta­
dır. Almanya’daki Türklere yönelik olarak bu istihbarat ser­
vislerinin koordirıeli biçimde yürüttükleri faaliyet sonrasın­
da, Türkiye’deki siyasal-dinsel ve de etnik bölünmüşlüğün
küçük bir modeli oluşturulmuştur. Almanya'da faaliyet
gösteren her türlü şeriatçı-mezhepçi, nizâm-ı âlem ülkücü­
sü, ikinci cumhuriyetçi, bölücü, marksist terör örgütleri, y i­
ne Türk kimliğine, Türk Devletine, Cumhuriyete, laik hukuk
sistemine, kısaca Türkiye'ye karşıdırlar. Yalnız bir farkla,
kuklalaştırılmış sözkonusu örgütlerin tamamı, Alman istih­
barat servislerince sımsıkı kontrol altında -Türkiye'ye karşı-
sevk ve idare edilmektedirler. Alman istihbarat servislerinin
kontr-espiyonaj ve etki ajanlığı faaliyetlerine karşı kendi
ülkesindeki duyarlılığı, kabul edilebilir sınırlar dışında, a-
deta paranoya derecesindedir. Örneğin, kendi vatandaşla­

51
rının sorunları ile ilgilenmek gibi asli görenlerini yerine
getiren diplomatlarımızdan yedisi, geçtiğimiz yılın başında,
iki grup halinde (önce üç, sonra dört) olmak üzere- casus­
luk suçlamasıyla sımrdışı edilmek istenmiştir. Türkiye, bu iş
için bizzat Ankara'ya gelen Almanya İstihbarat Servisleri
Koordinatörü Ernest Uhrlau'nun baskılarına -koşullu da ol­
sa- sonuçta boyun eğmiş; diplomatlarımız geri çekilmiştir.
Resmi gerekçe her ne kadar, sözkonusu diplomatlarımızın,
350 Türk vatandaşının ölümünden doğrudan sorumlu olan
PKK'nın sözde komutanı Cemal kod adlı Murat Karayılan'ı
izleyerek casusluk (!) faaliyetinde bulunmaları ise de, ger­
çek gerekçenin bir misillemeden ibaret olduğu yadsınama-
yacak ölçüde açıktır: Önceki M İT Müsteşarı döneminde,
M İT i kontrol altında tutma ve yönlendirme çabalarındaki
başarıları ■bilinen BND, halihazırdaki M İT Müsteşarı dö­
neminde -ki bu dönemde Almanya'nın desteğindeki PKK'nın
üst düzey yöneticilerine yönelik iki başarılı sımrdışı operas­
yonu: "Yarasa Operasyonu" (Şemdin Sakık ve A rif Sakık),
"Safari Operasyonu" (Abdullah Öcalan) gerçekleştirilmiş­
tir- kendilerine yönelik tüm bilgi akışının kesilmesinden
dolayı paniklerken, üstüne üstlük PKK'nın bir başka katili
olan Cevat Soysal'ın 21 Temmuz 1999'da Moldova'da M İT
görevlilerince derdest edilerek Türkiye'ye getirilmesi ile
tüm dünya istihbarat servislerinin önünde resmen aşağı-
lanmıştır. Zira, Soysal'ın yakalanmasının açıklaması, Al­
manya'nın Dışişleri Bakanı Joschka Fisher'in Türkiye ziya­
reti sırasında -özellikle- yapılmıştır. Ve Alman Bakana, cani
Soysal'ın üzerinden çıkan M önchengladbach (Eyalet Ofîsi-
LfV ) mahreçli 0790937 No.lu seyahat belgesi gösterilerek
açıklama istenmiştir. Ve M İT Müsteşarı, bu gelişmelere ta­
vır olarak Almanya'ya yapacağı planlı gezisini iptal etmiş­
tir. İlk kez Türkiye'ye yönelik düşmanca faaliyetlerden dola­

52
yı hem de resmi bir belgenin hesabının sorulması ve de ta­
vır konulması, işte sözkonusu misillemenin kaynağını oluş­
turmuştur. Bu konularda Almanya'nın tek yanlı kural tanı­
mazlığı, diplomatik nezaketsizliği, hatta saldırganlığı yeni
bir olgu değildir, tıpkı son olmayacağı gibi. Hâlâ hatırlar­
dadır, 1989'da Stuttgart Başkonsolosluğumuzda görev ya­
pan iki, Berlin Konsolosluğumuzda görev yapan iki, Bonn­
'da, Nürnberg'de, Hamburg'da ve Köln'de görev yapan bi­
rer diplomatımız olmak üzere, toplan sekiz diplomatımızın
"casus" suçlaması ile Türkiye'ye dönmeleri sağlanmıştı.
Keza, 1994'de Bonn'daki Büyükelçiliğimizde iki, Berlin'de
ise bir diplomatımız, yine "casusluk" suçlaması ile geri
gönderilmişti.
Gelelim Türkiye'deki "Almanya"ya. Türkiye'nin A l­
manya'nın ulusal bütünlüğü aleyhine hiçbir am acıya da gi­
rişimi yok. Almanların irredandist-şoven ırkçılığı ise, sade­
ce insan hakları ve de işçilerimizin can güvenliği ile sınırlı
olarak takip ediliyor, hepsi o kadar. Türkiye'nin 2.500.000
vatandaşının mevcudiyetine karşın, Almanya'da geçerli bir
‘‘etki ajanlığı"program ı bile bulunmuyor. Her ne kadar tek
yanlı çalışan Gümrük Birliği Anlaşması dolayısıyla aksi
mümkün olmasa da, Alman şirketlerine yönelik ihale ya da
ithal kısıtlaması sözkonusu değil. Kısaca hiçbir olumsuz
önyargımız olmadığı gibi, olumsuz yaptırım politikamız da
yok. Türkiye'nin Almanya'daki vatandaşlarının ulusal kim­
liklerinin korunması, huzur ve can güvenliklerinin sağlan­
ması yolunda izlemede bulunması sadece bir hak değil, u-
luslararası mevzuata göre de kabul edilmiş bir yükümlülük.
Tıpkı, Almanya'nın Türkiye'de yaşayan 100.000 civarındaki
etnik Alman vatandaşını izleme, koruma, hak ve hukukunu
savunma yükümlülüğü gibi. Türkiye Almanya’nın bu yü­

53
kümlülüğüne saygı duyuyor. Almanya ise asla. Almanya,
Rusya Federasyonu, ABD, Çin, İran gibi stratejik önemi o-
lan ülkeler gibi Türkiye'de de görev yapan tüm diplomatla­
rını (Büyükelçi, Müsteşar, Başkonsolos ve tüm Konsoloslar,
her derecedeki Sekreterler, Basın-Eğitim-Kültür Ataşeleri)
BND kadrosundan atamaktadır. Askeri ataşelerinin bile
AN Bw (Amt fü r Fernmeldwesen Bundeswehr) mensubu ol­
duğu tüm ilgililerce bilinmektedir. Örneğin, bu ülkenin An­
kara Büyükelçiliğine geçtiğimiz yılın başında atanan Dr.
RudolfSchm idt'in ilk işi, KDP'nin İrtibat Bürosu'nda (sözde
Kürdistan Büyükelçiliği) verilen izinsiz nevruz resepsiyonu­
na katılmak olmuştur. Arkasından, Alman Dışişleri Müste­
şarının "artık kürtler için federasyonun tartışmaya açılma­
sı" talebi gelmiştir. Büyükelçi, 27.6.2000'de, Diyarbakır'da
39.5 milyon DM'a malolacak atıksu arıtma tesisinin temel
atma törenine, "kürdistan" mizanseni içinde katılarak şov
yapmıştır. Bir başka deyişle, bölge halkına ülkesi adına
doğrudan destek mesajı vermiştir. Akabinde, Alman Kal­
kınma Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Peter Trevner başkanlı­
ğındaki heyetin sözde yatırım amaçlı gezisi -hem de iki ay i-
çinde iki kez- sözkonusu olurken, bunu diğer Alman heyetle­
ri izlemiştir. Nedense ziyaretler, Mondros Mütarekesi ile
Sevr Antlaşması'nda yeralan "vilâyat-ı sitte"ye yapılmakta­
dır, yoksa ekonomik açıdan çok daha geri olan Kastamo­
nu'ya, Bolu'ya, Yozgat'a değil. Türkiye'deki şeriatçı yapı­
lanmalarla doğrudan ilişki içinde bulunan BND ajanları,
bir başka koldan "misyonerlik" kisvesi altında da faaliyet
sürdürmektedirler. Alman Sefaretinin diplomatik dokunul­
mazlığı ile gerçekten dokunulamayan BND misyonerleri,
binlerce Türk vatandaşını îslâmiyetten koparmayı başar­
mışlardır. Örneğin, sözde depremin yaralarını sarma gibi
son derecede insancıl amaçlarla izin alarak Adapazarı'na

54
gelip de burada psikolojik sorunlarını devam eden
depremzedelere din değiştirme telkinatı yapan BND bağ­
lantılı üç örgüt: "Alman Protestan Kilisesi", "Federal A l­
man K ilisesi" ve "Türkiye-Alman Kiliseleri Birliği", yıkıcı
faaliyetlerini el'an sürdürmektedirler. Türkiye, bugüne ka­
dar hiçbir Alman diplomatını ve de görevlisini sınırdışı et­
me irade ve kararlılığını gösterememiştir. Bu, nasıl bir so­
rumsuzluk ve onursuzluktur?
Kaydedilen o ki, BND'nin kontrolünde Türkiye'de
etki ajanı bulan-yetiştiren, sevk ve idare eden "Humboldt
Vakfı", "Konrad Adenauer Vakfı", "Heinrich Böll Vakft."gi­
bi vakıfların yanışım , gazeteci, araştırmacı, arkeolog, sos­
yolog, işadamı, çevreci vb. kimliğinde -yüzlerce değil- bin­
lerce BND ajanı Türkiye'de, Türkiye aleyhine faaliyet yü­
rütmektedir. Ama Türkiye, misilleme politikası uygulama­
maktadır; daha doğru deyişle, -karar mekanizmalarına yu­
valanan Alman etki ajanlarının engellemesiyle- uygulaya­
mamadadır. Hatta o kadar ki, İçişleri Bakanlığı'nın
24.3.2000 tarihinde yürürlüğe koyduğu, Türkiye'ye girilme­
sine izin verilmeyecek 56 kişilik sakıncalılar listesinde, Yeni
Zellanda'dan Romanya'ya kadar pek çok ülkeden isim bulu­
nurken bir tek Alman'ın ismine rastlanılmamaktadır. Bunun
adı, vatanseverlik ya da devlet adamlılığı değildir. Bağım­
sızlığın, bağımsız dışpolitikanın olmazsa olmaz türünden en
önemli ilkesinin biri ulusal güç kaynaklarını harekete ge­
çirmekse, en az onun kadar önemli olan bir diğeri misilleme
yapmaktır. Hem ulusal güç kaynaklarını harekete geçire-
meyeceksiniz ve hem de misilleme politikalarını üretip yü­
rürlüğe koyamayacaksınız. Bunun adı, olsa olsa manda zih­
niyetti maşalıktır, etki ajanlığıdır ya da gafilliktir" (55).

55
Türkiye’deki Almanya’nın gücünü ifade etmek için,
yukarıda verilen bilgiler son derecede yetersiz ve yüzeyel
kalmaktadır. Almanya tehlikesini görmek, sahip olduğu bil­
gi ve kadro gücünün Türkiye’nin çıkarları aleyhine nasıl
kullanılabileceğini anlamak için, öncelikle “FIAN Örgütü-
Bergama Dosyası”nın sayfalarını açmanız gerekecektir. Bu
dosya bilinmeden, hasım Almanya’yı tanımak, anlamak ve
de Almanya’ya karşı sağlıklı politikalar üretmek tek kelime
ile olanaksızdır. Alman emperyalizmi adına, emperyalist
karşıtı söylemlerin nasıl ifade edildiği; Türk ulusalcılarının,
antiemperyalist kesimlerin, çevrecilerin, alevi kökenli
protest karakterli Türk köylülerinin nasıl kullanıldığı, tüm
belge ve ayrıntıları ile ikinci bölümdeki dosya içinde
yeralacaktır.

56
İKİNCİ BÖLÜM

ALM AN TARİH TEZİ


VE "BERGAMA DOSYASI”

eğer 'yabancı düşmanlı­


ğı ’ndan o kadar pahalı elde e-
dilen bağımsızlığa gölge düşü­
rülebilecek her şeyden nefret
etmek anlamı çıkarılırsa, evet
bizim yabancı düşmanı olduğu­
muz söylenebilir.. Yabancı giri­
şimlerinin, yabancı amaçlarının
içimizde uyandırdığı kaygılar,
bütünüyle ortadan kalkmış de­
ğildir. Eğer bazen ihtiyatlı hare­
ket ediyorsak, aşırı derecede
kuşkulu davranıyorsak, bize çok
pahalıya mal olan özgürlüğümü­
zü kaybetmek korkusundandır.
Kemal ATATÜRK

Almanya, gerek Avrupa’daki ve gerekse Türki­


ye’deki Türkler üzerinde gerçekleştirdiği etnik ve dinsel-
mezhepsel bölücülüğe ilişkin yürüttüğü “topraküstü” faali­
yetlerinin yanısıra, Türkiye’nin “toprakaltı” konulan ile de

57
yakından ilgilenmektedir. Toprakaltı faaliyetlerinin en bili­
nenleri, arkeoloji ile ilişkili olanlarıdır. 1860’lardan bu yana
Osmanlı ve müteakiben Türkiye topraklarında sürdürülen
arkeoloji çalışmaları, Alman ırkçılığı lehine yorumlanan
bazı iddialara dayanak teşkil etmiştir (56). Tıpkı, Truva’da,
Bergama’da, Hattuşa’da ve Zeugma’da olduğu gibi. Dün­
yanın en sapkın faşist söylemcileri arasında yer alan Alman
ırkbilimcileri-arkeologları, üstün ve saf Alman ırkının, tari­
hi Aryenle're dayandığını iddia etmektedirler. Onlara göre,
dolikisefal kafatasına sahip Aryenlerin, yani Almanların
büyük büyük atalarının (!) varlığı, Anadolu'nun bir Alman
vatanı olduğunu ispatlamaktadır. Bu sapkınsöyleme -ki teo­
ri bile denemez- göre, Hititler de Aryenlerden gelmektedir.
"Aryen Nesi"ler Ankara'nın, "Aryen Pala"lar Çorum-Afyon
arasının, "Aryen Selukid"ler de Zeugma'nın asıl sahipleri­
dir. İşin ilginç tarafı, Kürtler ve Urartularm devamı (!) Er-
menilerin de Aryenlere dayandığını iddia eden Prof.Dr. Jörg
Wagner, F. Hans Günther gibi Alman arkeologlar (!), ken­
dilerinin daha farklı olarak Aryenlerin en saf ve asil boyun­
dan geldiklerine inanmaktadırlar. Böylece, Türkiye'deki "47
ayrı etnik halk"ın mevcudiyetini ispatlama gayreti içine gi­
ren Almanya, PKK’ya verdiği desteğin meşruluğunu ırk ak­
rabalığı ile sağlama almaktadır. Ne var ki, küçük mü küçük
bir ayrıntı, dikkatlerden kaçmaktadır: Teoriye göre, Aryen
ırkı, uzun kafalı, uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın bir
tipolojiye sahiptir. Simsiyah saçlı, kara gözlü Ermenilerle,
benzer tipolojiye sahip Kürtler arasındaki birliktelik, ideal
Aryen tipolojisine hiç mi hiç uymamaktadır. Bu tuhaf Al­
man söylemcilerine göre, Osmanlı Devleti'nin kurucuların­
dan Orhan Gazi de Aryen ırkına sahiptir (mavi gözlü, sarı­
şın, uzun kafalı ve uzun boylu) ama ne hikmetse dedesi, ba­
bası, kardeşleri ve de çocuktan brakisefal kafatasına sahip

58
Türklerdir. Bu söylemciler arasında yer alan Manfred
Korfmann, bizzat geliştirdiği tezi (!) ile Yunan faşisti arke­
ologları bile çileden çıkaracak varsayımlarda bulunmakta­
dır. Ona göre, Truva uygarlığının Helen uygarlığı ile bir il­
gisi bulunmamaktadır. Çünkü Troya uygarlığı, özgün bir
Aryen uygarlığıdır ve buna göre Anadolu, Avrupa'nın ayrı­
lık kabul etmez bir etnik uzantısıdır (tabii ki işgalci (!)
Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir parçasıdır). Bu
tezin (!) bir adım sonrası, “Almanların büyük büyük dedele­
rinin esas vatanı Anadolu’dur” söylemidir. Bu iddialar so­
nucu, Alman ırkçılarının gözünde, Türkiye "arka bahçe"
olmaktan çıkmış, büyük Alman evinin bir "zimmer"i ol­
muştur. Ve tabii bu bölümün altındaki tüm tarihsel kalıntılar
ve doğal zenginlikler de... Bu megalomani, kabul edilemez
bir çifte standartla, Almanya’nın Türkiye’ye yönelik konu
ile ilgili tüm politikalarına da yansımıştır. Doğubilimci Ta­
mer Bacmoğlu’nun deyimiyle: “Anadolu’nun ‘A ryen’yurdu
olduğunu belgeleyecek kazılara devam. Döviz sağlayacak
madenciliğe, toprağın ‘A ryen’ katmanlarım ıslatacak ba­
rajlara hayır!..'’'’ İşte Ilısu Barajı, Birecik Barajı ve GAP
kapsamındaki diğer barajlara karşı artık kanıksadığımız
Alman tepkisi ve engelleme girişimlerinin altında yatan -
salt PKK desteği dışındaki- nedenler!..
1. ALMANYA’NIN BERGAMA’YA İLGİSİNİN TA­
RİHSEL VE EKONOMİK NEDENLERİ
Almanların Bergama’ya olan ilgisi, 1865 yılına ka­
dar uzanmaktadır. Bu yıldan başlayarak 1871 yılına kadar
devam eden izinsiz kazılar sırasında çıkarılan tarihsel bu­
luntular, yine izinsiz olarak Osmanlı sınırlarından çıkarıla­
rak, Berlin’de sergilenmiştir. Arkeolojik hırsızlıkta sınır ta­
nımayan Almanya, bu defa Bergama’daki kültür hazineleri-

59
nin “ruhu” nu oluşturan Zeus Sunağı’na göz dikmiştir.
1877’de başlayan kazılarda elde edilen tüm buluntular, -
Zeus Sunağı dahil- numaralanarak takip eden yirmi yıllık
süreçte Berlin’e kaçırılmıştır. Mesleki etik kurallarını ihlâl
eden çok sayıda hırsız arkeologdan söz edilmektedir; ancak,
Bergama’daki tarihsel eser hırsızlığı ve kaçakçılığında tüm
bu suçlan işleyen-işleten bizzat Alman Devleti’nin kendisi­
dir, tıpkı Osmanlı ve Mısır’daki tarihsel hâzineleri yağma­
layıp Londra’ya kaçırtan İngiltere gibi.
Almanya Bergama’yı o kadar yağmalamıştır ki, sa­
dece Zeus Sunağı’nı sergileyebilmek için ayrı bir müze
yapmak gereği doğmuştur. İşte, Pergamon Müzesi’nin
1910’da başlayan inşası, ancak 1930’da tamamlanabilmiş­
tir. Bu müzeyi her yıl ziyaret edenlerin sayısı, Bergama’yı
ziyaret eden turistlerden onlarca kat daha fazladır.
Pergamon Müzesi’nden elde edilen yıllık gelirin net mikta­
rı bilinmemekle birlikte, 250-300 milyon DM civarında ol­
duğu tahmin edilmektedir. 1930’dan günümüze bu geliri
hesapladığınızda -beş yıllık savaş dönemini çıkararak- (250
milyon DM x 65 yıl) toplam miktarın BergamalIlardan, do­
layısıyla Türkiye’den çalınan miktar anlamına geldiğini
saptarsınız. Sorun, sadece Zeus Sunağı ve binlerce parçadan
oluşan -k i fiziki mekân yetersizliği nedeniyle depolarda
muhafaza edilen Bergama’dan kaçırılmış binlerce tarihi ese­
rin varlığından müze yetkilileri ve rehberler söz etmekte­
dirler- Bergama’ya ait hâzinenin gaspedilmiş olması değil­
dir; en az onun kadar, BergamalIlara, dolayısıyla Türki­
ye’ye, Türk Ulusu’na ait bu hazine üzerinden kazanılan ser­
vetten asıl sahiplerine en küçük bir pay verilmemesidir.
A.B.D. bile, yıllar önce Türkiye’den kaçırılan Karun Hazi-
nesi’ni asıl sahiplerine iade ederken, Almanya, yüz yılı aş­

60
kın bir süre önce işlenmiş hırsızlık ve kaçakçılık suçunu,
hâlâ ikrar ile üstlenmeyi ve sürdürmeyi yanına kâr kabul
etmektedir. İnsan haklan, kültürel haklar, azınlık haklan,
te’lif haklan ve benzeri haklann sözcülüğünü yaparak her
fırsatta Türkiye’yi uluslararası platformda sorgulayan, kö­
şeye sıkıştıran, yaptırım uygulanmasını talep eden Alman­
ya, konu Zeus Sunağı ve diğer hazineler olduğunda -halk
deyimi ile- körleri ve sağırları oynamaktadır. Ama diğer ta­
raftan da, Hitler Dönemi’nde sistematik biçimde öldürülen
milyonlarca Yahudi kurbanın yakınlarına milyarlarca dolar
tazminat ödemeye devam etmektedir. Tüm bu açılardan
Almanya, BergamalIlar ve tüm Türk ulusu için sabıkası
tescilli bir hırsız devlettir. Hiç şüphesiz, çaldıklannı asıl sa­
hiplerine özür dileyerek ve de tazminatını ödeyerek iade
etmediği sürece de öyle kalacaktır. Gerçek ortada olduğu
halde, özellikle BergamalIlar açısından yüzkızartıcı geçmi­
şine, sürüp- giden borcuna rağmen Almanya, yine Berga­
malIları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilir mi, yön­
lendirebilir mi? Yanıtı merak ediyorsanız, önce “Bergama
Dosyası”nı incelemek zorundasınız...
1.1. ALMANYA VE ALTIN POLİTİKASININ ÇER­
ÇEVESİ
“Bergama Dosyası”, Almanya’nın Türkiye’de -tüm
kaynak ve deneyimleri ile- neler yapmaya muktedir oldu­
ğunu gösteren bilgi ve belgeleri içeren bir çalışmadır. Al­
manya’nın Bergama’da asıl ilgilendiği konu, artık alışıla-
geldiği üzere etnik, dinsel-mezhepsel ya da arkeolojik değil,
biraz farklı olarak bu defa “altın” konusudur. Bergama’da
altın üretimi yapılmakta mıdır? Yanıtı çok net, hayır!.. O
halde sorulması gereken soru şudur: Almanya, neden tüm
kaynaklan ve olanca gücü ile Bergama ile özel surette il­

61
gilenmeye devam etmektedir? İşte bu sorunun tek başına
yanıtı bile, Türkiye’ye yönelik Alman emperyalizminin
farklı boyutlarını teşhire yeterlidir. Ancak, esas yanıtı, Hazi­
ran 1997’nin ilk haftasında Bergama’yı “denetleyen” Al­
man Yeşiller Partisi’nin Hassen Örgütü sözcülerinden BfV
bağlantılı Milletvekili Reimer Hamman şu cümlelerle ver­
miştir: “Bugün Almanya’da 90.000 ton altın stoku bulu­
nuyor. Bunun yanında 17 yıldır da altın fiyatları sürekli
düşüyor. H er ülkenin haddinden fazla altın stoku var.
Dünya piyasasında altın tükense, Almanya’nın altını ye­
ter. Degussa firması aynı zam anda altın ticareti yapan
firm adır. Siyanür pazarı da bunların elinde üretiliyor.
Yani reel anlam da altın fiyatı düştükçe, madenlerin iş­
letmesine de gerek yok...” (57).
Reimer Hamman’ın söyledikleri yüzde yüz doğru
olmakla birlikte eksiktir. Hamman, şecaat arzederken, ger­
çekte 100 bin tonun üzerinde olan Alman altın stokunun na­
sıl oluştuğunu söylememektedir. Oysa, ekonomi ve maden­
cilikle ilgili herkesin bildiği gerçek şudur: Almanya’nın
İmparatorluk dönemine ait altın stokları, I. Dünya Savaşı
sonunda “harp tamiratı borcu” kapsamında itilaf devletleri
tarafından paylaşılmıştır, bir başka ifadeyle sıfırlanmıştır.
Bu nedenle, bugünkü stokun kaynağını Hitler döneminde a-
ramak gerekir. Nazi Almanyası, II. Dünya Savaşı döne­
minde işgal ettiği tüm ülkelerin altın stoklarına elkoyarken,
milyonlarca savaş esiri işçinin yanısıra, öldürülmek üzere
fırınlara ve toplama kamplarına yollanan milyonlarca Ya­
hudi’nin sahip olduğu tüm ziynet eşyalarını -altın dişleri
dahil- gaspetmiştir. Kısaca, Almanların övündüğü bu altın
stokunda kan, gözyaşı, acı, ölüm, bir başka ifadeyle mil­
yonlarca insanın ahi vardır. Diğer yandan, Almanya’da al-

62
tın madeni bulunmadığı gibi, dış ülkelerde altın üretimi ya­
pan Alman firması da bulunmamaktadır (58). 1998 Yılı iti­
bariyle dünyada üretilen altın miktarının 2.600 ton olduğu
ve rezervlerin hiç eksilmeyeceği varsayılsa, Almanya’nın
sahip olduğu altın stoku miktarına ulaşabilmek için tüm
dünya ülkelerinin -hiç tüketmeksizin- yaklaşık 40 yıl altın
üretimi yapması gerekecektir. Kaldı ki, dünya altın rezervi­
nin 43 bin tondan ibaret olması, Almanya’nın bu alanda ra-
kipsizliğini ortaya koymaktadır. Alman altın stokunun
kaynağı ortadayken, bu ülke, büyük bir onursuzlukla ve
vurdumduymazlıkla, altın ticareti üzerinden böylece çok
büyük kazançlar sağlamaktadır. Hamman’ın dediği gibi, al­
tın üretimi demek, arz-talep dengelerinin altüst olması ve
fiyatların düşmesi demektir. Fiyatların düşmesi, Alman­
ya’nın zararına, yükselmesi ise yararınadır. Şu halde Al­
manya’nın çıkarı, altın üretimini dünyanın her yerinde en­
gellemektir.
Ancak Almanya’nın, gücünün yetmeyeceği, ABD,
Kanada, Avustralya, Güney Afrika gibi büyük altın üreticisi
ülkelere ya da küçük ölçekli altın üreticisi İtalya, Fransa,
İspanya, hatta Yunanistan gibi AB üyesi ve İsveç, Finlandi­
ya gibi Avrupa ülkelerini engellemesi, kesinlikle sözkonusu
değildir (59). İşte, ulusal çıkarlarının hesabında, ekonomik
ve siyasal dengeleri gözeten Almanya, altın üretiminin art­
maması yolunda, “diş geçirebileceği” dört ülkeyi gözüne
kestirmiştir: Türkiye, Peru, Gana ve Hindistan. Almanya,
bu dört ülkede iki önemli avantaja sahiptir: Birincisi, bu ül­
kelerin yönetiminde, medyasmda, bürokrasisinde, sivil
toplum örgütlerinde harekete geçirebileceği yeterli sayıda
“etki ajanı”na sahiptir (kaldı ki, gelir dağılımında ciddi bo­
zukluklar olan bu dört ülkede, karar tercihini Almanya’dan

63
yana yapacak etki ajanı bulmak hiç de sorun değildir). İkin­
cisi, bu dört ülkenin dış müdahale yolu ile kullanılmaya
müsait etnik, dinsel-mezhepsel farklılıkları çok iyi bilin­
mektedir. Almanya’nın bu avantajlarla birlikte kullanacağı
güncel müdahale gerekçeleri de, hemen herkesin kabul ede­
bileceği “tarihsel mirasa sahip çıkmak” söylemi ile “eylem-
sel çevrecilik”tir.

1.2. TÜRKİYE’NİN ALTIN POTANSİYELİ VE RA­


KAMSAL GERÇEKLER
Tüm gelişmiş ülkelerde, vazgeçilmez sektörlerin ba­
şında madencilik gelmektedir. Teknolojik gelişmelerle bir­
likte, çevreciliğin olmazsa olmaz koşullarını bağdaştıran bu
ülkeler, yeraltı zenginliklerini ulusal ekonomilerine kazan­
dırmakta bir an bile duraksamamaktadırlar. Gelişmiş ülkele­
rin insanları, bulunan bir madenin yerin altında kaldığı sü­
rece herhangi bir katma değer yaratamayacağının ve de ülke
ekonomisine fayda sağlayamayacağının bilincindedirler. Bu
ülkelerin en radikal çevrecileri bile, bir madenin ekonomik
olarak üretiminde kullanılacak yöntemlerin çevre sorunları­
na yol açmayacağı konusunda bilimsel verilerle ikna edil­
diklerinde, toplumsal yararı ön plana çıkararak engelleme
bir yana, bu madenin ekonominin hizmetine sunulmasına
toplumsal denetleyici işlevleriyle destek olmaktadırlar. Ko­
numuz altın olduğundan, çevrecilik bilincinin ve duyarlılı­
ğının en çok geliştiği iki ülkeyi örnek vermek olanaklıdır.
Örneğin, ABD’de faaliyet gösteren 144 altın madeni ile
Kanada’da faaliyet gösteren 102 altın madeninde üretimi
durduran hiçbir çevreci eylem sözkonusu olmamıştır. Keza,
komşularımız Yunanistan, Bulgaristan, Rusya Federasyonu

64
ve Ermenistan başta olmak üzere, Avrupa’daki 16, tüm
dünyadaki 661 işleyen altın madeninden çevreci eylemlere
muhatap olarak kapatılan ya da üretimden alıkonan maden
sayısı, hiçbir zaman bir elin parmaklarını geçmemiştir. Son
derecede geri ve yetersiz teknoloji ile işletilen Roman­
ya’daki Baia Mare madeni bile, 30 Ocak 2000’de atık havu­
zunun aşırı yağışlar sonucu taşmasıyla ortaya çıkan çevre
felâketinin ardından kısa bir süre sonra önlemlerini tamam­
layarak üretime açılmıştır.
Gelelim Türkiye’ye!.. Dünyada altın üretimine kar­
şı en yoğun, en uzun süreli, en gürültülü, en organize, en
renkli, en anarşist, en dıştan yönetilen, en anti-emperyalist,
en etnik, en mezhepçi, en sosyalist, en ulusalcı tepkiler
gösterilen tek ülke, Türkiye!.. Ve bu tepkinin simgesi de
Bergama!..
Bu anormalliğin traji-komik bir yönü de, Türkiye’de
altın üretiminin hiç sözkonusu olmayışı!.. Üretilmeyen al­
tın için kitlesel kıyametler koparılan bir ülkenin, araştırma­
yan, sessiz, duyarsız insanlarıyız hepimiz. Oysa biliyoruz
ki, dünyanın ilk bakır, kurşun ve demir maden işletmesi ile
ilk metalurjik uygulaması Anadolu’da yapılmıştır. Dünyada
ilk altın parası Anadolu’da tedavüle sokulmuştur (60). Ve
Cumhuriyete kadar da tüm madenler gibi, altın madenleri­
nin işletme hakkı da yabancı şirketlere verilmiştir (61).
Atatürk, dünyanın da bildiği yeraltındaki altın zenginliğimi­
zi ulusal ekonomiye kazandırmak amacıyla, 1933 yılında
“Altın Arama ve İşletme İdaresi”ni kurdurmuştur. Ancak,
O’nun aramızdan ayrılmasından sonra, ilke ve devrimleri-
nin unutturulması çabaları kapsamında, bu kurum da işlev
kaybına uğratılarak kuruluş amacından uzaklaştırılmıştır.

65
Bugün, Türkiye’de işletilen bir tek altın madenimiz maale­
sef bulunmamaktadır.
Oysa, tüm dünya gibi bizler de biliyoruz ki, altın ü-
zerinde oturuyoruz; ancak üretimini siyasal irade ve karar­
lılıktan, ulusal duygu ve bilinçten yoksun yöneticiler yü­
zünden beceremiyoruz, ayrıca da engelleniyoruz. Maden
Tetkik Arama Enstitüsü’nün verilerine göre, Türkiye’nin
bilinen ve envanteri yapılmış altın rezervi 575 tondur. Tür­
kiye’nin altın oluşumuna son derecede elverişli jeolojisi ne­
deniyle, günümüzde ortaya konulmuş olan işletilebilir altın
rezervinin çok üstünde bir rezerv beklenmektedir. Türkiye
altın potansiyelinin tahmin edilmesi amacıyla yapılan bir a-
raştırmanın sonucunda, tahmini altın potansiyelimizin 6.500
tona çıkabileceği hesaplanmıştır (62). Ne var ki, Türkiye’de
altın potansiyelinin ortaya konulabilmesi için 8 milyar dolar
arama yatırımı (risk sermayesi) ve 12 milyar dolar işletme
yatırımı yapılması gerekecektir. Bu ağır yükü tek başına
karşılama olanağı bulunmayan Türkiye’ye, bu amaçla ara­
manın yanısıra azami 10 yıllık verimli işletme süresini göz
önüne alarak, üretime dönük yatırım yapmak üzere gelecek
yabancı yatırımcıların, borsaya sıcak parayla aylık, üç aylık
girip kârını elde ettikten sonra çekilmesiyle ekonomik kriz­
lere neden olan yabancı yatırımcılardan (vurguncu-
spekülatörlerden) ayrı tutulması kaçınılmazdır. İşte Türki­
ye, altın üzerinde oturan Türkiye, basiretsiz yöneticileri yü­
zünden, her yıl yurtdışından tonlarca altın ithal etmektedir.
1998 Yılı itibariyle dünya mücevher tüketiminde 137 tonla
altıncı sırada bulunan Türkiye, halkının gerek tasarruf aracı
ve gerekse süs takısı olarak talep ettiği altını karşılayabil­
mek için, örneğin 1994’de 48 ton altın ithal ederken, Mer­
kez Bankası’nın verilerine göre 2000 yılında bu miktar 205

66
ton 300 kilograma yükselmiştir. Bu rakamlar, resmi ra­
kamlar olup, yurda illegal yollardan sokulan altınlar buna
dahil değildir. Böylece Türkiye, sırf altın gereksinimini kar­
şılamak için, yok canından 2 milyar doların üzerinde har­
camaktadır, hem de her yıl. Türkiye, resmi altın ithalatının
yandan çoğunu Almanya’dan yapmaktadır. Diğer taraftan,
uluslararası altın kaçakçılan da düşük ayarlı altından vaz­
geçerek Suriye’den yönlerini Almanya’ya çevirmişlerdir.
Uluslararası altın kaçakçısı şebekelerin yanısıra, Alman­
ya’daki Türk işçilerinden yasadışı biçimde tasarruf topla­
yan şeriatçı kuruluşlar da, topladıklarının bir bölümünü
Almanya’da altına çevirerek illegal yollardan Türkiye’ye
sokmaktadırlar. Tüm bu olgular dikkate alındığında, Al­
manya’nın sadece Türkiye’ye altın satışından elde ettiği pa­
ra miktarı 2 milyar dolara yaklaşmaktadır. Bu, Almanya i-
çin bile küçümsenemeyecek, vazgeçilemeyecek bir rakam­
dır. “Bergama Dosyası”nın özü, bu parasal gerçeklere da­
yanmaktadır...
1.3. ALMANYA VE BERGAMA’NIN STRATEJİK Ö-
NEMİ
Zeus Sunağı’nın iadesinin istendiği dönemde Ber­
gama’yı, “Pergamon Müzesi”nden ibaret sayan ve yok
farzeden Almanya, 1989’da, dünya basınında yer alan Ova­
cık’ta zengin altın yataklarının bulunduğuna ilişkin haber­
lerle Bergama’yı hatırlamıştır. Altını M.T.A. ya da Etibank
(yeni adıyla Eti Holding) bulmuş olsa, Almanya için önemli
değildir. Zira, Türkiye’ye yönelik sürdürülen uzun vadeli
kültür erozyonu sürecinde, ulusal kimlik, ulusal çıkarlar ve
tam bağımsızlık gibi kavramların içi boşaltıldığından, 1938
sonrası itibariyle, kendi yer altı zenginliklerini işletecek si­
yasal irade ve kararlılık zaafıyeti ortaya çıkmıştır. Ancak,

67
bu defa hesaplar karışmıştır, altını bulan şirket, Avustralya
kökenli uluslararası sermayeli Eurogold şirketidir. Kaldı
ki, Almanya’nın bu şirket aleyhine üretim yaptırmama doğ­
rultusunda BergamalIları etkilemeye yönelik bir kamuoyu
oluşturma çabasına girmesi de -Bergama’nın ruhu Zeus Su-
nağı’nı çalan ve iadeye de yanaşmayan bir ülkenin yüzsüz­
lüğünü gündeme getireceği için- mümkün görünmemekte­
dir. En nihayetinde, Ovacık’dan azami 10 yıllık bir süre zar­
fında çıkarılacak toplam değerli maden miktarının, sadece
24 ton altın ve 24 ton gümüşten ibaret olması, yani dünya­
daki arz-talep dengesini altüst edecek bir kapasite ifade et­
memesi, Almanya’nın başlangıçta işi ağırdan almasına yol
açmıştır.
Ne var ki, 1990’a gelindiğinde, Türkiye’de altın a-
rama faaliyeti gösteren Türk madencilik şirketleri ile bir­
likte, yabancı sermayeli maden şirketlerinin de buldukları
zengin altın yataklarını açıklamaları, Almanya’nın bir
konsept dahilinde engelleyici olarak devreye girmesini
sağlamıştır. İşte Almanya’yı paniğe sevkeden bulgular: Ör­
neğin, yabancı sermayeli şirketlerden Cominco, 1990 yılın­
da Artvin Cerattepe’deki altın ve bakır madenini bulmuştur.
Aynı şirket, kısa aralıklarla bulduğu Artvin, Çanakkale ve
Fatsa’daki altın yataklarını kamuoyuna açıklanmıştır. Yine
bir başka yabancı sermayeli şirket olan Tuprag, Uşak-
Kışladağı’nda, son yıllarda dünyada keşfedilen en büyük
altın yatağını bulduklarmı açıklamıştır. Peşpeşe açıklanan
altın yataklarından Gümüşhane-Mastra’daki yatakta, 12 ton
altın, 8 ton gümüş; Artvin Cerattepe’de 30.3 ton altın, 1050
ton gümüş; Havran-Küçükdere’de 7.5 ton altın, 17 ton gü­
müş; Sivrihisar-Kaymaz’da 6.2 ton altın, 3 ton gümüş; İz-
mir-Efemçukuru’nda 30 ton altın; Uşak Kışladağı’nda ise

68
150 ton altının varlığının Türk ekonomisi açısından gerçek
sonuçları şöyledir: Türkiye’de mevcut işletilebilir yedi altın
yatağının parasal getirisi, 300 $/ons üzerinden toplam 2.75
milyar $’dır. Üretim harcamaları, vergi ve fonlar ise 1.8
milyar $ tutarında bir miktar oluşturmaktadır. Bu yedi ma­
denin ülke ekonomisine dolaylı katkısı (ülke altın madenci­
liği için hesaplanan 4.2 basit çarpan ile) 11 milyar $ olarak
hesaplanmaktadır. Üstelik, bu yedi maden işletmesi için
bölge halkından 1.450 işçi istihdam edilirken, dolaylı istih­
dam da 21.000 işsize iş kapısı yaratacaktır.
Öte yandan, Türkiye’nin sahip olduğu -o da şimdilik
saptanan- 6.500 ton altın potansiyelinin bugünkü değeri
(300 $/ons) üzerinden 70 milyar dolardır. Bu potansiyelin
ülke ekonomisine yaratacağı katma değer ise 300 milyar
dolar civarında gerçekleşecektir. Yine bu potansiyelin ya­
ratacağı doğrudan istihdam 6.500 kişi ve dolaylı istihdam i-
se 105.300 kişi olarak tahmin edilmektedir. İşsizliğin top­
lumsal patlamalara yol açmasından korkulduğu, 300 milyon
dolarlık IMF kredi diliminin açılması için ulusal bağımsız­
lığımızdan ağır ödünler verdiğimiz bu dönemde, sahip ol­
duğumuz altın potansiyelini değerlendiremeyen, dahası de­
ğeri biçilemeyen stratejik bor madenlerinin yabancılara sa­
tılmasını -pardon, ucuza kapatılmasını- gündeme getiren
yöneticiler, yurtseverliğin neresindedirler?!.
İşte Almanya’nın da, ABD ve diğer AB ülkeleri gi­
bi, güçlü bir ekonomiye sahip, ulus-devlet özelliğini sürdü­
ren bir Türkiye arzulamadığı bilinmektedir. Türkiye’ye kar­
şı giderek geliştirilerek uygulanan “kontrol edilebilir istik­
rarsızlık stratejileri”, zaten başka bir yoruma gerek bırak­
mamaktadır. Ancak Almanya, diğer müttefik ülkelerden bi­
raz daha farklı olarak, her yıl Türkiye’ye legal ve illegal

69
yollardan ihraç ettiği yaklaşık 2 milyar dolarlık altın geli­
rinden mahrum olmamak isterken, diğer taraftan da ulusla­
rarası piyasaya altın arzını bir nebze engelleyerek, fiyatların
daha da düşmesinin önüne geçmeyi amaçlamaktadır.
Ancak hiç sorulmayan soru şu: Almanya, neden U-
şak’ı, Artvin’i ya da Gümüşhane’yi değil de, üretimi engel­
leme provokasyonları için Bergama’yı seçmiştir? Bu soru­
nun üç yanıtı bulunmaktadır: Birincisi, yerli-yabancı şir­
ketlerden elini en çabuk tutanı, Bergama-Ovacık’daki altın
yatağını keşfeden Eurögold olmuştur. 1991’de ÇED raporu
hazırlanmış, 1994’de de Çevre Bakanlığı’nın “olumlu görü­
şü” alınmıştır. 1996’da gerekli izinler alınmış; 1997’de ise
inşaat tamamlandıktan bir yıl sonra test çalışmasına geçil­
miştir. Şirketin bu aşamalarda yaptığı 110 milyon dolarlık
yatırım, Almanlar açısından “kararlı tehdit” olarak algılan­
mıştır. İkincisi, öylesine salt çevrecilik söylemleriyle kitle­
ler provoke edilecektir ki, BergamalIlar açısından “siyanür
zehiri” korkusu, “Zeus Sunağı” iade beklentisinin önüne
çıkacak ve sözkonusu beklentinin gündemden düşürülme­
siyle, Almanya rahatlayacaktır. Üçüncüsü ve en önemlisi,
Tübingen Üniversitesi bağlantılı BND danışmanlarının ra­
porları doğrultusunda, planlanan halk direnişine öncülük
etmeye uygun, üstelik Ovacık maden sahasına mücavir üç
Alevi Türkmen köyünün mevcudiyetidir. Eğer planlanan
engelleme taktikleri başarıya ulaşacak olursa, hiçbir maden
şirketi yatırıma cesaret edemeyecek ve böylece sorun, Al­
manya’nın çıkarları ve beklentileri doğrultusunda “çözüm­
lenecektir”... Şimdi, Alman istihbaratçıları, bağlantılı aka­
demisyenleri, çevrecileri, gazetecileri, yerli işbirlikçileri,
şarlatanları, pijamalı-çiplak ayaklı-yüzleri boyalı köylüleri,
entel anarşistleri, ulusalcıları, sosyalistleri, dış manüplas-

70
yondan habersiz samimi Türk çevrecileri, yerel yönetimle­
ri, tıpçıları, meslek kuruluşları, medyacıları, legal ve illegal
örgütleri, hatta savcı ve hakimleri ile Bergama’da sergile­
nen traji-komik belgeselde bir yolculuğa çıkıyoruz. Başrol­
de oynayanlar, Alman istihbaratçıları; karakter rollerinde
birkaç yerli işbirlikçi ve figüranlar da sözkonusu üç köy
halkıyla birlikte senaryonun Almanya’da yazıldığını bilme­
yen yerli destekçiler... Gözlerini kapatıp kulaklarını tıka­
yanlar, istihbarat raporlarını dikkate almayanlar, inisiyatif
ve yetki kullanmaktan kaçınanlar, Türkiye’nin çıkarlarını
umursamayanlar, kısaca bizleri yöneten siyasilerimiz de
her zamanki gibi seyirci!...

2. “TÜRKİYE ALTIN KONSEPTİ” VE BERGAMA


OPERASYONUNUN ÇERÇEVESİ
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Ba­
kanlığı tarafından hazırlanan ve Ocak 1990’da yayınlanan “
Türkiye’de Altın Konsepti”nde şu talimatlar dikkat çek­
mektedir:
a)- Eurogold Şirketi’nce Bergama-Ovacık’da bulunduğu a-
çıklanan altın yatağı, Almanya açısından gözardı edilme­
mesi gereken çok önemli bir gelişme olarak algılanmalı­
dır. Yakında, altın arama faaliyeti sürdüren diğer yabancı
şirketlerin yeni yeni altın yataklarını açıklamaları beklen­
mektedir. Böylece Türkiye, Bergama ’dan Truva 'ya kadar u-
zanan Ege hattındaki onlarca altın yatağı ile tüm ülkedeki
yüzlerce altın yatağının peşpeşe bulunmasına ilişkin açık­
lamalarla olumlu yönde sarsılacaktır. Aynı sarsıntı, kaçı­
nılmaz bir biçimde ve olumsuz yönde Alman ekonomisinde
de kendini hissettirecektir. Bölgede ekonomik ve siyasal is­

li
tikrarsızlığmı koruyan ve sürdüren bir Türkiye, Almanya a-
çısından yaşamsal önem taşımaktadır. Mevcut statükoyu
değiştirebilecek tüm gelişmeler “tehdit" ve “risk" olarak
algılanmalı ve önlem senaryoları hazırlanarak en pratik ve
rasyonel biçimde uygulamaya konulmalıdır.
b)- Türkiye 'de altın aramayı ve üretmeyi baştan durdurmak
için radikal çevreciliğin tüm söylem ve eylemleri yaşama
geçirilecektir. Bu iş için FIAN görevlendirilmiştir....
Heinrich Böll ve Gustav Stresemann vakıflarınca da her
türlü lojistik destek faaliyeti yürütülecektir.... Üniversitele­
rin Kimya, Çevre ve Maden Mühendisliği bölümlerinden
Türkiye 'de alan çalışması yapabilecek deneyimli akademis­
yenler talep edilecektir.... Ankara'daki GTZ O fisi’ne bilgi
vermek kaydıyla, programda olmayan ek harcamalar, İz­
m ir’deki Konsolosluğumuzdan nakit olarak karşılanacak­
tır. Türkiye’y e gidecek delegasyonların güvenlik önlemle­
rinden de -havalanında karşılamadan başlanarak yine ha­
vaalanında yolcu edilinceye kadar- yine İzmir 'deki Konso­
losluğumuz sorumlu olacaktır (beklenilmeyen sorunların
çözümünde başvurulacak yetkili diplomatların adları ve te­
lefonları, FIAN tarafından ayrıca yayınlanacak delegasyon
yönergesinde yer alacaktır). Delegasyonlar, alan çalışması
yapacakları bölgede, kendilerine gösterilen oteller dışında,
başka bir yerde konaklamayacaklardır. Delegasyonların,
bulundukları hedef bölgede, aynı saatler içinde yerli perso­
nelin illegal eylem yapmamasına, özellikle de güvenlik gö­
revlileriyle karşı karşıya kalınmamasına özel dikkat göste­
rilecektir.... Yerli elemanlara ödemelerin limitini FIAN be­
lirleyecektir. Almanya'ya davet edilecek yerel yöneticilerin,
yerel liderlerin, yerel medya mensuplarının ve yerel çevre-

72
çilerin tüm yo l ve ağırlama masrafları Bakanlığımıza ait
olacaktır.
c)- Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye ’deki nasyonalistle­
rin, fundamentalistlerin ve de merkez sağda yer alanların
çevreciliğe karşı ilgi ve duyarlılıkları bulunmamaktadır.
Kitlesel eylemlerin gerçekleştirilmesi için Bergama’da ön­
celikle üç Tahtacı-Alevi-Çepni köyü, merkez üssü olarak
kullanılacaktır. Ekteki ön araştırma raporunun belirttiği
saptamalar çerçevesinde, Türkiye ’de sistemin uysal vatan­
daşları olan sünniler yerine, protest özellikleri nedeniyle
sistemin dışladığı alevileri kullanmak, rasyonel bir tercih
olacaktır.... Dağ köyleri kapsamında kabul edilen Tepeköy,
Narlıca ve Pınarköy, ovadaki sünni köyleri ile karşılaştırıl­
dığında ekçnomik açıdan daha yoksuldular, boş zamanları
daha çoktur. Önce bu köylerdeki yerel yöneticilerin har­
cama prosedürüne uygun biçimde kazanılması gerekmekte­
dir.... BjV ve BN D ’nin “Alevi Uzmanları”ndan oluşturulan
bir Danışmanlar Grubu, FIAN bünyesinde operasyon süre­
since görevlendirilecektir.... Zeus Altarı tartışmalarına asla
yo l açılmayacaktır ve de bu konuya girilmeyecektir.... Ope­
rasyonun tüm evrelerinde asıl olan bilgilendirme değil,
ajitasyon ve provokasyondur... Operasyon süresince kulla­
nılacak tüm sloganların, çevreciliğe, yabancı sermayeye
karşı duyarlılığı fazla olan sosyalist, anarşist, nasyonal sol
kesimin rahatça sahipleneceği söylemlerden seçilmesi ge­
reklidir.... Anti-emperyalizm ve yabancı sermaye düşmanlı­
ğı bu söylemlerin merkezinde yer almalıdır.... Alm anya’da
akredite tüm sol örgütlerden LjV talimatları doğrultusunda
destek vermeleri, Türkiye’deki bağlantılarım harekete ge­
çirmeleri istenmiştir. Brüksel’deki DHKP-C örgütü de ope­
rasyona destek vermeyi kabul etmiştir, denilmektedir (63).

73
2.1. F1AN ÖRGÜTÜ VE ULUSLARARA
ETKİNLİKLERİ
FIAN (Food First Information and Action Network)
yani “Önce Gıda Danışma ve Eylem Ağı”, 1986’da kurul­
muş bir örgüttür. Merkezi Heidelberg’de bulunan FIAN’ın
Başkanı Petra Sauerland, Genel Sekreteri de Dr. Rolf
Künnemann’dır. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne akredite o-
lan FIAN’ın, 45 ülkede bağlantıları mevcuttur (64).
BND’nin yurtdışı faaliyetlerinde kullandığı en önemli bağ­
lantılı NGÖ olan FIAN, Alman Devleti’nin kendisine ön­
gördüğü tüm alanlarda hizmet sunmaktadır: Uluslararası i-
halelerde Alman firmalarına rakip firmaların olumsuz ya da
zayıf yönlerini saptamak ve kamuoyu oluşturmak; yine Al­
man firmalarının kazanamadığı uluslararası ihalelerin -b a ­
raj, nükleer santral, otoyol vd.- uygulanmasını engellemek
ya da geciktirmek; üçüncü dünya ülkelerinde altın üretimi­
nin önüne geçmek!.. FIAN, yerine göre kendini “insan
hakları örgütü”, yerine göre “azınlık hakları örgütü”, yerine
göre “çevreci örgüt”, yerine göre “misyoner örgütü”, yerine
göre de “gıda örgütü” olarak tanımlamaktadır.
FIAN, “Alman Devleti’nin sabık 4kalkınma uzman­
ları' tarafından 1986 yılında kuruldu ve o günkü işlevi, Gü­
ney Amerika ülkelerinde katolik 4barış ve insan hakları ha­
reketiyle birlikte ‘yerli halkların kültürel hakları’ söyle­
miyle askeri cuntalara karşı halk direnişlerini kırmaktı. FI-
AN daha sonraki yıllarda 4kızılderili halk gruplarının öz­
gürlüğü’ için mücadele vermeye başladı. Özellikle Brezil­
ya’da yürüttüğü 4azınlık’ merkezli kampanyalarında bölge­
de faaliyet gösteren Alman ve Amerikan Katolik misyon
örgütleriyle işbirliği yaptı. FIAN’ın 1990’lardan sonraki
hedefi, özenle seçilmiş ülkelerde, kurulması planlanan baraj

74
inşaatlarını önlemek ve bu kapsamda ilgili ülkelerde ‘köylü
hareketleri’ organize etmekti. En ‘başarılı’ kampanyalann-
dan biri, Hindistan’ın Maharaştra Eyaletinde kurulması
planlanan Narmada Barajını sabote etmek amacıyla yürüt­
tüğü ‘Narmada ’y ı kurtarırı! ’ aksiyonu oldu. Bu aksiyonun
en çarpıcı yanı, aslı astarı olmayan raporlarla köylüleri, ‘ba­
raj inşaatının onlar için bir felâket olacağına ’ inandırmala­
rıydı. Emperyalist ‘çevrecilik’ her şeye olduğu gibi, baraj
düşmanlığına da bir kılıf uydurmasını bilmişti. Örgütün
teorisyenlerinden Windfuhr, ‘biz Batılılar’ diyordu, ‘tek­
nolojik gelişmenin ne büyük bir felâket olduğunu bizzat ya­
şadık Teknoloji, bir yandan refah seviyesini yükseltirken,
bir yandan da bölgesel kültürleri ve geleneksel yaşam
tarzlarını yok ederek insanları kendi kendine yabancılaştı­
rıyor’. FIAN aynı gerekçeyle Çin Halk Cumhuriyeti’nde in­
şasına başlanan ve dünyanın en büyük barajı olarak bilinen
‘Üç Boğaz Barajı’m. karşı en pahalı ‘aksiyon p la n ı’nı uy­
gulamaya koydu. ‘Çinlilerin bu baraj planı, teknoloji hay­
ranlığının en sapkın örneklerinden biri’ydi. Baraj inşa edil­
diği takdirde, ‘milyonlarca insan yerinden yurdundan edile­
cek, en az yedi etnik kültür yok olacak’tı. ‘Ç in ’in ezilen
halklarının ihtiyacı baraj, yol, elektrik, değil, hakları’dır.
Örgütün Genel Sekreteri Rolf Künneman Çin devlet yetki­
lilerine bu konuda ‘kurs verm eyi’ teklif etmiş, fakat Çin ta­
rafından olumlu yanıt alınamamıştı. FIAN örgütü, son üç
yıldır sadece Türkiye ile ilgileniyor. En önemli hedefleri,
GAP projesi ve Ilısu Barajı. Örgüt ‘teknisyenlerinden
Frank Brassel, -artık Türkiye’de de tanınan- Nazi kökenli
Alman ‘Tehdit Altındaki Halklar D erneği’ ve Katolik Barış
Hareketi ile birlikte Avrupa kamuoyunu ‘Kemalist dikta­
törlüğün baraj provokasyonuna karşı duyarlı olmaya ’ çağı­
rıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başka ‘provokasyonu i­

75
se, Atatürk barajının muhtemel bir hava saldırısına karşı
dayanıklı inşa edilm esiym iş. Brassel, "bu da gösteriyor ki,
Türk devleti savaş istiyor’ diyor. ‘Zeugma’ kampanyalarının
arkasında da FIAN örgütünü buluyoruz. FIAN’m organize
ettiği bir başka ‘köylü hareketi', Eurogold’un Bergama’da
altın aramalarına karşı yürütülüyor. FIAN, bu ‘organizas­
yon’ için 1990’da Birsel Lemke’yi görevlendirdi. Alman
yeşillerinden bir politikacıyla evli Lemke’nin ilginç bir ka­
riyeri var” (65).
FIAN’ın Türkiye’ye yönelik hayli dikkat çekici id­
diaları sözkonusudur: Örneğin, soyu tükenme tehlikesi ile
karşı karşıya bulunan Van kedilerinin, “özgün ve de ulusal
Kürt kedileri” oldukları gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetle-
ri’nin planlı ve bilinçli soykırımına maruz bırakıldıkları id­
diası, bunlardan sadece biridir. FIAN’ın raporlarında, Gü­
neydoğu Anadolu Bölgesi’nden Türkiye Kürdistan’ı ola­
rak bahsedilirken, Diyarbakır için de “Kürdistan’ın Baş­
kenti” tanımlaması yapılmaktadır. Aynı şekilde, bu örgütün
28 Nisan 2000 tarihli “urgent action” bildirisinde, Ilısu Ba-
rajı’nın bölge güvenliğini tehdit ettiğinden sözedilmektedir
(66). FIAN, Türkiye’deki ayrılıkçı-bölücü etnik örgütlere
destek konusunda, “Tehdit Altındaki Halklar Demeği”nin
yanısıra, 1990’ların başında Avrupa Konseyi’ne akredi-
tasyonu gerçekleşerek NGO (!) olarak kabul görmeye baş­
layan “Avrupa Halk Grupları Federatif Birliği-FUEV” ile
de işbirliği halindedir (67).
Hiç şüphe yok ki, FIAN, Alman Devleti’nden ba­
ğımsız bir örgüt değildir. Örgüt, Heidelberg’deki adresini
yayınlamamaya özel bir önem göstermektedir. Bağışlar için
web sitesinde gösterilen de bir adres değil, Frankfurt’taki
posta çeki hesap numarasıdır (68). FLAN’ın 1994 ve 1995

76
yıllarına ait bilançosu, bir süre internetteki web sitesinde
gösterilmiş, ancak kısa bir süre sonra kaldırılmıştır (69).
Almanya’da her NGO’nun Genel Kurul öncesi hazırlamak
zorunda olduğu bilançoda, karşılıklarının belirtilmesi zo­
runlu gelir ve gider kalemleri yer almaktadır. Buna göre,
FLAN, 1994 ve 1995 yılları için “şirket bağışları”, “sponsor
gelirleri”, “ev ve benzeri yerlerden bağış toplama”, “vasiyet
bağışları”, “jübile bağışları”, “hurda bağışları”, “araç-gereç,
donanım bağışlan”, “lisans gelirleri”, “kira gelirleri”, “ser-
maye/kâr payı”, “işletme gelirleri”, “resmi bağışlar” vd.
karşılığında “0” (sıfır) rakamına yer vermiştir. Bir başka i-
fadeyle, FIAN’ın normal bir NGO bilançosunda olması ge­
reken zorunlu gelir kalemleri sözkonusu değildir. Ne var ki,
FLAN, tıpkı diğer Alman vakıflan gibi, en önemli gelirinin
Federal Bütçeden ayrılan pay olduğunu; ekonomik açıdan
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’na
bağlı bulunduğunu; yurtdışı giderlerinin önemli bir bölü­
münün de BND örtülü fonlarından karşılandığını, bilanço­
sunda şeffaflıkla belirtmek yerine, hiç karşılık gösterme­
meyi yeğlemektedir. Yine aynı bilançolara baktığınızda, ör­
gütün hizmet ve danışmanlık kalemlerinde hiç harcama
göstermediğini farkedersiniz. Ve tabii GTZ ile BND’nin,
servis ve uzmanlık hizmetlerini, para karşılığı FLAN’a sun­
masını elbette ki bekleyemezsiniz. Her iki yıla ait bilançoda
AKTİFLER (varlıklar) kısmında yer alan “arazi/bina”, “di­
ğer teçhizat”, “hisse senetleri/ortaklıklar”, “alacaklar”,
“banka alacakları”, “yıl sonu alacakları” kalemlerinde, ge­
nel toplamda olduğu gibi “0” (sıfır) rakamı yer almaktadır.
Keza, PASİFLER (kaynaklar) kısmında sermayeye ilişkin
kalemlerden “özel varlıklar”, “ihtiyat akçesi”, “dönemin net
geliri”, “banka taahhütleri”, “diğer taahhütler”, “şüpheli a-
lacaklar karşılığı”, “yıl sonu ayarlamaları” ve de genel top­

77
lam “O” (sıfır) olarak gösterilmiştir. Halk deyimi ile “bir di­
kili ağacı” bile bulunmayan FIAN, nasıl olur da 45 civarın­
da ülkede şube ve de koordinatörlük açabilir, uluslararası
eylem kampanyaları organize edebilir, toplam olarak
onbinlerce işbirlikçi-yerli personelin kendi ülkeleri aleyhine
çalışmaları karşılığında maddi-manevi çıkar sağlayabilir,
işbirlikçi-yerli NGO’lara proje destek bedeli altında para
dağıtabilir?! İşte Alman usulü sözde “Hükûmetdışı Sivil
Toplum Kuruluşu” yani NGO (!) statüsünde FIAN!..
2.2. FIAN’IN BERGAMA’DAKİ EYLEM
PLANLARI VE İLK GİRİŞİMLER
FIAN’ın Türkiye’deki en önemli bağlantısı olan
Birsel Lemke (Romey) (Altun), Almanya’da 1975-85 yılları
arasında bulunmuş bir Turizm işletmecisidir. Almanya’da
Yeşiller Partisi’ne bağlı bir parlamenterle evli olan Lemke,
1987-90 yılları arasında Türkiye’deki Yeşiller Partisi’nde
yönetim kurulu üyeliği yapmıştır. Daha sonra Bergama’daki
güdümlü çevrecilik faaliyetlerinde bir süre kader birliği e-
deceği Av. Senih Özay’a, ilk olarak 14 Mart 1989’da vekâ­
let veren Lemke, nedendir bilinmez, 2.2.1990’da aynı avu­
kata, bu defa Münih Başkonsolosluğumuz üzerinden ikinci
bir vekâletname göndermiştir (70). Hamburg ve Beyrut
merkezli Orient Enstitülerinin faaliyetlerinden etkilenip et­
kilenmediği bilinmemekle birlikte, Lemke, Ören’de açtığı
turizm tesisine “Club Orient” adını vermiştir. Böylece, Al­
man çevrecilerine (!), güvenilir bir konaklama merkezi
sağlandıktan sonradır ki, altın karşıtı eylemlerin organize e-
dilmesi kolaylaşmıştır (71).
Birsel Lemke’nin önderliğinde 1990’da kurulan
“Yurttaş Girişimi HAYIR” organizasyonu, Bergama’daki

78
tüm çabalarına rağmen halktan destek bulamayınca, bir di­
ğer altın yatağının bulunduğu Havran’a yönelmiştir. Der­
nekler yasasına göre kurulup kurulmadığı hakkında farklı
bilgiler alınan bu örgütün ve yandaşlarının ilk dönem faali­
yetleri hakkında, yerel basında şu bilgiler yayınlanmıştır:
“1992’ninyaz aylarında Bergama’y a uğrayan Avu­
kat Cem Saçaklıoğlu, halk sağlığı uzmanı eşi Feride
Saçaklıoğlu ile birlikte, siyanürlü altın olayını ve halktaki
hareketliliği yerinde görmüş, elde ettiği belgeler ve izle­
nimlerini içeren bir raporu, Kasım 1992 ’de ÇHA ’y a sun­
muştur İzmir Çevre Hareketi o sıralar yeni yeni oluşmak­
taydı. Konuyu hemen gündemlerine aldılar. Galeria olayı
ile birlikte siyanürlü altın, ÇHA ’nın ilk ilgilendiği sorun­
lardan biri haline geldi. Konunun ÇHA ’daki yürütme göre­
vini Avukat Senih Özay üstlendi. 1992’de halktan yeterli
destek göremeyen ÇHA ve Özay, 1994’e kadar
Havranlılara destek oldu, orada siyanürlü altına karşı mü­
cadele etti ve katkıda bulundu ” (72).
Gerçekten de, BergamalIların bu güdümlü direniş
oluşumuna yüz vermedikleri bu yıllarda, Türkiye’deki Al­
man vakıflarının tüm lojistik desteğini arkasına alan “Yurt­
taş Girişimi Hayır” organizasyonu, sadece yerel basında
değil, ulusal basmda da adından sözettirmeye başlamıştır.
Sadece demogojiye dayalı provokatif nitelikli açıklamalar,
sözkonusu vakıfların da bağlantılarını devreye sokmalarıy­
la, Türkiye’de yeni yeni gelişmeye başlayan çevrecilik ha­
reketinin genç öncüleri üzerinde kalıcı olumsuz etkiler ya­
ratmıştır. “Yabancı Sermayeye H ayır!”, “Siyanürlü Altınla
Ölmek İstem iyoruz!”, “Emperyalist Eurogold Defol!",
“Doğayı Öldüren Siyanürlü Altına Sen de Karşı ÇıkF tü­
ründen sloganlar, Türkiye’deki sosyalist ve de ulusalcı ke­

79
simleri etkilerken, Köln merkezli illegal sol örgütlerin Tür­
kiye’deki bağlantılarına ulaştırdıkları talimatlar da, direniş
cephesinin,genişlemesine ve militanlaşmasına yol açmıştır.
Bölgedeki alevi kökenli köylülerin de kışkırtılması ve dire­
nişe “kazanılması” ile, Almanya’nın Bergama için öngör­
düğü ilk aşama tamamlanmıştır. Bir başka ifadeyle, sorgu­
layan, irdeleyen, araştıran bilimsel yaklaşım gündemden
düşürülürken; yerine ucuz sloganlar, sivil itaatsizlik çığırt­
kanlığı, kamu düzenine karşı başkaldırı ve düzeysiz şov­
menliğin, şarlatanlığın her türü ikâme edilmiştir (konumuz,
bu eylemlerin arkasındaki Almanya’yı teşhir etmek oldu­
ğundan, işbirlikçi-yerli personelin bilinen eylemleri bu a-
raştırma içinde yer almayacaktır).
FIAN’ın üçüncü dünya ülkelerindeki eylem kam­
panyalarında kullandığı tüm taktikler, Bergama’da da yine­
lenmiştir. Örneğin, konu, sansasyonel bir biçimde işlenerek
yargıya götürülmüştür (73). Dava aşamasında düzenlenen
kitlesel eylemler ve basın kampanyaları ile gerek İzmir İda­
re Mahkemesi’nin ve gerekse Danıştay’ın etkilenmesi a-
maçlanmıştır. Aksine karar verecek yargıçların ancak “halk
düşmanı”, “çevre düşmanı” olabileceğine ilişkin söylemler,
“psikolojik baskı” yaratmaya yönelik olarak, kesintisiz bi­
çimde ve her etkinlikte yinelenmiştir. Alman dostlarının bir
sonraki aşamadaki görevi, uluslararası alana açılmak ol­
muştur. FIAN’ın sahip olduğu örgütsel ağ üzerinden hare­
ket eden yerli işbirlikçi-personel, Bergama hakkında hazır­
lamış oldukları raporu, ilk olarak 1992’nin yaz aylarında
Avrupa Parlamentosu’na götürmüşlerdir. Raporu bekleyen
Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller Grubu, bu raporu bir
başvuru metni haline dönüştürerek Parlamento Başkanlı­
ğ ın a sunmuştur: “Avrupa Parlamentosu ... Türkiye Cum­

80
huriyeti Hükümetini siyanürlü kimyevi maddelerin maden
çıkarımında kullanılmasını yasaklamaya ve yüzyıllarca eski
kültür bitkileri ve ormanlarla kaplı değerli bir bölgenin
yokedilmesini engellemeye çağırır. Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetine Akdeniz’i ve insanlığın ortak kültür kaynağı
olan antik şehirleri korumakla yükümlü olduğunu hatırla­
tır" (74). Avrupa Parlamentosu’na üye ülkelerden İtalya,
İspanya, İsveç gibi doğrudan siyanür kullanarak ve hem de
uzun yıllardan bu yana altın üretimi yapan ülkeleri kınama­
yan AP, hangi yüzle henüz altın üretimine bile başlayama­
yan Türkiye’yi kınayacaktır? İtalya ya da İspanya gibi ül­
kelerin Akdenizle ilgisi yok mudur, ya da topraklarında an­
tik şehirler sözkonusu değil midir? Üstelik, başvuru metnini
hazırlayan Yeşiller Grubu’nun uzmanı Ali Yurttagül, sade­
ce Türk İstihbaratı’nın değil, yurtdışındaki yurtsever Türk-
lerin de hoş anmadıkları bir isimdir. Ne acıdır ki, başvuru
metnine esas olan raporda, bölgenin özellikleri ve tesislerle
ilgili düzmece iddialara yer verilerek -yabancı şirketin de
değil- doğrudan Türkiye’nin kınanması istenmiştir.
Sözkonusu başvuru metni AP’nda değerlendirmeye alın­
mamıştır. Ancak, bu noktada FIAN, devreye girerek yan­
daşlarının moralini yükseltmek amacıyla başka bir organi­
zasyon gerçekleştirmiştir. Avrupa Parlamentosu üyesi Maro
Bumo, Midilli adasının büyükkent belediye başkanı ve 11
belediye başkanını yanına alarak bir tekneyle Ege’ye açıl­
mıştır. Mizansenin diğer ucunda yer alan dönemin Berga­
ma, Ayvalık, Burhaniye, Gömeç Belediye Başkanları da
başka bir tekneyle aynı anda Ege’ye açılmışlarsa da, şansla­
rı yaver gitmemiş; Yunan hücumbotunun engellemesi nede­
niyle hedeflenen tarihsel (!) buluşma gerçekleşememiştir.
Bunun üzerine telsizle geçilen bir metin, taraflarca kabul e-
dilerek imzalanmıştır. Yunan tarafı ise, bu telsiz diyalogun­

81
da Türk Belediye Başkanları’na bir jest yaparak şu daveti
yapmışlardır: Bu konu bizi de yakından ilgilendiriyor, eğer
direnişleriniz sonuç vermez ve siyanürle altın arama çalış­
maları başlarsa, GELİN BİZE İLTİCA EDİN, bu savaşı
birlikte yürütelim " (75).
Bu traji-komik diyalogun kahramanları, siyanürün
arama aşamasında değil de, üretim aşamasında kullanıldığı­
nı bilmeyecek kadar eğitimsiz ve ilgisizdirler. Ama onlar­
dan çok daha bilgisiz ve komik olanı, bu tarihsel (!) buluş­
manın Türkiye’deki organizatörü Tempo Dergisinin muha­
biridir: “M idilli ve çevresindeki küçük adalar da bölgeye
çok yakın olduğu için, siyanürün felâkete yol açabilecek et­
kileri Yunanistan’ı da yakından ilgilendiriyordu”. Önce
düşünmek gerekir: Türkiye’nin en büyük ve en ciddi bilim
kurumu olan TÜBİTAK-YDABÇAG ve de İzmir 1. İdare
Mahkemesi’nin tayin ettiği üç yetkin bilim adamının ra­
porlarına göre, Ovacık altın işletmesinin atık havuzunun
sızdırmazlık verileri ortada. Diyelim ki, yanıldılar. Havuz
sızdırıyor ve bu sızıntı ile zehirli sular, Ovacık ile kıyı ara­
sındaki onlarca kilometrelik mesafeyi hiç dağılmadan
katediyor, sonra Ege Denizi’nde -tıpkı bir sıcak su akıntısı
gibi- hiç dağılmadan ta Midilli adasına ve çevresindeki a-
dalara kadar gidiyor ve burada da felâketlere (!) yol açıyor.
Bu nasıl bir mantık ve nasıl bir kurgudur ki, kamuoyu böy-
lesine üstün (!) zekâ (!) ürünü senaryolarla yönlendiriliyor?
İşte, FLAN’ın başarısında böyle yerli gazetecilerin katkısını
da yadsımamak gerekmektedir...

82
2.3. BERGAMA’DAKİ BND BAĞLANT
ALMAN AKADEMİSYENLERİ
1990’dan itibaren altın karşıtı eylemleri organize
etmek üzere, Bergama ve Havran’a yüzlerce Alman görev­
linin “turist” olarak geldikleri, ama arada hobi (!) olarak da
çevrecilerle görüşmeler yaptıkları, altınsız bir çevre uğruna
karşılıksız (!) para yardımı yaptıkları bilinmektedir. İlk defa
kimliğini ve misyonunu gizlemeden bölgeye gelen Alman
görevlisi Prof.Dr. Friedhelm Korte’dir. Münih Teknik Üni­
versitesi öğretim üyesi olan Korte, ilk olarak 1993 Mayısı­
nın ikinci haftasında Körfez Belediyeler Birliği’nin davetlisi
olarak Havran’a gelmiş ve yerli personelin eşliğinde basın
toplantısı düzenleyerek siyanürlü üretime karşı olduğunu
belirtmiştir. Korte, üretimdeki sakıncaları bilimsel delillerle
ortaya koymak yerine, yaptığı köy ziyaretinin sonuçlarını şu
cümlelerle değerlendirmiştir: “Siyanürün kullanılacağı böl­
geyi nasıl bir tehlikenin beklediğini tahmin ediyorum. Ra­
porumu Avrupa Parlamentosu’na göndererek dikkatleri
Türkiye’deki çevre katliamına çevireceğim.... Durum AB
prosedürüne tamamen aykırıdır. HALKIN İSTEMEDİĞİ
BİR ŞEY YAPILAMAZ’ (76). AB ülkelerindeki siyanürlü
altın üretiminin mevcudiyetini bilmesine rağmen açıkça
yalan söyleyen ve tezini sadece kişisel tahminine dayandı­
ran Prof.Dr. Korte, bir yıl sonrasında bu defa Bergama Be-
lediyesi’nin davetlisi olarak, “incelemelerde” bulunmak ü-
zere bölgeye gelmiştir. İncelemeyi Ovacık altın yatağı üze­
rinde helikopter turu atarak “havadan yapan” Korte, yere
indiğinde bu incelemenin bilimsel (!) verilerini kamuoyuna
duyurmuştur. 26.08.1994 tarihli H ürriyet gazetesinin habe­
rine göre:

83
“Münih Üniversitesi Ekoloji ve Kimya Bölüm Baş­
kam Prof.Dr. Friedhelm Korte, çokuluslu şirketlerin Avru­
pa ’da ve gelişmiş ülkelerde yasak olan siyanürle altın ay­
rıştırma yöntemini Türkiye ’de uygulamasının önüne geçil­
mesini istedi. Bergama ’da bu yöntemle açılmak istenen al­
tın madeninin durumunu incelemek için gelen Prof.Dr.
Korte, ‘Türk hükümeti bu konuda uyanık olmalı ’ dedi. Hav­
ran'da siyanür yöntemiyle altın çıkarma ruhsatı verilmesini
düzenlediği raporla son anda önleyen Avrupa Parlamento­
su Çevre Danışmanı Korte ... helikopterle altın madeni ruh­
satı çıkarılacak Ovacık bölgesini dolaştı. 100 Yıldır uygu­
lanan siyanür yönteminin gelişmiş ülkelerin tamamında ya­
saklandığını hatırlatan Prof.Dr. Korte, bu yasağı dünyanın
tüm ülkelerini kapsayacak şekilde genişletmeyi amaçladığı­
nı söyledi. 1 Gram altın elde etmek için 1 ton kayanın un
haline getirildiğini ve bu işlemler sırasında 4 bin ton siya­
nür kullanıldığını anlatan Prof.Dr. Korte ... ‘siyanürün
Türk insanına bir şey yapmadığı konusunda bilimsel bir
gerçek mi var? ’ dedi ”.
Küçücük bir haber metnindeki çarpıtılmış bilgilere
gelince: A) Siyanürle altın ayrıştırma yöntemi hangi Avrupa
ülkesinde ve gelişmiş ülkede yasak, ad verilmiyor. B) Si­
yanürle altın ayrıştırma yönteminin uygulandığı Avrupa ül­
keleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkelerin hangisinde
çevre felâketi yaşandı da, bir tek kişi bu siyanür nedeniyle
öldü, bunun örneği de verilmiyor. C) Ovacık altın yatağında
1 ton kayanın un haline getirilmesiyle 1 gram değil, 10
gram altın elde edilecektir, bunun için de ayrıştırma süre­
cinde, 1 ton kayaya karşı -iddia ettiği gibi 4 bin ton değil
(herhalde 4 ton denilmek.isteniyor)- sadece 750 gram sod­
yum siyanür kullanılacaktır (şu satırların yazıldığı 4.7.2001

84
tarihi itibariyle 1 ons yani 31.1 gram külçe altının fiyatı 274
dolar, 1 gram külçe altının fiyatı ise yaklaşık 8.8 dolar, 1
ton sodyum siyanürün fiyatı da 1300 dolardır). Prof.Dr.
Korte’nin hesabına göre 8.8 dolar değerindeki 1 gram altı­
nı üretmek için, 4 ton sodyum siyanürün karşılığı olan
5.200 dolarlık siyanür sarfedilecektir. Bu mantıksız ve hatta
zeka özürlü hesaba, işletmeyle ilgili diğer maliyetleri de
eklediğinizde ortaya korkunç bir rakam çıkacaktır. Halk de­
yimi ile kargaların bile güleceği bu hesabı, Almanların Tür­
kiye’deki işbirlikçi-yerli elemanları “bilimsel veri” olarak
kabul etmişler ve hemen her etkinlikte kullanmışlardır. Ge­
çimini ve refah standardını “profesyonel” bir biçimde Al­
manya’ya bağlamış olan işbirlikçi-yerli elemanları bir de­
receye kadar anlamak olanaklı. Ya Prof. Dr. Korte’ye ne
demeli? Bilimsel etik kavramı nerede, bilim bu kadar ayağa
düşer mi, türünden soruların yanıtını arıyorsanız, bunu
Prof.Dr. Korte’nin bir yıllık süreçteki akılalmaz yükselişin­
de bulabilirsiniz. Madencilik ve çevre konularındaki aka­
demik özgeçmişine baktığınızda vasatın da altında yayına
sahip olan Korte, Havran’da çıplak altın yatağını gözle
kontrol edip “çevre katliamını yerinde gördüm” cümlesiyle
başlayan raporu sonrasında, Alman Devleti’nin koruyucu
kanatları altına girmiş ve bir yıl içinde hem Avrupa Parla-
mentosu’nun Çevre Danışmanlığı’na ve hem de kendi üni­
versitesinin Bölüm Başkanlığı’na getirilmiştir (77).
Prof.Dr. Korte, Ağustos 1994 tarihli ziyaretinin üze­
rinden bir ay bile geçmeden, 4.09.1994’de, yerli işbirlikçi-
personelin Ören’de düzenlediği siyanürlü altın ve çevre
konulu bir toplantıya konuşmacı olarak katılmıştır. Yanın­
da Alman ye İsveçli gözlemcilerle birlikte Türkiye’de göv­
de gösterisi yapmaya alışan Korte, Şubat 1995’de yeni ra­

85
porunu yandaşlarına göndermiştir. Raporun, birbirinden tu­
tarsız, ilgisiz ve kopuk bilgilerine göre, Korte, Ovacık’taki
tesisi yerinde incelemeye değer bulmamış ve sadece proje
üzerinde çalıştıktan sonra şu hükme varmıştır: “Kanadalı
INCO firm asının projesine göre yapılacak arıtma tesisi çok
önemli riskler taşımaktadır. Zehirden arındırma mekaniz­
masının ne denli etkili olduğu bilinmiyor.... Sistemin iyi iş­
lemesiyle bir litredeki siyanür miktarı 10 miligrama düşe­
bilecektir, oysa Avrupa standartlarında en çok litrede 0.1
mikrogram, yani 10.000 kat daha az siyanüre izin veril­
mektedir. Eurogold da kendi raporlarında arıtma sonucu
litrede 1 miligram siyanür kalacağını açıklamıştı. Bu bile
Avrupa’da izin verilenin 1000 katı demektir..... Çevreye a-
tılacak kükürtdioksit ve nitrat miktarı da Avrupa ve Dünya
Sağlık Örgütü standartlarının çok üzerinde olacaktır....
Teknik ve kimyasal açıdan çok önemli itirazlar ortada du­
rurken, bu arıtma tesislerine dayanarak Bergama ’da altın
madenciliği yapılabilir mi? ” (78).
Prof.Dr. Korte’nin FIAN’ın kendisine yüklediği
misyonu bir kenara bırakarak, yukarıda toplam birkaç satır­
lık açıklamasında mevcut çelişkileri ve fahiş rakam hatala­
rını ortaya çıkarmak için konunun ille de uzmanı olmak ge­
rekmemektedir: A) “Zehirden arındırma mekanizmasının ne
denli etkili olduğu bilinmiyor” dedikten sonra, ortaya attığı
1 litredeki 10 miligram siyanür hesabını nereden çıkar­
mıştır? Zehirden arındırma mekanizmasının etkisini bizzat
ölçme, her fırsatta Türkiye’ye gelen Korte için niye
sözkonusu olmamıştır, izin istemiş de verilmemiş midir? B)
Korte, TÜBİTAK raporu gibi yerinde yapılan bir araştır­
maya dayalı verilere sahip olmadan, kıyaslamayı hangi bi­
limsel ölçütlerle yapmaktadır? C) ABD ve Kanada’da içme

86
suyu için kabul edilebilir seviye, 0.2 miligram iken, Avrupa
standartlarında bu miktar 0.1’e inmektedir. Eurogold’un
resmi onaylı raporlarına göre ise, seviye Korte’nin “salladı­
ğı” gibi 10 miligram değil, 0.2 miligramdır. Üstelik, Euro­
gold’un atık havuzuna atacağı atıksudur, içme suyu değil!
D) Tezini güçlendirmek için kafasına göre rakam uyduran
bu Alman “bilim adamı”, oran hesabını yapmaktan bile aciz
bir görüntü vermiştir. Acıdır ki, Türkiye’de hiçbir samimi
ve gerçek çevreci, çıkıp da bu çelişkilerden ve de açıklardan
dolayı Prof.Dr. Korte’ye hesap sormamış, konuyu Türki­
ye’nin gündeminde tartışmaya açmamıştır.
Daha sonra Prof.Dr. Friedhelm Korte, dönemin
Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’a gönderdiği bir kı­
nama mektubu ile gündeme gelmiştir. Basına da verilen bu
mektupta Korte, “Ovacık-Bergama’da planlanan altın iş­
letmesi projesinin gerçekleşme safhasına geldiğini basın­
dan öğrendim. Bu benim için anlaşılmaz, akıl almaz bir du­
rumdur” demektedir (79). Korte, 1997’nin Mart ayı başında
Bergama’ya gelerek direniş cephesini “denetlemiş” ve izle­
nimlerini Basına yansıtmıştır: “Bugün Avrupa'nın belirli
bölgelerinde de altın var. Ama böyle bir yöntemle altın ü-
retmek Orta A vrupa’da denenmez bile. Her şeyden önce
halk inisiyatifi buna hayır der. Şu anda söylenebilecek şey,
yaşam alanına kısıtlama geleceğidir. Çok az bir altın ka­
zanmak için tonlarca taş, toprak yerinden edilecek. Büyük
miktarlarda su kaynakları kullanılacak. Eurogold çalışma­
lara başlarsa, bölge insanlarının yaşam kalitesi çok düşe­
cek. Herşeyden önce, siyanür havaya karışacak en büyük
zehirlerden birisi ve bölgede yaşayan insanlar bunu tenef­
fü s edecekler. Avrupa 'da böyle bir şey düşünülemez bile. Bu
proje için siyanür tankerlerinin taşınacağı yollar bile trafi­

ği
ğe kapatılmalı. Havuzdaki siyanürün kontrol altında tutul­
ması imkânsız. Ne Bergama’da, ne de başka bir yerde böyle
bir şey görmedim. Siyanür zehirini etkisiz hale getirmek çok
pahalıdır. Bunu Eurogolddahil kimse ödeyemez" (80).
Korte, Devletinin maaşa bağladığı işbirlikçi-yerli
personel gibi, Türk kamuoyunu da basit yalanlarla kandıra-
bileceğini, provoke edebileceğini düşünmektedir. Yukarıda
söylediklerinin içinde sadece bir tek konuda haklıdır, o da
Orta Avrupa’da siyanürlü altın üretiminin yapılmadığıdır.
Nedeni de, Orta Avrupa’da altın bulunmamasıdır. Fransa,
İtalya, İspanya, Finlandiya, İsveç, bu mantıkla Orta Avrupa
ülkesi sayılmadıklarından olacak, altın üretiminde siyanür
kullanmaya devam etmektedirler. Ancak, Korte’nin ahlâk­
sa! açıdan esas gizlediği gerçek şudur: Dünyada siyanür ü-
retimi yapan üç ülkenin biri Almanya’dır. Degussa Firması,
dünyadaki toplam siyanür üretiminin 1/3’ünü, yani yaklaşık
500.000 tonunu, Almanya’da Giessen’deki tesislerden ü-
retmekte ve altın üreten firmalara adreste teslim sevkiyatı
yapmaktadır. Korte’nin diğer Alman sahte çevrecileri ve de
FIAN’ın yöneticileri gibi bu gerçeği bilmemesine olanak
yoktur. Kaldı ki, Avrupa’da ve de Türkiye’de siyanür, tan­
kerlerle taşınmamaktadır; çünkü Avrupa Birliği standartla­
rına göre, siyanür tabletler halinde (Konya’nın kelle şeker­
leri -topakları- büyüklüğünde) üretilmektedir. Degussa
Firması, Almanya’da ürettiği siyanür tabletlerini, belirlen­
miş standartlara göre özel makinalarla açılabilen kalın plas­
tik poşetlere, onları da tahta kutulara yerleştirmekte ve
sevkiyatı da çelik konteynerlerle yapmaktadır, tankerlerle
değil. Hiçbir Alman “çevrecisi”, akademisyeni, gazetecisi
ya da politikacısı, kendi ülkelerinde siyanür üretiminin ya­
saklanması, en azından Türkiye’ye siyanür satılmaması

88
doğrultusunda herhangi bir eylem kampanyası yürütme­
mektedirler. Çünkü, siyanür ihracından Alman Devleti’nin
önemli ekonomik çıkarları sözkonusudur.
Bilim adamlığı kisvesini, ahlâkdışı bir biçimde ken­
di Devleti’nin çıkarları doğrultusunda, Türk kamuoyunu
yanlış yönlendirme için kullanan Prof.Dr. Friedhelm Korte,
daha sonra, 26-27 Haziran 1997 tarihleri arasında İstanbul
Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi tarafından düzenlenen
bir sempozyuma katılmıştır. Bu sempozyuma, Korte’den
başka, Prof. Dr. Paul Müller ve Prof. Dr. W. Klein de teb­
liğle iştirak etmişlerdir. Sempozyumun sonunda, Alman a-
kademisyenlere dört Türk akademisyeninin de katılımıyla
bir yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirilmiştir. Prof.Dr.
Paul Müller’in Başkanlığında gerçekleştirilen bu yuvarlak
masa toplantısında alman karar, kendilerini izleyen sem­
pozyum katılımcılarına karşı okunmuş ve üst üste iki kez
karşı bilimsel görüşlerinin olup olmadığı sorulmuştur. Dü­
şünme ve değerlendirme süresi verilmediği için karşı görüş
belirten olmamıştır. Böylece, toplantı karan, demokratik (!)
bir biçimde sempozyum kararı olarak “Bergama Deklaras­
yonu” başlığı altında ilân edilmiştir: “Bilimin şu anki duru­
muna göre, teknoloji, doğa ve kültür alanındaki son verile­
rin ışığında Bergama yöresinde yapılması planlanan altın
işletmesi kabul edilem ez” (81)... Bu sempozyum ve dekla­
rasyon, Almanya’nın, küçük çevreci gruplann, küçük radi­
kal örgütlerin, köylü gruplarının, kimi kasaba politikacılan-
nın yanısıra, üniversitelere de etken olabileceğinin bir gös­
tergesi olarak değerlendirilmiştir.
21 Temmuz 1999’da ise, Ören’de düzenlenen ve
kendileri dışındakilere kapalı sempozyum sonucunda ya­
yınladıkları deklarasyona göre, Prof.Dr. Friedhelm Kor­

89
te’nin yanısıra, Steve D’Esposito (ABD Mineral Policy
Çenter Genel Başkanı), Wolfgang Kreissl-Dörfler (Avrupa
Parlamentosu Milletvekili), Wolfgang von Nostitz (Avrupa
Parlamentosu eski Milletvekili, Münih’de Avukat)’in
yanısıra, merkezi Münih’de bulunan “Pergamon und
Adramytteion Ges.” Genel Başkanı sıfatıyla Birsel Lemke,
Pergamon Demeği Genel Başkanı sıfatıyla Sefa Taşkın,
Prof.Dr. Ümit Erdem ve Av. Senih Özay katılmışlardır.
Sözkonusu deklarasyonu, Alman Prof. Dr. Paul Müller ve
Prof.Dr. İsmail Duman, sempozyuma katılmadıkları halde
imzalamışlardır. Sempozyumun sonuç bölümünde, Türk
vatandaşı katılımcıların “tam bağımsızlık”, “sosyalizm”,
“anarşizm” ya da “anti-emperyalizm” konusundaki ikiyüz­
lülüklerini ortaya koyan şu bölüme yer vermişlerdir:
“Çeşitli politik ve ideolojik kutuplaşmalar, Türkiye
ile Avrupa ’nın bütünleşmesine bugüne dek ne yazık ki engel
oluşturmuştur. Bizler, en azından ortak çevre standartları
oluşturarak bu ayrılığın daha fa zla sürmesine engel olmak
üzere, Avrupa Parlamentosu ’nun Türk Ege 'sinde altın çıka­
rılması ile ilgili 1994 tarihli (B4-0410/94) kararına nihayet
uyulması yönünde çaba sarfetmek durumundayız. Böylece
bizler, Amerikalı dostlarımızı da aramıza alarak, bu bölge­
nin (Anadolu’nun) Dünya Kültür Mirası olarak korunması­
na katkı sağlayacağımıza olan inançla, gelecekte de Türk ve
Alman bilimadamları olarak birlikte çalışacağımızı beyan
ederiz.... Bu deklarasyon, özel bir toplantı niteliğinde düşü­
nülen bir buluşmanın ürünü olup, çevre ve ahlâk açısından
daha temiz ve daha demokratik bir dünya için çağrıdır.
Sempozyum eski Yunancada şölen demektir. Biz de toprak­
larımızı korumasını ve ulusal bağımsızlık onurumuzu bes­
lemesini dilediğimiz bu bilgi ziyafetinin adını Conventus ’99

90
koyduk. Antik çağda, ünlü düşünür ve bilimadamlarmın
Adram ytteion’da, yanı bu bölgede, insanlığı ilgilendiren
tüm sorunları görüştükleri ve dünya barışı için yaptıkları
periodik toplantılara conventus deniyordu. Onların kaldık­
ları yerden biz devam edelim dedik. 21 Temmuz 1999 / Ö-
ren - Adramytteion ” (82)
Hiç şüphesiz, katılımcıların kimlikleri ve geçmişle­
ri, bu sempozyumun bilimsel (!) düzeyi ile ilgili bir fikir
vermeye yeterli olmaktadır. Kaldı ki, Alman katılımcıların­
dan Avrupa Parlamentosu Milletvekili Wolfgang Kreissl-
Dörfler, ve Avrupa Parlamentosu eski Milletvekili
Wolfgang von Nostitz, Almanya’daki Türklerin çok yakın­
dan tanıdığı iki isimdir. Federal Anayasayı Koruma Teşki­
lâtı adına, AFÎD (Anadolu Federe İslam Devleti-bilinen a-
dıyla Kaplancılar), IMGT (İslam Toplumu Milli Görüş
Teşkilâtı) ve İKMB (İslâm Kültür Merkezleri Birliği) ara­
sındaki koordinasyonu sağlayan, sorgulamalara katılan iki
nitelikli ve de üst düzey istihbaratçıdır. 1990’dan günümü­
ze, Bergama’ya yüzlerce BND görevlisinin geldiği; ikili gö­
rüşmeler dışında, özellikle Basınla karşılaşmamaya özen
gösterdikleri, “sivil itaatsizlik” kapsamındaki eylemlerin de
bu görevlilerin Bergama’dan ayrılmalarının hemen akabin­
de cereyan ettiği bilinmektedir. İstihbaratçılarının güvenlik
duyarlılığını bir kenara bırakarak ilk defa, “bilimsel görü­
nüşlü” bir sempozyuma katılmalarını, Almanya’nın giderek
mütecavizliğini arttırdığının ve arttırmaya da devam edece­
ğinin bir işareti olarak değerlendirmek gerekir.
FIAN yönetiminde, 27.10.2000 tarihinde Berlin’de
bir toplantı daha yapılır: Berlin Deklarasyonu. Artık, FIAN,
hareketin önderi olduğunu saklamamaktadır. Toplantıya yi­
ne bildik isimler katılır: Petra Sauerland (FIAN Başkanı),

91
Prof. Dr. F. Korte, Prof. Dr. P. Müller ve Prof. Dr. İsmail
Duman. Bu toplantıda Alman Çevre Bakanı Gila Altman’da
hazır bulunur. Konu yine aynıdır: Gana, Peru, Yeni Gine
gibi üçüncü dünya ülkelerinde altın madenciliğinin engel­
lenmesidir (83).
2.4. AVRUPA PARLAMENTOSU VE İŞBİ
LİKÇİLERİN ÇIKARDIĞI KARAR
Bergama ve Havran’daki siyanürlü altın üretimi ko­
nusunu Avrupa Parlamentosu gündemine ilk taşıyan kişi,
Yunanlı Milletvekili Aleksandr Alavanos olmuştur. Ancak
üye ülkelerdeki siyanürlü altın üretiminin dikkate alınması,
dolayısıyla bir çelişkiye ve çifte standarda neden olunma­
ması gerekçesi ile karar tasarısı dondurulmuştur. Tasarının
bir an önce AP kararına dönüştürülmesi için Yunanlı Mil-
letvekili’ne destek veren, lobi faaliyeti yürüten sadece FI-
AN olmamıştır. Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ve
Bergama köylülerinin avukatları adına Senih Özay da en az
FLAN kadar etkili olunca, karar tasarısı, Parlamento’nun “a-
cil konular gündeminde” ele alınarak kabul edilmiştir. Bu
karar, yaptırım gücü olmayan Avrupa Parlamentosunun il­
kesizliğinin, etki altında rahatça haksız kararlar verebildiği­
nin tipik bir kanıtı olmuştur. 17 Kasım 1994 tarih ve 11 (e)
B4-0410-94 sayılı kararın bazı bölümleri:
"... A) Şöyle ki; Edremit K örfezi’nde ve Bergama
civarında altın madenciliğini amaçlayan iki şirket,
Eurogold ve Tüprag, halihazırda gerekli maden ruhsatları­
nı almış ve etraflarındaki zeytinlikleri satın almış olup kısa
bir süre içinde madencilik faaliyetlerine başlamak üzerede­
dirler. B) Şöyle ki; gıda konularını savunmayı da üstlenmiş
olan uluslararası insan hakları organizasyonu FIAN, Ed­

92
remit bölgesinin altın madenciliği sonucu her an oluşabile­
cek imhasının önlenmesi için acil bir işlem yapılm ası çağrı­
sında bulunmuştur. C) Şöyle ki; yukarıda adı geçen şirket­
ler, tahminen yedi ton altın ve 15 ton gümüş olarak belirle­
nen altın ve gümüş rezervlerine ulaşmak için 22.3 hektarlık
zeytinlik ve orman ile 1.56 metreküp kayayı tahrip etme ha­
zırlıkları içindedirler.... 1) Avrupa Parlamentosu, Türk
Hükümeti ’ni madencilikte siyanür içeren maddelerin kulla­
nılmasını yasaklamaya ve asırlık ürün ve ormanları bulu­
nan değerli bölgelerin tahribini önlemeye çağırır. 2) Avru­
pa Parlamentosu Akdeniz ve tarihi alanlarını korumanın ti­
ye ülkeler ve Türkiye üzerine düşen bir görev olduğunu
vurgular. 3) Avrupa Parlamentosu üye ülkeleri, özellikle
Federal Alman Cumhuriyeti ’ni, tüm bir yöreye ekolojik ve
sağlık tahribatı yapacak nitelikte ve olumsuz geçm işi bulu­
nan zehirli bir madde olan siyanürün Alman şirketleri tara­
fından kullanımını yasaklamaya ve Alman şirketleri ve ban­
kalarını, Avrupa Birliği (AB) dışında dahi olsa, Alman ve
AB standartlarına uymaları için zorlamaya çağırır. 4) Av­
rupa Parlamentosu Komisyonu, Bergama-Edremit bölgesi,
M idilli (Lesbos) Adası, Ege ve Akdeniz üzerinde siyanür i-
çeren maddeler kullanmak üzere planlanan altın madenci­
liğinin ekolojik etkisini incelemeye çağırır ve de Komisyonu
ve üye ülkeleri her an olabilecek bir ekolojik faciayı geçiş­
tirmek üzere önlemler almaya çağırır. 5) Avrupa Parla­
mentosu bu kararı Konsey’e, K om isyon’a, üye ülkelerin
hükümetleri ve parlamentolarına ve Türk Hükümeti 'ne ilet­
mek üzere Parlamento Başkanına talimat verir
Avrupa Parlamentosu, Almanya’nın siyanür üretimi
ve dışsatımı konusunda bir karar almaya ya da en azından
kınamaya cesaret edememiş; siyanürleme yöntemiyle altın

93
üreten Fransa, İspanya ve İtalya ve o tarihlerde, Türkiye gi­
bi, altın üretimine hazırlanan Yunanistan’daki altın maden­
ciliğini dikkate bile almamış; sadece ve sadece, Avrupa’da
hiç altın üretmeyen nadir ülkelerden biri olan Türkiye’ye
yüklenmiştir. İşte Avrupa’nın “tarafsızlığı” ve Parlamento­
sunun “hak ve adalet ve de eşitlik” anlayışı!.. Ama daha a-
cısı, Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın karar sonra­
sı söyledikleri: “Çok sevinçliyiz. Bu büyük bir haber. Çev­
reye duyarlılığın zaferi. Karar Bergama 'da bayram havası
yaratmıştır ” (84).
Yaklaşık iki yıl sonra, bu defa Avrupa Parlamento-
su’ndaki Yeşiller Grubu, ikinci bir karar için Parlamento
Başkanlığı’na karar tasarısı vermiştir: “Bu, madene verilen
onayın geri çekilmesini, doğanın ve tarihi kültür mirasının
telâfisi mümkün olmayacak şekilde tahrip edilmesinin dur­
durulmasını istiyoruz. Avrupalı firm aların dış ülkelerdeki
çalışmalarında çevre koşullarına uymaya zorlanmalarını
talep ediyoruz. Alman Dresdner B ank’ın Eurogold’un ça­
lışmalarını finanse etmemesini takdir etmekte ve diğer ban­
kaları da bu örnek tutuma katılmaya çağırmaktayız. Komis­
yondan, Edremit Körfezi için de yeniden bir rapor hazır­
latmasını ve Türlüye 'de 600 ’ü bulan altın madeni bölgele­
rinin doğa için doğuracağı sonuçları incelemesini istiyo­
ruz".
Karar tasarısının Avrupa Parlamentosu Başkanlı­
ğ ın a sunulmasına gösterilen anlamlı (!) tepkiler, 27. 12.
1996 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olarak yer al­
mıştır: “Avrupa Parlamentosu’nun Bergama'daki siya­
nürlü altın mücadelesini görüşecek olması, yörede sevinçle
karşılandı. Yöredeki muhtarlar, Türkiye ’nin de Berga­
ma ’nın değerini bilmesini istediler. CHP ve ÖDP ’nin Ber-

94
gama ilçe başkarıları da Avrupa Parlamentosu ’nda bulunan
tüm sosyal demokrat ve sosyalist üyelerin karar tasarısını
desteklemeleri için konuyu genel merkezlerine ileteceklerini
açıkladılar. Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın da ‘A v­
rupa Topluluğu’na katılmak isteyen Türkiye, Avrupa Par­
lamentosu ’nun sesini duymalıdır’ dedi”. İçlerinden bir
yurtsever çıkıp da dürüstlükle dememiştir ki, “şu Avrupa
Parlamentosu yeşilleri ne kadar önyargılı ve bilgisiz. Ova­
cık altın madeni, antik kente de, denize de, Bergama’ya da
hayli uzak. Ege Denizi’nden 12 km içeride. Bergama’nın da
15 km. dışında ve alt kotlarında. Bölgedeki onlarca birbirine
benzeyen, büyük bölümü kayalık, geriye kalanları da 3. ve
6. dereceden tarım arazisini içeren sadece küçük ölçekli bir
tepeden ibaret. Ovadaki tarım topraklan ile de hiçbir ilgisi
yok, hangi tarihi kültür mirasına telâfisi mümkün olmaya­
cak tahribatı sözkonusu olabilir ki?”
Elbette ki, Avrupa Parlamentosu’na doğrudan eleşti­
ri yöneltmek doğru değildir. İçinde ağırlıklı olarak, Türki­
ye’de ulus-devlet bütünlüğünü, etnik ve dinsel ayrılıkları
derinleştirerek ortadan kaldırma çabasındaki AB ülkeleri­
nin temsilcilerini barındırmaktadır. Bir başka ifadeyle, AP
milletvekilleri, kendi devletlerinin iç ve dış politikalarının
gereğini yerine getirmektedirler. Hepsi de kendi açılarından
kendi ülkelerinin yurtseverleridirler. Ya Sefa Taşkın? İşte,
Bergama konusunun ısıtılarak yeniden Avrupa Parlamento­
su gündemine sokulmaya çalışılması ile ilgili bir haber
(Cumhuriyet, 14.02.1997):
‘‘A vrupa Parlamentosu’nun gündeme aldığı siya­
nürlü altın konusuyla ilgili toplantıya katılmak için Brük­
se l’e giden Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın gö­
rüşmelerini sürdürdüğü bildirildi. Taşkın’ın önceki gün,

95
Avrupa Parlamentosu’nun Yeşiller Grubu’nda bir konuşma
yaparak, Bergama ’da altın madenine karşı köylülerin sür­
dürdüğü mücadeleyle ilgili bilgi verdiği belirtildi. Bu arada
AP Yeşiller Grubu ’nun toplantısında şu kararların alındığı
bildirildi:
'Belçika Parlamenteri ve AP Çevre Komisyonu
Başkanı Lanrıoye’nin önerisi doğrultusunda; E urogoldfir­
masına ortak olan ve onun arkasında bulunan firm aların
Avrupa ’da ne tür yatırımlar yaptıkları araştırılacak. Eğer
bu yatırımlar için Avrupa Parlamentosu’nun desteklediği
projeler var ise, bu projeler durdurulacak. Alman Parla­
menter Kreissler D orfler’in önerisiyle i daha önce Avrupa
ortak şartlarının Avrupa ülkelerinin dışında da uygulanma­
sı için bir karar alındı. Bu karar Eurogold ’a destek veren
Degussa ve Metelgeselschaft şirketlerine iletilecek. Bu şir­
ketlerin çifte standart uygulamamaları istenecek. İsviçreli
Parlamenter Garthon’un verdiği karar tasarısına göre,
Bergama’daki altın madenini işletmek isteyen Eurogold
Madenciliğin hangi uluslararası anlaşmalara aykırı dav­
randığı araştırılacak. Alman Parlamenter Ulmann ’ın öneri­
siyle, Eurogold Madenciliğin Ege Denizini kirletmesi
sözkonusudur. Ege Denizinin tehdit altında olması, Yuna­
nistan avrupa B irliği’ne üye olduğu için Avrupa Parla­
mentosu ’nu ilgilendirmektedir. Bunun için Eurogold Şirketi,
Avrupa Parlamentosu Başvuru Komisyonu ’na şikâyet edile­
cek ve Bergama için siyanürlü madeni çalıştırmaması iste­
nilecek ’.
Yeşiller Grubu, ayrıca İsviçreli Parlamenter
Garthon’un önerisiyle, AVRUPA PARLAMENTERLERİ­
NİN BERGAMA ’DAKİ YÖRE HALKININ EYLEMLERİNE
KATILMASI DA KARARLAŞTIRILDI. Yine Alman Parla­

96
menter Ulmcmn’ın önerisiyle, Bergam a’daki ortak kültür
zenginliklerinin korunması için AP Kültür Komisyonu dev­
reye girecek. Yeşiller Partisi Grup Başkam ’nın önerisiyle,
Bergama ’daki altın madeni konusu, AP ’nin TBMM ile bir­
likte oluşturduğu karma komisyonda konuşulacak. Yeşiller
Grubu ’nun aldığı ortak kararda ise, Avrupa Parlamento­
su ’na Bergama ’da madenle ilgili çalışmaların durdurulma­
sı için karar tasarısı sunulması öngörüldü. Bergama Bele­
diye Başkanı Sefa Taşkın ’ın, bu kararları desteklemeleri i-
çin AvrupalI Parlamenterlerle görüşmeler yaptığı öğrenil­
d i”.
Yorum, zaten kendi içinde...
1998 yılında, Avrupa Parlamentosu’nun A4-
0432/98 oturumunda Bergama altın madeni hakkında
bir karar daha alınmıştır. Konu bu sefer, “Türkiye ile
İlişkiler” başlıklı kararın “Politik Konular” bölümün­
de, Türk hükümetine yapılan siyasi öneriler (belki de
baskılar demek daha doğrudur) arasına sıkıştırılmıştır:
“16. Özellikle Kürtlerin maruz kaldığı zulüm, ha­
pis ve işkenceye son verilmesi;
20. Leyla Zana’nın serbest bırakılması;
21. Kürt halkının temsilcilerini de içeren toplum
güçleri arasında diyalog kurulması:
Türkiye'deki her kesime ana dilleriyle eğitim
hakkı ile Kürt dilinde yayın ve kendini ifade özgürlüğü ve­
rilmesi;
TBMM’de Kürtlerin temsil edilmesi, Siyasi
Partiler Kanunu’nun değiştirilmesi, seçimlerdeki % 10 e-
şiğinin kaldırılması ve anti-terör kanununun iptali;
- Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden olağanüstü
halin kaldırılması ve köy korucuları sisteminin tasfiyesi;

97
22. PKK’nın tek taraflı ateşkesinin kabul edilmesi
ve Kürt hedeflerine saldırıların hemen durdurulması;
23. Mahkeme kararlarının, özellikle üç termik sant­
ral ve Bersama bölgesindeki EUROGOLD şirketine ilişkin
Danıştay kararlarının uygulanması:
24. Kuzey Kıbrıs’ta devam eden işgal durumunun
ve A B ’ne aday bir diğer ülkenin (Güney Kıbrıs) erişim sü­
recini engelleyici tutumu nedeniyle Kıbrıs’ta siyasi çözü­
me gidilmesi;
25. Komşuları, özellikle Yunanistan ile ilişkilerini
düzeltmesi"...
Avrupa Birliği’ne aday ülke olmak için çabalayan
"Türkiye ile Avrupa Konseyi arasındaki ilişkilerin daha da
geliştirilm esi" amacıyla “Türkiye Hakkında Avrupa Strate­
jis i" olarak adlandırılmış olan bu karar, siyanürleme yön­
temiyle altın madenciliği yapan Fransa, İtalya ve İspanya ile
önümüzdeki yıl üretime geçecek Yunanistan’ın Avrupa
Birliği üyesi olduklarını unutarak, Avrupa Parlamento-
su’nun Türkiye’ye bakışmı net bir şekilde ortaya koymuş­
tur.
2.5. BERGAMA’DAKİ ALMAN PROVO
TÖRLER VE DIŞ MÜDAHALELER
Almanya’nın Bergama’ya olan ilgisi, 1995’in Nisan
ayında tam bir değişim göstermiştir. Bergama’daki direniş­
çileri (!) şöyle bir geçerken ziyaret eden Alman turistlerinin
(!) yanısıra, üst düzey Alınanlardan oluşan grupların ziya­
retleri de sözkonusu olmaya başlamıştır. Bu değişimin ve
daha fazla önemsemenin ilk işaretini veren, Birlik
90/Yeşiller Partisi’nin milletvekilleri Cem Özdemir,
Elisabeth Altman (Berlin Deklarasyonu toplantısına katılan

98
Alman Çevre bakanı Altman olmasın sakın!) ve Halo
Saibold olmuştur. Alman Parlamentosu’na bir önerge veren
milletvekilleri, Bergama’da siyanürle altın çıkarılması giri­
şiminin durdurulması için bir yaptırım karan alınmasını is­
temişlerdir: “Belirtilen yöntemle Ege 'de planlanan altın çı­
karma işlemi, ekolojik ve sosyal bir felâkete neden olabilir.
Bu konudan kârlı çıkan banka ve kuruluşlar 600 bin insanın
hayatını büyük bir tehlikeye sokuyorlar. Siyanür, bölge top­
raklarını ve sularını zehirleyebilir; böylece turizm hareket­
liliğini de tehlikeye sokabilir. Ayrıca Ege Denizinin de kir­
lenmesi olasıdır. Yasalarımız ve Avrupa Parlamentosu ’nun
kararı g ereğ i... Türkiye ’de bu projeye yıllardır karşı çıkan
insanlara tam desteğimizi sürdürmeliyiz" (85).
Dresdner Bankası’nın açacağı krediyi bu önerge ile
engelleyen Almanlar, karann hemen ertesinde, Bergama’da
destek mesajlı bir gövde gösterisi yapmak üzere, FIAN Ge­
nel Başkanı Petra Sauerland Başkanlığında bir heyeti gön­
dermişlerdir. Heyette, BfV kontenjanından Parlamentoya
sokulan Birlik 90/Yeşiller Partisi’nin iki milletvekili Karin
Hagemann ve Reimer Hamann ile UNESCO MAB Progra­
mı Başkan Yardımcısı ve MAB Almanya Komitesi Başkanı
Prof.Dr. Michael Suscow da yeralmıştır. Yaklaşık iki hafta
boyunca, Ovacık Altın Madeni dışında, Bergama köyleri
dahil tüm Ege ve Kuzey Marmara Bölgesini gezen, çevreci
kuruluşlarla yönlendirme toplantıları düzenleyen heyet, ba­
sma da demeçler vermiştir. Prof.Dr. Suscovv, Cumhuriyet’e
verdiği özel demeçte, “Bergama dünyanın önemli kültürel
merkezlerinden biri olmasının yanısıra, tarımsal potansiye­
li, özellikie zeytin üretimi bakımından gelecek yaşam için
çok önem kazanan bir bölge olacaktır. Böyle bir bölgede si­
yanürlü yöntemle altın üretmek, 8-10 yıllık bir etkinlik için

99
bu bölgeyi gözden çıkarmak cinayet olur. Türkiye ’de bu şe­
kilde altın üretmek isteyen firm aların Almanya ’daki jinans
kuruluşlarından kredi alamamaları için lobi faaliyeti yapa­
cağız "demiştir (86). Diğer iki milletvekilinin demeçlerinde
ise “tehdit”, “eksik bilgi” ve “kışkırtma” unsurları bir arada
kullanılmıştır:
“Yıllar öncesine Almanya'da nükleer santral kurul­
masına karşı çıkmak için kamuoyu oluşturduk. Elde ettiği­
miz başarının sonucunda Alm anya’da nükleer santral ku­
rulmuyor. Yeşiller Partisi olarak Bergama 'da siyanürlü al­
tın çıkarılmasına engel olmak için de mücadele edeceğiz.
Her y ıl Türkiye ’y e gelen milyonlarca Alman turistin de bu
olaya karşı tepki göstereceğine inanıyoruz. Bergama altını
Alman Bankası Dresdner Bank’a ve ham metal üreten
Degussa’y a aktarılacaktır. Bergama altınında Alman eko­
nomisi güçlenecek. Türkiye'ye ise bu kazancın kırıntıları
kalacak. Altın çıkarılmasını onaylayan Almanya, Bergama­
lIlara da iltica hakkı vermelidir’’ (87).
Hagemann ve Hamann, altın çıkarılması halinde,
Alman turistlerinin Türkiye’ye gelmeyeceğini, bunun da
Türk turizmini ve ekonomisini etkileyeceğini söyleyerek
“tehdit” sopası göstermişlerdir. Gerçekten de, uzun yıllardır
Almanya’da, turizm rezervasyonlarının başladığı Mart a-
yından, sona erdiği Haziran ortalarına kadar, tüm Alman
televizyonlarında, Türkiye’de insan haklan ihlâllerine iliş­
kin görüntüler (öğrenci olayları, kanlı mitingler, bombala­
ma öncesi ve sonrası, terör nedeniyle boşaltılmış köyler, ör­
güt cenazeleri, hapisane eylemleri vd.), orman yangınları,
turistlere yönelik tecavüz ve kapkaççılık olaylan, düşünce
özgürlüğüne getirilen sınırlamalar kapsamında, Almanya ile
bağlantılı bölücü, şeriatçı işbirlikçilerden alınan ve ağır it­

100
hamlarla ağır hakaretler içereli röportajlar, arşivlerden çıka­
rılarak tekrar tekrar gösterilmekte ve Türkiye’ye gidebile­
cek Alman tüketicisinin olumsuz etkilenmesi amaçlanmak­
tadır. Rezervasyonların bitmesi ile bu tür görüntülü haberler
de adeta bıçak gibi kesilmektedir. İşte iki Alman milletve­
kili, Türkiye’yi, bu mekanizmanın daha etkili işletilmesi ile
tehdit etmektedirler. Hagemann ve Hamann, Degussa fir­
masının siyanür ürettiği ve bu yolla Türkiye’den gelir sağ­
ladığı gerçeğini ise, bu firmayı sadece ham metal üreten bir
kuruluş gibi göstermek suretiyle gizlemektedirler. Yabancı
düşmanlığının ve ırkçılığın giderek kökleştiği, insanların
sırf Alman olmadığı için diri diri yakıldığı Almanya’da,
Alman kamuoyunu korkutmanın kestirme yolu, “iltica” akı-
nından bahsetmektir. İşte bu iki milletvekili, kendi kamuo­
yunu arkalarına almak için bu yola da başvurmakta sakınca
görmemektedirler.
FIAN, Aralık 1996 itibariyle, tüm dünyaya Bergama
için “Acil Aksiyon” çağrısı yapmıştır (88). Takip eden ay i-
çinde de, FIAN Genel Sekreteri Rolf Künnemann imza­
sıyla dönemin Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Şevket
Kazan’a bir mektup gönderilmiştir. 9 Ocak 1997 tarihli
mektupta yazılanlar ve talepler:
“FIAN, bir insanın kendisini besleme hakkı için o-
luşturulmuş uluslararası insan hakları organizasyonudur.
FIAN ’ın B M ’de danışma statüsü vardır.... Biz Türkiye’nin
Batı kıyısının Bergama bölgesindeki durumla çok ilgileni­
yoruz. Bu bölgedeki insanlar, siyanürlü altın madenine kar­
şı barışçıl bir biçimde bir direnç göstermekte ve Eurogold
şirketinin bundan vazgeçmesini talep etmektedir.... Berga­
ma ’daki yerel işçiler siyanürle kirletilen atık materyali de­
polam ak için havuzlar kazmayı reddettiklerinden, Eurogold

101
Doğu Anadolu’dan işçiler tutmuştur.... Bu bölgedeki bele­
diye başkanları, bölgedeki “saatli bomba ” gibi konuyla çok
daha fazla ilgilidirler. Yaşamını tarımdan ve turizmden
sağlayan vatandaşlarının geçimlerinden kuşku duymakta­
dırlar ve Bergama’daki altın madenini reddetmektedirler....
Biz size Türkiye 'deki yüksek mahkeme (Danıştay) kararını
açıklamadan önce, Eurogold’un üretimini tarafsız olarak
engellemenizde ısrar ediyoruz” (89).
FIAN Genel Sekreteri Künnemann, 29 Ocak 1997
tarihli mektubunda da, dönemin İzmir Valisi Kutlu
Aktaş’tan, mahkeme kararı sonuçlanıncaya kadar
Eurogold’un faaliyetlerine son vermesi için yetkisini kul­
lanmasını istemiştir. Basına da dağıtılan mektupta, sonucun
olumsuz olması durumunda, Bergama’nın korunması için
FIAN’ın Avrupa’daki üç büyük kuruluş ile müşterek çalış­
malar yürüteceği de belirtilmiştir (90).
FIAN’ın mektuplarının kamuoyunda tartışıldığı sı­
ralarda, Birlik90/Yeşiller Partisi Milletvekili ve Alman
Parlamentosu Turizm Komisyonu Başkanı Halo Saibold,
yaklaşık altı aylığına İzmir’e gelmiş ve deyim yerindeyse,
ayağının tozuyla bir basın toplantısı düzenleyerek, “Alman
turizm şirketlerinin Bergama yöresine turist göndermeme e-
ğiliminde olduklarını” söyleyerek Türkiye’yi üstü kapalı
tehdit etmiştir (91).
Halo Saibold’un incelemelerini (!) sürdürdüğü Şu­
bat 1997’nin sonlarına doğru, FIAN’ın en etkili ideologla­
rından biri olarak kabul edilen AvusturyalI gazeteci Petra
Holzer, siyanürlü altına karşı mücadele ile ilgili “HAYIR”
adlı bir belgesel hazırlamak üzere Bergama’ya gelmiştir.
Holzer, daha sonra izlenimlerini 28 Şubat 1997’de bir Basın

102
toplantısı ile meslekdaşlanna aktarmıştır. Maden sahasında
çekim yapmasına izin verilmediğini, kendisinin de madene
karşı olan çevredeki köylerin sakinleriyle görüştüğünü kay­
deden Holzer, çekeceği belgeselin başta İstanbul Film Fes­
tivali olmak üzere, pek çok Avrupa TV istasyonunda ya­
yınlanacağını öne sürmüştür (92). Petra Holzer, daha sonra
bu belgeseli takviye etmek üzere, “Bergama ve 10 Yıllık
Direniş Hareketi” başlıklı bir makale yayınlamıştır (93).
Holzer’in bölgeden ayrılması üzerine, İzmir ve Ören arasın­
da adeta mekik dokuyan ve geçerken de sürekli Bergama’ya
uğrayan Alman Parlamenter Halo Saibold, 18 Mart
1997’de, Türkiye’ye turizm yoluyla zarar verecek bir kam­
panyanın ilk sinyalini vermiştir. Haber, 19.03.1997 tarihli
Cum huriyet gazetesinde aynen şöyle yer almıştır:
“Bergama köylülerinin siyanürlü altına karşı yedi
yıldır sürdürdükleri mücadeleye Avrupa 'dan destek geldi.
Avrupa Parlamentosu Turizm Komisyonu Başkam Alman
M illetvekili Halo Saibold, Türk turizmcilerine, Bergama
halkını desteklemeleri çağrısında bulundu. Alman M illetve­
kili Saibold, ‘A ntik Bergama ‘da Altın Madeni ’ başlıklı ba­
sın açıklamasında, ‘Turizm sektörü göreve ’ çağrısında bu­
lunarak şöyle dedi: ‘Son zamanlarda Türkiye ‘de durumun
gerginleşmesi üzerine, Türk turizminin, Ege ’nin kuzeyindeki
antik kentlerin korunması ve oradaki halkın yedi yıldır sür­
dürdüğü mücadelesini desteklemek için ağırlığını koyması
gerekir. Yöre insanları çevrelerinin tahrip olmaması için
mücadele verip, kurtuluşu, tarım, zeytin, pamuk ve turizmde
gösteriyorlar. Siyanürlü altının çıkarılmasıyla bölge tahrip
edilecek Bu yöre insanlarının varolma kaynakları ve antik
Bergama gibi kültür mirası yo k olup gidecek’. Saibold, alı­
nan haberlere göre Türk hükümetinin özel timler ile yöre

103
halkının mücadelesini kırmak istediğini de belirttiği basın
açıklamasında, Eurogold şirketinin Bergama’da mahkeme
kararlarını beklemeden çalışmalara başladığını söyledi.
Saibold, biz uluslararası FIAN ile birlikte, yöre halkının u-
lusal mücadelesini destekliyor ve İzmir Valisi ’nden Euro­
gold ’un mahkeme sonuçlanıncaya kadar çalışmasını dur­
durmasını talep ediyoruz”.
Bu basın açıklaması ile Saibold, Türk Hükümeti’ne
ve kamuoyuna, özellikle de “direnişçilere” para yardımı
yapmayan turizmcilere resmen gözdağı verirken, “özel tim”
iftirası ile de kamuoyunu kışkırtmaktan geri durmamıştır.
“Alman Derin Devleti”nin yetkili ve özel görevli parla­
menterinin bu tehditlerinin “boş sözlerden” ibaret olmadığı,
kısa bir süre sonra anlaşılmıştır. BND’nin “yan resmi yayın
organı” konumundaki Der Spiegel, 14 Nisan 1997 tarihli
sayısında Saibold’un açıklamasını teyid eden bir haber ya­
yınlamıştır. Bu makalenin Türk Basınındaki yansıması
şöyle olmuştur: "Der Spiegel, "Altınya da Turizm” başlıklı
haberinde, altın madeni çalışmaya başladığında, Alman­
ya ’daki birçok uluslararası turizm şirketinin, Türkiye 'ye tu­
rist göndermeyeceğini bildirdi. Der Spiegel’deki haberde,
‘siyanürlü altın madeni ’nin Almanya ile Türkiye arasındaki
ilişkilerde yeni bir anlaşmazlık konusu oluşturduğuna deği­
nilerek, antik Bergama kenti yakınlarında çok uluslu
Eurogold şirketinin siyanür kullanarak altın çıkarma proje­
sini Ankara H üküm eti’nin desteklediği belirtildi. Altının,
dünyanın en tehlikeli zehiri olan siyanür ile çıkarılacağı i-
çin, Alm anya’nın en büyük turizm şirketi olan TUI'nin Yö­
netim Kurulu Başkanı Kari B o m ’un, Bergama ve E fes’e
yapılacak turları iptal edeceklerini söylediği kaydedilen ha­
berde, şöyle denildi: ‘TU I’nin yönetim kurulu başkanı, Tür­

104
kiye’nin Turizm Bakam Bahattin Yücel’eyazdığı mektubun­
da, eğer bu proje derhal durdurulmazsa, yolcularımızı, or­
taya çıkabilecek sonuçlardan korumak zorundayız, dedi.
T U l’nin bu konuda bu kadar duyarlı davranması, Alman
Parlamenter ve Turizm Komisyonu Başkanı Halo Saibold’-
un inisiyatifine dayanıyor. Bergama Belediye Başkanı Sefa
Taşkın da çok uluslu Eurogold şirketinin projesine karşı.
Mayıs sonunda tanınmış çevre örgütleri ve Aşağı Saksonya
Çevre Bakanı Monika Griefahn, Bergam a’y a dayanışma
seyahatine katılacaklar. Griefahn, siyanürlü altıncılara
karşı projeleri destekliyor" (94).
Almanya’nın Türkiye’yi “köşeye sıkıştırarak” altın
üretimini kökten yasaklamaya mecbur etme stratejisi çerçe­
vesinde, bir sonraki adım Alman Seyahat Acentaları Birliği
Başkanı Gerd Hesselmann, dönemin Turizm Bakanı
Bahattin Yücel’e bir mektup göndererek, “Bergama’da si­
yanürlü altın madeni işletilmesi durumunda Türkiye’de tu­
rizm sektörünün büyük darbe alacağını” bildirmiştir.
Hesselmann’ın Türk Devleti’ni hedef alan şantaj mektubu,
13.05.1997 tarihli Cum huriyet gazetesinde haber olarak
yer almıştır: "Hesselman, Yücel’e gönderdiği mektupta bir
yıl önce Frankfurt Türk Başkonsolosluğu’ndan doğayı ko­
rumak amacıyla altın madenlerinin işletilmeyeceğine ve bu
projenin durdurulduğuna ilişkin yazılı bir bilgi aldıklarını
anımsatarak, Konsolosluğun enformasyon bölümü, bize bu
bilgileri sizin Bakanlığınız ile yaptığı direkt görüşmelere
dayanarak vermişti, dedi. Hesselmann, mektubunda şöyle
dedi: ‘Biz bu projenin süratle ilerlemesini çok tehlikeli bu­
luyoruz. Planlanan altın işletmesinde kullanılacak siyanür,
doğrudan kültür mirası olan tarihi ve turistik Bergama ile
Truva’y ı büyük bir tehlike altına sokacaktır. Aynı şekilde

105
dramatik olarak bu zehir, çevreyi mahvedeceğinden turist­
lerin sağlığı da tehlike altına girebilecektir’. Özellikle tu­
rizm sektörü ve kuruluşlarının bakış açısından projenin dü­
şündürücü olduğuna dikkat çeken Hesselmann, Bergama ve
yöresinin turizm ve tarımla geçindiğini, altın çıkarılmasıyla
tahrip olmuş bölgeye turist akışının azalacağını söyledi.
Bergama Belediyesi’nden yapılan açıklamada ise, Alman
Seyahat Acentaları B irliği’nin, Alm anya’nın en büyük tu­
rizm kuruluşu olduğuna dikkat çekilirken, bu kuruluşun,
Alm anya’daki tur operatörlerine seyahat edilecek yerlere i-
lişkin katalog hazırladığı, turist uçaklarının programlarını
belirlediği vurgulandı. Kuruluşun verdiği kararların çok ö-
nemsendiği de belirtildi
Türkiye’deki kimi küreselleşmeci NGO yöneticile­
rinin, kimi belediye başkanlarımn, kimi gazeteci ya da aka­
demisyenlerin, Türk Devleti’nin ulusal çıkarlarına karşı, i-
lintili oldukları dış ülkelere hizmet yanşına girmeleri; her
fırsatta kendi Devleti’ni ihbar etme, aşağılama ve hatta iha­
net etme eylemini kesintisiz biçimde sürdürmeleri, hiç kim­
senin yadsıyamayacağı bir olgudur. İşte, milletvekilinden,
turizmcisine, belediye başkanma, diplomatına ya da akade­
misyenine, sadece Alman Devleti’nin politikalarına koşul­
suz katkı sağlayan Almanların sahip olduğu, “tek yürek-tek
yumruk” ulusçuluk anlayışı!.. Hepsi bu kadar mı, hayır!..
Türkiye’deki Almanlar için mütecavizliğin artık sınırı kal­
mamıştır. Dur, diyecek bir Türk yetkilisi olmadığından, bu
defa devreye İzmir’deki Alman Konsolosluğu girmiştir.
Dönemin Başkonsolosu Manfred Unger’in konutunda veri­
len resepsiyona, Bergama operasyonunda görev alan tüm
Alman diplomatlarının yanısıra, Alman Parlamenter Halo
Saibold, Alman Parlamenter Cem Özdemir, Birsel Lemke,

106
Senih özay gibi çok sayıda davetli katılmıştır. Resepsiyon
öncesi, Saibold’un, daha önce defalarca söylediği konulan
ve Türk Devleti’ne yönelik tehditler içeren mesajları basın
önünde bir kere daha gündeme getirmesi dikkat çekmiştir
(95). Ama asıl dikkat çeken, Dokuz Eylül Üniversitesi Mü­
hendislik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. M. Yılmaz Sa-
vaşçın’ın NPQ 1999 Özel Sayısında yazdığı “Çevre Yalan­
ları” başlıklı bir makale olmuştur. İşbirlikçi-yerli persone­
lin tüm masraflarını karşılayan ve de talimatları veren İz­
mir’deki Alman Konsolosluğu, bu makale ilgili bugüne ka­
dar en küçük bir tekzip göndermemiştir. Nedeni, makalenin
küçük bir yayın organında yayınlanmış olması nedeniyle
kamuoyuna mal olmayacağı yolundaki kanı olsa gerekir.
İşte Savaşçın’m yazdıklarından ortaya çıkan sakil ve sakın­
calı tablo:
"... Yerine gelen yeni Almanya Başkonosolosu,
medyatik davranışları ile farklı bir görünüm sundu. Kendisi
insan hakları konusunu ilgilendiren bazı davaların devamlı
izleyicilerinden iken, İzm ir'e gelen Alman politikacılarla
tartışıp Alm anya’nın Türkiye politikasını eleştirmemizden
hiç hoşlanmıyordu. Politikacı misafir bizimle hemfikir olsa
bile bu böyle idi.
Yeşillerden iki parlamenter, Cem Özdemir ve Halo
Saibold ... birer gün ara ile İzm ir'e geldiler. Önce Cem
Özdemir geldi. Ama Alman Parlamentosu’nun Turizm Ko­
misyonu ’nda aktif, ortaokul mezunu, Bayan Saibold’un ü-
nünü, daha gelmeden gazetelerden öğrendik. 'Altın madeni
işletirlerse, ne Truva 'ya, ne Bergama 'ya, ne de Efes ’e turist
göndermeyiz ’ diye, henüz ülkeye ayak basmadan meydan o-
kuyarak, bazı gazetelerimizde hemen baştacı oluverdi. Türk
Alman İşadamları ve Akademisyenleri Demeği olarak Cem

107
Özdemir ’e bir yem ek verdik ve ertesi gün dernek yönetim
kurulu üyesi olarak, Başkonsolosun evinde verilecek kok­
teyle ben de davetliyim ve Saibold hanımefendiye ‘halo 'y a ­
ni Almanca ‘merhaba’ diyebileceğim. Diplomatik ortam­
larda, pot kırmadan, çok diplomatik sözler söyleyebildiğimi,
eski Alman diplomatlardan duymuştum. Nitekim bir gün
önceki yemekte Sn. Özdemir ile iki yetişkin insana yakışır
biçimde, karşılıklı düşüncelerimizi dile getirdik.
‘Sn. Özdemir, meslekdaşınız altın madenciliği konu­
sunda bu kadar uzman mı veya danışmanları mı var da
kendinden bu kadar emin, tehdit eder gibi konuşuyor. Hay­
di Truva sakinleri Batıdan gelen entrikalara alışık, ya Efes­
lilerin günahı ne? ’.
‘Ben kimyacı değilim ve teknik konularda size yanıt
veremem ama turizm ambargosuna da karşıyım. Hiçbir
faydası olmaz ve ilişkileri de zedeler ’.
‘Sayın Özdemir, bu konuda tavır takınmadan önce,
lütfen partinizin görüşüne yakın bir Alman maden mühendi­
sinin veya mineralogun görüşünü alın. Ama dürüst yanıtınız
için teşekkürler. Biliyorsunuz bizim bir atasözümüz vardır:
Akıllı düşman, aptal dosta yeğlenir. Oysa, buradaki karşıt­
larımız, ikisi de değiller ’.
Ertesi gün akşam kokteyle gitm ek üzere evden çık­
madan yarım saat önce, konsolosluktan telefonla arayarak,
başkonosolosun, benim kokteyle gelmemi istemediğini ve
daveti geri aldığını bildirdiler. Bir gün tüm bu olup bitenle­
ri yazmayı zaten düşünüyordum. Başkonsolos bu davranışı
ile bana yazacağım yazının altın sayfalarını hediye etti.
Birkaç gün sonra kendisinden bir fa ks aldım, faksta, ‘Sayın
Savaşçın, sizi telefonda bulamıyorum. Lütfen bir randevu

108
alıp ofisime gelirseniz, size bu davranışımın gerekçesini
anlatmak isterim ’ diyordu. Hani neredeyse, buranın, benim
ülkem olduğunu unutmuş gibi, bir davet daha lütfediliyor.
Üstelik ben bu isteğini yerine getirmeyince, bana söylemek
istediği şeyleri derneğimizin yönetim kurulundaki diğer ar­
kadaşlara açıklamış:
‘Kokteyl davetlilerinin çoğu çevreci, yani altın iş­
letmesine karşı kişilerdi. Aynı kişiler, Savaşçm ’ın firm anın
gizli çalışanı olduğunu söylüyorlar. Kokteyl sırasında ken­
disine saldırırlar, döverler diye korktum ve gelmemesini i-
lettim '.
Ne derler, tencere yuvarlanmış, kokteyl çetesi kapa­
ğını bulmuş. Başkonsolosluk davetlileri elimaşalılar. Kader
utansın ”.
Cem Özdemir ve Halo Saibold, 28.05.1997 günü de,
dönemin İzmir Valisi Kutlu Aktaş’ı makamında ziyaret e-
derek, Eurogold’un faaliyetlerinin durdurulmasıyla ilgili o-
larak hesap sormuşlardır (96). Özdemir ve Saibold,
30.05.1997 günü de Bergama Belediye Başkam’nın davetli­
si olarak Bergama’da ve çevre köylerde adeta gövde göste­
risi yapmışlardır (97). 2 Haziran 1997’de Eurogold’un Al­
manya’nın baskı ve şantaj girişimlerine karşı tepki mahiye­
tinde bir Basm Toplantısı düzenleyeceğini öğrenen ikili,
aynı gün İzmir’deki Alman Kültür Merkezi’nde alternatif
bir Basın Toplantısı düzenleyerek iddia ve tehditlerini yi­
nelemişlerdir (98). Bir süre daha İzmir ve Ören’de kalan
Halo Saibold, Temmuz ayı içinde Türkiye’den ayrılırken,
yanına Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’uı Çek
Cumhuriyeti’nde altın yatağı saptanan Kasperske Hory Ka­
sabası Belediye Başkanı’na hitaben yazılmış mektubunu da

109
-bizzat iletmek kaydıyla- almıştır (99) Yine bu yoğun ziya­
ret döneminde, işverenlerine güçlerini göstermek isteyen iş-
birlikçi-yerli personel, kışkırttığı bazı köylü vatandaşları­
mızla Eurogold maden sahasına girerek tahribata neden ol­
muşlardır (100). Haziran 1997 itibariyle FIAN Başkanı
Petra Sauerland Başkanlığındaki bir heyetin bölgede faali­
yetlerde bulunması, Prof.Dr F. Korte’nin de Bergama’ya
geleceğinin açıklanması ile, Bergama dış odaklı “direnişi”,
yeniden Türkiye’nin gündemine oturmuştur (101).
Alman müdahalelerinin en üzüntü verici ve kabul e-
dilemez olanı, hiç şüphesiz ki, Berlin Müze Müdürü
Prof.Dr. Wolf Dieter Heilmayer’den gelmiştir. Heilmayer,
dönemin Çevre Bakanı İmren Aykurt’a gönderdiği bir
mektupla, Ovacık’daki Altın Madeninin kapatılmasını ve
Madene saldırıp araç ve ekipmanları ateşe veren protesto­
cuların serbest bırakılmasını “rica etmiştir”. Mektupla ilgili
basında yer alan haberlerden biri şöyledir: “Berlin Müzesi
Müdürü Prof. W olf Dieter Heilmayer, Çevre Bakam İmren
A ykut’a gönderdiği mektupta, Danıştay kararının uygula­
narak siyanürlü altın madeninin en kısa sürede kapatılma­
sını istedi. 1995 Yılında Zeus Sunağı ’nın iade edilmesi için
Berlin M üzesi’nde düzenlenen eylem sırasında Belediye
Başkanı Sefa Taşkın ile tartışan ve polis çağırarak Türk
göstericileri dışarı attıran Prof. Heilmayer, Çevre Bakanı
İmren Aykut'a gönderdiği mektupta, Alman kamuoyunun
Danıştay kararının uygulanmasını beklediğini belirterek
şöyle dedi: ‘Bergama’daki altın madeni ile ilgili gelişme­
lerden dolayı derin bir üzüntü içindeyim. Ankara ’daki yük­
sek mahkeme, yürütmeyi durdurma kararı vermiştir.. Ancak
karar uygulanmadığı için madende çalışmalar devam et­
mektedir. Danıştay, Eurogold 'un siyanürle insan haklarını

110
tehlikeye soktuğunu belirtmektedir. Sizden mahkeme kara­
rının uygulanmasını ve protesto haklarını kullandıkları için
tutuklanan insanların salıverilmesini rica ediyorum. Alman
kamuoyu, Bergama'daki gelişmeleri endişe ile izliyor”
( 102) .

Bu mektubun basında yeralması ile, ne Sefa Taşkın


ve yandaşlarından, ne de dönemin Çevre Bakanı’ndan her­
hangi bir tepki gelmemiştir. Zeus Sunağı’nın bulunduğu
Berlin Müzesi’nin Müdürü, Türkiye’den çevre, kültür ve in­
san hakları konusunda en son talepte bulunacak kişidir. Al­
man arkeologlar tarafından parça parça sökülerek, bir başka
ifadeyle çalınarak Berlin’e kaçırılan Zeus Sunağı’nın geride
kalan temelleri, otlar bürümüş bir halde, yapısına kavuşma­
yı beklemektedir. En büyük hırsız devletin, çalıntı hazine ü-
zerinde Müdürlüğü’nü yapan; kendi devleti ile işbirliği
yaptığını bilmesine rağmen, demokratik bir biçimde suna­
ğın iadesini isteyen Sefa Taşkın ve arkadaşlarına kaba kuv­
vet uygulatarak dışarı attıran bir Müze Müdürü, kalkacak ve
hiç kariyeri ile ilgisi olmayan bir alanda, Türkiye’yi bir
“Muz Cumhuriyeti” yerine koyup yargıyı dışlayan istemler­
de bulunabilecek!.. Ve Sefa Taşkın başta olmak üzere,
mektubun muhatabı dönemin Çevre Bakanı dahil hiç kimse,
bu haddini bilmeze haddini bildirmeyecek!.. İşte Türki­
ye’nin içinde bulunduğu aciz görüntü, ulusal onursuzluk ve
gurursuzluk!.. Ve işte Bergama Dosyası’nm bir başka yö­
nü!..
Temmuz 1997 içinde, Almanya’nın kararlılığının
bir göstergesi olarak, Alman Seyahat Acentaları Birliği’ne
bağlı tur iptallerinde hissedilir bir yoğunluk yaşanmıştır
(103). Buna karşılık, direniş eylemlerine katılan dağ köyle­
rine Alman turistlerinin yoğun ilgisi başlamıştır (104). 7 E­

111
kim 1997’de Bergama’nın yeni ziyaretçileri, Nümberg Va­
lisi Peter Oertling ve beraberindeki Heyet olmuştur. Bu zi­
yaretle ilgili tipik bir haber: “Vali Peter Oertling, İçişleri
Senatörü Dagmar Pohl Laukamp, Nümberg M illi Eğitim
Müdürü Dr. Peter Vendt, emeldiler, öğretmenler, bankacı­
lar, ekonomist, mühendis ve işletmecilerden oluşan heyet,
Bergama ’nın Ovacık Köyündeki maden sahasınıgezdi.
Çamköy ’e geçen heyeti karşılayan köylülerin, ‘A talarımızın
900 yıldır mezarları burada. Şimdi ise bir avuç altın için
topraklarımızdan olacağız' sözleri Vali O ertling’i oldukça
duygulandırdı. Türkiye ’nin güzel bir ülke olduğunu ve dün­
yanın önemli kültür mirasları arasında olan beldenin 24 ton
altın için heba edilmemesi gerektiğini söyleyen Oertling,
‘A lmanya 'da halkın kazandığı bir davanın hala sürünceme­
de bırakılması mümkün olmazdı. Şirket dava sonucuna
rağmen çalışmasına izin verilm ez' dedi. Köylülerle görüş­
mesinin ardından Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ’ı
heyet ile birlikte ziyaret eden Vali Oertling, maden ile ilgili
bilgi aldı ve şunları söyledi: İnsanları mutsuz edecek çalış­
maların yapılmaması gerekiyor" (105). Bu ziyaretin bir ay
sonrasında, bu defa Alman ARD Televizyonu’ndan üç kişi­
lik bir ekip Bergama’ya çekim yapmak üzere gelmiştir.
Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Av. Senih Özay ve de köy­
lülerle röportajlar yapan ekibin hazırladığı bölüm,
15.11.1997 günü ARD Televizyonunun raytingi en yüksek
haber programlarından biri olan “Avrupa Magazin”de ya­
yınlanmıştır. Bu programda en dikkat çeken yön, Av. Senih
Özay’ın, yargı kararının uygulanmaması durumunda Alman
Anayasası’mn 20. maddesi uyarınca “sivil itaatsizlik” hak­
larını kullanacaklarını açıklaması olmuştur. Bir hukukçunun
bilerek bu vurguyu yapması, Alman devletine ve kamuoyu­

112
na yönelik olup, işbirliğinin boyutunu ortaya koyması açı­
sından tipik bir örnek oluşturmuştur (106).
1998’de Almanya’dan Bergama’ya resmi heyet zi­
yaretleri adeta bıçak gibi kesilmiştir. Sadece Claudia Roth,
31 Temmuz 1998’deki bir etkinliğe katılmıştır (107). FIAN
Başkanı Petra Sauerland, Temmuz 2000’de İzmir’e gelerek,
özellikle akademisyenlerle ikili temaslarda bulunmuştur. 12
Temmuz’da Sefa Taşkın’ın, Senih Özay’ın, Savaş Dilek’in
ve daha birkaç akademisyenin konuşmacı olduğu bir pa­
nele katılmıştır (108). Sauerland, Prof.Dr. F: Korte ile bir­
likte, Bergama’ya dikkat çekmek için başlatılan 40 kişilik
köylü yürüyüşü katılımcılarına bir telgrafla başarı dilekle­
rini iletmiştir (109). Bu arada, Alman istihbaratçıları, özel­
likle “Pontus Bölgesi” diye adlandırdıkları Doğu Karadeniz
başta olmak üzere, Doğu ve Batı Akdeniz Çevre Örgütleri
ile Bergama’daki oluşum arasında karşılıklı bilgi ve dene­
yim alışverişi sağlanması için yoğun bir çaba içine girmiş­
lerdir. Sefa Taşkın’ın Belediye Başkanlığı’na yeniden seçi-
lememesi, Almanya açısından çok önemli bir kayıp olmuş­
tur. Böylece, gerek tüzel kişilik olarak ve gerekse olanakları
açısından Almanya’nın yararlandığı Bergama Belediyesi,
Taşkın sonrasında halkının belediyesi olmuştur. Bu örnek
bile, Türkiye’deki Alman vakıflarının, yerel yönetimlere,
yerel medyaya, çevreci oluşumlara ve Sivil Toplum Örgüt-
leri’ne niçin yüzmilyonlarca mark akıttığını açıklamaya
yeterlidir.
Peki, Almanya, Bergama olayında bırakın istihba­
ratçılarını, FLAN’ı kullandığını kabul etme dürüstlüğünü
göstermekte midir? Tek kelime ile hayır!.. İşte, tipik bir ör­
nek: Dönemin İzmir Başkonsolosu Manffed Unger, 25. 04.
1997 tarih ve Wİ 402.00 referans yazısı ile, FIAN diye ör­

113
gütün varlığı hakkında bilgi sahibi olmadıklarını bildir­
mektedir (110). Almanya’nın bölgedeki işbirlikçi-yerli per­
sonelinin tüm giderlerini karşılayan; FIAN yöneticileri
başta olmak üzere, farklı kimliklerle bölgeye gelen BND e-
lemanlarının havaalanında karşılanmasından, ikâmetine ve
güvenliğine ve de yolcu edilmesine kadar tüm aşamalardan
sorumlu İzmir Başkonsolosu, rezidansında verdiği resepsi­
yonların kamuoyuna malolduğunu da bilmesine rağmen, i-
lişkiyi reddetmek bir yana, FIAN’ın varlığını reddetmekte­
dir. Bir başka ifadeyle, devletinin yüksek çıkarları uğruna
yalan söylemektedir. Ya bizimkiler?!. Örneğin, Hikmet
Çetinkaya, 3.07.2001 tarihli C um huriyet gazetesindeki kö­
şesinde, FIAN Vakfı’na arka çıkmaktadır. Fethullah Gü­
len’in arkasındaki ABD’ni gören Çetinkaya’nın, FIAN’ın
arkasındaki Alman “derin devleti”ni görmemesi olanaklı
mı? Ya da FIAN ve İzmir’deki Başkonsolosluk üzerinden
dağıtılan yüzmilyonlarca markın kaynağını farketmemesi?
2000 Yılının başında, Almanya’da yasadışı silah kaçakçılı­
ğından elde edilen komisyonlardan Kohl’un partisi CDU’ya
aktarılan rüşvetin akıbeti ile ilgili skandalin patladığı dö­
nemde, bu kara paranın, nereye harcandığı merak konusu
olmuştur. Almanya’nın kaderine on yılı aşkın bir süre Baş­
bakan olarak hükmeden Kohl, siyasal yaşamını sona erdiren
bu skandalla ilgili olarak, kara paraların İspanya, Portekiz
ve Türkiye’ye gönderildiğini açıklamıştır. Bu paraların
PKK’ya gitmediği bilinmektedir, çünkü PKK’ya yapılan
yardımlar, Federal Bütçeden ve BND üzerinden karşılan­
maktadır. Kaldı ki, bir önceki Alman Büyükelçisi, Türki­
ye’deki Alman NGO’lan ile bazı Türk NGO’lanna oldukça
iyi destek sağladıklarını belirtirken, Bergama’nın adından
bahsetmemeye özel bir dikkat göstermiştir.

114
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BERGAMA DİRENİŞİNİN YEREL DİNAMİKLERİ

Milletler, işgal ettikleri arazinin


gerçek sahibi olmakla beraber,
insanlığın vekilleri olarak da o
arazide bulunurlar. O arazinin
servet kaynaklarından kendileri
istifade ederler ve dolayısıyla
bütün insanlığı da yararlandır­
makla yükümlüdürler. Bu yasa­
ya göre, bundan aciz olan m il­
letler, bağımsız olarak yaşam ak
hakkına lâyık değildir.
Kemal A TA TÜRK

Bergama’da ve hatta tüm Türkiye’de altın üretimi­


ne engel olan bu organizasyonda, sadece dört kişi ve bir de
bunlar tarafından yönlendirilen ya da kısmen yönetilen üç
köy halkı ile, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” kimi
çevreciler yer almıştır. Bu araştırmanın konusu, Alman­
ya’nın çıkarları için Türkiye’de neler yapabileceğini, Ber­
gama örneğinde gözler önüne sermektir. Dolayısıyla, Türk
vatandaşlarınca Bergama’da ve de Türkiye çapında gerçek­
leştirilen eylemler, kamuoyu oluşturma çabaları, konu dışı
tutulmuştur. Ancak, Almanya’nm çıkarları ve istemleri doğ­
rultusunda bilerek ya da bilmeyerek işbirliği görüntüsü ve­

115
ren yerel dinamiklerin de kısaca tanıtılmasında yarar bu­
lunmaktadır.
3.1. SEFA TAŞKIN
Almanya, ziyaretlerin tek taraflı olmaması ve de
yandaşlarının dolaylı ödüllendirilmesi için kabul programla­
rı yapmayı da ihmal etmemiştir. Örneğin, Temmuz 1995’de
Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ve Belediye Meclisi
Üyelerinin de aralarında bulunduğu 150 kişilik bir grup,
Böblingen’de yapılan Kardeş Kentler Olimpiyatı’na katıl­
dıktan sonra, Berlin’de, hem Dresdner Bank’ın ve hem de
Zeus Sunağı’nın bulunduğu Pergamon Müzesi önünde ey­
lem gerçekleştirmiştir. Grup, Alman devletinin çıkarlarına
da gelen Dresdner Bank eyleminde hiçbir güçlükle karşı­
laşmazken, Alman devletinin çıkarlarına ters gelen
Pergamon Müzesi önündeki eylemde tatsız olaylar yaşa­
mıştır (111). Sefa Taşkın, aynı yılın Ekim ayında bir kere
daha eylem yapmak üzere Almanya’ya gitmiştir (112).
Halo Saibold’un Bergama’yı ziyaretinin hemen a-
kabinde, Belediye Başkanı Sefa Taşkın, FIAN’ın düzenle­
diği toplantılara katılmak üzere Almanya ve Belçika’ya
gitmiştir. 11 Şubat 1997’de 500 kişi tarafından
havalanından yolcu edilen Taşkın’ın, uluslararası ilişkileri
ve ziyaret amacı hakkında 12.2.1997 tarihli Yeni Asır Ga­
zetesinde $u haber yayınlanmıştır: “Taşkın, İngiltere’de
Mine Watch, Amerika Birleşik D evletleri’nde Mineral
Poliçe, Almanya’da ZIBB, FIAN ve Yeşiller P artisi’nin
kendilerine danışmanlık yaptığım ve destek verdiğini söyle­
di. 17 Kasım 1994 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nun ka­
bul ettiği bir kararla Avrupa ’da, Türkiye dahil her yerde si­
yanürle altın çıkarılmasının engellenmesinin sağlandığını

116
hatırlatan Taşkın, sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Mart ayının
başında A P ’de Yeşiller P artisi’nin bu konuyla ilgili verdiği
yeni bir karar tasarısı onaylanacak. Bu konuyla ilgili ola­
rak AP 'de Yeşiller Partisi ’nin düzenlediği toplantıya katı­
lıp, Bergama’daki olayları anlatıp destek isteyeceğim. Av­
rupa ’da eylemlerimiz dikkatle takip ediliyor. Daha sonra a-
yın 13 'ünde ZIBB ve ayın 14 ’ünde FIAN isimli Alman çevre
kuruluşlarının düzenlediği toplantılara katılacağım. Bu ku­
ruluşlar Eurogold’u yakından izliyor. Çünkü Eurogold’un
Alman ortağı çevreye zarar verdiği için Almanya ’da mah­
kûm olmuş bir kuruluş ” (113).
Sefa Taşkın’ın Avrupa Parlamentosu milletvekilleri
ile yaptığı destek arayışına ilişkin görüşmeler ve de Yeşiller
Grubu’nda yaptığı konuşma, yukarıda da yer aldığı üzere
Basına yansımıştır (114). Sefa Taşkın, Brüksel’e Yeşiller
Grubu Başkanı Alman Parlamenter Claudia Roth’un davet­
lisi olarak gitmiştir. Toplantıda, adı kayıtlarda hiç geçme­
mesine rağmen, FIAN bağlantılı Birsel Lemke de hazır bu­
lunmuştur. Yeşiller Grubu, toplantı sonrasında, 1997 Hazi­
ranında Bergama’ya bir dayanışma gezisi düzenleyecekleri­
ni duyurmuştur (115). Taşkın, daha sonra Almanya’ya dö­
nerek Hessen Eyaleti’nin Giessen Kentinde hem ZIBB ör­
gütünün ve hem de FIAN’ın ayrı ayrı düzenlediği iki top­
lantıya katılmıştır. îşte, bu etkinliklere ilişkin bir gazete ha­
beri: “Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın, Ovacık
köyündeki altın madenini siyanürlü yöntem ile işletmek iste­
yen Eurogold firm asına karşı çıkan bölge halkına destek a-
ramak amacıyla başlattığı Avrupa turunun amacına ulaştığı
bildirildi. Bergama Belediyesi’nden yapılan açıklamada,
Sefa Taşkın ’ın önceki gün Almanya ’nın Hessen eyaletinin
Giessen Kentinde, ZIBB örgütünün düzenlediği toplantıya

117
katılarak, Bergama köylülerinin siyanürlü altına karşı ver­
diği mücadeleyi anlattığı ve destek istediği belirtildi. Açık­
lamada, Taşkın ’ın FIAN örgütü tarafından dün düzenlenen
toplantıda ise Giessen Belediye Başkanı M anfred Mutz,
Hessen Eyaleti Yeşiller Partisi Başkanı Rheimar Hamann
ile parlamenter Karin Hagemann ve Yabancılar Meclisi
Başkanı Sadullah Güleç ile bir araya geldiği, ‘mücadeleye
uluslararası desteğin konuşulduğu’ ifade edildi. Eurogold’-
un ortaklarından M etelgessellschaft ve Eurogold'a siyanür
satacak olan Degussa şirketlerinin merkezinin Giessen ’de
bulunduğuna dikkat çekilen açıklamada, bu kentte
sözkonusu şirketlere karşı dayanışma gerçekleştirmenin ö-
nemine işaret edildi. Giessen Belediye Başkanı ile parla­
menterlerin gönüllerinin BergamalIlar ile olduğu, Alman
kamuoyunun desteğini sağlamak için gerekli her şeyi yapma
ve dayanışma amacıyla Bergama’y a yapılacak seyahate
katılma sözü verdikleri kaydedildi. Bergama Belediye
Başkani Sefa Taşkın’ın ise, temasları sırasında, Avrupa’da
siyanürlü altının yasak olduğunu, Avrupa standartları ne i-
se, Türkiye ’de de bunun uygulanması gerektiğini, bütün Av­
rupalIları dayanışma için Bergama ’y a davet ettiği bildiril­
d i” (116).
Giessen Toplantılarından sonra Sefa Taşkın, Aachen
Kentine giderek, Belediye Başkanı Marfgred Orstein’in
evsahipliğinde, FIAN Başkanı Petra Sauerland, Çevre ve 3.
Dünya Forumu (Drite Velt Forum) Başkanı Christina
Löhrer, Alman Yabancılar Meclisi Üyesi ve Türkiyeli
Göçmen Demekleri Yöneticisi Cengiz Uluğ’un katıldıkları
bir toplantıda Bergama’ya müdahale talebinde bulunmuştur.
Aachen Belediye Başkanı Orstein, bütün Türk ve yabancı
kuruluşları harekete geçirme sözü vermiştir (117).

118
Sefa Taşkın, Essen Kentinde ise, yine FIAN’ın
düzendiği “Altına Hücum” konulu toplantıya konuşmacı o-
larak katılmıştır. Almanya’nın önde gelen on çevre kurulu­
şunun da organizasyonda yer aldığı toplantıda, “Berga­
ma’ya bilgi yardımı için bir merkez kurulması”, “Bergama
ile dayanışmanın gerçekleştirilmesi” ve de “Bergama’ya
gelinmesi” doğrultusunda üç önemli karar alınmıştır. Top­
lantıda Akafrik Örgütü’nü temsilen konuşan madencilik
uzmanı (!).Thomas Siepelmeyer ve Thomas Rüde, hiç gör­
medikleri Bergama hakkında, hiçbir kaynak ve veriye da­
yanmaksızın, Türkiye’ye yönelik suçlamalarda bulunmuş­
lardır. Yeşiller Partisi’ne mensup Alman Parlamenteri Cem
Özdemir de, 48 milletvekili olan Yeşiller Grubu’nu bilgi­
lendireceğini ve Alman Parlamentosu’na konu ile ilgili bir
soru önergesi hazırlayacağını açıklamıştır (118). Sefa Taş­
kın, Essen’deki toplantı sonrasında Münih’e geçmiş ve bu­
rada Prof.Dr. Friedhelm Korte ve Münih Belediye Başka-
nıyla görüşmeler yaptıktan sonra, Münih Turizm Fuarı’na
katılmıştır.
Yukarıda, Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın yurtdışı
faaliyetlerinden bazıları, o da çok küçük kesitlerle, veril­
miştir. Acaba Taşkın, Alman çıkarlarını birinci derecede il­
gilendiren bir konu için değil de, diyelim ki, Solingen kur­
banı Türkler için ya da Bergama Belediye Başkanı’nm
yapması gereken asli görev sorumluluğuyla sadece Zeus
Sunağı’nı geri istemek için gitmiş olsaydı, bir kasaba bele­
diye başkanı olarak yine tüm kapılar kendisine açılır, belli
bir program dahilinde toplantılar düzenlenir miydi?!.
Haziran 1997’nin ilk günlerinde, FIAN Başkanı
Petra Sauerland ve beraberindeki Heyet, Bergama’ya gele­
rek Belediye Başkanı Sefa Taşkm’ı ziyaret etmişler, ardm-

119
dan da maden işletmesini dışarıdan “inceleyerek” basına çe­
şitli açıklamalarda bulunmuşlardır (119). FIAN Heyeti, ey­
lem yapan köylüleri de bilgilendirdikten sonra, 5 Hazi­
ran’da Dünya Çevre Günü etkinlikleri kapsamında Bergama
Kermesi’nin açılışına katılmışlardır (120).
Sefa Taşkın, Belediye Başkanlığı görevinden ayrıl­
dıktan sonra, Bergama’daki direniş organizasyonu da ö-
nemli bir güç ve imaj kaybına uğramıştır. Sefa Taşkın, artık
Almanya’ya davet edilmemektedir.
3.2. BİRSEL LEMKE
Araştırmanın başında adından söz edilen Birsel
Lemke, Almanya’nın Türkiye’deki altın arama ve üretme
faaliyetlerini engelleme programının Türkiye ayağında yer
alan bir diğer önemli isimdir. Direnişe katkılarını yani için­
de yer aldığı eylemleri anlatmak yerine, kendisini tanımak
için sadece bir belgenin çevirisini kullanmak yeterli olacak­
tır. Birsel Lemke’nin adı, 5 Ekim 2000’de İsveç’te “Alter­
natif Nobel Ödülü” olarak lanse edilen “Right Livelihood
Avvards” (Yaşamı Sürdürme-Beslenme- Hakkı Ödülü)
paylaşanlar arasında geçmiştir. 2 Milyon kronluk (yaklaşık
200 bin dolar) ödülü, Birsel Lemke, EtiyopyalI akademis­
yen Tewolde Gebre Egziabher, EndonezyalI hukukçu Münir
ve ABD’li bilim adamı Wes Jackson paylaşmışlardır (121).
1980’de Stockholm’de Alman kökenli bir İsveçli olan
Jakob von Uexkull tarafından kurulan “The Right
Livelihood Award Foundation”, Birsel Lemke’yi “siyanürlü
altın üretimine verdiği savaşımdan” dolayı ödüle lâyık bul­
duğunu açıklamıştır. Ödüller, 8 Aralık 2000’de İsveç Par-
lamentosu’nun bir salonunda düzenlenen törenle, sahipleri­
ne verilmiştir (122). Lemke, ödül alırken yaptığı konuşma

120
ile, Bergama’daki uluslarararası tezgâhın ilişkiler örgüsünü
-farkında olmayarak- deşifre etmiştir:
"... Ve tüm teşekkürlerim çok saygı duyduğum ve
bugün burada bizim ile birlikte olan Profesör Friedhelm
Korte içindir ve aynı zamanda profesörler İsm ail Duman,
Şevki Filiz, Ümit Erdem, Paul M üller ve bir önceki ödülü
kazanan Profesör M ichael Suscotv içindir. Ayrıca, Türk
gazeteciliğinin duayeni, M üşerref Hekimoğlu ’na ve Türkiye
içinde ve dışında pek çok cesur gazeteciye özellikle Alman
Televizyonu ND R ’den Sayın Halil Gülbeyaz ’a candan te­
şekkürlerimi sunarım. FIAN Almanya'dan arkadaşım Petra
Sauerland’a, Washington'da Maden Politikaları M erkezi
Başkanı Steve d ’Esposito’ya ve ayrıca Avrupa Parlamento­
su ’rıdan çok iyi arkadaşım A li Yurttagül 'e -keza aynı şekil­
de o da burada bizimle birliktedir- teşekkür ederim. Ayrıca
özellikle verdiği destekten dolayı çok eski arkadaşım ve
Alm an Parlamentosu eski üyesi Halo Saibold’a, ve A l­
manya'nın Hesse Eyaleti Parlamentosu eski üyesi Karin
H agem ann’a ve ayrıca Ege Bölgesinin cesur belediye baş-
kanlarına -k i bunlar arasında Gömeç eski belediye başkanı
Şefik Birdar, Güre 'den Kâmil Saka, ve özellikle Bergama
eski belediye başkanı Sefa Taşkın (Bergama Klasik Çağda
Pergamon olarak anılır) vardır, fa ka t aynı zamanda
Küçükdere Köyü Muhtarı Ahmet Dinç ve Bergama köylüle­
rinin sözcüsü ve burada bizim ile birlikte olan Oktay
Konyar 'a da özellikle teşekkür etmek isterim. Ayrıca bugün
bana eşlik eden sadık dostlarım A vukat Wolfgang von
Nostitz ve Türkiye 'de ‘köylülerin savunucusu ’ olarak ünlü
ve bu ünvanı lâyikiyle hak eden Avukat Senih ö za y ’a da
çok teşekkür ederim. Ankara’daki Danıştay hâkimlerine ve
îzm ir 'deki hâkimlere de saygılarımı ve teşekkürlerimi suna­


rım.... Ve tabii ki hepsi benimle birlikte seyahat eden ve bu
savaşın sürdüğü tüm yıllar boyunca yanımdan hiç ayrılma­
yan, sabırları zorlayan denemelere karşı direnen, çeşitli fe ­
dakârlıklar yapmak zorunda kalarak yanımda dimdik a-
yakta duran eşime, beş çocuğum, kız ve erkek torunlarıma,
sütannem Ursula Lohmar ’a, kayınpederim Manfred
Lemke ’y e ve eski arkadaşım Feza Lochner ’e de teşekkür e-
derim.
... Edremit K oyu’nun 13 belediye başkanı, Avrupa
ülkelerinin altın madenciliği projelerinin doğal varlıkları
yok edeceğini ileri sürerek 300.000 yurttaşı için Alman­
ya 'ya korunma müracaatında bulundu. Bu kampanya, basın
tarafından iyi karşılanan ve bu sorunun hemen bir gecede
uluslararası çapta bilinmesine yol açan bir kampanya o l-.
muştur. Bunun da ötesinde, 1993 yılı Mayıs ayında, Yunan
adası Midilli, Edremit Koyu ve ayrıca Bergama 'dan yurt­
taşlar, çocuklar ve belediye başkanlarını taşıyan bir Yunan
ve Türk gemisinin açık denizlerde sembolik bir şekilde kar­
şılaşmasını sağladık. Bu olay aracılığıyla, altın madencili­
ğinin yalnızca bir Türk sorunu olmadığını vurguladık ve iki
halk arasındaki arkadaşlığı ve dayanışmayı göstermeyi he­
defledik. BergamalI köylüler, gösterilerde giysilerini çıkar­
tarak koştular. ‘EUROGOLD bizi sıyırıp soymadan önce
biz kendimiz soyunacağız’ sloganını taşıdılar. Her zaman
gösterilerde ve kampanyalarda başı çeken kadınlar, eşleri
altın madenciliği şirketlerini kovuncaya kadar eşlerinden u-
zak durdular. Köylüler maden alanını işgal ettiler ve büyük
çapta bir piknik düzenlediler....
Yunanistan’da A risto’nun doğum yeri olan
Olympia ’da da altın madenciliği projeleri planlanmaktadır.
Ve burada da insanlar bu plana karşı savaş veriyorlar. En

122
sıcak tebriklerden birini Olympia’dan arkadaşım E leni’den
aldım. Eleni, bana yalnızca şu cümleyi gönderdi: 'Her şeye
rağmen yine de Ege Bölgesinde tanrılar olduğuna inanıyo­
rum ”. Bu da bana Ege Bölgesi ’nde Kral Midas ’ın öyküsünü
hatırlattı. Kral Midas, tanrılardan kendisine dokunduğu
herşeyi altına dönüştürme gücü istedi ve bu şekilde ekmeği
ve kızı bile altına dönüştü. Sayın bayanlar ve baylar, en ba­
şından beri söylediğim gibi: Ben, Türkiye ’nin bir çocuğu­
yum. Benim bir parçam Ege kıyılarından gelir. Bir kökenim
de Doğu Türkiye 'deki Ararat Dağı ’ndandır” (123).
Bu ödül töreni ile ilgili olarak, Anadolu Ajansı’mn
basın-yayın organlarına geçtiği 6 Ekim 2000 (15.57) tarihli
haberde, Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın’ın
değerlendirmelerine yer verilmiştir: “Yazılı açıklama yapan
Taşkın, Birsel A. Lemke'nin, Bergama köylülerinin siya­
nürlü yöntemle altın üretimine karşı mücadelesini uluslara­
rası platforma taşıyan kişilerden biri olarak çalıştığını ve
Pergamon Derneği üyesi olduğunu kaydetti. Taşkın şöyle
devam etti: '1980 yılından buyana her y ıl İsveç Parlamen­
tosu ’nca verilen (Yaşama Hakkı Ödülü) aynı zamanda (Al­
ternatif Nobel Ödülü) olarak anılıyor. Bergama çevre hare­
ketine büyük katkısı olan Birsel A. Lemke ’nin böyle bir ödül
alması, Bergama’nın sesinin nerelerden duyulduğunun ka­
nıtıdır. Sevgili Birsel Lemke, 10 y ıl boyunca Bergama köy­
lülerinin Avrupa ve dünyada görünmez elçisi olmuştur. On
yıldan buyana tüm varlığıyla Bergama’y ı yaşayan Bir s e l’in
bu ödülü alması, siyanürle altına karşı savaşımın dünyaca
kutsandığının da kanıtıdır”.
Törene, İsveç Büyükelçisinin davetiyle, Oktay
Konyar ve Av. Senih Özay da katılmıştır. Ancak,
Lemke’nin beş yıldızlı otelde ağırlanırken, Konyar ve

123
Özay’ın bir pansiyon odasında konaklamak zorunda bıra­
kılmaları; ardından da, Lemke’nin payına düşen 50.000
doları almayarak ödül veren vakfa iade kararını açıklaması,
“dava arkadaştan” arasında iplerin kopmasına neden ol­
muştur. Hürriyet gazetesi bu haberi, “Para Hopdediks’e De­
ğil, Zengin İsveç’e Gitti” başlığı ile yayınlarken, Senih
Özay da Lemke’nin bu para ödülünün bir bölümünü Ber­
gamalI köylülerle paylaşması gerektiğini söylemiştir (124).
Oktay Konyar’ın sert açıklamalarının yayınlandığı gazete
haberleri, Bergama’daki direnişe damgasını vuran sözde üç
çevrecinin arasındaki ilişkilerin tümüyle çıkar esasına da­
yandığını ortaya koymuştur:
“Stockholm ’de İsveç Parlamentosu tarafından ve­
rilen ve alternatif Nobel ödülü olarak kabul edilen ‘Right
Livelihood Awards ” vakfının 50 bin dolar değerindeki çev­
re ödülünü alan Birsel Lemke'ye BergamalI köylüler ateş
püskürdü.
BergamalI köylülerin lideri Oktay Konyar, Birsel
Lemke ’nin 50 bin dolar para ödülünü tekrar valfa bıraktı­
ğını açıklamasının pek inandırıcı olmadığını söyledi. A l­
manya ’da yaşayan Birsel Lemke ’nin BergamalIları kullan­
dığını söyleyen Konyar şöyle dedi:
‘Birsel Lemke bu ödülü kendi dünyasını kapsayan
bilimsel çalışmasıyla aldığına inanıyor. Bilimsel çalışması­
nın BergamalI köylülerin halk hareketi ile Türkiye sınırları­
nı aşarak, dünya ulaştığından ve bu ödülü ona getirdiğine
inanmıyor. İsveç ’de ödülünü alırken de sürekli bunu empo­
ze etti. O Amerika ’daki Kızılderililerin ve dünyanın diğer
yerlerinde çevrecileri koruduğu için bu ödülün kendisine
verildiğine inanıyor. Oysa, Boğaz Köprüsü ’ne çıktığımızda

124
Birsel Lemke yanımızda yoktu. En azından İsveç Parla­
mentosu beni neden ödül töreni için İsveç ’e davet etti? O
zaman bir. Kızılderili oraya davet ederdi. Bayan Lemke
böyle düşünmeli ’.
Türkiye ’nin Stockholm Büyükelçisi Selim Kuneralp,,
alternatif Nobel ödülü olarak adlandırılan ‘Right
Livelihood Awards ’ ödülünü alan Birsel Lemke ’y e
rezidansında yem ek verdiğini, ancak köylülerin lideri Oktay
Konyar ’ın, Stockholm ’deki Türk örgütleriyle yapacağı soh­
bet toplantısı nedeniyle katılamayacağının Lemke tarafın­
dan kendisine iletildiğini kaydetti.
Konyar, bu davetten haberi olup olmadığının so­
rulması üzerine, ‘Bu davetten hiç haberim olmadı. Sayın
Büyükelçimizin böyle bir daveti bizi ve mücadelemizi onur­
landırmış olurdu. Ancak böyle bir davet bana iletilmedi. İ-
letilseydi muhakkak giderdim. Buna Birsel Lemke ’nin bizi
olayın ne kadarı dışında tuttuğunu gösteriyor. Yazıklar ol­
sun. Birsel Lem ke, BergamalIları güzelce kullandı’ dedi.
Oktay Konyar, İsveç ’de kaldıkları sürede Lemke ’nin
Stockholm ’un tarihi semtindeki lüks otel sınıfındaki Gamla
Stan Oteli ’nde gecesi binbeşyüz krondan kalırken, kendisi­
nin ve Bergamalı köylülerin hukuki davasını yürüten avukat
Senih Özay ’ın insan onuruna yakışmayacak ve müşterek tu­
valeti olan iki kişinin kalabileceği bir pansiyonda yer bulu­
narak yatırıldıklarını belirtti.
Konyar, İsveç’e geldiklerinde kalacak yerlerinin
belli olmadığını, İsveç Türk İşçi dernekleri Federasyonu
(İTİDF) Başkanı Osman Özkanat’ın girişimleri ile bodrum
katında olan bir odada kaldıklarını da kaydetti. Konyar,
Stockholm ‘deki ilk günlerinde yaşadıkları kötü durumu en

125
yakından İTİDF Başkanı Osman Özkanat’ın bildiğini kay­
detti. Konyar, Lemke ’nin Büyükelçi ’nin yemeğine Alman eşi
ve kayınvalidesini götürmesini hala unutamadıklarım söy­
ledi.
BergamalI köylülerin lideri Oktay Konyar, 50 bin
dolarlık para ödülünü alan Birsel Lemke ’nin Stockholm ’de
davetten davete koşarken, kendileriyle ilgilenilmediğini de
belirterek, ‘A vukat Senih Özay ile birlikte Stockholm 'deki
Türklerin evlerinde kaldık Böyle bir ilginin olacağını bil­
seydim İsveç ’e gitmezdim ’ dedi.
İTİDF Başkanı Osman Özkanat da 50 bin dolar
çevre ödülünü alan Birsel Lemke ’nin Stockholm ’e gelmeden
önce kendisinden yatacak yer konusunda yardım istediğini
söyledi. Özkanat şu görüşlere yer verdi:
’50 Bin doları olan Birsel Lemke, bu insanlarla bir­
likte bir davaya baş koymuş, ancak gelecek kişilerin so­
rumluluğunu bana yıkmasına bir anlam veremedim. Ben bu
insanların ortada kaldığını görünce ücretsiz olarak bir pan­
siyonda ağırladım. Sonra da bu insanları hak ettikleri bi­
çimde uygun bir otele yerleştirilm esi için Birsel Lemke ‘y e
mesaj yolladım ’.
BergamalI köylülerin lideri Oktay Konyar, İsveç’e
davetin önce Lemke ’den, sonra da İsveç Parlamento­
s u ’ndan geldiğini belirterek şöyle dedi: ‘İlk önce Birsel ha­
nım kendi imkânları ile bizi oraya götüreceğini söyledi.
Sonra parlamentonun daveti geldi. Bu arada nelerin oldu­
ğunu anlayamadık. Birsel Lemke İsveç ’e geldiğimizde yap­
tığımız uçak ve yolculuk masraflarının ödemesinin yapıla­
cağını söyledi. Ancak İsveç ’te bir ödeme yapılmadan dön­
dük. Ne zaman Hürriyet Gazetesi ’nde ‘Hopdediks Para İs-

126
tiyor’ başlıklı haberi çıktı. Birsel Lemke hemen paramızı
yolladı ’ diye konuştu. Oktay Konyar, Stockholm 'de kendile­
rine yatacak yer dahi bulmakta zorlanan Birsel Lemke ’nin
aldığı 50 bin dolar para ödülünü, ödülü veren ‘Doğru Ya­
şam Vakfı ’rıa geri verildiği yönündeki açıklamasını p ek i-
nandırıcı bulmadığı gibi bir anlam da veremediğini kayde­
derek, ‘neden versin k i’ diye konuştu" (125).
İşte yukarıdaki örnekler çerçevesinde, bir tarafta ül­
ke ekonomisi için milyarlarca dolar, binlerce işsizimiz için
iş kapısı anlamına gelen altın üretimine engel olacak kadar
“cömert”; ama 50 bin doların paylaşımına gelindiğinde bir­
birlerini yerlere vuracak, onurlarıyla oynayacak kadar “cim-
ri”leşen çevreciler!.. Bunlar çevreci mi, sosyalist mi, ulu­
salcı mı, anarşist mi, Almancı mı, mezhepçi mi, köylüden
yana mı, diye sorabilirsiniz ve de tartışabilirsiniz. Ancak,
Türkiye’den yana olmadıklarını tartışamazsınız, çünkü bi­
lirsiniz...
3.3. SENİH ÖZAY
Bergama ile ilgili hemen her platformda ya da et­
kinlikte “köylülerin avukatı” kimliğiyle ön plana çıkarılan
Senih Özay’ı ayrıca tanıtmaya gerek bulunmamaktadır.
Türkçesi, mesleki bilgi ve tecrübesi, konulara hâkimiyeti
hakkında, TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu’nca dü­
zenlenen “Mühendislik Mimarlık Haftası Etkinlikleri” için­
de yer alan 17.10.2000 günlü “Türkiye’nin % 13’ü Siya­
nürlü Altın Madenciliği ve İnsan” konulu Forumda yaptığı
bir konuşma, belirgin ipuçları vermektedir:
‘‘Bugüne kadar neler olup bittiğini anlatalım mı?
Şimdi: Bergama ’da, Gümüşhane ’de, Artvin ’de, Efem Çuku­

127
ru ’nda, bir yerlerde, çok yerde siyanürle altın işletmek iste­
yen firm alar var, Ankara ’dan izinleri kapmışlar.
Bu konuda hem hukuk başlamış, sivil itaatsizlikler
yapıyorlar, hukuk yapıyoruz, davalar açmışız, gürültü etmi­
şiz, bilim adamları ikiye bölünmüş:
a) îyi bilim adamları, b) Kötü bilim adamları di­
ye...
İyi bilim adamları; ‘Risk var, halkın yanındayız,
doğanın yanındayız’ demişler. Kötü bilim adamları; ‘Bir
nane olmaz, çıksın buradan (altın), niye çıkmasın ki? Dağın
altında niye dursun ’ demişler.
... Sonra tazminat davaları açılır, korksunlar diye.
Korkuyor, ödleri kopuyor bu bakanların, valilerin tazminat
davaları açılır diye. Yani hukuk elinden geleni yapar, gali­
ba. Çünkü ‘ben yaşlandım, şekerim va r’ diye, konuşma
yaptım, ‘benim kolestrolüm var şekerim var, lipitim var.
Benden alını bunu’ dedim, aldılar. Haaa bu yetmez, yetmez
çünkü ‘sivil itaatsizlik’ gerekir, sivil itaatsizlik. Patronu bu­
rada (Oktay Konyar ’ı gösteriyor). Yani sivil itaatsizlik ama,
bence onun sizden yardıma ihtiyacı var. O çok şey bilmek
zorunda. Daha çok hukuka uygun kanunların sınırında ey­
lemler üzerinde çok daha fazla şey bilmek gerekir. O yüzden
hepinizden ben bir şey bekliyorum. Söyleyemiyorum, ben de
onun avukatıyım ya!
Şimdi demek ki önümüzdeki mücadelede, a- Hukuk,
b- İtaatsizlik, sivil itaatsizlik süreci başlıyor. Ha bu süreçte
Sefa Taşkın, Oktay Konyar, Senih Özay ... profesörler ne
yaparlar bilmiyorum, ama korkularımdan da söz edelim.
Basın bunu yazma sakın!

128
Korkularım şu: 1) Açtığımız yeni bir davada ha­
kimler (3 hakim karar verebiliyor), hakimler diyebilirler ki
‘Daha evvel verdik, taa danıştaylara gittik, kesinleşti, biz
biraderim bir daha deneyip aynı kararı verelim deyip so­
ğuma, ürkme, yılma, bıkma gibi nanelere girebilirler. Öyle­
dir. 2) Diyelim ki bıkmadılar hala, halen daha yılmadılar,
iyiler, 3 tane bilim adamı arıyorlar. Ararlar, ‘ne var ne yok,
doğru mu bu işler ’ diye iyiler 3 bilim adamına yazı yollar­
lar, bilmem nerden 3 profesör bulurlar. Ya bu profesörler
şey derlerse 'yahu ne güzel kuyu kazmışlar, ne güzel duvar
açmışlar, bi de cihaz getirmişler, bu iş olur abicim derlerse,
biz bu davayı kaybederiz ya da daha bir şey? Her yeri aç­
mış adamlar. Şimdi ben başka bir şeyden bahsetmek istiyo­
rum. Yani yargıç refleksini açan, bilim adamlarının cesare­
tini neydi çeken?... Bilim adamlarından beklentimiz var,
bütün bunlar için vallahi, billahi size çok ihtiyaç var. Yani
köylülerle el ele tutuşmanıza, el ele örgütleri kurmanıza, az
sayıda gelmişsiniz bugün ama yarın çok sayıda gelmenize,
çok destek vermenize ihtiyaç var, ben bunu söylerim. Aaa
korkarım devlet, tankı ile tüfeği ile madeni zorla çalıştıra­
bilir. Çok günah, çok yazık şeyler olabilir korkarım, onun i-
çin de ne yapacak bir şekilde bazıları bana, sana da, ona da
değil, bana da ‘Devletin tankı ile, orda siyanürün baca ga­
zından dumanları çıkartmamasını sağlayıcı, psikiyatrist gi­
bi form üller bana da öğretin, yani bir vali ile nasıl oynanır,
bir kaymakamla nasıl? Jandarma komutanı ile nasıl karısı,
kayınpederi, damadı, gelini, ne bileyim ben, yani aklınıza
gelebilecek bütün dansların yapılmasını öneriyorum. Te­
şekkür ederim " (126).
İşte Türk ekonomisinin ve bölge ekonomisinin dü­
nü, bugünü ve geleceği ile oynayanlardan bir diğeri: Maden

129
ocağında siyanürü sanki fabrika gibi bacadan tüttüren (!) ve
de hakim, bilim adamı, vali, kaymakam, jandarma komutanı
ile nasıl oynanacağının (!) ipuçlarını veren yetkin (!) çevre
avukatı Senih Özay’ın sadece bu konuşması bile, hakkında
bir fikir vermeye yeterlidir...
3.4. OKTAY KONYAR
Oktay Konyar’ın eğitimi ve uzmanlık alanı hakkın­
da bilgi vermek yerine, Senih Özay’ın kendisinden daha e-
ğitimli olduğunu söylemek yeterlidir. Eylemlerde peşinden
gelen köylüleri çıplak ayakla, bir sonraki aşamada sadece iç
çamaşırları ile, bir sonraki aşamada da yüzlerini boyatıp
çamaşırları ile yürüten agresif bir köylü önderi (!) imajı
çizmeye çalışan Oktay Konyar, Bergama direnişinin kimle­
rin elinde yönetildiğini gösteren tipik örneklerden biridir.
Bergama Dosyasında ona daha fazla yer ayırmanın gerek­
siz olduğu kanısı ile, sadece iki ayrı toplantıda yaptığı ko­
nuşma metninden bazı alıntılar yapmak, hakkında fikir e-
dinmek açısından fazlasıyla yeterlidir. İşte, yukarıda Senih
özay’ın konuşma yaptığı “Türkiye’nin % 13’ü Siyanürlü
Altın Madenciliği ve İnsan” konulu Forumda, Oktay
Konyar’m söyledikleri:
"... Bergama’y ı çok büyütmeyin. Bergama'da bir
şey yok. Emperyalizme karşı topraklarını savunan yurttaş­
ların temel görevlerini görüyoruz burda.... Şimdi ülkede in­
san hakları ihlalleri yar, demokrasinin önünden engeller
kalkmadı, Güneydoğu’da savaş devam ediyor.... Öyle po­
listen, jandarmadan korkarsanız, 2911 sayılı yasayı ‘aman
bunlarla ilgilenmeyeyim, sıra bana gelirse ’ derseniz, bunu
başaramazsınız. Polis sizden daha akıllı, bunun eğitimini

130
görüyor. Gözünüze baktığı zaman sizin nereye kaçacağınızı,
ne kadar kalacağınızı biliyor” (127).
Aynı şekilde, 7-9 Kasım 1997’de Uludağ Üniversi­
tesinde gerçekleştirilen “Sivil İtaatsizlik’ konulu
Disiplinlerarası Kolokyumda, Oktay Konyar’ın söyledikle­
ri:
"... kendi ülkesinin topraklarını sürekli bombala­
yan, partilerin kirlendiği, yargının ciddi anlamda sıkıntıda
olduğu, hukuk kurallarının hiçe sayıldığı bir ülkede, sivil i-
taatsizlik bir yaşam biçimidir....
Şimdi o yurttaş hareketi böyle bir gün sokağa çık­
makla olmaz. Çok güzel örnekler verdiniz, katılıyorum on­
lara, biraz daha çoğaltmak istiyorum. Bir proje olmalıdır
ve projenin bir askeri kanadı olmalıdır, bir de sekreteryası
olmalıdır..... % 87, 9/10’u sağcı olan bir kenttir Bergama....
Bergama bir mevzidir, Bergama mevzisi kırılırsa her yerde
iş bitecektir.... Ama sağcı kirliliği anlamaz. Sağ düşünen in­
san Türkiye 'deki çetelerle işbirliği yapan genel başkanını
her gece yanağından öpüyor, her gece alkışlıyor onu.
Sivil itaatsizlik bir proje demiştim biraz evvel, bu
gizlilik ilkelerini içine alan.... Komitelerimiz ciddi bir karar
aldı, kararı gizli yapıyoruz, yapacağız ve bir tek kişi karar
alacak, herkes kararı uygulayacak. Önemli olan, eylem anı­
na kadar gidecek süreyi değerlendirmek, yakalanmamak.
Bizde en büyük rahatsızlık yakalanmamak. Çünkü düşünün,
bir madenin etrafında sekiz köy var diyelim. Sekiz tane köy­
de o kadar polis o kadar da jandarma var ve çoğu da sivil.
Halk ikiye bölünmüş, madencide çocukları çalışan halk ke­
sim i var, işçileri var, oradan ekonomik gelir sağlıyorlar. İş
bulmak çok zor bu bölgede, tarım işlerinin dışında. O in­

131
sanları, öyle bir hale getirelim ki, bu mücadelede hain olan
kenarda kalsın. Yani madenciyle işbirliği yapan, parayı
seçen, polisle beraber olan kenarda kalsın, halk öne çıksın
diye düşündük.
Ve bir sabah dedik ki eylem var, toplanacağız. İlk
ciddi pratiğim izi yapıyoruz, yol kapatmadan sonra. Büyük
bir sahaya toplandık. Kadınlara dedik ki, siz dışarıda kalın,
erkeler girsin içeriye. Ama türü değişik bir eylem, yapılması
çok zor bir eylem. Bir başarırsak, ondan sonra bütün ey­
lemlerin arkası gelir diye düşündük. Halkı topladık. Dedik
ki: ‘Hazır mısınız? ’ ‘Hazırız ne isterseniz yaparız, öl de ö-
lelim! ’ Halk böyle söylüyor, çok da keskin. ‘A rkadaşlar so­
yunacağız! ’ dedim. ‘Bir kilotla kalacağız, sokağa çıkacağız’
dedim, 'hep beraber’. ‘Ve’ dedim, ‘bildiri dağıtacağız’
‘Doğayı ve çevreyi kirleten, insanı onursuz kılan bir davra­
nışa tepki gösterelim ’ dedim. Halk durdu, tık yok kimsede.
Yani köylü hayatında böyle bir şey yapmamış. Birisi isyan
etti. ‘Başkan’ dedi, ‘b iz’ d e d i‘karım ızınyanında soyunma­
yız ’ dedi. ‘Yani sen bizi soyma, başka bir şey yapalım biz ’
dedi. Başladım, çıktım masaya soyundum ben. Beş, on, yedi,
yirmi, beş yüze yakın soyunduk, bir üç katı da bekliyor ora­
da. Kadınlar dışarıda' bekliyor, ne yapıyorlar içerde diye.
Neyse karâr aldık, çıkacağız, dışarıda ilk kez çıplak eylem
yapacağız. Bizim bir Bayram Bey orada, benden evvel kapı­
yı açtı çıktı, karısı da bekliyormuş orda. O 'nu bir çıplak
gördü: ‘Tüü la n ’dedi ona, aynen böyle” (128).
Ayrıca yoruma hiç gerek yok!..

132
3.5. SOSYALİST, ANARŞİST, BÖLÜCÜ
ULUSALCI ÖRGÜTLER
Türkiye, AB’ne ya da küreselleşmeye entegrasyon
adı altında, Osmanlı döneminin kapitilasyonlanndan çok
daha ağır koşullar taşıyan sözleşmelere imza atmaktadır.
Tek taraflı işletilen Gümrük Birliği Anlaşması nedeniyle,
ithalatı, dolayısıyla dış ticaret açığı giderek büyüyen Tür­
kiye’de, birkaçyüz milyon dolarlık kredi için IMF, Dünya
Bankası gibi uluslararası fınans kuruluşlarının her istediği,
bürokrat atamaları dahil, yapılmaktadır. MAI Sözleşmesi,
Uluslararası Tahkim, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Endüstri
Yasası, Hazine Arazilerinin Yabancı Devletlere Satışına İ-
lişkin Yasa derken, Türkiye’nin bugününe ve geleceğine
resmen ambargo konulmaktadır. Tepkilere baktığınızda,
kapitalizme, emperyalizmin her türlüsüne, tam bağımsızlı­
ğımıza göz diken tüm yabancılara, emekçilerin alınterini
gaspeden uluslararası sermayeye ve onun yerli işbirlikçile­
rine -hiç değilse ideolojik söylemlerinde- karşı olması ge­
reken sosyalist örgütler, nedense hiçbir ciddi tepki verme­
mekte; susarak bu gidişi seyretmektedirler. Ülke elden gi­
derken, onlar sadece iki konu da değil, slogan üzerinde yo­
ğunlaşmış görünmektedirler: “Bergama’da Siyanürlü Altma
Hayır!” ve “F Tipi Cezaevleri Kapatılsın, Tutsaklara Öz­
gürlük!”...
Neden, diye sorduğunuzda, Avrupa’daki tüm sos­
yalist Türk örgütlerinin Almanya tarafından nasıl korunup
kollandığını ve yönlendirildiğini bilmediğinizi ortaya ko­
yarsınız. DHKP-C, TIKKO, Dev-Sol, TKP-ML gibi yasadı­
şı sol örgütlere ve de PKK uzantısı ERNK’ya tüm eyalet
merkezlerinde büro açma izni veren Almanya’nın bu ör­
gütlerden başlıca isteği, Türkiye’ye karşı kontrollü kullanı­

133
ma uymalarıdır. Dolayısıyla, Türk Ordusu’na en ağır haka­
retleri yapan; Türkiye’deki halkların (!) bağımsızlığını iste­
yen, bir bâşka ifadeyle ulus-devletin yıkılmasıyla Türki­
ye’nin yerinde en az 47 devletin kurulmasını talep eden;
Avrupa’daki hapisane gerçeğini bilmelerine rağmen, örgüt­
sel eğitimin yapıldığı ilkel koğuş sistemini savunan ve
mahkûmları “tutsak-savaş esiri” olarak niteleyen; çıkarları
doğrultusunda kapitalist-emperyalist devletlerle ve şeriatçı
yapılanmalarla işbirliğine giden, kısaca varlığını sürdürmek
için ideolojisinin ruhunu satan bu örgütlerin gazetelerinde,
dergilerinde, internet sitelerinde ortak olarak “Bergama Di-
renişi”ne ilişkin haber ve yazıları görürsünüz (129). Türki­
ye’yi satacaklar, ama Bergama’ya sahip (!) çıkacaklar!..
Görünen çelişki değildir; onlar sadece, beslendikleri ortak
kaynağın, yani patronları Almanya’nın talimatının gereğini
yerine getirmektedirler...
Diğer taraftan, Bergama’daki Alman oyununa gelen
legal Türk örgütleri arasında, CHP, KESK, SES, TMMOB,
Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi ve diğer demokratik
kitle örgütlerinin olduğu görülmektedir. Bergama olayının
arkasındaki Almanya’yı farketmeyen ulusalcı Atatürkçü
Düşünce Demeği bile oyuna getirilmiştir. İdeolojik yapısı
ve eylemleri ortada olan Oktay Konyar, Türkiye’nin en ö-
nemli ve en örgütlü ulusalcı sivil toplum örgütü olan Ata­
türkçü Düşünce Demeği’ni Bergama’ya davet etmiştir. İde­
olojik açıdan taban tabana zıt olmalarına karşın, Demek
Genel Başkanı Av. Halil İbrahim Şahin ve beraberindeki­
ler, bilgiye dayanmayan bir sempati ile bu ziyarete uymuş­
lardır. Herkesi ve herşeyi “kullanma” stratejisinin uygulan­
ması sonucunda, 16 Nisan 2001’de internetteki tartışma
gruplarına aşağıdaki haber geçilmiştir:

134
“Atatürkçü Düşünce Derneği(ADD) ulusal bağım­
sızlık hareketine katkısı nedeniyle Bergama'da heykeli di­
kilecek Hopdediks lâkaplı Bayram Kuzu ’nun ailesine plaket
verdi ve bir Atatürk Posteri armağan etti. ADD Genel Baş­
kanı Halil İbrahim Şahin, geçen Cuma günü Bergama y’ ı zi­
yaret ederek, kısa süre önce yaşamını yitiren Hopdediks
Bayram Kuzu ’nun anısına heykel yapımı için de düğmeye
bastı. Bergama ’da siyanürlü altın madenine karşı çıkan ve
11 yıldır eylemlerini sürdüren köylülerin simgesi Bayram
Çavuş (Bayram Kuzu) heykelinin Narlıca ile Pınarköy ara­
sındaki 10 dönümlük yamaçta yapılmasına karar verildi.
Bergama Çevre Yürütme Kurulu Başkanı Oktay Konyar,
binlerce köylünün uzun soluklu mücadelesinde kaybettikleri
Bayram Kuzu ’nun heykelinin yanına küçük ölçekli bir müze
ile kütüphane yapacaklarını belirtti, ‘çevre mücadelesi adı­
na bize verilen ödüller de burada sergilenecek’ diye ko­
nuştu.
Şahin ile yöneticiler, geçen Cuma saat 14.00'de
Narlıca K öyü’nde, Oktay Konyar ve köylülerle bir araya
geldi. Şahin hem Oktay Konyar ’ı hem de Hopdediks Bay­
ram K uzu’nun eşi Emine K uzu’y u ödüllendirdi. Hopdediks
heykeli için ilk yardım yapılırken, köylülerin önderi Oktay
Konyar, ‘A DD bu ziyaretle heykelin yapımına da start ver­
miş oldu. Gönüllülük esasıyla yapacağımızı açıkladığımız
ve Bergama halkının direnişinin sergileneceği anıtın çevre
düzenlemesini de Peyzaj Mimarları Odası yapacak Önü­
müzdeki günlerde yarışmanın şartnamesi ve jürisinin ilân
edileceği heykeli toplumdan gelen yoğun destek ile kısa sü­
rede bitirmek istiyoruz ’ dedi. Bergama Çevre Yürütme Ku­
rulu Başkanı Asteriks lâkaplı Oktay Konyar, yıllar önce yö­
resi için direnmeye başlayan Bergama köylülerinin, yurdun

135
birçok yerindeki çevre hareketlerine örnek olduğu için
mutluluk duyduklarım söyledi. Son olarak Bartın ’da çizgili
pijamasını giyerek santral eyleminde köylülerine önderlik
eden Fahrettin Küçükaltay’ın yöresine sahip çıkışına dikkat
çeken Konyar, şunları söyledi: ‘Bergama direnişinin, bir
ulusal bağımsızlık direnişi olduğu net biçimde ortaya çıktı.
Yurttaşların son dönemlerde meydana çıkması sadece eko­
nomik nedenlere bağlt değil. Ulusal bağımsızlık istemleri,
halkın yaşadıkları yörelerin göz göre göre uluslar arası
sermayeye peşkeş çekilip yitirilmesine karşı çıkıştır”.
Kısaca, anti-emperyalizm adına, tam bağımsızlık a-
dına, farkına varmadan Alman emperyalizmini savunur du­
ruma düşmek, hayli aşağılayıcı ve yüzkızartıcı bir sonuçtur.
Emperyalizmin iyisi ya da kötüsü yoktur; ABD kötü, Al­
manya iyidir, demek yanılgıların en kötüsüdür...
3.6. TEPEKÖY, PINARKÖY VE NARLIC
KÖYLÜLERİ
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Ba­
kanlığınca hazırlanan 1990’da yayınlanan “Türkiye’de Al­
tın Konsepti”nde adıgeçen üç köy, Tepeköy, Pınarköy ve
Narlıca’dır. Orman köyü kapsamında değerlendirilen bu
köyler, ekonomik açıdan ova köylerine göre daha dezavan­
tajlı durumdadırlar. Buna karşılık, inançları itibariyle bin
yılı aşkın bir süreden bu yana, Türklüğün tüm geleneksel
kültür öğelerini ve reflekslerini dipdiri, canlı bir biçimde
sürdürmektedirler. Örneğin, içlerinde İslamiyeti araplaşmak
biçiminde algılayan, Arapçayı Türkçeden üstün tutan, şeri­
atçı yapılanmalarda yer alan, laik hukuk devletine karşı ge­
len, kadını horlayan ve eşit görmeyen bir tek Alevi Tür-
kü’ne rastlamak olanaksızdır. Buna karşılık haksızlığa, zor­

136
balığa, zulme, ayrımcılığa ve eşitsizliğe başkaldıncı, sonuna
kadar mücâdele edici reflekslere sahiptirler. İşte, Tübingen
uzmanları, bu konsept dahilinde devreye girdiklerinde, di­
reniş için ilk hedef seçtikleri eylem alanı, bu üç köy ol­
muştur.
Bin küsur yıl önce, Araplar arasındaki kan davasının
ya da görüş ayrılıklarının, bin küsur yıl sonra da Cumhuri­
yet Türkiye’sinde hâlâ “alevi”, “sünni”, “şafıi” biçiminde
devam etmekte olması, bu sakil sıfatların insanımızı belirle­
yici ve de toplumu parçalayıcı biçimde kullanılması, hiç
şüphesiz Atatürk’ün öngördüğü ulus-devlet olgusunun ö-
nünde bir risk ve tehdit oluşturmaktadır. Almanya, bu risk
ve tehdidi Türklere ve Türkiye’ye karşı en gelişmiş teknik­
lerle kullanan ülkedir. Kendi ülkesinde, Türkiye düşmanı
nakşibendilere, Süleymancılara, fethullahçılara, nurculara,
kısaca tüm şeriatçılara sınırsız destek veren Alman devleti,
Bergama’da kitleleri provoke etmek, eylem yaptırmak
sözkonusu olduğunda, alevi inançlı Türk köylülerini “kul­
lanma” ikiyüzlülüğüne tevessül edebileceğini göstermiştir.
Ne var ki, Bergama’da, kendilerine anlatılan çarpı­
tılmış bilgilere inanan, inandırılan bu köylülerimiz, tüm
eylemlerinde Türk Bayrağı ile ön plana çıkmışlardır. Al­
manya’daki Alman destekli şeriatçılar, yeşil cihat bayrakları
altında eylem yaparlarken; Bergama’da ise, Almanya tara­
fından yönlendirildiklerinin farkında olmayan kadm-erkek
onurlu köylüler, toprağına ve çevresine ve de ülkesine sahip
çıkmak için başka bir bayrak ya da ideolojik görüntünün al­
tına asla ve asla girmemişlerdir. Tüm sıkıntıyı, cefayı, mad-
di-manevi fedakârlığı onlar göğüslerken, binleri onların
sırtından önemli rantlar elde etmiştir. Sözkonusu direnişte
devletin en son suçlayacağı kesim, alevi inançlı Türk köy-

137
Kileridir. Alman işbirlikçi-yerli personelini etkisiz hale geti­
remeyen, soruna kalıcı ve yasal çözüm üretemeyen, siyasal
kararsızlık ve beceriksizlik sergileyen, asli görevi olduğu
halde halkın korkularını gideremeyen, Türkiye’ye bu yüz­
den zaman ve gelir kaybettiren yöneticilerdir, sorumlu olan.
Hiçbir devlet sorumlusu kalkıp da bu köylere gitmemiş;
“sizleri yanlış bilgilendiriyorlar, sizi kullanmak istiyorlar,
sorunun doğrusunu en yetkin kaynaklardan göstermek, sizi
ikna etmek devletin görevidir” biçiminde açıklama getir­
memiş; kısaca onlara saygı ve önem göstermeyerek provo­
katörlerin eline terketmiştir.
İşte, tipik bir eylemci, yanlış bilgi ile koşullandırıl-
dığını, yanlış yönlendirildiğini, Almanya’nın çıkarları uğru­
na fedakârlığa zorlandırıldığını farketmeyecek kadar eği­
timsiz ama samimi ama onurlu bir yaşlı, Hüseyin Doğan’ın
anlattıkları:
“... Edrem it’ten sonra Zeytinli beldesine ulaşan
köylüler gece için hazırlık yaparken, gün boyu elindeki
kırmızı teşbihi ile yürüyen grubun en yaşlısı olan 78 yaşın­
daki Hüseyin Doğan ’a ömrünün son günlerinde neden siya­
nürle mücadele ettiğini soruyorum. Yol boyunca her fırsatta
köyünde bıraktığı 55 yıllık hayat arkadaşına telefon ettiğini
söyleyen Hüseyin Doğan, ‘Benim babam Birinci Dünya Sa-
va şı’nda İngilizlere esir düşmüş. Ben, 1.5 yaşımda yetim
kaldım. O zaman babamı esir alanlar, şimdi köyümün top­
raklarını dolayısıyla beni esir almak istiyorlar. Dört çocu­
ğum, 44 torunum var. Allah bilir ama belki de birkaç gün­
lük ömrüm kaldı. Siyanür beni etkilemez. Beni öldüremez.
Ama geride bıraktığım çocuklarımı, torunlarımı? Onların
hayatlarının zehirlenmemesi için hayatta olduğum müddet­
çe zehirle fnücadele edeceğim. Bu yürüyüş beni gençleştire­

ne
cek. Eurogold’a karşı daha fazla mücadele etmemi sağla­
yacak ’ diyor” (130).
Şimdi de, Musa Ağacık’ın röportajından bazı alın­
tılar:
Merhaba ana, adınız?
- Ovacık köyünden Şahsenem Dikmenoğlu. Yaş 74.
- Siyanürlü altına neden karşısınız ana?
- Seyanürle altın çıkarsa çocuklar sakat doğuyor-
muş. Sakat olacağına gelinler, oğlanlar hiç evlenmesinler.
- Öyleyse Ovacıktılar neden siyanürcü şirketten
yanalar?
- Hepsifakir fukara. Para saçıyor gâvur, para.
- Ya siz dostum?
- Ben devlet memuruyum, adımı veremem. Ama
Bergama ’daki çevre sorunu sadece siyanürlü altın madeni
değil. Ovacık köyü yakınındaki Pirina Zeytinyağı Fabrikası,
Dikili ve Bergama ’y ı kokudan bunaltıyor. Bölgedeki zeytin
fabrikaları, Bergama’y a hayat veren Bakırçay’ı kirletiyor.
Bergama çöplüğü ise ayrı çevre felâketi. Çevreciler ise sa­
dece altın madeninde siyanürü görüyor■” (131).
3.7. ÇEVRECİLER
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de farklı çev­
reci anlayışlar ve örgütler bulunmaktadır. Bilgiye dayalı,
bilimsel ölçütlerde yapılan çevrecilik, hiç şüphesiz her ül­
kede en gerekli ve saygın olanıdır. Bir de, amatör heveslerle
ya da gösteri amaçlı yapılan çevrecilik faaliyetleri vardır ki,
örneklerine yine tüm ülkelerde rastlamak olanaklıdır. Buna,

139
bir de ideolojiyle karışık militan çevrecilik faaliyetlerini de
eklemek gerekmektedir, zira, özellikle Avrupa’daki Komü­
nist Partilerinde ve legal-illegal komünist-sosyalist örgüt­
lerde, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra yaşanan i-
deolojik boşluk, bu kesimin çevrecilik hareketine yönelme­
sinde önemli bir etken olmuştur. Bu kategorilerin dışında,
gelişmiş ülkelerin başvurduğu, çifte standarda dayalı bir
başka emperyalist çevrecilik yaklaşımı da sözkonusudur.
Bu yaklaşım, kontrol edilebilir istikrarsızlık politikalarının
uygulandığı üçüncü dünya ülkelerinde, ekonomik güçlen­
menin önüne geçmede bir nevi engelleyici işlevi görmekte­
dir, ki Bergama olayı, tümüyle bu kategori içinde yer al­
maktadır.
3.7.1. ALMANYA’NIN RESMİ ÇEVRE PO
TİKASI VE ÇELİŞKİLERİ
Almanya’nın resmi çevre politikası, “temiz çevre”,
“sağlıklı yaşam”, “beslenme hakkı” gibi evrensel nitelikteki
değerlere koşulsuz sahip çıkan çevreci örgütler yerine; bu
değerlere sahip çıkıyor görünen ama devletten finanse edil­
diği için de devletin talimatları dışında hareket yeteneği ol­
mayan çevreci örgütleri öngörmektedir. FIAN, bu güdümlü
ama NGO görünümlü devlet kuruluşlarından sadece biridir.
Çelişkilere ve çifte standarta gelince, sadece dört tipik ör­
nek:
a) Almanya, altın üretimi yapmayan, üste­
lik altın üreten şirketi de bulunmayan nadir gelişmiş ülke­
lerden biridir. Sahip olduğu altın stokları nedeniyle dünya
altın ticaretinin yaklaşık yarısını elinde tutan ve bu işten ö-
nemli gelir elde eden Almanya, yine altın üzerinden dolaylı
bir gelir kaynağına daha sahiptir: Siyanür üretimi!.. Dün­

140
yada üç büyük firma siyanür üretmektedir: ABD’li DuPont,
İngiliz ICI ve de Alman Degussa. Dünyada siyanür üretimi
toplam 1.5 milyon ton olup, bunun 1/3’ünü Degussa firma­
sı üretmektedir. Bir yandan Gana, Peru, Türkiye gibi az
gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde altın üretimini en­
gellemek için “siyanürlü altına hayır” kampanyaları sürdü­
ren Almanya, diğer yandan tüm dünyaya siyanür satmakta
hiçbir sakınca görmemektedir. Başta FLAN olmak üzere,
hiçbir Alman çevre örgütü, siyanürün Almanya’daki üreti­
minin ve ihracının yasaklanması için kampanya yürütme­
mektedir. Çünkü önemli olan dünyanın doğasını korumak
değil, Almanya’nın çıkarlarını kollamaktır. Bergama’daki
işbirlikçi-yerli personele gelince, onlar da Alman siyanürü
karşıtı hiçbir eylem ve de söyleme girmemektedirler.
b) Almanya,, dünyadaki en önemli silah ü-
reticisi ve satıcısı ülkelerden biridir. Aynı şekilde, silah sa­
nayiinde AR-GE faaliyetlerine en fazla pay ayıran, dolayı­
sıyla dünya silah üretim ve satışında ABD ile rekabete giren
bir Almanya’nın, tıpkı diğer silah üretiminden para kazanan
ülkeler için de geçerli olduğu gibi, “insan haklan” ya da
“çevre haklan” gibi söylemleri samimi ve inandıncı değil­
dir. Leopard tanklarının toprağı sürmeye ve çiçek sulamaya;
biyolojik silahlann ise doğal hayatı korumaya yönelik ola­
rak üretildiğini hiçbir aklı başında insan haklan savunucusu
ve çevreci kabul edemez. Saddam’ın Halepçe’de kullandığı
kimyasallar ve de Güneydoğu’da binlerce Mehmetçiğin ca­
nını ya da vücutlannın bir bölümünü yitirmesine neden olan
mayınlar, Almanya’nın insan hakları ve çevrecilik anlayı­
şının belleklerdeki silinmeyecek izleridir.
c) Almanya’nın resmi çevrecilik söylemle­
ri ve politikaları çerçevesinde, nükleer enerji sakıncalıdır,

141
hatta dünyanın ve insanlığın geleceği açısından tehlikelidir.
Nitekim, 2021 yılı itibariyle Almanya’da toplam 19 nükleer
santraldeki üretime son verilecektir. ABD’de ise nükleer
santrallerin faaliyet süresi 60 yıla çıkarılmıştır. İsveç’te ise,
yıllar önce yapılan bir halkoylaması ile nükleer santrallerin
kapatılması kararlaştırılmışken, İsveç Devleti, kendi eko­
nomik gerçeklikleri açısından nükleer santraller için öngö­
rülen faaliyet süresini 40 yıl olarak belirlemiştir. Üstelik,
İsveç Devleti, 40 yılın sonunda kapatılan santrallerin sahibi
olan şirketlere ayrıca tazminat da ödeyecektir. Her güçlü
ülke, kendi eneıji politikalarını, kendisi belirlemektedir.
Ancak Türkiye’nin de yer aldığı gelişmekte olan ya da az­
gelişmiş ülkelerde, enerji politikalarının belirlenmesinde dış
baskı ve müdahaleler kaçınılmaz olmakta; Almanya, ABD
gibi ülkeler, kendi ülkelerinde uydukları standartların tam
aksine dayatmalarda bulunmaktadırlar, tıpkı nükleer sant­
raller konusunda olduğu gibi. Örneğin, kendi ülkesinde
nükleer santrallere karşı olan Alman Devleti, tüm dünyada
nükleer santral üreten Alman firmalarına (Siemens, RWE,
VLAG, VEBA, Energie Baden-Wuerttemberg vd.) hiçbir kı­
sıtlama ya da yasak getirmemektedir. Aksine finansal so­
runlarına çözüm getirmekte, siyasal ve lojistik destek sağ­
lamaktadır. Bu çifte standart değil de nedir? Bir başka çe­
lişki, Almanya’nın uzun yıllardan bu yana nükleer atıkları­
nı, sırf maliyetin yüksekliğinden dolayı, Kuzey Buz Denizi,
Tuna, Karadeniz dahil, boşaltmış olmasıdır. Çevre için son
derecede tehlikeli radyasyon yüklü bu atıkları, bir ara Tür­
kiye’ye “yakıt” olarak-İsparta Çimento Fabrikasına- gön­
deren ama' skandal ortaya çıktığında aynen geri alan Al­
manya, daha sonra bunları uzun yıllar boyunca, Afrika’daki
ülkelere -prosedüre aykırı olarak- ilkel yöntemlerle göm­
dürmüştür. Bundan sonra da sözkonusu atıklar, bedeli kar­

142
şılığında Rusya Federasyonu’nda gömülecektir. 1987-89
Yıllan arasında Kuzey Buz Denizi’ne ve nehirlere gizlice
nükleer atıkları boşaltan Alman Nukem Şirketi, suçlu bu­
lunmasına rağmen, faaliyetlerini el’an sürdürmektedir.
d) Türkiye’deki altın üretimini engellemek
için tüm kaynaklannı seferber eden Almanya, diğer taraf­
tan, altın üretimine devam eden üçüncü dünya ülkelerindeki
yatınmlara, “Alman Kalkınma Örgütü” (DEG) vasıtasıyla
katkıda bulunmaktadır. DEG’in ortak olduğu siyanürlü üre­
tim yapan altm madenleri için, Alman çevrecilerinin bir
baskısı sözkonusu değildir. Daha açık bir ifadeyle, eğer si­
yanürle altın üreten bir yatırıma DEG ortaksa, sorun yok.
Ama DEG’in yani Almanya’nın ortaklığı yoksa, FIAN dev­
reye girmekte ve salt çevrecilik söylemleriyle adeta “kıya­
metleri koparmaktadır”. Almanya’nın yaptığı, sadece ilke­
sizlik ya da fırsatçılık değil, düpedüz ahlâksızlıktır. Dünya­
da 800 civandaki faal maden işletmesinden 553’ünde siya­
nürle altın üretimi teknolojisi kullanılmaktadır. Dünyanın
altm üretiminin % 57’sini elinde bulunduran ABD, Kanada,
Avustralya ve Güney Afrika’da “Bergama örneği” engel­
lemeler hiçbir zaman sözkonusu olmamıştır, çünkü Alman­
ya’nın müdahalesi yoktur. ABD’nde 1999’da işletmeye alı­
nan 18 altm madeni ile toplam altm madeni sayısı 144’e,
Kanada’da ise 22 yeni madenin işletmeye alınmasıyla top­
lam altm madeni sayısı 102’ye ulaşmıştır. Bu iki ülkede
Black Hills, Strathcona gibi dünyaca ünlü ulusal parkların
içinde bile altın madenleri mevcuttur ve standart siyanürlü
yöntemle altm üretimini sürdürmektedir. Avrupa’da ise
toplam 16 altm madeni üretimi sürdürmektedir. FIAN, bu
üretimi yapan İtalya, Fransa, İspanya, Finlandiya ve İsveç
gibi ülkelere çevrecilik (!) senaryoları yazıp uygulama­

143
maktadır. FIAN, sadece Yunanistan’daki altın işletmelerin­
de üretimi engelleme amacıyla, o da sadece Yunan çevre­
cilerine yönelik olarak internet ortamında bilgi desteği
yapmaktadır (bkz. http://antigoldereece.tripod.com ve
http://www.fian.de/frames.htm'). Keza, Türkiye’de Eurogold
firmasını hedef haline getiren Almanya, aynı firmanın Ga­
na, Şili, Brezilya, Yeni Zellanda, Avustralya, Fransa, ABD,
Kanada gibi ülkelerdeki yatırımlarına ve hatta Yunanis­
tan’ın kuzeydoğusunda Türkiye sınırına yakın Perama altın
madenine hiç ses çıkarmamaktadır. Türkiye’de olduğu gibi
istihbaratçılarını, ajan provokatörlerini seferber etmemekte­
dir. Görüldüğü gibi Almanya, halk deyimi ile “gözüne kes­
tirdiği” ya da “dişine uygun” ülkelerde çevrecilik (!) yap­
maktadır, ki Türkiye de bu tür ülkelerin başında gelmekte­
dir. Tıpkı, .onbinlerce insanımızın ölümünden sorumlu Ab­
dullah Öcalan’ın idamı konusunda olduğu gibi. Yılda orta­
lama 80’in üzerinde idamın infaz edildiği ABD ya da
1500’ün üzerinde idamın infaz edildiği Çin Halk Cumhuri­
yetine Almanya’nın aksi bir dayatması sözkonusu değildir.
Doğubilimci Tamer Bacınoğlu, Alman usulü çevre­
ciliği ve kendi içindeki çelişkileri, Dünya gazetesindeki kö­
şesinde şöyle yorumlamaktadır:
"... Alman Yeşilleri ile Alman sömürgeciliği arasın­
daki manevi bağları William H. Rollins belgeledi. ‘Çevre­
cilik’, bir yandan ‘ kutsal Alman vatanı ’nı 'yabancı tehli­
keler ’e (İngiliz sığırı, Mc Donalds, Shell) karşı müdafaa e-
derken; dost/düşman bir dizi ülkeye müdahale aracı olarak
da rüşdünü ispatlamış durumda. Rollins buna, ‘çevrecilik
şovenizm i’ adını veriyor ve 'çevreci şovenizm, saldırgan
ulusun yabancı bir topluma müdahalesini m azur gösteren
emperyalist bir kültür stratejisidir’ diyor.

144
Pasaklı çevrecilik. Alman ormanlarında konserve
toplamayı ‘solculuk’ diye satadursun, ‘y abancı toplum ’lara
müdahale, çok daha politik ve kirli yollara sapabiliyor. Me­
sela, Berlin Hükümeti ’nin Yeşil kanadı, Diyarbakır ’a ‘su a-
rıtma tesisi’ hediye ederek, aklı sıra ‘Kürt sağlığı ’na Anka­
ra ’nın ‘duyarsızlığı ’nı borazanla duyuruyor. Yeşil Parti ’y e
ait Alman Dışişleri Bakanlığı finansm anlı Heinrich Böll
Vakfı, ‘çevreci ve fem inist’ Türk (Almaması: Türkiye’deki
kadınlar!) kadınlarına konserve toplatmak yerine, her sayı­
sında MGK'ya ve O rdu’y a küfredilen bir dergi (Pazartesi)
yayınlatıyor. Manzara bayağı garip! Alman sistemine —ar­
zulanandan da fazla- entegre olmuş Yeşil Parti, Türkiye ’de
sistem karşıtı gruplarla halvet halinde. ‘Gelişmiş toplum 'un
çevrecisi konserve kutularıyla savaşırken, ‘gelişmekte o-
la n ’ınki devletle boğuşuyor. Bu komik durumun nükleer
enerjji ve baraj inşaatları boyutunu da ele almakta fayda
var" (132).

3.7.2. BERGAMA USULÜ DIŞ GÜDÜML


BİLGİSİZ -SİYASAL ÇEVRECİLİK
FIAN ideologlarından AvusturyalI gazeteci Petra
Holzer, “Bergama ve 10 Yıllık Direniş H areketr başlıklı
makalesinde, Bergama’daki direniş hareketinin, “çevre ko­
rumacılığı” dışında pek çok özneyi içerdiğini ortaya koy­
muştur: "Tüm süreç boyunca, olaylara ve gelişmelere çevre
boyutu açısından bakmak Bergama ’daki insanların günde­
mini kısıtlamamıştır, ki onların ihtiyacı da bunun tam ak­
siydi. Onların ortaya koyduğu sorunsal, kamusal yaşamın
tüm boyutlarını ilgilendiriyordu; konunun madenler, tehli­
keli atıklar, nükleer santraller veya eğitim ya da sağlık ala­

145
nıyla ilgili olması bu açıdan fa rk etmez. Temelde sorun,
toplumsal iletişim eksikliği ve karar verme mekanizmaları­
nın şeffa f olmayışıdır” (133).
Bergama usulü dış güdümlü-bilgisiz-siyasal çevre­
cilik hareketi, Holzer’in de belirttiği gibi, salt “siyanürlü
altın üretimini engellemeyi” hedeflememektedir. Kaldı ki,
yukarıda yer alan bilgiler ışığında, varsayalım Ovacık altın
madeni Bergama’da değil de, Güneydoğu’da olsaydı, ne
değişirdi? Yanıt vermek için akademisyen ya da kâhin ol­
maya gerek yoktur; “siyanür” gerekçesi biraz geri plana iti­
lir, yerine “dinsel”, “etnik”, “dil” faktörleri önplana çıkarı­
larak, ayrılıkçı bir siyasal yapılanmanın tüm öğeleri hare­
kete geçirilirdi. Bergama’da bile “mezhep” faktörünü kulla­
nan Almanya’nın, Güneydoğu Anadolu’da takınabileceği
mütecavizliği ve pervasızlığı tahmin etmek hiç de zor olma­
sa gerekir.
Bergama’daki “çevrecilik hareketi”nin temel amacı,
sadece Bergama’da değil, tüm Türkiye’de altın üretimine
engel olmaktır. Üretim aşamasında siyanürün en gelişmiş
teknolojik ortamda kullanılması ve de bozundurulması, uy­
gulanan prosesler, test sonuçları vd. bu hareket için sadece
ayrıntıdır ve hiçbir önemi bulunmamaktadır. Burada kulla­
nılan siyanür, kamuoyunda “fare zehiri” ile birlikte en çok
bilinen zehirli madde olması dolayısıyla, kitlelerde korku
yaratmada “gerekçe” ve “koz” olma önemine sahiptir, hepsi
o kadar. Hareketin işbirlikçi-yerli personel kanadı için
Eurogold’un çokuluslu bir şirket olması da önemli değildir.
Türk ya da yabancı, önemli olan altm üretimi yaptırma­
maktır, çünkü böyle talimat almışlardır.

146
Bergama köylülerinin avukatı sıfatıyla ünlenen
Senih Özay, internetteki sitesinde, “suyla da altın çıkar­
maya hayır!” demektedir. Konuyla ilgili hiçbir bilimsel
yetkinliği olmamasına karşm, kayalar çözülünce içindeki
“arsenik” zehirinin sulara karışıp doğayı kirleteceğini iddia
eden özay ve sitesinde yer verdikleri, böylece ne denli
“istemezük”çü kafa yapısına sahip olduklarını koymakta­
dırlar (134).
Gerçekte Özay gibilerin sayısı hiç de az değildir.
Örneğin, Semra Somersan, “Türkiye’de Çevre ve Siyaset”
adlı kitabında, salt çevrecilik ve marksizm-etnik faşizm
gözlüğünden şu saptamayı yapmaktadır:
“Koalisyonun kurulmasının ardından Olağanüstü
Ülke ’y e giden Demirel ve İnönü, 'size iş getireceğiz. Fabri­
ka açacağız ’ sözünü verdiler Kürtlere.
... Fabrika demek p is hava, kirli toprak, kirli su, ölü
balık demek. Kaldı ki fabrika merkezden ne kadar uzak o-
lursa olsun, o kadar daha kirli, daha zehirli, daha p is üre­
tim yapacak dem ek... Marksistler ise emek sömürüsü sona
erdiğinde, doğa sömürüsünün de sona ereceğini belirtiyor­
lar. Ama galiba bunu artık şöyle nitelemek gerek: Devrime
kadar ‘sömürülecek’ doğa kalmışsa eğer... ” (135).
Salt çevrecilik uğruna, fabrika olmayacak, maden­
cilik yapılmayacak, var olan sanayi de ortadan kaldırılacak.
Peki insanlar nasıl geçimlerini sürdürecek, nasıl devletini ve
bağımsızlığını koruyacak, nasıl emperyalistlerin oyunlarına
direnecek ve nasıl parçalanmaktan, sömürgeleşmekten kur­
tulacak? İşte, bu sorular beni ilgilendirmiyor, ben Berga­
ma’da ve Türkiye’de altın ürettirmem diyen kafa yapısıdır
ki, altın konusunda Türkiye’ye tam 11 yıl kaybettirmiş ve

147
bizi IMF’e, Dünya Bankası’na avuç açtıracak konuma ge­
tirmekte -kendi çapında- rol oynamıştır. Bu kafa yapısını
daha iyi tanımak; çevrecilik konusundaki yetersizlik ve sa­
mimiyetsizliklerini anlamak için, hiç girmedikleri konula­
rın ve vermedikleri bilgilerin ortaya konulması gerekir:
• Türkiye’de Murgul’da, Ergani Maden’de,
Şımak’da, Trakya’da, ama özellikle de açık madenciliğin
yapıldığı tüm sahalarda, çevre kirliliği ve tahribi çok büyük
boyutlardadır. Yatağan’da insanlarımızın sokağa çıkmaları­
nı engelleyecek ölçüde kirlilik mevcuttur. Sanayi tesisleri­
nin büyük bölümü, arıtma tesisleri olmaksızın ya da maliyet
gerekçesiyle çalıştırılmaksızın üretimlerine devam etmekte­
dirler. Zehirli atıkların nehirlere, derelere, denize verilme­
siyle yaşanan çevre felâketlerini (balık ölümleri, kanser
vak’alarındaki anormal artışlar vb.) tüm kamuoyu medya­
dan izlemektedir. Ne var ki, tüm çevrecilikleri sadece altın
üretimini engellemekten ibaret olan bu kesim, yurt geneli
sözkonusu olduğunda körleri ve sağırları oynamaktadır. Bu
nasıl çevreciliktir?
• Bergama’daki salt altın karşıtı çevreciler, Eti
Holding’e ait Kütahya-Gümüşköy madeninde siyanürleme
yöntemiyle gümüş üretildiğini ve hiçbir çevre sorunuyla
karşılaşamadığını bilmektedirler ama köylülere kesinlikle
anlatmamaktadırlar. 1987’den bu yana üretim faaliyetini
sürdüren Gümüşköy işletmesinde, bugüne kadar kullanılan
sodyum siyanür miktarı 10.000 tonun üzerindedir. İçerdiği
ağır metaller itibariyle Ovacık Altın Madeni ile karşılaştı­
rıldığında, 20 ile 1000 kat daha fazla olan işletmede, kulla­
nılmakta olan siyanürü bozundurma tesislerinin teknolojik
açıdan -TÜBİTAK’ın ekte sunulan Ovacık Altın Madeni
Raporu ile karşılaştırıldığında- oldukça geri bulunmasına,

148
eksik yalıtıma ve de arıtmanın yapılmamasına karşın, çevre
sorunu olmaksızın üretime kesintisiz devam edilmektedir.
• Türkiye, her yıl 2.500 ton sodyum siyanür
ithal etmektedir. Bunun yansı, Eti Holding’in Kütahya-
Gümüşköy madeninde tüketilmektedir. Geriye kalan diğer
yarısı ise metal işleme ve kaplam ada, galvenizlemede,
kuyumculukta ve mücevhercilikte, fotoğrafçılıkta, boya
sanayiinde ve çivit imalinde, ilaç sanayiinde ve tarım
kim yasallarında,başta buzdolabı olmak üzere, hemen
tüm beyaz eşya sanayiinde kullanılmaktadır. Ayrıca teks­
til, plastik, naylon ve izolasyon sanayinde yüzbinlerce ton
organik siyanürler kullanılmaktadır. Tüm bu sektörlerde
kullanılan sodyum siyanürle ilgili olarak, her fabrika, ima­
lathane, haddehane ya da dükkânda bir bozundurma ve a-
ntma işleminden hangi çevreci söz edebilir? Tüm atıklar,
kanalizasyon üzerinden çevreye bırakılmaktadır. Sodyum
siyanürü kullanan büyük-küçük işletmelerin neredeyse ta­
mamı, meskûn mahallerde bulunmaktadır. İçiçe yaşadığı­
mız riskleri hiç dikkate almayacaksınız, sonra kalkıp tüm
teknolojik önlemleri aldığım en yetkin TÜBİTAK raporuyla
ortaya koyan bir işletmedeki üretimi engelleyeceksiniz. İşte
Bergama’daki altın karşıtları bu ikilemi yaşamaktadırlar.
• TBMM’nde milletvekilleri Erol Al ve Haşan
Özgöbek’in açıklamaları, TÜBİTAK’ın raporlarıyla da bi­
rebir örtüşmektedir. Buna göre, “siyanür, çıkarılan maden­
deki altın ve gümüşün diğer madenlerden ayrılması için
kullanılıyor. Maden, siyanür tanklarına konuluyor ve orada
sıvılaşıyor. Sonra sıvı, karbon süzgeçlerden geçiriliyor. O
sıvının içindeki altın ve gümüş karbona tutunuyor. Diğer
madenler ise atık havuzuna gidiyor. Atık havuzuna giden kı­
sımdaki siyanür de kimyasal işlemle azot ve hidrojene ayrı­

149
şıyor. Atık suda litrede 0.2 miligram siyanür kalıyor ki, bu
tutar bir insanın normal besin maddelerinden aldığı siyanü­
rün bile altında kalıyor”. Her iki milletvekilinin ne kadar
doğruyu söylediğini internet üzerinden kontrol etmek, hiç
kimse için bir sorun oluşturmamaktadır. Örneğin, Türki­
ye’de içme suyunun limiti -siyanür için- bir litrede 0.05
mg’dır. 100 gram işlenmemiş acı bademdeki siyanür oranı
ise 297 mg’dır. Ülkemizde çekirdekli işlenen meyve sula­
rında 1 litrede 1.03-15.84 mg., fındık ve badem ezmesinde
1 kilogramda 50 mg., 1 kilogram tuzda 20 mg. siyanür do­
ğal halde bulunmaktadır. Günlük olarak tükettiğimiz besin­
lerde izin verilen siyanür miktarı 1 mg/kg’dır. Siyanür,
günlük hayatta sürekli karşılaştığımız karbon ve azotun ba­
sit bileşiğidir. Organizmada birikmemektedir. Ayrıca, kan­
ser yapıcı özelliği bulunmamaktadır. Arsenikle ilişkisi bu­
lunmadığı gibi, doğada da kalıcı değildir. Güneş ışığı, bit­
kiler ve bakteriler tarafından doğal olarak da
bozundurulmaktadır. İnsan için zehirli dozu, 50-100 mg. o-
larak kabul edilmektedir (1-3 mg/kg vücut ağırlığı/gün).
Çevrecilik, yaşanılan çevreyi, toprağın altı ve üs­
tüyle, atmosferi ve deniziyle, dünya ölçeğinde sevmek, ko­
rumak ve sahip çıkmaktır. Çevreciliğe global ve hümanist
yaklaşım, ulusalcılıkla birlikte ele alınmalıdır. Ulusalcılığı
içermeyen bir çevrecilik, Bergama’daki Alman güdümlü
kullanılma örneğinde olduğu gibi, kendi ülkesine ve toplu-
muna ihanet sonucuna kadar gidebilir. Çevrecilik sadece
sevgi, duyarlılık, sorumluluk ya da refleksle de açıklana­
maz. Bilime dayanmayan bir çevrecilik de, kullanılmayı,
güdülenmeyi kaçınılmaz bir biçimde beraberinde getirir.
Türkiye’de, tüm bu çevresel sorunlarda, görüşlerine başvu­
rulabilecek çok sayıda uluslararası düzeyde isim yapmış bi­

150
lim adamı mevcuttur. Ayrıca, çevreciler ya da çevreyle il­
gilenenler için, istenilen tüm doğru bilgilere ulaşma ve teyi­
dini alma, internet üzerinden hiç de güç bir bir olay değildir.
Almanya, yetkin Türk akademisyenleri yerine, konuyla il­
gili bilgi ya da yeterliliği olmayan, ancak kişisel çıkarları
gereği her türlü işbirliğine hazır bendelerini muhatap al­
maktadır, çünkü onlar kamuoyunu bilgilendirme değil,
“korkutma” hizmetini (!) ve işlevini görmektedirler. Türki­
ye çevrecileri, bilgiye ulaşmanın tüm yolları açıkken, Oktay
Konyar’dan, Sefa Taşkın’dan, Birsel Lemke’den ve Senih
Özay’dan bilgi alma konumuna düşmemelidirler...

151
VE SONUÇ.

“Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası”, aynı


hataları tekrar tekrar yaşamak istemeyen Türk Devleti için,
yapılan hataları, ihmalleri, uluslararası baskı ve tacizleri, iş­
birlikçilerin çalışma yöntemlerini, nereye kadar gidebile­
ceklerini, hangi zararlara yol açabileceklerini ortaya koyan
bir araştırma olmuştur.
Friedrich Ebert Vakfı’nın Türkiye Temsilcisi Hans
Schumacher, “200 milyar dolara yakın dış borçla ilişkileri­
nizde bir denge sağlamanız oldukça zor” derken, Türk
Devleti’nin acizliğinin, suskunluğunun yorumunu yapmış­
tır. Almanya’daki 2.5 milyon Türk vatandaşını, kendi dev­
letine, diline, kültürüne ve ulusuna düşman eden; etnik ve
mezhepsel yönden paramparça etmeye çalışan Almanya’ya
karşı hiçbir tepki gösteremedik, önlem alamadık, savunma
stratejisi geliştiremedik. Şimdi, Türkiye’deler. Bergama’da,
Truva’da, Zeugma’da, Diyarbakır’da, Van’da, Çorum’da,
Alanya’da,' Şımak’da, Artvin’de, Çamlı Hemşin’de, kısaca
her yerdeler. Türkiye’yi karıştırıyorlar. Almanya’nın des­
teğinde, PKK’cı olarak, TİKKO’cu olarak askerimize ve
ulusal güvenliğimize-bütünlüğümüze tetik çekenlerle, Ber­
gama’da Alman çıkarlarının tetikçiliğini yapanlar arasında
ne fark var?
Hans Schumacher’lerin yanılgısını gösterme zamanı
çoktan gelmiştir. Türk ulusunun onur ve gururu kadar eko­
nomisini, bütünlüğünü, bağımsızlığını ilgilendiren strate­
jiler geliştirilmelidir. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti.’ni ku­

152
rarken ekonomik açıdan bitik bir görüntümüz vardı ama iti­
barımız da vardı. Çünkü, dışpolitikada misilleme stratejileri
uygulanıyordu. Bugün de misilleme stratejilerini yaşama
geçirme hakkına ve hukukuna sahibiz. Tek eksiğimiz, ulu­
sal gurur ve onura sahip, ulusal çıkarlarımızı gözeten, ulusal
kaynaklarını kullanan, üreten, üretimin önünü açan, ulusa
lâyık yöneticilerin yokluğu!..
Sorunun çözümüne katkıda bulunacak bazı somut
öneriler:
1. Bugüne kadar Almanya’dan sınırdışı edilen
ya da ayrılmaya mecbur bırakılan diplomatlarımıza uygula­
nan prosedür çerçevesinde, a) Bergama’daki Alman
ajitasyon ve espiyonaj faaliyetlerinden doğrudan sorumlu
Mr. Storh ve Konsoloslukta görevli tüm diplomatlar; b)
Güneydoğu ve Doğu Karadeniz Bölgelerinde faaliyet
gösteren GTZ personeli; c) Siyasal Kürtçülük faaliyetlerini
ajite ettikleri gerekçesiyle 2000 yılının başında Alman İs­
tihbarat Kuruluşları Koordinatörü Emest Uhrlau’nun Anka­
ra ziyaretinde pazarlık konusu yapılan altı diplomat; Anka­
ra’daki Alman medyasının OHAL Bölgesinde faaliyet gös­
teren tüm temsilci ve muhabirleri, acilen ve öncelikle
sınırdışı edilmelidir.
2. Aynı şekilde, Türk yasalarına göre Türki­
ye’de faaliyet göstermemesi gereken tüm Alman vakıfları­
nın temsilcilik ya da bürolarının acilen kapatılması, temsil­
cilerinin ikâmetlerinin yeniden değerlendirilmesi ve işbir­
likçilerinin saptanması açısından geniş kapsamlı bir soruş­
turma başlatılması gerekmektedir. Alman vakıfları ile Ba­
kanlar Kurulu’ndan izin almaksızın işbirliği yapan demek,
sendika, meslek odası, vakıf gibi legal kuruluşlar hakkında

153
yasaların gereği yapılmalıdır. Aynı şekilde, yasaya rağmen
Almanya’dan yardım alan bir siyasal partinin durumu, Ana­
yasa Mahkemesi’nin önüne getirilmelidir. Dinsel ve etnik
gerekçelerle, Almanya’dan proje bazında destek alan
NGO’lar da sürekli gözetim altında tutulmalıdır.
3. Bergama, Havran, Sivrihisar, Eşme, Artvin
gibi yüksek altın rezervine sahip yerleşim merkezlerinde
halkla ya da deşifre olmuş işbirlikçi-yerli personel ile bire­
bir görüşme yapan Alman turistleri (!) saptanarak bölgeden
uzaklaştırılmalıdır. Bu merkezlerde, Türkiye’de altın konu­
sunu bilen, BND faaliyetleri konusunda uzman personel gö­
revlendirilmelidir. Jandarma ve ilgili istihbarat birimleri a-
rasında eşgüdüm sağlanmalıdır.
4. Altın üretimi yapılacak bölgelere Alman­
ya’dan yapılacak resmi heyet ziyaretleri (parlamenterler, tu­
rizmciler, çevreciler, akademisyenler) ile ilgili olarak, bölge
halkı ve yerel medya önceden bilgilendirilmelidir.
Deşifrasyon faaliyetleri, ziyaret dönemi boyunca sürdürül­
melidir. Aynı şekilde, Türkiye’den de parlamenterler, sen­
dikacılar, çevreciler, medya mensupları, resmi bir program
dahilinde, saptanan merkezlere (örneğin, Alman
hapisanelerindeki Türk mahkûmlarının infaz koşullarını ye­
rinde incelemek gibi) götürülmelidirler.
5. Sırf benzerlerine ibret olması açısından,
Bergama’da bugüne kadar kamuoyunu yanlış yönlendiren
ve direnişin simgesi haline gelen dört Türk vatandaşı, sü­
rekli mercek altında tutulmalıdır. Oktay Konyar gibi, legal
olmayan “Bergama Çevre Kurulu Başkanı” gibi sıfatları
kullananlar ya da sivil itaatsizlik içinde askeri kanattan söz
edenler hakkında derhal yasal işlemler başlatılmalıdır.

154
6. Zeus Sunağı BergamalIlara iade edilinceye
kadar, Türkiye’de Alman arkeologlarının kazı yapmalarına
kesinlikle izin verilmemelidir. Ayrıca, Zeus Sunağı ile
birlikte, Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde teşhir edilen ya
da edilmeyen tüm Bergama’nın tarihsel varlıkların iadesi i-
çin uluslararası adalet mekanizmaları çalıştın İmalıdır. Ö-
zellikle BergamalI lann uluslararası mahkemelerde açacak­
ları -gasp ve tazminat davalan dahil- tüm davalara lojistik
destek verilmelidir.
7. Almanya’daki insan haklan ve çevre ihlalle­
ri ile ilgili Türkiye’de bir bilgi ve dokümantasyon merkezi
kurulmalıdır. Almanya’da Türklere yönelik ırkçı saldırılar­
dan, bölücü ve şeriatçı yapılanmalara verilen desteklere ka­
dar tüm bilgi ve belgeler, medyanın ve Türk akademisyen­
lerinin istifadesine açık tutulmalıdır. Solingen kundaklama­
sının, Yahudi soykırımının yıldönümü etkinlikleri, daha
kapsamlı ve düzenli bir biçimde kamuoyu önüne getirilme­
lidir.
8. ■ Yüksek Öğretim Kurumu, tüm üniversite­
lerde, Alman destekli projelere onay koşulu getirmelidir.
Sosyal, dinsel, toplumsal, etnik ve de ekonomik istihbarat
açısından anlam ifade eden ortak projelere ve tezlere izin
verilmemelidir.
9. ATATÜRK’ün 1933’de kurdurduğu “AL­
TIN ARAMA VE İŞLETME İDARESİ”, yeniden tesis e-
dilmelidir. Çevre Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba­
kanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi çok sayıda
bakanlık ve bağlı birimlerinden ayrı ayrı ruhsat almayı ge­
rektiren bürokratik işlemler, anlamsız zaman kayıplarına
neden olmaktadır. Sorumluluğun ve yetkinin tek bir mer­

155
kezde toplanması ve denetimin de bu merkezden sürdürül­
mesi kaçınılmaz bir gereklilik olmuştur. Atatürk’ün
1933’de farkettiği bu gerekliliğin, günümüzde süratle uy­
gulamaya konulması şart olmuştur. Tüm yetki ve sorumlu­
luğun uzman bir kurumda olması, politikacıların kişisel ya
da partisel çıkar hesapları ile olası engellemelerinin de önü­
ne geçecektir. Böyle bir kurum, aynı zamanda tüm çevresel
denetimin yanısıra, işletmenin işçi sağlığı ve iş güvenliği
koşullarını da denetleyebilmelidir. Türkiye’de altın üretimi
yapacak yerli ve yabancı şirketler, üretimlerinin her aşama­
sında, Valiliklere bağlı kurulan Çevre Komisyonları ile çev­
reci kuruluşların denetimlerine izin vermeyi peşinen kabul
ve taahhüt etmelidirler. Türkiye, benzer önlemleri, Bor gibi
stratejik madenler için de almalıdır.

İşte, Atatürk’ün uzun yıllar öncesine ait başka öngö­


rüleri:
• Memleketimizin ekonomik kaynakları, bü­
tün dünyanın hırslarını çekecek verim ve servete maliktir.
• Ekonomik alanda düşünür ve konuşurken
sanılmasın ki dış sermayeye karşıyız; hayır, bizim memle­
ketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var­
dır. Kanunlarımıza uvmak şartıyla dış sermayelere gerekli
olan teminatı vermeğe her zaman hazırız. Yabancı sermaye,
çalışmalarımıza eklensin ve bizim ile onlar için yararlı so­
nuçlar versin.
• Memleketimizi medeniyetin gerektirdiği de­
receye bir an evvel yükseltmek için, yalnız milli sermaye
kâfi gelmez. Haricin sermayesine ve ihtisasına da ihtiyacı­

156
mız vardır. Bu noktada dar bir milliyetperverlikten çıkıyo­
ruz, daha geniş milliyetperver oluyoruz.
• Benliğimize, mevcudiyetimize hiçbir zarar
vermeksizin haricin sermayesi memlekete girebilir.
Kısaca, ister Türk, ister yabancı sermaye, yer altı
zenginliklerimizi ulusal ekonomiye kazandıracak her yatı­
rım, işçimizin emeğini sömürmeyecekse, çevreyi kirletme­
yecekse, vergisini kaçırmayacaksa, ülke ekonomisine katkı
sağlayacaksa, saygıya değerdir. Türkiye’deki altın olayına,
Almanya perspektifinden olduğu kadar, Atatürk’ün pers­
pektifinden bakmakta yarar bulunmaktadır.

157
DİPNOTLAR

1. Türk istihbarat birimleri arasında yıllardır var ol­


duğu bilinen “Çerkezci”, “Gürcücü”, “Amavutçu” vb. kadro­
laşma hareketi, 12 Eylül 1980 sonrasında Fethullahçıların ve
Nakşibendilerin de devreye girmesiyle daha da sakil bir çeşit­
lilik kazanmıştır. Son polis eyleminde atılan sloganlar, İstan­
bul Emniyet Müdürü ve Valisi arasında yaşanan gerginlikle
ortaya çıkan belgeler, bu olgunun hâlâ var olduğunu ortaya
koyan somut gelişmelerdir. Tipik ve güncel bir örnek olmak
üzere bkz. Zübeyr Kındıra, Fethullah’m Coplan. (İstanbul:
Su Yayını, ,2000). Türkiye’de yürütülen Alman ve ABD ori­
jinli espiyonaj faaliyetlerinin üzerine gidilmemesi de, istihba­
rat birimlerindeki bu etnik ve dinsel zaafıyetin bir sonucudur.
Görünen acizliğin sorumluluk almama, inisiyatif kullanmama
boyutu ayrı bir araştırma konusudur. Ayrıca ilgili diğer bilgi­
ler için internet üzerinden bkz.
http://www.hablemitoelu.cib.net
2. Almanya'nın birbirleriyle koordinasyonlu biçimde
faaliyet gösteren, genel emniyet hizmet sınıfından ayrı üç
grupta kümelenen farklı istihbarat örgütleri bulunmaktadır:
Başbakanlığa bağlı Federal İstihbarat Servisi
(Bundesnachrichtendienst-BND); İçişleri Bakanlığı'na bağlı
Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı (Bundesamt für
Verfassungsschutz-BfV) ile 16 ayrı Anayasayı Koruma E-
yalet Teşkilâtı (Landesamt für Verfassungsschutz-LfV) ve
ayrıca Enformasyon Teknolojisi Güvenliği Federal Teşkilâtı
(Bundesamt für Sicherheit in der Informations-technik-
BSI); Savunma Bakanlığı'na bağlı Federal Silâhlı Kuvvetler
İstihbarat Teşkilâtı (Amt für Nachrichtenwesen der
Bundeswehr-ANBw), Federal Silâhlı Kuvvetler Radyo İzle-

158
me Teşkilâtı (Amt fîir Fernmeldwesen Bundeswehr-
AFMBw), Askeri Güvenlik Servisi (Militaerischer
Abschirmdienst-MAD). Federal Hükümetçe yayınlanan
27.6.1973 tarihli İşbirliği Tüzüğü ile tüm bu örgütlerin işbirliği
esasları belirlenmiş olup, bir de yetkili koordinatörlük tesis e-
dilmiştir. Almanya'nın Federal İstihbarat Servisi olan BND
(Bundesnachrichtendienst), doğrudan Başbakanlığa bağlıdır ve
Almanya dışı Espiyonaj, K/Espiyonaj faaliyetlerini yürüt­
mekle yükümlüdür. BND, Almanya'nın dış ülkelerdeki güç ve
imajı ile doğru orantılı kadroya, ekipmana ve bütçeye sahip
prestijli bir istihbarat servisidir. II. Dünya Savaşı sonrasında
C.I.A. tarafından yeniden yapılandırılan BND, özellikle Sov-
yetler Birliği ve Doğu Almanya'ya karşı faaliyet gösterdiği
"Soğuk Savaş" döneminde, 7.600 personele sahip, anti-
komünist karakterde ancak Almanya'nın kısmen müttefik iş­
gali altmda bulunması nedeniyle bağımlı bir statüye sahiptir.
A.B.D. tarafından Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyelerine
yönelik espiyonaj-ajitasyon-propaganda amacıyla Alman top­
raklarında konuşlandırılan "Hür Avrupa Radyosu", "özgürlük
Radyosu", "Sovyetler Birliği'ni Öğrenme Enstitüsü" gibi ku­
ruluşlar, BND için deneyim kazanılan "staj yeri" olarak önem
taşımıştır. Bugün, çok iyi yetişmiş 6.300 kadrolu personele ve
mükemmel ötesi teknolojik olanaklara sahip bulunmaktadır.
2000'li yıllarda personel sayısını 4.500'e çekmeyi planlayan
BND'nin Almanya dışmda 1S00 kadrolu personeli mevcuttur.
Personelinin yaklaşık 1/10'unu askeri istihbaratçılar oluştur­
maktadır (askeri haberalma, izleme, ANBw-AFMBw ve
MAD ile koordinasyonu sağlamak üzere). Toplam kadrolu
personelinin yansına yakın sözleşmeli personel de çalıştıran
BND'nin merkezi Münih - Pullach'tadır. Batılı istihbarat ser­
vislerinin yanısıra ve onlardan farklı olarak, İran, Irak, Libya
ve Çin Halk Cumhuriyeti istihbarat servisleri ile de ikili istih­
barat antlaşmalanna (eğitim ve bilgi değişimi dahil) taraf ola­

159
rak büyük güç ve etkinlik kazanan BND, dünyanın hemen her
tarafındaki istasyonlarından online olarak gelen durum rapor­
larını, değerlendirme ile birlikte, GÜNDE 2 KEZ, Başbakan­
lık, Dışişleri, İçişleri ve diğer ilgili departmanlara iletmekle
yükümlüdür. BND, Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar, gerek
bu ülkede ve gerekse Doğu Almanya'da, Romanya'da, Yugos­
lavya'da, Polonya'da, Türkiye'de ağırlıklı espiyonaj faaliyetleri
gösterirken; Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra faali­
yetlerini globalleştirmiştir. Ancak, bölgesel faaliyetlere de özel
bir önem verilmiştir. Doğu Almanya'nın koparılması ve iki
Almanya'nın birleştirilmesi; Slovenya'nın ve Hırvatistan'ın
bağımsızlığını ilân etmesi; Arnavutluk, Bosna ve Kosova'daki
gelişmeler, Türkiye’deki etnik ve dinsel ayrılıkların derinleşti­
rilmesi, BND'nin rüşdünü ispat ettiği bölgesel faaliyetler kap­
samındadır. BND, ayrıca, Belçika sınırındaki Hoefen'de çok
iyi kamufle edilmiş bir telekomünikasyon istasyonu çalıştır­
maktadır. Ayrıca, telekomünikasyon istatistikleri için özel bir
birim oluşturmuştur. BND'nin toplanan tüm verileri kaydettiği
yüksek kapasiteli ve çok gelişmiş bir bilgisayar sistemi bu­
lunmaktadır. BND, müttefiki olmasına rağmen, A.B.D.'ni ve
tüm Atlantik ötesini izleyen güçlü bir istasyonu, Schleswig-
Holstein'in batı kıyısında tesis ile işletmektedir. Bu tesis,
A.B.D.'nin tüm dünyadaki telefon, faks, e-mail dahil elektro­
nik haberleşmeyi ve elektronik arşiv belgelerini -hem de gizli
belgelerin şifrelerini çözerek- izleyen ve bu doğrultuda sürekli
kendini geliştiren "Echelon ağı"nı kullanan Ulusal Güvenlik
Ajansı'na (NSA) muadil olarak inşa edilmiştir. İngiltere'nin
AB ülkesi olmasına rağmen NSA'ya lojistik destek vermesin­
den rahatsız olan Almanya, benzeri bir istasyonun Fransa'da da
kurulması için bu ülkeye telkinin yanısıra, teknik yardımda da
bulunmaktadır. Yine Schleswig-Holstein'deki Husom'da bir
bilgi toplama merkezi ve arşivi yeralmaktadır. Aynı şekilde,
Alman diplomatların yanısıra, Federal Hükümetten maaş ala-

160
rak yurtdışına görevlendirilen görevlilerin tümü, BND
"hizmetiçi akademisi"nde gidecekleri ülke ile ilgili eğitime ta­
bi tutulmaktadır. Ayrıca, Almanya'nın yurtdışındaki sefaretle­
rinde görev yapan genellikle 2., 3. ve 4. sekreterlerin; ataşele­
rin ve müsteşarların tamamının, hedef ülkelerde ise Büyükel­
çilerin de BND'nin kadrolu-bağlantılı elemanları arasından a-
tanmasına dikkat edilmektedir. 1970'li yıllardan bu yana Tür­
kiye'de görev yapan Alman Büyükelçilerinin tamamının bağ­
lantılı BND elemanı oldukları; Türkiye'de görev yapan Alman
gazetecilerin ise doğrudan sözleşmeli BND elemanı olduktan
kaydedilmektedir. BND, kuruluşu ve tüm kadrosu itibariyle
ırkçı eski-yeni Nazi terden oluşmaktadır. Zamanın Almanya
Başbakanı 'Konrad Adenauer’in, BND’nin başına, Hitler’in
Doğu Cephesi İstihbarat Şefi General Reinhard Gehlen’i ge­
tirmesi ile başlayan ırkçı gelenek, bugün de ödünsüz sürdü­
rülmektedir. örneğin, en son atanan Almanya Büyükelçisi Dr.
Rudolf Schmidt, daha Türk Dışişleri Bakam İsmail Cem'i ziya­
ret bile etmeden, -tabiri caizse- ayağının tozu ile, 21 Mart
2000'de, sözde Kürdistan Devleti'nin lideri Barzani'nin Tem­
silcisi tarafından Ankara'da verilen skandal resepsiyona ka­
tılmıştır. Aynı diplomatik nezaketsizlik, hiç şüphesiz Rusya
Federasyonu, A.B.D., İngiltere, İsveç dahil pek çok ülke için
de sözkonusudur. İstihbaratçı diplomatlara en tipik bir örnek
olarak, görev süresi içinde HADEP yöneticileri ile sıkı ilişkile­
riyle dikkat çeken ve Şubat 2000'in son haftasında Türkiye'de­
ki görevi sona eren Fransa'nın Ankara'daki Büyükelçisi Jean
Claude Cosserand, doğrudan Fransa İstihbarat Örgütü Baş­
kanlığına getirilmiştir. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip
Hablemitoglu, “Türkiye (M.İ.T.) ve Almanya (B.N.D./BfV)
Arasındaki Yüzyıllık Güç Kavgası”,
http://www.hablemitoglu.cib.net
3. Bu vakıflar arasında Konrad Adenauer Va
Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı,

161
Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich
Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı özellikle dikkat çekenleridir.
Ayrıca, Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman
Kültür Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü de mut­
laka izlenmesi gereken Alman merkezleri arasındadır. Alman
“derin devleti”ni en iyi tanıyan Türk akademisyenlerinden Dr.
Yavuz Dedegil, BND ve Alman vakıfları arasındaki organik i-
lişkiyi şu cümlelerle değerlendirmektedir: “Eyaletler ve özel­
likle federal düzeyde ise, kamuoyunu yönlendirme daha büyük
boyutlardadır. Prof.Dr. Schmith-Eenboom, Undercover isimli
kitabında, bütün Alman medyası ile devlet istihbarat teşkilâtı
arasındaki geniş ilişkileri sıralamıştır. Alman İstihbarat Teş­
kilâtı (BND), medya içinde doğrudan elemanlara sahip olduğu
gibi, 'Dpa’ veya ‘Reuter’ gibi enternasyonal çalışan haber a-
jansları ile organik bağlar içindedir. İstihbarat teşkilâtı kendi
içinde ‘haber fabrikaları ‘ kurmuştur ve istediği haberleri de­
ğiştirmekte veya kendisi üretmektedir. Bu meyanda Alman si­
yasi partilerinin ‘kendi vakıfları ’nın da, birinci derecede fede­
ral yönetim tarafından finanse edildiği ve devletin 'sivil top­
lum örgütleri ’ni oluşturdukları da bilinmelidir’’. Dr.
Dedegil’in Ankara’da 16-17 Aralık 2000’de gerçekleştirilen
“AB ve Türkiye Sempozyumu”na sunduğu “Almanya’da Ka­
muoyu Oluşumu ve Yabancılaşma” başlıklı tebliğden.
4. Türkiye, Vakıflar mevzuatının kesinlikle
vermemesine rağmen, gelmiş geçmiş hükümetlerin siyasal ira­
de ve kararlılık gösterememeleri nedeniyle, Alman vakıflarının
espiyonaj ve ajitasyon faaliyetlerine gözyummak konumunda­
dır. Aynı şekilde, Alman ya da ABD vakıf ya da resmi ku­
rumlan ile birebir parasal ilişki ve işbirliği içinde olan Türk
demek ve vakıflannın da yerine getirmeleri gereken zorunlu
prosedürlere uymadıktan bilinmektedir. Siyasal irade ve ka­
rarlılık yokluğu, yabancı istihbaratçılan ve yerli işbirlikçilerini
giderek pervasızlaştırmaktadır: Tam bağımsızlık kavramının i­

162
çi boşaltılırken, ulusal egemenlik ilkesi ise, giderek Berlin’e
veya Washington’a ya da Brüksel’e koşulsuz teslimiyet ilkesi­
ne dönüştürülmektedir. Yabancı vakıfların ve yerli işbirlikçile­
ri küreselleşmeci NGO’lann yarattığı bu rahatsızlık, 8. Beş
Yıllık Planda da ifadesini bulmuştur ancak nedense gereği bir
türlü yapılmamaktadır. Sorumlulardan eski İçişleri Bakanı Sa­
dettin Tantan, sadece bir tek girişimde bulunmuştur; o da ya­
bancı istihbarat servisi elemanlarına ya da sahte NGO’larına
değil, şahsıma. Konuyla ilgili bir makalemden dolayı
25.000.000.000 TL manevi tazminat davası açarken, Basın
Savcılığı vasıtasıyla da İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
yargılanmamı sağlamıştır. Dava konusu makale için bkz. Dr.
Necip Hablemitoğlu, “Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve
Fethullahçılar Raporu”, Yeni Hayat, 6:70, Ağustos 2000, s.
13-29. Ayrıca internet üzerinden bkz.
http://www.hablemitoglu.cib.net
5. 1990’lı yılların başında, Kuzey Irak’da bir K
Devleti’nin oluşumu için faaliyet gösteren sözde “insani yar­
dım” amaçlı NGO’ların sayısı 100’ü geçmekteydi (Zaho,
Duhok, Erbil Süleymaniye vd.). Birleşmiş Milletlerin ve
AB’nin insani yardımları, Kızılhaç üzerinden değil de
sözkonusu NGO’lar üzerinden ulaştırılmaktaydı. Çatışmaların
şiddetlenmesiyle, bütün bu NGO’lar sessizce bölgeden çekilir­
ken, bölgede en güçlü kadroya sahip olan CIA de, sözkonusu
elemanlarının dışında, yaklaşık 7.500 yerli ajanını Türkiye ü-
zerinden bir operasyon gerçekleştirerek Guam adasına naklet-
miştir. Halen Batılı istihbarat servislerinin sevk ve yönetimin­
deki bu NGO’larm büyük bölümü tekrar geri dönerek “insani
yardım” faaliyetlerini sürdürmeye başlamışlardır. Konunun en
acı olan tarafı, bu NGO’ların içyüzlerinin bilinmesine rağmen,
bir tek istihbaratçıya yönelik bir tek saldın bile sözkonusu
olmazken; Türk Kızılayının görevlileri, peşmergelerin vahşi
saldırısına uğramıştır. Türk Kızılayının bu bölgede “insani

163
yardım” faaliyeti göstermesini istemeyen sözkonusu NGO’lar,
işkence ile yahşice öldürülen Türk Kızılayının mensuplan için
en küçük tepki göstermemişlerdir.
6. Örnek oluşturacak tipik bir haber: “Alman Cum­
hurbaşkanı Johannes Rau, dün insan haklan örgütleri ile bir
toplantı yaptı. Toplantıya, Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz
Ensaroğlu, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, TÎHV Genel
Başkanı Yavuz Önen, ÇHD Gn. Başkanı Ali Ersin Gür, TİHAK
Başkanı Nevzat Helvacı, Avukat YusufAlataş ve İnsan Hakları
Eğitimi Ulusal Komitesi Başkanı Prof.Dr. İonna Kuçuradi ka­
tıldı. Türkiye ’deki insan hakları, düşünce özgürlüğü, idam ce­
zasının kaldırılması, demokratikleşme, yargı reformu ve işken­
ce konularının gündeme geldiği toplantıda Alman Cumhur­
başkanı Rau, insem haklarından sorumlu Devlet Bakanı M. Ali
İrtemçelik'in geçtiğimiz yıl Kasım ayında NGO’larla yaptığı
toplcmtmm devamının gelip gelmediğini sordu. Türkiye’de
NGO’larla siyasi irade arasında bir kopukluk olduğu ve
NGO’larm düşüncelerinin kaale alınmadığı tespitini yapan
Rau ’nun, ‘siyasi irade NGO ’ların düşüncelerini dikkate alma­
sı gerekir' dediği belirtildi. Türkiye ’deki insan hakları sorun­
larının çözümlenmesinde asıl görevin Türkiye ’nin iç kamuo­
yuna düştüğünü belirten Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz
Ensaroğlu, bu bağlamda DIŞ DİNAMİKLERİN de önemli ol­
duğunu kaydetti. Ensaroğlu, AB üyesi ülkelerin, Türkiye’nin
insan hakları ihlallerine ilkeli ve KUŞATICI yaklaşmalarını,
seçici davranmamalarını, insan haklarının uluslararası çı­
karlara feda edilmemesini istedi. İnsan hakları alanındaki a-
dımlarda ulusal ve uluslararası demokratik kamuoyuna gü­
vendiklerini belirten İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül ise, bu
faktörün insan hakları standardının gelişmesinin önünü
açağını ifade etti" (Zaman, 8 Nisan 2000).
7. Gönüllü kuruluşların (NGO’ların) kazandıktan
prestij, sahip oldukları cazibe, bürokrasinin katı kurallarından

164
uzak olan esneklik ve hareket kabiliyeti, zaman zaman
hükümetleri, daha doğrusu kamu otoritesini de NGO’lar kur­
maya yöneltiyor. Bunlara, yine İngilizce’de, azıcık şaka yollu,
“Govemmental Non-govemmental Organization” veya
“Govemmental NGO”, daha da kısaltılarak “GONGO” deni­
yor. GONGO’lar; gönüllü kuruluş kavramını, demek ve vakıf
kavramını zedeleyen, zaman zaman belli ölçüde kamu gücü­
nün devredildiği, ama; bürokratik kurallara uymadan at oyna­
tılan kuruluşlardır. Bkz. “Gongoları Ayıklayalım”, Çevre, 86,
Mart 2001, s. 1.
8. Ayrıntılı bilgi için bkz. A tatürk’ün Söylev
Demeçleri, Ankara, 1961, s. 22-23; Tayyib Gökbilgin, Milli
Mücadele Başlarken, Ankara, 1959, s. 146-148. “Uzun Va­
deli Strateji ve Sekizinci Beş Yülık Kalkınma Planı 2001-
2005”de mevzuat ve uygulamadaki boşluklara dikkat çekil­
mektedir: “(7972) Özellikle uluslararası bağışçıların ve teknik
yardım sağlayanların, yardımlarını belirli şartlara bağlama­
ları, idari kontrol sağlama ve yönlendirme gayretleri Sivil
Toplum Organizasyonlarının inisiyatif kullanmalarını etkile­
yebilmektedir. Bu durum, ülke çıkarlarının gözetilmesi ve milli
politikaların gösterdiği hedefler doğrultusunda faaliyette bu­
lunmalarının sağlanması açısından STO ’ların demokratik bir
şekilde yapılanmalarını, idari ve mali açıdan şeffaf olmalarını
gerektirmektedir. (1974) Ulusal ve uluslararası kaynakların
harekete geçirilerek kalkınma çabalarının güçlendirilmesi a-
macıyla, STO ’lann m illi politika hedefleri istikametinde faa­
liyet göstermeleri sağlanacaktır. (1978) STO ’lann katkı yap­
tıkları kesimlere, kendi üyelerine ve devlete yönelik olarak
demokratik, şeffa f ve sorumlu bir çerçevede faaliyetlerini
sürdürmesi sağlanacaktır. (1979) Sivil Toplum Organizas­
yonlarıyla ilgili gerekli yasal düzenlemeler yapılacaktır” (s.
203).

165
9. C1A bağlantılı merkezlerden sadece NED’den
“proje bedeli” adı altında para alan Türk STK’larından TE-
SEV, TÜSES, TUSİAD, Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği,
TESAV, Türk Demokrasi Vakfı en tanınmışları. Elaltından ve­
rilen yardımların (!) kanıtlanması mümkün olmamakla birlikte,
resmen verilenler bellidir. Örneğin, Doğu Ergil’in TOSAV’ına
Türk-Kürt sorunu çözüm çalışmaları için 92.000 ABD dolan
ile 6250 pound, Gökhan Çapoğlu’nun ANSAV’ına parti ör­
gütlenmesi için 189.604 dolar, Stratejik Araştırmalar Vakfı’na
190.193 dolar, Bülent Akarcalı’nın Türk Demokrasi Vakfı’na
106.100 dolar, Liberal Düşünce Topluluğu’na 111.500 dolar,
Türk Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’na 1.111.000 dolar
vd. IRI’den “proje bedeli” alanlar arasında ise ARI Grubu
278.500 dolar ile dikkat çekmektedir. NDI’nin diğer Türk
STK’larma verdiği 824.900 doların yanısıra, Yeni FORUM
Dergisine verilen bedel 150 bin dolar ve ayrıca 11.766 dolar,
vs. vs. Sözkonusu merkezler hakkında derli toplu bilgi için
bkz. Mustafa Yıldırım, “Şifre Çözücü: Project Democracy 1”,
Müdafaa-i Hukuk, 32: Mart-Nisan 2001, s. 23-39; 33: Mayıs
2001 s. 39-56; Attila İlhan, “Çok Veren Maldan mı?”, Cum­
huriyet, 26.1.2001. Ve de bu yardım (!) merkezlerinin
internetteki web sayfaları.
10. “Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en
özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'dır. 15 Eylül 1998 günü
Katolik Kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine
verdiği ‘Islâmın Avrupa İçin Önemi' konferanstnda şöyle de­
miştir: “Sorun, Atatürk’ün bir Paşa fermanıyla yarattığı yapay
bir ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve
Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk,
zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olma­
dığını, Türkiye ’de yaşayan Kürt/Türk, Müslüman/Laik, Ale-
vi/Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Ata­
türk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yokettiler, sonra da Rumla­

166
rı. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez... ‘
Alman devletinin finanse ettiği Steinbach ’ın enstitüsünün Tür­
kiye 'de bağlantısı olmadığı Alman vakfi ya da ‘araştırma ku­
rumu ' yoktur. Örneğin, Steinbach ’ın elemanlarından 'Alevilik
ve Kürtlük uzmanı’ Heidi Wedel, hem SPD’nin Friedrich E-
bert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amnesty International
adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü'nün
İstanbul şubesi bünyesinde ‘Gazi Mahallesi Araştırması 'm da
yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye 'de çalışan tüm Alman vakıfları­
na ‘bilimsel’yol göstericilik görevini üstlenmiştir”. Geniş bilgi
için bkz. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının
Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
11. “Konseptin mesajı açık: ‘Lider sultası altındaki
partilerle Türkiye'de sivil toplum inşa edilemez, örgütlenme
tabandan başlatılmalı; yerel düzlemde örgütlenmelere gidil­
meli, özellikle köylü hareketlerine öncelik tanınmalıdır. Türk
halkı bu konularda tecrübesiz olduğu için, Alman NGO’lar te­
orik, parasal ve lojistik yemdim sunmalıdırlar” : Argun Erbay,
“Alman NGO’larının 2001 Türkiye Programı”, Aydınlık, 21
Ocak 2001.
12. Konrad Adenauer Vakfı ile en yoğun ilişki içinde
olan Türk Demokrasi Vakfı’nm yönetiminde, Bülent Akarcalı,
Yılmaz Karakoyunlu, Emre Kocaoğlu gibi ANAP mensubu
milletvekilleri yer almaktadır. Aynı binadaki bu iki vakıf ara­
sındaki koordinasyonu, Proje Koordinatörü Zuhal Yeşilyurt
sağlamaktadır. Vakfın AB projeleri başta olmak üzere diğer
enternasyonal faaliyetlerini ise Kamil B. Raif ve Jülide
Mollaoğlu yürütmektedir. Konrad Adenauer Vakfı’nın adresi:
Ahmet Rasim Sok. No. 27 06550 Çankaya-Ankara. Vakfın
telefonları: (312) 440.40.80, Fax: (312) 440.32.48 ve
441.27.82 e-posta: kas konrad.org.tr, kaswulf
dominet.in.com.tr Vakfın İstanbul Bürosu ise Yeni Çarşı Cad.
No. 52 Beyoğlu adresinde faaliyet göstermektedir. Vakıf Bü­

167
rosunun telefonları: (212) 249.54.36-91, 292.96.24. Fax: (212)
292.96.25.
13. Wulf Schönbohm, “Alman-Türk Dostluğunu
Güçlendirme”, Cumhuriyet, 23.7.1999. Dr. Wulf
Schönbohm, 1941’de Doğu Almanya’da Bad Saarovv’da (Ber­
lin) doğdu. Sovyetler Birliği’nden Batı Almanya’ya geçtikten
sonra, üç yıl Orduda teğmen olarak görev yapan Schönbohm,
kendisini Batı’ya geçiren BfV-BND ekseninde ve kontrolünde
“aşırı solcu” kimlikle öğrencilik hareketlerinde rol aldı. Master
ve Doktorasmı Bonn Üniversitesi’nde yapan Schönbohm, daha
sonra “sosyal demokrat” kimlikle CDU’da ve Konrad
Adenauer Vakfı’nın bir departmanında yönetici olarak çalıştı.
Anayasa’yı Koruma Eyalet Teşkilâtı’nın (LfV) Stutgart Ofi-
si’nde de çalışan Dr. Wulf Schönbohm, 1997’den bu yana
Türkiye’de K.A.V. Temsilcisi olarak görev yapmaktadır.
Schönbohm, Dr. Günter Seufert ile birlikte, Türkiye’de ikâ­
meti acilen gözden geçirilecekler arasında yer almaktadır.
14. ABD, Feuerstein’i Dr. Neal Acherson’un “Black
Sea” adlı kitabıyla tanıdı. Kitabın 7. Bölümü şu cümlelerle
başlamaktaydı: “Laz memleketine ulaşmak için 75 km. kadar
Trabzon 'un doğusuna gitmek gerekir. Fırtına nehrinin mavi
yeşil akan suları köpürerek taşların üzerine dökülür,
Ardeşen ’den önce bir köprü görünür. Pontus Alplerinin zirve­
lerinden gelen bu su Kaçkar Dağından çıkar. Bu Laz adıdır,
Lazlar ve Hemşinliler Türk değildir.... Karaormanların
Schopflock köyünde yaşayan Wolfgang Feurstein adında bir
Alman Akademisyen, 1960’larda Lazların memleketine gitti.
Bir millet yaratmak istiyordu". BND, bir millet yaratma (!)
çabası sergileyen Wolfgang Feuerstein’a bir de “Güney Kafkas
Dilleri ve Kültürleri Demeği” kurdurmuştur (1992). Laz al­
fabesi ile basılan kitap ve dergiler de, mevcut iki demekte ol­
duğu gibi, BND bütçesinden finanse edilmektedir. Aynı şekil­
de, Pontus amacına yönelik faaliyet yürüten örgütlerin ve web

168
sitelerinin yansından çoğu Almanya’da bulunmaktadır. Ayrıca
bkz. Ali İhsan Aksamaz, Dil-Tarih-Kültür-Gelenekleriyle
Lazlar. (İstanbul: Sorun Yayını, 2000). Feuerstein, Tübingen
Üniversitesi Orientalisches Seminar’ın “Sprachen des
Christlichen Orients” (Hristiyan Doğu’nun Dilleri) Bölümün­
den mezundur ve halihazırda Hemşin’de mevcut “ermenice (!)
konuşan oniki köy” üzerinde çalışmaktadır.
15. Çok sayıdaki müşterek etkinliklerden rastgele
çilmiş birkaçı: K.A.V.-Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile bir­
likte 1998’den bu yana her yıl düzenlenen “Yerel Gazetecilik
Ödülü" yarışmasının (birinciye 2000 DM.) yanısıra, her yıl
bölge bölge “Yerel Gazetecilik Meslekiçi Eğitim Seminerleri'
düzenlenmektedir. Örneğin, 1997’de Çorum’da düzenlenen
seminere, Amasya, Ardahan, Artvin, Bartın, Bayburt, Bolu,
Çankırı, Erzurum, Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Karabük,
Kars, Kastamonu, Kırıkkale, Ordu, Rize, Samsun, Sinop, Si­
vas, Tokat, Trabzon, Yozgat ve Zonguldak illerinden gelen ye­
rel gazete sahipleri katılmışlardır. 9-10 Temmuz 1998’de
İsparta’da gerçekleştirilen ve Akdeniz-Ege bölgesindeki yerel
gazetecilerin katıldığı “6. Yerel Medya Meslekiçi Eğitim Semi­
neri', katılımcılar açısından rekor düzeyde olmuştur. 7. Semi­
ner, 10 Ekim 1998’de Elazığ’da (9 ilden 70’e yakın gazeteci
katılımı ile) gerçekleştirilmiştir. 25 Haziran 1999’da ise Kü­
tahya’da “12. Yerel Televizyonculukta Meslekiçi Eğitim Semi­
neri' düzenlenmiştir. Oldukça eski bir kuruluş mâzisine (10
Haziran 1946) sahip olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin
K.A.V. ile işbirliğinin tarihçesi, ancak 1997 yılma dayanmak­
tadır. Bu işbirliğini kanıtlayan 14 kitap yayınlanmıştır. K.A.V.,
22-23 Haziran 2000’de, yine Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve
Alman-Türk Vakfı ile müştereken Antalya’da “İhtilâfların A-
zaltılmasmda Medyanın Rolü' konulu bir seminer düzenle­
miştir. Bu seminere, BND Türkiye ve Balkan uzmanlarından
Jean Pierre Froehly, Alman Dışpolitika Kurumu adına ko­

169
nuşmacı olarak katılmıştır. “Deutsche Welle”den Türkiye kar­
şıtı yazılarından tanıdığımız Dieter Weirich’in ve K.A.V. Tür­
kiye Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un yamsıra, Yunanis­
tan’dan akademisyen ve gazeteciler de konuşmacılar arasında
yer almışlardır (Türkiye’den Zaman gazetesi Danışma Kurulu
üyesi Şükrü Elekdağ, Alpay Şahin, Nail Güreli vd.).
K.A.V., Ankara Üniversitesi tletişim Fakültesi Medya
İzleme Grubu ile müştereken hazırlanan “Türkiye ’de Medya ve
Seçimler” başlıklı araştırma sonuçlarını 1999’da kitap olarak
bastırmıştır. Aynı şekilde istihbari değer ve önem taşıyan
“Media Scape Türkiye 98” Raporu, Kültür-İletişim Haritası da
K.A.V. katkıları ile ortaya çıkarılmıştır (tıpkı gizlilikle yürü­
tülen Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Gen Haritasının çıka­
rılma çalışmaları gibi). TİSK ile müştereken yapılan “AB ve
Türkiye’de Sosyal Diyalog, Ekonomik ve Sosyal Konseyler
Semineri” ise 14-15 Haziran 1996’da Ankara’da gerçekleşti­
rilmiştir. Türk Belediyecilik Derneği ile de çok sayıda işbirliği
yapılmıştır: “Yerel Yönetimlerin Ekonomik işlevleri” konulu
sempozyuma sunulan tebliğler, 1993’de kitap haline dönüştü­
rülmüştür. Aynı şekilde, Türk Belediyecilik Demeği ile ile 27
Kasım 1998’de Ankara Sheraton Oteli’nde “Yerel Yönetimler
ve Organize Sanayi Bölgeleri" konulu bir panel gerçekleşti­
rilmiştir. Türk Demokrasi Vakfı ile “Demokrasi Eğitimi Proje-
sF dahilinde çok sayıda konferans, panel ve sempozyum dü­
zenlenmiştir. Aynı şekilde, “Türk Alman Parlamenterler Se­
mineri”, “Türk Alman Gazeteciler Diyaliz Programı” kapsa­
mında çok sayıda etkinlik gerçekleştirilmiştir. Farklı konularda
da etkinlikler düzenlenmiştir. Örneğin, 18 Aralık 1997’de
“Türkiye’de ve Almanya’da Sosyal Güvenlik Sistemleri Re­
formu” toplantısı gibi. Almanya’da da gerçekleştirilen etkin­
likler de sözkonusudur (Berlin’de düzenlenen “Tiirkiye-AB”
konulu toplantı gibi). Keza, merkezi Almanya Hessen’de
bulunan ve finansmanı Federal Bütçeden sağlanan Türkiye A­

170
raştırmalar Merkezi ile K.A.V.’nın 21 Haziran 1999’da ger­
çekleştirdiği “Almanya’daki Türk Gençliği’ toplantısı, Alman
Kültürevi’nde yapılmıştır. Ayrıca, 1995’den bu yana yine Türk
Demokrasi Vakfı ile birlikte yürütülen ve halen devam et­
mekte olan projeler bulunmaktadır: Örneğin, “Demokrasi ve
İnsanı Kalkındırma Projesi’ (DÎKAP), turizm etkisindeki kır­
sal bölgeler, büyük kentlerdeki gecekondular, dağ köyleri ve
sosyo-ekonomik yapıları güdümlü olarak değişime tabi tutulan
yörelerde, bir başka ifadeyle en çok ajitasyona ve provokasyo­
na açık bölgelerde uygulanmaktadır. Aynı şekilde, insan hak­
ları, demokratikleşme, işkence gibi söylemlerle Türkiye Cum­
huriyetinin üniter yapısını ve laik hukuk sistemini ortadan
kaldırmaya çalışan örgüt ve tarikat-cemaatlara “göz kırpan”
bir diğer proje de “Demokrasi ve İnsan Haklarını Güçlendirme
Halk Eğitimi Projesi ”dir (DİHGHEP). Bu projede 100 öğre­
tim elemanının çalıştırılması (legal çıkar sağlanması) öngö­
rülmektedir.
16. Türkiye’de Anayasa Reformu Prensipler ve
Sonuçlar. (Ankara: Konrad Adenauer Vakfı Yayını, 2001), s.
5.
17. a.g.e., s. 57-70.
18. Dr. Christian Rumpfın, tüm Alman ırkçı kamu
görevlileri (istihbaratçılar, diplomatlar, hukukçular, sendika­
cılar, misyonerler, gazeteciler vd.) gibi, ülkelerinde yaşamakta
olan 2.5 milyonluk Türk Toplumunun, başta parçalanmış aile­
ler, çocuk yardımı, seçme-seçilme, Türkçe eğitim ve öğretim
hakları gibi temel insan hak ve özgürlüklerine getirilen kısıt­
lamalara hiç atıfta bulunmadığı görülmektedir. Bkz. a.g.e., s.
129-43.
19. Yıl 2000 - Konrad Adenauer Vakfının Türki­
ye’deki Faaliyetleri, s. 3.
20. a.g.e., s. 4. Mesut Yılmaz, Konrad Adenauer tara­
fından 25 Haziran 1997’de Almanya’ya Bonn’a götürülmüş­

171
tür. Mesut Yılmaz’ın Alman vakıfları tarafından kaç kere Al­
manya’ya davet edildiği bilinmemekle birlikte, Almanya’da
vakıflarca ağırlanan ilk ve tek parti lideri olduğu kesin. Kendi­
si, aynı zamanda Alman parlamenterlerin rahatça ziyaret ede­
bildikleri bir isim. Tıpkı, aşağıdaki haberde olduğu gibi: “Ma­
dam Roth Memnun Kaldı- Türlüye ’y e her seyahatinde yaptı­
ğı açıklamalarla tepkilere yol açan Alman Yeşiller Milletvekili
Claudia Roth, dün Mesut Yılmaz ile yaptığı görüşmeden mem­
nun ayrıldı. Roth, Başbakanlık'tâki görüşmeyi, ‘yoğun, ayrın­
tılı ve açıksözlü ’şeklinde tanımlayarak, ‘azınlıklar ’ konusunun
da konuşulduğunu söyledi. Yılmaz ’ın daha önce ‘AB ’y e giden
yol Diyarbakır ‘dan geçer ’ sözlerine atıfta bulunan ve bu çer­
çevede ‘Kürtlerin kültürel haklarını da' konuştuklarını belir­
ten Roth, ‘Yılmaz, bana Kürtçe TV ve radyo yayınlarının ya­
pılmasına karşı olmadığını söyledi’ dedi. Görüşmede, idam
cezası konusımun da ele alındığını anlatan Roth, ‘Yılmaz, Tür­
kiye ’de siyasi yetkililerin ölüm cezası kaldırılmadan AB ’y e ü-
yeliğinin mümkün olmayacağının bilincinde olduğunu söyledi ’
dedi. Bu çerçevede insan haklarını da ele aldıklarını belirten
Roth, Yılmaz in a f konusunda, ‘A f toplumsal barış açısından
fevkalâde önemlidir ’yorumunda bulunduğunu aktardı ” (Hür­
riyet, 23 Kasım 2000). Kaldı ki, Mesut Yılmaz’ın Alman­
ya’nın Türkiye’deki etnik ve dinsel farklılıklara yönelik em­
peryalist politikalarının yanısıra, Alman politikacılarının bu
yoldaki saldırgan tavır ve söylemlerini eleştiren ya da Alman­
ya’daki Türk Toplumuna uygulanan ayrımcı ve baskıcı uygu­
lamalara karşı çıkan söylemleri hiç olmuş mudur? Arşiv tara­
masında böyle bir bulguya rastlanamamıştır. Tıpkı, Claudia
Roth’un “Sömürge Valisi” edasıyla yaptığı şu açıklamalarına
Başbakan Yardımcısı olarak tepki vermemesi gibi: “Kürtlerin
kürtçe yayın haklan olduğuna inanıyorum. Herkesin anadilini
konuşması hakkıdır. Kürtlerin kültürlerinin garanti altına a-
lınmasını talep ediyorum. Bugün Diyarbakır ’da çok güzel bir

172
hava var. Kürt güneşi parlıyor. Bu güneşin barış getirmesini
umuyorum. Bu güneşten bir parça hapiste bulunan arkadaşım
Leyla Zana’y a gönderiyorum. Çıkarılan a f sadece belli bir ke­
simi değil, hapiste bulunan Kürtleri ve Leyla Zana’y ı da kap­
samalıdır. Olağanüstü Hal tekrar uzatıldı. Bunu iyi bir geliş­
me olarak değerlendirmiyorum. Türkiye aynı zamanda etnik ve
azınlık gruplarının insan hakları konusunda önemli rol oyna­
maktadır.... Diyarbakır Belediye Başkanı Feridun Çelik iyi bir
yönetici ve iyi bir büyükelçi olabileceğine inanıyorum". Yıl­
maz, Claudia Roth’un beraberinde bulunan Alman Parlamen­
teri Monika Brudlewsky’-nin şu mütecaviz, cüretkâr ve de
gerçekdışı açıklamalarına karşı da tepki göstermemiştir: “Tür­
kiye'deki hristiyanların kendi okullarmın, hastanelerinin bu­
lunmadığını; bu nedenle başka ülkelere göç ettiklerini, sayıla­
rının azaldığmı duyduk. Neden bu ülkeyi terkettiklerinin düşü­
nülmesi gerekir. Biz, Almanya ’da cami yapılmasına izin veri­
yoruz. Sizden de hristiyanlar için aynı hakları rica ediyoruz.
Hristiyanlar düşüncelerini özgürce ifade edemedikleri, kendi
okullarında eğitim göremedikleri, kamuda çalışamadıkları sü­
rece Avrupa'ya giden yolda önemli bir adım eksik kalacak"
(Yeni Binyıl, 28.11.2000).
21. a.g.e., s. 3. Almanya'nın Türkiye’deki etnik fark­
lılıklara gösterdiği derin ve anlamlı (!) ilginin en önemli kanıtı
için bkz. Peter Alford Andrevvs - Rüdiger Benninghaus,
Etlime Groups in the Republic of Turkey. (Wiesbaden:
1989). Ayrıca Tübingen Üniversitesi’nin pafta pafta etnik ha­
ritaları da görülmeye değer.
22. 28.6.2000 Tarihli Hürriyet Gazetesinde yayınla­
nan haber (yorumsuz): “Alman Elçi’ye Apo’lu Slogan - Di­
yarbakır’da tamamı Alman Kalkınma BankasTndan sağlanan
finansmanla projelendirilen 39.5 milyon marklık Atıksu Arıtma
Tesisleri ’nin temel atma töreni, HADEP ’in mitingine dönüştü.
Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt’in eşi

173
Utto’y la birlikte katıldığı temel atma töreninde, ‘A po’y a öz­
gürlük’ sloganı atıldı. Nüfusu 1 milyonu bulan Diyarbakır’da
altyapı sorunlarının giderilmesi amacıyla Almanya tarafından
finansmanı sağlanan Atıksu Arıtma Tesisi ’nin temel atma tö­
renine katılan davetliler, HADEP bayrakları ve sarı, kırmızı,
yeşil renkli flamalar eşliğinde zafer işaretleri yaparak halay
çekti. Tören alanında ‘Çözüm idam değil, demokratik cumhu­
riyet’, ‘A nadilde eğitim', ‘İdama hayır, tutsaklara özgürlük’,
‘Sorunumuz ekonomik değil, siyasidir’, ‘OHAL ve koruculuk
kaldırılsın’, ‘Yaşasın demokratik cumhuriyet’ pankartları a-
çıldı. Törende bir konuşma yapan Büyükelçi Dr. Rudolf
Schmidt, Güneydoğu 'da şiddetin etkisini yitirmeye başladığını
belirterek, barış için tüm engellerin kalkması gerektiğini söy­
ledi. Daha sonra kürsüye gelen HADEP ’li Diyarbakır
Büyükşehir Belediye Başkanı Feridun Çelik, dürüst ve şeffaf
bir anlayışla hizmet yürütmelerine rağmen, sayısız engellerle
karşılaştıklarını ileri sürdü, ‘Türkiye’de hiçbir belediyenin
maruz kalmadığı ön yargılı tutum ve davranışlarla karşı
karşıyayız’ dedi. Yapılan konuşmalardan sonra havaifışekler
atıldı, havaya güvercin uçuruldu”. Tabii ki, Dr. Schmidt bu
konuşmasında, Almanya’da bulunan 100.000’den fazla PKK
mensubuna kendi sınırları içinde ve dışında verilen lojistik
destekleri; ERNK’ya sağladıkları diplomatik ayrıcalıkları;
gözyumdukları sığınmacı, narkotik madde, beyazkadın ticare­
tini ve haraç toplama eylemlerini ve benzeri düşmanlık ör­
neklerini elbette ki sıralayamazdı. Ya da PKK’nın Türk gü­
venlik kuvvetlerine karşı kullandığı, herhalde barışa katkı (!)
için imal edilen Alman mayınları ile hayatını ya da organlarını
kaybeden binlerce şehidimizi ve gazimizi de anamazdı...
23. Yıl 2000... s. 5.
24. Yıl 2000 ... s. 5. Görüleceği üzere, Almanya, “ar­
ka bahçesi” olarak nitelendirdiği bölgedeki tüm siyasal-
ekonomik organizasyonlara bir şekilde dahil olmanın yolunu

174
bulmaktadır. Üye olamamasına karşın Almanya, DEİK içinde
Türkiye’den daha fazla yönlendirme gücüne sahip bulunmak­
tadır.
25. Yıl 2000... s. 6. Ayrıca bkz. dpn. 15.
26. 1. Yerel Gazetecilik Yarışması “Ödül ve Man­
siyonlar” Türkçe; 2. Yerel Gazetecilik Yarışmasında “Ödül
ve Mansiyonlar” (Türkçe); Almanya ve Türkiye’de Yerel
Gazetecilik (Türkçe); Mutlu Binark-Banş Kılıçbay, Tüketim
Toplumu Bağlamında Türkiye’de Örtünme Pratiği (Türk­
çe); Hüsnü Erkan, Türkiye İçin Sosyal Piyasa Ekonomisi
(Türkçe); Türkiye ve Almanya’da İslam Din Dersi Tartış­
maları (Türkçe); Ionna Kuçuradi, Türkiye’de İnsan Hakla­
rına Saygı İçin Eğitim (Türkçe); Kemal M. Öke-Ünal Müter­
cimler, Globalleşme ve Türkiye (Türkçe); Özelleştirme ve
Mali Gücün Güçlendirilmesi-21. Yüzyılda Yerel Yönetim­
ler (Almanca-Türkçe); XIV. Alman-Türk Gazeteciler Semi-
neri-Türkiye ve Almanya’da Gazetecilikte Etik (Almanca-
Türkçe); Paul-Josef Raue-Wolf Schneider, Gazeteciliğin El
Kitabı (Türkçe); Hermann Schlapp, Gazeteciliğe Giriş (Türk­
çe); Türkiye ve Avrupa’da Gençlik (Türkçe) ve Türkiye’de
Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar (Türkçe). Konrad
Adenauer Vakfı’nın 1999’da yayınladığı kitaplardan en ilginç
olanı World, İslam and Democracy. İngilizce yayınlanan bu
kitapta, fethullahçılara yakın söylemleriyle dikkati çeken i-
simlerden Prof.Dr. Mehmet Aydın, Prof.Dr. Şerif Mardin, Dr.
Nilüfer Narlı’nın yanısıra, Konrad Adenauer Vakfı’nın Mısır
Temsilcisi Dr. Thomas Scheben ile Hannover Üniversite­
sinden Pröf.Dr. Peter Antes ve de tabii ki Prof.Dr. Ioıuıa
Kuçuradi’nin bulunması, kesinlikle şaşırtıcı gelmemektedir.
Vakfın, 2001 yılı içinde çıkardığı kitapların en ilginci ise, Kü­
reselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik.
(Ankara: K.A.V. Yayını), 127 s.

175
27. İstanbul Taksim’de Armada Oteli’nde gerçekleşti­
rilen bu etkinlikte, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt ve Dr. Wulf
Schönbohm’dan başka, iki Alman konuşmacı tebliğ sunarak
katılmıştır (Stefan Koliler ve Gerd Ketelhake). Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı adına da Müsteşar Doç.Dr. Halil Yurda­
kul Yiğitgüden tebliğ sunmuştur.
28. Sözkonusu etkinlik, İstanbul’daki Goethe Enstitü­
sü’nün Galıpdede Cad. No. 85 Tünel-Beyoğlu adresindeki eski
merkezinde gerçekleştirilmiştir. İki katılımcıdan biri Prof.Dr.
Mete Tuncay (Bilgi Üniversitesi), diğeri Prof.Dr. Norman
Stone’dur (Bilkent Üniversitesi).
29. Bu etkinlik de İstanbul-Taksim Armada Oteli’nde
gerçekleştirilmiştir. Toplantının düzenleyicileri arasında
K.A.V.’nm yanısıra, Türk Demokrasi Vakfı, An Hareketi ve
Uluslararası Kongre de bulunmaktadır. ABD “derin devle-
ti”nin üçüncü dünya ülkelerine yönelik faaliyetlerde kullandığı
“Demokrasi İçin Ulusal Fon”a (NED) bağlı National
Democracy Institute tarafından desteklenen Türk Demokrasi
Vakfı ve TESEV’in yanısıra, “Uluslararası Cumhuriyetçi Ens­
titü” (IRI) tarafından proje bazında desteklenen Arı Hareketi,
sözkonusu etkinliği K.A.V. ile düzenlemekle, uluslararası ha­
reket alanlarını ve vizyonlarını (!) genişletmiş olmaktadırlar.
Bu toplantının katılımcıları arasında yer alan TESEV’in Yö­
netim Kurulu Başkanı Yılmaz Argüderi’in, ünlü RAND Şirke-
ti’ne bağlı RGS (The Rand Graduate School)’da doktora yap­
tığı öne sürülmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Yıldı­
rım, “Şifre Çözücü: Project Democracy (4)”, Müdafaa-i Hu­
kuk, 33: Mayıs 2001, s. 50-51. İstanbul Barosu yönetiminin
Konrad Adena-uer Vakfı ile işbirliği yapmasına tepki gösteren
“Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu”nun açıklaması aynen
şöyledir: “İstanbul Barosu Başkanlığı’n a ... 30.6.2001 tarihin­
de ‘Türkiye ’nin Avrupa Birliği 'ne Tam Üyelik Sürecinde Kıb­
rıs Konusu ’ adını verdiğiniz toplantıyı Konrad Adenauer Vakfı

176
ile müşterek düzenlediğiniz anlaşılmaktadır. Aşağıda sıraladı­
ğımız nedenlerle bu toplantınm iptal edilmesini talep ediyoruz:
1. Konrad Adenauer Vakfı, emperyalizmin çıkarları doğrultu­
sunda faaliyet gösteren bir kuruluştur. Bu nedenle böyle bir
vakıfla işbirliğini şiddetle reddediyoruz. 2. Konuşmacıların
tamamı belli bir görüşün sahibidirler. Konuşmacılar arasında
Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda görüş bildirecek konuş­
macı yoktur. BU NEDENLE; Kıbrıs konusunda bir toplantı
yapılacak ise bu toplantıyı İstanbul Barosu tek başına düzen­
lemelidir. İşin mali boyutu, Baromuz mensubu avukatlar tara­
fından kolaylıkla çözülür. Kıbrıs konusunda toplantı yapıla­
caksa, tespit ettiğiniz isimlerin dışında KKTC Cumhurbaşkanı
Sayın Rauf Denktaş ve UHH Başkanı Sayın Taner Etkin,
Prof.Dr. Erol Manisalı, Prof.Dr. Reşat Özkan gibi Türk tezini
savunan uzmanlar da çağrılmalıdır. Baromuzun bu tür top­
lantıları Hukuk Fakültesi kampüsünde yapmasının daha an­
lamlı ve ekonomik olacağı da unutulmamalıdır ’’.
30. Bülent Akarcalı, “Batıyla İlişkilerimiz”, Cum
riyet, 4.8.1999. Bülent Akarcalı, bu açıklamayı Atatürk dö­
neminde yapmış olsaydı, hiç şüphesiz -bu doğrultudaki icra­
atlarıyla birlikte- derdest edilerek İstiklâl Mahkemesi’ne
sevkedilirdi. Ne var ki, Atatürk döneminin koşulları ile gü­
nümüz koşulları bir değil. İnsanlar, kurumlar, kavramlar, de­
ğerler genel olarak sürekli değişim halinde. Bu bağlamda de­
mokrasi ve hoşgörü kavramı ne kadar değişip gelişse de, aile
kavramı gibi, vatan kavramı gibi, devlete sadakat kavramı gi­
bi, ulusal onur ve gurur gibi, bayrağa saygı gibi, tam bağım­
sızlık gibi kavramlar hiç değişmiyor. Tıpkı ABD’de, Alman­
ya’da, İngiltere’de olduğu gibi. Değişirse de, ancak Bülent A-
karcalı gibi olunuyor... Akarcalı’nın K.A.V. ile ilişkisi hakkın­
da küçük bir bilgi: “Bülent Akarcalı dostumuz. Bilgi Üniversi­
tesi 'ne bir grup Alman parlamenter getirdi. Konrad Adenauer
Vakfı’ tarafından gönderilmişler. Merkez Sağ’ın biri ülke ça­

177
pında, diğeri yalnızca güneyde söz sahibi -C D V (Hristiyan
Demokrat Birliği) ve CSU (Hristiyan Sosyal Birlik) çıkışlılar.
Aralarından bazıları da Doğu Almanya kökenli" Halit Kakınç,
“Türkiye... Almanya...”, Star, 1.05.2000.
31. Genel Merkezi Berlin’de bulunan Heinrich Böll
Vakfi’nın İstanbul Temsilcisi olarak gösterilen Figen Uğur,
vakfın sadece sekreterya işlerine bakmaktadır. Adresi: İnönü
Cad. Hacıhanım Sok. 10/12 Gümüşsüyü Taksim-İstanbul. Te­
lefonları: (212) 249.15.54 ve 293.05.45. e-posta: hbsist
superonline.de
32. Rüşvetin belgesi olur da Türkiye Cumhuriyeti'ne
ihanet belgesi olmaz mı? Elbette olur. Heinrich Böll Vak-
fı’nın sponsorluğunda gerçekleştirilen bir panelde dağıtılan ti­
pik bir belgeden rastgele alıntılar:
“Araştırmanız sırasında insan haklarının bozulması
konusunda' bilgi toplarken, askeri veya polis birliğinin hangi
bölümünün bu işle ilgisi olduğunu sorunuz. Biz suçlu, suçun
mahiyeti, hangi tarihte işlendiği, suçun nerede işlendiği ve
kurbanın adı hakkında bilgi toplamağa çalışıyoruz.
Eğer doğrudan bir birliği tespit edemezseniz, birliğe
işaret edebilecek başka bilgiler toplamağa çalışınız. Örneğin:
Ne tip silahlar kullanıldı? Askeri birlik operasyonunu hangi
şehirden yürüttü? Üssü neredeydi? Askerler hangi yoldan i-
lerlediler? Üniformaları nasıldı? Onların üniformalarının ü-
zerindeki rütbeler ve araçlarının üzerindeki işaretler nelerdi?
Bilgilerinizi şu adrese gönderiniz: Officer fo r
Turkey, Department o f Democracy, Human Rights and
Labor, United States Department o f State, Washington, DC
20520.
Bu belgede, Türk vatandaşlarından Türk Silahlı
Kuvvetler ve Polis Teşkilâtı mensupları hakkında -muhbirlik
değil- resmen casusluk yapmaları istenilmektedir. Kim tara­
fından? Sözde dost ve müttefik ABD tarafından. Türk insanını

178
ülkesi ve devleti aleyhine casusluğa azmettiren bu Türkçe bel­
ge, gizli yöntemlerle mi dağıtılmaktadır? Hayır!.. Tam aksine
halka açık mekânlarda, izinli toplantılarda, tarikat ve cemaat
mekânlarında, kamu kurum ve kuruluşlarında, legal demek ve
siyasal partilerde, kısaca hemen her yerde. Sorumluları hak­
kında MİT, Emniyet ya da Cumhuriyet Savcılıklarınca başla­
tılmış yada hâlâ sürdürülmekte olan -bilinen- resmi bir taki­
bat sözkonusu mudur? Kesinlikle hayır!..
Bu belge, şu gerçeği ortaya koymuştur: Türkiye, çok
acıdır ama bir casus cennetidir. ABD, Almanya, İngiltere, İran
ve benzeri ülkelerin casusları, Türkiye sözkonusu olduğunda,
almış oldukları eğitimlerindeki "gizlilik" gibi teknik düzeydeki
temel hususları bir kenara bırakarak, pervasızca "icra-ifaa­
liyet" gösterebilmektedirler. Anlaşılan, casus-etki ajanı bul­
mak için klasik yöntemlere, örneğin, Fulbright, Konrad
Adenauer, Heinrich Böll, Georgetovm, Hoover, Tubingen gibi
vakıf, enstitü, üniversitelerde özel seçime ve eğitime gerek
kalmamıştır. Çünkü, ülke yönetiminde mevcut yerli işbirlikçi­
lerinin sağladıkları "dokunulmazlık" sayesinde casusluk mes­
leği, tekniğe ihtiyaç duyulmayacak yöntemlerle adeta ara­
beskleştirilerek dejenere edilmiştir, tabiri caizse ayağa düşü­
rülmüştür. Nasıl mı? Gönüllü casus aday adaylarının irtibat
kurabilecekleri adres ve telefonlar verilerek!..İşte, Washing-
ton'da telefonla ulaşabileceğiniz iyi derecede Türkçe bilen
resmi görevlinin adı Mauerau Greenwood. Kendisiyle görüş­
mek, pardon Türk Silahlı Kuvvetlerini ve Türk Polisini şikâyet
etmek için önce 600 Pennsylvannia Avenue. SE, 5. Washington
DC 20003 adresindeki "Amnesty International USA" binasına
giderek 5. kattaki odasmda yüzyüze konuşabilirsiniz. İsterse­
niz, (202) 544.02.00 nolu telefondan dahili 222 numaralı te­
lefonu isteyerek bizzat bir öngörüşme ile randevu da alabilir­
siniz. Diyelim ki, Türkiye'desiniz. Ve yol paranız yok, ABD
sefaretinden vize alabilmek için deklare edebileceğiniz bir mal

179
beyanına da sahip değilsiniz. İşte bu durumda, çaresiz oldu­
ğunuzu hiç düşünmeyin, çünkü Greemvood ile öngörüşmeyi
yaptıktan itibaren CIA'nın "müşfik kanatları" tarafından şef­
katle (!) sarıldığınızı ve tüm kapıların -Delta ve TWA 'ya ait u-
çak kapıları dahil- size açıldığını görürsünüz.
... Her neyse, biz yine sözkonusu belgemize dönelim.
Diyelim ki, ABD'ne gitmek için şartlarınız uygun değil. Üstelik
ille de Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet etmek ya da en azından
devletinizi gammazlamak istiyorsunuz. Belge, size bu olanağı
da hazır altın tepsi içinde sunuyor. Hem de İngilizce bilmenize
bile gerek yok. Türkçe ihbar mektubunuzun formu bile hazır:

MEKTUP ÖRNEĞİ
(BURAYA TARİH KOYUN)
Sayın Madeteine Albright
Dışişleri Bakam
Amerika Birleşik Devletleri Dış İşleri Bakanlığı
Vaşington, DC 20520
Sayın Bakan Albright,
Dış Operasyonlara Ödenek Ayrılması hakkındaki
kanunun 570 ci maddesi olan Leahy Kanunu ile ilgili olarak
bir güvenlik birliği tarafından insan haklarına aykırı hareket
edildiği dikkatimizi çekmiş bulunuyor. Bu kanıt konusunda
size bilgi vermek istiyor ve burada adı geçen birliğe Leahy
Kanununun uygulanıp uygulanmaması gerektiğine karar
vermek amacıyla bir tahkikat başlatılmasına gereğini arz e-
diyoruz
(BELİRLİ GÜVENLİK BİRLİĞİNİN İNSAN HAKLA­
RINA AYKIRI DAVRANMASI HAKKINDA DETAYLI BİLGİYİ
YAZIN)
Bu konuyu gözden geçireceğiniz için çok teşekkür
ediyoruz.
(İMZALAYIN).

180
Dört sayfalık bu ihanete azmettirici belgenin alenen
dağıtıldığı ilk yer, İstanbul Barosu'nca düzenlenen uluslarara­
sı bir toplantı. Toplantının davetlilerine bakıldığında, hiçbiri­
nin bu belgenin içeriğine ters düşmeyecek isimlerden oluştuğu
görülüyor: Anne Burley (Amnesty International USA Avrupa
Seksiyonu Başkanı), Yücel Sayman (yorumsuz), Akın Birdal
(yorumsuz), Yılmaz Ensaroğlu (yorumsuz), P. Dankert (Avru­
pa Parlamentosu Türkiye Delegasyonu Başkanı), Derek Evans
(A.I.-USA Avrupa Seksiyonu Sekreteri), Şanar Yurdatapan
(yorumsuz), Helsinki Yurttaşlar Demeği, HADEP, İHD, Maz-
lum-Der gibi kuruluşların Güneydoğu şube yöneticileri, Al­
manya Dış İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde Türkiye'de
etnik ve dinsel bölücülükle doğrudan ilgili espiyonaj ve provo­
kasyon faaliyetlerini sürdüren, Türkiye'nin Güney Doğusunda
"Kürdistan"ı ve de başkenti olarak da Diyarbakır'ı "de facto"
pozisyonunda kabul ve ilân eden Konrad Adenauer Vakfı ile
Heinrich Böll Vakfı temsilcileri-uzmanları ve daha
pekçokları.... Türkiye, bu haliyle -pardon vurdumduymazlı­
ğıyla- dünyanın özgürlükleri en sınırsız ülkesidir. Türkiye,
Cumhuriyeti özgürlükler adına yıkmaya çalışanların, savun­
maya çalışanlardan daha özgür ve güçlü olduğu garip bir ül­
kedir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesi, ABD ve AB ülkeleri
dahil, kamu güvenliği gerekçesiyle kayıtlara geçmiş, sürekli
izlemede tutulan bireylerine sınırsız özgürlük tanımazlar. I-
RA taraftarı olduğundan kuşku duyulan birinin sözde özgür ve
özerk BBC'den konuşma yapması mümkün değildir, hatta do­
laylı haber olarak bile verilmesi olanaksızdır. ABD'nde ",sol"
damgası vurulan aydınların maruz kaldıkları baskılar (taciz
ölçüsünde izleme, kamu görevi ve askerlik yaptırmamak, pa­
saport sınırlamaları vd.) artık hiç kimsenin meçhulü değildir.
Keza, kamu düzeninin korunması, Almanya'da Anayasa doku­
nulmazlığı ölçüsündedir; rejim karşıtlarının tipik ve bilinen bir
örnek olarak Bader M einhoff çetesi üyelerinde olduğu gibi

181
yaşama hakları bile sözkorıusu edilemez ve kimse de Alman
Devleti'ni imaen bile olsa suçlayamaz”. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Siyasal Gerekçeleri ve ABD
Örneği Çerçevesinde Ulusal Andıç Raporu”, Yeni Hayat, 74:
Aralık 2000, s. 20-39; http://www.hablemitoglu.cib.net
33. Heinrich Böll Vakfı’nın en önemli part
Mazlum-Der, anlaşılan yukarıdaki örnekten aldığı esinle, ken­
di ihbar hattı projesini yaşama geçirmiştir. (212).534.22.47
No.lu telefon, ihbarlara tahsis edilmiştir (ihbarlarda kullanıla­
cak e-posta adresi ise şöyle: ihlalihbarhatti@hotmail.com).
Demekte oluşturulan “Hak İhlallerini İzleme Komitesi”, 16
Mart-İS Mayıs tarihleri arasında, ihlal ihbar hattına yapılan
155 başvurunun, 90’ını “inanç özgürlüğü” yani üniversiteler­
deki türban yasağı uygulaması ile ilgili olduğunu saptamıştır.
İhbarların dağılımına bakıldığında, en az şikâyet başvurusunun
yapıldığı bölge, sadece 4 adet ihbarla Güneydoğu Anadolu
Bölgesidir. Oysa, Almanya’daki ırkçılığı, insan haklan ihlâlle­
rini gündeme getiren, eleştirip yargılayan, uluslararası baskı
talep eden bir tek Alman vakfı ya da demeği görülemez. Tür­
kiye’ye insan hakları dersi vermeye gelen Alman vakıflarının
yok saydığı gerçeklerden bazıları, hem de Almanya’da yaşa­
yan bir Cumhuriyet aydınının kaleminden: "... Irkçılığı gö­
ğüslemek, AB 'deki yurttaşlarımızın günlük hayatının ayrılmaz
bir parçasıdır. Bu gerçeği diri diri yakılarak öğrendiler. İkinci
sınıf konumundadırlar. Çağdaş toplumda olması gereken en
temel yurttaşlık hakları yoktur. Irkçılık Avrupa merkezli, Batı
kaynaklıdır. Irkçılığın Avrupa ülkelerindeki bugünkü biçimi
yabancı düşmanlığıdır. Gelişmekte olan ülkelerden çalışmak i-
çin Avrupa’y a gelen emekçilere karşı sistemli olarak yürütül­
mektedir. Irkçılık en yaygın biçimiyle Almanya'dadır ve esas
olarak yurttaşlarımızı hedef almaktadır.... Almanya’da tespit
edebildiğiniiz kadarıyla 15 adet aşırı sağcı ve NAZİ partisi,
ayrıca da birçok mahalli dazlak grubu vardır. Bu partilerin

182
1993 'te üye sayıları 100 bin civarında idi ve bir o kadar satan
yayın organları vardı. Bugün bu örgütlerin üye sayıları olduk­
ça artmış durumda. Ordu ve polis içinde çok sayıda kayıtsız ti­
ye ve taraftarları var.... Almanya'da 1983-1986 arası dört yıl­
da, yıllık ırkçı saldırı ortalaması 119’dur. 1990-1993 arası
yıllık saldırı ortalaması ise 1580 ’dir. Yani Büyük Almanya ile
birlikte yurttaşlarımıza yönelik saldırılar on misli artmıştır....
Irkçı saldırılara dönersek, 1999 ’a göre 2000 'de Türklere yö­
nelik saldırılarda % 20 artış oldu.... Sık sık yurttaşlarımıza ait
işyerleri kundaklanmaktadır. Duvarlarda 'Ttirüer defolun’,
‘yabancılar defolun’ gibi sloganlar her tarafta görülebilir.
Yaygın bir saldırı biçimi de tehdit ve aşağılamayı içeren mek­
tuplardır. Bu mektuplarda, kapitalist-emperyalizmin biçimlen­
dirdiği insan müsveddelerinin sefilliği görülür. Gençlerin sık
sık uğradığı diskoteklerin önünde nöbet tutanlar, ‘kara kafala­
rı ’ geri çevirir.... Avrupa medyasınm yabancı ve Türklerle il­
gili bütün haberlerine ırkçılık çok ince ve sinsi bir şekilde giz­
lenmiştir. Örneğin, istenmeyen bir olaya karışmış Türk kökenli
bir gencin haberi öncelikle kökenine vurgu yapılarak veriliyor.
Oysa gençlerin bir çoğu Alman pasaportu taşıyor. Medyada
çok yoğun olarak ülkemiz aleyhinde yayın yapılıyor. İnsan
hakları, etnik sorunlar. Ermeni sözde soykırımı, Kürt sorunu,
inançlara baskı yapılması vb. gibi.... Aydınlıkta haberi ya­
yınlandı, 7 Alman gazetesinde sadece dört gün içinde ülkemiz
ve yurttaşlarımız aleyhinde 65 haber ve yorum çıkmış. İçeri­
ğinde, Türkiye 'ye karşı insan hakları sopası sallanıyor, ordu
ve 28 Şubat hedef almıyor, Türklerin İslâmî en iyi Almanya 'da
yaşadığı yazılıyor.... Almanya’nın geleneksel politik güçlerini
oluşturan Birlik Partilerinin (CDU ve CSU’nun) yürüttükleri
‘yönetici ’ veya ‘hakim-üst kültür' (Leit Kültür) tartışması da,
ırkçılığın derinlere inen köklerine işaret etmektedir. ‘Alman
İslâmî ’, ‘Kürt politikası ’, ‘Ermeni Soykırımı tasarıları ’ ve her
türlü kültürel-etnik farklılıkları kaşımaları, mülteci solu a-

183
janlaştm p Türkiye aleyhine çeşitli biçimlerde yönlendirilmele­
ri, ırkçılığı besleyen etmenlerdir. Bu politikaları irdelediği­
mizde, ırkçılığın öyle münferit saldırılardan ibaret olmayıp,
ulusal devlet bilincimiz, ulusal kültürümüz ve dilimizi hedef
alan Almanya ve Batı ’nın geleneksel politikasından kaynakla­
nan derin köklere sahip olduğunu görürüz.... Yeşiller ve Sosyal
Demokratların ‘çok kültürlü toplum ’ (multikültürel) projesiyle
üst kültür kavramı birbirini tamamlıyor. ‘Her kültür ve farklı­
lığa saygı göstermek’gibi lanse edilen bu kavram, ezilen dün­
yanın etnik ve dinsel farklılıklarının kurcalandığı bir proje o-
larak hayata geçmektedir. Bu teorinin şampiyonluğunu yapan
Yeşiller, Yugoslavya ’nın parçalanmasının mimarlarından olan
Fischer gibi politikacılar çıkarttı. Alman medyası ve bu politi­
kayı savunan çevrelerde, özellikle Atatürk ve ulus devletle il­
gili her türlü kavram saldırıya uğrayıp aşağılanmaktadır.
Daniel C. Bendit ve Claudia Roth gibi ülkemize ve sorunlarına
tam bir sömürge valisi ve misyoner gibi yaklaşanların bu teo­
rilerin baş savunucuları olması, durumu yeterince açıklamak­
tadır. ‘Multikültür’ kavramı, vatandaşlarımızın ulusal kültür
bilincini parçalarken, ‘üst kültür'kampanyası, bunun yerine
Avrupa’nın emperyalist kültürünü pompalıyor". Geniş bilgi i-
çin bkz. Ali Mercan, “Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düş­
manlığı”, Teori, Şubat 2001, s. 57-66.
34. Heinrich Böll Vakfı, bir diğer vazgeçilmez p
neri İstanbul Barosu’nun Kadın H aklan Uygulama Mer­
kezi, Amerikan Başkonsolosluğu Basın Kültür Merkezi ve
British Council ile 11-13 Mart 2000’de “Kadına Yönelik Cin­
sel Şiddete Karşılaştırmalı Hukukun Yaklaşımı” konulu bir
sempozyum düzenlemiştir. 29-30 Nisan 2000 tarihleri arasında
yöne Böll Vakfı ile Ege Kadın Dayanışma Vakfı, “Kadına
Yönelik Şiddet ve Toplumsal Boyutları: Önlenmesi ve Yüküm­
lülükler” konulu bir başka etkinlik gerçekleştirmişlerdir. Bu i­

184
ki etkinlik, Böll Vakffmn sayıca az olan yarar getirici etkin­
likleri arasındadır.
35. Heinrich Böll Vakfı ve İstanbul Barosu İnsan
Hakları Merkezi’nin işbirliği ile 24-25 Haziran 2000’de İstan­
bul Taksim Dorint Park Plaza Oteli’nde gerçekleştirilen “Ko­
penhag Kriterleri: Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği ’nin Or­
tak Paydası mı? ” konulu sempozyuma, konuşmacı olarak Ka­
ren Fogg (Avrupa Birliği Türkiye Büyükelçisi), Uluç Gürkan,
Yücel Sayman, Prof.Dr. İbrahim Kaboğlu, Prof.Dr. Baskın O-
ran’ın yanısıra, AB ülkelerinden yedi konuşmacı katılmıştır.
Sempozyumun ikinci gününde, esas dikkat çeken “AZINLIK
HAKLARI: Kültürel Haklar mı, Siyasal Haklar mı?” konulu
oturumun başkanlığını, herhalde ilgisi nedeniyle olacak, Ab­
dullah Öcalan’ın avukatlarından Hasip Kaplan yapmıştır.
36. İstanbul Barosu İnsan H aklan Merkezi’nin yi­
ne Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirdiği etkinlik­
lerden biri olan “Ulusal, Ulusalüstii ve Uluslararası Hukukta
Azınlık Hakları” sempozyumu, 8-9 Haziran 2001’de İstanbul
Taksim Dorint Park Plaza Oteli’nde yapılmıştır. Açılış ko­
nuşmalarını İbrahim Kaboğlu, Karen Fogg ve Volkan Vural’m
yaptığı sempozyumda, altı oturumda (İnsan Hakları, Demok­
rasi ve İnsan Hakları-Uluslararası Hukukta ve Ulusalüstü Hu­
kukta Azınlık Hakları-Lozan Antlaşması ve Diğer Uluslararası
Belgeler Işığında Türkiye’deki Mevzuat ve Uygulama-Ulusal
Çözümler-Türkiye İçin Çözüm Önerileri-Genel Değerlendir­
me) 20 tebliğ sunulmuştur. Konuşmacı ve oturum başkanlan a-
rasında, Alman milletvekili Cem Özdemir, Ionna Kuçuradi,
Tarık Ziya Ekinci, Zafer Üskül, Yücel Sayman gibi isimlerin
yanısıra, yedi yabancı davetli de yer almıştır. Katılımcılardan
Cem Özdemir’in Alman “derin devleti”nin hizmetinde ger­
çekleştirdiği eylem ve söylemler, Sayın Ersan Bayhan’ın ma­
kalesiyle deşifre ile kamuoyuna da malolmuştur. Bu arada,
Sempozyum davetiyesinde, katkıları için İngiliz Konsoloslu-

185
ğu’na teşekkür edilmiştir. Böylece, İstanbul Barosu yönetimi,
BND’den Mlö’ya uluslararası bir açılım (!) sergilemiştir. Bu
sempozyum, İstanbul Barosu’na kayıtlı Cumhuriyet aydını-
yurtsever avukatlar tarafmdan aşağıdaki açıklamayla kınanmış
ve protesto edilmiştir: “DUYURU- Bizler, İstanbul Barosu’na
kayıtlı avukatlar olarak, İstanbul Barosu’nun 8-9 Haziran
2001 tarihinde düzenlediği 'Azınlık H aklan’ sempozyumunu
protesto ediyoruz. Çünkü: Ülkemize Sevr Planlarının dayatı-
cısı vakıflarla işbirliği yapılmaktadır. İngiltere Konsolosluğu­
nun katkıları alınmaktadır. Karen Fogg gibi, Viladimir Goati
gibi, Slobodan Milocic gibi, Cem Özdemir gibi, insan hakları
adı altında yeni Sevr dayatıcılarına platform hazırlanmasına
Baromuz aracı olmaktadır. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lo­
zan’da çözüme ulaştırılan sorunlar, yeniden Sevr amaçları
doğrultusunda gündeme getirilmekte, alt kimlikler tahrik edi­
lerek etnik çatışma ortamı yaratılmak istenmektedir. Rengine,
ırkına, dinine bakılmaksızın tüm insanların kardeşçe yaşama
ve insan haklarından yararlanma kutsal mücadelesini emper­
yalist saptırma ile Aztnlık Haklan adı altında daraltmaya ve
kardeşçe yaşamı bozmaya yönelik girişimlere İstanbul Barosu
hizmet edemez. Yüzyıllardan beri sömürge olmayı reddederek
bağımsız ve özgür yaşayan Anadolu insanı onurludur; emper­
yalistlerden ve işbirlikçilerinden öğreneceği hiç bir şey yoktur.
İstanbul Barosu’nun ezici çoğunluğu, Cumhuriyet’in
kazanımlarmı koruma azmiyle aynı düşünceleri paylaşmakta-
dır-Önce tike Çağdaş Avukatlar Grubu". Yine bu grup tara­
fından, üyeleri bilgilendirmek amacıyla dağıtımı yapılan yaza­
rı belirsiz bir makalede, Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi’ne
doğrudan bağlı Heinrich Böll Vakfı’nın Kürtçülere olan özel
ilgisi ile ilgili olarak şu önemli bilgiler verilmektedir: "...Yeşil
Alman vakfının en ilginç faaliyeti ise, ‘insan ve azınlık hakla­
rı ’ alanında gözlemleniyor. Alman devleti, bu hassas konuyla
uğraşma görevini, öteden beri Yeşil vakfa havale etmiş du­

186
rumda. ‘Kürt sorunu ’nun yaraşıra vakfın en ilgi gösterdiği 'et­
nik azınlık' Tibetliler. Almanya'nın Tibet’e duyduğu ilgi, en az
Kürtlere duyduğu ilgi kadar eski ve derin. 1941 'de Himmler 'in
talimatıyla kurulan Hedin Enstitüsü, sekiz bin Tibetli ’nin ka­
fatasını inceledikten sonra, bu % 70 mongolid, % 30 europoid
millet, hem bizim, hem de Japonya'nın desteğinde Rusya ve
Çin ’e karşı kurulacak Moğol İmparatorluğu ’nu idare edecek
kabiliyettedir” sonucuna varmıştı. Nazi kurmaylarının planla­
rında Kürtlere de aynı rol biçilmişti. ‘Türklerden çok, Cer-
menlere yakın bu halkın Türklere ve Araplara duyduğu tiksin­
tiye yakın nefretten yararlanmalıyız. Bağımsız bir Kürdistan,
Yakın Doğu‘da muhteşem bir köprü başı olmaya namzettir’
deniliyordu. Yeşil valfın aynı anda hem Tibet, hem de Kürt
‘sorunu’y la ilgilenmesi, Almanya’da bir şeylerin hiç değişme­
diğini gösteriyor
37. Heinrich Böll Vakfı’nın “sahibi” Yeşiller P
si’nin 29 Ocak 1999’da Bonn’da bir basın toplantısı ile açıkla­
dığı “Türk-Kürt Çatışmasına Çözüm K onseptf, Sevr’in “Kürt
Sorunu”nu düzenleyen 62, 63 ve 64. maddelerinin sadece ge­
niş bir özetinden ibaret. Konsept özetle diyor ki: “Türkiye, bir­
birinden etnik, linguistik ve dinsel sınırlarla ayrılmış farklı
halk gruplarını içeren ve bu nedenle homojen olmayan bir
nüfusu barındırmaktadır”. Yeşil Sevr grubunun talepleri şun­
lar: “Demokratikleşme, merkezi devletin kaldırılması, etnik
grupların dil kimliğinin güvenceye alınması, Türk/Kürt top-
lumlarınm barışması”. Bakalım Yeşiller “demokratikleş-
me”den neyi anlıyorlar: “...Bölücülük propagandası gibi dü­
şünce suçları kaldırılacak, etnik partilerin kurulmasına izin
verilecek Partiler Yasası ’nın partileri Kemalist ilkelere sadık
kalmaya mecbur eden hükümleri kaldırılacaktır”. Merkezi
devletin kaldırılması çerçevesinde ise, “Kürtlere ve diğer etnik
azınlıklara yerel ve kültürel özerklik verilmesi” talebi başta
geliyor. “Dil kimliğinin güvenceye alınması” talebinin birinci

187
maddesi, “başta Kürtler olmak üzere diğer etnik azınlıkların
çocuklarına kendi ana dillerinde eğitim verilmeye başlanması”
oluyor. Bütün bunların ardından “Kürtlerle Türklerin barışma­
sı” safhası başlıyor, zira “yıllar boyu süren savaş sadece
Kürtlerle Türkler arasında değil, bizzat Kürtler arasında da
derin bir kin ve nefret doğurmuş "muş ve "Güney Afrika örnek
alınmalı ”ymış (Ersan Bayhan). Kısaca, Heinrich Böll Vakfı,
bağlı olduğu partinin konseptinin gereklerini yerine getirirken,
yerli işbirlikçileri de Türk Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bö­
lünmezliği ilkesini yoketme, bir başka ifadeyle, vatanı satma
yarışındadırlar.
38. Türkiye Cumhuriyeti karşıtı tüm küreselleşm
NGO’ların sevk ve idare edildiği merkezlerden biri olan U-
luslararası Af Örgütü’nün İstanbul adresi: Muradiye Bayırı
Sok. 50/1 Teşvikiye. Tel: (212) 258.43.67 Fax: (212)
258.44.59 ve e-posta: “amnesty°superonline.com”. Uluslarara­
sı Af Örgütü’nün Almanya Şubesi, kendi ülkesindeki Türkler
başta olmak üzere yabancıların sorunları ve de onlara yönelik
insan hakları ihlâlleri uğraşmak yerine, temel ilgi alanı olarak
Türkiye’ye odaklanmıştır. En çok Heinrich Böll Vakfı ile
paslaşan BND kontrolü altındaki Şube, 2001 İnsan Hakları Ö-
dülü’nü, Av. Eren Keskin’e vermiştir. Ödül açıklamasının
Türkçe çevirisi aynen şöyledir: “Bonn, 28 Mayıs 2001 - U-
luslararası A f Örgütü Almanya Şubesinin (Amnesty
International Deutschland) ilk kez 1998 yılında verdiği İnsan
Hakları Ödülü, bu yıl 27 Mayıs Pazar günü avukat ve insan
hakları savunucusu Eren Keskin ‘e verildi Gözaltında tecavüz
ve cinsel tacize uğrayan kadınlara hukuki yardım sıman bir
projenin kurucularından biri olan Eren Keskin, aynı zamanda
Eylül 1998’den buyana İnsan Hakları D emeği’nin İstanbul
Şubesinde Başkanlık görevini yürütmektedir. İnsan Hakları
2001 ödülü ile Uluslararası A f Örgütü Almanya Seksiyonu (A-
I-Almanya), Av. Eren Keskin 'in insan hakları mücadelesindeki

188
büyük kişisel çabalarını ve katkılarını takdir etmek istemekte­
dir. AI-Almanya tarafından ikinci kez verilen bu ödül, ‘işken-
cesiz bir dünya ’ adlı uluslararası kampanyanın çerçevesinde
yer alıyor ve insan hakları ihlallerinden sorumlu olanların ce­
zasız kalmalarına karşı verilen mücadelenin önemini vurgulu­
yor. A f Örgütünün İnsan Hakları Ödülü, bütün dünyadaki
binlerce insan hakları savunucusunun büyük kişisel çabalarını
ve çoğu kez hayati tehlikeler altında yerdikleri insan hakların­
dan yana mücadeleyi sembolik olarak onurlandırmayı amaçlı­
yor. Uluslararası A f Örgütü, ödül adaylarını belirlerken, cin­
siyet, bölge, tanınmıştık ve faaliyet alanlarının içeriğini dik­
kate alırken, adayın şu anki koruma gerekliliğini de bir kriter
olarak belirlemiştir". Adayın kimden ya da kimlerden koruma
gerekliliği, üstü kapalı bir mesaj olarak geçiştirilirken, sembo­
lik onurlandırmanın parasal bedelinden de bahsedilmemiştir.
Örneğin, Alman Fian Örgütünce her yıl verilen çevrecilik ö-
dülünün alt sınırı 150.000 marktır. Ödülle ilgili geniş bilgi için
bkz. http://www.amnestv.de Şubeden bizzat bilgi almak iste­
yenler için telefon: 0.0.49.228.983.73.306.
39. Merkezi Almanya-Heidelberg’de bulunan ve Bir­
leşmiş Milletler Örgütü’ne akredite olması nedeniyle BND ta­
rafından ekonomik “taşeron” olarak kullanılan Fian kuruluşu
hakkında ikinci bölümde geniş bilgi verilecektir. Fian, Berga­
ma’da altın üretimini engelleme programında Böll Vakfı’nı
partner olarak kullanmaktadır.
40. “Türkiye-AB Bütünleşmesinde STK’larm RoliF
konulu 8. STK Sempozyumu’nun organizasyonunu, “Düzen­
leme Kurulu” adına Tarih Vakfı üstlenmiştir.
41. Heinrich Böll Vakfı’nın katkılarıyla düzenlenen
STK Sempozyumlarının birincisi 16-17 Aralık 1994 tarihinde
gerçekleştirilmiştir. İkincisi “Küçülen Dünyamızda Büyüyen
Sivil Toplum” konu başlığı ile 23-24 Haziran 1995’de; üçün-
cüsü “Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki İletişim Sorunları

189
ve Çözümler? konu başlığı ile 7-9 Aralık 1995’de; dördüncü­
sü “Sivil Toplum Kuruluşları ve Yasal Çerçeve” konu başlığı
ile 4-6 Nisan 1996’da; beşincisi “Sivil Toplum Kuruluşları ve
Etil? konu başlığı ile 1-2 Temmuz 1999’da; akıncısı “17 A-
ğustos Depreminden STK'lar Olarak Neler Öğrendik?” konu
başlığı ile 12-13 Kasım 1999’da; yedincisi “Sivil Toplum Ku­
ruluşları ve Devlef’ konu başlığı ile 2-4 Haziran 2000 ve do-
kuzuncusu da “Sivil Toplum Kuruluşlarında Örgüt İçi Demok­
rasi ve Gönüllülü? konu başlığı ile 2-3 Haziran 2001’de ger­
çekleştirilmiştir. Sonuncu sempozyumun sekreteryasını “Tür­
kiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı” üstlenmiştir.
42. Genel Merkezi Bonn’da olan Friedrich Ebert Vak-
fı’nın İstanbul Temsilcisi Jörg Lange olup, adresi şöyledir:
Aşariye Cad. Orhan İşhanı, No. 33, Kat: 5, Beşiktaş. Farklı bir
diğer adres de şu: Serencebey Yokuşu, Mehmet Ali Bey So­
kak, No. 10/5, Beşiktaş. Tel: (212) 258.70.01, Fax: (212)
258.70.91, e-posta: fesist0 superonline.com
43. Alman Hükümetinin en büyük ortağı SDP tarafın­
dan kendisine bağlı olan Friedrich Ebert Vakfı’na hazırlattığı
ve Alman arşivlerine “devlet raporu” olarak geçen “Alman­
ya ’da İslâmi Örgütler” başlıklı rapora göre: “DİTİB-Diyanet
İşleri Türk İslâm Birliği” en büyük Türk İslâm örgütüdür ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin kontrolündedir. Eğer Almanya’da bir
caminin lokalinde Atatürk resmi varsa, o cami DİTİB’e bağlı­
dır. DİTİB’in imamları maaşlarını Türkiye Cumhuriyeti’nden
almakta, anadili Türkçe olmayan müslümanlara yardım ede­
memektedirler. DİTİB’in varlığı, diğer müslümanlann aleyhi­
nedir. DİTİB’le ilişkilerde mesafeli olunmalıdır.... İslâmi ör­
gütler bir güç faktörüdür. Alman Devleti, adı istihbarat rapor­
larında adıgeçen İGMG ve Süleymancı örgütlerle diyalog
kurmalıdır. Diyalog, örgütlerin merkezleriyle değil, yerel şu­
beleriyle kurulmalıdır. Haklarında istihbarat kaynaklı uyanlar
var diye Milli Görüşçülerle diyaloga girmemek hatadır. Bu tür

190
örgütlerle diyaloga girmemek, Alman tarafı için “bumerang”a
dönüşebilir. Yerel yönetimler, İslâmi örgütlerin ihtiyaçları ko­
nusunda işbirliği yapmalıdır. Raporda ilginç tespitlerde bulu­
nulmaktadır. Nitekim, “İslama bu kadar önem verilmesi, Al­
manya'nın yeni entegrasyon politikası karşısında Türk ulusal
kimliğinin yarattığı endişeden kaynaklanmaktadır. Vatandaşlık
yasası reformuna göre Alman yurttaşlığına geçişin kolaylaşa­
cağı düşünüldüğünde, bu yeni vatandaşların dini kimliklerine
önem verilerek ulusal kimliklerinden uzaklaştırılacaklardır.
Böylece bu kişiler karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin söz
söyleme hakkı kaybolacaktır. Ayrıca, dini talepleri karşılanan
müslümanlar devlete karşı daha sadık olacaklardır" görüşü
savunulmaktadır. Raporda, Nurculuk, Süleymancılık ve Milli
Görüş gibi tüm irticai oluşumlar övülürken, Almanya’daki
vatandaşlarımızın Türk kimliğinden uzaklaşması amacıyla din
eksenli alternatif entegrasyon modeli öngörülmektedir. Buna
göre, müslümanların giysilerine karışılmayacak; kurban kesi­
mi, İslâmi mezarlık, İslâmi defin, cami yapımı, ezan, İslâmi o-
kul, Almanca din dersi gibi haklar tanınacaktır. Modelde ayrı­
ca İslâmcı şeriatçı örgütlere imam nikâhı kıyma hakkı veril­
mesi ve bu nikâhın Alman resmi makamlarınca da tanınması
yer almaktadır. Rapora göre bu uygulamalarla, Alman
Hükümetinin entegrasyon modelindeki temel hedefler şöyle
olacaktır: Müslüman Türkler ulusal kimlik ve kültürlerinden
uzaklaştırılmalıdır. Bu insanlara temel sorunlarının dini ihti­
yaçları ve talepleri olduğu aşılanmalı ve gündemde tutulmalı­
dır. Müslüriıanlar anayasal haklan sağlandığı gerekçesiyle se-
vindirilmeli, Türkiye’den mümkün olduğunca uzaklaştınlma-
lıdır. Nitekim, Alman Hükümetinin tanıması ve teşvikiyle
Milli Görüş Münih İslâm Merkezine bağlı “İslâmi İlkokul” ku­
rulmuştur. Bu modelin yürürlüğe girmesiyle İslâmi anaokulu
da kurulabilecektir. Alman Hükümetinin, sözkonusu raporda
belirtilen hususların bir kısmını uzun süredir uygulamaya ça­

191
lıştığı, Almanya’nın neden bu ülkede din dersi verme yetkisini
Milli Görüş yanlısı îslâm Federasyonu’na verdiği daha net ola­
rak anlaşılmaktadır. Raporun tam anlamıyla uygulamaya ko­
nulmasıyla irtica için Almanya’nm ideal ülke olacağı sanıl­
maktadır.
44. Ebert Vakfı’nm rastgele seçilmiş etkinliklerinden
birkaçı: “Gündelik Yaşamın Müzelere Yansıması Sempozyu­
mu” (16 Aralık 1995); “Önde Gelen Sivil Toplum Kuruluşları
Araştırması” (Ocak 1997); “Türkiye ’de İç Göç: Sorun Alanları
ve Araştırma Metotları Sempozyumu” (6-8 Haziran 1997);
“Sendikal Eğitim Teknikleri Atölye Çalışması” (11-12 Haziran
1998); “Sendikalarda Kadın Eğitimi Atölyesi' (22-23 Haziran
1998); “Sendikalarda Uzmanlık Grubu Eğitimleri Atölye Ça­
lışması” (17-18 Eylül 1998); “Yazılı Malzemelerin Sendikal E-
ğitimde Kullanılması Olanakları Atölye Çalışması” (1 Ekim
1998); “Yeni Teknolojilerin Sendikal Eğitimde Kullanılma O-
lanakları Atölye Çalışması” (2-3 Ekim 1998); “90’larda Tür­
kiye’de Endüstri İlişkileri Araştırma Projesi’ (Mart-Ekim
1998); “Türkiye ’de İşsizlik ve Eksik İşgücü Araştırma Projesi’
(Nisan-Ekim 1999); “Üniversiteler ve Sendikalar Sempozyu­
mu” (24-25 Eylül 1999); “Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İliş­
kileri Bibliyograjyası Araştırma Projesi’ (Başlangıç 15 Mayıs
2000); Ankara Üniversitesi Ataum Merkezi ile Dr. Emil
Mintchev, Prof.Dr. Peter Ludlow, Prof.Dr. Jörg Becker, Dr. A.
Atilla Doğan gibi akademisyenlere verdirilen konferanslar;
TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vak­
fı) ile ortak düzenlenen “Sosyal Demokrat İstihdam Politikala­
rı” etkinlikleri (Ekim 1997) vd.
45. CHP yönetimlerinde bulunan kişilerce kurulan
vakıfların da Friedrich Ebert gibi Alman vakıflarıyla eğitim
programları düzenledikleri görülüyor. CHP Gençliğinin sosyal
demokrasi eğitiminin sonunda, Ebert Vakfı’na katkıları nede­
niyle bir de plaket veriliyor (Cumhuriyet 6 Ekim 2000). Aralık

192
2000’de CHP’nin Alman Sosyal Demokratlarıyla birlikte bir
dostluk demeği kurma girişimlerinin Bakanlar Kurulu’nun o-
nayından geçmediği gazetelerde yer alıyor. SODEV adlı vak­
fın tanıtım metninde şu ilginç açıklama yer alıyor: “Ayrıca, u-
luslararası planda Alman Friedrich Ebert vakfıyla da önemli
çalışmalar yürütülmektedir". Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa
Yıldırım, “Şifre Çözücü: Project Democracy”, Müdafaa-i
Hukuk, 32: Mart-Nisan 2001, s. 29 ve dpn. 20.
46. Merkezi Hamburg’da bulunan Körber Vakfı’nm
Başkanlığını Dr. Wolf Schmidt, Konrad Adenauer Vakfı’nın
ajandasına göre de İstanbul temsilciliğini Esther Karay-Dinç
yapmaktadır. Genel Merkez adresi: Kurt A. Körber, Chausse
10 21033 Hamburg-Deutschland, Tel: 040.72502457, E-posta:
turkei°stiftung.koerber.de Diğer vakıflar gibi bu vakfın da
internette sitesi bulunmaktadır. Vakfın Türkiye’deki faaliyetle­
ri için bkz. http://www.stifhing.koerber.de/tuerkei Körber
Vakfı’nın doğrudan ya da müştereken gerçekleştirdiği etkin­
liklerden bazıları: “2. Uluslararası Tarih Kongresi" (8-10 Ha­
ziran 1995); “Türkiye’de Kimlik ve Normların Değişimi Sem­
pozyumu” (27 Eylül 1995); “Bilanço: 1923-1998 Uluslararası
Kongre” (1998); “Liseliler Tarih Bilinci-Anket” (1995) ve ay­
rıca Hamburg, Bonn gibi farklı şehirlerde yapılan, “Yerel Ta­
rih”, “Uluslararası İlişkiler”, “Almanya ve Türkiye’de Sivil
Toplumun Geleceği" gibi çeşitli konu başlıkları altındaki ya­
rışmalar, atölye çalışmaları vd.
47. Konrad Adenauer Vakfı’mn ajandasına göre,
Friedrich Naumann Vakfı’nın Ankara Temsilciliğini Dr.
Wilhelm Hummen yapmaktadır. Vakfın adresi: Kuşkondu
Sok. 7/8 Çankaya/Ankara. Tel: (312) 440.47.04, Fax:
438.18.88, e-posta: “fnst°ada.net.tr”. Vakfın etkinliklerinden
bazıları: Arı Grubu, Doğu-Batı Enstitüsü ile birlikte 8 Haziran
2000’de İstanbul’da The Marmara Oteli’nde gerçekleştirilen
“Building a Secure Eurasia fo r the 21. Centry” konulu sem­

193
pozyum; 18 Ekim 2000’de Akdeniz Belediyeler Birliği ile
“Yerel Yönetimlerin Değişen RoliF konulu sempozyum; 19-21
Nisan 1996’da Bursa’da “Doğal Kaynak Kullanımında Alter­
natif Yöntemler ve Yeni Yaklaşımlar” konulu sempozyum;
1996’da Ankara’da “Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun
Kobilere Etkisi” konulu seminer; 1996’da Hacettepe Üniver­
sitesi Sosyal Hizmetler Y.O. ile gerçekleştirilen “Türkiye'de
Çalışan Çocuklar Sorunu ve Çözüm Yolları” konulu toplantı­
nın tebliğlerinin kitap olarak yayını; AB’nin katkısıyla, Antal­
ya Barosu ile müşterek yürütülen “Demokratikleşme Bilinci­
nin Artırılması, Modem Demokratik Devletin ve AB İnsan
Hakları Standartları Kavramlarının Tanıtılması” projesi vd.
48. Merkezi Almanya-Göttingen’de bulunan “Tehdit
Altındaki Halklar Demeği”, BND’nin örtülü fonlarından fi­
nanse edilen ve kadrolu elemanlarından oluşan bir örgüt olup,
rüşdünü Yugoslavya’da ispatlamıştır. Tilman ZUlch, Tessa
Hoffmann, Klaus Peter Volkman gibi azılı Türk düşmanı Al­
man istihbaratçılarını bünyesinde barındıran bu örgüt, Türk
Silâhlı Kuvvetleri aleyhine, PKK-ERNK başta olmak üzere
tüm bölücü etnik yapılanmaların lojistik desteklenmesinden ve
aralarındaki koordinasyondan doğrudan sorumludur.
49. "Katolik ve proteston kiliseleri Almanya’da, ru­
hani konuların çok uzağında, devlet politikasının bütün konu­
larında aktif rol oynar ve kamuoyunu en çok etkileyen bir alt­
yapıya sahiptir. Bu kiliseler, kendi bünyelerinde kurdukları a-
kademi ve seminerlerde iç, dış ve ekonomik politikaların her
alanında çalışmalar yaparlar. Bu seminerlerde Almanya ’nın
yakın geleceğe ilişkin politikalarının temelleri atılır, ideoloji­
leri geliştirilir, literatürü oluşturulur ve hatta görevlendirile­
cek kişiler tespit edilerek ilerideki görevlerine hazırlanır. Ço­
cuk bahçelerinden başlayıp, okul, hastahane, yetim ve
bakıevleri, huzurevleri işleten kiliseler, bütün bu kuruluşlarına
dağıttıkları özel yayın organlarına da sahiptirler ve bu kuru­

194
tuşların da kamuoyu monopolüne sahip oldukları söylenebilir.
Kiliseler bu monopollerini garantiye almak için yukarıda sa­
yılan kuruluşlarda, değil başka dilden, başka mezhepten dahi
insan çalıştırmazlar. Örneğin, tamamen devlet veya hastalık
sigortaları tarafından işletilen bir hastahanede, Alman vatan­
daşı olsa bile, bir Türk doktor veya bahçıvan çalışamaz. Kılcal
damar gibi topluma yayılan bu enformasyon ağına ek olarak,
kiliseler küçük ‘haber ajansları ’na da sahiptirler. Alman­
ya ’daki haber ajanslarının % 50 'si kiliselerin malı olup, diğer
haber ajanslarından ucuz oldukları için, hemen bütün Alman
medyasınca kullanılır". Dr. Yavuz Dedegil, “Almanya’da
Kamuoyu Oluşumu ve Yabancılaşma”, Teori, Ocak 2001, s.
73-76. Alman kiliseleri, gerek Almanya’daki Türk Toplumu
ve gerekse Türkiye’ye yönelik devlet politikalarının oluştu­
rulmasında ve yaşama geçirilmesinde aktif biçimde rol oyna­
maktadırlar. Amaç, Türk Toplumunu ulusal kimlikten kopar­
mak ve Türkiye’yi parçalamak olduğunda, kiliseler hiçbir ay­
rım yapmamaktadırlar. Kaplancılardan Süleymancılara, Nak-
şibendilerden Fethullahçılara kadar tüm köktendinci yapılan­
malara lojistik destek sağlayan kiliselerin son girişimlerinden
biri, geçtiğimiz yıl, TCK 312. maddeye göre bir yıllık hapis
cezası kesinleşen Necmeddin Erbakan için kampanya başlat­
malarıdır. Örneğin, Uluslararası Katolik Barış Hareketi
Almanya Sorumlusu Rahip Wolfgang Jungheim, 1.8.2000 ta­
rihli bir basın bildirisi ile, Erbakan’ın yanısıra, aynı yurtse­
verlik (!) çizgisinde yeralan dava arkadaşları Akın Birdal,
Leyla Zana, Tayyip Erdoğan ve İsmail Beşikçi’ye özgürlük
talep etmiş; ardından Heinrich Böll Vakfı’nın sponsorluğunda
düzenlenen “Düşünce Özgürlüğü İçin 2. İstanbul Buluşma­
sın ın katılımcısı olarak, 20.11.2000’de Erbakan’ı Ankara-
Balgat’taki evinde ziyaret etmiştir. Son bir gelişme olarak,
BND ve Kiliseler, Fethullahçılara lojistik destek konusunda
görüş birliğine varmışlardır. Buna göre, Fethullahçılann Al­

195
manya ve AB sınırlan içinde örgütlenmelerine, himmet parası
toplamalarına, şirketleşmelerine ve okul açmalarına izin veri­
lecek; karşılığında da Fethullahçılar, Balkanlar’da, Türkiye’de,
Kafkasya’da ve Orta Asya’da Alman dilinde eğitim veren o-
kullar açacaklardır.
50. Geniş bilgi için bkz. Attilâ İlhan, “Manzara-i U-
mumiye”, Cumhuriyet, 12.7.2000. Ayrıca, kamuoyuna
malolan çeşitli istihbarat raporlarında da bu konuda ayrıntılı
bilgiler mevcuttur. Bu arada, din derslerinin Milli Görüşçülere
verilmesine ilişkin yargı kararından sonra, Alman Protestan
Kilisesi Konseyi Başkanı Manfred Kock, 27 Şubat 2000 tarihli
basın açıklamasıyla “İslâm dininden ayrı bir cemaat olan Ale-
vilerin, Alman okullarında kendi dinlerini öğrenme ve öğretme
hakkı”nın yerilmesini istemiştir. Tabii, iki şartın yerine geti­
rilmesi kaydıyla: “Türkiye 'ye mesafeli olmak; dersin Almanca
verilmesini kabul etmeK\ Dikkat çeken bir başka önemli konu,
Türkiye’deki misyonerlerin faaliyetlerine, şeriatçı çevrelerin
kesinlikle hiçbir biçimde tepki göstermemesidir. Mürtedlerin
sayısının yüzbinlerle ifade edilmesine karşın, başta
Fethullahçılar olmak üzere Nakşibendiler, Süleymancılar ve
diğer tarikat-cemaat ve radikal gruplar, “dinlerarası hoşgörü,
diyalog ve uzlaşma” söylemleri çerçevesinde tepki vermeye­
rek, hangi dış odaklara tabi olduklarının işaretini vermekte­
dirler. Misyonerlerin Türkiye’deki faaliyetlerini ortaya koyan
mükemmel bir çalışma için bkz. Ergün Poyraz, Dünden Bu­
güne Hristiyanlığın ve Yahudiliğin Analizi: MİSYONER­
LER ARASINDA ALTI AY”. (Ankara: Turna Yay. 2001),
382. s.
51. Merkezi Beyrut’ta bulunan Orient Enstitüsü’nün
İstanbul Şubesi, Susam Sok. No. 16-18, Cihangir adresinde fa­
aliyet göstermektedir. Tel: (212) 292.60.67, (212) 252.19.83,
Fax: (212) 249.63.59, e-posta: oli°sim.net.tr ve internet adresi:
http://www.sim.net.tr~oli olup, Şube Müdürü ise deneyimli bir

196
istihbaratçı olduğu ifade edilen Dr. Günter Seufert’tir. Ensti­
tü’nün asli görevlerinden biri de, ilerki yıllarda Türkiye’de
diplomat, gazeteci, arkeolog ya da vakıf temsilcisi olarak gö­
rev yapacak genç istihbaratçıları “araştırma görevlisF kimliği
altında yetiştirmektir. Yakında Türkiye’deki görev süresi bite­
cek olan Dr. Seufert’in yerine, asistanı Christopher
Kubaseck’in getirileceği öne sürülmektedir. Enstitü’nün,
BND’nin örtülü fonlarının yanısıra, AB fonlarından da karşı­
lanan projelerle hedef kişilere “para dağıttığı” bilinmektedir.
Örneğin, “MHP ve Ülkü Ocakları” konulu araştırmasından
dolayı CNN muhabiri Kemal Çan’a, “Futbol ve M illiyetçilik’
konulu araştırmasından dolayı Birikim dergisi yazarı Tanıl Bo-
ra’ya, “Merkez Sağ' konulu araştırmasından dolayı Tansu
Çiller’in eski danışmanı Şükra Karaca’ya, “Deprem Sonrasın­
da Devlet ve Siviller, Sarsıntı" konulu araştırmasından dolayı
Ümit Kıvanç’a ödeme yapıldı.... Etyen Mahçupyan, “ödeme
yapılmasının bir mahzuru olduğunu sanmıyorum. Her yer bilgi
aldığı zaman bir şey ödeyecek yani. Bedava kimse bir şey
yapmayacak muhakkak kF. Ödemeler hakkında bilgi için bkz.
“Avrupa’dan Para Alan Gazeteciler”, Aydınlık, 13.2.2000.
Enstitü’nün İstanbul Şubesi, ortak amaçlar doğrultusunda AB
organları ve özellikle de Dr. Paul Dumont’un yönetimindeki
Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile yoğun bir ilişki
sürdürmektedir. Ersen Bayhan, Enstitü’nün İstanbul Şubesini
şu cümlelerle değerlendirmektedir: “Alman Devleti: Türki­
ye'de ırk merkezli etnik çatışmalar yaşandığını ispatlasın diye,
İstanbul Susam Sokakta (No: 16-18 D. 8) 'bilimsel bir araştır­
ma kurumu ’na milyonlarca mark akıtıyor. İstanbul Susam So­
kakta meskûn Alman Doğu Enstitüsü’nün 1998 projesi olan
‘Milliyetçilikle Avrupa Entegrasyonunun Gerilim Alanında
Türkiye ’ projesi, kimi altışar aylık, kimi birer yıllık en az
onbeş ‘araştırma ’yapılmasını ve şu konuların araştırılmasını
öngörüyor: a) Sünni örgütlerin resmi ideolojiye bakışları, b)

197
Türk kökenli Âlevilerin T.C. ’nin ulus anlayışına karşı tavırları,
c) Kürt kökenli Âlevilerin resmi ideolojiye bakışları, d) Gelir
durumu yüksek Kürtlerin devletin Kürtlerin geleneksel yerle­
şim bölgelerinde takip ettiği Kürt düşmanı uygulamalara karşı
tavırları, e) Sendikalar ve meslek grupları gibi fonksiyonel ör­
gütlenmelerde, etnik ayrım sürecinin yoğunluğu, f Sosyal De­
mokrat kesimde birbiriyle çatışan zıt etnik mensubiyetler, g)
Resmi ideolojiyi reddeden Alevi/Siinni, Türk/Kürt gruplarında
alternatif ulus tasarımları, h) TC’nin resmi ideolojisi ve gele­
neksel ulus tasarımı gibi tartışmaları teşvik yolları. Örneğin
Avrupa 'dan bilim adamları davet edilebilir ya da yerli aydın­
lar Avrupa’y a seminerlere çağrılabilir... vs.’’. İşte bölücülü­
ğün resmi belgesi ve de kaynağı!.. Onbinlerce şehidimizin ve
yüzmilyarlarca dolar terör kaybının, yaşadığımız ve yaşayaca­
ğımız tüm olumsuzlukların baş sorumlusu olan Almanya’nın
sözde akademik faaliyet gösteren kuruluşu!..
52. Merkezi Hamburg’da bulunan Orient Enstitü
BND’nin “think thank’ işlevi gören bir yan kuruluşu ve doğ­
rudan “Alman Denizaşırı Enstitüsü”ne bağlıdır, tıpkı Asya A-
raştırmalar Enstitüsü gibi. Görevi, kendi alanında Alman
Devleti’nin politikalar oluşturmasına yardımcı olmak; raporlar
hazırlamak, brifing hizmeti sunmaktır. Başkanı Udo
Steinbach, ağırlıklı olarak Türkiye’deki etnik ve dinsel bölün­
me sorunlarıyla uğraşırken, laboratuvar olarak da Alman­
ya’daki Türk Toplumunu kullanmaktadır: DİTİB’in etkisizleş­
tirilmesi; Kaplancılar dahil en marjinal İslâmi cemaatlerin bile
teşvik ile güçlendirilmesi ancak birbirlerine düşürülmesi;
mezhep-tarikat-cemaat farklılıklarının belirginleştirilmesi; din
derslerinin Türkiye’nin kontrolünden çıkarılarak en büyük
İslâmi örgüt olan “İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı”na
(IMGT) verilmesi ve son aşamada bu derslerin Almanca ve­
rilmesinin sağlanması; aynı şekilde Aleviliğin ayrı din dersi
olarak okul programlarında yer alması; Türk müslümanlığı

198
kavramından Alman müslümanlığı kavramına geçilmesi ve
bunun için de Almanya’daki Türk Toplumunun, Türkiye’den,
siyasal-dinsel ve etnik gerekçelerle kesin biçimde koparılması;
bu amaca uygun olarak minare inşaatlarına ve ezan okunması­
na izin verilmesi ve de tesettürün teşvik edilmesi vs. vs... Sün­
ni ve Şafii kökenli vatandaşlarımız üzerinde oynanan ve ö-
nemli ölçüde sonuç alınan bu oyunlara siyasetçilerimizin -şe­
riatçılar, Türk İslam sentezcileri, merkez sağ dahil- hiçbirinden
tepki gelmemiş; Türk Devleti de karşı strateji geliştirememiş­
tir. Hamburg’daki Orient Enstitüsü ile İstanbul’daki Beyrut
merkezli Şubenin eşzamanlı ve eşgüdümlü çalıştığı ortadadır.
Şimdilerde aynı oyun, Alevi kökenli vatandaşlarımız üzerinde
oynanmaktadır. Önce Aleviler Türk kimliğinden koparılıp
PKK benzeri bölücü yapılanmalarla özdeşleştirilecek; sonra da
-halk deyimi ile 72 parçaya- bölünecek: Ege Alevileri-Doğu
Alevileri, Kürt Alevileri-Türk Alevileri, Tahtacılar-
Kızılbaşlar, Zaza Alevi leri-Arap Aleviler, Alili Alevi ler-Alisiz
Aleviler vs. vs... Bu sonu olmayan bölücülüğün yorumunu, bir
Cumhuriyet aydını olan Ayşe Demir şöyle yapmaktadır: "Et­
nik parsellemede dünya şampiyonluğuna oynayan Alman derin
devleti, insanımızı f‘arklı dinsel kimlikli öbekler’e ayırmakla
neyi amaçlıyor? Oyunun bir yüzü Alman içpolitikasına yöne­
lik, diğer yüzü Türkiye ’ye. ‘Türkiye Kürtlerinin etnik uyanışın­
da Almanya üs görevi görmüştür ’ diyen Vdo Steinbach, ben­
zer teşhisi Türkiye Aleviliği için de yapıyor: ‘Türkiye’de 90’lı
yıllarda yükselişe geçen Alevi rönesansımn merkezi Almanya
olmuştur’. H edef sadece Almanya Türk toplumunu yamalı
bohçaya döndürmek değil. Türkiye ’deki ulusal devlet için de
aynı senaryo öngörülmüş. ‘Merkezi devleti kaldırıp farklı kül­
türlere otonomi vermediği taktirde, Türkiye ikinci bir Yugos­
lavya olacaktır’ tehditini savuran Dietrich Jung’a göre, ‘Tür­
kiye ’nin birliği şu an için, şiddetle ayakta tutulan ulus üstü bir
kimlilde korunabiliyor. Şiddet faktörü ortadan kalkar kalkmaz,

199
Türkiye değişik uluslara bölünecektir ’. ‘A levilik dersi, Alman
İslâmî ’ bahane. Adı ister Milli Görüş olsun, ister AABF, ister
İslam Konseyi... Bu örgütler birer taşerondan ibaret. Alman­
ya ’nın derdi, Türk ulus-devletiyle. Almanya Türk toplumu ise,
-Almanya ’da kalmaya devam ettiği sürece- Türkiye ’de oynan­
ması öngörülen oyunlar için bir laboratuvar işlevi görecek­
tir ”. Almanya’nın Alevilere yönelik din dersi ve benzeri bölü­
cü kışkırtmalarına tepki veren tek siyasetçi, Doğu Perinçek
olmuştur, hem de tutarlı bir değerlendirmeyle: "... Laiklik, ulus
devlet programının bir parçasıydı. Ulusal piyasanın ideolojisi,
ancak laiklik olabilirdi. Demokratik devrimler çağında, Sün­
nilik, Alevilik vb. değil, ulus vardı ve özgür yurttaş vardı. Artık
emperyalist hakimiyet sisteminde, laiklik değil, 72 cemaate 72
çeşit, ama hepsi de Almanca cemaat ideolojisi vardır. Artık ta­
rihsel olgular arasındaki iç bağlantıları araştıran toplumbili­
mi değil, dinsel menkıbeler ve hurafeler vardır. Kerbelâ’nın
72 çeşit bilimdışı yorumunu yapabilirsiniz, ancak Kerbelâ'nm
ne olduğunu öğrenmeniz önlenmektedir. Küreselleşme süre­
cinde, Alman Devleti Muaviyeleşir ve Yezidleşirken; Ali, Fat­
ma, Haşan ve Hüseyinler de Almanlaştırılıyor. ‘Varsın Al-
manlaşsın, doğal özümlemenin ne zararı var ’ diyenler oluyor.
Güzel ama bugün Amerikanlaşmak ve Almanlaşmak, emper­
yalist sistemin itaatli kullarına dönüştürülmek anlamına geli­
yor. Avrupa devletlerinin bu süreci adım adım yürüttüklerini
günlük temaslarda bile görmek mümkündür. Bir gün Alman­
ya'nın Offenburg şehrinde bir Alevi genci, bana ‘Cumhuriyet
Devrimi bana ne verdi ki? ’ diye öfkeyle sormuştu. Dede so-
yundanmış.- Kendisine ‘Cumhuriyet, seni dede olmaktan kur­
tardı, daha ne istiyorsun' diye cevap vermiştim. Cumhuriyeti,
emperyalizmle savaşarak kurmuştuk. Ve emperyalizm. Cumhu­
riyetle savaşarak bizi kütlaştırmak istiyor. Emevi sultanlarının
Kerbelâsı tarihe karışırken, başımıza Alman Reich ’ının
Kerbelâsı geldi ”...

200
53. Alman Kültür Merkezi, Yeniçarşı Cad. No.52 Be-
yoğlu-İstanbul adresinde faaliyet sürdürmektedir. Binanın ilk
üç katı Goethe Enstitüsü’ne (Temsilci Kurt Scharf) tahsis e-
dilmiştir. Ayrıca, Enstitüye ait Kütüphane, Avusturya Bölge
Merkezi, Avusturya Liseliler Vakfı, İstanbul Erkek Liseliler
Eğitim Vakfı, İstanbul Batı Üniversitesi İrtibat Bürosu,
Konrad Adenauer Vakfı Bürosu da aynı binada bulunmaktadır.
Tel: 0212.249.54.63 (santral). Ankara’daki Alman Kültür
Merkezi ve Goethe Enstitüsü (Temsilci Dr. Kristin Völker) de,
Atatürk Bulvarı No: 131 Kızılay adresindeki müstakil binada
faaliyet sürdürmektedir. İzmir’deki Goethe Enstitüsü’nün ad­
resi ise Gaziosman Paşa Bulvarı No. 13 olarak gösterilmekte­
dir. Tel: (232) 484.16.36.
54. Alman Kalkınma İşbirliği Kurumu (GTZ), Filistin
Sok. 21/2 Gaziosmanpaşa-Ankara adresinde faaliyet göster­
mektedir. Tel: (312) 447.46.64, Fax: (312) 447.46.63.
55. http://www.hablemitoglu.cib.net
56. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu,
“Kemal’in Askerleri-Vahdettin’in Politikacıları”, Müdafaai
Hukuk, Ekim 2000, 27: 13-19; Yeni Hayat, Kasım 2000, 74:
26-30; USİAD-BİLDİREN, Aralık 2000, 7: 34-39; Kının,
32: 3-7. Ayrıca bkz. Tamer Bacınoğlu, “Almanya’dan-Düşler
ve Gerçek”, Dünya, 23 Mart-29 Mart 2001 (Almanya Baskı­
sı).
57. “Alman Çevreciler Bergama’da”, Cumhuriyet,
4.6.1997, s. 15.
58. 1997-98 Yılları itibariyle altm üretiminde ilk
onbeşe giren uluslararası sermayeli firmalar ve bağlı oldukları
ülkeler şöyledir (üretim sırasıyla): Anglo Gold (Güney Afri­
ka), Nevvmont Gold (ABD), Gold Gields (Güney Afrika),
Barrick Gold (Kanada), Placer Dome (Kanada), Rio Tinto (İn­
giltere), Homestake (ABD), Freeport McMoRan (ABD),

201
Ashanti Goldfıelds (Gana), Normandy (Avustralya), Harmony
(Güney Afrika), Battle Mountain Gold (ABD), Kinross
(ABD), Great Central Mines (Avustralya), Avgold (Güney Af­
rika). Üretimde birinciliği koruyan Anglo Gold firmasının
1997 yılı üretimi 226 ton, 1998 yılı üretimi de 239 tondur.
Dünyadaki toplam altın üretimi 2600 ton olup, bunun % 57’si
dört sanayileşmiş ülkede, ABD, Kanada, Avustralya ve Güney
Afrika’da yapılmaktadır. Bu ülkeleri sırayla Çin, Endonezya,
Rusya, Peru, Özbekistan, Gana, Papua Yeni Gine, Brezilya,
Şili, Filipinler, Zimbabve, Meksika, Mali, Kırgızistan, Kolom­
biya ve Arjantin izlemektedir. Bkz. Gold Fields Mineral
Services Ltd. GOLD SURVEY, 1999.
59. Yunanistan, Avrupa’nın en çok altın üreten ülkesi
olma iddiasıyla 2001 yılı içinde Olympias madenini işletmeye
alacaktır. Skouries, Perama ve Sappes madenlerindeki üretime
hazırlık çalışmaları ise devam etmektedir. Avrupa’nın dünya
altın üretimindeki payı sadece % l ’dir. Avrupa’nın altın üre­
timi, 1988’de 34 ton olarak saptanmıştır. İtalya’da Sardunya
Adası’ndaki Furtei, İspanya’daki El Valle madenlerine büyük
rakamlarda yatırımlar yapılmıştır. Almanya’nın tüm bu ülkele­
rin altın madenlerine' yönelik engelleyici politikaları
sözkonusu değildir. Geniş bilgi için bkz. “Dünyada ve Türki­
ye’de Altın Madenciliği”, Gözlem-Altın 2000, s. 5-12.
60. Dünyada ilk altın para, M.Ö. 700 yıllarında Salihli
Şart yöresinde hüküm süren Lidya Kralı Krezüs tarafından
bastırılmıştır.
61. I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nin açıl­
masıyla birlikte faaliyeti durdurulan Kartaldağı-Astyra made­
ni, Anadolu’da yabancıların işlettiği son altın madenidir.
62. Prof. Dr. Ayhan Erler (ODTÜ), 1997 yılında yap­
tığı bir araştırma sonucunda bu potansiyeli ortaya koymuştur.

202
Beş yıl önce işletilebilir altın rezervimiz, 60 ton civarında
gösterilmekteydi. Bugün 575 ton olarak ifade edilen altın re­
zervimizin 245 tonluk kısmını, işlenebilirliği sözkonusu olan
yataklar oluşturmaktadır. Aramaların sürmesi halinde, beş yıl
sonra Türkiye’nin işletilebilir altın rezervinin 1000 ton metal
altın rezervinin üzerine çıkması hesaplanmaktadır. Türk eko­
nomisine nefes aldıracak bu stratejik kaynak, Devlet Planla­
ma Teşkilâtı’nca hazırlanan Uzun Vadeli Strateji ve Seki­
zinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005’de maalesef es­
kiden olduğu gibi yok sayılmış; konu “Madencilik” alt başlığı
altında genel ifadelerle adeta geçiştirilmiştir (bkz. s. 117-18).
Konuyla ilgili detaylar, sadece “Değerli Metaller Çalışma
Grubu Raporu”nda yer almıştır. Altm rezervi ile ilgili bilgile­
re, “Türkiye 'de Altın Madenciliği Sempozyumu” ve de “Türki­
ye Madenciliğinin Önemi, Sektörün Sorunları ve Gelecekte
Politikalar Sempozyumvt’ gibi bilimsel etkinliklere sunulan
tebliğlerden ulaşmak mümkündür. Ayrıca bkz. Dr. Vedat
Oygür, “Dünya Altm Madenciliği ve Türkiye’nin Altın Potan­
siyeli”, Jeoloji Müh. Dergisi, 1996, 49: 55-62. Şubat 2000 i-
tibariyle, mevcut altın ruhsatı sayısı 28’dir. Bu ruhsatların 5 a-
dedi Türk şirketlere (Eti Holding, Esan-Eczacıbaşı, Çanakkale
Maden, Or Maden ve Yurttaşlar) aittir.
63. Konseptin matbu nüshası ve çevirisi, İsveç’de
şayan Prof.Dr. Metin Deliormanlı tarafından ülkemizdeki tüm
ilgili birimlere gönderilmişse de, kontr-espiyonaj kapsamında
Alman istihbaratçılarına karşı alınmış -izleme dışında- somut
bir tedbire tesadüf edilememiştir. Konsept metninde adıgeçen
GTZ, bir proje grubu olup, bir fmans grubu olan KfW ile ,
Türkiye ve Almanya arasında, 105 milyon Marklık kısmı hibe
edilen toplam 291 milyon Marklık “mali ve teknik işbirliği”
kapsamında, 1997 yılından itibaren devlet kurumlan ve başta
Diyarbakır, Şımak olmak üzere belediyelerin altyapı projeleri
için çok aktif olarak çalışmaktadırlar. Proje çalışmalarını hibe

203
krediler ile sağlayan bu gruplar, görünürde Türkiye’de büyük
eksikliğin bulunduğu altyapı projeleri konusunda Türk Devle-
ti’nin dahi sahip olmadığı ölçüde teknik ve sosyal envanter
bilgisine sahip olmuşlardır. Bu Alman işbirliği gruplan, halen
Türkiye’de ilgili bakanlıktan, sanayi odaları ve belediye-
ler/belediye birlikleri için “hibe kredilerle” yeniden yapılan­
dırma, veri toplama ve projelendirme çalışmaları yapmakta­
dırlar. Son zamanlarda KfW’nun Diyarbakır, Şımak ve Erzin­
can’da altyapı yatırım potansiyelinin incelenmesine yönelik
sosyal ve mali güç envanteri üzerinde yoğunlaştığı bilinmek­
tedir.
64. FIAN Örgütü’nün internetteki web sitesinde, A-
vusturya, Belçika, Brezilya, Almanya, Honduras, Meksika,
Norveç, Filipinler, İsveç, İsviçre, Hindistan (iki ayrı eyalette)
mevcut şubelerin posta ve e-posta adresleri, telefon ve fakslan
verilmektedir. Örgütün koordinatörlükleri ise, Hindistan’da (i-
ki ayrı eyalette), Gana’da, İtalya’da, Nepal’de, İsviçre ve İtal­
ya’da bulunmaktadır. Koordinatörlüklerin posta, e-posta, tele­
fon ve fakslarına, internetteki http://www.fian.org/fian-
worldvide.htm adresinden ulaşabilirsiniz.
65. Argun Arbay, “Alman FLAN Örgütü ve Türki­
ye’deki Marifetleri”, Aydınlık, 10 Aralık 2000. FIAN’m web
sitesinin girişinde, örgütün amaçlan masum (!) bir biçimde i-
fade edilmektedir: “Yıllardır sizin gibi bireylerin destekleme­
siyle, Önce Gıda, bütün insanların kendilerini beslemeleri için
köktenci bir biçimde mücadele etmiştir. FIAN- Önce Gıda Da­
nışma ve Eylem Ağı, uluslararası bir insan hakları organizas­
yonudur.... Önce Gıda, temel bir insan hakkı olan gıdanın art­
tırılması için bir slogandır.Bu insan hakkı, Uluslararası Eko­
nomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nde tanınmakta­
dır. Bu Sözleşmeyi 130 ’dan fazla devlet onaylamakla birlikte,
herkesin yeterli gıdaya erişmesini sağlamak için yapılacak da­

204
ha çok iş vardır. Danışma, uluslararası toplum tarafından
dikkat çekmeyen gıda hakkı ihlallerine ilişkin bilgi sağlar. Bu
amaç için FIAN, bütün dünyada bir araştırmacılar ağı oluş­
turmuştur. FIAN aynı zamanda genel olarak kamu için ve de
gıda hakkı ihlal edilenler için insan hakları yasasına ilişkin
bilgi sağlar. Eylem,FIAN’ın rutin işinin merkezini oluşturur,
ki bu da gıda hakkının ihlallerine ilişkin eylemlerdir.... Ağ,
FIAN’ın başarısının ön koşuludur. Organizasyon üç kıtadaki
yerel gruplar ve 45 ’i aşkın üye ülkeden oluşmaktadır.... FIAN
Uluslararası Sekreteryası, insanın kendini besleme hakkına i-
lişkin izleme, değerlendirme ve baskı yapmayı kolaylaştırmak
için insan hakları mekanizmaları geliştirmede, hükümet kuru­
luşları ve Birleşmiş Milletler ile çalışır"
http://www.foodfirst.org/fiaii/fhome.htm
66. “Urgent Action 3/2000” bildirisinin gönderil
üç isimden birini Türk kamuoyu çok iyi tanımaktadır: Sözde
Kürt uygarlığının sular altında kalmasını istemediği için İngi­
liz firmasının baraj konsorsiyumundan çekilmesini sağlayan
ve banka kredisini önleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair.
Ayrıca, İngiltere ve Almanya’nın ilgili bürokratlarından iki ki­
şinin adres ve faksları da belirtilmiş ve bildirinin çoğaltılarak
sözkonusu adreslere gönderilmesi istenilmiştir. Bildirinin ilk
cümlesi şöyle başlamaktadır: “Güney Doğu Anadolu ’da, Tür­
kiye’nin Kürt bölümünde yaşayan 15.000 insan, hidroelektrik
güç projesinin uygulanmasıyla tehdit edilmektedir”. FIAN’ın
Türkiye’ye yönelik kayıtsız şartsız sapık husumetini ortaya
koyan bu bildiriyi, internetteki http://www.fian.org/english-
version/e-ua-3-2000.htm adresinden indirebilirsiniz. Bu acil
eylem kampanyası, kısmi sonuç alındıktan sonra, öngörüldü­
ğü üzere 28 Haziran 2000 tarihinde sonlandırılmıştır. Alman­
ya’nın Türkiye’ye yönelik mütecaviz, cüretkâr, kabul edile­
mez etnik politikaları hakkında en mükemmel değerlendirme­
lerden biri için bkz. Tamer Bacmoğlu, “The Human Rights of

205
Globalisation: The Question of Minority Rights”, JOURNAL
OF INTERNATIONAL AFFAIRS, V. III-No.4, Aralık
1998-Şubat 1999. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlı­
ğınca İngilizce yayınlanan sözkonusu periyodikte yeralan bu
makaleyi, internette http://www.mfa.gov.tr/grupa/percept/iii-
4/bacin.htm adresinden indirebilirsiniz.
67. Almanya’nın PKK ve ERNK’ya sağladığı siyasal,
askeri, diplomatik ve ekonomik desteğin yanısıra, Nakşibendi
Kürtçüleri örgütlemek için Bonn’da kurdurduğu ve kurucuları
arasında Federal Alman Parlamento üyelerinin de bulunduğu
“Şeyh Said Vakfı”nın amaçlan şöyle sıralanmıştır: “Alman­
ya 'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hiz­
metler sağlamak. Kürt halkı ile Alman halkı ve Avrupa'daki
halklar arasında diyalogu geliştirmek. Kürdistan’daki savaş
kurbanlarına destek sağlamak. Almanya ’daki Kürtlerin yaşam
standardının yükselmesi için çaba harcamak. Kürt çocukları
ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak vd.". Kaldı ki,
sözkonusu vakfın başkanı olan ve Apo’nun Bonn temsilcisi
olarak bilinen Ali Homam Ghazi’nin, vakıf kuruluşundan önce
Öcalan ile ikili pekçok görüşme yaptığı da biliniyor. Özetle;
yukarıda resmi belgelere dayanarak verdiğimiz bilgilerle, “si­
vil toplum” ve “insan haklan” için uğraş verdiklerini iddia e-
den bu vakıflann Türkiye’ye bakış açıları tüm çıplaklığı ile
ortaya çıkıyor. Ve bu amaçla hizmet eden vakıflar ne yazık ki,
“dost ve müttefik Almanya” hesabına çalışıyor. İnsanın aklına
şu soru geliyor: “Almanya neyin peşinde?”. Yavuz Onursal,
“Alman Vakıflann Türkiye’deki Oyunları”, Yeni Asır,
7.08.1999, s. 10.
68. Bağışlar için hesap numarası şöyle belirtilmiştir:
“Postgiro Frankfurt, Swift: PBNKDEFF, Account No. 201
080-601, BLZ No. 500 100 601. FIAN’ın web sitesinde Al­

206
manya için mevcut tek adres ise şöyle gösterilmiştir: “e-mail:
fıan0 home.ins.de Dvervvegstr. 31, D-44625 Heme-Germany”.
69. Bilançoların yayınlandığı web sitesinin adresi için
bkz. http://www.dsk.de/rds/04336022
70. 14 Mart 1989 tarihli vekâletname Burhaniye Note-
ri’nden (03101 No.), 2.2.1990 Tarihli vekâletname de, Kon­
solosluk onayı (No. 551) ile Münih Başkonsolosluğumuzdan
çıkarılmıştır. Son vekâletnamede, Lemke’nin Federal Alman­
ya’da geçici ikâmet ettiği belirtilmekte ve Türkiye Kalkınma
Bankası (eski Turizm Bankası) ile tüm resmi işlemlerde Av.
Senih Özay ile Av. Melih Bapuçcuoğlu’na (daha sonra millet­
vekili olmuştur) yetki verilmektedir.
71. Merkezi İsveç’te bulunan, FIAN bağlantılı “The
Right Livelihood” Örgütü’nün internetteki web sitesinde Bir­
sel Lemke’nin biyografisi verilmektedir. Özetle: “Birsel
Lemke 1950 yılında doğdu. Ankara Üniversitesi ve ABD 'de
politika bilimi okudu.... I990’da altın madenciliği projelerine
karşı ‘Yurttaş Girişimi HA YIR ’ı kurdu. Bu girişimin ana ne­
deni, TÜPRAG ve EUROGOLD’ım Edremit Körfezi ’nde ve
Bergama’da altın madeni pilot projelerini açıklamalarıdır.
Daha açık bir ifade ile Ege kıyılarında Truva’dan Bergama'ya
kadar 62 maden projesi ve tüm Türkiye’de 560 projedir....
Lemke, muazzam klasik tarım ve turistik tesislere sahip güzel
anayurdunu, bu ekolojik açıdan barbar teknolojiden korumaya
karar verdi. Münih Teknik Üniversitesi Ekoloji Kimyası Profe­
sörü olan Friedhelm Korte, bilimsel temelde bu teknolojiyi
“felâket dolu ve kabul edilemez" olarak tanımlamıştır. Lemke,
ilk projenin bulunduğu yerdeki çiftçileri projeye karşı çıkmaya
ikna ederek işe başladı. Daha sonra bölgenin 13 belediye baş-
kanını projeye karşı çıkmaya ikna etti. Belediye başkanlarını
Almanya ‘y a götürdü (Dresdner Bankası projeye destek vermek
üzereydi) ve kendilerine Ren Biyosferini göstererek kendi be­

207
lediyeliklerinin de gelebileceği durumu gösterdi. Hasse Par-
lamentosu'nda politik destek buldular ve Dresdner Bankası
kredi vermekten vazgeçti. Belediye balkanları, madencilik fa ­
aliyetleri sonucu topraklarının yaşanamaz hale geleceğini be­
lirterek bölgelerindeki 300.000 kişinin Almanya’y a sığınmayı
istediklerini İstanbul’da Alman Konsolosluğu’na bildirmele­
rinden sonra Almanya ye Türkiye 'den de politik destek gelme­
ye başladı. HAYIR, Avrupa Parlamentosu’nda da destek bul­
du. Kampanya, 'Zeytin Altındır ’ gibi sloganlar kullanarak ve
çok eskilerde insanların başına gelen felâketleri anlatan mi­
tolojik hikâyelerden yararlanarak Türkiye ‘de çevre duyarlığını
artırma konusunda başarılı oldu. HAYIR, 1994 yılında Çevre
Bakanı ’nı ve EUROGOLD ’u mahkemeye verdi. 1997 Yılında
Danıştay, Lemke ’y i haklı buldu ve Türkiye ’de siyanürlü altın
madenciliği yapılmasını yasakladı ”. Ayrıntılar için bkz.
http://www.rightlivelihood.se/2000/pressl 3html
72. Mert Kutluğ, “Ege Sorunları-Dosya 4: Bergama
Direnişi”, Yeni Asır, 6.12.1996.
73. Açılan davalarda mutlaka adı geçen Av. Senih
Özay, konuya ilgisini -avukatlık sorumluluğunu fazlasıyla a-
şan- şu cümlelerle açıklamıştır: “Şu anda Edremit Körfezi ci­
varındaki Gömeç, Burhaniye, Edremit ve Havran belediye
başkanları ile köylüler ve turizmcilerin içinde bulunduğu 100
kişi bana vekâletname verdi. Bu sayının hafta sonuna kadar
bini bulacağını sanıyorum. İzmir Barosu Çevre Komisyonu o-
larak Bergama için hazırladığımız raporları, Edremit bölgesi
için Balıkesir Barosu ile işbirliği içinde yeniden hazırladık. Bu
raporlar, Avrupa Parlamentosu’na yapılacak başvuruya ek­
lendi. Şaşılacak bir şekilde hukuk mücadelesi yürüteceğiz. Mi­
ting, panel, konser, kokteyl, yemek gibi her türlü yöntem dene­
necektir”. “Siyanürlü Altın Avrupa Parlamentosunda”, Cum­
huriyet, 13.04.1993. Daha sonra açılan yüzlerce davayı üstle-

208
nen Av. Özay, Haziran 2001’in sonlarında “Eyvallah Final İl­
gilisine... Kamuoyuna” başlıklı bir yazı ile tiim davalardan çe­
kildiğini açıklamıştır. Bkz.
http://www.cmo.ore.tr/bereama.htm
74. Cumhuriyet, 13.04.1993.
75. “Tempo Türkiye ve Yunanistan’ı Buluşturdu”,
Tempo, 20: Mayıs 1993.
76. “Siyanürden Kurtuluş Yok”, Yeni Asır, 19 Mayıs
1993; “Alman Uzmandan Siyanürle Altın Aramaya Hayır”,
Cumhuriyet, 21 Mayıs 1993.
77. “Akıncılara Kanmayın”, Hürriyet-Ege,
26.08.1994.
78. “Hukuk Savaşıyla Birlikte Avrupa’dan Büyük
Destek”, Yeni Asır, 6.12.1996.
79. “Siyanürle Altına Almanya’dan Tepki”, Cumhu­
riyet, 11.12.1996.
80. “Eurogold Başaramaz”, Gazete Ege, 3.03.1997.
81. Hayrettin Ökçesiz (ed.) Sivil İtaatsizlik,
Disiplinlerarası Kolokyum, 1998, s. 24-25.
82. Bkz. http://www.korte-eoldminine.de
83. FLAN’ın bütün toplantılarına katılan Prof. Dr.
İsmail Duman’ın İTÜ web sitesinde yayımlanan özgeçmişinde
wolfram (şelit) ve bakır konusunda uzman olduğu ve bütün
bilimsel ve teknik çalışmalarını, araştırmalarını, uluslararası
yayınlarını bu konularda yaptığı görülmektedir. Üniversitede,
altın madenciliğine ilişkin bilimsel araştırma ve projeler yap­
madığı halde, “Ben, Güney Afrika’da, Avustralya’da ve
ABD ’deki yaklaşık 35 altın madenini gezdim ” diyebilmektedir

209
(Bilim ve Ütopya, 1998 Şubat, Sayı 44, Sf. 35). Öte yandaştı,
ülkemizde yoğun çalışma yapan Alman vakıflarının “yerli
köprübaşları” oluşturdukları ve yurtdışı gezileri düzenledikleri
de uzmanlar tarafından belirtilmektedir (Taner Bacınoğlu,
“Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet,
06.07.1999). Prof. Duman, 21,04.2001 tarihli Cumhuriyet ga­
zetesinde yayımlanan yazısında, Yunanistan’daki bir altın ma­
deni aleyhine çıkan mahkeme kararında ve Çek Parlamento­
sunun bir altın madeni aleyhine aldığı kararda etkisi olduğunu
belirtmiştir. FIAN”n Berlin Deklarasyonumda bilimsel uzman
olarak adı geçen Prof. Duman, Yunanistan ve Çek
Cumhuriyeti”deki FLAN çalışmalarına katıldığını da kendi
kaleminden böylece kabul etmektedir.
84. “Yunanistan İstedi, Avrupa Uyardı”, Yeni Asır,
19.11.1994'
85. Yeşiller Partisi’ne bağlı üç milletvekilinin önerge­
den amacı, Eurogold Şirketi’ne Dresdner Bankası’nın vereceği
krediyi önlemektir. Nitekim, başarılı da olmuşlardır. Önerge
haberi için bkz. “Bergama Almanya Parlamentosunda”, Yeni
Asır, 11.04.1995.
86. “Siyanürlü Altın Çıkarmak, Cinayettir”, Cumhu­
riyet, 19.04.1995.
87. “Bergama Altını Almanlara Yarar”, Yeni Asır,
14.04.1995.
88. “BergamalIya Batı Desteği”, Gazete Ege,
18.12.1996.
89. Bu mektup, Adalet Bakanı’nın yanısıra, dönemin
Çevre Bakanı’na, Enerji ve Tabii Kaynaklar BakanTna, Ber­
gama Kaymakamı’na ve de Eurogold Şirketi’nin Genel Müdü-
rü’ne bilgi için gönderilmiştir.

210
90. “FIAN: İzmir Valiliği Yetkisini Kullansın”, Milli­
yet, 30.01.1997.
91. “Devlere Kafa Tutan Belediye Başkanı”, Yeni A-
sır, 3.08.1995.
92. “Bergama Direnişi Belgesel Oluyor”, Yeni Asır,
1.03.1997.
93. Petra Holzer, “Bergama ve 10 Yıllık Direniş Ha­
reketi”, COGİTO, 5: 1998, s. 275-86.
94. “Altın ya da Turizm”, Cumhuriyet, 18.04.1997.
Bu arada 13 Nisan 1997 tarihli gazetelerde, FIAN’ın “Asıl Al­
tın Zeytindir” başlıklı gezi kapsamında Bergama’nın yanısıra
İda Dağı, Truva ve Efes’in de gezileceğine ilişkin haberler ya­
yınlanmıştır. Halo Saibold, 13 Nisan 1997 Pazar günü yapılan
“Bergama’da Siyanürlü Altına Karşı Büyük Yürüyüş”e katıl­
mıştır,
95. “Eurogold Pes Etti”, Gazete Ege, 29.05.1997.
96. “Alman Milletvekilleri Bergama’yı Savundu”,
Yeni Asır, 29.05.1997.
97. “Bu Şirkete Güvenmeyin”, Yeni Asır,
31.05.1997.
98. “Yaklaşık bir haftadır İzmir ve Bergama’da Al­
manya’nın tek Türk Milletvekili Cem Özdemir ile incelemeler
yapan Saibold, Bergama’daki gelişmeler hakkında uzun süre­
dir bilgi aldığını söyleyerek, ‘Bergama halkının 7 yıllık direni­
şini takdirle karşılıyorum. Ege Bölgesi’nde 60 yerde yapılan
altın araması tamamen durdurulmalıdır’ dedi. Alman turizm
şirketlerinin yöreye turist göndermeme eğiliminde olduklarını
belirten Saibold, ‘turizm için çok önemli bu bölge, umarım
Danıştay’ın karan uygulanır da zarar görmez. Alman Seyahat

211
Acentelerine bağlı TUI ve birkaç firma turları durdurdu’ diye
konuştu”. Bkz. “Yeşiller: Altın Araştırmaları Turizmi Etkiler”,
Yeni Asır, 3.06.1997.
99. “Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın, siya­
nürle altın çıkarılmak istenen Çek Cumhuriyetinin Almanya
sınırındaki Kasperske Hory Kasabası Belediye Başkan na da­
yanışma mektubu yazarak mücadelelerinde destek o acağını
bildirdi. Kasperske Hory’de siyanür kullanılmak istenmesi,
Çek Cumhuriyeti ve Almanya’da tepkiyle karşılandı. Alman
Parlamenter ve Turizm Komisyonu Başkanı Halo Saibold,
Almanlar için önemli bir turizm merkezi olan Kasperske Hory
Belediye Başkanını ziyaret ederek dayanışma içinde olacakla­
rını söyledi. Çek Cumhuriyeti’ne giden Saibold, siyanürlü altın
madenine karşı çıkan Kasperske Hory Belediye Başkanı’na
Taşkın’ın dayanışma mektubunu verdi”. Bkz. “Çeklerle Daya­
nışma”, Gazete Ege, 30.07.1997.
100. Ovacık Altın Madenine saldırılar Nisan ve
Temmuz 1997’de gerçekleştirilmiş, araçlar ateşe verilmiştir.
Bu saldırılar, “sivil itaatsizlik” kavramı ile varılmak istenen
hedefi gösteren tipik örnekler olarak değerlendirilebilir. Ey­
lemlerden amaç, kamu düzenini sekteye uğratmak, mülkiyete
güven duygusunu zedelemektir. Eylemcilerin başında bulunan
isimlerden biri olan Oktay Konyar, bu tür eylemler için gerekli
“askeri kanat” oluşumundan sık sık sözetmektedir.
101. “Alman Çevreciler Bergama’da”, Cumhuri­
yet, 4.06.1997.
102. “Berlin’den Sürpriz Destek”, Yeni Asır,
19.07.1997.
103. “Eurogold, Turizme de Darbe Vurmaya Baş­
ladı”, Gazete Ege, 30.07.1997.

212
104. “Bergama Köylerine Turistler de Geliyor”,
Yeni Asır, 19.07.1997. Ne var ki bu turistlerin bir bölümü,
1990’lardan itibaren bölgede sık sık ortaya çıkan Alman gö­
revlileri (istihbaratçılar, diplomatlar, gazeteciler) olup, geri
kalanları da Ören’deki bir motelden servis araçlarıyla gönde­
rilen Almaıi turistleri oluşturmaktadır.
105. “Siyanüre Hayır”, Gazete Ege, 6.10.1997.
106. “Bergama Alman Televizyonunda”, Yeni A-
sır, 17.11.1997.
107. Claudia Roth, Peru, Tunus, Almanya, Rusya,
Kolombiya, Fransa, İngiltere ve Filistin’den gelen gençlerin
katıldığı “Dünya Gençleri Bergama Buluşması 98”de bir ko­
nuşma yapmak üzere davet edilmiştir. Bkz. “Bergama, Çevreci
Direnişlerin Merkezi Oldu”, Yeni Asır, 6.07.1998.
108. Sauerland, Öğretim Elemanları Sendikası İz­
mir Şubesi ve Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölü-
mü’nce düzenlenen “Türkiye’de Siyanürle Altın Madenciliği”
konulu panele katılmıştır.
109. “BergamalIlara Yol Boyu Destek”, Radikal,
17.11.2000.
110. Dönemin İzmir Başkonsolosu Manfred
Unger’in resmi yazısı arşivimde mevcuttur.
111.. “Devlere Kafa Tutan Belediye Başkanı”, Y
Asır, 3.08. İ995.
112. Mert, İlkutluğ, “Bergama Direnişi”, Yeni A-
sır, 6.12.1996.
113. “Bergama Avrupa’da”, Yeni Asır,
12.02.1997.

213
114. “BergamalIlara Avrupa Desteği”, Cumhuri­
yet, 14.02.1997.
115. Birsel Lemke’yi, Sefa Taşkın ve Claudia Roth
ile birlikte gösteren fotoğraf, Sabah gazetesinin 13.02.1997 ta­
rihli nüshasında yer almıştır.
116. “Bergama’ya, Avrupalı Çevreciden Destek
Geliyor”, Yeni Asır, 16.02.1997.
117. “Alman Belediye Başkanı Taşkın’a Destek
Verdi”, Yeni Asır, 15.02.1997.
118. “Alman Çevreciler de Bergama’nın Yanında”,
Gazete Ege, 17.02.1997.
119. “Sauerland ve Hamann, daha sonra ziyaret et­
tikleri Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkm’ı siyanürlü altı­
na karşı verdikleri mücadeleden dolayı kutladı. Başkan Taş-
kın’ın, ‘Danıştay bizi haklı buldu. Eurogold’un artık kovulma­
sını istiyoruz’ şeklindeki sözlerine Reimer Hamann, ‘Alman­
ya’da böyle bir şirketi, bir günde yerle bir ederler. Türk
hükümeti, bu konuda ağırlığını bir an önce koymalı’şeklinde
cevap verdi”. Bkz. “Bergama’ya Destek Yağıyor”, Gazete fi­
ğe, 5.06.1997.
120. “Alman Çevreciler Bergama’da”, Cumhuri­
yet, 4.06.1997.
121. Geniş bilgi için bkz:
http://wwvv.rightlivelihood.se Bu ödülü 1980-1998 tarihlerinde
alanlar için bkz. http:///www.rightlivelihood.se/recipients.html
122. Törene, İsveç Parlamento Başkanı Brigitta
Dahi ve Türkiye’nin Stockholm Büyükelçisi Selim Kuneralp
de katılmıştır. Bkz. Hürriyet, 9.12.2000.

214
123. Birsel Lemke’nin konuşmasının İngilizce
metni, arşivimde mevcuttur.
124. “Para Hopdedikş’e Değil, Zengin İsveç’e
Gitti”, Hürriyet, 15.12.2000. Birsel Lemke, Türkiye Otelciler
Birliği yayın organı olan “Hotel” dergisinin muhabirinin ken­
disiyle yaptığı röportajda, daha sonra yapacağı ödül feragati ile
çelişkili şu öneride bulunmuştur: "Bakın, eğer bu konuda bir
şey yapmayacaksak biz turizmciler kazançlarımızı Bergama­
lIlara verelim. Çünkü onlar bizim için de uğraşmış oluyorlar.
Bir turizm bölgesini, turizm merkezini çabalarıyla kurtarmış
oluyorlar. Bergama köylüleri eğer Türkiye ’nin en büyük üçün­
cü endüstrisini kurtarıyorsa, o zaman bizim de kazançlarımızı
onlara vermemiz lâzım değil m i?”. Cengiz Yücel, “Siyanürlü
Altına Karşı Direnişte Otelciler de Var”, Hotel, 7: Aralık
1997, s. 108-110.
125. “Hopdediks Ateş Püskürdü”, Hürriyet,
17.12.2000: “Bergama Köylülerinin, 11 yıldır Ovacık Altın
madenine karşı yaptığı eylemlere destek verenin, alternatif
Nobel ödülü alan Birsel Lemke ’nin olduğu ortaya çıktı. Maden
karşıtı eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın ile Asteriks lâkaplı
eski CHP İlçe Başkanı Oktay Konyar’ın, İzmir Barosu avu­
katlarından Senih Özay'tn, köylülerin eylem ve mahkeme ka­
rarlarında Birsel Lemke tarafından yönlendirildikleri belirtil­
di. Alman uyruklu bir yabancıyla evli olan, hem Türk hem de
Alman vatandaşı olarak çift kimlik taşıyan Birsel Lemke ’nin,
internet sitesindeki kendi tanıtımından itiraflarını alıntı yapan
BergamalIlar ise, bu kişinin politik bir çevreci olduğunu ve
Türkiye aleyhine çalıştığını belirterek, ülkenin gelişmesine en­
gel biri olarak nitelendirdiler. BergamalIlar, daha sonra söz­
lerini şöyle sürdürdüler: ‘Duyduğumuz üzere bu kadına Alter­
natif Nobel Çevre Ödüllü olarak 200 bin dolar para ödülü ve­
rilmiştir. İsveç Çevre Bakanlığı ’ndan alacağı ödül törenine de

215
Oktay Konyar ile İzmir Barosu’ndan Senih Özay’ı İsveç'e ça­
ğırmıştır. Bundan şu anlaşılıyor ki; Bergama'daki tüm eylem­
lerin sorumlusu bu kadındır. Madem kendisi bu kadar çevreci,
12 yıldır siyanür kullanılan Kütahya’daki Gümüşköy gümüş
tesislerine niye karşı çıkmadı, tepki göstermedi? Madem çev­
reci, niçin dünyanın en çok siyanür üreten ülkesi Almanya 'da
yaşıyor ve karşı çıkmıyor, eylemlerde bulunmuyor? Niçin za­
vallı köylülerimizi politik amaçları uğruna kullanıp, duruyor.
Siz, Türkiye ’nin gelişmesini istemeyen Türk düşmanı mısınız?'.
Birsel Lemke’nin, 1990 yılında altın madenciliğine karşı çık­
mak için internet sitesinde ‘Yurttaş Girişimi Hayır ’ı kurduğu
ifade edildi. Öte yandan, Bergama 'da, Birsel Lemke ’nin ka­
zandığı ‘Doğru Geçim Ödülü'nü, Lemke'ye avukatı Senih
Özay ve çevre hareketi lideri Oktay Konyar'm kazandırdığı’
konuşuluyor. BergamalIlar, ‘Lemke ’nin kazandığı ödül, 1980
yılında Îsveç-Alman uyruklu pul koleksiyoncusu Jakob von
Uexkull tarafından tesis edilmiş. Lemke 'ye ödülü veren jüride,
iki FIAN temsilcisi ile bir Greenpeace temsilcisi bulunuyor.
Ödül, İsveç Parlamentosu tarafından verilmiyor. Sadece par­
lamento binasındaki bir odada ödül töreni yapılıyor. Bunun
yanında, Afrika 'da açlara yardımın yanısıra, Hristiyanlıkpro­
pagandası için kurulan ve masraflarını Alman devletinin kar­
şıladığı FIAN adlı örgüte, Bergama 'da ve Ören 'de toplantılar
yaparak, eylemler düzenliyor' dediler". Bkz. “Bergama Ey­
lemlerini Birsel Lemke’nin Yönettiği Ortaya Çıktı”, Gözlem,
11. 12.2000 .

126. Bu konuşmanın bant kayıtları arşivimde mev­


cuttur.
127. Bu konuşmanın bant kayıtları arşivimde mev­
cuttur.
128. Hayrettin Ökçesiz (ed.), Sivil İtaatsizlik,
1998: Demokrasi Kitaplığı, s. 14-23.

216
129. Sözkonusu sitelerden birkaç örnek:
http://www.ozgurluk.org/dhkc/pub/beruama.html
http://www.geocities.com/CapitolHill/Senate/bergmeti
n.lıtm
http://www.normalbooks.com/text/bergama/bergamaa
2.html
130. Soner Kılınç, “ Yol Hikayesi 2: İda Köylüleri
Selamladı”, Milliyet EGE, 24.12.2000.
131. Musa Ağacık, “Musa BergamalI Köylülere
Sordu”, Star, 1.06.2001; Usiad-BİLDİREN, 10: Haziran 2001,
s. 23.
132. Tamer Bacınoğlu, “Yeşil Devletin Tarihin­
den”, Dünya (Almanya Baskısı), 2-8 Mart 2001.
133. Petra Holzer, “Bergama ve 10 Yıllık Direniş
Hareketi”, COGİTO, 15: 1998, s. 283.
134. Geniş bilgi için bkz.
http://www.cepecevre.com/cgi-bin/product.asp?pruduct= 143
135. Semra Somersan, Olağan Ülkeden Olağa­
nüstü Ülkeye Türkiye’de Çevre ve Siyaset, (İstanbul: Metis
Yay. 1993), s. 122-23.

217
EKLER

1- SİYANÜR LİÇ YÖNTEMİ KULLANILAR


YAPILAN ALTIN MADENCİLİĞİ KONUSUNDA HAZIR­
LANAN TÜBİTAK ve TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ RA­
PORLARININ TOKSİKOLOJİ YÖNÜNDEN İNCELENMESİ
Prof. Dr. Ali Esat Karakaya
Türk Toksikoloji Demeği Başkanı

2- T.C. İZMİR 1. İDARE MAHKEMESİ BAŞKAN­


LIĞIMA {PRIVATE }BİLİRKİŞİ RAPORU

3- EUROGOLD OVACIK ALTIN MADENİ TÜBİ-


TAK-YDABÇAG DEĞERLENDİRME RAPORU

219
SİYANÜR LİÇ YÖNTEMİ KULLANILARAK YAPILAN
ALTIN MADENCİLİĞİ KONUSUNDA HAZIRLANAN
TÜBİTAK ve TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ RAPORLA­
RININ TOKSİKOLOJİ YÖNÜNDEN İNCELENMESİ
Prof. Dr. Ali Esat Kara kaya
Türk Toksikoloji Derneği Başkam
H aziran 2001 / A nkara

GİRİŞ:
Ülkemizde altın üretim tesislerinin "siyanür liçi " yön­
temiyle işletilmesi konusu 1992 yılından beri kamuoyunda yo­
ğun olarak tartışılmaktadır. Hukuki ve toplumsal gelişmelerin
ardından 1999 yılında Başbakanlık Müsteşarlığının TÜBİTAK
Başkanlığımdan talebi doğrultusunda, TÜBİTAK-YDABÇAG
koordinasyonunda konularının uzmanı 11 bilim adamı tarafın­
dan "EUROGOLD Ovacık Alîm Madeni; Değerlendirme Rapo­
ru" (Bundan sonra TÜBİTAK Raporu olarak adlandırılacaktır)
hazırlanmıştır. Bu raporda, O vacık Altın Madeninde Eurogold
firması tarafından yapılan yatırımın taşıdığı risklerin kabul edi­
lir olup olmadığının tespiti amaçlanmıştır. Bilimsel metodoloji
kullanılarak hazırlanan rapor sonucunda tesiste dünyada altın
madenciliği için öngörülüp uygulanmakta olan en uygun tek­
nolojinin kullanıldığı tespit edilmiştir. Bu tespitin ışığında te­
siste insan ve çevre sağlığım tehdit ettikleri öne sürülen riskle­
rin tümüyle giderildiği ya da kabul edilebilir limitlerin çok altı­
na çekildiği, bunun sonucu olarak inceleme konusu tesisin ve
aynı koşullardaki benzerlerinin, çevre uyumlu ve duyarlı birer
iktisadi faaliyet olarak, işletmeye geçirilmelerinin sürdürülebilir

220
kalkınma kavramı çerçevesinde ülkemiz menfaatleri yönünden
uygun ve yararlı olacağı sonucuna varılmıştır (1).
TÜBİTAK Raporu'nun ardından 2001 yılında Türk Ta­
bipleri Birliği tarafından Prof. Dr. Zuhal Amato Okuyan ve Dr.
Ümit Şahin'e "Türk Tabipleri Birliği, Siyanür Liçi Yöntemiyle
Yapılan Altın Madenciliğinin İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri,
ve Bergama-Ovacık Altın Madeninin Yaratacağı Risklerin De­
ğerlendirilmesi Raporu" (Bundan sonra TTB Raporu olarak
adlandırılacaktır) isimli rapor hazırlatılmıştır. TTB Raporu'nun
giriş bölümünde, raporda; Ovacık tesisinin insan ve çevre sağlı­
ğı yönünden taşıyabileceği risklerin değerlendirildiği ve bilim­
sel ve etik .ilkeler yönünden çok ciddi sorunları taşıdığı iddia­
sıyla TÜBİTAK Raporunun eleştirisinin yapıldığı ifade edil­
mektedir (2).
Birbiriyle çelişen sonuçlara varan iki raporun incelen­
mesinden önce, konunun anlaşılabilmesi için, günümüzde kim­
yasal maddelerin güvenli kullanımı ile ilgili bilimsel ilkelerin ö-
zetlenmesi gerekir.
Altm madenciliğinde siyanür kullanılması konusu 1997
yılında Türk Toksikoloji Demeği'nin düzenlediği 2. Ulusal
Toksikoloji Kongresi'nde "Altın Madenciliğinde Siyanür Kulla­
nılması" isimli bir panelde tartışılmıştır. Bu konu ile ilgili ola­
rak Türk Toksikoloji Demeği'nce yayınlanmış bulunan kitabın
1-35. sayfalarında yer alan ve Prof. Dr. Ali Esat Karakaya ile
Prof. Dr. Sema Burgaz'a ait makaleler kimyasalların
toksikolojik risk değerlendirmesi ile ilgili temel prensipleri kap­
samaktadır. TÜBİTAK raporunda da kaynak olarak kullanılan
bu makaleler ekte bilgi olarak sunulmuştur (Ek 1).
Bugün kirlilik olarak maruz kaldığımız binlerce kimya­
salın yanısıra 80 000 kimyasal madde, ilaç aktif maddesi
(4000), ilaç yardımcı maddesi (2000), kozmetik (3000), gıda

221
katkı maddesi (2600), tarım ilacı (1500), endüstri kimyasalı
(48000) gibi çeşitli amaçlarla kullanılmaktadır. Yukarıda belir­
tilen kimyasalların tümü alınan doza bağımlı olarak zehir etkisi
gösterir. Bu toksikoloji biliminin 400 yıl öncesinden beri bili­
nen temel yasasıdır (3). 16. yüzyılda Paracelsus tarafından "Her
madde zehirdir, zehir ile zehir olmayanı ayıran dozdur" şeklin­
de ifade edilen bu gerçek, bugün de modem toksikolojinin te­
melini oluşturur. Bunu basit bir örnek ile açıklarsak, insanların
her gün kullandığı sofra tuzu (sodyum klorür) dahi, doza ba­
ğımlı olarak zehirdir. Sodyum klorür bir kerede yüksek miktar­
da (300-400 gram) alınırsa kandaki sodyum iyonu konsantras­
yonunun artması sonucunda ölüme neden olur (akut toksik et­
ki). Sodyum klorürün günlük alım miktarı birkaç misline çıkar­
tılırsa yıllar içinde hipertansiyon riski artar (kronik toksik etki).
Bugün ilaçtan, gıda katkısına, tarım ilacından, endüstri­
yel kimyasallara kadar binlerce kimyasalın güvenli kullanılma­
sı, toksikoloji biliminin metodolojisi uygulanarak bu maddele­
rin zararsızlık limitlerinin tespit edilmesi ile mümkün olmakta­
dır. Konuyu günlük hayatta toplumun tüm bireylerinin maruz
kaldığı gıda katkıları ve kontaminantları örneği ile inceleyelim.
Bugün gıda endüstrisinde binlerce kimyasal çeşitli amaçlarla
gıdalara katılmaktadır. Yine yüzlerce kimyasal kirlilik
(kontaminant) gıdalara bulaşmaktadır. Bu kimyasal kirlilikler i-
çerisinde Ovacık altın madeninin işletmesi sırasında insan sağ­
lığı için risk teşkil edeceği iddia edilen arsenik, kadmiyum,
krom, kurşun, cıva gibi metallerin tümünün yanısıra, diğer baş­
ka metaller de gıdalarda kirlilik olarak mevcuttur. Yine altın
madenciliğinde tartışmanın odağında olan siyanür, meyva sula­
rı, çekirdekli reçeller ve nugatlarda doğal olarak bulunmaktadır.
Önemli olan bu maddelerin gıdalardaki miktarlarıdır. Bu mik­
tarların bilimsel metodoloji ile saptanan ADI (Günlük Alınma­
sına İzin Verilen Miktar) değerini aşmaması gerekir. 16 Kasım
1997 tarihli Resmi Gazete 'de yayınlanan ve çoğunlukla Avrupa

222
Topluluğu mevzuatından alınan "Türk Gıda Kodeksi Yönetmeli­
ği" ile gıdalardaki 4000 katkı ve kontaminantın izin verilen
miktarları belirlenmiştir (4). Bu miktarlar ADI değerleri ve gı­
daların tüketim kalıplan dikkate alınarak hesaplanmıştır. Bu ka­
lıntı limitleri belirtilen kontaminantlar içerisinde, bilinen en
kuvvetli kanser yapıcı benzo(a)piren ve aflatoksin Bj gibi mad­
deler de vardır. Örneğin aflatoksin B,'in gıdalarda izin verilen
miktarı 0.005 mg/kg dır. Diğer bir deyişle bir kilogram gıdada
0.005 mg düzeyinden daha az miktarda Aflatoksin B, bulunu­
yorsa bu gıda tüketilebilir.
Yukarıda belirtilen bilimsel gerçeklerden aşağıdaki so­
nuçlara ulaşılır.
1. Belirli dozlar aşıldığında insan ve çevre çağlığını
tehdit etme potansiyeline sahip çok sayıda kimyasala her an ma­
ruz kalıyoruz. Bu kimyasallara maruz kalınmaması pratik olarak
mümkün değildir.
2. Toksikoloji biliminin metodolojisi kullanılarak bu
kimyasalların hangi miktarlarının insan sağlığına zarar verdiği
saptanmaktadır. Bu rakamlar karar verici organlarca yasal dü­
zenlemelere yansıtılmakta ve bu limitlerin altındaki değerler
bütün dünyada güvenli olarak kabul edilmektedir.
Bir kimyasal toksikolojik risk değerlendirilmesi yapıla­
caksa öncelikle modem bilimin tartışmasız olarak kabul ettiği
yukarıdaki evrensel doğruların akıldan çıkartılmaması gerekir.
Bu bilginin ışığında, herhangi bir aktivitede kimyasalların insan
ve çevre sağlığına zarar vermesi söz konusu olduğunda, ulaşıl­
ması gereken ilk bilgi söz konusu kimyasalların ortamdaki kon­
santrasyonlarıdır.
Yukarıdaki genel yaklaşımı siyanür liçi yöntemi ile al­
tın madenciliği yapılmasında kullanılan ve/veya işlem sırasında
ortaya çıkan kimyasallara uyguladığımızda konunun aydınla­

223
tılmasındaki en önemli parametrenin işlem sırasında ve sonunda
söz konusu kimyasalların ortamdaki konsantrasyonlarının be­
lirlenmesi olduğu açıklıkla anlaşılacaktır. Diğer bir deyişle TTB
Raporu'nda insan sağlığı üzerindeki etkileri anlatılan siyanür,
arsenik, kadmiyum, krom, kurşun ve cıva gibi kimyasalların
ortamdaki varlıkları değil, miktarları önemlidir.
Yukarıca açıklananlar, günümüz biliminde alternatifi
olmayan doğrulardır. Karşı çıkılması bilimin inkarı anlamına
gelmektedir. Bu temel doğru yönünden incelendiğinde TÜBİ­
TAK Raporu ve TTB Raporu birbirinden tamamıyla zıt iki
yaklaşımın ürünüdür. Bu iki farklı yaklaşım aşağıda irdelene­
cektir.

TÜBİTAK Raporu
Kimyasalların kullanıldığı veya işlem sırasında ortama
verildiği faaliyetler kendi hallerine bırakılırsa ortamdaki kimya­
sal konsantrasyonlarının limit değerleri aşabileceği açıktır. Bu
tip işletmelerde arıtma ve diğer mühendislik uygulamalarıyla
kimyasal konsantrasyonlarının insan ve çevre sağlığına zarar
vermeyecek düzeylere indirilmesi gerekir. TÜBİTAK Rapo­
ru'nda temel yaklaştın, işletmede olabileceği varsayılan çeşitli
risklerin mühendislik uygulamalarıyla giderilip giderilmediği­
nin irdelenmesidir. Bu kapsamda başlıca;
1.Siyanürlü atıkların arıtılması için kullanılan INCO
S02/hava işleminin etkinliği araştırılmış ve arıtma işlemi sonu­
cunda atık barajındaki siyanür konsantrasyonunun 0.5 ppm
(mg/lt) düzeyinin altına indirildiği saptanmıştır.
2. Cevherdeki toplam ağır metal içeriğinin benzer ma­
den yataklarına oranla son derece düşük olduğu, cevherin
tamponlama (alkali) özelliğinin yüksek olduğu, bu özellikler

224
nedeniyle deneme üretiminde, atık havuzunda sıvı fazda sap­
tanmış olan ağır metal konsantrasyonlarının çok düşük seviyede
kaldığı tespit edilmiştir.
3. Deprem ve arıza anında oluşabilecek çevresel ri
değerlendirilmiş ve bu risklerin ihmal edilecek düzeyde olduğu
saptanmıştır.
Sonuç olarak; tesiste dünyada altın madenciliği için ön­
görülüp uygulanmakta olan en uygun teknolojinin kullanıldığı
sonucuna varılmıştır. Bu tespitin ışığında tesiste insan ve çevre
sağlığını tehdit ettikleri öne sürülen risklerin tümüyle giderildiği
yada kabul edilebilir limitlerin çok altına çekildiği belirtilmiştir.
Özetle; çoğunluğu konularında uluslararası düzeyde ta­
nınmış bilim adamlarından oluşan komisyon, bilimsel metodo­
lojiyi uygulayarak elde ettiği verileri değerlendirmiş ve karar
verici organlara yol gösterici ve kamuoyunu aydınlatıcı net bir
sonuca varmıştır.
TÜBİTAK Raporu'nda belirtilen atık barajı kimyasal
madde konsantrasyonlarının gerçeği yansıtmadığı iddia edilebi­
lir. Ancak bu iddianın doğru olup olmadığının saptanması son
derece kolaydır. Başta siyanür olmak üzere söz konusu metal
kirleticilerin tümü analitik yöntemlerle kolay ve düşük hata sı­
nırları içinde ölçülebilen maddelerdir. İşletme sırasında bağım­
sız kuruluşlar tarafından bu değerler rutin olarak izlenir, değer­
ler uluslararası düzeylerin, hatta bu değerlerden daha da düşük
olan proje öngörülerinin üzerinde ise, işletmeye kapatılma dahil
çeşitli yaptırımlar uygulanabilir. Gelişmiş tüm Dünya ülkelerin­
de uygulanan yöntem de budur. Bu yönüyle TÜBİTAK Raporu,
TTB Raporu'nda eleştiri konusu edilen ve "ya bunlar doğru de­
ğilse" mahiyetindeki spekülasyonlara ve suçlamalara tümüyle
kapalıdır.

225
TTB Raporu

TTB Raporu, TÜBİTAK raporunun aksine bilimsel


metodoloji uygulanmadan yazılmış ve spekülasyonlar üzerine
kurulmuş bir rapordur ve bilimsel olma iddiasında olmasına
karşın herhangi bir bilimsel geçerliliği yoktur. Raporda ilk dik­
kati çeken, kimyasalların insan sağlığı ve çevre üzerindeki et­
kilerini konu alan bir rapor olmasına karşın, TÜBİTAK Rapo-
ru'na yapılan atıfların dışında insan sağlığı ve çevre konusunda
tek bir bilimsel kaynak kullanılmadan yazılmış olmasıdır.
Türk Tabipleri Birliği, bir sivil toplum örgütü olarak
çeşitli nedenlerden dolayı Bergama'da altın madeni işletmecili­
ğine karşı çıkabilir. Bunlar arasında bu faaliyete karşı çıkan bir
grup yöre halkını desteklemek olabilir. Çoğunluğunun her ko­
nuda tepkisiz olduğu bir toplumda, yanlış bilgilendirmenin so­
nucu da olsa bir grup yöre halkının son derece yaratıcı yöntem­
lerle görüşlerini ortaya koymaları sempatik bir tavırdır ve Türk
Tabipleri Birliği gibi toplumun her sorununa duyarlı anayasal
bir kuruluşun bu harekete destek olması saygı ile karşılanabilir.
Yine işletmenin yabancı sermayeye ait olması, madenciliğin
genelde toprak kazım-nakil işlemlerini içerdiği için ekonomik
yararın göz ardı edilmesi durumunda her yöre için pek de arzu
edilmeyen bir ekonomik faaliyet olması, ülkemizin bu faaliyet­
ten elde edeceği ekonomik yararın fazla olmayacağı gibi varsa­
yımlar da karşı çıkma sebebi olarak ileri sürülebilir. Bunların
hepsi ayrı başlıklarda tartışma konusudur. Ancak, rapor insan ve
çevre sağlığını tehdit eden kimyasallara dayandırılacaksa,
toksikoloji ye çevre biliminin temel doğruları kullanılmak zo­
rundadır. Bunun yerine toksikolojinin temel yasaları çarpıtılarak
rapora bilimsel bir hava verilmeye çalışılırsa bu, bilim adına

226
kabul edilemez bir davranıştır. TTB Raporu'nun bilimle çelişen
yaklaşımı aşağıda açıklanmıştır.
1. TTB Raporu Uzmanlar Tarafından Hazırlanm
mıştır.
TTB raporunun özü, işletmede kullanılacak olan siya­
nür ve işlem sırasında topraktan serbest kalma olasılığı bulunan
metallerin insan ve çevre sağlığı üzerine olumsuz etkileri üzeri­
ne kurulmuştur. Raporda sık sık uzmanlığın önemi vurgulan­
mıştır. Bu yönüyle dahi rapor, konuda uzman olmayan kişileri
raporu okuyanlara uzman gösterme yanıltması ile başlamakta­
dır.
Kimyasal maddelerin insan sağlığı ve çevredeki olum­
suz etkilerini inceleyen bilim dalı toksikolojidir. Toksikoloji
gelişmiş bir uzmanlık dalıdır. Evrensel parametreler kullanıla­
rak incelenecek olursa açıklıkla görülecektir ki toksikoloji ül­
kemizde de bu gelişmeden payını almış ve dünya standartlarını
yakalamış bir bilim alanıdır. Çevreden maruz kalınabilecek
kimyasal maddelerin insan ve çevre sağlığı üzerindeki etkileri­
nin değerlendirilmesi dünyanın gelişmiş ülkelerinde
toksikologlar tarafından yapılmaktadır. Ülkemizde de aynı
yöntemin uygulanması gerekir. Toksikoloji yaklaşımı olma­
yanların böyle bir değerlendirmede düşebilecekleri yanlışlar,
TTB raporundan örnekler verilerek bu yazının ilerdeki bölümle­
rinde açıklanacaktır. Türk Tabipleri Birliği üyeleri içinde de
toksikologlar mevcuttur. TTB Raporu'nu hazırlayan Prof. Zuhal
Amato Okuyan ve Dr. Ümit Şahın toksikolog değildir. Halk
Sağlığı uzmanıdırlar. Doğaldır ki toksikoloji yalnızca üniversi­
telerin toksikoloji bölümlerinde çalışanların uğraşabildiği bir
bilim alanı değildir. Dünyada da örnekleri görüldüğü gibi bilim
alanları arasındaki esnek sınırlar gereği çeşitli disiplinlerden bi­
lim insanları da toksikoloji konusunda çalışabilirler ve yaptıkla­
rı çalışmalar ölçüsünde de toksikolojinin belli konularında uz­

227
manlaşabilirler. Ancak bilimin her konusunda olduğu gibi
toksikolojide de uzman olmanın koşulu bu alanda çalışmalar
yapmak ve çalışmaların ürünü olarak da yayın faaliyetlerinde
bulunmaktır. Prof. Zuhal Amato Okuyan ve Dr. Ümit Şahin'in
toksikoloji konusunda yayınlanmış tek bir makaleleri yoktur.
"Web of Science" ve " Pubmed" veri tabanları ile yapı­
lan inceleme, söz konusu yazarların kendi alanları olan Halk
Sağlığı alanında da son derece zayıf bir akademik performansa
sahip olduklarını göstermiştir. Yazarlar arasında akademik
kimliği olan yazar olarak Prof. Zuhal Amato Okuyan'ın akade­
mik performansı incelendiğinde Türkiye'deki bilgisayarlı to­
mografi sayılarını konu alan tek bir uluslararası yayım olduğu
(ne ilk isim ne de sorumlu yazar) ve bu yayının hiç sitasyon al­
madığı görülmüştür. Bu akademik performans bugün yürürlükte
olan mevzuatta (29 Haziran 2001 tarihli Üniversitelerarası Ku­
rul Kararı) doçentlik için dahi yetersiz olan bir düzeydir. Bir ra­
porun inceleme sürecinde yazarların akademik performansları­
nın incelenmesi konuya yabancı olanlar için yadırganabilir, an­
cak raporda ulaşılan sonuçların güvenilirliğinin anlaşılabilmesi
için, raporun hangi bilgi birikiminin eseri olduğunun bilinme­
sinde yarar vardır. Bu yaklaşım gelişmiş ülkelerde bilimsel ra­
porların değerlendirilmesinde uygulamanın ilk basamağını o-
luşturur. Hele TTB Raporu'nda olduğu gibi yazarlar bilimsel­
likten ve uzmanlıktan sıklıkla söz ediyorsa, bu inceleme kaçı­
nılmaz hale gelir. Türk Tabipleri Birliği gibi anayasal bir mes­
lek örgütü halk sağlığını ve ülke ekonomisini ilgilendiren bir
konuda kendi adını koyacağı bir rapor hazırlatacaksa bunu ko­
nunun uzmanlarına hazırlatması gerekirdi. Toksikoloji konu­
sunda uzman olmayanların, yapmağa çalıştıkları toksikolojik
risk değerlendirmesinde genellikle düştükleri yanlış doz faktö­
rüne dikkat etmemeleridir. TTB Rapor'unda olduğu gibi, kim­
yasal maddelerin adlarından yola çıkarak ulaşılan literatür bilgi­
sini, bilgi birikimi ve deneyim süzgecinden geçirmeden, yanlış

228
yorumlamalarla, doz faktörünü dikkate almadan, kıyaslamalar
yapmadan arda arda sıralayarak toksikolojik risk değerlendiril­
mesi yapıldığını düşünmek büyük bir yanılgıdır.
2. TTB Raporunda Bilimsel Gerçekler Çarpıtılm
tır.
TTB Raporu'nun daha başlangıcında TÜBİTAK
Raporu'nun bilimsel olmadığı ve taraflı olduğu iddiasıyla suçla­
nırken, toksikolojinin temel doğruları ya bilgisizlikten ya da a-
maçlı olarak çarpıtılmıştır. TTB Raporu'nda sıkça başvurulan
bu yöntemin anlaşılması için aşağıda verilen örnek ayrıntılı ola­
rak incelenecektir.
TTB Raporu’nun 16. sayfasında aynen şu satırlar yer
almaktadır. "TÜBİTAK Raporu'mmda....... Eşik değer kavramı­
nın içeriğini bütünüyle altüst eden, insan sağlığı konusunda en
ufak bir bilgisi olan herkesi dehşete düşüren aşağıdaki gibi
cümlelere yer verilmektedir. ABD Kamu Sağlığı Dairesi, hiçbir
olumsuz sağlık etkisi olmaksızın her gün sürekli alınabilecek si­
yanür miktarını 0.05 mg/kg vücut ağırlığı olarak belirlemiştir.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, sudaki siyanürün tamamının
serbest siyanür olduğunu varsayarak 70 kg ağırlığında bir kişi­
nin hayatı boyunca her gün Ovacık atık havuzundaki sudan bir
defada 3.5 litre içse bile olumsuz bir etkisi olmayacaktır. Kuş­
kusuz yukarıda verilen gibi bir eşik değer bu tür toksik madde­
ler için her giin alınabilecek (neredeyse tavsiye edilen!) bir
miktar değil, kesinlikle aşılmaması gereken en üst madde kon­
santrasyonunu ifade eden yukarıdaki cümle, kavramı bütünüyle
deforme etmekte ve yanıltma amacı gütmektedir"
TTB Raporu'ndan olduğu gibi alınan yukarıdaki cümle
bu raporda sıklıkla kullanılan bir yöntemi sergilemektir. Bu
yöntem; Önce temel bir kavramın çarpıtılması, daha sonra da
"insan sağlığı konusunda en ufak bir bilgisi olan herkesi deh­

229
şete düşüren" gibi saldırgan ifadelerle konuya yabancı olanları
sağlıkçı olma ve akademik unvan taşıma gibi faktörleri de kul­
lanarak ikna etmeye çalışmakla karakterizedir. Konuyu incele­
meye başlayalım.
1. TÜBİTAK Raporu'nun Prof. Dr. Fehim Üçışık tara­
fından hazırlanan ve söz konusu raporda Ek 1 olarak nitelenen
bölümünde, bir kaynaktan alındığı tahmin edilen "ABD Kamu
Sağlığı Dairesi, hiçbir olumsuz sağlık etkisi olmaksızın her gün
sürekli alınabilecek siyanür miktarını 0.05 mg/kg vücut ağırlığı
olarak belirlemiştir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, sudaki si­
yanürün tamamının serbest siyanür olduğunu varsayarak 70 kg
ağırlığında bir kişi hayatı boyunca her gün Ovacık atık havu­
zundaki sudan bir defada 3.5 litre içse bile olumsuz bir bir etki­
si olmayacaktır. " ifadesi yer almaktadır. Bu ifadenin eleştirile­
cek tek yanı alınan kaynağın bildirilmemiş olmasıdır. Dünya
Sağlık Örgütü’nün siyanür için belirlediği ADI (Accceptable
Daily Intake-günlük alınmasına izin verilen miktar) değerinin
0.05 mg/kg olduğu dikkate alındığında bu ifade tümüyle doğru
bir anlatımdır. Aşağıda bilimsel olarak kanıtlanacağı gibi doğ­
ruluğu bu kadar kesin bir ifade için TTB Raporu yazarlarının
"insan sağlığı konusunda en ufak bir bilgisi olan herkesi deh­
şete düşüren" ve "..kavramı bütünüyle deforme etmekte ve ya­
nıltma amacı gütmektedir" gibi ifadeler kullanmaları, TTB
Raporu'nun yanıltıcı niteliğini ortaya koymaktadır.
2. Yukarıda belirtildiği gibi Siyanürün ADI değeri 0.05
mg/kg dır. Bu Dünya Sağlık Örgütü bünyesinde oluşturulan ve
JECFA (Joint FAO/WHO Expert Committee on Food
Additives) olarak adlandırılan uzmanlar komitesince 1965 yı­
lında tespit edilmiş, bugün de geçerliliğini koruyan bir değerdir
( 5 ). İlgili komite bu değeri saptarken bu konuda yapılan bilim­
sel araştırmaları değerlendirmiş ve aşağıdaki hesaplama ile so­
nuca ulaşmıştır.

230
ADI değerlerinin hesaplanması, toksisite test sonuçları­
nın ve eğer varsa epidemiyolojik verilerin değerlendirilmesi ile
yapılır. Toksisite testleri ulusal veya uluslarası nitelikteki
akredite laboratuvarlarda yapılır. En az iki tür deney hayvanı
grubu, test' edilecek kimyasala yaşam sürelerinin önemli bir
bölümünü (%70- 80 ininden az olmamak üzere) kapsayacak şe­
kilde manız bırakılır. Olası tüm toksik etkiler ve doz-cevap iliş­
kisi bir protokol dahilinde incelenilir. Bu testler sonunda NOA-
EL (Non Observed Adversed Effect Level-Hiçbir Ters Etki Gö­
rülmeyen Doz Seviyesi) saptanır. NOAEL değeri deney hay­
vanlarından elde edilen bir değer olduğu için, insanda kullanıl­
maz bu değer Emniyet Faktörü (SF) olan 100'e bölünerek ADI
değerine ulaşılır. Diğer bir deyişle deney hayvanlarında hiçbir
etki göstermeyen dozun yüzde biri insanda güvenli doz olarak
kabul edilir. Bugüne kadar günlük hayatta aldığımız binlerce
maddenin ADI değerleri saptanmıştır ve bunlar güvenilir de­
ğerlerdir. Sağlıklı gıda maddeleri, üretim ve tüketim koşullarını
belirleyen "gıda kodeksleri" ve çevre korunması ile ilgili yasal
düzenlemelerde bu değerlere başvurulur ( 6 ).
Siyanürün NOAEL değerinin saptanması için siyanürle
ilgili yapılan çok sayıdaki kronik toksisite çalışması incelenmiş
ve NOAEL değeri 10.8 mg/kg/gün olarak saptanmıştır (7,8).
Diğer bir deyişle deney hayvanlarına, ortalama yaşam süreleri­
nin en az 70-80 i kadar sürede hergün aksatmadan HCN veril­
miş, tüm organları toksisite yönünden incelenmiş ve 10.8
mg/kg/gün doz ve aşağısında hiçbir toksik etki gözlenmemiştir.
Doz 30 mg/kg/gün'e yükseltildiğinde vücut ağırlığında ve tirok­
sin seviyesinde azalma ve myelin dejenerasyonu gözlenmiştir.
NOAEL'den ADI değerine geçmek için, NOAEL değeri emni­
yet faktörü olan 100'e bölünür.

231
10.8
ADI=---------------------------- = 0.1 mg/kg/gün
Emniyet Faktörü (İOO)
Ancak deney sırasında ki veriliş yolu ile gerçek hayat­
taki alım senaryoları arasında farklar olabileceği düşünülerek
insana fazladan bir koruma getirmek amacıyla Değişim Faktörü
(MF) kullanılmış ve sonuçta ADI değeri = 0.05 mg/kg olarak
belirlenmiştir.
Bu hesaplamadan anlaşılacağı gibi deney hayvanları
yaşam sürelerinin tamamına yakın sürede her gün aldıktan 10.8
mg/kg dozda herhangi bir toksik etki göstermemişlerdir. Buna
karşın, bu değer insanda uygulanmamış çok geniş bir emniyet
faktörü kullanılarak bu değerin 200 de biri insanlar için güvenli
kabul edilmiştir. Siyanür gıdalarda çok sık bulunan bir madde
olmasına ve bu değerin tespitinden günümüze 35 yıl geçmiş
olmasına karşın insanlarda siyanürün ADI değerinin değiştiril­
mesini gerektirecek bir bulguya rastlanmamıştır. Yukarıda a-
çıklanan tarzda uluslararası bir bilimsel komisyonun bilimsel
verileri kullanarak ortaya çıkardığı ve uluslararası bazda kabul
görmüş bir standart değerini, hiçbir bilimsel veriye dayanma­
dan, kişisel bazda tartışmaya açabilmek için bilgisizlikten kay­
naklanan bir cesaret sahibi olmak gerekir. TTB Raporu'nda da
yapılan budur. Doğaldır ki kimyasal maddelerin ADI değerleri
zaman içinde değişmez değildir. Bilimsel gelişmelere göre, eğer
gerek görülürse, uzmanlar komitesi vakit geçirmeden toplanır,
söz konusu madde için ADI değerini düşürme, bazı durumlar da
arttırma yönünde kararlar alır.
Siyanürün ADI değerinin 0.05 mg/kg olduğunu dikkate
alırsak, 70 kg lık bir insanın günde 70 x 0.05= 3.5 mg miktarın­
da siyanürü alması halinde herhangi bir sağlık sorunu ile karşı­
laşmayacağını söyleyebiliriz. Atık baraj ındâki siyanür konsant­
rasyonunun 1 mg/lt (1 ppm) olması durumunda TÜBİTAK

232
Rapor'unda yer alan ifadenin doğru olduğu anlaşılacaktır.
Tabiki bu, TTB raporu yazarlarının anlamaya çalıştığı gibi, in­
sanlara atık su barajından su içmeyi öneren bir ifade değildir.
Toksikolojik risk değerlendirmesinin bölümleri olan risk algı­
lama ve risk iletişiminde, konunun kavranmasına yardımcı ol­
mak üzere kullanılan kıyaslama yöntemine bir örnektir.
3. Yukarıdaki açıklamadan sonra TTB Raporu'nda
alan ifadelerin yanlışlarını ve çarpıtmalarını incelemeye devam
edelim.
TTB Rapor’unda, TÜBİTAK Raporu'nda yer alan ve
inceleme konumuz olan ifadeye atıfla bunun "eşik değer kav­
ramının içeriğini tümüyle altüst ettiği" iddia edilmiştir. Konu­
nun yabancısı olanlar tarafından bir uzman görüşü gibi algıla­
nan bu 6 kelimelik ifade dahi yazarların konu hakkındaki yü­
zeysel ve temelsiz bilgilerini ortaya koymaktadır. Şöyle ki;
TÜBİTAK Raporu'nda yer alan ifade ADI değeri ile ilgilidir.
Toksikolojide eşik (threshold) doz ve Eşik Sınır Değer
(Threshold Limit Value-TLV) gibi tanımlar vardır ancak bun­
lardan ilki yukarıda açıklanan NOAEL benzeri bir dozu, İkincisi
ise işyerlerinde kullanılan zararlı kimyasalların çalışma orta­
mındaki izin verilen en yüksek miktarını belirler. Yazarlar ku­
laktan dolma bilgi ile ADI tanımına kendilerince bir isim uy­
durmuşlardır.
TTB Raporu, yazarlarının "Risk Kavramına Halk Sağ­
lığı Alanında Çalışanlar Nasıl Bakmakta" gibi iddialı bir başlık
altında bir oradan, bir buradan kaynak göstermeden aldıkları
cümlelerden oluşan bir bölüm de içermektedir (sayfa 22-23).
Bir cümleden onunla alakasız olan İkincisine atlayan söylenen­
leri, literatür bilgisi ve/veya örneklerle açıklamayan bu metin,
yazarların konulan çarpıtma üslubunu yansıtmaktadır. Örneğin
"Öte yandan tehlikesiz olarak bilinen bir çok maddenin sağlık
üzerinde zararlı etkisi olabileceği de unutulmamalıdır" denile­

233
rek, raporu okuyanlarda "demek bir madde için zararsız da de­
nilse inanmayalım" etkisi yaratılmaya çalışılmaktadır. Bazı
kimyasalların toksisitesi hakkındaki bilgilerimizde eksiklikler
vardır. Bu eksikliklerin tamamlanması için de toksikologlar ta­
rafından sürekli araştırmalar yapılmaktadır. Ancak bunu anlat­
mak için akademisyen kimliğinde olan bir kişinin seçtiği ifade
15 kelimelik anlamsız bir cümle olmamalıdır.
TTB Raporu'nun 22 -27. sayfalarında " Siyanür ve Di­
ğer Kimyasal Atıkların İnsan Sağlığı Üzerine Etkileri" başlığı
altında siyanür, arsenik, kadmiyum, krom, kurşun, civanın
toksik etkilerine ait literatür bilgisi kaynak gösterilmeden ard
arda sıralanmıştır. Bu literatür bilgisi bir uzman tarafından sis­
tematik olafak ele alınıp yorumlanmadığı için raporu okuyan ve
konuya yabancı olanlar için bir dehşet senaryosu çağrışımı
yapmaktadır. Bunu siyanür örneği ile açıklamaya çalışalun. Si­
yanür kullanımı dışında, altın madenciliği diğer madencilik faa­
liyetleri ile benzer riskleri taşır. Diğer bir deyişle altın madenci­
liğinde siyanür kullanılmasaydı bu faaliyet kamuoyu gündemine
girmeyecek, çevre ve insan sağlığı yönünden konuya ilgi, diğer
madenlere gösterilen düzeyde olacak idi. O halde başlangıçta
konunun siyanür odaklı incelenmesi ardından metaller yönün­
den değerlendirilmesi yararlı olacaktır.
Siyanür, toksisitesi yıllarca önce tamamıyla aydınlatıl­
mış bir maddedir. Siyanürün toksisitesi akut toksisite ile sınırlı­
dır. Kronik toksisitesi ise pratikte toksikologlarca ihmal edile­
bilecek düzeyde olarak değerlendirilmektedir. Siyanür’ün kro­
nik toksisitesinin, toksikologlar tarafından pratikte ihmal edilir
düzeyde kabul edilmesinin nedeni, siyanürün kronik etki göste­
rebilmesi için gerekli olan ve her gün alınması gereken dozu­
nun, bir defada ölüme neden akut doza çok yakın olmasıdır. Di­
ğer bir deyişle akut etkiler gözlenmeden, kronik etkilerin geliş­
me olasılığı pratik olarak son derece zordur. Bu özelliği nede­

234
niyle de siyanür, toksisitesi henüz tam olarak aydınlatılmamış
olan ve önemli kronik toksisiteye sahip, bazı endüstriyel kimya­
sallara kıyasla risk yönetimi çok daha kolay olan bir kimyasal­
dır.
Erişkin bir insan, bir defada 200-300 mg potasyum ve­
ya sodyum siyanürü ağız yoluyla alırsa bir kaç dakika içinde ö-
lür (akut toksisite). Yine solunan havada 100 ppm (112 mg/m3)
konsantrasyonunda siyanür mevcut ise bu havanın bir saat so­
lunması durumunda, 300 ppm (330 mg/m3) konsantrasyonunda
siyanür mevcut ise bu havanın bir kaç dakika solunması duru­
munda bu havayı soluyan insan ölür (9). Deney hayvanlarından
elde edilen sonuçlarla göre, bir değerlendirme yapılırsa; (Akut
toksisite verilerinin aksine siyanür için insanda kronik toksisite
ile ilgili bir veri yoktur) siyanüre günde vücut ağırlığı başına 10
mg'dan (anyon olarak) fazla miktarlarda uzun süreler manız ka­
lınırsa vücut ağırlığında ve tiroksin seviyesinde azalma ve
myelin dejenerasyonu ile karakterize kronik toksisite gözlenme
olasılığı vardır (8). Ancak yukarıda izah edildiği gibi kronik
toksisite belirtileri görülmeden bu durumun gerçekleşmesi pra­
tik olarak son derece zordur.
Altın madenciliğinde siyanür kullanımın yarattığı sağlık
riski araştırılacaksa öncelikle, incelenen işletmenin uyguladığı
teknoloji sonunda ortamdaki siyanür konsantrasyonunun
toksisite riski yaratacak değerlere ulaşılıp, ulaşılamadığının be­
lirlenmesi gerekir. Ardından elde edilen değerler uluslararası
standartlarla karşılaştınlarak bir sonuca varılır. TÜBİTAK Ra­
poru böyle bir yaklaşımın ürünüdür. TTB Raporu'nda ise uygu­
lanan teknoloji ve ortamdaki kimyasal konsantrasyonları hiç
dikkate alınmadan akut veya kronik toksisiteye yol açacak siya­
nür konsantrasyonlarının ortamda her an mevcut olduğu varsa­
yılmıştır.

235
Günümüzde kimyasal madde kullanımında risk yöneti­
mi kavramına yabancı olanlar belli bir dozda bile olsa, bir insa­
nı öldürme potansiyelinde olan bir kimyasalın kullanımına karşı
çıkabilirler. Ancak daha önce ayrıntılı olarak açıklandığı gibi
modem yaşamda bir kimyasal denizinin içine yaşıyoruz. Kul­
landığımız her kimyasal belirli dozlarda insanı öldürme potan­
siyeli taşır. Bununla ilgili binlerce örnek vermek mümkündür.
Çok yaygın kullanılan bir ilaçtan yola çıkarak konuyu açıklaya­
lım.
Parasetamol, dünyada en fazla kullanılan ağrı kesici i-
laçlar arasındadır. Ülkemizde de 128 adet değişik preparatı
mevcuttur. Bu ilaç erişkinlerde günde 2 grama kadar olan kulla­
nımda son derece güvenli bir ilaçtır. Ancak doz 10 gramı aştı­
ğında karaciğer hasarına bağlı ölüm olayı görülebilir.
Parasetamol'ün yüksek dozda alımına bağlı olarak hastane baş­
vurusu sayısı İngiltere yılda 40 000'e ölüm vakası ise 100-150
ye kadar yükselmiştir. Daha sonra her paketteki tablet sayısının
azaltılması ve gerekli uyarıcı etiketlemeyle bu zehirlenme sayı­
ları süratle düşürülmüştür (10). 1960’lann başlarında ABD'de
yılda 140 civarında aspirin zehirlenmesine bağlı çocuk ölümü
görülürken, 1987 yılında bu sebebe bağlı çocuk ölümü görül­
memiştir (11). Akut aspirin zehirlenmesinde hedef kitle olan
çocuklara yönelik zor açılan ambalaj kapağı uygulaması bu ba­
şarıyı getirmiştir.
Yukarıda verilen örnek ile anlatılmaya çalışılan günlük
hayatımıza girmiş birçok kimyasalın dahi rastgele ve amacı dı­
şında kullanımda toksisite oluşturabileceği gerçeğidir. Risk de­
ğerlendirilmesi sonucunda kabul edilebilir bir risk taşıdığı be­
lirlenen bir kimyasalın, kaza sonucu zehirlenmeye neden olabi­
lir korkusu ile gerekli koruyucu ve akılcı bilimsel önlemleri al­
mak yerine kullanımının yasaklanması, günümüz biliminin ka­
bul edemeyeceği bir davranıştır. Eğer bu yaklaşım benimsen-

236
şeydi bugün kullandığımız ilaç, tarım ilacı ve endüstriyel kim­
yasalların önemli bir bölümünü kullanmamamız gerekirdi. Bu
da bugün modem dünyanın ulaştığı yaşam kalitesinin çok altın­
da bir yaşam kalitesi ve bugün 70'leri aşan ortalama yaşam
beklentisinin çok altında bir ortalama yaşam süresi anlamına
gelirdi. Hele bilgi noksanlığı sebebiyle dünyadan kopuk olarak
yasaklamaların ülke bazında yapılması, söz konusu ülkeyi dün­
ya standartlarından koparır ve ekonomisini dünya ile rekabet e-
demez hale getirir.
Dünyada kaynakları sonsuz olan hiçbir ülke yoktur. Ka­
rar verici organların kaynakları verimli kullanmalarının ön şartı
kararlarını bilimsel verilerle yapılan değerlendirmelere dayan­
dırmalarıdır. Kimyasal kullanımında risk değerlendirmesi bu
yönden son derece önemlidir. Rasgele bir yaklaşımla önemli bir
riskin gözardı edilmesi toplum sağlığına ve çevreye önemli za­
rarlar vereceği gibi, kabul edilebilir düzeyde bir riskin abartıla­
rak yanlış yönlendirmeler yapılması, kaynakların yanlış kulla­
nılmasına ve ekonomik kayıplara yol açmaktadır. Kaynakların
sınırlı olduğu dikkate alındığında bu ekonomik kayıplar güçsüz
bir ekonomik yapıyı beslemektedir. Güçsüz bir ekonomik yapı­
da sağlık hizmetlerine ve çevreye gerekli yatırımların yapıla­
madığı da dikkate almdığmda kimyasalların değerlendirilme­
sindeki bilim dışı uygulamalar öncelikleri şaşırtarak kaynakları
tüketmekte bu da halk sağlığı ve çevrenin korunmasında olum­
suz bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde günümüz
teknolojisinden yararlanılarak risklerin azaltılması ve teknolojik
uygulamalara karşın, riskleri kabul edilemez düzeyde olanların
yasaklanması önümüzdeki tek alternatiftir.
Yukarıda verilen bilgiler ve değerlendirmeler ışığında
Eurogold Ovacık Altın Madeni'nde siyanür kullanılmasını
toksikolojik risk yönünden inceleyelim ve TTB raporundaki bi­
lim dışı saptamaları vurgulamaya devam edelim.

237
Ovacık Altın Madeni Atık Havuzundaki Siyanür Kon­
santrasyonu: Projede atık havuzuna verilen atık sudaki siyanür
konsantrasyonu 1 ppm= mg/lt olarak öngörülmüştür. Yapılan
deneme üretiminin sonunda da bu değerin 0.5 ppm düzeyinde
gerçekleştiği saptanmıştır. Bu konsantrasyonun toksikoloji bi­
limi yönünden ne anlama geldiğini açıklayalım.
Doğumdan ölüme kadar her insanın hergün kullandığı
maddeleri kapsadığı için gıda kodeksleri her ülkede insan sağlı­
ğını korumak amacıyla en titiz hazırlanan sağlık dokümanları­
dır. Bu dokümanların arkasında günümüz bilim ve teknolojisi
ile yapılan onbinlerce bilimsel çalışma yatmaktadır. Ülkemizde
de Dünya ülkeleri ile uyumlu ve 1997 yılında yürürlüğe giren
"Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği" mevcuttur (4). Bu yönetme­
likte, gıdalarda bulunmasına izin verilen siyanür limit değerleri
meyve sulan için, 1 mg/kg = 1 ppm (Ovacık atık havuzu siyanür
konsantrasyonunun 2 katı), çekirdekli meyve konserveleri için,
5 mg/kg (Ovacık havuzu konsantrasyonunun 10 katı), nugatlar
ve badem ezmeleri için 50 mg/kg (Ovacık atık havuzu konsant­
rasyonunun 100 katı), içme suyu için ise 0.05 mg/kg (Ovacık a-
tık havuzu konsantrasyonunun onda biri) olarak belirlenmiştir.
Bu konudaki doküman ekte sunulmuştur (Ek 2).
Dünya standartlan ile uyumlu bu gıda limit değerleri ile
Ovacık havuz suyu siyanür değerleri karşılaştırılarak yapılan
yukarıdaki kıyaslama dikkate alınırsa, TTB Raporu'nda ileri sü­
rülen iddialann geçerliliği kolaylıkla değerlendirilebilir. Bu ko­
nuda ciddiye alınabilecek tek bir iddia olabilir. O da atık havuzu
siyanür konsantrasyonlarının gerçeği yansıtmadığı, üretici fir­
manın herkesi kandırdığı iddiasıdır. Bu iddianın da doğru olup
olmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. Daha öncede belirtildiği gibi
siyanür analitik yöntemlerle ölçümü en kolay olan kimyasallar
arasındadır. Bu ölçümler yaptırılarak konu üzerindeki tartışma­
lar sonlandırılabilir.

238
Ciddiye alınması gereken bir diğer iddia da siyanürün
daha konsantre hatta saf halde bulunduğu taşıma ve depolama
gibi safhalarda karşılaşılabilecek kaza riskidir. Tehlikeli mad­
delerin taşınması, depolanması ile ilgili uluslararası düzenle­
meler ülkemiz de uygulanmakta ve siyanür ve diğer çok sayıda
tehlikeli kimyasalın bu arada akaıyakıt gibi parlayıcı ve patlayı­
cı maddelerin taşınması ve depolanması bu yasal düzenlemeler
çerçevesinde yapılmaktadır.
Her faaliyette, ihmaller ölçüsünde artan ve alman ko­
runma önlemlerinin etkinliği ölçüsünde de azalan bir kaza riski
vardı. Bir işletmede insan sağlığını ve çevreyi tehdit eden kaza
risklerinin araştırılması ihtimaliyet risk değerlendirmesi adı ve­
rilen bir yöntemle yapılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde çok yaygın
olan bu uygulama henüz ülkemizde bilinmemekte ya da bilinse
de ilgi gösterilmemektedir. Dünyada ihtimaliyet risk değerlen­
dirmesi çalışmaları bağımsız risk değerlendirme şirketlerine
yaptırtılmaktadır. Eurogold Ovacık Maden İşletmesi kaza riski­
nin boyutunun belirlenmesi için bir bağımsız değerlendirme ku­
ruluşuna iki çalışma yaptırtmıştır. Çalışmalardan biri işletmede
siyanür kullanımının yarattığı riskin değerlendirilmesi (12) di­
ğeri ise, atık havuzunun oluşturduğu riskin değerlendirilmesi
(13) çalışmalarıdır. Bu iki çalışmada da en kötü senaryolarda
riskler sayısal rakamlar ile ifade edilerek hesaplanmış ve ihmal
edilebilir düzeyde oldukları sonucuna varılmıştır.
TTB Raporu'nda her biri birer önemli toksik madde o-
lan arsenik, kadmiyum, krom, kurşun, cıva gibi metallerin cev­
herde altm ile birlikte bulunduğu ve işlem sırasında topraktan
serbest hale geleceği bunun da çevre ve insan sağlığı için risk
oluşturacağı ifade edilmiştir. Sözü edilen toksik kimyasalların
yaratacağı riski belirlerken de yukarıda defalarca vurgulandığı
gibi işe, öncelikle işlem sırasında ve sonunda bu metallerin or­
tamdaki konsantrasyonlarının ne olduğunun tespitinden başla­

239
mak gerekir. Bu metaller de çevrede sürekli maruz kaldığımız
maddelerdir. Söz konusu metallerle ilgili işyerlerinde çalışanlar
konunun dışında bırakılırsa genel popülasyon için başlıca
maruziyet kaynağı gıdalar ve çevre kirliliğidir. Yine "Türk Gıda
Kodeksi Yönetmeliği’nde çok çeşitli gıdalar için bu metallerin
ADI değerleri ve tüketim kalıpları dikkate alınarak limit değer­
leri tespit edilmiştir. Uzun bir liste olduğu için bu yazı metninde
yer almayan değerler ekte sunulmuştur (Ek 3)
TÜBİTAK Raporu 'unda çevre, çevre kimyası, cevher
hazırlama ve hidrojeoloji uzmanlarının raporlarında (TÜBİTAK
Raporu Ekler 2, 3, 4, 6) bilimsel verilere dayanılarak; Ovacık
altın cevherdeki toplam ağır metal içeriğinin benzer maden ya­
taklarına oranla son derece düşük olduğu, cevherin tamponlama
(alkali) özelliğinin yüksek olduğu, bu özellikler nedeniyle de a-
tık havuzundaki sıvı fazda metal konsantrasyonlarının çok dü­
şük seviyede kalacağı bildirilmiştir. Raporda ayrıca deneme ü-
retimi sonunda atık havuzunda yapılan ölçümlerin bu öngörüleri
doğruladığı ifade edilmektedir.
1999 yılındaki TÜBİTAK raporunun ardından işletme­
de deneme üretiminin sürdürüldüğü dikkate alınarak Normandy
Madencilik Şirketi'nden siyanür ve metallere ait günlük çevresel
değerler talep edilmiş ve ekte sunulan analiz raporlan tarafıma
gönderilmiştir (Ek 4). Bağımsız bir laboratuar ve Sağlık Bakan­
lığı İzmir Bölge Hıfzısıhha Enstitüsü Müdürlüğü, Çevre Sağlığı
Bölümü Atık Su Laboratuarı tarafından yapılan analiz sonuçlan
incelendiğinde, 2001 Haziran ayının çeşitli tarihlerinde yapılan
analizlerde atık su siyanür konsantrasyonlannın 0.19-0.41 mg/lt
arasında değiştiği saptanmıştır. Atık havuzu serbest metal kon­
santrasyonları ise arsenik için 0.00S-0.016 mg/lt mertebesinde­
dir. Atık havuzunda antimon konsantrasyonu ise < 0.5 mg/lt o-
larak saptanmıştır, kadmiyum, krom, bakır, kurşun, cıva, nikel,
çinko metalleri konsantrasyonları tayin limiti olan 0.001

240
mg/lt'nin altındadır. Bu rakamların TÜBİTAK Raporu'ndaki
saptamalarla uyumlu olduğu anlaşılmaktadır. Yazının başında
belirtilen kıyaslama yöntemimi, metaller için de tatbik edebili­
riz. Bu amaçla ekte sunulan (Ek 3) gıda maddelerindeki izin ve­
rilen metal'kalıntı limitlerini atık barajı değerleri ile kıyasladı­
ğımızda söz konusu değerlerin toksikolojik yönden önemsiz ol­
duğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Tesisteki çevresel ölçümlerin bir
izleme programı çerçevesinde rutin olarak yapılması ve sonuç­
ların değerlendirilmesi, bu konuda yapılan spekülatif tartışmala­
rı önleyecektir.
SONUÇ:
Siyanür liç yöntemi kullanılarak yapılan altın madenci­
liği konusunda hazırlanan TÜBİTAK ve Türk Tabipleri Birliği
Raporları Toksikoloji yönünden incelendiğinde aşağıdaki hu­
suslar saptanmıştır.
1. TÜBİTAK Raporu'nda insan ve çevre sağlığı için
risk teşkil eden zararlı kimyasallar için uluslararası kuruluşlarca
konulmuş bulunan ve toksikoloji çalışmalarının ürünü olan
standart değerler dikkate alınarak, Ovacık Altm Madeni'ndeki
risklerin arıtma ve diğer mühendislik uygulamalarından sonra
kabul edilir düzeye indirilip indirilmediği araştırılmıştır. Ulusla­
rarası Standard değerlerin doğruluğunu tartışma konusu yapma­
dan, ortamda mevcut zararlı kimyasal konsantrasyonlarından
yola çıkılarak ve bilimsel metodoloji kullanılarak yapılan de­
ğerlendirme bilimsel ve akılcı bir yaklaşımdır. Ulaşılan sonuçlar
toksikoloji biliminin temel ilkeleri ile uyumludur.
2. TTB Raporu, TÜBİTAK raporunun aksine bilimsel
metodoloji uygulanmadan yazılmış, spekülasyonlar üzerine ku­
rulmuş bir rapordur ve bilimsel olma iddiasında olmasına karşın
herhangi bir bilimsel geçerliliği yoktur. Raporun konunun uz­
manlarınca yazılmaması, raporun hazırlanmasında bilimsel

241
metodolojinin kullanılmaması, raporda toksikoloji biliminin
temel gerçeklerinin çarptırılarak okuyanların yönlendirilmeye
çalışılması dikkati çekmektedir. Raporun bu yapışma ait örnek­
ler bu yazının önceki sayfalarında ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
KAYNAKLAR:
1. EUROGOLD Ovacık Altın Madeni. TÜBİTAK-
YDABÇAG Değerlendirme Raporu. Ekim 1999.
2. Türk Tabipleri Birliği, Siyanür Liçi Yöntemiyle Ya­
pılan Altın Madenciliğinin İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri ve
Bergama-Ovacık Altın Madeninin Yaratacağı Risklerin Değer­
lendirilmesi Raporu. Mart 2001.
3. Klaassen C.D.( Ed): Casarett & Doull’s Toxicology.
The Basic Science of Poisons. 5. Baskı McGraw-Hill, New
York (1966).
4. Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği. T. C. Resmi Gaze­
te. 16 Kasım 1997.
5. UN. Food and Agricultural Organization Web Sayfa­
sı.
http://apps.fao.org/CodexSvstem/pestdes/pest ref/pıfe
45.htm
6. Benford D.: The Acceptable Daily Intake: A Tool for
Ensuring Food Safety. International Life Science Institute-
Europe. ELSI press. Brussels. (2000).
7. Agency for Toxic Substances and Disease Registry
Web Sayfası. (Public Health Statement. Cyanide).
http://www.atsdr.cdc.gov/ToxProflles/Dhs8812 .html
8. US. Environmental Protection Agency Web Sayfası
(İRİS Substance file-Cyanide free)

242
http://www.epa.gov/ngispgm3/iris/subst/0031 .htm
9. Ellenhom M.J., Barceloux D .G.: Medical
Toxicology. Diagnosis and Treatment of Human Poisoning.
Elseveir Science Pub. Co. New York. p. 830 (1988).
10. Anonymous: UK reduces paracetamol pack sizes .
SCRIP. No 2262/63., (1997).
11. Klaassen G.: Principles of Toxicology. in
Pharmacological Basis of Therapeutics" G.A. Godman., et al
(eds). p .49-61. Pergamon Press. New York (1990).
12. Report on Probabilistic Risk Assessment Ovacık
Mine Cyanide Cycle. Turkey. Golder Associates (UK) Ltd.
December 1998.
13. Report on Probabilistic Risk Assessment Ovacık
Mine Tailings Dam. Turkey. Golder Associates (UK) Ltd.
December 1998.

Prof. Dr. Ali Esat Karakaya


Türk Toksikoloji Derneği Başkanı

EKLER:
1. "Kimyasal Bileşiklerin Risk Değerlendirmesi. Altın
Madenciliğinde Siyanür Kullanımı " isimli Türk Toksikoloji
Demeği yayınının risk ile ilgili bölümleri.
2. 16 Kasım 1997 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan "
Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliğinde yer alan gıdalardaki siya­
nür limitleri tablosu.

243
3. 16 Kasım 1997 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan "
Tüsk Gıda Kodeksi Yönetmeliğinde yer alan gıdalardaki metal
kalıntı limitleri tablosu.
4. Ovacık Altın Madeni Haziran 2001 günlük çevresel
ölçüm değerleri,-

244
T.C. İZMİR 1. İDARE MAHKEMESİ
BAŞKANLIĞI'NA{PRIVATE}
BİLİRKİŞİ RAPORU

Esas No. : 1994/644


Davacı : Senih Özay ve Birsel Lemke
Davalı T.C. Çevre Bakanlığı Ankara
Dava Konusu : Bergama ilçesi Ovacık ve Çamköy
köyleri çevresinde Eurogold Madencilik A.Ş. tarafından yapılacak
altın işletmeciliğine izin veren T.C. Çevre Bakanlığı işleminin
iptali istemi.

1. GİRİŞ

1.1, Dava Konusu Bakanlık İşlemi

1983 yılında yürürlüğe giren 2872 sayılı Çevre


Kanunu'nun 10. Maddesi, yatırım projelerinden kaynaklanacak
olası çevresel etkileri değerlendirmek için bir çevresel etki
değerlendirmesi (ÇED) raporu hazırlanmasını gerektirmektedir.
Buna uygun olarak, Eurogold Madencilik A.Ş. (Eurogold), Dokuz
Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü
koordinatörlüğünde hazırlanan bir ÇED raporunu 1991 yılında
T.C. Çevre Bakanlığı'na (Bakanlık) sunmuştur.

245
Söz konusu ÇED raporu, Bakanlık tarafından kapsamlı
bir incelemeye alınmış ve bu incelemelerde 1993 yılında
yayınlanan ÇED Yönetmeliği hükümleri de dikkate alınmıştır.1
Bu inceleme ve değerlendirmelerin neticesinde, T.C. Çevre
Bakanlığı, 19.10.1994 tarih ve B.19.0.ÇED.0.12.00.02/00665-
1121-6137 sayılı yazınm ekinde yer alan taahütname şartlarının
yerine getirilmesi kaydıyla, anılan faaliyetin gerçekleşmesinde bir
sakınca görmemiştir.

1.2. Bilirkişi Heyeti

Yukarıda dosya numarası, tarafları ve konusu yazılı dava


için İzmir 1. İdare Mahkemesi tarafından resen seçilen Bilirkişi
Heyeti, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi
Maden Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ümit
Atalay, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi
Çevre Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr.
Coşkun Yurteri ile Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak
Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Koray Haktanırdan
oluşmuştur.

U . Tespiti İstenen Hususlar

İzmir 1. İdare Mahkemesi Naip Üyelerinden Saym


Abdullah Berber (26706) tarafından Bilirkişi Heyeti'ne yazılan
26.10.1995 tarihli yazıda, bilirkişilerden, dava konusu izin
işleminin toplum sağlığı, doğal bitki örtüşü, tarihi ve kültürel
zenginlikler, zeytinlik ve diğer tarım ürünleri yönünden kamu
yararına ve bu konulardaki yasal düzenlemelere uygun olup
olmadığının saptanması hususunun dava konusu yer ve çevresinin

17 Şubat 1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete.

246
incelenmesi ile dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden
yararlanmak suretiyle tespit edilmesi istenmiştir.

1.4. Keşif

Yukarıda konusu yazılı tespit işi için görevlendirilen


bilirkişi heyeti olarak önceden belirlenen 23.11.1995 günü,
Mahkeme Heyeti'ne ilaveten davalı ve davacı temsilcileri ile
birlikte, altın madeninin bulunduğu ve işleneceği sahaya
gidilmiştir. Burada Eurogold'a ait büroda yapılan toplantıda, şirket
yetkilileri maket ve haritalar üzerinde cevherin çıkarılmasından
nihai ürün eldesine kadar yapılacak olan tüm işlemler hakkında
bilgi vererek, gerek Bilirkişi Heyeti ve gerekse davacılar vekili
Avukat Sayın Senih Özay ile Bergama Belediye Başkanlığı Sayın
Sefa Taşkın tarafından yöneltilen sorulan yanıtlamışlardır.
Bilahare araziye çıkılarak, ruhsatlı sahanın durumu, topografyası
ve vejetasyon yapısı gözden geçirilmiştir. Ayrıca, madenin
yerleşim bölgelerine olan uzaklığı ile atık depolama sahası, tanm
alanlan ve zeytinliklerin konumu hakkında gözlem yapılmıştır.
Bu gözlemleri takiben, dava ile ilgili dosya ve ekli belgeler teslim
alınarak Ankara'ya dönülmüştür.

1.5. Dava Dosyası

Bilirkişilere verilen dava dosyasında, çok çeşitli kurum ve


kuruluşlar tarafından hazırlanmış raporlar, değişik toplantı ve
panellerde kayıt edilmiş video kasederi ile mahkeme kanalıyla
yaptınlmış iki adet tespit bulunmaktadır. Bergama Belediye
Başkanı Sayın Sefa Taşkm'ın talebi üzerine Bergama Sulh Hukuk
Hakimliği tarafından, dava konusu altın madeninin doğal çevre ve
zeytinlik alanlarına etkileri konusunda, yaptırılan birinci tespit,
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü öğretim
üyesi Prof. Dr. Kadir Mendilcioğlu, Ege Üniversitesi Ziraat

247
Fakültesi Toprak Bölümü öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Hüseyin
Tuncay ve Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Koruma
Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ersin Onoğur’dan oluşan Bilirkişi
Heyeti tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu Bilirkişi Heyeti'nin
hazırlamış olduğu 23.05.1995 tarihli raporda, dava konusu altın
madeninden kaynaklanabilecek toz emisyonlarına ağırlık
verilerek, "Ovacık altın madeni işletmesi gerek doğal çevre ve
gerekse bölge tarımsal üretiminde önemli olan zeytin
yetiştiriciliğine zarar verebilecektir" sonucuna varılmıştır.

Eurogold'un talebi üzerine Bergama Asliye Hukuk


Mahkemesi tarafından aynı konuda yaptırılan ikinci tespit, Dokuz
Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Maden Mühendisliği
Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Haşan Mordoğan, Ege
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bitkileri Bölümü öğretim
üyesi Doç. Dr. Esen Çelen ile Dokuz Eylül Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi
Doç. Dr. Hikmet Toprak'dan oluşan Bilirkişi Heyeti tarafından
gerçekleştirilmiştir. Bu Bilirkişi Heyeti'nin hazırlamış olduğu
12.07.1995 tarihli raporda ise dava konusu arazide tzleme-
Denetleme Kurulu'nun etkin denetimi çerçevesinde yapılacak altın
çıkarma ve işlemesinin çevreye ve zeytin ağaçlarına zarar
vermeyeceği" sonucuna varılmıştır. Görüldüğü gibi, iki ayrı
Bilirkişi Heyeti tarafından hazırlanan raporlarda birbiriyle çelişen
kanaatlere varılmıştır. Dava dosyası ekinde yer alan diğer yazılı
ve görsel belgelerde de bu tür çelişkili beyan ve ifadeler
mevcuttur.2

2 Bilindiği Üzere, Ülkemiz gündemine 1990'li yılların başmda girmiş olan altın
madeni projeleri, zenginleştirmeaşamasında kullanılan sodyum siyanür
(NaCN) nedeni ile kamuoyu ve basında geniş bir yer bulmuştur. Bu geniş
ilgi, bir yandan konuya verilen önem ve hassasiyetin artmasına sebep
olurken, diğer taraftan konu hakkında sınırlı bilgi sahibi olan pek çok kişi,

248
1.6. ÇED Raporu

Genel olarak bir ÇED raporunun amacı, önerilen bir


yatırım projesinin çevre üzerindeki olası etkilerini değerlendirmek
ve tanımlamaktır. Bu bağlamda, esas olarak proje sahasının
çevresel özellikleri belirlenir ve daha sonra projenin olası etkileri
nitelendirilerek, bu etkileri en aza indirme yöntemleri tanımlanır.

Proje sahası ve çevresinin halihazırdaki durumu ile ilgili


verilerin, mevcut çevresel kaynakların kalitesini değiştirebilecek
olan herhangi bir proje faaliyetinden önce elde edilmesi genel bir
prensiptir. Bu nedenle, mevcut durumunun belirlenmesine yönelik
çalışmalar, genellikle fizibilite aşaması ile aynı zamanda başlar.

Olası çevresel etkilerin değerlendirmesine yönelik


çalışmalar ise planlanan projenin tanımlanması (fizibilite raporu)
ve mevcut çevresel özelliklerin belirlenmesine ilişkin
araştırmaların tamamlanmasını takiben yürütülür. Bu tür etki
değerlendirmesi çalışmalarında aşağıdaki hususlar dikkate
alınmalıdır.

• Mekansal Sınırlar
Bu bağlamda, projeden doğrudan etkilenecek yakın
çevre (açık ocak, cevher işleme tesisi, atık havuzu alanı, yollar
vb.) ve dolaylı olarak etkilenebilecek alanların net bir biçimde
tanımlanması gerekmektedir.

• Zaman Sınırlan

kurum ve kuruluşun tartışmalara etkin olarak katılmasına yol açmıştır.

249
Tüm dünyada kabul gören çevresel etki değerlendirmesi
esaslarına göre, yatırım projelerinin olası çevresel etkileri ile bu
etkilerin süresi değişik proje aşamaları için ayrı ayrı
incelenmelidir. Buna göre, madencilik faaliyetleri, "işletme
öncesi", "işletme" ve "işletme sonrası" olmak üzere üç değişik
proje aşamasında irdelenmelidir.

• Çevresel Kaynaklar
Önerilen proje kapsamındaki faaliyetlerin gerek biyo-
fiziksel (hava, su ve toprak) kaynaklan ve gerekse sosyo­
ekonomik çevre üzerindeki tüm olası etkileri irdelenmelidir.

Ovacık altın madeni projesi için Dokuz Eylül Üniversitesi


tarafından hazırlanan ve Eurogold tarafından Bakanlığa sunulan
ÇED raporu, ülkemizde bu konuda yürütülen ilk çalışma olup;
genel hatlan itibarıyla, yukanda belirtilen özellikleri
yansıtmaktadır. Gerek ÇED raporunda önerilen koruma tedbirleri
ve gerekse söz konusu raporun incelenmesi aşamasında Bakanlık
tarafından talep edilen ilave önlemler (örneğin kimyasal arıtma),
Ovacık altın madeninin çıkarılması ve işletilmesiyle ilgili
18.10.1994 tarihli taahhütname ile teminat altına alınmıştır.

2. İNCELEME VE TESPİTLER

Yerinde yapılan inceleme ve gözlemlere ek olarak


Ankara'da gerçekleştirilen çalışmalarda, dava dosyasındaki
belgeler ve konuya ilişkin literatür bilgileri ayrıntılı olarak
incelenmiştir. Bu arada, gerek konunun önemi ve gerekse
bilirkişiler tarafından münferiten incelenmesi gereken yazılı ve
görsel belgelerin çokluğu, Sayın Mahkemenizden iki kere mehil
istenmesine neden olmuştur.

250
Bilirkişi raporumuzun bu bölümünde, öncelikle projenin
gerçekleştirileceği alanın konumu, doğal yapısı ve bugünkü
yararlanma şekli ile ilgili bilgiler verilmiştir (Bölüm 2.1). Daha
sonraki kısımlarda ise Ovacık altın madeni projesinin
yaratabileceği çevresel etkiler irdelenmektedir. Bu
değerlendirmeler, Bölüm 1.6'da anlatıldığı gibi, "işletme öncesi",
"işletme" ve "işletme sonrası" aşamaları için ayrı ayrı yapılmıştır
(Bölüm 2.2, Bölüm 2.3 ve Bölüm 2.4). Planlanan projenin sosyo­
ekonomik etkileri ise Bölüm 2.5'de irdelenmiştir.

2.1. Alanın Konumu, Doğal Yapısı ve Bugü


Yararlanma Şekli

Planlanan altın madeni, İzmir'in Bergama ilçesi'ne 10 km


mesafede ve Bergama-Dikili Devlet Karayolu üzerinde bulunan
Ovacık Köyü mevkiinde bulunmaktadır. Köyün hemen
kuzeydoğu sırtlarında yer alan maden alanı, 843 bin tonu açık
işletme, 900 bin tonu kapalı işletme ile eldesi öngörülen bir cevher
rezervine sahip bulunmaktadır. Maden alanının denizden
yüksekliği ortalama olarak 40 m, doruk noktada ise 110 m olarak
tanımlanmaktadır. Alanın batı yamacı %28'lik dik bir eğimle
vadiye inen bir sırt niteliğinde olup, doğu yamaçları %12'lik bir
eğimle önündeki ovaya alçalmaktadır. Sahanın güney yamaçları
ise % 25'lik dik bir eğimle Mardal Deresi'ne inmektedir.

Bakırçay havzası topraklan genel olarak alüvyal


niteliklidir. Volkanik kayaların aşınma ürünü olarak oluşan bu
materyal, taşınım ve birikim sonucu (kuzeyden güneye doğru)
bölgede yaygın olarak gözlenen kireçsiz kahverengi toprakları
(Haploxeralf, vertic xereochrept) kapsamaktadır. Proje sahasının
toprak özellikleri, Ovacık çevresinde açılan 5 adet profil çukuru
ile incelenmiştir. Bu verilere göre, Ovacık Köyü topraklan, arazi
kullanım yetenek sınıflaması bakımından daha çok Öl., IV. ve VI.

251
sınıflara dahildir. Eğimi %3-5 arasında değişen İÜ. smıf
topraklarda, erozyon sınıfı 1 ile 3 arasındadır. İnkaya ve Ayı
kayasının kuzeybatı eteklerinde yer alan %20 eğimli VI. smıf
alanlar ise erozyona eğilimli sığ alanlardan oluşmaktadır. Altın
zenginleştirme tesisi ile atık barajı şeddesinin yer alacağı toprak
alanları IH. smıf olup, baraj sahası yamaçlara doğru çıkıldıkça IV.,
V. ve VI. smıf toprak özellikleri göstermektedir. Köy Hizmetleri
Genel Müdürlüğü'nün talebi üzerine, proje sahasında kalan 12.400
m2'lik yağışa bağımlı II. smıf tarım arazisinin tarım dışı amaçla
kullanılmayacağı taahhüt edilmektedir. Halihazırda, Eurogold
tarafından ruhsatı alınmış olan maden sahasında tarımsal bir
faaliyet yapılmamaktadır.

Vejetasyon ve fauna olarak, proje sahasında endemik tür


bulunmayıp, koruma altına alınmış veya tehlikede bulunan
herhangi bir biyolojik tür yoktur. İzmir Orman Bölge
Müdürlüğü'nün yerinde yapılan gözlemlerle teyit edilen yazısına
göre, maden sahasında bozuk evsafta kızılçam ağaçlan
bulunmakta olup, bu sahada fıstık çamı yoktur.

2 2 . İşletme Öncesi Aşaması

2.2.1. Olası Etkiler

Sahanın hazırlanması, proje birimlerinin inşaatı ve gerekli


tesislerin montajı gibi faaliyetleri kapsayan işletme öncesi
dönemi, altın ve diğer madenlere ilişkin yatırımlarda genellikle 9-
12 ay süren bir zaman almaktadır. Maden ve cevher işleme tesisi
tam kapasite ile üretime geçmeden önceki döneme tekabül eden
bu süre zarfında, yapılacak başlıca faaliyetler aşağıda verilmiştir.

■ Üretim öncesi bitkisel toprak tabakasının sıyrılması


■ Atık barajının inşaatı

252
• Cevher işleme tesisinin kurulması
• Yardımcı birimlerin inşaatı
■ Ulaşım ve nakliye yollarının inşaatı
• Eneıji ve su temini sistemlerinin kurulması

Bu tür faaliyetlerin biyo-fıziksel çevre üzerine


yaratabileceği başlıca etkiler, toprak ve biyota kaybına ilaveten
toz yayılımı ve gürültüdür.

2.2.2. Değerlendirme

Planlanan Ovacık altın madeni projesinin gerçekleşeceği


alanlar daha çok III. ve VI. sınıf topraklar olup, bu bölgede halen
herhangi bir tarımsal faaliyet yapılmamaktadır. Bu koşullar
altında, projenin yol açacağı toprak kaybı ile ilgili etkiler, daha
çok bir arazi kullanım planlaması sorunu niteliğindedir.

Biyota kaybı açısından bakıldığında, proje faaliyetlerinin


gerçekleşeceği toplam 100 hektarlık (ha) alan, doğal bitki örtüsü
ve hayvan varlığı bakımından, Batı ve Güney Anadolu
sahillerinde birçok örneği bulunan alanlardan farklı bir yapıya
sahip olmayıp, bugünkü haliyle ender türde kuş ve hayvanların
yaşadığı ve üzerinde yöreye özgü bitkilerin yetiştiği bir alan
değildir. Proje sahasında yapılacak ağaç kesimleri Orman
Bakanlığı kontrolünde yürütülecek, kesilen ağaçların yerine dikim
yapılacaktır. Bu koşullar altında, projenin neden olacağı biyota
kaybının kabul edilebilir boyutlarda kalması beklenmektedir.

İşletme öncesi faaliyetlerden kaynaklanacak toz yayılımı


ve gürültü kirliliğine karşı alınacak önlemler ÇED raporunda
belirtilmiş ve taahhütname ile teminat altına alınmıştır. Bu
tedbirlerin uygulanması durumunda, toz yayılımı ve gürültü

253
kirliliğinin önemli çevresel etkiler yaratması beklenmemektedir.
Benzer şekilde, işletme öncesi faaliyetlerden kaynaklanabilecek
evsel ve diğer atıksulann önemli sayılabilecek boyutlarda su
kirliliği problemleri yaratmayacağı kabul edilmektedir.

2 3 . İşletme Aşaması

2.3.1. Olası Etkiler

Cevher çıkarımı (açık ocak ve yeraltı işletmeciliği) ve


hidrometalluıjik altın ekstraksiyonu (siyanür liçi) ve atıkların
bertarafı gibi faaliyetleri kapsayan işletme dönemi, Ovacık altın
madeni projesi için 8 yıl olarak planlanmıştır. Cevher ilk üç yıl
boyunca açık ocak işletmesinden elde edilecek, üç yılın sonunda
ise yeraltı işletmeciliğine geçilecektir. Söz konusu 8 yıllık işletme
dönemi içerisinde yapılacak başlıca faaliyetler aşağıda verilmiştir.

• Madencilik faaliyetleri (açık ocak ve yeraltı işletme­


ciliği)
- . Delme ve patlatma
- Yükleme
- Taşıma

• Cevher işleme (hidrometalluıjik altın ekstraksiyonu)


- Kırma, öğütme ve eleme
- Liç ve karbon adsorpsiyonu
- Sıyırma ve elektrolizle kazanım

■Hidrometalluıjik atıkların bertarafı


- Kimyasal arıtma
- Depolama ve doğal bozundurma (atık barajı)

254
Yukarıdaki faaliyetlerin gerçekleştirileceği konvansiyonel
siyanür liçi prosesine dayalı Ovacık altın madeni projesinin
işletme aşamasında doğabilecek başlıca çevresel etkiler aşağıda
sıralanmıştır.

Açık Ocak İşletmeciliği


- Dekapaj ve üretim sırasında yapılan delme ve
patlatmanın ve iş makinalannın oluşturduğu toz, gürültü ve
titreşimler.
- Arazi ve biyota kaybı (bkz. işletme öncesi etkiler)
- Görsel etkiler (bkz. işletme sonrası etkiler)
- Yüzey ve yeraltı suyu üzerine olabilecek etkiler
- Yan (artık) kayaçlann bertaraf! ile ilgili etkiler

• Yeraltı işletmeciliği
- Yüzey ve yeraltı suyu üzerine olabilecek etkiler
- Tasmanlar (bkz. işletme sonrası etkiler)
- Yan kayaçlann bertarafı ile ilgili etkiler

■ Cevher işleme (hidrometalluıjik altın ekstraksiyonu)


- Kırma, öğütme ve eleme işlemlerinden kaynaklanan toz
ve gürültü
- NaCN taşınım, depolanma ve kullanımı
- HCN gazı oluşumu
- kalsinasyon/ergitme ve karbon rejenerasyon fırınlannın
hava emisyonlan

■ Hidrometalluıjik atıkların bertarafı


- Liç tankı atıklarında bulunan kirleticilerin (bakiye
siyanür ve çözünmüş iyonlar) taşınımı
- Siyanür bozunması sırasında oluşabilecek HCN gazına
bağlı etkiler

255
Planlanan projenin işletme aşamasında doğabilecek biyo-
fiziksel etkileri (hava kalitesi, su kalitesi, gürültü, biyolojik etkiler
vb.), yukarıda sıralanan olası etki gruplarını göz önüne almak
suretiyle, irdelemek mümkündür.

2.3.2. Hava Kalitesi Üzerindeki Etkiler

• Eurogold tarafından taahhüt edilen kontrol ve izleme


yöntemlerinin değerlendirilmesi ve kötümser varsayımlara
dayanan detaylı matematiksel modelleme çalışmalarından elde
edilen tahminler göz önüne alındığında, açık ocak işletmesinden
ve hidrometalluıjik tesisten kaynaklanacak toz emisyonlarının,
planlanan madenin yakın çevresindeki hava kalitesine önemli bir
etkisi olması beklenmemektedir.

• Hidrometalluıjik tesiste yapılacak olan altın özütleme


(ekstraksiyon) işlemi için pH değeri 10.5-11.0 civarında olmalıdır.
Bu pH değerinde HCN gazı oluşumu ihmal edilebilecek
boyuttadır.

• Yanıcı, patlayıcı, zararlı ve tehlikeli maddelerin


kullanılacağı çalışma alanlarında alınması gerekli önlemler ilgili
mevzuatta verilen sınır değerler (yaklaşık 11 ppm) ve HCN
gazının yayılımıyla ilgili olarak yapılan kötümser tahminler
dikkate alındığında, toplam siyanür derişimi 1 ppm'nin altında
olan atık barajından doğal bozunma neticesi sıyrılacak olan HCN
gazının projenin işletme ve işletme sonrası aşamalarında herhangi
bir etki yaratmayacağı sonucuna varılmıştır.

• Gerek iş makinalannda kullanılan yakıtın ve gerekse


kalsinasyon/ergitme ve karbon rejenerasyon fırınlarında
kullanılacak sıvılaştırılmış petrol gazının (LPG) neden olacağı
hava kalitesi etkileri, yasal limitlerin ve kabul edilebilir sınırların

256
çok altında kalacaktır. Dolayısıyla, bu kirleticilerin taşınarak
çevredeki biyo-fiziksel veya sosyo-kültürel zenginliklere herhangi
bir zarar vermesi söz konusu değildir.

2.3.3. Su Kalitesi Üzerindeki Etkiler

• Planlanan proje, sıfır deşaıj prensibine uygun olarak


kapalı devre çalışacak ve prosesten kaynaklanacak tüm evsel ve
endüstriyel atıksular arıtıldıktan sonra atık barajında toplanacaktır.
Bu nedenle, yüzey sulan herhangi bir doğrudan çevresel etkiye
maruz kalmayacaktır.

• Yeraltı suyu kirliliği açısından, taahhüt altına alman


teknik şartname esaslarına göre inşa edilecek atık barajı için
tahmin edilen sızıntı hızlan oldukça düşüktür. Aynca, toprak
tarafından tutulma ve gözenek veya yeraltı sulanyla seyrelme gibi
faktörler, olası sızıntılarının tutulması ve derişimlerinin
azaltılması için yeterli bir kapasite sağlayacaktır. Tüm bunlara ek
olarak, muhtemel sızıntıların mümkün olan en kısa sürede
belirlenebilmesi amacıyla, barajın mansap kısmında en az 5 adet
izleme kuyusu açılacaktır. Bu tedbirler göz önüne alındığında,
işletme aşamasında ve onu takip eden beş yıllık izleme süresi
içerisinde, yeraltı sulannın kalitesi üzerinde önemli bir etki olması
çok uzak bir ihtimaldir.

• Açık ocak işletmesinden çıkan yan kayaçlar, atık


barajına ait gövdenin inşaatında kullanılmak suretiyle bertaraf
edilecektir. Yeraltı işletmesinden çıkan yan kayaçlar ise yeraltında
oluşacak boşluklara geri doldurulacaktır. Bu kayaçlann asit
drenajı oluşturma potansiyelleri incelenerek, herhangi bir olumsuz
su kalitesi etkisi (özellikle yer altında) oluşumunun önüne
geçilmelidir.

257
2.3.4. Gürültü ve Titreşim Etkileri

• ÇED raporu ve taahhütnamede belirlenen koşulların


yerine getirilmesi durumunda, işletme faaliyetlerinden
kaynaklanacak gürültü ve titreşimin yönetmelikler açısından kabul
edilebilir seviyelerde olacağı tahmin edilmektedir. Ancak, Türk
Standardı TS-2606 (Toplumsal Yaşam Yönünden Gürültünün
Değerlendirilmesi) kapsamında öngörülen değerler esas
alındığında, gürültü seviyelerinin, zaman zaman bireysel
şikayetlere yol açabilecek boyutlara ulaşabileceği tahmin
edilmektedir. Bununla birlikte, gürültü kaynağı olan faaliyetlerin
gündüz saatleri içinde yer alması ve patlatmaların her gün aynı
saatte yapılması dolayısıyla, bu tür şikayetlerin yoğun bir
kamuoyu tepkisine sebep olması beklenmemektedir.

• Saha sınırlan dahilindeki gürültü seviyeleri açısından,


kullanılacak iş makinalannın yaratacağı ses basınç seviyesi (SBS)
değerlerinin, Gürültü Kontrol Yönetmeliği Tablo 2'de belirtilen iş
sahası sınır değerlerini aşma ihtimali vardır. Bu nedenle, yukarıda
adı geçen Yönetmelik Madde 11'de öngörüldüğü üzere
Eurogold'un sahada çalışan işçilere 1475 sayılı Kanun ile
belirlenen koruyucu teçhizatı sağlaması gerekmektedir.

2.3.5. Biyoloj ik Etkiler

• Raporun ilgili kısımlarında açıklanan muhtemel


biyofıziksel etkiler (atıksu ve atık bertarafı, hava kalitesi
üzerindeki etkiler, gürültü etkileri vb.) ve taahhüt altına alman
kontrol yöntemleri dikkate alındığında, planlanan altm madeninin
işletme aşamasında yapılacak faaliyetlerin, işletme öncesi inşaat
işlerinden etkilenecek 100 ha'lık alan haricinde, proje sahası ve

258
yakın çevresindeki flora ve vejetasyona herhangi bir ters etki
yaratması beklenmemektedir.

• Evsel ve endüstriyel atıksular proje sahası dışına deşarj


edilmeyeceği için, kirlenmiş sulara bağlı olarak bitki örtüsü ve
toprak verimliliği kaybı veya bozulması söz konusu değildir.
Benzer şekilde, proje faaliyetlerinden kaynaklanacak hava kalitesi
etkilerinin (örneğin toz yayılımı) proje sahası dışındaki alanları
etkilemesi mümkün değildir. Bu bakımdan, proje sahası civarında
yer alan tarımsal araziler ve zeytinliklerin bu tür olumsuz
etkilerden etkilenmesi olasılığı yoktur.

• Fauna açısından, işletme faaliyetlerinin, inşaat


işlerinden etkilenecek olan 100 ha'lık alanın dışında, doğal hayat
üzerine herhangi bir ters etki yaratması (örneğin, habitat kaybı
nedeniyle üreme hızlarının düşmesi ve buna bağlı popülasyon
azalması) beklenmemektedir. Bütün proje alanı, yüksek bir çit ile
çevrilmiş durumdadır. Bu önlem, bölgedeki hayvanların proje
sahasına girmelerini önleyecek ve buna bağlı olarak, işletmeye
bağlı olası riskleri azaltacaktır. Kuşların, atık havuzundan
etkilenmelerini en aza indirmek amacıyla ses ve benzeri standart
korkutma yöntemleri uygulanacaktır.

2.4. İşletme Sonrası Aşaması

2.4.1. Olası Etkiler

Maden çıkarımı ve zenginleştirilmesine yönelik işletme


aşamasının bitmesini takip eden işletme sonrası dönemde
yapılacak başlıca faaliyetler aşağıda verilmiştir.

• Arazi ıslahı çalışmaları


- Binaların ve yapıların sökülmesi

259
- Yüzey tahribatlarının ıslahı
- Yeşillendirme

• İzleme ve denetleme

Bu faaliyetler neticesinde oluşabilecek başlıca çevresel


etkiler aşağıda verilmiştir.

• Görsel etkiler
• Kaya mekaniğine bağlı olarak oluşabilecek tasmanlar.
• Yeraltı suyu üzerine olabilecek etkiler
• Atık barajından kaynaklanabilecek etkiler.

2.4.2. Görsel Etkiler

Ovacık altın madeni ile ilgili işletme faaliyetlerin sona


ermesinden sonra, proje sahasının ıslah ve rehabilite edilerek
yeşillendirilmesi ve yeniden kullanıma açılması planlanmaktadır.
Ancak, bu rehabilitasyon sürecine ait teknik ve mali detayların,
işletme sonrası aşamada ortaya çıkabilecek diğer etkileri de
dikkate alan bir proje kapsamında irdelenmesi gerekmektedir. Bu
amaçla, işletme öncesi aşamadan başlamak koşulu He tüm
aynntûan net bir biçimde ortaya koyan bir teknik çalışma
hazırlatılması gerekmektedir.

2.4.3. Tasmanlar

Planlanan proje kapsamında, yeraltı işletmeciliği


sırasında oluşacak boşluklar, yan kayaçlann kırılarak geri
doldurulması suretiyle bertaraf edilecektir. Bu koşullar altında,
önemli boyutta bir tasman etkisi oluşması beklenmemektedir.
Bununla birlikte, tasmanlar konusunun işletme aşaması

260
sırasında yapılacak kaya mekaniği testleri yardımıyla
irdelenmesinde yarar vardır.

2.4.4. Yeraltı Suyu Üzerine Olabilecek Etkiler

Ovacık altın madeni ile ilgili faaliyetlerin sona


ermesinden sonra, proje sahasında yaklaşık 80 m derinliğinde iki
adet açık ocak yeri kalacaktır. İşletme sonrası aşamada, yeraltı
suyunun doğal halini almasıile bu çukurlarda göllenme olması
beklenmektedir. Bu durumda, iki muhtemel etki söz konusudur;
ilk etki daha önceden sözü edilen asit drenajı konusudur. Bu
bakımdan, Bölüm 2.3.3'te önerildiği gibi, maden üretimi
sırasında açığa çıkacak yan kayaçlarıh asit nötralleştirme
kapasitelerinin tayin edilmesi ve bu testlerin sonuçlarına göre
önlemler geliştirilmesiyerinde olacaktır.

Madencilik faaliyetleri nedeniyle yeraltı sulan üzerine


oluşabilecek bir diğer etki de çukur alanlarda negatif kot oluşması
nedeniyle bölgede yer alan doğal alanlar ve tarımsal arazilerin
orijinal yeraltı su seviyeleri olumsuz yönde etkilenmesidir. Ancak,
dava dosyasındaki belgelerde ayrıntılı topoğrafik ve hidrojeolojik
haritaların bulunmaması sebebiyle bu konuyu daha fazla
irdelemek mümkün değildir. Bu bakımdan, bölgede aynntdı bir
hidrojeolojik etiid yaptırılması (eğer şimdiye kadar yapılmamış
ise) ve yeraltı su seviyelerinin ve etkileşim durumlarının ortaya
konması gerekmektedir.

2.4.5. Atık Barajından Kaynaklanabilecek Etkiler

Sızıntı

261
Ovacık için önerilen tip atık barajlarında kullanılan
astarlama sistemleri, bütün atıkların (katı ve sıvı) tamamen
tutulmasını sağlamak üzere tasarlanırlar. Bu koşullar altında,
sızıntı iki şekilde oluşabilir; (i) astarın kendi geçirgenliği
nedeniyle süzülerek ve (ii) astardaki delik ve kusurlardan sızarak.

Seçilecek malzemeye de bağlı olarak, plastik astarların


geçirgenliği genelde çok azdır. Bir örnek olarak, laboratuvar test
sonuçlarına göre, 1 mm kalınlığındaki düşük yoğunluklu
polietilen (VLDPE) astarların, 3x10'13 cm/s'ye eşdeğer bir
geçirgenliği vardır. Bu nedenle, astarda olabilecek sızıntılar,
ancak, moleküler düzeyde veya su buhan aktarımı yoluyla
olabilir. Bu koşullar altında, plastik astardan geçen toplam debi 1-
2 m3/yıl mertebesinde olmaktadır.

Yırtıklardan, astar deliklerinden veya ek yerlerinden


kaynaklanabilecek olan ikinci tip sızıntılar daha önemli
miktarlarda olabilir. Bu nedenle astarlama işlemi, uzman bir
şirket tarafından yapılmalı ve inşaat şartnamelerine kapsamlı
kalite kontrol ve garanti opsiyonları dahil edilmelidir.
Böylelikle, ek yerlerindeki kusur, yırtık veya deliklerin oluşma
ihtimalinin önemli miktarda azalacağı tahmin edilmektedir.
Ayrıca, astarın altındaki yastık kısmının (kil ve toprak) iyice
sıkıştırılması suretiyle, yüzeyinin çıkıntılı kaya ve benzeri
maddeler olmaksızın düzgünleştirilmesi ve buna bağlı olarak,
plastik astar ile altındaki kil ve toprak tabakaların arasındaki
temasın iyileştirilmesi sağlanmalıdır.

Genelde, plastik astardaki bir açıklıktan geçen sızuıtı


hacmi (i) açıklığın boyutlarına (ii) astarın üzerindeki ve altındaki
materyalin geçirgenliğine ve (iii) astar üzerindeki toplam basınç
yüksekliğine bağlıdır. Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma

262
Örgütü (UŞEPA) tarafından önerilen yönteme göre, delik ve
yırtıklardan kaynaklanan sızıntıların yaratacağı olası etkiler, 10
mm2'lik standart delik boyutu ve 4.047 m2 de 1 olan sızıntı
frekansına göre değerlendirilir. Buna göre, her bir delikten geçen
toplam sızıntı (Qh) aşağıdaki denklem yardımıyla bulunabilir.3

0.74
9- 0 . 2 l [ h . c,.a“ K, ]

Burada,

hw : Astar üzerindeki ortalama basınç yüksekliği, m


a : Delik alanı, m2 (10'5 m2)
Ks : Alttaki toprak tabakasının geçirgenliği, m/s.

olarak tanımlanmıştır. En olumsuz koşullan yansıtan bir


yaklaşımla, plastik astarın altındaki kil ve toprak astar katmanının
geçirgenliği 5x1 O*7 cm/s olarak kabul edilip, astar üzerindeki
atıklardan kaynaklanacak ek geçirimsizlik ihmal edilirse ve astar
üzerindeki ortalama basınç yüksekliği 0,35 m olarak alınırsa,
USEPA tarafından tanımlanan her bir delik boyunca toplam
sızıntı miktan yaklaşık 0,59 m3/yıl olarak hesaplanabilir. Tüm atık
barajı tabanı boyunca (toplam 160.000 m2,lik bir alan için) bu
değer, yaklaşık 23 m3/yıl değerinde sızıntı hızına karşılık
gelmektedir. Toprak astar tabakasının geçirgenliğinin lxl0*9 cm/s
olarak alınması halinde ise her bir delikteki sızıntı hızı, yılda

J.P.Giraud ve R.Bonaparte "Leakage Through Liners Constructed


with Geo-membranes-Part II Composite Liners (Jeomembran
Astarlarda Sızıntı-Kısım II Kompozit Astarlar". Geotext. and
Geomemb.. 8.71-111. 1989.

263
yaklaşık 0,18 m3'e düşmektedir ki bu da tüm havuz tabanı
boyunca, 7 m3/yıl değerinde bir sızıntı hızına karşılık gelmektedir.

Yine kötümser kabuller ile, atık barajının yan


yüzeylerindeki astar üzerinde ortalama 1 cm'lik su bulunduğu
varsayılırsa ve toprak geçirgenliği 5xl0'9 m/s olarak alınırsa, her
bir delik için yıllık sızıntı hızı 0,013 m3 veya 100.000 m2,lik
toplam yanal alana sahip olan bir yüzey için ek sızıntı miktarı 0,31
nr/yıl olarak hesaplanabilir.

Görüldüğü gibi, olabilecek en olumsuz koşullan yansıtan


yaklaşımlarla hesaplanan sızıntı hızlan bile atık barajından önemli
miktarda bir sızıntı olmayacağını göstermektedir.

Toprak Tarafından Tutulma

Barajdan sızma olması halinde atıklar, alttaki toprak


katmanlarından geçerken hem topraktaki gözenek suyu hem de
alandan geçen yeraltı sulan ile kanşarak seyrelecektir. Genelde,
toprağın nem oranı, "tarla kapasitesi" (özgül su tutma ağırlığı
olarak da tanımlanan tarla kapasitesi, yerçekiminin yarattığı
süzülmeye karşı, toprak tarafından tutulan suyun hacminin,
toprağın toplam hacmine oranıdır) değerinden fazla olmadığı
sürece, sızıntı taşımını görülmez. Diğer bir deyişle, havuzdan
sızan atıklar, toprağın tarla kapasitesi aşılana kadar, toprağın
gözenekleri'içinde saklı kalacaklardır.

örneğin, baraj tabanının altında bulunan toprağın tarla


kapasitesi, hacim/hacim bazında %25 ise toprağın 1 m3,ünde 250
kg su tutulacak demektir. Ortalama hacim ağırlığının 1,850 kg/m3
olduğu varsayılırsa, tarla kapasitesi nem oranı, ağırlıkça yaklaşık
%13,5'dir ve alttaki toprak katmanının nem miktarı ağırlıkça
%13,5 değerini aşmadıkça, sızıntı gözlenmeyecektir. Yüksek

264
buharlaşma hızına bağlı olarak oldukça kuru olan bölge
topraklarının doğal nem oranı ağırlıkça %10 kabul edilirse, sızıntı
sularının taşınmasından önce, 1 m3toprağın %3,5 (yaklaşık 65 kg)
oranında fâzla su depo edebileceği sonucuna varılacaktır.

Önceki kısımda tahmin edilen sızıntı hızlan dikkate


alındığında, bu tür bir depolama hacminin aşılabilmesi için en az
30-40 yıl mertebesinde sürelerin geçmesi gerekmektedir.

Gözenek Suyunda Seyrelme

Sahanın altındaki topraktan ve ana kayanın suya


doygunsuz kısımlarından geçen sızıntı, bu materyallerin doğal
nemi ile karışarak seyrelecektir. Bir ömek olarak, baraj tabanının
altında (160,000 m2) ortalama 5 m'lik bir suya doygunsuz
katmanın bulunduğu varsayılırsa ve bu katmanın doğal nemi %10
olarak alınırsa, gözenek suyunun hacmi 148.000 m3 olarak
bulunur. Hidrolik geçirgenliği 5x10'7 cm/s (7,11 m3/yıl) olan
toprak için tahmin edilen toplam sızmtı hızının, 50 yıllık bir süre
boyunca devam etmesi durumunda, ortamda doğal olarak bulunan
toprak gözenek suyu ile karışarak 100 kattan fazla seyrelecektir.

Yeraltı Suyunda Seyrelme

Yeraltı suyu ek bir seyrelme sağlayacaktır. Yeraltı suyu


ile karışma anındaki ek seyrelme katsayısını çok bilinen
denklemler yardımıyla (örneğin, Darcy Kanunu) tahmin etmek
mümkündür. Önceki örneklerde kullanılan kötümser varsayımlar
temel alınması ve alandaki yeraltı suyu konturlaruıa bağlı olan
hidrolik eğimin yaklaşık %9-10 mertebesinde olduğunun kabul
edilmesi durumunda değişik derinlikler ve toprak geçirimlilik
katsayıları için hesaplanan seyrelme değerleri aşağıdaki tabloda
özetlenmiştir.

265
Değişik Toprak Derinlikleri için Yeraltı Suyu Seyrelme
Faktörleri

K -to p ra k 1m 5m 10 m 20 m 50 m
(cm/s)

5x10'7 18 87 173 344 859


lx l0 '9 41 198 396 791 1975

Seyrelme FoktÖrU (Qyeraltı.\uyu Qsaınli)/QsBintı

Bir başka ifade ile, geçirimliliğin 5xl0'7cm/s olması


durumunda, tahmin edilen toplam sızıntıya bağlı olarak, sızıntı
içerisinde taşman kirleticilerin konsantrasyonu, yeraltı suyunun
üstten 10 m'lik kısmında başlangıçtaki değerine oranla 173 kat
seyrelecektir.

Rehabilitasyon Aşamasında Dikkat Edilmesi Gereken


Hususlar

Islah faaliyetlerinin başlıca amacı, maden sahasını


gelecekteki arazi kullanımının çevresel kaygılar ile kısıtlanmadığı
bir konuma getirmektir. Bu nedenle, atık barajının ıslahı
sırasında yüzey drenajının kontrol edilmesine yönelik önlemler
alınmalı ve yüzey akışının havuzda birikmemesi için diversiyon
hendekleri oluşturulmak ve bu hendeklerin gelecekte sürekli
denetlenerek temiz tutulması sağlanmalıdır. Ayrıca, yapılacak
ıslah çalışmalarıma bir parçası olarak, baraj çevresinde
(özellikle mecra kısmında) kaya ve toprak dolgıdama

266
hendekleri oluşturulmalı ve bu hendeklerin gelecekte sürekli
denetlenerek temiz tutulması sağlanmalıdır. Ayrıca, yapılacak
ıslah çalışmalarının bir parçası olarak, baraj çevresinde
(özellikle mecra kısmında) kaya ve toprak dolguluma
yapılmalıdır. İşletmenin kapatdması sırasında kalıcı bir taşma
savağı kanalı yapılarak, biitün yüzey akışı sahanın hemen
batısındaki geçici drenaja yönlendirilmelidir. Taşma savağı, sel
sularını taşıyacak, erozyonu en aza indirecek, göUenmeyi
engelleyecek ve atık havuzunun taşmasını önleyecek şekilde
tasarlanmalı ve inşa edilmelidir.

Değerlendirme

Önceki kısımlarda tartışıldığı gibi, sızıntı hızları çok


düşüktür. Ayrıca, toprak tarafından tutulmanın yanı sıra gözenek
suyu ve yeraltı sularıyla seyrelme, atık barajı sızıntılarının
taşınımının azaltılması için ek bir kapasite sağlayacaktır. Ek bir
önlem olarak, barajın mansap kısımlarına, olası sızıntıların
mümkün olan en kısa sürede belirlenebilmesi amacıyla 5 adet
izleme kuyusu açılacaktır. Bu tedbirlere bağlı olarak, işletme
aşamasında ve izleme-denetleme programının devam edeceği süre
zarfında yeraltı sularının kalitesi üzerinde önemli bir etki
yaratılması beklenmemektedir.

Daha uzun süreler içerisinde barajda kullanılacak


astarlama sisteminin zayıflaması ve boyut küçülmesi nedeniyle
doğal hallerine göre hareketlilikleri daha arttırılmış olan bazı ağır
metal iyonlarının sızma ve taşınma potansiyelinin artması ve buna
bağlı olarak bazı sorunların doğabilmesi ihtimali vardır. Bu
olasılığa karşı alınacak en iyi önlem, ilk 5 yıl süre ile Eurogold
tarafından finanse edilecek olan izleme-denetleme programının,
ÇED raporunda da önerildiği gibi, yerel ve merkezi idareler

267
tarafından en az 10 y ıl süre ile periyodik olarak
sürdürülmesidir.

2.5. Sosyo-Ekonomik Etkiler

Milli Ekonomiye Katkılar

Genellikle, bir ülke sınırlan içindeki maden yataklarının


milli serveti yansıttığı düşünülür. Bu madenler, ancak
çıkartıldıklarında gerçek maddi zenginliğe dönüştürülebilir ve net
milli üretime katkıda bulunur. Genel olarak, Ovacık projesi
türünden madencilik faaliyetleri sadece bir milli servet kaynağı
olmakla kalmayıp, aynı zamanda, yabancı yatınım daha fazla
maden aramak ve ilave madencilik işlemlerine yatırım yapmak
için teşvik etmekte ve teknolojik bilgi ile teknik insan gücüne
katkıda bulunmaktadır. Artan istihdam, ülkelerin kendilerine
yetebilirlik düzeylerindeki artış ve ticaret dengesindeki gelişmeler,
bu tip projelerin ülkeye olan diğer katkılan arasındadır. Bu
bağlamda, madencilik, kaynak yaratan ve katma değeri en yüksek
sektörlerden birisidir. Ayrıca, kısa vadede görülen etkilerine ilave
olarak, madencilik ürünlerinin milli gelire kalıcı bir nitelik
arzeden etkileri de vardır.

Halen, Türkiye yıllık olarak 100 ila 150 ton arasında altın
ithalatı yapmaktadır. Altın, mücevher üretiminin yanı sıra, daha
düşük miktarlarda olmakla birlikte, resmi para ve madalya yapımı
ile dişçilik ve başta elektronik sanayi olmak üzere çeşitli
endüstriyel amaçlar için de kullanılmaktadır. Tasarruf ve yatırım
amaçlı altın külçelerin saklanmasıyla birlikte, Türkiye'nin yıllık
toplam altın ihtiyacı 150 ila 160 ton olarak tahmin edilmektedir.
Türkiye'de altın üretimi olmadığından, bu ihtiyacın karşılanması

268
için kullanılan tek yöntem, yılda 20 ila 30 ton olarak tahmin
edilen yerli altın artıklarının ve mücevherlerin geri kazanımıdır.
Buna göre, yılda 100 tondan fazla altın, ithal edilmek
durumundadır. Altın fiyatı ons başına 400 ABD Dolan olarak
kabul edilirse, 100 tonluk ithal altının değeri 1,3 milyar ABD
Dolan olacaktır. Bu ithal değerin yaklaşık %75'i, doğrudan ihracat
ve işlenen ürünlerin yabancılar tarafından satın alınması ile geri
kazanılmakla birlikte milli ekonomiden önemli ölçüde yabancı
paranın çekilmesi söz konusudur.

Yukandaki genel değerlendirmelere ek olarak, Ovacık


projesinin ülkeye olduğu kadar bölgeye de. doğrudan ve dolaylı
faydalan olacaktır. Projenin Devlet'e olan başlıca yararlan,
doğrudan ve dolaylı vergiler ve Devlet Hakkı ödemeleri ile
olacaktır. Ücretlerden alman vergiler, yerel satın almalar ve ithalat
gümrük vergilerinin getirisi hariç tutulmak üzere, projenin toplam
tüzel vergileri ve Devlet Hakkı ödemeleri, 1995 birim fiyatlan ile
yaklaşık 40 milyon ABD Dolan olacaktır. Üretilmiş olan altının
ihracatından ülkeye 320 milyon ABD Dolan tutarında döviz
girdisi sağlanacaktır. Projenin yatırım maliyeti ise 35 milyon
ABD Dolan olarak tahmin edilmektedir.

Ovacık, Türkiye'de geliştirilme veya izin aşamasında en


ön safhada olan birkaç altın madeni projesinden biridir. Bu
projeler, hayata geçirildiklerinde Türkiye, Avrupa ve Asya'nın
önemli altın üreticilerinden biri olacaktır.

Projenin Bölge için Önemi

Bölgesel ve yerel faydalar arasında, istihdam, değişik


hizmetler için yerli müteahhit kullanılması ile çeşitli mal ve
servislerin satın alınması sayılabilir. Proje inşaat aşamasında 340
kişiye, işletme süresinde ise 240 kişiye istihdam olanağı

269
sağlayacaktır. Bunların önemli bir bölümü bölgeden
sağlanacaktır. Ayrıca, madencilikte bir doğrudan istihdam
imkanının 5 çarpanı olduğu kabul edilir; diğer bir deyişle, bir
doğrudan istihdamın, çoğunluğu yerel olmak üzere beş ek iş
olanağı yarattığı kabul edilebilir. Projenin sağlayacağı iş
olanakları, vasıfsız işçiden yöneticilik konumuna kadar değişecek
olup, sağlanacak ücret seviyesi ile istihdama bağlı diğer
faydaların, yasalarla öngörülen standartların üstünde olması
beklenmektedir.

3. GENEL DEĞERLENDİRME

Genelde, planlanan herhangi bir projenin biyo-fıziksel ve


sosyo-ekonomik çevre üzerinde yaratabileceği olumsuz etkilerin
ortadan kaldırılması veya kabul edilebilir seviyelerde
tutulabilmesi üç değişik unsura bağlıdır:

(i) Planlanan projenin saha ve teknoloji seçimi gibi özel


nitelikleri.

(ii) Planlanan proje için gerçekleştirilen ÇED sürecinin


nitelikleri.

(iii) Planlanan projenin tüm aşamalarında (işletme


öncesi, işletme ve işletme sonrası) yürütülecek olan izleme ve
denetleme çalışmalarının nitelikleri.

Bu üç değişik unsuru, Ovacık altın madeni projesi için


irdelediğimizde karşımıza çıkan tablo aşağıda özetlenmiştir.

3.1. Planlanan Projenin Nitelikleri

270
Planlanan herhangi bir yatırım faaliyeti için uygun bir
proje geliştirilip geliştirilmediği hususu ileride oluşabilecek
çevresel etkiler açısından büyük önem taşımaktadır. Bu
kapsamda, planlanan projenin alternatifler açısından bir
değerlendirmesi yapılmalı ve koruma ve kontrol yöntemlerinin ne
ölçüde gerçekleştirilebileceği hususu dikkate alınmalıdır.

3.1.1. Teknoloj ik Değerlendirme

Bilindiği üzere, madencilik faaliyetleri yer seçimi


açısından alternatiflere tabi değildir. Bir başka ifade ile, maden
yerinin değiştirilmesi olanağı yoktur ve madencilik faaliyetleri
cevherin bulunduğu yerde gerçekleşmek zorundadır.

Teknoloji alternatifleri açısından ise dava dosyasındaki


belgelerin incelenmesi neticesinde, madencilik faaliyetleri (açık
ocak ve yeraltı işletmeciliği) kapsamında yapılacak olan delme,
patlatma ve taşıma işlemlerinde uygun ve ileri teknolojilerin
kullanılacağı kanaatine varılmıştır.

Cevher işleme aşamasında, altın siyanür liçi yöntemiyle


özütlenecektir. Siyanür bileşiklerinin zehirlilik etkileri nedeniyle
bu konu çok sorgulanmış bir konudur. Ovacık altın projesinin
çektiği tepkilerin temelinde de siyanürün yarattığı psikolojik etki
yatmaktadır. Bununla birlikte, Ovacık'takine benzeyen cevher
tipleri için en uygun altın ekstraksiyonu yönteminin siyanür liçi
yöntemi olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Bu yöntem, halen dünya çapında en yaygın olarak


kullanılan yöntem olup, siyanürün altın ve gümüş gibi kıymetli

271
metallerin liç işleminde kullanılan tek kimyasal olduğu rahatlıkla
söylenebilir.4
Ovacık altın projesinde, atıklara bertaraf! için kimyasal
arıtma ve doğal bozundurma yöntemleri birlikte kullanılacaktır.
Esasen, Ovacıkta kurulması önerilen hidrometalluıjik tesisten
çıkacak atıklardaki siyanür ve ağır metallerin geçirimsiz bir atık
barajı yoluyla bertaraf edilmesi mümkündür. Bununla birlikte,
Bakanlık, proje sahasının 1. derece deprem kuşağında olması ve
yöre halkının duyarlılığı gibi faktörleri dikkate almış ve doğal
bozundurmaya ek bir tedbir olarak kimyasal arıtımı şart
koşmuştur.

Ovacık projesinde, hidrometalluıjik tesisten çıkacak


atıklara kimyasal arıtımı için, bu konuda bilinen bir teknoloji
olan INCO S02/Hava yöntemi kullanılacaktır. Taahhütname
koşullarına göre, arıtma tesisinden çıkan siyanür konsantrasyonu
sürekli olarak ölçülecek ve atık barajına atılacak siyanür
derişiminin en fazla 1 ppm olmasına müsaade edilecektir. Benzer
şekilde, atık barajındaki maksimum ağır metal konsantrasyonları
da teminat altına alınmıştır.3 İzleme-denetleme komisyonunun
taahhütnamede verilen limitlerin aşıldığını tespit etmesi halinde,

4 Tüm dünyada, siyanürün yerine kullanılabilecek uygun alternatifler


bulmak amacıyla çok sayıda araştırma yapılmaktadır. Bununla birlikte
liç işleminde siyanürün yerini alabilecek alternatif kimyasalların
(tiyoüre ve brom) geliştirilmesine yönelik çalışmalar henüz laboratuar
ve pilot çalışma aşamasındadır. Özellikle tiyoürenin kullanımı büyük
ölçüde ilgi görmüş olmasına rağmen, ticari ölçekte yaygın endüstriyel
uygulamaya geçilmesinden önce, daha fazla sayıda çalışmaya ihtiyaç
duyulmaktadır.

5 Cu = 5 tng/L; Pb = 2 mg/L; Zn = 5 mg/L; Cd = I mg/L; Fe = 10 mg/L; Cr =


3 mg/L; Sb = 5 mg/L; As = 5 mg/L ve Hg = 0.1 mg/L.

272
firmaya bir defaya mahsus olmak üzere ve siyanür için 24 saati
aşmamak kaydıyla süre tanınacak, belirlenen bu sürenin sonunda
limitler yine sağlanamaz ise hidrometalluıjik tesisin faaliyeti
durdurulacaktır.

Taahütname koşullarına göre, kimyasal arıtımdan


geçirilen atıklar, geçirimsiz bir atık barajında muhafaza
edilecektir. DSİ kontrollüğünde inşa edilecek atık barajının gerek
tabanının ve gerekse yan duvarlarının geçirimsizliği uygun
teknolojiler kullanmak suretiyle sağlanacaktır. Atık baraj mm
çevresi drene edilerek yağış sularının baraja girmesi önlenecek ve
barajdan dışarıya kesinlikle deşarj yapılmayacaktır. Bu koşulları
sağlayabilmek için, gerek baraj gövdesi inşaatı ve gerekse
astarlama sistemi aplikasyonunda, zemin emniyetini ve çevre
güvenliğini en yüksek derecede sağlayacak olan en gelişmiş
standartların uygulanması mecburiyeti vardır.

3.1.2. Taahhütlerin Yerine Getirilebilirliği

Yukarıda anlatıldığı şekilde, Ovacık ahin madeni


projesinin çevresel açıdan yüksek bir performans göstermesini
temin edebilmek amacıyla, potansiyel olarak sorun yaratabilecek
tüm hususlar teminat altına alınmaya çalışılmıştır. Teknolojik
açıdan bakıldığında, bu taahütlerin tümü yerine getirilebilecek
niteliktedir. Bu nedenle, gereken titizliğin gösterilmesi
durumunda taahütlerin işlerlik kazanmamaları için hiç bir
sebep yoktur. Bu durumda geriye iki husus kalmaktadır;
firmanın iyi niyeti ve izleme-denetleme programının etkinliği

Eurogold’un bağlı bulunduğu firmalar, tüm dünyada


Ovacık'a benzer nitelikte çok sayıda altın projesinin sahibi ve
işletmecisi konumunda bulunan uluslararası şirketler olup, altın
madenleri konusunda dünyanın önde gelen kuruluştan arasında

273
yer almaktadırlar. Çevre koruması açısından pozitif bir imaja
sahip olabilmek bu tür firmalar için büyük önem taşımaktadır. Bu
bağlamda, Ovacık'ta neden olunacak çevresel bir problem, proje
sahiplerinin uluslararası görüntüsünü zedeleyecek, daha da
önemlisi onları, çevre konusuna çok fazla önem veren uluslararası
finansman kuruluşları karşısında güç durumda bırakac ktır. Bu
koşullar altında, firmanın bilerek bir çevre sorununa yı I açması
uzak bir ihtimaldir.

Çevresel risklerin minimum düzeyde tutulabilmesi


açısından büyük önem taşıyan izleme-denetleme konusu ise
Bölüm 3.3'te tartışılmıştır.

3.2. Çevresel Etkilerin Kestirimi

Planlanan bir projenin yol açabileceği potansiyel çevresel


etkilerin tam ve doğru olarak tespit edilmesi, bu etkilerin
yaratacağı sağlık ve çevre risklerini kabul edilebilir düzeylerde
tutabilmek açısından çok önemlidir. Çevresel etkilerin önceden
kestirimi için tüm dünyada başvurulan en etkili planlama
enstrümanı ÇED sürecidir.

Bölüm 1.6'da anlatıldığı gibi, Ovacık altın madeni projesi


için Dokuz Eylül Üniversitesi tarafından bir ÇED raporu
hazırlanmıştır. Bu ÇED çalışması ülkemizde bu konuda
gerçekleştirilen ilk araştırma olup, karar vericilerin önüne amaca
uygun bir rapor getirebilmek için gayret sarfedilmiştir. Bu
bağlamda, planlanan projenin olası çevresel etkilerinin ve bu
etkileri en aza indirmeye yönelik koruma ve kontrol yöntemlerinin
belirlenebilmesi için arazi incelemeleri ve matematiksel model
tahminlerinden yararlanılmıştır.

274
Söz konusu ÇED raporu, T.C. Çevre Bakanlığı tarafından
yaklaşık üç yıl süren çok kapsamlı bir inceleme ve
değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu amaçla yapılan başlıca
çalışmalar aşağıda özetlenmiştir:

(i) ’ Proje sahasında müteaddit defalar incelemeler


yapılmış ve yöre halkının görüşlerini almak üzere resmi ve gayri
resmi toplantılar düzenlenmiştir.

(ii) Konuyla ilgili bir çok kurum ve kuruluşla toplantılar


yapılmış ve bu toplantılarda planlanan projede kullanılacak
teknoloji ve alınması gereken önlemler ayrıntılı olarak
tartışılmıştır.

(iii) Planlanan projede kullanılacak teknoloji ve alınması


gereken önlemler ile ilgili olarak TÜBİTAK ve üniversitelerin
görüşlerine başvurulmuştur.

(iv) Yurt dışındaki ilgili kuruluşlara müracaat edilerek,


kullanılması planlanan teknolojinin ülkelerinde kullanılıp
kullanılmadığı ve kullanılıyorsa bu konuda hangi önlemlerin
alındığı sorulmuştur.

(v) Dışişleri Bakanlığı'na başvurularak, siyanür ve ağır


metallerin bertarafi ile ilgili olarak yurt dışında yapılan
uygulamalar hakkında bilgi temin edilmiştir.

(vi) USEPA ile temasa geçilerek, bu kuruluştan


uzmanlar getirtilmiştir (Ağustos 1992'de iki uzman ve yine Eylül
1994'de iki uzman). Bu uzmanlar planlanan altın madeni sahasını
yerinde incelemiş ve Bakanlığa özellikle siyanür liçi konusunda
bilgi vermişlerdir.

275
(vii) Konu ile ilgili olarak düzenlenen çok sayıdaki panel,
sempozyum ve benzeri bilimsel toplantılara iştirak edilerek bilgi
ve görüş alış verişinde bulunulmuştur.

(viii) Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü


(MTA) tarafından kurulmuş bulunan siyanürle İtin zeng ıleştirme
tesisi incelenerek, yetkililerden kullanılan teknoloji hakk uıda bilgi
alınmıştır.

(xi) Kütahya Gümüşköy yakınlarında kurulu bulunan ve


halen siyanür liçi yönteminin uygulanmakta olduğu Etibank 100.
Yıl gümüş tesisleri yerinde incelenerek yetkililerden bilgi
alınmıştır.

(x) Eurogold tarafından hazırlattırılan atık barajı


projesinin, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) tarafından
kontrol ve tasdik edilmesi istenmiştir. Bu konuda yapılan
girişimler sonucu, tam geçirimsizlik hedefleyen bir baraj tasarımı
projesi yapılmış, ve söz konusu proje DSİ tarafından tasdik
edilmiştir. Eurogold ve DSİ arasında bir protokol yapılması
sağlanarak, barajın inşaatı ile ilgili kontrollük ve kapanması
sırasındaki rehabilitasyon hizmetlerinin DSİ tarafından yerine
getirilmesi karara bağlanmıştır.

(xi) Eurogold firmasından siyanür ve ağır metaller


konusunda ilave çalışmalar yaptırması talep edilmiştir. Bu amaçla,
Avustralya menşeli bir müşavirlik firmasına matematiksel model
çalışmaları yaptırılarak, siyanür ve ağır metallerin hareketliliği,
taşımını ve yeraltı sularında beklenebilecek konsantrasyonları
hesap edilmiştir.

(xii) Siyanür liçi atıklarının bertaraf edilmesine ilişkin


olarak, doğal bozunma ve kimyasal arıtma alternatifleri

276
mukayeseli olarak irdelenmiş ve bu yöntemlerin teknik ve
ekonomik uygunluklarının yanı sıra çevresel açıdan
güvenilirlikleri üzerinde önemle durulmuştur.

Yukarıdan da anlaşılacağı üzere, Bakanlık dava konusu


altın madeninin çevresel etkilerinin irdelenmesi hususuna gereken
hassasiyetle yaklaşmış ve projenin "sürdürülebilir kalkınma"
ilkelerine göre çevre ile uyumlu bir şekilde gerçekleştirilebilmesi
için alınması icap eden tüm önlemleri ortaya koymuştur. Bütün bu
çalışmaların neticesinde belirlenen ve mühendislik kapsamına
girebilecek tüm koruma ve kontrol tedbirleri teminat altına
alınmıştır.

3.3. İzleme ve Denetleme

Herhangi bir yatırım faaliyetinden kaynaklanabilecek


çevresel etkilerinin kontrol altında tutulabilmesi için gerekli bir
diğer unsur da etkin bir izleme-denetleme programının
oluşturulmasıdır. Bir başka ifade ile, proje faaliyetlerinden
etkilenebilecek saha içerisindeki çevre kalitesi, düzenli aralıklar
ile alınacak hava, su ve toprak örneklerinin analiz edilmesi
suretiyle izlenmelidir. Öngörülen kontrol tedbirlerinin işlerliğinin
takibi ve ilave bir takım önlemlere gerek olup olmadığının
anlaşılması ancak bu şekilde mümkündür.

Bakanlık ve Eurogold arasında imza edilen 18.10.1994


tarihli taahhütnameye göre, Ovacık altın madeni projesinin
çevresel performansı, İzmir Valiliği başkanlığında kurulacak bir
komisyon tarafından denetlenecektir. Bu izleme-denetleme
komisyonu en çok 11 kişiden teşekkül edecek olup, Çevre İl
Müdürlüğü, Sağlık İl Müdürlüğü, Tarım İl Müdürlüğü, DSİ Bölge
Müdürlüğü ve Orman Bölge Müdürlüğü temsilcileri komisyonun
tabii üyeleri olacaktır. Bu komisyon, taahütname kapsamında

277
olmak kaydı ile, gerekli görülen her türlü ölçüm ve analizi
yapmaya ve yaptırmaya yetkilidir.

Taahütnamenin geçerli olduğu 5 yıllık izleme süresi


boyunca yapılacak tüm ölçüm ve analizler için gerekli olan
finansman ile her tür araç ve teknik ekipman Eurogold tarafından
karşılanacaktır. Bu koşullar akında, etkin bir izleme-denetleme
programının uygulanantaması ve dolayısıyla çevresel değerlerin
göz ardı edilmesinin geçerli hiç bir mazereti olmayacaktır. Bu
konuda merkezi ve yerel idarelere büyük sorumluluk
düşmektedir.

4. SONUÇ

Yukarıda suralanan bulgu ve bilgilerin ışığında, tespiti


istenen hususlara ilişkin görüşlerimiz aşağıda sunulmuştur.

(i) , Raporun önceki bölümlerinde sunulan tas


ilkelerine göre, Ovacık projesinde su dengesi, tesis dışına deşaıjı
gerektirmeyecek şekilde, "sıfır deşaıj" prensibi ile kurulmuştur.
Benzer şekilde, tüm diğer çevresel etkilerin yasal limitleri
sağlayacak şekilde en alt seviyede tutulması hedeflenerek, ilgili
kontrol ve izleme yöntemleri teminat altına alınmıştır.
(ii) Bölüm 3.2'de özetlenen çalışmalardan da
anlaşılacağı üzere, T.C. Çevre Bakanlığı dava konusu altın
madeninin çevresel etkilerinin irdelenmesi ve kontrol edilmesi
hususlarına ve projenin "sürdürülebilir kalkınma" ilkelerine göre
çevre ile uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmesi konusuna gereken
titizliği göstermiştir. Buna uygun olarak, alınması gereken tüm
mühendislik önlemleri taahhüte bağlanmıştır.
(iii) Projeyle ilgili taahhütnamenin bir fizibilite raporu
niteliğinde olması beklenmemelidir. Bu nedenle, bazı önlemlerin
gerçekleştirilmesine yönelik olarak, işletme döneminde ilave bazı

278
çalışmaların (hidrojeolojik etüd, rehabilitasyon projesi, asit
nötralleştiraıe etüdü ve tasman konusu için kaya mekaniği
testleri) yapılmasında yarar vardır (bkz. Bölüm 2.4.2, Bölüm
2.4.3 ve Bölüm 2.4.4).

Bu görüşlerimiz doğrultusunda, Bilirkişi Heyetimiz,


gerek duyulan ve yukarıda işaret edilen ilave çalışmaların
işletme döneminde yerine getirileceğine; Eurogold Madencilik
A.Ş. firmasının insan ve çevre sağlığı hususlarında 18.10.1994
tarihli taahütnamede öngörülen koşullara titizlikle uyacağına
ve gerek işletme ve gerekse işletme sonrası dönemleri
kapsayan izleme ve denetim sorumluluklarının merkezi ve
yerel otoritelerce harfiyen yerine getirileceğine olan güvene
bağlı kalarak, dava konusu izin işleminin toplum sağlığı,
doğal bitki örtüsü, tarihi ve kültürel zenginlikler, zeytinlik ve
diğer tarım ürünleri üzerinde kamu yaran ve mevcut yasal
düzenlemeler açısından bir salanca yaratmayacağı kanaatine
varmıştır. Gereği için bilgilerinize arz ederiz. 09.02.1996.

Prof. Dr. Ümit Atalay Prof. Dr. Coşkun Yurteri


Orta Doğu Teknik Üniversitesi Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Müh. Fak. Maden Müh. Bl. Müh. Fak. Çevre Müh. Bl.

Prof. Dr. Koray Haktanır


Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi
Toprak Bölümü

279
EUROGOLD
OVACIK ALTIN MADENİ

TÜBİTAK - YDABÇAG
DEĞERLENDİRME RAPORU

Prof. Dr. Naci GÖRÜR


(TÜBİTAK Proje Yürütücüsü)

Prof. Dr. Derin ORHON Prof. Dr. M ahir VARDAR


(Üniversite Temsilcisi, Çevre Uzmanı) (Mühendislik Jeolojisi ve Jeoteknik Uzmanı)
Prof. Dr. Olcay TÜNAY Prof. Dr. Haluk EYİDOĞAN
(Çevre Kimyası Uzmanı) (Sismoloji uzmanı)
Doç. Dr. İşık KABDAŞLI Prof.Dr. Aykut BARKA
(Çevre Kimyası Uzmanı) (Neotektonik ve Deprem Uzmanı)
Prof. Dr. Mehmet CANBAZOĞLU Prof. Dr. H. Fehim ÜÇIŞIK
(Cevher Hazırlama Uzmanı) (Çevre Hukuku Uzmanı)
Prof. Dr. Hasaiı YAZICIGİL ö ğ r. Gör. Dr. Süleyman ÖVEZ
(Hidrojeoloji Uzmanı) (Çevre Ekolojisi Uzmanı)

Bu Rapor, Başbakanlık Müsteşarlığı'nın TÜBİTAK


Başkanlığına hitaben 08. 03. 1999 tarihli yazılı talimatı doğrul­
tusunda YDABÇAG koordinasyonunda oluşturulan uzmanlar
heyetinin hazırlamış olduğu inceleme raporlarının genel sonuç­
larını derlemektedir.

Ekim 1999 İSTANBUL

280
EUROGOLD
OVACIK ALTIN MADENİ
TÜBİTAK - YDABÇAG
KOMİSYON DEĞERLENDİRME RAPORU

1. KONU
2. KAPSAM
3. USUL VE ESASLAR
4. DEĞERLENDİRME
4.1 .Çalışmanın Hukuki Yönü
4.2. Tesiste Siyanür
4.3. Kullanılan Teknolojinin Geçerliliği
4.4. Siyanürün Ovacık Altın Madeni İşletmesi Sağlığına Muhtemel Etkileri
4.5. Atık Havuzu
4.6. Ağır Metal Kirliliği
4.7. Madenden Asitli Su Kaynaklanma Olasılığı
4.8. Atıkların Yasal Tanımı
4.9. Sürekli ve Düzenli İşletme Sırasında Oluşabilecek Çevresel Risklerin Değerlendi­
rilmesi
4.9. 1. Maden Ocağından Toz Emisyonu/ Erozyon Etkisi
4.9.2Gürültü ve Titreşim
4.9.3. Prosesten Kaynaklanan Toz Emisyonları
4.9.4. Prosesteki Siyanür Liç Ünitesinin Geçirindi Zemin Üzerindeki Etkisi
4.9.5. Atık Havuzundan Oluşabilecek Toz Emisyonları
4.9.6. Atık Havuzunun İnsan Yaşamına ve Faunaya Etkisi
4.10. Bir Afet ve Arıza Anında Oluşabilecek Çevresel Risklerin Değerlendirilmesi
4.10.1 Tesisin 1. Derece Deprem Kuşağı İçinde Yer Almasının Alınan Tedbirler Doğ­
rultusunda İnsan Sağlığı ve Çevre Üzerindeki Etkileri
.4. 10.2. Atık Havuzunun Yeraltı Suyuna ve Çevreye Etkisi
4.10.3. Atık Havuzunun Floraya Etkisi
5. SONUÇLAR

EK- EK 1-9 Uzman Raporları


LER: EK 10 Teknik ve Bilimsel Doküman Listesi
EK 11 Enviromental Seminar - Presentation to
Delegation of Scientifıc and Technical Council of
_______ Turkey (TÜBİTAK)_______________________

281
EUROGOLD
OVACIK ALTIN MADENİ
TÜBİTAK -YDABÇAG
KOMİSYON DEĞERLENDİRME RAPORU

1. KONU
Bu raporda özetlenen çalışmanın konusu, Başbakanlık
Müsteşarlığının TÜBİTAK Başkanlığı'na hitaben 08.03.1999
tarih ve B.0.2.0.MÜS.0.13.00.00-585 sayılı yazılı talimatı doğ­
rultusunda, Ovacık Altın Madeni'nde söz konusu yatırımın taşı­
dığı risklerin kabul edilir olup olmadığının tesbitidir.

2. KAPSAM
Başbakanlık Müsteşarlığı tarafından, Danıştay Kara-
n'nda belirtilen risklerin kabul edilir olup olmadığının, ilave
tedbirler ile risklerin giderilip giderilmediğinin tesbiti talep e-
dilmektedir.
Ovacık Altın Madeni'nde altın üretim tesislerinin "siya­
nür liçi" yöntemiyle işletilmesi konusunda Çevre Bakanlığı'nın
verdiği "olumlu görüş" yargı sürecinde iptal edilmiştir. Danış­
tay, 1992-93 dönemindeki verilere göre hazırlanan ÇED Rapo-
ru'ndaki genel saptamalardan hareket ederek siyanür maddesi­
nin insan ve çevre sağlığı açısından olumsuz etkiler yaratma
riski taşıdığı gerekçesiyle bu kararını vermiştir.
Şirket, ÇED Raporu ve Çevre Bakanlığı'na verdiği
Taahhütnamedeki esaslara sadık kalarak ve ilaveten, geçen süre
içerisinde ilave tedbirler almak suretiyle bir tesis inşa ettiğini
belirterek Danıştay Karan'nda öngörülen riskleri giderdiğini i-
fade etmektedir.
Başbakanlık, mevcut tesisin işletilmesi halinde Danış­
tay'ın belirttiği insan ve çevre sağlığını tehdit eden risklerin, id­

283
dia edildiği gibi şirket tarafından giderilip giderilmediğinin
tesbitini talep etmiştir.
Danıştay'ın Mayıs 1997 tarih ve 1997/2312 sayılı kara­
rında belirtilen riskler bu çalışmaya esas teşkil etmek üzere aşa­
ğıdaki gibi özetlenebilir:
□ Projenin, bölgedeki yüksek erozyon potansiyeline
ve ormanlara etkisi ve bunların toplum sağlığına katkısı;
□ Siyanür liç ünitesinin geçirimli zemin üzerindeki
etkisi;
□ Maden işletme tesislerinin 1. Derece deprem kuşa­
ğı içinde yer almasının alman tedbirler muvacehesinde insan
sağlığı ve çevre üzerindeki etkilerinin tesbiti;
□ Bir sızıntı durumunda yeraltı suyuna karışacak ze­
hirli atıkların yöre halkının sağlığını etkileme potansiyelinin
tesbiti;
□ pH'ın düşmesi durumunda, atmosfere karışacağı i-
fade edilen HCN gazınm insan sağlığı ve çevre üzerindeki etki­
sinin irdelenmesi;
□ Toprak katmanları tarafından çok miktarda uzak­
laştırılsa da zaman içerisinde hidroliz nedeniyle siyanürün yeni­
den su ortamına karışması olasılığının insan sağlığı ve çevre ü-
zerindeki etkisinin irdelenmesi;
□ Tesisten ağır metallerin sızma ihtimali ile bu sızın­
tının çevre ve insan sağlığı üzerindeki uzun vadeli etkisinin ir­
delenmesi,
□ Atık barajı astarından olabilecek sızıntılardan ye­
raltı suyu üzerindeki etkilerin insan sağlığı ve çevre üzerindeki
etkisinin irdelenmesi;
□ Tesislerden toprağa, suya ya da atmosfere bir sı­
zıntı durumunda insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkisinin ir­
delenmesi;
□ ' Mevcut tesislerde yapılacak olan denetimle olası
risklerin giderilme etkinliğinin irdelenmesi;

284
□ ÇED ve bilirkişi raporlarında sözü edilen risklerin,
alman tedbirler ışığında insan sağlığı ve çevre açısından değer­
lendirilmesi;
□ İşletmecinin iyi niyeti ve önlemlerin titizce denet­
lenmesinden bağımsız olarak risk yönetiminin değerlendirilme­
si.
Bu çerçevede Danıştay'ın kararma mesnet teşkil eden,
husus ve görüşler,
□ Siyanürün toprağa, suya ve havaya karıştığı zaman
her türlü canlı açısından zararlı olması,
□ Atık havuzuna verilen atıkların, geçirimsiz olarak
planlanan ve bu atık barajından oluşabilecek sızıntılar nede­
niyle su kaynaklarına ve diğer kullanım alanlarına ulaşması o-
lasılığı bulunması,
□ r Risk nedeniyle bölgedeki flora ve faunanın bozul­
ma tehdidi altında kalması,
□ Şirketin iyi niyetine ve devletin yapacağı denetime
bağlı olarak risk faktörünün azalmayacağı;
şeklinde ifade edilmiştir.

3. USUL VE ESASLAR

Çalışma, TÜBİTAK-YDABÇAG koordinasyonunda,


konularında uzman elemanların görüşleri alınarak, TÜBİTAK
kanalı ile Başbakanlığa iletilecek olan bir rapor hazırlanmasını
öngörmektedir. İşbu rapor bu amaçla düzenlenmiştir.
Rapor, YDABÇAG'ı temsilen Prof. Dr. Naci Görür'ün
yürütücülüğünde üniversite temsilcisi olarak seçilen Prof. Dr.
Derin Orhon (İTÜ), Çevre Bakanlığı temsilcisi Kimyager Hay­
dar Hazer ve Eneıji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı temsilcisi,
Yük. Müh. Necati Yıldız tarafından, seçilmiş olan uzmanların
inceleme, görüş ve kanaatlerini yansıtan kişisel raporları esas a-

285
tınarak yapılan değerlendirmeler sonucunda müştereken hazır­
lanmıştır.
Çalışmada çevre alanında Prof. Dr. Derin Orhon, çevre
kimyası alanmda Prof. Dr. Olcay Tünay ve Doç. Dr, Işık
Kapdaşlı (İTÜ), çevre ekolojisi alanmda Öğr. Gör. Dr. Süley­
man Övez (İTÜ), çevre hukuku alanında Prof. Dr. H. Fehim
Üçışık (Marmara Ü.), cevher hazırlama alanında Prof. Dr.
Mehmet Canbazoğlu (Sivas Cumhuriyet Üniversitesi), hidroje­
oloji alanmda Prof. Dr. Haşan Yazıcıgil (ODTÜ), mühendislik
jeolojisi ve jeoteknik alanında Prof. Dr. Mahir Vardar (İTÜ),
jeofizik - sismoloji alanında Prof. Dr. Haluk Eyidoğan (İTÜ.)
ve neotektonik alanında Prof. Dr. Aykut Barka'nın (İTÜ) uz­
manlıklarından yararlanılmış olup, bu uzmanların hazırlamış
oldukları kişisel raporlar ekte sunulmaktadır (EK 1 -9).
Çalışma TÜBİTAK tarafından konu ile ilgili temin e-
dilen çok kapsamlı bilgi ve belgelerden yararlanılarak başlatıl­
mıştır. Çalışma süresince geniş bir dokümantasyon temin edil­
miş olup değerlendirmeler bu dokümanlarda mevcut olan bilim­
sel verilerden yararlanmak sureti ile yapılmıştır. Çalışmada
kullanılan teknik ve bilimsel dokümanların listesi rapora ek­
lenmiştir (Ek 10).
Çalışma sırasında, 04 Ağustos 1999 tarihinde uzmanlar
grubu TÜBİTAK temsilcisi Prof. Dr. Naci Görür’ün başkanlı­
ğında inceleme konusu Ovacık Altın Madeni tesislerinde ve ci­
varında incelemeler yaparak tesislerin Çevre Bakanlığı'na veri­
len taahhütler çerçevesinde inşa edildiğini ve ilave olarak metal
duraylama, hipoklorid ünitesi, yeni bir gözlem kuyusunun ta­
mamlandığını ve atık havuz stabilite attırma projesinin yapıldı­
ğını tespit etmiştir.
Çalışmanın yürütücüsü Prof. Dr. Naci Görür ve komis­
yonun üniversite temsilcisi Prof. Dr. Derin Orhon, konu ile il­
gili olarak ABD'de 20-24 Ağustos 1999 tarihleri arasında ça­
lışma konusu doğrultusunda temas ve incelemelerde bulun-

286
muşlardır. Bu kapsamda, Dr. Robert Walline, Dr. Terry
Mudder, Dr. Karen Hagelstein, Dr. Dirk van Zyl ve Mr. Tom
Williams ile bir çalışma grubu toplantısı yapılmış ve konunun
değişik yönleri bu grup ile birlikte ayrıntılı olarak tartışılmış ve
değerlendirilmiştir. Bu toplantıda yer alanlar altın cevheri iş­
lenmesi konusunda dünyanın en saygın uzmanlan arasındadır.
Toplantıya ait rapor ilişiktedir (Ek 11).
Bu program kapsamında dünyanın en eski altın üretim
tesislerinden biri olan South Dakota eyaletindeki Homestake
Mining Company'nin Lead Altın Madeni ziyaret edilmiş ve kar­
şılaştırmalı inceleme ve değerlendirme imkanı sağlanmıştır.
Programın son aşamasında, altın madenciliğinin ve in­
celeme konusu Ovacık Altın Madeni'nin teknik ve idari yönleri
ABD'de konunun kurumsal ayağını oluşturan United States
Environmental Protection Agency (EPA) uzmanlarından Carol
Cox Russell ve State of Colorado, Division of Minerals and
Geology uzmanlarından Dr. Harry H. Posey ile tartışılmıştır.
Yapılan ayrıntılı inceleme ve değerlendirmeler sonu­
cunda komisyonun bilimsel verilere dayanarak geliştirdiği görüş
ve kanaat çalışma sonuçları olarak aşağıda özetlenmiştir.

4. DEĞERLENDİRME

4.1. Çalışmanın Hukuki Yönü

Çalışmaya temel teşkil eden Mayıs 1997 tarih ve


19972312 sayılı Danıştay kararı, 1982 Anayasası ve yürürlükte­
ki Çevre Mevzuatı çerçevesinde bir iktisadi faaliyet olan altın
madeni üretiminde siyanür kullanılması dolayısıyla çevre ko­
runması ve özellikle insan hayatı yönünden sakıncalar içerdiği
kanaatine dayalı olarak verilmiş ve karara mesnet olarak, yuka­
rıda rapor kapsamı bölümünde verilmiş olan risk unsurları sıra­
lanmıştır.

287
İnceleme konusu altın üretim yönteminin dünyada 100
yılı aşkın süredir, teknolojilerde ileri ve çevre konusunda du­
yarlı ülkelerde de uygulanmakta olduğu göz önüne alındığında
bu yargı kararı anılan yöntemi mutlak olarak yasaklayan bir ka­
rar olarak değil, fakat uygulamayı özelde sorgulayan bir karar
olarak değerlendirilmelidir. Bu durumda, tesisin idari yargı sü­
recinin başlatıldığı tarihten bu yana yapılan çalışmalar ve alman
önlemler ile bu riskleri bertaraf edecek şekilde değiştirilip iyi-
leştirildiği, bu nedenlerle madenin çalıştırılabilmesi için değer­
lendirilebilir nitelikte olduğu görülmektedir (Ek 1).

42. Tesiste Sivanûr Kullanımı

Tesis ile ilgili olarak öne sürülen sakıncaların başında


tesiste siyanür kullanımı gelmektedir. Siyanür toksik bir madde
olmasına karşın altın madenciliği dışında da dünyada ve ülke­
mizde birçok değişik alanlarda çok daha büyük miktarlarda
kullanılmaktadır.
Altın madenciliğinde kullanılan yöntem sadece üretici­
nin seçimine bağlı olarak değil, cevherin özelliklerine bağlı ola­
rak belirlenmektedir. Ovacık Altın Madeni ile aynı özelliği
gösteren madenlerde siyanürlü yöntemlerin kullanılması söz
konusudur. Dünyada halen işler vaziyette olan altm madenleri­
nin büyük çoğunluğunda (% 80'inden fazlasında) cevher özelli­
ği dolayısıyla siyanür yöntemleri kullanılmaktadır Dolayısıyla
siyanür kullanıldığı için altm madenciliğinin yasaklanması söz
konusu oldmaz; ancak, bu çalışmada da vurgulanacağı gibi
kullanılan siyanürden oluşabilecek çevresel etkilerin ve riskin
kabul edilebilir ölçülerin altında olup olmadığı tartışma konusu
olmalıdır (Ek 2).

288
4.3. Kullanılan Teknolojinin Geçerliliği

Altın madenciliğinde diğer madencilik alanlarında da


olduğu gibi siyanürü değişik yöntemler ile kullanmak mümkün­
dür. Ovacık Altın Madeni İşletmesi tank liçi yöntemi ile tasar­
lanmış ve bu şekilde inşa edilmiştir. Tank liçi yöntemi siyanür­
den yararlanan en gelişmiş yöntem olarak değerlendirilmekte
olup, örneğin benzer şekilde siyanür kullanan yığın liçi (heap
leach) yöntemine oranla önemli çevresel üstünlükler taşımakta­
dır. Bu durumda Ovacık Altın Madeni İşletmesi'nin üretim pro­
sesi halen dünyada kullanılan en gelişmiş (state of the art) tek­
nolojiyi yansıtmaktadır. (Ek3).

4.4. Siyanürün Ovacık Altın Madeni Isletmesi


Çevreye Ve İnsan Safrlıpına Muhtemel Etkileri

Dünyada ve özellikle ABD, Kanada gibi gelişmiş ülke­


lerdeki altın madenciliği uygulamalarında siyanür kullanımı ar­
tık önemli bir çevresel risk unsuru olarak görülmemektedir. Ya­
pılan gözlem ve değerlendirmeler bu tesisler ve civarında son
yıllarda siyanür kullanımından kaynaklanan hiç bir vaka ya da
çevre sorunu kaydedilmediğini göstermektedir.
Siyanürün muhtemel etkilerini tesis bünyesinde ya da
atık havuzunda bu konuda alınmış önlemler çerçevesinde de­
ğerlendirmek gerekir.Dünyada halen işletmede olan birçok te­
siste siyanürlü atıklar, tesis içinde herhangi bir arıtıma tabi tu­
tulmadan atık havuzunda toplanmaktadır. Oysa, Ovacık Altm
Madeni İşletmesi'nde siyanürlü atıklar INCO S02/hava prose­
sine dayalı bir arıtmadan geçerek atık havuzuna verilmektedir.
Mevcut verilere göre arıtma öncesi atıkların 150 ppm'in biraz
altmda siyanür (CN~) içermesi söz konusudur. Mevcut arıtma
sistemi ile atıklardaki siyanür düzeyi, yüksek pH koşullarında

289
siyanata (CNO") dönüşmekte ve 1 ppm'in altına düşmektedir.
Tesiste atık havuzundaki siyanür ile ilgili olarak taahhüt edilen
maksimum değer 1 ppm'dir.
Tesis bünyesinde daha önceden yapılmış olan çalışma­
larda arıtma sonrası siyanür konsantrasyonu 0,5 ppm düzeyinin
altına indirilebildiği gözlenmiştir.
INCO SC^/hava arıtma sistemi aynı tür performansı
sağlayarak yaygın bir biçimde benzer tesislerde kullanılan bir
prosestir. Bu tesislerdeki veriler yukarıda sözü edilen arıtma ve­
rimini doğrular niteliktedir.
Bu değerlendirmenin en önemli yanı siyanür (CN‘) ile
siyanatın (CNO-) tamamen ayrı özellikler gösteren iki ayrı bile­
şen olduğu gerçeğidir. Siyanürün toksik bir madde olmasına
karşın, siyanat toksik etkileri ihmal edilebilen ve bu nedenle
dünyadaki su kalite standartlan bünyesinde kontrol dışı bıra­
kılmış bir bileşendir. Nitekim ABD ve Türkiye'deki geçerli yü­
zeysel su kalite standartlarında siyanat kısıtlamasına ilişkin hiç­
bir hüküm yer almamaktadır.
O halde, Ovacık Altın Madeni İşletmesi çıkışında, a-
tıklan yüksek pH koşullannda 0,5 ppm dolayında (1 ppm'in al­
tında) siyanür içeren atıklar olarak değerlendirmek söz konusu­
dur. Bu düzeydeki siyanür içeriği aşağıdaki bölümlerde de ay­
rıntılı olarak belirtilebileceği gibi, insan sağlığı ve çevre koruma
açısından kabul edilebilir sınırların çok altında ve önemsenme­
yecek düzeyde çevre riski taşımaktadır (Ek 2,3 ve 4).

4.5. A tık Havuzu

Ovacık Altın Madeni İşletmesinden kaynaklanan atık­


lar, maden alanı içinde, üretim tesisi civarında uygun hacimde
planlanmış bir atık havuzunda toplanacaktır. Madencilik faali­
yetlerinin, cevherin çıkarıldığı bölgede yapılması teknik ve e­

290
konomik gereklilik olduğundan, tesisin yer seçimi amaca uygun
ve doğru bir seçimidir. Aynı koşullar atık havuzu için de geçerli
olup genelde tüm maden işletmelerinde olduğu gibi Ovacık Al­
tın Madeni atık havuzu da ocak yakınında uygun bir konumda
inşa edilmiştir.
Atık havuzu, oturduğu zeminde uygun koşulların bu­
lunmasına rağmen tam geçirimsizliği sağlamak üzere tasarlan­
mış ve inşa edilmiştir. Bu amaçla atık havuzunun iç yüzeyi alt­
tan üste doğru 50 cm kalınlığında kil, 1,5 mm kalınlığında yük­
sek yoğunluklu polietilen (HDPE) jeomembran, tekrar 20 cm
kil ve 20 cm kalınlığında bir çakıl filtre yatağı ile kaplanmıştır.
Dünyadaki benzer uygulamalarda birçok yerde, örneğin Kana-
da'da, atık havuzları iç yüzeyde geçirimsizliği temin eden ek bir
yüzey olmaksızın kullanılmakta ve uygun çevre koşullarını
sağlamaktadır. ABD'deki yönetmelikler çoğunlukla geçirimsiz­
liği koşul olarak talep etmektedir; bunun için genelde bir kil ta­
bakası üzerine bir jeomembran tabakası uygulaması yeterli ol­
maktadır. Ovacık Altın Madeni îşletmesi'nde kullanıldığı gibi
üçlü kil-jeomembran-kil düzenlemesi benzeri hemen hemen hiç
görülmeyen bir uygulamadır ve bu şekliyle diğer ülkelerdeki
mevcut uygulamalara kıyasla çok daha üst düzeyde bir geçirim­
sizlik sağlamaktadır (Ek 2, 3 ve 5).

4.6. Ağır Metal Kirliliği

Ovacık Tesislerinde işlenen cevher, benzeri her maden


yatağında olduğu gibi altm içeriği yanında değişik ağır metalleri
ve metal sülfürleri içermektedir. Bu çerçevede Ovacık cevheri­
nin 3 önemli özelliğini belirtmek gerekir. (1) Cevherdeki top­
lam ağır metal içeriği benzer maden yataklarına oranla son de­
rece düşüktür. Bu içerik herhangi bir metal kaplama tesisi
atıksuyu ile karşılaştırıldığında bile önemsiz sayılabilir. (2)
Mevcut bilgiler cevherin çok yüksek bir tamponlama (alkali) ö­

291
zelliği olduğunu göstermektedir. Bu özellikteki bir ortamda
metal bileşenlerinin çözünebilirliği ve sızması ihtimali ihmal e-
dilebilecek ölçüde düşük gözükmektedir. (3) Cevherin sülfür i-
çeriği benzer maden yataklarına oranla yok denebilecek ölçüde
düşüktür (<% 0. 1 ). Böylelikle proses içinde sülfatlı bileşenle­
rin önemli düzeylerde oluşma olasılığı bulunmamaktadır.
Cevherin tesiste işlenmesi ile birlikte, atıkların arıtılma­
sı aşamasında, özellikle, metal stabilitesini etkileyebilecek iki
işlem gerçekleştirilmektedir: (1) Kireç ilavesi ile pH'uı 9,5 - 10
mertebesi üzerine çekilerek metal hidroksitlerin katı fazdaki
stabiliteleri arttırılmaktadır. (2) Proses bünyesinde çok kararlı
olan çift metal hidroksit/tuz komplekslerinin oluşması sağlan­
maktadır. Bu şekilde cevher işlenip atık haline geldiğinde, tesis
içinde alınan koruyucu önlemler ile metal içeriği daha kararlı ve
çözünebilme/sızma olasılığı daha düşük bir nitelik kazanmakta­
dır. Bu özellik atık havuzunda depolanan atıkların genel karak­
terini yansıtmaktadır. Ön işletme aşamasında deneme üretimi sı­
rasında yapılmış olan ölçümler, yukarıda ifade edilen genel e-
saslan doğrular mahiyette olup sıvı fazda saptanmış olan ağır
metal konsantrasyonlarının çok düşük seviyede kaldığı belir­
lenmiştir. (Ek 2,3 ve 4).

4.7. Madenden Asitli Su Kaynaklanma Olasılım

Maden işletmeciliğinin en önemli sorunlarından biri a-


sitli suların (acid mine drainage) akarak çevreye karışmasıdır.
Yüksek sülfür içerikli cevherlerin çıkartılması aşamasında olu­
şan artık kayalar çevrede depolandığında yeterli tampon kapa­
sitesine sahip olmamaları halinde, yağış sularının etkisiyle ö-
nemli ölçüde demir sülfat oluşumu ve asit üretimi söz konusu
olmaktadır. Bu tür sular çevrede önemli olumsuz etkiler yarata­
bilmektedir.

292
Ovacık Altın Madeni İşletmesi'nde kısıtlı miktarda artık
kaya çıkacağı ve bunun da havuz haznesinin memba ve mansap
şeddelerinde dolgu malzemesi olarak kullanılacağı ifade edil­
mektedir. Artık kayalardan, bir yandan sülfür içeriklerinin asitli
su oluşumu için kabul edilmekte olan > %0.5 sülfür limitinin
çok altında olması, öte yandan çok yüksek tampon kapasitesi i-
çermiş olmaları göz önüne alındığında, yağış etkisiyle asitli su
oluşumu olasılığı bulunmadığı ya da bu olasılığın ihmal edile­
bilir düzeyde kalacağı öngörülmektedir (Ek 4 ve 6).

4.8. Atıkların Yasal Tanımı

Atıkların yaratabileceği etkiler ve bunlarla ilgili olarak


alınması gereken önlemler büyük ölçüde yasal tanımlara bağlı
olarak belirlenmektedir. ABD'de insan sağlığı ve çevrenin ko­
runması amacıyla tehlikeli atıklardan kaynaklanan problemlerin
çözümü için Kaynak Koruma ve Geri Kazanma Yasası
(Resource Conservatlon And Recovery Act-RCRA) oluşturul­
muştur. Madencilikten kaynaklanan atıklar 1980 yılından bu
yana Bevill Regulations olarak bilinen düzenleme ile bu yasa
kapsamının' dışına alınmıştır (Ek 2).
Türkiye’de metalik cevherlerin ekstraksiyonu, 1995 ta­
rih ve 22387 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan "Tehlikeli A-
tıkların Kontrolü Yönetmeliği’nde tehlikeli atık üretilmesine
neden olan aktiviteler arasında yer almaktadır*.
Ancak, bu kategoriye altın madenciliği dahil edilmemiş,
altın cevherinin ekstraksiyonundan kaynaklanan atıkların özel­
likleri ve bertaraf yolları tanımlanmamıştır.
ABD'de tehlikeli nitelik taşınmayan atıkların çevreye
verilme koşullarını belirleyen Ulusal Kirletici Deşaıj

*Metalürji-Makina ve Elektrik Mühendisliği (A200) Metalik cevherlerin


ekstraksiyonu

293
Eliminasyon Sistemi (National Pollutant Discharge Elimination
System) yürürlülükte olup bu sistem yardımıyla değişik faali­
yetlerden kaynaklanan atıkların çevreye verilme koşullan ve fa­
aliyet sahiplerinin bu koşullara uyma yükümlülükleri belirlen­
miştir. Altın madenciliği bu sistem bünyesinde Cevher Maden­
ciliği ve İşlenmesi Noktasal Kaynak Kategorisi (Ore Mining
and Dressing Point Source Category - 40 CFR Part 440) altında
J alt kategorisinde yer almaktadır. Bu alt kategorideki düzenle­
me ile altın madenciliğinden kaynaklanan atık sulann ağır me­
taller, toplam askı maddesi ve pH koşullarını sağlamak suretiyle
çevreye verilmelerine izin verilmektedir (Ek 2).
Ovacık Maden İşletmesinde aynı parametreler bazmda
deneme işletmesi sırasında fiilen saptandığı ifade edilen ve bi­
limsel verilerle de doğrulanan değerler 40 CFR Part 440,
440.102 ve 440.103 ait kategorilerinde belirlenen limit değerle­
rin belli emniyetle altında kalmaktadır. Aynı düzenlemede siya­
nür liçinden gelen atıksular için genellikle sıfır deşarj öngö­
rülmektedir. Ovacık Madeni atıkları için de bu sisteme uygun
biçimde sıfır deşaıj düzeni uygulanmaktadır.
Bir atığın tehlikeli atık niteliği taşıması arıtma,
stabilizasyon ve depolama aşamalarında göz önüne alınması ge­
reken özel koşulları belirler. Altın madenciliğinden kaynakla­
nan atıklar, örneğin ABD'de tehlikeli atık olarak mütalâa edil­
memektedir. Bununla birlikte Ovacık Maden İşletmesi'nde a-
tıklar için âlınmış olan arıtma, stabilizasyon ve depolama usul­
leri benzer bir tehlikeli atık için alınması söz konusu olabilecek
önlemlerin tümünden daha fazlasını içermektedir (Ek 2).

4.9. Sürekli ve Düzenli İsletme Sırasında Oluşabil


Çevresel Risklerin Değerlendirilmesi
Tesisin düzenli ve sürekli işletilmesi sırasında çevresel
risk oluşturabilecek faaliyet ve unsurlar aşağıda değerlendiril­
miştir.

294
4 .9 .1 . Maden Ocağından Toz Emisyonu/ Erozyon
Etkisi
Altın madenciliği, ocak işletmesi bakımından Türkiye'­
de çok uygulaması olan bir taş ocağından farksızdır.Tesisin iş­
letilmesi sırasında kayaların patlatılması, parçalanması, kazıl­
ması ve taşınması ile ortaya çıkacak olan emisyon ve partikül
oluşumu kullanılan teknolojik usuller ve sulama ile minimize e-
dilmektedir. Doğal bir taş ocağı olarak işletilecek olan açık ocak
işletmesi madenin 8 yıllık aktif üretim ömrünün ilk üç yılında
faaliyet gösterecek olması nedeniyle üretimin az bir kısmını
teşkil edecektir.
Üretimin büyük bölümü yeraltı ocâklannda devam ede­
ceği için erozyon ve hava kirlenmesi problemi iki yıllık açık o-
cak işletmesi sonunda söz konusu olmayacaktır (Ek 2, 3 ve 7).

4.9.2. Gürültü ve Titreşim


Maden işletimi şuasında doğabilecek temel sorun pat­
latmalar sırasında oluşabilecek gürültü düzeyleridir. Maden ü-
retiminin, düzenli ve civarda oturan nüfusun bilgilendirilerek
yapılması halinde, ocak işletmeciliğinin kaçınılmaz bir parçası
olan, bu sorun minimize edilecektir. Deneme üretimi sırasında
oluşan patlatma gürültüsünün kabul edilebilir standartların al­
tında kaldığı anlaşılmıştır (Ek 2, 3 ve 7).

4.9.3. Prosesten Kaynaklanan Toz Emisyonları


Tesis içinde üretime uygun boyutlara küçültülen kaya
ve parçaların kırma, eleme ve işleme işlemlerinden kaynaklana­
cak partikül ve emisyonlar daha önemlidir. Burada uygulanan
kapalı devre sistemler ve ıslatma işlemleri dolayısıyla tesis için­
de böyle bir problemin oluşması mümkün görülmemektedir (Ek
2,3 ve 7).

295
4.9.4. Prosesteki Siyanür Liç Ünitesinin Geçirimli
Zemin Üzerindeki Etkisi
Bu hususa sadece Danıştay kararında zikredildiği için
değinilmiş olup, aslında düzenli ve sürekli işletme koşullarında
kapalı bir hacim içinde ve gerekli çevresel önlemler alınmak su­
retiyle yürütülen bu işlemin zemine ve dolayısı ile çevreye bir
teması olamaz. Herhangi bir arızada bu sistem otomatik olarak
durdurulacağından, tesis dışına bir etkinin intikal etmesi söz
konusu olmayacaktır (Ek 2 ve 6).

4.9.5. Atık Havuzundan Oluşabilecek Toz Emis­


yonları
Depolanmak üzere havuza gönderilen yaklaşık % 40 su
içerikli maddeler, boşalma sırasında sürüklenme yoluyla toz­
lanma ve emisyon yaratmazlar. Dökülme sırasında zamanla su
birikintilerinin etrafında oluşabilecek irice daneli plajların ge­
rektiğinde ıslatılarak tozlanmaları önlenebilir. Bu yönden ince­
lendiğinde, atık havuzundan atıkların boşatılması ve yüzeyin
kuruması gibi nedenlerle yüzeyden fiziksel olarak toz ve emis­
yon oluşması mümkün değildir (Ek 2, 3 ve 7).

4.9.6. Atık Havuzunun İnsan Yaşamına ve Fauna­


ya Etkisi
Arıtılmış olarak atık havuzuna gönderilen su, insan ve
faunaya doğrudan zarar verebilecek nitelikte değildir. Bu ne­
denle işletme sırasında atık havuzunun insan yaşamına ve fau­
naya etkisi, ancak insan ya da faunanın havuza girmesi ile
mümkün olabilir. Ayrıca atık havuzundan bir deşarj yapılmadığı
için havuz alanı dışında da olumsuz etkiler oluşamaz. Havuza
giriş, etrafının bir çitle çevrilmesi ve inşanlar için gerekli ikaz
ve işaret levhalarının bulundurulması ile basitçe önlenebilir.
Halihazırda böyle bir çit havuzun etrafını çevirmekte olup, in­
sanların ve’kara hayvanlarının havuz bölgesine girmesi önlen-

296
iniştir. Ayrıca, insanların maden sahasına izinsiz olarak girme­
lerini önleyecek benzeri tedbirler rutin olarak alınmaktadır (Ek
7).
Olası asit yağmurlarına (pH'ın düşmesine) bağlı olarak
atık havuzundan kaynaklanabilecek HCN emisyonları teorik o-
larak insan sağlığını etkileyebilir. Ancak atık havuzu öncesi
proses ve arıtma aşamasında atıkların pH'sı yükseltilmekte ve
siyanür konsantrasyonu 1 ppm'in altına düşürülmektedir. Yük­
sek pH sayesinde bu önlemler ile hem tesis içinde kapalı ha­
cimlerdeki sağlık koşulları açısından 10 ppm'lik HCN limiti
sağlanmakta hem de atık havuzunda oluşabilecek HCN emis­
yonları ihmal edilebilir boyutlara düşürülmektedir. Ayrıca, atık
havuz-u etrafında pH'ı kontrol altında tutabilecek önlemler a-
lınmış bulunmaktadır. Dünyadaki benzeri hiçbir tesiste atık ha­
vuzu üzerindeki HCN emisyonunu kısıtlayan ya da dikkate olan
bir düzenleme bulunmamaktadır (Ek 2 ve 7).

4.10. Bir Afet ve Arıza Anında Oluşabilecek Ç


resel Risklerin Değerlendirilmesi

4.10.1 Tesisin 1. Derece Deprem Kuşağı İçinde Yer


Almasının Alınan Tedbirler Doğrultusunda İnsan Sağlığı ve
Çevre Üzerindeki Etkileri
Ovacık Altın Madeni çevresinde yapılmış olan jeolojik
ve jeofizik araştırmalar Bergama Grabeni'nin iki ayrı fay siste­
mi tarafından kontrol edildiğini ortaya koymuştur. Bu faylar
birbirine paralel tipik bir normal fay sistemi özelliği göster­
mektedir. Bunların çoğunun en az Holosen'den beri aktif olma­
dığı ve dolayısıyla madendeki atık barajını tehlikeye sokacak ö-
nemli bir deprem oluşturma potansiyellerinin bulunmadığı anla­
şılmıştır (Ek 8).
Atık havuzunun deprem esnasında insan sağlığına olası
etkisi ancak ağır hasar görerek niteliğini kaybetmesi ya da yı­

297
kılması ile mümkün olabilir. Atık havuzu Türkiye'de benzer
tüm yapı ve barajlarda beklenen emniyet düzeyinin çok üzerin­
de , deprem sırasında 0,6 g yer ivmesine dayanabilecek sağlam­
lıkta inşa edilmiştir (EK 5 ve 8).
Havuzun etkilenmesi ancak bu düzeyin üstündeki
katastrofik bir depremin etkisi ile olabilir. Bu durumda tesis ci­
varındaki ve bölgedeki tüm binaların, insan ve canlı hayatının
ciddi bir tehdit altında olacağı ve tüm yapıların önemli derecede
hasar göreceği ya da yıkılmış olabileceği göz önüne alınırsa
(bölgedeki en dayanıklı yapılar 1998 Türkiye İnşaat Yapımı
Deprem Yönetmeliği'ne göre 0,4 g yer ivmesine dayanacak şe­
kilde yapılmaktadır) atık havuzundaki hasann dolaylı etkisi ola­
sı depremin canlılar üzerindeki doğrudan etkisi yanında ihmal
edilecek düzeyde kalacaktır. Kaldı ki havuz 8 yıllık işletme sü­
resi sonunda uygun bir plan dahilinde kapatılacak ve özel ön­
lemlerle muhafaza edilmiş bir toprak parçasından farksız niteli­
ğe dönüşecektir (Ek 2, 8 ve 9).

4.10.2. Atık Havuzunun Yeraltı Suyuna ve Ç


reye Etkisi
Atık havuzunun zemininin geçirindi özelliği göz önüne
alınarak havuzun iç yüzeyi, alttan üste doğru, S0 cm kalınlığın­
da kil, l.S mm kalınlığında yüksek yoğunluklu polietilen
(HDPE) jeomembran, tekrar 20 cm kil ve 20 cm kalınlığında
çakıl döşeli bir filtre yatağıyla kaplanmıştır. Bu şekilde proje­
lendirilen taban sızdırmazlık önlemleri DSİ tarafından onay­
lanmış ve DSİ’nin kontrolü altmda inşa edilmiştir.
Tabanda sızdırmazlığm sağlanması için kullanılan kil
astarın hidrolik iletkenliği (geçirgenliği) 7 X 10'^ cm/s 1.5 mm’
kalınlığındaki plastik astarın hidrolik iletkenliği ise en fazla 1 X
10" M cm/s dir. Bu durumda, kompozit sistemin eşdeğer hidro­
lik iletkenlik katsayısı 2.8 xl0~& cm/s olup, genelde "geçirim­

298
siz" sınır olarak kabul edilen 1 X 10"? cm/s değerinden yaklaşık
3.5 kat daha küçüktür (Ek 6).
Atık havuzunda Sağlık Bakanlığı (1997) içme suyu li­
mitleri açısından kritik olarak değerlendirilebilecek siyanür, ar­
senik ve antimonun yeraltısuyu kalitesine olası etkilerini belir­
lemek amacıyla bu proje kapsamında yapılan model çalışmaları,
en olumsuz koşulların birlikte oluştuğu varsayımlarla bile atık
havuzundan 1500 m uzaklıkta içme suyu kuyularının bulunduğu
yerde bu maddelerin konsantrasyonlarının 1000 yıl sonra dahi
Sağlık Bakanlığı içme suyu limitlerinin altında kalacağını gös­
termektedir.
Dolayısıyla, atık havuzu tabanında normal koşul­
larda oluşabilecek herhangi bir sızıntı sonucunda bile, yöre
halkı tarafından kullanılabilecek yeraltı suyu kalitesinin
içme ve kullanma açısından etkilenme riski bulunmamak­
tadır.
Bütün bunlara rağmen, bir sızdırma anında meydana
gelebilecek, olayların yaratabileceği çevresel riskler aşağıda ir­
delenmiştir (Ek 2, 3,4 ve 6).
INCO arıtma ve Ferrik Sülfat Sistemleri ile siyanür
siyanata ve metal iyonları da metal tuzlarına çevrilerek stabil
hale getirilmektedir. Siyanatların siyanüre geri dönüşümü
mümkün olmadığı için bir hidroliz olamayacaktır. Atık havuzu­
na siyanürün <1 mg/l olarak boşaltılması ve doğal bozunma
prosesi ile kısa sürede tamamen ayrışması ile serbest siyanürün
toksik etkisi ortadan kalkmaktadır.
Siyanürün yeraltısuyuna sızma ile karışması durumunda
(kil ve jeomembran katmanlarını geçmesi durumunda)
yeraltısuyunda oluşacak seyrelme ve akifer malzemesi tarafın­
dan tutulması ile siyanür konsantrasyonu etkisiz değerlerin al­
tında kalacaktır. Ayrıca, atık havuzu mansabında yer alan 6 adet
kuyuda yeraltısuyu kalitesinin sürekli izleniyor olması ve bu
kuyulara yerleştirilen pompa düzenekleri ile herhangi bir sızıntı

299
durumunda kuyulara ulaşan kirli suyun pompalanarak tutula­
bilmesi ek bir emniyet sağlamaktadır (Ek 6).
Bölgedeki toprağın yapısında bulunan ağır metallerin
yeraltı suyuna sızma yolu ile geçmesi sonucunda limit değerle­
rin üzerine çıkması söz konusu ise bu doğal çevrenin bir sonu­
cudur. Yapılan inceleme ve alman örneklerde yapılan ölçümler­
de ağır metallerin yeraltı suyunda içme suyu standartlarında ol­
ması gereken limitlerin altındadır. Atık havuzuna boşaltılan a-
tıkta toprağın doğal yapısında (cevherin) bulunan ağır metaller­
den başka bir metal ilavesi olmamaktadır.
Atık havuzundan sızma sonucu ağır metallerin yeraltı
suyuna geçmesi ile doğabilecek risk, pH'ın yüksek (alkali) ol­
ması ve kayaçlann alkali karakter göstermesi göz önüne alındı­
ğında, sızma anında sıvı ortamla taşınabilecek konsantrasyonlar
bakımından önemsiz görülmektedir. Başka bir bakış açısıyla,
cevher aynı ağır metal içeriğiyle bölgede doğal yapının bir par­
çası olarak, bulunmaktadır. Bu durumun doğal bir yeraltı suyu
kirliliği yaratmamış olması ayn bir güvencedir.
Cevher işlendiğinde çözünebilir metal içeriği, yüksek
pH ortamında stabil metal hidroksitler oluşturmaktadır. Dolayı­
sıyla, atık havuzunun sızmaya ilişkin emniyeti doğal yapıya
oranla çok daha fazladır (Ek 5).
Atık havuzundan yeraltı suyuna sızma ancak atık havu­
zunda pH'ın çeşitli nedenlerle düşmesi durumunda (fazla yağış
ile seyrelme gibi) metallerin çözünmesiyle önem kazanabilir.
Bu durum atık havuzunun etrafına kurulan kostik hattı ve içine
yerleştirilen pH probu ile kontrol edilmektedir.
Atık havuzu içinde pH>9,5 olacak şekilde kontrol üni-
tesince kontrol edilmesiyle çözünme önleneceğinden böyle bir
durumun yaratacağı çevresel riskten endişe edilmemesi gerekir
(Ek 2 ve 4).

300
4.10.3. Atık Havuzunun Floraya Etkisi
Bölgenin bir tarım üretim sahası olması dolayısıyla e-
konomik değeri olan meyve ve sebzelerin üretilmesi sırasında
havuz suyunun sızıntı ile tarım alanlarına ulaşması durumunda
dahi sulama ile ilgili bir kısıtlama olmaması dolayısıyla bir
problem teşkil etmemektedir.
Yukarıda bahsedilen riskler, incelendiğinde bölge flora
ve faunası bu risklerden önemli olarak etkilenmeyecektir
(Ek 7).

5. SONUÇLAR

Yukarıda özetlenen inceleme ve değerlendirmelerin ışı­


ğında,
□ İnceleme konusu tesiste, gelişmiş ülkelerde halen ça­
lışmakta olan benzeri altın madeni işletmelerinde olduğu gibi,
siyanür kullanımının bir çevre sorunu yaratmadığı, siyanürün
toprağa, suya ve havaya karışması olasılığının ihmal edilir dü­
zeyde olduğu ve bu olasılıkta her türlü canlıyı etkileme riskinin
kabul edilebilir düzeyin çok altında olduğu,
□ Atık havuzunun tamamen geçirimsiz ve sıfır deşaıj
prensibine göre tasarlanıp gerçekleştirilmiş olmasının, dünyada
kabul edilen en uygun teknoloji (Best Achievable Technology)
düzeyinin üstünde emniyet sağladığı, herhangi bir afet ve arıza
anında bu atık barajından oluşabilecek sızıntıların, prosesin tek­
nik özelliklerine ve atık barajındaki kimyasal dengeye göre su
kaynaklan, kullanım alanları, flora ve fauna üzerinde yaratabi­
lecekleri riskin (olumsuz etkinin) kabul edilebilir sınırların çok
altında kaldığı,
□ Tesisin güvenilirliğinin, işleticinin iyi niyetinden ya
da uygulanacak olan denetim sisteminden bağmışız olarak cev­
herin, kullanılan prosesin ve alınmış olan önlemlerin temel bir
sonucu olduğu,
hususundaki bilimsel veriler doğrultusunda,
(1) tlgili Danıştay kararında insan ve çevre sağlığını
tehdit ettiği öne sürülen risklerin tümüyle giderildiği ya da ka­
bul edilebilir limitlerin çok altına çekildiği,
(2) Tesisin mevcut özellikleri ile, gerek üretim teknolo­
jisi gerekse sağlanmış olan çevresel koşullar açısından dünyada
altın madenciliği için öngörülüp uygulanmakla olan en uygun
teknoloji düzeyini ya da daha iyisini yansıttığı,
(3) Bu şekilde inceleme konusu tesisin, ve aynı koşul­
larda benzerlerinin, çevre uyumlu ve duyarlı birer iktisadi faali­
yet olarak, işletmeye geçirilmelerinin, sürdürülebilir kalkınma
kavramı çerçevesinde ülkemiz menfaatleri açısından uygun ve
yararlı olacağı,
Ortak görüş ve kanaati gereği için saygıyla arz olunur.

•ıoı O f N affi G Ö R Ü R <TÜC*İTA*\ P ıo j* P ro f. P r M a h ir V A R D A R

T e m s ilc ik . Çövc-e U z m a m )

i"( Ol O f Oh.vıy T ÜN AY
ıC^v.oiî fcytrn
■i ;î O t A y k u t B A R K A
>Je',y.c*.fc!s.M«k v e U r irsin i)

P ro f i;;- H F tahsili Ü Ç «ŞIK


(Ç a v /O H u k u k u U z m a n s)
P ro f M *'hınr.'i C A N 8 A Z O Ğ I.U
i'C t ıv r e f H a z ır la m a u a r o a n ı)

H u.'f O , H««.v»ın Y A 7 k ' iÇ.iı.,


l > V ti f O SV O ’- Ojl UzmstA:)

302
Cumhuriyet Tarihçisi Dr. Necip Hablemitoğlu, Avrupa
Parlamentosunun A 4-0432/98 sayılı kararından sonra
AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle İl­
gilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu kn
rarın arkasındaki ülke ortaya çıktı. Almanya...Sonra
Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha
Dr. N E C İP pekçok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde Alman
H A B L E M İT O Ğ L U
Vakıfları ve örgütleriyle karşılaştı. Almanya'daki Türk-
leri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var
mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepscl aji-
tasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve
hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü
espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yöne
timlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve
kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde
"etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, şeriatçı
yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanına
lardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi
partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'ye, Atatürk ilke
ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı
olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim
karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan oyan
bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsil­
cisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil
Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmak
ta...Dr. Necip Hablemitoğlu, alanında ilk olan bu araş­
tırmasında Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini bel­
geleriyle gözler önüne seriyor.
Cumhuriyet Tarihçisi Dr. Necip Hablemitoğlu, Avrupa
Parlamentosunun A 4-0432/98 sayılı kararından sonra
AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle il
gilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu ka­
rarın arkasındaki ülke ortaya çıktı. Almanya...Sonra
Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha
Dr. NE Cİ P pekçok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde Alman
HABLEMİTOĞLU
Vakıfları ve örgütleriyle karşılaştı. Almanya'daki Tiirk-
leri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var
mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel aji-
tasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve
hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü
espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yöne­
timlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve
kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde
"etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, şeriatçı
yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanma­
lardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi
partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'ye, Atatürk ilke
ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı
olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim
karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan oyan
bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsil
cisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil
Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmak
ta...Dr. Necip Hablemitoğlu, alanında ilk olan bu araş
tırmasında Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini bel
gelel iyle gözler önüne seriyor.

You might also like