Dünya Tarihinde Afrika

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 2

1.

hafta: reflection paper


Günümüze kadar belki çoğu kişinin hayalinde Afrika kıtası ve Afrikalıların hayatı ve kültürü,
sömürülmüş taraf olmak, köle ticareti, hukuksuzluk, ithale bağlı ekonomiler, bedevi hayat ve
kabilecilikle kodlanmıştır, Afrika hakkında bu orandaki karanlık aslında köksüz ve sebepsiz de değil,
gerek ulusal gerekse de uluslararası literatürde bunun aksini ispatlayacak çalışmalar az görüldüğünü
söylemek yanlış olmayacaktır. Afrikanizm kurucularından ve öncülerinden olan Ali Mazru’nin
Afrika ülkelerini yakında ziyaret fırsatı ile film olarak yapımcılığını üstlendiği “The Africans: A
Triple Heritage” adlı eserinin kaleme alınmış halinde yazılı eserinde Afrika kıtasının etrafındaki
karanlığı aydınlatmakta zikre değer bir yapıt mesabesindedir. Soğuk savaş döneminden beri hatta
günümüze kadar denebilecek derecede araştırmacılar, tarihçiler ve ya akademisyenlerin hep iki
kutbun arasında karşılaştırma veya soğuk savaş sonrası dünyası tek kutuplu mu yoksa çok kutuplu
hal aldı mı gibi soruları konu edinmişlerdir. Neyse ki Ali Mazrui eserinde Afrika’nın farklı
ülkelerindeki Afrikalılar bile birbiri hakkında bilgi edinmek için Batı’nın kontrol ettiği internet
şebekeleri ile sağlanan web ağlarına başvurduklarına dikkatleri çeker ki, özellikle Westphalya barışı
sonrası dünya düzeninde hep Avrupa kentleri ile sözleşmelerin yazıldığı bir alemde bilginin de
Avrupa gözünden şekillendirilmesi ve normalleştirilmesi hiç şaşırtıcı değildir, bunun yanı sıra dünya
haritalarının bile hiç masun olmadığını ve Doğu ile Batı’nın bile Avrupa’nın doğusu ve Batısı
olduklarını bir kez daha gözlerimizin önüne sermektedir. Yazara göre ırki özellikler, iktidar ve
coğrafi bölge olarak olmak üzere Afrika’nın 3 farklı tanımı yapılmıştır. Avrupa merkezli inşa edilmiş
bilgilere meydan okuma olarak yazar ayrıca Helenik imparatorluğun öncesine kadar Avrupa’nın
Afrika’nın bir parçası olduğuna fakat Kızıl Deniz ile ayrıldığının kabul edilmediğine ışık
tutmaktadır. Kitabın önceki bölümlerinde de Batı’nın kurumlarının çöküşünün kıtadaki ve Afrikalı
insanın üzerindeki avantaj ve dezavantajlarına değinmektedir. Örneğin Avrupa sömürgeciliğinin bir
yandan kıtanın kaynaklarını tüketmişken ve yerli işgücünü köle olarak istihdam etmişken,
hissettirdiği öfke ile farklı ülkelerde Afrikalıların arasında ortak geçmiş ve paylaşılabilir pan-
Afrikanist milliyetçiliğini ve aidiyet hissini hediye etmiş oldu, çünkü yozlaşmış yönetimleri eski
kimliklerine başvurmaya halkları tarafından zorlanmış bulunuyorlardı.

Diğer yandan bu çöküşün öncesi ve sonrası Afrika arasındaki çelişkiyi ayrı bölümde ele almaktadır.

İlk çelişki, sömürgecilik öncesi devletsiz toplumlar sömürgecilik sonrası ulus devlet halinde
örgütlenmiş fakat yine birbirine alternatif olan iki seçenek ile karşı karşıya kaldılar, bu iki seçenek

Özelleştirilmiş devlet ve militarist devlet.


Buna karşın Batı’nın kıtaya ithal etmeye çalıştığı gerek ekonomik gerekse de siyasal kurumların ne
kadar geçici ve basit sınırda kaldığı noktası Afrikalı insanın üzerindeki etkisi ile belirginleşmiştir.

Bir yandan bir halkın işgalci tarafından ne kadar ele geçirildiğini test etmek için o ülkenin tüketim
tercihleri değil de, o ülkenin kaynaklarını yeni kültür kalıplara kanalize edilip edilmediğine bakmak
daha doğrudur ve Ali Mazrui Afrikalı insanın üretim biçimlerinin tüketim tercihleri kadar hızlıca
etkilenmediğine ilgi çekmeyi başarmıştır. Fakat öyle de çöküşün kötü yanı da, çöküşle bozulan
ulaşım şebekesi İslam’ın hiç ulaşmadığı bölgelere tacirler ya da turistler masum misyonerliği ile
aktarılmasının ve Batı’nın ahlaki çelişkisi ve Hristiyanlığın öğretilerine batmaktan kurtulmasının
önünde engel teşkil ettiğine düşünen yazar Afrikalı insanın bu ekonomik sistemden uzak kaldıkça
eski kimliğine ve geçmişine kavuşmasının kolaylaştığı ve böylelikle uyanmasının sağlandığı
noktasında durmakta.

Özetlemek gerekirse, Afrika’da Batı ve Hristiyan dünyanın Afrika kıtasında koloniler


imparatorluğunu kısa süreliğine de olsa başarmış olsa da, aslında yerel halkın uyanışına ve özünü
inkar etmediğinin gerçeğinin yüze çıkmasına kadar sadece faydalı vesile rolünü alabilmiştir, hem de
kıtaya teknolojiyi transfer etmiş oldu. Hukuki sistemde ise Batı’nın ahlak paradoksu karşısında İslam
hukukuna yeniden sığınıldığı ve daha güçlü bir şekilde tutunulduğu gerçeği ortadadır.

Diğer tabir ile ve diyalektik kimlik yaklaşımı ile bakacak olursak, (hele ki bu yaklaşım uluslararası
ilişkilerde kavramların ve aktörlerin kimliklerinin zıttı üzerinden anlam kazandığını savunan
yaklaşımdır) Afrika da dahil Orta Doğu coğrafyasındaki milliyetçilik Batı düşmanlığı üzerine kurulu
olduğunu demek yanlış sayılmaz, nasıl Batı milliyetçiliğinin 11 Eylül saldırıları sonrası İslamofobi
dünyası adını verdiği yeni düzenle güçlendiyse.

SARA HALİL

You might also like