Professional Documents
Culture Documents
Mir - Az Ryu Murakami Yok Yere Mir - Az
Mir - Az Ryu Murakami Yok Yere Mir - Az
Mir - Az Ryu Murakami Yok Yere Mir - Az
YOK YERE—
AS
Türkçe yayın haklan: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık T'c'
Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tie. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No I Kat
Ryu Murakami
/V / z
■
K DOÖAN
KİTAP
Birinci bölüm
cek bir yer bulmak bile imkânsız. Toyota Rental yazılı tabe
lası ve aralık rüzgârıyla dalgalanan naylon bayraklarıyla
prefabrik ofis, dar bir alana iyice sıkıştırılmış arabaların ara
sında hemen hemen kaybolmuştu. Hatchback ve sedanIar da
tozla kaplanmıştı. Böyle bir arabayı kiralamaktansa yürü
mek daha iyi, diye düşündüm. Frank ceketinin yakalarını
kaldırmış, iki elini pantolonunun ceplerine sokmuştu. Pavyo
nunun verdiği sıcaklık kaybolunca, paltosu ve atkısı olmadı
ğı için burnunun ucu kızarmıştı, üşüyor gibiydi. Oto kirala
ma şirketinin yanından geçen Frank’a bakarken bir anda ir
kildim. Çünkü yüzünde yalnızlık yüklü bir şeyler vardı.
Amerikalıların tümü bir şekilde yalnızlık hissi uyandırır.
Göçmen çocukları olmalarından başka bir neden düşünemi
yorum. Ama Frank bir şekilde farklıydı. Giyisilerinin ucuz
durması bir yana, duruşu da pek silikti. Boyu 1.72’lik benim
boyumdan az da olsa kısaydı ve saçlan seyrek, toplucaydı,
yüzü de yaşlı gösteriyordu. Ama sadece bunlar değil. Ne ol
duğunu tam olarak bilemiyorum ama, Frank’ta yanlış olan
bir şeyler hissediyordum. Ve oraya geldiğimizde, nihayet bir
şeyin farkına varıp, yürürken tüm tüylerim diken diken oldu.
Orası, liseli kızın cesedinin bulunduğu çöp toplama yeriydi.
Tedbir olarak bir polis bırakılmış, güvenlik kordonu ile çev
relenmişti. Sürekli aklıma takılan şey ile oto kiralama şirke
tinin önünden geçerken irkilmeme neden olan şey içimde tek
bir bütün haline geldi. Öncelikle, bu sabah okuduğum gazete
makalesi. Öldürülen liseli kızın cüzdanından para çalınmış
tı. Frank’ın pavyonda çıkarttığı kan bulaşmış on bin yenlik
banknot. Üstelik Frank, Toyota yedek parçaları ithal ettiğini
söylemiş, buna rağmen, az önce sıra sıra dizili Toyotalara hiç
ilgi göstermemişti.
Bunların hepsi tamamen tesadüf, dedim kendi kendime,
ama nedense Frank’la ilgili şüphelerim bir türlü kaybolma
dı. Sakin ol, diye bağırdım içimden. Kan benzeri bir lekesi
31
te, öylesi bir sıcağı ömrüm boyunca bir daha hiç yaşamadım.
Yazın oynanan beyzbol kadar sıcak bir şey yok, yazın oyna
nan beyzbolden daha çok özlediğim bir şey yok.”
Farkına vardığımda bunları anlatmaya başlamıştım bile.
Bunları konuşmak zevk veriyordu. Present perfect tense'in
karşılaştırma kalıbını sorunsuzca kullanmıştım.
“Kenci, sen de mi beyzbol oynadın?” dedi Frank, pek sevin
memiş gibiydi.
“Evet oynamıştım.”
Böyle yanıtlayabilmek beni mutlu etmişti. Bu yanıtla bir
likte, Frank’ın benim gibi bir Japon’un asla anlayamayacağı
bir aile ortamında yaşadığını düşündüm. Amerika’da boşan
ma oranı yüksektir; yaklaşık yüzde 50’lere ulaşıyor, diye sık
sık yazar dergiler, ama bu yazıları okuyarak gerçek durumu
kavrayabilmek olanaksız. “Aa, öyle mi?” der geçiştiririz. Şim
diye kadar yaklaşık iki yüz Amerikalıya gece rehberliği yap
tım. Tam iki gece boyunca birlikte olup, ayrılma zamanı gel
diğinde sarhoş olarak çocukluğunu anlatmaya başlayan müş
terilerin sayısı hiç de az değil. Hoşuna giden bir kadınla, is
tediği gibi seks yapamayanlarda bunları anlatma eğilimi ol
dukça yüksek. İyi de, yabancı bir ülkeye gelip sadece iki üç
gün içinde hoşlanacağı bir kadın bulup seks yapma olasılığı
hemen hiç yok, ama müşterilerimin çoğunun Tokyo gecele
rinde dolaştıktan sonra, sarhoş ve yorgun bir halde yalnızlık
larını bana açtıklarını düşünüyorum. Ortaokul ikinci sınıfta
babam öldüğü için onların anlattığı yitirme duygusunu yan
yanya kavrayabiliyorum. Sözgelimi şöyle anlatıyorlar. “Ba
bam eve gelmemeye başladıktan sonraki Noel’de tanımadı
ğım bir adam evimizdeydi ve annem bundan sonra senin ba
ban bu adam olacak dedi. Altı yaşındaydım ve durumu ka
bullenmekten başka çarem yoktu; kabullenmem de uzun za
man aldı, iki üç yıl gibi bir süre. Zamanla adam beni dövme
ye başladı, benim memleketim Kuzey Carolina’da, o yıl çıkan
39
suyu ve enerji içeceği var ki? Üreticiler bunca çeşit olunca na
sıl kâr ediyor?” gibi sorulara hâlâ cevap veremiyorum. Ame
rikalıların bu tür şeyleri neden merak ettiğini de anlamamış
tım başlangıçta. Bu ülkede, yabancılar baktığında anormal
gelecek bir sürü şey var ve bunların çoğunu açıklayamıyo
rum. “Japonya dünyanın sayılı zengin ülkelerinden biri ol
masına rağmen, neden aşırı çalışmaktan ölenler oluyor? Fa
kir Asya ülkelerinde olsa anlarım ama, böylesine zengin Ja
ponya’da liseli kızlar neden fuhuşa yöneliyor? Ailenin mutlu
luğu için çalışmak dünyanın her yerinde aynıdır, ama Japon
ya’da babanın tek başına başka bir şehire çalışmaya gitmesi
âdetine neden kimse ses çıkarmıyor?” Açıklayamamam aptal
olmamdan kaynaklanmıyor. Böyle şeyler ne televizyonlarda
ele alınıyor, ne de gazetelerde yazıyor. Bu ülkede insanlar
neden aşırı çalışmaktan ölüyor, diğerlerine anormal gelen
başka şehirde çalışma âdeti bize neden normal geliyor ve ne
den kimse anlatmıyor bunları bize.
Frank, hareketsizce idman sahasına bakıyordu. Kesin bir
iki atış yapmak istiyordur, dedim. “Ne dersin, biraz takılalım
mı?” deyince, şaşırarak belli belirsiz onayladı.
Birinci kat oyun merkeziydi. Demir merdivenleri tırmanıp
ikinci kata çıkınca floresanlarla aydınlatılmış tuhaf bir yere
ulaştık. “Dikkat! Makineleri Kullanmayanlar Vuruş Alanına
Giremez!” yazılı levha demir çubukların ortalarında bir yere
asılmıştı. Toplam yedi vuruş alanı vardı ve her birinde gelen
topun hızı farklıydı. Sol kıyıdaki en hızlı makine 135 km sü
rate ulaşan toplar gönderiyordu ve seksen km hıza ulaşan
sağ kıyıdaki makine en yavaş olanıydı. Topa vuracak olan
müşterilerden başkası vuruş alanına giremezdi. Bizden baş
ka oynayanlar da vardı. Sarhoş bir çift ve sessiz sedasız to
pa vuran eşofman giymiş bir genç adam. Çiftin olduğu yerde
adam topa vuruyor, çubukların dışında kadın tezahürat ya
pıyordu. “Haydi bastır, saha dışına uçur!”'diye, kadın her top
45
bir fırt çekti. Evsizin sağ elinde tuttuğu plastik kap içerisinde-
ki sıva şüphesiz içkiydi. Kokusu bulunduğum yere kadar ulaşı
yordu. Evsizin vücudundan da farklı bir koku yayılıyordu.
“Burada mı yaşıyor, acaba?” dedi Frank, tabureye oturup
evsize bakarak.
“Yaşıyor denemez.”
Hava soğuktu. Birkaç vuruş yapmak istiyordum ama, pa
rayı Frank’tan almamı zorlaştıracak bir hava oluşmuştu.
Beyzbolü sevmiyor değilim ve bir seferlik parayı, herhalde üç
yüz yendi, kendim ödeyebilirim ama, oynamak istemiyor
dum. Yürümek istemediğim de doğru, ama gözetleme evinin
bekleme salonunda, Frank kardeşleriyle beyzbol oynadığını
anlattığı için getirmiştim onu buraya. İşimin bir parçasıydı.
Polaroid fotoğraf için verdiğim üç yüz yeni de henüz alma
mıştım. Miktar önemli değil, ama rehberlik yaparken doğa
cak her türlü masrafı müşterinin karşılaması gerektiğini erf
başta söylememe rağmen, böyle arkadaşlık havasının oluş
ması sıkıntılı bir durumdu. Bozuk para atmasını söyleyeme-
memin nedeni belki de yorgunluğumdan kaynaklanıyordu.
Tuhaf bir şekilde yorulmuştum.
“O bir evsiz, değil mi?”
“Evet, öyle.”
Bu kadar soğuk bir yerde sohbet etmeye halim yok; hem
üşütecek gibiyim. İkimizin arkasında bir binanın park yeri
vardı ve çubukların arasından aşk otellerinin neon ışıklan
görülüyordu. Frank’ın burnu soğuktan kızarmış, tabureye
öylesine yayılmıştı ki, kıpırdayacak gibi görünmüyordu. Be
lirli bir hızla içkisine devam eden evsize bakıyordu.
“Neden binleri bunu buradan kovmuyor?”
“Üşeniyorlardır.”
“İstasyonlar ve parklarda da çok evsiz vardı. Japonya’da
bu kadar evsiz olduğunu bilmiyordum. Japonya’da evsizlere
saldıran genç tipler var mı?”
47
rum. Arada sırada kısa bir süre için eve gelip, sonra tekrar
Malezya’ya dönerken babam sevinçli olurdu. “Orada kendine
bir kadın buldu da ondan” derdi annem, ama tek nedenin bu
olmadığım düşünüyorum. Bir kadın ya da işini sevmesi, her
ne olursa olsun, Malezya’da babamı mutlu eden bir şeyler
vardı. Onu özlerdim ama, bavulunu alıp “Haydi görüşürüz”
derkenki halini de severdim. Bir gün gelecek, ben de böyle
“Haydi görüşürüz” diyerek bir yerlere gideceğim diye düşün
müşümdür hep.
On dördüncü topta var gücümle bir kepçeleme yaptım.
Top dik bir açıyla giderken, Frank’ın “No!” deyişini duydum.
“Hadi!” diye bağırmıştım ama top saha dışı atış işaretinin
bir metre altında ağa çarptı. Bu atış benim ulaşabildiğim
zirveydi. Bir şeyler yapmazsam bu akşamki kazancım uçup
gidecek telaşıyla, işareti hedefleyen kepçeleme pozisyonunu
alıp vücudumu kıvırırken dengemi sağlayamadığım için top
ların hepsi boşa gitti. On yedinci topu ıskaladığımda,
Frank’ın ağzını kapatarak bastırmaya çalıştığı boğuk gülme
sesini duyunca iyice kızıp sonraki üç topu ileriye gönderme
yi bile beceremedim.
“Az kalmıştı. Kaç kez işim bitti sandım” dedi Frank özür
dileyen bir yüz ifadesiyle. Bir şeyler yapmam gerektiğini dü
şündüm. Bu tipin beni bedavaya kullanmasını istemiyor
dum. Kafesten çıkıp ceketimi giyerken, beyzbol sopasını
Frank’a uzatarak “Senin sıran” dedim.
Frank sopayı almak için hareketlenmeksizin, “Bu ne anla
ma geliyor şimdi?” diyerek anlamazdan gelmeye çalıştı.
“Şimdi de senin sıran. Şartlar aynı.”
“Biraz dur bakalım. Öyle bir şey konuşmadık ki!”
“Sen de beyzbol oynamıştın, değil mi? Ben oynadım, vuruş
sırası sende.”
“Az önce söylediğim gibi, yorgunum ve sopa sallamaya me
calim yok.”
54
30 aralık 1996.
Öğlene doğru uyandım ve ilk iş olarak gazete okudum. Li
seli kızın öldürülmesi olayının ayrıntılarını yazıyordu.
lar” gibi bir cevap verebilirdim, ama elbette tatmin edici ol
mazdı. Ne şekilde açıklarsanız açıklayın, yabancıların anla
yamayacağı bir sürü şey bu ülkede normal bir şeymiş gibi
kabul görüyor.
“Gezmeye çıkalım mı?”
Cun’un teklifi üzerine dışarı çıkmaya karar verdik.
“Bu ne ya?” Evden çıktığımız anda Cun tuhaf bir şey bul
du. Kapının dış yüzüne yapıştırılmıştı. Bir pulun yansı ka
dar, yırtılmış kâğıda benzeyen bir şeydi. Bana sanki insan
derisi gibi gelmişti.
“Kenci, o ne?” diye tekrar sorunca, “Bir şeylerden yırtılmış
bir parça” dedim, o şeye bakarak. “Yok, bilemiyorum” diyerek
parmaklanmm arasına kıstırdım. “Rüzgârda uçup, yapışıp
kalmış olabilir.”
İğrenç bir histi ona dokunmak. Metal kapıya zamkla ya
pıştırılmış gibiydi, alırken tırnaklanmla kazımam gerekti.
Aldıktan sonra da siyah bir leke kaldı. O şeyi merdiven boş
luğundan aşağıya attım. İğrenmiştim ama Cun’a fark ettir-
memeye çalıştım.
“Acaba ben geldiğimde de var mıydı? Hiç farkına varma
dım” dedi Cun merdivenlerden inerken. İnsan derisi oldu
ğundan emindim, oraya getirip yapıştıranın da Frank oldu
ğundan. Kimin derişiydi acaba? Liseli kızın da olabilir, evsiz
den de. Belki de henüz bulunmamış, başka bir cesetten kopa
rılmıştır. Aklım karışmış, içim daralmıştı.
“Kenci” dedi Cun, merdivenlerde durarak, “betin benzin
atmış.”
Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyor, ama hiçbir sözcük
bulamıyordum.
“İstersen geri dönelim. Zaten rüzgâr da çok sertmiş.” Cun
kolumu hafifçe yokluyordu.
‘Yok” dedim, “yok, hadi devam edelim.”
72
“Yok, bir şey olmadı, aslında şimdi beraberiz. Her şey yo
lunda.”
“Ah, birlikte mi çıkmıştınız? Rahatsız ettim, kusura bakma.”
“Rahatsız olmadım. Telefon etmene sevindim, dün ayrılır
ken pek iyi görünmüyordun.”
“Şimdi iyiyim. Dün gerçekten başına bela oldum. Bugün
beynimin mükemmel bir şekilde işlediğini, eski haline dön
düğünü hissediyorum. Mükemmel. Yeni hücrelerin doğuşu
nu hissedebiliyorum. Akşamı iple çekeceğim. İşte bu akşam,
seks yapılacak bir akşam.”
“Frank, mümkünse Hilton’daki oda numaranı söyler mi
sin? Acil bir şey olursa seni aramam gerekebilir.”
“Acil durum ne olabilir ki?”
“Somut bir durum yok ama, buluşma yerimizi şaşırabili
rim, bir şey çıkar geç kalabilirim. O yüzden oda numaranı
bilmem iyi olur.”
“Ha, orası öyle de, aslında daha giriş yapmadım otele. Re
zervasyon yaptırdım, eşyalarımı emanete bıraktım. Oda ha
zır değilmiş.”
“Oda numaran belli olduğunda telefon edersin o zaman.”
“Elbette, ama bütün gün dışarıda olacağım, belki araya-
mayabilirim. Telefon edebilir miyim, bilemiyorum.”
“Ben otele telefon edip öğreneyim mi?”
‘Ya, o olmaz işte. Ben otelde farklı bir isimde kalıyorum.
Yani Frank adıyla değil. Anlarsın işte, kötü eğlencelere dala
cağım için gerçek adımı kullanmak istemedim. Dün geceki
beyzbol idman sahasının önünde buluşalım mı?”
“Anlayamadım, ne dedin?” diyerek sorusunu soruyla ce
vapladım.
“İşte, şu sahanın önünde. Orası ikinci kattaydı ya, birinci
katında da oyun merkezi vardı hani, oradaki ortam benim
hoşuma gitti.”
“Frank, ben şimdiye kadar hiç o tür yerlerde insanlarla bu
80
2. Hile, (yay.n.)
rofon tuttuğu elini küçük bir alan içinde hızlı hızlı oynatma
ya başladı. Heyecanlanmıştı, hınzır bir kedi gibiydi. Mikro
fon hâlâ açıktı, koltuğun yüzüne sürtündükçe çıkan ses barın
içinde yankılandı. Kaçmaya çalışıyordu herhalde, vücudu bi
lincinden bağımsız hareket ediyordu. Bacakları, eklem yerle
ri dışarı fırlayacakmış gibi gergindi, ama ayaklarını yerden
kaldıramıyordu. Yüzüne ve başına fazlasıyla güç verdiği için
omuzları da ince ince titriyordu. Bilinci ve kaslan birleştiren
sinirler kesilmiş, vücudunun her yeri farklı hareket ediyor
du. Ben de aynı durumdaydım. Duyma ve görme duyularım
tuhaflaşmıştı. Üç numaradaki kadının söylediği Amuro kara-
okesi hâlâ çalmaya devam ediyordu, ama kendi kulaklarım
la duyduğumdan şüpheliydim. Frank önüne geldiğinde, krem
rengi eteğinin altından şiddetle işemeye başladı kadın. Sıvı
zeminde dağıldı, kadının gerginliği sona erdi. Ayakkabılarını
çıkarttı, omuzlarını düşürdü, yüzü sanki gülüyormuş gibi bir
ifadeye büründü. Hemen sonra, Frank kadını saçından yaka
ladı ve bıçağı göğsüne sapladı. Küçük bir böcek otların ara
sından uçup havalanırmış gibi, kadının gülen yüzünden bir
şeylerin uçup gittiğini ayrımsadım. O an, beş numaradaki
kadın aniden çığlık atmaya başladı. Üç numaradaki kadın öl
dürüldüğü için değil de, sürekli kapalı duran düğmesini ani
den açmışlar gibiydi. Frank, önce üç numaralı kadımn göğ
sünden bıçağı çekip çıkardı, sonra da mikrofonu kopartmaya
uğraştı. Ama kadının eli kaskatı kesilmişti, mikrofonu tutan
parmakları gevşemiyordu. Kadının mikrofonu saran par
maklan yumuşatıcıya atılmış gibi beyazlaşmıştı. Frank üç
numaralı kadını tekrar saçlarından yakalayıp işaretparma-
ğını gözüne soktu. Ses benim olduğum yere kadar geldi ve ay
nı anda kadının parmakları mikrofonu bıraktı. Üç numaralı
kadının gözünden o ana kadar hiç görmediğim türden bir sı
vı akmaya başladı. Kırmızı benek gibi kabarcıkları olan pü
tür pütür şeffaf bir pelte. Frank, mikrofonu getirip çığlıklar
118
9. Kan. (yay.n.)
“Benim gibi insanlar zararlı, ben virüs gibi bir şeyim. İn
sanın hastalanmasına neden olan virüsler gerçekte çok az
dır, onlar dışında bir sürü virüs vardır. Onların işlevini kısa
ca özetlersek, mutasyona yardımcı olup canlıların çeşitlen
mesini sağlarlar. Virüslerle ilgili de çok kitap okudum. Uyku
saatinin azalması, daha fazla kitap okumanı sağlar. Eğer
yeryüzünde virüsler olmasaydı, sanırım insanoğlu ortaya çı
kamazdı. Virüsler arasında, genlerimize karışıp, doğrudan
etkiyle gen haritamızı değiştirebilecek olanları da vardır.
AIDS’e neden olan HIV virüsünün, insanoğlunun gelecekte
varlığını sürdürmesi için mutlaka gerekli gen bilgilerini de
ğiştirmediğini kimse söyleyemez. Ben istençli olarak cinayet
işleyip, başka insanlarda şok etkisi yaparak düşünmelerini
sağlıyor ve bu dünya için gerekli olduğumu düşünüyorum.
Ama şunlar farklı işte” diyerek evsizlere baktı. Evsizler, mu
kavva kutunun üstünde kımıldamadan duruyorlardı. Köprü
nün üzerindeki kalabalık da artmaya başlamıştı, ama evsiz
lerin yanına kimse yaklaşmıyordu.
“Bu tipler yaşama isteklerinden vazgeçmiş değil, diğer in
sanlarla iletişimden vazgeçmişler. Yoksul ülkelerde mülteci
ler olur ama evsizler olmaz. Aslında bu evsizler en rahat ya
şayanlardır. Toplumsal yaşamı reddediyorlarsa başka bir
yerlere gitmeleri, bazı risklere katlanmaları gerekir. En
azından ben şimdiye kadar hep Öyle yaptım. Bunlar suç bile
işleyemezler. Dejenere olmuşlar. Ben işte böyle dejenere ol
muş insanları öldürüyorum.”
Frank bu sözleri İngilizce düzeyime uygun bir şekilde, ola
bildiğince yavaş söylemişti. İkna ediciydi ama zihnimin bir
yerlerinde takılıp kalıyordu. “Öldürdüğün liseli kız da deje
nere mi olmuştu?” diye sormak istiyordum ama buna gücüm
yoktu.
Bakışlarını evsizlerden Sumida Nehri Terası’na çeviren
Frank “Geldi işte” deyince, bir an irkildim. Cun’un parka ge-
188
diğin için teşekkür ederim. Tamam artık, ben başka bir yer
de tek başıma çanları dinlerim” diyerek çenesiyle Cun’u işa
ret etti. Uyurgezer gibi Frank’ın yanından ayrılırken, aniden
omzuma yapıştı. “Az kalsın hediyeni unutuyordum” diyerek
bana bir zarf uzattı.
“Benim için çok önemli, paradan çok daha önemli bir şey.
Kabul eder misin?” Zarfı verirken, Frank geride yapamadığı
bir şey kaldığını söyledi. “Birlikte miso çorbası içmek ister
dim, ama artık görüşemeyeceğimize göre olanaksız.”
“Miso çorbası mı?”
“Evet. Merak etmiştim. Eskiden Colorado’daki küçük bir
suşi restoranında içmiştim. Tuhaf bir çorbaydı. Kokusu falan
işte, tuhaf bir şeydi. Onun için içmemiştim. Ama ilginç bir
çorba olduğunu düşünmüştüm. Öncelikle rengi tuhaf bir
kahverengi, bir de insan teri gibi kokuyor. Onun için, rafine
edilmiş seçkin bir havası vardı sanki. Bu çorbayı içen insan
ların yaşadığı ülkeyi görmek isteğiyle geldim Japonya’ya. Ya
zık oldu, birlikte içmek isterdim.”
Amerika’ya dönüp dönmeyeceğini sordum. “Hayır, hemen
dönmüyorum” diye yanıtladı. “Öyleyse istediğin her yerde mi
so çorbası içebilirsin” dedim. Miso çorbası bütün restoranlarda
vardır, marketlerde de satılır. “Hayır gerekmez” dedi gülümse
yerek. Normal bir gülümseme değildi, yüzünün bir yerleri bo
zulmuş ve gülümsemeye benzer bir ifade belirmişti sanki.
“Artık içmeme gerek yok. Miso çorbasının içindeyim artık.
Colorado’daki restoranda gördüğüm miso çorbasının içine ne
olduğu anlaşılmayan şeyler de karıştırılmıştı. Sebze dilimle
ri falan işte. O zaman küçük çöp parçalarından başka bir şey
ifade etmemişti, ama şimdi tıpkı o sebze dilimleri gibi, deva
sa bir miso çorbası içine karıştırılmış gibiyim. O yüzden ye
terince tatmin edici.”
Tokalaşarak ayrıldıktan sonra, tüm vücudum gerilmiş bir
halde Cun’un beklediği köprünün altındaki parka gittim.
190
Cun banka oturmuş, kafası karışmış bir yüz ifadesiyle bir ba
na, bir Frank’a bakıyordu. Coya Çanları henüz başlamamış
tı. Konuştuğumuzdan farklı davrandığım için ne yapacağını
şaşırmış bir haldeydi. Parmağıyla köprüyü gösterdi. Dönüp
baktığımda Frank ortalarda yoktu. Cun nereye gittiğini göre
mediğini ifade ediyordu başıyla.
Sokak lambasının altında zarfı açtım. Zarfın yüzünde ilk
gün oyun merkezinde çektiğimiz yedi fotoğraf vardı. Henüz
hiçbir şey bilmeyen, rahatsızlık ifadesi okunan yüzüm ile
Frank’m ifadesiz yüzü. Zarfın içinde griye çalan kirli bir kuş
tüyü vardı. “O ne?” diye sordu yanıma sokulan Cun.
“Kuğu tüyü” diye yanıtladım.