Mir - Az Ryu Murakami Yok Yere Mir - Az

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 187

r-

YOK YERE—

Orijinal adı: In The Miso Soup


© Ryu Murakami. 1997
Yazan: Ryu Murakami
Japonca aslından çeviren: Hüseyin Can Erkin

AS
Türkçe yayın haklan: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık T'c'

1. baskı / eylül 2007 / ISBN 978-975-991-414-1

Kapak tasarımı: Bahar Giray


Baskı: Şefik Matbaası / Marmara Sanayi Sitesi
M Blok No: 291 İkitelli - İSTANBUL

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tie. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No I Kat

10, 34360 Şişli - İSTANBUL


Tel. (212) 246 52 07 / 542 Faks (212) 246 44 44
www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr
Yok Yere...

Ryu Murakami
/V / z

Çeviren: Hüseyin Can Erkin

K DOÖAN
KİTAP
Birinci bölüm

Benim adım Kenci. Bendeniz Kenci. Ben Kenci’yim. Bana


Kenci derler, şekerim. Japoncada bu kadar çok ifade türü ol­
masının nedeni ne acaba, diye düşünerek, o Amerikalıya
“May neym iz Kenci” dedim. Amerikalı “Oo, Kenci sen misin?”
diye abartılı hareketlerle sevindiğini gösterdi. “Memnun ol­
dum” diyerek şişman Amerikalı turistle tokalaştım. Seibu
Şincuku İstasyonu’nun hemen yakınındaki, yabancı ülkelerde
olsa iki, bilemediniz üç yıldızlı sınıfına sokulacak bir oteldi.
İşte Frank’la tarihi karşılaşmam böyle oldu.

Yirmi yaşıma henüz girdim, İngilizceyi mükemmel konuş­


tuğumu söyleyemem ama yabancı turistlerin rehberliğini ya­
pıyorum. Genelde yetişkin eğlencesi türünden gezilerin reh­
berliğini yaptığım için işim mükemmel bir İngilizce gerektir­
miyor. AIDS vakalarından beri yabancılar eğlence yerlerinde
pek hoş karşılanmıyor, hatta açıkça soğuk davranılıyor. Yine
de eğlenmek isteyen çok yabancı oluyor. O tipleri, güvenilir
gazinolara, sauna ve cinsel masaj salonlarına, sado-mazo ku­
lüplerine veya genelevlere götürüp rehberlik ücretimi alıyo­
rum. Birilerinin emrinde çalışmıyorum, bir bürom da yok.
Yabancılara yönelik gezi dergilerine basit reklamlar vermek
yoluyla, Meguro semtindeki şık bir apartman dairesinde otu­
rabilecek, arada sırada kızlarla akşam yemeği yiyip müzik
dinleyecek, istediğim kitabı okuyabilecek kadar kazamyo-
8

rum. Ancak, Şizuoka’da küçük bir konfeksiyon mağazası iş­


leten annem dersancye gittiğimi zannediyor. Bab ım öldü­
ğünde ortaokul ikinci sınıftaydım, beni annem yetiştirdi. Li­
sedeki arkadaşlarımdan bazıları hiç utanmadan annelerim
döverlerdi, ama ben öyle bir şey yapmadım. Anneme minnet­
tarım, ama üniversiteye gitmeye niyetim yok. Fen bilimleri
alanında bir işe girebilmek için aldığım eğitim çok yetersiz,
sosyal bilimlerden çıkınca da, bir yerlerde emir kulu olarak
çalışmaktan başka çare yok. O kadar kolay olmayacağını bi­
liyorum, ama para biriktirip bir yolunu bularak Amerika’ya
gideceğim.

“Bay Kenci’nin bürosu mu? Ben Amerika Birleşik Devlet­


lerinden bir turistim. Adım Frank.”
Geçen yıl 29 aralık günü, öğleye doğru o telefon geldiğin­
de, gazetede öldürülen liseli kız öğrenciyle ilgili haberi oku­
yordum. Elleri, ayakları ve kafası kesilmiş, Kabukiço’da çöp­
lüğe atılmıştı. Birkaç kişilik arkadaş grubuyla Şincuku mer­
kezinde çalışan kız, göze batıyormuş ve Okubo yakınlarında­
ki seks otelleri semtinde oldukça ünlüymüş. Şimdilik görgü
tanığı olmadığından soruşturmanın ilerlemesi mümkün ol­
mayabilirmiş. Maktul için iyi bir ifade değil ama, bu olay sa­
yesinde yetişkinlerle eğlenmenin böyle korkunç sonuçları
olabileceğini başka liseli kızlar da anlamış olsa gerekmiş.
Maktulün arkadaşları kızlar ağız birliği ederek bir daha fu-
huşa bulaşmayacaklarını söylüyorlarmış. Haberde işte böyle
şeyler yazıyordu.
“Evet öyle. Frank, nasılsın?” Gazeteyi masanın üstüne bı­
rakıp her zaman yaptığım gibi yanıtladım.
“Her şey yolunda. Ben rehberliğinizi rica edecektim. Ya­
bancılar için hazırlanmış bir dergi okuyordum, numaranızı
oradan aldım.”
“Pembe Tokyo Rehberi mi?”
9

“İşte o, nasıl anladın?”


“Nasıl mı? Büronun ilanı o dergiden başka bir yerde yok.”
“Ha, öyle mi? Tamam, peki bu akşamdan itibaren bana üç
Ogün rehberlik eder misin?”
“Frank, tek başına mısın, yoksa bir grubun mu var?”
“Tek başınayım. Sadece gruplara mı rehberlik yapıyor­
sun?”
“Öyle bir kural yok ama oldukça pahalıya patlar. Saat al­
tıdan dokuza kadar olan üç saat için on bin yen, saat dokuz­
dan on ikiye kadar olan üç saat için yirmi bin yen, saat on iki­
yi geçince her saat için on bin yen alırım. Vergi eklenmez
ama, birlikte yemek yiyecek, bir şeyler içecek olursak benim
paramı da senin ödemen gerekir.”
“Tamam, sorun değil. Saat dokuz ile on iki arasındaki di­
lim için, bu akşamdan itibaren rica ediyorum, olur mu, üç
gün?”
Üç gün söz konusuydu ve bu durumda yılbaşına kadar sü­
recekti ve tek bir sorunum vardı, kız arkadaşım Cun. Noel
gecesini birlikte geçirme sözümü tutmamış, sonra da görüşe-
memiştim. Yılın son anlarında geri sayım yapılırken mutla­
ka yanında olacağım diye yemin etmiştim. Cun, yetişkinlere
pek bulaşmayan bir lise öğrencisiydi, ama bir kızarsa yanına
yaklaşılmazdı. Ne ki işe ihtiyacım vardı. Bu işe başlayalı
yaklaşık iki yıl olmuştu ama, hedeflediğim parayı henüz bi-
riktirememiştim. Yılbaşı akşamı bir bahane uydurur, işi er­
ken bırakırım düşüncesiyle Frank’a olur dedim.
“Olur, dokuza on kala, kaldığın otele gelirim.”

Frank, lobinin bir kıyısındaki restoran-kafede bira içerek


bekliyordu. Kendini tarif ederken söylediklerine bakılırsa, be­
yaz, şişman, profilden Ed Harris’i andıran, kuş desenli beyaz
kravat takmış bir adamdı; mekânda başka yabancı olmadığın­
dan onu hemen tanıdım. Kendimi tanıtıp tokalaşırken, yan
10

cepheden de yüzüne dikkatlice haktim, Ed Harris’e benzer bir


yanı yoktu.
“Hemen çıkıyor muyuz?”
“Sana kalmış. Frank, Tokyo’nun gece hayatıyla ilgili her
şey dergide yazmaz, bazı açıklamaların faydası olabilir ”
“Oo, güzel şeyler duyuyorum.”
“Ne gibi?”
“Tokyo’da gece hayatı. İnsanın içini kaynatan sözler!”
Frank’ın, Ed Harris’in filmlerde sık sık oynadığı askerler
ve astronotlardan ziyade, borsa şirketlerinin pazarlama ele­
manlarına benzediğini düşündüm. Ancak bir borsa şirketi
pazarlama elemanını yakinen görmüşlüğüm yok. Bir şeye
benzetemediğimde, yüz hatları ve giyim kuşamı sıradan in­
sanların “borsa şirketindeki pazarlama elemanları gibi” gö­
ründüğünü düşünmeyi huy edinmiştim.
“Kenci, kaç yaşındasın?”
“Yirmi.”
“Japonların genç gösterdiklerini duymuştum ama, sen tam
yirmi yaşında gösteriyorsun. Ne on beş, ne otuz. Tam yirmi
yaşında gösteriyorsun.”
Rehberlik yaparken, bir kenar mahalledeki ucuz erkek kı­
yafetleri satan bir mağazadan aldığım iki takım elbiseyi dö­
nüşümlü olarak giyiyorum. Bu mevsimde takım elbiseye ek
olarak palto giyip kaşkol takmak gerekiyor. Saçlarım normal
uzunlukta, boyalı değil, küpe de takmıyorum. Çoğu eğlence
mekânında eksantrik kılıklar pek hoş karşılanmaz.
“Ya sen, Frank?”
“Ben otuz beş yaşındayım” dedi Frank, gülümseyerek.
Frank’ın yüzündeki tuhaflığın farkına o an vardım. Son de­
rece sıradan bir yüz, yaşı anlaşılmıyor. Otuz beş yaşında ol­
duğunu söylüyor ama, yüzüne vuran ışığın açısına göre yir­
misinde de görünebilir. Kırklı yaşlardayım, hatta elli yaşın­
dayım dese bile inandırıca olabilir. O ana kadar iki yüze ya­
11

kın yabancıyla karşılaşmıştım. Yarısından fazlası Amerika­


lıydı, ama Frank’ınki gibi bir yüze ilk defa rastlıyordum. Za­
manla, yüzünün tuhaflığının nereden kaynaklandığını anla­
dım. Derisi biraz farklıydı, yapay hissi veriyordu. Sanki yan­
mış ve sonra kusursuz bir yapay deri yapıştırılmış gibi. İşte
öyle bir histi. Bunları düşünürken, öldürülen liseli kızı anla­
tan gazete haberini anımsadım.
“Japonya’ya ne zaman geldin?”
Kahve içerken sorduğum bu soruyu, “Evveli gün” diye ya­
nıtladı. Birasını çok yavaş içiyordu. Sanki çay içiyormuş gibi
önce bardağı ağzının ucuna kadar getiriyor, beyaz köpükleri
bir süre izliyordu. Sonra acı bir ilaç içiyormuş gibi, çok az bir
miktarı ağzına ahp boğazına indiriyordu. Bu tip cimrinin te­
ki olmasın sakın, dedim kendi kendime. Çoğunlukla Ameri­
kalıların kullandıkları İngilizce Japonya gezi rehberlerinde,
otel restoranlarında asla yemek yenilmemesini yazar: ‘"Ya­
kınlarda mutlaka bir fast food restoranı vardır, orada ham­
burgerinizi yiyip, otelin restoranında veya barında biranızı
bir saate yayacak şekilde içiniz. Kahve de inanılmaz pahalı
olduğundan, uzak durmak gerek. Tokyo’daki birinci sınıf
otellerin restoranlarının akıl almaz fiyatlarını deneyerek
görmek isteyen turistlerin mönülerde belirtilen taze portakal
suyundan içmeleri yeterli olacaktır. Abartılı bardaklarda
servis edilen ve sadece sıkılmış portakal içeren sıvı, en az se­
kiz, bazı durumlarda da on beş dolar vermeniz gerekir. Biz-
lere Japon hükümetine ödeyecekleri vergileri içiriyorlar...”
“İş için mi geldin?”
“Evet, öyle.”
“İşlerin iyi gitti mi?”
“Çok iyi gitti. Ben Güneydoğu Asya’da bir ülkeden Toyota
radyatörü ithal ediyorum da, onun lisans sözleşmesi için gel­
miştim. Gelmeden önce sözleşmenin müsveddesini defalarca
karşılıklı e-postalarla kontrol ettik, bu yüzden işim bir gün­
12

de bitti. Nasıl desem, mükemmel bir iş oklu.”


Tuhaf olan bir şeyler vardı sanki. Japonya’daki işletmele­
rin çoğu bugün, ayın 29’unda paydos ederler. Amerika’da
çoktan Noel tatiline girilmiş olması gerekir. Üstelik, bu otel
ve Frank’ın giyimi, Toyota, lisans sözleşmesi, e-posta gibi
sözcüklerle uyumlu görünmüyor. Şimdiye kadarki deneyim­
lerimden yola çıkacak olursak, Şincuku’da kalan Amerikalı
işadamları, duruma göre Park Hyatt, Century Hyatt, Hilton,
Keio Plaza’dan olmak üzere, bu dört otelden birinde kalırlar
ve önemli sözleşmeler imzalayacakları gün giyimlerine özel­
likle özen gösterirler. Frank’ın takım elbisesi, benim giydi­
ğim “yedek pantolonlu, genç çalışanlar için üç parça takım,
Nonaka özel fiyatı 29 800 yen” elbiseden daha ucuz gibi görü­
nüyordu ve rengi de zevksiz bir bejdi. Her şeyden öte küçük
geliyor ve pantolonun kasık kısmı her an patlayacakmış gibi
duruyordu.
“İşlerinin iyi gitmesine sevindim. Ee, bu akşam asıl yap­
mak istediğin ne?” diye sorunca, “Seks” diye utangaç bir gü­
lümsemeyle yanıtladı; ama ben bu şekilde gülümseyen hiçbir
Amerikalıyla karşılaşmamıştım.
Sadece Amerikalılarla sınırlı değil, hangi ülkeden olursa
olsun karakteri mükemmel bir insan söz konusu olamaz.
Amerikalıların iyi yanlarını kabaca sıralayacak olursam, iç­
ten ve yalın olmalarıdır, sanırım. Lafı gelmişken, kötü yanla­
rı, Amerika dışındaki dünyanın değer yargılarını umursama­
malarıdır. Bu Japonlar için de geçerlidir, ama iyi olduğunu
düşündükleri şeyi sonsuz bir ısrarla karşılarındaki insana
dayatmaları açısından daha beterlerdir. Bu yüzden, hem on­
ların önünde çoğu zaman sigara içemem, hem de sık sık jog­
ging yapmalarına eşlik etmek zorunda kalırını. Basitçe söy­
leyecek olursak, onları çocuksu diye niteleyebiliriz. Belki de
o yüzden, gülümsediklerinde canayakın hissedersiniz. Özel­
likle utanarak gülümsemelerini hep şirin bulmuşumdur. Ro-
13

bert de Niro, Kevin Costner, Brat Pitt. Tüm Amerikalı aktör­


lerin utangaç gülümseyişlerinin cazibesi, ulusal özellikleri­
dir. Frank’ın utangaç gülümsemesi hiç de şirin değildi. Adını
koymak gerekirse, ürkütücüydü. Tuhaf bir şekilde yapay gö­
rünen derisinde karmaşık kırışıklar oluştururken, yüzünün
hatları bir anda dağılmış hissi uyandırıyordu.
“Pembe Tokyo Rehberine bakılırsa hemen her şey var.”
“Frank, senin okuduğun Pembe Tokyo Rehberi dergi versi­
yonu mu?”
“Evet öyle. Kitap versiyonunu da okudum, ama kitapta se­
nin büronun telefonu yoktu.”
Pembe Tokyo Rehberi, Steven Langhorn Clemens’in yazdığı
ünlü bir kitaptır. Pavyonlar, erkeklerin kadınlara hizmet et­
tikleri barlar, gözetleme odalan, striptiz, cinsel masaj, otele
gecelik servis, gay ve lezbiyenine varana kadar, mizah dolu bir
anlatımla Tokyo gece hayatı tanıtılmaktadır. Tek kusuru, bil­
gilerin eksikliğidir. Eğlence yerleri üç aylık sürelerle ortaya çı­
kıp batarlar. Aynı adla, Pembe Tokyo Rehberi, diye bir dergi
vardır ve altı ayda bir yayınlandığı için, onun da bilgileri eski­
dir. Eh, herhalde dergiler her şeyi eksiksiz yazacak olsa benim
gibi bir rehbere gerek kalmazdı. Ama, Pia ve Tokyo Walker gi­
bi dergilerin yabancılara yönelik olarak yayınlanması bu ülke­
de söz konusu olamaz. Bu ülke, yabancılara temelde ilgisizdir
ve herhangi bir sorun çıktığında yabancılar hemen oradan
uzaklaştırılır. İşte durum böyle olduğu için benimki gibi bir iş
söz konusu olabiliyor; ama Japon taşıyıcıların artışında patla­
ma yaşanması ve AIDS vakalarının görünmesiyle birlikte, eğ­
lence yerleri yabancılara tamamen kapandı.
“Her tür eğlenceyi denemek, olabildiğince çok yere gitmek
istiyorum” diyen Frank yine utangaçça güldü. Umarsızca,
bakışlarımı Frank’ın yüzünden kaçırdım.
“Kitaplara ve dergilere bakılırsa her şey var. Sanki seks
pazarı gibi, değil mi?”
14

Frank, sandalyesinin yanındaki yanık kahverengi omuz


çantasından Pembe Tokyo Rehberi'ni çıkararak masanın üstü­
ne koydu. Kitap değil, dergi versiyonuydu. Az sayfalı, kapa­
ğında kalitesi düşük bir resim. Nereden bakılırsa bakılsın,
“burada yazılanlar pek iyi şeyler değil” der gibi sefil bir izle­
nim bırakıyordu. Dergiyi, daha doğrusu fasikülü hazırlayan,
Yokoyama adlı, önceden bir televizyon kanalının haber büro­
sunda çalışmış ellili yaşlarda bir adamdı. Yokoyama-san ba­
na çok iyi davranır. Galiba hiç kazanamıyor, ama Yokoyama-
san benden reklam ücreti almaz. Japonların yabancı ülkelere
ve yabancılara yönelik çok daha fazla haber yapması gerekir,
haber olarak değer taşıyan, uluslararası özelliği olan haberler
spor, müzik ve seksle ilgili olanlardır ve seks, insanın özgür­
leştirilmesinin en hızlı yoludur. Yokoyama-san bu düşünce
tarzıyla, “Neredeyse gönüllü olarak ve sermaye bulmakta zor­
lanarak çıkartıyorum dergiyi” diye sürekli sızlanır, özetlemek
gerekirse, bel altı muhabbetleri seven bir adamdır.
“Mümkün olan her türlü yolla, cinsel isteklerin karşılandı­
ğı bir ülke burası. Mutlaka Kabukiço’ya gitmek isterim. Az
önce seni beklerken haritayı inceledim. Kabukiço buraya çok
yakın, değil mi? İşte bak! Bu seks haritasında Kabukiço san­
ki Andromeda Takımyıldızı gibi, sex shop işaretleriyle dolu.”
Derginin içindeki haritada Roppongi, Şibuya ve Yoşivara,
hatta Şincuku ikinci mahallesi, Yokohama Kogane semti, Çi-
ba Sakae semti, Kawasaki Horinouçi vardı ve eğlence yerle­
rini meme sembolüyle gösteriyordu. Gerçekten de Kabuki-
ço’daki semboller diğerlerinden kat kat fazlaydı. Koma Tiyat­
rosundan Kuyakuşo Caddesi’ne kadar olan yerde, sanki me­
me şekilli işaretlerle bir üzüm salkımı resmedilmişti.
“Kenci, önce nereye gidelim dersin?”
“Frank, sen şimdi mümkün olduğunca çok sayıda seks me­
kânı mı görmek istiyorsun?”
“Evet, öyle.”
15

“istersen hemen seks yapabilirsin, otele kız da çağırabili­


riz. Farklı yerleri görmek istemeni anlıyorum, ama bu sana
çok pahalıya mal olur.”
Bulunduğumuz kafe-restoran pek geniş değildi. Frank’ın se­
si gürdü ve çevremizdeki müşteriler birkaç kez rahatsız olduk­
larım belli edecek şekilde bize bakmışlardı. İngilizcesi çok kötü
olan biri bile, bu türden konuşmaları az çok anlayabilirdi.
“Para sorun değil” dedi Frank.

Yılbaşı gecesine bu kadar az kalmasına rağmen, Kabukiço


canlılığından hiçbir şey kaybetmemişti. Kısa süre öncesine
kadar bu tür eğlence yerlerine orta yaşlı adamlar gelirdi, ama
son zamanlarda gençler de çoğalmıştı. Bir sevgili ya da seks
ortağı bulmaktan, onlarla arkadaşlık etmekten üşenen genç
erkekler çoğalıyor galiba. Bu tür adamlar yabancı ülkelerde
olsa gay olur herhalde, ama Japonya’da gece eğlencesi var.
Kabukiço’ya özgü neonları, müşteri çekmeye çalışan
adamların kılıklarını ve anlamlı bakışlarla yol kıyısında bek­
leyen kadınları görünce Frank, “İşte bu!” diyerek omuzuma
vurdu. O birinci sınıf diyemeyeceğim otelin kafe-restoranın-
da oldukça dikkat çeken Frank, benim 1.72’lik boyumdan da­
ha kısaydı ve palto giymemesine rağmen, Kabukiço’nun so­
kaklarındaki insan kalabalığında kayboluvermişti.
Yabancı dansözlerin çıktığı yeni açılmış pavyonun simsar­
larının tamamı zenciydi. Tek tip kırmızı rüzgârlık giymişler,
“Striptiz var, saati 7 000 yen” diye güzel bir Japoncayla gelip
geçenlere broşür dağıtıyorlardı. Frank broşür almak için
hamle yaptıysa da onu görmezden geldiler. Gülümseyerek
elini uzattı, ama zenci, Frank’ın yanından geçen Japon gru­
bun en önündeki adama verdi broşürü. Zencinin kötü bir ni­
yeti olduğunu sanmıyorum. Frank beyaz olduğu için kişisel
hislerini harekete geçirmiş olabilir. Belki de, patronları yok­
sul görünümlü yabancılar yerine Japonlara öncelik vermesi­
16

ni istemişlerdir. Her halükârda, tavrı çok da kaba delildi


Ama Frank’ın yüzü bir an değişti. İfadesini yakından gördü­
ğümden çok şaşırmıştım. Derisi yapay gibi floran yüzü geri­
lip seğirdi ve gözündeki insani ifadeler silinip gitti Bıj ger­
çekten çok kısa bir andı, ama gözbebekleri bilye gibi kalmış,
ışıltısını kaybetmişti. Simsar zenci Frank’taki bu değişimin
farkına varmaksızın, İngilizce bir şeyler söyleyerek broşür­
lerden birini ona verdi. Çevre çok gürültülü olduğu için tam
duyamadım. Herhalde “Dansçılar Amerikalı değil, Avustral­
yalI ve Güney Amerikalı” gibi bir şeyler söylemişti. Frank’ın
ifadesi hemen eski haline döndü. Bir şeyler, sadece bir an gö­
rünüp kaybolmuştu. Frank broşürü alıp zenciye “İngilizcen
ne kadar güzel, neredensin?” diye sordu. Zenci, “New York”
diye yanıtlayınca, Frank “Knicks yeniden dirilmiş gibi galibi­
yet serisini sürdürüyor” diye gülümseyerek samimiyetle ko­
nuştu. “Biliyorum” dedi zenci yoldan geçen diğer insanlara
broşür verirken. “NBA’i buradan da takip edebiliyoruz. Tele­
vizyonlar, Michael Jordan’m tatilde nerede golf oynadığına,
yaptığı skora varana kadar her şeyi gösteriyor.”
“Hadi ya, öyle mi?” diyerek zencinin omzuna vuran Frank,
sonra elini benim omzuma atıp “Bu iyi bir adam, gerçekten
iyi bir adam” diyerek yürümeye başladı.
“Burasını ben de anlayabiliyorum, peep show1 değil mi9”
“Gözetleme yeri” diye yanıtladım. “Kadınların soyunmasını
tek taraflı aynanın arkasında küçük bir kabinden izliyorsun.
Kabinde yanm daire şeklinde bir delik var, oradan penisini
uzatınca kadınlar el marifetini gösteriyor. Kısa zaman öncesi­
ne kadar çok popülerdi ama son zamanlarda pek giden yok.”
“Müşterisi neden azaldı?”
“Odaların ücreti ucuzdur, yani, müşteri sayısı çok olmazsa
para kazanamıyor, kadınların ücretini ödemekte bile güçlük
çekiyorlar. Ödemeler iyi olmayınca, genç ve güzel kadınlar işi
I. Ufak bir delikten striptiz yapan kadınların gözlendiği eğlence mekânı, (yay.n.)
17

bırakıyor, genç ve güzel kadın olmayınca da müşteri kaçıyor.


İşte öyle bir döngü.”
“Kaç para? 3 000 yen yazdığına göre 25 dolar. İyi de Ken-
ci,peep show izliyorsun, el hizmeti alıyorsun, 25 dolar. Ucuz
değil mi?”
“Giriş ücreti 3 000 yen. El hizmeti için yirmi otuz dolar ka­
dar bahşiş bırakmak gerek.”
“Haa, öyle mi? Yine de ucuz ya. Servisi yapan kadınla gö­
zetlediğin kadın aynı, değil mi?”
“Çoğunlukla servisi kimin yaptığını anlamazsın. O küçük
delikten penisini uzatınca duvarın öbür tarafını göremezsin.
Teyzelere yaptınyorlarmış, homolar yapıyormuş servisi gibi
söylentiler dolaşınca popülaritelerini kaybettiler.”
“Desene girmeye değmez.”
“Ucuz olması cazip. Gözetleme odasında tercümana gerek
yok ayrıca, ben bir kafeteryada beklerim, tek kişilik ücret
ödersin.”
Biz bunları konuşurken, simsarlar çevreme toplaştı. He­
men tamamı, konsomatrislerin iç çamaşırlarıyla çalıştığı
pavyonların simsarlarıydı ve beni tanımıyorlardı. Uzun süre
simsarlık yapan adamları sima olarak biliyorum. Onlar da,
bu caddede sayıları iki yüz elliyi bulan simsarların ancak
beşte biri. Bu işe soyunanlar genelde yaşamlarında tökezle­
yen insanlardır. Herhangi bir sebepten dolayı çalışamayan,
ya da acilen paraya ihtiyacı olan insanlar. O yüzden simalar
çok çabuk değişir ve uzun süre bu işi yapanların söylediği
pavyonlar genelde güvenli olur.
“Kenci, ne diyor bu adamlar?”
Kabaca tercüme ettim. “Asla bu rakamdan fazlasını alma­
yız. Normalde dokuz bin yen, ama şimdi beş bin yen, hem yıl
sonu hem de pavyon yeni, fiyat onun için özel. Yalan söyleye­
cek değilim, kızlar da çok genç, buyurun haydi girin, şöyle bir
göz atın, yabancılara da açığız elbette, hemen şurada bodrum
18

katta, ben götüreyim sizi, eğer kızların kalitesi, pavyonun


havası söylediğimden farklıysa hemen çıkabilirsiniz, gerçek­
ten sadece şimdi böyle, yeni yıla girince fiyatlar eski haline
dönecek, olmaz mı, karaoke repertuvarı geniştir, İngilizce
şarkılar da var.”
Sülük gibi yapışan simsarlardan kurtulduğumuzda, hâlâ
peep show evi önünde dikilip duran o genç adama birkaç kez
dönüp bakarak, “Japonların nazik olduklarını duymuştum
ama, gerçekten çok iyi ya!” dedi, Frank. Simsarlar çoğunluk­
la benim gibi ucuz takım elbiseler giyer. Burası Roppongi de­
ğil de Kabukiço olduğu için, gelip geçen müşteriler arasında
da pek öyle pahalı takım elbise giyenine rastlanmaz. O yüz­
den, müşteri ile simsarı ayırt etmenin tek yolu, yürüyor mu
yoksa aynı yerde dikiliyor mu, ona bakmaktır. Simsarlar
uzaktan bakıldığında bile çok yalnızmış gibi gelir insana.
Uzun zamandır simsarlık yapan tanıdıklarımın çoğu, sağlık­
sız mı desem, hani hastalıklı anlamında değil ama, yüz yüze
konuşurken söylediklerim karşımdaki adamın içinden geçip
gidiyor gibi bir dayanaksızlık hissederim. Şeffaf insanlar gi­
bi derim sık sık kendi kendime, ama neden öyle olduklarını
bir türlü anlayabilmiş değilim.
“Amerika’daki seks mahallelerinde de bu tür insanlar var,
ama bu kadar nazik değiller. Bunlarınki, izci kampındaki
ağabeylerin düğüm atmayı öğretmesine benziyor. Acaba bü­
tün bir gece aynı şeyi yapmaya güçleri yetiyor mu?”
“Yakaladıkları müşteriye göre komisyon alırlar.”
“Öyle mi? Eh, öyle olmalı. Peki, söylediklerine güvenebilir
miyiz?”
“Aşırı ucuz fiyat çektiklerinde dikkatli olmak gerek.”
Frank iç çamaşırh konsomatris pavyonlarına ilgi gösterdi.
“İç çamaşırlarıyla dolaşan Japon kadınlarım mı görsek önce?”
“Seks yok ama. ”
“Biliyorum. Yavaş yavaş havaya girmek istiyorum, en iyi se-
19

çimin iç çamaşırlarıyla dolaşan kızlar olacağını düşündüm.”


“Saati, bu saatlerde kişi başına yedi bin ila dokuz bin yen
arasındadır. İngilizce konuşan pek fazla kız olmadığı için, be­
nim payımı da ödemen gerekir. Kızların vücuduna dokunula-
bilen yerler olduğu gibi, yasak olan yerler de vardır. Şov ya­
pılan pavyonlar da var, kızların gelip masanın üzerinde dans
ettiği yerler de. Fiyatlar pek fazla değişmez.”
“Kızların yanma oturup konuşabileceğimiz geleneksel bir
pavyona gidelim” dedi Frank. “Seçeneklere göre fiyatlar de­
ğişmiyorsa eğer, normal tarifeli yerlerdeki kızlar daha güzel
olmaz mı?”

Tanıdığım bir simsarı bulup konuşarak, bizi bir pavyona


götürmesini sağladım. Adamın adı Satoşi ve benimle aynı
yaşta. Yamaşina’dan mıydı, Nagano’dan mı unuttum ama,
dershaneye gitmek için on sekiz yaşında Tokyo’ya gelmiş ve
hemen kafayı sıyırmış. Ben Satoşi’nin o sıralarda nasıl oldu­
ğunu bilmiyorum, bir seferinde daveti üzerine kaldığı apart­
man dairesine gittiğimde, Satoşi oyun için kullanılan tahta
blokları göstermişti. Bir zamanlar, hemen bütün gün boyu
Yamanote hattında trene binip, yerde blokları dizermiş. “Ne­
den öyle bir şey yaptın?” diye sordum, ama Satoşi, “Bilmiyo­
rum” diye yanıtladı. “Bilmiyorum. Kittyland’da oyuncak tah­
ta blokları bulduğumda, nedense satın alıp bir yerlerde oyna­
mak istedim ve en iyi yerin tren olduğunu düşündüm. Ger­
çekten de, sarsılan trenin içinde kale falan yapmak eğlenceli
oluyor. Nasıl desem, her şeyi unutup kendini kaptırabiliyor,
bir sürü acayip şeyleri düşünmeden zaman geçirebiliyorsun.
O sıralar ben, küçük bir kızın gözüne sivri bir şeyler, sözgeli­
mi iğne, kürdan ya da şırınga gibi bir şeyler saplamayı düşü­
nürdüm sadece, uzun uzun. Eğer bunu gerçekten yaparsam
ne olacak diye korkuya kapılırdım. Trende tahta blokları diz­
meye başlayınca bu hayallerden kurtuldum. Sallanan trenin
20

içinde tahta bloklarla bir şeyler yapmak zordur. Yamanote


hattında bazı yerlerde keskin virajlar vardır. Haracuku’dan
Yoyogi’ye giderkenki viraj son derece zorludur ve orada tah­
ta bloklar yıkılmasın diye, sanki bir bebeği korur gibi iki
elimle birden sarılırdım. Uyardılar beni, istasyon görevlileri,
kondüktörler, defalarca kez. İstasyon polisleri de kaç kez tu­
tukladılar kim bilir? İyi ama yoğun saatlerde yapmıyordum
ki. İşte bu durum yaklaşık bir yarım sene sürdü. Kabukiço’ya
gelince düzeldim. Kabukiço’yu sevdiğimden değil. Bu semti
sevdiğini söyleyecek kimse yoktur herhalde. Ama çok rahat
bir yer. Sevdiği bir yerde çalışıp istediği üniversiteye gitse de,
küçük bir kızın gözüne iğne saplamak isteğine kapılanlar da
olabilir işte” demişti o gün.
“Biraz İngilizce bilen bir kız var, eğer o kız boşsa rezervas­
yon ücreti ödemeksizin, sizi onunla oturturum.”
Satoşi, Frank’la beni bodrum katındaki yeşil kapılı bir
pavyona götürdü. Bu yere birçok kez gelmiştim ama adını
tam hatırlamıyorum. Adları birbirine benzeyen bir sürü pav­
yon var, ama Kabukiço’da müşteriler pavyonun adım beğen­
diği için içeri girmez ve bu yüzden pavyonlara ad koyarken
uzun uzun düşünmek gerekmez.
İç çamaşırlı servis pavyonları hep birbirine benzer. Aynı
şekilde dekore edildiklerini söylemek istemiyorum. Pahalı
malzeme kullanmamaları ortak noktaları olduğu için benzi­
yorlar birbirlerine.
Frank, iç çamaşırlarıyla koltukta oturan kızları görünce,
yine o utangaç tavrını takındı.
Biraz İngilizce bilen kızın adı Reika’ydı. Saçlarını başının
üstünde toplamış, pahalı olduğu anlaşılan dantelli mor bir iç
çamaşırı giymişti. Reika ile birlikte Rie adlı kız da masamı­
za geldi. İrice, yüzü sıradan ve voleybol oyuncuları gibi kaslı,
beyaz çamaşırlı, devamlı gülen bir kızdı. Ancak, eğlence dün­
yasında çok gülenin karakterinin aydınlık olduğu düşünül­
21

mez. Kızlarla birlikte viski servisi de masamıza gelince, Sa-


toşi “Sağ olasın” deyip tekrar caddeye döndü. Pavyonda iki
müşteri daha vardı. Satoşi bizi bu pavyona getirdiği için ne
kadar alır bilmem. Satoşi’yle birbirimizi tanırız ama bu tür
şeyler konuşmayız. Başkalarının cebindeki parayı merak et­
memek; işte bu Kabukiço’da yaşamaya devam etmenin
önemli kurallarından biridir.
Frank, yanakları hafif kızarmış, pavyona girdiğindeki ay­
nı utangaç yüzüyle Reika ile Rie’yi süzüyordu. Yanaklarının
kızarması sadece klimanın sıcaklığından kaynaklanmıyor. İç
çamaşırlı pavyonuna ilk kez gelen biri, hatta sık sık gelen
müşteriler bile gözlerinin önünde iç çamaşırlarıyla dolaşan
kızlar belirdiğinde rahat olamazlar. Yazın sahillerde bikinili
kızlan görmekten farklıdır. Sutyenlerden göğüslerin dolgun­
luğu ve arası görünür, karınlarında kalmış pantolonlann bel
izi ve beyaz çamaşırların üstünden görülen siyah tüylerin o
farklı karaltısına ayık kafayla doğrudan bakmak pek kolay
değildir. Bu bana biraz zalimceymiş gibi geliyor. Bakışlanmı
Frank’ın utangaç gülümsemesinden ayırmış, duvann kıyı­
sındaki bilgisayar simulasyonu tropik balık modeline bakı­
yordum. Işıltılı, rengârenk iki melekbalığı. Bilmeyen biri gör­
se gerçek zannedebilir. Hareketleri de çok gerçekçi. Bu ara­
da, ben canlı bir melekbalığı nasıl olur bilmem ama, modeli­
nin yüzü çok kaygan. Malzemesinin ne olduğunu anlamak
güç. Utangaç gülümsemesini takındığı anlardaki Frank gibi.
“Su ilave edelim mi?” diyen Reika, Frank’la benim olur de­
memiz üzerine markası belirsiz viskiyi bardaklarımıza ko­
yup, sürahinin üst kısmındaki pompaya basarak su ekledi.
“Bu bey Amerikalı mı?” diye sordu Rei, vücudunu Frank’a
yaklaştırırken. Bu pavyonda kızlara dokunmak yasak. Ama
bu kurala sıkı sıkıya uyarsanız, kızların vücutlarını size ya­
pıştırdıkları olur. Belki de “Amerika” sözcüğünü anladığı
için, Frank alçak bir sesle Rie’ye “Yes” dedi.
22

Frank yine viskiyi gıdım gıdım içer diye, bu tür yerlerin


saat usulü çalıştığını, kaç bardak içerse içsin fiyatın aynı ol
duğuııu söyledim. Yine de gıdım gıdım içmekten vazgeçmedi.
İçiyor mu, yoksa sadece ağzını mı ıslatıyor bilinmez, baktık­
ça sinir eden bir içme tarzı. Reika Frank’ın yanında, Rj<;
Frank’la benim aramda oturuyordu. Reika elini Frank’ın ba
cağına koyarak gülümsedi.
“Adın ne senin?” diye soran Frank’a adım söyledi,
“Reika.”
“Evet öyle.”
“Güzel bir ad.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, bence güzel.”
“Teşekkür ederim.”
Reika’mn İngilizcesi ortaokul ikinci sınıf seviyesindeydi
sanırım. Benimki de pek farklı değil. Ben daha alışkınım
sadece.
“Amerikalılar buraya sık gelir mi?”
“Arada sırada işte.”
“Senin İngilizcen çok iyi.”
“Yok ya, daha iyi konuşabilmek isterim ama, çok zor. Para
biriktirip bir gün Amerika’ya gitmek istiyorum.”
“Öyle mi? Amerika’da okula mı gideceksin?”
“Okul değil. Benim kafam basmaz pek. Benim gitmek iste­
diğim yer Nike Town.”
“Nike Town mı?”
“Nike sever misin?”
“Nike? Spor malzemesi markası Nike mı?”
“Evet, seversin değil mi?”
“Yani, yürüyüş ayakkabım var ama. Aa, benimki Conver-
se’ti. Nereden geliyor bu Nike sevgisi?”
“Özel bir sebebi yok. Sadece severim işte. Nike Town’a hiç
gittin mi?”
23

“Ya, ben Nike Town’i bilmiyorum. Kenci sen biliyor musun?”


“Binlerinden duymuştum” dedim. “Büyük bir bina tama­
men Nike mağazasıymış.”
Reika sutyeninin lastik kısmını düzeltti. “İşte orada, belirli
saatlerde Nike reklamlannı dev ekrandan gösteriyorlarmış.
Arkadaşlanmdan biri gitmişti, beş çift yürüyüş ayakkabısı ge­
tirmiş. Benim de hayalim gidip orada alışveriş yapmak.”
“Hayal? Hayalin Nike mağazasına gitmek mi?”
Yüzü inanamadığını vurgular gibiydi. Frank, defalarca
“hayal” diye mırıldandı. “Evet öyle, hayalim bu işte” diyen
Reika, Frank’a sordu. “Sen nerede yaşıyorsun?” Frank, “New
York” diye yanıtlayınca, “Aa, bu tuhaf işte!” diyen Reika’nın
yüz ifadesi değişti.
“İyi de, Nike Town, New York’ta.”
Frank’ın yüzünün rengi attı. Reika elbette, art niyeti ol­
maksızın, sadece “New York’ta yaşadığın halde Nike Town’i
nasıl bilmezsin?” diye sormaya çalışmıştı. İnsanın şaşırması­
nı gerektirecek bir şey yoktu. Bir şekilde yapay hissi veren
Frank’ın teni, yandan bakıldığında net bir şekilde anlaşıla­
cak kadar ince ince seyiriyordu. Kılcal damarları suda dağı­
lan bir resim gibi belirginleşti, cildi önce morardı, sonra da
kızardı. Tedirgin olarak, “Nike Town’i bir şey sanan sadece
Japonlar” dedim Reika’ya. “Sana tuhaf gelebilir ama, Ameri­
kalılar pek bilmez. Zaten müşterilerinin yarısı da Japonlar-
mış. New York çok büyük bir yer, sadece Manhattan yok ora­
da.” Japonca ve İngilizceyi karman çorman ederek konuşu­
yordum. Reika, “Tamam anladım” deyince Frank’ın yüzünün
rengi de yavaş yavaş düzeldi. Frank’ın New York’ta yaşıyo­
rum demesinin yalan olduğunu düşündüm, ama bu konuyu
bir daha açmamaya karar vedim. Nedenini bilmiyorum ama,
Frank’ın kızgınlığı açıkça belli olmuştu. Müşterimi kızdırır­
sam, Ulaştırma BakanhğTndan ruhsat almamış biri olarak
başıma iyi şeyler gelmeyebilir. Ücretimi de son gün almak
24

üzere konuşmuştum, tutar dn ondan önce otelden ayrılıverir-


se elimden hiçbir şey gelmezdi.
“Karaokeye ne dersiniz?” diye sordu Reika Frank’a, ellerin­
de mikrofon neşeyle şarkı söyleyen diğer müşterilere baka­
rak. Şarkıyı söyleyen orta yaşlı bir şirket çalışanıydı herhal­
de, yüzü içkinin etkisiyle kızarmıştı; diğer genç adam da aynı
şarkıya cılız alkışlarla tempo tutarak eşlik ediyordu. Orta
yaşlı adam, şarkı söylerken mikrofonla birlikte pembe iç ça-
maşırlı kızın elini tutmuştu. Sadece kıza bakacak olursak,
Yunan tapınaklarında kutsal ateşi tutan bir kız gibiydi. Her­
halde taşradan gelmişlerdir, dedim kendi kendime. Kabuki-
ço’da, iş için Tokyo’ya gelen taşralı şirket personeline çok rast­
lanır. Genelde semt kasvetli bir hava taşımadığı için herhal­
de. Taşralılar içki içince hemen kızarır, onları bu özellikleriy­
le ayırt edersiniz. Yüz hatları ve kılıkları da biraz farklı olur.
Taşralılar kötü niyetli barlarda genelde kandırılır. Taşralı
gruplara falan rehberlik yapacak olsam iyi para kazanırını
belki, ama durduk yerde şive öğrenmenin de bir anlamı yok.
“Hayır, Karaoke istemez. Ondan ziyade, biraz Japonca ça­
lışayım ben. İç çamaşırıyla duran kızlarla Japonca konuş­
mak istiyorum.”
Frank çantasından Pembe Tokyo Rehberini çıkarttı.
“Bu kitap seni baskılardan kurtarır.” Doğrudan tercüme
edersek anlamı bu, ama daha anlaşılır bir şekilde söylersek,
“Bu kitabı okursanız belaltı eğlencelere dalma isteğiniz ar­
tar” anlamındaki İngilizce cümle, Pembe Tokyo Rehberi yazı­
sının üzerine iliştirilmişti. Hemen altında da “Neyi? Nerede?
Kaç paraya? Sana gereken Tokyo belaltı eğlence noktalarıy­
la ilgili tüm bilgiler burada” ibaresi yazılıydı. İşim dolayısıy­
la aynı kitap bende de var; arada sırada biraz İngilizce çalış­
mak amacıyla okuduğum olur ve çok keyifli bir kitaptır. Söz­
gelimi Pembe Tokyo Rehberinin dokuzuncu bölümünde gay
bilgileri yer ahr. Önce Budizm’deki kadınla ilişkiyi yasakla­
25

ma sistemi ve samurai toplum yapısına özgü maçoizmin oğ­


lan düşkünlüğünü doğurduğu şeklindeki tarihi arkaplandan
başlayarak, AIDS dolayısıyla Japonya’daki tüm eğlence dün­
yasının yabancı korkusu yaşadığı günümüzde bile, Şincu-
ku’da ikinci mahallede “önde gelen gay ülkeleri”nden gelen
insanların nezaketle ağırlandığı ve somut olarak hangi bar­
lara gidilebileceği ayrıntılarıyla yazılıdır.
Frank o pembe kapaklı kitabı açıp “Haydi Japonca çalışa­
lım” diyerek Reika ile Rie’ye baktı. Ders, alfabedeki A harfiy­
le başladı.
“Aptal!” dedi Frank, yüksek bir sesle. Sonra da bu “şapşal”
anlamına gelir, diye açıkladı bize. Kitabın sonunda basit bir
Japonca-İngilizce ve İngilizce-Japonca sözlük yer alıyor. “Bu
adam ne dedi şimdi?” diye sorunca Rie, “Japonca ‘aptal’ dedi”
yanıtımla birlikte “Aman, şirin şey” diyerek karnını titrete­
rek güldü. Frank’ın bir sonraki sözcüğü “âşık” sonrakisi de
“âşık bankası” oldu.
“Âşığım sana, anlaşalım, arka, arkadan yapmak istiyo­
rum, anal seks, apış arası, apış arası, apış arası, apış, apış,
apış.”
Bir yabancının var gücüyle Japonca konuşmaya çalışması
çok şirin geliyor. Gözünüzün önünde, birisi kafasını gözünü
yara yara Japonca konuşmaya çalışınca, anlamaya çalışma
isteği uyanıyor içinizde. Elbette bu durum Japonca ile sınırlı
değil. Benim İngilizcem herhalde lise birinci sınıf düzeyinde­
dir ama, radyolardaki salak DJ’lerin yaptığı şekliyle doğuş­
tan Amerikalı gibi konuşmaya çalışmaksızın, sözcükleri bi­
rer birer titizlenerek konuşunca müşterilerim sempati göste­
riyor. Frank’ın üst üste “apış” demesine Reika ile Rie kasıla
kasıla gülünce, başka masalardaki konsomatrisler de, her
neyse çok eğlenceli bir şeyler yapıyorlar herhalde diyen yüz­
lerle bize baktılar. Frank, utangaçlık ya da edepsizlik etme­
den, sarsakça ama var gücüyle, hem de ciddi bir yüz ifadesiy­
26

le, sahnedeki bir artist gibi doğallıkla ‘‘apış” diyordu.


“Abazahktan her an fışkırtabilirim, ben hep abazayım, çe­
kil, çok seviyorum, çük, fışkıracak gibi, fışkırdı, herkesle olur,
kahn, kocacığım, vibratör... ben hep abazayım, fışkıracak.”
Frank, Reika ve Rie’nin hangi sözcüklere daha güçlü tepki
verdiğini gözlemliyor, tutan sözcüğü öğrendiği diğer sözcük­
lerle birleştirerek üst üste tekrarlıyordu. Girişin yakınların­
daki koltukta oturmuş müşteri bekleyen diğer konsomatris­
ler de ayağa kalkıp, Frank’ın performansına kulak vermeye
çalışıyorlardı. Reika ile Rie yerlere yata yata gülerken kol­
tuktan düşecek gibi oluyor, karaoke söyleyen ikili de şarkı
söylemeyi bırakmış birlikte gülüyorlardı. Asık suratlı iki gar­
sona varana kadar herkes neşeyle bizi izliyordu. Ben de,
uzun zamandır ilk kez gözlerim yaşaracak kadar güldüm.
Gülmeyen tek kişi Frank’tı.
“Cinsel hastalık, cinsel iştah, ellemek, ellemek istiyorum,
hoşuma gitti, hoşuna gitti mi, mıncıklamak, mıncıkla beni,
orgazm, otuzbir çekmek, saksafon çekmek, sapık, sapık herif,
sperm atma, sperm atma sanayi... sapık herif, hoşuna gitti
mi, ben sapık herifin tekiyim, ben sapık herifin tekiyim.”
Frank, çevresindeki insanlar yerlere yata yata gülerken,
serinkanlılıkla performansını sergiliyordu. Biz ne kadar gü­
lersek, yüzü o ölçüde ciddileşiyor, sadece sesi yükseliyordu.
Reika da, Rie de burunları, şakakları ve göğüsleri terlemiş,
gözleri yaşararak, öksürerek gülüyordu. Taşradan gelen iki­
li şarkı söylemeyi çok önceden bıraktığından sadece karaoke-
nin müziği duyuluyordu; insanların kahkahaları müziği bas­
tırıyordu. Frank, komedyenler asla gülmez gibi temel bir ku­
rala uyuyormuş gibiydi. Böylece bir saat bitti.
Başka bir ikili müşteri gelmiş, taşradan gelenler de tekrar
şarkı söylemeye başlamışlardı. Rie’ye başka bir müşteriden
istek gelmiş olacak ki, “Uzun zamandır ilk defa bu kadar gü­
lüyorum” diyerek Frank’la tokalaşıp başka bir masaya geçti.
27

Reika, “Sen büyük bir sanatçısın, gerçekten çok eğlenceliydi”


diyerek vücudunun terini silmek için lavaboya gitti. Ben de
çok terlemiştim, tişörtüm üstüme yapışmış, sıkıntı veriyor­
du. İç çamaşırlarıyla dolaşan kızların kılığına uygun olarak
ısıtıcı çalıştırılan bir yerde o kadar gülünce doğal olarak bu
sonuca varılıyordu. Yüzünü tanıdığım garsondan hesabı iste­
dim. “Keyifli bir yabancı” dedi garson, son derece nazik. El­
bette, Kabukiço sadece karanlık insanların toplandığı bir yer
değil, ama herkesin kendine göre bir geçmiş ya da gerçeklik
yükü var. Pavyonda çalışan herkesin birlikte o kadar güldü­
ğü pek olmamıştır herhalde. Herkes eğlenmiş olmalı diyerek
hesabın gelmesini beklerken, “Kenci” dedi Frank, cüzdanını
çıkartırken. “Nike Town’da Japonların ilgisini çeken ne?”
Frank hiç terlememişti. Bunca zaman sonra niye o konuyu
açmıştı acaba, diye düşünerek, “Amerika’da biraz popüler
olan her şeyi sever Japonlar” diye yanıtladım.
“Ben Nike Town’i bilmiyordum, öyle bir yer olduğundan da
haberim yoktu.”
“İnanıyorum sana. Herkesin aynı şeye merak duyması bir
tek Japonya’da görülür.”
Hesap geldiğinde Frank cüzdanından iki adet on bin yen­
lik banknot çıkardı. Banknotlardan birinin üzerindeki siya­
hımsı leke dikkatimi çekti. Sanki kurumuş kan lekesi gibi gö­
rünüyordu.

“Frank, uzun zamandır ilk defa bu kadar güldüm.”


“Öyle mi, pavyondaki kızlar da amma güldü ha.”
“Sık sık yapar mısın böyle şeyler?”
“Nasıl şeyler?”
“İnsanları güldürmek mi desem, şakalar yapmak işte.”
“Aslında şaka yapmak değildi amacım, Japonca çalışmak
istemiştim ama, nasıl olduğunu anlayamadan öyle oluverdi
işte. Şimdi bile neden öyle davrandığımı anlayamıyorum.”
28

Pavyondan çıkmış, Koma Tiyatrosu’nun arka sokağında


yürüyorduk. Saat on buçuğu biraz geçmiş ve bundan sonra
ne yapmak istediğini Frank henüz söylememişti. Çok fazla
gülmüştüm ve pavyonun içerisi çok sıcak olduğu için, gidece­
ğimiz yere biraz yürüyüp serinledikten sonra karar veririz
demiştim. Pavyondan çıktığımızdan beri aklıma takılan bir
şey vardı: Kan lekesi bulaşmış on bin yenlik banknot. Neden
kafama takılmıştı bilemiyorum.
Koma Tiyatrosu’nun arkasında, Şincuku İstasyonu’na gi­
den dar sokakta farklı bir kısım vardır. 1950’lerin eski film­
lerinden birinin setine düşmüşüz gibi, bar, kafeterya ve oyun
salonları sıralanır.
“Ama oradaki performansın harikaydı. Tiyatroyla falan
uğraştın mı?”
“Hayır, küçükken evde parti yaptığımızda, iki ablam öyle
şeylerden hoşlandıkları için, iş olsun diye o dönemin komed­
yenlerinin taklidini yapardım sadece.”
Frank’la sokağın o farklı kısmına gelmiştik. Birkaç bar ve
giriş kapısına sarmaşık yürümüştü, içeriden klasik müzik
sesi duyulan kafenin tabelasındaki logo da neredeyse anti­
kaydı. Frank, eski havanın farkına varmıştı belki de, yavaş­
lamış, o daracık kısmı izlemeye başlamıştı.
Frank barlardan birinin neonları önünde durmuş, 1950’le­
rin havasını yansıtan sakin dar sokağı izliyordu. “Buralarda”
dedi Frank. “Simsarlar yok.”
Burada simsarların sesi bile duyulmuyordu. Bu dar alana
gelenler, gideceği yeri net olarak belirlemiş müşterilerdi.
Mümkün olduğunca ucuza yatacak bir kadın aramak ama­
cıyla, sarhoş olup arkadaşlarıyla omuz omuza pavyonları
renklendiren insanlar bu sokağa girmezdi. Kapısının önünde
çiçekli saksılar bulunan bir yer de vardı. Kabukiço’nun içki,
ter ve çöp kokusu arasında, aralık rüzgârıyla salınan sırsız
çömlekte açmış beyaz çiçekler Koma Tiyatrosu’nun san ve
29

pembe renkli ışıklarıyla aydınlanmıştı.


“Buralar eski şehir havasını kaybetmemiş bir yerdir.”
Frank “Öyle mi? Desene her yerde bu tür sokaklar var” di­
yerek tekrar yürümeye başladı.
“New York’taki Times Meydanı da öyledir, eskiden o kadar
fazla sex shop yoktu. Bir sürü iyi bar vardı.”
Eskiyi özlermiş gibi konuşuyordu. Frank gerçekten New
York’luymuş dedim, kendi kendime. Şöyle bir düşününce New
York’taki herkesin Nike Town’i bilmesi de gerekmiyordu.
“Times Meydanı deyince aklıma geldi, Şincuku İstasyo-
nu’nun önündeki büyük binada Times Meydanı yazılıydı. Şa­
ka gibi bir şey mi?”
“Hayır, şaka değil. Çok katlı bir mağazanın adı.”
“İyi de, Times’m binası olduğu için Times Meydanı denir,
orada bir Times binası yok ki.”
“İşte bu tür isimler koymanın havalı olduğunu düşünüyor
Japonlar.”
“Böylesine utanç verici bir şeye, birileri, aydınlarınız ya da
gazeteciler engel olmaya çalışmıyorlar mı? Savaşın üzerin­
den de çok zaman geçti, şimdi tutup da Amerika taklidi yap­
maya ihtiyacınız yok ki.”
Bu konuşmadan sonra Frank’a nereye gitmek istediğini
sordum. “İç çamaşırı da olmayan kızlan görmek istiyorum,
gözetleme evine gidelim” dedi.
Gözetleme evine gitmek için geldiğimiz yolu biraz geri yü­
rümemiz gerekiyordu. Vilayet Caddesi’nin iki yanında ve
çevrede Çin kulüpleri, striptiz pavyonları, bar ve restoranlar
ile aşk otelleri vardı, ama gözetleme evleri yoktu. Aşk otelle­
ri sokağının bir köşesini dönüp, Seibu Şincuku İstasyonu’na
varmaya çalışırken, böyle bir şeyin burada ne işi var dedirte­
cek bir oto kiralama şirketinin önünden geçtik. Acaba, bura­
ya oto kiralamaya kim gelir ki? Her şeyden önce böylesine
dar, sıra sıra binaların arasında kalmış bir yerde, park ede­
30

cek bir yer bulmak bile imkânsız. Toyota Rental yazılı tabe­
lası ve aralık rüzgârıyla dalgalanan naylon bayraklarıyla
prefabrik ofis, dar bir alana iyice sıkıştırılmış arabaların ara­
sında hemen hemen kaybolmuştu. Hatchback ve sedanIar da
tozla kaplanmıştı. Böyle bir arabayı kiralamaktansa yürü­
mek daha iyi, diye düşündüm. Frank ceketinin yakalarını
kaldırmış, iki elini pantolonunun ceplerine sokmuştu. Pavyo­
nunun verdiği sıcaklık kaybolunca, paltosu ve atkısı olmadı­
ğı için burnunun ucu kızarmıştı, üşüyor gibiydi. Oto kirala­
ma şirketinin yanından geçen Frank’a bakarken bir anda ir­
kildim. Çünkü yüzünde yalnızlık yüklü bir şeyler vardı.
Amerikalıların tümü bir şekilde yalnızlık hissi uyandırır.
Göçmen çocukları olmalarından başka bir neden düşünemi­
yorum. Ama Frank bir şekilde farklıydı. Giyisilerinin ucuz
durması bir yana, duruşu da pek silikti. Boyu 1.72’lik benim
boyumdan az da olsa kısaydı ve saçlan seyrek, toplucaydı,
yüzü de yaşlı gösteriyordu. Ama sadece bunlar değil. Ne ol­
duğunu tam olarak bilemiyorum ama, Frank’ta yanlış olan
bir şeyler hissediyordum. Ve oraya geldiğimizde, nihayet bir
şeyin farkına varıp, yürürken tüm tüylerim diken diken oldu.
Orası, liseli kızın cesedinin bulunduğu çöp toplama yeriydi.
Tedbir olarak bir polis bırakılmış, güvenlik kordonu ile çev­
relenmişti. Sürekli aklıma takılan şey ile oto kiralama şirke­
tinin önünden geçerken irkilmeme neden olan şey içimde tek
bir bütün haline geldi. Öncelikle, bu sabah okuduğum gazete
makalesi. Öldürülen liseli kızın cüzdanından para çalınmış­
tı. Frank’ın pavyonda çıkarttığı kan bulaşmış on bin yenlik
banknot. Üstelik Frank, Toyota yedek parçaları ithal ettiğini
söylemiş, buna rağmen, az önce sıra sıra dizili Toyotalara hiç
ilgi göstermemişti.
Bunların hepsi tamamen tesadüf, dedim kendi kendime,
ama nedense Frank’la ilgili şüphelerim bir türlü kaybolma­
dı. Sakin ol, diye bağırdım içimden. Kan benzeri bir lekesi
31

olan on binlik banknot taşıyıp işiyle ilgili yalan söylüyor di­


ye, katil olduğundan şüphelenmek biraz dengesizce. Üste­
lik, Toyota’nın da sadece yedek parçalarını ithal ediyor,
belki de arabanın kendisiyle ilgilenmiyordur. Birileriyle
konuşmak istedim. Telefonla bile olsa, birileri “Kenci, kafa­
nı takma” diyecek olursa, bu tuhaf şüphelerden sıyrılacağı-
mı hissettim. Bunu yapacak, Cun’dan başka kimse gelmedi
aklıma.
“Birazdan saat on bir olacak...” dedim Frank’a, saati göste­
rerek. “Hani, ilk konuşmamızda on ikiye kadar üç saat de­
miştik.”
“Aa, evet öyleydi. Kendimi eğlenceye kaptırınca bunu ta­
mamen unutmuşum. Ben, olabildiğince değişik yerlerde eğ­
lenmek istiyorum, o yüzden nasıl olur acaba, sence de sorun
yoksa iki saat kadar uzatabilir miyiz?”
“Aslında kız arkadaşıma sözüm vardı” deyince Frank kaş­
larını çattı. Çok korkutucu bir yüzdü. Pavyonda Reika’nm
“Sen gerçekten New York’ta mı yaşıyorsun?” dediğinde gör­
düğümle aynı yüz.
“İş daha önemli, bir telefon edeyim” diyerek Koma Tiyat-
rosu’nun yanındaki telefon kulübelerinden birine girdim.
Cep telefonumu kullanmak istememiştim. Frank’ın Japonca
anlayabildiğini düşünmüyorum ama, yine de dinlemesini is­
tememiştim. Camla kapalı kulübenin içine girince rahatla­
dım. Cun bu saatte benim odamda olurdu. Dönüşümü bekle­
diği için değil, başka özel bir yeri olmadığı için tek başına ki­
tap okur, müzik dinler. Cun’un anne babası o küçükken bo­
şanmış, şimdi annesiyle birlikte yaşıyor. Saat on ikiden önce
eve döndüğünde, arkadaşlarda çalışıyordum deyince, annesi
ses çıkarmıyormuş.
“Evet? Aa, Kenci sen misin?” Cun’un on altı yaşa göre dü­
şük tondaki sesini duyduğumda tekrar rahatladım.
“Ne yapıyordun?”
32

“Hımm, radyo dinliyordum.”


Cun’un annesi bir sigorta şirketinin işletmeciliğini yapıyor.
Cun annesini çok seviyor olacak ki, “Beni yetiştirdiği için min­
nettarım” gibi şeyler söyler sık sık. Ama, Takaido’daki dairele­
ri pek geniş değil ve kendi özelini yaşayabileceği bir odası yok.
Yine de, annesi akşam geç saatlere kadar çalıştığı için daha
geniş bir yere taşınmayı teklif edemez. Cun’la Kabukiço’da ta­
nıştım. Cun kendini satmıyordu ama, para karşılığı kendinden
yaşlı kişilerle sohbet ettiği oluyordu. Amcalarla karaoke söyle­
meye, yemek yemeğe gidip beş ila yirmi bin yen arasında bir
para alır. Onunla bu konulan pek konuşmam.
“İşim uzayacak gibi.”
“Bu soğukta. İşin zor. Soya soslu pirinç ezmesi var tence­
rede.”
“Teşekkür ederim de, bu seferki müşterim biraz tuhaf.”
“Nasıl tuhaf?”
“Nasıl desem, yalan söylüyor.”
“Para vereceğini söylemedi mi?”
“Öyle değil de, şüpheli yanları var.” Kan bulaşmış on bin
yeni, Toyota arabalarını anlatıverdim bir solukta.
“Bu kadan suçlu olduğunu düşünmene yetti mi yani?”
“Evet. Tuhaf, değil mi?”
“Görmediğim için bir şey diyemem, ama...”
“Ama ne?”
“Biraz biliyorum.”
“Neyi?”
“O kızın öldürülme şekli var ya, pek Japon işi değil gibi
gelmişti de. Şimdi o adam ne yapıyor?”
Sürekli Frank’ı izlemiştim. Bir süre bana bakmıştı ama so­
nunda sıkılmıştı, telefon kulübesinin karşı tarafındaki oyun
merkezinin önünde dolanıp duruyordu.
“Otomatik makinede polaroid fotoğraf çekmeye çalışıyor.”
“Ne?”
33

“Polaroid işte. Ama herhalde nasıl çekildiğini anlayama­


mış olacak, insanların nasıl yaptığına bakıyor.”
Cun, “Sorun yok o zaman ya, bir katilin otomatik makine­
de fotoğraf çekeceğini hiç sanmam” deyince ona hak verdim.
“Baksana Kenci. O tiple fotoğraf çekil de gel. Suratını gör­
mek istiyorum.”
“Anladım” deyip telefonu kapattım.
“Kenci, bu ne böyle yahu? Kızlar eğleniyor gibilerdi, fotoğ­
raf mı çekiyorlardı? Herhangi bir belge için fotoğraf çekilen
bir makine mi bu böyle?”
Açıklamaya çalıştım ama arkamızda sıraya giren bir sar­
hoş, “Çabuk olun” diye söylendi. Kız arkadaşının evlere şen­
lik bir yüzü vardı. Normalde olsa, beylik bir şeyler söyleyerek
korkutabilirdim ama, Frank için endişeleniyordum; ayrıca so­
ğuktu zaten. “Tamam, tamam” dedim. “Tamam, hemen biter,
biraz bekle lütfen.” Sistemi açıklamaktan vazgeçip çekmeye
karar verdim. Frank’ta bozuk para yoktu, ben verdim. Maki­
nenin önünde durdurup, Japon usulü tavuk şişçilerin bulun­
duğu arka planın iyi olacağını söyledim. Manivela yardımıyla
o arka planı seçince Frank, “Birlikte çekilelim” dedi.
“Deminki kızlar hep birlikte çekildi, biz de birlikte çekile­
lim, anı olur.”
O makinelerde iki kişi fotoğraf çekerken yüzlerinizi iyice bir­
birine yapıştırmanız gerekir. Gerçi Frank’tan nefret ediyor de­
ğildim ama, yüzlerimizi yapıştırmak istemiyordum. Başka za­
man olsa bile, bir erkekle yanak yanağa gelmek rahatsız edici
bir şey ve Frank’ın cildi biraz farklı. Otuzlu yaşlarının ortasın­
da olduğunu söylüyor ama hiç kırışığı yok, tuhaf bir yapaylıkla
pürüzsüz. Yine de çok yaşlı olduğu hissine kapılıyorum. Netice­
de pek yaklaşmak istemediğim bir yüz, ama Frank zorla omzu­
ma sanlıp, “Haydi, şimdi Kenci, düğmeye bas” dedi objektife
bakarak. Frank’ın yanağı dalgıçların kullandığı silikon maske­
lere benzer bir his veriyordu ve ürkütücü şekilde soğuktu.
34

“Duydum, çok keyifli bir yabancıymış.”


Gözetleme evine giderken, iç çamaşır pavyonları sokağın­
da Satoşi’yle karşılaştık. “Bu saatte olursa yedi bin yen, faz­
lasını asla almayız.” Aynı sözleri karşısındaki sarhoşlara
tekrarlıyordu. Şöyle bir bakınca, Satoşi’nin “Kabukiço rahat­
tır” sözlerini duyar gibiyim. Tavırlar aşırı gelişigüzel, disip­
lin benzeri şeyler yok. Paranı alamazsın ya da işinden olur­
sun, açık ve net. Bu asla onur gibi şeylerle ilgili değil. Frank
durmuş, çektiğimiz fotoğrafa bakıyordu.
“Garsonlar bu yabancı adamla ilgili bir şeyler söyledi mi?
Ödediği para hakkında falan?” diye sordum Satoşi’ye. On bin
yene bulaşan şeyin kan olup olmadığını galiba sadece ben
merak etmiştim. Frank’ın pavyonda çıkarttığı banknotu dü-
şünmemeye karar verdim. Cun’un sözlerine gerek kalmaksı­
zın, “Fazla kafama taktım, az önce liseli kızın cesedinin atıl­
dığı yerden geçtik, hemen yanındaki oto kiralama şirketinin
havasının kasveti de eklenince sinirlerim dayanmadı herhal­
de” diye düşündüm.
“Gözetleme evine gitmek istiyormuş, son zamanlarda bil­
diğin iyi bir yer var mı?” diye sorunca, Satoşi “Her yer aynı”
dedi gülerek. Frank’tan yana bakıp “Senin işin de zor” diye
ekledi. Tutmuş fukaranın tekine yakalanmışsın, demek isti­
yordu. En yakın gözetleme evi hemen önümüzdeki binanın
altıncı katındaydı.

“Düşündüm de Kenci, sen de gelir misin?” dedi Frank. Gö­


zetleme evinin önüne kadar götürüp, birlikte gidersek iki ki­
şilik ücret ödemesi gerekeceği için dışarıda bekleyeceğimi
söyleyince Frank iki kişilik ücret ödedi. Beş bin yen. Gösteri
yeni başladığı için, resepsiyonun yanındaki iki kişilik küçük
koltukta oturup beklemek zorunda kaldık. Gözetleme odala­
rına gösteri başladıktan sonra girilmez. Ama şov onar daki­
kalık bölümlerden oluştuğu için pek fazla beklemek gerek­
35

mez. Duvarlara, televizyonların gece hayatı programlarında


konu olduğu zaman çekilmiş fotoğraflar yapıştırılmıştı. Fo­
toğraflar oldukça eskiydi, renkleri solmuş, program sunucu­
larının imzalan da silinmeye yüz tutmuştu.
“Ha, bu arada, kız arkadaşın işinin uzamasına bir şey de­
di mi?” diye sordu Frank, İngilizce ve Japonca “Burası tele­
vizyonlarda da konu edilmiş, kaliteli bir gözetleme evidir” ya­
zılı pankartlara bakarken.
“Bir sorun yok.”
“Buna sevindim. Bir de burada sistem nasıl işliyor?”
Gösteri müziği bulunduğumuz yere kadar geliyordu. Şar­
kının adını bilemiyorum ama, söyleyen Diana Ross. Şovlar
genelde üç dört şarkıda biter. Kadın gelir, önce üzerindekile-
ri çıkartır ve gösteri başlayınca hemen başka bir kadın gelip
kabinin kapısını açarak özel servis isteyip istemediğini sorar.
“Servis ister misiniz?” Frank “Özel servis?” diye sorunca. “El
marifetiyle servis” diye yanıtladım. “Elle servis istersen ayrı­
ca 3 000 yen daha vermen lazım.”
Elle servis sözüne tepki göstermişti Frank, “Elle servis...”
dedi, uzaklara bakıyormuş ya da özlemini çektiği bir şeyi dü­
şünüyormuş gibi. Kadımn birinin gelip elle servis isteyip is­
temediğini sorduğunda bu kadar derin düşünen bir kişiyle
ilk kez karşılaşıyordum. “İstemezsen yaptırmana gerek yok”
dedim. “Nihai amaç seks olduğuna göre, ondan önce elle ser­
vis almak biraz şey olur yani.”
“Olsun, fark etmez” dedi Frank bana bakarak. “Cinsel iş­
tahım yerindedir, gerçekten çok sağlamdır.” Frank, doğru­
dan çevirecek olursak, ben sekste güçlüyümdür, demişti.
“Gösteri başlayınca, kabine bir kadın gelirse yes'’ demen
yeter, çok basit.”
“Haydi ya, Öyleyse ‘yes’ diyelim bakalım. Zevkli olacak” de­
di Frank. “Zevkli olacak” demesine rağmen, hiçbir anlamı ol­
mayan bir yüz ifadesi takınarak koltuğun yanına konmuş
56

haftalık dergiyi alıp açtı. Grauure’ün birinci sayfasında Dod-


gers’ta oynayan Nomo’nun resmi vardı. İki sene önce yaptığı
sözleşmenin hâlâ geçerli olduğuna ilişkin bir haberdi. Frank,
Nomo’nun resmine işaretparmağıyla vurarak, “Japonya’da
beyzbol çok tutuluyor” dedi.
Önce Frank’ın şaka yaptığını sandım. Japonya’da iş yap­
maya gelen bir Amerikalı olup da Nomo’yu bilmeyen birisi
olamaz. İmkânsız. Nomo’dan söz açarak iş görüşmeleri daha
rahat ilerletilebir, Nomo Amerika’daki en ünlü Japon’dur.
Frank, Nomo’nun Japonya’da oynadığını sanmıştı. Toyota
yedek parçalan ithal eden birinin Nomo’yu tanımaması
mümkün olabilir mi acaba?
“O atıcı Dodgers’ın oyuncusu” deyince Frank “Aa?” derce-
sine tekrar Gravure’e baktı.
“Gerçekten de, Los Angeles Dodgers’ın forması var üzerin­
de.”
“Çok ünlü bir atıcıdır. Bu yıl rakipleri hiçbir topuna vura­
madı.”
Frank’ın bezybolle ilgili hiçbir şey bilmediğini düşündüm.
Beyzbolle ilgili hiçbir şey bilmiyor olabilir, bu durumu anlaya­
bilirim. Ancak Frank yine tuhaf şeyler söylemeye başladı.
“Oo, hiçbir topuna vuramadılar demek. Benim ailem sade­
ce erkek kardeşlerden oluşuyordu ve ben en küçük çocuktum.
Ağabeylerimin hepsi beyzbol oynardı. Taşrada yaşıyorduk,
göz alabildiğince mısır tarlaları uzanırdı. Oyun deyince beys­
bolden başka bir eğlencemiz yoktu. Babam da beyzbol man­
yağıydı zaten. Onun için şimdi bile çok iyi anımsıyorum, ben
sekiz yaşındayken, ikinci büyük ağabeyimin bir oyununda
hiçbir topuna vuramamışlardı.”
Daha bir saat önce iki ablası olduğunu söylemişti. Partiye
benzer toplantılarda komedyenlerin taklidini yapardı. Kendi
ağzıyla söylemişti bunu. Şimdiyse bütün kardeşlerin erkek
olduğunu ve beyzbol oynadıklarını söylüyordu. Tuhaf olan,
37

yalan söylemesini gerektirecek bir durumun olmamasıydı.


Nomo’yu tanımaması garip olsa da, yalan söyleyerek geçiştir­
mesi gereken bir durum yoktu ortada. Burası önemli iş gö­
rüşmelerinin yapıldığı bir yer değil, gözetleme evinin bekle­
me salonu; ben de önemli bir işadamı değil, “gece rehbe­
ri ”yim. Nomo’yu tanımıyorum demesi yeterli olurdu.
“Hiçbir özelliği olmayan bir taşra kasabasıydı, ama birası
çok güzeldi. Her beyzbol oynayışımızda bira içerdik. Ben se­
kiz yaşındaydım ama bana da içirirlerdi. Bira içemeyen er­
kek değildir, Amerikan taşra kasabaları hep böyledir. Mısır
tarlaları göz alabildiğince uzanırdı. Gökyüzü rahatsız edecek
kadar maviydi. Yazları çok sıcak geçerdi. Sanki güneşten
yumruk yemiş gibi hissederdik kendimizi. Güneşin altında
kalınca zayıf olanlar hemen bayılırlardı. Ne tuhaftır, beyzbol
oynarken bir şey olmazdı, sıcağı hissetmezdik. Atıcının gü­
nünde olmadığı zamanlarda savunmada görev aldığımda bi­
le sorun olmazdı.”
Beyzbol konusuna girince, Frank o ana kadar olduğundan
daha hızlı konuşmaya başlamıştı. Sözcüklerini kaçırmamak
için dikkatle dinlerken, ben de eskileri anımsadım. Ortaokul
yıllarında ben de beyzbol oynamıştım. Öyle ahun şahım bir
şey değildi ama yazlan yaptığımız antreman maçlannı bir an
olsun unutmadım. Frank’ın söylediği gibi, sadece ayakta dur­
makla bile insanın bayılacağı kadar sıcak günlerde dahi,
beyzbol oynarken bir şey olmazdı. Yaz ve beyzbol. Bu iki söz­
cükle biraz haşır neşir bir insan hemen çimler, toprak, deri
eldivenin ve saha çizgilerindeki tebeşirin kendine has koku­
sunu anımsar. Bir anda o günlere özlemle doldum ve
Frank’ın yalan söylemesinin yarattığı şaşkınlığı unuttum.
“Az bir sayı farkıyla öndeyken, tüm noktalar da dolmuşsa,
savunmada dursan bile terlemezsin, sıcak olduğunu bile
unutursun. Ama böyle yapıp, kısa bir süre için gözlerimi ka­
pattığımda müthiş bir sıcak olduğunu anımsıyorum. Gerçek­
38

te, öylesi bir sıcağı ömrüm boyunca bir daha hiç yaşamadım.
Yazın oynanan beyzbol kadar sıcak bir şey yok, yazın oyna­
nan beyzbolden daha çok özlediğim bir şey yok.”
Farkına vardığımda bunları anlatmaya başlamıştım bile.
Bunları konuşmak zevk veriyordu. Present perfect tense'in
karşılaştırma kalıbını sorunsuzca kullanmıştım.
“Kenci, sen de mi beyzbol oynadın?” dedi Frank, pek sevin­
memiş gibiydi.
“Evet oynamıştım.”
Böyle yanıtlayabilmek beni mutlu etmişti. Bu yanıtla bir­
likte, Frank’ın benim gibi bir Japon’un asla anlayamayacağı
bir aile ortamında yaşadığını düşündüm. Amerika’da boşan­
ma oranı yüksektir; yaklaşık yüzde 50’lere ulaşıyor, diye sık
sık yazar dergiler, ama bu yazıları okuyarak gerçek durumu
kavrayabilmek olanaksız. “Aa, öyle mi?” der geçiştiririz. Şim­
diye kadar yaklaşık iki yüz Amerikalıya gece rehberliği yap­
tım. Tam iki gece boyunca birlikte olup, ayrılma zamanı gel­
diğinde sarhoş olarak çocukluğunu anlatmaya başlayan müş­
terilerin sayısı hiç de az değil. Hoşuna giden bir kadınla, is­
tediği gibi seks yapamayanlarda bunları anlatma eğilimi ol­
dukça yüksek. İyi de, yabancı bir ülkeye gelip sadece iki üç
gün içinde hoşlanacağı bir kadın bulup seks yapma olasılığı
hemen hiç yok, ama müşterilerimin çoğunun Tokyo gecele­
rinde dolaştıktan sonra, sarhoş ve yorgun bir halde yalnızlık­
larını bana açtıklarını düşünüyorum. Ortaokul ikinci sınıfta
babam öldüğü için onların anlattığı yitirme duygusunu yan
yanya kavrayabiliyorum. Sözgelimi şöyle anlatıyorlar. “Ba­
bam eve gelmemeye başladıktan sonraki Noel’de tanımadı­
ğım bir adam evimizdeydi ve annem bundan sonra senin ba­
ban bu adam olacak dedi. Altı yaşındaydım ve durumu ka­
bullenmekten başka çarem yoktu; kabullenmem de uzun za­
man aldı, iki üç yıl gibi bir süre. Zamanla adam beni dövme­
ye başladı, benim memleketim Kuzey Carolina’da, o yıl çıkan
39

ilk çimenleri kesmeden mayıs ayına kadar bekleme âdeti


vardır. Batı sahilinden gelmiş bir işadamıydı ve o yüzden bu
âdeti bilmiyordu, evin önündeki çimleri umursamadan çiğni­
yordu, buna izin veremezdim ve adamı uyardım. Ne kadar
uyardıysam da adam çimenleri ezmekten vazgeçmedi. Küf­
rettim ona, küfredecek yaşa gelmiştim. Adam beni dövdü ve
kabullenmem yine zaman aldı.” Anlatan Amerikalılar kabul­
lenme sözcüğünü sıkıntıyla kullanıyorlar. Sabretmek sözcü­
ğünü kullanan hiç olmuyor. Sabretmek sözcüğü birçok an­
lamda Japonlara özgü galiba. Amerikalılar bu konuşmaları
yaptıktan sonra, yalnızlığın niteliğinin farklı olduğunu dü­
şünmeye başladım ve Japon olduğuma sevindim. Gerçekler
ve koşullan kabullenebilmek için harcanan çabanın getirdiği
yalnızlık ile sadece sabretmekle geçecek yalnızlık arasında
fark var. Benim, Amerikalılarınki gibi bir yalnızlığa katlana­
cak gücüm yok.
Frank’ta da kesin bu tür yanlar vardır diye düşündüm. Bir
dönem sadece ablalannın olduğu bir ailede kalmış, bir dönem­
de de sadece ağabeylerinin olduğu bir ailede yaşamış olabilir.
“Ortaokuldayken oynamıştım. Ben ikinci noktayı savunur­
ken, kısa-kesme oynayan samimi bir arkadaşım vardı. İkinci
noktada oynamak için benim omuzlarım biraz fazla gelişmiş­
ti ve kısa-kesme oynayan arkadaşımın da omuzlan gelişmiş
olduğu için, biz çok sık ikili antremanlar yapardık. İkili
oyunlar bizim her şeyimizdi diyebilirim. Yaptığımız maçlar­
da yenilsek bile ikili oyunumuzda iyi oynamışsak, diğerleri­
ne çaktırmadan sevinç işaretleri yapardık birbirimize” dedim
Frank’a ve hangi pozisyonu savunduğunu sordum. Tam o sı­
rada gösteri bitince, “Evet sayın müşterilerimiz, buyrun, bek­
lettiğimiz için üzgünüz, kabinlere giriniz, buyurun” anonsu
yapıldı.
“Haydi bakalım, bizim sıramız Kenci, girelim” diyerek aya­
ğa kalktı. Ben de kalkıp kabine yöneldim ama yine bir şeyle­
40

rin eksik kaldığı duygusuna kapıldım. Ateşli bir şekilde beyz-


bolden konuşurken, ben beyzbol geçmişimi anlatmaya başla­
yınca konuya olan ilgisini kaybetmişti sanki, ilgisini kaybet­
mesinden ziyade, beyzbol konusundan kaçmaya çalıştığı his­
si uyanmıştı bende.
İkimiz, görevli adamın yer göstermesiyle, biraz uzak ayn
ayrı kabinlere girdik. “Cinsel iştahım yerındedır” diyen
Frank, nedense kabine girerken pek sevinmiş görünmüyor­
du. Heyecanlanmış bir hali de yoktu. Adını koymak gerekir­
se rahatsız olmuş, canı sıkılmış gibiydi. Küçük bir yuvarlak
tabure ve kâğıt peçete kutusundan başka bir şey olmayan,
kapah yer korkusu olanların panik yaşayabileceği kadar dar
kabine girerken “Cins herif’ dedim yüksek sesle.
Gösteri hemen başladı. Sahne, yarım daire şeklinde, altı
yedi metrekarelik bir alandı. Yuvarlak olan kısımda daracık
kabinler sıralanmış, sahneye bakan yüzü tek taraflı aynayla
kapatılmıştı. Dans eden kadınlar kabinlerin içini göremiyor,
ama duvarlara iliştirilmiş küçük ışıklar sayesinde hangi ka­
binin içinde müşteri olduğunu anlayabiliyor. Müzik, ardın­
dan da bundan daha adisi olamaz dedirtecek bir ışık gösteri­
si başlayıp, sahnenin sağ tarafındaki kapıdan kısa boylu, za­
yıf bir kadın sahneye girdi. Müzik, Michael Jackson’dandı.
Kadının üzerinde bir gecelik vardı.
“Özür dilerim. Özel servis istiyor musunuz?” diye sordu
kabinin kapısını açan kadın. Yüzüme baktığında, “Aa. Kenci,
sen miydin?” dedi. Eskiden, eskiden dediysem yarım sene ev­
vel, Roppongi’deki pavyonda çalışan bir kadındı ve yanlış
anımsamıyorsam adı Asami idi. “Asami?” diye sorunca “Bu­
radaki adım Madoka” dedi gülerek.
“Bir ricam var” dedim Madoka’ya. “Bunun üç ilerisindeki
kabinde yabancı biri var da, o özel servis isteyecekti.” Adı
Roppongi’de Asami’yken, burada Madoka olan kadın, ‘Ya­
bancı?” diyerek kaşlarını çattı. Gerçekten de yabancılar gece
41

hayatının hiçbir yerinde istenmiyor. "Yok, yanlış anlama, öy­


le özel bir servis yapmanı istemiyorum, sadece o tipin boşal­
tacağı miktarı öğrenmek istiyorum.”
"Bu da ne şimdi? Yarışma mı var yoksa?”
"Yok, sadece öğr enmek istiyorum, seni yemeğe götürürüm,
havdi.”
Madoka "Tamam” diyerek kabinin kapısını kapattı. Rop-
pongi’deki pavyonda birkaç kez özel olarak çağırmıştık. Gece
hayatında çalışan kadınlar böyle şeyleri mutlaka anımsar.
Cesedi parçalanmış halde bulunan liseli kıza tecavüz de edil­
diği yazıyordu gazetede. Eğer Frank, dün o kıza tecavüz et­
mişse, özel el servisinde boşaltacağı miktarın o kadar fazla
olmaması lazım, diye düşünmüştüm. Öldürülen liseli kız ile
Frank arasında bir ilgi kurmak aptalca olabilir. “Fazla kap­
tırmışsın kendini, ayrıntılarda boğulmuşsun.” Sözgelimi Cun
böyle derdi herhalde. Frank’ın katil olduğunu söylemiyorum
ama, iki yıl Tokyo gece hayatı sahnesinde çalışarak edindi­
ğim temkinli olma hislerim, Frank’a güvenmemem gerektiği­
ni söylüyordu bana. Her insanın yalan söyleyeceği bir an ge­
lir. Ancak sürekli yalan söyleyen bir insan, yani yalan söyle­
meyi normalleştirmiş bir insanın, yalan söylediğine idraki
zayıflar ve hatta bazı durumlarda yalan söylediğini bile unu­
tur. Bu tür insanları tanıyor ve yaklaşmamaya dikkat ediyo­
rum. Bunlar dünyadaki en belalı, en tehlikeli insanlardır.
Sahnede, ufak tefek ve zayıf kadın geceliğinin önünü aç­
mış belini kıvırıyordu. Profesyonel bir dansçı değil de, batak­
hanede çalışan bir kadın olduğu için hareketleri kesinlikle
ayartıcı değildi. Bir sözcük bulmak gerekirse, komik; insanı
üzen bir yanı var ayrıca. Kimse burada striptizin ustaca ya­
pılmasını beklemiyor zaten. Kadın, müşteri bulunan kabinle­
rin aynasına kendini yapıştırıp, otuz saniye kadar sutyenini
çıkartarak memelerini avuçluyor, tek elini külotunun içine
sokuyor ve servisine devam ediyordu. Makyajı hafif ve beyaz
42

tenli olduğundan, kadının yüzündeki, el ve ayaklarındaki


mavi damarlar fark edilebiliyordu. Işık gösterisi altında iyi­
ce belirginleşen o mavi damarlara bakarken, burada zalimce
bir şeyler yapıldığı hissine kapılmıştım ki, Madoka kabinin
kapısını açarak başını uzattı.
“Nasıldı?” dedim alçak bir sesle. Keskin parfüm kokusu
dar kabine yayılmıştı. Madoka içinde prezervatif ve el havlu­
ları olan plastik bir kutu tutuyordu, geceliğe benzer fırfırlı
bir şey giymişti. Sanki mutluluk dağıtan zümrütüanka kuşu­
nu bulmaya gidiyormuş gibiydi kılığı.
“Şu, beş numaralı kabindeki yabancıydı, değil mi?”
Kabinin içindeki karanlık ve arkasından vuran ışık yüzünü
tam olarak görmeme engel oluyordu, ama Madoka bir şeye ea­
rn sıkılmış, hatta bir şey onu tedirgin etmiş gibi konuşuyordu.
“Özel servis istemedi mi?” diye sorunca. Madoka istedi an­
lamında başım salladı.
“Tuhaf bir şey mi oldu?”
“Hımm, tam ortasındayken, yeter, dedi.”
“Boşalmadı yani?”
“Boşalmadı mı desem...”
“Büyük müydü aleti?”
“Büyüklüğü normaldi ama, bir acayipti işte. Her şey bir
yana, hem o yüz ifadesiyle kendini mıncıklatan birine ilk
defa rastlıyorum; hem de aleti, nasıl desem, insanın içini
burkuyordu.”
“İnsanın içini mi burkuyordu?”
“Hı. Sertliğine diyecek yoktu, yerine göre.”
“Silikon mu taktırmış acaba?”
“Silikon ya da inci taktırmış olsa anlarım, öyle değildi. Üs­
telik yüzü... en başta karanlıkta anlayamadım, ama gözlerim
alışınca yüzünü görebildim. Bana bakıyordu ama... Ya, gide­
bilir miyim artık? Müşterilerle konuşunca fırça yiyorum.”
“Oldu tamam. Kusura bakma, tuhaf bir ricada bulundum”
43

deyince, Madoka, “Önemi yok” diyerek kabinin kapısını ka­


pattı. Artık Frank’la ilgili konuşmak istemiyor gibiydi. Sut­
yenini çıkartıp külotunu ayak bileğine kadar indiren kadın
sahnede mastürbasyon yapıyordu. Yere uzanmış, bacakları­
nı ayırmış, gözlerini kapatmış, hafif hafif inliyordu. Tama­
men rol mü yapıyordu, biraz hissediyor muydu, ya da başka­
ları kendini seyredince heyecanlanan tiplerden miydi, bilin­
mez. Bilinmez ama, cinsel coşkuyu ifade eden yüz hali ve ses,
hemen hemen onun şu anki hali gibi bir şey işte. Erkekler
açısından da pek öyle çeşitlilik söz konusu değil. Madoka,
şimdiye kadar, o anı yaşayan erkeklerin yüzlercesinin, bin-
lercesinin yüzünü görmüştür. Frank özel servis yaptırırken,
yüzü nasıl bir hal almıştı acaba?
Gözetleme evinden çıktıktan sonra Frank hemen hiç ko­
nuşmadı. Ben de bir şeyler söyleme isteği duymadım, ikimiz
neon lambaları ve simsarların sesinden bir an önce uzaklaş­
mak istermişçesine yürümeye devam edip, kafamızı kaldırıp
baktığımızda aşk otelleri sokağının kıyısında bir yerde kal­
mış beyzbol idman sahasının önüne gelmiştik. Saat biri geç­
mişti ama, yeşil ağ ve demir çubuklarla çevrelenmiş idman
sahasından, metal sopalarla plastik toplara vurulma sesleri
ritmik olarak duyuluyordu. Frank durup bir süre o sese ku­
lak vererek, tuhaf bir şey görmüş gibi demir çubukların öte
tarafına bakmaya başladı. Amerika’da demir çubuklarla ve
ağ ile çevrelenmiş beyzbol ya da golf sahaları yokmuş. Ben
golf idman sahalarının tüm dünyada bulunduğunu sanırdım.
Otomatik içecek ve sigara makinelerinin de dünyanın her ye­
rinde olduğunu sanıyordum. Otomatik satış makinelerinin
Japonya’dan başka yerlerde de olup olmadığı sorusu aklınım
ucundan bile geçmemişti. Meraklı müşteriler mutlaka sorar­
lardı. “Kenci, niye bu kadar çok otomatik satış makinesi var?
Bir sürü market olduğuna göre, ayrıca makinelere ne gerek
var? Üstelik, neden o kadar fazla çeşitte kutu kahve, meyve
44

suyu ve enerji içeceği var ki? Üreticiler bunca çeşit olunca na­
sıl kâr ediyor?” gibi sorulara hâlâ cevap veremiyorum. Ame­
rikalıların bu tür şeyleri neden merak ettiğini de anlamamış­
tım başlangıçta. Bu ülkede, yabancılar baktığında anormal
gelecek bir sürü şey var ve bunların çoğunu açıklayamıyo­
rum. “Japonya dünyanın sayılı zengin ülkelerinden biri ol­
masına rağmen, neden aşırı çalışmaktan ölenler oluyor? Fa­
kir Asya ülkelerinde olsa anlarım ama, böylesine zengin Ja­
ponya’da liseli kızlar neden fuhuşa yöneliyor? Ailenin mutlu­
luğu için çalışmak dünyanın her yerinde aynıdır, ama Japon­
ya’da babanın tek başına başka bir şehire çalışmaya gitmesi
âdetine neden kimse ses çıkarmıyor?” Açıklayamamam aptal
olmamdan kaynaklanmıyor. Böyle şeyler ne televizyonlarda
ele alınıyor, ne de gazetelerde yazıyor. Bu ülkede insanlar
neden aşırı çalışmaktan ölüyor, diğerlerine anormal gelen
başka şehirde çalışma âdeti bize neden normal geliyor ve ne­
den kimse anlatmıyor bunları bize.
Frank, hareketsizce idman sahasına bakıyordu. Kesin bir
iki atış yapmak istiyordur, dedim. “Ne dersin, biraz takılalım
mı?” deyince, şaşırarak belli belirsiz onayladı.
Birinci kat oyun merkeziydi. Demir merdivenleri tırmanıp
ikinci kata çıkınca floresanlarla aydınlatılmış tuhaf bir yere
ulaştık. “Dikkat! Makineleri Kullanmayanlar Vuruş Alanına
Giremez!” yazılı levha demir çubukların ortalarında bir yere
asılmıştı. Toplam yedi vuruş alanı vardı ve her birinde gelen
topun hızı farklıydı. Sol kıyıdaki en hızlı makine 135 km sü­
rate ulaşan toplar gönderiyordu ve seksen km hıza ulaşan
sağ kıyıdaki makine en yavaş olanıydı. Topa vuracak olan
müşterilerden başkası vuruş alanına giremezdi. Bizden baş­
ka oynayanlar da vardı. Sarhoş bir çift ve sessiz sedasız to­
pa vuran eşofman giymiş bir genç adam. Çiftin olduğu yerde
adam topa vuruyor, çubukların dışında kadın tezahürat ya­
pıyordu. “Haydi bastır, saha dışına uçur!”'diye, kadın her top
45

gelişinde bağırıyordu. Sarhoşluktan sallanan adam çoğu to­


pu ıskalıyordu. “Ha gayret! Ha gayret!” diye kadın ciddiyet­
le tezahüratına devam ediyordu. Neyi yenmeye çalıştıkları­
nı anlayabilmiş değilim. Kadının bağırmayı sürdürdüğü de­
mir çubukların dış tarafının, taşra istasyonlarındaki ne ben­
zer bir çatısı vardı ama etrafı açıktı. Görevli, otobanlardaki
gişeler kadar dar bir odada, sandalyesinde uyuyakalmıştı.
Küçük odanın içinde, üzerine demlik konmuş gaz sobası tu­
runcu alevlerle yanıyordu. Sıcaklamış olacak ki, uyuyakalan
görevlinin üzerinde sadece bir tişört vardı. Bir evsiz odanın
dışındaki duvara kendini iyice yapıştırmıştı. Evsiz altına
serdiği mukavvanın üzerinde uzanmış, elinde hazır çorba
kutusuna koyduğu içkiyi içiyor, haftalık dergilerden birini
okuyordu.
Frank “Amerika’da böyle bir yer yok” deyince, Japonya’da
da pek fazla olmadığım düşündüm. Top atan makinelerin ol­
duğu yer karanlıktı. Çalışan makinelerin kol kısmının ucun­
daki yeşil ışık yanıp sönüyordu. Dağılan toplan, toplayıp ta­
şıyan bant ve yaylann makinenin gücüyle gerilip esneme se­
si, ilkel bir hoparlörden yayılan Uçida Yuki’nin şarkısının
boşluklarında kesik kesik duyuluyordu. Eşofmanlı adam te­
re batmış, oldukça isabetli vuruşlar yapıyordu. Ancak ne ka­
dar mükemmel vurursa vursun, toplar yaklaşık yirmi metre
ilerideki ağa takılıp kalıyordu. Ağın yüksek bir yerinde “sa­
ha dışına atış” yazılı elips bir pankart asılmıştı. Yırtılmıştı,
“ha” kısmı okunmuyordu.
“Vuruş yapacak mısın?” diye sordum Frank’a.
‘Yok, ben biraz yoruldum, dinleneceğim. İstersen sen çalış
biraz, ben de seni seyredeyim” diyen Frank, görevlinin kulübe­
sinin önünde duran tabureyi çekerek oturdu. Tabureyi alırken,
evsiz Frank’a baktı. Frank, tabureyi kullanan kimse olup olma­
dığım İngilizce sorduğunda, evsiz cevap vermeksizin, ya votka
ya da şoçu gibi sert bir içki olduğu belli olan şeffaf içkisinden
46

bir fırt çekti. Evsizin sağ elinde tuttuğu plastik kap içerisinde-
ki sıva şüphesiz içkiydi. Kokusu bulunduğum yere kadar ulaşı­
yordu. Evsizin vücudundan da farklı bir koku yayılıyordu.
“Burada mı yaşıyor, acaba?” dedi Frank, tabureye oturup
evsize bakarak.
“Yaşıyor denemez.”
Hava soğuktu. Birkaç vuruş yapmak istiyordum ama, pa­
rayı Frank’tan almamı zorlaştıracak bir hava oluşmuştu.
Beyzbolü sevmiyor değilim ve bir seferlik parayı, herhalde üç
yüz yendi, kendim ödeyebilirim ama, oynamak istemiyor­
dum. Yürümek istemediğim de doğru, ama gözetleme evinin
bekleme salonunda, Frank kardeşleriyle beyzbol oynadığını
anlattığı için getirmiştim onu buraya. İşimin bir parçasıydı.
Polaroid fotoğraf için verdiğim üç yüz yeni de henüz alma­
mıştım. Miktar önemli değil, ama rehberlik yaparken doğa­
cak her türlü masrafı müşterinin karşılaması gerektiğini erf
başta söylememe rağmen, böyle arkadaşlık havasının oluş­
ması sıkıntılı bir durumdu. Bozuk para atmasını söyleyeme-
memin nedeni belki de yorgunluğumdan kaynaklanıyordu.
Tuhaf bir şekilde yorulmuştum.
“O bir evsiz, değil mi?”
“Evet, öyle.”
Bu kadar soğuk bir yerde sohbet etmeye halim yok; hem
üşütecek gibiyim. İkimizin arkasında bir binanın park yeri
vardı ve çubukların arasından aşk otellerinin neon ışıklan
görülüyordu. Frank’ın burnu soğuktan kızarmış, tabureye
öylesine yayılmıştı ki, kıpırdayacak gibi görünmüyordu. Be­
lirli bir hızla içkisine devam eden evsize bakıyordu.
“Neden binleri bunu buradan kovmuyor?”
“Üşeniyorlardır.”
“İstasyonlar ve parklarda da çok evsiz vardı. Japonya’da
bu kadar evsiz olduğunu bilmiyordum. Japonya’da evsizlere
saldıran genç tipler var mı?”
47

Bu tip gerçekten üşüdü herhalde diye düşünerek “Var”


dedim.
“Var demek, vardır tabii. Bu tipler hakkında sen ne düşü­
nüyorsun, Kenci?”
“Düşünecek ne var ki? Evsizler kokar, onlara nazik dav­
ranmayı pek düşünmezsin.”
“Koku ha? Gerçekten de koku insanlardan nefret etmenin
ya da sevmenin temel unsuru olabilir. New York’ta sadece
evsizlere saldıran sokak çeteleri var. Evsizlerin para edecek
hiçbir şeyleri olmadığı için, o tipler sadece şiddet uygulaya­
rak zevk alıyorlar. Yaşlı evsizlerin dişlerini teker teker bazı
aletler kullanarak sökenler de varmış. Cinsel tacizde bulu­
nanlar da.”
Neden dedim, Frank bu saatte, böyle bir yerde bu tür şey­
ler anlatıyor acaba? Sürekli “Ha gayret, ha gayret” diye bağı­
ran kadın, vuruşlarını bitirdiğinde ayakta duramayacak ha­
le gelen adama sarılıp destek olarak götürdü. Eşofmanlı
adam vuruşlarına devam ediyordu. Rüzgâra açık saha soğuk­
tu, belimden aşağısı sanki hiçbir şey giymemişim gibi üşü-
müştü, özellikle ayak uçlarım. Aşk otellerinin çoğunun pen­
cereleri aydınlıktı. O cılız, ayartıcı ışıklara bakarken, Mado-
ka’nın söylediklerini düşündüm. “Öyle bir yüz ifadesiyle ale­
tini mıncıklatan bir adama daha önce hiç rastlamadım” gibi­
sinden bir şeyler söylemişti Madoka. Şimdi düşününce,
Frank’ın boşalıp boşalmadığını net olarak sormayı unutmuş­
tum, ama artık bunun hiçbir önemi yoktu sanırım. Acaba
Frank’ın yüz ifadesi nasıldı?
“Bu tür konular iç karartıcı, değil mi?” dedi Frank, evsize
bakarak. İç karartıcıysa hiç açma o zaman, diye düşündüy­
sem de, “Öyle” dedim.
“Neden iç karartıcı? Feci şekilde kokan birini genç tiplerin
feci şekilde taciz etmesi neden iç karartıcı? İzlenimden kay­
naklanıyordur. Neden böylesi izlenimler insanları rahatsız
48

ediyor acaba? Süt kokan bir bebek görünce herkes gülümser,


değil mi? Neden kötü kokular tüm dünyada aynı acaba? Kö­
tü koku algılarımıza neden yerleşmiş? Koca dünyada yok mu
acaba, hayır, yani, evsizle yanak yanağa olmak isteyecek bi­
ri, ya da aniden bir bebeği öldürme isteğine kapılacak biriki­
ri, çıkmaz mı asla? Kenci, öylesi insanların da mutlaka bir
yerlerde olduklarını hissediyorum.”
Frank’ın anlattıklarını dinledikçe, kendimi gerçekten kötü
hissetmeye başladım. “Birkaç atış yapacağım” deyip demir
çubuklarla çevrelenen vuruş alanına yöneldim.
Vuruş yerine girdim. Iskalanan topları geri toplayabilmek
için zemin hafif eğimliydi. Beyaza boyalı beton zemin, flore-
san ışıklarının yansımasıyla mavimtrak bir renk alıyordu.
Ağın çevresi aşk otellerinin neonları ve pencerelerinden ge­
len ışıklarla aydınlanmıştı. Bu kadar soğuk bir manzara da­
ha var mı acaba diye düşünerek, biraz esneme hareketi yap­
tıktan sonra, üç sopa içerisinden en hafif olanını seçtim. Üç
bozuk parayı deliğe atınca, top hızı 100 km yazılı makinenin
üstündeki yeşil ışık yandı. Motorun sesi duyulur duyulmaz,
ince uzun karanlık içinden beyaz plastik bir top uçup geldi.
Yüz kilometre bile oldukça hızlıydı, vücudumu kıvıracak za­
man bile bulamadığım için ilk topu ıskaladım.
Bir türlü güzel bir vuruş yapamayışımı, arkamda hiç isti­
fini bozmadan izliyordu Frank. Sonra taburesinden kalkıp
bana doğru geldi.
Yaklaşıp, hemen arkamdaki demir çubuklara yapışarak.
“Kenci, ne oldu sana? Hiç ileri doğru gitmiyor toplar” dedi.
Neden bilmem, tepem atmıştı. “Böyle bir adamın eline mal­
zeme veriyorum” dedim kendi kendime.
“Kenci, şu adama baksana” dedi Frank, benim iki sıra ya­
nımda vuruş yapan eşofmanlı adamı gözleriyle işaret ederek,
“Baksana, müthiş bir adam, tüm toplara rahatlıkla vuruyor.”
Eşofmanlı adam, yüz yirmi kilometre hızla gelen topların
49

hemen hemen tamamını sopasıyla ortalıyor ve merkezde bir


yöne doğru yolluyordu. Vücudunu kıvırma hızı normal değil.
Bu iş için tutulmuş profesyonellerden biridir herhalde de­
dim. Bu şehirde o türden insanların da yaşadığını duymuş­
tum. Lisede ya da şirketlerin takımlarında oynadıktan sonra
kendini kadın, kumar ya da uyuşturucuya kaptırıp, başka
kazanç yolu olmadığı için buralarda para kazanırlar. Bir sa­
ha dışı vuruş için iki bin yen, bir iç vuruş için beş yüz yen
şeklinde; yaptığı işe göre para alarak çalıştığı için idman
yapmak gerekiyor.
“Deminden beri izliyorum, bir topa bile dokunamadın da­
ha. Burada, o adamın makinesinden daha yavaş geliyor top­
lar, oradan çok çok daha yavaş.”
“Anladım, tamam” dedim, biraz sesimi yükselterek. Bir
sonraki topu var gücümle ıskaladım. “Of’ diye başını salladı
Frank. “Of, Tanrım, bu nasıl bir şey? Top çok yavaş hem de.”
İyice tepem atmıştı, vücudumu sarsarak konsantre olma­
ya çalıştım. Frank sürekli, “bu bir lanet”, “tanrı seni unut­
muş” gibi şeyler söyleyince “Sessiz ol!” diye bağırdım. “Öyle
arkamda sürekli konuşunca konsantre olamıyorum.”
Frank derin bir nefes alıp yine başını salladı, “Kenci, Jack
Nicklaus’un ünlü öyküsünü bilir misin? Jack büyük bir mi­
tingde konuşmasının belirleyici kısmına girecekken, öyle
konsantre olmuş ki, o an rüzgâr estiğinde şapkasının uçtuğu­
nu anlamamış bile. Konsantre dediğin öyle bir şeydir işte.”
“Jack Nicklaus’u tanımıyorum” dedim. “Lütfen sus artık.
Sen susarsan oradaki saha dışı atış işaretini vururum.”
“Hımm” dedi Frank, ne düşündüğü anlaşılmayacak bir şe­
kilde. “Bahse var mısın?”
Soruş şekli pek hoşuma gitmemişti. Herhalde, her zaman
aynı şeyi yapıyordur, diye düşündüm. “Hımm, bahse var mı­
sın?” cümlesini en sonunda söylemek için, ondan önceki ko­
nuşmaları ve hareketleri titizce planlıyor herhalde. Bu tip,
50

ne düşündüğü anlaşılmaz yüzüyle bakarak hep böyle hilele­


re başvuruyordur, diye düşündüm. Ama artık çok geçti.
“Tamam, haydi bahse girelim.” Farkına vardığımda ağ­
zımdan çıkmıştı bile. Benim böbürlendiğim, bu zamanda yir­
mi yaşındakilerde pek rastlanmayan serinkanlılıkla karar
verme yeteneğim, Frank’ın ne düşündüğü anlaşılmayan yü­
züne karşı duyduğum öfkeyle bulut olup uçmuştu.
“Kenci, şöyle yapalım. Yirmi topa vurmayı dene. Eğer ora­
daki saha dışına atış işaretine bir kez bile denk getirirsen
sen kazanırsın. Ben de bu akşamki rehberlik ücretini iki ka­
tına çıkarırım. Eğer bir kez bile denk getiremezsen ben kaza­
nırım. Öyle olursa, bu akşamki ücretin bende kalır, bedava-
ya çalışmış olursun.”
“Tamam, öyle olsun” diyecektim ki kendimi tuttum.
“Frank, şartlar adil değil.”
“Neden?”
“Sen kazanırsan benim ücretim sıfıra iner, bugünkü eme­
ğimin karşılığı sıfır olur. Alacak verecek yok, ben kazanınca
iki katı ödeşen de, bu pek adil değil.”
“Peki nasıl olacak?”
“Sen kazanırsan, ücretimin yarısını ödersin, ben kazanır­
sam iki katını alırım. Mantıklı değil mi?”
“Öyleyse eğer, sen kazanırsan, esas ücret yirmi bin yen, iki
saat ekstra zaman için de yirmi bin yen; toplam kırk bin ye­
nin iki katı, yani seksen bin yen mi ödemem gerekecek?”
“Evet öyle” derken, Frank’ın ücret atrifesini anımsaması­
na biraz şaşırdım. Bu yönüyle, bu tip de sıradan bir Ameri­
kalı, dedim. Amerikalılar yaptıkları anlaşmayı asla unut­
mazlar. Ne kadar sarhoş olsalar da, çıplak kadınlan görüp
coşsalar da mutlaka anımsarlar.
“Esas bu adil değil. Sen kazanınca kırk bin yen alıyorsun,
ben kazanınca yirmi bin yen” diyen Frank, gözlerini ayırma­
dan yüzüme bakmaya başladı. “Sen cimrisin” dedi.
51

Bu Frank’ın tahrik etme şekli miydi bilmem. Ama inanıl­


maz bir şekilde numarayı yuttum.
“Anlaşıldı, ilk söylediğin gibi olsun” deyince, Frank dudak­
larını kıvırarak güldü.
“Kenci, oyunun parasını ben veriyorum” diyerek tırnakla­
rı bakımsız parmak uçlarıyla ceketinin iç cebindeki bozuk
para kesesinden üç yüz yen çıkardı. Madem bozuk parası
vardı, neden fotoğraf çektirirken çıkartmadı acaba, diye dü­
şünerek parayı aldım.
“Üç yüz yenle kaç top geliyor?”
“Otuz top.”
“Öyleyse ilk on top alıştırma olsun. On birinci toptan baş­
larsın.”
Hesabını çok önceden yapmıştır, dedim. O an bu tipin hın­
zır yanlan olduğunu anladım. İki yanımdaki, yan porfesyo-
nel gibi oynayan adamın mükemmel bir şekilde toplan mer­
keze göndermesine rağmen, saha dışı atış işaretine denk ge­
tiremediğini fark etmiş olabilir. Şizuoka’dan Tokyo’ya ilk gel­
diğim sıralarda, posta dağıtımında yarı zamanlı olarak çalı­
şıp, dört ay kadar dershaneye gitmiştim. O zamanlar oturdu­
ğum apartmandan iki istasyon uzaklıkta Tama Nehri kıyı­
sında bir beyzbol idman sahası vardı ve havanın iyi olduğu
günlerde sık sık vuruş yapmaya giderdim. Orada da saha dı­
şı atış işareti vardı, denk getirince hediye veriliyordu. Oyun­
cak ayı ya da bira, ikisinden birini seçiyordun yanılmıyor­
sam. Günde yüz vuruştan fazla oynardım, ama bir kez bile
saha dışı atış işaretine denk getirdiğim olmamıştı. Başka in­
sanların denk getirdiğini de sadece bir kez görmüştüm. Vu­
ruş yerinden ağa kadar yaklaşık yirmi metre. Elips papo on
beş metre kadar yukarı asılmış, yana yatarak yapılacak bir
atışla denk getirmenin imkânı yoktu. O beyzbol idman yerin­
de hediye kazanan tek kişi, fırıl fırıl dönerek yükselen bir atı-
şını şans eseri işarete denk getiren bir teyze\ olmuştu.
' ,O ______ - v1
\ ' ■ .. ,•
II
52

Homurtular çıkartan makine çalışmaya başladı ve on alış­


tırma topu hemen bitti. Omuzlarımı serbest bırakarak sopa­
nın ağırlık merkezine denk getirmeye çalıştım. “Omuzlarını
serbest bırakmazsan topa asla vuramazsın” diyerek bana ilk
beyzbol dersini veren babam olmuştu. Yedi ya da sekiz yaşın­
daydım. Babam inşaat makineleri tasarlar, çoğunlukla Gü­
neydoğu Asya ülkelerine giderdi. Pek güçlü bir fiziği yoktu
ama, spor karşılaşmalarını izlemeyi de, oynamayı da çok se­
verdi. “Topa bak” demişti babam, ilk beyzbol eldivenini hedi­
ye ettiğinde, alıştırma yaparken. İlk topu sadece izledim. Top
düz ve yüksek gelmişti. Ağın ortalarında bir yere gidince.
Frank’ın “Hohoo” sesini duydum. Saha dışı atış işaretinin iki
metre kadar altına denk gelmişti. İkinci topa da vurmayı ba­
şarmıştım ama, çok alçaktan uçup top atma makinesinin mo­
tor kısmına çarptı. Topa iyi bak, diye kendi kendime söyle­
yince, hep babam geliyor aklıma. Babamla oynadığıma dair
pek anım yok. Bir köprü işi için Malezya’ya gönderilince ora­
da kalmıştı. Ama şimdi bile rüyamda babamla beyzbol oyna­
dığımı görürüm.
Üçüncü topta merkeze uçan bir vuruş yaptım. Üçüncü ka­
le noktasını yırtarcasına geçen bir vuruş oldu ama, saha dışı
atış işaretine denk gelmesine olanak yok. Onuncu topu aşın­
ca, fırlayıp gelen toplara konsantre olarak Frank’ı düşünme­
yi bıraktım, kafam tamamen babamla dolmuştu. Anneme so­
racak olursanız babam sorumsuz bir adamdı ve eğlenmeyi
seviyordu galiba, ama sıra çocuklarla oynamaya gelince ba­
bam için bunun hiçbir anlamı yoktu. “İki şey içimde uhde
kaldı” demişti babam hastalanarak ölmeden biraz önce. Biri
köprünün tamamlanmaması, diğeri de bana yüzmeyi öğrete-
memiş olmasıydı. Öyle demişti. “Bunca iş arasında oynaya­
mam belki, ama en azından beyzbolü ve yüzmeyi öğretece­
ğim” demiş babam, ben doğduğumda. Amerika’ya gitme ha­
yali kurmamda babamın büyük etkisi olduğunu düşünüyo-
53

rum. Arada sırada kısa bir süre için eve gelip, sonra tekrar
Malezya’ya dönerken babam sevinçli olurdu. “Orada kendine
bir kadın buldu da ondan” derdi annem, ama tek nedenin bu
olmadığım düşünüyorum. Bir kadın ya da işini sevmesi, her
ne olursa olsun, Malezya’da babamı mutlu eden bir şeyler
vardı. Onu özlerdim ama, bavulunu alıp “Haydi görüşürüz”
derkenki halini de severdim. Bir gün gelecek, ben de böyle
“Haydi görüşürüz” diyerek bir yerlere gideceğim diye düşün­
müşümdür hep.
On dördüncü topta var gücümle bir kepçeleme yaptım.
Top dik bir açıyla giderken, Frank’ın “No!” deyişini duydum.
“Hadi!” diye bağırmıştım ama top saha dışı atış işaretinin
bir metre altında ağa çarptı. Bu atış benim ulaşabildiğim
zirveydi. Bir şeyler yapmazsam bu akşamki kazancım uçup
gidecek telaşıyla, işareti hedefleyen kepçeleme pozisyonunu
alıp vücudumu kıvırırken dengemi sağlayamadığım için top­
ların hepsi boşa gitti. On yedinci topu ıskaladığımda,
Frank’ın ağzını kapatarak bastırmaya çalıştığı boğuk gülme
sesini duyunca iyice kızıp sonraki üç topu ileriye gönderme­
yi bile beceremedim.
“Az kalmıştı. Kaç kez işim bitti sandım” dedi Frank özür
dileyen bir yüz ifadesiyle. Bir şeyler yapmam gerektiğini dü­
şündüm. Bu tipin beni bedavaya kullanmasını istemiyor­
dum. Kafesten çıkıp ceketimi giyerken, beyzbol sopasını
Frank’a uzatarak “Senin sıran” dedim.
Frank sopayı almak için hareketlenmeksizin, “Bu ne anla­
ma geliyor şimdi?” diyerek anlamazdan gelmeye çalıştı.
“Şimdi de senin sıran. Şartlar aynı.”
“Biraz dur bakalım. Öyle bir şey konuşmadık ki!”
“Sen de beyzbol oynamıştın, değil mi? Ben oynadım, vuruş
sırası sende.”
“Az önce söylediğim gibi, yorgunum ve sopa sallamaya me­
calim yok.”
54

“Yalancısın” deyince Frank’ın yüzü değişti. Zenci simsar


onu görmezden geldiğinde, New York’ta yaşadığına inanma­
dığında olduğu gibi, yüz teninde mavi ve kırmızı kılcal da­
marlar belirginleşmiş, gözlerindeki ışık kaybolmuştu. Gözle­
rinin ucu, burnunun kenarlan ve dudaklannın kıyısı hafif
hafif titriyordu. Frank’ın bu halini tam karşıdan, nefesini
hissedecek kadar yakından ilk defa görüyordum. Hem çok
kızmış gibiydi, hem de çok korkmuş.
“Ne diyorsun sen ya?” dedi Frank, ışıltısı kaybolan gözle­
riyle bana bakarak. “Neden bahsettiğini anlayamıyorum. Be­
nim nerem yalancı? Neden böyle konuşuyorsun, ben nerede,
ne zaman yalan söyledim?”
Frank’ın konuşması bitince yüzümü kaçırdım. Yüzündeki
ifadeyi daha fazla görmek istemiyordum. Frank, sanki üzüntü­
lü bir ifade takınmaya çalışıyor gibiydi. Baktıkça, kendimi za­
vallı gibi hissettirecek kadar çirkin bir surat, diye düşündüm.
“Küçükken beyzbol oynadığım söyledin bana. Gözetleme
evinin bekleme salonunda söyledin, ağabeylerinle birlikte,
oynayacak başka bir oyun olmadığı için hep beyzbol oynadı­
ğınızı söyledin bana.”
“Sanırım söyledim, peki bunun neresi yalan.”
“Bu tür bir çocukluk geçirmiş insanlar için beyzbol kutsal
bir şeydir, yanlış mı?”
“Tam anlayamadım.”
“Kutsal bir şey, her şeyden önemli olmalı.”
“Kenci, nereye varmaya çalıştığını anlayamıyorum. Gözet­
leme evinin bekleme salonunda söylediğim şeylerin gerçek
olduğunu kanıtlamam için vuruş yapmam gerektiğini mi söy­
lemek istiyorsun?”
“Evet, öyle. Biz çocukluğumuzda, dönüşümlü olarak vuruş
yapardık.”
“Tamam, anladım” diyen Frank sopayı aldı. “Bahse de gi­
recek miyiz?” dedi Frank, vuruş kafesinin içine girerken.
55

Eşofmanlı adam çıkıyordu. Uyuklayan görevli ve evsiz dışın­


da, aşk otelleriyle çevrelenmiş etrafı açık ve tuhaf bu yerde
sadece ikimiz kalmıştık.
“Bir kez bile saha dışı atış işaretine denk getirirsen, yarın
akşamki rehberlik de ücretsiz. Ama eğer tutturamazsan, bu
akşamki ücreti de normal olarak alırım.”
Frank kabul etti ama, makineye bozuk para atmadan ön­
ce “Kenci” dedi. “İşler neden bu hale geldi anlayamıyorum.”
Başlangıçta neden söz ettiğini anlayamadım.
“Ben, senin moralin bozuldu diye beyzbol sopası sallama­
ya kalkmış değilim. Seninle aramız iyi olsun istiyorum, anlı­
yor musun?”
“Anlıyorum” dedim.
“Nasıl söylesem, az önce de, seni kızdırarak bahsi kabul et­
tirip ücretini bedavaya getirmek değildi amacım. Ben öyle
bir insan değilim. Eğlenmek istemiştim. Çocukluğumda ol­
duğu gibi yaramaz bir ruh haline kapılmıştım. Para hesabı
yapıyor değilim. Para diyorsan, çok param var benim. Belki
pek zengin görünmüyor olabilirim ama, parasız da değilim.
Cüzdanımı görmek ister misin?”
Daha cevap veremeden ceketinin iç cebinden cüzdanını çı­
karttı. Pavyonda ödeme yaptığında çıkarttığından farklı bir
cüzdandı. Siyah deriden, iyice yıpranmış bir cüzdandı, ama
içinde iki milim kadar kalınlığı olan on bin yenlik banknot
destesi ve üç milim kadar yüz dolar destesi vardı. “Bak işte”
diyerek gülümsedi Frank. “Nasıl, bak işte?” diye düşündüm.
Pavyonda çıkarttığı cüzdan, taklit deriden bir cüzdandı. Üs­
telik gerçek zenginler büyük miktarlarda nakit taşımaz. Si­
yah cüzdanda bir tane bile kredi kartı yoktu.
“Dört bin dolar ve iki yüz seksen bin yen var. Param var
işte, anlıyor musun?”
“Tamam” deyince, Frank’ın yüzü çok neşeli bir hal aldı.
Yüzünün cildi tuhaf bir şekilde kıvrımlandı ve ben de gülüm-
56

seyinceye kudur kıvrımlıırım korudu. Boynumdaki tüm tüy-


ler diken diken olmuştu.
“Tamam. haydi vurulun bakalım.”
Bozuk para kesesinden üç yüz yon çıkartıp makineyi' allı
Sonra da suni çimden yapılına paspasın bulunduğu vuru; ye­
rinde değil, beyaz beton zeminli beşgen kalenin ortalarında
bir yerde durdu. Neden orada durduğum* anlayamamıştım.
Kalede durursa fırlayıp gelen toplar ona çarpardı. Yeşil lam­
ba yandı ve top fırlatma makinesi hareket etmeye başladı
Frank sağ elini kullananlar için yapılmış kafes içinde, vücu­
dunu tam karşıya çevirerek çömelmiş gibi alçak bir duruşla
kalede durup, sopayı göğsünün önünde tutmuştu. Sopayı tu­
tuş şekli tersti, sağ eli aşağıda kalmıştı. Dalga geçiyor her­
halde, dedim. Vuruştan önce törensi hareketler yapma alış­
kanlığı var herhalde dedim. Yayın gerilip, sonra aniden ser­
best kalmasıyla top fırladı, ama Frank vücudunu kımıldat­
mak için hareketlenmedi. Sürati yüz kilometreye ulaşan top,
Frank’ın kulağını sıyırdı geçti. Frank, top arkasındaki pas­
pasa çarptıktan sonra var gücüyle sopayı salladı. Ne dediği
anlaşılmaz bir sesle bağırarak, sallamaktan ziyade zemine
bir şey çakıyormuş gibi var gücüyle sallamıştı sopayı. Ters
tutmasının da etkisiyle, metal sopa elinden fırlayıp çan sesi
gibi tiz bir ses çıkararak betonun üstünde sıçradı. Sonraki
top geldi. Frank, topun geldiği yöne yan durmuş, hâlâ kalede
duruyordu. Ne olduğunu anlayamamıştım. Elinde sopası ol­
mayan orta yaşlı bir Amerikalı, çömelir gibi bir duruşla kar­
şıya dönmüş, topların fırlayıp geldiği vuruş alanında duru­
yordu. Vuruş kafesi gibi çok sıradan bir yer, her nedense
farklı bir şeye dönüşmüş gibiydi. Frank’ın duruşu, elbette bir
beyzbol duruşu olmadığı gibi, diğer hiçbir spora da ait değil­
di. Yarım yamalak çömelmiş, yüzü yere dönük, iki kolu me­
tal sopa uçup gittiği andaki yerlerinde kalmıştı. Kavuşturdu­
ğu iki eli çaprazlamasına sol ön tarafına doğru uzanmıştı.
57

Duruşu, sanki bir anda dondurulmuş bir insan gibiydi. “Hey,


Frank!” diye seslendiğim anda, bir top Frank’ın sırtını sıyır­
dı geçti. Frank hareket edecek gibi değildi. Bakışları, flore-
san ışıklarıyla aydınlanan mavimsi beyaz beton zemine sap­
lanmıştı. Demir çubukların arasından esip gelen rüzgârla
birlikte, bir broşürden kopmuş kâğıt parçası gibi bir şey ha­
vada süzüldü. Hoparlörden yayılan müzik eski Japon müzi­
ğine dönmüştü. Frank gözlerini bile kırpmıyordu. Sanki bir
ölüye bakıyor gibiydim. Böyle düşününce gerçeklik duygula­
rımı kaybedip, bir kâbusun içine dalmış gibi oldum. O kâbu­
sun içinde sadece toplar ritmik bir şekilde uçup geliyor,
Frank’ın vücudunu sıyırarak paspasa çarpıyordu. O ritmik,
keskin ses sanki başka bir dünyanın zamanım dilimliyor gi­
biydi ve komikti. Altıncı top kalçasına çarptı ama Frank kı­
mıldamadı, ellerini gözlerinin önüne kadar getirip bakmaya
başladı. Suçunu kabullenip cezasını çekiyormuş gibiydi, hü­
zünlüydü, her şeyden vazgeçmişti sanki. Frank’a işkence edi-
yormuşum hissine kapılarak, bu işe bir son vermek için kafe­
se girdim. “Çok tehlikeli!” diyerek elimi Frank’ın omuzuna
koydum, metalden yapılmış gibi soğuktu. “Frank, burada
kalman tehlikeli” diyerek vücudunu sarstım. Frank bakışla­
rını kendi ellerinden gözlerime kaydırdı. Yüzünü bana çevir­
diği halde odaklandığı yer farklıydı. Gözleri ışıldamıyordu.
Kafesten çıkarken, Frank yerde biriken toplara basarak yu­
varlandı. Sürekli özür diliyordum. Telafisi güç bir hata yap­
tığım hissine kapılmıştım.
“Tamam artık Kenci. Ben iyiyim” dedi Frank, tabureye
oturtunca biraz kendine gelerek.
“Bir yerlerde kahve falan içelim mi?” diye sorunca, başını
sallayarak, “Biraz daha burada kalmak istiyorum” deyip gü­
lümsemeye çalıştı. Evsiz adam sürekli bize bakıyordu.
İkinci bölüm

30 aralık 1996.
Öğlene doğru uyandım ve ilk iş olarak gazete okudum. Li­
seli kızın öldürülmesi olayının ayrıntılarını yazıyordu.

28 aralıkta sabahın erken saatlerinde, Tokyo Şincuku semti


Kabuki-ço Mahallesi’nde yol üzerinde, bir kızın parçalanmış ce­
sedini, naylon torbalara konulup atılmış halde, işten eve dön­
mekte plan bir bar çalışanı bulmuş, Batı Şincuku karakoluna
bildirmiştir. Karakol tarafından yapılan incelemede, kızın Da-
ito Semti Yosuci Mahallesi 2-23-3 adresinde oturan Nobuyuki
Takahaşi’nin (48) büyük kızı Akiko (17, Daito İkinci Lisesi 2. sı­
nıf öğrencisi) olduğu anlaşıldı. Cesette darp izleri bulunmakta.
Emniyet Müdürlüğü yetkilileri olayı tecavüz, cinayet ve ceset
parçalama olarak değerlendirip, özel araştırma masası kurarak
olayı aydınlatmak üzere çalışmalarını başlattı.
Emniyet Müdürlüğü cinayet masası ve Batı Şincuku Karako­
lu yetkililerinin araştırmasına göre, Akiko-san’ın başı, iki kolu,
iki bacağı vücudundan kesilerek ayrılmış, vücudu ve başı ile di­
ğer kısımlar iki ayrı torbaya konularak atılmıştı. Yüzünde dar­
be izleri bulunması dışında, tüm vücudunda kesici alet ve iğne
gibi bir şeyle açılan kesik izleri bulunuyor ve ölümünün üzerin­
den yarım gün kadar geçtiği sanılıyor. Torbanın içine Akiko’nun
giyisileri ve not defteri gibi özel eşyaları da konulmuş.
Naylon torbaların bulunduğu yer, pek fazla insanın geçme­
60

diği arka sokaklardan birindeki çöp toplama yeri. İnceleme eki­


bi, kan izine rastlamadıkları için katilin Akiko’ya başka bir yer­
de saldırıp, parçalara ayırdıktan sonra bir araba ile cesedi bu­
lunduğu yere taşındığı kanısında.
Akiko’nun, Kabuki-ço ve Tokyo îkebukuro çevresinde yoğun­
laşan bir serseri grubu ile ilişkisinin olduğu anlaşıldığından,
Batı Şincuku Karakolu yetkilileri grup üyelerinden bilgi toplu­
yor. Buna göre Akiko 27 aralık akşamı İkebukuro’daki bir oyun
merkezinde eğlenirken görülmüş, ama daha sonra nerede oldu­
ğu hakkında bir bilgi yok.

Haberi okuyup tam televizyonu açmıştım ki kapının zili


çaldı. Açtığımda Cun kapının önünde duruyordu. Elindeki
alışveriş torbasını göstererek, “Güveçte erişte yer misin, ha­
zır ama?” dedi.

“Yani, sen şimdi gerçekten o adamın katil olduğunu mu


düşünüyorsun? Neydi adı, şu yabancı müşterin?”
“Frank.”
“Evet, işte o. Sence o gerçekten katil mi?”
“Katil olduğunu düşünmüyorum, ama tam olarak anlaya­
bilmiş değilim.”
Televizyonda, psikologlar, kriminologlar ve liseli kızlar
hakkında bilgili olduğu söylenen eleştirmen türünden bir
adam, dünyada bilmediği hiçbir şey yokmuş edasında konuş­
maktaydı.
“İyi de, bu olayla Frank’ı doğrudan bağlayacak hiçbir şey
yok. Neden böyle bir hisse kapıldım, esas kafama takılan so­
ru bu işte.”
Güveçte erişte güzel olmuştu. Cun alüminyum folyoya
konmuş hazır erişteye, ayrıca satın aldığı köfteyi ekledi.
Cun’un bu yanını seviyorum işte. Saçları hafifçe sarıya boya­
lı ve kulaklarında küpeleri var. Bugün, deri bir mini etekle
61

moher bir kazak, altına da çizme giymiş. “Çoraplarını bilek­


lerine kadar indirmeleri, saçlarını sarıya boyamaları, küpe
takmaları... yani nereden bakarsanız bakın, liseli kızlar ye­
tişkinlerin dünyasını reddetmeye çalışıyor” diyordu, televiz­
yondaki eleştirmen. “Bu geri zekâlının teki” dedi Cun, ağzın­
dan buğulan çıkan köftesini yerken. “Evet, tam bir geri zekâ­
lı” dedim. Cun’u tam olarak anlayamıyorum. Bir erkeğim ve
liseyi bitireli iki yıl olmuş, o yüzden. Televizyon’daki genç
eleştirmen, liseli kızları anlarmış gibi konuşuyor. Böyle in­
sanlara güvenilmez.
“Ama, müthiş bir şey ya, parça parça etmiş. Aynı Kuzula­
rın Sessizliği"ndeki gibi.”
“Öyle” dedim. “Sanınm bu benzerliğin de etkisiyle, öldürme
şekli pek Japon tarzı değilmiş gibi bir his var içimde.”
“Frank’ın fotoğrafını getirdin mi?”
“Ne fotoğrafı?”
“Aa, hani otomatik makinede fotoğraf çektik demiştin ya?”
“Dün Frank’ı oteline kadar bırakıp, gece üç sıralannda
döndüm, beyzbol idman sahasında inanılmaz şeyler söyledi,
fotoğraf düşünecek halde değildim. İdman sahasında acayip
tuhaflaştı.”
“Nasıl tuhaflaştı?”
“Aniden dondu kaldı, toplar üstüne geldiği halde kıpırdaya-
madı. Vücudunun duruş şekli de bir tuhaftı; beyzbol oynama­
yı bilip bilmemekle alakalı bir durum değildi ama; sonradan
söyledi, Frank’ın beyni normal bir insandan daha azmış.”
“Aa, yani aptal mı demek istiyorsun?”
“Yok öyle değil. Beyninin bir parçasını kesip almışlar” de­
yince Cun’un ağzına erişte götürdüğü eli havada kaldı. “Yok,
yani, vücudu donup kaldıktan sonra anlattı Frank. Adamın,
ne dediydi, beyninin bir parçasını almışlar.”
“Öyle beyinden parça alınınca yaşayabiliyor mu insan?”
“Beynin, ne dediydi ya? Arada sırada duyduğum bir sözcük
62

ama, dün Frank söyleyince... nereden bileyim öyle bir sözcü­


ğü, sözlüğe baktım, yazılışına kadar sormuştum, neydi ya?
Sen bilmiyor musun, beynin parçalarını?”
“Kafatası.”
“Hayır, o kemik, daha zor bir sözcüktü.”
Alt yazıda sosyolog olduğu belirtilen orta yaşlı bir adam ko­
nuşuyordu. “Yani, bu olayla, Tokyo şehrinde cinsel ahlaksızlı­
ğı önlemeye yönelik kanunun hayata geçirilmesinin gündeme
taşınması gerektiğini düşünüyorum. Adını koymak gerekirse,
yetişkinlerin entelektüelliğinin çöküşü anlamına geliyor.”
“Lop, ön lop?” diyen Cun’un başını okşadım. Cun’un okul­
daki başarı durumu vasat ama, akılsız olmadığını düşünüyo­
rum. Cun’un annesi bir çekilişte kazandığı Saipan gezisinde
şu sıralar. O yüzden geceleri benim dairemde kalsa da olur,
ama ortaokuldaki erkek kardeşini düşünerek on ikiden önce
dönmüştü eve. Ciddi demekten ziyade, Cun normal olmaya
çalışıyor. Normal yaşamak kolay değildir. Ana baba, öğret­
menler ve devlet köle gibi çalışıp, can sıkıcı bir yaşam sürme­
yi öğretir; normal bir yaşantının nasıl olduğundan bahset­
mezler bile.
“O işte, ön lop! Bir şey daha söylediydi. O çok daha zor bir
sözcüktü. Sözlükte bile yoktu. Frank’ın beyninin ön lobundan
bir parçayı kesip almışlar.”
“Neden peki?”
“Ne?”
“Yani, Frank’ın ön lobundan neden parça almışlar? Kesip
alınabilen bir şey mi?”
“Trafik kazasında kafatası kırılmış, küçük cam parçacıkla­
rı girmiş içine. O yüzden oradaki parçayı kesip almışlar. Böy­
le konuşunca pek gerçekçi gelmiyor, değil mi? Ama o anlatır­
ken gerçekçi bir havası vardı.
‘Kenci, sana sırrımı anlatayım mı?’ demişti Frank. ‘Olur’
dememe kalmadan başlamıştı. ‘Herhalde, birçok kez benim
63

tuhaf olduğumu düşünmüşsündür. On bir yaşındayken feci


bir trafik kazası geçirdim, beynim hasar gördü. O yüzden az
önceki gibi, vücudum kımıldamaz oluyor, anlamsız şeyler ko­
nuşuyorum bazen, hiç alakasız şeyleri sıralayabiliyorum.’
Frank, elimi tutup kafasına dokundurdu. ‘Soğuk, değil
mi?’ dedi. Gerçekten soğuktu. Beyzbol kafesinin dışı, taşra­
daki tren istasyonları gibi açık bir yer olduğu için rüzgâr alı­
yordu ve gerçekten de soğuktu. Benim bile ellerim donmuş­
tu, burnum akmak üzereydi. Frank’ın elleri ve başının so­
ğukluğu, ellerin donması tabiriyle açıklanamazdı. Kafesten
çıkarmak için omzunu tuttuğumda da aynı şeyleri hissettim.
Sanki metal gibiydi. Eskiden, babamın tasarladığı bir maki­
nenin yapıldığı fabrikanın deposunu görmüştüm. Orada bir
işi vardı, babamla birlikte gitmiştim. Kış ortasındaydı ve de­
po Nagoya’da bir tepedeydi. Ne işe yaradığını bilmediğim de­
vasa makineler sıralanmış, deponun tamamına donmuş me­
tal kokusu sinmişti. Frank’ın vücuduna dokudunduğumda o
günü anımsadım.
‘Vücudumun ne kadar soğuk olduğunu anlayamıyorum.
Beynim duyu yeteneğinin bir kısmını yitirmiş, sık sık kendi
vücudumun bana ait olup olmadığını anlayamaz hale geliyo­
rum. Normal konuşabiliyorum ama, belleğim bazen tuhafla­
şıyor. O zamanlarda anlattığım şeyin gerçekten olup olmadı­
ğını, ya da rüya görüp görmediğimi anlayamaz hale geldiğim
de oluyor.’
Frank, beyzbol sahasından otelinin bulunduğu Seibu Şin­
cuku İstasyonu’na yürürken de konuşmasına devam etmişti.
Ben, neredeyse bilimkurgu filmini andıran öyküsüne inan­
maya karar verdim. Anlattıkları sayesinde, Frank’ın tavır ve
konuşmalarının tuhaflığının nedenini çözebildiğim için değil,
Frank’ın vücudunun anormal ölçüdeki soğukluğu ve dokun­
duğumda edindiğim histi buna neden olan.”
“Tam anlayamıyorum” dedi, eriştesini bitiren Cun. Benim
64

tabağım yarısına kadar doluydu hâlâ. Sıcak yemeklere karşı


pek dayanıklı değilimdir, o yüzden erişte ve çorba yemem bi­
raz zaman alır.
“Sakın robot olmasın?”
“Biz çizgi romanlar ya da filmler dışında bir robot görmüş
değiliz. Yani, insanın böyle tenine, derisine dokunduğunda
aldığın his vardır, işte böyle” diyerek, elimi eriştesini tama­
men bitiren Cun’un elinin üstüne koydum. O an aklıma gel­
di, son zamanlarda hiç sevişmemiştik. Üç hafta olmuştu, ilk
tanıştığımızda ikimiz de isteğimizin zirvesindeydik; ama
böyle güveçte erişte ya da Cun’un ustaca hazırladığı salata­
ları yerken, sevişme seferlerimiz azalmıştı.
“Bu yumuşaklık çok özeldir. Bu Frank’ta tamamen farklı.”
Bakışlarını televizyona çeviren Cun, elimi hafifçe yakala­
yarak “Çabuk ye, hadi” dedi. “Yemekle uygun düşmeyecek
şeyler konuşuyoruz.”
Televizyonda liseli kızlar konusuna devam ediyorlardı. Bi­
lim adamlarının konuşmaları sona ermiş, kız yüzü ve vücu­
du çizilmiş bir resim önünde raportör benzeri bir adam konu­
şuyordu. “Parça parça edilmiş durumda olması... yani bu du­
rumun anormalliğine değinecek olursak, bu resme bakarak
anlatabiliriz.”
“Bu insanlar, öldürülen kızın ailesinin bu haberleri gördü­
ğünde ne hissedeceklerini hiç düşünmezler mi acaba? Elbet­
te annesi babası izlemiyordur ama, fuhuş batağına saplan­
mış genç kızlar insan değilmiş gibi konuşuyorlar.” Cun, “Si­
nir ettiler” diyerek, bakışlarını televizyondan ayırdı. Gerçek­
ten de o resim, çok acemice yapılmış olması da etkiliydi, çok
kötü bir beğeni sergiliyordu. Darbe alan, kesilen ve iğne ben­
zeri aletle delinen yerlerine farklı renklerle işaret konulmuş,
başı, kolları ve bacakları vücuttan kopuk resmedilmişti. “İş­
te bu şekilde, Akiko’nun tüm vücudunda yaralar açılmış. Bu
göğüs kısmı, işte burası, sol memesi tamamen kesilerek alın­
65

mış. Ve, Japon profil uzmanlarının dikkatini çeken nokta iş­


te burası, göz. Gözüne iğne benzeri sivri bir şey saplanmış.
Buradan yola çıkarak, suç psikolojisi açısından katilin görül­
meyi reddettiğini, kurban tarafından görülmek istemediğini
düşünebiliriz. Yani katil güçsüz biri. Gözleri kör ettikten son­
ra, suçun devamını işlemiş.”
“Öyle olmayabilir” dedi Cun, “gözünü sadece zevk için oy­
muş olabilir.”
Ben de aynı şeyi düşünmüştüm. Stüdyoya toplanan ev ha­
nımları ve düzenli olarak programda yer alan sanatçıların
“ne feci”, “inanılmaz”, “affedilemez” anlamındaki tepkileri
yakın çekim veriliyordu. “Öte yandan Akiko’nun fuhuşa bu­
laşmış bir grubun üyesi olduğu anlaşıldı. Polis, ilişkiye girdi­
ği müşterilerini bulmaya çalışıyor. Ama eğer müşterilerini
belli bir yerden bulmuyorduysa, müşterilerin belirlenmesi
hemen hemen olanaksız.’
“Çağrı cihazından anlaşılır” dedi Cun. “Kesinlikle bir çağ­
rı cihazı olduğunu düşünüyorum. Bir yerlerde düşüp kaybol­
madıysa ve cesetle birlikte bulunduysa, gelen mesajlar takip
edilebilir. Son on mesaj mıydı, yirmi mesaj mıydı, anlaşılabi­
liyor. Telefon şirketinden sorulabilir.”
“Gerçekten de, gazetelerde bununla ilgili bir şey yazmıyor.”
“Önemli noktaları söylemezler ki. Katil de gazeteleri takip
ediyordur, televizyon izliyordur. Eğer o noktalar açığa çıka­
cak olursa, ben katil olsam kaçarım.”
Muhabirin konuşması bitince, bilim adamları arasında ye­
ni bir tartışma başladı. Kendinden büyük erkeklerle arka­
daşlık eden liseli kızların da suçlu olduğunu söyleyen bir sa­
natçı vardı. “Ölünün ardından konuşmak gibi olacak ama,
böyle giderse bu tür olaylarla yine karşılaşırız. Genel olarak
bakarsak, biraz fazla şımartıyoruz. Daha sert önlemler alın­
mazsa ne olacağı bilinmez. Liseli kızlarla fuhuş yapan erkek­
ler için de durum aynı. Tutuklamak gerek. Bütün bunlara
66

göz yumulursa, gerçekten Amerika’ya döneriz. Ülkemiz ba­


tar.” Toplanıp getirilen ev kadınlarından bir alkış koptu.
“Amerika’da liseli kızların kendinden yaşlı erkeklerle ar­
kadaşlık etmesi diye bir şey yok” dedi Cun. “Amerikan gaze­
teleri, neden Japonya’da liseli kızlar fuhuş yapıyor diye sora­
cak olsa, bu insanlar nasıl cevap verirler acaba?”
Amerika sözcüğünü duyunca aklıma Frank geldi. Otelin
lobisine vardığımızda “Mümkün olmayan bir şeymiş” demiş­
ti Frank. “Normalde, beyin belli bir yaştan sonra hücre üret­
mez hale geliyormuş. Sözgelimi karaciğer, yok galiba midey­
di, her gün milyonlarca hücre yeniliyormuş. Derimiz falan da
öyle. Ama beyin hücreleri yetişkin olunca azalırmış. Ama bu,
benim durumumda, doktorlar söylemişti, beyin hücrelerinin,
yani kesilip ahnan kısmın beyin hücrelerinin kendilerini ye­
nileme olasılığı varmış. İşte bu, kafamın içindeki eski hücre­
ler ile yeni hücrelerin karman çorman olduğu anlamına geli­
yor. Benim belleğimin tuhaflaşması, hareket etme yeteneği­
min tutuklaşması herhalde bu yüzden. Şimdi biraz anlamış
olmalısın.”
Liseli kızın öldürülmesi konusu sona erdikten sonraki ha­
beri dinlediğimde ağzıma aldığım erişteyi neredeyse kusa­
caktım. Çünkü televizyon, bir evsizin öldürüldüğü haberini
veriyordu.
“Bu olayla ilgili haberleri aktaralım. Batı Şincuku’da bulu­
nan Şincuku Merkez Parkı’ndaki ücretli tuvalet içinde, bu
sabah, kimliği belirlenemeyen bir yanmış ceset, temizlik için
gelen Başkent Temizlik İşleri Dairesi elemanı tarafından bu­
lundu. Evsiz adam benzin benzeri bir madde dökülerek yakıl­
mış. Batı Şincuku Karakolu cinayet şüphesiyle incelemeler
başlattı. Betonarme paralı tuvaletin iç kısmı da yanmış olup,
dışarıda kurbana ait olduğu sanılan gazete ve kesekâğıtları
bulundu. Bu eşyalara bakılarak, kurbanın Merkez Parkı’nda
yaşayan evsizlerden biri olduğu sanılıyor... Bir sonraki habe­
67

rimiz Peru Japonya Büyükelçilik konutundaki rehin alma


olayıyla ilgili. Lima’ya bağlanıyoruz...”
Ağzımdaki erişte bir bez parçasına dönüşmüştü. Frank’ı
burnumun dibinde gördüğüm anlardaki tedirgin edici hissi
anımsadım.
Cun “Ne oldu?” diyerek yüzüme bakmaya başladı. Erişteyi
yutmayı güçlükle başardım, dolaptan su çıkartıp içtim. Ken­
dimi gerçekten kötü hissetmiştim.
“Baksana, yüzünün rengi çok kötü oldu.”
Cun yanıma yaklaşıp sırtımı ovmaya başladı. Süveterimin
üstünden de olsa, genç bir kızın yumuşacık elini hissetmek
iyi bir şeydi. Buna benzer bir şeyi, diye düşündüm, buna ben­
zer bir şeyi Frank’ta hissedebilmek asla olası değil.
“Yine o yabancı adam mı geldi aklına?”
“Frank.”
“Tamam. Sık rastlanabilecek bir ad, ama tersine hemen
unutuveriyor insan. Frank’tı adı. İyi misin şimdi?”
“Sık rastlanabilecek bir ad mı?” diye mırıldandım. “Gerçek
adı olmayabilir.”
“Takma mı yani?”
Frank’ın beyzbol sahasında söylediklerini Cun’a anlattım.
“Tuhaf değil mi peki? O yabancı adam, yani Frank, feci şe­
kilde kokan bir evsizle aniden yanak yanağa sarılmak isteye­
cek insanların da, bir anda bebek öldürmeye kalkacak insan­
ların da olabileceğini söyledi, değil mi?”
“O tip” dedim, “o tipin söylediği her şeyin yalan olduğunu
düşünüyorum. Nefretle ilişkili olan şeyler dışında.”
“Kenci, o evsizi Frank’ın öldürdüğünü mü düşünüyorsun?”
Cun’a anlatmak çok zordu. Hiçbir kanıt yoktu. Cun da
Frankla karşılaşmamıştı zaten. Bu tedirgin edici hisleri
Frankla karşılaşmadan anlamasına olanak yok.
“Eğer öyle düşünüyorsan, işi iptal etmen daha iyi olmaz
mı?”
68

Rehberliği iptal etmek. Düşününce tüylerim diken diken


oldu. “Olmaz” dedim Cun’a.
“İptal edecek olursan, seni de öldürmeye kalkar mı?”
Cun gerçekten endişelenmeye başlamıştı. Korktuğumu an­
lamıştı. Filmlerde karşılaşılan türden bir katil imajı canlan­
dırmıştı aklında herhalde. Frank katil değil. Katiller para
için insan öldürürür. Frank birilerini öldürmüşse, bunun ne­
deni kesinlikle para değildir.
“Doğru dürüst anlatabileceğimi hiç sanmıyorum. Frank’ın
evsizi öldürdüğüne dair hiçbir kanıt yok, bu olayda öldürülen
evsizin beyzbol sahasındaki evsizle aynı adam olup olmadığı­
nı da bilemiyorum. Adam hâlâ oradaysa, ‘bak işte buraday­
mış, o değilmiş’ demek durumunda kalmak da söz konusu.
Frank gibi bir tip için, öldüreceği kişi evsiz olduktan sonra
hangisi olduğu pek önemli olmaz.”
“Anlayamıyorum. ”
“Anlayamadığını tahmin ediyorum. Biraz tuhaflaştığımı
düşünüyorum.”
“İdman sahasındaki şu evsiz, Frank’a bir şey yaptı mı?”
“Hiçbir şey yapmadı.”
“Madem öyle, neden Frank’ın bu olayla ilgili olduğunu dü­
şünüyorsun?”
“Aptalca olduğunu biliyorum. Kesin bir sanrıdır, diyorum
kendi kendime. Çektiğimiz fotoğrafı görmek istemiştin ya, fo­
toğraftan anlaşılacağım sanmıyorum. Nasıl söylesem, lise­
deyken benim çevremde serseri tiplerden çok vardı. Senin
çevrende de var mı? Olsa gerek. İnsanların kendisinden nef­
ret etmesine yol açacağını bile bile, bilerek kötülük yapan
serseri tipler.”
“Bilmem ki. O kadar kötü olanı yok herhalde.”
Cun vasat bir özel kız lisesine gidiyordu. O tür okullarda
kafamda canlandırdığım türde serseri tiplerden pek olmaya­
bilir. Üstelik, nasıl olursa olsun, insanların nefretini kazan­
69

maktan zevk alan tipler de her geçen gün azalıyor.


“Benim Frank’ta hissettiğim, kötü enerjinin zirveye ulaş­
ması gibi, kötülüğün en uç noktası gibi bir şey.”
“Kötülük?”
“Evet. Bende de vardır, hafiften sende de. Yok ama, sende
yoktur. Sen nazik bir insansın.”
“Bırak beni şimdi. Doğru dürüst anlat. Sen bu tür şeyleri
anlatmayı iyi becerirsin.”
“Benim bir arkadaşım vardı, herkesin nefret ettiği. Öğret­
menler çoktan ondan ümitlerini kesmişti. Sonunda maket bı­
çağıyla okul müdürünün yüzünü yaralayınca okuldan atıl­
mıştı. O tipin ailesi biraz karışıktı. Çok nazik bir dille, benim
gibi bir insana bile ‘Hoş geldiniz efendim’ diye konuşurdu.
Çok büyük bir evleri vardı. Oğlanın kendi odası vardı, bu
odadan çok çok daha büyük bir odaydı. O zaman daha yeni
çıkan ev bilgisayarlarından vardı odasında. Her şey vardı ya­
ni. Gıpta edilecek her türlü şeye sahipti. Ama evdeki hava bir
tuhaftı, ne olduğunu bilemiyorum, tuhaf bir şeyler vardı. An­
nesi bize çayla kek getirdiğine ‘Oğlum sayenizde çok rahat
ediyor’ gibi bildik şeyler söylemişti. Oğlan, ‘Bırak şimdi bun­
ları, haydi kaybol’ dedi kadına. Annesi ‘Keyfinize bakın’ gibi
bir şeyler söyleyip çıkarken, ‘Teşekkürler’ diyerek kadını göz­
lerimle izleyince, o tip bana bakıp, çok sıradan bir yüz ifade­
siyle ‘Bu kadın beni eskiden hortumla dövdü’ demişti. ‘Elekt­
rikli süpürgenin borusuyla vururdu, çakmakla yaktığı bile
oldu’ deyip kolundaki küçük bir yanık izini göstermişti. On­
dan sonra annesinden pek konuşmamış, piyasaya yeni çıkan
bir oyuna dalmıştık. Tuvalete gitmek için oyunu durdurup
dışarı çıktığımda, o loş koridorda annesi ayakta durmuş bek­
liyordu. Bir anlam veremediğim bir yüz ifadesiyle bana ba­
kıp, aniden ‘Ha, tuvalet mi, ileride, koridorun sonunda’ gibi
bir şeyler söyleyip güldü. Tiz bir gülüşü vardı. Nasıl söyle­
sem, sinirlere iğne batırılmış hissi veren bir gülüş. O tiple
70

oyun merkezlerine giderdik. O zamanlarda başka okullardan


birileri bir şey söyleyecek olsa, yani işte, ‘İki saattir oynuyor­
sunuz, haydi kalkın artık’ gibi bir şeyler, yüzü değişirdi. Ar­
tık ne yapılırsa yapılsın normale dönmesi sağlanamayacak,
kontrolden çıkmış bir ifade takınırdı. İşte Frank’ın öyle bir
yüzü var, hem de kat kat daha beteri. Artık uçmuş gibi bir
yüz.”
“Yani, korkutucu mu demek istiyorsun?” dedi Cun.
“Yakuzalannki gibi bir korku değil” dedim, yine de anlat­
manın zor olacağını düşünüyordum. Frank’la karşılaşan her­
kesin benimle aynı şeyleri hissetmesi söz konusu değil. Gün­
düz, sokaktan tesadüfen geçen birinden fotoğrafını çekmesi­
ni istese, fotoğrafı çeken adam, Frank’ın pek zengine benze­
meyen, candan ve kendi halinde bir yabancı olduğunu düşü­
nerek sempati duyabilir.
“Olmuyor işte. Tam anlatamıyorum. Tuhaf bir tip. Tuhaf
demek yeterli değil dimi?”
“Evet, pek anlayamıyorum. Benim mesela, senden farklı
olarak yabancılarla hiç temasım olmadı. Bu önemli bir nok­
ta. Yani söz konusu insanı tanımadıktan sonra onun neden
tuhaf olduğunu anlayamam ki.”
Cun haklıydı. Taponlar yabancıları tanımıyor. Frank’tan
iki kişi önce rehberlik ettiğim Teksaslı bir müşterim “Şibu-
ya’ya gelince çok şaşırdım” demişti. “Şibuya, sanki New
York’taki Harlem semtinde geziyormuşuz hissine kapılma­
mıza neden oldu; zenci hip hop şarkıcıları gibi giyinen o ka­
dar çok genç erkek var ki. Hepsinin kulaklarında kulaklık
vardı, kaykay taşıyanlar bile vardı. Yine de en şaşırtıcı olan
şey, öylesine mükemmel bir şekilde kılıklarını taklit edebil­
miş olmalarına rağmen hiçbiri İngilizce konuşamıyordu.” O
müşterim daha sonra “Zencileri çok mu seviyorlar?” diye
sormuştu. Can sıkıcı bir soru. Cevaplama olasılığı yok. “Zen­
cileri taklit ederek havalı bir kılığa büründüklerini sanıyor­
71

lar” gibi bir cevap verebilirdim, ama elbette tatmin edici ol­
mazdı. Ne şekilde açıklarsanız açıklayın, yabancıların anla­
yamayacağı bir sürü şey bu ülkede normal bir şeymiş gibi
kabul görüyor.
“Gezmeye çıkalım mı?”
Cun’un teklifi üzerine dışarı çıkmaya karar verdik.

“Bu ne ya?” Evden çıktığımız anda Cun tuhaf bir şey bul­
du. Kapının dış yüzüne yapıştırılmıştı. Bir pulun yansı ka­
dar, yırtılmış kâğıda benzeyen bir şeydi. Bana sanki insan
derisi gibi gelmişti.
“Kenci, o ne?” diye tekrar sorunca, “Bir şeylerden yırtılmış
bir parça” dedim, o şeye bakarak. “Yok, bilemiyorum” diyerek
parmaklanmm arasına kıstırdım. “Rüzgârda uçup, yapışıp
kalmış olabilir.”
İğrenç bir histi ona dokunmak. Metal kapıya zamkla ya­
pıştırılmış gibiydi, alırken tırnaklanmla kazımam gerekti.
Aldıktan sonra da siyah bir leke kaldı. O şeyi merdiven boş­
luğundan aşağıya attım. İğrenmiştim ama Cun’a fark ettir-
memeye çalıştım.
“Acaba ben geldiğimde de var mıydı? Hiç farkına varma­
dım” dedi Cun merdivenlerden inerken. İnsan derisi oldu­
ğundan emindim, oraya getirip yapıştıranın da Frank oldu­
ğundan. Kimin derişiydi acaba? Liseli kızın da olabilir, evsiz­
den de. Belki de henüz bulunmamış, başka bir cesetten kopa­
rılmıştır. Aklım karışmış, içim daralmıştı.
“Kenci” dedi Cun, merdivenlerde durarak, “betin benzin
atmış.”
Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyor, ama hiçbir sözcük
bulamıyordum.
“İstersen geri dönelim. Zaten rüzgâr da çok sertmiş.” Cun
kolumu hafifçe yokluyordu.
‘Yok” dedim, “yok, hadi devam edelim.”
72

Cun’la kol kola yürürken, Frank’ın bizi gözetlediğini düşü­


nüyordum. Cun, arada sırada yüzüme bakıyor, ama hiçbir
şey söylemiyordu. O küçük parçada mutlaka parmak izi var­
dı; kâğıt falan değildi. Öyle bir şeyin rüzgârla uçup kapıya
yapışmasına imkân yok. Bir pulun yarısı kadar, tırnaktan bi­
raz büyük o kaygan şeyi rüzgârın uçurup da tesadüfen kapı­
ya yapıştırması olanaksız. Biri, o parçayı parmağıyla iyice
bastırarak yapıştırmıştı.
Niyeti bir uyanda bulunmaktı herhalde. Şu an Frank’tan
başka uyanda bulunabilecek hiç kimse yok. “Aklına tuhaf şey­
ler getirip eyleme geçirmeye kalkarsan, senin sonun da öyle
olur” demek istiyordu herhalde. Frank’ın, o her zamanki ifade­
siz yüzüyle “Kenci, bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil
mi?” diye söylenerek ıslak deri parçasım kapıya yapıştırdığı gö­
rüntü bir an gözlerimin önüne geldi. Tam Frank’a uygun bir
hareket. Arkadaşlanm eskiden beri, benim her şeye olumsuz
tarafından bakan kötümser biri olduğumu söyler. Sanırım ba­
bamın ben küçük yaştayken ölmesinden. Babamın ölümü ger­
çekten büyük bir darbe olmuştu. Olabilecek en kötü şey, benim
müdahele etmeme imkân olmayan bir yerlerde büyür, büyür ve
bir an gelir karşıma çıkıverir. O an artık her şey için çok geçtir.
İşte bu, babamın ölümünden aldığım dersti.
Cun ile insan kalabalığı içerisinde Meguro İstasyonu ya­
kınlarına kadar gelmiştik. Cun tavırlarımın tuhaflaştığının
farkındaydı, ama üstüne vazife olmayan hiçbir şeyi ne söylü­
yor, ne de soruyordu. Cun da çok küçükken anne babasının
ayrılığıyla karşı karşıya kalmıştı. Tedirginlik, sıkıntı ya da
korku yaşarken binlerinin yanımda olmasını isterini, ama
bir şeyler sormasını asla istemem. Bu ruh halimle defalarca
kez karşılaşmıştı. Cun ve benim gibi insanların bundan son­
ra ülkenin ana parçasını oluşturacağını düşünüyorum. Bu
ülkede şu an, kendi başına halledemeyeceği talihsizlikleri hiç
yaşamadan yetişkin haline gelen insan sayısı çok az. Bizim­
73

le aynı tipten insanlar henüz azınlıkta olduğundan, bizim


için “kırılmaktan korkan gençler” gibi ifadeler ayrım gözet­
meksizin dile getiriliyorsa da, gelecekte değişecektir.
“Alo, Yokoyama-san, siz misiniz?” İlanımın çıktığı dergiye
telefon açtım. Frank adresimi oradan öğrenmiş olabilirdi.
“Sen misin Kenci. Hâlâ çalışıyor musun?”
Yokoyama-san, yıl sonu olmasına rağmen bürosundaydı.
Bürosunda yatıp kalkar, pazar ve tatil günlerinde bile çoğun­
lukla çalışırdı. “Eski caz müziklerini dinleyerek Makin-
tosh’ta derginin sayfa düzenini ayarladığım anlar en zevkli
anlarım” der her zaman.
“Evet, yabancıların ne yıl sonu ne de yılbaşları oluyor.”
“Öyle tabii, iyi bir şey. Senin oraya polis falan geldi mi?”
Yokoyama-san’ın bu sözleri karşısında bir an irkildim. Ama
Frankla ilgili değildi.
“Bir şey mi oldu?”
“İnternet sayfalan hazırladığımdan haberin yok mu?”
“Var tabii. Tasarımını tek başınıza yaptığınızı her zaman
gururla anlatırsınız.”
“Evet, işte o yüzden polisten ihtar geldi.”
“İhtar mı? Neden peki?”
“Ya işte, hafiften fotoğraflar falan koymuştum. Hani fotoğ­
raf dediysem, öyle porno fotoğraflar değil elbette, çıplak fo­
toğraflar işte, yabancılara yönelik gece hayatı dergisi ya.
Kaldırmamı söylediler, işte öyle. Kızların üzerinde hiçbir şey
yoktu tabii, ama şimdi nereye baksan öyle fotoğraflar görür­
sün. Biraz albenisi olsun istemiştim yani. İşte oraya senin
ilanı da koymuştum da, acaba sana da geldiler mi dedim.”
“Bir şey yok.”
“Öyle mi, o zaman mesele yok. Eğer gelecek olurlarsa, bir
şeyden haberin olmadığını söylersin.”
“Tamam, öyle yaparım. Bu arada, müşterilerimden telefon
eden oldu mu?”
74

Frank telefon etmiş olsa bile, Yokoyama-san’ın adresimi


söylemiş olması söz konusu değildi.
“Oldu” dedi Yokoyama-san, son derece doğal bir şeymiş gi­
bi. Ben, Meguro İstasyonu yakınlarında, rüzgârdan korun­
mak için bir pastanenin tabelasının arkasına saklanmış cep
telefonuyla konuşuyordum. Cun elimi tutmuş, vitrinin iç ta­
rafında yılbaşı için hazırlanmış pasta süslerine, arada sırada
da endişeyle bana bakıyordu.
“Kimdi telefon eden?”
“Adını ne dediydi, Con muydu, Ceymıs mıydı, işte öyle her
yerde duyulabilecek bir addı. Banka hesap numaram istedi.
Söylemedim elbette, ama şimdi düşünüyorum da tuhaf bir
telefon konuşmasıydı.”
“Tuhaf olan neydi? Telefon eden şu an Japonya’da olan bir
müşteriydi, değil mi?”
“İşte bana tuhaf gelen de orası. Missouri mi, Kansas mı de­
diydi. Her neyse, Amerika’dan telefon ettiğini söylüyordu,
dün gece yansı mıydı, yok sabaha karşıydı. Görgüsüz herif
dedim kendi kendime, ama Missouri de Kansas da Ameri­
ka’nın ortalarında olduğuna göre, saat farkım hesaplarsak,
orada ayın 29’u pazar gününün öğlen saatleri olsa gerek. O
saatlerde, Japonya’daki gece rehberinin parasını ödemeyi ak­
lına getirmek garip bir durum. Herkes pazar günleri kiliseye
gider, filmlerde görmüşsündür. Pazar günü öğle saatlerinde,
kalkıp uluslararası telefon açarak ‘Japonya’daki rehberin pa­
rasını ödemeyi unuttum, banka hesap numarasını verir mi­
siniz?’ diyor. Tersi olsa anlarım, alacaklı olsa anlarım. Ama
para ödemek istemesi ve bunun için zahmete girmesi kesin­
likle çok garip. Hem önce sana telefon etmesi gerekmez mi?
Zaten sen de haber verirsin bana, böyle bir adam telefon ede­
bilir diye. Onun için ‘Kenci’ye telefon ettin mi?’ diye sordum
adama.”
“Ne dedi sorunca?”
75

“Çıkmıyormuşsun telefona. Aklına gelen kimse var mı?”


“Ne diyim, ücretimi son gün mutlaka nakit olarak alırım.
Sonradan Amerika’dan göndermeleri gibi bir durum olmaz.”
“Orası öyle elbette. Orospular da nakit çalışır. Sakın seni
orospularla bir tuttuğumu düşünmeyesin. Yanlış anlama
sakın.”
“Nasıl bir adamdı, yani sesi falan?”
“İlk başta bana tuhaf gelen, telefonun sesi yakından geli­
yor gibiydi. Eh, hatların yenilendiği düşünülürse bu durum
normal gerçi, ama yine de ses yakından geliyor gibiydi. Para­
zitlenme yoktu. Adamın sesi aklımda kalmamış. Pek etki bı­
rakacak bir ses değildi. Her yerde duyulabilecek bir ses. Ne
bir kısıklık var, ne alçak ne de yüksek. Konuşma tarzı da çok
sıradandı. İngilizcesi pek düzgün bir İngilizce değildi, ama
nazikti. Anımsayabildiğim bu kadar işte. Bir şey mi oldu?”
“Özel bir durum yok” dedim, anlatsam bile anlamazdı ki.
“En sonunda tuhaf bir şeyler anlatmaya başladı, büyü şöy-
ledir, böyledir gibi.”
Bir an Yokoyama-san’ın neden söz ettiğini anlayamadım.
“Efendim, pek iyi duyamadım.”
“Yani işte, benim durumu tuhaf bulduğumu anlamış ola­
cak. O saatte yatıyordum çünkü. Yabancıları ne kadar sevsem
de, ne kadar nazik davranmaya çalışan bir insan olsam da,
sabaha karşı telefon ediyor ve tuhaf tuhaf konuşuyor. Tersle­
nerek, ‘Kenci ile görüştün mü?’ deyince, senin iyi bir insan ol­
duğunu, mükemmel bir rehber olduğunu, iyi anlaştığınızı, işi
bir yana bırakarak birlikte eğlenebildiğiniz! falan anlatmaya
başladı. İyice tuhaf gelmeye başlamıştı. Düşünsene, Japon­
ya’da gözetleme şovları, konsomatrislerin iç çamaşırlarıyla
servis yaptığı pavyonlar ve sado-mazo kulüplerindeki kadın­
lar için aracılık yapan bir gece rehberini iyi bir insandı diye,
Amerikalının biri Kansas mı, Missouri mi, işte oralardaki evi­
nin oturma odasından, hem de pazar günü öğlen saatlerinde,
76

tanımadığı görmediği bir insana över mi? Normalde?”


Frank’ın sabaha karşı bir insanın deri parçalarını eline
alıp, otelinin odasından ya da başka bir yerden, Yokoyama-
san’a “Kenci iyi bir adamdı, banka hesap numarasını öğren­
mek istiyorum” diye telefon ederkenki görüntüsünü gözle­
rimde canlandırabiliyordum. Frank’a tuhaflık yakışıyor.
Ama bu tuhaflık, saçlarını Mohikan tarzı kestirip, boyalı bir
vücutla sokakta dolaşmaya benzer bir tuhaflık değil.
“O yabancı adamın Frank olduğunu nereden biliyorsun?”
dedi Cun. Pastanenin kafeterya bölümündeydik. “Betin ben­
zin iyice attı. Sıcak bir kahve iç, iyi gelir” diyerek kolumdan
tutup pastanenin içine sokmuştu beni. Çoğu insanın güzel
bulduğu kapuçinodan içiyorduk ama tat alamıyordum. Sanki
ince bir zar ağzımı ve boğazımı tamamen kaplamıştı. Kalp
atışlarım hızlanmış, kafam karışmıştı. Yokoyama-san’la ko­
nuştuklarımızı Cun’a aktardım.
“Frank olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok.”
“Kenci sen, o şeyi kapıya Frank’ın yapıştırdığım düşünü­
yorsun, değil mi?”
“Ya, işte...” diye anlamı belirsiz bir cevap verdim. O şeyin
bir deri parçası olabileceğini Cun’a söylememiştim. Aptalca,
bir o kadar da ciddi ve insanın ne kadar kötü olabileceğini
gösteren bir şeyi değer verdiğim bir insana söylemek istemi­
yordum. Mümkünse kendi başıma çözmeliydim bu işi. Ko­
nuşmaya kalkarsam, bu talihsizlik ona da bulaşacak gibi ge­
liyor. Ama durumumu saklamama, şu an bu ülkede en du­
yarlı kesim olan lise ikinci sınıf öğrencilerinden birinin duru­
mun farkına varmamasına olanak yok.
“Şu şey var ya” dedi Cun, çocuksu bir ifadeyle. Çevresinde­
ki şeylerin farkına varmaya başlamış bir anaokulu öğrencisi­
nin, kapılarının önünde bir ceset bulup da “Aa, kapımızın
önünde birisi uyuyor” diye evdeki büyüklere söylemesine
benziyordu. “Şu şey, papirüse benziyordu.”
77

“Eskiden televizyonda ‘ilk aşkın tadı’ diye reklamı yapılan


papirüs mü?”
“Kenci!”
“Ne var?”
“Normalde bu tarz şakaların hoşuma gidiyor. Çok hoş şey­
ler söylüyorsun ama, şimdi farklı bir durumdayız, değil mi?”
Şaka olsun diye söylememiştim. Papirüs ve karupisu mar­
ka içeceği gerçekten birbirine karıştırmıştım. Cun’un söyle­
diklerini anlayamıyordum. Kendimden utanıyordum ama
dalmış gitmiştim.
“Şu şeye kan bulaşmamış mıydı? Kararmıştı ya biraz, kan
değil miydi o?”
“Öyleydi” diye itiraf ettim. Tedirgin olmasın diye yalan
söylemeye çalışacak gücüm yoktu.
“Herhalde birinin derisinden bir parçaydı.”
“Böyle bir şeyi neden yapmış olabilir ki?”
“Uyan işte. Bana, polise falan gitme, diye bir uyan.”
Montumun cebinden telefonumun sesi geldi. Kötü bir şey­
ler olacağını hissettiğimde hep haklı çıkarım. Telefondaki
Frank’tı.
“Kenci ne haber, nasılsın?”
Müthiş neşeli bir sesle konuşuyordu. Ağzından değil, bey­
nindeki ön loptan geçip gelen bir sesti sanki. Otel odasından
gelmiyordu telefon, bir telefon kulübesinden ediyordu her­
halde. Kafeterya bölümüne “cep telefonu kullanmayınız lüt­
fen” uyarısı asılmıştı. Dışan çıkmam gerektiğini işaret ettim
Cun’a. “Fark etmez, şu an başka müşterimiz yok” dedi vitrin­
deki pastaları düzelten genç ve hoş garson kız. “Kusura bak­
mayın” diyerek kızdan özür diledi Cun. Bu pastaneye sık gel­
diği için garson kızla tanışıyor gibiydi. Frank’ın sesinde, ru­
tin akışını sürdüren günlük havayı bambaşka bir şeye dö­
nüştürebilecek bir güç olduğunu düşündüm. Frank’ı dinler­
ken, Cun’un garson kızla selamlaşmasını görünce içim daral­
78

dı. Frank’ın sesinin yarattığı etki ile Cun ve garson kızdan


aldığım etki arasındaki uçuruma düştüğümde, sanki bir ca­
navarın midesine atılmışım gibi hissediyordum kendimi.
“İyiyim” dedim Frank’a. Sesimin titrememesi için çabala­
mam gerekiyordu. Fark etmemeliydi. Hiçbir şey bilmiyormuş
gibi davranmalıydım. Sadece sıradan bir gece hayatı rehberi
olduğumu düşünmeliydi.
“İyi olmana sevindim. Bu akşam da rehberliğini rica edi­
yorum.”
“Tamam, anlaşıldı. Akşam dokuzda seni almaya gelirim.”
“Bu akşam da doyasıya eğlenmek niyetindeyim. Dün gece
mükemmel bir gece oldu.”
“Ne güzel.”
“Ha, bu arada otelimi değiştirdim.”
Kalp atışlarım tekrar hızlandı, boğazım kurudu.
“Hangi oteldesin?”
“Tokyo Vilayeti’nin hemen yanındaki gökdelen otel. Hilton.”
“Oda numaram söyler misin?”
“Geriye sadece iki gün kalınca, iyi bir otele geçeyim dedim.
Pek öyle boş odaları yoktu, hani yılbaşı dönemi ya. Her yer do­
lu. Japonlar için yılbaşı Noel’den çok daha önemli galiba.”
Frank oda numarasını söylemiyordu. Herhalde Hilton’da
da kalmıyordu. “Araşan bile bir işe yaramaz” demek istiyordu.
“Kız arkadaşın iyi mi?” deyince, bir yerlerden gözetliyor
mu acaba diye pencereden dışan baktım.
“İyi, iyi. Kız arkadaşım olduğunu nasıl da anımsadın, müt­
hişsin.”
“Dün çok geç saatte bitti ya, senin zamanını planladığımız­
dan daha uzun süre kullandım, o yüzden kız arkadaşını kız­
dırmış olmayayım diye endişelenmiştim. Kızmamış değil mi?
Bilirsin kızlar biraz dediğim dedik olurlar.”
Acaba Frank bizi nereden gözetliyordu? Şu an Cun ile bir­
likte olduğumu biliyor muydu?
73

“Yok, bir şey olmadı, aslında şimdi beraberiz. Her şey yo­
lunda.”
“Ah, birlikte mi çıkmıştınız? Rahatsız ettim, kusura bakma.”
“Rahatsız olmadım. Telefon etmene sevindim, dün ayrılır­
ken pek iyi görünmüyordun.”
“Şimdi iyiyim. Dün gerçekten başına bela oldum. Bugün
beynimin mükemmel bir şekilde işlediğini, eski haline dön­
düğünü hissediyorum. Mükemmel. Yeni hücrelerin doğuşu­
nu hissedebiliyorum. Akşamı iple çekeceğim. İşte bu akşam,
seks yapılacak bir akşam.”
“Frank, mümkünse Hilton’daki oda numaranı söyler mi­
sin? Acil bir şey olursa seni aramam gerekebilir.”
“Acil durum ne olabilir ki?”
“Somut bir durum yok ama, buluşma yerimizi şaşırabili­
rim, bir şey çıkar geç kalabilirim. O yüzden oda numaranı
bilmem iyi olur.”
“Ha, orası öyle de, aslında daha giriş yapmadım otele. Re­
zervasyon yaptırdım, eşyalarımı emanete bıraktım. Oda ha­
zır değilmiş.”
“Oda numaran belli olduğunda telefon edersin o zaman.”
“Elbette, ama bütün gün dışarıda olacağım, belki araya-
mayabilirim. Telefon edebilir miyim, bilemiyorum.”
“Ben otele telefon edip öğreneyim mi?”
‘Ya, o olmaz işte. Ben otelde farklı bir isimde kalıyorum.
Yani Frank adıyla değil. Anlarsın işte, kötü eğlencelere dala­
cağım için gerçek adımı kullanmak istemedim. Dün geceki
beyzbol idman sahasının önünde buluşalım mı?”
“Anlayamadım, ne dedin?” diyerek sorusunu soruyla ce­
vapladım.
“İşte, şu sahanın önünde. Orası ikinci kattaydı ya, birinci
katında da oyun merkezi vardı hani, oradaki ortam benim
hoşuma gitti.”
“Frank, ben şimdiye kadar hiç o tür yerlerde insanlarla bu­
80

luşmadım. Mümkünse otelin lobisinde ya da benzer bir yerde


buluşalım. Hilton’un lobisine ne dersin?”
“Bugün şöyle bir baktım oraya da, o tür yerler benim pek
hoşuma gitmiyor. Ne desem, hem gürültülü oluyor, hem de bi­
raz burnu havada tipler takılıyor ya, pek hoşuma gitmiyor.
Taşra kökenli olduğum için, o tür yerlerde rahat edemiyorum.”
“Öyleyse ne diye değiştirdin otelini” dedim kendi kendime,
“az önce geriye iki günüm kaldığı için iyi bir otele geçmek is­
tedim diyen sen değil misin?”
“Frank, ben biraz soğuk aldım herhalde, o yüzden pek dı­
şarıda kalmak istemiyorum. Kapalı bir yerde buluşabilir mi­
yiz? Oralarda tuhaf tipler çok oluyor, tehlikeli olabilir” deyin­
ce, Frank “Tamam” dedi.
“Tamam elbette. Bu çok normal bir istek. Dışarıda bir yer­
de buluşmak çok saçma olur. Amma uçuk bir öneride bulun­
dum şimdi. Kusura bakma Kenci. Ama yine de, ben çok hoş
anlar yaşadım, o idman sahası hep hatırlayacağım yerlerden
biri olacak. Bunu bilmeni isterim. Neyse, orada buluşalım
dediğimi unut, başka bir yerde buluşalım. Ama Hilton’un lo­
bisi olmasın.”
“Dün buluştuğumuz otele ne dersin? Kabukiço’ya da ya­
kın. Ama yok, bu akşam Kabukiço’ya gitmek istemiyorum di­
yorsan pek iyi bir fikir olmayabilir.”
“Hiç sorun değil, o oteli sevmiştim” dedi Frank.
“Öyleyse saat dokuzda otelin kafeteryasında bekliyorum” de­
yip kapatmaya çalışınca, Frank yine çok abes bir şey söyledi.
“Kenci, kız arkadaşını da getirşene.”
“Ne?” dedim biraz yüksek bir sesle. Gayri ihtiyari hemen
karşımdaki Cun’un yüzüne baktım, sürekli kapuçinosunu
karıştırıp duruyordu. Deminden beri bir yudum bile alma­
mıştı. Endişeli bir yüzle bana bakıyordu.
“Frank, belki de yanlış duydum. Kız arkadaşımı da getir­
memi mi söyledin?”
81

“Söyledim elbette. Üçümüz bir arada çeşitli yerlere gider


eğleniriz dedim. Bir sakıncası mı var?”
Gece rehberine, “Kız arkadaşını da beraber getir” denmesi
normal değil. Cun’a her şeyi anlattığımı mı düşünüyordu
acaba? O beyzbol sahasının önünde Cun’u öldürmek niyetin­
de miydi?
“Kız arkadaşımın gelmesine olanak yok” deyince, Frank
“Anladım, tamam” diyerek tersleyerek kapattı telefonu.

Kapuçinomu bir dikişte içtikten sonra, Frank’la konuştuk­


larımızı Cun’a anlattım. Özen göstererek her şeyi tam olarak
anlatmalıydım. Frank’ın söyledikleri, özellikle otelini değiş­
tirmesi gibi noktalar zıtlıklarla dolu olduğu için, belirli bir sı­
raya konmazsa anlaşılmasının güç olacağını düşündüm.
Cun’a her şeyi anlatmalıydım. Frank’ın anormal olduğunu
sadece Cun ve ben biliyorduk. Ona tamamını anlatınca Cun
“Tuhaf bir adam” dedi. “Polise gitsene.”
Kapuçinosunu yavaş yavaş içen Cun huzursuz olmuş gi­
biydi.
“Ne diyeceğim polise?”
Bu sorum üzerine Cun iç geçirdi. Kapuçinosu soğumuş, yü­
zeyindeki köpükleri kaybolmuş, uçuk kahverengi, çamurlu
bir suya benzemişti.
“Öyle ya, liseli kızı ve evsiz adamı öldüren katilin kim ol­
duğunu bildiğini söylesen bile en ufak kanıt yok. Adamın tu­
haf, yalancı ve yabancı olması yetmez tabii. Peki doğrudan
gitmek yerine telefon etsen?”
“Nerede olduğunu bilmiyorum. Gerçek adı da Frank de­
ğildir kesinlikle. Her söylediği yalan. Polise haber versek
de bulamazlar. Dün de, Şincuku Prince Otel’de kalmamış­
tır belki. Şimdi aklıma geldi de, odasına kadar götürmüş
değilim, resepsiyondan anahtar aldığını da görmedim. Bir
kez bile odasına telefon etmişliğim de yok. Nereden bakar­
82

san bak, tespit etmenin imkanı yok.”


“Beni niye görmek istedi acaba?”
“Bilmem.”
“Kenci, bugün Frank’la buluşma istersen.”
“Onu da düşündüm ama, daha paramı almadım ”
“Para o kadar önemli olmasa gerek.”
“Öyle tabii, parayı dert ettiğim yok, ama kesin evimi biliyor
ve ne yapacağım anlamak mümkün değil. Frank’tan korkuyo­
rum, dürüstçe söyleyeyim, korkuyorum. Seni de yanımda gö­
türmemi istemesi, senin bildiklerini öğrenmek için olabilir.”
“Niyeti seni öldürmek de olabilir” diyemezdim. Pastaneye
bir aile girdi. Sanırım anneleri olacak otuz yaşlarında bir ka­
dın ve herhalde ilkokul öğrencisi iki çocuk. Neşeyle pastala­
rım seçiyorlardı. Çocuklar çok neşeliydi ve çok terbiyeli dav­
ranıyorlardı. Anneleri zarif bir elbise ve manto giymişti. Gar­
son kıza doğallıkla davranıyordu, konuşma tarzı çok nazikti.
Cun dönüp onlara baktığında çocukla göz göze geldi. Çocuk
Cun’a gülümsedi. Çok yakın bir zamana kadar bu tür man­
zaralardan nefret ettiğim geldi aklıma. Bende kötü niyete
karşı özel bir sezgi olduğunu ve bu sayede Frank’ın tehlikeli
olduğu yargısına ulaşığımı sanıyorum. Kötü niyet, yalnızlık,
keder, kızgınlık gibi olumsuz duygulardan doğar. Değerli bir
şey elinizden alındığında, sanki bir parçanız bıçakla kesilmiş
gibi olur, bir oyuk kalır, işte oradan doğar kötü niyet. Ben
Frank’ta bir tür gaddarlık, sadistik bir hastalık olduğunu
hissediyor değilim. Zihnimde katil imajı da oluşmuş değil.
Frank’ta hissettiğim dipsiz bir oyuk. Her şeyin çıkıp gelebile­
ceği bir oyuk. Herkesin bir ya da iki kez insan öldürme iste­
ğine kapıldığı, kötü niyetle dolduğu olur. O insanın oyuğun­
da doğan kötü niyet, o insanın oyuğunun dibinde kalır, gün
gelir unutulur; başka bir şeye, sözgelimi işe karşı duyulan
coşku gibi şeylere dönüştüğü olur. Frank farklıydı. Frank’ın
katil olup olmadığını bilemiyorum. Ama onda kesinlikle dibi
83

olmayan bir oyuk var. Frank’a yalan söyleten o oyuk işte.


Frankla karşılaştırıldığında belki hafif kalır ama, benim de
öyle bir dönemim olmuştu.
‘‘Yarım saatte bir telefon et, olur mu?” dedi Cun. Başımı
sallayarak olur dedim. Bir şey daha ekledi, “Onunla asla yal­
nız kalma.”

Frank, Seibu Şincuku İstasyonu önünde bulunan otelin lo­


bisinde bir sütunun gölgesinde duvara yaslanmış bekliyordu.
Buluşma yerimiz olan kafe restorana yönelmiştim ki, “Hey,
Kenci” diye beni durdurdu. Önünden geçip gitmek üzere ol­
duğum sütunun gölgesinden, ansızın adımla çağrılıp ortaya
Frank çıkınca şaşkınlıktan nefesim kesilecek gibi oldu.
“Ne oldu? Buluşma yerimiz kafe-restoran değil miydi?” de­
yince, Frank “Biraz kalabalıktı da” diyerek göz kırptı. Çok
acayip bir göz kırpışı vardı. Tek gözünü tam kapatmak üze­
reyken, gözü arkaya doğru dönmüştü sanki. Üstelik, kafe-
restoran duvarla ayırılmadığı için lobiden net olarak görülü­
yordu ve hiç de kalabalık değildi. O tarafa bakmaya başlayın­
ca, “Az öncesine kadar kalabalıktı” dedi. Dünkünden farklı
bir kadife ceketi siyah bir süveterin üzerine giymiş, altına da
kot pantolon geçirmişti. Ayağına tenis ayakkakkabısı benze­
ri bir ayakkabı giymişti. Saç şeklini de değiştirmişti. Dün iyi­
ce yapıştırdığı kâkülleri bu akşam dikleşmişti. Eşyası da,
dün eski bir deri çantayken, bugün bez bir sırt çantasıydı.
Farklı biri gibi görünmek istemişti sanki.
“İyi bir bar buldum. Bu ülkede çok nadiren görülen bir bar,
önce oraya gidelim.”
Bar Vilayet Caddesi’ne bakıyordu. Ünlü bir yerdir. Kok­
teyllerinin harika olduğu, zevkli dekorasyonu ve nefis yiye­
cekleri olduğu için değil, Kabukiço’da zor bulunan doğru dü­
rüst bir içki mekânı olduğu için ünlü bir yerdir. Yabancıların
da bildiği o bara, ben de birçok kez müşterilerimi götürmüş­
84

tüm. Uzun bir bar bankosu ve büyükçe bir camın ardından


caddeye bakabildiğiniz, ayakta içki içilen yüksek masaları
var sadece ve oturacak yer yok. Otelden o bara kadar simsar­
ların toplaştığı eğlence mekânlarının bulunduğu sokaktan
geçerken, Frank iç çamaşırlı konsomatris pavyonu ya da gö­
zetleme evine ilgi göstermedi.
“Bugün önce içmek istiyordum” dedi, ısmarladığımız bira
bardaklarını şerefe kaldırırken. Bira istiyorsa o kafe-resto-
randa da içebilirdi. Kafe-restorana gitmeyi istememesinin
bir nedeni vardı herhalde. Aym barda iki akşam üst üste
içince barmenler ve garsonların insanın yüzünü anımsadığı,
bir yazarın İyice Kaynamış adlı romanında yazıyordu.
Bir tamdık aradı gözlerim. “Onunla yalnız kalma” demişti
Cun. Tamdık birine rastlar ve konuşacak olursam, Frank’ı
anımsamasında etkili olabilirdim. Frank gözlerini benden
ayırmadan birasını içiyordu. Sanki ne düşündüğümü anlama­
ya çalışıyor gibiydi. Çevrede hiçbir tanıdığım yoktu. Bar ban­
kosu doluydu, her kesimden müşteri vardı. Nispeten paralı
genç tiplerle, lacivert ya da gri dışındaki renklerde takım el­
bise giymiş şirket çalışanları, eğlenmeye alışık oldukları belli
olan kadınlar, “Hep Roppongi’ye gitmeyelim, arada bir Kabu-
kiço’da içelim” diyen tipler. Biraz daha geç saatlerde konso­
matrisler ve eğlence mekânlarında çalışan kızlar da gelirler.
“Kenci, sende bir tuhaflık var” dedi Frank. Birasını dün­
den daha hızlı içiyordu.
“Yorgunum biraz. Telefonda da söylemiştim, üşüttüm ga­
liba.”
Frank değil, başka bir tanıdığım bile şu an beni görecek ol­
sa tuhaflığı hisseder. Ben de kendimi tuhaf buluyordum. İn­
sanların kafayı böyle yediğini çok iyi biliyorum. Buna para­
noya derler. Frank bana bakıyor, ben de söyleyecek söz arı­
yordum. Acaba, kendim hakkında Frank’ı ne Ölçüde şüphe-
lendirmeliydim? Frank’ın bir ölçü tuhaf olduğunu düşünüyo-
85

rum ama, liseli kızı ya da evsiz adamı öldürebileceği aklımın


ucundan bile geçmez. Frank’ın böyle düşünmesini sağlaya­
bilmem yeterliydi. Katil olduğundan şüphelendiğimi anladı­
ğı an, bu Amerikalı beni kesin öldürür. Hiçbir şüphe taşıma­
dan sadece kendisine eşlik ettiğimi düşünmesi durumunda,
şu herifi öldüreyim isteğine kapılması da olası.
“Bu arada, bu akşam nasıl bir yere gitmek istersin?” dedim
Frank’a.
“Kenci, sen bulsana bir şeyler.”
Aklımdaki şeyi olabildiğince neşeli bir sesle söyledim.
“Beyzbol sahasına gidip sabahın beşine kadar atış yapma­
ya ne dersin?”
“Sabahın beşine kadar?” Frank eğleniyor gibiydi. Ben de
“Yes, yes” diye onayladım. Tam bir Amerikalı gibi gülüyordu.
Bira bardağını göz hizasına kadar kaldırıp, omzuma ve kolu­
ma hafifçe vurarak güldü. Birası elinde tasasızca gülen Ame­
rikalılar, boyunlarında fotoğraf makinesiyle eğilerek selam
veren Japonlarla hemen hemen aynı ölçüde doğaldır. Çevre­
mizdeki diğer müşterilerin, neşeyle gülen Frank’a sempati
duyarak baktıkları açıkça anlaşılıyordu. Yabancı ülkeden gel­
miş bir turist rahatlayıp eğlenmeye başladığında çevresinde­
ki Japonlarda iyi bir izlenim bırakır. ‘Yabancının biri de eğle­
nebiliyor; ülkemiz de, ülkemizin barları da yeteri kadar iyi,
biz her zaman işte öyle bir barda içtiğimize göre aslında mut­
lu olmalıyız” ve buna benzer şeyler düşünürler. Bu barda, Ka-
bukiço’da pek rastlanmayan kaliteli bir caz çalıyordu ve zevk­
li ışıklandırma tam ölçüsünde loştu. Diğer müşteriler hemen
yammızda olsalar bile Frank’ın yüzünü göremezlerdi. Omzu­
ma vurarak gülerken bile Frank’ın gözleri bilye gibi soğuktu.
Bakışlarımı Frank’ın insanın içini ürperten gözlerinden ayır­
madan, kendimi zorlayarak neşeliymişim gibi yapmam gere­
kiyordu. Bu tür bir eziyeti ilk kez yaşıyordum. Sinirlerimin bu
durumu nereye kadar kaldıracağını bilemiyordum.
86

“Seks Kenci, seks. Burada biramızı içip, biraz havaya gi­


rince önce cinsel olarak coşabileceğimiz bir yere gidelim, ol­
maz mı?”
Beyzbol sahası esprisinin tutup tutmadığından emin değil­
dim. Cun’dan ayrıldıktan sonra Şibuya’ya uğrayıp bayıltıcı
sprey almıştım. Cun elektrikli jop almamı söylemişti ama,
düğmesini açana kadar karşı taraf işini halledebilirdi. Düğme­
sini açık tuttuğunuzda da pilinin bitmesi gibi bir dezavantajı
var. Saldırırken kullanışlı olabilir ama, savunma için iyi değil.
En güvenli yol, Frank’ı tek başına bırakıp uzaklaşmak.
Çin kulüplerinden bir konsomatris ya da Orta Amerikalı
orospulardan biriyle üç saat kadar aşk otelinde baş başa bır-
kamak en iyisi.
“Kadın alacak mısın?” diye sordum.
“Elbette” dedi Frank. “Ama daha erken.”
“Orası öyle ama, bu akşam orospu bulmak zor olabilir. İki
gün sonra yılbaşı. Aslında Japon şirketlerinin çoğu tatile gir­
di bile. Çalışanların çoğu evlerinde. O yüzden orospular da iş
bulamayız diye düşünüp çıkmamış olabilirler.”
“Sen o tarafını merak etme, ben araştırdım.”
“Ne dedin?”
“Araştırdım. Yemek yedikten sonra yürüyüşe çıktım. 0
arada broşür dağıtan zencilerle konuştum. Hani şu dün ak­
şam broşür dağıtan zenciler vardı ya, onlarla konuşunca bir­
çok şey anlattılar. Onlardan başka, yolda dikilen kadınlara
da sordum. Pek anlaşamadık ama, bu akşam çoğu oropu işe
çıkıyormuş. Onların yılbaşıyla ilgileri yok ki. Yabancı ülke­
lerden para kazanmak için geliyorlar.”
“Tek başına da yolunu bulabiliyorsun. Öyleyse bana ihti­
yacın yok.”
Bana ilgisini kaybedip, işime son vererek tek başın kadın
aramaya çıksa ne iyi olur, dedim kendi kendime.
“Hiç olur mu, Kenci? Sen artık sadece bir rehber değilsin,
87

dostumsun. Ha, tamam, tek başıma dolaşıp araştırma yap­


mamdan rahatsız oldun. Bu senin gururunu incittiyse özür
dilerim.”
“Yok, önemli değil” dedim yumuşakça gülümseyerek.
Frank dünden çok farklıydı. Düne göre tavrıları daha ataktı
ve sesi de daha yüksek, daha canlı gibi geliyordu. Uyarılmış
mı desem, sanki biraz heyecanlıydı. Dayanamadım sordum.
“Bu akşam nedense daha canlı gibisin. Dün iyi uyuyabil­
din mi?”
“Ancak bir saat uyudum.”
“Bir saat?”
“Ama benim için sorun değil. Beyin hücrelerim bol miktar­
larda yenilendiği uyku sorun olmuyor. Sıkıntısız zamanlarda
uykuya gerek yok. Uyku vücudu değil, beyni dinlendirmek
için gerekli. Vücut yorgunluğunu uzanarak da atabilirsin.
Ama beyin uyku olmadıkça eski haline gelemiyor. Uykusuz­
luk durumu uzadıkça insan saldırganlaşıyor, hiç olmadığı
kadar saldırganlaşıyor.”
Tanıdığım kızlardan biri bara girmişti.
Tanışma barlarından biri için simsarlık yapan Noriko adlı
kız, tek başına girdi içeriye. Elimle çağırdım Noriko’yu. Ta­
nışma barları, kızların ücretsiz içki içmek ve karaoke yapa­
rak eğlenmek için gelmesi, erkeklerin ise para ödeyerek bara
girip içerideki kızlara çıkma teklif etmesi üzerine kurulu bir
sistemle çalışan eğlence yerleridir.
“Aa, Kenci sen misin?” diye salına salına yanımıza kadar
gelen Noriko’yu önce Frank’la tanıştırdım. “Adı Noriko, bura­
lardaki eğlence mekânlarını iyi bilir. Son zamanlarda nerele­
rin eğlenceli olabileceğini soralım.”
“Bu adam Frank, müşterim” dedim Noriko’ya, Japonca.
Noriko İngilizce anlamaz. Belki de henüz yirmi yaşında bile
yok, ama günlerini ortaokul ve liseden çok islahevi ve genç­
ler hapishanesinde geçirmiş, kaslı, serseri bir genç kız. Bun-
88

lan kendisinden duymuş değilim. Bir yerlerden doğal ola­


rak yayılan dedikodulardan biliyorum. Serseri kızların tü­
münde o eğilim vardır, ama Noriko ne kadar sarhoş olursa
olsun geçmişini asla anlatmaz. Noriko gibi bir kız yanı ba­
şımda olunca “serseri kız” tabirinin hâlâ yürürlükte olduğu­
nu söyleyebiliyorum.
Noriko gelip aramızda durduğunda Frank’ın yüz ifadesi
acayipleşti; gözlerinde hırs, rahatsızlık ve bıkkınlık duygula­
rının biri sönüp diğeri yanıyor gibiydi. Noriko Frank’ın o ha­
line şöyle bir göz atıp, hemen gözlerini kaçırdı. Bakmamanın
iyi olacağı bir şey konusunda, Noriko gibi kızlar hassas olur­
lar. Benzeri şeylerin arasında büyüdükleri için.
“Düşündüm de Frank, soyadını bilmiyorum” derken, Nori-
ko’ya da bir içki ısmarladım. Noriko sodalı bir Wild Turkey
istedi.
“Frank, soyadını söyler misin? Hazır yeri gelmişken. Ben
de bayana seni tam adınla tanıtabilirim.”
Frank, Noriko ortaya çıktığından beri rahatsız tavırlar
sergiliyordu. “Soyadım ha” diye mırıldanarak defalarca başı­
nı salladı.
“Kenci, rahatsız etmiyorum, değil mi?” diyerek Noriko
uzaklaşmaya kalkınca “Burada kal” deyip onu durdurdum,
“Lütfen” diye gözlerimle işaret ederek.
“Masolueda” dedi Frank.
Önce Frank’ın Japonca bir şeyler söylediğini sandım. Öy­
leydi tabii ya! “Sabahlar güzeldir” ya da ona yakın anlamı
olan Japonca bir cümle. “Efendim?” diye sorunca, bir kez da­
ha yavaşça “Masolueda” dedi. İki yüze yakın Amerikalıya
rehberlik etmiştim ama, böyle bir soyadını ilk kez duyuyor­
dum. Noriko’yla tanıştırdım, “Bu bey Masolueda-san.”
“Frank değil miydi adı?” dedi Noriko, kapüşonlu kabanı-
nın cebinden kırmızı Marlboro paketini çıkartırken. Noriko,
sodalı Wild Turkey’ini hızlıca içti ve Marlboro’sunu yaktı.
89

“Frank adı, aynı Kenci gibi, Noriko gibi.”


“O kadarını ben de biliyorum. Whitney adı, Houston soyadı.”
“Son zamanlarda işler nasıl?”
“Soğuk ya işte, pek iyi değil. Bizim oraya gelir misiniz?”
“Bu herif gidelim derse geliriz tabii ama...”
Frank, Noriko ile konuşmamızı o her zamanki ifadesiz yü­
züyle izliyordu. Noriko, Frank’a hiç bakmıyordu.
‘"Yabancı ya işte. Kandır, çek getir ne olacak sanki? Sen öy­
le şeyler yapmaz mısın, Kenci?”
“Normalde yapmam.”
“Yapmazsın doğru.”
“Bu saatte içtiğini pek görmedim, bitti mi işin?”
“Nasıl bitsin? Kafamı attıran bazı şeyler oldu da. Bir içki
daha içebilir miyim?” dedi Noriko. “Olur” dedim. Kalabalık­
laşan barda caz çalan gitarın sesi duyuluyordu. Noriko, bizim
kuşağımızda pek rastlanmayacak kadar iyi anlardı cazdan.
Duvarlarda ve zeminde yankılanan basın ritmine uydurarak
başını sallıyor, salladıkça kahverengiye boyadığı uzun saçla­
rı salınıyor, sigara dumanı saçlarının arasından yayılan bir
sis tabakasına dönüşüyordu. Noriko’nun nazik hatlı ama ve
yorgun bir yüzü vardı. “Konsomatris mi bu kız?” diye sordu,
Frank. Simsar sözcüğünün İngilizcesini unuttuğumdan, “Şu
yoldaki zencilerle aynı işi yapıyor” diye yanıtladım. “Güzel
bir kadın” dedi Frank, kulağımın dibinde. Noriko’ya aktarın­
ca, “Teşekkürler” diyerek Frank’a baktı.
“Bu gitar Kenny Burrel” dedi Frank Noriko’ya, “Kenny
Burrel’e sık sık eşlik eden Danamo Masolueda adlı bir piya­
nist vardır. Pek tanınmaz, o kadar yetenekli de değildir.
Adam Bulgaristan kökenliydi ve büyük dedesi Bogomil Mez­
hebi Kilisesi’nin büyücüsüydü.”
“Bu yabancı ne diyor?” diye Noriko sorunca, ana batlarıy­
la tercüme ettim. Noriko’nun “O piyanistle adı aynı” derken
çıkarttığı ikinci Marlboro’sunu Frank yaktı. Önce “Domo” di­
90

ye Japonca teşekkür eden Noriko, sonra da İngilizce “Sarık


yu” diyerek hafifçe gülümsedi. Kibriti üfleyerek söndüren
Frank da “Domo” diyerek Japonca yanıtladı.
Noriko “Büyücü dediği Malik gibi bir şey mi?” deyince,
Frank’a “Sihirbaz mı?” diye sordum. “Hayır” dedi Frank, sır­
tını gererek abartılı bir sesle.
“Ortaçağ Avrupası’nda büyücülüğün yaygın olduğunu sa­
nırım sizler de bilirsiniz. Bu büyücülüğün merkezi Bulgaris­
tan’dı. El çabukluğu marifet gibi bir şey değil, büyü.”
İngilizcede el çabukluğu da, büyü de magic sözcüğüyle söy­
lenir, ama Frank trick23ve juggler^ sözcüklerini kullanarak
ayırt etmeye çalıştı.
“Yani satanistlik. Tanrı’ya değil şeytana tapınarak onun
gücünden yararlanmak ve onunla tek vücut olmak. Bu kız gi­
bi tiplerin ilgisini çekebilir” dedi Frank parmağıyla Nori­
ko’yu göstererek. Frank, büyü ve şeytandan söz etmeye baş­
ladığından beri gözleri nemlenmiş gibi görünüyordu. Gözleri
ıslanmış, çevresi kızarmıştı, kaşları hafiften titriyordu. Eski­
den gördüğüm bir ölü kedinin gözünü anımsadım. Çocuklu­
ğumda bir seferinde boş arsaya atılan kedi leşini fark edeme­
miş, üzerine basmıştım. Çoktan kokuşmuş olan leşe bastığım
anda vücudunda biriken gazlar patlama gibi bir ses çıkarmış,
fırlayan gözü ayakkabıma yapışmıştı.
“Açıkçası, seksti. Onların amacı seksti. Aklınıza gelebile­
cek her türlü seks; oral, anal, ölülerle seks. Aslında kutsal
topraklardaki Jerusalem’i koruyan şövalyelerin, Arabis­
tan’daki heterodoks dinlerle teması sonucunda ortaya çık­
mış, ama XIV. yüzyılda yeni üyelerin şövalye topluluğuna gi­
rerken rütbece yüksek insanların kıçını öpmesi zorunluluğu
varmış. Kız bunları duyunca heyecanlanacaktır. Bir dönem
Rolling Stones’un da satanist olduğundan şüphe edilmişti.

2. Hile, (yay.n.)

3. Hokkabaz, hilekâr. (yay.n.)


91

Bu kız Rolling Stones severmiş gibi görünüyor.”


Güçlükle tercüme ettim. “Ne kadar kötü bir yalan atmış!”
dedi Noriko.
“Şeytanla falan ilgim yok, ama bu gitar Kenny Burrel de­
ğil. Gelişigüzel konuşuyor işte, aptal. Bu gitar oktav yorumu
değil mi? Wes bu! Wes Montgomery’yi bilmiyor mu? Bu mo­
ruk salağın teki.”
Noriko Frank’ın kolunu dürtükleyerek konuşuyordu. Ba­
sitçe Frank’a tercüme edince, Noriko “Kenci, ona salak dedi­
ğimi de söyledin mi?” dedi bağırarak. “FooZ’u4 ben de biliyo­
rum. Sen fool sözcüğünü hiç kullanmadın ki!”
Salak anlamına gelen /boZ’dan başka sözcükler olduğunu
söylediysem de, Noriko ikna olmadı. Yakuzalann da tipik
özelliğidir, ama Noriko gibi arada sırada böyle davranırlar.
Sarhoş olup da kızmış değillerdir, sadece konuşma tarzları,
karşısmdakiyle iletişim tarzları dengesizleşir. Asla öyle bir
niyetim yoktu, ama aptal yerine konduğu hissine kapılmıştı
herhalde. Böyle durumlarda gülerek geçiştirmeye kalkarsa­
nız karşınızdaki iyice kopar. Gerçekten koptuklarında ise ge­
ri dönüş yoktur.
Frank artık alıştığım rahatsız olmuş, cani suratım takın­
dı. İşte bu surat, dedim kendi kendime, işte bu suratı gördü­
ğümde Frank’tan şüphelenmeye başlamıştım. Noriko da
Frank’ın o suratını gördü. “Bu yabancı neyin nesi?” diyen bir
yüz ifadesi takınarak sesini yükseltmekten vazgeçti.
“Kenci” dedi Frank, alçak, sakin bir sesle “bu kadın orospu
mu?”
“Kendini satıp satmadığını soruyor” diye tercüme ettim.
Noriko, doğruluğunu test edercesine Frank’ın yüzüne bakıp
yanıtladı.
“Ben artık yapmıyorum, ama çalıştığım yerde öyle tipler
var.”
4. İngilizce, salak, (yay.n.)
92

Frank, hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle “Tamam” dedi, “haydi,


bu kızın çalıştığı yere gidelim.”

Kızların oturduğu masalara numaralar konulmuştu. Top­


lam beş kız vardı. Kimi meyve suyu, kimi sulu viski içiyor, ki­
mi de karaoke şarkı söylüyordu. Noriko, Frank’ın ve benim
bardağıma bira koydu, kartpostal büyüklüğünde birer kâğıt
vererek bardaki sistemi anlattı.
“Bu kâğıda hoşunuza giden kızın masa numarasını yazı­
yorsunuz.”
Kızların numarasının yazılacağı kâğıtlar ücretliydi, iki bin
yen. Kâğıda sadece kızın numarası değil, bazı istekler de ya­
zılabiliyordu.
“Yani işte, ‘dışarıda bir yerlere gidelim’, ‘bir süre burada
içelim’ gibi. Kızdan ne istiyorsan net bir şekilde yazman la­
zım. Bu kızlar profesyonel değil ona göre.”
Frank, “Kız neler anlatıyor?” diye sordu. Frank’ın kulağı­
nın dibinde eşzamanlı çeviri yapar gibi “Şu an burada bulu­
nan kızların tamamı amatörmüş” dedim. Beş kızın yüzleri
de, kılıkları da, tavırları da birbirinden farklıydı. Bir numa­
ralı masadaki kız beyaz, dar bir mini etek giymiş, ağır bir
makyaj yapmıştı. Hiç de amatöre benzemiyordu. Son ayın
otuzuncu günü beyaz mini etekli bir elbiseyle tek başına Ka-
bukiço’ya gelecek bir amatör üç dört sene öncesine kadar dü­
şünülemezdi bile. İki numaradaki kız deri ceketin altına ka­
dife pantolon; üç numara krem rengi bir takım; dört ve beş
numara ise, belli ki iki kişi gelmişler, ikisi de aşırı abartılı
renklerde süveterler giymişti. Bir numaradaki kız az önce
karaoke söylüyordu. Şimdi de üç numaralı kız, on sene kadar
önce moda olan bir Matsuda Seiko şarkısı söylüyordu.
“Kenci, burası nasıl bir yer?” diye soran Frank’a doğru dü­
rüst bir yanıt veremedim. “Az önce Noriko, çalıştığım yerde
profesyonel kadınlar da var dememiş miydi?”
93

Profesyonel mi, amatör mü anlaşılmayan türden kadınla­


rın sayısının Japonya’da arttığım söyledim, ama anlamasına
imkân yoktu. Bir ve üç numaradaki kızlar bize gülümsüyor­
du. Bu kızların tam olarak ne olduğunu ben bile anlayamıyo­
rum. Pubda altı yedi masa vardı ve duvar kâğıtlarının bula­
nık turuncu, alakasız bir deseni vardı. Lüks izlenimi vermek
için, yabancı ülkelerdeki saraylardan birinin halılarını taklit
etmeye çalışmışlardı, ama desenlerden de belli olduğu kada­
rıyla bütçeleri izin vermemişti buna. Duvarlara birkaç parça
resim asılmıştı. Taşradaki büyük mağazaların sergilerinde
sık karşılaşılan türden, bitki ve hayvan resimlerinin replika-
larındandı. Masaların üstündeki mönülerin dört köşesinde
çiçek desenleri vardı. El yazısıyla “Özel sosuyla erişte tava,
hiçbir yerde bulamayacağınız bir tat!” “Erişte, ev yapımı!” gi­
bi şeyler yazılıydı. Basit bir evye ve elektrikli fırını bulunan
küçücük bir mutfağı vardı. Herhalde bann işletmecisi olacak
takım elbiseli orta yaşlı bir adam ile burnuna ve dudağına
küpe takmış genç bir garson çalışıyordu. Bizden başka bir
müşteri daha vardı, memur kılıklı orta yaşlı bir adam.
“Kenci, bu kızlardan hangisi profesyonel orospu?” diye sordu
Frank, tükenmezkalemi elinde tutuyordu. “Söylemiştim, seks
yapmak istiyorum. Noriko profesyonel kadınlar var demişti.”
Frank’la birlikte buradan çıkıp bir yerlere gidecek kızı bu
beşinin arasından seçeceğiz öyleyse, dedim içimden. Beşi de
belirsizdi. Yani, beşi de hem orospu, hem de sıradan bir şir­
ket çalışanı gibi duruyordu. Gerçekten doğru dürüst kızlar
böyle yerlere gelmezler, ama aslında doğru dürüst kadın de­
necek bir türün artık bu ülkede kalmadığını da düşünmüyor
değilim.
Noriko’nun verdiği formda, ilk sırada teklif edilecek kızın
numarası vardı. Sonra, madde madde kendinizi tanıtmanız
gereken satırlar. Ad, yaş, iş, genelde ne tür yerlerde eğlenir­
siniz şeklinde dört madde. Onun altına da teklif edilen kızla
94

ne tür bir eğlence istendiği yazılıyordu. En sonda da kızın ce­


vap satırı bulunuyordu. Cevaplar, önündeki kutucuklara çek
atacak şekilde, önceden cümleleştirilmiş dört şıktan oluşuyor­
du: “Tamam olur, senin istediğin yerde eğlenelim.” “Bir yerle­
re içmeye götür beni.” “Önce biraz burada beraber oturalım,
ondan sonra ne yapacağımız senin tavırlarına bağlı” ve “Ma­
alesef pas geçiyorum.” Erkeğin yazdığı kâğıt kıza götürülü­
yor, bir süre sonra da cevap geliyordu. Frank bir numaralı kı­
zı seçti, ben de geri kalan maddeleri doldurdum. Adı, Frank
Masolueda; yaşı otuz beş; işi, ithalatçı. Ne tür yerlerde eğle­
nirsin: Manhattan’daki kulüplerde. Bu akşam yapmak istedi­
ğin ne: Romantik ve seksi bir akşam geçirmek. Ben kız seç­
mek falan istemiyordum ama, bardaki sisteme göre tek bir kız
iki müşterinin masasına gelemiyormuş, çaresiz iki numarayı
yazdım. Form başına nakit olarak iki bin yen. Frank’ın taklit
deri cüzdanının içinden çıkardığı on bin yenlik banknotu No­
riko aldı ve formları da kızlara götürdü. Bir ve iki numarada­
ki kızlar bizi inceledikten sonra, sanki sınavdalarmış gibi ka­
lemler ellerinde kâğıdı incelemeye başladılar.
Noriko, “Ben sokağa çıkıyorum” diye bardan ayrılmaya ha­
zırlanınca Frank onu durdurdu.
“Biraz bekle, bir dakika yeter.”
“Ne oluyor ya!” diyerek Noriko oturdu. İkisinin tercüman­
lığını yaparken, kötü bir şeyler olacağı hissine kapıldım.
“Sana minnettarım.”
“Boşver, işim bu benim.”
“Sana bir şey öğretmek istiyorum. İnsanın ruh gücü ile il­
gili bir şey. Önce iki elimin işaretparmaklarına bak” diyen
Frank, Japonların Budist sunakları önünde hep yaptıkları
gibi, Noriko’nun göz hizasında iki elini birleştirdi.
“Bak işte, sağ ve sol işaretparmaklarımın boyu aynı, değil
mi? Bu doğal bir şey. Ama otuz saniye sonra sağ işaretpar-
mağım uzayacak. Oldu mu? İyi bak. Soldakiyle karşılaştır.”
95

Frank iki elini tabanca şekline getirerek işaretparmaklannı


Noriko’nun önüne doğru uzattı.
“İyice bak. Şimdi bu sağ işaretparmağım, masallardaki fa-
sülye gibi yavaş yavaş uzayacak. Dikkatle, iyice bak.”
Ben Frank’ın yanında, Noriko da karşısındaydı. Benim bu­
lunduğum yerden, uzattığı sağ elinin üstü ve sol bileğinin iç
kısmı çok iyi görülebiliyordu. Ceketinin ve süveterinin kolu
çekilmiş, bilekleri ortaya çıkmıştı. Sol bileğine teniyle hemen
hemen aynı renkte bir fondöten sürülmüştü. Bir şeyleri giz­
lemek için herhalde, dedim. Frank’ın anlatmaya devam etti­
ği uzayan fasülye öyküsünü Noriko’ya tercüme ederek, fon­
dötenin altında kalan deriye bakmayı sürdürdüm. Derinin
hafiçe çıkıntı yapan yerlerini görünce önce değişik bir dövme
yaptırmış olduğunu sandım. Vücutta yara açarak şişkinleşti­
rip, onun üzerine yapılan, masaj salonlarındaki kadınların
bolca yaptığı gibi bir dövme. Sonra, bunun dövme olmadığım
anladığımda vücudumdaki tüm gözenekler bir anda açılıver-
di. Bu bir intihar yarasıydı. Bileğinde aynı intihar çizgilerin­
den üç tane olan bir kadın tanıyorum. Frank’ın çizgileri ha­
yal gücünün çok çok ötesindeydi. İki santim genişliğindeki
hat içerisinde, bileğide yarım tur atan onlarca yara izi sayı­
lamayacak kadar çoktu. Bileği kes, o yaranın iyileştiği yeri
tekrar kes. Bunu kaç kez tekrarlayınca böyle bir görüntü çı­
kıyordu ortaya acaba? Düşündükçe kusacak gibi oldum.
“Kenci, nereye bakıyordun sen?” Frank’ın sesiyle bir anda
tüm vücudumu bir titreme dalgası kapladı. “Bırak şimdi başka
şeylerle ilgilenmeyi de, söylediklerimi tam olarak tercüme et.”
Noriko tuhaflaşmış, bakışları çarpıklaşmıştı. Şakakların­
daki kalın damarlar kabarmış, yavaş yavaş kımıldıyordu.
“Unutmaksın. Anladın mı? Dışarıya, sokağa çıktığın anda
unutacaksın!”
Tam olarak tercüme etmedim. Hipnotize edilmiş Noriko’ya
Frank’ın söylediklerinin tam tersini söyledim.
96

“Kenci, işaretparmaklarıma bakmıyor muydun?” dedikten


sonra Frank, Noriko’nun omzunu yakalayıp “Seni seviyo­
rum” dedi, biraz yüksek bir sesle. Noriko’nun bakışları yeni­
den normale döndü, ayağa kalkıp Frankla vedalaşarak bar­
dan çıktı. Frank, yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana dö­
nüp, yeniden sordu: “Nereye bakıyordun Kenci?”
Noriko bardan çıktıktan az sonra, “Özel bir yere değil” de­
dim, zor da olsa sesimi çıkarabilmiştim. Normal olarak ko­
nuşmaya çalıştıysam da başaramadım, sesim boğazımda ta­
kılıyor gibiydi, titriyordum. Eskiden beri doğaüstü yetenek
konusundan nefret eder, hipnotizma gibi şeyleri sevmezdim.
Binlerinin bilincini kaybettiğini görmek rahatsız edici gelir­
di bana. Hipnotize edilmiş bir insanı ilk kez bu kadar yakı­
nımda görmüştüm.
“Noriko’ya bakıyordum, böyle bir şeyi ilk kez görüyorum”
dedim, titremesini durduramadığım sesimle. Sorunun
Frank’tan korkmam değil, hipnotizma karşısında duyduğum
şaşkınlık olduğunu hissettirmekten başka bir çarem yoktu.
Hipnotizma sözcüğünün İngilizcesini bilmediğim için Frank’a
sordum. Frank, o zamana kadarkinden farklı, İngiliz aksanıy-
la pek duymadığım o sözcüğü söyledi. “Anlayamıyorum” de­
dim. “Frank, anlayamıyorum.”
“Neyi?”
“Madem böyle bir şey yapabiliyorsun, orospu aramana ge­
rek yok ki. Demin yaptığın gibi istediğin her kadını kafana
göre kullanabilirsin.”
“Bu biraz zor” dedi Frank. “Şimdiki gibi soğuk mevsimler­
de mümkün değil. Karşımdaki konsantre olmayınca müm­
kün olmuyor, o yüzden dışarıda yapmak olanaksız. Önce kon­
santre olmasını sağlamak gerekiyor. İşte o zaman kadın her
şeyi yapar. Ama temkin duygusundan arındırmak zordur ve
kukla gibi bir kadınla seks yapmak da zevk vermez. O yüz­
den, her halükârda orospu bulmak daha iyi.”
97

Burnuna ve dudağına küpe takan garson bir ve iki numa­


ralardaki kızların cevaplarını yazdıkları kâğıtları masamıza
getirdi. İkisi de “Önce biraz oturalım, ne yapacağımız senin
tavırlarına bağlı” şıkkını işaretlemişlerdi. “Birlikte başka bir
masaya geçmek ister misiniz?” dedi garson. “Kızların içkileri
ve masa ücreti hesaba eklenecektir, ne diyorsunuz?” diye sor­
du Frank’a. “Tamam öyle olsun, ne yapalım” dedi ve dört ki­
şilik bir masaya geçtik.
Bir numaralı kızın adı Maki, iki numara ise Yuko idi. Ma­
ki Roppongi’de çok lüks bir kulüpte çalıştığını, bu akşam boş
günü olduğu için buraya eğlenmeye geldiğini söyledi. “Sade­
ce oturmak için bile kişi başına altmış yetmiş bin yen hesap
gelen bir yer” dedi, böbürlenerek. Yalan söylediği hemen an­
laşılıyordu. Duruşu, kılığı, konuşma şekli ya da tavırları öy­
le bir yerde çalışan bir kadına ait değildi. Herhalde çevrede­
ki pavyonlardan birinde çalışıyordu ve hayalinde lüks bir ku­
lüpte çalışmak vardı. Yuko öğrenciydi ve arkadaşlarıyla iç­
meye gittikten sonra eve dönüş yolunda buraya uğradığım
söyledi. Grup arkadaşlarıyla ilk kez içmeye gelmişler, pek eğ­
lenceli olmayınca herkes erkenden dağılmış, gidecek bir yer
bilmediği için de burada biraz vakit geçirmek istemiş. Öğren­
ci olacak yaşını geçmiş gibiydi. Acaba neden herkes bu kadar
yalancı diye düşündüm. Yalan söylemezlerse yaşamlarını
sürdüremeyeceklermiş gibi davranıyordu herkes.
İki numaralı masadan gelen Yuko öğrenci olduğunu söylü­
yor, ama hiç İngilizce bilmiyordu. Üniversite giriş sınavında
İngilizce sınavı yapılmıyor mu, diye sormak geldi aklıma ama
vazgeçtim. Gereksiz sorular soracak halde değildim. Frank’ın
sakince söylediği, “Ha, öyle mi? Demek İngilizce konuşamıyor”
sözlerini tercüme edince, Yuko ‘Yüksekokula gidiyorum” deyip
utanarak başını öne eğdi. Belki de doğru söylüyordu. Kızlar
sulu viski ve yanıda da soğuk Kore çayı istedi.
“Böyle yerlerde pek doğru dürüst viski olmaz” dedi Maki,
98

su katılmış viskisini içerken. Çalıştığı o lüks kulüpte hep ka­


liteli viski içtiğini söylemeye çalışıyordu herhalde. Maki’ye
göre bu dünyada Japoncadan başka dil yoktu.
Yuko Frank’a “Ne tür içkilerden hoşlanırsın?” diye sordu.
“Burbon” dedi Frank. Frank’ın burbon içtiğini henüz görme­
miştim. Hem kızlara, hem de Frank’a laf yetiştirirken, tama­
men tercümeye yoğunlaştığım için aklım karman çorman ol­
muştu. Hipnotize olan Noriko’nun yüzü ve Frank’ın bileğin­
deki yara izi gözlerimin önünden gitmiyordu. Ondan sonra
Frank’ın bilekleri süveterinin altında kalmıştı. O an Nori-
ko’da bir şeyler değişmişti. Başka bir insan olmuştu sanki.
“Burbon deyince, Amerikalılar hangi markayı daha çok içi­
yor acaba, bildiğimiz Wild Turkey, Jack Daniels, Brighton ta­
landır herhalde, değil mi?”
Maki, ben bu konuları çok iyi bilirim havasında konuşu­
yordu. Burbon sözcüğünü bile tercüme etmem gerekti. Bur­
bon sözcüğünün telaffuzu zordur. Bu mesleğe başladığım sı­
ralarda her Japon gibi “baabon” dediğimde Amerikalılar an­
layamamışlardı. Marlboro sigarasından söz ettiğimi sanan
bile olmuştu.
“Söylediklerinin hepsi dünyaya ihraç etmek için yapılan
burbon türleri. Burbonun memleketi güneydir. Güneyliler
tadı gerçekten güzel olan burbonları kendilerine saklar, dışa­
rıya çıkarmazlar. J. Dickens diye bir Kentucky burbon türü
vardır. İşte bu saklanan burbonların tipik örneğidir. Dic-
kens’in on sekiz yıllığı hele, en kalitelisinden konyak gibidir.
Güneye pek iyi gözle bakmazlar ama, iyi yanları da vardır?
İkisinin de Güney Amerika hakkında bir fikri yoktu. İna­
nılmaz ama Kuzey-Güney Savaşı’nı da bilmiyorlardı. Frank
“Brighton marka burbonu biliyorsun da, Kuzey-Güney Sava-
şı’m bilmiyor musun?” diyerek şaşkınlığını ifade edince, Ma­
ki “Bizimle ne alakası var” diye yanıtladı. Hiç de utanmış gi­
bi durmuyordu.
99

Frank’la buluşmamızın üzerinden elli dakika geçmişti.


Cun’a telefon etmeyi unuttuğumun farkına vardım.
“Burada cep telefonu kullanılabiliyor mu?” diye sordum,
Yuko’ya. “Bilmem” diye yanıtladı. Konsomatris değilim der
gibi bir havası vardı. Maki, “Kullanabilirsin” dedi. “Herkes
kullanıyor, ben de kullanırım hep.” Bu sözleriyle Maki’nin
burayı üs edinmiş bir yarı profesyonel olduğunu anlamıştım.
Biz Frank’la yan yana oturmuştuk, Yuko ile Maki de karşı­
mızda masamn öte yanmdalardı. Mobilyalardan falan anla­
mam, ama bu masayla bu koltuğun berbat derecede ucuz şey­
ler olduğunu anlayabiliyordum. Üstlerinden sanki “ucuz
mal” yazılı buharlar çıkıyordu. Olabildiğince lüks havası ver­
me çabası, ucuz malların keder verici halini kat kat artırıyor­
du. Her şey bir yana, masa da, koltuk da çok küçüktü. Kol­
tuk yüzüne dokundukça itici bir his veriyordu. Koltuk yüzü­
nün ilmek aralıklarına, şimdiye kadar buraya oturan tatmin­
siz ve yalnız müşterilerin terlerinin sindiği hissine kapılıyor­
dum. Masanın formikaya özgü bir parlaklığı vardı, ama ne­
dense yüzeyi ağaç motifiyle bezenmişti. Kaliteli bir mobilya
görmüşlüğüm yok, ama bu halimle bile, feci bir mobilyaya te­
mas ettiğimde içimi bir üzüntü basıyor ve hemen anlıyorum.
Karşımda oturan iki genç kadın, bu masa ve koltuğa öyle ya-
kışmıştı ki, neredeyse yeni bir atasözü türetebilir dim: “Üz­
gün ve yoksul insanların ruh hali, üzüntü veren sefil mobil­
yalara siner.” Maki’nin kolunda Louis Vuitton marka bir
çanta vardı. Genç kızların Channel ya da Prada istemelerini
bir şekilde anlayabiliyorum. Marka ürünlerle sınırlı olmaksı­
zın, esaslı ürünlere sahip olmakta bir sakınca yoktur. Marka
olmayan esaslı ürünleri bulmak zordur ve insanı uğraştırır,
zevkinizin de gelişmiş olması gerekir.
Koltuğun tuhaf bir sırtlığı vardı ve insanın bacaklarını ya­
na kaydırmasını, yan dönerek oturmasını engelliyordu. Bal­
dırım Frank’ın baldırına neredeyse yapışıp kalmıştı. Ceket
100

cebimden telefonumu çıkartmaya çalışınca dirseğim ve ko­


lum Frank’ın vücuduna çarptı. “Kız arkadaşına telefon mu
edeceksin?” diye sordu Frank. Yuko Frank’a kâğıt bir peçete
vermiş, “neym, neym, yuu, neym” diyerek adını yazmasını is­
tiyordu. ‘FRANK yazdıktan sonra, tükenmezkalemi peçete­
den ayırıp, “Kenci, benim soyadım neydi?” diye sordu Frank
gülerek. Gülümsemesi tüylerimi diken diken ediyordu. Tam
o sırada, Cun telefona çıktı.
“A, Kenci. Her şey yolunda mı?”
Tam “Evet” diye yanıtlayacakken, Frank “Biraz konuşayım”
diyerek telefonu elimden aldı. Ellerim buna karşı koymaya ça­
lıştıysa da, Frank oralı olmaksızın telefonu kaparcasına almış­
tı elimden. Telefonu alışı, karnı acıkmış bir gorilin ağaçtan muz
kapmasına benziyordu. O an, “Ne yaptığım sanıyorsun sen?!”
diye bağıracak gibi oldum ama, adrenalin ibrem savaşmak de­
ğil kaçmak yönünde hızla ilerliyordu. Köpek olsaydım, kuyru­
ğumu kıstırır give up5 duruşuna geçerdim herhalde. Önce
Frank’ın kolunun gözümün önünü kapatışım görmüştüm.
Frank’m sağında otururken, telefonu sağ elimle tuttuğum için,
Frank sol kolunu yüzümü neredeyse tamamen kapatacak şe­
kilde uzatmıştı. Sağ bileğimi yakalamış, telefonu kulağımdan
uzaklaştırmış, telefonu tutan elim Frank’ın diğer eli tarafından
zorla açılmıştı. Telefonu kaptığı an parmaklarım kopacak gibi
olmuştu. Frank’ın hareketi son derece zorbacaydı, ama bir an­
da olup bittiği için, kızlar iki samimi arkadaş gibi şakalaştığı­
mızı sandı. “Muhabbete bak ya!” diye gülümseyerek neşeyle iz­
liyorlardı. Frank’ın eli elime değdiğinde, dün gece beyzbol id­
man sahasında destek olmak için omuzuna dokunduğumda
hissettiğim duygunun aynım hissetmiştim. Metalimsi bir his.
Frank’m cep telefonumu unufak edeceğini sandım. Telefonu
çok rahatça kapmıştı. Tüm gücünü kullanmış da değildi aynca.
“Merhaba, benim adım Frank.”
5. İngilizce, teslim olmak, (yay.n.)
101

Frank, barda çalınan BGM Ulfuls’tan aşağı kalmayacak


kadar yüksek bir sesle konuşmuştu. Garip denecek kadar ne­
şeli bir sesti. Amerikan filmlerinde sık sık çıkan, telefonla
her işi halleden işadamları gibiydi.
“Kenci’nin kız arkadaşısın, değil mi? Adın neydi senin?”
Ne olur İngilizce bilmiyormuş gibi yap dedim içimden.
“Ne dedin, kusura bakma iyi duyamıyorum, buradaki mü­
zik çok gürültülü.”
“Hey, Frank” diye seslendim. “İngilizcesi pek iyi değildir”
demeye çalıştığımda, Frank “Kes sesini, konuşuyorum şura­
da” derken gözleri buz gibi soğuktu.
O yüz ifadesi şimdiye kadar gördüklerim arasında en kor­
kunç olanıydı. Maki görmemişti ama, Yuko tam bakışlarını
kaldırdığı anda Frank’ın yüzüyle karşılaştı ve dudaklarında­
ki gülümseme donuverdi. Tek kelime İngilizce bilmeyen be­
yinsiz bir yüksekokul öğrencisi bile Frank’ın yüzünü görünce
anormalliği hissedebilir herhalde. Yuko her an ağlayacakmış
gibi duruyordu. Frank’la ilgili bir gerçeği daha öğrenmiştim;
kızgınlığı arttıkça daha da serinkanlı oluyordu. Yüz ifadesi
insanı ürkütecek ölçüde hızla kayboluyor ve gözlerindeki ışık
donuklaşıyordu. Başından buhar çıkartmak gibi bir ifade as­
la Frank’a uygun değildi.
‘Ya işte, senin adını öğrenmek istiyorum, adını!”
Frank’ın sesi gittikçe yükseliyordu. Cun İngilizce bilmiyor­
muş gibi yapıyordu büyük ihtimalle.
“Kenci” Frank bana döndü. “Kız arkadaşının adı neydi?”
Söylemek istemiyordum. “Onun yabancılarla pek konuş-
muşluğu yok, bunalmıştır herhalde” dedim. Bunalmak sözcü­
ğünün İngilizcedeki tam karşılığım bilmiyordum, “tereddüt <
etmek” ya da “kafası karışmak” anlamına gelen bir sözcük
kullandım. * ı i\k ı j
“Kafası neden karışıyor ki? Ben sadece selam vermek iste­
dim. Çünkü artık sen rehberden ziyade dostşuri benim için.cp
Halk
102

O anda BGM’nin kat kat fazlası yükseklikte bir sesle,


müşterilerden biri karaoke söylemeye başladı. Telefonla ko­
nuşmak mümkün değildi. Frank şarkı söylemeye başlayan
müşteriye bakarak, ne istiyorsan konuş şimdi dercesıne kol­
larını iki yana açıp telefonu geri verdi.
“Daha sonra tekrar ararım” dedim bağırarak ve telefonu
kapattım.
“Bu ses seviyesi bir tür şiddet” dedi, Frank. Frank “şiddet”
sözcüğünü kullanınca trajikomik bir tınısı oluyor. Orospula­
rın ahlak üzerine konuşmasıyla aynı. Karaokenin sesi ger­
çekten çok yüksekti. Kırklı yaşlarının sonlarında gösteren
adamın söylediği şarkı Mr. Children’in yeni şarkisiydi. Kız­
lar âdet yerini bulsun diye alkışla tempo tutuyorlardı. Ada­
mın şarkı seçimi açıkça kendini kızlara beğendirmeyi amaç­
lıyordu. Elbette, sadece Mr. Children söylüyor diye kızlar on­
dan hoşlanacak değil, ama adam boyun damarlarını patlaya­
cakmış gibi şişkinleştirerek yüksek perdeden şarkıya devam
ediyordu. Frank gürültüden konuşmaya imkân yok anlamın­
da bir hareket yaparak kaşlarını çattı, rahatsız olmuş gibiy­
di. Ben de rahatsızdım. Cun aklıma takılmıştı, hipnotize
edilmiş haliyle dışan çıkan Noriko için de endişeleniyordum;
her şeyden öte Frank için hissettiğim güvensizlik ve korkuy­
la aklım karışmıştı. Öyle bir anda, dinlemek istemediği bir
şarkı acayip bir tonla söylenmeye başlanınca, insan doğal
olarak rahatsız oluyor. Nedendir bilinmez, bu ülkede o kadar
yüksek bir sesle insanların önünde şarkı söylenmesi hoş kar­
şılanıyor. Acaba şu anki hareketlerim yüzünden insanlar ra­
hatsız olur mu, diye düşünmüyorlar bile. Tiz sesleri çıkart­
makta zorlanarak yüzünü şekilden şekle sokan bu adam ka­
dar çirkin bir şey olamaz. Her şeyden önce, bu amca şarkı
söylemek istediği için söylemiyor. Tek amacı kızların ilgisini
çekmek, beğenilerini kazanmak. Kızların canının sıkıldığı­
nın farkında bile değil. Neticede boşu boşuna şarkı söylüyor
103

ve bir tek kendisi farkında değil bunun. İyice tepem atmıştı,


böyle bir insanın yeryüzünde ne gereği var dedim, kendi ken­
dime. Hatta bir an aklımdan, şu hale gelen bu adam geber­
sin gitsin, düşüncesi de geçti. O an, Frank bana bakarak, öy­
le, aynen öyle dercesine başıyla onaylayarak gülümsedi. İr­
kildim. Frank o an, Yuko’nun verdiği kâğıt peçeteye gelişigü­
zel bir isim yazmaktaydı. “Frank” yazdıktan sonra “De Niro”
diye ekledi. Tam yazarken bana bakıp başını sallayarak gül­
dü. Sanki birine “şu tip geberse gitse keşke” demişim de,
anında “öyle elbette” cevabı gelmiş gibiydi. Sonra, Frank
“Kenci, kızlara söyler misin?” dedi, kulağımın dibinde yüksek
sesle tercüme etmemi isteyerek. Yüz ifadesi normale dön­
müştü. Robert de Niro’nun hayranı olacak ki, Yuko Frank’m
aynı ismi taşıdığını duyunca çok sevindi. “Bu kıza Niro Aile­
sinden olduğumu söyle” dedi Frank. Bu ne tür bir adam, de­
dim kendi kendime, acaba az önce beynimi mi okumuştu?
“Baksana Kenci, bu kızlar hiç İngilizce anlamıyor. Robert
de Niro’nun Niro Ailesinden Robert’ anlamında olduğunu
öğretmek istiyorum” dedi Frank hızlı hızlı, karaoke gürültü­
sü arasında. Benimse, yüreğim hâlâ hızla çarpıyordu. “Şu
şarkı bitsin, söylerim” diye yanıtlayabildim. Deminden beri
kısa aralıklarla devam eden çarpıntılarım bir bütün haline
gelmiş gibiydi, içimde kötü bir his oluşmuştu. Frank’m tavır­
ları değişmişti. Noriko’yla ikimize gelişigüzel bir ad söyle­
mişti. Sonuçta hipnotize olan sadece Noriko’ydu ama ikimizi
de hipnotize etmeye çalışmış, Cun’la konuşurken telefonu
elimden kapmış, sanki telepati yeteneğiyle övünürmüş gibi
düşüncelerimle uyuşan tepkiler vermişti. Ortada net olan
hiçbir şey yoktu.
Nihayet şarkı sona erdi. Cılız nezaket alkışları arasında
amca “Yeeah” diyerek zafer işareti yaptı. Ondan tarafa bak­
mamaya çalıştım. Sanki burada hiç yokmuş gibi.
Kızlara De Niro’nun anlamını açıkladım. Yuko, “İsimler ne
104

kadar ilginç oluyor” diyerek etkilenmiş bir yüz ifadesiyle kâ­


ğıt peçeteye bakıyordu. Maki iğrenç iğrenç güldü. Tam bir eb­
leh gibi gülüyordu. “Çok farklı” dedi Maki. “De Niro’lardan
olsa bile çok farklı.”
Maki’nin Kabukiço semtinde sık karşılaştığım sefil kadın­
lardan biri olduğunu anlamıştım. Kompleksler yumağı haline
gelmiş olsalar bile, yetersiz aklı ve en rezilinden yetişme şekli
yüzünden, bu durumu asla kabullenmezler. Çok daha lüks
yerlerde çalışıp, çok daha iyi bir yaşam sürmek istiyor ve bu­
nu yapamamasının suçunu başkalarında arıyor. Kendinden
başka herkesten nefret ettiği için, kötü giden her şey başkala­
rının sorumluluğunda. Kendine sürekli kötü davranıldığı için,
başkalarına da rahatlıkla aynı şekilde kötü davranabiliyor.
Frank “Ne dedi bu kız?” diye sorunca, tercüme ettim.
“Ooo, Robert de Niro’yla nerem farklıymış ki?”
“Her şeyin” dedi Maki, insanı sinir eden bir gülümsemeyle.
Kafam iyice karışmıştı. Neye nasıl tepki vermem gerekti­
ğini bir türlü kestiremiyordum. Şu burnumun dibindeki ap­
tal karıyı susturmalı mıyım, Frank’ı buradan götürmeli mi­
yim, yoksa tuvalete gider gibi yapıp kaçmalı mıyım? Her şey
o kadar kısa bir sürede gelişmişti ki, düşüncelerimi toparla-
yamıyordum. Oturduğumuz koltuğun dar olmasının da etki­
si vardı. Baldırım Frank’m baldırına yapışıp kalmıştı, kaçma
seçeneğinden en baştan vazgeçmiş gibiydim. Vücut ne kadar
bunalırsa, zihin de o ölçüde bunalıyor. Ne karaoke söyleyen
amcaya, ne de Maki’ye sinirlenecek durumda olmadığımı bi­
liyordum ama, insan acil durumlarda zorlu ve gerçekçi şey­
lerden kaçınıp, pek bir anlamı olmayan şeylere takılıp kala­
biliyor. İntihar etme kararıyla trene binip, “Evin kapısını ka­
patmış mıydım acaba?” diye endişe etmek gibi bir şey işte.
Frank’ın yamndayken, böyle bir şeyi düşünecek lüksüm ol­
madığını bildiğim halde, Maki’yi nasıl küçük düşürebileceği­
me takılmıştı aklım. Ama bunun için hiçbir yol gelmiyordu
105

akhma. Bu türden salak kadınların cehalet gibi güçlü bir ba­


riyerleri olur ve aptal olduğunu net bir şekilde ispat etsen bi­
le, “Aptallık kötü bir şey mi?” diye sorarlar sana.
“Her şeyi, her şeyi” diye tekrarladıktan sonra, Maki “Değil
mi?” diyerek Yuko’dan onay bekledi. Yuko, “Hımm, ne desem
ki?” diye anlamı belirsiz bir cevap verdi.
‘Ya işte, ne kadar farklı. Yüzü, havası, vücut yapısı...” de­
dikten sonra, yine kulakları rahatsız eden bir sesle güldü.
“Sen hiç gerçek De Niro’yla karşılaştın mı?” diye sordu
Frank. “Adamın New York’ta bir restoranı var. Benim iki üç
kez görmüşlüğüm var. Boyu pek uzun değil, sıradan bir gö­
rüntüsü var. Jack Nicholson gibileri, biraz da batı sahilinde
yaşamalarımn etkisiyle, her halleriyle film yıldızı oldukları­
nı belli ederler, ama De Niro çok sıradandır. İşte o yüzden de
büyük bir yıldızdır. Olağandışı bir çabayla çalışır rolünü;
filmlerde gördüğümüz o hali, çabalarının sonucunda yarattı­
ğı bir şeydir.”
Bunları tercüme etmemin ne faydası olur ki diye düşün­
düysem de tercüme ettim. O arada burnunda ve dilinde kü­
pesi olan garson “İşte geldi” diyerek çift porsiyon erişte tava
ve patates cipsini getirip masaya koydu. “Biz böyle bir şey is­
temedik” dediğim anda, “Ben istedim” dedi Maki ve tabakla­
rı önüne çekerek “Sen de yesene” diyerek Yuko’yu da davet
etti. “Eh, ben de yiyim bari” diyerek kendi tabağına alarak
Yuko da yemeye başladı.
“Kenci, söylediklerimi tercüme ettin mi?” diye sordu
Frank, eriştelerini yiyen kızlara bakarak. “Elbette” diye ya­
nıtladım. “Biz buraya ne yapmaya geldik ki?” dedi Frank.
“İki kızın erişte tava yemesini izlemeye mi? Ben buraya seks
için geldim. Mekânda orospuların da olduğunu söylememiş
miydi Noriko? Bunlar orospu değil mi?”
Olduğu gibi ikisine aktardım. “Salak mı ne?” dedi Maki
Yuko’ya, ağzına tıkıştırdığı erişte yumağına rağmen. Ma­
106

ki’nin bu sorusu üzerine Yuko, “İyi de biz yanlış anlaşılmaya


çok müsaitiz” dedi, bana çok karmaşık bir yüz ifadesiyle ba­
karak. “Dert değil ki. Biz burada beraber oturalım demedik”
diyen Maki, tıkındığı erişte parçasını elbisesine dökünce
“Olamaz!” diyerek ıslattığı mendiliyle panik içerisinde lekeyi
silerken, “Baksana! Islak bir elbezi getir!” diyerek, o an çal­
makta olan Ulfuls’tan aşağı kalmayan bir sesle bar bankosu­
nun içindeki garsona bağırdı. Beyaz elbisesinde siyah bir le­
ke oluşmuştu. Maki, yüzü allak bullak garsonun getirdiği ıs­
lak elbeziyle lekeyi şildiyse de çıkmadı. Maki kısa boylu, yu­
varlak yüzlü, vücudunun tamamı etli butlu, bozuk ciltli, es­
mer tenliydi. Böyle bir kadın için bile para verecek adamlar
çıkıyor işte. Şimdiki erkeklerin yalnızlığı öylesine şiddetli ki,
baktığınız anda yüzünüzü kaçıracağınız ölçüde çirkin olma­
dığı müddetçe, kadının kendini satmaya niyeti varsa alacak
da çıkıyor. İşte bu yüzden de Maki gibi kadınlar çoğalıyor.
“Güzel bir desen çıktı işte” dedi Frank Maki’ye gülümseye­
rek. Tercüme ettim. “Ne diyorsunuz ya! Siz ne anlarsınız ki?”
dedi Maki, bir yandan da arkasını çevirdiği elbeziyle silmeye
devam ediyordu. “Bu Cunko Şimada’dan, değil mi? Eyvah,
eyvah” dedi Yuko, Maki’ye. “Evet, anlayan anlıyor işte” diyen
Maki, sinirli sinirli Frank’ı süzdü.
“Belki öyle durmuyor olabilirim ama, yarı zamanlı çalıştı­
ğım yerler bile birinci sınıf yerlerdi. Sırf bu işlerde çalışmış
değilim. İlk yarı zamanlı çalıştığım yer Seico Gakuen’deki bir
marketti, ancak zenginlerin satın alabileceği türden şeyler
satılırdı. Çiğ balık saşimi ile deniz mercanı, beş dilimlik pa­
ketlerde iki bin yene satılırdı. Hele tofu, ilk başlarda ben bi­
le inanamamıştım ama, Fuci Dağı taraflarından gelen el üre­
timi olanı satılırdı, günde ancak beş yüz tane üretilirmiş. Ta­
nesi beş yüz yene satılırdı.”
Maki, Frank’la ikimizi görmezden gelerek, benim halim­
den bir tek sen anlarsın dercesine, Yuko’ya bakarak konuşu­
107

yordu. Yuko, Maki’yi dinlerken bir yandan da eriştesini yi­


yordu. Dört numaradaki kız bardan ayrıldı. Az önce Mr.
Children söyleyen amca, beş numaradaki kızı seçince yalnız
kalmıştı. Süveter ve etek, süveter ve bol pantolondan oluşan
giysileriyle bardaki en normal kızlar gibi görünüyorlardı
ama, profesyonel fahişelerdi. Amca buraları iyi biliyor ola­
cak, farkına varmıştı. Bir numaradaki Maki ile iki numara­
daki Yuko bizim masamızda olduklarından, geriye elinde
mikrofon şarkı seçmeye çalışan üç numaradaki kadın kal­
mıştı sadece. Üç numaradaki kadın takım elbise giymişti,
ama yaşı gençti. Saat 22:00’ı biraz geçtiğine göre, gece yan­
sından sabah dörde beşe kadar açık kalan pavyonlardan bi­
rinde konsomatristlik yapıyordur herhalde. Bardaki dört ka­
dının içinde en güzel olanı o. Mekânda bir bar havası yok.
Farklı kadınlar var, bir şeyler bekleyen erkekler var, nere­
deyse istasyonlann bekleme salonu gibi bir hava hâkim orta­
ma. Amacı seks olan müşteriler sadece Kabukiço değil, tüm
eğlence semtlerinde azalıyormuş. Gerçekten de, Higaşi Oku-
bo’da liseli kızlarla sadece konuşmak için kuyrukta bekleyen
amcalar var. Liseli kızlar o caddeye gittiklerinde, bir kafeter­
yada bu amcalardan biriyle sadece konuşarak binlerce yen
kazanabiliyorlar. Kendisinin şimdiye dek ne kadar birinci sı­
nıf bir ortamda yaşadığını anlatmaya devam eden bir numa­
radan gelen kadın da liseli kızlarla aynı deneyimleri yaşamış
olsa gerek. Beş yüz yenlik tofu, iki bin yenlik mercan saşimi-
si gibi şeyler sürekli çevresinde olduğu için, kendine birinci
sınıf şeylerden başkasının yakışmayacağına Maki gerçekten
inanıyordu. Cunko Şimada’dan aldığı beyaz elbise, doğal ola­
rak hiç yakışmamıştı. Ona bu elbisenin yakışmadığını söyle­
yecek tek bir arkadaşı bile olmadığı gibi, ben de böyle insan­
lardan hep uzak durmuşumdur. Bir gün televizyondaki bir
adam, galiba bir psikiyatr “Kendinde değerli bir şeyler bu­
lunduğuna inanmayan insan yaşayamaz” demişti. Doğru
108

herhalde dedim içimden. Bende değerli hiçbir şey yok, yaşa­


mamın kimseye faydası yok... Bu düşüncelerle yaşamak acı
verir. Bar bankosunun kıyısında hesap makinesini kurcala­
yan şef, tipik bir gece hayatı adamı, “Bende değerli olan ne
var?” sorusunu sormayı yıllar önce bırakmışa benziyor. Ge­
nelevlerin, Çin kulüplerinin, sado-mazo pavyonların işletme­
cileri, kadınların vücudu sayesinde yaşayan pezevenkler...
Bunların ortak bir özelliği vardır. Yüzleri, sanki bir şeyler
kazınıp alınmış gibidir.
Bir seferinde böylesi adamların özelliklerini Cun’a anlat­
maya çalışmış, ama doğru dürüst anlatamamıştım. Bir şey­
lerden vazgeçmişlerdir, onurlarını bir kenara atmışlardır,
kendilerini kandırmaya devam ederler, duygusuz olurlar...
Değişik ifadelerle anlatmaya çalıştıysam da Cun anlayama­
mıştı. Sadece, “Suratlarının hiçbir özelliği yok” dediğimde
“Biraz anlayabiliyorum” demişti. Cun’la bunları konuştuk­
tan iki üç hafta sonra televizyonda Kuzey Kore’yle ilgili bir
haber çıkmıştı. Kıtlık olasılığının güçlendiği haberiyle birlik­
te çocukların görüntüsünü veriyorlardı. Kıtlıkla karşı karşı­
ya kalmış çocukların yüzleri, bir bakıma kadınların vücudu
üzerinden para kazanan adamlara benziyordu. Şefin yanın­
da, bar bankosuna yaslanmış garson o tip bir adam değil.
Uzun saçlarını arkasında bağlayan genç garson bir sürü kü­
pe takmıştı. Kadın vücuduyla ticaret yapan adamlar küpe
takmaz. Bu garsonda bir müzik grubuna üyeymiş havası
var. Grupla çalmak yaşamasına yetmeyeceği için, belki de
bir arkadaşının tavsiyesiyle yarı zamanlı olarak burada ça­
lışmaya başlamış. İnsanı kahredecek kadar çok sayıda genç
erkek müzik gruplarında çalıyor. Koma Tiyatrosu yanında
onlarca genç erkek, gitarlarıyla bir süre önce revaçta olan
halk şarkılarını çalarlar. Üç numaradaki kadın Amuro söy­
lemeye başladı. “Herkes yalnızlığına dayanır” gibi sözleri
var. Garson şarkı söyleyen kadına bakmıyordu bile. Kadımn
109

şarkı söylediği gerçeğinin farkına varmamış gibiydi. “Ben


aslında burada değilim” diye düşünüyordu sanki; garsonun
bakışlarının nereye yöneldiği anlaşılmıyordu. Mr. Children
söyleyen amca etrafını tamamen görmezden gelerek beş nu­
maralı kızla pazarlık yapıyordu. Şöyle iyice bir bakınca, beş
numaralı kızın yaşı otuzu geçmiş olabilir. Klimanın etkisiy­
le terleyip, makyajı biraz akınca boynu ve gözlerinin etrafın­
daki kırışıklar belli olmaya başlamıştı. “Sen telebarlann
müdavimlerindensin, değil mi? Ben o tür kadınlan tamum,
sende de tam öyle bir hava var” diyordu Mr. Children şarkı­
cısı amca, ama bugün mutlaka paraya ihtiyacı olacak ki, beş
numaralı kız sabırla dinliyordu. Ellerini dizinin üstüne koy­
muş, ara sıra başını sallıyor, başka bir erkek gelir ümidiyle
kapıya bakıyordu. Bir şeyler tuhaf işte, dedim kendi kendi­
me. Girdiğim mekânlarda müşterileri pek gözlemlediğim ol­
maz genelde. Maki durmaksızın konuşmaya devam ediyor­
du. Yuko tabaktaki erişte tavanın tamamını bitirdi. Frank,
Maki’nin söylediği şeyi tercüme etmemi istemişti, makine gi­
bi tercüme ediyordum.
“O markette çalışmayı bıraktıktan sonra, bir süre başı boş
dolaştım. Geceleri çalışmaya başladım yani. Ama asla ucuz
yerlerde çalışmam, dedim kendi kendime. Ucuz yerlere ucuz
insanlar gelir çünkü.”
“Biraz dur” diyerek Maki’nin sözünü kesti Frank. Ma­
ki’nin yüzündeki ifade “Ne oluyor ya! Esas sen kapa çeneni”
der gibiydi.
“Bu barda ne arıyorsun, ne yapmaya çalışıyorsun? Bunu
bir türlü anlayabilmiş değilim.”
“Konuşuyorum işte” diye yanıtladı, Maki. “Bugün Roppon-
gi’deki lüks bar kapalıydı. Normalde Şincuku’ya pek gelmem,
arada sırada konuşmak için işte. İnsanların pek duymadıkla­
rı şeyleri anlattığım için genelde memnuniyetle karşılarlar.”
“Mesela ben, Amerika’ya gidecek olsam ekonomi sınıfında
110

gitmek istemem. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”


Maki sulu viskisini içerken Yuko’dan destek bekler gibiydi.
“Hımm, doğru, bazı insanlar öyle olur” diye onayladı Yuko,
birkaç dakikadır gözü sürekli saatindeydi. Arkadaşlarıyla git­
tiği içki partisinde sıkılınca biraz zaman geçirmek için uğra­
dığı bu tanışma barından ayrılacağı zamanı ayarlamaya çalı­
şıyordu. Ancak Maki kadar yırtık olmadığından, kendine eriş­
te ve içki ısmarlandı diye, hemen kalkıp gitmesinin ayıp ola­
cağını düşünüyor gibiydi. Frank’la benim Maki’den iyice ra­
hatsız olduğumuzun farkına varmamıştı herhalde, sadece
kalkacağı zamam kollayarak, arada sırada Maki’nin söyledik­
lerini onaylamakla yetiniyordu. Yuko zayıftı, yüzünün rengi
de pek sağlıklı değilmiş hissi veriyordu. Yakalarına kadar
inen dalgasız saçlarını arada sırada ojesiz parmaklarıyla dü­
zeltiyordu. Maki’nin anlattıklarıyla pek ilgiliymiş gibi değildi,
ama Maki onun fikrini sorduğunda hep onaylıyordu. Bardaki
kadınların içinde en normal olanıydı; böyle bir yere tek başı­
na geldiğine göre yalnızlığı yakından tanıyor olsa gerekti.
“Ekonomi sınıfında yolculuk edince, oradaki hava insana
işliyor. Bizim mekâna gelen müşterilerden biri anlatmıştı,
gerçekten de öyle olurmuş. O müşterim bir televizyonda çalı­
şıyor, böyle bir bara asla gelmez. Doğduğundan beri birinci
sınıf dışında hiç yolculuk etmemiş. Yurtiçi yolculuklarında
da mutlaka süper koltukta, eğer gideceği yere yapılan sefer­
lerde süper koltuk yoksa, hızlı trenlerin özel vagonlarında gi­
diyormuş. İşte yaşadığımız dünyada böyle insanlar da var.
Birinci sınıf demek, sadece koltukların büyük ve geniş olma­
sı demek değil. Hiç binmeyen biri elbette anlamaz bunu. Söz­
gelimi, herhangi bir kaza durumunda uçağın kalkışı gecikir­
se ya da uçuş iptal edilirse, koltuk sınıfına göre yapılan mu­
amele farklı olurmuş, biliyor muydunuz? Narita’ya yakın
otellerde konaklanılırmış, birinci sınıf yolcuları Disney-
land’ın yanındaki Hilton’da kalırlarmış. Disneyland’daki Hil-
Ill

ton işte. Eskiden beri orada konaklayabilmek hayalimdir.


Sizler de aynı düşüncede değil misiniz?”
Maki, Yuko’nun onaylaması için duraksayınca, Yuko
“Hımm” diye anlamı belirsizce yanıtladı. Bense sanki bir top­
lantı anındaki eşzamanlı tercüman gibi Maki’nin söyledikle­
rini Frank’a tercüme ettim. Böyle şeylere pek alışık değildim
ve İngilizcem muhabbet eden bir Japon’un konuşmasını eş­
zamanlı olarak tercüme etmeye yetersizdi. Başım ağrımaya
başlamıştı, tercüme etmeye zorlandığım yerlerini özetleyerek
aktardım. Maki’nin son sözlerini Hilton’da kalmanın her Ja­
pon’un hayali olduğu şeklinde tercüme etmiştim, ama ne fark
eder deyip pek umursamadım.
“Hilton o kadar da lüks bir otel değil” dedi Frank Maki’ye,
sakin bir ses tonuyla. Nazikçe, aydınlatmak için söyler gibiy­
di, ama salak yerine koyduğu anlamını çıkartmak da olasıy­
dı. Gerçekte, Frank’ın Maki’yi salak yerine koyduğu kanısın­
dayım. Böyle nüanslar genelde kolay yakalanır.
“Sen hiçbir şey bilmiyorsun. Sözgelimi New York Hilton,
oda sayısı binden fazladır, ama servis kalitesini düşürmemek
için oda sayısı sınırının dört yüz olduğu söylenir; aynca ger­
çek zenginler asla Hilton’da kalmaz, gider Avrupa kökenli
otellerde kalırlar: Plaza Athene, Ritz Carlton, Westbury gibi
yerlerde. Hilton’u sevenler genelde Japonlardır, Amerika’da
sadece taşralılar kalır Hilton’da.”
Maki’nin yüzü kızarmıştı, “taşralı” lafına kızmıştı herhal­
de. Kızdığına göre gerçek bir taşralı olmalı. “Öyle tabii, Ame­
rikalılardan başkasının bilmediği şeyler de var” dedi Yuko.
“Baksana, bu adam nerede kalıyor?” diye sordu Maki du­
daklarını büzerek. “Söyleyemem” dedim. “Bu kadın ne sor­
du?” diye Frank araya girince, ne sorduğunu söyledim.
Frank, “Ben Hilton’da kalıyorum” deyince Yuko güldü.
Frank gerçekte nerede kalıyordu acaba? Maki, Tokyo’daki
bütün lüks otellerde kaldığını anlatmaya başladı. Park
112

Hyatt’ta girişten resepsiyona kadar olan mesafe çok uzun­


muş; Ebisu Garden Place’teki Veston koltuklar en rahat ola­
nıymış; kendisi o otellerde doktorlar, avukatlar ve televiz­
yonculardan başkasıyla kalmazmış... Neticede orospuluk
yaptığını itiraf etmiş oluyordu. Frank anlattıklarını neşeyle
dinliyordu. Bara gireli bir saati geçmişti. Bir saatlik hesabı
istedim. Garson yaklaşık kırk bin yenlik bir fatura getirdi.
“Bu da nesi?” diye sorduğumda, garsonun dudağındaki kü­
pe hafiften titredi. “Noriko’nun söylediğinden farklı bu he­
sap.” Garsonu sinirlendirmemek için sakin bir sesle konuşu­
yordum. Garson, “Noriko da kim?” dediğinde, bar bankosu­
nun yanında duran şef alçak sesle “Bir şey mi oldu?” diyerek
yanımıza geldi. “Hesabınız bu efendim.” Şef yamnda getirdiği
tüm hesap kalemlerinin yazılı olduğu adisyonu uzattı. İlk
baştaki masa ücreti ikişer bin yen, kızlarla başka masaya geç­
tikten sonraki masa ücreti dörder bin yen, bir saati geçtiği
için de iki katı yazılmıştı. Erişte tava bin iki yüz yen, patates
bin iki yüz yen, Oolong çayı bin beş yüz yen, viski bin iki yüz
yen, bira bin beş yüz yen, artı servis ücreti ve vergiler...
“Bir saati geçirdiğimizde uyarsaydımz keşke” dedim.
Frank hesabı gördüğü anda, “Bu ne boktan bir şey ya!” diye
bağırdı. “Ben iki bardak viski içtim, sense bir bardak bira!”
“Biz saatli çalışırız. Elemammız az olduğu için de saat ko­
nusunda uyaramıyoruz” dedi şef. “Kazıklandık” dedim. İşlet­
me olarak adil bir hesap istediklerini iddia edeceklerdi. Şikâ­
yet etmeye devam edersek profesyonellerin geleceğini ve der­
dimizi ofiste anlatmamız gerektiğini söyleyeceklerdi. Ofise
gittiğimiz anda her şey biter. “Yapacak bir şey yok” dedim.
“Ne yapalım, burası da böyle bir yermiş” diye onayladı
Frank. “Burası gerçekten kötü bir yer, ama yasal olmadığım
söyleyip itiraz etsek bile haklı çıkmamıza imkân yok” dedim.
“Sonra daha ayrıntılı anlatırım. Benim de sorumluluğum
olduğuna göre, hesabın yansını ücretimden kes istersen.”
113

Gerçekten ücretimden kestirmek niyetindeydim. Bir saati


geçirip de farkına varmamış olmak benim sorumluluğumdu.
“Anlaşıldı” dedi Frank.
“Önce şimdiye kadar olan hesabı ödeyeyim.”
Şimdiye kadar olan, ne demek acaba? Frank yılan derisi
cüzdanından dört tane on bin yenlik çıkarttı. Şimdiye kadar
hiç görmediğim kadar kirli banknotlardı. Şef yüzünü buruş­
turarak parayı aldı. Paralar üzerindeki kir ve tozdan ağırlaş­
mıştı, kat yerleri her an yırtılacak bir haldeydi. Şincuku
Merkez Parkı ve çevresindeki evsizlerin arasında büyük pa­
ralar biriktirenlerin olduğunu duymuştum.
Şef, garson ve kızların gözleri aynı anda o müthiş pis pa­
ralara takıldı. Hiçbiri o kadar pis para görmemişti. “Burada-
kilerle şimdiye kadarki hesap tamam.”
“Şimdiye kadar demekle neyi kastediyorsun?” dedim.
“Bu barda biraz daha kalmak istiyorum” diye yanıtladı
Frank. Uzun yıllardır Kabukiço’da yaşayan şef, Frank’ın yüz
ifadesi ve tavırlarından ve çıkarttığı o pis paralardan dolayı
kötü bir hisse kapılmış olacak ki, bana bakarak “Genelde bu
saatlerde kapatıyoruz” dedi. Çekin gidin demek istiyordu.
“Frank, çıkalım istersen” diyerek omzuna hafifçe vurdum.
Omuz kasları neredeyse metalden yapılmış kadar sertti, yine
ürperdim. “Eh, haydi kalkalım öyleyse. Verdiğim paralan su
oluğuna düşürmüştüm, kredi kartıyla da ödeyebilirim” dedi
Frank, yılan derisi cüzdanını yeniden çıkartarak. “Kredi kar­
tı?” derken, şefin yüz ifadesi değişmişti.
“Kenci, kredi kartı kullanıp kullanamayacağımı sorsana.”
“Kredi kartı kabul ederiz” dedi şef bunalmış bir yüz ifade­
siyle.
“Çok farklı bir American Express kartım var. Bakın işte
bu, iyice baksanıza, şu kahraman motifi ne kadar farklı değil
mi? Böyle oynatınca sanki gülüyormuş gibi oluyor.”
Şef, garson ve iki kız kartın içine düşeceklerdi sanki.
114

Frank’m çevresinde, kötü bir şeyler oluşacağı zaman ortaya


çıkan hava vardı yine. Hava, hem neredeyse tenime batarmış
gibi kuruydu, hem de nefes almayı güçleştirecek kadar nem­
li. Şefin ve garsonun yüz ifadesinin değişimini çok iyi yaka­
ladım. “Hipnotize edilenler bir seferliğine ölüler dünyasına
adım atmış olurlar” diye okumuştum haftalık bir dergide.
Şef, gözünün önünde oynatılan kimin olduğu belirsiz Ameri­
can Express kartına bakarken, önce gözbebekleri yamuldu.
Sonra, diş gıcırdatması duyulacak ölçüde yanak ve çene kas­
ları kasıldı, boynundaki damarları şişkinleşti. O heyecan
karşısında dayanmaya çalışan yüz, insanın dehşetin tam or­
tasına düştüğünde takındığı ifadeyle aynıydı. Nihayet boyun
derisinde şişkinleşen damarlar eski haline döndü, şefin göz­
lerindeki yaşam belirtisi kayboldu.
“Kenci” dedi Frank, son derece alçak bir sesle, “Kenci, sen
dışan çıkıp kız arkadaşına telefon etsene.”
“Ne?” diye yanıtlayınca, Frank sözcükleri tek tek vurgula­
yarak yineledi.
“Çık dışarı, kız arkadaşına telefon et.”
Şimdiye kadar hiç görmediğim bir yüz ifadesi takınmıştı;
tuhaf ama huzurlu bir yüz ifadesi. Bütün gün bunalan bir
adamın işini tamamladıktan sonra “Bir bira içeyim” derken-
ki yüz ifadesiydi. Hipnotize edilen şef, garson, Maki ve Yuko
henüz gerçekliğe dönmüş değillerdi. Dördünün de gözleri be­
lirli bir yere odaklanmıştı. Garsonun dudağındaki küpe ha­
fifçe sallanıyordu. Sanki pandomim yapan bir palyaço gibiy­
di. Bu durumdaki bir insanın kasları gevşemiş midir, geril­
miş midir, bilinmez. Belki de her ikisi de geçerlidir. Üç nu­
maradaki kız şarkısına devam ediyordu, Mr. Children Amca
beş numaradaki kızla pazarlığa devam ediyordu. Diğer müş­
teriler masamızı çevreleyen sıradışılığın farkında değildi.
“Frank, bu olmaz işte” dedim. Frank’ın herkesi hipnotize
ederek para vermeden kaçma niyetinde olduğunu sanmıştım.
115

“Kaçmamız hiç iyi olmaz, bir daha Kabukiço’ya gelemem.”


Frank’ın bakışlarında, karşı gelirsen öldürürüm anlamı
vardı. Sırtım bir anda buz kesmişti. Sırtıma buz parçalan
doldurulmuş gibi hissettim. Belki beni de hipnotize etmiştir
dedim bir an. Farkına varmadan ayağa kalkmıştım çünkü.
Şef ve garsonun arasından, vücudumu yan çevirerek geçtim.
Mağazalardaki mankenlerin yanından geçer gibiydim. Ge­
çerken dirseğim garsonun sağ eline çarptı, ama şuurunu yi­
tirmiş bir vaziyetteydi. Masadan uzaklaşırken, sadece bir an
dönüp Maki ve Yuko’ya baktım. İki kız öne doğru eğilmiş,
tahtırevallideymiş gibi öne arkaya sallanıyorlardı.
Bardan çıkar çıkmaz asansörün yamnda cep telefonumu
çıkarttım. Cun benim evimdeydi. Bir türlü telefon etmek gel­
medi içimden. Yavaşça barın içine baktım. Ahşap kapının
arasına gömülü camın arkasından içerideki durumu görebil­
mek mümkündü. Aniden Frank’ın bana doğru geldiğini gö­
rünce hızla asansöre kaçmak istedim, ama artık çok geçti,
yakalanmıştım.
“Kenci, hadi sen de gel” dedi Frank.
Girmek istemiyordum. Ancak Frank’ın bakışları altında
vücudum kıpırdamıyordu. Saçlarımdan ayak uçlanma kadar
kaskatı kesilmiştim. Frank omzumdan yakalayıp beni bann
içine çekti. Kapının oralarda dengemi kaybedecek gibi olday­
sam da, sağ eliyle destek olup ileriye doğru taşıdı beni. Bir eş­
ya gibi barın içine sürükledikten sonra ortadaki boşluğa doğ­
ru fırlattı. Frank’ın bann kepengini indirdiğini duyabiliyor­
dum. Gözlerimi açtığımda hemen önümde üst üste yığılmış
kadın ve erkek ayaklan gördüm. Uzun topuklu kırmızı ayak­
kabıdan Maki’yi ayırt edebilmiştim. Maki’nin giydiği beyaz
dantelli külotlu çorabın baldır kısmında parlak kırmızı ince
bir çizgi oluşmuştu. Bu kırmızı çizgi hareket ediyordu. Para­
zit ya da o tür bir canlı gibi, ince işlenmiş dantelin hattı üze­
rinden ilerleyerek yavaşça sabit bir hızla aşağıya doğru uzu­
116

yordu. Karşıdaki masada beş numaradaki kız, Mr. Children


Amca ve üç numaradaki kız duruyordu. Üçü de ağzı açık Ma­
ki’nin yüzüne bakıyordu. Maki’nin yüzünü gördüğümde içim
dışıma çıkacak gibi oldu. Maki’nin yüzü, çenesinin altında bir
ağzı daha varmış gibi görünüyordu. Gülüyormuş gibi duran o
ikinci ağızdan zift benzeri, yoğun olduğu belli koyu bir sıvı
akıyordu. Boğazında enlemesine geniş bir yank açılmıştı,
boynunun yansını kaplıyordu. Boğazındaki kesikten köpükle
kanşık kan fişkınyor, gözbebekleri oynuyor, dudakları titri­
yordu. Sanki bir şeyler söylemek istiyordu. Maki’nin yanında­
ki şefti. Şefin boynu tuhaf bir şekilde yana doğru kıvnlmıştı.
Kafası arka çaprazına bakacak şekilde aşağıya doğru kıvnl-
mıştı. Maki ile şef birbirlerini dik tutacak şekilde karşılıklı
olarak yaslanmışlardı. Yuko ile garson, Maki’nin yüksek to­
puklaman hemen arkasında üst üste gelecek şekilde yerdey­
di. Yuko’nun belinde bir yere kasap bıçağına benzer bir bıçak
derinlemesine saplanmıştı. Garsonun boynu da şefinkiyle ay­
nı şekilde kıvnlmıştı. Üç numaradaki kız, Mr. Children Amca
ve beş numaradaki kız koltukta manken gibi kıpırdamadan
duruyorlardı. Hipnotize mi edilmişlerdi, yoksa kapıldıkları
dehşetin etkisiyle mi hareketsiz kalmışlardı anlaşılmıyordu.
Boğazıma doğru yükselen kusmuğu var gücümle durdurmaya
çalışıyordum. Göğsüm ve boğazıma ekşi bir tat yayılmış, şa-
kaklanm uyuşmuştu. Hiçbir şey düşünemiyor, elbette hiçbir
şey de söyleyemiyordum. Gerçeklik hissimi kaybetmiştim.
Geri dönüşü olmayan bir kâbusun içinde gibiydim.
Frank görüş alanıma girerek üç numaradaki kadına yak­
laştı.
Frank’ın elinde ince uzun bir bıçak vardı. Yuko’nun belin­
deki bıçağı çekip çıkarmıştı. Üç numaradaki kadın şuurunu
kaybetmemişti. Hipnotize de edilmemişti. Frank’ın kendine
yaklaştığını görünce tuhaf hareketler yapmaya başladı.
Oturduğu koltuğun yüzünü tırnaklarıyla tırmalar gibi, mik­
117

rofon tuttuğu elini küçük bir alan içinde hızlı hızlı oynatma­
ya başladı. Heyecanlanmıştı, hınzır bir kedi gibiydi. Mikro­
fon hâlâ açıktı, koltuğun yüzüne sürtündükçe çıkan ses barın
içinde yankılandı. Kaçmaya çalışıyordu herhalde, vücudu bi­
lincinden bağımsız hareket ediyordu. Bacakları, eklem yerle­
ri dışarı fırlayacakmış gibi gergindi, ama ayaklarını yerden
kaldıramıyordu. Yüzüne ve başına fazlasıyla güç verdiği için
omuzları da ince ince titriyordu. Bilinci ve kaslan birleştiren
sinirler kesilmiş, vücudunun her yeri farklı hareket ediyor­
du. Ben de aynı durumdaydım. Duyma ve görme duyularım
tuhaflaşmıştı. Üç numaradaki kadının söylediği Amuro kara-
okesi hâlâ çalmaya devam ediyordu, ama kendi kulaklarım­
la duyduğumdan şüpheliydim. Frank önüne geldiğinde, krem
rengi eteğinin altından şiddetle işemeye başladı kadın. Sıvı
zeminde dağıldı, kadının gerginliği sona erdi. Ayakkabılarını
çıkarttı, omuzlarını düşürdü, yüzü sanki gülüyormuş gibi bir
ifadeye büründü. Hemen sonra, Frank kadını saçından yaka­
ladı ve bıçağı göğsüne sapladı. Küçük bir böcek otların ara­
sından uçup havalanırmış gibi, kadının gülen yüzünden bir
şeylerin uçup gittiğini ayrımsadım. O an, beş numaradaki
kadın aniden çığlık atmaya başladı. Üç numaradaki kadın öl­
dürüldüğü için değil de, sürekli kapalı duran düğmesini ani­
den açmışlar gibiydi. Frank, önce üç numaralı kadımn göğ­
sünden bıçağı çekip çıkardı, sonra da mikrofonu kopartmaya
uğraştı. Ama kadının eli kaskatı kesilmişti, mikrofonu tutan
parmakları gevşemiyordu. Kadının mikrofonu saran par­
maklan yumuşatıcıya atılmış gibi beyazlaşmıştı. Frank üç
numaralı kadını tekrar saçlarından yakalayıp işaretparma-
ğını gözüne soktu. Ses benim olduğum yere kadar geldi ve ay­
nı anda kadının parmakları mikrofonu bıraktı. Üç numaralı
kadının gözünden o ana kadar hiç görmediğim türden bir sı­
vı akmaya başladı. Kırmızı benek gibi kabarcıkları olan pü­
tür pütür şeffaf bir pelte. Frank, mikrofonu getirip çığlıklar
118

atan beş numaralı kadının ağzına tuttu. Ses yükseldi elbet­


te, ama ne tuhaftır ki şarkıya benziyordu. Frank parmağıyla
beş numaralı kadının boğazını işaret etti. Ses tellerinin bu­
lunduğu yerdeki kasları şişkinleşmişti, çığlıkların ritmine
göre bir inip bir kabarıyordu. Frank, şimdi iyi izle der gibi bir
göz işareti yaptıktan sonra, inip kabaran ses telleri bölgesin­
deki kasın biraz altını yardı. “Şuhh” diye, düdüklü tencere­
nin buharına benzer bir ses çıkarırken, çığlıkları o sesin ar­
dında kayboldu. Frank’ın hareketlerini hem yavaş çekim,
hem de ağır çekim olarak izlemiştim sanki. Bazı yerleri çok
yavaş gibi gelmişti, Yuko’ya saplanan bıçağı çekip çıkanr-
kenki hareketi müthiş hızlıydı. İnsanın tepkileri ile duyula­
rının kolayca karışabileceğim çok iyi anlamıştım. Şoka ma­
ruz kalınca vücut kımıldamaz oluyor, düşünceler sona eriyor.
Mr. Children Amca, birlikte olduğu kadının boğazının on beş
santimetre yakımnda kesilmesini sanki televizyondaki hazır
yemek reklamına bakar gibi izlemişti. Her şeyden vazgeçmiş
bir yüz ifadesi vardı. Koşullar uç sınırlara geldiğinde insanın
vücudunda bir özelliğin ortaya çıkıp, nabzın hızlandığını,
gerginlik ve heyecanın aynı anda yaşandığını; kaçmak ile sa­
vaşmaya hazırlanmanın aynı anda gerçekleştiğini bir kitap­
ta okumuştum eskiden. Ancak normal tepkilere alışmış bir
vücut ve beyin, böylesi bir durumda sadece karmaşaya dü­
şermiş. Benim açımdan da, çevremdeki tiplerle hiçbir farklı­
lığım yoktu. Göğüs cebimde bir bistüri olduğunu anımsadı­
ğımda, bir şekilde Frank’a karşı eyleme geçmem gerektiğini
düşündüm, ancak bu düşünce kafamda büyüyünce içim da­
raldı. Akla hayale gelmez bir şey düşündüm. Hemen şimdi
tuvalete ya da başka bir yere gidip gizlice bistüriyi atmalı­
yım. Göğüs cebimdeki bistürinin sembolize ettiği şeyler,
Frank’ın sergilediği gerçekliğin önünde çok zayıf kalıyordu.
Bistüri taşıdığım için kendimden nefret etmeye başlamıştım.
Öldürüleceğimden kesinlikle emin olduğumda, harekete geç­
119

mek için kullanabileceğim fırsatların tümü bir rüyaya dönü­


şüp kayboldu. Üç numaradaki kadının göğsüne bıçak sapla­
nıp, beş numaralı kadının boğazında köpekbalığının solunga­
cı gibi duran o yarık açıldığında vücudum donmuştu. Sinirle­
rim buz kesmişti sanki. Buradan bir şekilde kurtulmak ya da
binlerini yardıma çağırmak için belli bir düşünce geliştir­
mem gerekiyordu. Normalde farkına vanlmaz. Önce bu tür
eylemleri yaptığımız anı beynimizde canlandınp, o imaja
uyacak şekilde eyleme geçeriz. Frank bu bardaki herkesin
beyninde canlandırdığı imajlan yerle bir etmişti. Burnunun
dibindeki birinin gırtlaklandığım gören hemen hemen hiç
kimse yoktur bu ülkede. “Zalimce... Vah zavallı... Ne kor­
kunç! Çok can acıtıcı olmalı...” gibi şeyleri aklıma getirecek
durumda değildim. Beş numaradaki kadının boğazı kesildi­
ğinde, ne tuhaftır ki neredeyse hiç kan akmamıştı, ama yarı­
ğın içinde koyu kırmızı ıslak bir şeyler görülebiliyordu. Bu
normalde göremediğimiz bir şeydir, derinin altında saklıdır.
Ancak o kütlenin insana ait bir parça olduğunu bizler bir yer­
lerden öğreniriz ve çıplak gözle gördüğümüz anda bir sonra­
ki eylemimizi beynimizde canlandırma gücümüzü kaybede­
riz; gerçekliklerin kendini göstermediği ortamlarda yaşadığı­
mız için. Beş numaradaki kadının boğazındaki yarıktan usul
usul kan süzülmeye başladı. Kan sanki kırmızı değil siyahtı,
çiğ balık saşimi yerken kullanılan soya sosuna benziyordu.
Vücudum kaskatı kesilmiş, kımıldamıyordu. Boynum, omuz­
larım ve ensem uyuşmuştu, buz gibiydi. Frank getirip bıçağı­
nı burnumun ucunda sallasa başımı kaçıramazdım herhalde.
Tuhaftır, zaman akıyordu ve sanki akıp gidişini görebiliyor­
dum. Bu barda pencere yok, ama bir an duvarda devasa bir
monitör varmış da, dışarıyı görebiliyormuşum gibi bir hisse
kapıldım. Dışarıdaki dünyayı, yani insanların yaşadıkları,
konuşup yürüdükleri dünyayı dışımda kalmış uzaklardaki
bir yer olarak algılamaya başlamıştım. Ölümden sonraki
120

dünyaya adımımı atmıştım çoktan. Bu barın dışında insan­


lar ihtiras alıp satıyor. Kadınlar cinsiyetlerini ve vücutlarını
paraya çevirmek için mini etekler giyerek, bacaklarındaki
tüylerin soğuktan diken diken olmasına aldırmadan yolda
bekliyor; erkekler gülerek, şarkı söyleyerek kadın bulmuş ol­
manın, yalnızlıklarından kurtulmuş olmanın sevincini yaşa­
maya çalışıyorlar. Neon ışıkları yanıp sönerken, simsarlar ve
çığırtkanlar yoldan geçen erkeklere iyi vakit geçirteceklerini
söyleyerek tavlamaya çalışıyorlar. İşte bu manzara, flu bir
görüntü olarak geliyor gözlerimin önüne. Benden çok uzak­
lardaki bir manzara... geri dönme ümidimi yitirmiştim.
Frank, Mr. Children Amca’yı saçlarından yakalayıp yüzünü
beş numaralı kadına doğru çevirdi. Kadının başı yarası orta­
ya çıkacak şekilde arkaya eğilmişti. Kadının yanlan boynun­
daki derisi arkadan çekiliyormuş gibi gepgergindi. Kınşıksız,
cart diye ikiye aynldığı için hayvanlann yüzülmüş derilerine
benziyordu. Saçlarından çekilerek zorla o yaraya bakmak du­
rumunda kalan Mr. Children Amca, inanılmaz bir şekilde
yüzünü yuvarlatarak gülmeye başladı. “He he he...” Güldüğü
duyuluyordu gerçekten de. Deprem ya da tayfun felaketine
maruz kalmış birinin televizyon muhabirinin sorulanna zo­
raki bir gülümsemeyle yanıt vermesine benziyordu. “Gülüyor
musun sen ya?!” dedi Frank adama. Adamın kendine söyle­
neni anlamış olmasına imkân yoktu, ama mahcup olmuş gi­
bi “He he he...” diye tekrar gülerek birkaç kez başını öne doğ­
ru sallayarak teşekkür etti. Sonra adam, saçları hâlâ
Frank’ın ellerinde olmasına rağmen sigara içmeye kalktı.
Masadaki Seven Stars kutusundan bir tane çıkardı. Frank
adamın sigarayı ağzına koymasını sessizce ve pür dikkat iz­
ledi. Adam elini cebine sokup çakmağını aradı. Biraz rahat­
lamak için sigaraya ihtiyacı varmış, son derece sıradan bir
şey yaparmış gibiydi. Frank, “Bunu mu arıyorsun?” diye beş
numaralı kadının yanındaki çakmağı gösterdi. “Evet” dedi
121

adam. Tekrar gülümseyerek başını sallayıp teşekkür edince,


Frank çakmağın gazını sonuna kadar açarak adamın gözleri­
ni, yanaklarını ve saçlarını yaktı. Yanık kokusu bulunduğum
yere kadar geldi. Adam çırpınarak yüzünü kaçırmaya çalış­
tıysa da, Frank saçlarını daha da sıkıca kavrayarak adamın
kaçmasına izin vermedi. Frank bir an çakmağın alevini
uzaklaştırdı. Bunun üzerine adam dudaklarını titreterek
tekrar gülümsedi ve sanki Frank’a teşekkür ediyormuş gibi
başım defalarca öne doğru salladı. Frank, bunun ardından
çakmağın alevini adamın burnuna ve dudaklarına yaklaştır­
dı. Adam çırpınmaya başladı. Kollarını çılgınca savurarak
yüzünü Frank’tan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Sanki bir şey
için nazlanan bir çocuk gibi, Frank’m kamını ve göğsünü
yumrukladı. Frank, “İyice çırpın, parçala kendini” diye söyle­
nerek adamın yüzünü ateşe boğarken, inanması güç ama es­
nemeye başladı. Esnerken ağzını öylesine büyük açmıştı ki,
sanki yüzü patlamış, ortasında da kocaman bir delik açılmış­
tı. Adam sonunda çığlıklar atmaya başladı. Haykırışları, pa­
razit yapan radyo gibi çatlaklaşıp, boğuklaşarak kesintisiz
devam ediyordu. Frank biraz kıpırdayınca adamın yüzünü
çok net görebildim. Yüzü yanan bir insanı ilk kez görüyor­
dum. Çakmağın turuncu alevleri, adamın burun deliklerine
dalıp kayboluyormuş gibiydi. Amuro’nun karaokesi bitmiş,
farkında olmadan Okamura Takako şarkısı başlamıştı. Ada­
mın kollarının sanki müziğin ritmine uydurarak çırpınması,
dans ediyormuş havası veriyordu. “Buna bak, Kenci!” der gi­
bi Frank çenesini öne ittirerek adamı gösterdi. Burnunun eti
erimiş, kahverengi bir sıvı mum gibi pıtır pıtır yere damlıyor,
yağlı kısımları arada sırada alazlanıyordu. Adamın alnından
ve şakaklarından terler akıyordu. Ter, yere damlayan etin
özsıvısından daha hızlı akıyordu. Adamın yanıkları morardı,
burnunun ucu kararmaya, telsiz paraziti gibi cızır cızır bir
ses duyulmaya başladı. Burun deliklerinin çevresi iyice ka­
122

rardı ve nereye kadar burun deliği, nereye kadar yanık oldu­


ğu anlaşılmaz hale geldi. Adamın çığlıkları kesildi, kollan iki
yanına düştü. Yanma sesi ve Okamura Takako’nun şarkısın­
dan başka bir şey daha duyuldu, bir süre dinleyince adamın
ağladığım anlayabildim. Çenesini titrete titrete ağlıyordu.
Adamın ağladığının farkına varınca, Frank’ın yüz ifadesi de­
ğişti, ağzını kocaman açarak tekrar esnedi. Korkutucu, ağır
bir esnemeydi, sanki adamın yüzü Frank’ın ağzının içinde
kaybolacakmış gibi bir hisse kapıldım. Adam şuurunu kay­
betmemiş gibiydi. Frank adamın burnunu yakmayı kesip,
boynundan kan akmaya devam eden beş numaralı kadının
eteğini yukarı doğru çekti. Eteğin çekilmesinin etkisiyle ka­
dın koltuğun arkalığına yığıldı. Başı arkaya düşen kadının
yüzünde burun deliklerinden başka bir yer görülmez oldu.
Paslanmış bir kilidin açılmasına benzer bir sesle beraber, ya­
ra biraz daha açıldı. Bir yaradan ziyade siyahımsı kırmızı sı­
vıyla doldurulmuş bir vazoya benziyordu. Boyun çevresinde
neredeyse 180 derecelik bir açı yapan yaranın içinde kemik­
ler ve pütürlü bir şeyler görünüyordu; ama tuhaftır ki kan
fışkıracağı yerde kesiğin kenarlarından yavaş yavaş süzülü­
yordu. Adam yanık burnunu sağ eliyle kapatarak ağlaması­
nı sürdürüyordu. Gözyaşları ter gibi akıyor, yanıp eriyen
burnundan da ne olduğu belirsiz bir sıvı çıkıyordu. Beş nu­
maradaki kadının bacaklarını iyice açarak külotlu çorabını
yırtıp aldıktan sonra Frank eliyle beni çağırdı: “Gel Kenci,
gel buraya.” Kımıldayamadım. Hareket etmediğimi görünce
Frank adamın saçlarını bıraktı; büyük adımlarla gelip ceke­
timi yakasından yakalayarak beş numaradaki kadının ayak­
larının dibine kadar sürükledi beni. Kadının vücudunun ba­
zı yerleri hâlâ kımıldıyordu. Belki de hâlâ yaşıyordu. Baldı­
rının bittiği yer hafif hafif titriyordu; organı nefes alırmış gi­
bi bir açılıp bir kapanıyor, tüyleri dalgalanıyordu. “Kenci, bu
adama kadını becermesini söyle” dedi Frank, kulağımın di­
121

binde. Sesim mi çıkmadı, yoksa adama bunu söylemek iste­


miyor muydum bilemiyorum.
“Söyle!” diye bağırdı Frank. Dehşetle birlikte, feci bir ra­
hatsızlık kapladı içimi. Kadınların boynunu ve belini kestiği,
hâlâ sağ elinde tuttuğu ince uzun bıçağı gözümün önüne ka­
dar getirdi. Şakaklarımdaki uyuşma iyice şiddetlenip, boğa­
zımda takılıp kalan kusmuk bir anda damaklarıma kadar
yükseldi, beş numaralı kadının cinsel organının yaşayan bir
midye gibi kımıldadığını da görünce, kapuçino rengindeki bir
sıvıyı döşemeye kusuverdim. Kusarken kızgınlığım da şid­
detlenmişti. Sanırım Frank’a karşı duyduğum bir kızgınlık
değildi. Nedenini anlayamadığım bir kızgınlıktı. “Hayır” de­
meye çalıştım ama ağzımdan kusmuktan başka bir şey çık­
madı. Ağzımın içine yapışıp kalan pütür pütür şeyi kustum.
Sırtımı iyice gerip nefesimi olabildiğince üflemek zorunday­
dım. Frank eğlenirmiş gibi izliyordu halimi. “Adam istemi­
yorsa sen yap istersen, Kenci! Bu kadım becer” diyerek,
Frank elindeki bıçakla kadının organını işaret etti. Ilık safra
kustum bu kez. Safra kusuyordum, tek yaptığım bu olduğu
halde tüm vücudumla konsantre olmam gerekiyordu. Kon­
santrasyondan ziyade, sinirlerle kasların bağlantısını kur­
mam gerektiğini söylemek daha doğru olur. Saframın zemi­
ne düştüğünü gördüğüm anda, özlemini duyduğum bir şeyin
tekrar beyin devrelerime geri döndüğünü hissettim. Peki ne­
yin? Belki bilinç, belki gevşeme, ama mutlaka gerekli bir şey
ve bu şey olmazsa kendimden başka şeylerin hükmünde ka­
lıp bir bitkiye dönüşürüm. Ses. Vücudumun içinde dışarı çık­
mak üzere hazırlandığını anlamıştım.
“Hayır!”
Dilimin üzerinde kusmuk kalıntıları olduğu halde Frank’a
“Hayır” dedim. Ha ve yır heceleri görüntüye dönüşüp, net bir
şekilde gözlerimin önünde canlanmıştı. O hecelerin görüntü­
sü ile hayır derkenki görüntümü aklımda canlandırıp, da-
124

maki arımın arasından söyledim. “Hayır” dedim Frank’a, iki


kez. Bu yabancı adamın kendi irademle hareket ettiğimi al­
gılamasını sağlamam gerekiyordu. Bir şeyleri söylemek ile
algılatmanın fark olduğunu biliyordum elbette. Az önce üç
numaradaki kadın küçük çocukların naz yapması gibi elin­
den karaoke mikrofonunu bırakmadan koltuğu tırmalamış,
boynu kesilmeden önce beş numaradaki kadın şarkı söyleme­
ye başlamıştı. Bunlar bir sinyaldi, kadınlar bir şey söyleme­
ye çalışmıştı. Ama Frank algılamamıştı. O yolla hiçbir şey al­
gılanmaz. Algılanmasını sağlayacak iradeniz yoksa algılan­
maz. Üstelik Frank ortaya çıkmadan önce bu bar, bir şeyle­
rin algılanmasını sağlama iradesi olmasa bile, nefes almak­
tan başka bir anlamı olmayan seslerle bir şeylerin algılandı­
ğı bu ülkeyi, Japonya’yı sembolize eden bir durumdaydı. İşte
sürekli böyle bir ortamda yaşayan insanlar, acil durumlarda
paniğe kapılıyor, sözcüklerini kaybediyor ve öldürülüyor.
“Hayır mı dedin?”
Frank tuhaf bir durumla karşılaşmış bir ifadeyle konuş­
muştu. Yüzünü yukarıya çevirip, kollarını iki yana açarak
başını salladı. Böyle bir anda aklıma neden öyle bir şey geldi
bilmem, ama Frank’a bakıp işte tam bir Amerikalı dedim
kendi kendime. İspanyollar İnka ve Aztekleri, Amerikalılar
ise Kızılderilileri kitlesel olarak katletmişlerdi ama, sebebi
kötü ruhlu insanlar olmalarından kaynaklanmıyor bence.
Sadece cahillerdi. Ve bir an gelir ki, cahillik kötü ruhluluk-
tan daha zor kontrol altına alınır.
“Aa, şimdi sen ne dedin Kenci? Hayır mı dedin? Ben öyle
duydum, hayır dedin, değil mi?”
Frank bıçağı gözlerimin ucunda hafifçe sallıyordu.
Frank’ın ayaklarının dibinde, dizlerimin ve ellerimin üzerin-
deydim. Boyun eğmiş bir haldeyken insanın aklına “boyun
eğmek” sözünden başkası gelmiyor. Bir şekilde oturma şekli­
mi değiştirmek niyetindeydim, ama burnumun ucundaki bı­
125

çak yüzünden hareket edemiyordum. Emekleme pozisyonun­


daki halimle, bir kez daha “Hayır” dedim. Frank’ın gülümse­
mesi kaybolup yüzü hüzünlü bir hal aldı.
Frank bıçağı beş numaradaki kadının bacaklarının arası­
na doğru uzatarak konuşmaya başladı. Oyuncuların rollerini
ezberlerken takındıkları tavırla ve mekanik bir sesle konu­
şuyordu. Herhalde öldürecekti beni.
“Ölmeden hemen önce, ya da yeni ölmüş bir kadınla seks
yapmanın ne kadar zevkli olduğunu bilmiyorsun sen. Müt­
hiştir. Beyni öldüğü için direnemez, ama organı hâlâ yaşa­
maktadır, işte.”
On yıl önce ezberlediği bir repliği unutup unutmadığını
kontrol etmek amacıyla mırıldanır gibi konuşuyordu. Beş nu­
maralı kadının organından beyaz bir şey çıkmış, tüylerine ta­
kılmıştı. Tamponların ucuna takılan ipti. Doğduğumdan be­
ri ilk defa görmüştüm. Bu kadının artık tampona ihtiyacı ol­
mayacaktı. Kasık tüylerine takılacak şekilde sarkan beyaz
ip, beş numaralı kadının ölümünü sembolize ediyordu. Beyaz
tenli bir kadındı, ama organının çevresi kırmızılığını kaybet­
miş, kurşuni bir renk almaya başlamıştı.
“Kenci, hayal kırıklığına uğrattın beni.”
Frank aniden vücudunun yönünü çevirdi. Mr. Children
Amca’nın sağ kulağının kafayla birleştiği yere bastırdığı uzun
bıçağı öne doğru çekerek kulağı kesip aldı. Adam yüzünü iki
eliyle kapattığı için, bıçak kulağına denk gelen sağ elinin baş­
parmağım da götürdü, ama bu durum adamın ağlama sesle­
rinin yükselmesine neden olmadı. Korkmak, ağlamak, hatta
acıyı hissetmek için bile enerji gerekir, oysa adam enerjisinin
çoğunu tüketmişti. Canı sıkılmışçasına ve sanki aklına bir şey
gelmişçesine Frank adamın öteki kulağım da kesti. Sanki
haşlanmış balık ezmesi ya da bir şeyin dilimlenmesi gibi ses­
sizce kesilip düşen kulak, yerdeki kıllara ve sigara küllerine
bulandı. Kesilip yerde yuvarlanan bir insan kulağım da ilk
126

kez görüyordum elbette. “Peki tamam, seks yapmasan da


olur” dedi Frank. “O kulağı alıp kadının bacak arasına tıkış­
tırmaya ne dersin? Bu kadarını yapabilirsin herhalde.”
Frank’ın sesi gittikçe kısılıyordu, hayal kırıklığının gide­
rek arttığı anlaşılıyordu. “Bir kulağı kadın organına tıkıştır­
dın mı hiç?” diye sordu. Yanıtlamadım. Donuk bir yüz ifade­
siyle bıçağı koltuğa bıraktı, çöplere bulanan kulağı yerden
alıp ezercesine yuvarlayarak, beş numaradaki kadının bacak
arasına tıkıştırmaya çalıştı. Frank tamponun farkına varma­
mış gibiydi. Kulak yarısına kadar girdi ama daha fazla iler­
lemedi. “Frank” diye seslendim. Frank daha da zorluyordu.
“Frank, hey Frank!” Yerdeki emekleme pozisyonundan
kendimi kurtararak, bir kez daha Frank’a seslendim. “Kadın
âdetliymiş, tamponu var, kulağı sokman mümkün değil” de­
yince Frank hareketsizce bana bakarak ve şimdi anladım der
gibi başını sallayarak kulağı çıkarttı. İpi tuttu, tamponu çe­
kip çıkartmaya çalıştı. Kan emip şişkinleşen pembe renkli
çubuk şeklindeki o şey kadının organından çıktı. Frank’ın
parmaklarında sallanırken, kadından süzülen ağırlaşmış
kan yerde bir leke oluşturdu. Frank uzun uzun kana baktı.
Sanki büyülenmiş gibiydi. O an amca inleyerek kalkmaya ça­
lıştı. Kaçmaya çalışmıyordu, aniden burnunun ve kulakları­
nın acısını hissetmeye başlamıştı galiba. Adamın inlemesini
ve ayağa kalkmaya çalışmasını hissetmiş olacak ki, Frank
kendine gelmiş gibi dönüp, sağ elinde sallanan tampon ve sol
elinde kulak olduğu halde sevgilisine sarılır gibi bir hareket­
le adamın boynunu kırdı. Kuru bir ağaç dalının kırılması gi­
bi tok bir ses çıktı, başı doğal olmayan bir açıyla eğildi ve
adam o halde koltuğa yığıldı kaldı. Sanki askılıktan düşen
şapkayı alıp da tekrar yerine takarmış gibi öldürmüştü ada­
mı. Sonra bana bakıp bıçağı tekrar eline aldı. Oynamaktan
sıkılmış bir çocuk gibi, hayal kırıklığına uğramış bir yüzle
bana yaklaşmaya başladı. Bıçağın ucu boğazıma iyice yaklaş­
127

mıştı ki, cep telefonumun melodisi yankılanmaya başladı.


Anında yeşil yeşil yanıp sönen konuşma tuşuna bastım.
Frank bir an durakladıktan sonra tekrar bıçağı boğazıma
saplamak için hamle yaptı.
“Sen miydin Cun? Benim Kenci. Şimdi mi? Kabukiço’da-
yım, Frank’la birlikte.” İngilizce konuşunca Frank hamlesini
yarıda kesti. Daha da yüksek sesle devam ettim. “Bir saat
sonra telefon et, eğer çıkmazsam doğruca polise git” deyip te­
lefonu kapattım. Kapatma tuşuna basmadan önce Cun’un
“Kenci, biraz dur!” diye bağırdığını duydum ama cevap vere­
cek zamanım olmadı. Bıçak boynumun dibinde duruyordu.
Dört kadını öldüren bıçağın ciddiyetiyle ilk defa yüz yüze ge­
liyordum. Eni iki santim, uzunluğu da yirmi santim kadar
vardı herhalde. Böyle bir durumda neden öylesine salakça
bir şey gelir aklıma bilmem, penisimin kalkık halinden çok
daha uzundu. Bıçağın kabzasına bir tatlısu balığı motifi oyul-
muştu, belki de balık temizlemek için özel yapılmış bir bıçak­
tı. Krem rengi, üzeri motifli kabza belki de fildişindendi, par­
makların tam oturması için alt tarafı dalgalı olarak yapılmış­
tı. Âdetli kadına ve kesik kulağa dokunmuş olmasına rağ­
men, tuhaf bir şekilde Frank’ın eline tek damla kan bulaşma­
mıştı. Düşünüyorum da, kulağı kadının bacak arasına tıkış­
tırmaya çalışırken kırılacak bir şeyi elinde tutuyormuşçasına
dikkatli davranıyor gibiydi. Frank kan akıtmayacak şekilde
boğaz kesmenin yöntemini de biliyordur kesinlikle. Boğazın
ses tellerine yakın bir kısmını boydan boya kesmesine rağ­
men filmlerdeki gibi kan fışkırmamıştı. Burnumun dibindeki
bıçak sallandı, Frank alçak sesle mırıldanmaya başladı, göz­
lerimi kapattım. Gözlerimi kapattığımda ilk kez yoğun kan
kokusunun farkına vardım, nefesim kesilecek gibi oldu. Tor­
nadan çıkmış metal parçacıklarının uçuştuğu bir atölyedey­
dim sanki, demir kokuşuydu. Kocaman iş makinelerinin sıra­
landığı bir hangara babamla gittiğim anı anımsadım. Gözle­
128

rimin önünde annem canlandı. Öldüğümü duyunca üzülecek­


tir diye kederlenip ağlayacak gibi olduysam da, bilincim ağ­
lamamamı söylüyordu. İnsanların ağladıklarını gördüklerin­
de cinayet işleyenler var bu dünyada. Söz konusu Frank ol­
duğunda sadece onunla da kalmıyor ama, ağlayıp sızlanarak
tahrik etmekten kaçınmalıydım. Gözlerimi kapatmış hare­
ketsiz beklerken, usulca omzuma dokundu.
“Tamam Kenci, anlaşıldı, haydi gidelim” dedi Frank, kula­
ğımın dibinde. Konuşması normale dönmüştü. Burada yeteri
kadar eğlendik, haydi başka bir bara gidelim, der gibi bir ha­
li vardı. Gözlerimi açtığımda, aslında hiçbir şey olmamış,
şimdiye kadar gördüklerim bir rüyaymış, bir numaradaki ka­
dın lüks barlardan ve içkilerden konuşmaya devam edecek­
miş, Mr. Children Amca beş numaradaki kadını tavlamaya
çalışacakmış, üç numaradaki kadın Amuro söyleyecekmiş,
garson dudağındaki küpeyi sallayacakmış gibi geldi bir an.
“Haydi Kenci, aç gözlerini de bir an önce şu bardan çıkalım.”
Frank’tan yana bakmayacak şekilde gözlerimi açtım. Rüya
değildi. Yarılan boğazıyla beş numaradaki kadın ve boynu kı­
rık Mr. Children Amca hemen dibimdeydi.
Üçüncü bölüm

Barın kepengini önce açıp sonra tekrar kapatırken, Frank


“Şaşırdın mı?” diye sordu. Sanki çarpışan arabalara ilk defa
binmiş iki kişinin aralarında konuşmaları gibi sormuştu.
Kendime inanamadım ama “Biraz” diye yanıtladım. Sanırım
vücudum ve sinirlerim normale dönmeye çalışıyordu. Hiçbir
şey olmamış gibi, her şey normalmiş gibi davranmaya çalışı­
yordu. Frank’ın elinde bıçak yoktu artık. İnce uzun bıçağı
Frank’m ayak bileğindeki kılıfta görmüştüm. Görmüş olma­
ma rağmen belleğim iyice bulanıklaşmıştı.
“Haydi gidelim” diyerek Frank elini omzuma attı ve ön
caddeye çıkıp yürümeye başladık. Elini silkeleyip “Bu herif
katil!” diye bağırarak koşmaya da başlayabilirdim ama yap­
madım. Yapamadım. Sadece normale dönmeye çalışıyor de­
ğildim, hâlâ sinirlerim bir yerlerde takılmış kalmıştı herhal­
de. Dizlerimde ve belimde gün boyunca yattığım zamanlar­
daki gibi şiddetli bir sancı vardı ve kalp atışlarım yavaşla­
mış, görüşüm bulanıklaşmıştı. Gözlerim zayıflamış, alıştığım
gece mekânlarının neonları yanıp söndükçe, sanki iğne batı-
yormuş gibi acıyordu gözlerim. Bilinçli değildi, gözlerim No-
riko’yu arıyordu ama caddede görünmüyordu. Noriko hipno­
tize olmuş bir halde bardan çıkıp gitmişti. Bundan sonra hep
o hipnotizmanın etkisinde mi kalacaktı acaba? Ancak Noriko
hipnotizmanın etkisinden kurtulsa, Frank’ı ve beni net ola­
rak anımsasa, sonra da bardaki olayı öğrense bile polisle iş­
130

birliği yapacak yerde, tersine ortalıktan kaybolacaktır. Nori­


ko muhtemelen aranıyordu ve elbette gece mekânlarında ça­
lışma izni yoktu.
“Kenci” dedi Frank, kavşaktaki polis karakolunu parma­
ğıyla göstererek. “Neden koşup polise haber vermedin?”
Frank bardaki dehşetle ilgili konuşmaya başlayınca sinir­
lerim güçlü bir gerginlik hissetmeye ve tüm vücudum anla­
şılmaz şekilde titremeye başladı.
“Kenci, ben sana şimdiye kadar sürekli yalan söyledim, ar­
tık düzeltemem. Bunun nedeni beynimin sakat olmasından,
anılarımın kendi içimde doğru dürüst birbirine bağlanmama­
sından kaynaklanıyor. Birbirine bağlanmayan sadece anıla­
rım değil, kendim, şu vücudun içindeki kendim bile tek kişi
değil, birçok kişi var ve asla birbirleriyle bağlı değiller. Şim­
di konuşan kişi gerçek kendim olsa gerek. Belki sana inanıl­
maz gelebilir ama, az önce barda yaptığım şeyler, şimdi bu­
rada seninle konuşan adamın anlayamadığı şeyler. Farklı bir
insan haline geliyorum dersem fazla basit olur, ama bana tı­
patıp benzeyen bir ikizimin yaptığı hissine kapılıyorum. Böy­
le şeyler daha önce de oldu. Yeterince dikkat gösteriyorum
ama... dikkat gösteriyorum dediysem, sinirlenmemeye gayret
ediyorum. Hani dün anlatmıştım ya, trafik kazası sonucunda
beynim sakat kaldı. O kaza yüzünden bu hale geldiğimi söy­
lemişti emniyet müdürlüğü doktoru. Polis doktoru işte, yaka­
lanmışlığım da var benim. Bu bir tür cezaydı. Elbette ceza­
landırıldım da, hem Tann hem de toplum tarafından.”
Frank bunları anlatırken, gözlerini ayırmadan karakola
bakıyordu. Yolun kıyısındaki biriket duvara yaslanarak ko­
nuşuyorduk. Karakol yirmi metre uzağımızda Drug, Drug,
Drug yazısının yanıp yanıp söndüğü neon tabelah eczanenin
yanındaydı. Bir bakışta karakol olduğunu anlaması biraz
güç. Binası yeni, normal karakollardan çok daha büyük oldu­
ğu için başka bir yere, sözgelimi bir butik otel ya da küçük
131

bir otelin girişine benzeyen bir havadaydı. Karakolun içinde


birçok polis vardı. Arada sırada çelik yelekli polisler de göze
çarpıyordu. Ön camların kurşun geçirmez olduğu söyleniyor­
du. Kabukiço’nun karakolu işte.
“Bundan sonra orospu satın almak niyetindeyim” dedi
Frank, çenesiyle binaların karaltısında bekleyen orospuyu
göstermişti. “Son bir seks” dedikten sonra, hüzünlü bir gü­
lümseme takındı.
Ceketinin iç cebinden yılan derisi cüzdanını çıkartıp, on
bin yenlik banknotların büyük kısmını bana uzattı. Frank
saymamıştı, ben de olduğu gibi cebime attım, ama kalınlığı­
na bakılırsa yüz bin yen kadar vardı.
“Kırk bin yenim kaldı, yeter mi dersin?” diyen Frank, bir
yolun karşısındaki orospuya, bir de bana baktı.
“Piyasası otuz bin artı otel masrafıdır. O yüzden kırk bin
yenin yetmesi lazım” dediğim anda, Frank orospuya doğru
yürümeye başladı. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde, belki
tercümeye ihtiyacı olur diye peşinden gittim. Frank’a yetişip,
“Tercüme edeyim” deyince “Anlamıyorsun” dedi. “Anlamıyor­
sun, ben artık senin müşterin değilim. Hürsün artık Kenci.
Polise gitsene, git polise benim bir suçlu olduğumu söyle. Çok
yoruldum. Japonya’ya, Japonya’dan başka yerde bulunama­
yacağını söyledikleri huzuru bulmak için gelmiştim ama çok
feci bir şey yaptım. O yüzden yaşamımın son sahnesini senin
ellerine bırakıyorum. Sen tek Japon arkadaşımsın. Elbette
kendini hâlâ benim arkadaşım olarak görüyorsan.”
Huzur anlamını karşılamak için peace6 sözcüğünü kullan­
mıştı. Bu sözcük Frank’ın ağzında tuhaf bir gerçeklik taşı­
yordu. Yaşadığı hüznü hissedebiliyordum. Söylediklerine
inanmıştım. Herhalde sinirlerim anormal bir haldeydi. Tra­
jedinin şokundan kurtulabilmiş değildim. Frank’ın “Anladın
mı beni?” sorusunu “Hn” diye yanıtladım. Frank benden ay-
6. Aynı zamanda barış anlamına gelir, (yay.n.)
132

rıhp sokak orospusuna yaklaştı. Sokakta duranların çoğu As-


ya kökenli ve üstelik Kore ya da Çin kulüplerinde bile çalışa­
mayacak hale gelmiş kadınlardı. Yaşı bir hayli geçkin olan­
lar, vize ve iş ayarlayan mafya tarfındarı bir kenara itilmiş
kadınlar çoğunluktaydı. Aralarında az sayıda da olsa Orta ve
Güney Amerika kökenli kadınlar dikiliyordu. Kolombiya ve
Perulu sokak orospuları buralardan ziyade Okubo tarafların­
da daha çok takılır, ama arkadaşları tarafından dışlanıp yer­
lerini değiştirebiliyorlar. Frank onlardan biriyle pazarlığa
başladı. İngilizce işe yaramış gibiydi. Torres, quatro, bien gi­
bi Frank’m tek tük kullandığı İspanyolca sözcükleri bulun­
duğum yerden duyabiliyordum. Kadın arada Frank’a mah­
cup gülücükler atıyordu. “Bu kadınlar” dedim kendi kendi­
me, “bu kadınların başka şekilde para kazanmaları mümkün
değil, onun için fuhuş yapıyorlar.”
Para karşılığı yaşlı erkeklerle oturup sohbet eden liseli
kızlardan ya da tanışma barlarında öldürülen kadınlardan
farklılar. Çoğu Japon orospu, para için değil, yalnızlıktan
kurtulmak için vücutlarını satar. Akrabalarından büyük
miktarda para toplayarak yol parası yapıp Japonya’ya gelen
Çinli kadınlan çok iyi bilen biri olarak, bu çok tuhaf ve anor­
mal bir durum. Daha da anormal olan, hiç kimsenin bu du­
rumu anormal bulmaması. Sözgelimi, sadece oturup konuş­
mak için yaşlı erkeklerden para alan kızlar hakkında konu­
şan yetişkinler hep başkalarını sorumlu tutarlar. Çünkü
kendilerinin bu durumla ilgisiz olduklarını düşünürler.
Frank’m pazarlık yaptığı Latin Amerikalı kadının üstünde
şu soğukta bile manto yok. Bacakları çorapsız, elindeki çan­
ta ise pazar çantasına benzeyen naylon bir şey, başına da
Kibritçi Kız’ınkine benzeyen bir eşarp bağlamış. Bu kadınlar,
kendileri ve aileleri için minimum gerekli olan şeyleri elde
edebilmek adına vücutlarını satıyorlar. Belki kötü bir şey.
ama ne tuhaf, ne de anormal. İlişlerim yavaş yavaş geri gel
133

meye başlamıştı, paltomun yakalarını kaldırdım. Aralık ayı­


nın dondurucu soğuğunu vücudumda hissedebiliyordum.
Kendimle dışarıdaki dünya arasındaki sının tenimde hisse­
debildim. Elbette şoktan tam olarak kurtulabilmiş değildim,
ama Frank’la konuşan Latin Amerikalı kadına baktıkça, Ka-
bukiço’nun tamamını kat kat örten zarın bir köşesi açılmış
da görüşümün düzelmesini sağlamış gibi geldi. Frank polise
gitmemi söylemişti. Aklım henüz tam olarak işlemiyordu,
ama Frank öyle demişti. Bu nasıl bir şey? Pek müşterisi ol­
mayan payyonlar ve aşk otelleri ortasında briket bir duvara
yaslanmış duruyordum. Soğuktan ve ertesi günün yılın son
günü olmasından dolayı çok az kişi gelip geçiyordu, simsar­
lar da keyifsizdi. Acı yemekleriyle ünlü, yazları önünde kuy­
ruklar oluşan erişteci de kapatmış, karanlık vitrinin önünde
zayıf bir sokak köpeği kıvrılmış uyuyordu. Suşi restoranının
çırağı olacak genç bir adam, kepenkleri yarıya kadar inik res­
toranın önündeki kusmukları hortumla su tutarak temizli­
yordu. Otoparkta tek başına duran Mercedes’in camına aşk
otellerinin kınk neonları yanıp sönerek yansıyordu, görünüp
kaybolan pembe ve sarı yara izleri gibiydi. Üşüme hissi geri
döndüğünde boğazımın kuruduğunu fark ettim. Yolun karşı­
sına geçip otomatik meşrubat makinesinden Cava çayı al­
dım. Makinenin bulunduğu yerden eczane ve karakolu göre­
biliyordum. Polise gidip olan biteni anlatabileceğimi biliyor­
dum. Neden hemen şimdi barda olanları bildirmiyordum aca­
ba? Böyle şeyleri düşünürken, öylesine dönüp aşk oteline
doğru baktığımda Frank ve Latin Amerikalı kadının ortadan
kaybolduğunu gördüm.
Frank’ın ortadan kaybolması beni huzursuz etmişti. Ara­
maya çıkayım dedim bir an, ama bir katil olduğunu hatırla­
dım. Otuz metre ilerimde karakol vardı. Bulunduğum yerden
yürüyerek yirmi saniyede o kurşun geçirmez camların içine
girebilirdim. Koşarak ancak birkaç saniye sürerdi. İçimdeki
134

sese kulak verdim: “KanırHizlığırıırı nedeni ne? Bu adam bir


katil, üstelik çok sayıda insan öldürdü. Hem de zalimce. 0
kötü bir adam.” Kötü bir adam? Acaba gerçekten kötü bir
adam mıydı? Ben neden kararsızdım? Karakola doğru iki üç
adım attım. Bir yerlerde okumuştum. Kendini kaçıran ada­
ma alışıp kurtarıldıktan sonra, adamı anne ve babasından
daha fazla sevdiğini söyleyen küçük İngiliz kızın öyküsü,
bankada kendisini rehin alan soyguncuya âşık olan İsveçli
bankacı kızın öyküsü. Uç sınırlara ulaşılan durumlarda, suç­
ludan başkasının canını garanti edemediği koşullarda aşka
çok yakın bir sempati duygusu oluşuyormuş. Frank bana za­
rar vermemişti. Saçlarımdan, yakamdan yakalayıp yere yık­
mıştı ama boynumu kırmamış, kulağımı kesmemişti. Ama
polise gitmem gerekir. Bunun nedeni cinayetin affedilmez bir
suç eylemi olması. Gitmeliyim. Karakola üç adım daha yak­
laştım, yine durdum. Ayaklarım, durdurmayı istemediğim
halde kendi kendilerine duruyordu; karakola gitmek istemi­
yor gibiydi. Cava çayının dibinde kalanı da ağzıma diktim.
“Frank’ın tutuklanmasını istemiyor musun?” diye sordum
kendi kendime. “Yok öyle bir şey” diye net bir yanıt geliyor­
du. “Konu o değil” diyen bir ses.
“Kimin sesi bu?” diye alçak bir sesle mırıldandım, tekrar
Cava çayından içmek istedim, bir damla bile kalmamıştı. Bi­
nlerine telefon mu etsem? “İyi de kime, kime?” diyor ses. Cep
telefonumu çıkarttım. Gözlerimin önüne Cun’un yüzü geldi.
Yokoyama-san? Yokoyama-san’a ne derim ki? “Adanı katil­
miş, Yokoyama-san. Ben de polise gitmek üzereyim, peki sız
ne dersiniz? Polise gitmeli miyim?” Caddeye baktım, Frankı
hiçbir yerde göremedim. Caddenin manzarasında gerçekliği
hissedemiyordum. Kabukiço’nun Vilayet Caddesinin arka
sokağı olmasına rağmen, sanki ilk kez geldiğim yabancı bir
ülkenin sokaklarında gibiyim. Rüyamda gittiğim bir yermiş
de yolumu kaybetmişim gibi. Henüz şoktan tam olarak kur-
7 35

tulamadım, dedim kendi kendime. Kendimi kontrol edemi­


yordum. Karakoldan üniformalı bir polis çıktı, bisikletine bi­
nerek benden tarafa doğru gelmeye başladı.
Üstüme gelen polis sanki dik dik bana bakıyordu. Manza­
ra içindeki tek canlı o polisti, hareket eden tek şey. Dizleri­
min bağı çözülmüştü. Kanım donmuştu, ayaklarım bana ait
değildi sanki. Belimden aşağısı çok üşüyordu ama hava de­
ğildi bunun nedeni. Cava çayı kutusunu tekrar ağzıma götür­
düm, sadece metal tadı geldi. Bardaki şiddetli kan kokusunu
anımsadım, başım dönmeye başladı. Polis kavşağa kadar gel­
diğinde, bilinçsizce cep telefonumu kulağıma götürdüm. Po­
lis bana doğru gelmedi, kavşaktan sola dönüp aşk otellerinin
arasında gözden kayboldu. Bisiklet köşeden ağır çekim dön­
müştü sanki, pavyonların önünden fotoğraf kareleri halinde
geçmişti. Polis öylece gözden kaybolunca, gerçekten gidip git­
mediğinden emin olamadım. Bir an sonra kulağım acımaya
başladı, cep telefonumu kulağıma bastırıp kaldığımın farkı­
na vardım. Sağ elim telefonu kulağıma yapıştırmış, sol elim
Cava çayı kutusunu sıkıyordu. Kutu terden vıcık vıcık ol­
muştu. Kulağımdan ayırdığım telefon da terden ıslanmıştı.
Terlediğimi hiç hissetmemiştim. İçtiğim çay olduğu gibi vü­
cudumdan akıp gitmişti sanki. Anladım, karakola gitmeye
niyetim yoktu. Polise gitmesem ne olur ki? Bunu düşündü­
ğüm anda kendimi çok rahat hissettim. Frank gittikten son­
ra ne yapacağıma dair hiçbir fikrim olmadığı halde, polise
gitmemeye karar verdim. Olanları anlatmaya üşeniyordum.
“Kim uğraşacak şimdi” diye mırıldandığım anda kendi ken­
dime güldüm. Acaba polis beni kaç saat sorgulardı? izinsiz
olarak rehberlik yapıyordum, bu durum sorun yaratırdı her­
halde. Yokoyama-san’ın da başına iş açardım. Annem üzülür,
işimi kaybetmekle kalmaz, polisin gözü üzerimde olurdu. Po­
lisin çalışma tarzını bilirim. Bana suç ortağıymışım gibi dav­
ranırlardı. Annem üzülür düşüncesi tekrar aklıma geldiğin­
136

de, “Öldürülen üç numaralı kızın, Mr. Children Amca’nın da


aileleri var” dedim. Cesetleri, öldürülüş anlarını anımsadım.
Görüntüler film şeridi gibi gözümün önüne geldi ama zalim­
liği hissedemedim. Boynun kırılma sesini tekrar duyar gibi
oldum, insanın vücudu öyle şeklini kaybediyor işte. Belki de
sinirlerim hâlâ uyuşuktu. Öldürülen o insanlara acımaya ça­
lıştım. Ama ne korkunç ki, içimde acıma hissi canlanmıyor­
du. Acıyamıyordum.
Frank’la iki gün birlikte olmuştum, bardakilerle ise sade­
ce kısa bir süre. Acaba Frank’a sempati duymaya mı başla­
mıştım, öldürülen o insanlara bu yüzden mi acıyamıyordum?
Sorun sadece bu değildi. Frank tutuklansa ya da ölse hiç ora­
lı olmazdım. Ancak bardaki o insanlar sanki robot ya da kuk­
la gibiydi. İki numaradaki kadın, “Nedendir bilmem, kendi­
mi yalnız hissediyorum” demişti. Bir şeyler yapmak istiyo­
rum ama ne yapacağımı bilemediğim için böyle bir yere gel­
dim, der gibiydi. Üç numaradaki kadın da aymydı. Ne yap­
mak istediğini bilmediği için öyle bir yerde yapayalnız Amu-
ro şarkıları söylüyordu. Mr. Children Amca kadın tavlamaya
çalışıyordu, “Sen telebarlarda sık karşılaşılan tiplerdensin,
hemen anladım” demişti. Bu lafı işitmesine rağmen beş nu­
maradaki kadın, “Demek anlaşılıyor?” demiş, hiç kızmamış-
tı. Şef, Kabukiço’da bolca bulunan tipik bir gece adamıydı.
Kıskançlık, yenilmişlik gibi duyguları tamamen kaybolmuş,
kendi kadınının ya da tanıdığı bir kadının tanımadığı erkek­
lerle yaptıklarını umursamayacak tiplerdendi. Garson her
haliyle bir müzik grubu üyesine benziyordu. Aslında müzik­
ten hiçbir şey anlamadığı halde, öğrenmeye çalışmadan, sa­
dece arkadaşa ihtiyacı olduğu için gruba dahil olan tiplerden­
di. Hepsi binlerinden emir almış, aldığı emri uyguluyor gi­
biydi. Onlarla aynı ortamda bulunduğumda, vücutlarının et­
ten kemikten olmadığını, oyuncak ayı gibi talaş ya da naylon
parçalarıyla doldurulduğunu düşünerek sinir olmuştum. Bo­
137

ğazları kesilip kanları süzülmeye başladığında bile gerçeklik


hissi duymamıştım. Beş numaralı kadının boynundan akan
kanı gördüğümde, gerçekten çiğ balık yerken kullanılan soya
sosuna benzetmiştim. Bir numaradaki Maki adlı kadın doğ­
duğu andan itibaren kendisine neyin yakışacağını, gerçekte
ne yapmak istediğini bir kez bile düşünmemişti muhtemelen.
Çevresinde birinci sınıf şeyler olduğu sürece, birinci sınıf in­
san olabileceğine inamyordu. Ama o kadın için birinci sınıf
şey demek, kutusu beş yüz yenlik tofu, paketi iki bin yenlik
doğal mercan saşimisi, Cunko Şimada’dan elbise, Disney-
land’daki Hilton Oteli, uçağın süper koltuklan ya da birinci
sınıfta uçmaktı. Böyle şeylere istediği zaman sahip olan in-
sanlann birinci sınıf insanlar olduğuna gerçekten inanıyor
ve öyle insanlarla beraber olduğunda kendini de birinci sınıf
insan sayıyordu.
Onların sefil insanlar olduğunu söylerken, kendimin fark­
lı olduğunu kastetmeye çalışmıyorum. O tiplerden farklı pek
fazla bir tarafım yok. İşte o yüzden onları çok iyi anlıyor ve
bu yüzden sinirleniyorum. Karakolun çapraz karşısında bir
pavyonun girişinde, gümüşi kadife takım giymiş, kırmızı
papyon takmış genç adam soğuktan ellerini ovuşturarak ge­
çen herkesi içeri çağırıyordu. Yarım daire şeklindeki girişi
çevreleyen neonla aydınlanan yüzünün yuvarlaklığı belirli
aralıklarla bir turuncuya, bir mora bürünüyordu. Yoldan ge­
çen kimse kalmayınca adam üst üste esnemeye başladı. Az
önce oradan geçen bir sokak köpeğinin başını okşamıştı. Ben
içkili yerlere, striptiz kulüplerine, arkadaş bulma barlarına
yabancıları götürüyor, onlara kadın buluyor ve hiç de gurur
duyacak bir iş yapmıyordum. O gümüşi takımlı adamdan
hiçbir farkım yok. Yabancılarla iki yıldır çalışıyorum ve bir
şeyin farkına vardım. Sefil tiplerin iletişim tarzları da sefilce
oluyor. İnsanın bozulduğu yerde onların iletişimi de bozulu­
yor. O kişinin güvenilmez bir insan olup olmadığına iletişim
158

şekline bakarak karar veriyorum. O barda her türlü iletişim


yalandan ibaretti. Eğlence semtinde bir içkili mekân olduğu­
na göre, herkesin gerçekleri anlatması, ciddiyetle bir şeyler
danışması beklenemez. Ama konu bu değil. Sözgelimi Çin ya
da Kore kulüplerindeki kadınlar da, bahşiş için rahatlıkla
yalan söylerler. Ama onların çoğu, kazandıkları paranın he­
men hemen tamamını memleketlerine, orada bıraktıkları ai­
lelerinin yaşamlarını sürdürmesi için gönderirler. Latin
Amerikalı kadınlar da aileleri için, ne bileyim işte, televizyon
almak için falan vücutlarını satıyor. Hayat onlar için ciddi
bir şey. Ne istediklerini çok iyi bildikleri için kararsızhğa
düşmezler, yalnızlık hissine kapılmazlar. O tanışma ban gi­
bi yerleri asla çocuklara göstermek istemem. Pis olduğu için
değil, oralardaki tipler ciddiyetle yaşamadıkları için. Hepsi
laf olsun diye orada. Orada, bunu yapmazsam ölürüm diyen
bir kişi bile yok. Şef için de, garson için de durum aynıydı. Bir
şekilde kendilerini yanlız hissettikleri için oradalardı. Orada
ölenler böyle insanlardı. Bu tür insanlar için karakola gidip
bir sürü sorgulamaya maruz kalmayı asla aklıma getirmiyor­
dum, ama her nasılsa ayaklarım karakola doğru yürümeye
başlamıştı. Bundan başka yolu olmadığını düşünüp, teslimi­
yet duygusu hissediyordum. Aşk otelinde kaybolan Frank’ı
da arayamam. Evime gidip Cun’a “cinayete tanık oldum” da
diyemem. Polise gitmekten başka yapacak bir şeyim yoktu.
Biraz yürüdükten sonra içimi kötü bir his kapladı. Vücudum
sinyal vermeye başlamıştı.
Ayak uçlarımdan, belki de iç organlarımın birinden sinyal­
ler geliyordu. Bir tuhaflık vardı, yolunda gitmeyen bir şeyler.
Normalde asla inanmayacağım bir şeye, ikna olmayacağım
bir şeye, şok yüzünden hislerim uyuşunca inanıvermişim gi­
bi suçluluk duygusu hissediyordum. Kendimi kandırıyordum
sanki. Karakola doğru yürümeyi bırakıp biriket duvara yas­
landım, olanları bir kez daha anımsayıp, tarttım. Frank'm
139

neden aniden katliama giriştiğini düşünmenin bir anlamı


yok. Ne kadar kafa yorsam da anlayamam. Peki Frank beni
neden öldürmedi? “Bir saat sonra telefon ettiğinde ben çık­
mazsam polise git” demiştim Cun’a. Frank’ın anlaması için
İngilizce konuşmuştum. Kendimi çok sefil hissediyorum ve
ne kadar zaman geçtiğinin farkında değilim. Saate baktım.
On ikiyi geçmişti. Kimin olduğu bilinmez bir kan kadrana
bulaşmıştı, bir parçası hâlâ yaştı. Frank beni Cun’u düşüne­
rek öldürmemişti herhalde. Cun’un polise gitmesi sorun ya­
ratacaktı. Aklımdan bu düşünce geçtiğinde içimdeki korku
yeniden canlandı. Sanki bir şeyleri ayrımsayacak gibiydim.
Ancak bilincim karşı çıkıyordu. Bilincim korkuyor, anımsa­
mak istemiyordu. Korkum kaslarımı titreterek ayak uçlarım­
dan şakaklarıma ulaştı. Müthiş bir korkuydu, düşünmek acı
veriyordu. Beynim düşünmekten kaçıyordu. “Düşün!” dedim
kendi kendime. Frank’ın yüzünü ve sesini anımsadığımda
üşüme hissine kapıldım, direncimi kaybettim, kusmamı ön-
leyemedim. Cava çayı boğazımı sarsarak ağzımdan dışan ak­
tı. Frank’m katliamı devam ederken hiçbir tepki veremez ha­
le düştüğümde, şiddetle kustuğumda biraz kendime geldiği­
mi anımsadım. Cava çayıyla salya karışımı bir şey kustum.
Frank’m beni öldürmeyişinin sebebi olarak Cun’dan başka
bir şey gelmiyordu aklıma. Bana karşı diğerlerinden daha
farklı hislere sahip olduğunu sanmıyorum. Yok, farklı hisle­
re sahip olmuş olsa bile öldürmekte tereddüt etmezdi. O ince
uzun bıçağı boğazıma dayamış, Cun’un telefonundan sonra
geri çekmişti. Buna rağmen, Frank az önce ne demişti? “Po­
lise git Kenci, hayatımın son perdesini senin ellerine bırakı­
yorum.” Yalan! Bu düşünce beynimde yankılandığı anda tu­
haf bir hisle aniden dönüp arkama baktım. Frank vücudumu
tamamen kapatacak şekilde arkamda duruyordu.
Tam arkamda durmuştu, görüş alanım tamamen kapandı,
karakolu göremez oldum. Şuurumu yitirmeden ayakta kala-
140

bilmeme şaşırmıştım. Frank’ın vücudunu olduğundan daha


büyük algılıyordum. Her an üstüme kapaklanacağı ve altın­
da kalıp ezileceğim hissine kapıldım. Sanki beni yutacakmış
gibiydi; ufalmış, minyatür bir insan olmuştum.
“Ne yapıyorsun burada, Kenci” dedi. Çok yüksek bir ses­
le sormamıştı, ama sesin şiddetiyle ayaklarımın yerden ke­
sildiğini sandım. Latin Amerikalı kadınla aşk oteline girme­
miş miydi acaba? Bir otomobil caddeye girdi ve farlarıyla bir
an Frank’m yüzünü aydınlattı. Tekrar konuşmaya başladı­
ğında, görebildiğim kadarıyla ağzının içinde metal bir şey
parıldıyordu.
“Neden polise gitmedin?”
Ağzındaki her neyse, Frank diliyle dolaştırıyordu onu. Sakız
gibi bir şey çiğniyordu herhalde. Bu soruyu niçin sorduğunu
anlayamamıştım. Frank’m sorusuna yanıt vermiş değilim,
sanki yanağıma vurmuşum da aniden sözcükler dökülüvermiş
gibi bir şeyler söyledim. O yüzden karşılıklı konuşma değildi.
Karşılıklı konuşacak ruh halinde de değildim. Kızgın tavaya
elimi sürmüşüm de can havliyle geri çekmişim gibi bir duyguy­
la, alakasız bir şekilde ağzındakinin ne olduğunu sordum.
“Ha, bu mu?”
Frank’m yüzü, önemli bir şeyi anımsamış bir ifadeye bü­
ründü, ağzındaki şeyi çıkartıp gösterdi. Güneşe sarılmış bir
yılan figürünün olduğu fildişi ya da kaplumbağa kabuğuna
benzer bir malzemeden yapılmış bir yüzüktü.
“Az önceki kadından aldım. Kadın biraz İngilizce konuşu­
yordu, Peru’dan gelmiş. Bu İnkaların ülkesinin yakınların­
daki bir denizde bulunan... ne dediydi... kalkerli deniz lifi.
Çoğunluğu kalkerden oluşan bir bileşim olan deniz lifiymiş.
Kalker özellikli lif parçasını özel bir yöntemle sertleştirerek
yapılmış. Emdikçe ağzının içinde eriyor, çok fazla kalsiyum
içeriyor. Kadın anlattı. Maya, Toltek ve Aztekler arasında
yamyamlık yaygınmış ve İnkaların yamyamlık yapmaması­
141

nın nedeni, lama ya da domuz eti yemelerinden değil, bu kal­


kerli liften kaynaklanıyormuş. Kadın öyle söyledi. Kenci, bi­
liyor muydun? Kalsiyum insanı gevşetir, rahatlatır. ‘Sana la­
zım olan bu’ dedi kadın. Beni anlamış işte. Gerçekten çok na­
zik bir kadındı. Bunu emmeye başladığımdan beri kendimi
iyi hissediyorum.”
Frank gerçekten mutlu bir ifadeyle yüzüğü gösterdi. Tükü­
rüğe bulanmış yüzüğü gömleğinin göğsüne yakın bir yerine
silip, gözümün ucunda tuttu. Beyaz porselene benzeyen bir
şeydi.
“Frank, hediye olarak değil de, öldürüp almış olmayasın
sakın?”
Bunu nasıl söyleyebildiğime kendim de şaşırdım. Sanki
içimde saklanan başka biri konuşuyordu. Kendi sesim de,
Frank’ın sesi de tuhaf bir şekilde yankılanıyordu. Bir mağa­
ranın içinde gibiydik. Kalbimin hareketleri öylesine hızlan­
mıştı ki, gerçekten atıp atmadığım fark edemiyordum. Avurt­
larım, altçenemdeki yirmilik dişlerim titremeye başladı.
“Öldürmedim” diyerek, çenesiyle yolun ucunu işaret etti.
Kolunda naylon çantasıyla kadın hemen hemen aynı yerde
duruyordu. Frank usulca el sallayınca, kadın da aynı şekilde
cevap verdi. “Az önce nereye kayboldun?” diye sordum. “Sen
de, kadın da ortalıkta yoktunuz.”
Sesim istençsizce çıkmıştı. “Kadınla otelin yanında kuytu
bir yere çekilip biraz konuştuktan sonra, otel binasının arka­
sından dolaşıp hemen şuradan seni izledim” dedi Frank.
“Demek öyle.” Kendime inanamadım, ama konuşurken gü­
lümsemeye başlamıştım.
“Otele girdiniz sandım.”
Düşünerek ya da sözcükleri özenle seçerek kafamda dü­
zenledikten sonra konuşmuş değildim. Vücudumu başka bi­
rine ödünç vermiştim de, o konuşmuştu sanki. Belki beni de
hipnotize etmişti.
142

“Frank, beni hipnotize mi ettin?”


“Hayır” derken Frank’ın yüzü bir şeyleri sorgular gibiydi.
Korktum. Belki de deliriyordum. Düşünmeden konuşuyor­
dum. Konuşma isteğim olmamasına rağmen, aklıma gelen
her şey otomatik olarak sözcüklere dönüşüyordu. Avurtla­
rımdaki titreme feci bir hal aldı, durdurmaya çalışınca iyice
şiddetlenip dişlerim ritmik bir ses çıkartmaya başladı.
“İyi misin?” dedi Frank dikkatle yüzüme bakarak. “Gözle­
rin tuhaflaşmış, titriyorsun da, gözlerinin nereye baktığı bile
anlaşılmıyor. Kenci, kendini kötü mü hissediyorsun, benim
kim olduğumu biliyor musun?”
Bu soruları yamtlamaksızm, tekrar gülerek “Frank, böyle
şeyler söylemen komik” dedim tuhaf, tiz bir sesle. Kendi se­
sim kafamın içinde titreyerek yankılanmaktaydı. Bir süre
gülmemi engelleyemedim. İnsan böyle çıldırıyor herhalde.
Beynimin bir yerleri karmamakarışık olmuştu. Kafamın içi
ayn ayrı hareket ediyor gibi. Konuşmak istediğim hiçbir şey
olmadığı halde ağzım bir şeyler söylemeye çalışarak kendili­
ğinden açılıyordu. Beynimde bir yerlerin sözcükleri var gü­
cüyle aradığını hissedebiliyordum. Ne olursa olsun konuşma­
ya, bir düşünce oluştuğu anda otomatik olarak sözcüklere dö­
nüştürmeye çalışıyordu. Konuşma yeteneğim kontrolden çık­
mıştı. Şimdi gözümün önünden bir köpek geçse “Aa, köpek”
derdim herhalde. Sonra da eskiden köpek beslediğimi anım­
sayarak, Frank’a dönüp “Ben küçükken köpek beslemiştim”
derim kesin.
“Beni öldürecek misin?” dedim Frank’a. Tıpkı bir çocuğun
yapacağı gibi, aklıma gelen şey olduğu gibi ağzımdan çıkmış­
tı. O an ilginçtir, titremesi geçmeyen avurtlarıma hislerim
bir parça geri geldi.
“Niyetim oydu” dedi Frank. “Ama öldürmekten vazgeçtim.”
Frank’ın sözlerini duyduğum anda gözyaşlarını akmaya
başladı. Ağladığımı görmesini istemiyordum, yüzümü aşağı
143

doğru eğdim. Gözyaşlarımm gecenin karanlığında kuru beto­


na düşüşünü izleyerek, “Korkuydu” dedim kendi kendime.
Sadece korku yüzünden neyin ne olduğunu anlayamaz hale
gelmiştim. Frank’ın aniden ortaya çıkmasıyla şaşırarak ne
yapacağımı bilememiştim. Şaşkınlıktan sadece korkuyu his­
seder olmuştum. Korku olduğu anlaşılamayacak kadar şid­
detli bir korku. Bu korku tüm vücudum ve kafamın içini kap­
lamış, bağırmak yerine aklıma gelen her şeyi konuşmaya
başlamıştım. “Öldürmekten vazgeçtim” demişti. Elbette doğ­
ru söyleyip söylemediği kesin değil. Ama yalan bile olsa kor­
kum bir an hafifledi. Gözyaşlanmı paltomun koluna iyice
bastırarak silerken, “Gerçekten mi? Gerçekten beni öldürme­
yeceksin değil mi?” demek üzereyken kendimi kontrol ettim.
Öldürülebilir de, dedim kendi kendime. Karakol Frank’ın ar­
kasında kalmıştı. Aniden karakola doğru koşmaya başlasam
bile beni yakalar, bir saniyede öldürebilir. Şu Mr. Children
Amca’mn boynunu göz açıp kapayana kadar kınvermişti. Üs­
telik bacaklarımın titremesi durmamıştı, vücudum da koşa­
bilecek bir durumda değildi.
Frank elini omuzuma atıp neredeyse bana sarılarak yürü­
meye başladı. Bir an dönüp Latin Amerikalı sokak orospusu­
na baktı. Kadın da farkına varıp Frank’a el salladı.
“O harika bir insandı” dedi Frank yavaşça yürürken, bir
şeylere özlem duyarmış gibi.
Bir de baktım ki, eczanenin şatafatlı tabelasının ışıkları
üzerimize vururken karakolun önünden geçiyoruz. Kurşun
geçirmez camlarla kaplı karakolun girişinde yılbaşı çamı ve
saz püskülü süsleri vardı, nedense anlamsız bir şeylerin
sembolü gibi duruyordu. İçeride üç polis buhar çıkan çayla­
rım içiyor, gülüşerek konuşuyorlardı. Oysa tam gözlerinin
önünden katliam yapmış bir adam geçiyordu. Polisler hiçbir
şey bilmiyor ama. Tembellik ediyor da değiller. Şu an barın
kepenkleri inik ama bunu tuhaf bulacak hiçbir müşteri yok.
144

Gece mekânlarının ne zaman kapandığına kimse dikkat et­


mez. Noriko, hipnotizmadan kurtulup bara geri dönse bile
“Bugün özel bir durum vardı ki erken kapatmışlar” diye dü­
şünür herhalde. İçerde bir sürü insanın öldürülmüş olacağı
kimsenin aklına gelmez. Açığa çıkması zaman alır. Karako­
lun önünden geçerken, Frank yüz ifadesinde hiçbir değişik­
lik olmaksızın içeriye bir an bakıp “Kenci, neden polise git­
medin?” diye sordu. “Gitmeyi düşündüm ama sen ortaya çık­
tın” diye yanıtladım. “Öyle mi?” diyerek Frank kalkerli lif-
den yapılma yüzüğü bir kez daha ağzına attı. Tuhaftı. Bir
şeylerin bitiverdiği hissine kapılmıştım. O barda birçok insa­
nın cesedi vardı. Katilleriyle birlikteyim ve karakolun önün­
den geçip gitmek üzereyim. Karakolda yılbaşı süsleri var,
polisler gülüşerek konuşuyor. Sanki tanışma barındaki kit­
lesel katliam on yıl önce olmuş da, herkes unutup gitmiş gi­
bi bir hissiyat içindeydim.
“Benim dostun olduğumu düşündüğün için mi polise gitme­
din?” dedi Frank, karakoldan uzaklaştığımızı birkaç kez ar­
kasına dönüp kontrol ederek. “Hayır ondan değil” dedim dü­
rüstçe. “Ondan değil, ben de bilemiyorum neden gitmediğimi.”
“Tanık olduğu bir cinayeti polise bildirmek vatandaşlık gö­
revidir. Seni öldüreceğimi sandığın için mi gitmedin?”
“Hayır, senin o Latin Amerikalı kadınla otele gittiğini san­
mıştım. Beni gözetlediğin aklımın ucundan bile geçmedi.”
“Öyle mi?” dedi Frank. “İyi ki yanlış yere gitmemişim” di­
ye mırıldandı.
Yanlış yere gitmek? Frank tekrar bir araya gelme şansımızı
karşılıklı olarak yitireceğimiz anlamında bir ifade kullanmıştı.
“Önce seni denemek istedim, senin beni gerçekten dostun
olarak düşünüp düşünmediğini bilmek istedim. Karakolun
yakınında bir yerde tek başına bırakıp, hemen yakında bir
yerden gözetleyip, karakola gitmeye kalktığı anda öldürü­
rüm dedim. Polise gitmen dost olmadığımız anlamına gelir
145

çünkü. Dünyanın hiçbir yerinde kimse dostunu polise sat­


maz. böylelerinin ölmesi gerekir. Sen ne dersin Kenci? Dos­
tunu polise satmak normal bir şey mi?”
“Bilemiyorum” diye yanıtlamak üzereyken paltomun gö­
ğüs cebindeki telefon çaldı. Tam o sırada caddeden bir kam­
yon geçiyordu, biriket duvara yaslanarak telefonu iki elimle
saklamaya çalışarak açma tuşuna basım. Cun’du.
“Kenci?”
“Evet benim.”
“Her şey yolunda mı”
“Yolunda elbette.”
“Bu çok iyi işte. Eve döndüm, telefon etmekte geciktiğim
için kusura bakma.”
“Sorun değil, dert etme.”
“Frank’la beraber misin?”
“Öyle, şimdi Kabukiço’dayız. O yüzden eve dönmen iyi ol­
muş.”
“Biraz endişelendim, hani az önce telefon ettiğimde polis,
şöyle böyle deyip hemen telefonu kapattın ya. Ondan önce
de telefona Frank çıktı, ne olduğunu anlamadım. Sarhoş
muydunuz?”
“Evet, sarhoştuk.”
“Ya işte, git polise anlat dedin de, neyi nasıl anlatayım?
Erkek arkadaşım Frank adlı bir yabancıyla beraber, yabancı
tehlikeli bir adammış galiba, bir saat geçer de görüşemezsek
polise söyle dedi ama... Böyle konuşacak olsam kimse bir şey
anlamaz.”
“Anlamazlar tabii.”
“Kenci?”
“Ne var?”
“Gerçekten iyi misin?”
“İyiyim.”
Cun bir ara suskunlaştıktan sonra “Kenci, sesin titriyor”
146

dedi. Frank yüzünde hiçbir kıpırdama olmaksızın bana ba­


kıyordu.
“Yine ararım” dedi Cun. “Kenci, sen de beni ara. Cep tele­
fonum yanımda, bugün sürekli uyanık olacağım.”
“Tamam” dedikten sonra telefonu kapattığımda, aklımda
hâlâ sesimin titreyip titremediği sorusu vardı. Sesimin titre­
diğinin farkına varmamıştım. Kendimi tanıyamaz haldey­
dim. Beni ya başka birileri anlatmalıydı ya da başka binle­
riyle kendimi karşılaştırmalıydım. Benimle ilgili bir şey söy­
lemesini istemeyeceğim türden binlerinin değil, mümkünse
sevdiğim ve güvendiğim birinin “biraz tuhaflaşmışsın” ya da
“bir tuhaflık yok” gibi şeyler söylemesine ihtiyacım vardı.
Sözleri, düşündükleri ve tavırlan her zaman aynı olan biriy­
le kendimi karşılaştırmam gerekiyordu. Cun’la konuşunca
tuhaf hislere kapıldım. Ancak çok kısa bir süre konuşmuş­
tum, ama Frank’ın katliama başlamadan önceki halimi
anımsayabilmiştim. Telefonu kapattığım anda Frank’ın yü­
zünü görüp, büyük çabalarla emekleyerek çıkmayı başardı­
ğım bir deliğin içine tekrar çekilirmişim gibi hissettim kendi­
mi. Sadece bir dakika dış dünyayla temas edip, sonra hemen
bir yere kapatılmış gibiydim.
“Kız senin evinde mi?” diye sordu Frank, tekrar yürümeye
başlayarak. “Hayır, evine dönmüş” diye yamtlayınca, Frank
“Hımm” diye anlamı belirsiz bir ses çıkarttı. Söz konusu
Frank olduğu sürece, en büyük korkularımın bile gerçekleşe­
ceğini, söylediklerinin tamamının yalan olduğunu düşün­
mem gerekiyordu. Frank evimi kesinlikle biliyordu. O deri
parçasım getirip kapıma yapıştıran Frank’tı. Cunların evi
Takaido’da olduğundan, Frank herhalde adresi bilmiyordu.
Frank Cun’u öldüremez.
“O Perulu kadın üç senedir Japonya’daymış.” Frank tuhaf
bir konuşma başlattı. “Bu süre içinde yaklaşık beş yüz erkek­
le yatmış, dört yüz elli kadan Japon’muş, aralarında İranh-
147

lar, Çinliler de varmış. Kadın Katolik’miş, ama bu ülkede Hı­


ristiyanlığın gücünü kaybetmekte olduğunu söyledi. Bunu bir
şekilde anlayabiliyorum. Doğru dürüst anlatamam ama anla­
yabildiğimi sanıyorum. Geçen sene bu sıralarda başına müt­
hiş bir şey gelmiş, o sayede kurtuluşu bulmuş. Kenci, yarın
gece kurtuluş çanları çalacak mı?”
Frank’m neden söz ettiğini başta anlamadım. Frank önce
beli7 sözcüğünü sonra dagong8 sözcüğünü kullanmıştı.
“Kadının üst üste kötü deneyimleri olmuş, dayak ya da
kendisine zorla bir şeyler yaptırıldığı için değil, topluluğun
baskısı yüzünden acı çekmiş. Sonra da insanlar arasında ol­
ması gereken mesafeyi düşünmez hale geldiğini söyledi. Ja-
ponlar topluluk olarak karşısındakini çevreler, toplu olarak
binlerinin dedikodusunu yaparlarmış. Böyle şeyleri rahatlık­
la, üstelik karşısındakinin maruz kaldığı baskıyı hiç düşün­
meden yaparlarmış. Yani yaptıklannın anlamını bilmedikle­
ri için şikâyet etmek mümkün olmaz, kendilerine neyin söy­
lenmeye çalışıldığını, neden şikâyet edildiğini anlamazlar­
mış. Birileri düşmanlık ettiğinde karşılık verilir, ama durum
öyle olmadığı için sorunu çözmenin yolu bulunamazmış. Ka­
dın bana bir olay anlattı. Japonya’ya geldikten altı ay sonra,
nihayet biraz Japonca konuşabilir hale geldiği sıralarda, evi­
nin yanıdaki bir açık alandan karşıdan karşıya geçiyormuş,
açık bir alandan. Küçük atölyelerin çevrelediği o alanda ço­
cuklar futbol oynuyorlarmış. Futbol Peru’da da yaygın oldu­
ğu için kadın da küçüklüğünde Lima yakınlarındaki varoş­
larda her gün top yerine boş teneke ya da topak edilmiş ga­
zete kâğıtlarıyla oynamış. Bu yüzden sevinip, çocukların oy­
nadığı futbol topu kendi önüne yuvarlandığında vurup çocuk­
lara geri göndermiş. Ayağında terlikleri varmış, o yüzden top
düzgün gitmemiş, gidip boş alanın kıyısından geçen oluğun

7. Çan, kampana, zil. (yay.n.)


8. Gong. (yay.n.)
148

içine yuvarlanmış. Oluğa fabrikalardan gelen atıklar akıtıh-


yormuş, çok pis, yüzünde yağ birikintileri yüzecek kadar pis­
miş, feleket kokuyormuş. Kadın çocuklardan özür dilemiş,
oradan ayrılıyormuş ki, çocuklar kadını durdurup çevresini
sarmışlar. Topun parasını ödemesini istiyorlarmış. ‘Kirlendi,
üstüne pis bir koku sindiği için artık kullanılmaz hale geldi,
yeni bir top al’ demişler. Kadın çocukların dediğini anlama­
mış. Latin Amerika’daki ülkelerin çoğunda tazmin etme gibi
bir alışkanlık yoktur. Herkes yoksul olduğu için tazminat gi­
bi bir kavram gelişmemiştir. Kadın ağlamaya başlamış. La­
tin Amerika’dan fuhuş için geldiğinden kötü insan muamele­
si görmesinin normal olduğunu, her ülkede aynı olacağım, o
yüzden kendisine gösterilen tavırlara aldırmadığını söyledi.
Kadın, fuhuş yaptığı için aptal yerine konduğunu, aşağılan­
dığını, öyle zamanlarda sabretmekten başka bir şey yapma­
dığını söyledi. Ama yeni bir top almasını istemelerini anlaya­
mamış. Kadın toplam on altı kişilik ailesinin Peru’da oturdu­
ğu küçük apartman dairesinin kirasını ödeyebilmek için Ja­
ponya’ya çalışmaya gelmiş. Bir miktar para biriktirmeden
dönmeyecekmiş, ama şimdiki haliyle yaşamım sürdürmesi­
nin mümkün olmayacağını düşündüğü olmuş. Kadının gör­
düğü ilk yabancı ülke burası, o yüzden buradaki tanrının
farklı olduğunu düşünmüş. Katoliklerin tanrısının, buradaki
âdetler ve doğanın farklı olması yüzünden güçsüz kaldığını
düşünmüş.”
Frank yavaşça yürüyerek konuşuyordu. Seibu Şincuku İs­
tasyonumdan başlayıp batı çıkışındaki gökdelenlerin kuytu­
sunda bir süre yürüyüp Yoyogi’den uzaklaştık, küçük ahşap
binaların yoğunlaştığı bir sokağa girdik. Sokak karanlık, bina­
lar birbirine yakın olduğu için can sıkıcı bir görüntü vardı. He­
men yakındaki, Batı Şincuku gökdelenleri bile görünmüyordu.
Gökyüzü, koyu mavi, ince uzun bir kâğıt yapıştırılmış gibiydi,
dümdüzdü. Frank’ın yanında yürümüyor, sürüklenerek götü­
149

rülüyor gibi omuz omuza gidiyordum. Yürümek içimi biraz ya­


tıştırdı. Latin Amerikalı kadının öyküsü çok ilgimi çekmişti
nedense. Karşılaştığımızdan beri Frank ilk kez böylesine se­
rinkanlılıkla konuşuyor, anlattıkları ilk kez gerçek gibi görü­
nüyordu. Düşünüyorum da, Cun’un varlığının pek önemi yok.
Cun, Frank’m adını ve Amerikalı olduğundan fazlasını bilmi­
yor galiba. Elbette Frank gerçek adı değil. Tokyo şehrindeki
yabancılar arasında adı Frank olan yüzlerce kişi vardır muh­
temelen. Cun da söylemişti bunu, ihbar etmeye karar verse bi­
le polisin yapabileceği hiçbir şey yok. Polisin elinde Frank’ın
fotoğrafı yok, pasaport numarasım, gerçek adını, gerçekten
Amerikalı olup olmadığını bile bilmiyorlar. Frank’ın tamşma
bannda olduğunu bilen insanlardan, Noriko ve benim dışım­
daki herkes öldü. Noriko kesinlikle polise gitmez, belki de hâ­
lâ hipnotize haldedir. Frank beni öldürüp, yann Narita’dan
uçağa binip ülkesine dönse, kimse onu durduramaz. İstediği
zaman beni öldürebileceği halde bunu yapmıyor ve ciddi ciddi
Latin Amerikalı kadından söz etmeye devam ediyordu.
“Bu ülkede, bu ülkenin tanrısını düşünmek gerektiğini
söyledi kadın. Haklıydı da.”

Tokyo’nun neredeyse tam ortasında, üstelik Kabukiço’dan


yürüyerek sadece on on beş dakika mesafede böyle eski ah­
şap evlerin sıralandığı bir yer olduğunu bilmiyordum. Tarihi
filmlerde kullanılanlara benzeyen düz çatılı evlerden de bir­
kaç tane vardı. Evler neredeyse minyatür denecek kadar kü­
çüktü. İnsanın başım eğmeden giremeyeceği kadar küçük so­
kak kapıları, ince çakıl döşeli daracık bahçelerinde ejder şe­
killi bahçe lambaları, yere gömülmüş küçük bir akvaryum gi­
bi duran havuzcuklarında japonbalığı ya da renkli sazandan
farklı pembe balıklar yüzüyordu. O küçük düz çatılı evlerin
arkasında Şincuku’nun ikinci merkezinin binalarım görebili­
yordum. Böyle bir yere hiç gelmemiştim. Frank hiç tereddüt
150

etmeden belirli bir hızla ilerlemeye devam ediyordu. Sonun­


da sokak, bir otomobilin ancak geçebileceği kadar daraldı.
“Kadın bu ülkenin tanrısı hakkında bir şeyler bilmek isti­
yor, ama bu konulardan bahseden İspanyolca bir kitap yok­
muş. İngilizce de bilmediği için müşterilerine sormuş hep. 0
konulardan anlayan hiçbir Japon’la karşılaşmamış. ‘Bu ülke­
de hiç kimse Tanrı’yı aklına getirmiyor’ demiş kadın. Bu ül­
kenin insanlarının acı çektiği şeyler yok mu, Tann’ya sığın­
maktan başka çare bırakmayacak kadar bunaltan şeyler yok
mu, diye düşünmüş. Kadına kutsal çanlan öğreten, bu ülke­
de yirmi yıldan uzun süredir yaşayan bir Lübnanlı gazeteci
olmuş. ‘Japonya’da İsa ya da Muhammed gibi biri yok. Batı-
lılarınkine benzeyen bir tann inancı da söz konusu değil’ de­
miş gazeteci. İnsanlar yola yuvarlanmış taşlara ya da orman­
lardaki büyük ağaçlara şeritler bağlayarak onlan tann yeri­
ne koyuyorlar, atalannın ruhlanna tann olarak tapımyorlar-
mış. Japonlann ülkeleri başka bir ulus tarafından istila edil­
memiş hiç. Soykınma uğradıklan, ülkelerinden kovulup
mülteci haline düştükleri, bağımsızlık için çok sayıda insa­
nın ölmesi gibi tarihi zorlukları da tatmamış Japonlar. Önce­
ki savaşta da savaş alanı haline gelen, Çin ve diğer Güney­
doğu Asya ülkeleri, Pasifik’teki adalar olmuş. Sadece Okina-
va savaş görmüş. Japonya toprakları sadece hava bombardı­
manlarına maruz kalmış. Gözlerinin önünde düşmanla kar­
şılaşıp, akrabalannın öldürülmesi, tecavüze uğraması, farklı
dilde konuşmaya zorlanmalan gibi şeyler yaşanmamış. Av­
rupa ve Yeni Dünya genelde bu tür istilalarla uğraşmış ve
kanları birbirlerine karışmış. Bu da uluslararası anlayışın
temelini oluşturur. O yüzden bu ülkenin insanları yabancıla­
rı dışlar, nasıl iletişim kuracaklarını bilemezler. Tarihi ola­
rak, yabancılarla gerçek anlamda temas ettikleri olmamış.
Amerika Birleşik Devletleri dışında, tüm dünyada bu tür bir
ülke yoktur. Tüm bunları o Lübnanlı gazeteci öğretmiş. Son­
151

ra, sadece kötü yanlarının olmadığını söyleyip, çanlarla ilgili


şeyler anlatmış. İşgal ya da kendilerine ait topraklarda ya­
bancı bir ülkenin ordusunun katliamları tecrübe edilmediği
için, Japonya’da başka ülkelerde olmayan bir şefkat olduğu­
nu söylemiş Lübnanlı gazeteci, inanılmaz gelen sağıltma
yöntemlerini falan, işte öyle şeyler. Çanlar, bin yıldan uzun
süredir devam eden bir gelenekmiş, her yılın son gününde,
yani yılbaşı akşamında tapınaklarda ya da mezarlıklarda,
kaç kez dediydi, çok ilginç bir sayıydı, yüz bilmem kaç kez ça­
lınırmış. Kenci, sen bilmiyor musun?”
Frank Coya Çanlan’ndan söz ediyordu. “Yüz sekiz kez” di­
ye yanıtladım.
“Evet, evet. Yüz sekiz kez” diyerek, Frank sokağın bitimin­
deki iki binamn arasına girdi. O aralığa ne diğer evlerin, ne
de sokak lambalarının ışıklan ulaşıyordu. İki sokak arasın­
da geçişi sağlayan zifiri karanlık bir geçitti. Vücudumu yan
çevirmeden ileri eyemedim. Ortada bir yerde, emlakçılar ta­
rafından yıkılmadan hemen önce ekonomik durgunluğun
başlamasıyla olduğu gibi bırakılmışa benzeyen yıkık dökük
bir bina vardı. Duvarlardaki alçılann bir kısmı dökülmüş,
çuval ve naylonlarla kapatılmıştı. Binanın içine girdik. Yağ­
murun altında kalan pis naylon örtüden kurumuş çamur ve
hayvan leşine benzer bir koku geliyordu.
“Kadın geçen sene o çanları dinlemeye gitmiş. Sanki bu
dünyaya ait olmayan bir şeyle karşılaşmış gibi olduğunu söy­
ledi. İçindeki kötü şeyleri o yüz sekiz çanın alıp götürdüğünü
anlattı.
Frank binaya girince ışığı yaktı. Sökülmüş, yerde duran
bir floresan lamba odanın tamamını aydınlattı. Aşağıdan ge­
len ışıkla, Frank’ın yüzünde iç bulandırıcı gölgeler oluştü>Bi-x
na herhalde muayenehane falan olarak kullanılmıştı. Ahşap
zeminli odanın bir köşesinde tıbbi aletler ve kırık bir sandal­
ye duruyordu. Bir yataktan sökülüp getirildiği belli olan bir <
\ ----- ..^9 y
152

şilte vardı. Frank üstüne oturdu ve benim de yanına oturma­


mı söyledi.
“Baksana Kenci. O çanlar insanın içindeki kötü yanlan
alıp götürüyor, değil mi?”
Frank İngilizce kötü, alışkanlıklar demişti.
“Kenci, beni o çanları duyabileceğim bir yere götürür mü­
sün?” dedi Frank. Frank beni bu yüzden öldürmedi herhalde.
“Olur” diye yanıtladım.
“Olur mu? Çok makbule geçer. Bu arada, o çanlar insanın
kötü alışkanlıklarım nasıl temizliyor? Kenci, sen biliyor mu­
sun? Aşağı yukarı anladım ama, bir Japon’dan da dinlemek
isterim.”
“Frank, burada kalmamın bir sakıncası var mı?”
Evime dönemeyeceğimi anlamıştım.
“İkinci katta yatak var, sen orada yatarsın. Ben bu şiltede
yatıyorum. Aa, öyle ya, bugün o kadar çok şey oldu ki, yorul-
muşsundur. Ama biraz daha çanlardan konuşmak istiyorum,
olur mu?”
“Olur” diyerek odanın içine baktım. İkinci kata çıkabilece­
ğim merdiven benzeri bir şey göremedim. “İkinci kata nasıl
çıkılıyor?” diye sordum.
“Şuna baksana” diyerek odanın bir köşesini işaret etti. Çe­
lik bir raf yanlamasına devrilmiş, onun üstüne de bir buzdo­
labı konmuştu. Buzdolabının yukarısında, tavanda bir met­
rekare kadar bir delik açılmıştı. Bu delik oradaki merdiven
yıkılınca ortaya çıkmıştı herhalde.
“O buzdolabının üstünden ikinci kata çıkılabiliyor. ikinci
katta bir sürü yatak var, tıpkı otel gibi” dedi Frank gülümse­
yerek. Ben ikinci kata çıktıktan sonra buzdolabını kaydırır
ve böylece gece boyu beni kontrol etmesine gerek kalmaz. O
delikten aşağıya atlamak cesaret ister. Çelik rafin cam par­
çalan her yana yayılmıştı, ayrıca atlayacak olsam kesin bü­
yük bir patırdı kopardı.
153

“Burası hastaneydi herhalde” dedi Frank, gözlerimle oda­


yı tararken. “Yürüyüşe çıktığımda buldum. Ne dersin, çok iyi
bir sığınak. Sular akmıyor ama elektrik var. Duş yerine şişe
suyunu kahve ısıtıcısında kaynatıp vücudumu silebiliyorum.
Çok rahat.”
Bu tür terk edilmiş binalarda elektrik, su ve gazı keserler.
Elektriği nereden çaldığı sorusu geldi aklıma ancak sorma­
dım. Frank böyle bir işi kolayca halledebilir.
“Çanların yüz sekiz kez çalmasının çok ilginç bir nedeni
varmış, o Lübnanlı gazeteci anlatmış ama kadın unutmuş.
Çanlan dinlemeye gittiğinde edindiği muhteşem tecrübe son­
rasında kadın Japonya hakkında çalışmaya başlamış. Japon­
ya konusunda o kadın kadar bilgili başka birine rastlama­
dım. Hani şu bardaki kızlar da, kendi ülkeleri olduğu halde
hiçbir şey bilmiyorlardı ya? Bilmiyorlardı demekten ziyade,
ilgilenmiyorlardı demek daha doğru olur. Onların bildiği,
United Hava Yollan birinci sınıf yolculannın uçuşun ertelen­
mesi durumunda Disneyland’daki Hilton’da kaldıkları,
Brighton marka burbon viskinin tadının iyi olduğu; sonra el­
biseler, çantalar falan işte. Nasıl desem, ülkelerinin tarihine
neden ilgi göstermiyorlar ki? Bu bana çok tuhaf geliyor.”
O kızlar kendi ülkelerinin tarihini öğrenmek isteseler bile
artık yapamazlar. Bu düşünceyle birlikte, beş numaradaki
kadının boynunun yanldığı an gözlerimin önüne gelecek gibi
oldu. O anı yeniden yaşamaya başlamıştım; yolun ortasında
Frank’ın ortaya çıktığı an hissettiğim, ama boyutunu kavra­
yamadığım korkuyu. Korku olduğu anlaşılamayan bir korku.
Belkemiği sinir komutlarını dinlemez oluyor, bacaklardaki
derman uçup gidiyor. Bir yerlerden bir küf kokusunun gelip
burnumun derinliklerini tıkadığı, koku zerreciklerinin deri­
min altını tamamen kapladığı, tüm vücudumun işgal edildi­
ği hissini yaşadım. Ancak beş numaradaki kadının boynunun
yanldığı an gözlerimin önüne gelmedi. Kusturacak bir sahne
154

gözlerimin önüne gelmek üzereydi, içimde bu kotu his uyan­


mıştı ama, perde bembeyaz kaldı. İnanamadım ama o katli­
am sahnesini belleğimden silmiş gibiydim. Mr. Children Am*
ca’nın kulağının kesilme sahnesini anımsamaya çalıştım bu
kez, ama boşunaydı. Bir gerçek olarak anımsıyordum, ama
görüntülere ilişkin belleğim silinmek üzereydi. Eski arkadaş­
larımın adını, nasıl bir insan olduklarını çok iyi anımsarım,
ama yüzlerini anımsayamadığım olur. Buna benzer bir şey
işte. Neden öyle olduğunu bir türlü çözemiyorum.
“Japonya’nın tarihi çok ilgi çekici. O Perulu kadın çok iyi
biliyordu, milattan önceki dönemlerden itibaren Japonya sü­
rekli pirinç üretmekteymiş, değil mi? Davul Afrika’dan gel­
miş, Pers ülkesinden metal kültürü gelmiş ama pirinç gelene­
ği değişmemiş. Ancak Portekizlilerin getirdiği tüfeğin Japon­
ya’ya girişiyle birlikte her şey değişmiş. Savaşlar çıkmaya
başlamış. O zamana kadarki savaşlarda kılıç kullanılırmış;
belirli bir stile uyarak, dans eder gibi, şimdi filmlerde görebi­
liyoruz. Sonra tüfek kullanılan savaşların çapı yıldan yıla ge­
nişlemiş, çevre ülkelere saldırmaya başlamış Japonya. Ya­
bancılarla temas deneyimi az olduğundan işgal ve asimilas­
yon politikaları çok acemiceymiş, çevre ülkelerdeki Japonya
imajı iyice kötüleşmiş. Bu acemi savaşlar Japonya’ya atom
bombası atılana kadar devam etmiş. Sonrasında Japonya dü­
şünce tarzını değiştirerek savaşlara son vermiş; elektrikli eş­
yalar yapmaya başlamış, bu da çok yerinde olmuş. Japon­
ya’nın ilerlemesi gereken yol işte bu olsa gerek. Japonya sa­
vaşta yenilmişti ama, özünde Çin ve Güneydoğu Asya üzerin­
deki egemenlik çatışması yüzünden Amerika Birleşik Devlet­
leri ile savaşıldı; birkaç on yıl geçince sonuçta savaşı Japonla­
rın kazandığını söyleyebiliriz. Kenci, çanlar neden yüz sekiz
kez çalıyor? Anlatsana, kadın söylemişti ama unuttum işte.”
Frank belki de beni deniyordu. Coya Çanlan’nı dinlemeye
gitmek için rehber olarak uygunluğumu, bilgi düzeyimi test
155

ediyor olmalı. Geçemezsem ne olacak? “Budizm’de...” dedim,


içimden yoksa Şinto dininde miydi, diye geçirdiysem de, na­
sıl olsa Frank Budizm ile Şinto arasındaki farkı anlayamaz
diye düşündüm.
“Budizm’de insanın kötü alışkanlıkları bonnoıı diye adlan­
dırılır. Ancak bonnou kötü alışkanlık anlamındaki İngilizce
sözcükten çok daha ilginçtir.”
Bonnou sözcüğü Frank’ı cezbetmiş gibiydi. “Bonnou, bon­
nou” diye defalarca söyleyerek ezberlemeye çalıştı.
“Müthiş.”
Frank düzgünce telaffuz etmeyi başarınca, birçok kez
“müthiş” diye mırıldanıp, her seferinde yüzü bir şeyleri
anımsamış bir ifadeye büründü.
“Ne müthiş bir sözcük! Böyle oturup mırıldanmakla bile
vücudumdan bir şeylerin uçup gittiğini hissediyorum. Aynı
zamanda sanki bir şeyler tarafından sarmalanıyorum. Söyle­
sene Kenci, böylesine yüce bir telaffuzu olan bu sözcüğün
tam olarak anlamı ne?”
“Öncelikle bilmen gereken, tüm insanların buna sahip ol­
duğudur” dedim.
Dedim ama, nasıl söylediğime kendim de şaşırdım. Böyle
bir şeyi bildiğimin farkında değildim. Ne birilerinin anlattı­
ğını, ne de kitapta okuduğumu anımsıyorum. Bonnou sözcü­
ğünü de uzun bir aradan sonra ilk defa hatırlıyorum. Nor­
malde bu tür sözcükleri hiç kullanmam. Ama sözcüğün anla­
mım biliyordum işte. Üstelik de doğru olarak, insanların
hepsinde olduğunu söylediğimde Frank inanılmaz bir şekilde
ağlayacakmış gibi oldu. “Kenci, lütfen” dedi sesini titreterek.
“Kenci, lütfen biraz daha açıkla.”
Kendi kendime bu bilgiyi ne zaman edindiğimi düşünerek,
bonnouyla ilgili bildiklerimi anlattım. Uzun süredir hard-
diskte uyumakta olan bilgiler, uygun bir program tarafından
çözülüyor gibiydi.
156

“Madou diye bir sözcük vardır.”


Madou sözcüğünü öğretince Frank bu kez bu sözcüğün te­
laffuzunu çalışmaya başladı. Yabancı biri tarafından söyle­
nince Japoncanın eski sözcükleri tuhaf bir tınıya bürünüyor.
Gizemin güçlendiği hissini veriyor.
“Bu, boTtnou sözcüğünden çok daha basit bir eylemdir. Kö­
tü alışkanlık denince, hayvani olanlar, doğuştan sahip olun­
duğu için değiştirilmesine imkân olmayanlar, cezalandırıl­
ması gerekenler şeklinde düşünebiliriz. Bonnou ile madou
arasında küçük bir nüans farkı vardır. Bu bazen altı türe, ba­
zen on türe, hatta bazen de iki genel türe ayrılabilir. Hıristi­
yanlıktaki yedi büyük günaha benzer, ama farklı tarafı, her­
kesin içinde bulunduğu önkoşuluna dayanmasıdır. İç organ­
lardan biri gibi vücudun bir parçası olduğunu düşünürsen
daha rahat anlayabilirsin. Ayrıntılarını anlatmaya İngiliz­
cem yetersiz kalır” deyince, Frank “Öyle tabii” deyip, birkaç
kez başını sallayarak onayladı.
“Öyledir tabii. Anlayabiliyorum. Böylesi derin sözcüklerle
karşılaştırıldığında İngilizce çok basit kalıyor.”
“İki genel tür bonnou ise, düşüncelerden kaynaklananlar
ile duygulardan kaynaklananlardır. Düşüncelerden doğan
bonnou, gerçek gösterildiği anda temizlenebilir. Zahmetli
olan, duygulardan doğan bonnoudur; bunlardan kurtulabil­
mek için insanın çok katı pratiklerden geçmesi gerekir.
Frank, Budistlerin hiçbir şey yemediğini, soğuk kış gününde
çırılçıplak suya girdiklerini, şelalelerden düşen suya diren­
diklerini, işte böyle doğal olmayan bir şekilde oturup arkala­
rından sopayla vurulduğunu belgesellerde izlemedin mi hiç?”
“İzledim, öyle şeyler çok ünlü” dedi Frank. “Televizyonda
görmüştüm.”
“Budizm’in son derece nazik, tatlı yanları vardır. Buna iyi
bir örnek, aralık aynının son gününde çalınan çanlardır, yüz
sekiz kez çalınır. Bonnou türlerini iyice ayrıntılandınnca yüz
157

sekiz tür çıkar ortaya. Çanlar da o sayı kadar çalınır, dinle­


yen insanların tümü bonnoudan özgür kalır.”
Frank’ın “Çanları en iyi nerede dinleyebilirim?” sorusunu
duyduğumda nihayet ayrımsadım. Coya Çanları ve bonnou
hakkında neden bu kadar çok şey bildiğimi anımsadım. Noel
akşamım birlikte geçirelim diye sözleştiğimiz halde sözümü
tutmamıştım; Cun kızmış, yılbaşı gecesi mutlaka birlikte ol­
mak üzere yeniden sözleşmiş, o gün ne yapacağımıza karar
vermek için bir sürü dergi, kitap falan alıp birlikte bakmış­
tık. Pia ve Tokyo Walker gibi dergiler. Ne tür dergiler olduk­
larım unuttum, ama “Kökenini bilmeden tadına varamazsın:
Yılbaşı Gecesi” gibi bir başlık altında Coya Çanları ve bon-
noıı’yu anlatıyorlardı. Yatağa uzanmış, yazıyı Cun’la birlikte
yüksek sesle okumuştuk.
“Müthiş kalabalık olduğunu söyledi, şu Perulu kadın. Ya,
o çanları dinlemeye gelenler işte. Daha sakince dinlemek is­
termiş aslında. Kenci, tenha bir tapınak biliyor musun? Ka­
labalıktan pek hoşlanmıyorum.”
Elbette ben de ziyaretçi sayısının yüz binlere ulaştığı Me-
ici Cingu gibi bir yerde Frank’la dolaşmak niyetinde değil­
dim. “İyi bir yer var” dedim. “Bir köprü.”
“Ne köprüsü?”
Frank hiçbir şey anlamayan bir yüz ifadesine büründü.
Dergilerden birinde o köprüyle ilgili bir yazı vardı, Cun’la Co­
ya Çanlan’nı orada dinlemeye karar vermiştik. Sumida Neh­
ri üzerindeki köprülerden biriydi, ama adını unuttum. Saate
baktım, otuz birinci gün, sabahın üçüydü. Cun hâlâ uyanık
mıydı acaba?
“Kenci, nedir bu köprü meselesi? Tam olarak anlayamadım.”
“Buralarda ve Şincuku’da tapınak yok” dedim. “Tapmakla­
rın bol olduğu yerler genelde şehrin merkezine yakın yerler­
dir. Ancak Perulu kadının söylediği gibi, neredeyse yüz bin­
lerce insan tapmaklara toplanır. Çanlan daha sakin bir yer­
158

de dinlemek lazım. Bir köprü varmış, o köprünün üstünde,


köprünün metal kirişlerinde uzaklardan gelen çan sesleri
yankılanıyormuş, müthişmiş.”
Sözlerimi bitirdiğim anda Frank’ın gözlerindeki ifade de­
ğişti. Göz çukurlarının derinliklerindeki, ifade namına hiçbir
şey belirmeyen gözleri hafifçe canlandı.
“Mutlaka dinlemek isterim” dedi Frank, titreyen bir sesle.
“Oraya götür beni Kenci, lütfen.”
Frank’a “Kız arkadaşım köprünün adını biliyor” diyerek
Cun’a telefon ettim. Numaralara basarken ilk kez farkına
vardım, oda çok soğuktu. Parmaklarım buz kesmişti, basaca­
ğım numaralan birkaç kez şaşırdım.
“Kenci, sen misin?” Cun telefonu hemen açtı. Telefonu ya­
nına koyup, benden gelecek telefonu sabırla bekleyen hali
gözlerimin önüne gelir gibi oldu. Endişelenmiş olmalıydı.
“Evet, benim” dedim, becerebildiğim kadar sakince. Soğuk­
tan mı, yoksa gerginlikten mi bilmem, sesim titriyordu.
“Neredesin şimdi? Evine döndün mü?”
“Halâ Frank’la birlikteyim.”
“Neredesiniz?”
“Frank’ın otelinde.”
“Hilton mu?”
“Hayır, çok daha küçük bir otel, Hilton değil. Şu iş gezile­
rinde kalınanlarından. Adını tam olarak bilemiyorum, ama
rahat bir yer.”
Bir fikrim vardı. İşe yarar mı bilemem, iyi bir fikir olup ol­
madığı konusunda da kendime güvenim yok. Soğuk, uykum
var ve yorgunum. Aslında çok sefil bir fikir olabilir ama şu an
aklıma başka bir şey gelmiyor. Cep telefonunun konuşulan
kısmı nefesimden buharlanmıştı. Frank gözlerini ayırmadan
bana bakıyordu. Frank’ın yüzü yerdeki floresan lambanın do­
ğal olmayan ışığıyla maviye dönmüş, yamulmuş gibi duru­
yordu. “En azından” dedim kendi kendime. “En azından bu
159

herif beni o köprüye gidene kadar öldürmez.”


“Cun, yarın Coya Çanları’nı dinlemeye gitmek için Frank’a
rehberlik etmem gerekiyor.”
“Şaka yapıyorsun herhalde.”
“Hayır ciddiyim.”
“Hiç söz etmemiştin.”
Cun biraz kızmıştı. Benim için duyduğu endişeyi geri pla­
na atmış, yılbaşı gecesini birlikte geçireceğimizi hatırlamıştı.
Benim düşüncem, Cun’un bir yerlerden bizi gözetlemesiydi.
Belki Frank’ı tutuklatmayı da başarabilirdim, ama bunun
için tanışma barındaki olayı uzun uzun anlatmam gerekirdi.
Olayı öğrendiği anda da Cun sükûnetini kaybederdi. Zaten
inanıp inanmayacağı bile meçhul. Üstelik ben de katliam
anını unutmaya çalışıyordum, poliste sorgulamaya maruz
kalıp yaptığım işi bırakmak zorunda kalmak da istemiyor­
dum. “Cun, bu herif bir katil, polise haber verip onlan bura­
ya getir” demeye üşeniyordum.
“Şu köprünün adı neydi?” diye sordum Cun’a.
“Ne köprüsü?”
Cun kızıgındı. Noel akşamı otel restoramnda yiyeceğimiz
akşam yemeğini işim yüzünden iptal ettiğimizde Cun gerçek­
ten kızmış, “Ben seninle Noel akşamı birlikte yemek yiyeceğiz
diye çıkmaya devam ediyorum” anlamına gelen bir şeyler söy­
lemişti. Liseli kızlar için Noel akşamının özel bir anlamı var.
Cun’un da, diğerlerinin de erkeğe, nasıl desem erkek arkada­
şa ihtiyaçları yok. Erkeklerden bahsederlerken “Sıkıntıdan
başka bir şey değil” derler hep. “Konuştukları konular can sı­
kıcıdır, paralan da yoktur.” Gerçekte de yazın Cun benimle de­
ğil kız arkadaşlanyla denize gitmişti. Ancak onlar açısından
Noel akşamı özel bir ritüel anlamı taşır, yılda bir gün bir er­
kekle birlikte geçirdikleri önemli bir akşamdır. Ben o gece için
yapılan planı iptal etmiş, üstelik yılbaşı gecesi de Frank’la bir­
likte olacağımı söylemiştim. Cun’un kızması çok doğaldı.
160

“Hani şu dergi de vardı ya. Coya Çanlan köprünün demir


kirişlerinde yankılanıp çok hoş bir sese dönüşüyormuş, Su-
mida Nehri üzerindeymiş, işte o. Adı neydi?”
“Unuttum, kusura bakma.”
Nasıl olsa o köprüye Frank’la birlikte gideceksin, gibi bir
ima taşıyordu sesi.
“Cun, bu önemli bir konu. Yani pek endişelenmeni iste­
mem ama, nasıl söylesem, hayatım söz konusu.”
Telefonun öte tarafında, Cun derin bir nefes alıp aceleyle
bir şeyler söylemeye çalıştı. “Cun, biraz dur” diyerek lafinı
kestim. Frank yüz hatlarında hiçbir değişiklik olmaksızın kı­
mıldamadan bana bakıyordu.
“Şimdi sakinleş ve beni iyi dinle. Şimdi söyleyeceklerim
şaka değil, yalan da değil. Söyleyeceklerim bittiğinde asla so­
ru sorma. Uzun uzun anlatacak zamanım yok. İşte öyle bir
durumdayım. Anlayabiliyor musun?”
“Anladım” dedi Cun alçak bir sesle.
“Şu köprünün adını anımsamaya çalışır mısın?”
“Kaçidoki Köprüsü” dedi Cun. Unutmamıştı işte. “Tsukici
semti ile Tsukudacima ve Tsukicima semtinin oralarda bir
yerde, Büyük Tsukuda Köprüsü’nden bir aşağıdaki köprü.”
Cun’un sesi gergindi. “Yarın akşam Kaçidoki Köprü-
sü’nde buluşalım” dedim. “Frank’la beni sürekli gözetleme­
ni istiyorum.”
“Gözetleyeyim mi? Nasıl yani? Ne demek istediğini anla­
yamıyorum.”
Kesin kafası karışmıştı. Böyle anlarda her şeyi anlaması­
nı sağlamak imkânsız. Sadece gerekli olan kısmını söylemek
yeter.
“Frank’la birlikte, yarın gece en geç saat onda Kaçidoki
Köprüsü’nün Tsukici semti tarafındaki ayağında olacağız.
Ne olursa olsun mutlaka gideceğiz oraya. Kaçidoki Köprü­
sü’nün Tsukici tarafındaki ayağı. Tamam mı?”
161

“Kenci bir saniye dur.”


“Ne oldu?”
“Özür dilerim, köprü ayağı ne demek?”
“Ya, işte, köprünün başladığı yer.”
“Tamam.”
“Önce Frank’la beni bul, ama fark ettirme. Karşılaşsak bi­
le tanımıyormuş gibi yapacaksın. Yanlışlıkla bile olsa asla bi­
ze yaklaşma, konuşmaya kalkma. Tamam mı?”
“Yani biraz uzakta durup, ikinizi gözetleyeceğim?”
“Evet, aynen öyle. Coya Çanları bitince Frank’tan ayrılıp
seninle birlikte eve döneceğim. Eğer Frank beni bırakmaya­
cak gibi olursa, yani bir şeyleri tartışır gibi olursak, kalaba­
lık olacağı için polisler de gelecektir mutlaka, onlara beni
kurtarmasını söylersin, anlaşıldı mı? Kesinlikle Frank’tan
ayrılacak ve eve döneceğim. Eğer öyle olmazsa, Frank bana
bir şey yapmış demektir. Öyle bir durumda bağır, ne yapar­
san yap beni Frank’tan kurtar. Mutlaka polise bildir. Tek ba­
şına yapabileceğim bir şey değil. Anladın mı?”
“Tamam.”
“Öyleyse kapatıyorum, yarın görüşürüz.”
“Biraz dur Kenci. Bir şey sorabilir miyim?”
“Nedir?”
“Düşündüğün gibi Frank kötü bir insan mı çıktı?”
“Oldukça” diyerek telefonu kapattım.
“Köprünün adını öğrendim” dedim Frank’a. “Çanların çal­
ması bittiğinde beni serbest bırak.” İnanamayacak kadar se­
rinkanlılıkla konuşmuştum. Herhalde elimden gelenin en iyi­
sini yapabildiğim için. Cun’un gözetlemesini sağlamak fikri
benim son silahımdı. Uzun zamandır düşünmeme rağmen ak­
lıma başka bir şey gelmemişti. “İşimi kaybederim, hem polis­
leri de pek sevmem. Zaten ilk adını bile bilmiyorum. O yüz­
den, Frank, gidip seni polise ihbar etmem. Buna karşılık, Co­
ya Çanları sona erdiğinde beni serbest bırak.”
162

“Elbette” dedi Frank. “Öyle, kız arkadaşın bizi gözetleme­


ye kalkışsa bile en baştan beri öyle yapmak niyetindeydim.
Hep söylüyorum ya, sen benim dostumsun.”
Bunları söyleyen Frank’a bakıp, onunla karşılaşmamın üze­
rinden henüz otuz saat bile geçmediğini düşündüm. Frank’ın
konuşma tarzı Seibu Şincuku İstasyonu çıkışındaki otelde ilk
karşılaştığımız haline dönmüş gibiydi. Ama yine de güvenecek
değilim. Söz konusu Frank olunca, beni dostu olarak görmesi
ile beni öldürmeyi düşünmesi, tezat oluşturmuyor.
“Kenci, uykun var mı?”
Soruyu, başımı hayır anlamında sallayarak yanıtladım. Az
öncesine kadar, cam kırıklarıyla kaplı yerde bile olsa uzanıp
uyumayı istiyordum ama, Cun ile o ağır konuşmayı yapmış
olmam yüzünden midir bilmem, uykum kaçmıştı. Frank te­
reddüt içindeymiş gibi bir yüz ifadesi takınmıştı. Bir şey söy­
leyecek gibi olup hemen duruyor, ağzım açacak gibi olup vaz­
geçiyordu. Frank’ın bu halini hiç görmemiştim. Sonra gidip
odanın köşesindeki buzdolabından su alıp bir yudum içti. “Bir
şey içer misin?” deyince, “Kola” diye yanıtladım. Büyük çöple­
rin atıldığı bir yerden bulup getirilmiş gibi duran, tamamı yu­
varlak hatlı eski tip buzdolabının içine bira bile koymuştu.
“Konuşmak istediğim bir konu var. Biraz uzun sürer,
ama biraz da garip bir şey. Dinlemeni istiyorum Kenci, din­
ler misin?”
Frank için oldukça uysal bir konuşma tarzıydı. İçimden
gelmiyordu ama “Dinlerim” dedim.
“Büyüdüğüm yer doğu kıyısında küçük bir kasabaydı, adı­
nı söylesem bile sen bilmiyorsundur. Önünde küçücük, çimle
kaplı bir bahçesi, giriş kapısının yanında büyükannenin sal­
lanan koltukta oturduğu, sık sık Amerikan filmlerinde göste­
rilen, sıradan bir şehirdeki sıradan bir evdi.”
Frank’ın konuşma tarzı şimdiye kadar olduğundan çok
farklıydı. Bu terk edilmiş binaya geldiğimizden beri konuş­
165

ması ve yüz ifadesi yumuşamıştı. Bu yerleşim alanı nasıl bir


semtti acaba? Küçük apartmanların yoğunlaştığı bir yer ol­
masına rağmen dışarıdan hiç ses gelmiyordu. Doğrudan yere
bırakılmış floresan lambadan bir cızırtı geliyordu. Duyulan
tek ses de oydu. Kırık camlar ve yıkık dökük duvarlar naylon
ya da kalın çuval beziyle kapatılmıştı, ama ortalıkta ateş ol­
madığı için içerisi soğuktu. Verdiğim nefes beyaz buhar bu­
lutu haline geliyordu. Frank’ın nefesi ise normal çıkıyordu.
‘"Yeni kurulmuş o kasabaya insanların bakışlarından
uzaklaşabilmek için taşınmıştık. Yedi yaşındaydım, daha ön­
ce oturduğumuz yerde iki kişiyi öldürmüştüm.”
Öldürmek anlamına gelen İngilizce sözcüğü duyduğum an­
da, istençsizce yüzümü kaldırıp Frank’a baktım. “Kaç yaşın­
daydım dedin?” Sözcükler ağzımdan uçuvermişti.
“Yedi” dedi Frank tekrar, yavaşça suyundan bir yudum
içerek. “İnanılmaz” diye mırıldandım, ama bu sözcük çok ap­
talca gelmişti. İlk karşılaştığım andan beri bu Amerikalının
sürekli yalan söylediğini düşünüyordum. Ancak tüm şüphe­
lerim “yedi yaşında” sözcükleriyle tamamen silinmişti.
“Daha önce yaşadığımız kasaba, nüfüsu sekiz bin kişilik
bir liman kasabasıydı. Tarihi, eski bir yerdi. Amerika’da es­
ki olduğu söylenen bir golf sahası vardı. Öyle ünlü bir kulüp
yoktu, ama sık sık New York’tan, Washington’dan hususi
golf oynamak için uçakla gelenler olurdu. En yakın havali­
manı Portland’dı. Oradan kısa bir araba yolculuğuyla Kana-
da’ya geçilebiliyor. Şimdi bile anımsıyorum, Kanada’nm o
bölgesinde Fransızca konuşuluyor. Yabancı bir ülkede yaşa­
manın nasıl olduğunu biliyordum. Amerika’da özellikle doğu
kıyılarında çok nadir bir şeydir ama tren çalışıyordu. Gerçi
ben yürümeye başladığımda treni kaldırmışlardı, ama raylar
duruyordu. Yola gömülü raylar hoşuma giderdi, hattı izleme
oyunu oynardım. Raylar nerede bittiği anlaşılmayacak şekil­
de uzar giderdi. Bir çocuğun yürüyerek gidebileceği mesafeyi
164

bilirsin işte. O yüzden ne kadar yürüsem de rayların sonu


gelmezdi. Dünyanın her yerine uzandığını düşünmüştüm. 0
zamanlardan aklımda kalan anım kaybolmam. Kenci, sen hiç
kayboldun mu?”
Hayır anlamında başımı salladım. “Bu garip işte” dedi
Frank. “Her çocuk kaybolur.”
Şimdi aklıma geldi de, babam kaybolmakla ilgili bir şeyler
anlatmıştı. Daha çok küçük bir çocukken, küçük çocukların
tek başına oynadıklarında kesinlikle kaybolacaklarını söyle­
mişti. “Onun için arkadaşlarınla birlikte oynaman gerekir,
tek başına oynarsan kötü insanlar alır götürür sonra.”
“Dışarıya çıkabilecek kadar yürüyebilir hale geldikten he­
men sonra kayboldum. 'Sanki kaybolmak için yürümeye baş­
ladın’ demişti babacığım.”
Frank’ın “babacığım” diyebileceğini ummazdım. Yedi ya­
şında cinayet işlediğini söylediği için anne babasının olmadı­
ğım sanmıştım. Öyle bir roman okumuştum. Anne babası ol­
mayan, büyükannesinin işlettiği huzurevinde büyütülen za­
vallı bir çocuğun katile dönüşmesini anlatan bir öyküydü.
“Baban sağ mı?” diye sordum. “Babacığım” dedi Frank, acı bir
gülümsemeyle mırıldanarak. “Bir yerlerde olmalı, ama nere­
dedir bilmiyorum” deyip yere bakarak konuşmasını sürdürdü.
“Kaybolduğum anı çok iyi anımsıyorum. Çok farklı koşul­
larda kaybolduğum oldu, ama kaybolduğum anlar hep aynıy­
dı. Kaybolduğumu aniden anlıyordum. Yavaş yavaş kaybolan
çocuk olmaz, bir an dönüp bakar ki hiç bilmediği sokaklara
girivermiş, artık kayıptır. Yürürken sürekli tanıdık evler,
park ve yollar vardır. Ama bir köşeyi döndüğünde manzara
aniden ve tamamen değişir. Şimdi anımsıyorum da, o anlar­
da korkardım, ama severdim de. Binleriyle beraber bir yerle­
re gittiğimde kaybolduğum da çok oldu. Dışarıya çıkıp yürü­
yecek kadar büyüdüğüme göre kaç yaşındaydım acaba, üç ya­
şında falandı herhalde. En çok itfaiye bandosunun peşine dü-
165

çerdim. Evimizin hemen yanında bir itfaiye vardı. Yarışma­


larda birinci olacak kadar iyi, taşrada tanınan ünlü bir ban­
doydu. Sık sık prova yaparlardı. Yürüyerek yapıyorlardı pro­
valarını, ben de sık sık peşlerine takılırdım. Ama üç yaşında
olduğum için yetişemiyor ve arkalarında kalıyordum. Bando­
nun en arkasında hep saksafon ve tuba olurdu, koskocaman
ve pırıl pırıl parlarlardı. îyice uzaklaştıklarında hissettikle­
rimi çok iyi anımsıyorum. Nasıl anlatsam, dünya uzaklaşıp
gidermiş gibi olurdu. Bir gün tesadüfen anneciğimle karşı­
laşmıştım. Arabayla alışverişten dönerken görmüştü beni.”
“Anneciğim” sözcüğü de son derece doğallıkla çıkmıştı ağ­
zından. “Annen sağ mı?” diye sormadım. İçimde sormamam
gerektiğine dair bir his uyanmıştı.
“Nasıl söylesem, o anki havayı çok iyi anımsıyorum, kay­
bolduğum anlardaki havayı. Evimizin çevresini çok iyi bili­
yordum. Evimizin bulunduğu adayı tabii, benim dünyam ora­
sıydı. O sıralardaki dünyam T şeklindeydi. Anlayabilir misin
acaba? Evin önünden geçen cadde, evimiz başlangıç olacak
şekilde ileriye doğru uzanan dar sokak. O dünyanın kıyıları­
nı mı desem, sınırlarını şimdi bile net olarak anımsıyorum.
Solda komşu evin mavi posta kutusu, sağda da caddenin kö­
şesindeki kızılcık ağacı, Karşısı ise hafif yokuştu, ortada bir
yerlerde içinden küçük bir dere geçen bir park ve demir bir
bank vardı. Posta kutusu, kızılcık ağacı ve demir bank. Bun­
ları geçtiğim anda, her seferinde kayboldum. Defalarca dün-
%
yamm dışına çıkıp oradaki manzarayı görmüş olmalıydım
ama, öte taraftaki manzaraya bir türlü ısmamamıştım. Dün­
yanın dışına çıktığım hissi güçlüydü. Ortaçağ’da insanların
ormandan korkmasıyla aynı şey. Anneciğimle karşılaştığım o
gün, ilkbahar sonlarında bir gündü, hava bulutluydu. İlkba­
har ile yazın sınırında bir gündü. Doğu sahilindeki bölgeler­
de çok yağmur yağar, üstelik nem oranı da yükselir, güneş
ışınlan kırılarak sanki yağmur çiselermiş gibi olurdu. Nemli
166

bir sıcaktır, rüzgâr estiğinde soğuğu hissedersin. O yüzden


astım ve bronşit gibi rahatsızlıkları olan insanlar çoktur.
Tüm yetişkinleri öksürürken anımsıyorum. O gün mavi pos­
ta kutusunun ötesindeki farklı dünyaya girmiştim. Bir çocuk
için kaybolmak meslek gibi bir şeydir. Huzursuzluk, korku,
geri dönüşü olmayan bir şeyi yapıyormuşçasına bir heyecan
duyar, vücudun dengesizleşir, kendi teninle dış dünya ara­
sındaki sının hissedemez hale gelirsin. Çevrendeki kurşuni
bulutlu manzaranın içinde eriyip gittiğini sanırsın. Defalar­
ca haykırdığım zamanlar oldu. Yolda bağıran bir çocuğa hiç­
bir yetişkin dönüp bakmaz, ağladığında durum farklıdır. O
gün her zamankinden çok daha fazla korkuya kapılmıştım,
ama çok da heyecanlanmıştım. Sonra anneciğim göründü.
Aniden bir araba durdu ‘Aa, aslanım buradaymış’ dedi anne­
ciğim. Ağlamaya başladım. Sevinçten ağlamıyordum, kork­
muştum. O tanımadığım farklı dünyayla anneciğim iç içe
geçmiş gibiydi. Öte taraftaki alıştığım, bildiğim dünyaya
dönmem gerektiğini düşündüm. O yüzden anneciğim bana
sarılıp yukan kaldırmak istediğinde silkelenip elinden kur­
tularak kaçmaya çalıştım. Burada anneciğimle bir araya gel­
memeliydim, annemle karşılaşmam öte tarafta olmalıydı. Bu
kadın anneciğime benziyordu ama gerçek annem değildi; bu­
radaki dünyadan anneme çok benzeyen bir kadındı. Çok
korktum, anneciğimin bileğini ısırdım. Çenem uyuşana, his­
lerimi kaybedene kadar ısırdım, tüm gücümle ısırmam ge­
rektiğini düşünmüştüm. Anneciğim çok şaşırmıştı. Uç yaşın­
daydım ama dişlerim anneciğimin tenini yırtmaya yetmişti.
Isırdığım yer damarına yakın bir yerdeymiş, fışkıran kan bir
anda ağzımın içine doldu, çoğunu yuttum, sanki süt içen bir
çocuk gibi. Annemin bileğine yapışıp kanını emdim, var gü­
cümle emdim. Zorla nefes alıyordum, kanı içmezsem boğula­
cağımı sandım. Kenci, başka bir canlının kanını içtin mi hiç?”
Kendimi kötü hissetmeye başlamıştım, yanıtlamadım. İki
167

yıl tercümanlık yaptıktan sonra, İngilizce sözcüklerin etkisi­


ni ancak son zamanlarda hissedebilir hale gelmiştim. Ondan
önce, her sözcüğü teker teker aklımda Japoncaya çevirip an­
lamını yakalamam gerekiyordu. Sözgelimi blood? sözcüğünü,
önce Japoncaya çevirip, ancak ondan sonra canlandırabilı-
yordum. Beynimin içinde blood sözcüğü ile, drinkU} sözcüğü
bir anda üst üste geldi. Üstelik Frank, bu soruyu çok sıradan
bir şekilde sormuştu. Bir korku filmindeki anlatıcı gibi ko­
nuşmuyordu. “Korkunç, bu öyküde korku var, hiç pıtır pıtır
akan kanı içtin mi?” gibi bir konuşma şekli değildi kesinlik­
le. “Kenci, küçükken beyzbol sever miydin?” sorusuyla tama­
men aynı havada, “Başka bir canlının kanını içtin mi hiç?” di­
ye sormuştu. Yere bakarak, kafamı yavaşça hayır anlamında
salladım.
“İşte böyle, ilki annemin kanıydı” dedi Frank hüzünlü bir
yüz ifadesiyle. “Kan hiçbir şey değil, öyle lezzetli falan da de­
ğil, acı da değil, tatlı da değil. O yüzden bağımlılık yapacak
bir tadı yok.”
Arada sırada konuştuklarını başımla onaylıyordum, dizle­
rime sarılarak oturmuş, yere bakıyordum. Floresan lambanın
ışığı yukarıya doğru büyüyordu. Frank’la oturduğumuz şilte
ve yerde kalan kısımlar pek iyi görünmüyordu. Gözlerim alı­
şıp da yere baktığımda, kalın toz tabakasını ve üzerinde dola­
şan böcekleri gördüm. Yerde, sağda solda siyah lekeler vardı.
Böcekler pek görmediğim türdendi, lekelerin üzerinde toplan­
mışlardı. Lekeler kan pıhtısı gibiydi. Herhalde burada birini
öldürmüştü. Ya da başka bir yerde öldürüp buraya taşıyarak,
etrafa saçılmış tıp aletlerini kullanıp cesedi parçalara ayırmış
da olabilir. O barda kadınların boğazını yardığı, ince uzun de­
ğişik bıçağı da burada bulmuştu belki de.
Frank konuşmayı sürdürüyordu.

9. Kan. (yay.n.)

10. İçmek, içki, (yay.n.)


168

“Annemi ısırdıktan sonra, anne babam beni bir çocuk tera­


pistine götürdüler. Bebekken pek süt içmemişim, o nedenle
de kronik kalsiyum eksikliği oluşmuş, bu da duygusal denge­
sizliğine yol açmış. Bunun dışında, büyük ağabeylerimin iz­
lediği gerilim filmlerinin de kötü etki yaptığı sonucu çıktı
muayenede. O zamanlar gerilim filmi denmezdi, ağabeylerim
korku filmlerinden hoşlanırlardı. Amerikan çocuklarının
%99’u korku filmlerini sever. Ben o iki kişiyi öldürdüğümde
evimizde çok sayıda korku filmi, posterler, lastik maskeler
bulunmuş. Medyada benim o şeylerden etkilendiğimi söyle­
mişlerdi. Sonuç olarak, çocuğun işlediği cinayetin nedenini
bulduk diye rahatlamıştı herkes. Bir çocuğun cinayet işleme­
sinin nedeni olmaz, kaybolmasının nedeni olmadığı gibi. An­
ne babası ilgilenmediği için mi? Hayır. Bu kayboluş sürecinin
aşamalarından biri sadece.”
Saat sabahın dördü olmak üzereydi. Soğuk iyice bunaltıcı
olmaya başlamıştı. Frank soğuğu hiç hissetmiyordu sanki.
Benim üzerimde palto vardı, ama Frank tek ceketle duruyor­
du. İki akşamdır birlikteydik ama üşüdüğünü hiç görmedim.
İki elimi birleştirerek yuvarlak yapıp nefesimle ısıtmaya ça­
lıştığımı görüp, “Üşüyor musun?” diye sordu. Başımla onay­
layınca, şaşırtıcı bir hareketle ceketini çıkartıp omuzlanma
koymaya çalıştı. Almaktan çekinip kendimi çektiğimi görün­
ce, soğuğu hissetmediği için cekete ihtiyacı olmadığını söyle­
di. Sonra, “Şuna bak” diyerek kazağının kolunu biraz sıyırıp
bileklerini gösterdi. Barda gördüğüm gibi sayısız intihar ke­
siği vardı. Soğuğu hissetmemesiyle intihar kesikleri arasın­
da ne gibi bir ilgi vardı acaba?
“Annemin kanını içtikten sonra, yine birinin kanım içme­
ye kalkar mıyım, diye saplantıya kapıldım. Kan içmekten
hoşlanıyor değildim, kan içmek eylemiydi beni kendine çe­
ken. Anormal olan da bu. İnsanoğlu düşünür, tüm hayvanlar
içerisinde düşünme yeteneği sadece insanlarda vardır. Diğer
169

büyük yırtıcılarla karşılaştırıldığında son derece güçsüz olan


insanoğlunun varlığını sürdürebilmesi için düşünme gücü
gerekliydi. Tehlikelerin üstünden gelip varlığım sürdürebil­
mesi için tahmin, ifade, iletme, tespit gibi şeyler mutlaka ge­
reklidir ve bunları sağlayan düşünme gücüdür. Atalarımız
her türlü korkuyu düşünüp, bunların gerçekleşmesini engel­
lemeye çalışmışlardır. O yüzden günümüz insanına düşünme
gücü miras kalmıştır, olumlu bir şekilde kullanılırsa sanatı,
bilimi doğurur, olumsuz kullanılırsa mutlaka korku, endişe
ve kötülük haline gelerek bize geri döner. Sık sık çocukların
zalim olduğu söylenir. Çocuklar böcekleri ve küçük hayvan­
ları öldürür, oyuncaklarını kıran çocuklar da vardır. Bunu il­
ginç olduğu için yapmazlar. Endişelerini olduğu gibi gerçek­
liğin içine taşıyarak rahatsızlıklarından kurtulmak için bö­
cekleri öldürmeyi düşünüp bunu uygularlar; böceği öldürse­
ler bile kendi dünyalarının yıkılmayacağını bilinçsizce de ol­
sa denemiş olurlar. Başka birinin daha kanını içmeye kalkar
mıyım düşüncesinin verdiği endişeye katlanamadım, o yüz­
den de dört yaşındayken ilk kez bileklerimi kestim. İlk kez
yaralamıştım kendimi. Herkes şaşırdı, beni tekrar terapiste
götürdüler. Terapist, bana korku filmi, gerilim filmi izletme­
melerini söyledi. Korku filmlerinden nefret etmiyordum el­
bette, ama ağabeylerim manyakçasına severdi. Genel olarak
korku filmi tutkunları sıkıcı bir hayat yaşar, tahrik arayışı
içerisindedirler. Sonra rahatlamak isterler, heyecanla izle­
dikleri film bitip de kendileri ve dünyalarının eskiden olduğu
gibi durduğunu görmek rahatlatır onları. Korku filmlerinin
varlığını neden sürdürdüğünün gerçek yanıtı bu işte. Korku
filmleri şok emici işlevi görmektedir. O yüzden, bu dünyadan
korku filmleri silinirse, düşünme gücünden kaynaklanan en­
dişeleri yatıştıracak hiçbir şey kalmaz ve cani katiller çığ gi­
bi artar herhalde. Korku filmi izleyip de akhna cinayet işle­
meyi getiren aptallar, cinayet haberi izlediklerinde bile aynı
170

şeyi akıllarına getirebilir. Dört yaşımdan altı yaşıma kadar,


ondan fazla kez bileklerimi kestim. Kenci, kanın vücudun­
dan akarken hissettiğin soğuk müthiş bir şeydir. Sonra başı­
ma bir gözetmen diktiler. Gözetmenim çirkin bir kadındı.
Boynumu kesmeye kalkıp yakalandığımda çok kötü dövmüş­
tü beni. Bir sonbahar günü akşamüstü geç bir saatte, gözet­
menimin banyoya girdiği bir ara, ağabeyimin bıçağını alıp,
annemin sabah pişirdiği kurabiyelerden cebime atarak ev­
den çıktım. Uzun bir aradan sonra tekrar kaybolmuştum.
Hızla yürüyüp özlediğim ray kalıntılarını buldum, o hat bo­
yunca ne kadar çok yürüdüğümü anımsadım. Paslı kırmızı
raylar, midye kabuklarını ufalayarak çimento ile karıştırdık­
ları zeminde gömülü duruyordu. Midye kırıklan pml pml
parlıyordu, harikaydı, tepeye doğru yürüdüm. Sık sık tepeye
yürür ama hep yanya kadar giderdim. Evden çıktığım anda
kaybolmuştum. Yarıda yol daraldı, arkama bakmadım hiç,
geriye dönüp bakarsam bir şeyler yok olacak gibiydi, ya ben
ya da dünya yok olacaktı sanki. O yüzden asla aşağı bakma­
maya kararlıydım. Bıçak oldukça büyük bir şeydi, pantolonu­
mun içinde saklamakta güçlük çekiyordum, yürüdükçe kayıp
düşüyordu. Bıçağa bastırarak, sadece ayaklarımı bastığım
yere, yani paslı kırmızı rayların yüzüne ve midye kınkları
karıştınlan zemine bakarak yürümeyi sürdürdüm. Bir yerde
aniden hat bitti. Hattın asla bitmeyeceğini düşünüyordum,
şok olmuştum. Uzun süre kesilen hatta bakakaldım. Burası
dünyanın kıyısı dedim ve aniden tepenin zirvesinde durdu­
ğumun farkına vardım. Gözlerimin önünde gölet vardı. Arka­
ma dönüp baktığımda, iyice aşağılardaki kasaba minyatür
gibi kalmıştı; böyle bir manzarayı ilk kez görüyordum. O te­
penin zirvesine hiç gitmemiştim. Kasabanın tamamını göre­
bildim. Tepenin eteklerindeki hafif eğimli düzlük kısımda ev­
ler ve dükkânlar iç içe geçmiş gibiydi. Merkezde kilise ve
park vardı, büyük binalar da oralarda toplanmıştı. Limana
171

doğru fabrika bacaları ve devasa hangarlar görülebiliyordu.


Eskiden ağabeylerimle birlikte gittiğim tersanenin vinçleri
sanki oyuncak gibi küçücük kalmıştı. Oranın ötesinde de de­
niz kurşuni renkte buğu saçıyordu. Kocaman güneş batıdaki
ufuk çizgisinin üzerine doğru yatmıştı. Denizden tuz kokusu
rüzgâra yüklenerek geliyordu. Tamamını görmeyi başarınca,
kudret hissi ile şiddetli tedirginliği aynı anda yaşadım. Bir
yandan dünyanın tamamı önümde diz çökmüş gibiydi, öte
yandan da aynı dünyadan kendimi kesip ayırmışım gibi his­
settim. Müthişti. Çok etkilenmiştim, sanki Tann’dan vahiy
alıyor gibiydim. Tepede kömür madeni kalıntısı vardı, made­
nin çıkarıldığı yerler kıvrım kıvnm gölcükler haline gelmiş­
ti. Quebeck Koyu’ndan uçup gelen kuğulardan onlarcası ora­
daydı. Göletin sazlarla kaplı çevresinde yürüyüp rastgele ka­
yaların üzerine oturduğumda, cebimden kurabiyeleri çıkar­
tıp küçük küçük kopararak kayalardan gölete atmaya başla­
dım. Kuğuların kurabiye yediğini bilmiyordum, onlarca kuğu
suyun yüzünde kayarcasma bana doğru geldi. Onlara yaklaş­
maya çalışırsam benden kaçacaklarını biliyordum. Ben de
onlar gibiydim. Birileri ya da bir şey bana yaklaştığında hep
kaçardım. Uyarmadan gelen her şey, tartışmasız düşmandır.
Kuşlardan biri yanıma kadar geldi, hiç de tedirgin değildi.
Küçük, yavru bir kuştu. Garip kıvrımlarla oluşan kuşun vü­
cudu akşam güneşiyle turuncuya bürünmüştü. Korkunç bir
hızla çarpan kalbim, ağzımdan, kulaklarımdan ya da burun
deliklerimden çıkıp gidecek gibi olmuştu. Kendi kendime ‘He­
nüz değil, henüz değil’ demekten başka çarem yoktu. Sazla­
rın gölgesine kadar geldi kuşlar. Elimi uzatsam o ince boyun­
larını yakalayabileceğim kadar yakınıma geldiler, ama hâlâ
kımıldamadan oturuyordum. Kurabiyelerden küçük küçük
kopararak suyu hedefleyerek usulca fırlatmayı sürdürdüm.
Usulca, kuşlara fark ettirmeden bıçağı pantolonumun için­
den çıkarıp deri kılıfından sıyırdım. Ağabeyimin bıçağı ağır
172

ve büyüktü, böylece her şeyin bir ahenk kazandığını düşün­


düm. Dünyadan kesilip atılmışım hissi ile dünyanın ayakla­
rımın altında olduğu hissi içimde tek bir bütün haline gelmiş­
ti. Kuşlardan biri ayak parmaklarımın ucuna kadar gelmişti.
Bıçağı yavaşça omuz hizama kaldırdım, kuşun boynunun vü­
cuduyla birleştiği yeri hedef alarak bir hamlede aşağı indir­
dim. Kuğuların boynunda kemik olduğunu o zaman öğren­
dim. Kurumuş bir ağacın kırılması gibi, o kemiğe özgü bir ses
çıkmıştı. Kuşun boğazını kestiğim anda kan fışkırmaya baş­
ladı, tadı annemin kanından farklıydı. Kurabiyeyle karıştır­
dığım için böyle olduğunu düşündüm. Çok miktarda kan iç­
miş olmalıyım. Bu gölet eski bir madenin bulunduğu yer, te­
cavüz gibi bir sürü olayın yaşandığı bir yerdi, çocukluğum sı­
rasında kimse oralara gelmezdi. O yüzden kuşu benim öldür­
düğümü kimse anlamadı.”
Frank bir an konuşmayı bırakıp yere bakarak, iki elinin
parmaklarıyla gözlerinin üstüne bastırdı. Ağlarmış gibi gö­
rünüyordu, ama “Gözlerim yoruldu” dedi alçak bir sesle.
“Uyumadım, uyumayınca insamn gözleri acıyor. Vücudu­
mun diğer kısımlarında bir şey yok, ama gözlerim çok acıyor.”
“Ne kadardır uykusuzsun?” diye sordum. “Yüz yirmi saat”
diye yanıtladı. Yüz yirmi saat, tam beş gün diye aklımdan
hesapladım. Speed11 ya da uyarıcı ilaçlar mı kullanıyordu
acaba? Speed kullanan çok arkadaşım var. Cun’un sınıfında
da birkaç kişi varmış. Speed kullanarak onlarca saat uyuma­
dığı oluyor. “İlaç falan mı kullanıyorsun?” diye sordum. “Öy­
le değil” diye başını salladı.
“Kuğunun kanını içtiğim kasabada iki kişiyi öldürdüm ve
beni akıl hastanesine koydular; kara kuvvetlerinin idare et­
tiği bir hastaneydi galiba. Polise verdiğim cevaplar anormal
bulunmuş. Dünyanın kendi ayaklarımın dibinde olduğu bü­
tünlük hissi ve dünyadan kesilip ayrıldığım şeklindeki tedir­
II. Bir tür uyuşturucu, (yay.n.)
173

ginlik, o gölette akşama kadar kaldığım günden itibaren de­


vam etti. Hastanede bana bir sürü ilaç içirdiler, ilaçları ye­
meğime karıştırıyorlardı. Bazen de ucunda silikon top olan
plastik bir çubukla zorla boğazıma itiyorlardı. O çubuk, boğa­
zından hasta olan ve yediklerini yutamayan insanlar için ya­
pılmış. Anormal miktarda sıvı yiyecek tıkıştırılıyordu, ilaçla­
rın yan etkisi de oluyordu, iyice şişmanlamıştım. Yüzüm sa­
rarmıştı, vücudum kendime ait değil gibiydi; oyuncak bir ayı­
ya dönmüştüm, içime bir şeyler doldurulmuş gibi. Sıvı insan
haline dönmüştüm sanki, o halim yıllarca devam etti. Sanki
başka biriymişim gibi hissediyordum, kesinlikle öyleydi za­
ten. Ama bunun ne önemi var ki, hangisinin gerçek kendim
olduğunun? Anlamsız, her şeyden önce iç organlarıma bakıp
anlayabileceğim bir şey değil. Derimi yüzüp alsam bile, altın­
dan kan, organlarım, kaslar ve kemiklerden başka bir şey
çıkmaz. Bir yıl geçtikten sonra feci şişmanlamış bir halde ta­
burcu edildim, vücudum tuhaflaşmıştı. Ailem taşınmıştı, Vir­
ginia eyaletinde bir taşra kasabasına. Babam, kardeşlerim
benimle konuşmaz olmuştu. On yıl kadar sonra hapishaneye
girdiğimde, büyük ağabeyim gelip o zamanlardaki tavırları
için özür dilemişti. ‘Feci halde şişmanlamandan, başka bir
insan gibi görünmenden kaynaklandı. Hepimiz ne yapacağı­
mızı, ne konuşacağımızı şaşırmıştık’ dedi ağabeyim. Hiç uyu­
yamaz hale gelmem, dördüncü kez akıl hastanesine yatırıl­
dıktan, beynimin bir kısmı kesilip alındıktan sonra oldu. Kı­
sa uyuyorum ama günlük olarak değil. Lobotomi ameliyatın­
da, kafatasında küçük bir delik açıp oradan lobotom dedikle­
ri bir aleti sokuyorlar, korteksteki sinir liflerini kesiyorlar. O
ameliyatı, beyin tomografisi çekilebilir hale geldikten sonra
oldum. Normalde ameliyattan sonra çok sakin bir insan ha­
line geliniyormuş. Amerika’daki akıl hastaneleri, beyin sinir­
leri konusunda en ileri yerler. Amerikalılar beyinle oyna­
maktan çok hoşlanır. Beynimi kestiklerinde on beş yaşınday-
J 74

dim. O sıralarda karabüyüye inanmaya başlamıştım. Akıl


hastanesinde ve Islahevinde çeşit çeşit insanla tanıştım,
mantığa uygun olarak insan öldürmeyi öğrendim. Hemen hiç
kan akıtmadan boğaz kesmeyi, aşil kemiğini kesip almak
için bıçağın nereye saplanması gerektiğini. Çok gerçekçiydi.
Hipnotize etmeyi de öğrendim, müthiş kolaydı. Kendimi en
çok insan öldürürken iyi hissediyor değilim, bir şeyler, başka
bir şeyler olmalı diye düşünürüm sık sık. Bulacak gibi de olu­
yorum. İlginçtir, kendi yaşamıma en iyi insan öldürürken
konsantre olabiliyorum; zihnim açık oluyor, başka şeyleri ay­
rımsadığım oluyor. Kenci, akıl hastanesine girdin mi hiç?”
Frank’ın konuştukları genelde rahatsız ediciydi. Anlaya­
madığım yerleri de çoktu ama kulaklarımı tıkayamıyordum.
Konuşmadan ziyade müzik dinliyor gibiydim. Melodisi ve rit­
mi olan, kulaklarımdan değil de, ne bileyim, derimin göze­
neklerinden vücuduma süzülüyordu sanki. Frank’ın anlat­
tıklarına gömülmüştüm. O yüzden de, “Akıl hastanesine gir­
din mi hiç?” dediğinde de, bu soruyu ne cüretle sorabildiği gi­
bi şeyler gelmedi aklıma. Son derece normal bir şekilde “Ha­
yır” diye yanıtladım. Anlattıklarını dinledikçe Frank’m nor­
mal olduğunu düşünmeye başlamıştım. İnsanoğlunun bir za­
manlar karşılıklı olarak birbirlerini öldürdüğü, etini yediği
dönemlerdeki öyküleri dinliyormuş hissine kapılmıştım her­
halde. Normal ile anormal arasındaki sınır belirsizleşmişti.
Neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlayamaz hale gelmiştim.
Müthiş dengesiz bir ruh halindeydim ama, bugüne kadar tat­
madığım bir serbestlik duygusu da yaşıyordum. Dünyayı dol­
duran sıkıntıları asla dert etmeme gerek olmadığını hissetti­
ren, kendimle diğer şeylerin sınırlarını belirsizleştiren tuhaf
bir jöleyle kaplanmıştım sanki.
Başka bir yerlere sürüklenmiştim.
“Akıl hastanesi çok ilginç bir yerdi. Kediyle yapılan dene­
yi hiç aklımdan çıkaramıyorum. Kediyi deney kafesine soku­
175

yorsun, içinde de basınca mama çıkan bir düğme var. Bunu


tekrarlayarak kedinin öğrenmesini sağlayıp, alıştırma yaptı­
rıyorsun. Bu alıştırmalar bittiğinde kediyi neredeyse ölecek
kadar aç bırakıyorsun. Sonra aynı deney kafesinde koyuyor­
sun, ama düğmeye basınca elektrik veriyor bu sefer. Yüzüne
rüzgâr gelmiş kadar bir elektiriğin verdiği tahrikle bile sonuç
aynı oluyormuş. Kedinin psikolojisi feci şekilde dengesizleşi-
yor ve ruh hastalıkları belirtisi göstermeye başlıyor. Sonun­
da iştahını kaybediyor ve ölüyor. İlginç, değil mi? Bana yüz­
lerce kez yaptılar, zamanla sordukları sorulan ezberledim,
onlu yaşlarımın sonuna geldiğimde sorulan soranlardan da­
ha iyi biliyordum. En ünlü olanı Minesota Yüz Karakteri Lis­
tesi. Denemek ister misin?”
Kedi konusu çok ilginçti. Ayaklarıyla deney kafesinin için­
deki düğmeye basıyor. Karşılığında mama aldığına göre de­
ney onun için de eğlenceli olsa gerek. Açlıktan ölecek hale
geldiğinde de aynı şey yaptırılıyor ama karşılığı eziyet. Doğal
olarak kedi ne olduğunu anlayamıyor. Buna benzer bir şeyi,
eskiden çocukluğumda her gün yaşamıştım sanırım. Baba­
mın ölümü gibi büyük bir olay değil, çok daha normal, sıra­
dan bir şeydi. Çevresindeki yetişkinlerin dünyası kendi iste­
diği gibi yürümeyeceğine göre, tek başına yaşamak durumun­
da kalan bir çocuk o kediyle aynı deneyimi yaşayarak büyü­
yor. Anne babasının davranışları dahil olmak üzere, çevrenin
tepkisi çocuk için sabit değil. Özellikle bu ülkede tamamen
dejenere bir durumda. Neyin daha önemli olduğunu belirle­
yen bir standart yok. Yetişkinler para ve halihazırda belirli
bir değeri olan şeyler, mesela marka ürünler için yaşıyor. Te­
levizyon, radyo, dergi ve gazeteler, yani tüm medyada, kendi­
lerine marka ürünlerden başkasının gerekmediği yönünde
haberler okutuluyor. Siyasetçilerden bürokratlara, seyyar
tezgâhlarda ucuz içki içip en sefil yiyeceklerle karın doyuran
memurlara, çalışanlara varana kadar, kendilerine gerekenin
176

paradan başka şey olmadığını yaşam tarzlarıyla gösteriyor­


lar. Söze gelince, yaşamın paradan ibaret olmadığı gibi bilgiç
bilgiç konuşurlar ama, yaşam tarzlarına baktığınızda bu tip­
lerin başka hiçbir şeyin peşinde olmadıklarını görürsünüz.
Liseli kızlarla para karşılığında yemeğe gitmeyi eleştiren
“amca” dergileri, aynı sayının içinde keseye uygun cinsel ma­
saj salonlarını, genelevleri önerirler. Siyasetçiler ve bürokrat­
ların yolsuzluklarını haber yaparken, ucuza alınabilecek his­
seleri, gayrimenkulleri tanıtırlar. Yaşamda başarılı olanlar
olarak zenginlerin evleri, üstüne başına lüks şeyler almış ol­
maktan başka meziyeti olmayan şapşalları Gravure’de haber
yaparlar. Bu ülkenin çocukları 365 gün ve çoğunlukla gün bo­
yunca yem ve elektrik ikileminde kalan kediyle aym deneyi­
mi tadıyorlar. Bu sıkıntılarım dile getirecek olduklarında, yi­
yeceklerin bu kadar bol ve bereketli olduğu bir dünyada ne­
den şımarıklık ettiği söylenir onlara. Kendilerinin bitki kök­
lerini yiyerek, çalışıp çabalayarak bu zengin ülkeyi yarattık­
larım söyleyen moruklar da çıkıyor. Senin söylediğin gibi ya­
şarsak, ileride senin gibi oluruz, diye düşünürüz hep bizler
de. Eziyet bu işte. Moruklar pek zaman geçmeden ölecekleri­
ne göre onlar için fark etmeyebilir, ama bizler elli altmış yıl
daha bu kokuşmuş ülkede yaşamak zorundayız.
“Kenci, bir şey mi oldu?”
Frank yüzüme bakıyordu. “Bir şeyim yok” diye yanıtladım.
“Bir şeylere kızmışsın gibi” dedi Frank suyundan bir yu­
dum daha alıp gülümseyerek.
“Kediyle ilgili anlattıkların çok ilginçti” diyerek koladan
bir yudum aldım. Yere koyduğum kola hiç ılımamıştı. Bura­
sı tuhaf bir yer. Hem çevreden kesilip ayrılmış gibi, hem de,
belki de soğuk yüzünden, başka bir gezegen gibi. “Başka ge­
zegenler içinde” diye düşündüm, “cinayete izin veren yerler
var mıdır acaba?” Vardır herhalde. En azından savaş anında
katiller kahraman olur. Bu düşünceler aklımda dolaşınca,
177

neden karakola gitmediğimi çok iyi anladım, O barda bir ara­


da bulunup da öldürülen tipler, yem ve elektrik ikilemindeki
kediyle aynı durumdaydı ve direnç göstermemişlerdi. “Bu
adam”, dedim kendi kendime, “belki de direnç gösteriyor.”
Önce yemek, sonra da herhangi bir suç işlememiş olmasına
rağmen elektrik verilmiş o deney kafesini sembolize eden
dünyaya karşı direnen az sayıdaki insandan biri olamaz mı?
Böyle düşününce, aşağıdan yüzüne floresan ışığı vuran
Frank, feci muamelelere maruz kalsa da asla yenilmemiş bi­
ri gibi geldi. “Psikolojik testi yapalım mı?” diye sorduktan
sonra, ezberlediği sorulan birbiri ardına sıralamaya başladı.
Ben soruları evet ve hayır diye yanıtladım.
Çok çeşitli türden sorular vardı. “İçinde çiçek geçen şiirle­
ri severim” gibisinden, “Cinsel organımın şekli garip” ya da
“En çok sevdiğim insanın benimle uğraşması eğlenceli olur”
gibisine kadar, yaklaşık iki yüz kadar soru sordu. “İlginç, de­
ğil mi?” diye gülümsedi Frank. “Şimdiki sorulann tamamını
ben düşündüm. Psikolojik testlerde anında cevap vermek ge­
rekir. Düşünmeden. Yüzlerce kez psikolojik teste girdiğim
için, psikolojik test konusunda dünya çapında bir otorite ol­
duğumu söyleyebilirim.”
“Benim tuhaf bir tarafım var mı?” diye testin sonucunu
sordum.
“Sorun yok, normalsin. Psikolojik olarak sağlıklı insanlar,
içlerinde bir nebze karışıklık ve karşıtlık bulundurur. Sevgi
ve nefretin taş ya da demir gibi katılaşıp dengeye oturduğu
insanlar tehlikelidir. Sağları solları belli olmaz. Tereddüt
içinde boğularak yaşar herkes, onlar normaldir.”
“Peki sen nasılsın?” diye sordum. “Ben de normalim” diye
yanıtladı Frank.
Normalim demesini çok doğal bulmuştum. Herhalde öyle­
dir. Kapımın dışına deri parçası yapıştırılmasıyla başlayan
ve normal olduğunu asla düşünemeyeceğim olaylar birbirini
178

kovalamıştı. Yorgun olmam gerekir, ama gözlerim tuhaf bir


şekilde canlı ve hiç uykum yok gibi. Üstelik burası müthiş so­
ğuk, sağda solda tıbbi aletlerin yuvarlandığı terk edilmiş bir
yer. Herhalde bunların tamamının etkisiyle, ruh halim nor­
malin dışına kaydı. Frank’ın telkin etmesi, duygularını bana
aktarması gibi bir şey değil. Şu ana kadar hiç ayak basmadı­
ğım bir yere, yüreğimle ve vücudumla sürüklendiğim bir ger­
çek. Gizemli bir yolculuğa çıkmıştım sanki ve rehberimin ko­
nuşmasını dinliyordum.
“Yoruldun, değil mi?” dedi Frank. “Yorulmuş olmalısın
Kenci. Anlatacağım çok şey var, ama biraz dinlen istersen.
Hem yarın çanları dinlemeye gideceğiz.”
“Uyuyacak gibi değilim” dedim.
“Seni öldüreceğimi düşündüğün için mi?”
“Öyle değil. Sinirlerim gerilmiş gibi.”
“Bir şeyler yesen faydası olur mu acaba?”
“İştahım yok” dediysem de, “Olmaz, ağzına bir şeyler atar­
san daha iyi uyursun” diyerek, odadaki kutulardan birinin
içinden kahve makinesi çıkartıp su doldurdu, fişini takarak
su ısıtmaya başladı. Yine aynı kutudan iki tane Rao marka
hazır erişte çıkardı. “Her zaman böyle hazır yemekler mi yi­
yorsun?” diye sorunca, “Eh işte” diye yanıtladı. “Pek öyle özel
şeyler yeme alışkanlığım yok.”
“Bunun bir nedeni var mı?” diye sordum, kahve makinesin­
den çıkan buhara bakarak. “Herkes iyi şeyler yemek ister.”
“Akıl hastanesinde uzun süre tatsız tuzsuz sıvı yiyecek ye­
dirdiler, onu da boğazıma tıkıştırarak. Pek iyi şeyler yediği­
mi anımsamıyorum, o yüzden nasıl olduğunu bilmiyorum. İyi
şeyler yediğimde vücudumdan önemli bir şeylerin uçup gide­
ceğini hissediyorum.”
“Neler mesela?”
“Bana yukarıdan verilen görev. İnsan öldürmek gibi kut­
sal bir görev.”
179

Eriştelerimiz olmuştu. Frank plastik çatalı uzattı. Erişte­


nin buharı ve sıcaklığı vücuduma işlemeye başladı. “Yuz se­
kiz çan sesini dinledikten sonra da insan öldürmeye devam
edecek misin?” diye sordum eriştenin suyunu içerken. “Bile­
miyorum” dedi Frank.
“İnsan öldürmekten başka yapmam gereken bir şey yok,
diye düşünürdüm. Gerçekte şimdiye kadar hiç olmamıştı.
Canlı kalmak için öldürmek mutlaka gerekli bir şey. Bilekle­
rini derinlemesine kesmek de, kuğunun kemiklerini kırıp ka­
nını içmek de, insan öldürmek de temelde aynı şeyler. Beyni­
ni ve vücudunu etkinleştirerek yaşamazsa, insan çocuk bile
olsa ihtiyarlara özgü bunaklığı yaşamaya başlayabiliyor. Be­
yinde akan kan gitgide azalıyor. Yem ve elektrik sonrasında
açlıktan ölen kedinin stres yüzünden beynindeki kan akışı
son derece azalır. İnsanoğlu bunu engellemek için avcılık
toplayıcılık dönemindeki avlardan başlayarak, pop şarkıları,
araba yarışları gibi her türlü şeyi akima getirmiştir. Bunak­
lığı engellemenin pek fazla yolu yok. Özellikle çocuklar güç­
süz oldukları için pek fazla seçim şansları yoktur. Şu an dün­
ya genelinde, kontrol baskısı artırıldığı için benim gibi insan­
ların sayısının çoğaldığı kanısındayım.”
Frank çatalıyla aldığı erişteyi çenesinin altına getirmesine
rağmen ağzına koymayı unutmuş gibi konuşmasını sürdür­
dü. Eriştenin suyundan bir damla, tozla kaplı zemine düştü.
Erişteden buhar çıkmıyordu artık. Frank konuşmaya devam
ediyordu. Erişte yediğini unutmuştu. Yoğunlaşma sözcüğü
yeterli değil; daha güçlü bir şeylere kapılmış gibiydi. Henüz
bir lokma bile yememişti. Çatalının ucundaki eriştenin rengi
değişmişti. Konuşması uzadıkça uzuyordu, kuruyup rengi
değişmiş eriştenin sallanmasına baktıkça, bunun ne olduğu­
nu anlayamaz hale geldim. Çatalın ucunda sallanan ip şekil­
li kütle son derece garip bir şeymiş gibi görünmeye başladı.
“Yemekle aram yoktur” ve “hemen hemen hiç uyuyamıyo-
180

rum demişti Frank. Yaşantısını sürdürebilmesi için insan


öldürmesi gerektiği gibi bir şeyler de söylemişti. Söyledikle­
rinin biraz anlamaya başlamıştım. Frank bir an konuşması­
nı kesince “yesene” anlamında gözlerimle çatalının ucunu
işaret ettim. “Ah, tamamen unutmuşum” diyen bir yüz ifade­
siyle nihayet eriştesini ağzına atıp, neden canlılar yemek gi­
bi eziyetli bir iş yapmak zorunda ki, der gibi hüzünlü bir yüz­
le eriştesini çiğnemeye başladı.
“On iki yaşındayken, sallanan koltukta uyuklayan yaşlıla­
rı hedef alarak üçünü seri olarak öldürmüş, cinayeti kaydet­
tiğim kaseti yerel haber kanalına göndermiştim. Sevdiğim bir
DJ vardı, onun gündemdeki seri cinayetlerin failinin ben ol­
duğumu özellikle öğrenmesini istemiştim. Ağzımın içine iplik
tıkıştırarak, dudaklarıma selobant çekerek, dişlerimin ara­
sında kurşunkalem tıkarak sesimi değiştirip babamın eski
kasetçalannda kaydettim, çok eğlenceliydi. Yirmi saatten faz­
la zaman aldı ama hiç canım sıkılmadı. FBI ses kaydını araş­
tırdı. Kaset suçumun kanıtı olduğundan, kaseti kaydedip gön­
derdiğime pişman olmuştum. Ancak üzerinden birkaç yıl geç­
tikten sonra, kaseti kaydetmenin ve kadar eğlenceli olduğunu
ammsadım; kayıt yaparken dış dünyamla temas ediyordum
samnm. Tam olarak anlatamıyorum ama, insan öldürürken
gerçekten kendim olduğumu hissediyorum. Kendimin vücu­
dumu hiç boşluk kalmayacak şekilde doldurduğunu, mutlak
olarak kaplandığını hissediyorum. Çanları dinleyip anlamak
istiyorum. Bonnou kötü alışkanlıkları siliyorsa, belki benim
içimdeki bazı şeyler de silinir, anlamak istiyorum.”
Erişteyi yedikten kısa süre sonra uyku bastırdı. Gözlerimi
ovuşturunca, Frank şilteyi göstererek “Burada yatabilirsin”
dedi. “İkinci katta da yatak var ama çıkması biraz zor.” Üze­
rimde elbiselerimle şilteye uzandım. Yerdeki floresanın ışığı
rahatsız ediyordu, ama Frank eriştesini bitirmediği için elle­
rimle gözlerimi kapayarak uyumaya çalıştım. Bunu fark eden
181

Frank lambayı kapattı. Şiltenin yüzü soğuk, üstelik nemliydi.


Frank acaba hep böyle yerlerde mi yatıyordu? Defalarca uy­
kuya dalacak gibi oldum ama soğuk yüzünden bir türlü uyu­
yamadım. Erişteyle ısıttığım vücudum tekrar soğudu, yerden
şilteye işleyen soğuk yüzünden vücudum titremeye başladı.
Frank nereden çıkarttıysa, sert bir battaniyeyi getirip usulca
üzerime örttü. Vücudumu kımıldattıkça hışırtılar çıkıyordu,
üzerime örttüğü kalınca bir kâğıt olmalıydı. Zifiri karanlık
içinde Frank’ın erişte yiyişini duyabiliyordum. Uykuya dal­
madan önce tekrar beni öldüreceği korkusuna kapılsam da,
içimden “Coya Çanlan’nı dinleyene kadar öldürmez” dedim.
Uykuya dalmadan önce kuşların tiz seslerini duydum.

Üzerime örttüğü gerçekten de kat kat edilmiş gazetelerdi.


“Bu harabeye bir daha gelmeyeceğiz, o yüzden bir şey unut­
ma” dedi Frank. Baktığımda üstünü değiştiriyordu, inanıl­
maz ama smokin giyme niyetindeydi herhalde. “Uyanmanı
bekledim” dedi. “Bu odada ayna olmadığı için papyonun düz­
gün olup olmadığım anlayamıyorum.”
Giydiği pantolonun kenarlarında şeritler vardı, kollarına
geçirdiği gömlek parıltılı bir kumaştan yapılmıştı, göğüs kıs­
mına da ince bir firfir dikilmişti. Yerde üst üste duran kolile­
rin köşesine papyon ve ceket asmıştı. “Çok şıksın” dedim.
“Teşekkür ederim” dedi Frank gülerek, gömleğinin düğmele­
rini iliklerken. Döşeme cam kırıklarıyla dolu, loş bir harabe­
de smokin giymeye çalışan Frank’a baktıkça hâlâ bir rüyanın
devamını görüyor gibiydim. “Bu elbiseyi yanında mı getir­
din?” diye sordum. Frank “Hıhı” diye yanıtladı. “Smokin iyi­
dir, kutlama zamanlarında en göze çarpmayan giysidir.”

Öğleden sonra saat dörtte harabeden ayrıldık. Kaçidoki


Köprüsü’nün ne kadar kalabalık olacağını kestiremiyordum,
ama köprüye yaklaşamazsak kesin sorun çıkardı. “Japon­
182

ya’ya geldikten sonra sürekli burada mı kaldın?” diye sordum,


harabeden çıkarken. Dar sokakta yürürken “Otelde de kaldım
ama rahat edemedim” diye yanıtladı. Önceki akşam zifiri ka­
ranlıkta farkına varmamıştım ama, sokağın çeşitli yerlerinde
binaların duvarlarına “girilmez” levhaları asılmıştı. “Tehlike­
li madde deposu” gibi bir uyan yazısı da görülebiliyordu. Lev­
halara baktığımı görünce “Polietilen klorafenol” dedi Frank.
Buralarda eskiden küçük hastaneler, müşavir ve muhasebe­
cilerin ofisleri yoğun olarak bulunuyormuş. Adamlar eskiden
beri karbon değil de, yüzü polietilen klorafenol ile yapılmış
kopya kâğıtlan kullanırlarmış. Bu civarda o tür kopya kâğıdı
üreten küçük atölyeler ve toptancılar varmış. Polietilen klora-
fenolun zehir içeren bir madde olduğu anlaşıldığı anda bu ada
boşaltılmış, giriş yasaklanmış. Yakmadıktan sonra dioksin
çıkmayacağı bilimsel gerçeğini bilmedikleri için polisler de as­
la buraya yaklaşmıyorlarmış. Gizlenmek için mükemmel bir
yermiş. Bu bilgileri Frank bir evsizden almış, kraliyet İngiliz­
cesi konuşan bir evsizmiş. Tüm vücudu yanmış olarak bulu­
nan evsiz olup olmadığım sormadım.
Frank smokininin üstüne kırmızı bir kaşkol sarmıştı. Yo-
yogi İstasyonu çıkışma geldiğimizde kıyafeti dikkat çekmedi.
Herhalde bizi yeni yıl partisine gidiyor sanmışlardır.
‘Yılbaşı gecelerinde soba dediğimiz erişteyi yemek âdettir”
diyerek Frank’ı istasyon çıkışındaki soba restoramna davet et­
tim. Karnım feci acıkmıştı. Ben ringalı soba söyledim, Frank
sade soba istedi. Restoranda birkaç üniversite ya da dershane
öğrencisi grubu vardı, ama kimse bize aldırış etmemişti. Mo­
dadan anlamayan biri olan ben bile Frank’m smokininin ucuz
bir şey olduğunu anlamıştım; atkısı nereden bakılırsa bakılsın
kaşmire benzemiyordu. Benim takım elbisem de yatarken çı­
karmadığım için buruş buruş olmuş, toz içinde kalmıştı. Tuhaf
bir ikiliydik, ama gençler alçak sesle bir şeyler konuştukları
için garipliğimizi fark etmemişlerdi, belki de varlığımızdan bi­
183

le haberdar değillerdi. Frank’ın katliam yaptıktan sonra ne­


den yakalanmadığını şimdi anlayabiliyorum. Bugün bu ülke­
de kimse başkalarıyla ilgilenmiyor. Amerika’da nasıldı acaba?
Sodalarımızı beklerken Frank’a sorduğumda, şehirlerde duru­
mun Japonya ile aynı olduğunu söyledi.
Restoranda çatal olmaması yüzünden Frank’ın sade soba
yemesi bir saate yakın sürdü. Uzayıp şişkinleşen erişteler
yavaş yavaş biterken dışarıda hava karardı. Restoran çalı­
şanları yeni yıl servisi hazırlıklarıyla meşguldü. Yemeğimi­
zin uzun sürmesinden dolayı restoranın ufak tefek yaşlı sa­
hibinden özür dileyince, “Adam yabancı, ne yapsın?” dedi gü­
lerek. Bunun gibi her yerde karşımıza çıkan türden bir soba
restoranında Frank’la ikimizi normal müşteriler olarak gör­
meleri tuhaf bir hisse kapılmama neden oldu. Her şey nor­
male dönmüş gibiydi, bu da dün gece gerçekleşen katliamı
daha da gerçekdışı bir hale getirdi. Zihnimin bir yerlerinde
kesilen kulakları, yanlan boyunlan gördüğümde yaşadığım
korkuyu anımsıyordum. Frank’la ikimizin çevresini ince şef­
faf bir zar kaplamış gibi, ya da çevremizle aramızda görün­
mez bir uçurum oluşmuş da içine düşmüşüz gibi hissediyor­
dum kendimi.
Frank eriştesini yerken restorandaki akşam baskısı gaze­
teyi baştan sona okudum, ama bardaki olayla ilgili bir şey
yoktu. Kepenkleri kapalı olduğu için yılbaşı tatilinde olduk-
lannı düşünmüşlerdir. Ölen çalışanlann aileleri olsa bile, öy­
le bir işte çalıştıklan için polise haber vermeleri zaman ala­
caktır. Olayın farkına varılması gecikebilir. Cesetlerin kok­
maya başlaması ne kadar sürer acaba? Bu mevsimde kokuş­
ması biraz zaman alır herhalde.
Frank çubuklarının ucunu erişteye batırarak, yılbaşların­
da neden bu erişteyi yediğimizi sordu. Bu erişteler gibi uzun
yaşamak için olduğunu söyledim. Frank çubukları bıçak gibi
tutarak erişteleri ağzına taşıyordu. Başlangıçta erişteler pı­
184

tır pıtır aşağı düşüyordu ama zamanla şişerek çubuklara ya­


pışmaya başladılar. Frank’ın çubuk tutuş şeklini ve soba yi­
yişini hiçbir şey bilmeyen insanlar sevimli bulabilir. Ben ak­
lıma elbette böyle bir düşünce getirmedim.
“Eski Japonlar bu erişteyi yerlerse ölmeyeceklerini neden
düşünmüşler?” dedi Frank, ciddi bir yüz ifadesiyle. “Ölmüyor
değillerdi” diye düzelttim. Frank çok anlamsız bulmuş bir
yüz ifadesiyle bakınca, tuhaf bir şey söylediğimin farkına
vardım. Gerçekten de anlam açısından, uzun yaşamakla öl­
memek aynı şey. Belki de bu ülkede, uzun yaşamak ile ölme­
mek arasında bir nüans vardır. Onları öldürmek için dışarı­
dan binlerinin gelebileceğini Japonlar akıllanna getirmemiş
olabilirler.
Frank kuruyup genleşen, kurşuni bir pelte haline gelen
erişteyi çubuklarla kopartmaya çalışıyordu.

Yamanote, Marunoiçi ve Hibiya hattında aktarma yapa­


rak Tsukici îstasyonu’nda indik. Aktarma yaparken Ginza
İstasyonu’ndaki karmaşayı gördüğünde Frank rahatsız ol­
muş gibi bir ifade takındı. Kalabalıktan hoşlanmıyor muydu
acaba? Sorduğumda “Korkanın” diye yanıtladı.
“Birçok insanın aynı yerde toplanması beni korkutuyor,
eskiden beri korkarım. Yine de hiç kimsenin olmadığı bir ye­
re gitmeyi aklıma getirmem. Galiba, insanlarla aramda den­
ge kurma yeteneği yok bende.”
Tsukici İstasyonu’ndan caddeye çıktık. Saat erken oldu­
ğundan pek kalabalık değildi. Üsgeçitten geçerken Tsukici
Honganci Tapınağı’nı gören Frank, “Camiye benziyor” dedi.
Kaçidoki Köprüsü’ne doğru yürüdük. Frank harabeden çı­
karken yanına aldığı küçük bez çantayı Yoyogi îstasyonu’nda
emanet dolabına koymuştu. Koymadan önce çantadan gri bir
yağmurluk çıkartıp smokininin üstüne geçirdi. İngilizlerinki
gibi sıradan bir yağmurluktu. Yağmurluğu giydikten sonra
1 85

Frank iyice göze batmaz hale geldi. Kaçidoki Köprüsü’ne ka­


dar yol genişti, ama çevrede pek fazla mağaza ya da restoran
olmadığından ortam loştu, yoldan çok seyrek araba geçiyor­
du. Buralara ilk defa geliyordum. Şibuya ve Şincuku’dan
farklıydı. Tabelası ve çatısı yıkılmaya yüz tutmuş balık avı
malzemesi satan ahşap dükkânın yanında bir market vardı,
kurutulmuş balık satan toptancılar çarşısının bulunduğu es­
ki mahallenin hemen yanında gökdelenler yükseliyordu.
Alçak, kemer tipi demir ve taştan yapılmış bir köprü gözük­
tü. “Güzel bir köprüymüş” diye mırıldandı Frank. Köprüden
ırmağın yukarısında Sumida Nehri Terası adlı bir park yapıl­
mıştı. Girişin yakınlarında fıskiyeli, dikdörtgen bir havuz
vardı, ama mevsim dolayısıyla mı, yoksa gece olduğu için mi
bilinmez, su çıkmıyordu. Coya Çanları’nın çalınmasına daha
çok zaman vardı, parka inip bir banka oturduk. Banktan köp­
rünün korkulukları çok iyi görülüyordu. Cun bizi o banktan
gözetleyebilirdi. Köprüde birkaç metre arayla asılmış demir
lambaların san ışıkları ırmağın yüzünde sallanarak yansıyor­
du. Belki de floresanın beyaz ışığına alıştığımdan bu ışıklann
nostaljik bir hava taşıdığını düşündüm. Parkın kıyısında bir
yerlerde, muhtemelen taşradan buraya çalışmaya gelmiş bir­
kaç adam halka halinde oturmuş sake içiyordu. Başta adam­
lar yaktıkları ateşte bir şeyler pişiriyorlardı, sonra iki polis
gelip ateşi söndürmelerini söyledi. Adamlar uslu uslu polisle­
rin söylediğini yaptı. Frank kadehlerine içki dolduran adam­
larla polislerin konuşmasını izliyordu. Polisler adamların
yaktığı ateşi söndürtmüş, ama pek sert davranmamışlardı.
Adamlar ateşi söndürdükten sonra polisler oturup konuşma­
ya başladılar. Memleketlerinin neresi olduğu, yılbaşı için
memleketlerine dönüp dönmeyecekleri gibi şeyler konuşuyor­
lardı. Adamların hepsi aynı yerden, kuzey Honşu’dan geliyor­
du galiba. Yıl sonu olduğu için bilet bulamadıklarını, geceyi
burada geçirip yann döneceklerini söylediler.
186

İnsanlar yavaş yavaş toplanmaya başladı. Genç çiftler ve


grup olarak gelenler çoğunluktaydı. Yanlarında getirdikleri
termostan kahvelerini içip, sandviç yiyen bir çift vardı. Omuz
omuza vermiş volkmen dinleyenler de çoktu. Her gemi geçi­
şinde el sallayan çiftler de vardı. Herhalde herkes aynı der­
giyi okuyup gelmişti. Cun henüz ortalarda yoktu.
Polisler bize yaklaştı. Bardaki cesetler bulunmadığı için
tutuklanmayacağımızı bilsem de, yanından cop sallanan üni­
formalar üzerime doğru yaklaştıkça gerginleştim. Frank’ın
yüzünde hiçbir değişiklik olmamıştı.
Daha yaşh olan polis “İyi akşamlar” diyerek bizi selamla­
dı. “İyi akşamlar” diye yanıtladım. Frank da oturduğu yer­
den başım eğerek selamladı polisleri. Japon kültürüne saygı
gösterdiğini belirten, sempati uyandıracak bir hareketti. Po­
lisin “Arkadaş yabancı, değil mi? Coya Çanları’nı dinlemeye
mi geldiniz?” sorusunu “Evet öyle” diye yanıtladım.
“Bu akşam pek kalabalık olacağını sanmıyoruz, ama yine
de yankesicilere, kapkaççılara dikkat etmenizi söylemek iste­
dik. Eşyalarınıza dikkat edin.”
Frank’a tercüme ettim. Frank Japonca “Teşekkür ederim”
deyip, bir kez daha başını eğerek selamladı. Polisler gülüm­
seyerek geçip gitti. “Nazikler” diye mırıldandı Frank polisle­
rin arkasından bakarken.
Kalabalık daha da artmaya başlayınca, köprünün üstüne
geçmeye karar verdik. Köprünün Tsukici tarafındaki ayağın­
da evsizler vardı. Eşyalarım bebek arabasına doldurmuş,
mukkavva kutular üzerinde oturuyorlardı, adamlardan aca­
yip bir koku geliyordu. Evsizlerden uzaklaşıp, köprünün kor­
kuluklarına dayanarak çanları beklemeye başladık. “O evsiz­
ler...” dedi Frank. “Sence onlar mı, yoksa ben mi topluma da­
ha zararlı?” diye sordu. “Toplum açısından zararlı insan diye
bir şey var mı?” diye sordum Frank’a.
“Var” diye yanıtladı Frank, evsizlere bakarak.
187

“Benim gibi insanlar zararlı, ben virüs gibi bir şeyim. İn­
sanın hastalanmasına neden olan virüsler gerçekte çok az­
dır, onlar dışında bir sürü virüs vardır. Onların işlevini kısa­
ca özetlersek, mutasyona yardımcı olup canlıların çeşitlen­
mesini sağlarlar. Virüslerle ilgili de çok kitap okudum. Uyku
saatinin azalması, daha fazla kitap okumanı sağlar. Eğer
yeryüzünde virüsler olmasaydı, sanırım insanoğlu ortaya çı­
kamazdı. Virüsler arasında, genlerimize karışıp, doğrudan
etkiyle gen haritamızı değiştirebilecek olanları da vardır.
AIDS’e neden olan HIV virüsünün, insanoğlunun gelecekte
varlığını sürdürmesi için mutlaka gerekli gen bilgilerini de­
ğiştirmediğini kimse söyleyemez. Ben istençli olarak cinayet
işleyip, başka insanlarda şok etkisi yaparak düşünmelerini
sağlıyor ve bu dünya için gerekli olduğumu düşünüyorum.
Ama şunlar farklı işte” diyerek evsizlere baktı. Evsizler, mu­
kavva kutunun üstünde kımıldamadan duruyorlardı. Köprü­
nün üzerindeki kalabalık da artmaya başlamıştı, ama evsiz­
lerin yanına kimse yaklaşmıyordu.
“Bu tipler yaşama isteklerinden vazgeçmiş değil, diğer in­
sanlarla iletişimden vazgeçmişler. Yoksul ülkelerde mülteci­
ler olur ama evsizler olmaz. Aslında bu evsizler en rahat ya­
şayanlardır. Toplumsal yaşamı reddediyorlarsa başka bir
yerlere gitmeleri, bazı risklere katlanmaları gerekir. En
azından ben şimdiye kadar hep Öyle yaptım. Bunlar suç bile
işleyemezler. Dejenere olmuşlar. Ben işte böyle dejenere ol­
muş insanları öldürüyorum.”
Frank bu sözleri İngilizce düzeyime uygun bir şekilde, ola­
bildiğince yavaş söylemişti. İkna ediciydi ama zihnimin bir
yerlerinde takılıp kalıyordu. “Öldürdüğün liseli kız da deje­
nere mi olmuştu?” diye sormak istiyordum ama buna gücüm
yoktu.
Bakışlarını evsizlerden Sumida Nehri Terası’na çeviren
Frank “Geldi işte” deyince, bir an irkildim. Cun’un parka ge-
188

lip banka oturduğunu gördüm. Cun bir an bizden tarafa bak-


tıysa da, sonra hemen bakışlarını çevirdi; Frank’la birlikte
ondan tarafa baktığımızı fark etmişti. Banka oturmuş, bakış­
larını yere dikmişti. Ne yapacağını bilemez bir halde olmalıy­
dı. Onu çağırdığıma pişman oldum. Frank Cun’u tanıdığı için
değil. O kadarını tahmin etmem gerekirdi. Frank oturduğum
evin kapısına yanık bir deri parçası yapıştırmıştı. Cun’un yü­
zünü aklında tutması o kadar zor olmasa gerek. Cun’un ha­
line bakıp pişmanlık hissetmemin nedeni, benim Frank’la ta­
nışmadan önceki halimi sembolize ediyor olmasıydı. Ben tut­
muş, masum bir canı bir canavarın önüne getirmiştim. Cun
ile şu anki durumum arasında büyük mesafeler vardı. Ne
olursa olsun sonuna kadar mücadele etmeli, Cun’u kanştır-
mamalıydım. Çevrede dolaşan polisleri aradı gözüm. Cun’u
korumalıyım. Bunu düşündüğüm anda Frank’a duyduğum
yakınlık kayboluverdi. Büyü bozulmuş gibiydi. Deminden be­
ri Frank’ın anlattıklarını neden kabullenemediğimi de anla­
dım. Hangi insanın dejenere olduğunu hiç kimse bilemez, ge­
lişigüzel yafta yapıştırmak da doğru değil.
“Kenci, anlayabiliyorum” dedi Frank. Kalbim duracak gibi
oldu. Arada sırada insanların ne düşündüğünü anlayabilen
Frank sözlerine devam etti. “Her zaman anladığımı söyleye­
mem, her zaman anlayabilsem kısa sürede kafayı yerdim
herhalde. İnsan öldürürken ne kadar gerginleştiğimi, ne öl­
çüde yoğunlaşmam gerektiğini sen anlayamazsın Kenci.
Müthiş keskinleşiyor, bundan yayılan sinyalleri fark edebi­
lirsin. Sinyaller beynindeki kan dolaşımından kaynaklanır.
Dejenere olmuş insanların beynindeki kan dolaşımı çok za­
yıftır. Öldür beni, anlamına da gelen sinyalleri bilinçsizce ya­
yarlar. Onun için öldürüyorum işte. Seni öldürmem Kenci,
kız arkadaşını da Öldürmeyeceğim. Sen Japonya’da, hatta
şimdiye kadar olan yaşamımdaki tek dostumsun. Artık ye­
ter, kız arkadaşının yanına gidebilirsin. Buraya kadar getir­
189

diğin için teşekkür ederim. Tamam artık, ben başka bir yer­
de tek başıma çanları dinlerim” diyerek çenesiyle Cun’u işa­
ret etti. Uyurgezer gibi Frank’ın yanından ayrılırken, aniden
omzuma yapıştı. “Az kalsın hediyeni unutuyordum” diyerek
bana bir zarf uzattı.
“Benim için çok önemli, paradan çok daha önemli bir şey.
Kabul eder misin?” Zarfı verirken, Frank geride yapamadığı
bir şey kaldığını söyledi. “Birlikte miso çorbası içmek ister­
dim, ama artık görüşemeyeceğimize göre olanaksız.”
“Miso çorbası mı?”
“Evet. Merak etmiştim. Eskiden Colorado’daki küçük bir
suşi restoranında içmiştim. Tuhaf bir çorbaydı. Kokusu falan
işte, tuhaf bir şeydi. Onun için içmemiştim. Ama ilginç bir
çorba olduğunu düşünmüştüm. Öncelikle rengi tuhaf bir
kahverengi, bir de insan teri gibi kokuyor. Onun için, rafine
edilmiş seçkin bir havası vardı sanki. Bu çorbayı içen insan­
ların yaşadığı ülkeyi görmek isteğiyle geldim Japonya’ya. Ya­
zık oldu, birlikte içmek isterdim.”
Amerika’ya dönüp dönmeyeceğini sordum. “Hayır, hemen
dönmüyorum” diye yanıtladı. “Öyleyse istediğin her yerde mi­
so çorbası içebilirsin” dedim. Miso çorbası bütün restoranlarda
vardır, marketlerde de satılır. “Hayır gerekmez” dedi gülümse­
yerek. Normal bir gülümseme değildi, yüzünün bir yerleri bo­
zulmuş ve gülümsemeye benzer bir ifade belirmişti sanki.
“Artık içmeme gerek yok. Miso çorbasının içindeyim artık.
Colorado’daki restoranda gördüğüm miso çorbasının içine ne
olduğu anlaşılmayan şeyler de karıştırılmıştı. Sebze dilimle­
ri falan işte. O zaman küçük çöp parçalarından başka bir şey
ifade etmemişti, ama şimdi tıpkı o sebze dilimleri gibi, deva­
sa bir miso çorbası içine karıştırılmış gibiyim. O yüzden ye­
terince tatmin edici.”
Tokalaşarak ayrıldıktan sonra, tüm vücudum gerilmiş bir
halde Cun’un beklediği köprünün altındaki parka gittim.
190

Cun banka oturmuş, kafası karışmış bir yüz ifadesiyle bir ba­
na, bir Frank’a bakıyordu. Coya Çanları henüz başlamamış­
tı. Konuştuğumuzdan farklı davrandığım için ne yapacağını
şaşırmış bir haldeydi. Parmağıyla köprüyü gösterdi. Dönüp
baktığımda Frank ortalarda yoktu. Cun nereye gittiğini göre­
mediğini ifade ediyordu başıyla.
Sokak lambasının altında zarfı açtım. Zarfın yüzünde ilk
gün oyun merkezinde çektiğimiz yedi fotoğraf vardı. Henüz
hiçbir şey bilmeyen, rahatsızlık ifadesi okunan yüzüm ile
Frank’m ifadesiz yüzü. Zarfın içinde griye çalan kirli bir kuş
tüyü vardı. “O ne?” diye sordu yanıma sokulan Cun.
“Kuğu tüyü” diye yanıtladım.

You might also like