Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 528

Bazı sırlar hep gizli kalmalı...

Şehrin sessizliği yine bir cinayetle bozuluyor.

Sıradan bir hayat süren yaşlı tarihçi Erik Frankel çalışma odasında ölü
bulunur. Evi, kitaplada ve özel bir merakla biriktirdiği Nazi dönemi
eşyalarıyla doludur. Ekip, cinayeti aydınlatmak üzere işe koyulurken,
dedektif Patrik babalık iznindedir. O, evde kalıp çocuk bakacak,
eşi Erica ise yeni kitabını tamamlayacaktır. Ama çiftin çatı katında,
Erica'nın annesinden kalan sandıkta buldukları kanlı bir zıbına sarılı
madalya, her ikisinin de aklını kurcalamaktadır.

Belki de yaşlı adamın ölümü, sandıktaki gizemin de anahtarıdır.

Dünyanın okuduğu İsveçli yazar Camilla Lickberg'den, geçmişe


gömülmüş sırlar üzerine çarpıcı bir roman...

"Tatilinizi mahvedecek bir kitap. Sahile götürdüğünüzde

denize girmeyi bile unutacaksınız, o kadar sürükleyici."

Washington Post

Camilla Lickberg 1974 yılında Fjiillbacka'da doğdu.


Göteborg Ekonomi Üniversitesi' ni bitirdi. Stockholm'de
birkaç yıl ekonomist olarak çalıştı. Katıldığı yaratıcı
yazarlık kursunda ilk romanı Buz Prenses' i
(Doğan Kitap, 2012) yazdı. Parlak bir yazarlık
karİyerinin başlangıcını oluşturan bu kitabı, dokuz
polisiye roman, iki yemek kitabı ve bir de çocuk kitabı
izledi. Liickberg'in polisiyeleri sadece ülkesi İsveç'te
değil, Danimarka, Fransa ve İspanya'da çok satarılar
listelerinde 1 nurnaraya çıktı. 2008 yılında Fransa'nın
en saygın polisiye yazariarına verilen "Grand Prix de
Littı�rature Policiere" ödülünü alan yazarın Vaiz, Taş Ustası ve Yabancı
romanları da Doğan Kitap tarafından yayımlandı.

Çeviren: Güneş Becerik Demirel ISBN 978-605-09-3550-9

�D!JGAN
.. KITAP
DOOAN KITAP TARAFINDAN YAYlMlANAN
DICER KITAPlARI

Buz Prenses
Vaiz
Taş Ustası
Yabancı

SAKLlÇOCUK

Orijinal adı: Tyskungen


© Camilla Lackberg, 2009
lik baskısı Bokforlaget forum tarafından yapılmıştır.
Nordin Ageney AB'nin katkılanyla yayımlanmıştır.
Yazan: Camilla Lackberg
Ingilizceden çeviren: Güneş Becerik Demirel

Türlıçe yayın haklan: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


1. baskı/Haziran2016/ISBN978-605-(}9-3550·9
Sertifika no: 11940

Kapak tasanmı: Erbil Kargı


Baskı: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti.
Evren Mah. Gülbahar Cad. No: 62/ C Güneşli • Bağcılar -ISTANBUL
Tel: (0212) 51 S 49 47
Sertifika no: 11965

Doğan Egmont Yayınalık ve Yapımalık Tic. A.Ş.


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat10,34360 Şişli· iSTANBUL
Tel. (212) 373 77 001 Faks (212) 355 83 16
www.dogankitap.com.tr 1 editor@dogankitap.com.tr 1 satls@dogankitap.com.tr
Saklı Çocuk

Camilla Lackberg

Çeviren: Güneş Becerik Demirel

�DOGAN
-KITAP
Willie ile Meja'ya.
O danın dinginliğinde duyulan tek ses sineklerinkiydi.
Çılgınca çırptıkları kanatlarından sürekli bir vızıltı yükseli­
yordu. Koltuktaki adam hareket etmiyordu; uzunca bir süre­
dir de etmemişti. Aslında artık bir adam da sayılmazdı. Bir
adam, yaşayan, nefes alan ve hisseden biri olarak tanımlanı­
yorsa, o bu tasvire uymuyordu. Çoktan bir leşe dönüşmüştü.
Böcekler ve kurtçuklar için bir sığınak haline gelmişti.
Sinekler hareketsiz figürün çevresinde cirit atıyorlardı.
Ara sıra üzerine konuyorlar, çenelerini oynatıyorlardı. Sonra
konacak yeni bir nokta aramak üzere tekrar havalanıyorlar­
dı. İçgüdüsel olarak ileriiyorlar ve birbirlerine çarpıyorlar­
dı. Adamın başındaki yaranın çevresi özellikle ilgilerini çeki­
yordu; oysa kanın metalik kokusu çoktan uçmuş, yerini daha
ağır ve tatlıya kaçan farklı bir kokuya bırakmıştı.
Kan pıhtılaşmıştı. Önce adamın başının gerisinden kol­
tuğa doğru akmış, sonra da yere damlayarak bir göl oluş­
turmuştu. Kanın rengi ilk başta kırmızıydı ve canlı hücre­
lerle doluydu. Şimdiyse renk değiştirmiş, siyaha dönmüştü.
Bu birikinti, bir insanın damarlarında dolaşan yoğun sıvı ol­
maktan çıkmıştı. Artık sadece yapışkan, siyah bir şeydi.
Bazı sinekler karınlarını doyurmuşlar; yumurtalarını bı­
rakmışlardı. Artık doyup tatmin olduklarına göre, dışarı çık­
mak istiyorlardı. Görünmez bir engeli aşmak üzere nafile gi-
10

rişimlerde bulunurken kanatları pencerenin camına çarptık­


ça hafıf bir çıt sesi çıkıyordu. Sonunda pes ettiler. Tekrar acı­
kınca, eskiden bir insanken artık et parçası olmak dışında
başka bir özelliği kalmamış adamın başına üşüştüler.

Erica bütün yaz boyunca, zihnini sürekli meşgul eden dü­


şüncelerle boğuşmuştu. Artıları ve eksileri tartarken, çatı
katına çıkma isteğinin giderek arttığını fark ediyordu. Ama
yukarı çıkan merdivenlerin ilk basamağından öteye gideme­
mişti. Bunu, son birkaç aydır çok meşgul olmasına, düğün­
den sonra yapılması gerekeniere ve Anna ile çocuklar onlarla
birlikte yaşadığı için eve hakim olan karmaşa ortamına veri­
yordu. Ama hepsi bu kadar değildi. Bashayağı korkuyordu.
Bulabileceklerinden ürküyordu. Her yerin altını üstüne ge­
tirmekten ve bilmemeyi tercih edeceği şeyleri gün yüzüne çı­
karmaktan çekiniyordu.
Patrik'in, çatı katında beraber buldukları defterleri neden
okumak istemediğini merak ettiğini biliyordu. Patrik bir­
kaç sefer bunu Erica'ya soracak gibi olmuş ama kendini tut­
muştu. Eğer sormuş olsaydı, Erica cevap veremezdi. Onu en
çok korkutan da, gerçeklik algısını değiştirmek zorunda kal­
ma ihtimaliydi. Annesinin kişiliği ve kıziarına davranış biçi­
mi hakkındaki izlenimleri çok da olumlu değildi. Ama bu iz­
lenimler sadece Erica'yı bağlıyordu. Yıllar boyunca zihninde
oluşturduğu tanıdık ve sarsılmaz imaj , güvenebileceği bir sı­
ğınak olmuştu. Belki bu imaj doğrulanacaktı. Hatta belki de
pekişecekti. Ama ya imaj zarar görürse? Ya Erica yepyeni bir
gerçekliğe alışmak sorunda kalırsa? Şimdiye dek bunu öğre­
necek kadar cesur olmamıştı.
Erica birinci hasarnağa adım attı. Alt kattaki salonda
Patrik'le oynayan Maja'nın attığı mutluluk dolu kahkahala­
rı duydu. Bu sayede rahatladı ve diğer ayağını da hasarnağa
koydu. Yukanya sadece beş basamak kalmıştı.
11

Kapağı ittirerek açıp yukarıya çıktığında tozlar havada


uçuştu. Patrik'le burayı gelecekte yeniden döşemekten bah­
setmişlerdi; belki Maja biraz daha büyüyüp kendine ait bir
yer istediğinde çatı katı onun için rahat bir sığınak olabilirdi.
Ama burası, şimdiye kadar parke zemini, eğimli tavanı des­
tekleyen açıktaki kirişleriyle, yarım kalmış bir yerdi. lvır zı­
vırla doluydu. Noel süsleri, Maja'ya küçük gelen giysiler, aşa­
ğıda tutmak istemedikleri kadar çirkin ama atamayacakları
kadar da pahalı ya da hatırası olan eşyalarla dolu kutular...
Sandık, eğimli duvarın yanında, en dipte duruyordu. Me­
tal şeritleri olan eski moda, ahşap bir sandıktı. Erica buna
"Amerikan sandığı" dendiğini hayal meyal hatırladı. Yanına
gi dip yere oturarak el ini Ü7.erinde ge1:d i rdi . Deri n hir n efes
aldıktan sonra mandalı kavrayıp kapağı kaldırdı. Sandığın
içinden burnunu gıdıklayan ağır bir koku yükseldi. Bu kadar
belirgin ve yoğun bir yıllanmışlık kokusuna neyin sebep ol­
duğunu merak etti. Muhtemelen küftür diye düşünürken, ba­
şının kaşınmaya başladığını fark etti.
Patrik'le sandığı ilk bulduklannda ve içindeki her parçayı
usulca dışarı çıkarıp incelediklerinde kendisini etkisi altına
alan hissi hala anımsıyordu. Sandıktan, çocukken Anna'yla
çizdikleri resimler ve okulda yaptıkları küçük elişleri de çık­
mıştı. Anneleri Elsy hepsini saklamıştı. Oysa küçük kızları
eve gelip de yaptıklarını hevesle ona gösterdiklerinde hiçbir
zaman ilgili bir anne gibi davranmazdı.
Erica şimdi de aynı şeyi yaptı; sandıktaki parçaları tek
tek dışan çıkanp hepsini yere dizdi. Aradığı şey, sandığın en
dibindeydi. Kumaş parçasını dikkatle dışarı çıkardı; işte yi­
ne elindeydi. Erica bir zamanlar beyaz olan zıbını ışığa doğ­
ru tutarken, zaman içinde ne kadar sarardığını görebiliyor­
du. Gözlerini kumaşın üzerindeki küçük kahverengi lekeler­
den ayıramadı. İlk önce bunlann pas lekesi olduğunu varsay­
mış ama sonradan kurumuş kan izi olabileceğini düşünmüş-
12

tü. Bir zıbında kan izleri bulmanın öyle yürek burkan bir ya­
nı vardı ki. Bu zıbın çatı katına nasıl gelmişti? Kime aitti ve
annesi bunu neden saklamıştı?
Erica zıbını usulca yere, yanına koydu. Patrik'le bu giysi­
yi ilk bulduklarında içinde sarılı olan şey artık orada değil­
di. Erica'nın sandıktan\çıkardığı tek şey buydu; lekeli kumaşa
sarılmış bir Nazi madalyası. Madalyayı ilk gördüğünde için­
de uyanan hisler şaşırtıcıydı. Kalbi çarprnaya başlamış, ağ­
zı kurumuş ve gözlerinin önüne İkinci Dünya Savaşı'yla ilgi­
li haberlerde ve belgesellerde yer verilen görüntüler gelmişti.
Fjallbacka'da bir Nazi madalyasının ne işi vardı? Üstelik ken­
di evinde ve annesinin eşyaları arasında. Bu çok saçmaydı.
· Erica madalyayı yerine koyup sandığın kapağını kapat­
mak istemişti, ama Patrik daha fazlasını öğrenebilmek için
onu bir ekspere götürmeleri konusunda ısrar etmişti. Erica
buna gönülsüzce razı olmuştu ama �anki içinde fısıldayan
birtakım uğursuz sesler, kendisini madalyayı bir kenara kal­
dırması ve konuyu tamamen unutınası için uyarıyormuş gi­
bi hissetmişti. Ancak merakı galip gelmişti. Haziran başında
madalyayı İkinci Dünya Savaşı dönemini iyi bilen bir ekspere
götürmüştü. Şansları yaver giderse, çok yakında madalyanın
nereden geldiğiyle ilgili daha fazla bilgi sahibi olacaklardı.
Anıa Erica'yı en çok ilgilendiren, sandığın en dibinde bul­
duklarıydı. Mavi kapaklı dört defter. Kapakların üzerinde
annesinin tanıdık el yazısı; zarif, sağa yatık, ama biraz ace­
mi . . . Erica bu sefer defterleri sandıktan çıkardı ve işaretpar­
mağını bir tanesinin kapağında gezdirdi. Her birinin üzerin­
de "Günlük" yazıyordu. Bu sözcük Erica'da merak, heyecan
ve heves gibi karmaşık hisler uyandırdı. Ama aynı zamanda
içinde korku, şüphe ve annesinin mahremine girdiğine dair
güçlü bir his de belirdi. Bu defterleri okumaya, annesinin en
özel düşüncelerine ve hislerine bumunu sokmaya hakkı var
mıydı? Bir günlük, başkalarının okuması için değildi. Anne-
13

si o defterleri başkaları içindekileri okusun diye yazmamıştı.


Y aşasaydı, belki de kızının onları okumasına izin vermezdi.
Ama Elsy ölmüştü ve Erica onun iznini alamazdı. Defterlerle
ne yapacağına tek başına karar vermek zorundaydı.
" Erica?" Patrik'in sesi düşüncelerini böldü.
" Efendim?"
''Misafırler geliyor!"
Erica saatine baktı. Ne kadar da çabuk üç olmuştu? Bu­
gün Maja'nın ilk doğum günüydü; en yakın arkadaşlarını ve
aile fertlerini ağırlayacaklardı. Patrik yukarıda uyuyakaldı­
ğını sanmış olmalıydı.
"Geliyorum!" Erica giysilerine bulaşmış tozları silkeleyip
bir anlık duraksamanın ardından defterleri ve zıbını alarak
çatı katının dik merdivenlerinden aşağıya indi.

"Hoş geldiniz!" Patrik ilk misafirleri içeri davet etmek


üzere kenara çekildi. Maja sayesinde, aynı yaşta bir oğulla­
rı olan Johan ve Elisabeth'le tanışmışlardı. Oğlan Maja'yı
çok seviyordu ama bunu biraz saldırgan bir şekilde gösteri­
yordu. William, Maja'yı koridorda görür görmez bir buz ho­
keyi oyuncusu gibi üzerine atıldı. Tabii ki bu durum Maja'nın
hiç hoşuna gitmedi ve William'ın annesiyle babası, oğulları­
nın kollarından avazı çıktığı kadar bağıran bu sevgi nesnesi­
ni çekip almak zorunda kaldılar.
"William, bu şekilde davranamazsın! Kızlara daha dikkat­
le yaklaşmalısın." Johan zapt etmeye çalıştığı oğluna azarla­
yan gözlerle baktı.
"Sanırım kız tavlama tekniği senin eskiden kullandığın­
la aynı" dedi Elisabeth gülerek. Ama kocası bu yorumdan hiç
hoşlanmamıştı.
Patrik Maja'ya dönerek, "Sıkma canını tatlım, bak, geçti bi­
le" dedi. "Haydi hop, gel bakalım." Hıçkırarak ağlayan kızını
kucağına alarak feryatları dinip de sızlanmalara dönüşene ka-
14

dar ona sanldı. Sonra kızı tekrar yere indirip usulca William'a
doğru itti. " Bak, William sana ne getirmiş. Bir hediye!"
Bu sihirli sözcük, beklenen etkiyi gösterdi. William kurde­
leli hediye paketini Maja'ya vermek üzere yalpalayarak yü­
rürken, Maja'nın gözyaşlan buhar olup uçtu. Patrik'in yardı­
mıyla paketi açan Maja içinden çıkan sevimli gri file bayıldı.
Onu göğsüne bastırdı, kollarını yumuşak gövdesine dolayıp
ayaklarını neşeyle yere vurdu, ama William'ın fili okşama gi­
rişimini ona meydan okurcasına bakarak engelledi. Maja'nın
hayranı William bunu görünce çabalannı iki kat artırdı.
Patrik yeni bir anlaşmazlığı önlemek için kızını kucağına
alarak, "Hadi salona geçelim" dedi. William'ın annesi ve baba­
sı da onu izlediler; oğulları büyük oyuncak kutusunun önüne
geçince, tekrar barış sağlandı. En azından geçici olarak.
Erica aşağıya inerken, " Selam millet" dedi. Misafirlerine
sarıldı ve William'ın başını okşadı.
Patrik mutfaktan, " Kim kahve ister?" diye seslendi. Üçü
de bir ağızdan, " Ben" dedi.
Johan, Elisabeth'le kanepeye oturduklarında bir kolunu
onun omzuna attı ve gülümseyerek, " Ee, evli bir kadın olarak
yaşamak nasıl bir şey?" diye sordu.
Erica, "Aynı sayılır. Patrik'in bana 'karıcığım' demesi ha­
riç. Ona nasıl engel olabileceğime dair tavsiyeleriniz var mı?"
deyip Elisabeth'e dönerek göz kırptı.
" Boş versene. Çok yakında 'karıcığım' demeyi bırakıp hü­
kümetten filan bahsedecek; bu yüzden tadını çıkarmaya bak.
Bu arada, Anna nerede?"
"Dan'ın evinde. Şimdiden birlikte yaşamaya başladılar."
Erica tek kaşını manidar bir şekilde kaldırdı.
''Ya, sahi mi? Amma da hızlılar." Elisabeth de kaşlarını
kaldırmıştı.
Kapı zilinin sohbetlerini bölmesiyle Erica ayağa fırladı.
" Muhtemelen onlar gelmiştir. Ya da Kristina" dedi. "Kristi-
15

na" derken her heceyi sesinde buz gibi bir vurguyla söylemiş­
ti. Düğünden beri, Erica'nın kayınvalidesiyle arası iyice açıl­
mıştı. Bunun başlıca sebebi, Kristina'nın Patrik'i gerçek bir
erkeğin dört aylık babalık izni almaması gerektiğine inandır­
mak için canla başla uğraşmasıydı. Ancak Patrik kararından
dönmeyi reddederek annesini büyük bir hayal kırıklığına uğ­
ratmıştı. Hatta sonbahar boyunca Maja'ya bakmayı teklif
eden de Patrik olmuştu.
" Merhaba, burada bir doğum günü kızı mı varmış?" An­
na'nın girişten gelen sesi duyuldu. Küçük kız kardeşinin se­
sindeki mutluluk tımlarını duydukça, Erica'nın içi titriyor­
du. Uzun yıllar boyunca Anna'nın sesinden eksik olan neşe
artık geri gelmişti. Anna güçlü, mutlu ve aşık biri gibi konu­
şuyordu.
Anna ilk baştaDan'la birlikte olduğu için Erica'nın kırıla­
cağından korkmuştu. Ama Erica, Anna'nın bu endişesine gü­
lüp geçmişti. Dan'la bir çift olmalannın üzerinden öyle uzun
zaman geçmişti ki. Hem, bu durumu uygunsuz bulsaydı bile,
sırf Anna'yı tekrar mutlu görebilmek için kendi hislerini bir
kenara bırakırdı.
" En sevdiğim kız neredeymiş bakalım?" İriyarı, sarı ş ın
ve yaygaracı bir adam olan Dan içeri girip gözleriyle Maja'yı
aradı. Maja ile Dan'ın arasında özel bir yakınlık vardı. Ma­
ja kollannı iki yana açtığı gibi yalpalayarakDan'a doğru yü­
rüdü. Artık doğum gününün ne anlama geldiğini kavramaya
başladığı için, "Hediye?" diye sordu.
''Tabii ki sana bir hediye getirdik tatlım" dediDan. Anna'ya
dönerek başını sallayınca, Anna gümüş renkli kurdeleli, pem­
be kağıda sanlı, kocaman paketi Maja'ya uzattı. MajaDan'ın
kollanndan kurtularak hediyesini açmak için uğraşmaya baş­
ladı. Bu sefer Erica da ona yardım etti. Elbirliğiyle paketi aç­
tıklarında, içinden gözleri açılıp kapanan kocaman bir oyun­
cak bebek çıktı.
16

Maja neşeli bir şekilde, " Bebek" dedi ve hediyesine sımsıkı


sarıldı. Sonra da en son hazinesiniWilliam'a gösterdi.
Kapı zili tekrar çaldı ve hemen peşine Kristina içeri gir-
di. Erica elinde olmadan dişlerini sıktı. Kayınvalidesinin zi­
li göstermelik olarak çalıp eve dalmasından nefret ediyordu.
Hediye verme ve açma faslı tekrarlandı, ama bu sefer o
kadar çok ses getirmedi. Maja paketin içinde bulduğu atletle­
ri tereddüt ederek havaya kaldırdı, sonra da gözden kaçırdığı
bir oyuncak olmasın diye tekrar ambalaj kağıdına baktı. Ar­
dından irileşmiş gözlerle büyükannesine baktı.
"Buraya son geldiğimde üzerindeki atletin kendisine ya­
kında küçük geleceğini fark etmiştim; hazır Lindex'te üç al
iki öde kampanyası varken birkaç tane alayım dedim. Emi­
nim işe yararlar." Maja'nın hayal kırıklığını yansıtan yüz ifa­
desine tamamen kayıtsız kalan Kristina, halinden memnun,
gülümsedi.
Erica bir çocuğun birinci doğum gününde ona giysi hedi­
ye etmenin ne kadar aptalca bir şey olduğunu söyleme dürtü­
süne karşı koydu. Maja'nın büyük bir hayal kırıklığına uğra­
masının yanı sıra, Kristina her zaman olduğu gibi laf sokma­
yı da ihmal etmemişti. Sanki Erica ile Patrik kızlarına doğru
düzgün giysiler almaktan acizlermiş gibi.
Herkesi sıkıntılı bir durumdan tam olarak ne zaman kur­
tarması gerektiğini bilme konusunda şaşmaz bir öngörü­
sü olan Patrik, "Pastayı kesme zamanı" diye seslendi. Kız­
gınlığını içine atan Erica, mum üfleme seremonisine katıldı.
Maja'mn tek bir mumu üfleme çabaları, pastanın üzerine sal­
ya püskürtmesiyle sonuçlandı. Patrik ufacık alevi gizlice sön­
dürdü; sonra herkes iyi ki doğdun şarkısını söyleyip ''Yaşa­
sın" diye bağırdı. Erica, Maja'nın sarı kafasının üzerinden ko­
casıyla göz göze geldi. Boğazına bir yumru oturdu ve bu kut­
lamanın Patrik'i de en az kendisi kadar duygulandırdığını
fark etti. Bebekleri artık bir yaşındaydı. Etrafta tek başına
17

sendeleyerek yürüyen, Bolibompa'nıni müziğini her duydu­


ğunda ellerini çırpan, kendi kendine yemek yiyebilen, Kuzey
Avrupa'nın en yumuşak öpücüklerini veren ve tüm dünyayı
seven küçük bir kız olmuştu. Erica Patrik'e gülümsedi. Pat­
rik de ona gülümsedi.Hayat, işte tam o anda, kusursuzdu.

Bertil Mellberg derin derin iç çekti. Bu, son zamanlarda


sık sık yaptığı bir şeydi.Geçen bahar yaşadığı terslik yüzün­
den hala morali bozuktu. Ama şaşırmamıştı. Kendine, kont­
rolünü yitirme, içinden geldiği gibi davranma ve dilediği gibi
hissetme izni vermişti. Bu tür şeyler asla cezasız kalmazdı.
Böyle olacağını tahmin etmeliydi.Hatta başına gelenleri hak
ettiği bile söylenebilirdi. Eh, artık dersini almıştı ve aynı ha­
tayı iki kez yapacak biri değildi; en azından bundan emindi.
" Bertil?" Annika danışmanın oradan telaşla ona seslendi.
Mellberg kelleşmeye yüz tutmuş kafasından yüzüne düşen
bir tutarn saçı el alışkanlığıyla geriye itip gönülsüzce aya­
ğa kalktı. Emir almaktan gocunmayacağı pek az kadın var­
dı ama Annika Jansson'un yeri ayrıydı. Yıllar içinde isteme­
den de olsa ona saygı duymaya bile başlamıştı; bunu başka
bir kadın için söylediğini hayal bile edemiyordu.Geçen bahar
o kadın çalışanın işe alınmasının doğurduğu feci sonuçlar, bu
görüşünü daha da pekiştirmişti. Şimdiyse ekibe bir kadın da­
ha katılacaktı. Mellberg tekrar içini çekti. Erkek memur bul­
mak bu kadar zor muydu? Neden Ernst Lundgren'in yerini
doldurması için kadınları göndermekte ısrar ediyorlardı? Bu
içler acısı bir durumdu.
Mellberg danışmadan gelen köpek havlamasını duyun­
ca somurttu. Annika köpeklerinden birini işe mi getirmiş­
ti? Onun köpeklerle ilgili düşüncelerini biliyordu. Bu mesele
hakkında Annika'yla bir konuşma yapmak zorunda kalacaktı.
Ama ziyarete gelen Annika'nın Labrador cinsi köpekle-

1.1sveç televizyonunda okul öncesi çocuklara yönelik program kuşağı. (yay.n.)


18

rinden biri değildi. Mellberg karşısında kısa, koyu renk saçlı


bir kadının tuttuğu tasmayı çekiştiren, rengi ve cinsi meçhul,
uyuz görünümlü melez bir köpek buldu.
Kadın yayvan bir Stockholm aksanıyla, " Onu karakolun
dışında buldum" dedi.
Odasına geri gitmek üzere arkasını dönen Bertil aksi bir
sesle, " Peki burada ne işi var?" diye sordu.
Annika telaşla, " Bu Paula Morales" deyince Mellberg tek­
rar onlara döndü.Tanrım. Mellberg işe başlayacak kadının İs­
panyolvari bir ismi olduğunu şimdi hatırlamıştı. Kadın pek
ufak tefekti. Kısa boylu ve zayıftı. Ama Mellberg'e diktiği ba­
kışları hiç de ürkek değildi. Paula elini uzattı.
"Tanıştığımıza memnun oldum. Köpek etrafta başıboş
koşturuyordu. Haline bakılırsa, sahipsiz. En azından ona
bakmayı becerecek bir sahibi yok."
Bertil, buyurgan bir ses tonuyla konuşan Paula'nın aklın-
dan ne geçtiğini merak etti.
" Eh, o zaman onu bir barınağa götürün."
" Kayıp köpeklere özgü bir yer yokmuş. Annika öyle dedi."
''Yok muymuş?" dedi Mellberg.
Annika başını iki yana salladı.
Mellberg pantolonunun paçasına sürtünen köpeği ayağıy­
la ittirerek, " O zaman sanırım köpeği evinize götürmek zo­
runda kalacaksınız" dedi. Mellberg'in kendisini uzaklaştır­
ma çabasına aldırmayan köpek, adamın sağ ayağının üstü­
ne oturdu.
Paula, Mellberg'e dik dik bakmayı sürdürerek, "Götüre­
mem. Zaten bir köpeğimiz var ve arkadaş isteyeceğini san­
mam" dedi sakince.
Mellberg, " Peki ya sen Annika? Belki... Senin köpeklerine
arkadaş olabilir, değil mi?" dedi. Sesi bıkkın geliyordu. Ne­
den hep böyle önemsiz şeylerle uğraşmak zorunda kalıyordu?
Tanrı aşkına, o buranın amiriydi!
19

Annika başını iki yana salladı. " Benimkiler başka köpek­


lere alışkın değiller. Anlaşamazlar" dedi.
Paula tasmayı Mellberg'e uzatarak, "Demek ki onu siz ala­
caksınız" dedi. Paula'nın cüretkarlığı karşısında afallayan
Mellberg tasmayı alınca, köpek hacağına daha da kuvvetiice
sürtünerek sızlandı.
" Gördün mü, seni sevdi" dedi Annika.
Mellberg, " Ama ben ... Onu alarnam ki" diye kekeledi.
" Evde hayvan besiemiyorsun ki. Söz veriyorum, sahibi
olup olmadığını soruştururum. Aksi halde onu sahiplenecek
birini bulmamız gerekecek. Ortalıkta başıboş dalanmasına
izin veremeyiz; bir arabanın altında kalır."
Mellberg istemediği halde yumuşamaya başladığını hisse­
diyordu. Ayağının dibindeki köpeğe baktı. Köpek de nemli ve
yalvaran gözlerle bakışına karşılık verdi.
Mellberg parmağını Annika'ya doğru sallayarak, ''Tamam,
tamam, bu lanet köpeği alacağım. Ama sadece birkaç gün
için. Hem ben kendisini eve götürmeden önce onu yıkayacak­
sın" dedi. Annika rahatlamış görünüyordu.
" Sorun değil, onu burada, karakolda yıkarım" dedi Annika
hevesle. Sonra da, " Çok teşekkürler Bertil" diye ekledi.
Mellberg homurdandı. " Köpek onu bir sonraki görüşümde
tertemiz olmalı! Yoksa evime adımını atamaz!" dedi.
Ayaklarını öfkeyle yere vurarak koridoru geçti, odasının
kapısını çarparak kapattı.
Annika ve Paula birbirlerine gülümsediler. Köpek sızlan­
dı, sonra kuyruğunu sevinçle yere vurdu.

Erica, Maja'ya el sallayarak, "Güzel bir gün geçir" dedi


ama Maja annesine aldırmadı. Yerde, televizyonun önünde
oturmuş, Teletabiler'i izliyordu.
Patrik, " Birlikte çok eğleneceğiz" diyerek Erica'yı öptü.
" Bu küçük kız ile ben birkaç ay boyunca çok iyi geçineceğiz."
20

" Sanki çok uzaklara gidiyormuşum gibi konuşuyorsun"


dedi Erica gülerek. "Öğle yemeği için aşağıya inerim."
" Sence bunu becerebilecek miyiz? Yani sen evden çalışmca?''
" En azından deneyebiliriz. Sadece ben burada yokmuşum
gibi davran."
Patrik, " Sorun değil. Çalışma odanın kapısını kapar kapa­
maz artık benim için yoksun" dedi ve Erica'ya göz kırptı.
"Hmm. Göreceğiz bakalım, göreceğiz" diye cevap veren
Erica merdivenlere yöneldi. "Ama ofis kirasından kurtulur­
sak çok iyi olur."
Erica çalışma odasına girdi ve karmaşık hislerle kapıyı ka­
pattı. Maja'ya bakmak için evde geçirdiği on iki ay boyunca,
sorumluluğu Patrik'e devredip kendini tekrar yetişkin me­
selelerine adayacağı günü iple çekmişti. Oyun parklanndan,
kum havuzlarmdan ve televizyondaki çocuk programlanndan
bıkmıştı. Kumdan kusursuz bir pasta yapmanın insanı ente­
lektüel açıdan beslediği söylenemezdi; hem kızını ne kadar se­
verse sevsin, bir kez daha tekerierne filan söylemek zorunda
kalırsa çıldırabilirdi. Şimdi çocuğa bakma sırası Patrik'teydi.
Erica bilgisayarın karşısına minnetle oturdu, düğmesine
bastı ve o tanıdık vınlamayı memnuniyetle dinledi. Yaşan­
mış olaylardan esinlenerek yazdığı polisiye serinin yeni kita­
bını şubatta teslim edecekti; araştırmalarının bir kısmını ya­
zın bitirdiği için kendini başlamaya hazır hissediyordu. Eli­
as adını verdiği Word belgesini açtı -Elias katilin ilk kurba­
nının adıydı- ve parmaklarını klavyenin üzerine koydu. Ka­
pıya hafifçe vurulunca dikkati dağıldı.
"Rahatsız ettiğim için özür dilerim ... " Kapıyı açan Patrik
alnına düşen bir tutarn saçın arkasından Erica'ya bakıyordu.
"Şey... Maja'nın fermuarlı tulumunu nereye koyduğunu sora­
caktım da."
"Kurutma makinesinde."
Patrik başıyla onayiayıp kapıyı kapattı.
21

Erica parmaklarını tekrar klavyenin üzerine koyup derin


bir nefes aldı. Kapı tekrar vuruldu.
Patrik, "Özür dilerim, seni yalnız bırakacağıma söz veri­
yorum ama Maja'nın bugün nasıl giyinmesi gerektiğini sor­
ınarn gerekiyor. Dışarısı gerçekten de serin ama Maja'ya her
zaman sıcak geliyor; bu sefer de üşütür diye korkuyorum..."
dedi ve malıcup bir şekilde gülümsedi.
"Tulumun altına ince bir tişört ve pantolon giyse olur. Bir
de genelde ince pamuklu beresini takıyorum" dedi Erica.
Patrik, " Teşekkürler" deyip yine kapıyı kapattı. Erica ilk
cümlesini yazmak üzereydi ki, aşağıdan gelen bağrışmala­
rı duydu. Şiddeti giderek artan feryatları iki dakika boyun­
ca dinledikten sonra sandalyesini arkaya iterek aşağıya indi.
" Sana yardım edeyim. Maja'yı giydirmeye çalışmak insa­
nın şevkini kırar."
Patrik, " Evet, aynen öyle" dedi. Sızlanıp duran ve kendisi­
ne karşı koyan Maja'yı sokak giysilerinin içine sokma müca­
delesinden sonra, alnından terler damlıyordu.
Beş dakika sonra Maja hala somurtuyordu ama tamamen
giyinmişti. Erica kızını ve kocasını dudaklarından öptükten
sonra ikisini de apar topar evden yolladı.
"Uzun bir yürüyüş yapın ki anne biraz olsun huzur ve ses­
sizlik içinde çalışabilsin" dedi. Patrik'in utanmış gibi bir ha­
li vardı.
"Özür dilerim. Sanırım bu düzene alışınam birkaç gün sü­
recek ama sonra istediğin huzura ve sessizliğe kavuşacaksın.
Söz veriyorum."
Erica, " İşte bu çok iyi olur" dedi ve arkalanndan kapıyı sım­
sıkı kapattı. Kendine koca bir fincan kahve koydu ve yukarı
kattaki çalışma odasına geri döndü. Nihayet başlayabilecekti.

" Şşt... Bu kadar çok gürültü yapmayı kes."


" Ne sakıncası var ki? Annem ikisinin de uzakta olduğunu
22

söylüyor. Yaz boyunca hiç kimse postalan alma zahmetine gir­


medi. Postalan yönlendirmeyi unutmuş olmalılar, yani annem
hazirandan beri posta kutulannı boşaltıyor. Sakin ol, istediği­
miz kadar gürültü yapabiliriz." Mattias güldü ama Adam hala
kuşkulu görünüyordu. Bu eski evin ürkütücü bir yanı vardı.
Mattias ne derse desin, o yaşlı adamıann da ürkütücü bir yanı
vardı. Adam'ın işini şansa bırakmaya niyeti yoktu.
" Peki, nasıl içeri gireceğiz?" Sesine yansıyan korkunun bir
nebze artmış olmasından nefret ediyordu ama elinden bir şey
gelmiyordu. Sık sık Mattias'a daha çok benzerneyi diliyordu.
Bazen pervasızlık sınırına varacak kadar cesur ve korkusuz
olmak istiyordu.Aynca bütün kızları kapan da Mattias'tı.
"Göreceğiz bakalım. İçeri girmenin bir yolu olmalı."
" Ne yani, bunu evlere gizlice giren deneyimli biri olarak
mı söylüyorsun?" dedi Adam gülerek. Yine de alçak sesle ko­
nuşmaya özen gösteriyordu.
Mattias yüksek sesle, " Bana bak, senin bilmediğin pek çok
şey yaptım ben" dedi.
Adam, tabii ya, eminim, diye düşündü ama arkadaşına
karşı çıkmaya cesaret edemedi. Mattias sert adam rolünü oy­
namayı bazen seviyordu; Adam da böyle davranmasına göz
yumuyordu. Mattias'la böyle bir tartışmaya girmemesi ge­
rektiğini gayet iyi biliyordu.
" Sence içeride ne saklıyor?" İçeri girmelerini sağlayacak
bir pencere ya da aralık bulmak üzere yavaşça evin etrafında
dolaşırlarken, Mattias'ın gözleri parlıyordu.
Tedirginlikle omzunun üzerinden geriye bakan Adam,
"Hiçbir fikrim yok" dedi. İçinde bulundukları durumdan duy­
duğu rahatsızlık her geçen saniye artıyordu.
" Belki de Naziler döneminden kalma havalı hatıralar sak­
lıyordur. Ya içeride üniformalar filan varsa?" Mattias'ın se­
sindeki şevki fark etmemek mümkün değildi. Nazilerle ilgili
bir sınıf projesi yaptıklarından beri bu konuya kafayı takmış-
23

tı; İkinci Dünya Savaşı ve Nazizm hakkında ne bulursa oku­


yordu. Herkes yolun aşağısında oturan komşunun Almanya
ve Naziler konusunda bir tür uzman olduğunu biliyordu; bu
yüzden Mattias da neyi var neyi yok öğrenmek için karşı ko­
nulmaz bir istek duyuyordu.
Ama işe yaramayacağını bildiği halde, " Belki de evinde
öyle şeyler yoktur" diye itiraz edecek oldu. " Babam, emekli
olmadan önce tarih öğretmeni olduğunu söyledi, yani muhte­
melen sadece bir sürü kitabı filan vardır. İlle de havalı eşya­
ları olması gerekmiyor."
" Çok yakında göreceğiz."
Mattias pencerelerden birini işaret ederken gözleri zafer
kazanmışçasına ışıldadı. " Bak. Şu pencere bir parça aralık."
Adam, Mattias'ın haklı olduğunu görünce bozuldu. İçten
içe eve girmenin hiçbir yolunu bulamayacaklarını ummuştu.
" Sadece şu pencereyi ittirecek bir şeye ihtiyacımız var."
Mattias etrafına bakındı. Bir pencerenin, yuvasından çıkıp
yere düşmüş mandalını gözüne kestirdi.
" Pekala, hadi gidip bakalım." Mattias mandalı yukan kal­
dırıp ucunu pencerenin bir köşesine soktu. Pencere yerinden
kıpırdamadı. " Kahretsin! Bunun işe yaraması lazım" diye
söylendi. Dilini dışan çıkarıp odaklanarak bir deneme daha
yaptı. Hem mandalı yukarıda tutup hem de güç uygulamak
kolay değildi; harcadığı efor nedeniyle güçlükle nefes alıyor­
du. Nihayet mandalı bir santim daha ittirmeyi başardı.
Adam çekingen bir şekilde, " Birinin zorla içeri girdiğini an­
layacaklar" diye itiraz etti ama Mattias onu duymuyor gibiydi.
" Bu kahrolası pencereyi açacağım!" Yüzünden ter damla­
lan süzülen Mattias, pencereye son bir kez yüklenince kanat
ardına kadar açıldı.
" Evet!" Mattias elini zafer kazanmışçasına yumruk yaptı
ve heyecanlaAdam'a döndü.
" Bana yardım etsene."
24

" Belki tırmanmak için kullanabileceğimiz bir şey vardır;


bir merdiven ya da..."
" Boş ver, hadi bana yardım et; sonra da ben seni yukarı
çekerim."
Adam söz dinleyerek duvara yanaştı ve parmakları­
nı Mattias için bir basamak oluşturacak şekilde birleştirdi.
Mattias'ın ayakkabısı avuçlarına gömülünce yüzünü buruş­
turdu ama hissettiği acıya aldırış etmeden arkadaşını yuka­
rı kaldırdı.
Mattias pencerenin pervazına tutunup kendini yukarı çek­
ti.Önce bir ayağıyla, sonra da diğeriyle pervaza basıp yüzünü
buruşturdu. Tanrım, bu ne iğrenç bir kokuydu böyle! Evin içi
leş gibi kokuyordu. Mattias perdeyi kenara çekip odaya göz
attı. Burası bir kütüphaneye benziyordu, ama oda gölgelere
bürünmüştü.
" Baksana, burası berbat kokuyor." Mattias burnunu tuta­
rak dönüpAdam'a baktı.
Gözlerinde bir umut ışığı beliren Adam, " O zaman unuta­
lım gitsin" dedi.
"Hayatta olmaz! Hazır içeriye girmişken vazgeçemeyiz.
Esas eğlence şimdi başlıyor! Gel, elimi tut." Burnunu bıra­
kan Mattias sol eliyle pervazı kavrayıp sağ elini Adam'a
uzattı. "Hadi, korkak tavuğun teki değilsin ya?"
Adam cevap olarak Mattias'ın kolunu yakaladı, Matti­
as da onu tüm gücüyle çekmeye başladı. Bir an başaramaya­
cakmış gibi oldu ama Adam pervazı yakaladı, Mattias da ona
yer açmak için pencereden atlayıp içeriye girdi. Yere inerken
tuhaf bir çıtırtı duyuldu. Mattias yere baktı. Yere bir şey ya­
yılmıştı ama loş ışıkta ne olduğu anlaşılmıyordu. Muhteme­
len kurumuş yapraktı.
Adam da yere atladığında, " Bu da ne?" dedi. Ama sesin
nereden geldiğini anlayamadı. " Kahretsin, burası leş gibi ko­
kuyor" dedi. Kokudan kusacakmış gibi görünüyordu.
25

"Tıpkı söylediğim gibi" dedi Mattias. Artık alışmaya baş­


ladığı koku onu çok fazla rahatsız etmiyordu.
" Bakalım yaşlı adam burada ne saklıyormuş. Perdeyi aç-
sana."
" İyi de, ya birisi bizi görürse?"
" Kim görecek ki?Aç şu lanet olası perdeyi."
Adam kendisine söyleneni yaptı. Perde hışırdayarak yu­
karıya toplanınca odanın içine ışık doldu.
Mattias hayranlıkla etrafına bakarak, "Güzel odaymış"
dedi. Bütün duvarlar yerden tavana kadar kütüphaneydi.
Bir köşede, küçük bir masanın her iki yanında iki deri koltuk
duruyordu. Odanın en dibinde kocaman bir çalışma masası
ve eski moda, yüksek sırtı onlara çevrilmiş bir çalışma koltu­
ğu vardı.Adam bir adım attı ama ayağının altından gelen çı­
tırtıyı duyunca tekrar yere baktı. Bu sefer neyin üzerinde yü­
rüdüklerini gördü.
" Bu da ne..." diye söylendi. Zemin sineklerle kaplıydı. İğ­
renç siyah sinekierin hepsi ölüydü. Pencerenin pervazı da si­
nek doluydu. Adam ve Mattias gayriihtiyari ellerini panto­
lonlarına sildiler.
Mattias, " Kahretsin, iğrenç" diyerek yüzünü buruşturdu.
" Tüm bu sinekler de nereden gelmiş?" Adam şaşkınlık­
la yere baktı. Sonra CSI dizileriyle yıkanmış beyni parçala­
rı birleştirdi. Ölü sinekler. İğrenç bir koku... Adam düşünce­
yi bir kenara itmeye çalıştı ama gözleri ister istemez çalışma
koltuğuna kaydı.
''Mattias?"
Arkadaşı sinir olmuştu, " Ne var?" dedi. Sineklere basma­
dan ayağını koyahileceği bir boşluk arıyordu.
Adam cevap vermedi. Bunun yerine yavaşça koltuğa doğ­
ru yürüdü. İçinde arkasını dönmesi, geldikleri yoldan basıp
gitmesi ve bütün gücü tükenene kadar koşması gerektiği­
ne dair bir his vardı.Ama merakı galip geldi; sanki ayakları
26

kendiliğinden hareket ederek onu koltuğa götürüyordu.


Mattias, " Ee, ne oldu?" diye sordu, ama Adam'ın gergin
bir şekilde ve pür dikkat ilerlediğini görünce sustu.
Adam koltuğa ulaşmasına yarım metre kala ileriye uzat­
tığı elinin titrediğini fark etti. Odada duyulan tek ses, aya­
ğının altındaki çıtırtıydı. Parmak uçlarıyla deri koltuğun so­
ğukluğunu hissetti. Parmaklarını biraz daha bastırınca kol­
tuk sola doğru dönmeye başladı. Adam bir adım geriye gitti.
Koltuk ağır ağır dönerek gizlediği şeyi yavaşça gözler önüne
serdi. Adam arkasında duran Mattias'ın kustuğunu duydu.

Köpeğin Mellberg'in her hareketini izleyen gözleri iri ve


nemliydi. Hayvana aldırış etmemeye çalışsa da pek başarı­
lı olamıyordu. Köpek resmen ona yapışık geziyor ve hayran­
lıkla bakıyordu. Sonunda Mellberg yumuşadı. Çalışma ma­
sasının en alt çekmecesini açtı, hindistancevizli bir şekerle­
me çıkarıp yere attı. Şekerleme iki saniye içinde yok oldu ve
Mellberg bir an için köpeğin gülümsediğini düşündü. Şüphe­
siz, bunu hayal etmişti. En azından artık tüyleri temizdi. An­
nika onu güzelce şampuaniayıp yıkamıştı. Yine de, Bertil bu
sabah uyandığında köpeğin yatağa sıçrayıp gece boyunca ya­
nında uzandığını görünce bundan çok hoşlanmamıştı. Şam­
puanın pirelerden kurtulmak için yeterli olduğuna ikna ol­
mamıştı. Ya hayvanın tüyleri Mellberg'in heybetli vücuduna
sıçramaktan başka bir şey istemeyen parazitlerle doluysa ne
olacaktı? Gerçi tüylerine yakından bakınca hiçbir şey görme­
mişlerdi; Annika da köpeği yıkarken hiç pire görmediğine ye­
min etmişti. Ama Mellberg köpeğin yatağında uyumasına bir
daha asla izin vermeyecekti. Ona bir sınır koymalıydı.
Mellberg, " Ee, adını ne koyacağız?" der demez, dört ayaklı
bir hayvanla konuştuğu için kendini aptal gibi hissetti. Ama
köpeğin bir ismi olması gerekiyordu. Kendisine ilham vere­
cek bir şeyler ararken düşünmeye devam etti ama aklına sa-
27

dece Fido ve Benekli gibi aptal köpek isimleri geliyordu.Ha­


yır, bunlar olmazdı. Sonra kıkırdadı.Aklına şahane bir fikir
gelmişti. Ernst Lundgren'i kovmak zorunda kaldığından be­
ri, çok olmasa da adamı özlemiştİ doğrusu. O halde neden kö­
peğe Ernst adını vermiyordu? Üstelik bu seçimin esprili bir
yanı da vardı. Mellberg tekrar kıkırdadı.
" Ernst. Buna ne dersin yaşlı kurt? Bu ismi sevdin mi?"
Çekmeceyi tekrar açıp bir şekerleme daha çıkardı. Bir tane
daha yese ne çıkardı ki? Köpeğin şişmanlaması Mellberg'in
sorunu değildi. Muhtemelen Annika birkaç gün içinde onu
sahiplenmek isteyen birini bulacaktı; köpeğin de bu arada
bir ya da iki şekerleme yemesinin bir önemi yoktu.
Telefonun kulak tırmalayıcı zili yüzünden ikisi de irkildi.
" Bertil Mellberg." İlk başta hattın diğer ucunda tiz sesiy­
le histerik bir biçimde konuşan kişinin ne dediğini anlamadı.
"Affedersiniz ama daha yavaş konuşur musunuz? Ne dedi­
niz?" Mellberg tüm dikkatini vererek dinledi. Nihayet karşı­
sındakini anlayınca kaşlarını kaldırdı.
" Bir ceset mi dediniz? Nerede?" Oturduğu koltukta dik­
leşti. Ernst de doğrulup kulaklarını havaya dikti. Mellberg
önündeki not defterine bir adres yazdı, " Olduğunuz yerde ka­
lın" diyerek konuşmayı bitirdi ve derhal yerinden fırladı. Kö­
pek de peşine takıldı.
" Sen burada kal." Mellberg'in sesi alışılmadık derece­
de otoriter çıkmıştı. Köpeğin aniden durup sonraki komutu­
nu beklediğini görünce şaşırdı. Mellberg, " Burada kal!" diye
tekrarladı ve Annika'mn büronun köşesine koyduğu minde­
ri işaret etti. Ernst isteksizce komuta uydu, mindere yerleşti,
başını patilerinin üzerine koyup uzandı ve geçici sahibine kı­
rıldığım belirten bir bakış attı. Birinin otoritesine boyun eğ­
mesiyle şevki yerine gelen Bertil Mellberg koridorda koşarak
uluorta bağırdı: " Bir ceset ihbarı aldık."
Farklı kapılardan üç kafa dışarıya uzandı: Kizıl saçlı olan
28

Martin Molin'e, kır saçlı olanGösta Flygare'ye ve kuzguni si­


yah olan da Paula Morales'e aitti.
Martin koridora çıkarak, "Bir ceset mi?" dedi.Danışmada­
ki Annika bile yanlarına gelmişti.
"Az önce bir delikanlı arayıp bildirdi. Anlaşılan arkadaşıy­
la beraber kimseye görünmeden dolaşıyorlarmış ve Fjallbacka
ileHamburgsund arasındaki bir eve girmeye karar vermişler.
İçeride bir ceset bulmuşlar."
Gösta, " Evin sahibi miymiş?" diye sordu.
Mellberg omuz silkti. "Tüm bildiğim bu kadar. Oğlanlara
evde kalmalarını söyledim. Hemen oraya gideceğiz. Martin,
sen ve Paula aynı arabaya binin; Gösta ile ben de başka bir
araba alacağız."
Gösta temkinli bir şekilde, " Patrik'i aramamız gerekmez
mi?" diye sordu.
Paula bir Gösta'ya bir Mellberg'e bakıp, " Patrik de kim?"
diye sordu.
Martin, " PatrikHedström" diye açıkladı. " O da burada çalı­
şıyor, ama bugünden itibaren babalık iznine çıkmış bulunuyor."
Mellberg küçümsercesine homurdanarak, " Onu neden ara­
yacakmışız ki?" dedi. Kibirli bir şekilde, " Ben buradayım ya"
diye ekledi ve hızlı adımlarla garaja doğru yürümeye başladı.
Mellberg duyma mesafesinden çıkınca Martin, " Oh be!" di­
ye mırıldandı. Paula merakla kaşlannı kaldırdı. ''Ah, boş ver
gitsin" dedi Martin özür dilercesine. Ama sonra dayanarnadı
ve " Çok yakında anlarsın" diye ekledi.
Paula hala şaşkın görünüyordu ama daha fazla üsteleme-
di. Nasılsa çok geçmeden işyerindeki dengeleri keşfedecekti.

Erica içini çekti. Artık ev sessizdi. Hatta fazla sessizdi.


Son bir yıldır kulakları en ufak bir sızlanma ya da ağlama­
yı fark etmeye alışmıştı. Ama şimdi etrafa kesin ve mutlak
bir sessizlik hakimdi. Word belgesindeki imleç yanıp sönü-
29

yordu. Yarım saattir tek bir harf bile yazmamıştı. Beyni dur­
muştu. Şimdiye kadar notlarını karıştırmış ve yaz boyunca
fotokopilerini aldığı makalelere göz atmıştı. Birkaç mektup
gönderdikten sonra, nihayet davanın ana figürüyle -yani ka­
tille- bir görüşme ayarlamayı başarınıştı ama önünde daha
üç hafta vardı. O zamana kadar arşivde bulduklarıyla yetin­
mek zorundaydı. Sorun şuydu ki, Erica nereden başlayacağı­
nı bilmiyordu. Sözcükler bir türlü yerli yerine oturmuyordu
ve yazarların her zaman baş etmeleri gereken şüphe içini ke­
mirmeye başlamıştı. Yoksa kelimeleri tükenmiş miydi? Eri­
ca son cümlesini yazmış ve kotasını doldurmuş muydu? Zih­
ninden başka kitaplar çıkarabilecek miydi? Mantığı ona ne
zaman yeni bir kitaba başlasa böyle hissettiğini söylüyordu,
ama bunun da bir yararı olmuyordu. Bu, her seferinde kat­
lanmak zorunda olduğu bir tür işkenceydi. Neredeyse doğum
yapmak gibiydi. Bugün ise kendini her zamankinden daha
miskin hissediyordu.
Masanın üzerinde, bilgisayarın yanında duran defterlere
göz atarken kendini teselli etmek için, ağzına bilinçsizce ka­
ramelli birDumlekola çİkolatası attı. Annesinin akıcı el ya­
zısı onu bekliyordu. Arada kalmıştı; hem annesinin yazdık­
Iarına bakmaya korkuyordu, hem de neyle karşılaşacağını
merak ediyordu. Yavaşça uzandığı birinci defteri elinde tart­
tı. Defter inceydi; daha çok ilkokulda kullanılanlara benzi­
yordu. Erica parmaklarını kapağın üzerinde gezdirdi. " Elsy
Moström" ismi tükenmezkalemle yazılmıştı, ama mavi mü­
rekkep yıllar içinde fark edilir biçimde silikleşmişti. Most­
röm, annesinin kızlık soyadıydı. Erica'nın babasıyla evlendi­
ğinde annesi Falck soyadını almıştı. Erica yavaşça defteri aç­
tı. Sayfalarda ince mavi çizgiler vardı. En tepeye tarih atıl­
mıştı: 3 Eylül 1943. Erica ilk cümleyi okudu:
Bu savaş hiç bitmeyecek mi?
Fj allbacka, 1943

Bu savaş hiç bitmeyecek m i?


Elsy bundan sonra ne yazması gerektiğini düşünerek tü­
kenmezkaleminin ucunu kemirdi. Kendi ülkesini doğrudan
ilgilendirmeyen ama yine de etkisi altına alan bu savaş hak­
kındaki düşüncelerini sözcüklere nasıl dökebilirdi? Günlük
yazmak tuhaf bir uğraştı. Bu fikir aklına nereden geldi bil­
miyordu, ama hem tanıdığı hem de tanımadığı hayatı hak­
kındaki bütün düşüncelerini bir araya getirmeye ihtiyacı
vardı.
Elsy savaşın olmadığı bir dönemi hatırlamıyordu bile. On
üçündeydi; yakında on dördüne basacaktı. Savaş çıktığında
ise sadece dokuz yaşındaydı. İlk yıllarda pek bir fark hisset­
memişlerdi; gerçi yetişkinler olaylara daha fazla dikkat et­
meye, hem gazete hem de radyo haberlerine karşı ani bir ilgi
duymaya başlamış gibilerdi. Salonda oturup radyo dinlerken
gergin ve ürkek görünüyorlardı ama aynı zamanda tuhaf bir
heyecan duyuyorlardı.Her şeye rağmen, dünyada olup biten­
ler heyecan vericiydi - tehditkar ama heyecan verici. Bunun
dışında hayat hemen hemen aynıydı. Tekneler denize açılı­
yor ve eve geri dönüyorlardı. Bazen bolca balık yakalıyorlar­
dı, bazen de işler kesat gidiyordu. Karadaysa kadınlar, tıp­
kı annelerinin ve büyükannelerinin yaptığı gibi, gündelik iş­
lerle ilgileniyorlardı. Çocukların doğması, giysilerin yıkan-
31

ması .ve evlerin temizlenmesi gerekiyordu. Bu, asla bitmeyen


bir döngüydü ama savaş artık bu tanıdık rutinleri ve günde­
lik gerçekliği altüst etmeye yönelik bir tehdit oluşturuyordu.
Elsy çocukluğundan beri bu gizli gerginliğin farkındaydı. Ar­
tık savaş onlan da etkilemek üzereydi.
"Elsy?" Annesinin aşağı kattan seslendiğini duydu. Çabu­
cak defterini kapayıp pencerenin yanındaki küçük çalışma
masasının üst çekmecesine koydu. Orada oturup ödevini ya­
parak pek çok saat geçirmişti ama okul günleri sona erdiği­
ne göre, artık çalışma masasına ihtiyacı yoktu. Ayağa kalk­
tı, elbisesinin eteğini düzeltip annesini bulmak üzere aşağı­
ya indi.
"Elsy, su getirir misin?"Annesinin yüzü yorgun ve solgun
görünüyordu. Bütün yazı bodrum katındaki küçük odada ya­
şayarak geçirmişlerdi. Evin geri kalanı ise yaz ziyaretçilerine
kiralanmıştı.Kira ödemeleri karşılığında temizlik yapmaları,
yemek pişirmeleri ve misafirlerine -Göteborglu bir avukat,
karısı ve şamatacı üç çocukları- hizmet etmeleri gerekmişti.
Hepsi de son derece talepkardı. Elsy'nin annesiHilma sabah­
tan akşama kadar koşturup durmuş, çamaşır yıkamış, tekne
gezileri için piknik sepetleri hazırlamış ve arkalarından evi
toplamıştı.Aynı zamanda kendi ev işlerini de yapmıştı.
Elsy elini tereddütle annesinin omzuna koyarak, "Otur da
biraz dinlen anne" dedi usulca.Hilma kızının kendine dokun­
masıyla irkildi. İkisi de fiziksel temasa alışkın değildi, ancak
annesi kısa bir duraksamanın ardından elini Elsy'ninkinin
üzerine koydu ve minnettar halde bir sandalyeye çöktü.
"İyi ki gittiler. Hiç bu kadar talepkar insanlarla karşılaş­
madım. H
' ilma, lütfen şunu yapar mısın?.. Hilma, sakınca­
sı yoksa...Hilma, acaba mümkünse...' " Hilma misafirlerinin
terbiyeli konuşmalarını taklit ederken birden eliyle ağzını
kapadı. Varlıklı insanlara böyle saygısızlık etmek alışılagel­
miş bir şey değildi.
32

"Neden yorgun olduğunu anlayabiliyorum. Onlarla uğraş­


mak kolay değildi." Elsy suyun geri kalanını bir sos tencere­
sine döküp ocağın üstüne koydu. Su kaynayınca içine biraz
kahve tozu2 attı ve masaya Hilma ile kendisi için birer fin­
can koydu.
"Az sonra gidip daha çok su alacağım anne. Ama önce bi­
raz kahve içelim" dedi.
"Merin kızıma." Hilma berbat bir tadı olan kahve bozma­
sından bir yudum içti. Özel günlerde kahvesini fincandan,
dişlerinin arasında bir adet kesmeşeker tutarak içmeyi se­
verdi. Ama bugünlerde şeker kıtlığı vardı; üstelik bunu kah­
ve bozmasıyla yapmak aynı keyfi vermezdi.
Elsy gözlerini indirerek, "Babam ne zaman döneceğini söy­
ledi mi?" diye sordu. Savaş zamanındayken, bu soru eskisin­
den daha çok anlam taşıyordu. Öckerö'nün torpillenerek bü­
tün mürettebatıyla birlikte hatırılmasının üzerinden çok uzun
bir süre geçmemişti. Bu olaydan beri, her yeni ayrılıktan ön­
ce, vedalara uğursuz bir tını yerleşmişti. Ama işlerin yapılma­
sı gerekiyordu. Kimsenin başka seçeneği yoktu. Yükler teslim
edilmeli ve balıklar yakalanmalıydı. Savaş olsa da olmasa da,
hayat devam ediyordu. En azından Norveç'e gelip giden yük
gemileri trafiğinin sürmesine izin verildiği için minnettar ol­
malıydılar. Ayrıca bu yöntem, kuşatmanın dışında geçiş izniy­
le akıp giden deniz trafiğinden daha güvenli kabul ediliyor­
du. Fjallbacka'dan gelen gemiler balık aviarnaya devam ede­
biliyor, yakaladıkları balıklar eskisinden küçük olsa da, Nor­
veç !imanlarına nakliyat yaparak ek gelir elde edebiliyorlar­
dı. Elsy'nin babası sık sık Norveç'ten buz getiriyor, hatta şan­
sı yaver giderse oraya giderken yanında yük de taşıyordu.
Hilma "Keşke . . . " diye lafa girdikten sonra sustu ama ar­
dından devam etti: "Keşke biraz daha dikkatli olsaydı."

2. ingilizce coffee substitute, kahve aromalı içecek. Kahvenin zor bulunduğu Ikinci Dünya Savaşı döne­
minde kullanımı artmıştır. (yay.n.)
33

Elsy annesinin kimden bahsettiğini gayet iyi bildiği halde,


"Kim? Babam mı?" diye sordu.
"Evet." Hilma kahvesinden bir yudum daha alıp yüzünü
buruşturdu. "Bu sefer doktorun oğlu da yanında . . . Yani yol­
culuğun kötü biteceği kesin. Başka ne diyebilirim ki?"
"Axel cesur bir delikanlı; elinden geleni yapacaktır. Emi­
nim babam da ona elinden geldiğince yardım edecektir."
Hilma başını iki yana sallayarak, "Ama bu riskli bir yolcu­
luk" dedi. "O oğlanı ve arkadaşlarını yanına alarak büyük bir
riske girdi . . . Onun babanı ve diğerlerini tehlikeye düşürece­
ğini düşünmeden edemiyorum."
"Norveçlilere yardım etmek için elimizden geleni yapmalı­
yız" dedi Elsy sessizce. "Onların yerinde olduğumuzu düşün­
sene. O zaman yardıma ihtiyacı olan biz olurduk. Axel ve ar­
kadaşlarının çok yardımı dokunuyor."
"Artık bu konudan bahsetmeyelim. Gidip şu suyu getire­
cek misin?" Hilma kahve fincanını çalkalamak üzere lavabo­
ya giderken sesi kızgın çıkmıştı. Ama Elsy gücenmedi. Anne­
sinin endişelendiği için sinirli davrandığını biliyordu.
Elsy, annesinin vaktinden önce kamburlaşan sırtına son
bir kez baktıktan sonra kovayı alarak kuyudan su çekmek
için dışarı çıktı.
.....

Patrik uzun yürüyüşlerden hoşlandığına şaşırdı. Son bir­


kaç yıldır spora fazla zaman ayıramamıştı, ama babalık iz­
nindeyken her gün uzun yürüyüşler yapabilirse, şişmekte
olan göbeğinden kurtulabilirdi. Erica'nın evdeki tatlı tüketi­
mini kısması da etkisini göstermeye başlamış ve birkaç kilo
vermesine yardımcı olmuştu.
Patrik benzinliği geçerek tempolu bir biçimde güneye gi­
den yolda yürümeye devam etti. Maja yüzü ileriye dönük, pu­
sette oturuyor ve neşeli sesler çıkarıyordu. Dışarı çıkmaya
bayılıyordu; karşılaştıkları herkese şen şakrak bir "Merha­
ba" deyip kocaman gülümsüyordu. Etrafına gerçek anlamda
ışık saçan küçük bir kızdı; gerçi damarı tuttuğunda son dere­
ce haylaz olabiliyordu. Patrik, bu özelliğini Erica'nın ailesin­
den almış olmalı, diye düşündü.
Yolda yürümeye devam ederlerken, Patrik hayatından gi­
derek daha memnun olduğunu hissetti. Yeni bir gündelik ru­
tine alışmak için can atıyordu ve ev nihayet kendilerine kala­
cağı için mutluydu. Anna ve çocuklarını sevmediğinden değil­
se de, aylarca aynı çatının altında yaşamaya çalışmak kolay
olmamıştı. Şimdi sadece annesini idare etmesi gerekiyordu.
Hep Erica ile annesi arasında kaldığını hissediyordu. Annesi
ne zaman ziyaretlerine gelse , her ikisinin de ebeveynlik be­
cerileri hakkında eleştiriler yöneltıneyi alışkanlık haline ge­
tirmişti. Patrik bunun Erica'yı sinirlendirdiğinin farkınday-
35

dı. Yine de, Erica'nın, annesinin sözlerine aldırış etmemesi­


ni dilerdi. Keşke Erica biraz anlayışlı olabilseydi. Ne de olsa
Kristina yalnız yaşıyordu; oğluyla onun ailesinden başka bir
meşgalesi yoktu. Kız kardeşi fazla uzak olmayan Göteborg'da
yaşıyordu ama yine de Kristina'nın Patrik ile Erica'yı ziyaret
etmesi daha kolaydı. Üstelik bazen annesinin büyük yardımı
da dokunuyordu. Birkaç akşam Erica'yla yemeğe çıkmışlar,
Kristina da Maja'ya bakmıştı. Erica'nın her şeyi olumlu yön­
den daha sık görmesini isterdi.
Kırda otlayan Rimfaxe3 atlarının yanından geçerlerken,
Maj a parmağıyla onları işaret ederek, heyecan içinde, "Bak,
bak!" dedi. Bir süreliğine durup atları izlediler. Patrik atla­
ra özel bir ilgi duymuyorrlu ama itiraf etmeliydi ki bu Fiyort
atları gerçekten de çok güzeldi ve nispeten zararsız görünü­
yorlardı. Bir dahaki sefere elma ve havuç getirmeyi düşündü.
Maja atları izlemekten sıkıldığında, gezintilerinin son durağı
olan değirmene doğru yola çıktılar. Buraya uğradıktan sonra
Fjiillbacka'ya döneceklerdi.
Tepenin zirvesindeki kilisenin kulesi karşılarında be­
lirdiğinde, Patrik'in gözüne ansızın tanıdık bir araba ilişti.
Arabanın mavi ışıkları yanınayıp sireni de çalmarlığına gö­
re acil bir durum yoktu ama Patrik yine de nabzının hızlan­
dığını hissetmişti. Polis arabası tepeden aşağıya iner inmez,
onu yakından takip eden ikinci bir araba daha görünce Pat­
rik kaşlarını çattı. İki arabanın birden gelmesi, ciddi bir şey­
ler olduğunu gösteriyordu. Baştaki araba yaklaşık yüz metre
ötedeyken Patrik el sallamaya başladı. Araba yavaşlayınca
Patrik direksiyanda oturan Martin'le konuşmaya gitti. Maja
hevesle iki kolunu birden sallıyordu. Onun dünyasında, etra­
fında olup bitenler her zaman eğlenceliydi.
Martin Maja'ya el sallayarak, "Merhaba Hedström. Yürü­
yüşe mi çıktın?" dedi.

3. lsveç1n kuzeyinde yetiştirilen bir at cinsi. (ç.n.)


36

"Eh, erkek dediğin formunu korur, değil mi? . . Neler olu­


yor?" dedi Patrik. İkinci polis aralıası da öndekine yanaşıp
durdu. Patrik, Bertil ve Gösta'ya el salladı.
"Merhaba, ben Paula Morales." Patrik Martin'in yanında
oturan üniformalı kadını yeni fark etmişti. Kadının elini sı­
kıp kendini tanıttıktan sonra, Martin cevap verdi:
"Yakınlarda bir yerden bir ceset ihbarı aldık."
Patrik kaşlarını çatarak, "Cinayetten mi şüpheleniyorsu­
nuz?" diye sordu.
Martin omuz silkti. "Henüz hiçbir şey bilmiyoruz. İki oğ­
lan cesedi bulduktan sonra bizi aramışlar." Arkalarındaki
polis aralıası korna çalınca, Maj a pusetinin içinde sıçradı.
"Hey Patrik" dedi Martin telaşla, "sen de arabaya atlayıp
bizimle gelsen olmaz mı? Kendimi onun yanında pek rahat
hissetmiyorum da . . . Kimi kastettiğimi biliyorsun." Martin di­
ğer aralıayı işaret etti.
"Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum" dedi Patrik.
''Yanımda kızım var . . . kaldı ki, biliyorsun resmi olarak izin­
deyim."
Martin başını yana eğerek, "Lütfen" diye üsteledi . . "Sade­
ce gelip bir bak. Sonra seni eve bırakırım. Bagajda puseti ko­
yacak yer de var."
"Ama arabada çocuk koltuğu yok" dedi Patrik.
"Ha, haklısın. Şey, o zaman oraya kadar yürümeye ne der­
sin? Olay yeri hemen şu köşenin ardında. Sağdan ilk sokak;
soldaki ikinci ev. Posta kutusunda 'Frankel' yazıyor."
Patrik duraksadı ama arkadaki polis arabasının tekrar
korna çalması onu karar vermeye zorladı.
"Pekala, geleceğim ama sadece bakmak için. Ama ben içe­
rideyken Maja'ya göz kulak olacaksın. Ve Erica'ya bununla
ilgili tek kelime dahi etmeyeceksin. Eğer Maj a'yı olay yeri
olması muhtemel bir yere götürdüğümü öğrenirse çileden çı­
kar."
37

Martin göz kırparak, "Söz veriyorum" dedi. Bertil ile Gös­


ta'ya el sallayıp aralıayı birinci vitese aldı. "Orada görüşürüz."
Patrik, "Tamam" dedi. İçinde daha sonra bunu yaptığına
pişman olacağına dair bir his vardı, ama merakı temkinli ol­
ma içgüdüsüne galip gelmişti. Puseti çevirdi ve hızlı adımlar­
la Hamburgsund'a doğru yürümeye başladı.

"Çamdan yapılmış her şey mutlaka gidecek!" Anna elleri­


ni beline dayamış ve olabildiğince katı bir yüz ifadesi takın­
mıştı.
Dan kafasını kaşıyarak, "Çamın ne zararı var ki?" diye
sordu.
Anna, "Çünkü çirkin! Nasıl oluyor da böyle bir soru sorabi­
liyorsun?" diye cevap verdi ama elinde olmadan güldü. "Bu ka­
' dar korkınana gerek yok aşkım . . . Ama bu konuda ısrarcı ola­
cağım. Çarndan yapılmış bir mobilyadan daha çirkin bir şey
olamaz. En kötüsü de şuradaki karyola. Üstelik Pernilla'yla
paylaştığın yatakta uyumaya devam etmek istemiyorum. Ay­
nı evde yaşayabilirim ama aynı yatakta uyuyamam."
"İşte bunu anlayabilirim. Ama bir sürü yeni mobilya almak
çok masraflı olacak" dedi Dan. Endişeli görünüyordu. Anna'yla
beraber olduklarında evi satma planından vazgeçmişti, ama
iki yakasım bir araya getirmekte hala zorlanıyordu.
"Erica anne ve babamızın evinin bana ait payını satın al­
dığında elime geçen para duruyor. Bir kısmını yeni eşyalar
almak için kullanalım. Birlikte karar verebiliriz ya da her şe­
yi bana bırakabilirsin - tabii cesaret edebilirsen."
"İnan bana, mobilyalar hakkında karar vermemeyi tercih
ederim" dedi Dan. "Fazla abartılı olmadıkları sürece istediği­
ni alabilirsin. Bu kadar konuşma yeter; yanıma gel de bana
sarıl hadi."
Her zamanki gibi ateş hacayı sarmışken ve Dan tam da
Anna'nın sutyeninin kancasını açmak üzereyken, birisi ön
38

kapıyı açıp içeri girdi. Mutfak, girişten rahatlıkla göründüğü


için, her şey gün gibi ortadaydı.
''Tanrım, ne kadar iğrençsiniz! Mutfakta işi pişirdiğinize
inanamıyorum!" Yüzü sinirden kıpkırmızı olan Belinda, yan­
larından bir hışım geçip odasının yolunu tuttu. En üst hasa­
mağa ulaşınca durup bağırdı:
"En kısa zamanda annemin yanına taşınacağım - duydu­
nuz mu? En azından oradayken ikide bir dillerinizi birbirini­
zin boğazına sokmanızı izlemek zorunda kalmam! İğrençsi­
niz! Duydunuz mu?"
Bam! Belinda odasının kapısını çarptı; sonra da anahtann
kilitte döndüğünü duydular. Bir saniye sonra başlayan müzi­
ğin sesi o kadar yükseldi ki, tezgahın üzerindeki tabaklar tı­
kırdayarak tempo tutmaya başladı.
Dan yüzünde buruk bir ifadeyle tavana bakarken, "Ey­
vah" dedi.
Anna onun kollarından kurtularak, "Evet, 'Eyvah' uygun
bir tepki" diye cevap verdi. "Bu durum onun için hiç de kolay
değil." Tıkırdayan tabaklan alıp lavaboya koydu.
Dan sinirli bir şekilde, "Biliyorum ama hayatımda yeni bir
kadın olduğunu kabullenmesi gerekiyor" dedi.
"Kendini onun yerine koymaya çalışsana. Önce sen ve Per­
niila boşandınız, sonra da bir sürü ..." -burada duraksayıp söz­
cüklerini özenle seçmeye çalışmıştı- ''kız arkadaşın oldu, sonra
da ben ortaya çıktım ve iki küçük çocuğumla buraya taşındım.
Belinda sadece on yedi yaşında ve üç yabancının eve taşınma­
sına alışmak zorunda olmasının dışında, bu bile yeterince zor."
"Haklısın, farkındayım" dedi Dan içini çekerek. "Ama bir
ergenle nasıl başa çıkacağıına dair hiçbir fikrim yok. Yani,
onu yalnız mı bırakmalıyım, böyle yaparsam kendini ihmal
edilmiş gibi hisseder mi? Yoksa onunla konuşmak için ısrar
edip üzerinde baskı kurduğumu düşünmesini mi göze almalı­
yım? Bunun gibi durumlar için bir el kitabı olmalı."
39

Anna güldü. "Sanınm doğum servisinde e l kitabını verme­


yi unutmuşlar. Ama onunla konuşmayı deneyebilirsin. Ka­
pıyı yüzüne çarpsa bile, en azından denemiş olursun. Sonra
bir kez daha şansını denemelisin. Sonra bir kez daha. Be lin­
da seni kaybetmekten korkuyor. Çocuk olma hakkını kaybet­
mekten, artık buraya taşındığımız için her şeyin kontrolünü
ele alacağımızdan korkuyor. Bu son derece anlaşılabilir bir
tavır."
Dan, "Böyle bir kadını hak etmek için ne yaptım ben?" di­
yerek Anna'yı tekrar kendine çekti.
Anna gülümseyerek yüzünü Dan'ın göğsüne gömerken,
"Bilmem ki" dedi. "Söylemedi deme, aslında çok bilge biri sa­
yılmam. Sadece daha önceki avlarınla karşılaştırınca öyle gö­
rünüyorum."
Dan onu daha da sıkıca sararken, "Bak, dikkatli ol" dedi.
"Eğer böyle konuşmaya devam edersen, çam karyolayı elim­
de tutmaya karar verebilirim."
"Burada kalmaını istiyor musun, istemiyor musun?"
"Pekala. Sen kazandın. Karyolayı gitmiş farz et."
İkisi de güldüler ve öpüştüler. Yukarıda bangır bangır çal­
maya devam eden pop müzik, kulaklan sağır edecek radde­
ye ulaşmıştı.

Martin evin önündeki garaj girişine saptığı anda oğlanla­


rı gördü. Bir kenarda dikiliyorlardı; kollarını vücutlanna do­
lamışlar, titriyorlardı. Yüzleri bembeyazdı. Polis arabalarını
görünce bariz bir şekilde rahatladılar.
Martin, "Ben Martin Molin" diyerek oğlanlardan birinin
elini sıktı. Mırıldanarak konuşan, kendini Adam Andersson
olarak tanıttı. Diğeri ise sağ elini sallayıp utangaç bir ifadey­
le mazeretini bildirdi.
"Kustum, sonra da elimle ağzımı sildim . . . Şey, sanırım eli­
nizi sıkmasarn daha iyi."
40

Martin anlayışlı bir şekilde başını salladı. "Pekala, bura­


da tam olarak ne oldu?" Martin daha sakin görünen Adam'a
döndü. Adam arkadaşından kısaydı, dağınık sarı saçları var­
dı ve yanaklarını iltihaplı sivileeler sarmıştı.
"Şey, aslında biz ..." Adam, Mattias'a baktı ve arkadaşı omuz
silkince devam etti: ''İçeriye göz atmak için eve girmeyi düşünü­
yorduk; görünüşe göre yaşlı adamlar evde yoklardı."
Martin, "Yaşlı adamlar mı?" diye sordu. ''Yani burada iki
kişi mi yaşıyor?"
Mattias, "İki kardeş" diye cevap verdi. "isimlerini bilmi­
yorum ama annem muhtemelen biliyordur, haziranın başın­
dan beri postalarını alıyor. Kardeşlerden biri her yaz başka
bir yere gider ama diğeri burada kalırdı. Bu sefer kimse pos­
ta kutusundaki mektupları almayınca düşündük ki. . ." Matti­
as cümlesini yarım bırakıp önüne baktı. Ölü sineklerden bi­
ri hala ayakkabısının üzerine duruyordu. Tiksintiyle ayağını
savurarak sineği yere düşürmeye çalıştı. Sonra, "Evde buldu­
ğumuz ceset o adam mı?" diye sordu.
"Şimdilik biz de senden daha fazlasını bilmiyoruz" dedi
Martin. "Ama devam et. İçeri girmeyi düşünüyordunuz; son­
ra ne oldu?"
"Mattias açık duran bir pencere buldu ve önden içeri gir­
di" dedi Adam. "Şimdi anlatırken komik geliyor, çünkü dışa­
rı çıktığımızda ön kapının kilitli olmadığını fark ettik. Yani
elimizi kolumuzu saliayarak içeri girebilirmişiz. Her neyse,
Mattias pencereye tırmandı, sonra beni de yukarı çekti. Ye­
re atladığımızda ayaklarımızın altında bir şeyin çıtırdadığını
hissettik ama ne olduğunu göremedik, çünkü çok karanlıktı."
Martin, "Karanlık mıydı?" diye araya girdi. "Neden karan­
lıktı?" Göz ucuyla Gösta'nın, Paula'nın ve Hertil'in arkasına
geçip konuşmayı dinlediklerini fark etti.
Adam sabırla, "Bütün perdeler kapalıydı" diye devam etti.
"İçeriye girdiğimiz pencerenin perdesini açınca yerin ölü sinek-
41

lerle kaplı olduğunu gördük. Aynca içerisi berbat kokuyordu."


Yeni bir bulantı dalgasıyla savaşıyormuş gibi görünen
Mattias, "Gerçekten çok iğrençti" diye araya girdi.
Martin dikkatlerinin dağıimamasma gayret ederek, "Son­
ra ne oldu?" diye sordu.
"Sonra odanın ortasına doğru ilerledik. Çalışma masası­
nın arkasındaki koltuğun sırtı bize dönük olduğu için ora­
da ne olduğunu göremiyorduk. Ama içimde kötü bir his var­
dı. .. Şey, CSI dizilerini izledİm ve böylesine berbat bir kokuy­
la bütün o ölü sinekleri hesaba katınca . . . Yani orada birinin
öldüğünü anlamak için Einstein olmanız gerekmiyor. Ben de
gidip koltuğu çevirdim. Ve cesedi gördük!"
Bu salıneyi zihninde tüm canlılığıyla yaşadığı anlaşılan
Mattias arkasını dönüp çimierin üzerine kustu. Sonra ağzını
sildi ve "Özür dilerim" diye fısıldadı.
"Sorun değil" dedi Martin. "Ne de olsa hepimiz ceset gör-
düğümüzde aynı şeyi yapmışızdır."
"Ben hariç" dedi Mellberg küstahça.
Gösta kısaca, "Ben de, hiç" dedi.
Paula, "Ben de hiç kusmadım" diye ekledi.
Martin omzunun üzerinden hepsine ters ters baktı.
"Gerçekten iğrenç görünüyordu" dedi Adam. Yaşadığı şo-
ka rağmen, durumdan tuhaf bir keyif alıyormuş gibiydi. Ar­
kasında duran Mattias iki büklüm olmuş ve tekrar öğürmeye
başlamıştı, ama anlaşılan midesinde hiçbir şey kalmamıştı.
Martin ekibe dönerek, "Birisi çocukları eve bırakabilir mi?"
dedi. Önce kimse cevap vermedi ama sonra Gösta konuştu:
"Ben bırakırım. Hadi çocuklar, arabaya atlayın."
Mattias bitkin bir şekilde, "Sadece birkaç yüz metre ilerde
oturuyoruz" dedi.
Gösta, "O zaman sizinle eve kadar yürüyeyim" dedi ve ken­
disini izlemelerini işaret etti. Gençler Gösta'nın peşine takılıp
farklı ruh halleri içinde oradan sıvıştılar - Mattias'ın yüzün-
42

de minnettar bir ifade vardı; Adam ise bundan sonra olacak­


ları kaçıracağı için besbelli ki hayal kırıklığına uğramıştı.
Martin yolun ilerisindeki dönemecin ardında gözden kay­
bolmalarını izledikten sonra gönülsüzce, "Evet, gidip içeride
ne varmış bir bakalım" dedi.
Bertil Mellberg boğazını temizledi. "Şahsen cesetlerle hiç­
bir sorunum yok - hem de hiç; zamanında pek çok ceset gör­
düm. Ama birinin . . . Çevreyi de kontrol etmesi gerek. Belki de
bu görevi ben üstlensem iyi olur; ne de olsa amiriniz olarak
içinizdeki en deneyimli kişi benim" dedi ve boğazını bir kez
daha temizledi.
Martin ve Paula gülerek birbirlerine baktılar, ama Mar­
tin cevap vermeden önce ciddi biz yüz ifadesi takınmaya özen
gösterdi.
"Haklısın Bertil. En iyisi senin kadar deneyimli birinin
çevrede özenli bir inceleme yapması. Paula ve ben de içeri gi­
rip ne var ne yok diye bakarız."
"Tabii. . . Kesinlikle. Bence de en iyisi bu." Mellberg bir an
için topuklarının üzerinde geriye doğru kaykıldıktan sonra
çayırda dolanmaya başladı.
"İçeri girelim mi?" dedi Martin.
Paula belli belirsiz başını salladı.
Martin kapıyı açarken, "Dikkatli ol" dedi. "Bunun doğal
sebepler yüzünden gerçekleşen bir ölüm olmadığının anla­
şılması durumunda hiçbir delili yok etmek istemeyiz. Sadece
teknik ekip gelene kadar etrafa şöyle bir göz atacağız."
Paula uysal bir şekilde, "Stockholm Cinayet Masası'nda
beş yıllık deneyimim var. Muhtemel bir olay yerinde nasıl
davranınarn gerektiğini biliyorum" diye cevap verdi.
Martin utanarak, "Ah, kusura bakma, bunu bilmiyordum"
diyerek eve yöneldi.
Eve hakim olan tekinsiz sessizliği bozan tek şey, girişte
yankılanan ayak sesleriydi. Martin merak etti, acaba evde
43

bir ceset olduğunu bilmeselerdi, sessizlik bu kadar ürkütücü


gelir miydi? Herhalde gelmezdi.
"Şurada" diye fısıldadı ama sonra buna gerek olmadığını
fark etti.
Paula hemen arkasında onu izliyordu. Martin kütüphane
olduğunu tahmin ettiği odaya doğru birkaç adım daha attı ve
kapıyı açtı. Eve girer girmez fark ettikleri tuhaf koku daha
da keskinleşti. Çocuklar haklıydılar. Zeminin her yanı sinek­
lerle kaplıydı. Paula'yla içeri girdiklerinde, ayaklarının altın­
dan çıtırtılar geldi. İçerideki koku fazlasıyla boğucuydu ama
ilk baştaki haline göre bir hayli hafıflemiş olmalıydı.
Paula, "Hiç şüphe yok ki birisi uzun zaman önce burada
ölmüş" dedi. Derken odanın karşısındaki çalışma koltuğunda
oturan şey gözlerine ilişti.
"Şüphesiz" dedi Martin. Ağzında nahoş bir tat vardı. Ken­
dini hazırladı ve dikkatli bir şekilde, odanın karşısındaki kol­
tukta oturan cesede doğru ilerledi.
Paula'nın kendisine katılmasını önlemek için bir elini kal­
dırıp, "Sen orada kal" dedi. Paula itaatkar bir şekilde kapı­
nın yakınında durdu. Alınmamıştı. Odada ne kadar az poli­
sin ayak izi kalırsa o kadar iyiydi.
Martin öğürecek gibiydi, "Doğal sebepler yüzünden ölmüş
gibi görünmüyor" dedi. İşine odaklanırken defalarca yutku­
narak kusma isteğini bastırmaya çalıştı. Ceset bozulmuş ol­
duğu halde, ortada şüphe götürmez bir gerçek vardı. Kurba­
nın başının bir yanındaki büyük eziklik çok şey anlatıyordu.
Koltukta oturan kişi vahşi bir saldırının kurbanı olmuştu.
Martin dikkatle arkasını dönüp odadan çıktı. Paula da
onu izledi. Martin birkaç derin nefes alıp temiz havayı içi­
ne çektikçe, kusma dürtüsü yavaş yavaş kayboldu. O sırada
Patrik'in köşeyi döndüğünü gördü ve çakıl taşı kaplı yolda yü­
rümeye başladı.
Patrik kendisini duyabileceği kadar yaklaştığında, "Bu bir
44

cinayet" dedi. ''Torbjörn ve ekibinin gelip işe koyulması gere­


kecek. Şu anda yapabileceğimiz başka bir şey yok."
Patrik ümitsiz bir ifadeyle, "Pekala" dedi. "Acaba . . . " Dur­
du ve pusetinde oturan Maja'ya baktı.
"Hadi girip bir bak. Ben Maj a'ya göz kulak olurum" de­
di Martin hevesle. Maja'nın yanına gidip onu kucağına aldı.
"Gel bakalım tatlım, gidip şuradaki çiçeklere bakalım."
Maja da çiçekliği işaret ederek, "Çiçekler" diye tekrarladı.
Patrik Paula'ya dönerek, "Sen de içeri girdin mi?" diye
sordu.
Paula başıyla onayladı. "Manzara pek güzel değil. Görü­
nüşe göre yaz boyunca orada oturmuş. En azından ben böyle
düşünüyorum" dedi.
"Herhalde Stockholm'de geçirdiğİn yıllar boyunca yeteri
kadar vaka görmüşsündür."
"O eyalette fazla ceset yoktu ama berbat durumda olan
birkaç tane gördüm."
"Şey, içeri girip hızlıca cesede bakacağım. Aslında babalık
iznindeyim ama . . . "
Paula gülümsedi. "Uzak kalmak zor, değil mi? Anlıyorum.
Ama Martin işlere hakim görünüyor." Gülümseyerek çiçekli­
ğe baktı. Martin ile Maja çömelmiş, yeni açmış çiçeklere ba­
kıyorlardı.
Patrik eve doğru yürürken, "O çok sağlam biridir. Her an­
lamda" dedi. Birkaç dakika sonra geri döndü.
"Martin'e katılıyorum. Kurbanın kafasında belirgin bir
eziklik olduğu göz önüne alınırsa, bunun bir cinayet olduğu
şüphe götürmez" dedi.
"Şüpheliye dair hiçbir iz yok." Mellberg oflayıp puflayarak
köşeyi döndü. "Ee, vaziyet nasıl? İçeri girdin mi Hedström?"
diye sordu. Patrik başıyla onayladı.
"Evet, bir cinayet işlendiği şüphe götürmez. Teknik ekibi
arayacak mısın?"
45

''Tabii ki" dedi Mellberg kibirli bir şekilde. "Ben bu tımar­


hanenin başıyım. Ha bu arada, senin burada ne işin var? Ba­
balık izni alma konusunda ısrar ettin; şimdiyse sürpriz kutu­
sundan fırlar gibi çıkıp geliyorsun." Mellberg, Paula'ya dön­
dü. ''Yeni jenerasyonu gerçekten anlamıyorum - erkekler be­
bek bezi değiştirmek için evde kalıyorlar; kadınlar da ünifor­
malar içinde etrafta koşturuyorlar." Sonra aniden arkasını
döndü ve teknik ekibi çağırmak üzere ayaklarını yere vura­
rak polis arabasına doğru yürüdü.
Patrik imalı bir şekilde, "Tanumshede'ye hoş geldin" dedi
ve Paula karşılık olarak neşeyle gülümsedi.
"Merak etme, hiç gocunmuyorum. Bu tip insanlarla daha
önce de karşılaştım. Eğer bütün üniformalı dinozorlann beni
rahatsız etmelerine izin verecek olsaydım, uzun zaman önce
havlu atmış olurdum."
''Duruma böyle bakınana sevindim" dedi Patrik. ''Mellberg'in
en büyük avantajı tutarlı olmasıdır - herkese ve her şeye kar­
şı çıkar."
"Çok rahatlarlım doğrusu" dedi Paula gülerek
Hala Maja'yı tutan Martin, "Bu kadar komik olan nedir?"
diye sordu.
Patrik ve Paula bir ağızdan, ''Mellberg" dediler.
"Bu sefer ne dedi?"
"Ah, her zamanki şeyleri" dedi Patrik Maja'ya uzanarak.
"Ama görünüşe göre Paula bununla başa çıkabiliyor, yani
her şey yolunda. Artık bu küçükhanımla eve gitmemiz gere­
kiyor. Hadi el sallayıp veda et, tatlım."
Maja el salladı ve Martin'e sırıttı. Bunun üzerine Martin'in
yüzü aydınlandı.
"Ne, beni bırakıp gidiyor musun tatlı kız? Aramızda özel
bir şeyler olduğunu sanmıştım." Martin altrludağını sarkıtıp
üzgünmüş gibi görünmeye çalıştı.
"Maj a babası dışında bir erkeğe asla ilgi duymayacak. De-
46

ğil mi tatlım?" Patrik burnunu kızının boynuna sürtünce Ma­


ja katılarak güldü. Sonra Patrik onu pusetine oturtup iş ar­
kadaşlarına el salladı. Bir yanı çekip gidebildiği için rahatla­
mıştı. Diğer yanıysa, orada kalmak için her şeyi verirdi.

Kafası karışmıştı. Günlerden pazartesi miydi? Yoksa salı


mıydı? Britta gergin bir şekilde salonda volta atıyordu. Bu . . .
Son derece moral bozucuydu. Sanki bir şeylere tutunmaya ça­
lıştıkça, her şey elinden daha da hızla kayıyordu. Daha sağdu­
yulu olduğu anlarda, içinden bir ses, işleri yalnızca irade gü­
cüyle kontrol altına alması gerektiğini söylüyordu. Beyninin
kendisine itaat etmesini sağlamalıydı. Öte yandan beyninin
değiştiğini, işlemez hale geldiğini; olaylara, anlara, bilgilere,
yüzlere tutunma ve anımsama yetisini kaybettiğini biliyordu.
Pazartesi. Tabii ki günlerden pazartesiydi. Tabii ya. Dün
kızları ve aileleri pazar akşamı yemeği için ziyaretine gelmiş­
lerdi. Dün. Demek ki bugün pazartesiydi. Kesinlikle. Rahat­
layan Britta yürümeyi bıraktı. Küçük bir zafer kazanmış gibi
hissetti. En azından günlerden hangisi olduğunu biliyordu.
Gözlerinde yaşlar birikti ve kanepenin bir ucuna oturdu.
Josef Frank tasarımı döşemelik kumaş güzel ve tanıdıktı. Bu
kumaşı Herman'la beraber almışlardı. Daha doğrusu Britta
seçmişti, Herman da tercihini onaylamıştı. Herman onu mut­
lu etmek için h�r şeyi yapardı. Eğer Britta yeşil benekli tu­
runcu bir kanepe isteseydi, bunu bile memnuniyetle kabul
ederdi. Herman, evet . . . Peki, o neredeydi? Britta tedirgin bir
şekilde kanepenin desenleriyle oynamaya başladı. Herman'ın
nerede olduğunu biliyordu. Gerçekten. Herman'ın nereye git­
tiğini söylerken dudaklarının kıpırdadığını gözünün önüne
getirdi. Hatta gittiği yeri birkaç kez tekrarladığını bile ha­
tırlıyordu. Ama tıpkı hangi günde olduklarını ansızın unut­
tuğu gibi, şimdi de bu küçük bilgi kırıntısı kafasını karıştırıp
onunla alay edercesine uçup gitmişti. Britta hayal kırıklığına
47

kapılarak kanepenin koluna tutundu. Eğer yeterince yoğun­


laşırsa, hatırlayabilirdi.
Paniğe kapıldı. Herman neredeydi? Uzun süre dönmeye­
cek miydi? Bir yolculuğa çıkmamıştı, değil mi? Yoksa onu bu­
rada mı bırakmıştı? Belki de onu temelli terk etmişti. Aklına
gelen o belli belirsiz anda, Herman'ın dudaklarından bunlar
mı dökülmüştü? Britta olayların böyle gelişmediğinden emin
olmalıydı. Gidip Herman'ın eşyalarının hala yerinde durup
durmarlığını kontrol etmeliydi. Yerinden fırlayıp yukarı ka­
ta koştu. Bir gelgit dalgası gibi kabaran panik, kulaklarında
zonkluyordu. Herman tam olarak ne demişti? Gardıroba ba­
kınca rahatladı. Herman'ın bütün giysileri -<:eketleri, kazak­
ları ve gömlekleri- yerli yerindeydi. Ama yine de onun nere­
de olduğunu bilmiyordu.
Britta kendini yatağa atıp küçük bir çocuk gibi kıvrılarak
ağladı. Beynindekiler kaybolup duruyordu. Her saniye, her
dakika, hayatının ana belleği siliniyordu ve yapabileceği hiç­
bir şey yoktu.

"Hoş geldiniz! Amma uzun bir yürüyüş yaptınız. Uzun sü­


redir yoksunuz." Erica, Patrik ve Maj a'yı karşılamak üzere
kapıya gittiğinde Maja annesine ıslak bir öpücük verdi.
"Hı-hıı. Senin çalışıyor olman gerekmiyor mu?" Patrik,
Erica'yla göz göze gelmekten kaçınıyordu.
"Şey, evet . . . " Erica içini çekti. "Başlamakta zorlanıyorum.
Oturup ekrana bakıyorum, çikolata yiyorum. Eğer böyle de­
vam ederse kitap bittiğinde doksan kilo olacağım." Patrik'in
Maja'nın sokak giysilerini çıkarmasına yardım etti. "Dayana­
mayıp annemin günlüklerine göz attım" dedi.
Patrik yürüyüşlerinin neden bu kadar uzun sürdüğüne
dair başka soru cevaplayamayacağı için rahatlayarak, "İlginç
bir şeyler var mı?" diye sordu.
"Pek sayılmaz. Genellikle gündelik yaşantısıyla ilgili. Ama
48

sadece birkaç sayfa okudum. Küçük dozlar halinde alsarn da­


ha iyi."
Erica mutfağa gitti ve konuyu değiştirircesine, "Biraz çay
içelim mi?" diye sordu.
"Harika olur" diyen Patrik kendi paltosunu ve Maja'nın­
kini astı. Erica'nın peşinden mutfağa gidip onun su ısıtıcısı­
nı doldurmasını, poşet çayları ve fincanları çıkarmasını izle­
di. Salondan, oyuncaklarıyla oynayan Maj a'nın sesi geliyor­
du. Birkaç dakika sonra Erica mutfak masasına dumanı tü­
ten iki fincan koydu ve karşılıklı oturdular.
Erica Patrik'i inceleyerek, "Pekala, anlat bakalım" dedi.
Patrik'i çok iyi tanıyordu. Üzerine bir tutarn saç düşmüş göz­
lerindeki ifade ve parmaklarını tedirgin bir biçimde tıkırdat­
m ası , ya Erica'ya söylemek istemediği bir şey olduğunu ya da
buna cesaret edemediğini gösteriyordu.
Patrik masum görünmeye çalışarak, "Ne demek istiyor­
sun?" diye sordu.
"Sakın o bebek mavisi gözlerini kırpıştırıp durma. Benden
ne saklıyorsun?" Erica sıcak çayından bir yudum aldı ve bü­
yük bir keyifle Patrik'in kıvranmayı bırakıp sadede gelmesi­
ni bekledi.
"Şey . . . "
Patrik'in bariz rahatsızlığından içten içe sadistçe bir zevk
aldığını fark eden Erica, "Evet?" diye üsteledi.
"Şey, Maja'yla yürüyüş yaptığımız sırada bir şey oldu."
"Sahi mi? İkiniz de tek parça olarak eve döndünüz; ne ol­
muş olabilir ki?"
"Ee . . . " Patrik olanları en iyi şekilde nasıl açıklayacağını
düşünürken çayını yudumladı. "Lersten'in değirmenine doğ­
ru yürüyorduk; sonra aldıkları bir ihbarı soruşturmaya ge­
len Martin ve ekiple karşılaştık." Patrik temkinli bir şekil­
de Erica'ya baktı. Erica tek kaşını kaldırarak devam etmesi­
ni bekledi.
49

"Birisi telefon edip Hamburgsuud yolu üzerindeki bir ev­


de bir ceset olduğunu ihbar edince bakmak üzere yola çık­
mışlar."
"Anladım. Ama sen babalık izninde olduğun için bunun
seninle hiçbir ilgisi yok." Erica fincanını dudaklarına götü­
rürken ansızın irkildi. ''Yoksa sen . . . " diye lafa girdi ve şüphe
içinde Patrik'e baktı.
Gözlerini masaya diken Patrik, biraz tiz bir sesle, "Evet"
dedi.
"Sakın bana Maja'yı cesedin bulunduğu yere götürdüğünü
söyleme." Erica gözlerini Patrik'e dikmişti.
"Ee, evet götürdüm ama etrafa göz atmak üzere içeri gir­
diğimde Martin Maj a'ya göz kulak oldu. Ona çiçekliği gös­
terdi." Patrik gönlünü almak ister gibi gülümsemeyi denedi
ama Erica ona buz gibi bir bakış attı.
"Etrafa göz atmak üzere içeri girdiğinde mi?" Erica'nın se­
sindeki soğukluğun şiddeti giderek artıyordu. "Sen babalık iz­
nindesin. Hadi 'babalık'tan geçtim; buradaki anahtar kelime
'izin!' 'Şu ara çalışmıyorum' demek ne kadar zor olabilir ki?"
Patrik inandırıcılıktan uzak bir sesle, "Sadece etrafı kola­
çan etmek üzere içeri girdim" dedi, ama Erica'nın haklı oldu­
ğunu biliyordu. İzindeydi. Babalık izninde. Durumu ekip ar­
kadaşları idare edebilirdi. Üstelik Maja'yı bir olay mahalline
götürmemeliydi.
O an Erica'nın bilmediği bir detay daha olduğunu fark et­
ti. Güçlükle yutkunurken yüzünün gerginlikten seğirdiğini
hissetti ve ekledi:
"Bu arada, bir cinayet işlendiği ortaya çıktı."
"Cinayet ha!" Erica'nın sesi giderek tizleşti. "Maja'yı ceset
bulunan bir eve götürdüğün yetmezmiş gibi, bir de orada ci­
nayet işlendiği anlaşıldı öyle mi?" Erica başını iki yana sal­
ladı. Anlaşılan söylemek istediklerinin geri kalanı boğazında
takılıp kalmıştı.
50

"Bir daha asla böyle bir şey yapmayacağım." Patrik elleri­


ni salladı. "Ekiptekilerin davayı tek başianna çözmeleri gere­
kecek. Ocak ayına kadar izindeyim ve bunu biliyorlar. Kendi­
mi yüzde yüz Maja'ya adayacağım. Şeref sözü veriyorum!"
Erica, "Bu konuda ciddi olsan iyi edersin" diye homurdan­
dı. O kadar kızgındı ki, masanın karşısına uzanıp Patrik'i
sarsmak istiyordu. Sonra merakı galip geldi:
"Cinayet nerede işlenmiş? Kurbanın kim olduğunu buldu­
lar mı?"
"Hiçbir fikrim yok. Olay yeri yolun yüz metre aşağısında,
sol tarafta, büyük, beyaz bir evdi. Değirmene döndükten he­
men sonra ilk sağdaki yol."
Erica, Patrik'e tuhaf bir bakış attı. Sonra, "Gri bordürlü
büyük beyaz bir ev mi?" diye sordu.
Patrik bir an düşündükten sonra başıyla onayladı. "Evet,
sanırım öyle. Posta kutusunun üzerinde 'Frankel' yazıyordu."
"Orada kimin yaşadığını biliyorum. Axel ve Erik Frankel.
Hani Nazi madalyasıyla ilgili görüşmeye gittiğim Erik Frankel."
Patrik Erica'ya baktı; nutku tutulmuştu. Bunu nasıl unu­
tabilmişti? Üstelik Frankel İsveç'te çok yaygın bir isim de de­
ğildi."
Maja'nın salonda neşe içinde bir şeyler gevelediğini rluya­
biliyorlardı.

Nihayet karakola döndüklerinde akşamüstü olmuştu .


Olay yeri inceleme biriminin başındaki Torbjörn Ruud ve
ekibi gelip detaylı bir çalışma yaptıktan sonra gitmişlerdi.
Ceset ortadan kaldırılmış, akla gelebilecek her türlü incele­
meden geçmek üzere adli tıp laboratuvanna gönderilmişti.
Gösta arabayı park ederken Mellberg içini çekerek, "Off,
ne berbat bir pazartesiydi ama" dedi.
Ağzından cımbızla laf alınan Gösta, "Hein de nasıl" diye
cevap verdi.
51

Karakala girerlerken, Mellberg ne olduğunu dahi anlaya­


madan tüylü bir şeyin son hız yanına yaklaşıp üzerine atladı­
ğını ve ıslak bir dilin yüzünü yaladığını hissetti.
"Hey! Hey! Keş şunu!" Mellberg tiksintiyle köpeği uzak-
1laştırdı. Hayal kırıklığına uğrayan hayvan kulaklarını sar­
kıtarak paytak paytak Annika'ya doğru yürüdü; en azından
orada hoş karşılanacağını biliyordu.
Yüzündeki köpek salyalarını elinin tersiyle silen Mell­
berg, kelini örten saç tutarnını düzelterek sinirli bir şekilde
söylenirken, Gösta kahkaha atmamak için kendini zor tuttu.
Gülrnekten omuzları sarsılan Gösta tam odasına yönel­
mişti ki, birinin "Ernst! Ernst! Çabuk buraya gel!" diye ses­
lendiğini duyunca olduğu yerde kaldı. Ernst Lundgren'in gö­
revden alınmasının üzerinden epey zaman geçmişti ve teşki­
lata dönme olasılığından hiç bahsedilmiyordu.
Gösta koridora çıkınca yüzü kıpkırmızı olan Mellberg'in
yerdeki bir şeyi işaret ettiğini gördü. "Nedir bu Ernst?"
Başını utançla öne eğen köpek süklüm püklüm ortaya çı­
karken, Mellberg, "Annika" diye haykırdı. Annika derhal ya­
nına geldi.
"Tüh, galiba küçük bir kaza olmuş" dedi Annika. Minnet­
tarlıkla yanına yaklaşan köpeğe şefkat dolu bir bakış attı.
"Küçük bir kaza mı? Ernst odaının orta yerine sıçmış" de­
di Mellberg.
Hemen arkasındaki Paula'yla içeri giren Martin, "Neler
oluyor?" diye sordu.
Artık kahkahalarmı tutma mücadelesini hepten kaybet­
miş olan Gösta güçlükle konuştu: "Ernst . . . Yere sıçmış."
Köpek Annika'nın hacağına sürünürken, Martin, Mell­
berg'in odasındaki ufak tepeciğe baktı. "Sakın bana köpeğe
Ernst adını koyduğunu söyleme" dedikten sonra o da kıkır­
damaya başladı.
"Pekala, pekala" dedi Mellberg. "Şunu temizlet ki hepimiz
52

işimize bakalım Annika." Sonra paldır küldür masasına doğ­


ru yürüdü ve oturdu. Köpek bir Annika'ya, bir Bertil'e bak­
tıktan sonra, tehlikenin geçtiğine karar verip kuyruğunu sal­
ladı ve yeni sahibinin yanına gitti.
Diğerleriyse köpeğin Hertil Mellberg'de gördüğü ancak
kendilerinin kaçırdığı şeyin ne olduğunu merak ederek şaş­
kınlıkla birbirlerine baktılar.

Erica, Erik Frankel'i düşünmeden edemiyordu. Pek iyi


tanımadığı bu adam, kardeşi Axel'le birlikte her zaman
Fjallbacka'nın ayrılmaz bir parçası olmuştu. Kardeşler, baba­
lannın Fjallbacka'da doktorluk yaptığı dönemden bu yana elli
yıl, ölümünün üzerinden ise kırk yıl geçmiş olmasına rağmen
"doktorun oğullan" olarak anılıyorlardı.
Erica bir zamanlar ebeveynlerine ait olan ve sonradan iki
kardeşin yaşamaya başladıkları eve yaptığı ziyareti hatırla­
dı. Oraya yalnızca bir kez gitmişti. Her iki yaşlı bekar da ken­
dince Almanya'ya ve Nazizm'e ilgi duyuyordu. Eski bir tarih
öğretmeni olan Erik, Nazi döneminden kalma eserler toplu­
yordu. Ağabeyi Axel'in ise Simon Wiesenthal Merkezi'yle4 bir
tür bağlantısı vardı; ayrıca Erica'nın hayal meyal hatırladığı­
na göre, savaş döneminde başı biraz derde de girmişti.
Erica, Erik'e telefon edip ona ne bulduğundan bahsetmiş
ve madalyayı tarif etmişti. Ona madalyanın kökenini araş­
tırarak annesinin eşyalarının arasına nasıl girmiş olabile­
ceğini açıklığa kavuşturması için yardım edip ederneyeceği­
ni sormuştu. Erik ilk anda sessiz kalmıştı. Erica telefonu yü­
züne kapattığını düşünerek, birkaç kez "Alo" demişti. Niha­
yet Erik garip bir ses tonuyla madalyayı getirmesini, ona kı­
saca göz atacağını söylemişti. Erik'in uzun süreli sessizliği ve
tuhaf ses tonu Erica'yı rahatsız etmişti, ama Patrik'e hiçbir

4. Los Angeles'ta savaş suçları nedeniyle Nazilerin peşine düşen ünlü "avcı" Simon Wiesenthal adına ku­
rulmuş ırkçılık ve Holokost araştırmaları merkezi. (yay. n.)
53

şey anlatmamıştı. Kendini bunları hayal ettiğine inandırdı.


İki kardeşin evine gittiğinde ise, hiçbir tuhaflık sezmemişti.
Erik onu kibarca karşılayıp kütüphaneye götürmüştü. Ma­
dalyayı temkinli bir ifadeyle ondan alıp dikkatle incelemiş­
ti. Sonra biraz araştırma yapmak üzere madalyanın bir süre
kendisinde kalıp kalamayacağını sorunca Erica razı olmuştu.
Sonra Erik ona kendi koleksiyonunu göstermişti. Erica, o
karanlık ve şeytani dönemle yakından ilgili olan bu parçala­
ra hem korkuyla hem de ilgiyle bakmıştı. Onun gibi birinin
Nazilerin savunduğu her şeye bu kadar karşı olduğu halde,
etrafını o korkunç dönemi hatırlatan parçalarla neden donat­
tığını sormadan edememişti. Erik bu soruya cevap vermeden
önce duraksamıştı. Cevabı düşünerek eline aldığı Nazi amb­
lemli kasketi evirip çevirmişti.
"Çünkü insanların hafızalarına güvenmiyorum" demişti
en sonunda. "Görebileceğimiz ve dokunabileceğimiz şeyler ol­
mazsa, hatırlamak istemediklerimizi kolayca unuturuz. Ben
de amınsatma görevi görecek şeyleri topluyorum. Bir yanım
da bu parçaları farklı bir gözle, yani hayranlıkla görecek in­
sanlardan uzak tutmak istiyor."
Erica başını onayiareasma sallamıştı. Onu anlar gibi ol­
muştu, ama yine de anlam veremediği şeyler vardı. Sonra el
sıkışmışlar ve Erica ayrılmıştı.
Şimdi Erik ölmüştü. Bir cinayete kurban gitmişti. Belki
de Erica'nın ziyaretinden kısa bir süre sonra. Patrik'in anlat­
tığına göre, Erik'in cesedi yaz boyunca evde öylece kalmıştı.
Erica, madalyadan bahsettiğinde Erik'in sesine yerleşen o
tuhaf tınıyı bir kez daha düşündü. Kanepede yanında oturan
ve kanallar arasında gezinen Patrik'e döndü.
"Sence madalya hala orada mı?" diye sordu.
Patrik şaşkınlıkla ona baktı. "Hiçbir fikrim yok ki. Aklıma
bile gelmedi. Öldürülmeden önce evin soyulduğuna dair hiç­
bir bulgu yoktu. Üstelik kim eski bir N azi madalyasıyla ilgi-
54

lenir ki? Öyle az bulunan bir şey değil. Bildiğim kadanyla bir
sürü var o madalyalardan . . . "
"Evet, biliyorum ama . . . " dedi Erica. Onu rahatsız eden bir
şey vardı. ''Yarın ekip arkadaşlarını arayıp madalyaya bak­
malarını ister misin?"
"Bilmem ki" dedi Patrik. "Bence eski bir madalyayı ara­
yarak vakit kaybetmekten daha önemli işleri vardır. Sonra
Erik'in ağabeyiyle konuşabiliriz. Bizim için madalyayı bul­
masını isteyebiliriz. Muhtemelen hala evin içinde bir yerler­
dedir."
"Tabii ya, Axel. Peki, o nerede? Neden kardeşinin cesedi­
ni o bulmamış?"
Patrik omuz silkti. "Ben b abalık iznindeyim, hatıriadın
mı? Mellberg'i bizzat arayıp sorman gerekecek."
"Ha ha, çok komik" dedi Erica. Ama yine de içinde bir hu­
zursuzluk vardı. "Sence de onu Axel'in bulmaması biraz tu­
haf değil mi?"
''Tabii ki öyle, ama ziyarete gittiğinde Axel'in uzak bir ye­
re gittiğini söylememiş miydin?"
"Şey, evet. Erik bana ağabeyinin yurtdışında olduğunu
söylemişti. Ama bu ta haziran ayında olmuştu."
"Bunu neden kafana takıyorsun ki?" Patrik bakışlarını
tekrar televizyona çevirdi. Home at Last başlamak üzereydi.
"Gerçekten bilmiyorum" diyen Erica boş gözlerle televiz­
yon ekranına baktı. Neden böyle tedirginliğe kapıldığını ken­
disine bile açıklayamıyordu. Ama Erik'in telefondaki sessizlİ­
ğİnİ hala hatırlıyor ve madalyayı getirmesini söylediğinde se­
sinin tınısındaki değişimi duyar gibi oluyordu. Erik'in aklın­
da bir şey vardı. Madalyayla ilgili bir şey.
Erica bu düşünceyi zihninden uzaklaştırıp televizyondaki
sunucu Martin Timeli'in arkasındaki ahşap oymalara odak­
lanmaya çalıştı.
55

"Büyükbaba, bunu görmeliydin. O siyah piç kurusu sıra­


dakilerin önüne geçince ona pat diye bir tekme attım ve bir
ağaç gibi yere devrildi. Sonra taşaklarını tekmeledim ve en
az on beş dakika boyunca yerde yatarak inledi."
"Peki, bunun sana ne yararı oldu Per? Saldırıyla suçlanıp
ıslahevine gönderilme ihtimalin bir yana, bu şekilde sempa­
ti kazanamazsın. Herkes sana karşı cephe alır. Ve davamı­
za yardımcı olacağına, üzerimize daha da çok tepki çekersin."
Frans torununa baktı. Bazen çocuğu etkisine alan tüm bu er­
genlik hormonlarını nasıl zapt edeceğini bilmiyordu. Üstelik
bilgileri çok yetersizdi. Askeri kamuflaj pantolonu, iri postal­
ları ve dazlak kafasıyla çizdiği sert imaj a rağmen, torunu sa­
dece on beş yaşındaki ürkek bir çocuktu. Hiçbir şeyden habe­
ri yoktu. Dünyanın nasıl işlediğine dair hiçbir fikri yoktu. Bu
yıkıcı dürtüleri, toplum düzenini delip geçecek bir mızrak gi­
bi kullanacak şekilde yönlendirmeyi bilmiyordu.
Oğlan merdivenlerde büyükbabasının yanına otururken
başını utanç içinde önüne eğdi. Frans sert sözlerinin etkili
olduğunu biliyordu. Torunu onu daima etkilerneye çalışıyor­
du. Ama Frans, Per'e dünyanın nasıl işlediğini göstermezse,
ona kötülük etmiş olurdu. Dünya soğuk, katı, merhametsiz
ve yalnızca en güçlülerin galip geldiği bir yerdi.
Bununla beraber torununu seviyorrlu ve onu kötülükler­
den korumak istiyordu. Frans kolunu torununun omzuna do­
layınca vücudunun ne kadar kemikli olduğunu görüp şaşır­
dı. Per'in fiziği kendine benziyordu. Uzun ve sırık gibi incey­
di; omuzları daracıktı. Ne kadar egzersiz yaparsa yapsın, bu­
nu değiştiremezdi.
"Yalnızca durup düşünmen gerek" dedi Frans, daha nazik
bir sesle. "Harekete geçmeden önce düşün. Yumruklann yeri­
ne sözcükleri kullan. Şiddet, başvurman gereken ilk araç de­
ğil. En sonuncusu." Oğlanın omuzlarını daha sıkıca kavradı.
Per, bir saniyeliğine, çocukluğunda yaptığı gibi ona yaslandı.
56

Sonra bir erkek olmaya çalıştığını, dünyadaki en önemli şeyin


büyükbabasını mutlu etmek olduğunu hatırladı ve doğruldu.
"Biliyorum büyükbaba. Ama o çocuk pat diye önüme geçin­
ce o kadar sinirlendim ki. Çünkü bunu her zaman yapıyorlar.
Her yerde araya kaynıyorlar. Dünyanın ve İsveç'in sahibi ol­
duklannı düşünüyorlar. Bu yüzden . . . Çok sinirlendim."
Frans kolunu torununun omuzlarından çekip dizini ok­
şayarak, "Biliyorum" dedi. "Ama lütfen dur ve düşün. Eğer
hapse girersen bana hiçbir faydan olmaz."
Kristiansand, 1943

Axel, Norveç'e varana kadar deniz tutmasıyla boğuştu.


Diğerleri onun kadar etkilenmiş görünmüyordu. Gemi yol­
culuğuna alışkınlardı; denize açılarak büyümüşlerdi. Baba­
sının tabiriyle hepsi birer deniz cambazıydı; kabaran dal­
galarla mücadele edebiliyorlar; güvertede yürümekte hiçbir
zorluk çekmiyorlardı. Anlaşılan mideden boğaza yayılan şu
bulantı hissine karşı da bağışıklıkları vardı. Axel tüm ağır­
lığıyla korkuluğa yaslandı. Tek istediği, aşağıya sarkıp kus­
maktı ama böyle aşağılayıcı bir reflekse teslim olmaya niye­
ti yoktu. Diğerlerinin bunu kötü niyetle yüzüne vurmayacak­
larını biliyordu, ama alay konusu olmayacak kadar gururluy­
du. Zaten gidecekleri yere az kalmıştı. Axel karaya çıkar çık­
maz, mide bulantısı mucizevi bir şekilde yok olacaktı. Bunu
daha önceki deneyimlerinden biliyordu; aynı yolculuğu defa­
larca yapmıştı.
Geminin kaptanı Elof, "Kara göründü!" diye bağırdı. "On
dakika içinde limana yanaşacağız." Dümen başındaki Elof,
gelip yanında duran Axel'e baktı. Kaptanın yüzü yanmış ve
hava koşulları yüzünden yıpranmıştı; teni yıllar boyunca gü­
neşe maruz kaldığı için kırışmıştı.
Elof etrafına bakmarak alçak sesle, "Her şey yolunda mı?"
diye sordu. Kristiansand Limanı'nda yan yana dizilmiş, işga­
lin bariz bir göstergesi olan Alman gemilerini görebiliyorlar-
58

dı. İsveç şimdiye kadar Norveç'le aynı kaderi paylaşmaktan


kurtulmuştu, ama hiç kimse şanslarının daha ne kadar ya­
ver gideceğini bilmiyordu. O zamana dek İsveçliler batıdaki
komşularını, dolayısıyla Alm anların Avrupa'nın geri kalan
kısmındaki ilerleyişlerini kaygıyla izleyeceklerdi.
"Sen kendi işine bak; ben de kendiminkine bakayım" de­
di Axel. Sesi niyet ettiğinden daha sert çıkmıştı; tek başına
üstlenmesi gereken riskiere gemi mürettebatını da dahil et­
tiği için rahatsızdı. Gerçi kimseyi zorlamamıştı. Axel, Elofa
birtakım mallar taşımak üzere ara sıra onunla birlikte yolcu­
luk yapıp yapamayacağını sorduğunda, Elof hiç düşünmeden
evet demişti. Axel hiçbir zaman ne taşıdığını açıklamak zo­
runda kalmamıştı; ne Elof ne de Elfrida mürettebatının diğer
üyeleri bir şey sormuştu.
Limana yanaşıp sunmaları gereken belgeleri çıkardılar.
Almanlar evrak işleri konusunda fazlasıyla titizdi; İsveçli­
lerin resmi yüklerini oluşturan makine parçalarını gemi­
den indirmelerine ancak formaliteler aradan çıktıktan son­
ra izin verilirdi. Norveçliler mallan teslim alırken, Almanlar
ellerinde silahlarıyla, nemrut bir şekilde bu süreci izlerierdi
Axel akşama kadar uygun zamanı kolladı. Yükünü hava ka­
rarmadan önce karaya çıkaramazdı. Çoğunlukla gıda malze­
mesi taşıyordu. Bu sefer, taşıdıkları arasında istihbarat da
vardı.
Axel akşam yemeğini gergin bir sessizlik içinde yedikten
sonra, sabırsızlıkla oturup belirlenen saati beklerneye başla­
dı. Cama temkinli bir şekilde vurulunca, onunla birlikte her­
kes sıçradı. Axel hemen öne e ğildi, döşeme tahtalarının bir
bölümünü yukarı kaldırdı ve ahşap sandıkları dışarı çıkar­
maya başladı. Sessizce ve dikkatlice içeriye uzanan eller,
sandıkları karşılarlıktan sonra rıhtımda duran bir başkasına
uzattılar. Bu arada, az ilerideki barakada kendi aralarında
konuşan Almanları duyabiliyorlardı. içtikleri sert likör gece-
59

nin bu saatinde etkisini göstermiş, gemide süregelen tehlike­


li hareketlilik bu sayede fark edilmemişti. Almanlan sarhoş­
ken kandırmak, ayıkken kandırmaktan çok daha kolaydı.
Norveççe fısıldanan bir teşekkürün ardından, sandıkların
sonuncusu da karanlığın içinde kayboldu. Bir teslimat da­
ha pürüzsüzce tamamlanmıştı. Üzerine rahatlamanın verdi­
ği bir sersemlik çöken Axel, üst güverteye geri döndü. Üç ki­
şi onunla göz göze geldi ama hiçbiri tek kelime etmedi. Elof
başını belli belirsiz saHadıktan sonra sırtını dönüp piposu­
nu doldurmaya koyuldu. Axel hem fırtınalara hem de Nazile­
re aynı dirayetle karşı koyan bu adamlara büyük bir minnet
duyduğunu hissetti. Hayatın ve kaderin getirip götürdükleri
üzerinde hiçbir kontrolleri bulunmadığını uzun zaman önce
kabullenen bu insanlar, yaşamlarını en iyi biçimde sürdür­
meye çalışıyorlardı. Gerisi Tanrı'nın ellerindeydi.
Axel yorgun argın, geminin gövdesine çarpan dalgaların
etkisiyle hafifçe sallanan yatağına uzandı. Almanların rıh­
tımdaki barakalardan gelen sesleri bir alçalıp bir yükseliyor­
du. Bir süre sonra şarkı söylemeye başladılar. Ama Axel çok­
tan uykuya dalmıştı.
Mellberg dinlenme odasında etrafına bakınarak, "Pekala,
şimdilik ne biliyoruz?" diye sordu. Kahve hazırdı, masanın
üzerinde çörekler vardı ve herkes bir aradaydı.
Paula boğazını temizledi. "Kurbanın ağabeyi Axel'le tema­
sa geçtim. Anlaşılan Paris'te çalışıyor ve yazları daima orada
geçiriyor. Ama şimdi eve dönmek üzere. Ben kardeşinin ölü­
münden bahsedince sesi üzgün gibi çıktı."
Martin Paula'ya dönerek, "İsveç'ten ne zaman ayrıldığını
biliyor muyuz?" diye sordu. Paula önünde duran deftere baktı.
"Dediğine _göre Haziran'ın 3'ünde ayrılmış. Tabii ki bunu
kontrol edeceğim."
Martin başıyla onayladı.
''Torbjörn ve ekibinden ön rapor geldi mi?" Mellberg ayak­
larını dikkatlice hareket ettirdi. Ernst bütün ağırlığıyla ayak­
larının üzerine çökmüştü. Mellberg ise ayakları karıncalan­
maya başladığı halde, köpeği ittirmeyi her nedense bir türlü
kendine yediremiyordu.
Gösta bir çöreğe uzanarak, "Henüz gelmedi" dedi. "Ama
Torbjörn'le bu sabah konuştum ; yarın elimizde olabilir."
"Güzel, umarım sabah erkenden gönderirler" diyen Mell­
berg ayağını tekrar kıpırdattı, ama Ernst de onunla birlikte
hareket etti.
"Hiç şüpheli var mı? Peki ya olası düşmanlar? Tehditler?
Herhangi bir şey?"
61

Martin başını iki yana salladı. "En azından dosyalarımiz­


da herhangi bir ihbar yok. Ama kurban tartışmalı bir kişiy­
miş. Nazizm her zaman güçlü duygular uyandırır."
"Evine gidip etrafa göz atabiliriz. Çekmeeelerde tehdit
mektuplan ya da bunun gibi şeyler olup olmadığına bakanz."
Herkes şaşkınlıkla Gösta'ya döndü. Bütün meslektaşları
Gösta Flygare'nin sadece golf sahasında canlandığı konusun­
da hemfikirdi. İş başındayken nadiren inisiyatif alırdı.
Mellberg memnuniyetle gülümseyerek, ''Yanına Martin'i
de al, toplantıdan sonra oraya gidin" dedi. Gösta başıyla
onayiayıp her zamanki uyuşukluğuna büründü.
"Paula, sen de şu ağabeyin -adı Axel'di, değil mi?- ne za­
man döneceğini öğren. Erik'in ne zaman öldüğünü bilmediği­
mize göre, kafasını patıatan kişinin Axel olması ve sonra da
ülkeden kaçması muhtemel. Adam İsveç topraklarına ayak
basar basmaz onu yakalamamız gerekiyor."
Paula başını defterinden kaldırdı. "Axel yarın sabah do­
kuzda Landvetter Havaalanı'na iniyor" dedi.
"Güzel. Bir yere gitmeden önce mutlaka buraya gelmesini
sağlayın." Mellberg mecburen yerinden kalktı; artık ayaklan
uyuşmaya başlamıştı. Ernst de ayaklandı, ona gücenerek ba­
kıp sepetinin rahatlığına kavuşmak üzere Mellberg'in odası­
nın yolunu tuttu.
Köpeğin dışarı çıkmasını izleyen Annika, "Gerçek aşka
benziyor" diyerek güldü.
"Hmm, şey . . . " Mellberg boğazını temizledi. "Ne zamandır
soracağım. Birisi ne zaman bu soysuzu almaya gelecek?"
Annika en masum ifadesini takınarak, "Biliyorsun ki biri­
ni bulmak o kadar da kolay değil" dedi. "Birkaç kişiye telefon
ettim ama hiç kimse bu büyüklükte bir köpeği sahiplenme­
ye yanaşmıyor. Yani ona birkaç gün daha bakabilirsen . . . " İri
mavi gözleriyle Mellberg'e baktı.
Mellberg homurdandı. "Eh, pekala, köpeğe birkaç gün da-
62

ha katlanabilirim. Ama daha sonra ona bir ev bulamazsan


sokağa geri dönmek zorunda kalacak."
"Teşekkürler Bertil. Çok iyisin. Elimden geleni yapaca­
ğım." Mellberg ona sırtını döndüğünde, Annika diğerlerine
göz kırptı. Onun neler çevirdiğini anlayınca, kendilerini gül­
mernek için zor tuttular. Annika Bertil'i çözmüştü; buna hiç
şüphe yoktu.
"Tamam, tamam" dedi Mellberg. "Hadi işimize dönelim."
Sonra hantal adımlarla odadan çıktı.
Martin ayağa kalkarak, "Pekala, şefi duydunuz" dedi. "Gi­
delim mi Gösta ?"
Gösta daha fazla çalışmasını gerektirecek bir öneri yaptığı
için şimdiden pişman olmuş gibi görünüyordu; bezgin bir şe­
kilde başını salladı ve Martin'in peşinden dışarı çıktı.

Erica, Erik Frankel ve madalyayla ilgili düşüncelerin esi­


ri olmuştu. Bu konuyu birkaç saatliğine aklından çıkarma­
yı başarmış ve yeni kitabını yazmaya başlamıştı ama dikkati
dağıldığı anda, Erik'le yaptıkları kısa görüşme tekrar zihnin­
de canlanıyordu. Erik nazik ve seviyeli bir adama benziyor­
du; onu en çok ilgilendiren konu olan Nazizm hakkındaki bil­
gilerini paylaşmaya da hevesliydi.
Erica yenilgiyi kabullenerek kitap dosyasını kapattı ve
Google'da "Erik Frankel"i aradı. Ekranda birkaç sonuç be­
lirdi; bazıları aynı isme sahip olan başka insanlar hakkın­
daydı.
Ama gerçek Erik Frankel'le ilgili herhangi bir bilgi sıkın­
tısı yoktu. Erica neredeyse bir saat boyunca bulduğu bağ­
lantılara tıkladı. 1 930'da Fjallbacka'da doğan Erik'in ken­
dinden dört yaş büyük, Axel adında bir ağabeyi vardı. Ba­
bası 1935'ten 1 954'e kadar Fjallbacka'da doktorluk yapmış­
tı. Bağlantıların çoğu Nazizm'le ilgili bloglardı, ama Erica,
Erik'in bir tür Nazi sempatizam olduğuna dair hiçbir şey bu-
63

lamadı. Tam tersine. Bazı bloglar Nazizm'in ilkelerine duy­


duklan hayranlığı tereddütle açığa vursalar da, görünüşe gö­
re Erik'in ilgisi'yalnızca konuya duyduğu salt meraktan kay­
naklanıyordu.
Erica buna zamanı olmadığını kendine hatırlatıp internet
tarayıcısını tam kapatmıştı ki, arkasındaki kapıya temkinli
bir şekilde vuruldu.
"Mfedersin, rahatsız ediyor muyum?" Patrik kapıyı açıp
başını içeriye uzattı.
"Hayır, dert etme." Erica çalışma sandalyesini Patrik'e
doğru çevirdi.
"Maj a'nın uyuduğunu ve ufak bir işi halletmem gerekti­
ğini söylemeye geldim. Ben dışarıdaykan şunu burada tutar
mısın?" dedi Patrik. Maj a uyanacak olursa duyabilsin diye,
bebek telsizini Erica'ya uzattı.
"Ee . . . Benim gerçekten çalışınam gerekiyor." Erica içini
çekti. "Neden dışarı çıkacaksın ki?"
"Bankaya gitmem gerekiyor; ayrıca Nezeril de bitmiş. Ön­
ce eczaneyi arayayım dedim, ama sonra hem piyango bileti
hem de marketten birkaç şey alırım diye düşündüm."
Erica birdenbire kendini çok yorgun hissetti. Geçen yıl bo­
yunca Maj a her daim yanındayken, kah pusetinde oturur­
ken, kah kucağındayken yaptığı bütün işleri düşündü. Çoğu
zaman işi bittiğinde terden sırılsıklam olurdu. Alışverişe gi­
derken Maja'ya bakacak kimse olmazdı. Ama bu düşüncele­
ri zihninden uzaklaştırdı; pireyi deve yapan ya da huysuz bi­
ri gibi görünmek istemiyordu.
Hevesli görünmeye çalışarak, "Tabii ki sen dışarıdaykan
Maj a'ya bakabilirim" dedi gülümseyerek. "O uyurken çalış­
maya devam ederim."
Patrik, "Harika" dedi; Erica'nın yanağına bir öpücük kon­
durup ardından kapıyı kapattı.
Erica kendi kendine, "Aman ne harika" diye söylendi, ki-
64

tap dosyasını açtı ve Erik Frankel'le ilgili bütün düşünceleri


aklından uzaklaştırmaya çalıştı.
Parmaklarıyla klavyeye dokunur dokunmaz, bebek tel­
sizinden cızırtılı bir ses geldi. Erica donup kaldı. Muhteme­
len önemsiz bir şeydi. Maj a yatağında kıpırdanmış olmalıy­
dı; hem bazen telsiz aşırı hassas oluyordu. Arabanın çalıştı­
ğını duydu, Patrik uzaklaşmıştı. Erica gözlerini ekrana çevi­
rip bir sonraki cümlesini düşünmeye çalışırken, yine bir cı­
zırtı duydu. Sanki telsizi susturabilirmiş gibi alete baktı ama
çabaları yüksek bir "Ingaaa" sesiyle ödüllendirildi. Ardından
Maja tiz bir şekilde "Anneeee . . . Babaaaa . . . " diye bağırdı.
Erica kaderine boyun eğerek sandalyesini geriye doğru
itip ayağa kalktı. Bunu defalarca yaşamıştı. Koridoru geçip
Maja'nın odasına gitti ve kapıyı açtı. Kızı yatağında ayağa
kalkmış, öfke içinde ağlıyordu.
"İyi de Maja, senin uykuda olman gerekiyor tatlım" dedi
Erica.
Maja başını iki yana salladı.
Erica kararlı bir sesle, "Evet, şekerleme zamanı" dedi ve
kızını yatağına yatırdı ama Maj a sıyrılıp yine ayağa fırladı.
Neredeyse camları titretecek kadar yüksek bir sesle, "Ann­
neeeeee !" diye haykırdı. Erica içinde biriken öfkeyi hissetti.
Bunu kaç kez yapmıştı? Kaç gününü Maja'yı besleyerek, ta­
şıyarak, onunla oynayarak, sonra da uyuması için yatırarak
geçirmişti? Kızını seviyordu, ama sorumluluklarına biraz ara
vermeye ciddi olarak ihtiyacı vardı. Bir yetişkin olmanın ve
yetişkinlere özgü şeyler yapmanın ne olduğunu yeniden keş­
fetmeliydi. Tıpkı Maj a'yla evde kaldığı koca bir yıl boyunca
Patrik'in fırsat bulduğu gibi.
Maja'nın ayağa kalkmasıyla, Erica'nın daha da öfkeli bir
şekilde onu tekrar yatırması bir oldu.
"Artık uyuman gerek" diyen Erica geri geri yürüyerek
odadan çıktı ve kapıyı kapattı. İçi öfkeyle dolup taşarken te-
65

lefonu eline aldı ve tuşlara fazlasıyla sertçe basarak Patrik'in


numarasını tuşladı. Telefonun bir kez çaldığını duyduk­
tan sonra, zil sesinin aşağı kattan geldiğini fark edip irkildi.
Patrik'in cep telefonu mutfak tezgahının üzerindeydi.
"Lanet olsun!" Erica ahizeyi çarparak yerine koyarken,
gözlerinde öfke dolu yaşlar birikti. Birkaç derin nefes aldı ve
kısa bir süreliğine Patrik'i idare etmek zorunda kaldığı için
dünyanın sonu gelmiş gibi hissetse de, kendine bunun doğru
olmadığını söyledi. Tüm bu öfkesinin, her şeyi oluruna bıra­
karak Patrik'e devrettiği sorumluluklann yerine getirileceği­
ne inanmakta zorlanmasından kaynaklandığını fark etti.
Ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. En önemlisi de, sini­
rini Maj a'dan çıkarmamalıydı. Ne de olsa Maja'nın bir suçu
yoktu. Erica derin bir nefes daha aldı ve kızının odasına ge­
ri döndü. Maja avazı çıktığı kadar ağlıyordu; yüzü kıpkırmızı
olmuştu. Ayrıca odaya keskin bir koku yayılmaya başlamıştı.
Gizem çözülmüştü. Demek Maja'nın uyumak istememesinin
nedeni buydu. Kendini bir parça suçlu ve fazlasıyla yetersiz
hisseden Erica, usulca kucakladığı kızını yatıştırmak için kü­
çük ve yumuşak başını göğsüne bastırdı. "Tamam, geçti tat­
lım, annen pis bezi değiştirecek. Tamam, tamam." Maja başı­
nı annesinin göğsüne gömerken burnunu çekti. Aşağı kattaki
mutfakta, Patrik'in telefonu acı acı çalmaya devam ediyordu.

"Burası çok . . . Ürkütücü." Martin hala antrede dikiliyor ve


bütün eski evlere özgü sesleri dinliyordu. Ufak tefek gıcırtı­
lara ve rüzgar hızlandığında duyulan belli belirsiz uğultuya
kulak kabartmıştı.
Gösta başıyla onayladı. Buradaki ortamın kesinlikle ürkü­
tücü bir yanı vardı ama ona göre bunun sebebi, evin bir özel­
liği değil, burada olup bitenleri bilmeleriydi.
"Torjbörn'ün içeri girme izni verdiğini söylemiştin, değil
mi?" Martin dönüp Gösta'ya baktı.
66

" Evet, adli tıp uzmanlan işlerini bitirmişler."Gösta başıy­


la kütüphaneyi gösterdi; üzerindeki parmak izi pudrası ka­
lıntıları hala açıkça belli oluyordu. Kara isi andıran bu toz­
lar, normalde güzel görünen odanın havasını bozmuştu.
" Peki madem." Martin ayakkabılannı paspasa silip kütüp­
haneye doğru yürüdü. " Buradan başlayalım mı?'' diye sordu.
Gösta içini çekerek, " Neden olmasın?" diye cevap verdi.
" Ben çalışma masasına bakayım; sen de dosyalara ve kla­
sörlere göz at."
" Tabii."Gösta tekrar içini çekti ama Martin ona aldınş et­
medi. Gösta kendisine bir görev verildiğinde her zaman içini
çekerdi.
Martin temkinle büyük çalışma masasına yaklaştı. Bu de­
vasa, koyu renkli ahşaptan yapılmış, oymalarla süslenmiş
masa, büyük bir İngiliz köşküne aitmiş gibi görünüyordu.
Masanın üstü son derece derli topluydu; tek bir tükenmezka­
lemle ataç kutusu kusursuz bir sirnetriyle hizalanmıştı. Ka­
ralamalarla dolu bir not defterine bir parça kan bulaşmıştı.
Martin yazıları okumak üzere masaya doğru eğildi. Tekrar
tekrar lgnoto militi yazılmıştı. Bu sözcükler Martin için hiç­
bir şey ifade etmiyordu. Çekmeeeleri birbiri ardına özenle aç­
maya başladı ve içindekilere dikkatle göz attı. İlgisini çeken
hiçbir şey olmadı. Anlaşılan, Erik ve ağabeyi çalışma alanla­
rını paylaşmışlardı; ayrıca ikisinin de tertipli olmaya önem
verdiği belli oluyordu.
" Sence de bu obsesiflik sınırında gezindiklerini göstermi­
yor mu?" Gösta bir klasörü havaya kaldırdı ve içine düzenle
yerleştirilmiş belgeleri Martin'e gösterdi. Erik ve Axel, dos­
yanın başındaki içindekiler listesinde her kağıt parçasının
neyle ilgili olduğunu detaylı olarak belirtmişlerdi.
Martin, " Şu kadarını söyleyebilirim ki, benim dosyalarım
böyle görünmüyor" diyerek güldü.
" Kendimi bildim bileli bu kadar düzenli insanlarda bir ga-
67

riplik olduğunu düşünmüşümdür. Muhtemelen problemli tu­


valet eğitiminden filan kaynaklanıyordur."
" Şey, teorilerden biri de bu." Martin gülümsedi. " Sen bir
şey buldun mu? Burada ilgi çeken hiçbir şey yok." Baktığı
son çekmeceyi de kapattı.
" Hayır, henüz hiçbir şey bulamadım. Çoğunlukla makbuz­
lar, faturalar ve bunun gibi şeylere rastladım. Ezelden beri
bütün elektrik faturalannı sakladıklarını fark ettin mi? Hem
de tarih sırasıyla." Gösta başını iki yana salladı. " İşte, şu kla­
sörlerden birine baksana." Çalışma masasının arkasındaki
raftan siyah sırtlı, büyük ve kalın bir klasör çıkarıp arkada­
şına uzattı.
Martin klasörü alıp koltuklardan birine oturarak okuma­
ya başladı. Gösta haklıydı. Her şey sistematik bir biçimde
düzenlenmişti. Her bir maddenin üzerinden geçti. Tam kay­
da değer bir şey bulma ümidini yitirmek üzereyken, "İ'' harfi­
ne geldi. İçindekiler listesine hızlıca bakınca, " İ"nin " İsveç'in
Dostları" anlamına geldiğini gördü. Meraklandı ve mektup
olduğu anlaşılan kağıtlara göz atmaya başladı. Her birinin
sağ üst köşesinde, üzerinde taç figürü bulunan, dalgalanan
bir İsveç bayrağı amblemi vardı. Hepsi de aynı kişi tarafın­
dan yazılmıştı: Frans Ringholm.
" Şunu dinlesene... " Martin tarih sırasına göre en başta yer
alan mektuplardan birini yüksek sesle okumaya başladı:

Ortak geçmişimize karşın, artık İsveç'in Dostları'nın amaç


ve hedeflerinin aleyhinde bilfiil çalıştığın gerçeğini daha fazla
göz ardı edemem. Bunun birtakım sonuçlarının olması kaçınıl­
maz. Eskiye dayanan dostluğumuzun hatırına elimden geleni
yaptım, ama örgüt içinde bu durumu hoş karşılamayan nüfuz­
lu güçler var ve bir süre sonra sana koruma sağlarnam mümkün
olmayacak . . .
68

Martin tek kaşını havaya kaldırdı. "Mektup benzer şekil­


de devam ediyor." Çabucak diğer mektuplara da göz attı ve
dört tane daha olduğunu gördü.
"Görünüşe göre Erik Frankel bir neo-N azi grubunu kızdır­
mayı başarmış ama çelişki şu ki, bu örgütün içinde bir koru­
yucusu varmış."
"Sonunda başarısız olmuş bir koruyucu."
"Öyle görünüyor. Hadi belgelerin geri kalanını inceleyelim
ve başka bir şey bulup bulamayacağımıza bakalım. Anlaşı­
lan, şu Frans Ringholm'le konuşmamız gerekecek."
"Ringholm . . . " Gösta düşünürken ileriye baktı. "Bu ismi
hatırlıyorum" dedi. Kaşlarını çatıp bir ipucu yakalamak için
beynini zorladı ama nafile . . . Diğer klasörleri tara rlarken Gös­
,

ta hala düşüneeli görünüyordu.


Yaklaşık bir saat sonra, Martin son klasörü kapatıp "Eh,
ben ilgi çekici bir şey bulamadım. Peki ya sen?" diye sordu.
Gösta başını iki yana salladı. "Hayır, İsveç'in Dostları de­
nen şu grubun adı başka bir yerde geçmiyor."
Kütüphaneden çıkıp evin geri kalanını aradılar. Erik
Frankel'in Almanya ve İkinci Dünya Savaşı merakı evin her
yerinde göze çarpsa da, dikkatlerini çeken herhangi bir şey ol­
madı. Burası güzel bir evdi, ama anlaşılan iki kardeş miras
olarak devraldıkları bu mülkü hemen hemen olduğu gibi koru­
muşlardı. Ebeveynlerin evdeki varlığı oldukça belirgindi: İkisi­
nin ve başka akrabalann siyah-beyaz fotoğraflan ya duvarlara
asılmış ya da yazı masalarının ve büfelerin üzerinde duran gös­
terişli çerçevelerin içine yerleştirilmişti. Modası geçen mobilya­
lar yıpranmaya başlamıştı; evin her yerine bir yıllanmışlık ha­
vası hakimdi. Düzeni bozan tek şey, ince bir toz tabakasıydı.
Martin bir parmağını yukarıdaki üç yatak odasından bi­
rinde duran şifoniyerin üzerinde gezdirerek, "Acaba kendile­
ri mi toz alıyariardı yoksa temizlik yapması için birini mi ça­
ğırıyorlardı?" diye sordu.
69

Gösta gardırobun kapağını açarken, ''Yetmişli yaşlarının


sonuna yaklaşan iki adamın toz aldıklarını hayal etmekte
zorlanıyorum" dedi. "Ne düşünüyorsun? Sence burası Erik'in
odası mı? Yoksa Axel'in mi?" Gardırobun içinde sıra sıra asılı
duran kahverengi ceketiere ve beyaz gömleklere baktı.
"Erik'in" dedi Martin. Komodinin üzerinde duran kita­
bı eline aldı ve kurşunkalemle "Erik Frankel" isminin yazı­
lı olduğu kapak sayfasını göstermek üzere havaya kaldırdı.
Kitap Albert Spencer'ın biyografisiydi. Martin kitabı buldu­
ğu yere koymadan önce, arka kapaktaki yazıyı yüksek sesle
okudu: "Hitler'in mimarı."
Gösta, "Savaştan sonra Spandau'daki hapishanede yirmi
yıl yatmış" diye mınldanınca, Martin şaşkınlıkla ona baktı.
"Bunu nereden biliyorsun?"
"İkinci Dünya Savaşı'na ilgi duyan sadece Frankel kar­
deşler değil. Yıllar içinde bu konu hakkında pek çok şey oku­
dum, Discovery Channel ve benzer kanallarda yayınlanan
bazı belgeselleri izledim."
"Öyle mi?" dedi Martin. Hala şaşkın görünüyordu. Birlik­
te çalıştıkları bunca yıl boyunca, Gösta'nın ilk defa golf dışın­
da herhangi bir şeyle ilgilendiğine şahit oluyordu.
Evi arayarak bir saat daha geçirdiler ama başka hiçbir şey
bulamadılar. Yine de karakola dönerlerken, Martin bu çaba­
yı harcadıklan için memnundu. Hiç olmazsa Frans Ringholm
ismi araştırmalarında yol almalarını sağlayabilirdi.

Süpermarket fazla kalabalık değildi ve Patrik koridorlar­


da hiç acele etmeden dolanıyordu. Bir süreliğine evden dışa­
rı çıkıp kendine zaman ayırınca çok rahatlamıştı. Babalık iz­
ninin henüz ikinci günüydü ve bir yandan Maja'yla evde va­
kit geçirme fırsatı bulduğu için sevinirken, diğer yandan bu
düzene alışmakta zorlanıyordu. Gün içinde yeterince meşgul
olmadığından değil - bir yaşındaki bir çocuğa bakmanın tüm
70

vaktini aldığını çabucak keşfetmişti. Esas mesele, bu dene­


yimi yeterince... cazip bulmadığını itiraf etmekten utanma­
sıydı. Kendini inanılmaz derecede kısıtlanmış hissediyordu.
Huzur içinde tuvalete bile gidemiyordu, çünkü Maja kapının
önünde durup " Baba, baba, baba, baba" diye ağlarken mini­
cik yumruklarıyla kapıya vuruyordu; ta ki Patrik pes edip
onu içeri alana kadar. Sonra da öylece dikiliyor ve Patrik'in
önceleri hep daha büyük bir gizlilik içinde yaptığı şeyi me­
rakla izliyordu.
Patrik dışarı çıktığında görevini Erica'ya devrettiği için
kendini biraz suçlu hissediyordu.Ama Maja uyuyordu; Erica
çalışmaya devam edebilirdi. Belki de her ihtimale karşı evi
arayıp duru mu kontrol etse iyi olacaktı. Telefonunu çıkar­
mak üzere elini cebine attı ve onu mutfak tezgahının üzerin­
de bıraktığını fark etti. Kahretsin! Her neyse, muhtemelen
her şey yolundaydı.
Kendini bebek marnaları reyonunda bulunca etiketleri
okumaya başladı: Kremalı sığır güveç, dereotu soslu balık.
Hmm... " Kıymalı spagetti" kulağa çok daha hoş geliyordu.
Patrik beş kavanoz aldı. Belki de Maja için evde yemek pişir­
meye başlamalıydı. Bu harika bir fikir, diye düşündü ve ka­
vanozlardan üç tanesini rafa geri koydu. Kendisi ünlü bir şef
gibi yemek yaparken Maja yanında oturahilirdi ve...
"Dur tahmin edeyim. Bunları kendi başına pişirebileceği­
ni düşünmek gibi acemice bir yanılgı içindesin."
Ses tanıdık olmasına rağmen sanki oraya ait değildi. Pat­
rik hemen arkasına döndü.
" Karin? Merhaba! Burada ne işin var?" Patrik Fjallbac­
ka'daki Konsum süpermarketinde eski karısıyla karşılaşma­
yı hiç beklemiyordu. Karin Tanumshede'deki teraslı evlerin­
den taşınıp Patrik'e yatakta yakalandığı �damın yanına yer­
leştiğİnden beri birbirlerini görmemişlerdi. Patrik'in aklı­
na bu sahneye dair bir görüntü geldi ama çabucak kaybol-
71

du. Bu, çok uzun zaman önceydi. Deyim yerindeyse, köprü­


nün altından çok sular akmıştı.
"Leifle Fjallbacka'da bir ev satın aldık. Basket bölgesinde."
Patrik şaşırdığını belli etmemeye çalışarak, ''Ya, sahi mi?"
dedi.
"Evet, Ludde doğduktan sonra Leif'in anne ve babasına
yakın olmak istedik." Karin alışveriş arabasını işaret edince
Patrik orada oturan ve ağzı kulaklanna varmış küçük oğlanı
ancak o zaman fark etti.
"Ne tesadüf'' dedi Patrik. "Benim de evde aynı yaşlarda
bir kızım var. Adı Maja."
"Böyle dedikodular duymuştum" dedi Karin gülerek. "Erica
Falck'la evlisin, değil mi? Ona kitaplanna bayıldığıını söyle!"
Patrik, Ludde'ye el sallayarak, "Söylerim" dedi.
Sonra Karin'e dönerek, "Ee, neler yapıyorsun?" diye sor­
du. "En son bir muhasebe firmasında çalıştığını duydum."
"Ha, o bir süre önceydi. Üç yıl önce işi bıraktım. Şimdi fi­
nansal hizmetler sunan bir danışmanlık firmasında çalışıyo­
rum ve şu ara doğum iznindeyim."
"Sahi mi? Bu da benim babalık iznimin ikinci günü" dedi
Patrik gururla.
"Ne kadar eğlenceli! Peki, kızın nerede? . . " Karİn başını
uzatıp arkasma bakınca Patrik mahcubiyetle gülümsedi.
"Şu anda ona Erica bakıyor. Benim dışarı çıkıp birkaç işi
halletmem gerekti" dedi.
Karin, "Hıı-hıı. Şey, bu duruma fazlasıyla alışkınım" dedi
ve Patrik'e göz kırptı. "Anlaşılan, erkeklerin birkaç işi aynı an­
da yapma becerisinden yoksun olmalan evrensel bir durum."
"Sanınm öyle" dedi Patrik utanarak.
"Neden bir ara çocuklanınızla birlikte görüşmüyoruz? On­
lan tek başlarına oyalamak kolay değil, hem biz de seninle iki
yetişkin olarak sohbet etmiş oluruz. Sohbet etmek her zaman
iyidir!" Karin gözlerini devirerek Patrik'e soran gözlerle baktı.
72

"Tabii, harika olur. Ne zaman ve nerede buluşuyoruz?"


"Genellikle her sabah saat on sularında Ludde'yle birlik­
te uzun bir yürüyüş yapıyorum . Bize katılsanıza. Onu çeyrek
geçe gibi eczanenin önünde buluşabiliriz. Ne dersin?"
"Çok iyi olur. Bu arada, saat kaç, biliyor musun? Cep tele­
fonumu evde bırakmışım. Saat olarak onu kullanıyorum da."
Karin saatine baktı. "İkiyi çeyrek geçiyor."
"Kahretsin! Çoktan evde olmam gerekirdi!" Patrik alışve­
riş arabasını iterek kasaya doğru koştu. ''Yarın görüşürüz!"
Karİn arkasından seslendi: "Onu çeyrek geçe. Eczanenin
önünde. Yalnız sakın eskiden yaptığın gibi on beş dakika geç
kalma."
Aldıklarını ödeme h andına koymaya başlayan Patrik,
"Kalmam" diye seslendi. Tüm kalbiyle Maja'nın hala uyuyor
olmasını diledi.

Uçak Göteborg'a doğru alçalmaya başladığında, pencere­


nin dışında yoğun bir sabah sisi vardı. İniş takımı açılırken
vızıldadı. Axel arkasına yaslandı ve gözlerini kapadı. Bu bir
hataydı. Görüntüler tekrar gözünün önüne geldi; tıpkı geç­
miş yıllarda pek çok kez olduğu gibi. Dün gece fazla uyuma­
mıştı. Gecenin büyük bir kısmı boyunca Paris'teki dairesinde
uyanık kalmış, yatakta dönüp durmuştu.
Telefondaki kadın hem sempatik hem de mesafeli bir ses
tonuyla Erik hakkındaki haberi vermişti. Axel kadının ko­
nuşma biçiminden, birine ilk defa ölüm haberi vermediğini
anlamıştı.
Tarih boyunca bu tarz haberlerin kaç kez verildiğini düşü­
nünce kafası allak bullak oldu. Polisle yapılan konuşmalar,
kapıda duran bir rahip ve askeri mühürlü bir zarf. Ölen mil­
yonlarca insan. Her seferinde de, birisi ölüm haberini verme­
yi üstlenmişti.
Axel kulakmemesini çekiştirdi. Farkında olmadan yaptı-
73

ğı bu hareket, yıllar içinde alışkanlık haline gelmişti. Sol ku­


lağı neredeyse sağırdı ve kulakmemesine dokununca, sürekli
duyduğu hışırtı hafifler gibi oluyordu.
Axel dışarıya bakmak üzere bakışlarını pencereye çevirdi,
ama sadece kendi yansımasını gördü. Hüzün dolu, derin göz­
lerini, seksen yaşındaki bir adamın gri ve çizgi dolu yüzünü . . .
Axel yüzüne dokundu. Bir a n için kendisine değil de Erik'e
baktığını hayal etti.
Uçağın tekerlekleri pat diye yere değdi. Axel alana indi.

Odasında başka bir "kaza" olmasını istemeyen Mellberg,


bir kancaya astığı kayışı alıp Ernst'in tasmasına geçirdi.
"Hadi, şu işi halledelim" diye homurdandı. Neşe içinde ön
kapıya doğru seğirten Ernst, Bertil'i arkasından koşmak zo­
runda bırakan bir hızla ilerledi.
İkisi rüzgar gibi geçip giderken, "Sen köpeği gezdirecek­
sin, köpek seni değil" dedi Annika gülerek.
Mellberg, "Onu dışarı senin çıkarınana memnuniyetle izin
veririm" diye tersiendi ama kapıya doğru ilerlemeye devam
etti.
Aptal köpek. Köpeği zapt etmeye çalışan Mellberg'in kol­
ları ağrıyordu. Neyse ki Ernst hacağını bir çalıya doğru kal­
dırınca telaşı yatıştı da yürüyüşlerine daha normal bir hız­
da devam edebildiler. Hatta Mellberg fısıldamaya başladığını
fark etti. O kadar da kötü değilmiş, diye düşündü. Biraz te­
miz hava ve egzersiz sağlığına iyi gelebilirdi. Ernst ise gayet
sakindi, üzerinde yürürlükleri ormanlık yolu koklamaya ko­
yulmuştu. Tıpkı bir insan gibi, baskın birinin kontrolü ele al­
dığını hissedebiliyordu. Bu köpeği düzgünce eğitmek o kadar
da zor olmasa gerekti.
Derken Ernst durdu, kulaklarını dikti ve güçlü bedenin­
deki bütün kaslar gerildi. Sonra ok gibi yerinden fırladı.
"Ernst! Ne halt ediyorsun?" Ernst onu öyle hızla öne çek-
74

mişti ki, Mellberg neredeyse yüzüstü yere yapışacaktı, ama


son anda dengesini buldu ve doludizgin koşmaya başlayan
köpeğin kayışına asıldı.
"Ernst! Ernst! Dur! Hemen dur! Yanıma geç!" Mellberg
alışkın olmadığı bu fiziksel çaba yüzünden nefes nefese kal­
dığı için bağırmakta zorlanıyordu. Köpek komutlanna aldırış
etmedi. Bir köşeyi uçarcasına dönerlerken, Mellberg aniden
onun fırlamasına neyin sebep olduğunu gördü. Ernst kendi­
siyle aynı cins gibi görünen iri ve açık renkli bir köpeğin üze­
rine atılmıştı. Sahipleri kayışiarına asılırken, iki köpek bir­
birlerinin etrafında sıçrayıp oynamaya başladılar.
"Se:iiorita! Kes şunu! Otur!" Kısa ve koyu renk saçlı kadın
sert bir ses tonuyla konuşunca, köpeği itaatkar bir şekilde ge­
ri çekilerek Mellberg'in itirazlannı hiçe saymaya devam eden
Ernst'ten uzaklaştı. "Sen kötü bir köpeksin Se:ii orita! Böy­
le aptalca şeyler yapmamalısın." Oldukça malıcup görünen
Se:iiorita, yüzüne düşen tüylerin arasından sahibine baktı.
"Esas . . . Esas benim özür dil em em gerek" diye kekeleyen
Mellberg Ernst'in kayışına asılarak, adından dişi olduğu an­
laşılan diğer köpeğin üstüne atlamasını önlemeye çalıştı.
"Köpeğiniz üzerinde hiçbir kontrolünüzün olmadığı belli."
Mellberg kadının sert ses tonunu duyunca içinde uyanan esas
duruşa geçme dürtüsünü bastırdı. Hafif bir aksanı vardı. Göz
alıcı koyu renk gözleri de hesaba katıldığında, Mellberg kadı­
nın güneydeki ülkelerden birinden geldiği izlenimine kapıldı.
"Şey, aslında bu köpek benim değil. Sadece ona yeni bir
sahip bulunana kadar . . . " Mellberg bir ergen gibi kekelediğini
fark etti. Boğazını temizledi ve biraz daha otoriter bir tonda
konuşmaya çalıştı. "Köpeklere alışkın değilim. Hem zaten bu
köpek de benim değil."
"Köpeğiniz bu konuda farklı düşünüyor gibi." Kadın Mell­
berg'in hacağının dibinde duran ve ona hayranlıkla bakan
Ernst'i işaret etti.
75

Mellberg utanarak, "Ee, şey ... " diye lafa girdi.


"Köpeklerimizi birlikte dolaştıralım mı? Adım Rita." Ka­
dın elini uzattı ve Mellberg kısa bir duraksamanın ardından
onun elini sıktı.
"Hayatım boyunca köpek besledim; eminim size birkaç
ipucu verebilirim. Üstelik bana arkadaşlık edecek biriyle gez­
dirmek çok daha keyifli olur." Rita, Mellberg'in cevap verme­
sini beklemeden yürümeye başladı. Mellberg nasıl olduğu­
nu bile anlamadan ona yetişti; sanki ayakları iradesi dışında
hareket ediyordu. Ernst'in de bu duruma hiçbir itirazı yok­
tu. Kuyruğunu içtenlikle saliayarak Seiiorita'nın yanında ye­
rini aldı.
Fj allbacka, 1943

"Erik? Frans?" Britta ve Elsy dikkatlice içeriye adım at­


tılar. Kapıyı çalınışiardı ama cevap veren olmamıştı. Gergin
bir biçimde etraflarına bakındılar. Herhalde doktor ve karı­
sı, kendileri evde yokken iki kızın oğullarını ziyarete gelme­
sinden hoşlanmazlardı. Genellikle Fjallbacka'da buluşurlar­
dı ama Erik, annesiyle babası bütün gün dışarıda olacakları
için cesaretini toplamış ve kızları eve çağırmıştı.
Elsy biraz daha yüksek sesle, "Erik?" diye seslendi ve tam
karşılarındaki odadan birinin "Şştt" dediğini duyunca sıçra­
dı. Kapıda beliren Erik, içeri gelmelerini işaret etti.
"Axel yukarıda uyuyor. Bu sabah döndü."
Britta içini çekerek, "Ah, ne kadar da cesur" dedi ve Frans'ı
gördüğünde yüzü aydınlandı.
"Selam!"
Frans da "Selam!" dedi ama Britta'yı görmezden geldi. "Se­
lam Elsy."
Elsy de "Selam Frans" diye cevap verdi ve doğruca kitap
raflarına doğru yürüdü.
"Tanrım, ne kadar çok kitabımz var!" diyerek parmakları­
nı kitapların sırtlarında gezdirdi.
Erik cömertçe, "İstersen bazılarını ödünç alabilirsin" dese
de, eklemeden duramadı: "Ama sadece onlara iyi bakman ko­
şuluyla. Babam kitaplarına çok düşkündür de."
77

Gözleriyle rafları yalayıp yutan Elsy memnuniyetle, "Ta­


bii ki" dedi. Okumaya bayılıyordu. Frans ise gözlerini bir sa­
niye bile ondan ayırmıyordu.
"Kitaplar zaman kaybından başka bir şey değil" dedi Brit­
ta. "Diğer insanların deneyimlerini okumaktansa, onları biz­
zat yaşamak çok daha iyi. Sence de öyle değil mi Frans?"
Britta Frans'ın yanındaki koltuğa oturup başını yana yatıra­
rak gözlerinin içine baktı.
Frans onunla göz göze gelmeden, "İkisinin de yeri ayrı"
dedi sertçe. Hala Elsy'ye bakıyordu. Kaşları çatılan Britta
ayağa fırladı.
"Cumartesi günkü dansa giden var mı?" diye sordu ve bir­
kaç dans adımı atarak ilerledi.
Hala kitaplada meşgul olan Elsy, "Annemle babamın izin
vereceklerini sanmıyorum" dedi alçak sesle.
Britta birkaç dans figürü daha sergileyerek, "Sizce kimler
gelecek?" diye sordu. Frans'ı ayağa kaldırmaya çalıştı ama
ona karşı koyan Frans, koltuğunda oturmaya devam etti.
''Maskaralık yapmayı kes." Frans kaba bir ses tonuyla ko­
nuştuğu halde, elinde olmadan gülmeye başlamıştı. "Biliyor
musun Britta, sen çılgının tekisin."
"Çılgın kızları sevmiyor musun? Eğer sevmiyorsan ciddi
olabilirim." Britta ciddi bir yüz ifadesi takın dı. ''Veya mutlu."
Sonra o kadar yüksek sesle güldü ki, sesi duvarlara çarpıp
yankılandı.
Erik tavana bakarak, "Şştt" dedi.
Britta dokunaklı bir şekilde, ''V eya çok sessiz olabilirim"
dedi. Frans tekrar güldü ve Britta'yı kucağına oturttu.
"Çılgın olman yeterli" dedi.
Kapı ağzından gelen bir ses konuşmalarını böldü.
"Amma gürültü yaptınız." Axel kapının pervazına yaslan­
mış, yorgun bir halde gülümsüyordu.
"Kusura bakma, seni uyandırmak istememiştik." Sesi ağa-
78

beyine duyduğu hayranlıkla dolup taşan Erik, aynı zamanda


endişeli de görünüyordu.
"Önemli değil Erik. Sonra da kestirebilirim." Axel kolları­
nı göğsünde kavuşturup "Anlaşılan, bizimkilerin Axelssonla­
ra gitmelerini fırsat bilip buraya birkaç hanımefendi çağır­
mışsın" dedi.
Erik, "Ee, tam olarak öyle denemez" diye geveledi.
Frans, Britta hala kucağındayken güldü. "Burada hanıme­
fendi görüyor musunuz? Etrafta hanımefendi filan yok. Ben
sadece iki şımarık kız görüyorum."
"Neden çeneni kapamıyorsun sen?" Britta Frans'ın göğsü­
ne bir yumruk attı. Bu yorum hiç de hoşuna gitmemişti.
"Elsy de kendini kitaplara o kadar kaptırmış ki, bir mer­
haba bile demedi."
Elsy utanarak arkasına döndü. "Özür dilerim. Merhaba
Axel."
"Sadece sana takılıyordum. Kitapları incelemeye devam
et. Erik istersen bazılarını ödünç alabileceğini söyledi mi?"
"Evet, söyledi." Yüzü kızarınaya devam eden Elsy, dikka­
tini tekrar kitaplara verdi.
"Ee, dün işler nasıl gitti?" Erik ağabeyinin ağzından çıka­
cak her bir sözcüğü duymak istercesine ona bakıyordu.
Axel'in neşeli ve içten yüz ifadesi bir anda uçup gitmişti.
"İyi" diye kestirip attı. "İyi gitti." Sonra aniden arkasını dön­
dü. "Ben gidip bir süre daha uzanacağım. Lütfen sesinizi çok
yükseltmeyin, olur mu?"
Erik ağabeyinin uzaklaşmasını izledi. Hissettiği hayran­
lık ve gururun yanı sıra, içinde bir parça kıskançlık da vardı.
Oysa Frans, Axel'e yalnızca hayranlık besliyordu. "Ağa­
beyin o kadar cesur ki . . . �eşke ben de yardım edebilseydim.
Keşke birkaç yaş daha büyük olsaydım."
"Peki, o zaman ne yapardın?" diye sordu Britta. Frans onu
Axel'in önünde küçük düşürdüğü için hala somurtuyordu. "Bu-
79

na asla cesaret edemezdin. Hem baban ne derdi düşünsene . . .


Duyduğuma göre, Almanlara yardım etmeyi tercih edermiş."
Britta'yı kucağından iten Frans, sinirli bir şekilde, "Kes
sesini" dedi. "İnsanlar bir sürü şey söylüyorlar. Böyle saçma­
lıklara kulak astığını bilmiyordum."
Grupta her zaman ara bulucu rolünü üstlenen Erik ansı­
zın kalkarak, "Eğer isterseniz bir süreliğine babamın plakla­
nnı dinleyebiliriz. Koleksiyonunda Kont Basie bile var" dedi.
Erik hemen gramofonun yanına gidip bir plak koydu. İn­
sanların tartışmalan hoşuna gitmezdi. Hem de hiç.
....

Havaalanlarını hep çok sevmişti: inen ve kalkan uçakla­


rı, tatile ya da iş gezisine giden, gözleri beklentiyle dolu yol­
cuları, bütün o gidiş gelişleri, birbirlerine kavuşan ya da ve­
da eden insanları . . . Aklına çok ama çok uzun zaman önce zi­
yaret ettiği bir havaalanı geldi. Sıkış tepiş insanlar, kokular,
renkler, uğultu halindeki sesler . . . Paula, elini sımsıkı kav­
rayan annesinin yüzünde izini göremese de sezdiği gerginli­
ği anımsıyordu. Annesinin defalarca baştan hazırladığı va­
lizi de. Hiçbir eksik olmamalıydı, çünkü bu geri dönüşü ol­
mayan bir yolculuktu. Havanın sıcaklığını ve gidecekleri ye­
re vardıklarında karşılaştıkları soğuğu da anımsıyordu. Hiç
bu kadar soğuk olabileceğine inanmazdı. indikleri havaalanı
da farklıydı. Daha sessizdi ve grinin soğuk bir tonuna boyan­
mıştı. Yüksek sesle konuşan ya da ellerini sallayan hiç kim­
se yoktu. Herkes kendi küçük dünyasında hapsolmuş gibiydi.
Kimse onlarla göz göze gelmiyordu. Belgeleri damgalanmış
ve kulağa değişik gelen bir dil konuşan, tuhaf sesli birisi on­
ları başından savmıştı. Tüm bunlar olup biterken, annesi eli­
ni sımsıkı tutmaya devam etmişti.
"Bu, o mu?" Martin pasaport kontrolünden az önce çıkan
seksen yaşlarındaki bir adamı işaret etti. Uzun boylu ve kır
saçlı adamın üzerinde bej bir trençkot vardı. Paula onu görür
görmez, "Çok şık" diye düşündü.
81

"Hadi gidip öğrenelim." Paula önden yürüdü. "Axel Fran­


kel?"
Adam başıyla onayladı. "Sizler polis misiniz? Sizinle ka­
rakola gelip görüşmem gerektiğini sanıyordum" dedi. Yorgun
görünüyordu.
"Buraya gelip sizinle tanışsak iyi olur diye düşündük."
Axel'i başıyla dostça selamiayan Martin, kendini ve iş arka­
daşını takdim etti.
"Anlıyorum. Eh, madem öyle, beni arabayla götürmeyi
teklif ettiğiniz için teşekkür ederim. Genellikle toplu taşıma
araçlarıyla idare etmek zorunda kaldığım için bu gerçekten
hora geçecek."
"Valiziniz var mı?" diye soran Paula bagaj handına göz attı.
"Hayır, hayır. Bütün eşyam bu kadar." Axel arkasındaki el
çantasını işaret etti. "Her zaman az eşyayla yolculuk ederim."
"Bunu hiçbir zaman başaramadım" dedi Paula gülerek.
Bir an için yüzündeki yorgunluk uçup giden Axel de güldü.
Hep birlikte arabaya binene kadar hava durumundan
bahsettiler. Sonra Martin Fj allbacka'ya doğru ilerlemeye
başladı.
"Acaba . . . Acaba başka bir şey buldunuz mu?" Axel'in se­
si titredi ve kendini toplamak için konuşmayı ' kesmek zorun­
da kaldı.
Arka koltukta Axel'in yanında oturan Paula başını iki
yana salladı. "Hayır, maalesef. Bize yardım edebileceğinizi
umuyorduk. Örneğin, kardeşinizin bir düşmanı olup olmadı­
ğını öğrenmemiz gerekiyor. Birisi ona zarar vermek istemiş
olabilir mi?"
Axel başını iki yana salladı. "Hayır; hayır, hiç sanmam.
Kardeşim dünyanın en barışçıl ve uysal insanıydı. . . Hayır,
birinin Erik'e zarar vermek isteyebileceğini düşünmek çok
saçma."
"İsveç'in Dostları adındaki grupla ilişkisi hakkında ne bi-
82

liyorsunuz?" Şoför koltuğunda oturan Martin, dikiz aynasın­


da Axel'le göz göze geldiğinde soruyu ortaya atıvermişti.
"Demek Erik'in Frans Ringholm'le yaptığı yazışmaları in­
celediniz." Axel başka bir şey söylemeden önce burnunu sı­
vazladı. Paula ile Martin sabırla beklediler.
"Bu, çok uzun zaman önce başlamış karmaşık bir hikaye"
dedi Axel.
''Yeterince zamanımız var" diyen Pa ula, Axel'in soruyu ce­
vaplamasını beklediğini belli etti.
"Frans Erik'le benim çocukluk arkadaşımız. Birbirimizi
eskiden beri tanırız. Ama . . . Nasıl desem? Biz başka bir yol
seçtik; Frans başka bir yol seçti."
"Frans radikal bir sağcı mı?" Martin, Axel'le dikiz ayna­
sında tekrar göz göze geldi.
Axel başıyla onayladı. "Evet, nasıl ve ne ölçüde bilmiyorum
ama hayatı boyunca o çevrelere girip çıktı; hatta İsveç'in Dost­
lan denilen o gruba yardım etmeye bile başladı. Muhtemelen
fikirlerinin çoğunu evde duyduklanndan etkilenerek geliştir­
mişti; onu tanıdığım dönemde hiç böyle eğilimleri yoktu. Ama
insanlar değişirler." Axel başını salladı.
"Peki, bu örgüt neden Erik'i bir tehdit olarak görsün ki?
Anladığım kadarıyla Erik aktif siyasete bulaşmamış. Kendisi
İkinci Dünya Savaşı üzerinde uzmanlaşan bir tarihçiydi, de­
ğil mi?"
Axel içini çekti. "Tarafsız kalmak o kadar da kolay değil.
Hem Nazizm'i araştınp hem de tarafsız kalamazsınız; ya da
size apolitik gözüyle bakılmaz. Mesela pek çok neo-Nazi ör­
gütü, toplama kamplarının varlığını sorguluyor; bu kamplar­
dan söz edip neler olduğunu araştırmaya yönelik her türlü
çaba, gruplarına yönelik bir tehdit ya da saldırı olarak algıla­
nıyor. Dediğim gibi, bu karmaşık bir konu."
"Peki, ya siz konuya ne kadar dahilsiniz? Hiç tehdit aldı­
nız mı?" diye soran Paula, gözlerini Axel'e dikmişti.
83

''Tabii ki aldım. Hem de Erik'in aldığından çok daha bü­


yük çaplı tehditler. Hayattaki misyonum Simon Wiesenthal
Merkezi'yle çalışmak olduğu için."
Martin, "Peki, bu merkez tam olarak ne yapıyor?" diye
sordu.
Paula, "Kaçan ve faaliyetlerini gizli olarak sürdüren Na­
zilerin izini sürüyor. Ve adalete teslim edilmelerini sağlıyor"
diye açıkladı.
Axel başıyla onayladı. "Doğru; başka pek çok görevinden bi­
ri de bu. Yani evet, ben de tehditlerden payıma düşeni aldım."
Martin, "Bu tehdit mektuplarından bir kısmı hala sizde
mi?" diye sordu.
"Hepsi merkezde. Merkez için çalışanlar olarak aldığı­
mız tüm mektuplan oraya gönderiyoruz ki arşivlenebilsinler.
Eğer onlarla temas kurarsanız her şeye ulaşınanızı sağlar­
lar." Paula, Axel'in kendisine uzattığı kartviziti ceketinin ce­
bine koydu.
"Peki ya İsveç'in Dostlan? Onlardan hiç tehdit aldımz mı?"
"Hayır . . . Sanmıyorum. Hatırladığım kadarıyla almadım.
Ama dediğim gibi, Merkez'le bağlantı kurup kontrol etmelisi­
niz. Her şey ellerinde."
"Frans Ringholm. Peki, o bu resmin neresinde? Çocukluk
arkadaşı olduğunuzu söylemiştiniz" dedi Martin.
"Aslında Frans, Erik'in arkadaşıydı. Ben Erik'ten birkaç
yaş büyük olduğum için arkadaş çevremiz aynı değildi."
"Ama Erik, Frans'ı iyi tanıyordu değil mi?" Paula'nın kah­
verengi gözleri Axel'i tekrar dikkatle incelemeye başladı.
"Evet, ama bu çok uzun zaman önceydi. Altmış yıl önce­
sinden bahsediyoruz." Axel bu konudan pek hoşlanmıyor gi­
biydi. Arka koltukta kıpırdanıp duruyordu. "İnsan bunama­
sa da, hafızası biraz bulanıkiaşmaya başlıyor." Hafifçe başı­
na vururken alaycı bir edayla gülümsedi.
"Ama bulduğumuz mektuplar yakın zamanda da iletişim
84

kurduklannı gösteriyor. Frans kardeşinizle birkaç kez temas


kurmuş; en azından mektup yoluyla."
Axel hayal kınklığına uğradığını belli edercesine elini saç­
larının içinden geçirdi. "Ben kendi hayatımı yaşadım; karde­
şim de kendi hayatını yaşadı. Fjallbacka'ya kalıcı olarak -ta­
bii benim durumumda yarı-kalıcı olarak- yerleşmeınİzin üze­
rinden sadece üç yıl geçti. Erik'in Göteborg'da çalıştığı tüm o
yıllar boyunca orada bir dairesi vardı; ben de vaktimin çoğu­
nu dünyanın çeşitli yerlerini dolaşarak geçiriyordum. Tabii ki
buradaki ev her zaman üssümüz olmuştur; birisi yaşadığım
yeri soracak olursa Fjallbacka diye cevap veririm. Ama yazla­
rı her zaman Paris'teki dairerne kaçıyorum. Kardeşim ve ben
çoğunlukla sessiz ve izole bir yaşam sürmüşüzdür. Ziyareti­
mize gelen tek kişi, temizlik çi kadındı. Bu, bizim tercihimiz . . .
Yani tercihimizdi." Bunu söylerken Axel'in sesi çatlamıştı.
Paula Martin'le göz göze geldi; Martin başını hafifçe salla­
yıp bakışlannı otoyola çevirdi. İkisinin de aklına soracak baş­
ka bir şey gelmiyordu. Fjallbacka'ya dönüş yolculuğunun geri
kalanını havadan sudan konular hakkında gergince çene çala­
rak geçirdiler. Axel her an dağılacakmış gibi görünüyordu. Ni­
hayet evinin önüne yanaştıklannda bayağı rahatlamış gibiydi.
"Peki, bundan sonra . . . Burada kalabilecek misiniz?" diye
sordu Paula.
Axel çantasını eline aldı ve gözlerini büyük beyaz eve di­
kerek, bir süre sessizce ayakta durdu. Sonunda konuştu:
"Evet. Burası hem benim hem de Erik'in evi. Biz bura­
ya aitiz. İkimiz de." Hüzünlü bir gülümsemeyle Martin'le
Paula'nın elini sıkıp ön kapıya doğru yürüdü. Arkasından ba­
kan Paula'ya, Axel'in yalnızlığı dışa vurmuş gibi geldi.

"Ee, dün eve döndüğünde karın ağzının payını verdi mi?"


Lurlde'nin pusetini iten Karin güldü. Tempplu yürüyordu,
Patrik ise ona yetişmeye çalışırken soluk soluğa kalmıştı.
85

"Öyle de denebilir" dedi Patrik . Eve döndüğünde na­


sıl karşılandığını hatıriayınca irkildi. Erica pek neşeli gö­
rünmüyordu. Patrik bunun nedenini kısmen anlamıştı.
Erica'nın çalışahilmesi için, gündüzleri Maj a'nın sorumlu­
luğunu Patrik üstlenmeliydi. Yine de, Erica'nın aşırı tepki
verdiğini düşünmeden edemiyordu. Dışarı eğlenmek için de­
ğil, evle ilgili işleri halletmek için çıkmıştı. Hem Maj a'nın
her zamanki gibi uyumadığını nereden bilebilirdi ki? Günün
geri kalanı boyunca suratma bakılınaması haksızlıktı. Ney­
se ki asla uzun süre kin tutmamak gibi güzel bir huyu olan
Erica, bu sabah her zamanki gibi Patrik'i öpmüştü, anlaşı­
lan önceki gün olanlar unutulmuştu. Patrik yine de Erica'ya
bugün bir yürüyüş arkadaşı olacağını söylemeye cesaret
edememişti. Tabii ki er ya da geç söylemeyi düşünüyordu;
sadece şimdilik erteliyordu. Erica kıskanç biri sayılınasa da,
Patrik araları iyi değilken eski karısıyla yürüyüşe çıkacağı­
nı söylemek istemiyordu. Karin, Patrik'in aklını okumuş gi­
bi sordu:
"Birlikte vakit geçirmemizin Erica için bir sakıncası yok
değil mi? Boşanmamızın üzerinden yıllar geçti ama bazı in­
sanlar biraz daha . . . hassas oluyorlar."
Korkaklığını itiraf etmek istemeyen Patrik, "Tabii ki sa­
kıncası yok" dedi. "Sorun değil. Erica buna aldırmıyor."
"Harika. Yani, insana eşlik edecek birinin olması güzel
şey; tabii ki evde sorunlara yol açmıyorsa."
Konuyu değiştirmek için can atan Patrik, "Peki ya Leif?"
diye sordu. Kızının yamuk duran beresini düzeltmek için pu­
setine doğru eğildi. Maj a ona aldırış etmedi, çünkü hemen
yanında, pusetindeki Ludde'yle iletişim kurmakla meşguldü.
"Leif mi?" Karin kıkırdadı. "Ludde'nin onun kim olduğunu
hatırlaması dahi bir mucize. Leif sürekli seyahatte."
Patrik anlayışla başını salladı. Karin'in yeni kocası, Lef­
fes adlı bir müzik grubunda şarkıcıydı. Patrik, bir müzisye-
86

nin bir nevi "dul" karısı gibi yaşamanın zorluklarını anlaya­


biliyordu.
"Umarım aranızda ciddi sorunlar yoktur" dedi.
Karin gülerek, "Hayır, birbirimizi sorun yaşamayacak ka­
dar az görüyoruz" diye cevap verdi. Ama gülüşü hüzünlü ve
sahteydi. Patrik onun her şeyi aniatmadığı hissine kapıldı ve
ne diyeceğini bilemedi. Eski karısıyla ilişkilerindeki sorunlar
hakkında konuşmaları biraz tuhafına gitti. Neyse ki o sırada
çalan cep telefonu yardımına koştu.
"Patrik Hedström."
"Selam, ben Pedersen. Erik Frankel'in otopsi sonuçlanyla
ilgili arıyorum. Her zamanki gibi raporu faksladık, ama baş­
lıca bulguları telefonda duymak istersin diye düşündüm."
Patrik kendisini beklemek için yavaşlayan Karin'e bir ba­
kış atarak tereddütle, "Evet, tabii" dedi. "Ne var ki, ben ba­
balık iznindeyim."
"Öyle mi? Tebrikler! Önünde harika bir dönem var! Ben
iki çocuğumla da altı ay boyunca evde kaldım ve hayatıının
en güzel aylarını geçirdim!"
Patrik ağzının bir karış açıldığını hissetti. Adli tıp labo­
ratuvarındaki o çalışkan, mesafeli ve soğuk doktorun böyle
düşüneceğine asla inanmazdı. Birdenbire Pedersen'in üzerin­
de doktor önlüğüyle bir kum havuzunda oturduğunu ve ya­
vaşça, büyük bir titizlik ve dikkatle kumdan kusursuz pas­
talar yaptığını hayal etti. Patrik'in elinde olmadan gülmesi,
Pedersen'in "Bu kadar komik olan nedir?" diye terslenmesi­
ne neden oldu.
Patrik, "Hiçbir şey'' dedi ve şaşırmış görünen Karin'e, du­
rumu daha sonra açıklayacağını belirten bir el hareketi yap­
tı. Daha ciddi bir ses tonuyla, ''Yine de bana kısa bir özet ge­
çebilir misin?" diye devam etti. "İki gün önce olay yerindey­
dim ve olan bitenlerden haberdar olmak isterim."
Sesi hala kırgın gelen Pedersen, "Tabii ki" dedi. "Aslın-
87

da her şey ortada. Erik Frankel'in başına ağır bir cisimle vu­
rulmuş . Muhtemelen taştan yapılmış bir şeyle, çünkü yara­
da ufacık taş parçacıkları var ve bu da söz konusu cismin çok
gözenekli olduğunu gösteriyor. Darbe sol şakağına denk gelip
de beyinde ağır bir kanamaya yol açtığı için Erik hemen ora­
cıkta ölmüş."
"Darbenin hangi yönden geldiğine dair bir fikrin var mı?
Arkadan mı? Yoksa önden mi?"
"Bence fail, kurbanın hemen karşısında duruyormuş. Ay­
rıca büyük olasılıkla sağ elini kullanıyor. Böyle birinin sağ­
dan saldırması daha mantıklı. Bunu solak birinin yapması
çok zor olurdu."
"Peki, kullanılan cismin ne olduğuna dair bir fikrin var
mı?" Patrik kendi sesindeki sabırsızlığın farkındaydı.
"Bunu belirlemek size düşüyor. Taştan yapılmış ağır bir ci­
simden bahsediyoruz. Gerçi kurbanın kafasına sivri bir uç bat­
mış gibi görünmüyor. Yara daha çok bir ezilmeye benziyor."
"Pekala, en azından elimizde küçük bir ipucu var."
Pedersen alaycı bir ses tonuyla, "Elimizde mi?" dedi. "Ba­
balık izninde olduğunu söylemedin mi?"
Patrik, "Ee, evet" dedi ve devam etmeden önce bir saniye­
liğine sustu. "Şey, yani herhalde karakolu arayıp onları bilgi­
lendirirsin."
"Bu şartlar altında, bilgilendirsem iyi olur" dedi Pedersen
neşeyle. "Acaba cesaretimi toplayıp Mellberg'i mi arasam?
Yoksa başka bir önerin mi var?"
Patrik içgüdüsel olarak ''Martin'i ara" deyince Pedersen kı­
kırdadı.
"Zaten ben de böyle karar vermiştim, yine de tavsiye için
teşekkürler. Gerçi beni şaşırtıyorsun; bana Frankel'in ne za­
man öldüğünü sormayacak mısın?"
"Ah, doğru ya. Ne zaman ölmüş?" Patrik'in sesi tekrar he­
vesli tımsına kavuşmuştu. Karin'e bir bakış daha attı.
88

"Kesin bir şey söylemek imkansız. Cesedi çok uzun süre


sıcakta kalmış. En iyi tahminirole iki ila üç ay boyunca. Bu
da bizi haziran ya da temmuz ayında bir güne götürüyor."
"Peki, bundan daha kesin bir şey söyleyemiyor musun?"
Aslında Patrik soruyu sormadan önce cevabı biliyordu.
"Bizler sihirbaz değiliz. Kristal küremiz yok. Haziran.
Şimdilik alacağın en iyi cevap bu. Bu tahminimi ortamda bu­
lunan sinekierin türüne ve kısmen de oluşan sinek ve larva
nesiinin sayısına dayandınyorum. Tüm bunlar ve cesedin çü­
rüme durumu göz önüne alındığında, adamın muhtemelen
haziranda öldüğünü söyleyebilirim. Ölüme dair daha kesin
bir tarih belirlemek senin işin. Ya da daha ziyade meslektaş­
lannın işi." Pedersen güldü.
Patrik onun daha önce güldüğünü hiç duymamıştı. Gel ge­
lelim, Pedersen telefon konuşmaları boyunca birkaç kez gül­
müştü. Hem de Patrik'le dalga geçercesine. Belki de Peder­
sen ancak böyle gülebiliyordu. Patrik alışılagelmiş teşekkür
sözcükleri sarf ettikten sonra telefonu kapattı.
Karin, "İşle mi ilgili?" diye sordu.
"Evet, üzerinde çalıştığımız bir soruşturmayla ilgili."
"Pazartesi günü ölü bulunan yaşlı adamla mı ilgili?"
"Anlaşılan dedikodu çarkları çalışmaya başlamış" de-
di Patrik. Hızını tekrar artıran Karin'e yetişrnek için koşar
adım yürümek zorunda kaldı.
Yanlarından kırmızı bir araba geçti. Yaklaşık yüz metre
ötede yavaşladı; sürücü dikiz aynasından arkasına bakıyordu.
Sonra araba süratle geri gitmeye başladı ve Patrik kendi ken­
dine sövdü. Annesinin arabası olduğunu ancak o zaman anladı.
"Bu da neyin nesi? Siz ikiniz yürüyüşe mi çıktınız?" diye
sordu Kristina. Pencereyi açmış, şaşkınlıkla Patrik ile Karin'e
bakıyordu.
''Merhaba Kristina! Seni görmek ne güzel!" Karin açık du­
ran pencereye doğru eğildi. ''Tekrar Fjallbacka'ya taşındım ve
89

Patrik'le karşılaştım. ikimizin de işten izin aldığımız ve bir


dosta ihtiyaç duyduğumuz ortaya çıktı. Ludvig adında küçük
bir oğlum var." Karin puseti işaret edince Kristina öne eğildi
ve bir yaşındaki bebeği görünce sevgi sözcükleri mırıldandı.
Kristina Patrik'in midesini burkan bir ses tonuyla, "Aman
ne kadar hoş" dedi. Sonra Patrik'in aklına gelen düşünce, mi­
desine daha da ağrılı kramplar girmesine neden oldu. Ceva­
bı öğrenmek istemese de, annesine, "Peki sen nereye gidiyor­
sun?" diye sordu.
"Evine gidiyordum. Uğramayalı epey oldu. Yanımda bi­
raz hamur işi de getirdim." Gülümseyerek yanındaki koltuk­
ta duran kurabiye torbasını ve keki işaret etti.
Patrik hiç de ikna edici olmayan bir ses tonuyla, "Erica çalı­
şıyor" diyecek oldu, ama sonra bunun yararı olmadığım anladı.
Kristina arabayı birinci vitese aldı. "Çok iyi. O zaman ufak
bir kahve molası verince mutlu olacaktır. Sen de çok geçme­
den eve dönersin, değil mi?" derken bir yandan da Maja'ya el
salladı. Maja da neşeyle ona el salladı.
Annesine kiminle yürüyüş yaptığından Erica'ya bahset­
memesini söylemenin bir yolunu bulmak için kıvranan Pat­
rik, "Tabii ki dönerim" dedi ama beyni bomboştu. Sonun­
da pes ederek annesine el sallayıp veda etti. Midesi düğüm
düğümken, arabanın hızla Salvik'e doğru ilerleyişini izledi.
Erica'ya oldukça detaylı bir açıklama yapması gerekecekti.

Erica'nın kitabıyla ilgili çalışmalar iyi gidiyordu. Bu sa­


bah dört sayfa yazmıştı ve şimdi masasının başında oturur­
ken memnuniyetle geriniyordu. Dünkü kızgınlığı hafifle­
mişti, hatta geriye dönüp baktığında fazla tepki vermiş ola­
bileceğini düşünmüştü. Akşam yemeğine fazladan özenerek
Patrik'e kendini affettirmeliydi. Düğünden önce ikisi de bir­
kaç kilo vermek için uğraşmışlar, şimdiyse gündelik alışkan­
lıkianna geri dönmüşlerdi. Hem ara sıra kendilerini ödüllen-
90

dirmeleri gerekiyordu. Belki de fileto ya da gorgonzola soslu


domuz eti pişirirdi. Patrik'in en sevdiklerinden . . .
Erica akşam yemeğini düşünmeyi bırakıp annesinin gün­
lüklerine uzandı. Aslında oturup hepsini tek seferde okuması
gerekiyordu ama buna bir türlü cesaret edemiyordu. Yazıla­
rı küçük bölümler halinde okumalıydı. Annesinin dünyasına
kaçamak bakışlar atacaktı. Ayaklannı masanın üzerine uza­
tıp eski moda, süslü el yazısını çözmeye girişti. Şimdiye ka­
dar çoğunlukla annesinin evindeki gündelik hayattan kesit­
ler okumuştu: Yardım ettiği ev işlerini, gelecekle ilgili önem­
siz hayallerini; tüm zamanını, hafta sonlarını bile denizde
geçiren babası hakkındaki endişelerini öğrenmişti. Hayatla
ilgili tasvirler genç bir kızın naifliğiyle ve saflığıyla doluydu;
bu yüzden Erica metne hakim olan bu çocuksu anlatım biçi­
mini, anımaadığı anneyle bağdaştırmakta zorlanıyordu. An­
neleri o kadar soğuk, katı ve sertti ki, Erica ve Anna onun ne
tek bir tatlı söz söylediğini duymuşlar ne de kendilerine şef­
kat gösterdiğine tanık olmuşlardı.
Erica ikinci sayfanın bir kısmını okuduktan sonra aniden
doğruldu. Tanıdık bir isme rastlamıştı. Daha doğrusu iki is­
me. Elsy, Erik ve Axel'in annesiyle babası yoklarken evleri­
ne gittiğini yazmıştı. Metin çoğunlukla babalarının kütüp­
hanesinin lirik bir betimlemesinden oluşuyordu; Elsy kütüp­
haneden çok etkilenmişti. Ama Erica sadece iki isim gördü:
Erik ve Axel. Bunlar Erik ve Axel Frankel olmalıydı. Büyük
bir hevesle ziyaret hakkındaki kısmı okuyunca Elsy ve Erik
ile Britta ve Frans denen diğer iki diğer gencin birlikte olduk­
ça fazla vakit geçirdiklerini anladı. Erica hafızasını yokladı.
Hayır, annesinin herhangi birinden bahsettiğini duymamıştı.
Bundan kesinlikle emindi. Axel ise Elsy'nin günlüğünde ne­
redeyse efsanevi ve kahraman bir karakter olarak tasvir edil­
mişti. Elsy onu "son derece cesur ve Errol Flynn kadar şık" bi­
ri olarak tanımlamıştı. Acaba annesi Axel Frankel'e aşık mıy-
91

dı? Hayır, Erica annesinin sözlerinden b u anlamı çıkarmıyor­


du; daha ziyade Elsy ona derin bir hayranlık beslİyor gibiydi.
Erica az önce okuduklarını düşünürken günlüğü kucağı­
na koydu. Erik Frankel neden gençliğinde annesiyle tanıştık­
larından bahsetmemişti? Erica ona Nazi madalyasını nerede
bulduğundan ve madalyanın kime ait olduğundan bahsetmiş­
ti ama Erik yine de tek kelime bile etmemişti. Erica bir kez
daha konuşmalarından sonra ortama çöken o tuhaf sessizliği
hatırladı. Haklıydı. Erik'in ondan sakladığı bir şey vardı.
Tiz bir şekilde çalan kapı zili düşüncelerini böldü. Erica
içini çekerek bacaklannı masadan indirdi ve sandalyesini ge­
riye itti. Kim gelmiş olabilirdi ki? Az sonra koridorda "Mer­
haba" diye yankıl a nan sesi duyunca, sorusunun cevabını al­
dı. Erica daha da kuvvetiice içini çekti. Kayınvalidesi Kris­
tina gelmişti. Derin bir nefes aldı, kapıyı açtı ve merdiven­
lere doğru yürüdü. Kristina'nın daha ısrarcı bir ses tonuyla
tekrar ''Merhaba" dediğini duyunca çenesini sinirden sıktığı­
nı hissetti.
Mümkün olduğunca neşeyle, ''Merhaba" diye seslendi ama
sesinin ne kadar sahte çıktığının farkındaydı. Neyse ki Kris­
tina ince aynntılara fazla dikkat etmezdi.
Kayınvalidesi ceketini asarken, "Sadece merhaba demek
için uğramıştım!" dedi neşeyle . "Kahvenin yanında yemek
için kuralıiye getirdim. Kendim pişirdim . Senin gibi karİyer
sahibi kadıniann böyle şeylere vakti olmadığı için hoşuna gi­
der diye düşündüm."
Erica dişlerini gıcırdatıyordu. Kristina'nın üstü örtülü
eleştiri yapma konusunda inanılmaz bir yeteneği vardı. Aca­
ba doğuştan mı böyleydi, yoksa bu yeteneğini uzun yıllar bo­
yunca pratik yaparak mı kazanmıştı?
Erica mutfağa girerken, "Ah, kulağa harika geliyor" dedi.
Kristina sanki burası Erica'nın değil de kendi mutfağıymış
gibi, çoktan kahve yapmaya girişmişti.
92

"Sen otur. Kahveyi ben yaparım" dedi. "Nasılsa her şeyin


yerini biliyorum."
Erica, "Bilmez misin hiç" dedi. Kristina'nın bu dokundur­
mayı algılamayacağını biliyordu.
Kayınvalidesinin ziyaretini kısa kesmesini umarak, "Pat­
rik ve Maj a yürüyüşe gittiler. Muhtemelen bir süre daha
dönmezler" dedi.
Kristina ölçekle makineye kahve doldururken, "Biliyo­
rum" dedi. "İki, üç, dört. . . " Ölçeği kavanoza geri koydu ve dik­
katini Erica'ya verdi. "Her an eve dönebilirler. Gelirken onla­
ra rastladım. Karin'in tekrar buraya taşınması çok iyi olmuş;
Patrik'e gün boyunca arkadaşlık eder. Tek başına yürüyüş
yapmak çok sıkıcı; özellikle de Patrik gibi çalışmaya ve üret­
meye alışkın biri için. Birbirlerinin arkadaşlığından zevk alı­
yor gibi görünüyorlardı."
Duyduklarını anlamlandırmakta güçlük çeken Erica, Kris­
tina'ya baktı. Kimden bahsediyordu bu? Karin mi? Karin de
kim di?
Patrik kapıdan içeri girer girmez, Erica'nın kafasında bir
ampul yandı. Tabii ya, şu Karin.
Patrik süklüm püklüm gülümsedi ve zoraki bir duraksa­
manın ardından, "Ne güzel - kahve yapmışsınız" dedi.

Konuyu derinlemesine irdelemek üzere mutfakta toplan­


dılar. Öğle yemeği vakti yaklaşıyordu ve Mellberg'in midesi
yüksek sesle gurulduyordu.
"Pekala, şimdilik elimizde neler var?" Mellberg, Annika'nın
bir tabağa koyduğu çöreklerden birine uzandı. Öğle yemeğin­
den önce az bir şeyler atıştıracaktı. "Paula, Martin - bu sabah
kurbanın ağabeyiyle konuştunuz değil mi? İlginç bir şey öğ­
rendiniz mi?" Konuşurken çöreği çiğnemeye devam etti, bu sı­
rada masaya kırıntılar döküldü.
"Doğru, onu Landvetter Havaalanı'ndan aldık" dedi Paula.
93

"Ama çok fazla şey bilmiyor gibi. İsveç'in Dostları'ndan gelen


mektupları sorduk ama açıklık getirebildiği tek konu, Frans
Ringholm'ün Erik'in çocukluk arkadaşı olduğuydu. Axel bu ör­
gütün kardeşini tehdit edip etmediğini bilmiyor; yaptıkları iş
göz önüne alınırsa, onun ve Erik'in karşı karşıya kaldıkları
tehditler daha ziyade mesleki türdenmiş."
Masanın üstüne bir miktar daha kırıntı saçan Mellberg,
"Axel de mi tehditler alıyormuş?" diye sordu.
"Söylediğine göre oldukça fazla" dedi Martin. "Hepsi de
çalıştığı kurumun arşivlerinde mevcutmuş."
"Peki, İsveç'in Dostlan'ndan tehdit almış mı?"
Paula başını iki yana salladı. "Bu konuda kesin bir şey
söyleyemedi. Anlaşılır bir şey. Sürüyle ıvır zıvır mektup alı­
yordur; neden böyle bir şeye dikkat etsin ki?"
"Onunla ilgili izleniminiz nedir? Duyduğuma göre gençli­
ğinde bir tür kahramanmış." Annika, Martin ve Paula'ya so­
ran gözlerle baktı.
"Şık, seçkin biri . . . " dedi Paula. "Ama fazlasıyla durgun; ta­
bii şartlar göz önüne alınırsa bu çok normal. Kardeşinin ölü­
müne gerçekten üzülmüş gibi görünüyordu. Sen de aynı izleni­
mi edindin mi?" Paula Martin'e döndü ve o da başıyla onayladı.
"Evet, ben de öyle düşündüm."
"Herhalde onu tekrar sorgulayacaksınız" dedi Mellberg
Martin'e bakarak. "Galiba Pedersen'le de temasa geçmişsi­
niz, doğru mu?" Durup boğazını temizledi. "Benimle konuş­
mak istememesi biraz tuhaf doğrusu."
Martin öksürdü. "Herhalde sen köpe ği gezdirirken ara­
mıştır. Eminim birinci sırada sen vardın" dedi.
"Hmm, neyse, muhtemelen haklısın. Pekala, devam edin.
Pedersen ne dedi?"
Martin, Pedersen'in bulgularını özetledi. Sonra devam et­
ti: "Belli ki Pedersen önce Patrik'i aramış. Anladığım kada­
rıyla Patrik evde-kalan-baba olmaktan pek de hoşnut değil;
94

ondan kendisine tam bir rapor vermesini istemiş. Olay yeri­


ne gelmeye onu ikna etmenin ne kadar kolay olduğunu dü­
şünürsek, bahse girerim Patrik ile Maja'yı çok yakında kara­
kolda görürüz."
Annika güldü. "Evet, onunla dün konuştum. İncelikli dav­
ranmaya çalışıyordu; bu düzene alışmasının muhtemelen bi­
raz zaman alacağını söyledi."
Mellberg, "Ben de buna inandım" diye kıkırdadı. "Ne ap­
talca bir fikir: Yetişkin erkekler bebek bezi değiştirip mama
hazırlıyorlar! Benim neslim bunun gibi saçmalıklarla uğraş­
mak zorunda kalmadı. Kadınlar çocuklara bakarken, biz de
kendimizi daha uygun olduğumuz işlere adayabiliyorduk."
Gösta masaya bakarak, "Ben memnuniyetle bebek bezi
değiştirirdim" dedi sessizce.
Martin ve Annika ona baktılar. Gösta'nın ve rahmetli ka­
rısının doğduktan hemen sonra ölmüş bir oğulları olduğu­
nu daha yeni öğrenmişlerdi. Başka çocukları olmamıştı. Her­
kes bir süre sessizce otururken Gösta'ya bakmaktan kaçındı.
Sonra Annika konuştu:
"Şey, bence bu iyi bir şey. Böylece siz erkekler kadınla­
rın işinin ne kadar zor olduğunu görüyorsunuz. Gerçi benim
çocuğum yok." Şimdi üzgün görünme sırası Annika'daydı.
"Ama bütün kadın arkadaşlarım anne oldular ve çocuklarıy­
la evde kaldıklannda gün boyunca yayılıp şekerleme filan ye­
miyorlar. Yani babalık izni Patrik'e muhtemelen iyi gelecek."
"Beni buna asla ikna edemezsin" dedi Mellberg. Ardından
sabırsızlanarak somurttu ve masada önünde duran kağıtlara
baktı. Bütün kırıntıları bir eliyle kenara iterek birkaç cümle
okuduktan sonra tekrar konuştu:
"Pekala, işte Torbjörn ve ekibindeki adamlardan gelen ra­
por . . . "
Annika, "Ve kadınlardan" diye ekledi. Mellberg yüksek
sesle içini çekti.
95

"Ve kadınlardan. Bugün tam bir azılı feminist gibisin!


Acaba davayla ilgilenmeye devam mı etsek, yoksa 'Kumbaya'
şarkısını söyleyip feminist gündemini mi tartışsak?" Mell­
berg başını sallayıp devam etti:
"Dediğim gibi, Torbjörn ve ekibinin gönderdiği rapor elim­
de; tamamını üç kelimeyle özetleyebilirim : 'Hiçbir sürpriz
yok.' Birkaç ayakkabı izi ve parmak izi bulmuşlar; tabii ki
bunları araştırmamız gerekecek. Gösta, mutlaka oğlanların
ve ağabeyin parmak izlerini alalım ki onları eleyebilelim. Bu
arada . . . " Mellberg içinden birkaç satır daha okurken durak­
sadı. "Anlaşılan, kurbanın başına sert bir cisimle vurulduğu
sonucuna varmışlar."
''Yani başka bir yara izi yok mu? Kurban sadece başına mı
darbe almış?" diye sordu Paula.
"Ee, evet, bu doğru: Tek bir darbe almış. Ben de Törbjörn'e
aynı soruyu sordum ve anlaşılan duvara sıçrayan kan leke­
lerini inceleyerek bunu anlamak mümkün. Her neyse, sonuç
oldukça net: Kurban başına güçlü bir darbe almış."
"Bu otopsi sonuçlarıyla da tutarlı" dedi Martin başıyla
onaylayarak. "Peki ya silah? Perlersen taştan yapılan ağır bir
cisim kullanıldığını düşünüyordu."
Parmağıyla belgenin ortasına dokunup duran Mellberg, za­
fer kazanmışçasına, "Kesinlikle!" dedi. "Masanın altında taş­
tan yapılmış ağır bir büst bulmuşlar. Üzerinde kan izleriyle
saç ve beyin parçacıkları varmış. Eminim ki yaranın içine gö­
mülen taş kalintılan büstün yapıldığı maddeyle örtüşecektir."
Soğuyan kahvesinden bir yudum alan Gösta malızun bir bi­
çimde, "Demek ki cinayet silahı elimizde. Bu da bir şey'' dedi.
Mellberg masanın etrafında oturan memurlarına bak­
tı. "Peki, nasıl ilerlememiz gerektiğine dair önerisi olan var
mı?" Sanki bu soru bir formaliteymiş ve kendisi halihazırda
pek çok isabetli araştırma yöntemi geliştirmiş gibi konuşu­
yordu. Oysa işin aslı hiç de öyle değildi.
96

"Bence Frans Ringholm'le konuşmalıyız. Ş u tehditler hak­


kında daha fazla bilgi toplamalıyız."
Paula, "Mahalledeki insanlarla da konuşmalı ve cinayet
saatinde herhangi bir şey fark edip etmediklerini sormalıyız"
diye ekledi.
Annika defterinden başını kaldırdı. "Ayrıca birisi kardeş­
lerin evini temizlerneye giden kadınla da konuşmalı. En son
ne zaman oraya gittiğini, Erik'le konuşup konuşmadığını ve
neden yaz boyunca temizliğe gitmediğini sormalı."
"Güzel." Mellberg başıyla onayladı. "Ee, neden hepiniz bu­
rada oturuyorsunuz? H adi işe koyulalım!" Memurlara ters
ters baktı ve hepsi topluca o dadan çıkıncaya kadar gözleri­
ni üzerlerinden ayırmad1 . Sonra uzanıp bir çörek daha aldı.
Astıarını yetkilendirme. İyi bir liderin belirleyici özelliği
işte buydu.

Hepsi de derslere girmenin zaman kaybından başka bir şey


olmadığı konusunda uzlaştıklarından okula ara sıra, canları ne
zaman isterse gidip geliyorlardı ki bu o kadar da sık olmuyor­
du. O gün saat on sularında toplanmışlardı. Tanumshede'de
yapılacak fazla bir şey yoktu. Çoğunlukla oturup konuşur ve
sigara içerierdi
"Fjallbacka'daki moruğun başına gelenleri duydunuz mu?"
Nicke sigarasından bir nefes çekip güldü. "Onu muhtemelen
büyükbabanla arkadaşı öldürmüştür."
Vanessa kıkırdadı.
Per, "Hey" diye çıkıştı. Sesinde bir parça kibir de vardı.
"Büyükbabamın bu işle hiçbir ilgisi yok. Sırf yaşlı bir fosi­
li öldürmek için hapse girme riskini göze almaz o. İsveç'in
Dostları'nın yapacak daha önemli işleri ve hedefleri var."
"Peki, büyükbabanla konuştun mu? Toplantılardan birine
katılmamıza izin verecek mi?" Nicke artık gülmeyi bırakmış­
tı, yüzünde de hevesli bir ifade belirmişti.
97

"Henüz konuşmadım" dedi Per İsteksizce. Frans Ring­


lıolm'un torunu olduğu için grupta özel bir yere sahip olmanın
keyfini çıkarıyordu. Bir keresinde boş bulunup arkadaşlarını
İsveç'in Dostlan'nın Uddevalla'daki toplantılanndan birine so­
kacağına söz vermişti. Üstelik Frans'ın ne diyeceğim bile bile.
Henüz çok gençtiler. ''Tam potansiyellerine erişebilmeleri için"
birkaç yıl daha geçmesi gerekiyordu. Per'in bunun ne demek
olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. O ve arkadaşları, olup biten­
leri örgüte kabul edilen o yaşlı insanlar kadar iyi anlıyorlardı.
Ne de olsa bu basit bir meseleydi. Anlamayacak ne vardı ki?
Zaten ona cazip gelen de buydu: basitlik. Siyah ve beyaz
gibi. Griye yer yoktu. Per insanların neden işleri karmaşık
bir hale getirdiklerini, olaylara önce bir açıdan, sonra da baı;ı­
ka bir açıdan bakmak zorunda olduklarını anlayamıyordu.
Aslında her şey o kadar basitti ki. Biz ve onlar - işte hepsi bu
kadardı. Biz ve onlar. Eğer kendi soydaşlanyla birlikte yaşa­
salardı, sorun çıkmayacaktı. Ama onlara ait olmayan toprak­
lara zorla girmekte ve herkesçe bilinen sınırları aşmakta ıs­
rar ediyorlardı. Aradaki fark daha bariz olamazdı. Beyaz ve
sarı, beyaz ve siyah, beyaz ya da Afrika'nın ışık girmeyen or­
manlarından gelenlerin o iğrenç mavi-siyah ten rengi arasın­
daki fark kadar barizdi. İşte bu kadar basitti. Ta ki onlar her
şeyi birbirine karıştırıp bir çamur birikintisine dönüştürün­
eeye dek. Per yanındaki bankta umursamazca kaykılan ar­
kadaşlarına baktı. Onların hangi soyd�n geldiklerini gerçek­
ten de biliyor muydu? Ailelerindeki kaltakların neler karış­
tırdığını kim bilebilirdi ki? Belki de onların da damarlarında
soysuz bir kan dolaşıyordu. Per ürperdi.
Nicke ona soran gözlerle baktı. "Neyin var senin? İğrenç
bir şey yutmuş gibi görünüyorsun" dedi.
Per homurdandı. "Yok bir şey." Ama az önce aklına takı­
lan düşünce ve tiksinti bir türlü yakasını bırakmıyordu. Si­
garasını söndürdü.
98

"Hadi, gidip biraz kahve alalım. Burada boş boş oturmak


moralimi bozuyor" dedi. Başıyla okul binasım işaret etti ve di­
ğerlerinin peşinden gelip gelmediğine bakmadan, hızlı adım­
larla ilerledi. Nasılsa onu izleyeceklerdi, bunu biliyordu.
Bir an için öldürülen adamı düşündü. Sonra omuz silkti.
O yaşlı adam önemli biri değildi.
Fj allbacka, 1 943

Yemek yerken çatal bıçakları tabaklarına değip şıkırdı­


yordu. Üçü de yemek masasındaki boş sandalyeye bakmama­
ya çalışıyor ama kendilerine engel olamıyorlardı.
"Bu kadar çabuk gitmek zorunda kaldığına inanamıyo­
rum." Gertrud kaseyi Erik'e uzatırken somurttu; Erik, tabağı
şimdiden dolu olduğu halde bir patates daha aldı. Böylesi da­
ha kolaydı; yoksa annesi Erik pes edene kadar biraz daha ye­
mek alması için ısrar edip duracaktı. Gerçi Erik taşmak üze­
re olan tabağına baktığında, tüm bu yemekleri nasıl yiyeceği­
ni merak etti. Yemekle pek arası yoktu. Sadece mecbur oldu­
ğu için yiyordu. Çünkü annesi, onun bu kadar sıska olmasın­
dan utandığını tekrarlayıp duruyordu. İnsanların onu aç bı­
raktığım düşüneceklerini söylüyordu.
Diğer yandan, Axel her şeyi büyük bir iştahla yiyordu .
Erik çatalını isteksizce ağzına götürürken boş sandalyeye
baktı. Sanki lokması ağzında şişiyordu. Patatesierin üzerin­
deki sos onları yumuşak bir lapaya dönüştürmüştü ve Erik
ağzının içindekilerden mümkün olduğunca çabuk kurtulmak
için otomatiğe bağlanmış gibi çiğneyip duruyordu.
"Üzerine düşeni yapması gerekiyor." Hugo Frankel karı­
sına ters bir bakış attı ama sonra o da boş sandalyeye baktı.
"Sadece evinde huzur dolu, sakin birkaç gün geçirir diye
düşünmüştüm."
1 00

"Bu ona kalmış. Hiç kimse Axel'e ne yapacağını söyleye­


mez; kendisi dışında." Hugo'nun sesi gurur yüklüydü. Erik
göğsüne bir acımn saplandığını hissetti; tıpkı annesi Axel'den
bahsederken olduğu gibi. Bazen Erik neredeyse görünmez ol­
duğunu hissediyordu. Göz kamaştırıcı Axel hiç çaba sarf et­
mediği halde daima odak noktasıydı ve Erik de onun za­
yıf bir gölgesi gibiydi. Erik ağzına bir lokma daha attı. Keş­
ke akşam yemeği bir an önce bitseydi de odasına gidip kitap
okuyabilseydi. Çoğunlukla tarih kitapları okuyordu. Bütün o
olayların, isimlerin, tarihierin ve mekanların sevdiği bir ya­
m vardı. Hiçbiri değişmiyordu; hepsi de güvenebileceği, sırtı­
m yaslayabileceği gerçeklerdi.
Axel ise kitaplara hiçbir zaman çok fazla ilgi d uym asa
da, okuldaki sınavları en yüksek notlarla geçmeyi başarırdı.
Erik de iyi notlar alırdı ama bunun için çalışması gerekirdi.
Sırtını sıvazlayan, arkadaşlarına ve tanıdıklarına Erik'ten
bahsederken böbürlenen ya da gururdan göğsü kabaran ol­
mazdı. Hiç kimse Erik'le övünmezdi.
Yine de Erik ağabeyine içerlerneyi kendine yediremiyor­
du. Bazen bunu yapabilmeyi diliyordu. Ondan nefret ede­
bilmeyi, onu küçük görebilmeyi, göğsündeki o korkunç acıyı
dindirebilmeyi istiyordu. Ama işin aslı, Erik Axel'i seviyor­
du, hem de herkesten daha çok. Axel en güçlü ve en cesurdu;
övgüyü hak eden de oydu. Erik değil. Bu bir gerçekti. Tarih
kitaplarındaki gibi. Tıpkı Hastings Savaşı'nın tarihinin ger­
çekliği gibi. Erik bunu sorgulayamazdı, tartışmaya açamaz­
dı ya da değiştiremezdi. Durumu kabullenmekten başka ça­
resi yoktu.
Erik tabağına baktı. Şaşkınlıkla her şeyi bitirdiğini gördü.
"Baba, sofradan kalkabilir miyim?" diye sordu. Sesi umut
doluydu.
''Yemeğini şimdiden bitirdin mi? Vay, şuna bakın . . . Pekala,
kalkabilirsin. Annen ve ben bir süre daha oturacağız."
1 01

Erik yukanya çıkarken, yemek odasından annesiyle baba­


sının konuşrnalannı duydu.
"Sence de Axel çok fazla risk almıyor mu?"
"Gertrud, onun üzerine titrernekten vazgeçrnelisin. Axel
artık on dokuz yaşında . . . Onun gibi bir oğlumuz olduğu için
memnun . . . "
Erik odasının kapısını kapatınca, annesiyle babasının ses­
leri giderek azaldı. Kendini yatağının üzerine atıp yığının en
tepesinde duran, Büyük İskender hakkındaki kitabı aldı. O
da cesur bir adamdı. Tıpkı Axel gibi.
"Sadece bana bundan bahsedebilirdin diyorum. Kristina
senin Karin'le yürüyüşe gittiğini söylerken karşısında aptal
gibi kalakaldım."
"Ee, şey . . . Tamam, biliyorum." Patrik başını önüne eğdi.
Kristina'nın onlarla kahve içerek geçirdiği saate imalar ve
kaçamak bakışlar damgasını vurmuş, Kristina ön kapıdan çı­
kar çıkmaz, Erica patlamıştı.
"Beni rahatsız eden eski karınla yürüyüşe gitmen değil.
Ben kıskanç bir kadın değilim; bunu sen de biliyorsun. Ama
neden bana söylemedin? Beni esas üzen bu."
"Tabii, bunu anlayabilirim . . . " Patrik Erica'yla göz göze
gelmekten kaçınıyordu.
"Anlayabilirsin demek! Tek söyleyeceğin bu mu? Bir açık­
laman yok mu? Yani, birbirimize her şeyi anlattığımızı sanı­
yordum!" Erica aşırı tepki vermeye başladığını hissediyordu.
Ama son birkaç gündür yaşadığı bütün hayal kırıklıklannın
acısını çıkarmanın bir yolunu bulmuştu ve kendine hakim
olamıyordu.
"Hem aramızdaki işbölümünün yeterince açık olduğu­
nu sanıyordurol Sen babalık iznine çıkacaktın, ben de çalı­
şacaktım. Ama sen ikide bir beni bölüp duruyorsun, yukarı­
ya koşup döner kapıdan geçer gibi çalışma odama dalıyorsun
ve dün iki saatliğine evden aynlarak Maja'ya bakma görevi-
1 03

ni üzerime yıkıyorsun! Sence Maja'yla evde yalnız kaldığım


yıl boyunca durumu nasıl idare ettim? Ben dışarıda işlerimi
hallederken ona bakacak hizmetçim filan mı vardı sanıyor­
sun? Ya da Maja'nın eldivenlerinin nerede olduğunu söyleye­
cek birisi? .. Konuşsana!" Erica sesinin ne kadar kulak tırma­
layıcı olduğunun farkındaydı, nasıl olup da böyle tiz bir ses
çıkarabildiğini merak ediyordu. Birden heyecanı duruldu ve
daha alçak sesle devam etti:
"Özür dilerim, öyle demek istemedim... Bak ne diyeceğim.
Sanırım yürüyüşe gitsem iyi olacak. Bir süreliğine evden dı­
şarı çıkmaya ihtiyacım var."
Patrik tıpkı dışarının güvenli olup olmadığına bakmak
için kafasını dikkatlice kabuğundan dışarıya uzatan bir kap­
lumbağa gibi, alnına düşen saçların arasından bakarak, " Git
tabii" dedi. " Ayrıca sana söylemediğim için özür dilerim... "
Erica'ya yalvanrcasına baktı.
Erica belli belirsiz gülümseyerek, "Ah, sakın bana o bakışı
atma" dedi. Beyaz bayrak çekilmişti. Erica zıvanadan çıktığı
için pişman olmuştu ama bunu daha sonra konuşmalan ge­
rekiyordu. Şu anda biraz temiz havaya ihtiyacı vardı.
Hızlı bir tempoyla yürümeye başladı. Artık yaz sona erdiği
ve bütün turistler evlerine döndüğü için Fjiillbacka tuhaf bir
şekilde terk edilmiş gibi görünüyordu. Şehir, tıpkı bir parti­
nin ertesi sabahında dibinde bira ve şarap tortusu kalmış kir­
li bardaklann, köşede duran buruşuk bir pankartın ve başın­
da yana kaykılmış parti şapkasıyla kanepede sızıp kalmış bir
misafirin göze çarptığı bir salona benziyordu. Erica yine de yı­
lın bu zamanını yeğliyordu. Yaz mevsimi fazlasıyla yoğun ve
tam bir keşmekeş içinde geçiyordu. Şimdiyse Ingrid Bergman
Meydanı'na bir dinginlik çökmüştü. Maria ve Mats, her yıl
yaptıklan gibi şehir merkezindeki büfeyi birkaç gün daha açık
tuttuktan sonra kapatıp Salen'deki işlerinin başına dönecek­
lerdi. Erica Fjallbacka'nın en çok bu tarafını seviyordu: Her
1 04

şeyin öngörülebilir olmasını. Her yıl aynı şeyler oluyordu, ay­


m döngüler tekrarlamyordu. Tıpkı bir önceki yıl olduğu gibi.
Erica, Ingrid Bergman Meydam'ndan geçip Galarbacken'e
doğru yürürken karşılaştığı herkese " merhaba" dedi. Nere­
deyse şehirdeki herkesi tamyor ya da kim olduklarım biliyor­
du. Ama birisi sohbet etmeye niyedenir gibi olduğunda hızla­
myordu. Pek havasında değildi.
Nereye gittiğini ancak benzinliği geçtiğinde fark etti.

Polis arabasının yolcu kapısım kapatan Paula, " Üç saldı­


rı davasında, iki banka soygununda ve birkaç muhtelif suçta
adı geçiyor. Ama etnik gruplan kışkırtmakla ilgili bir hüküm
yok" dedi. "Ayrıca Per Ringholm adında birinin dosyasına da
rastladım ama hepsi de önemsiz suçlar."
Martin, "0, Frans Ringholm'ün torunu" dedi ve sürücü ka­
pısını kapattı. Frans Ringholm'ün Gastis Oteli'nin yamndaki
bir dairede yaşadığı Grebbestad'a gelmişlerdi.
Martin başıyla Gastis'i işaret ederek, " Burada sarhoş ge­
çirdiğim gecelerden nasibimi aldım" dedi.
''Tahmin edebiliyorum" dedi Paula. "Ama artık o dönem ge­
ride kaldı, değil mi?''
" Kesinlikle. Bir eğlence yerine gitmeyeli bir yıldan fazla
oldu." Martin bu yüzden mutsuz gibi görünmüyordu. Bugün­
lerde Pia'ya o kadar aşıktı ki, mecbur kalroadıkça birlikte ya­
şadıkları daireden aynimak bile istemiyordu. Ama prensesi­
ni bulmadan önce pek çok kurbağa -daha doğrusu karakur­
bağa- öpmek zorunda kalmıştı.
" Peki ya sen?" Martin Paula'ya baktı.
" Ne olmuş bana?" Paula soruyu anlamamış gibi yaptı.
Martin konuyu daha fazla deşemeden, Frans'ın dairesinin
kapısına geldiler. Martin kuvvetiice kapıya vurunca içeriden
yaklaşan ayak sesleri duyuldu.
" Efendim?" Gümüş grisi saçları kısacık kesilmiş bir adam
1 05

kapıyı açtı. Üzerinde kot pantolon ve modayla hiç arası olma­


yan İsveçli yazar Jan Guillou'nun her zaman giydiği türden
kareli bir gömlek vardı.
"Frans Ringholm?" Martin onu ciddi bir merakla inceledi.
İnternette yaptığı araştırmadan, adamın bölge sınırlan için­
de ve dışında iyi tanındığını öğrenmişti. Belli ki Ringholm,
İsveç'in en hızlı büyüyen yabancı-karşıtı örgütlerinden biri­
nin kurucusuydu ve internetteki çeşitli tartışma gruplarına
göre, bu grup başlı başına bir güç olma yolunda ilerliyordu.
"Evet benim. Acaba . . . " Frans durdu ve Martin ile Paula'yı
tepeden tırnağa inceledi. "Siz memurlara nasıl yardımcı ola­
bilirim?"
"Size sormak istediğimiz birkaç soru var. İçeri girebilir
miyiz?"
Frans hiçbir yorum yapmadan, yalnızca tek kaşını havaya
kaldırarak kenara çekildi. Martin şaşkınlıkla etrafına bakın­
dı. Ne beklediğini bilmiyordu; belki de dairenin daha kirli ve
dağınık olacağını düşünmüştü. Ama ortalık o kadar düzenliy­
di ki, bunun yanında kendi dairesi çöplük gibi görünüyordu.
"Otursanıza." Frans antrenin sağında yer alan salondaki
kanepeleri işaret etti. "Daha yeni kahve yapmıştım. Süt ya
da şeker ister misiniz?" Sesi sakin ve nazikti. Martin ve Pau­
la biraz şaşırarak birbirlerine baktılar.
"İkisini de almayayım" dedi Martin.
Salona Martin'den önce giren Paula, "Sadece süt; şeker al­
mayayım" diye cevap verdi. Beyaz kanepede yan yana oturup
etraflarına baktılar. Oda ışıklı ve havadardı; denize bakan
büyük pencereleri vardı. Daire büyük bir titizlikle döşenme­
mişti; sadece konforlu ve derli topluydu.
"Evet, işte kahveleriniz." Frans elinde dolu bir tepsiyle içe­
ri girdi. Sehpaya üç fincan kahve ve koca bir tabak dolusu bis­
küvi koydu.
"Buyurun, rahatımza bakın." Frans sehpayı işaret etti,
1 06

sonra fincanlardan birini alarak oturduğu büyük koltukta ar­


kasına yaslandı. "Evet, size nasıl yardımcı olabilirim?"
Paula kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, "Eminim
Fjallbacka'nın hemen dışında ölü bulunan adamdan haberi­
niz vardır" dedi.
"Erik mi? Evet." Frans başını üzgünce sallayıp kahvesin­
den bir yudum aldı. "Evet, duyunca çok üzüldüm. Axel için
berbat bir durum. Korkunç bir dönemden geçiyor olmalı."
"Ee, şey, evet . . . " Martin b oğazını temizledi. Ringholm'ün
bu kadar dostça davranmasına ve beklediğinin tam tersi bi­
ri çıkmasına hazırlıksız yakalanmıştı. Ama kendini toparla­
yarak "Sizinle konuşmak istememizin sebebi, evde bulduğu­
muz, sizin Erik Frankel'e gönderdiğiniz bazı mektuplar" dedi.
Frans bir bisküvi almak için uzanırken, "Ah, demek o mek­
tupları saklamış" diye kıkırdadı. "Erik biriktirmeye bayılırdı.
Siz gençler muhtemelen mektup göndermenin son derece de­
mode olduğunu düşünüyorsunuzdur." Frans, Paula'ya dostça
göz kırptı. Paula da az kalsın ona gülümseyecekti, ama sonra
karşısında oturan adamın tüm hayatını kendisi gibi göçmen­
lere engel olup onlarla mücadele ederek geçirdiğini hatırladı.
Paula ciddi bir yüz ifadesi takınarak, "Mektuplarınızda
bir tehditten bahsetmişsiniz" dedi.
"Şey, ben bunu bir tehdit olarak adlandırmazdım." Frans
sakince Paula'ya bakıp tekrar arkasına yaslandı. Devam et­
meden önce bacak bacak üstüne attı. "Sadece Erik'e örgüt
içinde her zaman -nasıl desem?- makul davranmayan bazı. . .
güçler olduğunu aniatmarn gerektiğini düşünmüştüm."
"Peki, Erik'e haber verme mecburiyeti hissetmenizin ne­
deni neydi?"
"Erik ve ben çocukluktan beri arkadaştık. Gerçi zaman
içinde birbirimizden uzaklaştığımızı inkar etmeyeceğim. Yıl­
lardır aramızda gerçek bir arkadaşlık yoktu. Kendimize . . .
farklı hayat yollan çizmiştik." Frans gülümsedi. "Ama Erik'e
1 07

zarar gelmesini istemiyordum; bu yüzden hazır fırsatım var­


ken onu uyarmak istedim. Bazı insanlar fiziksel şiddete baş­
vurmanın her zaman en iyi çözüm olmadığını anlamakta
güçlük çekiyorlar."
"Siz de fiziksel şiddete pek uzak sayılmazsınız" dedi Mar­
tin. "Üç saldırı ve birkaç banka soygunundan sabıkanız var;
anladığım kadanyla vaktinizi pek de Dalay Lama gibi geçir­
memişsiniz."
Frans gücenmek şöyle dursun, Martin'in Dalay Lama esp­
risine belli belirsiz gülümsedi. "Her şeyin bir sırası vardır.
Hapishanenin kuralları da kendine özgüdür ve orada tek bir
dil konuşulur. Ayrıca bilgeliğin yaşla birlikte kazanıldığını
da duymuştum; ben de yıllar içinde dersimi aldım."
"Peki, torununuz da dersini aldı mı?'' Martin sorusunu yö­
neltirken uzanıp bir bisküvi aldı. Frans derhal elini uzatıp
Martin'in bileğini sımsıkı yakaladı.
Gözlerini polis memuruna dikip, "Torunumun konuyla
hiçbir ilgisi yok. Anlıyor musunuz?'' diye hırladı.
Martin uzun süre Frans'ın gözlerinin içine baktıktan son­
ra, elini çekip kurtardı. Alçak sesle, "Bunu bir daha yapma­
yın" derken, acıyan bileğini ovmamak için direndi.
Frans arkasına yaslanarak güldü. Tekrar o dost canlısı ve
babacan haline geri dönmüştü. Ama maskesi birkaç saniyeli­
ğine düştüğünde, bu sakin dış görünüşünün ardında pusuda
bekleyen öfke kendini göstermişti. Asıl mesele ise, Erik'in bu
öfkeye maruz kalıp kalmadığıydı.

Kayışını büyük bir şevkle çekiştİren Ernst, sahibinin ne­


den birdenbire bu kadar küçük adımlar atmakta ısrar ettiği­
ni ve neden ikide bir durup etrafına bakındığını anlamıyor­
du. Mellberg hayvanı dizginlemek için mücadelenin dozunu
artırdıkça, hızlanınayı kafasına koyan Ernst de kayışa daha
bir kuvvetle asılıyordu.
1 08

Yolun neredeyse tamamını yürüdükten sonra, Mellberg


çabalarının karşılığını aldı. Tam pes etmek üzereyken arka­
sında ayak sesleri duydu, Ernst de yaklaşan oyun arkadaşını
görünce sevinç içinde sıçramaya başladı.
"Demek siz de yürüyüşe çıktınız." Rita'nın sesi Mellberg'in
hatırladığı kadar neşeli geliyordu. Mellberg kendi rludakia­
rında da bir gülümsemenin belirdiğini hissetti.
"Evet, öyle. Yani, biz de yürüyüşe çıktık." Mellberg için­
den kendine sövdü. Bu ne kadar da aptal bir cevaptı böyle?
Genellikle kadınların yanındayken son derece rahat olur­
du. Ama şimdi tam bir salak gibi konuşuyordu. En otoriter
ses tonunu takınarak, "Duyduğuma göre köpeklerin egzersiz
yapmaları gerekiyormuş. Bu yüzden Ernst'i her gün bir saat­
liğine yürüyüşe çıkarmaya gayret ediyorum" dedi.
"Aslında egzersize ihtiyacı olan sadece köpekler değil. İki­
mizin de işine yarayabilir." Rita kıkırdadı ve karnını sıvazladı.
Bu tavrı Mellberg'i rahatlattı. Nihayet bir parça etin o kadar
da kötü bir şey olmadığını anlayan bir kadınla karşılaşmıştı.
Mellberg koca göbeğini sıvazlayarak, "Haklısın" dedi. "Belli
bir kiloyu korumak gerek."
"Aynen öyle ." Rita güldü. Bu kalıplaşmış ifade Rita'nın
aksanıyla birleşince büyüleyici bir hal aldı. "İşte bu yüzden
her zaman enerji depolamaya gayret ediyorum." Bir sitenin
önünde durmuşlar, Sefiorita onu binalardan birinin girişine
doğru çekiştirmeye başlamıştı. "Sana kahve ikram edebilir
miyim? Yanında da biraz pasta?"
Mellberg sevinçten havalara uçmamak için kendini zor
tuttuğu halde duraksayıp düşünür gibi yaptı. "Evet, teşekkür­
ler, çok iyi olur. İşimden çok uzun süre uzak kalamam ama . . . "
"Hadi gel o zaman." Rita kapının şifresini tuşlayıp içe­
ri girerek yolu gösterdi. Sahibi kadar iradeli olmayan Ernst,
Sefiorita'ya evine kadar eşlik etme ümidiyle, sevinç içinde
öne atıldı.
1 09

Rita'nın dairesine girdiğinde Mellberg'in aklına gelen ilk


sözcük "konforlu" oldu. Dekorasyanda İsveçlilerin tercih et­
tikleri o minimalist soğukluğun izi yoktu; Rita'nın rengarenk
ve samimi evi resmen ışıldıyordu. Mellberg kayışı tasmarlan
ayırır ayırmaz, Ernst Seıiorita'nın peşinden koşturdu. Mell­
berg ceketini astı, ayakkabılarını çıkarıp düzgünce ayakkabı
rafına koydu ve Rita'nın sesini izleyerek mutfağa gitti.
"Galiba birbirlerinden hoşlanıyorlar."
Mellberg aptal gibi, "Kimler?" diye sordu. Tezgahın başın­
da dikilen Rita makineye doldurmak üzere kahve ölçerken
ona arkasını dönmüş, Mellberg'in aklı ise Rita'nın fevkalade
dolgun kalçalanna takılıp kalmıştı.
''Tabii ki Seıiorita ve Ernst" dedi Rita. Arkasına dönüp gül­
dü.
Mellberg de utanarak güldü. "Ah evet, tabii ya. Galiba bir­
birlerinden hoşlanıyorlar, değil mi?" Bakışlannı salona çevirin­
ce, Rita'nın düşüncesi doğrulanmış oldu: Ernst, Seıiorita'nın
kuyruğunun altını koklamakla meşguldü.
Rita, "Çörek sever misin?" diye sordu.
Mellberg ise sırf laf olsun diye, "Dolly Parton sırtüstü mü
uyur?" dedi ve hemen akabinde böyle konuştuğuna pişman
oldu. Rita yüzünde şaşkın bir ifadeyle ona döndü.
"Bilmem ki. Öyle mi uyur? Elbette, sanırım o göğüslerle
başka türlü uyuyamıyordur."
Mellberg güldü. "Bu sadece bir benzetme . Demek istedi­
ğim, elbette çöreklere bayılırım."
Mellberg, Rita'nın masaya üç fincan ve üç tabak koydu­
ğunu görünce şaşırdı. Rita mutfağın yanındaki odaya gidip,
"Johanna, kahve hazır!" diye sesienince sır çözüldü.
Yan odadan "Geliyorum!" diye bir ses duyuldu ve bir sa­
niye sonra mutfağa kocaman karınlı, çekici bir sanşın girdi.
Rita hamileliği epey belirginleşen genç kadını işaret ede­
rek, "Bu benim gelinim Johanna" diye açıkladı. "Ve bu da
1 10

Bertil. Ernst'in sahibi. Onunla ormanda yürüyüş yaparken


tanıştım" dedi kıkırdayarak. Mellberg kendini tanıtmak üze­
re elini uzattı, ama bir saniye sonra acıdan neredeyse dizle­
rinin üzerine düşecekti. Yıllar içinde kalıplı birkaç kişiyle to­
kalaşmıştı ama daha önce Johanna kadar kuvvetle el sıkan
birine hiç rastlamamıştı.
Johanna elini bırakırken Mellberg tiz bir sesle, "K.avrayı­
şın amma da sıkıymış" diye yakındı.
Ona gülerek bakan Johanna mutfak masasına oturdu.
Hem fincanına hem de tabakların durduğu çöreğe uzanma­
sını sağlayacak bir pozisyon bulması biraz zaman aldı ama
sonra büyük bir iştahla yemeye başladı.
"Doğuma ne kadar kaldı?" diye sordu Mellberg kibarca.
Bütün kırıntıları bitirmeye niyetlenen Johanna, "Üç haf­
ta" diye kestirip attı. Sonra uzanıp bir çörek daha aldı.
Mellberg, "Görüyorum ki iki kişi için yiyorsun" deyip güldü
ama Johanna'nın öfke dolu bakışı onu susturdu. Johanna'nın
kolay lokma olmadığını anlamıştı.
Usulca Johanna'nın karnını sıvaziayan Rita, "Bu benim ilk
torunum" dedi gururla. K.ayınvalidesine bakınca Johanna'nın
yüzü aydınlandı ve kendi elini de Rita'nınkinin üzerine koydu.
Kahve fincanlarını doldurup masada onlara katılan Rita,
"Senin torunun var mı?" diye sordu.
"Hayır, henüz yok. Ama bir oğlum var. Adı Simon ve on
yedi yaşında" dedi Mellberg gururla. Geç bir yaşta baba ol­
muştu ve bu haberi büyük bir sevinçle karşılamamıştı. Ama
baba oğul zaman içinde birbirlerine alışmışlardı. Mellberg
şimdi oğluna beslediği hisler nedeniyle sürekli hayrete düşü­
yordu. Simon iyi bir çocuktu.
"On yedi mi? Eh, o zaman acele etmesin. Ama sana bir
şey diyeyim mi, torunlar hayatın en tatlı hediyesi" dedi Rita.
Sonra tekrar Johanna'nın karnını okşadı.
Onlar kahvelerini içip keyifle sohbet ederken, köpekler
111

de dairede dolaşıp durdular. Mellberg, Rita'nın mutfağında


oturmanın getirdiği saf neşenin etkisi altına girmişti. Son
birkaç yıl boyunca yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra, bir
daha asla başka bir kadınla görüşmek istemeyeceğini düşü­
nüyordu. Ama işte buradaydı ve güzel vakit geçiriyordu.
"Ee, sen ne düşünüyorsun?" Rita ona bakıyordu. Mellberg
cevaplaması gereken soruyu kaçırdığını fark etti.
"Efendim?"
"Bu gece salsa dersime gelmek ister misin diye sordum.
Yeni başlayanlar için. Hiç de zor değil. Saat sekizde."
Mellberg kulaklarına inanmakta güçlük çekerek Rita'ya
baktı. Salsa dersi mi? Ben mi? Ne kadar da saçma bir fikir.
Ama sonra Rita'nın koyu renk gözlerinin iyice derinlerine in­
di ve ağzından dökülen sözcükler karşısında şaşkına döndü:
"Salsa dersi? Saat sekizde mi? Harika."

Erica, Erik ve Axel'in evine çıkan çakıl taşlı yolda yürür­


ken, karanndan pişman olmaya başlamıştı. Bu, artık o kadar
da iyi bir fikir gibi gelmiyordu. Oldukça tereddütlü bir şekil­
de yumruğunu havaya kaldınp kapıyı çaldı. İlk başta cevap
gelmedi ve Erica evde kimsenin olmadığını düşünüp rahatla­
dı. Sonra içeriden gelen ayak seslerini duydu ve kapı açılır­
ken yüreği ağzına geldi.
"Buyurun?" Axel Frankel bitkin görünüyordu. Şaşkınlık­
la Erica'ya baktı.
''Merhaba, ben Erica Falck . . . " Erica nasıl devam edeceğini
bilerneden duraksadı.
"Elsy'nin kızıyım." Gözlerinde tuhaf bir ifadeyle onu ince­
leyen Axel'in yorgunluğu geçer gibi oldu. "Evet, şimdi fark et­
tim. Annenize çok benziyorsunuz."
"Öyle mi?" dedi Erica şaşırarak. Bunu daha önce hiç kim­
se söylememişti.
"Evet, gözleriniz onunkileri andınyor. Ve de ağzınız." Axel
1 12

Erica'nın dış görünüşüyle ilgili her detayı özümsercesine, başı­


m yana yatırdı. Sonra kenara çekilerek, ''İçeri buyurun" dedi.
Erica sahanlığa adım atıp durdu.
"Bu taraftan - gidip verandada oturalım." Axel uzun adım­
larla yürümeye devam etti; belli ki Erica'nın peşinden gelme­
sini bekliyordu. Erica paltosunu asıp ona yetişrnek için ace­
le etti. Axel, Erica ile Patrik'in evindekini andıran güzel bir
camekanlı verandada duran kanepeyi işaret etti.
"Otursanıza."
Bir süre konuşmadan oturdular. Axel'in kendisine kahve
ikram etmeyeceğini fark eden Erica boğazım temizleyip sö­
ze başladı: "Uğramamın sebebi, Erik'e bir madalya bırakmış
olmamdı." Bunun kulağa ne kadar kaba geldiğini fark etti ve
ekledi: "Ah, tabii ki öncelikle baş sağlığı dileklerimi iletmek
isterim. Ben . . . " Tedirginliği her geçen dakika daha da artan
Erica, konuşmasına nasıl devam edeceğini kestirmeye çalı­
şırken huzursuzca kıpırdandı.
Axel, Erica'nın dışarıdan belli olan utancımn yersiz oldu­
ğunu belirten bir el hareketi yaptı ve dostane bir ses tonuyla,
"Bir madalyadan bahsediyordunuz" dedi.
Erica dizginleri Axel'in ele almasından memnuniyet du­
yarak, "Evet, doğru" dedi. "Geçtiğimiz bahar annemin eşya­
ları arasında bir madalya bulmuştum. Bir Nazi madalyası.
Onu neden sakladığım bilmediğimden sebebini merak ettim.
Kardeşinizin de bu konuyla ilgilendiğini bildiğimden . . . " Eri­
ca omuz silkti.
"Peki, Erik size yardımcı olabildi mi?" diye sprdu Axel.
"Bilmiyorum. Yani, balıarda telefonda konuştuk ama son­
ra çok yoğun bir döneme girdim ve . . . onunla tekrar temas
kurmayı planlıyordum ama . . . " Erica cümlesini yarım bıraktı.
"Şimdi de madalyamn hala burada olup olmadığım merak
ediyorsunuz."
Erica başıyla onayladı. "Evet. Özür dilerim. Sizi böyle bir
1 13

günde bunun için rahatsız ediyor olmam kulağa korkunç ge­


liyor . . . Ama annem çok fazla şey saklamazdı, yani . . . " Erica
tekrar huzursuzlandı. Buraya gelmek yerine telefon etmeliy-
di. Bu düpedüz acımasızlıktı.
"Anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. inanın bana, insanın
geçmişle bağiantıda olmasının ne kadar önemli olduğunu
herkesten iyi bilirim. Bu bağlantı cansız objelere dayansa bi­
le. Biriktirdiği onca objeyi ve bilgiyi göz önüne alırsak, Erik
de kesinlikle sizi anlardı. Erik için onlar cansız değildi. Ya­
şıyorlardı, bize hikayeler anlatıp bir şeyler öğretiyorlardı. . . "
Axel camekandan dışarı bakarak bir an için uzaklara dalıp
gitti. Sonra tekrar Erica'ya döndü.
''Tabii ki madalyayı arayacağım. Ama önce annenizden bi­
raz daha bahsedin. Nasıl biriydi? Nasıl bir hayat sürdü?"
Erica bu soruları biraz garipsedi. Ama Axel'in kendisine
yalvarırcasına baktığını görünce, cevap vermek için elinden
geleni yaptı.
"Hmm . . . Annem nasıl biri miydi? Dürüst olmam gerekirse,
gerçekten bilmiyorum. Annem beni ve kız kardeşimi geç yaş­
ta doğurmuş ve . . . ne bileyim . . . Onunla hiçbir zaman çok iyi
bir ilişkimiz olmadı. Nasıl bir hayat sürdüğüne gelince . . . " Bu
soru Erica'nın kafasını karıştırmıştı. Kısmen Axel'in ne öğ­
renmek istediğini tam olarak anlamadığı için, kısmen de ne
diyeceğini bilemediği için.
"Sanırım zor zamanlar geçirdi. Yani, hayatı boyunca. Her
zaman çok mesafeliydi. Bana asla . . . mutlu biri gibi gelmez­
di." Erica düşüncelerini açıklamanın daha iyi bir yolunu bul­
mak için çabaladı ama gerçeğe en fazla bu kadar yaklaşabil­
mişti. Annesini mutlu gördüğünü hiç hatırlamıyordu.
"Peki, onu tanıdığınız dönemde annem nasıl biriydi?" Eri­
ca sesindeki sabırsızlığı gizleyemedi.
Axel ona doğru döndü ve yüzü yumuşar gibi oldu. "Aslın­
da Elsy'yle arkadaş olan kardeşimdi; ikisi de aşağı yukarı ay-
114

nı yaştaydı. Dört kişilik bir grupları vardı: Erik, Elsy, Frans


ve Britta. Tam bir dört yapraklı yonca." Tuhaf ve neşesiz bir
şekilde güldü.
"Evet, bulduğum günlüklerde annem onlardan bahsetmiş.
Kardeşinizi biliyorum, ama Frans ve Britta kim?"
"Günlükler mi?'' Axel birdenbire şaşırdı ama kendini o ka­
dar çabuk topariadı ki, Erica onun bu tepkisini hayal etmiş
olabileceğini düşündü . "Frans Ringholm ve Britta . . . " Axel
parmaklarını şaklattı. "Britta'nın soyadı neydi?" Hafızasının
karanlık köşelerini anyormuş gibi gözlerini kapattı ama ara­
dığını bulamayınca başını iki yana salladı. "Her neyse, gali­
ba hala burada, Fjö.llbacka'da yaşıyor. İki kızı var -ya da üç,
emin değilim- ama sizden biraz daha büyükler. Hmm . . . Di­
limin ucunda ama . . . Muhtemelen Britta evlendiği zaman so­
yadını değiştirmiştir. Durun, şimdi hatırladım. Kızlık soyadı
Johansson'du ve yine Johansson soyadlı bir adamla evlenince
adını değiştirmek zorunda kalmadı."
"Demek ki onu bulabilirim. Ama sorumu cevaplamadınız.
Peki, annem nasıl biriydi? Yani o zamanlar."
Axel bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu: "Çok ses­
siz bir kızdı. Dalgındı ama asla kasvetli değildi. Yani sizin
tarif ettiğiniz şekilde. İçinden gelen sessiz bir neşesi vardı.
Britta'ya hiç benzemezdi." Axel kıkırdadı.
"Peki, Britta nasıl biriydi?"
"Onu hiç sevmezdim. Kardeşimin neden bu kadar . . . boş
kafalı bir kızla vakit geçirmek istediğini anlamazdım." Axel
başını iki yana salladı. "Hayır, anneniz çok farklı bir kızdı.
Britta sığ ve yüzeyaeldi ve . . . o zamanlar kızların yapmadıkla­
rı bir şekilde Frans'ın peşinden koşardı. O zamanlar her şey
farklıydı, anlarsınız ya." Axel, Erica'ya alaycı bir edayla gü­
lümseyip göz kırptı.
"Peki ya Frans?'' Hayretler içinde Axel'e bakan Erica, onun
annesi hakkında anlatacağı her şeyi dinlemeye hazırdı. Anne-
1 15

si hakkında daha fazla şey öğrendikçe, onu ne kadar az tanı­


dığını daha da net bir şekilde fark ediyordu.
"Frans Ringholm, kardeşimin birlikte zaman geçirmeme­
si gerektiğini düşündüğüm biriydi. Sert bir mizacı, haşin bir
karakteri vardı . . . Hayır, arkadaş olunacak biri değildi. Ne o
zaman, ne de şimdi."
"Şimdi ne yapıyor?"
"Grebbestad'da yaşıyor. Kendimize farklı yollar çizdik de
denilebilir." Axel'in sesi memnuniyetle doluydu.
"Ne demek istiyorsunuz?"
''Yani ben hayatımı Nazizm'le mücadele etmeye adadım;
Frans ise tarihin kendini tekrarlamasını isteyip durdu. Hem
de tercihen burada, İsveç topraklarında."
"Peki, benim bulduğum Nazi madalyası bu hikayenin ne­
resinde?" Erica hevesle Axel'e doğru eğildi, ama Axel'in yüzü
birdenbire gölgelenir gibi oldu.
"Ah, tabii ya, madalya . . . " dedi; ayağa kalktı ve hızlıca ka­
pıya doğru yürüdü. "Bence onu aramalıyız."
Erica, Axel'in peşinden giderken böyle içine kapanmasına
neden olacak ne söylediğini merak etti ama bunu sormanın
sırası olmadığına karar verdi. Axel koridorda, Erica'nın daha
önce fark etmediği bir kapının önünde duruyordu. Elini ka­
palı duran kapının tokmağına koyup duraksadı.
Sesi hafifçe titreyerek, "Sanırım içeri tek başıma girsem
daha iyi olacak" dedi. Erica o zaman kütüphanenin, yani
Erik'in öldüğü odanın önünde durduklarını anladı.
Erica Axel'i yas tutarken rahatsız ettiği için kendini tek­
rar suçlu hissederek, "Bunu başka bir zaman da yapabiliriz"
dedi.
"Hayır, şimdi yapalım" dedi Axel tersçe. Sonra niyetinin
kırıcı konuşmak olmadığını göstermek istercesine, sözlerini
daha yumuşak bir ses tonuyla tekrarladı.
"Hemen dönerim" dedi. İçeri girip ardından kapıyı kapat-
116

tı. Erica koridorda kalıp Axel'in etrafı kanştırmasını dinledi.


Galiba çekmeeeleri açıyordu; aradığı şeyi hemen bulmuş ol­
malıydı ki, sadece bir ya da iki dakika sonra dışan çıktı.
"İşte burada." Axel yüzünde gizemli bir ifadeyle, madalya­
yı Erica'nın avucuna koydu.
"Teşekkür ederim. Ben . . . " Erica ne diyeceğini bilemedi,
parmaklarını kapatıp madalyayı kavradı ve tekrar ''Teşekkür
ederim" dedi.
Erica cebinde madalyayla çakıl taşlı yolda yürürken, Axel'in
kendisini izlediğini hissedebiliyordu. Bir an geri dönüp onu ra­
hatsız ettiği için özür dilemeyi düşündü ama sonra ön kapının
kapandığını duydu.
Fj allbacka, 1 943

"Per Albin Hansson nasıl b u kadar korkak olur anlamıyo­


rum!" Vilgot Ringholm yumruğunu masaya vurunca konyak
sürahisi yerinde zıpladı. Bodil'e atıştırmalık bir şeyler getir­
mesini söylemişti ve neden bu kadar geç kaldığını anlamıyor­
du. Oyalanmak tam da kadınlara mahsus bir durumdu. Vil­
got işleri kendisi üstlenmediği sürece, hiçbir şey gereğince
yapılmıyordu.
Mutfağa doğru, "Bodil!" diye bağırdı ama cevap gelmedi.
Sigarasının ucundaki külü silkeleyip bir kez daha, avazı çık­
tığı kadar "Bodilllll!" diye haykırdı.
Egon Rudgren, "Hanımefendi mutfaktan çıkarken yolunu
mu kaybetti?" diye şaka yaptı, Hjalmar Bengtsson da kah­
kahalara katıldı. Bu Vilgot'u daha da kızdırdı. Şimdi de Bo­
dil onu olası iş ortağının önünde küçük düşürüyordu. Bir şey­
ler yapması gerekiyordu. Ama Vilgot tam ayağa kalkıp neler
olup bittiğine bakmak üzereyken, karısı ellerinde ağzına ka­
dar dolu bir tepsiyle içeri girdi.
"Bu kadar uzun sürdüğü için kusura bakmayın" dedi ve
tepsiyi masaya koyarken gözlerini indirdi. "Frans, acaba ba­
na yardım edebilir misin? .. " Bodil ona mutfağa gitmesini işa­
ret etti ama Vilgot bir el hareketiyle oğlanı geri çağırdı.
"Frans'ın mutfağa girmesini ve kadınların işleriyle meş­
gul olmasını istemiyorum. O artık koca adam oldu; yanımız-
118

da kalıp bir iki şey öğrenebilir." Vilgot karşısındaki sandal­


yede sırtını dikleştiren oğluna göz kırptı. Frans'a, ilk kez ba­
basının iş yemeklerinden birinin ardından odada kalma iz­
ni veriliyordu. Genellikle konukların yemekleri biter bitmez
izin isteyip odasına çekilmesi beklenirdi, ama bugün babası
kalması için ısrar etmişti. Frans'ın göğsü gururdan öyle bir
kabarınıştı ki, gömleğinin düğmeleri yerinden çıkıp sağa sola
fırlayacakmış gibi hissediyordu. Üstelik akşam giderek daha
da eğlenceli bir hal alıyordu.
"Pekala evlat, birkaç damla konyak tatmaya ne dersin?
Sizler ne dersiniz beyler? Oğlum bu hafta on üç yaşına bastı.
İlk konyağını tatmasının vakti gelmemiş mi?"
"Gelmez olur mu?" diye güldü Hjalmar. "Hatta geçmiş bi­
le. Benim oğullarım ilk konyaklannı on bir yaşındaykan tat­
tılar ve çok da faydasını gördüler."
''Vilgot, sence bu gerçekten de iyi bir fikir mi? .. " Bodil ko­
casının büyükçe bir bardağı konyakla doldurup Frans'a uzat­
masını acıklı bir şekilde izledi. Frans ilk yudumun ardından
öksürmeye başlamıştı.
''Yavaş ol evlat - konyak azar azar içilir, bir dikişte değil."
Bodil tekrar, ''Vilgot . . . " dedi.
Yüzü kararan Vilgot, "Sen neden hala buradasın?" diye çı­
kıştı. ''Mutfakta yıkaman gereken bulaşıklar yok mu?"
Bodil bir an bir şey diyecek gibi oldu. Frans'a döndü ama
oğlu zafer kazanmışçasına kadehini kaldırıp, "Skal, s sevgili
anneciğim" dedi.
Herkes kahkahalarla gülmeye başlayınca, Bodil mutfağa
gidip kapıyı kapattı.
"Ee, nerede kalmıştım?" diyen Vilgot, misafirlerinin gü­
müş tepsi içindeki ringa balıklı sandviçlerden almalarını işa­
ret etti. "Ha, evet, Başbakan Per Albin'in aklından ne geçiyor
acaba? Tabii ki Almanya'yı desteklemeliyiz!"

s. lsveççe, "Şerefe� (ç.n.)


1 19

Egon ve Hj almar başlarıyla onayladılar. Doğal olarak,


Vilgot'la tamamen aynı fikirdeydiler.
"Böyle zor bir dönemde İsveç'in kimseye boyun eğmeden
ideanerimizi savunamaması çok üzücü. Neredeyse İsveçli ol­
maktan utanacağım."
Bütün adamlar başlannı onayiareasma sallayıp konyakla­
rını yudumladılar.
"Aldım nerede acaba? Ringa balığıyla konyak içemeyiz ki.
Frans, aşağıya in ve bize soğuk bira getir."
Beş dakika sonra içkileri yenilenmiş ve ringa balıkları, ki­
lerde soğutulan Tuborg biralarından alınan koca yudumlar
eşliğinde mideye inmeye başlamıştı. Frans yine babasının
karşısına oturmuştu . Vilgot hiçbir şey söylemeden şişelerden
birini açıp ona uzatınca, ağzı kulaklarına vardı.
"Ben de davaya bir iki kron bağışladım. Siz beylerin de ay­
nısını yapmasını tavsiye ederim. Hitler'in şu anda doğru in­
sanlan kendi tarafına çekmesi gerekiyor."
Hjalmar şişesini havaya kaldırarak, "İşler kesinlikle tıkı­
rında" dedi. "Bunca maden filizi talebini karşılamakta zorla­
nıyoruz. Savaş hakkında ne derseniz deyin, iş açısından ba­
kıldığında hiç de kötü bir fikir değil."
"Bu konuda haklısın. Bir de şu sefil Yahudilerden kurtu­
labilirsek çok daha iyi olacak." Egon uzanıp bir ringa balıklı
sandviç daha aldı. Tabakta sadece iki tane kalmıştı. Bir ısı­
rık aldıktan sonra, tüm konuşulanları pür dikkat dinleyen
Frans'a baktı. "Babanla gurur duymalısın evlat. Bu devirde
İsveç'te onun gibi adamlara rastlamak zor."
Frans birdenbire kendisine yönelen bu ilgiden utanarak,
"Evet efendim" diye mırıldandı.
"Babanın dediklerini dinle ve Almanlarla savaşı kötüle­
yen bütün o moronlara kulaklarını tıka. Zaten pek çoğu me­
lez. Buralarda birçok Çingene ve kırma ırk var. Ama baban
neyin ne olduğunu biliyor. Biz de öyle. Yahudilerin ve yaban-
1 20

cıların nasıl da her şeyi ele geçirmeye çalıştıklarını, İsveç' e


özgü ve saf olan ne varsa mahvetmek için ellerinden geleni
yaptıklarını gördük. Hayır, Hitler doğru yolda; bu dedikleri­
mi iyi belle." Egon iyice coşmuştu; ağzından ekmek kırıntıla­
n saçıyordu. Frans ise büyülenmiş gibiydi.

"Bence artık iş konuşsak iyi olur beyler." Vilgot bira şişe­


sini masaya koydu ve bütün gözler ona çevrildi.
Frans yirmi dakika daha oturup onları dinledi. Sonra yal­
palayarak ayağa kalktı ve yatmaya gitti. Giysileriyle yatağa
uzandığında bütün oda dönüyor gibiydi. Salonda konuşmaya
devam eden adamıann seslerini duyabiliyordu. Frans, uyan­
dığında kendini nasıl hissedeceğinden bihaber, huzur içinde
uykuya daldı.
.�

.

Gösta derin derin içini çekti. Yazın yerini sonbahar almak


üzereydi, bu da golf sahası ziyaretlerinin çok yakında bıçak
gibi kesileceği anlamına geliyordu. Hava hala oldukça ılıktı
ve teorik olarak bir buçuk ay daha golf oynamaya devam ede­
bilirdi. Ama daha önceki acı deneyimlerinden, bu girişimin
nasıl sonuçlanacağını biliyordu. Birkaç oyun yağmur yüzün­
den heba olacaktı. Birkaç tanesi de gök gürültülü fırtına ne­
deniyle iptal edilecekti. Ardından ılık sayılabilecek hava sı­
caklığı günden güne düşerek dayanılmaz bir hal alacaktı. Bu
da İsveç'te yaşamanın dezavantajıydı. Üstelik Gösta, kolayca
temin edilen favori yiyeceği olan fermente edilmiş ringabalığı
surströmming dışında bu durumu telafi edebilecek herhangi
bir avantaj da göremiyordu. Ama yurtdışına taşınacak olur­
sa, pekala valizinde birkaç kavanoz götürebilirdi. O zaman
keyfine diyecek olmazdı.
Hiç olmazsa karakolda işler sakindi. Mellberg, Ernst'i yü­
rüyüşe çıkarmıştı; Martin ve Paula ise Frans Ringholm'le
görüşmek üzere Grebbestad'a gitmişlerdi. Gösta bir kez da­
ha bu ismin neden bu denli tanıdık geldiğini merak etti ve
beyninde bir parça yerli yerine oturunca çok rahatladı. Ma­
sasının üzerinden Bohuslaningen'in o günkü sayısını kaptı­
ğı gibi sayfalara göz atmaya başladı ve parmağını zafer ka­
zanmışçasına Kjell Ringholm isminin üzerine koydu. Gaze-
1 22

tenin öfkeli köşe yazarı, yerel politikacıların ve iktidarda­


ki diğer herkesin başına belaydı. Bu bir tesadüf de olabilirdi
ama Ringholm yaygın bir soyadı değildi. Acaba bu köşe yaza­
rı Frans'ın oğlu muydu? Gösta sonradan yararı olabileceğini
düşünerek bu bilgiyi zihninin bir köşesine not etti.
Şimdilik ilgilenmesi gereken daha acil konular vardı. Gös­
ta tekrar içini çekti. Yıllar içinde bunu bir tür sanat haline
getirmişti. Belki de Martin geri dönene kadar beklemeliydi;
böylece iş yükünü paylaşmış olurdu. Hem kendine ayıracak
bir saati vardı, hatta Martin ile Paula karakola geri dönme­
den önce öğle yemeği için mola vermeye karar verirlerse iki.
Gerçi bir daha düşününce , işi erteleyeceğine aradan çı­
karmanın daha iyi olabileceğine karar verdi. Ceketini aldı,
Annika'ya nereye gittiğini söyleyip garajdaki arabalardan bi­
rini alarak Fjiillbacka'ya doğru yola çıktı.
Gösta, kapı zilini çalana dek, ne kadar aptalca bir karar
verdiğinin farkına varmamıştı. Saat öğleyi biraz geçmişti; oğ­
lanlar okulda olmalıydı. Tam gitmek üzereyken kapı açıldı
ve Adam karşısında belirdi. Kızarmış burnunu çekip duru­
yordu, bakışları donuklaşmıştı.
Gösta, "Hasta mısın?" diye sordu.
Oğlan başıyla onayladı ve sanki bunu doğrulaması gereki­
yormuş gibi yüksek sesle hapşırdıktan sonra, elindeki men­
dile sümkürdü. Burnunun ne kadar dolu olduğunu açıkça
belli eden bir sesle, "Nezle oldum" dedi.
"İçeri girebilir miyim?"
Adam kenara çekildi. "Tabii ama hasta olma riskini göze
alıyorsanız" dedi ve tekrar hapşırdı.
Gösta elinin üzerine yağdığını hissettiği virüs dolu hafif
tükürük yağmurunu sakin bir şekilde gömleğinin koluna sil­
di. Birkaç gün hastalık izni alsa hiç de fena olmazdı. Eğer ev­
deki kanepesinde yayılıp bir DVD ya da en son golf turnu­
vasını izleyebilecekse, burnunun akmasını memnuniyetle ka-
1 23

bul ederdi. Hem ne zamandır Tiger'ın vuruşunu ağır çekim


izleme fırsatını kolluyordu.
Adam, "Annım evdi ok" diyerek burnunu çekti.
Gösta kaşlarını çatarak oğlanın peşinden mutfağa gitti.
Sonra Adam'ın ne demek istediğini anladı. Herhalde, "An­
nem evde yok" demeye çalışmıştı. Gösta'nın aklına, bir ço­
cukla yanında velisi olmadan görüşmemesi gerektiği geldi,
ama bu düşünceyi hemen zihninden uzaklaştırdı. Ernst ya­
nında olsaydı Gösta'ya tam destek verirdi; tabii iş arkadaşı
olan Ernst, köpek olan değil. Gösta kıkırdayınca Adam şaş­
kınlıkla ona baktı.
Üzeri hala o sabahki kahvaltıdan kalan ekmek kırıntıla­
nyla, tereyağı artıklanyla ve O'Boy marka çikolatalı süt biri­
kintisiyle kaplı mutfak masasına oturdular.
"Eveet" diye lafa giren Gösta parmaklarını masaya vur­
maya başlar başlamaz pişman oldu, çünkü parmaklarına kı­
nntılar yapışmıştı. Kınntılan pantolonuna silip tekrar konu­
ya girdi.
"Evett. Sen . . . tüm bu olanlardan sonra kendini nasıl his­
sediyorsun?" Sorusu kendisine bile tuhaf geldi. Çocuklarla ya
da sözüm ona travma geçiren insanlarla konuşmayı pek be­
ceremezdi. Zaten bu saçmalıkların hiçbirine akıl erdiremez­
di. Tanrı aşkına, yaşlı adam onu bulduklarında zaten ölmüş­
tü, yani durum ne kadar kötü olabilirdi ki? Teşkilatta geçir­
diği yıllar boyunca birkaç ceset görmüştü ve hiçbir zaman bu
yüzden travma geçirmemişti.
Adam sümkürdü ve omuzlarını dikleştirdi. "Ee, sanırım
iyiyim. Okuldaki herkes bunun çok havalı bir şey olduğunu
düşünüyor."
"Peki, ikiniz nasıl olmuştu da oraya gitmiştiniz?''
"Bu Mattias'ın fikriydi." Adam arkadaşının ismini ağzın­
da gevelemişti ama çocuğun konuşmasının nezleden etkilen­
mesine alışan Gösta, artık onun dediklerini çözebiliyordu.
124

"Bu civardaki herkes o tuhaf yaşlıların İkinci Dünya


Savaşı'yla ve benzer şeylerle kafayı bozduklannı biliyor. Okul­
dan birisi, evlerinde bir sürü havalı şey olduğunu söyledi; Mat­
tias da içeri girip bir bakalım diye düşündü . . . " Adam'ın sözleri
birdenbire o kadar şiddetli bir hapşırıkla kesintiye uğradı ki,
Gösta oturduğu yerde sıçradı.
Adam'a sert bir bakış atan Gösta, ''Yani zorla içeri girmek
Mattias'ın fikri miydi?" diye sordu.
Adam , "Buna 'zorla içeri girmek' denebilir mi bilmiyo­
rum . . . " diyerek kıvrandı. ''Yani hiçbir şey çalmayacaktık; sa­
dece içeride neler olduğuna bakmak istemiştik. İhtiyarların
ikisi de evde olmadığından, içeri girdiğimizi bile fark etmez­
ler diye düşündük."
"Eh, sanırım sana inanmak zorundayım" dedi Gösta. "Pe­
ki, daha önce evlerine girmiş miydiniz?"
"Hayır, şerefim üzerine yemin ederim" dedi Adam ciddi­
yede. "O gün ilk defa içeri girdik."
"Bunu doğrulamarn için parmak izierinizi alınam gereke­
cek. Böylece size ait olan izleri eleyebiliriz. Herhalde sakın­
cası yoktur, değil mi?"
"Hayır, tabii ki yok" dedi Adam gözleri parlayarak. "Sü­
rekli CSI izlerim. Birini şüpheli listesinden elemenin ne ka­
dar önemli olduğunu biliyorum . Sonra da içeriye başka kim­
lerin girdiğini öğrenmek için tüm parmak izlerini bilgisayara
tanıtıyorlar."
Gösta ciddi bir ifadeyle, "Aynen öyle. Tam da dediğin gibi
çalışıyoruz" dedi. Ama içinden bir güzel gülüyordu. Tüm par­
mak izlerini bilgisayara tanıtıyoruz. Evet, tabii.
Gösta, Adam'ın parmak izlerini almak üzere bir mürek­
kep kutusu ve üzerinde on kutucuk bulunan bir kart çıkar­
dıktan sonra, oğlanın parmaklannı dikkatli bir şekilde, bir­
biri ardına kutucuklara bastırdı.
"İşte bu kadar" dedi memnuniyetle. "İşimiz bitti."
1 25

Adam, "Peki bunları tarayıcıya filan mı koyuyorsunuz?"


diye sordu.
"Doğru, bunları tarayıcıya koyuyoruz" dedi Gösta. "Sonra
da bahsettiğin veritabanına işliyoruz. On sekiz yaşını aşmış
bütün İsveç vatandaşlarının parmak izi veritabanında mev­
cut. Ve birkaç yabancınınki. Interpol üzerinden. Onlarla da
bağlantılıyız. Yani Interpol'le, direkt bir bağlantı üzerinden.
Ve tabii FBI ve CIA'yle de."
Adam, Gösta'ya hayranlıkla bakarak, ''Müthiş!" dedi.
Gösta Tanumshede'ye dönerken yol boyunca güldü.

Masayı büyük bir özenle, Britta'nın çok sevdiğini bildiği


sarı örtüyü sererek hazırladı. Üzeri kabartmalı beyaz porse­
lenleri ve düğün hediyesi olarak gelen şamdanları çıkardı.
Vazoya da birkaç tane çiçek koydu. Yılın hangi mevsimi olur­
sa olsun, Britta evde daima çiçekler bulundururdu. Bugün­
lerde çiçekleri genellikle Herman getiriyordu. Her şeyin eski­
si gibi olmasını istiyordu. Belki de Britta'nın etrafındaki şey­
ler hiç değişmeden kalırsa, hastalığın ilerlemesi durdurula­
masa bile yavaşlatılabilirdi.
En çok başlangıçta zorlanmışlardı. Teşhis konmarlan ön­
ce. Britta eskiden beri hep çok titiz biri olmuştu. Hiçbir aile
ferdi neden birdenbire arabanın anahtarını bulamadığım, to­
runlarından birine yanlış bir isimle seslendiğini ya da haya­
tının büyük bir kısmı boyunca tanıdığı arkadaşlarının tele­
fon numaralarını hatırlamakta zorlandığını anlayamamıştı.
Bunu yorgunluğa ve strese bağlamışlardı. Britta beslenme­
sindeki eksikliği takviye etmek için multivitaminler ve Blut­
saft 6 içmeye başlamıştı. Ama öyle bir noktaya gelinmişti ki,
artık ortada ciddi bir sorun olduğu gerçeğini göz ardı edeme­
yeceklerini anlamışlardı.
Teşhisi duyduklarında ikisinin de nutku tutulmuştu. Son-

6. lsveç'te üretilen bir gıda takviyesi. (ç.n.)


126

ra Britta'dan bir hıçkırık yükselmişti. Hepsi b u kadardı: tek


bir hıçkırık. Herman'ın elini sıkmıştı; Herman da ona karşı­
lık vermişti. İkisi de bunun ne anlama geldiğini biliyordu. El­
li beş yıldır paylaştıklan hayat acımasızca değişrnek üzerey­
di. Hastalık Britta'nın zihnini yavaşlatacak, anılarından ve
kişiliğinden gitgide daha fazlasını alıp götürecekti. Önlerin­
de uzanan uçurum geniş ve derindi.
O zamandan bu yana bir yıl geçmişti. Güzel anlarının sa­
yısı oldukça seyrekti. Kağıt peçeteleri katlarken Herman'ın
elleri titriyordu. Britta peçeteleri her zaman yelpaze biçimin­
de katlardı, ama Herman ne kadar uğraşsa da bunu becere­
miyordu. Dördüncü denemeden sonra içindeki öfke ve hayal
kırıklığı birdenbire taştı ve paramparça ettiği peçetenin par­
çalan havada süzülerek tabağa düştü. Bir sandalyeye oturup
kendini toplamaya çalışırken gözündeki yaşı sildi.
Birlikte elli beş yıl geçirmişlerdi. Güzel ve mutlu yıllar. Ta­
bii ki her evlilikte olduğu gibi bazı iniş çıkışlar yaşamışlar­
dı. Ama ilişkilerinin temeli daima sağlam kalmıştı. O ve Brit­
ta yetişkinliğe birlikte adım atmışlardı. Özellikle de Anna­
Greta'nın doğumundan sonra. Herman, Britta'yla o kadar gu­
rur duymuştu ki. Kızları doğmadan önce karısını biraz sığ
ve yüzeysel bulduğunu itiraf etmeliydi. Ama Britta Anna­
Greta'yı kolianna aldığı ilk günden itibaren değişmişti. Sanki
anne olmak, Britta'ya o zamana kadar sahip olmadığı bir te­
mel kazandırmıştı. Üç kızlan olmuş, Herman'ın kansına olan
aşkı her doğumla birlikte artmıştı.
Herman bir elin omzuna dokunduğunu hissetti. "Baba?
Ne oldu? Kapıyı çaldığımda cevap vermedin; ben de içeri gir­
meye karar verdim."
Herman en büyük kızının yüzündeki endişeli ifadeyi görün­
ce gözlerini silip gülümsedi. Ama onu kandıramadı. Kızı, kol­
lanyla Herman'ı arkadan sararak yanağını onunkine dayadı.
"Bu da kötü günlerden biri mi baba?" diye sordu.
127

Herman başıyla onaylarkan kızının kollan arasında kendi­


ni bir süreliğine çocuk gibi hissetti. Britta'yla onu iyi yetiştir­
mişlerdi. Anna-Greta sıcakkanlı ve düşüneeli biri olmanın yanı
sıra, Herman'ın torunlannın çocuklarından ikisinin sevgi do­
lu büyükannesiydi. Bazen Herman her şeyin nasıl da bu kadar
çabucak olup bittiğini anlayamıyordu. Eliili yaşlannı süren bu
kır saçlı kadının, evde paytak paytak yürüyen ve babasını par­
roağında oynatan o küçük kız olduğuna kim inanırdı ki?
Herman sonunda, "Zaman geçiyor Anna-Greta" dedi ve kı­
zının göğsünün üzerinde duran kolunu okşadı.
Anna-Greta ona daha da sıkı sarılarak, "Evet baba, za­
man geçiyor" dedi. Onu biraz daha sıktıktan sonra bıraktı.
"Sen çatallarla bıçakları getirirken ben peçeteleri katla­
rım. Buranın haline bakılırsa en iyisi bu." Anna-Greta ma­
sada konfeti gibi duran peçete parçalarını işaret ederek
Herman'a göz kırptı.
Herman kızına minnetle gülümseyerek, "Haklısın, herhal­
de böylesi çok daha iyi" dedi. "Böylesi çok daha iyi."

Patrik yatak odasından, "Ne zaman gelecekler?" diye ses­


lendi. Erica'nın isteği üzerine, kot pantolon ve tişörtten daha
uygun bir şeyler giymişti. Patrik'in, "Ama sadece kız kardeşin
ve Dan yemeğe geliyorlar" şeklindeki itirazları hiçbir işe ya­
ramamıştı. Belli ki yemeğe misafir gelmesi her zamankinden
daha şık giyinmeyi gerektiriyordu. Konu orada kapanmıştı.
Erica domuz tiletonun pişip pişmediğine bakmak üzere fı­
rının kapağını açtı. Önceki gün Patrik'e bağırdığından beri
kendini suçlu hissediyor, hatasını telafi etmek için Patrik'in
en sevdiği yemeklerden birini pişiriyordu: Porto şaraplı sos­
la servis edilen yufkaya sarılı domuz fileto ve patates püre­
si. Patrik'i evine ilk kez davet ettiğinde de bu yemeği yapmış­
tı. İlk defa birlikte oldukları gece . . . Erica kendi kendine gü­
lerek fırının kapağını kapattı. Sadece birkaç yıl öncesini dü-
128

şündüğü halde, aradan çok uzun zaman geçmiş gibi geliyor­


du. Patrik'i ne kadar severse sevsin, gündelik işlerin ve ço­
cuk bakımının gerekliliklerinin, o ilk gece yaptıkları gibi art
arda beş kez sevişme isteğini nasıl da öldürdüğünü görmek
şaşırtıcıydı. Bugünlerde bunun düşüncesi bile Erica'nın ken­
dini bitkin hissetmesine neden oluyordu. Haftada bir kez se­
vişmek bile büyük bir başarı gibi geliyordu.
Erica yukarı kata doğru, ''Yarım saat içinde burada olur­
lar" diye seslendi ve sosu yapmaya başladı. Siyah panto­
lonunu ve lila rengi bluzunu çoktan giymişti. Bu bluzu
Stockholm'de yaşarken aralarından seçim yapabileceği bir sü­
rü kaliteli dükkanın olduğu dönemde almıştı. Tedbir olsun di­
ye önlüğünü de takmıştı. Patrik mutfağa girince memnuni­
yetle ıslık çaldı.
"Bu yorgun gözler neler görüyor böyle? Bir ilham kaynağı.
Kutsal ve büyüleyici bir yaratık, ama aynı zamanda sade şık­
lığın timsali olan bir mutfak perisi."
Erica gülerek, "Mutfak perisi diye bir şey yoktur" dedi.
Patrik de onu ensesinden öptü.
"Artık var" dedi göz kırparak. Sonra bir adım geriye git­
ti ve mutfağın orta yerinde tek ayağı üzerinde döndü. "Ee?
Bunlar idare eder mi? Yoksa yukarı gidip başka bir şeyler gi­
yeyim mi?" diye sordu.
"Kes şunu. Sanki tam bir baş belasıymışım gibi konuşu­
yorsun." Erica ciddi bir ifadeyle Patrik'i tepeden tırnağa süz­
dü, sonra gülerek, "Çok şık olmuşsun" dedi. "Sana bakan göz­
ler bayram edecek. Şimdi bir de sofrayı kurarsan, belki se­
ninle neden evlendiğimi hatırlamaya başlarım."
"Sofrayı mı kurayım? Derhal!"
Yarım saat sonra, saat tam yedide kapı çaldığında yemek
pişmiş ve sofra kurulmuştu. Anna ve Dan yanlarında Em­
ma ve Adrian'la kapıda belirdiler. Adrian içeri girer girmez,
Maja'ya seslendi. Küçük kuzenleri oldukça popülerdi.
129

"Bu şirin adam d a kim Erica?" dedi Anna . "Patrik'e n e


yaptın? Gerçi onu daha yeni bir modelle değiştirmenin vak­
ti gelmişti."
Patrik Anna'ya sarıldı. "Ben de seni gördüğüme sevindim,
sevgili baldızım. Ee, çifte kumrular nasıllar bakalım? Erica ve
ben gelip bizi mütevazı evimizde ziyaret edecek kadar uzun
bir süreliğine yatak odanızdan çıktığınız için onur duyduk."
Anna Patrik'in göğsüne vurarak, "Kes şunu" dedi. Ama
Dan'a attığı bakış, aslında Patrik'in haklı olduğunu gösteri­
yordu.
Birlikte çok keyifli bir akşam geçirdiler. Emma ve Adri­
an Maj a'yı memnuniyetle oyaladılar. M aj a'nın yatma vakti
geldikten sonra, her ikisi de kanepenin karşılıklı köşelerin­
de biraz kestirdiler. Yemekler hak ettikleri övgüyü aldı, şa­
rap o kadar lezizdi ki şişeler hemen boşaldı. Erica ufukta ka­
ra bulutlar olmadan, geçmişte olan biten hiçbir şeyi düşün­
meden, kız kardeşiyle ve Dan'la güzel bir akşam yemeği ye­
menin keyfini çıkardı. Sadece keyifle sohbet edip birbirleriy­
le şakalaştılar.
Dan'ın cep telefonunun ısrarla çalmasıyla, bu atmosfere
ansızın gölge düştü.
Dan, "Özür dilerim, gecenin bu saatinde kimin aradığına
bakmam gerek" dedi. Yemek odasından çıktı, ceketinin ce­
binden telefonunu aldı ve ekrandaki numarayı tanımıyormuş
gibi kaşlarını çattı.
"Alo? Ben Dan" dedi. "Kiminle görüşüyorum? Mfedersiniz,
sizi duyamıyorum . . . Belinda mı? Nerede? Ne? Ama ben şarap
içtim, araba kullanamam . . . Onu bir taksiye bindirip buraya
gönderin. Hemen! Evet, Belinda geldiğinde şoförün parasını
öderim. Sadece mutlaka buraya gelmesini sağlayın." Dan ace­
leyle Patrik ile Erica'nın adresini verdikten sonra telefonu ka­
pattı. "inanmıyorum!"
Anna endişeyle, "Neler oluyor?" diye sordu.
1 30

"Belinda'yla ilgili. Anlaşılan bir partiye gitmiş ve sarhoş


olmuş. Arayan, arkadaşlanndan biriydi. Onu bir taksiye bin­
dirip buraya gönderecekler."
"Ama ben onun Munkedal'da, Pernilla'nın yanında kaldı­
ğım samyordum."
"Ben de öyle, ama belli ki oraya gitmemiş. Arkadaşı Greb­
bestad'dan anyordu."
Dan cep telefonunda birkaç numarayı tuşladı. Anlaşılan es­
ki kansının güzellik uykusunu bölmüştü. Mutfağa gittiği için
bölük pörçük duyulan konuşması kulağa pek de dostça gelmi­
yordu. Dan birkaç dakika sonra yemek salonuna geri döndü
ve hayal kırıklığı içinde başım saliayarak yerine oturdu.
"Belinda annesine gece bir arkadaşında kalacağım söyle­
miş. O arkadaşı da gece Belinda'da kalacağını söylemiş olmalı.
Ama ikisi kalkıp Grebbestad'daki partiye gitmişler. Kahretsin!
Kıza göz kulak olması için ona güvenebileceğimi sanmıştım!"
Dan'ı sakinleştirmek için kolunu okşayan Anna, "Pernil­
la'yı mı kastediyorsun?" diye sordu. "Bu o kadar da kolay de­
ğil, Dan. Dünyamn en eski numarasım yapmışlar ama sen bi­
le buna kanabilirdin."
"Hayır, kanmazdım!" dedi Dan öfkeyle. "Akşam arkada­
şının anne ve babasına telefon eder, her şeyin yolunda olup
olmadığım sorardım. Asla on yedi yaşındaki bir kıza güven­
mezdim. İnsan nasıl bu kadar aptal olabilir ki? Çocuklara
bakması için ona güvenebilmem gerekmez mi?"
"Sakinleş" dedi Anna sertçe. "Şu anda düşünmemiz gere­
ken en önemli şey, Belinda buraya geldikten so�ra onunla
nasıl ilgileneceğimiz." Dan bir şeyler söylemek üzere ağzını
açtı ama Anna lafını ağzına tıktı. "Hem bu gece ona bağırma­
yacağız. Bu konuşmayı sabah, Belinda ayıldığında yapaca­
ğız. Tamam mı?" Masadaki herkes, Dan da dahil olmak üze­
re, bunun tartışılmayacak bir karar olduğunun farkındaydı.
Dan başıyla onayladı.
131

Erica ayağa kalkarak, "Ben gidip misafir odasını hazırla­


yayım" dedi.
Patrik ise, "Ben de bir kova bulayım" diyerek tüm içtenli­
ğiyle, Maja ergenliğe girdiği zaman aynı şeyi söylememeyi di­
ledi.
Birkaç dakika sonra dışarıya bir arabanın yanaştığı du­
yulunca Dan ile Anna kapıya koştular. Anna şoföre parasını
öderken, Dan tıpkı bir bez bebek gibi boylu boyunca arka kol­
tuğa uzanmış Belinda'yı taksiden çıkanp kucakladı.
Belinda yayvan bir şekilde, "Baba" dedi. Sonra kollarını
Dan'ın boynuna dolayıp yüzünü göğsüne gömdü. Kusmuk ko­
kusu Dan'ın midesini bulandırdı ama aynı zamanda gözüne
birdenbire ufacık ve kınlgan görünen kızına karşı büyük bir
şefkat hissetti. Onu kucağında taşımayalı yıllar olmuştu.
Belinda öğürünce, Dan onun başını gayriihtiyari göğsün­
den uzaklaştırdı. Erica ile Patrik'in ön taraftaki merdiven­
lerine leş kokulu, kırmızımtırak bir balçık saçıldı. Anlaşılan
Belinda kırmızı şarabı tercih etmişti.
Dan ile Anna'ya içeri girmelerini işaret eden Erica, "Onu
içeri taşıyın. Yerin kirlenmesine aldırmayın, sonra hortum­
la yıkarız" dedi. "Onu duşa sokun. Anna ve ben onu yıkarız,
sonra da ona temiz giysiler veririz."
Belinda duşta ağlamaya başladı. Hıçkırıkları insanın içi­
ni acıtıyordu. Erica onu havluyla dikkatlice kurularken, An­
na da saçlarını okşuyordu.
Belinda'nın başından temiz bir tişört geçiren Anna, "Şştt,
her şey yoluna girecek, merak etme" dedi.
''Kim de orada olacaktı... Ve ben sandım ki ... Ama Linda'ya ...
çirkin olduğumu düşündüğünü söylemiş . . . " Belinda hıçkırıkla­
nnın arasında zar zor konuşuyordu.
Anna, Belinda'nın başının üzerinden Erica'ya baktı. Dün­
yalan verseler, bu kızcağızın yerinde olmak istemezlerdi. Bir
ergenin kalbinin kırılması kadar acı verici başka bir şey yok-
1 32

tu. İkisi de bunu yaşamıştı, Belinda'nın neden bu şartlar al­


tında derdini unutmak için kırmızı şaraptan medet umduğu­
nu anlamışlardı. Ama bu yalnızca geçici bir teselliydi. Belin­
da ertesi gün kendini daha da kötü hissedecekti; kız kardeş­
ler bunu kendi deneyimlerinden biliyorlardı. Ama yapabile­
cekleri tek şey, onu yatırmaktı. Geriye kalan sorunlarla sa­
bah ilgileneceklerdi.

Mellberg elini kapının tokmağına koyup öylece dikilirken,


artıları ve eksileri tarttı. "Eksilerin" açık ara kazanacakla­
rı inkar edilemezdi. Ama yine de gitmesi gerekiyordu. Bunun
iki nedeni vardı. Birincisi, bu akşam yapacak daha iyi bir şe­
yi yoktu. İkincisi, Rita'nın kara gözleri aklına gelip duruyor­
du. Mellberg hala bu iki sebebin salsa dersine katılmak ka­
dar saçma bir şey yapması için yeterli olup olmadığını merak
ediyordu. Mekan muhtemelen dans dersine giderek bir erke­
ğe kancayı takabileceklerini düşünen çaresiz kadınlarla do­
lu olacaktı. Ne kadar da acıklı bir durumdu bu. Mellberg bir
an için gerisingeri dönmeyi, benzinliğe uğrayıp bir paket cips
alarak, en sevdiği komedi dizisi olan Stefan ve Christer' le
Buz Gibi Espriler'i izlemek üzere eve gitmeyi düşündü. Bu
bile gülmesine neden oldu. O ikisi o kadar komikti ki.
Mellberg tam B planını uygulamaya karar vermişti ki,
önünde durduğu kapı açılıverdi.
"Bertil! Seni görmek ne güzel! İçeri gel. Biz de başlamak
üzereydik." Mellberg ne olduğunu dahi anlamadan Rita elin­
den tutup onu içeriye çekti. Yerde duran müzik setinde ban­
gır bangır bir Latin Amerika ezgisi çalıyordu. İçeri girdiğin­
de dört çift ilgiyle kendisine baktı. Mellberg içeride eşit sayı­
da kadın ve erkek olduğunu görünce şaşırdı ve kendini azgın
ve doymak bilmeyen bir sürtükler çetesi tarafından lime lime
edilecek etli bir kemik olarak canlandırdığı hayali anında so­
lup gitti.
1 33

Rita onu pistin ortasına doğru götürerek, "Benimle dans


edeceksin. Hareketleri göstermeme yardım edebilirsin" dedi.
Mellberg'in önünde durdu, bir elini kendi ellerinin arasına al­
dı, bir kolunu da kendi beline doladı. Mellberg, Rita'nın güzel
ve dolgun vücudunu kavramamak için kendini zor tuttu. Cılız
kadınlan tercih eden erkekleri bir türlü anlayamıyordu.
Rita sertçe, "Pekala Bertil, dikkatini topla" deyince Ber­
til sırtını dikleştirdi. Rita diğer çiftiere dönerek, "Bertil'le be­
nim yaptıklarımızı izleyin" dedi. "Kadınlar: Sağ ayağınızı öne
çıkarın, ağırlığınızı sol ayağınıza, sonra tekrar sağ ayağını­
za aktarın. Erkekler: Siz de aynı hareketi ters ayakla yapa­
caksınız; sol ayak öne, ağırlığınızı sağ ayağa, sonra tekrar sol
ayağa aktarın. Herkes anlayana kadar bu seriyi tekrarlama­
ya devam edeceğiz."
Mellberg adımları kavramak için çabaladı. İlk başta bey­
ni önce hangisinin sağ, hangisinin sol ayağı olduğu gibi en
temel bilgileri bile silmekte ısrar ediyordu. Ama Rita iyi bir
öğretmendi. Onu kararlı bir şekilde yönlendiriyor, ayaklarını
öne ve arkaya hareket ettirmesini sağlıyordu. Mellberg çok
geçmeden hareketlerin püf noktasını kavramaya başlamıştı.
Rita öğrencilerine yüreklendirici bir bakış atarak, "Ve
şimdi de . . . kalçalarımızı oynatmaya başlayacağız" dedi. "Biz
İsveçliler kaskatıyız. Ama salsa kıvrak, tutkulu ve esnek ol­
mayı gerektirir."
Rita kalçalannı müziğin ritmine uyacak şekilde, kah yük­
selip kah alçalan bir dalga gibi saliayarak ne demek istediği­
ni gösterdi. Mellberg büyülenmişçesine Rita'nın vücut hare­
ketlerini izledi. Yaptığı figürler çok kolay görünüyordu. Onu
etkilerneyi kafasına koyan Mellberg, ayaklarını ezberlediği­
ni sandığı şekilde ileri-geri oynatarak Rita'nın hareketlerini
taklit etmeye çalıştı. Ama çabalan hiçbir sonuç vermiyordu.
Kalas gibi kaskatı kesilmiş kalçalarını ve ayaklarını eşgü­
dümlü olarak hareket ettirmeye çalıştıkça tüm çabaları tam
1 34

bir fiyaskoyla sonuçlandı. Aniden durdu; hayal kırıklığı yü­


zünden okunuyordu. Bu kadarı yetmezmiş gibi, saçlan da sol
kulağımn üzerine düşmek için o am seçmişti. Kimsenin bunu
fark etmediğini umarak, saçlarını derhal aksi yöne doğru it­
ti. Ama diğer çiftlerden birinin kıkırdamalarını zar zor bas­
tırdığım fark edince umutları yerle bir oldu.
Rita, "Zor olduğunu biliyorum, Bertil. Sadece alıştırma
yapman gerek" dedi ve onu bir kez daha denemeye zorladı.
"Müziği dinle Bertil, dinle. Sonra da bırak bedenin ritmi iz­
lesin. Ama ayaklarına bakma, bana bak. Salsa yaparken da­
ima kadının gözlerinin içine bakmalısın. Bu, aşkın ve tutku­
nun dansı."
Rita gözlerini Mellberg'in gözlerine dikti. Mellberg de bü­
yük bir çaba harcayarak, ayaklarına değil de Rita'ya bakma­
yı başardı. İlk başta tam bir umutsuz vaka gibiydi. Ama bir
süre sonra, Rita'nın kendisini usulca yönlendirmesi sayesin­
de, Mellberg gelişme kaydettiğini hissetti. Artık vücudu mü­
ziği gerçek anlamda hissediyordu. Esnek kalçaları tutkuyla
oynamaya başladı. Rita'nın gözlerine daha da derinden ba­
kıyordu. Müzik setinden Latin Amerika ezgileri yükselirken,
Mellberg aşık olmaya başladığım hissedebiliyordu.
Kristiansand, 1 943

Aslında Axel'in risk almayı sevdiği filan yoktu; o kadar ce­


sur da sayılmazdı. Tabii ki korkuyordu. Korkmamak için ap­
tal olması gerekirdi. Sadece kendini mecbur hissettiği şeyi
yapıyordu. Kılını bile kıpırdatmadan öylece arkasına yasla­
nıp, kötülüğün kazanmasına izin veremezdi.
Axel korkulukların gerisinde durup yüzüne çarpan
rüzgarı hissetti. Tuzlu suyun kokusuna bayılıyordu. Saba­
hın erken saatlerinde denize açılıp akşamın geç saatlerine
kadar dönmeyen ve teknelerini balıkların bol olduğu yerle­
re süren balıkçılara hep gıpta ederdi. Ama Axel bunu ken­
dine saklıyordu, çünkü balıkçıların ona güleceklerini bili­
yordu. Doktorun, eğitimine devam edip büyük adam olma­
sı beklenen oğlunun kendilerini kıskandığına hayatta inan­
mazlardı. Oysa Axel balıkçıların ellerindeki kesiklere, giysi­
lerinden hiç çıkmayan balık kokusuna ve her denize açıldık­
larında eve dönüp dönmeyeceklerinin belirsiz olmasına gıp­
ta ediyordu. Balıkçıklar ise, Axel'in kendileri gibi yaşamak
istemesini hem saçma hem de küstahça bulurlardı. Onu as­
la anlamazlardı. Ama Axel varlığının her bir zerresiyle, böy­
le bir hayat sürmenin kaderinde olduğunu hissediyordu. Ta­
bii ki derslere kafası basıyordu ama kitaplardan bir şeyler
öğrenmek, kendini hiçbir zaman bir geminin sallanan güver­
tesinde yol alırken, rüzgar saçlarının arasından akıp gider-
1 36

ken ve burnuna balık kokusu dolarken hissettiği kadar ra­


hat hissettirmiyordu.
Erik ise kitapların dünyasına bayılıyordu. Akşamları ya­
tağına oturduğunda, gözleri başka birinde merak uyandır­
mayacak kadar eski ve kalın bir kitabın sayfalarında yarışır­
casına gezinirken, yüzü memnuniyetle ışıldıyordu. Bilgileri
yalayıp yutuyordu; öğrenmekten ve zihnini olaylarla, tarih­
lerle, isimlerle ve mekanlarla doldurmaktan zevk alıyordu.
Axel onun bu halini ilgiyle izlese de, üzülmeden edemiyordu.
İki kardeş o kadar farklılardı ki. . . Belki de bunun sebebi ara­
larındaki yaş farkıydı. Axel Erik'ten dört yaş büyük olduğun­
dan hiç birlikte oynamamışlar, oyuncaklarını paylaşmamış­
lardı. Üstelik anne ve babaları da onlara çok farklı davranı­
yordu. Axel'i ailedeki dengeyi bozacak şekilde baş tacı yap­
mışlar, olmadığı bir şeye dönüştürmüşler, Erik'i ise küçüm­
semişlerdi. Ama Axel onları nasıl durdurabilirdi ki? Sadece
yapması gerekeni yapabilirdi.
"Limana girmemize çok az kaldı."
Axel arkasında Elofun kart sesini duyunca sıçradı. Yak­
laştığını duymamıştı.
"Limana yanaşır yanaşmaz gizlice karaya çıkacağım. Yak­
laşık bir saatliğine ortadan kaybolacağım."
Elof başıyla onayladı. "Dikkatli ol evlat" dedi ve Axel'e son
bir kez baktıktan sonra dümenin başına geri döndü.
On dakika sonra Axel etrafını iyice kolaçan edip iskeleye
tırmandı. Kıyının her yerinde Alman üniformaları görür gibi
oldu ama askerlerin çoğu gemileri kontrol etmekle meşguldü.
Nabzının hızlandığını hissetti; kendini, tıpkı gemiyi yükleyip
boşaltan, işinde gücünde denizciler gibi soğukkanlı olmaya
zorladı. Bu sefer hiçbir şey taşımıyordu. Bu yolculuğun ama­
cı, bir şeyi teslim almaktı. Axel, İsveç'e sokması istenen bel­
gede neler yazdığım bilmiyordu. Bilmek de istemiyordu. Tek
bildiği, alıcının adıydı.
137

Kendisine verilen talimatlar oldukça açıktı. Aradığı adam


limanın en ucunda ayakta duracak, b aşında mavi bir kas­
ket ve üzerinde kahverengi bir gömlek olacaktı. Etrafına dik­
kat kesilen Axel, limanda adamın bulunması gereken nokta­
ya doğru ilerledi. Şu ana kadar her şey plana uygun ilerliyor­
du. Almanlar tarafından fark edilmeden balıkçıların arasın­
dan geçti ve tarife uyan bir adam gördü. Sandıkları istifle­
yen adam, kendini tamamen işine vermiş gibi görünüyordu.
Axel adama doğru yürürken önüne bakmaya ve etrafa kaça­
mak bakışlar atmamaya gayret etti - yoksa hedef haline gel­
mesi işten bile değildi.
Axel onu fark etmemiş gibi görünen adamın yanına geldi­
ğinde, en yakındaki sandığı alıp yığının üzerine koydu. Göz
ucuyla, adamın sandıkların yanına bir şey düşürdüğünü gör­
dü. Axel, sandıklardan birini almak üzere yere eğilerek rulo
yapılmış kağıdı kaptığı gibi cebine tıktı. Adamla hiç göz göze
gelmemiş olsalar da, teslimat başanyla gerçekleşmişti.
Rahatlık hissi tüm vücuduna yayıldı. Görevin en kritik
kısmı her zaman teslimat anıydı. Bu aşama başarıyla ta­
mamlandığında, yakalanma riski oldukça azalıyordu . . .
"Halt! Hande hochf"l
Axel birdenbire Almanca komutlar duydu. Yanındaki ada­
ma şaşkınlıkla baktı; adamın yüzündeki malıcup ifade neler
olduğunu belli ediyordu. Bu bir tuzaktı. Ya bu görev sırf onu
yakalanmak için tezgahlanmıştı ya da Almanlar operasyonla
ilgili bir bilgiye rastlayıp bu işe dahil olanları tuzak kurmaya
zorlamışlardı. Gestapo muhtemelen karaya çıktığı andan baş­
layarak, teslimat tamamlanana dek onu izlemişti. Şimdi de
cebindeki kağıt parçası sonunu hazırlıyordu. Axel teslim oldu­
ğunu belli edercesine ellerini havaya kaldırdı. Oyun bitmişti.

7. Almanca , "Dur! Eller yukarı!" (ç.n.)


.....

Kapının yüksek sesle çalınması sabah rutinini böldü. Her


sabah aynı şeyleri yapıyordu. Önce duş alıyordu. Ardından
tıraş oluyordu. Sonra iki yumurta, bir dilim tereyağlı çavdar
ekmeği, peynir ve büyük bir fincan kahveden oluşan kahval­
tısını ediyordu. Televizyonun karşısına oturup her zaman ay­
nı şeyleri yiyordu. Kapı bir kez daha çalındı. Frans sinirlene­
rek kalkıp kapıyı açmaya gitti.
"Merhaba Frans ." Oğlu gözlerinde son derece tanıdık bir
bakışla, kapı ağzında dikilmişti.
Frans artık her şeyin farklı olduğu eski günleri hatırla­
yamıyordu. Ama değiştiramediği şeyleri kabullenmek zorun­
daydı ve bu da onlardan biriydi. Elini tutan o küçük eli sa­
dece rüyalarında hissedebiliyordu; çok ama çok uzun zaman
öncesinden kalma bir anıydı bu.
Frans zar zor duyulacak bir şekilde iç geçirerek yana çeki­
lip oğlunu içeri aldı.
"Hoş geldin Kjell" dedi. "Bugün yaşlı babanı ziyaret etme
sebebin nedir?"
"Erik Frankel" dedi Kjell soğuk bir sesle. Sanki özel bir
tepki bekliyormuş gibi ters ters babasına baktı.
"Ben de kalıvaltı ediyordum. Gelsene."
Kjell babasının peşinden salona doğru yürürken alıcı göz­
le etrafına baktı. Daha önce dairenin içine hiç girmemişti.
1 39

Frans oğluna kahve ikram etme zahmetine girmedi. Ceva­


bının ne olacağını önceden biliyordu.
"Ee, ne olmuş Erik Frankel'e?" diye sordu.
"Herhalde öldüğünü biliyorsundur" dedi Kjell. Bu, bir so­
rudan ziyade bir açıklamaydı.
Frans başıyla onayladı. "Evet, yaşlı Erik'in öldüğünü duy­
dum. Büyük talihsizlik."
"Sahiden böyle mi düşünüyorsun? Yani ölümünün talih­
sizlik olduğunu mu?" Kjell babasına bakarken Frans oğlu­
nun aklından neler geçtiğini gayet iyi anladı. Ziyarete bir
oğul olarak değil, bir gazeteci olarak gelmişti.
Frans cevap vermek için acele etmedi. Gün yüzüne çık­
mayı bekleyen o kadar çok anı vardı ki . . . Ama bunları asla
oğluna anlatamazdı. Kjell onu anlamazdı. Babasını uzun za­
man önce reddetmişti. Aralarına örülen duvar o kadar yük­
selmişti ki, üzerinden diğer tarafa bakmak imkansız hale
gelmişti. Frans kabahatİn büyük bir kısmının kendinde ol­
duğunu biliyordu. Kjell çocukken eski bir hapishane gedikli­
si olan babasını pek fazla görmemişti. Annesi onu birkaç kez
hapishaneye getirmişti, ama Frans oğlunun küçük yüzünün
o soğuk ve sevimsiz ziyaretçi odasında sorularla dolduğunu
görünce bağrına taş basarak kendisini bir daha ziyaret et­
melerini yasaklamıştı. Oğlu için en iyisini yaptığını sanmış­
tı. Belki de yanılmıştı, ama artık bu konuda bir şeyler yap­
mak için çok geçti.
"Evet, Erik öldüğü için üzüldüm. Birbirimizi gençliğimiz­
den beri tanırdık. Onunla ilgili yalnızca güzel anılarım var.
Sonradan yollarımız ayrıldı. . . " Frans pes edercesine elleri­
ni savurdu. Kjell'e açıklama yapmasına gerek yoktu. İkisi de
yolların ayrılmasının ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu.
"Ama bu doğru değil. Kaynağıma göre, Erik'le daha sonra
da temas kurmuşsun. Ve İsveç'in Dostları, Frankel kardeş­
lerle ilgilenmiş. Not almaının sakıncası yok, değil mi?" Kjell
1 40

not defterini gösteriş yapareasma masaya koydu, babasına


küstah bir bakış atıp kalemine sarıldı.
Frans omuz silkti, sonra elini umursamazca salladı. Ar­
tık bu oyunu oynamak istemiyordu. Kjell'in içindeki bitmek
bilmeyen öfkenin her zerresini hissedebiliyordu. Aynı kasıp
kavuran öfke hayatı boyunca Frans'ın da yakasını bırakma­
mış, başını derde sokmuş ve değer verdiği şeyleri mahvet­
mişti. Oğlu, öfkesini yöneltecek bir şeyler bulmuştu; gazete­
deki köşe yazılarında politikacılara ve önde gelen işadamları­
na sataşıyordu. Baba ve oğulun siyasi görüşleri birbirine zıt
olsa da, pek çok ortak noktaları vardı. Aynı nefret kapasite­
sine, aynı yakıcı öfkeye sahiptiler. Frans ilk kez hapse girdi­
ğinde, oradaki Nazi sempatizanları sayesinde kendini evin­
de gibi hissetmişti. Güçlerini nefretten aldıklannı anlamıştı.
Onlar da Frans'ı bağırlarına basmışlardı, çünkü öfkesini de­
ğerli bir vasıf ve gücünün kanıtı olarak görmüşlerdi. Üstelik
Frans, kendisini hitabet konusunda eğitmiş babası sayesinde
iyi bir tartışmacı olmuştu. Hapishanedeki Nazi çetesinin bir
üyesi olmak ona statü ve güç kazandırmış, tahliye olana ka­
dar rolüne iyice alışmıştı. Artık fikirlerinden bağımsız değer­
lendirilmesi mümkün değildi. Onu tanımlayan, siyasi görüş­
leriydi. İçinden bir his, bunun Kjell için de geçerli olduğunu
söylüyordu.
"Nerede kalmıştık?" Kjell hala boş olan not defterine bak­
tı. "Pekala. Belli ki Erik'le temas halindeymişsin."
"Sadece eski dostluğumuzun hatırına. Kayda değer bir ile­
tişimimiz yoktu. Ölümüyle bağlantılı olabilecek herhangi bir
şey de yok."
"Sen böyle diyebilirsin" dedi Kjell, "ama bunun doğru olup
olmadığını saptamak başkalarına kalmış. Aranızda ne gibi
bir iletişim vardı? Onu tehdit mi ediyordun?"
Frans kıkırdadı. "Bilgilerini nereden topladığını bilmiyo­
rum ama Erik Frankel'i hiç tehdit etmedim. Benimle aynı gö-
141

rüşleri paylaşan insanlar hakkında yeterince yazdığına gö­


re . . . içlerinde her zaman m a n t ı klı düşünemeyen birkaç dik
kafalı olduğunu anlamışsındır. Tek yaptığım, Erik'i riskler
hakkında uyarmaktı."
"Seninle aynı görüşleri paylaşan insanlar mı?" dedi Kjell,
nefretin kıyısında gezinen bir küçümserneyle. ''Yani İsveç'in
sınırlarını mühürleyebileceklerini zanneden işe yaramaz ka­
çıkları mı kastediyorsun?"
"Onlara istediğin yakıştırmayı yapabilirsin" dedi Frans
bıkkınlıkla. "Ama Erik Frankel'i tehdit etmedim. Hem artık
gidersen çok memnun olacağım."
Kjell bir an karşı çıkacak gibi oldu. Sonra ayağa kalktı,
babasının üzerine eğilerek gözlerini ona dikti.
"Bana babalık etmedin, buna çoktan alıştım. Ama oğlu­
mu daha fazla bataklığa sürükleyecek olursan yemin ederim
ki. . ." Kjell cümlesini yarıda kesip yumruklarını sıktı.
Frans başını kaldırdı, sakince Kj ell'in gözlerinin içine
baktı. "Oğlunu hiçbir yere sürüklemedim. O kendi kararları­
nı verebilecek yaşta. Seçimlerini kendisi yapıyor" dedi.
Kj ell, "Tıpkı senin gibi, öyle mi?" diye çemkirdi ve artık
babasıyla aynı odada bulunmaya katlanamıyormuş gibi, hı­
şımla dışarı çıktı.
Kalbinin yerinden çıkacakmış gibi attığını hisseden Frans
kıpırdamadı. Ön kapının çarptığını duyduğunda, babaları ve
oğullarını düşündü. Bir de hoşlarına gitse de gitmese de, on­
ların adına yapılan seçimleri.

"Hafta sonunuz güzel geçti mi?" Paula makineye kahve


eklerken, hem Martin'e hem de Gösta'ya sormuştu. İş arka­
daşları sornurtarak başlarıyla onayladılar. İkisinin de pazar­
tesi sabahlarıyla arası iyi değildi. Üstelik Martin hafta sonu
boyunca uykusunu alamamıştı.
Son zamanlarda geceleri yatakta gözünü kırpmadan uza-
1 42

narak birkaç ay sonra doğacak bebekleri için endişelenmeye


başlamıştı. Çocuk istemediklerinden değil. Çünkü istiyorlar­
dı. Hem de çok. Fakat Martin ne kadar büyük bir sorumluluk
üstlendiğini daha yeni fark etmişti. Ufacık bir canı, bu küçü­
cük insanı koruması, yetiştirmesi ve ona her açıdan göz ku­
lak olması gerekecekti. Pia'nın kocaman karnı hafif solukla­
rıyla uyumlu bir şekilde inip kalkarken, gece boyunca uya­
nık kalmasına ve tavanı seyretmesine neden olan buydu. Ge­
lecekte zorbalık, silahlar, uyuşturucu, cinsel taciz, üzüntüler
ve talihsizlikler görüyordu. Düşünüyordu da, çocuğunun ba­
şına gelebilecek tüm bu korkunç şeyleri önlemenin bir yolu
yoktu. Ve ilk defa, baba olmaya uygun olup olmadığını sorgu­
luyordu. Ama bunun için endişelenmekte biraz geç kalmıştı.
Bebek, birkaç ay sonra doğmuş olacaktı.
"Ne kadar neşeli bir ikilisiniz." Gösta ile Martin'e gülüm­
seyerek bakan Paula oturdu ve kollannı masaya dayadı.
Kahve fincanını tekrar doldurmak üzere ayağa kalkan
Gösta, "Pazartesi sabahları bu kadar neşeli olmak yasaya
aykırı olmalı" dedi. Henüz suyun tamamı süzülmediğinden,
demliği aldığında ısıtıcı yüzeye kahve damladı. Gösta finca­
nını doldurup demliği yerine koyarken bunun farkına bile
varmamıştı.
Neden olduğu pisliğe sırtını dönüp tekrar masaya oturur­
ken, Paula ona çıkıştı. "Orayı öyle bırakamazsın Gösta. Dök­
tüğün kahveyi silsene."
Gösta omzunun üzerinden tezgaha döktüğü kahve biri­
kintisine baktı. Suratsızca, "Ah, özür dilerim" dedi ve gidip
tezgahı temizledi.
Martin güldü. "Birinin seni hizaya nasıl sokacağını bildi­
ğini görmek güzel" dedi.
"Ah, ne demezsin, tipik kadın tavrı. Sanki her zaman bu
kadar titiz olmak zorundalar."
Paula tam iğneleyici bir şey söylemek üzereydi ki, kori-
1 43

dorda bir ses duydular. Karakolda duymaya alışkın olmadık­


lan bir sesti bu. Bir çocuğun neşeli konuşmalanydı.
Martin meraklı bir yüz ifadesiyle boynunu uzattı. "Bu ge­
len, herhalde . . . " diye lafa girdi ama cümlesini bitirme fırsa­
tı bulamadan önce, Patrik kucağında Maja'yla kapı ağzında
belirdi.
"Selam millet!"
"Selam!" dedi Martin sevinçle. "Görüyorum ki daha fazla
uzak kalamamışsın."
Patrik gülümsedi. "Hayır, küçükhanımla birlikte uğra­
yıp gerçekten çalışıyor musunuz diye bakalım dedik. Öyle de­
ğil mi tatlım?" Maja kollarını saHayarak neşeli sesler çıkar­
dı. Aşağıya inmek istediğini belirtircasine kıvranmaya başla­
mıştı. Patrik onun isteğini yerine getirince Maja paytak ba­
caklan üstünde Martin'e doğru yürümeye başladı.
"Selam Maja. Demek Martin Arncanı tanıdın ha? Birlik­
te çiçeklere baktığımızı hatırlıyor musun? Bak ne diyeceğim;
Martin Amca gidip sana bir kutu dolusu oyuncak bulacak."
Martin, birilerinin yanlannda bir süreliğine oyalanması ge­
reken bir çocukla geldikleri durumlar için karakolda sakla­
dıkları kutuyu almaya gitti. Maja birkaç dakika sonra mut­
fakta boy gösteren hazine sandığını görünce sevinçten hava­
lara uçtu.
''Teşekkürler Martin" dedi Patrik. Kendine bir fincan kah­
ve koyup masaya oturdu. Kahvesinden ilk yudumu alırken
yüzünü buruşturarak, "Ee, işler nasıl gidiyor?" diye sordu.
Karakoldaki kahvenin ne kadar berbat olduğunu unutınası
için bir hafta yeterli olmuştu.
"Bir,az yavaş gidiyor" dedi Martin. "Ama birkaç ipucu ya­
kaladık." Patrik'e, Frans Ringholm ve Axel Frankel'le yaptık­
ları konuşmalan anlattı. Patrik ilgiyle başını salladı.
"Ve Gösta da oğlanlardan birinin parmak ve ayakkabı izle­
rini aldı. Aynılannı diğer oğlandan da almamız gerekiyor; böy-
1 44

lece onlann izlerini soruşturma kapsamından çıkarabiliriz."


"Peki, çocuk ne dedi?" diye sordu Patrik. "İlginç bir şey
görmüşler mi? Her şeyden önce, neden eve girmek istemiş­
ler? izini sürmeye değecek ipuçları buldun mu?"
Gösta suratını asarak, "Hayır, ondan işe yarar hiçbir şey
öğrenemedim" dedi. Patrik, onun işini yapma şeklini sorgu­
luyormuş gibi hissetti, bu hiç hoşuna gitmemişti. Bununla
beraber, Patrik'in soruları beyninde bir kıvılcım çakmasına
sebep oldu. Orada kıpırdanan bir şey vardı; yüzeye çıkarma­
sı gerektiğini bildiği bir şey. V eya belki de bu, sadece hayal
gücünün bir ürünüydü. Öyle ya da böyle, bundan bahsetti­
ği takdirde Patrik'i yine tetiklemiş olacaktı. "İlgi çekebilecek
tek şey, 'İsveç'in Dostları'yla olan bağlantı. Erik Frankel'in
hiç düşmanı yokmuş gibi görünüyor, cinayete kurban gitmesi
için muhtemel bir sebep de bulamadık."
Patrik sesli düşünerek, "Banka hesaplarını kontrol ettiniz
mi? Belki ilginç bir şeye rastlarsınız" dedi.
Martin başını hayır anlamında iki yana saHarken bunu
akıl edemediği için kendine kızdı. "Derhal kontrol ederiz" de­
di. "Ayrıca Axel'e Erik'in hayatında bir kadın olup olmadığı­
nı sormamız gerek. Veya bir erkek. Bugün yapmamız gere­
ken bir başka şey de, Erik ve Axel'in evini temizleyen kadın­
la konuşmak."
"Güzel" dedi Patrik başıyla onaylayarak. "Belki evi bü­
tün yaz boyunca neden temizlemediğini öğrenirsiniz. Bu da
Erik'in cesedinin neden daha önce bulunmadığını açıklığa
kavuşturur ."
Paula ayağa kalktı. "Hemen Axel'i arayıp Erik'in roman­
tik bir ilişkisi olup olmadığını soracağım" deyip odadan çıktı.
Patrik, "Frans'ın Erik'e gönderdiği mektuplar yanınızda
mı?" diye sordu.
Martin ayağa kalktı. "Gidip getireyim; herhalde mektup­
lara göz atmak istiyorsun, değil mi?"
1 45

Patrik umursamaz görünmeye çalışarak omuz silkti. "Eh,


hazır buraya gelmişken bakayım . . . "
Martin güldü. "Huylu huyundan vazgeçmez. İyi de, sen
babalık izninde değil misin?"
"Tamam, tamam. Sen de aynı durumda olunca anlarsın.
İnsan kum havuzunda kaç saat geçirebilir ki? Hem Erica da
evde çalışıyor, yani bir süreliğine ayakaltından kaybolmamız
onu memnun ediyor."
"Peki Erica, Maja'yla yaptığınız bu küçük gezintinin kara­
kolda bittiğini biliyor mu?" Martin'in gözleri muzipçe ışılda­
mıştı.
"Şey, sanırım bilmiyor ama sadece geçerken uğradım. iş­
lerin nasıl gittiğini görmek için."
Martin birkaç dakika sonra plastik dosyalara yerleştiril­
miş beş mektupla geri döndü. Maja oyuncak kutusundan ba­
şını kaldırıp ellerini Martin'in tuttuğu kağıtlara doğru uzat­
tı ama Martin onları Patrik'e verdi. "Üzgünüm tatlım, ama
bunlarla oynayamazsın" dedi. Maja'nın suratı asılır gibi ol­
du ama sonra yerdeki kutunun içindekileri keşfetmeye de­
vam etti.
Patrik mektupları masada yan yana dizip okudu; kaşları
çatılmıştı.
"Kayda değer hiçbir şey yok. Çoğunlukla aynı şeyleri tek­
rarlayıp durmuş. Erik'e göze batmamasını, artık onu koruya­
mayacağını söylüyor. Ve İsveç'in Dostları içinde düşünmeden
hareket eden güçlerin olduğunu." Patrik okumaya devam et­
ti. "Erik de ona cevap vermiş olmalı. Bakın Frans ne yazmış:

Bence yanılıyorsun. Sonuçlardan ve sorumluluktan bahsedi­

yorsun. Bense geçmişi gömmekten ve geleceğe bakmaktan bah­

sediyorum. Sen ve ben farklı görüşlere ve bakış açılarına sahi­

biz. Ama çıkış noktamız aynı. Bilincimizin derinliklerinde aynı

canavar gizleniyor. Ben senin aksine, bu yaşlı canavarı uyandır-


1 46

manın akılsızlık olacağını düşünüyorum. Bazı kemikleri deşme­


mek gerek. Olup bitenler hakkındaki fıkrimi önceki mektubum­
da belirttiğim için tekrarlamayacağım. Sana da aynısını yap­
manı tavsiye ederim. Şu anda korumacı davranınayı seçiyorum
ama eğer durum değişirse, eğer canavar açığa çıkarsa, farklı şe­
kilde hissedebilirim.

Patrik Martin'e baktı. "Frans'a bununla ne kastettiğini sor­


dun mu? Bahsettiği şu 'yaşlı canavar' neymiş?''
"Henüz bunu kendisine sorma şansımız olmadı. Ama
onunla birkaç görüşme daha yapacağız."
Paula kapı ağzında belirdi.
"Erik'in hayatında bir kadın olduğunu öğrendim. Patrik'in
önerisine uyarak Axel'e telefon ettim. Erik'in son dört yıldır
Viola Elimander adında bir 'hanım arkadaşı' olduğunu söyle-
di. Kadınla konuştum bile. Bugün gidip onunla görüşebiliriz."
Patrik Paula'ya bakıp memnuniyetle gülümseyerek, "Am­
ma da hızlısın" dedi.
Martin hiç düşünmeden, "Sen de gelmek ister misin?" diye
sordu. Ama sonra bir oyuncak bebeğin gözlerini ilgiyle incele­
yen Maja'ya bakıp "Hayır, tabii ki olmaz" dedi.
Kapı ağzında duran Annika'nın, "Tabii ki olur. Onu bu­
rada, benimle bırakabilirsin" dediğini duydular. Annika
Patrik'e umut dolu bir bakış atıp Maja'ya gülümsedi ve anın­
da karşılık aldı. Kendi çocuğu olmadığı için, birine seve seve
bakmak isterdi.
Patrik duraksayarak, "Hmm . . . " dedi.
Annika, "Altından kalkamayacağımı mı düşünüyorsun?"
diye sordu. Kollarını göğsünde kavuşturup alınmış gibi yaptı.
"Ondan değil" dedi Patrik hala tereddüt ederek. Ama son­
ra merakı galip geldi ve başıyla onayladı. "Tamam, hadi gi­
delim. Öğle yemeğinden önce geri dönmek koşuluyla, bir sü­
reliğine onlara eşlik edebilirim. Ama herhangi bir sorun ya-
1 47

şarsan beni ara. Maja'nın on buçuk gibi yemek yemesi gere­


kiyor; hala püre yiyebiliyor ama sanırım yanımda mikrodal­
gada ısıtabileceğin bir kavanoz dolusu kıymalı spagetti var;
yemek yedikten sonra genellikle yoruluyor ama tek yapman
gereken onu pusetine oturtup birazcık dolaştırmak; emziğini
vermeyi unutma; bir de uyurken oyuncak ayısını yanında is­
tiyor ve . . . "
Annika gülerek ellerini kaldırdı ve "Dur, dur" dedi. "İdare
ederiz, endişelenme. Maja'nın benim gözetimim altında aç­
lıktan ölmesine izin vermem; uykuyu da hallederiz."
Patrik, "Teşekkürler Annika" deyip ayağa kalktı. Sonra
kızının yanına çömelip san saçlarını okşadı. "Baba bir süreli­
ğine gidecek ama sen burada Annika'yla kalacaksın. Tamam
mı?" Maja bir an için gözlerini açarak Patrik'e baktı ama
sonra dikkatini tekrar oyuncak bebeğin kirpiklerini yolma­
ya verdi. Bu duruma biraz bozulan Patrik ayağa kalkarak,
"Eh, ne kadar vazgeçilmez olduğumu görüyorsun işte. Uma­
rım birlikte hoşça vakit geçirirsiniz" dedi.
Annika'ya sanldı, sonra garajın yolunu tuttu. Polis araba­
sının direksiyonuna geçtiğinde büyük bir haz duydu; Martin
de yanındaki yolcu koltuğuna yerleşti. Sonra Patrik geri ge­
ri garajdan çıktı, Fjallbacka'ya doğru yola koyuldular. Patrik
sevinçten şarkı söylememek için kendini zor tutuyordu.

Axel ahizeyi yavaşça yerine koydu. Birdenbire her şey faz­


lasıyla gerçek dışı gelmeye başlamıştı. Sanki yatağında uza­
nıyor ve rüya görüyordu. Ev Erik olmadan o kadar boştu ki.
Birbirlerini özgür bırakmaya, öğünlerini farklı saatlerde ye­
meye ve odalarını evin farklı bölümlerinde seçmeye gayret
etmişler, birbirlerinin mahremiyetini ihlal etmek istememiş­
lerdi. Bazen birbirleriyle hiç konuşmadan birkaç gün geçir­
dikleri bile olurdu. Tüm bunlar yakın olmadıkları anlamına
gelmiyordu. Yakındılar. Axel kendini düzelterek, yani bir za-
1 48

manlar diye düşündü. Şimdi evi farklı türden bir sessizlik


doldurmuştu. Bu seferki, Erik kütüphanede oturup bir şey­
ler okurken eve hakim olan sessizlikle aynı değildi. O zaman­
lar can�arı istediğinde birbirlerine birkaç söz söyleyerek ses­
sizliği bozabiliyorlardı. Fakat şimdiki sessizlik kapsayıcı ve
sonsuzdu.
Erik, Viola'yı ne eve getirmiş ne de onun hakkında konuş­
muştu. Axel'in Viola'yla kurduğu tek iletişim, o aradığında
telefonu açmış bulunduğu anlarla sınırlıydı. Bu telefonların
ardından Erik birkaç günlüğüne ortadan kaybolurdu. Sade­
ce basit birkaç eşyasını koyduğu küçük bir çanta hazırlar, kı­
saca veda eder ve giderdi. Bazen Axel onu kıskanırdı. Kendi­
si hiçbir zaman uzun sürel i romantik bir ilişki kuramamıştı.
Tabii ki hayatında kadınlar olmuştu ama hiçbiri uzun süre
yanında kalmamıştı. Bu, Axel'in suçuydu, onların değil. Aşk
tüm zamanını alan diğer tutkusuyla yarışamazdı. İşi yıllar
içinde başka hiçbir şeye zaman bırakmayan talepkar bir met­
rese dönüşmüştü. Axel işlerin ne zaman bu noktaya geldiğini
bilmiyordu. Hayır, bu bir yalandı - aslında biliyordu.
Axel evin sessizliğinde, salondaki çalışma masasının ya­
nında duran fazlasıyla şişkin koltuğa oturdu. Ve erkek kar­
deşi öldüğünden beri ilk kez ağladı.

Erica evdeki sessizliğin tadını çıkarıyordu. Hatta dışarı­


dan gelen hiçbir ses tarafından rahatsız edilmeden, çalışma
odasının kapısını açık bile bırakabilmişti. Ayaklarını masanın
üzerine uzatıp Erik Frankel'in ağabeyiyle yaptığı konuşmayı
düşündü. Duydukları içinde bir şeyleri açığa çıkarmış, anne­
sinin, hakkında hiçbir şey bilmediği ya da tahmin bile yürü­
temediği hayatına dair derin ve doymak bilmeyen bir merak
uyandırmıştı. Axel Frankel'in, annesi hakkında bildiklerinin
yalnızca bir kısmını anlattığını sezmişti. Peki ama onu dur­
duran neydi? Elsy'nin geçmişinde ondan saklamak istediği ne
1 49

vardı? Erica günlüklere uzanıp birkaç gün önce kaldığı yer­


den okumaya devam etti. Ama günlükteki yazılar, Axel'in an­
nesinden bahsettiği sırada sesine yansıyan o garip tınıyı ne­
yin tetiklemiş olabileceğine dair hiçbir ipucu vermiyordu.
Erica okumaya ve hissettiği huzursuzluğu giderebile­
cek herhangi bir şey bulmak için sayfaları karıştırmaya de­
vam etti. Ancak üçüncü defterin son sayfalarını karıştırırken
Axel'le bağlantılı olabilecek bir ipucu buldu.
Artık ne yapacağını biliyordu. Bacaklarını masadan indir­
di, günlükleri aldı ve dikkatlice el çantasına attı. Hava sıcak­
lığını kontrol etmek için ön kapıyı açtıktan sonra üzerine ha­
fif bir ceket giydi ve hızla yürümeye başladı.
Badis'in dik merdivenlerini tırmanıp en tepeye ulaşınca
durakladı; efor sarf ettiği için terlemişti. Yaz kalabalığı sona
erdiğinden eski restoran ıssız ve terk edilmiş gibi görünüyor­
du; gerçi son birkaç yıldır popülerliği hızla azalmıştı. Yaz se­
zonunun ortasında bile nadiren tıklım tıklım oluyordu. Yine
de bir tepenin yamacında, Fjallbacka takımadalarının muh­
teşem manzarasına nazır bir konumdaydı. Ne yazık ki bi­
na yıllar içinde bakıma muhtaç hale gelmişti. Badis'i tekrar
ayağa kaldırabilmek için herhalde büyük bir yatırım yapmak
gerekiyordu.
Erica'nın aradığı ev restoranın az ötesindeydi. Aradığı ki­
şinin evde olacağını umuyordu.
Kapı açıldığında bir çift ışıltılı göz ona baktı. "Buyurun?"
dedi kadın.
"Adım Erica Falck." Erica bir an duraksadı. "Elsy Most­
röm'ün kızıyım" diye ekledi.
"Evet, tabii. Elsy'nin kızısın. Aradaki benzerliği şimdi
fark ettim. İçeri gel."
Ev ışıklı ve zevkliydi. Erica'nın meraklı bakışları duvarla­
rı kaplayan fotoğrafiara yöneldi - herhalde bunlar çocukla­
rı ve torunlarıydı, belki de içlerinde birkaç tane torun çocuğu
1 50

bile vardı. Erica fotoğrafları incelerken, "Kaç çocuğunuz var


hanımefendi?" diye sordu.
"Üç kızım var. Ve Tanrı aşkına bana hanımefendi deme.
Kendimi çok yaşlı hissetmeme neden oluyor. Aslında çok da
genç sayılmam. Ama insanın kendini yaşlı hissetmesine ge­
rek yok. Ne de olsa yaş sadece bir sayıdan ibaret."
"Ne kadar doğru" dedi Erica gülerek. Bu yaşlı kadını sev­
mişti.
Britta, Erica'nın dirseğine hafifçe dokunarak, "İçeri gelip
otursana" dedi. Erica ayakkabılarını ve ceketini çıkardıktan
sonra, Britta'nın peşinden salona gitti.
"Çok güzel bir eviniz var."
"Elli beş yıldır burada yaşıyoruz" dedi Britta . Ne zaman
gülümsese, yüzü tatlı ve neşeli görünüyordu. Kadın çiçek de­
senli büyük kanepeye oturup yanındaki mindere hafifçe vur­
du. "Buraya otur ki sohbet edelim. Seninle tanıştığıma çok
memnun oldum. Elsy ve ben . . . gençliğimizde birlikte çok za­
man geçirdik."
Erica bir an için Axel'in konuşmasına yansıyan o garip tı­
nının aynısını Britta'nın sesinde de duyar gibi oldu, ama bir
saniye sonra bu tım yok oldu. Britta yine nazikçe gülümsedi.
"Şey, çatı katını temizlerken annemin geride bıraktığı bir­
kaç parça buldum ve . . . ee, bulduklarım merakımı uyandırdı.
Annemin geçmişi hakkında pek fazla şey bilmiyorum. Mese­
la, siz ikiniz nasıl tanışmıştınız?"
"Elsy ve ben sınıf arkadaşıydık. Okulun ilk gününden iti­
baren hep yan yana oturduk."
"Peki, Erik ve Axel'le de arkadaş mıydınız?"
"Axel'den daha çok Erik'le arkadaştık. Erik'in ağabeyi biz­
den birkaç yaş büyüktü. Muhtemelen fazlasıyla çocuksu ol­
duğumuzu düşünüyordu. Ama fena halde yakışıklıydı."
Erica, "Evet, ben de öyle duydum" diyerek güldü. "Bu ara­
da, kendisi hala yakışıklı."
151

Britta dokunaklı bir biçimde, "Seninle aynı fikirdeyim


ama sakın bunu kocama söyleme" diye fısıldadı.
"Söylemem, söz veriyorum." Erica annesinin eski arkada­
şına gitgide daha çok ısınıyordu. "Peki ya Frans? Anladığım
kadarıyla Frans Ringholm de grubunuzun bir parçasıymış.
Öyle değil mi?"
Britta kaskatı kesildi. "Frans mı? Evet, şey, Frans da gru­
bumuzdaydı."
"Anlaşılan Frans'tan pek hoşlanmıyordunuz."
"Hoşlanmıyor muydum? Aksine, çok hoşlanıyordum. Ona
delicesine aşıktım. Ama hislerimiz karşılıklı değildi. Onun
gözü . . . bir başkasındaydı."
Erica cevabı bildiğini düşündüğü halde, "Öyle mi? Kim­
deydi peki?" diye sordu.
"Annendeydi. Bir köpek yavrusu gibi onun peşinde gezer-
di. Hiçbir yararı olmadığı halde. Elsy asla Frans gibi birine
aşık olmazdı. Sadece benim gibi saf bir salak o hatayı yapa­
bilirdi, çünkü tek umursadığım bir erkeğin dış görünüşüydü.
Frans da son derece çekiciydi. Genç kızlara fazlasıyla kışkır­
tıcı gelen ama büyüdükçe ürkmelerine neden olan, biraz teh­
likeli bir yönü vardı."
"Ah, işte bundan emin değilim" dedi Erica. "Tehlikeli
adamlar daha yaşlı kadınlara bile kışkırtıcı geliyor."
Britta pencereden dışarı bakarak, "Muhtemelen haklı­
sın" dedi . "Ama şansım varmış ki ben o dönemi atlattım .
Frans'tan hoşlanmayı da bıraktım. 0 . . . hayatımda olmasını
istediğim türde bir adam değildi. Herman'ım gibi olamazdı."
"Kendinize biraz fazla yüklenmiyor musunuz? Hiç de saf
bir salak gibi görünmüyorsunuz da."
"Artık değilim. Ama itiraf etmem gerekirse, Herman'la ta­
nışıp ilk çocuğumu doğurana kadar. . İyi bir kız değildim."
.

Britta'nın açık sözlülüğü Erica'yı şaşırttı. Kendine fazla­


sıyla yükleniyordu.
1 52

"Peki ya Erik? O nasıl biriydi?"


Britta bakışlannı tekrar pencereye çevirdi. Bu soruya na­
sıl cevap vereceğini düşünüyor gibiydi. Sonra yüz ifadesi yu­
muşadı. "Erik çocukken bile koca adam gibiydi. Ama bunu
olumsuz anlamda söylemiyorum. Yani duyarlı bir yetişkin
gibiydi. Her zaman bir şeyler düşünür ve okurdu. Burnunu
hep kitaplara gömerdi. Frans bu yüzden ona takılırdı. Ama
Erik muhtemelen ağabeyi yüzünden biraz tuhaftı."
"Anladığım kadanyla Axel çok popülermiş."
"Axel bir kahramandı. Ve ona en fazla gıpta eden kişi de
Erik'ti. Ağabeyinin yürüdüğü toprağa tapardı. Erik'in gözün­
de, Axel asla hata yapmazdı." Britta, Erica'nın hacağını okşa­
yıp aniden ayağa kalktı. "Bak ne diyeceğim. Ben biraz kahve
yapacağım. Elsy'nin kızı ha. Ne güzel. Ne kadar güzel."
Britta mutfağa gidip gözden kaybolurken, Erica olduğu
yerde kaldı. Mutfaktan gelen tabak çanak tıkırtılarını ve su
sesini duydu. Sonra kulağına bir ses daha çalındı. Erica ka­
nepede oturmaya devam edip önünde uzanan manzaranın
keyfini çıkararak sakince bekliyordu. Ama birkaç dakikalık
sessizliğin ardından, burnuna yanık kokusu gelmeye başladı.
"Britta?" diye seslendi. "Her şey yolunda mı?" Cevap gelmedi.
Bunun üzerine ayağa kalkıp ev sahibine bakmak için mutfa­
ğa gitti.
Britta mutfak masasına oturmuş, boşluğa bakıyordu .
Ocaktaki gözlerden biri kıpkırmızı parlıyordu. Üzerinde du­
ran boş çaydanlıktan dumanlar yükselmeye başlamıştı. Eri­
ca hemen gidip ocağı söndürdü. Elini yakınca, "Kahretsin!"
diye söylendi. Acısını dindirrnek için elini soğuk suyun altına
tuttu. Sonra Britta'ya döndü.
"Britta?" dedi usulca. Kadının yüzüne o kadar boş bir ifa­
de yerleşmişti ki, Erica bir an için onun felç filan geçirmiş ol­
masından korktu. Ama sonra Britta başını çevirip ona baktı.
"Demek nihayet bana merhaba demeye geldin Elsy'' dedi.
1 53

Erica şaşkınlıkla ona baktı. "Ben Erica'yım Britta, Elsy'nin


kızıyım."
Yaşlı kadın bu sözcükleri algılamamış gibiydi. "Ah Elsy''
dedi. "Ben de uzun zamandır seninle konuşmak, bazı şeyleri
açıklamak istiyordum. Ama bir türlü yapamadım işte . . . "
"Neyi açıklayamadınız? Elsy'yle ne hakkında konuş­
mak istiyordunuz?" Kalbi deli gibi atmaya başlayan Erica,
Britta'nın karşısına oturdu. İlk kez Erik ve Axel'in ondan
saklamaya çalıştıkları sırn öğrenmenin eşiğine geldiğini his­
setti.
Ama Britta kafası kanşmış halde ona baktı. Onu sarsarak
dilinin ucuodakini söylemeye zorlama dürtüsüne karşı koyan
Erica sorusunu tekrarladı: "Neyi açıklayamadınız? Annemle
ilgili bir şey miydi? Neden bahsediyorsunuz?"
Britta elini umursamazca salladı ama sonra masaya yas­
landı. Neredeyse fısıldayarak konuşmaya başladı: "Seninle
konuşmak istedim. Ama eski kemikler . . . huzur içinde uyu­
malı. . . Onlan deşmenin bir yaran yok. .. Erik dedi ki. .. kimse­
nin tanımadığı asker. . . " Sonra sesi gitgide azalarak bir mırıl­
tı halini aldı ve Britta tekrar boşluğa bakmaya başladı.
"Hangi kemikler? Neden bahsediyorsunuz siz? Erik ne de­
di?" Erica farkında olmadan sesini yükseltiyordu. Mutfağın
sessizliğinde, neredeyse çığlık atıyor gibiydi. Britta tıpkı ken­
dilerini azarlayan birini dinlemek istemeyen çocuklar gibi el­
leriyle kulaklarını kapatarak anlamsız bir şeyler söylemeye
başladı.
"Neler oluyor burada? Sen de kimsin?" Arkasından ge­
len öfkeli bir erkek sesi duyan Erica arkasına döndü. Elinde
iki tane Konsum torbası olan uzun saçlı, kır saçlarının tepe­
si açılmış bir adam kapı ağzında duruyordu. Erica onun Her­
man olduğunu tahmin etti. Ayağa kalktı.
"Özür dilerim, ben . . . Adım Erica Falck. Britta gençliğinde
annemi tanıyormuş; ona birkaç soru sormak istemiştim sade-
1 54

ce. İlk başta her şey yolunda gibiydi ... ama sonra ... Britta oca­
ğı açtı." Erica sözlerinin kulağa saçma geldiğinin farkınday­
dı ama zaten durumun hiçbir mantıklı yanı yoktu. Arkasında
oturan Britta ise hiç durmadan çocuksu sesler çıkanyordu.
Herman torbaları yere koyarak, "Kanm Alzheimer hasta­
sı" dedi. Sesindeki hüznü duyan Erica, kendini suçlu hisset­
ti. Britta'nın hafızasının kusursuz bir berraklık ile mutlak bir
kafa kanşıklığı arasında gidip gelmesinden, onun Alzheimer
olduğunu tahmin etmesi gerekirdi. Bir yerlerde okuduğuna
göre, Alzheimer hastalannın beyinleri onları bir bilinmezliğe
sürüklüyor, sonunda geriye yalnızca bir sis perdesi kalıyordu.
Herman karısının yanına giderek ellerini usulca kulak­
larından çekti. "Britta, tatlım . Alışveriş yapmak üzere dışa­
rı çıkınarn gerekti. Artık geri döndüm. Şştt, geçti artık, her
şey yolunda" dedi. Onu koliarına alıp ileri geri salladı, niha­
yet Britta'nın sayıklamaları durdu. Herman Erica'ya baktı.
"Artık gitseniz iyi olacak. Ve bir daha da gelmemenizi tercih
ederim" dedi.
"Ama karınız bir şeyden bahsetti . . . Bunu öğrenmem gere­
kiyor. . . " Erica lafları ağzında gevelerken söylenecek en doğru
şeyi bulmaya çalıştı, ama Herman ona dik dik bakarak ka­
rarlı bir şekilde konuştu:
"Sakın bir daha buraya gelmeyin."
Kendini davetsiz bir misafir gibi hisseden Erica evden çık­
tı. Herman'ın kansıyla rahatlatıcı bir ses tonuyla konuştuğu­
nu duydu. Ama zihninde Britta'nın eski gerçeklerle ilgili söy­
ledikleri hala yankılanıyordu. Acaba ne demek istemişti?

Sardunyalar bu yaz alışılmadık derecede muhteşemdi. Vi­


ola etrafta dolaşıyor, kurumuş yaprakları şefkatle koparıyor­
du. Çiçeklerinin güzel kalmalarını istiyorsa, kuruyan kısım­
Iann ayıklanması şarttı. Sardunya tarhlan oldukça etkileyi­
ci görünüyordu. Her yıl budadığı parçalan özenle küçük sak-
1 55

sılara ekiyordu. Yeterince büyüdüklerinde de onlan daha bü­


yük saksılara geçiriyordu. En çok Marbacka sardunyasını
seviyordu. Güzelliğiyle hiçbir şey boy ölçüşemezdi. İncecik
pembe tomurcuklanyla, kısmen biçimsiz ve orantısız gövde­
lerinin kelimelerle tarif edilemeyecek kadar etkileyici bir ya­
m vardı. Ama ıtır sardunyalan da bir harikaydı.
Sardunyaların meraklısı çoktu. Oğlunun önayak olması
üzerine internetİn görkemli dünyasıyla tamşah beri üç fark­
lı sardunya forumuna katılmış ve dört haber bültenine abone
olmuştu. Ama en çok Lasse Anrell'le yazışmaktan keyif alı­
yordu. Sardunyaları kendisinden daha çok seven biri varsa,
o da Lasse'ydi. Onun derslerinden birine katıldığından beri
e-postayla haberleşiyorlardı. O akşam Lasse'ye pek çok so­
ru sormuş; Lasse de ona sardunyalar hakkındaki son kita­
bının imzalı bir nüshasını vermişti. Birbirlerine hemen ısın­
dıkları için, düzenli olarak gelen kutusuna düşen e-postalan
dört gözle bekler olmuştu. Erik bu konuda ona takılır, arka­
sından Lasse Anrell'le bir ilişki yaşadığını ve sardunyalarla
ilgili tüm bu sohbetlerin aşk meşk meseleleriyle ilgili bir tür
şifre olduğunu söylerdi. Erik'in de her terimin anlamına dair
kendi teorileri vardı; özellikle de "ıtır sardunyalarım" çok ca­
zip bulduğu için ona "Itır Sardunyam" diye hitap eder olmuş­
tu . . . Viola bunu düşününce yüzü al al oldu ama bu kızarık­
lık yerini çabucak gözyaşiarına bıraktı. Son birkaç gündür,
Erik'in ölmüş olduğu gerçeğiyle bininci defadır yüzleşiyordu.
Saksılardaki toprak, Viola'nın tabaklara dikkatle döktü­
ğü az miktardaki suyu hevesle emdi. Sardunyaları aşırı su­
lamamak gerekiyordu. Toprak her sulama arasında güzelce
kurumalıydı. Bu benzetme Erik'le olan ilişkileri için de pek
çok açıdan uygundu. Tamştıklarında ikisi de toprağı kuru­
muş iki bitki gibiydi ve fazla sulanmaktan korkuyorlardı.
Bu yüzden ayrı yaşamaya devam etmişler, kendi hayatlarını
sürmüşler ve yalnızca bir araya gelmek istediklerinde görüş-
1 56

müşlerdi. Daha ilk başta, ilişkilerinin karşılıklı şefkat, sev­


gi ve iletişime dayalı olacağına dair birbirlerine söz vermiş­
lerdi. Canları ne zaman isterse o zaman bir araya gelecekler­
di. Gündelik hayatın saçmalıklarının ilişkilerine yük olması­
na asla izin vermeyeceklerdi.
Viola kapının çaldığını duyunca sulama kabını bıraktı ve
gözyaşlarını bluzunun koluna sildi. Derin bir nefes aldı, gü­
cünü toplamak için sardunyalarına son bir kez bakıp kapıyı
açmaya gitti.
Fj allbacka, 1943

"Britta, sakinleş. Ne oldu ki? Yine sarhoş mu oldu?" Elsy,


Britta'nın yatağında otururlarken arkadaşının sırtını okşa­
yarak onu teselli etmeye çalıştı. Britta b aşıyla onayladı. Bir
şeyler söylemeye çalıştı ama ağzından sadece bir hıçkırık çık­
tı. Elsy sırtını okşamaya devam ederek onu biraz daha ken­
dine çekti.
"Ş ş tt. . . Çok yakında buradan taşınacaksın. Bir yerde işe
gireceksin. Evdeki bütün sıkıntılardan kurtulacaksın."
Britta arkadaşına yaslanarak, "Asla . . . asla geri dönmeye­
ceğim" diye hıçkırdı.
Elsy bluzunun Britta'nın gözyaşlarından ıslandığını hisse­
debiliyordu ama bunu umursamadı.
"Annene yine kötü mü davrandı?"
Britta başıyla onayladı. ''Yüzüne tokat attı. Sonrasını gör­
medim. Evden çıktım. Ah, keşke erkek olsaydım, o zaman
onu her yanını morartana kadar döverdim."
Elsy, "Eğer erkek olsaydın bu güzel yüze yazık olurdu" di­
yerek Britta'ya sarılıp güldü. Arkadaşım, küçük bir iltifatın
her zaman moralini düzelteceğini bilecek kadar iyi tanıyordu.
Hıçkırıkları dinmeye başlayan Britta, "Çok komik" dedi.
"Ama küçük erkek kardeşlerim ve kız kardeşim için üzülü­
yorum."
Elsy Britta'nın üç küçük kardeşini gözünün önüne getire-
1 58

rek, "Bu konuda yapabileceğin fazla bir şey yok" dedi. Baba­
larının ailesine ne büyük acılar yaşattığını düşününce, öfke­
den boğazı düğümlendi. Tord Johansson, Fjallbacka'da kav­
gacı bir sarhoş olarak nam salmıştı. Karısı Ruth'u haftada
birkaç kez döverdi. Zavallı kadın dayak yedikten sonra evden
çıkmak zorunda kaldığında yüzündeki çürükleri bir eşarp­
la gizlerdi. Bazen çocuklar da Tord'un öfkesinden nasiplerini
alırlardı, ama babaları şimdiye kadar dayaklarını Britta'nın
iki genç erkek kardeşine saklamıştı. Britta'ya ve küçük kız
kardeşine henüz el kaldırmamıştı.
Britta, "Keşke ölse. Sarhoşken denize düşüp boğulsa" di­
ye fısıldadı.
Elsy onu daha da kendine çekti. "Şştt. Böyle şeyler söyle­
memelisin Britta. Eminim ki Tanrı'nın takdiriyle her şey öy­
le ya da böyle yoluna girecek. Babanın ölmesini dileyerek gü­
nah işlemene gerek kalmadan."
"Tanrı mı?" dedi Britta acı acı. "Tanrı bizim evimize hiç
uğramadı ki. Yine de annem her pazar evde oturup dua edi­
yor. Sanki ona çok faydası varmış gibi! Senin için Tanrı'dan
bahsetmek kolay. Annenle b aban çok iyi insanlar, hem re­
kabet etmek ya da bakmak zorunda olduğun kardeşlerin de
yok." Britta sesindeki öfkeyi gizleyemiyordu.
Elsy arkadaşına sarılmayı bıraktı. Dostça ama sert bir ses
tonuyla, "Hayat bizim için de her zaman o kadar kolay değil"
dedi. "Babam her geçen gün daha da zayıfladığı için annem çok
üzülüyor. Öckerö torpillendiğinden beri, babamın gemisiyle
yaptığı her yolculuğun sonuncusu olacağını düşünüyor. Bazen
onu pencerenin önüne oturmuş, denize bakarken buluyorum.
Sanki babamı eve geri göndermesi için denize yalvarıyor."
Britta acıklı bir şekilde burnunu çekerek, "Bence hiç de
aynı durumda değiliz" dedi.
"Tabii ki aynı durumda değiliz. Demek istediğim ... of, ney­
se boş ver." Elsy konuşmayı sürdürmenin faydasız olduğunu
1 59

biliyordu. Arkadaşının iyi niyetli olduğunu bildiği için onu


seviyordu, ama Britta bazen fazlasıyla bencil olabiliyordu.
Birinin yukarı kata çıktığını duydular. Britta derhal aya­
ğa kalkıp telaş içinde gözyaşlanm silmeye başladı.
"Ziyaretçiniz var" dedi Hilma. Erik ve Frans hemen arka­
sında, merdivenlerde duruyorlardı.
"Selam!"
Elsy annesinin bu ziyaretten pek de memnun olmadığını
anlamıştı. Annesi onları yalmz bırakmadan önce uyarılarını
yaptı: "Elsy, Östermanla:r için yıkadığım çamaşırları teslim
etmen gerektiğini unutma. Çıkmadan önce on dakikan var.
Baban her an eve gelebilir."
Hilma gidince, Frans ile Erik Elsy'nin odasında oturacak
başka yer olmadığı için yere iliştiler.
"Galiba annen buraya gelmemizi istemiyor" dedi Frans.
"Annem farklı sosyal sınıflardan insaniann kaynaşmama­
sı gerektiğini düşünüyor" dedi Elsy. "Siz ikiniz üst sınıftansı­
mz; gerçi insaniann neden böyle düşündüğünü hiç anlamıyo­
rum." Elsy haylazca gülümsedi; Frans ise cevap olarak dilini
çıkardı. Erik Britta'ya bakıyordu.
"Nasıl gidiyor Britta?" dedi sessizce. "Görünüşe göre bir
şeye üzülmüşsün."
Britta başını havaya kaldırarak, "Seni ilgilendirmez" di­
ye terslendi.
''Muhtemelen kızlara özgü bir sorundur" dedi Frans güle­
rek.
Britta ona hayranlıkla bakıp kocaman gülümsedi. Ama
gözlerinin çevresi hala kırmızıydı.
Elsy ellerini kucağında birleştirerek, "Neden sana her şey
bu kadar komik geliyor Frans?" diye sordu. "Hayat bazı in­
sanlar için daha zordur. Herkes sen ve Erik gibi değil. Savaş
birçok aileyi zor durumda bıraktı. Ara sıra bunu hatırlasan
iyi edersin."
1 60

"Beni neden onunla bir tutuyorsun?" diye sordu Erik güce­


nerek. "Hepimiz Frans'ın cahil bir budala olduğunu biliyoruz
ama beni insanların acı çektiğini bilmemekle suçlaman hak­
sızlık . . . " Elsy'ye alınmış gibi baktı ama Frans koluna yumruk
atınca sıçrayıp "Ahh" diye bağırdı.
"Cahil bir budala mı? Sana katılmıyorum . Esas budala­
lar 'insanların acı çektiğinden haberdar olmayanlar' hakkın­
da konuşanlar. En az seksen yaşındaymışsın gibi konuşuyor­
sun. Okuduğun tüm o kitaplar sağlığın için yararlı değil. Zih­
nini bulandırıyorlar." Frans parmağıyla şakağına vurdu.
"Ah, ona aldırma" dedi Elsy bıkkınlıkla. Bazen oğlanların
sürekli atışmasından sıkılıyordu. O ka�ar çocuksulardı ki.
Aşağı kattan gelen ses, yüzünün aydınlanmasına neden
oldu. "Babam geldi!" dedi. Üç arkadaşına da sevinçle gülüm­
seyip babasını görmek üzere aşağıya inmek istedi. Fakat
merdivenlerin yarısında durdu, babası eve döndüğünde duy­
maya alışkın olduğu neşeli sesler ortada yoktu. Alçalıp yük­
selen sesler kulağa hüzünlü gibi geliyordu. Elsy babasını gö­
rür görmez bir terslik olduğunu anladı. Babasının yüzü bem­
beyazdı ve her endişeli olduğunda yaptığı gibi, bir elini saçla­
rının arasından geçiriyordu.
Kalbinin deli gibi attığını hisseden Elsy tereddütle, "Ba­
ba?" dedi. Acaba ne olmuştu? Onunla göz göze gelmeye çalıştı
ama babasının bakışları arkasından gelen Erik'e odaklanmış­
tı. Konuşmak üzere birkaç kez ağzını açtı ama tek bir kelime
dahi söyleyemeden kapattı. Sonunda, "Erik, bence eve gitme­
lisin. Annenin ve babanın . . . sana ihtiyaçları olacak" diyebildi.
"Neden? Ne oldu?" Elsy'nin babasının kendisine kötü ha­
berler vereceğini anlayan Erik, elleriyle ağzını kapadı. ''Yok­
sa Axel. . . o . . . " Cümlesini tamamlayama dı ama boğazında­
ki düğümü gidermek istercesine yutkunmaya devam etti.
Axel'in cansız bedeninin görüntüsü gözünün önüne gelip du­
ruyordu. Annesi ve babasıyla nasıl yüzleşebilirdi ki? Nasıl?
1 61

Elof onun ne düşündüğünü anlayınca, "Axel ölmedi" dedi.


"Ağabeyin ölmedi. Ama Almanlar onu yakalamışlar."
Erik'in yüz ifadesi şaşkınlığa dönüştü. Axel'in ölmediği­
ni duyunca hissettiği rahatlama ve sevinç, ağabeyinin düş­
manın elinde olduğunu düşününce yerini çabucak endişe ve
umutsuzluğa bırakmıştı.
"Hadi gel, seninle eve kadar yürüyeyim" dedi Elof. San­
ki tüm vücudu, Axel'in anne ve babasına oğullarının bu se­
fer geri dönmeyeceğini söylemenin sorumluluğu altında ezi­
liyordu.
Paula arka koltuğa yerieşirken halinden memnun, gülüm­
sedi. Ön tarafta oturan Patrik ile Martin'in birbirleriyle atış­
malannın son derece keyifli ve tanıdık bir yanı vardı. O sıra­
da Martin, Patrik'in araba kullanışıyla ilgili uzun bir eleşti­
rinin ortasındaydı; bu fırsatı asla kaçırmazdı. Ama iki ada­
mın iyi anlaştıkları belliydi. Paula, Patrik'e şimdiden büyük
bir saygı duymaya başlamıştı.
Şimdilik Tanumshede'de olmak iyi bir fikir gibi görünü­
yordu. Paula buraya geldiğinden beri kendini evindeymiş gi­
bi hissediyordu. O kadar uzun süre Stockholm'de oturmuş­
tu ki, küçük bir kasahada yaşamanın nasıl bir şey olduğu­
nu unutmuştu. Belki de Tanumshede ona bir şekilde çocuk­
luk yıllarını geçirdiği küçük Şili kasabasını hatırlatıyordu.
Buraya neden bu kadar çabuk alıştığını başka türlü açıkla­
yamıyordu. Stockholm'de özlediği hiçbir şey yoktu. Belki de
Stockholm'ün bir suçu yoktu; bir polis memuru olarak her şe­
yin en kötüsüne şahit olmuş , bu da şehirle ilgili görüşleri­
ni lekelemişti. Ama işin gerçeği, çocukken bile kendini ora­
ya ait hissetmemişti. Paula ve annesi şehre gelen ilk göçmen
dalgasında yer alıyorlardı; onlara Stockholm'ün dışında, ko­
yu gözlerinin ve siyah saçlarının onları diğerlerinden ayır­
dığı bir mahallede ufacık bir daire verilmişti. Paula, sınıfın­
da İsveç'te doğmamış tek çocuktu. Ve bunun bedelini ödemek
1 63

zorunda kalmıştı. Her gün, her dakika, farklı bir ülkede doğ­
muş olmasının bedelini ödemişti. Yalnızca bir yıl içinde ak­
sansız konuşmaya başladığı, mükemmel İsveççesinin de yar­
dımı olmamıştı. O bir yabancıydı.
Yaygın inanışın aksine, Paula ekibe katıldığında, ırkçılık
polis teşkilatında mesele olmaktan çıkmıştı. İsveçliler niha­
yet başka ülkelerden gelen insanlara alışmışlardı. Paula'ya
artık bir göçmen olarak bakmıyorlardı. Hem uzun yıllar bo­
yunca İsveç'te yaşadığı için hem de Güney Amerika geçmi­
şi sayesinde Ortadoğu'dan veya Mrika'dan gelen mültecilerle
aynı kategoriye dahil olmadığı için. Paula çoğu zaman, yakın
dönemde gelen mülteciler kadar yabancı görünmemesi saye­
sinde göçmenlik statü sünden kurtulmasının saçma olduğu nu
düşünürdü.
Frans Ringholm gibi adamları korkutucu bulurdu. Böyle­
leri nüansları görmezlerdi. Yalnızca bir saniyeliğine baktık­
ları birini dış görünüşlerine dayanarak hedef göstermeye ha­
zırlardı. Annesiyle Şili'den kaçmalarına neden olan da aynı
türden, temelsiz bir önyargıydı. Yüzyıllardır süregelen ve sa­
dece tek bir yöntemin, tek tip insanın makbul olduğuna, di­
ğer her şeyin dünya düzenine yönelik bir lanet ve tehdit ol­
duğuna yönelik inançlardı. Ringholm gibi insanlar hep var
olmuştu. Kaideleri belirleyecek zekaya ya da güce sahip ol­
duğuna inanan insanlar . . .
"Kaç numara demiştin?" Martin Paula'ya dönerek düşün­
celerini böldü. Paula elindeki kağıt parçasına baktı.
''Yedi numara."
Martin bir binayı işaret ederek, "İşte şurası" dedi. Patrik
arabayı binanın önüne yanaştırıp park etti. Kullen bölgesinde,
spor sahasının hemen karşısındaki apartmanın önündelerdi.
Kapıda alelade bir isimlik yerine, ahşaptan yapılmış çok
daha kişisel bir levha vardı. Üzerindeki Viola Ellmander is­
mi zarif bir şekilde, elde boyanmış çiçekli bir çemberin içine
1 64

yazılmıştı. Kapıyı açan kadın da isim levhasıyla uyumluydu.


Viola'nın bedeni etine dolgun ama orantılıydı; yüzüyse içten­
likle ışıldıyordu. Paula onun çiçek desenli romantik elbisesi­
ni görünce, tepede topuz yaptığı kır saçiarına kondurulan ha­
sır bir şapkanın ona çok yakışacağını düşündü.
Viola kenara çekilerek, "İçeri buyurun" dedi. Paula ant­
reye gıptayla baktı. Burası kendi dairesinden oldukça fark­
lı olduğu halde hoşuna gitmişti. Daha öı:ı.ce hiç gitmediği
Fransa'nın kırsal bölgesi, herhalde böyle bir yerdi. Rüstik kır
mobilyaları, çiçek motifli kumaşlarla ve tablolarla kombine
edilmişti. Paula başını salondan içeri uzatınca, aynı tarzın
buraya da hakim olduğunu gördü.
Viola onlara yolu göstererek, "Ben de kahve yapmıştım"
dedi. Sehpanın üzerinde çiçek desenli pembe bir fincan takı­
mı ve içinde bisküviler olan bir tabak duruyordu.
Patrik, "Teşekkür ederiz" dedi ve temkinli bir şekilde ka­
nepeye ilişti. Tanışma faslı aradan çıktıktan sonra Viola bü­
tün fincanlara kahve doldurup konuşmalarını beklerneye
başladı.
Paula kahvesini yudumlarken, "Sardunyaların böyle gü­
zel görünmalerini nasıl sağlıyorsunuz?" diye soruverdi. Pat­
rik ve Martin şaşkınlıkla ona baktılar. "Benimkiler hep ya
çürüyorlar ya da kuruyorlar" diye açıkladı Paula. Patrik ve
Martin kaşlarını daha da yukarı kaldırdılar.
"Ah, o kadar da zor değil" dedi Viola gururla. "Sadece su­
lamalar arasında toprağın iyice kuruduğundan emin olmak
gerek; onları asla fazla sulamamalısınız. Lasse Anrell'den
şahane bir ipucu öğrendim. Ara sıra bir miktar idrarı gübre
olarak kullanmaını önerdi. Eğer size sorun çıkarıyorlarsa bu
yöntem işe yarar."
"Lasse Anrell mi?" dedi Martin. "Kendisi Aftonbladet'teki
spor yazarı değil mi? Onun sardunyalarla ne ilgisi var ki?"
Viola bu kadar aptalca bir soruya cevap vermek istemiyor-
1 65

muş gibi görünüyordu. Onun için Lasse her şeyden önce bir
sardunya uzmanıydı; bunun yanı sıra bir spor yazarı ve tele­
vizyon siması olduğu aklına bile gelmiyordu.
Patrik boğazını temizledi. "Anladığım kadarıyla, Erik
Frankel'le düzenli olarak görüşüyormuşsunuz." Bir an rlu­
raksadıktan sonra devam etti. "Şey . . . başınız sağ olsun."
Viola kahve fincanına bakarak, "Teşekkür ederim" dedi.
"Evet, kendisiyle görüşüyorduk. Erik bazen burada kalırdı;
ayda iki kez filan."
Paula, "Nasıl tanışmıştınız?" diye sordu. Evlerinin ne ka­
dar farklı olduğunu gördükten sonra, bu iki insanın bir araya
geldiklerini hayal etmek zordu.
Viola gülümsedi. Paula onun iki bm e sevimli gamzesi ol­
duğunu fark etti.
"Erik birkaç yıl önce kütüphanede bir konuşma yapmış­
tı. Tam olarak ne zamandı acaba? Herhalde dört yıl öncey­
di . . . Hatırladığım kadarıyla konuşmanın konusu BohusHin
ve İkinci Dünya Savaşı'ydı. Sonra sohbet etmeye başladık ve
şey . . . ondan sonra arkası geldi." Viola bu anısını düşünürken
gülümsedi.
Martin, "Hiç Erik'in evinde buluşmaz mıydınız?" diye sor­
du, uzanıp bir bisküvi aldı.
"Hayır. Erik burada buluşmamızın daha kolay olduğunu
düşünürdü. Evini ağabeyiyle paylaşıyordu. Axel çoğu zaman
evde olmasa da . . . Erik buraya gelmeyi tercih ederdi."
"Size hiç tehdit edildiğinden bahsetti mi?" diye sordu Pat­
rik.
Viola başını hararetle iki yana salladı. "Hayır, hiç bah­
setmedi. Bunu hayal dahi edemiyorum . . . Yani, kim Erik gi­
bi emekli bir tarih öğretmenini tehdit eder ki? Düşüncesi bi­
le saçma."
"Ama işin aslı şu ki, kendisi İkinci Dünya Savaşı ve
Nazizm'e duyduğu ilgi yüzünden tehditler alıyormuş; en azın-
1 66

dan dolaylı olarak. Bazı örgütler, insanların onaylamadıklan


bir tarihsel resim çizmelerinden hoşlanmazlar."
Gözleri birdenbire öfkeyle parlayan Viola, "Erik sizin per­
vasızca ifade ettiğiniz gibi resim filan çizmiyordu" dedi. "O
kendini işine adamış bir tarihçiydi; detayları ve doğruları
kendisinin ya da bir başkasının istediği şekilde değil de, ol­
duğu gibi aktarma konusunda son derec_e titizdi. Erik resim
filan yapmazdı. Bulmacalar çözerdi. Parçaları yavaş yavaş,
tek tek birleştirerek geçmişin neye benzediğini ortaya çıka­
rırdı. Bir köşede mavi bir gökyüzü, bir diğer köşede yeşil kır­
lar olurdu ve sonunda eserini başkalanyla paylaşırdı. Gerçi
hiçbir zaman tam olarak bitirmezdi." Viola'mn nazik bakışla­
n geri dönmüştü. "Gün yüzüne çıkarılacak olgular ve gerçek­
ler hiç bitmez."
Paula, "Peki neden İ kinci Dünya Savaşı'na bu kadar bü­
yük bir tutku besliyordu?" diye sordu.
"İnsanlar herhangi bir şeye neden ilgi duyarlarsa o yüz­
den. Ben neden güllere değil de sardunyalara bayılıyorum?"
Viola ellerini umursamazca savurdu ama ayın zamanda yü­
züne düşüneeli bir ifade de yerleşmişti. "Erik'in durumunda
ise, bunun nedenini anlamak için Einstein olmaya gerek yok.
Savaş sırasında ağabeyinin başına gelenler onu derinden et­
kilemiş. Bana bunlan hiç anlatmazdı; sadece bir kez bahset­
mişti - o da Erik'i sarhoş gördüğüm tek seferdi. Birbirimi­
zi en son o gün görmüştük." Viola'nın sesi çatladı. Kendini
devam edecek kadar toparlaması birkaç dakika sürdü. "Erik
haber vermeden çıkıp gelmişti. Bu bile alışılmadık bir du­
rumdu ama belli ki gereğinden fazla içmişti, bu hiç yapmadı­
ğı bir şeydi. İçeri girer girmez yaptığı ilk şey içki dolabına gi­
dip kendine koca bir bardak viski doldurmak oldu. Sonra bu
kanepeye oturup içkisini bir dikişte bitirdi. Söylediklerinin
çoğunu anlayamadım; sarhoştu ve abuk sabuk konuşuyordu.
Ama meselenin Axel'le ilgili olduğunu anladım. Axel'in ha-
1 67

pisteyken neler yaşadığından ve tüm bunların aileyi nasıl et­


kilediğinden bahsediyordu."
"Erik'i en son o gün gördüğünüzü söylediniz. Peki neden?
Yaz boyunca neden görüşmediniz? Erik'in nerede olduğunu
merak etmediniz mi?"
Gözyaşiarına hakim olmaya çalışan Viola'nın yüzü buruş­
tu. Nihayet boğuk bir sesle cevap verdi: "Çünkü Erik bana
veda etti. Gece yarısına doğru buradan ayrıldı -sendeleye­
rek çıktı desek daha doğru olur-, giderken söylediği son şey,
birbirimize veda etmemiz gerektiğiydi. Birlikte geçirdiğimiz
zamanlar için bana teşekkür edip yanağıma bir öpücük kon­
durdu. Sonra da gitti. Sarhoş olduğu için saçmalarlığını san­
dım. Ertesi gün bir aptal gibi davrandım; bütün gün telefo­
nun başında oturup Erik'in aramasını, bir açıklama yapma­
sını ya da . . . özür dilernesini bekledim. Ama ondan hiçbir ha­
ber almadım. Ben de aptalca gururum yüzünden onu arama­
yı reddettim. Eğer aramış olsaydım, orada tek başına . . . " Vio­
la hıçkırıklara bağulunca cümlesi yanm kaldı.
Ama Paula onun ne demek istediğini anlamıştı. Elini
Viola'nın elinin üzerine koyup usulca, ''Yapabileceğiniz hiçbir
şey yoktu. Nereden bilebilirdiniz ki?" dedi.
Viola gönülsüzce başını saliayarak elinin tersiyle gözyaş­
lannı sildi.
"Erik'in buraya hangi gün geldiğini hatırlıyor musunuz?"
diye sordu Patrik.
Meşgul olacak bir şey bulduğu için minnettar olan Viola,
"Takyi.me bakayım" dedi ve ayağa kalktı. "Her gün için not­
lar alırım; bu sayede tarihi bulacağıını düşünüyorum" diye
ekledi, odadan çıktı ve bir süre geri dönmedi.
Geri döndüğünde, " 1 5 Haziran'da gelmiş" dedi. "Öğleden
sonra dişçiye gittiğimi hatırlıyorum, yani o gün geldiğinden
eminim."
Patrik ayağa kalkarak, ''Tamam, teşekkürler" dedi.
1 68

Viola'ya veda edip caddeye çıktıklarında, hepsi aynı şeyi


düşünüyordu. Acaba 1 5 Haziran'da Erik'in alışılmadık sar­
hoşluğuna ve sonra da Viola'yla ilişkisini bitİrınesine yol
açan ne olmuştu? Ne olmuş olabilirdi ki?

"Belli ki üzerinde hiçbir otoritesi yok!"


"Ama Dan, haksızlık ediyorsun! Nereden biliyorsun, belki
sen de aynı şekilde tuzağa düşecektin." Kollarını göğsünde ka­
vuşturup tezgaha yaslanan Anna, ters ters Dan'a bakıyordu.
"Ah, hayır. Kesinlikle düşmezdim!" Dan yaşadığı derin ha­
yal kırıklığı yüzünden ellerini sarı saçlarının arasından geçi­
rip durduğu için, kafasındaki her bir tel havaya dikilmişti.
"Doğru ya. Birinin gece gizlice eve girip kilerdeki bütün çi­
kolatayı yediğini düşünen sen değil misin? Eğer çikolata am­
balajlarını Lina'nın yastığının altında bulmasaydım, daha
hala ağzının etrafına çikolata bulaşmış bir hırsız arıyor ola­
caktın." Gülmernek için kendini zor tutan Anna, kızgınlığının
bir parça dindiğini hissetti. Dan ona bakınca, kendi dudakla­
rında da bir gülümseme belirdi.
"Lina'nın beni masum olduğuna ikna etmeye çalışırken
son derece inandırıcı olduğunu kabul etmelisin."
"Kesinlikle öyleydi. O velet büyüyünce Oscar alacak. Ama
Belinda'nın da en az onun kadar inandırıcı olabileceğini
unutma. Pernilla'nın ona inanması şaşırtıcı değil. Aynı şeyi
yapmayacağına tüm samimiyetinle yemin edemezsin."
"Tamam, tamam" dedi Dan suratını asarak. "Ama Pernil­
la yine de emin olmak için Belinda'nın arkadaşının annesini
aramalıydı. Ben olsam böyle yapardım."
"Evet, muhtemelen yapardın. Ve bundan böyle Pernilla da
yapacak."
"Neden annem hakkında konuşuyorsunuz?" Belinda mer­
divenlerden aşağıya indi. Geceliğini hala çıkarmamıştı, saçla­
rının her bir tutarnı dışarı fırlamıştı. Cumartesi sabahı Erica
1 69

ile Patrik'in evlerinden döndüklerinden beri yataktan çıkmayı


reddetmişti. Vicdan azabı büyük ölçüde azalmış, yerini kendi­
sine sürekli eşlik eden öfkenin katbekat fazlasına bırakmıştı.
Başka bir tartışma çıkmasının an meselesi olduğunu se­
zen Dan, "Özel olarak annen hakkında konuşmuyoruz" dedi
bıkkınlıkla.
Belinda Anna'ya dönerek, ''Yine mi annem hakkında atıp
tutuyorsun?" diye çıkıştı.
Dan'a kaderine boyun eğer gibi bakan Anna, "Annen hak­
kında hiçbir zaman atıp tutmadım, bunu sen de biliyorsun.
Bu yüzden benimle bu ses tonuyla konuşma" dedi sakince.
Belinda, "İstediğim ses tonuyla konuşurum!" diye haykır­
dı. "Burası benim evim, senin değil! Kahrolası çocuklarını da
alarak defalup gidebilirsin."
Dan gözlerinden öfke saçarak bir adım öne çıktı.
"Anna'yla böyle konuşamazsın! Burası onun da evi. Aynı
şey Adrian ve Emma için de geçerli. Eğer bu hoşuna gitmi­
yorsa . . . " Sözcükler ağzından çıkar çıkmaz, Dan bunun söyle­
yebileceği en kötü şey olduğunu fark etti.
"Hayır, hoşuma gitmiyor! Eşyalarımı toplayıp annerne gi­
deceği m ! Bu kadın ve çocukları bu evden gidene kadar da
orada kalacağım!" Belinda arkasını döndü ve yukarıya koştu.
Kapısını çarptığında hem Dan hem de Anna irkildiler.
"Belki de o haklı Dan" dedi Anna alçak sesle. "Belki de her
şey fazlasıyla hızlı gelişti. Yani, biz evini ve hayatını işgal et­
meden önce Belinda'nın bu fikre alışacak fazla vakti olmadı."
"Tanrı aşkına, o on yedi yaşında. Ve beş yaşındaki bir ço­
cuk gibi davranıyor."
"Belinda'nın bakış açısını da anlamalısın. Bunu kolayca
atiatması çok zor. Sen ve Peruilla ayrıldığınızda hassas bir
yaştaymış ve . . . "
"Ah, çok teşekkür ederim. Bütün suçun tekrar omuzları­
ma yüklenmesine çok ihtiyacım vardı gerçekten. Boşanma-
1 70

mızın benim hatarn olduğunu biliyorum; karşımda durup bu­


nu yüzüme vurmana gerek yok."
Dan bunun üzerine hışımla Anna'nın yanından geçerek ön
kapıdan dışarı çıktı. Evin başka bir kapısı ikinci defa öyle bü­
yük bir şiddetle kapandı ki, pencerelerin camlan zangırdadı.
Anna birkaç saniye boyunca mutfak tezgahının yanında kı­
pırdamadan dikildi. Sonra yere yığılıp ağlamaya başladı.
Fjallbacka, 1943

"Duyduğuma göre Almanlar nihayet daktorun oğlunu ele


geçirmişler ."
Vilgot paltasunu antredeki askıya asarken n e ş eyle kıkır­
dadı. Frans kendisine uzatılan evrak çantasını her zamanki
gibi bir sandalyeye yasladı.
"Artık zamanı geldi. Bence onun peşinde olduğu şeye va­
tana ihanet denir ama insanlar koyun gibiler. Sadece benim
gibi bağımsız düşünmeye cesaret eden biri olayları tarafsız­
lıkla görebilir. Ve güven bana, Axel Frankel bir vatan haini.
Umarım işini çabucak bitirirler."
Vilgot salona girip en sevdiği koltuğa yerleşti. Frans da
peşinden geldi. Vilgot başını kaldırıp ona baktı.
"Hey, içkim nerede? Bugün neden bu kadar yavaşsın?"
Vilgot'un aksiliği üzerindeydi. Frans babasının kadehini dol­
durmak üzere içki dolabına koştu. Bunu Frans'ın küçüklü­
ğünden beri alışkanlık haline getirmişlerdi. Frans'ın anne­
si oğlunun bu kadar küçük yaşta içkiyle haşır neşir olmasın­
dan hoşlanmıyordu, ama her zamanki gibi fazla bir söz hak­
kı yoktu.
"Otur oğlum, otur." Bardağını sıkıca kavrayan Vilgot, cö­
mertçe yanındaki koltuğu işaret etti. Frans otururken bur­
nuna alkol kokusu geldi. Babasına koyduğu içki muhtemelen
o günkü ilk kadehi değildi.
1 72

"Baban bugün mükemmel bir anlaşma yaptı; dur sana an­


latayım." Vilgot öne eğildi ve alkol buharı Frans'ın burun de­
liklerine doldu. "Bir Alman firmasıyla sözleşme imzaladım.
Çok özel bir anlaşma. İsveç'teki tek tedarikçileri olacağım. İş
ortakları bulmakta zorlandıklarını söylediler; işte buna ina­
nınm." Vilgot kıkırdayınca koca göbeği titredi. İçkisini bitirip
bardağını Frans'a uzattı. "Bir kadeh daha koy" dedi. Gözleri
alkolden donuklaşmıştı. Bardağı alırken, Frans'ın eli hafifçe
titriyordu. Hatta bardağı dotdururken eli hala titrediğinden,
içkinin birkaç damlasını döktü.
"Kendine de bir kadeh koy'' dedi Vilgot. Bu, bir davetten
ziyade bir emir gibiydi. Ve öyleydi de. Frans babasının dolu
bardağını elinden bıraktı ve uzanıp kendisi için boş bir tane
aldı. Bardağı ağzına kadar dotdururken artık eli titremiyor­
du. Tüm dikkatini taşıdığı iki bardağa vererek babasının ya­
nına döndü. Frans tekrar yerine otururken Vilgot kadehini
kaldırdı. "Fondip, evlat."
Frans boğazını yakarak ilerleyen içkinin ılık bir yumru gi­
bi midesine oturduğunu hissetti. Babası gülümsedi. Çenesin­
den içki damlıyordu.
Vilgot alçak sesle, "Annen nerede?" diye sordu.
Frans duvardaki lekeye baktı. "Büyükannemi ziyarete git­
ti, geç saate kadar da dönmeyecek" dedi. Sesi sanki bir baş­
kasından, dışarıdaki birinden çıkıyormuş gibi boğuk ve tizdi.
"Harika. Demek ki ikimiz huzur içinde konuşabiliriz. Ha­
di bakalım evlat, bir tane daha iç."
Frans b ardağını tekrar doldurmaya giderken, babası­
nın kendisini göz hapsine aldığının farkındaydı. Bu sefer iç­
ki şişesini dolaba geri koymak yerine yanında getirdi. Vilgot
memnuniyetle gülümseyerek bardağını bir kez daha doldur­
ması için Frans'a uzattı.
"Sen iyi bir çocuksun Frans."
Alkol yine Frans'ın boğazını yakarak, midesinde bir yer-
1 73

lerde hoş bir hisse dönüştü. Etrafındaki her şey bulanıkiaş­


maya başlamıştı. Sanki arafta, gerçeklik ile hayal alemi ara­
sında süzülüyordu.
Vilgot'un sesi giderek yumuşadı. "Önümüzdeki birkaç se­
ne için, bu anlaşma sayesinde çok para kazanabilirim. Ve Al­
manlar silah taleplerini artırmaya devam ederlerse kazan­
cım daha da artar. Hatta belki de milyonlar kazanırım. Be­
ni hizmetierimize ihtiyaç duyan diğer firmalara yönlendi­
receklerine söz verdiler. İlk adımı attıktan sonra gerisi ge­
lir. . . " Vilgot'un gözleri loş ışıkta parlıyordu. Dudaklannı ya­
ladı. "Bu, bir gün senin devralacağın başarılı bir iş olacak,
Frans" dedi. Uzanıp elini oğlunun hacağına koydu. "Gün ge­
lecek, Fj allbacka'daki herkese ne halleri varsa görmelerini
söyleyeceksin. Almanların başa geçmesinin ardından, yetki
bizde olacak. Sonra da o salakların hayal bile ederneyeceği
kadar çok para kazanacağız. Hadi babanla birlikte iç; parlak
geleceğimize kadeh kaldıralım!" Vilgot yine ağzına kadar dol­
durduğu kadehini kaldınp Frans'ınkiyle tokuşturdu.
Babasıyla bir kadeh daha içerken, bir zevk hissi Frans'ın
göğsüne doğru yayılıyordu.
-•
�·

Gösta tam bilgisayarında bir tur golf oyunu açmıştı ki, ko­
ridorda Mellberg'in ayak seslerini duydu. Hemen oyunu ka­
patıp eline bir rapor aldı, kendini okumaya kaptırmış gibi rol
yapmaya çalıştı. Mellberg'in ayak sesleri giderek yaklaşmış­
tı ama yürüyüşünde bir tuhaflık vardı. Hem bu tuhaf hornur­
tu da neyin nesiydi? Gösta sandalyesini çevirdi, başını dışan
uzatıp koridora baktı. Gördüğü ilk şey, her zamanki gibi dili
dışarıya sarkmış halde Mellberg'in önünde yürüyen Ernst ol­
du. Ernst'in arkasında ise ayaklannı sürürnek için büyük bir
çaba sarf eden kambur bir adam vardı. Mellberg'e hem çok
benziyordu hem de benzemiyordu.
"Ne bakıyorsun öyle?"
Bu ses ve vurgu kesinlikle amirine aitti.
Gösta, "Ne oldu size?" diye sordu. Bu arada Maja'yı bes­
lemekle meşgul olan Annika da başını mutfaktan dışanya
uzattı.
Mellberg anlaşılmaz bir şeyler mınldandı.
"Efendim?" dedi Annika. "Ne dediniz? Kaçırdım da."
Mellberg ona ters ters bakarak · "Salsa dersleri alıyorum.
Bir sakıncası mı var?" dedi.
Gösta ve Annika hayretle birbirlerine baktılar. Duyguları­
nı yüzlerine yansıtmamak için çabalıyorlardı.
"Ee?" diye bağırdı Mellberg. "Kimse komik bir yorum yap-
1 75

mayacak mı? Zira bu karakolda maaş kesintilerini haklı çı­


karacak pek çok fırsat var." Sonra odasımn kapısım çarptı.
Annika ve Gösta birkaç saniye boyunca kapalı kapıya bak­
tılar ama kendilerini daha fazla tutamadılar. İkisi de mümkün
olduğunca sessizce, gözlerinden yaşlar gelene kadar güldü.
Gösta, Mellberg'in kapısının hala kapalı olduğundan emin
olduktan sonra mutfağa doğru süzülüp Annika'ya fısıldadı:
"Gerçekten salsa dersleri aldığım mı söyledi? Bunu gerçek­
ten söyledi mi?"
Annika gözyaşlanm kazağımn koluna silerek, "Galiba öy­
le" dedi. Önünde bir tabakla masada oturan Maja, büyülen­
miş gibi onlara baktı.
"Ne kadar kaskatı olduğunu gördün mü? Yüzüklerin Efen­
d is i 'ndeki yaratığa benziyordu. Gollum'a. Adı buydu değil
mi?" Gösta, Mellberg'in nasıl hareket ettiğini taklit etmek
için elinden geleni yaptı; Annika ise kahkahalanmn duyul­
maması için eliyle ağzım kapattı.
"Salsa ha! Mellberg'in vücudu tam bir şok geçirmiş olmalı.
Kim bilir ne zamandır egzersiz yapmıyor? Yani, belki de hiç
yapmamıştır. Polis eğitiminin fiziksel etabım nasıl geçtiği bi­
le bir muamma."
"Kim bilir, belki de gençliğinde muhteşem bir atletti." An­
nika az önce ağzından çıkan cümleyi düşünüp başım iki yana
salladı. "Ama sanmıyorum. Yüce Tannm, bu resmen günün
eğlencesi. Mellberg salsa dersindel Acaba sırada ne var?" Ma­
ma dolu bir kaşığı Maja'mn ağzına götürdü ama çocuk başım
inatla yana çevirdi. "Bu ufaklık hiçbir şey yemek istemiyor.
Ama ona birkaç kaşık da olsa mama yediremezsem, onu bir
daha asla bana bırakmazlar" diyerek içini çekti ve bir dene­
me daha yaptı ama Maja'nın ağzı Fort KnoxS kadar zorluydu.
Gösta kaşığa uzanarak, "Ben deneyeyim mi?" diye sordu.
Annika şaşkınlıkla ona baktı.

8. ABD'de Kentucky Eyaleti'nde bulunan askeri üs. (ç.n.)


1 76

"Sen mi? Pekala, dene bakalım. Ama fazla ümitlenme."


Gösta cevap vermeden Annika'yla yer değiştirip Maja'nın
yanına oturdu. Annika'nın kaşığa doldurduğu koca lokmanın
birazını tabağa döküp kaşığı havaya kaldırdı. ''Vınn-vınn­
vınn, işte uçak geliyor." Kaşığı zikzaklar çizen bir uçak gi­
bi hareket ettirince, Maj a dikkatini tamamen ona verdi.
''Vınn-vınn-vınn, işte uçak geliyor, doğruca ağzına girecek . . . "
Maja'nın ağzı sanki bu işareti bekliyormuş gibi açıldı ve kıy­
malı spagetti dolu uçak Maja'nın ağzına iniş yaptı.
Gösta, "Hmm ... Çok iyiydi" dedi ve kaşığa biraz daha spa­
getti doldurdu. "Çuf-çuf-çuf, bu sefer de tren geliyor. Çuf-çuf­
çuf, doğruca tünele giriyor." Maja'nın ağzı açıldı ve spagetti
dolu kaşık tünele girdi.
Şaşkınlıktan ağzı bir karış açılan Annika, "Buna inanamı­
yorum!" dedi. "Bunu yapmayı nereden öğrendin?"
"Ah, bu hiçbir şey" dedi Gösta alçakgönüllülükle. Ama
üçüncü kaşık bir yarış arabası olarak Maja'nın ağzına girer­
ken gülümsedi.
Annika mutfak masasına oturup Gösta'nın uzattığı her
bir lokmayı yutan Maja'nın, önündeki tabağı silip süpürme­
sini izledi.
"Biliyor musun Gösta" dedi Annika, "hayat bazen hiç de
adil değil."
Gösta ona bakmadan, "Siz ikiniz evlat edinmeyi düşündü­
nüz mü?" diye sordu. "Bu benim zamanımda pek yaygın de­
ğildi. Ama bugün olsa tereddüt etmezdim. Neredeyse her iki
çocuktan biri evlatlık."
Parmağının ucuyla masa örtüsünde daireler çizen Anni­
ka, "Bu konuyu konuştuk" dedi. "Ama hiçbir yere varamadık.
Hayatımızı çocuklar dışında başka şeylerle doldurmaya ça­
lıştık . . . ama . . . "
"Çok geç kalmış sayılmazsınız" dedi Gösta. "Şimdi baş­
vurursanız, süreç çok uzun sürmeyebilir. Zaten çocuğun ten
1 77

rengi de önemli değil; bence en kısa bekleme listesi olan ül­


keyi seçin. Bir eve ihtiyacı olan o kadar çok çocuk var ki. Bir
çocuk olsaydım da sen ve Lermart beni evlat edinseydiniz, ta­
lihime şükrederdim."
Annika güçlükle yutkunarak masa örtüsünün üzerinde ha­
reket eden parmağına baktı. Gösta'nın sözleri içinde bir şey­
leri uyandırmıştı; Lennart'la birlikte son birkaç yıldır hastır­
dıkları bir arzuyu. Belki de korkuyorlardı. Bütün o düşükler­
den sonra, umutlan defalarca tükenmişti. Ama belki de artık
yeterince güçlüydüler. Belki de cesaret ederlerse başarabilir­
lerdi. Çünkü özlem hissi hala yerli yerindeydi ve hiç olmadığı
kadar güçlüydü. Koliarına alacaklan ve sevecekleri bir çocuk
sahibi olma özlemini hiçbir şey bastıramıyordu.
Gösta, Annika'ya bakmadan ayağa kalkarak, "Eh, artık
işe koyulsam fena olmaz" dedi. Maja'nın başını sıvazladı. "En
azından bir şeyler yedi, yani Patrik onu bir daha bize bıraktı­
ğında kızının aç kalmasından endişe etmeyecek."
Mutfaktan tam çıkmak üzereyken, Annika alçak sesle,
''Teşekkürler Gösta" dedi.
Gösta utanarak hafifçe başını eğdi. Sonra odasına girip
kapıyı kapattı. Bilgisayarının başına oturdu ve boş boş ek­
rana baktı. Sadece Maj-Britt'in yüzünü gördü. Bir de yalnız­
ca birkaç gün yaşayan oğlunu. Aradan pek çok yıl geçmişti.
Hatta neredeyse koca bir ömür. Ama Gösta parmağını sımsı­
kı kavrayan o ufacık eli hala hissedebiliyordu.
İçini çekti ve tıklayıp golf oyununu açtı.

Erica üç saat boyunca, Britta'ya yaptığı ve fiyaskoyla so­


nuçlanan ziyaretle ilgili tüm düşünceleri bir kenara bırak­
ınayı başarmıştı. Bu süre zarfında yeni kitabının beş sayfası­
nı yazdı. Sonra aklı tekrar Britta'ya takılınca daha fazla yaz­
mak için çabalamaktan vazgeçti.
Britta'nın evinden aynlırken çok utanmıştı. Onun mutfak
1 78

masasında, gerçeklikten kopan karısının yanında oturduğu­


nu gören Herman'ın yüzünde beliren ifadeyi aklından çıkar­
makta zorlanıyordu. Erica bu tepkiyi anlayabiliyordu. Belir­
tileri fark edememiş olması büyük bir düşüncesizlikti. Ama
yine de Britta'yı ziyaret ettiğine pişman değildi. Yavaş yavaş
bulmacanın daha çok parçasını bir araya getirmeye başlıyor­
du. Parçalar dağınık ve belirsiz olsa da, annesiyle ilgili önce­
kinden çok daha net bir resim oluşmaya başlamıştı.
Erica'nın daha önce Erik, Britta ve Frans isimlerini hiç
duymamış olması tuhaftı. Bu insanlar, annesinin hayatının
bir döneminde önemli bir yere sahip olmalıydılar. Ama an­
laşılan yetişkin hayatlarında birbirleriyle görüşmemişlerdi;
hem de Fjallbacka'da yaşamaya devam ettikleri halde.
Hem Axel hem de Britta, Elsy'yi içten ve düşüneeli bir
genç kadın olarak betimlemişlerdi ama Erica bu imajı anne­
sine dair anılarıyla bağdaştırmakta zorlanıyordu. Annesinin
kötü bir insan olduğunu söyleyemezdi, ama Elsy o kadar me­
safeli ve içine kapanıktı ki, bir zamanlar sahip olduğu içten­
lik, Erica ve Anna doğmadan çok önce yitip gitmişti. Erica
kaçırdığı onca şeyi düşündükçe, birdenbire hüzünlendi. Bazı
şeyleri asla geri getiremeyecekti. Annesi artık yoktu; dört yıl
önce Erica ve Anna'nın babası Tore'yle birlikte bir araba ka­
zasında ölmüştü. Erica ne geçmişi geri getirebilir ne bazı şey­
lerin telafisini isteyebilir ne yalvarıp yardım dileyebilir ne de
annesini suçlayabilirdi. Tek umudu, her şeyi açıklığa kavuş­
turmaktı. Axel ve Britta'nın tanıdığı Elsy'ye ne olmuştu? İç­
ten ve yumuşak kalpli Elsy'ye ne olmuştu?
Ön kapı çalınınca Erica'nın düşünceleri bölündü ve kalkıp
kapıyı açmaya gitti.
"Anna? Girsene." Bir abla dikkatiyle bakınca, Anna'nın
gözlerinin kırmızı olduğunu fark etti. "Ne oldu?" diye sordu.
Sesi istediğinden daha endişeli çıkmıştı. Anna son birkaç yıl­
dır o kadar çok şey yaşamıştı ki, Erica büyüderken benimse-
1 79

diği annelik rolünden hiçbir zaman vazgeçememişti.


Anna hafıfçe gülerek, "Sadece iki ayrı aileyi birleştirmeye
çalışırken sorunlar yaşıyoruz" dedi. "Başa çıkamayacağım bir
şey değil ama dertleşebilirsek harika olur."
"O zaman konuşalım" dedi Erica. "Sana bir fıncan kahve
koyayım, bir de dolabı karıştırayım; muhtemelen bizi avuta­
cak bir atıştırmalık bulabilirim."
"Artık evli bir kadın olduğun için diyeti bıraktın mı?" de­
di Anna.
Erica, "Sakın bu konuyu açma" diyerek içini çekti ve mut­
fağın yolunu tuttu. "Bir hafta boyunca masa başında otur­
duktan sonra, yakında yeni pantolonlar alınam gerekecek.
Bu giydiklerim sosis zarı gibi sıkıyor."
Anna masaya oturarak, "Ne demek istediğini gayet iyi bi­
liyorum" dedi. "Dan'ın yanına taşındığırndan beri ben de bir­
kaç kilo almışım gibi hissediyorum. Ayrıca onun ortalıkta ne
görürse yiyip de bir gram bile almaması zoruma gidiyor."
Erica, "Ne kadar sinir bozucu" dedi ve tabağına birkaç çö­
rek koydu. "Kahvaltıda hala tarçınlı çörek yiyor mu?"
Anna, "Yani siz ikiniz birlikteyken de bunu yapıyor muy­
du?" diyerek güldü. "Düşünsene, Dan çocukların gözü önün­
de tarçınlı çörekleri sıcak çikolataya batırırken onları sağlık­
lı bir kahvaltının önemli olduğuna ikna etmek ne kadar zor."
"Patrik havyarlı ve peynirli sandviçleri de sıcak çİkolata­
ya batırıyor; bu da pek harika sayılmaz. Ee, neler olduğunu
anlatsana. Belinda yine sorun mu çıkarıyor?"
"Hı-hıı, oradan başladı, ama her şey giderek kötüleşi­
yor. Bugün Dan'la bu yüzden kavga etmeye başladık . . . " An­
na tabaktan bir çörek alırken mutsuz görünüyordu. "Aslında
Belinda'nın bir suçu yok - Dan'a bunu açıklamaya çalışıyor­
dum. Belinda hem yeni hem de kendi seçimi olmayan bir du­
ruma tepki veriyor. Haklı da. Benim çocuklarla tepesine bin­
mem en son istediği şey olsa gerek."
1 80

"Doğru ama yine de medeni davranmalı. Burada Dan dev­


reye girse iyi olur. Dr. Phil'in dediğine göre, üvey bir anne ya
da baba Belinda'nın yaşındaki bir çocuğu disipline sokmaya
asla kalkışmamalıymış."
"Dr. Phil mi?'' Anna o kadar çok güldü ki, boğazına bir kırın­
tı kaçtı ve öksürmeye başladı. "Erica, görüyorum ki annelik iz­
nine bir son vermenin vakti geldi de geçiyor bile. Dr. Phil mi?''
"Haberin olsun, Dr. Phil'i izleyerek çok şey öğrendim" dedi
Erica gücenerek. Kimse onun idolüyle dalga geçemezdi. Dr.
Phil'in televizyon programı geçen yılın en önemli kazancıydı;
hatta Erica son zamanlarda öğle yemeklerinde yazmaya ara
verip onu izlemeyi düşünmeye bile başlamıştı.
Anna gönülsüzce, "Ama sanırım Dr. Phil haklı" diye itiraf
etti. "Dan olayları ya hiç ciddiye almıyormuş ya da fazla cid­
diye alıyormuş gibi hissediyorum. Cumadan beri Pernilla'yla
çocukları yetiştirme konusunda tartışmasını önlemek için
akla karayı seçtim. Pernilla'nın çocuklara göz kulak olma ko­
nusunda güvenilmez olduğunu söyledi, sonra işler iyice sar­
pa sardı. Artık Belinda bizimle yaşamak istemiyor; Dan onu
Munkedal'a giden bir otobüse bindirdi."
"Peki, Emma ve Adrian bu durumla nasıl başa çıkıyor­
lar?" Erica tabaktan bir çörek daha aldı. Gelecek hafta tekrar
rejime girecekti. Kesinlikle. Sadece bu hafta düzenli bir yaz­
ma rutinini oturtınası gerekiyordu, sonra . . .
Anna, "Tahtaya vurayım, şimdilik her şey yolunda" diye­
rek mutfak masasını hafifçe tıkırdattı. "Dan'a ve kızlara ta­
pıyorlar ve onlara göre abialarının olması harika bir şey. Ya­
ni şu ana kadar o cephede bir sorun yaşamadık."
"Peki ya Malin ve Lisen? Onlar bu durumu nasıl karşıla­
dılar?" Erica, Belinda'nın on bir ve sekiz yaşındaki kız kar­
deşlerini kastediyordu.
"Onlar da iyiler. Emma ve Adrian'la oynamayı seviyorlar
ve bana da en azından hoşgörülü davranıyorlar. Bana zorluk
181

çıkaran çoğunlukla Belinda. Ama kendisi her şeyin üstüne


üstüne geldiği bir yaşta." Anna içini çekti ve uzanıp bir çörek
daha aldı. "Peki ya sen nasılsın? Burada işler nasıl gidiyor?
Kitapta ilerleme kaydettİn mi?"
"Sanırım iyi gidiyor. İnsan başlangıçta hep yavaş iler­
ler. Ele alınam gereken bir sürü araştırınarn var; ayrıca pek
çok röportaj bağlantısı yaptım. Her şey şekil almaya başla­
dı. Ama . . . " Erica duraksadı. Kız kardeşini koruma içgüdü­
sü oldukça güçlüydü, ama son zamanlarda aklına takılanla­
rı Anna'nın da bilmeye hakkı olduğunu düşündü. En baştan
başladı ve kız kardeşine hızlıca madalyadan, Elsy'nin sandı­
ğında bulduğu diğer şeylerden, günlüklerden ve annelerinin
geçmişi hakkında birkaç kişiyle konuştuğundan bahsetti.
"Bunlan neden daha önce anlatmadın?" diye sordu Anna.
Erica huzursuzca kıpırdandı. "Ee, şey, biliyorum anlat­
ınarn gerekirdi ama . . . Ne önemi var ki? İşte şimdi anlatıyo­
rum, öyle değil mi?"
"Her şeyi görmek istiyorum" dedi Anna tersçe. Erica he­
men ayağa kalktı; bulduklarını paylaşmayı ihmal ettiği kız
kardeşinin kendisine bağırmayacak olması onu rahatlatmıştı.
"Tabii ki. Gidip hepsini getireyim." Erica yukarı kattaki
çalışma odasına koştu. Geri döndüğünde günlükleri, zıbını ve
madalyayı mutfak masasının Üzerine koydu.
Anna önündekilere baktı. Uzanıp madalyayı aldı ve avu­
cunda inceleyerek, "Bunu da nereden bulmuş?" dedi. Zıbını
havaya kaldırarak, 'Ve bu - acaba kime aitti?" diye devam
etti. "Şu pas lekesi mi?" Kumaşın büyük bir kısmını kapla­
yan lekeleri incelemek için öne eğildi.
Erica, "Patrik kan olduğunu düşünüyor" deyince Anna ir­
kilerek doğruldu.
"Kan mı? Annem neden kanla kaplı bir zıbını çatı katın­
daki eski bir sandıkta saklasın ki?" Anna tiksinti dolu bir ifa­
deyle zıbını masaya bırakıp günlükleri aldı.
1 82

Mavi günlükleri havada sallayarak, "Bunların içinde ço­


cuklara uygun olmayan bir şey var mı?" diye sordu. "Okursam
ömür boyu travma yaşamama neden olacak seks hikayelerine
rastladın mı?"
"Hayır" dedi Erica gülerek. "Bu kadar endişe etme. Müs­
tehcen bir şey yok. Aslında önemli bir şey de yazmıyor. Sa­
dece gündelik hayata dair anlamsız tasvirler var. Ama ilgiınİ
çeken bir şey oldu . . . " Erica bir süredir zihninde dolanıp du­
ran düşünceyi ilk defa sözcüklere dökebileceğini hissetti.
Anna günlüklere göz atarken, "Nedir o?" diye sordu.
"Şey, başka bir yerde bu günlüklerin devamı olup olma­
dığını merak ediyorum. Sandıktan çıkanlar 1 944 Mayısı'nda
son buluyor; dördüncü defter burada bitmiş. Hepsi bu. Tabii
annem günlük tutmaktan sıkılmış da olabilir. Ama öyle ol­
saydı, dördüncü defterin sonuna kadar yazma zahmetine gi­
rer miydi? Bu bana tuhaf geldi."
''Yani sence başka günlükler de olabilir mi? İyi de, olsa bi­
le, okudukların dışında ne öğreneceksin ki? Annemizin çok
da heyecanlı bir hayatı olmamış. Burada doğup büyümüş,
babamla tanışmış ve sonra . . . Dahası var mı ki?"
Erica, "Böyle konuşma" diye cevap verdi. Kız kardeşine ne
kadarını anlatması gerektiğini merak ediyordu. Elinde so­
mut bir şey yoktu, ama içgüdüleri ona madalyanın ve kan le­
keli zıbının başka keşiflerin önünü açacağını, hatta belki de
kendi hayatına ve Anna'nınkine böylesi bir gölgeyi düşüren
şeyi açığa çıkaracağını söylüyordu.
Erica derin bir nefes aldı; Erik, Axel ve Britta'yla yaptığı
konuşmaları detaylı olarak anlattı.
''Yani Axel Frankel'in evine gidip kardeşinin ölümünden
sadece birkaç gün sonra madalyayı geri mi istedin? Aman
Tanrım, senin tam bir akbaba olduğunu düşünmüş olmalı"
dedi Anna. Ancak bir kız kardeş bu kadar acımasızca dürüst
olabilirdi.
1 83

Erica kızgın bir şekilde, "Neler söylediklerini duymak isti­


yor musun, istemiyor musun?" diye sordu. Gerçi Anna'yla ay­
nı fikirde sayılırdı; pek de sağduyulu davranmamıştı.
Erica hikayesini bitirdiğinde, karşısında oturan Anna
kaşlarını çatarak ona baktı. "Sanki bambaşka birini tanımış­
lar. Britta madalya hakkında ne dedi? Annemin neden bir
Nazi madalyasına sahip olduğunu biliyor muymuş?"
Erica başını iki yana salladı. "Soracak zamanım olmadı.
Britta Alzheimer hastası ve bir süre sonra kafası karışıyar.
Sonra kocası eve geldi, çok siniriendi ve . . . " Erica boğazını te­
mizledi. "Şey, gitmemi istedi."
"Erica!" diye haykırdı Anna. ''Yani kafası karışık yaşlı bir
kadını sorguya çekmeye çalıştığını mı söylüyorsun? Kocası­
nın seni evden atmasına şaşmamalı! Sence de kendini bu işe
biraz fazla kaptırmıyor musun?"
"Tamam, ama sen de biraz olsun meraklanmıyor musun?
Neden annem tüm bunları gizlemiş ki? Ve neden eskiden onu
tanıyan insanlar bizim birlikte büyüdüğümüz anneye zerre
kadar benzemeyen birini tarif ediyorlar? Herhalde bir nok­
tada bir şeyler oldu . . . Britta tam bunu anlatmaya başlamış­
tı ki, kafası karıştı. Eski kemikler hakkında .bir şey söyledi. . .
Of, tam olarak hatırlayamıyorum ama sanırım geçmişe gö­
mülen bir sırra gönderme yapıyordu ve. :. Belki de hayal gü­
cüm fazla çalışıyor ama . . . " Erica o sırada çalan telefona ce­
vap vermek üzere cümlesini yarıda kesip ayağa kalktı.
"Ben Erica. Ah, selam Karin." Erica Anna'ya döndü; An­
na ise gözlerini devirdi. "Evet, her şey yolunda. Evet, ben de
nihayet konuşabildiğimize sevindim." Erica neler olup bitti­
ği hakkında hiçbir fikri olmayan Anna'ya bakıp yüzünü ek­
şitti. "Patrik mi? Hayır, şu anda evde değil. Maja'yla karakol­
dakileri görmeye gittiler; ondan sonra nereye gideceklerini
hiç bilmiyorum. Anladım. Hı-hıı. Evet, eminim yarın seninle
ve Ludde'yle yürüyüşe çıkmak isterler. Saat onda. Eczanenin
1 84

önünde. Tabii, Patrik'e söylerim. Eğer başka planları varsa


sana haber verir, ama olduğunu sanmıyorum. Hı-hıı. Teşek­
kürler. Tabii, tekrar konuşuruz. Teşekkürler. Sana da."
"Bu da neyin nesiydi?'' diye sordu Anna şaşkınlıkla. "Karin
de kim? Patrik'in yarın sabah eczanenin önünde onunla işi ne?''
Erica mutfak masasına oturdu. Uzun bir sessizlikten son­
ra, "Karin, Patrik'in eski kansı" dedi. "İkinci kocasıyla yakın
zamanda Fjallbacka'ya taşınmışlar. Ve ne tesadüf ki Karin
de Patrik gibi bebeğine bakmak için işinden izin almış. Yann
birlikte yürüyüşe çıkacaklar."
Anna güldü. "Yani az önce Patrik'le eski karısı arasında
bir randevu mu ayarladın? Yüce Tanrım, buna inanamıyo­
rum. Acaba Patrik'in arayıp onlara katılmak isteyip isteme­
diklerini sorabileceğin eski kız arkadaşları da var mı? Zaval­
lıcığın babalık izni boyunca sıkılmasını istemeyiz, değil mi?"
Erica ters ters kız kardeşine baktı. "Fark etmediysen ha­
tırlatayım; bana telefon eden Karin'di. Hem bunda ne tuhaf­
lık var ki? Onlar boşandılar. Hem de yıllar önce. İkisi de gün
boyunca tek başlarına bir çocuğa bakıyorlar. Hayır, bence
bunda bir tuhaflık yok. Bunu sorun etmiyorum, gerçekten."
"Ah, tabii." Anna kıkırdadı. "Sorun etmediğin çok belli
doğrusu . . . Burnun her geçen saniye biraz daha uzuyor."
Erica bir an için kız kardeşine bir çörek fırlatmayı düşün­
dü ama sonra vazgeçti. Anna istediğini düşünebilirdi, Erica
kıskanç biri değildi.

"Buradan sonra temizlikçi kadını ziyaret etmeye ne der­


sin?" diye sordu Martin. Patrik duraksadı, sonra cep telefo­
nunu çıkardı.
"Sadece Maja'nın sorun çıkarmadığından emin olmam ge­
rek" dedi.
Annika'nın raporunu dinledikten sonra cep telefonunu ye­
rine koyup başıyla onayladı.
1 85

"Tamam, her şey yolundaymış. Maj a az önce pusetinde


uyuyakalmış." Sonra Paula'ya döndü. "Adres yanında mı?"
"Evet, yanımda." Paula defterine bakarak adresi yüksek
sesle okudu. "Kadının adı Laila Valthers. Gün boyunca ev­
de olacağını söyledi. Peki, bu adresin nerede olduğunu bili­
yor musunuz?"
"Fjallbacka'nın güney sınırındaki döner kavşağın yakının­
da yer alan sarı binalardan birinde" dedi Martin. "Okuldan
sonra sağa dön ve dümdüz devam et."
Birkaç dakika sonra adrese vardılar ve Laila dediği gibi
evdeydi. Kapıyı açtığında biraz korkmuş gibi bir hali vardı.
Onları içeri alma konusunda isteksiz davrandı, Patrik, Mar­
tin ve Paula da kadına sorulacak fazla soruları olmadığı için
görüşmelerini antrede dikilerek yaptılar.
"Frankel kardeşlerin evini temizliyormuşsunuz, bu doğru
mu?" Patrik'in sesi sakin ve teskin ediciydi; sanki varlıkları­
nı mümkün olduğunca normalleştirmeye çalışıyordu.
Laila neredeyse fısıldayarak, "Evet ama başım bu yüzden
derde girmeyecek, değil mi?" dedi. Kısa boyluydu ve kahve­
rengi, yumuşak kumaştan üretilmiş, bütün günü evde geçir­
meye son derece uygun bir elbise giymişti. Saçları mat griy­
di ve çekici değil, mutlaka pratik olsun diye kısacık kesilmiş­
ti. Kollarını göğsünde kavuşturmuş dikilirken, ağırlığını te­
dirginlik içinde bir ayağından diğerine veriyordu. Sorusunun
cevabını duymak için can atıyor gibiydi. Patrik onu neyin ra­
hatsız ettiğini tahmin ediyordu.
''Yani kazancınızı beyan etmemiş olmanızı mı kastediyor­
sun uz? Sizi temin ederim ki işin o tarafıyla ilgilenmiyoruz,
bu yüzden sizi ihbar etmeyi de planlamıyoruz. Bir cinayet so­
ruşturması yürütüyoruz, yani odağımız tamamen farklı ko­
nularda." Patrik güvence verircesine gülümsedi. Laila bunun
üzerine ağırlığını tedirginlikle bir ayağından diğerine verme­
yi bıraktı.
1 86

"Doğru. İki haftada bir, antredeki yazı masasına içinde


para olan bir zarf bırakırlardı. Her çarşamba günü gelip te­
mizlik yapmam için anlaşmıştık."
"Kendi anahtarınız var mıydı?"
Laila başını iki yana salladı. "Hayır, anahtarı daima pas­
pasın altına bırakırlardı; ben de işim bitince tekrar yerine
koyardım."
"Neden yaz boyunca evlerini temizlemediniz?" diye sordu
Paula. Cevaplanmasını en çok istedikleri soru buydu.
"Ben de yaz boyunca evlerini temizleyeceğimi sanıyor­
dum. En azından herhangi bir değişiklik olacağından bahset­
memişlerdi. Ama oraya gittiğimde, anahtar her zamanki ye­
rinde değildi. Kapıyı çaldım ama açan olmadı. Bir yanlış an­
lama olup olmadığını anlamak için telefon ettim. Ama kim­
se cevap vermedi. Ağabey Axel'in yaz için bir yerlere gittiğini
biliyordum. Onlar için temizlik yapmaya başladığırndan be­
ri her yıl böyle yapmıştı. Cevap alamayınca, küçük kardeşi­
nin de yaz boyunca evde olmayacağını farz ettim. Bunu bana
söylememelerinin kabalık olduğunu düşünmüştüm ama şim­
di nedenini anlıyorum . . . " Laila yere baktı.
"Peki dikkatinizi çeken sıra dışı bir şey gördünüz mü?" di­
ye sordu Martin.
Laila başını hararetle iki yana salladı. "Hayır, gördüğümü
söyleyemem. Aklıma hiçbir şey gelmiyor."
"Tam olarak hangi gün içeri giremediğİnizi hatırlıyor mu­
sunuz?" dedi Patrik.
"Evet, hatırlıyorum, çünkü o gün doğum günümdü. Ve o
gün temizlik yapamayacak olmamın büyük şanssızlık oldu­
ğunu düşünmüştüm. Kazanacağım parayla kendime bir he­
diye almayı planlamıştım." Laila suskuntaşınca Patrik na­
zikçe sordu:
"Peki, o günün tarihi neydi? Doğum gününüz ne zaman?"
"Ah, ne kadar aptalım" dedi Laila. "Haziran'ın 1 7'siydi.
1 87

Bundan eminim. Evet, 1 7 Haziran' dı. Oraya iki kez daha gi­
dip baktım ama evde kimse yoktu ve anahtar da paspasın al­
tında değildi. Ben de yaz boyunca evde olmayacaklannı bana
söylemeyi unuttuklarını düşündüm." İnsanların ona bir şey­
ler söylemeyi unutınalarma alışkın olduğunu göstermek is­
tercesine omuz silkti.
Patrik elini uzatarak, "Teşekkürler, çok yardımcı oldu­
nuz" dedi ve Laila kendisiyle gevşek bir biçimde tokalaşın­
ca hafifçe ürperdi. Birisi eline ölü bir balık koymuş gibi his­
setmişti.
Arabaya binip karakola doğru yola çıktıklarında, "Ee, ne
düşünüyorsunuz?" diye sordu.
"Bence Erik Frankel'in Haziran'ın 1 5'iyle 1 7'si arasında
öldürüldüğüne emin olabiliriz" dedi Paula.
Patrik başıyla onaylayarak, "Evet, ben de aynı fıkirdeyim"
dedi. Tam o sırada Anras'tan önceki keskin dönüşe biraz faz­
la hızlı girince bir çöp kamyonuyla çarpışmasına ramak kal­
dı. Çöpçü Leif yumruğunu kaldınp Patrik'e doğru sallayınca
dehşete kapılan Martin kapı kolunu kavradı.
Arka koltukta oturan Paula, "Ehliyetini Noel hediyesi ola­
rak mı aldın sen?" diye sordu. Belli ki ölümün kıyısından
döndükleri bu deneyim onu fazla etkilememişti.
Patrik gücenerek, "Ne demek istiyorsun, ben dört dörtlük
bir şoförüm!" dedi ve destek beklercesine, dikiz aynasından
Martin'e baktı.
"Tabii ya" dedi Martin alaycı bir şekilde. Sonra dönüp
Paula'ya baktı. "Onu İsveç'in En Kötü Sürücüleri denen prog­
rama başvurması için teşvik ettim ama herhalde fazla kalifi­
ye olduğunu düşündüler. Eğer katılımcılardan biri Patrik ol­
saydı, ortada yanşma filan olmazdı."
Paula güldü, Patrik ise alındığını göstermek için homur­
dandı. "Neden bahsettiğini bilmiyorum. Birlikte onca vakit
geçirdik; bir yere çarptığım ya da kaza yaptığım oldu mu hiç?
1 88

Hayır, benim kusursuz bir sürücü geçınİşim var, yani bana


düpedüz iftira atıyorsun." Tekrar homurdanarak Martin'e
baktı ve önlerindeki Saab'a arkadan çarpmak üzereyken fre­
ne asıldı.
Martin ellerini havaya kaldırarak, "Başka sözüm yok" de­
yince Paula gülrnekten iki büklüm oldu.
Patrik karakola dönünceye kadar yol boyunca somurttu.
Ama en azından hız sınırına uydu.

Kjell babasıyla yaptığı görüşmenin ardından hala kızgın­


dı. Frans daima üzerinde bu etkiyi bırakıyordu. Hayır, aslın­
da bu doğru değildi. Her zaman değil. Küçük bir çocukken
baskın gelen his, hayal kırıklığı olmuştu. Sevgiyle harman­
lanan hayal kırıklığı yıllar içinde katı bir öfkeye ve kızgınlı­
ğa dönüşmüştü. Kjell bu hislerin yaptığı bütün seçimleri yön­
lendirmesine izin verdiğini fark etti; bir bakıma hayatını ba­
basının ellerine bırakmıştı. Ama bu konuda bir şey yapama­
yacak kadar çaresizdi. Tıpkı Frans'ı hapishanede sayısız kez
ziyaret eden annesinin onu da yanında sürüklemesine kar­
şı koyamayacak kadar çaresiz olduğu gibi. O soğuk ve gri zi­
yaretçi odası bütünüyle kişiliksiz ve ruhsuz bir yerdi. Babası
onunla konuşmaya, Kjell hayatının bir parçasıymış gibi dav­
ranmaya çalışırdı. Sanki onu uzaktan, parmaklıklann ardın­
dan iziemiyormuş gibi.
Babasının hapse son girişinin üzerinden yıllar geçmişti
ama bu, kişiliğinde bir düzelme olduğu anlamına gelmiyor­
du. Sadece daha zeki bir adam olmuştu. Farklı bir yol seçmiş­
ti. Bunun sonucu olarak da Kjell tamamen zıt bir yolda iler­
lemeyi tercih etmişti. Yabancı karşıtlığı hakkında büyük bir
coşku ve tutkuyla yazdığı yazılar sayesinde, Bohusliiningen
gazetesi okuyucu kitlesini fazlasıyla aşan bir üne ve itiba­
ra kavuşmuştu. Sık sık ulusal televizyon programiarına ko­
nuk oluyordu; ne zaman zararlı neo-Nazizm akımına ve top-
1 89

lurnun onlarla en iyi şekilde nasıl başa çıkabileceğine dair


yetkili bir isme ihtiyaç duysalar ona danışıyorlardı. Neo-Na­
zi örgütlerini günün uzlaşmacı ruhuna uyarak topluma açık
bir tartışma platformuna davet etmek isteyen pek çok kişi­
nin aksine, Kjell bu konuda hiç taviz vermemişti. Ona göre
neo-Nazilere tolerans gösterilemezdi. Onlara her aşamada
savaş açmak, konuşmayı seçtikleri her ortamda karşı çıkmak
ve deyim yerindeyse bu istenmeyen canavariara kapıyı gös­
termek gerekirdi.
Kjell arabasını eski karısının evinin önüne park etti. Bu
sefer önceden telefon etme zahmetine girmemişti. Bazen es­
ki karısı bir yolunu bulup o gelmeden evden çıkardı ama bu
sefer Kj ell onun evde olduğundan emindi. Az ötede araba­
nın içinde oturup onu görmeyi beklemişti. Eski karısı bir sa­
at sonra aralıayla eve yanaşıp ön tarafa park etti. Görünü­
şe göre alışverişten dönüyordu, çünkü arabadan birkaç tane
süpermarket torbası çıkardı. Kjell içeri girmesini bekledik­
ten sonra, evle arasındaki son yüz metreyi de kat etti. Ara­
badan inip kapıyı çaldı. Kapıda kimin durduğunu görünce,
Carina'nın omuzlan düştü.
"Demek sendin ha? Ne istiyorsun?" diye sordu.
Neden hep bu kadar . . . kırgın görünüyordu sanki? Hem
de hala. On yıl sonra. Kjell'in suçluluk duygusu öfkesini da­
ha da alevlendirdL Carina neden durumun ciddiyetini anla­
yamıyordu ki? Neden sert bir tavır takınmalarının vaktinin
geldiğini fark edemiyordu?
"Konuşmamız gerek. Per hakkında" dedi Kjell. Carina'yı
iterek içeri girdi, ayakkabılarını çıkarıp ceketini asmaya gi­
rişti. Carina bir an için itiraz edecek gibi oldu ama sonra
omuz silkip mutfağa gitti. Arkasını tezgaha yaslayıp kollarını
göğsünde kavuşturarak, savaşa hazırlanıyormuş gibi dikildi.
''Yine ne var?" diye sordu. Başını sallayınca gözüne giren
koyu renkli perçemlerini eliyle kenara itti. Kjell bu hareketi
1 90

defalarca görmüştü. İlk tanıştıklannda Carina'nın en çok sev­


diği özelliklerden biri de bu olmuştu; tabii gündelik angarya­
lar ve dertler ilişkilerine zarar vermeden, aşklan yitip gitme­
den ve Kjell kendine farklı bir yol çizmek zorunda kalmadan
önce. Gerçi hiila doğru karan verip vermediğini bilmiyordu.
Kjell mutfak sandalyelerinden birini çekip oturdu. "Bir
şeyler yapmamız gerek. Bu kendiliğinden çözülecek bir konu
değil. Bir çocuk o tür bir gruba karıştı mı. . . "
Carina elini kaldırarak sözünü kesti. "Ne zaman kendili­
ğinden çözüleceğini söyledim ki? Sadece ne yapılması gerek­
tiğine dair farklı bir fıkrim var. Per'i uzaklaştırmak çözüm
değil. Bunu senin de görebilmen gerek."
"Bu ortamdan uzaklaşması gerektiğini neden anlamıyor­
sun?!" Kjell elini öfkeyle saçlarından geçirdi.
" 'Bu ortam' derken babanı kastettiğini anlıyorum." Cari­
na'nın sesi kibir doluydu. "Bence Per'i bu işe karıştırmadan
önce babanla arandaki sorunlan çözmelisin."
"Hangi sorunlar?" Kjell sesini yükselttiğinin farkına va­
rınca, birkaç derin nefes alıp kendini sakinleşmeye zorladı.
"Öncelikle, Per'in buradan uzaklaşmasını istememin nedeni
sadece babam değil. Her dolap köşesinde ve çekmecede şişe­
ler sakladığını bilmediğimi mi sanıyorsun?" Kjell mutfak do­
laplarını işaret etti. Carina itiraz etmek üzereydi ama Kjell
elini kaldırıp onu durdurdu. "Ayrıca Frans'la aramda çözül­
mesi gereken hiçbir mesele yok" dedi dişlerini sıkarak. "Ba­
na kalırsa onunla hiçbir iletişimim olmamasını tercih ede­
rim. Per'i herhangi bir şekilde etkilemesine izin vermeye de
hiç niyetim yok. Ama Per'i günün her anı göz hapsinde tuta­
mayacağımıza ve sen de onunla ilgilenmeye pek hevesli ol­
madığına göre, onu uzaklaştırmaktan başka çare göremiyo­
rum. Bu tür durumların nasıl ele alınması gerektiğini bilen
bir kadroya sahip bir yatılı okul bulmalıyız."
Carina, "Peki sence bunu nasıl ayarlayacağız?" diye çıkış-
191

tı. "Gençler o tür okullara sebepsiz yere gönderilmez. Önce


bir şey yapmış olmalan gerekir . . . "
Kjell, "Haneye tecavüz" diyerek sözünü kesti. "Per birinin
evine izinsiz girerken yakalanmış."
"Neden bahsediyorsun sen? O asla . . . "
"Olay haziran başında olmuş. Ev sahibi Per'i suçüstü ya­
kalamış; bana telefon etti. Gidip Per'i aldım. Bodrumdaki
pencerelerden birinden içeri girmiş ve yakalandığında evden
götüreceği eşyaları topluyormuş. Ev sahibi anne ve babası­
nın telefon numaralannı vermediği takdirde polisi arayaca­
ğını söyleyerek onu tehdit etmiş. Bunun üzerine Per ona be­
nim numaramı vermiş - seninkini değil." Carina'nın ne ka­
dar Ü 7.üldiiğiinii ve hayal kırıklı ğın a uğradığını görünce bö­
bürlenmeden edemedi.
"Senin nurnaranı mı vermiş? Ama neden?"
Kjell omuz silkti. "Kim bilir? Herhalde babaların yeri her
zaman ayrı oluyor."
"Peki, kimin evine girmiş?" Carina, Per'in ev sahibine
Kjell'i aramasını söylediğini kabullenmekte hala zorlanıyor
gibiydi.
Kjell cevap vermeden önce birkaç saniyeliğine duraksadı.
Sonra da, "Geçen hafta Fjallbacka'da ölü bulunan adamın,
yani Erik Frankel'in evine. Girmeye çalıştığı ev ona aitmiş."
"Ama neden?" Karina başını iki yana salladı.
"İşte ben de sana bunu anlatmaya çalışıyorum! Erik Fran­
kel İkinci Dünya Savaşı konusunda uzmandı. Evinde o dönem­
den kalan bir sürü şey olmalı; herhalde Per de arkadaşıanna
birkaç gerçek Nazi hatıratı göstererek onlan etkilemek istedi."
"Polisin bundan haberi var mı?''
"Henüz yok" dedi Kjell soğukça. "Bu bana bağlı . . . "
Carina dehşete kapılarak, "Kendi oğluna bunu yapar mı­
sın? Onu haneye tecavüzden ihbar eder misin?" diye fısıldadı.
Kjell midesinin düğümlendiğini hissetti. Carina'yı ilk ta-
1 92

nıştıkları günkü haliyle gözünün önüne getirdi. Gazetecilik


okulundaki bir partide. Carina partiye orada okuyan bir ar­
kadaşıyla gelmişti ama kız çok geçmeden bir adamla çıkıp gi­
dince, kendini yalnız ve ihmal edilmiş hissederek bir kane­
peye ilişmişti. Kjell, Carina'yı görür görmez ona aşık olmuş­
tu. Carina sarı bir elbise giymiş, şimdiki kadar koyu renk
ama arada belirginleşen beyaz teller bulunmayan saçiarına
sarı bir kurdele takmıştı. Kjell'de kol kanat germe, koruma
ve sevme isteği uyandıran bir tarafı vardı. Kjell düğünlerini
düşündü. Carina'nın şimdilerde seksenlerden kalan bir an­
tika sayılan kabarık etekli ve karpuz kollu gelinliğini. Kjell
Carina'nın o gelinlik içinde bir hayal olduğunu düşünmüş­
tü. Sonra zihninde bir hayal daha belirdi: Carina bitkindi,
makyajsızdı, çirkin bir hastane geceliği giymişti ve kolların­
da oğullarını tutuyordu. Yüzüne bakıp gülümsediğinde, Kjell
karısı ve oğlu için ejderhalan öldürebileceğini ya da koca bir
orduyla savaşabileceğini hissetmişti.
Ufacık mutfakta iki düşman gibi karşılıklı dikilirken, iki­
si de kısa bir an için geçmişlerini, güldükleri ve seviştikle­
ri günleri görür gibi oldu. Aşklarının henüz narin ve kırıl­
gan bir şeye dönüşmediği, Kjell'in savunmasız hale gelmediği
günleri . . . Kjell'in midesindeki düğüm daha da sertleşti.
Kjell bu düşünceleri zihninin gerisine itti. "Eğer mecbur
kalırsam, polise bu bilgiyi veririm" dedi. ''Ya Per'i bu ortam­
dan uzaklaştırmak için gerekeni yaparız ya da bu işi bizim
adımıza polisin yapmasına izin veririm."
Carina, "Seni pislik!" diye haykırdı. Sesi, gözyaşları ve ha­
yal kınklığı nedeniyle boğuklaşmıştı.
Kjell ayağa kalktı. Buz gibi bir sesle, "Aynen böyle olacak.
Per'i nereye yollayabileceğimize dair bir önerim de var. Sana
e-postayla gönderirim , bir ara bakarsın. Ama Per hiçbir şe­
kilde babamla temas kurmayacak. Anlaşıldı mı?"
Carina cevap vermedi, sadece pes ettiğini gösterircesine
1 93

başını önüne eğdi. Kjell'le tartışacak enerjisini yitireli uzun


zaman olmuştu. Kjell'in ondan ve ailesinden vazgeçtiği gün,
Carina da kendisinden vazgeçmişti.
Kjell arabasına geri döndüğünde birkaç yüz metre ilerle­
dikten sonra park etti. Alnını direksiyana dayadı ve gözlerini
kapadı. Zihnine Erik Frankel'e ait görüntüler üşüştü. Onun
hakkında bulduklarını düşündü. Esas soru şuydu: Tüm bu
bilgilerle ne yapması gerekiyordu?
Grini, Oslo'nun dışı, 1943

Buranın en kötü yanı soğuğuydu. Bir türlü ısınamıyor­


du. En ufak bir ısı kırıntısını dahi emen nem, vücudunu buz
kesmiş ıslak bir battaniye misali sarmalıyordu. Axel yatağın
üzerine kıvrıldı. Tek kişilik hücresinde günler geçmek bil­
miyordu ama sık sık rahatsız edilmektense, malızun olma­
yı yeğlerdi. Dayaklar, sorgular ve maruz kaldığı tüm soru­
lar, dinrnek bilmeyen bir yağmur gibi üzerine yağıyordu. Bu
kadar az şey bilirken onlara nasıl cevap verebilirdi ki? Zaten
bildiklerini de asla onlara söylemezdi. Önce onu öldürmeleri
gerekirdi.
Axel kafa derisini sıvazladı. Saçlan artık kısacıktı ve avu­
cuna batıyordu. Bütün esirleri geldikleri gibi duşa sokup ka­
falannı kazımışlardı. Sonra da onlara Norveç Muhafızları'nın
üniformalarını giydirmişlerdi. Axel yakalandığında, Oslo'nun
on iki kilometre dışında bulunan hapishaneye götürüleceğini
hemen anlamıştı. Ama kimse onu buradaki şartlara -günün
bütün saatlerini dolduran akıl almaz dehşete, can sıkıntısına
ve acıya- hazırlayamazdı.
''Yemeğin geldi." Hücresinin dışında bir tıkırtı oldu ve
genç bir gardiyan parmaklıkların önüne bir tepsi bıraktı.
Axel Norveççe, "Bugün günlerden ne?" diye sordu. Erik'le
bütün yaz tatillerini annelerinin Norveç'te yaşayan anne ve
babasının yanında birlikte geçirdiklerinden, Norveççesi ol-
1 95

dukça akıcıydı. Bu gardiyanı her gün görüyordu ve insan­


larla iletişim kurmaya hasret kaldığı için onunla konuşma­
ya çalışıyordu. Ama gardiyan genellikle kısacık cevaplar ve­
riyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi.
"Çarşamba."
"Teşekkürler." Axel kendini gülümserneye zorladı. Gar­
diyan arkasını dönüp yürümeye başladı. Tekrar yalnızlığa
ve soğuğa gömülmekten korkan Axel, bir soru daha sorarak
gardiyanın gitmesini geciktirmeye yeltendi:
"Dışarıda hava nasıl?"
Gardiyan durdu. Tereddüt etti. Etrafına bakındı, sonra
Axel'in hücresine geri döndü.
"Kapalı. Çok soğuk" dedi. Axel gardiyanın ne kadar genç
göründüğünü fark edince şaşakaldı. Herhalde Axel'in yaş­
larındaydı, belki de birkaç yaş daha küçüktü ama Axel son
günlerdeki ruh halinin onu olduğundan çok daha yaşlı gös­
terdiğini varsayıyordu - sanki dışı da içi kadar yaşlıydı.
Gardiyan tekrar birkaç adım uzaklaştı.
''Yılın bu zamanı için fazla soğuk, değil mi?" Axel'in sesi
çatıayınca bu zararsız yorum kulağa oldukça tuhaf geldi. Bir
zamanlar böyle havadan sudan konuşmaları zaman kaybı
olarak görürdü. Şimdiyse bu konuşmalar ona giderek uzak­
laştığı dış dünyayı anımsatan bir can simidiydi.
"Evet, doğru. Ama yılın bu zamanı Oslo' da oldukça soğuk
geçer."
Gardiyan gitmeye yeltenmeden önce, Axel telaşla, "Buralı
mısın?" diye sordu.
Gardiyan duraksadı; cevap verip vermemek arasında gi­
dip geldi. Tekrar etrafına bakındı ama etrafta onları görebi­
lecek ya da duyabilecek kimse yoktu.
"Sadece birkaç yıldır burada yaşıyoruz."
Axel bir soru daha sormaya karar verdi. "Ne kadar za­
mandır buradayım? Bana çok uzun zaman geçmiş gibi geli-
1 96

yor da." Güldü ama kendi kahkabasının kulağına ne kadar


cırtlak ve yabancı geldiğini fark edince irkildi. Gülrnek için
bir sebep bulmayalı uzun zaman olmuştu.
"Buna cevap vermeli miyim bilmiyorum . . . " Gardiyan üni­
formasının yakasım çekiştirdi. Zorunlu olarak giydiği bu kı­
yafetin içinde rahat değil gibiydi. Axel, zamanla alışır diye
düşündü. Hem üniformayı hem de esirlerin maruz kaldığı
muameleyi kabullenmeyi öğrenecekti. İnsan doğası böyleydi.
"Ne kadar zamandır burada olduğumu bana söylesen ne
fark eder ki?" dedi Axel ısrarla. Zamandan bihaber olmanın
fazlasıyla üzüntü verici bir yanı vardı. Yaşamını düzene so­
kan saatler, tarihler ya da hafta içi günleri yoktu.
''Yaklaşık iki aydır buradasın. Tam olarak emin değilim."
"İki ay demek. Ve bugün çarşamba. Hava kapalı. Bu ka­
darı bana yeterli." Axel gardiyana gülümsedi; karşılığında
gardiyan da temkinli bir şekilde güldü.
Gardiyan gittiğinde, Axel kucağında tepsiyle yatağına
oturdu. Yemek hiç de iştah açıcı değildi. Her gün aynı bula­
macı veriyorlardı. Domuzlara layık patatesler ve iğrenç tür­
lüler. Ama bu da esirleri bezdirme stratejilerinin bir parça­
sıydı kuşkusuz. Axel kaşığı umursamazca çanaktaki gri bu­
lamaca daldırdı, ama açlığı onu nihayet kaşığı ağzına götür­
meye zorladı. Annesinin etli türlüsünden yediğini farz et­
ti ama bu işleri daha da kötüleştirdi, çünkü bu sefer de dü­
şünceleri kendine yasakladığı şeylere kaydı: evine ve ailesi­
ne, annesine, babasına ve Erik'e. Artık açlığı bile yeterince
güçlü değildi; hiçbir kuvvet ona bir şey yediremezdi. Kaşığı
kaseye koydu ve sırtını pürüzlü duvara yasladı. Onları açık­
ça gözünün önüne getirebiliyordu: her gece yatmadan önce
koca gri bıyığını özenle tarayan babasını, uzun saçlarını en­
sesinde topuz yapan ve akşamları burnunun ucundaki göz­
lüğüyle oturup okuma lambasının ışığı altında tığ işi yapan
annesini. Ve Erik'i. Muhtemelen odasında, burnunu bir ki-
1 97

taba gömmüş olan kardeşini. Acaba ne yapıyorlardı? Şu an­


da kendisi hakkında ne düşünüyorlardı? Anne ve babası esir
düştüğünü haber alınca nasıl tepki vermişlerdi? Peki ya ço­
ğu zaman sessizliğini koruyan ve düşüncelerini kendine sak­
layan Erik? Parlak zekası sayesinde metinleri ve olayları et­
kileyici bir hızla işleyebiliyordu, ama duygulannı göstermek­
te sorun yaşıyordu. Axel ara sıra sırf inat olsun diye kardeşi­
ne sımsıkı sarılırdı; Erik'in dokunulmaktan duyduğu rahat­
sızlık yüzünden bedeninin ne kadar kaskatı kesildiğini his­
setmek için. Ama Erik bir süre sonra hep yumuşardı; bir­
kaç saniyeliğine gevşeyip teslim olduktan sonra, "Bırak be­
ni" diye homurdanarak kendini kurtarırdı. Axel kardeşini
çok iyi tanıyordu. Hem de Erik'in inanamayacağı kadar iyi.
Erik'in bazen kendini aile içinde bir yabancı gibi hissettiği­
ni, Axel'le rekabet edemediğini düşündüğünü biliyordu. Şim­
di işler onun için muhtemelen daha da zorlaşacaktı. Axel ai­
lesinin kendisine yönelik endişelerinin Erik'in gündelik ha­
yatını etkileyeceğini, kardeşinin aile içindeki öneminin daha
da azalacağını biliyordu. Eğer ölecek olursa Erik'in ne kadar
zor durumda kalacağını düşünmek bile istemiyordu.
"Selam, eve döndük!" Patrik kapıyı kapatıp Maja'yı yere
bıraktı. Maja hemen içeriye koşmaya kalkınca, Patrik onu
durdurmak için ceketine asılmak zorunda kaldı.
"Bir dakika, tatlım. Annene koşmarlan önce ayakkabıları­
nı ve ceketini çıkarmamız gerek." Patrik, Maja'nın üzerinde­
kileri çıkardıktan sonra onu serbest bıraktı.
"Erica? Eve döndük!" diye bağırdı. Cevap gelmedi ama ku­
lak kabartınca yukandan gelen bir tıkırtı duydu. Maja'yı ku­
cağına alıp Erica'nın çalışma odasına çıktı ve küçük kızını
yere indirdi.
"Selam. Demek buradasın."
"Evet. Bugün epeyce sayfa yazdım. Sonra Anna uğradı ve
birlikte kahve içtik." Erica, Maja'ya gülümsayerek kızını ku­
caklamak üzere kollarını iki yana açtı. Maja paytak paytak
Erica'ya koşarak dudaklanna ıslak bir öpücük kondurdu.
"Selam tatlım. Bugün babayla neler yaptınız bakalım?"
Erica burnunu Maja'nınkine sürtünce küçük kız sevinçle ses­
ler çıkardı. Eskimalar gibi öpüşmeye bayılıyorlardı. Erica
dikkatini Patrik'e vererek, "Nerelerdeydiniz" dedi.
"Şey, ufak bir işi halletmek üzere karakala uğrarnam ge­
rekti" dedi Patrik şevkle. ''Yeni memur çok iyi biri ama ola­
yı bütün açılarıyla ele alamıyorlar; bu yüzden onlarla
Fjiillbacka'ya gidip bir ev ziyareti yaptım; bu sayede bir ipucu
1 99

yakaladık ve Erik Frankel'in öldürüldüğü olası iki günlük za­


man dilimini saptayabildik . . . " Patrik, Erica'nın yüz ifadesini
görünce cümlesini yanda kesti. Ağzım açmadan önce daha iyi
düşünmesi gerektiğini fark etmişti.
Erica buz gibi bir sesle, "Peki, sen 'ufak bir işi halletmek
üzere karakola uğradığında' Maja neredeydi?" diye sordu.
Patrik kıvranmaya başladı. Tam o sırada yangın alarmı
çalsa ne iyi olurdu. Ama hiç şansı yoktu. Derin bir nefes alıp
cevap vermeye girişti.
"Ona bir süreliğine Annika baktı. Karakolda." Patrik bu­
nu yüksek sesle söylerken kulağa neden bu kadar kötü geldi­
ğini anlayamadı. O ana dek yaptığının kötü bir fikir olabile­
ceği aklına gelmemişti.
''Yani sen iş için arabayla birkaç saatliğine bir yere giderken
kızımıza karakolda Annika baktı, öyle mi? Doğru mu anladım?''
Patrik telaş içinde durumu lehine çevirmenin bir yolunu
arayarak, "Ee ... evet" dedi. ''Maja harika vakit geçirmiş. Gü­
zel bir öğle yemeği yemiş, sonra da Annika onu yaruna alıp
yürüyüşe çıkınca pusetinde uyuyakalmış."
"Eminim ki Annika ona çok iyi bakmıştır. Ama konu bu
değil. Beni esas üzen şey, ben çalışırken Maja'ya bakacağı­
na söz vermiş olman. Ocak ayına kadar her dakikarn onunla
geçirmeni beklemiyorum; tabii ki ara sıra bebek bakıcılanna
ihtiyacımız olacak. Ama bence babalık iznine çıkalı ancak bir
hafta olmuşken bir işin peşinden koşabilmek uğruna Maja'yı
karakolun sekreterine bırakarak biraz fazla ileri gitmişsin.
Sence de öyle değil mi?"
Patrik bir an için Erica'mn bu soruyu laf olsun diye sorup
sormadığım merak etti ama cevap beklediğini görünce, niye­
tinin bu olmadığım anladı.
"Şey, şimdi sen bu şekilde anlatınca . . . tamam, yaptığım
aptalcaydı. Ama Erik'le ilgili bazı şeyleri kontrol etmek ka­
rakoldakilerin akıllanna bile gelmemişti. . . böylece ben de işe
2 00

dahil oldum ... Pekala, aptalca bir hareketti!" Patrik karma­


şık cümlesini tamamladı. Elini saçından geçirince bazı teller
havaya dikildi.
"Bundan böyle çalışmak yok. Söz ver bana. Maja'yla tek ba­
şına ilgileneceksin. Tamam mı?'' Patrik olabildiğince güvenilir
görünmeye çalışarak iki başparmağını da havaya kaldırdı.
Erica derin bir iç geçirdi ve sandalyesinden kalktı. ''Pekala,
tatlım, bugün sıkıntı çekmiş gibi bir halin yok. Babam bağışla­
yıp yemek hazırlamak üzere aşağıya inelim mi?" dedi. Maja ba­
şıyla onayladı. Erica kucağında Maja'yla aşağıya inerken, "Ba­
ban hatasım telafi etmek için bize karbonara soslu makarna
yapabilir'' dedi. Maja hevesle başım salladı. Babasımn karbo­
nara soslu makarnası en sevdiği yemeklerden biriydi.
Erica daha sonra mutfak masasında oturup Patrik'in jam­
bonları kızartmasını ve spagetti için su kaynatmasını izler­
ken, "Ee, bugün herhangi bir sonuca vardın mı bari?" diye
sordu. Maja televizyonun karşısına geçmiş, Bolibompa'yı iz­
lediğinden, bir süre kafalanm dinleyebilirlerdi.
"Erik büyük olasılıkla Haziran'ın 15'iyle 1 7'si arasında öl­
dürülmüş." Patrik tavadaki j ambonları çevirdi. "Kahretsin!"
Yağın bir kısmı koluna sıçradı. "Amma acıdı! İyi ki çıplakken
jambon kızartmıyorum."
"Biliyor musun sevgilim? Aynı fıkirdeyim. İyi ki çıplakken
jambon kızartmıyorsun." Erica göz kırpınca Patrik yanına gi­
dip onu dudaklarından öptü.
"Demek yeniden 'sevgilin' oldum ha? Bu, cezadan kurtul­
duğum anlamına mı geliyor?"
Erica bir an için düşünüyormuş gibi yaptı. "Henüz değil
ama çok yakında kurtulabilirsin. Eğer karbonara soslu ma­
karna gerçekten leziz olursa, tekrar düşünebilirim."
Pişirmeye geri dönen Patrik, "Ee, senin günün nasıl geç­
ti?" diye sordu. Jambon parçalarını özenle tavadan alarak
yağlarını emdirmek için bir kağıt havlunun üzerine koydu.
201

Leziz bir karbonara soslu makarna yapmanın püf noktası,


jambonların çıtır çıtır olmasıydı; pörsümüş jambon parçala­
nndan daha kötüsü yoktu.
"Nereden başlasam ki?" dedi Erica içini çekerek. Önce
Anna'nın ziyaretinden ve bir üvey anne olarak genç bir kızla
yaşadığı sorunlardan bahsetti. Sonra Britta'yı görmeye gitti­
ğinde neler olduğunu anlattı. Patrik spatulayı bir kenara ko­
yup şaşkınlıkla Erica'ya baktı.
"Kadına sorular sormak için evine mi gittin? Ve yaşlı ka­
dın Alzheimer hastası mıymış? Kocasının sana bağırmasına
şaşmamak gerek. Ben de bağırırdım."
"Ah, çok teşekkürler. Anna da aynı şeyi söyledi, yani bu
konuda yeterince eleştiri duydum; eksik olma." Erica suratı­
nı astı. "Aslında evine gittiğİrnde kadının hasta olduğundan
haberim yoktu."
Patrik spagettiyi kaynar suya koyarken, "Peki neler an­
lattı?" diye sordu.
Erica, Patrik'in neredeyse paketin üçte ikisini tencereye
boşalttığını gö:ı;ünce, "Bu kadannın küçük bir orduya yetece­
ğinin farkındasın, değil mi?" dedi.
Patrik spatulayı Erica'ya doğrultarak, ''Yemeği ben mi ya­
pıyorum, sen mi?'' dedi. "Ee, yaşlı kadın ne dedi?"
"Şey, öncelikle öyle görünüyor ki, Britta ve annem genç­
ken birlikte çok zaman geçirmişler. Anlaşılan ikisi, Erik
Frankel ve Frans adında bir genç, birbirlerine sıkı sıkıya
bağlı bir grup arkadaşmış."
Patrik spagettiyi kanştınrken, "Frans Ringholm mü?" di­
ye sordu.
"Evet, sanınm adı buydu. Frans Ringholm. Neden ki? Onu
tanıyor musun?" Erica Patrik'e meraklı bir bakış attı, ama
Patrik omuz silkmekle yetindi.
"Başka bir şey söyledi mi? Erik ya da Frans'la teması var
mıymış? Ya da Axel'le?''
2 02

Erica, "Sanmıyorum" dedi. "Galiba birbirleriyle temas ha­


linde değillermiş ama yanılıyor olabilirim." Erica kaşlarını
çatarak konuşmayı zihninde yeniden canlandırdı. "Bir şey
daha vardı. . . " dedi tereddütle.
Patrik spagettiyi karıştırmayı bırakıp onun devam etme­
sini bekledi.
"Britta bir şey demişti. .. Erik ve 'eski kemikler' hakkında.
Huzur içinde yatmaları gerektiğini söyledi. Erik demiş ki . . .
Hayır, ardından zihni bulandı, başka d a bir şey anlayama­
dım. Kafası gerçekten çok karışmıştı, yani söylediklerine ne
kadar önem verınem gerektiğini bilemiyorum. Muhtemelen
saçmalayıp durdu."
"Pek sayılmaz" dedi Patrik. "Pek sayılmaz. Bugün bu söz­
cüklerin Erik Frankel'in adıyla birlikte anıldığını ikinci kez
duyuyorum. Eski kemikler . . . Acaba ne anlama geliyor?"
Ve Patrik düşünürken, makarna suyu taşmaya başladı.

Frans toplantıdan önce özenle hazırlanmıştı. Kurul ayda


bir toplanıyordu ve tartışmalan gereken pek çok konu vardı.
Çok yakında seçim yapılacaktı ve mücadelelerin en büyüğü­
nü vermek üzereydiler.
"Herkes burada mı?" Frans masanın etrafında oturanla­
ra bakarak diğer beş kurul üyesini sessizce inceledi. Hepsi de
erkekti. Cinsiyetler arası eşitlik ilkesi henüz neo-Nazi örgüt­
lerine ulaşmamıştı. Ve muhtemelen asla ulaşmayacaktı.
U ddevalla' daki tesisi Bertolf Svensson' dan kiralamışlardı.
Onun sahip olduğu apartmanın bodrum katında oturuyorlar­
dı. Burası diğer zamanlarda sosyal tesis olarak kullanılıyor­
du ve kiracılardan birinin hafta sonunda düzenlediği parti­
den pek çok iz taşıyordu. Aynı bina içinde bir ofisi de kul­
lanabiliyorlardı, ama burası epey küçük olduğundan, kurul
toplantılanna uygun değildi.
Bertolf boş bir bira şişesini tekmeleyip yerde yuvarlayarak,
2 03

"Adam gibi temizlik yapmamışlar. Buradaki işimiz bitince


kendileriyle bir konuşma yapmam gerekecek" diye mırıldandı.
"Hadi toplantıyı başlatalım" dedi Frans sertçe. Yersiz ge­
vezeliklere ayıracak zamanları yoktu. "Hazırlıklarla ilgili ne
kadar ilerleme kaydettik?"
Frans kurulun en genç üyesi olan Peter Lindgren'e döndü.
Frans'ın yüksek sesle dile getirdiği itirazlarına karşın, Pe­
ter kampanya çalışmalarını koordine etmek üzere seçilmişti.
Frans bu adama hiç güvenmiyordu. Lindgren daha geçen yaz
Grebbestad'daki pazaryerinde bir Samaliliyi tartakladığı için
hapse girmişti. Frans onun gerektiği kadar soğukkanlı olabi­
leceğine inanmıyordu.
Peter, Frans'ın şüphelerini haklı çıkarmak istercesine so­
ruyu cevaplamaktan kaçındı. Bunun yerine, "Fjallbacka'da
olanlan duydun mu?" diye sordu. Sonra güldü. "Belli ki biri­
si sonunda Frankel'den -kendi ırkına ihanet eden o kahrola­
sı hainden- kurtulmak istemiş."
Frans gözlerini Peter'e dikerek, "Hiçbirimizin bu işle bir
ilgisi olmadığını varsaydığıma göre, gündemimizdeki konuya
dönmeyi öneriyorum" dedi. İki adam bir an için sessiz bir sa­
vaşta çarpıştılar.
Sonra Peter başını çevirdi. "Epey ilerleme kaydettik. Bir­
kaç yeni üye kabul ettik. Eski ya da yeni ayrımı yapmadan
herkesin yakında seçime gideceğimiz mesajını yayma işini
üstlenmeye hazır olmalan gerektiğini bildirdik."
"Güzel" dedi Frans ters bir şekilde. "Peki ya partinin sicil
işlemleri? O da halledildi mi? Ya oy pusulalan?"
"Hepsi kontrol altında." Bir okul çocuğu gibi sorguya çe­
kilmekten rahatsız olduğu anlaşılan Peter, parmaklarını ma­
saya vurdu. Frans'a iğneleyici bir çift laf etmeden durarnayıp
ekledi: "Anlaşılan, eski dostunu koruyamamışsın. Senin için
ne önemi vardı da kendi hayatını riske attın? İnsanlar bunu
konuşup duruyorlar. Sadakatini sorguluyorlar."
2 04

Frans ayağa kalkıp Peter'e dik dik baktı. Frans'ın diğer


yanında oturan Werner Hermanson onu kolundan yakala­
dı. "Onu dinleme Frans. Tanrı aşkına sakin ol. Saçmalıyor.
Burada oturup birbirimize çamur atmak yerine, nasıl hare­
ket edeceğimizi konuşmamız gerekiyor. Pekala, hadi şimdi
el sıkışın." Werner önce Peter'e, sonra Frans'a baktı. Kendi­
si İsveç'in Dostlan'nın Frans haricindeki en eski üyesiydi; ay­
nca Frans'ı bütün üyelerden daha uzun zamandır tanıyordu.
Şu anda gözetmesi gereken Peter'in esenliğiydi; Frans'ınki
değil. Frans'ın neler yapabildiğini görmüştü.
Bir an için her şey dengelendi. Frans yerine oturdu.
"Kendimi tekrarlama riskini göze alarak, tekrar gündeme
dönmemizi önereceği.m. İtirazı olan var mı? Peki ya vaktimizi
harcamamız gereken başka ilgisiz konular?" Tek tek tüm ku­
rul üyelerine baktı; ta ki onlar bakışlannı kaçırana dek. Son­
ra devam etti:
"Görünüşe göre en önemli taşlar yerli yerine oturmak
üzere. O halde ilerleyip parti tabanını oluşturması gere­
ken konular hakkında konuşalım mı? Bir süredir bu şehir­
deki insanları dinliyoruro ve bu sefer gerçekten de belediye
meclisinde bir yer edinebileceğimizi düşünüyorum. İnsan­
lar devletin göçmenlik meseleleri konusunda ne kadar laç­
ka davrandığını anladılar. İşlerinin nasıl da İsveçli olmayan­
lar tarafından kapıldığını görebiliyorlar. Belediyenin finan­
sal kaynaklarının bu gruba b ağış yapmak uğruna israf edil­
diğinin farkındalar. Yerel düzeydeki işleyişle ilgili büyük bir
memnuniyetsizlik hakim; işte bizim bu durumdan istifade
etmemiz gerekiyor."
Frans'ın pantolonunun cebindeki telefonu acı acı çalma­
ya başladı. "Kahretsin! Özür dilerim, kapatmayı unutmuşum.
Bir saniye." Telefonu çıkarıp ekrana baktı. Numarayı tanıdı.
Bu Axel'in ev numarasıydı. Cevap vermeden telefonu kapattı.
"Mfedersiniz. Pekala, nerede kalmıştık? Ah, evet. Şehrin
2 05

göçmen sorununa büyük bir cehaletle yaklaşmasından istifa­


de etmek için şahane bir fırsatımız var."
Frans konuşurken masanın etrafındaki herkes dikkatle
ona bakıyordu. Ama Frans'ın düşünceleri büyük bir hızla, ta­
mamen farklı bir yöne doğru kaymıştı.

Matematik dersini ekmeye karar verirken hiç zorlanma­


mıştı. Asla katılmayı düşünmediği bir ders varsa, o da mate­
matikti. Rakamlar ve matematikle ilgili diğer her şey tüyle­
rini diken diken ediyordu. Hiçbiri kafasına girmiyordu. Top­
lama ya da çıkarma yapmaya çalıştığı anda beyni pelteye dö­
nüyordu. Hem aritmetiğin ona ne yararı vardı ki? Asla bir
finansçı olmayacaktı; matematik onun için tam bir zaman
kaybıydı.
Per okul bahçesine göz atarken bir sigara daha yaktı. Di­
ğerleri bir dükkanı soymak üzere Hedemyr's tarafına git­
mişlerdi, ama Per onlara katılmak istememişti. Dün ge­
ce Tomas'ta kalmış, sabahın beşine kadar Tomb Raider oy­
namıştı. Annesi onu cep telefonundan arayıp durmuştu. O
da sonunda telefonunu kapatmıştı. Yatakta kalmayı tercih
ederdi ama Tomas'ın annesi işe giderken onu evden atmıştı;
gidecekleri başka bir yer olmadığı için de okula gelmişlerdi.
Şu anda canı çok ama çok sıkılıyordu. Belki de çeteyle bir­
likte soyguna gitmeliydi. Peşlerine takılmak üzere banktan
kalktı, ama Mattias'ın okuldan çıkarken nedense herkesin
daima peşinde koştuğu o aptal kızla beraber yürüdüğünü gö­
rünce tekrar yerine oturdu. Mia'yı neden bu kadar çekici bul­
duklarını hiç anlamıyordu. Masum görünüşlü sarışınlar ona
göre değildi.
Ne dediklerini duyabilmek için kulak kesildi. Çoğunlukla
Mattias konuşuyordu; ilginç bir şeyden bahsediyor olmalıy­
dı, çünkü Mia bütün o makyajın ardındaki bebek mavisi göz­
lerini ona dikmişti. İkisi yaklaştıkça Per konuşmalarını bö-
206

lük pörçük duymaya başladı. Hiç kıpırdamadan oturdu. Mat­


tias Mia'yı yatağa atmaya o kadar odaklanmıştı ki, Per'i fark
etmedi bile.
"Onu gördüğümda Adam'ın yüzünün nasıl da kireç gibi
olduğunu görmeliydin. Ama derhal ne yapılması gerektiği­
ni fark ettim ve hiçbir kanıta zarar vermeyelim diye Adam'a
oradan çıkmasını söyledim."
Mia hayranlıkla, ''Vay canına" dedi.
Per kendi kendine güldü. Tanrım, Mattias gerçekten de
kızı yatağa atmak için çok uğraşıyordu. Muhtemelen kızın iç
çamaşın çoktan ıslanmıştı.
" . . . Ve işin en can alıcı kısmı da, başka hiç kimsenin oraya
gitmeye cesaret edememiş olması. Bunu yapacağını söyleyen
başkaları da oldu ama hepimiz biliyoruz ki bir şey hakkında
konuşmak ile onu yapmak bambaşka şeylerdir."
Per yeteri kadannı duymuştu. Banktan sıçrayarak kalkıp
Mattias'a doğru koştu. Mattias ne olduğunu dahi anlayama­
dan Per arkadan üzerine atlayıp onu yere serdi. Sırtına otur­
du ve Mattias acıyla haykırana dek kollarını büktü, sonra da
saçianna yapıştı. Çekiştirilmeyi bekleyen o iğrenç sörfçü sti­
li saçlarına. Sonra Per bile isteye Mattias'ın kafasını asfalta
çarptı. Mia'nın birkaç metre ötede çığlık çığlığa bağırmasına
aldırmadı. Mia yardım isternek üzere okula doğru koşarken,
Per Mattias'ın kafasını tekrar sert zemine çarptı.
"Sen neler saçmalıyorsun böyle?! Seni züppe - bunu yap­
ınana izin vereceğiınİ mi sandın? Seni aşağılık pısırık." Per o
kadar sinirlenmişti ki, gözleri kararmış ve başka hiçbir şey
görmez olmuştu. Yalnızca Mattias'ın saçını çekiştİren elinin
ve oğlanın kafası betona çarptıkça parmaklarına yayılan şo­
kun farkındaydı. Gördüğü tek şey, Mattias'ın başının altın­
daki siyah zemini boyamaya başlayan kandı. Per o kırmızı
öbekleri gördükçe tatmin oluyordu. Bu duyguyu göğsünün
derinliklerinde hissediyor, tadına bakıyor ve keyfini çıkarı-
207

yordu. Kendini hiç olmadığı kadar sakin hissediyordu. Öfke­


sine karşı koymak için hiçbir girişimde bulunmadı - bu his­
sin benliğini doldurmasına izin verdi, ona teslim oldu; kar­
maşık, üzücü ve önemsiz olan diğer her şeyi bir kenara iten
bu ilkelliğin tadını çıkardı. Durmak istemiyordu, duramazdı.
Bağırmaya, vurmaya ve Mattias'ın kafasını her kaldırışında
o yapışkan ve ıslak kırmızı öbekleri izlemeye devam etti, ta
ki birisi onu arkadan kavrayıp hızla çekene dek.
"Ne halt ediyorsun sen?" Per gerçek bir şaşkınlıkla arkası­
na dönünce matematik öğretmeninin yüzündeki kızgın ifade­
yi gördü. Okul binasının pencerelerinde dışanya bakan yüz­
ler vardı; bahçede ise küçük bir meraklılar grubu toplanmış­
tı. Per hissiz bir şekilde kıpırdamadan yerde yatan Mattias'a
baktı ve kurbanından birkaç metre öteye sürüklenirken di­
renç göstermedi.
"Tanrım, sen aklını mı kaçırdın?" Matematik öğretmeni­
nin yüzü sadece birkaç santim ötedeydi. Yüksek sesle bağın­
yordu ama Per hiçbir şey hissetmeden başını çevirdi.
Kendini bir anlığına muhteşem hissetmişti. Şimdiyse sa­
dece boşluk hissediyordu.

Uzun süre koridorda dikilip duvardaki fotoğrafiara baktı.


Ne çok mutlu anlan olmuştu. Hepsi de ne kadar sevgi doluy­
du. Britta'yla hissettiklerinden daha ciddi göründükleri siyah
beyaz evlilik fotoğrafiarına baktı. Britta'nın Anna-Greta'yı
kollannda tuttuğu fotoğrafı kendisi çekmişti. Eğer yanlış ha­
tırlamıyorsa, fotoğrafı çektikten hemen sonra makineyi bırak­
mış ve kızını ilk defa koliarına almıştı. Britta tedirgin bir şe­
kilde bebeğin kafasını desteklemesi gerektiğini hatırlatmıştı,
ama Herman sanki onu nasıl tutacağım içgüdüsel olarak bi­
liyordu. Bebeklerinin bakımında her zaman aktif bir rol üst­
lenmişti, hem de o dönemde bir kocadan beklenmeyecek ölçü­
de. Kayınvalidesi birçok kez bez değiştirmenin ya da bebek-
208

lere banyo yaptırmanın erkek işi olmadığını söyleyerek onu


azarlamıştı. Ama çocuklanndan bir türlü uzak duramamıştı.
Bu tür işleri yapmak ona son derece doğal geliyordu; ayrıca
tüm yükü ve yaşlan birbirine çok yakın olan üç kızın bakımı­
nı Britta'nın üzerine yıkınanın adil olmadığını düşünüyordu.
Aslında daha fazla çocuk sahibi olmak istiyordu ama ilk
iki doğumdan on kat daha zor geçen üçüncüsünden sonra
doktor onu bir kenara çekmiş, Britta'nın muhtemelen bir ha­
mileliği daha kaldıramayacağını söylemişti. Ve Britta ağla­
mıştı. Yüzüne bakmadan başını öne eğmiş ve yanaklarından
gözyaşları süzülürken, ona bir erkek evlat veremediği için
özür dilemişti. Herman, Britta'ya şaşkınlıkla bakmıştı. Hiç­
bir zaman sahip olduklarının dışında bir şey dilemek aklı­
na gelmemişti. Karısı ve üç kızı sayesinde, kendini hayal bi­
le ederneyeceği kadar zengin hissediyordu. Karısını buna ik­
na etmesi biraz zaman almıştı; Britta onun samimi olduğu­
nu anladığında ağlamayı bırakmıştı. Sonra da bütün ilgileri­
ni dünyaya getirdikleri üç kızianna yoğunlaştırmışlardı.
Sonralan sevecekleri pek çok kişi oldu. Kızlarının kendi ço­
cukları doğmuştu ve Herman ile Britta torunlarını yürekten
seviyorlardı. Ne zaman kızianna yardım etmeye gitseler, Her­
man yine bez değiştirme hünerlerini sergiliyordu. Bu devirde
kadıniann işlerini, evlerini ve ailelerini bir arada idare etme­
leri çok zordu. Ama Herman ve Britta kızlannın hayatlannda
kendilerine yer bulduklan, yardım edecekleri ve sevebilecekle­
ri birileri olduğu için mutluydular. Şimdi de torunlanndan bir­
kaçı çocuk sahibi olmuştu. Herman'ın parmakları artık iyice
katılaşmıştı, ama ·şu yeni nesil hazır bebek bezlerinin kullanı­
mı çok kolay olduğundan, ara sıra bir tane değiştirebiliyordu.
Herman başını iki yana salladı. Bunca yıl nasıl da geçmişti?
Yukarı kata çıkıp yatağının kenarına oturdu. Britta öğle­
den sonra uykusuna yatmıştı. Birkaç kez Herman'ı tanıma­
mış, anne ve babasının evinde olduğunu sanmıştı. Annesi-
209

ni görmek istemişti. Sonr!l da, sesinde açıkça beliren bir kor­


kuyla babasını sormuştu. Herman saçlarını okşamış, babası­
nın yıllar önce öldüğüne ve artık ona zarar veremeyeceğine
ikna olması için defalarca dil dökmüştü.
Herman, Britta'nın nakışlı örtü üzerinde duran elini okşa­
dı. Kırışık teni, kendi ellerindeki yaşlılık lekelerinin benzer­
leriyle dolmuştu. Ama parmaklan hala uzun ve zarüti. Her­
man pembe ojeli tırnaklarını görünce gülümsedi. Britta her
zaman dış görünüşüne çok önem vermişti; hala da veriyor­
du. Ama Herman asla şikayetçi olmamıştı. Britta daima gü­
zel bir eş olmuştu ve Herman elli beş yıllık evlilikleri boyun­
ca başka bir kadına yan gözle dahi bakmamıştı.
Britta'nın gözkapakları titredi. Belli ki rüya görüyor­
du. Herman onun rüyalarına girebilmeyi diledi. Rüyalannın
içinde onunla yaşamayı ve her şeyin eskisi gibi olduğunu farz
etmeyi.
B ritta bugün kafası karıştığında, asla bahsetmemeye ka­
rar verdikleri şeyler hakkında konuşmuştu . Ama beyni çözü­
lüp dağılmış ve sırlannı saklamak için yıllar içinde ördükleri
baraj duvarları yerle bir olmuştu. Çok uzun süredir paylaş­
tıkları bu sır her nasılsa hayatlannın meşgalesi içinde kayıp­
lara karışmış, sonunda görünmez olmuştu. Herman rahat bir
nefes almış ve bu konuyu unutmuştu.
Erik'in onu ziyaret etmesi hiç de iyi bir fikir değildi. Hem
de hiç. Duvarda yer alan ve giderek büyüyen çatıağı yaratan
da bu ziyaret olmuştu. Eğer bu çatlak tıkanamayacak olursa,
bir sel baskını olacak ve hepsini beraberinde sürükleyecekti.
Ama en azından artık Erik yüzünden endişelenmeyecekti.
Artık ondan çekinmelerine gerek yoktu.
Herman, Britta'nın elini akşamaya devam etti.

"Ah, sana söylemeyi unuttum: Karin telefon etti. Saat on­


da yürüyüşe çıkmak üzere buluşacaksınız. Eczanede."
210

Patrik'in adımı havada kaldı. "Karin'le mi? Bugün mü?


Üstelik", -saatine baktı- "yanın saat içinde mi?''
Erica, ''Üzgünüm" dedi; gerçi ses tonu hiç de üzgün olmadı­
ğını belli ediyordu. Sonra yumuşadı. "Biraz araştırma yapmak
için kütüphaneye gitmeyi düşünüyordum; sen ve Maja yirmi
dakika içinde hazır olursanız, sizi arabayla bırakabilirim."
"Peki . . . " Patrik duraksadı. "Senin için sakıncası var mı?"
Erica Patrik'in yanında gidip onu öptü. "Karakolu kızımız
için bir kreş olarak kullanınana kıyasla, eski kannla yürüyü­
şe çıkacak olmanın hiçbir sakıncası yok" dedi.
Patrik Erica'nın haklı olduğunu bildiği halde, "Ha ha, çok
komik" diyerek somurttu. Dün yaptığı şey oldukça aptalcaydı.
"Ee, ne dikiliyorsun öyle? Gidip giyinsene! Eski karınla
bu şekilde buluşmana kesinlikle itiraz ederim." Erica üzerin­
de sadece iç çamaşırı ve diz altı çorapları olan kocasını yatak
odasında tepeden tırnağa süzerek güldü.
Patrik bir vücut geliştirici gibi poz vererek, "Ne yani, böy­
le yeterince çekici görünmüyor muyum?" dedi. Erica o kadar
çok güldü ki, sonunda yatağa oturmak zorunda kaldı.
"Ah Tanrım, kes şunu."
"Haberin olsun" dedi Patrik gücenmiş gibi yaparak, ''bu itici
görünüme kavuşmak için çok uğraşıyorum ama üçkağıtçılara
sahte bir güven duygusu vermek gerekiyor." Karnma hafifçe
vurdu ve göbeği, sadece kasa dokunmuş olsaydı titrerneyeceği
kadar titredi. Evlilik, göbeği üzerinde gözle görülür bir incelme
etkisi yaratmamıştı.
Kahkahalara boğulan Erica, ''Yeter!" diye bağırdı. "Eğer
böyle konuşmayı kesmezsen seninle bir daha asla yatmaya­
cağım." Patrik bir canavar gibi kükreyerek kendini yatağa
attı ve Erica'yı gıdıklamaya başladı.
"Sözünü geri al! Alacak mısın? Söyle alacak mısın?"
Fena halde gıdıklanan Erica, "Evet evet, geri alıyorum!
Kes şunu!" diye haykırdı.
21 1

"Anne! Baba!" Kapı ağzında dikilen Maja, izlediği gösteri­


den hoşnut bir şekilde ellerini çırptı. Anne ve babasının odasın­
dan gelen ilginç sesler merakını cezbedince odasından çıkmıştı.
"Buraya gel, baba seni de gıdıklasın" diyen Patrik Maja'yı
kucaklayıp yatağa koydu. Bir saniye sonra anne ve kız katı­
larak gülmeye başladılar. Sonra üçü de bitkin bir halde ya­
takta uzanıp birbirlerine sokulmuşlardı ki, Erica aniden doğ­
ruldu. "Siz ikiniz acele etseniz iyi olur. Sen kendine çekidü­
zen verirken Maja'yı ben giydiririm" dedi.
Erica yirmi dakika sonra içinde eczane ve kütüphanenin
de olduğu belediye binasının önüne yanaştı. Karin hakkında
pek çok şey duyduğu halde, onunla ilk kez karşılaşacaktı. Ne
beklernesi gerektiğini bilmiyordu; Patrik ilk evliliği konusun­
da oldukça ketumdu.
Erica arabayı park etti, Patrik'in puseti bagaj dan çıkar­
masına yardım etti ve onunla birlikte Karin'le tanışmaya git­
ti. Derin bir nefes alarak elini uzattı.
''Merhaba, ben Erica" dedi. "Dün telefonda konuşmuştuk."
"Tanıştığımıza çok memnun oldum!" dedi Karin. Erica
karşısında duran bu kadına görür görmez ısınmasına şaşırdı.
Göz ucuyla, bir ileri bir geri sallanan Patrik'in ne kadar hu­
zursuz göründüğünü fark edince bundan gizli bir zevk aldı.
Bu hali oldukça komikti.
Merakla Patrik'in eski karısını inceledi. Karin kendisin­
den daha zayıftı ve biraz daha kısaydı. Koyu renk saçlan sa­
de bir atkuyruğu şeklinde toplanmıştı. Narin yüz hatları var­
dı; makyaj yapmamıştı ve biraz . . . yorgun görünüyordu. Eri­
ca, Şüphesiz, küçük bir çocuğa baktığı için diye düşündü ve
bütün gece Maja'yı uyutınaya çalıştıktan sonra kendisinin de
çok harika görünmeyebileceğini fark etti.
Bir süre sohbet ettiler, sonra Erica onlara veda edip kü­
tüphanenin yolunu tuttu. Nihayet Patrik'in hayatında sekiz
yıl boyunca büyük bir yer tutan kadının yüzünü görünce ra-
212

hatlamıştı. Daha önce onun bir fotoğrafını dahi görmemişti.


Ama ayrılmalarına yol açan koşullar göz önüne alındığında,
Patrik'in birlikte geçirdikleri zamanları hatırlatan fotoğraf­
ları saklamak istememesi anlaşılabilirdi.
Kütüphane her zamanki gibi sakindi. Erica burada çok­
ça vakit geçirmişti; kütüphanelarİn ona muazzam bir tatmin
duygusu veren bir yanı vardı.
''Merhaba Christian!"
Kütüphaneci başını kaldırdı ve Erica'yı görünce gülümsedi.
"Selam Erica. Seni yine görmek ne güzel! Bugün sana na-
sıl yardımcı olabilirim?" Sınaiand aksanı kulağa çok hoş ge­
liyordu. Erica neden Smalandlıların ağızlarını açtıkları an­
da bu kadar sevimli olduklarını merak etti. Christian'la ilgi­
li ilk izlenimi doğru çıkmıştı. Her zaman içten ve yardımse­
ver biriydi; işinde de çok iyiydi. Pek çok kez Erica'nın bulaca­
ğına dair en ufak bir umut bile taşımadığı bilgilere ulaşması­
m sağlamıştı.
"Geçen sefer araştırdığın konuyla ilgili daha fazla bilgiye
mi ihtiyacın var?" diye soran Christian, Erica'ya umut dolu
bir bakış attı. Erica'mn araştırma soruları her zaman hoşuna
gidiyordu, çünkü bu sayede çoğunlukla balıklar, yelkenliler
ve Bohuslan faunası hakkında bilgi toplamaktan ibaret olan
işinin monoton rutininden çıkmış oluyordu.
Danışma masasının önünde duran bir sandalyeyi Chris­
tian'ın karşısına çekip oturan Erica, "Hayır, bugün değil" de­
di. "Bugün Fjallbacka' daki bazı insanlar hakkında birtakım
bilgilere ihtiyacım var. Ve de bazı olaylar hakkında."
"İnsanlar ve olaylar demek. Acaba biraz daha detay vere­
bilir misin?" dedi Christian göz kırparak.
"Denerim." Erica çabucak bir dizi isim saydı: "Britta Jo­
hansson, Frans Ringholm, Axel Frankel, Elsy Falck -daha
doğrusu Moström- ve . . . " birkaç saniye duraksadıktan sonra
ekledi: "Erik Frankel."
213

Christian irkildi. "Bu, cesedi bulunan adam değil mi?"


"Doğru" dedi Erica.
"Peki Elsy? O da senin . . . "
"Evet, benim annem. İkinci Dünya Savaşı yıllarından iti­
baren, tüm bu insanlar hakkında bilgiye ihtiyacım var. Hat­
ta savaş yıllanna kadar uzanabiliriz."
"Başka bir deyişle 1939 ile 1945 arası."
Erica başıyla onayladı. Christian talep ettiklerini bilgisa­
yarına yazarken beklenti içinde onu izledi. "Bu arada senin
projen nasıl gidiyor?" diye sordu.
Kütüphanecinin yüzünde bir gölge düşer gibi oldu. Sonra
geçip gitti ve Christian Erica'nın sorusunu yanıtladı: "Nere­
deyse yarısı bitti. Sorduğun için teşekkürler. Zaten verdiğin
tavsiyeler sayesinde bu kadar ilerleyebildim."
"Ah, hiçbir şey yapmadım ki" dedi Erica utanarak. ''Yaz­
ma konusunda daha fazla tüyoya ihtiyacın olursa ya da tas­
Iağına göz atmarnı istersen haber ver. Bu arada, bir başlık
seçtin mi?"
Christian onunla göz göze gelmeden, "Denizkızı" dedi.
"Adı Denizkızı olacak."
"Ne kadar güzel bir başlık. Nereden aklına geldi? .. " diye
sordu Erica. Ama Christian başını sertçe iki yana saliaya­
rak bu konu hakkında konuşmak istemediğini belirtti. Erica
şaşkın şaşkın ona baktı. Christian'ın hiç böyle davrandığı gö­
rülmemişti. Onu gücendirecek bir şey söyleyip söylemediğini
merak etti ama aklına bir şey gelmedi.
"İşte ilgini çekebilecek birkaç makale" dedi Christian. "Se­
nin için çıktılannı alayım mı?"
"Evet, lütfen" dedi Erica bir parça irkilerek. Ama Christi­
an birkaç dakika sonra yazıcıdan çıkardığı bir tomar kağıtla
geri döndüğünde, kendine gelmişti.
"Bunlar seni bir süre oyalar. Yardımcı olabileceğim başka
bir şey olursa haber ver."
214

Erica ona teşekkür edip kütüphaneden çıktı. Şansı yaver


gitmişti. Caddenin karşısındaki kafe açıktı. Oturup makale­
leri okumaya başlamadan önce kendine bir kahve aldı. Ama
buldukları o kadar ilginçti ki, fincanına dokunınadı ve kah-'
vesi soğudu.

* * *

"Pekala, şimdiye kadar neler öğrendik?" Mellberg bacakla­


nnı öne uzatırken yüzünü ekşitti. Egzersizin ardından çekti­
ği acılann ve ağrılann bu kadar uzun sürmesine şaşmyordu.
Böyle giderse, cuma günkü salsa dersinde üzerinden tekrar si­
lindir geçene kadar ancak toparlanacaktı. Ama işin tuhaf ya­
nı, bu fikrin ona tahmin ettiği kadar ürkütücü gelmemesiydi.
Bunda büyüleyici müziğin, Rita'nın bedenine yakın olmanın
ve geçen haftaki dersin sonunda ayaklarının hareketleri çöz­
meye başlamasının da payı vardı. Hayır, yakın zamanda ders­
leri bırakınayı düşünmüyordu. Eğer Tanumsehede'de salsa
kralı olacak potansiyele sahip biri varsa, o da kendisiydi.
"Affedersin, ne dedin?" Mellberg irkildi. Latin ritimleri
hakkında gündüz düşlerine daldığı sırada Paula'nın bütün
dediklerini kaçırmıştı.
"Paula'nın da dediği gibi, Erik Frankel'in hangi tarihler
arasında öldürüldüğünü saptamayı başardık" dedi Gösta.
"Kendisi 1 5 Haziran'da 'kız arkadaşıyla' birlikteymiş. O yaş
grubundaki insanlara hangi sıfatın yakıştırıldığını bilmiyo­
rum. Erik ondan ayrıldığında bayağı sarhoşmuş, ki kadının
dediğine göre bu oldukça sıra dışı bir durummuş."
Martin, "Temizlikçi kadın da Haziran'ın 1 7'sinde eve git­
miş ama içeri girememiş" diye ekledi. "Bu illaki Erik'in o za­
mana kadar ölmüş olduğu anlamına gelmiyor ama bu büyük
bir olasılık. Temizlikçi kadın daha önce eve girme konusun­
da hiç sorun yaşamamış. Kardeşler evde olmadıklarında ona
hep anahtar bırakırlarmış."
215

''Tamam, güzel, o zaman şimdilik Erik'in Haziran'ın 15'iy­


le 1 7'si arasında öldüğü varsayımı üzerine çalışacağız. Ağabe­
yiyle konuşun; o tarihlerde evde miymiş yoksa Paris'e mi git­
miş?" Mellberg, Ernst'in kulaklarının arkasını kaşımak için
yere eğildi. Mutfak masasının altmda yatan köpek her zaman­
ki gibi Mellberg'in ayaklannın üzerine kurulmuştu.
''Yani Axel Frank el'in gerçekten bu işle bir ilgisi olduğu­
nu mu . . . " Paula, Mellberg'in yüzündeki aksi ifadeyi görünce
cümlesini yanda kesti.
"Şu anda hiçbir şey düşünmüyorum . Ama sen de benim
kadar biliyorsun ki, çoğu cinayet bir aile üyesi tarafından iş­
leniyor. Bu yüzden ağabeyi bir yoklayalım . Tamam mı?"
Paula başıyla onayladı. Mellberg bu sefer haklıydı. Axel
Frankel'i sevimli bulduğu gerçeğinin, yapması gereken işe
engel olmasına izin veremezdi.
"Peki ya eve giren iki oğlan? Onlar sayesinde herhangi bir
ipucu yakaladık mı?" Mellberg masasının etrafında oturan
ekip arkadaşianna baktı. Herkes Gösta'ya döndü. Gösta ger­
gin bir biçimde kıpırdandı.
"Ah . . şey . . . evet ve hayır. Oğlanlardan birinin -Adam'ın­
.

ayakkabı ve parmak izlerini aldım ama . . . diğeriyle konuşa­


cak vaktim olmadı."
Mellberg'in gözleri fal taşı gibi açıldı. "Bu basit işle ilgilen­
mek için birkaç günün vardı. Senin ise buna henüz -senden
alıntı yapıyorum- vaktin olmadı. Doğru mu?"
Morali bozulmuş gibi görünen Gösta başıyla onayladı. "Ee,
ıı, evet . . . doğru. Ama bugün halledeceğim." Mellberg ona bir
kez daha dik dik baktı.
"Derhal, bir an önce" dedi Gösta başını eğerek.
"Hemen harekete geçsen iyi edersin" diyen Mellberg, dik­
katini Martin ile Paula'ya yöneltti.
"Başka bir şey var mı? Ringholm'le işler nasıl gidiyor?
Herhangi bir şey çıktı mı? Bana kalırsa en umut vaat eden
216

ipucu huymuş gibi görünüyor; ayrıca İsveç'in Dostlan'nın da


altını üstüne getirmemiz gerek."
"Frans'la konuştuk ama başka bir şey öğrenemedik. Dedi­
ğine göre, örgüt içinde Erik'i tehdit eden bazı güçler varmış,
ama Frans eski dostluklannın hatınna araya girip Erik'i ko­
rumayı denemiş.
"Peki, bu 'güçler' " -Mellberg havada sözcüğün etrafına
tırnak işaretleri çizdi- ''her kimse onlarla konuştuk mu?"
"Hayır, henüz değil" dedi Martin sakince. "Ama bugünkü
programımızda yer alıyor."
Mellberg, "Güzel, güzel" derken Ernst'i uyuşmaya başla­
mış ayaklarının üzerinden kaldırmaya çalıştı. Ernst ise gü­
rültülü bir şekilde gaz çıkardıktan sonra sahibinin ayakları­
nın üzerine daha da yerleşti. "Pekala, o halde geriye tek bir
konu kalıyor. Bu karakol bir kreş değil! Anlaşıldı mı?!" Mell­
berg toplantı boyunca sessizce not tutan Annika'ya baktı.
Annika da okuma gözlüklerinin üzerinden onu süzdü. Uzun
bir aradan sonra Mellberg sesinin fazla sert çıkıp çıkmadığı­
nı merak ederek kıvranmaya başladı.
Annika, bunun üzerine, "Dün kısa bir süreliğine Maja'ya
göz kulak olsam da işlerimi yaptım. Kafanı yorman gereken
tek konu da bu Bertil" dedi.
Annika, Mellberg'in bakışianna sakince karşılık verirken,
aralarında sessiz bir güç savaşı yaşandı. Sonunda bakışları­
nı kaçıran Mellberg, "Eh, pekala, herhalde bu konunun uz­
manısın" dedi.
"Üstelik Erik'in banka hesaplannı kontrol etmeyi unuttu­
ğumuzu Patrik'in buraya uğraması sayesinde fark ettik." Pa­
ula desteğini göstermek için Annika'ya göz kırptı.
Gösta ise, "Eminim ki bunu er ya da geç biz de akıl eder­
dik . . . ama Patrik sayesinde daha önce davranmış olduk" dedi
ve Annika'ya baktıktan sonra gözlerini indirip masayı incele­
meye devam etti.
217

Mücadeleyi kaybettiğinin farkında olan Mellberg, "İyi de,


ben onun babalık izninde olduğunu sanıyordum" dedi suratı­
nı asarak. "Ee, ne bekliyorsunuz? Elimizde yol almamızı sağ­
layacak bir şeyler olduğuna göre, işe koyulalım." Hepsi ayağa
kalkıp kahve fincanlannı bulaşık makinesine koydular.
Tam o sırada telefon çaldı.
Fj allbacka, 1944

"Seni burada bulurum diye düşündüm." Elsy iri bir kaya


parçasının oyuğuna sığınan Erik'in yanına oturdu.
"Huzur içinde yalnız kalabilme şansırnın en fazla olduğu
yer burası" dedi Erik tersçe. Ama sonra yüz ifadesi yumuşadı
ve kucağındaki kitabı kapattı.
"Ö zür dilerim" dedi. ''Moral bozukluğumun acısını senden
çıkarmak istememiştim."
"Moral bozukluğunun sebebi Axel mi?" diye sordu Elsy
usulca. "Evde durumlar nasıl?"
Erik Fj allbacka Limanı'nın girişine huzursuzca çarpan
dalgalara bakarak, "Sanki Axel şimdiden ölmüş gibi davranı­
yorlar" dedi. "En azından annem böyle davranıyor; sanki Axel
ölmüş gibi. Babam da kendi kendine mırıldanarak ortalıkta
dolanıyor; bu konu hakkınqa konuşmayı bile reddediyor."
Elsy arkadaşını inceleyerek, "Peki ya sen? Sen kendi­
ni nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Erik'i çok iyi tanıyordu.
Erik'in sandığından çok daha iyi. Elsy, Erik, Britta ve Frans
vakitlerinin çoğunu birlikte oynayarak geçirmişlerdi. Artık
neredeyse yetişkin olduklarından, oynayacakları pek fazla
oyun kalmamıştı. Ama Elsy, şu anda on dört yaşındaki Erik
ile üzerinde şort varken bile küçük bir bedenin içindeki yaş­
lı bir adam gibi görünen beş yaşındaki oğlanın arasında bir
fark göremiyordu. Sanki Erik küçük bir yaşlı adam olarak
219

doğmuş ve zaman içinde kendini bulmuştu. Sanki o küçük


çocuğun, oğlanın ve şimdi de genç adamın vücudundan geçe­
rek, kendisine en uygun kalıbı bulmuştu.
"Nasıl hissettiğiınİ bilmiyorum" diye terslenen Erik başı­
nı çevirdi. Ama yeterince hızlı olmadığından, Elsy gözlerinde
biriken yaşlan gördü.
"Evet, biliyorsun" dedi Erik'in profiline bakarak. "Konuş
benimle."
"Kendimi fazlasıyla ... bölünmüş gibi hissediyorum. Bir ya­
mm, olanlar ve Axel'in başına gelecek şeyler yüzünden çok
korkuyor ve üzülüyor. Sadece onun ölebileceğini düşünmek
bile . . . " Erik doğru sözcükleri bulmaya çalıştıysa da başara­
madı. Am a Elsy onu anlamıştı. Hiç konuşmadan Erik'in de­
vam etmesini bekledi.
"Ama bir yanım da o kadar . . . kızgın ki." Derinleşen sesi,
yetişkin olduğunda ses tonunun neye benzeyeceğine dair bir
ipucu veriyordu. "Kızgınım, çünkü eskisinden daha da görün­
mezim. Artık yokum. Axel evde olduğu sürece sanki üzerine
yansıyan ışığın bir kısmını bana da yansıtabiliyordu. Ara sıra
ufacık bir ışık huzmesi, küçük bir ışıltı ve bir parça dikkat ba­
na yönelirdi. Ve bu yeterliydi. Hiçbir zaman daha fazlasını is­
temedim. Axel ilgi odağı olmayı ve dikkatleri üzerine çekme­
yi hak ediyordu. Her zaman benden daha iyiydi. Onun yap­
tıklannı yapmaya asla cesaret edemezdim. Ben cesur değilim.
Dikkat çekmiyorum. Ve Axel gibi etrafımdaki insanlara ken­
dilerini iyi hissettirme yeteneğine sahip değilim. Çünkü bence
onun sım bu . . . Her zaman diğer insaniann kendilerini iyi his­
setmelerini sağlıyor. Bende bu yetenek yok. İnsanlan tedirgin
ve huzursuz ediyordum. Benimle ne yapacaklannı bilmiyor­
lar. Çok fazla şey biliyorum. Yeterince gülmüyorum. Ben . . . "
Mecburen durdu ve muhtemelen o güne kadar yaptığı kesinti­
siz, en uzun konuşmanın ardından derin bir nefes aldı.
Elsy elinde olmadan güldü. "Dikkat et de söyleyecekleri-
220

nin hepsini tek seferde tüketme Erik. Genellikle sözlerini son


derece idareli kullanırsın." Gülümsedi ama Erik devam et­
meden önce çenesini sıktı.
"Ama demek istediğim tam olarak bu. Ne var biliyor mu­
sun? Şimdi yürümeye başlasam, giderek uzaklaşsam, yürü­
meye devam etsem ve asla geri dönmesem, evdeki hiç kimse
yokluğumu dahi fark etmez. Annem ve babam için sadece gö­
rüş alanlarının kenarındaki bir gölgeyim; bence bu gölgenin
ortadan kaybolması hoşlarına gider, böylece bütün ilgilerini
Axel'e yoğunlaştırabilirler." Erik'in sesi çatiadı ve utanç için­
de tekrar başını çevirdi.
Elsy kolunu Erik'in boynuna dolayıp başını omzuna yas­
layarak, onu saklanmaya çalıştığı o karanlık yerden çıkma­
ya zorladı.
"Erik, eğer ortadan kayboisaydın bunu fark ederlerdi, bi­
liyorum. Sadece . . . Axel'in başına gelenlere takılıp kalmış du­
rumdalar."
"Alınanların onu esir almasından bu yana dört ay geçti"
dedi Erik tekdüze bir sesle. "Daha ne kadar buna odaklana­
caklar? Altı ay mı? Bir yıl mı? İki yıl mı? Yoksa bir ömür bo­
yunca mı? Ben şu anda buradayım. Neden bu hiçbir şey ifa­
de etmiyor? Bir yandan da muhtemelen hücresinde oturan ve
bir daha insan içine çıkamadan idam edilme riski olan ağa­
beyimi kıskandığım için kendimi korkunç biriymişim gibi
hissediyorum. Ne harika bir kardeşim!"
"Axel'i sevdiğinden kimse şüphe etmiyor." Elsy Erik'in sır­
tını sıvazladı. "Ama senin de görülmek ve var olmak istemen
tuhaf değil. Ben şahsen var olduğunun farkındayım. Ama
onlara kendini nasıl hissettiğini anlatmalı, seni görmelerini
sağlamalısın."
"Buna cesaret edemem." Erik başını iki yana salladı. ''Ya
korkunç biri olduğumu düşünürlerse?"
Elsy, Erik'in kafasını ellerinin arasına aldı ve onu kendi-
22 1

sine bakmaya zorladı. "Dinle beni Erik Frankel. Sen korkunç


biri değilsin. Ağabeyini, anneni ve babanı seviyorsun. Ama
sen de acı çekiyorsun. Bunun hakkında onlarla konuşmalı,
kendin için bir parça alan talep etmelisin. Anlıyor musun?"
Erik bakışlarını kaçırınaya çalıştı ama Elsy hala başını el­
lerinin arasında tutuyor, gözlerinin içine bakıyordu.
Nihayet başıyla onayladı. "Haklısın. Onlarla konuşaca­
ğım."
Elsy içgüdüsel olarak kollarını ona dolayıp sarıldı. Sırtını
sıvaziarken Erik'in rahatladığını hissetti.
"Ne halt ediyorsunuz siz?" Arkalarından gelen sesi duyun­
ca ayrıldılar. Elsy arkasına dönünce Frans'ın bembeyaz yü­
züyle, yumruklarını sıkmış, onlara baktığını gördü.
"Ne halt ediyorsunuz siz?!" diye tekrarladı. Başka sözcük­
ler bulmakta zorlanıyor gibiydi. Elsy dışarıdan nasıl görün­
düklerini fark etti ve Frans kendini kaybetmeden önce sakin
sakin konuşarak durumu açıklamaya çalıştı. Daha önce pek
çok kez Frans'ın öfkesinin alev alan bir kibrit kadar çabuk
parladığını görmüştü. Frans'ın onu daima şiddetin sınırına
iten bir yanı vardı; sanki sürekli birilerine saldırmak için se­
bepler arıyordu. Ve Elsy, Frans'ın kendisinden hoşlandığım
aniayacak kadar zekiydi. Hal böyleyken, Elsy açıklama yap­
mayı başaramazsa bu durum feci sonuçlara yol açabilirdi.
"Erik ve ben sadece oturup konuşuyorduk" dedi sakin ve
alçak sesle.
"Ah evet, oturup konuştuğunuzu ben de görebiliyorum"
dedi Frans. Gözlerinde Elsy'nin ürpermesine neden olan bir
şey vardı.
Elsy gözlerini Frans'tan ayırmadan, "Axel'den, burada
olmayışının ne kadar zor olduğundan bahsediyorduk" de­
di. Frans'ın gözlerindeki soğuk ifade bir parça yumuşamıştı.
Elsy konuşmaya devam etti: "Erik'i teselli ediyordum. Yaptı­
ğım buydu. Neden yanımıza oturup bize katılmıyorsun?"
222

Elsy yanındaki kayaya hafifçe vurdu. Frans tereddüt etti.


Ama yumrukları gevşemiş ve o donuk ifade yüzünü terk et­
mişti. Derin bir iç geçirdi ve oturdu.
Elsy'ye bakmadan, "Özür dilerim" dedi.
Elsy, "Sorun değil" diye cevap verdi, "ama bir sonuca var­
mak için bu kadar acele etme."
Frans bir süre sessizce oturdu. Sonra dönüp Elsy'ye bak­
tı. Frans'ın gözlerinde gördüğü duygunun yoğunluğu Elsy'yi
onun saf öfkesinden bile daha çok korkuttu. İçinde, bu işin
sonunun iyiye gitmediğine dair bir önsezi belirdi.
Sonra Britta'yı ve Frans'a nasıl da her zaman büyülenmiş
gibi baktığını düşündü.
Hayır, bu işin sonu iyiye gitmiyordu.
"Çok iyi birine benziyor." Karin, Ludde'nin pusetini iter­
ken gülümsedi.
Dudaklarında beliren gülümsemeyle, "Erica bir tanedir"
dedi Patrik. Son zamanlarda birkaç kez tartışmışlardı ama
bunun bir önemi yoktu. Patrik her sabah Erica'nın yanında
uyandığı için kendini şanslı bir adam sayıyordu.
"Keşke ben de Leif için aynısını söyleyebilseydim" dedi
Karİn. "Ama bir müzisyenle evli olmak gerçekten yorucu ol­
maya başladı. Gerçi kendimi nasıl bir işe bulaştırdığımı bili­
yordum ; şikayet etmemeliyim."
"Çocuk sahibi olunca bazı şeyler değişiyor" dedi Patrik.
Yorumu yarı tespit, yarı soru niteliğindeydi.
" Ö yle mi düşünüyorsun?" dedi Karİn alaycı bir şekil­
de. "Belki de ben fazla saftım ama küçük bir çocuğa bakma­
nın ne kadar çaba gerektirdiği, insana ne kadar iş yükledi­
ği hakkında hiçbir fikrim yoktu ve . . . tüm yükü tek başıma
taşımakta zorlanıyorum. Bazen bütün zor işleri ben yapıyor­
muşum gibi geliyor; geceleri kalkıyorum, bez değiştiriyorum,
Ludde'yle oynuyorum, onu besliyorum, hastalandığında dok­
tora götürüyorum. Sonra Leif kapıdan içeri giriyor ve Lud­
de onu Noel Baba'ymış gibi karşılıyor. Bu da bana büyük bir
haksıziıkmış gibi geliyor."
"Ama Ludde'nin canı yanınca yanında kimi istiyor?" diye
sordu Patrik.
224

Karin gülümsedi. "Haklısın. Beni istiyor. Yani sanırım ge­


cenin bir yarısı onu benim teselli ediyor olmamın bir anlamı
var. Ama bilemiyorum . . . Nedense açmazdaymışım gibi hisse­
diyorum. Eskiden böyle değildi." Karin içini çekti ve Lurlde'nin
yana kayıp bir kulağını kapatmış kasketini düzeltti.
"Şahsen çocuk bakımının sandığımdan çok daha eğlence­
li olduğunu düşünüyorum" dedi Patrik. Ne kadar aptalca bir
yorum yaptığını ancak Karin'in kendisine attığı delici bakışı
görünce fark etti.
Karİn iğneleyici bir şekilde, "Erica da böyle mi hissedi­
yor?" diye sorunca Patrik ne demek istediğini anladı.
"Hayır. En azından geçtiğimiz yıl boyunca böyle hissetme­
di" dedi Patrik. Maja'nın doğumunun ardından Erica'nın bir­
kaç ay boyunca ne kadar solgun ve neşesiz olduğunu düşü­
nünce kendini suçlu hissetti.
"Acaba sen her gün işe giderken, Erica Maja'yla evde kal­
ması gerektiğinden yetişkin yaşamından vazgeçtiği için ola­
bilir mi?"
Patrik, "Ama ona elimden geldiğince yardım ettim" diye
karşı çıktı.
Badholmen'e giden dar yola geldiklerinde pusete yön ve­
rip ilerlemeye devam eden Karin, "Eminim etmişsindir" dedi.
"Ama 'yardım etmek' ile sorumluluğun büyük bir kısmını üst­
lenen kişi olmak arasında dağlar kadar fark var. Ağlayan bir
bebeğin nasıl sakinleştirildiğini, nasıl ve ne zaman yemek ye­
mesi gerektiğini ya da haftanın beş günü, genellikle yanında
hiçbir yetişkin arkadaş olmadan kendini ve çocuğu nasıl oya­
layacağını keşfetmek o kadar da kolay değil. Bebek anonim
şirketinde kenarda durup sadece sayım yapan bir asistan ol­
mak başka şey, yönetim kurulu başkanı olmak ise bambaşka."
Patrik puseti yokuş yukarı iterken, "Ama bütün babala­
rı aynı kefeye koyamazsın" dedi. "Çoğu kez anneler kontrolü
elden bırakmak istemiyorlar; kocaları bebeğin altını değişti-
225

rirse yanlış yaptığını ya da bebeği beslerse biberonu düzgün


tutmadığını falan söylüyorlar. Babalann bahsettiğin şu yö­
netim kurulu başkanı rolünü oynamalan her zaman o kadar
da kolay değil."
Karin birkaç dakika boyunca hiçbir şey demedi. Sonra
Patrik'e baktı ve "Erica da Maja'ya bakmak için evde kaldı­
ğında böyle mi yapıyordu? Yardımını geri mi çeviriyordu?"
dedi. Patrik'in cevabını bekliyordu.
Patrik bir süre iyice düşündükten sonra itiraf etmek zo­
runda kaldı: "Hayır , yapmıyordu. H atta esas sorumlulu­
ğu üstlenmek zorunda kalmadığım için memnundum. Maj a
mutsuzken onu avutmaya çalıştığımda, n e kadar ağiarsa ağ­
lasın, onu sakinleştiremezsem her zaman Erica'yı çağırabi­
leeeğimi bilmek güzeldi. Erica her şeyi hallederdi. Sonra sa­
bahları işe giderken Maja'nın akşam geri döndüğümde beni
neşeyle karşılayacağını bilmek harikaydı."
"Sen de bu arada yetişkinlerin dünyasından ihtiyacın olan
dozu alıyordun" dedi Karin alaycı bir sesle.
Patrik bir süre düşündükten sonra başını saHamak zorun­
da kaldı. "Şey, evde kalan bir baba olarak tam not aldığım
söylenemez. Ama kolay değil. Erica evde çalışıyor , her şeyin
yerini biliyor ve . . . " Tekrar başını salladı.
"Kulağa çok tanıdık geliyor. Leif ne zaman eve gelse du­
rup bağırıyor: 'Karin! Bebek bezleri nerede?!' Bazen işlerinizi
nasıl yaptığınızı merak ediyorum; evdeki eşyaların yerini bi­
le hatırlayamıyorsunuz."
" Of, hadi ama" dedi Patrik Karin'i dürterek. "O kadar da
çaresiz değiliz. Hakkımızı yeme, olur mu? Sadece bir nesil
önce erkekler çocuklarının altını asla değiştirmezlerdi; o za­
mandan bu yana çok yol kat ettik. Ama bu tür dönüşümler
bir gecede olmuyor. Bizim rol modellerimiz babalarımızdı; bi­
zi etkileyenler anlardı ve yeni düzene uyum sağlamak zaman
alıyor . . :Ama elimizden geleni yapıyoruz."
226

"Belki sen yapıyorsundur" dedi Karİn yine hayıflanarak.


"Bunu Leif için söylemekse kesinlikle mümkün değil."
Patrik cevap vermedi. Söylenecek hiçbir şey yoktu .
Salvik'te, Norderviken Yelken Kulübü'nün yakınındaki dört­
yol ağzında ayrılırlarken hem üzgün hem de düşünceliydi.
Kendisini aldattığı için Karin'e yıllarca kötü hisler beslemişti.
Şimdiyse onun için çok üzülüyordu.

Karakola gelen bir telefon üzerine hemen bir polis araba­


sına atladılar. Mellberg her zamanki gibi mırıldanarak bir
mazeret bildirip kendini alelacele odasına atmıştı ama Mar­
tin, Paula ve Gösta derhal Tanumshede Ortaokulu'na doğru
yola çıktılar. Okula vardıklarında müdürün odasına gitmele­
ri söylenmişti ve bu, okula ilk ziyaretleri olmadığından, Mar­
tin yolu bulmakta zorlanmadı.
"Neler oldu burada?" Martin etrafına bakındı; asık surat­
lı bir genç, bir sandalyede oturuyordu, yanında da Martin'in
öğretmen olduklannı tahmin ettiği iki adam vardı.
Müdür çalışma masasına otururken, "Per, öğrencilerimiz­
den birini dövdü" dedi ciddiyetle.
Paula, "Öğrenci ne durumda?" diye sordu.
"Durumu pek iyi görünmüyor. Okulun hemşiresi yanın­
da; ambulans da gelmek üzere. Per'in annesine telefon ettim.
Yakında burada olur." Müdür hiddetle Per'e baktı; Per ise
kayıtsızca esnedi.
Martin Per'e ayağa kalkmasını işaret ederek, "Bizimle ka­
rakola gelmen gerekecek" dedi. Sonra müdüre döndü. "Aca­
ba annesi buraya gelmeden önce ona ulaşabilir misiniz? Ak­
si takdirde bizimle karakolda buluşmasını söylersiniz. Mes­
lektaşım Paula Morales burada kalıp saldınya tanık olanlar­
la görüşecek."
Paula kapıya yönelerek, "Hemen işe koyulayım" dedi.
Per, polis memurlanyla koridorda aylak aylak yürürken,
227

yü�ünde hala o kayıtsız ifade vardı. Etrafta büyük bir öğren­


ci kalabalığı toplanmıştı; Per ise maruz kaldığı ilgiye, sırıtıp
hareket çekerek tepki verdi.
"Kahrolası aptallar" diye söylendi.
Gösta ona ters ters baktı. "Karakola varana kadar çeneni
kapalı tut" dedi.
Per omuz silkti ama talimata uydu. Aralıayla karakolun
ve itfaiye teşkilatının olduğu binaya geri dönerlerken, sessiz­
ce pencereden dışanyı izledi.
Karakola vardıklarında Per'i sorgu odasına götürüp anne­
sinin gelmesini beklediler. Martin'in cep telefonu çaldı. Dik­
katle karşı tarafı dinledikten sonra, yüzünde düşüneeli bir
ifadeyle Gösta'ya döndü.
"Arayan Paula'ydı" dedi. "Per kimi dövmüş biliyor mu­
sun?"
"Hayır, tanıdığımız birini mi?"
"Aynen. Mattias Larsson'ı, yani Erik Frankel'i bulan ço­
cuklardan birini. Şimdi hastaneye götürülüyor. Yani onunla
daha sonra görüşmemiz gerekecek."
Gösta bu gelişmeyi yorum yapmadan dinlediyse de, Mar­
tin renginin solduğunu fark etti.
On dakika sonra Carina koşarak kapıdan içeri girdi ve ne­
fes nefese oğlunu sordu. Annika onu usulca Martin'in odası­
na getirdi.
"Per nerede? Ne yaptı?" Kadın gözyaşiarına boğulmamak
için kendini zor tutuyor, sinir krizinin eşiğindeymiş gibi ko­
nuşuyordu. Martin, Carina'nın elini sıkıp kendini tanıttı. For­
malitelerin ve alışılagelmiş rutinlerin her zaman sakinleştiri­
ci bir etkisi vardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Carina daha sakin
bir ses tonuyla sorularını tekrarladı, sonra Martin'in göster­
diği sandalyeye oturdu. Martin karşısında oturan kadından
tanıdık bir kokunun yayıldığını fark edince irkildi. Kötü bir
alkol kokusu . . . Belki Carina önceki gün bir partiye gitmişti.
228

Ama bu Martin'in aklına yatmadı. Carina'nın hafıf şişmiş yüz


hatlan, alkolizmi ele veren göstergelerinden biriydi.
"Okulun dediğine göre, Per bir sınıf arkadaşını tartakla­
mış."
"Ah Tanrım" dedi Karin, sandalyesinin kollarını kavraya­
rak. "Nasılmış? . . Yani çocuk . . . " Cümlesini bitiremedi.
"Hastaneye kaldırılıyor. Anlaşılan fena halde dayak ye­
miş."
"Ama neden?" Karin güçlükle yutkunarak başını salladı.
"Biz de bunu öğrenmek istiyoruz. Per, buradaki sorgu oda­
larından birinde; ona bazı sorular sormak için izninize ihti­
yacımız var."
Carina başıyla onayladı. "Evet, tabii ki." Tekrar güçlükle
yutkundu.
"Peki öyleyse. Gidip Per'le konuşalım." Martin yolu gös­
terdi. Koridorda durup Gösta'nın kapısını tıklattı. "Sen de bi­
zimle gelsene. Çocukla konuşacağız."
Carina ile Gösta el sıkıştılar, sonra üçü birlikte Per'in bek­
lemekte olduğu odaya girdiler. Per sanki tüm bu olan biten­
lerden sıkılmış gibi görünmeye çalışıyordu. Aına annesi içe­
ri girdiği anda soğukkanlılığını yitirdi. Tamamen değilse de,
gözünün köşesi hafıfçe seğirdi. Elleri titremeye başladı. Son­
ra Per tekrar kayıtsız bir ifade takınmak için kendini zorla­
yıp bakışlannı duvara çevirdi.
"Per, ne yaptın sen?" Carina oğlunun yanına oturup kolu­
nu omzuna atarken sesi bir perde yükselmişti. Per kadının
kolunu itti ve cevap vermeyi reddetti.
Martin ile Gösta, Per ile Carina'nın karşısına oturdular;
Martin kayıt cihazını açtı. Alışkanlıkla yanında getirdiği tü­
kenmezkalemi ve not defterini masaya koydu . Sonra kayıt
için o günün tarihini söyleyip boğazını temizledi.
"Pekala Per, bize neler olduğunu anlatır mısın? Bu arada,
Mattias hastaneye kaldınldı. Belki merak etmişsindir."
229

Per belli belirsiz gülümsedi.


"Per!" Annesi dirseğiyle onu dürttü. "Soruya cevap vermen
gerek. Hem tabii ki o çocuk için endişeleniyorsun! Değil mi?"
Carina tiz bir sesle konuşuyor, ama oğlu ona bakmayı redde­
diyordu.
"Per'e cevap vermesi için biraz zaman tanıyalım" diyen
Gösta, Carina'yı sakinleştirmek için ona göz kırptı.
Sessizce oturup on beş yaşındaki Per'in cevap vermesi­
ni beklediler. Nihayet Per başını gururla yukarı kaldırıp "O
Mattias denen çocuğun ağzından bir sürü boktan laf çıkıyor"
dedi.
Martin dostane bir ses tonuyla konuşmaya çalışarak, "Ne
açıdan 'boktan'?" diye sordu. "Biraz daha açık konuşabilir
misin?"
Uzun bir sessizlik daha oldu. Sonra Per anlatmaya baş­
ladı: "Mia'yla laflıyordu. Adam'la birlikte o yaşlı adamın evi­
ne girip cesedini bulduklarında ne kadar da cesur davrandı­
ğını, kimsenin buna cesaret edemeyeceğini söylüyordu! Ya­
ni, bu da nereden çıktı ki? Bunu yapmak, ben daha önce içe­
ri girdiğim için akıllarına geldi. Yaşlı adamın evindeki hava­
lı şeylerden bahsettiğİrnde ikisi de can kulağıyla beni dinle­
mişlerdi. Herkes içeriye ilk girenin onlar olmadığını biliyor.
Kahrolası ahmaklar."
Per başını geriye atıp gülerken, annesi utançla masanın
üzerine baktı.
"Erik Frankel'in evinden mi bahsediyorsun?" diye sordu
Martin kuşkuyla.
"Evet, Mattias ile Adam'ın cesedini buldukları şu adam
var ya. Bütün o Nazi zımbırtılarını saklayan. Gerçekten çok
sağlam parçalar var'' dedi Per gözleri ışıldayarak. "İçlerinden
güzel birkaç parça almayı umuyordum ama yaşlı adam kar­
şımda belirdi, beni bir odaya kilitledi, babamı aradı ve ... "
"Hey, dur bakalım" dedi Martin ellerini havaya kaldıra-
230

rak. "Biraz yavaşla. Yani evine girdiğinde Erik Frankel'in se­


ni yakaladığını mı söylüyorsun? Seni bir odaya mı kilitledi?"
Per başıyla onayladı. "Evde olmadığını sandım ve bodrum
pencerelerinden birinden içeriye girdim. Ama ben kitapların
ve bir sürü ıvır zıvırın olduğu odadayken adam aşağıya indi,
kapıyı kapatıp kilitledi. Sonra da babamı arayabilmek için
zorla telefon numarasını istedi."
"Bundan haberiniz var mıydı?" Martin, Carina'ya dönüp
keskin bir bakış attı.
Carina isteksizce başıyla onayladı. "Daha dün öğrendim.
Eski kocam Kjell bana önceden söylemediği için hiçbir fıkrim
yoktu. Ve adama neden benim telefon numaramı vereceğine
babanı bu işe karıştırdığını anlamıyorum Per!"
"Sen bunu kaldıramazdın" dedi Per annesine ilk kez baka­
rak. "Her zaman bir yerlerde uzanıp kafa çekiyorsun ve baş­
ka hiçbir şeyle ilgilenmiyorsun. Bu arada içki kokuyorsun.
Haberin olsun!" Per'in elleri titremeye başlamıştı; soğukkan­
lılığını yine yitirmek üzereydi.
Carina'nın yanaklarından gözyaşları süzüldü. "Senin için
tüm yaptıklanından sonra hakkımda söyleyeceğin tek şey bu
mu? Seni doğurdum, besledim, giydirdim, babanın bizimle
zerre kadar ilgilenmek istemediği tüm o yıllar boyunca sana
baktım." Sonra Martin ile Gösta'ya döndü. "Kjell bir gün pat
diye çıkıp gitti. Valizlerini topladı ve hamile bıraktığı yirmi
beş yaşındaki bir şıllıkla kaçtı. Arkasına bile bakmadan be­
ni ve Per'i terk etti. Kendisine yeni bir aile kurarken, bizi çöp
gibi kenara attı."
"Babam gideli on yıl oldu" dedi Per bıkkınlıkla. Ansızın on
beş yaşından çok daha büyükmüş gibi göründü.
"Babanın adı nedir?" diye sordu Gösta.
"Eski kocam Kjell Ringholm" diye cevap verdi Carina te­
dirgince. "isterseniz size telefon numarasını verebilirim."
Martin ile Gösta birbirlerine baktılar.
231

"Peki, b u Bohuslaningen gazetesinde yazan Kjell Ring­


lıolm mü?" diye sordu Gösta. Parçalar zihninde yerli yerine
oturmaya başlamıştı. ''Yani Frans Ringholm'ün oğlu mu?"
"Frans benim büyükbabam" dedi Per gururla. "O kadar
havalı ki. Hapse bile girmiş ama artık siyasi çalışmalar yü­
rütüyor. Önümüzdeki seçimleri kazanacaklar; sonra da o si­
yah pislikler bölgeden uzaklaştırılacak."
Carina şok olmuş halde, "Per!" diye haykırdı. Sonra polis­
lere döndü. "Bazı şeyleri deneme aşamasında olduğu bir yaş­
ta. Frans da üzerinde iyi bir etki bırakmıyor. Kjell, Per'in bü­
yükbabasıyla görüşmesini yasakladı."
Per, "Sanki bu beni durdurabilirmiş gibi" diye mırıldandı.
"Nazi parçalarını biriktiren o yaşlı adam vardı ya, o da layığı­
nı buldu. Babam beni almaya geldiğinde onunla nasıl konuştu­
ğunu duydum. Babama İsveç'in Dostlan hakkındaki yazı dizisi
için, özellikle de Frans'la ilgili güzel kaynaklar verebileceğini
söyleyip zırvaladı. Benim konuşmalannı dinlediğimi bilmiyor­
lardı; tekrar buluşmak üzere randevulaştıklannı duydum. İki­
si de kahrolası vatan hainleri. Büyükbabamın neden babam­
dan utandığını anlayabiliyorum." Sesinde düşmanlık vardı.
Şak! Carina oğluna bir tokat attı. Ardından gelen sessiz­
likte anne oğul birbirlerine hem şaşkınlıkla hem de nefret­
le baktılar. Sonra Carina'nın yüz ifadesi yumuşadı. "Özür di­
lerim canım, çok özür dilerim. Sana vurmak istememiştim . . .
Çok . . . çok özür dilerim." Oğluna sarılmaya çalıştı ama Per
onu itti.
"Uzak dur benden, seni kahrolası sarhoş. Sakın bana do­
kunmaya kalkma!"
"Pekala, herkes sakin olsun." Sandalyesinden kalkan Gös­
ta, C arina ile Per'e ters ters baktı. "Şu anda fazla ilerleme
kaydedeceğimizi sanmıyorum. Artık gidebilirsin, Per. Ama. . . "
Martin'e baktı ve onun başını belli b elirsiz, onayiareasma
sallarlığını gördü. "Ama bu konuyla ilgili sosyal hizmetler ofi-
232

siyle görüşmemiz gerekecek. Endişe verici şeyler gördük ve


sosyal hizmetlerin konuyu yakından incelemesini önereceğiz.
Bu arada biz de kendi soruşturmamızı yürüteceğiz."
Carina sesi titreyerek, "Buna gerek var mı?'' dedi, ama soru­
sunun hiçbir hükmü yoktu. Hatta Gösta'nın edindiği izlenime
göre, Carina birileri durumlarını ele alacağı için rahatlamıştı.
Per ve Carina birbirlerine bakmadan, yan yana yürüyerek
karakoldan ayrıldıktan sonra Gösta, Martin'in peşinden oda­
sına gitti.
"Eh, artık kesinlikle üzerine kafa yoracağımız bir şeyler
var" dedi Martin otururken.
"Aynen öyle" dedi Gösta. Dudağını ısırıp topuklarının üze­
rinde ileri geri sallandı.
"Sanki söylemek istediğin bir şey var gibi. Neymiş o?''
"Hmm . . . şey, önemli olmayabilir" dedi Gösta. Sonra kara­
rını verdi. Hem birkaç gündür hem de Per'le yaptıkları gö­
rüşme sırasında bilinçaltını kemiren şeyin ne olduğunu fark
etmişti. Şimdiyse bunu nasıl dile getireceğini düşünüyordu.
Martin bunu duyunca pek mutlu olmayacaktı.

Axel uzun süre, tereddütle verandada dikildi. Sonunda ka­


pıyı çaldı. Herman anında kapıyı açtı.
"Geldin demek."
Axel başıyla onayladı. İçeri girmek için hiçbir girişimde
bulunmadan olduğu yerde kaldı.
"Girsene. Ona geleceğini söylemedim. Seni hatırlar mı bi­
lemedim."
"O kadar kötü mü?" Axel karşısında duran adama anlayış­
la baktı. Herman yorgun görünüyordu. Durumu hiç de kolay
değildi.
Axel içeri girince, başıyla koridordaki fotoğrafları işaret
ederek, "Bütün aile burada mı?" diye sordu.
Herman'ın yüzü aydınlandı. "Evet, herkes burada."
233

Axel ellerini arkasında birleştirip fotoğrafları inceledi.


Yaz ortasında ve doğum günü kutlamalarında, Noel buluş­
malarında ve sıradan günlerde çekilen karelerde, çocukların
ve torunların da yer aldığı bir sürü insan gördü. Bir an için
kendisinin de bir fotoğraf duvarı olsaydı neye benzeyeceğini
düşündü. Ofisinde geçirdiği günler, yığınlarca belge, politi­
kacılarla ve nüfuzlu kişilerle yenen sayısız akşam yemeği . . .
Herhalde arkadaşlarına ait tek tük fotoğrafı olurdu. Kendi­
sine ayak uydurabilecek enerjiye sahip olan ve haksız yere
konforlu bir yaşam sürmeyi başaran savaş suçlularının izi­
ni bulmak için daimi bir istek duymasına dayanabilecek çok
fazla insan yoktu. Tüm derdi, kana buladığı o pis ellerini to­
runlarının başlarını okşamak için kullanma ayrıcalığını ta­
dan eski bir Nazi daha yakalamaktı. Aile bireyleri, arkadaş­
ları ya da sıradan bir hayat düzeni böyle bir taleple nasıl re­
kabet edebilirdi ki? Axel hayatı boyunca kendine, bir şeyler
kaçırıp kaçırmadığını düşünecek zamanı bile tanımamıştı.
Çabaları sonuç verdiğinde, yıllar süren arşiv taramaları ve
zayıf beliekli savaş mağdurlarıyla yaptığı görüşmeler niha­
yet suçluların ortaya çıkarılıp adalete teslim edilmesiyle so­
nuçlandığında yaşadığı tatmin, sıradan bir yaşama duyduğu
özlemi bir kenara itebilecek kadar büyüktü. Ya da en azın­
dan Axel daima böyle olduğuna inanmıştı. Ama şimdi, bu ai­
le fotoğraflarının önünde dikilirken, ölümü yaşamdan daha
çok önemsemekle hata yapıp yapmadığını merak ediyordu.
Axel fotoğrafiara sırtını dönerek, "Hepsi de harika" dedi.
Herman'ın peşinden salona girdi. Britta'yı orada görünce bir­
denbire durdu. Erik'le Fja.llbacka'daki evlerini hiç terk etme­
dikleri halde, Britta'yı en son görüşünün üzerinden on yıllar
geçmişti. Bunca zamandır, yaşamlannın kesişmesini gerekti­
recek hiçbir şey olmamıştı.
Yıllar artık zalimce geçip gidiyor ve Axel sersemiediği­
ni hissediyordu. Britta hala güzeldi. Hatta zamanında güzel
234

olarak tanımlanabilecek olan Elsy'den çok daha hoştu. Ama


Elsy, Britta'nın dış güzelliğinin boy ölçüşemeyeceği, içten ge­
len bir ışıltıya ve zarafete sahipti. Gerçi Axel, Britta'nın yıl­
lar içinde değiştiğini görebiliyordu. O kibirli tavırlarından
eser kalmamıştı; etrafa yılların kendisine balışettiği sıcak,
anaç bir ışıltı ve olgunluk yayıyordu.
"Sen mi geldin?" dedi Britta kanepeden kalkarak. "Axel,
gerçekten sen misin?" Axel, Britta'nın kendisine uzattığı elle­
rini tuttu. Aradan o kadar uzun zaman geçmişti ki, inanması
güçtü. Tam altmış yıl. Koca bir ömür. Axel gençken zamanın
bu kadar çabuk geçebileceğini hiç düşünmezdi. Avuçlarında
tuttuğu eller kırışmış ve kahverengi yaşlılık lekeleriyle dol­
muştu. Britta'nın saçları artık koyu renk değildi; hoş bir gü­
müş grisiydi. Britta sakince gözlerinin içine baktı.
"Seni tekr8! gördüğüme sevindim, Axel. Güzel yaşlanınışsın."
"Ne komik, ben de senin için aynı şeyi düşünüyordum" de­
di Axel gülümseyerek.
"Pekala, hadi oturup biraz sohbet edelim. Herman, bize
biraz kahve getirebilir misin?"
Herman başıyla onaylayıp kahve yapmak üzere mutfağa
gitti. Britta tekrar oturdu ve Axel yanına yerieşirken elleri­
ni bırakmadı.
"Bu kadar yaşlanacağımız aklına gelir miydi Axel? Böyle
olacağını hayal bile edemezdim" dedi Britta başını eğip ona
bakarak. Britta'nın gençliğinden kalma işvesinin bir kısmını
muhafaza ettiğini fark eden Axel neşelendi. ''Duyduğuma gö­
re yıllar içinde pek çok iyilik yapmışsın" dedi Britta onu dik­
katle inceleyerek. Axel bakışlannı kaçırdı.
" 'İyilik yapmak'la ne kastettiğinden emin değilim. Yap­
mam gerekeni yaptım. Bazı şeyler örtbas edilemez" dedi ve
sonra sustu.
"İşte bu konuda haklısın Axel" dedi Britta ciddiyetle. "Ke­
sinlikle haklısın."
235

Sessizce yan yana oturup körfeze bakmaya devam ettiler;


ta ki Herman çiçek desenli bir tepsiye koyduğu kahve fincan­
lanyla geri dönene dek.
"Size biraz kahve yaptım."
"Teşekkürler hayatım" dedi Britta. Axel birbirlerine nasıl
baktıklarını görünce kalbinde bir sızı hissetti. Kendine işi sa­
yesinde birçok insanı huzura kavuşturduğunu ve onlara iş­
kencecilerinin yargılandıklarını görme tatminini yaşattığını
hatırlattı. Bu da bir çeşit sevgiydi. Kişisel ya da fiziksel ol­
masa da, yine de bir tür sevgiydi.
Britta ona bir fincan kahve uzatırken, sanki düşüncelerini
okumuş gibi, "İyi bir hayatın oldu mu Axel?" diye sordu.
Bu sorunun o kadar çok boyutu ve katmanı vardı ki, Axel
nasıl cevap vereceğini bilemedi. Zihninde Erik ve arkadaş­
larını kütüphanedeki o kayıtsız ve neşeli halleriyle canlan­
dırdı. Nazik tavırlı Elsy tatlı tatlı gülümsüyordu. Çevresin­
deki herkese bir volkanın kenarında parmak uçlarında yü­
rüdüklerini hissettiren Frans, o katı dış görünüşünün altın­
da kırılgan ve hassas bir yapıya sahipti. Britta şimdiki halin­
den çok farklıydı. O zamanlar güzelliğini bir zırh gibi taşırdı;
Axel onu içi boş bir kabuk, kayda değer hiçbir meziyeti olma­
yan biri olarak görürdü. Ama geçen yıllar o kabuğu doldur­
muş, Britta içten içe ışıidamaya başlamıştı. Ve Erik. Düşün­
cesi bile o kadar acı veriyordu ki, Axel'in beyni onu bir ke­
nara itmek istiyordu. Ama Britta'nın salonunda otururken,
Axel kardeşinin zor zamanlar başlamadan önceki halini gö­
zünde canlandırmak için kendini zorladı. Erik, babasının ça­
lışma masasına oturmuş, ayaklannı masaya uzatmıştı. Kah­
verengi saçlan her zamanki gibi dağınıktı ve yüzünde kendi­
sini olduğundan çok daha yaşlı gösteren dalgın bir ifade var­
dı. Erik, ah sevgili Erik.
Axel, Britta'nın bir yanıt beklediğini fark etti. Kendini
geçmişten çıkmaya ve şimdiki zamanda bir cevap bulmaya
236

zorladı. Ama geçmiş ve gelecek her zamanki gibi umutsuzca


birbirine dolanmış, aradan geçen altmış yıl ise belleğinde in­
sanlardan, rastlantılardan ve olaylardan meydana gelen bir
kargaşaya dönüşmüştü. Kahve fincanını tuttuğu eli titreme­
ye başladı ve sonunda, "Bilmem ki. Sanırım. Hak ettiğim ka­
dar iyi bir hayatım oldu" dedi.
"Benim iyi bir hayatım oldu, Axel. Uzun zaman önce bu­
nu hak ettiğime karar verdim. Sen de aynı şeyi yapmalısın."
Axel'in eli daha da çok titremeye başladı. Kanepeye birkaç
damla kahve döküldü.
"Ah, çok özür dilerim . . . ben . . . "
Herman hemen yerinden fırladı. "Üzülme, gidip bez geti­
reyim." Mutfağa gitti, az sonra elinde mavi kareli, nemli bir
mutfak havlusuyla geri döndü ve havluyu dikkatle döşeme­
nin üzerine bastırdı.
Britta küçük bir çığlık atarak Axel'i yerinde sıçrattı. "Of,
şimdi annem bana çok kızacak. Bu onun süslü kanepesi. Çok
kötü."
Axel, Herman'a soran gözlerle baktı; Herman ise lekeyi
daha da sertçe ovalayarak cevap verdi.
"Acaba lekeyi çıkarabilir misin? Annem bana çok kıza­
cak!" Britta Herman'ın kahve lekesini temizleme çabaları­
nı endişeyle izlerken, bir öne bir arkaya doğru sallanıyordu.
Herman doğrulup kolunu karısının omzuna doladı. "Sorun
yok, tatlım. Lekeyi çıkaracağım. Söz veriyorum" dedi.
"Emin misin? Çünkü annem kızarsa babama söyleyebilir
ve . . . " Britta ellerini kenetleyip tedirginlikle eklem yerlerini
ısırdı.
"Lekeyi çıkaracağıma söz veriyorum. Annen fark etmeye­
cek bile."
"Ah güzel, güzel" dedi Britta rahatlayarak. Sonra irkile­
rek Axel'e baktı. "Sen de kimsin? Ne istiyorsun?"
Axel kendisine yardım etmesi için Herman'a döndü.
237

Herman Britta'nın yanına oturup elini okşayarak, "Hafı­


zası gelip gidiyor" dedi. Britta dikkatle Axel'i inceledi; san­
ki yüzünde sinirini bozan, kafasını karıştıran ya da dikka­
tinden kaçan bir şey varmış gibi. Sonra Axel'in elini kavrayıp
yüzünü onunkine yaklaştırdı.
"Biliyor musun, bana sesleniyor" dedi.
Axel yüzünü, elini ve bedenini geri çekme isteğine karşı
koymaya çalışarak, "Kim?" diye sordu.
Britta önce cevap vermedi. Sonra Axel kendi sözlerinin
yankısını duydu.
Yüzü Axel'inkinden sadece birkaç santim uzakta olan
Britta, "Bazı şeyler örtbas edilemez" diye fısıldadı.
Axel elini çekip kurtardı, sonra Britta'nın gümüş grisi saç­
larının üzerinden Herman'a baktı.
"Sen de görüyorsun işte" dedi Herman bıkkınlıkla. "Baka­
lım sırada ne var?"

"Adrian! Kes şunu!" Anna oğlunu giydirmeye çalışırken o


kadar çok çabalıyordu ki, ter içinde kalmıştı. Adrian son za­
manlarda boğuşmayı adeta bir sanata dönüştürmüş, onu giy­
dirmek imkansız hale gelmişti. Anna onu tam külotunu giy­
dirmeye yetecek kadar uzun bir süre zapt etmeyi başarınıştı
ki, Adrian elinden kurtulup evin içinde koşmaya başladı.
Oğlunu uslu durmaya ikna etmek için çırpınan Anna, "Ad­
rian! Hadi ama! Lütfen. Annenin buna ayıracak zamanı yok.
Dan'la beraber arabayla Tanumshede'ye gidip biraz alışve­
riş yapacağız. Sen de Hedemyr's'teki oyuncaklara bakarsın"
dedi. Gerçi rüşvet vermenin giyinme sorununu çözmek için
muhtemelen en iyi yol olmadığının farkındaydı. Ama başka
ne yapabilirdi ki?
Dan aşağı kata indiğinde Anna'nın bir kıyafet yığınının
yanında yerde oturduğunu, Adrian'ın ise çılgınlar gibi etrafta
koşturmaya devam ettiğini görünce, "Hala hazır değil misi-
238

niz?" diye sordu. "Dersim yarım saat içinde başlayacak. Git­


mem gerek."
"Pekala. O zaman kendin yap" diye çemkiren Anna ,
Adrian'ın giysilerini Dan'a fırlattı. Dan şaşkınlıkla ona bak­
tı. Anna son zamanlarda pek keyifli sayılmazdı ama belki bu
çok da tuhaf değildi. İki aileyi birleştirmenin tahmin ettikle­
rinden çok daha zor olduğu ortaya çıkmıştı.
"Hadi Adrian" dedi Dan, çocuğu yanından geçtiği sırada
ensesinden yakalayarak. "Bakalım, bunu nasıl yapacağımı
hala hatırlıyor muyum?" Çocuğa çoraplarını kolaylıkla giy­
dirdi ama sonra işler sarpa sardı. Adrian yine kıvranmaya
başlayıp pantolonunu giymeyi şiddetle reddetti. Dan birkaç
girişimde daha bulundu, sonra o da sabrını yitirdi. "Adrian,
doğru dur ARTIK!"
Maliayan Adrian derhal durdu. Sonra yüzü kıpkırmızı ol­
du. "Sen benim babam DEGİLSİN! Git buradan! Ben babamı
istiyorum! BABA!"
Bu Anna için bardağı taşıran son damla oldu. Lucas'a ve
kendi evinde bir esir gibi yaşadığı döneme dair anılar zihni­
ne hücum edince ağlamaya başladı. Koşarak yukarıya çıktı,
kendini yatağa atıp hıçkınklara boğuldu.
Sonra bir elin sırtına usulca dokunduğunu hissetti. "Ne
oldu tatlım? O kadar da kötü değil. Adrian henüz bu duru­
ma alışamadı, bizi deniyor, hepsi bu. Belinda'nın onun yaşın­
dayken neler yaptığını görmeliydin. Adrian ona kıyasla tam
bir amatör sayılır. Bir keresinde Belinda'nın giyinirken ko­
pardığı yaygaradan o kadar sıkılmıştım ki, onu üzerinde sa­
dece külotuyla kapının önüne koymuştum. Pernilla öfkeden
kudurmuştu; ne de olsa aralık ayındaydık. Ama onu sadece
bir dakikalığına dışarıda bırakmıştım."
Anna gülmedi. Daha da şiddetli bir şekilde ağlamaya ve
zangır zangır titremeye başladı.
"Neyin var tatlım? Beni gerçekten endişelendiriyorsun.
239

Çok sıkıntı çektiğini biliyorum ama bunu atlatabiliriz. Sade­


ce herkesin biraz zamana ihtiyacı var; sonra işler yoluna gi­
recek. Sen . . . ve ben . . . birlikte bunu başarabiliriz."
Anna gözyaşlarıyla ısianmış yüzünü kaldırıp Dan'a baktı
ve sonra yatakta doğruldu.
Ağlamasını durdurmaya çalışarak, "Bi-biliyorum . . . " diye
kekeledi. "Bunu biliyorum . . . ve neden . . . neden bu şekilde . . .
davrandığımı anlamıyorum." Dan sırtını okşayınca hıçkırık­
ları dinmeye başladı. "Ben sadece biraz . . . fazla has sa sım iş­
te . . . bir türlü anlamıyorum. Genellikle sadece şey olduğumda
böyle davranırım. . . " Anna cümlesini yarıda kesti ve ağzı açık
halde Dan'a bakakaldı.
"Ne olduğunda?" dedi Dan şaşkınlıkla. "Genellikle sadece
ne olduğunda böyle davranırsın?"
Anna bir süre konuşacak cesareti bulamadı, sonra Dan'ın
gözlerinde bir ışık gördü.
Ardından başıyla onayladı. "Genellikle sadece . . . hamile ol­
duğumda böyle davranınm."
O daya mutlak bir sessizlik çökmüştü. Sonra kapı ağzın­
dan gelen alçak bir ses duydular.
"Bakın giyindim. Hem de tek başıma. Ben büyük bir çocu­
ğum. Artık oyuncakçıya gidebilir miyiz?"
Dan ve Anna kapı ağzında gururla dikilen Adrian'a bak­
tılar. Pantolonunu ters giymişti, tişörtü de tersyüz olmuştu
ama haklıydı: Bütün giysilerini tek başına giymişti. Kimse­
nin yardımı olmadan.

Koridor bile güzel kokuyordu. Mellberg büyük bir beklen­


tiyle mutfağa girdi. Rita saat on bire gelmeden hemen önce
aramış ve Seiiorita'nın Ernst'le oynamak istediğini bahane
ederek öğle yemeğine gelmek isteyip istemediğini sormuştu.
Mellberg ona köpeğinin bu isteğini nasıl belli ettiğini sorma­
mıştı. Bazı şeyleri talih kuşu olarak kabul etmek gerekirdi.
240

"Selamlar." Johanna Rita'nın yanında durmuş, sebzele­


ri doğramasına yardım ediyordu. Karnı onu tezgahtan uzak
durmaya zorladığı için, fazladan çaba sarf ettiği belliydi.
"Selam. Burası ne kadar güzel kokuyor" dedi Mellberg ha­
vayı koklayarak.
Rita, "Acı soslu fasulye yapıyoruz" dedi ve Mellberg'in ya­
nına gelip yanağından öptü. Mellberg elini kaldırıp Rita'nın
dudaklarının değdiği noktaya dokunma dürtüsüne karşı ko­
yarak, dört kişi için hazırlanmış masaya oturmakla yetindi.
Rita'ya bakarak, "Birini daha mı bekliyoruz?" diye sordu.
Johanna belini ovarak, "Eşim öğle yemeği için eve geliyor"
dedi.
"Senin oturman gerekmiyor mu?" dedi Mellberg bir san­
dalye çekerek. "Sürekli o yükü taşımak zor olmalı."
Nefes nefese kalan Johanna Mellberg'i dinleyip yanına
oturdu. "Ah, ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Umarım
daha fazla uzamaz. Bu karından kurtulunca kendimi harika
hissedeceğim." Eliyle karnını okşadı. Mellberg'in yüz ifadesi­
ni görünce, "Dokunmak ister misiniz?" diye sordu.
"Dokunabilir miyim?" dedi Mellberg utana sıkıla. Oğlu Si­
mon ergenliğe adım atana dek onun varlığım bile fark etmemiş­
ti; ebeveynliğin bu aşaması onun için hala gizemini koruyordu.
"Bakın, bebek tekme atıyor." Johanna, Mellberg'in elini
alıp karnının sol tarafına koydu.
Mellberg bebeğin güçlü tekmasini elinde hissedince irkil-
di. "Aman Tanrım! Bu inanılmaz. Acımıyor mu?" Mellberg be­
beğin güçlü tekınelerini avucunda hissederken Johanna'nın
karnma baktı.
"Pek sayılmaz. Bazen uyurken biraz zorlanıyorum. Eşim
bebeğin futbolcu olacağını düşünüyor."
"Ben de kendisiyle aynı fikirdeyim" dedi Mellberg. Elini
geri çekmek istemiyordu. Bu deneyim, içinde tanımlamak­
ta güçlük çektiği bazı hisler uyandırmıştı. Özlem, hayranlık,
241

pişmanlık gibi . . . Tam olarak emin değildi. "Peki, babasının


bebeğine geçirebileceği bir futbol yeteneği var mı?" dedi gü­
lerek. Sorusu sesaizlikle karşılaı;ıınca şaşırdı. Başını kaldırıp
Rita'nın afallamış yüzüne baktı.
"Ama Bertil, sen bilmiyor musun . . . "
O anda ön kapı açıldı.
Koridordan gelen bir ses duyuldu: "Ne kadar da güzel ko­
kuyor anne. Ne pişiriyorsun? Meşhur acılı fasulyeni mi?''
Paula mutfağa girdiğinde yüzünün aldığı şaşkınlık ifadesi
Mellberg'inkinden bile yoğundu.
"Paula?"
"Arnirim ?''
Mellberg'in zihninde dönüp duran düşünceler sonunda
yerli yerine oturmuştu. Paula buraya annesiyle birlikte ta­
şınmıştı. Rita da buraya kısa bir süre önce taşınmıştı. Ve o
kara gözler. Nasıl da daha önce farkına varmamıştı? İkisinin
gözleri tıpa tıp aynıydı. Anlamadığı sadece tek bir şey vardı . . .
"Evet, demek eşimle tanıştın" dedi Paula, kollarını Jo­
hanna'nın boynuna dolayarak. Mellberg'e bakıp tepkisini
görmeyi bekledi. Yanlış bir şey söylemesi ya da yapması için
ona meydan okudu.
Rita göz ucuyla, tedirgin bir şekilde M ellb erg'i izliyor du.
Bir elinde tahta bir kaşık vardı ama Mellberg'in tepkisini
görmek için yemeği karıştırmayı bırakmıştı. Mellberg'in zih­
ninden binlerce düşünce geçiyordu. Binlerce önyargı. Yıllar
önce ağzından çıkan ama söylememiş olmayı dilediği sözler.
Ama birdenbire, bu anın artık doğru şeyi söyleme ve yapma
fırsatı olduğunu anladı. Üzerinde büyük bir baskı varken ve
Rita'nın kara gözleri üzerine çevrilmişken, sakince konuştu:
"Çocuğun olacağını bilmiyordum. Hem de bu kadar ya­
kın zaman içinde. Şimdiden tebrikler. Johanna beni içerideki
vahşi kediyle tamştırma nezaketini gösterdi; ben de gelece­
ğin futbolcusunu dağuracağı konusunda seninle hemfikirim."
242

Paula birkaç saniye b oyunca kıpırdamadı . Kollarıyla


Johanna'yı sarmaya devam ederken, gözlerini Mellberg'inki­
lerden ayırmadan sözlerinde gizli bir iğneleme olup olmadığı­
nı anlamaya çalıştı. Sonra gevşeyip gülümsedi. "Tüm o tek­
meleri hissetmek inanılmaz, değil mi?" Mutfak birden huzur­
la dolmuştu.
Rita yemeğini karıştırmaya devam etti ve "Senin tekme­
lerine kıyasla bunlar hiç sayılır Paula" dedi gülerek. "Hatır­
lıyorum da baban dışarı çıkmak için farklı bir yol aradığını
söyleyerek bu durumla dalga geçerdi."
Paula Johanna'yı yanağından öptü ve masaya oturdu.
Mellberg'e hayretler içinde baktığını gizleyemiyordu. Mell­
berg de kendinden fazlasıyla memnundu. Hala iki kadının
beraber yaşamasının tuhaf olduğunu düşünüyordu. Birinin
hamile olması daha da inanılmazdı. Er ya geç bu konuyla il­
gili merakını gidermesi gerekecekti. Yine de gerektiği gibi
konuşmuştu. Üstelik sözlerinde gerçekten de samimiydi.
Rita fasulye tenceresini masaya koyup herkesi tabaklannı
doldurmaya çağırdı. Mellberg'e attığı bakış ise, onun durumu
gayet iyi idare ettiğinin son kanıtıydı.
Mellberg ise Johanna'nın elinin altında şişen karnını ve
çocuğun avucuna savurduğu tekıneleri hala hissedebiliyordu.

"Tam öğle yemeği vaktinde geldin. Ben de seni aramak


üzereydim." Patrik kaşığı ağzına götürerek domates çorbası­
nın tadına baktıktan sonra tencereyi masaya koydu.
"İ şte hizmet diye buna derim. Bunu neye borçluyuz?" Eri­
ca mutfağa girdi ve Patrik'i ensesinden öptü.
"Hepsi bu kadar mı sanıyorsun? Yani sadece öğle yemeği
hazırlayarak seni etkileyebilir miydim? Tanrım, yani çama­
şırları yıkamam, salonu temizlernem ve banyonun ampulünü
değiştirmem boşuna mıydı?" Patrik arkasına dönüp Erica'yı
dudaklarından öptü.
243

Erica şaşkınlıkla ona bakarak, "Her ne içtiysen aynısın­


dan ben de istiyorum" dedi. ''Maja nerede?"
''Yaklaşık on beş dakika önce uyuyakaldı. Yani ikimiz öğle
yemeğimizi huzur içinde yiyebileceğiz. Sonra da ben bulaşık­
ları yıkarken sen çalışmak üzere yukan dönebilirsin."
"Pekala . . . Bu ka dan da fazla" dedi Erica. ''Ya bütün para­
mızı zirnınetine geçirdin ya bana bir metresin olduğunu söy­
lemek üzeresin ya da NASA'nın uzay programına kabul edii­
din ve önümüzdeki yılı bir uzay gemisinde gezegenin çevresi­
ni turlayarak geçireceksin . . . Ya da kocam uzaylılar tarafın­
dan kaçınldı; sen de yan insan yarı robot, bir tür androidsin,
değil mi?"
"NASA'yı nereden öğrendin?" dedi Patrik göz kırparak.
Ekmek sepetine birkaç dilim koydu, sonra mutfak masasında
Erica'nın karşısına oturdu. "Hayır, doğrusunu istersen b u­
gün Karin'le yürüyüş yaparken küçük bir aydınlanma yaşa­
dım ve . . . şey, sana daha çok yardım etmem gerektiğini dü­
şündüm. Ama her gün aynı hizmeti göreceğini sanma. Tek­
rar kötü yola sapmayacağımı garanti edemem."
''Yani kocamın ev işlerinde bana yardım etmesi için yap­
mam gereken tek şey eski karısıyla buluşmasını sağlamak,
öyle mi? Bunu bütün kadın arkadaşlarıma aniatmarn gere­
kecek."
"Ah, pek emin değilim" dedi Patrik kaşığındaki sıcak çor­
bayı üfleyerek. "Bu, gerçek bir buluşma sayılmazdı. Anlaşılan
Karin'in başında da pek çok sıkıntı var." Patrik kısaca Karin'in
kendisine anlattıklanndan bahsederken Erica başıyla onayla­
yarak dinledi. Karin evde kendisine kıyasla daha az yardım al­
dığı halde, yaşadıklan kulağa oldukça tanıdık geliyordu.
Patrik çorbasını höpürdeterek, "Ee, senin sabahın nasıl
geçti?" diye sordu.
Erica'nın yüzü aydınlandı. "Bir sürü yararlı kaynak bul­
dum. İ kinci Dünya Savaşı sırasında Fjallbacka'da neler ol-
244

duğuna inanamazsın. Her türlü kaçakçılık yapılmış; hem


Norveç'ten buraya hem de buradan Norveç'e gıda, bilgi, silah
ve insan taşınmış. Hem Alman sığınınacılar hem de Norveçli
direnişçiler buraya gelmişler. Ve sonra da mayınlarla uğraş­
mak zorunda kalmışlar. Birkaç balıkçı teknesi ve kargo ge­
misi mürettebatı mayınlarla karşılaşınca yükleriyle birlik­
te yok olmuş. 1940'ta bir Alman savaş uçağının Dingle'ın he­
men dışında İ sveç Hava Kuvvetleri tarafından düşürüldüğü­
nü biliyor muydun? Mürettebattaki üç kişi de ölmüş. Kimse­
nin bunlardan bahsettiğini duymamıştım. Oldum olası, sava­
şın bu bölgeyi gıda ve yakıt kıtlığına yol açmak dışında fazla
etkilemediğini zannederdim."
Patrik, Erica'ya biraz daha çorba koyarken, "Anlaşılan
kendini bu konuya giderek daha çok kaptınyorsun" dedi.
"Daha sana yarısını bile anlatmadım. Christian'dan an­
nem ve arkadaşları hakkındaki tüm kaynakları ortaya çı­
karmasını rica ettim. Fazla bir şey bulacağını düşünmemiş­
tim; ne de olsa o zamanlar çok gençlerdi. Ama şuna bir bak­
sana . . . " Erica evrak çantasını almak üzere yerinden kalkar­
ken, heyecandan sesi titriyordu. Çantayı mutfak masasının
üzerine koyup içinden kalın bir kağıt toman çıkardı.
''Vay, amma çok şey toplamışsın."
Erica parmakları titreyerek belgeleri karıştırırken, "Hep­
sini okumak için üç saatimi harcadım" dedi. Sonunda aradı­
ğını buldu. "İşte burada! Şuna baksana!" Yanında büyük bir
siyah beyaz fotoğraf bulunan bir makaleyi işaret etti.
Patrik makaleyi inceleyip Erica'ya geri verdi. İlgisini çe­
ken ilk şey, fotoğraf olmuştu. Beş kişi yan yana duruyordu.
Gözlerini kısarak fotoğrafın altındaki yazıyı okuyunca, isim­
lerden dört tanesini tanıdı: Elsy Moström, Frans Ringholm,
Erik Frankel ve Britta Johansson. Ama beşinci kişinin adı­
nı daha önce hiç duymamıştı. Diğerleriyle aynı yaştaymış gibi
görünen delikanlının adı Hans Olavsen'di. Erica'nın bakışları
245

onun yüzüne odaklanırken, Patrik sessizce makaleyi okudu.


"Ee? Ne düşünüyorsun? Bunun ne anlama geldiğini bilmi­
yorum ama tesadüf olamaz. Tarihe baksana. Annemin gün­
lük tutmayı bıraktığı gün Fjallbacka'ya gelmiş. Bu tesadüf
olamaz! Bir anlamı olmalı!" Erica mutfakta volta atıyordu.
Patrik fotoğrafı tekrar incelemek için başını eğdi. Beş genç
insanın yüzlerini irdeledi. Elsy dört yıl önce bir araba kaza­
sında ölmüştü. Şimdi de, bu fotoğrafın çekilmesinden altmış
yıl sonra, içlerinden biri öldürülmüştü. İçsesi, Erica'nın hak­
lı olduğunu söylüyordu. Tüm bunlann bir anlamı olmalıydı.

Paula karakala geri dönerken düşünceleri karmakarışık­


tı. Annesi yürüyüşleri sırasında kendisine arkadaşlık eden
iyi bir adamla tanıştığından ve onu salsa dersi almaya ik­
na ettiğinden bahsetmişti. Ama Paula bu adamın yeni ami­
ri olabileceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Pek se­
vindiği de söylenemezdi doğrusu. Dünya üzerinde annesi­
ne uygun göreceği son adam Mellberg' di. Gerçi hakkını tes­
lim etmeliydi; Mellberg, Johanna'yla ilişkisini öğrendiğin­
de epey olgun davranmıştı. Hem de ş aşılacak derecede.
Paula'nın Tanumshede'ye taşınmamak için öne sürdüğü bir
numaralı gerekçe, dar kafalılık olmuştu. Stockholm'de bi­
le Johanna'yla bir aile olarak kabul görmeleri oldukça zor­
du. Böyle küçük bir şehirde ise . . . işler iyice sarpa sarabilirdi.
Ama Johanna ve annesiyle her şeyi konuşmuştu; işler yolun­
da gitmediği takdirde hep birlikte Stockholm'e geri dönmeye
karar vermişlerdi.
Şimdiye kadar her şey beklediklerinden çok daha iyi git­
mişti. Paula karakoldaki işini seviyordu; annesi salsa ders­
lerini ve Konsum süpermarketindeki yarı-zamanlı işini be­
nimsemişti; şu anda hamilelik izninde olan Johanna, son­
rasında uzun bir doğum iznine çıkacak olsa da, birkaç işye­
riyle görüşmüştü. Hepsi de kendisinden finansal danışman-
246

lık desteği alabileceklerini söylemişti. Yine de, Paula kolunu


Johanna'nın omuzlarına doladığı sırada Mellberg'in yüzünün
aldığı ifadeyi, her şeyin iskarnbil kağıtlarından yapılmış bir
ev gibi kolayca yıkılabileceğini hissetmişti. O anda, hayatlan
tamamen yerle bir olabilirdi. Ama Mellberg onu şaşırtmıştı.
Belki de Paula'nın sandığı kadar umutsuz bir vaka değildi.
Paula girişte Annika'yla ayaküstü sohbet etti. Sonra Mar­
tin'in kapısını çalıp içeri girdi.
Martin önündeki kağıtlardan başını kaldırdığında, "Nasıl
gidiyor?" diye sordu.
"Saldırı davası mı? Şey, oğlan suçunu itiraf etti - gerçi
başka seçeneği de yoktu. Annesi onu eve götürdü ama Gös­
ta sosyal hizmetlere haber verdi. Evdeki işler çok da iyi gö­
rünmüyor."
"Genellikle öyle olur" dedi Paula oturarak.
"Ama esas ilginç olan, saldın sebebi. Per'in haziran başın­
da Erik Frankel'in evine girdiği ortaya çıktı."
Paula tek kaşını kaldırdı ama yorum yapmadan Martin'in
devam etmesini bekledi. Martin hikayenin tamamını anlat­
tıktan sonra, ikisi de bir süreliğine sustular.
"Acaba Erik'in elinde Kjell'in ilgisini çeken ne vardı?'' dedi
Paula. "Frans'la ilgili bir şey olabilir mi?"
Martin omuz silkti. "Oğlan da öyle dedi. Bunu Kjell'e
sormak gerektiğini düşündüm. Yine de U d devalla'ya gidip
İ sveç'in Dostları üyelerinin bazılarıyla görüşmemiz gereki­
yor; hem Bohuslaningen'in merkez yazı işleri müdürlüğü de
orada. Yol üzerinde Axel'e de uğrayabiliriz."
"O zaman bir an önce işe koyulalım" dedi Paula ayağa kal­
karak.
Yirmi dakika sonra yine Frankel kardeşlerin kapısının
önünde dikiliyorlardı.
Axel geçen seferkinden daha yaşlı görünüyor, diye düşün­
dü Paula. Daha zayıftı, neredeyse görünmez gibiydi. Onları
247

içeri alırken dostça gülümsedi. Neden geldiklerini sormarlan


verandanın yolunu gösterdi.
"Herhangi bir ilerleme kaydettiniz mi?" diye sordu oturur­
ken. Sonra gerekınediği halde açıklama yaptı: ''Yani, soruş­
turmayla ilgili."
Martin önce Paula'ya baktıktan sonra, "En azından eli­
mizde pek çok ipucu var" dedi. "En önemlisi, kardeşinizin öl­
düğü olası zaman aralığını tespit etmeyi başardık."
"Eh, bu çok önemli bir gelişme" dedi Axel gülümseyerek;
gerçi bu gülümseme gözlerindeki kederi ya da yorgunluğu sil­
ıneye yetmedi. ''Peki, ne zaman öldüğünü düşünüyorsunuz?"
"Kardeşiniz Haziran'ın 1 5'inde, görüştüğü şu hanımı . . . Vi­
ol a Ell m ander'i görm eyP. gitmiş; ı:ı n l ı:ı şt l ı:ı n en Ron hu tı:ırihte
sağ olarak görülmüş. 17 Haziran'da temizlikçi kadın . . . "
Martin'in ismi hatırlamakta zorlandığını gören Axel, ''Laila"
dedi.
"Doğru, Laila. Kendisi 1 7 Haziran'da her zamanki gibi evi
temizlerneye gelmiş ama kapıyı çaldığında açan olmamış; da­
ha önceleri evde olmadığınızda yaptığınız gibi ona anahtar
da bırakmamışsınız."
"Evet, Erik her zaman Laila'ya anahtar bırakmaya dikkat
ederdi. Bildiğim kadanyla bunu yapmayı hiç unutmadı. Yani
eğer kapıyı açmadıysa ve anahtar da yoksa, o zaman . . . " Axel
sessizleşti ve sanki kardeşine dair bir an önce kurtulmak is­
tediği sannlar görüyormuş gibi gözlerini ovuşturdu.
"Ö zür dilerim" dedi Paula usulca, "ama size 15 ve 17 Ha­
ziran tarihleri arasında nerede olduğunuzu sormamız gereki­
yor. Sizi temin ederim ki bu yalnızca bir formalite."
Axel Paula'nın kendisini rahatlatma girişimini elini salla­
yarak durdurdu. "Ö zür dilemenize gerek yok. Sadece işinizi
yaptığınızı biliyorum. Üstelik, istatistikler çoğu cinayetin bir
aile ferdi tarafından işlendiğini göstermiyor mu?"
Martin başıyla onayladı. "Doğru. Ama soruşturma için bil-
248

gi toplamamız gerekiyor, sizi şüpheli listesinden eleyebilir­


sek çok iyi olur."
''Tabii ki. Gidip takvimimi getireyim."
Axel birkaç dakikalığına yanlarından ayrıldı. Kalın bir
ajandayla geri döndü. "Bir bakalım ... " Tekrar oturup sayfalan
kanştırmaya başladı. "Haziran'ın 3'ünde İ sveç'ten aynlıp doğ­
rudan Paris'e gittim ve . . . siz beni gelip havaalanında karşıla­
ma nezaketi gösterene kadar geri dönmedim. Haziran'ın 15'i
ile 1 7'si arasına gelirsek . . . Ah, işte buldum: 1 5'inde Brüksel'de
bir toplantım vardı, 1 6'sında Frankfurt'a gittim ve 1 7'sinde
Paris'teki merkez ofise geri döndüm. Eğer isterseniz size bi­
letlerimin fotokopilerini verebilirim." Axel ajandayı Paula'ya
uzattı.
Paula ajandayı dikkatle inceledi, ama Martin'e soran göz­
lerle bakınasinın ardından meslektaşı başını iki yana salla­
yınca, ajandayı masanın üzerinde iterek geri verdi.
"Hayır, buna gerek olacağını sanmam. Peki, bu tarihierin
Erik açısından önemli olabilecek herhangi bir özelliğini ha­
tırlıyor musunuz? Dikkatinizi çeken herhangi bir şey? Me­
sela bir telefon konuşması? Kardeşiniz herhangi bir şeyden
bahsetti mi?"
Axel başını iki yana salladı. "Hayır, üzgünüm. Dediğim gi­
bi, ben yurtdışındayken kardeşimle birbirimize sık sık tele­
fon etmek gibi bir alışkanlığımız yoktu. Erik ancak evde yan­
gın filan çıkacak olursa beni arardı." Güldü, sonra aniden
sessizleşti ve tekrar gözlerini ovuşturdu. Ajandayı dikkatle
kapatarak, "Evet, hepsi bu kadar mı? Yardımcı olabileceğim
başka bir konu var mı?" diye sordu.
Martin gözlerini Axel'e dikerek, "Aslında bir şey daha var . . . "
dedi. "Bugün bir saldırı suçlaması kapsamında Per Ringholm
adında bir delikanlıyla görüştük. Bize birkaç ay önce evini­
ze girdiğini, Erik'in onu kütüphaneye kilitleyip babası Kjell
Ringholm'ü aradığını söyledi."
249

"Frans'ın oğlunu" dedi Axel.


Martin başıyla onayladı. "Aynen. Ve Per, Erik ile Kjell'in
sonra buluşmak üzere sözleştiklerini duymuş. Anlaşılan,
Erik'in elinde Kjell'in ilgisini çekeceğini düşündüğü bazı bil­
giler varmış. Bunlar herhangi bir çağrışım yapıyor mu?"
Axel başını kuvvetiice iki yana sallayarak, "Hayır, yapmı­
yor" dedi.
"Peki ya Erik'in paylaşmak istediği bilgi? Bunun ne oldu­
ğuna dair bir fıkriniz var mı?"
Axel soruyu enine boyuna düşünür gibi, bir süreliğine ses­
siz kaldı. Sonra başını tekrar iki yana salladı. "Hayır, bunu
tahmin edemiyorum. Erik İkinci Dünya Savaşı'na zemin ha­
zırlayan dönemi araştırmaya çok zaman ayırmıştı ve tabii ki
o dönem boyunca Nazizm'in nasıl bir şey olduğunu şahsen de­
neyimlemişti. Kjell ise kendini Nazizm'in günümüz İ sveçi'nde
tekrar hordaması hakkında yazılar yazmaya adamış durum­
da. Belki de Erik, tarihsel önemi olan ve Kjell'in işine yara­
yacak bazı bilgilere ulaşmıştı. Neden Kjell'e sormuyorsunuz?"
"Zaten onu görmek üzere Uddevalla'ya gidiyoruz. En iyi­
si size cep telefonu numaramı vereyim; belki aklınıza bir şey
gelir." Martin numarasını bir kağıt parçasına yazıp Axel'e
uzattı. Axel de kağıdı ajandasının arasına koydu.
Paula ve Martin arabalarına bindiler. Yolculuklarına ko­
nuşmadan devam ettiler. Ama ikisi de aynı şeyi düşünüyor­
du: Neyi gözden kaçırıyorlardı?

"Bunu daha fazla erteleyemeyiz. Artık burada kalamaz."


Herman kıziarına o kadar derin bir kederle baktı ki, babala­
nyla göz göze gelmeye dayanamadılar.
"Bunu biliyoruz, baba. Doğru olanı yapıyorsun. Başka se­
çenek yok. Annerne elinden geldiği sürece baktın ama artık
başkalannın devreye girmesi gerek. Onun için harika bir yer
bulacağız." Anna-Greta babasının yanına gidip sandalyesinin
250

arkasında durdu ve kollarını boynuna doladı. Gömleğinin al­


tından hissedilen vücudunun ne kadar sıska olduğunu fark
edince ürperdi. Annesinin hastalığı onu çok sarsmıştı. Bel­
ki de sandıklarından ya da görmek istediklerinden çok daha
fazla. Anna-Greta öne eğilip yanağını Herman'ınkine dayadı.
"Hepimiz sana yardıma hazınz, baba. Birgitta, Maggan ve
ailelerimiz. Yanında olduğumuzu biliyorsun. Hiçbir zaman
kendini yalnız hissetmene gerek yok."
"Annen olmadan kendimi yalnız hissediyorum. Ama bu
konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok" dedi Herman sıkkın­
lıkla. Gözünde beliren yaşı gömleğinin koluyla hemen sildi.
''Yine de, bunun Britta için en iyisi olduğunu biliyorum."
Kızları birbirlerine baktılar. Herman ve Britta hepsinin
hayatının merkezi olmuştu; daima yaslanabilecekleri sağlam
bir kaya gibiydiler. Şimdi, hayatlarının dayanağı yerle bir
olurken, birbirlerine destek olmak istercesine ellerini uzat­
tılar. Annelerinin eriyip gitmesini, gitgide zayıflayarak ken­
di çocukluklarından bile daha ufak tefek hale gelmesini iz­
lemek ürkütücüydü. Artık yetişkin olarak devreye girmele­
ri, tüm çocuklukları ve gençlikleri boyunca yıkılmaz, sarsıl­
maz olarak gördükleri anne ve babalarının yükünü taşımala­
rı gerekiyordu. Tabii ki anne ve babalarını her şeyi bilen tan­
rısal yaratıklar olarak görmeyeli uzun zaman olmuştu, ama
yine de Britta ile Herman'ın bu şekilde yitip gittiğini görmek
onlara acı veriyordu.
Anna-Greta babasının çelimsiz bedenine birkaç kez daha
sanldıktan sonra tekrar mutfak masasına oturdu.
"Sen buradayken annemin yalnız kalmasında bir sakınca
var mı?" diye sordu Maggan endişeyle. "Gidip başında bekle­
sem mi?"
"Ben çıkarken daha yeni uykuya dalmıştı" dedi Herman.
"Ama genellikle bir saatten fazla uyumuyor; artık eve dön­
sem iyi olacak." Bitkin bir halde ayağa kalktı.
25 1

"Neden oraya gidip birkaç saatliğine annemle kalmıyo­


ruz? Sen de dinlenmiş olursun baba" dedi Birgitta. Maggan'a
dönerek, "Babam senin misafir odanda uzanabilir, değil mi?"
diye sordu. Anneleri hakkında konuşmak üzere onun evinde
toplanmışlardı.
"Bu harika bir fikir" dedi Maggan. Babasına bakarak coş­
kuyla başını salladı. "Sen içeri gidip biraz dinlen; biz bir koşu
gidip annemi görelim."
Herman, "Teşekkürler kızlar" dedi ve koridora yönel-
di. "Ama anneniz ve ben elli yılı aşkın bir süredir birbirimi­
ze bak tık; geriye kalan bu kısacık süre boyunca da ona bak­
maya devam etmek istiyorum. Britta bakımevine yerleştik­
ten sonra . . . " Kızları gözyaşlarını görmesin diye cümlesini bi­
tirmeden dışan fırladı.

Britta uykusunda gülümsedi. Uyanıkken beyninin yadaı­


dığı o açık seçik anlar, uykusunda daha da sıklaşıyordu. O
zaman her şeyi açıkça görüyordu. Bu anılardan bazıları çok
da hoş değildi ama Britta yine de onları hatırlamak için ken­
dini zorluyordu. Mesela babasının bir çocuğun çıplak sırtın­
da şaklayan kemerinin sesini. Annesinin gözyaşlan içindeki
yanaklannı. Ya da tepedeki küçük evin sıkış tepiş odalannda
yankılanan ve elleriyle kulaklannı tıkayıp çığlık atma isteği
uyandıran tiz çocuk haykırışlarını. Ama hatırianacak daha
keyifli anlar da vardı. Mesela neşe içinde oynadıkları, güneş­
ten ısınan kayaların üzerinde koşturdukları yazlar . . . Anne­
sinin diktiği çiçekli elbiselerden birini giyen Elsy. Üzerinde
kısa pantolonuyla sornurtan Erik. Kıvırcık, san saçlı Frans.
Britta hep ellerini onun buklelerinin arasından geçirmek is­
temişti; hatta erkeklerle kızlar arasında farkları anlamaya­
cak kadar küçük yaşta olduklan zamanlarda bile.
Uyurken, tanıdık bir ses anıların arasından kendine yer
açtı. Hem de fazlasıyla tanıdık bir ses. Son zamanlarda ken-
252

disiyle giderek daha sık konuşmaya başlamıştı. Ona bir türlü


huzur vermiyordu; ne uyanıkken ne uyurken ne de sis perde­
si etrafını sarmışken. Her yere sızıyor, her şeyi istiyor, dün­
yasına tutunmakta ısrar ediyordu. Ona soluk aldırmıyordu,
bırakmıyordu ki unutsun. Britta bu sesi bir daha asla duy­
mayacağını düşünüyordu. Ama duyuyordu işte. Çok tuhaftı.
Ve çok da ürkütücü.
Britta uykusunda başını bir o yana bir bu yana çevirerek
sesten ve istirahatini bölen anılardan kurtulmaya çalıştı. Ni­
hayet başarmıştı. Mutlu anılar yüzeye çıktı. Herman'ı ilk gö­
rüşü. Hayatlarının geri kalanını birlikte geçireceklerini an­
ladığı o an. Düğünleri, üzerinde beyaz gelinliğiyle mutluluk­
tan uçarak kilisenin mihrabına yürüyüşü. Doğum sancıları ve
Anna-Greta dünyaya geldikten sonra hissettiği mutluluk. En
az onun kadar sevdiği Birgitta ve Margareta. Herman'ın ço­
cuklara bakması ve bunu görevi olduğu için ya da mecburiyet­
ten değil de, sevgiyle yapması. Britta gülümsedi. Gözkapakla­
rı titredi. Burada kalmak istiyordu. Burada, bu anıların ara­
sında. Eğer hayatının sonuna dek zihnini dolduracak tek bir
am seçmesi gerekseydi, Herman'ın en küçük kızlanın küvette
yıkadığı am seçerdi. Herman onun küçük kafasını eliyle des­
teklerken bir şarkı mırıldanıyordu. Dolgun vücudunu mutlak
bir nezaketle yıkarken, her hareketini takip eden kızının göz­
lerinin içine bakıyordu. Britta kendini kapı ağzında durur­
ken gördü; kocasının dikkatini çekmeden onlan izliyordu. Ge­
riye kalan her şeyi unutsa bile, bu anıya sımsıkı tutunmak
için mücadele edecekti. Herman'ı ve Margareta'yı, Herman'ın
onun başım destekleyen elini, o şefkati ve yakınlığı.
Bir ses, onu hayallerinden sıyrılmaya zorladı. Britta ge­
ri dönmek istedi. Herman bezi küvete daldırdığında çı­
kan su sesine . Ilık sular etrafında çalkalandıkça sevinen
Margareta'nın gevezeliklerine. Ama yeni bir ses Britta'yı yü­
zeye çıkmaya zorluyordu. Onu her ne pahasına olursa olsun
253

kaçmak istediği sise yaklaştırıyordu. Uyanmak, zihnini ele


geçiren ve giderek zamanının daha büyük bir kısmını yutan
o gri, kafa karıştıncı sisle sarmalanmak demekti.
Sonunda isteksizce gözlerini açtı. Birisi üzerine eğilmiş,
ona bakıyordu. Britta gülümsedi. Belki de henüz tamamen
uyanmamıştı. Belki de uykusunda gördüğü anıların yardı­
mıyla sisi hala kovabilirdi.
Britta üzerine eğilerek kendisine bakan kişiye, "Sen mi­
sin?" diye sordu. Uyku sersemliğini hala üzerinden atama­
dığı için bedeni güçsüzdü. Kıpırdayacak gücü yoktu. Bir sü­
re ikisi de konuşmadı. Söylenecek fazla bir şey yoktu. Son­
ra kesinlik algısı zorla Britta'nın zihnine sızdı. Anılar yüze­
ye çıktı. Unutulan hisler uyanıp hayat buldu. Ve Britta deh­
şete kapıldığını hissetti. Hafızasını yavaş yavaş kaybetmesi
yüzünden farkına varmadığı korku geri dönmüştü. Şimdi ya­
tağının başında duran Ö lüm'ü görebiliyor, bu hayatı ve ona
ait olan her şeyi geride bırakıp gitmeye tüm benliğiyle kar­
şı çıkıyordu. Çarşafı sımsıkı kavradı ama kurumuş dudakla­
rını araladığında, gırtlağından sadece boğuk birkaç ses çıktı.
Dehşet tüm vücuduna yayıldı ve başını hızla sağa sola çevir­
di. Çaresizlik içinde zihniyle Herman'a ulaşınaya çalıştı; san­
ki onu telepati yoluyla duyabilirmiş gibi. Ama boşuna çabala­
rlığını biliyordu. Ö lüm onu almaya gelmişti, tırpan az sonra
boynuna inecekti ve ona yardım edebilecek kimse yoktu. Ya­
tağında yalnız ölecekti. Yanında Herman ve kızları olmadan.
Onlara veda edemeden. O an sis perdesi kalktı ve zihni uzun
zamandır hiç olmadığı kadar berraklaştı. Göğsü deli gibi ko­
şan bir vahşi hayvan misali panikle dolarken, derin bir ne­
fes almayı ve çığlık atmayı başardı. Ö lüm kıpırdamadı. Brit­
ta yatakta uzamrken ona bakmaya ve gülümserneye devam
etti. Bu, dostane bir gülümseme değildi; zaten korkunç olma­
sının sebebi de buydu.
Sonra Ö lüm üzerine eğildi ve Herman'ın tarafındaki yas-
254

tığı aldı. Dehşete kapılan Britta, bu beyaz figürün giderek


yaklaştığını gördü. Son sis perdesi inmek üzereydi.
Vücudu bir an direndi. H avasız kalınca paniğe kapıldı.
Nefes almaya,� ciğerlerine oksijen doldurmaya çalıştı. Çarşafı
kavrayan elleri gevşedi ve can havliyle kollannı savurdu. Di­
reniş vardı, ten vardı, tırnaklanıp parçalanmış. Britta bir sa­
niye daha yaşayabilmek için direndi.
Sonra her şey simsiyah oldu.
Grini, Oslo'nun dışı, 1 943

"Kalkma vakti!" Gardiyanın sesi kışlada yankılandı. "Beş


dakika sonra teftiş için hazır olun."
Axel gayret edip gözlerini açtı. Bir saniyeliğine nerede ol­
duğunu çıkaramadı. Kışla karanlıktı; sabahın köründe içeri­
ye neredeyse hiç ışık girmiyordu. Ama yine de ilk birkaç ay
tek başına oturduğu hücreye göre çok daha iyiydi. Axel kış­
lamn sıkış tepiş bölmelerini ve pis kokusunu, yalmz geçirdiği
uzun günlere tercih ederdi. Grini'de 3. 500 esir olduğunu duy­
muştu. Bu onu şaşırtmamıştı. Nereye bakarsa baksın, yüz
ifadelerinin kendisininkine benzediğini tahmin ettiği, kade­
rine boyun eğmiş adamlar görüyordu.
Axel yatağında doğrularak uykulu gözlerini ovuşturdu.
Gardiyanlar ne zaman canları sıkılıp da yeterince hızlı ha­
reket etmeyen bir adama acıyarak bakmak isteseler, esirle­
re gün içinde birkaç kez hizaya geçmeleri için emir verilir­
di. Ama Axel bugün yataktan çıkmakta zorlamyordu. Rüya­
sında Fjallbacka'yı görmüştü. Veddeberget'te oturup denizi
ve teknelerin direklerinin çevresinde uçarken çığlıklar atan
martıları izliyordu. Aslında bu, oldukça çirkin bir sesti ama
her nasılsa şehrin ruhu haline gelmişti. Axel rüyasında yazın
insam usulca sarmalayan ılık rüzgarı hissetmişti. Rüzgarın
tepenin zirvesine kadar taşıdığı deniz kokusunu duymuş ve
derin derin içine çekmişti.
256

Ama gerçeklik, rüyasına tutunmasına imkan vermeyecek


kadar çiğ ve katıydı. Axel sert dokusunu teninde hissettiği
örtüyü üzerinden atarak ayaklarını köhne yatağından aşa­
ğı sarkıttı. Açlık, direncini kınyordu. Esiriere tabii ki yemek
veriliyordu ama miktan ve sıklığı yeterli değildi.
Daha genç olan gardiyan, esirlerin arasında yürürken ,
"Dışan çıkma vakti" dedi v e gelip Axel'in önünde durdu.
Dostane bir ses tonuyla, "Bugün hava soğuk" dedi.
Axel ona ,b akmaktan kaçındı. Bu, ilk geldiğinde görevde
olan delikanlı; hani diğerlerinden daha arkadaş caniısı bul­
duğu şu gardiyandı. Ve tahmini doğru. çıkmıştı. Bu delikan­
lının çoğu gardiyanın yaptığı gibi herhangi birini hırpaladı­
ğını ya da aşağıladığını hiç görmemişti. Ama Axel'in hapi s ­
hanede geçirdiği aylar, ikisinin arasına net bir çizgi çekmiş­
ti. Biri esirdi, diğeri gardiyan. Konumları çok farklıydı. O ka­
dar farklı yaşamlar sürüyariardı ki, Axel gardiyanlar ortaya
çıktığında onlara bakmaya bile dayanamıyordu. Axel'in giy­
diği Norveç Muhafızları üniforması, onun alt tabakadan ol­
duğunun kanıtıydı. Diğer esirlerden öğrendiğine göre, üni­
forma kuralı 1941 yılında bir esir kaçtıktan sonra konmuştu.
Axel adamın kaçacak gücü nereden bulduğunu merak ediyor­
du. O ise kendisini bitkin hissediyordu; ağır işler, azıcık ye­
mek, azıcık uyku, evdekileri fazlasıyla merak etmesi ve bun­
ca sefalet yüzünden bütün enerjisini yitirmiş gibiydi.
"Harekete geçsen iyi olur'' dedi genç gardiyan onu dürterek.
Axel onu dinledi ve koşarak kışladan çıktı. Sabah teftişine
geç kalmanın sonuçları ağırdı.
Merdivenlerden inip bahçeye koşarken, ansızın tökezledi.
Ayağı kayınca, ileriye doğru fırlayarak hemen önündeki gar­
diyanın üzerine uçtu . Dengesini sağlamak için kollarını sa­
vurdu ama elleri havayı yaracağına, gardiyanla buluştu ve
Axel adamı altına alıp küt diye yere kapaklandı. Çarpışma­
nın etkisiyle nefesi tükenmişti. Ö nce mutlak bir sessizlik ol-
257

du. Sonra kendisini sürükleyerek ayağa kaldırmaya çalışan


elleri hissetti.
"Sana saldırdı" dedi onu kıskıvrak yakalayan gardiyan.
Adı Jensen'di ve en zalim gardiyanlardan biriydi.
Genç gardiyan ayağa kalkıp üniformasma bulaşmış tozla­
n silkelerken, "Sanmıyorum" dedi duraksayarak.
"Sana saldırdı dedim!" Jensen'in yüzü kıpkırmızıydı. De­
netimi altındaki insanları hırpalamak için her türlü fırsa­
tı değerlendirirdi. Ne zaman kampta dolaşsa, insanlar tıpkı
Musa'yı görünce ikiye aynlan Kızıldeniz gibi ona yol açarlardı.
"Hayır, o . . . "
Diğer gardiyan bir adım öne çıkarak, "Sana gördüm diyo­
rum !" diye bağırdı. "Ona dersini verecek misin, yoksa bunu
ben mi yapayım?"
"Ama o . . . " Henüz genç bir delikanlı olan gardiyan, Axel'e
çaresizlik dolu bir bakış attıktan sonra diğerine döndü.
Axel bu salıneyi kayıtsızca izliyordu. Tepki vermeyi ve
hissetmeyi uzun zaman önce bırakmıştı. Ne olacaksa olsun­
du. Kaderine karşı gelenler yok olmaya mahkumdu.
"Peki madem, ben icabına bakarım . . . " Daha yaşlı olan gar­
diyan tüfeğini kaldırarak Axel'e doğru yürümeye başladı.
Yüzü kireç gibi olan delikanlı ikisinin arasına girerek,
"Hayır! Ben yaparım! Bu benim işim" dedi. Axel'in gözleri­
nin içine baktı; neredeyse kendisini affetmesini ister gibiydi.
Sonra elini kaldırıp Axel'e bir tokat attı.
"Sen buna ceza mı diyorsun?" Jensen öfkeyle haykırmıştı.
Etrafta seyirciler toplanmıştı; bir grup gardiyan ise olacakla­
rı sabırsızlıkla beklerken gülüyorlardı. Hapishanenin günde­
lik rutininin monotonluğunu bozan ne olursa olsun hoş kar­
şılanıyordu.
"Ona daha sert vur!" diye bağırdı Jensen. Yüzü daha da kı­
zarmıştı.
Genç gardiyan kendisiyle göz göze gelmekten kaçınan Axel'e
258

bir kez daha baktı. Sonra yumruğunu geriye çekip hızla çene­
sine indirdi. Axel, kafası geriye savrulduysa da, yere düşmedi.
"Daha sert vur!" Tezahürata başka gardiyanlar da katıl­
mış; delikanlının alnında pırıl pırıl ter damlalan birikmişti.
Artık Axel'e bakmaya çalışmıyordu. Tüfeğini almak için ye­
re eğilip ona vurmak üzere havaya kaldırdığında, gözleri ışıl
ışıldı.
Axel tamamen içgüdüyle başını çevirince, darbe sol kula­
ğına indi. İçinde bir şeyler kırılmış gibi oldu ve tarifsiz bir acı
hissetti. Bir sonraki darbe ise yüzüne indi. Sonrasını hayal
meyal hatırlıyordu. Hissettiği tek şey acıydı.
....

Kapıda, bu mülkün İsveç'in Dostları tarafından kullanıl­


dığını belirten herhangi bir tabela yoktu. Sadece posta ku­
tusunun üzerinde "İlan bırakmayınız" yazan bir kağıt parça­
sı ve "Svensson" ismi vardı. Bu adres, Martin ve Paula'ya ör­
gütün faaliyetlerini yakından izleyen Uddevalla'daki meslek­
taşları tarafından verilmişti.
Önceden telefon etmemişlerdi. Gün içinde birilerinin ka­
rakolda olacağını düşünerek şanslarını denemek istemişler­
di. Martin zili çaldı. İçeride tiz bir ses yankılandı ama önce
hiçbir şey olmadı. Martin zili tekrar çalmak üzereydi ki, ka­
pı açıldı.
"Buyurun?" Otuzlu yaşlarını süren bir adam niyetlerini
anlamak istercesine onlara bakıp üniformalarını görünce so­
murttu. Paula'yı görünce kaşları daha da çatıldı. Onu birkaç
saniye boyunca tepeden tırnağa öyle bir süzdü ki, Paula ada­
mın kasıkianna esaslı bir tekme savurmak istedi.
Adam küçümser bir edayla, "Ee, bugün devletimize yar­
dımcı olmak için ne yapabilirim?" diye sordu.
"İsveç'in Dostları'ndan bir yetkiliyle biraz konuşmak isti­
yoruz. Acaba doğru yere mi geldik?"
"Tabii. İçeri buyurun." Sanşın, uzun boylu adam, kaslı ve
irice vücuduyla onlara yol açmak üzere geri çekildi.
"Ben Martin Molin. Bu da Paula Morales. Tanumshede
Karakolu'ndan geliyoruz."
260

"Öyle mi? Uzun yoldan gelmişsiniz" diyen adam onlan kü­


çük bir odaya aldı. "Benim adım da Peter Lindgren." Masa­
nın arkasına oturdu ve iki konuk sandalyesini işaret etti.
Martin adamın ismini not etti. Karakola döner dönmez,
Lindgren ismini veritabanındakilerle karşılaştıracaktı. İçin­
den bir ses, karşılarında oturan adam hakkında birçok tu­
tuklama karan bulunduğunu söylüyordu.
"Ee, ne istiyorsunuz?" Peter arkasına yasıandı ve ellerini
kucağında kavuşturdu.
"Erik Frankel isminde bir adamın cinayet soruşturmasını
yürütüyoruz. Bu isim size tanıdık geliyor mu?" Paula kendini
sakin sakin konuşmaya zorluyordu. Bu tür adamların, tüyle­
rini diken diken eden bir yanı vardı.
"Gelmeli mi?" dedi Peter, Paula yerine Martin'e bakarak.
"Evet, gelmeli" dedi Martin. "Örgütünüzün onunla . . . bir tür
bağlantısı varmış. Tehditkar bir bağlantı. Ama siz bu konu
hakkında bir şey bilmiyorsunuz galiba?" Üslubu alaycıydı.
Peter Lindgren başını iki yana salladı. "Hayır, bu isim ba­
na hiçbir şey ifade etmiyor. Bu tehditlerle ilgili hiç . . . kanıtı­
nız var mı?" diye sordu gülümseyerek.
Martin adamın kendisini tersyüz edercesine süzdüğünü
hissetti. Bir anlık duraksamanın ardından, "Şu anda elimiz­
de ne olup olmadığının bir önemi yok" dedi. "Örgütünüzün
Erik Frankel'i tehdit ettiğini biliyoruz. Ayrıca üyelerinizden
birinin, Frans Ringholm'ün, kurbanı tanıdığından ve onu bu
tehditler konusunda uyardığından da haberimiz var."
"Sizin yerinizde olsaydım Frans'ı fazla ciddiye almazdım"
dedi Peter gözlerinde tehlikeli bir ışıltıyla. "Kendisi örgüt
içinde . . . büyük saygı görüyor ama şey . . . artık farklı bir devir­
de yaşıyoruz ve Frans gibi adamlar oyunun yeni kurallarını
her zaman anlamıyor."
"Peki, sizin gibi biri anlıyor mu?" dedi Martin.
Peter ellerini iki yana açtı. "İnsan kurallara ne zaman uyup
261

ne zaman karşı gelmesi gerektiğini bilmeli. Ö nemli olan, uzun


vadede amacımıza hizmet eden şeyi yapmak."
"Peki, bu durumda . . . amacınız nedir?" Martin kendisine
uyarı niteliğinde bir bakış atınca, sesinin ne kadar düşman­
ca çıktığını fark etti.
"Daha iyi bir toplum" dedi Peter sakince. "Bu ülkeyi yö­
netenlerin bu konuda başarılı oldukları söylenemez. Yabancı
güçlerin . . . çok fazla kudret kazanmasına izin verdiler. İsveç'e
özgü saf değerlerin dışlanmasına göz yumdular." Paula ken­
disine düşmanca bakan Peter'e karşılık vermemek için yut­
kunup duruyordu. Şimdi tepki göstermenin yeri ve zamanı
değildi. Peter'in kendisini kışkırtmaya çalıştığının farkınday­
dı. "Amo. tüm bunlar değişecek. İsveçliler, bu şekilde devam
ettiğimiz ve baştakilerin atalarımızın kurduğu düzeni yık­
malarına izin verdiğimiz takdirde uçuruma yuvarlanacağı­
mızı fark ettiler. Bizim örgütümüz daha iyi bir toplum kurul­
masına önayak olabilir."
"O halde -teorik olarak- yaşlı ve emekli bir tarih öğretme­
ni. . . Daha iyi bir toplum için tehdit oluşturur mu?"
"Teorik olarak . . . " Peter tekrar ellerini kucağında kavuş­
turdu. "Tabii ki gerçek bir tehdit oluşturmaz. Ama kendisi
yanlış bir imajın oluşmasına sebep oldu; oysa savaşın galip­
leri bu imajı geliştirmek için çok çalışmışlardı. Kuşkusuz, bu­
nu hoş görmemiz mümkün değildi. Yani teorik olarak."
Martin cevap vermek üzereydi ama anlaşılan Peter'in söy­
leyecekleri bitmemişti.
"Bütün o görüntüler, toplama kamplarından ve benze­
ri yerlerden alınan hikayeler bütünüyle düzmece; herkese
gerçek diye yutturulan abartılı yalanlar. Neden biliyor mu­
sunuz? Ö zgün ve gerçek mesajı bastırmak için. Savaşın ga­
lipleri tarih kitaplarını yazanlar ve onlar da gerçekleri kan­
da boğmaya, dünyanın gözleri önüne serilecek imajı bozmaya
karar vermişler; kimse çıkıp da hak eden tarafın kazanıp ka-
2 62

zanmadığını sorgulayamasın diye. Erik Frankel de bu kara­


lamanın, bu propagandanın bir parçasıydı. İ şte bu yüzden -
teorik olarak- Erik Frankel bizim yaratmak istediğimiz top­
luma gölge düşürdü."
'Ve buna karşın, bildiğiniz kadanyla örgütünüz onu hiç­
bir şekilde tehdit etmedi, öyle mi?" Martin adamı dikkatle in­
celedi. Cevabının ne olacağını biliyordu.
"Hayır, etmedi. Biz demokratik kanunlar çerçevesinde ça­
lışıyoruz. İ şimiz oy pusulalarıyla, seçim bildirgeleriyle. Oy­
larla güç kazanıyoruz. Bunun dışında herhangi bir şeyi sa­
vunmamız söz konusu olamaz." Peter, ellerini kucağında sı­
kıca kavuşturmuş olan Paula'ya baktı. Paula, gelip babası­
nı götüren askerleri zihninde canlandırıyordu. Onların gözle­
rinde de aynı bakış vardı.
"Eh, o zaman sizi daha fazla rahatsız etmeyelim" dedi Mar­
tin ayağa kalkarak. "U ddevalla polisi bize üyelerin isimlerini
verdi; tabii ki onlarla da bu konu hakkında konuşacağız."
Peter de ayağa kalktı ve b aşıyla onayladı. "Tabii ki. Ama
kimse size farklı bir şey söylemeyecek. Ve Frans'a gelince . . .
şey, yerinizde olsaydım geçmişte yaşayan yaşlı bir adama
fazla prim vermezdim."

Erica yazdıklarına odaklanmakta güçlük çekiyordu. An­


nesiyle ilgili düşünceler aklına takılıp duruyordu. Makale yı­
ğınını çıkarıp fotoğraflı olanı en üste koydu. Bu öyle sinir bo­
zucuydu ki . . . O yüzlere bakıp da herhangi bir cevap bulama­
mak. Erica öne eğildi ve yüzünü fotoğrafa yaklaştırıp oradaki
beş kişiyi teker teker incelemeye başladı.
İ lk sırada Erik Frankel vardı. Obj ektife bakarken cid­
di bir ifade takınmıştı. Kaskatı duruyordu. Hüzünlü bir ya­
nı vardı ve Erica haklı olup olmadığını bilmeden, ağabeyinin
esir düşmesinin Erik'te derin bir iz bıraktığı sonucunu çıkar­
dı. Gerçi haziran ayında madalya hakkında konuşmak üzere
263

onunla buluştuğunda da yine ciddi ve hüzünlü bir hali var­


dı. Erica, bakışlarını Erik'in yanında duran kişiye kaydırdı.
Bu, Frans Ringholm'dü. Yakışıklıydı. Hem de çok. Sarı buk­
leleri muhtemelen anne ve babasının hoşlanmayacağı kadar
uzamış, yakasına değiyordu. Objektife bakarken kocaman ve
çekici bir biçimde gülümsemişti. Kollarını iki yanında duran
kişilerin omuzlarına dolamıştı. Yanındakiler ise bundan pek
de memnun görünmüyorlardı.
Erica, Frans'ın sağında duran annesini, Elsy Moström'ü
inceledi. Yüz ifadesi Erica'nın hatırladığından kesinlikle da­
ha yumuşaktı. Ama narİn gülümsemesinde sezilen belli belir­
siz gerginlik, Frans'ın kolunu omuzlarına dolamış olmasından
hoşlanmadığını gösteriyordu. Erica annesinin ne kadar tatlı
göründüğünü düşünmeden edemedi. Onun tanıdığı Elsy so­
ğuk ve ulaşılmazdı. Fotoğrafta ise bu özelliklerinden eser yok­
tu. Erica usulca annesinin yüzüne dokundu. Annesi bu fotoğ­
raftaki kız gibi olsaydı, her şey ne kadar da farklı olurdu. Ona
ne olmuştu? Nezaketini söküp atan neydi? O hülyalı bakışla­
rın yerini kayıtsızlığın almasına sebep olan neydi? Neden çi­
çek desenli elbisesinin kısa yenleri altından görünen o yumu­
şak kollannı kızlanna dolayıp onları bağrına hiç basmamıştı?
Erica fotoğraftaki diğer kişiye odaklandı. Britta objektife
bakmıyordu. Başını Elsy'ye doğru çevirmişti. Ya da Frans'a.
Kime baktığını anlamak imkansızdı. Erica masanın üzerin­
deki büyütece uzandı. Merceği Britta'nın yüzünün üzerine
getirip görüntüyü mümkün olduğunda netleştirebilmek için
gözlerini kıstı ama yine de emin olamadı. Britta somurtuyor­
du; çenesi katı ve dirençli görünüyordu. Aynı şekilde gözleri
de. Erica kesinlikle emindi. Britta ikisinden birine -Elsy'ye
ya da Frans'a- bakıyordu; belki de ikisine birden.
Sonra fotoğraftaki dördüncü kişiye baktı. Diğerleriyle aşa­
ğı yukarı aynı yaştaydı. Frans gibi sarışındı ama kıvırcık
saçları daha kısaydı. Uzun boylu ve incecikti; yüzünde dü-
264

şünceli bir ifade vardı. Mutlu sayılmazdı ama üzgün de değil­


di. Erica'nın onu tarif etmek için bulabildiği en yakın sözcük
"düşünceli" idi.
Erica makaleyi tekrar okudu. Hans Olavsen, Fjallbacka
menşeli Elfrida balıkçı gemisiyle Norveç'e kaçan bir direniş­
çiydi. Geminin kaptanı Elof Moström tarafından himaye al­
tına alınmıştı. Makaleyi yazan muhabire göre, Hans şimdi
Fjallbacka'daki arkadaşlanyla savaşın bitişini kutluyordu.
Erica makaleyi kağıt yığınının üzerine geri koydu. İ çin­
den bir his, genç insanlardan oluşan bu grubun dinamikle­
rinde ilginç bir şeyler olduğunu söylüyordu. Bunu hissediyor­
du . . . Ama meseleye tam olarak parmak basamıyordu. Bildi­
ği kesin bir şey varsa, o da annesini anlamanın yolunun bu
arkadaşların birbirleriyle, hatta belki de Norveçli direnişçi
Hans Olavsen'le ilişkilerini iyice kavramaktan geçtiğiydi. Ve
danışabileceği yalnızca iki kişi vardı: Axel Frankel ve Britta
Johnson.
Tekrar oraya gidip yaşlı kadının kafasını kanştırmayı hiç
istemiyordu, ama gözlerindeki kızgın bakışın altında neyin
yattığını başka nasıl öğrenebilirdi ki? Belki Britta'nın koca­
sına, kansıyla neden konuşması gerektiğini açıklarsa, adam
onu anlardı. Erica ertesi gün oraya gitmeye karar verdi. Ce­
saretini toplayıp o eve yine gidecekti.
Eğer Britta'yı zihninin berrak olduğu anlardan birinde ya­
kalarsa, ihtiyacı olan cevaplan alacağına inanıyordu.
Fj allbacka, 1 944

Savaş, Elof Moström'ü fena sarsmıştı. Artık dostu değil


de düşmanı olan karşı kıyıya yaptığı bütün o deniz yolculuk­
ları onu yıpratmıştı. BohusHin açıklarındaki denizi hep scv­

mişti. Kıpırtısını, kokusunu, teknesine çarpan dalgaların se­


sini. Ama savaş başladığından beri, denizle eskisi gibi dost
değillerdi. Deniz, saldırgan bir tutum takınmıştı. Tehlikeleri
suyun altında saklar olmuştu; mayınlar her an patiayıp onu
ve bütün mürettebatını havaya uçurabilirdi. Bölgede devri­
ye gezen Almanlar ise ayrı bir tehlikeydi. Elof onların asla
neyin peşinde olduklannı kestiremiyordu. Deniz hiç olmadığı
kadar güvenilmez hale gelmişti. Kuşaktan kuşağa aktarılan
deneyimler sayesinde, fırtınalada ve büyük balık sürüleriyle
baş etmeyi öğrenmişlerdi. Ve doğa onları alt ettiğinde, yenil­
giyi sakince kabullenirlerdi.
Bu yeni dönem ise çok daha kötüydü. Denizi alt edip kar­
şı kıyıya sağ salim geçseler bile, yüklerini boşaltmak üzere
demir attıklarında başka tehlikelerle karşı karşıya kalıyor­
lardı. Elof ne zaman limana yanaşsa, Axel'i nasıl olup da Al­
manlara kaptırdıklarını hatırlıyordu. Ufka bakıyor ve bir­
kaç dakika boyunca delikaniıyı düşünüyordu. Ne kadar da
cesurdu. Yenilmez görünüyordu. Şimdiyse kimse nerede ol­
duğunu bilmiyordu. Onu Grini'ye götürdüklerine dair söy­
lentiler duymuştu ama doğru olup olmadığını bilmiyordu .
266

Hem doğru olsa bile, hah1 orada kalıp kalmarlığını öğrenme­


nin bir yolu yoktu. Esirleri deniz yoluyla Almanya'ya gönder­
meye başladıklarını duymuştu. Belki de Axel Almanya' day­
dı. Belki artık hayatta bile değildi. Almanların onu götürme­
lerinin üzerinden altı ay geçmiş; bunca zamandır ondan hiç
haber alamamışlardı. Yani en kötüsünü düşünmemek zordu.
Elof derin bir iç geçirdi. Ara sıra Axel'in ebeveynleriyle, Dok­
tor Frankel ve karısıyla karşılaşıyordu. Ama onlarla göz gö­
ze gelmeye asla cesaret edemiyordu. Hemen karşı kaldırıma
geçiyor, gözlerini yere indirip aceleyle yürüyordu. Bir şeyler
yapmalıydı. Ama ne? Belki de delikaniıyı en başından gemi­
ye almayı reddetmeliydi.
Ne zaman Axel'in erkek kardeşini görse yüreği sızlıyordu.
Erik adındaki o ciddi suratlı ufaklığı. Zaten konuşkan biri
değildi, ama ağabeyi ortadan kaybolduğundan beri daha da
sessizleşmişti. Elof, Elsy'yle konuşmayı düşünmüştü. Onun
Erik'le ve diğer oğlanla -Frans'la- bu kadar çok vakit geçir­
mesi hoşuna gitmiyordu. Aslında Erik'e karşı filan değildi.
Frans ise ayrı bir hikayeydi; oğlanı tarif etmek istediğinde
aklına ilk gelen kelime "hayta" idi. İkisi de Elsy'ye uygun ar­
kadaşlar değildi. Moströmler, Frankellerle ve Ringholmler­
le aynı sınıftan değillerdi. Adeta farklı gezegenlerde doğmuş­
lardı. İ ki ayrı dünyayı bir araya getirmenin hiçbir yararı ol­
mazdı. Çocukken elim sende ya da körebe oynamalarının bir
sakıncası yoktu. Ama artık büyümüşlerdi. Birlikte vakit ge­
çirmeleri pek de iyi olmayabilirdi.
Hilma bu konuyu birkaç kez gündeme getirmişti. Elsy'yle
konuşmasını istemişti. Ama Elof şimdiye kadar buna cesaret
edememişti. Savaş her şeyi daha da zorlaştırmıştı. Genç in­
sanlann elindeki tek lüks arkadaşlanydı; Elsy'yi hangi hakla
arkadaşlarından ayırabilirdi ki? Ama er ya da geç buna mec­
bur kalacaktı. Ne de olsa erkeklere güven olmazdı. Elim sen­
de ve körebe oyunlarının yerini çok geçmeden gizli kucaklaş-
267

malar alacaktı. Bunu kendi deneyimlerinden biliyordu. Ara­


dan çok uzun zaman geçse de, kendisi de vaktiyle genç olmuş­
tu. Bir kez daha iki dünyanın ayrılma vakti gelmişti; böyle
gelmiş böyle giderdi. Doğal düzeni değiştirmek imkansızdı.
"Kaptan! Gelip baksan iyi olur."
Düşüncelerinden irkilerek sıyrılan Elof dikkatini dağıtan
kişiye döndü. Mürettebattan biri onu acilen yanına çağırıyor­
du. Elof şaşkınlıkla kaşlarını çatarak .adamının yanına gitti.
Açık denizde ilerliyorlardı, Fjallbacka Limanı'na varmaları­
na daha birkaç saat vardı.
Calle Ingvarason yük ambarını işaret ederek, "Kaçak bir
yolcumuz var" dedi. Elof işaret edilen yere baktı. Genç bir ço­
cuk yük çuvallannın arkasına sinmişti. Sürünerek saklandı­
ğı yerden çıktı.
"Onu içeriden bir ses gelince buldum. Ö yle şiddetli öksü­
rüyordu ki, güverteden nasıl rluyamadık bilmiyorum" dedi
Calle, ağzına bir parça tütün atarak. Sonra yüzünü buruş­
turdu. Savaş yıllarında bulabildikleri tütün, hep düşük kali­
te olurdu
"Sen de kimsin? Ve gemimde ne arıyorsun?" diye sordu
Elof kaba bir şekilde. Yukandaki mürettebattan destek iste­
rneyi düşündü.
"Adım Hans Olavsen. Gemiye Kristiansand'dan bindim"
dedi genç çocuk, kınk bir Norveç aksanıyla. Ayağa kalkıp eli­
ni uzattı. Elof bir anlık tereddüdün ardından onunla el sıkış­
tı. Oğlan gözlerinin içine bakarak, "Sizinle İ sveç'e gitmeyi
umuyordum. Almanlar. . . şey, en iyisi şöyle açıklayayım; canı­
mı seviyorsam artık Norveç topraklarında kalamam."
Elof bir süre sessiz kalarak oğlanın dediklerini düşündü.
Bu şekilde oyuna getirilmek hoşuna gitmemişti. Ama diğer
yandan, bu çocuk ne yapabilirdi ki? Almanlar limanda devri­
ye gezerken kendini açıkça göstererek gemiye yanaşıp İ sveç'e
gitmeyi isteyecek hali yoktu.
268

Oğlanı tepeden tırnağa süzen Elof, nihayet "Nerelisin sen?"


diye sordu.
"Osloluyum."
"Peki, Norveç'te kalmam imkansız hale getirecek ne yap­
tın?"
Yüzünden koyu bir gölge geçen Hans, "İ nsanlar savaşta
mecburen yaptıkları eylemler hakkında konuşmazlar" dedi.
"Sadece yeraltı hareketinin artık benim için bir yararı kal­
madı diyelim."
Muhtemelen insanları sınırdan geçiriyordu, diye düşündü
Elof. Bu tehlikeli bir işti ve Almanlar bir kez peşine düştü
mü, hala imkan varken tüymek en akıllıcasıydı. Elof yumu­
şadığını hissetti. Bir kez bile kendi güvenliğini düşünmeden
defalarca Norveç'e yolculuk eden Axel'i düşündü. Axel yap­
tıklarının bedelini ödemişti. Elof, doktorun on dokuz yaşın­
daki oğlu kadar olamaz mıydı? Hemen o an kararını verdi.
"Pekala, seni de yanımızda götüreceğiz. Fjallbacka'ya gidi­
yoruz. Bir şeyler yedin mi?"
Hans başını iki yana salladı ve güçlükle yutkundu. "Ha­
yır. Ö nceki günden beri bir şey yemedim . Oslo'dan çıkar­
ken . . . zor bir yolculuk yaptım. Doğrudan gelemezdim." Önü­
ne baktı.
"Calle, oğlana biraz yemek getir" dedi Elof. Güverteye gi­
den merdivenleri çıkarken, "Benim yukan çıkınarn gerekiyor
- işim eve tek parça halinde ulaşmamızı sağlamak; Almanla­
rm denizin her yanına döşemekte ısrar ettikleri lanet olasıca
mayınları atiatmarn gerek" diye açıkladı. Arkasına baktığın­
da, oğlanla göz göze geldi. Hissettiği şefkat kendini şaşırttı.
Acaba kaç yaşındaydı? On sekizden büyük olamazdı. Yine de
Elof oğlanın gözlerinde, orada olmaması gereken pek çok ya­
şanmışlık gördü. Kaybolan gençlik ve buna eşlik eden masu­
miyet. Savaşın kuşkusuz pek çok kurbanı vardı ve onlar sa­
dece ölenler değildi.
-�

·

Gösta nedense kendini suçlu hissediyordu. Eğer işini yap­


mış olsaydı, belki de Mattias hastanelik olmayacaktı. Muh­
temelen bu hiçbir şeyi değiştirmeyecekti ::ı m a Per'in Adam
ile Mattias'tan birkaç hafta önce Frankelierin evine girdiği­
ni öğrenebilir, bu da olayların akışını değiştirebilirdi. Gös­
ta, Adam'ın parmak izlerini almak üzere evine gittiğinde, oğ­
lan okuldan birinin Frankelierin sahip olduklan havalı şeyler
hakkında konuştuğundan bahsetmişti. İşte Gösta'nın bilin­
çaltını kemiren, aklına takılan ve gözden kaçırdığı şey buydu.
Keşke daha uyanık olsaydı. Daha çok dikkat etseydi. Kısaca­
sı, keşke işini daha düzgün yapsaydı. Gösta içini çekti. Yıl­
lar boyunca tekrarladığı bu hareketin uzmanı olmuştu. Şim­
di her şeyi elinden geldiğince yola koymasının vakti gelmişti.
Garaj a gidip geriye kalan tek polis arabasını aldı. Martin
ve Paula diğeriyle Uddevalia'ya gitmişlerdi. Kırk dakika son­
ra Strömstad Hastanesi'nin önüne park etti. Danışmadaki
görevli ona Mattias'ın durumunun iyi olduğunu söyleyip oda­
sını tarif etti.
Gösta odaya girmeden önce derin bir nefes aldı. Kuşkusuz
içeride aile fertleri de olacaktı. Gösta akrabalarla tanışmak­
tan hoşlanmazdı. Ortam hep fazlasıyla duygusal olurdu; bu
da eldeki işe odaklanmayı zorlaştırırdı. Yine de bazen trav­
matik durumlar yaşayan insanlarla konuşurken sergiledi-
2 70

ği sükunetle, her iki meslektaşını da şaşırtırdı. Eğer gerekli


enerjiye ve iradeye sahip olsaydı, bu yeteneğini işinde kulla­
nıp kazanıma dönüştürebilirdi. Ne var ki bu özelliği son gün­
lerde nadiren kendini gösteriyor, Gösta bu durumu pek de
hoş karşılamıyordu.
"Onu yakaladınız mı?" Gösta içeri girdiğinde, takım el­
biseli ve kravatlı, uzun boylu bir adam ayağa kalktı. Kolla­
rını hıçkırarak ağlayan bir kadına dolamıştı. Gösta kadı­
nın hastane yatağındaki oğlanla olan benzerliğini görünce,
onun Mattias'ın annesi olduğunu tahmin etti. Daha doğrusu,
Gösta'nın Frankelierin evinin dışında sorguladığı oğlana olan
benzerliğini; zira şu anda baktığı Mattias tanınmayacak hal­
deydi. Şişkin ve iltihaplı bir yaraya benzeyen yüzünde yer yer
çürükler belirmişti. Dudakları normalin iki katı kadar şiş­
mişti, anlaşılan sadece bir gözünü kullanabiliyordu. Diğeri
şiştiği için kapanmıştı.
Mattias'ın babası yumruklarını sıkarak, "0 . . . piç kurusu­
nu bir elime geçirirsem" diye küfretti. Gözlerinde yaşlar bi­
rikmişti. Gösta aile fertleriyle başa çıkma konusundaki kay­
gıtarına rağmen konuyu dağıtmadan işini yapmaya karar
verdi; özellikle de Mattias'ın yumruk yemiş yüzünü görünce
suçluluk duygusu arttığı için.
"Bırakın bunu polis halletsin" dedi Gösta, yanlarındaki
sandalyeye oturarak. Kendini tanıttı ve onu dinlediklerinden
emin olmak için, Mattias'ın anne ve babasına ciddiyetle baktı.
"Per Ringholm'ü karakola götürüp sorguya çektik. Oğlu­
nuzu dövdüğünü itiraf etti, sonuçlarına katlanacak. Şu an­
da tam olarak nasıl bir ceza alacağını bilmiyorum; bu savcı­
nın kararına bağlı."
"Ama onu hapsettiniz, değil mi?" dedi Mattias'ın annesi
dudaklan titreyerek.
"Şimdilik hayır. Savcı ancak sıra dışı durumlarda reşit ol­
mayan birini nezarete alır. Biz soruşturmayı yürütürken Per
271

annesiyle evde kalacak. Ayrıca sosyal hizmetleri de devreye


soktuk."
''Yani benim oğlum burada yatarken, onun annesiyle git­
mesine izin verildi, öyle mi? . . " dedi Mattias'ın babası; sesi
çatlamıştı. Duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu; bir
Gösta'ya, bir de oğluna baktı.
"Şimdilik evet. Dediğim gibi, Per işlediği suçun sonuçla­
rına katlanacak; söz veriyorum. Ama şimdi mümkünse oğlu­
nuzia iki çift laf etmek istiyorum; olaya tamamen hakim ola­
bilmek için."
Mattias'ın anne ve babası birbirlerine bakıp başlarıyla
onayladılar.
"Tamam, ama Mattias buna hazırsa. Bilinci her zaman
açık değil. Ona sürekli ağrıkesici veriyorlar."
Gösta sandalyesini Mattias'ın yatağının yanına çekerken
teskin edici bir sesle, "Ne kadar uzun konuşmak istediğine
kendisi karar verir" dedi. Oğlanın ağzında gevelediği sözcük­
leri anlamakta biraz zorlandı ama sonunda hikayeyi bütü­
nüyle teyit etmişti. Mattias'ın ifadesi, Per'in anlattıklarıyla
örtüşüyordu.
Gösta, Mattias'ı sorgulamayı bitirince, oğlanın anne ve
babasına döndü.
"Parmak izlerini almaının bir sakıncası var mı?" diye sordu.
Mattias'ın annesi ve babası bir kez daha bakıştılar. Konu­
şan yine Mattias'ın babası oldu. "Pekala, alın hadi. Eğer ge­
rekliyse . . . " Cümlesini bitirmedi; sadece yaşlı gözlerle oğluna
baktı.
Parmak izi alma gereçlerini çıkaran Gösta, "Sadece bir
dakika sürecek" dedi.
Kısa bir süre sonra arabasına binmiş, Mattias'ın parmak
izlerini içeren kutuya bakıyordu. Bu izierin davayla hiçbir il­
gisi olmayabilirdi. Yine de işini yapmıştı. En azından kendini
biraz da olsa avutabilirdi.
2 72

Martin Bohuslaningen'in yazı işleri müdürlüğünün önün­


deki polis arabasından inerken, "Bugünkü son durağımız, öy­
le değil mi?" diye sordu.
"Hiç fena fikir değil. Eve gitme vakti yaklaşıyor" dedi Pa­
ula saatine bakarak. İsveç'in Dostlan bürosunu ziyaret etme­
lerinin ardından tek kelime dahi etmemiş, Martin de onun
huzur içinde dalıp gitmesine izin vermişti. Paula merhaba
demeye bile fırsat vermeden onu yargılayan, teninin rengin­
den başka hiçbir şey görmeyen bir adamla karşılaşmanın Pa­
ula için ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyordu. Martin
de bu deneyimi nahoş bulmuştu ama kireç kadar beyaz yüzü
ve parlak kızıl saçları sayesinde, hiçbir zaman Paula'nın kat­
lanmak zorunda olduğu bakışiara maruz kalmamıştı. Okul­
dayken saçları yüzünden zaman zaman alay konusu olmuştu
ama bu çok uzun zaman önceydi ve Paula'nın yaşadıklarıyla
kesinlikle kıyaslanamazdı.
Paula danışma masasına doğru eğilerek, "Kjell Ringholm'ü
arıyoruz" dedi.
"Bana bir dakika izin verirseniz geldiğinizi haber vere­
yim." Danışmadaki görevli telefonu eline aldı ve Ringholm'e
ziyaretçileri olduğunu bildirdi.
"Lütfen oturun. Kendisi az sonra burada olur."
"Teşekkürler." Bir sehpanın yanında duran iki koltuğa
oturdular. Birkaç dakika sonra koyu saçlı ve sakallı, tıknaz
bir adam yanlarına geldi. Paula onun ABBA'daki Björn'e çok
benzediğini düşündü. Ya da Benny'ye. İkisini asla ayırt ede­
mezdi.
"Ben Kjell Ringholm" dedi adam onlarla tokalaşarak. Kav­
rayışı neredeyse acı verecek kadar sıkıydı ve Martin elinde
olmadan yüzünü buruşturdu.
Kjell onları ofisine davet edip oturmalarını işaret ettikten
sonra, "Uddevalla'daki bütün polis memurlarını tanıdığıını
sanıyordum ama ikiniz de benim için yeni yüzlersiniz. Kimin
2 73

için çalışıyorsunuz?" diye sordu ve üzeri kağıtlarla kaplı da­


ğınık masasına oturdu.
"Biz Tanumshede Karakolu'ndan geliyoruz, Uddevalla'dan
değil."
"Ö yle mi?" dedi Kjell şaşırarak. Paula yüzünde başka an­
lama gelen bir bakış yakaladığını düşündü ama Kjell'in ifa­
desi derhal değişti. "Ee, aklınızda ne var?" Kjell arkasına
yaslanıp ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturdu.
"Ö ncelikle, bugün oğlunuzu karakola getirdiğimizi söyle­
memiz gerekiyor; kendisi sınıf arkadaşlarından birine saldır­
dıktan sonra" dedi Martin.
Masanın ardındaki adam doğruldu. "Ne? Yani Per'i tutuk­
ladığınızı mı söylüyorsunuz? Kime saldırmış? Durumu ne­
dir?" Sözcükler ağzından tutarsızca dökülmeye başlayınca Pa­
ula onun sorularına cevap verebilmek için susmasını bekledi.
"Mattias Larsson adında bir öğrenciyi dövmüş . Oğlanı
hastaneye kaldırmışlar. Aldığımız son bilgilere göre durumu
stabilmiş, ama ciddi yaralanmış."
"Ne?" Kjell duyduklarını hazmetmekte güçlük çekiyor gi­
biydi. "Neden bana daha önce telefon etmediniz? Anlaşılan
bu olay saatler önce olmuş."
"Okuldan Per'in annesine telefon etmişler; kendisi kara­
kola geldi, biz Per'i sorgularken de oradaydı. Sonra Per'in
onunla birlikte eve gitmesine izin verdik."
"Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, evdeki durum pek
parlak değil" dedi Kjell, Paula ve Martin'e bakarak.
"Sorgulama sırasında birtakım . . . sorunlar olduğunu anla­
dık." Martin duraksadı. "Biz de sosyal hizmetlerden duruma
müdahale etmesini istedik."
Kjell içini çekti. "Bu konuyu daha önce halletmeliydim.
Ama başka sorunlar çıkıp durdu. Bilmiyorum ... " Masasının
üzerinde duran, sarışın bir kadın ile yaklaşık dokuz yaşların­
da görünen iki çocuğun olduğu fotoğrafa baktı. Bir süre hiç
2 74

kimse konuşmadı. Sonra Kjell, "Şimdi ne olacak?" diye sordu.


"Savcı davayı inceledikten sonra ne yapılacağına karar ve­
recek. Ama durum ciddi."
Kjell elini savurdu. "Anlıyorum. inanın bana, bunu hafi­
fe almıyorum. Durumun ne kadar ciddi olduğunu görebiliyo­
rum. Sizin bu tür durumlarla ilgili deneyiminiz var; sizce . . . "
Tekrar fotoğrafa göz attı, sonra bakışlarını polis memurları­
na çevirdi.
Cevap veren Paula oldu: "Olacakları tahmin etmek zor.
Per, en iyi ihtimalle sorunlu gençlere yönelik bir eve yerleş­
tirilir."
Kjell bitkin bir halde başıyla onayladı. "Belki de en iyisi
bu. Per bize bir süredir. . . zorluk çıkarıyor; belki de böylece du­
rumun ne kadar ciddi olduğunu anlamak zorunda kalır., Ama
zor günler geçiriyor. Ben pek yardımcı olamadım; zaten an­
nesi de . . . şey, herhalde durumu fark etmişsinizdir. Ama hep
böyle değildi. Boşanmamız . . . " Kjell'in sesi kısıldı ve tekrar
masasının üzerindeki fotoğrafa baktı. "Onu çok kötü etkiledi."
"Sizinle konuşmak istediğimiz başka bir konu daha var."
Martin, Kjell'i incelemek üzere öne eğildi.
"Nedir o?"
"Sorgu sırasında Per'in haziran başında bir eve girdiği or­
taya çıktı. Evin sahibi Erik Frankel onu yakalamış. Anladığı­
mız kadanyla, bu olaydan haberiniz var. Doğru mu?"
Kjell birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra başıyla onayladı.
"Doğru. Erik Frankel, Per'i kütüphanesine kilitledikten
sonra bana telefon etti, ben de arabama atlayıp oraya git­
tim." Alaycı bir edayla gülümsedi. "Aslında Per'in bir sürü ki­
tabın arasında mahsur kaldığım görmek komikti. Muhteme­
len bir kütüphaneye hiç bu kadar yakın olmamıştı."
"Birinin evine izinsiz girmenin hiçbir komik yanı yok" de­
di Paula soğuk bir sesle. "Sonu çok kötü de olabilirdi."
"Tabii ki, bunu biliyorum. Mfedersiniz. Uygunsuz bir şa-
2 75

kaydı" dedi Kjell. "Ama hem Erik hem de ben olayı fazla bü­
yütmemeye karar verdik. Erik bu deneyimin Per'e iyi bir
ders olacağım düşünmüştü. Per'in bir daha böyle bir şey yap­
mayıp aklını başına toplayacağını sandı. Hepsi bu kadar.
Oraya gidip Per'i aldım, onu bir güzel azarladım ve . . . " Son­
ra omuz silkti.
"Ama belli ki Erik Frankel'le, Per'in eve izinsiz girmesi dı­
şında bir şey daha konuşmuşsunuz. Per'in duyduğuna göre
Erik'in elinde size vereceği bazı bilgiler varmış; gazeteci ola­
rak ilginizi çekebilecek bilgiler. Sonra ikiniz ilerleyen günler­
de buluşmak üzere sözleşmişsiniz. Hatırladınız mı?"
Kjell soruyu sessizlikle karşıladı. Sonra başını iki yana
s a ll adı . "Hayır, böyle bir şey hatırlamıyorum . Bunu ya Per
uydurdu ya da duyduklarını yanlış yorumladı. Erik sadece
Nazizm hakkında bilgiye ihtiyaç duyarsam kendisiyle temas
kurabileceğimi söylemişti."
Martin ve Paula kuşkuyla Kjell'e baktılar. İ kisi de söyle­
diklerinin tek kelimesine dahi inanmamışlardı, ama yalan
söylediğini kanıtlayamazlardı.
Martin nihayet, "Babanızla Erik'in görüşüp görüşmedikle­
rini biliyor musunuz?" diye sordu.
Kjell'in omuzları bir parça gevşedi; sanki konuyu değiş­
tirdikleri için rahatlamış gibiydi. "Bildiğim kadanyla, hayır.
Ö te yandan, babamın eylemleriyle hiç ilgilenmiyorum - ma­
kalelerimden birinin konusu olduklan zamanlar dışında."
"Bu biraz tuhaf değil mi?" dedi Paula. "Yani babanızı böy­
le alenen eleştirmeniz."
"Sizin yabancı karşıtlığıyla mücadele etmenin önemi­
ni herkesten daha iyi kavramanız gerekir" dedi Kjell. "Adeta
kanserli bir tümör gibi topluma yayılan bu eğilimle savaşmak
için elimizden geleni yapmalıyız. Babam bu kanserin bir par­
çası olmayı seçiyorsa . . . şey . . . bu onun kararıdır" dedi ellerini
savurarak. "Bu arada babamla aramızda gerçek bir ilişki yok;
2 76

annemi hamile bırakmış olmasının dışında. Büyürken onu sa­


dece hapishanedeki ziyaret odasında görürdüm. Aklım erecek
kadar büyüyüp kendi kararlanını vermeye başlar başlamaz,
babamın hayatımda istediğim biri olmadığını fark ettim."
Martin soruşturmayla ilgisi olduğundan değil de, daha zi­
yade merak ettiği için, ''Yani birbirinizle hiç görüşmüyor mu­
sunuz? Peki ya Per onunla görüşüyor mu?" diye sordu.
"Hayır, onunla görüşmüyorum. Ne yazık ki babam oğlu­
mun kafasına bir sürü zırvalık doldurmayı başardı. Per kü­
çükken birbirlerini görmemelerini sağlıyorduk ama ergenli­
ğe girince, şey . . . ne kadar çabalasak da, buluşmaianna engel
olamıyoruz."
"Pekala. Şimdilik başka bir şey yok. En azından şimdilik"
dedi Martin ayağa kalkarak . Paula da ayaklanmıştı. Kapı­
dan çıkarlarken Martin durup arkasına döndü.
"Erik Frankel hakkında ya da ondan edindiğiniz yararlı
bir bilgiye sahip olmadığınızdan emin misiniz?"
Gözleri buluştu ve Kjell bir an için duraksadı. Sonra başı­
nı iki yana salladı ve net bir şekilde, "Hayır, hiçbir şey bilmi­
yorum. Hiçbir şey'' dedi.
Ona bu sefer de inanmadılar.

Margareta endişeliydi . Herman dün uğradığından be­


ri, anne ve babasının ev telefonuna kimse cevap vermemiş­
ti. Bu, tuhaf ve rahatsız ediciydi. Bir yere gidecekleri zaman
genellikle ona haber verirlerdi ama son zamanlarda nadiren
evden çıkıyorlardı. Margareta'nın her akşam anne ve babası­
nı arayıp hatır sormak gibi bir alışkanlığı vardı. Bu, yıllardır
sürdürdükleri bir alışkaniıktı ve Margareta anne ve babası­
nın telefona cevap vermedikleri tek bir gün bile olduğunu ha­
tırlamıyordu. Ama bu sefer telefon durmadan çalmış, zil sesi
boşlukta yankılanmış ama hattın diğer ucunda cevap veren
kimse olmamıştı. Margareta dün gece gidip onlara bakmak
2 77

istemişti ama kocası Owe onu sabaha kadar beklerneye ikna


etmiş, muhtemelen erkenden yattıklannı söylemişti. Ama bu
sabah da telefonu kimse açmıyordu.
Anne ve babasının başına bir şey geldiğine inanan Mar­
gareta, ayakkabılannı ve ceketini giyip evlerinin yolunu tut­
tu. Arada on dakikalık bir yürüyüş mesafesi vardı. Margare­
ta yol boyunca Owe'yi dinleyip daha erken gitmediğine sövüp
durdu. Ters giden bir şeyler olduğunu biliyordu.
Yarmasına sadece yüz metre kala, anne ve babasının evle­
rinin önünde bir siluet gördü. Kapıdakinin kim olduğunu an­
lamak için gözlerini kıstı ama daha fazla yaklaşmasına gerek
kalmadan, onun yazar Erica Falck olduğunu anladı.
Margareta cana yakın bir şekilde konuşmaya gayret ede­
rek, ''Yardımcı olabilir miyim?" diye sordu ama ses tonunda­
ki endişeyi kendisi bile duyabiliyordu.
"E e . . . evet, Britta'yı arıyordum. Ama sanırım evde kimse
yok." Sanşın kadın verandada dikilirken sıkıntılı görünüyordu.
"Ben kızlarıyım. Dünden beri eve telefon ediyorum ama
cevap vermiyorlar. Ben de her şeyin yolunda olup olmadığı­
na bakmak için geldim" dedi Margareta. "Benimle içeri girip
antrede bekleyebilirsiniz." Kapının üzerindeki küçük çatıya
uzanıp anahtarı aldı. Kilidi açarken eli titriyordu.
"Gelin hadi. Sadece girip bakacağım" derken, birdenbire
yanında biri daha olduğu için şükretti. Aslında gelmeden ön­
ce kız kardeşlerinden birini ya da ikisini birden aramalıydı,
ama o zaman durumun ne kadar ciddi olduğunu düşündüğü­
nü ve içini kemiren endişeyi itiraf etmek zorunda kalırdı.
Margareta etrafa bakmarak zemin kattaki odaları dolaş­
tı. Her şey derli topluydu ve her zamanki gibi görünüyordu.
"Anne? Baba?" diye seslendi ama kimse cevap vermedi. İ ş­
te şimdi gerçekten korkmaya başlamıştı, nefes almakta da
zorlanıyordu. Kız kardeşlerine daha önce telefon etmeliydi.
Keşke öyle yapsaydı.
2 78

"Siz burada kalın. Ben yukarı çıkıp bir bakayım" dedi


Erica'ya dönerek. Merdivenleri çıkarken acele edeceğine, ya­
vaş davranıyor, baştan aşağıya titriyordu. Etraf alışılmadık
biçimde sessizdi. Ama en üst hasarnağa ulaştığında belli be­
lirsiz bir ses duydu. Sanki birisi ağlıyordu. Tıpkı bir çocuk gi­
bi. Bir an kıpırdamadan durup sesin nereden geldiğini anla­
maya çalıştı; sonra annesiyle babasının odasından geldiğini
fark etti. Kalbi çarparak koşup kapıyı açtı. Gördüğü sahne­
yi algılaması birkaç saniye sürdü. Sonra, sanki uzaktan geli­
yormuş gibi çığlık çığlığa bağırarak yardım isteyen kendi se­
sini duydu.

Frans zili çaldığında kapıyı Per açtı.


"Büyükbaba" dedi hevesle. Başını sevdirrnek isteyen bir
köpek yavrusu gibi görünüyordu.
Frans içeri girerek, "N asıl bir belaya bulaştın sen?" dedi
tersçe.
"Ama ben . . . o . . . o saçmalayıp duruyordu. Ne yani, buna göz
mü yumsaydım?" Per incinmiş gibi konuşuyordu. Kendisini
aniayabilecek biri varsa, o da büyükbabasıydı. Küstah bir şe­
kilde, "Ü stelik senin yaptığına kıyasla hiçbir şeydi" diye ekle­
di ama Frans'ın gözünün içine bakmaya cesaret edemedi.
"Ben de bunu kastediyorum zaten!" Frans torununu omuz­
lanndan kavrayıp sarsarak, onu kendisine bakmaya zorladı.
"Hadi içeri girelim de oturup konuşalım; belki o kalın ka­
fana biraz sağduyu sokabilirim. Bu arada, annen nerede?"
Frans, Carina'yı aranarak etrafına bakındı; torunuyla ko­
nuşma hakkı için mücadele etmeye hazırdı.
"Büyük olasılıkla sızıp kalmıştır" dedi Per omuzlan çökmüş
halde mutfağa girerek. "Dün eve gelir gelmez içmeye başladı,
ben yatarken hala içiyordu. Ama bir süredir sesi çıkmadı."
"Sadece girip merhaba diyeceğim. Sen de bu arada bize
kahve yap" dedi Frans.
2 79

Per ağlak bir sesle, "Ama ben kahve yapmayı bilmiyorum


ki . . . " diye sızianacak oldu.
Frans, "O zaman öğrenmenin vakti gelmiş" diye çıkışarak
Carina'nın odasına yöneldi.
Odaya girerken, "Carina" diye bağırdı. Sadece yüksek ses­
li bir horultu duydu. Carina'nın yataktan düşmesine ramak
kalmıştı; bir kolu yere değiyordu. Oda kesif bir alkol ve kus­
muk kokusuyla doluydu.
Frans derin bir nefes alıp Carina'nın yanına gitti. Elini
omzuna koyup onu sarstı.
"Carina, uyanma vakti geldi." Tepki gelmedi. Etrafına ba­
kındı. Banyonun kapısı doğrudan odaya açılıyordu. Frans
banyoya girip kadına banyo yaptırmak üzere musluğu açtı.
Su, küveti doldururken, tiksintisini saklamakta zorlanarak
onu soymaya başladı. Carina'nın üzerinde sadece sutyeniyle
iç çamaşırı olduğundan, fazla uğraşması gerekmedi. Onu bir
örtüye sanp banyoya taşıdı ve hemen küvete koydu.
Eski gelini suyun altına girince şaşkınlık içinde, ''Yüce
Tannm!" diye aksırdı. "Burada ne işin var?"
Frans cevap vermedi. Kalkıp Carina'nın dolabına doğru
yürüdü, kapağı açtı ve onun için seçtiği temiz giysileri küve­
tin yanındaki tuvaletİn üzerine bıraktı.
"Per kahve yapıyor. Kurulan, giyin ve mutfağa gel."
Carina bir an için karşı çıkacakmış gibi göründü. Sonra
itaatkar bir şekilde başıyla onayladı.
Frans mutfak masasında oturup tırnak etlerini inceleyen
Per' e, "Ee, kahve yapma sanatının püf noktalarını keşfettin
mi?" diye sordu.
Per, "Büyük olasılıkla tadı berbat oldu" diye homurdandı.
"Ama en azından denedim."
Frans cam demliğe damlamaya başlamış simsiyah sıvıyı
inceledi. "En azından bayağı sert görünüyor" dedi.
Torunuyla uzunca bir süre konuşmadan, karşılıklı otur-
280

dular. Kendi geçmişinin bir başkasında hayat bulduğunu iz­


lemek tuhaf bir histi. Per'de kendi babasının izlerini görebili­
yordu. Öldürmediği için hala pişman olduğu babasının izleri­
ni . . . Belki bunu yapsaydı her şey farklı olurdu. İçinde kayna­
yıp duran öfkenin tamamını, onu gerçekten hak eden tek bir
kişiye yöneltirdi. Fakat öfkesi tamamen amaçsızca, bambaş­
ka bir yöne sapmıştı. Ve hala olduğu gibi duruyordu. Frans
bunu biliyordu. Sadece öfkesinin gençliğinde olduğu gibi taş­
kınlık yaratmasına izin vermiyordu. Artık öfkesi onu değil,
o öfkesini kontrol ediyordu. İşte torununun bunu anlamasını
sağlamak gerekiyordu. Öfkeli olmasının hiçbir sakıncası yok­
tu, ama onu ne zaman serbest bırakacağına karar veren ken­
disi olmalıydı. Öfke, kontrollü salıverilmesi gereken bir oktu ;
çılgınca savrulacak bir balta değil. Frans ikinci yöntemi de­
nemiş, sonuç olarak hayatının büyük bir kısmını hapishane­
de geçirmişti; tek oğlu dahi onunla aynı odada durmaya kat­
lanamıyordu. Başka kimsesi yoktu. Örgütteki adamlar arka­
daşları değildi. Asla öyle oldukları yanılgısına düşmemişti;
onlarla dost olmaya çalışmamıştı. Birbirleriyle bu tür bir iliş­
ki kuramayacak kadar kendi öfkeleriyle haşır neşirlerdi. Or­
tak bir amaçlan vardı. Hepsi o kadardı.
Frans, Per'e bakınca babasını görüyordu. Ama aynı za­
manda kendisini de. Ve de Kjell'i. Hapishanedeki kısa aile zi­
yaretleri boyunca ve evde olduğu kısıtlı dönemlerde oğlunu
tanımak için elinden geleni yapmıştı. Ama bu, hüsranla so­
nuçlanmaya mahkum bir çabaydı. Kendisine karşı dürüst ol­
ması gerekirse, Frans oğlunu sevip sevmediğini dahi bilmi­
yordu. Belki bir zamanlar sevmişti. Belki bir keresinde, Ra­
kel oğlunu hapishaneye getirdiğinde yüreği hop etmişti. Ama
artık bu hissi hatırlamıyordu.
İşin en tuhaf yanıysa, mutfak masasında torunuyla otu­
rurken hatıriayabildiği tek sevgi, Elsy'ye beslediği hislerdi.
Bu, altmış yıllık bir aşktı ama belleğindeki yerini hala ko-
281

ruyordu. Bir tek Elsy'ye ve torununa yakınlık duymuştu. Bu


iki kişi, içinde birtakım duygular uyandırmayı başarmışlar­
dı. Ama şimdi bunlar da ölmüştü. Babası geriye kalan her şe­
yi öldürmüştü. Frans uzun süredir ne babasına ne de başka
bir şeye kafa yormuştu. Ama yakın zamanda yaşanan olay­
lar, geçmişi tekrar canlandırmıştı. Şimdi de bunları tekrar
düşünmenin vakti gelmişti.
"Kj ell burada olduğunu öğrenirse deliye döner." Carina
kapı ağzında dikiliyordu. Biraz saliamyordu ama temizlen­
miş ve giyinmişti. Saçından sular damlıyordu; gömleği ıslan­
masın diye omuzlarına bir havlu koymuştu.
"Kj ell'in ne düşündüğü umurumda değil" dedi Frans so­
ğuk bir sesle. Carina'ya ve kendisine biraz kahve koydu.
Carina oturup ağzına kadar simsiyah kahveyle dolu finca­
nına bakarak, "Bu içilebilirmiş gibi görünmüyor" dedi.
"İç şunu" dedi Frans, dolapları ve çekmeeeleri açarak.
Kahvesinden bir yudum alıp yüzünü buruşturan Carina,
"Ne arıyorsun?" diye sordu. "Dolaplarımı kurcalama!"
Frans şişeleri birer birer çıkarıp içindekileri lavaboya dö­
kerken cevap vermedi.
Carina, "Bana karışmaya hakkın yok" diye bağırdı. Per
gitmek üzere ayağa kalkmıştı.
Frans parmağını torununa doğrultarak, "Otur yerine" de-
di. "Bu meselenin derinine ineceğiz."
Per onun dediğini hemen yaparak tekrar sandalyesine
çöktü.
Bir saat sonra, bütün içkiler dökülmüş ve geriye sadece
gerçekler kalmıştı.

Kjell bilgisayar ekranına bakıyordu. Dün polis memurla­


rı ziyaretine geldiğinden beri suçluluk duygusu içini kemiri­
yordu. Gidip Per ile Carina'yı görmesi gerektiğini bildiği hal­
de bunu bir türlü kendine yediremiyordu. Nereden başlayaca-
2 82

ğına dair hiçbir fikri yoktu. Onu esas korkutansa, pes etmeye
başladığını fark etmiş olmasıydı. Dış düşmanlarla savaşabilir­
di. Bütün enerjisini güç tacirleriyle ve neo-N:azilerle savaşma­
ya harcayabilir, yel değirmenlerine savaş açabilirdi - hem de
ne kadar büyük olurlarsa olsunlar. Ama iş eski ailesine -Per
ile Carina'ya- gelince, sanki bütün gücünü yitirdiğini hissedi­
yordu. Çektiği vicdan azabı bütün gücünü tüketmişti.
Beata'yla çocukların fotoğrafına baktı. Tabii ki Magda ve
Loke'yi seviyordu ve onlardan ayrı yaşamak istemezdi. Ama
aynı zamanda, her şey fazlasıyla hızlı gelişmiş ve sarpa sar­
mıştı. Kendini bambaşka bir düzenin içinde bulmuştu. Bazen
bunun ona yarardan çok zarar getirip getirmediğini merak
ediyordu. Belki de sadece zamanlaması yanlıştı. Ya da bir
tür orta yaş krizi geçiriyordu ve Beata kötü bir zamanda kar­
şısına çıkmıştı. Ö nceleri olup bitene inanamamıştı: Beata gi­
bi genç ve çekici bir kızın, onun gibi biriyle ilgilenmesine ih­
timal vermemişti. Ama bunun doğru olduğu ortaya çıkmıştı.
Ve Kjell onunla yatmaya, diri ve çıplak vücuduna dokunma­
ya, gözlerindeki hayranlığı izlemeye karşı koyamamıştı. Ade­
ta büyülenmiş gibiydi. Sağlıklı düşünemiyordu; bir adım ge­
ride duramıyor, hiçbir mantıklı karar alamıyordu. Esas iro­
nik olansa, aklının başına geldiğine dair ilk belirtileri sergi­
lerneye tam başladığı sırada, durumu üzerindeki kontrolünü
tümden yitirmesiydi. Beata'nın tartışırken hiçbir karşıt fikir
ileri sürmemesinden, Ay'a iniş ya da Macaristan'daki ayak­
lanma hakkında hiçbir şey bilmemesinden yorulmaya başla­
mıştı. Hatta parmaklarıyla hissettiği pürüzsüz teninden bi­
le sıkılmıştı.
Her şeyin altüst olduğu anı hala hatırlıyordu. Beata'nın
iri mavi gözleriyle ona bakıp baba olacağını haber verdiği,
uzun zamandır söz verdiği gibi artık Carina'ya ilişkilerinden
bahsetmek zorunda olduğunu söylediği o an, daha dün gibi
aklındaydı.
283

Ne kadar büyük bir hata yaptığını ancak o zaman fark et­


mişti. Bir an kalkıp Beata'yı kafede bırakmayı, eve gidip ka­
nepede Carina'nın yanına uzanmayı ve beş yaşındaki Per ya­
tağında mışıl mışıl uyurken, televizyonda haberleri izlemeyi
düşünmüştü. Ama erkeklik içgüdüsü, ona geriye dönüş olma­
dığını söylemişti. İlişki kurdukları adamın karısına her şe­
yi aniatma hayalleri kurmayan metresler de vardı; ilişkinin
her türlü detayını afişe etmekten zevk alanlar da. Beata'nın
ikinci gruba dahil olduğuna dair en ufak bir şüphesi bile yok­
tu. Eğer onu incitıneye cüret edecek olursa, Beata önüne çı­
kan herkesi ve her şeyi gözünü kırpmadan ezip geçmekte bir
sakınca görmezdi. Arkasına dahi bakmadan hayatını mahve­
der, onu yok ederdi. Ve Kjell bir enkazia baş başa kalırdı.
Böylece Kjell korkakların yolunu seçti. Rezil bir bekar
evinde tek başına kalmaktan ve amaçsızca duvarları sey­
retmekten ödü koptuğu için, geriye kalan tek yolu seçti:
Beata'nın yolunu. Beata kazandı ve Kjell, Carina ile Per'e sır­
tını döndü. Onlardan yolun kenarına çöp atar gibi kurtulmuş­
tu; kendisi de bunun farkındaydı. Parmak uçlarıyla genç bir
tene dokunmanın bedeli buydu.
Belki de geride bıraktığı bu iki kişiyi her düşündüğünde
göğsüne bir kaya gibi oturan suçluluk duygusunu göz ardı
edebilseydi, Per'e sıkı sıkıya tutunahilirdi Ama böyle bir ye­
teneği yoktu. Bunun için birkaç girişimde bulunmuş, bazen
otorite figürünü, nadiren de baba rolünü oynamıştı ama hep­
si de hüsranla sonuçlanmıştı.
Artık oğlu bir yabancı gibiydi ve Kjell'in tekrar deneyecek
enerjisi yoktu. Kendisini ve annesini, parçası olmadıkları bir
hayat uğruna terk eden babasından ömür boyu nefret ettik­
ten sonra, aynı şeyi o da kendi oğluna yapmıştı. Babasına dö­
nüşmüştü; işte acı gerçek buydu.
Kalbindeki sızının yerine fiziksel acıyı koymaya çalışarak
yumruğunu masaya vurdu. Bir yararı olmadı. Sonra çalışma
284

masasının en alt çekmecesini açtı ve zihnini bu eziyetten bi­


raz olsun uzaklaştırabilecek tek şeye baktı.
Bir ara bunu polise teslim etmeyi düşünmüştü ama son an­
da profesyonel gazeteci kimliği bunu yapmasına engel olmuş­
tu. Erik ona fazla bilgi vermemişti. Kjell'in yanına geldiğinde
uzunca bir süre lafı dolandırmıştı; anlaşılan, bildiklerinin ne
kadarını açıklamak istediğinden emin değildi. Hatta bir nok­
tada, hiçbir bilgi vermeden basıp gitmenin eşiğine gelmişti.
Kjell dosyayı açtı. Nereden başlayacağına dair bazı öne­
riler alabilmek için Erik'e daha çok soru sorabilmeyi dilerdi.
Elinde sadece Erik'in hiçbir yorum ya da açıklama yapma­
dan verdiği gazete makaleleri vardı.
"Bunlarla ne yapmamı bekliyorsun ki?" diye sormuştu
Kjell ellerini savurarak.
Erik, "Senin işin bu" diye cevap vermişti. "Kulağa tuhaf
geleceğini biliyorum ama sana bütün cevaplan veremem. Bu­
na cüret edemem. Sana malzemeleri veriyorum; gerisini sen
halledersin."
Kjell sakalım kaşıyarak dosyayı açtı. İ çindekileri zaten
birkaç kez okumuştu ama önüne sürekli konuya bütünüy­
le odaklanmasına engel olan başka engeller çıkıyordu. Aslı­
na bakılırsa, bu işe zaman ayırmanın ne kadar iyi bir fikir
olduğunu da sorgulamıştı. Yaşlı adam bunamış da olabilir­
di. Hem madem elinde iddia ettiği kadar sarsıcı kozlar var­
dı, neden olan biteni daha etraflıca açıklamamıştı? Ne var ki
Kjell, Erik Frankel'in öldürülmesinin ardından dosyaya fark­
lı bir gözle bakmaya başlamıştı. Artık kendini tamamen bu
meseleye adamaya hazırdı. Tam olarak nereden başlayacağı­
nı da biliyordu: üç makalenin ortak paydasından. Hans Olav­
sen adındaki Norveçli bir direnişçiden.
Fj allbacka, 1944

"Hilma!" Elofun telaşlı ses tonu hem karısının hem de kı­


zının onu karşılamak üzere dışarıya koşmasına neden oldu.
Hilma, ''Yüce Tanrım, bu kadar bağıracak ne var? Ne ol­
du?" diye haykırmaya başlamıştı ama Elofun yalnız olmadı­
ğını görünce sesi giderek kısıldı. "Misafirimiz mi var?" diye
sordu ellerini önlüğüne silerek. "Ben de tam bulaşıkları yıkı­
yordum."
Elof, "Merak etme" diyerek onu rahatlattı. "Çocuk evin
nasıl göründüğüne aldırış etmez. Bugün bizim gemiyle bura­
ya geldi. Almanlardan kaçıyormuş."
Çocuk elini uzattı ve Hilma kendisiyle tokalaşınca öne
eğilerek onu selamladı.
"Ben Hans Olavsen" dedi kırık bir Norveç aksanıyla. Son­
ra elini Elsy'ye uzattı; Elsy çekingen bir edayla onunla toka­
laşıp belli belirsiz bir reverans yaptı.
"Buraya gelirken epey yorulmuş; ona bir şeyler ikram
ederiz diye düşündüm" dedi Elof. Kasketini asıp paltosunu
Elsy'ye verdi. Paltoyu alan Elsy, kıpırdamadan yerinde dur­
maya devam etti.
"Öyle dikilmesene kızım. Babanın paltosunu as" dedi Elof
ters bir şekilde. Ama sonra dayanarnayıp kızının yanağını
okşadı. Her yolculukta karşı karşıya olduğu tehlikeler düşü­
nülürse, eve dönüp Elsy'yi ve Hilma'yı tekrar görmek adeta
286

bir armağandı. Elof bir yabancının yanında duygularına bu


şekilde yenik düştüğü için utanarak boğazını temizledi. Son­
ra Hans'a eliyle içeri girmesini işaret etti.
"Hadi gel. Eminim Hilma bize leziz bir şeyler hazırlar" de­
di mutfak sandalyelerinden birine oturarak.
"İkram edecek fazla bir şeyimiz yok" dedi kansı önüne ba­
karak. "Ama soframızdakileri memnuniyetle paylaşırız."
Elofun karşısına oturup, Hilma'nın masaya koyduğu sand­
viç tabağına iştahla bakarak, "Size derinden minnettanm" de­
di Hans.
Hilma, "Evet, buyurun hadi" dedi ve Elof ile Hans'a az bir
miktar aquavit9 koymak üzere mutfak dolabına gitti. İ çki
kıtlığı vardı ama ortam ikram için uygun gihi görünüyordu.
Sandviçlerini sessizlik içinde yediler. Geriye tek bir tane
kalınca Elof tabağı Norveçli oğlana doğru itti ve bakışlarıy­
la yemesini işaret etti. Elsy tezgahın yanında dikilip annesi­
ne yardım ederken gizlice Hans'ı izliyordu. Bu, çok heyecan
verici bir durumdu. Mutfaklarında, Almanlardan kaçarak ta
Norveç'ten buraya kadar gelmiş biri oturuyordu. Diğerleri­
ne haber vermek için sabırsızlanıyordu. Sonra aklına bir şey
geldi; neredeyse sözcüklerin ağzından dökülmesine engel ola­
mayacaktı. Babası da aynı şeyi düşünmüş olmalı ki, Elsy'nin
aklındaki sorunun aynısını sordu.
"Almanlar bu şehirden bir delikaniıyı da esir aldılar. Üze­
rinden bir yıldan fazla zaman geçti, ama belki sen . . . " Ellerini
savuran Elof, bakışlarını karşısında oturan oğlana dikti.
"Şey, muhtemelen kendisi hakkında bir şey bilmiyorum­
dur. Gelip giden o kadar çok insan oluyor ki. Adı neydi?"
"Axel Frankel" dedi Elof. Ama karşısındaki, bir süre dü­
şündükten sonra başını iki yana sallayınca, gözlerindeki
umudun yerini hayal kırıklığı aldı.
"Hayır, ne yazık ki adını duymadım. Hiç karşılaşmadık.

9. Patatesten yapılan ve lskandinavya'da yaygın olarak tüketilen alkollü bir içecek. (ç.n.)
287

E n azından ben hatırlamıyorum. Ona n e olduğuna dair hiç­


bir şey duymadınız mı? Bilgi alabileceğiniz hiçbir kaynak yok
mu?"
"Ne yazık ki hayır" dedi Elof başını iki yana sallayarak .
"Almanlar onu Kristiansand'a götürdüler v e o zamandan be­
ri kendisinden hiçbir haber alamadık. Kim bilir, belki de . . . "
"Hayır baba. Buna inanmıyorum!" Elsy'nin gözleri yaşlar­
la doldu ve halinden utanarak yukarı kattaki odasına koştu.
Kendini ve annesiyle babasını bu şekilde küçük düşürdüğüne
inanamıyordu. Bir yabancının önünde bebek gibi ağlamıştı.
Norveçli çocuk endişeyle Elsy'nin ardından bakarken, "Kı­
zınız . . . bu Axel'i tanıyor mu?" diye sordu.
"Axel'in küçük kardeşiyle ark a daşla r Durumu kabullen­
.

mek Erik için de çok zor oldu. Ve tabii Axel'in bütün ailesi
için" dedi Elof içini çekerek.
Hans'ın gözlerinden bir gölge geçti. "Birçok insan bu sa­
vaşla acı bir şekilde sınandı" dedi.
Elof bu oğlanın o yaştaki hiç kimsenin şahit olmaması ge­
reken şeyler gördüğünü tahmin edebiliyordu.
"Peki ya senin ailen?" diye sordu temkinle. Tezgahın ba­
şında dikilen Hilma elindeki tabağı kurulamaya ara verdi.
Hans gözlerini masaya dikti ve sonunda, "Nerede oldukla­
rını bilmiyorum" dedi. "Savaş bitince -tabii biterse- geri gi­
dip onları arayacağım. O zamana kadar Norveç'e dönemem."
Hilma, oğlanın sarı kafası üzerinden Elofla göz göze gel-
di. Bir süre yalnızca bakışarak sessiz bir konuşma yaptıktan
sonra fikir birliğine vardılar. Elof boğazını temizledi.
"Şey, genellikle evimizi yazın burayı ziyaret edenlere ki­
ralarız ve onlar buradayken biz de bodrum katında yaşarız.
Ama bu oda yılın geri kalanı boyunca boş kalıyor. Belki . . .
bundan sonra ne yapacağına karar vermeden önce bir süre­
liğine burada kalıp dinlenmek istersin. Muhtemelen sana iş
de bulurum. Belki tam zamanlı olmaz ama en azından cebine
288

biraz para girer. Ö nce bölge polisine seni ülkeye soktuğumu


bildirmem gerekecek, ama sana göz kulak olacağıma dair söz
verirsem sorun çıkacağını sanmıyorum."
Hans Elofa minnettarlık ve suçluluk kanşımı bir bakış ata­
rak, "Teklifinizi ancak kazandığım parayla kirayı ödememe
izin verirseniz kabul edebilirim" dedi.
Elof Hilma'ya baktı ve başıyla onayladı.
"Anlaştık. Savaş zamanında her türlü katkıya ihtiyacımız
var."
"Ben aşağıya inip odayı senin için hazırlayayım" dedi Hil­
ma paltosunu giyerek.
Hans o kırık Norveç aksanıyla, "Size ne kadar teşekkür
etsem azdır. Gerçekten" dedi ve başını öne eğdi, ama yeterin­
ce hızlı davranamadı. Elof o kısacık anda onun gözlerinde be­
liren yaşlan fark etti.
"Bir şey değil" dedi Elof utanarak. "Bir şey değil."
..

''Yardım edin!"
Erica yukan kattan gelen çığlıkları duyunca irkildi. Mer­
divenleri birkaç s1çrayışta çıkarak sese doğru koştu.
"Ne oldu?" diye seslendi ama odalardan birinin kapısın­
da duran Margareta'nın yüzünü görünce olduğu yerde kaldı.
Margareta'ya yaklaştı. İçerideki çift kişilik yatağı fark edince
keskin bir nefes aldı.
Margareta inleyerek, "Baba" dedi ve odaya girdi. Erica
baktığı şeyden ya da ne yapması gerektiğinden emin olama­
dan kapı ağzında kalmıştı.
Margareta tekrar, "Baba" dedi.
Herman yatağa uzanmıştı; tavana bakıyor ve kızının fer­
yatlarına cevap vermiyordu. Britta yanında yatıyordu. Yüzü
solgun ve katıydı; ölmüş olduğu şüphe götürmezdi. Herman
ona dönüp kollarını cansız bedenine sımsıkı doladı.
"Onu öldürdüm" dedi alçak sesle.
Margareta'nın soluğu kesildi. "Ne diyorsun sen baba? Ta­
bii ki onu öldürmedin!"
Herman boğuk bir sesle, "Onu öldürdüm" diye tekrarladı
ve cansız karısına daha da sıkı sanldı.
Kızı yatağın etrafından dolamp onun yaruna oturdu. Tem­
kinli bir şekilde Herman'ın ellerini gevşetmeye çalıştı ve birkaç
denemeden sonra başardı. Onunla konuşurken alnını okşadı.
290

Herman gözünü duvardaki bir noktaya dikerek, "Onu öl­


düren bendim" diye tekrarladı.
Margareta Erica'ya döndü . "Acaba ambulans çağırabilir
misiniz?"
Erica tereddüt etti. "Polisi de arasam mı?" diye sordu.
"Babam şokta. Ne dediğini bilmiyor. Polisin gelmesine ge­
rek yok" dedi ters bir şekilde. Sonra tekrar babasına döndü
ve elini tuttu.
"Ben her şeyi yoluna koyacağım, baba. Anna-Greta ile
Birgitta'yı arayacağım ve hep birlikte sana yardım edeceğiz.
Yanındayız." Herman cevap vermedi; öylece yatıyordu. Mar­
gareta elini tutuyor ama Herman ona karşılık vermiyordu.
Erica aşağıya inip cep telefonunu çıkardı . Bir an duraksadık­
tan sonra numarayı tuşladı. "Merhaba, Martin. Ben Erica.
Patrik'in kansı. Şey, sanırım burada yardımımza ihtiyacımız
var. Britta Johansson'un evindeyim. Kendisi ölmüş. Kocası,
onu kendisinin öldürdüğünü söylüyor. Ö lüm doğal yollarla
gerçekleşmiş gibi görünüyor ama . . . Ah, tamam. Burada bek­
lerim. Siz ambulans çağırır mısınız, yoksa bunu ben mi ya­
payım? Tamam." Erica aptalca bir şey yapmadığını umarak
konuşmayı sonlandırdı. Margareta haklıymış gibi görünüyor­
du; herhalde Britta uykusunda ölmüştü. Peki, o zaman Her­
man neden onu öldürdüğünü söyleyip duruyordu? Üstelik bir
çocukluk arkadaşının annesinin de aniden ölmüş olması tu­
haf bir rastlantıydı; hem de Erik Frankel'in öldürülmesinden
sadece birkaç ay sonra. Hayır, doğru şeyi yapmıştı.
Erica tekrar yukan çıktı.
''Yardım çağırdım" dedi. ''Yapabileceğim başka bir şey var
mı?"
"Biraz kahve yapabilir misiniz? Ben babamı aşağıya indir­
meye çalışacağım."
Margaret, Herman'ı usulca kaldırıp oturttu.
''Tamam baba, hadi gel. Aşağıya inip arnbulansı bekleyelim."
291

Erica mutfağa gitti. Dolapları karıştırıp aradıklarını bul­


du ve büyük bir demlik dolusu kahve yapmaya koyuldu. Bir­
kaç dakika sonra merdivenden ayak sesleri geldiğini duydu.
Margareta'nın Herman'ı mutfağa soktuğunu gördü. Marga­
reta onu mutfak sandalyelerinden birine götürünce Herman
bir un çuvalı gibi kendini bırakarak oturdu.
"Umanm sağlık görevlilerinin yanında ona verebilecekleri
bir ilaç vardır" dedi Margareta endişeli bir ses tonuyla. "Dün­
den beni annemin yanında yatıyor olmalı. Neden hiçbirimize
telefon etmediğini anlamıyorum."
"Ben ayrıca . . . " Erica duraksadı ama cümlesini baştan al­
dı. "Ben ayrıca polise de haber verdim. Eminim hakiısınızdır
ama bunu yapmak zorundaymışım gibi hissettim. Ben sade ­
ce . . . " Erica doğru sözcükleri bulmakta zorlanmıştı. Margare­
ta ona aklını kaçırmış gibi baktı.
"Polisi mi aradınız? Babamın ciddi olduğunu mu sanıyor­
sunuz? Aklınızı mı kaçırdınız siz? Babam karısını ölü bul­
duktan sonra şoka girmiş, şimdi de polisin sorularına cevap
vermek zorunda kalacak, öyle mi? Bu ne cüret!" Margareta,
kahve demliğini tutan Erica'ya doğru bir adım attı ama tam
o sırada kapı zili çaldı.
Gözlerini yerden ayırmayan Erica demliği elinden bırakır­
ken, "Herhalde polisler geldi. Gidip kapıyı açayım" dedi ve
doğruca antreye koştu.
Kapıyı açtığında gördüğü ilk kişi Martin oldu.
Martin sornurtarak başını salladı. ''Merhaba Erica."
Erica alçak sesle, "Merhaba" deyip kenara çekildi. Ya ya­
nıldıysa? Ya yas tutan bir adamı gereksiz bir eziyete maruz
bırakıyorsa? Ama artık çok geçti.
"Britta yukarıda, yatak odasında" dedi ve sonra başıyla
mutfağı işaret etti. "Kocası da orada. Kızıyla birlikte. Onla­
rı kızı buldu . . . Anlaşılan Britta öldüğünden beri biraz zaman
geçmiş."
292

Martin, ''Tamam, bir girip bakalım" dedi ve Paula'ya am­


bulana görevlileriyle içeri gelmesini işaret etti. Paula'yı hız­
lıca Erica'yla tanıştırdıktan sonra mutfağa gitti. Margareta
kolunu babasının omuzlarına dolamıştı.
"Bu çok saçma" dedi Martin'e bakarak. "Annem uykusun­
da öldü, babam da şokta. Tüm bunlar salıiden de gerekli mi?"
Martin ellerini kaldırdı. "Eminim dediğiniz gibi olmuştur.
Ama madem buradayız, annenize bakacağız, sonra da işimiz
bitecek. Bu arada, başınız sağ olsun." Martin ona kararlılıkla
bakınca, Margareta başıyla zoraki onayladı.
"Annem yukarıda. Kız kardeşlerime telefon edebilir mi­
yim? Bir de kocama."
Martin, "Evet, tabii ki" dedi ve yukarıya çıktı.
Erica tereddüt etti ama sonra Martin ile sağlık görevlile­
rinin peşine düştü. Bir yanda durup Martin'e alçak sesle bir
şeyler söyledi:
"Erik Frankel de dahil olmak üzere birkaç şey hakkında
konuşmak üzere Britta'yı görmeye gelmiştim. Sadece tesadüf
de olabilir ama bu sence de biraz garip değil mi?"
Martin önce görevli doktorun odaya girmesini beklerken
Erica'ya baktı. "Sence arada bir tür bağlantı mı var?" diye
sordu .
. Erica başını iki yana sallayarak, "Bilmiyorum" dedi. "Ama
bir süredir annemin geçmişini araştırıyorum; gençliğinde
Erik Frankel ve Britta'yla arkadaşmış. Gruplarında ayrıca
Frans Ringholm adında biri varmış."
"Frans Ringholm mü?" dedi Martin şaşırarak.
"Evet. Onu tanıyor musun?"
Zihnindeki çarklar dönmeye başlayan Martin, "Ee, şey . . .
Erik'in soruşturması sırasında tanıştık" dedi.
Erica, "O zaman Britta'nın da aniden ölmesi biraz tuhaf
değil mi? Üstelik Erik Frankel'in öldürülmesinin üzerinden
üç ay bile geçmeden" diye üsteledi.
293

Martin hala tereddütlü görünüyordu. "Burada gençlerden


bahsetmiyoruz. Yani, onların yaşındayken her şey olabilir.
Felç, kalp krizi gibi bir sürü şey."
"Eh, artık size ölüm sebebinin kalp krizi ya da felç olmadı­
ğını söyleyebilirim" dedi doktor yatak odasından seslenerek.
Martin ile Erica şaşkınlıkla etrafa bakındılar.
"O zaman sebep neymiş?" diye sordu Martin. Odaya gir­
di ve Britta'nın yatağının yanı başındaki doktorun arkasında
durdu. Erica kapı ağzında kaldı, ama içerisini daha iyi göre­
bilmek için kafasını uzattı.
Doktor bir eliyle Britta'nın gözlerini işaret ederken, diğer
eliyle de gözkapaklarından birini kaldırarak, "Bu kadın bo­
ğulmuş" dedi. "Bakın, peteşil O oluşmuş."
Doktorun ne demek istediğini anlamayan Martin, "Peteşi
mi?'' diye sordu.
"Dolaşım sistemindeki basıncın artmasıyla, ufak kılcal da­
marların patlaması üzerine göz aklarında oluşan kırmızı le­
keler" diye açıkladı doktor. "Boğulma, havasız kalma ve ben­
zeri durumlarda ortaya çıkar."
"Ama nefes almasını zorlaştıracak bir tür atak geçirmiş
olamaz mı? Böyle bir durumda da aynı belirtiler görülmez
miydi?" diye sordu Erica.
"Evet, bu kesinlikle mümkün" dedi doktor. "Ama ilk in­
celemede kadının boğazında bir tüy buldum; bahse girerim
ki cinayet silahı bu." Britta'nın başının yanında duran beyaz
bir yastığı işaret etti. "Peteşi aynı zamanda basıncın doğru­
dan gırtlağa uygulandığını da gösterebilir; mesela birisi onu
boğmak için ellerini kullanmış olabilir. Otopsi bize kesin bir
cevap verecektir. Ama kesin olan bir şey var. Adli tabip beni
aksine ikna etmedikçe, rapora 'doğal yollardan ölüm' yazma­
yacağım. Buraya bir olay yeri gözüyle bakmalıyız." Doğruldu
ve temkinle odadan çıktı.

1 0. Deri dokusu içinde meydana gelen kanama. (ç.n.)


294

Martin de onun peşinden gitti. Sonra odayı iyice inceleme­


leri için olay yeri inceleme ekibini aramak üzere cep telefo­
nunu çıkardı.
Herkese aşağıya inmelerini işaret etti, mutfağa geri dön­
dü ve Herman'ın karşısına. oturdu. Margareta ona baktı ve
işlerin sandığı gibi olmadığını fark edince yüzü asıldı.
Martin, "Babanızın adı nedir?" diye sordu. "Herman" dedi
Margareta. Endişesi arttı. "Herman" dedi Martin. "Bize bu­
rada neler olduğunu anlatabilir misin?" Herman önce cevap
vermedi. Evde duyulan tek ses, sağlık görevlilerinin salon­
dan gelen alçak sesle konuşmalarıydı. Sonra Herman başını
kaldırdı ve gayet net bir şekilde konuştu:
"Onu ben öldürdüm."

Cuma günüyle birlikte , o muhteşem yaz havası da geri


dönmüştü. Mellberg bacaklarını açtı ve geniş adımlar atarak
Ernst'in kendisini sürüklemesine izin verdi. Köpek bile ılık
havanın tadını çıkarıyor gibiydi.
Köpeğinin bir çalının dibinde hacağını kaldırmasını bek­
leyen Mellberg, "Hey Ernst" dedi, "bu gece baban yine dan­
sa gidecek."
Ernst başını yana yatırıp bir an için soran gözlerle ona
baktı ama sonra tuvaletini yapmaya devam etti.
Mellberg akşamki salsa dersini ve Rita'nın bedenine ne ka­
dar yakın olacağını düşündükçe ıslık çalmaya başladığını fark
etti. Kesin olan bir şey vardı: Salsa denen bu dansa alışabilirdi.
Kıvrak ritimlerin hayalinin yerini soruşturmayla -daha
doğrusu soruşturmalarla- ilgili düşünceler alınca yüzü göl­
gelendi. Neden bu şehirde biraz olsun huzur bulamıyorlar­
dı? İnsanlar neden birbirlerini öldürmek zorundaydı? Eh, en
azından davalardan biri dolambaçsız görünüyordu. Kurba­
nın kocası suçunu itiraf etmişti. Şimdi yalnızca adli tabibin
bunun bir cinayet olduğunu teyit etmesini bekliyorlardı; son-
295

ra dava çözülecekti. Gerçi Martin Molin, Erik Frankel'le bağ­


lantısı olan birinin daha cinayete kurban gitmesinin biraz
tuhaf olduğunu söyleyip duruyordu ama Mellberg onun sö­
züne fazla itibar etmiyordu. Tanrı aşkına, anladığı kadarıy­
la kurbanlar çocukluk arkadaşıydı. Aradan neredeyse altmış
yıldan fazla zaman geçmişti; bunun soruşturmayla hiçbir il­
gisi olamazdı. Hayır, bu çok saçma bir fikirdi. Ama her ihti­
male karşı, arada bir bağlantı olup olmadığını anlamak için
Molin'e bazı şeyleri kontrol etme, telefon görüşmeleri gibi ka­
yıtları tarama izni vermişti. Molin büyük olasılıkla hiçbir şey
bulamayacaktı. Ama en azından çenesi kapanacaktı.
Mellberg düşüncelerinde kaybolmuş halde yürürken, bir­
denbire ayaklarının kendisini Rita'nın oturduğu binanın
önüne getirdiğini fark etti. Ernst kapıda durmuş, hevesle
kuyruğunu sallıyordu. Mellberg saatine b aktı. On biri göste­
riyordu. Eğer Rita evdeyse, küçük bir kahve molasının tam
sırasıydı. Bir an için duraksadı, sonra diyafona bastı. Cevap
veren olmadı.
''Merhaba."
Mellberg arkasından gelen sesle sıçradı. Gelen Johan­
na'ydı. Sağa sola azıcık yalpalıyor ve eliyle belini tutuyordu.
Yüzünü buruşturarak belini esnetirken, "Kısa bir yürüyüşe
çıkmanın bu kadar zor olacağını bilmezdim" dedi hayal kırıklı­
ğına uğramış bir ses tonuyla. "Sadece evde oturup beklediğim
için çıldırmak üzereyim ama bedenim zihnimle aynı şeyi yap­
mak istemiyor." İ çini çekti ve elini koca karnında dolaştırdı.
"Herhalde Rita'yı arıyorsunuz" dedi mahcup, gülümseyerek.
Mellberg birdenbire utanarak, "Ee, şey, evet . . . " dedi .
"Biz . . . yani Ernst ve ben kısa bir yürüyüş e çıkmış tık; Ernst
gelip ee . . . Seiiorita'yı görmek isteyince . . . "
Johanna hala gülümseyerek, "Rita evde yok" dedi. Bel­
li ki Mellberg'in şaşkınlığını eğlenceli buluyordu. "Bu sabah
bir arkadaşını ziyarete gitti. Ama eğer biraz kahve içmek için
296

yukarı gelmek isterseniz . . . Yani, eğer Ernst yukarı gelmek


isterse, Seiiorita evde." Ernst'e göz kırptı. "Siz de bana arka­
daşlık etmiş olursunuz. Moralim yerlerde sürünüyor."
Mellberg, "Ah, tabii ki" diyerek Johanna'nın peşine düştü.
Johanna daireye girer girmez soluklanmak üzere mutfak
sandalyelerinden birine oturdu.
"Sen keyfine bak" dedi Mellberg. "Rita'nın malzemeleri ne­
rede saklarlığını gördüm; kahveyi ben yapanm. Sen dinlensen
daha iyi olacak." Johanna mutfak dolaplannı açmaya başlayan
Mellberg'e şaşkınlıkla baktı, ama halinden memnun bir şekil­
de oturmaya devam etti. Mellberg kahve makinesine su doldu­
rurkan Johanna'nın karnma bakarak, "Epey ağır olmalı" dedi.
"Ağır da denebilir. Hamilelik o kadar da zor değil aslında.
Ö nce üç ya da dört ay boyunca kendini berbat hissediyorsun
ve kusma ihtimaline karşın tuvaletİn yakınlarında durmak
zorunda kalıyorsun. Sonraki birkaç ay boyunca kendini daha
iyi, hatta oldukça iyi hissediyorsun. Ama sonra sanki bir ge­
cede Fransızların çocuk kitaplarındaki Barbapapa'ya dönü­
şüyorsun. Veya belki de Barbamama'ya."
"Peki ya sonra?"
Johanna parmağını Mellberg'e doğru sallayarak, "Orasını
hiç sormayın" dedi tersçe. "Henüz o kadarını düşünmeye ce­
saret edemedim. Eğer bu çocuğun dışanya çıkmasının tek bir
yolu olduğunu düşünmeye başlarsam, gerçekten paniğe kapı­
lacağım. Ve siz de bana kadınların yüzyıllardır doğum yap­
tıklannı, hayatta kaldıklannı ve hatta daha çok çocuk doğur­
mak istediklerini, yani durumun o kadar da kötü olamaya­
cağını söylerseniz, size yumruk atmak zorunda kalabilirim."
Mellberg itiraz edercasine ellerini havaya kaldırdı. "Kar­
şında doğumhanenin yakınından bile geçmemiş biri var'' dedi.
Kahveleri koyup masaya oturdu.
Johanna üçüncü bisküviyi ağzına tıkarken, "Neyse ki iki
kişi için yemek güzel" dedi Mellberg sırıtarak.
297

"İ şte b u zevki sonuna kadar yaşıyorum" diyerek gülen Jo­


hanna uzanıp bir bisküvi daha aldı. Mellberg'in şişkin karnı­
nı işaret ederek ona sataştı. "Gerçi görünüşe bakılırsa siz de
aynı felsefeyi benimsemişsiniz; üstelik hamilelik gibi bir ba­
haneniz olmadan."
Mellberg karnını sıvazlayarak, "Dans ederek kısa sürede
eritirim" dedi.
"Bir gün gelip sizi izlemek isterim" dedi Johanna dostça
gülümseyerek.
Mellberg bir an için ahbaplığından zevk alan birinin olma­
sına şaşırdı - buna alışkın değildi. Ama sonra Rita'nın geli­
niyle vakit geçirmekten hoşlandığım fark edince daha da şa­
şırdı. Derin bir nefes aldıktan sonra , hütün parçaların yerli
yerine oturduğu o öğle yemeğinden beri aklını kurcalayan so­
ruyu sormaya cesaret edebildi.
"Peki . . . ya bebeğin babası? O kim? . . " Kendini pek de iyi
ifade edemediğinin farkındaydı ama Johanna onun neyi kast
ettiğini hemen anladı. Mellberg'e keskin bir bakış attı ve
birkaç saniye boyunca ona nasıl cevap vereceğini düşündü.
Mellberg'in bu soruyu sorma sebebinin yalnızca merak oldu­
ğuna karar verince, nihayet yüz ifadesi yumuşadı.
"Babası Danimarka'daki bir klinikten. Onunla hiç tanış­
madık. Yani bardaki adamlardan birini eve atmadım; eğer
kastettiğiniz buysa.
Mellberg, "Ee, hayır . . . Kastettiğim bu değildi" dedi ama
kendine bu olasılığın aklından geçtiğini itiraf etmek zorun­
da kaldı.
Mellberg saatine baktı. Karakola geri dönmesi gerekiyor­
du. Ö ğle tatili yaklaşıyorrlu ve yemeği kaçırmak istemiyordu.
Kalkıp kahve fincanlannı ve tabağı tezgaha taşıdı. Sonra bir
saniyeliğine duraksadı. Sonunda arka cebinden cüzdanını çı­
kanp içinden bir kart alarak Johanna'ya uzattı.
"Eğer . . . yardıma ihtiyacın olursa . . . Şey, herhalde Paula ve
298

Rita sen doğum yapana kadar hazırda bekliyorlardır ... ama


şey . . . her ihtimale karşı bunu al. . ."
Johanna kartı şaşkınlıkla aldıktan sonra Mellberg çabu­
cak kapıya yöneldi. Johanna'ya kartını neden verdiğini bil­
miyordu. Belki de onun karnma dokunup da bebek elini tek­
ınelediğinde hissettiklerini hala anımsadığı için böyle dav­
ranmıştı.
Mellberg sertçe, "Ernst, buraya gel" dedi ve köpeği önü­
ne kattı. Sonra veda bile etmeden dışarı çıkıp kapıyı kapattı.

Martin telefon kayıtlarına bakıyordu. Ne sezgilerini doğ­


rulayan ne de onlarla ters düşen bir şey bulabilmişti. Erik
Frankel ölc;lürülmeden hemen önce, Britta ile Herman'ın
evinden birisi Frankellere telefon etmişti. Listede bu numa­
ranın iki kez arandığını görülüyordu. Birkaç gün önce ya­
pılan bir arama daha vardı; herhalde Britta ya da Herman
Axel'i aramıştı. Frans Ringholm'ün numarası da aranmıştı.
Martin pencereden dışarı baktı, sonra sandalyesini geriye
itip bacaklannı masasının üzerine uzattı. Bütün sabahı belge­
leri, fotoğraflan ve Erik'in ölümünü soruştururken topladıklan
diğer �ulgulan inceleyerek geçirmişti. İki cinayet arasında bir
bağlantı bulana kadar pes etmemeye karar vermişti. Ama şu
ana kadar hiçbir şey bulamamıştı. Telefon aramalan dışında.
Hüsrana uğrayan Martin, arama listelerini masasının
üzerine fırlattı. Sanki çıkmaz bir yola girmiş gibi hissediyor­
du. Ayrıca Mellberg'in, Britta'nın ölümüyle ilgili detayları in­
celemesine sırf çenesini kapamak için izin verdiğini de bili­
yordu. Diğer herkes gibi, Mellberg de Britta'nın kocasının
suçlu olduğundan emindi. Ama henüz Herman'ı sorgulaya­
mamışlardı. Doktorlara göre kendisi hala derin bir şoktay­
dı ve hastaneye kaldırılmıştı. Yani doktorlar Herman'ın bir
sorguya dayanabilecek ölçüde toparlandığını düşünene kadar
beklemek zorunda kalacaklardı.
299

Her şey öylesine sarpa sarmıştı ki, Martin'in hangi yönde


ilerlemesi gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Belgelerin dile
gelmesini beklercesine soruşturma dosyasına baktı ve aklına
bir fikir geldi.
Tabii ya. Bunu neden daha önce düşünememişti? .
Yirmi beş dakika sonra Patrik ve Erica'nın evlerinin önü­
ne yanaştı. Patrik'e geleceğini haber vermek ve meslektaşını
evde bulacağından emin olmak için önceden telefon etmişti.
Zil bir kez çalındıktan sonra, Patrik kucağında Maja'yla ka­
pıyı açtı. Maja kapıda Martin'in durduğunu görünce hemen
ellerini sallamaya başladı.
Martin de ona el sallayarak, "Selam tatlım" dedi. Cevap ola­
rak kollarını Martin'e uzatan Maja onu bırakınayı reddedince,
Martin kendisini kucağında Maja'yla kanepede buldu. Patrik
tekli koltuğa oturdu ve çenesini düşüneeli bir şekilde kaşıya­
rak belgelerle fotoğrafları yakından incelemeye koyuldu.
Martin etrafına bakınarak, "Erica nerede?" diye sordu.
Patrik dalgın bir şekilde, "Hmm" dedi. "Ha, birkaç saat
önce kütüphaneye gitti. Yeni kitabı için biraz daha araştır­
ma yapacakmış."
"Anladım" dedi Martin. Sonra Patrik belgeleri dikkati da­
ğılmadan okuyabilsin diye Maja'yı oyalamaya devam etti.
Patrik sonunda başını kaldırarak, ''Yani sence Erica haklı
mı?" diye sordu. "İki cinayet arasında bir bağlantı olabilece­
ğine katılıyor musun?"
Martin bir an düşündükten sonra başıyla onayladı. "Evet,
katılıyorum. Elimde henüz somut bir kanıt yok ama ne dü­
şündüğümü soracak olursan, arada bir bağlantı olduğuna
eminim."
Patrik başıyla onayladı. "Evet, bu göz ardı edilemeyecek
kadar tuhaf bir rastlantı." Bacaklarını uzattı. "Peki, Axel
Frankel ve Frans Ringholm ile Britta ve Frans'ın evinden ge­
len telefonlarla ilgili konuştun mu?"
300

Martin başını iki yana sallayarak, "Hayır, henüz konuşma­


dım" dedi. "Önce aklımı kaçırmadığımdan emin olmak için se­
ninle konuşmak istedim, çünkü elimizde suçunu itiraf etmiş
olan bir şüpheli varken, ben başka bir çözüm yolu anyorum."
"Britta'nın kocası, doğru . . . " dedi Patrik. "Esas soru şu: Eğer
cinayeti o işlemediyse, neden karısını öldürdüğünü söylesin
ki?"
"Hiçbir fikrim yok. Belki de başka birini korumak için" de­
di Martin omuz silkerek.
"Hmm . . . " Patrik sehpanın üzerindeki belgelere göz atma­
ya devam etti.
"Peki ya Erik'in cinayet soruşturması nasıl gidiyor? İlerle­
me kaydettiniz mi?"
Maj a'yı dizinde hoplatmakla meşgul olan Martin cesare­
ti kırılmış halde, "Şey, pek fazla ilerleme kaydettiğİrniz söy­
lenemez" dedi. "Paula İsveç'in Dostları hakkında daha fazla
bilgi edinmeye çalışıyor ama hiç kimse sıra dışı bir şey gör­
düğünü hatırlamıyor. Frankellerin evi o kadar ücra bir yer­
de ki, birilerinin herhangi bir şey fark edeceğinden ümitli de­
ğildik ve ne yazık ki haklı çıktık. Bunun haricinde, elimizde
olan tek şey bu belgeler." Patrik'in önündeki sehpada bir yel­
paze gibi açılmış olan kağıtlan işaret etti.
"Erik'in hesaplarından bir şey çıktı mı?" Patrik kağıtları
karıştırıp en altta duran birkaç tanesini aldı. "Tuhaf gelen
bir şeyler var mı?"
"Hayır, pek sayılmaz. Çoğunlukla düzenli olarak yapılan
ödemeler var; küçük miktarlarda paralar çekilmiş, o tür şey­
ler."
Patrik hesap dökümlerini inceleyerek, "Büyük miktarlar­
da para giriş çıkışı yok mu?" diye sordu.
"Hayır. Gözümüze takılan tek şey Erik'in yaptığı aylık
transferler oldu. Bankanın dediğine göre, bu transferleri ne­
redeyse elli yıldır düzenli olarak yapıyormuş."
301

Patrik irkilerek Martin'e baktı. "Elli yıl mı? Parayı bir ki­
şiye mi yoksa bir şirkete mi gönderiyormuş?"
"Göteborg'daki birine gönderiyormuş. İsmi dosyadaki evrak­
lardan birinde yazıyor'' dedi Martin. "Burada büyük meblağlar­
dan bahsetmiyoruz. Tabü ki gönderilen para miktarı yıllar için­
de artmış, ama en güncel ödemeler yaklaşık iki bin kron civa­
nnda; çok fazla sayılmaz. Yani Erik şantaja fılan uğramış ola­
maz, çünkü kim elli yıl boyunca para göndermeyi sürdürür ki?''
Martin sözlerinin kulağa ne kadar yavan geldiğini fark
edince, alnına bir şaplak indirmek istedi. O para transferleri­
ni kontrol etmeliydi. Eh, geç olsun ama güç olmasın diye dü­
şündü. Maja'yı diğer dizine oturtarak, "Bugün Axel'i arayıp o
transferierin perde arkasını öğrenirim" dedi.
Patrik bir süre sessiz kaldı. Sonra, "Bak ne diyeceğim. Bi­
raz evden uzaklaşıp arabayla gezinsem hiç fena olmaz" dedi.
Dosyayı açıp kağıdı çıkardı. "Wilhelm Friden. Anlaşılan pa­
rayı alan kişi buymuş. Yarın oraya gidip kendisiyle yüz yü­
ze konuşabilirim. Bu adres" -Patrik elindeki kağıdı salladı­
"güncel mi?"
"Evet, bankadan aldığım adres bu. Yani güncel olmalı" de­
di Martin.
"Güzel. Yarın oraya giderim. Hassas bir konu olabilir; bu
yüzden karşılıklı görüşmek telefon etmekten daha iyi."
"Tamam. Eğer bunu yapmak istiyorsan sana gerçekten
minnettar kalınm" dedi Martin. Maja'yı işaret ederek, "Peki
ya o ne olacak? .. " diye sordu.
Patrik kızına kocaman gülümseyerek, "Onu da yanımda
götürebilirim" dedi. "Sonra da Lotta Teyze ve kuzenlere uğ­
ranz, değil mi tatlım? Kuzenlerini görmek istemez misin?"
Babasıyla hemfıkir olan Maja neşeli sesler çıkardı.
Patrik dosyayı işaret ederek, "Bu birkaç gün bende kalabi­
lir mi?" diye sordu. Martin durup düşündü. Çoğu belgenin fo­
tokopisini aldığı için sorun yoktu.
3 02

''Tabii, sende kalsın. Eğer araştırmamız gereken herhangi


bir şey yakalarsan bana haber ver. Sen Göteborg'daki durumu
kontrol ederken, ben de Frans ve Axel'le konuşup Britta'nın
ya da Herman'ın onlara neden telefon ettiğini öğreneceğim."
"Şimdilik Axel'e ödemelerle ilgili bir şey sormayalım. Ben
önce biraz bilgi edineyim."
''Tabii ki."
"Cesaretin kırılmasın" dedi Patrik, Martin'i Maja'yla bera­
ber kapıya kadar geçirirken. "İşlerin nasıl yürüdüğünü dene­
yimlerinden biliyorsun. Er ya da geç küçük bir parça yerli ye­
rine oturacak ve bütün bulmacanın çözülmesini sağlayacak."
Martin, "Tabii, bunu biliyorum" dedi; sesi pek de inandı­
rıcı değildi. "Sadece bu dönemde izinde olmanın büyük şans­
sızlık olduğunu düşünüyorum. Senin yardımına başvurabilir­
dik." İğneleyici sözlerinin etkisini hafifletmek için gülümsedi.
"İnan bana, bir gün sen de aynı durumda olacaksın. Sen
bezleri yıkarken, ben de karakolda kafaını işlere gömece­
ğim." Patrik kapıyı kapamadan önce Martin'e göz kırptı.
Kucağında Maja'yla dans ederek, "Demek sen ve ben ya­
rın Göteborg'a gidiyoruz" dedi. "Sadece önce anneni ikna et­
memiz gerekiyor." Maja da başıyla onayladı.

Paula kendini bitkin hissediyordu. Hem bitkindi hem de


içi nefretle dolmuştu. Saatlerdir internette gezinerek İsveç­
li neo-Nazi örgütler ve özellikle de İsveç'in Dostları hakkın­
da bilgi toplamaya çalışıyordu. İsveç'in Dostları'nın Erik
Frankel'in ölümünde bir payının olması hala daha muhtemel
görünüyordu, ama esas sorun, polisin izini süreceği hiçbir so­
mut kanıta sahip olmamasıydı. Herhangi bir tehdit mektu­
bu bulamamışlardı. Ellerinde sadece Frans Ringholm'ün yaz­
dığı, İsveç'in Dostları'nın Erik'in faaliyetlerinden hazzetme­
diğini ve artık onu bu güçlerden koruyamayacağını anlat­
tığı mektuplarda yer alan ipuçları vardı. İçlerinden birini
3 03

olay yerine bağlayan teknik bir bulgu da yoktu. Örgüt üye­


leri memnuniyetsizliklerini saklama gereği duymasalar da,
Uddevalla polisinin yardımıyla gönüllü olarak parmak iz­
lerini vermişlerdi. Ama Ulusal Adli Tıp Laboratuvarı hiç­
bir parmak izinin Frankelierin kütüphanesinde bulunanlar­
la örtüşmediği sonucuna varmıştı. Mazeretlerden de herhan­
gi bir ipucu çıkmamıştı. Hiçbir kurul üyesi kendilerini temi­
ze çıkaracak kadar sağlam bir gerekçe sunamadıysa da, po­
lis şüpheli olduklarına dair bir ipucu bulamadığı sürece, ço­
ğunun soruşturmaya değmeyecek bir bahanesi vardı. Bir­
kaç kişi Erik'in öldürüldüğü tarih aralığında Frans'ın Dani­
marka'daki bir kardeş kuruluşu ziyaret ettiğini doğrulamış­
tı, yani Frans'ın da bir mazereti vardı. Bir başka sorun ise
örgütün Paula'nın tahmin ettiğinden çok daha büyük olma­
sıydı; İsveç'in Dostları'yla bağlantısı olan herkesi sorgulayıp
parmak izlerini almalarına imkan yoktu. Bu yüzden, şimdi­
lik dikkatlerini kurul üyelerine çevirmeye karar vermişlerdi.
Ama şu ana kadar bir sonuç alamamışlardı.
Paula, internetteki araştırmasına kızgınlıkla devam etti.
Tüm bu insanlar nereden çıkmıştı? Ve bunca nefretin kayna­
ğı neydi? İnsanlan bir şekilde inciten kişilere yöneltilen nefreti
anlayabiliyordu. Ama sırf farklı bir ülkeden geldikleri için ya
da tenlerinin rengi yüzünden başkalarından nefret etmek de
neyin nesiydi? Hayır, buna bir türlü akıl erdiremiyordu.
Kendisi de babasını öldüren serserilerden nefret ediyor­
du. Nefreti o kadar büyüktü ki, eline fırsat geçse onları gözü
kırpmadan öldürebilirdi; tabii hala yaşıyorlarsa. Ama nefreti
daha da katmerlenip büyüyebileceği halde burada kalmıştı.
Bu kadar büyük bir nefrete boyun eğmeyi reddetmişti. Düş­
manca duygularını babasının bedenine sapianan kurşunları
ateşleyen silahları tutan adamlara yöneltmişti. Eğer öfkesini
dizginlemeseydi, sonunda kendi ülkesinden nefret eder hale
gelebilirdi. Bunu nasıl yapabilirdi ki? Doğduğu, ilk adımları-
304

nı attığı, arkadaşlanyla oynadığı, büyükannesinin kucağına


oturduğu, akşamları şarkılar dinlediği ve şenliklerde dans
ettiği o ülkeden, tüm bunlardan nasıl nefret edebilirdi?
Ama bu insanlar . . . Paula sayfanın aşağılanna indikçe, ar­
dı ardına kendisi gibi insanların yok edilmeleri ya da en azın­
dan kendi ülkelerine geri gönderilmelen gerektiğini belirten
yazılara rastlıyordu. Yazılara eşlik eden fotoğraflar da vardı.
Tabii ki pek çoğu Nazi Almanyası'ndan kalmıştı. Paula bu si­
yah beyaz fotoğrafları daha önce pek çok kez görmüştü - in­
sanlar toplama kamplarında ölmüş; çıplak ve sıska cesetle­
ri çöp yığınlan gibi bir kenara atılmıştı. Auschwitz, Buchen­
wald, Dachau . . . Tüm bu isimler o kadar tanıdıktı ki; sonsuza
dek tüm kötülüklerin en fenasıyla ilişkilendirilmişlerdi. Ama
bunun gibi internet sitelerinde takdir edilip yüceltiliyorlar­
dı. Veya yalanlanıyorlardı. Peter Lindgren gibi inkarcılar da
vardı. Soykırımın hiç olmadığı konusunda ısrarcıydı. Sanki
altı milyon Yahudi sürgün edilmemiş, öldürülmemiş, işken­
ce görmemiş, İkinci Dünya Savaşı sırasında gaz odalarında
boğulmamıştı. Ortada bu kadar çok kanıt ve şahit varken, in­
san böyle bir şeyi nasıl inkar edebilirdi? Bu insaniann çarpık
zihinleri tarihi reddetmeyi nasıl başarmıştı?
Paula kapının vurulmasıyla irkildi.
"Selam. Ne üzerinde çalışıyorsun?" Martin kapı ağzında
duruyordu.
"İsveç'in Dostları hakkında bulabildiğim bütün bilgileri
kontrol ediyorum" dedi Paula içini çekerek. "Bu yazılara göz
atmak bile insanın ödünü kopartıyor. İsveç'te yaklaşık yir­
mi tane neo-Nazi örgütü olduğunu biliyor muydun? Ya da İs­
veç Demokrat Partisi'nin 1 44 bölgede 281 koltuk kazandığı­
nı? Bu ülke nereye gidiyor böyle?"
"Bilmiyorum ama insan endişeleniyor" dedi Martin.
Paula, "Bu berbat bir durum" diye söylendi ve öfkeyle fır­
lattığı kalem masanın kenarından kayıp yere düştü.
3 05

"Anlaşılan tüm bu karmaşadan biraz uzaklaşmaya ihtiya­


cın var" dedi Martin. "Ben de Axel'le tekrar konuşmayı düşü­
nüyordum."
Paula, "Özel bir şey hakkında mı?" diye sordu ve Martin'in
peşinden garaja gitti.
"Pek sayılmaz. Sadece gidip nasıl neler yaptığına baka­
yım dedim. Ne de olsa Erik'le en yakın ilişkiyi kuran ve onu
en iyi tanıyan kişi Axel'di. Ama ona sormak istediğim bir şey
daha var." Martin duraksadı. "Erik'in öldürülmesiyle Britta
Johansson cinayeti arasında bir tür bağlantı olduğunu düşü­
nen tek kişi olduğumu biliyorum ama birisi yakın zamanda
Britta ile Herman'ın evinden Axel'i aramış. Daha önce, ha­
ziran ayında bir arama daha yapılmış; gerçi telefonun Erik'e
mi yoksa Axel'e mi geldiğini öğrenmemiz imkansız. Frankel­
Ierin telefon kayıtlarına daha yeni baktım ve haziran ayın­
da o evden birisi Britta'yı ya da Herman'ı aramış. Hem de iki
kez. Onlar Frankelleri aramadan önce."
Paula emniyet kemerini bağlayarak, "Ne olursa olsun bir
bakmaya değer" dedi. "Bir müddet bütün o Nazi saçmalıkla­
rını okumaya ara verebildiğim sürece, her türlü teori kabu­
lümdür; ne kadar uzak bir ihtimal olursa olsun."
Aralıayla garaj dan çıkarlarken Martin başıyla onayladı.
Paula'nın neler hissettiğini anlayabiliyordu. Ama içinden bir
ses, bunun o kadar da uzak bir ihtimal olmadığını söylüyordu.

Bütün hafta boyunca sersem gibiydi. Anna bu yeni bilgi­


yi ancak cuma günü sindirmeye başlamıştı. Dan durumu çok
daha iyi idare etmişti. İlk şoku atlattıktan sonra, kendi ken­
dine mırıldanarak etrafta gezinmeye başlamıştı. Anna'nın
bütün itirazlarını tasalanınadan reddetmiş, "Ah, her şey yo­
luna girer. Bu harika bir gelişme! ikimizin bebeği - bu muh­
teşem bir haber!" deyip durmuştu.
Ama Anna bu haberin "muhteşem" olduğunu düşünmü-
306

yordu. Henüz değil. Karnma dokunup içindeki ufacık yum­


ruyu hayal etmeye çalıştığını fark etti. Henüz gözle görülme­
si mümkün olmayan mikroskobik bir embriyo, sadece birkaç
ay içinde bir bebeğe dönüşecekti. Anna aynı deneyimi daha
önce iki kez yaşadığı halde, buna hala akıl sır erdiremiyordu.
Belki bu sefer daha da şaşkındı, çünkü Emma'ya ve Adrian'a
hamile kaldığı dönemleri hayal meyal hatırlıyordu. Bu anılar
bir sis perdesinin ardına gizlenmişti; o dönemde dayak yeme
korkusu, uyanık olduğu her saati, hatta uykularını bile gasp
etmişti. Bütün enerjisini karnını ve hayatını Lucas'tan koru­
mak için harcamıştı.
Bu sefer tetikte olmasına gerek yoktu. İşin garip yanı, bu­
nun Anna'yı korkutmasıydı. Bu kez mutlu olabilirdi. Buna
izin verilmişti. Mutlu olmalıydı. Ne de olsa Dan'ı seviyordu.
Kendini onun yanında güvende hissediyordu. Dan'ın ona ve­
ya bir başkasına zarar vermeyi asla aklından geçirmeyeceği­
ni biliyordu. Peki, neden korkuyordu? Son birkaç gündür ce­
vabını bulmaya çalıştığı soru buydu işte.
"Ne düşünüyorsun? Sence erkek mi, yoksa kız mı? Bir şey­
ler hissediyor musun?" Dan Anna'nın arkasına geçmiş, kolla­
rını ona dolamış ve henüz dümdüz olan karnını okşuyordu.
Anna güldü ve Dan'ın kolları işine engel olsa da, yemeği
karıştırmaya devam etti.
"Muhtemelen yedinci haftadayım. Cinsiyetini tahmin et­
mek için biraz erken değil mi?" Anna endişeyle yüzünü Dan'a
döndü. "Umarım oğlun olmazsa büyük bir hayal kırıklığına
uğramazsın, çünkü biliyorsun ki bebeğin cinsiyetini baba be­
lirliyor; senin de üç kızın olduğuna göre, istatistiksel olasılık. .. "
Dan parmağını Anna'nın dudaklarına götürerek, "Şşt" de-
di. "Cinsiyeti ne olursa olsun sevinçten deliye dönerim. Eğer
erkekse harika olur. Ama kızsa, bu da harika. Hem üstelik . . . "
Dan ciddileşti. "Ben Adrian'ı oğlum gibi görüyorum. Umarım
bunun farkındasındır. Bu konudaki hislerimi bildiğini sanı-
3 07

yordum. Hep birlikte yanıma taşınınanızı istediğimde, sade­


ce bu eve yerleşmenizi kastetmedim. Size burada da yer aç­
tım." Yumruğunu göğsüne götürüp kalbinin üzerine koydu.
Anna gözyaşiarına hakim olmak için çabaladıysa da başarılı
olamadı; bir damla yanaklarından aşağıya süzüldü ve her ne
kadar hoşuna gitmese de, dudakları titremeye başladı. Dan,
Anna'nın gözyaşlarını sildikten sonra yüzünü ellerinin ara­
sına aldı ve gözlerinin içine bakarak onu kendisiyle göz göze
gelmesi için zorladı.
"Eğer kızımız olursa, o zaman siz kadınlara karşı Ad­
rian'la güçlerimizi birleştirmek zorunda kalırız. Ama seni,
Emma'yı ve Adrian'ı bir bütün olarak gördüğümden sakın
şüphe etme. Üçünüzü de seviyorum. Ve içerideki, seni de se­
viyorum. Beni duyuyor musun?" dedi Dan Anna'nın karnma
doğru seslenerek.
Anna güldü. "Sanırım kulaklar yirminci haftaya kadar
oluşmuyor."
Dan, "Şey, benim bütün çocuklarım erkenden gelişirler"
diyerek göz kırptı.
Anna, "Hmm, öyle mi?" diye sordu; elinde olmadan tekrar
güldü. Ayakta öpüşmeye başladılar ama ön kapının açıldığını
ve çarpılarak kapandığını duyunca birbirlerinden uzaklaştılar.
Dan, "Merhaba. Kimsiniz?" diye seslendi.
Aksi bir ses, "Benim" dedi. İçeri giren Belinda perçemleri­
nin arasından ikisine baktı.
Dan öfkeyle onu süzüp, "Sen buraya nasıl geldin?" diye
sordu.
"Lanet olsun, sence nasıl gelmiş olabilirim? Tabii ki bura­
dan ne şekilde gittiysem öyle geldim. Otobüsle."
"Ya benimle düzgün konuş ya da hiç konuşma" dedi Dan
gergin bir sesle.
"Ah, pekala, o halde . . . " Belinda parmağını yanağına bas­
tırıp düşünür gibi yaptı. "Tamam. Kararımı verdim. Seninle
308

HİÇ KONUŞMAMAYı TERCİH EDİYORUM!" Bir hışım yu­


karı kattaki odasına çıktı, kapıyı çarptı ve müziğin sesini so­
nuna kadar açarak evi adeta sarsmaya başladı.
Dan en alt hasarnağa oturdu, Anna'yı kendine çekti ve ağ­
zıyla aynı hizada olan karnıyla konuşmaya başladı.
"Umarım içeride kulaklarını tıkamışsındır. Çünkü onun
yaşına geldiğinde baban bu tarz konuşmalar için fazla yaş­
lı olacak."
Anna, Dan'ın saçını okşayarak onu teselli etti. Yukarı kat­
tan bangır bangır müzik sesi geliyordu.
Fj allbacka, 1 944

"Axel'le ilgili bir haber verdi mi?" Erik sesindeki heyeca­


nı gizleyemiyordu. Dördü de Rabekullen'de, mezarlığın tam
karşısındaki yerlerinde toplanmışlardı. Hepsi de ışık hızıy­
la şehre yayılan haberi, yani Elof'un eve Almanların elin­
den kaçan Norveçli bir direnişçi getirdiğini Elsy'nin ağzından
dinlemek için can atıyordu.
Elsy başını iki yana salladı. "Hayır, bunu babam da sordu,
ama oğlan Axel'le ilgili hiçbir şey duymadığını söyledi."
Hüsrana uğrayan Erik önündeki granit kayaya baktı.
Sonra üzerindeki yeşil yosun parçasına çizmesiyle bir tekme
savurdu.
"Belki de onu ismen tanımıyordur, ama Axel hakkında
daha çok şey anlatırsak bir şeyler hatırlayabilir" dedi Erik;
gözleri tekrar umutla ışıldadı. Keşke ağabeyinin hayatta ol­
duğuna dair bir işaret olsaydı. Dün annesi ilk defa hepsinin
korktuğunu dile getirmişti. Her zamankinden daha yürek
burkan hıçkırıklara boğularak ağlamış ve pazar günü kilise­
de Axel için bir mum yakmaları gerektiğini, şimdiye kadar
muhtemelen öldüğünü söylemişti. Babası öfkelenip annesine
bağırmıştı, ama Erik babasının gözlerindeki teslimiyeti gör­
müştü. Babası bile artık Axel'in yaşadığına inanmıyordu.
"Hadi onunla konuşalım" dedi Britta hevesle. Ayağa kal­
kıp elbisesini silkeledi ve saç örgülerini düzeltti.
"Ah, tabii. Orada dikilip süslenmenin nedeni Erik için
310

duyduğun endişe, değil mi?" dedi Frans küçümsercesine .


"Norveçlileri bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Seni tatmin
edecek yeteri kadar İsveçli oğlan yok mu?"
Britta'nın yüzü kıpkırmızı oldu. "Kes sesini Frans. Kendi­
ni rezil ediyorsun. Tabii ki Erik'i önemsiyorum. Axel'e ne ol­
duğunu da. Ama düzgün görünmekte bir zarar yok."
Frans, Britta'nın elbisesini çekiştirerek, "O zaman gerçek­
ten çok uğraşmalısın - yani düzgün görünmek istiyorsan" de­
di kaba bir tavırla. Britta'nın yüzü daha da kızarıp da göz­
yaşianna boğulacak gibi olunca Elsy sertçe araya girdi:
"Kes şunu Frans. Bazen çok aptalca konuşuyorsun. Kapa
çeneni artık!"
Elsy gözlerinin içine bakınca Fra n s'm yüzü kireç gibi ol­
du. Aniden ayağa kalktı ve yüzünde öfke dolu bir ifadeyle ko­
şarak uzaklaştı.
Erik yerdeki birkaç taşı tekmeledi. Elsy'ye bakmadan, al­
çak sesle, "Frans'la nasıl konuştuğuna dikkat etmelisin" de­
di. ''Tuhaf bir yanı var . . . İçinde bir şeyler kaynıyor. Bunu his­
sedebiliyorum."
Bu garip yorumun nereden çıktığını merak eden Elsy, şaş­
kınlıkla Erik'e baktı. Ama sezgileri, Erik'in haklı olduğu­
nu söylüyordu. Çocukluğundan beri tanıdığı Frans'ın içinde
kontrol edilemeyen, ehlileştirilemeyen bir şeyler büyüyordu.
Britta, "Ah, saçmalamayın" diye kıkırdadı. "Frans'ta hiç-
bir tuhaflık yok. Biz sadece . . . birbirimizle uğraşıyoruz."
"Ona olan aşkın gözlerini kör etmiş" dedi Erik.
Britta Erik'in omzuna vurdu.
"Hey, bunu neden yaptın?" dedi Erik omzunu tutarak.
"Çünkü saçma sapan konuşuyorsun. Ee, gidip şu Norveçli-
ye ağabeyini sormak istiyor musun, istemiyor musun?"
Erik ve Elsy bakışırlarken, Britta yürümeye başladı.
"Ben çıkarken evdeydi" dedi Elsy. "Herhalde onunla iki
çift laf etmekten zarar gelmez."
31 1

Kısa bir süre sonra, Elsy bodrum katının kapısını çaldı.


Hans kapıyı açıp da üçünü birden karşısında görünce biraz
utanmıştı.
"Buyurun?" dedi.
Elsy konuşmadan önce arkadaşlarına baktı. Göz ucuyla
Frans'ın aylak aylak onlara doğru geldiğini gördü. Yüz ifade­
si çok daha sakindi; ellerini kayıtsızca pantolonunun cepleri­
ne sokmuştu.
"Şey, acaba içeri girip bir dakikalığına seninle konuşabi­
lir miyiz?"
''Tabii ki" dedi Norveçli kenara çekilerek. Britta yanından
geçerken ona cilveli bir şekilde göz kırptı. Oğlanlar el sıkı­
şıp kendilerini tanıttılar. Küçük odada çok az mobilya vardı.
Britta ile Elsy sandalyelere oturdular; Hans yatağın üzerine
ilişti, Erik de yere oturdu.
"Konu benim ağabeyim" dedi Erik. Gözlerinde umut ışıl­
tıları vardı. "Ağabeyim savaş boyunca sizin halkımza yar­
dım ediyordu. Elsy'nin babasının gemisiyle Norveç'e gidiyor­
du; senin buraya geldiğin gemiyle. Norveç ile burası arasında
bazı şeyler taşırdı. Ama bir yıl önce Almanlar onu Kristian­
sand Limanı'nda yakaladılar ve . . . " Erik yüzünü buruşturdu.
"O zamandan beri kendisinden haber alamadık."
"Elsy'nin babası da bana onu sormuştu" dedi Hans, Erik'in
gözünün içine bakarak. "Ama ne yazık ki o ismi duymadım.
Kristiansand'da yakalanan bir İsveçli hakkında herhangi bir
şey duyduğumu da hatırlamıyorum. Ama oldukça kalabalık­
tık. Bize yardım eden birçok İsveçli de vardı."
Erik ellerini kucağında kavuşturarak, "Adını bilmeyebilir­
sin ama belki onu tanırsın" dedi hevesle.
"Sanmıyorum ama yine de ağabeyinin neye benzediğini
anlatabilirsin."
Erik, elinden geldiğince ağabeyini tarif etti. Bu, o kadar
da zor olmadı, çünkü Axel'i bir yıldır görmediği halde, hala
312

zihninde son derece net bir şekilde canlandırabiliyordu. Bu­


nunla beraber, Axel'e benzeyen birçok insan vardı ve onu ya­
şıtı olan diğer İsveçli delikanlılardan ayırt edecek belirgin
özellikler bulmak güçtü.
Erik hüsran içinde arkasına yaslandı. Bir süre kimse ko­
nuşmadı. Sonra Frans sessizliği bozdu:
"Ee, bize savaş maceralarını anlatsana. Heyecanlı dene­
yimler yaşamış olmalısın!" Konuşurken gözleri parlıyordu.
"Aslında pek bir şey yok" dedi Hans. Daha fazlasını anlat­
maya isteksiz görünüyordu ama Britta ona inanınayı reddet­
ti. Gözlerini Hans'a dikerek onu yaşadıkları hakkında az da
olsa bir şeyler anlatmaya zorladı. Norveçli, birkaç kez daha
itiraz ettikten sonra nihayet yumuşadı ve ülkesindeki koşul­
ları anlatmaya başladı. Alman işgalinden, halkın çektiği sı­
kıntılardan, karşı koymak için neler yaptıklarından bahset­
ti. Dört genç de ağızları açık halde onu dinlediler. Tüm bun­
lar kulağa çok heyecan verici geliyordu. Tabii ki Hans'ın göz­
lerindeki hüznü görüyor ve ne tür acılar çekmiş olabileceği­
ni tahmin ediyorlardı. Ama yine de . . . olup bitenlerin heyecan
verici olduğunu düşünmeden edemiyorlardı.
"Şey, bence çok cesurca davranmışsın" dedi Britta kızara­
rak. "Çoğu delikanlı böyle şeyler yapmaya asla cesaret ede­
mez. Sadece Axel ve senin gibileri inandıkları uğruna sava­
şacak kadar cesurlar."
Frans, ''Yani biz buna cesaret edemez miyiz? Böyle mi dü­
şünüyorsun?" diye çıkıştı. Britta'nın genellikle kendisine çev­
rilen hayranlık dolu bakışları Norveçliye odaklandığı için da­
ha da öfkeliydi. "Erik ile ben de en az onun kadar cesuruz
ve Axel kadar büyüdüğümüzde . . . " Duraksadı ve Hans'a döne­
rek, "Bu arada, sen kaç yaşındasın?" diye sordu.
Bütün dikkatin kendisine ve yaptıklarına yönelmesinden
rahatsızlık duyuyormuş gibi görünen Hans, "On yedime ye­
ni bastım" dedi. Dönüp Elsy'ye baktı. Elsy herkesi dinlemiş
313

ve tek kelime dahi etmemişti. Şimdiyse Hans'ın vermek iste­


diği mesajı almıştı.
Arkadaşlarına kalkmalarını işaret ederek, "Bence artık
bırakalım da Hans dinlensin. Kendisi pek çok badire atlat­
mış" dedi usulca. Hep birlikte gönülsüzce ayağa kalktılar ve
Hans'a teşekkür edip odadan çıktılar. Elsy en arkadaydı. Ka­
pıyı kapatmadan hemen önce arkasına döndü.
"Teşekkürler" dedi Hans belli belirsiz gülümseyerek. "As­
lında sohbet etmek iyi geldi; ne zaman isterseniz gelebilirsi­
niz. Sadece şu anda biraz . . . "
Elsy ona gülümsedi. "Çok iyi anlıyorum. Başka bir zaman
yine geliriz; istersen seni şehirde gezdiririz. Ama şimdi biraz
dinlen" dedi.
Elsy kapıyı kapattı. Nedense Hans'ın yüzü gözünün önü­
ne gelip duruyor ve çekip gitmeyi reddediyordu.
.....

Erica, Patrik'in sandığı gibi kütüphanede değildi. Oraya


gitmek üzere yola çıkmıştı ama arabasını park ederken, ak­
lına bir fikir gelmişti. Annesine yakın olan biri daha vardı.
Hem altmış yıl öncesinden değil, çok daha yakın geçmişte ar­
kadaştılar. Aslında Erica'nın hatırladığı kadarıyla, Anna'yla
beraber büyürlerken, annelerinin ondan başka arkadaşı yok­
tu. Bunu daha önce düşünernemiş olması tuhaftı doğru­
su. Ama Kristina o kadar baskın bir kayınvalideydi ki, Erica
onun aynı zamanda annesinin arkadaşı olduğunu unutmuştu.
Karanın verince arabayı tekrar çalıştırdı ve Tanumshede'ye
doğru yol almaya başladı. İlk defa Kristina'yı böyle plansız zi­
yaret edecekti. Cep telefonuna bakıp önce onu araması gerek­
tiğini düşündü. Sonra vazgeçti. Eğer Kristina onların evine
habersiz gelebiliyorsa, Erica da aynısını ona yapabilirdi.
Erica oraya vardığında hala gergindi ve sırf terslik olsun di­
ye zile yalnızca bir kez bastıktan sonra kapıyı açıp içeri girdi.
"Kimse yok mu?" diye seslendi. Kristina'nın mutfaktan
gelen sesi biraz endişeli gibiydi. Az sonra antrede belirdi.
Şaşkınlıkla, "Erica ?" dedi ve gelinine bakakal dı. "Sen mi
geldin? Maja'yı da getirdin mi?" Erica'nın arkasına baktı
ama torununu göremedi.
"Hayır, o Patrik'le evde" dedi Erica. Ayakkabılarını çıka­
rıp düzgünce rafa koydu.
315

"Eh, içeri gelsene" dedi Kristina şaşkın bir halde. "İkimize


kahve yapayım."
Erica peşinden mutfağa giderken kayınvalidesine hayretle
baktı. Neredeyse tanınmayacak haldeydi. Erica, Kristina'yı
her zama:o. bakımlı ve epey makyajlı görmüştü. Kristina ne
zaman evlerine gelse hiç durmadan konuşan ve hareket eden
bir enerji yumağına benzerdi. Şu anda ise tamamıyla fark­
lı bir kadındı. Sabahın geç bir saati olmasına rağmen üzerin­
de hala yıpranmış bir gecelik vardı ve yüzünde bir gram dahi
makyaj yoktu. Bu onu çok daha yaşlı gösteriyordu; yüzünde­
ki bütün çizgi ve kırışıklıklar ortadaydı. Yatakta uzanmak­
tan düzleşen saçiarına da şekil vermemişti.
Kristina sanki onun aklını okumuş gibi, "Berbat görünü­
yor olmalıyım" dedi. Elini saçlarının içinden geçirdi. "Eğer
özel bir şey yapmayacaksam ya da bir yere gitmem gerekmi­
yorsa giyinip süslenmeye değmiyor da."
"Ama sanki hep yoğun bir programın varmış gibi konuşu­
yordun" dedi Erica masaya oturarak.
Kristina önce hiçbir şey demedi; sadece masaya iki fincan
ve biraz Ballerinai l kurabiyesi koydu.
En sonunda fincanlara kahve doldururken, "Hayatın bo­
yunca çalıştıktan sonra emekli olmak kolay değil" dedi. "Her­
kes kendi hayatıyla haşır neşir. Herhalde oyalanmak için ya­
pabileceğim bir şeyler vardır ama şu ana kadar içimden bir
şey yapmak gelmedi. . . " Erica'yla göz göze gelmekten kaçma­
rak, uzamp bir bisküvi aldı.
"Peki, neden bize sürekli meşgul olduğunu söyleyip dur­
dun?" diye sordu Erica.
"Ah, siz gençlerin kendi hayatlan var. Benimle ilgilenmek
zorunda olduğunuzu düşünmenizi istemedim. Tanrı biliyor,
size yük olmak istemiyorum. Ziyaretlerimin de her zaman se­
vinçle karşılanmadığımn farkındayım, bu yüzden düşündüm

1 1 . 1sveç'te yaygın olan bir marka. (ç.n.)


316

ki. . ." Kristina susunca Erica hayretler içinde ona baktı. Kris­
tina başını kaldırıp konuşmasına devam etti: "Şunu bilmeni
isterim ki, sizinle ve Maj a'yla geçireceğim saatler için yaşı­
yorum . Lotta'nın Göteborg'da kendine ait bir hayatı var ve
sürekli buraya gelmesi ya da benim oraya gitmem kolay de­
ğil, çünkü evlerinde fazladan yer yok. Dediğim gibi, size yap­
tığım ziyaretierin de pek hoş karşılanmadığını biliyorum."
Kristina tekrar bakışlarını kaçırarak Erica'yı utandırdı.
"İtiraf etmeliyim ki bu büyük ölçüde benim suçum" dedi
Erica usulca. "Ama sana her zaman kapımız açık. Maja'yla bir­
likte o kadar çok eğleniyorsunuz ki. Tek istediğimiz, özelimi­
ze saygı göstermen. Orası bizim evimiz ve her zaman misafi­
rimiz olarak gelehi1irsin. Yani biz, daha doğrusu ben, uğrama­
dan önce uygun olup olmadığımızı sormak için telefon edersen
çok sevinirim. Lütfen pat diye eve daima ve Tanrı aşkına bize
evimizi nasıl idare edeceğimizi ya da çocuğumuzu nasıl yetiş­
tireceğimizi öğretmeye kalkışma. Eminim, Patrik babalık izni
boyunca kendisine destek olmandan memnuniyet duyacaktır."
"Evet, bence de" dedi Kristina gülerken gözleri ışıldaya­
rak. "Patrik nasıl?"
"İlk başlarda biraz bocaladı" dedi Erica. Kristina'ya Pat­
nk'in Maja'yı bir olay yerine ve karakola götürdüğünü anlat­
tı. "Ama sanırım artık nelerin önemli olduğu konusunda an­
laştık."
"Ah şu erkekler" dedi Kristina. "Lars'ın Lotta'yla evde ilk
kez yalnız kaldığı günü hatırlıyorum. Lotta yaklaşık bir ya­
şındaydı ve tek başıma alışverişe çıkmıştım. Dükkan sahibi­
nin gelip beni bulması ve Lars'ın telefon ettiğini söylemesi sa­
dece yirmi dakika sürmüştü. Bir tür kriz durumu yaşandığını
ve eve gitmem gerektiğini anlattı. Ben de bütün aldıklarımı
bırakıp eve koştum. Gerçekten de bir kriz yaşanıyordu."
Gözleri irileşen Erica, "Sahi mi? Peki ne olmuştu?" diye
sordu.
317

"Ah, dur anlatayım. Lars benim pedlerimle Lotta'nın bez­


lerini karıştırmıştı ve bağlamanın mantıklı bir yolunu bula­
madığı için, ben eve geldiğimde onları selobantla tutturmaya
çalışıyordu!"
Erica, "Ciddi olamazsın!" dedi ve birlikte güldüler.
"Bir süre sonra ne yapması gerektiğini öğrendi. Lars, Pat­
rik ve Lotta büyürken onlara iyi babalık yaptı. Şikayetçi ola­
mam. Ama o bambaşka bir devirdi."
Erica bu fırsatı, konuşmanın gidişatını ziyaret sebebine ge­
tirmek için kullanarak, "Başka devirlerden söz açılmışken" di­
ye lafa girdi. "Annemin hayatı, çocukluğu filan hakkında bir
araştırma yapıyorum. Çatı katında bazı tuhaf şeyler buldum;
mesela eski günlükler. Ve şey, tüm bunlar beni düşündürdü."
"Günlükler mi?" dedi Kristina, Erica'ya bakarak. Keskin
bir ses tonuyla, "Peki içlerinde neler yazılı?" diye sordu. Eri­
ca kayınvalidesine şaşkınlıkla baktı.
"Ne yazık ki pek de ilginç şeyler yok. Çoğunlukla gençlik
hayalleri. Ama işin tuhaf yanı, o zamanki arkadaşlarından
çok bahsetmiş olması. Erik Frankel'den, Britta Johanason'dan
ve Frans Ringholm'den. Ve şimdi bu isimlerden ikisi, Erik ve
Britta, birkaç ay arayla cinayete kurban gittiler. Sadece tesa­
düf de olabilir, ama yine de garip bir durum."
Kristina hala Erica'ya bakıyordu. "Britta öldü mü?" dedi.
Belli ki haberi sindirmekte zorlanıyordu.
"Evet, duymadın mı? Şimdiye kadar kulağına gelmiştir diye
düşünmüştüm. Kızı iki gün önce cesedini buldu; ölüm nedeni
boğulma gibi görünüyor. Kocası onu öldürdüğünü iddia ediyor."
''Yani hem Erik hem de Britta öldü mü?" dedi Kristina.
Zihninde düşünceler dönüp duruyor gibiydi.
"Onları tanıyor muydun?" diye sordu Erica.
"Hayır." Kristina başını iki yana salladı. "Sadece Elsy'nin
bana onlar hakkında anlattığı kadarını biliyordum."
Erica ilgiyle öne eğilerek, "Annem sana ne anlatmıştı?" di-
318

ye sordu. "Buraya gelme sebebim tam olarak bu zaten. Çün­


kü annemle o kadar uzun süre arkadaştınız ki, onu herkes­
ten iyi tanıyacağını düşündüm. Annem sana o yıllar hakkın­
da neler anlattı? Ve neden 1 944'te günlük yazmayı aniden
bırakmış? Yoksa bir yerlerde başka günlükleri var mı? An­
nem sana onlardan bahsetti mi? Sonuncusunda Hans Olav­
sen adında bir Norveçlinin evlerinde kaldığını yazmış. Dör­
dünün birlikte çokça vakit geçirdiklerini belirten bir gazete
kupürü buldum. Hans'a ne oldu?" Sorular ağzından o kadar
çabuk döküldü ki, Erica bile kendi hızına yetişemedi.
"Sorularına cevap veremem Erica" dedi Kristina sonunda.
"Bunu yapamam. Sana söyleyebileceğim tek şey, Hans Olav­
sen'e ne olduğu. Elsy savaş bittikten hemen sonra Norveç'e ge­
ri döndüğünü söylemişti. Sonra da onu bir daha hiç görmemiş."
"Peki onlar . . . " Sorusunu nasıl yönelteceğinden emin ola­
mayan Erica duraksadı. "Annem ona aşık mıymış?"
Kristina uzunca bir süre konuşmadı. Masadaki muşamba
örtünün desenlerini çekiştirerek söyleyeceklerini tarttı. So­
nunda Erica'ya baktı.
"Evet" dedi, "annen ona aşıktı."

Muhteşem bir gündü. Axel uzun zamandır böyle şeyler


düşünmemişti. Yani bazı günlerin diğerlerinden daha güzel
olduğunu. Ama bugün gerçekten de öyleydi. Yazdan sonba­
hara geçişin habercisi olan ılık ve tatlı bir esinti vardı. Güneş
ışınları yazın göz kamaştırıcı ışıltısını yitirmeye ve sonbaha­
rın kızıllığına bürünmeye başlamışlardı. Gerçekten de muh­
teşem bir gündü.
Axel cumba penceresinin yanına gitti ve ellerini arkasın­
da kavuşturup dışarıya baktı. Ama ne dışarıdaki ağaçları, ne
de gereğinden fazla uzayan ve serin havalar yaklaşırken ku­
rumaya başlayan otları fark etti. Sadece Britta'yı gördü. O
zamanlar, savaş sırasında küçük bir kızdan başka bir gözle
319

bakmadığı tatlı ve hayat dolu Britta'yı. O , Erik'in arkadaş­


larından biriydi, tatlı ama biraz kendini beğenmişti. Axel'in
ilgisini çekmiyordu. Çok gençti. Axel yapılması gerekenler­
le ve kendi payına düşen sorumluluklarla meşguldü. Britta
onun dünyasında sadece yüzeysel bir yere sahipti.
Ama şimdi onu düşünüyordu. Önceki gün onu gördüğün­
de nasıl göründüğünü. Altmış yıl sonra. Hala güzeldi. Hala
biraz kendini beğenmişti. Ama yıllar onu değiştirmişti. Es­
kisinden farklı bir insana dönüştürmüştü. Axel merak etti,
acaba kendisi de bu kadar değişmiş miydi? Belki evet, belki
hayır. Belki de Almanlar tarafından esir alındığı yıllarda ya­
şadığı değişim ona ömrü boyunca yeterdi; daha fazla değiş­
m e si ne gerek yoktu. Gördüğü ve şahit olduğu tüm o korkunç
şeyler, derinlerde bir yerde asla onarılamayacak veya telafi
edilemeyecek hasariara yol açmıştı.
Axel'in hayalinde başka yüzler canlandı. Avladığı ve ya­
kalanmalarına yardım ettiği insanların yüzleri. Hiçbiri film­
lerde görüldüğü gibi, heyecan dolu ve yüksek tempolu takip­
ler değildi. Axel ofisinde oturup yorucu saatler geçirmiş, usan­
madan elli yıllık belgeleri didiklemiş; kimliklerin, ödemelerin,
yolcu listelerinin ve iltica edilen olası şehirlerin izini sürmüş­
tü. Ve tespit edilenleri bir bir yakalamışlardı. Onlar kökleri
çok eskilere uzanan günahları yüzünden cezalandınlmışlardı.
Asla hepsini yakalayamayacaklardı. Axel bunu biliyordu.
Pek çoğu hala ortalıkta dalamyordu ve giderek daha fazla­
sı ölüyordu. Ama hapishanede, rezil koşullarda öleceklerine,
suçlarıyla yüzleşrnek zorunda kalmadan, yaşlılık nedeniy­
le huzur içinde ölüyorlardı. Axel'i pes etmekten vazgeçiren
de buydu. Sürekli araştırıyor, birilerini avlıyor, bir toplantı­
dan diğerine koşuyor, ardı ardına arşivleri tarıyordu. Dışarı­
da yakalanmasına yardım edebileceği tek bir kişi dahi oldu­
ğu sürece dinlenmeyi reddediyordu.
Axel dışarısını görmeden pencereden bakmaya devam et-
320

ti. Bunun bir takıntı haline geldiğinin farkındaydı. İşi, haya­


tını tamamen ele geçirmişti. Ne zaman kendinden ya da in­
sanlığından şüphe etse tutunahileceği bir cankurtaran hali­
ne gelmişti. İz sürmekle meşgul olduğu sürece, kim olduğunu
sorgulamasına gerek yoktu. Davaya hizmet etmek için çalış­
tığı sürece, suçluluk duygusunu yavaş ama emin bir şekilde
yok edebiliyordu. Sadece durağan olmayı reddederek düşün­
mek istemediği her şeyden kurtulabiliyordu.
Axel arkasına döndü. Kapı zili çalıyordu. Bir an için göz­
lerinin önünde belirip kaybolan o yüzlerden kopamadı. Son­
ra gözlerini kırparak onları uzaklaştırdı ve gidip kapıyı açtı.
Karşısında Paula ile Martin'i görünce, "Ah, demek siz gel­
diniz" dedi. Bir an için kendini aşın derecede yorgun hissetti.
Bazen bu yorgunluk hiç geçmeyecekmiş gibi geliyordu.
Martin kibar bir ses tonuyla, "Acaba içeri girip sizinle bir­
kaç dakikalığına konuşabilir miyiz?" diye sordu.
''Tabii ki. Buyurun" dedi Axel, onları yine verandaya yön­
lendirerek. "Herhangi bir haber var mı? Bu arada Britta'nın
başına geleni duydum . Gerçekten korkunç. Onu ve koca­
sı Herman'ı sadece birkaç gün önce görmüştüm. Herman'ın
böyle bir şey yapabileceğine inanmak o kadar zor ki . . . " Axel
başını iki yana salladı.
"Evet, çok trajik bir durum" dedi Paula. "Ama acele sonuç­
lar çıkarmamaya çalışıyoruz."
"Gerçi duyduğuma göre Herman suçunu itiraf etmiş. Bu
doğru mu?" dedi Axel.
"Şey, evet" dedi Martin duraksayarak. "Ama onu sorgu­
lamamız mümkün olana dek . . . " Ellerini kaldırdı. "Zaten bu
yüzden sizinle konuşmaya geldik."
"Pekala. Gerçi size nasıl yardımcı olabileceğimi anlamadım."
"Telefon kayıtlarını ineeledik -yani Britta ile Herman'ın
evinden yapılan aramaları- ve sizin numaranız listede üç se­
fer geçiyor."
32 1

"Şey, en azından bir tanesinde neler konuştuğumuzu anla­


tabilirim . Herman birkaç gün önce bana telefon etti ve gelip
Britta'yı görmemi istedi. Yıllardır görüşmediğimiz için bu iste­
ği biraz şaşırtıcıydı. Ama anladığım kadanyla Britta'ya Alzhe­
imer teşhisi konmuş. Herman bu yüzden Britta'mn geçmişin­
den birini görmesini istemiş olmalı; belki yaran olur diye."
Pa ula Axel'i dikkatle inceleyerek, ''Yani oraya bu yüzden
mi gittiniz?" diye sordu. "Britta'nın geçmişinden birini göre­
bilmesi için mi?''
"Evet. En azından Herman'ın bana sunduğu gerekçe buy­
du. Tabii eskiden de çok yakın değildik. Britta aslında karde­
şim Erik'in arkadaşıydı ama gidip onu görmemin bir zararı
olmaz diye düşündüm. Üstelik benim yaşımdayken, eski am­
lan yad etmek her zaman güzeldir."
Martin öne eğilerek, "Peki siz oradayken neler oldu?" di­
ye sordu.
"Britta'mn zihni bir süreliğine oldukça berraktı ve es­
ki günler hakkında çene çaldık. Ama sonra kafası kanştı ve
şey, artık orada bulunmamın bir anlamı kalmadı, ben de izin
isteyip ayrıldım. Çok trajik. Alzheimer korkunç bir hastalık."
"Peki ya haziran başındaki aramalar?'' diye sordu Mar­
tin notlarına bakarak. "İlk önce 2 Haziran'da sizin numara­
m;zdan onlannki aranmış; sonra da 3 Haziran'da Britta ile
Herman'dan size bir telefon gelmiş. Son olarak da 4 Haziran'da
tekrar sizi aramışlar."
Axel başını iki yana salladı. "Bu konu hakkında hiçbir
şey bilmiyorum. Erik'le konuşmuş olmalılar. Ama muhteme­
len Erik de benzer bir davet almıştır. Hem Britta'mn geçmişe
dönmeye başladığı düşünülürse, Erik'i görmek istemesi nor­
mal. Daha önce de dediğim gibi, ikisi arkadaştı."
Martin, "Ama ilk arama sizin evinizden yapılmış" diye di­
retti. "Erik'in onlara neden telefon etmiş olabileceğini biliyor
musunuz?"
322

"Dediğim gibi, kardeşim ve ben aynı çatı altında yaşar­


dık ama birbirimizin işlerine burnumuzu sokmazdık. Erik'in
Britta'yla neden temas kurmak isteyebileceğine dair hiç­
bir fikrim yok. Belki de arkadaşlıklarını canlandırmak iste­
miştir. İnsanlar yaşlandıkça böyle tuhaf şeyler yapabiliyor­
lar. Uzak geçmişteki anılar birdenbire gün yüzüne çıkıp da­
ha fazla önem kazanabiliyor."
Axel ağzından çıkar çıkmaz bu sözlerin ne kadar doğru ol­
duğunu fark etti. Geçmişindeki insanların kendisini yuhala­
dıklarını ve koşarak üzerine geldiklerini hayal etti. Sandal­
yesinin kollarını sıkı sıkıya kavradı. Şimdi kendini kaybet­
menin sırası değildi.
Martin şüpheyle, ''Ya n i si zce onları görmek isteyen Erik
miydi? Eski dostluklarının hatırına mı?" diye sordu.
"Dediğim gibi" dedi Axel, ellerini gevşeterek, "hiçbir fik­
rim yok. Ama görünüşe göre en mantıklı açıklama bu."
Martin Paula'yla bakıştı. Daha fazla ilerleme kaydetmele­
ri mümkün görünmüyordu. Yine de içinde dırdır edip duran
ses, çok daha büyük bir gerçeğin sadece ufacık bir zerresini
elde ettiğini söylüyordu.
Martin ile Paula gittikten sonra, Axel pencere kenarına
geri dönüp dışarıya baktı. Sonra aynı yüzler önünde dans et­
meye başladı.

"Merhaba, kütüphanedeki araştırman nasıl geçti?" Erica'nın


ön kapıdan içeri girdiğini gören Patrik'in yüzü aydınlandı.
Erica yüzünde tuhaf bir ifadeyle, "Ee . . . aslında . . . kütüpha­
neye gitmedim" dedi.
"Peki, o zaman nereye gittin?" diye sordu Patrik. Maja öğ­
le uykusuna yatmıştı; Patrik ise öğle yemeğinin ardından or­
talığı temizliyordu. Erica mutfağa girip Patrik'e katılarak,
"Kristina'yı görmeye gittim" dedi.
"Hangi Kristina? Ha, annemi mi kastediyorsun?" dedi Pat-
323

rik hayrete düşerek. "Bunu neden yaptın? En iyisi ateşin var


mı diye bakayım." Erica'nın yanına gidip elini alnına dayadı.
Erica elini ittirerek onu uzaklaştırdı.
''Yapma; bu o kadar da tuhaf değil. Ne de olsa kendisi be­
nim kayınvalidem. Onu çat kapı ziyaret edemez miyim yani?"
"Ah, tabii" dedi Patrik gülerek. "Tamam, öt bakalım. Ne­
den annemi görmek istedin?"
Erica Patrik'e kütüphanenin önündeyken aniden aklı­
na parlak bir fikrin geldiğini ve Kristina'nın annesiyle ar­
kadaş olduğunu hatırladığını söyledi. Sonra da Kristina'nın
tuhaf tepkilerini ve Elsy'nin Almanlardan kaçan Norveç­
liyle yaşadığı aşkı nasıl da afişe ettiğini anlattı. "Ama bana
başka hir şey söylemeyi reddetti" dedi Erica hüsran dolu bir
sesle. ''Veya belki de tüm bildikleri bu kadardı. Emin deği­
lim. Anlaşılan Hans Olavsen annemi bir şekilde terk etmiş.
Fj allbacka'dan ayrılmış ve Kristina'nın dediğine göre, Elsy
ona Hans'ın Norveç'e geri döndüğünü söylemiş."
Patrik öğle yemeğinden arta kalanları buzdolabına koyar­
ken, "Peki şimdi ne yapacaksın?" diye sordu.
Erica, "Tabii ki Hans'ın izini süreceğim" deyip salona yö­
neldi. "Bu arada, Kristina'yı pazar günü bize davet etsek iyi
olur. Maja'yla biraz zaman geçirebilir."
"İşte şimdi ateşinin çıktığına kesinlikle eminim" dedi Pat­
rik gülerek. "Neyse tamam, sonra annemi arayıp pazar günü
kahveye gelmek isteyip istemediğini sorarım. Gerçi geleme­
yebilir. Hep ne kadar meşgul. biliyorsun."
Patrik Erica'nın salondan tuhaf bir ses tonuyla, "Hı-hıı"
dediğini duydu. Patrik başını iki yana salladı. Kadınlar . . .
Onları asla anlayamayacaktı. Belki de bütün mesele buydu.
Erica, "Bu nedir?" diye seslendi. Patrik onun neyi kastet­
tiğini görmek için yanına gitti. Erica sehpanın üzerindeki
dosyayı işaret etti, Patrik de karısı eve gelmeden önce dos­
yayı ortadan kaldırmadığı için o an kendine çok kızdı. Ama
324

Erica'yı o kadar iyi tanıyorrlu ki, dosyayı ondan saklamak


için artık çok geç kaldığını biliyordu.
Patrik parmağını uyarı niteliğinde sallayarak, "Bunlar
Erik Frankel cinayetiyle ilgili soruşturma belgeleri" dedi. "Ve
o dosyada okuduklarından kimseye bahsetmemelisin. Ta­
mam mı?"
Erica sinir bozucu bir sineği savuştururcasına elini salla­
yarak, "Tamam, tamam" deyip Patrik'i geçiştirdi. Sonra ka­
nepeye oturup belgelere ve fotoğrafiara göz atmaya başladı.
Bir saat sonra dosyadaki bütün belgeleri incelemiş ve ba­
şa dönmüştü. Patrik birkaç kez ona bakmaya geldi ama so­
nunda dikkatini çekmeye çalışmaktan vazgeçti. Henüz oku­
maya vakit bulamadığı gazetesini alıp oturdu.
Erica parmağını olay yeri inceleme ekibi raporunun üze­
rinde gezdirerek, "Elinizde ileriemenizi sağlayacak pek fazla
fiziksel kanıt yok" dedi.
Patrik gazeteyi bırakarak, "Haklısın, kanıtlar epey dağı­
nık" dedi. "Kütüphanede Erik, Axel ve cesedi bulan iki oğlan
dışında kimsenin parmak izi yoktu. Ortadan kaybolan bir
şey yok gibi görünüyor; başka birinin ayak izine da rastlan­
madı. Cinayet silahı masanın altındaydı. Zaten olay yerinde­
ki nesnelerden biri kullanılmış."
Erica düşüneeli bir şekilde, "Başka bir deyişle bu önceden
planlanmış bir cinayet değil. Büyük olasılıkla anlık bir öfkey­
le işlenmiş" dedi.
"Doğru, tabii pencerenin pervazında taştan bir büst oldu­
ğunu bilen birisi olmadığı sürece." Patrik hala birkaç gün önce
aklına gelen fikrin etkisindeydi. ''Tekrar söylesene, tam olarak
ne zaman Erik Frankel'le görüşüp madalyayı göstermiştin?''
Erica "Ne öğrenmek istiyorsun?" diye sordu. Aklı başka
bir yerde gibiydi.
"Emin değilim. Hiçbir önemi olmayabilir. Ama yine de öğ­
rensem iyi olur."
325

Hala belgeleri incelemekte olan Erica, "Maja'yla Nordens


Ark hayvanat bahçesine gittiğimiz günün öncesi" dedi. "Ga­
liba Haziran'ın 3'üydü. Yani Erik'i ikinci kez ziyaret ettiğim
gündü."
"Peki, madalya hakkında bilgi alabildin mi? Sen oraday­
ken Erik bir şey anlattı mı?"
"Eğer söylemiş olsaydı eve gelir gelmez sana anlatırdım"
dedi Erica. "Hayır, sadece bana bu konuda bilgi vermeden
önce birkaç kontrol daha yapması gerektiğini söyledi."
''Yani elindekinin ne tür bir Nazi madalyası olduğunu hala
bilmiyorsun, öyle değil mi?"
Erica bir şeyi anlamak ister gibi Patrik'e bakarak, "Ha­
yır" dedi. "Ama bunu kesinlikle öğrenmem gerek. Yarın ne­
reden başlarnam gerektiğini bulurum." Dikkatini tekrar dos­
yaya vererek olay yeri fotoğraflannı incelemeye koyuldu. En
üstteki fotoğrafı eline alıp gözlerini kıstı.
"Hiçbir şey görünmüyor ki . . . " diye söylendi ve ayağa kal­
kıp yukan çıktı.
Patrik, "Ne oldu?" diye sordu ama Erica cevap vermedi.
Az sonra elinde bir büyüteçle geri döndü.
Patrik gazetenin üzerinden kansına bakarak, "Ne yapı­
yorsun?" diye sordu.
"Emin değilim. Muhtemelen hiçbir şey çıkmayacak ama . . .
birisi Erik'in masasındaki not defterine bir şey karalamış gi­
bi görünüyor. Ama tam olarak göremiyorum. . . " Erica eğilerek
fotoğrafa yaklaştı ve büyüteci küçük bir beyazlığın, yani fo­
toğraftaki not defterinin üzerine koydu.
"Galiba burada . . . " Tekrar gözlerini kıstı. "Galiba burada
Ignoto Militi yazıyor."
"Sahi mi? Peki o ne demek?" dedi Patrik.
"Bilmiyorum. Herhalde orduyla ilgili bir şey. Muhteme­
len hiçbir anlamı yoktur. Sadece bir karalama işte" dedi Eri­
ca hüsrana uğramış gibi konuşarak.
326

"Erica . . . " Patrik gazeteyi bırakıp başını eğdi. "Martin bu


dosyayı getirdiğinde onunla biraz konuştuk. Onun için bir iyi­
lik yapmamı istedi." Tamam, işin aslı yardım etmeyi teklif
eden Patrik'ti, ama bunu Erica'ya söylemesine gerek yoktu. Bo­
ğazım temizleyip konuşmasına devam etti: "Bir Göteborgluyu
kontrol etmeınİ istedi; Erik Frankel adama düzenli olarak ban­
ka aracılığıyla para gönderiyormuş. Hem de elli yıldır her ay."
Erica kaşlanm kaldırarak, "Elli yıl mı?" dedi. "Erik birine
elli yıl boyunca para mı ödemiş? Sebebi neymiş? Şantaj mı?"
Bu fikri heyecan verici bulduğunu gizleyemedi.
"Kimse bilmiyor. Muhtemelen bir şey çıkmayacak ama . . .
Şey, Martin kontrol etmek üzere Göteborg'a gidip gidemeye­
ceğimi sordu."
"Tabii ki gidebilirsin. Ben de seninle gelirim" dedi Erica
hevesle.
Patrik ona bakakaldı. Beklediği tepki tam olarak bu değildi.
"Ee, şey, belki . . . " diye kekelerken, karısını yanına alma­
ması için herhangi bir bahanesi olup olmadığım düşündü. Ne
de olsa bu rutin bir görevdi, bazı banka ödemelerini kontrol
edecekti; sorun olmaması gerekirdi.
"Tamam, sen de benimle gel. Sonra da Maja kuzenlerini
görebilsin diye Lotta'ya uğrarız."
"Harika" dedi Erica. Patrik'in kız kardeşini severdi. "Hem
belki de Göteborg'da bana madalya hakkında bilgi verebile­
cek birini bulabilirim."
"Neden olmasın? Bugün öğleden sonra birkaç yere telefon
et de, bu tür konular hakkında bilgisi olan biri olup olmadı­
ğım öğren." Gazetesini alıp okumaya devam etti. Maja uyan­
madan önce vaktini en iyi şekilde değerlendirmek istiyordu.
Erica büyüteci alarak Erik'in masasındaki not defterine
bir kez daha aktı. lgnoto Militi. Erica'nın bilinçaltında bir
şeyler kıpırdamyordu.
327

Adımları kavraması bu sefer sadece yarım saat sürdü.


Rita, "Merin Bertil" dedi ve elini biraz daha sıkarak memnu­
niyetini belli etti. "Artık ritmi tutturduğunu hissedebiliyorum."
"Fena sayılmam, değil mi?" dedi Mellberg mütevazı bir
edayla. "Eskiden beri dansa yeteneğim vardı."
"Sahiden de var" dedi Rita göz kırparak. "Duyduğuma gö­
re Johanna'yla kahve içmişsiniz." Yüzüne bakarken gülüm­
sedi. Mellberg'in Rita'da çekici bulduğu başka bir özellik de
buydu. Çok uzun boylu bir adam sayılm azdı ama Rita o ka­
dar minyondu ki, Mellberg kendini dev gibi hissediyordu.
"Sadece sizin sitenin önünden geçiyordum . . . " dedi utana­
rak. "Sonra Johanna'yı gördüm ve kahve içmek için yukarı
gelmek isteyip istemediğimi sordu."
Salsa müziği eşliğinde salınmaya devam ederlerken, "Ah,
anladım . Yani sadece geçerken uğradın" dedi Rita gülerek.
"Ne yazık ki o sırada evde değildim. Ama Johanna çok iyi va­
kit geçirdiğİnizi söyledi."
Bir kez daha bebeğin elini nasıl da tekmelediğini hatırla­
yan Mellberg, "Evet, şey, o çok tatlı bir kız" dedi. "Gerçekten
de çok tatlı bir kız."
"Hiç de kolay bir hayatları olmadı." Rita içini çekti. "İlk
başta ben de bu fikre ahşmakta zorlandım. Ama Paula
Johanna'yı benimle tanıştırmak üzere eve getirmeden önce
büyük olasılıkla gerçeği biliyordum. Neredeyse on yıldır bir­
likteler ve şey, doğrusunu istersen Paula'nın yanında görmek
isteyebileceğim başka kimse yok. Birbirlerine çok uygunlar;
ikisinin de kadın olmasının bir önemi kalmıyor."
"Herhalde Stockholm'de daha az sıkıntı çekmişlerdir. Yani
kabul edilme açısından" dedi Mellberg, düşünceliydi. Sonra
Rita'nın ayağına basınca küfretti. ''Yani, bu durum orada da­
ha yaygın. Televizyon izlediğimde, bazen Stockholm'deki her
iki kişiden birinin eşcinsel olduğu izlenimine kapılıyorum."
"Ah, pek de öyle sayılmaz" dedi gülerek. "Ama tabii ki bu-
328

raya taşınma konusunda biraz tedirgindik Ne mutlu ki, bu­


rası beni çok şaşırttı. Kıziann da şimdiye kadar herhangi bir
sorunla karşılaştıklarını sanmıyorum. Ya da belki de insan­
lar bir şey fark etmediler. Zamanı gelince onun da altından
kalkarız. Başka ne yapacaklar ki? Yaşamaktan vaz mı geçe­
cekler? İ stedikleri yere taşınmayacaklar mı? Hayır, insan ba­
zen sonu belli olmayan bir maceraya atılma cesaretini göste­
rebilmeli." Rita birdenbire Mellberg'in omzu üzerinden uzak­
lara bakıyormuş gibi hüzünlendi. Mellberg aklından geçenle­
ri tahmin edebiliyordu.
"Zor muydu? Yani kaçmak zorunda kalmak?" diye temkin­
le sordu. Çoğu zaman böyle hassas sorular sormaktan kaçı­
nırdı ya da sadece mecbur kaldığında sorar ve cevabın ne ola­
cağını hiç umursamazdı. Ama şu anda cevabı gerçekten de
merak ediyordu.
Rita, "Hem kolaydı hem de zordu" dediğinde, Mellberg
onun kara gözlerinden hayal dahi ederneyeceği deneyimler
yaşadığını anladı. " Ü lkemin o zamanki ortamından ayrıl­
mak kolaydı. Ama bir zamanlar vatanım olan yerden ayrıl­
mak zordu."
Rita bir an için ritmi kaçırınca Mellberg'in ellerini hala
tutarken dans etmeyi bıraktı. Sonra gözleri ışıldadı, ellerini
geri çekti ve coşkuyla ellerini çırptı.
"Evet, şimdi bir sonraki aşamayı öğrenmenin vakti geldi.
Yani dönüşü. Bertil, göstermeme yardım eder misin?" Tek­
rar Mellberg'in elini tutup kendisini kolunun altında dön­
dürmesi için atması gereken adımları gösterdi. Hareket hiç
de kolay değildi; Hertil'in eli ayağı birbirine dolanmıştı. Ama
Rita sabrını yitirmedi. Tekrar tekrar ne yapması gerektiği­
ni ona gösterdi, ta ki Bertil ve diğer çiftler hareketi kavra­
yana dek.
Rita Mellberg'e bakarak, "Her şey yoluna girecek" dedi.
Mellberg onun sadece dansı mı kastettiğini merak etti. Aca-
329

ba başka bir şey mi ima ediyordu? İkinci olasılığın doğru ol­


masını umdu.

Dışarıda hava kararmaya başlamıştı. Ne zaman hareket


etse hastane yatağının çarşaflan hafifçe hışırdadığından, kı­
pırdamamaya çalışıyordu. Mutlak sessizliği yeğliyordu. Dışa­
rıdaki gürültüleri -gelip geçen insanların ve tıkırdayan tep­
silerin seslerini- kontrol edebilmek için yapabileceği hiçbir
şey yoktu. Ama içerisinin mümkün olduğunca sessiz kalma­
sını sağlayabilirdi Hışırdayan çarşafların sükuneti bozması­
na engel olabilirdi.
Herman pencereden dışanya baktı. Hava karardıkça cam­
da kendi yansımasını görmeye başlamıştı. Yataktaki bedeni­
nin ne kadar zavallı göründüğünü fark etti. Hastane elbisesi
içinde ufak tefek, kır ve seyrek saçlı, çökük yanaklı, yaşlı bir
adam. Sanki ona otoriter bir adam havasını veren Britta'ydı.
Ona ağırbaşlılık kazandınyordu. Hayatına anlam katıyordu.
Şimdiyse gitmiş olması Herman'ın suçuydu.
Kızlan bugün onu görmeye gelmişlerdi. Üzerine titremiş­
ler, onu kucaklayıp endişeli gözlerle izlemişler ve onunla kay­
gılı ses tonlarıyla konuşmuşlardı. Ama Herman'ın onlara ba­
kacak enerjisi bile yoktu. Gözlerindeki suçluluk emarelerini,
ne yaptığını, neye sebep olduğunu görmelerinden korkuyordu.
Herman ve Britta, sırn uzun süre saklamışlardı. Onu bir­
birleriyle paylaşmışlar, örtbas etmişler ve bedelini ödemiş­
lerdi. Hiç olmazsa Herman böyle düşünüyordu. Ama Britta
hastalanıp da savunma duvarları parçalanmaya başladığın­
da, Herman Britta'nın zihninin berrak olduğu bir anda, ar­
tık herhangi bir bedel ödemeye çalışmanın faydasız olduğu­
nu anlamıştı. Zaman ve kader, er ya da geç insanın peşine
düşüyordu. Saklanmak imkansızdı. İyi bir hayat sürmenin
ve iyi insanlar olmanın yeterli geldiğine inanmak �afletine
düşmüşlerdi. Çocukları sevgi dolu bireyler olabilsinler diye,
330

onları sevgiyle büyütmüşlerdi. Ve nihayet, yarattıkları iyilik­


lerin kötülüğü gölgede bıraktığına ikna olmuşlardı.
Herman, Britta'yı öldürmüştü. Neden bunu anlamıyorlar­
dı? Herman kendisiyle konuşacaklarını, bazı şeyler soracak­
larını ve ifadesini alacaklarını biliyordu. Neden durumu bir
türlü kabullenemiyorlardı?
O Britta'yı öldürmüştü. Ve artık hiçbir şeyi kalmamıştı.

* * *

Göteborg'a yaklaşırlarken Erica, "Bunun kim olabileceğine


dair bir fikrin var mı? Ya da Erik'in neden bunca yıldır ona
para ödediğine dair?" diye sordu. Arka koltukta Maja uslu us ­
lu oturuyordu. Saat sekiz buçuğu göstermeden hemen önce
yola çıktıklarından, şehre girdiklerinde saat henüz ondu.
"Hayır, elimde olan bilgiler senin zaten gördüklerinle sı­
nırlı." Patrik başıyla Erica'nın kucağındaki plastik dosyada
duran belgeyi işaret etti.
Erica yüksek sesle okudu: "Wilhelm Friden, Vasagatan
No. 38, Göteborg. 3 Ekim 1 924 doğumlu."
"Tek bildiğimiz bu. Dün gece Martin'le hızlıca konuştum;
adamın Fjiillbacka'yla herhangi bir bağlantısına ya da sabı­
ka kaydına rastlamamış. Hiçbir ipucu yok. Yani körü körüne
bir deneme yapacağız. Bu arada, madalyayla ilgili danışaca­
ğın adamla kaçta görüşeceksin?"
"Öğlen, onun antika dükkanında görüşeceğiz" dedi Erica.
Sağlam yerde durması için yumuşak bir kumaş parçasına sa­
rıp cebine koyduğu madalyaya dokundu.
Patrik, Vasagatan'da bir park yerine girerken, "Ben Wilhelm
Friden'le konuşurken sen ve Maja arabada mı kalmak istersi­
niz, yoksa yürüyüş yapmayı mı tercih edersiniz?'' diye sordu.
"Ne demek istiyorsun?" dedi Erica gücenerek. "Tabii ki se­
ninle geleceğim."
331

Patrik konuşmanın gidişatını ve sonucunu tahmin etse de,


"Ama gelemezsin ki. Maja ne olacak?" dedi kem küm ederek.
"Eğer onu olay yerlerine ve karakola götürebiliyorsan, o
zaman seksen yaşını geçmiş bir adamla konuşmaya giderken
de bizimle gelebilir" dedi Erica. Ses tonu, konunun tartışma­
ya açık olmadığını düpedüz belli ediyordu.
''Tamam" dedi Patrik içini çekerek. Yenildiğini biliyordu.
Friden'in dairesi, yüzyılın başında inşa edilmiş bir apart­
manın üçüncü katındaydı. Kapıyı altmış yaşlannda bir adam
açtı. Açarken de onlara soran gözlerle baktı. "Buyurun? Yar­
dımcı olabilir miyim?"
Patrik polis kimliğini uzattı. "Adım Patrik Hedström; Ta­
numshede Karakolu'ndan geliyorum. Wilhelm Friden isimli
kişiyle ilgili birkaç sorum var."
"Kim gelmiş?" Bir kadının dairenin içinden gelen kısık se­
sini duydular. Adam arkasına dönerek, "Polisler gelmiş. Ba­
bamla ilgili bazı sorular sormak istiyorlarmış!" diye bağırdı.
Tekrar Patrik'e döndü. "Polisin babamla neden ilgilendi­
ğini tahmin bile edemiyorum ama buyurun" dedi. Onlan içe­
ri almak üzere kenara çekildi; sonra Erica'nın kucağında
Maja'yı görünce kaşlarını şaşkınlıkla yukarı kaldırdı.
"Demek günümüzde polis teşkilatı mensupları çekirdek­
ten yetişiyor" dedi gülerek.
Patrik utanarak gülümsedi. "Kanm Erica Falck ve bu da kı-
zımız Maja. Onlar. . . ee . . . Kanm soruşturduğumuz davaya kişi-
sel bir ilgi duyuyor ve . . . " Cümlesini yanda kesti. Bir polis me-
murunun soruşturmaya giderken kansını ve çocuğunu neden
yaronda sürüklediğini açıklamanın mantıklı bir yolu yoktu.
"Mfedersiniz, kendimi tanıtınarn gerekirdi. Ben Göran
Friden ve hakkında bilgi almak istediğiniz kişi de benim ba­
bam."
Patrik, Göran'ı merakla inceledi. Orta boyluydu; hafif kı­
vırcık kır saçlan ve dost caniısı mavi gözleri vardı. Uzun ko-
332

ridor boyunca Göran Friden'i takip ederlerken Patrik, "Baba­


nız evde mi?" diye sordu.
"Maalesef babama bir şeyler sormak için geç kaldınız .
Kendisi iki hafta önce öldü."
Patrik şaşırarak, '"iaa" dedi. Beklediği cevap bu değildi.
Adamın yaşına rağmen hala hayatta olduğundan emindi, zi­
ra adı resmi ölü kayıtlarında geçmiyordu. Gerçi böyle olma­
sı normaldi, çünkü adam çok kısa bir süre önce ölmüştü. Ölü­
mün kayda geçmesinin zaman aldığı bilinen bir şeydi. Patrik
büyük bir hüsrana uğramıştı. Sezgilerinin önemli olduğunu
söylediği bu ipucu şimdiden fos mu çıkmıştı?
Göran onlan salona doğru yönlendirerek, "Ama isterseniz
annemle konuşabilirsiniz" dedi. "Konuyu bilmiyorum, ama
bize anlatırsanız belki annem yardımcı olabilir."
Ufak tefek, çelimsiz ve saçları bembeyaz bir kadın kane­
peden kalkarak yanianna gelip ellerini sıktı.
"Ben Marta Friden" deyip onları dikkatle süzmeye baş­
ladı. Maja'yı görünce kocaman gülümsedi. "Merhaba tatlım!
Ah, ne kadar şeker bir küçük kız! Adı ne?"
Marta Friden'e hemencecik ısınan Erica gururla, "Maja"
dedi.
"Merhaba Maja" dedi Marta onun yanağını okşayarak. il­
ginin kendisine yönelmesiyle Maja'nın yüzü sevinçle ışılda­
mıştı, ama sonra divanda oturan eski bir oyuncak bebeği gö­
rünce tekmeler savurmaya başladı.
Kızını zapt etmeye çalışan Erica sertçe, "Hayır, Maja" dedi.
Marta elini sallayarak, "Sorun değil, bırakın baksın" dedi.
"Burada dokunmaması gereken hiçbir şey yok. Wilhelm öldü­
ğünden beri, ölürken yanımızda hiçbir şey götüremediğimizi
fark ettim." Gözlerine hüzünlü bir ifade yerleşti ve oğlu yanı­
na gelip kolunu annesinin omzuna doladı.
"Otursana anne. Ben kahve yaparken sen de misafirleri­
mizle rahat rahat konuş."
333

Marta oğlunun odadan çıkıp mutfağa gitmesini izledi. "O


iyi bir evlat" dedi. "Ona yük olmak istemiyorum; çocukla­
rın kendi hayatlarını yaşarnalarına izin verilmeli. Ama Gö­
ran bazen haddinden fazla iyi oluyor. Wilhelm onunla öylesi­
ne gurur duyardı ki." Bir an için anılannda kaybolur gibi ol­
du ama sonra tekrar Patrik'e odaklandı.
"Peki, polis neden Wilhelm'le konuşmak istesin ki?"
Patrik boğazını temizledi. İnce bir buz tabakasının üzerin­
de yürür gibiydi. Belki de bu tatlı yaşlı kadının asla bilme­
meyi tercih edeceği bir sürü şeyi gün yüzüne çıkarmak üze­
reydL Ama başka çaresi yoktu. Tereddüt ederek lafa girdi:
"Şey, konu şu ki; kuzeyde, Fjallbacka'da bir cinayet soruş­
turması yürütüyoruz. Ben Tanumshede Karakolu'ndan geli­
yorum . Fjallbacka da Tanum İlçe Emniyet Müdürlüğü'nün
yetki alanında."
"Ah, yüce Tanrım. Bir cinayet mi?" dedi Marta yüzünü
asarak.
Patrik, 1'Evet, Erik Frankel adında bir adam öldürüldü"
dedi ve ismin kadında herhangi bir tepkiye yol açıp açmadı­
ğını görmek için duraksadı. Ama anladığı kadarıyla, bu lıı i m
Marta'ya bir şey ifade etmemişti.
"Erik Frankel mi? Kulağa tanıdık gelmiyor. Peki, sizi
Wilhelm'e yönlendiren nedir?" diye soran Marta ilgiyle öne
eğildi.
"Ah, ee . . . şey . . . " Patrik duraksadı. "Konu şu ki, bu Erik
Frankel neredeyse elli yıl boyunca Wilhelm Friden'e aylık öde­
meler yapmış. Yani kocanıza. Elbette bunu neden yaptığını ve
ikisi arasında bir. tür bağlantı olup olmadığını merak ediyoruz."
"Wilhelm . . . Fjallbacka'da yaşayan Erik Frankel adındaki
bir adamdan para mı alıyormuş?" Marta gerçekten de şaşır­
mıştı. O sırada Göran, üzerinde iki boş kahve fincanı bulu­
nan bir tepsiyle geri döndü. Herkesi meraklı gözlerle süze­
rek, "Ee, neler oluyor burada?" diye sordu.
334

İlk cevap veren, annesi oldu. "Bu kişiler Erik Frankel


adında cinayete kurban giden bir adamın babana son elli yıl­
dır para gönderdiğini söylüyor."
Göran kanepede annesinin yanına otururken, "Bu da nere­
den çıktı?" dedi. "Babama para mı göndermiş? Ama neden?"
"Şey, zaten biz de bunu öğrenmek istiyoruz" dedi Patrik.
"Wilhelm'in soruları bizzat cevaplayacağını umuyorduk."
Eski oyuncak bebeği kaldırıp Marta'ya gösteren Maja se­
vinçle, "Beb-bek" dedi.
"Evet, bu bir oyuncak bebek" dedi Marta gülümseyerek.
"Küçükken benimdi."
Maja oyuncak bebeğe usulca sanldı. Marta gözlerini onun
üzerinden alamıyordu.
"Ne kadar etkileyici bir çocuk" dedi ve Erica hevesle başı­
nı salladı.
Göran Patrik'e bakarak, "Söz konusu olan meblağ ne ka­
dar?" diye sordu.
"Çok büyük bir şey değil. Son birkaç yıldır iki bin kron ka­
dar. Ama tutar zaman içinde artmış; belli ki enflasyon oranı­
na göre ayarlanmış. Yani paranın miktarı değişse de, gerçek
değeri sabit kalmış gibi görünüyor."
Göran annesine dönerek, "Ama babam neden bize bu konu­
dan hiç bahsetmedi?'' diye sordu. Annesi başını iki yana salladı.
"Hiçbir fikrim yok. Ama Wilhelm'le finansal konuları hiç
konuşmazdık. Bu tür şeylerle o ilgilenirdi, ben de evi çekip
çevirirdim. Bu, bizim neslimiz için alışılagelmiş bir durum­
du. İş yükünü böyle paylaşırdık. Eğer sen olmasaydın Göran,
herhalde banka hesapları, krediler ve bunun gibi şeyler ara­
sında kaybolup giderdim." Marta oğlunun elini sıktı.
"Saha memnuniyetle yardım ediyorum anne, bunu biliyor­
sun" dedi Göran.
Patrik bir parça hüsrana uğrayarak, "İnceleyebileceğimiz
herhangi bir mali kaydınız var mı?" diye sordu. Bu tuhaf ay-
335

lık ödemelerle ilgili bütün sorularının cevaplarını almayı um­


muştu, ama görünüşe göre çıkmaz bir yola girmişti.
"Evde herhangi bir belgemiz yok. Her şey avukatlarımız­
da" dedi Göran özür dilercesine. "Ama fotokopilerini alıp size
göndermelerini isteyebilirim."
"İşte buna çok memnun oluruz" dedi Patrik, biraz daha
umutlanarak. Belki de bu meselenin temeline hala inebilirlerdi.
"Ah, bağışlayın beni, kahveyi tamamen unuttum" dedi Gö­
ran kanepeden kalkarak.
Patrik saatine bakarak, "Zaten artık gitmemiz gerek" de-
di. "Lütfen bizim yüzüroüzden zahmete girmeyin."
"Daha fazla yardımcı olamadığımız için üzgünüm." Marta
başını yana eğdi ve Patrik'e gülümsedi.
"Ü zülmeyin, bazen işler böyle gider. Başınız sağ olsun" de­
di Patrik. ''Umarım buraya gelip size sorular sorarak çok faz­
la rahatsızlık vermemişizdir; özellikle de eşinizin vefatının
hemen ardından . . . Şey, bilmiyorduk . . . "
Marta elini sallayarak, "Hiç önemli değil" diye cevap verdi.
''Wilhelm'i o kadar iyi tanırdım ki, bu ödemeler her ne içinse,
ortada suç teşkil edecek ya da etik dışı bir mesele olmadığını
garanti edebilirim. İstediğinizi sorabilirsiniz; Göran'ın da dedi­
ği gibi, size mutlaka belgelerin birer kopyasının ulaştırılmasını
sağlayacağız. Daha fazla yardımcı olamadığım için üzgünüm."
Hep birlikte ayağa kalkıp antreye doğru yürüdüler. Maja
oyuncak bebeği göğsüne hala sımsıkı bastırıyordu.
Erica, "Maja, tatlım, bebeği burada bırakman gerekiyor"
dedi ve kendini kaçınılmaz bir öfke patlamasına hazırladı.
Maj a'nın yanından geçerken başını okşayan Marta, "Be­
beği götürebilir" dedi. "Az önce söylediğim gibi, giderken ya­
nımda hiçbir şey götüremeyeceğim ve artık bebeklerle ayna­
yamayacak kadar yaşlıyım."
Erica, "Emin misiniz?" diye kekeledi. ''Yani bebek çok es­
ki, eminim onunla ilgili birçok güzel anınız vardır . . . "
336

Marta başına dokunarak, "Anılar burada saklı" dedi. "El­


le tutulur nesnelerde değil. Hiçbir şey beni küçük bir kızın
Greta'yla oynadığını bilmekten daha mutlu edemez. Eminim
bu bebek kanepede yaşlı bir kadının yanında oturmaktan fe­
na halde sıkılmıştır."
"Şey, sağ olun. Çok teşekkür ederiz" dedi Erica utanarak.
O kadar duygulanmıştı ki, ağlamamaya çalışarak gözlerini
kırpıştırdı.
"Bir şey değil." Marta tekrar Maja'nın başını okşadı; sonra
oğluyla onları kapıya kadar geçirdiler. Erica ile Patrik kapı
kapanmadan önce son olarak Göran'ın kolunu annesinin om­
zuna attığını ve usulca alnından öptüğünü gördüler.

Martin huzursuz bir halde evde dolanıyordu. Pia işteydi ve


evde yalnız kaldığından beri davayı düşünmeden duramıyor­
du. Sanki Patrik izinde olduğu için sorumluluk hissi on mis­
li artmıştı ve bu işi çözecek kadar yetkin olduğundan emin de­
ğildi. Patrik'ten yardım istemenin zayıflık olduğunu düşünü­
yordu. Ekip arkadaşının yargılarına kendininkilerden bile da­
ha çok güveniyordu. Bir gün yaptığı işten emin olup olmaya­
cağını merak ediyordu. Polis akademisinden mezun olduğun­
dan beri, zihninin geri planında gezinip duran bir kuşku ve
belirsizlik vardı. Gerçekten de bu işe uygun muydu? Kendisin­
den beklenenleri yerine getirecek kadar yetenekli miydi?
Martin kara kara düşünürken odalar arasında gezinme­
ye devam etti. Mesleğiyle ilgili güvensizliğinin, hayatının en
büyük sınavıyla yüzleşrnek üzere olmasıyla katmerlendiğini
fark etti. Her iki sorumluluğun da altından kalkabileceğin­
den emin değildi. Ya yetersiz kalırsa? Ya Pia'ya ihtiyacı olan
desteği sunarnazsa? Ya bir baba olarak kendisinden bekle­
nenlerle başa çıkamazsa? Ya yapamazsa? Ya başaramazsa? . .
Düşünceler giderek daha büyük bir hızla zihninde dönüp du­
rurken, Martin sonunda bir şeyler yapması gerektiğini fark
337

etti; yoksa aklını kaçıracaktı. Ceketini kaptığı gibi arabaya


atlayıp güneye doğru yola çıktı.
İlk başta nereye gideceğini bilmiyordu, ama Grebbestad'a
yaklaşırken kararını verdi. Onu rahatsız eden şey, Britta
ile Herman'ın evinden Frans Ringholm'e edilen telefondu.
İki soruşturmada da aynı insan grubuna rastlayıp duruyor­
lardı. Her iki dava da paralel ilerliyormuş gibi görünse de,
Martin'in içinden bir ses, bir noktada kesiştiklerini söylüyor­
du. Neden Herman ya da Britta haziran ayında, Erik ölme­
den hemen önce Frans'a telefon etmişti? Konuşma çok uzun
sürmemişti. İki dakika otuz üç saniye. Martin arama liste­
lerindeki bilgileri ezberlemişti. Ama neden Frans'la temas
kurulmuştu? Durum Axel'in ima ettiği kadar basit miydi?
Britta'nın hastalığı onda eski dostluklarını canlandırma iste­
ği mi yaratmıştı? Dediklerine göre altmış yıldır konuşmadı­
ğı insanlarla temas kurmak mı istemişti? Beynin insana tür­
lü oyunlar aynaması mümkündü ama . . . İ şin içinde başka bir
şey vardı. Martin'in dikkatinden kaçan bir şey. Ve bunun ne
olduğunu öğrenene kadar pes etmeyecekti.
Frans dairesinin kapısında Martin'le karşılaştığında dışa-
rı çıkmak üzereydi.
"Bugün size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu kibarca.
"Sadece birkaç ilave soru soracaktıın."
"Günlük yürüyüşüme çıkmak üzereydim. Benimle konuş­
mak istiyorsanız bana katılabilirsiniz. Yürüyüş programımı
kimse için değiştirmek istemem. Bu şekilde formda kalıyo­
rum." Frans nehre doğru yöneldi, Martin de peşinden gitti.
Martin alaycı bir edayla gülümseyerek, "Bir polis memu­
royla birlikte görülmekten rahatsız olmaz mısınız?'' diye sordu.
Gözlerinde muzip bir pırıltı beliren Frans, "Hayatımın bü­
yük bir kısmını mahkfunlarla geçirdiğimden, sizin gibilerin ba­
na eşlik etmelerine alışkınıın" diye cevap verdi. Sonra yüzün­
deki o muzip ifade birdenbire kayboldu ve "Pekitla, bana ne sor-
338

mak istiyorsunuz?" dedi. Martin ona yetişrnek için hafifçe koş­


mak zorunda kaldı. Yaşlı adam hızlı bir tempo tutturmuştu.
"Duydunuz mu bilmiyorum ama Fjallbacka'da bir cinayet
daha işlendi" dedi Martin.
Frans bir an için yavaşladı, sonra tekrar eski hızına ka­
vuştu. "Hayır, duymadım. Kim öldürülmüş?"
"Britta Johansson." Martin, Frans'ı dikkatle inceledi.
Frans başını çevirip Martin'e bakarak, "Britta mı?" dedi.
"Nasıl? Bunu kim yapmış?"
"Kocası kendisinin yaptığını söylüyor. Ama benim bazı
şüphelerim var."
Frans irkildi. "Herman mı? Ama neden? İşte buna inana­
mam."
Martin �'rans'ın cevabının ne kadar önemli olduğunu belli
etmemeye çalışarak, "Herman'ı tanıyor musunuz?" diye sordu.
Frans başını iki yana sallayarak, "Hayır, pek sayılmaz" de-
di. "Aslında onunla bir kez karşılaştım. Britta'nın hasta oldu­
ğunu ve beni görmek istediğini söylemek için haziran ayında
bana telefon etti."
"Bu size biraz tuhaf gelmedi mi? Yani birbirinizi altmış
yıldır görmediğİnizi düşünürsek?" Martin kuşkusunu gizle­
mek için bir çaba sarf etmedi.
"Şey, tabii ki biraz tuhaf geldi. Ama Herman, Britta'nın
Alzheimer'ın pençesine düştüğünü söylemişti; anlaşılan bu
hastalığa yakalanan kişilerin geçmişe dönmeleri ve önem
verdikleri insanları düşünmeleri normal. Biz de küçük bir
grubun üyeleri olarak birlikte büyümüştük. Birbirimizle çok
zaman geçirdik."
"Peki, o küçük grupta kimler vardı?"
"Ben, Britta, Erik ve Elsy Moström."
''Ve içinizden iki kişi birkaç ay içinde öldürüldü" dedi Mar­
tin, Frans'ın yanında nefes nefese koşarken. "Sizce de bu tu­
haf bir rastlantı değil mi?"
339

Frans ufka baktı. "İnsan benim yaşıma geldiğinde, tuhaf


rastlantıların epey sık yaşandığını görecek kadar çok olaya
tanıklık etmiş oluyor. Üstelik Britta'nın kocasının cinayet
suçunu itiraf ettiğini söylediniz. Sizce Erik'i de o mu öldür­
dü?" Frans bakışlarını Martin'e çevirdi.
"Şimdilik hiçbir tahminde bulunmuyoruz. Ama dört kişi­
lik bir grubun iki üyesinin bu kadar kısa bir süre içinde öldü­
rülmesi, durup düşünmeme sebep oluyor."
"Dediğim gibi, tuhaf rastlantıların hiçbir garipliği yok. Ta­
mamıyla şans eseri. Ve kaderin bir cilvesi."
"Hayatının büyük bir bölümünü hapishanede geçiren bir
adam için oldukça felsefi bir yanıt doğrusu. Peki, sizin hapse
girmeniz de tamamıyla şans eseri ve kaderin bir cilveRi mi y­
di?" Ses tonuna yerleşen iğneleyici tınıyı fark edince, Martin
kendine, şahsi hislerini bu meselenin dışında tutması gerek­
tiğini hatırlattı. Ama son birkaç hafta içinde, Paula'nın Frans
Ringholm'ün savunduğu fikirlerden ne kadar olumsuz etkilen­
diğini gördüğünden kendi tiksintisini saklamakta zorlanıyordu.
"Hapse girmemin şansla ya da kaderle ilgisi yoktu. O za­
manlar bir yetişkindİm ve o yolu seçerken, kendi kararları­
mı verme yetisine sahiptim. Tabii şu aşamada rahatlıkla söy­
leyebilirim ki bazı şeyleri hiç yapmarnam gerekirdi . . . Kendi­
me başka bir yol çizmeliydim." Frans durup Martin'e baktı.
"Ama hayatlarımızı yaşarken bunu yapma şansımız olmu­
yor, öyle değil mi?" dedi ve yürümeye devam etti. ''Yani ola­
cakları önceden göremiyoruz. Ben seçimlerimi kendim yap­
tım. Seçtiğim hayatı yaşadım, bedelini de ödedim."
"Peki ya görüşleriniz? Onları da kendiniz mi seçtiniz?"
Martin cevabı gerçekten de çok merak ediyordu. İnsanlığın
büyük bir kısmını dışlamaya hazır olan bu insanları anlamı­
yordu. Bu görüşleri nasıl içlerine sindirebildiklerine akıl er­
diremiyordu. Bu bakış açısı bir yandan midesini bulandırır­
ken, bir yandan da bunu neyin tetiklediğini merak ediyordu.
340

Sor;unun samimi olduğunu anlamış gibi görünen Frans,


'
cevap vermeden önce biraz düşündü. "Görüşlerimin arkasın­
dayım" dedi sonunda. ''Toplumumuzda yanlış giden bir şey­
ler olduğunu görüyorum ; bu da benim yorumum. Çözüme
katkı sağlamayı da görevim sayıyorum."
"Ama suçu etnik gruplara yıkmak . . . " Martin başını iki ya­
na salladı. Bu bakış açısını bir türlü anlamıyordu.
"İnsanları birey olarak görme yanılgısına düşüyorsunuz"
dedi Frans soğuk bir şekilde. "Biz böyle değiliz. Bir grubun,
kolektif bir oluşumun parçalanyız. Ve bu gruplar ezelden be­
ri birbirleriyle savaşmışlardır; hiyerarşide ve dünya düzenin­
de bir yer edinmek için mücadele etmişlerdir. Her şeyin farklı
olmasını dileyebilirsiniz, ama işler bu şekilde yürür. Dünya­
daki yerimi korumak için şiddete başvurmasam da, ben sağ
kalanlardanım. Sonunda dÜnya düzeninde galip gelecek olan­
lardan biriyim. Ve tarihi yazanlar daima galip gelenlerdir."
Frans sustu ve hızlı tempoları yüzünden ter içinde kaldığı
halde ürperen Martin'e baktı. Böylesine fanatik bir inançla
karşı karşıya gelince, insan sonsuz bir dehşete kapılıyordu.
Dünya üzerindeki hiçbir mantık, Frans ve destekçilerini, çar­
pık bir gerçeklik algısına sahip olduklarına inandıramazdı.
Tek yapabilecekleri onları kontrol altına almak, tecrit etmek
ve sayılarını azaltmaktı. Martin eskiden beri birine mantık­
lı açıklamalar sunduğunda, nihayet o kişideki cevhere ı.ılaşıp
onu değiştirebileceğine inanırdı. Ama Frans'ın gözünde gör­
düğü cevher o kadar yakıcı bir öfke ve nefretle korunuyordu
ki, içeriye sızmak imkansızdı.
Fj allbacka, 1 944

Vilgot ağzına bir uskumru daha atarak, "Çok leziz" dedi.


"Bunlar çok leziz, Bodil."
Bodil cevap ver m e d i Radece rabatlayarak b a şı nı önüne
,

eğdi. Kocasının morali yerindeyken ve onu memnun edebildi­


ğinde daima minnettar olurdu.
"Bunu aklından çıkarma evlat." Vilgot çatalını Frans'a
doğrulttu. "Evlenmeye karar verdiğin zaman, karının hem
mutfakta hem de yatakta hünerli olduğundan emin ol!" Vil­
got o kadar büyük bir kahkaha attı ki, ağzı sonuna kadar
açıldı ve dili göründü.
Bodil kocasına bakarak, ''Vilgot!" dedi ama mütevazı bir
protestodan daha fazlasına cesaret edemedi.
"Hadi ama, oğlanın böyle şeyleri öğrenmesinde yarar var"
diyen Vilgot koca bir porsiyon patates püresini mideye in­
dirdi. "Bu arada, babanla gurur duyabilirsin, Frans. Bugün
Göteborg'dan bir telefon aldım ve geçtiğimiz yıl boyunca Ro­
senberg denen o Yahudi'nin elinden bir sürü iş çalınam saye­
sinde, şirketinin iflas ettiğini öğrendim. Ne dersin buna? İşte
bunu kutlamalıyız! Onlarla böyle baş etmeliyiz. Ardı ardına
dizlerinin üzerine çökmelerini sağlamalıyız; hem maddi açı­
dan hem de kırbaç yardımıyla!" Vilgot öyle şiddetli güldü ki,
göbeği titredi. Yediği balıktan süzülen tereyağı ağzımn kena­
nndan akıp çenesinde parladı.
3 42

Kendine hakim olamayan Bodil, "Bu devirde geçinmekte


güçlük çekecek" dedi. Ama sözcükler ağzından çıkar çıkmaz
hatasını anladı.
Vilgot yapmacık bir nezaketle çatalını ve bıçağını masaya
koyarak, "Bunu söylerken aklından tam olarak ne geçiyordu
tatlım?" dedi.
Bodil, "Hiçbir şey. Hiçbir şey demek istemedim" dedi ve
kucağına bakarak bu teslimiyet göstergesinin yeterli olacağı­
nı umdu. Ama Vilgot'un gözlerinde bir ışıltı belirmişti.
''Yoo, gerçekten neler diyeceğini merak ediyorum. Hadi,
konuşsana."
Midesi düğümlenmeye başlayan Frans bir annesine, bir
babasına haktl . Vilgot'un bakışlarını üzerine diktiği annesi­
nin nasıl da titrediğini gördü. Babasının gözlerinde Frans'ın
daha önce pek çok kez gördüğü donuk bakış vardı. Frans izin
isteyip masadan kalkmayı düşündü ama bunun için çok geç
kaldığını fark etti.
Bodil birkaç kez güçlükle yutkunduktan sonra, titreyen
bir sesle ve tedirgin bir şekilde, "Sadece adamın ailesini dü­
şünüyordum" dedi. "Bugünlerde yeni geçim kaynağı bulmak
zor olmalı."
"Burada bir Yahudi'den bahsediyoruz , Bodil." Vilgot bir
çocuğa hitap eder gibi azarlayıcı bir ses tonuyla, yavaş yavaş
konuşuyordu. Kansında bir kıvılcımın çakmasına neden olan
da tam olarak bu ses tonuydu.
Bodil elini kaldırdı ve meydan okurcasına cevap verdi :
''Yahudiler de insan. Tıpkı bizim gibi, çocuklarının karnını
doyurmak zorundalar."
Frans annesine bağırmak, çenesini kapamasını ve baba­
sıyla bu şekilde konuşmamasını söylemek istedi. Onunla bu
şekilde konuşmanın hiçbir yararı yoktu. Annesinin nesi var­
dı böyle? Nasıl olur da babasına böyle bir şey söylerdi? Na­
sıl olur da bir Yahudi'yi savunurdu? Annesinin ödemek zo-
343

runda kalacağı bedel buna değer miydi? Frans birdenbire an­


nesine anlamsız bir nefret duydu. Nasıl bu kadar aptal olabi­
lirdi? Vilgot'a meydan okumanın hiçbir yararı olmadığım bil­
miyor muydu? En iyisi, başını önüne eğip babasının dediği­
ni yapması, sözünden dışarı çıkmamasıydı. O zaman bir sü­
re idare edebilirlerdi. Ama bu aptal kadın, Vilgot Ringholm'e
asla görmemesi gereken bir şey göstermişti: bir isyan kıvılcı­
mı. Frans bu ufacık kıvılcımın tutuşturmak üzere olduğu ba­
rut fıçısım düşününce ürperdi.
İlk başta odada çıt çıkmadı. Duyduklarını hazınetmek­
te zorluk çekiyormuş gibi görünen Vilgot, Bodil'e baktı. Boy­
nunda bir damar şişti ve Frans onun yumruklarını sıktığı­
m gördii . Masadan kalk1p arkasma bakmadan k o ş m a k istedi .

Ama yerinden kıpırdayamadı; sanki sandalyeye yapışmıştı.


Sonra patlama oldu; Vilgot yumruğunu savurarak Bodil'in
çenesine vurdu ve onu geriye fırlattı. Sandalyesi devrilen Bo­
dil büyük bir gümbürtüyle yere düştü. Acıdan soluğu kesile­
rek inledi. Frans kendisine tamdık gelen bu sesi iliklerinde
hissetti. Ama annesinin acısını paylaşacağına, daha da öfke­
lendi. Annesi neden çenesini tutamamıştı? Neden onu bunla­
ra tanık olmak zorunda bırakıyordu?
"Demek bir Yahudi sevicisin, öyle mi?" dedi Vilgot ayağa
kalkarak. "Cevap ver bana! Öyle misin?"
Bodil yan dönüp dizlerinin ve ellerinin üzerinde durmayı
başardı ve nefes almak için çabaladı.
Vilgot harekete geçip onun karnma bir tekme savurdu.
"Öyle misin? Cevap ver bana! Evimde bir Yahudi sevici mi
var? Benim çatım altında ha? Söylesene!"
Bodil büyük bir çaba sarf ederek uzaklaşmaya çalışıyor,
cevap vermiyordu. Vilgot peşinden giderek karnma bir tek­
me daha savurmak üzere davrandı. Bodil korkuyla geri çeki­
lip iki büklüm vaziyette yere yığıldı, ama sonra tekrar dört
ayak üzerinde durup uzaklaşmak istedi.
344

"Sen, kahrolası kaltağın tekisin! Kahrolası, Yahudi se­


vici bir kaltaksın!" Vilgot bu sözcükleri kusarken Frans ba­
basının yüzüne baktı ve bir memnuniyet ifadesi gördü. Vil­
got, Bodil'e küfürler yağdırarak bir tekme daha attı. Sonra
Frans'a baktı. Yüzü heyecanla parlıyorrlu ve Frans bu ifade­
yi gayet iyi biliyordu.
"Pekala evlat, şimdi sana kaltaklada nasıl başa çıkacağı­
nı öğreteceğim. Çünkü anladıkları tek dil budur. İzle de öğ­
ren." Vilgot kemerini ve pantolonunu çıkarırken hızlı hızlı
soluk alıyor ve gözlerini Frans'tan ayırmıyordu. Sonra birkaç
metre uzaklaşmayı başaran Bodil'e doğru birkaç adım attı.
Bir eliyle saçından yakaladı ve diğer eliyle eteğini kaldırdı.
Bodil, "Hayır, hayır yapma . . . Frans'ı düşün" diye yalvardı.
Vilgot onun başını sertçe geriye doğru çekip yüksek sesle
inleyerek içine girerken sadece güldü.
Frans'ın midesindeki düğüm katılaşarak büyük ve soğuk
bir nefret topuna dönüştü. Ve dizlerinin üzerinde duran an­
nesi, babası içine girip çıkarken başını çevirip de onunla göz
göze geldiğinde, Frans hayatta kalmak için yapabileceği tek
şeyin bu nefrete tutunmak olduğunu anlamıştı.
.r

Kjell cumartesi sabahını ofisinde geçirdi. Beata çocukla­


rı da alıp annesiyle babasını ziyarete gitmişti; Hans Olavsen
hakkında küçük bir araştırma yapmanın tam sırasıydı. Şu
ana kadar hiçbir şey bulamamıştı. O dönemde yaşamış ve ay­
nı isme sahip bir sürü Norveçli vardı ve eğer bir kısmını ele­
yecek bir yöntem bulamazsa, bu imkansız bir arayışa dönü­
şecekti.
Erik'in kendisine verdiği makaleleri tekrar tekrar oku­
muştu, ama bu bilgi kırıntılarından nasıl bir anlam çıkarma­
sı gerektiğini hala bulamamıştı. Onu en çok şaşırtan da buy­
du. Madem Erik Frankel ona bir hikaye vermek istemişti,
neden dosdoğru ortaya çıkıp neler olduğunu anlatmamıştı?
Neden böyle gizemli bir yaklaşımı benimsemişti? Kjell içini
çekti. Makalelerin Hans Olavsen hakkında verdiği tek bilgi,
kendisinin İkinci Dünya Savaşı sırasında bir direnişçi olma­
sıydı. Kjell bir an için babasına şu Norveçli hakkında daha
fazlasını bilip bilmediğini sormayı düşündü ama derhal vaz­
geçti. Babasından yardım istemektense, bir arşivde yüz saat
geçirmeyi yeğlerdi.
Bir arşiv . . . Bu fena fikir değildi. Acaba Norveç'te direniş
hareketinin bir parçası olan insanların isimlerinin yer aldı­
ğı bir tür veritabanı var mıydı? Bu konu hakkında çok ya­
zılıp çizilmişti; birileri mutlaka konuyu araştırmış ve hare-
346

ketin tarihçesini çıkarmaya kalkışmış olmalıydı. Her zaman


böyle birileri olurdu.
Kjell internet tarayıcısını açtı ve aradığını bulana kadar
birtakım sözcük kombinasyonlan kullanarak bir dizi araştır­
ma yaptı. Eskil Halvarsen adında bir adam, İkinci Dünya Sa­
vaşı sırasında Norveç hakkında, özellikle de direniş hareke­
ti üzerine birkaç kitap yazmıştı. Konuşması gereken adam
buydu. Kjell internetten bulduğu bir Norveç telefon rehbe­
rinden Halvorsen'in numarasına baktı. Hemen telefona uza­
nıp rakamları tuşladı, sonra bir daha yapmak zorunda kaldı,
çünkü heyecandan Norveç'in ülke kodunu girmeyi unutmuş­
tu. Cumartesi sabahı tanımadığı bir adamı rahatsız etmiş ol­
masını sorun etmiyordu ; bir gazetecinin böyle vicdanİ kaygı­
lan olamazdı.
Birkaç saniye boyunca sabırsızca bekledikten sonra, ni­
hayet hattın diğer ucundaki sesi duydu. Kjell kendini tanıtıp
savaş sırasında direniş hareketinin bir parçası olan ve ardın­
dan İsveç'e kaçan Hans Olavsen adında birinin yerini tespit
etmeye çalıştığını söyledi.
" . . . Yani araştırmalarınızda bu isme rastlamadınız mı?"
Hüsrana uğrayan Kj ell, not defterine daireler çiziyordu .
"Evet, direniş hareketinde binlerce kişinin yer aldığının far­
kındayım, ama acaba, bir ihtimal? .. "
Kjell, Norveç direniş hareketinin örgütlenme biçimiyle il­
gili Halvorsen'in attığı uzun nutku dinlerken, not defterine
hararetle bir şeyler karalamaya devam etti. Kuşkusuz ilginç
bir konuydu, özellikle de uzmanlık alanının neo-Nazizm ol­
duğu düşünülürse; ama Kjell araştırmadaki adağını kaybet­
mek istemiyordu.
"Bütün direniş savaşçılarının isim listesinin yer aldığı bir
arşiv var mı? . . Tamam, yani birtakım belgeler var, değil mi?
Acaba Hans Olavsen adınİ ve şu anda nerede olabileceğini
kontrol ederek bana yardımcı olabilir misiniz? Size minnettar
347

kalırım . Bu arada, Olavsen 1944 yılında İsveç'e, Fjiillbacka'ya


gelmiş; belki bu bilginin size bir yardımı dokunur."
Kjell halinden memnun bir şekilde telefonu bıraktı. Um­
duğu kadar çarpıcı bir ipucu bulamamış olabilirdi ama Hans
Olavsen hakkındaki gerçekleri deşebilecek biri varsa, o da az
önce konuştuğu adamdı.
Bu arada, kendi başına yapabileceği bir şey de vardı.
Fj allbacka kütüphanesinde Norveçli hakkında bazı bilgiler
olabilirdi. En azından denemeye değerdi. Kjell saatine baktı.
Eğer şimdi çıkarsa, kütüphane kapanmadan önce oraya va­
rabilirdi. Ceketini aldı, bilgisayarını kapattı ve ofisten çıktı.
Çok uzaklarda, Eskil Halvarsen çoktan Hans Olavsen
adındaki direnişçi hakkında araştırma yapmaya başlamıştı.

Maj a onu arabaya oturttuklarında, oyuncak bebeği hala


sımsıkı tutuyordu. Erica yaşlı kadının hediyesi nedeniyle çok
duygulanmıştı; üstelik Maja'nın bebeğe ilk görüşte aşık ol­
masını çok sevimli bulmuştu.
"Ne kadar tatlı bir kadın" dedi Erica, Patrik'e dönerek.
Tek yönlü sokakların ve durup dururken ortaya çıkan zilli
tramvayların kol gezdiği Göteborg'da dikkatini trafiğe veren
Patrik, başıyla belli belirsiz onayladı.
Etrafına bakınarak, "Acaba nereye park etsek?" diye sordu.
Erica, "Şurada bir yer var . . . " diyerek işaret etti. Patrik,
gösterdiği yere yanaşıp park etti.
Erica puseti bagajdan çıkanrken, "Sanınm sen ve Maja be­
nimle dükkana girmeseniz daha iyi olur" dedi. Antikacıların
bu yaramaz küçükhanıma uygun yerler olduğunu sanmıyo­
rum - etrafta gördüklerine nasıl da el koyduğunu biliyorsun."
Patrik Maja'yı pusetine oturtarak, "Galiba haklısın" dedi.
"Biz de yürüyüşe gideriz. Ama daha sonra olan biten her şeyi
anlatmak zorunda kalacaksın."
"Anlatacağım, söz veriyorum." Erica, Maja'ya el salladık-
348

tan sonra kendisine telefonda verilen adresin yolunu tut­


tu. Guldheden üzerindeki antikacıyı kolayca buldu. İçeri gi­
rerken bir zil çaldı ve perdenin ardından kısa boylu, zayıf ve
upuzun sakallı bir adam çıktı.
Beklenti dolu bir tavırla, kibarca ''Yardımcı olabilir mi­
yim?'' diye sordu.
''Merhaba, ben Erica Falck. Daha önce telefonda konuş­
muştuk." Erica adamın yanına gidip elini uzattı.
Adam "Enchante' l 2 dedi ve Erica'nın elini öperek onu şa­
şırttı. Erica birinin en son ne zaman elini öptüğünü hatırla­
mıyordu. Daha doğrusu, elini kimsenin öpüp öpmediğini de . . .
"Anladığım kadarıyla, ortada hakkında daha çok şey öğren­
mek istediğiniz bir madalya var, öyle değil mi? İçeri gelip
oturun da bir bakayım." Adam perdeyi kenara itti ve Erica
oldukça alçak bir kapıdan geçmek üzere hafifçe eğildi. Sonra
olduğu yerde kaldı. Duvarlannın her bir santimi Rus ikona­
larıyla dolu karanlık ve küçük odada sadece küçük bir masa
ve iki sandalye vardı.
Telefonda kendisini .Ake Grunden olarak tanıtan adam,
·�işte benim tutkum" dedi. Otururlarken büyük bir gururla,
"İsveç'in en iyi Rus ikonaları koleksiyonlanndan birine sahi­
bim" diye ekledi.
Erica ikonalara bakarak, "Çok güzeller" dedi.
Koleksiyonuna bakarken gururdan göğsü kabaran Ake,
"Ah, onlan tarif etmek için çok daha başka sıfatlar gerek tat­
lım, çok daha başka" dedi. "Bunlar . . . muhteşem bir tarihin
ve geleneğin temsilcileri." Sonra durdu ve gözlüklerini taktı.
"Ama bu konuya girdiğim zaman büyük bir iştahla aniatma
gibi bir huyum var; bu yüzden sizi buraya getiren meseleye
geri dönsek iyi olur. Kabul etmeliyim ki kulağa ilginç geliyor."
"Şey, anladığım kadarıyla başka bir uzmanlık alanınız da­
ha var: madalyalar ve İkinci Dünya Savaşı."

12. Fransızcada "Memnun oldum" anlamına gelir. (ç.n.)


349

Ake gözlüklerinin üzerinden Erica'ya baktı. "Etrafını in­


sanlarla doldurmak yerine eski sanat eserlerini ön plan­
da tutmayı seçince biraz yalnız kalmak işten bile değil. Doğ­
ru seçimi yapıp yapmadığımdan pek emin değilim ama geri­
ye dönüp baktığımda akıllıca davrandığımı görüyorum" de­
di ve gülümsedi. Erica da ona gülümsayerek karşılık verdi.
Ake'nin alaycı espri anlayışı hoşuna gitmişti.
Elini cebine atan Erica bir kumaş parçasına sardığı ma­
dalyayı dikkatle çıkarırken, Ake de masanın üstündeki larn­
hayı açtı. Erica'nın kumaşı açıp madalyayı çıkarmasını huşu
içinde izledi.
Madalyayı avucuna alarak, "Ah" dedi. Onu büyük bir il­
giyle inceliyor, hiçbir küçük detayı kaçırmamak i çi n gözleri ni
kısmış, lambanın güçlü ışığı altında evirip çeviriyordu.
En sonunda gözlüklerinin üzerinden Erica'ya bakarak,
"Bunu nereden buldunuz?" diye sordu.
Erica ona annesine ait olan ve madalyayı içinde bulduğu
sandıktan bahsetti.
"Ve bildiğiniz kadarıyla annenizin Almanya'yla hiçbir
bağlantısı yoktu, öyle mi?"
Erica başını iki yana salladı. "En azından duyduğum ka­
darıyla yoktu. Ama annemin doğup büyüdüğü ve yaşadığı
Fjallbacka, Norveç sınırına çok yakın. Son zamanlarda yaptı­
ğım bazı araştırmalara göre, yerel halktan pek çok kişi savaş
boyunca Norveç direniş hareketine yardım etmiş. Anne tara­
fından büyükbabam, gemisiyle insanların Norveç'e mal ka­
çırmalarına göz yummuş. Hatta savaşın sonuna doğru Nor­
veçli bir direnişçiyi Fjallbacka'ya getirip ona kalacak yer da­
hi vermiş."
"Evet, Almanların Norveç'i işgali sırasında, iki ülkenin kı­
yı şehirlerinin sürekli bir temas halinde olduğu inkar edile­
mez . . . " Ake madalyayı incelemeye devam ederken sesli düşü­
nüyormuş gibi konuşuyordu: "Şey, bu madalyanın ne şekilde
350

annenizin eline geçtiğine dair hiçbir fikrim yok" dedi, "ama


size şu kadarını söyleyebilirim: Bu bir Demir Haç, yani Al­
manya için cesurca savaşanlara layık görülen bir madalya."
Erica umutlanarak, "Peki bu madalyayı alan kişilerin bir
listesi filan var mı?" diye sordu. "Kim ne derse desin, Alman­
lar savaş sırasında iyi yöneticilerdi ve geriye mutlaka bir tür
arşiv bırakmış olmalılar . . . "
Ake başını iki yana salladı. "Hayır, bildiğim kadarıyla
böyle bir liste yok. Demir Haç madalyasının çeşitli dereceleri
vardı ve elimizdeki de birinci derece, yani pek de nadir görü­
len bir madalya değil. Savaş sırasında bölgedeki dört yüz elli
bin kişiye verilen bir madalyadan bahsediyoruz; bunun veril­
diği kişinin izini sürmek imkansız."
Erica yakın zamanda karşılaştığı engellerden sonra, bü­
tün umutlarını madalyaya bağlamıştı. Bir kez daha çıkmaz
yola saptığını görmek onda büyük bir hayal kırıklığına sebep
oldu. Ayağa kalkıp Ake'ye teşekkür etti ve onunla tokalaş­
mak üzere elini uzattı. Ake, Erica'nın elini sıkacağı yerde bir
kez daha öptü ve "Daha fazla yardımcı olamadığım için üzgü­
nüm" dedi.
Erica kapıyı açarak, "Sorun değil" dedi. "Araştırmaya de­
vam edeceğim. Annemin neden bu madalyaya sahip olduğu­
nu öğrenmek için yanıp tutuşuyorum."
Ama kapıyı kapattığında, Erica bütün hevesini yitirdiği­
ni hissetti. Madalyanın sırrını çözeceğine asla inanmıyordu.
Sachsenhausen, 1945

Yolculuğun büyük bir kısmı boyunca Axel'in zihni bula­


nıktı. En çok hatırladığı şey, kulağının nasıl da iltihaplandı­
ğı ve ağrıdığıydı. Almanya'ya giden tren de, Grini' den birçok
esirle birlikte sıkış tepiş bir yolculuk yapmış ve patlayacak­
mış gibi zonklayan başı dışında hiçbir şeye odaklanamamış­
tı. Almanya'ya nakledileceklerini öğrendiğinde bile, donuk
bir şekilde tepkisiz kalmıştı. Bir bakıma bu haberi aldığına
sevinmişti. Almanya'nın ölüm anlamına geldiğini biliyordu.
Kimse tam olarak neyle karşılaşacaklarını bilmiyorduysa da
kendilerini bekleyen kaderle ilgili birtakım söylentiler ve de­
dikodular duymuşlardı. Alınaneada "gece ve sis" anlamına
gelen Nacht und Nebel, yani NN esirleri olarak damgalan­
mışlardı. Bu yüzden ne mahkemeye çıkacaklardı ne cezaları
açıklanacaktı ne de akrabalan akıbetierini öğrenecekti; öyle­
ce geceye ve sise kanşacaklardı.
Axel Almanya'da trenden indiğinde, kendisini bekleyen
her türlü sona hazır olduğunu sanmıştı. Ama bu kaçınılmaz
gerçeğe alışması mümkün değildi. Tren onları cehenneme ge­
tirmişti. Ayaklarının altında yanan bir ateş olmasa bile, bu­
rası yine de cehennemdi.
Axel birkaç haftadır buradaydı ve bu süre zarfında gör­
dükleri her gece diken üstünde uyurken rüyalarına giriyor,
her sabah üçte kalkıp akşam dokuza kadar durmadan çalı­
şırken endişeyle dolmasına neden oluyordu.
352

En kötü durumda olanlar NN esirleriydi. Onlara çoktan


ölmüş gözüyle bakıldığından, hiyerarşinin en altındalardı.
Yanlışlık yapılmasın diye, hepsinin sırtında kırmızı bir "N"
harfi vardı. Kırmızı renk, siyasi suçlular olduklan anlamı­
na geliyordu. Suçlular yeşil semboller taşıyariardı ve kırmızı
ile yeşil mahkumlar arasında kontrolün kimde olduğuna da­
ir bitmek bilmeyen bir mücadele vardı. Tek tesellileri, İskan­
dinav malıkumiann güçlerini birleştirmiş olmalarıydı. Karn­
pm çeşitli yerlerine dağılmışlardı ama işten sonra her ak­
şam toplanıp olan biten hakkında konuşuyorlardı. Bazıları
günlük ekmek payından küçük birer dilim kesip diğerleriyle
paylaşıyordu. Sonra bu dilimler toplanıyor ve revirdeki has­
ta esiriere götürülüyordu. Hepsi de mümkün olduğu nca çok
sayıda İskandinavyalının eve geri dönmesi için çabalıyordu.
Ama yardım edemeyecekleri bir sürü kişi vardı. Axel çok geç­
meden ölüp giden esirlerin çetelesini tutmayı bırakmıştı.
Küreği tutan eline baktı. Bir deri bir kemik kalmıştı; san­
ki elinin üstünde et değil de, sadece eklemlerini örten bir de­
ri parçası vardı. Kendini halsiz hissettiğinden, en yakında­
ki gardiyan başka tarafa baktığı sırada bir anlığına küreği­
ne yasıandı ama gardiyan tekrar o yana döner dönmez kaz­
maya devam etti. Küreği toprağa her saplayışında nefes ne­
fese kalıyordu. Axel kendisinin ve diğer malıkumiann topra­
ğı kazmalannın gerekçesine bakmamak için kendini zorladı.
O hatayı sadece bir kez, ilk gününde yapmıştı. Ve gözlerini
her kapadığında, o manzarayı hala görebiliyordu. O koca ce­
set yığınını. Bir deri bir kemik kalarak iskelete dönmüş ve
çöp gibi üst üste yığılmış cesetler, şimdi de alt alta, üst üs­
te toplu bir mezara gömülecekti. En iyisi bakmamaktı. Gar­
diyanı kızdırmamak için yeterince derin bir çukur kazmaya
gayret ederken, göz ucuyla cesetleri biraz görür gibi oldu.
Yanındaki esir birdenbire yere yığıldı. O da tıpkı Axel gi­
bi sıskalaşmış ve gıdasız kalmıştı; resmen dizlerinin bağı çö-
353

zülmüştü. Tekrar ayağa kalkamadı. Axel gidip adama yar­


dım etmeye düşündü ama her zamanki gibi vazgeçti. Şu an­
da giderek azalan enerjisinin tamamını kendi hayatını sür­
dürmeye ayırmıştı. Kamplarda işler böyle yürüyordu: Herkes
kendini kollamak ve elinden geldiğince hayata tutunmak zo­
rundaydı. Alman siyasi mahkumlar bu konuda tecrübeliydi
ve Axel onların tavsiyelerine kulak veriyordu. "Nie aufallen"
diyorlardı: "Dikkati kendine çekme, kaçmaya çalışma". İşin
sırrı, herhangi bir risk anında ortalarda bir yerde durmak
ve başını öne eğmekti. Bu yüzden Axel, gardiyanın yere yı­
ğılan malıkurnun yanına gidişini, kolunu kavrayışını ve kaz­
ınayı bitirdikleri çukurun ortasına, en derin yerine sürükle­
yi şi n i kayıtsız bir tavırla izledi. Sonra gardiyan, malıkumu
geride bırakarak, sakince dışarıya tırmandı. Bu adam yüzün­
den kurşun harcamayacaktı. Zaten kaynaklar kısıtlıydı; ne­
den ölü sayılan birisi için kurşun harcasındı ki? Yığındaki ce­
setler birer birer adamın üzerine atılacaktı. Eğer henüz öl­
mediyse, çok yakında boğularak ölmüş olurdu.
Axel bakışlarını çukurdaki mahkumdan kaçırdı ve kendi
köşesinde toprağı kazmaya devam etti. Artık evdekileri dü­
şünmüyordu. Eğer hayatta kalmak istiyorsa, zihninde böyle
düşünceler olmamalıydı.
Aradan iki gün geçtiği halde, Erica'nın hayal kırıklığı geç­
memişti. Patrik'in de Erik Frankel'den gelen aylık ödemele­
rin sebebini öğrenme girişimi sonuçsuz kalmasıyla en az kP.n ­
disi kadar ümitsiz olduğunu biliyordu. Ama ikisinin de he­
nüz pes etmeye niyeti yoktu. Patrik, Wilhelm Frid{m'den ka­
lan belgelerden bir şey çıkacağını umarken, Erica da araştır­
maya devam ederek bir şeyler bulana kadar her türlü olası
bakış açısını keşfetmeye kararlıydı.
Bir süreliğine yazmak üzere çalışma odasına çekildi ama
kitabına konsantre olamadı. Zihninde çok fazla düşünce dö­
nüp duruyordu. Dumlekola paketine uzanıp çikolata ağzın­
da eridikçe ortaya çıkan kola tadının keyfini çıkardı. Bu alış­
kanlığına çok geçmeden bir son vermesi gerekiyordu. Ama
son zamanlarda o kadar çok şey olmuştu ki, kendini ara sıra
ufak bir kaçamak yapma zevkinden mahrum bırakamıyordu.
Buna sonra da kafa yorabilirdi. Sadece iradesini kullanarak
bahardaki düğünleri için kilo vermeyi başarmıştı. Yani bunu
tekrar yapabileceğinden emindi. Sadece bugün sırası değildi.
"Erica!" Patrik aşağıdan seslenmişti. Erica neler olduğuna
bakmak için odadan çıkıp sahanlıkta durdu.
"Karin telefon etti. Maj a ile ben, Karin ve oğluyla yürüyü­
şe çıkacağız."
Erica ağzındaki Dumkelola'yı emdiği için boğuk bir ses-
355

le, "Tamam" dedi. Çalışma odasına geri dönüp bilgisayarın


karşısına oturdu. Patrik'in Karin'le yürüyüşe çıkması konu­
sunda ne hissettiğine hala karar vermemişti. Karin iyi biri­
ne benziyordu, Patrik'le boşanmalarının üzerinden de uzun
zaman geçmişti. Erica en azından Patrik açısından bu iliş­
kinin tarihe karıştığından emindi. Ama yine de . . . Onun eski
karısıyla vakit geçirdiğini görmek tuhafına gidiyordu. Ne de
olsa bir zamanlar aynı yatağı paylaşmışlardı. Erica gözünün
önüne gelen görüntüden kurtulmak için başını iki yana sal­
ladıktan sonra, teselli için ağzına bir çikolata daha attı. Ger­
çekten kendini toplaması gerekiyordu. Asla kıskanç bir ka­
dın olmamıştı.
Bu konuyu aklından çıkarmak için internet tarayıcısı­
nı açtı. Aklına bir fikir gelmişti ve arama motoruna "Ignoto
militi" yazarken içi umutla doldu. Karşısına bir sürü sonuç
çıktı. Erica ilk sıradaki bağlantıya tıklayıp yazılanları ilgiyle
okumaya başladı. Şimdi bu sözcüklerin neden bu kadar tanı­
dık geldiğini anlamıştı. Çok uzun zaman önce, Paris'e yapılan
bir okul gezisinde onu Zafer Takı'na ve meçhul askerin meza­
rına götürmüşlerdi. "Ignoto militi'', "meçhul asker'' demekti.
Erica okumaya devam ederken kaşlarını çattı. Zihninde
daha çok soru belirmeye başlamıştı. Erik Frankel'in masası­
nın üzerindeki not defterine bu sözcükleri karalamış olma­
sı yalnızca bir tesadüf müydü? Yoksa bu ifadenin onun için
özel bir anlamı mı vardı? Eğer varsa, neydi? Erica ekranda­
ki yazıların büyük bir kısmını okudu, ama ilginç bir şey bu­
lamayınca aşağıdaki bağlantılara baktı. Ağzına üçüncü bir
Dumlekola atarak bacaklarını masasının üzerine uzatıp bun­
dan sonra ne yapacağını düşündü. Sonra ona daha fazlasını
anlatabilecek biri olduğu aklına geldi. Bu uzak bir ihtimaldi
ama . . . Erica aşağıya koştu, girişteki masanın üzerinden ara­
ba anahtarını aldı ve Uddevalla'nın yolunu tuttu.
Kırk beş dakika sonra hastanenin park yerinde oturuyor
356

ve bir planı olmadığını fark ettiği için çekiniyordu. Telefonda


Herman'ın hangi koğuşta yattığını öğrenmek epey kolay ol­
muştu, ama onu görmesine izin verip vermeyeceklerine dair
hiçbir fikri yoktu. Eh, madem buraya kadar gelmişti, en azın­
dan deneyebilirdi. Sadece doğaçlama yapması gerekecekti.
Önce girişteki dükkima uğrayıp büyük bir buket çiçek aldı.
Asansöre bindi, inmesi gereken katta inerek kendinden emin
adımlarla koğuşa doğru yürüdü. Görünüşe göre kimse onu
fark etmemişti. Erica oda numaralanna baktı. Otuz beş: İşte
Herman'ın odası burasıydı. İçeride tek başına olduğunu umdu.
Eğer kızları da yanındaysa, işte o zaman kıyamet kopacaktı.
Erica derin bir nefes alarak kapıyı açtı. Rahatladı. Orta­
lıkta ziyaretçi filan yoktu. İçeri girdi ve kapıyı dikkatle ka­
pattı. Odada iki yatak vardı, birinde Herman yatıyordu. Oda
arkadaşı derin bir uykudaymış gibi görünüyordu. Fakat Her­
man uyanıktı; kollarını düzgünce örtünün üzerine uzatmış,
boşluğa bakıyordu.
Erica alçak sesle, "Merhaba Herman" dedi ve yatağının
yanına bir sandalye çekti. "Beni hatırlıyor musun bilmiyo­
rum. Britta'yı ziyarete gelmiştim. Sen de bana kızmıştın."
Erica önce Herman'ın onu duymadığını ya da duymak is­
temediğini sandı. Sonra Herman yavaşça dönüp ona baktı.
"Kim olduğunu biliyorum. Elsy'nin kızısın" dedi.
"Doğru. Elsy'nin kızıyım." Erica gülümsedi.
Herman gözlerini kırpmadan ona bakarak, "Birkaç gün
önce . . . yine evimizdeydin" dedi. Erica'nın içi ona karşı tu­
haf bir şefkatle doldu. Ölen karısının yanında uzanırken,
ona sımsıkı sarılırken nasıl göründüğünü hatırladı. Şimdi de
hastane yatağında ufak tefek ve kınlgan görünüyordu. Artık
Britta'yı üzdüğü için Erica'ya bağıran adam değildi.
"Evet, evinize gelmiştim. Margareta'yla beraber" dedi Eri­
ca. Herman başıyla belli belirsiz onayladı. Bir süre ikisi de
bir şey demedi.
357

Nihayet Erica konuştu: "Annemin hayatı hakkında bazı


araştırmalar yapıyorum. Britta'nın ismine de bu sayede rast­
lamıştım. Britta'yla konuştuğumda, bana söylemek istediğin­
den ya da söyleyebileceğinden daha fazlasını bildiği hissine
kapıldım."
Herman tuhaf bir edayla gülümsedi ama cevap vermedi.
Erica devam etti: "Ayrıca gençliğinde annemle arkadaş
olan üç kişiden ikisinin bu kadar kısa bir süre içinde ölme­
lerinin tuhaf bir rastlantı olduğunu düşünüyorum." Sustu ve
Herman'ın cevap vermesini bekledi.
Herman'ın yanağından aşağıya doğru bir damla yaş sü­
züldü. Elini kaldırıp gözyaşını sildi. "Onu ben öldürdüm" de­
di tekrar boşluğa bakarak. "Onu ben öl d ü rdiim."
Erica, Herman'ı duymuştu ve Patrik'e göre, onun ifade­
siyle çelişen hiçbir şey yoktu. Öte yandan Martin'in de tıpkı
kendisi gibi şüpheleri olduğunu biliyordu. Ve Herman'ın ses
tonunda anlamlan dıramadığı tuhaf bir tım vardı.
"Britta'nın bana söylemek istemediği şeyin ne olduğunu bi­
liyor musun? Savaş sırasında olan bir şey miydi? Annemi ilgi­
lendiren bir konu muydu? Bence bunu bilmeye hakkım var" di­
ye üsteledi. Ona çok fazla baskı yapmadığını umdu, çünkü belli
ki Herman korunmasız bir haldeydi; ama annesinin geçmişin­
de saklı olan ve geçirdiği köklü değişimin sorumlusu olabile­
cek muhtemel sırrı öğrenmek için yanıp tutuşuyordu. Erica ce­
vap alamayınca devam etti: "Ziyaretim sırasında, Britta kafası
kanşmaya başlayınca fısıldayan bir isimsiz askerden bahsetti.
Bununla ne kast ettiğini biliyor musunuz? Bunu söylediği sıra­
da benim Elsy'nin kızı değil de, Elsy olduğumu sandı. İsimsiz
bir asker - bu konu hakkında bir şey biliyor musunuz?''
Erica ilk önce Herman'ın çıkardığı sese bir anlam vereme-
di. Sonra güldüğünü fark etti. Bu oldukça hazin bir kahkaha
taklidiydi. Erica bu kadar komik olan şeyin ne olduğunu an­
lamadı.
358

"Bunu Paul Heckel'e sor. Ve Friedrich Hück'e. Soruları­


na onlar cevap verebilirler." Herman tekrar gülmeye başladı;
kahkahalarının şiddeti giderek arttı ve sonunda yatak sarsıl­
maya başladı.
Herman'ın kahkahaları Erica'yı gözyaşlarından daha çok
korkutmuştu ama yine de sormayı ihmal etmedi: "Onlar da
kim? Kendilerini nerede bulahilirim? Tüm bunlarla ne ilgile­
ri var?" Bütün sorularının cevaplarını almak, Herman'ın bir
açıklama yapmasını sağlamak için onu bir güzel sarsmak is­
tiyordu ama tam o sırada kapı açıldı.
"Neler oluyor burada?" Kapıda bir doktor dikilmiş, kolları­
nı göğsünde kavuşturmuştu, yüzünde de aksi bir ifade vardı.
"Mfedersiniz, yanlış odaya gelmişim. Buradaki yaşlı adam
sohbet etmek istediğini söyleyince, sonra . . . " Derhal ayağa
kalktı ve doktora özür dilereesine bakarak telaşla dışarı çık­
tı. Arabasına binene kadar kalbi çarprnaya devam etti. Her­
man ona iki isim vermişti. Daha önce hiç rluymadığı ve onun
için hiçbir anlam ifade etmeyen iki Alman ismi. Almanların
bu işle ne ilgisi vardı? Bir şekilde Hans Olavsen'le bağlantı­
lan mı vardı? Ne de olsa Hans İsveç'e kaçmadan önce Alman­
lara karşı savaşmıştı.
Fjiillbacka'ya geri dönüş yolu boyunca, iki isim Erica'nın
zihninde dönüp durdu: Paul Heckel ve Friedrich Hück. Bu
isimleri daha önce hiç rluymadığından emindi. O zaman ne­
den azıcık da olsa tanıdık geliyorlardı?

"Martin Molin." Martin telefonu bir kez çaldıktan sonra


açmıştı, hattın diğer ucundaki kişiyi birkaç dakika boyun­
ca dikkatle dinledi ve sadece birkaç soru sormak için sözünü
kesti. Sonra telefon konuşması boyunca bazı şeyler karala­
dığı not defterini alıp Mellberg'i görmek üzere odasına gitti.
Onu bacaklarını öne uzatmış halde yerde oturarak ayakları­
na dokunınaya çalışırken buldu. Çabalan sonuç vermiyordu.
359

Kapı ağzında donakalan Martin, "Ee, özür dilerim. Sana


engel olmuyoruro ya?" diye sordu.
En azından Ernst onu gördüğüne memnun olmuştu. Kuy­
ruğunu saliayarak Martin'in yanına geldi ve elini yalarna­
ya başladı. Mellberg cevap vermedi, sadece yerden kalkma­
ya çalışarak somurttu. Başaramayınca sinir oldu ve sonunda
mecburen yenilgiyi kabullenerek elini Martin'e uzattı. Mar­
tin onu yukarı çekerek ayağa kalkmasına yardım etti.
Kazık yutmuş gibi sandalyesine yürüyen Mellberg, "Sa­
dece birkaç esneme hareketi yapıyordum" diye mırıldandı.
Martin'i sırıtırken yakalayınca, "Bir şey mi istiyorsun yoksa
beni sebepsiz yere rahatsız etmeyi mi planlıyordun?" diye çı­
kıştı.
Mellberg çalışma masasının en alt çekmecasini açtı ve
hindistancevizli bir yumuşak şekerleme çıkardı. Ernst ha­
vayı kokladı, artık yakından tanıdığı bu leziz kokuya doğru
yönelerek sahibine nemli, yalvaran gözlerle baktı. Mellberg
köpeğe sert bir bakış atmaya çalıştı, ama sonra yumuşayıp
ikinci bir yumuşak şekerlerneyi Ernst'e fırlattı. Şekerleme iki
saniye içinde yok oldu.
Martin, göbeği giderek sahibine benzeyen Ernst'e endişey­
le bakarak, "Köpeğinin karnı biraz şişmiş" dedi.
Mellberg kendi bira göbeğini sıvazlayarak, "Ah, o gayet
iyi. Biraz fazla kilonun kimseye zararı olmaz" dedi memnu­
niyetle.
Martin üstelemeyip Mellberg'in karşısına oturdu. "Az önce
Pedersen'den bir telefon aldım. Ayrıca bu sabah Torbjörn'den
bir rapor geldi. İlk tahminleri doğrulanmış. Britta Johansson
salıiden de öldürülmüş. Yatağında yanında duran yastık kul­
lanılarak boğulmuş."
"Peki, ama nasıl. . ." diye lafa girdi.
Martin, "Bir bakalım" diyerek sözünü kesti ve not defteri­
ne göz attı. "Pedersen her zamanki gibi gizemli konuştu ama
360

konuyu basite indirgersek, Britta'nın boğazında yastığa ait


bir tüy bulunmuş. Herhalde Britta yastık yüzüne hastınldığı
sırada nefes almaya çalışırken boğazına kaçtı. Pedersen ayrı­
ca boğazında lif kalıntıları olup olmadığını da kontrol etmiş
ve yastıktan alınanlarla uyuşan pamuk liflerine rastlamış.
Ayrıca Britta'nın boynundaki kemiklerde de travma var; bu
da birinin boynuna doğrudan baskı uyguladığını gösteriyor.
Büyük olasılıkla elini kullanmış. Britta'nın teninde parmak
izi aramışlar ama ne yazık ki bulamamışlar."
"Evet, durum yeterince açık. Duyduğum kadarıyla kadın
�astaymış. Biraz bunakmış" diyen Mellberg parmağıyla şa­
kağına dokundu.
"Alzheimer hastasıymış" dedi Martin tersçe.
Mellberg, Molin'in tepkisine aldırmadan, "Evet, tamam,
biliyorum" dedi. "Ama bana bunu yaşlı adamın dışında bi­
rinin yaptığını söyleme. Bu da büyük olasılıkla şu . . . acıma
duygusuyla işlenen cinayetlerden biridir" dedi. Tümdenge­
lirnci mantık yürütme şeklinden memnun kalarak kendini
başka bir yumuşak şekerlemeyle ödüllendirdi.
Martin defterinde bir sayfa çevirerek, "Ee . . . şey, belki" de­
di gönülsüzce. Sonra kararlılıkla devam etti: "Ama Torbjörn'e
göre, yastığın üzerinde bir parmak izi bulmuŞlar. Genellikle
kumaştan parmak izi almak çok zordur ama bu yastık kılıfı­
nın parlak birkaç düğmesi varmış ve bir tanesinin üzerinde
net bir başparmak izi bulunmuş. Ve bu iz Herman'a ait değil."
Mellberg kaşlarını çattı ve bir an için Martin'e kaygı do­
lu bir bakış attı. Sonra yüzü aydınlandı. "Muhtemelen kız­
lardan birine aittir. Yine de bunu doğrulayıp emin olmak için
kontrol etsen iyi olur. Sonra da hastanedeki doktora telefon
et ve Britta'nın kocasını kendine getirmek için ne gerekiyor­
sa yapmasını söyle. İster ona kahrolası bir elektroşok uygu­
lasın, isterse ilaç versin; çünkü hafta bitmeden önce adamla
konuşmak istiyoruz. Anlaşıldı mı?"
361

Martin içini çekti ve başıyla onayladı. B u durum hoşuna


gitmemişti. Hem de hiç. Ama Mellberg haklıydı. Başka bir
faili işaret eden hiçbir kanıt yoktu. Ortada sadece bir başpar­
mak izi vardı. Eğer Martin'in şansı yaver gitmezse, Mellberg
çok yakında bu konuda da haklı çıkacaktı.
Martin tam kapıdan çıkmak üzereydi ki, alnına vurdu ve
geri döndü. "Ah, bir şeyi unuttum. Kahretsin, ne kadar da
aptalım! Pedersen, Britta'mn tırnaklarının altındaki deri dö­
küntülerinde ve kan pıhtılarında bol miktarda DNA bulmuş.
Herhalde Britta kendisini boğmaya çalışan kişiyi tırnakla­
mış. Hem de Pedersen'e göre sivri tırnaklarını epey derine
batırıp bu kadar çok deri sıyırmayı başarmış. Bana sorarsan
büyük olasılıkla katilin kollarını ya da y üzünü tırnaklamış­
tır." Martin kapının pervazına yaslandı.
Mellberg öne eğilip dirsekierini masaya dayayarak, "Peki,
kocasında çizikler var mı?" diye sordu.
"Bilmiyorum ama Herman'ı bir an önce ziyaret etmemiz
şart gibi görünüyor" dedi Martin.
"Kesinlikle" dedi Mellberg. "Paula'yı da yanına al" diye ba­
ğırdı ama Martin çoktan gitmişti.

Per son birkaç gündür evde parmak uçlarında dolaşıyor­


du, ama bu durumun uzun süreceğine inanmıyordu. Annesi
önceleri bir gün bile ayık gezmezdi. Yani babası gittiğinden
beri. Per ondan önce nasıl bir hayatları olduğunu hatırlaya­
mıyordu ama aklında kalan birkaç am oldukça güzeldi.
Her ne kadar direnç gösteriyormuş gibi görünse de, geçen
her saatle, hatta dakikayla beraber daha da umutlanmaya
başlamıştı. Carina sarsak görünüyordu ve ne zaman karşı­
laşsalar, Per'e utanarak bakıyordu. Ama ayıktı. Per her ye­
ri kontrol etmişti ve bir tane bile yeni alınmış şişeye rastla­
mamıştı. Bir tane bile. Ve annesinin bütün gizli köşelerini bi­
liyordu. Aslında neden şişeleri saklama zahmetine girdiğini
3 62

hiç anlamıyordu. Hepsini mutfak tezgahının üzerinde bırak­


sa da olurdu.
Carina Per'e temkinli bir bakış atarak, "İkimize akşam
yemeği hazırlayayım mı?" diye usulca sordu. Sanki ilk kez
tanışmışlar da işlerin nasıl gideceğini bilmiyorlarmış gibi,
birbirlerinin etrafında usul usul dolaşıyorlardı. Belki bu ger­
çekten de uygun bir benzetmeydi. Per'in annesini en son ayık
görmesinin üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Annesinin
kanında alkol dolaşmıyorken nasıl biri olduğunu bilmiyor­
du. Carina da Per'i tanımıyordu. Gördüğü ve yaptığı her şeyi
süzgeçten geçiren bir alkol sisiyle sarmalanmış olarak gezer­
ken neler olduğunu nasıl takip edebilirdi ki? Şimdi birer ya­
bancı gibiydiler. Ama meraklı, ilgili ve d e ol dukça umutlu ya ­
bancılardı.
Carina spagetti ve köfte yapmak üzere buzdolabından
malzemeleri çıkarırken, "Frans'tan hiç haber aldın mı?" di­
ye sordu.
Per ne diyeceğini bilemedi. Hayatı boyunca büyükbaba­
sıyla temas kurması kesinlikle yasak olmuştu; buna rağmen
durumu kurtaran ya da en azından kurtulabileceklerine dair
bir umut ışığı yakan kişi hep Frans'tı.
Carina, oğlunun yaşadığı kafa karışıklığını ve cevap ver­
me konusundaki isteksizliğini fark etti. "Sorun değil. Kjell is­
tediğini söyleyebilir ama bana kalırsa, Frans'la konuşabilir­
sin. Tabii dikkatli olduğun sürece . . . " Carina duraksadı; son
birkaç gündür kurmak için çaba sarf ettikleri bu hassas den­
geye zarar verecek yanlış bir şey söylemekten korkmuştu.
Ama sonra cesaretini topladı ve devam etti: "Büyükbabanla
görüşmeni sorun etmiyorum . 0 . . . şey, Frans söylenınesi ge­
rekenleri söyledi. Bazı şeyleri fark etmemi sağladı. .. " Carina
soğan doğramak için kullandığı bıçağı bırakıp yüzünü oğluna
döndüğünde, Per onun gözyaşiarına güçlükle hakim olduğu­
nu gördü. "Değişmesi gereken şeyleri görmemi sağladı ve bu-
3 63

nun için ona sonsuza kadar minnettar kalacağım. Ama ba­


na söz vermeni istiyorum . . . Frans'ın görüştüğü o insanlarla
takılmayacaksın." Carina oğluna yalvarırcasına baktı ve alt­
dudağı titremeye başladı. "Karşılığında sana hiçbir söz vere­
mem . . . Umarım anlarsın. O kadar zor ki. Her gün, her da­
kika ayrı zor. Sadece deneyeceğime dair söz verebilirim. Ta­
mam mı?" Carina Per'e tekrar utanarak ve yalvarırcasına
baktı.
Per göğsündeki yumrunun biraz olsun gevşemeye başla­
dığını hissetti. Bunca yıldır tek istediği, özellikle de babası
gittikten sonra, çocuk olmasına izin verilmesiydi. Fakat bu­
nun yerine annesinin kusmuklarını temizlemek, Carina ya­
takta sigara içtiğinde evi yakmayacağından emin olmak için
arkasını kollamak ve dışarı çıkıp evin bütün alışverişini yap­
mak zorunda kalmıştı. Onun yaşındaki oğlanlann yapmama­
sı gereken şeyleri yapmaya mecbur olmuştu. Bütün bu anılar
zihninden geçip gidiyordu. Ama artık bir önemi yoktu. Çün­
kü tek duyduğu, annesinin yumuşak ve yalvaran sesiydi. Bir
adım öne çıkıp kollarını annesine doladı. Annesinden bir ka­
fa daha uzun olduğu halde ona sokuldu. Ve on yıldır ilk defa,
kendine çocuk olduğunu hissetme izni verdi.
Fj allbacka, 1945

Britta, Hans'ın kolunu okşayarak, "İşe biraz ara vermek


harika değil mi?" diye cıvıldadı. Hans belli belirsiz güldü ve
Britta'nın elini itti. Son altı ay içinde hepsini tanıdıktan son­
ra, Frans'ı kıskandırmak için kullanıldığının bilincindey­
di. Frans'ın kendisine muzipçe bakması, onun da Britta'nın
neyin peşinde olduğunu bildiğini gösteriyordu. Ama Hans,
Britta'nın azınine hayrandı. Herhalde Frans için yanıp tu­
tuşmaktan asla vazgeçmeyecekti.
Tabii ki bunda kısmen Frans'ın da suçu vardı; bazen
Britta'ya cesaret veriyor, sonra da ona her zamanki gibi soğuk
davranıyordu. Hans, Frans'ın oynadığı oyunun zalimliğin sı­
nırlarında gezindiğini düşünüyordu ama bu işe bulaşmak is­
temiyordu. Onu esas üzen, Frans'ın gerçekte kiminle ilgilen­
diğini keşfetmesiydi. Hans az ötede oturan Elsy'ye baktı ve
göğsüne bir ağrı saplandı, çünkü Elsy tam o sırada Frans'a
bir şey söyledikten sonra gülümsedi. Elsy'nin öyle güzel bir
gülümsernesi vardı ki. Üstelik güzel olan sadece gülümseme­
si de değildi. Gözleri, ruhu, üzerindeki elbisenin altından gö­
rünen kolları, ne zaman gülümsese ağzının solunda beliren
gamzesi... Onunla ilgili her şey, her türlü detay güzeldi.
Elsy ve ailesi Hans'a kibar davranıyorlardı. Hans onlara
kira olarak cüzi bir tutar ödüyordu. Elof ona gemilerin birin­
de iş de bulmuştu. Yemeklerde aileye katılması için sık sık
365

-hatta her akşam- davet ediliyordu. Bu ailenin sıcaklığının


ve dostluğunun, ruhunun her bir köşesini dolduran bir tara­
fı vardı. Savaşın, içinden söküp aldığı hisler, yavaş yavaş ge­
ri dönüyordu.
Ve sonra Elsy vardı. Hans geceleri yatağında uzamrken
onu gözünün önüne getirdiğinde benliğini saran düşüncele­
re ve hislere karşı koymaya çalışmıştı. Ama sonunda Elsy'ye
umutsuzca aşık olduğunu fark etmişti. Ne zaman Frans'ın
Elsy'ye kendi yüzünde olduğunu farz ettiği ifadenin aynısıy­
la baktığını görse, kıskançlık bir hançer gibi kalbine saplanı­
yordu.
Britta neler olduğunu kavrayacak kadar akıllı olmayabi':.
lirdi, a m a ne Frans ne de Hans'ın ana odağı olmadığını iç­
güdüsel olarak anlamıştı. Hans bunun Britta'yı fazlasıyla ra­
hatsız ettiğini biliyordu. Britta yüzeysel ve bencil bir kızdı;
Hans, Elsy gibi birinin neden onunla zaman geçirmek istedi­
ğini anlamıyordu. Ama Elsy Britta'nın etrafta olmasını iste­
diği sürece, ona katla,nmak zorundaydı.
Hans'ın dört yeni arkadaşı içinde, Elsy haricinde en çok
sevdiği kişi Erik'ti. Onun büyümüş de küçülmüş halinde ve
ciddiyetinde güven verici bir taraf vardı. Hans diğerlerinden
az ötede oturup Erik'le konuşmayı seviyordu. Savaş, tarih, si­
yaset, ekonomi hakkında tartışıyorlardı. Erik de Hans'ın ge­
lişiyle birlikte özlemini çektiği arkadaşa kavuştuğu için çok
mutluydu. Tabii ki iş olgular ve rakamlara geldiğinde Hans,
Erik kadar bilgili değildi, ama dünya, tarih ve bazı olayia­
nn nasıl da bağlantılı olduğu hakkında pek çok şey biliyordu.
Elsy, birbirlerine masallar anlatan yaşlı adamlara benzedik­
lerini söyleyerek onlara sataşıyordu ama Hans, Elsy'nin iki
dostu iyi anlaştığı için memnun olduğunu görebiliyordu.
Konuşmadıkları tek konu, Erik'in ağabeyiydi.
Hans bu konuyu hiç gündeme getirmiyordu. O ilk sefer dı­
şında, Erik de öyle.
366

Elsy ayağa kalkıp elbisesini düzeltirken, "Sanırım annem


az sonra yemeği hazırlamış olur" dedi. Hans da başıyla onay­
Iayıp ayağa kalktı.
Hans Elsy'ye bakarak, "Ben de seninle gelsem iyi olur,
yoksa annen kıyameti koparır" dedi. Elsy hoşgörüyle gülüm­
sedi ve kayalık tepeden inmeye başladı. Hans Elsy'nin yü­
zünün kızardığını fark etti. On yedi yaşındaydı, Elsy'den iki
yaş büyüktü ama Elsy yüzünden kendini daima sersem bir
okul çocuğu gibi hissediyordu.
Hans arkada kalan diğerlerine el salladı ve Elsy'nin pe­
şine takılıp yamaçtan İnıneye başladı. Elsy yolun karşısına
geçmeden önce iki yanına baktı ve sonra mezarlığın kapısını
açtı. Burası eve çıkan bir kestirmeydi.
"Bu gece hava ne kadar güzel" dedi Hans. Sesinin ne ka­
dar tedirgin çıktığını fark etti. Sessizce küfretti ve kendine,
aptal gibi davranınayı kesmesini söyledi. Elsy çakıl taşlı yol­
da hızla ilerliyor, Hans da peşinden geliyordu. Hans birkaç
adım sonra Elsy'ye yetişti ve ellerini pantolonunun cepleri­
ne sokup onun yanında yürümeye başladı. Elsy havayla ilgi­
li yorumuna cevap vermediği için rahatlamıştı, çünkü sözleri
son derece yavandı.
Hans birdenbire yoğun bir mutluluk hissetti. Elsy'nin ya­
nında yürüyor, ara sıra ona yandan kaçamak bakışlar atıyor­
du. Rüzgar şaşırtıcı derecede ılıktı ve ayaklarının altında­
ki çakıl taşları hoş bir çıtırtı çıkarıyordu. Hans ne zamandır
böyle hissetmemişti. Hatta bu hissi daha önce tatmamış bi­
le olabilirdi. Pek çok engelle karşılaşmıştı. O kadar ki, aşağı­
lanmışlık, nefret ve korku yüzünden göğsüne ağrılar giriyor­
du. Geçmişi düşünmemek için elinden geleni yapıyordu. Giz­
lice Elofun gemisine bindiği an, her şeyi geride bırakmaya ve
asla arkasına bakmamaya karar vermişti.
Ama şimdi görüntüler kendiliğinden zihnine üşüşüyordu.
Sessizce Elsy'nin yanında yürürken, Hans onları sakladığı
36 7

mağaralara geri dönmeye zorlasa da, engelleri zorla aşıp bi­


lincine sızıyorlardı. Belki de bir anlık saf mutluluk karşılığın­
da ödemesi gereken bedel buydu. O kısa ve acı-tatlı an için.
Eğer öyleyse, buna değerdi. Ama Elsy'nin yanında yürürken
ve bütün o yüzler, görüntüler, kokular, anılar ve sesler üzeri­
ne çökerken bu mutluluğun bir yararı yoktu. Paniğe kapılan
Hans, bir şeyler yapması gerektiğini hissetti. Boğazı tıkan­
maya, soluk alıp verişi giderek hızlanmaya ve yüzeyselleşme­
ye başlamıştı. Artık anılarına ket vuramıyordu. Ama kendisi­
ni ele geçirmelerine de izin veremezdi. Bir şeyler yapmalıydı.
O anda eli Elsy'nin eline değdi. Hans bu temas üzerine
sıçradı. O yumuşak ve heyecan verici dokunuş bile, tüm sıra­
danlığına rağmen Hans'ın düşünmek istemediği bütün o şey­
leri aklından çıkarması için yeterliydi. Hans mezarlığın üs­
tündeki tepede aniden durdu. Onun bir adım yukarısında
olan Elsy arkasını döndüğünde aralanndaki boy farkı kapan­
dı ve yüzleri aynı hizaya geldi.
"Sorun nedir?" diye sordu Elsy endişeyle. Hans o anda
kendine hakim olamadı. Elsy'ye yaklaştı, yüzünü ellerinin
arasına aldı ve onu usulca dudaklarından öptü. Elsy önce do­
nakaldı. Hans paniğe kapılmaya başladı. Sonra kız ansızın
gevşedi, dudaklan yumuşadı ve aralandı. Yavaşça dudaklan­
nı açtı, Hans dilini usulca ağzının içine sokarak Elsy'ninkini
aradı. Belli ki daha önce kimse onu öpmemişti, ama Elsy'nin
dili içgüdüsel bir şekilde onunkiyle buluşunca Hans dizleri­
nin bağının çözüldüğünü hissetti. Gözleri kapalıyken ondan
uzaklaştı ve başını ancak birkaç saniye sonra kaldırdı. Gör­
düğü ilk şey Elsy'nin gözleri oldu. Ve o gözlerde, kendi hisle­
rinin bir yansıması vardı.
Yavaş yavaş ve sessizce eve yürürlerken, geçmişe ait bü­
tün görüntüler Hans'ın zihninden uzaklaştı. Sanki hiç var ol­
mamışlar gibi.
......

Erica içeri girdiğinde, Christian bilgisayar ekranın­


da incelediği konuya dalıp gitmişti. Erica arabasına atlayıp
Uddevalla'dan doğruca kütüphaneye gelmişti ve hala Her­
man'ı hastanede bıraktığı an olduğu kadar şaşkındı. O Al­
man isimleri k ulağına tanıdık gelmiş ve onları bir kağıt par­
çasına not etmişti. O kağıdı kütüphaneciye uzattı.
"Selam Christian" dedi. "Acaba bu iki kişi hakkında her­
hangi bir bilgi olup olmadığına bakabilir misin? İsimleri Paul
Heckel ve Friedrich Hück."
Christian isimlere bakarken, Erica onun ne kadar bitkin
göründüğünü fark etti. Muh.temelen sonbahar nezlesiyle ce­
belleşiyor ya da çocuklarıyla sorunları var diye düşündü ama
elinde olmadan onun için endişelendi.
"Ben araştırmaını yaparken otursana" dedi Christian.
Erica oturup içinden ona iyi şanslar diledi, ama araştırma
sonuçlarına göz atan Christian'ın yüz ifadesinde bir değişik­
lik görmeyince, umutları suya düştü.
Christian başını özür dilereesine iki yana sallayarak, "Ne
yazık ki bir şey bulamadım" dedi sonunda. "Arşivimizde ya
da veritabanlarımızda hiçbir şey yok. Ama internette bir
araştırma yapabilirsin. Gerçi, sanırım bu isimler Almanya'da
oldukça yaygın."
''Tamam" dedi Erica hüsrana uğrayarak. ''Yani bu isimler­
le bölgemiz arasında bir bağlantı yok mu?"
369

"Korkarım yok."
Erica içini çekti. "Şey, her neyse. H erhalde o zaman da
işim fazla kolay olurdu." Sonra yüzü aydınlandı. "Acaba ar­
şivlerde buraya son gelişirnde benim için bulduğun makale­
lerde adı geçen biriyle ilgili herhangi bir şey olup olmadığını
kontrol edebilir misin? Onun için özel bir tarama yapmamış­
tık, sadece annemi ve bazı arkadaşlarını araştırmıştık. Ken­
disi Hans Olavsen adında Norveçli bir direnişçi. Bir süre bu­
rada, · Fjallbacka' da kalmış . . . "
"Savaşın sonuna doğru. Evet, biliyorum" dedi Christian
sözünü keserek.
Hevesi kınlan Erica, "Onu tanıyor musun?" diye sordu.
"Hayır, ama son birkaç gün içinde birileri bana ikinci kez
bu adamı soruyor. Anlaşılan popüler biri" dedi Christian.
Erica nefesini tutarak, "Onun hakkında başka kim bilgi
edinmek istedi?" diye sordu.
Christian tekerlekli çalışma sandalyesiyle küçük bir kutu­
nun yanına giderek, "Bir bakayım" dedi. "Hans hakkında da­
ha fazla bilgiye ulaşırsam kendisini ararnam için kartını bı­
rakmıştı. Eğer daha fazlasını bulsaydım onu arayacaktım."
Kendi kendine mırıldanarak kutunun içindekileri taradı ve
sonunda aradığını buldu.
"Halı. İşte burada. Kartta Kjell Ringholm yazıyor."
"Teşekkürler Christian" dedi Erica gülümseyerek. "Artık
kiminle sohbet etmem gerektiğini biliyorum."
Christian, "Anlaşılan durum ciddi" diye kıkırdadı ama gü­
lümsemesi gözlerine yansımadı.
"Pek sayılmaz. Sadece Hans Olavsen'le neden ilgilendiği­
ni merak ettim" dedi Erica sesli düşünerek. "Peki, Kjell Ring­
lıolm buradayken Hans Olavsen hakkında bir şey bulahildin
mi?"
"Sadece geçen sefer sana verdiğim belgeleri bulabildim .
Korkanın daha fazlası yok."
3 70

"Pekala. Anlaşılan bugün işler kesat" dedi Erica içini çe­


kerek. "Acaba Kjell Ringholm'ün kartındaki telefon numara­
sını not etmemin bir sakıncası var mı?"
Christian kartı ona uzatarak, "Tabii ki yok" dedi.
"Teşekkürler" dedi Erica göz kırparak. Hala yorgun gö­
ründüğü halde, Christian da ona göz kırptı.
"Ee" dedi Erica, "kitabınla ilgili ilerleme kaydettİn mi?
Yardımcı olmarnı istemediğinden emin misin? Denizkızı ­
başlığı buydu, değil mi?"
Christian, "Ah, kitap gayet iyi gidiyor" dedi, ama sesinde­
ki coşku kulağa pek de samimi gelmiyordu. "Evet, adı Deniz­
kızı olacak. Ama şimdi müsaade edersen, yapmam gereken
bir şey var." Christian Erica'ya sırtını döndü ve bilgisayarı­
nın klavyesinde bir şeyler yazmaya başladı.
Christian'ın bu tavrı Erica'nın canını sıktı. Daha önce böy­
le davrandığına hiç şahit olmamıştı. Toparlanıp kütüphane­
den çıkarken, her neyse diye düşündü. İlgilenmesi gereken
başka şeyler vardı ve listenin başında Kjell Ringholm'le ya­
pacağı konuşma yer alıyordu.

Veddö'de buluşmayı kararlaştırmışlardı. Yılın bu zama­


nında birilerinin onları görmesi oldukça düşük bir olasılıktı
ama fark edilseler bile, iki yaşlı adamın yürüyüş yapmasında
hiçbir tuhaflık yoktu.
"İnsanın ileride kendisini nelerin beklediğini görebildiği­
ni düşünsene" dedi Axel, tekme attığı taş, plajda savrulur­
ken. Yazın yüzücüler plajı bir inek sürüsüyle paylaşırlardı.
Suda serinleyen uzun yeleli bir inek görmek, denize giren
çocuklar görmek kadar doğaldı. Ama şimdi plaj terk edilmiş
gibiydi; kuru yosun parçaları rüzgarda savrularak dönüyor­
lardı.
Konuyu açmasalar da, Erik ya da Britta hakkında konuş­
mayacaklarına dair uzlaşmışlardı. İkisi de tam olarak neden
371

buluştuklarını bilmiyordu. Bir araya gelmeleri hiçbir ama­


ca hizmet etmeyecekti. Birbirlerini görme gereği de duymu­
yorlardı. Bir sivrisinek ısırığının kaşınmayı talep etmesi gibi,
dayanarnayıp buluşmuşlardı. Bunu bildikleri halde, tıpkı siv­
risinek ısırığını kaşıyınca olacağı gibi, işlerin daha da kötüye
gideceğini bile bile arzularına yenik düşmüşlerdi.
"Sanırım işin esprisi kimsenin olacakları önceden bilme­
mesinde gizli" dedi Frans denize bakarak. "Eğer bir kişinin
ömrü boyunca başına gelecekleri gösteren kristal bir küresi
olsaydı, muhtemelen yataktan bile çıkmazdı. İnsanlar hayatı
küçük dozlar halinde yaşamalılar. Acılar ve sorunlarla yuta­
bilecekleri kadar küçük lokmalar halinde yüzleşmeliler."
Axel bir taşı daha tekmeleyerek, "Bazen hayat, insanın
önüne yutamayacağı kadar büyük lokmalar koyuyor" dedi.
Frans dönüp Axel'e bakarak, "Belki bu başkaları için ge­
çerli olabilir ama senin ya da benim için değil" dedi. "Başka­
larının gözünde farklıymışız gibi görünebiliriz ama sen ve ben
birbirimize benziyoruz. Bunu biliyorsun. Asla geri adım atma­
yız. Ö nümüze gelen lokma ne kadar büyük olursa olsun."
Axel başıyla belli belirsiz onayladı. Sonra tekrar Frans'a
baktı. "Pişman olduğun herhangi bir şey var mı?" diye sordu.
Frans bu soruyu uzun süre düşündü. Sonra, "Pişman ola­
cak ne var ki?" dedi. "Olan olmuş. Hepimiz kendi seçimleri­
mizi yaparız. Sen seçimini yaptın. Ben de öyle. Pişman oldu­
ğum bir şey var mı? Hayır. Bunun ne yararı olur ki?"
Axel omuz silkti. "Sanırım pişmanlık insanlığın bir tür dı­
şavurumu. Acaba pişmanlık olmasaydı . . . Ne halde olurduk?"
"Aslında esas mesele şu: Pişmanlık bir şeyi değiştiriyor
mu? Aynısı, intikam uğruna yapmakta olduğun iş için de ge­
çerli. Bütün hayatını suçluların izini sürmeye adadın ve tek
amacın intikam almak oldu. Başka bir gayen yok. Peki, bu
bir şeyi değiştirdi mi? Toplama kamplarında altı milyon in­
san öldü. Savaş sırasında hapishanede gardiyanlık yapan ve
3 72

sonraki hayatını Amerika Birleşik Devletleri'nde ev hanımı


olarak geçiren bir kadının izini sürünce bu gerçek değişiyor
mu? O kadını sürükleyerek mahkemeye çıkarıp da altmış yı­
lı aşkın bir zaman önce işlediği suçlar yüzünden yargılatır­
san ne değişecek?"
Axel yutkundu. Çoğunlukla yaptığı işin anlamlı olduğuna
inanıyordu. Ama Frans onu hassas noktasından vurmuştu.
Axel zayıf anlannda, kendine pek çok kez sorduğu soruyu di­
le getirmişti.
''Yaptığım iş, kurbaniann ailelerine huzur veriyor. Aynca
bu suçlann kabul edilebilir insan davranışlan olarak anılma­
sına göz yummayacağımızı gösteriyor."
"Saçmalık" dedi Frans ellerini ceplerine sokarak . "Bu­
nun gerçekten de birilerini korkutaeağını ya da onlara bir
tür mesaj göndereceğini mi sanıyorsun? Ü stelik şimdiki za­
man geçmişten çok daha baskınken? Davranışlarının sonuç­
larını görmemek ve tarihten ders almamak insanın doğasın­
da var. Huzura gelince . . . Eğer birisi altmış yıldan sonra hala
huzur bulmadıysa, asla bulamaz. İç huzuru bulmak her bire­
yin kendi sorumluğundadır - yani bu şekilde intikam almayı
ya da bir gün adaletin yerini bulmasını bekleyemezsin."
"Bunlar küçümseyici sözler" dedi Axel. Rüzgar serin esme­
ye başlamıştı ve titriyordu.
"Sadece şunu fark etmeni istiyorum; hayatını adadığını
düşündüğün bütün o asil görevlerin ardında oldukça ilkel bir
insani duygu var: intikam arzusu. Ben intikama inanmıyo­
rum. Bence odaklanmamız gereken tek şey, içinde bulundu­
ğumuz anı değiştirmek için yapabileceklerimiz."
"Peki, sen bunu yaptığını mı düşünüyorsun?" dedi Axel
gergin bir ses tonuyla.
Frans soğuk bir tavırla, "Sen ve ben zıt kutuplarda duru­
yoruz, Axel" diye cevap verdi. "Ama evet, bunu yaptığımı dü­
şünüyorum. Bir şeyleri değiştiriyorum. intikam peşinde koş-
3 73

muyorum. Hiçbir pişmanlığım yok . Ö nüme bakıyoruro ve


inançlarıma göre hareket ediyorum. Bu, senin yaptığından
tamamıyla farklı. Ama asla uzlaşamayacağız. Yollarımız alt­
mış yıl önce bir daha birleşmernek üzere ayrıldı."
Axel güçlükle yutkunarak, "Nasıl bu noktaya geldik?" di­
ye sordu usulca.
"Ben de bunu diyorum ya: Nasıl olduğu önemli değil. Böy­
leyiz işte. Ve yapabileceğimiz tek şey değişmeyi, hayatta kal­
mayı denemek. Geriye bakmadan. Olayların nasıl gelişebile­
ceği hakkında pişmanlığa kapılmadan ya da spekülasyonla­
ra teslim olmadan." Frans durdu ve Axel'i kendisine bakma­
ya zorladı. "Artık geriye bakamazsın. Olan oldu. Geçmiş geç­
mişte kaldı. Pişmanlık diye bir şey yok."
"İşte bu konuda yanılıyorsun, Frans" dedi Axel başını öne
eğerek. "Bu konuda çok yanılıyorsun."

Herman'ın doktoru son derece gönülsüzce, hastasıyla bir­


kaç dakika konuşmalarına izin vermişti. Martin ve Paula
sorgu sırasında Herman'ın kızlarından ikisinin kendilerine
eşlik etmesini kabul etmişlerdi ve doktor ancak o zaman yu­
muşamıştı.
Martin nazikçe, "Merhaba Herman" dedi ve yatakta uza­
nan adama elini uzattı. Herman elini sıktı ama kavrayışı za­
yıftı. "Evinizde tanışmıştık ama hatırlayacağınızdan emin
değilim . Bu da meslektaşım Paula Morales. Eğer izin verirse­
niz size birkaç soru sormak istiyoruz." Yatağın yanı başında,
Paula'nın yanına oturdu.
Çevresinde olup bitenlerin biraz daha farkındaymış gibi
görünen Herman, "Pekala" dedi. Kızlan yatağın diğer tarafı­
na oturmuşlardı; Margareta babasının elini tutuyordu.
"Lütfen taziyelerimizi kabul edin" dedi Martin "Anladığım
kadanyla Britta'yla uzun süredir evliymişsiniz, doğru mu?"
Herman, "Elli beş yıldır" dedi ve Martin ile Paula geldik-
3 74

lerinden beri ilk kez gözlerinde bir hayat ışıltısı gördüler.


"Britta'mla tam elli beş yıldır evliydik."
Paula da Martin gibi nazik bir ses tonuyla konuşmaya ça­
lışarak, "Bize neler olduğunu anlatır mısınız? Britta ne za­
man öldü?" diye sordu.
Margareta ve Anna-Greta tedirginlikle onla:ra baktılar.
Tam itiraz edeceklerdi ki, Herman önemsemez bir tavırla eli­
ni salladı.
Herman'ın yüzünde herhangi bir çizik olmadığını fark
eden Martin, hastane elbisesinin altından kollarını gözetle­
yerek olası tırmalama izlerini bulabilmek için elinden geleni
yapıyordu. Hiçbir şey görememişti arrı.a gözlemini görüşmeyi
bitirdikten sonra teyit etmeye karar verdi.
"Kahve içmek üzere Margareta'nın evine gitmiştim" dedi
Herman. "Kızlarım bana o kadar iyi davranıyorlar ki. Ö zellik­
le de Britta hastalandığından beri." Herman kıziarına gülüm­
sedi. "Konuşacak çok şeyimiz vardı. Ben . . . Britta'nın iyi ba­
kılacağı bir yerde kalmasının onun için daha uygun olacağı­
na karar vermiştim." Herman konuşmakta güçlük çekiyordu.
Margareta onun elini okşadı. ''Yapabileceğin tek şey buy­
du, baba. Başka seçeneğin yoktu. Bunu biliyorsun" dedi.
Onu duymamış gibi görünen Herman devam etti: "Evden
uzun süreliğine ayrıldığım için endişeliydim. Gideli neredey­
se iki saat olmuştu. Dışarıda geçirdiğim süre genellikle bir
saati geçmezdi. Britta evde olmadığımı anlama s ın diye o öğ­
le uykusundayken çıkardım. Uyanıp kendini ve evi ateşe ver­
mesi en büyük kor kum . . . yani korkumdu. " Herman titriyor­
du ama derin bir nefes alıp devam etti: "Eve varınca ona ses­
lendim. Ama cevap vermedi. Çok şükür, herhalde uyuyor diye
düşündüm. Yukarı kattaki yatak odamıza gittim. Britta öy­
lece yatıyordu . . . Halini garipsedim, çünkü yüzünün üzerinde
bir yastık vardı; neden yatakta böyle uzansındı ki? Ben de gi­
dip yastığı kaldırdım. O an öldüğünü anladım. Gözleri . . . Göz-
3 75

leri tavana bakıyordu ve çok ama çok durgundu." Herman'ın


gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Margareta onları usul­
ca sildi. Martin ve Paula'ya yalvarırcasına bakarak, "Bu cid­
den gerekli mi?" dedi. "Babam hala şokta ve . . . "
"Sorun değil, Margareta" dedi Herman. "Sorun değil."
"Tamam baba, ama yalnızca birkaç dakikaları var. Sonra
mecbur kalırsam onları bizzat dışarı atacağım, çüpkü dinlen­
men gerekiyor."
"Margareta hep hakkını savunmuştur" dedi Herman yor­
gun bir halde gülümseyerek. "Gerçek bir cadaloz."
"Sus artık baba. Bu kadar kaba olmana gerek yok" dedi,
ama Herman'ın ona takılacak enerjisi olmasına sevindi.
Paula şaşırarak, ''Yani odaya girdiğinizde Britta'nın çok­
tan ölmüş ol �uğunu mu söylüyorsunuz?" diye sordu. "O za­
man neden onu öldürdüğünüzü söylediniz?"
Yüzü tekrar asılan Herman, "Çünkü onu öldürdüm" diye
cevap verdi. "Ama asla cinayet işlediğimi söylemedim. Ger­
çi bunu da yapabilirdim." Polislerle ya da kızlarıyla göz göze
gelmekten kaçmarak ellerine baktı.
"Ne demek istiyorsun baba?" Anna-Greta afallamıştı ama
Herman cevap vermeyi reddetti.
Herman'ın, neden karısını öldürdüğünü söylemekte ıs­
rar ettiğini açıklamayacağını içgüdüsel olarak sezen Martin,
"Peki onu kimin öldürdüğünü biliyor musunuz?" diye sordu.
Margareta ayağa kalkarken Martin' e hitap ederek, "Baba­
mın dediklerini duydunuz" dedi. "Bütün söyleyeceklerini söy­
ledi. Ö nemli olan, annemin cinayetini işleyen kişi olmadığı.
Gerisine gelince . . . kederi yüzünden böyle konuşuyor."
Martin ile Paula ayağa kalktılar. Martin, Herman'a döne­
rek, "Sizinle konuşmamıza izin verdiğiniz için teşekkür ede­
riz" dedi. "Az önce söylediklerinizi teyit için kollarımza bak­
mamız gerekiyor. Britta'nın kendisini boğan kişiyi tırmaladı­
ğını biliyoruz."
3 76

"Bu cidden gerekli mi? Babam bunu yapmadığını söylü­


yor . . . " Margareta'nın sesi yükselmeye başlamıştı ama Her­
man hastane elbisesinin yenlerini sessizce yukarıya sıyı­
np kollarını Martin'e uzattı. Martin onları dikkatle inceledi.
Hiçbir tırmalama izine rastlamadı.
"İşte, gördünüz mü?" dedi Margareta. Martin ile Paula'yı
dışanya atma tehdidini hayata geçirecekmiş gibi görünüyordu.
"Artık işimiz bitti" dedi Martin. "Bize zaman ayırdığın
için teşekkürler Herman. Bir kez daha kaybın için çok üzgün
olduğumuzu söylemek istiyoruz." Sonra Margareta ile Anna­
Greta'ya işaret ederek, onlarla özel konuşmak istediğini be­
lirtti.
Koridorda, düğmenin ü zerindeki parmak izinden bahset­
ti. İkisi de soruşturmada temize çıkmak için parmak izleri­
ni vermeyi kabul ettiler. Tam konuşmaları bitmek üzereyken
Birgitta geldi ve o da parmak izini vermeye razı oldu. Böyle­
ce üç kızdan alınan örnekler laboratuvara gönderildi.
Paula ve Martin yola çıkmadan önce bir süre arabada
oturdular. Paula anahtarı kontağa sokarken, "Sence Herman
kimi koruyor?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Ama ben de aynı izlenime kapıldım. Sanki
Herman Britta'yı kimin öldürdüğünü biliyor, ama o kişiyi ko­
rumak istiyor. Ve kendini bir şekilde sorumlu hissediyor."
Paula anahtan çevirerek, "Keşke bize söylese" dedi.
"Evet, ama bir türlü . . . " Martin sinidenerek başını iki yana
salladı ve parmaklannı torpido gözünün üzerinde tıkırdattı.
"Peki, ona inanıyor musun?" Paula sorusunun cevabını za­
ten biliyordu.
"Evet, ona inanıyorum . Kolunda hiçbir tırmalama izi ol­
maması da haklı olduğumu kanıtlıyor. Ama Herman'ın ka­
rısının katilini neden korumak isteyebileceğini anlayamıyo­
rum. Ya da kendini neden suçlu hissettiğini."
Paula park yerinden çıkarken" Şey, bu sorunun cevabı-
3 77

nı asla bulamayabiliriz" dedi. "Ama en azından elimizde kız­


ların parmak izleri olacak. Onları bir an önce laboratuvara
göndermemiz gerek; sonra onları eleyebilir ve o başparmak
izini kimin bıraktığını ortaya çıkarabiliriz."
Martin derin derin içini çekip arabanın penceresinden dı­
şarıya bakarak, "Sanırım şimdilik yapabileceklerimiz bu ka­
dar" dedi.
İkisi de Torp'un hemen kuzeyinde Erica'yı geçtiklerini
fark etmedi.
Fj allbacka, 1945

Frans'ın neler olduğunu tesadüfen görmüş değildi. Gözü


hep Elsy'nin üstündeydi; tepenin zirvesinin ardında gözden
kaybolana dek onu izlemek istemişti. Böylece Hans'la öpüş­
tüklerini de görmüştü. Hem kanı kaynamış hem de bütün
uzuvları buz kesmişti. Acısı o kadar büyüktü ki, oracıkta dü­
şüp öleceğini sanmıştı.
"Bunu gördün mü?" diye sordu Erik. O da Hans ile Elsy'yi
fark etmişti. "Galiba öpüştüler . . . " Gülerek başını iki yana sal­
ladı. Erik'in kahkahası, Frans'ın zihninde saf bir öfkeyi tetik­
lemişti. Bunca acıyı salıvermenin bir yolunu bulması gerekti­
ğinden, Erik'in üstüne atılarak onu boğazından yakaladı.
"Kes sesini, kes sesini, KES SESİNİ seni kahrolası ap­
tal. . ." Erik'in boynunu daha da sıkarak onu soluksuz bıraktı.
Erik'in gözlerindeki dehşeti görmek onu mutlu etmişti - san­
ki bu sayede ezelden beri midesinde olan ve öpücüğü gördük­
ten sonra on misli büyüyen düğüm bir şekilde ufalmıştı.
"Ne yapıyorsun sen?!" Britta çığlık atarak yerdeki oğlan­
lara baktı. Erik sırtüstü yatıyordu, Frans da üzerindeydi .
Hiç düşünmeden yanlarına gidip Frans'ın gömleğine asıldı
ama Frans kolunu öyle büyük bir hışımla savurdu ki, Brit­
ta sendeledi.
Britta yanaklarından gözyaşları süzülerek ondan uzak­
laşırken, "Kes şunu Frans!" diye haykırdı. Britta'nın ses to-
3 79

nundaki bir tım Frans'ı kendine getirdi. Yüzü tuhaf bir renk
alan Erik'e baktı ve boyuunu bıraktı.
" Ö zür dilerim" dedi gözlerini ovarak. " Ö zür dilerim . . .
Ben . . . "
Erik doğrularak Frans'a bakarken, elleriyle çürük içinde
kalmış boğazını yokladı. "Bu da neydi böyle? Az kalsın beni
boğacaktml Aklını mı kaçırdın sen?" Sonra yamulan gözlük­
lerini çıkarıp düzgün bir şekilde tekrar taktı.
Frans gözlerinde boş bir ifadeyle doğruca önüne baktı ve
cevap vermedi.
Britta elinin tersiyle gözyaşlarını silerek, "Frans, Elsy'ye
aşık. O yüzden böyle yaptı" dedi buruk bir sesle. ''Ve Elsy'nin
kendisine bir şans vereceğini sanıyordu. Ama böyle düşündü­
ğün için aptalın tekisin, Frans! Elsy hiçbir zaman sana dö­
nüp bakınadı ki. Şimdi de kendini o Norveçlinin koliarına
atıyor. Bense . . . " Britta gözyaşianna boğuldu ve taşlık yamacı
koşarak inmeye başladı.
Frans ifadesiz gözlerle onun gidişini izledi.
"Lanet olsun Frans, sen . . . Bu doğru mu?" Erik gözlerini
ona dikti. "Sen Elsy'ye aşık mısın? Yani, bu doğruysa neden
öfkeden deliye döndüğünü anlarım. Ama nasıl olur . . . " Erik
sustu ve başını iki yana salladı.
Frans cevap vermedi. Veremezdi. Zihni Elsy'yi öpmek üze­
re eğilen Hana'ın ve ona karşılık veren Elsy'nin görüntüsüy­
le doluydu.
.....

Erica artık bir polis aralıası gördüğünce dikkat kesiliyor­


du. O gün ikinci kez U ddevalla'ya giderken, Torp'tan hemen
önce kendisini geçen polis arabasında Marti n'i görür gibi ol­
muştu. Nereye gittiğini merak etti.
Aslında araştırmasının aciliyeti yoktu, ama kendisine ve­
rilen yeni bilgilerin izini sürmeden huzur içinde yazamaya­
cağını biliyordu. Ayrıca Bohuslaningen'de çalışan gazeteci
Kjell Ringholm'ün neden şu Norveçli direnişçiyle ilgilendiği­
ni de merak ediyordu.
Daha sonra, Bohuslaningen'in girişinde beklerken Kjell'in
ilgisinin olası sebeplerini düşündü ama onunla yüz yüze ko­
nuşma fırsatı bulana dek bu konuya kafa yormamaya karar
verdi. Birkaç dakika sonra onu Kjell'in ofisine götürdüler.
Erica içeri girip el sıkıştıklarında, Kjell'in yüzünde sorgulayı­
cı bir ifade belirmişti.
"Erica Falck? Yazarsınız, öyle değil mi?" diyerek ziyaretçi
sandalyesine oturmasını işaret etti.
Erica, "Evet, doğru" dedi ve ceketini sandalyenin arkası­
na asıp oturdu.
"Ne yazık ki henüz kitaplarınızdan birini okumadım ama
çok güzel olduklarını duydum" dedi Kjell kiharca. ''Yeni bir
kitabın araştırması için mi buradasınız? Ben bir adli muha­
bir değilim, size yardımcı olamayabilirim. Yanılınıyorsam
381

gerçek olaylara dayanan kitaplar yazıyorsunuz."


Erica, "Aslında ziyaretimin kitaplarımla hiçbir ilgisi yok"
diye cevap verdi. ''Mesele şu ki, çeşitli sebeplerden ötürü an­
nemin geçmişini araştırmaya başladım. Anlaşılan, kendisi
babanızla iyi arkadaşmış."
Kjell kaşlarını çattı. Öne eğilerek, "Ne zaman?" diye sordu.
"Anladığım kadanyla, çocuklukları ve gençlikleri boyunca
arkadaşlarmış. Ben çoğunlukla savaşın son yıllarına yoğun­
laştım, yaklaşık on beş yaşında oldukları döneme."
Kjell başıyla onayladı ve Erica'nın devam etmesini bekledi.
"İkisi de aralarından su sızmayan dört kişilik bir grubun
üyesiymiş. Grupta babanız dışında Britta Johansson ve Erik
Frankel de varmış. Kuşkusuz haberiniz olmuştur; bu iki kişi
dOn birkaç ay içinde öldürüldü. Sizce de biraz tuhaf bir rast­

lantı değil mi?"


Kjell cevap vermedi ama Erica onun ne kadar gergin gö­
ründüğünü fark etti ve gözlerinde belli belirsiz bir pırıltı
sezdi.
"Ve . . . " Erica duraksadı. "Grupta bir kişi daha varmış.
1944'te Fjiillb acka'ya Norveçli bir direnişçi gelmiş - o zaman­
lar yeniyetme bir delikanlıymış. Büyükbabamın gemisine ka­
çak yolcu olarak binmiş ve sonra büyükannemle büyükbaba­
mın kiracısı olmuş. Adı Hans Olavsen'miş. Ama bunu zaten bi­
liyorsunuz, değil mi? Çünkü anladığım kadanyla siz de onun­
la ilgileniyorsunuz. İşte bunun nedenini merak ediyorum."
Kjell, "Ben bir gazeteciyim. Bu tür konular hakkında ko­
nuşamam" diyerek kaçamak bir cevap verdi.
''Yanlış cevap. Kaynaklannızı açıklayamazsınız" dedi Eri­
ca sakince. "Ama neden bu konuda güçlerimizi birleştirme­
yelİm ki? Detayları bulup ortaya çıkarma konusunda çok iyi­
yimdir; gazeteci olduğunuza göre siz de öylesiniz. İkimiz de
Hans Olavsen'le ilgileniyoruz. Bana nedenini söylemek is­
tememenizi anlarım. Ama en azından şimdiye kadar öğren-
3 82

diklerimizi ve öğreneceklerimizi paylaşabiliriz. Ne dersiniz?"


Erica susup merakla beklerneye başladı.
Kjell, Erica'nın söylediklerini düşündü. Parmaklarını ma­
sanın üzerinde tıkırdatarak, Erica'yla işbirliği yapmanın ar­
tılannı ve eksilerini tarttı.
Sonunda, "Pekala" deyip çalışma masasının en üst çekme­
cesine uzandı. "Birbirimize yardım etmememiz için hiçbir se­
bep yok. Hem kaynağım da öldüğüne göre, size her şeyi gös­
termemin de bir sakıncası yok . Bildiklerime gelince . . . Erik
Frankel'le . . . özel bir mesele nedeniyle temas kurdum." Kjell
boğazını temizledi ve dosyayı masanın üzerinde Erica'ya doğ­
ru kaydırdı. "Erik bana anlatmak istediği bir şey olduğunu
söylemişti; bir gün işime yarayabilecek ve ortaya çıkması ge­
reken bir şey."
"Tam olarak böyle mi dedi?" Erica öne eğilip dosyayı aldı.
''Yani ortaya çıkması gereken bir şey olduğunu mu söyledi?"
"Hatırladığım kadarıyla, evet" dedi Kjell arkasına yasla­
narak. "Birkaç gün sonra beni burada ziyaret etti. O dosya­
daki makaleleri getirip öylece teslim etti. Ama nedenini söy­
lemedi. Tabii ki ona bir sürü soru sordum, ama hiçbirini ce­
vaplamadı. Sadece gizli saklı meseleleri deşmekte duyduğu
kadar iyiysem, dosyadakilerin yeterli olacağını söyledi."
Erica plastik dosyanın içindeki belgelere göz attı. Bunlar
Christian'ın kendisine verdiği makalelerin aynısıydı; Hans
OlavsEm'i ve Fj allbacka'da geçirdiği dönemi anlatan arşiv
belgeleriydi. Erica içini çekerek, "Hepsi bu kadar mı?" diye
sordu.
"Ben de böyle tepki vermiştim. Madem Erik bir şeyler bi­
liyordu, neden bana dosdoğru anlatmıyordu? Ama nedense
geri kalanını tek başıma bulmam gerektiğini düşünüyordu.
Ben de araştırmaya başladım ve Erik Frankel öldürüldüğün­
den beri merakırnın yüzde bin artmarlığını iddia edersem,
yalan söylemiş olurum. Erik'in ölümünün bunlarla bir ilgi-
383

si olup olmadığını merak ediyorum doğrusu." Kjell, Erica'nın


kucağında duran dosyayı işaret etti. ''Ve tabii ki geçen haf­
ta öldürülen yaşlı kadının da haberini aldım. Ama arada bir
bağlantı olup olmadığına dair hiçbir fikrim yok . . . Gerçi aklı­
ma bazı sorular gelmiyor değil."
Erica hevesle, "Peki, Norveçli hakkında daha fazlasını bu­
labildiniz mi?" diye sordu. "Ben henüz kendi araştırmamda o
kadar ilerleyemedim. Bildiğim tek şey, onunla annem arasın­
da bir aşk ilişkisinin olduğu ve Norveçlinin onu geride bıra­
karak apar topar Fjiillbacka'dan ayrıldığı. Bir sonraki hede­
fim, onun yerini tespit etmek, nereye gittiğini bulmak, ger­
çekten de Norveç'e ya da başka bir yere gidip gitmediğini öğ­
renmokti. Ama belki do siz bunu zaten biliyorsunuzdur."
Kjell başını iki yana salladı. Erica'ya, Hans Olavsen ismi­
ni hatırlayamayan ama daha kapsamlı bir araştırma yapa­
cağına söz veren akademisyen Eskil Halvorsen'le yaptığı ko­
nuşmayı anlattı.
"Hans'ın İsveç'te kalmış olması da mümkün" dedi Erica
düşüneeli bir şekilde. "Eğer öyleyse, İsveç makamları aracı­
lığıyla izini sürebiliriz. Muhtemelen bunun bir yolunu bula­
bilirim . Ama yurtdışına gidip ortadan kaybolduysa, o zaman
işimiz zor."
Kjell dosyayı geri aldı. "Bu iyi bir fikir. Hans'ın Norveç'e
geri döndüğünü varsaymamız için hiçbir sebep yok. Pek çok
insan savaştan sonra İsveç'te kaldı."
Erica, "Eskil Halvorsen'e bir fotoğraf gönderdiniz mi?" di­
ye sordu.
Kjell belgelere göz atarak, "Hayır, aslında göndermedim"
dedi. "Ama hakiısınız - bunu yapmalıyım. En ufak bir deta­
yın bile yararı olabilir. Siz gider gitmez onu arayacağım ve
bu fotoğraflardan birini ona göndermeye çalışacağım. Hatta
belki de ona faks çekebilirim. Bu nasıl? İçlerinde en net olan
fotoğraf bu. Ne dersiniz?" Kjell, Erica'nın birkaç gün önce in-
384

celediği, grup fotoğrafının yer aldığı makaleyi masanın üze­


rinden ona doğru uzattı.
"Katılıyorum. Bende de uygun. Üstelik bütün grubu bir
arada gösteriyor. Şuradaki annem." Erica, Elsy'yi işaret etti.
"Demek o zamanlar sık sık birlikte vakit geçiriyorlarmış,
öyle mi?" Kjell, fotoğraftaki Britta'yla öldürülen yaşlı kadın
arasındaki bağiantıyı kuramadığı için kendine kızdı. Ama ço­
ğu kişinin bu detayı kaçıracağını düşünüp kendini teselli et­
ti. Fotoğraftaki on beş yaşındaki kız ile gazetelere çıkan yet­
miş beş yaşındaki kadın arasında bir benzerlik bulmak ol­
dukça zordu.
"Evet, anladığım kadarıyla birbirlerine sıkı sıkıya bağlı­
larmış; o zamanlar arkadaşlıkları bütünüyle kabul görme­
se de. Fja.llbacka'da sınıflar arası bir ayrım varmış. Britta ile
annem daha yoksul bir sınıftan geliyorlarmış; Erik Frankel
ile . . . sizin babanız ise 'elit tabaka'ya mensupmuş." Erica "elit
tabaka" derken parmaklarını kullanarak havada hayali tır­
nak işaretleri çizmişti.
Kjell, "Ah tabii, oldukça elit kişilermiş" diye homurdandı,
Erica onun sözlerinin altında büyük bir düşmanlığın gizli ol­
duğunu sezdi.
"Biliyor musunuz, Axel Frankel'le konuşmak aklıma gel­
memişti" dedi Erica heyecanla. "Hans Olavsen hakkında bir
şeyler biliyor olabilir. Biraz daha yaşlı olsa da, o da etrafta­
rında olmalı ve belki . . . " Erica'nın düşünceleri ve beklentileri
tavan yapmıştı ama Kjell onu durdurmak için elini kaldırdı.
"Yerinizde olsaydım fazla umutlanmazdım. Ben de aynı
şeyi düşündüm ama neyse ki önce Axel Frankel hakkında bi­
raz araştırma yaptım. Herhalde Norveç'e yaptığı bir yolcu­
luk sırasında Almanlar tarafından esir alındığını biliyorsu­
nuzdur?"
Erica ilgiyle Kjell'e bakarak, "Evet ama bu konuda fazla
bir şey bilmiyorum" dedi. ''Yani eğer bir şey bulduysanız . . . "
385

Erica, ellerini soru sorar gibi Kjell'e çevirip cevap vermesini


bekledi.
"Şey, dediğim gibi, Axel direniş hareketiyle ilgili bazı bel­
geleri teslim alırken, Almanlar tarafından esir alınmış. Onu
Oslo dışındaki Grini Hapishanesi'ne götürmüşler ve 1945'in
başına kadar orada tutmuşlar. Sonra Almanlar onu ve pek
çok malıkumu Almanya'ya göndermişler. Axel önce pek çok
Norveçli malıkurnun götürüldüğü Sachsenhausen'da kalmış,
savaşın sonuna doğru ise Neuengamme'ye götürülmüş."
Erica soluğunu tuttu. "Bu konu hakkında hiçbir fikrim
yoktu. Yani Axel Frankel Almanya'daki toplama kampların­
da mı tutulmuş? Oralarda hiçbir Norveçlinin ya da İsveçlinin
ol madığını sanıyordum."
Kjell başıyla onayladı. "Çoğunlukla Norveçli esirler var­
miş. Bir de 1941'de Hitler'in çıkardığı, işgal altındaki top­
raklarda Almanlar aleyhine direniş faaliyetlerine katıldı­
ğı için yakalanan sivillerin kendi ülkelerinde yargılanıp hü­
küm giyemeyeceklerini belirten bir kararname yüzünden
başı belaya giren başka ülkelerin vatandaşları. Bu insanlar
Almanya'ya gönderilerek Nacht und Ne b e l'e karışmışlar ­
yani 'geceye ve sise'. Bu yüzden NN esirleri olarak tanınırlar­
mış. Bazıları idam edilmiş. Geri kalanlan ise zorla çalışmaya
mahkum edilmişler ve toplama kamplarında ölümüne ırgat­
lık etmişler. Yani Axel Frankel, Hans Olavsen'in İsveç'te bu­
lunduğu süre zarfında Fjallbacka'da değilmiş."
Erica kaşlannı çatarak, "Ama Norveçlinin Fjallbacka'dan
tam olarak hangi tarihte ayrıldığını bilmiyoruz" dedi. "En
azından ben bu konuda herhangi bir şey bulamadım. Hans'ın
annemi ne zaman terk ettiğine dair hiçbir fikrim yok."
Kjell muzaffer bir edayla, "Ama ben Hans Olavsen'in şe­
hirden ne zaman ayrıldığını biliyorum" dedi ve masasının
üzerindeki kağıtları karıştırdı. "En azından yaklaşık olarak"
diye ekledi. "İşte . . . " Kjell aradan bir makale çekip Erica'nın
386

önüne koydu ve sayfanın ortasındaki bir pasajı gösterdi.


Erica öne eğilerek yüksek sesle okumaya başladı: "Bu yıl
Fjallbacka Derneği büyük bir başanyla . . . "
Kjell, "Hayır hayır, bir sonraki sütun" dedi ve tekrar işa­
ret etti.
"Ah, tamam." Erica baştan başladı. "Fjallbacka'ya sığınan
Norveçli direnişçinin bizi aniden terk etmesi herkesi şaşırt­
tı. Pek çok Fjallbacka sakini ona veda edernemenin ve artık
sona erdiğini gördüğümüz savaş süresince harcadığı çabalar
için teşekkürlerini sunamamanın üzüntüsünü yaşıyor." Eri­
ca sayfanın tepesindeki tarihe baktı ve başını kaldırdı. " 1 9
Haziran 1945."
Kjell makaleyi geri alıp yığının üzerine koyarak, ''Yani
eğer doğru anladıysam, H ans savaş bittikten hemen sonra
ortadan kaybolmuş" dedi.
Erica başını eğip az önce okuduklarını düşünerek, "Ama
neden?" diye sordu. "Ben hala Axel'le konuşmanın iyi bir fi­
kir olduğunu düşünüyorum . Şansımı deneyeceğim. Acaba si­
zin de babanızla konuşma şansınız olur mu?"
Kjell bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Tabii ki" dedi. "Ay­
nca Halvorsen'den haber alırsam size bildiririm. Siz de her­
hangi bir şey bulursanız benimle mutlaka temasa geçin, ta­
mam mı?" Parmağını Erica'yı uyarırcasına kaldırmıştı. İş­
birliği yaparak çalışmaya alışkın değildi, ama belli ki bu du­
rumda Erica'nın desteğini almanın avantajlarını görmüştü.
Erica, "İsveçli makamlarla da irtibat kurarım" deyip aya­
ğa kalktı. ''Ve herhangi bir şey duyar duymaz sizi haberdar
edeceğime söz veriyorum." Ceketini giyerken aniden durdu.
"Bu arada, aklıma takılan bir şey daha .var, Kjell. Önemli
olup olmadığını bilmiyorum ama . . . "
Kjell Erica'ya bakarak, "Söyleyin hadi. Bu noktada her
türlü bilgi işimize yarayabilir" dedi.
"Şey, Britta'nın kocası Herman'la konuşmuştum. Tüm bu
387

olanlar hakkında bir şeyler biliyormuş gibi görünüyor. Emin


değilim ama en azından içimde öyle bir his var. Her neyse,
ona H ans Olavsen'i sorduğumda oldukça tuhaf tepki ver­
di. Paul Heckel ve Friedrich Hück'le konuşmaını söyledi. Bu
isimleri araştırdım ama hiçbir şey bulamadım. Ama . . . "
"Evet?" dedi Kjell.
"Of, bilmiyorum. İkisiyle de tanışmadığıma yemin edebili­
rim ama yine de isimler tanıdık geliyor . . . "
Kjell kalemiyle masasına vurdu. "Paul Heckel ve Fried­
rich Hück mü?" Erica başıyla onaylayınca isimleri not etti.
"Pekala, bu isimleri de kontrol ederim. Ama bende herhangi
bir çağrışım yapmadılar."
Erica kapıda durup gülümseyerek, "Anlaşılan ikimizin de
yapacak yeni işleri var" dedi. "Artık ikimizin birden bu konu
üzerinde çalıştığını bildiğim için kendimi çok daha iyi hisse­
diyorum."
Kjell, "Bu iyi işte" dedi. Aklı başka yerde gibiydi.
"Sizi aranın" dedi Erica.
Kjell, "Tamam" dedi ve Erica ofisinden çıkarken ona bak­
madan telefona sanldı. Bu işin derinine inmeye can atıyordu.
Gazeteci bumuna bariz bir pislik kokusu geliyordu.

"Oturup her şeyi gözden geçirsek mi?" Pazartesi günü ak­


şamüstü saatleriydi ve karakola bir sessizlik çökmüştü.
Gösta gönülsüzce ayağa kalkarak, "Elbette" dedi. "Paula
da gelsin mi?"
''Tabii ki" dedi Martin. Onu almaya gitti. Mellberg, Ernst'i
yürüyüşe çıkarmıştı, Annika ise danışmada meşgul görü­
nüyordu; böylece sadece üçü bütün soruşturma belgeleriyle
mutfak masasına oturdular.
Martin, kaleminin ucunu not defterinde yeni bir sayfaya
koyarak, "Erik Frankel'' dedi.
Paula, "Olay yerinde bulunan bir nesneyle, kendi evinde
388

öldürüldü" diye lafa girdiğinde, Martin hararetle yazmaya


başladı.
Gösta, "Bu da cinayetin önceden planlanmadiğını gösteri­
yor'' dedi. Martin başıyla onayladı.
Paula araya girerek, "Cinayet silahı olarak kullanılan büs­
tün üzerinde parmak izi yoktu ama büst temizlenmiş gibi gö­
rünmüyordu, yani katil eldiven giymiş olmalı; bu da cinayetin
önceden planlanmadığı savıyla çelişiyor" dedi. Martin'in not
defterine karaladığı sözcüklere baktı.
Kuşkuyla, ''Yazdıklarım gerçekten okuyabiliyor musun?"
diye sordu, zira Martin'in yazısı çoğunlukla hiyeroglifi andı­
rıyordu. Ya da stenografiyi.
Gülümsayerek yazmaya devam eden Martin, "Sadece sıca­
ğı sıcağına bilgisayara geçirirsem" dedi. ''Yoksa mahvoldum
demektir."
Gösta olay yeri fotoğraflarını çıkararak, "Erik Frankel şa­
kağına aldığı şiddetli darbe yüzünden ölmüş" dedi. "Sonra­
sında fail cinayet silahını geride bırakmış."
Kendine ve meslektaşlarına kahve koymak üzere ayağa
kalkan Paula, "Bunlar soğukkanlılıkla ya da önceden planla­
narak işlenen bir cinayetin göstergeleri değil" dedi.
"Saptayabildiğimiz tek olası tehdit, Nazizm konusunda uz­
man olduğu için Frankel'i hedef alan İsveç'in Dostlan adında­
ki neo-Nazi örgüt tarafından yapılmış." Martin plastik dosya­
larda duran beş mektuba uzandı ve onlan masanın üzerine
yaydı. "Ayrıca, çocukluk arkadaşı Frans Ringholm sayesinde
Erik'in örgütle kişisel bir bağlantısı varmış."
"Elimizde Frans'ı cinayetle ilişkilendirebilecek bir şey var
mı? Herhangi bir şey?" Paula onlan konuşturmak istercesine
mektuplara baktı.
"Şey, Nazi dostlanndan üçü Frans'ın söz konusu günlerde
onlarla birlikte Danimarka'da olduğunu iddia ediyorlar. El­
bette bu kusursuz bir mazeret değil -tabii öyle bir şey varsa-
389

ama elimizde yeterince fiziksel bulgu yok. Olay yerinde rast­


lanan ayak izleri, cesetleri bulan oğlanlara ait. Orada bulma­
yı beklediklerimizin dışında hiçbir ayak izi ya da parmak izi­
ne rastlamadık."
Gösta Paula'ya dönerek, "Herkese kahve koyacak mısın,
yoksa elinde demlikle öylece dikilmeyi mi planlıyorsun?" dedi.
Paula, "Lütfen dersen sana kahve koyarım" diyerek ona
sataştı ve Gösta İsteksizce, "Lütfen" diye homurdandı.
Martin kahve fincanını dolduran Paula'ya teşekkür etmek
için başını sallayarak, "Bir de cinayet tarihi meselesi var" de­
di. "Erik Frankel'in Haziran'ın 15'i ile 1 7'si arasında öldüğü­
nü tahminen saptamış bulunuyoruz. Yani ele almamız ge­
reken iiç gii n var. Sonra Rri k'in CP.RP.d i ki rn sA tara fm d a n bu ­

lunmadan orada kalmış, çünkü ağabeyi yurtdışındaymış ve


Erik�ten haber almayı bekleyen kimse yokmuş; Viola hariç -
ama onun da dediğine göre Erik ilişkilerini bitirmiş. Erik öl­
dürülmeden hemen önce ayrılmışlar."
"Peki, kimse bir şey görmemiş mi? Gösta, bütün komşu­
larla konuştun mu? Yabancı bir araba gören olmuş mu? Ya
da şüpheli birilerini?" Martin arkadaşına baktı.
Gösta, "Bölgede konuşulacak pek fazla komşu yok" diye
homurdandı.
"Bunu hayır olarak mı kabul etmeliyim?"
"Komşularla konuştum ve kimse bir şey görmemiş."
"Tamam, şimdilik bunu geçiyoruz." Martin içini çekti ve
kahvesinden bir yudum aldı.
"Peki ya Britta Johansson? Erik Frankel'le bağlantısı ol­
ması oldukça tuhaf bir rastlantı. Ve de Frans Ringholm'le.
Tabii bu uzun zaman önceymiş, ama elimizde haziran ayın­
da temas kurduklarını gösteren telefon kayıtları var; ayrıca
hem Frans hem de Erik bu sıralarda Britta'yı görmeye git­
mişler." Martin sorularının cevaplarını ararcasına tekrar
arkadaşlarına baktı. "Neden altmış yıl sonra onunla temas
390

kurmak için özellikle bu tarihleri seçmişler? Britta'nın zihin­


sel durumunun kötüye gittiğine ve eski günleri yad etmek is­
tediğini söyleyen kocasına inanmalı mıyız?"
Paula açılmamış bir Ballerina bisküvi paketine uzanarak,
"Şahsen ben bunun saçmalık olduğunu düşünüyorum" dedi.
Bi1 uçtaki plastik şeridi açtı ve diğerlerine ikram etmeden
önce kendine üç tane bisküvi ayırdı. "Bence buluşmalarının
gerçek sebebini öğrenebilirsek, bütün dava pat diye çözülür.
Ama Frans ölüm sessizliğini koruyor ve Axel de Herman'ın
bize anlattığı hikayeye sadık kalıyor."
"Aylık ödemeleri de unutmayalım" dedi Gösta. Bisküvisi­
nin üstündeki vanilyalı tabakayı kaldırıp çİkolatah kremayı
yaladıktan sonra devam etti: "Bunların Erik Frım k el cinaye­
tiyle ne ilgisi var?"
Martin şaşkınlıkla Gösta'ya baktı. Gösta'nın soruşturma­
nın bu kısmı hakkında bu kadar bilgi sahibi olduğunu bilmi­
yordu, çünkü genellikle arkasına yaslanıp bilgilendirilmeyi
beklerdi.
"Şey, Hedström cumartesi günü bu konuya el atmayı de­
nedi" dedi Martin. Patrik telefonda Wilhelm Friden'in evine
yaptığı ziyaret hakkında rapor verirken aldığı notlan çıkardı.
"Peki, ne bulmuş?'' Gösta başka bir bisküvi daha alınca, di­
ğerleri büyülenmiş gibi onu parçalara ayırmasını izlediler. Ön­
ce vanilyalı tabaka çıktı, sonra Gösta çİkolatah kremayı diliy­
le sıyırdı. Bisküvinin geriye kalan kısımlanysa çöpü boyladı.
Paula öfkelenerek, "Baksana Gösta, çİkolatasını yalayıp
gerisini bırakamazsın" dedi.
"Nesin sen? Bisküvi polisi mi?" diye cevap veren Gösta, bir
bisküviyi daha gösterisine alet etti. Paula belli belirsiz kıkır­
dadı ve bisküvi paketini alıp tezgahın üstüne, Gösta'nın ula­
şamayacağı bir köşeye koydu.
"Ne yazık ki fazla bir şey bulamamış" dedi Martin. "Wil­
helm Friden yalnızca birkaç hafta önce ölmüş ve ne dul ka-
391

rısı n e d e oğlu ödemeler hakkında bir şey biliyor. Tabii doğ­


ru söyleyip söylemediklerini kestirrnek zor ama Patrik dü­
rüst olduklarını düşünüyordu. Neyse ki Friden'in oğlu, baba­
sının bütün belgelerinin fotokopisini göndermeleri için avu­
katlarıyla konuşacağına söz vermiş. Şansımız yaver giderse o
belgelerde bir şey bulabilirim."
"Peki ya Erik'in ağabeyi? Ö demeler hakkında bir şey bili­
yor muymuş?" Gösta iştahla tezgahın üstünde duran bisküvi­
lere baktı; paketi almak için yerinden kalkmayı bile göze al­
mış gibi görünüyordu.
Gösta'ya ikaz niteliğinde bir bakış atan Paula, "Ö demeleri
sormak için Axel'e telefon ettik" dedi. "Ama bu konuda hiçbir
fikri olmadığını söyledi."
"Peki, ona inanıyor muyuz?" Gösta sandalyesiyle tezgah
arasındaki mesafeyi ölçüyordu. Hızlı bir hamle yaparsa ba­
şarabilirdi.
"Gerçekten bilmiyorum. Axel'i çözmek güç. Sen ne düşü­
nüyorsun Paula?" dedi Martin ona dönerek.
Paula nasıl cevap vereceğini düşünürken, Gösta bu fırsa­
tı değerlendirdi. Ayağa fırladı ve bisküvi paketine doğru atıl­
dı, ama Paula'nın sol eli ışık hızında uzanıp paketi önünden
kaptı.
"1-ıhh, hayatta olmaz . . . " Paula ona muzipçe göz kırptı;
Gösta elinde olmadan gülümsedi. Bu şakalaşma hoşuna git­
meye başlamıştı.
Bisküvi paketini güvenli bir şekilde kucağına koyan Pau­
la, Martin'e döndü. "Sana katılıyorum. Ben de Axel'i tam ola­
rak çözemiyorum. Yani, emin değilim" dedi.
"Şimdi de Britta'ya geri dönelim" dedi Martin. Not defteri­
ne büyük harflerle BRITTA yazdı ve sonra altını çizdi. "Ben­
ce en iyi kanıtımız, tırnaklarının altında büyük olasılıkla ka­
tilin DNA'sının bulunması. Ve de Britta'nın kendisini boğma­
ya çalışan kişinin yüzünde ve kollarında derin çizikler bırak-
392

ması. Bu sabah Herman'ı kısaca sorguya çektik; vücudunda


hiçbir çizik yoktu. Ayrıca eve geldiğinde Britta'nın ölmüş ol­
duğunu, yüzünde bir yastıkla yatakta uzandığım söyledi."
Paula, "Ama hala Britta'mn ölümünün kendi suçu olduğu­
nu iddia ediyor" diye araya girdi.
"Peki, bununla neyi kastediyor?" Gösta kaşlarını çattı.
"Birini mi koruyor?"
"Evet, biz de böyle düşünüyoruz." Paula pes etti ve biskü­
vi paketini masaya koyup Gösta'ya doğru kaydırdı. İngilizce
konuşarak, "Al bakalım, tıka basa ye" dedi.
Gösta, "Ne?" diye sordu. İngilizce bilgisi golf terimleriyle
sımrlıydı; bildiği birkaç sözcüğü de oldukça kötü telaffuz edi­
yordu.
"Boş ver. Hadi çikolatanı yala" dedi Paula.
Gösta ile Paula'nın dostça atışmalarını eğlenerek izleyen
Martin, ''Ve bir de başparmak izi var" dedi. Eğer Gösta'yı ye­
terince tanımasaydı, meslektaşının işyerinde olmaktan zevk
aldığını bile söyleyebilirdi.
''Yastık kılıfımn düğmelerinden birinde tek bir başparmak
izi var - yani elimizde fazla bir şey yok" dedi Gösta karam­
sarca.
"Bu tek başına çok şey ifade et,meyebilir ama eğer bu iz
Britta'nın tırnaklarının altına DNA'sını bırakan kişiye ait­
se, o zaman bence iyimser olabiliriz." Martin not defterinde
DNA'nın altını çizdi.
"DNA profili ne zaman hazır olur?'' diye sordu Paula.
Martin, "Laboratuvar, perşembeye kadar hazır olacağını
tahmin ediyor'' diye cevap verdi.
"Pekala, o zaman sonradan bir DNA örneklemesi yapa­
rız." Paula bacaklarını uzattı. Bazen Johanna'nın hamilelik
belirtilerinin bulaşıcı olup olmadığını merak ediyordu. Şim­
diye kadar hacaklarına ağrılar saplanmış, hafif sancılar his­
setmiş ve iştahı fena halde açılmıştı.
393

"Peki, DNA örneklemesi için hiç adayımız var mı?" Gösta


üçüncü bisküvisinin tadını çıkarmaya başlamıştı bile.
"Benim aklımdan Axel ve Frans geçiyor" dedi Paula.
"Gerçekten perşembeye kadar bekleyecek miyiz? Sonuçla­
rı almak biraz zaman alacak ve çizikieri çabuk iyileşir, yani
örnekleri bir an önce alsak iyi olur" dedi Gösta.
"İyi düşündün Gösta" dedi Martin şaşırarak. "Bu işi yarın
hallederiz. Başka bir şey var mı? Unuttuğumuz ya da ihmal
ettiğimiz herhangi bir şey?"
Kapı ağzından gelen bir ses, " 'İhmal ettiğimiz' derken ne­
yi kastediyorsun?" diye sordu. O sırada Mellberg peşinde ne­
fes nefese kalan Ernst'le içeri girdi. Köpek, Gösta'nın bisküvi
kalıntılanmn kokusunu aldığı gibi ayaklarının dibine oturdu.
Yalvanşlan sonuç verdi ve bisküviler bir çırpıda yok oldular.
Martin, "Sadece gözden kaçırdığımız bir detay olmadığın­
dan emin olmak için bazı şeylerin üstünden geçiyorduk" diye
açıkladı ve masanın üzerinde duran belgeleri işaret etti. ''Yann
Axel ve Frans'tan örnek almamız gerektiğini konuşuyorduk."
"Ah, alın tabii" dedi Mellberg sabırsızca. Yapılması gere­
ken işlere dahil olmaktan korkuyordu. "Aynen devam edin.
Merin." Ernst'i çağırdı; köpek, kuyruğunu saliayarak sahi­
binin peşinden odasına gitti ve her zamanki gibi Mellberg'in
masasının altına, ayaklannın dibine yattı.
"Gördüğüm kadarıyla bu köpeği sahiplenecek birini bul­
ma fikri rafa kaldırıldı" dedi Paula gülerek.
"Bence Ernst'i sahiplenilmiş kabul edebiliriz. Gerçi kim ki­
me bakıyor belli değil. Ayrıca Mellberg'in bu yaşta bir tür salsa
kralına dönüştüğüne dair söylentiler de var." Gösta kıkırdadı.
Martin alçak sesle fısıldadı: "Bunu ben de duydum . . . Hem
bu sabah odasına girdiğimde, yerde esneme hareketleri yapı­
yordu."
"Şaka yapıyorsun!" dedi Gösta gözlerini açarak. "Peki, na­
sıl gidiyordu?"
394

"Pek gitmiyordu." Martin güldü. "Ayaklarına dokunma­


ya çalışıyordu ama göbeği buna engel oluyordu. Keşke sadece
göbeğinden yapamıyor olsa."
Paula, "Siz ikiniz, kesin şunu artık. Mellberg'in aldığı sal­
sa derslerini annem veriyor" diyerek onları azarladı. Gösta
ve Martin şaşkınlıkla ona baktılar.
"Annem birkaç gün önce Mellberg'i öğle yemeğine davet
etti ve o gerçekten de . . . çok cana yakındı" dedi Paula.
Martin ve Gösta şimdi ona aval aval bakıyorlardı.
"Mellberg annenden sal sa dersleri mi alıyor? Ve evinize
öğle yemeğine mi geldi? Çok yakında ona 'Baba' demeye baş­
larsın!" Martin yüksek sesle güldü, Gösta da ona katıldı.
Paula ayağa ka lkarak, "Kesin şunu çocuklar" diye söylen-
di. "Buradaki işimiz bitti, öyle değil mi?" Hışımla odadan çık­
tı. Martin ve Gösta mahcubiyetle bakıştılar ama ellerinde ol­
madan tekrar kahkahalara boğuldular. Bu fazlasıyla komik
bir durumdu.

Hafta sonu tam bir savaş havasında geçmişti. Dan ve Be­


linda durmadan birbirlerine bağırmışlardı; öyle ki Anna'nın
başı tüm bu karmaşa yüzünden neredeyse çatlayacaktı. Anna
onları birkaç kez azarlayarak Adrian ile Emma'ya biraz anla­
yış göstermelerini istedi; neyse ki böyle deyince ikisi de etkile­
nip söz dinlediler. Belinda açıkça itiraf etmese de, Anna onun
çocuklarını sevdiğini görebiliyordu. Bu yüzden de Belinda'nın
küstah ergen tavırlarının bir kısmını görmezden gelmeye ra­
zıydı. Ayrıca Dan'ın, en büyük kızının neler yaşadığının ve
neden bu şekilde davrandığının farkında olmadığını düşünü­
yordu. Sanki Belinda ile Dan bir çıkınaza girmişlerdi ve ikisi
de ne yapacağını bilmiyordu. Anna salonda gezinerek çocuk­
ların her yere saçtığı oyuncakları toplarken içini çekti.
Dahası, son birkaç gündür Dan'la bir çocuk sahibi olacak­
ları gerçeğini sindirmeye çalışıyordu. Zihni hala bulanıktı,
395

ama en büyük korkularını kontrol altına almayı başarmıştı.


İlk iki hamileliğinde olduğu gibi, midesi de bulanmaya baş­
lamıştı. Çok sık kusmuyordu ama midesi sürekli deniz tut­
muş gibi bulanıyor ve çalkalanıyordu. Dan onun her zamanki
iştahını kaybettiğini fark etmiş, tıpkı endişeli bir horoz gibi,
her türlü yiyecekle aklını çelmeye çalışıyordu.
Anna kanepeye oturup başını dizlerinin arasına sıkıştır­
dı ve bulantısını kontrol altına almak için nefes alıp veri­
şine odaklandı. En son Adrian'a hamileyken bulantıları al­
tıncı aya kadar sürmüş ve hiç bitmeyecek gibi gelmişti. Yu­
karı kattan gelen öfkeli sesler kah yükselip kah alçalarak,
Belinda'nın gümbürtülü müziğine eşlik ediyordu. Anna tüm
bunlarla baş edeıııeyecekLi. Olanlara katlanamıyordu. Bu­
lantısı giderek kötüleşiyor, öğürme refleksi nedeniyle ağ­
zı ekşi safrayla doluyordu. Ayağa fırlayıp harryoya koştu, tu­
valetin önüne çömeldi ve genzinden yukarıya yükselen sıvıyı
tükürmeye çalıştı. Ama dışarı çıkan hiçbir şey olmadı.
Birkaç dakika boyunca öğürse de rahatlayamadı; sonun­
da pes edip ayağa kalktı ve ağzını bir havluya sildi. O sırada
banyo aynasındaki yansımasma gözü takıldı. Kendi görün­
tüsü karşısında paniğe kapıldı. Elindeki beyaz havlu kadar
solgun görünüyordu, gözleri kocaman ve korku doluydu. Tıp­
kı Lucas'a hamileyken olduğu gibi. Ama artık her şey o ka­
dar farklıydı ki. Çok daha iyiydi. Elini hala düz olan karnı­
nın üzerinde gezdirdi. Ne çok umut. Ve ne çok korku . . . Hep­
si de rahmindeki o küçük noktada toplanmıştı. Kendisine ba­
ğımlı olan o ufacık noktada.
Tabii ki Dan'dan bir bebek sahibi olmayı düşünmüştü.
Ama şimdi değil; henüz vakti gelmemişti. Bunu evdeki du­
rumlar sakinleşip düzene girdikten sonraya bırakmıştı. Ama
madem olan olmuştu, hamileliğini soniandırmak bir an bi­
le aklından geçmiyordu. Birbirlerine şimdiden bağlanmışlar­
dı. Kendisiyle henüz çıplak gözle görülemeyen bebeği arasın-
396

da görünmez, hassas ama güçlü bir bağ kurulmuştu. Derin


bir nefes alıp banyodan çıktı. Bağırtılar artık yukarıdan de­
ğil de, aşağı kattaki antreden geliyordu.
"Ben Linda'ya gidiyorum. Lanet olsun, neden bir türlü an­
lamıyorsun? Benim de arkadaşlarım var. Yoksa arkadaşla­
rımla görüşmemi de mi yasaklayacaksın?"
Dan'ın kırıcı bir cevap vermeye hazırlandığını sezdiği an­
da Anna'nın sabrı taştı. Sinirinden kudurmuş bir halde so­
luğu antrede aldı ve haykırdı: "İkiniz de KESİN SESİNİZİ
artık! Anladınız mı? İkiniz de çocuk gibi davranıyorsunuz
ve buna artık SON VERECEKSİNİZ! HEMEN ŞİMDİ!" An­
na parmağını kaldırdı ve ikisinden birinin sözünü kesmesi­
ne fırsat vermeden devam etti: "Sen Dan, Belinda'yı:ı hağlr­
mayı derhal kesmelisin! Bal gibi biliyorsun ki, onu eve kapa­
tıp anahtarı bir kenara atamazsın! O on yedi yaşında ve ar­
kadaşlarıyla görüşmesi gerekiyor!"
Belinda'nın yüzü hoşnut bir gülümsemeyle aydınlandı
ama Anna'nın söyleyecekleri henüz bitmemişti.
''Ve sen küçükhanım, eğer yetişkin muamelesi görmek is­
tiyorsan yaramaz çocuk tavırlarını bırakıp bir yetişkin gi­
bi davranmaya başlamalısın! Benim ve çocuklarımın bura­
da yaşamasıyla ilgili tek bir saçmalık daha duymak istemiyo­
rum, çünkü hoşuna gitse de gitmese de buradayız ve bize bir
şans verirsen seni memnuniyetle tanımak isteriz!"
Anna soluklanmak üzere duraksadı ve sonra Dan ile
Belinda'nın korkudan hazır ola geçmelerine neden olan bir
ses tonuyla konuşmaya devam etti: ''Ve şunu bil ki, eğer pla­
nın bizi bu evden göndermekse hiçbir yere gitmiyoruz, çün­
kü babanla benim bir bebeğimiz olacak; benim çocuklarım,
sen ve senin kız kardeşlerin yeni doğacak olan kız ya da er­
kek kardeşiniz sayesinde akraba olacaksınız. Hep birlikte
iyi geçinmeyi çok istiyorum ama bunu tek başıma başara­
mam. Birbirimize yardım etmemiz gerekiyor! Her ne olur-
397

sa olsun, beni kabul etseniz d e etmeseniz de bu bebek ba­


harda doğacak ve o zamana kadar bu saçmalığa dayanabi­
leeeğimi hiç sanmıyorum!" Dan ve Belinda donakalmış hal­
de karşısında dikilirken, Anna gözyaşiarına boğuldu. Sonra
Belinda hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir an için Dan'a ve
Anna'ya bakıp ön kapıdan dışarıya fırladı ve kapıyı gürül­
tüyle çarptı.
"Anna, tatlım, bu cidden gerekli miydi?" dedi Dan bıkkın­
lıkla. Az önceki yüzleşmeye tanık olan Emma ve Adrian antre­
de dikilmişler, hayretler içinde Dan ile Anna'ya bakıyorlardı.
Anna ceketini kaparak, "Cehenneme kadar yolun var!" de-
di. Ö n kapı ikinci kez büyük bir gürültüyle kapandı.

"Selam, nerelerdeydin?" Patrik, Erica'yı kapıda karşılayıp


dudaklarına bir öpücük kondurdu. Maja da annesinden bir öpü­
cük istedi ve kollarını iki yana açarak tıpış tıpış yanına geldi.
Erica ceketini asıp Patrik'le salona giderek, "Çok ilginç iki
görüşme yaptım, bu kadarını söyleyebilirim" dedi.
Patrik, "Ya, sahi mi? Ne hakkında?" diye sordu. Yere otur­
du ve Erica'mn içeri girdiğini duymadan önce Maja'yla meş­
gul oldukları işe döndü. Oyun küplerini kullanarak dünya­
mn en yüksek kulesini inşa ediyorlardı.
Yaniarına oturan Erica, "Küpleri kullanmayı öğrenmesi
gereken kişinin Maja olduğunu samyordum" diyerek güldü.
Dikkat kesilen kocasının, boyu artık Maja'yı aşan kulenin te­
pesine kırmızı bir küp yerleştirme girişimini eğlenerek izledi.
Patrik, "Şşt ..." dedi ve küpü bu sarsak yapının tepesine koy­
mak için elini dengede tutmaya çalışırken dilini dışan çıkardı.
Erica en-dipteki küplerden birini göstererek, ''Maja, anne­
ne san küpü verir misin?" diye fısıldadı. Annesine iyilik ya­
pacağım düşünen Maja'mn yüzü aydınlandı. Eğildi ve küpü
bir çırpıda yerinden çıkararak, Patrik'in büyük bir dikkatle
yaptığı kulenin yıkılmasına neden oldu.
398

Patrik havada tuttuğu kırmızı küple, oturduğu yerde ka­


lakaldı. Erica'ya ters ters bakarak, "Çok teşekkürler" diye so­
rnurttu. "Bu kadar yüksek bir kule inşa etmek için ne kadar
büyük bir beceri ve sağlam bir el gerektiğinden haberin var
mı senin?"
Erica kocasını öpmek için öne eğilerek, "Bakıyorurn da bi­
rileri nihayet son bir yıldır yetersiz uyarıldığıını söylerken
neler hissettiğiınİ anlamaya başlamış" diyerek güldü.
Patrik, "Hmrn, şey, evet. Anlıyorum" dedi ve dilini kulla­
narak Erica'yı öptü. Erica bu davete karşılık verdi, öpüşme­
leri çok geçmeden hafif oynaşrnalara dönüştü ve Maja baba­
sının kafasına bir oyun küpü isabet ettirene kadar devarn
etti.
"Ah!" Patrik elini başına götürdü ve Maja'yı uyarmak için
parmağını kaldırdı. "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Baban
tam annenle oynaşma fırsatı bulmuşken üzerine küp fırlat­
mak da nereden çıktı?"
"Patrik!" Erica onun ornzuna vurdu. "Kızırnıza bu yaşta
'oynaşrnak' sözcüğünü öğretmen şart mı?"
Patrik, "Eğer küçük bir erkek ya da kız kardeşi olması­
nı istiyorsa, o zaman annesiyle babasını oynaşırken görmeye
alışmalı" dedi. Erica onun gözlerindeki pırıltıyı gördü.
Erica ayağa kalktı. "Galiba küçük bir erkek ya da kız kar­
deş için biraz bekleyeceğiz. Ama sanırım bu gece biraz alış­
tırma yapabiliriz . . . " dedi ve göz kırpıp rnutfağa gitti. Nihayet
hayatlannın bu kısmını yeniden canlandırrnayı başarmışlar­
dı. Bebek sahibi olmanın bir çiftin seks hayatı üzerinde ina­
nılmaz olumsuz etkisi vardı, ama bu açıdan oldukça kesat
geçen bir yılın ardından, işler iyiye gitmeye başlamıştı. Gerçi
Erica koca bir yılı evde geçirdikten sonra, henüz Maja'ya bir
kardeş vermek için çaba harcadığını düşünerniyordu. Bebek­
lerin dünyasına geri dönmeden önce tekrar yetişkin olmanın
tadını çıkarması gerektiğini hissediyordu.
399

Patrik Erica'nın peşinden mutfağa giderek, "Ee, bugün


yaptığın şu ilginç görüşmeler ne hakkındaydı?" diye sordu.
Erica ona Uddevalla'ya yaptığı iki kısa geziden ve bulduk­
larından bahsetti.
Patrik, Herman'ın Erica'ya anlattıklannı dinledikten son­
ra, "Peki bu isimleri hatırlamıyor musun?" diye sordu.
"Şey, tuhaf olan da bu zaten. Onları daha önce duyduğu­
mu hatırlayamıyorum ama yine de içimde bir his var . . . Bil­
miyorum . Paul Heckel ve Friedrich Hück. Bu isimler her ne­
dense kulağıma tanıdık geliyor."
''Yani sen ve Kj ell Ringholm şu . . . H ans Olavsen denen
adamın izini sürmek için güçlerinizi birleştireceksiniz, öyle
mi?" Patrik şüpheci görünüyordu; Erica onun nereye varma­
ya çalıştığını tahmin edebiliyordu.
"Tamam, biliyorum ki bu işbirliğinin sonuç vermesi uzak
bir ihtimal. Hans'ın ne gibi bir rol oynarlığına dair hiçbir fik­
rim yok ama içimden bir ses önemli olduğunu söylüyor. Cina­
yetlerle hiçbir ilgisi olmasa bile, Hans'ın annem için bir an­
lamı olduğu aşikar; zaten tüm bunları araştırmaya bu yüz­
den başladım. Annem hakkında daha fazlasını öğrenmek is­
tedim."
"Şey, yalnızca dikkatli ol." Patrik ocağın üstüne su dolu
bir sos tenceresi koydu. "Bu arada, çay ister misin?"
"Evet, lütfen." Erica mutfak masasına oturdu. " 'Dikkatli
ol' derken neyi kastettin?"
"Duyduğuma göre, Kjell çok kurnaz bir gazeteciymiş; dik­
kat et de seni sömürmesin."
"Beni nasıl sömürebilir ki? En kötüsü, benim buldu­
ğum bilgileri alır ama karşılığında bana hiçbir şey vermez.
Bu riski almaya hazırım. Ama böyle bir şey yapacağını san­
mıyorum . Onunla işbölümü konusunda uzlaştık: Ben Axel
Frankel'e Norveçliyi soracağım ve Hans'ın adının İsveç ma­
kamlannın resmi kayıtlannda geçip geçmediğini kontrol ede-
400

ceğim. Kjell de babasıyla konuşacak. Gerçi buna çok da he­


vesli olduğu söylenemez."
Patrik içlerinde birer çay poşeti olan fincanlara kay­
nar su doldururken, "Galiba o ikisi pek iyi anlaşamıyor" de­
di. "Kjell'in babasını yerin dibine soktuğu birkaç makalesini
okumuştum."
Erica, Patrik'in kendisine uzattığı fincanı alarak, "O za­
man ilginç bir konuşma yapacaklar gibi görünüyor" dedi. Sı­
cak çayını yudumlarken Patrik'e baktı. Maja'nın salonda ha­
yali bir oyun arkadaşıyla çene çaldığını duyabiliyorlardı.
Muhtemelen son birkaç gündür gözünün önünden ayırmadığı
oyuncak bebeğiyle konuşuyordu.
"Karakolda yürüttükleri soruşturmanın bir parçası olma­
mak nasıl bir duygu?" diye sordu Erica.
"Zor değil dersem yalan söylemiş olurum. Ama Maja'yla ev­
de kalmanın da ne kadar güzel bir fırsat olduğunun farkında­
yım; hem geri döndüğümde işim hala beni bekliyor olacak. Ta­
bii bu daha fazla cinayet soruşturması olmasını istediğim an­
lamına gelmiyor ama şey . . . ne demek istediğimi biliyorsun."
Erica mümkün olduğunca tarafsız bir ses tonuyla, "Peki
Karİn nasıl?" diye sordu.
Patrik cevap vermeden önce bir an duraksadı. Sonra da,
"Bilmem ki" dedi. "O çok . . . üzgün görünüyor. Herhalde işler
umduğu gibi gitmedi ve şimdi de içinden çıkamadığı bir ka­
panda kısılıp kaldı. .. Gerçekten bilmiyorum. Onun için biraz
üzülüyorum."
Erica, "Seni terk ettiği için pişman mı?" diye sordu ve ger­
gin bir şekilde Patrik'in cevabını bekledi. Karin'le yaptığı ev­
lilik hakkında hiç konuşmamışiardı ve Erica bunu birkaç
kez gündeme getirdiğinde Patrik tek kelimelik kısa cevap­
lar vermişti.
"Hayır, sanmıyorum . Daha doğrusu . . . bilmiyorum. Bence
yaptığı şeyden pişmanlık duyuyor; onları suçüstü yakaladı-
401

ğım için." Patrik çok uzun zaman önce aklından çıkardığı sah­
ne gözlerinin önüne gelince acı acı güldü. "Ama bilmiyorum . . .
Şimdi farkına varıyorum ki, bunu aslında ikimiz iyi anlaşa­
madığımız için yapmış."
"Peki, sence bunu unutmuş olabilir mi?" diye sordu Erica.
"Bazen sadece güzel şeyleri hatırlamaya meyilliyizdir."
"Doğru ama sanırım gerçekte nasıl bir ilişkimiz olduğunu
hatırlıyor. Yani tabii ki hatırlıyor'' dedi Patrik; gerçi ses tonu
biraz kuşkuluydu. Konuyu değiştirmek için can atarak, "Ee,
yannki programın nedir?" diye sordu.
Erica Patrik'in ne yapmaya çalıştığını gayet iyi biliyordu
ama üstüne gitmedi. "Axel'le biraz sohbet etmeyi düşünüyor­
dum. Bir de nüfus müdürlüğüne ve vergi dairesine telefon
ederim; bakalım Hans hakkında bir şey bulabilecek miyim?"
"Dur bir dakika, senin yazman gereken bir kitabın yok
mu?" Patrik gülse de, sesi hala gergin çıkıyordu.
"Kitap için yeterince zamanım var; zaten gerekli araştır­
malann çoğunu yaptım. Hem bu konuyu kafamdan çıkarma­
dan önce kitaba yoğunlaşmakta zorlanacağım; onun için bı­
rak da şu işi bitireyim . . . "
Patrik ellerini kaldırarak, "Tamam, tamam" dedi. "Sen
kocaman bir kızsın ve zamanını nasıl değerlendireceğini bili­
yorsun. Biz Maja'yla programımızı yaparız; sen de kendi işle­
rine bakarsın." Ayağa kalktı ve Erica'nın yanından geçerken
başının tepesine bir öpücük kondurdu.
"Benim gidip yeni bir sanat eseri inşa etmem gerekiyor. Tae
Mahal'in bire bir ölçekli modelini yapmayı düşünüyorum."
Erica gülerek başını iki yana salladı. Bazen evlendiği ada­
mın aklının başında olup olmadığını merak ediyordu. Her­
halde değildi; öyle karar verdi.

Anna az ötede onu gördü. Yüzer iskelenin en ucunda, kı­


sa ve yalnız bir siluet vardı. Anna onu aramaya çıkmamıştı.
402

Ama GaHirbacken yamacından inip de Belinda'yı görünce, gi­


dip onunla konuşması gerektiğini düşündü.
Belinda onun yaklaştığını duymadı. İskelede oturmuş si­
gara içiyordu. Yanında bir Gula Blend paketi ve kibrit kutu­
su vardı.
"Selam" dedi Anna.
Belinda irkildi. Elindeki sigaraya baktı ve onu bir an için
saklamayı düşünse de, meydan okurcasına ağzına alıp du­
manını içine çekti.
Anna Belinda'nın yanına oturarak, "Ben de bir tane alabi­
lir miyim?" diye sordu.
Belinda şaşkınlıkla, "Sen sigara içiyor musun?" diye sordu
ve paketi ona uzattı.
"Bir zamanlar içerdim. Beş yıl boyunca içtim. Ama . . . eski
kocam . . . Bundan hoşlanmazdı." Aslında bu oldukça yetersiz
bir ifadeydi. Bir keresinde, evliliklerinin ilk zamanlarında,
Lucas onu gizlice sigara içerken yakalamış ve izmariti kolu­
nun kıvrımında söndürmüştü. Anna'nın kolunda bu olaydan
kalma hafıf bir iz hala duruyordu.
Belinda sigarasının dumanını savurarak, "Babama söyle­
meyeceksin, değil mi?" diye somurttu. Sonra da kendini zor­
layarak, "Lütfen" diye ekledi.
Anna sigarasından ilk nefesi çekerken gözlerini kapata­
rak, "Eğer sen beni ispiyonlamazsan, ben de seni ispiyonla­
mam" diye cevap verdi.
Belinda kızgın bir yaşlı kadın gibi konuşarak, "Senin si­
gara içmemen gerekmiyor mu? Yani . . . bebek yüzünden" dedi.
Anna güldü. "Bu hamileyken içtiğim ilk ve son sigara ola­
cak. Söz veriyorum" dedi.
Bir süre sessizce oturup duman halkalarını denize doğru
üflediler. Yaz sıcağı tamamıyla dinmiş, yerini eylülün keskin
serinliğine bırakmıştı. Ama en azından rüzgar esmiyordu; de­
nizin sakin ve ışıltılı yüzeyi önlerinde göz alabildiğince uza-
4 03

nıyordu. Liman terk edilmiş gibiydi; marinada sadece birkaç


tekne vardı - yazın olduğu gibi sıkış tepiş dizilmemişlerdi.
"Hiç kolay değil, öyle değil mi?'' dedi Anna denize bakarak.
Belinda aksi bir şekilde, "Ne?" dedi. Hala nasıl bir tavır
takınacağına karar verememişti.
"Çocuk olmak. Gerçi sen neredeyse yetişkin sayılırsın."
Belinda denize bir çakıl taşı atarak, "Sen bu konuda hiç­
bir şey bilemezsin" diye cevap verdi.
Anna , "Tabii ya; sanki ben doğduğumda şimdiki yaşımday­
dım" diyerek güldü ve Belinda'ya takıldığını belli etmek için
onu dirseğiyle dürttü. Belinda'nın yüzünde ufacık bir gülüm­
seme belirip anında kayboldu. Anna başka bir şey demedi. Ko­
nuşmalarının gidişatını Belinda'nın belirlemesini istiyordu.
Birkaç dakika boyunca ikisi de sessiz kaldı; sonra Anna göz
ucuyla Belinda'nın kendisini merakla süzdüğünü fark etti.
''Miden çok mu bulanıyor?"
Anna başıyla onayladı. "Hem de deniz tutmuş bir sansar
kadar."
Belinda kıkırdayarak, "Sansarı neden deniz tutsun ki?"
diye sordu.
"Neden tutmasın ki?" dedi Anna. "Bir sansarı asla deniz
tutmadığını ispatlayabilir misin? Eğer bunu yapabilirsen,
kanıtları görmek isterim. Çünkü kendimi tam olarak böyle
hissediyorum. Deniz tutmuş bir sansar gibi."
Belinda, "Of, benimle kafa buluyorsun" dedi, ama gülme­
den duramadı.
"Şaka bir yana, kendimi gerçekten de çok şişman hissedi­
yorum."
"Annem de Lisen'e hamileyken kendini berbat hissederdi.
Bunu hatırlayacak kadar büyüktüm. 0 . . . Ah, özür dilerim .
Belki d e annemle babamın evli oldukları dönemden bahset­
memeliyim . . . " Belinda utanarak sustu. Uzanıp bir sigara da­
ha aldı ve elini siper ederek yaktı.
404

"Yoo, annenden istediğin kadar bahsedebilirsin. Ne za­


man istersen. Dan'ın benden önce bir hayatının olması beni
hiç rahatsız etmiyor - ne de olsa üçünüze de o dönemde sa­
hip olmuş. Annenizle beraber. Doğrusunu istersen, sırf anne­
ni seviyorsun diye babana ihanet ediyormuşsun gibi hisset­
mene hiç gerek yok. Ve söz veriyorum ki, Pernilla hakkında
konuşursan gücenmem. Hem de hiç." Anna elini Belinda'nın
iskele üzerinde duran elinin üzerine koydu. Belinda önce eli­
ni çekecek gibi oldu ama sonra olduğu yerde bıraktı. Anna
birkaç saniye sonra elini çekti ve o da uzanıp bir sigara daha
aldı. Bu hamileliğinde iki tane sigara içecekti. Ama sonra bu­
na son verecekti. Hem de tamamen.
"Bebek bakımı konusunda gerçekten çok iyiyimdir" dedi
Belinda, Anna'yla göz göze gelerek. "Lisen küçükken annerne
çok yardım etmiştim."
"Dan bana bundan bahsetti. Bebekle ilgileneceğine dışan
çıkıp arkadaşlanula oynarnan için annenle seni resmen zorla­
dıklarını anlattı. Ve bu konuda çok başarılı olduğunu da söy­
ledi. Yani balıarda senden biraz destek alabilmeyi umuyo­
rum. Bez değiştirme işini olduğu gibi sen üstlenebilirsin." Anna
Belinda'yı tekrar dürttü; bu sefer Belinda da ona karşılık verdi.
Gözlerinde muzip bir ifadeyle, "Sadece çişli bezleri değişti­
riTim. Anlaştık mı?'' dedi. Elini uzattı ve Anna'yla tokalaştılar.
"Anlaştık. Çişli bezler sana ait" dedi Anna. Sonra, "Kakalı
bezlerle da baban ilgilenir'' diye ekledi.
Kahkahalan ıssız !imanda yankılandı.
Anna aralarındaki buzların eridiği bu anı, hayatının en
güzel anlarından biri olarak hatırlayacaktı.

Erica geldiğinde, Axel valizini hazırlamakla meşguldü.


Erica'yı kapıda karşıladığında iki elinde de askıda birer göm­
lek vardı. Erica Axel'in arkasında, antredeki bir kapı kolun­
da asılı duran elbise çantasını gördü.
4 05

"Bir yere mi gidiyorsunuz?" diye sordu.


Axel gömlekleri kırıştırmamak için dikkatle asarken, ba­
şıyla onayladı.
"Evet, yakında işe geri dönmem gerek. Cuma günü Paris'e
gidiyorum."
''Yani katilin kim olduğu ortaya çıkma dan . . . " Erica'nın
sözleri havada asılı kaldı.
"Başka çarem yok" dedi Axel sertçe . "Tabii ki polis be­
nim yardımıma ihtiyaç duyarsa ilk uçağa atlayıp eve gelirim.
Ama gerçekten işime geri dönmem gerek. Burada öylece otu­
rup kara kara düşünmek pek de işe yaramıyor." Bıkkınlık­
la gözlerini ovaladığında, Erica onun ne kadar da yorgun gö­
ründüğünü fark etti. Onu son gördüğünden beri, Axel birkaç
yıl yaşlanmış gibiydi.
"Muhtemelen bir süre uzaklaşmak size iyi gelecektir" de­
di usulca. Sonra duraksadı. "Size birkaç sorum olacak, ko­
nuşmak istediğim bazı şeyler de var. Acaba birkaç dakikanızı
alabilir miyim? Tabii kabul ederseniz" dedi.
Yorgun görünen Axel kaderine boyun eğercesine başıyla
onayladı ve Erica'ya içeri girmesini işaret etti. Erica veran­
dada, daha önce oturdukları kanepenin yanında durdu, ama
Axel bu sefer yanından geçerek bir sonraki odaya yürüdü.
Etrafına bakan Erica soluğunu tutarak, "Ne kadar güzel
bir oda" dedi. Sanki maziyi yansıtan bir müzeye adım atmış­
tı. Odadaki her şey kırklı yıllardan kalmaydı; her şey temiz
ve düzenli olduğu halde, oda eski kokuyordu.
Axel elini şık bir konsolun üzerinde gezdirerek, "Evet, ne
annemiz ile babamız ne de Erik ile ben yeni çıkan şeylere il­
gi duyardık. Annem ve babam hiçbir zaman evlerinde büyük
değişiklikler yapmadılar; Erik ve ben de onların izinden git­
tik. Üstelik o dönem pek çok güzelliklerle doluydu; bu yüzden
mobilyaları çok daha çirkin olduklarını düşündüğüm modern
parçalarla değiştirme gereği duymadım" dedi.
406

Kahverengi döşemeli bir kanepeye oturdular. Kanepe pek


rahat sayılmazdı ama insanı düzgün ve dik oturmaya mec­
bur bırakıyordu.
Axel kibar ama bir parça sabırsızlıkla, "Bana bir şey mi
sormak istiyordunuz?" dedi.
Erica birdenbire utanarak, "Evet, doğru" diye cevap ver-
di. Buraya ikinci kez gelip Axel'i sorularıyla rahatsız ediyor­
du; hem de adamın üzüleceği onca şey varken. Yine de, geçen
gelişinde olduğu gibi bu fırsatı değerlendirmeye karar verdi.
Madem buraya gelmişti, bilmek istedikleri üzerine bir şeyler
öğrenmeye çalışabilirdi.
"Annemin hayatı ve arkadaşları - yani erkek kardeşiniz,
Frans Ringholm ve Britta hakkında bazı ı:ı raştırmalar yapı­
yorum."
Axel başıyla onayladı. Erica'nın devam etmesini bekler-
ken başparmaklarını birbirinin etrafında çeviriyordu.
"Bu grupta olan biri daha varmış."
Axel hala konuşmuyordu.
"Savaşın sonuna doğru, Norveçli bir direnişçi büyükbaba­
mın gemisiyle buraya gelmiş . . . Sizin de sık sık seyahat ettiği­
niz gemiyle."
Axel gözünü kırpmadan ona baktı ama Erica Norveç tarafına
yaptığı yolculuklardan bahsettiğinde adamın gerildiğini gördü.
Axel bir süre sonra, "Büyükbabanız iyi biriydi" dedi ses­
sizce. Ellerini kucağına koymuştu. "Tanıdığım en iyi insan­
lardan biriydi."
Erica anne tarafından büyükbabasıyla hiç tanışmadığın­
dan, onun hakkında bu kadar olumlu sözler duymak yüreği­
ni ısıttı.
"Anladığım kadarıyla, Hans Olavsen kaçak olarak büyük­
babamın gemisine bindiğinde, siz hapisteymişsiniz. Hans bu­
raya 1 944'te gelmiş ve şimdiye kadar bulduklarımıza göre,
savaşın bitimine kadar kalıp gitmiş."
407

" 'Biz' mi?" dedi Axel sözünü keserek . " 'Biz' derken neyi
�astediyorsunuz?" Sesi gergin geliyordu.
Erica duraksadı. Sonra da, " 'Biz' derken, Fjallbacka kü­
tüphanesinde bana yardım eden Christian'ı kastetmiştim.
Hepsi bu" dedi. Kjell'den bahsetmedi. Axel de bu açıklamayı
kabullanmiş gibi göründü.
"Evet, o zamanlar hapisteydim" dedi tekrar gerilerek.
Sanki vücudundaki bütün kaslar nelere katlandıklarını ha­
tırlamışlar ve gerilerek tepki vermişlerdi.
''Yani onunla hiç tanışmadınız mı?"
Axel başını iki yana salladı. "Hayır, ben geri döndüğümde
o çoktan gitmişti."
"Fjallbacka'ya ne zaman döndünü 7.?"
" 1 945 yılının Haziran ayında. Beyaz otobüslerle."
Erica, "Beyaz otobüslerle mi?" diye sordu ama sonra tarih
derslerinde bu konuyla ilgili bir şey duyduğunu anımsadı.
Erica'nın hayal meyal hatırladıklarını teyit eden Axel,
"Bu, Folke Bernadotte tarafından yürürlüğe konan bir plan­
dı" diye cevap verdi. "Kendisi Alman toplama kampların­
da bulunan İskandinavyalıların eve dönüşünü organize et­
ti. Otobüsler askeri hedeflerle karıştırılmasınlar diye beyaza
boyanmıştı; yanlannda ve tepelerinde kırmızı haçlar vardı."
"İyi ama esirleri savaş bittikten sonra taşıdılarsa neden as­
keri hedeflerle kanştınlma riski olsun ki?" diye sordu Erica.
Axel onun bilgisizliği karşısında gülümsedi ve tekrar başpar­
maklannı çevirmeye başladı. ''İlk otobüsler Almanlarla yapılan
pazarlığın ardından, 1945'in Mart ve Nisan ayları gibi erken
bir tarihte esirleri almaya gitti. O zamanlar on beş bin kadar
esiri eve getirdiler. Savaşın sona ermesinin ardından, Mayıs
ve Haziran aylannda eve on bin kişi daha getirdiler. Ben 1945
Haziranı'nda gelen son otobüsteydim." Axel olan biteni oldukça
gerçekçi bir şekilde anlatıyordu ama Erica o mesafeli ses tonu­
nun altında, onun yaşadığı dehşetin yankılarını duyabiliyordu.
408

"Hans Olavsen de 1 945 Haziranı'nda kayıplara karışmış.


Demek ki siz gelmeden hemen önce ayrıldı. Doğru mu?" di­
ye sordu.
Axel başıyla onaylayarak, "Muhtemelen arada sadece bir­
kaç gün vardı" dedi. "Ama bu noktada hafızam biraz bulanık­
laşırsa kusura bakmayın. Geri döndüğümde . . . aşırı derecede
bitkindim."
"Tabii ki. Anlıyorum" dedi Erica önüne bakarak. Alman
toplama kamplarını içeriden gören biriyle konuşuyor olmak
tuhaf bir histi.
"Peki, erkek kardeşiniz size Hans hakkında bir şey söyledi
mi? Hiçbir şey hatırlamıyor musunuz? jçimde Erik ve arka­
daşlarının Hans'la Fjallbacka'da olduğu süre boyunca olduk­
ça fazla vakit geçirdiklerine dair bir his var."
Axel pencereden dışarıya baktı; belli ki hafızasını yoklu­
yordu. Başını yana eğip kaşlarını çattı.
"Hatırladığım kadarıyla Norveçliyle anneniz arasında bir
şeyler varmış; umarım bunu söylediğim için gücenmediniz."
Erica elini sallayarak, "Hem de hiç" dedi. "Bu çok uzun za­
man önceydi; zaten bunu ben de keşfetmiştim."
"Sahi mi? Galiba h afızam bazen düşündüğüm kadar da
kötü değil" dedi Axel. Gülümsedi ve dönüp Erica'ya baktı.
"Evet, Erik'in bana Elsy ve Hans arasında bir tür aşk ilişkisi
olduğunu söylediğinden eminim."
"Peki Hans gittiğinde annem nasıl tepki verdi? Bununla
ilgili bir şey hatırlıyor musunuz?"
"Korkarım pek fazla bir şey hatırlamıyorum. Tabii ki bü­
yükbabanızın başına gelenlerden sonra kendine gelemedi. Ve
kısa bir süre sonra da eğitimi için şehirden ayrıldı . . . Yanlış
hatırlamıyorsam ev ekonomisi okuyacaktı. Sonra da irtibatı­
mız kesildi. Elsy birkaç yıl sonra Fjallbacka'ya döndüğünde
ben çoktan yurtdışında çalışmaya başlamıştım ve çok sık eve
gelmiyordum. Hatırladığım kadarıyla Erik'le de iletişim kur-
409

madılar. Bu o kadar da olağandışı değil. İnsanlar çocuklukla­


rında ve gençliklerinde arkadaş olabilirler ama yetişkin olup
da sorumluluklar üstlenince irtibatı kaybederler." Axel tek­
rar dönüp pencereden dışarıya baktı.
"Ne demek istediğinizi biliyorum" dedi Erica. Axel.• Hans
hakkında daha fazlasını bilmediği için hayal kırıklığına uğ­
ramıştı. "Peki, hiç kimse Hans'ın nereye gittiğinden bahset­
medi mi? Erik'e söylememiş mi?"
Axel başını özür dilereesine iki yana salladı. "Çok üzgü­
nüm. Keşke size yardımcı olabilseydim ama o zamanlar pek
kendimde değildim; sonra da aklımda başka şeyler vardı" de­
di. Erica'yı yüreklendirircesine, "Ama resmi makamlar ara­
cılığıyla Hans'ın izini sürmek mümkün olabilir" diyerek aya­
ğa kalktı.
Mesajı alan Erica da ayağa kalktı. "Evet, bir sonraki adı­
mım bu olacak. Eğer şansım yaver giderse, bu her şeyi çöze­
bilir. Kim bilir, belki de Hans fazla uzağa taşınmamıştır."
"Şey, size bol şans diliyorum" dedi Axel elini sıkarak.
"İnanın bana, şimdiki anda yaşayabilmemiz için geçmişte
olanları öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu biliyorum."
Erica'nın elini okşadı; Erica, Axel'in kendisini teselli etme gi­
rişimi üzerine minnettarlıkla gülümsedi.
Axel tam ön kapıyı açmak üzereyken, "Bu arada, madalya
hakkında daha fazlasını öğrenebildiniz mi?" diye sordu.
Her geçen dakika daha çok şevki kırılan Erica, "Korkarım
ki hayır" dedi. "Göteborg'da bir Nazi madalyaları uzmanıyla
konuştum ama ne yazık ki madalya izi sürülerneyecek kadar
yaygınmış."
"Daha fazla yardımcı olamadığım için gerçekten üzgünüm."
Erica el sallayıp veda ederken, "Sorun değil. Zaten daha
fazlasını bilmeniz uzak bir ihtimaldi" dedi. Ona son kez bak­
tığında Axel kapı ağzında durmuş, gidişini izliyordu. Erica
onun için çok ama çok üzüldü. Ama Axel'in söylediği bir şey
410

ona fikir vermişti. Kararlı bir şekilde Fjallbacka'nın yolunu


tuttu.

Kjell kapıyı çalmadan önce duraksadı. Babasının kapısı­


nın önünde dururken, kendini birdenbire yine korkak bir kü­
çük oğlan gibi hissetmişti. Bu anı onu annesinin elini sımsı­
kı tutarak hapishane kapısında beklediği,. hem babasını gö­
recek olmasının getirdiği korku hem de beklenti nedeniyle
midesinin sancıdığı o günlere götürdü. İlk başlarda bu ziya­
retleri iple çekerdi. Frans'ı özler, onu görmek ister ve sadece
güzel zamanları hatırlardı: babasının hapiste olmadığı o kı­
sa dönemleri, onu havada döndürdüğü ya da elinden tutup
ormana götürerek mantarları, ağaçları ve çalıları anlattığı o
günleri . . . Kjell babasının dünyadaki her şeyi bildiğini sanır­
dı. Ama geceleri tartışma seslerini, asla başı ya da sonu ol­
mayan o nefret dolu, korkunç kavgaları duymamak için yas­
tığını kulaklarının üzerine bastırmak zorunda kalırdı. Anne­
si ve babası, Frans en son hapse girdiğinde kaldıkları yerden
tartışmaya devam ederlerdi ve bu kısırdöngü sürüp giderdi.
Aynı tartışmalar ve aynı fiziksel şiddet sık sık tekrarlanırdı,
ta ki polis gelip babasını götürene dek.
Bu nedenle Kjell'in beklentisi her geçen yılla beraber azal­
maya başladı; derken ziyaretçi odasında dikilip babasının ümit
dolu yüzünü gördüğünde, sadece korku hisseder oldu. Sonra
da korku nefrete dönüştü. Aslında ormanda yaptıkları o yürü­
yüşlere dair anıları olmasaydı, işi bir bakıma daha kolay olur­
du. Çünkü öfkesini tetikleyen ve körükleyen, çocukken kendi­
ne sürekli sorduğu bir soruydu. Nasıl olurdu da babası defalar­
ca her şeyi göz ardı etmeyi seçebilirdi? Onu nasıl göz ardı eder­
di? Onu gri, soğuk ve her geri döndüğünde gözlerinin ferini da­
ha da söndüren bir dünya uğruna nasıl terk ederdi?
Anılarına yenik düştüğü için kendine kızan Kjell kapıyı
yumrukladı.
41 1

"İçeride olduğunu biliyorum! Aç kapıyı!" diye bağırdıktan


sonra gergin bir halde kulak kabarttı. Sonunda emniyet zin­
cirinin açıldığını ve sürgünün yana kaydığını duydu.
Frans'ı iterek içeri giren Kjell, "Sanırım dostlarına karşı
güvenlik önlemleri alıyorsun" diye çıkıştı.
Frans, ''Yine ne istiyorsun?" diye sordu.
Babasının birdenbire bu kadar yaşlı ve çelimsiz görünme­
si Kjell'i sarstı. Sonra bu fikri kafasından attı. Frans çoğu in­
sandan daha çetin cevizdi. Muhtemelen hepsinden uzun ya­
şayacaktı.
"Senden bazı bilgiler almak istiyorum" dedi Kjell. Davet
beklemeden içeri girip kanepeye oturdu.
Frans da onun karşısındaki s a n d a l yeye oturdu ama tek
kelime dahi etmedi. Sadece bekledi.
Kjell, "Hans Olavsen adındaki adam hakkında ne biliyor­
sun?" diye sordu.
Frans irkildi ama kontrolü çabucak ele aldı. Rahat bir şe­
kilde arkasına yaslanarak, ellerini sandalyenin kolçaklarına
koydu. Oğlunun gözlerinin içine bakarak, "Ne öğrenmek isti­
yorsun?" diye sordu.
"Bu seni hiç ilgilendirmez."
"Böyle tavır alacaksan sana neden yardım edeyim?"
Kj ell kendi yüzüyle babasınınki arasında sadece birkaç
santim kalana kadar öne eğildi. Uzun bir süre ona baktıktan
sonra acımasızca, "Çünkü bana borçlusun. Eğer öldüğün za­
man mezarının başında dans etmemi göze alamıyorsan, ba­
na yardım etmek için her türlü fırsatı değerlendirmen gerek"
dedi.
O an Frans'ın gözlerinde bir ışık yanıp söndü. Bir şeyler yi­
tip gitmişti. Belki de ormanda yaptıkları yürüyüşlerin ve kü­
çük bir oğlanı gökyüzüne doğru kaldıran güçlü koliann anısı . . .
Sonra b u ışık yok oldu. Frans oğluna bakıp sakince konuştu:
"Hans Olavsen, Fjallbacka'ya geldiğinde on yedi yaşında
412

olan Norveçli bir direnişçiydi. Sanırım 1 944 yılıydı. Bir yıl


sonra da gitti. Tüm bildiğim bu kadar."
Kjell tekrar arkasına yaslanarak, "Saçmalık" dedi. "Bir­
likte çok zaman geçirdiğİnizi biliyorum - sen, Elsy Moström,
Britta Johansson ve Erik Frankel. Ve şimdi Britta ile Erik
birkaç ay arayla cinayete kurban gittiler. Bu sence de biraz
tuhaf değil mi?"
Frans soruyu duymazlıktan gelerek, "Norveçlinin bununla
ne ilgisi var?" diye sordu.
Kjell öfkesini kontrol altında tutmak için çenesini sıka­
rak, "Bilmiyorum. Ama öğrenmeyi planlıyorum" diye homur­
dandı. "Peki onun hakkında başka ne biliyorsun? Bana bir­
likte neler yaptığınızı ve Hans'ın neden gittiğini söyle. Hatır­
layabildiğin her türlü detayı anlat."
Frans içini çekti ve hafızasını yokluyormuş gibi göründü.
"Demek detaylan istiyorsun . . . Bakalım bir şey hatıriayabile­
cek miyim? Şey, Hans, Elsy'nin anne ve babasının evinde ya­
şıyordu ve buraya Elsy'nin babasının gemisine kaçak binerek
gelmişti."
"Bunları zaten biliyorum" dedi Frans. "Başka?"
"Kıyı boyunca yük taşıyan teknelerde çalışmaya başlamış­
tı ama boş zamanlarını bizimle geçirirdi. Aslında bizler on­
dan iki yaş küçüktük ama bu onu rahatsız etmezdi. Onunla
arkadaşlık etmekten hoşlanırdık. Bazılarımız daha çok hoş­
lanırdı" dedi. Belli ki aradan geçen altmış yıl bile, o zaman
hissettiği acıyı silememişti.
"Hans ve Elsy'den bahsediyorsun" dedi Kjell soğuk bir şe­
kilde.
O ikisini birlikte düşününce yüreğinin hala burkulduğuna
şaşıran Frans, "Bunu nereden bildin?" diye sordu. Kalbinde­
ki anılann zihnindekilerden daha canlı olduğu kesindi.
"Biliyorum işte. Devam et."
"Şey, dedi gim gibi, Han.s ve Elsy birliktelerdi; eminim ki
413

bunun beni çok da memnun etmediğini de biliyorsundur."


"Bunu bilmiyordum."
"Evet, bu doğru. Ben Elsy'ye aşıktım ama Elsy onu seç­
ti. İşin ironik yanı, Britta'nın bana vurulmuş olmasıydı ama
ben onunla zerre kadar ilgilenmiyordu m . Tabii ki bazen
onunla yattığıını hayal ediyordum ama içimden bir ses ba­
şımı bu yüzden derde sokmaya değmeyeceğini söylediği için
bunu asla yapmadım."
"Ne kadar yüce gönüllüsün" dedi Kj ell alaycı bir sesle.
Frans sadece tek kaşını havaya kaldırdı.
"Peki, sonra ne oldu? Madem Hans ve Elsy bu kadar ya­
kındılar, Hans neden gitti?"
"Şey, bu çok eski bir hikaye. Hans Elsy'ye dünyaları va­
at etti, savaş bittiğinde ailesini bulmak üzere Norveç'e geri
dönmesi gerektiğini ve sonra geri döneceğini söyledi. Ama . . . "
Frans omuz silkti ve acı acı gülümsedi.
"Sence Hans onunla sadece gönül mü eğlendiriyordu?"
"Bilmiyorum, Kj ell. Gerçekten bilmiyorum . Tüm bun­
lar altmış yıl önceydi ve hepimiz çok gençtik. Belki de Hans
Elsy'ye söylediklerinde samimiydi, ama sonra evdeki sorum­
luluklarının altında ezildi. Veya belki de en başından be­
ri fırsatını bulduğunda kaçıp gitmeyi düşünüyordu." Frans
omuz silkti. "Bildiğim tek şey şu: Hans bize veda etti ve ai­
lesiyle işleri yola koyar koymaz geri döneceğini söyledi. Son­
ra da gitti. Dürüst olmam gerekirse, o zamandan beri Hans
aklıma bile gelmedi. Elsy'nin bir süre üzüldüğünü biliyorum
ama annesi onu bir tür okula gönderdi ve ondan sonra ne ol­
duğuna dair hiçbir fıkrim yok. Elsy gittiğinde Fjallbacka'dan
çoktan ayrılmıştım ve . . . şey, daha sonra neler olduğunu bili­
yorsun."
Kjell suratını asarak, "Evet, biliyorum" dedi ve o büyük ve
gri hapishane kapısı bir kez daha gözünde canlandı.
"Bu konu seni neden ilgilendiriyor, bilmiyorum" dedi
414

Frans. "Hans buraya geldi ve sonra ortadan kayboldu. Hiç­


birimizin onunla tekrar temas kurduğunu sanmıyorum. Yani
bu ilginin sebebi nedir?" Frans gözlerini Kjell'e dikti.
"Sana bunu söyleyemem" dedi oğlu tersçe. "Ama Hans'ın
ortadim kaybolmasıyla ilgili bir sır varsa, inan bana konu­
nun derinine ineceğim" diye ekledi ve babasına meydan
okurcasına baktı.
"Sana inanıyorum, Kj ell. Sana inanıyorum" dedi Frans
bıkkınlıkla.
Kjell babasının sandalyenin kolçağı üzerinde duran eline
baktı. Bu, yaşlı bir adamın eliydi. Pörsümüş, damarları dışa­
rıya fırlamış ve kırışık teninde lekeler oluşmuştu. Ormanda
yürüyüşe çıktıklarında elini tutan el o kadar farklıydı ki. O
el güçlü ve pürüzsüzdü; küçücük elini sımsıcak kavrıyordu.
O el o kadar sağlam ve güvenliydi ki.
"Görünüşe göre mantarlar için bereketli bir yıl olacak."
Sözcükler Kjell'in ağzından dökülüverdi.
Frans şaşkınlıkla ona baktı. Sonra ifadesi yumuşadı ve al­
çak sesle cevap verdi: "Evet, öyle görünüyor, Kjell. Gerçekten
de öyle görünüyor."

Axel bir asker titizliğiyle çantasını hazırladı. Yıllardır se­


yahat ettiği için bu alışkanlığı kazanmıştı. Hiçbir şeyi şansa
bırakmazdı.. Gelişigüzel katianan bir çift pantolon, otelin ütü
masası başında ter dökmesine neden olabilirdi. Diş macunu
tüpünün kapağını dikkatlice sıkmazsa, bu çok daha kötü bir
felakete yol açabilirdi: bir valiz dolusu yıkanacak çamaşıra.
Bu yüzden Axel eşyalarını büyük valize yerleştirirken azami
dikkat gösterdi.
Yatağın üzerine oturdu. Büyürken de aynı odada kalmıştı
ama sonradan dekoru değiştirmişti. Model uçakların ve çizgi
romanların yetişkin bir adamın yatak odasında işi yoktu. Bir
daha buraya geri dönüp dönmeyeceğini düşündü. Son birkaç
415

haftadır evde kalmakta zorlanmıştı. Yine de, kendini buna


mecbur hissetmişti.
Ayağa kalktı ve Erik'in uzun koridorun birkaç kapı ileri­
sinde yer alan odasına gitti. İçeri girip kardeşinin yatağına
oturduğunda gülümsedi. Oda kitaplada dolup taşıyordu. Do­
ğal olarak. Raflar tıka basa deri ciltli kitaplarla doluydu; yer­
de de kitap yığınlan vardı ve aralanndan yapışkanlı kağıtlara
yazılmış notlar görünüyordu. Erik kitaplanndan, gerçekler­
den, tarihlerden ve ona sunduklan somut gerçeklikten hiçbir
zaman sıkılmamıştı. Bu açıdan bakıldığında, Erik'in daha ko­
lay bir hayatı olmuştu. Gerçek ya siyahtı ya da beyaz. Axel'in
dünyasında sıradanlaşan gri bölgelere, siyasi çekişmelere
ya da ahlaki belirsizliklere yer yoktu. Sadece somut gerçek­
ler vardı. Hastings Savaşı 1 066 yılında yapılmıştı. Napolyon
182 1'de ölmüştü. Almanya 5 Mayıs 1945'te teslim olmuştu . . .
Axel, Erik'in yatağında duran bir kitaba uzandı. Kitap,
Almanya'nın savaştan sonra nasıl yeniden inşa edildiğiyle il­
giliydi. Axel kitabı yatağın üzerine geri koydu. Bu konu hak­
kındaki her şeyi biliyordu. Son altmış yıldır hayatı savaş ve
sonrası ekseninde dönüp duruyordu. Ama en çok da kendi ek­
seninde dönüyordu. Erik bunu fark etmişti. Hem Axel'in hem
de kendi hayatındaki aksaklıklara dikkat çekmişti. Hepsini
açık ve net olarak ortaya koymuştu. Görünüşe göre bunlara
bir duygu yüklememişti. Ama Axel kardeşini iyi tanıyordu ve
tüm bu gerçeklerin ardında, çoğu insanın asla hissederneye­
ceği kadar duygunun gizli olduğunun farkındaydı.
Axel yanağından aşağıya doğru süzülen gözyaşını sildi.
Burada, Erik'in odasındayken durumun hiç de olmasını iste­
diği kadar net olmadığını fark etti. Axel bütün ömrünü belir­
sizliklerin olmayışı üzerine oturtmuştu. Hayatını doğrular ve
yanlışlar üzerine kurmuştu. Kendini insanların hangi gru­
ba ait olduğunu bir bakışta anlayan biri olarak tanımlamış­
tı. Yine de, doğru ve yanlış hakkında her şeyi bilen, kitap-
416

lardan oluşan sakin dünyasında yaşayan Erik olmuştu. Axel


bunu her zaman içten içe hissetmişti. İyiyle kötü arasında­
ki gri bölgeden kurtulmanın, kardeşi için kendine kıyasla çok
daha zor olacağını anlamıştı.
Ama Erik sıkı mücadele etmişti. Altmış yıl boyunca Axel'in
geliş gidişlerini izlemiş, iyilik uğruna harcadığı çabalardan
bahsetmesini dinlemişti. Herkese adalet getiren bir adam
imajı çizmesine izin vermişti. Erik onu sessizce izlemiş ve din­
lemişti. Taktığı gözlüklerin ardından usulca ona bakmış, he­
zeyanlarını sürdürmesine izin vermişti. Ama Axel içten içe
Erik'i değil de, kendini kandırdığını her zaman biliyordu.
Ve şimdi de bu yalanı sürdürmesi gerekiyordu. İşinin başı­
na, devam etmesi gereken bu yorucu kavalamacaya geri dönme­
liydi. Temposunu düşüremezdi, çünkü yakında çok geç olacak­
tı, geriye hatırianacak ve cezalandırılacak kimse kalmayacaktı.
Yakında, bu yaşananlara sadece tarih kitapları şahit olacaktı.
Axel ayağa kalktı ve kendi odasına gitmeden önce bir kez
daha etrafına baktı. Daha hala hazırlaması gereken pek çok
eşya vardı.

Erica anne tarafından büyükannesiyle büyükbabasının


mezarlarını ziyaret etmeyeli uzun zaman geçmişti. Axel'le
yaptığı konuşma Erica'ya onları hatırlatmış, eve dönerken
yolu biraz uzatıp mezarlığa gitmeye karar vermişti. Kapıyı
açtı ve yürürken ayağının altındaki çakıl taşlarının çatırda­
dığını duydu.
Önce annesiyle babasının mezariarına gitti. Dosdoğru ile­
ride, yolun sonunda yatıyorlardı. Erica çömeldi, mezar taş­
ları temiz ve düzenli görünsün diye etraftaki birkaç yabani
otu yoldu, kendine bir dahaki sefere yanında taze çiçek getir­
me sözü verdi. Annesinin mezar taşına kazınmış adına bak­
tı. Elsy Falck. Erica'nın ona sormak istediği pek çok şey var­
dı. Eğer dört yıl önce o araba kazası yaşanmasaydı, bazı şey-
41 7

leri sağda solda araştıracağına doğrudan annesiyle konuşa­


bilir, onun neden böyle biri olduğunu anlamaya çalışabilirdi.
Erica çocukken hep kendini suçlamıştı. Büyüdüğünde de.
Kendisinde bir terslik olduğunu ve annesinin beklentilerini
karşılayamadığını düşünmüştü. Yoksa annesi neden onunla
hiç kucaklaşmayıp konuşmasındı ki? Neden onu çok sevdiği­
ni ya da sevimli bulduğunu söylemesindi ki? Erica uzun bir
zaman boyunca yetersizlik hissiyle boğuşmuştu. Tabii ki ba­
bası Tore, Elsy'nin ilgisizliğini telafi etmek için elinden ge­
leni yapmıştı. Zamanının ve sevgisinin büyük bir kısmını
Erica'ya ve Anna'ya adamıştı. Onlan dinlemeye, yaralı dizle­
rine üflemeye her zaman hazırdı; kucağı daima sıcak ve gü­
venliydi. Amn bu hiçbir zaman yeterli olmamıştı. Anneleri
kızianna sanlmak şöyle dursun, onları görmeye bile taham­
mül edemezken, bu mümkün değildi.
Annesinin yeni ortaya çıkmaya başlayan imajı Erica'yı bu
yüzden çok şaşırtmıştı. Herkesin sıcakkanlı ve kibar bir kız
olarak tanımladığı annesi nasıl olmuştu da kendi çocukları­
na dahi birer yabancı gibi davranan soğuk ve mesafeli birine
dönüşmüştü?
Erica ellerini uzatıp annesinin mezar taşındaki ismine do­
kundu.
"Sana ne oldu anne?" diye fısıldarken boğazının düğüm­
lendiğini hissetti. Birkaç dakika sonra ayağa kalktığında,
annesinin hikayesini ortaya çıkarmak için her zamankinden
daha kararlıydı. Geçmişte kesinlikle bir şeyler gizliydi; dik­
katinden kaçan ve gün yüzüne çıkarılması gereken bir şey.
Ve bedeli ne olursa olsun, bunun ne olduğunu bulmaya
kararlıydı.
Erica annesiyle babasının mezanna son bir kez baktıktan
sonra, birkaç metre ötede yer alan büyükannesiyle büyükba­
basının gömülü olduğu parsele gitti. Elof ve Hilma Moström.
Onlarla hiç tanışmamıştı. Büyükbabasının canını alan traje-
418

di o doğmadan çok önce yaşanmıştı; büyükannesi de kocası­


nın ölümünden on sene sonra vefat etmişti. Elsy onlar hak­
kında hiç konuşmazdı. Ama Erica araştırması sırasında on­
ların kibar ve sıcakkanlı insanlar olarak tarif edildikleri­
ni duyunca memnun olmuştu. Tekrar çömeldi ve mezar ta­
şına baktı; sanki onu konuşturabilirmiş gibi. Ama mezar ta­
şı dilsizdi. Burada öğrenebileceği hiçbir şey yoktu. Eğer ger­
çeği öğrenmek istiyorsa, başka yerlere bakması gerekecekti.
Erica tepeye doğru yürüdü ve eve kestirmeden gitmek için
kilise yokuşuna yöneldi. Tepenin aşağısında istemsizce sağı­
na, mezarlığın bir yanındaki dış duvarı oluşturan granit ka­
yalığın hemen dibinde tek başına duran iri, gri ve üzeri yo­
sun k R ph m P.7.Rr tR şmR hR kt1 . Yoku şa d oğru bir adım daha
attı ama sonra aniden durdu. Geri geldi ve kalbi çarparak iri
ve gri mezar taşının önünde durdu. Birbiriyle bağlantısı ol­
mayan olaylar ve yorumlar zihninde dönüp duruyordu. Gör­
düğü yazıyı doğru okuduğundan emin olmak için gözleri­
ni kıstı ve sonra taşın dibinde durabilmek için öne doğru bir
adım attı. Hatta beyninin ona oyun oynamadığından emin ol­
mak için parmaklarını yazının üzerinde bile gezdirdi.
Sonra tüm detaylar zihninde pat diye yerine oturdu. Tabii
ya. Artık neler olduğunu biliyordu; en azından bir kısmını. Cep
telefonunu çıkardı ve parmakları titreyerek Patrik'in numara­
sını tuşladı. Artık onun devreye girmesinin vakti gelmişti.

Herman'ın kızları az önce gitmişlerdi. O kadar vefalılardı


ki, her gün ziyaretine geliyorlardı. Onları yatağının yanı ba­
şında yan yana otururken görmek Herman'ın kalbine iyi ge­
liyordu. Birbirlerine hem çok benziyorlardı, hem de birbirle­
rinden çok farklılardı. Herman her birinde Britta'yı görüyor­
du. Anna-Greta onun burnunu, Birgitta gözlerini, en küçük­
leri Margareta da Britta her gülümsediğinde beliren o küçük
gamzelerini almıştı.
419

Herman ağlamamak için gözlerini kapadı. Artık ağlaya­


cak gücü kalmamıştı. Gözyaşları tükenmişti. Ama gözlerini
tekrar açmak zorunda kaldı, çünkü onları ne zaman kapatsa,
Britta'yı ve yastığı yüzünden kaldırdığında nasıl göründüğü­
nü hayal ediyordu. Bilmesi için yastığı kaldırmasına gerek
yoktu. Ama yine de kaldırmıştı. Bunu düşünmeden yapmış,
şüphelerini doğrulamak istemişti. Aslında çoktan anlamıştı.
Odaya girip de Britta'yı yüzünün üzerinde yastıkla, hareket­
siz yatarken görür görmez anlamıştı.
Yastığı kaldırıp Britta'nın yüzündeki kaskatı ifadeyi gö­
rünce, o da ölmüştü. Tam o anda, Herman da ölmüştü. Sade­
ce yanına uzanabilmiş, onu koliarına alıp kendine çekmişti.
Eğer ona kalsaydı, hala orada uzanıyor olurdu. Britta'nın vü­
cudu giderek soğudukça onu sarmaya devam eder ve anılann
zihnine hücum etmesine izin verirdi.
Herman geçmişi düşünürken tavana baktı. Tekneyle Va­
lö'deki plaja gittikleri, kızlarının kamarada, Britta'nın ise gü­
vertede oturduğu, yüzünü güneşe çevirdiği, uzun bacakları­
nı önüne uzattığı, ipeksi sarı saçlannı sırtından aşağı bıraktı­
ğı yaz günlerini düşündü. Britta'nın gözlerini açtığını, başını
kendisine doğru çevirdiğini ve mutlulukla gülümsediğini gör­
dü. Dümende oturan Herman da ona el sallıyor ve ne kadar
şanslı olduğunu yüreğinin derinliklerinde hissediyordu.
Sonra yüzüne bir gölge düştü. Britta'nın o ağza alınmaz
konudan bahsettiği ilk seferi düşünüyordu. Kış mevsimiy­
di, karanlık bir kış akşamüzeriydi ve kızlar okuldaydı. Brit­
ta ona oturmasını, çünkü ona bir şey anlatacağını söylemiş­
ti. Herman'ın kalbi duracak gibi olmuştu; ilk önce Britta'nın
başka biriyle tanıştığını ve onu terk edeceğini sanmıştı, bu­
nu hatıriayınca utandı. Aslında Britta'nın söyledikleri nere­
deyse onu rahatlatmıştı. Herman dinlemiş, Britta konuşmuş­
tu. Hem de uzun uzun. Kızları okuldan alma vakti geldiğin­
deyse, bu konuyu bir daha asla açmamaya karar vermişler-
420

di. Olan olmuştu. Herman bunu öğrendikten sonra Britta'ya


asla farklı gözle bakmamıştı. Ona beslediği hisler hiç değiş­
memiş ya da onunla farklı şekilde konuşmamıştı. Bunu nasıl
yapabilirdi ki? O sakin ve mutlu hayatlarında paylaştıkları
muhteşem gecelere dair hayalleri zihninden nasıl söküp ata­
bilirdi? Britta'nın ona anlattıkları tüm bunlardan daha ağır
basamazdı. Bu yüzden de Herman bu konuyu bir daha asla
açmamaya razı olmuştu.
Ama Britta'nın hastalığı bunu değiştirmişti. Diğer her şe­
yi değiştirdiği gibi. Hayatlarını azgın bir tsunami gibi altüst
etmiş, köklerinden sarsmıştı. Herman da kendini akıntıya bı­
rakmıştı. Hata etmişti. Hem de vahim bir hata. Asla yapma­
ması gereken bir telefon konuşması yapmıştı. Saflık etmiş,
küflenen ve çürüyen ne varsa havalandırma vaktinin geldiği­
ne inanmıştı. Britta'nın bu kadar uzun süredir zihninde sak­
ladıkları yüzünden ne kadar acı çektiğini gösterirse, niha­
yet vaktin geldiği açıkça anlaşılır sanmıştı. Artık karşı koy­
mak yanlıştı. Geçmişte olanlar açığa çıkmalıydı; böylece hu­
zur içinde yaşayabilirlerdi. Britta huzura kavuşabilirdi. Yü­
ce Tanrım, ne kadar da safça davranmıştı. Britta'nın yüzüne
yastığı kendi elleriyle koysa da olurdu. Bunun farkındaydı.
Ve şimdi de bu acıya katlanamıyordu.
Herman her şeyden uzaklaşmaya çalışarak gözlerini kapa­
dı ama bu sefer Britta'nın ölü yüzünü görmedi. Onu bir hasta­
ne yatağında yatarken gördü. Britta solgun ve yorgundu ama
mutluydu. Kollannda Anna-Greta vardı. Britta elini kaldırıp
Herman'a gülümsedi. Yanına yaklaşmasını işaret etti.
Herman son kez içini çekerek acı veren her şeyden kurtul­
du ve gülümseyerek onlara doğru ilerledi.

Patrik doğruca önüne bakıyordu. Erica haklı olabilir miy­


di? Bu kulağa çok çılgınca gelse de, mantıklıydı. Kendisini ne
kadar zor bir işin beklediğinin farkında olaı:ak içini çekti.
42 1

"Hadi tatlım. Küçük bir keşif gezisine çıkıyoruz" dedi ve


Maja'yı kucaklayıp antreye taşıdı. ''Yol üstünde anneni de
alacağız."
Patrik kısa bir süre sonra Erica'nın beklediği mezarlığın
kapısına yanaştı. Erica o kadar çok sabırsızlanıyordu ki, ye­
rinde duramıyordu. Patrik de en az onun kadar sabırsızlan­
maya başlamıştı ve Tanumshede'ye doğru yol alırlarken, ken­
dine ayağını gaz pedalından çekmesini hatırlatmak zorunda
kaldı. Bazen dikkatsiz bir sürücü olabiliyordu ama eğer Maj a
arabadaysa, her zaman pür dikkat gidiyordu.
Karakolun önüne park ederken, "Konuşmayı ben yaparım,
tamam mı?" dedi Patrik. "Sadece seninle tartışmak istemedi­
ğim için gelmene izin verdim - nasılsa sonunda ka:1.anacaktın.
Ama o benim arnirim ve bu işten anlayan benim. Anlaşıldı mı?''
Erica Maja'yı arabadan indirirken gönülsüz bir şekilde
başıyla onayladı.
"Acaba önce annerne gidip bir süreliğine Maja'ya göz ku­
lak olmasını mı istesek? Yani, Maja'yı karakola götürmem­
den ne kadar nefret ettiğini biliyorum" diyerek Erica'ya takı­
lan Patrik, kızgın bir bakışla karşılaştı.
"Hadi ama, bu işi bir an önce bitirmek istediğimi biliyor­
sun. Hem Maja burada yaptığı son mesaiden bu yana hiçbir
zarar görmüşe benzemiyor" dedi Erica göz kırparak.
"Selam! Hepinizi birden görmeyi beklemiyordum" dedi
Annika şaşırarak. Maja ona bakıp kocaman gülümseyince
yüzü aydınlandı.
"Bertil'le konuşmamız gerek" dedi Patrik. "İçeride mi?"
"Evet, odasında" diye cevap veren Annika soran gözlerle
baktı. Onları içeri aldı ve Patrik kucağında Maja, peşinde de
Erica'yla birlikte doğruca Mellberg'in odasına yürüdü.
Merhaba demek için ayağa kalkan Mellberg, "Hedström!
Burada ne işin var? Görüyorum ki bütün aileni getirmişsin"
diye homurdandı.
422

Davet beklemeden ziyaretçi sandalyelerinden birine otu­


ran Patrik, "Seninle konuşmak istediğimiz bir şey var" dedi.
Maja ve Ernst birbirlerini gördükleri anda sevinçten deliye
döndüler.
Erica debelenen kızını yere indirmekte tereddüt ederek,
"Çocuklarla vakit geçirmeye alışkın mı?" diye sordu.
Mellberg, "Ben nereden bileyim?" dedi, ama sonra yumu­
şadı. "O dünyanın en iyi köpeği. Bir sineğe bile zarar ver­
mez." Sesinde belli bir gurur vardı. Mellberg bu köpeğe ger­
çekten de vurulmuşa benziyordu.
Hala tamamen ikna olmayan Erica kızını yere, Ernst'in
yanına koyar koymaz köpek küçük kızın yüzünü yalamaya
başladı. Maja da ona şaşkınlık ve sevinç karışımı bir nid ayl a
karşılık verdi.
Mellberg merak içinde Patrik'e bakarak, "Ee, ne istiyor­
sun bakalım?" diye sordu.
"Bir mezan açmak için izin almanı istiyorum."
Mellberg boğazına bir şey kaçmış gibi öksürmeye başladı.
Nefes almak için çalıalarken yüzü giderek daha çok kızardı.
Nihayet, "Bir mezarı açmak için mi? Sen aklını mı kaçır­
dm be adam?!" dedi tükürükler saçarak. "Babalık izni bey­
nini kötü etkilemiş olsa gerek! Mezar açma izninin ne kadar
nadiren verildiğinden haberin var mı? Üstelik bunu son bir­
kaç yıl içinde iki kez yaptım. Eğer bir mezarın daha açılması­
nı istersem, beni deli belleyip tırnarhaneye tıkarlar! Bu ara­
da, kimin mezarını deşecekmişiz bakalım?"
Patrik'in yanına çömelerek Ernst'in kulaklarının arkası­
nı kaşıyan Erica, "1945'te ortadan kaybolan Norveçli bir dire­
nişçinin" dedi sakince.
"Ne dedin sen?" Kulaklarına inanmakta zorlanan Mell­
berg, ağzı bir karış açık halde Erica'ya bakakaldı.
Erica savaş bitmeden bir yıl önce Fjallbacka'ya gelen Nor­
veçli ve dört arkadaşı hakkında öğrendiği her şeyi sabırla an-
423

lattı. Delikanlının 1945 Haziranı'ndan sonra ortadan kaybol­


duğunu ve izini sürme çabalarının hiçbir sonuç vermediğini
söyledi.
"İsveç'te kalmış olamaz mı? Ya da Norveç'e geri dönmüş­
tür. Her iki ülkenin resmi makamıanna danıştınız mı?" Mell­
berg son derece şüpheci görünüyordu.
Erica yerden kalktı ve diğer ziyaretçi sandalyesine otur­
du. Sırf irade gücünü kullanarak Mellberg'in kendisini cid­
diye almasını sağlayabilirmiş gibi ona b aktı . Sonra da
Herman'ın kendisine aniattıklarından bahsetti. Paul Heckel
ve Friedrich Hück'ün, Hans'ın nerede olduğunu söyleyebile­
ceklerini anlattı.
"Bu isimler bana tanıdık geliyordu ama onlara nerede rast­
ladığıını bir türlü çıkaramıyordum. Bugüne kadar. Ebeveyn­
lerimin ve büyükannemle büyükbabamın mezarlarını ziyaret
etmek üzere mezarlığa gittim. İşte o zaman onu gördüm."
Kafası kanşan Mellberg, "Neyi gördün?" diye sordu.
Erica elini salladı. "İzin verirseniz oraya geleceğim."
Elinde olmadan meraklanan Mellberg, "Tabii, devam et"
dedi.
"Fj allbacka mezarlığında diğerlerinden biraz farklı olan
birkaç mezar taşı var. Birinci Dünya Savaşı'ndan kalmışlar
ve burada on Alman askeri gömülü - yedi tanesinin kimliği
tespit edilmiş ve isimleri yazılmış ama üçünün kimliği meç­
hul."
"Ona kağıt parçasına karalanmış nottan bahsetmeyi unut­
tun" dedi Patrik. Karısı açıklamasını yaparken geri planda
durmuştu. İyi bir koca ne zaman ödün vermesi gerektiğini
bilmeliydi.
"Ha, doğru. Bulmacanın bir parçası daha var." Erica Mell­
berg'e olay yeri fotoğrafını incelediğinde Erik'in not defterine
gözüne takılan sayfadan ve üzerinde '1gnoto militi" yazdığın­
dan bahsetti.
424

Mellberg ters ters Patrik'e bakarak, "Olay yeri fotoğrafla­


rını nasıl gördün?" diye sordu.
"Bu konuyu sonra konuşuruz" dedi Patrik. "Lütfen sadece
Erica'yı dinle."
Mellberg homurdandı ama durumu kabullendi ve elini
saHayarak Erica'ya devam etmesini işaret etti.
"Erik Frankel bu sözcükleri tekrar tekrar not defterine
karalamıştı; ben de ne anlama geldiğini buldum. Bu Paris'te­
ki Zafer Takı'nın, daha doğrusu meçhul askerin mezarının
üstündeki yazı. 'Meçhul askerin anısına' anlamına geliyor."
Mellberg'in kafasında hala bir ışık yanmayınca, Erica de­
vam etti:
"Bu not aklımın bir köşesinde kaldı. Ö te yandan 1945'te
ortadan kaybolan Norveçli bir direnişçi var ve hiç kimse ne­
reye gittiğini bilmiyor. Erik meçhul bir asker hakkında bir
şeyler karalıyor. Britta 'eski kemikler'den bahsediyor ve bir
de Herman'ın bana verdiği isimler var. Fjallbacka mezarlı­
ğında bir mezar taşının önünden geçiyordum ki, birdenbire
bu isimlerin bana neden tanıdık geldiğini anladım: Mezar ta­
şına kazınmışlardı." Erica soluklanmak için duraksadı.
Mellberg ona bakakal dı. ''Yani Paul Heckel ve Friedrich
Hück Birinci Dünya Savaşı'nda çarpışan ve Fjallbacka me­
zarlığında gömülü olan iki Alman askerinin isimleri mi?"
Erica hikayesine nasıl devam edeceğini düşünerek, "Evet
bu doğru" dedi.
Ama Mellberg hızlı davrandı. ''Yani demek istediğin . . . "
Erica derin bir nefes aldı ve devam etmeden önce Patrik'e
baktı. "Demek istediğim şu ki; o mezarda büyük olasılıkla bir
ceset daha var. Bence Norveçli direnişçi Hans Olavsen orada
gömülü. Tüm parçaların nasıl bir araya geldiğinden emin de­
ğilim ama bunun Erik ve Britta cinayetlerinin anahtarı oldu­
ğundan eminim."
Erica sustu. Kimse konuşmadı. Mellberg'in odasında duyu-
425

lan tek şey, Maja ile Ernst'in oynarken çıkardıklan seslerdi.


Patrik bir süre sonra usulca konuştu: "Tüm bunların ku­
lağa çılgınca geldiğini biliyorum. Ama bunu Erica'yla etraf­
lıca tartıştım ve bence teorisinin doğruluk payı oldukça yük­
sek. Somut bir kanıt sunamam, ancak bütün ipuçları bu yö­
nü gösteriyor. Erica'nın haklı çıkma olasılığı çok yüksek ve
iki cinayetin ardındaki sır burada gizli. N asılını ya da nede­
nini bilmiyorum. Ama atılacak ilk adım, o mezarda gerçek­
ten de fazladan bir c e set olup olmadığını kontrol etmek; eğer
varsa da nasıl öldüğünü bulmak."
Mellberg cevap vermedi. Ellerini kavuşturup sessizce
oturdu ve düşündü. Nihayet yüksek sesle içini çekti.
"Şey, aklımı kaçırmış olmalıyım ama sanırım haklı olabilir­
sin. Gerçi izni alacağırnın garantisi yok. Dediğim gibi, bu tür
taleplerle ilgili sicilimiz kabarık ve savcı küplere binecek. Ama
şansımı deneyeceğim. Ancak bu kadanna söz verebilirim."
Kollannı Mellberg'in boynuna dolamak istiyormuş gibi gö­
rünen Erica, "Zaten biz de fazlasını istemiyoruz" dedi.
''Tamam, fazla heyecanlanmayın. Başarılı olacağıını san­
mıyorum ama elimden geleni yapacağım. Şimdi çalışmak için
biraz sükunete ihtiyacım var."
Patrik ayağa kalkarak, "Tamam, hemen gidiyoruz" dedi.
"Bir şey duyar duymaz bana haber ver."
Mellberg cevap vermedi; sadece elini saHayarak dışan çık­
malarını işaret etti ve ikna yeteneğinin bütün kariyeri bo­
yunca tabi olacağı en zor sınavmış gibi görünen bir konuşma
yapmak üzere telefonu eline aldı.
Fj allbacka, 1945

Hans, altı aydır onlarla beraber yaşıyordu. Felaket habe­


ri Elsy'yle birbirlerine aşık olduklarını fark etmelerinin üze­
rinden üç ay geçtikten sonra geldi. Elsy verandada annesinin
çiçeklerini sularken, adamların merdivenleri çıktıklannı gör­
müştü. Asık suratlarını görür görmez anlamıştı. Annesinin
mutfakta bulaşık yıkadığını duyabiliyordu ve bir yanı içeri­
ye koşup onu buradan göndermek, kaldıramayacağını bildiği
haberi duymadan uzaklaştırmak istedi. Ama bunun yararsız
olduğunu fark etti. Bunun yerine dimdik yürüyüp ön kapıyı
açtı ve Fjallbacka'daki diğer balıkçı gemilerinden birinde ça­
lışan üç adamı içeri aldı.
İçlerinde en yaşlısı, "Hilma evde mi?" diye sordu. Elsy
onun geminin kaptanı olduğunu anladı, başıyla onayladı ve
arkasını dönüp mutfağın yolunu gösterdi.
Hilma adamları görünce elindeki tabak yere düşerek bin­
lerce parçaya ayrıldı. "Hayır, ah yüce Tannm, hayır!" dedi.
Elsy annesini yere düşmeden önce kıl payı yakaladı. Onu
bir sandalyeye oturttu ve kalbi dışarı fırlayacakmış gibi çar­
pana dek sımsıkı sarmaladı. Üç balıkçı ellerindeki sİper­
li kasketleri evirip çevirerek ne yapacaklarını bilemez halde
masanın yanında dikildiler. Nihayet kaptan konuştu.
"Bir mayına denk geldiler, Hilma. Her şeyi gemiden gör­
dük ve mümkün olduğunca hızla yanlarına gittik. Ama . . . ya­
pabileceğimiz hiçbir şey yoktu."
42 7

Hilma soluk almaya çalışarak, "Ah, yüce Tanrım" diye


tekrarladı. "Peki ya diğerleri?"
'
Elsy annesinin böyle bir anda bile diğerlerini düşünebil­
mesine şaşırdı ama sonra babasının mürettebatını gözünün
önüne getirdi. O adamları ve aynı haberi almak üzere olan
ailelerini o kadar iyi tanıyorlardı ki. . .
Kaptan güçlükle yutkunarak, "Kurtulan olmadı" dedi.
"Uzun süre orada kalarak aramaya devam ettik ama kimseyi
bulamadık. Sadece Oscarason denen oğlanı bulduk ama o da
gemiye çektiğimizde çoktan ölmüştü."
Hilma'nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu ve çığlık atma­
mak için elinin eklemlerini ısırıyordu. Elsy de hıçkırıklarını
içim� atlp gii çlii ol m aya çalıştı . Anne si bunu nasıl atlatacak­
tı? Kendisi nasıl atlatacaktı? Sevgili, tatlı babası. . . Ağzından
nazik sözler eksik olmayan, herkese yardım eli uzatan babası
artık yoktu. Onsuz nasıl yaşayacaklardı?
Tam o sırada kapı belli belirsiz çalındı. Ulaklardan biri gi­
dip kapıyı açtı ve Hans beti benzi atmış halde mutfağa girdi.
"Ben . . . ziyaretçileriniz olduğunu gördüm. Sandım ki . . . Ne
olmuş? .. " Gözlerini yere indirdi. Elsy, Hans'ın onları rahatsız
etmekten çekindiğinin farkındaydı ama geldiği için de min­
nettardı.
"Babamın gemisi bir mayına denk gelmiş" dedi sesi çatla­
yarak. "Kurtulan olmamış."
Hans'ın dizlerinin bağı çözüldü ve bir an için yalpaladı.
Sonra Elofun sert içkiyi sakladığı dolaba gitti ve kararlı bir
şekilde altı bardak doldurup masaya koydu.
Onlarla beraber kaldıkça İsveççeye giderek daha çok ben­
zeyen kırık Norveççesiyle, "Bence şu anda sert bir içki hepi­
mize iyi gelir" dedi.
Hilma dışındaki herkes minnettarlıkla bardakiara uzan­
dı. Elsy bardaklardan birini alıp temkinle annesinin önüne
koydu. "Biraz içsene anne" dedi.
428

Hilma kızını dinledi ve bardağı dudaklarına götürüp içki­


yi yüzünü buruşturarak mideye indirdi. Elsy Hans'a baktı ve
gözleri minnettarlıkla doldu. Şu anda yalnız olmamak güzeldi.
Kapı tekrar çalındı. Bu sefer kapıyı Hans açtı. Kadınlar
gelmeye başlamışlardı. Kocalarını denizde kaybetme korku­
sunun nasıl bir şey olduğunu bilen bütün kadınlar. Yemek
getirmişlerdi. Yardım ellerini uzatarak Tanrı'nın takdiri
hakkında teskin edici sözler söylediler. Az da olsa yardımları
dokundu. Hepsi bir gün aynı teseliiye ihtiyaç duyabilecekle­
rini bildiklerinden, şu anda yas tutan arkadaşlarının acısını
hafifletmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Yüreği kederden ezilen Elsy bir adım geriye gidip Hilma'nın
etrafındaki kadınları izlerken, haberi getiren adamlar hüzün­
le başlarını eğdiler ve başka yerlere haber götürmek üzere ay­
rıldılar.
Gece olduğunda Hilma bitkin bir halde uyuyakalmıştı.
Elsy yatağına uzanmış, gözlerini tavana dikmişti; boşlukta
gibiydi ve olanları hazmetmekte zorlanıyordu. Babasının yü­
zü gözünün önüne geldi. Varlığı daima Elsy'ye huzur vermiş­
ti. Babası onu dinler, onunla konuşurdu. Elsy babasının göz­
bebeğiydi. Bunu her daim biliyordu. Babası için çok değer­
liydi ve her şeyin üzerindeydi. Elsy biliyordu ki, babası bü­
yük bir sempati duyduğu Norveçli oğlanla yakınlaştıklarını
da fark etmişti. Ama onları kendi hallerine bırakmıştı. On­
ları dikkatle izlemiş, ilişkilerini sessizce onaylamıştı. Belki
de bir gün Hans'ın damadı olacağını ummuştu. Elsy babası­
nın bunu onayiayacağını düşündü. O ve Hans hem babası­
na hem de annesine saygılı davranıyorlardı. Kendilerini ka­
çamak öpücüklerle ve dikkatli kucaklaşmalarla sınırlandır­
mışlardı; Elsy'nin anne ve babasının gözünün içine bakması­
nı engelleyecek hiçbir şey yapmamışlardı.
Şimdi, yatakta uzamrken artık bunun bir önemi kalma­
mıştı. Kalbindeki acı o kadar büyüktü ki, buna tek başına
429

dayanamazdı.- Yavaşça doğruldu ve ayaklarını yere sarkıttı.


Bir yanı hala tereddüt ediyordu ama keder yüreğini param­
parça ediyor, onu bulahileceği tek tesellinin peşine düşmesi
için zorluyordu.
Elsy ayaklannı sürüyerek merdivenlerden indi. Annesiyle
babasının odasının önünden geçerken başını uzatıp annesine
baktı ve Hilma'nın o koca yatakta ne kadar ufacık kaldığını
görünce yüreği burkuldu. Ama Hilma derin uykudaydı; bit­
kinliği gerçeklerden bir süreliğine uzaklaşmasına imkan ta­
nımıştı.
Elsy kilidi çevirip kapıyı açarken, menteşeler hafıfçe gıcır­
dadı. Gece hava o kadar serindi ki, Elsy üzerinde geceliğiyle
verandaya çıktığında soluğu kesildi ve adeta buz kesmiş taş
merdivenlere basınca tabanları acıdı. Merdivenleri çabucak
indi ve kendini Hans'ın kapısının önünde tereddüt ederken
buldu. Ama duraksaması sadece bir dakika sürdü. Keder onu
teselli bulması için zorluyordu.
Hans kapıyı ilk çalınışında açtı ve tek kelime dahi etme­
den yana çekilip Elsy'ye yer açtı. Elsy içeri girdi, gözlerini
Hans'a dikti ve hiç konuşmadan, üzerinde geceliğiyle öylece
dikildi. Hans gözleriyle sessiz bir soru sordu ve Elsy onun eli­
ni tutarak cevap verdi.
Elsy o gece kutsal kabul ettiği kısa bir süre boyunca, kal­
bindeki acıyı unutabildi.
......

Kj ell babasıyla buluştuktan sonra, kendini tuhaf bir bi­


çimde tedirgin hissediyordu. Bunca yıldır öfkesine tutunmayı
başarmıştı. Frans'ın sadece olumsuzluklarını görmek, çocuk­
luğu boyunca yaptığı bütün hatalara odaklanmak çok kolay
olmuştu. Ama belki de her şey bu kadar da siyah-beyaz değil­
di. Kjell bu fikri kafasından atmak için silkindi. Gri bölgele­
rin hiçbirini görmemek, sadece doğru ve yanlış olmak üzere
iki seçenek olduğunu iddia etmek çok daha kolaydı. Ve Kjell
ilk defa babasının sonsuza dek yaşamayacağını fark etmişti.
Babası bir gün ölecekti ve Kjell aynada kendine bakmak zo­
runda kalacaktı. İçten içe biliyordu ki, öfke ateşinin böylesi­
ne şiddetle yanmasının sebebi, hala elini uzatıp barışma yo­
lundaki ilk adımı atabilme olasılığıydı. Bunu yapmak istemi­
yordu. Böyle bir arzusu yoktu. Ama yine de böyle bir olası­
lık vardı ve bu Kjell'e bir tür güç hissi veriyordu. Babası öl­
düğünde çok geç olacaktı. Sonra da Kjell'in elinde nefret dolu
bir yaşam dışında hiçbir şey kalmayacaktı.
Birkaç kişiyi aramak üzere telefona uzamrken eli titriyor­
du. Erica, Hans hakkında herhangi bir kayıt olup olmadığını
kontrol etmek için resmi makamlarla temas kuracağını söy­
lemişti ama Kjell başkalarına güvenıneye alışkın değildi. Bu­
nu kendi başına yapmayı tercih ederdi. Ama bir saatin so­
nunda, çeşitli İsveç ve Norveç makamlarıyla yaptığı görüş-
43 1

meler sonuçsuz kalmıştı. Elinde sadece bir isim ve yaklaşık


yaş bilgisi bulunması işini zorlaştırmıştı ama mutlaka bir yol
olmalıydı. Henüz bütün olasılıkları tüketmemişti ve Hans'ın
İsveç'te kalmarlığına ikna olmasına yetecek kadar bilgi top­
lamayı başarmıştı. Yani Hans büyük olasılıkla savaş bitip de
tehlike geçtiğinde ülkesine dönmüştü.
Kjell makalelerin bulunduğu dosyaya uzandı ve birdenbi­
re Olavsen'in fotoğrafını Eskil Halvorsen'e fakslamayı unut­
tuğunu fark etti. Adamı arayıp faks numarasını almak üzere
telefonu tekrar eline aldı.
Halvorsen Kjell'in sesini duyar duymaz, "Korkarım henüz
bir şey bulamadım" dedi. Kjell'in arama sebebini açıklaması­
nı dinledikten sonra, "Evet, bir fotoğrafın yaran doku nahilir.
Üniversitedeki ofisime faks çekebilirsiniz" diye ekledi.
Kjell numarayı not etti ve Hans Olavsen'in en net fotoğrafı­
nın bulunduğu makaleyi faksladı. Sonra tekrar masasının ba­
şına oturdu. Çıkmaz bir yola girdiğini hissettiği için, Erica'nın
araştırmasının daha verimli sonuçlanacağını umuyordu.
Tam o sırada telefon çaldı.

"Büyükbabam gelmiş!" Per salona doğru seslendi ve Cari­


na içeriden çıkıp antreye geldi.
Frans, "Bir dakikalığına içeri girebilir miyim?" diye sordu.
Carina onun kendinde değilmiş gibi görünmesine üzül­
dü. Frans'ın babasına hiçbir zaman yakınlık duymamıştı,
ama yakın zamanda kendisi ve Per için yaptıklarından dola­
yı ona minnettardı. "Tabii, içeri gel" dedi ve mutfağa yöneldi.
Frans'ın kendisini dikkatle ineelediğini fark edince, dile geti­
rilmemiş sorusuna cevap verdi: "Buraya son geldiğinden beri
tek bir damla dahi içmedim. Per bana kefil olabilir."
Per başıyla onayladı ve mutfak masasında Frans'ın karşı­
na oturdu. Büyükbabasına tıpkı bir kahramanı izlermiş gibi
bakıyordu.
432

Frans torununun kısacık saçlannı okşayarak, "Bakıyorum


da uzamaya başlamışlar" dedi.
Per utanarak, "Sanırım" dedi ama sonra elini memnuni­
yetle başına götürdü.
"Çok iyi" dedi Frans. "Çok iyi."
Carina süzgeç haznesine kahve doldururken, Frans'a uya­
rı niteliğinde bir bakış attı. Frans siyasetten bahsetmeyece­
ğini teyit etmek için başıyla hafifçe onayladı.
Kahv.e hazır olunca Carina onlarla birlikte masaya oturdu
ve sorgulayan gözlerle Frans'a döndü. Frans kahve fincanına
baktı. Carina bir kez daha onun ne kadar yorgun göründüğü­
nü düşündü. Desteklediği davayı onaylamasa da, onu daima
bir güç timsali olarak görürdü . Şimdiyse Frans kendinde de­
ğil gibiydi.
Frans onlarla göz göze gelmeden, "Per'in adına bir banka
hesabı açtım" dedi sonunda. ''Yirmi beş yaşına geldiğinde pa­
rayı kullanabilecek. Hesaba yüklü bir miktar yatırdım."
Carina, "Parayı nereden buldun . . . " diye lafa girecek oldu
ama Frans elini kaldınp konuşmaya devam etti:
"Şu anda açıklamayacağım sebeplerden ötürü, hesap ve
para bir İsveç bankasında değil; Lüksemburg'daki bir finan­
sal kuruluşta."
Carina tek kaşını kaldırdı ama bu onu çok da şaşırtmadı.
Kjell hep babasının geçmişte pek çok kez hapse girmesine ne­
den olan suçlan işlerken kazandığı paraları bir yerlerde İstif­
lediğini iddia ederdi.
Carina Frans'a bakarak, ''İyi ama neden şimdi?" diye sordu.
Frans ilk önce soruyu cevaplama konusunda isteksiz gö­
ründü ama sonra, "Eğer bana bir şey olursa, her şey ayarlan­
mış olsun istiyorum" dedi.
Carina hiçbir şey söylemedi. Artık daha fazlasını bilmek
istemiyordu.
"Harika" dedi Per. "Ne kadar mangınm olacak?"
433

Carina oğluna dik dik bakarak, "Per!" diye bağırdı. Per ise
omuzlannı silkmekle yetindi.
"Epey fazla" dedi Frans alaycı bir şekilde. "Ama hesap se­
nin adına açıldığı halde, yirmi beş yaşına gelene kadar para­
ya dokunamazsın." Parmağını azarlarcasına salladı. "Aynca
annen parayı yönetecek kadar olgunlaştığına kanaat getirip
sana izin verene kadar da parayı kullanamazsın. Bu şart yir­
mi beş yaşına geldiğinde de geçerli olacak. Eğer annen para­
yı mantıklı bir şekilde yönetebileceğine güvenmezse, tek bir
kuruş bile alamazsın. Aniadın mı?"
Per bir şeyler mırıldandı, ama Frans'ın dediklerini itiraz
etmeden kabullendi.
Carina tüm bunlara ne anlam vereceğini bilemedi . Frans'ın
tavrında ve ses tonunda onu huzursuz eden bir şeyler vardı.
Öte yandan, Per için yaptıklanndan ötürü ona büyük bir min­
net duyuyordu. Paranın nereden geldiğine kafa yormayacaktı.
Frans'ın eline uzun zaman önce geçmiş olmalıydı ve gelecek­
te Per'e yardımı dokunacaksa, Carina boş yere tartışma çıkar­
mayacaktı.
"Peki Kjell'e ne diyeceğim?" diye sordu.
Frans başını kaldırıp gözlerini ona dikti. "Per parayı ala­
na kadar Kjell bu konu hakkında hiçbir şey bilmeyecek. Ona
bir şey söylemeyeceğine dair söz vermeni istiyorum! Bu se­
nin için de geçerli Per." Frans torununa otoriter bir bakış at­
tı. "Tek talebim bu. Sen parayı alana kadar babanın hiçbir
şey öğrenmemesi."
Babasından bir sır saklayacağı için çok sevinen Per, ''Ta­
mam. Babamın bunu öğrenmesine gerek yok" dedi.
Sonra Frans daha sakin bir ses tonuyla konuşmasına de­
vam etti: "O çocuğu tartakladığın için muhtemelen cezalan­
dırılacağını biliyorum. Şimdi sana söyleyeceklerimi dinleme­
ni istiyorum." Per'i kendisiyle göz göze gelmeye zorladı. "Ce­
zanı kabul edeceksin. Seni büyük ihtimalle ıslahevine gön-
434

derecekler. Beladan uzak dur; oradayken hiçbir olaya karış­


ma. Sorun çıkarmadan cezanı çek ve sonra da aptalca bir şey
yapma. Beni duydun mu?"
Frans yavaşça, sözcükleri tane tane telaffuz ederek ko­
nuşuyordu ve Per ne zaman başını çevirecek olsa, Frans onu
tekrar gözlerinin içine bakmaya zorluyordu.
"Sana şu kadarını söyleyeyim; benimki gibi bir hayat ya­
şamak istemezsin. Benim hayatım baştan sona bok gibi geçti.
Sadece sana ve babana önem verdim; baban buna asla inan­
masa da. Ama bu doğru. Bu yüzden beladan uzak duracağına
söz ver. Söz ver dedim!"
''Tamam, tamam" dedi Per kıvranarak. Ama büyükbabası­
m dinliyor ve sözlerini benimsiyar gibi görünüyordu.

Frans bu kadarının yeterli olacağını umdu. İnsanın bel­


li bir yöne saptıktan sonra yolunu değiştirmesinin ne kadar
zor olduğunu kendi deneyimlerinden biliyordu. Ama torunu­
nu doğru yola sevk etmek için çok geç kalmarlığını umuyor­
du. Şimdilik tüm yapabileceği buydu.
"Evet, söyleyeceklerim bu kadar." Frans cebinden bir zarf
çıkardı ve mutfak masasının üzerine, Carina'nın önüne koy­
du. "Bunlar paraya erişmek için kullanacağın belgeler."
Carina huzursuzlanarak, "Biraz daha kalmak istemediği­
ne emin misin?" diye sordu.
Frans başını iki yana salladı. ''Yapacak işlerim var" dedi.
Gitmek üzere arkasını döndü ama kapıda duraksayıp alçak
sesle, "Kendinize iyi bakın" dedi. Sonra onlara el sallayıp ön
kapıya yürüdü.
Carina ile Per sessizce mutfak masasında oturdular. İkisi
de Frans'ın kendilerine son kez veda ettiğini anlamıştı.

Torbjörn Ruud, Patrik'in yanında durup mezarın açılma­


sını izlerken alaycı bir edayla, "Bu neredeyse rutin hale gel­
di" dedi.
435

Anna bebek bakıcılığı yapmayı teklif ettiğinden Erica da


oradaydı. Kazı işlemini, gizlerneyi beceremediği bir merakla
seyrediyordu.
"Mellberg'in izin alması hiç de kolay olmamıştır herhalde"
dedi Patrik. Amirini nadiren överdi.
Torbjörn gözlerini toprağın kademe kademe deşildiği me­
zardan ayırmadan, "Duyduğuma göre, savcının ofisindeki
adam on dakika sonra ona bağırmaya başlamış" dedi.
Patrik ürpererek, "Sence en dibe kadar kazmamız gereke­
cek mi?" diye sordu.
Torbjörn başını iki yana salladı. "Eğer siz ikiniz haklıysa­
nız, o zaman aradığımız ceset üstte olmalı. Katil cesedi en di­
be, diğerlerinin altına gömme zahmetine girmemiştir herhal­
de" dedi alayla. ''Ve muhtemelen tabutta değildir, yani giysi­
leri teorinizin doğru olup olmadığını kanıtlayabilir."
Erica, "Ölüm nedenine ilişkin bir ön rapor almamız ne ka­
dar sürer?" diye sordu. "Tabii onu bulursak" diye ekledi ama
kazının kendisini haklı çıkaracağından emindi.
''Yarından sonra bir rapor s unacaklarına söz verdiler" de­
di Patrik. "Pedersen'le konuştum ve bu otopsiye öncelik ver­
mek istiyorlar. Yarın başlarsa, sonuçları bize cuma günü
ulaştırabilir. Bunun sadece bir ön rapor olacağını vurguladı,
ama en azından ölüm sebebini belirlemek mümkünmüş."
Mezarı� içinde çalışan adamlardan yükselen bir çığlık sö­
zünü kesti ve hep birlikte çukura yaklaştılar.
Teknik ekipteki adamlardan biri, "Bir şey bulduk" dedi ve
Torbjörn onunla konuşmak üzere yanına gitti. Kafa kafaya
verip kısa bir konuşma yaptılar. Sonra Torbjörn, mezara da­
ha fazla yaklaşmaya cesaret edemeyen Patrik ile Erica'nın
yanına döndü.
"Görünüşe göre yüzeye yakın gömülmüş birisi var; tabu­
ta da konmamış. Şimdi kanıtıara zarar vermemek için daha
yavaş çalışmaları gerekiyor. Cesedin tamamını çıkarmak bi-
436

raz zaman alacak." Sonra duraksadı. "Ama görünüşe bakılır­


sa haklıymışsımz."
Erica rahatlamış bir halde başıyla onayladı ve derin bir
nefes aldı. Uzaktan Kjell'in kendilerine doğru geldiğini gördü
ama kimsenin mezara gereğinden fazla yaklaşmasını isteme­
yen Martin ve Gösta onu durdurdular. Erica yanlarına koştu.
"Sorun yok. Ona burada olup biteni anlatan benim" dedi.
"Gazetecilerin ya da izni olmayanların girmesi yasak."
Elini Kj ell'in göğüs hizasına kaldıran Gösta, "Mellberg bu
yönde kesin emir verdi" diye homurdandı.
Patrik de yanianna gelerek, "Sorun değil" dedi. "Sorumlu­
luğu ben üstleniyorum." Erica'ya, çıkabilecek herhangi bir pü­
rüzden kendisinin sorumlu olduğunu belirten ters bir bakış
attı. Erica başıyla sertçe onayladı ve Kjell'i mezara götürdü.
Gözleri heyecandan parlayan Kjell, "Bir şey buldular mı?"
diye sordu.
Teknik ekiptekilerin şimdilik yarım metreden derin ol­
mayan çukurun dibinde yatan yığım dikkatle çıkarmaya ça­
lışmalarını ilgiyle izleyen Erica, "Öyle görünüyor. Samrım
Hans Olavsen'i bulduk" dedi.
Gözlerini mezarda süregiden çalışmadan ayıramayan
Kjell, "Demek ki Fjallbacka'dan hiç aynlmamış" dedi.
"Hayır, ayrılmamış. Esas soru şu: Bu mezara nasıl gir­
miş?''
"Herhalde Erik ve Britta burada olduğunu biliyorlardı."
Kjell, "Evet ve ikisi de cinayete kurban gittiler. Peki ne­
den şimdi? Neden Hans birdenbire bu kadar önem kazandı?"
diye merak etti.
Erica dönüp ona bakarak, "Babanızdan herhangi bir şey
öğrenemediniz mi?'' diye sordu.
Kjell başını iki yana salladı. ''Tek bir şey bile öğreneme­
dim. Ama bir şey bilmediğinden mi, yoksa bana söylemek is­
temediğinden mi, bilmiyorum."
437

"Peki sizce o . . . " Erica cümlesini bitirmeye cesaret edemedi


ama Kjell nereye varmak istediğini anlamıştı.
"Babam her şeyi yapabilecek bir adam. O kadarından emi­
nim" dedi.
Patrik yanianna gelip Erica'nın yanında durarak, "Siz iki­
niz neler konuşuyorsunuz?" diye sordu.
"Babamın cinayet işlemiş olma olasılığı hakkında konuşu­
yoruz" dedi Kjell sakince.
Dürüstlüğü Patrik'i şaşırttı. "Peki ne karar verdiniz?'' diye
sordu. "Bizim de şüphelerimiz vardı ama babanızın Erik'in öl­
dürüldüğü sırada burada olmadığını doğrulayan tanıklan var."
"Bunu bilmiyordum" dedi Kjell. "Ama umarım bilgilerini­
zin doğruluğunu iki ya da iiç kez kontrol edersiniz, çünkü ba­
bam gibi eski bir hapishane kuşu sahte tanıklar bulmakta
zorlanmaz."
Patrik, Kjell'in haklı olduğunu fark etti ve Martin'e Frans'ın
mazeretinin doğruluğunu ne kadar ayrıntılı incelediklerini
sormak üzere not aldı.
Yanianna gelen Torbjörn, Kjell'i tanıyarak başıyla selam­
lac;lı. "Görüyorum ki basma da katılım izni verilmiş."
"Konuya şahsi bir ilgi duyuyorum" dedi Kjell.
Torbjörn omuz silkti. Eğer polisler bir gazetecinin orada
bulunmasına izin verdilerse, işlerine karışmayacaktı. Bu on­
ların sorunuydu. •eyaklaşık bir saat içinde işimiz biter" dedi.
"Pedersen'in de otopsiyi başlatmak üzere beklernede olduğu­
nu biliyorum."
Patrik başıyla onaylayarak, "Evet, onunla konuştum bile"
dedi.
"Peki madem. O cesedi buradan çıkaracağız ve sonra da
bu delikanlının ne tür sırlar saklarlığını öğreneceğiz." Arka­
sını dönüp tekrar mezann başına gitti.
Erica mezara bakarak, "Evet, bakalım ne gibi sırları var­
mış" dedi sessizce. Patrik kolunu onun omuzlarına doladı.
Fj allbacka, 1945

Babasının ölümünden sonraki aylar kafa karıştırıcı ve ıs­


tıraplıydı. Elsy'nin annesi gündelik işlerine devam edip so­
rumluluklarını yerine getiriyordu a m a bir şeyler eksikti.
Sanki Elof, Hilma'nın da bir parçasını yanında götürmüştü
ve Elsy artık annesini tanıyamıyordu. Bu açıdan bakıldığın­
da sadece babasını değil, annesini de kaybetmişti. Teseliiyi
sadece Hans'la beraber geçirdikleri gecelerde bulabiliyordu.
Annesi yatağa girer girmez Elsy aşağı kata süzülüp Hans'ın
odasına gidiyor ve koynuna giriyordu. Bunun yanlış olduğu­
nu biliyordu. Göz ardı ederneyeceği sonuçları olabileceğinin
farkındaydı. Ama Hans'tan uzak duramıyordu. Örtünün al­
tında onun yanında yattığı saatler boyunca, Hans kolunu vü­
cuduna dolayıp usulca saçlarını okşarken, dünya tekrar an­
lam kazanıyordu. Öpüştüklerinde ve artık son derece tanı­
dık gelen bu tutku yine de onları şaşırtarak teslim aldığında,
Elsy bunda hiçbir yanlışlık göremiyordu. Bir mayın tarafın­
dan bir çırpıda ve hunharca yerle bir edilebilen bir dünyada,
aşkın nesi yanlış olabilirdi ki?
Hans gündelik işler konusunda da bulunmaz bir nimetti.
Babası öldüğü için maddi sıkıntı çekiyariardı ve Hans'ın ge­
milerde fazla mesai yaparak kazandığı paranın her bir kronu­
nu kendilerine vermesi sayesinde zar zor geçinebiliyorlardı.
Acaba annesi Elsy'nin geceleri Hans'ı görmek için gizlice
439

aşağıya indiğinin farkında mıydı? Elsy bazen bunu merak et­


se de hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu, çünkü aksini gö­
ze alamazdı.
Elsy yatakta Hans'ın yanında uzanıp onun düzenli soluk
alıp verişlerini dinlerken elini karnında gezdirdi. Bir hafta
önce hamile olduğunu fark etmişti. Utanç verici bir şey yap­
manın sonuçları hakkında kendisine öğretilen onca şeye rağ­
men, üzerine müthiş bir sükunet gelmişti. Ne de olsa taşıdı­
ğı Hans'ın çocuğuydu ve dünyada ondan daha fazla güvendi­
ği kimse yoktu. Hans'a henüz söylememiştİ ama kalbinin de­
rinliklerinde, bunun sorun olmayacağını biliyordu. Hans ha­
beri alınca mutlu olacaktı. Birbirlerine yardımcı olacaklar ve
işleri bir şekilde yoluna koyacaklardı.
Elsy elini karnının üzerinde bırakıp gözlerini kapadı. İçin­
de bir yerlerde, aşklarının ürünü olan küçük bir canlı vardı.
Ona ve Hans'a aitti. Bu nasıl günah olabilirdi ki? Onlara ait
olan bir çocuk nasıl günah olabilirdi?
Elsy eli karnında ve rludakiarında belli belirsiz bir gülüm­
semeyle uyuyakaldı.
-•
�·

Mezarlıkta olanlardan sonra karakoldaki herkes beklenti­


ye girmişti. Mellberg yapılan keşfe dair bütün övgüleri ken­
dine mal ediyordu ama kimsenin ona aldırış ettiği yoktu. Di­
ğerleriyle birlikte tahmin yürüten Gösta'nın bile gözleri tştl ­
dıyordu. Dünkü keşfin yakın zamandaki iki cinayetle bağlan­
tısının ne olduğunu henüz bilmeseler de, herkes bunun so­
ruşturmada bir dönüm noktası olduğundan emindi.
Paula sesli düşünerek, "Esas soru şu: İnsan neden altmış
yıl önce işlenen bir cinayet yüzünden başkalarını öldürmeye
başlar? Yani, Britta ile Erik'in bu delikanlının 'sözde' cina­
yetiyle" -bu noktada parmaklarıyla havada tırnak işaretleri
yaptı- "bir şekilde bağlantılı oldukları için öldürüldüklerini
varsaymamız neredeyse şart oldu. İyi ama neden şimdi? Bu
ilgiyi yeniden tetikleyen nedir?"
Paula uğradığında masasında oturup aynı şeyi merak et­
mekte olan Martin, "Bilmiyorum" dedi. "Umarım otopsiden
yol almamızı sağlayacak somut bir şeyler çıkar."
Martin'in kaçınmaya çalıştığı düşünceyi dile getiren Pau­
la, ''Ya çıkmazsa?" diye sordu.
"Adım adım gidelim, olur mu?" dedi Martin sessizce.
"Bu arada aklıma geldi" dedi Paula, "DNA profili sonuçla­
rını bugün almamız gerekmiyor mu? Eğer elimizde karşılaş­
tırma yapabileceğimiz bir örnek olmazsa, sonuçlar pek bir işe
yaramaz."
441

Martin sandalyesini geriye doğru iterek, "Haklısın" dedi.


"Hadi o işi halledelim."
"Ö nce kimden örnek alalım? Axel'den mi yoksa Frans'tan
mı? Bu ikisine odaklanmamız gerekiyor, öyle değil mi?"

Yazlık turizm sezonunun sona ermesiyle Grebbestad da


Fjallbacka kadar ıssızdı; şehirde aralıayla gezerken sade­
ce birkaç kişi gördüler. Martin polis arabasını Telegraph ad­
lı restoranın küçük park yerine bıraktı ve caddenin karşısı­
na geçip Frans'ın dairesine yürüdüler. Kapıyı çaldıklarında
kimse cevap vermedi.
"Kahretsin. Evde yok. Daha sonra tekrar gelmemiz gere­
kecek" dedi Martin arkasını dönerek.
"Dur bir dakika" dedi Paula. "Kapı açık."
"Ama pat diye içeri dalamayız ki. . . " Martin'in itirazı gecik­
mişti. Meslektaşı çoktan kapıyı açıp içeri girmişti.
Paula'nın "Kimse var mı?" diye seslendiğini duydu ve gö­
nülsüzce peşine düşüp koridorda ilerledi. Mutfağa ve salona
baktılar. Frans ortalıkta yoktu. Evde çıt çıkmıyordu.
"Hadi yatak odasına bakalım" dedi Paula. Martin durak­
sadı. Paula, "Ah, hadi ama" diye söylendi ve içini çekerek ön­
den gitti.
Yatak odası da boştu, yatak derli topluydu ve Frans görü­
nürde yoktu.
Paula girişe döndüklerinde tekrar, "Kimse var mı?" diye
seslendi. Cevap gelmedi. Dairenin geriye kalan tek odasına
doğru yürüdüler.
Kapı içeri doğru açılır açılmaz onu gördüler. Burası kü­
çük bir ofisti ve Frans masanın ön tarafına yığılmıştı. Silah
hala ağzındaydı ve başının arkasında kocaman bir delik var­
dı. Martin yüzündeki bütün kanın çekildiğini hissetti; bir an
için yalpaladı ve güçlükle yutkundu. Ö te yandan, Paula hiç
de etkilenmiş gibi görünmüyordu. Frans'ı işaret etti ve Mar-
442

tin bakınarnayı tercih etse de, onu başını çevirmeye zorladı.


"Kollarına bak" dedi sakince.
İçini saran bulantı dalgasıyla boğuşan Martin, Frans'ın
kollarının ön kısımlarına odaklanmak için elinden geleni yap­
tı. Birdenbire irkildi. Frans'ın kolları derin çiziklerle doluydu.

Şimdi sadece teknik ekipten gelen onayı beklemeleri gere­


kiyordu. DNA ve parmak izi analizleri Frans'ın Britta'yı öl­
dürdüğünü hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlaya­
caktı. Hatta belki de Grebbestad'daki dairenin altını üstüne
getiren teknik ekip, Erik Frankel cinayetiyle ilgili bir bağlan­
tı da bulacaktı. Ve bir de Fj allbacka'daki mezarlıkta, askerle­
rin kabrinde bulunan cesetle ilgili ön rapor vardı; herkes bu
cepheden ne gibi taze bilgiler geleceğini merak ediyordu.
Adli tabipten gelen telefona Martin cevap verdi. Faksla
gelen otopsi raporunu elinde tutarak etrafta dolanıp oda ka­
pılarını çaldı ve meslektaşlarını toplantıya çağırdı.
Diğerleri oturduktan sonra Martin mutfak tezgahına yas­
Iandı ve herkes sesini duyabilsin diye ayakta kalmaya karar
verdi.
"Dediğim gibi, Pedersen'den gelen ilk rapor elimde" diye
lafa girdi ve o telefona kendisinin cevap vermesi gerektiğini
söyleyerek homurdanıp duran Mellberg'e kulaklarını tıkadı.
"Elimizde karşılaştırma yapabileceğimiz bir DNA ya da
diş röntgeni olmadığına göre, cesedin Hans Olavsen'e ait ol­
duğunu kesin olarak tespit edemeyiz. Ama yaşı tutuyor. Or­
tadan kaybolduğu tarih de öyle. Gerçi bunca zaman sonra ke­
sin bir şey söylemek zor."
Paula, "Peki, delikanlı nasıl ölmüş?" diye sordu. Ayağını ye­
re vuruyor ve daha fazlasını öğrenmek için sabırsızlanıyordu.
İlgi odağı olmanın tadını çıkaran Martin, konuşmadan ön­
ce etkiyi artırmak için duraksadı: "Pedersen, cesedin büyük
hasar almış olduğunu söyledi. Üzerinde keskin bir cismin ne-
443

den olduğu yaralar olduğu gibi, yediği tekme ve yumruklar­


dan kalan ezikler de var. Görünüşe göre, Hans Olavsen vah­
şi bir saldırının kurbanı olmuş. Katil, bir öfke nöbeti geçir­
miş olmalı. Bütün detaylar Pedersen'in ön raporunda mev­
cut." Martin öne eğilerek sayfalan masaya koydu.
"Peki ölüm sebebi neymiş?" Paula hala ayağını yere vuru­
yordu.
"Ö lümüne tam olarak hangi yaranın sebep olduğunu söy­
lemek güç. Pedersen'e göre ölümcül olabilecek birkaç yara
varmış."
Gösta, "Bahse girerim bunu Ringholm yapmıştır. Erik ile
Britta'yı da bu yüzden öldürdü" diye mınldanarak, çoğu mes­
lektaşının düşüncelerini dile getirdi. Başını umutsuzca iki ya­
na sallayarak, "Zaten hep asabi puştun tekiymiş" diye ekledi.
Martin başıyla onaylayarak, "Bu da üzerinde çalışmamız
gereken bir teori" dedi. "Ama hemen bir hükme varmayalım.
Frans'ın kollarında Pedersen'in dikkat etmemizi istediği çi­
zikler vardı ama laboratuvar sonuçlan gelene kadar Frans'ın
DNA'sının Britta'nın tırnaklarının altında bulduğumuz deri
döküntüleriyle eşleşip eşleşmediğini bilmiyoruz; parmak izi­
nin yastık kılıfındaki düğmede bulunan izle aynı olup olma­
dığını da. Yani bunlar teyit edilene kadar, her zamanki gibi
harıl harıl çalışmaya devam edeceğiz."
Martin ne kadar profesyonel ve sakin bir tavır takındığına
kendisi de şaşırdı. Patrik ne zaman bir davayı gözden geçirse
böyle davranırdı. Amirinin bir astın araya girmesine ve ka­
rakolun şefi olarak kendisine ait olan rolü üstlenmesine içer­
leyip içedemediğini görmek için göz ucuyla Mellberg'e baktı.
Ama Mellberg soruşturmayla ilgili bütün ayak işlerini onlara
devrettiği için her zamanki gibi memnun görünüyordu. An­
cak dava çözüldüğünde tüm gayretiyle kendine pay çıkarma­
ya çalışırdı.
Martin' e çok iyi bir iş çıkardığını ima etmek için hızlıca
444

göz kırpan Paula, "Peki şimdi ne yapıyoruz?" diye sordu.


Ö vgüler sözcüklere dökülmese de, Martin'in gururdan
göğsü kabarmıştı. O kadar uzun süredir karakolun acemi
çayiağı konumundaydı ki, kendini gösterip sorumluluk al­
ması kolay olmamıştı. Ama Patrik'in babalık iznine çıkması,
nihayet Martin'e gerçek değerini ortaya koyma fırsatını ver­
mişti.
"Başlangıç olarak Erik Frankel'in cinayet soruşturması­
nı bu yeni gelişmelerin ışığı altında inceleyelim. Bu cinaye­
tin Frans'la bir bağlantısı olup olmadığını öğrenmemiz gere­
kiyor. Paula, bunu sen üstlenir misin?" Paula başıyla onayla­
dı. Martin sonra Gösta'ya döndü.
"Gösta, sen de Hans Olavsen hakkında mümkün olduğun­
ca bilgi topla. Geçmişini kontrol et ve Fjallbacka'da kaldığı
döneme dair bize daha çok detay verebilecek birileri olup ol­
madığını araştır. Patrik'in kansı Erica'yla konuş. Görünüşe
göre bu konu hakkında bir sürü araştırma yapmış; Frans'ın
oğlu da onunla birlikte iz sürüyordu. Bildiklerini seninle pay­
laşmalarını iste. Erica'nın sorun çıkaracağını sanınam ama
Kjell'e biraz daha baskı yapman gerekebilir."
Gösta başıyla onayladı ama hiç de Paula kadar hevesli gö­
rünmedi. Altmış yıl öncesine ait bilgileri deşmek ne kolay ne
de eğlenceli olacaktı. İçini çekti. "Tamam, bu konuyla ilgile­
nirim" dedi. Az önce Herkül'ün görevlerini üstlenmiş gibi bir
hali vardı.
"Annika, laboratuvardan sonuç gelir gelmez bize haber ve­
rebilir misin?"
Annika, Martin konuşurken üzerine not aldığı kağıt des­
tesini masaya koyarak, 'Tabii ki" dedi.
"Pekala. Hadi o zaman, işe koyulalım!"
İlk soruşturma değerlendirmesini başarıyla yürütmüş ol­
manın verdiği tatminle yüzü ışıldayan Martin, meslektaşia­
nnın odadan çıkınalarmı izledi.
445

Martin'le yaptığı görüşmenin ardından telefonu elinden


bırakan Patrik doğruca yukarı çıkıp Erica'nın yanına gitti.
Çalışma odasının kapısını tıklattı. "Seni rahatsız ettiğim
için özür dilerim ama bunu duymak isteyeceğini düşündüm"
dedi. Köşedeki sandalyeye oturdu ve Martin'in Hans Olav­
sen -ya da daha doğrusu Hans Olavsen'e ait olduğunu dü­
şündükleri ceset- hakkında kendisine söylediklerini ve aldığı
korkunç yaraları anlattı.
" Ö ldürüldüğünü tahmin ediyordum . . . Ama bu çok . . . "
Erica'nın sarsıldığı belli oluyordu.
"Evet, birinin gerçekten de onunla görülecek bir hesabı
varmış" dedi Patrik. Sonra Erica'yı yine annesinin günlükle­
rini okurken rahatsız ettiğini fark etti.
Defterleri işaret ederek, "İlginç bir şey buldun mu?" diye
sordu.
Erica hüsrana uğramış halde, "Hayır, pek sayılmaz" dedi.
"Günlükler tam Hans Olavsen'in Fjiillbacka'ya geldiği tarih­
lerde kesiliyor; zaten işler de bu noktadan sonra ilginçleşme­
ye başlıyor."
"Annenin neden o noktada günlük tutmayı bıraktığına da­
ir bir fikrin yok mu?" diye sordu Patrik.
Erica Patrik'e son derece aşina gelen bir şekilde, saçının
bir tutarnını parmağına dolayarak, "Hayır ama esas mesele
şu: Annemin günlük tutmayı bırakıp bırakmadığından emin
değilim. Bir süre boyunca her gün yazma alışkanlığını be­
nimsemiş gibi görünüyor; neden aniden bıraksın ki? Hayır,
bence başka bir yerde daha çok günlük olmalı, ama Tanrı bi­
lir nerede . . . " dedi dalgın dalgın.
"Eh, çatı katının her yerini didik didik ettin, orada ola­
mazlar" dedi Patrik sesli düşünerek. "Sence bodrum katında
olabilirler mi?"
Erica bir an için düşündü ama sonra başını iki yana sal­
ladı. "Hayır, sen taşınmadan önce temizlik yaparken bodru-
446

mun her yerine baktım. Evde olduklarına inanmakta güçlük


çekiyorum ama başka nerede olabileceklerine dair hiçbir fık­
rim yok."
"Eh, en azından Hans Olavsen'le ilgili araştırmanda biraz
destek alıyorsun. Kjell de bu konu üzerinde çalışıyor ve onun
gizli kalan bilgileri ortaya çıkarma konusundaki yeteneğine
çok inanıyorum. Hem Martin de bu konu üzerinde çalışacak­
larını söyledi. Gösta'dan seninle temas kurmasını istemiş."
"Pekala. Bildiklerimi polisle paylaşmakta sakınca görmü­
yorum" dedi Erica. "Umarım Kjell de böyle düşünüyordur."
Patrik, "Ben o kadar da emin olmazdım" diye cevap ver-
di. "Ne de olsa o bir gazeteci ve eminim tüm bunlardan bir
hikaye çıkarmanın peşindedir."
''Yine de merak ediyorum . . . " dedi Erica sandalyesini bir
ileri bir geri sallayarak. "Acaba Erik o gazete makalelerini
Kjell'e neden verdi? Hans Olavsen'in öldürülmesi hakkında
ne biliyordu da Kj ell'in de öğrenmesini istedi? Ve Erik ne­
den ona bildiklerini dosdoğru anlatmadı? Neden hem gizemli
hem de kayıtsız davrandı?"
Patrik omuz silkti. "Muhtemelen asla öğrenemeyeceğiz.
Martin'in dediğine göre, karakoldaki arkadaşlarım her şeyin
Frans'ta bittiğine inanıyorlar. Onun Hans Olavsen'i öldürdü­
ğünü, suçunu örtbas etmek için de Erik ile Britta'yı öldürdü­
ğünü düşünüyorlar."
"Pekala, sanırım bu yöne işaret eden pek çok kanıt var"
dedi Erica. "Ama yine de . . . " Cümlesini yarım bıraktı. ''Yine
de anlamadığım pek çok şey var. Mesela, neden şimdi? Hem
de altmış yıl sonra. Hans altmış yıldır mezarında rahatsız
edilmeden yatıyordu; neden tüm bunlar şimdi gün yüzüne
çıktı?" Erica bu sorunun cevabını düşünürken yanağının içi­
ni kemirdi.
"Hiçbir fikrim yok" dedi Patrik. "Pek çok sebebi olabilir.
Sanırım şunu kabullenmeliyiz; anahtar niteliği taşıyan olay-
447

lar o kadar uzun zaman önce yaşanmış ki, konuya asla tam
anlamıyla hakim olamayacağız."
Hayal kırıklığına uğradığı açıkça belli olan Erica, "Muhte­
melen haklısın" dedi. Masasındaki şekerleme paketine uzan­
dı. "Bir tane Dumlekola iste r misin?"
Patrik, "Tabii" diyerek paketin içinden bir tane şekerleme
aldı. Sessizce şekerlerini yerken, Hans Olavsen'in vahşice öl­
dürülmesinin ardındaki sırrı düşündüler.
Patrik'in yüz ifadesini inceleyen Erica nihayet, ''Yani sen­
ce bunu Frans mı yaptı? Emin misin? Peki Erik ile Britta'yı
da öldürdüğü kesin mi?" diye sordu.
"Evet, bence o yaptı. En azından yapmadığını gösteren
pek fazla bulgu yok. Martin laboratuvar raporunun pazarte­
si günü çıkmasını bekliyor ve bu sayede hiç olmazsa Frans'ın
Britta'yı öldürdüğü kesinleşecekmiş gibi görünüyor. Sanıyo­
rum ki soruşturma Frans üzerinde yoğunlaştığına göre, onu
Erik'in cinayetiyle ilişkilendirecek kanıtlar bulmaya çalışa­
caklar. Hans'a gelince . . . O kadar uzun zaman önce öldürül­
müş ki, bu konuyu tam olarak açıklığa kavuşturabileceğimiz­
den şüpheliyim. Sadece . . . " Patrik yüzünü buruşturdu.
Erica, "Ne oldu? Sana tuhaf gelen bir şey mi var?" diye
sordu.
"Tam olarak tuhaf denemez. Fakat Erik'in öldürüldüğünü
düşündüğümüz tarihlerde Frans'ın orada olmadığını doğru­
layan tanıkları var. Ama arkadaşlan yalan söylüyor olabilir.
Martin ve diğerleri bunu araştıracak. Tek çekincem bu."
"Peki Frans'ın ölümüyle ilgili hiçbir şüphe yok mu? Yani
bunun bir intihar olduğundan hiç şüphe yok mu?"
"Hayır, pek yok. Silah Frans'a aitmiş, silah hala elindey­
miş ve namlusu da ağzındaymış."
Salıneyi zihninde canlandıran Erica yüzünü buruşturdu.
Patrik devam etti: ''Yani silalım üzerinde Frans'ın par­
mak izleri olduğunu ve silahı tuttuğu elinde barut kalıntılan
448

bulunduğunu teyit edersek, o zaman hangi açıdan bakarsak


bakalım bu bir intihar sayılır."
"Peki bir intihar notu bulmadınız mı?"
"Hayır. Martin öyle bir şey bulamadıklarını söyledi. Ama
intihar eden insanlar her zaman not bırakmazlar." Patrik
ayağa kalktı ve şekerlemenin ambalajını çöpe attı. "Pekala,
seni rahat bırakayım da huzur içinde çalış, tatlım. Kitabın­
da biraz ilerlemeye çalış yoksa yayıncı tepene dikilecek."
Erica'nın yanına gidip onu dudaklanndan öptü.
Erica, "Evet, biliyorum" diyerek içini çekti. "Bugün biraz
ilerleme kaydettim bile. Sen ve Maja ne yapacaksınız?"
Patrik umursamazca, "Karin telefon etti" dedi. ''Muhteme­
len Maj a uyanır uyanmaz yürüyüşe gideceği:1.."
"Karin'le çok fazla yürüyüşe çıkar oldunuz" dedi Erica. Se­
sinin ne kadar hoşgörüsüz çıktığını fark edince kendi de şa­
şırdı. Patrik şaşkınlıkla ona baktı. ''Yoksa Karin'i kıskanıyor
musun?" diyerek güldü ve gidip Erica'yı tekrar öptü. "Kıs­
kanmana hiç gerek yok." Tekrar güldükten sonra ciddileşti.
"Bak, eğer Karin'le görüşmem seni rahatsız ediyorsa lütfen
söyle" dedi.
Erica başını iki yana salladı. "Tabii ki etmiyor. Sadece
saçmalıyorum. Babalık izninde olduğun için birlikte vakit ge­
çirebileceğin çok fazla insan yok; bir yetişkinin arkadaşlığı
sana iyi gelecektir."
Patrik onu dikkatle inceleyerek, "Emin misin?" diye sordu.
Erica eliyle odadan çıkmasını işaret ederek, "Evet, emi­
nim" dedi. "Hadi git. Bu ailede çalışması gereken biri var."
Patrik güldü ve dışarı çıkıp kapıyı kapattı. Kapıdaki çat­
laklardan birinden gizlice içeriye baktığında gördüğü son
şey, Erica'nın mavi günlüklerden birine uzandığı oldu.
Fj allbacka, 1945

İnanılır gibi değildi. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen savaş


sona ermişti. Elsy, Hans'ın yatağında oturuyor, gazeteyi sım­
sıkı tutuyor ve "BARIŞ!" diye haykıran manşeti algılamaya
çalışıyordu.
Gözleri yaşlarla dolan Elsy, annesinin bulaşıkları yıka­
masına yardım ederken giydiği ve hala üzerinde olan önlüğe
burnunu sildi.
"Buna inanamıyorum, Hans" dedi. H ans kolunu Elsy'nin
omuzlarına dolayıp onu daha da sıkıca sardı. O da gazeteye
bakıyordu ve okuduklarını kavramakta güçlük çekiyormuş
gibi görünüyordu. Tedbiri elden bırakıp gündüz vakti bura­
da oturdukları için birilerine yakalanacaklarından korkan
Elsy, bir an için kapıya baktı. Ama Hilma komşularını ziya­
rete gitmişti ve Elsy kimsenin gelip de onları rahatsız ede­
ceğini sanmıyordu. Üstelik çok yakında ilişkilerini herkese
açıklayacaklardı. Elbiselerinin beli giderek daha çok sıkma­
ya başlamıştı ve bu sabah bütün düğmelerini ilikleyebilmek
için epey uğraşması gerekmişti. Ama her şey yoluna girecek­
ti. Birkaç hafta önce Hans'a hamile olduğunu söylediğinde,
tıpkı tahmin ettiği gibi tepki vermişti. Gözleri ışıldamış ve
elini usulca Elsy'nin karnma koyarak onu öpmüştü. O za­
mandan bu yana, Elsy'ye her şeyi yoluna koyacaklarına da­
ir güvence vermişti. Ne de olsa bir işi vardı ve ona bakabilir-
450

di. Hem Elsy'nin annesi de onu seviyordu. Tabii ki Elsy genç­


tİ ama evlenme izni almak için resmi makamlara başvurabi­
lirlerdi. Her şeyi rayına oturtmanın bir yolunu bulabilirlerdi.
Hans'ın sözleri, onu çok iyi tanıdığını düşünmesine ve
ona güvenmesine rağmen hala yüreğinde taşıdığı endişeie­
rin bir kısmını hafifletmişti. Hans o kadar sakindi ki. On­
larınki dünyanın en çok sevilen çocuğu olacaktı; her türlü
detayla ilgilenmenin bir yolunu bulacaklardı. Bir süreliğine
bazı engellerle karşılaşabilirlerdi ama eğer birbirlerine ke­
netlenirlerse her türlü sorun çözülürdü ve hem Elsy'nin ai­
lesinin hayırdualarını alırlar hem de Tanrı onlara göz kulak
olurdu.
Elsy başını Hana'ın omzuna yasladı. Şu anda hayat güzel-
di. Barış haberi bir sıcaklık dalgası gibi Elsy'yi sarmalamış
ve babasının ölümünden sonra etrafına örülen buzdan duva­
rın büyük bir kısmını eritmişti. Keşke babası da bu anı on­
larla birlikte yaşayabilseydi. Keşke birkaç ay daha dayana­
bilseydi. Elsy bu düşünceyi zihninden uzaklaştırdı. Takdir
Tanrı'nındı, insanların değil. Her şey bir plan dahilinde ger­
çekieşiyar olmalıydı. Ne kadar kötü görünse de, hayatın dü­
zeni buydu. Elsy'nin Tanrı'ya ve Hans'a duyduğu güven, ge­
leceğe inançla bakmasını sağlayan bir hediye gibiydi.
Ama annesi için durum farklıydı. Elsy son birkaç ay için­
de Hilma için giderek daha çok endişelenmeye başlamıştı.
Elof öldükten sonra Hilma adeta sinmiş, içine kapanmış ve
gözlerinin feri sönmüştü. Bugün barış ilan edildiğini duyduk­
larında, Elsy babası öldüğünden beri annesinin yüzünde ilk
kez belli belirsiz bir gülümseme görmüştü. Belki de bekledi­
ği çocuk annesini mutlu ederdi - tabii ki ilk başta duyacağı
şoku atlatır atlatmaz. Elsy elbette annesini utandırmaktan
korkuyordu, ama bebek doğmadan önce gerekli bütün düzen­
lemeleri yapabilmek için, Hans'la birlikte annesine bir an ön­
ce haber vermeleri gerektiği konusunda anlaşmışlardı.
451

Elsy gözlerini kapadı v e Hans'ın omzuna yaslanıp onun


tanıdık kokusunu içine çekerken gülümsedi.
Hans, Elsy'nin saçlarını okşayarak, "Artık savaş bittiğine
göre eve gidip ailemi görmek istiyorum" dedi. "Ama yalnızca
birkaç günlüğüne gideceğim, yani endişe etmene gerek yok.
Senden kaçacak değilim." Elsy'yi başından öptü.
Elsy kocaman gülümseyerek, "Güzel" dedi. "Çünkü eğer ka­
çacak olsaydın, seni dünyanın diğer ucuna kadar kovalardım."
Hans, "Eminim kovalardın" dedi ve güldü. Sonra ciddileş­
ti. "Hazır Norveç'e dönebilecekken halletmem gereken birkaç
şey var."
Elsy başını Hans'ın omzundan kaldırıp tedirginlikle ona
bakarak, "Galiba durum ciddi" dedi. "Ailenin başına bir şey
gelmiş olmasından mı korkuyorsun?"
Hans tereddüt ederek, "Bilmiyorum" dedi. "Onlarla görüş­
meyeli o kadar uzun zaman oldu ki. Ama hemen gitmeyece­
ğim. Herhalde bir ya da iki hafta içinde yola çıkarım ve sen
gözünü açıp kapayıncaya kadar dönmüş olurum."
Elsy tekrar ona yaslanarak, "Bu iyi işte" dedi. "Çünkü ay­
n kalmayı asla istemiyorum."

Hans, Elsy'yi tekrar saçından öperek, "Kalmayacağız za­


ten" dedi. "Kalmayacağız." Hans onu daha da kendine çeker­
ken gözlerini kapadı. Manşetinde "BARIŞ" sözcüğünün yer
aldığı gazete aralarında duruyordu.
Ne tuhaftı. Kjell babasının ölümsüz olmadığını ilk defa ge­
çen hafta hatırlamıştı. Sonra da perşembe günü polisler ba­
basının ölüm haberini vermek üzere kapısını çalmışlardı.
Kjell duygularının ne kadar güçlü olduğunu fark edince şa­
şırmıştı. Yüreği nasıl da bir an için hop etmişti; elini önüne
uzattığında hala babasının elini tuttuğunu hissedebiliyordu.
Büyük bir el daha küçük bir benzerini sarmalıyor, sonra da
elleri yavaşça ayrılıyordu. Kjell o anda bunca zamandır nef­
retten daha güçlü bir duygu beslediğini fark etti: umut. Bu­
güne kadar gelmeyi başaran ve babasına duyduğu yoğun nef­
retin boğmadığı, var olabilen tek duygu umuttu. Birbirlerine
duyduklan sevgi uzun zaman önce ölmüştü. Ama umut kalbi­
nin bir köşesine saklanmış, kendini Kjell'den bile gizlemişti.
Kjell polis memurlarının ardından kapıyı kapatıp girişte
dikilirken, kalan son umut kırıntısının da yok olduğunu his­
setti ve o anda korkunç bir acı gözlerinin kararınasına neden
oldu. Çünkü derinlerde bir yerde, o küçük oğlan, babasını öz­
lüyordu. Etraflarına ördükleri duvarlan aşmanın bir yolu ol­
masını umuyordu.
Artık o yol kapanmıştı. Duvarlar olduğu gibi kalacak ve
barışma olasılığı ortadan kalktığında göre, sonunda un ufak
olacaktı.
Bütün hafta sonu boyunca, beyni babasının öldüğü gerçe-
453

ğini kavramaya çalışmıştı. Hem de kendi eliyle. Frans'ın na­


sıl bir hayat sürdüğünü göz önüne aldığında bu şekilde ölece­
ğİ daima aklının bir köşesinde bulunsa da, bu yine de anlaşıl­
ması zor bir durumdu.
Kjell pazar günü Carina ile Per'i ziyarete gitmişti. Perşem­
be günü olan biteni anlatmak üzere onlara telefon etmiş ama
kendi düşünceleri ve anılan bir nebze durulana kadar, ken­
dinde onlan görecek gücü bulamamıştı. İçeri girer girmez ev­
lerinin havasında bir değişiklik sezmişti ama ilk başta ne ol­
duğunu anlayamamıştı. Sonra şaşkınlıkla haykırmıştı: "Ca­
rina, sen ayıksın!" Üstelik kastettiği sadece o anlık ya da kı­
sa süreli bir şey değildi, çünkü bu daha önce de olmuştu; ger­
çi son birkaç yıl için de o kadar da sık tekrarlanmamıştı. Kjell
içgüdüsel olarak bunun altında çok daha fazlasının yattığını
anlamıştı: Carina'nın üzerine bir sükunet gelmişti ve gözle­
rinden kararlılık okunuyordu; onu terk ettiğinden beri göz­
lerinden eksik olmayan o yaralı bakıştan eser kalmamıştı. O
yaralı bakış ki, Kjell'in kendini daima suçlu hissetmesine ne­
den olmuştu. Per de farklıydı. Sınıf arkadaşını dövdüğü için
çıkacağı mahkemeden sonra neler olacağım konuşmuşlardı.
Per hem soğukkanlılığıyla, hem de durumla nasıl başa çıka­
cağına dair düşünceleriyle Kjell'i şaşırtmıştı. O yukarı çıkıp
odasına gittikten sonra, Kj ell cesaretini toplayıp Carina'ya
neyin değiştiğini sormuştu. Babasının duruma el koyduğu­
nu öğrenince şaşkınlığı daha da artmıştı. Frans bir şekilde
Kjell'in on yıldır denediği halde yapamadığı şeyi başarmıştı.
Bu, işleri daha da zorlaştırıyordu. İçinde kalan olası bir
umut kırıntısının kalbini boş yere aşındıracağı gerçeğini iyi­
ce idrak etmesini sağlıyordu . Zaten artık Frans gitmişti;
umut etmenin ne anlamı vardı ki?
Kjell ofisinin penceresinin önünde durup dışarıya baktı.
Kendisiyle tüm çıplaklığıyla yüzleştiği o kısacık anda, haya­
tını ve ruhunu, babasına yönelttiği aynı eleştirel gözle mer-
454

cek altına aldı. Ve gördükleri onu korkuttu. Tabii ki ailesi­


ne ihanet etmiş olması toplumun gözünde o kadar da drama­
tik ya da affedilemez bir hata değildi, ama bu yaptığı şeyi da­
ha kabul edilebilir kılıyor muydu? Neredeyse hiç kılınıyor­
du. Carina'yı ve Per'i terk etmişti. Beata'ya da ihanet etmiş­
ti. Aslında, ona ilişkileri başlamadan önce ihanet etmiş sayı­
lırdı. Onu hiç sevmemişti. Sadece temsil ettiği şeyi sevmiş­
ti, zayıf bir anında ona ihtiyaç duymuştu. Dürüst olması ge­
rekirse, ondan hoşlandığı bile söylenemezdi. Ona karşı asla
Carina'yı ilk kez üzerinde sarı elbisesiyle ve saçında san kur­
delesiyle gördüğü anda hissettiği türden bir aşk duymamıştı.
Magda ve Loke'ye de ihanet etmişti. İlk çocuğunu terk ettiği
için duyduğu utanç yüzünden, Per'i Carina'nın kollannda ilk
gördüğü an hissettiği o derin ve tüm benliğini saran saf sev­
giyi tekrar hissetmernek için etrafına bir sürü duvar örmüş­
tü. Beata'yı ve çocuklarını bu tür bir sevgiden mahrum et­
mişti ve bir daha asla bu duyguyu tadabileceğini sanmıyor­
du. Kjell bu ihanetle yaşamak zorundaydı. Beata ve çocuk­
lar da öyle.
Kjell kahve fincanını kaldırırken eli titredi. Düşünürken
kahvesinin soğuduğunu fark ederek yüzünü buruşturdu,
ama koca bir yudum almış bulunduğu için kendini yutkun­
maya zorladı.
Kapıda duran birinin kendisine seslendiğini duydu.
"Birkaç postanız var."
Kjell arkasına döndü ve bezgin bir halde başıyla onayladı.
''Teşekkürler."
Kendi adına gelen günlük postasını aldı ve dalgın dalgın
evrakları karıştırmaya başladı. Gözüne birkaç reklam ve ba­
zı faturalar ilişti. Bir de mektup vardı. Adres tanıdık bir el
yazısıyla yazılmıştı. Kontrolsüz bir şekilde titreyerek san­
dalyesine çöktü ve mektubu masanın üzerine, önüne koydu.
Uzunca bir süre öylece oturup zarfa baktı. Süslü ve eski mo-
455

da bir üslupla yazılan adını ve gazetenin adresini inceledi.


Beyni eline mektubu alıp zarfı açması için komut vermeye
çalışırken dakikalar geçti. Sanki sinyaller bir noktada kar­
maşa yaşamışlar ve mutlak bir felce neden olmuşlardı.
Nihayet sinyaller yerine ulaştı ve Kjell mektubu son de­
rece yavaş bir şekilde açmaya başladı. İçinden el yazısıyla
yazılmış üç sayfa çıktı ye Kjell'in sözcükleri çözebilmesi için
birkaç cümle okuması gerekti. Ama başardı.
Okumayı bitirdiğinde, mektubu tekrar masaya koydu. Ve
son kez, babasının elinin sıcaklığını hissetti. Sonra ceketini ve
araba anahtarını aldı. Mektubu dikkatle cebine yerleştirdi.
Şimdi yapması gereken tek bir şey kalmıştı.
Almanya, 1945

Neuengamme'deki toplama kampına gelip onları almışlar­


dı. Dedikodulara göre, beyaz otobüsler öncelikle Nardik esir­
Iere yer açabilmek için, kamptan Polonyalılar da dahil ol­
mak üzere pek çok esiri uzaklaştırmak üzere kullanılmıştı.
Bunun pek çok kişinin hayatına mal olduğu da söyleniyor­
du. Diğer milletiere mensup esirler, çeşitli vesilelerle yiyecek
paketleri alan ve bu sayede toplama kamplarında yaşamları­
nı daha iyi bir şekilde sürdüren İskandinavyalılardan çok da­
ha kötü durumdalardı. Dediklerine göre pek çoğu yolculuk­
tan sağ çıkamamış; diğerleriyse kamptan götürülürken kor­
kunç acılara maruz kalmıştı. Ama dedikodular doğru olsa bi­
le, kimse şimdi bunları düşünmeye cesaret edemiyordu. He­
le ki özgürlük birdenbire ufukta belirmişken. Bernadotte Al­
manlarla pazarlık ederek Nardik esirleri eve getirme izni al­
mış ve nihayet yola çıkmışlardı.
Axel hacakları titreyerek beyaz otobüse bindi. Bu, birkaç
ay içinde yaptığı ikinci yolculuk olacaktı. Sachsenhausen'den
Neuengamme'ye yaptığı yolculukta tanık olduğu dehşet, gece­
leri hala uykusunu kaçınyordu. Yatağında uzanırken, bir yük
vagonunda kilitli kaldığı o cehennemİ tekrar yaşıyordu. Dört
bir yanlarına bombalar yağmış; hatta bazıları o kadar yakın­
da patiarnıştı ki, vagonun tavanına yağan parçaların sesi du­
yulmuştu. Ama mucizevi bir şekilde, bombaların hiçbiri doğ-
457

rudan vagona isabet etmemişti. Axel her nasılsa bunu bile


atlatmıştı. Şimdi, tam da yaşama arzusunu hepten yitirmek
üzereyken, nihayet eve döneceklerinin haberi gelmişti.
Axel yardım almadan kendi işini görebilen birkaç esirden
biriydi. Bazılan o kadar kötü durumdaydı ki, otobüse taşın­
maları gerekti. Axel dikkatlice yere oturdu, bacaklarını ken­
dine çekti ve başını umursamazca dizlerinin üzerine koydu.
Anlamakta zorluk çekiyordu. Eve gidiyordu. Annesinin, ba­
basının ve Erik'in yanına. Fjallbacka'ya. Her şeyi bütün açık­
lığıyla hayal ediyordu. Uzun zamandır kendine düşünme iz­
ni vermediği ne kadar şey varsa. Ama nihayet, artık hepsi
ulaşılabilir olduğundan, düşüncelerinin ve anılarının zihnine
hücum etmesine 'İzin verdi . Bu n u nla beraber, hayatının bir
daha asla eskisi gibi olmayacağını biliyordu. Kendisi de asla
eskisi gibi olmayacaktı. Onu sonsuza dek değiştiren bazı şey­
ler görmüş ve yaşamıştı.
Bu kadar değişmiş olmaktan nefret ediyordu. Yapmaya
mecbur bırakıldıklarından ve şahit olmak zorunda kaldıkla­
rından da. Üstelik henüz her şey bitmemişti; sadece otobüse
binmişti. Ö nlerinde uzun bir mesafe vardı; yol üzerinde du­
manları tüten şehirler ve yerle bir olmuş bir ülke gördüler.
Esirlerden ikisi öldü; bir tanesi, Axel kısa süreliğine uyuma­
yı başardığında başını omzuna yasladığı komşusuydu. Axel
bir sabah uyanıp da pozisyonunu değiştirdiğinde adam dev­
rilmişti; bedeni sanki bir süredir ölüymüş gibi kaskatı ve so­
ğuktu. Axel cesedi kenara itip görevlilerden birini çağırdı.
Sonra tekrar yerine çöktü. Şahit olduğu yeni bir ölüm daha
işte. O kadar çok ölü görmüştü ki . . .
Sürekli elini kaldırıp kulağına dokunuyordu . Bazen bir
gümbürtü duyuyordu, ama çoğu zaman da bir anda bastıran
o anlamsız sessizliği. O salıneyi zihninde öyle çok canlandır­
mıştı ki. Tabii ki o zamandan beri çok daha beterini görmüş­
tü ama tüfeğinin dipçiğini kendisine doğrultarak üzerine ge-
458

len o gardiyanın görüntüsünde, mutlak ihaneti temsil eden


bir şeyler vardı. Savaşın iki karşıt tarafında yer almalarına
rağmen, Axel'e saygınlık ve güven hissi veren insani bir ile­
tişim kurmuşlardı. Ama o delikanlının tüfeğini kaldırdığını
görüp de kulağına vurduğu dipçiğin acısını hissettiğinde, in­
sanların doğuştan iyi olduklarına dair bütün hayalleri yerle
bir olmuştu.
Otobüste, pek çoğu hayatta kalamayacak kadar hasta ve
sarsılmış olan başkalarıyla çevrili halde otururken, kendi
kendine kutsal bir yemin etti: Sorumlu olanları adalete tes­
lim edene kadar asla durmayacaktı. Suçlu olanların cezadan
kaçmamalarını sağlamayı kendine görev edinecekti.
Axel elini tekrar kulağına götürdü ve ardında bıraktığı
evini gözünün önüne getirmeye çalıştı. Yakında, çok yakın­
da orada olacaktı.
.....

Paula belgeleri ardı ardına incelerken kalemini kemiri­


yordu. Ö nündeki masada Erik Frankel cinayetiyle ilgili tüm
belgeleri içeren bir yığın vardı ve gözden kaçırdıkları ufak bir
detay yakalama umuduyla, hepsinin üzerinden geçiyordu.
Kanıtları bir teoriye uyacak şekle sokmanın akılsızlık oldu­
ğunu bildiğinden, Frans Ringholm'ün Erik'i öldürdüğü şüp­
hesini bir kenara bırakmış; soru işaretleri uyandıran her­
hangi bir şey bulmaya yoğunlaşmıştı. Şu ana kadar şansı ya­
ver gitmemişti. Ama yine de göz atılacak hatırı sayılır mik­
tarda belge vardı.
Odaklanmakta zorlanıyordu. Johanna hızla hamileliği­
nin sonuna yaklaşıyordu ve her an doğum yapabilirdi. Paula
kendilerini nelerin beklediğini düşündükçe hem sevinç hem
de korku hissediyordu. Bir çocuğu olacaktı; sorumluluğunu
üstleneceği biri. Eğer Martin'le konuşmuş olsaydı, hiç kuşku­
suz o da Paula'nın zihninde dönüp duran düşüncelerin her
birinin tanıdık geldiğini söylerdi. Ama Paula kaygılannı ken­
dine saklıyordu. Endişelenmesinin özel bir nedeni daha var­
dı: Johanna'yla birlikte bebek sahibi olma hayallerini gerçek­
leştirerek doğru bir şey mi yapmışlardı? Yoksa bunun bencil­
ce bir davranış olduğu ortaya çıkacaktı da bedelini çocukla­
rı mı ödeyecekti? Acaba Stockholm'de kalıp çocuklarını orada
yetiştirseler daha mı iyiydi? Küçük aileleri burada çok daha
460

fazla dikkat çekebilirdi. Yine de içinden bir ses, Johanna'yla


doğru kararı verdiklerini söylüyordu. Herkes onlara son de­
rece dostane davranmıştı ve şu ana kadar kendilerine yan
gözle bakan kimse olmamıştı. Tabii bebek doğduktan sonra
durum değişebilirdi. Kim bilebilirdi ki?
Paula içini çekerek yığının üzerindeki bir sonraki belge­
ye uzandı: cinayet silahının teknik analizine. Taştan büst yıl­
lardır pencerenin pervazında duruyordu, ama cinayetin ar­
dından kan lekeleriyle bezenmiş halde masanın altında bu­
lunmuştu. Adli tıp uzmanları büstün üzerinde parmak izi ve­
ya yabancı bir cismin kalırrtısını aramışlardı, ancak tek bu­
labildikleri Erik'in kanı, saçı ve beyin parçacıkları olmuştu.
Paula raporu bir kenara attı ve olay yeri fotoğraflarını eline
aldı. Patrik'in karısının not defterinin üzerindeki lgnoto mi­
liti, yani "meçhul askerin anısına" yazısını fark etmesinden
etkilenmişti. Paula fotoğrafiara baktığında bunu görmemişti
ve itiraf etmesi gerekirse, görseydi bile muhtemelen anlamı­
nı kontrol etmek aklına gelmezdi. Erica yalnızca bu sözcükle­
rin anlamını bulmakla kalmamış, onları başka ipuçlanyla ve
olasılıklarla ilişkilendirmeyi de başarmıştı. Hans Olavsen'in
cesedine bu sayede ulaşmışlardı.
Paula fotoğrafı bırakıp not defterini açtı. Erik Frankel'in
öldürüldüğü zaman aralığını birkaç güne indirgeseler de, ta­
rihi kesin olarak saptayamamışlardı. Paula ellerindeki tarih­
lere dayanarak daha fazlasını bulup bulamayacağını merak
etti. Olayların bir kronolojisini çıkarmaya başladı. Erica'nın
Erik'e yaptığı ziyaretle başladı, Erik'in Viola'dan sarhoşken
ayrılmasıyla, Axel'in Paris'e yaptığı yolculukla ve temizlikçi
kadının eve girmeye çalışmasıyla devam etti. Frans'ın bu ta­
rihlerde nerede olduğu hakkında bir şeyler bulabilmek için
belgeleri taradı, ama yalnızca İsveç'in Dostları'ndaki yan­
daşlarının ifadeleriyle karşılaştı. Hepsi de Frans'ın söz ko­
nusu günlerde Danimarka'da olduğuna dair yemin etmişler-
461

di. Kahretsin! Fırsatları varken, Frans'ı daha çok detay ver­


mesi için sıkıştırmaları gerekirdi. Ama adamın sabıka kaydı
göz önüne alındığında, tanıklarının ifadelerini destekleyecek
belgeler bularak önlemini alacağı şüphe götürmezdi. Yine de,
Martin soruşturmayı gözden geçirirken ne demişti? Kusur­
suz mazeret diye bir şey yoktu . . .
Paula irkilerek doğruldu. Aklına bir şey gelir gelmez bir
ipucu yakalarlığını anlamıştı. Henüz kontrol etmedikleri bir
şey vardı.

"Patrik? Selam, benim - Karin. Acaba gelip bana yardım


edebilir misin? Leif bu sabah gitti ve bodrumdaki borulardan
biri su kaçırıyor."
"Şey, bu konuda uzman sayılmam" dedi Patrik tereddüt
ederek. "Ama herhalde bir bakıp tesisatçı çağırınana gerek
olup olmadığını söyleyebilirim."
Karin, "Harika" dedi. Sesi rahatlamış gibi geliyordu. "İs­
tersen Maja'yı da getir. Lurlde'yle oynayabilir."
"Olur, getiririm. Erica çalışıyor, yani onu rahatsız etmek
istemem."
Patrik on beş dakika sonra Karin ile Leifin Sumpan'daki
evlerinin araba girişine yanaşırken, eski karısının ve ara sıra
inip kalkan beyaz sırtı gözünün önüne gelen adamın birlikte
yaşadıkları evi görünce bir tuhaf olduğunu itiraf etmeliydi. Ka­
rısıyla aşığını iş üstünde yakaladığı anı unutmak kolay değildi.
Patrik daha zili çalmadan, Karin kucağında Lurlde'yle ka­
pıyı açtı. "İçeri gel" dedi ve kenara çekilerek ona yer açtı.
Patrik Maja'yı yere indirirken, "Kurtarma ekibi geldi" di­
yerek ona sataştı. Ludde hemen yanına geldi, elinden tuttu
ve onu odasının bulunduğu koridora doğru çekiştirdi.
"İşte burada." Karin aşağı kattaki bodruma giden bir ka­
pıyı açtı.
Patrik tedirginlikle Lurlde'nin odasına doğru bakarak,
462

"Çocuklar yalnız başlarına idare edebilirler mi?" diye sordu.


Karin, "Birkaç dakikalığına oyalanabilirler, sorun olmaz"
diyerek Patrik'e peşinden aşağıya gelmesini işaret etti.
Merdivenlerin başına gelince yüzünde endişeli bir ifadeyle
tavandaki bir boruyu gösterdi. Patrik gidip boruyu inceledik­
ten sonra Karin'in içini rahatlattı.
"Hmm . . . Sanırım borunun su kaçırdığını söylemek biraz
abartıya kaçmak olur. Daha ziyade su bir noktada birikmiş
gibi görünüyor." Patrik borunun üzerindeki tek tük su dam­
lasını işaret etti.
"Ah, çok iyi. Islak olduğunu görünce çok endişelendim" de­
di Karin. "Buraya kadar gelmen büyün incelik. Acaba sana
teşekkür etmek için kahve ikram edebilir miyim, yoksa eve
dönmen mi gerekiyor?"
"Tabii, bir programımız yok. Kahve iyi gider."
Kısa bir süre sonra mutfakta oturmuşlar, Karin'in masa­
nın üzerine koyduğu bisküvileri yiyorlardı.
Karİn, Patrik'e gülümseyerek, "Ev yapımı bisküviler bul­
ınayı ummuyordun, değil mi?" diye sordu.
Patrik uzanıp bir tane daha yulaflı bisküvi aldı ve başını
iki yana saliayarak güldü. "Hayır, hamur işleri pişirme ko­
nusunda hiçbir zaman iyi olmadın. Hatta dürüst olmak gere­
kirse genel anlamda yemek yapma konusunda iyi değildin."
"Hey, bunu nasıl söylersin?" Karin gücenmiş görünüyordu.
"O kadar da kötü olamaz. En azından rulo köftemi severdin."
Patrik haince sırıttı ve bisküvinin ortalama lezzette oldu­
ğunu belirtmek için elini sağa sola çevirdi. "Eserinle çok gurur
duyduğun için öyle söylerdim. Ama tarifi, er taburlarına ku­
manya çıkarmaları için orduya verip vermemeyi düşünürdüm."
"Bana bak, sözlerine dikkat et!" dedi Karİn. "Çok ileri gi­
diyorsun!" Sonra güldü. "Gerçi haklısın; yemek pişirme ko­
nusunda çok yetenekli olduğum söylenemez. Leif de bunu di­
le getirmeye bayılıyor. Aslında galiba hiçbir konuda yeterin-
4 63

ce iyi olduğumu düşünmüyor." Karin'in sesi çatıadı ve gözle­


rinde yaşlar birikti. Patrik içgüdüsel olarak elini onun elinin
üzerine koydu.
"İşler o kadar kötü mü?" diye sordu.
Karİn başıyla onaylayarak gözyaşlarını bir peçeteyle sil-
di. "Ayrılmaya karar verdik. Bu hafta sonu feci bir kavga et­
tik ve bu evliliği yürütemediğimizi fark ettik. Leif de eşyala­
rını topladı ve geri dönmernek üzere gitti."
Patrik elini çekm'e den, "Çok üzüldüm" dedi.
"En çok canımı acıtan ne, biliyor musun?" dedi Karİn.
"Onu hiç özlemiyar olmam . Bu çok büyük bir hataydı." Se­
si tekrar çatıadı ve konuşmanın gittiği yön Patrik'i huzursuz
etmeye başladı.
"Oysa bizim aramız çok iyiydi. Öyle değil mi? Keşke bu
kadar aptal olmasaydım." Karİn, Patrik'in elini kavrarken
yüzünü peçeteye gömerek feryat etti. Patrik elini çekmesi ge­
rektiğini bilse de, şimdi bunu yapmasına imkan yoktu.
"Bunları geride bıraktığını biliyorum. Artık hayatında
Erica var. Ama bizim özel bir ilişkimiz vardı. Öyle değil mi?
Acaba bir ihtimal var mı? Yani sen ve ben . . . " Karİn cümlesini
bitiremedi ama Patrik'in elini daha çok sıkarak ona yalvardı.
Patrik yutkundu ve sonra sakince, "Ben Erica'yı seviyo­
rum" dedi. "Bilmen gereken ilk şey bu. İkinci olarak, senin
evliliğimiz hakkında kafanda canlandırdığın resim sadece
Leifle anlaşamadığınız için uydurduğun bir hayalden ibaret.
İyi bir ilişkimiz vardı ama özel bir yanı yoktu. Zaten işler bu
yüzden bu şekilde sonlandı. Bitmesi an meselesiydi." Patrik,
Karin'in gözlerinin içine baktı. "Aslında bunu sen de biliyor­
sun. Kolayımıza geldiği için evli kaldık, aşık olduğumuz için
değil. Yani sen bir bakıma ikimize de iyilik yapmış oldun; ta­
bii yine de o şekilde sonianmasını istemezdim. Ama şu anda
kendini kandırıyorsun, tamam mı?"
Karİn tekrar ağlamaya başladı ama bunun sebebi, bü-
464

yük ölçüde gururunun kırılmış olmasıydı. Patrik bunu anla­


dı, Karin'in yanındaki sandalyeye oturdu, kollanyla onu sardı
ve başını omzuna yasiayıp saçlarını okşadı. "Şştt . . . " dedi. ''Ta­
mam, tamam ... Her şey yoluna girecek. .. "
Karin, "Sen nasıl bu kadar . . . Üstelik kendimi böylesine
aptal durumuna düşürmüşken?" diye kekeledi.
Patrik usulca saçım okşamaya devam etti. ''Utanılacak hiç­
bir şey yok" dedi. "Şu anda camn sıkkın ve sağlıklı düşüne­
miyorsun. Ama haklı olduğumu biliyorsun." Peçetesini aldı ve
Karin'in kızaran yanaklanna düşen gözyaşianın sildi. "Gitme­
mi ister misin, yoksa kahvelerimizi bitirelim mi?" diye sordu.
Karin bir an duraksadıktan sonra, "Eğer kendimi az ön­
ce koliarına attığım gerçeğini göz ardı edebilirsek, biraz daha
kalmam isterim" dedi.
Patrik, "Peki öyleyse" diyerek Karin'in karşısındaki san­
dalyeye geçti. "Ben balık hafızalıyım; on saniye sonra tek ha­
tırladığım marketten alınan bu leziz bisküviler olacak" dedi.
Karin'e göz kırptı ve uzamp bir yulaflı bisküvi daha aldı.
Çaresizce konuyu değiştirmek isteyen Karin, "Erica şu
ara ne yazıyor?" diye sordu.
"Aslında yeni bir kitap üzerinde çalışması gerekiyor ama
annesinin geçmişiyle ilgili bir araştırmaya takılıp kaldı" dedi
Patrik. Başka bir konudan bahsettikleri için o da minnettardı.
Karin içten bir merakla, "O konuya nasıl merak sardı ki?"
diye sordu.
Patrik ona çatı katındaki sandığın içinde neler buldukla­
rını ve Erica'nın bütün şehrin konuştuğu cinayetlerle olan
bağlantıları keşfettiğini anlattı.
"Erica'yı en çok hayal kırıklığına uğratan da annesinin
yıllar boyunca günlük tutmuş olması ama sadece 1 944'e ka­
dar olan günlükleri bulabilmesi. Ya Elsy aniden yazmayı bı­
raktı ya da bir yerde saklı duran birkaç mavi günlük daha
var, ama bizim evimizde olmadıkları kesin."
465

Karin irkildi. "Bu günlükler neye benziyor?" diye sordu. ·


Patrik kaşlarını çattı ve kafası karışmış bir halde Karin'e
baktı. "İnce mavi defterler; biraz okullarda kullanılan şu
alıştırma kitaplannı andınyorlar. Neden ki?"
Karin, "Çünkü galiba nerede olduklarını biliyorum" diye
cevap verdi.

Annika başını Martin'in odasından içeriye uzatarak, "Zi­


yaretçin var" dedi.
Martin, "Sahi mi? Kim gelmiş?" diye sordu ama Kj ell
Ringholm kapı ağzında belirince sorusu cevaplanmış oldu.
Martin'in itiraz etmeye hazırlandığını görünce ellerini kal­
dırıp , "Buraya bir gazeteci olarak gelmedim" dedi hemen.
"Frans Ringholm'ün oğlu olarak burada bulunuyorum." Ken­
dini pat diye ziyaretçi sandalyesine bıraktı.
Konuşmaya nasıl devam edeceğini bilemeyen Martin,
"Ben . . . çok üzgünüm ... " dedi. Herkes baba-oğul Ringholm'ün
nasıl bir ilişkisi olduğunu biliyordu. Kj ell elini saHayarak
Martin'in utancını yenmesine yardımcı oldu ve ceketinin ce­
bine uzandı. "Bu mektup bugün geldi" dedi. Ses tonu ifadesiz­
di ama mektubu Martin'in masasına fırlatırken eli titriyordu.
Martin mektubu aldı ve Kjell başıyla onayladıktan sonra aç­
tı. El yazısıyla yazılmış üç sayfayı sessizce okusa da, kaşlannı
birkaç kez kaldırdı.
"Demek babanız yalnızca Britta Johansson cinayetinin de­
ğil, ayrıca Hans Olavsen ve Erik Frankel'in ölümlerinin de
suçunu üstleniyor" dedi Kjell'e bakarak.
Kjell önüne bakarak, "Evet, mektupta öyle diyor" dedi.
"Ama herhalde o kadarını siz de tahmin etmişsinizdir; bunun
sürpriz olduğunu pek sanmıyorum."
Martin başıyla onaylayarak, "Aksini iddia edersem yalan
söylemiş olurum" dedi. "Ama elimizde babanızın aleyhinde
somut kanıtlar bulunan tek dava, Britta'nın cinayeti."
466

Kjell mektubu işaret ederek, "O zaman bunun size yardı­


mı dokunacaktır" dedi.
"Peki bu el yazısının. . . "
"Babama ait olduğundan emin miyim? Evet" dedi Kjell.
"Son derece eminim. Bu mektup babam tarafından yazılmış."
Alaycı bir ses tonuyla, "Doğrusu çok da şaşırmadım" diye ek­
ledi. "Ama böyle olacağını nereden bilebilirdİm ki?" Kjell ba­
şını iki yana salladı.
Martin mektuba tekrar göz attı. "Aslında sadece Britta'yı
öldürdüğünü itiraf ediyor. Gerisi biraz muğlak: 'Erik'in ölü­
münden ve kendisine ait olmayan o mezarda bulduğunuz
adamın ölümünden de ben sorumluyum.' "
Kjell omuz silkti. "Ben aradaki farkı göremiyorum. Sade­
ce fiyakalı sözcükler kullanıp meramını farklı şekilde dile ge­
tirmiş. Hiç şüphem yok ki babam . . . " Kjell cümlesini bitirme­
di; sadece hislerini kontrol etmeye çalışıyormuş gibi derince
içini çekti.
Martin mektubu yüksek sesle okumaya devam etti. "İş­
leri genellikle yaptığım gibi idare edebileceğimi, tek bir şid­
det eyleminin her şeyi çözeceğini, her şeyi örtbas edeceğini
sandım. Ama yastığı Britta'nın yüzünden kaldırdığım anda,
ölümünün hiçbir şeyi çözmeyeceğini anladım. Geriye yalnız­
ca tek bir seçenek kaldığını da idrak ettim. Artık yolun so­
nuna gelmiştim. Geçmiş nihayet yakama yapışmıştı.'' Martin
Kjell'e baktı. "Ne demek istediğini biliyor musunuz? Geçmi­
şin yakasına yapıştığını söylerken neyi kastediyor?"
Kjell başını iki yana salladı. "Hiçbir fikrim yok."
Martin el yazısıyla kaleme alınan sayfaları havada salla­
yarak, "Şimdilik bunlan almam gerekecek" dedi.
Kjell bezgin bir şekilde, "Tabii" dedi. "Alabilirsiniz. Aksi
halde mektubu yakınayı planlıyordum.''
"Bu arada, müsait olduğunuzda meslektaşım Gösta sizin­
le biraz konuşmak istiyordu. Ama belki bu konuşmayı sizin-
467

l e ben yapabilirim, n e dersiniz?" Martin mektubu dikkatlice


plastik bir dosyaya yerleştirip bir kenara koydu.
"Konu neydi?" diye sordu Kjell.
"Hans Olavsen. Anladığım kadarıyla bu konuda bir araş­
tırma . . . "
"Bunun konumuzia ne ilgisi var şimdi? Babam onu öldür­
düğünü itiraf etmiş ya."
"Evet, böyle de yorumlanabilir. Ama hala Olavsen'in ölü­
mü hakkında açıklığa kavuşturmak istediğimiz bazı şeyler
var. Yani eğer katkısı olacak bir şeyler biliyorsanız . . . Her­
hangi bir şey. . . " Martin arkasına yaslandı.
Kjell, "Erica Falck'la konuştunuz mu?" diye sordu.
Martin başını iki yana salladı. "Henüz konuşmadık ama
bunu yapacağız. Ama hazır siz buradayken . . . "
"Şey, size aniatacağım fazla bir şey yok." Kjell, Norveç di­
reniş hareketi konusunda uzman olan Eskil Halvorsen'le te­
mas kurduğunu anlattı. Daha hala ondan Hans Olavsen'le il­
gili haber alamamıştı ve büyük olasılıkla da adamın elinde
sunahileceği başka hiçbir bilgi yoktu."
Martin masasının üzerindeki telefonu işaret ederek, "Aca­
ba herhangi bir şey bulup bulamadığım sormak üzere onu
şimdi aramak ister misiniz?" diye sordu.
Kj ell omuz silkti ve cebinden kullanılmaktan kenarları
yıpranmış bir adres defteri çıkardı. Eskil Halvorsen'in adının
ve telefon numarasının bulunduğu sarı yapışkanlı kağıdı bu­
lana kadar sayfaları kanştırdı.
"Bence zaman kaybı olacak ama madem ısrar ediyorsu­
nuz . . . " Kjell telefonu kendine çekti ve adres defterindeki nu­
marayı tuşladı. Uzun bir bekleyişin ardından, Norveçli niha­
yet telefonu açtı. "Merhaba, ben Kjell Ringholm. Sizi tekrar
rahatsız ettiğim için kusura bakmayın ama acaba . . . Doğru,
fotoğraf elinize geçti. Güzel. Peki. . . "
Kjell başıyla onayladı. Halvorsen'i dinlerken giderek dik-
468

kat kesilince Martin de hattın diğer ucundaki adamın neler


söylediğini merak ederek, oturduğu yerde doğruldu.
''Yani siz bunu o fotoğraf sayesinde mi anladınız? Ama
isimde yanlışlık mı var? Peki gerçek ismi . . . "
Kjell Martin'e bir parça kağıtla kalem istediğini belirtmek
için parmakla;rını şaklattı.
Martin kalemliğine uzanıp masanın üzerine devirince bü­
tün kalemler etrafa saçıldı ama Kjell içlerinden birini aldı,
Martin'in evrak havuzundan bir kağıt kaptı ve arkasına ha­
raretli hararetli yazmaya başladı.
''Yani o değilmiş. . . Evet, bunun çok ilginç olduğunun far­
kındayım. inanın bana, bizim için de öyle."
Martin meraktan çatlamak üzereydi . Telefonu Kj ell'in
elinden kapmamak için kendini zor tutuyordu.
"Tamam, çok teşekkürler. Bu duruma yepyeni bir ışık tu­
tuyor. Evet. Doğru. Teşekkürler. Çok teşekkürler."
Kjell nihayet telefonu kapattı ve Martin'e kocaman gü­
lümsedi.
"Kim olduğunu biliyorum ! Vay be, kim olduğunu biliyo­
rum!"

"Erica!"
Erica ön kapının çarparak kapandığını duydu ve Patrik'in
neden böyle bağırdığını merak etti. "Ne oldu? Acil bir şey mi
var?" Sahanlığa çıkıp yukarıdan Patrik'e baktı.
"Aşağıya insene. Sana söylemem gereken bir şey var" dedi
Patrik. Heyecanla Erica'ya aşağıya gelmesini işaret etti ve Eri­
ca dediğini yaptı. Patrik salona geçerek, "Gel, oturalım" dedi.
İkisi de kanepeye oturduklannda, "İşte şimdi salıiden me­
raklandım" dedi Erica. Patrik'in yüzüne baktı. "Anlat bakalım."
Patrik derin bir nefes aldı. "Pekala. Hani bir yerlerde baş­
ka günlükler olabileceğini söylemiştİn ya?"
"Evett?" Erica birdenbire içinin hop ettiğini hissetti.
469

"Şey, az önce Karin'e uğradım."


"Ö yle mi?" dedi Erica şaşırarak.
Patrik bunun önemsiz olduğunu vurgularcasına ellerini sal­
ladı. "Orasını boş ver. Dinle; Karin'e günlüklerden bahsettim.
Ve Karin günlüklerin devamım nerede bulacağını biliyordu!"
Erica hayretler içinde Patrik'e baktı. "Bunu nereden bile­
bilir ki?"
Patrik bunu açıklayınca, Erica'nın yüzü aydınlandı. "Ah,
tabii ya. Ama neden daha önce bir şey söylememiş?"
Patrik, "Hiçbir fikrim yok. Bunu oraya gidip şahsen sor­
man gerekecek" diye cevap verdi. Sözcükler ağzından çıkar
çıkmaz Erica ayağa kalkıp ön kapıya yöneldi.
Patrik Maj a'yı yerden alarak, "Biz de seninle geliyoruz"
dedi.
Elinde araba anahtarıyla kapıdan çıkmak üzere olan Eri­
ca, ''Tamam ama acele edin" diye seslendi.
Kısa bir süre sonra Patrik'in annesi Kristina kapıyı açtı­
ğında şaşıp kaldı.
"Merhaba, bu ne sürpriz? Burada ne işiniz var?"
Erica Patrik'le göz göze gelerek, "Sadece geçerken uğra­
mak istedik" dedi.
Şaşkınlığını hala üzerinden atamayan Kristina, "Ah, ta­
bii. Kahve yapayım mı?" diye sordu.
Erica, Kristina'nın kahve yapmayı bitirip onlarla masaya
oturmasını sabırsızlıkla bekledi ve sonunda ağzındaki bakla­
yı çıkardı:
"Sana annemin günlüklerini çatı katında bulduğumu söy­
lediğimi hatırlıyor musun? Hani onları okuduğumu ve Elsy
Moström'ün gerçekte nasıl biri olduğunu öğrenmeyi umduğu­
mu söylemiştim ya?"
"Evet, tabii ki bunu söylediğini hatırlıyorum" dedi Kristi­
na gÖzlerini kaçırarak.
"Buraya son geldiğimde, annemin 1 944'te günlük tutmayı
4 70

bırakmasını ve ortada başka günlük olmamasını tuhaf bul­


duğumu söylediğimi de hatırlıyorum."
Kristina gözlerini masaya dikerek, "Evet" dedi.
"Şey, Patrik bugün Karin'e uğrayıp onunla kahve içerken
günlüklerden bahsetmiş ve neye benzerliklerini tarif etmiş.
Ve Karin burada o günlüklere benzeyen defterler gördüğünü
net bir şekilde hatırlamış." Erica kayınvalidesinin yüz ifade­
sini incelemek üzere duraksadı. "Karin'in dediğine göre, ça­
maşır dalabmdan bir masa örtüsü almasını istemişsin ve Ka­
rİn o dolabın en dibinde, üzerinde Günlük yazan bazı mavi
defterler gördüğünü hatırlıyor. Bunların senin eski günlükle­
rin olduğunu varsaymış ve hiçbir şey söylememiş ama Patrik
bugün annemin günlüklerinden bahsedince . . . şey, Karİn ara­
daki bağiantıyı kurmuş." E rica usulca devam etti: ''Yani so­
rum şu: Neden bana söylemedin?"
Kristina masaya bakmaya devam etti. İkisine de bakma­
maya çalışan Patrik, Maja'yla birlikte çörek yemeye odaklan­
mıştı. Sonunda Kristina tek kelime dahi etmeden ayağa kalkıp
mutfaktan çıktı. Erica onun gidişini izlerken nefes almaya bile
cesaret edemedi. Bir dolap kapağının açılıp kapandığını duydu
ve Kristina az sonra mutfağa geri döndü. Elinde üç tane mavi
defter vardı. Tıpkı Erica'nın evindekilere benziyorlardı.
"Elsy'ye bunlara göz kulak olacağıma söz vermiştim. Se­
nin ya da Anna'nın bunları görmenizi istemiyordu. Ama
herhalde . . . " Kristina bir an duraksadıktan sonra günlükle­
ri Erica'ya verdi. "Herhalde bazı şeylerin ortaya çıkması için
doğru bir zaman var. Ve bunun doğru zaman olduğunu hisse­
diyorum. Bence Elsy de böyle isterdi."
Erica günlükleri aldı ve elini bir tanesinin kapağında gez­
dirdi.
Kristina'ya bakıp, "Teşekkürler" dedi. "Annemin bu gün­
lüklere neler yazdığım biliyor musun?"
Ne diyeceğini bilemeyen Kristina duraksadı.
471

"Onları okumadım. Ama Elsy'nin o günlükte bahsettiğini


tahmin ettiğim olaylar hakkında pek çok şey biliyorum."
"Ben salona gidip bunları okuyacağım" dedi Erica.
Kanepeye otururken titriyordu. En üstteki günlüğün ka­
pağını yavaşça açtı ve okumaya başladı. Annesine ve dolayı­
sıyla kendisine biçilen kaderi okurken, gözleri satırların ve o
tanıdık el yazısının üzerinde hızla geziniyordu.
Erica giderek artan bir şaşkınlık ve gerginlikle, annesi­
nin Hans Olavsen'le yaşadığı aşk ilişkisinin detaylarını ve
Elsy'nin hamile olduğunu anlayışını okudu. Üçüncü günlük­
te Hans'ın Norveç'e döndüğü yazıyordu. Bir de vermiş oldu­
ğu söz.
Erica'nın elleri artık daha çok titriyordu; sanki annesinin
Hans'tan haber alamadan geçirdiği günlerin ve haftaların so­
nunda artan paniğini yaşıyordu. Erica son sayfalara geldi­
ğinde ağlamaya başladı ve bir türlü duramadı. Gözyaşlarının
ardından annesinin o zarif el yazısıyla yazdıklarını okudu:

Bugün BorHinge trenine bindim. Annem kapıda durup el sal­


ladı ama benimle gelmedi. Durumumu saklamak gittikçe zorla­
şıyor ve annemin bu utancı yaşamasını istemiyorum. Bunu yap­
mak benim için çok zor. Ama Tann'ya bana güç vermesi için dua
ettim. Hiç tanışmadığım halde şimdiden çok ama çok sevdiğim
çocuğuma verecek gücü bulabilmek için . . .
BorHinge, 1945

Hans bir daha geri dönmemişti. Elsy'yi öpüp ona veda et­
miş, çok yakında döneceğini söylemiş ve gitmişti. Elsy de
hekl emişti. İlk başlarda H ans'a inanmış ve kendini güven­
de hissetmişti; sonradan içine bir huzursuzluk çökmüş ve za­
man içinde yoğun bir paniğe dönüşmüştü. Çünkü Hans bir
daha geri dönmemişti. Sözünden dönmüş ve Elsy'ye ihanet
etmişti. Hem Elsy'ye hem de çocuklarına. Elsy ona o kadar
güvenmişti ki. Kendisine verdiği sözü asla sorgulamamış,
Hans'ın da kendisini en az onun Hans'ı sevdiği kadar sevdi­
ğine kesin gözüyle bakmıştı. Ne kadar da aptal ve saftı! Kim
bilir kaç kız aynı hikayeyle kandırılmıştı?
Hamileliğini saklaması artık imkansız hale gelince, Elsy
annesine açılmıştı. Başını eğmiş ve annesiyle göz göze gel­
meye cesaret ederneden ona her şeyi anlatmıştı. Göz göre gö­
re aldandığını, Hans'ın vaatlerine inandığını ve şimdi de ço­
cuğunu taşıdığını söylemişti. Annesi önce tek kelime dahi et­
medi. Mutfakta otururlarken aralarına ölümcül, buz gibi bir
sessizlik çöktü ve korku ancak o anda Elsy'nin kalbini ger­
çek anlamda ele geçirdi. Çünkü içten içe annesinin onu kolla­
rını almasını ve "Her şey yoluna girecek sevgili çocuğum. Bir
yolunu bulacağız" demesini umuyordu. Elsy'nin babası ölme­
den önce sahip olduğu anne, böyle yapardı. Yaşadığı utanca
rağmen kızını sevecek kadar güçlü olurdu. Ama Hilma'nın
4 73

bir tarafı kocasıyla beraber ölmüştü ve geriye kalan taraf o


kadar da güçlü değildi.
Hilma tek kelime dahi etmeden Elsy için bir valiz hazırla­
dı, içine gerekli olan her şeyi koydu. Sonra da on altı yaşın­
daki kızını BorHinge'ye giden bir trene bindirip orada bir çift­
liği olan kız kardeşinin yanına gönderdi. Hilma, Elsy'yle ga­
ra gelmeyi bile kendine yedirememişti; kapı önünde üstünkö­
rü vedalaştıktan sonra Elsy'ye sırtını dönüp mutfağa gitmiş­
ti. Şehirdekilere ise Elsy'nin bir ev ekonomisi okulunda eği­
tim almaya gittiğini söylemişti.
Aradan beş ay geçti. Elsy karnı her hafta biraz daha bü­
yüdüğü halde çiftlikteki herkes kadar çok çalıştı. Sabahtan
akşama kadar kendisine verilen işlerle uğraşırken, belinin
ağrısı karnma yediği tekınelerden bile daha çok acı vermeye
başladı. Ara sıra bebekten nefret etmeyi istemişti. Ama bunu
yapamamıştı. Bu bebek onun ve Hans'ın bir parçasıydı - bu
haldeyken bile Hans'tan gerçek anlamda nefret edemiyordu.
O halde ikisinin birleşimi olan bir canlıdan nasıl nefret ede­
bilirdi ki? Ama her şey ayarlanmıştı. Çocuğu doğar doğmaz
Elsy'den alınacak ve evlatlık verilecekti. Edith Teyze başka
bir çare olmadığını söylemişti. Kocası Anton bütün resmi iş­
lemleri hallederken, yeğeninin onu baştan çıkarmaya çalı­
şan ilk erkekle yatmasının ne kadar utanç verici olduğunu
tekrarlayıp durmuştu. Elsy kendinde ona karşı çıkacak gücü
bulamadı. Hakaretlerini itiraz etmeden kabullendi ve hiçbir
açıklama yapamadı. Hans'ın onu terk ettiği gerçeğini inkar
etmek zordu. Hem de söz vermiş olmasına rağmen.
Doğum sancıları bir sabah erkenden başladı. Elsy ön­
ce her zamanki gibi bel ağrıları yüzünden uyandığını san­
dı. Ama sonra sancıları kötüleşti, gidip gelmeye, ama şiddet­
lenıneye başladı. Elsy iki saat boyunca öylece uzanıp kıvran­
dıktan sonra neler olduğunu anladı ve yataktan çıkmayı ba­
şardı. Ellerini beline koydu, Edith ile Anton'un odasına gitti
4 74

ve tereddüt ederek teyzesini uyandırdı. Sonrası tam bir kar­


maşaydı. Elsy'ye yatağına dönmesi emredildi ve evin en bü­
yük kızı ebeyi getirmesi için dışan gönderildi. Ocağın üzerine
kaynaması için su kondu ve çamaşır dolabından havlular çı­
kanldı. Elsy yatağında uzamrken paniğinin giderek arttığını
hissedebiliyordu.
On saat sonra acısı dayanılmaz hale geldi. Ebe saatler ön­
ce gelmiş ve onu kabaca muayene etmişti. Katı ve nemrut bi­
riydi; ayrıca evlenmeden önce hamile kalan kızlarla ilgili gö­
rüşlerini açıkça söylemişti. Yatakta uzanıp öleceğini düşü­
nen Elsy'ye güzel bir söz söyleyen ya da gülümseyen olmadı.
Ne zaman yeni bir acı dalgası bedenini ele geçirse, Elsy yata­
ğın çerçevesine tutunuyor ve çığlık atmamak için dişlerini sı­
kıyordu. Sanki birisi onu ortadan ikiye bölüyormuş gibi his­
sediyordu. İlk başlarda kasılmalar arasında biraz olsun din­
lenebiliyor, soluklanıp gücünü topluyordu. Ama saatler geç­
tikçe kasılmalann sıklığı o kadar arttı ki, bir daha dinlenme­
ye fırsatı olmadı. Aklına hep aynı düşünce takılıp duruyordu:
İşte şimdi öleceğim.
Bunu yüksek sesle söylemiş olmalıydı, çünkü etrafını sa­
ran acı perdesinin arasından ebenin öfkeyle kendisine baktı­
ğını ve "Bu kadar yaygara koparınayı kes. Kendini bu duru­
ma sokan sensin; bu yüzden şikayet etmeden çaba gösterme­
ye bak. Bunu hiç düşündün mü kızım?" dediğini duydu.
Elsy'nin karşı çıkacak gücü kalmamıştı. Yatağın çerçe­
vesini o kadar sıkıca kavradı ki, eklemleri beyaziadı ve son­
ra yeni bir acı dalgası karnını altüst ederek hacaklarına in­
di. Elsy insanın canının bu kadar yanabileceğini bilmezdi.
Acı her yerdeydi; vücudundaki her dokuya, her hücreye nü­
fuz ediyordu. Elsy artık yorulmaya başlamıştı. Acıyla o ka­
dar uzun süre mücadele etmişti ki, bir yanı pes etmek, kendi­
ni bırakmak ve acının bedenini teslim alarak dilediğini yap­
masına izin vermek istiyordu. Ama bunu asla yapamayacağı-
4 75

nı biliyordu. Dışarı çıkmak isteyen onun ve Hans'ın çocuğuy­


du; yapacağı son şey bu olsa da, bu bebeği doğuracaktı.
Artık . son derece aşina gelen kasılmalara eşlik eden ye­
ni bir acı kendini belli etmeye başladı. Sonra Elsy büyük bir
baskı hissetti ve ebe yakında dikilen teyzesine bakıp memnu­
niyetle başını salladı.
Elsy'nin karnma bastırarak, ''Yakında bitecek" dedi. "Sa­
na haber verdiğimde tüm gücünle ıkınınanı istiyorum; bebek
çok yakında dışarı çıkacak."
Elsy cevap vermedi ama ebenin dediğini duydu ve olacak­
ları beklerneye başladı. Katlanması gereken basınç arttı ve
derin bir nefes aldı.
Ebe, "Pekala , şi m d i hütün gücünle ıkın" dediğinde Elsy
çenesini göğsüne bastırdı ve tüm gayretiyle kendini zorladı.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi hissetti ama ebe iyiye gittiğini
belli etmek için başıyla sertçe onayladı. "Bir sonraki kasılma­
ya kadar bekle" dedi kadın ters bir şekilde.
Elsy basıncın bir kez daha arttığını hissetti ve dayanama­
yacak hale gelince ebe tekrar ıkınmasını emretti. Bu sefer
Elsy bir şeylerin gevşediğini hissetti - bu tarif edilmesi zor
bir histi ama sanki içinden bir şey kopmuştu.
"Kafası dışarı çıktı, Elsy. Sadece bir kez daha ıkınman ye­
terli. . ."
Elsy bir an için gözlerini kapadı a m a tek görebildiği
Hans'tı. Şu anda onun için kederlenecek gücü olmadığından,
tekrar gözlerini açtı.
Ebe, Elsy'nin bacaklarının arasında dururken, "Şimdi" de-
di. Elsy kalan son gücüyle çenesini göğsüne dayadı ve dizleri­
ni yukanya çekerek ıkındı.
İçinden ıslak ve kaygan bir şey fırladı ve Elsy bitkin bir
halde, terden sırılsıklam olmuş çarşafın üzerine yığıldı. İlk
önce rahatladığını hissetti. Saatler süren işkence sonunda
bittiği için rahatlamıştı. Daha önce hiç hissetınediği kadar
4 76

yorgun düşmüştü; vücudunun her yanı pelte gibiydi ve yerin­


den kıpırdayamıyordu, ta ki ağlama sesini duyana dek. Kız­
gın ve tiz bir feryat, sesin nereden geldiğine bakmak için diz­
lerinin üzerinde doğrulmasına neden oldu.
Elsy oğlunu görünce hıçkırıklara boğuldu. 0 . . . mükem­
meldi. Yapış yapıştı, kanlıydı, üşüdüğü için kızgındı ama
mükemmeldi. Elsy onu ilk ve son kez gördüğünü idrak edin­
ce, yastığın üzerine yığıldı. Ebe göbek kordonunu kesti ve be­
beği bir bezle dikkatlice sildi. Sonra ona Edith'in verdiği ufa­
cık, işlemeli bir zıbın giydirdi. Kimse Elsy'yle ilgilenmiyordu
ama o gözlerini bebeğin üzerinden alamıyordu. Kalbi sevgiy­
,
le dolup taşıyor, gözleri bebekle ilgili her türlü detayı ezber­
lemeye çalışıyordu. Ancak Edith bebeği odadan çıkarmaya
yeltendiğinde konuşabildi.
"Onu tutmak istiyorum!" dedi.
Ebe kızgınlıkla, "Bu şartlar altında uygun kaçmaz" dedi ve
teyzesine devam etmesini işaret etti. Ama Edith duraksadı.
"Lütfen, sadece onu tutmama izin verin. Sadece bir daki­
kalığına. Sonra onu götürebilirsiniz." Elsy'nin ses tonu o ka­
dar inandırıcıydı ki, teyzesi yanına gelip bebeği kollarının
arasına koydu. Elsy onu dikkatlice kavrayıp gözlerinin içine
baktı. Onu usulca sallayarak, "Merhaba tatlım" diye fısıldadı.
Kızgın görünen ebe, "Zıbınına kan bulaştırıyorsun" dedi.
Edith kadına susmasını ima eden bir bakış atarak, "Elim­
de başka zıbınlar da var" dedi.
Elsy ona bakmaya doyamıyordu. Oğlu kucağını ısıtıp dol­
durmuştu ve Elsy onun küçük parmaklarını ve kusursuz,
ufacık tırnaklarını hayranlıkla izliyordu.
Yatağın yanında duran E dith, "Çok yakışıklı bir oğlan"
dedi.
Bebeği parmağını kavrarken gülümseyen Elsy, "Babasına
benziyor" dedi.
Ebe, "Artık ona veda etmelisin. Beslenmesi gerekiyor" de-
477

di ve bebeği Elsy'nin kollarından aldı. Elsy ilk önce içgüdüsel


olarak ona sarılmak ve hiç bırakmamak istedi. Ama o an geçip
gitti; ebe apar topar bebeğin üstündeki kanlı zıbını çıkarıp te­
miz bir tane giydirdi. Sonra onu Edith'e verdi ve Edith, Elsy'ye
son bir kez baktıktan sonra, bebeği odadan dışarı çıkardı.
Elsy o anda, oğluna son kez bakarken, kalbinin derinlik­
lerinde bir şeylerin kırıldığını hissetti. Bu kadar büyük bir
acının üstesinden nasıl geleceğini bilmiyordu. Terden sırıl­
sıklam olmuş ve kaniara bulanmış yatakta, rahmi ve kolla­
rı bomboş yatarken, kendini bir daha asla bu tür duygula­
ra kaptırmamaya karar verdi. Bir daha asla. Yüzünden yaş­
lar süzülürken ve ebe doğumun ardından kendisine hoyratça
yardım ederken, kendine böyle söz verdi.
.....

''Martin!"
"Paula!"
İkisi de haberi acilen vermek üzere birbirlerinin odalarına
koşarken, aynı anda bağırmışlardı. Yanakları kızarmış· hal­
de koridorda durup birbirlerine baktılar. Kendini ilk topla­
yan Martin oldu.
"Benimle gel" dedi. "Kj ell Ringholm buradaydı ve sana
söylemem gereken bir şey var."
Martin'in peşinden onun odasına giren Paula, "Tamam
ama benim de sana bir şey söylemem gerek" dedi.
Martin kapıyı kapattı ve oturdu. Paula da onun karşısına
geçti ama bulduklarını anlatmak için o kadar hevesliydi ki,
yerinde duramıyordu.
"Ö ncelikle Frans Ringholm, Britta Johannsson'u öldürdü­
ğünü itiraf etmiş. Ayrıca Erik Frankel ve . . . " Martin duraksa­
dı ve "Mezarda bulduğumuz şu adamı da öldürdüğünü ima
etmiş."
Hayretler içinde kalan Paula, "Ne? Yani ölmeden önce oğ­
luna itirafta mı bulunmuş?" diye sordu.
Martin üç sayfalık mektubun bulunduğu plastik dosyayı
masanın diğer ucuna doğru itti. "Aslında daha sonra itiraf et­
miş. Kjell bu mektubu bugün almış. Oku ve bana ilk izlenirn­
lerini söyle."
4 79

Paula mektubu alıp dikkatle okumaya başladı. Bitirdik­


ten sonra sayfaları plastik dosyaya geri koydu ve düşüneeli
bir ifadeye yorum yaptı: "Şey, Britta'yı öldürdüğüne dair iti­
rafı oldukça net. Ama Erik ve Hans Olavsen'e gelince . . . Sa­
dece ölümlerinden kendisinin sorumlu olduğunu yazmış ve
bu şartlar altında biraz tuhaf bir ifade biçimi seçmiş; özellik­
le Britta konusunda bu kadar açık sözlü davranmışken. Yani
bilmiyorum. Diğer ikisini öldürdüğünü kastettiğinden emin
değilim. Hem üstelik . . . " Paula öne eğildi ve Martin'e ne bul­
duğunu anlatmak üzereyken, Martin lafı ağzına tıktı.
"Dur. Dahası var." Martin elini kaldırınca Paula bir par­
ça gücenerek ağzını kapadı. "Kjell, Hans Olavsen denen şu
adam hakkında araştırma yapıyormuş. Nereye gittiğini öğ­
renmeye ve hakkında genel anlamda daha fazla bilgi edin­
meye çalışıyormuş."
"Ee?" dedi Paula sabırsızca.
"Norveç'teki Alman işgali konusunda uzman olan Norveç­
li bir profesörle temas halindeymiş. Profesörün elinde Norveç
direniş hareketiyle ilgili pek çok belge bulunduğundan, Kjell
onun Hans Olavsen'in yerini tespit etmesine yardımcı olabi­
leceğini düşünmüş."
Paula, "Ee?" diye tekrarladı. Martin bir türlü sadede gele-
mediği için sinirlenmeye başlıyor gibiydi.
"Profesör ilk başta hiçbir şey bulamamış."
Paula yüksek sesle içini çekti.
" . . . ama sonra Kjell ona 'direnişçi' Hans Olavsen'in fotoğ­
rafının bulunduğu bir makale fakslamış." Martin "direnişçi"
derken havada hayali tırnak işaretleri çizmişti.
"Sonra ne olmuş?" Paula artık meraklanmaya başlamıştı
ve bir an için kendi vereceği haberi unuttu.
"Mesele şu ki, aslında bu delikanlı direnişçi filan değil­
miş. H atta adı Olavsen bile değilmiş - bu, annesinin kızlık
soyadıymış. Delikanlı, İsveç'e kaçtıktan sonra bu ismi kul-
480

lanmış. Anlaşılan Norveçli annesi Reinhardt Wolf adında


bir Alman'la evliymiş. Almanlar Norveç'i işgal ettiklerinde,
Wolf karısının kendisine Norveççe öğretmesi sayesinde Nor­
veçli Naziler arasında yüksek bir mevkiye getirilmiş. Sava­
şın sonunda baba yakalanmış ve Almanya'daki bir hapisha­
neye gönderilmiş. Kimse annesine ne olduğunu bilmiyor ama
oğul Hans 1944 yılında Norveç'te ortadan · kaybolmuş ve onu
bir daha gören olmamış. Nedenini biliyoruz: İsveç'e kaçmış,
direniş hareketinin bir parçasıymış gibi davranmış ve sonra
bir şekilde kendini Fj allbacka mezarlığında bulmuş."
"inanılmaz. Peki ama tüm bunların soruşturmaınızia ne
ilgisi var?" diye sordu Paula.
Martin dalgın bir biçimde, "Henüz bilmiyorum. Ama içim­
de önemli olduğuna dair bir his var" dedi. Sonra gülümsedi.
"Pekala, benim büyük haberimin ne olduğunu öğrendin. Se­
nin bana söylemek istediğin şey neydi?
Paula derin bir nefes aldı ve bulduklarını hızlıca açıkla­
dı. Martin meslektaşına takdir dolu bir bakış attı. Ayağa kal­
karak, "Eh, bu kesinlikle olaylara yeni bir ışık tutuyor" dedi.
"Hemen gidip bir araştırma yapmalıyız. Ben savcıyı arayıp
arama izni başvurusu yaparken sen de gidip aralıayı getir."
Paula'nın tek duymak istediği buydu. Kulaklan zonklaya­
rak ayağa fırladı. Hissedebiliyordu, art�k hedefe çok yaklaş­
mışlardı. Hem de çok.

Erica arabaya bindiklerinden beri tek kelime dahi etme­


mişti. Kucağında günlükler; zihni ise annesinin sözcükleri
ve acısıyla dolu halde, pencereden dışarıya bakmıştı. Patrik
onu kendi haline bırakmış, hazır olduğunda Erica'nın her şe­
yi anlatacağını düşünmüştü. Günlükleri okumadığı için ço­
ğu detaya Erica kadar hakim değildi, ama Erica onlara göz
atarken Kristina ona Elsy'nin evlatlık vermek zorunda kaldı­
ğı oğlundan bahsetmişti.
481

Patrik önce annesine kızmıştı. Böyle bir şeyi Erica'dan na­


sıl saklayabilirdi? Ve Anna'dan. Ama yavaş yavaş, olaylara an­
nesinin açısından bakmaya başladı. Annesi, arkadaşına bir söz
vermiş ve sözünde durmuştu. Zaman zaman Erica ile Anna'ya
bir ağabeyleri olduğunu söylemeyi düşünmüş, ama sonunda
her şeyi oluruna bırakmaya karar vermişti. Patrik onun bu
kararını tasvip etmese de, herkes için kendine göre en doğru­
sunu yaptığını düşündüğünü söylediğinde ona inanmıştı.
Artık sır ortaya çıktığı için Kristina'nın rahatladığını gö­
rebiliyordu. Bu bilgiyle ne yapacağına karar vermek Erica'ya
kalmıştı. Ve Patrik onun bir sonraki adımını kendinden emin
bir şekilde tahmin edebiliyordu. Kansını o kadar iyi tanıyor­
du ki, ağabeyini bulmak için elinden geleni yapacağını bili­
yordu. Başını çevirip boş gözlerle pencereden dışarıya bakan
Erica'yı incelediğinde, birdenbire onu ne kadar çok sevdiğini
fark etti. Bunu unutmak ne kadar da kolaydı. İşiyle ve ev iş­
leriyle ilgilenirken, günler birer birer geçip gidiyor, hayat öy­
lece akıyordu. Ama bunun gibi anlarda, birbirlerine ne kadar
ait olduklan gerçeği en sarsıcı haliyle yüzüne çarpıyordu. Ve
her sabah Erica'nın yanında uyanınayı ne kadar çok sevdiği­
ni fark ediyordu.
Eve vardıklarında, Erica doğruca çalışma odasına gitti.
Hala tek kelime dahi etmemişti ve yüzünde aynı tedirgin ifa­
de vardı. Patrik biraz ortalığı topladıktan sonra Maja'yı öğle
uykusuna yatırdı ve Erica'yı ancak o zaman rahatsız etmeyi
göze alabildi.
Usulca kapısını çalarak, "Girebilir miyim?" diye sordu.
Erica arkasına dönüp başıyla onayladı; hala biraz solgundu
ama bakışlan daha canlıydı.
· Patrik köşedeki sandalyeye oturarak, "Kendini nasıl his­
sediyorsun?" diye sordu.
Erica derin bir nefes aldı. "Doğrusunu istersen pek de
emin değilim" dedi. "Sanınm şaşkınım."
482

"Anneme kızgın mısın? Yani sana söylemediği için?"


Erica bir an düşündükten sonra başını iki yana salladı.
"Hayır, pek sayılmaz. Annem ona söz verdirmiş. Kristina'nın
bunu bize anlatarak daha çok zarar vermekten korkmasının
sebebini anlayabiliyorum."
"Peki Anna'ya söyleyecek misin?" diye sordu Patrik.
"Tabii ki. Onun da bilmeye hakkı var. Ama önce her şeyi
sindirmeliyim."
Patrik başıyla ekranda internet tarayıcısının açık olduğu'
bilgisayarı işaret ederken gülümseyerek, "Herhalde çoktan
araştırmaya başlamışsındır. Doğru değil mi?" diye sordu.
. Erica belli belirsiz gülümsedi. "Evlatlık verilen çocukların
izini sürmek için ne gibi platformlar bulunduğuna baktım.
Sanırım onu bulmak çok zor olmayacak."
· "Bu seni korkutuyor mu?" diye sordu Patrik. "Onun nasıl
biri olduğunu ya da ne tür bir hayat sürdüğünü bilmiyorsun."
Erica Patrik'e katılarak, "Hem de çok korkutuyor" dedi.
"Ama bunları bilmem ek daha çok korkutuyor. Yani, dışarıda
bir yerlerde bir ağabeyim var. Üstelik her zaman bir ağabeyi­
min olmasını istemişimdir . . . " Erica gülümsedi.
"Annen yıllar içinde onu pek çok kez düşünmüş olmalı.
Bu, annene bakış açını değiştiriyor mu?"
"Evet, değiştiriyor" dedi Erica. "Annemin Anna'yı ve be­
ni göz ardı ederek doğru olanı yaptığını söyleyemem. Ama . . . "
Durup uygun sözcükleri aradı. "Ama bu olaydan sonra kalbi­
ni kimseye açmaya cesaret edememesini anlayabiliyorum. Ön­
ce çocuğunun babası tarafından terk edilmek -çünkü annem
böyle olduğunu sanıyordu- ve sonra da bebeğini evlatlık ver­
meye zorlanmak korkunç olmalı. Üstelik sadece on altı yaşın­
daymış! Ne kadar acı çektiğini tahmin bile edemiyorum. Hem
de bunları babasını kaybettikten hemen sonra yaşamış - anla­
dığım kadarıyla bir bakıma annesini de kaybetmiş. Hayır, onu
suçlayamam. Ne kadar suçlamak istesem de, bunu yapamam."
483

"Keşke Hans'ın kendisini terk etmediğini bilseydi."


Patrik başını iki yana salladı.
"Evet, işin en kötü yanı da bu. Hans Fj allbacka'dan hiç
ayrılmamış. Ve onu hiç terk etmemiş. Birisi onu öldürmüş."
Erica'nın sesi çatlamıştı. "Ama neden? Neden cinayete kur­
ban gitmiş ki?"
"Martin'i arayıp başka bir şey bulup bulmadıklarını öğ­
renmemi ister misin?" diye sordu Patrik. Karakola telefon et­
mek istemesinin sebebi sadece Erica'nın merakını gidermek
değildi. D ava fazlasıyla ilgisini çekiyordu; özellikle de artık
Norveçlinin Erica'nın üvey kardeşinin babası olduğunu öğ­
rendikleri için.
"Bunu yapabilir misin?" dedi Erica hevesle.
"Tabii, karakola hemen telefon edebilirim." Patrik ayağa
kalktı. On beş dakika sonra Erica'nın çalışma odasına dön­
düğünde, Erica Patrik'in verecek yeni haberleri olduğunu he­
men anladı.
"Hans Olavsen'in öldürülmesi için olası bir sebep bulmuş­
lar" dedi Patrik.
Erica yerinde duramıyordu. "Neymiş peki?" diye sordu.
Patrik bir an duraksadıktan sonra devam etti: "Hans Olav­
sen Norveçli bir direnişçi değilmiş. Yüksek rütbeli bir Nazi
subayının oğluymuş ve Norveç'in işgali sırasında bizzat Al­
manlar için çalışmış."
O daya sessizlik çöktü . Erica konuş m akta zorlanarak
Patrik'e baktı. Patrik anlatmaya devam etti:
"Kjell Ringholm bugün daha erken saatte, babasının sa­
bah postasıyla gelen intihar mektubuyla birlikte karakola uğ­
ramış. Frans, Britta'yı öldürdüğünü itiraf etmiş. Aynca Erik
ve Hans'ın ölümlerinden de sorumlu olduğunu yazmış. Ekip­
tekiler bunun Frans'ın ikisini de öldürdüğünün itirafı olabile­
ceğinden emin değiller."
"O zaman neden kendisinin sorumlu olduğunu yazmış? Ne
484

demek istemiş olabilir?" dedi Erica. ''Ya Hans'ın direniş hare­


ketiyle hiçbir ilgisinin olmamasına ne demeli? Acaba annem
bunu bilseydi ne düşünürdü? Nasıl olur?" Erica başını iki ya­
na salladı.
Patrik tekrar oturarak, "Günlükleri okuduktan sonra sen
ne düşünüyorsun? Annen bunu biliyor muymuş?" diye sordu.
Erica bir an için düşündü ama sonra başını iki yana sal­
ladı. Kararlılıkla, "Hayır" dedi. "Annemin bildiğini sanmıyo­
rum. Kesinlikle hayır."
"Esas mesele, Frans'ın bunu bilip bilmediği" dedi Patrik
sesli düşünerek.
"Martin bundan sonra nasıl hareket edeceklerine dair bir
şey söyledi mi?"
"Hayır, sadece Paula'nın olası bir ipucu bulduğunu ve iz
üstünde olduklarını, daha fazlasını öğrenir öğrenmez bana
haber vereceğini söyledi. Sesi çok sevinçli geliyordu" dedi Pat­
rik. Olayiann dışında kaldığı için bir burukluk hissetmişti.
"Şu anda ne düşündüğünü biliyorum" dedi Erica gülerek.
Patrik, "Şey, karakolda dava üzerinde çalışmak istemedi­
ğimi iddia edersem yalan söylemiş olurum" dedi. "Ama başka
türlü olmasını istemezdim ve sanının bunu biliyorsun."
"Biliyorum" dedi Erica. ''Ve neler hissettiğini anlıyorum.
Soruşturmaya dahil olmayı istemende hiçbir terslik yok."
Sanki az önce konuştuklarını desteklercesine, Maj a'nın
odasından yüksek bir ağlama sesi geldi. Patrik ayağa kalktı.
"Hah, işbaşı düdüğüm çaldı."
Erica, "Hadi bakalım, işinin başına" diyerek güldü. "Ama
önce seni köle gibi çalıştıran o küçük amiri getir de ona bir
öpücük vereyim."
Patrik, "Hemen dönerim" dedi.
Kapıdan çıkmak üzereyken, Erica'nın ansızın soluğunun
kesildiğini duydu.
"Ağabeyimin kim olduğunu biliyorum!" dedi Erica. Gözle-
485

rinden yaşlar süzülürken gülerek sözlerini tekrarladı: "Ağa­


beyimin kim olduğunu biliyorum, Patrik!"

Arabada giderlerken, Martin arama izninin çıktığını te­


yit eden bir telefon aldı. Savcının izni vereceğinden o kadar
eminierdi ki, cevabı beklemeden yola çıkınışiardı bile. Ne
Martin ne de Paula konuştu. İkisi de düşüncelere dalmıştı;
bulmacanın ortaya çıkmaya başlayan desenini çözmek için
yanın kalan işlerini bitirmeye çalışıyorlardı.
Kapıyı çaldıklarında cevap veren olmadı. "Burası terk
edilmiş gibi görünüyor'' dedi Paula.
Martin zorla açılması güç olduğu anlaşılan kapıyı incele­
yerek, "İçeriye nasıl gireceğiz?" diye sordu.
Paula güldü ve eliyle ön kapının üzerindeki kirişlerden bi­
rini yokladı.
Bulduğunu havaya kaldırarak, "Anahtarla" dedi.
Martin tüm içtenliğiyle, "Sen olmasaydın ne yapardım
ben?" dedi.
Paula kapının kilidini açarak, "Muhtemelen içeri girmeye
çalışırken omzunu kırardın" dedi.
İçeri girdiler. Ortalık ürkütücü derecede sessiz, basık ve
sıcaktı. Ceketlerini girişteki koridorda astılar.
Paula, "Ayrılalım mı?" diye sordu.
"Olur, ben zemin kata bakarım, sen de yukarı çık" dedi
Martin.
Paula birdenbire kuşkuya düşerek, "Peki tam olarak ne
arıyoruz?" diye sordu. Doğru yolda olduklarından emindi
ama sonuca bu kadar yaklaşmışken, teorilerini teyit edecek
bir şey bulacakianna inanmıyordu.
"Pek emin değilim." Martin de onun kadar tereddütlü gö­
rünüyordu. "Sadece etrafı dikkatlice kolaçan edelim; bakalım
bir şey bulabilecek miyiz?"
''Tamam." Paula başıyla onayladı ve yukarı kata çıktı.
486

Bir saat sonra tekrar aşağıya indi. "Şu ana kadar hiçbir
şey bulamadım. Yukarıya bakmaya devam edeyim mi yoksa
bir süreliğine yer değişelim mi? Sen ilginç bir şey buldun mu?
"Hayır, henüz değil." Martin başını iki yana salladı. ''Yer
değiştirmek muhtemelen iyi bir fikir. Ama . . . " Düşüneeli bir
şekilde koridordaki bir kapıyı işaret etti. " Ö nce bodrumu
kontrol edebiliriz. İkimiz de henüz oraya inmedik."
Paula bodrumun kapısını açarak, "İyi fikir" dedi. Mer­
divenler zifiri karaniıktı ama Paula kapının hemen dışın­
da, koridorda yer alan elektrik düğmesini buldu ve ışığı aç­
tı. Paula peşinde Martin'le aşağıya indi ve birkaç saniye son­
ra merdivenlerin dibinde durup gözlerinin karanlığa alışma­
sını bekledi.
Martin yanına geldiğinde, "Ne kadar da ürkütücü bir yer"
dedi. Gözlerini duvarlarda gezdirdi ve gördüğü manzara kar­
şısında ağzı açık kaldı.
Paula parmağını dudaklanna götürerek, "Şşt . . . " dedi. "Bir
şey duydun mu?"
Martin kulak kesilerek, "Hayır" dedi. "Hayır, hiçbir şey
duymadım."
"Sanki bir araba kapısının kapandığını duydum. Sen bir
şey rluymadığından emin misin?"
"Evet, eminim. Muhtemelen hayal gücünün işi" dedi Mar­
tin. Sonra yukarıdan gelen ayak seslerini duyunca sustu.
"Hayal gücümün işi, öyle mi?" Paula ayağını ilk hasarnağa
koyarak, "Bence yukarı çıksak iyi olur" dedi. O anda bodrum
katının kapısı çat diye kapandı ve kilitte dönen bir anahtar
sesi duydular.
"Kahretsin!" Paula merdivenleri çıkarken ışıklar söndü.
Zifiri karanlıkta kalmışlardı.
Paula, "Çıkar bizi buradan!" diye bağırdı ve Martin onun
kapıyı yumruklarlığını duydu. "Beni duydun mu? Biz polisiz!
Şu kapıyı aç ve bizi dışan çıkar!"
487

Ama Paula soluklanmak üzere duraksadığında, bir araba


kapısının kapandığını ve motorun çalıştığını duydular.
Paula ağır adımlarla merdivenlerden inerken, "Lanet ol­
sun!" dedi.
Martin, "Telefon edip yardım istemeliyiz" dedi ve tam cep
telefonuna uzanmak üzereyken onu ceketinin cebinde bırak­
tığını hatırladı. "Senin telefonunu kullanmak zorundayız,
çünkü benimki koridorda asılı duran ceketimin cebinde kal­
dı" dedi Martin.
Paula cevap vereceği yerde susunca, Martin daha da ge­
rildi.
"Sakın sen de . . . "
Paula acıklı bir şekilde, "Evet" dedi. "Ben de telefonumu
ceketimin cebinde bıraktım."
"Kahretsin!" Martin merdivenleri çıktı ve kapıyı omuzla­
yarak açmaya çalıştı. Sadece omzunu incittiğiyle kaldı. Hüs­
rana uğrayarak aşağıya, Paula'nın yanına indi.
''Yerinden bile kıpırdamıyor" dedi.
Paula hüzünlü bir sesle, "Peki şimdi ne yapacağız?" diye
sordu. Sonra nefesini tuttu. "Johanna!"
Martin şaşırarak, "Johanna da kim?" diye sordu.
Paula önce cevap vermedi. Sonra, "Benim partnerim" de-
di. "İki hafta içinde bir bebeğimiz olacak. Ama sancıların ne
zaman başlayacağı bilinmez . . . ve cep telefonum u yakınımda
bulunduracağıma söz vermiştim."
Martin duyduklarını hazınetıneye çalışarak, "Merak et­
me" dedi. "İlk bebekler genellikle geç doğarlar."
"Umarım" dedi Paula. "Aksi halde Johanna kelleınİ uçur­
mak isteyebilir. Neyse ki her zaman annerne ulaşabilir. En
kötü ihtimalle . . . "
"Bunu aklına bile getirme" dedi Martin. "Burada uzun sü­
re kapana kısılıp kalmayacağız. Ve dediğim gibi, eğer doğu­
ma hala iki haftası varsa, muhtemelen sorun çıkmaz."
488

Paula en alttaki hasarnağa oturarak, "Ama kimse nere­


de olduğumuzu bilmiyor" dedi. ''Ve biz burada kısılıp kalmış­
ken, katil uzaklaşıyor."
"Bir de iyi tarafından bak. En azından artık haklı olduğu­
muzu biliyoruz" dedi Martin. Paula cevap vermeye tenezzül
bile etmedi.
Yukarı kattaki girişte, Paula'nın telefonu hiç susmadan
çalıyordu.

Mellberg eşikte dikilirken duraksadı. Cuma günkü dans


dersinde her şey yolunda gitmişti, ama o zamandan beri
Rita'nın her zamanki yürüyüş yolundan defalarca geçmiş olsa
da, onu görmemişti. Ve onu özlemişti. Hislerinin bu kadar güç­
lü olması onu şaşırtıyordu ama artık Rita'yı gerçekten özledi­
ğini göz ardı edemiyordu. Anlaşılan Ernst de onunla aynı fi­
kirdeydi, çünkü Rita'nın yaşadığı binaya gelinceye kadar tas­
masına asılıp durmuştu. Mellberg, Ernst'in kendisini çekiştir­
mesine karşı koymasa da, tereddütlüydü. Hem Rita'nın evde
olup olmadığını bilmiyordu, hem hiç olmadığı kadar utangaç­
tı hem de fazla ısrarcı biriymiş gibi görünmekten korkuyordu.
Ama bu histen çabucak kurtuldu ve diyafona bastı. Kimse ce­
vap vermedi ve Mellberg tam gitmek üzereydi ki bir cızırtı ve
hoparlörün dibinde soluk soluğa konuşan telaşlı bir ses duydu.
Tekrar kapıya giderek, "Merhaba" dedi. "Ben Bertil Mell­
berg."
İlk başta cevap gelmedi, sonra güçlükle duyulan bir ses,
''Yukarı gel" dedi. Ardından bir inleme duyuldu. Mellberg
kaşlarını çattı. Bu çok tuhaftı. Peşinde Ernst'le merdivenleri
çıkarak Rita'nın ikinci kattaki dairesine ulaştı. Kapı aralıktı.
Şaşkın bir halde içeri girdi.
"Kimse yok mu?" diye seslendi. Yine cevap gelmedi; sonra
birdenbire oldukça yakından gelen bir iniltİ duydu ve sesin
geldiği yere bakınca, yerde yatan birini gördü.
489

Çektiği acıyla baş edebilmek için yerde top gibi kıvrılan


Johanna soluğu kesilerek, "Benim . . . kasılmalarım başladı. . . "
dedi. Alnında ter damlacıklarının biriktiğini hisseden Mell­
berg, "Ah, aman Tanrım" dedi. "Rita nerede? Ona telefon ede­
ceğim! Ve de Paula'ya. Paula'ya ulaşmamız ve bir ambulans
çağırmamız gerek" dedi ve en yakındaki telefonu bulmak için
girişte etrafına bakındı.
Johanna, "Ben . . . denedim ama . . . ulaşamadım . . . " diye inle­
di, ama devam edebilmesi için kasılmanın şiddetinin azalma­
sı gerekiyordu. Sonra en yakındaki gardırobun kulpuna tu­
tunup yavaşça ayakları üzerinde doğruldu. Karnını tuttu ve
paniğe kapılmış halde Bertil'e baktı.
"Onlan aramayı denemediğimi mi sanıyorsun? İkisi de ce­
vap vermiyor! Yani telefonu açmak ne kadar zor olabilir ki?
Ah, lanet olsun . . . " Başka bir kasılma yüzünden Johanna'nın
ettiği küfür yanın kaldı ve nefes nefese dizlerinin üzerine çök­
tü. Büfenin üzerinde duran araba anahtarını işaret ederek,
"Beni hastaneye götür . . . " dedi. Mellberg anahtara her an tısla­
yan bir yılına dönüşebilirmiş gibi baktı, ama sonra elinin ağır
çekim ona doğru uzandığını gördü. Nasıl yaptığını bilerneden
kendini Johanna'yı arabaya sürüklerken buldu ve sonra onu
arka koltuğa attı. Ernst mecburen dairede kalmıştı. Mellberg
gaz pedalına basarak Norra Aıvsborg Bölge Hastanesi'ne doğ­
ru yola çıktı. Johanna daha da hızlı soluk alıp vermeye baş­
layınca paniğe kapıldığını hissetti; Vanersborg ile Trollhattan
arasındaki yol bir türlü bitmek bilmedi. Nihayet doğumhane­
nin girişine yanaştı ve durup Johanna'yı arabadan çıkardı. Jo­
hanna korku dolu gözlerle Mellberg'in peşinden içeri girdi.
Mellberg danışma penceresinin ardındaki hemşireye, "Bir
bebeği olacak" dedi. Hemşire, Mellberg'in sözlerini gereksiz
bulan bir ifadeyle Johanna'ya baktı.
Otoriter bir sesle, "Benimle gelin" dedi ve onları yakında­
ki bir odaya götürdü.
490

Johanna'ya önce pantolonunu çıkarması söylendiğinde,


Mellberg tedirginlik! e, "Sanırım artık . . . gidebilirim" dedi.
Ama tam tüymek üzereyken Johanna kolunu sıkıca kavradı
ve yeni bir kasılınayla boğuşurken tısladı:
"Hiçbir yere . . . gitmiyorsun. Bunu . . . yalnız yapmaya . . . hiç
niyetim yok."
"Ama . . . " Mellberg itiraz e decek oldu. Sonra onu burada
tek başına bırakınayı içinde sindiremeyeceğini anladı. İçini
çekerek bir sandalyeye çöktü ve Johanna muayene edilirken
başka bir yöne bakmaya çalıştı.
Ebe bilgilendirmesi gerektiğini düşündüğü Mellberg'e ba­
karak, ''Yedi santim genişlemiş" dedi. Mellberg başıyla onay­
Iasa da, içinden bunun ne anlama geldiğini merak etti. Bu
iyi miydi? Yoksa kötü mü? Kaç santim açılması gerekliydi?
Giderek artan bir hayretle, doğum sona ermeden önce başka
birçok şeyle birlikte bunu da öğreneceğini fark etti.
Cep telefonunu çıkardı ve tekrar Paula'nın numarasını
tuşladı. Fakat çağrı sesli mesaj a düştü. Rita'yı aradığında da
aynı şey oldu. Bu ikisinin nesi vardı böyle? Johanna'nın her
an doğum yapabileceğini bildikleri halde neden telefonlarına
bakmıyorlardı? Mellberg telefonunu cebine koydu ve dikkat
çekmeden sessizce sıvışmayı başarıp başaramayacağını dü­
şünmeye başladı.
İki saat sonra hala hastanedeydi. Onları bir doğum odası­
na almışlar, Mellberg eline sımsıkı yapışan Johanna tarafın­
dan olduğu yere mıhlanmıştı. Mellberg elinde olmadan onun
haline üzüldü. Yedi santimlik açılmanın on santime ulaşma­
sı gerektiğini öğrenmişti, ama anlaşılan o son üç santirnin
hiç acelesi yoktu. Johanna a zot oksit maskesinden sonuna
kadar yararlanıyordu; neredeyse Mellberg bir tane de kendi­
ne isteyecekti.
Gazdan gözleri donuklaşan Johanna, "Daha fazla dayana­
mayacağım" dedi. Terden sırılsıklam olan saçları alnına ya-
491

pışmıştı. Mellberg uzanıp bir havlu aldı v e Johanna'nın alnı­


nı sildi.
Johanna, "Teşekkürler" derken ona öyle bir baktı ki, Mell­
berg gitmeyi tamamen aklından çıkardı.
Gözünün önünde olup bitenlerden etkilenmemesi müm­
kün değildi. Doğum yapmanın ne kadar acı veren bir süreç
olduğunu eskiden beri biliyordu ama ne kadar üstün bir çaba
gerektirdiğine hiç şahit olmamıştı ve hayatında ilk kez, ka­
dınlara derin bir saygı duyuyordu. Kendisi bunu asla yapa­
mazdı; o kadarından emindi.
Johanna karnma bağlı olan makine esaslı bir kasılmanın
yaklaştığını haber verirken azot oksidi derin derin içine çe­
kerek, "Onları tekrar . . . aramayı dene" dedi.
Mellberg son birkaç saattir sürekli arayıp durduğu iki
numarayı tekrar çevirdi. Hala cevap veren yoktu. Mellberg
Johanna'ya bakarken başını ümitsizce iki yana salladı.
Johanna, "Bunlar hangi cehennemde . . . " diyecek oldu ama
bir sonraki kasılma yüzünden sözleri iniltilere dönüştü.
Johanna'nın alnından biraz daha ter silen Mellberg heye­
canla, "Hemşirenin bahsettiği şu . . . pedisural denen şeyden
ya da her ne haltsa ondan istemediğinden emin misin?" di­
ye sordu.
"Hayır . . . Artık çok yaklaştım . . . Doğumu yavaşlatabilir . . .
Bu arada, o haltın adı epidural." Johanna iki büklüm tekrar
inlemeye başladı.
Ebe, Johanna'nın durumunu görmek için odaya girdi ve
"Artık tamamen açılmış" dedi. Memnun görünüyordu. "Duy­
dun mu Johanna? Merin sana. On santimetre. Az sonra ıkın­
maya başlayabilirsin. Çok iyi gidiyorsun. Bebeğin çok yakın­
da burada olacak."
Mellberg, Johanna'nın elini tutup sıktı. Göğsünde tuhaf
bir his belirdi. Bu hissi tarif etmek için aklına gelen en ya­
kın sözcük "gurur" oldu. Ebe Johanna'yı övdüğü, bir takım
492

olduklan ve bebek yakında doğacağı için gururlanmıştı.


Ebeye dönerek, "Ikınmalar ne kadar sürer?" diye sordu
ve ebe sabırla sorusunu cevapladı. Kimse Johanna'yla ne tür
bir ilişkisi olduğunu sormamıştı; herhalde biraz yaşlı da olsa
bebeğin babası olduğunu sanıyorlardı. Ve onları yanıltmak
Mellberg'i rahatsız etmiyordu.
"Duruma göre değişir ama tahminime göre bebek bir bu­
çuk saat içinde doğmuş olur" dedi ebe. Kasılmalar arasında
birkaç saniyeliğine dinlenmekte olan Johanna'yı yüreklendi­
rircesine gülümsedi. Sonra Johanna yüzünü buruşturdu ve
tekrar vücudunu kastı.
Dişlerini sıkıp bir kez daha azot oksit maskesine uzana­
rak, "Artık farklı hissediyorum" dedi.
"Bunlar doğum sancıları. Güçlü bir sancı gelene kadar
bekle. Sana yardım edeceğim. Sana ıkınınanı söylediğim za­
man dizlerini kendine çek, çeneni göğsüne hastır ve bütün
gücünle ıkın."
Johanna başını umursamazca salladı ve yine Mellberg'in
elini sıktı. Mellberg de onun elini sıktı. Sonra ikisi de ebeye
bakarak, gergin bir halde sonraki komutu beklem�ye başla­
dılar.
Birkaç saniye sonra Johanna nefes nefese kalmıştı. Ebeye
soran gözlerle baktı
"Dur, dur, dur . . . Henüz değil. . . Gerçekten güçlü bir sancı
gelene kadar bekle . . . Tamam. ŞİMDİ!"
Johanna kendisine söyleneni yaptı; çenesini göğsüne bas­
tırdı, dizlerini kendine çekti, yüzü kıpkırmızı olana kadar
tüm gücüyle ıkındı ve acısı hafıfledi.
"Merin! Merin sana! Çok iyi gidiyorsun! Şimdi bir sonraki
sancıyı bekleyelim; göz açıp kapayıncaya kadar her şey bit­
miş olacak."
Ebe haklıydı. İki sanemın ardından bebek dışarı çıktı ve
derhal Johanna'nın karnma yatırıldı. Mellberg olan biteni
493

hayranlıkla izliyordu. Teoride bebeklerin nasıl doğduğunu


biliyordu ama bunu gözleriyle görmek . . . Kollarıyla bacakla­
rını sallayan ve Johanna'nın göğsüne yerleşmeden önce pro­
testo edercesine ağlayan bir bebeğin dışarı çıkması çok fark­
lı bir deneyimdi.
"Hadi küçük oğlumuza yardım edelim. Emıneye çalışıyor"
dedi ebe nazikçe. Bebeğin memeyi bulup emıneye başlayabil­
mesi için Johanna'ya yardım etti.
Ebe ikisine dönerek, "Tebrikler" dediğinde Mellberg gu­
rurdan göğsünün kabardığını hissetti. D aha önce hiç böyle
bir deneyim yaşamamıştı. Hem de hiç.
Kısa bir süre sonra bebek emmeyi bıraktı, ebe onu temiz­
ledi ve bir battaniyeye sardı. Johanna arkasındaki yastı­
ğa dayanarak yatakta doğrulQ.u ve hayranlıkla oğluna bak­
tı. Sonra bakışlarını Mellberg'e çevirdi ve alçak sesle, "Teşek­
kür ederim" dedi. "Bunu asla tek başıma yapamazdım."
Mellberg'in elinden gelen tek şey, başıyla hafifçe onayla­
mak oldu. Boğazında konuşmasını engelleyen kocaman bir
yumru hissetti ve yutkunmaya devam ederek onu yok etme­
ye çalıştı.
Johanna, "Onu kucağına almak ister misin?'' diye sordu.
Mellberg yine sadece başını sallayabildi. Kollannı tedir­
ginlikle uzattı ve Johanna oğlunu itinayla ona verirken, ba­
şını düzgünce desteklemesini sağladı. Az önce dünyaya gelen
bu sıcak vücudun kollannda olması tuhaf bir histi. Mellberg
onun ufacık yüzüne baktı ve boğazındaki yumrunun büyüdü­
ğünü hissetti. O küçük oğlanın gözlerine baktığında, bir şe­
yi net olarak anladı. O andan itibaren umutsuzca, çaresizce
aşık olmuştu.
Fj allbacka, 1945

Hans kendi kendine gülümsedi. Belki bunu yapmaması


gerekiyordu ama elinde değildi. Tabii ki ilk başlarda zorluk
çekeceklerdi. İnsanlar görüşlerini dile getireceklerdi ve hiç
kuşkusuz Tanrı'nın huzurunda günah işlediklerini söyleyip
hakaretler edeceklerdi. Ama ilk şoku atlattıktan sonra, bir­
likte bir hayat kuracaklardı. Elsy ve çocuğuyla birlikte. İçi
böylesine umut doluyken nasıl sevinmezdi?
Yine de önlerindeki engelleri düşününce, yüzündeki gü­
lümseme uçup gitti. Bu hiç de kolay bir iş değildi. Bir yanı,
geçmişte olan her şeyi unutarak burada kalmak ve daha önce
başka bir hayatı yokmuş gibi davranmak istiyordu. Bu yanı,
Elsy'nin babasına ait olan o gemiye kaçak olarak bindiğinde
yeniden doğduğuna, hayatında temiz bir sayfanın açıldığına
inanmak istiyordu.
Ama artık savaş bitmişti ve bu her şeyi değiştirmişti. Yeni
hayatına başiayabilmesi için önce geri dönmesi gerekiyordu.
Çoğunlukla da annesinin hatırı için. Onun iyi olup olmadığı­
nı öğrenmeye mecburdu; ayrıca hayatta olduğunu ve kendi­
ne yeni bir yuva bulduğunu annesinin de bilmesini istiyordu.
Hans bir valiz aldı ve içine birkaç gün yetecek kadar eşya
doldurmaya başladı. En fazla bir hafta kalacaktı. Ziyaretini
daha fazla uzatmaya hiç niyeti yoktu. Elsy'den ayrı kalma­
yı hiç istemiyordu. Elsy o kadar önemli bir parçası haline gel-
. 495

mişti ki, ondan ayrıldığını düşünmeye katlanamıyordu. Sa­


dece bu yolculuğa çıkması gerekiyordu; sonra sonsuza kadar
birlikte olacaklardı. Utanmadan ve aşklannı sır olarak sak­
lamak zorunda kalmadan her gece birlikte yatağa girecekler,
her sabah birbirlerinin kollarında uyanacaklardı. Hans ev­
lenme izni almak için ilgili makamlara başvuracağım söyler­
ken ciddiydi. Çocuk doğmadan önce evlenebilirlerdi. Acaba
çocukları erkek miydi, yoksa kız mı? Hans ayakta giysileri­
ni katlarken tekrar gülümsedi. Tatlı gülümsemesini Elsy'den
alan küçük bir kız çocuğu hayal etti. Ya da sarışın, kıvırcık
saçlı bir oğlan. Hiç fark etmezdi. Tanrı onlara nasıl bir evlat
verirse versin memnuniyetle kabul ederdi.
Şifoniyerin çekmecesinden bir gömlek alırken, arasından
kumaşa sarılı bir şey düştü. Yere çarpınca bir ses çıkardı.
Hans hemen eğilip onu yerden aldı. Yatağıpa oturup elinde­
ki objeyi inceledi. Bu, babasının savaşın ilk yılı boyunca sun­
duğu hizmetler karşılığında aldığı demir haçtı. Hans roadal­
yaya baktı. Bunu babasından çalmış ve Norveç'ten kaçarken
geride bıraktıklarının bir anısı olarak yanında getirmişti. Ay­
rıca Almanlar onu İsveç'e kaçarken yakaladıkları takdirde,
bu madalya onun güvencesi olacaktı. Bu madalyadan uzun
zaman önce kurtulması gerekiyordu; bunu biliyordu. Eğer bi­
ri eşyalarını karıştırıp bunu bulacak olursa, sırrı ortaya çıka­
bilirdi Ama bu madalyaya ihtiyacı vardı. Bir hatıra olarak.
Babasını geride bıraktığı için hiçbir pişmanlık duymuyor­
du. Eğer Hans başına buyruk biri olsaydı, o adamla en ufak
bir alakası dahi olmazdı. Reinhardt Wolf insan ırkında yan­
lış olan her şeyin temsilcisiydi ve Hans hayatının bir döne­
minde ona karşı koyamayacak kadar zayıf olduğu için utanı­
yordu. Anılar zihnine hücum etti. Artık hiçbir şey paylaşma­
dığı biri tarafından işlenen tüm o zalim ve acımasız eylemle­
rin görüntüleri gözünün önüne geldi. Babasının iradesine bo­
yun eğen zayıf biri olduğu halde, sonunda ondan kopmayı ba-
496

şarmıştı. Hans madalyayı o kadar çok sıktı ki, keskin kenar­


ları eline hattı. Geri dönmesinin sebebi babasını görmek de­
ğildi; muhtemelen kader çoktan ağlannı örmüş ve babası hak
ettiği cezayı almıştı. Ama Hans'ın annesini görmesi gereki­
yordu. Annesi bu kadar çok acı çekmeyi hak etmiyordu. Oğ­
lunun hayatta olup olmadığını bilmesine imkan yoktu. Hans
bir fırsatını bulup onunla konuşmak, iyi olduğunu göstermek,
Elsy'den ve bebekten bahsetmek istiyordu. Hatta zaman için­
de annesini İsveç'e gelmeye ve onlarla beraber yaşamaya bi­
le ikna edebilirdi. Elsy'nin buna karşı geleceğini sanmıyordu.
Onun en sevdiği özelliklerinden biri de, iyi yürekli olmasıydı.
Elsy'yle annesinin iyi anlaşacaklannı düşünüyordu.
Hans ayağa kalktı. Bir an duraksadıktan sonra madalyayı
tekrar çekmeceye koydu. Geri dönünceye kadar, madalya bir
daha asla benzemek istemediği o kişiyi amınsatması için bu­
rada kalabilirdi. Bir daha asla zayıf ve korkak olmak isteme­
diğini hatırlatabilirdi. Şimdi, Elsy ve bebek sayesinde erkek
olmasının vakti gelmişti.
Valizi kapattı ve geçen yıl içinde pek çok mutlu an yaşadı­
ğı odaya baktı. Treni birkaç saat içinde kalkacaktı. Gitmeden
önce yapması gereken tek bir şey kalmıştı. Konuşması gere­
ken biri vardı. Odadan çıktı ve ardından kapıyı ·kapattı. Ka­
pının kapandığını duyduğunda, birdenbire içine kötü bir his
doğdu. İşler yolunda gitmeyecekmiş gibi hissetti. Sonra bu
histen sıyrılıp kurtuldu. Bir hafta sonra geri dönecekti.
.....

Patrik ona eşlik etmeyi teklif ettiği halde, Erica Göteborg'a


yalnız gitmek istemişti. Bu, tek başına halletmesi gereken bir
şeydi.
Bir süre kapıda durdu ve zile basmak için elini kaldırma­
ya çalıştı. Sonunda daha fazla dayanamadı.
Marta kapıyı açtığında şaşkınlıkla Erica'ya baktı ama son­
ra kenara çekilip onu içeri aldı.
"Rahatsız ettiğim için özür dilerim" diyen Erica birdenbi­
re boğazının kuruduğunu hissetti. "Ö nceden telefon etmeliy­
dim ama . . . "
"Ah, hiç önemli değil." Marta kibarca gülümsedi. "İnsan
benim yaşıma gelince ınİsafirlerin yolunu gözlüyor; bu çok
hoş bir sürpriz oldu. Buyurun, içeri gelin."
Erica, Marta'nın peşi sıra koridoru geçip salona girdi ve
ikisi de oturdular. Erica paniğe kapılarak nereden başiayaca­
ğını düşündü ama önce Marta konuştu.
"Cinayet soruşturmasıyla ilgili bir gelişme kaydettiniz
mi?" diye sordu. "Buraya son geldiğinizde size daha fazla yar­
dımcı olamadığımız için üzgünüm ama dediğim gibi, para iş­
lerimizle ilgili hiçbir şey bilmiyorum."
"Ö demelerin ne için yapıldığını biliyorum. Daha doğrusu
kimin için yapıldığını" dedi Erica. Kalbi göğsünden dışarı fır­
layacakmış gibi çarpıyordu.
498

Marta kafası karışmış bir halde ona baktı ama ne demek


istediğini anlamış gibi görünmüyordu.
Erica gözlerini yaşlı kadına dikerek, sakince konuştu :
"Annemin 1 945 yılının Kasım ayında doğurduğu oğlan, he­
men evlatlık verilmiş. Onu teyzesinin Borlange'deki evinde
dünyaya getirmiş. Bence öldürülen adam, yani Erik Frankel
bu ödemeleri kocamza bu çocuğun narnma yapıyordu."
Odaya mutlak bir sessizlik çöktü. Sonra Marta başını çe­
virdi. Erica onun ellerinin titrediğini gördü.
"Bunu ben de tahmin etmiştim. Ama Wilhelm pana bu ko­
nu hakkında hiçbir şey söylemedi ve . . . bir yanım da bilmek
istemedi. Göran her zaman benim ve Wilhelm'in oğlu oldu;
onu bizzat doğurmamış olmam daha az sevdiğimiz anlamına
gelmiyordu. Uzunca bir süredir çocuk istiyor ve deniyorduk. . .
ve Göran hayatımıza cennetten bir hediye gibi girdi."
"Peki kendisi biliyor mu?"
"Evlatlık olduğunu mu � Evet, bunu ondan hiç saklama­
dık. Ama dürüst olmam gerekirse, bu konuya pek fazla ka­
fa yorduğunu sanmam. Onun ebeveynleri ve ailesi biziz. Bir
seferinde Wilhelm'le bu konuyu konuşmuştuk; eğer Göran . . .
biyolojik anne ve babası hakkında daha fazlasını öğrenmek
isterse neler hissedeceğimizi. Ama kendimize hep o köprüyü
zamanı gelince geçeceğimizi söyleyip durduk. Göran onları
hiç merak etmedi; biz de her şeyi oluruna bıraktık."
Erica içgüdüsel bir şekilde, "Onu sevdim" dedi. Hala bu
fikre alışmaya çalışıyordu; geçen sefer burada tanıştığı adam
ağabeyiydi. Hem kendisinin hem de Anna'nın ağabeyi.
"O da sizi sevdi" dedi Marta yüzü aydınlanarak 'Ve az da
olsa benzediğiniz için, bir yanım istemsizce tepki verdi. Göz­
lerinizde bir benzerlik var . . . Pek emin değilim ama yüz hatla­
rınız benziyor."
"Sizce Göran bilseydi nasıl tepki . . . " Erica sorusunu bitir­
meye cesaret edemedi.
499

"Çocukken kardeşlerinin olmasını istediğini ne kadar çok


tekrarlarlığını göz önüne alırsak, bence kendinden küçük bir
kız kardeşi hemen bağrına basardı." İlk şoku üzerinden at­
mış gibi görünen Marta gülümsedi.
"Aslında iki kız kardeşi var" dedi Erica. "Anna adında bir
küçük kız kardeşim var da."
Marta başını sallayarak, "Demek iki kız kardeşi var" di­
ye tekrarladı. ''Ya buna ne demeli? Hayat beni sürekli şaşır­
tıyor. Benim yaşımda bile." Sonra ciddileşti. "Sakıncası yoksa
bana biraz annenizden . . . Göran'ın annesinden bahseder misi­
niz?" Marta, Erica'ya meraklı gözlerle baktı.
Erica, ''Memnuniyetle bahsederim" dedikten sonra Elsy'nin
bütün hikayesini ve oğlunu nasıl evlatlık verdiğini anlattı. Bir
saati geçen uzun bir süre boyunca konuşurken hem annesinin
ve içinde bulunduğu koşullann hem de Elsy'nin vermeye mec­
bur kaldığı oğlunu sevip yetiştiren bu kadının hakkını teslim
etmeye çalıştı.
Ön kapı açılıp da koridordan neşeli bir ses gelince ikisi de
sıçradı.
"Merhaba anne. Misafirin mi var?" Ayak sesleri salona
yaklaştı.
Erica, Marta'ya baktı ve başıyla onay verdiğini gördü. Sır­
ların vakti dolmuştu.

Aradan dört saat geçmiş, Paula ve Martin ümitsizliğe ka­


pılmaya başlamışlardı. Gözlerinin loşluğa alışması sayesinde
odanın hatlarını seçebildikleri halde, kendilerini zifıri karan­
lıkta kısılıp kalan bir çift köstebek gibi hissediyorlardı.
Paula içini çekerek, "İşlerin böyle gideceğini hiç tahmin
etmemiştim" dedi. "Sence çok geçmeden bir arama ekibi gön­
derirler mi?" diye şaka yapsa da, içini çekmeden duramadı.
Martin ise kapıyı birkaç kez kırma girişiminde bulunması­
nın ardından zonklayan omzunu ovmakla meşguldü. Omzun-
soo

da bu yaptığının göstergesi olan ciddi çürükler oluşacaktı.


İçinin hüsranla dolduğunu hisseden Paula, "Şimdiye ka­
dar çoktan gitmiştir" dedi.
Martin, "Büyük olasılıkla haklısın" deyince hayal kırıklı­
ğı daha da arttı.
"Burada bir sürü ürkütücü yadigıh var." Paula gözlerini
kısarak, bodrum katının raflarını dolduran bazı şeylerin ana
hatlannı seçmeye çalıştı.
"Muhtemelen çoğu Erik'e aittir" dedi Martin. "Anladığım
kadanyla, koleksiyoncu olan oymuş."
"Ama bütün bu Nazi eşyaları . . . Bir servete bedel olmalılar."
"Kuşkusuz. Hayatının çoğunu parçalar toplayarak geçiren
birinin elinde pek çok şey birikeceği aşikar."
"Sence neden yaptı?" Paula karanlığa bakarken, artık ke­
sin gözüyle baktıkları şeyi kavramaya çalışıyordu. Doğru­
sunu söylemek gerekirse, Axel'in mazeretini kontrol etmeye
başladığı an ikna olmuştu. Axel Frankel'in isminin başka bir
havayolu yolcu listesinde bulunup bulunmadığını kontrol et­
meyi işte o zaman akıl etmişti. Axel'in öne sürdüğü mazere­
tin doğruluğunu kontrol ettiklerinde, sadece söylediği gün şe­
hirden ayrıldığını doğrulamışlardı; akıllarına başka bir yol­
culuk yapıp yapmadığını kontrol etmek gelmemişti. Pau­
la, Axel Frankel isimli bir yolcunun 16 Haziran'da Paris'ten
Göteborg'a gittiğini ve aynı gün geri döndüğünü ancak bu sa­
bah öğrenmişti.
Martin Paula'nın sorusuna, "Bilmiyorum" diye cevap ver-
di. "Anlaması zor. Görünüşe göre iki kardeşin iyi bir ilişkile­
ri varmış; Axel neden Erik'i öldürsün ki? Böylesine güçlü bir
tepkiyi ne tetiklemiş olabilir?"
"Bunun dört kişi -yani Erik, Axel, Britta ve Frans- ara­
sındaki bağlantının birdenbire yenilenmesiyle bir ilgisi ola­
bilir. Bu tesadüf olamaz. Ve hepsi de bir şekilde Norveçlinin
ölümüyle bağlantılı."
SOl

"Katılıyorum. Ama nasıl? Ve neden? Neden şimdi, üstelik


altmış yıl sonra? Bu çok mantıksız."
"Bunu ona sormak zorunda kalacağız. Tabii buradan çı­
kabilirsek. Ve eğer onu yakalamayı başarabilirsek. Muhte­
melen şimdi dünyanın öbür ucuna doğru yola çıkmıştır" de­
di Paula bıkkınlıkla.
Martin, "Belki de seneye burada iskeletlerimizi bulurlar"
diye espri yaptı ama espri yapma girişimi takdirle karşılan­
madı.
"Eğer şansımız yaver giderse çocuğun teki içeri girebilir"
dedi Paula İsteksizce.
Martin heyecanla, "Hey! Sanırım bir şey yakaladın!" diye­
rek Paula'yı sertçe dürttü.
Martin'in dirsekiediği hassas bölgeyi inceleyen Paula,
''Yakaladığım her neyse, umanın kaburgalarıma verdiğin za­
rara değer" dedi.
"Per'i sorguya çektiği�izde ne dediğini hatırlıyor musun?"
"Ben orada değildİm ki. Görüşmeyi sen ve Gösta yaptınız"
diye hatırlattı ama konu merakını uyandırmaya başlamıştı.
"Şey, Per eve bodrumdaki bir pencereden girdiğini söyle­
mişti."
Paula gözlerini kısarak bodrum katının duvarlarına ba­
karken şüpheyle, "Şey, burada pencere filan olduğunu san­
mıyorum. Eğer olsaydı içerisi çok daha aydınlık olurdu" dedi.
Martin ayağa kalktı ve elleriyle dış cepheye bakan duva­
rı yokladı.
"Ama Per öyle dedi. Buralarda bir pencere olmalı. Belki de
önünde bir şeyler asılıdır. Senin de dediğin gibi, burada istif­
lenen şeyler bir servete bedel olmalı. Belki de Erik dışarıdaki
hiç kimsenin koleksiyonunu görmesini istememiştir ."
Bu sefer Paula da ayağa kalkıp Martin'in yanına gitti. Kar­
şı duvara toslayan Martin'in "Ah!" dediğini duydu ama ardın­
dan bir "Hah!" ünlemi gelince, umudunun arttığını hissetti.
502

Martin kalın bir perdeyi kenara çektiğinde ve gün ışığı içeriye


hücum ettiğinde, umut zafere dönüştü.
Paula, "Bunu birkaç saat önce akıl edemez miydin?" diye
sızlandı.
Martin mandalı açıp pencereyi yukarıya doğru ittirirken,
"Hey, biraz minnet duymaya ne dersin?" dedi neşeyle. Bir
metre ötede duran sandalyeyi aldı ve pencerenin hemen al­
tına koydu.
"Önce hanımlar!" dedi.
Paula sandalyenin üzerine tırmandı ve kıvranarak aralık­
tan dışarı çıkmaya çalışırken, "Teşekkürler" diye mınldandı.
Martin hemen arkasındaydı. Bir an ikisi de oldukları yer­
de durup gözlerini kamaştıran gün ışığına alışmayı bekledi­
ler. Sonra koşmaya başladılar. Ö n kapıya vardılar ama kilitli
olduğunu gördüler; bu sefer kapının üzerinde anahtar da yok­
tu. Bu da ceketlerinin, dolayısıyla cep telefonlarının ve ara­
ba anahtarının içeride olduğu anlamına geliyordu. Martin
tam en yakındaki komşunun evine doğru koşmak üzereydi ki,
yüksek bir şangırtı duydu. Sesin geldiği yöne bakınca, yüzün­
de memnuniyet dolu bir ifade bulunan Paula'nın zemin katta­
ki pencerelerden birini taş atarak kırdığını gördü.
"Pencereden dışarı çıktığımıza göre, bari aynı şekilde
içeri girelim diye düşündüm." Paula yerden bir dal parçası
alıp pencerenin çerçevesindeki cam kırıklarını temizledi ve
Martin'e baktı.
"Ee? Axel yolu yarılasın mı istiyorsun, yoksa içeri mi gire­
lim?"
Martin yalnızca bir saniye duraksadıktan sonra ellerini
birleştirip ona destek verdi ve peşinden pencereye tırmandı.
Şu anda önemli olan, Erik Frankel'in katilini yakalamalarıy­
dı. Axel onlardan çok daha öndeydi. Ve hala cevaplanmamış
bir sürü soruları vardı.
Axel ancak Landvetter Havaalanı'na kadar gidebildi. Po-
503

lisleri bodrum katına kilitleyip arabasıyla uzaklaşırken da­


marlarında adrenalin dolaşıyordu ama etkisi geçince geriye
sadece boşluk kalmıştı. Kıpırdamadan oturuyor, uçaklar kal­
karken pencereden dışarıya bakıyordu. O uçaklardan her­
hangi biriyle gidebilirdi; parası ve tanıdıkları sayesinde iste­
diği yöne bir bilet alabilirdi. Yıllar boyunca gerçekleştirdiği
takipler ona ardında iz bırakmadan ortadan kaybolmanın in�
eelikierini öğretmişti. Ama bunu yapmak istemiyordu. Niha­
yet bu sonuca ulaşmıştı. Kaçabilirdi ama istemiyordu.
Havaalanında hareket etmeden oturuyor, uçakların inip
kalkmasını izliyordu. Kaderin kendisine yetişmesini bekli­
yordu. Ve ne tuhaftır ki, artık bu yüzleşme anından korkmu­
yordu. Belki de peşine düştüğü adamlar da bir gün nihayet
birisi kapılannı çalıp onlara gerçek isimleriyle hitap ettiğin­
de böyle hissediyorlardı. Hissettikleri, korku ve rahatlama­
nın tuhaf bir karışımıydı.
Ama Axel'in ödemesi gereken bedel çok yüksek olmuştu.
Erik'i kaybetmişti.
Keşke Elsy'nin kızı o madalyayı getirmeseydi. O küçük me­
tal parçası onca yıldır unutınaya çalıştıkları her şeyi temsil
ediyordu ve kapısına kadar geldiğinde, Erik bunu doğrunun
ortaya çıkması gerektiğine dair bir işaret olarak algılamıştı.
Tabii ki geçmişte işleri yoluna koymaktan ya da en azın­
dan sorumluluğu üstlenmekten bahsetmişlerdi. Ancak ka­
nunlar önünde bunu yapamazlardı; kanunlar zamanaşımına
uğrayacak kadar eski suçlara karşı kayıtsızdı. Ama konuyu
insani ve ahlaki bir düzeyde ele alabilirlerdi. Akranlarının
ve alıhaplarının ayıplamasına ve kınamasına maruz kalma­
yı hak ediyorlardı. Erik'e göre, yaptıklarının sorumluluğunu
üstlenme ve yargılanmaktan kaçınayı bırakma vakti gelmiş­
ti. Axel onu vazgeçirmeyi hep başarmış, bunun hiçbir amaca
hizmet etmeyeceğini söylemişti. Söyledikleri ya da yaptıkla­
n hiçbir şey geçmişi değiştiremezdi; sırf hiçbir şeyi telafi ede-
504

meyecek olan bir kefareti yerine getirmek uğruna, işi saye­


sinde yaptığı bunca iyiliği feda etmek anlamsızdı. Axel bu­
nun yerine, günahlarının bedelini ödemek için kendini işine
adamaya devam edecekti.
Erik her seferinde onu dinlemiş ve pes etmişti ama suçlu­
luk duygusu içini kemirmeye devam etti; ta ki bir gün geri­
ye sadece utanç kalana dek. Erik'e göre dünya her zaman si­
yah ve beyaz olmuştu. Hep gerçeklerle meşgul olurdu; kendi­
ni hiçbir zaman tarihlerin, isirolerin ve mekanların beyaz ze­
min üzerine siyah harflerle işlendiği kitaplarına gömüldüğü
zaman olduğu kadar rahat hissetmezdi. Buna rağmen Axel
onu altmış yıl boyunca belirsizliklerle ve hilekarlıklarla dolu
gri bir dünyada yaşamaya ikna etmişti. Eğer Elsy'nin kızı ve
beynine yavaş yavaş zarar veren bir hastalık yüzünden sa­
vunma duvarları çökmeye başlayan Britta olmasaydı, hayat­
Iarına böyle devam edebilirlerdi.
Axel umutsuzca Erik'i ikna etmeye çalıştı. Eğer bu suçu
üstlenirse bütün saygınlığı ve temsil ettiği bütün değerler yer­
le bir olacaktı. Kimse ona aynı gözle bakmayacaktı. Hayatı bo­
yunca yürüttüğü çalışmalar boşa gidecekti. Ama bu kez söy­
ledikleri kardeşini ikna etmeye yetmedi. Erik kendisini ara­
dığında Paris'teydi. "Zamanı geldi" demişti. Aynen böyle. Se­
si sarhoş geliyordu; bu daha da ürkütücüydü, çünkü Erik asla
aşırı içmezdi. Telefonda hıçkırıklara boğulmuş, artık buna da­
yanamadığını, gerçek ortaya çıktığında bu utanca katlanmak
zorunda kalmamak için Viola'yı görmeye gittiğini ve ona ve­
da ettiğini söylemişti. Sonra da bazı şeyleri çoktan harekete
geçirdiğine, kirli çamaşırlarının bir başkası tarafından gözler
önüne serilmesini beklerneye tahammülü kalmadığına dair
bir şeyler mırıldanmıştı. Axel'in telefonu sımsıkı kavrayan eli
ter içinde kalırken, Erik sözcükleri ağzında geveleyerek ken­
di korkaklığına ve bu bekleyişe bir son vereceğini söylemişti.
Kardeşini yola getirmeyi kafasına koyan Axel, İsveç'e gi-
505

den ilk uçağa atlamıştı. Erik'i kütüphanede, çalışma masa­


sının başında otururken ve not defterine dalgınca bir şeyler
karalarken gördüğü o anı yaşarken yüreği burkularak gözle­
rini kapadı. Erik katı ve ruhsuz bir ses tonuyla, Axel'in alt­
mış yıl boyunca duymaktan korktuğu sözleri söylemişti. Erik
kararını vermişti. Bu suçluluk duygusuyla daha fazla yaşa­
yamazdı.
Axel, Erik'in telefonda söylediklerinin lafta kalacağını, kar­
deşinin ayılınca aklını başına toplayacağını ummuştu. Ama
yanıldığını gördü. Erik ürkütücü bir azimle kararının arka­
sında duruyordu. Gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamak için ge­
rekli adımları atmaya başlamıştı bile. Çocuktan da bahset­
mişti. İlk defa yerini nasıl bulduğunu ve o küçük oğlanı ev­
lat edinen çifte, ondan esirgediklerinin bir telafisi olarak ay­
lık ödemeler yaptığını anlatmıştı. Çocuğun ebeveynleriyse hiç
kuşkusuz Erik'in oğlanın babası olduğunu varsaymışlar ve
ödemeleri itiraz etmeden kabul etmişlerdi. Ama yine de, bu
Erik için yeterli değildi. Bu kefaret göstergesi, içini parçala­
yan acıyı hafifletmemişti. Sadece eylemlerinin sonucunu çok
daha gözle görülür kılmıştı. Erik, ağabeyinin gözlerinin içine
bakarak, artık esas kefareti ödeme vaktinin geldiğini söyledi.
Axel o anda, kurduğu hayranlık ve saygıyla dolu haya­
tın mahvolacağını anlamıştı. Zihnine toplama kampına ait
görüntüler üşüştü: yanında yere yığılan ve kazdıkları çuku­
ra attıkları esir; o açlık, pis koku ve aşağılanma. Kulağına
vurulan ve içinde bir şeylerin kırılmasına neden olan dip­
çİk. İsveç'e dönüş yolundayken, otobüste üzerine devrilen ölü
adam. Birdenbire oraya geri döndü: Sesleri, kokuları ve gü­
cünü tamamen tüketip sadece hayatta kalmaya odaklandı­
ğında bile kalbini yakıp kavuran öfkeyi hatırladı. Artık önün­
deki sandalyede oturan kardeşini görmüyordu. Onun yerine
kendisini aşağılayan, inciten ve şimdi de yuhalayan, bu sefer
darağacına giden kendisi olacağı için sevinen bütün Insanlar
506

gözünün önüne geldi. İster ölü ister diri olsunlar, Axel ken­
disine sataşmak için sıraya giren insanlara bu zevki tattır­
mayacaktı. Bu utançla yaşayamazdı. Ve yaşamak zorunday­
dı. Önemli olan tek şey buydu.
Kulağı her zamankinden kötü bir şekilde hışırdadı ve
Erik'in dediklerini duyamaz oldu; sadece dudaklarının kıpır­
dadığını görüyordu. Artık karşısındaki Erik değildi. Grini'de­
ki o sanşın delikanlıydı; konuştuklarında Axel'e dostça davra­
nan ve o insanlık dışı yerdeki tek insan olduğuna inandırarak
onu kandıran kişiydi. Tüfeğini kaldınp Axel'in gözlerinin içine
baka baka dipçiğini kafasına vuran delikanlının ta kendisiydi.
İçi öfke ve acıyla dolup taşan Axel en yakınındaki cismi
eline aldı. Ağır taş büstü havaya kaldırdı, Erik konuşmaya
ve masasının üzerindeki not defterine karalamaya devam
ederken başının üzerinde tuttu.
Sonra büstü elinden bıraktı. Hiç güç uygulamadı; sadece
büstün yerçekiminin etkisiyle kardeşinin kafasına düşmesi­
ne izin verdi. Hayır, bu Erik'in kafası değildi. Hapishanede­
ki gardiyanın kafasıydı. Yoksa Erik'inki miydi? Her şey birbi­
rine girdi. Evlerinin kütüphanesindeydi, ama toplama kampı­
nın kokulan ve sesleri, cesetlerden yükselen leş kokusu, eşza­
manlı olarak yere basan botlar ve bir gün daha yaşayıp yaşa­
mayacağını belirleyen Almanca komutlar o kadar canlıydı ki . . .
Tene ve kemiğe çarpan ağır büstün sesi, Axel'in kulakla­
rında hala yankılanıyordu. Sonra her şey bitti. Erik sadece
bir kez inledikten sonra cansız bir şekilde, gözleri hala açık
vaziyette sandalyesine yığıldı.
İlk şoku atıatıp ne yaptığını fark ettikten sonra, Axel'in
üzerine tuhaf bir sakinlik geldi. Olan olmuştu. Taş büstü ma­
sanın altına koydu, elindeki kanlı eldivenleri çıkardı ve ceke­
tinin cebine tıktı. Sonra bütün perdeleri kapattı, kapıyı kilit­
ledi ve arabasına bindi. Havaalanına gidip ilk uçakla Paris'e
geri döndü. Sonraki haftalarda ise bu olayı tamamen hasıral-
507

tı etti ve polis ona telefon edinceye kadar kendini işine verdi.


Eve dönmek zor olmuştu. Ö nce o eve tekrar ayak basma­
ya cesaret edip edemeyeceğini bilmiyordu. Ama iki cana ya­
kın polis memuru kendisini havaalanından alıp eve getirdik­
ten sonra kendini topladı ve üzerine düşeni yaptı. Ve gün­
ler geçtikçe Erik'in evde hala varlığını hissettiği ruhuyla ba­
rıştı. Kardeşinin kendisini bağışladığını biliyordu. Ama Erik,
onun Britta'ya yaptığını asla affetmeyecekti. Axel Britta'ya
kendisi el sürmemişti ama Frans'la yaptığı o telefon konuş­
masının sonuçlarının farkındaydı. Frans'a, Britta'nın her şe­
yi ortaya dökeceğini söylerken ne yaptığını biliyordu. Sözle­
rini dikkatle seçmişti. Frans'ı hedefe kilitlenen ölümcül bir
kurşun gibi harekete geçirmek için gerekli olan şeyleri söyle­
mişti. Frans'ın siyasi hırslarının, güç ve statü özleminin der­
hal tepki vermesine yol açacağını biliyordu. Telefon konuş­
maları sırasında, Frans'ın ezelden beri itici gücü olan yıkı­
cı öfkesinin tımsını çoktan duymuştu. Bu yüzden Britta'nın
ölümünden en az Frans kadar sorumluydu.
Britta'yı yüzünü son kez gördüğü şekliyle hayal etti. Brit­
ta hala güzeldi. Ve Herman ona Axel'in yanına bile yaklaşa­
madığı bir aşkla bakıyordu. Axel bu aşkı ve birlikteliği elle­
rinden almıştı.
Bilinmeyene doğru giden başka bir uçağın daha kalkışını
izledi. Artık yolun sonuna gelmişti. Gidecek hiçbir yeri kal­
mamıştı.
Saatlerce bekledikten sonra, nihayet omzuna dokunan bir
el ve adını söyleyen bir ses duyunca, neredeyse rahatladı.

* * *

Paula önce Johanna'nın yanağına, sonra da oğlunun başı­


na bir öpücük kondurdu. Doğumu kaçırdığına ve kendisinin
yerine Mellberg'in burada olduğuna hala inanamıyordu.
508

Sayısız kez tekrarlamış olsa da, "Çok ama çok özür dile­
rim" dedi.
Johanna yorgun bir halde gülümsedi. "Sana ulaşamayın­
ca epey bir sövdüğümü itiraf etmeliyim ama kilitli kalmanın
senin suçun olmadığını biliyorum. Hatta iyi olmana seviniyo­
rum."
"Ben de. Yani ben de senin iyi olmana seviniyorum" de­
di Paula onu tekrar öperek. ''Ve o . . . muhteşem." Johanna'nın
kollarında yatan oğluna baktı; hala burada, karşısında oldu­
ğuna inanamıyordu.
Johanna oğlunu Paula'ya uzatarak, "Alsana" dedi. Paula
yatağın kenarına oturdu ve bebeği kollarında salladı. "Peki
ya bugün Rita'nın da cep telefonuna cevap vermemesine ne
demeli?"
Yeni doğan oğluyla mırıldanarak konuşan Paula, "Biliyo­
rum. Annem yıkılmış durumda" dedi. "Onunla bir daha asla
konuşmayacağına inanıyor."
Johanna, "Hey, bunu kasıtlı olarak yapmadı ki. Hem bana
yardım edecek birini de buldum" diyerek güldü.
"Buna hala inanamıyorum" dedi Paula. "Bertil'in bekleme
odasında annerne neler dediğini duymalısın. Orada oturmuş,
oğlumuzun ne kadar 'müthiş bir çocuk' olduğunu ve senin ne
kadar cesur davrandığını söyleyip duruyor. Eğer annem ona
daha önce aşık olmadıysa, artık kesinlikle olmuştur. Yüce
Tanrım." Paula başını iki yana salladı.
"Bir an kaçıp gideceğini sandım ama itiraf etmeliyim ki,
beklediğimden çok daha dayanıklı çıktı."
Sanki Bertil kendisi hakkında konuştuklarını duymuş gi­
bi kapıyı çaldı ve yanında Rita'yla birlikte eşikte durdu.
Johanna eliyle içeri girmelerini işaret ederek, "Gelin ha­
di" dedi.
Rita, Paula'yla torununun yanına giderek, "Sadece nasıl
olduğunuzu görmek istedik" dedi.
509

Johanna, "Tabii. En son yarım saat önce buradaydınız" di­


yerek kayınvalidesine sataştı.
Temkinle yaklaşıp usulca bebeğe bakan Mellberg, "Büyü­
müş mü diye bakmaya geldik. Bir de sakalının çıkıp çıkmadı­
ğını kontrol edeceğiz" derken yüzü ışıldadı. Rita, Bertil'e an­
cak aşk olarak nitelendirilebilecek bir şekilde baktı.
"Onu tekrar kucağıma alabilir miyim?" diye sordu Mell­
berg.
Paula başıyla onayladı. Oğlunu ona uzatarak, "Tabii ki.
Sanırım bunu hak ettin" dedi.
Sonra arkasına yasiandı ve Mellberg'in bebeği inceleyişini
izledi. Rita'nın gözleri de ikisinin üzerindeydi. Ve Paula o an
fark etti ki, oğlunun hayatında bir erkek fi.gürü bulunması­
nın yararlı olacağını düşünse de, Bertil Mellberg'i asla bu ro­
le yakıştırmamıştı. Ama artık bu olasılıkla karşı karşıya ol­
duğuna göre, bunun o kadar da kötü bir fikir olmadığını dü­
şünüyordu.
Fj allbacka, 1945

Erik'i evde bulmayı umarak şansını denemeye karar ver­


mişti. Norveç'e gitmeden önce konuşmaları gerektiğini düşü­
nüyordu. Erik'e güveniyordu. İçine kapanık görüntüsünün
altında içten ve dürüst bir yanı vardı. Hans onun sadık bi­
ri olduğunu da biliyordu. En çok da bu özelliğine güveniyor­
du. Çünkü Hans, başına bir şeyler gelebileceği olasılığını gör­
mezden gelemezdi. Norveç'e geri dönecekti ve savaş sona er­
miş olsa da, orada neler olacağını kestiremezdi. Bazı şeyler
yapmıştı, hem de affedilmez şeyler; üstelik babası da Alman­
ların ülkesinde yaptıkları kötülüklerin en önde gelen tem­
silcilerinden biriydi. Hans artık baba olacağına göre, bütün
olasılıkları düşünmesi gerekiyordu. Elsy'yi korunmasız bı­
rakamazdı. Ve bu rolü oynayabileceğini düşündüğü tek kişi
Erik'ti. Hans kapıyı çaldı.
Erik evde yalnız değildi. Hans, Britta ile Frans'ın da kü­
tüphanede olduklarını görünce kendi kendine iç geçirdi.
Erik'in babasının gramofonunda plak dinliyorlardı.
Erik masanın ardındaki alışılagelmiş yerini alırken, "An­
nemle babam yarına kadar dönmeyecekler" diye açıkladı.
Hans tereddüt ederek kapı ağzında durdu.
Erik'e bakarak, "Aslında seninle özel olarak konuşmayı
umuyordum" dedi.
Frans bir hacağını oturduğu sandalyenin kolundan aşa-
51 1

ğıya sarkıtarak, "Siz ikiniz ne sırlar saklıyorsunuz?" diyerek


onlara sataştı.
Britta Hans'a gülümseyerek, "Sahi, neymiş o sırlar?" diye
tekrarla dı.
Erik omuz silkti ve ayağa kalktı. Hans'a dönerek, "Bir süreli­
ğine dışarıya çıkalım" deyip verandaya yöneldi. Hans peşinden
gitti ve kapıyı dikkatlice kapattı. En alt hasarnağa oturdular.
Hans ayakkabısının burnuyla çakıl taşlarını dürterek, "Bir­
kaç günlüğüne gitmem gerek" dedi.
Erik burnundan aşağıya kayıp duran gözlüklerini yukarı­
ya iterek, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
"Norveç'e. Eve gitmem ve . . . bazı şeyleri halletmem gereki­
yor."
Konuyla pek ilgilenmiyormuş gibi görünen Erik, "Tamam"
dedi.
''Ve senden bir iyilik yapmanı istiyorum."
"Pekala." Erik omuz silkti. Evin içindeki gramofondan
yükselen müziği duyabiliyorlardı. Frans sesi açmış olmalıydı.
Hans tereddüt etti. Sonra, "Elsy hamile" dedi.
Erik cevap vermedi. Sadece gözlüklerini tekrar yukarı­
ya itti. "Elsy hamile ve onunla evlenme izni almak için res­
mi makamlara başvurmak istiyorum. Ama önce eve gidip iş­
lerimi halletmem gerek. Yani, eğer . . . bana bir şey olursa . . .
Elsy'ye göz kulak olacağına söz verir misin?"
Erik hala bir şey söylememiştİ ve Hans tedirgin bir hal­
de onun cevabını bekliyordu. Güvendiği birisi Elsy'ye yardım
edeceğine dair söz vermeden önce gitmek istemiyordu.
Erik sonunda, "Tabii ki Elsy'ye göz kulak olurum" dedi.
"Onu bu duruma düşürmen talihsizlik olsa da. Ama neden
başına bir şey geleceğinden korkuyorsun ki?" Kaşlarını çattı.
"Evde bir kahraman gibi karşılanman gerek. Neden ortalık
çok tehlikeli hale gelince kaçtığın için seni eleştirsinler ki?"
Erik dönüp arkadaşına baktı.
512

Ama Hans b u soruya kulak asmadı. Ayağa kalktı ve pan­


tolonunu düzeltti
''Tabii ki başıma hiçbir şey gelmeyecek. Ama her ihtimale
karşı, sana haber vermek istedim. Ve artık bana bir söz ver­
din."
Erik de ayağa kalkarak, "Tamam, · tamam" dedi. "Gitme­
den önce içeri girip diğerlerine de veda etmek ister misin?
Ağabeyim de evde. Dün geldi" dedi Erik yüzü aydınlanarak.
Hans Erik'in omzunu okşayarak, "Bunu duyduğuma çok
sevindim" dedi. "Peki ne durumda? Eve dönüş yolunda oldu­
ğunu ama zor zamanlar geçirdiğini duydum."
"Evet, doğru." Erik'in yüzünden bir gölge geçti. "Çok zor
zamanlar geçirmiş. Ve çok halsiz. Ama en azından evde!" de­
di yüzü tekrar aydınlanarak. "Neden içeri girip ona merhaba
demiyorsun? Siz ikiniz henüz tanışmadınız."
Hans gülümseyerek başıyla onayladı ve Erik'in peşinden
tekrar eve girdi.
......

İlk birkaç dakika boyunca, mutfak masasına gergin bir or­


tam hakimdi. Sonra gerginlikleri kaybolmaya başladı ve ağa­
beyleriyle neşeyle ve rahatça sohbet edebildiler. Bl!- gelişme
üzerine hala biraz şaşkın görünen Anna, karşısında oturan
Göran'a şaşkınlıkla bakıyordu.
Erica masadaki şekerleme yığınından bir tane Dumlekola
alarak, "Anne babanın kim olduğunu merak etmedin mi?" di­
ye sordu.
"Tabii ki ara sıra merak ettim" dedi Göran. "Ama öte yan­
dan . . . bence annem ve babam -yani Wilhelm ve Marta- be­
nim için yeterliydi. Ara sıra bu konu aklıma gelirdi ve anne­
min beni neden evlatlık verdiğini merak ederdim." Göran du­
raksadı. "Ama duyduğum kadarıyla zor durumda kalmış."
Erica Anna'ya bakarak, "Evet, doğru" dedi. Her zaman ko­
rumaya çalıştığı küçük kız kardeşine olan bitenin ne kada­
rını anlatması gerektiğine karar vermekte zorlanmıştı. Ama
sonunda Anna'nın annelerinden çok daha kötü hadİreler at­
lattığını fark etmiş, ona topladığı bütün bilgilerden ve gün­
lüklerden bahsetmişti. Anna her şeyi doğal karşılamıştı ve
işte şimdi hep birlikte burada, Erica ile Patrik'e ait olan ev­
deydiler. Üç kardeş . İki kız kardeş ve ağabeyleri. Bu garip
bir histi ama bir yandan da çok doğal geliyordu. Belki de kan
bağının .insanları birbirine yaklaştırdığı doğruydu.
514

Göran, Patrik ile Dan'ı işaret ederek, "Herhalde artık ba­


na son erkek arkadaşlarınızı anlatmak için çok geç" diye gül­
dü. "Görünüşe bakılırsa, ne yazık ki bu aşamayı kaçırmışım."
Erica gülümseyip bir Dumlekola daha alarak, "Evet, sanı­
rım öyle" dedi.
Göran ciddileşerek, "Bu arada, katili yakaladığınızı duy­
dum - yani kurbanın ağabeyini" dedi.
Patrik başıyla onayladı. "Evet, havaalanında uçak bekli­
yordu. Aslında bu tuhafımıza gitti, çünkü her an gidebilirdi
ve muhtemelen onu asla yakalayamazdık. Ekip arkadaşları­
ma göre Axel fazlasıyla işbirlikçi davranmış."
Dan kolunu Anna'nın omuzlarına dolayarak, "Peki karde­
şini neden öldürmüş?" diye sordu.
"Onu hala sorguya çekiyorlar, yani gerçekten bilmiyorum"
diye cevap veren Patrik yerde, yanında oturan ve Göran'ın
annesinin verdiği bebekle oynayan Maja'ya bir parça çikola­
ta uzattı.
Göran Erica'ya bakarak, "Şey, ölen kardeşin babama ne­
den bunca yıldır para gönderdiğini elimde olmadan merak
ediyorum. Anladığım kadarıyla, o babam değilmiş. Babam şu
Norveçliymiş. Yoksa yanlış mı anlamışım?" dedi.
"Yo, haklısın. Annemin günlüklerine göre , babanın adı
Hans Olavsen'miş ya da Hans Wolf. Anlaşılan Erik ile anne­
min arasında romantik bir ilişki yaşanmamış. Yani bilmiyo­
rum . . . " Erica düşünürken dudağını ısırdı. "Muhtemelen Axel
Frankel'in sorgusu bittikten sonra daha fazla şey öğrenecek­
ler."
Patrik başıyla onaylayarak, "Muhtemelen" dedi.
Dan boğazını temizleyince herkes dönüp ona b aktı .
Anna'yla bakıştılar ve Anna, "Şey, ee . . . bizim verilecek bir
haberimiz var" dedi.
Erica ağzına bir Dumlekola daha atarak, "Neymiş o?" di­
ye sordu.
515

"Şey. . ." Anna duraksadı ama sonra sözcükler ağzından dö­


külüverdi: "Bir bebeğimiz olacak. Baharda."
"Sahi mi? Bu harika bir haber!" diye haykıran Erica ayağa
kalkıp önce masanın karşısındaki kız kardeşine ve Dan'a sa­
rıldıktan sonra gözleri ışıldayarak tekrar yerine oturdu. "Pe­
ki kendini nasıl hissediyorsun? Her şey yolunda mı? İyi mi­
sin?" Erica soruları birbiri ardına sıraladıkça, Anna güldü.
"İyiyim ama biraz keyifsizim. Tıpkı Adrian'a hamileyken
olduğum gibi. Ve sürekli akide şekeri aşeriyorum."
"Ha ha, o kadar şeyin arasında akide şekerini buldun?"
dedi Erica gülerek. "Ama benim konuşmaya hakkım yok. Ha­
tırlıyorum da hamileyken tıka basa Dumlekola . . . " Erica cüm­
lesini yarıda kesti ve masanın üzerindeki ambalaj kağıdı yı­
ğınına baktı. Sonra Patrik'e baktı ve ağzının ardına kadar
açık olmasından, aynı şeyi düşündüğünü anladı. Telaşla he­
sap yapmaya başladı. Ne zaman adet görecekti? Annesiyle il­
gili her şeye o kadar odaklanmıştı ki, bunu düşünmeınİştİ bi­
le . . . İki hafta önce! İki hafta önce adet görmüş olması gereki­
yordu. Şaşkın vaziyette tekrar şekerleme kağıtlarına baktı.
Sonra Anna'nın kahkahalarla güldüğünü duydu.
Fj allbacka, 1945

Axel aşağı kattan gelen sesler duydu. Büyük bir gayret­


le yatağından çıktı. Tamamen iyileşmesi zaman alacaktı.
İsveç'e geri döndüğünde kendisini muayene eden doktor böy­
le demişti. Endişeli görünen babası da Axel önceki gün niha­
yet eve döndüğünde aynı şeyi söylemişti. Tekrar evde olmak
çok keyifliydi. Bir an için sanki bütün o dehşet ve maruz kal­
dığı korkunç şeyler hiç yaşanmamış gibi hissetti. Ama anne­
si onu gördüğü anda gözyaşiarına boğulmuştu. Hele kollan­
nı Axel'in sıska ve çelimsiz vücuduna dolayınca daha da çok
ağlamıştı. İşte bu Axel'i incitmişti. Çünkü bunlar sevinç göz­
yaşlan değildi. Annesi Axel artık eskisi gibi olmadığı için ağ­
lıyordu. Ve asla eskisi gibi olmayacaktı. O lafını sakınmayan,
gözü pek ve neşeli Axel artık yoktu. Geçip giden yıllar hepsi­
ni ondan söküp almıştı. Axel annesinin gözlerine baktığında,
asla geri gelmeyecek olan oğlu için yas tuttuğunu, aynı za­
manda kısmen ·de olsa geri döndüğü için şükrettiğini gördü.
Uzun zaman önce planladıkları halde, kocasıyla evden çı­
kıp geceyi dışarıda geçirmek istemiyordu. Ama babası Axel'in
biraz yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu anladığından, karısı­
na kendisine katılması için ısrar etmişti.
"Oğlan artık evde" demişti. "Onunla geçirecek bol bol vak­
timiz olacak. Ona biraz huzur verelim ki dinlenebilsin. Hem
Erik de yanında olacak."
51 7

Annesi nihayet pes etmişti ve çıkmışlardı. Axel yalnız kal­


ma fırsatını yakaladığı için rahatlamıştı; tekrar evde olmaya
alışmakta zorlanıyordu. Axel olmaya alışmaya da.
Sağ kulağını kapıya doğru çevirip dinledi. Doktor sol ku­
lağının duyma: yetisini temelli kaybettiğini kabullenmesi ge­
rektiğini söylemişti. Zaten Axel de aksini beklemiyordu. Gar­
diyan tüfeğinin dipçiğini kulağının üzerine geçirdiğinde, Axel
bir şeylerin zarar gördüğünü anlamıştı. Zarar gören kulağı,
ona yaşadıklannı hatırlatmaya devam edecekti.
Aksayan adımlarla antreye yürüdü. Bacakları hala çok
güçsüz olduğundan, babası ona geçici olarak kullanması için
bir haston vermişti. Bu haston bir zamanlar baba tarafından
büyükbabasına aitti. Sağlam, dayanıklı ve gümüş uçluydu.
Axel ağır ağır merdivenlerden inerken hastonu sıkıca kav­
ramak zorunda kalmıştı. Uzun zamandır yatakta dinleni­
yorrlu ve duyduğu seslerin kime ait olduğunu merak etmiş­
ti. Yalnız kalmaya can attığı halde, şimdi de kendisine yol­
daş anyordu.
Frans ile Britta kütüphanedeki koltuklara oturmuşlar­
dı. Axel onları hiçbir şey olmamış gibi, tekrar burada görme­
yi garipsedi. Onlar için hayat her zamanki gibi akıp gitmiş­
tL Üst üste yığılan cesetleri görmemişlerdi; ya da yanlannda
duran adamın kafasına kurşun yiyerek birdenbire yere düş­
mesini izlememişlerdi. Axel bir an için bunun ne kadar bü­
yük bir haksızlık olduğunu düşündü, ama sonra hayatını ris­
ke atmanın kendi seçimi olduğunu ve sonuçlarına katlanma­
sı gerektiğini hatırladı. Yine de tamamen dinmeyen öfkesi,
içten içe yanmaya devam etti.
"Axel! Seni uyanık görmek ne güzel!" dedi Erik çalışma
masasının ardındaki sandalyesinde doğrularak. Kardeşini
görünce Axel'in yüzü aydınlandı. Eve geldiğinde de kalbini
en çok ısıtan bu olmuştu. Kardeşinin yüzünü tekrar görmek.
"Haklısın. Yaşlı adam hastonu yardımıyla etrafta dolanma-
518

yı başarıyor" diyerek güldü ve hastonunu Frans ve Britta'ya


göstermek için şaka yollu havaya kaldırdı.
"Burada seninle tanıştırmak istediğim biri var" dedi Erik
hevesle. "Hans, Norveçli. Direniş hareketindeymiş ama Al­
manlar peşine düşünce Elofun gemisine saklanarak kaç­
mış. Hans, bu benim ağabeyim Axel." Erik'in sesi gurur do­
luydu.
Axel önce odanın karşı köşesinde dikilen biri olduğunu
fark etti. Oğlanın sırtı kapıya dönük olduğu için sadece kıvır­
cık sarı saçlı, ince bir siluet gördü. Axel merhaba demek için
bir adım attığında karşısındaki ona yüzünü döndü.
O an dünya durdu. Axel tüfeğin dipçiğini gördü. ihanete
uğramanın, iyilerin tarafında olduğunu sandığı ve güvendiği
biri tarafından hayal kırıklığına uğratılmanın acısını tekrar
yaşadı. Karşısındaki oğlanı görür görmez tanımıştı. Kulağın­
da bir hışırtı oldu ve bütün kanı göğsüne hücum etti. Axel ne
yaptığının farkına bile varmadan hastonunu havaya kaldırdı
ve doğruca oğlanın yüzüne indirdi.
"Ne yapıyorsun sen!" diye bağıran Erik, yere devrilen, el­
leriyle yüzünü kapayan ve parmaklarının arasından oluk
oluk kanlar akan Hans'ın yanına koştu. Frans ve Britta da
ayağa fırlamışlardı ve hayretler içinde Axel'e bakıyorlardı.
Axel hastonunun ucunu oğlana doğrulttu ve sesi öfkeden
titreyerek, "Size yalan söylemiş" dedi. "O Norveçli bir dire­
nişçi değil. Ben Grini'de esirken orada gardiyandı. Duyma
yetimi kaybetmeme o sebep oldu. Tüfeğinin dipçiğiyle kula­
ğıma vurdu."
Odaya sessizlik çökmüştü.
Erik nihayet yerde hıçkırarak ağlayan Hans'ın yanına otur­
du ve alçak sesle, "Ağabeyimin dedikleri doğru mu?" diye sor­
du. "Bize yalan mı söyledin? Almanlar için mi çalışıyordun?"
Hala zangır zangır titreyen Axel, "Grini'deki bir Nazi su­
bayının oğluydu" dedi.
519

Erik, Hans'a nefretle bakarak, "Demek senin gibi biri Elsy'yi


hamile bıraktı öyle mi?'' dedi.
"Ne dedin sen?" diye sordu Frans. Yüzü bembeyaz olmuş­
tu. "Elsy'yi hamile mi bırakmış?"
"Bana söylemek istediği şey buymuş. Bir de başına bir şey
gelecek olursa Elsy'ye göz kulak olmarnı isteme cüretini gös­
terdi. Çünkü Norveç'e geri dönmesi gerekiyormuş." Erik o
kadar öfkelenmişti ki, her yanı titriyordu. Ayağa kalkmaya
çalışan Hans'a bakarken, yumruklarını açıp kapatıyordu.
"Tabii ya" dedi Axel. "Bahse girerim gitmesi gerekiyordur.
Doğruca babasına koşacaktır." Eastonunu bir kez· daha hava­
ya kaldırıp tüm gücüyle Hans'a vurdu. Hans inleyerek kıv­
ranmaya başladı.
"Hayır, ben . . . annemi görmeye gidecektim . . . " Hans yalva­
rırcasına diğerlerine bakarken sözcükleri ağzında geveledi.
Frans dişlerini sıkarak, "Seni kahrolası pislik" dedi ve
Hans'ın karnma esaslı bir tekme savurdu.
"Nasıl yaparsın? Bize nasıl böyle yalan söylersin? Üstelik
ağabeyimin durumunu bildiğİn halde . . . " Erik'in gözleri yaş­
lada doldu ve sesi çatladı. Ayağa kalkıp birkaç adım gerile-
di. Kollarını vücuduna doladı ve daha çok titremeye başladı.
"De mek sıvışmayı planlıyordun, öyle mi?" diye haykırdı
Frans. "Elsy'yi hamile bıraktıktan sonra gidecek miydin? Yü­
ce Tanrım, seni kahrolası domuz! Elsy'den başka kız bulama­
dm mı?! Şimdi bir Alman piçi doğuracak!" Frans'ın sesi iyice
tizleşti.
Britta ümitsizce ona baktı. Frans'ın Elsy'ye ne kadar de­
rin hisler beslediğini ancak şimdi fark ediyordu. Kalbinde
hissettiği acı' yüzünden yere yığıldı ve kontrolsüzce ağlama­
ya başladı.
Frans birkaç saniyeliğine dönüp ona baktı. Kimsenin bir
şey yapmasına fırsat vermeden masanın yanına gitti, üzerin­
deki mektup açacağını aldı ve Hans'ın göğsüne sapladı.
520

Diğerleri dehşete kapılarak, birkaç saniye boyunca ona


baktılar. Çok geçiren Erik ile Britta adeta felç olmuşlardı
ama mektup açacağının etrafında biriken kan, Axel'in için­
deki canavarı ortaya çıkardı. Bütün öfkesini yerde hareket­
siz yatan cesede yöneltti. Hans'la birlikte ilkel sözcükler sarf
ederek Hans'a tokatlar, tekmeler ve yumruklar savurdular.
Bitkin düşüp nefes nefese kalarak durduklarında, yerde­
ki oğlan tanınmayacak hale gelmişti. Birbirlerine baktılar.
Korkmalarına karşın içlerinde büyük bir coşku vardı. Tüm
o öfkeyi ve dışarı çıkmak için fırsat kollayan her şeyi salıver­
mek, özgürleştirici ve muhteşem bir histi; birbirlerinin gözle­
rine bakınca bunu görebiliyorlardı.
Elleri, giysileri ve yüzleri Hans'ın kanına bulanmış hal­
de bir süre dikilip, aynı duyguları paylaşmanın tadını çıkar­
dılar. Kan geniş bir alana yayılmıştı ve cesedin altında ko­
yu renk bir kan gölü oluşmaya başlamıştı. Kanın bir kısmı,
hala kolları vücuduna dolanmış halde dikilen ve tir tir titre­
yen Erik'in üzerine sıçramıştı. Gözlerini kanlar içindeki ce­
setten alamıyordu. Dönüp ağabeyine bakarken ağzı yarı ara­
lıktı. Britta yerde oturmuş, üzerinde kan damlaları olan el­
lerine bakıyordu ve yüz ifadesi Erik'inki kadar boştu. Hiçbi­
ri tek kelime dahi etmedi. Sanki fırtınanın ardından tekinsiz
bir sessizlik çökmüştü. Odada çıt çıkmıyordu ama sessizlik
yine de uğuldayan bir rüzgarın anılarını taşıyordu.
Nihayet Frans sessizliği bozdu.
Ayağıyla Hans'ın cesedini dürterek, "Bundan kurtulma­
lıyız" dedi soğukkanlılıkla. "Britta, sen burada kalıp ortalığı
temizle. Erik, Axel ve ben onu buradan götüreceğiz."
Gömleğinin koluyla yüzündeki kanı silmeye çalışan Axel,
"İyi ama onu nereye götüreceğiz?" diye sordu.
Frans bir süre düşündükten sonra, "Ne yapacağımızı bili­
yorum" dedi. "Onu evden dışarı çıkarmak için hava kararın­
eaya kadar bekleyeceğiz. Onu bir şeyin üzerine koyacağız ki
52 1

her yeri kana bulamasın. Biz de bu arada Britta'nın ortalığı


topadamasına yardım edebilir ve üstümüzü başımızı temiz­
leriz."
"Ama . . . " Erik itiraz edecek oldu ama sesi kısılarak yere yı­
ğıldı ve gözlerini Frans'ın gerisindeki bir noktaya dikti.
Frans sesinde keyifli bir tınıyla, "Ben çok uygun bir yer
biliyorum. Onu kendi yandaşlarının yanına gömeceğiz" dedi.
Axel sıkkın bir şekilde, "Kendi yandaşları mı?" diye sordu.
Hastonunun kan ve saçla kaplı olan ucuna bakıyordu.
Gülümsernesi giderek yayılan Frans, "Onu Alman askerle­
rin yanına gömeceğiz. Onlann mezanna" dedi. "İlahi adalet."
Erik yerde oturup önüne bakarken, '1gnoto militi" diye mınl­
dandı. Kafası kanşan Frans ona baktı. Erik alçak sesle, ''Meç­
hul askerin anısına" diye açıkladı. ''Mezarda böyle yazıyor."
Frans güldü. "Gördün mü? Ne kadar uygun."
Başka gülen olmadı ama Frans'ın planına itiraz da et­
mediler. Duygusuzca hareket ederek, gerekeni yapmaya ko­
yuldular. Erik gidip bodrumdan büyük bir kağıt torba getir­
di ve Hans'ın cesedini bunun üzerine koydu. Axel antredeki
dolaptan temizlik malzemelerini aldı ve Frans ile Britta kü­
tüphaneyi temizlerneye giriştiler. İşleri tahmin ettiklerinden
çok daha zordu. Kan yapış yapıştı ve ilk başta her temizle­
me girişimlerinde daha da çok yayılıyordu. Britta dizlerinin
üzerinde, elinde ovalama fırçasıyla yerleri temizlerken his­
terik bir şekilde ağlıyor, ara sıra hıçkırıkları yüzünden du­
raksamak zorunda kalıyordu. Frans devam etmesi için ona
çıkışıyordu. O da çalışırken ter içinde kalmıştı ama diğerle­
rinin aksine, gözlerinde hiçbir şok belirtisi yoktu. Erik me­
kanik bir şekilde ovalıyordu; nihayet Frans'ın haklı olduğu­
nu fark edince, olanları polise bildirmesi gerektiğini söyleyip
durmaktan vazgeçmişti. Toplama kampı cehenneminden sağ
kurtulduktan sonra yeni eve dönen Axel'in polisler tarafın­
dan götürülüp hapse tıkılınasını göze alamazdı.
522

Bir saatlik sıkı çalışmadan sonra alınlarının terini sildi­


ler ve Frans kütüphanede olup bitenlerden geriye iz hiçbir iz
kalmadığından emin oldu.
Erik alçak sesle, "Annemle babamın gardırobundan siz­
ler için birkaç parça ödünç almamız gerek" dedi ve giysileri
almaya gitti. Geri döndüğünde durup kütüphanenin bir kö­
şesinde yere kıvrılmış vaziyette oturan, gözlerini hastonu­
nun ucuna yapışmış kan ve saçlardan ayıramayan ağabeyi­
ne baktı. Axel öfkesini boşalttığından beri çok az konuşmuş­
tu ama o an başını kaldırıp doğruca karşıya baktı. "Peki onu
mezarlığa nasıl götüreceğiz? Onu ormana gömmek daha iyi
bir fikir değil mi?" diye sordu.
Frans önerisinden vazgeçmeyi reddederek, "Sizinkilerin
motosikleti var. Onu kullanırız" dedi. "Eğer onu ormana gö­
mersek hayvanın biri gelip onu dışarı çıkarabilir. Ama Al­
manların mezarında bir ceset daha olduğunu kimse tahmin
edemez. Zaten orada gömülü olan bir sürü ceset var. Onu
motosiklete koyup üzerini örtersek, kimse bir şey görmez."
Gözlerini tekrar hastonuna çeviren Axel, "Ben yeterince
mezar kazdım" dedi kayıtsızca .
"Kazma işini Frans v e ben üstleniriz" dedi Erik telaşla.
"Sen burada kalabilirsin, Axel. Britta, sen de eve gitmelisin.
Eğer akşam yemeğinde evde olmazsan seni aramaya başlar­
lar." Gözlerini ağabeyinden ayırmadan, makineli tüfek gibi
çabucak konuştu.
"Benim eve gidip gelmem kimsenin urourunda değil" dedi
Frans ruhsuzca. ''Yani ben kalabilirim. Saat ona kadar bek­
leyelim. Gecenin o saatinde dışarıda pek fazla insan olmaz ve
hava da yeterince kararmış olur."
Erik, "Peki ya Elsy ne olacak?" diye sordu. Gözlerini in­
dirip ayakkabıianna baktı. "Hans'ın geri dönmesini bekliyor.
Üstelik bir bebeği olacak . . . "
Frans, "Ah, tabii. Kahrolası bir Alman piçi doğuracak.
523

Yaptığı şeyin sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak" di­


ye çıkıştı. "Elsy'ye hiçbir şey söylemeyeceğiz! Duydun mu be­
ni? Hans'ın Norveç'e geri döndüğünü ve onu terk ettiğini zan­
nedecek; zaten muhtemelen Hans'ın gitme sebebi de buydu.
Ama ona acımaya hiç niyetim yok. Başının çaresine bakması
gerekecek. İtirazı olan var mı?" Frans sırayla arkadaşlarının
yüzlerine baktı. Kimse konuşmadı.
"Peki öyleyse. Karar verilmiştir. Bu olay aramızda sır ola­
cak kalacak. Hadi Britta, artık eve git de seni aramaya baş­
lamasınlar."
Britta ayağa kalktı ve eli titreyerek kan lekeli elbisesi­
ni düzeltti. Tek kelime dahi etmeden Erik'in uzattığı elbise­
yi aldı ve yıkanıp üzerini değiştirmeye gitti. Üç oğlanı da kü­
tüphanede bırakıp çıkmadan önce gördüğü son şey Erik'in
yüz ifadesiydi. Hans'ın sırrı ortaya çıktığında gözlerinde be­
liren öfkeden eser kalmamıştı. Geriye sadece utanç kalmıştı.
Birkaç saat sonra Hans, altmış yıl boyunca rahatsız edil­
meden yatacağı mezarına yerleştirilmişti.
Fjallbacka, 1975

Elsy, Erica'nın yaptığı resmi alıp dikkatlice sandığın içi­


ne koydu. Tore kızlan alıp tekneyle denize açılmıştı; ev birkaç
saatliğine kendisine kalmıştı. Böyle zamanlarda genellikle ça­
tı katına çıkar ve bir süre oturup geçmişi düşünürdü.
Hayatı, tahmininden çok daha farklı bir çizgide seyretmiş­
ti. Mavi günlükleri çıkardı ve dalgın bir halde en üsttekinin
kapağını okşadı. Ne kadar da gençti. Ne kadar saftı. Eğer şim­
di bildiklerini o zaman bilseydi, bu kadar büyük acılar çekmek
zorunda kalmazdı. İnsan bu kadar çok sevmemeliydi. Bedeli
daima fazla yüksek oluyordu; işte bu yüzden uzun zaman ön­
ce çok sevmenin bedelini hala ödüyordu. Ama kendine verdiği
sözü tutmuş ve bir daha asla bu kadar çok sevmemişti.
Tabii ki bazen direnmeyi bırakıp kalbini açmayı düşünü­
yordu. Ö zellikle de yüzleri kendisine doğru çevrilmiş iki kızı­
nın özlem dolu gözlerine baktığında. Kendisinden beklenen
bir şeyin açlığını çektiklerini görüyordu ama onlara bunu
vermekten acizdi. Bilhassa da Erica'ya. Erica'nın Anna'dan
daha çok sevgiye ihtiyacı vardı. Bazen Elsy Erica'nın öyle­
ce oturduğunu, küçük bir kızın yüzünde nadiren rastlanan
ve karşılanmamış sevgi ihtiyacını tüm açıklığıyla gözler önü­
ne seren bir yüz ifadesiyle kendisine baktığını görüyordu.
Elsy'nin bir yanı sözünden çıkmak, küçük kızının yanına gi­
dip kollarını ona dolamak ve kendi kalbinin Erica'nınkiyle
525

beraber attığını duymak istiyordu. Ama bir şey hep onu dur­
duruyordu. Son anda, ayağa kalkıp kızına sarılmadan önce,
hep o ufacık ve sıcak vücudu kollannda hissediyordu. Hans'a
ve kendisine çok benzeyen oğlu, dünyaya yeni açtığı gözleriy­
le ona bakıyordu. Bu aşk çocuğunu birlikte yetiştireceklerini
düşünmüştü. Ama bunun yerine tek başına, yabancılada do­
lu bir odada doğum yapmıştı. Oğlunun vücudundan ve sonra
da kollarının arasından kayıp gittiğini hissetmiş, hakkında
hiçbir şey bilmediği başka bir anneye götürülüşünü izlemişti.
Elsy elini sandığa sokup zıbını çıkardı. Yıllar içinde soluk­
laşan kan izleri artık daha çok pas lekesini andırıyordu. Elsy
o tatlı ve ılık kokudan eser kalıp kalmadığını anlamak için
zıbını burnuna götürdü. Ama hüsrana uğradı. Burnuna sade­
�e ağır bir küf kokusu geldi. Sandıkta geçen onca yılın ardın­
dan, oğlunun kokusu Elsy'nin içine çekmesini imkansız kıla­
cak şekilde uçup gitmişti.
Elsy bazen onun izini sürmeyi düşünüyordu. Sadece iyi ol­
duğundan emin olmak için. Ama bu fikri hiçbir zaman ha­
yata geçirmemişti. Tıpkı bir gün kızlarına sarılma ve kalbini
kapatmasına neden olan yemini bozarak özgürlüğe kavuşma
fikrini hayata geçİrınediği gibi.
Elsy sandığın dibinde duran madalyayı alıp elinde tart­
tı. Bunu Hans'ın odasını ararken, çocuğunu doğurmak üzere
oradan ayrılmadan önce bulmuştu. O zamanlar hala eşyaları
arasında kendisini ve çocuğunu neden terk ettiğine dair bir
ipucu bulabileceğine inanıyordu. Ama birkaç parça giysi ha­
ricinde bulabildiği tek şey bu madalyaydı. Hans'ın bunu ne­
reden bulduğunu, madalyanın ne ifade ettiğini ya da Hans'ın
hayatında ne gibi bir rol oynadığını bilmiyordu. Ama önemli
olduğunu sezdiği için onu saklamıştı. Madalyayı dikkatle zı­
bına sardı ve bu küçük çıkını sandığa geri yerleştirdi. Sonra
günlükleri ve Erica'nın sabah yaptığı resmi çekmeceye koy­
du. Çünkü Elsy'nin kızlarına verebildiği tek şey buydu. Anı-
526

larıyla baş başa kaldığında hissettiği anlık bir sevgi. Kendine


onları zihniyle değil de kalbiyle anma izni verdiği tek sefer
buydu. Kızları ona sevgiye aç gözlerle baktıklarında, Elsy'nin
kalbi korkuyla kapanıyordu.
Çünkü sevmeyi redderlerrlerin kaybedecek hiçbir şeyleri
olmazdı.
Teşekkür

Micke, bana bir kez daha inanılmaz destek olduğu için, te­
şekkür etmek istediğim insanlar listesinin başında yer alı­
yor. Her zamanki gibi yayıncım Karin Linge Nordh'a, içtenli­
ği ve taslağıını daha iyi bir kitaba, beni de daha iyi bir yaza­
ra dönüştüren titiz dikkati için teşekkürler. Ayrıca İsveç'teki
yayınevim Forum'daki herkese, beni yüreklendirmeye devam
ettikleri için teşekkür ederim. Her birinizle çalışmak büyük
bir zevk.
Ayrıca hikayemdeki bilgilerin ve çeşitli yorumların doğru­
luğuyla ilgili de yardım aldım. Tanumshede Karakolu'ndaki
memurlar her zamanki gibi çok yardımcı oldular; özellikle de
Petra Widen'e ve Folke Asberg'e teşekkürlerimi sunuyorum.
Martin Melin ise taslağı okudu ve polisiye detaylarla ilgili
değerli katkılarda bulundu. 1 940'lar ve savaş zamanındaki
İsveç hakkında tarihsel detaylar sunan babası Jan Melin'den
aldığım yardım ise işin tuzu biberi oldu. Göteborg adli tıp la­
boratuvarındaki Jonas Lindgren'e, kendisine sorular yönelt­
meme izin verdiği için bir kez daha teşekkürler.
Ayrıca Anders Tarevi'ye taslağı okuduğu ve Fjallbacka'yla
ilgili b azı detayları düzelttiği için teşekkür ederim; ne de
olsa uzun zamandır orada yaşamıyorum. Annem Gunnel
Lackberg de Fjallbacka hakkında bilgi verdi ve çocuk bakıcı­
sı rolünü üstlenerek yardımıma koştu. Aynısı Hans ve Mona
52 8

Eriksson için de geçerli; Mona ayrıca taslağı da okuyup fikir­


lerini sundu.
Kitapta kendisinden kısaca bahsetmeme izin veren Lasse
Anrell'e de teşekkür ederim. Bir sonraki görüşmemizde be­
nimle sardunya yetiştirme konusunda tüyolar paylaşacağına
söz verdi.
Gimo Herrgıhd Oteli'nde her zamanki gibi huzur içinde
çalıştım. Bilgisayarımla beraber gelip burada kaldığımda ba­
na hep çok iyi bakıyorlar.
Ve teşekkürler kızlar . . . Sizler kendinizi biliyorsunuz . . .
Acaba siz olmasaydınız bu yazarın nasıl bir hayatı olurdu?
Muhtemelen kasvetli, yapayalnız ve sıkıcı. Bütün okurları­
ma ve blogumun takipçilerine, kitaplarımı okumaya deva m
ettikleri için kocaman bir teşekkür borçluyum.
Son olarak Caroline, Johan, Maj-Britt ve Ulfa, şu anda
içinde bulunduğum cennete yerleşmemize yardımcı oldukla­
rı için teşekkür etmek istiyorum.

Camilla Uickberg
Koh lanta, Tayland, 9 Mart 2007
www.Camillalackberg.com

You might also like