Ahsen Roman

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 326

AhSEN

Kimim ben? Kimin hayatını


yaşıyorum? Kime kendi hayatımı
yaşatıyorum? Oyunun neresinde
sahneden düşeceğim? Ne zaman başrol
olacağım? Gerçekten yaşıyor muyum?
Ölmeden once yaşamayı bana kim
öğretecek? Öğrenebilir miyim? Ben
gerçek miyim?
KİMİM BEN?
Karşı kıyıdan kendi topraklarına geri dönmüş bir
ailenin İstanbul’daki bolca edebiyat kokan evinde
dünyaya geldim.
Minik ellerim henüz daktilonun tuşlarına
yetişemezken yazmaya başlamıştım. Babam
gazeteciydi. Her akşam daktilo başında toplaşırdık.
Ertesi güne hazırlanan köşe yazılarını, kitap
çevirilerini birlikte yazardık.

Okul yıllarım çoğunlukla Anadolu’da geçti.


Hayatımda hep edebiyat vardı. Marmara
Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ni bitirdim. Okumak
eğlenceli, öğrenmek çok keyifliydi. Anadolu
Üniversitesi Reklam ve Halkla İlişkiler de bitti.

Üç harika çocuğun annesi, yazar, senarist,


eğitmen ve sanat yönetmeni olarak çalışmalarım
sürerken yakın zamanda, hayatımın kıymetlilerinin
teşviki ile birlikte “Nazan Arısoy İyileştirme
Merkezi” ni kurdum. Birçok insanın hayatına
dokunma şansı bulduğum merkez, insani olarak
gerçek bir tatmin yaşamama neden oluyor. Hep
birlikte iyileşiyor, gelişiyor, kalabalıklaştıkça
dünyayı daha güzel bir yere dönüştürüyoruz.

Okurluğu bırakmam mümkün değil ama hayat


bana yazmam için bolca sebep yarattı diyebilirim.
Bu yaratılan sebepler sayesinde ilk olarak İlginç
Adamlar ve Kadınları, ardından Piraye’de Nâzım
Olmak, Tomris’çe, Cemal Süreya “Aşk günü
doğdu.”, Frida Kahlo- “En renkli acılarım”,
Bukowski’nin Kadınları – “Bir de benden
dinleyin!”, Virginia Woolf – “Ölmek için yaşamak!”
biyografik romanlarımdan başka, “Aşk’a kadar
kapalıyız”, hayatta tesadüf diye bir şey yoktur
inanışının ispatı için oluşturduğum serinin ilk kitabı
şu an elinizde tuttuğunuz “AhSen”, “Yağmur’dan
sonra Deniz”, “Beni seveceksin”, “21 Gün” ile
okurlarımla buluştum. Birçok baskı yapan
biyografk kitaplarımın yanında kendini üvey ve
unutulmuş hisseden romanlarımın 2. Baskılarıyla
yeniden karşınızdayım. Serinin ilki “AhSEN”
genişletilmiş son hali ile yeniden sizlerle buluştu.

Yazarlık hayatımın başlangıcından bu güne


kadar, paralelinde süregelen kendi hayatımın içinde
şahit olduğum, tecrübe ettiğim, dinlediğim,
gözlemlediğim her ânın öneminin farkında olarak
ilerliyorum.

İnsan yüreğine ayna olan kitaplar yazmaya


gayretli, kusurlarımızı hatırlatıp şükretme ve
tevekkül ile mutluluğa giden yola ışık tutmaya
hevesli, bunu insani görev edinmiş, âşık bir
yoldaşım. Hem yaren, hem de sırdaşım.

Şüphesiz her insan bir hikâyedir. Yaşanan iyi ya


da iyinin olmadığı o kara boşlukta ilerlerken gri
bulutlara, ayağımıza takılan, bizi tökezleten
engellere, dik durmamızı zorlaştıran tüm fırtınalara
rağmen yılmadan hayatımızı renklendirmekten
vazgeçmeden, duruşumuzu bozmadan,
insanlığımızı değiştirmeden, başkalaşmadan,
benzeme hevesi olmadan yaşayabiliyorsak, insan
olmanın hakkını veriyoruz demektir.

Frida Kahlo’nun en sevdiğim cümlesini


paylaşmak istiyorum sizinle. Kabul eder misiniz?

“Yaşasın yaşamak!”
TEŞEKKÜR

Bugüne kadar biriktirdiklerim, hislerimi ve


bilgimi harmanlayıp ilk kitabımı okurlarla
buluşturduktan sonra diğer kitaplarımla da
hayatınıza konuk oldum.

Yeni bir heyecan ile yeniden avuçlarınızın


arasında, ışıl ışıl gözlerinizin önünde, zihninizin
içinde yer edinmiş olmaktan son derece mutluyum.
Hayatın kalan günlerinde mutlu anılar
biriktireceğine söz verenlerdenim. Bu anıyı
oluşturmam adına, bana gerekli gücü ve beceriyi
bahşettiği için Tanrı’ya şükrediyorum.

Beni edebiyatın şahaneliği ile tanıştıran, minicik


parmaklarımı daktilo ile şereflendiren, küçük
yaşlardan başlayarak bana yazma hevesi aşılayan
sevgili babam Gazeteci Yazar İsmail Bülent Arısoy’a
teşekkür ediyorum.

Böylesine değerli bir anıyı hayatıma katma çabası


içerisindeyken bazen ilgisizliğime maruz kalan
oğullarım Buğra Can ve Hakan’a, kızım Elif Naz’a
anlayışlı ve olgun tavırları için teşekkür ediyorum.

Benim eksik kaldığım yerlerde tamamlayanım


olan, ailemizin düzenini sürdürmek için büyük emek
harcayan annem Mine Sultan’a, teşekkür ediyorum.

Biriktirdiğim paragrafları, sayfaları, hikâyeyi bir


araya getirip özel bir tasarımla güzelleştirdikten
sonra sizlere ulaşmasını sağlayan edebiyat yolu
arkadaşlarım, görsel tasarımlarımı hazırlayan, pırıl
pırıl zihniyle zihnimden geçenlerin kılıfını
tasarlayan Yunus Karaaslan’a, editörüm, Adnan
Ünsal’a ve tüm Armoni Yayıncılık ekibine de
teşekkür ediyorum.

İnsan kusurları, kendinizin dışında bir insanı


gerçekten anlamaya çalıştığınız zaman eksiliyor
inanın. “Ben bunu yaşasaydım” cümleleri ile
yargılamak yerine kahramanların hayatını siz
yaşasaydınız, o olsaydınız, onun gibi âşık olsaydınız
ve size ona âşık olunduğu gibi âşık olunsaydı diye
düşünerek, yaşadıklarını ve ruhlarını hissetmeye
çalışarak bu kitabı okuyun lütfen.
Başkalarını merak ederek geçirdiğimiz hayat için
en masum izleme şekli kitap okumaktır. Biçok hayatı,
hatta kendi hayatınızı bile başka gözler ve zihin
algısıyla izleyeceğiniz kitaplardan vazgeçmeyin.

Her kitap, içinde bir kaç hayat barındırır ve


eminim o hayatlardan biri mutlaka sizinkine temas
edecektir.

Keyifle okumanız dileğiyle, emeğime vakit


ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

Sevgilerimle,
“TESADÜF”

“Kendime dokunmak, bakmak, kendimi


yaşamayı istemekle başladı her şey.
Üzerime yapışan başka hayatların
kostümlerini çıkarttım. Yalınlığımla
nefes almaya başladım artık.

Taklit hayatlardan arındığımda bir


tesadüf, belki de bir tılsımla zihnime
yerleşip, ruhuma eşlik etmeye başladın.

Sen, tamamlayıcım, hayatıma hoş


geldin.”

AhSEN Yıldız
1.Bölüm

“Ayağında çorap, sırtında kalın hırka, yorgan ile


harmanlanmış bir battaniyenin altında, geceye
teslim olup, ucu yanık kalbinin ayazında uyumayı
dilemek, alışmakmış. Suçunun pişmanlığına alışmak
ve cezanı kendi ellerinle vermek mümkünmüş.

Cezanın sonu af ise eğer, kendini affetmekte


kendinin işi. Kimin suçlu, kimin haklı, kimin masum
olduğu bilinmeyen bir pişmanlığın ne anlamı var ki
şimdi?

Yaratandan daha mı kuvvetli bazen yaratılan?


Gerçekten ben istedim diye mi sonlandı aşkın ömrü?
Tanrım! İstemedim. Ben, aşk ölsün istemedim.
Öldüremedim de. Aşk dediğimi öldüren sensin. Beni
azad et…

Sarılmayan kolların zihinsel gölgelerinde, kendini


sarmakmış güven ve inadına kendine tutunmakmış
hayat. Ahsen, tut kendini ve hayatına devam et.
Bu senin çaresizliğinden doğan tercihin.
Çaresizliğinin nedeni, senin suçun olmadığı halde
pişmanlık hissetmen. Pişman olma, insan ol Ahsen.
İnsanlığının tüm yalınlığıyla yaşa hayatını.

İyi ol. İyi iste. Karanlığın olmadığını kabul et.


Karartma ruhunu ve aydınlanmana izin ver. Bırak
yaratılan tüm ışıklar dolsun ruhunun içine.
Aydınlan. Arınmaya izin ver. Şimdi, hemen şimdi
kalk geceden ve bir ışık yak ruhunun dehlizlerinde.

-Miş ile bütünleşen kelimelerle dolu tüm cümleler


geride yaşar. - Cak ile tamamla kelimelerini ve her
zaman gelecek için yaşa. Yaşananı değiştiremezsin
ama yaşayacaklarını yaratabilirsin unutma.”
Boşlukla bütünleşmekti her şey. Geçmişin grisi
bol bahçelerinde asılı perdelerine takılıyordu zihni.
Yüzleşmekten kaçtığı her şey kare kare gözünün
önünde canını yakıyordu.

Birkaç ay önce, başka biri ile hayatını


birleştirebilme fikrine Mustafa ile ruhları
dokunasıya kadar karşıyken, duvarlarını yıkmış,
zihninin düz ovalarında ona doğru koşmaya
başlamıştı.

Yolda önüne çıkan koca bir kuyunun içine


düşmüştü. Karanlık ve havasız, güneşsiz bir
dünyası vardı artık. Televizyondan öğrenilmiş kötü
haberi bildirmek üzere Ahsen’in telefonunu
çaldıran Sinan’ı ilk gördüğü yerde öldürmeyi bile
düşünüyordu.

Hayatının kör kuyusunun başına getiren o haber,


çıkışı imkânsız ve sonsuzluğa açılır gibi yolun
klavuzluğunu yapıyordu. Düşen uçak, Ahsen’in
ruhunu toprak altına gömmüştü.

Mustafa, araştırma görevlisi olarak çalıştığı


akademiye gelen bir çalıştay daveti yüzünden o
düşürülen uçağa binmiş ve sonsuzluğa uçup
gitmişti.

Ülke bu haberle çalkalanırken, Ahsen’i


ilgilendiren o kazanın muhteviyatı ya da müsebbibi
değil, sonucuydu. O çalıştay, akademiye gelen
davetiye ve uçak, hem bilim hayatının hem de
Ahsen’in en kıymetli varlığını ondan almıştı.

Üstelik Mustafa’yı gitmesi için yüreklendiren,


ısrar eden de kendisiydi. Ölümün soğukluğuna
sebep olmak, Ahsen’i büsbütün perişan ediyordu.

İlk kez kendinden başka birine ait hissetmişti


kendini. Aşk ile tanışmıştı. Aşkı pekiştirmek,
hayatına eşlik etmek üzereyken, kayıp etmişti onu.
Aşkı öldürmüştü. Aşk dediğini de yok etmişti.

Şimdi o battaniyenin altında, zihni ile baş başa


kalmış, kendisi ile dertleşiyordu. Ne bilime hizmet
etmek, ne o akademiye gitmek, ne de bir daha aşık
olmak istiyordu.

İstifa etmişti. Evinin en huzurlu diye


nitelendirdiği odasında kendini bir yorgan ve bir
battaniyenin altına hapis etmişti. Bedeni üşümese
de, ayazda kalan ruhunu bir türlü ısıtamıyordu. Bu
sebeple üzerine yığdığı yorgan ve battaniyelerin
altında kendi ruhuna yeni bir kabuk yaratmıştı.
Yataktan çıkmak istemiyordu.

Fulya’nın eve gelip onu pencereye sürüklemesine


kadar, yemek yemesine, su içmesine, insansı
ihtiyaçlarını hissedip anlamasına, gidermesine
imkân yoktu. Öylece sessiz sedasız ölmek istiyordu.

Fulya, Ahsen’i pencerenin önüne sürüklemiş,


sokaktakileri izlerken ibretlik hikâyelerin arasında
yaşantısı ile ne kadar da şanslı olduğunu fark
ettirmişti.

Kendisinin şanslı olduğuna inanmıyorsa, ölmeyi


tercih edebileceğini, bunun içinde uzun süre ölmeyi
beklemek yerine, pencereden atlayıp bir kaç dakika
da hayatının son sahnesini gerçekleştirebileceğini
anlatmıştı.

O ölümü tercih ettikten sonra olacakları anlatmış,


sakladığı merhamet, vicdan ve yaşama sevincinin
varlığını yüzüne vurmuş, bütün bu insani üstün
vasıflarını oldukça belirgin kullanan Ahsen’e bu
duyguları yokmuş gibi davranmasına izin
vermeyeceğini söylemişti. İnsanların ona ihtiyacı
olduğunu anlatmak yersiz olacaktı. Bu yüzden
ölmeden once yaşamanın tadına bakması için onu
ikna etmeye çalışmıştı.

Ahsen, Mustafa’nın varlığıyla, ilk defa hayatın


eğlenceli bir ucundan tutmuş ve keyif almaya
başlamıştı.

Küçük bir kız olduğu dönemden itibaren


Mustafa ile karşılaşasıya kadar geçen günleri,
sosyallikten uzak, kaplumbağa kabuğu gibi
kendince yarattığı kuytusunda geçmişti.

Öğrencilik yıllarında da, akademisyenlik


döneminde de onu evlat edinen ailesinden başka
biriktirdiği iki insan vardı hayatında. Üniversite de
farklı bölümlerde okumuş olsalar da kesişen
yollarının sürdürebilir bir yolculuğa dönüşmesini
sağlayan tek dostu, Fulya’ydı.

Fulya, kendi branşında oldukça başarılı bir


perinatologdu. Ahsen için güç kaynağıydı adeta.
Ahsen de Fulya’ya aynı hissi yaşatırdı daima.
Birbirlerine verdikleri en önemli söz; daima
sonucunu düşünmeden net olmaktı. Dostluklarını,
kaybetmeyi göze alacak kadar yalın ve yalansız
yaşatacaklar, asla sır oluşturmayacaklardı.
Birbirlerinden gizlemek içeriğini taşıyan hiçbir olay,
durum, his olmayacaktı.

Fulya’nın teşvikleri ile üniversite de tanıştığı


Mustafa’ya bir şans vermişti. Mustafa, bu şansın
sayesinde kıymetli anılar biriktirmesini sağlamıştı.
Meslektaş olmaları, karakter olarak birbirlerine
yakın özellikler taşımaları çok kısa zamanda
yakınlaşmalarına, diğer insanlardan izole, kendi
içlerinde özel bir dünya kurmalarına sebep
olmuştu.

Dış görünüşlerine birbirlerini tanıyasıya kadar


özen göstermeyen aşıklar, birlikte olmaya
başladıklarında etraflarındaki herkesin dikkatini
çekecek kadar şık, bakımlı ve dışarıdan görünen
hayatlarına yansımayan özelliklerini cömertçe
sunacak kadar cesur olmuşlardı.

Mustafa, Ahsen ile birlikte olmaya başlayasıya


kadar müziğe olan ilgisini, gitar çalmasının dışında,
oldukça iyi şarkı söylediğini herkesten saklamıştı.
Bu özelliği, akademinin özel bir organizasyonunda
Ahsen’e evlilik teklif ederken ortaya çıkmıştı.

Grubun solisti ile önceden anlaşmış, zamanı


geldiğinde sahneye çıkmış ve “Bu şarkı sana”
cümlesinin ardından Ahsen için gitar çalarken
“Senden daha güzel” şarkısını söylemişti.

“Kimseyi tanımadım ben,

Senden daha güzel,

Kimseyi tanımadım ben

Senden daha özel

Kimselere de bakmadım

Senden daha özel”

“Şarkılar sözleri olmadan hiç bir şeymiş” dediği


bir andı Ahsen için. Mustafa, sahnede bu şarkıyı
söylerken kahramanlaşıyordu adeta. Mustafa,
evlilik teklifini de şarkısının arkasından hediye
paketi gibi sununca, Ahsen ve konser alanındaki
herkesten büyük alkış toplamıştı.
Mustafa, tıpkı Ahsen gibi, birlikteliklerinin
ardından kabuğunu yırtmayı başarmış,
farklılaşarak daha keyifli yaşamaya başlamıştı.

Üstün zekâ ve yetenek sahibiydi. Araştırma


görevlisi olarak çalıştığı akademinin aranan
adamlarından biriydi. Ahsen ile aynı kadroda
çalışıyor olmaktan, projeler de birbirlerinin
zekâsından, fikirlerinden beslenebiliyor
olmalarından son derece memnundular.

Aslında ikisinin dilinden anlayan, onlara uygun


birileriyle o güne kadar karşılaşmamışlardı. Ahsen,
ne kadar bakımsız, gösterişsiz görünse de, etraftan
görünen perdenin altında oldukça çekici güzellikte
bir kızdı.

İkisinin de ortak aksesuarları, kalın çerçeveli


gözlüklerdi. Ahsen’in üvey babasının erkek çocuğu
özlemi, Ahsen’i olmadığı bir cinste yaşamaya
alıştırmıştı.

Siyah, beyaz, gri ve lacivertin dışında hiç bir


renkte kıyafet ya da aksesuar kullanmazdı.
Hayatındaki en renkli nesneler, kalemleri ve
yapışkanlı not kâğıtlarıydı.
Rengi olmayan bir hayatın içinde olmasının
altında yatan sebep, babasının dikkat çekmeyecek
şekilde giyinmesi konusunda yaptığı baskılardı.
Evden çıkması için kıyafet onayına ihtiyacı
oluyordu.

En iyi bildiği konular hakkında bile, yetersiz


olduğunu düşünen babasına, sürekli kendini ispat
etme çabası içerisindeydi. Babası kendi dışındaki
insanların daima yetersiz ve eksik olduğu
inancındaydı.

Kendi kriterlerine göre insanların hayatlarını


şekillendirirken zevk alıyor ve en yakınlarının bile
isteklerine, tercihlerine değer vermiyordu. Kendi
adıyla yan yana anılan herkesin etiketi kaliteli olsun
istiyordu. “Koskoca Hakim Tuna Yıldız’ın kızısın”
cümlesiyle kendisini, kendi içinde ne kadar da
devleştirdiğini ispat ediyordu.

Ahsen için baba, sırtını yaslayabileceği yıkılmaz


bir duvar, gözyaşları ile yıkayacağı bir omuz, bir
bakışı ile güvende olduğunu hissedebileceği bir çift
göz, düştüğü yolda dizleri kanarken tutup
kaldıracak bir el olmalıydı ama bu rolü oynayacak
kahraman yoktu.

Ortada bir baba vardı. Üvey de olsa bir babaydı


ama Ahsen’in babalık tanımını tam manası ile
karşılamıyordu. Bunu anlaması için yıllarca, hatalar
okyanusundan kıyıya ulaşmaya çalışmak zorunda
kalmıştı.

Sahnenin bir tarafı dekorsuz ve oyuncusuz,


sunulan oyun zevksiz ve düşük tempoluydu.
Oyunu çıkartmak için üstün performans
gösteriyordu.

Annesinin, babasının, eksikliklerinde


tamamlayıcı olurken kendini eksiltiyor, ruhunda,
zihninde hasarlar oluşturuyor, bu sebeple
insanlardan kaçıyordu.

Çocuk esirgeme kurumundan evlat edinme yaşı


denilen psikolojik değerlendirme sınırını
doldurmak üzereyken kurtulmuştu. Çocuk almaya
gelen aileler, genelde ufak çocukları hatta bebekleri
evlat edinirlerdi. Ahsen 9 yaşında evlat edinilen
şanslı bir çocuktu.
Şanslıydı çünkü esirgeme kurumundan çocukları
alan aileler ne kadar küçük olursa o kadar
kendilerine göre programlayıp yetiştirecekleri
inancındaydı. Şansı, zekâsı ve okul başarısıydı.
Hukukçu, eğitimli, saygın bir aileye katılacak
olması da ayrı bir şanstı.

Üvey babası Tuna’nın en büyük zaafı, daima


başarılarla, kıdemlerle anılma hayranlığıydı. Kısaca
ona ait kim varsa ailesinden ya da dost çevresinden
herkesin üstün niteliklerle anılması gerekirdi. Bu
sebeple Ahsen, eski adı ile Zeynep, onun için
yaratılmış özel bir çocuktu. Hiç düşünmeden bu
hazır üstün nitelikli çocuğu evlat edinmişti.

Asker bir ailenin çocuğu olmak, Tuna için de


hayatına daha disiplinli otoriter bir insan olarak
devam etmesini sağlamıştı. Etrafında başarısızlık,
yavaşlık, şımarıklık, arsızlık kelimeleri ile
tanımlanacak hiçbir insan yoktu.

Ailesinin nasıl yaşayacağına, ailedeki herkesin


hangi kitabı okuyacaklarına, karısı Elena’ nın
katılacakları davetlerde ne giyeceğine, kendisi karar
verirdi.
Oğlu Mert, Tuna’yı en çok korkutan kişiydi.
Üzerine gidildiğinde asileşen, dik başlı, hırçın bir
çocuktu. Bu ilişkiye köprü olarak Ahsen’i
kullanıyordu.

Karısının ne kendisiyle, ne de çocuklarıyla


iletişimi iyi değildi. Ahsen ile babası Tuna’nın ortak
paydası Mert’in, hayatını düzenlemek en önemli
görevleriydi. Ahsen adeta babasının emir eriydi.

Ahsen’in, hedefleyip ulaşamadığı hiçbir yarış


olmamıştı. Ahsen büyürken, babası Tuna’nın zıt
karakteri olan, görevlerini kendi üzerine almak
zorunda kaldığı annesi Elena, beklenmedik bir
şekilde mucize sonucu hamile kaldı. Evlat
edinmelerinin nedeni çocuk sahibi olamamalarıydı
ama hayatın sürprizlerinden biri olarak doğan
kardeşi Mert, himayesinde tutmak zorunda kaldığı
bir erkek kardeşti onun için. Kardeşi Mert’in daima
koruyup kollanması gerektiği inancındaydı.

Üvey annesi Elena, kocası Tuna’ yı mutlu etmek


için bir oyuncak alır gibi Ahsen’i evlat edinmeyi
kabul etmiş, bu sayede Tuna’nın baskılarından
kurtulup bencil hayatına devam edeceğini
düşünmüştü. Ahsen’in bakıcısı ve onunla ilgilenen
bir babası hep oldu.

Aile sorumluluğu kavramı gelişmemiş, annelik


vasfını layıkıyla yerine getirmeyi başaramayacak
olan, varlıklı bir ailenin tek çocuğu olarak
yaşamanın imkânlarıyla şımartılmış bir kadındı

Elena. Rum bir ailenin kızıydı. Elena Sedef


isimlerinin ikisini de özellikle kullanıyordu. Yakın
çevresi dahil herkes ona seslenirken, iki ismini
birden söylerdi. Babasının ölümünün ardından
annesini, yalnızlığa mahkûm etmiş, kendinden
başka kimseyi umursamayan bir insandı.

Tıpkı Tuna gibi, kariyeri bilinen bir hakimdi.


Başarılı bir kadındı ancak oldukça mesafeli, soğuk
ve despot bir eş, bir o kadar da ilgisiz ve soğuk bir
anneydi.

Elena’nın iş hayatı ve sosyal çevresinde bitmek


tükenmek bilmeyen limitsiz bir itibar yarışı vardı.
Evde çocuklar ne yer, ne içer, nasıl yaşar konuları
yalnızca dost meclisinde diğer kadınların
konuşmalarına cevaben birkaç cümlelik bilgiden
başka bir şey değildi. Bakıcılar, yardımcılar
Elena’nın eksik yanlarını toparlarken, oğluna
vermesi gereken sevgi eksikliğini de nasıl olsa üvey
ablası Ahsen hallediyordu.

Kocasının eksik kalan açlık çektiği yanları da,


kendi çevresinden ruhu duymadan çözenler vardı.
Tuna, arsızca bir gün Elena’nın öğrenmesini istediği
karışık ilişkilerin içinde onun canını yakmayı
hedeflemişti. Aile mevhumu çok gelişmemiş
Elena’nın arkadaşlarının, dost kavramı da bilinen
tanımında değildi.

Herkes memnundu. Tuna ile ilişkiye giren


Elena’nın tanıdığı kadınlar, ona olan
kıskançlıklarını onun kocasıyla giderirken, Tuna’da
aklınca Elena’dan öç almanın peşindeydi.

Tuna, birinin bir gün Elena’ya gerçeği


söylemesiyle yaşanacakları merak ediyordu.
Kendisi de alenen söylerdi ama bu az acı verir
düşüncesiyle, onun bu kadınlardan biriyle
yüzleşmesini izlemenin keyif verici olacağı
inancındaydı.

Ahsen için seçmediği bir ailenin mecburi bireyi


olmak eğlenceli olmaktan çok, yorucu bir hal
almıştı. Sürekli yarışın içerisinde debelenen
atlardan biriydi adeta.

Babasının başarı planlarını gerçekleştirmeye


çalışmak, annesinin eksiklerini tamamlamak,
kardeşine sevgi ve yön vermek mesleklerinin
dışında, kendi hayatı için de farklı bir mücadelesi
vardı. Erkeklerin başarı dünyasına hakim olduğu
düşünülen bir platformda kendini ispat peşindeydi
ve başardı.

Üniversite tercihi de bu yöndeydi. Dünya için


anlamlı ve herkesin tercih etmediği işler yapmak
istediği için Fizik okudu. Küçüklükten itibaren
araştırmacı kişiliği mesleğinde başarıya ulaşması
için ona en büyük destekti.

Ahsen’ in, hedefinin zirvesine yerleştiği işindeki


başarıları ulusu aşmıştı. Başka ülkelerden kendisini
kadrosuna katmak isteyen kuruluşların teklifi ile
ilgilenmiyordu.

Küçücük bir çocukken annesi ile bir


konuşmasının sonunda hedefini oluşturmuştu.
Kendini bilime adayacaktı. Yeni buluşlar ya da var
olan keşifleri geliştirmeye yönelik çalışmalar
yapacaktı her zaman. Onun için bunu
gerçekleştirmek hayal değildi. Hedeflemesi
yeterliydi.

Okuduğu ne kadar okul varsa, her eğitim yılı için


sıradan denemeyecek kadar önemli başarılara imza
atmıştı.

Hayatı sürekli planlar, disiplin ve araştırmalar


içerisinde sakinlikle sürüyordu. Üstelik hedefine
ulaşacağı yolların sonu kariyer anlamında başarı
tanımını barındırsa da hayatı karanlık ve
mutsuzdu.

Bunca hengâmenin arasında ilk defa aşık


olmuştu. İlk defa hayatı farklı bir anlam kazanmıştı
ve sırf genetik olmasa da ailesinden gelen
hırslarının kurbanı olmuş, aşkını da bu hırsı için
zorlayarak ölmesine sebep olmuştu.

Elbette o uçak kazasını ve dönen kirli oyunları


tahmin edemezdi ama o kadar da zorlamasa belki
Mustafa, sırf onu kırmamak için o çalıştaya gitmek
zorunda kalmayacaktı.
Bir an kendinle kendi hakkında dedikodu
yaparken, bir karar aldı. Aklındaki baba figürüne
uymayan babasını, büyümeyen annesini ve artık
büyüdüğüne, yeterli olgunluğa eriştiğine emin
olduğu erkek kardeşini bırakıp yeniden kimsenin
bilmediği bir hayatı yaşamak için yola çıkacaktı.

Bu yolda karşısına çıkan hiçbir adamı aşk ve


bağlılık ile anmayacak, hiç kimseyle dost
olmayacak, daha önce yaptığı hiçbir şeyi yeniden
yapmayacaktı.

Bir tek, Fulya’yı terk edemezdi. Onsuz kalmak,


ölmek gibiydi. Henüz ölüm için hazır olmadığını
biliyordu. Üstelik tek dostuna artık yaşayacağı için
söz vermişti. Fulya’ya kendinden taşınmak istediği
kararından bahsedip hızlıca hazırlıklarını
tamamladı ve artık yolculuk vaktiydi.

- Çok yoruldum Fulya. Kendimi hiç kimsenin


bilmeyeceği bir yerde gerçek bir inzivaya çekmek
istiyorum. Sana da nereye gittiğimi
söylemeyeceğim. Bilirsin ki sen öyle çok fazla sır
saklayamazsın. Telefonlarım da kapalı olacak. Sana
söz her gün aynı saatte seni arayıp haberdar
edeceğim.

- Ama şimdi.

- Ama şimdisi falan yok canım. Merak etme.


Çocuk değilim ben.

- Ahsen, peki burada acil bir durum olursa.

- Fulya, ben gerçekten hayatla bağımı


kopartmak istiyorum. Lütfen beni o acil durumların
içine almayın bu aralar. Mert’in ihtiyacı
olabileceğini düşündüğüm için bir miktar havale
yaptım senin hesabına. Sana emanet. Bırak o acil
durumlar her neyse döndüğümde yüzleşeyim.
Lütfen. Buna ihtiyacım var. Anlıyor musun?

- Anladım peki. Bak her gün ara ve iyi


olduğunu bildir. Söz uzatmayacağım sadece iyi
olduğunu duyup kapatacağım.

- Hadi görüşürüz. Unutma ben gittikten iki


gün sonra, soranlara gittiğimi söyleyeceksin ona
göre.
- Tamam anladım. Defalarca söylemene gerek
yok.
2.Bölüm

Ahsen, yaşadığı ağır gelen her şeyin yükünden


yorulmuş, aynı ortamda bulunmasından dolayı bir
türlü yenilenme, dinlenme fırsatı bulamaz hale
gelmişti.

Bir yıla yakın bir süredir yaşadığı uyku


bozuklukları, gece gündüz karışımı anlamsız bir
hayatın içinde gereksiz yorgunluklarla
boğuşmasına neden oluyordu.

Tüm sorunlarını kendi başına çözmeye alışık


olması, onun uyku sorununu, huzursuzluğunu
çözecek hiçbir kimyasalı ve herhangi bir uzman
yardımını kabul etmemesine neden oluyordu.
Geçici çözümlerden çok, kesin bir sonuca ulaşmak
istiyordu.

Dünyadan olmasa da, en azından yaşadığı


hayattan uzaklaşmaya karar vermişti. Herkesten sır
gibi sakladığı bir tatil planı yapmış ve kadim dostu
Fulya’nın hazırladığı reçete ile ilk defa kendine
eczaneden etkisi yüksek uyku ilaçlarını bile almıştı.
Gitmek ve kelimenin tam anlamıyla bir
süreliğine fişini çekmek için artık hazırdı. Gezip
gördüğü yerler arasında kendisine evinde
hissettiren olursa, orası her nereyse orada
yaşayabilirdi. Planı buydu.

Annesi, babası ve Mert ile onlara fark ettirmeden


vedalaştıktan hemen sonra arabanın bagajına
yerleştirdiği el çantası kadar ufak bir valizin içine
sığmış, herkese göre meçhule, ona göre huzura
doğru yolculuğu başlamıştı.

Havaalanında işlemleri bitirince en yakınındaki


kitapçıya daldı. Aklında listelenmiş kitaplardan
dört tanesini bulup satın aldı.

Uçak içerisinde sırtını yasladığı o koltuk, onu


yeni hayatına götürecek ilk aracıydı.

Ercan Havalimanına iniş yaptığında, planın ilk


durağı, Paradise Otel’in yetkilisi yolcu çıkış
kapısının önünde, elinde “Ah SEN” yazılı bir kâğıt
parçasıyla onu bekliyordu. Bu şirin karşılama
Ahsen için harika bir anı olmuştu. Başlangıç için
cennet ismi ile bilinen bir yerde konaklayacak
olması, kimse için olmasa da onun için anlamlıydı.
Paradise Otel, pitoresk bir kent olan Girne’nin
hemen dışında, kalabalıktan uzak, sakin, tüm
samimiyetleriyle, misafirleri olarak gördükleri
müşterilerine aile sıcaklığı yaratan bir ailenin
işletmesindeydi.

Girne dağlarının ve muhteşem Akdeniz kıyı


şeridi manzarasının içerisinde bembeyaz saflığı ile
aranılan huzur mekânıydı adeta.

Ahsen, tam bir inziva istiyordu. Tüm insanlardan


uzak hareket etmek, mümkün olduğu kadar yalnız
kalmak, dünyada sadece kendisi kalmış gibi
günlerini geçirmek, huzurun içinde yaşamak
istiyordu.

Sosyalleşmek istemiyordu. Yemeklerini odasında


yemeyi tercih ediyor, odanın balkonunda saatlerce
denize bakıp, maviden yorulan gözlerini
kitaplarıyla kavuşturuyor, dinlediği müziklerle
bazen çılgınlar gibi dans edip, bazen de ağlıyordu.

Her akşam, şarap içmeyi tercih ediyordu. Otele


yerleşeli üç gün olmuş ancak geldiğinden o akşama
kadar bir gün içerisinde, yalnızca sızmak suretiyle
birer saat uyku uyumuştu. İçtiği şarapların kadeh
sayısını arttırmak bile işe yaramamıştı. İlaçları
almak konusunda ne kadar dirense de, artık
bundan kaçamayacağı aşikârdı.

Erken bir saatte akşam yemeğini odasının


balkonunda yemiş, şarabını yudumlarken aklına
gece alacağı uyku ilaçları gelince, kadehi hemen
kendinden uzaklaştırmıştı.

Fulya’ ya içki içmediği akşamlarda ilacı alacağına


dair söz vermişti. Telefonunun kapalı olacağı ve
gittiği yeri bilememesi, Fulya’ da tarifsiz bir
tedirginlik yaşatmıştı. Sayısız tembihleriyle
vedalaştıkları gün Ahsen, Fulya’ ya günde bir doz
kendisini arayacağına söz vermişti.

Gustave Falubert’in “Duygusal Eğitim” kitabını


iştahla okuyordu. Öğrencilik yıllarından bugüne
kadar derste çalışsa, kitap da okusa, hep müzik
dinlemek isterdi. Kulaklığından yükselen Enya’ nın
huzur şarkısı diye adlandırdığı, “How can I keep
from singing” sayesinde keyifleniyor, okuduğu
kitabın içinde İstanbul Havaalanın’ da üzerinden
çıkarttığı Ahsen postu yerine giydiği “Paradise da
bir Yabancı” kostümü ile epey mutlu hissediyordu.
Odadan acil durum dışında asla çıkmamak,
dışarıdan gelen gürültüleri merak ediyor olsa da
şahit olmamak istiyordu. O gece huzurla uyumayı
başarırsa, ertesi gün merkeze inip kendine yeni
birkaç kitap ve kıyafet satın alacaktı.

Uyku henüz zihnin kapısını çalmayınca, kendi


için hareketli bir şeyler çalıp bedenini yorasıya
kadar çılgınca dans etmeye karar verdi. Beline
taktığı müzik çalarından sarkan kulaklıkları,
kulaklarıyla buluşturup, önce bir süre yatağın
üzerinde, sıkılınca koltuğun üzerine çıkıp zıplıyor
sonra yeniden yatağın üzerinde hoplayarak dans
ediyor, kendinden geçiyordu. Odanın her bir
köşesini dans ederek dolaştı.

Banyodaki saç fırçasını eline aldığında sahne


sanatlarına yenilik kazandırdı. Fırça artık
mikrofondu ve oda bir rock yıldızıydı adeta.
Aynadaki Ahsen ile yüzleşince, aniden kulağında
bangır bangır bağıran sese karşı sağır oldu.

Ahsen, aynada makyajsız duru güzelliği, dağınık


topuzu ile duran, eğlenen, keyifli kadını
tanımadığını hissetti. Bu saatlerde genelde her
akşam değişen manzara ve insan dekorların
karşısında kendini kontrol etmeye çalışıyor,
söylediklerini dinlemekten çok, zihninde
oluşturdukları ile ilgileniyordu.

Duyduğu sesler havada serbestçe uçuşsa da


onun algı süzgecinde birikiyordu. Dinlemiyor
görünse de aylar sonra bir gün o konuşmaları raftan
indirip hatırlıyordu.

O kadar insanın hayatına eşlik ederken,


unuttuğu, içerilerde bir yerlerde hapsettiği duru
güzellikte, mutlu bir kadın olma potansiyeli yüksek
kadına merhaba demek canını acıttı.

Ahsen, aynadaki kadının yaşantısında sıradan


gibi görünen, ona göre tanımı çılgınlık olan şeyler
yapmazdı. Çılgınca dans etmek, etraftakileri
umursamadan bağıra bağıra şarkı söylemek onun
aptalca bulduğu davranışlardı.

Kendindeki mutlu kadını fark ettiği ikinci yerde,


aynanın karşısındaydı. İlk kez ruhunun varlığını
hissettiren en mutlu anısını yaşadığı mekân, buz
gibi denizin dibinde Mustafa ile öpüştüğü gecede
saklıydı.
Mustafa, Ahsen’in sınırlarını aşmasını sağlamış,
‘gece denize girmek güvenli değildir’ dayatmasının
anlamsızlığını fark ettirmiş bu kadar basit bir
özgürlük oyunu ile onu mutlu etmişti.

Yeniden özgürlüğünü şahit olmak, ona aynanın


karşısında mutlu olduğunu hissettirmişti.

Aldığı uyku ilacı yarım saatin ardından etkisini


göstermeye başlamıştı. İlk defa uyku ilacı aldığı
gerekçesi ile Fulya’nın tembihleri üzerine,
resepsiyon görevlisine durumu anlatmış, sabah
09.00’ a kadar kendisi tarafından aranma
yapılmazsa, odasına girilip uyandırılmasını rica
etmişti. Görevli yedek anahtarı oda kutucuğunun
içindeki yerine astı ve ilgili notları yazdı.

Sutyenini çıkartıp fırlattı. Sutyen yatağın


ayakucundan yere doğru sarkıyordu ama onun
umuruna değildi. Eskiden olsa itina ile katlar
toparlardı ama bu toparlama, düzenli olma işleri
eski Ahsen’in hayatında kalmıştı.

Seviştiği günlerin dışında hiçbir zaman sutyensiz


yatmadığını hatırladı. Basit bir detaydı ama bu bile
özgürlüğün tadına bakmaktı onun için. Etrafta
yataktan sarkan bir sutyenin görüntüsünden
rahatsız olacak kimse yoktu.

Otele geldiği günden itibaren eski


alışkanlıklarının dışında davranacağına dair
kendine vermiş olduğu söz yüzünden, çıkarttığı hiç
bir eşyayı toplamıyordu. Hatta valizin içerisindeki
eşyaları koltuğun üzerine yığmış, ilk kez odadaki
dolaba evindeymiş gibi bir düzenle
yerleştirmiyordu.

Bu tatilde ilklere imza atıyordu. Yanında


nevresim takımı ve bornozunu getirmemişti.
Eskiden olsa başka insanların bedenlerinin değmesi
sonucu asla arınmayacağını düşündüğü yastık kılıfı
ve havluları kullanmazdı.

Saçlarını açtığında geceliğinin sırt dekoltesinin


tamamının kapandığını hissetti. İlk defa kendi için
gerçekten oldukça seksi görünmesini sağlayan bir
gecelik satın almıştı. Üstelik bunu birine seksi
görünmek için de giymiyordu. Kendisi için bunu
yapmak istemiş olması, onun adına harika bir
duyguydu.
Geceliğinin dekolte kısmındaki dantellerinin
arasından görünen göğüslerine baktı. Dikkatlice
inceledi. İnce belini, poposunu yokladı. Bacaklarını
seyretti. Sakladığı her yerinin kusursuz olduğunu
düşündü. Neden bunca zamandır babasının onu
örtmek, kapatmak, saklamak istediğini, anladığı bir
andı.

Babası onun başka biri tarafından sadece vücut


olarak beğenilmesini kabul edemeyecek kadar
ilginç ve kıskanç bir adamdı.

Her zaman “Dişiliğini zekânla ispat et” derdi.


Ahsen, tam da şu an onu yapıyordu. Kendi için
zihnini kullanarak kazandığı parasıyla, şahane bir
gecelik almıştı ve tüm vücut hatları ne kadar da dişi
olduğunu ispat edercesine aynada ona bakıyordu.

Bir daha kendini hiçbir şekilde saklamayacağına


dair söz verdi. Bu bedeninin özgürlüğünü
kısıtlamaktan başka bir şey değildi ve o artık gerçek
bir özgürlük istiyordu. Bu uykulu haliyle duş almak
hiç iyi bir fikir olmazdı.

Kaz tüyü yastıklara örtü yaptığı sarı bukleli


saçlarını ensesinden toparlayıp, yazın sıcağına
rağmen alışkınlığından vaz geçmeyerek beyaz pike
ile açıkta kalan bacaklarını örttü. Komodinin
üzerine koyduğu saatini tam 09.00 a ayarladı.

Gözleri odanın duvarlarındaki ışık oyunlarında


gezinirken kendini derin ve huzurlu bir sessizliğin
içinde buldu. Nihayet onca zamandan sonra
gerçekten uyuyordu.
Günceden…
“Tutsaklık bu. Gönüllü esaret. Üzerime
çöküyorsun karanlıkla birlikte geceleri. Kalbim
sadece o üç hecenin ritmi ile atıyor.
Pişmanlık… Damarlarımdan hücrelerime
yayılan, senin adınla ritim tutan kalbimin
vücudumu esir alan pişmanlıktan olma
tutsaklık nehrinde boğuluyorum.

Sana çekiliyor ruhum hissediyorum. Yanına


almak ve beni her şeye hatta yaşadığıma
pişman etmek istiyorsun. Üstelik mıknatıs bir
ucundan sana bağlı, diğer ucu, kendimi
çaktığım mağaramdaki umutsuzluk
levhasından beni sökmek üzere.

Yakama yapışan vebal gibisin. Devamlı


sobeliyor, beni oynadığım oyundan
bıktırıyorsun. İşin gücün mızıkçılık. Tam oyun
bitti derken gizlendiğin duvarın ardından çıkıp
sobe duvarına koşup bana çelme takıyorsun.
Düşürüyorsun her seferinde, dizlerim ellerim
kan içinde beni bırakıp gidiyorsun. Neden bu
kadar yaramazsın sen böyle?

Kadehin içine doluyorsun bazen. İçtikçe keyif


veriyor, başımı döndürüyor, olduğum yerde
sızdırıyorsun ve ayıldığımda hep yanımda
yoksun.

Ne güzel de yeşeriyorsun vaktin gelince,


canın isteyince. Olmadık mevsimde
açıveriyorsun, varlığını kendime sorgulatacak
kadar kısa bir sürede de yok oluyorsun ortadan.
Geride unutulmaz kokunu bırakıp çekip
gidiyorsun.

Gece gözlerin her gece aynı saatte misafir


kapanan göz kapaklarımın tam önünde.
Yeniden gözümü açmaktan korkuyorum ya bir
daha geri gelmezsen diye.

Vücudumun yaşadığı hiç bir sızı örneği ile


anlatamam içimdeki acının dozunu. Varlığınla
yokluk yaşatan hiç bir kıymetlim olmadı senin
gibi bugüne kadar.
Kıymetlimsin evet. Nadide bir şaheser ve
kıymetlilerimsin. Kendinden vazgeçemez ki
insan, sen o yüzden hala olduğun yerdesin.
Arada sırada unuttum kelimesi ile hatırlarken
seni, hiç kimseye kızmadığım kadar kızıyorum
kendime. Kırgınım kalbime ve düşmanım
zihnime de. İkisi de senden yana, bana düşman
oldular.”
3. Bölüm
Onyx Club diye tutturan her biri birbirinden
sarhoş İtalyan mimarları ağırlayan Serdar, iş yaptığı
herkesin asistanı olarak tanıdığı Derya’ yı,
toplantıya bile dahil etmediği için oldukça
keyifliydi. Oldukça yakışıklı ve dikkat çeken, arsız
ve alışılmadık misafirleri yüzünden yeterince
gergindi. Derya ile bir araya gelmelerini
istemiyordu.

Derya, Serdar’ın yıkık dökük evliliğinin tam da


ortasını çatırdatan şahanesiydi. Gözü Derya’dan
başka hiçbir şey görmüyordu. Bilinen Türk adı ile
Derya yani Maria, Rusya’dan Serdar’ın bavulunda
Girne ye gelmiş, muhteşem bir ırkın gerçek
şaheseriydi.

Tüm hayatını Maria’nın aşkı için hiçe sayan


Serdar, ailesini terk etmiş, boşanır boşanmaz Derya
ile evlenmişti.

Evlilikleri Serdar’ın manasız kıskançlıkları


yüzünden bitmişti ancak Derya’yı, ırkının eseri
olarak öğrendiği erkeklik bilgilerine uyarak,
kimseye kaptırmak istememiş ve iş hayatını birlikte
sürdürmelerini teklif etmişti.

Bu teklif, iş bulması zor olan, geçersiz


diplomasıyla ortada kalabilme olasılığı bulunan
Derya için kabul edilebilirdi. İtiraz etmedi.

Serdar’ı seviyordu ancak bu sevgi onların


evliliklerini sürdürmeleri için yeterli bir güç
kaynağı olmadı. Sunduğu teklife karşılık
Serdar’dan, kendisine kavga sırasında bir daha
saldırmayacağı konusunda söz aldı. Bir daha
yaşayacağı ilk saldırıda ona haber vermeden
ülkeden gideceğini söyledi. Serdar, ona söz
verdiğinde sadece işine geldiği için inanmış rolü
yapıyordu. En azından artık bunu yaşatmadan
olacakları düşünüp kendisine hakim olur inancı
vardı.

Serdar, toplumun Rus kadınlara olan bakış


açısından etkilenebilecek kadar zayıf bir adamdı.
Oysaki bir insanı ulusu ile değil kendi ahlakı,
karakteri ile tanımlamak gerektiğini iyi bilirdi.

Derya, olağanüstü güzel ve dikkat çekici bir


kadındı. Sokakta dönüp ona bakmayan bir tane
erkek olmazdı. Kadınların bile kıskanç bakışlarının
yanı sıra dikkatini toplamayı başarabilecek kadar
alımlı bir kadındı.

Güzelliğine güzellik katan en büyük özelliği, iyi


bir ruha sahip olmasıydı. İyileştirici bir kadındı.
Anlayışlı ve sadık biriydi. Buna adı kadar emin olan
Serdar, ona güveniyordu ama kendi deyimiyle
etraftaki erkeklere güvenmiyordu.

Serdar, Rusya’ da yaptığı projesi yüzünden epey


borca girmiş, zor toparlanmıştı. Kıbrıs’ ta yeniden
bir proje yapabilecek seviyeye gelmiş olması onu
çok keyiflendirdiği kadar, çok heyecanlandırmıştı.

Yeni projenin sorunsuz ortaya çıkabilmesi için


bir ortağa ihtiyacı vardı. Daha önce en yakın
arkadaşı ve akrabası tarafından kandırılmış,
dolandırılmış olması onu başka türlü arayışların
içerisine sürüklemişti. Beklenmedik bir kararla, bu
yeni ortak arayışı için önüne gelen teklifin üzerine
gitmiş ve sözleşme aşamasına kadar gelmişti.

Milano’ da yaşayan, İtalyan bir mimara ait


mimarlık şirketi ile anlaşma yapmak üzere karar
verilmişti. Societa di Costruzione Successo’ nun
sahibi Aurora Romano, yanına iki mimar arkadaşı
ve avukatı Massimiliano Rizzo’yu da alarak Serdar
ile anlaşma yapmak için Girne’ye gelmişti.

Aurora’ nın yanındaki yarımcıları Adolfo ve


Gianni, sınırları olmayan aşırı insanlardı ama
ülkenin önemli mimarlarındandı. Serdar için rahat
mizaçlı bu yakışıklı mimarlar, rahatsız ediciydi.
Mimarlar, kesinlikle Derya’yı görmemeliydi.

Serdar, Derya’yı toplantıya bile dahil etmeden en


sonunda kendine ait olan güzelliği, ormanın
içindeki şatosuna kapatmaya karar vermiş ve bu
sebeple Derya’yı erkenden eve göndermişti. İş
yemeğinde içki dozunu aşan misafirleriyle birlikte
kulüp halleri de belli ki çok kontrollü olmayacaktı.

Onyx e girdiklerinde yeteri kadar içtiklerini


düşünseler de, etrafta gezinen güzel kızların
sunumlarına hayır diyemiyorlardı. Masaya gelen
içkilerin ne olduğunun bile önemi yoktu artık ve
çok eğleniyorlardı.

Massimiliano, birkaç kelime eder etmez, Serdar


hesabı ödeyip sırayla şoföre tüm misafirleri
kaldıkları yere bırakmalarını tembihledi.
Gelen misafirlerin hepsi Girne’nin en büyük
otelinde konaklamayı kabul etmişken, Massi
gelmeden önce özellikle daha sakin bir yerde
konaklamayı tercih ettiğini bildirmişti. Bunun
üzerine Serdar ona cennetten bir köşe diye
adlandırdığı otelin resimlerini e posta ile göndermiş
ve karşılıklı onaylamaları sonucunda Paradise Otel
de rezervasyon yaptırmıştı.

Massi, otel resepsiyonuna geldiğinde konuşacak


durumda değildi. Kendi başına odayı bulabileceğini
söylemiş ve resepsiyondaki görevliden anahtarı
istemişti. Şoför Salih’ in oda numarasını yanlış
hatırlaması sonucu, 103 numaralı odanın anahtarı
yerine, 130 numaralı odanın anahtarını alarak kata
çıkmıştı.

Massi, sınırlarını kaybedeli çok olmuştu. Yıllar


önce hayatında ilk defa bir kadına aşık olmuştu.
Angela, adı gibi, melek soylu bir kadındı. Angela,
babasının yanında yaşadığı İspanya’dan, Roma’ya
eğitimi için gelmiş, ırkının en güzel modellerinden
biriydi. Annesi, Angel küçükken babasıyla
anlaşamayıp ayrılmış ve ülkeisne geri dönmüştü.
Giderken iki kızı ve oğlunu da yanında götüren
annesi, uzun yıllarortadan kaybolan bir kocanın ona
bıraktığı çocukları için hem annelik hem babalık
görevini layıkıyla yerine getiriyordu. Oğlu’nun
kazada ölmesinin ardından yoğun acı çeken
Nathali, depresif ve içindeki zihin girdaplarında
kaybolmuş bir kaıdndı.

Angela ve Massi, bir park sorunu yüzünden


kesişen yollarının sonunda, aynı binada birbirinden
habersiz çalıştıklarının, hatta aynı cadde de oturup
hiç karşılaşmamış olmalarının ne garip bir tesadüf
ve talihsizlik olduğunun konuşulduğu ilk yemeğin
ardından, hayatlarını harika bir aşk filmine
dönüştürmüştü.

Birbirlerinin korkularının üzerine gitmeyi ve o


korkulardan bir bir kurtulmak için çabalamayı
seviyorlardı.

Küçük bir çocukken, ailesi ile gittikleri bir doğa


gezisi sırasında ormanda bir çukura düşmüştü.
Massi’ nin, bu olayı yaşadığı aynı ormanda edindiği
korkusundan onu kurtarmış olmak, Massi’ nin
aniden ölen ailesinin yüzünden oluşan terk edilme,
bağlanma korkusunu yenmesini sağlamış olmak,
Angela’yı Massi’ nin aklında ilaheleştirmişti.

Angela 7 yaşındayken motor kazasında


ağabeyini kaybetmişti. Tek korkusu bir motosiklet
üzerinde olmaktı. Riccardo, henüz 15 yaşındayken
aşırı alkol ve uyuşturucunun etkisi sonucu bir
uçurumdan virajı alamayıp uçmuştu. Bu onun
hatasıydı. Angela, motosikletin sandığı kadar
tehlikeli olmadığı hakkında bir ispata ihtiyacı
olduğunu söyleyen Massi’yi kıramadı.

İlk dakikalarda biraz endişelense de birlikte ilk


defa motora binmek ve yeniden korkularından
birinden daha kurtulmak üzere olduklarından emin
olmak heyecanını yaşıyorlardı. Bağıra bağıra
şarkılar söylerken ufaktan keyif almayı başlamıştı
bile. Massi son virajda Angela’ya evlenme teklif etti.
Angela ona sımsıkı sarılmışken birden kollarını
yukarı doğru kaldırıp tüm gücü ile “Evet” diye
bağırmıştı. Angela’nın coşkusu Massi’yi oldukça
keyiflendirmişti. Massi başını çevirip boş olduğunu
sandığı yolda yolculuğa devam ederken Angela’yı
öpmek istedi ve bu öpücük Angela’nın son
öpücüğü oldu. Karşıdan gelen kamyon motosiklete
çarptı ve ikisini birden yola savurdu.

Massi uyandığında, hastanede birkaç yerinde


kırıkları ve boynunda bir boyunluk vardı. Gözlerini
açar açmaz Angela’yı sordu. Massi’nin hastanedeki
beşinci günüydü. Yoğun bakımda iç kanama
yüzünden uyutuluyordu ve Angela artık hayatta
değildi. Kaza sonucunda çok kötü bir şekilde
hayatını kaybettiğini söylemişlerdi.

Massi için yaşamın durduğu bir andı. Angela’yı


öldürmüştü. Kendini acımasız bir katil olarak
görüyordu. Belki de ilk tanıştıkları gün onun
hayatına girmeseydi, Angela asla hayatı boyunca
bir motosiklete binmeyecekti.

Angela’nın ailesi katili olarak gördükleri


Massi’nin fotoğraflarını gördükleri halde, kimliği
hakkında pek bilgi sahibi değildi. Massi’nin
nüfuzlu tanıdıkları olayın örtbas edilebilmesi için
elinden geleni yaptılar. Massi, ona göre dünya
üzerindeki en büyük cezayı kendine vermişti.
Kendini Angela’nın olmadığı manasız bir hayatın
içine gömmüştü.
Uzun yıllar psikolojik destek almak zorunda
kaldı. Kendi kendine bir yemin etti. Bir daha asla
aşkın yanına yaklaşmayacak, bir şeyler hissettiği bir
kadın olursa derhal uzaklaşacaktı.

Toparlanması uzun sürdü. Hayatına sayısız


kadın girdi ve çıktı. Kadınlar adeta Massi’ye
uğruyor ve hemen vedalaşıyorlardı. Angela’dan
sonra etkilendiği bir kadın olmadığı gibi biraz
beğendiklerinden de köşe bucak kaçıyordu.

Elinde kalan ailesine ait sararmış bir fotoğraf ve


Angela ile dolu duvarların olduğu bir evdi.
Angela’nın eşyalarını, köpeği Clown’ u
kutsallaştırmıştı adeta. Clown, Angela’nın en zor
zamanlarda ona şirinlikler yapıp gülmesini
sağlayan, geçmişinden gelen palyaçosuydu. Zor
zamanlarda Massi ve Clown birbirlerine sarılıp,
Angela’nın videolarını seyreder, dertleşirlerdi.

Yeniden hayata dönebilmesi için Clown’ a


bakmak zorunda olduğundan, ayrılmaları söz
konusu bile değildi. Clown ortak çocukları gibiydi
ve Massi, ailesiz kalmanın ne demek olduğunu
lisede ailesinin evde ölü bulunduğu gün öğrenmişti.
Kapının önünde polis, itfaiye ve ambulansı bir
arada gördüğü gün kimsesizleşti. Kardeşi Alessia,
yangından kurtarılmış olsa da, hastanede
solunumu durmuş ve onu da kaybetmişti. Hayat
kaybettiği sevenleriyle Massi’yi ölüme hazırlıyordu
adeta. Birini kaybetmenin yalnızca ölümle mümkün
olduğu inancındaydı. Ölümlerden arta kalan olmak,
hiç bir acıyla eş tutulamazdı onun için.

Massi’nin her şeyi ailesinden kalan tek kutsal


varlığı ablası Adriana’ydı ama Clown ile olan
hayatına kimsenin yaklaşmasına izin vermiyor,
onunla aynı evde yaşamak istemiyordu. Angela ile
ortak yaşadıkları eve taşınmış, arada sırada ablasını
ziyaret eden her hangi bir misafir gibi olmuştu.

Angela ve Clown ile yalnızlık yaşamak istiyordu.


Angela’yı elleriyle ölüme göndermek, hayatını
cehenneme çevirmeye yetmişti.

Uzun süre kendi isteği ile işsiz kaldı. Tesadüfen


bir davette tanıştığı Aurora Romano sayesinde
yeniden adından söz ettirmeyi başardı. Başarılı bir
avukattı. Daha önceden sahip olduğu başarısının
hediyesi yaşadığı ev hariç, tüm mal varlığını satıp
yardım derneklerine bağışladı.

Eski şaşalı hayatını istemiyordu. Angela’nın en


sevdiği göl kenarındaki evinde, yaşamını
sürdürüyordu. Her sabah Angela’nın yerine doğa
yürüyüşleri yapıyor, tıpkı onun gibi gölde yüzüyor
ve bunları yapabilmek için alışkanlığının dışında
güneş doğmadan uyanıyordu.

Angela, güneşi gölde üzerine çekmeyi seviyordu.


Sabahın ayazına inat, titreyen vücudunun güneşin
masum sıcağıyla ısınmasını hissetmek istiyordu.
Islak bedenini güneşle ya da rüzgâr ile kurutmak
ona haz veriyordu. Bir gün Angela, sonsuzluk
yolculuğuna çıktığında eğer hala yaşıyorsa
Massi’nin ölünceye kadar bunu yapması için ondan
söz almıştı.

Massi için Angela ile buluşma noktası olan bu


göl, kutsaldı. Her sabah, iş seyahatleri dışında
mutlaka gölde güneşi üzerine çekiyordu. Clown,
her sabah gölden donmuş bir şekilde çıkan Massi ye
kenardaki havlusunu salyalarının arasında
uzatmayı görev edinmişti. İkisi de görevini yerine
getirmenin mutluluğu içerisinde güne başlıyorlardı.

Aurora, Massi’nin çok mutlu olmayacağı Kıbrıs


seyahatinden bahsetmeye başladığında, sözlerini
ağzına tıkarcasına ikna cümleleri kuruyordu.
Aralarında patron, işçi ilişkisi hiç oluşmadı.

Aurora, Massi’ ye olan hayranlığından başka,


onun eksiklik hissettiğinden emin olduğu anne
şefkatini de esirgemiyordu. Massi için her gün
rüzgârın nereden estiğini tahmin eder hale gelmişti.
Aralarındaki bağın içeriğinde gizenen bolca rol
vardı.

Massi, Aurora’nın zorlamasıyla, Kıbrıslı ortağın


gönderdiği otel fotoğraflarına bakıp biraz
dinlenmenin hiç fena bir fikir olmadığını
düşünmüştü. Yeni yerleri keşfetmeyi eskiden beri
severdi.

Hazırlıklar tamamlanınca tüm ekip Ercan


Havaalanı’nda karşılandıktan sonra, inşaatın
yapılacağı arsaları ve şirketi gezdiler. Bol gülmeli,
keyifli bir anlaşmanın imzalanmasının ardından
biraz daha eğlenmek üzere barın yolunu tuttular.
Massi, herkesin yeterince içip sapıtmak üzere
olduğunu anlayınca şirket ortağı Serdar’ı uyarıp
geceyi sonlandırmayı başarmıştı.

Nihayet oteline gelmiş, hayranı olduğu


yalnızlığına kavuşmak üzereydi. Anahtar kart ile
kapıyı açıp içeri girmeyi başarmasının ardından,
kapının iç kısmında yere yığıldı.

Önce muhteşem tasarım harikası ayakkabılarını,


kol kaslarının en görkemli yerlerinin saklandığı
keten gömleğini, şortunu ve çoraplarını çıkarttı.

Mutlaka Tanrı’nın yarattığı gibi çıplak uyunması


gerektiğine inancı vardı. Birçok dini inanışa göre
insanlar çıplak ölüme giderdi. Uyku da bir çeşit
ölümdü onun için.

Her şeyden önce annesinin Müslüman olması,


Massi’ nin bu bilgiyi küçük yaşta öğrenmesine
sebep olmuştu. Ölüler, toprağa çıplak girmeliydi.
Uyku ölümse, Massi, çıplak olmalıydı.

Sürünerek yatağın kenarına geldi, tırmanarak


ulaştığı yatağa uzandı. Birkaç saniye içinde sızmak
kadar keyifli bir uykunun içerisinde buldu kendini.
Massi uykunun derinliğinde nereden geldiğini
anlayamadığı bir kokuyu soluduğunu fark etti ama
bunun dışında hiçbir varlığın gerçekliğini ya da düş
eseri olup olmadığını anlayabilecek durumda
değildi.

Göğsünün üzerinde ince narin bir el hissettiğinde


uzun parmaklı bakımlı elleriyle o küçük eli
avucunun içine hapsetti. Bunun geçmişten gelen
harika bir düş olduğunu düşündü. “Angela”
diyerek bir iki kere sayıkladı ama kendi bile
duyabilecek durumda değildi.

Adını sayıkladığı kadın, ölümün kucağına


istemeden gönderdiği sevgilisiydi. Onun hayali ile
keyif içerisindeydi. Bacaklarının üzerinde gezinen
ince bacağın sıcaklığına rağmen sızmanın ötesine
geçemediği için tepki veremedi.

Annesi sık sık Massi’ye. “Tanrı kendimizden çok


sevdiklerimizi bizden alabilir, bizi onlarla
sınayabilir bu yüzden kontrolünü kayıp
etmemelisin.” derdi. Massi’nin kaza sonrasında
hatırladığı tek cümle bellekten önüne çıkartılan
annesinin söyledikleriydi. Tanrı’ya kendi
yüreğinden, çok sevmenin bedelini ödemişti.

Angela’dan sonra, huysuz ve isyankâr biri


olmuştu. İşinde başarılı ve neredeyse alternatifsizdi.
Birçok meslektaşının arasında bilinen bir yer
edinmişti. Hayatında başarılı biri değildi ama iş
hayatında başka bir kimlikti Massi.

Kırdığı kalplerin sayısını unuttuğu günlerde,


tanımadığı bir kadınla aynı yatakta birbirlerinden
habersiz sarmaş dolaş uyuyorlardı. Üstelik
Angela’nın dışında hiç bir kadınla uyumamıştı.

Güneş odanın kalın kadife perdelerini aşacak


kadar göğe doğru yükselmeye başlamış, bulduğu
aralıktan Ahsen’in gözlerini rahatsız etmeyi
başarmıştı. Ahsen, göz kapaklarının güneş
tarafından ısıtılmasıyla birlikte, elini bir avucun
içinde hissetmişti. Bacaklarının arasında kıllı bir
bacak olduğunu fark ettiğinde aniden gözlerini açtı.

Kendini bir adamın çıplak göğsü üzerinde


uyuyor bulunca, aniden çığlık atarak yerinden
fırladı. Ahsen, yataktan fırladığında, adamın
üzerindeki pike açıldı ve adam çırılçıplaktı.
Çığlık atmaya devam ediyorken, seksi
geceliğinin hala üzerinde olup olmadığını ve
kilodunu kontrol etti. Giyinikti ama çıplak bir
adamın yarı bedeninin üzerinde uyanmıştı.

İkisi de deliler gibi çığlık atıyorlardı. Aynı anda


susup konuşmaya başladılar.

Massi birden yatağın ucundan sarkan Ahsen’in


sutyenini fark etti. Eline alıp katladı ve sutyen ile
penisinin üzerini kapatıyordu.

- Seni lanet olası, kimsin sen? Sutyenimi yere


bırak! Pis sapık.

- Chi sei?

- Ne diyorsun?

- Che ne dici?

İkisi de birbirini anlamadıkları dilden


konuşuyorlardı. Bir sürü cümle kurmuşlar ve saçma
bir diyalog ile durumu anlamaya çalışıyorlardı.
Massi, çok sarhoş olduğu için kulüpten bir kadını
odasına getirdiğini, onunla uyuduğunu düşünüyor
ve kendine lanet okuyordu.

Ahsen, kendisini uyandırması için, uyku ilacı


aldığı konusunda yardım istediği telefondaki
resepsiyon görevlisinin bu durumu kötüye
kullandığını düşünüyordu.

Ağız dolusu sayıp sövüyorlar ama birbirlerini


anlamıyorlardı. Ahsen mümkün olduğu kadar
yüzüne bakmamaya çalışıyordu. Bir an ikisi birden
birbirlerinin göğsünde gördüğü dövme yüzünden
sustular. Suskunluklarını bozan farklı dillerde
söylenen aynı cümleydi. “Seni yalancı Arthur!”
diye bağırmışlardı. İkisinin de anladığı tek şey
Arthur’du.

Arthur, ikisinin de birbirlerinden haberi


olmadan, Roma’da dövme yaptırdığı bir adamdı.
Üstelik Arthur ikisine de farklı zamanlarda yaptığı
dövmeyi sadece kendilerine yaptığını söylemişti.
Kişiye özel bir dövme olduğu yalanına ikisini de
inandırmayı başarmıştı.
Göğsün üzerindeki dövme yırtıcı bir kuş ve o
kuşun pençesine takılı koparılmış yarım kalp
figürüydü. Kalbin altından kan damlıyordu. İki
aynı dövmeyi birbirinden ayıran tek fark, Massi’
nin dövmesindeki kalbin sol, Ahsen’in
dövmesindeki kalp parçasının sağ taraf olmasıydı.

İkisi de bu Arthur şokunun sonunda sessiz


kalınca, Ahsen bir hamle yapmasının gerektiğine
karar vermişti, Massi’ yi kolundan tutup çırılçıplak
odada sürükleyerek kapının önüne attı.

Mümkün olduğu kadar bakmamaya çalışsa da


çıplak vücudunun kusursuzluğunu fark etmemek
imkânsızdı.

Massi, kapının önünde kat görevlisine


yakalanmıştı. Kadın onu görünce birden olduğu
yerde zıplamış ve gülmeye başlamıştı. Massi kendi
dilinde kat görevlisine “Çok kızdırdığım için beni
sokağa attı.” Demişti ama kadının anlamadığını
düşünüp, annesinden öğrendiği yarım yamalak
Türkçesiyle “Bana kızdı çok.” Cümlesi ile kadına
açıklama yaptı. Kadın ona servis arabasından bir
çarşaf uzattı. Massi çarşaftan kıyafet yapmaya
çabalıyordu.

Ahsen odada yere birikmiş kıyafetleri ve yatağın


kenarındaki saati hızlıca toparlayıp hala kapının
önünde mahsur kaldığını tahmin ettiği Massi’ nin
suratına fırlatmak suretiyle kendisine geri verdi.
Teşekkür eden Massi’ ye “Canın cehenneme” dese
de içeri girdiğinde gülme krizine girdi.

Bir iki saniye sonra kapı çalıyordu. “Yine mi


sen?” diye bağırarak kapıyı açtı. Massi yarım
yamalak giyinmiş, elindeki sutyeni Ahsen’e
uzatıyordu. Ahsen, birden yanaklarının ısındığını
hissetti. Küçüklüğünden beri önce yanakları
utanırdı. Isınır, kızarırdı. Tek kelime etmeden
sutyeni alıp gürültülü bir şekilde kapıyı Massi’ nin
yüzüne kapattı.

Sinirleri bozulmuştu. Bir yandan sinirle kahkaha


atıyor, bir yandan da henüz cezaevi görmüş taze
mahkûm gibi volta atarken odada geziniyordu.

O adamla bütün gece yatakta ne yaptıkları


hakkında hiçbir fikri yoktu. Bir an Massi’ nin
göğsündeki kendisininkiyle ikiz olan dövmeyi
hatırladı.

Bunu hatırlamak onu sakinleştirmedi. Sinirden


titriyordu. Hızlıca üzerini değiştirdi. Asansörü
beklemeye tahammülü yoktu. Merdivenleri hızlıca
inip kendini resepsiyonda buldu. Avazı çıktığı
kadar bağırıyordu.

- Derhal otelin sahibini istiyorum! He bir de o


Allah’ın cezası pis sapık var ya, hani dün akşam
resepsiyondaki adam, o İtalyan çakması herif, o da
buraya gelecek.

- Hanımefendi sakin olun. Anlayamadım.


Kimden bahsediyorsunuz?

- Sizinle muhatap olmayacağım. Derhal otelin


sahibini çağırın ve polisi arayın.

- Bir şeyiniz mi çalındı?

- Ayyyyy! Delireceğim şimdi! Çağır şu


patronunu!

- Sakin olun efendim. Tamam. Anlamaya


çalışıyorum.
Resepsiyon görevlisi telefonda telaşla
konuşurken, Ahsen birden arkasını dönünce Massi’
yi gördü. Hala üzerini düzelten Massi, Ahsen’i
görünce aniden dondu. Üzerine doğru yürümeye
başladı.

- Seni lanet olası! Hala ortada geziniyor. Şuna


bak ya!

Ahsen, Massi’ nin üzerine yürüyünce, Massi de


hız kesmeden ona doğru yürümeye başladı. Ahsen,
kendisine doğru yürüyen Massi’ den korkmaya
başlasa da duraksamadı, hatta saldırdı. Massi,
bileklerinden tutup kendince onu sakinleştirmeye
çalışıyordu.

- Calmare.

- Bak hala rol yapıyor. Aşşağılık herif!

- Dur! Dur!

- He ne oldu Türkçeyi mi hatırladın? İtalyan


çakması seni.

- Hey Massi! Hanımefendi! Bir dakika.


Serdar, şoförü ile birlikte lobide bir kadını
bileklerinden tutan Massi’yi görünce şoke oldu.
Birkaç dakika Ahsen’i hala bırakmadan
çırpınmasını durdurmaya çalışan Massi, bir yandan
Serdar’a çılgın kadını tanıyıp tanımadığını sordu.

Serdar, tanımadığını söyleyince, Massi aniden


Ahsen’in bileklerini bıraktı. Ahsen’i adeta savuran
Massi, arkasını dönüp giderken, Serdar’dan olayın
ne olduğunu öğrenmesini istedi. Ahsen avaz avaz
arkasından bağırıyordu ama Massi hiç bir tepki
vermiyordu.

- Burası nasıl bir otel böyle? Elemanınız gece


odama girmiş. Benimle uyumuş.

- O sizinle uyurken siz ne yapıyordunuz


hanımefendi?

- Hiçbir şey tabi. Ne demek istiyorsunuz siz?


Hem suçlu, hem güçlü halleri demek!

- Hayır, hanımefendi, bu adamın kim olduğu


hakkında bir bilgimiz yok. Bakın bir saniye yanlış
anlaşılma var sanırım.
- Adam benimle çırılçıplak uyumuş diyorum
yahu!

- Hanımefendi bunun sebebi biz değiliz


sanırım.

- Nasıl değilsiniz. Lanet olası resepsiyon


görevlinize telefon açıp, uyku ilacı alacağımı
söyledim. Sabah uyandırın benden haber
almazsanız dedim. Belli ki bu durumu
değerlendirdi terbiyesiz herif.

- Hanımefendi bir saniye. Bir saniye. Ben bu


adamı tanıyorum. Benim ortak olduğum İtalyan bir
şirketin avukatı. Benim misafirim. Sanırım bir
yanlış anlaşılma oldu.

- Yahu adam benimle uyumuş ve çıplak


diyorum. Nasıl girdi bu benim odama? İki kişiye bir
oda mı satıyorsunuz siz?

- Hayır hanımefendi. Müsaade ederseniz ben


bu rezilliği çözeceğim. Lütfen siz odanıza buyurun.
Biz konuyu çözüp bilgilendirelim. Çok özür
dilerim.
- Hee oldu. Ben de üflediniz geçti diyeceğim
zaten. Adam benimle bütün gece ne yaptı, Allah
bilir.

- Haklısınız hanımefendi ama araştırmadan


bilemeyeceğim.

- Merhaba hanımefendi ben Serdar. Az önce


anlatmaya çalıştım ama muhtemelen beni
dinlemediniz. Massimilliano, benim şirketimin
İtalya’daki avukatı. Bu otelin rezervasyonunu
benim elemanlarım yaptı. Konuyu ben de en az
sizin kadar öğrenmek istiyorum. Sonuçta misafirim
de mağdur durumda.

- Burada mağdur olan bir tek kişi var o da


benim Serdar Bey. Odama tanımadığım bir adam,
uyku ilacı aldığım bir gece giriyor ve üstelik çıplak
bir şekilde yanımda yatarken birlikte uyanıyoruz.
Tanrım! Lütfen bana biri bu durumu anlatabilir mi?

- Serdar, andiamo.

- Massi.

- Andiamo.
- Şey! Ben şimdi gitmek zorundayım. Durumu
öğrenip size haber vereceğim. Tekrar özür dilerim.
Yalnız şunu bilin ki mutlaka bir yanlış anlaşılma
var. Dün gece için affedersiniz biz çok sarhoştuk.

- Bana ne bundan. Habersizce bir kadının


odasına dalmak ne demek öğrenecek o terliksi
hayvan. Hale bak ya, sanki hiçbir şey olmamış gibi
çekip gitti. İnsan bir özür diler. Polis çağırın.
Hemen şikâyetçiyim.

- Hanımefendi durumu anlamadan polislik bir


durum olduğunu düşünmüyorum. Siz kendiniz
söylediniz ilaç aldığınızı, suçlu siz olmayasınız?
Sonuçta arkadaşım sarhoştu.

Ahsen’i tutmak artık çok zordu. Hışımla


Serdar’ın üzerine doğru yürüdü.

- Seni adi herif! Arkadaşı ne ki, kendi ne


olsun? İkinizi de dava edeceğim, görürsünüz siz.

Otel müdürü, heyecanını bastırmaya


çalışırken, nasıl konuşacağını bilemez bir halde
Ahsen’in yanına geldi.
- Hanımefendi. Hata hepimizin. Beyefendinin
söyledikleri doğru. İtalyan misafirimiz sarhoş
olduğu için oda numarasını karıştırmış. Israrla
anahtarı almış ve odaya kendisi çıkmış. Bu durumu
nasıl telafi ederim bilemiyorum ama…

- Ama ne ya? Ama ne? Bu adamın yanına kar


mı kalacak dün gece?

- Hanımefendi ne yapsın yanınızda uyudu


diye sizi nikâhına mı alsın? Sizde kendinize sahip
çıksaydınız.

- Seni var ya!

Ahsen, iyiden iyiye hırçınlaştı. Serdar’ın bu


sözleri onu büsbütün delirtti. Üzerine doğru hızla
yürüyüp Serdarı bir kafa darbesi ile yere yıktı.
Serdar’ ın burnu kan içindeydi.

- Seni dava edicez, göreceksin.

Serdar olayın daha fazla büyümemesi için


otelden çıkıp gitmeyi tercih etti. Sonuçta bir kadına
vuramazdı. Otel görevlilerinin de telkinleriyle
uzaklaşırken edepsizce bağırıyordu.
- Ah dün gece yanında ben olacaktım var ya,
işte sen o zaman görürdün olayı.

- Seni şerefsiz! Adi herif!

Serdar, onu duyamayacak kadar uzaktaydı artık.


Massi onu Salih ile beraber arabada bekliyordu.
Kahkahalar atarak arabaya bindi ve olanları
Massi’ye anlattı. Massi, Serdar’ın kanayan burnunu
görüp, olanları duyduğunda utanç hissetti. Serdar
onun üzgün olmasına şaşırdı hatta ara ara
şakalaşmalarla kadınla bir şeyler olup olmadığını
sorup durdu.

Durum, Ahsen’in sandığı gibi bir otel görevlisi


macerası değildi. Massi’de o odaya nasıl ve neden
gittiğini biraz Serdar’dan, biraz da o gece nöbetteki
resepsiyon görevlisinden öğrenmişti. İkisi de
olanlardan dolayı çok utanıyordu.

Otel görevlisinin Ahsen’i şikâyetçi olmaması için


hediyelere boğması ve tüm masraflarının otel
tarafından karşılanacağını bildirmesi, Ahsen’ in de
bir yabancıyla uğraşmak istemeyişi olayı kapattı
ama Ahsen, huzursuzdu.
Üç gün boyunca toparlanamadı. Fulya’yı o
tedirginlik ve anlamlandıramadığı hisler içerisinde
aramak dahi istemedi ama bunu arkadaşından
saklamamalıydı. En sonunda arayıp durumu
anlattığında, epey kahkahaya sebep olmuştu. Hala
Massi ile bir şey olup olmadığına emin değildi.

Fulya, Ahsen’ e adamın neye benzediğini,


yakışıklı olup olmadığını sorduğunda verdiği seri
cevaplarından rahatsız olmuştu. Tüm detaylarını
hatırlıyordu. Kıvırcık saçlı ve iri gözlü olmasından,
hatta dövmesinden, apandisit ameliyatı izinden bile
bahsetmişti.

Fulya, “Sen bu adamı fazla incelemişsin sanırım.


Hani bakmamıştın.” Dediğinde birden sessiz
kalmıştı. Fulya’nın “Beğenmişsin sen bence bu
adamı.” Cümlesinin arkasından ilk kez arkadaşına
yalan söylemişti.

- Ay. Hayır. Şekilsiz. Tipsiz. Yok be! Ne


beğenmesi? Hiç benim tipim değil. O ne öyle
merinos koyunu gibi saçlar falan.

- Kızım, sakin ol tamam. Uzatma.


Beğenmedim desen yeterdi.
- Beğenmedim işte be.

- Dikkat et! Kız bu gece rüyana girmesin bu


adam.

- Zevzeklik yapma ya. Dur! Kapı çalıyor bir


saniye kapatma.

Massi’ nin Kıbrıs’ da son günüydü. Gerekli


işlemleri tamamlamış ve ülkesine dönmek için
havaalanına doğru yola çıkmıştı bile. Olayın
üzerinden üç gün geçmişti. Otelden bu olay
yüzünden ayrılmak zorunda kalmıştı. Dönmeden
önce Serdar’dan affedilmesini sağlaması için bir
çiçek göndermesini istemişti.

Fulya, telefonda beklerken, oda görevlisi elinde


kocaman beyaz gül buketi ile karşısında
duruyordu. Ahsen, şaşkındı. Onun orada olduğunu
bilen kimse yoktu. Bu güller de neyin nesiydi
şimdi?

- Kız deli, gül mü gönderdin bana?

- Ooooo! Senin İtalyan yollamasın kız?

- Saçmalama neden göndersin ki?


- Delinin dediğine bak, öyle ya da böyle
kocaman bir gece boyunca aynı yatakta uyudunuz.

- Aaaaaa! Kes sesini! Kapattım ben.

Telefonu kapatıp yatağın üzerine fırlattı. Hızlıca


gülün üzerindeki not kâğıdını açıp okudu. Not
İtalyanca yazılmıştı. Anlamadığı için kendine kızdı.
Hiç istemediği kadar merak ediyordu.

Teknolojiden faydalanıp, çevirmeye çalışsa da bir


türlü anlaşılır hale gelmiyordu. Bir sonraki
durağının Roma olması, onu rahatlatmıştı. Yalancı
Arthur’a uğrayıp ceza olarak o anlamadığı notu
İngilizceye çevirmesini isteyebilirdi.

Massi, Ahsen çiçeği teslim aldığında


havaalanında Milano’ya geri dönmek için
bekliyordu. Yanındakilerle konuşmuyor, Ahsen’in
yüzü gözünün önüne geldikçe gülümsüyor, hatta
kendi halini de hatırladıkça ara ara kısık sesli
kahkahalar atıyordu. Arkadaşlarının alışık olmadığı
bir durumdu bu. Massimilliano’ nun, Angela’nın
öldüğü kazanın ardından o güne kadar bu denli
kahkaha attığına hiç rastlanmamıştı.
Ahsen, kat görevlisinden bir vazo istemişti. Kitap
okumak için gezindiği oda ve balkondaki masaların
üzerinde sürekli çiçeğini gezdiriyordu. Bazen
komodine, bazen odadaki koltuğun yanında duran
sehpanın üzerine, bazen de balkondaki minik
masaya taşıyordu beyaz güllerini. Anlamadığı notu
ise kitap ayracı yapmıştı.

Anladığı tek cümle, Türkçe yazılmış olan “Özür


dilerim” di. Massi, özrünün kabul edilmesinden
başka Ahsen’in aklında yer edinmeyi başarmıştı.
İkisi de aynı anda göğüslerindeki ikiz dövmeleri
düşünüyordu.
4. Bölüm
Ahsen, odasında gezinerek telefonda Fulya ile
konuşurken, gözleri Massimilliano’ nun özür
çiçeklerindeydi. Beyninin içinde biriken merak
zerreciklerinden kurtulmak istiyordu. Bir başka
adamın ufak ufak zihnine yerleşiyor olmasından
dolayı kendine kızıyordu.

Fulya, İstanbul’dan haberler anlatırken çiçeğin


yapraklarını okşadığını fark etti. Eli yanmış gibi
geri çekti aniden ve birden;

- Fulya. Şey! Ben, şu adam var ya,

- Kim?

- O işte.

- O kim be? Uzatmasana.

- Neyse ya boş ver. Saçmalıyorum.

- Saçmala lütfen. Merak ettim.

- Çiçek göndermişti bana hatırladın mı?

- Evet. Aradı mı yoksa?


- Hayır. Aramadı tatlım. Ya, ben işte.

- Ya ne işte.

- Utanıyorum. Onu düşündüğüm için


utanıyorum biraz.

- Deli kız ne var bunda utanacak?


Yakışıklıydı değil mi? İtiraf et kız. Bak aklın kalmış.

- Harika bir vücudu vardı ama yüzünü hiç


hatırlamıyorum biliyor musun?

- Allah’ım bakmadın mı adamın yüzüne?

- Ya söyledim ya baktım ama hatırlayacak


kadar değil. Dövmeye odaklandım sanırım.

- Adamın dövmesi mi vardı? Ayyy! Hem


seksi, hem dövmeli. Eeeee. Ne vardı dövmesinde?

- Benim göğsümdeki dövmeyi hatırlıyor


musun?

- He şu vahşi kuş.

- Aynı dövme onun da göğsünde de vardı.

- Nasıl?
- Gerçekten aynı dövme onun da göğsünde
var.

- Hani sadece sana yapmıştı o dövmeyi


Arthurcuğun?

- Garip olan muhtemelen ona da aynısını


söylemiş. Aynı anda Arthur diye bağırdık. Fazla bir
tesadüf gibi geldi. İlginç.

- Uzun boylu mu?

- Epey uzun.

- Ya işte onu demiyorum. Anlasana.

- Zevzek. Saçmalamaya başladın hadi sus


artık görüşürüz sonra. Hazırlanıyorum. Çıkacağım
birazdan. Hesap kitap işlerim var.

- Ahsen.

- Efendim.

- Kendine kızma. Mustafa yok artık. Unutma


bunu lütfen. O yok ama sen hala yaşıyorsun.

- Kapattım ben. Hadi! Hoşça kal.


Ahsen, Mustafa’nın izlerinin kederi yüzünden
gözlerinden dışarı sızmaya başlamıştı bile. Fulya’yı
ne kadar uyarsa da hiçbir zaman Mustafa’ nın adını
geçirmeden bir konuşma yapamıyordu. Her
seferinde biraz toprak çekiliyordu adeta ayağının
altından. Mustafa ismini duymak, deprem, erozyon,
fırtına ve insan için yaratılmış ne kadar felaket
varsa, o kadar sarsıcı oluyordu.

Unutmaya çalışmak hatırlamaktı ne de olsa.


Hatırladığın her neyse canını yakar ve unutmak
istersin ya, işte tam da bu durum içerisinde
çırpınmakla geçiyordu günleri.
Günceden…

Gittin. Tüm heybetinle ardında kocaman bir


gölge bırakarak , sessizliğinden bana bir kafes
yapıp gittin. Kafesin içinde senin sınırların
yüzünden kanatlarım kırık gibi işlevsiz,
çırpınamıyor bile.

Denize yalnız bakıyor yeşillerim.


Dudaklarımdan dışarı çıkamayan içimde
biriktirdiğim acıklı bir şarkı mırıldanıyorum
tınlamalarımla. Yalnızlığım diyorum. Yaşamak
zorunda olduğum beraberliğimsin cümlesini
istemsizce tekrarlıyorum. Yapacak bir şey yok,
gitti diyorum. Ne lodos kesiyor, ne de zula da
biriktirdiğimi bile fark etmediğim umutlarım.
Geri dönceğine dair ümit olmadığı için bu
bekleyiş zihnimce kabul görmüyor.

İçim yangın yeri. Üfledikçe alevleniyor. Ne


duman, ne de kül yok alevin ardından. Dışı buz,
içi alev bir varlık gibi yaşama tutunup, nefes
almaya çabalıyorum. İzi silinmeyen derin bir
kesik yarası oldun ruhumda. Aklıma geldikçe
kanatacaksın. Gece gibi güneşi örttün. Tanrı,
fırtına gibi savurdu uzaklara hayalleri,
umutları.

Hortum gibi içine çektin ruhumu. Ölüm


adeta dolu gibi, tüm soğuk sertliğiyle yolumu
tıkadı. Çığ gibi üzerime yığıldı yokluğun. Ne
kadar doğal felaket varsa hepsinde gidişinden
izler. Oysa baharın temiz kokusu ve renkleriyle
her günü ve geceyi, limitsiz anlara çevirmiştik.
Kendi yarattığım harabemin içinden elimin
parmak uçlarını tutup çekmiş, yeniden ayağa
kaldırmıştın beni.

İmkansızlığa hayranlığım yüzünden


tırmandığım zirveden yuvarlanıp ayağının
dibine serildim. Savunmasızca tüm silahlarınla
saldırmanı izledim. Gözlerin, gülüşün,
dokunuşun, kokun ile mütemadiyen saldırdın.
Saldırdıkça alev alan benliğimin içindeki
ruhum eriyip seninkine karıştı işte. Yapacak bir
şey yok. Gittin ve ben sonsuzluğa gitmeden,
senden gidemeyeceğim belli.
Bir gece ansızın odasına giren bir adamın
yanında uyumuş olmak, onunla uyanmak,
sonrasındaki şaşkınlık, aptal duruma düştüğüne
şahit olmak, beklenmedik özür çiçekleri, her şey çok
fazla geldi birden. Mustafa’nın doğum lekesi gibi
bıraktığı ruhsal izleri hala oradaydı, yüreğinin
üzerindeydi ve silinmesi beklenemezdi. Massi,
Mustafa’nın izlerinin üzerine çizilmiş bir dövme ile
zihninde geziniyordu.

En çok onu etkileyen ise o ikiz dövme ve


dövmedeki sağ ve sol olarak çizilmiş yarım kalpti.
Parçalarının ikisinde birleştiğini fark etmesi fazla
masalsı gelse de, kafa karışıklığı yarattı.

Massi’ nin anlaşılmaz konuşmaları, kapının


önünde çıplaklığıyla çaresizliğinden oluşan
komikliği, olanlara karşı tepkisiz halleri,
bileklerinden tutup onu sakinleştirmeye çalıştığı
anlar ve sonrasında gelen affedilme isteği, tek tek
zihninde istila oluştuğunun işaretiydi.

“Her şey çok fazla. Bu tesadüf ve yaşananlar…


Onu düşünmek için harcadığım bu saniyeler çok
fazla…” Diye aklından geçirip her yeri birçok
ülkenin tarihi eserlerinin görüntüleriyle süslenmiş
bavulunu yatağın üzerine koyup açtı. Otelde daha
fazla kalmak istemedi.

Massi’nin penisini kapatmak için yerden aldığı


sutyeni geldi eline. Sutyene bakıp kahkaha attı.
Sutyenle penisini kapatan başka bir adam tarihte
yoktur herhalde diye düşündü. “Fotoğraf çekme
şansım olsaydı, sosyal medyada rekor beğeni
alırdı.” Diyerek güldü.

Ahsen’in aklına bir an da düşünce gücü eğitim


seminerinden eğitmenin bir paragraflık konuşması
geldi. “Birini düşündüğünüz de bilin ki o da sizi
düşünüyordur. Bunu başarabilirsiniz. Sadece
düşünün ve düşündüğünüz her kimse kendi
enerjinizin içine çekin. Bunu deneyimledim ve şunu
gördüm; tam bir arkadaşımı arayacakken o beni
arardı ya da o aradığında ben ona tam da seni
arayacaktım şimdi, derdim.”

Massimilliano, zihninde hadsizce gezinirken,


acaba o beni düşündüğü için mi ben onu
düşündüm diye sorguluyordu kendini. Dikkatini
dağıtmaya çalışıyor, etrafa saçtığı kıyafetlerini hızlı
hızlı toparlıyordu.

Massimilliano, Societa di Costruzione Successo’


nun toplantı salonunda konuşulanların uğultu
olduğu bir anı yaşıyordu.

Tılsımlı kıvırımları olduğunu düşündüğü saçları,


beyaz geceliği ile karşısında dikilip ellerini dans
eder gibi hareket ettirirken sinirli olduğunu
gösterebilen, balerin görüntüsündeki Ahsen’i
düşünüyordu. Ona bağırmasını, bağırırken bir
eliyle gözlerini kapatmaya çalışmasını, sesini
hatırlıyor ve içinden itiraf etmek istemediği
övgüleri yağdırıyordu.

En son kare olarak aklında kalan kapının önünde


Ahsen’ e sutyenini uzattığında yanaklarının
kızarmasıydı ve istemsizce herkesi unutup kahkaha
attı.

Birden herkes susup gözlerini Massi’ nin


üzerinde topladı. Kıvrak zekâsı ve duvardaki saat
onu bu durumdan kurtardı. “Öğle yemeği saati
artık sizi duyamayacak kadar midemden gelen
sesleri duyuyorum” dedi. Herkes gülmeye başladı.
Hep birlikte masadan kalktılar.

Aurora, Massi’ nin yanına geldi. Serdar ile


yaptıkları dedikodunun gerçekliğini kontrol etmek
istiyordu. Serdar, Aurora’ ya Massi’ nin yanlış
odada uyuduğunu anlatmış epey gülmüşlerdi.
Massi’ nin tepkisini tahmin edemediği için İtalya’ya
dönesiye kadar, bu konuşmayı yapmayacağına dair
söz almıştı Aurora’dan.

- Güzel miydi şu sürpriz gecenin kraliçesi?


- Neden bahsediyorsun anlamadım?
- Hadi ama şu Girne’de ki yanlış oda macerası.
- Oooo! Serdar.
- Eğlendiniz mi?
- Konuşmak istemiyorum bunu. Bir şey
olmadı. Olsa bilirdim. Uyumuşuz işte. Of!
Kes şunu. Hadi çıkalım. Çok açım.

Massi, Aurora’nın arkasından söylediklerini


dinlemedi bile. Ofisten çıkıp merdivenlerden hızlıca
aşağıya indi. Duoma Katedrali’nin hemen
yanındaki L'Abeille Gourmande ‘nin leziz
yemeklerinden hızlıca birini seçti ve garsonu,
siparişini bahane ederek uzaklaştırdı.

Ahsen Yıldız yazdığı Facebook arama


motorunun bir an önce, ona doğru cevap vermesini
bekliyordu. Facebook ’tan önüne sunulan kız, onun
birlikte uyuduğu Ahsen değildi ve o isimle başka
bir profil de yoktu. Daha geniş bir ağ üzerinden
bulabilir miyim düşüncesiyle internette arayış
içerisindeydi.

Ahsen’in fotoğrafı karşısında duruyordu. Canlı


görüntüsünün fotoğrafından çok daha güzel
olduğunu düşündü. Kalın çerçeveli gözlük ve
saçlarının topuz olması, sıradan bir kıyafetin
içerisinde görmek, daha önceki görüntü ile aklında
eşleşmedi. Bir kaç fotoğrafına daha baktı.
Biyografisini buldu ve anlayacağı dile çevirdi.

Ülkesinde bilinen bir fizik mühendisi ve


araştırma görevlisi olduğunu öğrendi. Hakkındaki
haberleri inceliyor ve anlamaya çalışıyordu. Bir
uçak kazasına rastladı. Ahsen, fotoğrafta ceset gibi
görünen bir canlıydı adeta. Oldukça üzgün
görünüyordu. Uzun uzun fotoğraflarına baktı. Bir
bağ kuramadı ama daha sonra detaylı incelemeye
karar verdi. İnternet keşifçilerine dua etti.

Birden Ahsen’in fotoğrafında kayıp olduğunu,


gereksiz bir şekilde onu önemsediğini fark etti.
“Ooo Massi. Lanet olsun. Kapat şu fotoğrafı ve
yemeğini ye seni aptal!” Dedikten sonra telefonunu
cebine koydu.

Ahsen, aynı zamanda, resepsiyonda hesabını


kapatmak için bekliyordu. Otelin müdürü yanına
geldi. Yaşananlar ile ilgili yeniden bir özür
konuşması yapıyorken ödemesi gereken bir hesabın
olmadığını söyledi. “Hatamızı bu şekilde telafi
edemeyiz ama lütfen bunu kabul edin” dedikten
sonra Ahsen nazik olmaya çalışıyordu ve teklifi
kabul etti. Otel müdürü özel bir araç tahsis etmiş
Ahsen’in itirazlarına rağmen onu havaalanına
kadar bıraktırmıştı.

Lefkoşa’dan ayrılırken, Girne’de saklanmış


büyük bir sır ile yola çıkmıştı. Kendine bile itiraf
etmekte zorlandığı zihin olaylarının baş kahramanı
Massi’den etkilenmiş olması, Ahsen için büyük bir
sırdı.
“İçinde kayıp olduğum, kendimi
unuttuğum bir günün mucizesi getirdi
seni bana.

Adının sihri, yeşil gözlerinin büyüsü ve


emsalsiz ruhunla, ruhumun kilidi
üstünde asılı duran kapısından içeri
girdin. Ardından sürükledin ve
kaygılarımdan dikili bir elbise giydirdin
bana.

Adın aşk senin biliyorum.

Kapıdan içeri girdiğinde, tüm


benliğimle “Hoş geldin” diyerek
karşıladım seni. Kendime inat, senden
habersiz, geldiğine şükrettim.

Gitme…”
5. Bölüm
Fiumicino Leonardo da Vinci havaalanında
gereksiz bir bekleyişin yaşanıyor olması, İtalyanlara
göre gerekli görülmesi can sıkıcıydı. Her yolcu,
kurallara uygun olduğuna karar verilince Roma
topraklarına ayak basabilmenin heyecanını
yaşıyordu. Ahsen’in ikinci kez gitmek istediği
sonraki durağı Roma, tam da ayağının altındaydı
artık.

Babası ile konuşurlarken bir gün en çok görmek


istediği yer sorusuna cevaben onlarca yıldır tek
görmek istediğim yer Roma demişti. Babası
‘onlarca yıl’ açıklamasına epey gülmüştü. Babasının
nadir kahkahalarından biri olduğunu anımsadı.
Romaya ilk gelişinde babasından aylarca saklamak
zorunda kaldığı dövmesini yaptırmış olmanın
suçluluk duygusuyla eve dönmüştü.

Hotel Villa San Lorenzo Maria ‘nın, kapısı


bahçeye açılan, tarih kokulu odasından dışarı attı
kendini. Soylulara ev sahipliği yapmış duvarlarına
dokunmak geçmişle bugünü birleştirmek gibi
geliyordu. Ahsen, tarihi ve sadeliği sever, eski
eşyaların olduğu yerlerde sonsuz bir huzur
hissederdi.

Antika el boyaması, oymalı dolapları, şifonyeri


ve karyolası ile tarihin kucağında uyuyacağı birkaç
günün heyecanı içindeydi.

Roma’nın sokaklarında çıplak ayakları ile


gezmeyi planlamıştı. Bir süre çıplak ayakla
gezinecek, yorulduğunda bir Vespa’ nın kucağına
oturup gezecekti her yeri. Boynuna baykuş motifli
küçük bir çanta astı. Roma hayalleri listesindeki her
maddeyi gerçekleştirmek için hazırdı.

Vatikan gezisinde sorun çıkmaması için


bileklerine kadar uzayan, bacaklarını da örten
beyaz bir elbise giydi. Omuzlarını açıkta bırakan
dantel yakalı elbisenin içinde, bukleli uzun saçları
ve ışıldayan yüzü ile muhteşem görünüyordu.

“ Evet. Kendimi beğendim şimdi çıkabilirim.”


Dedikten sonra, fotoğraf makinesi, pasaportu
derken son kontrolleri tamamlandı ve ayna ile
vedalaşıp çıktı.
Bileğindeki bilekliği ile uyumlu halhalının
şıkırtılarıyla otelin çıkış kapısına doğru yürürken
etraftaki birkaç otel personelinin çıplak ayaklarına
baktığını fark etmesi hiçbir şey ifade etmiyordu
onun için. Elindeki sandaletleri sallanıyordu.

Kulaklığından zihnine yayılan Nikos Vertis


şarkılarıyla Roma’nın tadını çıkartacaktı. Nikos’un
gizli hayranıydı. ‘Roma’ da Nikos ile olmalıydım’
diye içinden geçirdi. Nikos, kulağına şarkılarını
fısıldarken, zeminin serinliğini, pürüzsüz yolların
ısısını tabanlarında hissederek yürümeye başladı.

Roma Termini’ den A metro hattına binerek


Ottaviano San Pietro – Musei Vaticani durağında
indi. Aşağı yukarı beş dakikalık bir yürüyüşten
sonra görkemli girişinin önünde durakladı. Önce,
derin bir nefes aldı. İyice etrafına bakındı.

San Pietro Meydanında’ydı artık. Meydanın tam


ortasındaki İskenderiye’den getirilen dört bin
yaşındaki dikilitaşı çevreleyen ve Roma’dan
Vatikan’a doğru gelenleri adeta kucaklarmışcasına
yarım ay şeklinde dizilmiş sütunlara hayranlıkla
bakıyordu.
San Pietro Bazilikası’nın bulunduğu yerde,
uzantısı Çin Seddi’ni andıran bir kuyruk vardı.
Turist kafilesine takılmamak için dua etmek
anlamsız diye düşünmüştü. Bir kuyruk olmamasını
beklemek ahmaklık olacaktı çünkü.

Sıra beklerken meydanda ön cephede yazılı olan


Latince “IN HONOREM PRINCIPIS APOST.
PAULUS V BURGHESIUS ROMANUS PONT.
MAX. AN. MDCXII PONT VII” yazısının anlamını
merak etti. San Pietro Bazilikası’na artık girmek
üzereydi. Bir kaç insan gerisinden gelen Türkçe
konuşmalara kulak kabarttı.

Bir Türk rehber kafileye kendisinin de merak


ettiği Latince yazının açıklamasını yapıyordu.
Rehberin “Ön cephedeki yazıda, Bazilika’nın
inşasının bitirilmesinde önemli rol oynayan
Camillo Borghese nam-ı diğer Papa V. Paul’e
selamlama yapıyorlar.” Dediğini duydu.

Gülümsedi. Burada sırada bekleyen her turist


merak ettiği için rehberler bu bilgiyi öğrenmek
zorunda kalmıştır diye düşündü.
İstemsizce arkasındaki Türk kafileye baktı.
Birden rehberle göz göze geldiler. Rehber bir şeyler
anlatırken aniden sustu. Ahsen, gözlerini kendisine
dikip konuşmasını aniden kesen rehber ile birkaç
saniye bakıştıklarını fark ettiğinde hızlıca önüne
döndü.

Adamı tanımıyordu. Adamın da onu


tanımadığına emindi. Arkasına bakmamaya çaba
gösteriyordu ama zihninin içinde saklanmış
gürültücü bir kurt, sürekli acaba ile başlayan
soruları beyninde dolaştırıyordu. Yeniden arkasına
baktı. Adam orada yoktu ama grup oradaydı. Biraz
etrafa bakınırken omuzuna birkaç parmağın
dokunduğunu hissetti.

İrkilip arkasına döndüğünde rehber ile karşı


karşıya kaldı. Tur rehberi Yunanca “Merhaba” dedi.
Ahsen’ de Yunanca cevapladı. Adam, “Biliyordum!
Yunanistan’dan geldiğinizi tahmin ettim.” diye
aynı dil ile konuşmaya devam etti. Ahsen, ben
Türk’üm dedi. Adam da Türkçe “Ben de” diye
cevapladı.
- Arda, ben. Arda Güngör. Tur rehberiyim.
Yılın yarısı buradayım, yarısı da İstanbul’da
yaşıyorum. Peki, siz? Yunanca nereden
biliyorsunuz?

- Ahsen, ben. Annemin ailesi Yunanistan’dan


Türkiye yerleşmiş. Aile büyükleri arasında
konuşurken ufak ufak içlerine sızıp
öğrendim. Giritli bir ailede büyüdüm. Siz
bana bir şey mi söyleyeceksiniz?

- Aslında hayır. Aaaa. Evet.

- Evet mi? Hayır mı?

- Evet. Bana tanıdık geldiniz. Acaba tanıyor


muyum? Tanıyorsam, nereden diye sormaya
geldim.

- Bilemiyorum, ben de aynısını düşündüm.


Türk kanı çekmesi mi desek?

- Bilemem. Neyse ben sizi çok tutmayayım.


Akşam Aşk Çeşmesinde bizim kafileyle
buluşacağız. Gece fotoğraflarının ardından,
benim sürpriz olarak sakladığım bir mekân
da eğleneceğiz. Katılmak isterseniz, siz ya da
arkadaşlarınızla birlikte saat 21.00 de Aşk
Çeşmesi’ne gelin.

- Teşekkürler nazik davetiniz için. Uyarsa


gelirim. Arkadaşlarım yok. Ben yalnızım.

- Anlaştık o halde ayaklarınıza dikkat edin


demiyorum çünkü Roma sokakları
İstanbul’un sokaklarına benzemez. Keyfini
çıkartın.

- Teşekkürler. İstanbul’da olduğumu


söylememiştim size.

- Tahmin ettim diyelim.

- Peki. Görüşürüz.

Ahsen, bazen insanların ruhu tanıdık gelir diye


düşündü. Sıra Ahsen’e gelmişti nihayet. Kenarda
kısa şortlu dekolteli insanlar güvenlik görevlileri
tarafından giydiriliyordu.

Rehber Arda, yeniden yanındaydı.

- İstersen bizimle birlikte gezebilirsin. Ben de


keyifle bilgilerimi paylaşırım. Eğer yalnız
olmak istersen, sadece küçük bir sır var onu
paylaşmak isterim.

- Olabilir aslında. Bilen birinden dinlemek çok


keyifli olur. Sır için beklemezsem daha iyi
olacak. Nedir bu sır?

- Sırrı bulman için bir ipucu ile başlayalım.


Oyun oynamayı sever misin?

- Severim. İyice heyecanlandım şimdi. Nedir?

- San Pietro Bazilikası’ nı dolaşırken


duvardaki tabloların tamamını iyice
incelemeni istesem?

- Sır tablolarda öyle mi?


- Bilmem. Adı üstünde, sır. Sen dediğimi yap,
lütfen.

- Peki. Anlaştık. Grupla gelmenizi bekliyorum


o halde. Meryem Ana ve İsa heykelinin
önünde olacağım.

- Bazilikaya doğru gelirken, batan güneş gibi


turuncu renk ağırlıklı olarak renkli
kıyafetleri ile saray soytarısına benzeyen ama
suratlarındaki ifade ve ellerindeki mızraklar
ile benzetmelerimizi duysalar pişman edecek
gibi bakan muhafızlar var ya, İsviçreliler.
Her biri Papa’ nın muhafızları. Mutlaka
onlarla fotoğraf çekilmelisin. Unutma.

- Soytarılarla mı?

Birden sesini kısıp gizli bir şey söyler gibi yaptı.

- Pardon. Soytarı kıyafetli şövalyelerle değil


mi?

- Evet. Kesinlikle. Merak etme, Türkçe bilen


yok. Rahat ol.
- Sanmıyorum. Ben tam da söylediğin gibi
etrafta benden başka Türk olmadığını düşündüğüm
anda seninle tanıştım.

İkisi de kahkaha atıp birkaç dakikalığına


ayrıldılar.

Ahsen, etraftaki insanları inceliyordu. Yaşlı bir


kadına gözü takıldı. Yetmişli yaşlarında görünen
kırışık yüzlü, kısa ve zayıf bir kadındı. Şeker
pembesi bir ruj sürmüştü ve aynı renkte ojeleri
vardı. Çantası, ayakkabıları ve ruju ile uyumluydu.
En az elbisesi kadar renkli bir kişilik olduğunu
düşündü. Kadın, Ahsen ile göz göze geldi. Nazikçe
birbirlerine gülümsediler. Gurubun gelişini
beklerken kadının gidişine bakıyordu.

İleride bir adamın ellerini hareket ettirerek bir


çifte bir şeyler anlattığını gördü. Kadın
anlatılanlardan keyif almış ve eğleniyor
görünüyordu ancak sesli gülmemek için hızlıca
ağzını kapattı. Sessiz kahkahaları uzaktan ufak ses
patlamalarıyla hissediliyordu. Konuşan adama
gözü takıldı. Adamın sırtı Ahsen’e bakıyordu.
Bileğinde melek kanadı figürünün sarktığı bir
bileklik fark etti. O bilekliği daha önce
gördüğünden çok emindi. Bileklik adeta onu, o
adamın bulunduğu koridora çekiyordu ama o
sırada rehber Arda ve gurubun yanına gelmesiyle
uzakta gözüne takılan adamı yanındakiler ile
birlikte gözden kaçırdı.

Arda, Ahsen’i kendine hayran bıraktıracak kadar


bilgiliydi. Heyecanla ve tüm sevimliliği ile bilgileri
akıtıyordu. Sıklıkla tabloları unutma uyarılarını
sürdürüyordu.

- San Pietro, 12 havariden birisi ve dolayısıyla


ilk Papa olarak kabul edilen azizdir. Bu
Bazilika San Pietro’ nun mezar yeri olarak
kabul edilir.

Ahsen, Arda’nın anlattıklarını diğer turistlerle


birlikte dinlerken, “Hocam!” diye bağıran bir kızın
sesi dikkatini çekti. Turist kafilesinin içinde çalıştığı
üniversiteden bir öğrencisi ile karşılaştı. Son derece
huzursuzluk hissetti. Gizli seyahat planı bu kızın
varlığı ile bozulacak gibiydi. Kızla konuşurken
rehber Arda yanlarına gelip sessiz olması
konusunda onları uyarınca, nihayet isteksiz yapılan
sohbet son buldu. Arda, ilginç bir şekilde bu
sohbetten rahatsız olduğunu düşündüğü Ahsen’i
kurtarmış, ona kızın arkasından göz kırparak bunu
anladığını hissettirmişti.

Hayranlıkla etrafına bakınırken, daha içeri girer


girmez insanı büyüleyen sayısız detayın içinde
kayboldu. Yerden metrelerce yukarıya uzanan
parlak mermer duvarlar, sanki mermerden değil de
hamurdan yapılmış gibi duran heykeller, ucundaki
püsküllerden, kırışıklıklara kadar en ince ayrıntısı
düşünülmüş mermerden halılar, ziyaretçileri adeta
ihtişamın içine, derinliklerine doğru çekiyordu.

San Pietro Bazilikası’nı gezerken bu muazzam


zenginliğin yüzyıllar boyunca milyarlarca insanı
nasıl etkilediğini daha iyi anlamıştı. Bazilika‘ da çok
da göz önünde olmayan, cam duvarlar arkasında
korunan kemiklerinden, duruşuna, bakışlarından,
elbisesinin kıvrımlarına kadar sanki günü
geldiğinde canlanacak gibi duran Michelangelo’nun
Pieta heykelinin karşısındaydı. Ahsen, gözyaşlarını
tutamadı. Sanatın muhteşemliği başını
döndürmüştü. Bu kadar muazzam olduğunu
düşünmemişti. Etkilendi.
Ağlayınca insanların da en az heykel kadar
dikkatini çekti. Sessizce gözyaşlarını akıtıyordu.
Michelangelo gibi insanların Tanrı tarafından en
özel yaratılan varlıklar olduğunu düşünüyordu.
Tanrı’nın mükemmelleri listesinin baş
maddelerinden biri olarak Michelangelo’nun adını
yazmıştı bile.

Arda, anlattıklarının arasında ağlayan Ahsen’i


fark etti. Duru ve doğal güzelliğinin içindeki hassas
ruhunun o gözyaşlarına sebep olduğunu hissetmek
Arda’nın yeniden dengesini bozdu. Guruptan bir
kez daha izin isteyip Ahsen’in yanına gitti.

- Heyyy. Neyin var? Neden ağlıyorsun?

- Muhteşem bir eser. Bunu yapan dâhiye


karşı hayranlık gözyaşlarım bunlar. Arada böyle
garipliklerim vardır. Affedersin, sizin de dikkatinizi
dağıttım.

- Sen. Arda. Siz yok, anlaştık mı? Hadi


şimdi sümüklerini sil de devam edelim. Tabloları
unutma.

Ahsen’i ağlarken güldürmeyi başarmıştı.


Saçlarını ensesinde bir toka yardımı ile toparlayıp
yürümeye başladı. Yürürlerken Arda birden durdu.
Guruptakilere etrafında toparlanmasını söyledi.
İhtişamlı kubbenin altında ilgi çekici ama ulaşılması
yasak olan Bernini tarafından yapılan mihrap
hakkında bilgi vermeye başladı.

1600’lü yıllarda tasarlanan sanki bronzdan değil


de, esnek plastikten yapılmış gibi kıvrımlı çardak
benzeri mihrap, bazilikaya adını da veren, çarmıha
gerilen St. Peter’in mezarının üzerinde duruyordu.

Bazilika’ dan çıkmadan önce gidilmesi gereken


son bir yer daha kaldığını söyledi. “Bazilika’ nın
Michelangelo tarafından tasarlanan kubbesini
görebilmiş olmak şanstır.“ dedi.

Sekiz yüzden fazla işçinin nasırlı elleri ile inşa


ettikleri, ama ironik bir şekilde bir o kadar narin
sanat eseri gibi duran kubbeye çıkabilmek için epey
emek harcamak gerekiyordu ama kimse karşı
çıkmadı.

Guruptaki herkesin başını döndürmeye yetecek


kadar dönerek çıktıkları, iki insanın yan yana
geçmekte zorlanacağı, sigara içtiklerine, spor
yapmadıklarına pişman ettirecek merdivenlerin
sonunda, herkesin zorlanan nefesini kesecek Roma
manzarası ile karşılaştılar.
Ahsen, yalnızlık fotoğrafları çekerken, aniden
Arda kafasını uzatıp kameranın önüne geldi. “Bu
ilk fotoğrafımız” dediğinde Ahsen, gülümsedi ama
bu hareketi fazla buldu. Arda, fotoğraf makinesini
elinden aldığı gibi Ahsen’in birkaç pozunu onun
isteği olmadan çekti bile.

- İstemezsen ikimizin fotoğrafını silebilirsin.


- Kalabilir sorun yok. Hatıra oldu.

İkisi de gülümsediler. Saatin 19.00 ‘u göstermesi


ziyaretçiler için son dakika olduğunun işaretiydi.
Ahsen, tüm günü adeta Vatikan için harcamıştı.
Arda ile karşılaşmak onun için büyük bir şans oldu.
Gezdikleri her mekân için detaylı bilgiye sahipti.
Üstelik eğlenmişti de. Hala çıplak ayaklıydı ve son
derece özgür hissediyordu kendini. En önemlisi
birkaç gün önceki hayatını hatırlamayacak kadar
yeni bir başlangıç yaşıyordu.

İtalya’da gelmiş geçmiş bütün papalar kendi


adına müze yaptırdığı için Roma müze cenneti
gibiydi Ahsen için.

- Görülecek çok yer var ama ben bittim. Biraz


dinlenmeliyim. Güneş batmadan Aşk
Çeşmesi’ne çıplak ayaklarım ve elimde bir
şişe Chianti ile gitmek istiyorum.

- Eğlenceli görünüyor. Ben kafileyi otele


götürmeliyim. Ahsen, akşam lütfen bize
katıl. Pişman olmayacaksın söz.

- Söz vermeyeyim düşüneceğim. Hoşça kal.

- Gözümü kapıdan alamadığım bir gecenin


içinde bunalmamı istemezsin sanırım. Bana
acımıyorsan guruptakilere acı. Rehbersiz mi
eğlensinler?

- Komik adam. Kaçtım ben.

- Bekliyorum.

Roma’nın turist kalabalığında sokakta ilerlerken,


ilk gördüğü dükkândan şarabını da aldıktan sonra,
Aşk Çeşmesi’nin yolunu tuttu. Sandığından daha
uzun süren yolun üzerinde gördüğü insanlar,
binalar, park ve bahçeler, evlerin bahçe gibi
görünen balkonları her şey onu geçmiş hayatından
uzaklaştırıp başka bir hayatı yaşamasına vesile
oluyordu.

Arda ile konuşmalarından aklında kalan Sistine


Şapelini çantasındaki küçük not defterine yazdı.
Şapel’ e gece de gidebileceğini bilmek onu çok
keyiflendirmişti.

Saat, Arda’nın teklifini kabul edip etmeyeceği


kararını vermesi gerektiği vakti gösteriyordu. Kirli
ayaklarını düşündü bir an. Köşede öpüşen bir çift
gördü. Elindeki şişenin içinde hala sallanan kırmızı
şarabı, omuzuna dokunup öpüşmesini durdurduğu
kıza verdi.

Meydandaki kafelerden birine girip gülümsedi.


Tuvaleti bulur bulmaz içeri daldı. Ayaklarını
yıkayıp kuruladıktan sonra, sandaletlerini giyip
bağladı.

Saçlarını toparlayıp, minik baykuşlu çantasına


attığını rujunu çıkartıp dudaklarını renklendirdi.
Dudakları olduğundan daha iri ve gösterişli
görünüyordu. Aynada kendine son bir bakış atıp
“Hazırsın kızım. Git ve gecenin tadını çıkart.”dedi
ve dışarı çıktı.
Köşeyi döner dönmez Chianti Restorante yazılı
tabelayı gördü. Hava akşamüstü pastelliğine
kavuşmuştu artık. Bulutların arasından beliren
beyaz yuvarlak, güneşe gitmesi gerektiğini
hatırlatıyordu.

Arkadan bir adamın bağırması dikkatini çekti.


Köşede öpüşen çift, Ahsen onlara baktığında, saray
selamı ile selamladılar onu. Kahkaha attı. Oldukça
keyifliydi. Eski Ahsen’den eser yoktu. Adeta başka
bir kadın olarak yeniden yaşamaya başlamıştı.
Eliyle selamlayıp, kendini yokladı ve restoranın
içine doğru yürümeye başladı.

Yürüdüğü koridorun iki yanında düzenlenmiş


masalarda oturan insanlar nedenini bilmediği bir
şekilde ona bakıyordu. Kendince, “Sadece bir ruj
sürdüm heyyy! Bu da ne?” diyerek yürürken
yanaklarının ısındığını hissetti.

Arda, ileriden onu fark eder etmez hemen yanına


geldi. Sarılıp selamladı ve Ahsen’in yerlere değip
kirlenmesini istemediği için külotunun kenarına
sıkıştırdığı eteğini aşağıya doğru çekip düzeltti.
Ahsen, tuvaletten çıkarken elbisenin ucunu
düzeltmeyi unutmuştu. Bir bacağı kalçası ile
bağlantı yerine kadar sıkıştırılmış etek ucunun
altından görülüyordu.

Elbisesini düzelten Arda, en az Ahsen kadar


kızarmıştı.

- Ahsen, bu kadar muntazam bir güzelliği


sanırım herkes görsün istemezsin. Çok
kıskandım.

- Aman Tanrı’m! Rezil oldum. Elbette


unutmuşum. Ben, şey tuvalette…

- Açıklama yapma tahmin ediyorum. Bu şekil


pek dekolte için hazırlanmış görünmüyor.
Hadi ama asma suratını. Acıkmadın mı?

- Ben de ne sandım. Ne aptalım.

Arda, Ahsen’i masaya getirdiğinde guruptakiler


alkışladılar. Ahsen şaşkınlıkla Arda’ya baktı.
Anlayamadı. Arda’da aynı şekilde şaşkındı.
Kahkaha atarak durumu toparlamaya çalıştı.
Herkesi selamladıktan sonra, elindeki mönüden
bir şey seçmek zorunda olduğunu hissettiren
garson ile göz göze geldiler. Arda seçimi
konusunda yardımcı olmak istediğini söyleyince,
Ahsen için işini kolaylaştıracak bu teklif,
reddedilmeyecek kadar iyi olmuştu.

- Özel bir sosla hazırlanan ızgara tavşan eti


denedin mi hiç?

- Tavşan mı? Ben ancak tavşanı severim. Ne


yemesi?

- Hadi ama seçimi bana bıraktın. Senin için


söyleyeceğim yemeği afiyetle yiyecektin
doğru mu anladım?

- Aslında evet ama…

- Ne ama. Bana güven. Merak etme. Tavşan


yediğini unutturacak kadar eğlenmeni
sağlayacağım.

Ahsen gülümsedi. Akıllı ve eğlenceli biriydi


Arda ve o gecenin tadını çıkartmak istiyordu. Bir an
için eski hayatını unutmak iyi gelmişti. Her şey
yeniydi, yenilikler ilk defa yaşanabilirdi. ‘Neden
olmasın?’ diye düşündü. Onayladı.

Akordeon ile müzik yapan yaşlı bir adamın


çaldığı ezgilerin çoğu tanıdık geldi. Herkes
neredeyse çalınan bütün şarkılara eşlik ediyordu.
Bir kaç kez Arda ile göz göze gelmişler, hatta
Arda’nın herkesin el ele tutuşması için
teşviklerinden sonra el ele sımsıkı tutuşup dans
etmişlerdi. Bir an, Arda ona yakınlaşmasını işaret
etti.

- Benimle bir maceraya var mısın? Ne


olduğunu sormayacaksın ama.
- Macera ve ne olduğunu bilmeyeceğim öyle
mi?
- Evet. Korkma başına hiçbir şey gelmeyecek.
Şimdi evet dersen buradakilerle vedalaşıp
çıkacağız. Seni sürpriz bir yere götüreceğim.

Arda’ nın gözleri parlıyor ve yalvaracak kadar


istekli görünüyordu. Ahsen, yerinden aniden kalktı.

- Hadi bakalım Arda Bey. Gidelim.


Arda çok sevindi. Vedalaşıp çıkacaklarken,
Ahsen tuvalete gitmek istediğini söyledi. Arda
kapıda onu bekleyeceğini söyleyip dışarı çıktı.

Kendi kendini sorgulamaz haldeydi Ahsen. Kısa


bir süre sonra kapıya yakınlaştığında Arda’nın bir
adamla konuştuğunu gördü. Adamın yalnızca
kahkahası duyuluyordu. Konuştuklarını duymak
imkânsızdı ve yüzünü göremeyeceği bir yerde, bu
muhabbetin bitmesini bekliyordu.

Ahsen adamın uzaklaşmasını beklerken gruptan


bir kadın yanına gelip, “Arda Bey dışarıda sizi
bekliyor. Biliyor musunuz? Çok yakıştınız”
dediğinde gülümsediğini anlayamayacak kadar
kendinde değildi. Arda’nın el salladığını fark edip
kendini dışarı attı. Onu birisiyle konuşurken
gördüğünü söylemek bile istemedi o an. Arda bunu
söylerse mutlaka ona kim olduğunu söyleyecekti ve
o bunu öğrenmek istemiyordu.

- Nereye gidiyoruz?

- Sürpriz, dedim ya.


- Şarap alalım mı? Gerçekten sarhoş olmak
istiyorum.

- Vayyy. Tam tatil modu. Zihnin fişini


çekelim modundasın yani öyle mi?

En sevimli hali ile Arda’nın yüzüne doğru


yaklaştı. İlk kez bu kadar yakın duruyordu. Arda
derin bir nefes aldı. Şaşkındı.

- Tam da istediğim bu, rehber. Kaybolmak.


Çalışmamak.

- Şimdi sürprizim için ayık olman gerekiyor


güzel göz. Sonra birlikte sarhoş oluruz, söz.

Ahsen, başıyla onayladı. Köşe başındaki Vespa


cennetinden Arda’ya ait olan birini alıp Roma
sokaklarında gezinmeye başladılar.

- Hazır mısın güzel kız?


- Hazırım rehber.
- Peki. Bundan sonra iki dakika kadar yüzünü
sırtıma yaslayıp gözlerini sımsıkı kapatmanı
rica ediyorum. Yapabilir misin?
Ahsen, hiç tereddüt etmeden ve onu
cevaplamadan kasktan yüzüne ulaşılması imkânsız
başını yere bakacak şekilde Arda’nın sırtına yasladı.
Gözlerini de kapattı. Arda bütün komutlara uyum
sağlayan Ahsen’in sarhoşluğundaydı.
Gülümsüyordu.

Park edip indiler. Sistine Şapeli’ nin


önündeydiler. Şapel ’in gece de ziyarete açık olması,
Arda’nın Ahsen’ e özel rehberlik yapmasına yardım
etmişti. Ahsen inanamadı. Çığlıklar atıyordu.

- Sen delisin! Sana inanamıyorum. Bu ne güzel


bir sürpriz?
- Tam bir saatimiz var. Hadi bakalım kaldır o
nazik popoyu. Elbisenin etek uçlarını o
malum kenarlarına sıkıştır ve sandaletlerini
çıkart. Zemini hissetmeni istiyorum. Ben de
ayakkabılarımı çıkartıyorum. Hadi biraz
çabuk ol.

Ahsen, en sevdiği oyuncak hediye edilmiş çocuk


sevinciyle, sandaletlerini çıkarttı. Eteklerini iyice
topladı. Telefonunu çıkartıp, şapeli arkalarına
alacak şekilde birlikte fotoğraf çekilmek istediğini
söylediğinde Arda, hiç vakit kaybetmeden yanına
yaklaştı. Sarılıp fotoğraf çekildikleri sırada Arda
kameraya değil, bu hayat dolu güzel kadının
yüzüne bakmak istiyordu. Bir kaç poz çekilmek
zorunda kaldılar.

Koşa koşa kapıya yanaştılar. Soğuk zemini


tabanlarında hissediyor olmak, Ahsen için mutlu
edici bir neden oluşturuyordu.

- 1471 – 1483 yılları arasında yapılan


kardinallerin fani dünya ile ilişkilerini kesip
kapandıkları ve Papa’yı seçtikleri Sistine
Şapeli burası.

- İnziva mekânı yani.

- Kesinlikle öyle güzel göz.

- Şapelden içeriye girince etrafına iyi bak.


İsa’nın ve Musa’nın hayatından kesitlerin
anlatıldığı fresklerle karşılaşacaksın. Hepsini
tek tek incelemek istediğini biliyorum ama
asıl freski gözden kaçırma lütfen. Beni iyi
dinle. He bir de… Ağlamak yok tamam mı?
- Ya tamam sus artık. Anladım vaktimiz az.
Hadi anlat rehber, anlat.

- Beni pek dikkatli dinlediğin söylenemez


aslında. Vatikan’daki tabloların sırrını merak
edip sormadın bile. Aslında sen de haklısın
ben biraz aklını karıştırdım senin.
Hayranlığından tabloları unuttun.

- Hadi oradan. Senin eksik rehberliğinden o.


Neymiş tabloların sırrı, söyle bakalım.

- Yooook! Öyle kolay değil o. Buradan çıkar


çıkmaz beni ekmeyeceğin ne malum. Şarap
içerken anlatacağım söz. Hadi devam
bakalım.

- Off yaaa. İyi ki bir şey biliyorsun.

- Yürü hadi.

- İşte en muhteşem fresk. En özeli, en mühim


olanı bu. Tıpkı senin güzel gözlerin gibi
muhteşem ve ışıl ışıl. Michelangelo’ dan
Adem’ in Yaratılışı…

- Nerede? Ben göremiyorum. Gözlerime


bakma. Burada değil. Başını yukarı kaldır.
Tavandaki freskte sana en tartışmalı gelen
bölüme bak. Betimlenen ilk insan Adem’ in
nasıl yaratıldığı anı anlattığına göre
yanındakinin kim olduğunu anlamak çok zor
olmasa gerek…

- Yani.

- Şşşşşş! Üzerine konuşmak yok. Sadece incele.

Arda, Şapel’ in görevlilerinin ikaz seslerini


duymaya başladığında freski ilk kez görmenin
hayranlığıyla kendinden geçen Ahsen’in
büyüsündeydi. Bir an toparlandı. Artık ses
yakından gelmeye başlamıştı.

- Hadi artık gitmeliyiz güzel göz.


Birlikte koştur koştur dışarı çıktılar. En yakın
yerden sarhoş olmaları için gerekenleri aldılar. Tam
da hayal ettiği gibi, bir Chianti şarabının şişesini
elinde tutuyor, yudumlaya yudumlaya geçmiş
kokulu sokaklarda ilerliyorlardı.

Arda, şarkı söylemeye başlamıştı bile. Sonra


telefonunu çıkartıp güzel bir tango videosunu açtı.
Ellerindekini kenara bıraktı. Ahsen’i dansa davetti.
Ahsen ben dans edemem dese de, “ Tavşanda
yemezdin, hatırlatırım” dedikten sonra ikisi birden
kahkaha attılar.

Karanlık dar bir sokakta, köşedeki binanın


önünde duran, caddeyi aydınlatan ışığın
sızıntısıyla, loş ve hoş bir mekân yaratabilmişlerdi.
Arda, dans edebilmeleri için tamamen kendini
serbest bırakmasını istedi. Dans eden gölgeleri tarih
kokan binaların dış duvarlarının üzerinde romantik
figürler oluşturuyordu.
- O kadar içtim ki zaten ayakta zor
duruyorum. Beni taşıman gerekecek.

- Şşşşşş! Sus ve beni takip et.

Gecenin en romantik anlarıydı. İki sevgili


değillerdi ama bir çok sevgiliden daha yakındılar.
Ufak tefek ayak basma hareketleriyle Ahsen’in
kahkahaları sokağı neşelendiriyordu. Ahsen’i sağ
dizinin üzerine doğru usulca yatırdığında, yüz
mesafesi yakınlaşmış yabancılar kısa bir öpüşme ile
yüzleştiler.

Ahsen’i belinden tutup kaldırdığında Arda nasıl


bir tepkiyle karşılaşacağını bilemiyordu ama Ahsen
tepkisizdi. Karşı koymuyor ve kımıldamıyordu da.
Aniden öpüşmeye başladılar. Çılgınlar gibi
öpüşüyorlardı. Yanlarından hızla geçen bir
motorun rüzgarı ile birden ayrıldılar.

Ahsen, tüm sarhoşluğuna rağmen yanaklarının


ısısını hissedebiliyordu.

- Özür dilerim. Afedersin Ahsen.


Ne diyeceğimi bilmiyorum.
- Özür dilemene gerek yok. Asıl sen
afedersin. Ben ne yapıyorum burada ya?
- Ahsen.

- Ya saçmaladım ben şey…

- Ahsen.

- Gitmem lazım benim. Sen…

- Ahsen. Gel! Gel. Gel, lütfen.


Saçmaladım afedersin. Bak dinle bir dakika.

Ahsen sessizce dinlemek istedi.

- Bak yine hissetsem yine öperim seni yani


pişmanlık falan duymuyorum ve suçlu
hissetmiyorum. Seni o kuyrukta
gördüğümde Vatikan’ın büyüsü ile
dileklerimin kabul olduğunu hissettim ben.
Seni tanımıyorum bile. Umurumda değil.
Seni istiyorum. Bu gece o restorana geldiğin
için teşekkür ederim. Gelmeseydin tüm
otellerde seni arayacak kadar seni istedim
ben. Anlıyor musun?
- Anlıyorum. Bak ama ben bu hislerinle aynı
şeyleri hissetmiyorum. Yani sarhoşum işte.
Bilmiyorum. Off! Ben ne saçmalıyorum şimdi
böyle?

Yere eğilip çıkarttığı çantasını almak istedi.


Arda’da aynı hamleyi yapınca elleri çarpıştı. Arda
hiç tereddüt etmeden elini tuttu. Ahsen karşı
çıkmadı.

- Bize bak. İki Türk ve İstanbul’da yaşamış iki


insan. Roma’da, Vatikan’da karşılaştık.
Tanıştık ve harika bir gece geçirdik. Bu
tesadüf, bunu sürdürmemiz gerektiğini
resmen haykırıyor, farkında mısın?

- Bilemiyorum Arda.

- Bir saniye dinle. Bak benim kuzenim


gerçekten bir kadına çok aşık oldu.
İnanılmaz ve mükemmel bir ilişkisi vardı.
Ben hiç bir ilişkinin bu kadar muhteşem
olabileceğini düşünmezdim. Şimdi tam da bu
hayranlık hissimi yaşatan bir kadın çıktı
karşıma ve onu kaybetmek istemiyorum.
Bize bir şans ver lütfen.

- Arda, ben iki gün sonra gidiyorum.

- Bu sorun değil. Bunu biliyorsun.

- Hadi ama adımdan başka kim olduğumu


bile bilmiyorsun.

- İşte sırf bu yüzden seninle olmalıyım zaten


çünkü senin kim olduğun umurumda değil.
Nesin? Nerelisin? Nerede yaşıyorsun? Ne iş
yapıyorsun? İlgilenmiyorum. Bir katil bile
olabilirsin. Hiç mühim değil. Anlıyor
musun?

Ahsen, şaşkındı. Arda’ya şans vermek en


azından Roma’da iki günün daha keyifle
geçmesiydi onun için. Bir kaç salise kadar
gözlerini birbirlerine kitleyip sustular.

- Hadi içelim o zaman.


Oldukları yerde sokak serserileri gibi içerek
müzik dinleyip, saatlerce dans ettiler. Ahsen’ in
iyice yorulduğunu ve kendisinin de sabah erken
kalkması gerektiğini hatırladığında Arda, Ahsen’i
Vespa’nın üzerine oturtasıya kadar taşıdı. Ahsen’in
kaldığı otele geldiklerinde, ikisi de telefon
numaralarını kayıt edip vedalaştılar.

Sabah yoğun baş ağrısının içinde kapının nazikçe


vurulma sesi ile uyandı. Üzerindeki elbiseleri ile
uyuduğunu fark etti. Hızlıca kapıya koştu. Lezzetli
birçok şeyin üzerinde bulunduğu çiçeklerle
süslenmiş bir kahvaltı tepsisini elinde tutan oda
görevlisini görünce gülümsedi. Oda görevlisinin
bahşişini verdikten sonra kapının arkasında
tepsinin içindeki notu açıp hızlıca okudu.
“İçinde kayıp olduğum, kendimi unuttuğum
bir günün mucizesi getirdi seni bana. Adının
sihri ve yeşil gözlerinin büyüsü ve emsalsiz
ruhunla, ruhumun kilidi üstünde asılı duran
kapısından içeri girdin. Ardından sürükledin ve
kaygılarımdan dikili bir elbise giydirdin bana.

Adın aşk senin biliyorum. Kapıdan içeri


girdiğinde tüm benliğimle “Hoş geldin” diyerek
karşıladım seni. Kendime inat, senden habersiz,
geldiğine şükrettim. Gitme… Bensiz
kaybolursun.
Bir kaç saat öncesinde kalan o gecenin
yaşattıklarını unutmayı planlamışken gelen
kahvaltı tepsisi ve üzerindeki not, Arda’nın,
Ahsen’in zihnindeki yerini genişletmiş, aynı zaman
da korkutmuştu da.

Kendini yatağın üzerine atıp, tavanın içinde


düşüncelerini gömmek istedi. “Arda ve Mustafa”
ikisini aynı cümlede kullanmak bile onu rahatsız
etti. Yerini almak, Mustafa’nın özne olduğu
cümleler de isim değişikliği yaratmak imkânsızdı.

“Aşk yok!” dedi kendi kendine. Özgürlük adı


altında sınırsız bir hayat yaşamak istiyordu. Dönem
dönem suyun sesine hapsettiği çığlıklı ağlamaları,
pişmanlıkları, çektiği acılar, suçluluk duygusundan
sıkılmıştı ve koşulsuz bir şekilde ruhu için özgürlük
istiyordu.

Geçmiş hiç olmamış gibi yeniden yaşamaya


başlamak en büyük hedefiydi. Yeni hayatında adını
anmayacağı tek varlık, aşktı.

Arda’ya karşı bir his oluşmamıştı. Hoşça vakit


geçirmiş ve bolca da eğlenmişlerdi. Hepsi buydu.
Aslında yeni hayatında en çok yapmak istediği de
buydu. Hoşça vakit geçirmek, bolca eğlenmek.

Yerinden zıplar gibi kalktı. Arda’ya mesaj attı.


Mesaj da, “San Gimignano’ya gidiyorum. Akşam
dönerim. Hala burada olacaksan gece eğlenmeliyiz.
Değilsen gurupla gideceğiniz yeri söyle. Gözlerin
gittiğin yerin kapısında olsun. Her an gelebilirim.”
Yazıyordu.

Çok geçmeden Ahsen duştayken mesaja cevap


geldi. “Floransa’ya gidiyoruz. Yarın akşam
Roma’ya döneceğiz. Kapısı olmayan bir meydanda
kalabalığın arasında bul beni. Kaybolursan
korkma. Sendeki o gözler kimse de yok. Eminim ben
bulurum seni.”

Ahsen duştan çıktı. Özgürlük, Ahsen’ e odanın


içinde çıplak gezme lüksü veriyordu. Saçlarını bir
havluyla sarmış, telefonunu kontrol ediyordu.

Mesaja bakarken, saçlarındaki havlu açıldı.


Yüzünü kapattı. Mesajın ilk kelimelerini okurken
yüzünün kapanması hoşuna gitmedi. Hışımla
havluyu savurup yatağa fırlattı. Okuma işlemi
bitince gülümsedi. Hızla hazırlanıp San Gimignano
için yola çıktı.
"Tutunmayan olmayı seçtiğimiz günden
itibaren, tutunmak isteyenlerden de kaçar
olduk. Gelenlere kapılar kapalı, duvarlar
tellerle örülü her zaman.

Sırf şimdi sen öyle istedin diye sadece yol


arkadaşımsın artık. Aynı yolda iki yabancı gibi
ilerliyoruz ama birbirimizin içinde yerleşik
düzende yaşama mecburiyetini yaşamak
istemiyoruz. Mülteci gibi iliştik birbirimize ve
iyileşiyoruz. İyileşeceğiz.”
İki yıl üstü üste dünya şampiyonu olabilmeyi
başarmış olmasından dolayı rehberlerin öve öve
bitiremedikleri Pluripremiata Gelateria’da
dondurma kuyruğundan eli boş dönmedi.

Bir kaç kez yaladıktan sonra zihninde tek bir


düşünce oluştu. Sesini yanındakiler duyabilecek
kadar hırsla, “Kireçburnu Fırını’nın dondurmasını
yememiş bunlara bu ödülü verenler, yeselerdi
şampiyonluk kaçardı kesin.” dedi.
Etrafındakilerden anlayan birinin olmaması
rahatlatıcıydı.

Ortaçağ’dan kalma muhteşem sokaklarda


ilerledi. Evler, kuleler, taş sokaklar her yer
büyüleyiciydi. Dondurma kuyruğunun bitme
olasılığını düşünürken meydandaki su kuyusunun
taşlarında bir süre oturup yerden gökyüzüne doğru
açılanmış bir sürü fotoğraf çekti.

Adını hep ilginç hikâyeler eşliğinde duyduğu


“Museo della Tortura e di Criminologia
Medievale” ye gidebilmek için cesaretini toplamaya
çalışıyordu. İşkence aletlerinin çok matah nesneler
gibi sergilenmesi, kafatası kemiklerinden
oluşturulmuş duvar, müzeye gelenleri geldiğine
pişman edecek gibi düşünülmüştü adeta.

Ölümün ve öncesindeki işkencenin soğuk


hislerini, acısını, ruhu biraz zarif olan biri mutlaka
hissederdi diye düşünüyordu. Oldukça korktu.
Müzenin çıkışında kendisini rahatlatacak edindiği
diğer bilgilerin peşinden sokaklarda ilerliyordu.

Toscana Vadisi’nin prensesi ve sadece o bölgeye


özgü bir beyaz üzüm olan Vernaccia’ dan yapılan
şarapların tadımının yapıldığı “Museo del Vino
Vernaccia” da gideceğini, sırt çantasının
derinlerinde yaşayan seyahat not defterine
yazmıştı.

“Şarap budur!” dedirtecek kadar lezzetli


kadehleri birer birer yuvarladı. İki şişe aldı.
Bileklerinin inceliğine karşılık en rahat
taşıyabileceği ağırlık buydu.

Bir ara sokaktaki küçük dükkânda orta yaşlarda


hoş ve şık bir kadın kucağındaki küçük bir makine
ile deri sandalet yapıyordu. Kadının arkasında
fotoğraf çekmek yasaktır yazıyordu. Cep
telefonunu kontrol ediyormuş taklidi yapıp kadını
fotoğrafladı. Kadınla göz göze geldiler.

Kendisi için bir sandalet satın almak istediğini


söyledi. Kadın eliyle içeri çağırdı. Duvarda asılı
birkaç modeli işaret etti. Bu modeller kadının onun
için seçtiği modellerdi. Müşterisinin seçmesine izin
vermemişti adeta. Oturması için bir tabure verdi.
Hızlıca ayak ölçüsünü aldı. Ayağına uygun
sandaleti getirip ona giydirdi. Çekmecesinden
Ahsen’in ayağına giydirdiği sandaleti yaparken
çekilmiş bir fotoğrafını çıkarıp gösterdi. Ahsen
şaşkındı.

Kısa bir sohbet eşliğinde birer kadeh şarap içtiler.


Ayağındaki sandaletin parasını ödedi ve kadın
kolunu tuttu. Onu bir duvarın önüne götürdü.
Perde ile örtülmüş bir duvardı. Perdeyi açınca
Ahsen şaşkınlığı ile çığlık attı. Kadın, Ahsen’e
gösterdiği fotoğraftaki gibi, sandaleti yaparken
çekilmiş fotoğrafın yanına sattığı kişi ile çekilmiş bir
fotoğrafını koymuştu. Duvar sayısız fotoğrafla
doluydu. Birlikte fotoğraf çekildiler. Kapıda asılı
olan tabelaya yapıştırılmış, “Fotoğraf çekilmesi
yasaktır!” yazısının ne kadar da önemli bir detay
olduğunu anladı. Bu Ahsen’in gördüğü en ilginç
albüm ve en ilginç kadın ayakkabı imalatçısıydı.

San Gimignano, iki sokak, bir müze, bir kilise


ziyareti tadının dışında başka bir lezzetti. Masalsı
bir yerdi. Her sokak büyülüyeci ve sıra dışıydı. El
sanatları ürünlerinin satıldığı çok sayıda dükkânın
varlığı orada yaşayanların, alışılmışın dışında
geleneklerine, el sanatlarına bağlı, tarihi dokusunu
korumaya çalışan özel insanların varlığının
ispatıydı.

El dokuması mefruşat ürünlerinin satıldığı bir


dükkâna girdi. Aklını kaçırmış gibi her detaydan
keyif alıyordu. El dokuması melek figürlü orta boy
bir duvar halısı aldı. Bu bir halı olmaktan çok,
görkemli bir tabloyu andırıyordu.

İlk defa birine hediye almak zorunluluğu


hissetmemesi ona iyi geldi. Hediye alması gereken
kimsesi yoktu. Hediye alınan kişilerin yaşadığı yere
geri dönmek gerekirdi ve onun geri dönmek gibi bir
düşüncesi yoktu. Yaşamının sonuna kadar
kalabileceğine inandığı bir yer onun yeni vatanı
olacaktı.
Güneş, gördüğü gökyüzünde vedalaşmaya
hazırlanırken San Gimignano’ da gece nasıl olur
acaba diye düşündü. Karanlık bir ortaçağ kenti.
Eski yüksek duvarlar, kuleler, işkence müzesi,
birçok vampir hikâyesine, gerilim filmine sahne
olabilecek mekânlarla doluydu.

Gündüz sıra dışı yaşantılarının içerisinde ortaçağ


hayatını sürdüren halk, acaba geceleri ne
yapıyorlardı? Kendi kendine gülümsedi. Abartılı
bir fikir gibi geldi. Bir kapıdan girilen masal kentine
yine aynı kapıdan el sallayıp Roma’ya dönmek
üzere yola çıktı.

Bir anda gitmekten vazgeçti. Donup kaldı.


“Masal kentin akşamını yaşamalıyım.” diyerek
görkemli kapıdan yeniden içeri girdi. Chianti
bölgesindeki restoranlara nasıl gidebileceğini ilk
girdiği dükkânın sahibinden öğrendiğinde artık
onu engelleyecek hiçbir şey yoktu.

Ufacık bir köye gizlenmiş, “La Bottega del 30”


yazılı restoranı buldu. Ünlü şef “Helène Stoquelet”
yönetimindeki bir Michelin yıldızlı restoran
olduğunu öğrenmek çok vaktini almadı. 1500’
lerden kalma taş binaya yaklaşırken, sarışın mavi
gözlü aşırı gülümsemesiyle kapıda duran adamın
bir komedi filminden fırlayıp kapıya geldiğini
düşündü.

Adamın yanına yaklaştığında, restoranın şefi


olduğunu öğrendi. Fransız şef karşılamasının
ardından, servi ağaçları ve dizi dizi bağlara bakan
ışıltılı, gösterişli yemek odasındaki masalardan
birine oturması için yardım etti.
Şef, tercihini sorup, önerilerini sundu. Şefin
önerisi ile bir kadeh Felsina Fontalloro 2008
eşliğinde başlangıçlardan porcini mantarlı kızarmış
kabak çiçeği ve çapı neredeyse tabağın boyutu
kadar olan yumurtalı, ıspanak ve ricottalı dev
ravioli ile yemeğe başladı.

Ravioli’nin içindeki yumurta tam kayısı


kıvamında ve ‘ravioli içinde ravioli’ etkisi
yaratıyordu. Taze trüflü tereyağı sosunun
damağında harika bir aroma bıraktığını anlamak,
sıkıca kapattığı gözlerine eşlik eden “mmmm”
tınıları ve başını sağa sola sallamasıyla oldukça
kolaydı.

Ravioli mükemmel bir İtalyan ve Fransız füzyon


lezzet ustalığı ürünüydü. Minicik bedeni için
başlangıç yemekleri oldukça yeterli geldi. Şefin hiç
bir ısrarına kulak asmadı. Karnıbahar püreli,
mercimekli, ıspanaklı bıldırcının ucundan
kıyısından tırtıklamak deyimine uygun bir şekilde
lokmalar alıp, eliyle dur işareti yaptığında şefin
kahkahasıyla salon inledi.

Şef, tatlılar hakkında detay vermeye çalışırken


Ahsen kahkahalar atıyor, şefin İstanbul’ un vapur
yolculuklarının vazgeçilmezi seyyar satıcılık yapan
adamlardan bir farkı olmadığını düşünüyordu.

Israrcı şefin elinden kurtulduğunda, restoranın


kapısının önünde telefonunu çantasından çıkarttı.
Gün boyu içtiği şaraplar hafif çakır keyiflik
yaratmıştı. Telefonun şarjı bitmek üzereydi ve
Arda’nın mesajını okumaya çalışırken kapandı.

“Gecenin prensesi…” cümlesini


tamamlayamamıştı bile. Arda’yı tamamen
unuttuğunu fark etti. Tam da istediği gibi
yaşıyordu. Kimseye göre, kimsenin istediği gibi
değil, kendi istediği anıları yaratıyordu.

Karanlık sokakları aydınlatan loş sokak


ışıklarının altından geçerken, gündüz aklından
geçen korku hikâyelerini, vampirleri hatırladı.
Gerçekten korkmuyordu ama korkuyor rolü yapıp
insanları ürkütebilirdi ve bu çok eğlenceli olacaktı.

İnsanların kalabalık olduğu meydana doğru


yürüdü ama amacı meydanda olmak değildi.
Meydana açılan tenha bir ara sokaktan meydana
doğru, tıpkı bir aktris edasıyla, gerilim filminin
efektlerini anımsatacak art arda çığlıklar attı. İlk
çığlığı ile birlikte başka kadınlarında meydan da
çığlık attığını duydu. Herkes bir kenara toplanmaya
başladı. Kimse sesin nereden geldiğini tespit
edemiyordu. Herkes etrafına bakınıyordu.
Dördüncü çığlığında gülmesini durduramadığı
için ağzını kapattığı sırada tam arkasında bir erkek
bağırmasıyla olduğu yerde zıpladı. Elindeki şarap
şişelerinin olduğu poşeti yere düşürdü. Şişeler
kırıldı. Hemen arkasına döndü.

Oldukça şık görünen yakışıklı smokinli bir adam


ile göz göze geldi. Adamın iri gece gibi gözleri
vardı. Kirli sakallı geriye doğru sıkı sıkı taranmış
saçları ve kıyafeti ile tabloluk bir görüntü
oluşturuyordu. Henüz bağlanmamış papyonu
boynundan sarkıyordu.

Adam kahkaha atıyordu. Gülüşü ile saklandığı


yerden çıkmış şirin gamzesini fark etmemek
mümkün değildi. Oldukça derin bir gamzeydi. Elini
yukarı kaldırdığında Ahsen bir adım geriye gitti.
Adam yeniden kahkaha attı. Elinin uzun ve zarif
parmaklarıyla kendisine yaklaşması için işaret etti.
Ahsen, yeniden geriye doğru adım attı. Epey
korkmuştu.

Adam hızlı bir hareketle Ahsen’i belinden


kavrayıp sıkıca sarıldı. Bir eliyle deAhsen’in
kafasını sıkıca göğsüne bastırıyordu. Ahsen
kımıldamıyordu bile. Tam o sırada Ahsen’in
arkasından küçük sinirli bir kalabalıkla birlikte bir
kaç polis geçiyordu.

Adam, Ahsen’i öyle bir sıkmıştı ki, göğsünün


üzerinde ağzı burnu kapanmış güçlükle nefes
alıyordu. Sinirli insanlarla dolu kalabalık,
bulundukları sokağın başında durdular. İkisini
gördüklerinde, iki sevgili gibi göründükleri
düşüncesiyle yollarına devam ettiler ve adam
Ahsen’i bıraktı. Ahsen, oldukça korkmuş ve olanları
anlayamamın verdiği bir sinirle gözlerinden ateş
çıkarcasına hırsla adama bakıyordu.
Adam, hızlıca Ahsen’in konuşmasına izin
vermeden yaptığı şeyin tutuklanmasına neden
olabileceğini ve onu bu durumdan kurtarmak için
saniyelik bir plan yaptığını söyledi. Adamın adının
Daniel olduğunu ve anlamlandıramadığı hareketin
onun iyiliği için yapıldığını öğrendi. Bir süre sessiz
kaldı. Şaşkındı. Teşekkür etti. Kısa sohbetleri
sırasında Daniel’in bir müzisyen olduğunu ve bir
arkadaşının düğünü için San Gimignano’ ya
geldiğini öğrendi.

“İnsanları korkutmak için mi buradasın?” Diye


sorduğunda birlikte kahkaha attılar. Kendisinin
bağırmasından korktuğunda yere düşürdüğü
şarapların kırılmasına sebep olduğu için özür
diledi.

Kısa sohbetin ardından Daniel, saatini kontrol


etti. “Veda vakti” dedi. Ahsen başıyla onayladı.
Daniel, Ahsen’in yanından geçip gidecekken
birden durdu.
- Daha önce San Gimignano’ da bir
düğün izledin mi?
- Hayır.
- Benimle gelmek ister misin? Senin
için biraz müzik yapmalıyım.
Ahsen’in kesinlikle geleceğine emin tavrıyla elini
Ahsen’e doğru uzattı. Ahsen, tereddüt etmeden
elini tuttu.
Bir iki adım attılar ama Ahsen birden durdu.
Elbisesini gösterdi. Düğün için bir kıyafet olmadığı
aşikârdı ama bu ne Daniel için ne de Ahsen için o
dakikadan sonra hiç önemli değildi. Daniel
papyonunu köşe başında cebinden çıkartıp attı. Yol
boyunca birkaç kısa çığlık ve bağırma, bolca
kahkaha atarak düğünün yapılacağı ortaçağ eskisi
muazzam bir taş evin önüne geldiler.
Ahsen, kapıyı görünce kahkaha attı. Daniel,
şaşırdı ve neden güldüğünü sordu. “Gündüz
kapısını çalıp kaçtığım ev bu.” dedi. Daniel’ da
güldü. “Seni yaramaz. Git kendi bahçende oyna.”
Dedi.

Elleriyle Ahsen’ in saçında takılı olan tokayı


çıkartıp saçlarını açtı. Biraz düzeltti. Tokayı
ceketinin cebine koydu. Avuçlarının arasına aldığı
yüzünün kusursuzluğunu izledikten sonra, “Hazır
mısın?” dedi, Ahsen küçük bir kız gibi iki avuca
hapis olmuş yüzünü onayladığı belli olacak şekilde
salladı.

Daniel, Ahsen’e elini uzattı. Ahsen, Daniel’in


elini tuttu. Birlikte kapının açılmasını beklediler.
Kapı açıldığında kocaman avludan harika müzik
sesleri geliyordu. Herkes kocaman bir halka
oluşturmuş ortada gelin ve damat ile birlikte dans
eden kişileri hem alkışlıyor hem de oldukları yerde
estetik figürler yapıyordu.

Ev sahiplerinin sıcak karşılamalarının ardından


avlunun içerisindeki birkaç kişinin Daniel’e
seslendiklerini duydular. Daniel, Ahsen’in
sırtındaki çantasını ve elinde tuttuğu duvar halısı
kutusunu aldı, evin çalışanlarından birine emanet
etti.
Yeniden Ahsen’in bileğinden yakalayıp sıkıca elini
tuttu. Birlikte kalabalığa karıştılar. Çılgınlar gibi
dans edip bolca kahkahalı bir gece geçirdiler.

Daniel, Ahsen’in belinden kavrayıp kendine


doğru çekti. “Hazır mısın?” dediğinde Ahsen neye
hazır olması gerektiğini bilmiyordu.

- Sürekli hazır olup olmadığımı


soruyorsun. Farkında mısın?
- Hazır olman önemli bir detay
çünkü.

Bahçenin bir köşesine kurulmuş olan sahneye


doğru yürüdüler. Daniel, kalabalığa sessiz olmaları
için mikrofondan birkaç kelime söyledi. Kalabalık
sessizleşince konuşmasını sürdürdü.

- Yanımdaki korku kraliçesine bir


söz verdim. Onun için bir şarkı
söyleyeceğim. Bilenler eşlik edebilir mi?

Kalabalıktan alkış ve ıslıklar duyuluyordu.


Daniel, Ahsen ile göz teması kurdu. Eline gitar alıp
mikrofonun yakınlarında bir yerde durdu.

Ed Sheeren’ ın “Thinking Out Loud” şarkısını


sahip olduğu muhteşem görüntüsünü süsleyen
romantik sesi ile söylemeye başladı. Şarkıları
sözleriyle dinleyen bir kadın olan Ahsen için
ölümsüz bir anı oluşuyordu. Şarkı, Ahsen’i başka
bir dünyada yaşadığına inandırıyordu. Unutulmaz
bir anıydı onun için.
“Ayakların daha önceki gibi çalışmadığı zaman
ve seni ayaklarından sürükleyemediğimde,

Ağzın hala aşkımın tadını hatırlayacak mı?


Gözlerin hala yanaklarından gülecek mi sevgilim?
Olacağım.
Seni seviyor olacağım yetmişimize kadar.
Bebeğim benim kalbim, hala delice aşık olabilir.
23 yaşında. Nasıl olduğu hakkında düşünüyorum
İnsanlar farklı yollardan aşık olurlar
Belki bunların tümü sadece bir planın parçasıdır
Ben sana her gün aşık oluyorum.
Sadece olduğumu söylemek istiyorum
Yani tatlım şimdi...
Sevgi dolu kollarının içine al beni.
Binlerce yıldızın altında öp beni.
Senin başının yeri benim atan kalbimin üstüdür.
Sesli düşünüyorum
Belki tam olduğumuz yerde aşkı buluruz
Saçlarımın hepsi gittiğinde ama anılar kaldığında
Ve kalabalıklar benim adımı hatırlamadığında
Ellerim notaları doğru şekilde çalamadığında
Biliyorum beni hala aynı şekilde seveceksin
Çünkü tatlım senin ruhun
Asla yaşlanamaz. Unutulamaz
Bebeğim senin gülümsemen,

Her zaman anılarımda aklımda olacak


Nasıl olduğu hakkında düşünüyorum
İnsanlar farklı yollardan aşık olurlar
Belki yalnızca bir elin dokunuşuyla
Aynı hataları yapmaya devam edeceğim
Dilerim bunu anlarsın.
Şimdi bebeğim
Sevgi dolu kollarının içine al beni
Binlerce yıldızın altında öp beni
Senin başının yeri benim atan kalbimin üstüdür
Sesli düşünüyorum
Belki tam olduğumuz yerde aşkı buluruz
Bebeğim şimdi...
Sevgi dolu kollarının içine al beni
Binlerce yıldızın altında öp beni
Senin başının yeri benim atan kalbimin

Sesli düşünüyorum
Belki tam olduğumuz yerde aşkı buluruz
Aşkı tam olduğumuz yerde bulduk
Ve aşkımızı tam olduğumuz yerde bulduk.”
Daniel, şarkısını bitirdiğinde kalabalıktan alkışlar
yükseldi. Islıklar kulak tırmalayacak kadar
yüksekti. Daniel, Ahsen’i yanına çağırdı.

- Aşkı tam olduğumuz yerde bulduk ve aşkım


ızı tam olduğumuz yerde buldukÖp beni.

Kalabalıktan “Öp! Öp! Öp!” sesleri yükselince


Ahsen tereddüt etmeden Daniel’i öpmek için
uzandı. Daniel, Ahsen’i sımsıkı sardı ve uzun uzun
öpüştüler. Gelin koşarak sahneye çıktı. Onlar
öpüşürken, kalabalığa seslendi.

- Heyyy. Bu benim düğünüm. Gidin başka


yerde öpüşün. Hadi! Müzik!

Kalabalıktan kahkaha sesleri yükseldi. Daniel ve


Ahsen, geline sarıldılar. Kalabalığın arasına karışıp
birbirlerinden ayrılmadan dans ettiler. Ahsen’in
içtiği şaraplar ruhunun tutsaklıktan kurtulmasına
yardımcı oldu. Firardaydı. Kendinden kaçmıştı
adeta. Burunları müziğin hareketliliğine rağmen
birbirine yapışmış olarak dans eden Ahsen ve
Daniel garip bir çekim gücünün içinde dönüp
duruyorlardı.

Daniel ile öpüşmeleri beklenenden daha uzun


sürmeye başlayınca bir an durdular. Daniel,
Ahsen’in elini eline yapıştırmıştı adeta. Onu
çekeleyerek, gelin ile damadın yanına götürdü. Kısa
bir vedalaşma konuşmasının ardından evin bahçeye
bakan duvarlarından birinin önüne şölensi bir hava
ile hazırlanmış ikramlıkların bulunduğu yere
gittiler.

Hiç düşünmeden birkaç saniye etrafına bakan


Daniel, bir şişe şarap ve iki kadehi, kenarda
unutulmuş tribişonu da alıp Ahsen’in çantalarını
bulmak üzere salona daldı. Vestiyerin üzerinde
duran çantayı ve duvar halısı kutusunu aldı.
Birbirlerine bakıp gülümsediler. Koşarak evden
kaçtılar.

Ahsen, yanındakinin kim olduğunu


önemsemeden, gecenin getirdiklerinin kendisi için
bir nehir oluşturduğunu düşünüyordu. Kendisi de
o nehirde yüzen yeşil bir yapraktı ve suyun
ferahlatıcı özelliği eşliğinde keyifli bir yolculuğa
çıkmıştı. Çok huzurluydu.

Hotel L’antico Pozzo’nun en huzurlu Petrarca


diye adlandırılan odasının balkonundaydılar.
Sarhoşluk seviyelerini yükseltirken, şarkılar
söylemeye başlamışlardı. Ahsen ağzına kadar
doldurduğu kocaman kadehi bir dikişte bitirdi.
Daniel’i olduğu yerden kaldırdığını, saatlerce dans
ettiklerini, öpüştüklerini, birbirlerine sarılıp uyuyan
iki sarhoş olduklarını hatırlayamayacak kadar
sarhoş oldular.

Ahsen gözlerini açtığında, önce Daniel ile birlikte


sadece uyuduğunu görmekten dolayı huzurluydu.
Sonra odanın tavandaki süslemelerini gözüyle
baştan sona takip etti. Kusursuzdu.

Sonra yatağın baş kısmındaki duvar resmine


odaklandı. Eski kök boyalarla resmedilmiş üzüm
toplayan iki aşığı gördü. Yan duvarda ise peri mi,
melek mi olduğu anlaşılması zor bir çift figürün,
ellerinde taşıdığı zeytin dalı ya da üzüm asması
olup olmadığını anlayamadığı bir taç taşıdığını
gösteren resime bakarken, Daniel uyandı.

Ahsen’in yatağın ucunda oturmuş boynuna sağa


doğru yatırmış bir şekilde duvardaki figüre bakıyor
olması Danil’e komik geldiği için gülümsedi.

- Korku prensesi, günaydın.


- Günaydın vampir.

- Vampir mi?
- O sırada senin sesini duyduğumda
daha önce aklımdan geçirdiğim
vampirlerden biri olduğunu düşünmüştüm.
- Anlayamadım. Nasıl?
- Aslında ben o sokaklarda
gezinirken, ürkütücü sokaklar olduğunu ve
korku filmine mekân olarak seçilebileceğini
düşündüm. Biraz da fantastik gerilim
kurguladım. Yani o korkutma kararı oradan.
Ortaçağ sokakları, taş duvarlar ve karanlık.
Kuleler, işkence müzesinin lanetli kurbanları
falan.
- Heyyyy! Sus artık. Çok korktum.
Ben sana boşuna Korku Prensesi dememişim
ve evet ben bir vampirim. Şimdi seni güzel
boynundan ısırıp kanına karışacağım. Gel
buraya.
Odanın içinde kahkahalarıyla koşuşturmaya
başladılar. Ahsen’in yakalanmasıyla kovalamaca
son buldu. Daniel, Ahsen’i yeniden kaslı kollarının
arasında hapsetti ve öpmek için eğildi. Ahsen, bu
sefer karşılık vermeden başını çevirip kolunun
altından sıyrıldı.

- Oyun istiyorsun. Peki. Güzel


korku prensesi, kaç bakalım.
- Hayır. Oyun istemiyorum.
Bilemiyorum. Gitmem gerekiyor.
- Gitmen mi gerekiyor?
Anlayamadım.
- Gece bitti. Araba balkabağına
dönüştü. Ne dersen o işte. Gitmem
gerekiyor.
- Seni anlayamıyorum. Hadi ama bu şaka
olmalı.
- Gerçek. Şaka yok. Teşekkürler. Harika bir
geceydi.
Ahsen üzerindeki kıyafetleri burnuna doğru
kaldırıp kokladı.
- Aman tanrım! Duş almam lazım.
Hızlıca yerdeki eşyalarını topladı. Sandaletlerini
giyecek kadar bile kalmak istemedi. Eline alıp
odadan kaçar gibi çıktı. Daniel arkasından seslendi
ama o arkasına bile bakmadı.

Otelin lobidisinde duvarı kaplayan devasa


aynada gördüğü görüntü ile yüzleşmek hoşuna
gitmedi. Ahsen yoktu. Ahsen miydi ona doğru
bakan? Hiç bilmediği bir adamla o otel odasında
geceyi bitirmiş ve sabahında ayılmış kadın Ahsen
miydi? Elbiseleriyle uyandığı için şükretti.

Daniel, bilinen tüm kadın modellerinin asla hayır


diyemeyeceği kadar mükemmel bir aşık olabilirdi
ama Ahsen kendini aşık edecek hiçbir varlığı tam
bir günden fazla yanında tutmayacağına yemin
etmişti. Hayatında var olmasına izin verdiği tek
kabul ettiği kural buydu. Tek sınırı, aşkın önüne
çektiği yüksek zihin kaleleriydi ve yıktırmayacaktı.

Roma sokaklarını bir bir bitirip oteline


geldiğinde kendisini bekleyen bir misafirinin
olduğunu öğrenmek birden tedirgin etti. Kim onun
kaldığı otelde ona misafirliğe gelmiş olabilirdi ki?
Arkasını döndüğünde karşısında endişeli olduğu
her halinden belli olan Arda duruyordu.
Arda hızla Ahsen’in yanına gelip sarıldı. Ahsen
kollarını kaldıramadığı gibi garip bir pişmanlık
hissi duydu. Arda, Ahsen’ in yüzünü avuçlarının
arasına alıp, gözlerinde sorularının cevabını bulmak
ister gibi bakıyordu.

- Arda, kayboldum. Şarjım bitti.


- Şimdi buradasın. Başına bir şey gelmedi
ya?
- Hayır. Sadece kayboldum. İyiyim.
- Peki. Ben buradayım seni bekliyorum.
Üzerini değiştir birlikte çıkalım. Bugün
grubu diğer rehbere devrettim. Günümü
boşalttım seni merak ettiğim için.

- Şey aslında. Bak ben gayet iyiyim


ama dinlenmem lazım. Seninle gelemem.
Uykum var ve duş almalıyım.
- Tamam. Seni anlıyorum. Git
dinlen saat söyle bana o zaman geleyim.
Ahsen, Arda’nın bu haline üzülüyordu ama
öncelik kendinde olmalıydı. Kararsız kaldı.
- Seni ararım ben uyanınca olur
mu?
- Bunu kabul edemem.
Aramıyorsun.
- Offf! Arda! Hadi ama uzatma
istersen. Git sen. Arayacağım tamam mı?

Arda’nın cevabını dinlemeden otelin


merdivenlerinden yukarı tırmanmaya başladı.
Odasına geldiğinde soğuk kapıya dayadığı
sırtından terlerin süzüldüğünü hissetti.

Heyecandan ve o garip olmaması gereken sanki


aitlikmiş gibi histen hızlıca kurtulması gerektiğini
tekrarladı kendine. Arda, onun hiçbir şeyi değildi.
Biraz iyi vakit geçirdiği bir yabancıydı.

Birlikte geçirdikleri saatleri hatırladı tek tek.


Arda’nın turist taklitlerini anımsadı birden.
Gülmeye başladı. Ona bakışını, gülüşünü gözünün
önüne getirirken birden başka bir görüntü ile
aklından geçen göz kapaklarının altına birikmiş bir
görüntü ile irkildi.

Girne’deki otel odası, çıplak bir beden ve ikiz


dövme. Mustafa’dan daha çok anımsıyordu o
dövmeyi. Gözlerini açtı. Elindeki çantaları fırlattı.
Çıplak ayakları leş gibiydi. “Bir süre ayakkabı ile
gezsem iyi olacak yoksa ayaklarımı yara
yapacağım.” Derken banyoya doğru yürüdü.

Yol boyunca üzerindekileri birer birer


çıkartırken, yol üzerinde ayağının altında bırakıp
devam ediyordu. Banyoya geldiğinde danteli bol
kışkırtıcı olduğunu düşünerek aldığı çamaşırlarının
içinde bile yeterince seksi olmadığını düşündü.

Saçları dağınık, makyajsız, halsiz ve yorgun


görünüyordu. Üstelik bir gün önce çok içmiş
olmanın verdiği garip bir bulantı ve baş ağrısı
vardı. Ağzının tadına baktı. Dili kuruydu. Tatsız
keyifsiz bir anı yaşıyordu. Üstelik suçluluk
duygusu hissetmek onun sinirlerini bozmuştu.
Hayatına eşlik eden kimse yoktu, kimseyi
aldatmamıştı. Sadece iki gecedir hiç tanımadığı
adamlarla sabahlıyor, öpüşüyor, dans ediyor ve
eğleniyordu.

En önemli şey, eğleniyordu. Eğlendim kelimesini


kullanmış olmak moralini yerini getirdi. Aynadaki
görüntüsüne bakıp kendi yanağından makas aldı.
Küveti doldurmak için hazırlıklarını tamamlayınca.
Aynada çıplak göğsündeki ikiz dövmenin kendine
ait olan kısmını inceledi.

Yeniden Massi’ nin kapının önündeki yüzünü


hatırlamaya çalıştığını fark etti. Ayaklarının
tabanlarını ıslatanın küvetten taşan su olduğunu
fark edip hızlıca muslukları kapattı.

Köpükten bir yatağın içinde kendini şımartmaya


hazırdı artık. Bir gece önce tanımadığı başka birine
dönüşen Ahsen’in yorgun bedenini dinlendirmek
ve zihnindeki Daniel kırıntılarından kurtulmak
istiyordu.

O saatlerde Daniel, Ahsen’e ait küçük bir tokayı


avucunun içinde sıkmış, neler olduğunu anlamaya
çalışıyordu. Ahsen’in gözleri, gülüşü,
korktuğundaki tepkileri, tek tek gözünün önünden
geçiyordu. Ahsen bir adamın daha zihin tarlasına
tohum bırakmış, üstelik Daniel’deki tohumu
gübreleyip sulamıştı.

Daniel, hayatında tıpkı kendi gibi anlık ve özgür


yaşayabilecek cesareti olan sıra dışı bir kadın
istiyordu. Bir aile kurmak, baba olmak, o
etiketlerinin sorumluluklarıyla tüm hayatı boyunca
debelenmek istemiyordu. Hayatın keyifli olan
yanlarıyla yaşamak onun tek hedefiydi.

Daniel, sevgilisi Adriana’yı defalarca uyarmasına


rağmen evlilik hayalleri ve onu kandırarak hamile
kalmasından dolayı terk etmişti. Adriana inatla
bebeği doğurduğunu bildirmek için ona ulaştığında
sorumluluk almayacağını söyleyip adını
unutmasını söylemişti.

Bu yaklaşımı onu Adriana’ nın ve ailesinin


gözünde dünyanın en kötü insanı yapmıştı ama
kimsenin onun hakkında düşündüğü tanımlar,
kendi adına önemli değildi. İstediği hayatı
yaşamaya söz vermişti. Adriana’da ilk
tanıştıklarında, pırıl pırıl hayalleri olan, oldukça
eğlenceli, kocaman motosikleti ile dünyayı gezmiş
bir solistti. Birlikte yapmadıkları çılgınlık yoktu.

İlişkilerinin süresi uzadığında Adriana’nın


hormonlarının saldırısı, kaybettiği ailesinin eksikliği
ile yeniden aile olabilmeye karşı istekli olması onu
baskıcı bir sevgiliye dönüştürdü. Yaklaşımı, ikisinin
bir etiket ile birleşmeleri gerektiğine inanmasına
sebep olmuştu. Daniel’i gereksiz yere hırpalıyordu.
Birlikte birçok çiftten daha mutluyken, düşman
olmaları beklenen bir son değildi.

Daniel, Adriana’nın ağabeyinin okul arkadaşıydı.


Oldukça yakınlardı fakat Adriana’nın hamilelik
haberi iki dostun da arasını açmıştı. Daniel,
İrlanda’ya dönmek zorunda kaldı.

Daniel, bir an Ahsen’den kalan bir tokayla


yatağın üzerinde ne yaptığını sorgulamaya başladı.
Bir kadına hayatında olması için şans verecekse, bu
kesinlikle oğlu Alex’in annesi Adriana olmalıydı.
Oğlunu iki defa gizlice görmüş ama beklediği gibi
bir his oluşmadığı için uzaktan izlemekle
yetinmişti.

Korku prensesi bir rüyanın kahramanıydı ve


şimdi uyanmalıydı. Yerinden fırlayıp hızlıca
giyinmeye, bavulunu toparlamaya başladı. Düğün
ziyareti kısa sürmüştü.
Günceden…

Daha fazla geliyor. Herşey olduğundan daha


fazla. Daha ağır geliyor sözler. Daha çabuk
demliyor kadehler, eskisinden daha çabuk
hüzünlenip daha çok kahkaha atıyorum olur
olmaz herşeye. İçimdeki coşku avaz avaz
bağırmayı daha çok istiyor.

Biraz daha, daha daha, dahalı fikirler,


arzular aklımı kurcalıyor. Fazlalıktan midem
bulanıyor. Limit ayarlarım bozuldu bu aralar.
Bazen kadehler boşalıyor ben doluyorum,
aniden diriliyor sarhoşluğun tadına
bakamıyorum. Demleniyor, kendimden
geçiyorum.

Onca galibiyetlerimin arasında bir tek sana


yenik düşüyorum. Azdan beslenince daha da
istiyor ruhum. Yetmiyor. Arttırdıkça özlemin
dozunu, canımı yakıyorum. Perişanlık ve
pişmanlık ne demek bilmezdim, öğrendim.
Herşey sası, anlamsız, acımasız, herşey fazla
fazla yıkılıyor bu aralar üzerime. Eğlencnin
içinde kderlenmek ne demekmiş anlatabilecek
kadar deneyimledim son günlerde. Senin gibi
gidenler unutulmuyor. Anlamsızlıklarımın
sayısı arttı. Hesap kitap birbirine girdi. İflas
boyutundayım.

Keşke fazla istemeseydim seni. Daha dedikçe


azaldın. Eksildim. Sensiz yoksunum. Gittin.
Bittim. Hep bu dahalar başıma bela işte.
Arzularla gelen dahalar, özlemlere dönüştü,
özlemler kedere. Hiç umutsuzluk olmadı bende.
Umutsuzluk daha çok sabırı getirdi hepsinin
yerine. Hala gelişine sair umudum olmasa bile
sende yaşarken, senden gidebilmeye
çabalıyorum.
6. Bölüm

Ahsen uyuya kaldığı küvetin içinde suyun


soğukluğu hissedilir olunca titremeye başladığında
kalkıp giyinmesi gerektiğini hissetti. Uzun
zamandır yapmadığı bir şeydi saate bakmak ama
yapmalıydı. Arda’nın onu beklediğini hatırladı. Bir
akşamı daha Arda’ya zehir etmeye hakkı
olmadığını düşündü. Hızlıca hazırlandı.
Telefonundan mesaj atmak daha kolayına geldi.

“Yarım saate kadar otelin önünde buluşalım”


mesajına cevap gecikmedi ama Arda aramayı tercih
etti. Hala lobide oturduğunu ve okumadığı dergi
kalmadığı gibi yetmişli yaşlarında olduğunu
düşündüğü bir adamın bütün ailesi hakkında bilgi
sahibi olacak kadar sohbet ettiğini söyledi. Ahsen
kahkahayı patlatınca Arda’da gülmeye başladı.
Yukarı mı gelmeliyim? Burada mı
beklemeliyim?
Bekle beş dakika içinde oradayım.

Babasına inat ederek uzattığı saçlarına bakıp


gülümsedi. Başının tam tepesine sıkıca saçlarını
toplayıp, üzerinde karışık desen olan rahat bir
elbise giydi. Gökkuşağı bile giydiği elbiseden daha
az renk barındırıyordu. San Gimignano’ dan aldığı
el yapımı deri sandaletleri de yerini bulduğu zaman
akşam için hazır olduğunu düşündü.

Boynunda Mustafa’ dan kalan melek kanatlı


kolyesini çıkartmak istedi. Aynada o görüntüyle
yaşadığını görmek ağır geldi. O kolye
boynundayken başka bir erkekle birlikte vakit
geçirmek, hafiflik gibi geldi ve kolyeyi çıkartıp
valizindeki küçük bir cebe sakladı.
Eteklerini çekiştirdiğini fark etti. Bunu neden
yaptığını anlamak zordu. Birden yeni bir karar aldı.
Eteğinin ucuna küçük bir düğüm attı. Bu hareket
eteğine verev bir kesim sağlamış, kusursuz
gösterişli kalçalarını daha çok yuvarlak hatlarıyla
ortaya çıkartmış ve bir bacağını gizli bir yırtmaç
altında kalmış gibi çekici hale getirmişti.

Elbisenin yakasındaki iki düğmeyi göğsünün


boşluğuna gelesiye kadar açtı. Uzun bol şıkırtılı
küpelerini ve halhalını taktıktan sonra eksik hiçbir
şeyi kalmadığını düşünerek odadan çıktı. Makyajsız
gezmek büyük lükstü onun için.

Arda, Ahsen’in asansörden çıkan haline şahit


olamamıştı. Hala bahsettiği adam ile sohbetteydi.
Ahsen’in İtalyanca bilmiyor olmasından faydalanıp
adama eşinin geldiğini ve gitmek zorunda
olduğunu söyleyip Ahsen’i’ de alıp uzaklaştı. Otelin
önünde kendi önünde yürüyen Ahsen’ i birkaç
saniye izledi ve birden seslendi.
- Ahsen.
- Efendim.
Arda biraz Ahsen’i süzdükten sonra, ona bir
cümle kurması gerektiğini düşündü.
- Yine çok sıra dışı ve güzel
görünüyorsun. Senin üzerinde küçük bir
değişiklik yapmama izin verir misin rica
etsem?
- Nasıl bir değişiklik?
- Korkma seni
çirkinleştirmeyeceğim.
Ahsen, kollarını açtı ve başıyla onayladı. Arda,
heyecanla geldi. Epey yaklaştı. Ahsen önce öpecek
zannetti ama Arda hareketiyle öpmek için
yaklaşmadığını hissettirdi.
Saçlarına yaklaşıp kokladı. Saçlarını koklarken,
parmaklarıyla yüzüne küçük dokunuşlar yapıyor
ve son olarak dudaklarının üzerinde gezdirdiği
parmaklarını öperek yola devam etmeleri için eliyle
yolu gösteriyordu. Ahsen, Arda’nın kolundan tutup
durdurdu.
- Hani değişiklik yapacaktın. Ne oldu? Ne
değişti?
- Gülümsedin, heyecanlandın ya. Yetmez mi?
Hep fiziksel bir değişiklik mi olmalı. Biraz
ruh halini değiştireyim dedim.
Ahsen, Arda’dan beklemediği ilginç cevaplarla
şaşırıyor, eskisinden daha fazla kafasını
karıtırıyordu. Vespa’nın yanında dikiliyorardı.
Arda, Ahsen’e başına kask takması için işaret etti.
Birlikte motosiklete atlayıp, Ahsen’in bilmediği ama
Arda’nın ciddi bir hazırlık içinde olduğu planlarına
doğru yola çıktılar.
İspanyol Merdivenlerine yakın bir yerde
motosikleti park alanına kilitledikten sonra,
Arda’nın çekiştirmeleri yüzünden kahkahalar
eşliğinde, Ahsen’ in Arda’nın acelesini
anlayamadığı bir telaş içindeydiler. Via Del
Croce’un önüne geldiler.

- Hayatım, son bir saatte organize


ettiğim bir akşam yemeği bu. Umarım seni
kızdırmaz. Sadece eğlenmene bak. İnan bana
bu tamamen özgür ve eğlenceli bir gece
olacak. Kesinlikle bu yemeğin özel bir anlamı
yok. Benim için ne kadar özel olduğunu
bilemezsin. Uzun zamandır ailemle birlikte
benden başka yemek yiyen bir kız arkadaşım
olmamıştı.

- Aile yemeği mi? Hadi canım. Ne


işim var burada benim?
- Hadi ama beni kırmayacaksın değil mi?
Söylediğim gibi hiçbir anlam yükleme lütfen.
Keyfine bak. Benim ailem çok eğlencelidir
emin olabilirsin. Bana güven.

Ahsen, Arda’nın gözlerindeki heyecanı yok


etmek istemedi. Yine başka birinin hayatına eşlik
ediyor olmak canını sıksa da Arda’nın eğlenceli bir
adam olduğuna adı kadar emin olması, gecenin hiç
de kötü geçmeyeceğinin işaretiydi onun için.
Başıyla onayladığında birlikte restorandan içeri
girdiler.

Kalabalık gürültülü bir aile, diğer masalardaki


aileler kadar eğleniyordu. Restoranın sahibi dahil
olmakla birlikte, masadaki herkes ayağa kalkıp
yüksek sesle övgüler yağdırarak Ahsen’in yanına
geldiler.

Masada arkası dönük tek bir kişi vardı.


Kalabalıkla selamlaşmanın ardından ayağa kalkan
adam, Ahsen’in masaya gelmesini bekler gibi arkası
dönük öylece durdu. Ahsen, adamın yanına
yaklaştı ve yüz yüze geldiklerinde kalbinin ritminin
göğüs kafesinin dışarıya çıkacakmış gibi
görünmesine sebep olacak kadar arttırdı.
Massimilliano karşısındaydı. Üstelik Arda’nın
kuzeni olduğunu söyledi. Ahsen çeyrek saniye
kadar nefes alıp birden sessizliğe bozdu.

- Senin ne işin var burada? Arda!


Tabi ya, bu bir oyundu. Lanet olsun. Peşime
düştün demek. Aman Tanrım! Arda, seninle
sevişebilirdim biliyor musun? Nasıl bir oyun
bu?

Massi de en az Ahsen kadar şaşkındı ancak


Ahsen bunu fark edemeyecek kadar kızgındı.
Susmak istemedi. Az da olsa ne dediğini
anlayabiliyordu. Arda ile Massi iki kız kardeşin
çocuklarıydı. Pişkinlikle cümle kurmaya başladı.

- Yine mi sen? Önce odama giriyorsun şimdi


de beni burada buluyorsun. Ne istiyorsun
benden?
- Demek Türkçe biliyorsun. Seni adi herif!
Neden odama girdiğinde bilmiyormuş gibi
yaptın.
- Ahsen, Massi, anlamadım ben. Neler oluyor?
İkisi birden Arda’ya bağırdılar.
- Kapa çeneni.
- Sen neden benim peşindesin?
- Neden peşinde olayım? Seni tanımıyorum
bile. Odama girdin. Gece benimle uyudun.
- Arda, bu ne demek oluyor? Kim bu adam?
Seninle ne bağlantısı var?
- Hayatım, kuzenim benim o. Teyzemin oğlu.
Anlayamadım.
- Lanet olsun ikiniz bana oyun ha!

Arda konuşmaya çalışsa da, Ahsen dinlemeden


hızla restorandan çıkmıştı. Arkasından koşmanın
hiçbir şey ifade etmeyeceğini anlayınca olduğu
yerde kalıp Massi’ den olayı öğrenmenin daha
doğru olduğuna karar verir.

Ahsen yolda yürürken kendi kendine


konuşuyordu.
- Şu hale bak ya! Adam kalkmış
Girne’den peşime düşmüş. Arkama adam
takmış. Daha neler ya! Üstelik bir de pişkin
pişkin konuşuyor. Bu ne? Bu adam benden
ne istiyor? Neden peşimde?

Ahsen bir anda durur. Etrafındaki insanların ona


doğru baktığını fark etti. Derin nefes aldı. Ani bir
karar ile hızlı adımlarla yürüyerek restorana geri
döndü. Arda ve Massi’ nin masasına geldi. İşaret
parmağını Massi’nin suratına doğru sallayıp
konuşmaya başladı.

- Sen! Benimle geliyorsun.


- Gelmiyorum.
- Geliyorsun. Kalk!
- Ahsen, canım dur bir dakika
sakinlikle anlayalım istersen bak. Massi tam
olarak Türkçe konuşamaz. Ben yardımcı
olabilirim eğer istersen.
- Hayır. İngilizce anlatsın. Sen
karışma. Seninle ayrıca görüşeceğiz. Kalk
hadi!
Massi oturduğu yerden kalktı. Masanın
üzerinden cüzdanı ve telefonunu aldı. Arda’ya
dönüp baktı.
- Bu deliyle sen uğraş. Ben
gidiyorum.
- Massi! Bir dakika.

Massi Ahsen’e omuz atıp yanından geçti ve tam


restorandan çıkarken, Ahsen masanın üzerindeki
tuzluğu arkasından fırlattı. Tuzluk Massi’ nin
kafasına çarptı.

- Tam isabet! Oleyyy!

Kafasının kanadığını fark eden Massi çok


sinirlendi. Geriye döndü. Bir avucuna taşacak kadar
kan dolmuştu. Ahsen’in kolundan sıkıca tutup onu
dışarı doğru sürükledi. Restoran işletmecisi yanına
yaklaşırken eliyle durdurdu. Arda, arkalarından
bağırıyordu ama Massi dinlemedi ve Ahsen’i
çekiştire çekiştire dışarı çıkarttı.

- Şimdi polise gidiyoruz küçük deli.


- Ne polisi? Ya! Bak ben, şey. Özür dilerim.
- Ne dedin? Duymadım?
- Özür dilerim. Affedersin işte.
- Duymadım.
- Özür dilerim seni Allah’ın cezası.
- Haydi, polise o halde.

Massi onu sürüklerken koluna yapışıp bir şekilde


durmasını sağladı.

- Tamam. Bak, tamam özür dilerim. Çok özür


dilerim. Sonsuz özür dilerim. Tamam mı?
Oldu mu?

Massi Ahsen’in gözlerine baktı. Kafası hala


kanıyordu. Birden Ahsen’i kendine doğru çekti ve
öptü. Ahsen cevapsız bırakmadı ve birkaç saniye
öpüştüler. Ahsen birden geri çekildi.
- Seni fırsatçı!
Massi, yeniden Ahsen’in beline sarıldı ve
öncekinden daha uzun öpüştüler. Arda, restoranın
kapısından her şeyi izledi. Neler olduğunu anlamak
oldukça zordu. Belli ki Arda için yapılacak hiçbir
şey yoktu. İki eski ayrılmış ama hala birbirilerini
seven bu çifti orada öylece bırakmak Arda için en
doğru karar olacaktı. Dışarıdan bakıldığında uzun
zamandır sevgili oldukları düşünülen ikilinin
barışmak için fırsat kolladıkları belliydi. Arda’nın
kafasından geçen sesler Arda’yı bu düşüncelere
inandırmaya çalışıyordu.

Ahsen bir hamle ile Massi’ den uzaklaştı. Massi


kollarını tuttu ve bırakmadı.
- Seni bir daha bırakmam. Anlıyor musun?
- Neden?
- Neden yok. Bırakmam.
- Sen buradasın. Ben buradayım. Bunun bir
sebep var. Anlasana.
- Sebebi var.
- Sebebi var, evet.
İkisi de gülümsediler.
- Neden odama girdin? Beni takip ettin değil
mi?
- Hayır. Sarhoştum ben. Hatırlamıyorum bile.
Sen neden benimle uyudun?
- Ben uyku ilacı almıştım. Seni hissetmedim
bile.
Massi kahkaha attı.
- Beni hissetmedin. Beni.
Vücudunu elleriyle baştan aşağı gösterdi. Hiç
sanmam.
- Evet. Hissetmedim.
- Emin misin?
- Hissettim mi?
Massi anlamlı bir şekilde bakış atar.
- Aman Tanrım biz şey yaptık mı? Şey?
- Hımm. Bilmem.
- Yaptık. Offf! Bu olamaz. Hiç hatırlamıyorum
ama.
- Rahat ol bebek. Olsaydı unutamazdın beni.
Yok bir şey. Hem ben de unutmazdım.
- Seni ukala şımarık! Hem sen nereden
biliyorsun bu kadar Türkçe?
- Annem Türk’tü. Arda, işte annemin
kardeşinin oğlu.
- Arda. Aman Tanrım!
- Arda, evet.
- Hayır. Arda üzülmüştür. Umarım bizi
görmedi.
- Gördü biraz önce restoranın önündeydi.
- Eeee. Ne olacak şimdi?
- Gel seni bir yere götüreceğim.
- Nereye? Peki Arda?
- Bırak Arda’yı. Eminim anlayacaktır. Hadi
ama yeniden birleşmemiz bizim şansımız. Bu
şansı değerlendirmeliyiz.
- Adını bilmiyorum senin.
- Massimilliano Rizzo, Ahsen Yıldız. Memnun
oldum.
- Sen benim soyadımı da biliyorsun.
- Elbette. Hadi artık gidelim. Gideceğimiz yer
çok uzak değil, merak etme. Yürüyebilir
misin?
- Evet tabi. Hadi bakalım.

Ahsen olanların karşısında oldukça şaşkındı ama


akışta ilerlemek kadar ona keyif veren başka hiçbir
şey yoktu. Haftalar önce tanımadığı bir İtalyan ile
birlikte uyumuş, yıllar önce onunla aynı dövmeyi
göğsüne yaptırmış ve ülke değiştirmesine rağmen
aklında takılı kalan adamla yeniden karşılaşmıştı.

Elinden çekiştirerek sürüklediği yolda


tereddütsüz ilerliyordu. O gün, Ahsen’in hayatının
mucizeler ve tesadüflerle değiştiğinin ispatı olan bir
gündü. Hayatın akışını izlemek hatta eşlik etmek
istedi. Yürürken Massi birden durdu.

- Ahsen. Arda’yı düşünme. Arda


seni çabuk unutur.
- Unutması için bir sebep yok. Biz sevgili
değiliz. Tur da tanıştık.
- Peki. Bana anlattıkları.
- Sana ne anlattı bilmem ama sevgili değiliz.
Biraz öpüştük, dans ettik eğlendik hepsi bu.
Sanırım unutması kolay olacaktır.
- Kesin. Beş yıllık ilişkisini bitirdi ve üzülmedi
hiç bir gün. Üstelik…
- Üstelik?
- Hadii. Boş ver bunları. Az kaldı gelmek
üzereyiz.
Birkaç adım sonra nerede olacaklarını tahmin
etmek hiç de zor olmadı. Aşk Çeşmesi yolunda
oldukları çok belliydi. Ahsen gülümsedi. İtalya’nın
vazgeçilmezi. Buluşma noktası diye düşündü. Arda
ile Massi’ nin aynı yeri tercih etmesi kuzenliklerini
de tesciller gibiydi. Gülümsedi. Çeşme’ nin başına
geldiklerinde, Massi cebinden iki bozuk para
çıkardı ve karşıdan kendisini izlemesini istedi.

- Ulu Tanrım! Bundan bir hafta önce hiç de


inanmadığım bir şey yaptım. Bu elimdeki iki
bozuk paranın aynısını çeşmenin suyuna atıp
Ahsen’in burada benimle olmasını diledim.
İşte burada tam da karşımda bana bakıyor.
Bu paralar bu çeşmenin.

Elindeki paraları çeşmenin önündeki havuza attı.


Ahsen şaşkındı. Massi’ ye bakınca böyle bir batıl
inancın peşinden gidecek biri gibi görünmüyordu.
Dileğinin gerçekleştiğine şahit olmak hem komik
hem de heyecan vericiydi.
Ahsen zihnini işgal eden ve kabullenmek
istemediği ikiz dövmenin sol yanı o adamla beraber
Aşk Çeşmesi’nde karı karşıyaydı ve bu hisleri kaçak
göçek yalnız başına yaşamadığına şahit oluyordu.

Massi, oturduğu yerden kalkıp Ahsen’in yanına


geldi. Tam karşısında yakın bir mesafede dikilip
usul usul gömleğinin düğmelerini açıyordu.

- Heyyy! Ne yapıyorsun?

Massi gömleğinin önünü iyice açıp Ahsen’in elini


tuttu. Ahsen’in avucunu göğsündeki dövmenin
üzerine koydu.

- Seni bana getiren bu. “Sei la mia altra


metà.” Tam olduk şimdi.
İri gözlerinin içindeki tek görüntü Ahsen’ in
yeşil gözleri ve sonrasında pembe dolgun
dudaklarıydı. Dudakları birbirine iyice yaklaştı.

Telefonun çalma sesi ile Ahsen birden suyun


içinde zıpladı.
- Massimilliano.
Köpüğü kaçmış suyun içinde iyice buruşmuş
elleri ve ayaklarının görüntüsü tiksindirici geldi.
Biraz önce öpüştüğü o adam neredeydi? Aşk
Çeşmesi, restoran, Arda.
- Lanet olsun hepsi bir rüyaymış.
Lanet olsun mu? Ne yani? Gerçek mi
olmalıydı? Ah! Seni sürtük! Çık şu banyodan
ve Arda’yı ara.

Hızlıca havluya sarındı. Kurulandı. Giyinmek


için hazırladığı rengârenk elbiseyi yere fırlattı.
Seçtiği küpelerini çantaya koydu. Boynunda kolyesi
yoktu. Kolyeyi çok önce odasında aynanın üzerine
asmış ve yeniden görmemek için bakmıyordu bile.

Tam saçlarını tepeden toplayacakken vazgeçip


soluna doğru çekip ördü. Bavulundaki şalvar
pantolonunu çıkarttı. Üzerine yeşil askılı bir bluz
giydi. Hiçbir takı takmadan, çantasını alıp
odasından çıktı.

Asansöre binmeden, merdivenlerin


basamaklarını ikileyip inmeye başladı. Lobide
rüyasında gördüğü yaşlı adamı bir genç kadın ile
sohbet ederken gördü.

Resepsiyon görevlisi tarafından adının


çağırıldığını duydu. Görevli bir zarf uzattı. Küçük
bir çiçekçi zarfı gibiydi. İçinden çıkan notta; “
Ahsen, sabah İstanbul’a dönmem gerekiyor.
Yazdığım adrese gelirsen beni çok mutlu edersin.
Lütfen beni kırma. Bu son görüşmemiz olabilir.
Bilemeyiz.” Yazıyordu. Nottaki adres rüyasında
gördüğü restoranın adı ile başlayan bir adresti.

Ahsen, Massi’ yi rüyasında görmenin ne kadar


da anlamsız olduğuna kendini inandırma
çabasında, rüyanın içerisindeki yaşlı adam ve
restoran isminin gerçek olmasından endişelenmeye
başlamıştı. Bütün bunlar ne demek oluyordu?
Neden önceden bu isimler ve bu yaşlı adam
karşısına çıkmıştı? Anlam veremiyordu.

Heyecanını yenmenin tek yolu bir an önce


verilen adrese gitmek olacağını düşünmesi,
resepsiyon görevlisinden taksi çağırmasını
istemesine sebep oldu. Görevli gideceği yerin çok
yakın olduğunu söylese de umursamadı.
Heyecandan bacakları titriyordu. Yürüyemeyecekti.
Gitmekten vazgeçmek kendi adına ahmaklık
olacaktı. Kararlıydı ve otelin önünde taksinin
gelişini izledi.

Restoranın adını nottan gösterdi. Şoför kibarca


onaylayıp Roma sokaklarında dolaşarak restorana
gitmek üzere yola çıkmıştı bile.

Via Del Croce’un yakınlarında indiren taksi


şoförü eliyle yürüyeceği yolu tarif etmişti. İspanyol
merdivenlerinde fotoğraf çektirmeye çalışan Çinli
bir çift, Ahsen’den yardım istemiş yaklaşık on
dakikasını onlara profesyonel fotoğrafçılık yaparak
harcamıştı. Vedalaşıp restorana doğru yola çıktı.
Aradığı adresin kapısında duruyordu. İçeri
girmekten korktuğu bir andı. O sırada telefonu
çaldı.

Arayan Arda’ydı. Kapıda olduğunu söyleyince


Arda, heyecanla dışarı geldi. Ona sarıldı ve elinden
tutup birlikte içeriye doğru yürüdüler. Rüyasında
gördüğü gibi masada yaşlı bir çift ve iki genç çift
vardı. Ailesinden birileri ile tanışmak iyice garip
gelmişti. Renginin kaçtığının farkında değildi ama
Arda’nın gözünden kaçmadı.

- İyi misin hayatım?


- Evet. Şey ben küvette uyuya
kalmışım.
- Oooo! Keyif yaptın yani.
- Evet de ben niye aile
yemeğindeyim Arda?
- Burada son günüm. Biraz uzun
zaman ailemi göremeyeceğim ama seni de
görmek istiyordum. İki tarafı da birleştirmek
en uygunuydu. Sıkıldığın an söyle lütfen.
Kalkabiliriz.
- Anladım. Tamam. Sorun değil. Yemek
yemeliyim ben.
- Elbette hayatım. Ah ne kadar aptalım. İzninle
ben seçebilir miyim senin için?
- Seç tabi ama ben iyi bir makarna yemeliyim.
Biraz şımarık enerjisine ihtiyacım var.
- Hemen.
Arda arkasını dönüp elini yukarı kaldırdı.
- Mi scusi. Vorrei ordinare un pasto.
- A lei, signore

Arda siparişini vermek isterken ailesinin Ahsen’ i


izlediğini hatta bir iki soru ile konuşturmaya
çalıştırdıklarını görür.

- Anne neden Türkçe konuşmuyorsun?


Duymadın mı konuştuklarımızı? Ahsen
Türk.
- Öyle mi dikkat etmemişim. Merhaba Ahsen,
yeniden. Ben Leyla. Arda’ nın annesiyim
anladığın gibi. Arda bizden eski İtalyan’dır.
Ablamın yanında Floransa’ da büyüdü
diyebilirim.
- Merhaba. Ne güzel. Sizin için zor olmamıştır
o halde. Kız kardeşinizin yanında olması
güvenilir gelmiştir.

- Liseden itibaren Arda, Floransa’daydı. Yalnız


da olsa zor olmazdı. Yetişkin olmak için
yetişmek, yetişmek için yalnızlığıyla
barışması, anlaşması lazımdı.

- Anladım.
Ahsen sıkıntılı olduğunu gizlemeye çabaladıkça
Arda’ya yakalanıp duruyordu. Arda’nın kendisi
için seçtiği yemeği hızlıca bitirmiş, kadehindeki
şarabı iri yudumlarla içmişti.
- Ooo! Ahsencim. Hızlısın.
- Leyla Hanım hızlı oldu biraz, haklısınız.
Acıkmışım epey. Ardacım bekliyorlar
biliyorsun. Çıkalım mı?
Arda, Ahsen’in ne demek istediğini bir iki
saniyede anlayabildi. Arda’nın babasının
selamlamaktan başka tek bir cümle kurmaması,
karısının yanında pek konuşmayan adam gibi
göründüğünü düşünmesine sebep olmuştu
Ahsen’in. “Kılıbık bir İtalyan mı bu adam?” diye
içinden geçirip istemsizce kahkaha attı.

Leyla, Ahsen’in sebepsiz kahkahasına karşılık


Arda’ya şarap kadehini gösterdi. Arda hızlıca
Ahsen’i cevaplamak istedi.

- A evet hayatım gecikmeyelim.


Hadi biz kaçtık anneciğim.

Kısa bir vedalaşmanın ardından restorandan


çıkarlarken, otelin lobisinde oturan yaşlı adam
kapıdan içeri giriyordu. Ahsen şaşırdı. Adam
Arda’yı selamladı. Ahsen donup kaldı. Adımını
atamadı. Neler olduğunu anlamak zorlaşmaya
başladı.
- Arda, bu adam kim?
- Diago. Diago bu restoranın
sahibidir hayatım. Benim kuzenimin
dedesidir.
- Senin de akraban sayılır yani öyle
mi?
- Pek sayılmaz aslında. Neden
sordun?
Ahsen nedenini anlatamayacak kadar kendinde
değildi.
- Hiç, merak ettim. Hadi gidelim
Gitmem gereken bir yer var. Navona
Meydanı’na gideceğiz.
- Turistik bir gezi daha. E tabi
buldun rehberi.
- Hayır. Pek sayılmaz. Daha önce
dövme yaptırdığım bir adam vardı. Onu
görmek istiyorum. Tabi hala yaşıyorsa.
- Dur tahmin edeyim Arthur’ mu?
Gülümsedin. Demek ki Arthur. En meşhuru
odur. İkiz dövmeleriyle ünlüdür o. Bir
dövmeyi yalnızca iki kişiye yapar ve gariptir
iki dövme birbirinin tamamlayıcısıdır. Sihir
gibi. Kendince bir kara büyücüdür o.
- İkiz dövme demek.
- Hey bir dakika sana da yaptı. Sana da yaptı
değil mi?
- Evet, ama benimki.
- Bir dakika, göğsündeki. Görebilir miyim?
- Hayır tabiki.

Ahsen birden panikledi. Önden yürümeye


başladı. Arda garipsedi ama Ahsen’in peşinden
yürümeye devam etti. Ahsen oldukça gergin ve
heyecanlı görünüyordu. Anlaması oldukça zordu.
- Dört Nehir Çeşmesi’ nin oralarda bir
yerlerdeydi bu Arthur.
- Bernini. Adını da unutmamışsın. Bravo.
Turistlerin çoğu gördükleri mekanların
isimlerini uçağa binmeden unuturlar.
- Elbette Arda. Bırak şimdi Tarih dersi
sözlüsünü. Hızlı ol biraz.
- Tamam. Tamam. Sakin ol.
Normalden daha hızlı yürümeye başlamıştı.
Arthur’a bir an önce kavuşması için bir güç onu
mecbur etmekle kalmıyor, adeta kendine doğru
çekiyordu. Meydana gediklerinde, çeşmeye doğru
koştu. Devasa heykellerin ihtişamı yeniden Ahsen’i
büyülemeyi başarmıştı.

Mecazlar ve metaforlar yüklü çeşmenin


ihtişamını etrafına gelmeyi başaran her turisti
baştan çıkartacak güçteydi.
Ahsen’ in, o meydana yeniden gelme amacı bu
çeşme değildi. Ahsen, zihninde kapalı olduğu halde
damlamaya devam eden bir musluktan akan
detayları biriktirmeye başlamış, Massi ile ilgili
anların, zihnini kirletmesiyle savaşıyordu.

Hatırlamamak istediği bir adamla yaşamaya


başlamıştı. Zihinde yaşayan bu adamın ağırlığından
ezilmeye ve kendinle düşmanlık sınırında
savaşmaya başlamıştı.

Dört Nehir Çeşmesi’ nin batı kısmını arkasına


alıp hatırladığı kadarıyla Arda’ya sormadan
Arthur’un dükkânını bulmaya çalışıyordu. Etrafta
sayamayacağı kadar kafe, restoran olması,
içlerinden hangisinin ara sokağına gitmesi gerektiği
kararını çabucak vermesini engelliyordu.

- Sonunda. İşte buradan.


- Ahsen, bir dakika. Biz ne
arıyoruz?
- Arthur’un dükkânını.
- Hayatım ben biliyorum zaten.
- Biliyorum. Ben hatırlamak
istedim.
İkisi birden kahkaha attılar.
- O halde yanlış hatırlıyorsun. Tam
arkandaki sokaktan içeri girmemiz
gerekiyor.

Ahsen yaramazlık yapmış çocuk masumiyetinde


başını önüne eğip alt dudağını büktü. Göz
kapaklarını hızla kırpmaya başladı. Bu hareketi
yaparken birden gürültülü kahkahaları sokakta
yankılanmayı başarmıştı.

Bir süre yürüdükten sonra, Arthur’un


dükkânındaydılar. İçeride genç atletik yapılı
karizmatik bir adam, bir duvarın tablosu gibi
ayakta duruyordu.

Arda ile Ahsen birbirine baktı Adam, kısa bir


karşılama konuşmasının ardından adının Arthur
olduğunu söyledi.

- Bu benim Arthur değil. Benimki çirkin ve


yaşlı bir adamdı. Bununla ilgisi yok. Onun
kalın kocaman gözlükleri vardı.
İçeriden bir adamın sesi duyuldu.

- Çirkin ve yaşlı demek.

Odadan çıkan asıl Arthur’du. Ahsen, Arthur’un


Türkçe bildiğini bilmiyor olmanın etkisinden rezil
olmanın utancını yaşıyordur.
Sorun değil küçük hanım. Siz Türkler mutlaka
dost olmak istersiniz. Sayenizde Türkçe öğrendim.

Ahsen, konuyu güzellikle kapatmak için, birden


kendini Arthur’un önüne attı. Üzerindeki yeşil
bluzunun yakasını göğüslerinin büyük bir kısmını
dışarıda bırakacak şekilde indirdi. Arda telaşlandı.
- Ahsen.
- Arda. Bir dakika.
Arthur dövmeyi görünce hemen tanıdı. Kahkaha
attı.
İki gün önce ikizin buradaydı. Ona bu dövmeyi
neden yaptığımı sordu.
Yeniden kahkaha attı.

- Sen de bunu mu soracaksın. O


halde ikinize de cevabım bu. İşte bu yüzden.
İkinizi yeniden burada görmek için.
- Bir dakika bir dakika bunu başkasına da
yaptın ve o da buraya gelip sana bunu mu
sordu. Bir kadın mı?
- Hayır. Tabi ki. Şu figüre bir bak. Bu bir çiftin
parçası. Şanslısın! Oldukça yakışıklı bir
adamdı.
- Ahsen, şey. Ben de bakabilir miyim?

Ahsen, Arda’ya doğru döndü ve dövmesini


gösterdi. Arda, Ahsen’in gösterişli göğsünün
üzerindeki dövmeye odaklanmaya çalışırken,
figürü görünce şaşırdı ama bunu Ahsen’ e
hissettirmeden sadece güzel bir model olduğunu
söyleyip arkasını döndü. Ahsen bu sırada
toparlanıyordu. Arda, odadaki diğer adamla göz
göze geldi. Sanki yakalanmış hissi ile kafasını
çevirdi.
- O dövme başka kimde var bilmek
ister misin?
- Biliyorum zaten.
- Biliyor musun? Yüce İsa.
Karşılaştınız mı?
- Evet. Karşılaştık. Hatta.
- Hatta?
- Arda, lütfen şey. Biraz kafam
karıştı. Sen bunu şimdi iki kişiye mi yaptın
sadece? Bana benden başka kimseye
yapmayacağını söyledin. Seni lanet olası
yalancı!
- Küçük hanım kibar olmaya
çalışıyorum. Öyle zaten. Sadece size yaptım.
- Peki, ikiz dövme?
- Ondaki sizinkiyle aynı değil. O
tamamlayıcıdır. Siz de onun tamamlayıcısı
oldunuz. Ortada bir yalan yok.
- Bir dakika! Ahsen bir dakika. Arthur ne
demek bu? Bir çeşit sihir mi? Ne? Hakkında
söylenenler doğru mu şimdi? Bu saçma büyü
Ahsen’i mi buldu yani?
- Hayır. Küçük hanım aşkı buldu.
- Ne aşkı? Hadi oradan ya… Aşk maşk yok.
- Peki. Neden buradasın? Neden bana geldin?
Neden ikiz dövme de takılı kaldın? Yoluna
devam etseydin o halde.
- Ben sadece senin yalanını.
- Küçük hanım ortada yalan yok. Şimdi
meşgulüm lütfen çıkın dükkânımdan. Merak
ediyorsanız söyleyeyim. İkiz dövmenin
sahibi yarın akşama doğru bana gelecek.
Şimdi çıkın lütfen.

Ahsen, Arthur’un net tavrından bir an önce


dükkândan çıkıp gitmesi gerektiğini anlayıp yere
bıraktığı çantasını aldıktan sonra Arda’ya gitmeleri
için işaret etti.
Arda, Ahsen’in hızlı yürüyüşünü arkadan
izliyordu. Yürümeyi bıraktı.

- Ahsen. Bir dakika.

Ahsen, durakladı ve arkasına döndü.

- O ikiz dövmenin sahibini gerçekten merak


ediyor musun?

Ahsen, Arda’nın sorusunun gerçek cevabını


biliyor olsa da doğru söylemesi gerekmediğini
düşündü.

- Hayır. Neden merak edeyim. Biliyorum


zaten kim olduğunu. Ben dövmenin gizemini
çözmek için Arthur’a gittim.
- İstediğin cevabı aldın mı peki?

Arthur, mistik bir şekilde ikiz dövmelerin


sahiplerini Şamanist yaklaşımlarıyla birbirine başka
bir boyutta bağlıyordu. Kara büyü olmasa da aşk
acısı çeken, rengi solmuş ruhlarıyla hayatlarını
tatsızlaştıran, bir tamamlayıcıya ihtiyacı olan, eksik
olduklarını düşündüğü insanların bir şekilde
kaderlerini birleştirme büyüsü yapıyordu.
Bu ikiz dövmeli insanlar, bazen arkadaş, dost,
bazen de aşık olacak şekilde mutlaka karşılaşıyor ve
birbirlerinin hayatlarına eşlik ediyorlardı. Arthur
bunu defalarca test etmişti. İlginç bir şekilde
karşılaşmalarından başka, uzaklaşmak ve
umursamamak isteseler de birbirlerine çekilip,
gerçek bir bağ kurasıya kadar tesadüfi
karşılaşmaları tekrarlıyordu.

Ahsen ve Massi, bütün bu bağ büyüsü


saçmalıklarına inanacak türden birileri değildi.
Haberleri de yoktu. Arthur’un en düşük ihtimal
verdiği bir çiftti. İkisinin bağ kurabildiklerini
görmek, Arthur’un bu işte ustalığını ilan etmesine
sebep oldu.

Ahsen, Arda’ya bir cevap vermek zorunda


hissetmesinden de rahatsızdı ama bu nezaketsizlik
olacaktı.

- Hayır. Saçma sapan konuştuğunu fark


etmedin mi? Tam bir kaçık. Belki de bu
dövmeyi aynı yalanla sayısız insana yapıyor
ve bunun da bir mucize olduğuna
inandırıyor müşterilerini. Saçma. Ne
ahmaklık. Benim gibiler de bunun peşine
düşüp sır peşinde koşuyor işte. Düşünsene
adam ne kadar eğleniyordur. Hem para
kazanıyor hem de insanlarla eğleniyor. Çok
karlı bir iş doğrusu.
- Bilmem. Bana pek yalan söylüyor gibi
gelmiyor. Neyse uzatmayalım olur mu?
Sabah gidiyorum. Bugünün keyfini
çıkartalım istiyorum ne dersin.
- Evet haklısın. Bu kadar saçmalık yeter.
“Kalbimde kocaman bir deniz. Dalgalar,
rengarenk balıklar, mercanlar kadar saldırgan
canlılar, kum çakıl derken vurgun yedi zihnim.
Diplerde aradığım mücevhermişsin meğer. Sana
ulaşmak için yediğim vurgunla ruhumu ruhuna
teslim ediyorum. Al senindir, ne yaparsan yap.
İster sakin kumluk olan bir kıyıya istifle
güneşinle parlat beni, istersen sert kayalıklara
çarptırıp yeniden kendine çek azgın
dalgalarınla.”
7.Bölüm
Arda ile Ahsen, daha önce birlikte yaşadıkları
anıların tekrarı gibi eğlenceli bir gece geçirdiler.
Gökyüzünün rengi ufak ufak sabaha dönerken,
griliklerin altında otele doğru gitmek üzere
yoldaydılar.

Arda için doyumsuzluk tanımı oluşuyordu.


Yanında olmaya doymadığı bir kadından birazdan
ayrılacağını bilmek, içini acıttı. Üstelik Ahsen, ne
yapacağı çok kestirilebilecek bir kadın değildi. Belki
de son kez motosikletin üzerinde sırtından ona
tutunuyordu. Otelin giriş kapısı onların
ayrılıklarına açılacaktı.

Ahsen de Arda kadar bir an buruklaştı. Roma’da


geçen zamanını en kaliteli tüketmesine sebep olan
Arda’ydı. Bir daha onu görmek istemeyeceğini
biliyordu. Görmemeliydi. Aşk hissetmese de
yakınlık hissi, birlikte iyi vakit geçiriyor olmaları
olası bir ilişkinin ve belki de aşkın kokusunu
salabilirdi havaya.
Arda, romantik ve özel bir adamdı. Üstelik zeki
ve kültürlü, bu özelliklerini pekiştirecek kadar da
yakışıklı, kolay kolay reddedilmeyecek bir erkekti.
Ahsen için reddedilmeyecek erkek diye bir tanım
yoktu. Onun için özelleştirilmeyecekler listesinin
ilk sırası Arda’ nın olabilirdi.

Son dakikalarda ne yaşanır bilinmezdi elbette.


Arda, motosikleti park ettiğinde bir süre ikisi de
inmek için hamle yapmadılar. Çok içmişlerdi ama
sanki o an ikisi de birden ayılmıştı.

Ahsen, usulca indi. Arda inecekken izin vermedi.


Eliyle durdurdu. Arda, Ahsen’in belirsizliklerle
dolu bir kadın olmasından adı kadar emindi ve bu
yüzden, onun söyleyeceklerini dinlemek işine geldi.

- Arda, teşekkür ederim. Yeniden


yaşadığımı hissettirdin bana. Yeni hayatıma
bu kadar ihtişamlı bir giriş yapacağımı
bilmiyordum. Seni karşıma çıkartan Tanrı’ya
da teşekkür ederim. Sen de biliyorsun ki bu
son görüşmemiz.

Arda, Ahsen’in konuşmasını susturmak için


hamle yapsa da, onu durduramadı.
- Burada olmama sebep olan her
neyse bunun gidişatının da ne olacağını bana
hissettiriyor. Seni bir yıl önce tanımayı
isterdim. Bu halimle olmayacaktım
muhtemelen ve seni bana çekemeyecektim
ama denemeye değerdi. Şimdi deneyemem.
Bunu yapamam. Hoşçakal.

- Ahsen. Hoşçakal demeni


istemiyorum. O gün o kuyrukta bizi bir
araya getiren her neyse bunu yeniden
yapabilir. Bir daha karşına çıkarsam, sana
yeniden ulaşırsam bana söz ver, bize bir şans
vereceksin. Anlaştık mı?

- Bir daha karşılaşmamak için


elimden geleni yapacağım. Bunu anla.
Yapamam.

- Bu çok acımasızca ve büyük bir


bencillik. Sana inanamıyorum. Sen kötü biri
değilsin.
- İnsanların tercihlerine saygı
duymalısın. Bana doğru gelen, sana ters
gelmiş olabilir. Bu beni kötü biri yapmaz.
Öyle değil mi? Aslında kendi istediğimiz gibi
davranmayan birine kötü demek haksızlık
olur. Neyse çok uzadı. Kendimce sebeplerim
var. Beni anlamanı beklemiyorum şu andan
itibaren. Hoşça kal…

Ahsen, Arda’ nın cevabını bile beklemeden


koşarak otelden içeri girdi. Koşar adımlarla
merdivenlere yönlendi. Resepsiyondan adının
çağırıldığını duyup durakladı. Bu çağırılma Arda
ile ilgili olabilirdi ama ya değilse diye düşünerek
geri döndü.

Konu Arda değildi. Adının üzerinde yazılı


olduğu bir zarfı aldı. Açmadan odasına gitmek
üzere yürümeye başladı. Önceki acılarının emsali
olmasa da, birinin canını yakmak kendi hassas
ruhunu acıttı. İncitmeden incinmemeyi
öğrenmeliydi ama bu konuda profesyonelleşmek
için epey yol alması gerekiyordu.
Başka biri olmaya çabalıyordu. Kendini en az
hırpalayacağı bir hayatı yaşamak istiyordu. Aksi
mümkün değildi. Yeniden geçmişteki Ahsen ile
yola devam edemeyeceğini biliyordu.

Arda yok. Arda diye birini hiç tanımadı. Bir kaç


gündür keyifli bir rüya görüyordu sadece ve
alarmın sesi ile uyanmıştı. Hepsi buydu. Defalarca
bu cümleleri tekrarlarken otelin sokağı görmeyen
bir odasında kaldığından dolayı şansına
şükrediyordu. Arda’nın arkasından bakmak
isteyecek ve bu izleyiş onu hırpalayacaktı.

Yatağının üzerine uzandı. Müzik çalarından bir


şarkı seçti. “Sil baştan” diye avaz avaz bağırıyor,
şarkının içinde biraz önceki bellek dosyalarını kalıcı
olarak silmeye çalışıyordu.

Bir an resepsiyon görevlisinin eline tutuşturduğu


zarfı anımsadı. Çantasını koyduğu yere ulaşınca
zarfı aramaya başladı. Zarf kaybolmuştu.
Anlayamadı. Az önce merdivende zarfı çantasına
koymuştu. Bu bir rüya değildi. Emindi. Üstünde
adının yazılı olduğu zarfı kesinlikle çantasına
koymuştu. “Lanet olsun neler oluyor?” diye
kendine kızarken odasının kapısı vuruldu.
İstemsizce birden bağırdı.

- Arda.

Hemen toparlandı. “Neler söylüyorum ben?”


dedikten sonra kapıyı açtı. Kat görevlisi
merdivende düşürdüğü zarfı uzattı.

Arda, Ahsen’e küçük bir ayrılık hediyesi


bırakmak istemişti. Bunu yapacağını tahmin etmek
zordu. Notta, “Yarın akşamüstü Arthur’un
dükkânında ol. İkiz dövmenin sahibini
bulacaksın.” Yazıyordu. Yazanın adı yoktu. El
yazısı tanıdık değildi. Ahsen’in zihni iyice bulanmış
aynı zamanda heyecandan kalp ritmi hızlanmıştı.
Bu heyecan Arda’ nın izini günden çıkarttı bile.

Çok yorgundu. Üzerindeki her şeyi çıkartıp


çamaşırlarıyla kendini duşa attı. Duş sırasında
çamaşırlarından da kurtuldu. Garip bir şekilde
ağlama krizine girdi. Çılgınlar gibi ağlıyordu.

“Düşünmek istemiyorum. Hayatıma birinin eşlik


etmesini izlemek, kimsenin yanında yürümek
istemiyorum.” Diye belli belirsiz sayıklıyordu. Su
ile krizi atlatınca, duştan çıkıp havluya sarıldı ve
kendini yatağa bıraktı. Güneş göğe yükselirken, o
gecenin izleriyle uykunun içinde gizleniyordu.

Aynı coğrafya da yaşayan insanların akşamı,


Ahsen’in ise sabahı başlamıştı. Valiz açıldı. Nesi var
nesi yok her şeyi toparladı. Sırt çantasının içindeki
eskiz defterinden bozma seyahat notları yazdığı
sırdaşını çıkarttı. “Roma’da son saatler. Bitti.”
Notunun altına saati yazdı.

Önceden satın aldığı tarihi açık uçak biletlerini


kontrol etti. Eline ilk gelen Nice biletini görünce
gülümsedi. Nice’ e ilk gidişi olacaktı. Çantasındaki
biletlerin içinden en çok gitmek istediği diğer üç
yerden birini çekmiş olmak çok hoşuna gitti.

Sabahı beklemesi için hiç bir sebep yoktu. Otel


odasının duvarları üzerine doğru geliyor, her bir
köşesinden isimler fısıldıyordu kulağına. Hazır
olduğunda, hesabını kesip, otelden ayrıldı.

Ne o sahtekâr olarak tanımladığı Arthur’u, ne o


ikiz dövmenin diğer kısmını, ne de o notu yazanın
kim olduğunu merak etmiyordu. Massi ile
yüzleşmek, içinde bu kadar köpürürken hiç uygun
bir zamanlama olmayabilirdi.

İtalya’da bilinmeyen bir yerde bir mimarlık


şirketinin avukatlığını yaptığını bilmekten başka
hakkında her hangi bir bilgiye hakim değildi. Onu
yeniden gördüğünde ne yaşayacağını da
kestiremiyordu. Kendisi için en doğrusunun bir an
önce bu yaşananlar hiç olmamış gibi düşünüp
yenilenmek olduğunu biliyordu. Massi en başından
beri fazla zihnini meşgul ediyordu ve bu ona göre
hiç de gerekli değildi.

Havaalanında tam dört saat beklemesi


gerekeceğini öğrendi. Umurunda olmadı. Bir an
önce gitmeliydi. Havaalanı, gidiyor olduğuna
inanması için yeterli bir ispattı.

Nice hakkında internetten bilgi toplamaya


çalışıyor, aklında kalmayacağını bildiği için sürekli
not alıyordu. Henüz konaklaması için bir otel
yoktu. Planladığı gibiydi aslında her şey. İlk iki yer
için daha düzenli planlama yapmıştı.
Alışkanlıklarından vazgeçmek, insan için en zor
etaptır inancıyla yavaş yavaş plansız yaşamaya
alışacaktı.

Yemek için bir kaç atıştırmalık satın aldığı sırada,


rüyasındaki yaşlı adamla konuştuğunu gördüğü
genç kadın ile karşılaştı. Yüzünü rüyasında
gördüğüne emindi ve neden gerçekleşecek olayları
önceden gördüğünü anlayamıyordu.

Şaşkınlık ve heyecan ile kadının onu görmemesi


için arkasını döndü. Raflardaki parfüm şişelerini
inceliyordu. Baktığı parfümler erkek parfümleriydi
ama bunu fark edemeyecek kadar şaşkındı.

Karşılaştığı esrarengiz kadın bir kaç dakika sonra


yanına geldi. Bakmamaya çalışıyordu ama kadının
boynundaki damla şeklindeki kolye fazlasıyla
dikkat çekiciydi.

Camın üzerinden kayıp gitmesini izlediği bir


yağmur damlası gibi görünüyordu. Altın olduğu
belliydi ama içini sedef ile doldurmuşlardı. Altın ve
sedefin neden bir arada kullanıldığını anlamak
zordu. Fazlasıyla incelediğini kendi fark etmedi
ama kadın Ahsen’in bakışını kesmek için bir hamle
yaptı. Kolye ucunu avucunun içine aldı. Ahsen
gözlerini kolyenin üzerinden kaldırınca kadınla göz
göze geldiler.

- Damla. Drop.

- Damla evet. A bir dakika Türkçe.

- Siz de mi Türk’sünüz?

- Evet. Affedersiniz ben Ahsen.


Kolyeniz çok hoşuma gitti. Arsızca
bakıyordum.

- Sorun yok herkesin dikkatini


çekiyor. Alıştım. Bu arada ben Damla.

- Damla. Ne hoş. Kolyenize adınızı


yazdırmışsınız.

İkisi birden kahkaha attılar.

- Damla, kolyeniz özel bir aksesuar.

- Evet, eski sevgilimin hatırası.


- Eski ve hatıralık olduğuna
üzüldüm sevgilinizin.

- Üzülme. Beni ne kadar üzdüğünü bilsen,


eski olduğuna çok sevinirsin.

- Ne denir bilmem. Herkes kendi tarafından


yaşar hayatı. Üzülmek için izin verirsek
üzülüyoruz. İşte hayatın kendi gerçeği bu
Damla. Tercihlerin sonuçları.

- O kadar haklısın ki başkasının ukalalık


olarak görebileceği bu konuşma, sana içecek
bir şeyler ısmarlamak istememe sebep oldu.

- Ismarlama ama gel birlikte bir şeyler içelim


gerçekten.

Birlikte dükkânın karşısındaki kafeye oturdular.


Birbirlerine bakıp aynı anda “rose” dediklerinde
kahkaha attılar.

- İçer miyiz yolculuk öncesi?


Ahsen kafasını salladı ve garsonu çağırıp sipariş
verdiler.

- Erkek parfümlerine baktığına göre seninki


henüz eski değil.

Ahsen şaşırdı. Kahkaha attı önce hatta gülmesini


bitiremiyordu. Damla, Ahsen’in gülüşüne anlam
veremedi.

- Hakkımda istediğini düşünebilirsin ama ben


senden korktuğum için o erkek parfüm
reyonunun önündeydim.

- Nasıl? Anlamadım. Benden mi korktun?


Neyim var ki benim korkulacak?

- Elbette korkulacak hiç bir şeyin yok. Seni


rüyamda gördüm ben. Komik ama gerçek.
Adı Diago olan restoran sahibi bir adam ile
benim kaldığım otelin lobisinde konuşurken
gördüğüm rüyamdaki kadınsın sen. Sen
olsan korkmaz mıydın? Üstelik Diago’yu da
tanımıyordum. Dün tesadüfen gittiğim
restoranda görünce şok oldum. Adam
gittiğim restoranın sahibi çıktı.

- Bir dakika. Sen Diago’yu ve beni rüyanda mı


gördün?

- Sakın bana ben Diago’yu tanıyorum deme.

- Dedim bile. Diago benim annemin boşandığı


son kocasıydı. Onda anneme ait bir emaneti
varmış. Almak için İtalya’ya geldim. Üstelik
uzun zamandır gelmemeye yemin ettiğim bir
yer Roma. Gördüğün otelde kalıyordum.
Aslında sanırım seninle aynı otelde. Aman
Tanrım, Türkler her yerde. Sen bu rüyayı
niye gördün?

- Yavaş yavaş sindiriyorum bir saniye. Ben de


bilmiyorum inan. Bir sorum daha var. Hazır
mısın?

- Evet. Aslında bilmiyorum hazır mıyım? Sor


sen.
- Arda’yı tanıyor musun? Rehber.

- Arda’mı?

- Evet Arda.

- Arda bu kolyeyi bana hediye eden eski


sevgilim.

- Ne diyorsun sen?

- Evet. Üniversiteden bir arkadaşımın


sevgilisinin kuzeniydi Arda. Anneleri Türk,
babaları İtalyan bunların. Kuzeni sevgilisinin
motosiklet kazasında ölümüne neden oldu.
Arda’da, ben ölmek üzereyken beni terk etti.

- Bir dakika dur nefes al. Dediklerini anlamaya


çalışıyorum. Sen de mi motorlaydın.

- Hayır. Bana kanser teşhisi koyulup tedaviye


başlandığında Arda, beni terk etti.

- Ulu Tanrım. Sebep?


- Benim gözünün önünde yok olmamı
izleyemezmiş. İyileşme ihtimalimi
düşünmedi bile. Beni o gün öldürdü adam.

- Haydaaa! Şimdi nasılsın peki?

- Hayal ettiği gibi olmadı elbette. Şimdi gayet


iyiyim. Katil kuzeni benden en yakın
arkadaşımı aldı. Kendisi de aşka olan
inancımı yok etti. Ooo! Ne kadar çok
anlattım.

- Anlat lütfen, vakit bol. Nereye gidiyorsun?

- Nice.

- Ben de.

- Şaka mı bu?

- Gerçek. Şaka yok. Aniden karar verdim ve


bu gece Nice’te uyumak istiyorum.
- Sen Arda’yı nereden tanıyorsun?

Ahsen ona olan biteni anlatmamalıydı. Damla bir


kez daha yaralanmamalıydı. Arda’dan kaçtığı için
çok huzurlu olduğu bir andı. Damla’ya katıldığı
turun rehberi olduğunu söyledi. Damla,
sorgulamadı bile.

- Rüyaların hep böyle ilginç midir?

- Rüya görecek kadar uyuduğum


bile söylenemez. Bu rüya gündüz
kestirmesinin eseri işte. Küvette uyuya
kalmıştım.

- Nice’te nerede kalacaksın?

- Bilmem. Plansız bir seyahat.


Bulurum elbet bir yer.

- Bulma. Ben de kal lütfen.

- Beni tanımıyorsun bile. Neden


böyle bir teklif ile karşı karşıyayım.
- Rüyalarını gerçek hayatında
yaşayabilecek kadar temiz bir ruhun var
senin. Ben moda tasarımcısıyım ama hafif
medyumluğum vardır. Hislerime
güveniyorum. Söz temiz havlu, çarşaf ve
kaliteli kahvaltı sunacağım sana. Hadi beni
kırma. Roma dönüşü sendromum sayende
geçti.

- Peki, ben sana neden güveneyim?

- Bana bir bak. Ölüme terk edildiğine şahit


olduğu halde, terk eden adamı hala tüm
saflığıyla bekleyen bir ahmak ne kadar
zararlı olabilir?

- Kendine haksızlık etme. Bu senin sevme


şeklin. Sen kendi dilince seviyorsun. Yalın ve
beklentisiz. Bu en temizi. Herkes
yanyanayken sever. Kolaysa terk edildikten
sonra sevsinler de göreyim. Nazım Hikmet’i
koşulsuz seven tek bir aşığı vardı biliyor
musun?
- Piraye.

- Evet Piraye. Nazım tarafından ne kadar ruhu


hırpalansa da ona inat, sevmekten
vazgeçmedi onu. Arkasından kötülüğü ile
bahsetmedi. İyilerini yaşadı. Zihninde
kötüleşmesine de izin vermedi. Temiz aşk bu
işte.

- Ooo! Neler var sen de böyle.

- Aşksızlıktan aşka hayranlık işte benimkisi.


Ben tek aşkımı ölümün kucağına gönderdim.

- Anlamadım. Ne demek bu?

- İtiraf gecesi gibi oldu Damla. Bir iş için bir


yere gitmesi gerekiyordu nişanlımın ama o
bunu her ne olursa olsun istemiyordu. Ben
ısrar ettim. Kariyeri için önemli olduğunu
söyledim. Benim için yap bunu dedim. O da
benim için yaptı. Uçağa bindi ve bir suikasta
kurban edildi.
- Bu senin hatan değil. Senin istediğin bu
değildi ki.

Ahsen gözlerine söz geçiremedi. Bir kaç damla


akmaya başladığında kendine kızdı.

- Senin adaşlara söz geçiremedim Damla.


Affedersin. Yine biraz Mustafa çarptı beni.
Geçer şimdi.

- Durdurmak için zorlama, bırak arınsın


ruhun gözyaşlarınla.

- Arınsın arınsın. Ne yani ben şimdi seni önce


rüyamda gördüm, sonra seninle burada
tanıştım ve evinde mi kalacağım?

- Evet, şekerlik öyle görünüyor.

- Damla, Nice ‘de neler yapıyorsun?

- Pasta.
- Pasta mı?

- Pasta, kurabiye, çörek, gevrek gibi leziz


yiyecekler yapıp satıyorum. Küçük bir
pastanem var.

- Ne keyifli. Moda tasarımcısıyım demiştin.


Üniversite?

- Moda tasarımı okudum İtalya’da. Sonra bu


hastalık. Bir baktım mutfakta pasta
yapıyorum. Sonra hep yaptım işte. E baktım
beğeniyorlar, satın almak istiyorlar, neden
olmasın dedim ve pastane doğdu.

Ahsen, Arda’nın bu kadar hayat dolu, kendinle


barışık ve güzel bir kadını nasıl bıraktığını
anlayamadığı bir an yaşıyordu.

Damla gösterişli bir kadındı. Zeki ve ona aşık bir


kadın. Hangi ahmak erkek onu reddedebilirdi ki?
“Arda bu kadar aptal mıymış?” Dedi içinden.
Damla ile uçağa binesiye kadar uzun uzun
sohbet ettiler. Farklı hava işletmeleri ile gitmiş
olmaları zaman farkı yaratmadı. Aynı saatte yola
çıkıp bir kaç dakika farkla Nice’e ulaştılar.
Valizlerin teslim alınması sırasında buluşma yeri de
tespit edilmişti.

Damla’ nın evinin giriş katı bahçeye açılıyordu.


Bulunduğu sokakta neredeyse hiç bir dükkân
olmadığı gibi, pastane dediği işletmesi dışarıdan bir
pastane gibi görünmüyordu. Evin içine girdiği
zaman evin alt katının dekorasyonu o pastane
gerçeği ile buluşturuyordu.

İçerisi rum meyhanesi gibi dekore edilmiş, çeşitli


kahve makineleri ile dolu tezgâhın önüne vitrinli
bir dolap ile kasa için bir yer yapılmıştı. Vitrinli
dolabın içinde boş tepsiler, camın iç kısmında
eğlenceli etiketler vardı. Tezgâhın arkasındaki
aynada rengârenk damlaların bir şemsiyeden
damladığını gösteren resim vardı. Aynanın üzerine
renkli ve boyutlu kâğıtlarla yapılmış bir resimdi.

Şemsiyenin altında puantiyeli kırmızı elbisesi,


saçlarının kurdeleleri havada uçuşan “Çilek Kız”
diye bilinen çizgi kahramanın resmi yapılmıştı.
Tavandan yere sarkan süsler, fenerler, partiler için
düşünülmüş çerçeve figürleri ile döşenmiş bir
duvar vardı. Değişik motiflerde, yatay ve dikey
fotoğraf çerçeveleri yapılmıştı.

Ahsen, bu küçük şirin pastanede küçülmüştü.


Yurttan teslim alındıktan sonra eve geldiği ilk
dakikalarda tam da o pastanedeki, heyecan ve
hayranlık duygusu ile evin tüm detaylarını
incelemişti.

Salonun köşesindeki pikap, Ahsen için


dokunulası bir şeydi. Çok eskiydi ve mutlaka
Ahsen dokunmalı, geçmiş ile bağ kurmalıydı. İnce
parmaklarını üzerinde gezdirirken Damla yanına
geldi.

- Yol arkadaşım. Çok geç oldu. Hadi


uyuyalım artık. Yarın çok işimiz var. Odan
hazır. Çık dinlen hadi.

- Haklısın. Yorgunluktan bittim.


Uyumayı deneyelim bakalım.
Merdivenlerden çıkarken tavandan yere
sarkan süslü kabaklardan yapılmış Bodrum
avizelerini gördü.

- Memleket havası olsun dedin sanırım.

Damla gülümsedi.

- Hayır. Yanlış tahmin. Avizeler evin eski


sahibine ait. Bodrum tatilinde alıp
üşenmeden buraya kadar taşımış. Yıllardır
asılı, benimde işime geldi aslında. Asıl salona
çıkınca ne düşüneceksin bakalım.

Salonun giriş kapısına geldiler. Sürgü ile açılan


Japon filmlerini anımsatan bir kapıyı açıp içeri
girdiler. Salonun üç tarafı camdan duvar ile
çevriliydi. Kapının tam karşısında salonu
ortalayacak bir şekilde kocaman kare bir masa ve
etrafını çevreleyen sedir şeklinde oturulacak alanlar
vardı.

Pencerenin önünde kırmızı kadife kumaş ile


kaplı dinlenme koltuğu, televizyon izleme koltuğu
gibi görünse de evde televizyon yoktu. Yerde enerji
renkleri ile kaplanmış iri minderler, odaya
rahatlatıcı detaylar katmıştı. Köşede salonun
büyükçe bir kısmını kaplayan beyaz bir piyanonun
varlığı salonu eşsiz bir tabloya benzetmişti.

Salonda, Damla’ nın içeri girmesi ile mis gibi


tütsü kokularının huzuru yayılmaya başladı.
Ahsen, cam duvarların birinin önünde, belli ki
güneşin doğuş yönüne doğru hazırlanmış bir
meditasyon bölümü olduğunu fark etti.

Salon, Ahsen’i yeterince büyülemişti. Odasına


doğru yürümeye başladılar. Yere oldukça yakın
beyaz mobilyalı yatak, beyaz dolaplar, mor
aksesuarlar ile uyuyacağı oda, ilk bakışta aitlik hissi
yaratmıştı.

Yatak odasında ışık yoktu. Perdesi olmayan


duvar kadar geniş bir duvar ile yatak odasının
mahremiyetine uyum sağlamayan bir açıklık vardı.
Sokak lambası odayı aydınlatıyordu ama asıl
aydınlatan duvarların içine oyulmuş bölmelerdeki
kokulu mumlardı.

- Şey. Perde?
Damla komodinin üzerindeki kumandaya
dokununca tavanda gizlenmiş perde yere kadar
indi.

- Ah biz Türkler! Ayyy! Ne ayıp!


Değil mi?

- Aslında çıplaklıktan çok,


uykudayken güneşten korunmak için bile
perde önemli öyle aslında.

- İşte bende sırf bu yüzden bu


perdeleri yaptırdım. Hadi ben doğru odama.
İlaç içip uslu bir kız olarak uyumalıyım.
Yarın fırın başı görevin var. İyi dinlen.
Anlaştık mı?

- Şey. Duş.

Damla, kapıya yakın bir duvarın kapısını hafifçe


ittirdi. İçeride yanan ışıklar bir yol oluşturdu.
Giyinme odasına girildiğini anlayabileceği
koridordan geçip sağa döndüğünde bir banyo ile
karşılaştı.
Zemin deniz kumu ve kurutulmuş deniz canlıları
ile döşenmiş, üzerine cam bir koruma alanı
oluşturmuştu. Deniz kabuklarının içinden gizli
ışıklandırmalar yapılmıştı. Küvetin yan duvarında
gösterişli bir akvaryum ve içinde rengârenk balıklar
vardı.

Ahsen gerçek ile rüya arası bir evin banyo


küvetinde dinlenirken, okyanusta yıkanıyor hissi ile
son derece gevşemiş ve rahatlamıştı.

Sabah, güneşten daha sıcak ve ev de olduğunu


hissettiren kokularla uyandı. Belli ki iyi çekirdekten
yapılmış olan mis gibi bir fincan kahve kokusunu
ve yanında tam olarak kokusundan anlayamadığı
bir patiseri ürününün varlığını hissediyordu.

Koku sırtının üzerinden burnuna geliyordu.


Arkasını döndüğünde komodinin üzerinde tam da
tahmin ettiği küçük sevimli bir tepsinin içinde bir
fincan kahve, iki kruvasan ve minicik bir vazonun
içinde bir kaç sap lavanta buldu.

Damla, Ahsen’i ilk misafir sabahında şımartmak


istemişti. Tepsinin içinde küçük bir not kâğıdı
vardı. “Bu ilk günün diye şımarttım, her gün bu olur
diye bekleme. Kahvaltını yap ve aşağıya gel. Sen
bunu okurken eminim ben çok yorulmuş olacağım.
Bak hala yatakta. Hadiiii!” Yazıyordu.

Ahsen’in günün ilk kahkahasını atmasına sebep


olan notu kenara bırakması ve kruvasana
saldırması anlık bir zaman aldı. Lezzetli kahvaltının
ardından, hızlıca hazırlanıp Damla’ nın yanına
geldi. Sabahın güzel anılarla dolu olması
neşelenmesine neden olmuştu.

Damla, eve geldiklerinde içi boş olan vitrinli


dolabın içini tepsi tepsi kurabiyeler, renkli
tartoletler ile doldurmuş, bir kaç müşterisi ile
keyifle sohbet etmeye başlamıştı bile. Pastanenin
atölye diye tanımlandırıldığı mutfağından sesler
geliyordu. Damla, bir akşam önceki o aşırı sakin ve
hüzünlü kostümünü çıkartmış, neşeyle kocaman
kahkahalar atıyordu.

Bir kaç dakika sonra kapıdan içeri giren adam


Damla’ya seslendi. Ne konuştuklarını anlaması
zordu ama bir tepsi tartoletin üzerini kapatıp teslim
etti.
Adamdan aldığı paranın nerdeyse yarısından
fazlasını dekora uygun kırmızı puantiyeli bir
kapağı olan iri kavanozun içine koydu. Kavanozun
kapağını açması gerekmemişti. Üzerinden nakit
para girişi olan bir kesi yapılmıştı. Kavanozda hiç
bozuk para olmaması dikkatini çekse de bunu
Damla’ya sormamaya karar verdi.

- Ahsen. Tam iki dakika sonra


telefon çalacak. Telefonu sen açacaksın ve
bana sesleneceksin ama öncesinde bir dakika
lütfen de.

- Bir dakika lütfen mi? Nice de mi?


Türkçe?

- Evet. Arayan Türk hayatım.

- İyi de bir dakika sen nereden


biliyorsun iki dakika sonra arayanın kim
olacağını?

- Eminim. Hiç sektirmez.


O sırada telefon çalınca, Ahsen ve Damla göz
göze gelip kahkahayı bastılar.

- Hadi bekletme müşteriyi.

Ahsen çekingen bir şekilde telefonu açtı. “Bir


dakika lütfen” dedikten hemen sonra, “Damla
Hanım” diye seslendiği sırada telefondaki adam
birden seslendi.

- Hanımefendi. Beni duyuyor


musunuz?

Damla telefona yetişip eline aldığında adam


cümlesini tekrarladı.

- Hayır, Ahmet seni duymuyor.


Damla ile konuşuyorsun.
- O kim?

- Senden bahsetmiştim. Bana


inanmadı telefonu açıp test etti.

- Neyi test etti?


- Senin dediğim gibi sektirmeden
her gün aynı saatte arıyor olman ilginç geldi
inanmadı ve açtı işte falan filan. Eee. Nedir
sipariş?

- Her zamankinden ve bir tepside


günün sürprizinden gönder. Ben gelip teslim
alacağım bu sefer.

- Sebep.

- Ben de senin söylediklerin doğru


muymuş diye test edeceğim.

- Aaa. Çok uzadı bu konuşma. Bana


kitap aldın mı sen?

- Evet. Onları getirmek istiyorum


zaten.

Siparişlerin liste şeklinde yazılmasına ihtiyaç


yoktu. Müşterileri bilindik siparişler veriyordu.
Yeniden telefon çalınca, Ahmet’in bir şey
unuttuğunu düşünüp açtı.

- Ne Ahmet?

Cevaplayan ses, Ahmet’ e ait değildi. Bir kadın


nereden aradığını ve özellikle orman meyveli
pastasını merak ettiğini, o pastadan iki adet,
krokanlı lezzet şöleni pastasından iki tane ve
rengârenk tartöletlerinden de bir tepsi sipariş verdi.
Damla siparişleri yazarken, kıpkırmızı olmuştu.
Dudakları kulaklarına kadar esnemiş, son derece
heyecanlı ve mutlu görünüyordu.

Telefonu kapatır kapatmaz, eğlenceli çığlıklar


attı. Hızla gidip Ahsen’e sarıldı. “Sen benim
uğurumsun. Şansımsın.” Diye bağıra bağıra
Ahsen’in kollarını hareket ettirip zorla dansına eşlik
etmesini sağlıyordu.

Şaşkın Ahsen, bir an Damla’yı sarılarak


durdurdu.

- Hey! Neler oldu? Anlat.


- Ahseeeeen! Nice’in en önemli
markası, dondurmacı Fenocchio’dan
aradılar. Benimle çalışmak istiyorlar. Bu bir
deneme siparişiymiş. Eğer memnun kalınırsa
düzenli sipariş vereceklermiş. Ahseeen!
İnanamıyorum. O dükkâna dünyaca ünlü
gurmeler geliyor. Yemek yazarları geliyor.
Sırf dondurma için geliyorlar. Benim
ürünleriminde tadına bakma ihtimalleri
yüksek ve bu ne demek kızım?

- Yakında zengin oluyorsun mu


demek?

- Hayır. Yakında daha çok


yaptıklarımın lezzetini tanıyanlar olacak
demek. Adım duyulacak. Ölüme terk edilen
bir kadının yeniden yaşamaya başladığını ve
bu yaşamında ne kadar da başarılı olduğunu
anlayacak herkes. Hem de herkes.

- Arda’da.
- Arda’da. Hatta özellikle o.
- Damla. Onu öldürmelisin.
- Delirdin mi?
- Hayır, yanlış anladın. Onu
zihninde gömmemeli, kendinden atıp
sensizlikle öldürmelisin. Senin olmadığın bir
mezara göm onu artık. Yapabilirsin.

- Yapabilirim. Yaparım. Hadi şimdi benimle


gel. Mutfaktakilerle tanıştırayım seni. Türkçe
bilmezler. İdare edersiniz. Sonra akşamüstü
çıkar dolaşırız birlikte. Anlaştık mı?

- Kesinlikle anlaştık. He bu arada evine


bayıldım. Lütfen beni evlatlık al. Lütfen.

- Deli kız. İstediğin kadar kalabilirsin.

Ahsen, Damla ile sarıldığında Damla birden onu


itti.

- Hey! Sırnaşık, hadi. Sarılıp durma.


Ağlatacak mısın sen beni? Evlatlık! Doğru
mutfağa bakalım.

Damla mutfakta ekibiyle deliler gibi çalışıyor,


avaz avaz şarkılar söylüyor oldukça mutlu
görünüyordu. Ahsen’in görevi, müşteriler ile
ilgilenmek, sipariş almak, İngilizce bilmeyen
müşteri olursa Damla’ya seslenmekti.

Ortalıkta gezinen çizgi film kahramanı gibi


görünen Candy’ de mutfaktaki curcunaya
katılmıştı. Garsonsuz bir pastanenin görünen
yüzünün sorumlusu Ahsen’di.

Ahsen tezgâhın arkasında dururken eliyle


çarptığı limonata bardağını yere düşürdü. Eğilip
yerdeki kırıkları ve döküntüleri toparlarken kapının
açıldığını fark etti ama bakabilecek durumda
değildi. Bir kaç saniyelik işi kalmıştı.

Tezgâhın önünde ayakta duran adamı cam


vitrinden gördü ama elindeki işi bitirmeden kalkıp
onunla konuşmak istemedi. Adam sessizliği
bozacak şekilde, romantik bir şiir okuyor gibi
Fransızca kendisi ile ilgilenmesi için belli ki Ahsen’e
sesleniyordu.

Ahsen yerden kalkmak için elini tezgâhın


üzerine koyduğu sırada köşedeki tepsiye dokundu.
Tepsi kafasına düştü. Canı yanınca çığlık attı ve
zıplayıp ayağa kalktı. Müşteri ile göz göze geldiler.
Adamın yeşil iri gözlerine uyum sağlayan
yüzünde bir kırmızılık vardı. Adam ile bir saniye
kadar dik dik bakıştılar ama daha fazla
dayanamayan adam kahkahayı patlattı.

Ahsen çok utandı ve kızdı. Damlaya seslenip


mutfağa daldı. Adam arkasından özür cümleleri
kursa da Ahsen ne dediğini anlayabilecek durumda
değildi.

- Dışarıda şımarık bir müşterin var.


Kafama tepsi düştü diye bana gülüyor şu an.

- Kafana tepsi mi düştü? Nasıl


düşebilir ki?

- Ya bırak şimdi nasıl düştüğünü.


Sen git şu adama bir bak.

- Hay Allah. Alemsin yahu.

- Gülme ya! Hadi bak şu ukala


herife.

- Tamam, tamam buz koy sen.


Damla, Candy’ye bir şeyler söyleyip içeri girdi.
Candy, bir buz torbası ile Ahsen’in yanına geldi. Bir
kaç dakika sonra Damla’ nın kahkahalarına eşlik
eden bir adam kahkahasının sesleri yanlarına doğru
yaklaşıyordu.

Damla, müşterisi ile birlikte mutfaktaydı. Adam


Ahsen’in yanına geldiğinde, Ahsen ona
bakmamaya çalışıyordu.

- Ahsen Hanım, merhaba ben


Ahmet. Şey. Özür dilerim.

- Çok mu komik birinin başına tepsi


düşmesi?

Ahmet cevaplayamadı. Onun yerine Ahsen


cevaplamak istedi.

- Evet, kahretsin ki çok komik.

Herkes gülmeye başladı. Ahsen bu cümlesinin


ardından Ahmet ile tanıştı. Kısa sohbetlerinin içinde
belli belirsiz göz çarpışmaları oluyor, saniyelik
bakışmalarla gülümsüyorlardı.

- Pastacı mısınız siz de?


- Yooo. Fizik mühendisiyim.

- Öyle mi ben de astronotum. Nice


semalarından uzaya çıkıp iniyorum arada.

- Haha. Komik mi? Ben gerçekten Fizik


Mühendisiyim. Siz de iyi bir hayalperestsiniz
anlaşılan. Damla ben eve çıkıyorum biraz.

Ahsen arkasını döndü. Ahmet’in alaycı biri


olduğunu düşündü. Fiziği ile örtüşmeyen bir
iticiliği vardı adeta.

- Bir dakika Ahsen Hanım. Ahsen.

- Ahsen Hanım.

- Tamam, Ahsen Hanım. Özür


dilerim. Şaka sandım. Hayatımda sizin kadar
güzel bir Fizik Mühendisi ile tanışmamıştım.
Hadi ama affet.
- Hakaret mi iltifat mı belli değil.
Neyse uzatmayalım. Damla’yı üzmek
istemiyorum.

- Ne zaman geldiniz? Burada mı


yaşayacaksınız artık? Burada yaşayın bence.

- Dün geldik. Yaşamak kısmının


sizce olanını gerçekleştirmişsiniz işte.
Bencesine bakacağız.

Damla’ nın yanlarına gelişi ile tatlı didişmeleri


son bulur. Ahmet heyecanla Damla’ya sarılır.

- Heyyy! Ne oluyor ya bugün önüne


gelen bana sarılıyor. Benim bu evlatlıkta
seviyor sarılmayı. Beni bırakın da ikiniz
sarılın işte ya.

Ahsen’in yanaklar yine sinyal vermeye


başlamıştı. Kırmızı yanaklarıyla Damla’ nın
söylediklerinin ardından arkasını döndü.
- Damla bu akşam ikinizi benim
restorana davet etsem? Sen de epeydir
yoktun. Ne dersin?

- Her zamankinden hazırlatırsan


olur. Olur değil mi Ahsen?

- Bilmem. Sen istersen olur.

- Niye siz istemez misiniz?

- İsterim. Damla isterse geliriz.

Küçük bir kazanın dışında, Ahsen ve Damla için


renkli, keyifli bir gün bitmişti. Ahmet’in
restoranında harika vakit geçirmişlerdi. Ahsen’in
restorandan en son hatırladığı dakika, Ahmet’in bir
aktör edası ile okuduğu şiirdi.

“Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,

Dünyanın en güzel sesinden,

En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...

Fakat artık ümit yetmiyor bana,


Ben artık şarkı dinlemek değil,

Şarkı söylemek istiyorum.”

Nazım Hikmet’in “Seni düşünmek” şiiri


Ahmet’in sesi ve şiir okuma yeteneği ile unutulmaz
bir an yaşatmıştı. Şiiri dinlerken düşündüğü bir
kişinin varlığı Ahsen’e rahatsız edici gelse de o anın
tadını çıkartabiliyor olmak iyi geldi.

Eve döndüklerinde, Damla ile Ahmet hakkında


küçük dedikodular yapıp epey güldüler. Damla,
Ahmet’in Ahsen’e bakışlarının ve şiiri okumasının
taklidini yaptı. Ahsen, Damla ile bu kadar
eğlenebileceklerini hiç düşünmemişti. Keyifli gece
sohbetinin sonu albümlerin üzerine yapılan
yorumlarla devam ediyordu.

Damla, Arda ile olan fotoğraflarını gösteriyordu.


Fotoğrafların içinde gülüp eğlenirken, son fotoğraf
Ahsen’in sessizlik ve sağırlığına sebep oldu. Arda,
Damla ile sarmaş dolaş bir kumsaldaydı. Arda’ nın
arkasında fotoğrafa zorla girdiği belli olan
Massi’nin görüntüsü, Ahsen’i şoke etti.
Massi’nin saçları bildiğinden daha uzundu ama
göğsündeki dövme onu tanımasına yetecek kadar
görülüyordu. Yanında esmer, kıvırcık ve oldukça
gür görünen siyah saçlı bir kadın, bir de dalgalı
kumral saçları olan iri mavi gözlü olağanüstü güzel
bir kadın vardı. Esmer kadının omuzuna elini atan
adamı tanıyor olduğuna inanmak zordu ama
tanıyordu. Bu adam San Gimignano macerasının
masalsı kahramanı Daniel’di.

Nefesi daraldı. Neler olduğunu anlaması iyiden


iyiye zorlaşmıştı. Arda, Daniel, Massi ve fotoğrafı
çekenin de Damla olduğu apaçık belli olan bu
fotoğraf karesindeki diğer kadınlar hariç her birinin
onunla bir bağlantısı olması Ahsen’i korkuttu.

- Damla, kim bu kadınlar?

- Biri Adriana. Massi’nin ablası,


diğeri de Massi’nin motosiklet kazasında
ölümüne neden olduğu sevgilisi Angela.

- Motosiklet kazası mı? Nasıl? Kim


kullanıyormuş?
- Massi. Heyyy! Bir dakika sen
Massi’yi de tanıyorsundur zaten. O Arda’
nın kuzeni. Arda, Floransa’da bir süre
onlarla birlikte yaşamıştı. Adriana ve Massi
ile kaldılar.

- Evet, tanıyorum ve bayılmak


üzereyim şu an. Peki, bu adam kim?

- A o da Daniel. Massi’nin
üniversiteden arkadaşı. Uzun süre Adriana’
nın sevgilisiydi. Kızı hamile bırakıp ülkesine
kaçtı. Şeye. Hımm Şeye…
- İrlanda’ya.

- Evet. Aman Tanrım sen hepsini


tanıyorsun.

Ahsen oturduğu minderin üzerinde kendini


geriye doğru attı. Neler olduğunu anlayamıyordu.
Sinirleri iyiden iyiye bozulmuştu ve aniden
ağlamaya başladı.
- Lanet olsun Damla. Bu nasıl bir
girdap? Neden ben bu adamın
etrafındakilerle yaşıyorum? Neden bu adam
benim sürekli etrafımda? Sürekli benden
uzak ve sürekli benimle. Sana anlatmalıyım
ve lütfen benim için yorumla.

- Ben şaşkınım şu an. O rüya. Burada olman.


Bu fotoğraflar. Hepsi fazla geldi. Anlat lütfen
çözelim.

Ahsen, Massi’nin Girne’de ki otel odasına


girmesinden başlayarak tüm hikâye akışını, Arda
ile ilgili detayları da dahil olmak üzere, özür
dileyerek anlattı.

Damla duyduklarına inanamadı ve birden


“Seninle bir şey paylaşmalıyım. Bunun için yarın
benimle birlikte bir yere gelmen gerekiyor.” diyerek
Ahsen’den onay aldı.

- Hadi tatlım. Çok yorulduk.


Yatalım. Dinlen bu gizemi yarın
çözeceğimize eminim.
8. Bölüm
Sylvia, tüm beyazlığı ve iri mavi gözlerine inat
eder gibi koyu siyah saçlarını zencilerde görmeye
alışık olduğumuz bir şekilde çok renkli bir eşarp ile
tam da tepesine bükerek toplamıştı. Kumaşı
büktüğü yerde bir takım boncuklardan yaptığı
sarkaçlar geniş alnını süslüyordu.

Boynunda sayısını anlamanın zor olacağı kadar


kolye vardı. Her parmağı değişik taşlardan yapılmış
yüzüklerle doluydu. Bileklerinden dirseklerine
kadar bileklik ve bilezikler vardı. Beyaz omuzlarını
göğüs aralığına kadar serbest bırakan renkli bir
elbise giymişti.

Gözlerinin üzerine ve altına kalın bir şekilde


sürme çekiliydi. Gözleri normal boyutundan daha
fazla büyütülmüştü. İki gözünün tam ortasında
başından sarkan takısının ucunda göz gibi görünen
bir kolye ucu vardı. Herhangi bir korku filminden
fırlamış gibi duruyordu.

İçerisi aromatik tütsülerin sayesinde oldukça


güzel kokuyordu. Ahsen, taht gibi bir koltukta
oturacağını tahmin etmişti ama Sylvia, kırmızı
kocaman bir minderin üzerinde bağdaş kurmuş bir
vaziyette yerde otururken elinde tuttuğu kitabı
okuyordu.

Damla ve Ahsen boncuklu sarkacın olduğu


kapıdan içeri girdiğinde, elinde gizli bir nesne
tutuyormuş gibi kitabı hemen oturduğu minderin
altına sakladı.

Ahsen kitabı sakladığını görünce kendini


tutamayıp güldü. Onun için bu ortamda olduğunu
bilmek zaten oldukça komikti. Aptalca bir
davranıştı ama merakı onun o salona girmesi için
en büyük sebepti.

Sylvia, başını kaldırmadan eli ile oturmalarını


söyledi. Damla ve Ahsen küçük bir çarpışma ile
Sylvia’nın karşısına oturdular.

- Sen. Göğsündeki aşk mührünü aç.


Diğer sahibine bakmalıyım.

Damla ve Ahsen birbirlerine bakıştılar. Ahsen


Damla’ya sen mi söyledin der gibi bakış attı ve
Damla başıyla yapmadığını anlatan belli belirsiz
hareketler yapıyordu.

- Fazla vakit yok. Aç şunu.

Ahsen, üzerindeki elbisenin lastikli yakasını


aşağıya doğru çekti. Kadın avucunun içi ile
Ahsen’in göğsündeki dövmeyi kapattı. Bir kaç
saniye elini tuttuktan sonra, göğsünün üzerinden
bir şeyi avucuna alır gibi yapıp, önündeki su dolu
bir gümüş kupanın içine koydu.

Hayali bir parça kopartıp suya dökmüş gibi


yapmıştı. Kadının her hareketi ile Damla ve Ahsen
birbirine bakıyorlardı.

Kadın iri gözlerini kapatıp başını önüne eğdi.


Odadaki sessizliği bozan tek şey, kadının kedisi
içeride gezindikçe boynundaki çıngıraktan gelen
melodik seslerdi. Kadın mırıldanmların ardından
konuşmaya başlamıştı. Damla da her bir kelimesini
çviriyordu Ahsen için.

- Mühür. Aşk mührü. Mührün


sahibi, çirkin, cimri yaşlı bir adam. Karısı
ölmüş yalnız biri. Eksilmiş. Eksik.
Tamamlayıcı mühürü bu. Bir adam. Esmer
yakışıklı huzursuz, acılı bir kadının ilmiği
var boynunda. Suçlu. Senin gibi suçlu.
Senden yaratılmış. Senden sonra yaratılmış.
Senden önce mühürlenmiş. Senin mührünün
yapıldığından üç yıl önce mühürlenmiş. Sana
mühürlü. Siz tamsınız. Sen ve o yarım. Siz
tamamsınız. Siz olursanız tamamsınız. Yoksa
sonsuz yalnızlık ile cezalandırılacaksınız.
Kaçaksınız. Aşk kaçağısınız. Tutsaksınız
artık. Aşka hapis edildiniz. O nerede olursa
olsun ondan olanlar sana bağlanacak ve sen
onun önüne sunulacaksın. O da sana
çekiliyor.

- Ne mühürü? Anlayamıyorum. Ben ona


mecbur muyum şimdi?

- Hayır tutsaksın. Tutsaklığın mecburiyetin


değil. Sen diliyorsun, o geliyor. O diliyor, sen
gidiyorsun ona. Dilemeniz için yapıldı o
mühür. Aşk kaçaklarının cezası bu.
Kurtulmak yok. Kurtulmak
istemeyeceksiniz. Kızın ve oğlun olunca
pişmanlıkların adını koyacaksınız onlara. Af
olacaksınız. Esirsiniz. Sen ondan kurtulmak
istemiyorsun. Sen yalancısın. Sen kendine
yalancısın. Tıpkı onun gibi. Siz birbirinize
gerçeksiniz. Herkese yalancısınız.

- Damla, ben gitmek istiyorum.

- Korkuyorsun. Korkma. Kaçma. Kaçtıkça


daha da mecbur olacaksın. Kaçma seni gelip
bulacak. Sen de onu bulacaksın. Bulmak
zorundasınız. Mühür size birleştirecek.
Mühürcü size birleştirecek. Bunu o diledi.
Tanrı Kabul etti. Tanrı’ nın kabul ettiğine
karşı çıkamazsınız. Gücün yetmez. Onunda.

- Deli saçması bunlar. İnanmıyorum bu


kadına. Damla gidelim buradan.

- Kızın tamamlayıcına benzeyecek. Oğlun da


sana. Oğlun sonraki çocuk. Adam seni
buldu. Kaçamazsın artık. Tamamlayıcı çok
yakında. Çok yakında seninle birleşecek.
Ahsen’in elleri titremeye başladı. İstemsizce
ağlıyordu. Vücudu ağlamasıyla birikte titremeye
başlayınca kadın bir hamle ile Ahsen’in üzerine
doğru eğilip önünde duran suyu ona içirtti. Ahsen
bunu nasıl kabul ettiğinin bilincinde olmadan suyu
içti. Damla olanları hayretle izliyor ve bir o kadarda
korkusunu bastırmaya çalışıyordu.

Ahsen suyu bitirip kupayı ittirdiği an birden


bağırdı.

- Massimilliano.

- Adını söylüyorsun çünkü şu an o


da senin adını söyledi. Yakında.
Tamamlanacaksınız.

Ahsen, Damla ve Sylvia bu konuşmaları


yaparken Massi, kadının söylediği gibi Aurora’ya
aklında yer eden Ahsen’i ve göğsündeki dövmenin
sırrını çözmeye çalıştığını anlatıyordu.

Aynı anda tıpkı Sylvia’nın söylediği gibi o da


Ahsen’in adını haykırmıştı. Aurora, Massi’nin
kontrolsüzleştiğine şahit oldukça kahkaha atıyor,
arada da aşkın insanı ne hale getirdiği ile ilgili özlü
sözlerden oluşan paragraf paragraf bir takım
konuşmalar yapıyordu.

Massi, Arthur’a gitmişti. Ona işin aslını sormuş,


Ahsen’in de dükkâna geldiğini öğrenmişti. Hatta
Arthur ona dükkânda beklemesini ve Ahsen’in
mutlaka geleceğini söylediğinde iyice korkup apar
topar dükkândan kaçmıştı. Oysa Ahsen de en az
Massi kadar olanlardan korktuğu için Massi’nin
yaşadığı gökyüzü altını terk etmişti bile.

Damla ve Ahsen birlikte Sylvia’nın yanından


çıkmak üzereyken. Sylvia, Ahsen’in arkasından
seslendi.

- Kadın! Eksiksin. Kaçamayacaksın.


Gelecek ve seni tamamlayacak. Mühürlüsün.

Sokakta hırsla yürürken Ahsen, delirmişler gibi


avaz avaz bağırarak Arthur’ a küfür ve hakaretler
yağdırıyordu.

Damla’nın telefonunun çalma sesi ile aniden


sustu ve durakladılar. Arayan Ahmet’ti. Akşam için
bir organizasyon yapmıştı ve katılmaları için
neredeyse yalvardığını hissettiren cümleler
kuruyordu. Ahsen aniden “Evet, geliyoruz Ahmet!”
diye bağırdı. Damla şaşkındı. Ahmet’ e şaşkınlığını
hissettirmeden onu onaylar dilde cümlelerini
söyleyip telefonu kapattı.

- Ahsen, ben dinlenmek istersin diye


düşünmüştüm.

- Nedenmiş? Bu aptal kadının konuşmaları o


gudubet adamın büyülü dövmesi
saçmalıklarına inanıp moralimi bozacağımı
sanıyorsan, yanılıyorsun canım. Henüz o
kadar delirmedim.

- Peki, o dövmeyi bu kadın nasıl biliyor?

- Gözüne çarpmıştır ne bileyim? Kitap neydi


biliyor musun?

- Hangi kitap?

- Ooooo! Ne kadar da dikkatsizsin. Odaya


girdiğimizde Sylvia’ nın sakladığı, elinde
gördüğümüz kitap.
- A evet. Neydi?

- Peter V. Brett’in “İblis Döngüsü 1-Dövmeli


Adam” kitabını okuyordu. Bu arada benim
dövmeyi de fark ettiyse işte. Yazdı bir sürü
üzerine.

- Aman Tanrım bu kadar kısa sürede bunu


nasıl gördün sen?

- Hadi ama dikkat işte. Neyse unutalım


bugünü.

- Ahsen, gerçekten kendini kandırıyor olabilir


misin? Massi.

- Massi falan yok. Konu kapandı. Hadi beni


kuaföre götür. Bu akşam biraz güzel olalım
ne dersin?

Damla, Ahsen’in kafasının karışık olduğunun


farkında ama bunu ona hissettirmeden istediği gibi
davranmanın doğru olacağını düşündü.
Bol kahkahalı bir kuaför günü yaşadılar.
Masajlarını da yaptırıp iyice güzelleşince eve gidip
üzerlerini değiştirdiler. Ahmet arabasının kornasına
melodik dokunuşlar yapınca ikisi de birbirine bakıp
kahkaha attılar.

- Ahsen bu melodik haller, sık sık


bir araya gelme istekleri senin için haberin
olsun. Ahmet’in benimle hiç bir ilgisi yok
ona göre. Ben onun arkadaşı Aleon ile
çıkıyorum. Birlikte geldiler bu akşam. Ahmet
bana bugün bir mesaj ile durumu anlattı.
Aleon’u görünce şaşırma. Adam resmen
Arda’ nın Fransız şubesi. Çok benziyorlar
fiziksel olarak ama ruhları ve karakterleri
asla. Aleon, benim doktorum. Ona çok şey
borçluyum. O harika bir adam.

- Heyyy! Demek biri ile çıkıyorsun.


Bu güzel haber. Neden geldiğimden beri
söylemedin?

- Fırsat olmadı. Hadi


bekletmeyelim.
Ahmet, arabanın önünde son derece şık kıyafeti
ile bekliyorken kucağındaki buketin yerini
değiştirip duruyordu. Heyecanlı olduğu her
halinden belliydi. Ahsen ellerinde kocaman bir
buket ile karşısında duran Ahmet’ i görünce içinden
bir kahkaha attı. “Bu yeni hayattaki bütün adamlar
buketli ve romantik. Vay be! Ne şans.” diye içinden
kurduğu cümlenin komedisi gülüşünü fazlalaştırdı.

Ahmet, Ahsen’in kendisine kocaman bir


gülümseme ile yaklaştığını görünce daha bir
heveslendi. Oldukça kibar bir davranışı vardı. Elini
öptü. Çiçeği kucağına uzattı. Bir kaç iltifat ile
komplimanını tamamladıktan sonra, Aleon ile
ayaküstü tanıştırdı.

Aleon, Damla’ nın tarif ettiği gibi Arda’ya çok


benziyordu. Bir film içinde iki farklı rolde oynayan
aynı aktör gibi duruyordu adeta. Ahmet’in ona
çiçek verdiği sırada, Damla ile Aleon’un ateşli
öpüşmesine istemese de dikkatle baktığını fark edip
gözlerini Ahmet’ e çevirmişti.

Gece tahmin ettiğinden daha eğlenceli geçiyordu.


Sohbet uzadı ve birden Damla ile Aleon ayağa
kalktılar. Birlikte çıkmak istediklerini söyleyip
fikirlerini aldılar. Ahsen ve Ahmet için bu sorun
olmayacaktı ve vedalaşmanın ardından ikisi birlikte
baş başa kaldılar.

Bulundukları kulübün gürültülü olması Ahsen’i


sıkmıştı ve tam bunu dile getirecekken, Ahmet ona
sakin bir yere gitmeyi teklif etti. Ahsen de itiraz
etmeyince birlikte yola çıktılar.

Bir zaman sonra Ahmet’in evinin terasında


minderlerde uzun oturuş halinde kırmızı şarap ile
tatlandırdıkları gecenin blinmezliği içerisindeydiler.
Terasın yan duvarına yansıttıkları Sadri Alışık
filmlerinden birini izliyorlardı.

İkisinin de Sadri Alışık hayranlığı Ahmet’in


koleksiyonundan seçtikleri Fatma Girik ile birlikte
oynadıkları “Karakolda ayna var.” filmini
izlemelerine neden olmuştu. Ahmet, Sadri Alışık
repliklerini bire bir ezberlemiş, sık sık Ahsen’ e
söylemeye çalışırken, Ahsen’de en az onun kadar
bildiği cümleleri tamamlıyordu. Geceyi
keyifsizleştiren geçmiş konuşmalarına başladılar.
Ahsen, çekinmeden Ahmet’ e çocukluğunu, evlat
edinilmişliğini anlatırken, Ahmet’ de kendi
ailesinden çekinmeden hikâyeler anlatıyordu.
Ablasına ve yeğenine olan düşkünlüğünü anlattığı
sırada hiddetlenmesi, Ahsen’i şaşırttı. Aldatma
kelimesine bile tahammülü olmayan bir adamla o
terastaydı. Aldatılmamıştı Ahsen ama aldatmaya
oldum olası haksızlık olarak bir tanım koymayı
bilmişti.

Ahmet, iş kurmak için Rusya’ya giden ablasının


kocasından bahsetmişti. Rusya’da aşık olduğunu
iddia eden eniştesi, Ahmet’in ablası Sevil ve yeğeni
Hazal’ı ortada bırakmış, oyuna getirerek
boşanmıştı.

Daha önce hiç evlenmemiş, hiç çocuğu olmamış


gibi, Maria denilen şeytanın kızı diye tanımladığı
kadınla evlenmiş ve hayatını yeniden kurmuş olan
eniştesi Serdar ile husumetini anlatıp durdu.

Ahmet, eniştesinin Rusya’da ki bağlantıları ile


irtibata geçip Serdar’ın iflasını sağladığını, sınır dışı
edilmesi için elinden geleni yaptığını anlatırken,
Ahsen, bu kinlenmenin bir insanın kalbini nasıl
karartabildiğine şahit olmuştu.

- Hakkımda ne düşündüğünü
bilmiyorum ama canımı yakanın canını
yakarım Ahsen. Acımak yok.

- Seni anlıyorum. Hassas bir denge.


Yorum yapmak bana düşmez. Ablan nasıl
şimdi?

- Ablam intihar etti Ahsen. Öldü.


Yeğenim Hazal’a annem bakıyor. Burada
yaşıyorlar iki yıldır. Babam da annem de
buradalar.

- Şimdi seni daha iyi anlıyorum.

Bütün bunları duymak Ahsen’i Ahmet’ e


yakınlaştırmış, birden yerinden doğrulup ona
sarılmasına neden olmuştu. Sarıldıklarında Ahmet
şaşkındı. Uzun süre öyle kaldılar. Bu konuşmalar
sırasında duvarda akıp giden film bitmişti. Şarap
ısınmıştı.
Ahsen ayağa kalktı. Bir köşesi botanik bahçeye
dönüştürülmüş terasın içinde gezinirken tek tek
çiçekleri inceliyordu. Ahmet de onu izliyordu.
Elinde mutfaktan alıp geldiği yeni bir şişe şarap,
tribişon ve temiz iki kadeh vardı.

Ahsen iri saksıların arasına sıkışmış bir hortum


buldu. Ahmet’ e hissettirmeden hortumu takip
ederek musluğu keşfetti. Eline aldığı hortumun
ucunu havaya doğru kaldırdı ve eliyle hortumun
açık ağzını kapattı. Ahmet’ e seslenip yanına
çağırdı. Ahmet elindeki kadeh ve şişeyi bıraktı
Ahsen’ in yanına geldi. Ahsen oyun peşindeydi.
Öpüşmek ister gibi Ahmet’ e yüzünü yaklaştırdı.
Ahmet’ de büyük bir iştahla ona yaklaştığı sırada
musluğun başını çevirip hortumun ağzını serbest
bıraktı.

İkisinin üzerine suni bir yağmur yağıyordu


adeta. Ahmet kahkahalara boğuldu. Birbirlerini
iyiden iyiye ıslattılar. Hortumu eline geçiren
Ahmet, Ahsen’i yakalayıp sırtı kendine doğru
dönükken göğsüne yapıştırdı ve sımsıkı tutuyordu.

- Islanacaksak bu da birlikte olmalı.


İkisi de iyice ıslandılar. Ahsen, bir süre sonra
yüzünü Ahmet’e döndü. Öpüşmeye başladıkları
sırada Ahmet elindeki hortumu serbest bıraktı.
Öpüşmelerinin zamanı uzayınca bu hallerinin
öpüşme ile sınırlı kalmayacağı hissedilmeye
başlanmıştı. Ahsen birden geri çekildi.

- Musluğu kapatmazsan burayı su


basacak.

- Haklısın. İzninle.

Ahmet hızlıca koşup musluğu kapattı. Dönerken


ayağı kaydı ve düşer gibi oldu. Ahsen bir hamle ile
Ahmet’in eline yapışıp sıkıca birbirlerini
kavramalarına sebep oldu. Ahmet, Ahsen’i
kucağına kaldırdı. Terastan çıkıp eve girmek
üzerelerken Ahsen eli ile minderleri gösterdi. Birkaç
adımlık yolda öpüşme arzularını durdurabilecek
halde değildiler. Öpüşmeyi bırakamıyorlardı. Bir
kaç dakika içinde ne olduğunu, ne zaman
başladıklarını unutacak şekilde çırıl çıplak
bedenlerinin tadına bakmaya başladılar.
Aralarındaki çekim gücü, tutku, alışılmışın
dışında hissediliyordu. Adeta kendilerini
kaybettikleri, birleşmenin, bir beden olmanın ne
demek olduğunu tanımladıkları bir geceyi
yaşadılar.

Birbirlerine akarken yorgun düştüler.


Konuşmaya ihtiyaç yoktu. Birbirlerinin gözlerine
bakıp sarıldılar. Bir kaç saniye sonra Ahmet
omuzunun üzerinde su damlaları hissetmeye
başladı. Gözlerini gökyüzüne kaldırıp yağmuru
kontrol etti. Yağmur yoktu. Bu damlaların nerden
geldiğini anlama çabasındayken omuzuna
damlayan su miktarı artınca Ahsen’in yüzüne baktı.
Ahsen ağlıyordu.

Ahmet, şaşkınlıkla Ahsen’in ağlamasını izledi.

- Şu yaşıma kadar ağlarken bu


kadar güzel görünen bir çift göz görmedim.
Seni ne ağlattı bilmiyorum ama bunu daha
fazla izlemek istemiyorum. Ağlama artık.

- Özür dilerim.
- Heyy! Özür dileme. Gel buraya.

Ahmet iyice sarıldığı Ahsen’in sesli ağlamasına


neden olmuştu. Kendinden bir kaç santim kadar
uzaklaştırıp gözlerine baktı.

- Bak sevişme boyunca zıngır zıngır


titredin. Farkındayım. Ne yaşadın
bilmiyorum ama senin ağlamana ben
sebepsem özür dilerim.

- Titrememin ağlamamla bir ilgisi


yok. Ben de anlayamadım ama öyleydi
haklısın. Tamam affedersin. Konu sen
değilsin geçer şimdi. Hem, geç oldu ben
gitmeliyim.

- Hayır. Gitmek zorunda değilsin.


Bak istersen sen bir duş al. Misafir
havlularım da var merak etme. Ben de sana
harika bir fincan kahve hazırlayacağım ya da
melisa çayı ne istersen.

- İyisin Ahmet. Çok iyisin.


Ahsen, Ahmet’i dinleyip duşa girdi. Suyun
altında ağlama seslerinin duyulmaması için
parmaklarını ısırıyordu. Mustafa’ya ihanet etmiş
değildi ama bu hissi yaşıyordu. Üstelik Ahmet’ e
aşık bile değildi. Bu kadar sınırsızlık ona ağır geldi.
Ahmet ile sevişirken Massi’nin vücudunun
gözünün önüne gelmesi de onu titretecek kadar
huzursuz etmişti.

Ahmet ile uyum yakalamışlardı. Tutku


hissetmişti ama istemediği halde Massi’nin
varlığının hissediliyor olması onu çılgına çevirmiş,
hissettiğinden daha fazla zorlama bir arzu ile
Ahmet’i de, kendini de çılgına çevirmişti. Zihnin de
Mustafa’ya ihanetten çok, Massi’den hırsını alma,
onu yok sayma savaşı vardı.

Paketini yeni açtığı bornozu üzerine giyip,


Ahmet’in yanına gitmek üzere salona girdi. Odanın
ortasındaki sehpanın üzerinde bir fincan melisa çayı
odanın mis gibi kokmasını sağlamıştı. Belli ki başka
çiçek özleri de aromatik kokunun etkisini arttırarak
odaya yayılmasına sebep olmuştu.
Ahmet oda da değildi. Beline sardığı bir havlu ve
yarı ıslak bedeni ile kapının önünde belirdi.
Aralarındaki çekim gücü az önce yaşanılan
dramatik ve acıklı anları yok sayabilecek kadar
etkiliydi. Günün ilk ışıklarına kadar sevişmenin
yorgunluğuyla uyuya kaldılar.

Sabah kapının zil sesi ikisinin endişe ile


uyanmalarına neden oldu. Gelen Damla ve
Aleon’du. Yatak odasındaki güvenlik ekranından
rahatça onların geldiğini gördüler. İkisi de çıplak ve
kapıyı açma konusunda kararsızdılar.

Ahsen’in ısrarı ile Ahmet, üzerine bir şeyler giyip


kapıya gitti. Damla’ nın elindeki minik kutunun
içinde sıcacık kruvasanlar vardı.

- Damla. Sırf şu kruvasanların için


içeri girebilirsiniz.
- Ahmet. Mutlu ve acıkmış
görünüyorsun. Nerede bizim kız?
- Buradayım.

Ahsen de toparlanıp yanlarına geldi. Ahmet


kahve yapmak için mutfağına giderken, Ahsen’in
yanına gelip küçük bir öpücükle günaydınlaştı.
Damla gözlerini Ahsen’ in üzerine dikti ve
yüzündeki gülümsemeden onun utanmasına sebep
oldu.

- Damla, siz neden geldiniz?

- Oooo! Bir şeyleri böldük sanırım.


Hemen çıkabiliriz.

- Ya! Hayır. Onu demek istemedim.


Tamam. Sustum hatta.

Ahsen tezgâhın üzerinde bir kenarı açık kalmış


kutunun içinden gelen kokuyu alınca kruvasanlara
saldırdı. Aleon, Ahmet’in yanında kısık sesle bir
konuşma yapıyordu. Ahmet, Aleon ile konuştuktan
sonra çevirme gereği duymadan kendi cümleleri ile
konuşmaya başladı.

- A! Evet. Ahsen. Gerçekten ben de


merak ettim ama sormaya fırsat olmadı.
Dövmene bayıldım. Harika görünüyor. Ne
zaman yaptırdın?

Ahsen boğazında nefesini tıkayan bu cümle ile


irkildi. Bir iki kez öksürdükten sonra toparladı.
- Epey oldu. Damla artık gitsek mi?
Biliyorsun işimiz kaldı.

- Hayatım acil değil.

- Acil! Damla unuttun mu? Hadi


kalk kalk kalk.

Damla, garip gelmeyen Ahsen’ in davranışının


ardından Aleon için hazırladığı kısa bir öpücükle
vedalaşıp, Ahmet ile göz göze geldi. Konuşamadan
el sallayarak önden çıkan Ahsen’e yetişmeye çalıştı.
Ahmet kapıya doğru hamle yaptı. Yetişemedi.
Ahsen, saraydan kaçan külkedisi gibi bir anda
görünmez olmuştu adeta. Aleon ile Ahmet birbirine
bakakaldılar.

Damla, Ahsen’e ne kadar seslenip durmasını


istese de, Ahsen bilmediği yollarda durmadan
yürümüyor adeta koşuyordu. En sonunda Damla’
nın “Hey! Ben hasta bir kadınım, yavaş.”
cümlesini duyduğunda durdu.

Damla’ ya sırtı dönük bir şekilde dondu kaldı.


Damla, Ahsen’in yanına gelir gelmez kolundan
tutup kendine çevirdiğinde şoke oldu. Ahsen
hıçkırarak ağlıyordu. Hemen sarıldı.
Anlayamıyordu. Az önce oldukça mutlu görünen
Ahsen ile bu kadın eşleşmiyordu ve bu arada ne
olduğunu anlayamayacak durumdaydı. Bir an son
konuşmaları hatırladı.

- Oo! Olamaz Şu dövme. Ahsen.


Sen…

- Evet ben. Bütün gece Ahmet ile


seviştik ve ben ona bakarken sadece Massi’yi
gördüm. Aşık mıyım ben Damla? Aşık
mıyım?

- Hayatım sanırım öyle.

- Üstelik bir de seviştikten sonra


ağladım. Ahmet’ e de rezil oldum. O anı
Ahmet’e unutturabilmek için kendimle savaş
verdim resmen. Allah’ım neler oluyor?
- Aşk. Aşık oldun Ahsen. Bu
gerçekle yüzleş.
- Bu olamaz. Neden olsun Damla?
Biz hiç bir şey yaşamadık. Hiç bir şey
paylaşmadık. Affedersin ama Arda ile bile
daha fazla şey paylaştık. Şey! Dur! Dur!
Gerçekten öyle demek istemedim. Yani
gerçekten öpüştük ama sevişmedik.
Sarhoştum. Of Tanrım! Ne diyorum ben.
Özür dilerim.

- Kes şunu. Dinlemek istemiyorum


artık. Aşık olduğun aşikâr. Bunun Arda ile
ilgisi de yok. Ondan da bahsedip durma.

Ahsen olduğu yere oturdu. Bağırarak


ağlıyordu artık. Damla da yanına çöktü.

- Damla. Ben. Her şeyi birbirine


karıştırdım. Bir kaç insan gibi yaşıyorum.
Aklım çok karışık. Bak ne dediğimi
bilmiyorum. Delirdim sanırım ya da
deliriyorum. Bilmiyorum. Özür dilerim.

- Bak yine özür diliyor. Kes artık.


Kalk hadi eve gidelim lütfen.
Odasının içinden geçilip gidilen küvetin içinde
köpüklere gömdü yeniden kendini. Gitme vakti
diye geçirdi içinden. Damla’ nın gereksiz yere
canını yaktığını hissediyordu.

Damla o sırada, uzun zamandan sonra ilk kez,


Ahsen için Arda’yı aradı.

- Lanet olsun telefonu kapalı.

Damla, Arda’ya ulaşamamasının hatırlattığı


geçmiş anıları yüzünden kendini bir an yorgun
hissetti. Cesaretini topladı ve yeniden arama kararı
aldı. Açılmazsa mesaj bırakacaktı. Az önce kapalı
anonsu yapan telefon çalmaya başladı. Bir kaç kez
çaldı. Telefon açılmayınca Damla hızlıca telefonu
kapattı. Bilerek açmadığını düşünerek hırslanıp
telefonu koltuğa fırlattı.

Arda, Massi ile bir kafedeydi. Massi, garip bir


şekilde ilk kez onunla dertleşmek istemiş ve ona
adını söylemeden Ahsen ile ilgili olanları
anlatıyordu. Arda, Massi’nin anlattığı kızın, Ahsen
olduğuna emindi. İkisinin ikiz dövmesi kareleri
birleştirmesine yardımcı olmuştu.
Massi’ye kabalık etmemek için telefonu
açmamıştı. Massi yanından kalkıp yüzüne yıkamak
için izin istediğinde arayan numarayı aradı.

Telefonun açılmasıyla Arda için müthiş bir


şaşkınlık oluştu. Telefondaki Damla’ydı.

- Arda seni kendim için aramadım.


Bunu yapmam da. Bana Massimilliano’yu
bul. Birazdan sana adresimi göndereceğim.
Önce beni bu numaradan arasın ona
söyleyeceklerim var. Hızlı ol lütfen.

- Damla. Ben.

- Arda dediğimi yap başka bir


kelimeye gerek yok. Hadi.

Damla, Arda’ nın konuşmasını dinlemeden


kapattı. Telefonu fırlattı. Sonra yeniden eline alıp
adresini yazdı ve Arda’ nın telefonuna gönderdi.
Elleri titriyordu. Ahsen arkasındaydı.

- Damla. Ne yapıyorsun?

Damla olduğu yerde zıpladı aniden.


- Heyy! Beni korkuttun seni sinsi
kedi. Hadi sen dinlen. Ben atölyeye
inmeliyim. Sen şimdi bütün gece performans
sergiledin, yorgunsundur.

- Edepsiz.

Ahsen, elindeki yüz havlusunu Damla’ya fırlattı.


Damla kahkahalar atarak merdivenlere yürüdüğü
sırada telefonu çaldı. İnecekken aniden fikir
değiştirip, odasına geri döndü. Kapıyı kapatmadan
önce çalan telefonun kapanmaması için cevapladı
ve kapısını da o sırada kilitledi.

- Massimilliano. Selam. Bir gün seni


arayacağım hiç aklıma gelmezdi. Yanımda
sana ait biri var.

- Bana ait biri mi?

- Evet. İkiz dövme.

- İkiz dövme mi? Sen bunu nereden


biliyorsun?
- Bak buraya geldiğinden beri bu
konudan başka bir şey duymadım. O burada
ve sürekli seni düşünüyor. Bunu yaptığımı
duyarsa sanırım beni öldürür. Bak o buraya
nasıl geldi, ben bu konuya nasıl dahil oldum
hiç bir fikrim yok ama o burada. Şimdi sen
ne diyorsun?

- Damla.

- Evet.

- Neredesiniz? Geliyorum. Birazdan


oradayım.

- Saçmalama bu mümkün değil. Biz


Fransa’ da, Nice’teyiz.

- Bu nasıl oldu peki? O oraya nasıl


geldi? Sen onu tanıyor musun?

- Soru sorma geliyor musun?

- Elbette.
- Öyleyse telefonu kapat.
Konuştuğun telefona adresimi gönderdim.
Gel ve al onu.
“Üzerimde aşkın ışığı kesen, içeri
sızdırmadan nefretle dışarı fışkırtan o güç her
nereden geldiyse, gitsin. Bedenimi de zihnimi de
terk etsin istiyorum. Ne zırh, ne miğfer, ne kılıç,
ne de kalkana ihtiyacım var artık. Korunamk
istemiyoum. Hepsini çıkarttım üzerimden.

Tüm çıplaklığım ve savunmasızlığım ile


bütün kapılarımı açtım aşka.

Aşk geçirmez lakabını da sildim defterden.


Aşk gelsin ve geçip gitmesin, üzerime biçilmiş
hayatımdan.”
9. Bölüm
Serdar, Derya ile yatağın üzerindeki bilgisayarın
ekranından, Aurora ve ekibi ile ilgili bir takım
bilgiler toplamanın peşindeydiler.

Aurora’ nın bir kızı olduğunu öğendiler. Küçük


kızın melez olması, Aurora’ nın o kızı zenci biri ile
birlikte yaptığını düşündürdüyse de daha önce hiç
evlenmediğini ve doğum yapmadığını söylemiş
olmasından dolayı inandırıcılığını yitirmişti.

Aurora, evlat edindiği kızından belli ki samimi


olmadığı insanlara söz etmeyi sevmiyordu. Aurora,
sosyal paylaşım sayfasında neredeyse ikisine ait
tüm fotoğraflarının altına melek kızım ile baş başa
cümleleri yazmıştı.

Serdar, Aurora’nın birlikte çalıştığı mimarlara


bakarken, Derya’yı yanından uzaklaştırmak istemiş
bu sebeple ona viski hazırlamasını söylemişti.

Mimarların fotoğraflarına bakarken


Massimilliano’nun da fotoğrafına rastladı. Onu da
merak edip sayfasını kurcalamaya başladığı sırada
ilginç bir şekilde, İtalya’ya seyahati sırasında,
münferit gezide onlara eşlik eden Arda’yı gördü.
Arda ile o seyahatin sonunda iyice dost olmuşlar,
bir kaç kez Arda’yı Girne’de sevgilisi Damla ile
birlikte ağırlamıştı. Massimilliano’nun da onu
tanıyor olması hoşuna gitti. Derya’ya seslenip
olayları anlatmaya başladı.

Derya gülümsedi. Arda’yı görmüştü. İyi


tanıyordu. Massmilliano’nun gelenlerden hangisi
olduğuna bakmak için ekrana yaklaştı. Bir iki
saniye sonra Serdar, yeniden Masssi’nin profilini
açtı.

Derya, elindeki viski bardağını yere düşürdü.


Serdar irkildi. Derya, Serdar’ın söylediklerini
duyamayacak haldeydi. En sonunda Serdar Derya’
nın kolundan tutup onu sarstı.

Sarsılan Derya, bu etki ile suskunluğunu


bozarken, “ Angela” diye çığlık atıp ağlamaya
başladı. Serdar panikledi. Ayağa kalkıp ağlayan
Derya’yı sakinleştirmeye çalıştı. Anlayamıyordu.
Derya eli ile Massi’nin sayfasındaki ana fotoğrafı
gösterdi. Massi’nin profil fotoğrafı, Angela ile
ikisinin motosiklette çektikleri son fotoğraftı.
Derya, kardeşinin ölümüne neden olan adamın
Massi olduğunu görünce şoke oldu. Yıllardır,
katilini bulmamış olmanın acısı ile çırpınırken,
Serdar’ın Massi ile Girne’de yemek yiyip üstelik
kulübe gittiklerini, onu ağırladıklarını düşündükçe
deliye döndü.

Hızlıca Mass’nin kim olduğunu Serdar’a


anlatırken, Serdar konuşmasını bölmeden bütün
olanları dinliyordu. Derya, eski adı ile Maria,
kardeşinin gerçekte tam olarak nasıl öldüğü
detayını bilemezdi. Sarhoş bir sevgilinin hatası
olarak kaza yaptıklarını düşünmüşlerdi. Anlatırken
de hakaretler yağdırarak bu durumda onun bir katil
olduğu inancında olduğunu dile getiriyordu.

Serdar, şaşkındı. Ne kadar sakinleştirmeye


çalışsa da, Derya’nın sakinleşmesi için mucizenin
gerektiği bir an yaşanıyordu.

Derya, acı içinde kıvranıyordu. Serdar’a sarılmış


ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Birden durdu.

- Serdar, bir kızımız olmalı bizim.


Bir kızımız. Angela’yı geri getirmeli bize.
Beni anlıyor musun?
Serdar, Derya’yı onca yaşadıklarına rağmen bu
şekilde hiç görmemişti. Ağlayan gözleriyle ilk kez
Serdar’ın onu bağlamak için sahip olmak istediği
çocuğu defalarca reddetmesine rağmen yalvaran
yaşlı gözleriyle ondan istiyordu. Derya ilk defa
Serdar ile ortak bir çocuğu olmasını istiyordu.

- Bak Derya, sen henüz Maria


olarak yaşarken sırf sana kavuşmak için
kendi kızımı hiç ettim. Kızımın annesinin
ölümüne neden oldum ve kızım nerede
bilmiyorum bile. Yeniden bir çocuğumun
olmasını ne kadar çok istediğimi biliyorsun.
Ben kötü bir baba değilim. Beni kötü yapan
sendin. Kabul ediyor musun bunu?

- Bunu şimdi mi konuşacağız? Bu


senin tercihindi. Boşanmadan da birlikte
yaşayabilirdik. Sen beni elinde tutabilmek,
esir etmek için yaptın bunu. Bak yıllardır
kölen gibi dizinin dibindeyim ve senden ilk
kez bir şey istiyorum gerçekten. Benimle bir
çocuğun olsun. Bunu yapacak mısın yoksa
ben başımın çaresine bakayım mı?
Serdar birden hiddetlenip yumruğunu havaya
kaldırdı. İndirmeden durdu. Derya’ nın bir kaç
dakika önceki hali ve verdiği söz aklına geldi.
Hızlıca evden çıkıp gitti.
“Bir madalyonun iki yarısıydık seninle. Bir
bütünü tamamlıyorduk. İkimizden bir başka
değer yaratabilir miyiz diye düşünmeden bir
olmuştuk. Madalyon benim en sevdiğim yerine
dokunurdu hergün. Kaldırıp altından kalbini
öperdim, sonra benim için bakan gözlerini, sen
kokan saçlarından parmaklarımın arasında
ihtişamlı bir buket yapar koklardım seni her
sabah ve aşka açılan gösterişli kapın
dudaklarından öperdim tutkunu içmek için.

Gördüğüm en muhteşem çiçektin solmadan,


köklerinden kopup gitmeden önce. Dünyanın en
güzel kokularından oluşmuş paha biçilmez bir
parfümdün. Bedenime değil zihnime işledim
kokunu. Yaşadıkça hayat bana hep sen
kokacak.”
10. Bölüm
Massi, Damla ile konuşmasını Arda’ya anlatır
anlatmaz birlikte motosiklete atladılar. Arda için
tanımlayamadığı bir andı. Massi’ye Ahsen ile
olanları söyleyemezdi ve kafası oldukça karışıktı.
Damla ve Ahsen bağını çözmek ise mümkün
değildi. Bir an dövmeyi düşündü. Gerçekten bir
tılsım olduğuna inandı.

Arda, Massi’yi bırakmak istemedi. Damla’ya


emsalsiz bir özür borçluydu. O da Damla’dan
ayrıldıktan sonra onunla olduğu gibi gerçek bir
ilişki yaşamamıştı. Affedilebileceğine inanmasa da,
Massi ile Fransa’ya gitmeye karar verdi.

Önceleri Damla’ nın izini bulmaya çalışmış ama


sonra kendine engel olmuştu. Damla’ nın ölebilme
olasılığı onu korkutunca, uzaklaşmak kolayına
gelmişti. En az Damla kadar ilk zamanlar acı çekse
de bunun isabetli bir karar olduğunu düşünüyordu.
Acı hissetme korkusu, onu olmadığı bir adama
çevirmişti. Belki de bu yüzleşme onu iyileştirecekti.
Denemeye değer diye düşündü.
Kuzenleri aynı yolculukta birleştiren kaderin
sebebi bir dövme miydi bilinmez ama ikisi de
meçhule doğru yola çıktıklarını biliyorlardı. Massi
ve Arda, havaalanında beklerken, Damla
atölyesinde kendisine ağır gelen Arda ile
konuşmasını düşünmemeye çalışıyordu. Sipariş
aldığı pastanın son figürlerini büyük bir ustalıkla
yerleştirmeye çabalıyordu.

Ahsen, Damla’ nın yanına gelmiş onu


hayranlıkla izliyordu. Pasta yapmanın incelikleri
hakkında konuşmalar yaparken Damla birden
radyoda çalan şarkının sesini açmasını istedi.
Ahsen, hiç tereddüt etmeden yerinden kalkıp, hızla
şarkının sesini yükseltti.

Elinde bir çiçek figürü ile dans eden Damla’yı


izlemek yeterli gelmeyince Ahsen de ona eşlik etti.
Paulo da koca göbeğinin dalgalanmalarıyla onları
güldürmeyi başarmıştı.

İki yeni dost bağıra bağıra, Zaz’ın Les Passant


şarkısını söylüyor tezgâhın üzerinde ritim
oluşturuyorlardı.
“Yoldan geçenler, geçenler...
Düşünceli hallerini izleyerek zamanı
geçiriyorum.
Yaralı vücutları içinde telaşlı adımlarıyla,
Geçmişleri attıkları adımlarda gösteriyor
yine de kendini.

Şüpheyle izlerken Pan'ın oyununu anlıyorum


Maskeli yüzleriyle onlardan iğreniyorum.
Zamana uygun bu rol yapış…

Geçecek, geçecek. Geçecekler.


En son gelen, kalacak geriye...

Çocuk sadece kutlama yapmayı düşünür.


Gerçek şu ki; bunun etkisi, zihninde hiçbir
düşünce sistemine başvurmadan gerçeği
olduğu gibi kabul edebilme yeteneğinde
yansıyor.

Sonbahar geldi bile, daha dün yazdı mevsim


Zaman şaşırtıyor beni, hızlanıyor gitgide.
Yaşımdaki rakamlar bu hayal ettiğim aylara
getiriyor beni.

Geçecek, geçecek. Geçecekler.


En son gelen, kalacak geriye...
Her ay farklı döngülerde oynanır,
Beni zaman içinde hareket ettiren
Bu girdaplar komik aslında.
Bir halden bir hale bocalıyorum amansız bir
şekilde

Bu zamanlarda denge bulmaya çalışıyorum,


İnsanlar üzerindeki her yargı
Bana izleyecek bir yön sunuyor;
İçimde özgür olmamı engelleyen şeyleri
değiştirmem için…
Sesler, hareket eden dünyanın penceresinde
Özgür kılıyor ve gösteriyor kendini.
Geçişim içinde dans eden vücutlar
Kayıyor, titriyor, serseme dönüyorlar ve
Karşı konulmaz bir şekilde çekiyorlar
birbirlerini.

Bu zamanlarda kelime bulmaya çalışıyorum


Hissettiğim her bir duygu,
Söylenmemiş olanı ifade etmeyi istememi
sağlıyor…
Ve bu zavallı uykudaki hayatlarımızda
olması gereken; adalet…

Geçecek, geçecek. Geçecekler.


En son gelen, kalacak geriye...”
Bu şarkının sözleri, Damla ve Ahsen için çok şey
ifade ediyordu. İkisinin de ortak düşüncesi ile
Ahsen’in kurduğu cümle; “ Zaz, eğer bizi tanısaydı
ve bizim için bir şarkı yazmak, söylemek isteseydi
mutlaka bu şarkı ortaya çıkardı.” Oldu.

Ahmet’in mutfağa girişi ile konser sona erdi.


İkisinin de birden tatsız bir hal aldıkları
yüzlerinden oldukça belli oluyordu.

- Damla, yanlış bir zamanda mı


geldim?

- Yooo! Eğleniyorduk. Haklı


olabilirsin aslında belki de 2 ay önce
gelseydin, belki. Aman neyse ya,
saçmalıyorum işte. Gel hadi. Şu pastanın son
halinin bir fotoğrafını çeker misin benim için.
Telefonum önlüğümün cebinde.

Ahmet, Ahsen’in gözlerine bakmaya çalışsa da,


Ahsen bu durumun farkında değilmiş numarası
yapıyordu. Önündeki geniş bir kâsenin içine un
dolduruyordu ve bu hareketi amaçsızca yaptığını
bilen tek kişi Damla’ydı.

- Ahsen, rica etsem sen dışarıda


durabilir misin? Atölye yoğun biraz.

- Elbette. Hemen.

- Ben de Ahsen’ e yardım edebilirim aslında


bir kaç dakikalık.

- Ahmet! Hayır. Sen benimle kal.


Konuşacaklarımız var.

Ahmet, kapıda kalakaldı. Ahsen ona bakmadan


yanından geçip çıktı. Damla’ nın yüz ifadesi
Ahmet’i iyiden iyiye meraklandırmıştı.

Damla, Ahsen’in evlenmek üzere olduğu


sevgilisi ile küçük bir kırgınlık yaşadığı sırada
onunla dün gece vakit geçirdiğini ve buna çok
pişman olduğunu anlatarak yarı yarıya yalan dolu
bir paragraf konuşma yaptı.
Ahmet ne kadar sorgulamak istese de, Damla
Ahmet’i keskin cümleleri ile susturmayı başarmıştı.
Ahmet, Ahsen ile konuşup ona olanlar için bir
açıklama yapmak istediğini söyledi.

- Damla ben seninle aynı fikirde


değilim. Bence Ahsen o adam her kimse ona
aşık değil. Aşık olsa benimle şey.

- Neden? Erkekler aşık olduklarını


söyleyip yine de başka kadınlarla sex
yapabiliyor ama.

- Damla, hayır tam olarak bu değil.


Olayı kendi cinslerin açısından
değerlendirirsen doğruyu bulamayız. Seninle
didişecek değilim. İnsan ruhu olarak
söylüyorum. Cinsiyetsiz bir cümle benimki.
Senin düşüncen çok sığ ve gereksiz bir
savunma halindesin. Anlayamıyorum. Ben
sana biz bir hata yaptık, o aşıksa benimle
olmamalıydı demiyorum. Olamazdı
diyorum. Yani aslında birine aşıkken, başka
birine tutku ile yaklaşamazsın. Dokunuşların
sıradan olur ve bunu iki tarafta hisseder. Ben
böyle bir şey his…

- Bana gecenizin nasıl geçtiğini


anlatmayacaksın herhalde. Neyse. Kız
başkasına aşık ve seninle olamaz. Anla bunu.
Geldiğinden beri ağlıyor.

- Ağlıyor mu? Yine mi?

- Yine mi? Ne demek, yine mi?

- Şey dün gece de birlikte olduktan sonra


ağladı. Demek gerçekten pişman olmuş. Off
Tanrım ne kadar ahmaklaşmışım. Haklı
olabilirsin.

- Kız ağladı ve sen yine de onunla seviştin mi?

- Ben sevişmedim. Seviştik, Damla. Bu ikisi


çok farklı.

Damla, cevapsız kalmaya başlayacağını anladığı


bir zihin duvarının önündeydi. Kesin ve net bir
cümle kurmaya karar verdi. Ne olması gerektiği
hakkında bilgisi yoktu ve birden;

- Ahsen, Massi’ye aşık. Evlenecek


onlar. Bunu anlamalısın.

Ahmet sustu. Cümlesi boğazından ağzına


ulaşamadı. Oturduğu sandalyeden kalkıp,
Damla’ya tek kelime etmeden çıktı. Ahsen’in
gözlerine bir kaç saniye baktıktan sonra pastanenin
gürültülü kapısını daha da gürültülü bir hale
getirecek kadar çarpıp görünmez oldu.

Damla, Ahmet’in gidişinin ardından en


yakınında Ahmet’ten boşalan sandalyeye yığıldı.
Can yakmanın şiddetini canı yandığı zaman
öğrenmişti.

Kendine yapılan bir acımasızlığı başkasına


yapmak ağır geldi. Tansiyonu düştü. Görüntüler
kararmaya ve sesler derinleşmeye başladığında
Ahsen mutfaktan içeri girdi. Mutfaktaki herkes
fayans zemine yığılan Damla’nın başına
toplanmıştı. Ahsen, korkuyla çığlıklar atıyordu.
Ambulansta bir saniye yanından ayrılmayan
Ahsen, içeride ne olduğunu anlayamıyordu. Ahmet
ile ne olduğunu bilmiyor, mutfaktakilerin Türkçe
bilmemesinden dolayı onlardan da durumu
öğrenemiyordu.

Tarzan’ca anlatılan Damla’ nın sandalyeden yere


yığılma hikâyesini anlamış ve doktora İngilizce
olarak anlatmaya çabalıyordu. Aniden aklına
Ahmet geldi. Yardım isteyeceği tek kişi oydu. Bir
kaç kez aramasına rağmen Ahmet telefona cevap
vermedi.

Damla’ nın telefonundan aramayı aklına getirdi.


Sonra aramak yerine mesaj atarsa, daha anlaşılır
olacağı kararıyla acilen bir mesaj yazdı.
Bulundukları hastanenin konumunu gönderip
“Yardım et. Damla hastanede.” yazarak bir iki
saniye sonra Ahmet’in onu aramasına sebep oldu.

Ahmet, telefonda hıçkırarak ağlayan oldukça


korkmuş Ahsen’i sakinleştirip yola çıktı. Damla acil
olarak yoğun bakıma alındı. Solunumunda sorun
olduğunu öğrendiği doktor, yapılacak tahliller ve
kan transfüzyonu hakkında yapılması gerekenleri
anlatırken Ahmet, Ahsen’in yanına gelmişti bile.

Ahsen, Ahmet’in varlığını fark edince dönüp


sımsıkı sarıldı ve bağıra bağıra alamaya başladı.

- Benim yüzümden mi? Benim


yüzümden mi? Söyle lütfen.

- Hayır. Hayır tatlım. Anlayacağız


lütfen sakin ol.

Ahmet, ablasının ölü bedeni ile karşılaştığı


anın gözünün önüne gelmesiyle, Ahsen’in
ağlamasına engel olması gerekirken, ona eşlik
etmeye başladığını fark etti.

Ahsen’i bedeninden uzaklaştırıp koridordan


geçesiye kadar sarılıp yürüttü. Bekleme
salonundaki koltuklara oturttu. Doktorla
konuşması gerektiğini söyleyip yanından ayrılır
ayrılmaz, köşeyi döndü ve soğuk duvara sırtını
yaslayıp az önce tuttuğu gözyaşlarını serbest
bıraktı.
Ahsen ve kendisinin sebep olduğu fikrini en
az Ahsen kadar o da düşündü. Kısa bir sure
sonra toparlandı ve doktorun odasında
duyduklarını duymamayı tercih ettiği gri bir
anın içinde zihninde gölgelenmeler yaşıyordu.

Damla, sandıkları kadar iyi değildi. Acilen


çalışılmış kan testleri beklenenden daha kötü
gelmişti. Görüntüleme tetkiklerinin ardından
yeniden değerlendirilecekti. Ahsen’e ve
Damla’ya bunu anlatmak imkânsızdı. Doktor
Damla ile kendisinin konuşacağını söyledi.
Durumu Ahsen’e anlatmak, hastanın kendisine
anlatmaktan daha zor geldi Ahmet’e.

Doktorun tavsiyesine uydu. Doktor Damla’ya


süreçleri anlatırken, Ahmet ve Ahsen odada
olacaktı. Bunun için ertesi gün Damla’ nın
kendine gelmesine kadar beklediler. Ahsen, bir
an Damla’yı yalnız bırakmadı.

Damla, Ahsen’in küçükken yurt rüyalarının


içinde oyun oynadığı bir kız kardeşti. Çok kısa
zamanda birbirlerine alıştılar. Damla özel bir
kadındı. İçeriğinin ne olduğunu bilmediği bir
bağın ucundan ona doğru çekilmiş ve bir şekilde
uçlarından birbirlerine düğümlenmişlerdi.

Gözünün önünde yaşama tutunma çabasına


şahit olması, Ahsen’i ona daha fazla bağlamıştı
adeta. Damla, güçlü bir kadındı. Az süren
beraberliklerinde ne kadar da güçlü ve hayat
dolu olduğunu anlamıştı Ahsen. Geçmişi ile
geleceği arasında sıkışmış gibi psikolojisini yok
sayıp, hayatın içinde neşesini hiç kaybetmemiş
olması, yaratıcılığı onu devleştiriyordu.

Ahsen, camdan Damla’yı izlerken


uykusuzluğun vurduğu bir anda olduğunu
hissetti. Tam da uyumaması gereken bir
dönemdeydi ama inat eder gibi uyku
hormonları Ahsen’in zihnine saldırıyordu. Göz
kapakları ağırlaştığında en yanındaki kanepeye
yığıldı. Kollarını gövdesinin üzerinde bağlayıp
boynunu geriye doğru yasladı. “Sadece bir kaç
dakika.” Dedi kendine.

Ahmet, Damla’ nın pastanesine kendi


restoranında çalışan patiseri ustalarından bir
ikisini dönüşümlü olarak gönderiyor, kendisi de
sık sık uğruyordu. Kasanın başında olanı biteni
anlamak için defterlerine bakıyor, Damla’ nın
malzeme aldığı bir adama ödeme yapıyordu.
Kapı her zamanki melodik gürültüsü ile açıldı.

Arda ve Massimilliano, çekingen adımlarla


Ahmet’in yanına yaklaştılar. Massi, adama karşı
oldukça ilgisiz etrafı inceliyordu. Arda, Damla
ve Ahsen’i sordu. Ahmet hastanede olduklarını
söyleyince, Arda, Massi’nin kolundan tutup
yanına çekti.

- Damla hastanedeymiş.

- Hey! Bir dakika. Siz de mi


Türk’sünüz? Ben Ahmet. Damla’nın
arkadaşıyım.

- Arda, Ahmet’in varlığından


rahatsızlık hissetse de anlamaya çalışıyordu.

Ahmet, Arda ve Massi, olayları konuşurken,


Aleon, Ahsen’in başındaydı. Elindeki iki karton
bardağın içine doldurttuğu kahvenin kokusunu
alınca uyanmasını istediği Ahsen’in burnuna doğru
kahve bardaklarını uzattı. Çok sürmeden Ahsen
uyandı.

Aleon ile daha çok susarak anlaşıyor olması özel


bir diyalog oluşturmalarına sebep olmuştu. Aleon
kahvesi bittiğinde kibarlık yapıp Ahsen’in elindeki
bardağı da alıp çöpe attı. İkisindeki derin sessizlik
bir anda ayakta birbirlerine sımsıkı sarılıp Aleon’un
hıçkırarak ağlamasıyla bozuldu.

Koridor Aleon’un isyankâr ağlamalarıyla


inliyordu. Aleon, Damla’nın sevgilisi olmaktan
başka, doktoruydu da. Hastanede tüm çaresizliği ile
Damla’ya doktorluk yapmak istemediğini arkadaşı
ile paylaşmış, refakatçi olarak bir an bile Damla’ nın
yanından ayrılmıyordu. Damla ile ilgili tüm
detaylara hakimdi ve paylaşmak istememesi onda
aşırı bir baskı oluşturmuştu. Bu ağlama krizi anlık
bir patlamanın sonucuydu.

Koridorun bir ucundan Ahsen’in arkasına doğru


yaklaşan üç kişi geliyordu. Aleon, Ahmet’i
gördüğünde toparlandı. Ahsen arkasına doğru
dikkatlice bakan Aleon’un nereye baktığını görmek
için döndü. Ahmet’i gördü. Miyopluğuna kızdı.
Ahmet’in arkasından gelenleri seçemiyordu.
Birlikte değillerdir belki diyerek yüzünü Aleon’a
döndü.

Uzaktan Ahsen’i gördüğünde ne yapacağını


bilemeyen Massi, hastanenin içinde olmaktan
oldukça sıkılıyor, bir yandan da Ahsen ile onca
zaman sonra karşılaştıklarında ne yaşayacaklarını
düşünüyordu. Birden ilk sağ koridora daldı.

Arda, Ahmet ile Ahsen’in yanına geldiğinde


Ahsen şok oldu. Çılgınlar gibi çığlık attı. Arda da
oldukça anlaşılmaz duygular yaşıyordu. Ahsen’e
sarıldı.

- Arda, sen. Nasıl haberin oldu?


Neden buradasın?

- Anlatırım. Uzun hikâye.

Arda arkasına döndüğünde Massi’nin


olmadığını fark etti.

- Lanet olsun nerede bu şimdi?

- Kim nerede?
- Şey. Anlatması zor. Nasıl söylerim
bilmiyorum ama burada olmamızın sebebi,
benimle buraya senin için gelen birinin
olması.

- Nasıl?

Ahsen, anlamlandıramadı. Kim ne için Arda’ yı


buldu ve oraya gelmesine sebep oldu. Damla ile
bağlantı neydi diye düşünürken evde birlikte
baktıkları fotoğraflar gözünün önüne geldi.

- Ulu Tanrım. Massimilliano.

Arda, sessizce başını salladı.

- Nasıl? Neden? Kim? Tanrım


Damla.

- Evet Damla. Senin çin aslında


biraz da onun için beni aradı onca yıldan
sonra.

- Damla. Lanet olsun ondan


hastalandı.
- Ahsen böyle düşünme bak lütfen. Doktoru
duydun. Sebebi belli. Biraz da heyecan
Damla’yı bu hale getirdi işte. Kendi
kulaklarınla duydun kontrollere
gelmiyormuş son dönemde.

- Ahmet. Ah! Ahmet. Damla bitirdi beni inan.


Şimdi ne olacak?

Massi, bütün cesaretini toplayıp, Ahsen’in yanına


geldi. Ahsen Arda’ nın yüzüne bakıyor ve onun
orada Damla için gerçekten ne hissettiğini anlamaya
çalışıyordu. Arda, Ahsen’in omuzunun üzerinden
Massi’nin gözlerinin içine baktı. Ahsen arkasını
döndü ve Massi hiç tereddüt etmeden, Ahsen’in
omuzlarından tuttu.

- Sakin sen şimdi. Konuşmak yok.


Anlaştık mı? Damla önemli. Konuşacağız.
Ben gitmiyor hiç bi yere. Sensiz gitmiyor hiç
bir yere.
Ahsen sustu. Suskunluğunun cümleleri Ahsen’in
olduğu yere yığılmasına neden oldu. Massi, hızla
kucakladığı Ahsen’i en yakın odaya sokarak yatırdı.
Doktor ve iki hemşire, Ahsen’in başındayken Massi,
aklını kaçırmışlar gibi sindiği duvar dibinde “Ölme!
Ölme ölme ölme.” diye sayıklıyordu.

Ahmet, Massi’nin yanına oturdu.


Sakinleştirmeye çabalıyordu.

- Daha önce de bayılır mıydı?


- Bilmiyorum.
- Nasıl bilmezsin. Sevgilin değil mi?
- Değil.
- Nasıl değil? Siz evlenmek üzere
değil misiniz?
- Hayır, onu tanımıyorum.
- Neler oluyor burada? Damla
sevgilisi dedi. Evlenecekler. Aşıklar.
- Aşık biz ama tanımıyor ben onu.
- Delirtmeyin adamı. Kimsin sen ya?

Ahmet, hışımla odadan çıktı. Ahsen o sırada


ayıldı. “Massi” diyebildiği gayet net anlaşılır bir hal
aldığında, Massi yanına geldi.
- Massi.
- Konuşma sakin.
- Massi ben Ahmet ile yattım.
Senden kaçmak için onunla yattım. Sen. Ben.
- Heyyy! Konuşma. Bana ne
bunlardan. Sus.
- Ben sana aşık mı oldum şimdi?
Olmadım. Olmamışımdır.
- Bu ne bilmiyorum. Aşk ve güzel.
Aşk değilse de güzel. Seni düşünüyorum.
Seni istiyorum.
- Senden kaçmak için Arda ile çıkar
gibi oldum. Yani öpüştük bile biz işte.
Anlıyor musun söylediklerimi?
- Sus.
- Susmak istemiyorum ben.
- Biz.
- Biz.
- Unutmak istiyorum. Her şeyi.

Ahsen ve Massi, etraftaki görüntülerin olmadığı


bir kuytuda, kendi ruhlarının yaşadığı zaman ve
mekân olmayan, büyülü yürek mekânlarında ruhen
bir oldular. Anlamsız bir şekilde hikâyelerinin
büyülü tadı dudaklarından birbirlerine akıyordu.

Ahmet ve Arda, odanın kapısını çekip koridorda


Ahsen’in dokunduğu ruhlarını arındırmaya
çalışacaklarına, kendi kendilerine birbirlerinden
habersiz söz veriyorlardı. Ahmet sessizliği bozacak
cümleyi kurdu. Sesli düşünmek ile Arda’ya
duyurmayı istemek arası bir ses tonu ile söylendi.

- Aşıklar. Gördüm.

- Aşıklar.

Aleon, Damla’nın yanına girme iznini kapınca,


sevgilisinin yeni açılan gözlerinin ilk görmesi
gereken kişinin kendisi olmasını istiyordu.
Başucunda avuçlarının içine hapsettiği ellerini
öpüyordu.

Damla, Ahsen’i ve olanları sorup kısaca bilgi


aldı. Sohbet sakinlikle sürerken birden camın
arkasında Damla’ya bakan Arda’ nın belirmesi,
Damla’nın kalp ritmini olağan dışı bir hale getirdi.
Gözlerini camın ardına dikip şuursuzca bakan
Damla’nın nereye baktığını merak eden Aleon
arkasını döndü ve Arda ile göz göze geldiler. Arda
hakkında epey bilgi sahibiydi. Damla’ nın onun için
anlattığı tüm detayları büyük bir sakinlikle
dinlemişti. Arda’ nın kendine çok benzediğini de
gayet iyi biliyordu.

Damla’ya onunla görüşüp görüşmek


istemediğini sorması hassas ve iyimser ruhunun
olduğunun tesciliydi adeta. Damla’ nın görüşmek
istediğini söylemesi yakıcı olsa da, Aleon bunu
kabullendi ve odadan çıkıp, Arda’ya odaya girmesi
için işaret etti.

Arda, kendini güçlendirip, önlük ve boneyi


giydikten sonra, ağız maskesini de takınca bir
doktor gibi Damla’ nın yanına yaklaştı.

- Hoş geldin Arda.

Arda, cevap vermek için ağzını açtığı sırada


birden ağlamaya başladı. Yere diz çöküp Damla’
nın elini tuttu.
- Hey! Sulu göz mü oldun sen?
Burada bir hasta var beyefendi. Morale
ihtiyacı var. Kalk hadi saçmalama.

Arda, Damla’ nın söylediklerine hak verdi. Onu


öpecekmiş gibi yüzüne yaklaşınca, Damla güçlükle
kaldırdığı eli ile onu durdurdu.

- Affedersin. Bir kaç gündür


sevgilimin kokusunu özlemiştim biraz önce
üzerime sindi ve başka bir koku ile
karışmasını istemiyorum. Bu beni ayakta
tutuyor.

Arda için bu sözler yeterince ders vericiydi.


Yutkundu.

- Haklısın Damla. Ben özür…

- Biz yok. Özür de yok. Massi geldi mi?

Arda yeniden susturulmanın şaşkınlığı ile az da


olsa kızmaya başladı.

- Evet, Ahsen’in yanında.

- Şükürler olsun sonunda.


- Evet, mutlu görünüyorlar. İyi
düşünmüşsün.

- Sana da teşekkür ederim ama


senin gelmene hiç gerek yoktu.

- Bak, Damla, ben seni epey aradım


ama…

- Aramak için sebep yaratmasaydın


bulman da gerekmeyecekti. Arda, daima
yanında olacaktım. Üstelik ölüm bizi
ayırıncaya dek. Hatırlıyor musun?

- Damla, ben.

- Arda. Teşekkür ederim geldiğin


için şimdi dinlenmem gerek. Lütfen bir daha
beni görmeye gelme. Çıkmanı istiyorum.
Aleon’un hakkını almanı istemem. Lütfen.
Arda’ nın kurabileceği cümleleri oluşturacak
kelimeleri dahi kalmamıştı. Susmanın zamanıydı.
Sustu ve odadan çıktı.

Koridorda Massi, Ahsen birbirlerine sarılmış bir


şekilde kısık sesle bir şeyler konuşuyordu. Arda’yı
gördüklerinde ayrıldılar.

- Damla nasıl?

- Mutlu. Bensiz mutlu. Hak ettim.

- Olamsı gereken oldu Arda. Damla


hala sana aşık ama seninle olmamalı. Sen ona
iyi gelmiyorsun. Olma.

- Beni dinlemedi bile. İstemiyor


zaten. Biraz çıkıp hava almak istiyorum ben.

- İyi fikir. Aleon dışarıda.

- Umurumda değil. O kazanan.


Ahsen.

- Efendim.
- Massi, senin tamamlayanın. O
dövme tılsımlı. Siz tamlanansınız. Bunu
önemseyin lütfen. Ne demiş üstadım Yaşar
Kemal, “İnsan bir kere birine geç kalır, bir
daha hiç kimse için acele etmez.” Benim için
hayatta acele yok artık. Gelişine göre akış
bundan sonra. Siz geç kalmadan birbirinizi
buldunuz. Sahip çıkın.

Arda, Yeşilçam filmlerinde kahramanların


replikleri gibi konuşmasını tamamlayıp, yine aynı
edayla hastanenin çıkışına doğru yürümeye
başlamıştı. Massi, Arda’ nın söylediği son cümleleri
anlayamamıştı ama ikisi için güzel kelimeler ile
konuştuğunun farkındaydı.

Ahmet, Ahsen’e el kaldırarak işaret etti ve yanına


çağırdı. Ahsen, gözleriyle Massi’den nazikçe izin
isteyip Ahmet’in yanına geldi.

- Ahsen. Durumu anlamak zor


değil. Şimdi Damla’yı düşünmeliyiz. Aleon
burada. Damla’ nın bana ihtiyacı yok. Benim
yerim onun pastanesi ve kendi işim. Elimden
gelenin fazlasını yapacağıma emin
olabilirsin.
- Ahmet ben yaşananlar için ne
diyeceğimi bilmiyorum.
- Ben biliyorum. Hayatımın en
romantik ve anlamlı rüyası, dinlediğim en
mükemmel peri masalıydı o gece. Teşekkür
ederim.
- Benim içinde böyle
tanımlanabilseydi keşke. Gördün.

- Ahsen tamam. Bunları


konuşmanın bir anlamı yok hayatım. Sen
harika bir kadınsın. Bir gün yalnızlık
hissedersen bil ki ben seni bekliyor olacağım.
Umarım hala hayattayken yalnızlık
hissedersin.

İkisi de gülümseyip küçük bir dost sarılmasının


ardından ayrıldılar. Ahmet komik bir şekilde
Massi’ye bakıp parmaklarıyla gözüm üzerinde
anlamına gelen işareti yapıp gülümsedi. Massi’de
gülümsedi.
Aleon, hastaneden içeri girdiğinde gözyaşlarını
siliyordu. Ahsen fark edip yanına gitti. Anlamaya
çalışsa da, Aleon, Ahsen’in omuzuna bir iki belli
belirsiz dokunuş yaparak yanından geçip gitti.

Aleon’un yeri yurdu, evi belliydi artık. Arda’ nın


yanından ıslak gözlerle geçişine şahit olmak, onun
için en mutlu andı. Damla, belli ki Arda için gerekli
tavrı göstermiş ve Aleon’u tercih etmişti. Bunu
anladığında, Damla’ nın şüphe duyduğu sevgisine
artık emin olmanın sarhoşluğu ile sevinç
gözyaşlarını dökerek, onun yanına doğru giden bir
koridorun üzerinde yürüyordu.

Massi ve Ahsen, Damla’ nın evinde ilk akşamları


için bir aradaydılar. Arda, Massi ve Ahsen ile
vedalaşıp, Roma’ya geri dönmüştü. Massi,
Aurora’yı arayıp olanları anlatmış, Ahsen, Fulya’ya
Massi ile çekilmiş bir fotoğrafı göndermişti bile.

Okyanus banyonun köpükleri arasında Ahsen


artık yalnız huzur aramıyordu. Huzuru ile keyif
yapıyordu. Zamanın ne olduğunu, hangi günde
olduklarını unuttukları bir romantizm içindeydiler.
Ahsen hiç bir varlığı bu kadar koklamadığını
hatırladı. O güne kadar yaşadığı hiç bir öpüşmenin
tekrarı ya da benzeri değildi birlikte yaşadıkları.
Dokunmak, gerçek bir dokunmak ve birleşmek ne
demek yeniden tanımlıyorlardı. Damla bir kaç gün
sonra Aleon’un esprili yaklaşımı yüzünden, limuzin
ile alındığı hastaneden eve getirildi. Hasta
yatağında dinlenirken, atölyedeki ustaların yaptığı
hiç bir pastayı, kurabiyeyi beğenmiyor, huysuz
patron tiplemesi ile ortalıkta dolaşıyordu.

Aleon, Damla’ nın evine yerleşti. Massi ve Ahsen


için gitme vaktiydi. Mutlu oldukları her hallerinden
belliydi. Damla buna sebep olduğu için son derece
keyifliydi. Girne’ ye birlikte uyudukları gecenin
yaşandığı odalarına gitmeye karar verdiler. Massi,
Serdar’ı arayıp geleceklerini ve kısaca olayları
anlattı.

Hazırlıklar tamamlandığında herkes bu vedanın


bir son olmadığını biliyordu. Damla, gözleri
sulandığında arkasını döndü ve masanın üzerinde
mor bir kadife kurdele ile süslediği kutuyu uzattı.
- Bu senin için Ahsen. Lütfen şimdi
açma. Zamanı geldiğinde açmanı
isteyeceğim senden, anlaştık mı?

- Elbette anlaştık.

Son bir sarılmanın ardından iki aşık Girne’ye


gitmek üzere havaalanına doğru yola çıktılar.
Aktarmalı uçuşun ardından yine aynı otel görevlisi
daha önceki gibi “Ah SEN!” yazılı bir kâğıt ile
karşılama için onları bekliyordu.

Ahsen, telefonunu açar açmaz bir mesaj aldı.


Mesaj Damla’dan geliyordu. “Kutuyu şimdi açmanı
istiyorum. İçindekinden her gün bir adet yutman,
seni mutlu bir insan yapacak.” Yazıyordu. Kutuyu
çantasından çıkartıp açtı. Kutunun içinde kapsüle
benzeyen yarısı meyveli, yarısı çikolatalı drajeler
vardı.

Ahsen kahkaha attı. Massi’ye notu ve kutuyu


anlattı. Birlikte epey güldüler ve kutunun içindeki
drajelerden birer tane yuttular.

Serdar, Massi’nin uyarılarına rağmen


havaalanının çıkış kapısında onları bekliyordu. Otel
görevlisi ile vedalaşıp, Serdar’ın arabasına bindiler.
Massi, Serdar’a Derya’yı sorduğunda Serdar,
konuyu değiştirmek için şirinlikler yapmaya
başladı. Ahsen’den otelde olanlar için özür diledi.

Derya’ nın, Massi’nin gelişinden haberi yoktu.


Serdar, aşıklarla birlikte bir restoranda keyifli bir
sohbetin içinde olanları dinliyordu. Derya,
tesadüfen onların bulunduğu restorantın
kapısından içeri girdi. Yanında Rodina vardı.
Rodina, Derya’ nın Rusya’dan misafirliğe gelen eski
bir arkadaşıydı. Derya, Serdar’ın orada olduğundan
habersizdi.

Derya ve Serdar’ın her zaman geldikleri bir yer


olması işleri karıştırdı. Kapıdaki şef Derya’yı
görünce, Serdar Bey az önce misafirleriyle geldi
efendim. Buyurun ben size eşlik edeyim diyerek
şaşkın Derya ve arkadaşı Rodina’yı masaya kadar
getirdi.

Derya’da en az Serdar kadar şaşkındı. Serdar ile


selamlama öpüşmelerinin ardından misafirlere
merhaba demek için döndüğünde Massi ile göz
göze geldiler.
Derya, Massi onu gördüğünde birden çığlık attı.

- Katil! Katilsin sen.

Massi olanlardan habersiz şaşkın ve tedirgin bir


haldeydi. Serdar çırpınan Derya’yı tutmaya
çabalıyor bir eli ile garsonlara uzaklaşmalarını
söylüyordu.

- Massi, Ahsen’i al ve gidin buradan


sana anlatacağım. Şoför sizi götürsün.

Ahsen anlayamadığı için gitmeyi reddediyordu.


Derya Serdar’ın elinden kurtulup masadaki kadehi
Massi’ye fırlattı. Ahsen çıldırdı. Massi’nin kafası
kanamaya başladı. Derya, Ahsen’in ürkek gözlerine
bakarak avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

- Kadın! Kadın! Kiminle berabersin


öğren. Bu adam bir katil. Benim kız
kardeşimi öldürdü. Katil diyorum anladın
mı?

Ahsen, dehşetle açılan gözlerini Massi’nin


üzerine doğru çevirdi. Massi, olanları
anlayamıyordu. Derya, Serdar’ın kollarında
çırpınırken birden Massi’ye dönüp bağırdı.
- Angela. Angela senin yüzünden
öldü. Sen benim kardeşimi öldürdün. Tanrı’
nın cezası.

Massi şoke oldu. Sessizce “Angela” diyebildi.


Serdar daha da hiddetli bir şekilde yeniden bağırdı.

- Massi! Kızı al ve gidin diyorum.

Massi, Ahsen’in elinden tutup restorandan çıktı.


Rodina, Massi yanından geçerken, yüzüne tükürdü.
Angela, Rodina’ nın da yakın arkadaşıydı.
Defalarca Massi ile ikisinin fotoğraflarını görmesine
ve kim olduğunu bilmesine rağmen bunu Derya’ya
söylemek istememişti. Angela’ nın Massi’yi ne
kadar sevdiğini ve zarar görmesini istemeyeceğini
bilecek kadar ona yakındı.

Girne’de romantizm hayalleri yerini bu drama


bırakmıştı. Otele gelesiye kadar tek kelime
konuşmadılar. Resepsiyondaki adam bu iki deli
aşığı ilk görüşte tanıdı. Geleceklerinden haberdar
olmaları, odalarını balayı odası gibi hazırlamalarına
neden olmuştu. Bu ikisi için özel bir sürpriz
olacaktı.
Odaya girer girmez, Massi, geçmişini yarı
Türkçesi ve İngilizcesinin yardımı ile Ahsen’e
anlattı. Çok üzgün olduğu her halinden belliydi.
Ahsen’in içi yandı. O da aynı kendisi gibi, Mustafa
ile ilgili hikayesini yavaş yavaş onun anlayacağı
şekilde anlattı.

Pişmanlıklarının onları birleştirmiş olması, o ikiz


dövme ve sonrası, belki de yıllarca aralarında
konuşulacaktı. Şimdi bütün her şeyi geçmişte
bırakmak, ilk tanıştıkları sabahı olduğu gibi
canlandırmak için planladıkları her şeyi yapmak
istiyorlardı.

Massi, Ahsen’in aynı geceliği giymesini


bekliyordu. Defalarca onu o gecelikle hayal etmiş
olmanın heyecanı içindeydi. Ahsen hazırdı. Massi
de Ahsen’ in onu ilk kez canlı gördüğü
çıplaklığındaydı.

Gündüz yaşanan her anı unutmuş bir şekilde


gecenin içinde hayatı başlangıç yaptıkları yere
kadar geri almışlar ve her şeye yeniden
başlamışlardı. Ertesi sabah o güne kadar
hissetmedikleri bir huzur içinde uyandılar. Bir kaç
dakika sonra kapı çaldı. Ahsen üzerine sardığı pike
ile kapıya yanaştı. Massi o sırada duştaydı. Kat
görevlisi kocaman bir buket beyaz gülle kapıda
bekliyordu.

Massi, Ahsen gülleri teslim alırken duştan çıkıp


yatağın üzerine uzanmıştı bile. Ahsen çiçekleri alıp
gülümsedi. Massi, “Çiçeğin içinde saklananı bul,
sana bir şey söylemek istiyor o güller bu sabah.”
dediğinde, Ahsen çiçekleri kucağından masanın
üzerine bıraktı ve yaprakların arasında notu aradı.

Not yerine küçük bir kutu buldu. Kutunun


üzerinde, el yazısı ile yazılmış bir not, hediye paketi
yapılmış gibi sarılıydı. Massi, yırtmadan açarsa
güzel bir dörtlük okuyabileceğini söyledi.

Ahsen, heyecanla ve nazikçe kutunun etrafındaki


not kâğıdını açtı. Avucunda düzeltip okumaya
başladı.

“Serbest bırak içindeki kanadı sıkışmış


kuşlarını... İçinde iyi hisler, güzel anılar için yer
aç. Dip bucak temizlik yap benliğinde. Şimdi,
yalnız seninle yaşamak, seninle sonsuz olmak
istiyorum. Benimle evlenir misin?”

Ahsen, okuduğu mesajın ıslattığı gözleriyle


Massi’ye baktı. “Evet! Evet! Evet! Evet!” diye
bağırdı. Elindeki notu masanın üzerine bırakıp,
yatağın ayakucunda durdu. Birden yatağın üzerine
çıktı. Kollarını iki yanına doğru genişçe açtı.

- Geliyoruuuum!
11. Bölüm

- Efendim aslında olay nasıl oldu


bilinmez ama bahçedeki hemşire camın
üzerine çıkıp kollarını iki yanına açtığını ve
“Geliyorum!” diye bağırarak kendini aşağıya
attığını söyledi.

- Bu nasıl olur? Burada pencerelerde


tam bir güvenlik olmalıydı. Sizi dava
edeceğim.

- Elena Hanım. Kızınız son


dönemde iyileşme gösteriyordu. Açılabilir
bir camın olduğu odayı hak ettiği için tedavi
gördüğü yeri değiştirdik. Raporların
söylediği bu. Her şey yolundaydı. Bu nasıl
oldu bilmiyoruz.
- Bunu bana mı soruyorsunuz?
Ahsen 6 aydır kliniğinizde yatıyor Damla
Hanım. Size güvendik. Ya ölseydi kızım?

- Elena Hanım, Doktor Arda bizzat


ilgileniyor kendisi ile. Fulya Hanım’a da sık
sık bilgiler gidiyor. Maalesef Massi lakaplı
Melih’in başka hastaneye sevk edilmesi
Ahsen için yıpratıcı oldu. Bunu
beklemiyorduk. Odasında bir taş bulduk.
Taşın üzerine sarılmış boş bir not kâğıdı
vardı. Asıl bunu kimin yaptığını
araştırıyoruz.

- Arda Bey, siz bana her şey


yolunda demiştiniz.

- Yolundaydı zaten. Bakın Ahsen


buraya geldiğinde Fulya Hanım onu
odasındaki camdan kendini aşağıya atarken
yakaladığını söylemişti. Bu ilk kez yaşanan
bir şey değil demek ki. Kliniğe yattığı
günden itibaren çok sıkı takip ettim.
Maalesef, kızınız şizofreni ile birlikte üstün
zekâlı olmasının verdiği muazzam bir
yaratıcılığa sahip. Size her hafta yaptığımız
toplantılarda yaşadığını sandığı tüm
hikâyeleri defterinden okudum ve anlattım.
Üstelik bu paylaşımların yasak olduğunu ve
sadece size özel bir uygulama yaptığımızı
biliyorsunuz. En son bildiğim Massi’nin onu
yeniden Girne’ye götürdüğüydü. Son gün,
defterine yazdıklarını okumamıştık. Son
dönemde kendine eskisinden çok daha iyi
bakıyordu.

- Tuna Bey, konuyu biliyor. İlaçları


reddediyordu. Kendi ellerimle ona güzel bir
hediye kutusu hazırlayıp ilaçları draje
olduklarını söyleyerek hediye etmiştim.
İçince mutlu olduğuna inanmasına neden
olmuştu bu hediye kutusu. Bundan sonraki
süreç biraz daha zor olacak. Neyse ki
pencerelerin altında açıklıklarına rağmen bu
tür olaylarda zarara uğramamaları için
koruyucu spor minderleri serili. Burnu bile
kanamadı.

- Damla Hanım, peki şu Süryani


çocuk? Daniel di adı. Mardinliydi sanırım.
Onunla görüşmemesine karar vermiştiniz.
Bunu sağlayabiliyor musunuz?

- Bunu Daniel kendisi sağladı. Ona


geçmişini anlatmış. Hatırladığı kadarıyla ona
kızgın ve korkuyor ondan. Ahsen, onu
hamile bırakıp terk edeceğine inandırmış
kendini. Bu iyi oldu. Birbirlerinden
uzaklaştılar iyice.
Odaya giren hemşire, heyete Ahsen’in defterini
uzattı. Defterde çizili bir resim olduğunu
kulaklarına fısıldadı. Doktor Damla, çizili resmi
havaya kaldırıp, Ahsen’in arkadaşı Fulya ve ailesine
gösterdi. Ahsen yeni bir çizim yapmıştı. Kartal
pençesinde tam bir kalp taşıyordu. Altında
kocaman büyük harflerle küçük bir not yazılıydı.

“TEŞEKKÜRLER YALANCI ARTHUR!”

You might also like