Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 2

ÇAĞDAŞ DEMOKRASİLER VE ROUSSEAU’CU GÖRÜŞ

Rousseau ile özdeşleşmiş bir slogan vardır. ‘’Doğuştan hiçkimse köle olmadığı halde herkesin
köleleştirildiği’’. Bu inanç Rousseau’yu bazı düşünce biçimlerine ve sistem arayışlarına
itmiştir. Onun amacı, gelişen ve ilerleyen insanlığın eşitliği-özgürlüğü yanında sürekli
götürmesi ve bunu yaşamın temeli yapmasıdır. Kısacası eşitliğe ve özgürlüğe amaç, bu yolda
kullanılan ve istifade edilen diğer kaynaklarıda araç yapmıştır.
Modern devletlerin birer ‘’yurttaşı’’ olarak, gün içinde aslında her ne kadar farketmesekte bu
olguları korumakla yükümlü olduğumuzu biliriz. Bizi mutluluğa ve güzelliğe iten işlerde bile
bu iki olguya dikkat ederiz. Ki zaten döngü de burada başlıyor aslında. Biz bunlara ne kadar
dikkat edersek o kadar mutlu ve huzurlu olmaya doğru yol alırız. Nasıl mı? Ya da ne kadar
uyuyoruz bu kurallara?
Rousseau’ya göre insanlar doğuştan eşit ve özgürdür. O, kaba kuvvetle yada güçle sınırlanmış
bir özgürlük peşinde değildir. Kimsenin kimseye gücünden dolayı üstün olmadığı ya da gücün
bir hak oluşturmadığı bir düzeni savunur. İnsanların toplu olarak yaşamadığı veya yaşama
gereği duymadığı, ilişkilerin sıklaşmadığı dönemlerde insanlar sadece kendileri ve
ailelerinden sorumludur. Yani bu dönemde bunların güvenliğini sağlamak yine kendilerine
düşer. Bu dönemde insanlar aslında rakiptirler. İnsanlık çoğaldıkça, ilişkiler sıklaştıkça,
mülkiyet ilişkileri arttıkça bir arada yaşama ihtiyacı doğar. Bununla beraber çatışma riski ve
eşitsizlikler artar. İnsan zamanla bunu sadece kendi gücüyle çözemeyeceğini anlar ve barışçıl
bir yol aramaya başlar. Bu da insanlar arasında mecburiyetten doğan görünmeyen bir
sözleşmenin doğması demektir. Buna ‘’Toplum Sözleşmesi’’ der. Ve böylece insanlar
güçlerini birleştirerek yaşamlarını ve haklarını güvence altına almış olurlar. Karşılıklı
bağımlılık söz konusu olduğundan, sözleşmeye aykırı hareket eden birey aslında kendi
aleyhine iş yapmış olacağından buna yanaşmaz ve gücünü kaybetmek istemez. Bunlarla
birlikte aslında Rousseau’ya göre insanların ilk halinde görülen ‘’doğal özgürlük’’ korunmuş
olur. İnsan artık içgüdüsel olarak hareket etmez. Aklını ve düşünme yetisini kullanarak diğer
insanlara karşı ödev ve sorumluluklarının olduğunun bilincine varır. Bu ödev ve
sorumlulukların alanı ‘’kamu yararı’’ ile sınırlıdır. Yani her insan topluma fayda veren
düşünceler ile özgürlüklerinin sınırlandığının bilincine varır.
Yani içgüdüsel olan sınırsız özgürlük aslında insanın yaşamını huzurlu bir şekilde
sürdürmesine yetecek ölçüde dayanağa sahip değildir. Sınırsız özgürlük demek hiçbir çepere
yada duraksamaya takılmadan zihninden geçen herşeyi yapabilme yetisini gösterir. Pek herkes
bu yetiyi kullanmaya kalkarsa insanlık, medeniyet, ilerleme, bilim, teknoloji hayal edilebilir
mi? Bu saydıklarımız aslında insanın hayal ettiği dünyaya, mutluluğa, düzene ulaşmadaki
araçları değil midir?
Bugünlerde, yani çağdaş demokratik ve liberal sistemlerde aslında paradoksta şuradan
başlıyor. İnsan, ilerleme kaydettikçe özgürlük ve eşitlik ihtiyacının artması taraftarı. Bu
ihtiyaçların görünmeyen bir toplum sözleşmesi ile, zorunlu bir kabulleniş ile sistematiğe
oturtulduğunu varsayarsak özgürlüğü artırma ihtiyacının içgüdüsel olarak geldiğini
söyleyebiliriz. Yani son safhalarda kurulan değerler ve sistemler aslında bizi doğa durumuna
yakınlaştırmaya çalışıyor. Tabi daha da gelişmiş ve ilerlemiş bir şekilde. Peki insan sınırını
aşmadan nasıl buraya yanaşabilir ya da yaklaşabilir? Başkalarına zarar vermeden, onlarında
hak ve adalet sistemlerine saygı göstererek bunu yapabilir mi?
Gelişen ve değişen düzen, artan ihtiyaçlar, içgüdüler bu sözleşmeyi zorlamaya yönelik. Ama
kilit noktanın karşılıklı bağımlılık olduğunu düşünüyoruz. Modern döneme geçilmesiyle
birlikte mülkiyet hakkının korunması, yasalar önünde eşitlik gibi eşitlikçi yasaların hayatın
merkezine oturduğu besbelli. Ama toplumu oluşturan ve karşılıklı bağımlılıkla insanların
kurallara, yasalara, hakka ve adalete riayert etmesini sağlayacak bu bağımlılık ilkesinin
bağlamından koptuğunu düşünmekteyiz. Bunun nedenini de geçmişi pek tanımlayamayan,
dünya tarihini sırf bu doğru düzlemde ilerlemiş varsayan, devrimlerin, değişimlerin ve
ihtilallerin önemini kavrayamayan insanlığın tekdüzeliğine bağlamaktayız. Toplumdaki
sözleşmenin kilit noktasının karşılıklı bağımlılıklar ve hakka hukuka riayet olduğunu
söylemiştik. Bu bilinçten yoksun zihinler kendi aleyhine iş yaptıklarının farkında olsalardı
acaba sözleşmenin duvarlarını bu kadar çok zorlamaya çalışır ve düzenin bozulma tehlikesini
göze alablirler miydi? Özgürlüklerini ve isteklerini doğa durumundaki gibi içgüdüsel olarak
geliştirme arzularının sözleşme ile bağdaşmadığını bilselerdi onlarda söylediğimiz çağdaş
kavramlara riayet ederler miydi? Eksiği aslında insanın bunların hep var olduğunu
zannetmesine bağlamaktayız. Sağlam bir anlatım yada iyi bir eğitimle bunların aşılacağı
düşüncesindeyiz. Nasıl ki tarih genel olarak milli ruh ve milli bilinç kazanılması için
anlatılıyorsa bu gibi toplumun temelini oluşturan düşüncelerin ve sistemlerin de ‘’demokratik-
özgürlükçü ruh’’ oluşturması açısından gerekli görmekteyiz.
Biz aslında burada bu ‘’Toplum Sözleşmesi’’ nin yeniden anlatılması ve imzalanması
taraftarıyız. Tabi bunu yaparken çağdaş demokratik ve özgürlükçü sistemlerin temellerinden
olan ilkeleri sarsmadan yapabilmeyi bilmeliyiz. Rousseau’nun egemenlik ve yurttaşlık
kavramlarını da karar verici organlara tekrardan tanımlatmak gereği düşüncesindeyiz. Bu
kavramlar artık bazı durumlarda birer meşrulaştırma aracına dönüşmüş durumda yada
dönüştürülmeye çalışılıyor. Kamu yararının sınır olarak kabul edildiğini düşünürsek yada
diğer işlerde bunu ölçü olarak kabul edersek çoğu durumun çözüleceği kanaatindeyiz. Kamu
yararının sınır kabul edildiği durumlarda ‘’bireyciliğin ve birey hürriyetlerinin kısıtlandığı’’
eleştirileri mevcut olabiliyor. Ama Rousseau, insanların gücünün yettiği şeyler üzerindeki
sınırsız özgürlüktense, sözleşme altına alınmış toplu ve güçlü bir sistemle eski haklarını da
güvence altına alarak kârlı bir alışveriş yaptıklarını düşünür. Yani güvence altına alınmamış
hoyratça sergilenen bir hareketi yada güdüyü hak olarak kabul etmez. Bu kaybedilmeye
mahkumdur. Çünkü doğa durumunda kimsenin kimseye sorumluluğu yoktur ve kaba kuvvet-
güç esastır. Bu yüzden insanlar güvenliği, toplumsal özgürlüğü, kamu gücünü
gerekliliklerdende olsa seçerek bir üst aşamaya geçmişlerdir.
Bu yüzden kamu yararı ile özgürlüğün birbirine olan karşılıklı bağımlılıklarını bilerek
olguları-kavramları geliştirmek zorundayız. Bu bağımlılığı yaşam zincirine de benzetebiliriz.
Çünkü birinde sınırı aştık mı yada birini diğerinin önüne geçirdik mi dengenin hemen
aleyhimize bozulacağını düşünmekteyiz.
Egemenlik hakkını günümüz istek, ihtiyaçlarla, düşünce sistemleriyle ve fikirlerle beraber
düşünmeli ve buna göre dizayn etmeliyiz. Egemenlik hakkını içi doldurulması gereken bir
objeye benzetebiliriz tabi bu objeyi yırtmadan, koparmadan ve insanların faydasına
sunacağımızı unutmadan...
YAZAN : ÖMER FARUK ARSLAN

You might also like