Osmanlı'dan İkibinli Yıllara Türkiye'nin Politik Tarihi: İç Ve Dış Politika, Beşinci (Son) Baskı, 2014, Savaş Yayınları

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 812

OSMANLI’DAN ĐKĐBĐNLĐ YILLARA

TÜRKĐYE’NĐN
POLĐTĐK TARĐHĐ
(ĐÇ ve DIŞ POLĐTĐKA)

EDİTÖRLER

Adem Mehmet Cihat Hüsnü


ÇAYLAK DİKKAYA GÖKTEPE KAPU

SAVAŞ YAYINEVĐ®

i
Osmanlı’dan Đkibinli
Yıllara TÜRKĐYE’NĐN POLĐTĐK TARĐHĐ
(Đç ve Dış Politika)

Merkez
©Bu kitabın her hakkı saklıdır.
Zafer Çarşısı No. 17
Tamamen veya herhangi bir bölümü yazarın ve yayınevi-
Kızılay / ANKARA
nin yazılı izni alınmadan basılamaz, kopyası çıkarılamaz,
Tel: 0.312 434 35 97
fotokopi alınamaz veya kopya anlamı taşıyabilecek hiçbir
Fax: 0.312 431 95 69
işlem yapılamaz.

Doç.Dr.AdemÇAYLAK
Şube Prof.Dr.MehmetDĐKKAYA
Cemal Gürsel Caddesi
Prof.Dr.CihatGÖKTEPE
Fakülteler Mah.
Cebeci / ANKARA Doç.Dr.HüsnüKAPU
Ankara Ünv. Hukuk Fak.
Öğrenci Girişi
Tel:0.312 319 83 33
Baskı Yılı : Temmuz 2014
Baskı Sayısı : 1. Baskı Nisan 2009
2. Baskı Mart 2010
Dağıtım ve Yayınevi
Fevzi Çakmak Sok. 17/C 3. Baskı Ekim 2011
Kızılay / ANKARA
4. Baskı Aralık 2012
Tel:0.312 432 44 29
Fax: 0 312 432 44 28 5. Baskı Temmuz 2014
Ebadı : 16x24
www.savaskitap.com
Kağıt : 70 gr 1. Hamur
Cilt : Amerikan Bristol
Sayfa Sayısı : 782
ISBN : 978-605-5343-46-0
Dizgi & Tasarım : Savaş Dizgi
Baskı : Özbaran Ofset

ii
Anne
ve
Babalarımıza…

iii
iv
KATKIDA BULUNANLAR
(Alfabetik Sıraya Göre)

AD-SOYAD KURUM İLETİŞİM


Adem Çaylak Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ademcaylak@gmail.com
Adem Çelik Kocaeli Üniversitesi ademcelik36@hotmail.com
Adem Üzümcü Kafkas Üniversitesi uzumcu_adem@hotmail.com
B. Balamir Coşkun Zirve Üniversitesi bezenbalamir@gmail.com
B. Berat Özipek İstanbul Ticaret Üniversitesi bekirberat@yahoo.com
Birol Akgün SDE-Yıldırım Beyazıt Üniversitesi birolakgun@hotmail.com
Cemal Fedayi Kırıkkale Üniversitesi fedai67@yahoo.com
Cihat Göktepe Uluslararası Antalya Üniversitesi cgoktepe@gmail.com
Deniz Özyakışır Kafkas Üniversitesi dozyakisir@gmail.com
E. Fuat Keyman Sabancı Üniversitesi fkeyman@ku.edu.tr
Faruk Çakır Güvenlik Bilimleri Akademisi mfcakir111@yahoo.com.tr
Gökhan Bacık İpek Üniversitesi gbacik@ipek.edu.tr
Hüseyin Baran Ankara Üniversitesi baranhuseyin@gmail.com
Hüsnü Kapu Kafkas Üniversitesi husnukapu@yahoo.com
İsmail Akbal Aksaray Üniversitesi ismailakbal@gmail.com
İsmail Hacıfettahoğlu Araştırmacı-yazar ifettah@mynet.com
M. Seyfettin Erol Gazi Üniversitesi mserol@gmail.com
Mehmet Dikkaya Kırıkkale Üniversitesi mdikkaya@yahoo.com
Muhittin Ataman Abant İzzet Baysal Üniversitesi ataman_m@ibu.edu.tr
Murat Belge İstanbul Bilgi Üniversitesi belge@bilgi.edu.tr
Murat Çemrek Necmettin Erbakan Üniversitesi cemrek@yahoo.com
Murat Yılmaz Dr., Siyaset Bilimci muratyilmaz67@yahoo.com
Mustafa Çufalı Güvenlik Bilimleri Akademisi mcufali@yahoo.com
Nasuh Uslu Kırıkkale Üniversitesi nasuhuslu@gmail.com
Ömer Çaha Yıldız Teknik Üniversitesi ocaha@fatih.edu.tr
Sedat Laçiner 18 Mart Üniversitesi slaciner@gmail.com
Süleyman Seydi Süleyman Demirel Üniversitesi suleyman@fef.sdu.edu.tr
Şükrü Nişancı Atatürk Üniversitesi snisanci@hotmail.com
Yılmaz Çolak Güvenlik Bilimleri Akademisi yilmaz.colak28@gmail.com

v
EDİTÖRLER ÖZGEÇMİŞ
Doç. Dr. Adem ÇAYLAK
1970’te Kaman’da doğdu. 1992’de AÜ SBF’den mezun oldu. Yüksek lisan-
sını Kırıkkale Üniversitesi’nde, doktorasını AÜ SBF’de tamamladı. Ankara
ve Kırıkkale Üniversitelerinde araştırma görevliliği ve Kafkas Üniversite-
si’nde öğretim üyeliği yaptı. 2010-2011 yılları arasında Florida State Uni-
versity’de visiting scholar olarak, ABD’de liberal ve toplulukçu çok kültürlü
yurttaşlık üzerine Türkiye ile karşılaştırmalı çalışma yaptı.
2011 yılından itibaren Yıldırım Beyazıt Üniversitesi SBF Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Ayrıca Mi-
lat gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır. Siyaset felsefesi, doğu siyasal
düşünceler tarihi, iktidar-muhalefet ilişkileri, muhalefet kültürü, kimlik,
yurttaşlık, toplulukçu çokkültürlü yurttaşlık, Türkiye’de devlet felsefesi ve
siyasal hayat ve sivil toplum dinamikleri konularında çalışan yazarın,
“Osmanlı’da Yöneten-Yönetilen Đlişkisi: Bir Şerif Mardin Çözümlemesi”
(Ankara: Kadim, 2005) ve Đktidar-Muhalefet Đlişkileri Bağlamında Türki-
ye’nin Siyasal Hayatında Osman Bölükbaşı Hareketi (Ankara: Atatürk
Araştırma Merkezi, 2010) adlı kitapları yanında gazete ve dergilerde ulu-
sal/uluslararası bilimsel makaleleri yayınlandı. Evli ve üç çocuk babasıdır.
E-posta: ademcaylak@gmail.com

Prof. Dr. Mehmet DĐKKAYA


1971 Konya doğumlu olup 1994’te AÜ SBF’den mezun olduktan sonra
1996’da yüksek lisansını (Đstanbul Ü.), 2003’te doktorasını (Marmara Ü.)
tamamladı. Küreselleşme, bölgeselleşme, AB ve Orta Asya konularında ulu-
sal/uluslararası çalışmaları bulunmaktadır. “ECO Bölgesi: Uluslararası
Aktörlerin Rolü ve Türkiye” adlı ortak kitabı 2002’de Marmara Ü. AB Ens-
titüsü’nde yayınlandı.
2006’da “AB Yolunda Türkiye: Müzakere Sürecinin Ekonomi-Politiği” adlı
kitabın (Alfa Aktüel, Bursa) editörlüğünü yaptı. 2008’de “Küreselleşmenin
Ekonomi Politiği” adlı kitabı (D. Özyakışır ile) Gazi kitabevinde basıldı.
Aynı yıl “Türkiye’nin Ekonomi-Politiği: 1923-2007” adlı derleme çalışması
(D. Özyakışır ve A. Üzümcü ile) Orion Kitabevi’nde yayınlandı.
Son çalışması, 2009’da Beta yayınlarından “Orta Asya ve Kafkasya: Dönü-
şüm Süreci ve Uluslararası Ekonomi Politik” adıyla basıldı. Ağustos 2010-
Eylül 2011 arasında Indiana Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak
bulunan yazar, halen Kırıkkale Üniversitesi Đktisat bölümünde çalışmakta
olup evli ve üç çocuk babasıdır.
E-posta: mdikkaya@yahoo.com

vi
Prof. Dr. Cihat GÖKTEPE
1967 Kozaklı’da (Nevşehir) doğdu. Lisans ve yüksek lisansını Selçuk Ünive-
sitesi’nde tamamladı. Birmingham Üniversitesi’nde doktora (1998) yaptı.
1998-2011 yılları arasında Kafkas Üniversitesi ve TOBB Ekonomi ve Tek-
noloji Üniversitesi’nde çalıştı.
2003’te yayınlanmış “British Foreign Policy Towards Turkey: 1959-65”
(Frank Cass, London, 2003) adlı bir kitabı ile Cumhuriyet dönemi Türk-
Đngiliz Đlişkileri, Kıbrıs, Ortadoğu, Ermeni Meselesi ile Birinci Dünya Har-
bi ve Milli Mücadele’de şehitlerle ilgili makaleleri bulunan yazar evli ve üç
çocuk babasıdır. Halen Uluslararası Antalya Üniversitesi’nde görev yap-
maktadır.
E-posta: cgoktepe@gmail.com

Doç. Dr. Hüsnü KAPU


1971’de Sarıkamış’ta doğdu. Atatürk Üniversitesi Đşletme bölümünden
1991’de mezun oldu. Y. Lisansını Kırıkkale Üniversitesi’nde (1996) dokto-
rasını Marmara Üniversitesi’nde (2001) yönetim ve organizasyon alanında
tamamladı.
2003 yılından itibaren Kafkas Üniversitesi Đşletme bölümünde çalışmakta
olan yazar, girişimcilik, Türkiye’de girişimciliğin tarihi ve iş ahlakı konula-
rında çalışmalar yapmakta olup evli ve üç çocuk babasıdır. Halen 2012-2013
döneminde Florida State Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi olarak
çalışmalar yaptı. Halen Kafkas Üniversitesi ve Erzurum Teknik

vii
viii
ĐÇĐNDEKĐLER

BİRİNCİ BÖLÜM

OSMANLI’DAN MODERN CUMHURİYET’E GEÇİŞ VE


GENEL ANALİZLER

1. TÜRKĐYE’NĐN POLĐTĐK TARĐHĐNE ELEŞTĐREL BĐR GĐRĐŞ ..................................... 3


Prof. Dr. Murat BELGE
(Đstanbul Bilgi Üniversitesi)
2. TÜRKĐYE SĐYASĐ TARĐHĐ VE DEMOKRATĐKLEŞME ............................................... 7
Prof. Dr. Fuat KEYMAN
(Sabancı Üniversitesi)
3. OSMANLI’DAN CUMHURĐYET’E TÜRKĐYE’DE ĐKTĐDAR-MUHALEFET
ĐLĐŞKĐLERĐ......................................................................................................................... 23
Doç. Dr. Adem ÇAYLAK
(Yıldırım Beyazıt Üniversitesi)
4. OSMANLIDAN CUMHURĐYETE ÖNEMLĐ SĐYASAL AKIMLAR YA DA
TÜRKĐYE’DE SĐYASETĐN ÜÇ/ĐÇ YÜZÜ ................................................................... 59
Doç. Dr. Şükrü NĐŞANCI
(Atatürk Üniversitesi)
5. OSMANLI VE CUMHURĐYET MODERNLEŞ(TĐR)MESĐNDE TARĐH,
DĐN VE ETSĐNĐTE ALGISI ........................................................................................ 93
Doç. Dr. Adem ÇAYLAK-Arş. Gör. Adem ÇELĐK
(Yıldırım Beyazıt Üniversitesi-Kocaeli Üniversitesi)

ix
İKİNCİ BÖLÜM

1919–1950 DÖNEMİ TÜRKİYE’DE İÇ VE DIŞ POLİTİK


GELİŞMELER

6. MĐLLĐ MÜCADELE DÖNEMĐ-I [1919-1920]............................................................ 137


Doç. Dr. Đsmail AKBAL-Đsmail HACIFETTAHOĞLU
(Aksaray Üniversitesi-Araştırmacı Yazar)
7. MĐLLĐ MÜCADELE DÖNEMĐ-II [1920-1923] .......................................................... 163
Doç. Dr. Đsmail AKBAL
(Aksaray Üniversitesi)
8. MĐLLĐ MÜCADELE’NĐN BAŞLANGICINDAN LOZAN BARIŞ
ANTLAŞMASI’NA DIŞ POLĐTĐKA ............................................................................ 189
Yrd. Doç. Dr. Faruk ÇAKIR
(Güvenlik Bilimleri Akademisi)
9. 1923–1929 DÖNEMĐ TÜRKĐYE’DE ĐÇ POLĐTĐKA .................................................. 219
Prof. Dr. Yılmaz ÇOLAK
(Güvenlik Bilimleri Akademisi)
10. 1930- 1938 DÖNEMĐNDE TÜRKĐYE’DE SĐYASĐ HAYAT ................................. 231
Dr. Murat YILMAZ
(Siyaset Bilimci)
11. LOZAN SONRASI ATATÜRK DÖNEMĐ TÜRK DIŞ
POLĐTĐKASI [1923-1938].............................................................................................. 239
Prof. Dr. Mustafa ÇUFALI
(Güvenlik Bilimleri Akademisi)
12. 1939–1945 DÖNEMĐ ĐÇ VE DIŞ POLĐTĐKA ............................................................. 257
Prof. Dr. Süleyman SEYDĐ
(Süleyman Demirel Üniversitesi)
13. TÜRKĐYE’DE ÇOK PARTĐLĐ SĐYASAL SÜRECE GĐRĐŞ DEMOKRASĐYE
GEÇĐŞ MĐ SĐYASAL REJĐMĐN RESTORASYONU MU 1946-1950 ....................... 303
Doç. Dr. Adem ÇAYLAK – Doç. Dr. Şükrü NĐŞANCI
(Yıldırım Beyazıt Üniversitesi-Atatürk Üniversitesi)
14. 1946–1950 DÖNEMĐ TÜRK DIŞ POLĐTĐKASI ......................................................... 345
Doç. Dr. M. Seyfettin EROL
(Gazi Ün., Uluslararası Strateji ve Güvenlik Araş.Merkezi (USGAM) Başkanı)

x
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1950–1980 DÖNEMİ TÜRKİYE’DE İÇ VE DIŞ POLİTİK


GELİŞMELER

15. DEMOKRAT PARTĐ DÖNEMĐ ĐÇ ve DIŞ SĐYASĐ GELĐŞMELER


[1950-1960] .................................................................................................................. 361
Prof. Dr. Cihat GÖKTEPE
(Uluslararası Antalya Üniversitesi)
16. TÜRKĐYE’DE 27 MAYIS DARBESĐ SONRASI
ĐÇ VE DIŞ SĐYASĐ GELĐŞMELER [1961–1964] ...................................................... 395
Prof. Dr. Cihat GÖKTEPE
(Uluslararası Antalya Üniversitesi)
17. TÜRKĐYE’DE KEMALĐST REJĐMĐN ORDU VE ANAYASA ĐLE
PEKĐŞMESĐ VE DARBELER ARASI DÖNEM 1960–1970 ................................... 421
Doç. Dr. Adem ÇAYLAK-Arş. Gör. Hüseyin BARAN
(Yıldırım Beyazıt Üniversitesi-Ankara Üniversitesi)
18. 1965–1970 DÖNEMĐ DIŞ POLĐTĐKA....................................................................... 461
Prof. Dr. Nasuh USLU
(Kırıkkale Üniversitesi)
19. TÜRKĐYE’NĐN SĐYASAL ve SOSYAL KAOS DÖNEMĐ [1971–1980] .............. 489
Doç. Dr. Cemal FEDAYĐ
(Kırıkkale Üniversitesi)
20. 1971–1980 DÖNEMĐ TÜRK DIŞ POLĐTĐKASI ................................................... 521
Doç. Dr. M. Seyfettin EROL
(Gazi Ün.-Uluslararası Strateji ve Güvenlik Araş.Merkezi (USGAM) Başkanı)

xi
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

1980–2008 DÖNEMİ TÜRKİYE’DE İÇ VE DIŞ POLİTİK


GELİŞMELER

21. 12 EYLÜL DÖNEMĐNDE ĐÇ VE DIŞ POLĐTĐKA [1980–1983] ........................... 545


Prof. Dr. Birol AKGÜN
(SDE-Yıldırım Beyazıt Üniversitesi)
22. TÜRKĐYE’DE SĐVĐL TOPLUM VE DEMOKRASĐ [1983–1991] ......................... 569
Prof. Dr. Ömer ÇAHA
(Yıldız Teknik Üniversitesi)
23. 1983-1991 DÖNEMĐNDE ĐÇ POLĐTĐKA: ÖZAL’LI YILLAR ............................. 589
Prof. Dr. Muhittin ATAMAN
(Abant Đzzet Baysal Üniversitesi)
24. TURGUT ÖZAL DÖNEMĐ TÜRK DIŞ POLĐTĐKASI [1983–1993] ................... 605
Prof. Dr. Sedat LAÇĐNER
(18 Mart Üniversitesi)
25. SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRK DIŞ POLĐTĐKASI [1991–2001] .................... 633
Prof. Dr. Gökhan BACIK-Dr. B. Balamir COŞKUN
(Đpek Üniversitesi-Zirve Üniversitesi)
26. 1980-2000’DE TÜRKĐYE EKONOMĐ POLĐTĐĞĐ: ÇALKANTILI
BĐR EKONOMĐDE ĐSLAMCI SĐYASETĐN YÜKSELĐŞĐ VE DÜŞÜŞÜ............. 643
Prof. Dr. Murat ÇEMREK
(Necmettin Erbakan Üniversitesi)
27. ADALET VE KALKINMA PARTĐSĐ (AK PARTĐ) DÖNEMĐ
ĐÇ VE DIŞ POLĐTĐKA [2002- ...] ............................................................................. 671
Prof. Dr. B. Berat ÖZĐPEK
(Đstanbul Ticaret Üniversitesi)

xii
BEŞİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN EKONOMİ POLİTİĞİ


[1923–2007]]

28. TÜRKĐYE’DE ĐKTĐSADĐ DÖNÜŞÜMLER VE POLĐTĐK


YANSIMALARI [1923–2007] ................................................................................... 695
Doç. Dr. Adem ÜZÜMCÜ- Prof. Dr. Mehmet DĐKKAYA-
Yrd. Doç. Dr. Deniz ÖZYAKIŞIR
(Kafkas Üniversitesi-Kırıkkale Üniversitesi-Kafkas Üniversitesi )
29. TÜRKĐYE EKONOMĐSĐNDE KAYIP YILLAR [1991–2001] ................................. 743
Prof. Dr. Mehmet DĐKKAYA- Yrd. Doç. Dr. Deniz ÖZYAKIŞIR
(Kırıkkale Üniversitesi- Kafkas Üniversitesi)
30. TÜRKĐYE’DE DEVLET-SERMAYE ETKĐLEŞĐMĐ ................................................. 755
Doç. Dr. Hüsnü KAPU
(Kafkas Üniversitesi)

KAYNAKÇA ..................................................................................................................... 773


ĐNDEKS ............................................................................................................................. 775

xiii
KISALTMALAR

AB : Avrupa Birliği
ABD : Amerika Birleşik Devletleri
ADD : Atatürkçü Düşünce Derneği
AET : Avrupa Ekonomik Topluluğu
AGĐT : Avrupa Güvenlik ve Đşbirliği Teşkilatı
AKP/Ak Parti : Adalet ve Kalkınma Partisi
AKPM : Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi
ANAP : Anavatan Partisi
AP : Adalet Partisi
A-RMHC : Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
ASAM : Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi
AT : Avrupa Topluluğu
BBP : Büyük Birlik Partisi
BBYSP : Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı
BDDK : Bankacılık Düzenleme Ve Denetleme Kurumu
BM : Birleşmiş Milletler
BMM : Büyük Millet Meclisi
CENTO : Merkezi Anlaşma Örgütü
CHF : Cumhuriyet Halk Fırkası
CHP : Cumhuriyet Halk Partisi
CKMP : Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
CMP : Cumhuriyetçi Millet Partisi
ÇP : Çalışanlar Partisi
ÇYDD : Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği
DB : Dünya Bankası
DÇM : Dövize Çevrilebilir Mevduat
DM : Danışma Meclisi
DP : Demokrat Parti
DPT : Devlet Planlama Teşkilatı
DSP : Demokratik Sol Parti
DTH : Döviz Tevdiat Hesapları
DUĐ : Duyun-u Umumiye Đdaresi
DYP : Doğru Yol Partisi
FKÖ : Filistin Kurtuluş Örgütü
FP : Fazilet Partisi
GEGP : Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
GP : Güven Partisi
GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla

xiv
HP : Halkçı Parti
HP : Hürriyet Partisi
HT : Heyet-i Temsiliye
IDP : Islahatçı Demokrasi Partisi
IMF : Uluslar arası Para Fonu
ĐBYSP : Đkinci Beş Yıllık Sanayi Planı
ĐKÖ : Đslam Konferans Örgütü
ĐSO : Đstanbul Sanayi Odası
ĐTC : Đttihat ve Terakki Cemiyeti
ĐTF : Đttihat ve Terakki Fırkası
KDV : Katma Değer Vergisi
KĐT : Kamı Đktisadi Teşekkülleri
KKBG : Kamu Kesimi Borçlanma Gereği
KM : Kurucu Meclis
KMD : Komünizmle Mücadele Derneği
KOBĐ : Küçük ve Orta Büyüklükteki Đşletmeler
MBK : Milli Birlik Komitesi
MÇP : Milliyetçi Çalışma Partisi
MDP : Milliyetçi Demokrasi Partisi
MGK : Milli Güvenlik Kurumu
MHP : Milliyetçi Hareket Partisi
MĐT : Milli Đstihbarat Teşkilatı
MLF : Çok Taraflı Nükleer Güç
MNP : Milli Nizam Partisi
MP : Millet Partisi
MSP : Milli Selamet Partisi
MTA : Maden Tetkik Arama Enstitüsü
NATO : Kuzey Atlantik Paktı
OECD : Ekonomik Đşbirliği ve Kalkınma Örgütü
OSĐA : Ortak Savunma ve Đşbirliği Anlaşması
PKK : Kürdistan Đşçi Partisi
RP : Refah Partisi
SCF : Serbest Cumhuriyet Fırkası
SHP : Sosyal Demokrat Halkçı Parti
SKB : Silahlı Kuvvetler Birliği
SODEP : Sosyal Demokrasi Partisi
SP : Saadet Partisi
SPK : Sermaye Piyasa Kurulu
SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
SSK : Sosyal Sigortalar Kurumu
ŞAMHC : Şark-i Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi

xv
TBP : Türkiye Birlik Partisi
TCF : Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
TCK : Türk Ceza Kanunu
TCMB : Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası
TEFE : Toptan Eşya Fiyatları Endeksi
TEMA : Türkiye Erozyonla Mücadele ve Araştırma Vakfı
TESK : Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Sendikası
TĐKA : Türk Đşbirliği ve Kalkınma Ajansı
TĐP : Türkiye Đşçi Partisi
TM : Teşkilat-ı Mahsusa
TMHMC : Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti
TMSF : Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
TMVK : Toprak Mahsulleri Vergi Kanunu
TSKB : Türkiye Sına-i Kalkınma Bankası
UNFIYCP : Kıbrıs Đçin Birleşmiş Milletler Barış Gücü
ÜBYSP : Üçüncü Beş Yıllık Sanayi Planı
VŞMHMC : Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cem.
YAŞ : Yüksek Askeri Şura
YÖK : Yüksek Öğretim Kurulu
YSK : Yüksek Seçim Kurulu
YTP : Yeniden Türkiye Partisi
YTP : Yeni Türkiye Partisi

xvi
xvii
DÖRDÜNCÜ BASKI ĐÇĐN ÖNSÖZ
Akademik içeriği bakımından özgün ve çoğu makaleleriyle Türkiye’nin siyasi
hayatında yerleşik kalıpların ötesinde bir araştırma ve kavrayışa sahip olduğu iddiasıy-
la vitrine çıkan ve Türkiye’nin seçkin bilim insanlarının ürünü olan elinizdeki eserin
ilk baskısı 2009 yılında yapılmıştı. Eleştirel ve hacimli böylesi bir eserin 3 yılda 4 baskı
yapması ve her esere nasip olmayacak denli iltifata tabi olması editör ve yazarlar olarak
bizleri hayli mutlu etti. Bu bakımdan, Türkiye’nin iç ve dış siyasi ve iktisadi hayatının
derinlikli ve eleştirel okunmasına ciddi ihtiyacın olduğu ortaya çıkmaktadır.
Tarih, bir bakıma belirli sembol, kavram ya da sayılarla kimi zaman mitleştirilip
yüceleştirilen, kimi zaman da “sapmalar”la izahı çalışılan simgelere bürünmüş olayla-
rın içinde sessizce aktığı bir su yatağına benzer. Önemli olan, mitleştirme ve sapma-
lardan uzak bir tarihin su yatağına nüfuz edebilmeye cesaret etmektir. Bunun üstesin-
den gelinmesi zor bir ameliye olduğunun bilincinde olunmakla birlikte, farklı tarihi
görüşlerin birbiriyle agonistik bir müzakereden geçirilmesine imkan tanınması bile
başlı başına değer olsa gerektir. Bu eser, birçok makalesi ile hem kültüralist/sosyolojik
hem de sınıfsal kavramsallaştırma temelinde su yatağına nüfuz etmeye yönelik eleştirel
bir girişime kapı aralayabilirse, eserin yazılış amacının ortaya çıkacağı ümidindeyiz.
Üçüncü baskı esnasında editörlerin çeşitli projeler çerçevesinde yurt dışında ol-
maları nedeniyle bir önsöz yazılamamış ve ilgili baskıda bir öncekine göre hemen he-
men hiç bir değişiklik yapılamamıştı.
Dördüncü baskı vesilesiyle de kitabın genel muhtevasına ilişkin radikal bir deği-
şim yapılmamıştır. Bir önceki baskıya göre gözle görülür en önemli değişiklik, hem
editörlerin hem de yazarların akademik ünvanlarında ve çalış-tıkları yüksek öğretim
kurumlarında ortaya çıkan farklılıklardır. Bu değişimin kitabın özü ile ilgili bir deği-
şim anlamı taşıyamayacağı gerçeği altında beşinci baskı için öngördüğümüz bazı he-
deflerimiz bulunmaktadır. Bu hedefin en önemli sacayağını kitapta yapılacak bütüncül
bir revizyon ve güncelleştirme oluşturacaktır. Bu eksende beşinci baskıda kimi makale-
ler güncellenecek ve bazı bölümlerde eksikliği baştan beri hissedilen yeni yazılarla zen-
ginleştirilecektir. Bu durumun, eserin bundan sonraki baskılarına yeni bir bakış açısı
ve heyecan getireceği umulmaktadır. Böylesi bir planlamada, kuşkusuz şimdiye kadar 3
yılda 4 baskı yapmasına vesile olan siz değerli okuyucuların eleştirilerinin büyük payı
olduğu gibi, Savaş Yayınları’nın değerli sahibi Barış Gezerkaya’nın bizleri yüreklendi-
ren ısrarlı talebi de çok etkili olmuştur.
“Okurun Ruhu”ndan “derinlik” kaçmaz…
Editörler

xviii
ĐKĐNCĐ BASKI ĐÇĐN ÖNSÖZ

Elinizdeki kitap, Nisan-2009’da okuyucularla buluşmuş olmasına rağmen,


üzerinden bir yıl bile geçmeden kısa bir sürede büyük bir ilgiye mazhar oldu. Bu-
nun temel nedeni, kanımızca bu eserin Türkiye’de politik tarih konularını eleştirel
bir bakış açısıyla ve derli-toplu bir yöntem içerisinde inceleyen nadir çalışmalardan
birisi olmasıdır. Bununla beraber, Savaş Yayınevi’nin kitabın okuyucuya ulaştı-
rılmasındaki ciddi gayretleri de dikkate alınmalıdır.
Bu kapsamda elinizdeki çalışma, Türkiye’deki pek çok üniversitede alanla il-
gili lisans ve yüksek lisans derslerinde önemli başvuru kitaplarından birisi haline
gelmiştir. Dikkate değer bir medya tanıtımı yapılmadan elde edilen bu başarı, kita-
bın içeriğinin, başka unsurlara ihtiyaç hissettirmeden kendini ispat etmesine bağlı-
dır. Bu da, Türkiye’de siyasetin geçirmiş olduğu dönüşüm dikkate alındığında
Osmanlı’dan günümüze, tarihi eleştirel ve anlamaya dönük çalışmalara daha fazla
ihtiyaç duyulduğunun bir göstergesidir.
Bu büyük ilgiden aldığımız cesaretle yapılan ikinci baskıya, bazı küçük deği-
şikliklerle beraber yeni bir bölüm ilave edilmiştir. Bu ilave 1991-2001 arası döne-
min dış politik gelişmelerini ihtiva eden ve Zirve Üniversitesi’nin değerli akade-
misyenleri Gökhan Bacık ve B. Balamir Coşkun tarafından kaleme alınan bölüm-
dür. Bu eksende birinci baskı için yapılan önsöz de bu yeni bölüme bağlı olarak
revize edilmiştir.
Okuyucuları ikinci baskı ile baş başa bırakmadan önce, bu kitaba ilgi duyan
akademisyen, öğrenci ve siyasal tarih okurlarına sonsuz teşekkürler ederiz. Başta
Barış Gezerkaya olmak üzere, Savaş Yayınevi’nin değerli çalışanlarına da, profes-
yonel yayıncılık anlayışlarından dolayı teşekkürü bir borç biliriz.

Editörler

xix
BĐRĐNCĐ BASKI ĐÇĐN ÖNSÖZ

GEREKÇE, AMAÇ VE YÖNTEM


Elinizdeki kitap, üç yıla yakın bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Tür-
kiye’de klasik Osmanlı döneminden başlayarak Osmanlı ve Cumhuriyet modern-
leşmesinden günümüze kadar uzanan iç ve dış politik olayları sistematik ve eleşti-
rel bir biçimde akademik düzeyde ele alan derli toplu bir çalışmanın olmayışı bizleri
böylesi bir kitabı hazırlamaya teşvik etti. Çalışma kendi alanında iddialı bir girişi-
min sonucu olarak kaleme alındı. Bu bakımdan çalışmanın gerekirliği beş temel
etmene bağlanabilir:
Birincisi, özellikle üniversitelerin Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ile Ta-
rih ve Uluslararası Đlişkiler bölümlerinde okutulan Cumhuriyet Tarihi, Türki-
ye’nin Siyasi Tarihi ya da Türkiye’nin Yakın Siyasi Tarihi gibi derslerde okutula-
bilecek ve öğrencilerin takip etmekte zorlanmayacakları bir kitabın bulunmayışı,
mevcut kitapların ya dönemsel bir biçimde bir konunun derinlemesine analizi çer-
çevesinde Türkiye’nin siyasi tarihini ele almış olmaları ya da anekdot tarihçiliği
denebilecek tarzda sadece olguları sıralamakla yetinen kronolojik bir siyasi tarih
olmaları ve yahut da Osmanlı’dan itibaren günümüze kadarki gelişmeleri siyasi
tarih perspektifinden toplu olarak inceleyen bir çalışmanın bulunmaması, kitabın
editör ve yazarlarını böyle bir çalışma hazırlamaya sevk etti.
Çalışma, üniversite öğrencileri yanında tarihi ve toplumsal boyutlarıyla
Osmanlı modernleşmesinden cumhuriyet modernleşmesine ve oradan da günümü-
ze uzanan Türkiye’nin iç ve dış politik tarihine ilgi duyan, ancak bu ilgisini siyasi
ve sosyolojik bakış açısından yetersiz bir tarzda kaleme alınmış ansiklopedist ve
kronolojik tarihi kitaplarda gideremeyen her kesimden Türkiyeli okura da hitap
etmektedir. Ayrıca genel olarak tarihi süreklilik ve bilinçten yoksun ve araştırma
bir yana, okumaktan fazla hazzetmeyen ortalama Türkiye insanının, Türkiye’nin
siyasi tarihine ilişkin yazılmış ciltler dolusu kitapları oku(ya)mamasının oluştur-
duğu boşluğu, her biri alanında uzman akademisyen/araştırmacı tarafından yazıl-
mış mütevazi, ancak eleştirel ve derinlikli çalışmaları içinde barındıran tek bir ciltle
-bir nebze de olsa- doldurmanın bir gereksinim olduğu düşünüldü.
Đkincisi, dünyada ve Türkiye’de 1980 sonrası ve özellikle 2000 sonrası ya-
şanan toplumsal, iktisadi ve siyasal gelişmeler, Türkiye’nin politik tarihini yeni
gelişme ve anlayışlar çerçevesinde, eleştirel tarih felsefesini de dikkate alarak oku-
manın/yazmanın gerekliliğini ortaya çıkardığı gibi, orta/orta üstü yaşlardaki genç
akademisyenlerin/araştırmacıların doktora ve sonrası titiz çalışmaları neticesinde,
özellikle Türkiye’nin cumhuriyet dönemi tarihini eleştirel perspektif, bilgi, bulgu

xx
ve belgeler ışığında hem resmi/ideolojik tarih anlayışlarından hem de yerleşik mu-
halif söylemlerden uzak bir biçimde çözümlemelerinin, Türkiye’de son yıllarda
tıkanan siyasal gerçekliği anlamada/aşmada büyük katkısının olabileceği öngörül-
dü.
Üçüncüsü, Türkiye’de Osmanlı’yı da içine alabilecek şekilde yazılan Cum-
huriyet tarihine ilişkin siyasi tarih çalışmalarının bir çoğu, “gerçek” tarihi döne-
mecin, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basışı ile başladığı ve
29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile devam ettiği yanılgısı ile
malül olmalarıdır. Oysa Türk-Đslam devlet/imparatorluk geleneğinden neşvünema
bulan güçlü, kutsal ve “uğruna feda olunan” Türk devlet geleneğinin “özü”, Os-
manlı modernleşmesinde “kısmen” devam ettirilmiş, Cumhuriyet modernleşme-
sinde kapsayıcı/keskin farklı bir “form”a bürünmüş olmasına rağmen, aynen ko-
runmuş ve günümüze kadar etkisini sürdüre gelmiştir.
Bu bakımdan Cumhuriyet Türkiyesi’nin, bir imparatorluk bakiyesi olarak,
devletin tüm toplumsallıklar/farklılıklar karşısında seküler aşkınlıkla (kutsallıkla)
üstünlüğünü devam ettirdiği, hatta ulus-devletçi eritici bir güce tevarüs ettiği
gerçektir. Bunu anlamanın yolu, tarihi, özsel süreklilik ve biçimsel kopuşların iç içe
geçtiği ve dönemsel “değerler”in dışında belirli epistemolojik “öz” çerçevesinde
değiştiği bir bağlamsallık temelinde okumaktan geçmektedir. Bu da, verili tarihsel
gerçekliğe sosyolojik ve siyasi bir tahayyül dünyası ile yaklaşmakla imkan dahiline
girebilecektir.
Bu bağlamda, günümüz Türkiye’sinde birey-toplum-devlet ilişkilerinin ku-
rulduğu toplumsal, iktisadi ve siyasi yaşam alanlarında cereyan eden pek çok geri-
lim alanının (din-laiklik, Türk-Kürt, alevi-sünni, özelleştirme-devletleştirme, dev-
let-sermaye-medya ilişkisi gibi) tarihi arka plan unsurlarına bakılmalıdır. Buradan
yola çıkılarak, Türk-Đslam devlet/imparatorluk geleneğinin tabakalara dayalı “ni-
zam-ı alem” düşüncesinin pek çok unsuru ile örtüşen Batılı aydınlanma felsefesi
üzerine oturan pozitivist/korporatist cumhuriyet modernleşmesi anlaşılabilir.
Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet Türkiyesi’ne ilişkin yazılan/öğretilen
tarihin, belirli hegemonik bir resmi ideoloji ile bütünleşen devletin, halklar katında
kendisini meşrulaştırma işlevine dönük ele alınması, çalışmanın dördüncü gerek-
çesini teşkil etmektedir. Kemalist resmi ideoloji üzerine oturan resmi tarih çalışma-
ları, böylesi bir niteliği haizdir. Ancak, farklı ideolojilere mensup tarih yazarlarının
bir kısmının, halihazırda statüko eksenli bir dil ve üslup kullanması, Türkiye’de
farklı ideolojilerin çıkarlarına uygun bir karakter çizen Kemalizm’in kendisini ye-
niden üretmesini temin ettiği gibi, eleştirel bir tarih yazıcılığının/felsefesinin eksik-
liğini de gün ışığına çıkarmaktadır. Bu bakımdan, birbirinden farklı dünya görüş-
lerine yaslandığını iddia eden bir çok sosyalist, liberal, milliyetçi, Đslamcı, muhafa-
zakar bakış açılarının bazılarının, resmi Türk tarih tezi üzerine oturan Kemalizm
etrafında nüvelendiği (eklemlendiği) ve bir şekilde Kemalist resmi ideolojinin epis-

xxi
temolojik önceliğinden paradigmadik bir kopuşu gerçekleştir(e)mediği gözlemlen-
mektedir. Bu açıdan elinizdeki çalışma, her yazısıyla olmasa da, genel olarak resmi
tarih tezi ve yerleşik anlayışların dışında, “Orada bir dünya var, başka bir dünya”
diyerek Kemalist resmi tarih tezinden paradigmadik bir kopuşu gerçekleştirmeye
küçük bir kapı aralamaktadır.
Beşincisi, mevcut siyasi tarih çalışmalarında genellikle iç ve dış politika
arasında kesin bir ayrım yapılmaya çalışılmasına yönelik eğilimler, bu kitap ekse-
ninde her iki yönelimin de birlikte ele alınmasının okuyucu açısından daha yararlı
olacağı düşüncesi ile yer değiştirdi. Başka bir deyişle, Türkiye’nin politik tarihi,
sadece iç siyasi gelişmelerin dış politikaya, uluslararası ilişkilerin iç siyasi gelişme-
lere etkisi bağlamında ele alınmadı. Aksine, her iki sürecin karşılıklı olarak birbiriy-
le etkileşim içine girdiği ve sürecin çok boyutluluk çerçevesinde işlediği düşünüle-
rek bu çalışmada iç ve dış dinamikler bir arada ele alındı.
Osmanlı’dan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı dönemine kadar Türki-
ye’nin siyasal hayatının iç ve dış dinamiklerinin ele alındığı bu kitapta, her bir
akademisyen/araştırmacı, kronolojik olgucu tarihçilik anlayışı ile hareket etmeye-
rek, uzmanı olduğu dönemle ilgili toplumsal ve siyasi olayları olabildiğince belgele-
re dayalı olarak eleştirel bir biçimde çözümlemeye çalıştı. Farklı tarihi dilimleri,
değişik bilim insanlarının yazacak olmasının kitabın bütünselliğine gölge düşür-
memesi için, ilgili akademisyenlerin dönemleri dışına taşacak bilgi ve çözümleme-
lerden olabildiğince kaçınmaları sağlandı. Kitapta, yazarların tercihlerine bağlı
kalınarak hem paragraf içi ve hem de son not sistemi benimsendi.
Kitaba katkıda bulunan akademisyenler/araştırmacılar için fazla söze hacet
olmamasına rağmen, kısaca şunu belirtmekte yarar var: Her bir bölümün, kendi
alanında özgün çalışmalara imza atmış, bu konularda yüksek lisans, doktora ve
doktora sonrası çalışmalar/araştırmalar yapmış uzmanlara yazdırılmasına özen
gösterildi. Yazarlar kadrosunun, “18 farklı üniversite” ile bağımsız “2 bağımsız
araştırmacı”dan oluşmuş olması, bu çalışmanın kapsamını ve zenginliğini göster-
mektedir.

xxii
BÖLÜMLERLE ĐLGĐLĐ AÇIKLAMALAR

Birinci Bölüm
Kitap altı temel ayrımdan oluşmaktadır. Đlk temel ayrımı
“OSMANLI’DAN MODERN CUMHURĐYET’E GEÇĐŞ VE GENEL
ANALĐZLER” oluşturmaktadır. Bu bölümdeki yazılar genel değerlendirmeler
içermekte ve bütüncül bir perspektifle tarihsel süreci analiz etmektedir. Bu ana
başlık ekseninde beş yazı kaleme alınmıştır.
Đlk yazıyı, Đstanbul Bilgi Üniversitesi’nden değerli bilim adamı ve usta ka-
lem Prof. Dr. Murat Belge hazırladı. Yazının başlığı “Türkiye’nin Politik Tarihine
Eleştirel Bir Giriş” adını taşımakta olup tarih çalışmalarının neden geçmişi ve bu
günü açıklamada yaşamsal bir öneme sahip olduğunu tartışmakta ve güncel örnek-
lerle bunu ispatlamaya çalışmaktadır.
Đkinci yazıyı, Türkiye’nin yetiştirdiği özgün akademisyen ve sosyal bilim-
cilerden birisi olan Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. E. Fuat Keyman
hazırladı. “Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme” başlığını taşıyan çalışma-
sında Keyman, Türkiye tarihini, süreklilik veya kırılma karşıtlığı içerisinde olma-
dan, değişim-dönüşüm süreci ekseninde analiz etmektedir. Keyman bu dönüşüm
sürecini, modernleşme, demokratikleşme, küreselleşme ve Avrupalılaşma eksenle-
rinde analiz etmeye çalışmaktadır. Sosyal ve siyasal dönüşümü kavram bilimsel ve
sosyolojik açıdan değerlendirdiği yazısı, modern Türkiye’nin tarihsel sürecine yö-
nelik orijinal bir açıklama denemesidir.
Üçüncü yazı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Adem
Çaylak tarafından hazırlanmıştır. Çaylak, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de
Đktidar-Muhalefet Đlişkileri” adını taşıyan çalışmasında, Klasik Osmanlı dönemin-
den modern Türkiye’ye uzanan tarihsel süreçte, merkez-çevre ekseninde beliren
iktidar-muhalefet ilişkilerinin çarpık ve cepheleşmeci boyutunu incelemektedir. Bu
çerçevede Türkiye’nin siyasal hayatında iktidarın muhalefete “öteki” olarak bakma-
sını ve muhalefetin de iktidarı “yok edilmeye müstahak” bir unsur olarak algılama-
sını tarihsel/teorik bir perspektifle analiz etmektedir.
Dördüncü yazıyı Atatürk Üniversitesi’nden Doç. Dr. Şükrü Nişancı ka-
leme aldı ve “Osmanlı’dan Cumhuriyete Önemli Siyasal Akımlar ya da Türkiye’de
Siyasetin Üç/Đç Yüzü” başlığını taşımakta. Bu çalışmada vurgulanan akımlar,
temelde Batıcılık, Đslamcılık ve Türkçülük ekseninde ele alınmış bulunmakta ve
milliyetçilik/Türkçülük ekseni özellikle orijinal kaynaklarına başvurularak değer-
lendirilmeye çalışılmaktadır.

xxiii
Birinci temel ayırımın son yazısı yine Doç. Dr. Adem Çaylak ve Kocaeli
Üniversitesi’nden Arş. Gör. Adem Çelik tarafından kaleme alındı. “Osmanlı ve
Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı” başlığına sahip
yazıda, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleş(tir)mesini Türk-Đslam imparatorlukla-
rı/devletleri geleneğinin, devleti önceleyen felsefesinin bir devamı niteliğinde oku-
maktadır. Bu tarihsel bağlamdan hareketle, keskin ve radikal cumhuriyetçi Kema-
listlerin ulus-devlet paradigmasına bağlı siyasal örgütlenmesinde, milli bir etnik
kimlik ve din yaratmak için özellikle devleti önceledikleri birincil kaynaklara inile-
rek tahlil edilmektedir.

Đkinci Bölüm
Đkinci temel ayırımı oluşturan ve “1919–1950 DÖNEMĐ TÜRKĐYE’DE
ĐÇ VE DIŞ POLĐTĐK GELĐŞMELER” ana başlığı altında dokuz değerli çalışma
bulunmaktadır. Bu dönemsel ayırımın temel nedeni, 1919-1950 arasının milli mü-
cadeleden başlayarak tek parti iktidarı ile süreklilik arz eden bir tarihsel dilimi ifade
etmesidir.
Bu bölümde ilk yazıyı, Aksaray Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Đsmail
Akbal ve duayen araştırmacı-yazar Đsmail Hacıfettahoğlu kaleme aldı. “Milli Mü-
cadele Dönemi-I [1919-1920]” başlıklı yazı, Milli Mücadele’nin temel dinamikle-
rinin, Sivas Kongresi’ne kadar Teşkilat-ı Mahsusa ve Đttihad ve Terakki geleneğine
mensup kişiler tarafından yönlendirildiğini, tarihsel süreç içerisinde değerlendir-
mektedir.
Đkinci yazı, Doç. Dr. Đsmail Akbal tarafından hazırlanmış olup “Milli Mü-
cadele Dönemi-II [1920-1923]” başlığını taşımaktadır. Bu çalışmada, tarihsel sü-
reçte, yukarıda belirtilen kadrolarla Mustafa Kemal ve ekibi arasında, askeri olmak-
tan ziyade siyasal bir iktidar mücadelesinin gerçekleştiğini, söz konusu kadroların
Mustafa Kemal tarafından nasıl devre dışı bırakıldığını incelemektedir.
Đkinci temel ayırımın üçüncü yazısı, Güvenlik Bilimleri Akademisi’nden
Yrd. Doç. Dr. Faruk Çakır tarafından kaleme alınmış olup “Milli Mücadele’nin
Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika” başlığına sahiptir. Bu
çalışmada, Mondros sonrası meydana gelen gelişmelerden Lozan’a kadar milli mü-
cadeleyi yönlendiren kadroların dış politik yaklaşımları kritik edilmektedir.
Dördüncü yazı, “1923–1929 Dönemi Türkiye’de Đç Politika” adını taşı-
makta ve Güvenlik Bilimleri Akademisi’nden Prof. Dr. Yılmaz Çolak tarafından
hazırlanmıştır. Çolak bu yazısında Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, özellikle
Takrir-i Sükun döneminden itibaren otoriter bir yönelime giren siyasal kadroların
ülkedeki her türlü muhalefet hareketini tasfiye sürecini incelemektedir.

xxiv
Beşinci yazı, değerli araştırmacı Dr. Murat Yılmaz tarafından kaleme
alınmış olup “1930- 1938 Döneminde Türkiye’de Siyasi Hayat” başlığını taşımak-
tadır. Bu çalışmasında Yılmaz, Atatürk’ün ölümüne kadar devam eden süreçte
“vesayetçi” ve “terbiye edici diktatörlük” ekseninde ortaya çıkan tarihsel dilimi
analiz etmektedir.
Altıncı yazıyı, Güvenlik Bilimleri Akademisi’nden Prof. Dr. Mustafa
Çufalı hazırlamış olup “Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası [1923-
1938]” başlığını taşımaktadır. Bu çalışmada Çufalı, Lozan Anlaşması sonrası re-
vizyonist olmayan Türk dış politikasının genel analizini yapmaktadır. Đngiltere,
SSCB, Fransa, Yunanistan, Đtalya ve Almanya ile gelişen ilişkiler, Montrö Sözleş-
mesi ve Balkan Antantı gibi yaşamsal kıvrılma noktaları da bu yazının ilgi alanına
girmektedir.
Yedinci yazı, “1939–1945 Dönemi Đç ve Dış Politika” konusunu değerlen-
dirmiş olup Süleyman Demirel Üniversitesi’nden Prof. Dr. Süleyman Seydi tara-
fından hazırlanmıştır. Bu çalışma dönemin iç ve dış politik gelişmelerini günümü-
ze uzanan etkilerini de dikkate alarak yorumlamaktadır. Yazar, II. Dünya Savaşı
yıllarının oldukça hararetli iç ve dış siyasetini özgün kaynaklardan yararlanarak
analiz etmektedir.
Đkinci temel ayrımın sekizinci yazısını Doç. Dr. Adem Çaylak ve Doç. Dr.
Şükrü Nişancı birlikte hazırlamış ve “Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş
Demokrasiye Geçiş mi Siyasal Rejimin Restorasyonu mu [1946-1950]” başlığı ile
günümüz de bile çokça tartışılan bir geçiş dönemini yorumlamıştır. Yazarlar, çok
partili siyasal hayata geçişin, “biçimsel” anlamda bile demokrasiye geçiş olmadığı-
nı, özellikle DP’nin “Yeter! Söz milletindir” sloganının ve 1946 Ruhu’nun bir
“mit”ten ibaret olduğunu, bu tezin 1946-1950 arasında hem iktidar, hem muhale-
fet içinde siyasal rejimle uyuşmayan siyasal aktörlerin tasfiye edilmesiyle geçerlilik
kazandığını birincil kaynaklarla vurgulamaktadır.
Bu temel ayırımın dokuzuncu ve son yazısını ise Gazi Üniversite’sinden
Doç. Dr. M. Seyfettin Erol hazırlamış olup “1946–1950 Dönemi Türk Dış Politi-
kası” başlığını taşımaktadır. Savaş sonrası dönemde çok kesin bir dış politik tercih
yapma konusunda büyük bir dönemece girmiş olan Türk dış politikasının eğilimle-
rini ve yeni yönelimini etkileyen faktörler bu çalışma ekseninde incelenmektedir.

Üçüncü Bölüm
Elinizdeki kitabın üçüncü temel ayırımı olan “1950–1980 DÖNEMĐ
TÜRKĐYE’DE ĐÇ VE DIŞ POLĐTĐK GELĐŞMELER”, Demokrat Parti ile baş-
layıp 12 Eylül 1980 darbesi ile sonuçlanan ve Türkiye’nin politik tarihi açısından
çok tartışmaların yaşandığı bir dönem olarak altı çalışma ile incelenmiştir.

xxv
Bu bölümde ilk yazı, Uluslararası Antalya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ci-
hat Göktepe tarafından hazırlanmıştır. “Demokrat Parti Dönemi Đç ve Dış Siyasi
Gelişmeler [1950-1960]” başlığını taşıyan bu çalışma, DP Đktidarını üç ayrımda
incelemiş ve partinin ikinci döneminde prestij kaybetmesinin önemli nedenlerini
vurgulayarak dönemi iç ve dış politik dinamiklere bağlı olarak değerlendirmiştir.
Đkinci yazı, yine aynı yazar tarafından “Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Son-
rası Đç ve Dış Siyasi Gelişmeler [1961–1964]” başlığı ile hazırlanmıştır. Bu çalış-
mada Göktepe, DP sonrası 1960 darbesi ile gelişen olayları ve Türkiye’nin demok-
ratikleşmesinin tıkanma sürecine girme evresini iç ve dış politik etkiler ekseninde
kaleme almıştır.
Üçüncü yazı Doç. Dr. Adem Çaylak ve Ankara Üniversitesi SBF’den Arş.
Gör. Hüseyin Baran tarafından birlikte kaleme alınmış olup “Türkiye’de Kemalist
Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem [1960–1970]”
başlığını taşımaktadır. Bu çalışmada yazarlar, 1960 sonrası siyasal zeminin darbeci
kadrolar tarafından inşa edildiğini ve rayından koptuğu düşünülen Kemalist I.
Cumhuriyetin, II. Cumhuriyet’le tekrar aynı rotaya sürüklendiğini vurgulayarak
Demirel’in iç ve dış politik güçlerin etkisiyle DP mirasını kontrol etmek için
AP’nin başına nasıl getirildiğini analiz etmektedir. Ayrıca yazarlar, dönemin
önemli sosyal olaylarını karşılaştırmalı bir perspektiften okuyucuya duyurmaya
çalışmıştır.
Dördüncü yazı, Kırıkkale Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nasuh Uslu tarafın-
dan hazırlanmış olup “1965–1970 Dönemi Dış Politika” başlığına sahiptir. Bu
çalışmasında Uslu, özellikle bu dönemde en önemli dış politik sorunlar olan Kıbrıs
meselesi ve ABD ile kriz bağlamında gelişen ilişkileri derinlemesine ele almaktadır.
Beşinci yazı ise, yine Kırıkkale Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cemal Fedayi
tarafından kaleme alınmış olup “Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi
[1971–1980]: Nam-ı Diğer Yetmişli Yıllar” başlığı altında dönemin iç politik ge-
lişmelerini vurgulamaktadır. Bu çalışmada Fedayi, 1971 muhtırası ile bir kaos
ortamına sürüklenen siyasal ve sosyolojik olayların arka planına inerek ülkenin
1980 darbesine doğru evrilmesinde etkili olan temel unsurları irdelemektedir.
Bu bölümün son yazısı ise, Doç. Dr. M. Seyfettin Erol tarafından “1971–
1980 Dönemi Türk Dış Politikası” başlığı altında incelenmiştir. Bu çalışma 12
Mart muhtırası sonrası dönemde en önemli dış politik sorunları, Kıbrıs, ABD,
AET, SSCB ve Orta Doğu ile ilişkiler bağlamında değerlendirmekte ve dış politik
sonuçları üzerine vurgu yapmaktadır.

xxvi
Dördüncü Bölüm
Kitabın dördüncü temel ayırımı “1980–2007 DÖNEMĐ TÜRKĐYE’DE ĐÇ
VE DIŞ POLĐTĐK GELĐŞMELER” adı altında incelenmiştir ve altı değerli yazar
tarafından geliştirilmiştir.
Bu yazıların ilki Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Birol Akgün
tarafından kaleme alınmış ve “12 Eylül Döneminde Đç ve Dış Politika [1980–1983]”
başlığı altında dönemin iç ve dış politik gelişmelerini değerlendirmektedir. Bu çalış-
mada Akgün, 12 Eylül darbesine giden süreci inceleyerek, darbe sonucu oluşan olan
iç ve dış politik ortamı değerlendirmekte ve bir ölçüde darbelerin sosyolojik arka planı
ile ilgili çarpıcı değerlendirmeler yapmaktadır.
Đkinci yazı ise Türkiye’de, sosyal bilimlerde ufuk açıcı pek çok değerli çalış-
masının yanında, özellikle sivil toplum çalışmalarında uluslararası bir otorite olarak
kabul edilen Prof. Dr. Ömer Çaha tarafından “Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokra-
si [1983–1991]” başlığı ile incelenmiştir. Bu çalışmada Çaha, 1980 darbesinden
sonra Türkiye’nin sosyolojik dönüşümünü sivil toplum ve demokratikleşme olguları
ekseninde orijinal bir bakış açısı ile yorumlamaktadır. Özellikle bu dönemde “sivil
kadın”ın ortaya çıkış sürecini eril düzlem bağlamından soyutlayarak “cumhuriyetin
başından beri adı olmayan” kadının sesini ve etkinliğini analiz etmektedir.
Üçüncü yazı, 1983-1991 döneminde Türkiye’nin iç politik sahnesinde var
olan ve sahne arkası sayılabilecek önemli gelişmeleri inceleyen “1983-1991 Döne-
minde Đç Politika: Özal’lı Yıllar” adlı çalışmadır. Abant Đzzet Baysal Üniversite-
si’nden Prof. Dr. Muhittin Ataman tarafından kaleme alınan bu yazı, 1980 sonrası
Türkiye’nin dönüşümünü, Turgut Özal faktörü düzleminde özgün değerlendirmeler
eşliğinde yapmaktadır. Özellikle günümüze kadar uzanan siyasal tartışmaların teme-
linde yatan unsurların o dönemde de temel tartışma noktaları olarak gündeme gelmiş
olmasının, Özal sonrası Türkiye’nin büyük bir “zaman kaybı” yaşadığını vurgula-
maktadır.
Dördüncü temel ayırımın dördüncü yazısı ise, Çanakkale Üniversitesi Rek-
törü ve değerli bilim insanı Prof. Dr. Sedat Laçiner tarafından, “Turgut Özal Dö-
nemi Türk Dış Politikası [1983–1993]” başlığı ile kaleme alınmıştır. Laçiner bu
çalışmasında, 1980 sonrası Türkiye’de yeni bir medeniyet anlayışı düzleminde, eko-
nomi merkezli ve anti-bürokratik bir dış politika yönelimine giren Özal’ın temel pa-
radigmalarını analiz etmektedir.
Beşinci yazıyı, Đpek Üniversitesi’nden Prof. Dr. Gökhan Bacık ve Zirve
Ünivresitesinden Doç. Dr. B. Balamir Coşkun, “Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Poli-
tikası [1991-2001]” başlıklı çalışma ile kaleme almıştır. Bu çalışma, Soğuk Savaş
sonrası dönemde Türkiye’nin dış politikada karşısına çıkan fırsatları, iç politik istik-
rarsızlıklar nedeniyle değerlendirememesinin arka planını masaya yatırmaktadır.

xxvii
Altıncı yazıyı, Necmettin Erbakan Üniversitesi’nden Prof. Dr. Murat Çem-
rek, “1980-2000’de Türkiye Ekonomi Politiği: Çalkantılı Bir Ekonomide Đslamcı
Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü” başlığı altında incelemiştir. Bu konuda aynı zaman-
da doktora tezi çalışması da yapmış olan Çemrek, bu değerlendirmesinde 1980 sonra-
sında ivme kazanan muhafazakar sağ siyasal yönelimlere koşut olarak açığa çıkan
Đslamcı siyasetin ekonomi-politiğini çarpıcı sonuçlarla incelemektedir.
Dördüncü temel ayırımın son yazısını ise Đstanbul Ticaret Üniversitesi’nden
Prof. Dr. B. Berat Özipek hazırlamıştır. “Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi
[2002-…]” başlıklı çalışmasında Özipek, 28 Şubat Postmodern muhtırasının ortaya
çıkardığı çalkantılı siyasal ve iktisadi ortamın bir ürünü olan Ak Parti’nin, Türki-
ye’nin klasikleşmiş iç ve dış politikasından büyük oranda farklı siyasal yönelimlerini
çözümlemektedir. Bu çerçevede Özipek, Ak Parti dönemini ikiye ayırarak, 2005 son-
rasında bu siyasal hareketin özellikle iç politikada statüko eksenli bir yönelime doğru
evrilmesinin arka plan unsurlarına temas etmektedir. Ergenekon davası gibi büyük
bir kırılma noktası sayılan siyasal olayı da eleştirel bir biçimde değerlendirmektedir.

Beşinci Bölüm
Elinizdeki kitabın beşinci ve son temel ayırımını, “TÜRKĐYE
CUMHURĐYETĐNĐN EKONOMĐ-POLĐTĐĞĐ” oluşturmaktadır. Cumhuriyet
döneminin genel iktisadi performansı ve sermaye-devlet ilişkilerini inceleyen bu bö-
lüme üç yazı dahil edilmiştir.
Bunların ilki “Türkiye’de Đktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları [1923–
2007]” adını taşımakta olup Kafkas Üniversitesi’nden Doç. Dr. Adem Üzümcü,
Kırıkkale Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mehmet Dikkaya ve yine Kafkas Üniversite-
si’nden Yard. Doç. Dr. Deniz Özyakışır tarafından kaleme alınmıştır. Türkiye’nin
ekonomi politiği konusunda 2008 yılı içerisinde bir kitap da kaleme almış olan yazar-
lar bu çalışmada, Cumhuriyet dönemindeki iktisadi gelişmeleri ve bu gelişmeleri
etkileyen siyasal faktörleri analiz etmektedir. Kitabın tarihsel ayırımlarına paralel
olacak şekilde dönemsel incelemeler yapan bu çalışma, Cumhuriyet dönemi Türkiye
ekonomisi konularına ilgi duyanlar için “tek kalemde bir okuma” niteliği taşımakta-
dır.
Đkinci yazı yine Prof. Dr. Mehmet Dikkaya ve Yard. Doç. Dr. Deniz Özya-
kışır tarafından yapılan bir çalışma olup “Türkiye Ekonomisinde Kayıp Yıllar
[1991–2001]” başlığını taşımaktadır. Bu özgül çalışma 1991-2001 yılları arasında
Türkiye’nin ekonomi-politiğine özel bir atıfta bulunarak bu dönemde Türkiye eko-
nomisinin içine düştüğü ekonomik darboğazın kökenleri açıklamaya çalışmaktadır.
Son temel ayırımın son yazısı ise Kafkas Üniversitesi’nden Doç. Dr. Hüsnü
Kapu tarafından kaleme alınmıştır. “Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi” başlığı-
nı taşıyan bu çalışma, Türkiye’de sermaye kesiminin, devlet aygıtına “göbekten”

xxviii
bağ(ım)lı olduğunu, Đttihat ve Terakki döneminden başlayarak Cumhuriyet’le devam
eden devlet eksenli yapay bir girişimci sınıf oluşturma çabalarını çözümlemektedir.
Bunun son yıllardaki en önemli istisnasının, bir bölümü fiyaskoyla sonuçlanmasına
rağmen, 1980’lerden itibaren Anadolu’da yeşeren, daha bağımsız, daha yerli ve daha
fazla dünya ile eklemlenme potansiyeli taşıyan yeni girişimci sınıflar olduğunun
altını çizmektedir.
Bu kapsamlı kitapta yer alan yazıların akademik ve hukuki sorumluluğunun
tamamen yazarlarına ait olduğunu vurgulamak isteriz. Kitabın bölümlerinin okun-
masında ve tashihlerinde değerli katkılarından ötürü Kafkas Üniversitesi ĐĐBF araş-
tırma görevlileri Deniz Özyakışır, Adem Çelik ve Meryem Aybas’a, değerli düşünce-
leri ile değerlendirmelerimize katkıda bulunan Doç. Dr. Hüseyin Tutar’a ve yüksek
lisans öğrencileri Cem Yıldırım, Mustafa Korkat ve Gökhan Şentürk’e teşekkürleri-
mizi sunarız. Uzun bir zamandır üzerinde çalıştığımız bu kitabın hazırlanma süre-
cinde, kendilerine ayırmamız gereken değerli zamanlarından “çaldığımız” eş ve ço-
cuklarımıza da göstermiş oldukları erdemli sabırdan ötürü minnettarız.
Kısa bir zaman içerisinde kitabı baskıya hazır hale getiren Savaş Yayınevi’nin
tüm çalışanlarına da teşekkür ediyoruz. Kitapta rastlanabilecek bazı teknik ve akade-
mik hatalardan dolayı peşinen özür dilemeyi bir borç biliyoruz. Okuyucu tarafından
tespit edilen her türlü teknik ve akademik eleştirinin, editörlere e-posta aracılığıyla
iletilmesini hararetle temenni eder, bir sonraki baskı için bu eleştirilerin yol gösterici
olmasını dileriz.

Editörler

Adem Mehmet Cihat Hüsnü


ÇAYLAK DĐKKAYA GÖKTEPE KAPU

xxix
xxx
1. Bölüm: Türkiye’nin Politik Tarihine Eleştirel Bir Giriş / Murat Belge

BĐRĐNCĐ BÖLÜM

OSMANLI’DAN MODERN
CUMHURĐYET’E GEÇĐŞ VE
GENEL ANALĐZLER

1
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

2
1. Bölüm: Türkiye’nin Politik Tarihine Eleştirel Bir Giriş / Murat Belge

BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE’NİN POLİTİK TARİHİNE ELEŞTİREL BİR GİRİŞ

Murat BELGE∗

Türkiye’de tarih her zaman günceldir. Böyle bir cümle size anlamlı geliyor
mu? Ne demek, tarihin “güncel” olması?
Şöyle açayım: Bir haftalık haber dergisi, bugün, yani 2009 yılında, “1977
Bir Mayıs’ında perde arkası” diye bir haber dosyası hazırlasa, böyle yayımlan-
sa, o sayı kimbilir ne kadar çok satar, ne çok konuşulur. Yani bir olay ki, 32 yıl
sonra “güncel”! Nasıl oluyor böyle bir şey? Oluyor, çünkü olaylar olurken na-
sıl olduklarını bilmiyoruz. “Resmî tarih” denilen bir şey var, o kendi mantığı
içinde neyin neden ve nasıl olduğunu açıklıyor. Buna normal olarak kimse
inanmıyor. Ama onun yerine bir alternatif açıklama da pek koyamıyor kimse,
çünkü, yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, bunu yapacak bilgiye sahip
değil.
Böyle olayların dökümünü yapmaya kalkışırsak, 31 Mart’ı aslında kimin
düzenlediğinden Mahmut Şevket Paşa’yı aslında kimin vurdurttuğuna,
1977’nin “1 Mayıs’ından bugünkü Hırant Dink cinayetine, ortaya akıllara dur-
gunluk veren bir liste çıkıyor.
Bu nasıl bir şey ve neden böyle?
Modern bir Türk devletinin oluşumu güçlüklerle dolu bir süreç olduğu
için böyle diye bir cevap verebiliriz belki. 19. yüzyılda dünya “Ulus devletler”
çağına girince, kendini bir “ulus” olarak tanımlamaya başlayan bir halkın, söz-
gelişi Yunanlar’ın, Bulgarlar’ın, Macarlar’ın v.b. o zamana kadar bir parçası
oldukları imparatorluğun elinden bağımsızlıklarını söküp almaları, kolay bir
şey değildi- zorluğu ve kolaylığı, daha çok o bağımsızlığı vermek istemeyen
devletin gücüne bağlıydı. Bu çerçevede yüzyılın ilk yarısında Yunanistan, so-
nuna doğru da Sırbistan ve Bulgaristan Osmanlı imparatorluğundan kopmayı
başarmış, ama bu yolda birden fazla önemli girişimi olan Macarlar Avusturya
karşısında aynı başarıya ulaşamamıştı.
Verdiğim örnekler ilk bakışta, “zayıf”ın “kuvvetli”ye karşı mücadelesi
olarak görülür. Birçok bakımdan gerçekten de böyledir. Ama çağ bir “ulus-
devlet çağı” ise, söz konusu somut birimlerden bir bakıma bağımsız, ama bir


Prof. Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi.

3
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

bakıma da hepsini belirleyecek bir şekilde, bu doğrultuda işleyen bir “tarihî


dinamik” var demektir. “Zayıf” konumda olanın uzun vadedeki gücü bu di-
namiğe dayanır.
Bağımsızlık bir kere kazanıldı mı, kazananın işi görece kolaydır: Devletini
zaten mücadele içinde bir ölçüde biçimlendirmiştir. Şimdi bunu kurumsallaş-
tırması gerekmektedir. En önemli avantaji ise kazanmış olmanın verdiği yük-
sek moraldir.
Osmanlı-Türkler (ve Habsburg Almanlar) bu süreçte kaybeden taraftaydı.
Dünyada haklılığı kabul edilen bir mücadeleyi (“ezilen ulus”un bağımsızlık
mücadelesi) bastırmaya çalışıyor konumunda olmanın etik ezikliğine ek olarak
yapmaya çalıştığı işi de yapamamış, savaşta (savaşlarda) yenilmiş, imparator-
luğu kaybetmişti. Bizim durumumuzda, toplum, “Doksanüç” bozgunundan
beri devam eden bir yılgınlık, kaybetmişlik birikiminin ağırlığını taşıyordu.
Bunu bir ölçüde dengeleyen, bir ulusal mücadele sonucunda “ulus-devlet”ini
nihayet kurmuş olmanın getirdiği bir sevinç, bir avunma da söz konusuydu.
Ama bu kaybolanı büsbütün unutturamıyor, ayrıca, “yeni kayıplar” ihtimalini
de büsbütün silmiyordu. “Multi-etnik” imparatorluk gitmişti ama multi-etnik
yapı duruyordu.
Bu karamsarlık, geçmişe yönelik keder ve geleceğe yönelik endişe, yeni
kurulan devletin ideolojisini derinden etkiledi. Ama bu noktada başka sorunlar
da baş gösteriyordu: Seçkin/toplum ilişkisinin sorunlu yanları. Toplum, yeni
devleti kurmuş olan seçkinlerinin ideolojisini, değerlerini ve özlemlerini pay-
laşmıyordu. Yüzyıllardır sözünü, tavsiyesini dinlemeye alışık olduğu gelenek-
sel ulema ise bu yeni seçkinler tarafından “düşman” ilân edilmişti. Bu da kuru-
lan Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi yönde nasıl ilerleyeceği sorusunu başlı
başına soruna dönüştüren bir durumdu. Böyle koşullar çok özel bir devlet fel-
sefesi ve daha da tuhaf bir “devlet prosedürü” yarattı. “Resmî gerçeklik”, daha
işin başında, gerçek gerçeklikten koptu. “Tepeden aşağı” yöntem bir kaçınıl-
mazlık olarak yerleşti.
Böyle bir yapılanma, kuruluş sürecinde zaten varolan (daha nesnel temel-
lere dayanan) endişelerle birleşerek ileri derecede “paranoid” olduğunu söyle-
yebileceğimiz, vehimlere, tehdit ve tehlike algılarına dayalı, aynı zamanda
kendini sorgulamayan bir devlet ideolojisi ve ona körü körüne bağlı bir “devlet
memuru” ve “devlet adamı” tipolojisinin zaman içinde biçimlenmesi sonucu-
nu getirdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın gidişine ayak uydurmak
için çok-partili rejime geçilmesi bu şekilde yetişmiş kadrolar gözünde yeni bir
“tehdit” gibi göründü. Bilgisiz halkın seçeceği, “ehil” kadrolardan gelmeyen,
Türk devlet adamlığının gayr-i resmî diplomasına sahip olmayan kişilerin hü-
kümet kurması ve böylece “devlet politikası”nı değiştirmesi imkânını yaratı-
yordu. Dolayısıyla, “çok-partili parlemantarizm” rejiminin bu yapıda yarattığı
ilk (dolaysız) tepki, “askerî darbe” oldu. Böylece “on yılda bir darbe” dönemi-
ne girildi. 12 Eylül’de, sivil hükümetler ile askeri darbeler arasında kurulan
tahtırevalli mantığından kurtulmak üzere, Milli Güvenlik Kurulu, asıl iktidarın
yeri olarak oluşturuldu ve askerî varlık siyasetin, hattâ toplumsal ve günlük
hayatın her alanında yerleşti.

4
1. Bölüm: Türkiye’nin Politik Tarihine Eleştirel Bir Giriş / Murat Belge

Böyle işleyen bir yapıda “görünen” ve “görünmeyen” ya da “görülmeme-


si gereken” arasında ciddi bir ayrışma olmak zorundadır. Sürekli darbeler
“darbeci” kadroları ve bunlar arasında kurulan gayr-i resmî ama belirleyici
ilişkileri yaratır. Türkiye bütün bunları yaşadı. Resmi tarih ile gerçek tarih ara-
sındaki vahim farklılığın nedenleri bu sayılan etkenlerdir.
Siyasetin bu son derece kendine özgü, her zaman gizli, çok zaman kanlı
seyrini bir yana bırakıp daha kuşbakışı, daha global ve genelleyici bir perspek-
tiften baktığımızda, bir çok sorununa rağmen, makul ve mantıklı bir gelişme
gösteren bir toplum görüyoruz. Nüfus artmış, yok denecek kadar bir başlan-
gıçtan oldukça (geri kalmış dünya ölçülerinden baktığımız zaman) dinamik bir
sanayileşme aşamasına ulaşılmış, enerjik, ihracat yapabilen bir imalat sektörü
kurulmuş, kent nüfusu nihayet kırsal nüfusu sollamış (ama bu hız hâlâ yeterli
değil); siyaset düzeyinde bütün sarsıntılara rağmen parlamenter rejimini de-
vam ettirebilmiş bir toplum var burada. Varolan hemen hemen bütün sorunla-
rında, örneğin demokrasinin cılızlığı, etnik sorunlarının çözümsüzlüğü, eğiti-
minin niteliksizliği, kentleşmesinin kaotik karakteri gibi bütün dertlerinde, en
önemli belirleyici, beğenilmeyen ve küçümsenen “ehliyetsiz toplum” değil,
değinilen kıskanç devlet felsefesinin kendisi.
Yani, denebilir ki toplum, onu kimin nasıl yöneteceği konusunda sürüp
giden kargaşaya rağmen, “sağlıklı bir çocuk” olarak büyümeyi başarmış, o
devlet felsefesinden ötürü bazı gerekli dersleri görememiş olsa da, kendisi için
doğru kararları verebilecek olgunluğa erişmiş durumda. Zaten bu kargaşanın
bugünkü biçimlenmesi de bu noktada. “Çocuk ergen oldu mu? Olmadı mı?”
kavgasını veriyoruz. Bu kavgada, “baba”nın “akıl sağlığı”nın ne durumda
olduğu pek sorulmuyor. Oysa asıl sorulması gereken bu. Bunu da, ancak, er-
genliğini kanıtlayan (rüştünü ispat eden) toplum sorabilir, soruşturabilir.
Dolayısıyla, Türkiye’de tarih önemlidir. Yalnız “tarih” olarak değil, bun-
dan önce gelecekle ilişkisinden ötürü önemlidir. Geçmişte gerçekte ne olduğu-
nun öğrenilmesi, bugünümüzü daha doğru anlamamızı sağlayacak, ama böy-
lece, yarını nasıl düşünebileceğimize, sandık odamızda bize sorulmadan biri-
ken bu mirasın içinden neyi isteyip neyi istemeyeceğimize daha sağlıklı bir
temel üzerinde karar verebilmemizi sağlayacaktır.

5
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

2. BÖLÜM
TÜRKİYE SİYASİ TARİHİ VE DEMOKRATİKLEŞME

E. Fuat KEYMAN∗

Değişen ve küreselleşen dünyada hızla dönüşen bir Türkiye gerçekliği ile


karşı karşıyayız. Bu dönüşüm süreci, siyasal, ekonomik, kültürel ve insani bo-
yutlarda, toplumsal ilişkilerin ve günlük yaşamın her alanında hissediliyor. Bu
dönüşüme ayak uydurmak, daha da önemlisi bu dönüşüme etkili ve verimli
yanıt vermek giderek var olan toplumsal yapılar, aktörler, düşünce tarzları ve
davranış biçimleri içinde giderek zorlaşıyor. Siyasal değişim ama aynı zamanda
istikrarsızlıklar, dış politikada değişim ama aynı zamanda yeni güvensizlik ve
risk alanlarının ortaya çıkışı, ekonomik değişim ama aynı zamanda kriz olasılık-
ları, kültürel değişim ama aynı zamanda kimlik-temelli çatışmalar ve günlük
yaşamın tüketim kalıplarında, yaşam tarzına, estetikten mekâna geniş bir yelpa-
ze içinde yaşadığı değişimi, ama aynı zamanda şiddet ve yabancılaşma/hiper-
bireycilik sorunları: Türkiye’nin yaşadığı dönüşümün bu olumlu ama aynı za-
manda riskli boyutları, bizi hem dönüşen Türkiye’yi “anlama ve eleştirel çözüm-
leme”, hem de bu dönüşümü “iyi yönetme” gerekliliğine itiyor. Diğer bir değiş-
le, bir taraftan “dışarıdan içeriye” hareket tarzı içinde küreselleşme süreçlerinin
çok-boyutlu etkileriyle ortaya çıkan, diğer taraftan da “aşağıdan yukarıya” hare-
ket tarzı içinde modernleşme sürecinin son yıllarda geçirdiği değişimi simgele-
yen toplumsal taleplerin, sorunların ve çatışmaların ürettiği “toplumsal dönü-
şüm olgusu, göz ardı edilemez bir toplumsal ve tarihsel gerçeklik olarak bizle
beraber ve ertelenemez bir “iyi yönetim” gerekliliğini ortaya çıkartıyor. Türki-
ye’de, hem devlet-toplum/birey ilişkilerinin, hem toplum-içi kimlikler arası iliş-
kilerin, hem de günlük yaşamın iyi ve adaletli düzenlenmesi için, dışarıdan içe-
riye hareket eden küreselleşme ve aşağıdan modernleşeme süreçlerine etkin ve
verimli yanıtı üretilmesi gerekliliği göz ardı edilemez bir ön-koşul konumuna
geliyor. Bugün, “dönüşümü anlama ve öğrenme yoluyla iyi yönetim yaratmak”
olgusunun, sadece siyasi değil, ekonomik, kültürel ve bireysel tüm aktörlerin
hareket tarzlarını ve karar alma süreçlerini etkilediği, hatta belirlediği bir dönem
yaşıyoruz.


Prof. Dr., Sabancı Üniversitesi.

7
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Bu nedenle de, Türkiye bugününü anlamak için, modern Türkiye tarihini


“süreklilik” ya da “kırılma” karşıtlığı içinde değil de, “değişim-dönüşüm süre-
ci anlayışı” içinde okumanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu bağ-
lamda da, Türkiye’yi bugünü anlama yoluyla iyi yönetmek için, tartışma nokta-
mızı “Osmanlıdan başlayan ve bugüne kadar süreklilik içinde devam eden
otoriter bir yönetim tarihi olarak Türkiye” ve “kırılma noktası olarak 1923’de
Cumhuriyetin ilanıyla başlayan bir çağdaşlaşma tarihi olarak Türkiye” karşıt-
lığı ve kutuplaşması gerisinde bir alanda, “Türkiye’nin değişim ve dönüşüm
sürecini nasıl çözümlemeliyiz?” sorusu üzerinde odaklamamız gerekiyor. Bu
tarih, 1923 den bugüne süren bir modernleşme tarihidir ve bu tarih içinde özel-
likle güçlü-devlet geleneği temelinde bir süreklilik vardır. Bununla birlikte, bu
tarih içinde önemli kırılma noktaları da yaşanmıştır. Eğer modernleşme tarihini
Osmanlı geçmişine kadar götürürsek ki götürmemiz gerekmektedir, 1923’de
cumhuriyetin ilanı ve ulus devlet-temelli modern ulus inşa etme sürecinin baş-
laması bir kırılmadır, 1950’de çok-partili parlamenter demokrasiye geçiş bir kı-
rılmadır, 1980’de ekonominin dış açılmasıyla başlayan ve 1990’lar da yaşamın
her alanında hissedilen küreselleşme süreci bir kırılmadır ve 1999 yılı sonunda
Türkiye-AB ilişkilerinde tam üyelik sürecine dönük derinleşme yaratacak Türki-
ye’nin tam üyelik aday statüsü alması, böylece oluşan Avrupalılaşma süreci bir
kırılmadır.
Bu bağlamda, süreklilik-kırılma ilişkisi belli bir dereceye kadar, modern
Türkiye tarihini anlama da açıklama gücü olan bir yöntemsel bakış açısı yarat-
maktadır. Bununla birlikte, bu açıklama gücü, bu çalışmada ayrıntı olarak açım-
layacağı gibi, değişim-dönüşüm sürecini anlama ve çözümleme de kısıtlıdır,
daha önemlisi, bugün yaşanılan siyasal kutuplaşmaların ve tali karşıtlıkların
üretilmesinde kullanılmaktadır. Aynı zamanda, daha somut düzeyde, Türki-
ye’nin 1980’lerden bugüne yaşadığı ve içinde küreselleşme ve Avrupalılaşma
süreçlerinin ya da tarihlerinin yaşandığı ve Türkiye’yi karmaşık toplum yapısına
dönüştüren değişimin sosyolojik siyasal ve ekonomik bir çözümlemesini yap-
mayı ve bu çözümleme temelinde yine aynı dönemde yaşanan siyaset-kriz-
değişim ilişkisi sorusuna yanıt bulmayı, süreklilik-kırılma ilişkisi temelinde
yapmak da, sınırlı bir açıklama gücüne sahiptir. Türkiye’de siyasal alan, hem
siyasal aktörleriyle hem de siyaset yapma anlayışıyla, 1980’li yıllardan bugüne
yaşanan önemli değişim ve dönüşüm sürecine ve bu sürecin ekonomik, kültürel
ve günlük yaşam alanlarında hissedilen etkilerine yanıt verememektedir. Bu
nedenle de, siyasi alanın giderek toplumdan koparak ciddi bir meşruiyet, temsi-
liyet ve yönetebilirlik kriziyle karşı karşıya kaldığı, bugün akademik ve kamusal
söylem ve tartışma içinde kabul edilen bir saptamadır.1 Bununla birlikte, bu sap-
tama içinde hala yanıt bekleyen soru, siyasi alanın krizinin kaynaklarının ve
nedenlerinin nasıl düşünülmesi gerektiği ve bu temelde bu krize nasıl bir çözüm
getirilebileceğidir.
Şüphesiz, 1980’lerden, özellikle 1990’lardan bugüne, giderek ivme kazanan
siyasal alanın krizi, kendisini farklı biçimlerde tezahür ettirmektedir. Bu tezahür
biçimleri kısaca şöyle sıralanabilir:
(i) Birincisi, bu alanın temel aktörleri olan merkez sağ ve merkez sol parti-
lerinin parçalanmaları, giderek toplumsal desteklerini kaybetmeleri ve

8
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

siyasal alanlarındaki güçlü konumlarını terk edip bu yeri ve konumu


merkez-dışı ya da çevre olarak görülen ve algılanan parti ve ideolojilere
bırakmaları;
(ii) İkincisi, 1980’den bugüne siyasi partilerin demokrasi ve toplum yöne-
timi anlayışı yönetebilme kapasitesi düşük bir demokrasi yaratmıştır.2
Yönetemeyen demokrasi, demokrasiye siyasi ve normatif bağlılıkları
olmayan siyasi aktörlerin, (siyasi partiler ve liderlerin) demokrasiyi,
toplumdan kopuk olarak kendi aralarında oynadıkları siyaset oyunun-
da kendi oylarını, rant oranlarını ve iktidarlarını arttırmak için bir araç
olarak görmeleri sonucunda ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de toplum-
dan kopuk, siyasi oy, rant ve iktidar maksimizasyonu temelinde oyna-
nan siyaset oyununda, siyasi aktörler siyaseti, toplumsal sorunlara çö-
züm bulma temelinde görmemektedirler. Aksine ister iktidar, isterse
muhalefet partileri olsun, bu aktörler için siyaset, (a) kendi partilerini
ve parti sistemini denetleyerek, (b) siyasi alan içinde kendi siyasi etki
kapasitelerini arttırmaya çalışarak ve (c) toplum içinde korkulardan ve
endişeler yayarak, kendileri ve partileri için “ekonomik rant, siyasi
nema, oy ve güç artırımı” oyunudur. Bu bağlamda da, demokrasiye
siyasi ve normatif bağlılıkları olmayan bu aktörlerin elinde demokrasi
işlevsizleştirilmekte, siyasi aktörlerin kendi çıkarlarını arttırmada kul-
landıkları bir araca dönüşmektedir. Bu anlamda Türkiye’de çok-partili
demokratik sistemden söz edilirken, işlevsizleştirilmiş ve yönetme ka-
pasitesi çok düşük bir demokrasiden, dolayısıyla yönetemeyen demok-
rasiden konuşuluyor ve bu temelde de siyasi alanın krizi ve toplumdan
kopukluğu ortaya çıkıyor;
(iii) Üçüncüsü, bu dönem içinde, siyasi partilerin toplum içinde ciddi bir
güven sorunu yaşamaları ve güven sıralamasında son da gelen kurum-
lara dönüşmeleridir.3 Toplum içinde, siyasetin siyasi rant ve ekonomik
nema temelinde bir mesleğe, bu temelde de etik ve ahlaki kod ve dav-
ranışlara uymayan yolsuzluk, rüşvet ve hukuk-dışı uygulamalara yol
açan dönüşmüş bir kurum ya da etkinlik, siyaset yapanlarında bu ku-
rum ve etkinliğin taşıyıcı aktörleri olarak algılanması, siyasi alan üzeri-
ne duyulan güvensizliği ciddi boyutlara yükseltmektedir. Bu bağlam-
da da, 1980’den bu yana siyasi alanın karşı karşıya kaldığı kriz, kendi-
sini bu alana toplum içinde duyulan güvensizlik olarak da tezahür et-
tirmektedir ve
(iv) Tüm bu sorunların yanı sıra siyasal alanın son yıllarda yaşadığı önemli
bir dönüşüm de var: İslami kimliğin yeniden canlanma sürecinin sonu-
cu olan seçim başarıları ve merkez sağ’ın yeni, tek ve en güçlü aktörü
konumuna gelmesi. Refah Partisi’nin (RP) 1994 yerel seçimleri ve 1995
genel seçimlerinde başarısıyla başlayan ve 2002 genel seçimlerinde,
2004 yerel seçimlerinde ve 2007 genel seçimlerinde Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin (AKP) çoğunluk hükümeti kurmasıyla ve genel oyların
47%’sine yakın bir oranını kazanmasıyla devam eden bu başarı, merkez
sağ ve merkez sol partilerin çöküş dönemine paralel olarak, kimlik-

9
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

temelli siyaset anlayışından gelen bir partinin yeni bir merkez partisi
olma sürecini de niteliyor ve siyasal alanın aktör, söylem ve siyaset
yapma anlayışının boyutları içinde geçirmeye başladığı ciddi bir dönü-
şümü de simgeliyor. Bu bağlamda, merkez sağ ve merkez sol partilerin,
güven sorunu, toplumsal sorunlara çözüm bulmada yaşadıkları kapasi-
te eksiklikleri ve liderlik sultası gibi sorunların sonucunda giderek za-
yıflamalarına ek olarak, 1994–2007 yılları arasında yaşanan İslami kim-
liğin yeniden canlanması sürecinin siyasal boyutunun ürettiği, genel
seçimlerde ve yerel seçimlerde yaşanan bu başarının ve daha da önem-
lisi, bu başarının aynı zamanda ürettiği “kimlik-temelli bir hareketin
merkeze yerleşerek siyasal alanı dönüştürme kapasitesi”nin de altı çi-
zilmelidir.4
Tüm bu tezahürler, siyasi alanın meşruiyet, temsiliyet ve yönetebilirlik kri-
zini ve aynı zamanda dönüşümünü oluşturan önemli nedenler olmakla birlikte,
bu krizin daha derin tarihsel, sosyolojik ve siyasal ekonomik bir kaynağı oldu-
ğunu düşünüyorum. Bu kaynak, Türkiye’nin 1980’den bu yana yaşadığı deği-
şim ve dönüşüm sürecinin devlet-toplum-birey ilişkileri üzerinde yarattığı çok-
boyutlu ve çok-katmanlı etkiler ve bu etkiler sonucu Türkiye’nin giderek karma-
şıklaşan toplumsal yapısıdır. Bu değişim ve dönüşüm süreci, Türkiye modern-
leşmesinin iç alanının hem aktör, hem kurum, hem de söylem düzeyinde çok-
boyutlu, çok-katmanlı ve çok-nedenselli genişlemesini niteleyen “Türkiye’nin
karmaşık bir topluma dönüşmesi süreci” olarak adlandırabilir.5 Bu süreç, bir
taraftan Türkiye modernleşmesinin devlet-merkezci, yukarıdan aşağıya toplum
dönüştürücü, siyasal alanı devlet seçkini ve siyasal parti temelli kuran hareket
tarzının krizini ortaya çıkartırken, diğer taraftan da toplumsal ilişkilerin siyasal,
ekonomik, kültürel ve günlük yaşamda içinden geçtiği değişim ve dönüş sonucu
Türkiye’nin “karmaşık bir toplumsal yapıya” dönüşmesini yaratmaktadır. Bu-
gün Türkiye, karmaşık bir toplumdur ve siyasal alan da “karmaşık toplumun iyi
yönetimi sorusu”yla karşı karşıyadır. Bu bağlamda da, siyasi alanın bugün ya-
şadığı kriz ve dönüşüm durumu, en genelde, bir taraftan bu alan içinde yer alan
siyasi partilerin ve bu partilerin siyaset yapma anlayış ve söylemlerinin bir kar-
maşık toplum olarak Türkiye’nin iyi yönetimini sağlama kapasitesi ve iyeliğini
giderek kaybetmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır, diğer taraftan da bu karma-
şıklığı kavrama ve yönetme iddiasında olan AKP’nin seçim başarılarını ve mer-
kez sağın tek ve güçlü siyasi aktörü olma konumuna yükselişini de sahne olmak-
tadır.
Bu bağlamda, Türkiye’de bugünün doğasını tanımlayan bir ikilemle karşı
karşıyayız: Bir taraftan Türkiye’nin içinden geçtiği ciddi değişim ve dönüşüm
sürecin sonucunda karmaşık bir toplum olma niteliği kazandığı görülüyor ve bu
da “iyi, adaletli, etkin ve verimli yönetim” olgusunu gerekli kılıyor, diğer taraf-
tan da bu yönetimi sağlamada başarısız olan siyasi alanın aktörlerinin, siyaset
anlayışının ve siyasi söylemlerinin yaşadıkları meşruiyet, temsiliyet ve yönetim
krizi gözlemleniyor, bu da İslami kimliğin siyasallaşma süreci içinde yaşadığı iç
değişim sonucunda bir merkez sağ partisi” olma iddiasıyla çıkan AKP’nin son
yıllarda artan seçim başarısını, toplum içinde yaygınlaşmasını ve siyasi iktidarını

10
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

pekiştirmesini ortaya çıkartıyor.6 Bu çalışmada, siyasal alanın bu değişim ve


dönüşüm süreci sonucunda ortaya çıkan yapısını ve taşıdığı ikilemi çözümle-
meye çalışacağım. Bunu yaparken amacım, sadece analitik ve tarihsel bir model
geliştirerek Türkiye’nin değişim-dönüşüm sürecinin siyasal alana yansımasını
çözümlemek değil, aynı zamanda da Türkiye’nin bugün gereksinim içinde bu-
lunduğu iyi ve adaletli toplum yönetimini harekete geçirecek bir dizi siyasi ve
siyaset yapma anlayışına dönük ilkeleri çıkartmak. Bu temelde de, iki eksende
çalışmayı geliştireceğim: birinci olarak, yukarda önerdiğim “bir karmaşık top-
lum olarak Türkiye” saptamasını açımlayacağım, bu da “Türkiye’nin değişim ve
dönüşüm sürecini nasıl anlamamız gerekiyor?” ve “bu sürecin siyasi alana yan-
sımalarını nasıl görmemiz gerekiyor?” sorularına vereceğim yanıtı içeriyor. İkin-
cisi, bir karmaşık toplum olarak Türkiye’nin iyi ve adaletli yönetimi için geliştir-
diğim, “modernleşme-demokratikleşme ekseninde” hareket eden siyasi çözüm-
lemeyi yapacağım, bu da, çalışmanın son kısmında yapacağım siyasi önerilerin
alt yapısını oluşturacak.
BİR KARMAŞIK TOPLUM OLARAK TÜRKİYE
Türkiye’yi “karmaşık toplum” olarak nitelediğimiz zaman, nasıl bir Türkiye
tablosu çiziyoruz? 1923’den bugüne Türkiye tarihi, en genelde, bir “modernleş-
me tarihi”. Bu tarih, Türkiye’nin modern bir ulus-devlet ve modern bir toplum
olarak inşa ve yeniden-inşasını içeriyor. Süreklilik ya da kırılma gösteren nitelik-
leriyle, çelişkileriyle, muğlâklıklarıyla, çatışma ve bunalımlarıyla, bu inşa süreci
bugünde devam ediyor. Aynı zamanda, 1950’de demokrasiye geçişten bugüne
Türkiye tarihi, “çok-partili bir parlamenter demokrasi tarihi” de. Rejim kırılması
yaratan askeri darbeleriyle, darbe sonrası demokratik sisteme dönüşleriyle, yü-
rütme-yasama-yargı arasındaki çatışmalarıyla, kurumsal eşgüdüm ve iletişim
sorunlarıyla, 1950-bugün Türkiye tarihi sancılı ama siyasi norm olmaya doğru
çabalayan bir “demokratikleşme süreci”ni içeriyor. 1980’den bugüne Türki-
ye’nin yaşadığı değişim ve dönüşüm içinde önemli kurucu-öğelerin başında,
küreselleşme süreci geliyor ve bu dönem Türkiye tarihi modernleşme ve demok-
ratikleşmenin yanında bir “küreselleşme tarihi” de. Bugün küreselleşme süreci-
ne gönderim yapmadan, Türkiye’yi anlamak mümkün değildir. Son olarak, 1999
Aralık ayında Avrupa Konseyi Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Birliği aday ülke
statüsü alan Türkiye’nin, 2000’li yıllarda yaşadığı değişim ve dönüşüm süreci,
modernleşme, demokratikleşme ve küreselleşmenin yanı sıra bir “Avrupalılaş-
ma tarihi”de. Bu tarih, içinde yaşadığı muğlâklıklar, belirsizlikler, çatışmalarla
birlikte, bugün, 2005 Ekim’de başlayan Avrupa Birliği tam üye müzakere süreci
olarak sürüyor.
Bu temelde, 1923-bugün dönemine baktığımız zaman, gördüğümüz Türki-
ye tablosu aşağıdaki süreçlerin birbirleriyle karmaşık, kesişen ve karşılıklı etkile-
şim ve etki ilişkisini sergiliyor;
I. 1923-bugün modernleşme tarihi;
II. 1950-bugün demokratikleşme tarihi;
III. 1980-bugün küreselleşme tarihi ve
IV. 2000-bugün Avrupalılaşma tarihi.

11
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Bu süreçlerin hem her birinin kendi özgül ve özgün yapıları ve hareket tarz-
ları içinde, hem de hepsinin birbirleriyle karşılıklı-etkileşim/etki ilişkisi içinde
kesiştiği bir noktada, Türkiye toplumsal oluşumu, “Modernleşme + Demokra-
tikleşme + Küreselleşme + Avrupalılaşma” ekseni ve denkleminde hareket edi-
yor ve kendi yeniden-üretimimi yaşıyor. Bu anlamda da, bugün Türkiye, 1923–
1950 erken cumhuriyet ve tek parti dönemlerini tanımlayan basit sanayi mo-
dernleşmesi döneminin gerisine gitmiş, demokrasiye geçiş dönemini tamamla-
mış ve özellikle de 1980’den bugüne yaşadığı küreselleşme ve Avrupalılaşma
süreçleriyle de birlikte, “karmaşık bir toplum niteliği” kazanmış bir toplumsal
oluşumdur. Basit sanayi modern toplumunun aktör-kurum-söylem temelinde iç
hareket mekânının genişlemesi anlamında kullanılabilecek karmaşık toplum
kavramı, Türkiye’nin bugününün doğasını tanımlamaktadır. Türkiye’nin bugü-
nü, modernleşme, demokratikleşme, küreselleşme ve Avrupalılaşma süreçleri-
nin kesiştiği bir toplumsal ilişkiler kümesini ortaya çıkartmaktadır ki bu birbirle-
rinden tarihsel oluşum ve içerik temelinde ayrışabilecek bu süreçlerin birbirleriy-
le ilişkili ve eş-zamanlı varlığı ve etkileşimi Türkiye’nin “karmaşık bir toplum”
olarak nitelenmesine anlam vermektedir. Bu çalışmanın odağı olan siyasal alan
sorusu temelinde bu niteliksel dönüşüm şu anlama gelmektedir: Türkiye’nin
1923’den bugüne karmaşık topluma değişme ve dönüşme süreci, en ciddi etkisi-
ni siyasi alan üzerinde yaratmış ve bu değişim ve dönüşümü gerek anlamada,
gerekse yönetmede ciddi sıkıntı çeken bu alan, bu alan içinde hareket eden siyasi
aktörler ve siyaset yapma biçimi, sonuçla meşruiyet, temsiliyet ve yönetebilirlik
kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Şimdi bu dönüşümün siyasal alana bu etkisini
açımlayalım.
Siyasi alanın Türkiye’nin karmaşık topluma dönüşme sürecini anlama ya da
yakalama da karşılaştığı sıkıntı, birinci olarak, 1923-bugün modernleşme tarihi-
ni, siyasi düzeyde çözümlemede kullanılan “merkez-çevre ekseni”nin ve ikinci
olarak, 1950-bugün demokratikleşme tarihini çözümlemede kullanılan “sağ-sol
ekseni”nin, 1980’den bugüne yaşanan küreselleşme ve Avrupalılaşma tarihlerini
çözümlemede yetersiz ve sınırlı kalmasıdır. Küreselleşme ve Avrupalılaşma
tarihleri, siyasi düzeyde, karmaşık topluma dönüşme sürecinin çözümlenmesine
“küresel-ulusal-yerel ekseni” ve “vatandaşlık-kimlik ekseni”ni ortaya çıkartmış-
tır. Tüm bu eksenler, her biri ve hepsi birbirleriyle girdiği karşılıklı etkileşim ve
etki ilişkisi içinde, Türkiye’nin hem değişim ve dönüşümünü ortaya çıkartan
toplumsal süreçlere, sorunlara ve taleplere anlam vermektedirler, hem de iyi
toplum yönetimini çok zor ve çapraşık bir konuma getirmektedirler. Türkiye
bugün, “merkez-çevre ekseni + sağ-sol ekseni + küresel-ulusal eksen + vatan-
daşlık-kimlik ekseni” denkleminde ortaya çıkan toplumsal süreçlere, taleple-
re ve sorunlara sahne olmaktadır ve bu denklemde ortaya çıkan siyasal söy-
lem ve stratejilerin birbirleriyle girdiği karmaşık ve çok-boyutlu, çok-
nedenselli ittifak ve çatışmaları yaşamaktadır. Siyasal alan ve siyaset tüm bu
karmaşıklığa yanıt vermede zorlanmaktadır. Bu zorlanma, bir taraftan siyasal
alanın, siyasal aktörlerin ve siyaset yapma eyleminin yeniden-yapılanmasını
gerekli kılarken, diğer taraftan da bu alanın hem bugün yaşadı krizi, işlevsizliği
ve güven sorununu yaratmıştır, hem de bu eksenlere yanıtı diğer siyasi partilere

12
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

göre daha fazla üreten AKP’nin çoğunluk iktidarını ve merkez sağa sahip olma-
sını ortaya çıkartmıştır.
Bu saptamanın temellendirilmesi için, bu eksenlerin nasıl hareket ettiği ve
neyi içerdiği sorularına kısaca yanıt arayalım.
MODERNLEŞME VE MERKEZ-ÇEVRE EKSENİ
Bu çalışmanın başında gördüğümüz modern Türkiye tarihini süreklilik-
kırılma ilişkisi içinde inceleme girişimi içinde, daha somut olarak da Cumhuri-
yet ile Osmanlı imparatorluğu arasındaki süreklilik ve kopukluk ilişkisini çö-
zümlemede kullanılan belki de en önemli kavram, “merkez-çevre ilişkisi”dir. Bu
bağlamda, Şerif Mardin’in Türk modernleşme tarihini çözümlemesi üzerine
çalışmaları ön plana çıkmaktadır. Mardin’in çözümlemesi genelde sosyolojik bir
çözümleme gibi gözükse de, Max Weber’e dayanan yanıyla da, aynı zamanda
bir siyasal tarih, bir siyasal modernite çözümlemesidir.7 Mardin, Weberci kav-
ramlarla, modernleşme tarihini “toplum yönetimi sorunsalı” içinde okur ve yö-
netim olgusunu kendi özgüllüğü ve tarihselliği içinde ele alır.8
“Toplumun bir merkezi vardır”, ve bu merkez güçlülüğü ve tarihsel olu-
şumu temelinde toplumdan topluma farklılık gösterir: Bu saptamayla başlayan
Mardin, merkez kavramının temelini, Hobbes siyasal kuramında devleti tanım-
layan “Leviathan”da görür.9 Avrupa’da ulus-devlet ekseninde gelişen merkez
kavramı modernleşme tarihimizi tanımlayan temel kavramlardan birisidir. Fakat
Avrupa’dan farklı olarak, merkez-çevre ilişkisi Türk modernleşmesinde bir
“karşı karşıya gelme, bir çatışma” ilişkisi şeklinde üretilmiş ve yeniden-
üretilmiştir. “Yakın zamana kadar, merkez ile çevrenin karşı karşıya gelmesi,
Türk siyasasının temelinde yatan en önemli toplumsal kopukluktu ve yüz yıldan
fazla süren modernleşmeden sonra da varlığını sürdürmüş gibi gözüküyordu”.10
Bu süreç Cumhuriyet’le de birlikte devam etmiştir ve moderniteye “Türkiye
Cumhuriyeti’nin tam bir ulus-devlet olarak kavramsallaştırılması” tanımını
vermiştir. Mardin’e göre süreklilik merkez anlayışında ve merkez-çevre çatış-
masındadır, kırılma ise bu ilişkinin “ulus-devlet” ekseninde yaşanmasıdır.
Ulus-devlet eksenli merkez anlayışı, modernitenin çevreyi modern benliğe
dönüştürmekle olasılık kazanacağını varsayar ve bunu yaparken de çevreyi
oluşturan kültürel biçimleri ve sembolik kimlik kurgularını tanımak yerine, on-
ların varlığını reddeder. Bu noktada, “tam bir ulus-devlet” anlayışı modern dev-
let oluşumuna özdeşleşecek “organik ve homojen ulus” anlayışıyla beraber ha-
reket eder. Bu nedenle, merkez endeksli toplum yönetimi, kamusal yararı ve
genel iradeyi devletle özdeş siyasal alanda belirlerken, çevreyi de “modernleşe-
cek, rasyonelleşecek ve çağdaşlaşacak modern ulus” olarak tanımlama eğilimin-
dedir.11 Çevre farklılıkları içermemeli, aksine “homojen ve organik bir toplum-
sal bütünlük” olarak varlığını sürdürmelidir. Mardin’e göre, bu anlayış farklılık-
ların ontolojik varlığını yadsıdığı sürece, merkez-çevre uyumunu ancak ideoloji
yoluyla gerçekleştirebilir. Fakat bu “İdeolojiye aktarılan çok ağır bir yük”tür ve
başarıya ulaşması çok zordur”.12
Gerçekten de ideolojiye aktarılan bu yük çok ağırdır, çünkü farklı kimlikleri
ve anlayışları içeren çevre anlaşılmadan, merkez eksenli yönetim tarzını ideolo-

13
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

jiye indirgemek, bir anlamda “kültürel optimizm”dir, diğer anlamda da merkez-


çevre kopukluğunu yaratmaktır. Bu kopukluk, özünde merkezin sorunudur. Bu
nedenle, Mardin’e göre merkez’in taşıdığı sorunlar çevre anlaşılamadan sapta-
namaz. Kuruluş dönemindeki muhalefet hareketinden, Demokrat Parti’ye kadar
(bu bağlamda Refah Partisi ve sonrası AKP örneklerini verebiliriz) ‘merkez’de
oluşan sorunlar ve değişimler, merkez-çevre kopukluğundan ve merkezin ideo-
loji yoluyla çevreye karşı geliştirdiği katı tutumdan kaynaklanmıştır.
Mardin’in çevre çözümlemesini özetleyen sözlerini alıntılayalım: “Geriye
baktığımızda, modernleşme boyunca, çevresel düşünüş ve davranış tarzının iki
yüzünün kalın çizgilerle ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlar, temel gruplardan
oluşmuş bir gerçek olarak çevre ve resmilik-karşıtı kültürün bir merkezi olarak
çevredir. Bunların her ikisi de Jön Türklerin ve Kemalistlerin betes-noires’ıdır.
Ama rastlantısal gelişimler kadar, modernleştirmecilerin siyasetleri de çevresel
kimliğin ikinci yüzünü belirginleştirme yönünde etki gösterdi. Taşra Türki-
ye’sinin hemen tümünde ortaya çıktığı için bu kimlik, çevresel düşünüş ve dav-
ranış tarzının, temel bağlılıkları vurgulayan yanını tamı tamına ortadan kaldır-
masa da, örtüp kapatacak güçteydi. Daha sonraları, bürokrasi-karşıtı olarak bu
kimlik, ulusal düzeyde etkinlik gösteren bir partiye (Demokrat Parti’ye ve onun
yerine geçenlere), ulus çapında bir bağlanma temeli sağladı. Merkezin büyük bir
kuşkuyla baktığı çevresel tutumun yanlarından birinin, ortak temalar çevresinde
taşranın birleşmesi anlamında bir birlik oluşturması da çelişkili bir olgudur. Bu
yeni durum, iktidara gelmek için Demokrat Parti’nin kullandığı bir şeydi. Mer-
kezin çevreye karşı güttüğü politikalar daha yatıştırıcı olsaydı, çevrenin ulusal
düzeyde birleştirici bir topluluğu beklenmedik biçimde doğuran ortak düşünüş
ve davranış tarzı, belki de kendini ortaya koyamayacaktı; çelişkili olan yan işte
budur”.13
Mardin’in merkez-çevre ilişkileri üzerine yaptığı bu sosyolojik ve siyasal
kuram-temelli çözümleme, merkezi birincil kılan yönetimin tarihsel çelişkilerini
ortaya çıkarmaktadır. Bugünde bu sorunu yaşadığımız düşünülürse, merkez–
çevre ekseni güncelliğini korumaktadır. Çevrenin tarihsel ve söylemsel kurul-
muş niteliği anlaşılamadan ve bu nedenle çevreyi oluşturan farklılıklar, çelişkiler
ve karmaşıklıklar göz ardı edilerek gelişen merkez-temelli yönetim anlayışı dün
yaşadığı sorunları bugün de yaşayacaktır. Mardin bize bu durumu çok açık bir
biçimde göstermektedir, ama onun çözümlemesi sadece tematik bir durum sap-
taması değildir, aynı zamanda çözüm önerilerini ve olasılıklarını da içermekte-
dir. Bu olasılığın kaynağı, çevresel kimliği kuran dinsel söylemde ve bu kimliğin
eleştirel irdelenmesi temelinde geliştirilecek bir “Türkiye’de din-siyaset ilişkisi”
çözümlemesinde yatmaktadır.
DEMOKRATİKLEŞME VE SAĞ-SOL EKSEN
Merkez-çevre ekseni Türkiye’nin değişimi ve modernleşmesini anlamak
için tek başına yeterli değildir. Türkiye, 1950’lerden bugüne çok-partili parla-
menter demokrasi deneyimini de yaşamaktadır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12
Eylül 1980 gibi askeri darbeler sonucunda ortaya çıkan rejim kırılmaları ve son-
rası rejim-restorasyonu dönemleri yaşasa da ve 28 Şubat 1997 “postmodern dar-
besi” ve 27 Nisan 2007 “e-muhtırası” gibi askeri bürokrasinin var olan hükümet-

14
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

lere karşı müdahalesini içerse de, Türkiye’nin parlamenter demokrasi deneyimi


devam etmektedir.14 Bu deneyimin ortaya çıkardığı iki önemli olgu tarihsel ve
siyasal olgu şudur: Birincisi; 1950’den bu yana modernleşmeyi demokratik-
leşmeden bağımsız düşünememe olgusunun ortaya çıkması, İkincisi; siyasi
alanın merkez sağ ve merkez sol eksenin de yeniden-kurulması.
Modern Türkiye tarihinde çok partili siyasi yaşama geçişin, 1923–1950 arası
dönemi niteleyen “demokrasi olmadan modernleşme süreci”nden 1950’den iti-
baren “demokratikleşmeyle beraber hareket eden modernleşme sürecine” geçişi
ortaya çıkartmasıyla çok önemli bir dönüşüm ve kırılma yaratmıştır. Modern-
leşmenin devlet-merkezci ve devletten topluma hareket tarzı devam etmekle
birlikte, bu anlamda da belli bir süreklilik ilişkisi içermekle birlikte, demokratik-
leşme süreci ve merkez sağ ve merkez sol eksenin siyasal alana girmesi, siyasi
partiler arasındaki ayrışmayı, özgürlük-eşitlik ilkeleri, düzenin korunması-
düzenin değişmesi istenci ve serbest pazar-sosyal adalet temelinde de yapılma-
sına yol açmıştır. CHP-DP arasındaki, sonra, CHP-AP arasındaki ilişkilerin mer-
kez sağ-merkez sol eksende ayrışma göstermesi, 1980’ne kadar siyasi alanın da
merkez-çevre ekseni yanında sağ-sol eksende de kurulmasını ve hareket etmesi-
ni başlatmıştır. Bu eksenlerin varlığı, bu eksenler etrafında siyaseti çözümleme
ve bu eksenler temelinde siyasi alanın örgütlenmesi, bugün hala sürmektedir,
ama 1980’den bugüne yaşanan küreselleşme süreçleriyle ve 2000’lerden bugüne
yaşanan Avrupalılaşma süreçleriyle birlikte, bu eksenlerin artık tek başlarına
belirleyici ve açıklayıcı konumlarını kaybetmişlerdir.
KÜRESELLEŞME VE KÜRESEL-ULUSAL EKSEN
Merkez-çevre ekseni ve sağ-sol ekseninin üzerinde hareket ettiği modern-
leşme ve demokratikleşme tarihlerinin önemli bir kırılma yaşadığı ve dönüşüm
sürecine girdiği nokta, 1980’lerde başlayan Türkiye’nin küreselleşme tarihidir.
Bu tarihten itibaren, küreselleşme süreçleri, bir taraftan ekonomik, siyasal, kültü-
rel ve bireysel boyutlarıyla, diğer taraftan da BM, IMF, Dünya Bankası, AB ve
Dünya Ticaret Örgütü gibi aktörleriyle ve en önemlisi de Amerikan hegemonya-
sının son yıllarda “terörizme karşı küresel savaş” adı altında uluslararası ilişkile-
ri ve dünya siyasetini savaş, işgal ve farklı olanı ötekileştirmeye indirgeyen ha-
reket tarzı içinde, dünyanın farklı yerlerinde olduğu gibi, Türkiye’de de devlet-
toplum-birey ilişkilerinden günlük yaşama, hayatın her alanında önemli etkiler
yarattığını görüyoruz. Bu bağlamda, bugün Türkiye’de siyasal alanı ve bu ala-
nın krizini ve değişimini küreselleşme süreçlerini hesaba katmadan ne anla-
mak ne de yönetmek mümkündür. Bu noktayı kısaca açalım.
Küreselleşme, en genel düzeyde, “devletler, toplumlar ve kültürler arası
karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin zamansal/mekânsal genişlemesi, derinleşmesi ve
hızlanması” sürecini simgeleyen bir kavram. Küreselleşmenin kendisini “tarihsel
ve toplumsal gerçeklik” yapan bu niteliği üzerinde, akademik ve kamusal söy-
lem içinde bir uzlaşma olduğunu söyleyebiliriz.15 Bu süreçten dünyadaki her
ülke gibi Türkiye’de geçiyor. Küreselleşme Türkiye’nin 1980’lerden bugüne bir
gerçekliğidir. Fakat küreselleşme yarattığı etkileri bağlamında sistem-
dönüştürücü nitelikte bir süreç ve iyi, adaletli ve etkin toplum yönetimini gerekli
kılıyor. Bu temelde de, siyasi ve ideolojik tartışmalara, çatışmalara ve kutuplaş-

15
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

malara yol açan da bir süreçtir. Küreselleşmenin bu özelliği, bir süreç bir tarih-
sel/toplumsal gerçeklik olarak toplumsal ilişkiler, ulus devlet, ulusal kimlik ve
değerler üzerindeki yarattığı etkilerinin nasıl anlaşılacağı ve bu etkilere yanıt
olarak ne tür düzenlemelerin ve siyasaların üretilmesi gerektiği sorularında or-
taya çıkıyor. Bu temelde de, küreselleşeme söylemini çoğul kullanmak gerek-
mektedir. Bugün, küreselleşme temelinde toplumsal değişim üzerine tartışmak
yalnızca sosyolojik ve yöntemsel bir tartışma değildir, aynı zamanda tartışma
farklı küreselleşeme söylemlerini ve bu söylemlerin eklemlendiği farklı siyasal
stratejiler üzerine konuşmayı ve eleştirel bakışı da içermektedir. Diğer bir deyiş-
le, bugün küreselleşme tartışması içinde egemen gündem, küreselleşmenin ulu-
sal devlet, ulusal ekonomi ve ulusal kimlik üzerinde yarattığı etkilerinin tarihsel
ve eleştirel çözümlenmesi kadar, bu süreçler karşısında geliştirilen siyasal strate-
jiler arası söylemsel mücadele, ya da ünlü İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin
terminolojisi içinde “pozisyonlar arası savaş”tır.16
Türkiye’de bu tartışmalara baktığımızda, egemen küreselleşme söylemleri
olarak, neo-liberal “hiper-globalizmi” ve “milliyetçi-devletçi şüpheciliği” görü-
yoruz ve bu yaklaşımların siyasal kutuplaşma ve tali karşıtlıklar yoluyla birbirle-
riyle yaptığı pozisyonlar-arası savaşın tartışmanın birincil gündemini oluştur-
duğuna şahit oluyoruz. Bu pozisyonlar-arası savaş siyasi alanda ana bir çatışma
ekseni olarak, “küresel-ulusal ekseni” yaratıyor. Bu savaşın, ana gündem mad-
desi de, küreselleşeme süreçleri içinde ulusal devlet, ekonomi ve kimliği nasıl
düşünmeliyiz sorusuna verilen yanıt oluyor. Küreselleşme tartışmasının çerçe-
vesinin ve sınırlarının, bu temelde, son yıllarda giderek ve hissedilen bir şekilde
bu söylemler arası pozisyonlar savaşı tarafından belirlendiği söyleyebilir. Böyle-
ce, siyasal alanda, küreselleşme sorusu, modernleşme ve demokratikleşme gibi
ana gündem maddelerinden biri oluyor ve merkez-çevre, sağ-sol eksenlerinin
yanında “küresel-ulusal eksen” de ciddi bir ayrışma ve çatışma alanı olarak bu
alanda yerini alıyor.
AVRUPALILAŞMA VE KİMLİK-VATANDAŞLIK EKSENİ
Uluslararası ilişkiler ve dünya siyaseti içinde, küreselleşme süreçlerinin et-
kilerini somut olarak gözleme mekânlarının başında, “bölgesel bütünleşme”
geliyor. Avrupa Birliği süreci de, bu bağlamda, dünya bugüne kadar geliştirilmiş
en derin, en katmanlı ve kapsamlı bir bölgesel bütünleşme alanı ve uygulaması.
Türkiye’de bu sürecin içinde, bir taraftan uzun yıllardır yer alsa da, diğer taraf-
tan son yıllarda tam üyelik müzakere sürecine aday ülke konumuyla, tüm muğ-
lâklıklara, gerilimlere ve belirsizliklere rağmen, giderek derinleşen bir ilişki için-
de yer alıyor. Bu derinleşmeyi, AB sürecine içsel Türkiye’de son dönemde yapı-
lan demokratikleşme reformlarında, AB’nin siyasi alanın dış değil iç aktörü ko-
numuna gelmesinde, kimlik temelli milliyetçiliğin hem AB hem de Türkiye için-
de gelişmesinde ve kimlik-vatandaşlık ekseninin giderek önemli bir siyasi mü-
zakere ve çatışma ekseni konumuna yükselmesinde görüyoruz.
Bu bağlamda, 2000’li yıllarda, ilk önce Türkiye’nin 1999 Aralık ayında
“aday statüsü” almasıyla, başlayan Türkiye-AB ilişkilerinde derinleşme süreci,
2002 yıllında tam üyelik müzakerelerinin başlamasına “koşullu evet” kararının
alınmasıyla devam etti, 2004 yılında 3 Ekim 2005 de tam üyelik müzakerelerinin

16
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

başlaması kararı alındı ve bu tarih de Türkiye-AB tam üyelik müzakere süreci


başladı, bu süreç, gerilimler ve belirsizlikler içinde hala devam ediyor.17 Bu de-
rinleşme süreci, Türkiye’nin Avrupalılaşma sürecinde ortaya çıkardı ve bu süre-
ci, modernleşme, demokratikleşme ve küreselleşmeyle birlikte, siyasi alanın
içine yerleştirdi. Bu yerleşimin siyasal alanda temel tezahürü de, küresel-ulusal
eksende yapılan ayrışma, müzakere ve çatışma ilişkilerine kimlik-vatandaşlık
eksenin eklenmesi oldu. Kürt sorunu, İslami kimliğin yükselişi, dini azınlıklar
sorunu gibi önemli kimlik sorunlarına yanıt ne olmalı ve eğer bu yanıtın demok-
ratik olması isteniyorsa bu yanıt vatandaşlık alanında bulunabilir mi; bu tür
soruların temel tartışma alanların başında Türkiye-AB ilişkileri olduğunu 2000’li
yıllarda, özellikle 2004’den beri görülmektedir.
Gerçekten de, Türkiye, Avrupa bütünleşmesi sürecinde ilginç ve önemli bir
örnek oldu. Son yıllarda kimlik-temelli taleplerin ve çatışmaların bir taraftan,
özellikle etnik kimlik alanında, en yoğun yaşandığı bir toplumsal mekân olarak,
diğer taraftan da, medeniyetler-arası çatışma söyleminin artık yaşadığımız dün-
yanın “doğal bir niteliği” olarak kabul edildiği bir dönem de, “İslam-modernite,
İslam-demokrasi ve İslam-serbest pazar beraberliğini” simgeleyen bir “örnek ya
da model ülke” olarak Türkiye, kimlik-vatandaşlık ilişkisinin karmaşık ve çok-
boyutlu yapısını örnekleyen ülkelerin başında gelmektedir. Gerçekten de, Türki-
ye modernleşmesinin, Türkiye siyasetinin ve Türkiye parlamenter demokrasi
deneyiminin son on yıllarını kimlik sorusuna gönderim yapmadan anlamak ve
çözümlemek mümkün değildir. Özellikle etnik ve dinsel kimliğin siyasallaşma
süreci, kendisini Türkiye’de 1980’lerden, özellikle 1990’lardan bugüne yaşanan
değişim ve dönüşüm sürecinin temel gönderim noktalarından birisi yapmıştır.
Etnik kimlik bağlamında “Kürt sorunu”, dinsel kimlik bağlamında “İslami kim-
liğin yeniden canlanma süreci”, Türkiye’nin değişimi ve dönüşümünün temel
belirleyici niteliklerinin başında gelmektedirler. Her iki süreçte kimlik-temelli
talepleri ve çatışmaları içermektedir; her iki süreçte son kertede “tanınma siyase-
tini” içermektedir; her iki süreçte Türkiye’de devlet-merkezci yukarıdan aşağıya
modernleşme tarzının ve homojen ulusal kimlik anlayışının eleştirisini içermek-
tedirler.18 Bu benzerlik noktaları uzatılabilir, ama önemli olan, aynı zamanda da,
bu kimliklerin siyasallaşma süreçlerinin içerdiği önemli farklılaşmalardır. Kürt
sorunu siyasallaşma süreci içinde sadece grup-temelli kültürel hak ve özgürlük
talebi olarak hareket etmemiş, aynı zamanda, kendisinin bugün çözümsüzlük
noktasına gelmesine neden olan etnik şiddet, terör ve hukuk-dışı baskı-şiddet
uygulamalarını içermiştir. Diğer taraftan İslami kimliğin yeniden canlanma sü-
reciyse, laiklik ekseninde siyasal ve toplumsal gerginliklere, aynı zamanda askeri
muhtıra yoluyla yaratılan siyasal rejim krizlerine yol açmakla birlikte, özünde
siyasi, ekonomik ve kültürel bir başarı öyküsünü anlatmaktadır. Yaşanan tüm
gerilimlere rağmen, 1994’den bugüne İslami kimliğin siyasallaşma süreci, genel
seçimlerde ve yerel seçimlerde sürekli başarı olmuş, 2002’den bugüne de
AKP’nin parlamento çoğunluğuna sahip tek parti iktidarıyla Türkiye’yi yönet-
mesine sahne olmuştur. Yine 1990’lar da İslami kimlik ekonomik bir aktör olarak
serbest pazar ile dinsel/geleneksel değerlerin eklemlenmesine dayalı bir ekono-
mik zenginleşme ve kalkınma modelini yaşama geçirmiştir. Benzer olarak, kül-
türel düzeydeyse, İslami kimlik modernleşme sürecinin değişimine içsel ve belir-

17
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

leyici bir unsur olarak hareket etmiştir. Tüm bu boyutlar içinde, İslami kimlik bir
taraftan kendisi değişirken, diğer taraftan da Türkiye siyasetinin temel aktörle-
rinden biri, dahası Türkiye’nin yönetimini üstlenmiş siyasi aktör konumunda
hareket etmektedir.
Bu iki ana kimlik ekseninin yanı sıra, Türkiye’nin son yıllardaki değişim ve
dönüşüm sürecine, kadın kimliği-temelli talepler, Aleviler ve gayri-Müslim azın-
lıklar örneklerinde gördüğümüz dinsel kimlik-temelli ve dinsel azınlıklar-temelli
kimlik talepleri ve gençlik de damgasını vurmuştur. Tüm bu kimlik gönderim
noktaları içinde, kimlik-temelli taleplerin ve çatışmaların, bugünün Türki-
ye’sinde hem siyasi alanda, hem de kamusal ve akademik söylem içinde önemli
bir tartışma noktası olduğunu görüyoruz. Ama tüm bu talepler, aynı zamanda
vatandaşlık-temelli hak ve özgürlük talepleridir de. Kimlik talepleri ve çatışma-
ları, harekete geçirdikleri hak ve özgürlük mücadeleleri içinde, Türkiye’de va-
tandaşlık sorusunu, ya da sorununu da, giderek siyasi gündemin odak noktası
yapmaya başlamışlardır. Aynı zamanda, kimlik taleplerinin vatandaşlık sorusu-
nu gündeme getirmesine, özellikle son yıllarda Türkiye’de yaşanan küreselleşme
ve Avrupalılaşma süreçlerinin de önemli bir katkı verdiğini gözlemlenmektedir.
Bu süreçlerden Küreselleşen, bir taraftan, birey temelli özgürlük ve adalet anla-
yışına “farklılık” ve “ötekilik” kavramlarını ekleyerek, kimlik-vatandaşlık ilişki-
sinin gelişmesine katkıda bulunurken, diğer taraftan da, ünlü siyasal kuramcı
Seyla Benhabib’in vurguladığı gibi, vatandaşlığın “evi”ni ulus-devlet ötesi ve
ulus-devlet altı bölgeselleşme ve yerelleşme süreçlerine açarak, vatandaşlık hak
ve özgürlük alanının tanınma talebinde olan grup ya da kültürel kimlik siyaset-
leriyle genişlemesine katkı vermiştir.19 Avrupalılaşma süreciyse, demokratik
yönetim kavramının içeriğini siyasal partilerden sivil topluma, temsili demokra-
siden katılımcı demokrasiye doğru genişleterek, kimlik-vatandaşlık ilişkisinin
siyasetin önemli bir gündem maddesi konumuna gelmesine katkı vermiştir.20
Tüm bu süreçler içinde ortak nokta şu sorudur: Kimlik taleplerine ve tanınma
siyasetine, farklılıklar içinde birlik ve beraber yaşama içinde nasıl yanıt verilebi-
lir ve bu yanıt içinde vatandaşlık kavramı ne rol oynayabilir? Bu sorunun yanıtı
giderek önem kazanmakta, vatandaşlığı, modernleşme, demokratikleşme, küre-
selleşeme ve Avrupalılaşma süreçleri içinde yeniden-düşünme gerekliliğini or-
taya çıkartmaktadır.
MODERNLEŞME-DEMOKRATİKLEŞME İKİLEMİ
Eğer değişim-dönüşüm süreci içinde, küreselleşme ve Avrupalılaşma süreç-
lerini, kendi içlerinde taşıdıkları özgünlükleri tanımak koşuluyla, modernleşme
sürecine “içsel”, bu süreçle “ilişkili ve bağlantılı”, hatta bu sürecin son dönem de
aldığı yeni formalar olarak düşünürsek, esasında Türkiye’nin değişimini ve
karmaşık topluma dönüşümünü, çok-katmanlı, çok-boyutlu ve çok-aktörlü ya-
pısı içinde “modernleşme-demokratikleşme tarihi” olarak düşünebiliriz. Bu
tarih 1923’den bugüne karmaşıklaşarak devam etmektedir. Ve bu süreç içinde
de, siyasal alanın krizini ve dönüşümü yaratan önemli bir ikilem içermektedir.
Türkiye’nin iyi ve adaletli yönetimi de esasında bu ikilemin çözüme bağlıdır.
Çalışmanın son kısmında, şimdiye kadar yaptığım tematik modern Türkiye ve
siyasal alan çözümlemesi ışığında, bu ikilem üzerinde durayım.

18
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

1923’den bugüne Türkiye siyasi tarihini incelediğimiz zaman, ilginç bir du-
rumla karşılaşıyoruz. Bu tarih içinde Türkiye’de yukarıdan-aşağıya ve devlet-
merkezci bir tarzda gelişen modernleşme, özellikle siyasi modernleşme süreci,
ulus-devlet oluşturan bürokrasi, anayasa, yargı ve parlamento v.b. modern ku-
rumları kurmada başarılı oluyor. Andrew Mango’nun Atatürk kitabında belirtti-
ği gibi, ulus-devlet kurma olarak tanımlayacağımız siyasi modernleşme teme-
linde gerçekleştirilen bu başarı küçümsenmemelidir. Gerçekten de, bugün bile,
Orta Doğu (özellikle bugün Irak örneği), Kafkaslar ve Balkan modernleşme sevi-
yesiyle Türkiye’yi karşılaştırdığımız zaman, bu başarıyı daha iyi anlıyoruz.21
Fakat Türk modernleşmesi kendisini topluma yaygınlaştırmada, bireysel hak ve
özgürlüklere dayalı liberal ve çoğulcu bir yapıya kendisini dönüştürmede ve
demokratik bir nitelik kazanmakta da başarısız kalıyor. 1980’lerden bugüne
kadar olan değişim sürecinde, modernleşmenin kendisini dönüştürmesi bir ge-
rekliliğe haline geliyor. Bu gereklilik, modernleşmenin liberalleşmesini ve de-
mokratikleşmesini talep eden ve toplumsal hayattan gelen ekonomik istikrar
talepleriyle, sosyal adalet çağrılarıyla, siyasal katılım ve kültürel kimlik hareket-
leriyle ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, 1980’ler ve 1990’lar Türkiye’sini tanımlayan
toplumsal olgulardan birisi de, “modernite krizi” denilen olgudur. Bu krize
çözüm de, toplumsal yaşamın değişimini kapsayamayan modernleşme sürecinin
bireysel haklar ve özgürlükler temelinde yeniden-kurulmasını gerekli kılıyor.
Benzer bir durum demokratikleşme sürecinde de yaşanmaktadır. 1945–50
döneminden bugüne Türkiye’de çok-partili parlamenter bir demokratik sistem
var. Bu sistem, askeri darbeler ve müdahalelerle belli dönemlerde kesintiye uğ-
rasa da devam ediyor. Türkiye’de demokratikleşme üzerine çok önemli çalışma-
lar üretmiş Ergun Özbudun’un belirttiği gibi, 1923–1945 arasındaki tek parti
döneminden Türkiye, Latin Amerika ve Güney Avrupa örneklerinden farklı
olarak, siyasi bir kırılma ya da kesinti yaşamadan, CHP içindeki belli bir “re-
form” hareketiyle çok-partili demokrasiye geçişini yapıyor.22 Bu anlamda da,
demokrasiye geçişte, yine küçümsememiz gereken bir başarı yaşanıyor.
Fakat bu başarı, demokrasiyi toplumsal yaşamda yerleşikleştirme (demok-
ratik konsolidasyon) ve derinleştirme için geçerli değil. Demokrasiye geçişte
başarılı olan Türkiye, demokrasiyi toplumsal ilişkiler içine, anayasallığa, siyasal
kültüre yerleşikleştirmede ve derinleştirmede başarısız oluyor. 1950–80 arası bu
sorun üç askeri darbe ve demokrasinin kesintiye uğraması ve 1980’den, ama
özellikle 1990’lardan bugüne de “demokrasi eksiği” temelinde yaşanıyor. 1990’lı
yıllarda yaşanan demokrasi eksiği kendisini, siyasi partilerin giderek toplumdan
kopmasında, merkez sağ ve sol partilerin giderek zayıflamalarında, dinsel ve
etnik kimlik siyasetlerinin güçlenmesinde, devletin yolsuzluk ve rüşvet sorunla-
rıyla girdiği meşruiyet krizinde, siyasal alanın giderek daralmasında, giderek
artan siyasal istikrasızlık sorununda ve bireysel hak ve özgürlükler üzerine em-
poze edilen anti-demokratik kısıtlamalarda kendisini gösteriyor. Bu anlamda
da, demokrasiye geçişte yaşanan başarının, demokrasiyi toplumsal yaşamda
yerleşikleştirme ve derinleştirmede ciddi bir başarısızlığa dönüşmesinin,
Türkiye’de siyasal alanının temel sorununu yarattığı söyleyebilir.

19
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

BİR KARMAŞIK TOPLUM OLARAK TÜRKİYE VE İYİ YÖNETİM


2000’li yıllarda Türkiye, hem ulusal/yerel sorunları, hem de ciddi müzakere
süreçlerinden geçtiği uluslararası ilişkileri ekseninde, modernleşme ve demokra-
tikleşme süreçlerinde tarihsel olarak yaşadığı ikilemleri çözmek durumundadır.
Bu zorunluluk yapısal ve artık ertelenemeyecek bir niteliktedir. Bu bağlamda da,
Türkiye’de siyasi alanın, siyasi aktörlerin ve siyaset yapma eyleminin, devlet-
merkezci olmak yerine, Türk modernleşmesinin demokratik, liberal ve çoğulcu
temelde yeniden-kurulmasının ve Türk demokrasisinin devlet-toplum-birey
ilişkilerine yerleşikleşmesinin ve derinleşmesinin itici gücü olması temelinde
yeniden-kurulması gereklidir. Bu yeniden-kurulma süreci;
(i) Türkiye’nin yukarıda kısaca açımladığım karmaşık topluma dönüşme
sürecini tanımalı ve anlama çabasına girmelidir;
(ii) Türkiye’nin karmaşık toplum olma sürecinde etkili olan siyasi süreçle-
rin, taleplerin ve sorunların ortaya çıkmasında rol oynayan farklı ek-
senleri birliktelikleri ve beraberlikleri içinde çözümlemelidir;
(iii) Bu temelde de, modernleşme-demokratikleşme ikilemini çözecek iyi
toplum yönetimini toplumsal sorunlara ve taleplere yanıt verecek poli-
tikalar üreterek bulmalıdır ve
(iv) Siyasal alanın demokratik ve adaletli toplum vizyonunu içeren katılım-
cı demokrasi temelinde örgütlenmesini sağlamalıdır.
22 Temmuz 2007 genel seçimleriyle oluşan parlamento, iyi ve adaletli top-
lum yönetimi için bir fırsat ve gereklilik yaratıyor. İslami kimliğin siyasallaşma
sürecinin son yıllardaki dönüşümünü sergileyen AKP’nin, % 47’ye varan bir
oyla çoğunluk hükümetini kurması ve merkez sağın tek ve güçlü aktörü olması,
buna karşı CHP, MHP ve DTP’nin içerdikleri aşırı ideolojik siyaset yapma anla-
yışı, güçlü hükümete karşı zayıf muhalefetin olduğu bir parlamento yapısını
ortaya çıkardı. Bu çalışma içinde, AKP’nin seçim başarısını, Türkiye’nin giderek
karmaşıklaşan yapısını kavrayacak ve kucaklayacak esnek, pragmatik ve liberal
bir sağ parti gibi hareket etmesinde, diğer partilerin başarısızlıklarını da, bu par-
tilerin ideolojik siyaset yapma anlayışlarının Türkiye’nin içinden geçtiği deği-
şim-dönüşüm sürecinin karmaşıklığını yakalayamamasında görebiliriz. Bu da,
bir taraftan bizi sivil toplumdan yeni siyasi oluşumlara, AKP’ye yapıcı muhale-
fet temelinde alternatif üretme gerekliliğine götürürken, diğer taraftan da iyi ve
adaletli toplum yönetimi sorusuna yanıtı, karmaşık toplum olarak Türkiye’yi
anlama yoluyla modernleşeme-demokratikleşme ikilemini çözmeye götürecek-
tir. Bu çabanın da ismi, katılımcı demokrasi yoluyla Türkiye’nin iyi ve adaletli yöne-
timidir.

20
2. Bölüm: Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme / E. Fuat Keyman

SONNOT

1 Bu krizi ayrıntılı olarak bkz. E.Fuat Keyman, Türkiye ve Radikal Demokrasi, Alfa, İstanbul, 2000;
E. Fuat Keyman, Dünyanın Değişimi, Türkiye’nin Dönüşümü, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstan-
bul, 2006.
2 Yönetemeyen demokrasi kavramı için bkz. J. Grugel, Democratization, Palgrave, New York,
2002.
3 Siyasi partilerin güven sorunu için çok önemli bir çözümleme için bkz. İ. Sunar, State, Society
and Democracy in Turkey, Bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul, 2004.
4
Ki, İslami kimliğin bu başarısını ve dönüştürme kapasitesini anlamak, Türkiye modernleşme
tarihini süreklilik-kırılma ilişkisinden daha çok, değişim-dönüşüm süreci temelinde çözüm-
lemeyi gerekli kılmaktadır.
5 Karmaşık toplum, İngilizce literatürde “complex society” olarak kullanılıyor ve 1970’ler
sonra, özellikle 1980’lerden bugüne modern toplumların, “sanayi-sonrası toplum”, “küresel-
leşme”, postmodernizasyon, “maddi değerler-sonrası kültürel ilişkiler” süreçleri sonucunda
geçirdikleri dönüşümü niteliyor.
6
Bu değişim ve dönüşüm sürecinin ve ortaya çıkarttığı ikilemin ayrıntılı bir çözümlemesi için
bkz. E. F. Keyman ve Z. Öniş, Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics, Domestic
Transformations, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007.
7
Mardin’in Türkiye modernleşmesi için çözümlerini, E. F. Keyman, “Şerif Mardin’i Okumak:
Modernleşme, Yorumbilgisel Yaklaşım ve Türkiye”, A. Öncü ve O. Tekelioğlu (der) Şerif Mar-
din’e Armağan, İletişim, İstanbul, 2005.
8 M. Weber, Economy and Society, University of California Press, Berkeley, 1978.
9 T. Hobbes, Leviathan, Penguin Books, London, 1972.
10 Ş.Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim, İstanbul, 1999, s. 37.
11 Bu bağlamda, “merkez-çevre” anlayışı Türkiye’de devlet-sivil toplum ilişkilerini çözümleme-
de de önemli bir araçtır. Mardin’in sivil toplum üzerine çalışması, bu bağlamda, çok önemli
bir noktayı ortaya çıkartmaktadır. Mardin Türkiye’de sivil toplumun Batı anlamında geliş-
mediğini önerdiği çalışmasında, oryantalizm tuzağına düşmemektedir ve sivil toplumun ek-
sikliğini yaratan nedenleri Türk modernleşme sürecinin tarihsel ve söylemsel çelişkilerinde
aramaktadır. Bu çelişkiler, (a) merkez anlayışının “milli çıkar” söyleminin kişisel hak ve öz-
gürlükler temelinde değil, fakat “kollektif bir anlam” taşımasından, (b) Bu kolektivist anlayı-
şın “devlete bağlı meşruiyet” kurgusunun temeli olmasından ve (c) demokratik geleneğimizin
‘Batı ‘kamuoyu’nun tarihsel temeli olmadan gelişen ‘biçimi’ne ve İslami popülizme” dayan-
masından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, sivil toplum “merkez-çevre anlayışı” temelinde
gelişen toplum yönetim tarzı içinde, “bir boşluğu, bir eksikliği” simgelemektedir. Bu bağ-
lamda ayrıntılı bilgi için bkz. Ş. Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, ss. 9–19.
12 Ş.Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, s. 64.
13
Ş.Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, s. 75.
14
Bu süreçlerin kapsamlı bir irdelemesi için bkz. E. Özbudun, Contemporary Turkish Politics,
Lynee Reinner, Boulder, 2000.
15 Bu konuda önemli bir kaynak, D. Held, The Globalization Debate, Polity, London, 2005.
16
Pozisyonlar-arası savaşı kavramının geniş bir çözümlemesini, Globalleşme, Devlet, Kimlik/Fark:
Uluslararası İlişkiler Kuramını Yeniden-Düşünmek, Alfa, İstanbul, Ekim 2000, kitabımda yaptım.
17
Bu sürecin ayrıntılı bir anlatımı ve çözümlemesi için, bkz. E.F. Keyman ve Z. Öniş, Turkish
Politics in a Changing World: Global Dynamics, Domestic Transformations, Bölüm: II.
18
Kürt sorunu ile İslami kimliğin yükselişi arasındaki farkları değerlendirdiğim çalışmam, E. F.
Keyman, “Türkiye’de Kürt sorunu ve Demokratik Çözüm Olasılığı”, Birikim, sayı: 209, 2006.
19 S. Benhabib, The Rights of Others, Cambridge University Press, Cambridge, 2004.

21
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

20 Bu süreçlerin ayrıntılı bir açılımı için, E.F. Keyman (der) Remaking Turkey, Lexington, Oxford,
Ekim, 2007. Avrupalılaşma sürecinin kimlik-vatandaşlık ilişkisine etkisinin ayrıntılı bir ince-
lemesi için bkz. A. Kaya ve T. Tarhanlı (der) Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları: AB Sü-
recinde Yurttaşlık Tartışmaları, TESEV Yayınları, İstanbul, 2005.
21 A. Mango, Atatürk, John Murray, London, 1999.
22
E. Özbudun, Contemporary Turkish Politics, Bölüm. 4.

22
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

3. BÖLÜM
OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E TÜRKİYE’DE
İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ

Adem ÇAYLAK∗

GİRİŞ
Tarihsel süreç içinde Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkileri, hem toplumsal
hem de siyasal boyutlarıyla “çarpık” ve o derece de “cepheci” bir hal almıştır.
Kültürel/toplumsal ve siyasal kutuplaşmaların zemin oluşturduğu iktidar-
muhalefet ilişkilerinin almış olduğu içerik ve biçimi anlamanın yolu tarihsel ve
toplumsal koşulları ile Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkilerinin kurumsal-
laş(ama)masını anlamaktan geçmektedir. İktidar ya da muhalefet almaşıklarının
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal hayatında edinmiş olduğu yeri, Türkiye’de
demokrasisinin pekiş(eme)mesi1 sürecinde incelemeyi amaç edinen bu çalışma-
nın siyasal ve toplumsal tarihe ilişkin bir tür temellendirilmesinin yapılması,
konunun daha derinlikli boyutuyla anlaşılabilmesini sağlayacaktır. Bu amaçla,
Türkiye’de siyasal iktidar-muhalefet ilişkisi ve demokratikleşme süreci genel
hatları ile çözümlenmeye çalışılacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’ni hazırlayan ge-
lişmeleri ve bugünkü siyasal ve toplumsal yapıyı gereği gibi kavrayabilmek için
öncelikle Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısının çok kısa da olsa gözden geçi-
rilmesi yararlı olabilecektir. Cumhuriyetle birlikte zihniyet ve kurumsal olarak
çok köklü bir değişim sürecine girilmişse de, özellikle devlet-toplum ilişkisi ve
toplumun davranış kalıbı hızlı bir şekilde bu sürece eşlik edememiş ve her top-
lumda olduğu gibi Türkiye de kendi öz aşamasından etkilenmiştir.
Aslında bu, iktidar ve muhalefeti de kapsayacak şekilde Türkiye’nin tarihi
ve sosyal damarlarından gelen yerleşik siyasal kültürüyle ilintilidir. Siyasal kül-
tür, bir ülke üzerinde yaşayan bireylerin ve grupların, toplumsala ve siyasala
ilişkin duruş, tavır ve davranışlarını şekillendiren tutumlar, değerler, ritüeller,
semboller ve inançlar bütünü ve kamu kurumlarına yön veren siyasal gelenekler
olarak ele alındığında,2 farklı kesimleriyle Türkiye’nin toplumsal/siyasal kültü-
rünün bir bütün olarak toplulukçu/kamusal bir ruha sahip olduğunu söylemek
gereklidir. Devlet mitosu ve bürokratik yönetim geleneğinin3 yön verdiği bu


Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.

23
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

siyasal kültürde, tüm toplum kesimleri hem kendi içlerinde hem de “öteki” ile
kurduğu ilişkide “topluluğun genel uyumunu gözeten organik bir bütüne” (ör-
neğin ümmet, millet, devlet ya da halk gibi) dayanmış ve kendisini genel bütün-
den “ayrıştıran” farklılıklara pek tahammül göstermemiştir. Başka bir deyişle,
Türkiye’nin siyasal kültürü, siyasi ortodoksiden en küçük sapmaya karşı büyük
bir tahammülsüzlük göstermiş, bu tür hareketler “fitne” ya da “bölücülük” suç-
lamasıyla toplum ve siyaset dışına itilmiştir. Bunun nedeni, toplum ve devlet
katında “tek bir hakikat” bulunduğu fikrinin yaygınlık kazanmasıdır.4 Toplu-
lukçu bir ruha sahip olan Türkiye’nin siyasal kültüründe, topluluğun ruhu bö-
lünemez bir nitelik göstermiştir. Türkiye’de farklı dünya görüşlerine sahip top-
lum kesimlerinin dile getirdiği “ümmet”, “millet”, “halk”, “emekçiler”, “inanan-
lar”, “milli irade”, “devlet” ya da kuvay-i milliye ruhu” gibi bölünemez toplum-
sallıklar çerçevesinde işleyen bir toplumsal/siyasi kültürün varlığı5, hem devlet
hem seçkinler hem de toplum/mahalle çapında Türkiye’de olması gerekene iliş-
kin düşünce üreten ve eyleyenlere karşı yaygın bir denetim ağı kurmuştur. Tür-
kiye’de muhalefete ve muhalif hareketlere bu şekilde yaklaşılmasının nedeni, ilk
Türk-İslam imparatorluklarından Osmanlı’ya ve oradan da Türkiye Cumhuriye-
ti’ne intikal eden siyasal kültürde, devlete topluluğun genel uyumunu sağla-
makla görevli bir araç olarak bakılmasından ve devletin vesayetçi bir biçimde
toplumu gütmek istemesinden kaynaklanmıştır. Bu açıdan yeni Türk devletiyle
Osmanlı geçmişi arasında pek fark yoktur. Kemalist devrimlerin esin verdiği
yeni Türk devleti, toplumu İslami/geleneksel Osmanlı geçmişinden uzaklaştıra-
rak felsefi olarak Aydınlanma yüzyılı, Fransız devrimi ve pozitivist-
solidarist/korporatist anlayışın biçimlendirdiği ulusçuluk ve laiklikle topluma
yeni bir kültürel temel inşa etme istemesine rağmen, siyasal değişimde -
meşruiyet içeriği değişse de- devlete ve seçkinci anlayışa öncelik tanıdığından
yapısal, davranışsal ve özellikle de zihniyet olarak tevarüs ettiği Osmanlı’nın bir
devamı niteliğindedir.6 Böylesi bir kavramlaştırmada devletin “İslami” ya da
“seküler/laik” karakteri önemli değildir. Bu açıdan Cumhuriyet dönemi siyasal
kültürü de aynı geleneğin ve zihni yapının başka bir formatta devamından baş-
ka bir şey olmayan devlet kavramlaştırmasından nasibini almıştır ve almaya
devam etmektedir.7 1946 yılında çok partili siyasal hayata girilmesine ve 1980
sonrası yaşanan kimlik eksenli farklılaşma ve çoğulculaşmaya rağmen, Türki-
ye’de demokrasinin pekişmesini hızlandıracak olgun bir demokratik kültürün
yerleşikleşmemesi, demokrasi ve siyasal özgürlükler bağlamında Türkiye’de
siyasal iktidar-muhalefet ilişkisinin tarihsel arka planının verilmesini gerektir-
mektedir. Burada öncelikle, siyasal muhalefet açısından, demokrasinin ne anla-
ma geldiği ele alınacak, ardından siyasal muhalefet ve Osmanlı’dan Cumhuri-
yet’e siyasal iktidar-muhalefet ilişkisi, başka bir deyişle “yöneten-yönetilen”8 iliş-
kisinin kimi ana hatları tahlil edilmeye çalışılacaktır.
Bilindiği gibi, demokrasi, her şeyden önce kendisinden başkasının varlığını
tanıma kültürüdür. Başka bir deyişle, aynı bütünün içinde birbirinden farklı,
hatta birbirine karşıt olan, kısacası aynı zamanda hem birbirlerine benzeyen hem
de birbirinden ayrılan birey ve öbekleri bir arada yaşatmak iradesidir.9 Bu anla-
mıyla siyasal muhalefetsiz bir demokrasinin düşünülemeyeceği bir gerçektir.
Demokrasinin çok sağlam toplumsal temellere dayanabilmesi için toplumsal

24
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

isteklerle siyasal sunular, başka bir deyişle toplum ile siyasal partiler arasında bir
uyuma ulaşmak gerekir. İşte bu nedenle en güçlü bir demokrasi siyasal özgürlü-
ğü tanımış, genel kapsamlı bir toplumsal karşıtlığa dayanan demokrasidir.10
Demokratik rejimlerin, partilerin toplumsal kesimleri hakkıyla temsil etmeleri
için gerekli hukuksal ve siyasal zemini kurmaları, buna karşılık siyasal partilerin
de vücut buldukları bu zemini tahrip etmeden hareket etmeleri, demokratik
kültürün oluşumunda asgari bir gereklilik halini almıştır.11
Öte yandan Türkiye’de siyasal partilerin doğuşundaki farklılık, Türkiye’nin
siyasal ve toplumsal yapısının dayandığı temeli açıklayacak olması açısından da
dikkate değerdir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de siyasal partilerin, Ba-
tı’da olduğu gibi işlevsel eksen etrafında toplanan çatışmalardan doğmadığı,
aksine yerel (teritorial) eksen etrafında toplanan çatışmalardan doğduğu belir-
tilmelidir.12 Bununla anlatılmak istenen, gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet dö-
neminde siyasal iktidarın icrası ile ilgili mücadeleler, yönetici elitin temsil ettiği
“merkez” ile yönetilenlerin oluşturduğu “çevre” arasında vuku bulmuş, partiler
de bu çatışmaların bir ürünü olarak vücut bulmuşlardır.13 Bu durum, Türkiye’de
siyasal partilerin tabakalaşması14 ile ilgilidir. Ancak bu tabakalaşma, başlangıçta
belirli bir rol oynayan her toplumsal kesimin bir sınıf teşkil etmesi ve partilerin
de, yalnızca bu sınıflara tekabül etmesi anlamında değildir. Osmanlı İmparator-
luğu ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde siyasal partiler, sosyo-ekonomik bir tabaka-
laşma sonucu meydana gelen bir mücadelenin kadrosu olarak görülemez. Tür-
kiye’nin imparatorluk ve cumhuriyet dönemi partileri, bir siyasi tabakalaşmanın
ifadesi olmuşlardır. Başka bir deyişle, Türkiye’de siyasal partiler, toplumda var
olan siyasi tabakalaşmadan doğmuş ve onun mücadele alanı olmuştur. Siyasi
tabakalaşma ise, toplumu katı bir şekilde “yöneten” ve “yönetilen”15 olarak ikiye
ayırmıştır. Başka bir deyişle, Türk siyasal yaşamının Osmanlılardan beri iki ge-
nel cephe arasındaki etkileşimlerle belirlendiği bir durum ortaya çıkmıştır. Kon-
gar’ın ifadelendirdiği gibi, bunlardan birincisine, “devletçi-seçkinci” cephe, ikinci-
sine de “gelenekçi-liberal” cephe denmiştir.16 İşte Türkiye’de Osmanlı’dan Cum-
huriyet’e görülen siyasi teşekküller, her şeyden önce idare edenlere karşı bir
direnmenin, idarenin iktidarını sınırlandırmanın, bu iktidara ortak olmanın ve
bu iktidarı cumhura geçirmenin ifadesidir.17 Türkiye’de siyasal iktidar-siyasal
muhalefet ilişkisinin kurumlaşma biçimi de, Osmanlı’nın son dönemlerinden
Cumhuriyet’in çok partili siyasal hayatına kadar geçen sürede Türk demokrasi-
sinin yönünü tayin ettiği söylenebilir.
Demokratik bir rejimde muhalefet belki iktidardan daha önemli bir siyasal
mekanizma iken Türk siyasal kültüründe muhalefetin iktidar karşısında kurum-
sallaşma biçimi sorunludur. Türk siyasal kültüründe siyasal muhalefet, toplum-
sal yapının her bir yönünü (ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla) temelli
bir tartışma konusu yapmaktan ve iktidarı aşıp ona yol gösterici olmaktan azade
kalmıştır. Muhalefet, sadece devleti kontrol eden ya da siyasal iktidarı elinde
bulunduran kişi, grup veya hanedana karşı direnmek ve onun meşruluğunu
kabul etmemek18 çerçevesinde cereyan ettiği sürece, Türkiye’de siyasal ve top-
lumsal yapının demokrasi yönünde evrilmesi sorunlu olacaktır. Osmanlı İmpa-
ratorluğu’nun son dönemleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en azından 1960’lı

25
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

yıllarına kadar -bazı yönleri ile günümüze kadar- siyasal muhalefetin söylemi bu
çerçevenin dışına çok az çıkmıştır.
I. KLASİK OSMANLI DÖNEMİNDE İKTİDAR-MUHALEFET
Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde19 monarşinin temsilcisi mer-
keziyetçi bir devlet vardı. Bu haliyle Osmanlı toplumu bir “statü toplumu”20 gö-
rüntüsü içindeydi. Bir tarafta ayrıcalıklı tabaka olarak askeri tabaka (yönetenler),
öbür tarafta reaya tabaka (yönetilenler) vardı. Bu tabakalardan ilki, saltanat bera-
tı ile padişahın kendilerine dini ya da idari etki tanıdığı kimseleri, yani saray
memurlarını, mülki memurları ve ulemayı içine alan “askeri tabakayı”, ikincisi
ise, vergi ödeyen, fakat idareye katılmayan bütün Müslim ve gayr-i Müslim
zümrelerden oluşan “reaya tabakası”nı oluşturmaktaydı.21 Böylesi bir tabaka-
laşma her ne kadar ideal bir tipi yansıtıyor ve sistemde kural dışı unsurlar yer
alıyorsa da,22 nihayetinde Osmanlı Devleti, Weber’in geleneksel otorite tipleş-
tirmesinden birisi olan patrimonyal yönetim geleneğinin23 tipik bir örneği ola-
rak, meşruiyetini gelenek ve dinden alan hükümdarın tüm ülke ve ülke üzerinde
yaşayanlar üzerinde mülk sahibi olduğu yasallık zemininde işleyen bir siyasal
mekanizmaya sahipti. Bu demek değildir ki, Osmanlı’da kul statüsünde hayatını
sürdürmekte olan sade “vatandaş” hukuktan yoksundu. Aksine Kanunnameler
hukuki bir çerçevede “kul”un statüsünü belirttiği ve bundan da önemlisi, şeriat
gereğince sultanın şahsen refahlarından sorumlu olduğu “sade vatandaş”ın gün-
lük hayatı emniyet içinde korunduğu bir çerçeve24, patrimonyal yönetimin sınır-
larını belirlemekteydi. Ne var ki, geleneksel otorite ideal-tipine eş düşen patri-
monyal bürokrasi yaklaşımı çerçevesinde birçok yazar,25 Osmanlı toplumunu
çözümlemiştir.
A. PATRİMONYAL SİYASAL YAPI
Otoritenin geleneksel niteliği (devlet-sultan özdeşliği), merkez-kenar karşıt-
lığı ve merkezde, sultanın, ülkenin sahibi olarak ortaya çıkması gibi etkenler,
Osmanlı-Türk siyasal-yönetsel kurumlaşmasında patrimonyalizmin derin izleri-
nin olduğunu göstermektedir.26 Bu özelliklerinin yanında, Osmanlı rejiminin en
önemli yanının, dinsellikten çok geleneksellik olduğu ve bu gelenekselliğin Tan-
rı tarafından olduğu gibi konulan, nizam-ı alem ve kanun-u kadim27 (daha ön-
ceden konulmuş, kimin koyduğunu asla göstermeye gerek duyulmayan, devle-
tin/düzenin meşruluğunun temeli olan bir ilke olarak, rejimi siyasal bakımdan
ayakta tutmaya yarar) gibi ilkelerle ifade edildiği, padişahın Tanrı tarafından
yeryüzünde düzeni temin için görevlendirildiği, padişahlık makamının bir mülk
gibi tevarüs edildiği ve buna karşı çıkmanın asla mümkün olmadığı28 türden
anlayışların egemen olması da, patrimonyal siyasal yapının varlığına işaret et-
mektedir. Saltanatın, son çözümlemede bir büyük aile olarak görülmesi, yönetici
zümrelerin, aile reisinin (padişahın) kulları ve büyük evin (saltanatın) işlerini
gören hizmetkarları olarak düşünülmesi de, sözü edilen siyasal yapıya patri-
monyalizm denmesine neden olmuştur.29 Yine, tüm siyasal otoritenin padişahın
kişiliğinde toplanması, şeriattan bağımsız karar verme mekanizması olan örf-î
hukukun son derece gelişmiş bulunması,30 devlet ile uyruklar arasında yer ala-
cak her türden siyasal-iktisadi güce izin verilmemesi,31 toplumun her bir parça-
sının padişah tarafından kendi sınıfı içinde dengede tutulması, sıkı bir sınıflar

26
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

nizamına dayalı devlet anlayışı ve bu konuda padişahın mutlak düzenleyici


olarak kabul edilmesi de, aynı olgunun çözümlemelerde kullanılmasını haklılaş-
tırmıştır.32 Bu doğrultuda, Osmanlı Devleti’nin iktisadi hayata müdahaleciliği,
köylerde her türden feodal hakları kaldırarak, tarımsal üreticinin (reâyâ) sipahi,
âyân ve eşraf gibi ara mercilerce sömürülmesinin önüne geçmesi, keyfi vergilen-
dirmekten kaçınması, şehirlerde muhtariyete sahip komün idarelerinin kurulu-
şuna izin vermemesi, tüccar tekellerine karşı esnaf ve zanaatkar loncalarını des-
teklemesi, İslam kamu hukukunda hükümdara yüklenen “hisbe”33 vecibesini
yerine getirmesi ve Orta Asya Türk geleneklerinden gelen, hakanın, tebaanın
“babası” olduğu yolundaki felsefeyi yeterince işlemesi gibi etkenleri de bu min-
valde saymak gerekecektir.34.
Netice itibariyle patrimonyalizmin, Weberyan herrschaft (egemenlik, hük-
metme) yönelimi ve iktidar dağılımının egemen biçimi olarak statü, bir yön veri-
ci gelenek olarak, Türkiye'nin siyasal ve yönetsel yapısında egemenliğini koru-
maktadır. Cumhuriyet ile birlikte Türkiye'nin siyasal hayatında biçimsel anlam-
da birçok değişim (çok milletli bir imparatorluktan ulus-devlete geçiş) yaşanmış-
sa da, içerik olarak arka planda değişik unsurları ile de olsa bir “Osmanlı” öğesi
ile karşılaşılmaktadır. Cumhuriyet dönemi ekonomik sistemi ve bu sistemden
kaynaklanan siyasal-yönetsel yapı için, S. N. Eisenstadt neo-patrimonyalizm
kavramını kullanmaktadır.35 Mardin’e göre bu sistem, kapitalizmin özelliklerini
giderek artan oranda içermekle beraber kapitalizmden çok, geç yeni-
patrimonyalizmdir.36 Klasik Osmanlı siyaset ve yönetim felsefesinin önemli bir
yönünü teşkil eden patrimonyal aşkın devlet olgusu ve örf-i sultani ve adab ilkesi
gereğince padişaha şeriattan bağımsız olarak “gereklilik-ussallık” ve “kamu
maslahatı” uğruna “devlet yönelimli ve seküler” kural koyma hakkının tanın-
ması,37 Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir “güçlü devlet-zayıf toplum” anlayışının
tevarüs etmesine sebep olmuştur. Şöyle ki, klasik dönemde aşiretle-
rin/beyliklerin devlet yönetimini zayıflatıcı/parçalayıcı etkisinden yani “hısımlar
toplumundan” uzaklaşarak, devşirme sistemiyle başta bulunan sultanın şahsına
sadakatle bağlı merkezi bir bürokratik tabaka kuran Osmanlı’da,38 yönetici taba-
ka, aile reisinin (padişahın) bendesi ve onun evinin hizmetkârları işlev görürken,
imparatorluktaki yenileşme süreçlerine bağlı olarak özellikle Tanzimat dönemiy-
le birlikte kendilerini padişahın şahsından öte devlete sadakatle özdeş tutmaya
başlamıştır.39 Bu sürece bağlı olarak Osmanlı kalemiye tabakasından çıkan ve
batılı-laik okullarda eğitim gören Yeni Osmanlı, Jön Türk, ve Kemalist seçkinci
askeri-sivil bürokrasi için devlet, topluluğun genel uyumunu sağlayacak ve bir
arada tutacak kendinde içkin bir güç olarak tasavvur edilmiştir. Başka bir deyiş-
le, bu aslında eski Osmanlı geleneksel adab geleneğinin en seküler biçimiyle diril-
tilmesi anlamına gelmekteydi.40 Devletin dayandığı normatif çerçeve değişmeye
yüz tutsa da klasik dönemdeki “kişisel ve keyfi” olmayan belli kurum ve norm-
lar üzerine dayalı klasik “aydınlanmacı despotizm” (ılımlı aşkın devlet),41 bu kez
seçkin asker-sivil bürokratların elinde Batı orijinli Aydınlanma felsefesi ve top-
lumu pozitivist bir biçimde inşa etme sürecine bağlı olarak devlet siyasetinde tek
ölçütün “akıl ve bilim” olması gerektiği fikriyle bütünleşerek -formu değişse de
içeriği aynı kalan- Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devlete ve üzerinde yaşayanlara
bir “mülk” olarak bakan ve siyasal egemenliği de “mülkiye(t)”42 olarak tasavvur

27
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

eden patrimonyal aşkın/güçlü devlet olgusu, devleti “halkın devleti” yapmak


isteyen Kemalistlerin elinde adab geleneğinin Cumhuriyetçi yorumu ile daha da
bürokratikleşip pekişerek devam etmiştir.43
B. MERKEZ-ÇEVRE AYIRIMINI TEMİN EDEN FAKTÖRLER
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bu şekilde intikal eden patrimonyal devlet an-
layışı yanında klasik Osmanlı döneminde daha yumuşak ancak Osmanlı ve
Cumhuriyet modernleşmesi ile giderek katı/uzlaşmaz hale gelen bir yöneten-
yönetilen ayrımını besleyen güçlü ve homojen bir merkez ile zayıf ve dağınık
çevreyi meydana getiren faktörler de Türkiye’nin siyasal hayatında iktidar ve
muhalefetin temellerini oluşturmuştur. Osmanlı toplumunda sosyal bölünmenin
en etkili çizgisi olarak “merkez” ve “çevre”, Batıdaki ekonomik ölçütlere dayalı
sosyal sınıflar değil, aksine bölünmenin ve çatışmanın en derin temelli kültürel,
siyasal ve biraz da devletin iktisadiyatı belirlemesiyle oluştuğu birer toplumsal
zümrelerdi. Bu toplumsal zümreler, kendini ve başkalarını belirli tabakalara
yerleştirme geleneğine dayalı olarak mesleki, dinsel, ırksal ve sınıf eksenli tabaka
bağlılığı biçiminde ortaya çıkmıştır.44 Osmanlı’da çatışmalara uzun vadede ba-
kıldığında, bunların kabaca cemaat/devlet ekseninde odaklandığı ve çevresel
güçlerin merkezin baskın çıkması karşısında hiçbir zaman elle tutulur bir biçim-
de, devletten bağımsız bir özerk (autonomy) alan açamadığı bir durumla karşı-
laşılmıştır.45 Osmanlı’da merkez, Osmanlı Devleti’nin bir arada tutmayı başardı-
ğı merkezi bürokratik aygıtı olduğu kadar, bu devletin işlemesini mümkün kılan
meşruiyetin özünü de temsil eder. Çevre ise, geri kalan toplumsal alana, mer-
kezden ayrı yaşayan ve onunla ancak gevşek bir bütünleşme içinde olan kurum-
lara işaret etmektedir.46 Türk siyasasının temelinde yatan en önemli toplumsal
kopukluk olarak değerlendirilen merkez-çevre, birbirinden düşünüş ve davranış
tarzı, semboller alanı ve temel amaç (birinde devletin bekası, diğerinde çok deği-
şik bileşenleri ile devlet sultasından kaçan toplumun yararı) bakımından keskin
olmayan bir ayrışma içerisinde olmuştur. Diğer taraftan, merkezin derli toplu
(yeknesak) olması karşısında, çevre, bölük pörçük bir pozisyona sahip olmuş-
tur.47
1. YENİDEN-ÜLEŞİMCİ DÜZENDEN BÜROKRATİK
MERKEZİYETÇİLİĞE
Bu faktörlerden birincisi, savaşçı-fetihçi bir grup “gazi” tarafından kurul-
muş Osmanlı’da48 askeri fetih sonrası elde edilen ganimetlerin askeri kahraman-
lık göstermiş bir savaşçı gruba dağıtılması üzerine kurulu yeniden-üleşim siste-
minin,49 devletin merkezileşmesi ve bürokratikleşmesine paralel olarak tersine
dönmesiyle ortaya çıkan tabakalaşmayla ilintilidir. Osmanlı Devleti’nin kurulu-
şunda asabiye bağları güçlü Türkmen savaşçıları vardı. Ancak devletin göçebe-
likten yerleşik hayata (şehir medeniyetine) geçmeye başlamasıyla birlikte bu
asabiye yavaş yavaş erimeye başlamıştır50. Bu asabiyenin azalışına paralel olarak
Osmanlı Devleti’nin kurucuları, bölünme eğilimini her zaman içinde taşıyan,
devlet yönetiminde hısımlardan yararlanmanın parçalayıcı etkilerinin korkusu-
nu devamlı içlerinde taşımışlardır. Bunun için merkezileştirmenin ve aşiretleri
parçalamanın, devletin güvenliği için şart olduğunu görmüşler ve bu amaca
hizmet edecek bir merkezi bürokrasi kurmak istemişlerdir.51 Devlet hizmetlerin-

28
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

de ve askeri örgütleme işlevinin yürütülmesinde merkezi bir bürokrasinin kul-


lanılması, daha önce bu tür işlevleri yürüten aristokrasinin tepkisini çekmiş ve
giderek bürokrasi-aristokrasi mücadelesi kızışmıştır.52
Osmanlı’da güçlü merkezi devlet kurmaya ilişkin bu süreç, Türkmen gazi
savaşçıları ve yeniden-üleşim sisteminin gereklerine ters düşmüş, en önemlisi de
İbn Haldun’un ifade ettiği asabiyenin kaybolması sonucunu doğurmuştur. Bu
süreçte Türkmenler yeni kurumlara karşı isyan etmeye başlamıştır. Devlet, mer-
kezden kontrol edilen bir bürokrasi ve orduya dayanmaya başlamıştır. Bu du-
rumda Türkmen gruplarının ganimet gelirleri (yeniden-üleşimci düzen) yok
olmuş ve üstüne üstlük merkezi devlet tarafından vergilendirilmişlerdir. Böylece
gazi takımı, etrafında göçebe yapılarını, dini liderlerin ardıllarını, heterodoks
İslamı ve Orta Asya kültürünün kalıntılarını toplamıştır.53 Bu açıklama tarzı
Türk soplarının yapısal özelliklerine ilişkin olup, Mardin’in Robert A. Nisbet’ten
alıntıladığı “hısımlar toplumu” ile “askeri toplum” arasındaki karşıtlığa dayan-
maktadır.54 Bu süreçle beraber Osmanlı Devleti, şehirleri merkez olan bürokrasi-
lerle, “parçalı” bir karaktere sahip çevre sopları arasındaki karşıtlığın siyasal-
toplumsal yapısını belirlediği bir bağlamda yoluna devam etmiştir.55 Böylece
Osmanlı’da sözü edilen ikiliğin, merkez-çevre (taşra) rekabeti şeklinde kendini
gösterdiği, köy ve kentin temel yapılar itibariyle birbirinden ayrıldığı ve birbi-
rinden kültürü, mitosları ve ideolojisiyle farklı iki ayrı âlem (bir tarafta eski Türk
ananelerine sadık kalan fakat aristokrasinin bekasını devam ettirmeye çalışan
taşra, diğer tarafta her etnik gruptan devşirme usulüyle toplanarak meydana
gelen ve aristokrasinin devamında hiç fayda görmeyen merkez teşkilatı) oluş-
muştur.56
2. OSMANLI’DA PLATONCU KALIPLAŞMA FİKRİ
Merkez-çevre oluşumu temin eden faktörlerden ikincisi, imparatorluğun fi-
kir hayatında Plâtoncu kalıpların önemli bir yere sahip olmasıdır. Farabi, "el-
Medinetü’l Fâzıla" (Erdemli Şehir) adındaki yapıtında açık olarak Platon’un dü-
şüncesi, bu ve diğer kaynaklardan gelerek iki yönüyle Osmanlı İmparatorlu-
ğu’na geçmiştir. Bunlardan biri, toplumun tabii olarak üreticiler, askerler, devlet
adamları şeklinde üçlü (ya da dörtlü) bir gruplaşmadan teşekkül ettiği ve bunla-
rın başına bir “bilge hükümdar” gerektiği fikridir. Diğeri, hükümranlığın özü-
nün “adalet” olduğudur.57 Gerçekten de, Platon’un özellikle “Devlet” adlı yapı-
tında ortaya koymuş olduğu “ideal devlet” tasarımı, birçok bakımdan İslam
dünyasına belli dönemlerde ağırlığını koymuştur. Bu ideal tasarıma göre top-
lum, üreticiler, koruyucular (askerler) ve koruyucular sınıfı içinden seçilip yetiş-
tirilen gerçeğin bilgisine (hikmet) sahip bir filozof kraldan müteşekkildir.58 Pla-
ton’un siyasal felsefesinden etkilenmiş olan Farabi de özellikle Erdemli Şehrin
hâkim bir reise sahip olması gerektiği ve adalete dair düşünceleriyle Platon’un
düşüncesini İslam düşüncesi ile denkleştirmeye çalışmıştır.59 Plâtoncu üçlü taba-
kalaşma modelinin, Osmanlı toplum yapısında da yansımaları vardır. Şöyle ki,
padişahın konumu Platon’un “bilge kralı”nın konumuna, icrai askeriler ile ule-
manın konumu “koruyucular”ın konumuna, “reâyâ”nınki ise “üreticiler”in ko-
numuna oldukça yaklaşmaktadır.60 Bu ve buna benzer Plâtoncu spekülasyonlar,
Osmanlılar arasında çok sınırlı tutulup daha çok bir kalıp olarak algılansa da

29
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Koçu Bey’den Evliya Çelebi’ye kadar Osmanlı devlet adamı ve düşünürleri,


Müslüman bilginlerden aktardıkları siyaset anlayışının da etkisiyle toplumun
dört unsura dayandığı fikrini işlemişlerdir.61 Padişah (bilge kral) etrafında top-
lanmış muayyen sınıflar telakkisi, ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından
da ifade edilmiştir.62 Ona göre, başta padişah vardır. Sonra sırasıyla, ikta (tımar)
sahipleri, ulema, devlet memurları ve reâyâ yer alır. Bu düşünce, evrenin dört
temel unsuruna (ateş, su, toprak ve hava) karşılık gelen toplumsal unsurlara
dayanmaktadır. Bunlar savaşçılar, bilim ve kalem erbabı, tüccarlar ve tarımsal
üreticiler şeklinde sıralanmaktadır. Evrenin düzeninin, dört ana unsurun ahenkli
bileşimi ile sağlandığı, toplum düzeninin de bu dört cins insanın birbirine baskın
çıkmadan, birbirinin yerini kapmadan geçinmesi sonucu sağlanabileceği ve bu-
nu temin edebilmenin ise toplumsal unsurları yerli yerinde tutacak bir padişahı
gerektirdiği fikri, Osmanlı aydınlarının zihninde önemli bir yer işgal etmiştir.63
Tabakalaşmaya ilişkin devlet adamı ve düşünürlerin yazdıkları, Osmanlı toplu-
mundaki tabakalaşma düzenini etkilemiş ve merkez-çevre oluşumuna teorik
destek sağlamıştır.
3. DEVLET EKSENLİ DİN POLİTİKASI
Osmanlı İmparatorluğu’nda tabakalaşma düzenini etkileyen, düşünüş ve
davranış tarzı bakımından birbirinden ayrışmış bir merkez ile çevrenin oluşu-
munda önemli rol oynayan bir üçüncü husus, Osmanlı’nın uyguladığı din poli-
tikasında aranmalıdır. Türk devlet kurucuları, kutsal kitaba dayalı ilahi dinleri,
babadan oğula intikal eden yönetim usulü ve devletin yönetimi için eski dinleri
Şamanizm’den daha uygun bulmuşlardır.64 Osmanlı devleti yöneticileri, özellik-
le Mekke ve Medine’nin imparatorluğa katılmalarıyla beraber, kendilerini İslam
hilafetinin varisleri olarak görmeye başlamış ve Osmanlı sultanı, bütün İslam
dünyasının hamisi rolünü üstlenmiştir. Merkezi bürokratik bir devletin kurul-
masına baştan beri karşı olan Türkmen aşiretleri, Osmanlı Devleti’nin hâkim bir
dini anlayışı tesis ederek kitleleri egemenlik altına almasına daima karşı çıkmış-
lardır. Özellikle heterodoks Müslümanlık, mistisizm ve sûfi tarikatların birçoğu,
Osmanlı’nın uyguladığı din politikası karşısında büyük bir “siyasal yıkıcılık”
faaliyeti içinde örgütlenmişlerdir. Osmanlılar, imparatorluğu bürokrasi aracılığı
ile güçlendirmeye çalışırlarken, tarikatlardan, mezheplerden ve karmaşık dini
öbeklenmelerden oluşan bir kitle ile karşılaşmışlardır. Ayrıca Şiiliğin karizmatik
liderliğe ve toplumun aşağı katmanlarındaki azınlık gruplarının korunmasına
yönelik eğilimi ve Safavi tarikatı, Osmanlı İmparatorluğu’nun bürokratik mer-
kezine zaten karşı olan ve Şamanist tortulardan henüz kurtulamamış Türkmen
aşiretleri için cazip hale gelmiştir.65 Osmanlı Devletinin bürokratik merkezi, tüm
bu dini hareketlenmeler, yıkıcı kodamanlar ve eski soylu hanedan kalıntıları ile
baş edebilmek için çok uğraşmıştır. Bu amaca hizmet edecek hâkim bir dini an-
layış tesis etme ihtiyacı duyan Osmanlı Devleti, ilk olarak, imparatorluğun her
köşesine İslam’ın Sünni yorumunu empoze etmiş, ihanet içindeki Şii zümreleri
ve onun gibi yıkıcı özellikler gösteren heterodoks dini kümelenmeleri göz hap-
sinde tutarak imparatorluğun uzak köşelerine sürmüş ve en önemlisi de dini bir
elit (ulema) ortaya çıkarıp, bu elit tarafından kontrol edilen bir eğitim sistemi
kurmuştur. Ulemanın geçimleri devlet tarafından karşılandığı ve terfileri devlet

30
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

tarafından yapıldığı için, gerçekte birer memur haline getirilmişlerdir. Bu du-


rum, ulemanın devlet teşkilatı ile daha çok bütünleşmesini sağlamıştır. Eğitimi,
kazai ve idari çatıyı kontrol altında bulundurmaları sayesinde, ulema, devlet
memurları gibi hareket etmiş ve bu şekilde dolaylı olarak devletin sosyal hayatı
kontrol altında tutmasına olanak sağlamıştır.66 Osmanlı’nın uygulamış olduğu
bu din politikası sayesindedir ki, merkez ve çevre, etkileri günümüze kadar taşı-
nan bir ikilik içerisinde sosyal bölünmenin temel aktörleri olarak toplumsal ha-
yatta yerlerini almışlardır. Hemen belirtelim ki, klasik Osmanlı toplumunda
merkezi dini değerler ile çevresel dini değerler arasında tümüyle bir kopukluk
yoktu. İslami dil (idiom) ve bu dilin işlem kuralları alt ve üst mevkilerden birçok
Osmanlı tarafından paylaşılmaktaydı. Ancak Osmanlı’nın son dönemleri ve
özellikle Cumhuriyet döneminde dini kamusal hayattan dışlayan çarpık ve radi-
kal modernleşme hamleleri ile devletin belirlediği merkezi dinsel değerler ile
çevrede bölük pörçük yaşanan çevresel dinsel değerler arasındaki makas iyice
açılmaya başlamış ve bu bölünme Türkiye’nin siyasal hayatında din temelli mu-
halefet hareketlerine temel olmuştur.
4. ÖRF-İ HUKUK GELENEĞİ
Öte yandan Osmanlı’da şer-i hukukun yanında, hükümdara devlet içinde
mutlak bir mevkii kazandıran, devlet menfaatlerini her şeyin üstünde tutmayı
temin eden ve sultanın iradesiyle belirlenen dünyevi içerikli örf-î hukuk, Os-
manlı İmparatorluğu’nda toplumun iki katmanlı tabakalaşma düzeni çerçeve-
sinde yer almasına neden olan dördüncü unsurdur.67 Osmanlılar Orta Asya Türk
ve Moğol devlet geleneğinden “kanun” (yasa) ya da “örf” adı verilen, hükümda-
rın sırf kendi iradesine dayanarak şeriattan bağışık kural koymasına imkân tanı-
yan bir hukuk kodu (yasağ-ı padişahî) istihraç etmişlerdi.68 İmparatorluk buyruğu
(irade-i şahane) da denilen bu hükümet uygulaması, Osmanlıların sultani bir dev-
let kurma başarısı göstermelerinde çok önemli bir role sahip olmuştur. Osmanlı
sultanı bu gücünü, Orta Asya Türk imparatorluklarında devletin doğrudan doğ-
ruya kurucu kağan tarafından vazedilen, hukuk kodu olan “törü” ya da “yasa”
ile varlığını sürdürdüğü görüşünden almakla beraber, diğer taraftan İslam dün-
yasında geliştirilen “maslahat” ve “örf” gibi fıkhi ilkelere müracaatla da pekiş-
tirmiştir. Şeriattan bağımsız işleyen bir kamu hukuku ve devlet uygulaması,
Maverdi gibi Müslüman fakihler tarafından, kamu menfaatini temin etme ve
bizzat şeriatı uygulama aracı olarak kanun yapma hususunda sultanın yetkisinin
gerekliliğine meşruiyet kazandırmıştır. Bunların yanında ortaya çıkan sorunlarla
başa çıkma hususunda devlete geniş yetkiler veren Hanefi mezhebinin görüşleri
de sultanın otoritesini güçlendirmeye yaramıştır.69 Görülüyor ki, Osmanlı düze-
ninde devlet maslahatı, (raison d’etat ya da hikmet-i hükümet) din maslahatından
üstün tutulmuş, dinsel olmayan hukuk ve toplumsal ilişkiler, devlet maslahatı
gereği varlığını sürdürmüştür.70 Osmanlı klasik örgütlenmesinde devleti ve dev-
leti koruma güdüsünü ön plana çıkaran husus, Osmanlı “nizam-ı âlem” düşün-
cesiyle açıklanabilir. Osmanlı toplumunda nizam-ı âlemciliğin amacı, toplumu
değiştirmek değil, toplumun dengesini sağlamak, yani topluma sürekli biçim
vermektir.71 Bu gayeye matuf olmak üzere, toplumun her bir ferdi kabiliyetine
göre belli bir mevkide yer almış ve böylece içtimai düzen sağlanmıştır. Bunu

31
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

gerçekleştirecek olan da, nizam sağlayacak olan padişahtır. Padişah, içtimai dü-
zen ve nizamı tesis edebilmek için, şeriat dışında kanunlar ve nizamlar
vaz’edebilme yetkisine sahip olmalıdır.72
Öte yandan Osmanlı hükümdarının mutlak gücü ve korumakla yükümlü
olduğu değerler adalete dayanan bir içtimai düzen ve emniyettir. Osmanlı yöne-
tim felsefesinin temelinde olan ve hükümdarın mutlak gücünü meşrulaştıran
Eski Doğu’ya özgü bir özdeyiş, Kutadgu Bilig’den Tanzimat Fermanı’na kadar
tekrarlana gelmiştir. Kısaca “Daire-i Adalet” diye bilinen meşhur özdeyişte “ada-
let olmazsa reâyâ, reâyâ olmazsa para, para olmazsa asker, asker olmazsa devlet,
devlet olmazsa adalet olmaz”73 anlayışı devleti adaleti temin eden bir kurum
olarak güçlü kılmıştır. Aynı şekilde yönetilenler gözünde devleti ön planda tu-
tan bir başka faktör, Osmanlı’da “din ü devlet” anlayışıdır. Osmanlılar din ve
devleti “tev’em” (ikiz) saymış olmalarına rağmen, devlet, Osmanlılar arasında
hiç bir İslami devlette kazanmadığı bir öneme sahip olmuştur. Burada din başta
gelmesine rağmen, asıl korunmaya çalışılan devlettir. Bunun da Müslümanlığa
sığan bir savunması vardır. Güçlü bir devletin koruyucu gücünden yararlana-
mayan dinin, sürekliliği de sağlanamaz.74
5. KUL SİSTEMİ
Osmanlı toplumunda tabakalaşma düzenini etkilemiş ve merkezin çevreye
karşı tutumunu belirlemiş beşinci özellik, Osmanlıların yürütme görevinde
“kul”lardan yararlanmasıdır. Bu “kul”lar, ömür boyu devlet hizmetinde görev-
lendirilmek üzere Müslüman olmayan ailelerin çocuklarından devşirilirdi. Bun-
lar, saray erkânını, bürokrasiyi, devamlı orduyu ve tımarlı sipahileri oluşturur-
du. “Kul”lar, hanedana kayıtsız-koşulsuz bağlı ve hanedanı aşarak devletin sü-
rekliliğini sağlayan bir yönetici/yürütme mekanizması olarak, Osmanlı’dan ön-
ceki Türk devletlerini, siyasal gücün babadan oğula geçmesi özelliği nedeniyle
yıpratan bir sorunu aşmada, Osmanlılara ayrıcalık sağlamıştır.75 Osmanlı top-
lumunda yönetenler sınıfının ikinci kolu olarak bilinen ulema ve ulemanın de-
ğerleri ile örtüşen Müslüman kesim, devletin icrai işlerinde görevli bu devşirme-
kul bürokratlara karşı hoşnutsuzluk içerisinde olmuştur. Özellikle ulemanın
yetiştirildiği medreselerle, devşirilen kulların yetiştirildiği Enderun Mektebi
karşılaştırılırken, birincisinin Türkü alıp Türk olmayan haline getirdiği, ikincisi-
nin ise Türk olmayanı alıp Türk yaptığı şeklinde eleştirilmiştir. Devletin dini
İslam olan bir ülkede Müslüman olanların askerlik ve yönetim işlerine karıştı-
rılmaması, Müslüman çevrenin, özellikle ulemanın tepkisine neden olmuş ve
ileriki dönemlerde devamlı acı ve öfkeyle hatırlanıp durmuştur.76
6. DEVLETİN İKTİSAT SİYASETİ
Osmanlı İmparatorluğu’nda seçkin resmi görevliler ile çevre arasındaki ayı-
rımın ve toplum yapısının iki katmanlı (genel hatlarıyla) “yöneten yönetilen”
biçimini almasına etken olan altıncı husus, Osmanlı Devleti’nin uyguladığı ikti-
sadi siyasette de görülebilir. Osmanlı Devleti, kısaca belirtmek gerekirse “mali”
bir devletti. Bununla anlatılmak istenen, başlıca iktisadi siyasetin, kırsal ekono-
miden vergi alımını azamileştirme çabasından oluştuğudur.77 Bunu temin eden
de, toprağın tasarruf biçimine ilişkin düzendi. Ekilebilir bütün arazi padişaha ait

32
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

olup, reâyâ ancak intifa hakkına sahipti. Toprak, sipahilere dağıtılıyor, onlar da
dirliklerindeki köylülerden vergileri toplayıp savaş zamanında asker sağlıyordu.
Böylece devlet, iktisadi hayat üzerinde kontrol sağlamış oluyordu. Burada göze
çarpan bir husus vardır ki, devlet ile toplum arasında özerk aracı bir gövdenin
oluşumuna ve meşruluk kazanmasına olanak tanımamaktaydı. Bu ise hüküm-
darın tebaasının refahlarından şahsen sorumlu olduğu yolundaki ana ilke idi.
Şehirliler konusunda bu sorumluluk, bütün İslam dünyasında daha önce sözü
edilen hisbe ödevi diye bilinmekteydi.78 Vakıf kurumu dışında tüzel kişilik kav-
ramının başka kurum ve kuruluşlara tanınmaması da bu durumu destekler nite-
likteydi. Bu ilkeye istinaden devlet, memurları aracılığı ile loncaları tüccarların
tekelci davranışlarına karşı koruduğu gibi, daha da önemlisi, şehirlerde tüzel
kişilik ve bağımsız hükümet tanımayarak tüccar kapitalist oligarşilerinin kurul-
masının önüne geçiyordu.79
Öte yandan Osmanlı toplumunda, Batılı kapitalist toplumlarda olduğunun
aksine statü, gelirin ilk belirleyicisiydi.80 Başka bir deyişle, ülkenin en önde gelen
yurttaşları tüccarlar değil, siyasal iktidarı elinde tutanlardı. Bu durum, Osmanlı
İmparatorluğu’nda siyasanın öncelikli oluşuna işaret etmektedir81. Etkileri
günümüze uzanan bu sistemin belirleyici vasfı, devletin iktisadi hayat üzerinde
kurmuş olduğu kontrolden ziyade, iktidarla ilgilenmenin piyasa işlemlerinden
daha merkezi bir role sahip olduğudur. Mardin, “iktidar ticareti”nin Osmanlı
sisteminin ayırt edici bir özelliği olduğunun altını çizerek82 toplum yararına dev-
letin sınırlandırılmadığını belirtmiştir. Diğer taraftan klasik Osmanlı toplumun-
da zenginlik, ancak devletin tanıması halinde meşruluk kazanmıştır. Her ne
kadar prebendal (arpalık) ödüller, zenginliğin ana kaynağını oluşturuyor ve
iktidarı ellerinde tutan askeri-sivil bürokrat kesime büyük gelirler sağlanıyorsa
da, bunların kul statüsünde olmaları, servetin büyümesinin önüne geçerek sis-
temin devamlılığına katkıda bulunmuştur. Görüldüğü gibi, böylesi bir iktisadi
siyaset, beraberinde merkez ile çevrenin karşı karşıya gelmesinin tek boyutta
cereyan etmesine yol açmakla kalmayıp, toplumsal kopukluğun nesnel boyutla-
rını da ortaya koymaktadır.
7. İKİ AYRI KÜLTÜR AYRIŞMASI
Osmanlı’da merkezin siyasal ve ekonomik konulardaki denetim iddiası,
merkez ile çevrenin iki ayrı kültür ortamında yer almaları ile de kendisine destek
sağlamıştır. İki ayrı kültür ortamından kaynaklı ayrışma, merkez-çevre oluşu-
munu temin eden yedinci faktördür. Osmanlı devletinin kuruluşuyla beraber
yönetim ve askerlik mevkiinde bulunan seçkin tabaka, amaçları için (merkezi ve
etkili bir devlet kurma düşüncesi) aşiret yapısından kaynaklanan Türk kültürü
sembolik kaynaklarının, fonksiyonel olamayacağını düşünmüşler, daha evrensel
kültürel kaynaklar edinmenin yollarını aramışlardır. Böylece yönetim ve askerlik
işinden sorumlu seçkinler, kırsal kültürün dar kalıplarından çıkarak, daha ev-
rensel olan şehir kültürünün içine girmişlerdir. Şehir uygarlığının yapısından
kaynaklanan etmenlerle perçinlenen bu kültürel ayrılık, giderek daha da bariz
bir ayrışmayı beraberinde getirmiştir. Daha ilk zamanlardan beri Osmanlı’da
“Türk” sözü, aşiretten olmak anlamını taşıdığı için, kötüleyici bir anlamda kul-
lanılmıştır.83 Osmanlı’nın imparatorluk boyutunu kazanması ile de, devletin

33
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

örgütlenme tarzı bakımından hiç bir anlam ifade etmez olmuştur. Çünkü Os-
manlı Devleti, siyasal ve yönetsel örgütlenme bakımından egemenliği altına
aldıkları toplulukları, dil ve etnik esasa göre değil, din, mezhep ve cemaat ekse-
ninde örgütlemiş ve yönetmiştir. Adına “millet sistemi”84 ya da “özerk milletler
modeli” de denilen bu örgütlenme tarzı, merkezin çevreyi kontrol etmesinde her
dini grubun liderini kendisine sorumlu kılması yoluyla, etkin bir işleve sahip
olmuştur. Bu, aynı zamanda çevrenin kültürel ayrışıklığını da beraberinde ge-
tirmiştir. Dolayısıyla Osmanlı toplumunda, bir tarafta “şehirli seçkin” kültürü,
diğer tarafta “kırsal aşağı tabaka” kültürü apaçık bir gerçeklik halini almıştır.
Osmanlı toplumunda merkez-çevre ikiliği ile ilgili olarak bu kültürel tasnif, Os-
manlı kültürünün iki katmanlı olduğu, bir yanda “yüksek” ya da “saray” kültü-
rü, başka bir deyişle seçkinlerin ve “seçkin” kimliği kazanabilmek için, bu kültü-
re göz dikenlerin (eşraf, tüccar kesimi gibi) kültürü, diğer yanda ise “aşağı” ya
da “halk” kültüründen meydana geldiği doğrultusundadır. Saray kültürü hak-
kındaki hâkim fikir, onun hem dili, hem de konusu bakımından bir gruba has
(esoteric) olduğu, sadece seçkin azınlık tarafından anlaşılabildiği ve halkın gün-
delik hayatında olan bitenle alakasız bir niteliğe sahip olduğudur. Öte yandan
halk kültürü ise dil bakımından gündelik hayatta konuşulan Türkçenin har-
cıâlem kelimeleriyle inşa edilmiştir ve en önemlisi de halkın gündelik meşgalele-
riyle daha içli dışlı bir karaktere sahiptir.85 Kişilerarası ilişkiler üzerine kurulu bu
kültürel atmosferde, bir tarafta süslü dil ve değerleriyle “yönetenler”in diğer
tarafta taşraya mahsus kültürü, duygulu hali ve canlı bir dili ile “yönetilenler”in
oluşturduğu bir siyasal yapı bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır.86
Osmanlı toplumunda da "yüksek" kültür ile "alçak" kültür arasında aracılık
yapması beklenilen mahalli eşraf ve tüccarın, seçkinler kültürünün çekiciliğine
meydan okuyacak siyasal ya da ekonomik güçleri olmamıştır. Dolayısıyla bun-
lar, kültürün köylü kaynaklarını küçümsemekle kalmamışlar, nüfuzlu ilişkiler
uğruna saray kültürüne ulaşmaya, onu taklit etmeye yönelmişlerdir. Ne eşraf ne
de esnaf, "aşağı" kültürü dönüştürebilecek yeni edebi biçimler (roman gibi) orta-
ya çıkaramamışlardır. Müzikte, köylü temalarını işleyen Osmanlı Beethoven'la-
rına ya da Schubert'lerine rastlanmamıştır.87
Görüldüğü gibi Osmanlı kültürel yapısı çok zayıf bağlarla birbirine bağlı ve
semboller alanında birbirinden ayrılmış iki gruptan oluşmuştur. Bağlantı ku-
rumlarından biri tekkelerdi. İkincisi de, üst tabaka çocuklarının kültürel hayata
halk edebiyatının yaygınlaşmış hikâyelerini okuyarak girmeleriydi. Ancak tüm
bunlara rağmen, kitleler halk kültürünü küçümseyen insanlar tarafından yöne-
tildiklerinin farkında olmuşlardır. Kitleler, yöneticilerin kendilerini küçümseme-
sine, onlarla alay ederek karşılık vermişlerdir. "Aşağı" kültür insanları, yöneten-
leri, sözü edilen iki kültür arasındaki farktan yararlanarak bilgiçlik taslayan, alt
sınıfları aldatmaya çalışan kimseler olarak lanse etmede gayet başarılı olmuşlar-
dır. Türk gölge oyununda bu şarlatanları Hacivat canlandırmıştır. Onun karşı-
sında ise, sokaktaki adamı temsil eden Karagöz vardır. Hacivat aslında, kendisi-
ni yönetici sınıftan biri olarak gösterebilmek için çapraşık ve anlaşılmaz bir dil
kullanan biri olarak sunulmuştur.88 Bütün bunlar, Osmanlı toplumunda merke-
zin siyasal ve ekonomik konulardaki üstünlük iddiasının kültür üstünlüğü iddi-

34
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

ası ile de desteklenmesinden kaynaklanmıştır. Çevrenin ayrışıklığına bölük pür-


çüklüğüne oranla, yönetici tabaka olağanüstü derli topluydu ki, bu, her şeyden
önce bir kültür olgusuydu.89
Üst kültüre sahip seçkinler, bu etkinliklerini sembolik çerçeveleme (framing)
yöntemini kullanarak yerine getirirler. Çerçeveleme, sembollerin içsel ve dışsal
olarak çerçevelenerek kitlelere aktarılmasıdır.90 Osmanlı toplumunda seçkinle-
rin, kitle üzerindeki kontrollerini pekiştirmede yardımcı öğe, "toplumdaki bö-
lünmelere" antipati ile bakan Türklerdeki organik devlet ve toplum teorileri ol-
duğu kadar, seçkin kültüre sahip olan kişilerin, "resmi İslam"ın normlarda ve
"topluluğun genel uyumu"nda baş gösterebilecek sapmalara karşı hoşgörü yok-
luğunu çok iyi kullanmaları da etkili olmuştur.91 Buna göre, Osmanlı toplumu
örneğinde dışsal sembolik çerçeveleme, topluluğun genel uyumunu sağlamaya
yönelik olarak, "bölücülük" suçlamasıdır. Seçkinlerin topluluğun genel uyumu
için kullandığı içsel sembolik çerçeveleme ise, "devlet" olmuştur. Siyaset, iktidar,
hatta ulusal hayatın hemen her yönü devlet sembolü etrafında toplanmıştır.
Osmanlı'dan günümüze kadar seçkinler, kendi kaderlerini devlete sadakatle
özdeşleştirmişler ve kitlelerden de "yüce" ve "güçlü" devlete karşı aynı sadakati
istemişlerdir.92 Bu durum, Türk devlet geleneğinin temel bir özelliği olarak ge-
çerliliğini sürdüre gelmektedir. Dışsal çerçeveleme olarak "bölücülük suçlaması",
içsel çerçeveleme olarak da "devlete sadakat" sembolleri, Türkiye'nin tarihinde
"muhalefet" olgusuna karşı büyük bir tahammülsüzlük gösterilmesinde önemli
bir rol oynaya gelmiştir. Muhalefete tahammülsüzlük noktasında Cumhuriyet
dönemi Osmanlı’dan daha ileri gitmiştir. Cumhuriyet'in kuruluşuyla 1932 yılları
arasındaki muhalefet, ilkinde bir ölçüde vahşi, ikincisinde daha nazik bir şekilde
olmak üzere iki kez bastırılmıştır. Bunlardan ilki, Doğu vilayetlerinde "milletin
istiklalini tehlikeye sokan" Kürt isyanından resmen sorumlu tutulan Terakkiper-
ver Fırka, ikincisi ise “gerici” ve “henüz demokrasiye hazır olmadığı düşünülen
toplum kesimlerinin” ilgisine mazhar olan Serbest Fırka olayıdır. Türkiye'de tüm
muhalif hareketler, "vatana ihanet", "bölücülük" ve "milleti bölmek" gibi suçla-
malara maruz kalmış ve milli bir "bölünme" korkusu, genellikle sapmalara karşı
hoşgörü kıtlığının özel bir durumu olmuştur. Bu durumun, hem mahalle ve hem
de ulus çapında "yaygın denetim sistemi" tarafından da desteklenmiştir.93
C. MERKEZ-ÇEVRE ARASINDA BAĞLANTI NOKTALARI
Tüm bunlara rağmen Osmanlı toplumu, merkez-çevre kutuplaşmasının ya
da "yöneten-yönetilen" ilişkisinin kültürel çerçevede almış olduğu biçim açısın-
dan tam anlamıyla keskin bir karşıtlık oluşturmamaktaydı. Merkez ile çevre
arasındaki şiddetli karşı karşıya gelme potansiyeli, ara sıra elle tutulur bir du-
rum almasına rağmen, merkezin, çevreyle ilişkilerinde bu olasılığın karşısına
dengeleyici bir ağırlık olarak çıkmasını sağlayacak güçlü bağları olmuştur. Bu
bağlar arasında, taşranın alt düzeylerine kadar girmiş olan adalet sistemi, gele-
neksel bayındırlık işleri ile hayırseverlik kurumları ve dinsel kurumun geniş
kapsamlı şebekesi (merkez ile çevre arasındaki gerçek dayanak noktası buydu)
sayılabilir. Özellikle imparatorluğun parlak çağında tımar ve zeamet sistemi,
bütünleştirici bir mekanizma işlevini haiz bir özelliğe sahip olmuştur.94 Bağlantı
kurumlarından en önemlisi din kurumu ve bu kurumun değişik boyutlarda

35
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

ortaya çıkan birimleriydi. Osmanlı toplumunda, ferdi devlete karşı koruyacak


Batılı tarzda "ikincil yapılar" ya da Hegelci anlamda "sivil toplum" yapıları
(özerk şehirler gibi) olmayınca, sözü edilen fonksiyonu ve devlet ile halk arasın-
da aracı işlevini üstlenmiş "ümmet" yapısı ve ümmet yapısına bağlı olarak ortaya
çıkan "cemaat hissi" ve "tarikat" yapısı önemli bağlantı noktası olmuştur.95
Ancak merkez ile çevre arasındaki bağlantı noktaları konusunda dinin özel
bir önemi vardır. Mardin, Osmanlı toplumunda dinin, çift işlevi olduğundan
bahsetmiştir. Bu durum, "yöneten-yönetilen" ilişkisinin Osmanlı toplumunda
almış olduğu biçimin öneminden ziyade, dinin, yenileşme/modernleşme ile baş-
layan süreçte önemi daha çok fark edilecek bir işleve sahip olduğu gerçeğini
açığa çıkarmıştır. Osmanlı’da din, yöneticiler için alt sınıfla bağlantı, yönetilenler
için idare şekline bir alternatif ve memur sınıfına karşı bir tampon görevi ifa
etmiştir. Bağlantı işlevine ilişkin olarak din ve dini kurum, devletin sağlayama-
dığı birçok hizmetleri sunmuştur.96 Mardin, daha sonraki çalışmalarında dinin,
merkez ile çevre arasındaki bağlantı noktası olma durumunu ulema, ama daha
çok taşra uleması (subalterne clergé) ekseninde ele almıştır. Çevrenin düşünüş ve
davranış tarzının oluşmasında "halk uleması" da denilen fakir, az bilgili, bir iki
kitabı iyi bilip aktaran "subalterne clergé" niteliğinde ve daha çok tasavvuf erbabı
olan sûfi hocaların çok önemli bir yeri olmuştur. Ulema bütünü ve sûfi örgütle-
rin her biri, merkez dışı kültürel özerk bir ikincil yapı görevi görmüşlerdir. Os-
manlı’da birçok yüksek seviyede okumuş insanlar aynı zamanda tarikata da
girmekteydiler ki, bu, merkez ile çevre arasında keskin bir karşıtlığı ya da şiddet-
li bir karşı karşıya gelme durumunu hiç olmazsa yumuşatmıştır.97 Merkez ile
çevreyi birbirinden tamamen bağımsızlaştırmayan bir etken de ortak kültürel
zemin üzerinde bulunuyor olmalarıydı. Bu çerçevede, seçkin kültüre dâhil olan-
ların, alt sınıf yetişkinlerine aşılanan değerlerin verildiği çocukluk dönemlerin de
almış oldukları eğitimi etkili olmuştur. Ancak aynı "yüksek" kültür tabakasının,
zamanla "hikmet-i hükümet" siyasi anlayışı ve divan edebiyatı kültür dokusu ile
temasa geçmesi, onların, kitlelerin kültüründen uzak kalmaları sonucunu do-
ğurmuştur. Bununla beraber onlar, kitlelerin kültürüne de tamamen yabancı
olmamışlardır.98
Osmanlı'da sultan ile uyruklar arasında cari olan "zımnî sözleşme" fikri de
merkezin, çevreye daha derinden bağlantılı bir vaziyet alışı olarak açıklanabilir.
Bu fikir temelini, yöneticiyi, bütün toplumu, "iyiliği emir ve kötülüğü men'et-
mek"le görevlendiren bir Kur'an âyetinden almaktaydı.99 İslam siyasal teorisinde
bu görüş, yönetenlerle yönetilenler arasında zımni bir sözleşme bulunduğunu,
yöneticinin uymakla zorunlu olacağı bir ilkeler demetinin olduğunu ve yönetici-
nin bunlara uymadığı takdirde yönetilenlerin (tebaa/çevre) bir meşru mukave-
met hakkına sahip olduğunu haklılaştırmıştır. Osmanlı "halk isyanları"nı ve İs-
lam cemaatini eski durumuna döndürme gayretlerini ve bunun sivil hürriyetler
babında Türk demokrasisine katkısını bu bağlamda değerlendirmek gerektir.100

36
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

II. KLASİK OSMANLI DÜZENİNDE DEĞİŞME VE


YENİLEŞME/BATILILAŞMA DÖNEMİ
On altıncı yüzyılın ilk yarısından on dokuzuncu yüzyıla kadar uzanan dö-
nemde Osmanlı klasik dönemindeki kurumlaşma biçimi önemli değişikliklere
uğramıştır. Söz konusu kurumlaşmayı sağlayan unsurların başında bulunan
tımar sistemi yerini iltizam sistemine bırakmıştır.101 Klasik dönemde merkezin
çevre üzerindeki egemenliğini sağlayan unsurlardan birisi olan tımar sisteminin
yerini, iltizam sisteminin almaya başlaması merkezin çevre üzerindeki mutlak
denetimini zayıflatmıştır.102 Bu bir anlamda çevrede “iktidar boşluğu” doğurmuş-
tur. Bu boşluktan yararlanarak merkez karşısında daha özerk bir bünye oluştu-
rabilecek bir kesim olan ayan tabakası, merkez-çevre ayırımı üzerine dayanan
Osmanlı toplumsal-siyasal yapısında bir değişimin öncüsü olabilirdi. Ne var ki,
süreç içinde ayan tabaka, zaman zaman merkezi otorite karşısında önemli bir
güç odağı olmakla birlikte, esasında resmi otoriteyi taşrada temsil edici görevler
üstlenmiştir. Bu açıdan, ayan zümresini Akşin’e katılarak, yönetenler sınıfının
ademi merkezi bir kolu olarak değerlendirmek gerekmektedir.103 Bu noktada
Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısında bir değişimin öncüsü olabilecek yerel
güç odaklarından en önemlisi olan ayan ile padişah arasında imzalanan Sened-i
İttifak’ın (1808) da gereken toplumsal dönüşümü temin edemediği görülmüş-
tür.104
Ayrıca Osmanlı Devleti, krallık mülkleri, eyaletler, imtiyazlı şehirler ve top-
luluklar gibi Batı’da var olan hükmi grupların (tüzel kişiliği haiz yapılar) geliş-
mesine iyi gözle bakmamıştır.105 Bu anlamda Orta ve Doğu Avrupa’daki aristok-
rasi ile sadece belli bir “çiftlik”e belli bir süre sahip olan Osmanlı ayan ve eşraf
arasında büyük fark vardır.106 Batı’da ve özellikle İngiltere’de çitleme hareketi-
nin (enclosure) başlamasıyla birlikte tarımın ticarileştiği ve feodal senyörün, gide-
rek malikânesinin maddi kaynaklarını kar amacıyla etkili bir biçimde işleten
akıllı bir işadamına benzeyen bir toprak beyine dönüştüğü görülmüştür. Ayrıca
bu tutum, yalnızca toprak sahibi yukarı sınıflara özgü olmayıp, üstte
“gentry”nin, altta daha az zengin tabakaların sınırlarıyla bir parça örtüşebilen bir
tabaka olan “yeoman” sınıfının da başlıca özelliği idi. Bunların hepsinin kapitalist
sınıfının oluşumunda önemli rolleri olmuştur. Batı’da tarım kapitalizmi akımını
başlatanlar, eski düzene karşı verilen savaşımın galipleri, “yeoman”lar arasında
çıkan ve hatta onlardan çok, toprak sahibi yukarı sınıflardan gelen kimselerdi.107
Bu açıdan Osmanlı’ya baktığımızda ne ayanın “gentry”, ne de köylü tabakasının
“yeoman” olabildiği görülmüştür. Osmanlı köylüsü, hiçbir zaman Batı’daki gibi
malikânenin katı hukuksal çerçevesi ile senyöre karşı kişisel sorumluluk içine
sokulmamıştır. Ayrıca ayan, köylülüğü çözecek ve dönüştürecek bir politika
izleyememiştir.108 Bu durum, memurlar sınıfının köylü ile devlet arasına kurum-
sallaşmış her hangi bir aracı tabakaya yasallık vermemesi ile açıklanabilir. Dola-
yısıyla iktidar sahibi olmuş ve bir “hanedan” oluşturmuş bir ayan, hukuksal ko-
runmadan yoksun bir çerçevede işi görmüştür.109 Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
taşınan burjuvalaşma ve toplumsal tabakalaşma yönündeki çarpıklığın bir ne-
deninin de bu tarihsel süreçte yattığı söylenebilir.

37
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

A. TANZİMAT DÖNEMİNDE İKTİDAR-MUHALEFET


Öte yandan Osmanlı toplumunda Tanzimat’la başlayan batılılaş-
ma/yenileşme sürecinde, klasik döneme ilişkin siyasal-toplumsal tabakalaşma
örüntüsü ve bu zeminde yükselen siyasal iktidar-muhalefet ilişkisi biçimsel an-
lamda önemli değişikliklere uğramakla birlikte, öz itibariyle aynı kalmıştır. Önce
askeri alanda Batı teknolojisini esas almakla başlayan, sonra eğitim ve idare gibi
alanlara da yayılan reform hareketleri ve yenileşme çabaları doğrultusunda alı-
nan önlemler ve girişilen uygulamalar yönetici sınıf içindeki güç dengesinde
bozulmalar meydana getirmiştir. Daha sonraki anayasalaşma çabalarında başro-
lü oynayacak asker-sivil bürokrat aydın tabaka,110 siyasal iktidarın dizginlerini
eline aldıkça, yapılan reformlar ve iktisadi yapıdaki (toprak sistemi) değişiklikler
yüzünden eski nüfuzlarını kaybeden diğer toplumsal tabakaların (sipahiler, şe-
hirlerdeki esnaf ve zanaatçılar ve daha sonra da yerel eşraf ve küçük tüccar ke-
simleri) muhalefeti ile karşılaşmıştır. Bunlara bir de yapılan yenilikleri dine aykı-
rı göstererek, toplumdaki dinsel nitelikli muhalefet hareketlerinden yararlanan
gelişmeler eklenmiştir. Böylece Osmanlı’nın son dönemlerinde görülen ve etkisi
Cumhuriyet döneminde de devam ede gelen siyasal iktidar-muhalefet ilişkisinin
iki boyutu genel hatları ile ortaya çıkmaya başlamıştır. Siyasal muhalefetin iki
temel direğinden biri, devlet müdahalesi karşısında pazarı savunan iktisadi te-
melli muhalefet hareketleri, diğeri yine devlet karşısında mahalli gelenekleri ve
dinsel inanış biçimlerini savunan dinsel içerikli muhalefet hareketleri.111
Benzer şekilde devleti kurtarmaya yönelik tüm reformlar, belirli tabakaların
muhalefeti ile karşılaşmıştır. Genel olarak Osmanlı’nın son dönemlerinde dış
güçlerin etkisiyle yapılan reformların getirdiği yeni düzenin kendi zararlarına
geliştiğini düşünen toprak sahipleri, köylüler, şehirlerdeki küçük esnaf, memur
ve işçilerin muhalefetleri bunda etkili olmuştur. Ayrıca yapılan reformlara karşı
olan geleneksel-dinsel muhalefet hareketleri geniş Müslüman kitleyi etkilemiştir.
Bu arada reformlar yüzünden bazı somut çıkarları zedelenenler, Müslüman top-
lumda var olan muhalefet potansiyelini kendi yararlarına kullanmaktan çekin-
memişlerdir. Dinsel nitelikli muhalefetin merkez ve çevrede bulunan çeşitli güç-
lerce (ulema ve eşraf gibi) oluşturulmasının yanında, geleneksel muhalefeti tem-
sil eden ancak dinsel temele dayanmayan diğer muhalefet türünde ise, eşraf
(özellikle toprak sahipleri) merkezi otorite karşısında “kenar”112 muhalefetin tem-
silcisi olarak ortaya çıkmıştır.113 Bunların yanında, merkezden yapılan reformla-
ra değil, paşaların yönetimine karşı olan ve Tanzimat gibi düzenlemeleri yeterli
bulmayarak anayasal bir düzene geçişi savunan, yeni açılan okullarda Batılı
esaslara göre eğitim görmüş olan genç aydınlar diğer bir muhalefet odağı olarak
yer almıştır.114 Osmanlı İmparatorluğu içinde değişik nitelikte muhalefet odakla-
rı olsa da örgütlü muhalefetin ilk ciddi temsilcileri Yeni Osmanlılardır.115 Bunlar,
sultanın şahsından çok Tanzimat paşalarının istibdadına “liberal-dini” bir tepkide
bulunan bir grup gazeteci-aydındır.116 Bunların önemi, Osmanlı Devleti’nin I. ve
II. Meşrutiyet dönemlerinde etkili olan siyasal hareketlenmelere bir ölçüde ilham
kaynağı olmalarıdır.117
Burada Yeni Osmanlıların muhalefetlerinde kilit önemi haiz olan “hürriyet”
söyleminin arka planına işaret edilmesi, daha sonraki dönemlerde görülen mu-

38
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

halefet hareketlerinin kimi özelliklerini de açığa çıkarabilecektir. Yeni Osmanlı-


lardaki hürriyet fikri, Batılı anlamda “şahsi hakların” korunmasına yönelik değil,
aksine toplumun işleyişinin istenilen tarzda tutulmasıyla ilgili “kolektivist bir
hürriyet” anlayışı etrafında odaklanmıştır.118 Namık Kemal’in “ne efsunkâr imişsin
ah ey didar-ı hürriyet” sözünden de anlaşılacağı gibi hürriyet fikri, Yeni Osmanlı-
lar elinde, Türk kamu efkârına romantik şekliyle intikal etmiştir. Başka bir ifade
ile hürriyet mefhumu, romantik bir ifadeden öteye geçmediği gibi sadece ikti-
darda bulunanların baskı ve yönetiminden kurtulmak olarak anlaşılmıştır.119 İşte
Türk siyasi hayatının daha sonraki dönemlerinde görülen iktidar-muhalefet
ilişkisinin önemli bir boyutunu oluşturan hürriyet fikri ve bu doğrultuda yapılan
siyasal mücadeleler, böyle bir arka plandan tevarüs edilmiştir.
B. MEŞRUTİYET DÖNEMLERİNDE İKTİDAR-MUHALEFET
Yeni Osmanlılardan sonra gelen Jön Türk’lerin kurduğu İttihat ve Terakki
Cemiyeti de, Batı’dan esinlendiği fikirlerin etkisinde kalarak, Osmanlı Devleti’ni
Meşrutiyet yoluyla hürriyete kavuşturmak ve istibdadı yıkmak isteyen bir te-
şekküldür.120 Jön Türkler her ne kadar Abdülhamit’in baskıcı yönetimi karşısın-
da hürriyetçi bir söylem tutturmuşlarsa da, Jön Türk’lerin de derin anlamda
“hürriyetçi” ve “halkçı” olduklarını söylemek zordur. Onların siyasi faaliyetleri-
nin odak noktasında “devlet”, “devlete zeval gelmemesi” fikri var olmuştur.121 Öte
yandan Jön Türkler de Yeni Osmanlılar gibi ortak bir program etrafında toplana-
rak belirgin, tutarlı ve bilinçli bir muhalefet politikası izlememişlerdir. Tuna-
ya’nın ifadesi ile, “Jön Türkler yapmakta değil yıkmakta müttefiktirler ve bu isteklerine
milliyetçi, ihtilalci ve infiradcı teşekküller de katılmakta tereddüt etmemişlerdir”.122 Bu
akımın çok geniş ve birbirinden farklı muhalefet odaklarını yapısında barındırı-
yor olması ve üyelerinin sorunların kökenini araştırıp çözümlemesini yapmaya
ilişkin kuramsal formasyondan uzak oluşları da iktidar-muhalefet ilişkisinin
sağlıklı bir temelde yükselmesinin önüne geçmiştir.123 Birbirinden farklı kesimle-
rin oluşturduğu bu akım, II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra belli bir fikir etra-
fında tek bir örgüt halinde birleşememiş, farklı cemiyetlerin oluşmasına yol aç-
mıştır. Bunlar içinde en önemlisi daha sonradan İttihat ve Terakki adını alacak
olan, İttihad-i Osmanî adındaki gizli örgüt olup, bunun içinde de zamanla ay-
rılma ve birleşmeler olmuştur.124 Söz konusu gruplar, iki temel noktada yani,
yönetim anlayışı ve muhalefetlerinin başarıya ulaşmasında izleyecekleri politika
ve yöntem konularında farklı görüşlere sahip olsalar da, muhalif oldukları ve
savundukları şeyler konusunda aynı kalmışlardır.125 Gerek İttihat ve Terakki
Cemiyeti ve sonradan Fırkası, gerekse Sabahattinci grubun etkili olduğu diğer
fırkalar, muhalefetlerinde Tanzimat bürokrasinin başlattığı halktan kopuk olma
geleneğini sürdürmekle kalmamışlar, sultanın iktidarına karşı gelenlerin partile-
ri olmuşlardır. Belli bir sosyal gruplaşma ve sınıflaşma düzeni ile uzvi bir bağları
olmamıştır.126 Bu durum, daha önceleri sözünü ettiğimiz gibi, toplumun siyasal
tabakalaşma düzeni (idare eden-idare edilen biçiminde) ile ilgili olsa gerektir.
II. Meşrutiyet dönemi, Türk siyasal tarihi ve özellikle de Cumhuriyet tarihi
için “Siyasi bir laboratuar”127 olarak nitelendirildiği kadar ehemmiyetlidir. Bir kere
bu dönem, Cumhuriyet tarihi açısından dönüm noktası olacak gelişmeler bakı-
mından bir başlangıç noktası olmasının yanında128, siyasal partileşme, iktidar-

39
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

muhalefet ilişkisinin kurumlaşması ve Cumhuriyet dönemine taşınması açısın-


dan da önemlidir. II. Meşrutiyet dönemi Türk siyasal hayatında siyasal partilerin
geçirdiği değişim ve iktidar-muhalefet ilişkisi açılarından da bir geleneğin başla-
tıcısı olmuştur. Siyasal partiler içinde hizipleşme ve bölünmelerin ilk çekirdekle-
ri bu dönemde atılmaya başlamıştır.129 Bu bakımdan Tunaya’nın, İttihat ve Te-
rakki’yi “doğuran partiler” sınıfına koyması yerindedir.130 Öte yandan İttihat ve
Terakki’nin tecrübesiz, mutlakıyetçi yönetim tarzı, dışa bağımlılıktan doğan
zorluklarla çabucak birleşmiş ve İttihat ve Terakki karşısında gittikçe büyüyen
ve çağlayan bir muhalefet oluşmuştur. En çok eleştiri, hürriyeti ilan eden bir
örgütün, Abdülhamit istibdadı yerine, Merkez-i Umumi istibdadı kurduğu yo-
lunda olmuştur.131
Bu dönemde asıl önemli muhalefet, partilerin tek başlarına yaptıkları muha-
lefet olmayıp, hepsinin birleşmeleri sonucu kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın
oluşturduğu akımdır. Bu bir çeşit birleşik muhalefet cephesidir.132 O dönemde
İttihat ve Terakki’ye karşı kişi, dernek, grup veya parti bu birleşik muhalefet
cephesinin yani Hürriyet ve İtilaf Fırkası saflarında birleşmişlerdir.133 Bu haliyle
Hürriyet ve İtilaf Fırkası son derece türdeş olmayan unsurlardan kuruluydu. En
büyük amaçları İttihat ve Terakki iktidarını yıkmaktı. Böylece parlamento için de
o güne kadar İttihatçılar karşısında dağınık kalan muhalefet toplanma olanağı
bulmuş ve iki parçalı (kutuplaşmış) bir meclis ortaya çıkmıştır.134 Bu durum,
Türk siyasal hayatında bir tür cepheleşme siyasetinin başlangıcını oluşturmuştur
denilebilir. İttihat ve Terakki dönemi ile siyasette normal usullerin dışına çıkıl-
mış, siyasal sistem ve iktidar-muhalefet ilişkisi suikastlerden idam sehpalarına
götürücü çok sert bir ölüm- kalım savaşına dönüşmüştür. Ancak buradaki so-
rumluluk sadece İttihat ve Terakki’nin olmasa gerektir. Tunaya, yüzyılların bi-
rikmiş sorunlarını hürriyet ilan etmekle, Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe
koymakla ve padişahı tahttan indirmekle çözülebileceği “hayalperestliği” içinde
olan dönemin Osmanlı aydını ve yöneticilerini eleştirerek, yönetime Hürriyet ve
İtilaf gelse de sonunun İttihat ve Terakki ile aynı olacağının altını çizmiştir.135
Öte yandan II. Meşrutiyet rejimi, daha sonraki devrelerde (Mütareke, Milli
Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi) tekrarlanacak devri (cyclique) hadiselerin
başlangıcını oluşturması bakımından da dikkate değerdir. Tunaya, gayr-i mem-
nun ve muhalif teşekküllerin müstebit ilan ettikleri bir rejimi yıkmak için birleş-
melerinin 1908 ve 1911 yıllarında olmak üzere iki defa vuku bulduğunu ve daha
sonra tekrarlanacak olan bu hadiselerin, siyasi partiler tarihinde devrimciliğin ilk
halkalarını oluşturduğunu dile getirmiştir.136 Gerçekten de, her iki olayda da
istibdat addettikleri bir yönetime karşı, birbirinden farklı ve türdeş olmayan
muhalefet kütleleşmiş ve hürriyet getirmek inancıyla var olan sistemi yıkmak
istemişlerdir. Bu dönemle birlikte, siyasi potansiyel ikiye ayrılmış, İttihatçı ve
İtilafçı şekilde tezahür eden bir cepheleşme oluşmuştur. Bu gelişmelerin Türk
siyasal hayatında, mahalle kahvehanelerinde bile huzur bırakmayacak bir siyasi
çatışma ve huzursuzluk ortamı yarattığı ifade edilmiştir.137

40
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

C. MÜTAREKE VE MİLLİ MÜCADE DÖNEMİNDE


İKTİDAR-MUHALEFET
Mütareke dönemi ile birlikte siyasal mücadele, Padişahın başını çektiği İs-
tanbul Hükümetleri ile Mustafa Kemal Paşa’nın başını çektiği önce Anadolu ve
sonradan tüm ülkeyi saracak olan Müdafaa-i Hukuk hareketi arasında vuku
bulmuştur.138 Mütareke döneminde İstanbul’da otuzdan fazla siyasi teşekkül
kurulmuştur.139 Ancak bunların hemen hemen hepsi, Bahri Savcı’nın yerinde
ifadesiyle, “İmparatorluk bakiyesini muhafaza devri partileridir”.140 Bunların karşı-
sında ise yer yer Anadolu ve Trakya’nın değişik bölgelerinde kurulmuş olan
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri yer almıştır.141 Tunaya, o dönemdeki bu iki yakla-
şımı “muhafazakâr” ve “inkılâpçı” iki telakkinin çarpışması olarak nitelendir-
miştir.142
Öte yandan bu dönemde Osmanlı Devleti’nin son İttihatçı hükümetinin (Ta-
lat Paşa Hükümeti) istifasıyla yönetim, yine padişah ve geleneksel saray paşala-
rının eline geçmiştir. Bu dönemde özellikle Damat Ferit Paşa kabineleri zama-
nında Meşrutiyetin ana muhalefet partisi olan Hürriyet ve İtilaf Partisi yönetime
ağırlığını koysa da pek etkili olamamıştır. Zaten mücadele, Vahdettin’in temsil
ettiği Saray ile İttihat Terakki ekseninde cereyan etmiştir.143 Böylece görünürde,
siyasal mücadelede bir tarafta İttihatçı diğer tarafta Sarayın güdümündeki İtilaf-
çı çekişmesi yine hâkim olmuştur. Çünkü İtilafçılar yönetimden yana ağırlıkları-
nı koyarlarken, İttihatçılar Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri safında ve Saray ile
onun hükümetleri karşısında yer almışlardır. Ancak bu dönemin koşullarında
gerçek anlamda siyasal mücadeleden ve iktidar-muhalefet ilişkisinden söz et-
mek pek yerinde olmasa gerektir. Bu dönem, tam anlamıyla bir intikal (geçiş) ve
Tunaya’nın ifadesiyle, bir iktidar boşluğu (interregnum) dönemidir.144 Özellikle
1919’da yapılan ve daha çok Müdafaa-i Hukukçuların başarılı olduğu seçimler-
den sonra açılan son Mebusan Meclisi’nin basılarak dağıtılması üzerine, artık
parlamento düzeyinde bir iktidar-muhalefet mücadelesi kalmamıştır. Bundan
sonra Müdafaa-i Hukukçular, Ankara’da hükümet kurulana dek, İstanbul Hü-
kümeti’ne karşı muhalefetlerini toplumsal çerçevede yürütmüşlerdir. Ancak ön
planda ele alınan konu, devletin kurtarılması olmuştur.145
Önce yerel kongrelerle başlayıp daha sonra Erzurum ve Sivas Kongresi ve
ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti dönemeçleri ile ulusal bir
nitelik kazanan Müdafaa-i Hukuk hareketi ya da sosyal yapısı dikkate alınarak
söylenecek olursa asker-sivil bürokrat ve aydınların eşrafla kurduğu bu ittifak
da türdeş görünümden uzaktır. Başka bir deyişle, ortak amaç için bir çeşit geçici
ittifak kurulmuştur. Muhalefetin kütleleşmesi diye de nitelendirilen bu geçici
ittifak, daha önce sözü edilen “devri hadiselerin” bir üçüncü görünümünü ver-
mektedir. Ancak bu üçüncü oluşumla daha önceki oluşumlar arasında fark var-
dır. İttihat ve Terakki, 1876 Kanun-ı Esasi ile kayıtlı sistemin, meşruti bir saltana-
tın ihyasını isterken, Müdafaa-i Hukukçular ve bu arada Mustafa Kemal, “hilafet
ve saltanatın tahlisi” amacından uzaklaşarak ihya (yeniden diriltme) siyasetine
dayanmamış, inkılâpçı bir görüşle meşruti bir monarşi yerine, 1921 Anayasası ile
“İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet
Meclisinde tecelli eder” (1921 Anayasası maddesi) formülünden hareket ederek

41
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

yeni bir sisteme doğru gitmiş ve bu amaca ulaşmak için milli bağımsızlık sava-
şımı vermiştir. Başka bir deyişle, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiye-
ti sadece yıkıcı olarak kalmamış, aynı zamanda yapıcı olmuştur. Ancak bu üçün-
cü geçici ittifak da, yine birbirinden farklı, geniş ve türdeş olmayan bir topluluk
olarak belirmiştir. Ortak amaç olan ulusal bağımsızlık kazanıldıktan sonra, yıkı-
lanın yerine konacak rejimin ne olduğu tartışılmaya başladığı anda, yine görüş
ayrılıkları belirmiş, gruplaşma ve hizipleşmeler ortaya çıkmıştır.146
Ulusal bağımsızlığı sağlayan Milli Mücadele hareketi, 23 Nisan 1920’de
Ankara’da ilk Meclis’i açmıştır. İşte bu tarihten itibaren, Milli Mücadelenin öncü
kadrolarını oluşturan asker-sivil yönetici bürokratlar arasında, zaferin kazanıl-
masından sonra yapılması gerekenler konusunda esaslı görüş ayrılıkları belir-
miştir. Çünkü Meclis’te bulunan üyeler, birbirlerinden çok farklı düşünce, inanç
ve görüşlere sahiptiler.147 Bu durum, bağımsızlık sonrası siyasi iktidar sorunu
olarak, askeri zaferden sonra merkezi otoriteyi sağlayacak olan siyasi iktidarın
kim/kimler tarafından ele geçirileceği konusunda, Milli Mücadeleyi birlikte
yapmış öncü kadrolar arasında ilerde bir ayrışmayı getirmesi doğaldı.148 Başlan-
gıçta Milli Mücadele hareketi, Anadolu’nun Avrupalı güçler tarafından bölün-
mesine karşı direnen güçlerin bir tür gayr-i resmi ittifakı olarak doğmuştur.
Kentli orta sınıf ve aydınlar (hukukçu, gazeteci ve öğretmenler gibi), ordu ve
devlet görevlileri ile Anadolu eşrafından (toprak ağaları ve tüccarlar gibi) oluşan
bu zımni ittifak, bağımsızlık sonrası yeni rejimin niteliği konusunda fazlaca bir
fikir birliği içinde olmamışlardır. Dolayısıyla ilerde bu ittifakın içinde belli geri-
limler yaşanmıştır.149 Bundan sonraki süreçte, siyasal iktidar mücadelesi yapan
sınıf ve zümreler, İstanbul kökenli büyük ticaret burjuvazisi, Anadolu küçük
burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve asker-sivil devrimci aydınlar olarak be-
lirmiştir.150
Böylece çok farklı görüş ve tabakaları tek bir neden altında bir araya getiren
sözü edilen gayr-i resmi ittifakın, ortak amaca ulaşıldıktan sonra ortaya çıkacak
başlıca muhalefet hareketlerine temel oluşturması son derece beklenebilir bir
sonuç olmuştur. Nitekim bu ittifakın ilk temsil edildiği yer olan TBMM açılır
açılmaz farklı görüşler ortaya atılmış, her biri kendine göre programlar yapan
çeşitli gruplaşmalar oluşmuştur.
Bu konuya değinen Mustafa Kemal Paşa da, I. Meclis’te zaman geçtikçe bir-
lik olarak çalışmanın güçsüzleştiğini anlatmıştır. Anayasa çalışmaları boyunca I.
Meclis’te birbirinden farklı Tesanüt Grubu (Dayanışma Grubu), İstiklal Grubu,
Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Grubu ve Islahat Grubu gibi bir takım grupla-
rın oluştuğunu belirten Mustafa Kemal, Misak-ı Milli ile saptanmış olan ilkeler-
de her bakımdan görüş ve amaç birliği olduğu halde, Anayasa ile konulan ilkeler
üzerinde tam bir birlik sağlanamadığını, sonunda işe el koyarak Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurarak, yeni devletin dayan-
ması gereken esasları bu grup çatısı altında şekillendirdiğini dile getirmiştir.151
Mustafa Kemal’in Büyük Millet Meclisi’ne bir Anayasa projesiyle meclisin mahi-
yetini ve görevlerini açıklayan bir milli siyaset programını (Halkçılık Programı)
sunması Mecliste çatışmalara yol açmıştır. “Muhafazakârlar” olarak adlandırılan
grubun, ilerde saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanacak yeni bir siyasal yapının

42
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

doğmakta olduğunu sezdiklerini belirten Karpat, özellikle Anayasanın kabulün-


den sonra (20 Ocak 1921) Meclis’te “Muhafazakârlar” ve “Yenilikçiler” olmak üze-
re başlıca iki kesimin oluştuğunu vurgulamıştır.152 Ayrıca dönemin dış şartları
açısından Rusya ile girişilen iyi ilişkiler, bir kısım mebuslarda ve Meclis dışı bazı
kimselerde, Bolşevik bir tabakalaşma eğilimi yaratmıştır.153 Zaten 1920’nin sonu
ve 1921 başında Anadolu’daki duruma bakılırsa, önce Yeşil Ordu ile daha sonra
ise Millet Meclisi’nde Halk Zümresi’nde örgütlenen ve düşüncelerinin pek çoğu,
1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yer alacak ölçüde güçlü olan açık bir sol
muhalefetin varlığı bilinmekteydi. Mustafa Kemal Paşa, bu türden sol muhalefe-
ti de denetim altına almak için kendi direktifleri doğrultusunda güvenilir yan-
daşlarına Türkiye Komünist Fırkası’nı kurdurmuştur. Resmi Komünist Fırkası,
bir tür muvazaa154 partisiydi.155 İçinde 1946’da Demokrat Parti’yi kuran ve son-
radan muvazaa ile suçlanan Mahmut Celal (Bayar) Bey de vardı. Daha sonra,
gerçek komünistler ve bazı köktenci solcular Halk İştirakiyyun Fırkası’nı kur-
muşlarsa da, parti kapatılmıştır.156
Meclis içindeki tüm bu hizipleşmeler ve sonu gelmeyen tartışmalar karşı-
sında, Mustafa Kemal Paşa, Meclis’te Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu oluşturup grubun başına geçmiş ve Meclis’te beliren diğer oluşumları
ortadan kaldırmıştır. Ancak bu grubun kurulmasıyla birlikte, muhalefet çekir-
deği gittikçe büyümeye başlamıştır. İki karşıt kutupta toplanan görüş ayrılıkları
(İslamcı-muhafazakâr ve yenilikçi-Batıcı görüş) devam etmiş ve zamanla bu kez
Müdafaa-i Hukuk Grubu kendi içinde Birinci ve İkinci Grup şeklinde ikiye bö-
lünmüştür.157 Bu aşamada Meclis içindeki siyasi tartışmalar iyice yoğunlaşmıştır.
İkinci Grup, Birinci Grubun örgütlenmesinden sonra ona karşı 1921 yılı sonla-
rında örgütlenmeye başlamıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasından
sonra Malta’ya sürülen ve çoğunluğu İttihatçı olan bazı kişiler de, Malta’dan
döndükten sonra bu gruba katılmışlardır. Grubun 120 kadar üyesinin olduğu
belirtilmiştir.158 Ancak daha önceki muhalefet hareketlerinde olduğu gibi İkinci
Grubun bileşimi de türdeş bir yapıda değildi. Bu grup, saltanatçı-hilafetçi me-
buslardan, Mustafa Kemal Paşa’nın gittikçe artan otoritesinden, onun diktatör
olacağı endişesine kapılıp, şahsına muhalif olanlardan, İttihat ve Terakki Fırka-
sı’nı yeniden ihya etmek isteyen aşırı İttihatçılardan ve Birinci Gruba alınma-
maktan kırgınlık duyan mebuslar ile Birinci Grup içinde rahatsız olup ayrılan-
lardan müteşekkildi.159 Ayrıca İkinci Grubu, kökleri Osmanlı’da saklı merkez-
çevre ikiliğinin Türk Kurtuluş Savaşı’nda ortaya çıkmış çevresel bir görünümü
olarak gören Mardin de, bu türden bir gruplaşmayı, görevinden alınmış memur
sınıfı üyelerinin önderliğinde bulunan eşrafın partisi olarak zikretmiştir.160
Mustafa Kemal Paşa’nın önderi olduğu Birinci Grubun gözünde, İkinci
Grup, “mürteci”lerden kurulu bir topluluktu ve siyasi iktidar mücadelesinde
hesaba katılması gereken en önemli ve güçlü muhalefet akımını temsil etmek-
teydi.161 Savcı, Birinci Grubu daha laik, inkılâpçı ve devletçi zihniyetini benimse-
yenlerin toplandığı bir tabakalaşmanın ürünü olarak görürken, İkinci Grubu,
meclis diktatoryasına taraftar, ancak şahsi otokratlığa muhalif olan muhafazacı,
liberal ve daha az disiplinci bir zihniyetten doğan bir tabakalaşma olarak değer-
lendirmektedir.162 Bunların yanında İkinci Grup, özgül bir programı olmayan,

43
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

gevşek bağlarla bir araya gelmiş bir muhalefet koalisyonu idi. Bütün olarak ba-
kıldığında, Mustafa Kemal Paşa grubundan daha tutucu oldukları doğruysa da,
üyelerinin hepsi dinsel gericilerden ibaret değildi. Temelde onları bir araya geti-
ren, Mustafa Kemal Paşa’nın gittikçe daha fazla kendini gösteren şahsi otokrasi-
ye kayacağı yönündeki endişeleri idi.163 Başka bir deyişle, bu grubun teşekkülü
ve çalışmasında da, geçmişte örnekleri görülen muhalefet hareketlerine temel
olan, baştaki yönetici kadroya şahsi karşı duruşlarının egemen olmasıdır.
Meclis’in bu döneminde gruplaşmaların varlığına ve hükümet karşısında
muhalifleri bir araya toplama girişimlerine rağmen, gerçek anlamda plan ve
programa dayalı örgütlenmiş bir muhalefetin varlığından söz edilemez. Dolayı-
sıyla muhalefet, genelde şahsi çatışmalar ve kırgınlıklar temelinde, Hilafet ve
Saltanatın korunması ve Meclis’le hükümetin görev ve yetkilerinin sınırları gibi
konularda odaklanmıştır. Muhalefetin dağınık, karmaşık ve belirsiz oluşunda,
İkinci Grubun bileşimi ve kökenleri açısından Birinci Gruptan pek farklı olmayı-
şı ve bunun bir sonucu olarak bir gruptan diğerine geçme olaylarıyla sık sık kar-
şılaşılmasının rolü olmuştur. Bu arada, I. Meclis döneminde görülen muhalefet,
Milli Mücadeleyi birlikte yapmış öncü kadrolar arası siyasi iktidar mücadelesi
(İttihatçıların muhalefeti de bu çerçevede ele alınmalıdır) olduğu kadar, muhale-
fetin İslamcı-Muhafazakâr niteliğinin ağır bastığını da belirtmek yerinde olsa
gerektir.
D. CUMHURİYET DÖNEMİNDE İKTİDAR-MUHALEFET
I. Meclis döneminde görülen Birinci Grup ve İkinci Grup biçiminde görülen
siyasal bölünme ve ayrışma, 1923’te yenilenen seçimde İkinci Grup üyelerinin
pek çoğunun mebus seçilmelerinin engellenmesi sonucu ortadan kalkmış gibi
görünse de, II. Meclis’in açılması ve 1924 Anayasası’nın kabulü ile birlikte mü-
cadele yeniden başlamıştır. Özellikle daha I. Meclis zamanında Saltanatın kaldı-
rılması (1 Kasım 1922) ve daha sonra Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923) ve en
önemlisi de Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) ile birlikte ülkedeki siyasal
iktidar mücadelesi, bir tür rejim kavgasına dönüşmeye yüz tutmuştur. Cumhu-
riyetin ilanından sonra iki büyük gruplaşmanın memleketteki ve Meclis’teki
vaziyetleri daha açıkça belli olmaya başlamıştır. Meclis’in ikinci dönemi ile bir-
likte Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin sonu-
nu bildiren Dokuz Umde’lik164 bir beyanname ilan ederek, Cumhuriyet Halk
Fırkası’nı kurmuştur.165 Böylece siyasal kutuplaşmanın bir kanadı, siyasal bir
parti olarak açığa çıkmıştır. Siyasal gücü elinde tutan ve laik reformları bir biri
ardı sıra gerçekleştiren iktidara karşı artan yakınmalar, Cumhuriyet’in ilanı ve
halifeliğin kaldırılması sırasında iyice kendini göstermeye başlamış ve CHP
içinde ayrılıkların baş göstermesine ve nihayet ayrılanların yeni bir parti kurma-
larına yol açmıştır.166
İşte bu şartlar içinde Cumhuriyet döneminin ilk örgütlü muhalefet partisi
olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kurulmuştur.167 Yeni fırkanın ku-
rucuları Meclis içinde Mustafa Kemal’e karşı birleşen eski İttihatçılar ve Gazi’nin
yakın silah arkadaşlarıdır.168 Cumhuriyet Halk Fırkası içinde bir siyasi bunalıma
yol açarak, TCF’nin kurulmasını sağlayan en önemli etmenlerden birisi de Cum-
huriyetin ilanı olduğu kadar, bunun yapılış tarzıydı. Milli Mücadelenin öncü

44
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

kadroları içinde bulunan bazı kimseler (Rauf Bey, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa ve
Kazım Paşa gibi), Cumhuriyet ilan edilirken kendilerine danışılmadığını, gerekli
hazırlıkların ve görüşmelerin yapılmadığını, durumdan haberdar edilip kendile-
ri Ankara’da yok iken böyle bir kararın verildiğini düşünerek, Mustafa Kemal
Paşa’ya bir tür kırgınlık içinde olmuşlardır.169 Kazım Karabekir Paşa’nın Milli
Mücadeleye ilk atılanlardan biri olduğu ve yaptıkları karşısında kendisine hak
ettiği değer ve mevkiin verilmemesinden ve memleketin ilerlemesi bakımından
arzu ettiği sonuçların alınmamasından şikâyetçi olduğunu belirten Tekin Erer,
meşru yollardan giderek Paşa’nın hükümeti elde etmek için siyasal mücadeleye
atılıp TCF’nin kurulumunu sağladığını belirtmektedir.170
Yeni partinin kurucuları Mustafa Kemal Paşa ile temas ederek hareketleri-
nin kendisine karşı olmadığını beyan etseler ve Mecliste hücumlarını Başvekil
İsmet Paşa Hükümeti’ne yöneltseler de, asıl muhalefetin Mustafa Kemal Paşa’ya
olduğu belirtilmiştir.171 TCF’nin dayandığı esas, muhalefet kontrolü olmaksızın
bütün kuvvetlerin Millet Meclisi’nde toplanmasının otoriter bir idare doğuracağı
düşüncesiydi. Parti kuruluş beyannamesinde172, ne bir kişinin ne de birkaç kişi-
nin tahakkümüne yol açacak “Oligarşik meramlara” karşı koyarak ferdi hürriyet-
leri korumak amacı zikredilirken, hiç şüphesiz Mustafa Kemal Paşa ve grubu
kastedilmiştir. Zürcher, TCF’nin dayandığı esasların, teorik anlamda partinin
beyannamesinde ve programında belirtildiği gibi, iktidarın köktenci ve otoriter
eğilimlerine direnişin damgasını taşıyan siyasal liberalizmin ve demokrasinin
klasik bir ifadesi olarak yorumlanacağını ve TCF’nin kurulmasının nedenlerini
anlatan beyannamenin, on dokuzuncu yüzyıl liberal siyaset kuramının ortodoks
bir metniymişçesine okunabileceğini belirtse de173, demokrasi ve hürriyet özlem-
lerinin sosyal bir tabana dayanmayışı, Mustafa Kemal Paşa çevresindeki iktidar
rekabetinin bir ürünü olmaları ve iktidarı elinde bulunduran gruba direnmek ve
meşruluğunu kabul etmemek yönündeki eğilimleri nedeniyle, TCF’nin de, ken-
dinden önceki çarpık muhalefet geleneğinin bir devamı görünümünde olduğu
zikredilmelidir.
Ayrıca TCF muhalefetinin kurumlaşmasının kişisel çekişmelerden mi yoksa
belirli bir siyasal programa sahip ideolojik farklılaşmadan mı doğduğu yolunda
tartışmalar vardır. Suna Kili, TCF için, “Kuruluşunda bu parti ile CHP arasında bazı
konularda görüş ayrılığı yanında her iki partinin üyelerinin bazıları arasında da, kaynağı
Milli Mücadele dönemlerinden gelen bir ‘şahsiyet mücadelesi’ de vardı”174 demektedir.
Samet Ağaoğlu’nun görüşü ise, bu partinin, “geniş ölçüde Atatürk çevresindeki
iktidar rekabetinin sonucunda doğduğu”175 yolundadır. Ayrıca Mustafa Kemal, ol-
dukça erken bir tarihte The Times muhabirine 21 Kasım 1924’de verdiği beya-
natta, CHP ile TCF arasındaki siyasal farklılıkların, ihmal edilebilecek kadar
küçük olduğunu ve bölünmenin yalnızca kişisel düşmanlıklardan kaynaklandı-
ğını dile getirmiştir.176 Tunaya da, her iki partinin ilişkisini “Tipik bir tarzda ger-
gin, şahsiyatla memzuç bir mücadele halinde cereyan ettiğini”, ancak Halkçılarla Te-
rakkiperverlerin anlaşamadıkları noktaların, Meclis hükümet sistemi ile (kuvvet-
ler ayrılığı) parlamentarizm (mutedil bir kuvvetler ayrılığı) sistemleri arasındaki
farklarda mündemiç olduğunu anlatmıştır.177 Öte yandan TCF, Cumhuriyetin ilk
yılının karışık döneminde Mustafa Kemal Paşa’yı frenlemek isteyen “ılımlı yeni-
likçilerin” oluşturdukları siyasal bir hareket ve “Kemalist rejimin radikal otoriter

45
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

eğilimlerine ılımlı, liberal muhalefeti” temsil ettiği şeklinde de değerlendirilmiştir.178


Aynı şekilde Kongar da, partinin “gelenekçi-liberal” cephe tarafından Mustafa
Kemal Paşa şahsında “devletçi-seçkinci” cepheye karşı kurulduğunu dile getirmiş-
tir.179
TCF, daha sonra 1925 yılının Şubat ayında Doğu illerinde patlak veren Şeyh
Sait Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra, bu ayaklanma ile ilintisi olduğu ve
parti programının 6. Maddesi’nde zikredilen, “Fırka efkâr ve itikadat-ı diniyeye
hürmetkârdır”180 ifadesinin dini siyasete alet etmek anlamına geldiği gerekçesiyle,
hükümete iki yıllık süre için geniş yetkiler tanıyan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun
(4 Mart 1925) kendisine verdiği yetki ile Hükümet tarafından 5 Haziran 1925
tarihinde kapatılmıştır.181
Bu partinin kapatılmasının temel amacının, siyasal rakipleri tasfiye etmek
olarak değerlendirilmekle birlikte182, TCF’yi iktidar karşısında bu kadar tehlikeli
yapan şeyin, TCF’nin birbirinden çok farklı toplumsal grupları ya da CHP’nin
dayandığı ideolojiye tümüyle karşıt bir ideolojiyi temsil etmesinden değil, ta-
mamen CHP’nin de içinden çıktığı ulusal hareketin nüvesini oluşturan gruplar-
ca oluşturulmuş olmasından kaynaklandığı belirtilmiştir.183 Ayrıca, TCF’nin
parti örgütlenmesinin biçimsel olarak demokratik olduğu, ancak çoğu geleneksel
demokratik partiler gibi güçlü oligarşik eğilimlerinin bulunduğu ve bu açılardan
CHP ve hatta İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Demokrat Parti’de de
seçkinlerin egemen oldukları ve güçlü oligarşik tutumların görüldüğü zikredil-
miştir.184
Bundan sonra ancak 1930’larda, dünya koşullarının da etkisiyle izlenmeye
başlayan iktisadi politikayla birlikte, Cumhuriyet döneminin ikinci önemli mu-
halefet denemesi olarak, ancak bu kez iktidar çevrelerinin kurulmasına önayak
olduğu, güdümlü nitelikte bir muhalefet partisi olarak örgütlenen Serbest Cum-
huriyet Fırkası (SCF) kurulmuştur. Türkiye’de 1922–30 yılları ve sonrasında ya-
pılan devrimler tahmin edileceği üzere iktidara karşı bir direnme yaratmıştır.
Ayrıca 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının ülkedeki etkileriyle birlikte, ekono-
mik açıdan bunalan halkın tüm huzursuzlukların kaynağını bürokratik yönetici
kadroda görmelerine yol açmıştır. Yine CHP iktidarının devrimlerin yerleşmesi
ve bu devrimleri içselleştirecek bir toplum yaratmak amacıyla her türlü muhale-
feti susturmak için uyguladığı politika, ülkede bir muhalefet partisinin kurulma-
sını gerekli kılmıştır. Bu itibarla SCF, bizzat Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın teşvik
ve icazeti ile Ali Fethi Bey liderliğinde 12 Ağustos 1930 tarihinde kurulmuştur.185
Bilindiği gibi Serbest Fırka, daha sonra iktidarın uygulamaları karşısında
hoşnutsuz olan tüm toplum kesimlerinin ve öteden beri siyasal iktidara muhalif,
ancak gizil bir durumda bulunan dinsel nitelikteki potansiyel muhalefetin geniş
desteğine mazhar olmaya başlamasıyla, iktidarın parti üzerinde baskısı artmış
ve muhalefetin memleketi anarşiye sürüklediği, toplumsal yapıdaki irtica olayla-
rına açıkça karşı tavır almadığı ve gericilere ödün verdiği yolundaki eleştirileri
üzerine, kendini feshetmek zorunda kalmıştır.186 Çıkarları birbirinden farklı olan
toplumsal kesimlerin desteğini alan Serbest Fırka denemesi de göstermiştir ki,
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal hayatında demokrasinin tüm biçim ve içerikleri
ile kurumsallaşabildiği bir muhalefet kültürünü bünyesinde barındırabilecek bir
toplumsal sınıf bilinci henüz yerleşememiştir.

46
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Türk siyasal tarihinde yaşanan somut olayların da gösterdiği gibi, Cumhu-
riyet döneminde de karşılaşılan siyasal iktidar-muhalefet ilişkisi ve bunların
birbirlerine bakış açılarına hakim olan siyasal kültür açısından İkinci Meşrutiyet
ve öncesinde görülenden büyük farklılık görülmemiştir. Osmanlı İmparatorlu-
ğu’nda batılılaşma süreci ile birlikte, özellikle Meşrutiyet dönemlerinde daha
sonraki toplumsal ve siyasal süreçte de tekrarlanarak gelenekselleşen bazı tutum
ve anlayışların tohumları atılmıştır. Bu tohumların atılmasında başrolü, anayasa-
lı bir yönetime kavuşmaya yönelik bir muhalefet başlatan ve Batılı değerlerle
yetişmiş genç aydınlar oynamıştır. Bu aydınların, muhalefetlerinde belirli bir
sosyal tabana dayanmayışları, halkla iletişim kurmayışları ve en önemlisi de
baskıcı yönetimlere karşı yürüttükleri “hürriyet” mücadelesinde, hürriyetin an-
lamını “kolektivist”, biçimsel ve içeriği doldurulmamış bir tarzda ele almaları,
yukardan aşağıya doğru gerçekleştirilen toplumsal ve siyasal yaşamı dönüştür-
me çabalarının ve çarpık ve yapıcı olmayan iktidar-muhalefet ilişkisinin başlan-
gıcını oluşturmuştur.187 Böylece sosyo-ekonomik yapısı iç etkileşim yoluyla du-
rağanlıktan kopamayan toplum, bundan sonra hep yukardan yapılan hukuksal
ve siyasal düzenlemelerle değiştirilmeye çalışılmıştır. Hâlbuki Batıda toplumla-
rın kendi iç dinamikleri neticesinde ortaya çıkan değişmeler sonucu, yeni güçler
devletin karşısına birey ve grup özgürlüğünü/özerkliğini korumak amacıyla
dikilmişler ve siyasal iktidar-muhalefet ilişkisinin sağlıklı bir toplumsal zeminde
yükselmesinin yolunu açmışlardır. Batı’daki “kamuoyu” ve “milli çıkar” kavram-
larının arkasında, topluluğun iktisadi kesimlerinin oluşturdukları bir kişi ve
grup özerkliği fikri vardır. Bundan dolayı Batı’da “milli çıkar” dendiği zaman
“kişi” ve “grup” özerkliği akla gelir. Türkiye’de ise siyasal iktidar-muhalefet iliş-
kisinde temel tartışma konusu olan “milli çıkar”ın kişi ve grup özelliklerine bağlı
olmayan kolektif bir anlamı oluşmuştur.188 Bundan dolayı da Türkiye’de siyasal
iktidar ve muhalefetiyle, “hürriyet” fikri etrafındaki tartışmalar genellikle, bir
varlık mücadelesi halini almıştır.
Öte yandan, Küçükömer’in belirttiği gibi, bizdeki batı(lı)laşma, mevcut üre-
tim ilişkilerinden kopuk, iktisadi temeli olmayan, sadece Batı’nın geçirdiği aşa-
maların bir ürünü bir takım kurumların (askeri, eğitim, siyasi ve hukuki kurum-
lar), üst yapısal bir biçimde ülkemize aktarılması ameliyesi şeklinde tezahür
etmiştir.189 Durum böyle olunca, daha sonraki dönemlerde de, siyasal süreçte yer
alan güçler, muhalefet konusuna da belirli ve tutarlı bir politika ile değil de, yine
biçimsel açıdan yaklaşmışlar ve bazı somut hesapları göz önünde tutmuşlardır.
Başka bir deyişle, muhalefetin anlam ve işlevi hem iktidar, hem de muhalefet
partilerince yeterince kavranılamadığı gibi çarpık ve yozlaşmaya eğilimli bir
siyasal iktidar-muhalefet ilişkisi oluşmaya başlamıştır. Muhalefet, iktidarın poli-
tikasını ve uygulamalarını eleştirerek onun üzerinde etki yapmak ve kendi görüş
ve seçeneklerini de ortaya koymak gibi bir yaklaşımı esas almamış, ilk iş olarak
iktidarı ve başında bulunan kişiyi düşürmeyi planlamış ve bu yönde bazen
normal usullerin bile dışına çıkmıştır. İktidar ise, muhalefeti kendisinin bir alter-
natifi olarak değil de, kendisine zarar vermeyecek, sadece eleştirilerde bulunacak
ve iktidarını düşürmeye çalışmayacak bir güç olarak düşünmüştür. Ayrıca bu

47
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

durum, çok değişik görüşteki muhalefet partilerinin ve anlayışların (Hürriyet ve


İtilaf ve ilerde göreceğimiz gibi Demokrat Parti geleneğinde olduğu gibi), sırf
iktidarı devirmek için bir araya gelmeleri ve bu çerçevede halktaki dinsel potan-
siyel de dâhil olmak üzere pek çok aracı kullanmaları sonucunu doğurmuştur.190
Ayrıca iktidarın otoriter ve hürriyeti kısıtlayıcı politikasından memnun olmayan
muhalefet, bu kez kendisi iktidara geldiğinde, daha önce savunduğu hürriyetin
zeminini ortadan kaldırıcı bir politika gütmüştür. Sonuç olarak, Türk siyasal
hayatında yapıcı bir muhalefet geleneği ve içeriği doldurulmuş bir siyasal ikti-
dar-muhalefet ilişkisi yerleştirilemediği ve sistemden sapma yolundaki alışkan-
lıkların başlangıcını oluşturduğu söylenebilir.
Gelinen bu aşamada, 1946’da DP’nin kurulmasıyla birlikte kurumlaşmaya
başlayan çok partili siyasal hayat içinde 1946–50 arasında DP saflarında yaşanan
gelişmelerin ve DP kurucularının daha muhalefette iken kendi içinde partinin
özgürlükçü kanatlarında gerçekleştirdiği tasfiye incelendiğinde191 Türkiye’de
demokrasi ve hürriyeti vurgulayan “1946 ruhu” ve “yeter söz milletindir” slo-
ganı ile 1950’de iktidara gelen DP’nin hiç de varsayıldığı gibi demokratik ve
özgürlükçü bir hareket olmadığı anlaşılabilecektir. CHP’nin anlayış ve kadrola-
rından devşirilerek gelen DP’nin daha muhalefet yıllarında (1946–1950) hem
parti içinde hem de iktidara karşı ortaya koyduğu manzaraya bakıldığında, çar-
pık ve demokratik olmayan iktidar-muhalefet ilişkisinin Türk siyasetinde geç-
mişten beslenerek gelen birçok özelliğini bünyesinde taşıdığı iddia edilebilir.
Bunu anlamanın yolu, DP saflarında siyasete atılan kimi siyasal aktörlerin başına
gelenlerin derinlemesine analizinden geçmektedir. Çok partili siyasal hayatın
kuruluş, süreç ve biçimi ile DP’nin Türk siyasetine kazandırdığı “popülist politik
söyleme” bakarak, 1946 ile birlikte Türkiye’de bir ölçüde “muhalefetsiz bir demokra-
si”nin kurumsallaşmaya başladığı yolunda bir değerlendirmede bulunmak pek
de yabana atılabilecek bir yaklaşım tarzı olmasa gerektir.
Öte yandan Türk siyasal tarihinde DP muhalefeti ile başlayan popülist poli-
tik söylemin özelliği, iktidarı elinde bulunduran hakim ittifakı sorgulayan ve
iktidar dışı kalmış tüm toplum kesimlerinin bir takım söylemlerle iktidara karşı
harekete geçirilmesidir. Başka bir deyişle, popülist politik söylemde, kitleleri
birleştirebilecek yaygın folklorik ögeler, belirli bir şekle sokularak dinci, milliyet-
çi, faşist, sosyalist, liberal ya da başkaca bir ideoloji ile karıştırıldıktan sonra,
hakim ideolojiye karşı yöneltilebilmektedir. Bu açıdan aslına bakılırsa DP hare-
keti, halkçı-laik ideolojinin popülist bir biçimde yeniden yorumlanmasıdır.192
Başka bir açıdan bakılırsa, Cumhuriyetçi elit, “modern millet” yaratmak için giriş-
tiği icraatta kendisi ile geleneksel halk arasında bir çelişki yaratmıştı. Daha sonra
“tarih dışı” olarak görülen bu toplum kesimi, demokrat elitlerin “halk” nosyonu,
Cumhuriyetçi elitlerin “millet” nosyonuna baskın çıkar çıkmaz, tarih sahnesine
toplumsal güçler olarak çıkmışlardır. Başka bir deyişle, siyasal sistemde tek par-
tiden çok partili demokrasiye geçişle birlikte “milliyetçi devrimcilik”ten, “popülist
liberalizm”e geçilmiştir.193 Eroğul’un belirttiği gibi, çok partili düzene geçiş süre-
cinde, “Halkın figüranlıktan pek ileri gidemeyeceği bir tür biçimsel demokrasi” kurgu-
lanmıştır.194 DP ve onu temsil eden güçler, harekete “halkçı” ve “demokratik” bir
görünüm verseler de, bu hareketin bir tür “otoriter popülist” bir hareket olduğu,

48
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

daha muhalefet döneminde parti içinde uyguladığı anti-demokratik tutum ve


eylemlerinden anlaşılabilecektir.
Sonuç olarak, 1946 demokrasisi, siyasal partilerin doktrin, program ve po-
litika yönünden iyiden iyiye birbirine benzediği, aşırı sağ ve aşırı ol kutupların
temsilinin asla söz konusu olmadığı bir yasallık zemini oluşturmuştur.195 Yöne-
tici seçkinler, siyaseti tek parti rejimini siyasal seçkinler merkezinde tutmak ve
aşırı sağ ve sol akımları, siyasal faaliyetin dışında bırakmak için daha önce
gösterdikleri çabaları, 1946–50 dönemi çok partili hayata geçişte de göstermiş-
lerdir. Çok partili hayata geçişin kararını veren yönetici seçkinler, geçişin biçi-
mini de belirlemek istemişlerdir. TCF ve SCF ve DP’nin kuruluşunda, yönetici
seçkinlerin ideolojisi ve siyasal kültür özellikleri arzu edilen Batı demokrasisi
ile çelişmiştir. DP yöneticileri de aynı siyasal gelenekten geldiği içindir ki, çok
partili sürecin ileriki aşamalarında parti-içi muhalefete hoşgörü ile bakmamış-
lardır.196 Yönetici seçkinlerin DP ile oluşturmaya çalıştıkları çok partili sistem,
gerçekten rekabetçi ve çoğulcu bir parti sistemi olmamış, muhalefet partileri-
nin sadece görünüşte var olduğu bir “hegemonyacı parti” rejimi hüviyetine bü-
rünmüştür.197

SONNOT

1
Burada demokrasinin pekişmesinden ya da konsolidasyonundan, katılımcı demokrasiyi
harekete geçirecek hem kendi içinde hem de kendi dışında demokrasiyi hâkim kılan güçlü si-
vil toplum temeline sahip, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün tam olarak sağlandığı, rekabete
dayalı serbest ve adil seçimlerle zalim ve diktatör yöneticilerin iktidara geçmesini engelleyen,
demokratik meşruiyeti haiz evrensel hukuk normlarının geçerli olduğu bir hukuk devletinin
cari olduğu, insan hakları ve özgürlüklerin en geniş biçimde korunduğu ve gelişmeye açık
bulunduğu, her biri diğerine ve devlete karşı görece özerk önemli sayıda toplumsal grup ve
örgütlenmeyi ifade eden poliarşinin hâkim olduğu bir siyasal yönetim anlayışı kastedilmek-
tedir. Bkz. Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, Çev. Levent Köker (Ankara: Yetkin,
1996), s. 278; Robert A. Dahl, Demokrasi Üstüne, Çev. Betül Kadıoğlu (Ankara: Phoenix,
2001), s. 63; Arend Lijphart, Çağdaş Demokrasiler, Çev. Ergun Ozbudun-Ersin Onulduran
(Ankara: Türk Demokrasi Vakfı ve Siyasi İlimler Derneği, Yayın Tarihi Belirtilmemiş), s. 2. Bu
anlamda Türkiye’de çok partili dizgeye geçiş, biçimsel anlamda bile demokrasiye geçiş değil-
dir. Türk demokrasisinin kurumlaşması ile genel olarak Türkiye’de II. Meşrutiyet’le girilen
siyasal süreçte, demokratik anlamda ne oranda bir gelişme kaydedilip kaydedilmediği kaste-
dilmektedir. Burada, Türkiye’de demokrasisinin genel gelişim çizgisi içinde iktidar-muhalefet
ilişkilerinin almış olduğu içeriksel boyut anlatılacaktır.
2
Mümtaz’er Türköne, Siyaset (Ankara: Lotus, 2007), s. 223; Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyolo-
ji (İstanbul: Der, 1994), s 73.
3 Türkiye’de bürokratik yönetim geleneğinin kurumsallaşmasının ayrıntılı bir analizi için, bkz.
Metin Heper, Bürokratik Yönetim Geleneği (Ankara: ODTÜ İdari Bilimler Fak, 1973).
4 Şerif Mardin, “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol”, Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi (İstan-
bul: İletişim, 1991) içinde, s. 180–183.
5
Süleyman Seyfi Öğün, Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa, 2004), s. 36, 46, 57–61.

49
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

6 Ali Kazancıgil, “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”, Derl. Ersin Kalaycıoğ-
lu-Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (Bursa: Alfa Aktüel, 2007)
içinde, s. 172.
7
Adem Çaylak, “Türkiye’de Siyasal Muhalefet Kültürü”, Türkiye Günlüğü 89 (Yaz 2007), s.
143.
8
Teorik olarak siyasal iktidar-muhalefet ilişkisi, “yöneten-yönetilen” ilişkisinden farklı iki siyasal
kategori olmasına rağmen, Türkiye’nin siyasal tarihinde siyasal iktidar ile muhalefetin ilişkisi,
bir tür “yöneten-yöneten” ilişkisine benzer bir nitelik göstermiştir. Bunun nedeni Türkiye’de si-
yasetin cepheleşmesi ile ilgili olsa gerektir. Aşağıda da göreceğimiz gibi Türkiye’nin siyasal
tarihinde, bir siyasal tabakalaşma olgusu, beraberinde idare eden ile idare edilen arasında,
belki de demokrasinin kurumlaşmasının da önüne geçen bir nitelik göstermiştir. Bunun da,
yapıcı bir siyasal iktidar-muhalefet ilişkisinin önüne geçerek, iktidar ile muhalefet arasında
bir tür ölüm-kalım mücadelesinin oluşmasına yol açtığı düşünülmektedir. Bunun değişik
yöndeki uygulamalarına aşağıda değinilmiştir.
9
Alain Touraine, Demokrasi Nedir, Çev., Olcay Kunal (İstanbul:Yapı Kredi, 1997), s. 277.
10
Touraine, Demokrasi Nedir, s. 81.
11
Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Demokrasi ve Siyasal Partiler (İstanbul: Alfa, 2000), s. 1.
12
Siyasal partilerin doğuşu ile ilgili bkz., Ergun Özbudun, Siyasal Partiler (Ankara: AÜHFY,
1983). Burada işlevsel eksen, ekonomik ve ideolojik değer çatışmalarını anlatır. Yerel eksen
ise, devlet yönetiminde merkeziyetçi eğilimlere karşı tepki olarak doğan çeşitli etnik, dinsel,
dilsel ya da kültürel azınlıkların kendi çıkarlarını ve özelliklerini devlet içinde kabul ettirme
isteklerini ifade eder. Yerel eksene, “merkez-kenar ekseni” (center-periphery axis) de denmek-
tedir. Bkz., Özbudun, Siyasal Partiler, s. 37-38.
13 Sarıbay, Türkiye’de Demokrasi ve Politik Partiler, s. 34.
14 Tabaka, tabaka farkındalığı ve bunların değişik anlam ve kullanımları için bkz., Mardin,
“Tabakalaşmanın Tarihsel Belirleyicileri: Türkiye’de Toplumsal Sınıf ve Sınıf Bilinci”, Çev., N.
Yavuz, Türkiye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 78-79.
15
Türkiye’de kökleri Osmanlı’da saklı katı “yöneten-yönetilen” ilişkisinin kurumlaşma biçimi
için, bkz., Adem Çaylak, Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen: Bir Şerif Mardin Çözümlemesi
(Ankara: Vadi, 1998).
16
Emre Kongar, İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, C. 1-2 (İstanbul:
Remzi, 1993), s. 143.
17 Bahri Savcı, “Partilerimizde Tabakalaşmanın Gerçek Mahiyeti ve Sosyal Muhtevalı Politika
Meyli”, AÜSBFD, C. 13, S. 1 (1958), s. 42–43.
18 Nükhet Turgut, Siyasal Muhalefet (Ankara: Birey ve Toplum, 1984), s. 7.
19 Klasik dönem derken, Osmanlı Devleti’nin güç açısından zirvede olduğu dönem, İstanbul’un
fethini kapsayacak şekilde, özellikle Kanuni dönemini (1520-1566) içine alan bir zaman dilimi
kastedilmektedir. Sina Akşin, “Osmanlı-Türk Toplumundaki Sınıf Yapısı Üzerine Bir Dene-
me”, Toplum ve Bilim 1 (Yaz 1977), s. 31.
20 Max Weber, Sosyoloji Yazıları, Çev., Taha Parla (İstanbul: Hürriyet Vakfı, 3. Baskı, 1993),
182-183. Weber’in statü düzeni tasvirinin, Osmanlı durumuna çok uygun düştüğü, Osmanlı
toplumunda piyasanın yerini, büyük ölçüde devlet ayrıcalıkları (statü imtiyazları) sağlayacak
nüfuzlu ilişkiler uğrunda rekabetin aldığı dile getirilmiştir. Bkz., Şerif Mardin, Din ve İdeolo-
ji (İstanbul: İletişim, 6. Baskı, 1993), s. 113.
21 Halil İnalcık, “The Nature of Traditional Society: Turkey”, (Eds.) R. E. Ward and D. Rustow,
Political Modernization in Japan and Turkey (Princeton University, 1968) in, s. 44.
22 Osmanlı klasik tabakalaşma örüntüsünde Selçuklulardan kalma beylikler, İmparatorluğun
belirli bölgelerinde yer edinmiş feodal yapılar, her zaman bir aristokrasi oluşturma potansiye-
lini içinde barındıran yönetici kesimin kendi içindeki parçalanma, klasik örüntünün bozul-
maya yüz tuttuğu devrede ortaya çıkan yeniçeri-esnaf birlikteliği ve en önemlisi de taşrada
idareyi, kazayı ve eğitimi ellerinde tutan ulema taifesi gibi unsurlar tabakalaşmada kural dışı

50
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

unsurlar olarak süreç içinde Osmanlı bürokratik merkezi ile devamlı bir mücadele içinde ol-
muşlarsa da, hukuksal ve siyasal bir özerklik elde edememiştir. Bkz., Mardin, “Tabakalaşma-
nın Tarihsel Belirleyicileri Türkiye’de Toplumsal Sınıf ve Sınıf Bilinci”, s. 89-92.
23
Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 81.
24 Şerif Mardin, "Türk Toplumunu İnceleme Aracı Olarak 'Sivil Toplum'", Türkiye'de Toplum
ve Siyaset Makaleler 1 (İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 22-23.
25
Örnek olarak bkz., Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, Çev. Nalan Soyarık (Ankara:
Doğu Batı, 2006). Şerif Mardin, “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire”,
Comparative Studies in Society and History, 11/13 (Haziran 1969); İlkay Sunar, State and
Society in the Politics of Turkey’s Development (Ankara: Ankara Üniversity Faculty of Poli-
tical Science, 1974); Metin Heper, “Osmanlı Siyasi Hayatında Merkez-Kenar İlişkisi”, Toplum
ve Bilim 9-10 (Bahar-Yaz 1980). Şerif Mardin, Din ve İdeoloji. Metin Heper, Bürokratik Yö-
netim Geleneği (Ankara: ODTÜ İdari İlimler Fakültesi, 1973). Metin Heper, “Osmanlı-Türk
Siyasal ve Özellikle Yönetsel Hayatında Patrimonyalizm”, Toplumcu Düşün 7 (1979); Metin
Heper, “Osmanlı-Türk Bürokrasisinde ‘Modernleşme’ Saf Patrimonyalizmden Patrimonyal
Yasallığa Gelişim”, (yay. hazl.) Metin Heper-Ömer Bozkurt, Yönetim Sosyolojisi (Ankara:
TODAİE, 1977) içinde.
26 Heper, “Osmanlı-Türk Siyasal ve Özellikle…, s. 111-112.
27 “Kadim oldur ki, anın evvelin kimesne bilmeye” Süleyman Kanunnamesi, Milli Tetebbular
Mecmuası, C. I, s. 98’den aktaran, Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (İstanbul: Doğu-
Batı Yay., 1978), s. 29.
28 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 29.
29 Metin Heper, “Osmanlı’da Devlet Geleneği”, Türkiye Günlüğü, 13 (Kış 1990), s. 142.
30 Bu konu ile ilgili olarak bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş”, AÜSBFD, C. XIII, N. 2
(Haziran 1958), s. 107-111.
31 Patrimonyalizmin bu boyuttan ele alındığı bir kaynak için, bkz. Heper, “Osmanlı Siyasal
Hayatında Merkez-Kenar İlişkisi”, ss. 3-35.
32
Osmanlı toplumunun siyasal yapısının bu doğrultuda anlatımı için, bkz. Halil İnalcık, “Os-
manlı Padişahı”, AÜSBFD, C. XIII (Aralık 1958), ss. 68–79.
33
“Hisbe kurumu”, kamu ahlakı, kadınların ve gayr-i müslimlerin tavırları, dini yükümlülükler
ve mesleki ahlak kuralları ile ilgili her meseleye müdahalede bulunarak iyiliği emretmek ve
kötülükten nehyetmekle görevli bir kurumdur. Osmanlı’da ihtisap ağası memuriyeti olarak
karşımıza çıkan bu İslami kurumun sorumlusuna muhtesip denirdi. Bkz. Şerif Mardin, “Os-
manlı Bakış Açısından Hürriyet”, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim Yay.,1991) içinde, s.
114. Buna ek olarak, Osmanlı Devleti, hisbe kurumu sayesinde iktisadi hayat üzerinde de
kontrol sağlıyordu. Buna yol açan ise, hükümdarın teb’asının refahlarından şahsen sorumlu
olduğu ve onları keyfi vergilendirmeden uzak tutmak noktasında bir kurtarıcı rolüne bürün-
düğüdür. Bkz., Mardin, Din ve İdeoloji, s. 108-109.
34 Bu konularla ilgili özlü ve ayrıntılı değerlendirmeler İnalcık, Mardin ve Heper gibi bilim
adamları tarafından ele alınmıştır. Örnek olarak, bkz. Mardin, Din ve İdeoloji, s. 108–109.
Ancak bunlardan mülhem bir çalışma, yukarıda saydıklarımızı dile getirmektedir. Bkz. Mus-
tafa Çalık, “Batılılaşma, Bürokratik Modernleşme Münasebeti Üzerine Bazı Düşünceler”,
Türkiye Günlüğü, S. 2 (Mayıs 1989). s. 8.
35
Yeni-patrimonyalizm hakkında bkz. S. N. Eisenstadt, “Traditional Patrimonialism and Mo-
dern Neo-patrimonialism”, Sage research Papers in the Social Sciencers, Studies in Compa-
rative Modernization Series, Vol. 1 (Beverly, Hills and Londra: 1973).
36 Şerif Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü”, Çev. Levent Köker, Türk Modern-
leşmesi (İstanbul: İletişim, 1991), içinde, s. 199.
37
Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, s. 55–56.
38
Mardin, Din ve İdeoloji, s. 127–129.

51
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

39 Şerif Mardin, “Modern Türkiye’de Din ve Siyaset”, Türkiye’de Din ve Siyaset (İstanbul:
İletişim, 1993) içinde, s. 118.
40 Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, s. 89.
41 Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, s. 61–74.
42 Osmanlı’nın Tanzimat döneminde kurulan (1859) ve temel amacı devlete yönetici yetiştirmek
olan Mülkiye Mektebi’nin de siyasal egemenliği “akıl” ve “bilim” eksenli kurmanın bir aracı
olarak örgütlendirilmesi ve isminin de toprak egemenliği yanında siyasal egemenlik anlamına
gelen mülkiye olarak adlandırılması da manidardır.
43
Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, s. 114–116.
44 Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü”, s. 79.
45
Şerif Mardin, “Türk Toplumunu İnceleme Aracı Olarak Sivil Toplum”, s. 22.
46 Şerif Mardin, “Türkiye’de Gençlik ve Şiddet”, Çev., Mustafa Erdoğan, Türk Modernleşmesi
(İstanbul: İletişim, 1991) içinde, s. 275.
47
Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Türki-
ye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim Yay., 3. Baskı, 1992) içinde, s. 45.
48
Osmanlı’nın kuruluşuyla ilgili “gazi” geleneğine ağırlık tanıyan bir çalışma için, bkz. Paul
Wittek, The Rise of the Ottoman Empire (Londra, 1965).
49
Şerif Mardin, “Türk Devriminde İdeoloji ve Din”, çev. Gülşat Aygen Tosun, Türkiye’de Din
ve Siyaset Makaleler 3 (İstanbul: İletişim, 1993) içinde, s. 156.
50 Osmanlı’dan bağımsız olarak göçebelikten yerleşikliğe geçiş süreci ve devletleşmeye paralel
olarak asabiyenin dağılışına ilişkin için, bkz. İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadiri
Ugan (İstanbul: MEB Yay., 1989), C. 1, s. 352, 436, 460.
51 Mardin, Din ve İdeoloji, s. 127.
52 Mardin, “Tabakalaşmanın Tarihsel Belirleyicileri..., s. 84.
53 Şerif Mardin, “Türkiye’de Dini Sembollerin Dönüşümü Üstüne Bir Not”, çev. Gülşat Aygen
Tosun, Türkiye”de Din ve Siyaset Makaleler 3 (İstanbul: İletişim, 1993) içinde, s. 200-201.
54 Robert A. Nisbet, “Kinship and Political Power in First Century Rome”, Werner J. Cahman ve
Alvin Boskoff (der.), Sociology and History (New York, 1964), in, s. 268’den aktaran, Mar-
din, Din ve İdeoloji, s. 128.
55 Mardin, Din ve İdeoloji, s. 128-129.
56
Şerif Mardin, “Türkiye’de Irkçılık”, Türk Modernleşmesi, Makaleler 4 (İstanbul: İletişim
Yay., 1991) içinde, s. 351.
57 Şerif Mardin, “XIX. Yüzyılda Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Türk Modernleşmesi
(İstanbul: İletişim, 1991) içinde, s. 82-83.
58
Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, (Ankara: AÜ SBF, 1982), s. 187 ve ayrıca bkz.
Mehmet Ali Ağaoğulları, Eski Yunan’da Siyaset Felsefesi (Ankara: Verso Yay., 1989), s. 137-
155 ve 169-190. Platon’un “Devlet” adlı yapıtı için, bkz. Eflatun, Devlet, çev. S. Eyüboğlu ve
M. A. Cimcoz (İstanbul: Remzi Kit., 1975).
59 Farabi, El-Medinetü’l Fâzıla, çev. N. Danışman (İstanbul: MEB Yay., 1989), s. 87-90.
60
Levent Köker, Demokrasi Üzerine Yazılar (Ankara: İmge Kit., 1992), s. 170.
61 Mardin, “XIX. Yüzyılda Düşünce Akımları..., s. 83.
62 Nizamülmülk, Siyasetnâme, çev. Nurettin Bayburtlugil (İstanbul: Dergah Yay., İkinci Baskı,
1987), s. 28-90.
63
Metin Kunt, “Siyasal Tarih (1300–1600)”, (yay. haz.) Sina Akşin, Türkiye Tarihi 2 Osmanlı
Devleti 1300-1600 (İstanbul: Cem Yay., 1988) içinde, s. 130-131.
64 Mardin, “Modern Türkiye’de Din”, çev. Hasan Ünal, Türkiye’de Din ve Siyaset (İstanbul:
İletişim, 1993) içinde, s. 85.
65
Mardin, “Modern Türkiye’de Din”, s. 86-88;.

52
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

66 Şerif Mardin, “Türkiye’de Din ve Laiklik,” çev. Fahri Unan, Türkiye’de Din ve Siyaset (İs-
tanbul: İletişim, 1993) içinde, s. 41–42.
67 Şerif Mardin, “The Just and the Unjust”, Daedalus, Journal of The American Acedemy of
Arts and Sciences, Vol. 120, Number 3 (Summer 1991), s. 114–115.
68 Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş”, s. 106-107.
69
Halil İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam”, çev. Mustafa Özel, Tarih Risaleleri (İstan-
bul: İz Yay., 1995), s. 20-21.
70
Nur Vergin, “Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin ‘Bitmeyen Senfoni’si”, Türkiye Günlüğü 29
(Temmuz-Ağustos 1994), s. 8.
71 Şerif Mardin, “Yenileşme Dinamiğinin Temelleri ve Atatürk”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset
(İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 207.
72 Halil İnalcık, “The Nature Of Traditional Society: Turkey”, (eds.) R. E. Ward and D. Rustow,
Political Modernization in Japon and Turkey (Princeton: Princeton University Press, 1968)
in, s. 42.
73
İnalcık, “The Nature of Traditional Society..., s. 42.
74
Mardin, “XIX. Yüzyılda Düşünce Akımları..., s. 83; Mardin, “Yenileşme Dinamiğinin Temelle-
ri..., s. 210.
75 Mardin, “Tabakalaşmanın Tarihsel Belirleyicileri..., s. 85-86.
76 Akşin, “Osmanlı-Türk Toplumundaki Sınıf Yapısı Üzerine Bir Deneme, s. 32.
77 Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü”, s. 206.
78 Mardin, Din ve İdeoloji, s. 108–112.
79 Mardin, Din ve İdeoloji, s. 109.
80 Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü..., s. 197.
81 Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, s. 40–41.
82 Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü..., s. 209.
83 Mardin, “XIX. Yüzyılda Düşünce Akımları..., s. 96; Mardin, Din ve İdeoloji, s. 126-127.
84
“Millet sistemi” ya da “özerk milletler modeli”nde millet, aynı dine inanan insan topluluğunu
ifade etmektedir. Bkz. Bilal Eryılmaz “Birlikte Yaşama Düzeni: Millet Sistemi” Bilgi ve Hik-
met 5 (Kış 1994), ss. 91–97. Findley, Osmanlı’nın millet sistemini hayata geçirmesinde ve İs-
lam hakimiyeti altında dini ayrılığı tanzim etmesinde, İslam’ın Hıristiyanlık ve Yahudilikle
aynı nebevi gelenek (İbrahimi gelenek) ten gelmesinin çok önemli bir rolü olduğunu anlatır.
Bkz. Carter V. Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, çev. L. Boyacı-İ. Akyol (İs-
tanbul: İz Yay., 1994), s. 18. Ayrıca millet sistemi ve bunun Osmanlı toplumundaki uygulama-
sı için, bkz. Cevdet Küçük, “Osmanlılarda ‘Millet Sistemi’ ve Tanzimat”, TCTA, C. 4, ss. 1007–
24; İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet”, TCTA, C. 4, ss. 996–1001.
85 Mardin, “The Just and the Unjust”, s. 114.
86 Mardin, “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol”, s. 186.
87
Mardin, Din ve İdeoloji, s. 130–132.
88
Şerif Mardin, "Tanzimattan Sonra Aşırı Batılılaşma", Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim,
1991) içinde, s. 58–59.
89 Mardin, "Türk Siyasasını Açıklayabilecek..., s. 43.
90
Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji (İstanbul: Der, 1994), s. 85.
91 Mardin, "Türkiye'de Muhalefet ve Kontrol", s. 185–186.
92 F. W. Frey, "Patterns of Elite Politics in Turkey", Political Elite In the Middle East, (ed.) G.
Lenczowski (Washington, 1975), s. 45'ten aktaran, Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, s. 86.
93 Mardin, "Türkiye'de Muhalefet ve Kontrol", s. 180–188
94 Mardin, "Türk Siyasetinin Açıklayabilecek..., s. 45.
95
Mardin, Din ve İdeoloji, s. 76–77.

53
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

96 Mardin, "Türk Devriminde İdeoloji ve Din", s. 158–160.


97 Şerif Mardin, "Şerif Mardin'le Din ve Devlet Sosylojisi Konusunda Söyleşi”, Türkiye'de Top-
lum ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 125–129.
98 Mardin, "Tanzimattan Sonra Aşırı Batılılaşma", s. 65.
99 Söz konusu âyet şudur: "İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten menn eden bir
topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler olardır." (Al-i İmran: 104).
100 Şerif Mardin, "Osmanlı Bakış Açısından Hürriyet", Çev. Fahri Unan, Türk Modernleşmesi
(İstanbul: İletişim, 1991), içinde, s.s. 113–122.
101 Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, (İstanbul: İletişim Yay., Üçüncü Baskı, 1993), s.
26 ve Şerif Mardin, “Türkiye’de İktisadi Düşüncenin Gelişimi” (1838-1918)”, Siyasal ve Sos-
yal Bilimler (İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 52.
102 Heper, “Osmanlı’da Devlet Geleneği”, s. 143.
103 Akşin, “Osmanlı-Türk Toplumundaki Sınıf Yapısı..., s. 36.
104
Sina Akşin, “Siyasal Tarih (1789–1908)”, Yay. Yön. Sina Akşin, Türkiye Tarihi 3 Osmanlı
Devleti 1600-1908 (İstanbul: Cem Yayınevi, 1990) içinde, s. 90-91. Ayrıca bu konu ilgili ayrıntı-
lı bir çözümleme için bkz., Sina Akşin, “Sened-i İttifak ile Magna Carta’nın Karşılaştırılması”,
AÜDTCF Tarih Bölümü Dergisi, C. XVI, S. 26, 1994.
105 Mardin, “Osmanlı Bakış Açısından Hürriyet”, s. 111–112.
106 Heper, “Osmanlı Siyasal Hayatında Merkez-Kenar İlişkisi”, s. 17–18.
107 Barrington Moore Jr., Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Çev. Şirin
Tekeli-Alaeddin Şenel (Ankara: Verso, 1989), s. 13–15.
108
Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 28.
109
Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü”, s. 211.
110
Osmanlı’da sivil bürokrasinin geçirmiş olduğu evrimin ayrıntılı bir şekilde çözümlenişi için,
bkz., Carter Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, Çev. L. Boyacı-İ. Akyol (İs-
tanbul: İz Yay., 1994).
111 Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 164.
112 Heper, “Osmanlı Siyasi Hayatında Merkez-Kenar İlişkisi”, s. 3.
113 Nükhet Turgut, Siyasal Muhalefet, s. 234–235.
114 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859 – 1952 (İstanbul: Doğan Kardeş Yayınla-
rı A. Ş. Basımevi, 1952), s. 78.
115
Yeni Osmanlılar hakkında bkz., Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (İstanbul:
İletişim Yay., 1996).
116 Şerif Mardin, “Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul:
İletişim, 1992) içinde, 278.
117 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki (İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1980), s. 17.
118 Mardin, “Osmanlı Bakış Açısından Hürriyet”, s. 121.
119
A. g. e., s. 103-122.
120 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952, s. 74.
121 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895–1908 (İstanbul: İletişim, 1992), s. 301-305.
122 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952, s. 750.
123
Selahattin Hilav, “Düşünce Tarihi (1908–1980), Yay. Yön. Sina Akşin, Türkiye Tarihi 4 Çağ-
daş Türkiye 1908–1980 (İstanbul: Cem, 1990) içinde, s. 387.
124 Bu ayrılma-birleşme ve bu suretle ortaya çıkan çeşitli fırkalar hakkında bkz., Tarık Zafer
Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler İkinci Meşrutiyet Dönemi, C. 1 (İstanbul: İletişim, 1998),
s. 44 vd.
125 Turgut, Siyasal Muhalefet, s. 241.
126 Savcı, “Partilerimizde Tabakalaşmanın Gerçek Mahiyeti…, s. 49.

54
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

127 II. Meşrutiyet’in bu şekilde nitelendirilişi için, bkz., Tarık Zafer Tunaya, Amme Hukukumuz
Bakımından İkinci Meşrutiyet’in Fikir Cereyanları (İstanbul: Teksir Baskı, 1948), s. 189.
128 Sina Akşin, “Önsöz”, Yay. Yön. Sina Akşin, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908–1980
(İstanbul: Cem, 1990) içinde, s. 11–12.
129 Mehmet Kabasakal, Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi (İstanbul: Tekin Yayınevi, 1991),
s. 47.
130 Tarık Zafer Tunaya, “Doğuran Partiler”, Vatan, 15 Mayıs 1949. Tunaya, bu yazısında Türk
siyasal hayatında partilerin kendi içinde yaşadığı bölünme ve hizipleşme sonucu kuruldukla-
rını anlatmaktadır. Gerçekten de daha sonra görüleceği gibi Demokrat Parti, Cumhuriyet
Halk Partisi içinde bulunanlarca kurulmuş ve Demokrat Parti de kendi içinden Millet Parti-
si’ni doğurmuştur.
131 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İttihat ve Terakki Bir Çağın Bir Kuşağın
Bir Partinin Tarihi, C. 3 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000), s. 487.
132 Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1990), s. 51–54.
133 Hüseyin Cahit Yalçın, Fırka’nın “yönetim kurulu ve kurucuları diye duyurulan sayın kişiler arasın-
da öylelerini yan yana görüyoruz ki kazanda yirmi yıl birlikte kaynatılsalar uyuşmaları olasılığı bu-
lunmadığını herkes kabul eder... Bu kişiler, yapmak için değil yıkmak için birleşmişlerdir... Hürriye ve
İtilaf Partisi, ülkede iş görmek üzere kurulmuş sürekli ve verimli bir parti değildir, olumlu bir güç de-
ğildir. Anca İttihat ve Terakki’yi yıkma ve kırıp dökme için işe yarayabilir bir güç olmak üzere ana
rahmine düşmüştür...” diyerek Türkiye’de siyasi parti oluşumlarındaki çarpıklığa, Hürriyet ve
İtilaf Fırkası özelinde bir ölçüde işaret etmektedir. Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar (İs-
tanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000), s. 230.
134
Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, C. I, s. 296.
135
Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İttihat ve Terakki, C. 3, s. 489.
136
Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952, s. 752.
137
Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, s. 97.
138
İttihat ve Terakki’nin “artçı” kabinesi İzzet Paşa Hükümeti (14 Ekim 1918 – 11 Kasım 1918) ve
Mondros Mütarekesi’nden sonra kurulan İstanbul Hükümetleri ile Anadolu’da Mustafa Ke-
mal Paşa önderliğinde başlayan Müdafaa-i Hukuk hareketi arasındaki mücadele ve ilişkilerin
ayrıntılı çözümlemesi için, bkz., Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, 2 Cilt
(Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998).
139
Bunlar için, bkz., Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Mütareke Dönemi, C. II
(İstanbul: İletişim, 1999).
140 Bahri Savcı, “Partilerimizde Tabakalaşmanın Gerçek Mahiyeti”, s. 54.
141 Mondros Mütarekesi’nin ardından Anadolu ve Trakya’da kurulan bu örgütlerlerle ilgili ola-
rak, bkz., Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859-1952, s. 478-533. Bu cemiyetler, yurdun
kurtarılmasını tek amaç olarak gördükleri için, her ne kadar fırkacılıkla ve İttihatçılıkla bir il-
gilerinin olmadığını belirtseler de, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin büyük çoğunluğu İtti-
hatçı idiler. Bkz., Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali (İstanbul: Örgün Yay., Beşinci Baskı,
1981), s. 94. 1918 Mütarekesi’nden sonra Anadolu’da gelişen milli direniş hareketlerinde İtti-
hatçılar gerek birey ve grup olarak, gerekse bazı örgütlenmeler yoluyla etkili oldukları için,
ilerde Milli Mücadele kazanıldıktan sonra iktidar savaşı, eski İttihatçılar ile bu hareketi başa-
rıya ulaştıran ve daha çok İttihatçılarla ilgileri oldukları halde organik bir bağı bulunmayan
daha genç subayları örgütleyen Mustafa Kemal Paşa arasında olacaktır. Milli Mücadele sırası
ve sonrasında bu iktidar savaşının ayrıntılı çözümlemesi için bkz., Erık Jan Zürcher, Terakki-
perver Cumhuriyet Fırkası, Çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul: Bağlam Yay., 1992), s. 11-47.
142 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952, s. 472–473.
143
Mütareke dönemindeki Saray-İttihatçı çekişmesi için, bkz. Akşin, İstanbul Hükümetleri ve
Milli Mücadele, s. 34-40, 78-81.
144 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Mütareke Dönemi, C. II, s. 33.

55
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

145 Turgut, Siyasal Muhalefet, s. 248.


146 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952, s. 755-56.
147 Selek, Anadolu İhtilali, s. 575–578. Zürcher de, Kurtuluş Savaşı’nda İttihatçıların oynadığı
role değinerek, bunun daha sonraki yıllarda ortaya çıkan iktidar mücadelesinin niteliğini be-
lirlediğini, ayrıca “Hukuk-u Milliye”yi savunmuş İttihatçı ve İttihatçı denetimindeki Karakol
Cemiyeti gibi bir dizi örgütler ve ordu birliklerindeki üst rütbeli subaylar için, Mustafa Ke-
mal’in liderliğinin gönüllü olarak kabul edilmiş bir taktik zorunluluk olduğunu belirterek,
daha sonraki aşamada milliyetçi hareketin lideri olarak Mustafa Kemal Paşa’yı tanınmış bir İt-
tihatçı önderle ile değiştirme girişiminin, Dokuzuncu Ordu Kumandanı Kazım Karabekir’in
Mustafa Kemal Paşa’dan yana açık desteğini vermesiyle birlikte suya düştüğünü anlatmakta-
dır. Erık Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, s. 29–30.
148 Cemil Koçak, “Siyasi Tarih 1923–1950”, Yay. Yön. Sina Akşin, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Tür-
kiye 1908-1980 (İstanbul: Cem Yay., 1990) içinde, s. 86.
149 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil, 1996), s. 15–
21.
150 Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası (Ankara: İmge, 1994), s. 59–64.
151 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk – Söylev 1920–1927, C. II (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1987), s.
793–97.
152
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: Afa Yayınları, 1996), s. 54.
153
Savcı, “Partilerimizde Tabakalaşmanın Gerçek Mahiyeti…”, s. 58.
154
Siyaset bilimi literatüründe “muvazaa” terimi, iki siyasal parti ya da örgütün birbiri ile danı-
şıklı ve anlaşmalı bir çeşit mücadele biçimini anlatmak için kullanılmaktadır. Bkz., Tolga Er-
soy, Muvazaa Partileri (Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2000).
155
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal 1919–1922, C. II (İstanbul: Remzi Kita-
bevi, İkinci Baskı, 1966), s. 377.
156 Bu örgütlerin kuruluş nedenleri ve faaliyetleri için, bkz., Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akım-
lar 1908-1925 (Ankara: AÜSBFY, 1967). Ayrıca o dönemde sol’un ve sol örgütlerin önemli ol-
madığı ve bunların bastırılışındaki asıl nedenin de onların güçlerinden çekinilmesi olmayıp,
hükümetin muhafazakar muhalefete karşı durumunu sağlamlaştırmak olduğu yolundaki yo-
rum ve açıklamalar için, bkz., Ömür Sezgin, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu
(Ankara: Birey ve Toplum Yay., 1984), s. 27 vd.
157
I. Büyük Millet Meclisi’nde Birinci ve İkinci Gruplar’ın bileşimi ve özellikle de İkinci
Grup’un muhalefeti konusunda, bkz., Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet - İkinci
Grup (İstanbul: İletişim, 1994).
158
Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, 1919–1922, s. 401.
159
Selek, Anadolu İhtilali, s. 600–601.
160 Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, s. 48.
161 Koçak, “Siyasi Tarih 1923–1950”, s. 88–89.
162 Savcı, “Partilerimizde Tabakalaşmanın Gerçek Mahiyeti…”, s. 58–60.
163
Erık Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, s. 37.
164 “Dokuz Umde”nin önemli noktaları şunlardı: Ulusal egemenliğe bağlılık, Saltanatın kaldırıl-
ması kararının değiştirilemezliği, güvenliğin sağlanması, ekonomik ve sosyal alanda kalkın-
ma, ordunun refahının sağlanması, bürokraside reform yapılması gibi hususlar. Gazi Mustafa
Kemal, Nutuk – Söylev, C. II, s. 957–59.
165
Cumhuriyet Halk Fırkası ve daha sonra Partisi’nin kuruluş ve daha sonra geçirdiği aşamalar
için, bkz., Hikmet Bila, CHP Tarihi 1919-1979 (Ankara: Doğuş Matbaacılık). Akşin, İttihat ve
Terakki’nin Milli Mücadele’nin kadrolarını oluşturduğunu belirterek, “Böylece İT, zaman içinde
CHP’ye dönüşmüş oldu… İT ile CHP arasında yakın ideolojik, sosyolojik bağlar ve hatta kadro bağları
bu tarihi birlikteliğin önemli işaretlerindendir” demek suretiyle, CHP’nin kökenine ilişkin farklı
bir yorum getirmektedir. Bkz., Sina Akşin, İttihat ve Terakki ve Jön Türkler, s. 312.

56
3. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkileri / Adem Çaylak

166 Mete Tunçay, Türkiye’de Tek Parti İktidarının Kurulması (İstanbul: Cem, 1992), s. 90–97.
167 TCF, 17 Kasım 1924 tarihinde Halk Fırkası içinde Hükümete ve özellikle Başvekil İsmet Pa-
şa’ya muhalefetle başlayan gelişmelerin sonucunda kurulmuştur. Mecliste önce dörtler teşek-
kül etmiştir. Bunlar da Milli Mücadele kahramanları, eski Birinci Grup üyeleri ve Müdafaa-i
Hukukçulardır. Rauf, Canbulat, Adnan Beyler ve Refet Paşa’nın girişimleri sonucu Halk Fır-
kası içinde istifalar başlamış ve ordudan ayrılan Ali Fuat ve Kazım Paşa (Karabekir)’nın lider-
liğinde TCF kurulmuştur. Bkz., Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859-1952, s. 606-608.
168 Erdoğan Teziç, Siyasal Partiler – Partilerin Hukuki Rejimi ve Türkiye’de Partiler (İstanbul:
Gerçek Yayınevi, 1976), s. 243–244.
169 Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, s. 49.
170 Tekin Erer, Türkiye’de Parti Kavgaları (İstanbul: Ticaret Postası Matbaası, Basım Yılı Belir-
tilmemiş), s. 28.
171 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, 1859–1952, s. 606–607.
172
Parti programından önce yayınlanan beyannamenin tam metni için, bkz., Tunaya, Türkiye’de
Siyasal Partiler 1859-1952, s. 615. Ayrıca partinin nizamnamesi için, bkz., Türkiye’de Siyasal
Dernekler, C. II (Ankara: İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Neşriyatı, 1950). s. 63–
71.
173 Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, s. 128.
174 Suna Kili, 1960–1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, -Siyaset Bilimi
Açısından Bir İnceleme- (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Çağlayan Basımevi, 1976),
s. 77.
175
Samet Ağaoğlu, Demokrat Partinin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri Bir Soru (İstanbul: Baha
Matbaası, 1972), s. 20.
176
Bu beyanatı, Zürcher aynen kitabına almıştır. Bkz., Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası, s. 182-185.
177 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952, s. 611.
178 Nevin Yurdsever Ateş, Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşu ve Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1994), s. 308–323.
179
Kongar, İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, s. 151.
180
Bkz., Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859-1952, s. 618.
181
Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952, s. 614.
182 Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, s. 49.
183 Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, s. 124.
184
A. g. e., s. 98.
185
Türkiye’de Siyasal Dernekler II, s. 73.
186 Fırka lideri Ali Fethi Bey’in 15 Kasım 1930 tarihinde müzakere edilen, “Belediye intihabına
karıştırılan fesad ve yolsuzluklar hakkında Dahiliye Vekili’nden istizahta bulunulmasına dair” öner-
gesi Fırkanın fesih kararı almasına sebebiyet vermiştir. Burada, siyasi tarihimiz içinde çok
önemli yeri olan ciddi tartışmalar yapılmıştır. Müzakerelerin tam metni için, bkz., TBMM
Zabıt Ceridesi, Devre: 3, İçtima: 4, s. 319 vd.
187 Türk siyasal düşüncesinde “hürriyet” fikrinin toplumsal temelden yoksunluğunun ve siyasal
muhalefet hareketlerinin sadece başta bulunan iktidarı yıkmak olarak algılandığının anlatımı
için, bkz., Şerif Mardin, “Atatürk Devrimlerini Hazırlayan Faktörler (Siyasi Batılılaşmamızda
Üç Engel)”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 174-179.
188 Şerif Mardin, “Sivil Toplum”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1991) içinde,
s. 16.
189
İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması (İstanbul: Bağlam, 1994), s. 55, 68, 83.
190 Turgut, Siyasal Muhalefet, s. 254–255.

57
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

191 1946-50 arasında DP içinde yapılan tasfiye için, bkz., Adem Çaylak, İktidar-Muhalefet İlişki-
leri Bağlamında Türk Siyasal Hayatında Osman Bölükbaşı Hareketi”, (Ankara: AÜSBF, Ya-
yınlanmamış Doktora Tezi, 2004).
192
İlkay Sunar, “Demokrat Parti ve Popülizm”, CDTA, C. 8 (İstanbul: İletişim Yayınları), s. 2076–
86.
193
Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji (Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere), Çev., Eli
Levi (İstanbul: İletişim Yayıncılık, 1986), s. 70.
194 Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi (Ankara: İmge Yay., 2003), s. 20-21.
195
Bu konuda Eroğul, çok partili düzende sol kanatın öngörülmediği, hatta sağın tüm eğilimleri-
nin (Osmanlı düzenine geri dönmek isteyen gericiler, laikliğe karşı olan şeriatçılar, Nazilere
özenen faşistler gibi) temsilinin asla söz konu edilmediği bir “demokrasi” yaratılmaya çalışıldı-
ğını ve meşru olarak kabul edilen tek muhalefetin, iktidarın ideolojisinden pek farklı olmaya-
cak bir tür yarı-liberal bir sağcı muhalefet olduğunu dile getirir. Bkz., Cem Eroğul, “Çok Parti-
li Düzenin Kuruluşu: 1945-71”, Derl., İrvin Cemil Schick – Ertuğrul Ahmet Tonak, Geçiş Sü-
recinde Türkiye (İstanbul: Belge Yayınları, 1992) içinde, s. 115.
196 Nihal Kara, Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş Kararı, 1945 (AÜSBF, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, 1982), s. 344, 394, 400.
197
Nihal Kara-İncioğlu, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Tarih ve
Demokrasi/Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyeleri
Derneği, 1992) içinde, s. 69-86.

58
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

4. BÖLÜM
OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E ÖNEMLİ SİYASAL
AKIMLAR YA DA TÜRKİYE’DE SİYASETİN ÜÇ/İÇ YÜZÜ

Şükrü NİŞANCI∗

GİRİŞ
İkinci Meşrutiyet Türk fikir hayatına çok önemli değişimler getirmiştir.
Bunlardan biri de, Osmanlı ıslahatına ait toplumun değişik katlarında satıh
altında duran çeşitli siyasi fikir cereyanlarının bu dönemde satıh üstüne çıkmış
olmasıdır. İkinci Meşrutiyet’in açtığı özgürlük ortamından kuvvet alarak beli-
ren fikir odakları çeşitli imkânlardan yararlanarak sosyal hayata tesir ederek
kitleleri yönlendirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda İkinci Meşrutiyet’in en
ilginç yönü Osmanlı tarihinde ilk kez düşünen bir toplum manzarası göster-
mesidir. Her kesimden aydınlar ve yönetimin değişik kademelerinde görev
yapan bürokratlar yüksek bir görev bilinciyle “Bu devlet nasıl kurtulur?” soru-
suna cevap bulmaya/üretmeye çalışmışlardır.1 Ortaya çıkan akımların tezleri-
nin önemli bir kısmını, bekleneceği gibi, siyasal konular teşkil etmiştir. Bu
meyanda, İkinci Meşrutiyet döneminde, devletin kurtuluşuna ideolojik reçete-
ler sunan siyasal akımlar olarak, “Batıcılık, , “İslamcılık”, “Türkçülük”, “Osmanlı-
cılık”, “Meslek-i İçtimai Akımı”, “Sosyalizm Akımı”, Türk fikir hayatında belli
yerler edinmiş olsalar da bunlardan ilk üçünün diğerlerine göre çok daha etkili
olduğu söylenebilir.
II. Meşrutiyet ortamında Türkiye’deki fikir akımları ve bunların etkisi
üzerine derli toplu ilk fikir yürüten Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset” adlı
eseri ve bundan yaklaşık on yıl sonra Ziya Gökalp’in 1913’te “Üç Cereyan”
başlığı altında yazdığı daha sonra “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”
adıyla kitaplaştırdığı çalışma bu konuya ışık tutan çalışmaların ilk akla gelen-
leridir.
Denilebilir ki 1908–1918 yılları arasındaki tartışma iki asırdan beri birikmiş
“Batılılaşma” sorunlarının tümünü kapsayan bir tartışma olmuştur. Fikir akım-
ları, Batı’nın bir uygarlık olarak meydan okumasına karşı doğrudan ya da do-


Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü.

59
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

laylı tavır/konum alışın ifadesi olmaktadır. Kısaca, aralarında bazen derin ayrı-
lıklar gözükse de, Batı’yı hangi yönüyle ve ne kadar iktisap etmek gerektiği,
tüm fikir akımlarının çıkış noktasını oluşturmuştur. Dönemin en etkili akımları
olarak birazdan inceleyeceğimiz gibi, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük, Ba-
tı’nın bir medeniyet odağı olduğunda birleşmektedir. Uzlaşılamayan nokta,
batıcılığın yöntemi ve dozuyla ilgilidir. Dolayısıyla, bu akımlar içinde en eskisi
olan batıcılığın “gülü ve dikeni ile birlikte istislac etmeliyiz” retoriğindeki “gül”
ve “diken” metaforunu kullanarak diğer ikisini de anlamak mümkün hale ge-
liyor.
GARPÇILIK/BATICILIK AKIMI: GÜLÜ SEVEN DİKENİNE
KATLANIR
Garplılaşma (Batılılaşma), daha öncede belirtildiği gibi II. Meşrutiyetten
çok önce, devletin yıkılışına çare arandığı dönemlerden beri var olduğu cihetle,
diğer akımlara göre daha uzun bir geçmişe sahiptir.
Ancak Türk siyasal düşüncesi açısından bakıldığında Batılılaşma, en kar-
maşık kavramların başında gelir. Çoğu zaman modernleşme ile aynı anlamı
ifade etmek için kullanılan batılılaşma, modernleşme tarihi denebilecek sürecin
içinde, hemen hiçbir dönem durağan bir özellik göstermediği gibi, savunucula-
rı arasında da bir uzlaşmadan söz etmek mümkün değildir. Türkiye tarihi açı-
sından, başlangıçta nötr ve teknoloji ile sınırlı bir anlamda kullanılan batılılaş-
ma, bu haliyle en geniş anlamda kabul görmüştür. Bununla birlikte, batılılaşma
siyasallaşmaya başlamıştır. Siyasal batılılaşma teknolojik algılamaya tepki ola-
rak başlar ve kültürel ve toplumsal açılımları amaçlar.2 Türkiye’de batılılaşma
hareketlerinin ilk evresi, devletin korunması ve güçlendirilmesine yönelik pra-
tik bir amaca dönükken, daha sonra giderek topyekûn bir batılılaşma hamlesi-
ne dönüşmüştür. Bu süreç, “batılılaşmaktan” “batıcılık”a, bir “yöntem” olarak
batıcılıktan bir “program” olarak batıcılığa geçiş olarak da adlandırılabilir.3
Her akım içinde az çok bulunmakla birlikte, “pür” (siyasal ideoloji) an-
lamda Garplılaşmak fikri, 20. yüzyılın başlarından itibaren savunulmaya baş-
lanmıştır. Bu anlamdaki garpçılığın başlaması ve yayılmasında Abdullah Cev-
det ve onun çıkardığı “İçtihat Dergisi”nin önemli bir rolü vardır. 1904 yılında
Cenevre’de yayınlanmaya başlayan İçtihat Dergisi’nin ilk sayısında, “Müslü-
manları bu durumdan kurtarmak için önlemler nelerdir?” şeklinde bir anket sorusu
bulunmaktaydı.4 Batılılaşmanın kapsamlı bir iş olduğu fikri, artık uyanmaya
başlamıştı.
Tanzimat’tan beri “medeniyetçilik” gibi sabit klişelerle yürütülen ve istib-
dadın ortadan kaldırılmasıyla ulaşılacak bir hedef olarak görülen batılılaşma,
20. Yüzyılla birlikte, özellikle meşrutiyetin ilanından sonra, farklı bir aşamaya
girdi. İstibdat devrine son veren “hürriyet”in bir vasıtadan başka bir değerinin
olmadığı anlaşılmıştı, zira eski problemler yerli yerinde duruyordu. İmparator-
luğun farklı milletleri arasında birlik nasıl temin edilecekti? Azınlıklar karşı-
sında iktisadi açıdan hiçbir varlığı olmayan hakim milletin kalkınması nasıl
sağlanacaktı? Eğitimde, idarede hangi yöntemler kullanılacaktı ve bu konuda
batı milletlerinin hangisi örnek alınacaktı? Eski kanunlarla çözülmesi mümkün

60
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

olmayan uluslararası hukuk vb hukuk sistemiyle dini hukuk nasıl bağdaştırı-


lacaktı?
Bütün bu soruların ağırlığını omuzlarında hisseden batıcılar kendi çözüm
yollarını üretmekten geri durmamışlardır. Abdullah Cevdet’in başını çektiği
garpçıların (Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı başta olmak üzere) bir kısmına göre,
10 Temmuz 1324 de (1908) yapılan siyasi inkılâbın gerçek anlamda tamamla-
nabilmesi için bir de sosyal inkılâba gerek vardır, bunun için ilk çıkar yol geri-
liklerimizi idrak ve bunlara karşı boykotaj yapmaktır. Kendi geriliklerine sırtı-
nı veren İmparatorluk, tabiatıyla garba sırtını dönmüş olmaktadır. Garba dö-
ner dönmez bütün hatamızı anlamaktayız. Zira “çektiklerimizi Avrupalı ol-
madığımız için çekiyoruz. Avrupalılaşmak, garplılaşmak Osmanlı imparator-
luğunu bu girdaptan kurtaracaktır”.5
Onlara göre, Avrupa Osmanlı’nın geriliğinin aynasıdır. Avrupa’ya göre
Osmanlı son derece geridir. Nur (ışık) ondadır. Başka bir örneğe gerek yoktur.
Çünkü “Bir ikinci medeniyet yoktur, medeniyet Avrupa medeniyetidir, bunu gülü ile
dikeni ile isticlas etmeliyiz”.6 İktibas etmek anlamsız kopya etmek yüzeysel ve
tehlikeliydi. Kurtuluş, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası haline gelmesiyle
mümkündür. Bu noktada Batıcılığın aynı dönemlerde gelişen “Osmanlıcılık”,
“İslamcılık” ve “Türkçülük”ten temel bir farklılığı dikkat çekicidir. Her üç ideo-
loji bünyelerinde Osmanlı ethos’u ile süreklilik oluşturan temalar barındırmak-
tadır. Batıcılığın bunlardan temel farkı, siyasal ve sosyal değişimi süreklilik
esasından değil kopuş esasından hareketle düşünmesidir.7
Bu düşünce, Jön-Türklerde yaygın olan “kuvvetli ve üstün olan her şey batı-
dadır” şeklindeki hayranlık duygusundan ilham alıyordu. Ancak, Tanzimatçı-
larda da görülen hayranlıktan farklı olarak, bunlar geçmişten gelen birçok şeyi
radikal bir şekilde değiştirmeye karar vermişlerdi. Doğudan gelen her şeyi
geri, batıdan gelen her şeyi ileri buluyorlardı. Adeta “ilericilik”, “gericilik” keli-
melerini icat ettiler. Batılılaşmanın bu keskin üslubu, İslamcılığın türlü şekil-
lerde ortaya çıkmasının da başlıca nedenidir demek hiç de yanlış olmaz. Kadın
hakları, medreseye karşı oluş, nüfus ve ailenin modernleşmesi konusunda ol-
dukça birleşik görüş ortaya koyan batıcılığın bu kesimi; Arap harflerinin değiş-
tirilmesi, uluslararası tartı ve ölçü sisteminin kabulü, laikleşme gibi konuları da
kısmen savunuyordu. Böyle bir sistemli batılılaşma düşüncesi, İslamcıların
dinsizlik ithamlarını da içeren şiddetli tepkisine yol açtı.8 Bununla birlikte Ab-
dullah Cevdet, amacının ateizm olmadığını Gazali ve Mevlana’dan yaptığı
tercümelerle göstermekteydi.9
Batıcıların bir kısmı, memlekette en önemli sorun olarak ekonomik geri
kalmışlığı görüyorlardı. Onlara göre Türkiye’de üretici ve müteşebbis yetiş-
mediği için yalnız çiftçi ve memur kişilerden oluşan bir sosyal yapı mevcuttur.
Bu yüzden bütün batılılaşma hareketleri sonuçsuz kalmıştır. İslamcıların nis-
peten az karşıtlık gösterdiği, başlarında Prens Sabahattin’in bulunduğu bu
aydın zümre, önce sosyal yapının araştırılması daha sonra ise Batı medeniyeti-
ni kuran ileri toplumsal yapıya ulaştıracak radikal bir eğitim sisteminin yerleş-
tirilmesine çalışıyorlardı. “Meslek-i içtima” çığırı olarak da bilinen bu akım,
önce politikada Ahrar Partisi ile birleşmeye karar vermişken daha sonra bu

61
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

niyetlerinden vazgeçerek politika dışında kalmışlardır. Prens Sabahattin’in


politika dışında kalma kararının zamanlaması belki de yanlıştı. Çünkü politi-
kacılığın revaçta olduğu bu dönemde, siyasi buhranlar denizinde yüzen bir
toplumda, ideologlar, ilim adamları seslerini hiç kimseye duyuramazlardı.10
Batıcıların önemli bir kısmı da, “Servet-i Fünun” ve “Ulum-u İçtimaiye ve İk-
tisadiye” dergileri etrafında toplanan pozitivistlerdi. Tevfik Fikret, Süleyman
Nazif, Cenab Şehabettin, Hüseyin Cahit Yalcın, Halit Ziya, Servet-i Funun’da;
Beşir Fuat, Ahmet Rıza, Ahmet Şuayb, Ziya Gökalp ise Ulum-u İktisadiye ve
İçtimaiye Dergisi’nde pozitivist etki altında kalarak yazı yazan aydınlardan
önemli bir kaçıdır.
Daha çok edebiyat ve kültür çevrelerinde etkisini göstermiş olan batıcılı-
ğın bu biçimi doğuya ve geçmişe bakmayı lüzum bile görmeyerek, maddi iler-
leme ve kültürel gelişme ilişkisini tersine çevirerek batıcılığın en uç noktasını
temsil etmişlerdir. Şemsettin Sami “Bir uygarlık sadece bir iki bilim koluyla yaşa-
yamaz. Eğer Batı kültürce aşağı idiyse maddi uygarlığını geliştiremezdi” derken bir
başkası “ İstesek de istemesek de Avrupalılaşmak zorundayız. Nasıl giydiğimiz panto-
lon Avrupa’dan geliyorsa Edebiyatımız da oradan gelecektir… İbn Haldun’un tarih
felsefesi tarih biliminin çocukluk çağına aittir…. Şu Arap kitaplarını bırakalım da
kafalarımızı zamanımızın bilim ve teknikleriyle donatacak modern kitaplara sarılalım,
bunları ancak Batı da bulabiliriz”11 şeklinde oldukça “radikal” bir görüş belirt-
mektedir.
Türkiye’de Batılılaşmanın önemli bir kanadı olan Servet-i Fünun, tümüyle
batılı tarzda bir kültürü yayma misyonunu üstlenmiştir. Gerçekten de Türk
kültür ve sanat hayatında batılılaşma hareketi, Servet-i Fünun’la birlikte tam
bir batılı görünüş ve tekniğe dönüşmüştür. Servet-i Fünun romanlarının ka-
rakterler yeniliklere, batı kültürüne alabildiğince açık kimselerdir. Edebiyatın
türlü ürünlerinde batıl inançlara yer verilmez, mesela bir hastalık anında akla
hemen doktor gelir, bu eserlerde eski tip okullardan hiç söz edilmez.12 1890’lı
yıllardan başlayarak takriben yarım asır yayımlanmış bulunan Servet-i Fünun
Dergisi, pozitivizmin edebi kanallardan yayılmasında öncü olmuştur. Batıcılı-
ğın bu kısmının en belirgin özelliği diğer kollarda etkisini gösteren pozitiviz-
min onlarda materyalizme kaymış olmasıdır. Gerçekten de materyalizmin tüm
inanç sistemini içine alacak şekilde genişlemesi, Avrupalılaşmanın en radikal
yorumu olsa gerektir. Tevfik Fikret, “akıl dini”nin ilkelerini bir şiirinde şöyle
tarif eder: İnsan haysiyetine inanç, insan kardeşliğine inanç, insanın kendini
yükseltme gücüne inanç, kişi özgürlüğüne inanç ve aklın dünyayı değiştirme
gücüne sonsuz inanç.13 Servet-i Fünuncuların beslendiği pozitivizmin siyasal
alandaki karşılığı devrimciliktir. Hâlbuki Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye Dergi-
si çevresinde toplanan batıcıların pozitivizmi, Servet-i Fünun ve diğer düşünce
gruplarından ayrılmaktadır. Dergi pozitivizm hakkında bazı genel fikirler
vermekle birlikte, burada pozitivizm sadece bilimsel alanla sınırlı tutulmuştur.
Dolayısıyla derginin siyasal ve sosyal alanla ilgili ilerleme düşüncesi, organiz-
macı-evrimci bir çizgide gelişmiştir.14
Garpçıların diğer akımlar karşısında aldığı tavra gelince, milliyet konu-
sundaki fikirleri garpçıları İslamcılara yaklaştıran ama Türkçülerden uzaklaştı-

62
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

ran bir içeriğe sahiptir. Garpçılar hukuksal bakımdan derli toplu bir millet ve
devlet doktrini vermemiş olsalar bile yine de bu konuda üzerinde durulması
gereken fikirler ileri sürmüşlerdir. 1908 Devrimiyle birlikte memlekette yapıla-
cak en büyük işlerden birisi de “İttihat” tır, yani Müslim, gayri-Müslim bütün
vatandaşların kardeş olmalarıdır.15
Balkan Harbi’nin sonuna kadar kabul gören fikir budur. Ancak, 1908 son-
rası durum değişmiştir. Artık iç siyaseti ayakta tutan sehpanın iki ayağa daha
ihtiyaç gösterdiği anlaşılmıştır. Değerini önemli ölçüde kaybetse de “Osmanlı-
lık”, “İslamlık” ve “Türklük” kuvvetlerinin istikrarlı dengesinin huzur ve asa-
yişi temin edeceğine inanılmaktadır. İçtihat dergisi yazarları içerisinde İslamcı
yönüyle garpçı-İslamcılığın bir temsilcisi olarak görülebilecek olan Celal Nuri,
çağımızın milliyet asrı olduğunu ifrata kaçmayacak şekilde yani din politikası-
nı geriye tepip İslam kavimleri arasında ayrılık hareketlerini uyandırmayacak
seviyede Türklük düşüncesine yer açmakta16, böylece İslamcıların milliyet ko-
nusundaki düşüncelerine bir hayli yaklaşmaktadır. Ancak, burada Celal Nu-
ri’nin İslamcılığı kendi ifadesiyle, İslamiyet’in dini değil, siyasi yönüyle ilgili-
dir.17
Genel olarak denebilir ki, garpçılık akımında Türklük ve Türkçülük kav-
ramı pek aydınlatılmamış ve ciddi araştırmalara konu olmamıştır. Abdullah
Cevdet’in fikirlerinden izlenebileceği gibi, garpçılıkta, Türkçülerin ileri sürdü-
ğü vatan ve millet kavramları gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir ütopya
gibi görülmüştür. Dolayısıyla, Türkçülerin “Turan”ı, garpçıları heyecanlan-
dırmaz. Onların fikirlerinde, her şeyden önce memleket, nüfus öğelerinden
önce, ilim ve irfan temeli aranmaktadır. Yani, onların vatanı, aydınlığın kendisi
olan “irfan”dır. Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp’ın şiirindeki “Turan”ı bu mak-
satla değiştirmiş ve yerine “irfan”ı koymuştur:18
Vatan ne Türkiye’dir, Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan
İrfandan ne kastediliyordu? Abdullah Cevdet’in “Pek Uyanık Bir Uyku”
adındaki makalesinden anlaşıldığına göre “irfan”, tepeden tırnağa Avrupa
tarzında bir birey ve toplum hayatını inşa etmeye dönük aydınlanma sürecidir.
Buna göre, Sultanın bir karısı olacak ve hiçbir cariyesi olmayacaktı, fes kaldırı-
lacak ve yeni bir başlık kabul edilecekti, mevcut kumaş fabrikaları genişletile-
cek, padişah, milletvekilleri, subaylar, memurlar bunların imalatını giymek
zorunda kalacaklardı; bütün medreseler kapatılacak yeni ve modern, edebi ve
teknik kurumlar kurulacaktı; evliya adak ve hediyeleri yasaklanacak, muskacı-
lar, üfürükçüler ortadan kaldırılacaktı, yaşlılar için ameli okullar açılacaktı.
Dilciler ve edebiyatçılardan oluşan bir komisyon tarafından sadeleştirilmiş bir
Osmanlıca Türkçesi sözlüğü ve Grameri yapılacaktı. Osmanlılar, yabancılar-
dan hiçbir şey beklemeksizin yollarını köprülerini, limanlarını, demiryollarını,
kanallarını, fabrikalarını kendi teşebbüs ve çabalarıyla meydana getirecekler-
di.19
Söz konusu hedeflerde, batılılaşmanın oldukça uzun geçmişi göz önüne
alındığında Abdullah Cevdet’in bilimin tüm kolları anlamında kullandığı an-

63
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

laşılan “irfan”a ne ölçü de ulaşılmıştır? Bu irfan düş’ü araya Birinci Dünya


Savaşı girmeseydi acaba ne kadar gerçeğe dönüştürülebilecekti? Bilinmez ama
Abdullah Cevdet’in gördüğü düş’ün, sonraki olayların akışını etkilediği hiçbir
kuşkuya yer bırakmamaktadır. Bu anlamda, sağlık ve eğitim de, özellikle
okuryazarlık oranlarında, hatırı sayılır başarılar sağlanmıştır ama garpçılığın
teknik-maddi boyutu için konulan hedeflere ulaşıldığını söylemek zordur.
Dahası, Batılılaşma çabalarının kültürel konuları aşamaması, hala geçerliliğini
koruyan bir eleştiridir. Mehmet Akif’in, teknik ilerleme sağlamayan garpçılı-
ğın, bağımlılık doğuran yönüyle ilgili aşağıdaki şiirindeki yakınması güncelli-
ğini bir ölçüde korumaktadır:20
Mesela bütçe hesabını yoktur çıkaran
Hadi maliye gelsin bakalım Mösyö Loran.
Hani tezgâhlarınız nerde, sanayi nerde
Ya Brüksel’de, Ya Berlin’de, Ya Mançester’de.
Türkiye’nin her kesimden aydınlar, “Hangi Batı”, “Garplılaşmanın Neresin-
deyiz”21 diye soru sorma ihtiyacı duyuyorlarsa ve bu sorular geniş kesimlerde
ilgi uyandırıyorsa demek ki dün olduğu gibi bugün de garpçılığın irfan yönü
hala tamamlanamamıştır.
O halde asıl sorun neydi ve her şeyden önce ne yapılmalıydı? Adına ister
“garplılaşma”, ister “muasırlaşma”, ister “modernleşme” denilsin, bütün mesele
bütünüyle bir medeniyet alınamayacağına göre, geriye o medeniyetin hangi
yönlerinin alınacağı, ülkenin başta insan olmak üzere diğer unsurlarının buna
göre nasıl hazırlanacağı ve seferber edileceği ve elbetteki iktibas edilmesi dü-
şünülen söz konusu batılı hamulenin milli kültürle nasıl birleştirileceği hususu
kalmaktadır. 20. yüzyılın başındaki batılılaşma çabalarında, kısmen bunu kar-
şılayan Ziya Gökalp örneği dışarıda tutulacak olursa, “hangi batı” sorusunun
daima tartışmaya açık entelektüel boyutunun ve “batılılaşmanın neresindeyiz?”
sorusunda açığa çıkan “bir durum değerlendirilmesi”nin önemi yeterince anla-
şılamamıştır.
“Hangi Batı” sorusuna yeterince ilgi duyulsaydı, Batının kendi içinde de-
vingen bir kültüre sahip olduğu, özellikle 20. yüzyıla girilirken birden çok “ba-
tı” anlayışının birbiriyle yarış halinde olduğu fark edilebilirdi. Şu halde hangi
batı hedeflenmektedir? A. Comte pozitivizmine dayanan Batı mı, “Kant İdea-
lizmi”nin önemini keşfeden Batı mı? Türkiye’deki garplılaşmanın öncüleri
yüzyılın başlarından itibaren Batı’nın kendi medeniyetiyle hesaplaşmasının
neresinde yer almaktaydı? Newton ve Descartes fiziği üzerinde yükselen “kar-
tezyen”/ “mekanik” dünya görüşüyle şekillenen Batıda 20. yüzyılın başında
yepyeni paradigmalar gelişmekteydi. “Kartezyen” anlayışın “sürdürülebilir” bir
dünya vaat etmediği, Batı’nın bu sahte ilerleme anlayışını terk ederek “holistik”
dünya görüşüne dayanması gerektiği şeklindeki yeni söylemler hızla yüksel-
mekte, böylece Batı’nın yepyeni yüzleri ortaya çıkmaktaydı. Türkiye’deki batı-
cılık, belli ki 19. yüzyıl kodlarından kendini kurtaramamıştı. Mesela Abdullah
Cevdet batılılaşmaya kendinde sonlanmış bir süreç olarak bakmaktadır. Ona
göre batılılaşma bir kabulden ibarettir, bir kez bir bütün olarak kabul ettikten

64
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

sonra kendisini üretecektir. Dolayısıyla, Abdullah Cevdet batılılaşmayı bir


dönüşüm aracı olarak görmemekte bir dönüştürme aracı olarak ele almaktadır.
Bu yaklaşımda, batılılaşma bir düşünsel süreç sonucunda ortaya çıkmayacak,
bizzat kendisi bir düşünsel arayış doğuracaktır.
Keza, “Batılılaşmanın neresindeyiz?” şeklinde özünde mukayeseli analize
davet eden, özeleştiriyi kışkırtan bir sorunun bu süreçte ihmal edildiğini, dola-
yısıyla, batılılaşma çabalarının, eksiklikleri süreç içinde telafi şansından mah-
rum bir proje olarak ilerlediğini tespit etmek mümkündür. Abdullah Cevdet ve
arkadaşlarının iyi niyetli düşünceleri, Türkiye’de batılılaşma tarihinde başın-
dan beri ihmal edilen insan unsuru konusunda hiçbir önemli yenilik taşımı-
yordu.
Bu meyanda, denebilir ki “birey”i batılılaşmanın odağına yerleştirmeden,
yani bireyin mesleki, teknik bilgilerini artırıp ona yeni maharetler kazandır-
madan, zihniyetini bilimsel esaslara göre değiştirmeden, kısaca ona bilim zih-
niyeti aşılamadan sadece fabrikalar, geniş caddeler açmak, parklar, barajlar
yaptırmak, batılı kanunlar, nizamlar koymak suretiyle garplılaşma fikri Türk
batılaşma hareketlerinin beklide en zayıf halkasını oluşturmaktadır. Bunun
göze çarpan en karakteristik tarihi örneğini Abdülmecit vermiştir. O, daha
şehzadeliğinde ülkesini, İngiltere gibi bir sanayi memleketi haline getirmeyi
kafasına koymuştu. Padişah olur olmaz, bir hükümdarın bütün yetkilerini kul-
lanarak sayısı 150 civarında tahmin edilen birçok imalathane ve fabrika yaptır-
dı ama sonuç değişmedi. Ne yazık ki, bu sanayi kuruluşlarından yalnız iki-üçü
ayakta kalmayı başarabilmiştir.22 Çünkü bu düşünce aslında, tek taraflı bir
determinizme inanan maddeci görüşün yanlış yorumundan başka bir şey de-
ğildir. Profesörsüz üniversite, doktorsuz hastane, mühendissiz, pazar imkânla-
rı düşülmemiş fabrika. Modernleşme yahut batılılaşmanın en kolay yolu zan-
nedilir. Hâlbuki bir toplumun sanat, ilim ve fikir sahasında meydana getireceği
her eser, onun bu sahalarda yaratıcı kudretini tayin eden genel bilgi ve teknik
seviyesinin, sosyal yapılar ve bunlar arasındaki ilişkinin, kısaca sosyal bünye-
sinin bir sonucudur. Yani alıcı durumda olan bir toplum, yabancı kültür unsur-
larından ancak, sosyal yapısının, ilim ve zihniyet dünyasının izin verdiği
oranda yararlanabilir.23 Yani bu seviye yok ise, gülünü alamadan o medeniye-
tin dikenine katlanmak toplumun kaderi haline gelebilir. Sonuç tam anlamıyla
bir düş kırıklığı olmasa bile, verilen emekle orantılı bir netice doğurmayabilir.
Nitekim sosyal yapı hazırlanmadan ve de tepeden aşağıya doğru bir uy-
garlık projesi olarak uygulanan batılılaşmaya yönelik Türk çabalarının “Hero-
dian”24 bir özellik gösterdiğine dikkat çeken Arnold Toynbee de Türklerin bu
çabalarının asla küçük görülemeyeceğini belirtse de, sonunda “amaçlarını bilsek
bile yine de bu amaca ulaşmak için sarf ettikleri bu kadar zahmete değip değmeyeceğini
merak etmekten kendimizi alamıyoruz”25 demek durumunda kalmıştı. Toynbee, iyi
niyetli “Türk Herodianlığı”nı bir de medeniyet zenginleşmesi açısından ele al-
makta ve başlangıçta şu soruyu sormaktadır: “Bu sarf edilen emek hiçbir şekilde
boşa gitmese ve bu çok dikkatli Türk “Herodion”ları amaçlarına tam tamına ulaşsalar
bile, bu medeniyet hazinemize ne ekleyebilir?”.26 Toynbee’nin Türkiye üzerinden
vardığı sonuç, yaratıcı değil taklitçi olmasına bağlı olarak Herodianlığın insani

65
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

bir yaratıcılık geliştirme kapasitesinden yoksun olarak, daima taklit ettiği top-
lumun makine yapımı maddelerini geliştirmeye mahkûm olacağıdır. Zealot,
ölmüş bir medeniyetin fosili haline gelirken, ondan daha doğru bir tercih ya-
pan Herodian, kaybolmaktan kurtulduğu halde taklit ettiği toplumun içinde
eriyip gitmektedir.27 Toynbee’nin yaptığı tahlil de Herodian veya Zealotçu
yollardan birini seçerken, Türk Batılılaşma hareketlerinin birincide karar kıl-
malarının doğruluğuna ancak bunun da yeterli bir çözüm olmadığına işaret
ediyor.
İSLAMCILIK AKIMI: GÜLÜNÜ ALALIM, DİKENİNE
KATLANMAYALIM
Bu akımın doğuş sürecini Yeni Osmanlı’ların fikirlerinde ve hatta şekilsiz
bir düşünce olarak 1840’larda bulmak mümkünse de genel eğilim İslamcılığın
II. Meşrutiyetin sonrasında doğmuş bir ideoloji olarak incelenmesi istikame-
tindedir.28
Geriye doğru yaklaşık yarım yüzyılı ihmal etmemek kaydıyla bu tarihlen-
dirme oldukça tutarlı bir yaklaşıma dayanmaktadır. Hareket, Abdülhamit’in
tüm yönetimi boyunca sahip çıktığı Pan-İslamizm ve Yeni Osmanlıların İslam-
cılığından önemli ölçüde ayrılmaktadır. Çünkü bunlarda - hatta daha önceki
tüm düşünce ekollerinde- İslam, sorunların çözümünde en başta gelen referans
noktasına yerleştirilse bile kapsayıcı bir ideolojik bütünlük içinde düşünülme-
miştir.
Gerek Abdülhamit’in Panislamizm’inin, gerekse Batı düşüncesiyle İslam’ı
uzlaştırmayı deneyen, İslam’ın terakkiye mani olmadığını ortaya koymaya
çalışan 1867 sonrası sentezci İslamcılığının aksine II. Meşrutiyet İslamcılığı
ideoloji kavramının içini tam dolduran bir anlayış içinde savunulmuştur. “Sı-
rat-ı Müstakim”, “Sebilürreşad”, “Ceride-i İlmiye”, “Beyanül’hak” gibi yayın or-
ganlarında görüşlerini dile getiren Cemaleddin Afgani, Prens Halim Paşa,
Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim, Şemsettin Günaltay gibi önemli isimle-
rin öncülüğünde gelişen İslamcılık akımı kendi içindeki bazı metot ve düşünce
ayrılıkları taşımaktaysa da29 her halükarda ideolojik yönü ağır basan bir akım
olarak fark edilir. Bununla birlikte, 1908 sonrası İslamcıların farklı düşüncele-
rini bir birine bağlayan temel nokta, toplumun geri kalmışlık unsurlarının tü-
münden kurtulması ve terakkisi için İslam’ı kuşatıcı bir inanç bütünü olarak
rehber edinmektir. İslam(laşmak), en özlü tanımlarından birini II. Meşruti-
yet’in önemli İslamcı simalarından Sait Halim Paşanın, Yeni Osmanlılar tara-
fından savunulan İslamcılığın sentezci yönüne de dokundurma yapıldığı anla-
şılan, şu tarifinde ifadesini bulmaktadır:30
İslamlaşmak demek, İslam’ın itikadiyatını (inanç esaslarını), ahlakiyatını, içtimaiyatını, si-
yasiyatını daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ederek bunlara
gereği gibi tevfik-i hareket etmekten ibarettir. Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir
adam kabul etmiş olduğu bir dinin mebadiye-i esasiyesine göre his etmedikçe, ona göre dü-
şünüp ona göre hareket etmedikçe, yani İslam’ın ahlakiyatına, içtimaiyatına, siyasiyatına
tamamıyla kendini uydurmadıkça yalnız Müslümanlığı itiraf etmekle bir şey kazanmaz,
hiçbir saadet elde edemez. Bir Kant’ın yahut bir Spencer’ın ahlakiyatına inanan… Bir Müs-
lüman ne kadar mütenebbih olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey
değildir.

66
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

Bu tanım İslamcılığın hem siyasal hem de ideolojik yönünü ortaya koy-


maktadır. Bu bakış açısına göre, bir din olarak İslam beraberinde bir sosyal
politika, siyasal düzen ilkeleri getirmiştir. Gerçek bir İslam nizamı, İslam sos-
yal felsefesinin, siyasal felsefe ile kenetlendiği bir ortamda kurulup devam
ettirilebilir. Dolayısıyla II. Meşrutiyet Dönemi İslamcılığını geleneksel İs-
lam’dan ayıran en önemli fark, batı düşüncesinin bir akültürasyon (kültür
edinme) sürecinde gelişmiş olması ve klasik İslam’ın “öbür dünya inancı” gi-
derek daha büyük oranda yerini “sosyal ve siyasal hayata bakan esaslar”a bı-
rakmasıdır.31
Bu bağlamda İslamcıların yoğunlaştıkları konuların başında, Müslüman-
ların dünyevi olarak içinde bulunduğu durumun tespiti ve bununla ilgili ola-
rak olumsuzlukların nasıl aşılacağı sorunu gelmektedir. İslamcılar, İslam dün-
yasının büyük bir gerileme içinde olduğunu bunun en önemli nedenini Müs-
lümanların atalet içinde olmalarıyla ve haktan, adaletten yoksun Avrupa’nın
sömürgeci dayatmalarıyla açıklamaya çalışarak İslam ile gerilik arasındaki
oryantalist bakış açısını çürütmeye çalışmışlardır. Onlara göre, genelde Müs-
lümanlar özelde ise Osmanlı toplumu “taklit”, “bilgisizlik, “tembellik”, “iktisadi
esaret”(fakirlik) hastalıkları altında uyuşmuş, alçalmış ve Avrupa devletlerinin
maskarası haline gelmiştir.32 Geriliğin kaynağı İslam değildir ama bu fikri sa-
vunanlara göre geriliğin kesin ve etkili çözümü dinin “nas”ları ve doğru uygu-
lamalarındadır. İslamcılara göre, bazılarının düşündüğü veya kuşkulandığının
aksine, din hiçbir şekilde terakkiye mani değildir, hatta onlara göre, hiçbir
güzellik yoktur ki, İslam onu desteklemesin, ona temel kaynakları içinde yer
vermesin. Hatta bu noktada Avrupa medeniyeti, İslam’la boy ölçüşemez bile,
zira Avrupa medeniyetinin güzel olan tüm yönleri potansiyel olarak İslam’ın
ya pratiğinde ya da teorisinde vardır.33 O halde, İslamcılara göre Avrupa me-
deniyetinin güzel olan tüm yönleri İslamiyet’ten iktibas edilmiştir, yani, gerçek
medeniyet İslam medeniyetinden ibarettir.
Müslümanları geri bırakan, Avrupa’nın yayılmacı tahakkümden kaynak-
lanan dış nedenin çaresi ise “maddi kuvvet”tir ve bu konuda da din, düşman-
lara (emperyalistlere) karşı kuvvet hazırlamayı emretmektedir. Kuvvet fikrine
verdikleri aşırı önem İslamcıların da sosyal Darwinizmden bir ölçüde etkilen-
diklerini göstermektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, dini bir vecibe
olarak atıf yapılan “düşmanlara karşı kuvvet hazırlama” ilkesi İslamcılar tara-
fından muharebe gücü kazandıran kuvvetin ötesinde çok geniş bir yoruma tabi
tutulmuştur. Buna göre düşmanlara karşı kuvvet hazırlamanın bir yönü tica-
ret, ziraat, sanatta ilerlemek, bir yönü madenleri işletecek fabrikalar kurmak,
başka bir yönü okullar, hastahaneler tesis etmek, diğer bir yönü ise tren, nakli-
ye vapurları, telefon, şose yolları vücuda getirmektir.34
İslamcılar, cahillik, fakirlik, nifak (ayrılık) olarak tespit ettikleri İslam top-
lumlarını zayıf düşüren başlıca hastalıkların çözümünde yegâne tedavi yolu-
nun “hürriyet”, bunun da en geniş anlamıyla siyasal sistemdeki karşılığının
meşrutiyet olduğu konusunda hemfikirdiler. Bu bakımdan, “şura”, “meşveret”
gibi temel dinsel kavramlarının bu gün sistem olarak karşılığının meşrutiyet
olduğunu vurgulamak için “meşrutiyet-i meşrua” terkibini ısrarla kullanmışlar-

67
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

dı.35 Böylece, din ile meşrutiyet arasında bir zıtlığın bulunmadığını hatta “din
meşrutiyeti, meşrutiyet dini gerektirir” şeklinde bir anlayışı kamuoyunda yerleş-
tirmek istemişlerdir. İslamcı düşünürlerin, ittihat ve terakkiyi, “mübarek cemi-
yet”, “fırka-i muhtereme”, “ cemiyet-i celile”; onun temsilcilerini “İslamiyet
fedaileri”, “zevat-ı şerife”, “Hızır (gibi)”, “müceddidin”, “kahraman”, “dilave-
ran”, “fetih erbabı”; yaptıkları mücadeleyi ise “cihad-ı hürriyet”, “cihad-ı mu-
kaddes” gibi dini kavramlarla tabir yerindeyse göklere çıkartmalarının36 arka-
sında meşrutiyete karşı duyulan sevginin payı olduğu kadar, onu İslami kav-
ramlarla aynileştirme çabasının da etkisi vardır.
Meşrutiyetle İslamiyet arasında doğrudan kurulan ilişki yüzünden, meş-
rutiyeti getiren İttihat ve Terakki liderlerinin bireysel hataları, İslamcılar tara-
fından büyük bir hoşgörüyle karşılanmıştır. Özellikle meşrutiyetin ilk dönem-
lerinde muhalif odaklarca İttihat ve Terakkinin ileri gelen temsilcilerinin dini
konularda hafif, gevşek oldukları söz konusu edildiği zaman hemen savunma-
ya geçerek bu kişilerin İslam’a bağlı olduklarını göstermeye çalışmışlardır.
Örneğin Manastırlı İbrahim Hakkı, başı açık resim çektirdi diye “din batıyor”
gibi beyanlarda bulunan ulemaya karşı Ahmet Rızayı savunmuş ve onun gibi-
lerin büyük ve hamiyetli zatlar olduğunu “Ramazanda Paris’te oruç tuttukla-
rı”ndan hareketle ortaya koymaya çalışmıştır.37 Bu tür ifadelere bakıldığında,
İslamcıların bu dönemde, İttihatçıların dinsiz ve ya dine lakayt kimseler olarak
tanıtılmalarından aşırı rahatsızlık duydukları, hatta bu tür tenkitlerin yaygın-
laşması halinde Meşrutiyet’in derin yararlar alacağından endişe ettikleri sezil-
mektedir. Genel olarak, “İttihat ve Terakki cemiyet ve fırka-i muhteremesi herkesten
ziyade Müslümanlara lazımdır”38 fikrini savunup yayma gayretinde olan İslamcı-
lar, yönetimdeki İttihatçıların gittikçe sertleşen, hürriyetleri kısıcı politika ve
eylemleri karşısında desteklerini çekmişlerdir. İslamcılığın önemli bir kesimini
teşkil eden özellikle “Beyanü’l Hak” çevresi İttihat Terakki cemiyetinden kısa
süre içinde uzaklaşmıştır.39 Her ne kadar İttihat ve Terakki idaresi, 1911–1917
arasında programında gittikçe artan ideolojik İslami ifadeler sokmaya çalışsa
da bu stratejik çaba İslamcıları ikna etmeye yetmemiştir.40
İslamcılar bir parti olarak İttihat ve Terakkinin siyasi politikalarından da-
ha çok kendilerine rakip gibi görünen fikir akımlarıyla alakadar olmuşlardır.
Bu çerçevede, İslamcıların, Batıcılık ve Türkçülük akımlarıyla, temel ayrılık
noktaları yanında uzlaştığı noktalar vardır. Bu ideal kesişmesi “İslamcı-Garpçı”
ve “İslamcı-Türkçü” denilebilecek akımları ortaya çıkarmıştır. İslamcılık akımı-
nın rasyonalistleri olarak nitelendirilebilecek İslamcı garpçılar, gerileyişin ne-
denini hurafelerde, batıl itikatlarda görmekte, ilerlemek için asabiyet-i milliyet-
i uyandırma, iç sanayiyi canlandırma, ilim ve teknikte Avrupa’yı takip etme
gibi konulara yoğunlaşmıştır.41 Bu konularda rasyonalizme verdikleri değerle,
İslam’ın tasavvuf-tarikat yorumundan ayrılıp garpçılara oldukça yaklaşan
İslamcı düşünce, birçok konuda ise bu akımı şiddetle eleştirmekte ve onunla
kendi arasına tavizsiz bir mesafe koymaktadır. Batıyı bir bütün olarak kavra-
yan batıcıların , “bir ikinci medeniyet yoktur, medeniyet batıdır”42 şeklindeki
toptancı kabulü İslamcılar tarafından “taklitçilik” hastalığı olarak tanımlanıp
şiddetle eleştirilmiştir. Batının ahlaki özünü teşkil eden değerlere İslam muhtaç

68
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

olmadığı gibi bunları kabul etmek, İslami prensiplerden vazgeçmek demektir.


İslamcıların batının ahlaki değerlerine karşı tutumu, Rudyard Kipling’in “Do-
ğu, Doğu olarak, Batı, Batı olarak kalacak, ikisi asla birleşemeyecektir” (East is East
and the West is West, and never the Twain shall meet)43 şiirindeki ifadesini
bulan anlayışın aynısıdır. Yani teknik konularda doğunun batıyla uzlaşılabile-
ceği kabul edilirken değerler konusunda hiçbir şart altında bu uyuşmanın sağ-
lanamayacağına inanılmaktadır. Kaldı ki onlara göre Batı, ahlaki açıdan çöküş
içindedir. Doğu, yalnız Batı’nın tekniğine muhtaçtır ki bu teknik bile son tah-
lilde İslam’ın malıdır. Yine unutulmamalıdır ki Avrupa bir maneviyat buhranı
içinde olduğu cihetle, bu konuda adalet ve kardeşlik duyguları henüz tam
kaybolmamış doğuya muhtaçtır.44
Ancak, İslamcılara göre bu konuda bile Doğu, Batı hayranlığı hastalığına
tutulmuş, iyi ve güzeli bir birinden ayıran ahlak anlayışı sarsıntıya uğramıştır.
Dışarıdan gelen siyasi, sosyal, ahlaki teoriler girdabı Osmanlı toplumunu, sos-
yal bir fetret olan “kozmopolitizm”e sürüklemektedir. Garp medeniyetinin par-
laklığına duyulan hayranlık onu meydana getiren sebepleri görmeye engel
olmuş, görünen sonuçlar medeniyetin sebepleri sanılmıştır. Şu halde, Müslü-
man bir toplum, Batı toplumları açısından da geçerli olduğu gibi, meseleyi
“kendi hesabına ve kendi kendine, kendi kudreti ve aklının derecesine kendi
vasıta ve temayüllerine göre” halletmelidir. Çünkü Garp toplumlarının hiç biri
bizim yaptığımız gibi, komşusunun siyasal ve toplumsal kurumlarını kabul ve
uygulamaya teşebbüs etmemiş, hiç biri kendi ruhunu diğerininkine göre oluş-
turmaya çalışmamış yahut kendi manevi şahsiyetinden vazgeçip komşusunun
fikir ve hareket tarzını tam bir teslimiyetle taklide girişmemiştir. Garp milletle-
rinde asıl gıpta verici olan, onların çalışma tarzı, eğitim usulü ve fedakârca
vatanperverlikleridir. Örnek alınmaya değer bunlardır. Kısaca, Batıyı taklit ve
aktarmalar vasıtasıyla durumu ıslaha çalışmak, çok elem verici bir sosyal karı-
şıklık ve siyasal zaaf hali meydana getirmekten başka bir sonuç vermeyecek-
tir.45
Batı uygarlığının maddi yanlarından yararlanmanın yeterli olduğu Ahmet
Mithat Efendiden sonra İslamcıların da hararetle savundukları bir konuydu.
Bunun en güzel örneği olarak Japonya’yı göstermek, İslamcı kesime önemli bir
rahatlama sağladı. Avrupa uygarlığının iyi yanlarını alan Japonya, Avrupa’yı
bir bütün olarak iktisap etmeye çalışan Rusya’ya unutamayacağı bir askeri
yenilgi tattırmıştı. İslamcılar için bu çok önemliydi ve bu süreçte batı uygarlı-
ğının maddi yanlarını getiren Japon imparatorunun gizliden gizliye Müslüman
olduğu efsanesi bile tutunmuştu.46 Bu fikirlerden de anlaşılıyor ki, “İslamcı-
garpçı”, Tanzimat devrinin yüzeysel batıcılığına artık son verilmesini isteyen
kimsedir.
İslamcılar, Türkçülük fikriyle de ister istemez meşgul olup, bu akımla da
hesaplaşmışlardır. Ancak, İslamlaşmak ve batılılaşmak arasındaki mücadele
de, İslamcılar, Batıcılığın nerde başlayıp nerde bittiğine dair daha kesin düşün-
celere sahipken, Türkçülük konusunda, bu hatlar arasındaki noktalar, çoğun-
lukla daha belirsizdir. Böylece, Müslümanlığın nerede bitip Türkçülüğün (mil-

69
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

liyetçilik) ve Osmanlılığın nerede başladığı İslamcı münevverler arasında de-


vamlı bir tartışma konusu olmuştur.47
İslamcıları Batıcılarla karşı karşıya getiren temel mücadele noktası değer-
ler iken, Türkçülerle mücadelelerinin temel noktası “ittihad-ı İslam”dı. İslam
ümmetinin birliğini kavmiyet iddiasıyla parçalatmanın büyük bir suç olduğu-
nu söyleyen İslamcılar, “her kavmin kendi başına hareketinin İslam dünyası-
nın felaketi olacağını” ileri sürerek ırkçılığı öne çıkaran milliyetçilik akımlarına
cephe almışlardır.48 Yine de kuşkusuz ki uzlaşılan birçok nokta vardır. İmpara-
torluğun dağılma tehlikesi gösterdiği işgal yıllarında din-devlet birliğini ko-
rumaya dönük olarak milliyetçiliğin İslam’la bağdaşabileceği pek çok İslamcı
tarafından değişik argümanlarla ileri sürülmüştür. Bunlardan en ilginci ve
dönemine göre oldukça en keskin üsluplusu Cemalettin Afgani’dir. Afgani,
Batı’nın sömürgeci politikalarına karşı İslam milletlerini, asrın gerçeği olarak
gördüğü milliyetçilik duygularıyla uyandırmak istiyordu. Bunun İslam dinine
(birliğine) zarar vermeyeceğini, çünkü milliyetçilik duygusuyla tek tek kuvvet-
li hale gelmiş olan unsurların bir araya gelmesinin daha kuvvetli bir İslam bir-
liğine yol açacağını düşünüyordu.49
Diğerleri daha telifçidir; düşüncelerinin ana ekseni “din-ü devlet” anlayışı-
nın “din-ü millet” kalıbıyla yaklaşık ifadesi olmaktadır. Buna göre İslamiyet ile
Türklük aynı şeydir (“din, millet birdir”), bunlar birbirinden ayrılamaz. İkisi
arasında kurulan analoji bu birliğin önemine işaret etmektedir: “Türklük bir
vücut ise İslamiyet onun ruhudur, İslamiyet gidince Türklük bir an yaşamaz, derhal
ölür gider, diğer yandan, bu milletin başına gelmiş tehlike bütün İslamiyet’i tehlikeye
düşürür”.50 Mehmet Akif gibi önemli İslamcıların paylaştığı bu manadaki bir
din-devlet sarmalına göre Türk milletini etkileyen hastalıklar bütün bir İslam
âlemini, Türk milletinde İslam’ın ruhunu örseleyen gelişmeler ise devleti zayıf-
latmaktadır. Dönemin milliyetçilerinin de kabul edeceği bu uzlaşmacı fikirlerin
aksine milliyetçiliğin bir olgu olarak her çeşidinin İslam’a aykırı olduğunu ileri
sürenler de vardır. Bunların başında gelen Ahmet Naim’e göre Müslümanların
kardeş olmaları (“uhuvvet-i İslami’ye”) ve Müslümanların birliğini (“vahdet-i
İslami’ye”) ilkelerini “dava-yı kavmiyet” ve “milliyet”le birleştirmek mümkün
değildir. Dava-yı milliyetin (milliyetçilik davası) dince yasaklanan bir ilke
olduğunu belirtip, dava-yı kavmiyet ve milliyet’in kendisi kadar neticeleri
üzerinde durmuştur. Hatta ona göre özellikle İslam dünyasının zayıf olduğu
bir durumda milliyetçilik davası tam bir cinnettir: “Bahusus heman heman bütün
diyar-ı İslam diyar-ı küfre inkılap etmişken buradaki bir avuç Müslüman’ın ben Tür-
küm, ben Arabım, ben Çerkez’im gibi daiyelerle yekdiğerine karşı zerre kadar revabıt-ı
muhabbeti gevşetmeleri- hele düşmanımızın pay-i tecavüzü ta kalbimize bastığı bir
sırada- cinnettir”.51 Ancak yine de, Ahmet Naim gibi, milliyetçiliği İslamlığın
vücuduna musallat olmuş bir kanser hastalığı olarak gören, yani milliyetçiliğin
hiçbir şekilde İslam’da yerinin olmadığını ileri süren radikal bir-iki düşünür
dışında, İslamcılar milliyetçilik düşüncesini Müslümanlığa intibak ettirme ça-
bası içinde olmuşlardır.
İslamcılar, milliyetçiliğin İslam’la olan ilişkisini daha temelde “müspet mil-
liyet” “menfi milliyet” ayrımıyla açıklamaya çalıştıkları görülmektedir. “Müspet

70
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

milliyet”, onlara göre İslam’ın birlik ruhunu örselemeyen yani dinin yasakladı-
ğı ırkçılığı reddeden milliyettir ki, din buna cevaz vermektedir. “Sizi kabile,
kabile; millet millet yarattım” ayetiyle desteklenen “müspet milliyet” sosyal yaşa-
mın ihtiyacı olan tanışma ve yardımlaşmaya neden olan bir duygu hali olarak
tanımlanmakta ve kanaatimize göre asırlar önce İbn Haldun’un ileri sürdüğü
“nesep asabiyeti” kavramına yakın bir anlamı ifade edecek şekilde kullanılmak-
tadır. Ancak, İslamiyet öncesi kavmiyetçilik benzeri ırk üstünlüğüne dayalı
Fransız milliyetçiliği etkisinde gelişen menfi milliyet fikrine karşı kesin bir
tavır alınmaktadır. İnsanlığın adeta “ego hastalığı” gibi görülen milliyetçiliğin
bu şekli, pek çok İslamcı düşünür açısından, dini naslara aykırıdır ve pratik
olarak da faydasızdır. Sünni geleneğin temsilcisi olmalarına rağmen, Osman-
lı’daki İslamcıların Emevi ırkçılığının kötü mirasından ürktükleri anlaşılıyor.
Zira İslamcılara göre, Emeviler milliyet fikrini siyasetlerine bulaştırdıkları için
hem İslam âlemini küstürmüşler hem de kendileri çok felaketler çekmişlerdir.
Şimdiki asır da ise Avrupa zalimleri milliyet fikrini İslamlar içinde uyandır-
maya çalışıyorlar; ta ki onları kolay yutabilsinler. Avrupa’nın ırkçı milliyetçili-
ğinin kendilerine sağladığı zenginlik ezilen milletlerin felaketi üzerine kurul-
muştur ki, bu vahşet eninde sonunda kendi başlarını da yiyecektir. Birinci
Dünya Savaşı’nı doğuran nedenler, Avrupa ırkçılığının sahte maskesini dü-
şürmüştür. Şu halde, milliyet fikri, dine yardımcı olmalı, zırhı olmalı, onun
yerine geçmemelidir.52
Bir inanç sisteminden yola çıktıkları için, diğer akımlara göre, daha tutarlı
denebilecek bir teori bütünlüğüne ve özgüvene sahip İslamcıların düşünceleri
ihmal edilmiş birçok nokta, “çelişkileri” zaman içinde fark edilmiş bir o kadar
kırılganlık taşımaktadır. Onların fikirlerindeki düşünce boşlukları bu fikirlere
teşne olanların zihnin de bile çok kritik sorular uyandırmış olmalıdır. Örnek
vermek gerekirse, “asabiyet-i milliye” gibi ödünç kavramlar İslam ile nasıl bağ-
daştırılmaktadır? Her konuda olduğu gibi bu konuda da Japonya örneğine
sarılmak İslamcılara cazip gelmiştir ama bu ilgi temelde bir savunma meka-
nizması olan sublimasyon psikolojisinin ötesine geçmez. İslam toplumlarıyla
Japonya arasında her ikisinin de doğulu ülke olması dışındaki (Japonya bile
oldukça uzak doğudur), benzeşim noktalarını İslamcıların neye göre ya da
hangi açıdan kurdukları pek bilinmez ama muhtemelen İslamcı düşüncenin o
günkü temsilcilerinden hiç biri Japonya’yı yaşamlarında bir kez olsun görme-
mişti. İktisadi gelişme ve milliyetçilik birbirini tamamlayan kavramlardır, öy-
leyse, Avrupa’nın sosyal, siyasal, iktisadi yapısında ortaya çıkan ulusçuluk
psikolojisine denk gelen “asabiyet-i milliye”, yalnızca soyut bir Japonya örne-
ğinden yola çıkılarak bu tarihselliği yaşamamış Müslüman toplumlarda nasıl
uyandırılacaktır? Meiji Restorasyonu, Japonya’da ki feodal yapıların maddi
bağlarını çözerek ekonomik gelişmeyi kamçıladı. İslam Dünyasında, örneğin
Türkiye’de bundan daha fazlasına ihtiyaç olduğunu Sabri Ülgener yaptığı ça-
lışmalarla göstermiştir. Tarikat ve tasavvuf kültürünün yanlış kader anlayışıy-
la şekillenen Müslüman kütleyi “maddeden uzak tutan” bir çeşit Ortaçağ zih-
niyetinin yıkılması kolay bir şey değildi. Buna bağlı olarak İslamcıların “maddi
terakki” hedeflerinde yüzyıllar içinde tarihin önlerine getirip koyduğu bu çok
önemli “sosyal realiteyi” gözden kaçırdıkları söylenebilir.

71
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Keza, Avrupa’nın tekniğini alıp değer yargılarından uzak durmak nasıl


mümkün olacaktır? Zira teknik onu üreten değer yargılarından bağımsız de-
ğildir. Bir memleketin kurumlarını ve ahlakını ithal etmenin küçük düşürücü
bir iş olduğunu ileri süren İslamcılar, acaba teknik alınırken zorunlu olarak
onu üreten ahlak öğelerinin de ithal edildiğini hiç düşünmüşler miydi?
TÜRKÇÜLÜK AKIMI: FARKLI GÜLLERDEN BİR BUKET YAPALIM
İslamcılık ve Batıcılık akımlarına göre milliyetçilik akımının Türkiye’de
gelişmesini, gelişimin safhalarını ve sonuçlarını incelemek daha özel bir çaba
ister. Milliyetçilik, Osmanlı aydınlarının önce sonuçlarını öngörmedikleri
“uzak (yabancı)”, daha sonra histerik aceleyle onun yerine başka çözümler
ikame etmeye çalıştıkları “tehlike” ve bir süre sonrada kurtuluş anahtarı görü-
len “ümit” kavramıdır. Bu dönüşüm, keskin virajlarla doludur ve yol işaret ve
aydınlatmalarının bulunmadığı bir seyahatin tüm handikaplarını, gerilimlerini
ve bilinmezliklerini bağrında taşımaktadır. Çünkü milliyetçilik, Osmanlının
dışında ortaya çıkan ve gittikçe gezegenin diğer yerlerini etkisi altına alan,
sonuçlarının nereye kadar ulaşacağını henüz kimsenin kestiremediği bir ol-
guydu.
Osmanlı için milliyetçilik çözümlemesini daha da girift hale getiren bir
zorluk daha vardır. Avrupa’da milli devletlerin ortaya çıkmasında, kurucu bir
rol üstlenen milliyetçilik, Osmanlı’da devletin çöküşünün durdurulmasıyla
ilgili bir sürece işaret eder. Aslında bu zıtlık, tüm batı-dışı toplumlar için ge-
çerlidir ve bu yüzden de Batı’da oluşan milliyetçilikle, batı-dışı toplumların
milliyetçilik anlayışı arasındaki farkı dikkate almayan tahlil çabaları, aydınlatı-
cı olmadıkları gibi sorunu büsbütün içinden çıkılmaz hale sokmaktadır. Şu
halde her şeyden önce, 15. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş dünya ekonomik
gücünün merkezi haline gelen, Sanayi devrimiyle birlikte gerçek gücüne ula-
şan Batı sistemindeki oluşan milliyetçilik ile Batı sistemiyle eklemlenme süre-
cinde yukarıdan aşağıya dizayn edilen milliyetçilik arasında kesin bir ayrım
yapmak gerekir. Öte yandan, kimlik, devlet, vatan, halk ve hatta “burjuva”
gibi milliyetçiliğin temel öğeleri olarak vurgulanan kavramlar, batı tarihinin
özgüllüğü içinde oluşan kavramlar olmakla birlikte; milliyetçiliğin ana vatanı
olan bu dünya da bile söz konusu kavramların menşei, anlamları vb. konular-
da sonu gelmez tartışmalar sürüp gitmektedir.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ ANLAMAYA GİRİŞ


Millet kimdir, modern milletin modelleri ve etnik temelleri nelerdir, tek
tek milletler neden ortaya çıktılar, bir millet neden ve nasıl doğar, yani değişik-
lik ve çeşitlilik arz eden etnik bağ ve hatıralardan milletin oluşum sürecini ha-
rekete geçiren genel neden ve mekanizmalar nelerdir gibi sorularla anlaşılma-
ya çalışılan milliyetçilik53 konusunda bir teori bolluğundan söz etmek müm-
kündür. Milliyetçiliğin gelişimini başını Ernest Gellner’in çektiği, tarihsel-
sosyolojik nedenlerle açıklayan tezler, “ulus- devlet”in doğuş ve gelişim süreci-
ni, günümüzde başarıya ulaşmış görünen sanayi kapitalizmi ve kısmen de
bunun doğurduğu çelişkilere bağlayan ekonomik temelli açıklamaların gölge-

72
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

sinde kalmış gözüküyor. Gellner, milliyetçiliğin ancak sanayileşmenin etkileri


bağlamında anlaşılabileceğinin altını çizmektedir. Ona göre insanlık tarih bo-
yunca üç temel aşamadan geçmiştir, tarım öncesi, tarım ve sanayi dönemi.
Tarım öncesi dönemlerde iş bölümü, devleti oluşturamayacak kadar basit dü-
zeydedir. Hepsinin olmasa bile tarım toplumlarının çoğunun devleti olmuştur
ama yine de insanlık tarihinin tarım dönemlerinde devletin varlığı ihtiyari bir
olgudur. Tarım sonrası dönemde ise devletin varlığı ihtiyari durum olmaktan
çıkmış, zorunlu hale gelmiştir. Bununla birlikte, sanayi toplumları aşırı dere-
cede büyüktür ve alıştıkları veya hedefledikleri yaşam düzeyi için inanılmaya-
cak kadar karmaşık bir genel işbölümü ve işbirliğine bağımlıdırlar.54
Bu teoriye göre milliyetçilik esas itibariyle statik tarım toplumundan en-
düstri ve mekanik iletişim dünyasına doğru olan büyük değişime karşı zorun-
lu ve tamamen işlevsel bir tepkiden başka bir şey değildir. Sanayileşme süreç-
leri geleneksel sosyal yapıları yıkmış ve kültürel unsurlara, özellikle iletişime,
öncelik vermiştir. Burada söz konusu olan şey, işbölümü ve sosyal hareketlili-
ğin çok ilerlediği şartlar altında insanların hayatta kalmasını hedefleyen devle-
tin düzenlediği ve finanse ettiği dev eğitim sistemleri yoluyla kurumlaştırılan
standartlaştırılmış “yüksek kültür”lerin yayılmasıydı.55
Sanayi dönemlerinde devletin yegâne ya da en azından başat formunun
“ulus-devlet” olduğu kabul edilen bir husustur. Ancak, devletin ulusla olan
ilişkisi nedir? Gellner, en başta ulusun tanımının ne olduğundan başlamak
üzere çeşitli zorlukların farkında olarak, modern insanın az bir çabayla devleti
olmayan toplumları hayalinde canlandırabildiği halde, ulusu olmayan bir top-
lum düşünebilmesi için aynı insanın hayal gücünü çok fazla zorlaması gerekti-
ğinin altını çizer. Ona göre, ulusu olmayan bir insan bilinen kategorilere aykırı
düşmekte ve bunun bir tuhaflık olduğu kabul edilmektedir. Hâlbuki bir ulu-
sun üyesi olmak insanlığın doğuştan sahip olduğu bir özellik değildir, fakat
zamanımızda böyle bir görünüme bürünmüştür. Aslında Gellner’e kalırsa
uluslarda devletler gibi şartlara bağlı olarak oluşurlar ve evrensel bir zorunlu-
luktan doğmazlar. Ne milletler ve ne de devletler her çağda ve her türlü ko-
şulda var olabilirler. Yaygın inanışa göre milliyetçilikte, ulus ile devlet birbiri-
nin “velinimeti”dir, biri olmadan diğeri eksik kalır. Ancak Gellner bu anlayışın
pek de geçerli olmadığını, birbirlerine yönelmeden milletin de devletin de ayrı
ayrı, birbirinden bağımsız şartlara bağlı olarak oluştuğunu düşünmektedir.56
Konu birincisi bağlamında düşünüldüğünde O, “milliyetçilik ulusların
kendi öz benliğine uyanma süreci değildir, ulusların var olmadığı yerde onu
icat eder” şeklinde tanımlayıcı bir hülasaya ulaşıyor.57 Böyle bir bakış açısına
göre, milliyetçilik (ulusçuluk), ulusların bir ürünü değil, tam aksine ulusları
meydana çıkaran, ulusçuluğun ta kendisidir. Gelişim sürecinde kültürel zen-
ginlikten yararlanma önemli bir yer tutar. Ölü diller yeniden canlandırılır, ge-
lenek icat edilir, oldukça hayali eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler
gündeme getirilir.58
Keza, Milliyetçiliğin “muhayyel” (hayali: hayalde canlandırılan) siyasal bir
cemaat olduğunu ileri süren bir başka düşünür de aslında yaklaşık aynı şeyi
ifade etmektedir. Ancak, buradaki “hayali” kavramı, “boş” ya da “uydurma”

73
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

anlamına gelmemektedir. Zihinde canlandırma demek olan “hayali olma”


keyfiyeti ulusun birincil ilişkiler dünyasından büsbütün kopmasıyla açıklan-
maktadır. Şöyle ki, en küçük ulusun bireyleri bile diğer üyeleri tanımamakta,
çoğu hakkında hiçbir şey işitmemekte birlikte her birinin zihninde toplamları-
nın hayali yaşamaya devam etmektedir.59
Şu farkla ki, Gellner’in “icat”ı uydurma ve sahtekârlıkla açıklamasına
tepki olarak Anderson, icadı hayal ve yaratımla birlikte kavramaya çalışmakta
ve “millet hayali”nin, tanımlayıcı özellikleri olarak şu üç hususa vurgu yapmak-
tadır:60 1. Millet sınırlı olarak hayal edilir. Hiçbir millet kendisini insan ırkının
tümüyle örtüşecek şekilde hayal etmez. 2. Millet (ulus) egemen olarak hayal
edilir. 3. Millet bir topluluk yani cemaat olarak hayal edilir. Her ulusta fiilen
geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun millet son tahlilde
daima derin ve yatay kardeşlik bağından ilhamını alır.
Şu halde muhayyel cemaat icat edilen geleneğin bir alt türüdür. “Bayrak”
“arma” “marş” vs. ile plastik bir biçim kazandırılmaya çalışılan yeni ideoloji
belirli bir kitleye yayılmak istendiğinde, hedef alınan kitle yönetici tarafından
hayal edilir. Bundan sonraki aşama hedef kitlenin kendisini o prizmadan baka-
rak muhayyel cemaat olarak ortaya koymasını sağlamaktır. Bu durumda in-
sanlar, görmedikleri, tanımadıkları âlemle özdeşlik kurmakta, kendilerini o
cemaatin bir ferdi saymaktadırlar. Bunun en güzel örneklerinden biri şaire,
“gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” şiirini söyleten ruh hali-
dir. 19. yüzyıldan sonra Osmanlı devletinin dış devletler ve kendi halkı nez-
dinde siyasal bir varlık olarak meşruiyetinin azalmasıyla birlikte onu tehdit
eden büyük güçlerin ideolojik araçlarına başvurması, “düvel-i muazzama”
içinde “ben de varım” diyebilme ihtiyacından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla,
Osmanlı’da 19. yüzyılda “ben de varım” psikolojisine dayalı olarak semboliz-
me, törenselliğe, nişan, bayrak, müzik, arma gibi plastik öğelere vurgu yapıl-
ması yeni bir geleneğin icadına yönelikti. II. Mahmut döneminde bir İtalyan
ressama yaptırılan “Arma-i Osmanî”nin ne anlama geldiği tarifinin bulunması
dört ay sürmüş olsa da bir zaman sonra “sanki her zaman var olan” bir nes-
neymiş gibi algılanması hayali bir cemaatin oluşmasına verilebilecek ilginç bir
örnektir.61 Milliyetçiliğin kaynaklarından biri “icat edilen gelenek”se, Osman-
lıda buna son derece elverişli bir yapının olduğunu, daha sonraki milliyetçilik
hareketlerinin yapıcı unsurunun bu olduğunu söylemek mümkündür.
Milliyetçiliğin modern bir fenomen olması noktasında Gellner ile ortak bir
görüşü paylaşan Smith, milliyetçiliğin işlevsel açıdan ele alındığında “ex nihi-
lo” (yoktan) ortaya çıkamayacağı, dolayısıyla milliyetçiliğin zorunlu ve doğal
olarak çok daha eski toplumlara dayandığını ileri sürerek ondan ayrılmaktadır.
Smith’in ima etmeye çalıştığı milliyetçiliğin milli kimliğin bir sonucu olarak
orta çıktığıdır. Milli kimlik elbette ki boşlukta oluşmamaktadır, her şeyden
önce zayıfta olsa bir siyasi topluluğu gerekli kılar. Bu ise, topluluk mensupla-
rının kendilerini özdeşleştirecekleri, aidiyet hissi duyacakları belli bir toplum-
sal mekânı, az çok hatları belli olan bir toprak parçasını akla getirmektedir.
Milleti, belli bir ülkede aynı yasalara ve kurumlara boyun eğen bir halk toplu-
luğu olarak tanımlayan Fransız aydınlanmacı filozoflarının akıllarında olan

74
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

tam da buydu. Elbetteki bu, milletin(ulus), Batılı anlamdaki tanımıdır. Birbiriy-


le bağlantılı yeni bir tür siyasa (rasyonel devlet) ve yeni bir topluluk türü (teri-
toryal millet) ilk kez batıda ortaya çıkmıştır. Burada hakim olan düşünce
mekânsal ya da teritoryaldır. Bu mantığa göre milletlerin iyi/kesin tanımlanmış
topraklara sahip olmaları gerekir. Ellerindeki toprağı bir demirci örsündeymiş
gibi işleyerek sahiplenen halk ve sanki yalnız o topluluğun işlemesinden haz
duyuyormuş gibi olan toprak adeta birbirine ait olmalıdır. Yani söz konusu
toprak parçası herhangi bir toprak parçası değil, “tarihi bir toprak” ve yurt
olmalıdır. Türklerde olduğu gibi, o toprak soyun köklerini taşımasa bile bu
böyledir. Milli kültürün ikinci unsuru, Smith’e göre “patria” (vatan) fikridir.
Vatan ortak siyasi duygu ve maksatların ifadesi olan en azından bazı ortak
düzenleyici kurumları gerektirir. 20. yüzyılın başlarına kadar yerel kimliklerin
korunduğu Fransa’da bile “patria” büyük ölçüde merkezileşmiş ve üniter ku-
rumlar eliyle ifade edilir. Milli kültürün yapıcı öğelerinin sonuncusuna gelince,
milletler, yurt içindeki halkı bir arada tutan ortak bir anlayış, hissiyat, emel ve
fikirlere, ortak bir sivil ideoloji ve kültürel boyuta sahiptir.62
Habermas’ın da altını çizdiği gibi, bir cemiyetin kendi kaderini demokra-
tik yoldan belirleyebilmesi, ülke halkının kendini, siyasi kaderini eline almış
olan ve vatandaşlardan oluşan, bir millete dönüştürmesiyle ancak gerçekleşe-
bilir. Tebaanın siyasi mobilizasyonu ise her şeyden önce, dağınık şekilde ser-
piştirilmiş olan halkın kültürel birliğini gerekli kılmaktadır. Millet fikri bu za-
rureti gidermekte ve tebaa bu millet fikri sayesinde- köy, aile, hanedan vb.
bağlılıkları aşarak- kolektif kimliğin yeni bir biçimini oluşturmaktadır. Bir hal-
kın var olduğuna inandığı ve kendini emin hissettiği, “soy”, “dil” ve “tarih”
birliği ile “milli ruh”tan müteşekkil kültür sembolizmi aynı devlet teritoryumu
içinde yaşayan insanlara bir aidiyet duygusu kazandırmaktadır. Modern dev-
leti milli devlet haline getiren vatandaşlar arası dayanışmayı temin eden şey bu
aidiyet duygusudur. Eskiden belirli bir topluluk içinde ve şahsi tanışıklıklara
dayalı olarak kurulan bağlar, artık yeni ve soyut bir dayanışma biçimine dönü-
şür. Aynı millete mensup olanlar, şahsen yabancı olsalar bile, kendilerini “fe-
da” edecek kadar birbirlerine karşı sorumlu hissederler.63 Bir cümle ile tarihi
ülke, yasal-siyasal topluluk, topluluk fertlerinin yasal-siyasal eşitliği ve ortak
sivil kültür ile ideoloji Batılı millet standardının oluşturucularıdır.64
Bununla birlikte, bu nitelikler, modern Batı’nın dünyadaki etkisiyle birlik-
te, Batılı olmayan milli kimlik tasavvurlarında da canlı unsurlar olarak yer
etmiştir. Aynı anda batı dışından, batı modelinin üstünlüğüne meydan okuyan
ve Batılı olmayan toplulukların yörüngelerine anlamlı yeni unsurlar ekleyen
oldukça farklı bir millet modeli uç vermeye başlamıştır ki, bu kısaca etnik mil-
liyetçilik olarak tanımlanabilir. Batılı millet kavramı, bireyin kendi seçebileceği
belli bir millete ait olması gereğini şart koşarken, Batılı olmayan etnik milli-
yet(çilik) böyle bir müsamaha göstermez. Kendi topluluğunda kalsa da başka
yere göçse de, birey organik olarak içinde doğduğu topluluğun mensubu ola-
rak ve sonsuza kadar onunla damgalanmış olarak kalır. Başka bir önemli fark
da, Batılı tipteki milliyetçiliklerde, ortak yasa ve kurumlara tabi olarak görülen
“halk”ın, etnik milliyetçilik modelinde, canlı bir şekilde nihai retorik mercii

75
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

olarak görülmesidir. Önderler ancak halkın iradesine başvurarak eylemlerini


haklılaştırabilirler. En önemlisi de, Batılı sivil modeldeki hukukun yerini etnik
modelde yerli kültür, genellikle dil ve adetler almıştır.65 Lügatçilerin, dil bilim-
cilerin, Doğu Avrupa ve Asya milliyetçiliklerinin ilk evrelerinde merkezi bir
rol oynamalarının nedeni budur.
İKİNCİ MEŞRUTİYET’E DOĞRU TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN
BAŞLICA KAYNAKLARI
Şimdiye kadarki açıklamalardan sonra, özellikle konunun son kısımları da
ifade edilen teorik bilginin sunduğu entelektüel destekle, Türkiye’deki milli-
yetçilik fikrinin gelişimini anlama çabasına geçebiliriz. Türkiye’de milliyetçilik
çok farklı evrelerden geçmiş olup, bazen birbirine paralel, bazen de birbiri içine
geçen birden çok kaynağı vardır. Bunların için de Türkçülük araştırmaları ve
bu bağlamda şarkiyatçı çalışmalar, Türkiye dışındaki Türklerle, özellikle Rus
coğrafyasındaki Türklerle gelişen karşılıklı ilişkiler, yabancı ülkelere giden
sefir ya da seyyahların batı izlenimleri, dil ve edebiyatta öze dönüş hareketleri,
Balkan Harbi’yle birlikte Osmanlının içine düştüğü beka sorunu ve buna bağlı
olarak İttihat ve Terakki’nin tavır değişikliği ilk akla gelen amiller olarak sayı-
labilir.
Türkçülüğün ilk kımıldanışının lisanda başladığı, bu çerçeve de Şinasi ve
Ziya Paşa’nın çabalarının, daha sonra filoloji ve tarih alanında Türkçülük ça-
lışmalarının dikkat çektiğine değinen Yusuf Akçura, Batı da ortaya çıkarak
Doğu âlemini inceleyen şarkiyatçıların da önemli olduğuna işaret etmektedir.
Ona göre, Türkçülük ilk itici gücü şarkiyatçı çalışmalarında bulmuştur.66 Ger-
çekten de 1832 yılında Arthur Lumbey Davids’in “A Gramer of the Turkish”
adlı eseri, aslen Polonyalı olup sonradan Müslümanlığa dönen Mustafa Cela-
lettin Paşa’nın 1869 yılında yayımlanan Les Turcs Ancien et Modernes (Eski ve
Modern Türkler) adlı eseri -ki bu eserde yazar, Türkleri ve Avrupalıları bir
“Touro-Aryan” ırkının üyeleri olarak görmüştür- Türkçülüğün uyanmasında
büyük bir role sahiptir.
Daha kuvvetli etki, Türkiye ve Orta Asya’da uzun bir süre kalan Macar
bilgini Wambery vasıtasıyla olmuştur. Wambery, Orta Asya’da İngiltere ve
Rusya arasındaki politik çekişmeleri siyasi yazılar yanında, Türk dilleri ve kül-
türleri hakkında birçok makale yazmıştır. Türk dil, kültür ve uygarlıkları ko-
nusunda yaptığı çalışmayla daha büyük etki doğuran şahsiyet Leon Ca-
hun’dur (1841-1900). “Introduction’a I Historie de I’sie” (Asya Tarihine Giriş)
adlı eserinde Cahun, Türkleri Turan halkları arasında sayarak Türklerin, Çin
kültürünü Fars ve Avrupa kültürlerine aktarmadaki rollerine, biraz da Türkle-
rin gururunu okşayacak şekilde değinmişti.67 Kitabın Türk milliyetçiliğine etki-
sini Gökalp’in bu eser için “sanki Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek için ya-
zılmış”68 demesinden bile anlamak mümkündür. Ne var ki, tarihi konularla
ilgilenen bütün tarihçilerin amacı, Türk tarihinin gizli yönlerini açığa çıkarmak
olmakla birlikte, şarkiyatçı çalışmaların tümü Avrupa’da yanlış Türk imajını
değiştirebilecek içerikte değildi. Hatta denebilir ki, -bir ikisi istisna- şarkiyatçı
çalışmaların neredeyse tamamı Türkler aleyhinedir. Yabancı şarkiyatçılardan
çok azının Osmanlı ve Türkiye üzerine çalıştığı, Osmanlı imparatorluğuna

76
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

gelenlerin bile Türklerden çok Yunanlılarla ilgilendikleri, vurgulanması gere-


ken bir durumdur.69 Ancak bu kadarı bile Türklerin tarihe olan ilgisini artır-
maya yetmişti. Türk tarihinin köklerine olan ilgi, ırk, tarih, coğrafyayı içine
alacak şekilde Türk milliyetçiliği fikrine yeni hamleler sağladı ve Türklüğe ve
onun şümulüne dair farkındalık düzeyini yükseltti.
II. Meşrutiyet öncesinde Türk dili üzerindeki incelemeleriyle en çok dikkat
çekenlerin başında, soy bakımından Arnavut olan Şemsettin Sami geliyordu.
Türkçenin bağımsız bir dil olması yolunda gösterdiği çabalarla II. Meşrutiyet
sonrasında Türkçülüğün gelişmesinde büyük yeri olan “Türk Derneği”ne ve
“Genç Kalemler”e öncülük etmiştir. Türk dilinin en iyi lügatlerinden biri ola-
rak kabul edilen “Kamus-i Türkî” ve ilk Türkçe ansiklopedilerden “Kamus-i
Alam”ı yazan Şemsettin Sami, konuşulan ve yazılan dilin “Lisan-i Osmanî”
olarak adlandırılmasına karşı çıkıyordu. Ona göre, “Osmanlı” tabiri bir tabii-
yettir ve hanedanı niteler, hâlbuki “Türklük” “Osmanlılık”tan çok eskidir.
Dolayısıyla bu kavmin konuştuğu dile “Lisan-ı Türkî” denilmelidir. Böyle bir
ilişki mesela, “Avusturyalı” ve Alman tanımları arasında da geçerlidir. “Avus-
turyalılık” bir tabiiyettir ve bu devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
“Avurturyalı”dır. Bununla birlikte “Almanlık” nüfus yoğunluklarının farklılı-
ğıyla birlikte, başta Prusya olmak üzere Avrupa’nın, Avusturya’dan çok daha
geniş alanına yayılmıştır. Aynı şekilde, Şemsettin Sami, Türkiye ve Türkistan
kelimeleri arasındaki kelime yakınlığından yola çıkarak “haritada gördüğü”
Türkistan ile kendi yaşadığı Türkiye arasında, orada yaşayan bir Türk ile Tür-
kiye’de yaşayan bir Türk arasında nasıl bir ilgi olduğunu soruyor ve bunun
karşılığında aradaki münasebetin yalnız isim benzerliğinden ibaret olmadığını
her iki Türklük arasında dil birliği olduğunu tarihi bilgilere dayanarak açıkla-
maya çalışıyordu.70
Türklerin kendi tarih ve dillerini tanımaları, diğer Türkçe konuşan Os-
manlı imparatorluğunun gerek içinde gerek dışında yaşayan Türklerle kardeş-
lik duygularını artırdı. Milliyetçiğin uyanmasında ve ivme kazanmasında,
özellikle Rusya ile ilişkilerde ortaya çıkan dış politika sorunları çok önemli bir
yere sahipti. Rusya’nın güney ve doğuya yayılması, o bölgelerin yardım talep-
lerinin artmasına yol açmıştı. Bu duygular ilk defa 1860–1870 yılları arasında
ifade edilmeye başlanmış, ancak onlar için yapılan yardım çağrıları öncelikle
dini açıdan olmuştu. Ali Süavi 1873’te Paris’te sürgündeyken Abdülhamit’e
böyle bir başvuruda bulunmuş, padişaha “bizim dinimizden, bizim milleti-
mizden, bizim ailemizden” olan Hive Türklerine karşı olan sorumluluklarını
hatırlatmıştı. Aynı dönemde Basiret Gazetesi ise, Rusların davranışlarını teşhir
etmek için Orta Asya ve Avrupa’ya padişah tarafından yüksek düzeyli bir
memurun gönderilmesinin gereğini bu bölgedeki nüfusun genellikle “Sünni ve
Hanefi mezhebinden olduğu, Türk ve Osmanlı özelliği taşıdığı” temelinde
açıklıyordu. Orta Asya’nın Ruslar ve Çinliler tarafından işgali sırasında, Os-
manlı bu bölgelerden gelen taleplere olumlu cevap veremeyecek kadar güç-
süzdü. Bu dönemde Türk kamuoyunda derin bir duygu birliği doğdu, İmpara-
torluk dışındaki Türklere karşı olan ilgi, sultanın İslamcılık politikasıyla çok
daha gelişti.71

77
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Öte yandan, Kırım Savaşı’ndan sonra imparatorluğa akın eden göçmenle-


rin zulüm ve baskı hikâyeleri, Osmanlılarda Osmanlı olmayan Türkler konu-
sunda bir bilinçlenme diğer yandan ise Genç Türklerin fikirlerinin de kolaylık-
la ulaştığı Kırım bölgesinde bir aydın hareketi doğurmuştu. Rus milliyetçiliği
karşısında bütün Türklerin birleşmesini savunan İsmail Gaspıralı, Azerbaycan-
lı bir yazar Mirza Fethali Ahundzade ve Ağaoğlu Ahmet, aydın hareketinin
önde gelen simalarıydı. Türk milliyetçiliğinin şekillenmesinde bunların hep-
sinden daha önemli bir aydın vardı ki o da Yusuf Akçura’ydı.72 Mirza Fethali
Ahundzade Azerbaycan Türkçesiyle oyunlar yazdı ve bu oyunlarda milliyetçi
temaları işlerken, Kırımda yayınlanan Tercüman Gazetesini çıkaran İsmail
Gaspıralı, Türk toplulukları arasında “dilde, düşüncede ve eylemde” birliği
savunuyordu. Böylece Rusya’daki tüm Türkî topluluklar arasında Osmanlı
Türkiye’sinin önderliği altında oluşacak bir fikri birlik düşüncesi gelişti.73
Bu ise, Birinci Dünya Savaşı’na doğru ilerleyen süreçte, Pan-İslavizm’in
tabiri caizse panzehiri olmak üzere, Pan-Türkizm ideolojisinin gelişmesine
hizmet etti. Yavaş yavaş hatları ortaya çıkan Alman ittifakında, Rusya’ya karşı
siyasi bir kart olarak yapacağı etkinin karşılığında verilen Almanya desteği,
Balkan Savaşları’nda bunalan Türklerin Türk birliğine duyduğu ihtiyaç, öte
yandan Rusya’daki ve Orta Asya’daki Türklerin Panslavizm’e karşı alternatif
bir güç olarak görmeleri, Pan-Türkizm’i hatırı sayılır bir politikaya dönüştür-
dü. Ne var ki, belirtilen kaygılarla oluşturulan perspektifler henüz Türkçülük
modeline ulus-devleti karşılayacak bir anlam kazandırmamıştı. Pan-Türkizm
olarak ifade edilen bu idealin sınırları biraz daha genişletilerek “Turan” deni-
len muhayyel bir bölgede Türklerin birleştirilerek etnik nitelikli bir dayanışma
ruhunu oluşturmayı öngörmüştü. Örneğin Gökalp, Birinci Dünya Savaşını
Turan mefkûresini gerçekleştirecek bir hamle olarak selamlıyordu. Pan-
Türkistlere göre bu savaş öncekilerden farklı olarak bir mefkûre uğrunaydı.
Savaşın mağlubiyetle sonuçlanması Pan-Türkizm’i gözden düşürdü, Gökalp
ve diğer Turancıların ilgisi teritoryal sınırlar içinde bir milliyetçilik anlayışına
doğru kaydı.74
Osmanlının Orta Asya’yı ve Rusya’yı tanıması, “ortak kader” duygusu
doğurarak milletçiliği doğrudan uyarmasına karşılık, Osmanlının Batıya gön-
derdiği sefir ya da oraya giden seyyahların izlenimleri bir mukayese imkânı
sunarak milliyetçiliği besleyen dolaylı bir kaynaktı. Özellikle 19. yüzyıl sonra-
sında benzer temalar işleniyordu. Hayrullah Efendi’nin seyahatnamesinde
olduğu gibi bazen bu mukayese, yakıcı sorular halinde ortaya konuyor ve böy-
lece milli bir gururun uyandırılması hedefleniyordu. Mesele, var olan potansi-
yeli ve imkânları devreye sokmaktan ibaretti. Doğrudan Hayrullah efendinin
ifadelerine başvurmak gerekirse: 75
Bir yabancı Avrupa’nın halini vatanına avdet ettikten sonra anlayabilir. Çünkü frengistanda
bulunduğu müddetçe gözlerin her an ve dakika yeni şeylere müsadif olması hayret ve istiğ-
rabıyla, her gördüğü eşyanın nefy ve mazarratını fark ve temyiz için zihnini meşgul etmeye
vakit bulamazsa dahi eğer erabab-ı hamiyet ü gayretten ise bi-t- tabi heyecana gelen gayret
ve hamiyeti milliyesiyle kendi nefsini muhatap ittihaz edip, niçin bu intizam ve asayiş ve
niçin bu ma’muriyet ve efzayiş bizim vatanımızda yoktur. Biz de bunlar gibi âdemoğlu de-

78
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

ğil miyiz! Bunların hilkat-i asliye-i zatiyelerinde bizden ziyade hasletleri yok iken, yine on-
ların imal-i yed-i sanatlarına muhtaç olarak halka kibr ve gurur ve nahveti bırakıyoruz. …
Biz hala ne kadar frengistandan gelen şekerin şerbetiyle lezzet-yab olmak ve düğün ve bay-
ramlarımızda giyinip kuşandığımız elbise ve tezyinatın kâffesinde Frengistan emtiasına
mecbur ve muhtaç kalmak arına mı katlanacağız. Bizim memleketimiz yani Türkistanımız-
da çuha imaline yarar tiftik ve yapağı mı yoktur. Yoksa akmişe-i nefise nesc ve nakşına el-
verişli pamuk ve yapağı mı yoktur. Yahut şeker istihsaline yarar nebat mı yetişmez. Acaba
cenab-ı Hak teala bizim memalikimizden hisb ve bereketi mi kaldırdı. Maadin-i nefise ve
galiye ile memlu dağları delip, hazine-i menfaatini ahz ve istimalden bizi kim menetmiş-
tir… Her gün nice yüzlercesi bir defada yanmış ahşap hanelerin yerine aynı ahşap hane in-
şasına meyletmek adet-i kabihasından ne zaman kurtulup da, Avrupalılar gibi temeddün ve
tavattun halini gösteren kargir haneler inşasına ne zaman başlanacaktır. ... efrad-ı beşerin
çalışıp çabalaması kendi zatının devamı ve bekası için olmayıp, akab ve ahfadın asayiş ve
istirahatleri esbabını tedarik ve ihzar arasında kendisi dahi müstefid olmaktan ibarettir. …
Ve senin milletin olan Türkler ve dindaşın bulunan Araplar kendi namlarını ibka edecek ni-
ce nice asar-ı nafiaya muvaffak olmuşlardır. Yine olurlar. … Senin medeniyet ile mamur
gördüğün yerlerin daire-i temeddüne girmesi ve sanayi ve hirefin ilerlemesi iki yüz elli se-
nelik telehuk-u efkârın hulasa ve semeresi olduğundan, onların hepsini birden yapıp mec-
mu’nun netice-i menfaatlerini görmeye bir ömr-ü insaninin muhtemel olmayacağını bilme-
lisin .
Türkçülüğün bir siyasi akım haline gelmesinde ve kuvvet kazanmasında
İttihat ve Terakkinin kendi içindeki fikri ve siyasi düşüncelerinin dönüşümü
de etkili oldu. Bilindiği gibi İttihat Terakki cemiyeti, imparatorluğun içinde yer
alan hemen her etnik, dini, kültürel gruplardan örnekleri bünyesinde toplamış-
tı. Bu yüzden, cemiyetin ilk oluşumunda uzun süren tartışmaların sonunda
benimsediği siyaset tarzı, imparatorluğun parçalı yapısına uygun olarak “itti-
had-ı anasır”/“Osmanlıcılık” fikridir. 1908 sonrası çeşitlenen siyasal hayat için-
de belirginleşen Türkçü akım, Jön Türklerin görmezden geldiği ulusçuluk tar-
tışmalarını alevlendirdi. Türkçülerin yayın organı olan Türk Dergisi’nde Türk-
çülüğü savunan Ahmet Ağaoğlu ve “ittihad-ı anasır”ı savunan Jön-Türk Sü-
leyman Nazif arasındaki yaşanan polemik, çok geçmeden Türkçülerin düşün-
celerine haklılık kazandıran gelişmelerle yeni boyutlar kazandı.
Balkan Savaşı’nın acı mağlubiyeti ve şoku bu politikayı derinden sarstı.
Savaş ve sonundaki hezimet “ittihad-ı anasır” politikası olan “Osmanlıcılık”
özlemlerinin de suya düşmesi demekti. Bundan böyle dışarıya karşı tüm mil-
letlerin temsilcisi görünümü verilmişse de, İttihat Terakki giderek Anadolu’ya
ve Anadolu’daki Müslüman-Türk unsuruna sahip çıkmıştır. Daha doğrusu,
ideolojik bütünü oluşturan üç öğeden (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük)
biri, belki de en önemlisi görülen Osmanlıcılık yerine İslamcılığın asla ihmal
edilmediği bir Türkçülük, “kurtuluş”un anahtarı haline gelmiştir. Ancak bunu
destekleyen bir ekonomik yapı yoktu. II. Meşrutiyetle açılan liberal dönemde
Osmanlının Müslüman-Türk unsuru ekonomik açıdan hiçbir önemli gelişme
gösterememişti. İttihat Terakki, sorunun aşılmasında, “Alman Tarihçi Eko-
lü”nün “her ülkenin kendi gerçekliğinde ekonomi politikaları geliştirmesi,
kendi dinamiklerine dayanması ve ekonominin bir bütünlük içinde ele alınma-

79
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

sı” düşüncesinden etkilendi. 19. Yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa’nın çok


gerisinde bir ekonomiye sahip Almanya, liberal öğretiye ters iktisat politikala-
rıyla bu farkı kapayıp onları geçebilmişti. Böylece Türk ulusçuluğunun iktisadi
boyutu, milli iktisat politikalarının hazırlanmasına zemin teşkil etti.76
Milliyetçilikle ekonomi arasındaki kurulan ilgi, İttihat ve Terakki’nin mil-
liyetçiliğinin belki de en dikkate değer yönünü oluşturmaktaydı. İttihatçılar
ekonomik sorunları sanki Türkiye bu sisteme dâhilmiş gibi kapitalist ekonomi
kategorilerine göre ele almaya çalışıyorlardı. Bu durumda mevcut Osmanlı
sisteminin dışında bir kapitalist toplum, özellikle milli burjuvazi oluşumu ge-
rekli görülüyordu. Yusuf Akçura gibi Çarlık dünyasından gelen ve orada Rus-
ya’nın geçirdiği kapitalist dönüşümü çok iyi gözlemleyen Jön Türk entelektüel-
leri, “ Türklerin Avrupa kapitalizminden yararlanarak kendi içlerinden bir
burjuva sınıfı çıkaramaması halinde sadece köylüler ve memurlardan oluşan
bir halkın yaşama şansının çok zayıf olacağı” uyarısı yapmıştı. Yerli burjuvazi
oluşturma gayretlerinin en ilginç yönlerinden biri de yabancı mallarını boykot
etmekti.77
Yusuf Akçura’yı Türkçülüğün en önemli siması haline getiren neden bu-
nunla da sınırlı değildir. Türkçülüğün ortaya çıkıp gelişmesinde, Balkan savaş-
larının ardından Osmanlı Türkleri arasında Yusuf Akçura’nın başlattığı Pan-
Türkizm akımının da büyük bir etkisi vardı. Rus aydınları arasında kullanılan
“Batıcılar”, “İslavcılar”, “Rusçular” terimlerinin açık etkisinden yola çıktığı anla-
şılan78 Yusuf Akçura, devletin bekası için “Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçü-
lük” olarak saydığı üç siyasetin her birinin nitelik, gelişme ve yararları üzerin-
de durmakta ve bunlardan artık Osmanlıcılığın iflas ettiğini “zannımca artık
Osmanlı milleti oluşturmakla uğraşmak beyhude bir yorgunluktur” 79 ifadeleriyle
dile getirmektedir. Osmanlıcılığın iflas ettiğini, yeni şartlar için en uygun for-
mülün Türkçülük olabileceğini belirtmiştir. Yine de, bu konuda kendisini tam
ikna etmiş değildir.
TÜRK MİLİYETÇİLİĞİNİ ANLAMA KILAVUZU: ZİYA GÖKALP VE
CUMHURİYETE DOĞRU MİLLİYETÇİLİĞİN GÜZERGÂHI
Türkçülüğün anlaşılmasında ve gelişiminde, Yusuf Akçura ve onun izin-
den giden Ziya Gökalp gerçek bir kilometre taşıdır. Akçura’dan sonra, devletin
bekası için farklı cereyanları tahlil eden Ziya Gökalp muhtemelen onun etkisiy-
le, “Osmanlıcılığa” yer vermemekte, daha doğrusu bu akımın yerine Türklük
akımını geçirmekte80 ve Akçura’nın üzerinde durmadığı “muasırlaşmak”ı
(Garplılaşmak) kurtuluş reçetesine eklemektedir. Ancak, birazdan ele alınacağı
gibi, bu ayrımlar mutlak değildir, farklı akımlar arasında bir takım temaslar,
karşılıklı etkileşimler vardır. Ayrımlar onların bariz özelliklerinin, temel hassa-
siyetlerinin ne olduğu noktasında ortaya çıkar ve önem kazanır. Türkçülük her
ikisinde de batıya eklemlenme ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır, aralarında
temel fark ise, Akçura’nın bu ideolojinin gerçekleşme önerisinde topluma, Gö-
kalp’ın ise devlete dayanmasıdır. Böylece Avrupa’da hem birbirinin içinde
hem de birbirine karşıt iki süreç olan “devlet-kurmak” (Hegelyen paradigma) ile
“millet-kurmak” (Herderyen Paradigma) süreçleri, Akçura ve Gökalp’ın temsil
ettikleri görüşleri açıklayıcı niteliktedir. Çünkü toplum ve devlet oluşturma

80
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

süreçlerini açıklayan yaklaşımlarla milliyetçilik hareketlerini anlamak kolay-


laşmaktadır.81
Buna rağmen Türkçüler, ulus-devlet kurmanın teorik boyutuyla ilgilen-
memişlerdir; Türkçülüğü salt moral değer olarak ileri sürmüşlerdir. Türk ırkı-
nın birliği düşüncesi, sıklıkla jeopolitik bir duyarlılığın dışında kalmış, duygu
ve doktrin olarak Türkçülüğün sınırları kesinlikle belirlenememiş ve siyasal
olayların gösterdiği gelişmeye ve çizdiği ümit grafiğine göre genişlemiş ya da
daralmıştır.82
Türkçüleri İslamcılardan ve Batıcılardan ayıran en önemli nokta, Osmanlı
içinde yaşayan dağınık haldeki fikir akımlarının belli kümelerde toplayıp, bun-
ların “fayda”-“maliyet” analizi yapmaları, dönemin siyasi tansiyonunun yüksek
olduğu bu devirde, bu analizleri yaparken adeta bir şirket bilançosunu değer-
lendiren muhasip gibi soğukkanlı hareket etmeleridir. O kadar ki, Batı düşün-
cesinde “yararlılık” düşüncesini bilimsel kriterlerle açıklayan Stuart Mill’in
çabasının benzerini onlarda, özellikle Akçura’da görmek mümkündür. Akçu-
ra’nın faydacılığı, birey, toplum, devlet ilişkisini ihtiva etmektedir. Onun çaba-
sı hayali unsurlar taşımakla birlikte realist ve pragmatiktir. Bu nedenle, Akçu-
ra’nın gücü merkeze alarak yaptığı faydacılık tartışması büyük iddialardan
vazgeçildiğinin önemli bir işareti olarak değerlendirilebilir. Onların düşüncele-
rini çok daha önemli kılan, Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”inde hatları tam
belli olmayan Türkçülüğün, Ziya Gökalp’in “Üç Cereyan”ında belli bir forma
ve uygulanması mümkün netliğe kavuşması ve bu yönüyle Cumhuriyeti kura-
cak kadroyu derinden etkilemesidir.83
Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü kan bağına dayalı “şovenizm” değildir. Bu bağ-
lamda, O, “İslamcı”, “Osmanlıcı” ulusçululuklar gibi ırkçılığı esas alan Türkçü-
lüğü de yanlış bulmaktadır. Ona göre bunlardan birincisi, ulusçuluğu ümmet-
çilikle, ikincisi ulusçuluğu bir siyasi birleşmeyle, üçüncüsü ise ulusçuluğu ırk-
çılıkla karıştırıyordu. Ziya Gökalp’a göre millet ne ırki, ne kavmi, ne siyasi ne
de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek
olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir zümredir. Türk köylü-
sünün bunu “dili dilime dini dinime uyan” şeklinde ifade ettiğini belirten Gö-
kalp’a göre, atlarda şecere aramak lazımdır, çünkü bütün meziyetleri doğal
içgüdüye sahip hayvanlarda ırkın büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ırkın,
sosyal hasletlere hiçbir etkisi olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bu-
nun aksini düşünürsek, memleketimizde, yalnız saadet zamanında değil, fela-
ket zamanında bizden ayrılmayanları feda etmek gerekecektir. Bu hal doğru
olmadığından “ben Türküm” diyen herkesi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe
ihanet edenler varsa bunları cezalandırmaktan başka bir çare yoktur.84
En özlü olarak, Türk milletini yükseltmek olarak tanımladığı Türkçülüğün
ortaya çıkması ve gelişmesini Gökalp, Durkheim’in de etkisinde kalarak geliş-
tirdiği “ülkü”nün (mefkûre) ortaya çıkmasının birinci amili olarak görmektedir.
Ülkü, toplumu bütün etkinlerinde yöneten ve harekete geçiren gizli bir güçtür.
Hayal, gaye, emel gibi kavramlar kadar soyut olmayan ülkü, bireylerin bağlı
oldukları toplumsal grubun varoluşunun ve değerinin farkına varılmasından
kaynaklan bir öz-bilinç halidir.85 Milli bir ülküden yoksunluk Türkleri “milli

81
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

iktisat”tan mahrum ettiği gibi, lisanın sadeleşmesine, güzel sanatlarda milli


üslupların oluşmasına engel oldu. Bunlardan başka milli mefkûre olmadığı
için, Türk ahlakı da bireysel ve ailevi bir şekilde kaldı, yardımlaşma, fedakârlık
hisleri aile, köy, kasaba çevresini aşamadı. Ümmet mefkûresi çok geniş, aile
mefkûresi çok dar olduğu için Türk ruhu fedakârlık hislerine dayanacak ahlaki
bir ruhiyata yabancı kaldı.86 Bunun için her şeyden önce Türk kavramının aşa-
ğılayıcı anlamlarından kurtarmak gerekiyordu. Dış basında olduğu gibi Os-
manlı basınında da Türk kelimesinin hor görme anlamında kullanıldığına dair
pek çok yazı yazılmıştır. Vaktiyle, Basiret Gazetesi bir sayısında “Türk olmaktan
utanan gençlerden” bahsetmiş başka bir sayısında “kahraman ecdadımız Türk ol-
dukları halde biz Türk ismini kabul etmez olduk, hatta birimize ‘sen Türksün’ deseler
darılıyoruz” diyerek bu durumu tenkit etmişti.87 Ziya Gökalp de Ahmet Vefik
Paşa’nın “Müntehab-ı Durubu Emsal”ine dayanarak Türkler hakkında kullanı-
lan “Türkün aklı sonradan gelir”, “Türk işi ödünçtür” vb. aşağılayıcı tanımlar-
dan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir.88
Gökalp, bireylerde ülkünün gelişmesinde ilk adım olarak Türklüğün aşa-
ğılayıcı anlamından kurtarılmasını görür. Ona göre, mili bir vicdana, milli bir
mefkûreye sahip olmayan bir kütleden ahlak, hamiyet, fedakârlık beklemek
boşunadır. Doğuştan gayet seçkin Türklerin sosyal olarak geride kalmalarının
nedeni ancak “kendini tanımamak”, “mili sorumluluğu bilmemek” hataların-
dan kaynaklanmaktadır.89 Gökalp bunda Tanzimatçıların düştüğü yanlışa dik-
kat çekmektedir. Onlar Türklüğün yüzüne aldatıcı bir perde çekmişlerdi, milli
bir Türk lisanı yoktu, ortak bir Osmanlıca vardı. Bu yalana, Türk’ten başka
inanan hiçbir unsur olmadı. Her kavim okullarında çocuklarına kendi tarihini
kendi lisanını öğretti. Tanzimat’ın bu tuzağına düşen yalnız Türkler oldu.90
Kuşkusuz ki bu rahatsızlığı ilk duyan Gökalp değildir. Ondan epeyce ön-
ce, dil ve milliyetçilik arasındaki ilişkiyi Şemsettin Sami ve Ali Suavi’de bul-
mak mümkündür. Daha öncede bu konudaki görüşlerine kısmen değindiğimiz
Şemsettin Sami, Osmanlı ve Türk, Osmanlıca ve Türkçe arasında bir karışıklı-
ğın olduğunu, “Devleti Osmaniyenin zir-i tabiiyetinde bulunan kâffe-i akvam efradı-
na dahi Osmanlı denilip, Türk ismi ise Adriyatik denizi sevahilinden Çin hududuna ve
Sibirya’nın iç taraflarına kadar yayılmış olan bir ümmet-i azimenin unvanıdır. Bunun
için bu unvan şayan-ı tahkir olmak şöyle dursun, müstevcib-i fahr ü mesar olmak ikti-
za eder”91 tespitiyle ifade ettikten sonra, Türkçeye hiçbir şekilde Osmanlıca de-
nilemeyeceğini ileri sürer ve bunu da şu şekilde açıklar: 92
Lisanımızın Türkçe, Arabî ve Farisi’den mürekkep olduğu söyleniyorsa da, bu terkip sair
bazı lisanlarda olduğu gibi adeta bir kimyasal karışım ile oluşmadığından lisanımızda kul-
lanılan Arapça ve Farsça kelimeler daima yabancı sıfatıyla durup lisanımıza karışmamış ve
lisanımızın şive kuralları asla değişmeyerek asli halini korumuştur. Bundan dolayı her ne
vakit istersek bu yabancı kelimeleri atarak, lisanımızı temyiz-i tathir etmek elimizdedir.
Şemsettin Sami ile birçok noktada paralel fikirler ileri süren Ali Süavi’nin
dilde tasfiye düşüncelerinin herhalde en çarpıcı yönü döneminde büyük tar-
tışmalar başlatan ve Ziya Gökalp’ı de doğrudan etkileyen “hutbelerle namaz
sureleri Türkçeleştirilebilir ve Türkçe namaz kılınabilir” şeklindeki düşüncesi-
dir. Ali Suavi, “sakın zannolunmasın ki fil’asıl Arabi olan şu lisanın amme-i İslam’a

82
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

lisan olmasına Kur’an’ın Arabi oluşu ve adem-i tercemesi cebretmiştir” diyerek açık-
lamaya çalıştığı bu düşüncesini Ebu Hanife’nin bir fetvasına dayandırmıştır.93
Bugünkü dilimize kısmen çevirmek için bile hayli zorluk çektiğimiz her iki
düşünürün, özelikle Şemsettin Sami’nin neredeyse tamamı Arapça ve Farsça
kelimeler kullanarak ileri sürdüğü bu fikirler kendi içinde çelişik gibi gözükse
bile, sonraki dönemlerin dil politikalarının adeta bir “leit motif”i haline gelmiş-
tir. Ziya Gökalp’ın bütün kalbiyle inandığı dilin sadeleşmesi konusunda, kendi
yazılarında görüldüğü gibi kısa sürede önemli bir mesafe kat edilmiş, “Yeni
Lisan Hareketi” misyonunu üstlenen “Genç Kalemler Dergisi” yazarlarından Re-
fik Halit, Yakup Kadri, Celal Sahir, Ali Canip ve Ömer Seyfettin gibi şair ve
hikâyeciler ise söz konusu idealin gerçeğe dönüşen yüzünü temsil etmişler-
dir.94
Gökalp, “milliyet fikrinin uyanmasından fayda mı zarar mı doğdu?” sorusuna
da cevap aramakta ve bunun cevabını şöyle vermektedir: Türklerde milliyet
duygusu uyanmasının hiçbir zararı olmadığı gibi faydaları sayılamayacak ka-
dar çoktur. Türkçenin sadeleşmesi, milli iktisat, milli ahlakın gelişmesi, her fert
tarafından milli sorumluluk hissedilmesi ve deruhte edilmesi… Görülüyor ki
“Türk kavmi ‘ben varım’ dedikten sonra sorumluluğunu daha iyi takdir ediyor”.95
Osmanlı Milleti projesinin başarı şansı olmadığını savunan Ağaoğlu Ahmet ise
milliyetçiliğin ayrılıkçı bir hareket olmadığını tarihi, sosyal gerçeklikle haklı-
laştırmaya çalışmıştır. Ona göre Türk milliyetçilerinin istediği şey, her kavmin
haklı olarak talep ettiği milli dil, milli bir edebiyat ve milli mekteplerdir. Üste-
lik bu memlekette hareket-i milliyetperverane ilk önce Türkler içinde mi teza-
hür etmiştir? Yoksa Türkler bu vadide en son kalanlar mıdır? Başkalarına mü-
saadeli olan bir şey, neden Türklere memnu olsun?96
Hal bu ki gayet haklı bir talep olarak gözükse de sorun, düz bir mantığın
meşrulaştırmasının ötesinde daha etraflıca boyutlar içeriyordu. İşte bu noktada
Gökalp, Türk ulusu gibi diğer ulusların özgürlüğünü kabul etmekle birlikte
çağdaş dünyada ulusların kendilerinden daha geniş iki çevreden biri içinde
kaldığını fark etmişti ki, bu, ya bir kültür çevresi ya da bir uygarlık çevresidir.
Şu halde özgür Türk ulusu, uygarlığı ile İslam Uygarlığı’na mı yoksa Batı Uy-
garlığı’na mı dâhil olacaktı? Bu sorunun çözümünü ise, “Türkleşmek” formülü
yanında “İslamlaşmak” ve “muasırlaşmak” formülüyle açıklamaya çalıştı. Ona
göre, Türkçülerin millet mefkûresi Türklükse, ümmet mefkûresi İslamlık, bey-
nelmileliyet (enternasyonalizm=uluslararasıcılık) mefkûresi muasırlaşmaktır.
Türkleşmek ile İslamlaşmak mefkûreleri arasında bir çatışma olmadığı gibi, bu
ikisiyle muasırlaşmak arasında da bir çelişme yoktur. Türklük ile İslamlık ara-
sında bir çatışma olamaz. Çünkü Türklük bir milliyet, İslamlık ise bir “beynel-
mileliyet” mahiyetindedir. Türklük akımı İslamlığın karşıtı olmak şöyle dursun,
“kozmopolitlik”e karşı onun gerçek dayanağıdır. Bu ikisiyle de “muasırlaşma”
arasında bir çelişki olamaz, çünkü muasırlaşma şekilce ve mahiyetçe Avrupalı-
lara benzemek değildir. Onlar gibi otomobiller, uçaklar yapıp kullanabilmek
demektir ki, bu ise Avrupa’dan yalnız bilimsel ve pratik aletlerle fenlerin alın-
masını emretmektedir. O halde her birinin etki dairelerini belirleyerek bu üç
amacın üçünü de kabul etmeliyiz. Bunların bir ihtiyacın üç değişik noktadan

83
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

görülmüş safhaları olduğunu anlayarak “muasır bir İslam Türklüğü” kurmalı-


yız.97
Çağdaş bir İslam Türklüğü mefkûresinde, ister istemez Türklüğü nitele-
yen Batının “Hangi Batı” olduğu, İslam’dan ise neyin kastedildiği önem kaza-
nır. Üç Cereyan’dan muasırlaşmanın “Batı”ya yönelmek olduğu şüphe götür-
mez, ancak Gökalp’ın “Batı” dediğinde kastettiği “liberal batı” değil, “korparatist
Batı”dır. O’na göre kitlelerin ve bunun önemli bir kısmını oluşturan köylünün
kültürel ve ekonomik durumu devlet politikalarıyla düzeltilmedikçe Türk ulu-
sunun ilerlemesi imkânsızdır. Gökalp, Rus örneğine uyarak, aydınları, Batı
uygarlığını Anadolu köylerine götürmeleri ve oralarda okullar kurmaları için
“halka gitmeye” çağırır. Türk köylüsü; tefecinin, aracının ve ağanın elinden kur-
tarılmalıdır. Aşar kaldırılmalı, bir ziraat bankası ve kooperatifler kurulmalıdır.
Ayrıca devlet, özellikle kadınlar ve çocuklar olmak üzere, işçileri korumak
üzere yasalar çıkarmalıdır.98 Keza İslam’dan da, Gökalp’ın dinin fıkıh boyutu-
nu kastetmediği aşikârdır. Nihayetinde Gökalp için din, sosyal ruhu sağlama-
ya dönük “ahlakçı tasavvuf”un kaynağıdır. Birazdan değinileceği gibi, Gö-
kalp’ın bu üç cereyan arasında kurmaya çalıştığı “uyum”da ancak bu tanım
çerçevesiyle mümkün hale gelebilmektedir.
Gökalp bu cereyanların etki dairelerinin belirlenmesinde “hars zümresi”-
“medeniyet zümresi” ayrımının yapılmasını gerekli görür. Fertlerde ortak bir
vicdan meydana getiren kıymet hükümlerinin tümünü demek olan hars, niçin
yaşamalı sorusunun, kişinin bir toplum halinde yaşaması için gerekli olan bi-
limsel gerçekler, sağlıkla, ekonomiyle, gelişmeyle ilgili kaideler, tarımsal, ticari
ve sınaî üstünlükler ve tüm matematik ve mantık kavramları demek olan me-
deniyet zümresi ise nasıl yaşamalı sorusundan doğar.99 Harsi zümreye ait ta-
savvurların kişilerin ruhlarına yaptığı baskıya “müeyyidiyet” (sanction), mede-
niyet zümresine ait kavramların bağlı olduğu dışsal duruma
“şey’iyet”(objektivite) denilir. Sağlık kurallarına uymadığımız zaman hasta
oluruz, ekonomi ilkelerine aykırı hareket ettiğimizde sıkıntıya düşeriz, bunlar
söz konusu medeniyet zümrelerinin kurallarına uymayışımızın objektif sonuç-
larıdır. Ancak, hars zümrelerine aykırı hareket etme sonucunda vicdanda
meydana gelen manevi ceza, bu itaatsizliğin doğal ve zorunlu bir sonucu de-
ğildir. Bu cezalar, söz konusu kaidelerin hars zümresinin vicdanında “kıymet-
li” tanıtılmasının bir sonucudur. Şu halde, hars içinde fert sosyal bir vicdanın
iradelerini kendisine kıymetli mefkûreler sayıp onları kendisine düstur etmeye
ve “medeniyet içinde fert” sosyal bir aklın mantıki çerçevesinde düşünmeye
mecburdur.100
Diğer bir deyişle, idealler ve bunların felsefesi esas olarak milli (ulusal) ni-
telikte olan kültür düzeyinde, fenomen ve bunların bilimi uluslararası düzeyde
olan uygarlık düzeyinde yer almaktadır. Bu ayrıntıdan anlaşılmaktadır ki, mu-
asırlaşmak kavramının anlamı, çağdaş medeniyet zümresinin gittikçe ilerleyen
ilim ve marifetinde hiçbir milletten geri kalmayacak bir konum kazanmaktır.
Medeniyet zümresi içinde ortak bir insan hayatı yaşamak hiçbir zaman aile ve
devlet hayatlarının özelliğine, ne de millet ve ümmetin gerekli kıldığı harsi
dayanışmalara aykırı değildir. Gökalp’ın bu değerlendirmelerden sonra vardı-

84
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

ğı sonuç şudur: 101 “Biz Türkler asri(çağdaş) medeniyetin akıl ve ilmiyle donanmış
olduğumuz halde bir “Türk- İslam” harsı meydana getirmeliyiz.
Şu halde Gökalp’a göre, kültürle uygarlık, bir ulusla başka bir ulus, ya da
milliyetçilik, din ve uluslararası topluluk arasında özde bir çelişki yoktur. Bun-
lar birbirinden ayırt edilmeleri gerekmekle birlikte, ulusal yaşamdaki fonksi-
yon, konum ve düzeyleri karıştırılmadıkça savunulması gereken değerler ola-
rak bir arada bulunabilirler. Eskiden Türkler ve İslam toplumları için dinden
kaynaklanan, ümmet olarak somutlaşan uluslararası uygarlığın yerini şimdi
pozitif bilimler almıştır.102 Din, bundan böyle milli harsın gerek koruyucusu
gerek destekleyicisi olarak yine büyük bir role sahip olacaktır. Milli (ulusal)
kültür, birlik ve dayanışma duygusunu güçlendirir, duygusal düzeyi oluşturan
kültür çevresi olarak hars, bilişsel düzeyi oluşturan medeniyet çevresinin de-
ğerler dünyasına tabi olmamalıdır, bunun için de anlaşılmalı, benimsenmeli ve
yaşanmalıdır. Uygarlığın kültür şeklindeki yayılmasına karşı çare harsla do-
nanmış olmaktır. Hemen belirtmek gerekir ki, Gökalp’ın batılılaşma amacın-
daki milliyetçiliğin maddi ve dışsal değerler ile manevi ve içsel değerleri ara-
sında kurduğu uyum retoriği bu iki dünyanın özde hep aynı kalacağı inancına
dayanır. Türk milliyetçiliği ve İslamcılığın ortak paydası da budur. Bu mey-
danda, Ziya Gökalp’ın manevi medeniyet olarak “harsla donanmış toplumu”
İslamcılıkta, Mehmet Akif’in dile getirdiği “afakı çelik zırhlı duvarla” çevrilmiş
olan Batı karşısında “iman dolu göğüs” retoriğine karşılık gelir.
“Hars”ın meydana gelmesinde Gökalp, terbiyenin rolüne dikkat çeker ve
bunun üzerinde önemle durur. Bu yüzden uluslaşmayı dar anlamda “akli-
rasyonel bir süreç” olarak değil “vicdani bir süreç” olarak da görülür.103 Ona gö-
re, öğretimin hedefi modernlik ise terbiyenin amacı da milli olmalıdır. Terbiye;
Türklük, İslamlık, Çağdaşlık ideallerinin her biriyle ilgili olarak düşünülürse o
zaman “Türklük terbiyesi”, “İslamlık terbiyesi” ve “çağdaşlık terbiyesi”nden söz
etmek mümkün hale gelir. Gökalp, bu üç terbiyenin gerekli olduğuna sosyolo-
jik bir tespit neticesinde varmaktadır. Ona göre, “Bir Türk babası çocuğunun
Türkçe konuşmamasına, Türkçe okuyup, Türkçe yazmamasına rıza gösteremez, aynı
zamanda İslam tarihinden habersiz olmasını da onaylamaz. Bu baba çocuğunun Türk
ve İslam olarak büyümesini istediği gibi çağdaş bir insan olarak yetişmesini de arzu
eder. Şu halde bizim için tam bir terbiye üç kısımdan oluşmaktadır: Türk terbiyesi,
İslam terbiyesi, asır terbiyesi. Bu üç terbiye birbirinin yardımcısı ve tamamlayıcısı
olmak durumundadır. Her üç terbiyenin alanları, sınırları makul bir şekilde ve dikkat-
lice belirlenmelidir. Aksi halde birbirlerine karşı düşman olabilirler. Asır terbiyesi
maddiyat alanında kalmayarak değerler dünyasına tecavüz ettiği dakikada İslam ve
Türk terbiyelerinin hukukuna taarruz etmiş olur.104 Gökalp, yaşamının son yılla-
rında öğrencisi Enver Behnan Şapolyon’un Avrupa’ya giderek tarih çalışması
yapması isteğine şiddetle karşı koymuştur. Ona göre genç Türkler batıdan
yalnızca doğa bilimlerini ve teknik konuları öğrenmelidir.105 Milli ve dini ter-
biyenin sınırlarını tespit etmek daha zordur. İslam geleneklerinin hangileri
doğrudan doğruya İslam’a, hangileri Arap, Acem ya da Türk’e aittir? Ancak
hakiki İslam geleneklerini başlangıçtaki Arap kavminin geleneklerinden ve
sonradan başka kavimlerden alınan adetlerden ayırmak da bir gerekliliktir.

85
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Kendi içinde belli bir tutarlılığa sahip “eğitim” görüşüyle dikkat çeken
Gökalp yine de orijinal bir fikrin sahibi olarak görülemez. Zira insanın var ol-
ma amacını “siyasi toplum”, “vatan” kavramlarıyla özdeşleştiren Durkeim’in
sadık bir izleyicisi durumundaki Gökalp’ın eğitim konusundaki görüşleri ne-
redeyse tamamen bu kavramların mihverinde gelişmiştir.106 Durkheim’in dü-
şüncesinde eğitime atfedilen rol ve Fransız siyasetinin pragmatizmi ve sosyolo-
jinin ilkeleri Gökalp’ın görüşlerine hep yansıdı. Gökalp, Durkheim’e dayana-
rak milli terbiyenin vasati tipler değil temsil edici fertler yetiştirmek olduğunu
ileri sürmekte bundan da, milletin temsilcilerinin yalnız dahiler ile kahraman-
lar olabileceği sonucuna varmaktadır.107 Çünkü tarihi “ruhsuz kalabalıklar değil
kahramanlar yapar”. Daha sonra bu ilkeler Cumhuriyet Halk Partisi programın-
da kalıcı yerlerini aldılar.
SONUÇ
Garpçılık (Batıcılık), İslamcılık ve Türkçülük siyasi kültürümüzün maya-
sını teşkil eden üç önemli fikir akımıdır. Tarihsel olarak bakıldığında bu akım-
lardan en eskisi garpçılıktır, bunu İslamcılık ve Türkçülük takip eder108 ama
İkinci Meşrutiyetin başlarında bu akımların en etkili görüneni İslamcılıktır.109
Osmanlının son dönemleri ve Cumhuriyete geçiş sürecinde, sonraki dönemlere
de yaptığı etki açısından, bahse konu akımlarla ilgili önemli birkaç noktayı
tespit etmek mümkündür.
İlk olarak, Osmanlıcılığın mutlak bir irtifa kaybettiği ve bir süre sonra terk
edildiği Cumhuriyete doğru ilerleyen bu süreçte, Türkçülük ve Garpçılık dev-
let politikalarında yükselen bir değer haline gelirken, İslamcılık geri planda
kalmış hatta tamamıyla unutulmuştur. Konuyu daha geniş tarih perspektifin-
den bakıldığında, Tanzimatçılardan daha hızlı batılılaşma yolunun tutulduğu
bu süreçte, İslam ve Batı unsurlarının birlikteliğinden doğan ikili yapının, İs-
lami unsurları tasfiye edilip yalnızca batıya ait olanlar ayakta bırakılmıştır.
Diploması diliyle ifade etmek gerekirse, devlet ve iktidar seçkinleri tarafından
Türkçülük ve Batıcılık “en çok müsaadeye mazhar akım” iltifatına tabi tutulurken
“İslamcılık” “persona non grata” ilan edilmiştir. Gökalp’ın, meşhur üçlemesi,
İslamcılığın dışarıda tutulmasıyla, yerini bu sefer “Türkçülük, Laiklik, Çağdaş-
lık” terkibine bırakmıştır.
İkinci olarak, söz konusu akımların Türk toplumunda belli bir karşılık
bulmaları, her üçünün de toplumsal ihtiyacın bir yönüne hitap etmesinden
geliyor. Bir başka deyişle, herhangi birinin, dışlanması ciddi gerilimlere, top-
lumsal reaksiyonlara neden olabilir. Günümüzde bile laiklik konusundaki so-
nu gelmez tartışmaların ve gerilimlerin temelinde biraz da İslamcılığın tüm
nefes alma kanallarını tıkayan uygulamaların olup olmadığı sorusunu akla
getiriyor. Çünkü Osmanlı toplumunun çok milletli yapısının bir ölçüde imkân
verdiği laiklik anlayışından farklı olarak, burada, laikliğin dini, siyasi yaşamla
birlikte toplumsal yaşamdan da tecrit eden uygulamaları dikkat çekmektedir.
Laiklik uygulamaları, aynı zamanda İslamcılığın da talihsizliği olmuştur dene-
bilir. Sert ve zecri politikalar, İslam adına radikal/bağnaz hareketlere sosyolojik
zemin hazırladığı gibi, bir “siyasal hareket olan İslamcılığı” köksüzleştirip
fakirliğe ve her türlü yozlaşmaya açık hale getirmiştir. Tam yüz yıl önce, hatta

86
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

çok daha önceden beri mutlakıyetçi padişaha karşı İslam adına parlamento ve
cumhuriyet mücadelesi veren İslamcılardan sonra, günümüzde bile İslamcı
olarak itibar gören bazı aydınlar tarafından “demokrasi ancak çoğunluğun yöne-
timine izin verir” ya da “İslam’da hâkimiyet Allah’ındır, hâlbuki demokrasi buna
aykırı olarak halkın egemenliğine dayanır” gibi gerçeklikle uyuşmayan değerlen-
dirmelerin ortaya konulması ve bunların İslamcı kesimlerde ciddi karşılık
bulması gerçekten düşündürücüdür.
Son olarak, Türk siyasi hareketleri, dün olduğu gibi bu gün de itici gücü-
nü bu cereyanlardan almaktadır. Batıcı, İslamcı ya da Milliyetçi hareketleri,
ister siyasi oluşumlar ister diğer sivil girişimler olsun, hala II. Meşrutiyet dö-
neminin dip akıntılarının sürüklediğini söylemek mümkündür. II. Meşrutiyet
ve fikir akımları sonraki siyasi, toplumsal tarih üzerinde kesif bir etki bırakmış-
tır. “İlericilik”, “gericilik”, “bölücülük” kavramları hala siyasi jargonun en
vazgeçilmez kavramlarıdır ve hepsinin içi, bir asır önceki anlayışa bağlı olarak
doldurulmaktadır. Ancak bunun çoğunlukla olumlu bir etki olmadığını da
biliyoruz. Bir cümle ile ilericiliğin ve gericiliğin mücadelesi şeklinde süregelen
mücadele II. Meşrutiyet dönemi akımlarının iflah olmaz kalıplarının dışına bir
türlü çıkamıyor. Bunun bir nedeni belki de bir asırlık süre içinde söz konusu
akımların serbest rekabet içinde gelişememeleridir.

SONNOT

1
TUNAYA Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. I, 2. b., ( İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayın-
ları, 1988), s. 9.
2
KAHRAMAN Hasan Bülent, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”,
Modernleşme ve Batıcılık, C. III., 3. b., (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004) , s. 125.
3 TOKER Nilgün, TEKİN Serdar, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristik Evreleri: ‘Kamusuz
Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye’ Geçiş”, Modernleşme ve Batıcılık, C. 3, 3.b, (İstan-
bul: İletişim Yayınları, 2004), s. 82.
4 BERKES Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (İstanbul: Doğu- Batı Yayınları, Basım Yılı Belir-
tilmemiş) s. 406.
5 TUNAYA Tarık Zafer, “Amme Hukukumuz Bakımından İkinci Meşrutiyetin Siyasi Tefekkü-
ründe ‘Garpçılık’ Cereyanı”, İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası, 1948, C: XVI, s. 589.
6 ABDULLAH CEVDET, “Şime-i Muhabbet”, İçtihat, 1329, No: 89. ss. 1890-1984.
7 TOKER Nilgün, TEKİN Serdar, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri: ‘Ka-
musuz Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye’ ”, Modernleşme ve Batıcılık İçinde, Cilt 3,
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 83.
8
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, 3. b., (İstanbul: Ülken Yay., 1992), s.
207
9 ABDULLAH CEVDET, “Mevlana’nın Rubaileri”, İçtihat, 1932, No: 339, s. 5661.
10 ÜLKEN, a.g.e., s. 206.
11 BERKES, a.g.e., ss. 376-378.
12
KAVCAR Cahit, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, (Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, 1985), ss. 50-51.
13 BERKES, a.g.e., s. 380.
14
KARACA Nuray, Pozitivizmin Erken Cumhuriyet Dönemine Etkisi, (Ankara: Anı Yayıncı-
lık, 2008), s. 81.

87
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

15 ABDULLAH CEVDET, “Hemşerilerime”, İçtihat, 1908, No:8, ss. 309–312.


16
TUNAYA, “Amme Hukukumuz…, s. 610.
17 CELAL NURİ, “İttihad-ı İslam”, İçtihat, 13 Kanun-i Sani, 1328, ss. 1177–1180.
18 TUNAYA, “Amme Hukukumuz…, s. 613.
19
LEWIS Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 5. b., Çev. Metin Kıratlı, (Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1993), ss. 235–236.
20
ERSOY Mehmet Akif, Safahat, C.II, haz. Ömer Faruk Huyugüzel vd., (İstanbul: Feza Gazete-
cilik, Basım Yılı Belirtilmemiş), s. 766.
21
TURHAN Mümtaz, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, 3.b, (İstanbul: Babı Ali Yayınevi), 1961.
22 NİŞANCI Şükrü, ÇAYLAK Adem, “ Osmanlıda Siyaset-İktisat Dengesi ve Cumhuriyete Ka-
lan İktisadi Miras”, Türkiye’nin Ekonomi-Politiği, (ed) Mehmet Dikkaya vd. (Ankara: Orion
Yayınları, 2008), s. 39. Ayrıca bkz. TEZEL Yahya Sezai, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tari-
hi, 5.b, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2002, s. 73; PAMUK Şevket, Osmanlı-Türkiye Tarihi
(1590–1914), 5. b., İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1999, s. 161.
23
TURHAN, a.g.e., ss. 71–76.
24
Arnold Toynbee’ye göre, güçlü olan yabancı kuvvetlerle karşılaşan mağlup tarafın başlıca iki
tepkisi vardır. Bunlardan biri “Zealotluk”, diğeri “Herodianlık”tır. Zealot, rakip gücün tehlike-
sine karşı, körü körüne eski silahlarına, yöntemlerine daha sıkı sarılır. Herodian ise bilinme-
yenin tehlikesinden korunmak için en etkili çarenin rakibin sırrını keşfetmekte yattığını bilen,
kısaca geleneksel yöntemlerini terk edip, düşmanın taktiğini öğrenen insandır. Zealot, kendi-
sini takip etmek edenlerden kurtulmak isteyen deve kuşunun başını kuma sokması gibi geç-
mişe sığınmaya çalışır, içgüdüsüyle hareket eder; Herodian ise aklıyla hareket eder. Batının
meydan okumasına karşı İslam dünyasındaki tepkileri bu kavramlar ışığında açıklayan
Toynbee, Mısırda Mehmet Ali Paşa ve Türklerin Herodianlığın temsilcisi olarak görmektedir.
Batı üstünlüğüne girişilen mücadelede, Zeolotluğa göre daha etkili bir çözüm olmakla birlikte
Toybee’ye göre Herodianlık da gerçekte iyi bir çözüm değildir. TOYNBEE Arnold, Medeni-
yetler Yargılanıyor, Çev. Ufuk Uyan, (İstanbul: Ağaç Yayıncılık, 1991), s. 173–174.
25
TOYNBEE, a.g.e., s. 176.
26
TOYNBEE, a.g.e., s. 177.
27 TOYNBEE, a.g.e., s. 176–178.
28
TÜRKÖNE Mümtazer, İslamcılığın Doğuşu, 2.b, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1994), ss. 32–33.
29 KARA İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, (Basım Yeri ve Yılı Belirtilmemiş), s. 25.
30
SAİD HALİM PAŞA, “İslamlaşmak”, Sebilürreşad, 1334, Cilt:15, Sayı: 378, s. 255.
31
TÜRKÖNE Mümtaz’er, “İdeolojik İslam”, Türkiye Günlüğü, Güz 1991, S.16, ss. 60–62.
32 TUNAYA Tarık Zafer, İslamcılık Akımı, (İstanbul: Bilgi Ün. Yayınları, 2003), ss. 7–12.
33
BERKES, a.g.e., s. 345
34
KARA İsmail, İslamcıların Siyasi Görüşleri, (İstanbul: İz Yayıncılık, 1994), s. 27.
35 KARA, İslamcıların…, ss. 107–111.
36 KARA, İslamcıların…, s. 66–67.
37 KARA İslamcıların….s. 71.
38
KARA, İslamcıların…, s. 70–71.
39 KARA, İslamcıların…, s. 70–71. İslamcılar gerçekten Terakkiye büyük bir ümit bağlamışlardı,
ancak sonuç büyük bir hayal kırıklığı doğurdu. Mehmet Akif bir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Hürriyet aldık” dediler gaybe inandık/ Ey vah bu baziçede biz yine yandık. Cemiyete bir fır-
ka dedik, tefrika çıktı/ sapasağlam iken milletin erkânını yıktı. ERSOY, a.g.e., s. 916.
40
MARDİN Şerif, Türkiye’de Din ve Siyaset, 5.b., (İstanbul: İletişim Yay., 1998), s. 29.
41 TUNAYA Tarık Zafer, İslamcılık Akımı, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yay., 2003), s. 67.
42 GÜNDÜZ Mustafa, II. Meşrutiyetin Klasik Paradigmaları, (Ankara: Lotus Yay., 2007), s. 68.
43 GUENON Rene, Doğu ve Batı, Çev. Fahrettin Aslan, İstanbul: Ağaç Yay., 1991, s. 7.

88
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

44 Batının son zamanlardaki önemli düşünürlerinden Arnold Toynbee’nin düşünceleri de yakla-


şık bu doğrultudadır. Batı medeniyetini kuran teknolojinin, maddi dünyayı ne kadar gelişti-
rirse geliştirsin, insanın sosyal adalet isteyen ruhunu teskin etmediğini, çünkü medeniyet için
asıl mihengin “teknoloji” değil “adalet” olduğunu ileri süren Toynbee, dinlerin ve özellikle İs-
lam’ın bu “zor ruhsal görevi” yerine getirmek üzere hala yaşamakta olduğuna dikkat çek-
mektedir. Ona göre, batı yalnızca teknolojinin sağladığı zenginlikle yaşayamaz. “Torunları-
mız sadece batılı olmayacak” diyen Toynbee’ye göre, onlar, aynı zamanda Konfüçyus, Lao-
Tse, Sokrates, Buddha, İsa, Muhammed, İbn Haldun, Gandhi vb. kişilerin mirasçısı olacaktır.
TOYNBEE Arnold, Medeniyetler Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, (İstanbul: Ağaç Yayıncılık,
1991), ss. 76–80.
45
SAİD HALİM PAŞA, Buhranlarımız, haz. Ertuğrul DÜZDAĞ, (Tercüman 1001 Eser, Basım
Yeri ve Tarihi Belirtilmemiş), ss. 88–93.
46 BERKES, a.g.e., s. 410.
47 MARDİN Şerif, Türkiye de Din ve Siyaset, 5.b., (İstanbul: İletişim Yay., 1998), s. 28–29.
48 ÜLKEN, a.g.e., s. 204.
49 KÖSEOĞLU Nevzat, “Türk Milliyetçiliği İdeolojisinin Doğuşu ve Özellikleri”, Modern Tür-
kiye’de Siyasi Düşünce İçinde, C.4, 2.b, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 220.
50
GÜNDÜZ Mustafa, II. Meşrutiyetin Klasik Paradigmaları, (Ankara: Lotus Yay., 2007), s. 247.
51
KARA İsmail, “İslamcılarla Türkçüler Arasında Bir Milliyetçilik Tartışması”, Tarih ve Top-
lum, S.28, Nisan 1986, s. 240–241.
52
KARA İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Temel Metinler, (Yayım Yeri Belirtilmemiş,
Gerçek Hayat Dergisi, Yayım Yılı Belirtilmemiş), ss. 635–637.
53
SMITH Antony, Milli Kimlik, 2.b, Çev. Bahadır Sina Şener, (İstanbul: İletişim Yayınları,
1999), s. 39.
54 GELLNER Ernest, Uluslar ve Ulusçuluk, Çev. Büşra Ersanlı Behar, (İstanbul: İnsan Yayınları,
1992), s. 24–25.
55
ANDERSON Benedict, “Introduction”, (Ed.) Gobal Balakrisnan, Mapping the Nation, Lon-
don and New York, 1996, pp. 18–23.
56 GELLNER, a.g.e., ss. 27-28
57 GELLNER, a.g.e., s. 105.
58 GELLNER a.g.e., s. 105
59 ANDERSON Benedict, Hayali Cemaatler, 2.b, Çev. İskender Yaşar, (İstanbul: Metis Yayınla-
rı, 1995), s. 20.
60 ANDERSON, a.g.e., s. 21.
61 DERİNGİL Selim, “Osmanlı İmparatorluğunda ‘Geleneğin İcadı’, ‘Muhayyel Cemaat’ (Tasa-
rımlanmış Topluluk) ve Panislamizm, Toplum ve Bilim, S. 54/55, 1991, s. 48–49.
62 SMITH, a.g.e. s. 26.
63 HABERMAS Jurgen, Küreselleşme ve Milli Devletin Akıbeti, Çev. Medeni Beyaztaş, (İstan-
bul: Bakış Yayınları, 2002), s. 81.
64
SMITH, a.g.e., s. 26.
65 SMITH, a.g.e., s. 28. Bunun ilginç yansımalarını Batı-dışı bir milletçilik örneği olan Türk milli-
yetçiliğinin gelişim çabalarında açıkça görmek mümkündür. Aidiyet duygusu oluşturmaya
dönük politikalarla yeni bir insan yaratılmaya çalışılmaktadır. Nitekim Türkçülüğün Türki-
ye’deki önemli savunuculardan Moiz Kohen’in ( sonradan bir Türk adı olan Tekin ALP ismini
almıştır) milliyetçilik anlayışı yazdığı kitabın isminden de anlaşılacağı gibi “Türkleştirme”dir.
Tekin ALP, ortak bir aidiyet duygusu için, Yahudi vatandaşlardan çoğu dil ve kültür konula-
rını içeren, Tevrat’ın on emrinin karşılığı olarak şunları istemektedir: 1-Adlarını Türkleştir, 2-
Türkçe Konuş, 3-Havralarda dualarını Türkçe oku, 4-Okullarını Türkleştir, 5-Çocuklarını dev-
let okullarına gönder, 6-Ülke işlerine karış, 7-Türklerle düşüp kalk, 8-Cemaat ruhunu kökün-
den sök, 9-Ulusal ekonomi konusunda sana düşen görevi yap, 10- Hakkını bil. ALP Tekin,

89
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Türkleştirme, Günümüz Yazı ve Diline Aktaran, Özer Ozankaya, (Ankara: Kültür Bak. Yay.,
2001), s. 75.
66 AKÇURA Yusuf, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, (Ankara: Kültür Bak. Yay., 1981), ss. 18–30.
67
KUSHNER David, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Çev. Şevket Serdar Türet vd., (İstanbul:
Kervan Yayınları, 1979), s. 13–14.
68
HEYD Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, 2. b., Çev. Kadir Günay, (Ankara: Kültür Ba-
kanlığı Yayınları, 2002), s. 13.
69 KUSHNER, a.g.e., s. 46.
70
ŞEMSETTİN SAMİ, “Lisan-ı Türkî- Osmanî”, Hafta Dergisi, Sayı: 12, 10 Zilhicce 1298 (1880);
Aktaran, Agâh Sırrı Levend, Şemsettin Sami, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1969), ss.
153–156.
71 KUSHNER, a.g.e., s. 63–64.
72 SHAW Stanford ve SHAW Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. II, 2.
b., Çev. Mehmet Harmancı, (İstanbul: e Yayınları, 1994), s. 317–318.
73
KUSHNER, a.g.e., s. 17.
74
KARAKAŞ Mehmet, “Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği”, Doğu Batı, S. 38, Ekim 2006, ss. 64–
67.
75 HAYRULLAH EFENDİ, Avrupa Seyahatnamesi, Günümüz Yazı ve Diline Aktaran, Belkıs
Altuniş-Gürsoy, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002), ss. 187–189.
76
TOPRAK Zafer, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum, Milli İktisat- Milli Burjuvazi, (İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995), s. 6–7.
77 AHMET Feroz, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 3. b., Çev. Yavuz Alagan, (İstanbul: Kaynak
Yayınları, 2002), s. 58–59.
78 BERKES, a.g.e., s. 405.
79 AKÇURA Yusuf, Üç Tarzı Siyaset, 4. b., (Ankara: Türk Tarih Kur. Yay., 1998), s. 31.
80 GÖKALP Ziya, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, 5. b., Haz. İbrahim KUTLUK,
(Ankara: Kültür Bakanlığı, Ziya Gökalp Yayınları, 1976), ss. 5–7
81
KARAKAŞ Mehmet, “Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği”, Doğu-Batı, Yıl: 9, S. 38, s. 63.
82
ÖĞÜN Süleyman Seyfi, Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye, (İstanbul: Bağlam Yayınları,
1995), s. 170.
83
DENİZ Faruk, “İmparatorluktan Ulus Devlete Geçişte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemalin
Yeni Siyaset Arayışları”, Divan, Yıl: 2006/2, ss. 35–62.
84 GÖKALP Ziya, Türkçülüğün Esasları, (Ankara: Kültür Bak. Yay., 1986), ss. 12–19.
85 HEYD Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Çev. Kadir Günay, (Ankara: Kültür Bak. Yay.,
2002), s. 37.
86 GÖKALP, Türkleşmek…, s. 7; Ziya Gökalp’ın bu düşüncesinin son dönem Osmanlı aydınları
tarafından yaygın bir şekilde paylaşıldığı anlaşılmaktadır. Örneğin, Osmanlının son dönem-
lerindeki en etkili gazetelerinden “Basiret”te “Fezail-i Milliye” (Milletlerin Faziletleri) başlıklı
bir yazıda, Amerikan ve İngiliz Vatandaşlarının vatanları tehlikede olduğu zaman mal ve
canlarından nasıl vazgeçtikleri övülerek anlatılmaktadır. Yazı “Osmanlı devletinin ise şu teh-
likeli günlerde vatanları uğruna yardım yapmak akıllarından bile geçmiyor” diye devam edi-
yor. YERLİKAYA İlhan, XIX. Yüzyıl Osmanlı Siyasi Hayatında Basiret Gazetesi, (Van: Yü-
züncü Yıl Üniversitesi Yay., 1994), s. 102.
87
KUSHNER, a.g.e., s. 30.
88 GÖKALP, Türkleşmek …, s. 44.
89 GÖKALP, Türkleşmek…, s. 47–48.
90
GÖKALP, Türkleşmek…, s. 48–49.
91
LEVEND Agah Sırrı, Şemsettin Sami, Ankara: Türk Dil Kur. Yayınları, 1969, s. 153.
92 LEVEND Agâh Sırrı, a.g.e., s. 156.

90
4. Bölüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar / Şükrü Nişancı

93 DANİŞMEND İsmail Hakkı, Ali Süavi’nin Türkçülüğü, 2.b., (Yayın Yeri Belirtilmemiş, C.H.P
Genel Sekreterliği Yayınları, 1942), s. 34.
94 ÖKSÜZ Yusuf Ziya, Türkçe’nin Sadeleştirme Tarihi, Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi,
(Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1995), s. 113–115.
95 GÖKALP, Türkleşmek…, ss. 50–52.
96
AHMED AGAYEF, “Türkler İçinde Milli Hareket”, Türk Yurdu, C.3, S.65, s.295-296. Aktaran,
Hüseyin SADOĞLU, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2003), s. 161
97
GÖKALP, Türkleşmek…, s. 12.
98 HEYD, a.g.e., s. 144.
99
GÖKALP, Türkleşmek…, s. 30–31.
100 GÖKALP, Türkleşmek…, ss. 31–33.
101 GÖKALP, Türkleşmek…, s. 42; Denebilir ki, kültürü, medeniyetle karıştırmak, bu ikisi ara-
sındaki sınırları tam bir açıklıkla çizememek Garpçıların ve İslamcıların ortak eksikliğidir.
Hilmi Ziya Ülken’in de işaret ettiği gibi, uzun süre Tanzimat’ın Avrupacıları ile İslamcıları,
Fikret ile Akif, Abdullah Cevdet ile Sebilürreşad arasındaki mücadelenin neticesizliği de bun-
dan ileri geliyordu. Ziya Gökalp, ilk defa kültür ve medeniyetin (uygarlık) sınırlarını tam bir
açıklıkla çizerek bu buhranın önüne geçmeye çalışmıştır. ÜLKEN Hilmi Ziya, Tarihi Madde-
ciliğe Reddiye, (İstanbul: Türk Sosyoloji Cemiyeti Yayınları, 1951), s. 145.
102 PARLA Taha, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 5. b., (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2005), s. 62.
103
Gökalp’ın, halk kitlelerinden okumuş entelektüellere kadar uzanan bu terbi-
ye/toplumsallaşma potasını “millilik” ve “cinnet” ikilemi etrafında tanımladığı anlaşılmakta-
dır. Bir şiirinde şöyle demektedir: “Okumuşlar! Bırakınız gururu/ Milli harsı öğreniniz millet-
ten… O vicdandır, sizse onun şuuru/ Köksüz şuur uzak değil cinnetten. AÇIKEL Fethi, “Dev-
letin Manevi Şahsiyeti ve Ulusun Pedagojisi”, Türkiye’de Siyasi Düşünce, Milliyetçilik, C. 4,
2. b., (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 123.
104 GÖKALP Ziya, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, Haz. Rıza Kardaş, (İstanbul: Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992), ss. 105–108.
105 HEYD Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, 2. b., Çev. Kadir Günay, (Ankara: Kültür Ba-
kanlığı Yayınları, 2002), ss. 75–76. Ziya Gökalp’ın “teknik eğitim”- “vicdani eğitim” şeklindeki
başlıca iki tür eğitime verdiği önemde, muhakkak ki içinde yetiştiği ailenin de büyük bir etki-
si olmalıdır. Bilime meraklı Ziya Gökalp’ın Avrupa’ya tahsile gönderilmesini salık veren bir
dostuna Gökalp’ın babasının verdiği nükteli cevap ailenin eğitime bakış açısını pek güzel
yansıtmaktadır. Söz konusu diyalogda babası, Ziya’nın Avrupa’ya gitmesine sıcak bakmaz,
çünkü Ziya, oraya giderse “gâvur olur”. “Öyleyse burada eğitime devam etsin” şeklindeki
öneriye verdiği cevap ise “o zamanda eşek kalır” şeklindedir. HEYD, a.g.e., s.7. Babasının da
aynı ideale bağlı olarak “oğlumu hem şark hem de garp ilimleriyle yetiştireceğim” demesi ve
kısa süre sonra vefat etmesi, Oğul Gökalp’ta adeta bir vasiyet etkisiyle, büyük bir inkılâba yol
açmıştır. GÖKALP Ziya, Küçük Mecmua, Birinci Cilt, Sayı: 18, 25 Eylül 1922, ss. 1-3.
106
ERSANLI Behar Büşra, İktidar ve Tarih, Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu (1929-
1937), (İstanbul: Afa Yayınları, 1992), s. 74-75.
107 GÖKALP Ziya, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, Haz. Rıza Kardaş, (İstanbul: Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992), s. 51.
108 GÖKALP, Türkleşmek…, s. 1.
109 TUNAYA Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. I, 2. b., (İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayın-
ları, 1988), s. 10.

91
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

5. BÖLÜM
OSMANLI VE CUMHURİYET MODERNLEŞ(TİR)MESİNDE
TARİH, DİN VE ETSİNİTE ALGISI

Adem ÇAYLAK∗
Adem ÇELİK∗

TARİHSEL ARKAPLAN
Tarih, bir bakıma belirli sembol, kavram ya da sayılarla kimi zaman mit-
leştirilip yüceleştirilen, kimi zaman da “sapmalar”la izahı çalışılan simgelere
bürünmüş olayların içinde sessizce aktığı bir su yatağına benzer. Aslına bakı-
lırsa yatakta akıp giden milletlerin dünyaya bakış açılarını yansıtan karakterle-
ridir. Mardin’in ifadesiyle, “Bir milletin dünya görüşünü, tarih literatürü kadar çok
az şey yansıtmaktadır”.1 Bu açıdan bakıldığında, Türk tarih algısının da, Türki-
ye’de son yıllarda ortaya çıkan siyasi felsefedeki değişmeleri gayet iyi yansıttı-
ğı söylenebilir. Bu haliyle, Türkiye’de sembolikleştirilen her tarihi dönemeç,
belirli dünya görüşlerinin imgeler dünyasında şekillendirilmektedir. Cumhu-
riyet modernleşmesiyle yeni bir tarih, yeni bir milli kimlik ve bu kimliğe uy-
gun bir milli din yaratma sevdasında olan cumhuriyet seçkinleri, verili gerçek-
liğe, tarihsel ve toplumsal tahayyülün içinden bakmayıp ve toplumun kültürel
kodlarının farklılıklarını hesaba katan bir çerçeve içinde yaklaşmayıp, kayna-
ğını pozitivist ilerlemecilik (düzen ve birlik içinde ilerleme/ilerletme)2 yakla-
şımdan alan belirli ilkeler demeti doğrultusunda, “toplumu siyasal, ekonomik,
toplumsal ve kültürel tüm yönleriyle değiştirmeyi, yenileştirmeyi, çağdaşlaştırmayı
amaç edinmek3” mantığı ile tarihi sürekliliğin inkârı anlamına gelecek özsel bir
kopuş gerçekleştirmeyi amaç edinseler de, içerdiği zihniyet dünyası ile kendi-
sinden önceki tarihi dönemecin farklı formda yeniden üretimi anlamına gel-
mekle kalmayıp Türkiye’nin siyasi tarihini, belirli siyasal yönelimlerin elinde
“donduran”, “mitleştiren” ve “kutuplaşmalarla” anlaşılabilen bir hüviyete
büründürmüşlerdir. Bu şekildeki bir tarih algılaması ise, Türkiye’nin siyasal
yaşamının kendi içinde cereyan eden süreklilik ile kırılma dönemlerinin kimi


Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.

Arş. Gör., Kocaeli Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü.

93
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

ayrıntılarının görünmesini zorlaştırmakta kalmamakta, tarih içindeki “dip


akıntılarını” görmezden gelen bir tür “tarihsizlik” yaratabilmektedir.
Bu açıdan bakıldığında cumhuriyet modernleşmesi, Osmanlı modernleş-
mesinin bir ürünü olmakla birlikte, ondan da öte Türk-İslam İmparatorlukla-
rından beri devam ede gelen nizam-ı alemciliğin gereği olarak içindeki top-
lumsallıkları birlik ve düzen uğruna dengede tutma ve ona sürekli bir biçim
vermeyi önceleyen devlet ve bürokrasi eksenli merkeziyetçi yönetsel ve siyasal
felsefi zihniyetin4 modern formda devamından başka bir şey değildir. Klasik
Osmanlı siyaset ve yönetim felsefesinin önemli bir yönünü teşkil eden patri-
monyal aşkın devlet olgusu ve örf-i sultani ve adab ilkesi gereğince padişaha
şeriattan bağımsız olarak “gereklilik-ussallık” ve “kamu maslahatı” uğruna
“devlet yönelimli ve seküler” kural koyma hakkının tanınması,5 Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e uzanan modernleşme sürecine hakim olmuştur. Bu sürece bağlı
olarak tarihsel kökleri Osmanlı Enderun ocaklarındaki toplumsallaşmalara
uzanan, daha sonra kalemiye tabakasından çıkan ve batılı-laik okullarda eği-
tim gören Yeni Osmanlı, Jön Türk, ve Kemalist seçkinci askeri-sivil bürokrasi
için devlet ve devlet maslahatı, seçkinlerin elinde topluluğun genel uyumunu
sağlayacak ve bir arada tutacak kendinde zati bir güç olarak tasavvur edilmiş-
tir.6 Başka bir deyişle, bu aslında eski Osmanlı geleneksel adab geleneğinin me-
kanik bir sekülerlik biçimiyle diriltilmesi anlamına gelmektedir.7 Cumhuriyetle
birlikte devletin dayandığı normatif çerçeve değişmeye yüz tutsa da klasik
dönemdeki “kişisel ve keyfi” olmayan belli kurum ve normlar üzerine dayalı
klasik “aydınlanmacı despotizm” (ılımlı aşkın devlet),8 bu kez seçkin asker-
sivil bürokratların elinde Batı orijinli aydınlanma felsefesi ve toplumu poziti-
vist bir biçimde inşa etme sürecine bağlı olarak devlet siyasetinde tek ölçütün
“akıl ve bilim” olması gerektiği fikriyle bütünleşerek -formu değişse de içeriği
aynı kalan- Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs etmiştir. Ülkesi üzerinde yaşa-
yanlara bir “mülk” olarak bakan ve siyasal egemenliği de “mülkiye(t)”9 olarak
tasavvur eden patrimonyal aşkın/güçlü devlet olgusu, yeni devlete bir millet
yaratmak isteyen ve onu devletle organik bir bütünsellik içinde tasarlayarak
“sınıfsız, kaynaşmış bir toplum” ülküsü Kemalist cumhuriyetçi seçkinlerin
elinde “halk için halka rağmen” formülüyle devreye sokulmuştur.10 Bu aslında
kökleri Osmanlı’da saklı patrimonyal devlet geleneğinin, Kemalist seçkinler
elinde topluma derinlemesine müdahale imkânı veren daha paternalist bir
karaktere bürünmesidir.
Öte yandan Orta Asya Türk ve Moğol devlet geleneği ile Maverdi ve Fa-
rabi gibi İslam düşünürlerinin toplumsal düzenin korunması ve adaleti temin
açısından devlete öncelik tanıyan İslam yorumlarından esinlenen Osmanlı
klasik siyasal düşüncesinde dinin muhafazası için devletin güçlü olması gerek-
tiği anlamına gelen din ü devlet11 anlayışı ve başta bulunan sultanın maslahat
ve örf gereği ve adab ilkesi mucibince şeriattan bağımsız kural koyma gelene-
ğinin (örf-i hukuk) vücut verdiği devlet maslahatı (hikmet-hükümet) gelene-
ği,12 gerek Osmanlı modernleşmesinde gerekse Cumhuriyet modernleşmesin-
de devleti, Batı Avrupa ülkelerinde egemen olan değerlere göre toplum-
sal/siyasal bir biçimde örgütlendirmek ve ona uygun bir biçimde düşün ve

94
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

davranış kuralları çerçevesinde dönüştürmek isteyen seçkinlerin zihin dünya-


sını belirlemiştir. Her ne kadar Osmanlı modernleşmesinde, modern-
leş(tir)menin öznesinin devlet ve kurumları olduğu, Cumhuriyetle birlikte
geçmişin değer ve bağlarından (din ve etnik köken) tümüyle koparılmak iste-
nen topluma, çok daha radikal ve dikey müdahale anlamına gelen milli bir
şuur aşılamanın hedeflendiği ve toplumun yasaklayıcı ve yaptırımcı bir biçim-
de dönüştürülmek istendiği kabul edilse bile13, nihayetinde öz aynen korun-
muş ve devlet siyasal meşruiyeti kendi tekelinde tutmaya devam etmiştir. Baş-
ka bir deyişle Cumhuriyetle birlikte Kemalist devrimlerin esin verdiği yeni
Türkiye Devleti, toplumu İslami/geleneksel Osmanlı geçmişinden uzaklaştıra-
rak felsefi olarak Aydınlanma yüzyılı, Fransız devrimi ve pozitivist-
solidarist/korporatist anlayışın biçimlendirdiği ulusçuluk ve laiklikle topluma
yeni bir kültürel temel inşa etme isteğine rağmen, siyasal değişimde -meşruiyet
içeriği değişse de- devlete ve seçkinci anlayışa öncelik tanıdığından yapısal,
davranışsal ve özellikle de zihniyet olarak tevarüs ettiği Osmanlı’nın bir de-
vamı niteliğindedir.14 Böylesi bir kavramlaştırmada devletin “İslami” ya da
“seküler/laik” karakteri önemli değildir. Bu açıdan Cumhuriyet dönemi siyasal
kültürü de aynı geleneğin ve zihni yapının başka bir formatta devamından
başka bir şey olmayan devlet kavramlaştırmasından nasibini almıştır ve alma-
ya devam etmektedir.15 Bu bakımdan mesela klasik dönem Osmanlı’daki din ü
devlet anlayışı ile Osmanlı modernleşmesinde, dönemin Batılı Darwinist-
materyalist düşünürleri Büchner ve Isnard ve kitle psikoloğu Le Bon’un fikirle-
rinden esinlenen Abdullah Cevdet, Beşir Fuat ve Rıza Tevfik gibi Askeri Tıbbi-
ye’de yetişen biyolojik materyalistler ile August Comte sosyolojisiyle beslenen
Ahmet Rıza gibi pozitivistlerin elinde dinin, toplumsal içeriği bakımından iler-
lemede bir araç olarak kullanılmak istenmesi arasında bir fark yoktur.16 Aynı
şekilde dinin Durkhemci bir biçimde toplumsal yapıştırıcı ve birleştirici yö-
nünden yararlanılması konusunda, devlet merkezli milli bir kimlik inşa etmek
isteyen Jakoben Kemalistlerin elinde dine, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi
son dönem Osmanlı modernleşmecilerinin “Türkleştirilmiş” bir din inşa etme
geleneğinin takip edilerek, “milli” bir karakter verilmek istenmesi de aynı ge-
leneğin bir devamı niteliğindedir.
Yine belirgin bir biçimde Tanzimat’la girilen ve I. ve II. Meşrutiyet dönem-
lerinde devam eden Osmanlı modernleşmesiyle öz açısından bu sürecin bir
devamı niteliğinde olan Kemalist cumhuriyet modernleşmesinde iktidarın
dizginlerini ele geçirmiş bürokrat ve aydın tabakaya hakim olan zihniyet ve
davranış biçimi, geleneksel Osmanlı devlet adamı ve resmi ulemaya hakim
olan zihniyetten pek farklı değildir. Özellikle Kemalistler, cumhuriyet dönemi
ile birlikte çağdaş Batılı laik değerlerin yön verdiği yepyeni bir değerler man-
zumesi üzerine oturan ulus-devlet tipi bir toplumsal ve siyasal organizasyon
biçimi ve yaşam tarzı benimsendiğini iddia etseler de, biçimsel değişikliklerin
ötesinde Kemalist cumhuriyet modernleşmesinin fikri kökenleri, Türk-İslam
İmparatorlukları geleneğinden gelen geleneksel Osmanlı devlet adamına ha-
kim olan toplumsal tabakaları içtimai mevkilerinde tutma anlayışının bir teza-
hürü olan düzenleyici ve denetleyici tavrı, toplumu “tanzim” (düzenlemek)
edici bir süreçten geçirmek isteyen Tanzimat bürokratına, kitleleri Batı’nın

95
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

“bilim” ve “fenni” ile aydınlatıp dönüştürmek isteyen Jön Türk Osmanlı aydı-
nına ve aynı gelenekten gelen cumhuriyetçi seçkin aydına da hakim olmuştur.
Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan tarihsel süreçte, devlet yönetiminde on seki-
zinci yüzyılın sonundan başlayarak on dokuzuncu yüzyılda giderek etkinliğini
artıran “laik” bürokrat taifesi, bir çözülüşün içinde olduğuna inandıkları Os-
manlı’da devlet mekanizmasını güçlendirerek dağılmanın önüne geçebilecek-
lerini düşünmüşlerdir. Daha sonradan tüm Osmanlı sivil-asker bürokrat taife
ile Batılı eğitimden geçmiş aydınlara hakim olan devlet eksenli “bürokratik
stil”, yönetimi, sosyal ilişkilerin güç boyutu üzerinde algılayan geleneksel
"devlet maslahatı" (reason of state) anlayışından ilham alan işbilir, ampirik gö-
rüşlü ve pragmatik bir grup “laik” memurlar arasındaki özel bir tavrın ürünü
olarak ortaya çıkmıştır.17 Bu bakımdan ülkede kanun hâkimiyetini tesis etmek
isteyen Tanzimat bürokratının düşün dünyasını biçimlendiren Batı kaynaklı
kameralizm (kanunla halka empoze edilen iktisadi refah devleti ve güçlü bir
devletle yapılan siyasal/toplumsal planlama anlayışı)18 ve merkeziyetçi devlet
kurucularının tekellerinde tutmak istedikleri gücü parçalayan her türlü unsuru
ortadan kaldırmaya dönük “aydın despotizmi” de denilen devleti tek elden
yönetme girişimi, Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan tarihsel dilimde modern-
leşmenin egemenliği tek elde toplayan, merkezden idare edilen ve bütün bi-
rimleri bir birinin eşi bir devlet yapısı kurmaya dönük yüzünü açığa çıkarmış-
tır. Bu aslında devletin bekasına dayalı geleneksel Osmanlı yönetim felsefesi-
nin, devlet eksenli tepeden inşaya dayalı Türkiye modernleşmesi ile örtüştüğü
anlamına gelmektedir. Daha sonra bu yönelim, Türkiye Cumhuriyeti’ni kura-
cak seçkinlerin, toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kütle” olarak ta-
savvur ettikleri korporatist tavırlarında açıkça görülecektir. Çünkü Kameralist-
lere göre güçlü bir devlet, aynı zamanda güçlü ve problemsiz bir orta sınıfa
dayanan bir devlettir. Bunun altında, tebaaya eğitim ve ticareti kolaylaştırarak,
onları birer "üretici" haline getirmek ve bu yolla elde edilen vergilerden yeni
tipte bir orduyu, bürokrasiyi ve devlet kurumlarını güçlendirmek gerektiği
şeklindeki fikir yatmaktaydı.19
Osmanlı devlet adamlığı idealini sürdüren Tanzimat reformları ve sonra-
sındaki gelişmeler "devletin güçlendirilmesi" amacından bağımsız olarak ele
alınamayacağı için20 yukarıda belirtilen merkezin bürokratik düşünüş ve dav-
ranış tarzı yerine oturacaktır. Çünkü Batılı tarzda gerçekleştirilen reformların
arkasındaki itici güç, "devlet gücünü modern yöntemlerle yetiştirilmiş bir ordu
ile desteklemek ve bunun için teknolojik ve ekonomik kalkınmayı sağlamak"
olmuştur.21 Bu da Tanzimat dönemi devlet adamlarının otoriter bir yönetim
anlayışının temsilcisi olmak durumunda bulundukları ve otokratik bir mo-
dernleşmenin yolunu açtıkları anlamına gelmektedir.22 19.yy’da Osmanlı yöne-
ticilerinin, yönetimi merkezileştirmek amacıyla devlet ve uyrukları arasında
ana güçlerin olmamasına dayanan geleneksel ideali canlandırmaya çalıştıkla-
rı23 göz önüne alındığında, Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan otoriter yönetim
anlayışının hangi temellerden beslendiğini göstermektedir. Bu reformcu bü-
rokrasi, bu gayeye matuf olarak, reformun ilk can alıcı noktası olarak, askeri ve
sivil bürokrasiyi hazırlayan eğitim kurumlarının modernleştirilmesini seçmiş-
tir. Devletin gücünü yenileme ile ilgili askeri, idari, hukuki ve diğer alanlarda

96
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

yapılan tüm reform çabaları, bürokratın almış olduğu eğitimin amaçları açı-
sından önemlidir. Osmanlı devlet adamlarının amaçlarına çok benzeyen amaç-
lara yöneltilmiş Fransız "Grandes Ecolés" ünü model olarak seçen 19. yy re-
formcuları, "devletin çıkarlarını" göz önünde tutan iyi yetişmiş, bilgili bürokra-
tik seçkinler yetiştirmeye yönelik eğitim kurumlarının açılması gerektiğine
inanmışlardır.24
Eğitim alanındaki bu gelişmeler, Osmanlı’da devlet gücünü her şeyin üs-
tünde tutan bir "laik" bürokrat tabakanın oluşturulmaya çalışılmasıyla ilgili-
dir. Başka bir deyişle, eğer Batı müesseseleri ve bu arada eğitim kurumları
devleti ihyaya muktedir ise benimsenmiştir. 25 Aslına bakılırsa bu anlayış, kla-
sik Osmanlı döneminde devletin düzenleyici rolü konusunda resmi ulemanın
toplum nezdinde sağladığı meşruiyetin yeni şartlarda ona paralel bir biçimde
oluşturulan “laik” ulema camiası ile devam ettirilmesiydi. Yani toplumsal ce-
maatler ile onların ideolojisini paylaşan ulema arasındaki kadim bağlar yeni
süreçte “laik” cemaatte yeniden oluşturulmuştur. Böylece cumhuriyetle birlik-
te daha da netleşen genel bir laikleşme ve millileşme modelinin parçası haline
gelen eğitim, aydınlanmacı reformlarla toplumu dönüştürmek ve kendisine
bağımlı kılarak biçimlendirmek isteyen devlet için en elverişli araçlardan birisi
olmuştur.26 Eğitim reformuna ilişkin söylenebilecek önemli bir husus, eğitimin,
Osmanlı-Türk bürokrasisinin seçkin grubunu diğer toplumsal gruplardan ayı-
ran en önemli kriter olmaya başlamasıdır. Bu dönemde olan bürokratların al-
mış olduğu eğitim, sosyo-ekonomik kökene baskın olmuş ve siyaset yapımı
için gerekli kriterlerin kaynağı olmuştur.27 Bu durum, 19. yy’da giderek iktisadi
temelli "Müslüman orta tabaka"nın çökmeye başlamasıyla birlikte, Türk tüccar
ailelerinin çocuklarını "kâtip" ve "memur" yetiştirmek için çok çaba sarf etme-
leri göz önüne alındığında daha da berraklaşmaktadır. Böylece, bu dönemden
başlayarak Türkiye'nin "orta tabaka"sının "devlet çıkarı"nı her şeyin üstünde
gören bir memurlar taifesine dayandığı görülecektir.28
Bu sürece bağlı olarak Tanzimat döneminin sonlarına doğru Osmanlı’da
Tanzimatçı Reşid Paşa'nın "aydın mutlakiyetçiliği" geleneğini sürdüren Ali
Paşa'nın devlet yönetiminde "şahsi bir diktatorya" tesis etme girişimi doğrultu-
sundaki çabalarına29 ve Reşid, Fuat ve Ali Paşa'dan oluşan "vüzera hegemon-
yası"nın hürriyet karşıtı tutumlarına “liberal-dini”30 bir tepkide bulunan ve
öncülüğü Ziya Paşa, İbrahim Şinasi Efendi, Namık Kemal, Ali Suavi’nin yaptı-
ğı bir grup gazeteci-aydından müteşekkil Yeni Osmanlılar hareketine31 hakim
olan anlayış, onların entelektüel geçmişlerine bakılarak daha iyi anlaşılabilir.
Bir kere, Yeni Osmanlıların dünya görüşünün şekillenmesinde İslami ve gele-
neksel Osmanlı entelektüel mirasın, devletin topluma ilişkin "siyasal mükelle-
fiyet"inin olduğuna dair görüşün, devleti yönetmeye ilişkin "daire-i adalet"
teorisinin ve Platon'dan yansımaları olan İslam filozoflarınca (örneğin Farabi)
tekrarlanan "filozof-kral" idealinin önemli bir payı vardır.32 İkinci olarak Yeni
Osmanlılardaki "hürriyet" fikri, Batılı anlamda "şahsi hakların" korunmasına
yönelik değil, aksine toplumun işleyişinin istenilen tarzda tutulmasıyla ilgili
geleneksel damarlardan beslenen "kollektivist bir hürriyet" anlayışı etrafında
odaklanmıştır.33 Bu hürriyet mefhumu bir toplum gerçeğine bağlanabilmiş,

97
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

yani toplumsal temelli olabilmiş bir gerçeklikten uzak kalmıştır. Öyle ki bu


durum, Yeni Osmanlılardan sonra gelen Jön Türkler ve diğer Osmanlı aydınla-
rının hürriyetçi neşriyatlarında aynen tekrarlanmıştır. Bu neşriyatlarda da hür-
riyet mefhumu, romantik ifadeden öteye geçememiştir. Tüm Osmanlı aydınla-
rının protestolarını içeren yayınlarda hürriyet fikri, sosyal bir muhtevadan
yoksun kalmış ve cumhuriyet modernleşmesi ile birlikte de içinde halkı olma-
yan halkçılık jargonuna tevarüs etmiştir. İkinci olarak Yeni Osmanlılar dahil,
sonradan "devleti kurtarmaya" ve yeni bir toplum-devlet görüşü serdetmeye
yönelen Jön Türkleri, İttihad ve Terakki üyelerini ve daha "radikal" bir tutum
alan cumhuriyet seçkinlerini etkileyen batılılaşma doğrultusunda gerçekleştiri-
len reformların üç tanesi önemlidir. Bunlardan ilki, iletişimde modernleşmenin
bir ürünü olan matbaanın kurulmasıdır. Matbaanın kurulmasını “dil”de sade-
leştirme çabaları ve imparatorluğun kültür hayatına canlılık getirecek olan yeni
kitapların basımı takip etmiştir.34 İkincisi, kitle iletişim araçlarının özellikle
gazetelerin Tanzimat'ın son döneminden başlayarak Osmanlı toplumunda
giderek yaygınlaşmasıdır. İbrahim Şinasi Efendi'nin Agâh Efendi ile birlikte
çıkardığı ilk özel Türkçe gazeteden başlayarak çok sayıda Osmanlı aydınının
çıkardığı gazetelerin, geleneksel Osmanlı toplumunda olmayan "kamuoyu",
"milli çıkar", "amme efkârı" gibi birçok yeni oluşumda payı büyük olmuştur.
Bu süreçlere bağlı olarak Osmanlı bürokrat-aydın kesimini etkileyen üçüncü
unsur, devlet-toplum ilişkisinde bir mantalite değişikliği anlamına gelebilecek
"okul sistemi"ndeki değişiklik olmuştur. Modern eğitimin getirdiği yeni "okul"
sistemi, her şeyden önce bir "kitaplar evreni" üstüne kuruluydu. Böylece,
"okul" ve kitap", bu süreçlerden geçen öğrenciyi "ütopik" ya da "model arayı-
cı"ya da "ideal toplumu arayıcı" bir düşünce çerçevesine sokmuştur.35 Yeni
Osmanlılardan başlayarak Jön Türkler, İttihad ve Terakki ve Cumhuriyet dö-
neminde etkili olacak bürokrat-aydın kesim, "kitaplar evreni" üzerine kurulu
yeni okul sistemindeki yüksek öğrenim kurumlarında yetişerek toplumun
değiştirilmesi gerektiğine inanmışlardır. Başka bir deyişle hem İttihatçılar hem
de Kemalistler, Batı kökenli eğitimlerinin bilişsel ve örgütsel bilgilerini aynen
geleneksel sistemdeki iktidar odaklarında olduğu gibi kendi iktidar kaynakları
olarak kullanmışlardır. Böylece meşruiyetlerini bilgiye hükmetmekten alan
aydın-bürokrat kesimin gerçekleştirdiği kültürel reformlar, Osmanlı’dan cum-
huriyete uzanan süreçte özellikle toplumu eski değerlerinden arındırmak iste-
yen Kemalist iktidar tekelinin dayandığı meşruiyet için gerekli olan sembolik
kaynakları da yaratmıştır.36
Tüm bu gelişmelerle birlikte Osmanlı modernleşmesi sürecinde ortaya çı-
kan Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler gibi daha çok Batı tipi eğitimden geçen
aydın tabakanın tüm "aktivist" çabalarına karşın, geleneksel Osmanlı düzenin-
de varlığını sürdüren kısmi ve keskin olmayan “merkez-çevre” ayırımı,37 Os-
manlı’dan cumhuriyete uzanan modernleş(tir)menin giderek daha ladini ve
toplumsal kökenlerden bağımsız bir biçimde keskin bir hal almasıyla birlikte
daha da derinleşmiştir. Başka bir deyişle Osmanlı modernleşmesi başlamadan
önce merkez ile çevre arasındaki tutamak noktaları (örneğin dinsel kurumun
geniş kapsamlı şebekesi ve klasik sistemin toplumu bir arada tutan geleneksel
simgeleri gibi) modernleş(tir)me sürecinde tasfiye edilmesiyle birlikte keskin

98
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

ve uzlaşmaz bir merkez-çevre ayırımı ortaya çıktığı gibi38 toplumun büyük


çoğunluğu için modernleş(tir)me süreci, tarihi bir boşluk yaratmış ve gelenek-
sel düzende dinsel cemaat, akrabalık ya da etnik aidiyetler temelinde varlıkla-
rını sürdüren birincil toplumsallıkların, genele özgü soyut ulus tipi ikincil top-
lumsallıklar çerçevesinde devlet tarafından sosyal dönüşüme uğratılmak is-
tenmesi, söz konusu toplumsallıkların büyük bir kimlik bunalımına girmeleri-
ne yol açmıştır.39 Cumhuriyet modernleşmesinin öngördüğü sosyal mobilizas-
yona ters biçimde kendi kozalarında farklı bir modernleşme üreten ve bu ha-
liyle cumhuriyetin keskin modernleştirme projesi karşısında dinsel ve etnik
temelli toplumsal muhalefet hareketlerine bürünen kimi gerilimlerin arka pla-
nını bu boşluk ve kimlik bunalımlarında aramak yanlış olmayacaktır.
Aynı şekilde Tanzimat'la güçlenen merkeziyetçiliğin ürünü olan Jön Türk
bürokratik intelligenstia da felsefi/spekülatif değer üretemeyen, kendine içkin
muhayyel-özerk bir alan açamayan ve pratik kaygılarla hareket eden Türk
düşün hayatının bir ürünü olarak40 "bu devlet nasıl kurtarılabilir?"41 sorusuna
pragmatik cevap arama noktasında hareket etmişlerdir. Siyasal ve toplumsal
örgütlenme konusunda, Jön Türklerin düşüncelerine egemen olan öğeler, pozi-
tivist bir akılcılık, anayasal bir rejim isteği ve halkçılık olarak görünmektedir.
Jön Türkler, toplumu ilerletmek ve "devleti kurtarmak" için Batının bilim ve
teknolojisinin örnek alınmasının gerekli olduğunu düşünmüşler ve buna göre
bir toplumsal-siyasal örgütlenmenin gerekliliğine inanmışlardır. Bu amacı ger-
çekleştirmek için de toplum hayatında "iyi"nin ne olduğunu bilen eğitimli "ay-
dınlar"ın, "halka doğru" giderek, halkı aydınlatmasının gerekliliği vurgulan-
mıştır.42 Jön Türklerin devleti yönetmeye ilişkin böylesi bir tutum içerisine
girmeleri, Osmanlı devlet adamının devlet yönetimini bir tür "toplumsal mi-
marlık" olarak algılamalarının sonucuydu. Osmanlı devlet adamlarının sözü
edilen pratik ve pragmatik "sosyal mimar" tarafı, toplumsal örgütlenmenin en
iyi şeklinin ne olacağını belirten pozitivist bilime yatkınlıkları açısından da
uyuşuyordu.43
Aslına bakılırsa Batılı bilimsel materyalist sosyologlardan esinlenerek İç-
tihad dergisi ve Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası gibi yayın organla-
rında bir araya gelen Beşir Fuad, Abdullah Cevdet, Rıza Tevfik, Ahmet Şuayb
gibi biyolojik materyalistlerinden A. Comte pozitivizminin derin etkisini üze-
rinde taşıyan ve Meşveret dergisini çıkaran Ahmet Rıza gibi Osmanlı poziti-
vistlerine kadar salınan Jön Türk aydınlarının toplumu tepeden inme inşa et-
meye dayalı pragmatik düşün ve davranış kalıplarının İslami ve Osmanlı geç-
mişi bulunmaktadır. Başka bir deyişle, henüz Batı tesirine maruz kalmazdan
çok önce metafiziği iptal eden İbn Haldun sosyolojisini Türkiye’de takip eden-
lerin kendine mahsus bir pozitivizme sahip oldukları gerçeği, Jön Türk dönemi
ve sonrası Osmanlı ve cumhuriyet aydınlarını ciddi bir şekilde etkilemiştir.
Örneğin İçtimaiyat dergisinde yazan Ziya Gökalp ve Necmettin Sadak gibi
sosyologlardan ilki, Türkçülük hareketini İslamcılık ve garpçılıkla mezcederek
devletin ihtiyaçlarına uygun bir ideoloji meydana getirmeye çalışırken “ilme”
dayandığını iddia etmesi içtimai meseleler yolu ile pozitivizme doğru bir yü-
rüyüştür.44 Bu açıdan Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan modernleş(tir)me sü-

99
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

recinde devleti kurtarmak ya da milli bir devlet kurma azminde olan aydın-
bürokrat-devlet adamı olan Türkiye seçkinleri, Aydınlanma aklı ile Batılı “bi-
lim ve fen”den müteşekkil ilerlemeye dayalı pozitivizmi bir manivela olarak
kullanmışlardır. Bu itibarla, devletin bekası uğruna toplumu birbirleriyle da-
yanışma ve yardımlaşma (solidarisme) içinde hareket eden, uyumlu bir orga-
nizma olarak tasavvur eden korporatist Türk kamu felsefesi, cumhuriyet mo-
dernleşmesinde de devam etmiştir. Cumhuriyet seçkinleri yeni değerler çerçe-
vesinde oluşturmak istedikleri milli devlete “sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış
bir toplum” yaratmak sevdasına düştüklerinden, biçimsel anlamda tüm yeni-
liklere rağmen “öz” korunmuş ve topluma ilişkin geleneksel anlayıştan kopa-
mayarak geleneksel “korporatist” niteliği devam ettirmişlerdir.45 Bunun nede-
ni, Türk-İslam imparatorluklarından Osmanlı’ya ve oradan da Türkiye Cum-
huriyeti’ne intikal eden siyasal kültürde, devlete topluluğun genel uyumunu
sağlamakla görevli bir araç olarak bakılmasından ve devletin vesayetçi bir bi-
çimde toplumu gütmek istemesinden kaynaklanmıştır. Bu açıdan Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu yeni bir Batılı yüze sahip olmasına rağmen, daha
ziyade Osmanlı toplumunun toplumsal, siyasi ve kültürel düzeninin ulusal
çapta yeniden dirilişidir.46
Bu çerçevede Kemalizm devletin birey ve toplum karşısında önceliği ve
kutsallığını savunması bağlamında geleneksel Osmanlı devlet anlayışının de-
vamı ve farklı biçimsel araçlarla yeniden üretilmesi olarak okunabilir. Diğer bir
deyişle, yukarıda da belirtildiği gibi imparatorluktan cumhuriyete geçişte dev-
letin bireye olan öncelliğinin korunması bağlamında özün korunması söz ko-
nusuyken, devletin bekasının korunması açısından biçimsel araçların değişimi
söz konusudur. Ancak bu biçimsel araçlar Kemalistler tarafından icat edilmiş
değil, Osmanlı modernleşmesinde de üzerinde düşünülen kavramlardır ve bir
kısmı Kemalizm öncesi modernleştiriciler tarafından hayata geçirilmişlerdir.
Kemalistler, cumhuriyet öncesinde tartışılan bu kavramları hayata geçirmiş ve
geleneksel kavram ve meşrulaştırım araçlarının yerine laiklik, halkçılık, in-
kılâpçılık ve milliyetçilik gibi araçları koymuşlardır.47 Ancak özü korumak için
geliştirilmiş olan bu araçlar, pozitivist mantığın bir uzantısı biçiminde toplum-
sal hayata, jakoben bir biçimde egemen kılınmaya çalışıldığı ölçüde meşruiyet
krizi ya da Mardin’in ifadesiyle bir boşluk yaratmıştır.48 Devleti içine düşmüş
olduğu gerilik durumundan kurtarmaya çalışan Osmanlı modernleşmecilerin-
den farklı olarak Kemalist elit, içinde bulunulan kötü durumdan kurtulmanın
reçetesi olarak biçimsel anlamda topyekûn Batılılaşmayı hedeflemiş, Batılılaş-
mayı sağlamak için geleneksel araçların yerine yeni araçlar oluşturma çabasına
girişmiştir. Bu araçlardan birisi, olayları destansı bir biçimde anlatarak siyasal
meşruiyet için “tarihi” bir araç olarak kullanan Osmanlı geçmişinde olduğu
gibi cumhuriyet tarihçiliği de Osmanlı tarih yazımının etkisinde kalarak, hem
üslup ve tarz olarak hem de zihniyet olarak Osmanlı tarih yazıcılığını tevarüs
etmiştir. Aslına bakılırsa, 1930’larda yazılan resmi tarih tezi ile tersten impara-
torluk tarihçiliği benimsenmiştir. Başka bir deyişle, ulus-devlet inşa sürecinde
etkili olan Alman ve Fransız romantik, idealist, pozitivist ve tarihselci akımlar-
dan ve geleneksel Osmanlı tarih yazıcılığından esinlenen cumhuriyet tarihçiliği
de, milli kimlik inşa etme sürecinde İslam ve Osmanlı öncesi tarihi, ulusçuluk

100
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

akımını yakacak bir enstrüman olarak tasavvur etmiş, kitleleri Osmanlı ve İs-
lam geçmişinden soyutlayan bir eğitimin aracı olarak görmüş ve tarihi devletin
siyasal meşruiyeti için kullanmıştır.49 İkincisi, muhayyel cemaat anlamında
ulus inşası, ulus inşasının zorunlu sonucu olan yeni tarih ve değerler yaratımı,
dini olanın kamusal alandan uzaklaştırılması anlamında kullanılan laikliktir.50
Devletin kurtarılması için Osmanlıcılık ve İslamcılıktan farklı olarak Batıcılık
ve Türkçülüğün bir sentezi olarak değerlendirilebilecek olan cumhuriyet mo-
dernleşmesi, İslam ve Osmanlı geçmişini Osmanlı modernleşmecilerinden
farklı olarak, yeni kimliğin bir unsuru olarak değil, “ötekisi” olarak görmüştür.
İslam ve Osmanlı geçmişinin ötekileştirilmesi, milli kimliğin inşasında önemli
yer tutan tarih ve köklü bir geçmişe sahip olma duygusunda bir boşluğun açı-
ğa çıkmasına sebebiyet vermiş ve bu boşluk, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi
gibi tezlerle doldurulmaya çalışılmıştır. Üretilmiş olan bu tezler yaratılmış olan
boşluğu doldurmak yerine daha da derinleştirmiştir. Başka bir ifadeyle, devle-
tin kendini kabullendirmesinin geleneksel araçlarının kaldırılmasının yarattığı
boşluğu doldurması için icat edilmiş tarih ve gelenekler, yaratılan boşluğu
dolduramamış, geleneksel kavramlar ve semboller gibi toplum ve birey nez-
dinde meşruluk yaratamamış, aksine meşruiyet krizini sürekli hale getirmiştir.
Mardin’in ifadesiyle, Kemalist ideoloji, ümmetçi ideoloji karşısında dinin top-
lum ve kişi katında gördüğü işlevi görememiştir. Kültürün yaratıcı katında din
ve geleneğin simgesel kozmogonisi içinde kendi anlam dünyasını oluşturan
toplumsallıkların birey nezdinde yaratmış olduğu anlam karşısında Kemalist
milliyetçi ideoloji rakip olamamıştır.51
GİRİŞ
Osmanlı imparatorluğundan cumhuriyet Türkiye’sine geçişte, asıl dönü-
şüm çok etnikli ve çok dinli bir imparatorluktan “laik” ve tekçi ulus-devlete
geçiş alanında yaşanmıştır. İmparatorluktan ulus-devlete geçiş, ulus-devletin
öznesi olan ulusun, kimlerden oluşacağı, hangi araçlar vasıtasıyla inşa edilece-
ği, dinin ulus inşasında yerinin olup/olmayacağı sorularını beraberinde getir-
miştir. Modernist bir proje olarak ulus-devletler, belli bir etnik kor üzerine inşa
edilir ve geçmişin yeniden yorumlanması, kahramanlıklar, semboller ve mitle-
rin üretilmesi üzerine kurulurlar.52 Milliyetçi entelijansiyanın söylediğinin ak-
sine, milletler milli bir uyanışın sonucu değildir, ya da Gellner’in deyimiyle,
“milliyetçilik, milletlerin kendi öz-bilinçlerine uyanma süreci değildir; ulusların var
olmadığı yerde onları icat eder.”53 Milleti milliyetçilerin inşası olarak gören mo-
dernist kuramcıların tamamı toplumsal, iktisadi ve teknolojik dönüşümlerin
ulus-devlet ve ulusu tarih sahnesine çıkardığını, tarihin her döneminde millet
ve milliyetlerden söz edilemeyeceğini savunurlar. Milleti, “Belirli bir toprak
parçası ya da yurtta yaşayan, ayrı bir ortak dili ve kültürü olan az ya da çok kurumsal
olarak olgunlaşmış, tarihsel bir cemaat”54 olarak tanımlanırsa, milletlerden söz
edebilmek için gerekli olan homojen bir kültür, tek bir dil ve kurumsal olgun-
laşmanın sağlanabilmesi gereklidir. Ülkenin tamamındaki insanlara ortak bir
eğitim, standart haberler verilmesi ve ortak bilinç yaratılması için gerekli olan
teknolojik olanakların ancak modern çağda elverişli hale geldiği görülür. Diğer
bir deyişle, millet verili, ezel/ebed bir kavram olmadığından, milliyetçilerin bir

101
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

inşası olduğundan, milletin oluşturulması için teknolojik olanakların varlığı


merkezi önemdedir. Çünkü millet yukarıdaki tanımlamada da belirtildiği gibi,
ortak dil, kültür ve bilincin olduğu tarihsel cemaattir. Bu bağlamıyla, moder-
nist kuramcılar milletlerin, inşası, icadı, muhayyelliği üzerinde dururlar.
Milletin oluşumunda inşa ve muhayyel faktörünün rolünü abarttığı için
modernist kuramcıları eleştiren, etno-sembolist Antony Smith, milletlerin bi-
çimlenişinde, Batılı ve Batılı olmayan milliyetçilikler ayrımı yapmıştır. Smith’e
göre, milletlerin oluşumu ve biçimlenmesi Batı’da büyük ölçüde planlanma-
mışken, Batı dışında milletin biçimlenişi büyük ölçüde milliyetçi amaçların ve
hareketlerin sonucuydu.55 Irak, Mısır, Hindistan gibi sömürge topluluklarında
kurulan milletler sınırları ve karakterleri bakımından sömürgeci devlet tara-
fından tanımlanmışlardır.56 Smith’e göre, Batı dışında teritoryal milliyetçilikle-
rin oluşumunda milleti önceleyen iki temel rota ayırt edilebilir: “Emperyal” ve
“sömürgesel.”57 Emperyal durumda söz konusu olan birim biçimsel olarak ba-
ğımsız ve hükümrandır, yabancı egemenliğinden bağımsızlaşma hareketine
gerek yoktur, daha ziyade siyasi ve kültürel ben tarifinde bir dönüşüm ihtiya-
cındadır. Bu tür ülkelere, Türkiye Cumhuriyeti örnek verilebilir.58 Sömürgesel
rotada gerekli olan sadece yeni bir kültürel kimlik oluşturmak değil, bunun
yanında bir sömürge olarak yabancı güçlerin yönetiminden kurtulmak, bağım-
sız ve hükümran bir güç haline gelmektir. Irak gibi sömürge geçmişleri olan
ülkelerin temel problemleri çok etnili bir toplumdan bütünleşmiş bir millet
yaratmaya çalışmaktır. Yeni devletlerin önderlikleri, çok etnili bir mozaikten
bütünleşmiş teritoryal milletler yaratmaya çalıştıkça etnik ihtilaf çıkma olasılığı
çoğalacak; hatta sömürgecilik ve milliyetçiliğin kendi etnik geçmiş ve kültür
mirasını yeniden keşfetmek üzere geçmişe yönelen entelijensiyayı ayaklandır-
dığı her yerde ayrılma teşebbüsleri de artacaktır.59 Smith sömürgesel rotadan
teritoryal millete geçişin etnik mozaiğin olduğu ülkelerde büyük sıkıntılar ya-
rattığını ve sömürgesel gücün bu ayrılma taleplerini destekleyebileceğini vur-
gulamak istemiştir. Gerçekten de Ruanda gibi sömürge geçmişi olan ülkelerde
devletin dominant unsurunun kim olacağı konusu sömürgesel gücün istekleri
doğrultusunda şekillenmiştir. Sömürgeci güç gayet keyfi bir biçimde kendi
çıkarları doğrultusunda yeni devletin yapısını, sınırlarını belirleyebilmiştir.
Smith’in bu yorumlamasından Batılı kimliklerin oluşumunda inşa veya Ander-
son’un deyimiyle tahayyül unsurunun olmadığı sonucu çıkarılmamalıdır.60
Batı’da milletlerin biçimlenişinde de Batı-dışı toplumlarda olduğu gibi inşa ve
muhayyel unsuru ön plandadır. Dolayısıyla batılı ve batı-dışı milliyetçilikleri,
Smith gibi oryantalizme açık bir bakış açısıyla değerlendirmek problemlidir.
Milliyetçilikleri/milletin oluşumunu Batılı ve Batılı olmayan gibi ayrıma
tabi tutmak yerine (böyle bir ayrım Batılı milliyetçiliklerin oluşumundaki inşa
unsurunu gözden kaçırmaya sebebiyet verir), milletin inşası öncesinde etnik
açıdan homojen ya da heterojen olan toplumlar arasında bir ayrım yapılabilir.
Etnik açıdan homojen olan yerlerde milliyetçiler milletin inşası problemlerinin
daha küçük bir kısmıyla, aynı dil ve aynı kültürü paylaşan etnik unsurlarla
uğraşırken, etnik açıdan heterojen olan ülkelerde milliyetçi entelijensiya, hem
yeni bir dil, kültür, milli bilinç oluşturmakla uğraşmanın yanında, farklı etnik

102
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

grupları tek bir kimlik çatısı altında eritmek için, asimilasyon, iskân gibi etnik
stratejileri de uygulamak durumunda kalmıştır.61 Türk milli kimliğinin inşa-
sında Smith gibi Batılı ve Batılı olmayan milliyetçilikler arasında bir ayrım
yapmak yerine, etnik açıdan homojen ve heterojen ülkelerin milli kimlik inşa-
larındaki nicel ve nitel farklılara yoğunlaşmak, hem oryantalist paradigmanın
tuzağından kaçmaya, hem de Türkiye gibi etnik açıdan heterojen bir toplum
yapısı üzerinde milli kimlik kurmaya çalışan milliyetçi entelijansiyanın temel
problemlerini anlamaya yardımcı olacaktır. Hem Batılı hem Batı-dışı milliyetçi-
liklerde muhayyel ve inşa unsurunun önemli olduğu gerçeği akılda tutulmakla
beraber, etnik açıdan heterojen olan ülkelerdeki millet inşasının, zorunlu ola-
rak dayanması ve yaratması gereken geçmiş, mit ve sembollerin tüm etnik
grupların özlemlerini karşılayamamasının yarattığı problemlerinden etnik
açıdan heterojen olan Türkiye de kaçamamıştır. Türk milli kimliğinin inşasında
Osmanlı ve İslam geçmişi, içersediği zihniyet ve öz olarak olmasa da biçimsel
anlamda farklı bir düzleme yerleştirerek ötekileştirilmiştir. İslam ve Osmanlı
geçmişinin ötekileştirilmesinin yaratmış olduğu boşluğu doldurmak için, İslam
öncesi Türk geçmişi devreye sokulmuştur. Osmanlı ve İslam geçmişinin yeri-
ne, İslam öncesi Türk milli kimliğinin devreye sokulması, Türklükle İslam veya
Osmanlı döneminde tanışmış olan farklı etnik unsurların ve hatta Türk Müs-
lüman unsurların rejimle çeşitli sıkıntılar yaşamasına vesile olmuştur. Osmanlı
ve İslam geçmişinin farklı bir düzleme oturtulup ötekileştirilmesi cumhuriye-
tin modernleşmesinin birinci problemli alanını oluşturmuştur.
Modern ulus-devletlerin bir yönü haklar ve ödevlerin açıkça belli olduğu
anayasalar ise de, diğer yönü ise geçmişin yorumlanması ve milletin etnik bir
kor üzerine inşasıdır. Çoğu kez milletin etnik ve özcü tanımıyla, anayasaya,
eşit yurttaşlığa vurgu yapan hukuki ve siyasi tanımı arasında, Smith’in ifadele-
riyle “civic” ve etnik milliyetçilik arasında bir çelişki söz konusudur.62 Millet
inşasında, vurgunun siyasi-hukuki yurttaşlığa mı yoksa etnik-özcü kimliğe mi
yapıldığı genelde önemli olmakla beraber etnik açıdan heterojen olan Türkiye
gibi ülkelerde özellikle önemlidir. Siyasi, hukuki milliyetçiliğe yapılan vurgu
farklı etnik unsurların bir arada yaşama olanağını artırırken, etnisiteye yapılan
yoğun vurgu ise etnik ihtilafları artırır. Cumhuriyet modernleş(tir)mecileri
aşağıda inceleneceği üzere, dil ve kültür birliğini milletin yegâne tanımlayıcı
unsuru saydığından, bu birliği sağlamak için farklı kültür ve etnik gruplar
üzerinde asimilasyon, iskân/tehcir gibi etnik stratejiler uygulamışlardır.63 Tür-
kiye’de yurttaş olmanın koşullarından birisi, anayasaya bağlı olmaksa da, aynı
anayasaya bağlı olmaktan daha önemli olanı ise Türk dil ve kültürünü benim-
semektir. Türk dilinden anlaşılan devletin resmi dili değildir. Türk dili denil-
diğinde cumhuriyetçi elitler, kamusal alanı aşan, özel alanın sınırlarına taşan
etnik bir dili anlamışlardır. Dolayısıyla, kamusal alanda Türkçe konuşmak
devletin eşit yurttaşı olmak için yeterli değildir; Türk dili gündelik işlere varın-
caya kadar hayatın her alanında kullanılmalıdır. Türk dilinin kamusal alan
dışında kullanımını yaygınlaştırmak için, farklı etnik gruplara Türkçeyi öğ-
retmek meselenin bir boyutunu oluştururken, meselenin diğer boyutunu Türk-
çe dışındaki dillerin unutturulması ve yok edilmesidir. Erken cumhuriyet dö-
neminde uygulanmış olan tehcir politikalarının asıl amacı, Türklük dışındaki

103
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

farklı grupların asimilasyonu ve Türkçe dışındaki dillerin yok edilmesidir.


Erken cumhuriyet döneminde çıkan isyanlar, iskân politikalarına meşru-
luk zemini sağlamakla beraber, iskân politikaların tek gerekçesi değildir ve
iskânının tek gerekçesi olmamasının yanında, iskân politikalarındaki önemi de
talidir. Çünkü cumhuriyetçi elit, farklılıkları ve farklılıkların tanınmasını Os-
manlı devletinin çöküşünün hazırlayıcısı ve temel sebeplerinden birisi olarak
görmüştür. Türkiye’de farklı etnik gruplar yoktur, Türkiye etnik açıdan homo-
jendir söylemi cumhuriyet modernleşmesinin üzerine kurulduğu temellerden
birisidir. Türkiye’de yaşanan etnik ihtilafları (örneğin Kürt Sorununu) küresel-
leşme ve post-modernizmle açıklamaya çalışmak kısmen doğru bir girişim
olmakla beraber, cumhuriyet modernleşmesinin etnik homojenlik tezinin, etnik
ihtilaflardaki etkisini gizlemek veya görmezlikten gelmek gibi bir problemi
içerisinde barındırır.64 Post-modernizm ve küreselleşmeyle veya çok kolaycı bir
biçimde; emperyalizm ve dış mihraklar oyunu gibi söylemlerle, Türkiye’deki
etnik problemleri açıklamaya çalışmak cumhuriyet modernleşmesinin milliyet-
çiliğinin etnisist boyutlarını ihmal eder ve böylesi sorunların yapay olduğu
gibi bir yorum doğmasına sebebiyet verir. Post-modernizm ve küreselleşme
gibi olgular, etnik hareketlerin alacağı biçimin nasıl olacağı da, günümüzde
belirleyici olmakla birlikte, 1980’lerden önce ortaya çıkan etnik hareketleri
açıklayamaz. Ancak, Türkiye’de 1980 öncesi yaşanan etnik ihtilafları açıklamak
için çokça başvurulan dış mihraklar tezi de, etnik ihtilafları sadece küreselleş-
me ve post-modernizmle açıklamaya çalışan teorilerin anakronizme düşmesi
kadar sıkıntılıdır. Türk milli kimliğinin ve Türk milliyetçiliğinin, diğer etnik
referansları (örneğin öz Türkler, Batılı Türkler) görmezden gelinse bile, Türki-
ye cumhuriyetinin eşit yurttaşı olmak için Türk dili ve kültürünün benimsen-
mesinin şart koşulması, cumhuriyet modernleşmesinin diğer bir problemli
alanını oluşturur.
Cumhuriyetçi elit, Osmanlı modernleşme hareketinin düşünsel arka pla-
nını oluşturan düşünürlerden farklı olarak İslam’ı milli kimliğin kurucu unsur-
ların birisi olarak görmemiş, İslam’ın Osmanlı ve “Arap” türünü Türk milli
kimliğinin ötekisi olarak görmüşlerdir. Cumhuriyet modernleşmesinin laiklik
algısı, aşağıda inceleneceği üzere, din ve devlet işleri ayrılığı ile din ve vicdan
hürriyetinin sağlanması olarak değil, dinin devlet tarafından denetimi üzerine
kurulmuştur. İslam ile Osmanlı devletinin çöküşü arasında kurulan ilişkinin
etkisiyle din denetim altına alınmıştır. Dinin, Osmanlı’nın çöküşüne sebebiyet
verdiği düşünülen tarafları budanmış, din ehlileştirilmiştir. İslam’ın öznesi
olan ümmet ile millet siyaseti arasındaki gerilimi aşmak için din millileştiril-
miştir. Cumhuriyet tarihi boyunca, devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla
dinin içeriğine müdahale etmiş, zaman zaman dini siyasal çıkarlar için araç
olarak kullanmıştır. Dinin denetim altına alınmasının ötesinde cumhuriyetçi
elitin, din ve devlet işleri arasında ayrımın sağlanması, din ve vicdan hürriye-
tini sağlaması bakımından laikliği mi, yoksa dinin dünya işleri üzerinde etkin-
liğinin giderek azalması anlamında sekülerizmi mi hedeflediği muğlâktır. Et-
nik ihtilaflarda olduğu gibi, Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişini 1980 sonra-
sında ortaya çıkan çeşitli olgu veya projelerle açıklamaya çalışmak (örneğin,

104
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

fundamentalizm, Büyük Ortadoğu Projesi, Küreselleşme, post-modernizm)


cumhuriyet modernleşmesinin din ve laikliğe bakışının etkisini gizlemek gibi
problemler doğurur. Devletin dini denetlemesi ve seküler hedefleri anlaşıl-
maksızın, Türkiye’deki siyasal İslamcı hareketlerin varlıkları anlaşılamaz. Di-
nin denetim altında tutulması, halkın desteği olmaksızın millileştirilmesi, za-
manla toplumsal hayat üzerindeki etkinliğinin azaltılması amaçları cumhuri-
yet modernleşmesinin diğer problemli alanını oluşturur.
Makalenin temel argümanı, Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyet
Türkiye’sine geçişte, geleneksel sembol ve değer kümelerinin kaldırılmasının
bireylerin anlam dünyasında boşluk yarattığı, bu boşluğu doldurmak için icat
edilen kavram ve değer kümelerinin oluşmuş olan boşluğu doldurmak yerine,
“rejime karşı” konumlanan hareketlerin beslendiği zengin bir yatak sunduğu-
dur. Cumhuriyet modernleşmesinin, Osmanlı ve İslam geçmişini ötekileştir-
mesi, dini denetim altında tutması ve dini kamusal alandan uzaklaştırıp birey-
lerin vicdanına hapsetmesi, bireyin vicdanına hapsedilen dinin doğruluğunu
ve meşruluğun yine cumhuriyetçi elitin tayin etmesi, dini ehlileştirmesi, etnik
milliyetçiliğe yaptığı vurgu, bu hareketlerin beslendiği çok zengin bir malzeme
sunar. Makale, cumhuriyet modernleşmesinin, din/laiklik, tarih ve milliyetçi-
lik/etnisite algısını açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır.
I. CUMHURİYETÇİ MODERNLEŞMENİN TARİH YAZIMI
A. OSMANLI GEÇMİŞİNİN REDDİ
Modern Türkiye tarihinin başlangıcı veya Türkiye’nin modernleşmesi
üzerine yapılan çalışmaların birçoğu 19 Mayıs 1919 ve sonrası ile Osmanlı tari-
hi arasında keskin bir kopuşun varlığına işaret etmiştir. Bu tarih yazım biçimi,
temel tezlerini Mustafa Kemal’in Nutuk’una dayandırmıştır. Nutuk, Mustafa
Kemal’in Samsun’a ayak basışıyla başlar ve milli mücadele döneminden 1927
yılına kadar olan gelişmeleri anlatır. Nutuk, Mustafa Kemal’in Samsuna çıkı-
şından ve sonraki dönemde Türkiye’nin bağımsızlıkçılar ve gericiler-
ihanetçiler şeklinde imlenen iki kampa ayrılışını konu almıştır. Birinci kampa
Mustafa Kemal’in başını çektiği Kuvay-ı Milliye yerleştirilirken, ikinci kampa
İstanbul hükümeti, Halife, çeşitli ülkelerin mandasına girmeyi savunanlar,
İslamcılar, Türkiye’deki etnik unsurlar, kısacası Kuvay-ı Milliye’ye ve daha
sonra Halk Fırkası’na (HF) muhalif olan (hatta Nutuk dikkatle incelendiğinde
Kuvay-ı Milliye ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içerisinde yer alıp da, Mus-
tafa Kemal’e muhalif olan) herkes yerleştirilmiştir. Nutuk’ta 1919 öncesi du-
rum şöyle tarif edilmiştir:65
Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceği
umuduyla alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet,
güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte yalnız kendile-
rini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Bu tarih yazım türüne göre, “Birinci grup, çökmüş Osmanlı kurumlarını ve
kültürünü ortadan kaldırıp, yerine modern, laik, demokratik kurumlarla, rasyonel bir
ideoloji ve mentalite getirme hedefiyle hareket eden ve sonunda bunu başaran laik,
demokrat radikallerin grubuydu. Bunların karşısına dikilen ikinci grup ise sıkıca sarıl-

105
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

dığı Osmanlı kurumlarının muhafazasını amaçlamıştı ve esas olarak, Meclis’in şeriat


yanlısı, dinci, muhafazakâr, gerici unsurları tarafından oluşturulmuştu. Bunlar laik,
modern devletin karşısındaydılar.”66 Ülkenin 1919’dan sonra iki ayrı ve karşıt
kampa ayrılışını Nutuk’a uygun bir biçimde kaleme alan Karpat’a göre, “Bu
olaylardan birkaç gün sonra, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Üçüncü Kolordu Mü-
fettişi olarak Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastı. O gün, Türkiye’nin tarihin-
de yeni bir devrin açılmasının ve memleketin iki ayrı kampa bölünmesinin başlangıcı-
nın işaretidir. İstanbul’da Padişah ve hükümeti, Müttefiklerle işbirliği ederek padişah-
lık idaresinin devamını sağlamaya çalışacaklar; Anadolu’da ise Mustafa Kemal ve
onun etrafında toplananlar memleketin toprak bütünlüğünü ve milli bağımsızlığı uğ-
runa emsalsiz bir mücadeleye atılacaklardı”67 şeklinde açıklamıştır. Ancak bu tarih
yazımı, Zürcher’in yerinde tespitiyle, tarihsel gerçekliği açıkça başkalaştırarak,
bağımsızlık mücadelesini Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalarını muhafaza
etme mücadelesi olarak değil, yeni bir Türk devleti kurma hareketi olarak ta-
nımlamıştır.68
Bu tarih yazım biçimi, milli kimliğin asli, olmazsa olmazlarından olan öte-
kinin ne olacağının da açık bir göstergesidir. Biricik hedefi muasır medeniyet-
ler seviyesine ulaşmak olan Cumhuriyetçi Kemalist algının Batıyı ötekileştir-
mesi açık bir biçimde çelişkili olurdu, çünkü “medeniyete girmek isteyipte, garba
teveccüh etmemiş millet”69 yoktur. Bora’nın tespitiyle, Türk milli kimliğinin öteki
imgesi, Türkiye’nin tarihsel-toplumsal gerçekliğine içseldir. Bu yeni ‘eski kim-
lik’ tasavvurunda Osmanlı, ‘Türk’ ün cevherini baskı altında tutarak rüştünü
engelleyen ‘heyula’ olarak algılanır.70 Türk’ün cevherini baskılayan İslam ve
Osmanlı geçmişi Falih Rıfkı’nın Çankaya’sının merkezi temalarındandır. Atay’a
göre, “Milli irade, batıl fikirler ve inançlarla paslanmış ve büyük ölçüde Ortaçağ mü-
esseseleri kadrosunun köleliği altında idi. Her şeyden önce bu irade müspet ilme daya-
nan ilk eğitim terbiyesi ile kara inançlardan temizlenerek saf kılınmalı ve hürriyetine
kavuşturulmalı idi.”71 Türk milletinin hürriyetine kavuşmasının koşulu, onu
esarete sürükleyen koşuları ve zihin yapısını doğru tespit etmesine bağlıydı.
“Türk milletinin gerçek düşmanı, ortaçağlı yarı teokratik devletin, müspet ilim ışığı
vurmayan, Şark kafasının ta kendisi idi. Düşman onun dışında değil ta içinde idi.”72
Falih Rıfkı, Şarkı ve Şarkiyatçılığı oryantalist bir bakış açısıyla, müspet ilim
düşmanı kampa yerleştirerek ötekileştirmiştir. Yüzünü Batıya dönen yeni Tür-
kiye Cumhuriyeti’nin ötekisi, Osmanlı geçmişi ve Şarktır. Şarkın ve Şarkı tem-
sil eden sembollerin tamamının gericilikle eşitlenip ötekileştirilmesi sadece
Atay’a değil, Kemalist elitin tamamına içseldir. Türkçülüğün belki de en ırkçı
kanadını temsil eden Saffet Engin’in eserlerinin tamamı anti-Osmanlıcılık te-
malarıyla yüklüdür. Engin, bu durumu şu şekilde açıklamıştır:73
Osmanlıca Türkçe olmadığı gibi Osmanlı’da ne gönülce ne kafaca Türk değildir; hatta Türk
olmadığı şöyle dursun, Türklük düşmanıdır da. O dilde olduğu gibi törbilikte (ahlakta), tü-
rede, dinde, güzelyazın ve çalgıda Türklüğe aykırı, Türk tinini yankılamayan yollara sap-
mıştı. Ulusal kültürün ta kendisi olan bu kurumların hepsi Osmanlı toplumunda, Türklük-
ten uzak, ona aykırı ve düşman kuramlar olarak bütün iğretiliği, düzmeliği ve yabancılığı
ile gelmişti. Artık bunlara ayak diremenin ne erişte yersiz olduğunu görmemek elden gel-
mez.

106
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

Bu bakış açısına göre, Osmanlı ve Osmanlıca Türklük düşmanı olduğu


için, Türklüğün de Osmanlı ve Osmanlıca düşmanı olması gerekirdi.
Osmanlı ve Şark geçmişinin ötekileştirilmesinin temelinde, Kemalizm’in
medeniyet algısı vardır. Medeniyet ve uygarlığın Batıya eşitlenmesi, Doğu ve
Doğuya ait kurum, değer ve kavramların hepsinin medeniyet karşıtı görülerek
ötekileştirilmesine sebebiyet vermiştir. Kemalist elitin büyük bir çoğunluğu,
çoğu kez zannedildiği gibi, Gökalpçi bir hars medeniyet ayrımına gitmezler.
Kemalistler için, “medeniyet ayrılık kabul etmez bir küldür. Ya hep alınır yahut hiç
alınmaz.”74 Medeniyetin Batıya eşitlenmesi ve topyekûn Batılılaşma kararına
varılması, Doğulu bir toplum olarak algılanan Osmanlı mirasının reddinin
temelini oluşturur. Kemalist elite göre, Osmanlı’nın “gayr-ı medeni” Doğulu
bir toplum olması, Türklerin gayr-ı medeni olduğu anlamına gelmez. Osmanlı
mirasının reddinin Türk tarihinde yaratmış olduğu boşluğu doldurmak için
yardıma çağrılan Türk Tarih Tezi, Osmanlı tarihinden her bahsettiğinde, bu
tarih, “Türk medeniyetinin muzaffer tarihinde bir ‘kaza’ olarak yer alıyordu.”75 Fesin
kaldırılmasına yönelik Kemalist değerlendirmelerin birçoğunun üzerinde uz-
laştıkları nokta, fesin, Doğunun, dolayısıyla medeniyet karşıtlığının sembolü
olmasıdır. Kemalistlere göre, fesin kaldırılması modern Batılı değerlerin gele-
neksel Doğulu değerler karşısındaki zaferinin sembolik bir ifadesi olarak algı-
lanmıştır. Bu durum Bozkurt’un bakış açısından şöyle anlatılmıştır:76
Gerçi fes giymek mesele değildir. Fakat mesele fese kutsallık veren, onu çıkartıp atmağı,
mukaddesata hakaret sayan zihniyettir. Şapka giymek, işte böyle bir sakat zihniyeti yerlere,
çamura çalmak için gerekliydi ve gereklidir. Şapka, giymekle ilerlemeye mani olan kara en-
gel söküldü, yıkıldı, yerin dibine geçirildi.
Kemalist tahayyül dünyası oryantalist paradigmayla uyumlu bir biçimde,
Batıyı rasyonelliğin, demokrasinin, bilim ve ilerlemenin temsilcisi ilan ederken,
Doğuyu akıl, bilim, demokrasi, ilerleme ve özgürlük karşıtlığının temsilcisi
ilan etmiştir. Osmanlı ve Şark kötü olan ne varsa onun temsilcisi ilan edilince,
Osmanlı ve Doğuya ait kavram ve değerler kümesinin tahribatına girişilmiştir.
Doğulu kurumlardan kaldırılabilecek olanlar kaldırılmış, kaldırılamayanlar ise
rejimin ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiştir.
B. OSMANLI VE İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİNİN İCADI VE
İNŞASI
Osmanlı ve Doğu kimliklerinin modernleşme önünde engel görülerek,
ötekileştirilmesi, milli kimliğin inşasında, romantizm açığının ortaya çıkmasına
sebebiyet vermiştir. Romantizm açığının kapatılması için, İslam ve Osmanlı
öncesi Türk tarihi yardıma çağrılmıştır. İslamiyet öncesi Türk tarihinin inşası-
nın amacı Atay’a göre: “Türkler onulmaz aşağılık duygusundan, yani bir medeniyet
tarihleri ve ilim ve edebiyat dilleri olmadığı tevekkülünden kurtulmalı, hatta bu aşağı-
lık duygusunu, medeniyete ve ilme hizmet eden başlıca milletlerden olma duygusu ile
değiştirmeli idiler. Böyle bir duygu değiştirmede Arapça kadar zengin ve sağlam temel-
li bir dilleri olduğuna inanmaları şart idi.”77 Türk Tarih Tezi gibi medeniyetin
merkezine Türklüğü yerleştiren Güneş Dil Teorisi gibi bütün dillerin kökenine
Türkçeyi yerleştiren, tezlerin tamamının gayesi Türkleri onulmaz aşağılık

107
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

duygusundan kurtarmak ve milli kimliğin olmazsa olmazı muzaffer ‘ırki’


geçmişin varlığını ispatlamaktı. Türk Tarih Tezinin ilk kez ortaya atıldığı metin
olan Methal’in gayesi “Asırlarca çok haksız iftiralara uğratılmış, ilk medeniyetlerin
kuruluşundaki hizmet ve emekleri inkar olunmuş büyük Türk milletine, tarihi hakikat-
lere dayanan şerefli mazisini hatırlatmak” şeklinde tarif edilmekteydi.78 Osmanlı
ve Doğululuğun medeniyet karşıtlığına eşitlenmesi, Osmanlı ve İslam ailesine
dahil olan Türklerin de medeniyet düşmanı gibi telakki edilmeleri biçiminde
bir paradoksu içinde barındırıyordu. Ancak Yeğen’in ifadesiyle, Türk Tarih
Tezi Osmanlı ve İslam geçmişini Türklerin tarihinde bir kaza olarak görüyor-
du. Üstelik Türkler medeniyetin yaratıcısı millet olarak görülüyordu. Etiler ve
Sümerlerin Türk telakki edilmeleri, Saffet Engin gibi irrasyonel milliyetçilerin,
Türklerin Grek medeniyetinin kurucusu olduğunu iddia etmelerinin temelin-
de, Türklerin medeni bir millet olduklarını ispat etme girişimleri vardır. Üste-
lik tarih boyunca Türkler yüzünü Batıya dönmüşler, akınlarını Batıya doğru
gerçekleştirmişlerdir.
Türk’ün tabiatı gereği Batılı olduğuna yönelik söylemin en güçlü savunu-
cularından birisi de Mustafa Kemal’dir. Ona göre Türklük ve Batı dünyası ara-
sında manevi ruh açısından bir birlik söz konusuyken, ekonomik gelişmişlik
düzeyi açısından bir fark vardır. Mustafa Kemal bu durumu şu şekilde anlat-
mıştır:79
Avrupa’da hala Türk’ün terakkiye hasım bir adam olduğu, manen ve fikren inkişafa gayrı
müstanit bir adam olduğu zannedilmektedir. Bu azim bir hatadır. Cevabımı basitleştirmek
için size şu misali serdedeceğim: Farzediniz ki, karşınızda iki adam var; bunlardan birisi,
zengin ve emrine her türlü vesait müheyya; diğeri ise fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut
değil. Bu vesait fıkdanından başka ikincinin manevi ruhu da diğerinden hiç farkı ve madu-
niyeti yoktur.
Birçok cumhuriyetçi elitte olduğu gibi Mustafa Kemal’e göre de Türk’ün
Batılı olan manevi ruhunun, Batılı gibi gelişimine engel olan, Osmanlı, hü-
kümdar ve Halife olarak gösterilmiştir. Tarihi gerçeklerle uyuşmayacak ölçüde
Mustafa Kemal’in bakış açısında, “İmparatorluk zamanında sultanın hükümetleri
Türk milletinin Avrupa İle temasına mani olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve
milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak icra-yı hükümet etmişler, ve Türk
milletini terakkiden hariç bırakmışlardır”80 anlayışı egemen olmuştur. Bu anlayışın
devamı olarak yine Mustafa Kemal, “Tarihimizin en mesut devresi hükümdarları-
mızın halife olmadıkları zamandır”81 şeklinde konuşarak Halifeyi Türklerin geri
kalmışlığının sebebi olarak sunmuştur. Türklerin ve Batılıların aynı kökenden
geldiği, hatta Türklerin Batı medeniyetinin kurucusu olduğuna yönelik ortaya
atılmış tezlerin savunucusu olan insanlara, Atatürk’ün güçlü bir destek verdiği
bilinmektedir. Türk “ırkının” kökenlerini ve vatanın neresi olduğunu araştır-
maya meyleden Afet İnan’a güçlü destek verdiği, onun için devlet kaynaklarını
seferber ettiği bilinmektedir. 1928 yılında Fransızca bir coğrafya kitabında,
Türklerin ikincil sarı ırka mensup olduğunu okuyan Afet İnan’a, Atatürk’ün
“Bu böyle olamaz, sen bunun üzerine çalış” demesi üzerine, İnan, Sağlık Ba-
kanlığı’nın yardımıyla, Anadolu’daki 64. 000 kadın ve erkek iskeleti üzerinde
çalışmış ve Anadolu’nun eski bir Türk yurdu olduğunu “ispatlamıştır”. İnan’ın

108
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

bulgularına göre, “Anadolu’nun orta kısmında bazen, %100 yakın nisbetlerde braki-
safellere (Alpin ırkı, yuvarlak kafataslı) tesadüf edilir.”82 İnan’ın doktora tez danış-
manı olan Eugene Pittard Atatürk’ün, Türk ırkının menşeine olan ilgisini şöyle
izah etmiştir: “Atatürk’ün Türk milletinin menşeinin kabil olduğu kadar iyi tanımak
hususundaki şiddetli arzusu, milletin Şefini etnik ve ırki meselelere alakadar olmağa
sür’atle teşvik etti.”83 Atatürk’ün Batılılarla Türklerin manevi ruhu arasında
kurmuş olduğu birliği, daha ileri götüren İnan’a göre, “Bir ırk olarak Türk halkı
görüntü olarak batılılara çok yakındır.”84 Dr. Reşit Galip, ırk üzerine yapılmış ça-
lışmaların çoğunun Türklerin sarı ırka ait olduğunu söylerken, frenoloji (kafa-
tası) üzerine yapılmış olan çalışmaların farklı sonuçlar verdiğini belirtmiştir.
Galip, “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı,
çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil, ufki açıdan ‘Türk’ beyaz ırkın
en güzel örneklerinden biridir” diyordu.85
Türk kimliğinin, Arap ve Osmanlı kimliğinden uzaklaşıp Batı kimliğine
yaklaşması gerektiğinin en güçlü savunucusu olan Saffet Engin, Atatürk ihtila-
linin iki ereği olduğunu söylemiştir: “Ey Atatürkçüler! İlk ereğiniz Türkleşmektir,
çağdaşlaşmaktır. Birincinin en büyük aracı dil-tarih devrimi, ikincisininki, Laiklik ve
Greko-Latin kültürüdür.”86 Dil devrimiyle “yapay” Osmanlıcadan ve Arapçadan
kurtulunacak, Türk diline hak ettiği değer verilecek; Laiklik ve Greko-Latin
kültürü sayesinde çağdaşlaşılacaktır. Engin’in Greko–Latin kültürüyle çağdaş-
laşma arasında kurmuş olduğu ilişki Kemalistlerin tümüne içkindir. Ancak
Engin, Greko-Latin kültürünün yaratıcısının Türkler olduğunu söyleyerek
medeniyet ve Türklük arasındaki mesafeyi kaldırmıştır. Engin’e göre Türkler
olmasaydı, Batı medeniyetinden söz etmek mümkün olmazdı. Çünkü ona gö-
re, “Bugünkü Batı kültürü tümüyle, Sümer-Eti-Aka ve Etrüsk Türklerinin toplumsal
bir yaşantı kalıntısıdır.”87 Hatta Türk Tarih Tezinin ortaya atıldığı kitap olan
Methal’de, Türklerin dünyanın geri kalanını uygarlaştırmak için Orta Asya’dan
dünyanın diğer taraflarına yayıldığı iddia edilmiştir. Türkler, “Orta Asya içde-
niz etrafında parlak bir medeniyet yaratmışlardı. Bu iç deniz iklimsel değişikliklere
bağlı olarak kuruyunca, Orta Asya’yı terk ederek, dünyanın geri kalanını uygarlaştır-
mak için dört bir yana dağılmışlardı. Doğu’da Çin’e; Güneyde Hindistan’a; batıdaysa
Mısır’a, Mezopotamya’ya, İran’a, Anadolu’ya, Yunanistan’a ve İtalya’ya gitmişler-
di”.88 Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezinin temelinde, Yunan ve Roma uy-
garlığından beslenmeyen hiçbir kültürün uygarlaşması, dolayısıyla bu uygar-
lıktan pay almadan tarihsel uygarlaşma hattına katılması mümkün değildir
diyen, klasik filoloji ve tarih anlayışı vardır.89
Klasik filoloji ve tarih anlayışından etkilenen cumhuriyetçi elit, Türklerin
medeniyete katkısı en büyük milletlerden olduğunu ispatlamak için çeşitli
komisyon, cemiyet ve kurullar oluşturmuşlardır. Türk Tarihini Tetkik Cemiye-
ti bünyesi kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti oluşturduğu bir komisyonla,
“Türk dilinin bütün dünya dillerinin inkişaf ve tekâmülünde en müessir amil olduğu-
nu kanıtlamak için” 90 Türkçe ile Hint-Avrupa dillerini karşılaştıran bir inceleme
başlatılmıştır. Cemiyetin gerçekleştirdiği birinci dil kongresinde Türkçenin
bütün dillerin temeli olduğu ispatlanmaya çalışılmıştır. Cemiyet, Yunan ve
Latin dillerinin temelinde Türkçenin olduğunu savunmuştur. Bu durum şu

109
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

şekilde anlatılmıştır: 91
Eski Türkler fevkalbeşer olan bir kuvvete sahip olan maneviyete (tiv) ve (dev) derlerdi; bu-
nun için Türkçe’de Tanrının diğer bir adı da (Tiyu) dur. Latinler bu kelimeyi Diyü şekline
sokarak aynı manada kullandılar. Yunanlar da aynı kelimeleri (Teo) ve (Teos) olarak, Al-
lah’a ad verdiler. Keza Türkler kahraman ve kahhar [yokedici] gençlere (devoğlu) derlerdi.
Bu devoğulları çok defa Arap kavimlerini çiğnemiş, onlar için korku ve dehşet sembolü ol-
muştur. Latinler bunlara divayol diyalb demiştir. Yunanlar da divayolus olarak telaffuz et-
mişlerdir.
Türkçenin sadeleştirilmesini de üstlenen kurul, Türk dilini yabancı etkile-
rinden korumak ve temizlemek için eski Türkçeyi “diriltmeye” girişmiştir.
Temizleme girişiminin en önemli safhasını, “Geçmişlerini unutan ve onu hakir
gören” Türklere, içerisinde olmaktan gurur duydukları “yabancı bir kültür”
empoze eden İslam’ın kalıntılarının Türk dilinden çıkarılması oluşturmuştur.
“Ancak; paradoksal bir olarak, Atatürk’ün Türkiye’yi Avrupalılaştırma andını yansıtır
biçimde, Avrupa dillerinden gelen kelimeler Türkçe’den temizlenmedi.”92
Mesut Yeğen’e göre, İslami kimliğin süre giden kudretinin aşılması ve
milli kimliğin esas kolektif kimlik olabilmesi için bir ırki ‘geçmişin’ tasavvuru
ve inşa edilmesi ve halka bu ‘muzaffer ırki geçmişin’ hatırlatılması gerekiyor-
du. Anadolu köyleri ezelden beridir ve dolayısıyla Müslüman olmadan önce
dahi büyük bir ırk olduklarına kani olmalıydılar. Dolayısıyla, Türk Tarih Te-
zinin binlerce yıl önceki ‘gurur duyulması gereken’ geçmişe yaptığı bu vurgu
da oldukça rasyoneldir ve yeni rejimin ihtiyaçlarına uygundur. 93 Ancak, Türk
Tarih Tezi, yeni rejimin ihtiyaçlarına uygun olduğu kadar paradoksaldır da.
Paradoksaldır, çünkü temel gayelerinden biri ahenk ve uyum olan korporatist
projenin uyum ve merkezileşme politikalarına yönelik etnik ve İslami muhale-
fetin besleneceği çok zengin bir malzeme sunar.94 Osmanlı ve Doğu kimliğinin
başka bir düzleme yerleştirilip, ötekileştirilmesinin Türk tarihinde yaratmış
olduğu 600 yıllık boşluğu, muzaffer bir Türk tarihinin varlığıyla doldurmaya
çalışan Türk Tarih Tezi, Türk ulusu için değil, ancak Türk etnisitesi için anlamlı
olabilir. İnşa edilen milli kimliğin temelini oluşturan tarih tezinin referansı
olan İslam öncesi Türk tarihi, Türk etnisitesiyle İslam’ı kabulden sonra tanış-
mış olan diğer Müslüman etnik unsurlar için olumsuz bir çağrışım yapıyordu.
Kurtuluş savaşı boyunca hilafet ve saltanat davası için milli mücadeleye giri-
şen Müslüman etnik unsurların, hilafetin kaldırılmasından sonra yaşadıkları
şoku, İslam öncesi Türk tarihinin alması daha da tetiklemiştir. Cumhuriyet
tarihi boyunca, hukuki-siyasal milliyetçilikle, etnisist-özcü milliyetçilik arasın-
daki gerilimi tetikleyen faktörlerden birisi, hiç şüphesiz ki, Türk etnik kimliği-
ne referanslarla yüklü Türk Tarih Tezidir.
II. CUMHURİYET MODERNLEŞMESİNİN DİN ALGISI
A. KEMALİST LAİKLİĞİN İNŞASI
Türkiye’de laiklik üzerine çalışanların birçoğu Türkiye laikliğinin özgün
tarafları olduğu vurgulamıştır. Genel anlamıyla laiklik iki ilke üzerine kurulu-
dur: Bunlardan birincisi din ve devlet işleri ayrılığı diğeri ise vicdan hürriyeti-
dir. Bu ayrım, dini ve inançları nedeniyle bir kimsenin veya grubun devletle

110
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

ilişkilerinde ayrıma maruz kalmayacağını veya bir ayrıcalıktan yararlanama-


yacağını, kimsenin inanmadığı yönde davranmaya mecbur edilemeyeceğini
garanti eder.95 Ancak Türkiye laikliği ne din ve devlet işleri ayrılığını sağlaya-
bilmiş, ne de vicdan hürriyetini tanımıştır. Dinin devlet işleri üzerindeki dene-
timi kaldırılırken, devletin din üzerindeki denetimi devam etmiştir. Din kendi
küresine çekilmeye zorlanmış ama orada da rahat bırakılmamıştır. Türk laikli-
ğinin bir özelliği din-devlet ayrılığını iki taraflı karışmazlık olarak algılanma-
masıdır. Burada din ve devlet iki ayrı özerk alan değildir. Din, devlet işlerine
karışmaz, ama devlet din işlerine karışabilir, bunları düzenleyebilir ve denetle-
yebilir.96 Devletin dini denetim altında tutması Osmanlı devlet geleneğinin
önemli bir unsuru olan din ü devlet anlayışın radikal bir devamı niteliğindedir.
Türkiye Cumhuriyetinde laikliğin dini kontrol altında tuttuğu, bu bağlamıyla
din ve vicdan hürriyetini sağlayamadığını en net biçimde dile getiren Halide
Edip Adıvar, Kemalist laikliği aşağıdaki gibi değerlendirmiştir: 97
Türkler sonunda Sezarınkileri veya devletinkilerini verdiler. Diğer yandan,
Sezar ya da devlet, tanrıya ait olanları halen muhafaza ediyor. Diyanet İşleri Baş-
kanlığı özgür bırakılmadıkça, şimdi denetim altına olmuş olduğu gibi, başbakanlık
ofisi tarafından kontrol edilmesine son verilmedikçe o daima hükümetin aracı
olacaktır. Bu bakımdan, Türkiye’deki Müslüman cemaati Hıristiyan patriklerinden
daha az imtiyazlı ve daha az bağımsızdır. Bunlar kendi özel planlarını istekleri
doğrultusunda dogma ve dinin bütün meseleleri üzerinde karar veren hür mües-
seselerdir. Buna karşılık İslam cemaati, devlet siyasetine bağlanmıştır. Bu durum
Türkiye’de İslam’ın manevi gelişimi önünde büyük bir engeldir ve onda dinin
siyasi amaçlar için kullanılması tehlikesi vardır. Devlet artık kendini dini kontrol-
den tamamen kurtarmış olduğuna göre, o da İslam’ı kendi başına bırakmalıdır.
Devletin sadece “ her yetişkin Türk vatandaşı, erkek veya kadın benimsemeyi iste-
diği dini benimsemekte serbesttir.” demesi yetmez, fakat İslam cemaatinin kendi
gençlerine dinini öğretmesine de izin vermelidir. Şimdi okullar dini eğitim ver-
mezken ve dini müesseseler ilga edilmişken, İslam cemaati, dini bir cemaat olarak
kalmaya devam edecekse, kendi dini öğretim vasıtalarını, moral ve manevi müey-
yidelerini yaratmalıdır. Bundan başka Türkiye Müslümanları arasında ritüelde ve
ibadetin esaslarında değişiklikler olması muhtemeldir. Böylesi değişikliklerin ol-
masına devlet müdahalesi olmaksızın izin verilmelidir. Üniversite profesörlerinin
İslam’da zaman zaman yeni ibadet biçimleri önerme teşebbüsleri –org müziğinin
sesli müziğin yerine kullanılması, müminlerin ayakkabılarını çıkarmaksızın cami-
ye girişlerine izin verilmesi, inananlar oturarak dua edebilsinler diye sıra konması
ve namazda bir takım karmaşık beden hareketlerinin kaldırılması gibi- derin bir
memnuniyetsizlikle karşılaşmıştır.
Türkiye laikliğinin özgün tarafının dinin denetimi, devlet kontrolünde
olması, din ve devlet ayrılığının sağlanamaması olduğu konusunda uzlaşı söz
konusuyken, devletin neden dini kendi küresinde rahat bırakmadığına yönelik
bir anlaşma mevcut değildir. Dinin denetim altına alınması İslam’ın, Hıristi-
yanlık gibi bir din olmadığı, kendi küresinde bırakılırsa siyasal iktidarı almak
isteyeceği gibi bir anlayışla meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Örneğin, Ernest
Gellner, “İslam ve laisizm arasındaki uyuşmazlık geçici bir olgu değil, aksine İslam’ın

111
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

temel niteliğidir” der.98 İslam ve laisizm arasında dokusal bir uyumsuzluk ol-
duğunu söyleyenler, İslam’ın doğası gereği devlet işlerini düzenlemeye çalışan
bir din olduğunu vurgularlar. Peker’e göre, “Din güya kendi köşesinde, huşuğ
içinde kendi işlerini tanzim eder görünmekle beraber, hergünkü faal tesir ve teşebbüsü-
nü, içinde bulunduğu devrin en büyük siyasal çalışmalarında göstermiştir.”99 Dinin
devrin en karanlık siyasal çalkantılarının içinde yer alması açıklaması Kema-
lizm’in dinin denetim altında tutulmasını meşrulaştırmak için yeterli görül-
müştür. Ancak milli bir din inşasında da görüleceği gibi, dinin denetim altında
tutulması paradoksal olarak dinin siyasallaşmasına sebebiyet vermiştir. Dinin
başkalarınca siyasi araçlar için kullanılmasına engel olacak yerde, Kemalistler
dini kendi siyasi amaçları için araç olarak kullanmışlardır. Laikliğin sağlanma-
sı için İslam dininin reforme edilmesi söz konusudur. Atay’a göre Mustafa
Kemal büyük bir din reformcusuydu.100 Devletin, dini reforme etme girişimle-
ri, dinin içeriğine müdahale istemleri anlaşılmaksızın, Türkiye’de din eksenli
siyaset yapan siyasi partilerin varlıkları doğru anlaşılamaz. Dini siyasetten
uzak tutmak adına yapılan kontrol ve denetim girişimleri diyalektik karşıtını
yaratmıştır. Hattı zatında İslamcı siyasal partiler laikliğe değil, Türkiye laikli-
ğine yönelik bir muhalefet hattı izlemektedirler. Zira Türkiye laikliği din-
devlet ayrılığı ve vicdan hürriyeti üzerine değil, dinin devlet tarafından dene-
timi üzerine kuruludur. Kontrol ve denetimi İslam dininin doğası gereği poli-
tik bir din olmasıyla açıklamaya çalışanların (kontrolü İslam’ın politik doğasıy-
la açıklamaya çalışanlar, kontrol ve denetimi zorunlu olarak meşrulaştırırlar)
ihmal ettikleri nokta; İslam devlet işlerini düzenlemekten vazgeçse dahi, bu-
nun Kemalistler için dini kendi küresinde bırakması için yeterli olup olmadığı-
nın meçhul olmasıdır. Çünkü cumhuriyetçi elitin nihai hedefinin din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrılması ve din ve vicdan hürriyetinin sağlanması anla-
mında laiklik mi, yoksa dinin toplum ve dünya işleri üzerinde etkisini yitirme-
si anlamında sekülerizm mi olduğu muğlâktır. Erken cumhuriyet dönemi bo-
yunca özellikle CHP programları incelendiğinde, laiklikten, sadece din ve dev-
let işlerinin ayrılması değil, dinin dünya işleri üzerindeki etkinliğinin azaltıl-
ması ve zamanla yok edilmesi anlaşıldığı görülecektir.
CHP’nin 1931 ve 1935 parti programlarında laiklik şöyle tanımlanmıştır: 101
Parti, kanunların, tüzüklerin ve usullerin yapılışında ve toplanışında, en son ilim ve teknik
esasları ile asrın ihtiyaçlarına uyulmasını temel prensip olarak kabul etmiştir. Din, bir vic-
dan işi olduğundan, parti, dini, dünya ve devlet işleri ve siyasada ayrı tutmağı, ulusumu-
zun çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan sayar.
Birinci kısımda sayılan kanunların, tüzüklerin ilim ve fennin ışığında ya-
pılacağı söylemi pozitivist bilimselcilik anlamı taşır. Pozitivist düşünce dünya-
sı, toplumların selametini, dinsel-metafizik düşüncenin yerini bilimsel/akılcı
düşüncenin almasında görmüş, dini kurum ve düşüncenin belirlediği toplum-
sal hali, toplumların tarihinde bir tür çocukluk devresi olarak algılamıştır. Top-
lumların refaha ulaşması olgunlaşmalarına bağlıydı, olgunlaşmanın koşulu ise
dinsel düşüncenin yerini bilimsel-akılcı düşünceye ve buna paralel olarak,
dinsel kurumların yerini seküler kurumlara bırakmasıydı.102 İkincisi ise parti
sadece din ve devlet işlerini birbirinden ayırmakla kalmamış, dini dünya ve

112
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

siyasal işlerden de ayrı tutmayı hedeflemiştir. Dini dünya işlerinden ayırmak


laikliğin değil, sekülerliğin işaretidir. Dinin dünya işleri üzerindeki etkinliği
kaldırılmış, din vicdanlara havale edilmiş; ancak vicdanlara havale edilen din,
vicdanlarda da rahat bırakılmamıştır. Yıldız’ın yerinde tespitiyle, Kemalist
ameliye, dinin hem siyasi hem de kamusal görünürlüğünü “sıfırlayarak”, onu
“vicdanlar” ve “mabetlere” sıkıştırmış ve bu “sıkıştırılmış” dini de yine kendi
kendisi şekillendirmeye çalışmıştır. Vicdanlara hapsedilen dini şekillendirme-
ye çalışması, Kemalizm’in genelde dinin özel de ise İslam’ın karanlık çağın
sebebi olduğuna yönelik algıdan kaynaklanmıştır. Kemalist aydınlardan birisi
olan ve tek parti dönemi Edirne milletvekili Şeref Aykut şöyle yazmıştır:103
Ak günleri yaşarken kara günleri unutma! Türk milletinin kara günü biraz uzun sürmüş,
uzunca ve korkulu bir rüya bizi ürperten düştür. Bu uzun rüya aşağı yukarı 1337 yıl sür-
müştür… İşte İslam dinine girinceye kadar öteki dinlerden geçerek hep egemen, hakim ya-
şamıştır. Öteki dinlerde Şaman, Budist, Zerdüşt, Musevi ve İslevi gibi dinlere girmiştir. An-
cak bu dinlere asla kökünden bağlanamamıştır. Orjininden, aslından uzaklaştırmamıştır. İs-
lam olduktan sonradır ki bütün fikir ve iş alanındaki savaşları, uğraşları yalnız (din) adına
olmuştur.
Aşağı yukarı 1337 yıl süren karanlık devrim başlangıcı, aşağı yukarı İslam
dininin çıkış tarihine tekabül eder. İslam dininin karanlık devrin başlamasının
merkezine oturtulmasının sebebi Türklerin, Türk kimliklerini yitirmeleridir.
Vicdanlara hapsedilen dinin de akıl, ilim, fen ve millilikle uyum içerisinde
olması gerekir. Akıl, ilim, fen ve milli kimlikle ilgili dinin yaratılması tek parti
dönemi boyunca üzerinde çok durulan konulardan birisidir. İnan’a bakılırsa,
“Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bilumum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla
kapatılmıştır. Tarikatlar lağvolunmuştur. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık,
türbedarlık v.s. memnudur. Çünkü bunlar irtica membaları ve cehalet damgalarıdır.
Türk milleti böyle müesseselere müsaade edemezdi ve etmedi.”104 Dinin ne olduğuna,
bir dindarın nasıl olması gerektiğine o dine mensup olanlar değil, okullar ve
Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla cumhuriyetin kurucusu elit karar verecek-
tir. Makul ve kabul edilebilir dinin ne olduğunu tayin Atatürk’ün söylev ve
demeçlerinin merkezi temalarındandır. “Bir dinin tabii olması için akla, fenne,
ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Her fert dinin, diyanetini, imanını öğrenmek
için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”105 Kemalizm’in İslam yorumunda,
İslam’da aracı bir sınıfın olmadığı söylemi merkezi yer tutar. “İslam hayatı içti-
maiyesinde hiç kimsenin bir sınıfı mahsus halinde muhafazai mevcudiyete hakkı yok-
tur. Kendilerinde böyle bir hak görenler ahkâmı diniyeye muvafık harekette bulunmuş
olmazlar. Biz de ruhbanlık yoktur, hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkâmını mütesa-
viyen öğrenmeye mecburuz.”106 Atatürk’ün dinde ruhban sınıfı olmadığına yöne-
lik belagatı, kaldırılmış olan halifeliğin, zaten dinde yeri olmadığı, dolayısıyla,
halifeliğin kaldırılmasıyla İslam hakkındaki vahim bir yanlış anlaşılmanın or-
tadan kaldırıldığı şeklinde yorumlanma isteminin dışavurumudur. İslam’da
ruhani sınıfların olmadığına yönelik belagattan da anlaşılacağı gibi Müslüman
halkın dinini nereden öğreneceği sorusunu gündeme getirmiştir. Atatürk’e
göre; “Milletimizin, memleketimizin darülirfanları bir olmalıdır. Bütün memleket
evladı kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her hususta âli mes-

113
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

lek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin hakikatı felsefiyesi tetkik, teteb-
bu ve telkin kudreti ilmiye ve fenniyesine tesahüb edecek güzide ve hakiki ulemayı ki-
ram dahi yetiştirecek müessesatı aliyeye malik olmalıyız.”107
B. İKİ FARKLI İSLAM YORUMU
Bu çerçevede okullarda okutulacak din dersleri ve diyanet işlerinin hazır-
layacağı belgelerle din ehlileştirilecektir. Ehlileştirmeden kastedilen, dinin Ke-
malist elitçe, zararlı görülen yanlarının budanması, reforme edilmesidir. Dinde
reform iki farklı İslam arasında karşıtlık kurulmasına sebebiyet vermiştir. Bi-
rinci İslam kategorisi, şeriatçı, softacı, ilerlemeye engel, akılla kavranamayan
ve dogmalarla yüklü, karanlık devirlerin sebebi olan Arap, Fars, Osmanlı İs-
lam’ı, ikincisi; şeriatçı olmayan, akla ve fenne uygun, ilerlemenin önünde engel
teşkil etmeyen hakiki İslam’dır. Kemalist elit yukarıda kaba hatlarıyla tarif
edilen bu “İslam” türlerinden birincisini ötekileştirirken, ikinci türünü destek-
lemiştir. Atay’a göre Atatürkçülük, şeriatın karşıtı olarak laisizm ve düalist
eğitim karşıtı olarak, eğitim ve öğretim birliğidir, “din düşmanı” değil, “şeriat
düşmanı” “İslam düşmanı” değil “Arap İslam’ı” düşmanıdır. Ona göre, Ata-
türk inkılâbının en büyük faydası Türkü, geri Arap kafasından kurtarmış ol-
masıdır. “Atatürk Türk kafasını geri Arap kafasından koparıp, kendi özgürlüğüne
kavuşturmak için çırpınmıştır. Latin yazısı bu yüzden alınmıştır.”108 Atay’ın Ata-
türkçülük nedir sorusuna verdiği yanıt şöyledir: Atatürkçülük, “ laisizm ve
eğitim birliği temeli üzerinde, toplum işlerini sadece akıl yolu ile ve değişken ihtiyaç ve
şartlara göre yürüten hür Batı Türklüğünü kurmak!”109 Laisizm ve eğitim birliğinin
sağlanamaması ve medreseleri serbest bırakmak halka yapılabilecek en büyük
kötülüktür. Hatta Yunanistan gibi ülkelerin medrese eğitimini serbest bırakma-
larının sebebi olarak demokrasi veya farklı kimliklerin halklarının korunması
olarak görülmemiş genelde Müslümanları, özelde ise Türkleri geri bırakmaya
yönelik bir zihniyet olduğu düşünülmüştür.
Yurt düşmanlardan temizlendikten sonra, işimiz bitti diyenlere M. Kemal
“şimdi asıl düşmanla mücadele etmeye başlayacağız”, demiştir. “ Asıl düşman, kara
kuvvet dediğimiz şeydir, din değil şeriatçılıktır, medreseci kafasıdır, din adına softa
baskıcılığının akıl hürriyetini kısıtlamasıdır.”110 Şeriatçılık, softacılık, medresecilik
gibi sıfatlarla imlenen İslam ve bireyin vicdan alanına ait, bilim ve fenne açık
İslam’ın ‘hakiki’ İslam karşıtlığının kurulması, Kemalist elitin tariflediği İs-
lam’ın dışındaki bütün İslam ve laiklik yorumlarının birinci kategorideki İs-
lam’a dahil edilmesi sonucunu doğurmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarif
ettiği İslam dışında yorum yapmak softacılık, şeriatçılık kısacası gericiliktir.
“Bugün bile şeriat ile İslam’ı birbirine karıştıran üniversite diplomalı kimseler var.
Tanrıya inanırsınız. Ona karşı görevlerinizi yerine getirirsiniz. Din burada biter, ötesi
şeriattır. Şeriatçılık demek, Müslüman toplumlarını yedinci yüzyıl Hicaz aşiretleri
şartlarına sürüklemek demektir.”111 İki farklı İslam yorumu arasında ayrım ya-
panlardan birisi de Afet İnan’dır. İnan’a göre kadının kamusal alandan dışla-
nıp, özel alana hapsedilmesinin sebebi İslam yasalarının kendisi değil, İslam’ın
Arap ve Fars yorumudur. “İslam’ın gerici bir Arap ve Fars yorumu altında yaşayan
Osmanlı kadını kâğıt üzerinde sahip olduğu hakları kullanamaz olmuş ve kitlesel bir
biçimde kamusal alandan dışlanmıştır.”112 Ancak Afet İnan, birçok Kemalist’te

114
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

olduğu gibi İslam’a yönelik gerçek düşüncelerini açığa vurmuştur. Ona göre,
Türk kadını tarih boyunca İslamiyet’i kabulden önce ve İslamiyet’i kabulden
sonra olmak üzere iki büyük devre geçirmiştir. “Türk törelerine göre çeşitli coğra-
fi bölgelerde yaşamış olan Türk kavimlerinde kadın, hürriyetine, kısmen eşit hak ve
mevkiye sahip durumda olmuştur. Ancak, islamiyeti kabul eden diğer kavimlerle bera-
ber Türklerin ümmet anlayışı içinde toplanmalarıyle töreler birbirine tesir etmiş ve
şeriat hükümlerine göre kadın hakları kısıtlanmıştır.”113
Birinci kategorideki İslam anlayışı Türkün geri kalmasının asıl sebebidir.
Çünkü Türklük İslam ailesine dahil olduğundan beri, hiçbir millet onun kadar
dinine bağlı kalmamıştır. İslam ailesinin parçası olan diğer bütün milletler
(örneğin Araplar) milliyetçilik etkisine kapılarak ayrılmışken, Türkler daima
dinlerine bağlı kalmışlardır. Ancak din onları geri bırakmıştır. Çünkü, “kralla-
rın ve padişahların istibdatına dinler mesnet olmuştur. Krallar, padişahlar, halifeler,
etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış olan teşviklerle, ilahi hukuka
istinat etmiştir. Hâkimiyet bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş nazariyesi uy-
durulmuştur. Buna göre, hükümdar Allah’a karşı mesul’dür. Kudret ve hâkimiyetin
hududu yalnız din kitaplarında aranabilir.”114 Bu nazariyeye kuvvetli bir biçimde
sarılmış millet olan Türkler, Osmanlı milliyetçiliğinin bir din milliyetçiliği ol-
ması sebebiyle kurtuluş yolunu bulamamışlardır. “Tarih bu milliyetçi için, bir
Müslüman gavur kavgasıdır. Osmanlı milliyetçisi Türklüğü de Türkçeciliği de bir
soysuzlaşma saymıştır.”115 Birinci kategori içerisine, Kemalist İslam algısıyla İs-
lam’ı algılamayan bütün din yorumları dahil edilmiş ve düşmanlaştırılmıştır.
İslam ve Osmanlı geçmişinin Türkleri geri bıraktığına yönelik söylemi en radi-
kalleştiren Saffet Engin’dir. “Türk halkının tarihte halkçı, adalet ve tolerans sahibi,
mücerret ve tefekkür kabiliyetini haiz olduğu belirterek kolaylıkla medenileşeceğini
savunmuştur. Medenileşmenin önündeki engel ise bizi Türklüğümüzden dolayısıyla
medeni kimliğimizden uzaklaştıran Osmanlı/İslam sürecidir.”116
Türk milletinin ta içinde olan düşman, bilim ve fennin ışığı dışında bir ışık
arayanlar, hayata bilim ve fennin gösterdiği çerçevede bakmayanlardır. “İs-
lam’ı (Kemalizminkilerden başka amaçlarla) siyasi bir araç olarak kullanmaya çalışan-
lar, Kemalistler tarafından “mürteci” olarak görülüyorlardı ve her zaman laik devletin
muhalefetiyle karşılaşıyorlardı; oysa İslam’a bir inanç meselesi olarak bakanlar laik
cumhuriyet tarafından olumlu bir yaklaşım görüyorlardı.”117 Divison’ın ihmal ettiği
nokta, Kemalistlerin sadece İslam’ı siyasal bir araç olarak kullananlara muhale-
fet etmekle kalmadıkları, dini siyasal bir araç olarak kullanmasa dahi, Kemalist
İslam yorumu dışında İslam’ı farklı algılayan bütün Müslümanları toptancı bir
şekilde, gerici, softacı, şeriatçı olarak kategorize edip ve ötekileştirdikleridir.
Birinci kanat İslam içerisinde, Anadolu halk İslam’ı, saray İslam’ı, şeyhülislam
İslam’ı gibi değişik İslam yorumları arasında ayrım yapılmamış ve bu değişik
İslam algıları arasındaki farklılıklar dikkate alınmadan hepsi aynı kategoriye
dahil edilmiştir.
İki İslam yorumu arasındaki ayrım yapma ve Kemalist elitin dışında din
yorumları yapanları ötekileştirme sadece Kemalist elitte değil Mustafa Ke-
mal’de de vardır: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar
olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura

115
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki, Türkiye’ye istiklalini veren
bu Asya milletinin içinde daha karışık, sun’i itikadat-ı batıladan ibaret bir din daha
vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, tenevvür edeceklerdir. Onlar ziyaya
takarrüp edemezlerse, kendilerini mahv ve mahküm etmişler demektir. Onları kurtara-
cağız.”118 Onları kurtarmak din içerisinde reformlar yapmayı gerekli kılmıştır.
“Milli irade batıl fikirler ve inançlarla paslanmış ve büyük ölçüde ortaçağ müesseseleri
kadrosunun köleliliği altında idi. Her şeyden önce, bu irade, müspet ilme dayanan ilk
eğitim terbiyesi ile, kara inançlardan temizlenerek saf kılınmalı ve hürriyetine kavuştu-
rulmalı idi.”119 İlk eğitim terbiyesi ile millet, itikadat-ı batıladan kurtarılacak,
Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla ‘hakiki’ İslam’ı öğrenecektir. Atay, Ata-
türk’ün bir din reformcusu olduğunu söylemekle kalmayacak kendisini de bir
din reformcusu yerine koyacaktır. Ona göre Kemalizm, ibadetler dışındaki
bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır. Atay’a göre, insan aklı nesih hakkını farz-
lar üzerine de götürebilir: 120
Zekat, kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mirasıdır. Hac, Kâbe’den Mek-
kelilerin Müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki
hiçbir yabancı Müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şeklide iskemle olmayan entarili
bir halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz
değdirmeyi yasak eden hijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyo-
ruz? Caminin dışında olduğu için! Bugünkü hijyen anlayışına göre caminin içi ile dışı ara-
sında fark yoktur.
Atay’a göre, gelişen teknoloji ve bilimin ve fennin gereği olan hijyen ça-
ğında İslam’ın farzlarının var olan şekliyle vardığını sürdürmesi rasyonel de-
ğildir. Yukarıdaki paragraf, özelde Atay’ın genelde Kemalistlerin İslam’a bakı-
şının en net resmini verir. Sadece şeriatçı olan Müslümanlar değil, İslam farzla-
rının eskisi gibi uygulanmasını savunanlar, hijyen çağının gereksinimlerini
anlayamamış olmakla itham edilmiştir.
C. MİLLİ BİR DİN İNŞASI
Yeni kurulan ulus-devletin temel kaygılarından birisi arsı ulusal cereyan-
lardır. İslam dininin öznesi olan ümmet ile ulus devletin öznesi olan millet
anlayışı arasında büyük gerilim mevcuttur. Ümmet ve millet siyaseti arasında-
ki gerilimi İnan şöyle dile getirmiştir: 121
Din birliğinin de millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz gözümü-
zün önündeki millet tablosunda bunun aksini görmekteyiz. Türkler İslam dinini kabul et-
meden evvelde büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne
aynı dinde bulunan Acemlerin, ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmele-
rine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti, milli hislerini, milli heye-
canlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün
milliyetlerin fevkinde, şamil bir ümmet siyaseti idi.
Bu gerilimin aşılmasının iki koşulu vardır; ya din hayatın bütün alanla-
rından silinecek, ya da milli siyasetle uyumlu hale getirilecektir. Kemalist elitin
birincisini tercih etmek isteyip istemediği tam olarak bilinemez, ancak, bunu
isteseydi dahi, büyük Müslüman nüfus göz önüne alındığında dinin ilgası
mümkün olamazdı. Kemalizm, ülkenin büyük Müslüman nüfusu dikkate

116
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

alındığında, tercihini zorunlu olarak, dini milli siyasete uyumlu hale getirmek-
ten yana kullanmıştır. İslam’ın milli sınırları aşan ümmet anlayışının yerine,
milli kimlikle uyumlu bir Türk İslam’ı yaratılmıştır.122 İki farklı din kısmında
üzerinde durulan ve Milli İslam da denebilecek olan bu İslam anlayışı, rasyo-
nel, ilim ve fenle barışık, şeriatçı ve ümmetçi olmayan milli İslam’dır. Milli
İslam’ın inşasında İslami değer ve ritüellerin Türkçeleştirilmesi, Türkleştiril-
mesi merkezi yeri işgal etmiştir. Türkleştirme ve Türkçeleştirmenin meşruluk
zemini halkın dinini daha iyi anlayabilmesi olarak sunulmuştur. Halkın ibade-
tini kendi dilinde yapması, dinini daha iyi anlamasını sağlar yönündeki söy-
lem, sadece Kemalistler de değil, Ziya Gökalp’te de vardır. “Bir millet, dini ki-
taplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatib-
lerin, vaizlerin ne söylediğini anlayamadığı surette de ibadetlerinden hiçbir zevk ala-
maz. İmam-ı Azam hazretleri, hatta namazdaki surelerin bile milli lisanda okunması-
nın caiz olduğunu beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd, ancak oku-
nacak duaların tamamiyle anlaşılmasına bağlıdır.”123 Şunun önemle belirtilmesi
gerekiyor ki; Gökalp’in dini Türkçülüğü ile Kemalizm’in milli İslam’ı arasında
önemli farklar vardır. Gökalp’in dini Türkçülüğünde gerçekten halkın dinini
daha iyi anlayabilmesi asli hedefken, Kemalizm’de dinin daha iyi anlaşılması
talidir. Kemalizm’de sadece ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi değil, dinin de
Türkleştirilmesi esas alınmıştır. Atatürk’ün isteği üzerine lise ve üniversiteler-
de okutulmak üzere sosyoloji kitapları yazan Necmettin Sadak, dinlerin ulusal-
laşmasının sosyolojik bir olgu olduğunu vurgulamıştır: “Büyük ilhanlıklar parça-
lanarak küçük ulusal devletler kurulunca, dinde bu evrime uyar, ulusallaşır.”124 Dinin
ulusallaşması sosyolojik bir olgu olmasının ötesinde, istenen, arzulanandır.
İslam dininin ulusal sınırları aşan öznesi olan ümmet anlayışı millet oluşumu-
nun önünde bir engel teşkil ediyor düşüncesi ümmet anlayışının yerine mille-
tin ikamesiyle sonuçlanmıştır. “Bundan başka bugünkü büyük dinler, her ulusta
başka türlü tatbik ediliyor ve o ulusun damgasını alıyor. Türklerin Müslümanlığı ile
Fas Müslümanlığı arasında büyük farklar vardır. İspanya Katolikliği, Fransız veya
İtalyan Katolik dininin aynı değildir. Amerika da tatbik edilen Hıristiyanlık büsbütün
başkadır.”125
Kemalist elit için dinin daha iyi anlaşılmasının tali hedef olduğunun söy-
lenmesi, asli hedefin ne olduğu sorusunu akıllara getirir. İbadet dilinin Türkçe-
leştirilmesi, “yeni olanın”, “kuruluyor olanın” Cuma namazında okutulan
hutbeler, devletin eğitim kurumlarında okutulan din dersleri, devletin din
adamlarının vereceği demeçler sayesinde, halka daha iyi anlatılmasına da vesi-
le olacaktır. Bu şekilde dinin millileştirilmesi sayesinde İslami değer ve ritüel-
ler Kemalist elitin hizmetine sunulmuş, bu hizmete sunma, din ve eğitim ku-
rumları vasıtasıyla, dini metinlerin içine vatan ve millet kavramları yerleştirile-
rek sağlanmıştır. Cengiz Aktar ders kitaplarında, “Ben türküm ve Müslümanım,
Tanrıyı seviyorum, hükümetimi ve vatanımı destekliyorum… hem ulusal, hem de din-
sel bir inançla yaşayacağım” cümlelerinin konulduğunu aktarır.126 Hem Türk
olma hem de Müslüman olmanın ders kitaplarına konmuş olması, Kemalist
elitin kurumsal kimlikleriyle, dini reformcular gibi konuşmalar yapmaları, dini
sıfatları (örneğin gazi, şehit) kendileri için kullanmaları, dinin siyasi amaçların
hizmetine koşulduğu izlenimini güçlendirir. Bu bağlamıyla, milli din inşası ve

117
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

dinin milli siyasetle uyumlu hale getirilmesi, dinin, Kemalist ideallerle uyumlu
hale gelmesi Osmanlı devlet zihniyetinden bir kopuş değil, devamlılığın gös-
tergesidir. Din, Osmanlı devlet anlayışında olduğu gibi yeni cumhuriyette de
yönetici elitin siyasal çıkarlarını gerçekleştirmesinin araçlarından biri haline
gelmiştir. Dinin millileştirilmesi, denetim altında tutulması hem dini hem de
politik olmak üzere, varlığını bugün de sürdüren iki önemli problemin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Bu problemlerden birincisi, iki din yorumu kısmın-
da üzerinde çokça durulan, rasyonel, ilim ve fenle barışık olan milli din ile
şeriatçı, mürteci, ümmetçi sıfatları ile imlenen din yorumları arasında karşıtlık
kurulması ve bu din yorumlarından birincisinin devletin korumasına alınıp,
diğerlerinin varlığının illegal ve gayrı meşru kabul edilmesi, Türkiye’de sivil
din anlayışlarının gelişmesine engel olmuştur. Halen laiklik tartışmalarında
Alevilerin dezavantajlı pozisyonlarını gidermek için yapılan önerilerde sıkça
görülen, dedelere maaş bağlanması gibi öneriler, devletin korumasına alın-
mamış dini veya mezhepsel grupların varlıklarını sürdüremeyeceklerinin gös-
tergesi olarak okunabilir. Devletin dini kontrol ve denetim altına alması, dinin
disipline edilmesine sebebiyet vermekte ve dinlerin gelişimine engel olmakta-
dır. Milli din olarak tarif ettiğimiz dini anlayışın dışındaki din yorumlarının
gelişimine engel olunduğu için politik olarak tariflenen ikinci problem ortaya
çıkmaktadır ki bu durum, dindarların politik bir kimliğe bürünmesine ve dev-
leti kuşatma, ele geçirmeyi düşünmesine sebebiyet vermektedir. Dinin devleti
kuşatma, ele geçirme anlayışından duyulan korkunun giderilmesi için, devle-
tin, dini kuşatma ve ele geçirme anlayışından vazgeçmesi gerekmektedir. Dev-
letin belli bir dinsel anlayışı kayırıyor olmasının yarattığı politik problemin
uzantısı olarak, milli din anlayışıyla, bu dinsel anlayışın dışında bulunan din-
darlar arasında toplumsal ihtilaflar ortaya çıkmaktadır.
III. CUMHURİYET MODERNLEŞMESİNİN
ETNİSİTE/MİLLİYETÇİLİK ALGISI
A. KEMALİST MİLLİYETÇİLİĞİN ETNİSİST ÖZELLİKLERİ
Milli devletlerin kimlik inşa sürecinde, vatandaşlık/vatan bağı ile beliren,
siyasi hukuki kimlik ile etnisist bir temele dayanan, biricikliği ile kutsanan
özcü kimlik tanımı arasında yapısal bir gerilim vardır.127 Bu iki tanım arasın-
daki gerilim anlaşılmadıkça, Türkiye’deki kimlik sorunlarının çözüme kavuş-
turulması güçtür. Konjonktüre bağlı olarak, Kemalist milliyetçilikte, huku-
ki/siyasi kimlik ile etnisist/özcü kimlik arasındaki çatlak ortaya çıkmaktadır.
Bu çatlağın ortaya çıktığı en belirgin dönemler, Türk olmayan etnik unsurların
kimlik hakları talepleridir. Kemalist milliyetçiliğin çatlağını doğru okumak
Türkiye’deki kimlik meselelerinin çözüme kavuşturulmasının ön koşuludur.
Kemalist milliyetçilik çoğu kez söylendiği gibi ne anayasal ne de ırkçıdır, an-
cak açık bir biçimde etnisisttir. Milli kimliğin inşasının temel zorluklarından
birisi, inşa edilmek istenen milletin üyelerinin ortak bir geçmişten gelmiş ol-
duklarına yönelik bir algı oluşturmaktır. Ortak geçmişten gelmiş olma algısı-
nın yaratılmasının koşulu tarihin yeniden yazımı ya da keşfidir. Türk milli
kimliğinin inşasında (diğer bütün kimlik inşalarında olduğu gibi) tarih icat
edilir. İcat edilen bu tarihin merkezini Osmanlı ve İslam öncesi Türk etnik tari-

118
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

hi almıştır. Destanlar, semboller, mitler tarihin yeniden yazımının temelini


oluşturur. Milliyetçiliğin en irrasyonel tarafı tarihin yeniden yazımıdır. Türk
milliyetçiliğinin en büyük sıkıntısı tarihin yeniden yazımında Osmanlı ve İs-
lam geçmişini farklı bir düzleme yerleştirerek ötekileştirmesidir. Etnik bakım-
dan heterojen olan ve bünyesinde bulunan etnik unsurların büyük bir kısmının
Müslüman olduğu yeni cumhuriyette İslam ve Osmanlı tarihinin farklı bir
düzleme yerleştirilerek ötekileştirilmesi, Türk etnisitesi dışındaki Müslüman
unsurlar açısından aidiyet ve köksüzlük sıkıntısı yaratmıştır. Kaldı ki Osmanlı
ve İslam öncesi geçmişin diriltilmesi Türk milliyetçiliğinin etnisist özelliklerin
en belirginleştiği alanı oluşturur.
Türkler, İslam ve Osmanlı öncesi dönemde medeniyete en büyük katkı
yapmış millet olarak gösterilir. Türklerin medeniyetin yaratıcısı olduğuna yö-
nelik hipotezler, gözünü Batıya çevirmiş olan yeni devlet açısından işlevseldir.
İrrasyonel bu tezlerin yeni devlet açısından iki açıdan işlevsel olduğu savunu-
labilir: Bunlardan birisi en büyük hedefi muasır medeniyet seviyesine ulaşmak
olan yeni devletin zaten medeni dünyanın doğal bir üyesi olduğu sonucunu
beraberinde getirmesidir. Türklerin medenileşmesi için olağanüstü bir çaba
göstermelerine gerek yoktur, zira Türkler uygarlığın yaratıcısı olan millettir.
Etilerden ve Sümerlerden bahsedilirken medeniyetin ilk kaynağı sayılan eski
Yunan medeniyetinin, eski Eti Türklerine dayandığı söylenir.128 İkincisi inşa
edilecek yeni milletin, gururunun okşanması sonucunu doğuracak olmasıdır.
Ancak medeniyete bu kadar büyük katkılar yapmış olan Türk milletini gerile-
ten İslam ve Osmanlı ailesine dahil olmalarıdır. İslam ve Osmanlı ailesine dahil
oluş, Türklerin medeni vasfını geriletmiş ancak yok edememiştir. Peker’e göre,
“Bereket versin ki, en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiselerle birlikte bozulması
mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı.
Batı Türkleri bu çöküntü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık
örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen,
bu orduları yaratan bay Türk ulusunun kanındaki yücelikten ileri geliyordu.”129 Pe-
ker, CHP program açıklamalarında sürekli olarak partinin millet anlayışının
kan bağı üzerine kurulu olmadığını, aksine milletin, dil, kültür ve ülkü birliği
ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasi ve sosyal bir bütün130
olduğunu vurgulasa da birçok yerde Türk milletinin arı kanından söz etmiştir.
Peker, cumhuriyetin kuruluşunu Türk ırkının kanındaki temizlik ve yüceliğe
bağlamıştır. Gelecekte gerçekleştirilecek başarıların yine Türk ırkının kanı sa-
yesinde olacağını söylemişti: “Biz yeni manada millet bütünlüğünü içinden bir
olmak ve içten kuvvetli olmak diye anlıyoruz... Bunu, temin için edukatif ve metodlu
bir çalışmanın yeri büyük olmakla beraber, ırki kaliteye ve bilhassa tarihte büyük güç-
lükleri başarmış olmaya esaslı yer ve önem veriyoruz.”131
Kemalist milliyetçiliğin bolca kullandığı kavramlarda birisi de öz Türkler
söylemidir. Tek parti dönemi Kemalist yazınında öz Türkler ve Batı Türkleri
söylemi ağır basmaktadır. Öz Türk olanlar Türklüğü ve cumhuriyet devrimle-
rini için sindirmişlerken, diğerleri Türklüğe adapte olamamış, Türklüğü içine
sindirememişlerdir. M. Saffet Engin’e göre, Atatürk ihtilali 6000 yıldan beri
buralarda yaşayan öz Türkleri Osmanlıcılık zihniyetinden kurtarmıştır. “İçinde,

119
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

6000 yıldan bu yana, atalarımızın Orta Asya anayurdundan getirdikleri dil, geçmişbi-
lim, ve kültür hazinelerini ve andaçlarını saklayan bu öz Türk topraklarında bundan
böyle yalnız öz Türkçe, öz Türklük egemen olacaktır. Atatürk bize, Osmanlılık zinda-
nından kurtulma yolunu açmıştır.”132 Engin’e göre kötü olan ırkçılık değil, Türk
ırkçılığı dışındaki azınlık ırkçılıklarıdır. “Biz Türk ırkçılığının değil, Arap, Arna-
vut, Boşnak gibi azınlık ırkçılığı güden ve kendini bir türlü Türklüğe ısındıramamış
azınlık ırkçılarının düşmanıyız.”133 Türk ırkçılığı ve diğer ırkçılar arasında ayrım
yapan Saffet Engin, toptancı bir şekilde Türkiye’yi iki farklı kutba yerleştirmiş-
tir: “Türkiye’de iki çeşit toplum vardır: Türkler (ile), Türklüğe henüz kaynaşmamış
Kürtler, sosyalistler, Osmanlıcılar, Ermeniler ve Aleviler.”134 Bu iki kutup arasında
ve özellikle Türkler ve diğer etnik gruplar arasında bir egemenlik ilişkisi oldu-
ğunu belirten Engin’e göre, bu topraklarda egemen olan Kürtler, Araplar, Laz-
lar değil, öz Türkler olacaktır.
Öz Türkler söylemi sadece Engin’de değil, birçok CHP üyesinde de görü-
lür. CHP’nin bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt şöyle diyor: “Çünkü fırka
bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim
fikrim, kanaatim şudur ki, dostta, düşmanda dinlesin ki, bu memleketin efendisi
Türk’tür. Öz Türk olmayanların, Türk vatanında bir hakkı vardır, oda hizmetçi olmak-
tır, köle olmaktır.” Bozkurt, öz Türklerden, Türkiye Cumhuriyeti teşkil eden
etnik unsurların tamamı değil, sadece etnik Türkleri anlamaktadır. Bozkurt
yukarıdaki sözleri Ağrı isyanından sonra söylemiştir.135 Dolayısıyla, öz Türk-
ler sadece etnik olan Türklerdir. Bozkurt’a göre inkılâp Türklerden başkasına
teslim edilmeyecek kadar kutsaldır. Devlet mevkilerine öz Türklerden başka-
sını getirmek inkılâba yapılacak en büyük kötülüktür. Türk’ün başına gelen en
büyük kötülük, kaderini öz Türk olmayanlara teslim etmesidir. “Türk ihtilali öz
Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız ve şartsız. Yabancıların yardımıyla başa-
rılan ihtilaller, yabancılara borçlu kalırlar. Bu borç ödenmez. Türkün en kötüsü Türk
olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı imparatorluğunun asıl bahtsızlığı,
ekseriya, mukadderatını Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır.”136 Devlet yö-
netiminin Türklerden başkasına teslim edilmemesinin gerekçesi, Türkün özü
gereği kahraman olmasıdır. “Türk böyledir. Onu demirlere de vursalar, onun için
teslim olmak yoktur, Teslim almak vardır… Türk böyledir. Tek başına kaldığı gün bile
bütün imparatorluğa meydan okuyacak gücü kendinde bulur. İmparatorluklar yıkıp,
bunların üstünde imparatorluk kuran milletin oğlu, başka türlü olamazdı. Ve olma-
dı.”137 Türk’ün etnik özelliklerinin “üstünlüğü” yalnız Kemalist ideologlar
tarafından değil, Mustafa Kemal tarafından da vurgulanacaktır. Keriman Ha-
lis’in dünya güzeli seçilmesi üzerine Mustafa Kemal şu sözleri söylemiştir:138
Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu
Türk çocuğu üzerinde hükümlerinden memnunuz. Şunu ilave edeyim ki, Türk ırkının dün-
yanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya gü-
zeli intihap olunmuş olmasını çok tabii buldum.
Atatürk’ün milliyetçilik üzerine belagatlarının çoğunda ırk değil, dil, ülkü
ve kültür birliğine vurgu yapılmıştır. Atatürk millet ve kavim arasında bir ay-
rım yapmıştır: “Millet aynı toprak parçası üzerinde oturan, aynı kanunlara tabi,
ahlak ve dil birliği halinde yaşayan insan topluluğuna denir. Kullanılırken çoğunlukla

120
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

millet ve kavim kelimesi karışır. Fakat şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi kuruluş
anlaşılır. Kavim ‘peuple’ kelimesi ise her şeyden önce kök bağını ve ırkı anlatır”. 139
CHP programlarının çoğunda milletin, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine
bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasi ve sosyal bir bütün olduğu vurgu-
lanmıştır. Buna rağmen, milliyetçiliğin siyasi ve hukuki tanımıyla etnik ve öz-
cü tanımı arasındaki gerilim çoğu metinde ve söylevde kolayca görülebilir.
Belki de Türk milliyetçiliği için doğru bir tanımlama şu olabilir: Türk dil ve
kültürünü benimsemek kaydıyla, devletin eşit yurttaşı olunabilir. Türk dil ve
kültürü benimsenmediği takdirde, dışlama ve ötekileştirilmeye maruz kalınır.
Atatürk Türk dilinin Türk milletinin temelini oluşturduğunu söylemiş ve şöyle
devam etmiştir: 140
Ulusun en önemli özelliklerinden biri dildir. Kendisini Türk ulusunun bir üyesi sayan kişi,
her şeyden önce ve ne olursa olsun Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşamayan bir kişi Türk
kültürüne ve Türk toplumuna üye olduğunu iddia ederse, buna inanmak pek doğru olma-
yacaktır.
Yıldız’ın yerinde tespitiyle “Kemalist milliyetçilik ırkçı değil, etnisisttir, etno-
seküler açıdan farklı kalmak isteyenlere karşı açıkça ayrımcıdır. Kemalist milli bütün-
leşme sürecinin itici gücünü asimilasyon, tehcir, v.s gibi etnik yönetim stratejileri
oluşturmuştur.”141
B. KEMALİST MİLLİYETÇİLİĞİN TÜRK OLMAYAN ETNİK
UNSURLARA BAKIŞI
Milli kimliğin inşa sürecinde tarihin yeniden yazımında Osmanlı ve İslam
geçmişinin istenilmeyen, öteki olarak görülmesi Müslüman etnik unsurlar içe-
risinde ciddi bir rahatsızlığa sebebiyet verdiği yukarıda vurgulanmıştı. Kurtu-
luş Savaşı yılları boyunca özellikle Kürt etnisitesini Anadolu ve Rumeli Müda-
faa-i Hukuk Cemiyetine bağlayan, cemiyetin, padişah ve halifeyi yabancı bo-
yunduruğundan kurtarma söylemi idi. Ancak cumhuriyet kurulduktan kısa
bir süre sonra, saltanatın ilgası, cumhuriyetin ilanı, bir yıl sonra ise hilafetin
kaldırılması Kürt etnisitesi içinde bir patlamaya sebebiyet vermiştir. Birinci
meclis açıldığında Mustafa Kemal şunları ifade etmiştir: 142
Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim:
Burada maksut olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, Çerkez değil-
dir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslami-
ye’dir. … Bu mecmuayı temsil eden her bir unsur-u İslam, bizim kardeşimiz ve menafi ta-
mamiyle müşterek olan vatandaşlarımızdır.
Mustafa Kemal’in Samsuna çıkışından saltanatın kaldırılışına kadar olan
zaman zarfında yapmış olduğu yazışmaların birçoğu hilafet ve saltanatı kur-
tarma retoriği üzerine kuruludur.143 Yukarıda değinildiği gibi hilafet ve salta-
natın kaldırılması, bunun yanında birinci meclisin açılışında verilen sözlerin
tutulmaması Kürt etnisitesinin Şeyh Sait öncülüğünde ayaklanmasına sebebi-
yet vermiştir. Kısmen Osmanlı’yı oluşturan etnik unsurları bir arada tutmak
için geliştirilen Osmanlıcılık siyasetinin, kısmen de gayrı-Müslim etnik unsur-
ların ayrılmasından sonra Müslüman etnik unsurları bir arada tutmayı hedef-
leyen İslamcılık siyasetinin başarılı olamayışı sonucunda benimsenen Türkçü-

121
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

lük siyaseti ve bu siyasetin zorunlu sonucu olan Türk milletinin inşa sürecinde
Kürtler ve Türkleri bir arada tutan yegâne rabıta olan İslam ve Osmanlı geçmi-
şinin yer almayışının sebebiyet verdiği Kürt isyanı, Kemalist elitin farklı etnik
unsurlara yönelik tahammülsüzlüğünü artırmıştır.
Şeyh Sait isyanıyla farklı etnik unsurların asimilasyonu ve “totaliter” poli-
tikaların uygulanması için gereken ‘meşruluk’ zemini yaratılmıştır. Şeyh Sait
isyanıyla asimilasyon ve totaliter politikaların uygulanmasının meşruluk ze-
mini yaratıldı derken, Şeyh Sait isyanını Kemalist elit çıkardı gibi bir şey ima
edilmemektedir. Ancak Kazım Karabekir’in Kürt Meselesi kitabı incelendi-
ğinde Kemalist elitin isyanın çıkacağından haberdar olduğu halde önlem al-
madığı sonucuna ulaşılmaktadır. Konunun önemine binaen Karabekir’in olaya
ilişkin değerlendirmesi aşağıya aynen aktarılmıştır:144
Hatta 332 (1922) senesi Teşrinievvel’inde (Ekim) Bursa’da İsmet Paşa Hazretlerine: “Büyük
salahiyet verilirse Şarkın ıslahını deruhte ederim” teklifinde bulundum. … Yapılması gere-
ken işler hakkında 4/Şubat /338 (1922), 16/ Teşrinisani (Kasım)/ 338, 26/Nisan/339 (1923), ve
4/Haziran/1339 (1923) ve 20/Ağustos/1339 (1923) da mükerreren ikaz ettim ve lahiyalar ya-
yınladım. … Kürtlerin iğfalata kapılarak büyük zararlar getireceğini tahriren, şifahen ve
mükerreren bütün alakadar zatlara anlattım. İstanbul’da herhangi bir irticadan korkmak
vehimdir. Kürtlerin bakımı ve oraların ıslahı için hala bir program bile yapmadınız. Bunu
30/Nisan/340 (1924)’da Çankaya’da söyledim. Dahiliye Vekili Recep Bey’i de 18/Haziran/340
(1924)’da ikaz ettim: Dâhiliye Vekaletinin hala uyuduğunu söyleyerek yapılması lazım ge-
len işleri anlattım. Ve Kürtlerle uğraşan başka milletlerin muazzam neşriyatını gösterdim.
8/Teşrinievvel/340 (8 Ekim 1924) ve 14/Teşrinievvel/340 (14 Ekim 1924)’da İlkbaharda Kürt
isyanı çıkacağı ve nasıl olacağını İstanbul Polis Müdüriyeti Dâhiliye Vekâletine bildiriyor.
Bu malumatı da (Mister Tamilen) namıyla İngilizce bilir bir merkez memurunu Kürt reisleri
ile temasa getiriyor ve onları muhtariyet almak için isyana teşvik ediyor. …
26/Teşrinievvel/340 (8 Ekim 1924)’da Çapakçur baş muallimi Dündar Alp Bey hükümeti
merkeziyeye dahi Kürtlerin isyan edeceğini bildiriyor. Bütün bu işlere ve malumata rağmen
vukuata sahne olacak yerlerde tedbir almak değil, Hükümeti mahalliyelere haber bile ve-
rilmiyor. Hâlbuki Kürtlerin (135) şube teşkilatı yaparak ve İstanbul Hükümetinin malumatı
tahtında oradaki reislerle Şarktaki Kürtler temaslar ve kararlar yapıyorlar. Yani Hükümet
de bunlarla daim adım beraber yürüyor.
Rapordan anlaşıldığı kadarıyla Kürt isyanının ne zaman çıkacağı ve nasıl
olacağına ilişkin bilgiler en net haliyle Ekim 1924’te hükümete bildirilmiştir.
Ancak hükümet hiç bir tedbir almamıştır. Karabekir’e göre tedbir almamanın
sebebi, iktidara gelme potansiyeli taşıyan kendi partisinin (TCF) kapatılmasına
ve ülkede otoriter politikaların uygulanmasına uygun zemin yaratmadır. Kürt-
lerin ıslah edilmesi ve isyanın bastırılması konusunda CHF ve TpCF arasında
fikir ayrılığı söz konusu değildir. Fikir ayrılığının olduğu nokta CHF, isyanı
TpCF ile ilişkilendirirken, TpCF isyanın hükümetin ihmalkârlığı yüzünden
çıktığı kanaatindedir. Diğer bir ayrılık noktası ise 1925’te çıkarılan Takrir-i Sü-
kun Kanunu’nun öngördüğü İstiklal Mahkemelerinin nerelerde kurulacağıdır.
CHF isyan bölgesi ve Ankara’da kurulmasını savunurken, TpCF İstiklal Mah-
kemelerinin sadece isyan bölgesinde kurulması gerektiği, Ankara’da kurulma-

122
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

sının gereksiz olduğu ve Ankara’da kurulmasının sebebinin diğer muhalifleri


de bastırmak, sindirmek olduğu görüşündedir.145
Karabekir’le paralel olarak Halide Edip Adıvar, 1925–1927 (Takriri Sükûn
Kanunun yürürlükte kaldığı dönem) dönemi Türkiye’sinin dünyada eşi benze-
ri görülmemiş bir diktatörlük dönemi olduğunu savunmuştur. Kürt isyanın-
dan sonra çıkarılan Takriri Sükûn Kanunu’nu Adıvar şöyle değerlendirmiş-
tir:146
Ordu akabinde Kürt bölgelerini yatıştırdı ve mahkemeler muhalefeti sindirip yaklaşık iki yıl
süren bir terör devri başlattı. Bu şekilde yaratılan diktatörlük, Türkiye’de hiçbir zaman ken-
dini bu isimle anmadı. Diktatörlük bir meclis tarafından kabul edilmişti. Fakat, uzun baskı
ve hafiyelik geleneği hemen yeni rejimin parçası oldu. Basın, Takrir-i Sükun Kanunu yasa-
laşmadan önce hükümeti eleştiren önde gelen gazetecilerin tutuklanmasıyla yıldırıldı. İhti-
lalci yasanın muhtelif hallerde geçmişe yönelik uygulaması (parlamenter dokunulmazlığa
sahip) muhalefet partisi üyelerinin tutuklanmaları ve idamları bir yana bu terör devrinin
ahlaki sorumluluğu TBMM’deki çoğunluğa aittir.
Kanun, sadece isyanın bastırılması için çıkarılmış olmayıp, hükümete
muhalif ne kadar kurum varsa, bunları susturmanın aracı olmuştur.147
Kanun muhalefeti susturabilecek esnek maddeye yer vermemiş olsa TpCF
de kanunu destekleyecekti. Yukarıda da belirtildiği gibi iki fırkanın uzlaşama-
dıkları nokta Kürtlerin asimilasyon ve ıslahı değil, muhalefetin susturulması-
dır. Kürtlerin asimilasyon ve ıslahı Karabekir’in uzunca üzerinde durduğu
konudur. Karabekir, “Bugün isyan edenlere bütün şiddeti göstermek ve bunları ga-
yet az bir zamanda ıslah etmek her namuslu insanın tamamiyle arzu ettiği bir şeydir”
şeklinde konuşmuştur.148 Zaten isyandan uzun bir süre önce Karabekir’in Kürt-
lerin ıslahına ilişkin raporlar hazırlayıp hükümete sunduğu bilinmektedir.
Karabekir’in korktuğu noktalardan bir diğeri ise, isyanın dini içerikli gerici bir
isyan addedilmesidir. Şeyh Sait isyanın mürteci, dinci bir isyan olarak değer-
lendirilmesi, dine karşı radikal önlemlerin alınmasını da meşrulaştırma girişi-
mi olarak okunabilir. Hükümetin, Şeyh Sait isyanını muhalefeti susturmayı,
radikal dini reformlar yapmayı, Kürtleri asimile etmeyi meşrulaştıracak zemini
yaratacak bir biçimde okuduğu savunulabilir.
Şeyh Sait isyanının yaratmış olduğu zeminden hareketle genelde
Müslüman etnik unsurlar özelde ise Kürtleri asimile edebilecek rapor ve prog-
ramlar hazırlanmaya başlanmıştır. Müslüman etnik unsurları Türkleştirmek
için pratik önlemler alınırken, söylemsel düzeyde Türkiye’nin etnik açıdan
homojen olduğu tezi geliştirilmiştir. Resmi ideolojinin temel tezi şuydu: 149
Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük, Çerkezlik ve hat-
ta Lazlık ve Pomaklık gibi fikirler telkin edilmiş olan vatandaşlarımızı kendimizden sayarız.
Mazinin karanlık istibdat devirlerinden kalma bir miras olan ve uzun tarihi tekallübatın
mahsulü olan bu yanlış telakkileri hulusla ve samimiyetle düzeltmek vazifedir.
Dikkat edilmesi gereken husus, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Pomaklar’ı
kendimizden sayarız denilmiyor. Kendilerine Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik ve
Pomaklık telkin edilmiş vatandaşlarımızı kendimizden sayarız deniliyor. Vur-
gulanmak istenen, aslında Türk olan bu etnik unsulara, Kürtlük, Lazlık, Çer-

123
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

kezlik ve Pomaklık mazinin karanlık devirlerinde birileri tarafından (ki tek


parti dönemi Kemalist elitin yazınlarına dikkat edilirse bu birileri daima dış
mihraklardır) telkin edilmiştir. Yani etnik bakımdan yukarıda sayılan bu un-
surlar Türk’türler. Farklı etnik unsurların varlığının kabul edilmemesi sadece
Peker gibi totaliter Kemalist düşünüre ait değil aynı zamanda rejimin resmi
politikasıdır. Atatürk’ün manevi kızı olan Afet İnan’ın kaleme aldığı ve Musta-
fa Kemal’in el yazmalarının da içinde bulunduğu Vatandaş İçin Medeni Bilgi-
ler ve Atatürk’ün El Yazmaları isimli kitapta Peker’in yukarıda söylemiş ol-
duğu sözlerin benzeri sözler yer almaktadır.150 Ayrıca, Peker’in yukarıdaki
sözleri kendisinin yazmış olduğu bir kitapta veya kişisel söylevinde değil de,
CHP’nin genel sekteri olarak programını izah ederken söylemiş olması etnik
homojenlik anlayışının resmi politika olduğunun göstergesidir. Türkler ve
diğer etnik gruplar arasında özdeşlik kurulmasının yanında, programın dikka-
te değer bir diğer özelliği ise, bu yanlış anlaşılmanın (yani Türk, Kürt, Çerkez,
Laz ve Pomak gibi unsurlar arasında etnik farklılıkların var olduğu) hulusla ve
samimiyetle düzeltileceğinin söylenmesidir. Bu düzeltme işi ise iskan ve asimi-
lasyon politikalarıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Şeyh Sait isyanından hemen sonra 1925 yılında Şark Islahat Planı yapıl-
mıştır. Planda şu konulara yer verilmiştir:151
Ermenilerden kalan arazilerin Kürtlere kiraya dahi verilmemesi ve bunların evleri, hayvan-
ları, tarım araçları ve bir yıllık geçimleri hükümet tarafından sağlanacak biçimde, Balkan ve
Kafkas göçmenleriyle iskân edilmesi. On yıl içerisinde buraya 500 bin göçmen yerleştirilme-
si (md. 5). Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan il ve ilçelerdeki devlet daire-
lerinde, okullarda, ‘çarşı ve pazarlarda Türkçe’den maada lisan kullananların’ hükümet ve
belediye emirlerine karşı gelmekten ve mukavemetten cezalandırılması (md. 13). Fırat’ın ba-
tısındaki dağınık Kürt yerleşmelerinde Kürtçe konuşmanın ‘behemehâl’ yasaklanması ve
kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmalarını temin etmek (md.
16).
Sadece Şeyh Sait isyanından sonra isyanı bastırmaya yönelik önlemler
alınmakla kalmamış, Kürtlerin tehlikesizleştirilmesi için tek parti dönemi bo-
yunca çeşitli iskân politikaları geliştirilmiştir. Dersim isyanından sonra bölgeye
durumu görmek için giden İsmet İnönü bir Kürt raporu hazırlamıştır. Raporda
Kürtlerin asimilasyonu, asimilasyonun gerçekleştirilmesi için iskânı ön plana
çıkarılmıştır. Bunun dışında olağanüstü yetkilerle donatılmış müfettişlikler
kurulması gündeme gelmiş, olağanüstü yetkilerle donatılmış olan müfettişlik-
ler hayata geçirilmiştir.152 Kurulacak bu müfettişlikler için şu yetkiler öngörül-
müştür:153
Bu Genel Enspektörlerin asayiş, iskan ve program hususlarında da vekâletlerin yegane
muhatabı olması başlıca meseledir. Bununla beraber genel Enspektörlerin müdahale ede-
meyecekleri iş olmayacaktır. Genel Enspektörler lüzumlu ve acil gördükleri anda mıntıkları
dahilindeki herhangi bir emri veya tedbiri durdurmaya, tadil etmeye salahiyetli olacaklar-
dır. … Doğu illerinde yer yer tatbik olunmak üzere özel bir adliye rejimi kanun ile tayin
olunacaktır.
Kürtlerin asimilasyonunun ön koşulu, Kürt dilinin yok edilmesi olarak

124
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

görülmüştür. Planların merkezi önerilerinden birisi vasıta ne olursa olsun


Kürtlere Türkçenin öğretilmesidir. İnönü’nün raporlarından sonra kurulan 1.
Umumi Müfettişliğe atanan Abidin Özmen de Kürt raporu hazırlamıştır. Ra-
porda asimilasyon kelimesi çok kere kullanılmış ve “Halkevlerinin, bilumum
münevverlerin, Devlet daireleri, müesseseleri memur ve müstahdemlerinin bilhassa
vazife başında Kürtçe konuşmasına kat’iyen müsaade edilmemelidir. İşi olan köylü
Türkçe bilmiyorsa bile, memur derhal onunla Kürtçe anlaşmağa başlamamalı, memur
olmayandan bir tercüman getirmeye mecbur tutulmalıdır. Bu suretle yaratılacak müş-
külat Türkçe meramını anlatmağa saik olacaktır,” denilmiştir.154 Yukarıdaki alıntı-
dan Türkçe kullanımının devlet daireleriyle sınırlandırdığı kanaatine varıl-
mamalıdır. Çünkü devlet dairelerinde Türkçe bilmeyenlerin zor durumda bı-
rakılmaları kapsamlı bir asimilasyon politikasının küçük bir kısmıdır. 1930
yılında Dâhiliye Vekili imzalı bir genelgede şöyle denilmiştir:155
Kadınlar arasında Türkçe’nin yaygınlaştırılmasına çalışılacak, Türk kızlarının Türkçe ko-
nuşmayan köylülerle evlendirilmesi teşvik edilecek, Türkçe bilmeyen köylü kadınları şehir-
lere celbedilerek Türk evlerine münasip hizmet ve suretlerde yerleştirilecektir.
Tek parti dönemi boyunca sadece Kürtler üzerinde iskân ve asimilasyon
gibi etnik stratejiler uygulanmamış, diğer etnik unsurlara yönelikte planlar
hazırlanmıştır. Kürtleri Türkleştirmek için bölgeye Karadeniz’den Türkler
gönderilmiştir. İnönü, Karadeniz’den gelen Türklerin rahat yaşayabilmelerinin
bu bölgeye gönderilecek diğer Türkler açısından çok önemli olduğunu vurgu-
lamıştır.156 Ayrıca merkezileşme, homojenleşme, ahenk ve uyumu merkeze
alan korporatist ideolojinin gelişimi ve mantığı, farklı etnik unsurların varlığı-
nın ulus-devlete yönelik başkaldırıları tetikleyeceği yönündedir. Asimilasyon
politikaları başkaldıracak, etnik unsurları rejimle barıştırmanın yegâne aracı
olarak görülmüştür ve rejimle ve Türklükle kaynaşmak istemeyen etnik unsur-
lar ötekileştirilmiştirler. Bunun dışında merkeze yönelik başkaldırı potansiyel-
leri taşıdıkları düşünülen gayr-ı Müslim etnik unsurların da Türkleştirilmeleri
hedef alınmıştır. Ancak bunları Türkleştirmek mümkün olmasa bile, Lozan’da
tanınan özerklik hakları kısıtlanmıştır. Devlet bunların dini kurumlarını dene-
tim altına almıştır. Türk milli kimliğinin etnik açıdan ötekileştirdiği halkların
başında Araplar gelir. Özellikle, Osmanlı devletinin çöküşünün sebebi olarak
görülen İslam’ın ‘bozulmuş’ halini temsil ettiği düşünülen Araplar, milli kim-
liğin en önemli ötekisini oluşturur. Yıllarca Kuran’ının dili olarak kullanılan
Arapça, Türk dilinin gelişimi önünde en büyük engel olarak görülmüştür.
SONUÇ
Cumhuriyeti kuran elitin siyasal ideolojisi olarak Kemalizm, toplumda
ahenk ve uyum arayan, sınıfsal ve bireysel çıkar farklılıklarının çatışmaya dö-
nüşmesine engel olmaya çalışan korporatist bir ideolojidir. Kemalist ilkelerin
tamamı toplumsal hayatın her alanında uyumu ve ahengi tesis etmeye yönel-
miştir. Halkçılık, milliyetçilik, laiklik, cumhuriyetçilik ve devletçilik gibi ilkele-
re toplumsal ahengi temsil eden ilkeler işlevi yüklenmiştir. Kemalist ideoloji-
nin özünü oluşturan ahenk ve uyum, din ve farklı etnik gruplara bakışın da
belirleyicisi olmuştur.

125
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

Kemalist milliyetçilik, dışarıya karşı yayılmacı olmayan, ancak içeride et-


nik ve kültürel farklılıkları kabul etmeyen monist bir milliyetçiliktir. Millet,
homojen ve kaynaşmış bir kütle olarak kabul edilmektedir. Farklı etnik grupla-
rın varlığının kabulünün milli organizmayı bozacağı varsayıldığı için asimile
edilmesi öngörülmüştür. Cumhuriyet modernleşmesinin üzerine kurulduğu
temellerden en önemlisi, iskân, asimilasyon gibi etnik stratejilerdir. Cumhuri-
yet Türkiye’sinde anayasal, siyasi/hukuki milliyetçilikle, etnik/özcü milliyetçi-
lik arasında açık bir gerilim vardır ve bu gerilim, farklı etnik grupların kimlik
taleplerinde kendisini açıkça ortaya koymaktadır. Öz Türkler, Batılı Türkler,
saf Türk kanı, dünyanın en güzel ırkı gibi söylemler cumhuriyet modern-
leş(tir)mesini gerçekleştirmiş elitte istisnai bir duruma işaret etmez. Türk dil ve
kültürü milletin tanımında anayasal hukuki bağdan her zaman daha önemli
olmuştur. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi irrasyonel tezler, cumhuri-
yet modernleşmesine içkindir ve Türk milletinin üzerine inşa edildiği temeli
oluşturur. Bu tezlerin içinde barındırdığı etnik vurgular, Türkiye’de farklı et-
nik gruplara yönelik hoşgörüsüzlük, milli kimliğin başarıyla inşa edilmesinin
önünde engeldir. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanmış olan ve bugün hala
varlığını çok güçlü bir şekilde hissettiren etnik ihtilafların sebebi, Türk milli-
yetçiliğinin etnisist boyutudur. Osmanlı ve İslam geçmişinin muzaffer Türk’ün
tarihinde bir kaza olarak görülüp ötekileştirilmesi ise, bu problemleri daha da
müzminleştirmiştir. Türkiye’de etnik ihtilafları çözmenin temel koşulu, cum-
huriyet modernleşmesinin etnisist milliyetçiliğinin tasfiyesiyle mümkündür.
Yurtdışında yaşayan ancak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan Türkler-
den söz edilirken kullanılan soydaşlarımız kelimesi (üstelik soydaşlarımız kav-
ramının devletin önemli yerlerini işgal edenler tarafından kullanılması) Türk
milliyetçiliğinin etnisist yönünün açık göstergesidir. Türkiye’nin resmi ideolo-
jisi olan tek-parti dönemi Kemalizm’in esin verdiği siyasal aktörlerin hazır-
lanmış raporlarda, modern demokrasilerde bireyin özel alanı olarak tariflenen
evlilik gibi konuları merkezi politikanın bir aracı haline getirmek, Kema-
lizm’de totaliterizme kapı açıldığının göstergesi olarak değerlendirilebilir.157
Kamusal ve özel alan ayrımının yapılamıyor olması resmi dil ile gündelik dilin
ayırt edilememesi gibi bir sonuç doğurmuştur. Bunun uzantısı olarak Türk dili
denildiğinde, her zaman resmi dili aşan gündelik dil anlaşılmıştır.
Cumhuriyetçi elitin temel korkularından belki de en önemlisi olan arsı-
ulusal hareketlerin bir yönünü sosyalist enternasyonalizm oluşturuyorsa da,
diğer yönünü de İslam’ın ümmet anlayışından kaynaklı tehlike algısı oluştu-
rur. İslam’ın milli sınırları aşan öznesi olarak Müslüman ümmeti korkusu,
Kemalizm’i milli bir din inşa etmeye sevk etmiştir. Milli din inşasının bir yö-
nünü ümmet anlayışı korkusu oluştururken, diğer yönünü ise dinlerin çağının
kapandığına yönelik pozitivist bilimselcilik anlayış oluşturur. Kemalist elit,
Osmanlı’nın çöküşünü İslam’ın Osmanlı’da egemen olan Arap ve Fars yoru-
muna bağladığı için, bu yorumun dışında bir İslam yorumu yapılmaya çalışıl-
mıştır. Türkiye laikliği din ve devlet işlerinin ayrımı ve vicdan özgürlüğü üze-
rine değil, devletin dini denetlemesi üzerine kurulu olduğu ve devlet belli bir
dini görüşün savunuculuğunu yaptığı için, problemlidir. Kemalistlere göre iki
tane İslam vardır: Birincisi akıl, ilim ve fenle barışık milli İslam, diğeri ise şeri-

126
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

atçı, gerici, softacı, ümmetçi İslam’dır. Milli din yorumu dışında bir İslam yo-
rumu yapmaya yeltenmek, gericilikle suçlanmaya vesile olur. Bu iki İslam
arasında yapılan keskin ayrım, Türkiye’de sivil bir din anlayışının gelişmesine
engel olmaktadır. Yalnızca devletin yaptığı İslam yorumunu benimseyenlerin
varlığının meşru görülmesi, Türkiye’deki farklı dini yorumlamalar yapanların,
ancak devleti ele geçirirsek varlığımızı kabul ettirebiliriz gibi bir algıyla hare-
ket etmelerine sebebiyet vermektedir. Devletin dini kuşatması ve denetleme-
sinden, ancak dini karakterli hareketlerin devleti kuşatması vesilesiyle kurtu-
lunabilir algısını besleyen, Türkiye laikliğinin denetimci, kontrolcü ve dayat-
macı boyutudur. Farklı din yorumlarının gelişimine engel olmamak, belli bir
mezhepsel, felsefi ve dini dayatmada bulunmamak laikliğin asli unsurlarıdır.
Devletin belli bir dini yorumun savunucusu olmaktan çıkıp, farklı din yorum-
larının karşısında tarafsız bir konum alması ve onların tabii seyrine engel ol-
maması dinsel ve mezhepsel ihtilaflardan kurtulmanın ön koşuludur.
Cumhuriyet modernleşmesinin laiklik algısını şekillendiren asli öğelerden
birisi ise pozitivizmdir. Dini, uygarlığın gelişiminde bir çocukluk evresi olarak
gören pozitivist bilimsellik algısı, dinin kontrol edilmesine sebebiyet veren
felsefi zemini oluşturmuştur. Pozitivist düşünce dünyasının en önemli özelliği
dikotomik bir bakış açısına sahip olmasıdır. Akıl ile ruh, bilim ile din, akıl ile
vicdan arasında dikotomiler kurup, birincisini ilericiliğin sembolü, diğerini ise
gericiliğin sembolü sayan pozitivist algıdan kurtulmadıkça da Türkiye’deki
dini problemlerin üstesinden gelmek çok zordur. Dikotomik bir bakış açısıyla
elitler ve halk arasında bir ayrım yapan jakoben modernist bakış açısı, halka ait
değer ve sembollerin dizaynına girişmiş, yeni bir toplum inşa etmeye çalışmış-
tır. Fakat bunda başarılı olunamamış, aksine gerilimin bugünlere dek uzanan
müzmin bir hal almasına vesile olmuştur. Cumhuriyet modernleşmesinin, ta-
rih, milliyetçilik/etnisite, din/laiklik algısı bugün de varlığını devam ettiren
dinsel ve etnik muhalefetin beslendiği yataktır.

SONNOT

1 Şerif Mardin, “Türk Tarih Yazımında Son Eğilimler”, Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi
(İstanbul: İletişim, 1991) içinde, s. 291.
2
Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve
CHP’nin Altı Oku, Cilt 3 (İstanbul: İletişim, 1995), s. 324.
3 Suna Kili, Türk Devrim Tarihi (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2003), s. 217.
4
Şerif Mardin, “Yenileşme Dinamiğinin Temelleri ve Atatürk”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset
(İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 207–209; Halil İnalcık, “The Nature of Traditional Society:
Turkey”, (eds.) R. E. Ward and D. Rustow, Political Modernization in Japon and Turkey
(Princeton: Princeton University, 1968) in, s. 42.
5
Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, Çev. Nalân Soyarık (Ankara: Doğu Batı, 2006), s.
55–56.
6 Süleyman Seyfi Öğün, Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye (İstanbul: Bağlam, 1995), s. 36.

127
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

7 Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, s. 89.


8 Heper, a. g. e., s. 61–74.
9 Osmanlı’nın Tanzimat döneminde kurulan (1859) ve temel amacı devlete yönetici yetiştirmek
olan Mülkiye Mektebi’nin de siyasal egemenliği “akıl” ve “bilim” eksenli kurmanın bir aracı
olarak örgütlendirilmesi ve isminin de toprak egemenliği yanında siyasal egemenlik anlamına
gelen mülkiye olarak adlandırılması da manidardır.
10 Ahmet İnsel, “Giriş”, Der. Ahmet İnsel, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt
2 (İstanbul: İletişim, 2006), s. 18–21.
11
Şerif Mardin, “Modern Türkiye’de Din ve Siyaset”, Türkiye’de Din ve Siyaset (İstanbul:
İletişim, 1993) içinde, s. 117.
12 Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş”, AÜSBFD, C. XIII, N. 2 (Haziran 1958), s. 106–107;
Halil İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam”, Der. Mustafa Özel, Tarih Risaleleri (İstan-
bul: İz Yay, 1995) içinde, s. 20–21.
13
Ahmet İnsel-Cengiz Aktar, “Devletin Bekası İçin Yürütülen Çağdaşlaşma Sürecinin Toplum-
sal Sorunları”, Toplum ve Bilim, 31/39 (Güz 1985-Güz 1987), s. 21–22.
14 Ali Kazancıgil, “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”, Der. Ersin Kalaycıoğ-
lu-Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (Bursa: Alfa Aktüel, 2007)
içinde, s. 172.
15 Adem Çaylak, “Türkiye’de Siyasal Muhalefet Kültürü”, Türkiye Günlüğü 89 (Yaz 2007), s.
143.
16
M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi (İs-
tanbul: Üçdal, 1981; Bu konuda geniş bilgi için, Atilla Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal
Darwinizm (İstanbul: İstanbul Bilgi Üni., 2006), özellikle 3. Bölüm.
17
Şerif Mardin, "Türkiye'de Din ve Lâiklik", Türkiye’de Din ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1993)
içinde, s. 42–43.
18 Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (İstanbul: İletişim, 1996), s. 211–212.
19 Şerif Mardin, “XIX. Yüzyılda Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Türk Modernleşmesi
(İstanbul: İletişim, 1991) içinde, s. 84.
20
Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim, 1993), s. 126.
21
Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma (İstanbul: Doğu-Batı Yay., 1978), s. 69.
22
İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı (İstanbul: Hil, 1983), s. 14, 35, 65.
23 Şerif Mardin, "Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Türki-
ye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1992) içinde, s. 56.
24 A.g.e., s. 56.
25 Şerif Mardin, "Türkiye'de Din ve Lâiklik", Türkiye’de Din ve Siyaset (İstanbul: İletişim,
1993), s. 47.
26 Etyen Mahçupyan, “Kemalizm Pozitivizm ve İktidar, Devlet/Ulema İlişkilerinde Modern
Durum”, Doğu Batı, S. 7 (Mayıs-Temmuz 1999), s. 97–99.
27 Metin Heper, Bürokratik Yönetim Geleneği (Ankara: ODTÜ İdari Bilimler Fak., 1973), s. 63–
64.
28 Şerif Mardin, "Türkiye'de Orta Sınıfların Üç Devri", Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim,
1991) içinde, s. 336–339.
29
Şerif Mardin, "Ali Paşa ve Hürriyet", Türkiye'de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1992)
içinde, s. 270.
30 Heper, Bürokratik Yönetim Geleneği, s. 72.
31 Şerif Mardin, "Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti", Türkiye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul:
İletişim, 1992) içinde, s. 278.
32
Bu mirasın Yeni Osmanlı Düşüncesinin oluşumuna katkısı için, bkz. Mardin, Yeni Osmanlı
Düşüncesinin Doğuşu, ss. 95–122.

128
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

33 Şerif Mardin, "Osmanlı Bakış Açısından Hürriyet", Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim,
1991) içinde, s. 121.
34 Osmanlı’da iletişimde modernleşmenin temin ettiği sosyal iletişimdeki değişimler, "millî
bilinç" hissinin gelişmesinde (önce Osmanlı'da sonra Türkiye Cumhuriyeti'nde) önemli bir rol
oynamıştır. Bkz. Şerif Mardin, Türkiye’de İletişimin Modernleşmesinin Erken Bir Safhası Üze-
rine Bazı Notlar”, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim, 1991) içinde, s. 143.
35
Şerif Mardin, "Atatürk ve Pozitif Düşünce", Türkiye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim,
1992), s. 198–200; Mardin, "Yenileşme Dinamiğinin Temelleri..., s. 223–227.
36 Dietrich Jung-Wolfango Piccoli, Yol Ayrımında Türkiye, Çev. Berna Kurt (İstanbul: Kitap,
2004), s. 86.
37 Mardin, Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar…, s. 37–46.
38 Mardin, "The Just and The Unjust", Daedalus, Journal of The American Academy of Arts
and Sciences, Vol. 120, Number 3 (Summer 1991), s. 121.
39
İnsel-Aktar, “Devletin Bekası İçin Yürütülen Çağdaşlaşma Süreci…, s. 23–25.
40
Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895–1908 (İstanbul: İletişim, 1992), s. 7–19.
41
Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan siyasi hareketlerin devleti kurtarmayı esas alan
fikirleri konusunda bkz., Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Ha-
reketleri (İstanbul: Arba, 1996), s. 51–97.
42
M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889–1902), C. I
(İstanbul: İletişim Yay., 1986), s. 51–72.
43 Mardin, "Atatürk ve Pozitif Düşünce", s. 193–194.
44 Ziyaeddin Fahri, “Türkiye’de Pozitivizmin Tarihçesi”, Ülkü, Halkevleri ve Halkodaları
Dergisi, S. 89, C. XV (Temmuz 1940), s. 392–393.
45 Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm (İstanbul: İletişim, 2005), s.
7–8.
46
Dietrich Jung-Wolfango Piccoli, a.g.e, s. 77.
47
Kemalist ilkelerin Osmanlı kökenleri için bkz. Eric Jan Zürcher, “Kemalist Düşüncenin Os-
manlı Kaynakları”, Der. Ahmet İnsel, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt 2
(İstanbul: İletişim, 2006), s. 44–54.
48
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, (İstanbul: İletişim, 6. Baskı, 1993), s. 38.
49
Büşra Ersanlı Behar, İktidar ve Tarih (İstanbul, Afa, 1992), s. 20–21, 41, 45, 58.
50
Geleneğin icadı ve muhayyel cemaat kavramları konusunda bkz., Selim Deringil, “Osmanlı
İmparatorluğunda Geleneğin İcadı, Muhayyel Cemaat (Tasarımlanmış Topluluk) ve Panisla-
mizm”, Toplum ve Bilim, S. 54–55 (Yaz/Güz, 1991), s. 47–48.
51 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 148–149.
52 Hobsbawm, Gellner, Anderson gibi milliyetçilik kuramcıları, modern bir kavram olan mille-
tin, milliyetçi entelijansiyanın bilinçli müdahalesinin sonucu olarak ortaya çıktığını belirtirler.
Milliyetçilik kuramları için bkz. Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları (Ankara: Doğu Ba-
tı, 2008).
53
Ernest Gellner, Thought and Change, Akt. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler Milliyetçi-
liğin Kökenleri ve Yayılması, Çev. İskender Savaşır (İstanbul: Metis, 1995), s. 20.
54 Will Kymlicka, Çokkültürlü Yurttaşlık, Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, Çev. Abdullah
Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı, 1998), s. 39.
55
Anthony D. Smith, Milli Kimlik, Çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim, 2007), s. 169.
56 Smith, a.g.e, s. 170.
57 Smith, a.g.e, s. 157–190.
58 Smith, a.g.e, s. 163–164.
59
Smith, a.g.e, s. 207.

129
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

60 Ulus tahayyül edilmiş siyasal topluluktur, kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de
sınırlılık içkin olacak şekilde tahayyül edilmiş cemaattir. Bkz., Benedict Anderson, a.g.e, s. 20.
61 Yeri gelmişken Smith’e yöneltilen bir eleştiriye değinmek gerekir. Smith Batı’da milletlerin
oluşumunu anlatırken modern öncesi kimliklere gereğinden fazla vurgu yapar. Batılı milletle-
ri idealize eder. Oysa bütün kimliklerin oluşumunda inşa unsuru ve geçmişin deformasyonu,
yorumlanması ve milliyetçi elit tarafından değiştirilmesi söz konusudur. Smith’in milliyetçilik
literatürüne en büyük katkısının “civic” ve etnik milliyetçilikler arasında yapmış olduğu ay-
rım olduğu söylenebilir.
62 Anayasal ve etnisist özcü milliyetçilik ayrımları için bkz. Büşra Ersanlı Behar, İktidar ve Ta-
rih; Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, (İstanbul: Birikim, 2003).
63 Osmanlı geçmişinde de toplumsal tabakalaşma örüntüsü ile uyumsuz olduğu düşünülen
tebaayı hizaya getirmek doğrultusunda iskân ve kolonizasyon politikaları ve özellikle son
dönemde tehcir uygulamaları olmuşsa da Cumhuriyet dönemi tevarüs ettiği geleneği hepten
radikalize etmiş ve ulus ile uyumsuz olduğu düşülen toplumsal kesimlere yönelik asimilas-
yona kadar giden daha keskin bir politik tavır almıştır.
64
Etnik ihtilaflar ile kapitalist üretim tarzının yeni biçimi arasında ilişki kurup, etnik başkaldırı-
ları modernizme bir tepki oldukları gerekçesiyle gerici olarak yorumlayan Marksist bir çalış-
ma için bkz., Eric Hobsbawm, 1870’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Çev, Osman
Akınhay, (İstanbul: Ayrıntı, 2006), özellilke son bölüm.
65 Gazi Mustafa Kemal (Atatürk), Nutuk-Söylev (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2007), s. 3.
66 Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, İkinci Grup (İstanbul: İletişim, 2003), s. 15.
67 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi (Afa, 1996), s. 51.
68 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (İstanbul: İletişim, 2005), s. 256.
69 Atatürk, Söylev ve Demeçleri (Atatürk Araştırma Merkezi, 2006), s. 91.
70 Tanıl Bora, a.g.e, s. 42.
71 Falih Rıfkı Atay, Çankaya (Pozitif, Basım Tarihi Belirtilmemiş), s. 450.
72 Atay, a.g.e, s. 451.
73
Engin Arın, Atatürkçülükte Dil ve Din (Atatürkkent, 1955), s. 41.
74
Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali (Altın, 1967), s. 156.
75
Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu (İstanbul: İletişim, 2003), s. 195.
76
Bozkurt, a.g.e, s. 155. Fesin gerici zihniyetin sembolü sayılarak lanetlenmesi sadece Bozkurt’ta
değil, Kemalist elitin tamamında vardır. Ayrıntılı bilgi için, Falih Rıfkı Atay, Çankaya; Afet
İnan, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler; Engin Arın, Atatürkçülükte Dil ve Din isimli kitaplara
bakılabilir.
77 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 542.
78 Mesut Yeğen, a.g.e, s. 192.
79 Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: 3, s. 89.
80
Atatürk, a.g.e, s. 88.
81 Atatürk, a.g.e, s. 92.
82 Afet İnan, Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi, Türk Irkının
Vatanı Anadolu (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1947), s. 7.
83 Akt. Afet İnan, a.g.e, s. 10.
84 Afet İnan’dan akt. Özgür Sevgi Göral, “Afet İnan”, Der. Ahmet İnsel, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt 2 (İstanbul: İletişim, 2006), s. 257.
85 Soner Çağatay, “Otuzlarda Türk Milliyetçiliğinde Irk, Dil ve Etnisite”, Çev. Defne Orhun,
Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce, Milliyetçilik, Cilt:3, Der. Tanıl Bora (İstanbul: İleti-
şim, 2003), s. 246.
86
Engin Arın, a.g.e, s. 19.

130
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

87 Engin Arın, a.g.e, s. 42.


88 Akt. Soner Çağatay, a.g.m, s. 246.
89 Ayrıntılı bilgi için bkz., Suavi Aydın, “Cumhuriyetin İdeolojik Şekillenmesinde Antropoloji-
nin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü” Der. Ahmet İnsel, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt: 2 (İstanbul: İletişim, 2006), s. 345–346.
90
Soner Çağatay, a.g.m, s. 246.
91 Birinci Türk Dil Kurultayı, Akt. Soner Çağatay, a.g.m, s. 252.
92
Soner Çağatay, a.g.m, s. 252.
93 Mesut Yeğen, a.g.e, s. 195.
94
Kemalizm ve korporatizm ilişkisi için bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türki-
ye’de Korporatizm (İstanbul: İletişim, 2005) s. 7–15.
95
Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim, 1990), s.106.
96 Bülent Tanör, “Laikleş(tir)me, Kemalistler ve Din”, 75 Yılda Düşünceler, Tartışmalar, Der.
Mete Tunçay (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999), s. 183.
97 Halide Edip Adıvar, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar” Çev. Mehmet Özden, Türkiye
Günlüğü, 37 (Kasım-Aralık, 1995), s. 123.
98
M. Rıza Şalguni, İslam ve Modernizm (Sorun Yayınları, Mart, 2005). s. 112.
99
Recep Peker, İnkılab Dersleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935), s. 75.
100
Atay, Çankaya, s. 502.
101
CHP, 1935 CHP Programı, (Ankara: Ulus Basımevi, 1935).
102
Nuray Mert, “ Cumhuriyet Türkiye’sinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Mo-
dern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt:2, Der. Ahmet İnsel, (İstanbul: İletişim,
2006), s. 199.
103
Şeref Aykut, Kemalizm, (C. H. Partisi Programının İzahı), (İstanbul: Muallim Ahmet Halit
Kitap Evi, 1936), s. 36.
104 Afet İnan, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları (Ankara: Türk Tarih
Kurumu, 1998), s. 56.
105
Akt: Neşe G. Yeşilkaya, Halkevleri: İdeoloji ve Mimarlık (İstanbul: İletişim, 2003), s. 53.
106
Akt. Taha Parla, Türkiye’de Resmi Kültürün Siyasal Kaynakları, Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri, C. 2 (İstanbul: İletişim,1997), s. 271.
106 Akt. Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Kemalist Tek-Parti İdeolo-
jisi ve CHP’nin Altı Oku, C. 3 (İstanbul: İletişim, 1995), s. 271.
107 Akt. Parla, Atatürk’ün Söylev…, a.g.e, s. 272.
108 Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir? (İstanbul: Betaş, 1980), s. 37.
109 A.g.e, s. 39.
110 A.g.e, s. 16
111
A.g.e, s. 8.
112 Ö. Sevgi Görel, “Afet İnan”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt: 2, Der.
Ahmet İnsel (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006), s. 257.
113 Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1977), s. 165.
114 Afet İnan, Vatandaş…, a.g.e, s. 30.
115 Atay, a.g.e, s. 9.
116
Saffet Engin’den Akt. Cumhur Aslan, “M. Saffet Engin”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşün-
ce: Kemalizm, Cilt: 2, Der. Ahmet İnsel (İstanbul: İletişim, 5, Baskı, 2006), s 354.
117
Andrew Divison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, Çev. Tuncay Birkan (İstanbul: İleti-
şim Yayınları, 2. Baskı, 2006), s. 242.

131
Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e Geçiş ve Genel Analizler

118 Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 1–3 (Atatürk Araştırma Merkezi,
2006), s. 93.
119 Atay, Çankaya, s. 450.
120 Atay, a.g.e, s. 457.
121 Afet İnan, Vatandaş…, a.g.e, s. 21.
122 Aslında inşa edilen yeni İslam’a Türk İslam’ı denip denilemeyeceği tartışma konusu yapılabi-
lir; çünkü inşa edilen İslam, Türklerin üzerinde uzlaşıya vardıkları İslam değil, cumhuriyetin
kurucu elitinin, topluma tepeden dayattığı İslam’dır.
123 Ziya Gökalp, Akt. Dücane Cündioğlu, “Dinin Millileştirilmesi ve Türkçe İbadet,” 75 Yılda
Düşünceler Tartışmalar, Der. Mete Tunçay (İstanbul: Türkiye İş Bankası, 1998), s. 221.
124
Necmettin Sadak, Toplum Bilim Sosyoloji (İstanbul: MEB Basımevi, 1950), s. 96.
125 S adak, a.g.e, s. 44.
126 Cengiz Aktar, Türkiye’nin Batılılaştırılması (İstanbul: Ayrıntı, 1. Basım Nisan,1993), s. 56.
127 Türk milli kimliğinin inşasında etnik Türkçülüğün konumu için bkz. Tanıl Bora, Türk…,
a.g.e, s. 21.
128
Tanıl Bora, a.g.e, s. 25.
129
Recep Peker, İnkılab Dersleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935), s. 5-6.
130
C.H.F. 1931 Programı, Kemalist Tek Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u içinde.
131
Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene! (İstanbul: İletişim, 2001), s. 207.
132
Engin Arın, a.g.e, s. 6.
133
Arın, A.g.e, s. 7.
134 S. Engin’den Akt. Cumhur Aslan, s. 356.
135 “Mahmut Esat Beyin Ödemiş Nutku”, Hâkimiyet-i Milliye, 19 Eylül 1930’dan aktaran, Ahmet
Yıldız, a.g.e, s. 210.
136
Mahmut Esat Bozkurt, a.g.e, s. 215–216.
137
M. Esat Bozkurt, a.g.e, s. 119–120.
138
Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 3:, s. 132.
139
Taha Parla, Atatürk’ün…, a.g.e, s. 188. Buradan Atatürk’ün milleti tarif ederken hiçbir za-
man ırka referans vermediği türden bir anlam çıkarılmamalıdır. Bizzat Atatürk’ün el yazma-
larında ırk ve menşe birliğinin milletin teessüsünde müessir olduğu görülen tabii vakalardan
sayıldığı görülmektedir. Bkz., Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları
(Ankara: TTK, 1998), s. 22.
140 Akt. Soner Çağatay, a.g.m, s. 247.
141 Ahmet Yıldız, “Kemalist Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm,
Cilt:2 (İstanbul: İletişim, 5, Baskı, 2006), s.221.
142 Atatürk’ten Aktaran: Sibel Yardımcı& Şükrü Aslan, “ 1930’ların Biyopolitik Paradigması: Dil,
Etnisite, İskân ve Ulusun İnşası”, Doğu Batı, Yıl: 11, Sayı: 44 ( Şubat/Mart/ Nisan, 2008), s. 131.
143 Hilafet ve padişahı kurtarma retoriğine ilişkin birçok belge için bkz: Gazi Mustafa Kemal
(Atatürk), Nutuk 1919–1920, Cilt: 1 (TTK Yayınları, 6. Baskı, 2007).
144 Kazım Karabekir, Kürt Meselesi, Yay. Haz. Faruk Özerengin (İstanbul: Emre 2000), s. 12–13.
145
İstiklal Mahkemelerine ilişkin tartışma için, bkz., Kazım Karabekir, a.g.e, s. 24–44.
146 Halide Edip Adıvar, a.g.m, s. 118.
147
Takrir-i Sükûn kanunun birinci maddesi çok esnektir ve hükümete yönelik herhangi bir mu-
halif söylemi bile devlet nizamı gerekçesiyle cezalandırabilir. Kanunun birinci maddesi şöy-
ledir: “İrtica ve isyana ve memleketin nizamı ictimaisini ve huzur ve sükunetini ve emniyet ve asayişi-
ni ihlale bais bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşübbüsat ve neşriyatı Hükümet, Reisicumhu-
run tasdiki ile resen ve idareten men’e mezundur. İşbu ef’al erbabını Hükümet İstiklal Mahkemesine

132
5. Bölüm: Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etsinite Algısı / A. Çaylak, A. Çelik

tevdi edebilir.” Türk Parlamento Tarihi, TBMM 2. Dönemi, 1923–1927, Der. Kazım Öztürk
(Ankara: TBMM Vakfı, Basım Tarihi Belirtilmemiş), s. 3.
148 Karabekir, a.g.e, s. 26.
149
Genel Sekreter Recep Peker’in Program Açıklaması (1931), aktaran: Taha Parla, Kemalist Tek-
Parti İdelojisi ve CHP’nin Altı Oku, s. 110.
150
“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta
Lazlık veya Pomaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Mazinin
istibdat devirleri mahsülü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman alet, mürteci beyinsizlerden maada
hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü, bu millet efradı da
umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka ve hukuka sahip bulunuyor .” Afet
İnan, Vatandaş…, s. 23.
151 Şark Islahat Planı’ndan Aktaran: Baskın Oran, “Tekrar Merhaba 1938”, Radikal İki (23 Aralık
2007).
152 İnönü’nün iskân raporu için bkz: Saygı Öztürk, İsmet Paşa’nın Kürt Raporu (Doğan Kitap, 1.
Baskı, Aralık, 2007).
153 A.g.e, s. 54–55.
154 Birinci Umum Müfettiş Abidin Özmen’in Raporu, İsmet Paşanın Kürt Raporu içinde, s. 123.
155 Akt. Oran, “Tekrar Merhaba 1938”.
156 Ayrıntılı bilgi için bkz. Saygı Öztürk, a.g.e.
157 Kemalizm’in totaliter özelliklerinin açığa çıktığı dönem 1935 yılıdır. CHP’nin 1935 progra-
mında öngördüğü parti-devlet özdeşliği totaliterizmin en açık göstergesidir. Ancak, parti-
devlet özdeşliğinin 1935 yılında hayata geçirilmiş olması, bir kısım Kemalistlerin 1935’ten ön-
ce de totaliter özlemleri olmadığı anlamına gelmemelidir. Kaldı ki, totaliterizm sadece parti-
devlet özdeşliği değil, gündelik hayata varıncaya kadar hayatın her alanının kontrol edilmesi,
alternatif haber kaynaklarının susturulması ve devlet dışı özerk bireysel ve toplumsal alanla-
rın baskı altında tutulması ve bu çerçevede siyasal rejimin isterlerine uygun olmayan toplum
kesimleri üzerinde baskı kurulmasıdır. Bilinç değiştirme ve kendilerine yanlış bilinci yok et-
me öncülüğünü tanıyan ideolojiler istemeseler de totaliterizmin tuzağına düşerler. Tek parti
dönemi döneminin önemli siyasi figürlerinden olan Recep Peker, gündelik hayata varıncaya
değin her şeyin kontrol edilmesi ve değiştirilmesi gerektiğini söyleyerek totaliterizmin güçlü
bir savunucusu olduğunu göstermiştir. Bkz., Recep Peker, İnkılap Dersleri; Recep Peker,
CHP Genel Sekreteri R. Peker’in Söylevleri (Ankara: Basımevi Belirtilmemiş, 1935).

133
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

ĐKĐNCĐ BÖLÜM

1919–1950 DÖNEMĐ
TÜRKĐYE’DE ĐÇ VE DIŞ
POLĐTĐK GELĐŞMELER

135
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

136
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

6. BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ-I [1919-1920]]

İsmail AKBAL∗
İsmail HACIFETTAHOĞLU∗∗

I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte imzalanan mütareke antlaşmala-


rının Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’a yüklediği ağır yükümlü-
lükler, Osmanlı Devleti’ne de hayat hakkı tanınmadığını gösteriyordu. Müttefik
devletlerin tek tek teslim bayrağı çekmesi ve cephelerin düşmesi sonucu müta-
reke arayışlarına başlayan ve zararı en hafif şekilde atlatmak isteyen Osmanlı
hükümeti, bu konuda hazırlıklara başlarken, yapılacak mütarekenin esaslarını
tespit etmek üzere İtilaf devletleri de bir araya gelmişti. Osmanlı Devleti ile mü-
tareke yapma yetkisi İngiltere’ye bırakılmıştı. Ekim sonlarında Limni Adası’nın
Mondros Limanı’nda Rauf Bey (Orbay) başkanlığındaki Türk heyeti ile Amiral
Calthorpe başkanlığındaki heyet arasında mütareke imzalandı. 30 Ekim 1918’de
Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı Devleti, artık tarihe karışmakta,
ordularını dağıtmakta, ulaşım ve iletişim ağının denetimini İtilaf Devletleri’ne
teslim etmekteydi. Çünkü Mondros Mütarekesi, basit bir bırakışma ve anlaşma
belgesi olmanın ötesinde Osmanlı Devleti’nin tasfiyesini ve Anadolu’nun çeşitli
nüfuz bölgelerine ayrılmasını gerektiriyordu.
Mütareke hükümleri oldukça ağırdı. Özellikle VII. ve XXIV. maddeler, İtilaf
Devletleri’ne Anadolu’da istedikleri yerleri işgal etmeleri için ortam hazırlıyor-
du. Birçok yeri bizzat İtilaf Devletleri işgal ediyor; bazıları da Osmanlı Devleti’ni
içten çökerten azınlıklara vaat ediliyordu. Bu nüfuz bölgelerinden birisi de Doğu
Bölgesi idi. Mütareke yıllarında, Amasya-Samsun ve bütün Doğu Karadeniz
Bölgesi Doğu Bölgesi olarak adlandırılıyordu ve bu bölge Ermeni ve Rumlara
vaat edilmişti.1 Ayrıca Trabzon ve Samsun limanlarının inşası da İngilizlere bı-
rakılıyordu.2 Mütareke anlaşmaları, bilindiği üzere artık savaş durumuna son
veren ve yapılacak olan asıl barış anlaşmasına kadar sükûneti sağlayan geçici
anlaşmalardır. Ancak İtilaf Devletleri, barış anlaşmasının imzalanmasını bekle-
meye lüzum görmemiş ve derhal Osmanlı topraklarını işgale başlamışlardı.
Özellikle güney ve batı bölgelerinde bu durum daha açık görülmüştür.
Mütareke anlaşmasının hükümleri Osmanlı Devleti’nin elini kolunu bağla-


Doç. Dr., Aksaray Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü.
∗∗
Araştırmacı-Yazar.

137
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

mıştı. Yapılan işgallere ve anlaşma dışı haksız uygulamalara karşı koyma ihti-
mali bulunan silahlı kuvvetler de silahsızlandırılarak, denetim altına alınmış ve
tek düzenli birlik Doğu’da kalmıştı. O halde yapılacak işlem ne idi? Mütarekenin
haksız uygulamalarına nasıl tepki verilecekti? Bu sorular I. Dünya Savaşı’na
ülkeyi sürükleyerek bu makûs sonu hazırlayan İttihatçı kadroların kafasını kur-
calıyor ve kurtuluş için çareler aranıyordu. Başka bir ifadeyle, nasıl sonu onlar
hazırladıysa, kurtuluş projelerine de onlar imza atacaklardı.
MÜTAREKE (BIRAKIŞMA) DÖNEMİ VE SİYASİ DURUM
Bırakışma döneminde Osmanlı siyaset sahnesinin iki önemli partisi vardı:
İttihad ve Terakki Fırkası (İTF) ve ondan koparak kurulan, muhalif tarafta yer
alan Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF). İki parti arasındaki mücadele öyle bir hal
almıştı ki, neredeyse kan davası şekline dönüşmüştü. Her iki fırkanın da ülkenin
kurtuluşu için düşmanca duygular altında bir araya gelmeleri mümkün değildi.
5 Kasım 1918’de kendini fesh ederek, iktidardan sökülüp atılan İTF, Millî Müca-
dele kadrolarını oluşturmakla meşgul iken, iktidarı devralan HİF ise Anadolu’da
başlatılan Millî Mücadele’ye karşı tavır almıştır.3 HİF’nin Millî Mücadele’ye kar-
şı tavır almasının nedeni, muhtemelen İtilaf Devletleri’ne şirin görünmek için
Anadolu hareketini İttihatçı saymalarından kaynaklanmaktaydı.4 Onlara göre
savaştaki ağır faturanın, yolsuzlukların, sefaletin vebalini İttihat ve Terakki (İT)
mensupları taşımaktadır. Bundan dolayıdır ki, I. Dünya Savaşı’nın ardından HİF
yanlılarınca kurulan Divan-ı Harp’te birçok İttihatçı, Ermeni tehcirinden dolayı
suçlu bulunarak ya idama mahkûm edilmiş ya da Bekirağa’da hapse mahkum
edilmiştir. Durum böyle olunca, birçok İttihatçı ya yurt dışına kaçmış ya da
Anadolu’nun ücra köşelerinde gizlenmek zorunda kalmıştı.
1–5 Kasım 1918’de toplanan İTC/F Kongresi’nin son oturumunda İT adının
tarihe karıştığı ilan edilmişti. Fakat bu fiilen değil yalnızca hukuki bir son bul-
maydı. Çünkü vatanın kurtuluşu için hemen mücadeleye girişilmesi ve gerekli
teşkilatlanmaların yapılması gerekliydi.5
İT Kongresi’nin toplandığı günün gecesi (1/2 Kasım 1918) İT’nin ileri gelen-
leri de İstanbul/Ortaköy’deki hükümet konağında, son gizli toplantılarını yapı-
yorlardı. Toplantıya Talat Paşa, Enver Paşa, Bahattin Şakir, Cemal Paşa, Hacı
Adil Bey, Kurmay Albay Trabzonlu Nuri Bey ve diğer İttihatçı liderler katıldı.
Toplantıda devletin kurtuluşu için mücadele etme ve bu mücadelenin de Müda-
faa-i Hukuk Örgütleri adı altında yapılması üzerine kararlar alındı.6 Fakat örgüt-
lenmenin nerelerde olacağı ve yurt dışından bu harekete nasıl destek verileceği
konusunda İT’nin üç paşası arasında birtakım anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştı.
Talat Paşa ve Cemal Paşa, Millî Mücadele’nin başarısı kesinleşinceye kadar
Anadolu’ya müdahale etmek ve yurda dönmek niyetinde değillerdi. Talat Paşa,
Berlin’e giderek oradan Anadolu hareketine destek vermeye karar vermişti ve
diğer arkadaşlarına da telkini bu yönde idi. Enver Paşa, Talat Paşa’nın ‘yurt dışı-
na çıktıktan sonra Türkiye’nin içişlerine bir süre karışmayalım’ teklifini kabul etme-
mişti. Çünkü o perde arkasında kalacak, hırsının önüne engel koyacak yapıda
birisi değildi. Enver Paşa’nın niyeti Anadolu hareketini kendi yönlendirmesiyle
yapılmış gibi gösterip ülkeye şerefle dönmekti.7

138
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

Nihayetinde Talat Paşa Batı Anadolu’daki örgütlenmeden sorumlu olmayı


kabul ederken Enver Paşa da yıllardır üzerinde çalıştığı Doğu Bölgesi’nin örgüt-
lenmesinden sorumlu olmuştu. Enver Paşa, gizlice yurda gelmek için Anado-
lu'ya en yakın nokta olan Kafkaslara gitmek istiyordu.8 Bunun için Doğu’da ge-
rekli örgütlenmenin yapılması gerekiyordu. Aslında o, Doğu’daki örgütlenmeyi
daha savaş bitmeden başlatmıştı. Çünkü yurt dışına kaçmak zorunda kalacağını
biliyordu ve yalnızca Doğu’daki örgütler aracılığıyla Anadolu’ya girebileceğine
inanıyordu.9 Enver Paşa, son toplantının kararlarını bir mektupla, altına kendi
imzasını da atarak, TM’nin kuryeleri Filibeli Hilmi, Ebulhindili Cafer (Erçıkan)
ve Yenibahçeli Nail’e verdi ve onları örgütlenme faaliyetlerine başlatmaları için
Trabzon ve Erzurum’a gönderdi. Doğu’da örgütlenmeyi çok önceden kafasına
koyan ve bunun için eski TM ekibini kullanmak isteyen Enver Paşa, TM’nin
önemli komitacılarını da daha önceden Doğu Bölgesi’nde örgütlenmeler için
görevlendirmişti.10
Bu arada toplantıda Anadolu’daki bu hareketin liderinin kim olacağı, başka
bir ifadeyle “emanetçi lider”in kim olacağı konusu tartışılmıştı. Bunun için en
önemli kriterin lekelenmemiş olmak, yani Ermeni tehciriyle ilişkilendirilmemek
ve rütbece üstün olmak kriterlerine en yakın adayın, hele bir de Anafartalar kah-
ramanlığı gibi bir etiketle, Mustafa Kemal olduğu görülmüştür. Özellikle Musta-
fa Kemal’in Anadolu hareketinin liderliğini üstlenmesini isteyen ise Talat Paşa
idi.11 Talat Paşa da, ülkeyi terk etmeden bir gün önce Trakya’nın Türk olduğu-
nun ispatı için bir halk örgütü kurulması emrini vermiş ve bu emir üzerine Fâik
Bey (Öztırak) ve Edirne’nin ileri gelenleri tarafından Trakya ve Paşaeli Müdafaa-
i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti’ni kurmuştur.12
İttihatçı liderlerin düşündükleri çözüm önerileri tek tek uygulamaya konu-
lurken, olayın toplumsal boyutu da göz ardı edilmiyordu. Mondros Mütareke-
si’nin imzalanmasının ardından bırakışma şartlarının haksız bir şekilde uygu-
lanmasıyla birlikte vatanın elden gitmekte olduğunu gören İttihatçı aydınlar,
öncelikli olarak bırakışma şartlarının uygulanmasının ne gibi menfi neticeler
doğuracağı konusunda bazı sivil toplum kuruluşları aracılığıyla halkı uyarma ve
bırakışma şartlarının uygulanmaması için İstanbul Hükümeti’ne baskı yapma
çabasına giriştiler. 18 Kasım 1918’de toplanan Meclis-i Mebusan’da mebuslar,
bırakışma şartlarının uygulanmasına taraftar olan ve hükümeti yeni devralan
Tevfik Paşa Kabinesi’nin güvenoyu almaması için faaliyete geçtiler.13 Mustafa
Kemal de bu faaliyetler içindedir. Tevfik Paşa Hükümetine güvenoyu almaması
için Mebusan Meclisi’nde yoğun bir faaliyete giriştiler. Durum ümitli gibi görü-
nüyordu. Fakat oylama Tevfik Paşa’nın güvenoyu almasıyla sonuçlandı (19 Ka-
sım 1918). Anlaşıldığına göre bazı mebuslar, hükümete güvenoyu verilmezse
meclisin kapatılacağı endişesine kapılmış ve bu şekilde oy kullanmışlardı. Bu
durum mütareke şartlarının uygulanacağı anlamına geliyordu. İstanbul Hükü-
meti’nden ümidini kesen aydınlar ve bazı sivil toplum kuruluşları çareyi yerel
kongreler ve mitingler düzenlemekte ve İttihatçıların başlattıkları direniş hare-
ketlerine katılmakta buldular. Bu amaçla yapılan ilk icraatlardan birisi Millî
Kongre’nin toplanması olmuştur.

139
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

MİLLÎ KONGRE VE İLK DİRENİŞ HAREKETLERİ


İstanbul’da değişik isimler altında 51 dernek, Esat Paşa ve bazı aydınların
öncülüğünde bir araya gelerek devletin kurtulabilmesi için Millî Kongre’yi oluş-
turdular. Tunaya’ya göre, bir çeşit dernekler konfederasyonu oluşturmak isteyen
Millî Kongre, bu girişimiyle bir kadro hareketi yaratmaya çalışmıştı. İstanbul’da
resmî, yarı resmî ve özel birçok kuruluş ve siyasi partilerin bir kısmının da dahil
olduğu Millî Kongre, 29 Kasım 1918 günü Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti mer-
kezinde ilk toplantısını yaptı ve 7 Aralık 1918’de ilk beyannamesini yayınladı.
Biraz dağınık ve oldukça uzun ifadelere yer verilen beyannamenin çeşitli yerle-
rinde belirtilen ana fikirler Millî Mücadele’nin izlerini taşımaktadır.14 Askerleri-
mizin silâhlarından arındırılarak terhis edildiği, ülkenin yer yer müttefik devlet-
lerce işgal edildiği buhranlı günlerde millî kuruluşları sinesinde toplayan, ka-
muoyunun, ülke menfaatlerinin temsilcisi ve koruyucusu olarak ortaya çıkan
Millî Kongre büyük bir ümit ışığı olarak algılanmıştı.
Millî Kongre, 2 Haziran 1919’da ilk kongresini sonlandırmıştır.15 Millî
Kongre’den hemen sonra kongre üyelerinin birçoğu Anadolu’nun dört bir yanı-
na dağılarak örgüt kurma faaliyetlerine girişmişlerdir. Sina Akşin, gelecekte
Erzurum Kongresi’ni toplayacak olan bu kadroların ruh halini değinirken “kelle
koltukta psikolojisi” tanımlamasını yapmaktadır. Bu psikoloji, elde olanı tutabil-
mek için ölümüne bir özveri, elde olmayanı gözden çıkarma biçiminde kendini
göstermekteydi.16 Ülke büyük bir savaştan yenilgiyle çıkmış, kaynaklarını bitir-
miş, nüfusunun büyük bir bölümünü savaşta kaybetmişti. Üstelik bırakışma
şartlarına bile uyulmadığını ve topraklarının tek tek elden gittiğini gören Anado-
lu halkı, her ne kadar tükenmiş de olsa, kaybedilen toprakların derdine düşme-
den, yaşadıkları yerlerin Ermeni ve Rumlara verilmesini engellemek için kurtu-
luş çareleri üretmeye başlamışlardı.
İTTİHATÇILARI BİRLEŞTİREN GİZLİ ÖRGÜT: KARAKOL CEMİYETİ
Mondros Mütarekesi’nden sonra İngiliz destekli HİF, Anadolu’da olduğu
gibi İstanbul’da da İttihatçı avı başlatmıştı. İstanbul’da kalan İT ve TM’nin gözü
kara, fedai ve oldukça tecrübeyle donanmış elemanları bu düşmanca faaliyetler
karşısında kendilerini konumlandırmak, Anadolu’da başlayan mücadeleyi des-
teklemek ve varlıklarını devam ettirebilmek için gizli gruplar halinde örgütlen-
me faaliyetlerine devam ediyorlardı. Bu örgütlerin belli başlıları Sebat-ı Millî
Grubu, Fethiye Grubu, Karakol Cemiyeti, Yıldırım Grubu, Muavenet-i Bahriye
Grubu, Yavuz Grubu ve Namık Grubu idi.17 Bunlar arasında TM’nin son başkanı
Hüsamettin Bey’in de içerisinde bulunduğu Karakol Cemiyeti diğerlerinden
farklılıklar arz etmektedir. Bu cemiyeti diğerlerinden ayıran en önemli farklılık,
kuruluş kararının kendi iradeleriyle değil yurt dışına kaçan İTC liderlerinin em-
riyle olmasıdır. Anadolu’daki hareketin liderliği konusunda Mustafa Kemal
Paşa’yı destekleyen Talat Paşa, yurdu terk etmeden hemen önce Karakol Cemi-
yeti’nin kurulması için, bizzat en sadık adamı olan eski İaşe Nazırı Kara Kemal
ve Kara Vasıf’ı görevlendirmişti.18
Talat Paşa’nın böyle bir cemiyete gereksinim duymasının nedeni, daha önce
TM’de çalışmış eski ünlü komitacıları Anadolu’daki harekete yönlendirmekti.

140
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

Karakol Cemiyeti sayesinde Dayı Mesut, Yenibahçeli Şükrü (Oğuz), Yavuz Feh-
mi, Çerkez Ethem ve kardeşleri, Ali Çetinkaya gibi ünlü TM’ciler Millî Mücadele
saflarına katılmışlardır.19 Cemiyet, Talat Paşa’nın emriyle Kara Kemal ve Kara
Vasıf tarafından İstanbul’da 5 Şubat 1919’da kurulmuştur. Örgütün nizamname-
sini hazırlayan Kara Vasıf, başkanlığa getirilmiştir. TM’cileri tekrar bir araya
toplayan ve Enver-Talat taraftarlarını TM’den sonra ikinci kez birleştiren Kara-
kol Cemiyeti, gücünü Kayıkçılar örgütü ve Hamallar örgütü gibi esnaf örgütle-
rinden ve TM’den alıyordu.20 Kara Kemal ve Karakol Cemiyeti fırıncı, kayıkçı,
hamallar gibi güçleri örgütleyerek Millî Mücadeleye katılımlarını sağlamıştır.
Örgütün kuruluş amacı, ülkenin kurtuluşu için Anadolu’ya kaçışı tertip et-
mek, istihbarat, propaganda ve silah kaçakçılığıydı. Kuruluş amacının sağlan-
ması için gizli bir örgütlenme stratejisi öngörülmüştü.21 Bütün üyelerden önce-
likle bu koşula uyması istenmiştir. Hücre tarzında örgütlenen örgütte bir üyenin
ancak üstünü tanıması sağlanmıştı. Üyeliğe kabul edilen kişi için daha önceden
sıkı bir soruşturma yapılır, bağlılık andı içerek örgüte kabul edilirdi.22 Karakol
Cemiyeti üyeleri arasında en önemlisi, Anadolu’ya kaçışı tertip eden ve Millî
Mücadele döneminde Lazistan TM komutanı unvanını kullanan ve Enver Pa-
şa’nın meşhur yaveri Yenibahçeli Şükrü Bey’di. Şükrü Bey sayesinde Bekirağa
Bölüğü’nde hapsedilen İttihatçıların birçoğu kurtarılmıştır. Halil Paşa (Kut),
Küçük Talat, Vehip Paşa (Yanyalı), Kâzım Bey (Orbay), Seyfi Bey bunlardan
birkaçıdır.23 Üstelik Anadolu’nun ihtiyacı olan örgütçüler de Yenibahçeli Şükrü
tarafından gönderilmiştir.24 Yenibahçeli Şükrü’nün bir diğer görevi de daha önce
TM’de çalışmış çete reislerini Karakol’un bünyesine katmak ve onların Karade-
niz’deki Pontus çetelerine karşı birlikte hareket etmelerini sağlamaktı. Şükrü
Bey, Ermeni tehcirinden dolayı arandığı için dağa çıkan İpsiz Recep, Topal Os-
man Ağa ve Yahya Kâhya’dan faydalanmış, onların Millî Mücadele’nin nihai
amacı doğrultusunda milis kuvvetler olarak örgütlenmelerini sağlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa ile Karakol ilişkisini kuran Ali Fethi Bey (Okyar) idi.25
Mustafa Kemal Paşa’nın Kara Vasıf’ın evinde yapılan toplantıya Ali Fethi Okyar
ile birlikte katıldığı, diğer katılımcıların anılarından öğrenilmektedir.26 Kara Va-
sıf’ın evindeki toplantıda Mustafa Kemal Paşa’ya Anadolu hareketinin liderliği
teklif edilmiştir. Artık İstanbul’daki siyasi yolların tükendiğini gören ve topye-
kün bir savaş olmadan kurtuluşun gerçekleşemeyeceğine inanan Mustafa Kemal
Paşa, ülkenin kurtuluşunun, düşman etkisinden uzakta bir yerde, yani Anado-
lu’dan yönetilecek millî bir direnişle sağlanabileceğine inanmaktadır. Bunun için
de mümkünse geniş yetkilerle donatılmış olarak resmî bir görevle Anadolu’ya
geçmek lazımdır. Bu yüzden böyle belirsiz ortamda, o gün bu teklifi kabul etmiş
fakat bu kadroları ve yöntemi bir amaç olarak görmeyip kendi kafasındaki kur-
tuluş yöntemi için bir araç olarak kullanmıştır. Aynı günkü toplantıda Kazım
Karabekir’in de Doğu’daki tek düzenli ordu olan 15. Kolordunun başına atan-
ması, bir takım askeri ve idari kadrolara da güvenilir adamlarının tayini kararı
alınmıştır. Mustafa Kemal ile aynı fikri paylaşan yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa
(Cebesoy) 20. Kolordu Komutanlığına atanmıştır. İttihatçı valilerden Hamit Bey
de (Kapancızâde) Canik mutasarrıflığına atanacaktır. Her üçü de mücadelenin
Anadolu’dan yürütülmesinde işbirliği yapmak hususunda Mustafa Kemal ile
görüş birliği içindedir.27

141
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Daha önceden belirttiğimiz gibi, Milli Mücadele’de kurulan ilk örgüt, 30


Kasım 1918’de Edirne’de kurulan Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-i Osma-
niye Cemiyeti’dir. Amaç Trakya’nın siyasî birliğini sağlamak ve Doğu Trak-
ya’nın işgalini önlemekti. Tehdit altındaki İzmir’de de 1 Aralık 1918’de İzmir
Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti kurulmuştu. Cemiyetin amacı bölgenin
Türklüğünü savunmak ve yabancı egemenliğine girmesini önlemekti. İzmir’de
kurulan ikinci vatansever örgüt, İzmir Müdafaa-i Vatan Cemiyetidir. Bu cemi-
yet, İzmir’in işgali arifesinde Redd-i İlhak Heyet-i Millîyesi adıyla tanınmış, İz-
mir’in işgalini Anadolu’ya duyurmuştur. Adana ve çevresinin işgali üzerine 21
Aralık 1918’de Adana Müdafaa-i Hukuk-i Millîye -daha sonraki adıyla Kilikyalı-
lar Cemiyeti- kuruldu. Aynı günlerde Doğu Bölgesinde Trabzon ve Erzurum’da
Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kurulmuştu. Bu derneklerin ortak çizgisi, yöresel
bir nitelik taşımaları, medya yoluyla hak aramaları, yurt bütününü hedef alan
bir program ve liderden mahrum olmalarıdır.
DOĞU’DA İLK MİLLÎ ÖRGÜTLER
1. Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümeti
Millî Kongre’den hemen sonra Doğu Bölgesi’nin kurtuluşu amacına yöne-
len ve buradaki Ermeni ve Rum tehdidini etkisiz hale getirmeye çalışan cemiyet-
lerin kurulmaya başlanmıştır. Bu cemiyetlerden ilki, Millî Kongre’nin birkaç gün
sonrasında kurulan, Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’dir
(VŞMHMC).
Vilayât-ı Sitte’nin (Mâmuretülaziz (Elazığ), Van, Bitlis, Diyarbakır, Erzurum
ve Sivas) Büyük Ermenistan toprakları içinde gösterilmesine engel olmak ama-
cıyla Beyrut eski valisi İsmail Hakkı, Hicaz eski valisi Mahmut Nedim, Trabzon
eski valisi Süleyman Nazif28, Beyazıt Mebusu Şefik Bey, Diyarbakır Mebusu Zül-
fü ve Fevzi beyler, Sivas Mebusu Rasim Bey, Sivaslı Abdulmuttalip Bey ve Erzu-
rumlu Hoca Raif Bey, 2 Aralık 1918’de, VŞMHMC’yi kurdular.29 Cemiyetin tü-
züğünde kuruluş amacı, Doğu Bölgesi’nin Ermenilere verilmesine engel olmak
için yurt içinde ve yurt dışında propaganda faaliyeti yürütmek olarak açıklan-
mıştır.30
Enver Paşa İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmadan önce TM’nin ileri ge-
lenlerinden Yenibahçeli Nail, Filibeli Hilmi ve Ebulhindili Cafer’e daha önce
Doğu’ya gönderdiği İttihatçılar ile ilişkiye girip gerekli örgütlenmeyi yapmaları-
nı emretmiş ve kendilerine 1 Kasım 1918 gecesi yapılan gizli toplantının kararla-
rının da yer aldığı bir mektubu vererek Erzurum’a göndermişti.31 Kuryeler, 31
Aralık 1918’de, yanlarına Fuat Sabit’i de alarak Kars’a geçmiş ve burada ilk ör-
gütlenme faaliyetlerine girişmişlerdir.32 Halit Bey’in (Karsıalan) öncülüğünde, 3–
9 Ocak 1919 tarihinde, Elviye-i Selâse Kongreleri düzenlenmiştir. Kongrelere,
Erzurum ve Trabzon’daki İttihatçıların da katılımı sağlanmıştır.33 Trabzon dele-
gesi olarak Filibeli Hilmi Bey ile birlikte Trabzon Alay komutanı Ali Rıza Bey ve
TM’nin eski bölge sorumlusu Hacı Ahmet Bey (Barutçu) katılmışlardır.34 Kong-
rede Enver Paşa’nın emirleri doğrultusunda bütün Doğu bölgesinde örgütlen-
meye gidilmesi yönünde kararlar alınmış ve Elviye-i Selase’de (Kars, Ardahan,
Batum) “Cenûb-i Garbi Kafkas Hükümeti” kurulmuştur.35 Cihangirzâde İbrahim

142
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

Bey’in başkanlığa getirildiği hükümette, Filibeli Hilmi Dâhiliye Nazırı olurken


Fuat Sabit de Bakanlar kuruluna alınmıştır. Halit Bey de başkumandan seçilmiş-
tir. Bu şekilde hükümet kurulduktan sonra Doğu’daki örgütlenme faaliyetleri
için görev dağılımı yapılmıştır. Erzurum’daki örgütlenmeyi Halit Bey ile Süley-
man Necati üstlenirken Küçük Kâzım (Yurdalan), Ebulhindili Cafer Bey ve Hil-
mi Bey’in de onlara yardımcı olmaları ve Albayrak gazetesinin hemen çıkartıl-
ması kararlaştırılmıştır.36 Batum’daki örgütlenme işi Yenibahçeli Nail Bey’e ve-
rilmiş ve burada da Sada-yı Hak ismindeki gazetenin çıkartılması kararlaştırıl-
mıştı. Trabzon’da Alay Kumandanı Ali Rıza Bey ile TM’nin eski bölge sorumlu-
su Barutçuzâde Hacı Ahmet Bey, Giresun’da Topal Osman Ağa ve Samsun’da
da Mehmet Emin Bey görevlendirilmişti. İstanbul’daki örgüte de göz doktoru
Esat Paşa (Millî Kongre Başkanı), Baha Sait, Yenibahçeli Şükrü, Japon Rıza ve
Hemşinli Ali Tosun Bey atanmıştı.
2. Erzurum Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti
Enver Paşa ile sıkı ilişki içerisinde olan Halit Bey, Kars ve Ardahan Kongre-
leri sonrası alınan kararları uygulamaya koymak ve Erzurum’da bulunan İtti-
hatçıları bir cemiyet altında toplamak için Erzurum’a en yakın yer olan Oltu’ya
geçti ve Süleyman Necati’yi örgütlenme faaliyetlerini yürütmekle görevlendir-
di.37
Kurulacak olan cemiyetle ordu arasındaki ilişkileri düzenleme görevini,
1916–1919 yılları arası Kafkaslarda tümen komutanı olarak görev yapan Miralay
Rüştü Bey ve askerlikten yeni ayrılmış olan Hüseyin Avni Bey üstlendi. Ayrıca
Halit Bey’in yakın dostu olan Küçük Kâzım (Yurdalan) ve TM kuryesi Filibeli
Hilmi Bey de Erzurum’a gelerek örgütlenme faaliyetlerine katılarak orduyla
temasa geçtiler. Böylece Cemiyetin Heyet-i Merkeziyesi oluşmuştu. Asker kö-
kenlilerin perde arkasında kalması şartıyla Cemiyet 10 Mart 1919’da kuruldu.38
Erzurum VŞMHMC Heyet-i Merkeziyesi Hoca Raif (Dinç), Küçük Kâzım (Yur-
dalan), Hüseyin Avni (Ulaş), Süleyman Necati (Güneri) gibi İttihatçı bilinen şa-
hıslardı. Cafer Bey, bu durumun dikkat çekmemesi için Süleyman Necati tara-
fından birkaç tane Hürriyet ve İtilafçının zorla cemiyete üye yapıldığını söyle-
mektedir. İttihatçı liderlerin emriyle, İstanbul merkezli olarak kurulan
VŞMHC’nin Erzurum şubesi, TM’nin kopyası gibiydi. TM tarzı olan gizlilik, üye
yapma tarzı hepsi örtüşmekteydi.39 Üstelik TM tarzı olan öldürme yoluyla mu-
halefeti susturma girişimleri de olmuş, ya da bu tür girişimler mektuplarda
geçmiştir.
Cemiyet daha kuruluşunu vilayete bildirmeden 6 Mart 1919’da ilk toplantı-
sını yaptı. Bu toplantıda alınan kararlar bir beyanname halinde Doğu vilayetle-
rine bildirildi. Beyannamede cemiyetin kuruluş amacı bildirilirken, Doğu vila-
yetlerinin haklarını savunmak için bütün yurttaşlardan yardım isteniyordu.
3. Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti (TMHMC)
Mondros Mütarekesi’nden sonra Ermeni tehdidi nasıl Erzurum üzerinde
yoğun bir şekilde hissediliyorsa Rum tehdidi de, Pontusçuluk faaliyetleri şeklin-
de Trabzon vilayeti üzerinde hissediliyordu. Trabzon’un İttihatçı eşraf ve aydın
kesimi Rum-Pontus Devleti kurulmasını engellemek için gizli toplantılar yapı-

143
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

yordu. Trabzon’daki vatanseverler, bölgede bulunan eski TM’cilerin de yönlen-


dirmesiyle, özellikle de Jandarma Komutanı Küçük Kâzım’ın harekete geçirme-
siyle, örgütlenmeye karar vermişlerdi.40 İşe ilk olarak İstikbal gazetesini çıkar-
makla başlanmıştır. İstikbal, TM’nin üç kuryesinin Trabzon'a gelmesinden üç
gün sonra (11 Aralık 1918’de) ilk sayısını çıkartmıştır. Trabzon’un İttihatçı eşraf
ve aydınları, İstikbal aracılığıyla örgütlenme üzerine yayın yapmaya başlamış-
lardı. Bu arada buradaki örgütlenmenin de, Erzurum’da olduğu gibi, dikkat
çekmemesi için Hİ’ci kesimden bazılarının Cemiyete dâhil edilmesi gerekiyordu.
Temelzâdelerin Boztepe’deki büyük konaklarında, 10 Şubat 1919’da mevlit mü-
nasebetiyle bir toplantı yapıldı. Toplantıda Trabzon’da bir cemiyet kurulması
için her iki kesim arasında mutabakat sağlandı. Üstelik kurulması düşünülen
cemiyetin kurucu üyeleri belirlendi ve açılış tarihi olarak da 12 Şubat 1919 Cuma
günü karar kılındı.
Temelzâdelerin evinde alınan karar gereği 12 Şubat 1919’da Trabzon Muha-
faza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti (TMHMC) kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları
Trabzon’un güçlü, Müslüman-Türk eşrafı idi.41 Cemiyetin kurucuları arasında
yer alan Trabzon’un en önemli eşraf aileleri Barutçuzâdeler, Eyüpzâdeler, Nem-
lizâdeler ve Hacıalihafızzâdeler idi. Bunlar geleneklerine bağlı, köklü ve geniş
ailelerden oluşuyordu. Eşrafın büyük ve güçlü olan kesimi İttihatçı idi.42 Cemi-
yetin kurucuları arasında TM’nin eski bölge sorumlusu Barutçuzâde Hacı Ah-
met Bey, İstikbal’in sahibi ve başyazarı Barutçuzâde Fâik Ahmet Bey ve daha
önce İTF’den mebus seçilmiş olan Hafız Mehmet Bey ve Eyübzâde İzzet Bey,
TM’nin fedailerinden Kayıkçılar Kâhyası Yahya43 gibi İttihatçıların yanında
Ömer Fevzi Bey ve Abanozzâde Hüseyin Bey gibi Hİ’ci eşrafın ileri gelenleri de
vardı. Cemiyetin kurulmasında ulemanın da önemli bir payı vardı. Trabzon
Müftüsü İmadeddin Efendi kurucular arasındadır ve kendisine merkez yöneti-
minde görev verilmiştir.44
TMHMC’nin amacı, VŞMHC’nin olduğu gibi, Wilson Prensiplerine göre
milli hakları korumak, Doğu vilayetlerinde kurulması düşünülen Rum ve Erme-
ni Devleti tehlikesi karşısında bölgenin Türklere ait olduğunu ispatlamak, böl-
genin Saltanata ve Hilafete bağlılığını muhafaza etmek ve kurtuluş için gerekli
vasıtaların sağlanması diye özetlenebilir.45 Böylece Doğu bölgesindeki örgüt-
lenme tamamlanmış oluyordu. Bu örgütlenmeyi milli mücadelede yönlendire-
cek lider beklenmeye başlanmıştı.
M. KEMAL PAŞA’NIN ORDU MÜFETTİŞLİĞİNE ATANMASI
Doğudaki örgütlenmelerden de anlaşılacağı üzere, Anadolu yoğun bir faa-
liyet içerisindedir. Üstelik bu örgütlenmeler yanı sıra eski TM mensupları çeteler
kurmakta, Ermeni ve Rum çetelerine karşı mücadele etmektedirler. İşte bu ortam
içinde 21 Nisan 1919 tarihli İngiliz notası Babıâli’ye geldi. Adı geçen notada “Do-
ğu’da askerî durumun iyi olmadığı, bundan sorumlu olan ordu komutanı Yakup Şevki
Paşa’nın görevden alınması gerektiği ve Türk çetelerinin biran önce dizginlenmesi gerek-
tiği” söylenmektedir.

144
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

Nota İstanbul Hükümetinde ciddi sıkıntılar yaratmıştı. Çünkü Mondros’un


24. maddesi 6 Doğu ilinde karışıklık çıkması halinde buraların işgalini öngör-
mekteydi. Paris’e giden Ermeni delegasyonu 6 Doğu ilinin yanı sıra Maraş’la
birlikte Kilikya’yı ve Trabzon ilini içine alacak “Büyük Ermenistan” oluşturulma-
sını istemekteydi. Diğer taraftan, özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Rize’den
İnebolu’ya kadar uzanacak bir Pontus–Rum devleti kurmak için yoğun faaliyet
vardı. Bu maksatla bir taraftan Paris Barış Konferansı’na heyet gönderiliyor,
diğer taraftan da bölgede Rum çeteleri oluşturularak asayişi bozmak, İtilaf Dev-
letleri’nin müdahalesini sağlamak, Müslüman halkı kaçırmak amacı güdülüyor-
du. Bölgede ezici çoğunluğa sahip olan Müslüman halk, Hıristiyan çetelere karşı
can güvenliğini sağlamak için eski TM’ciler tarafından kurulan çetelerle katılı-
yordu. Rumlar bölgedeki nüfus dengesini etkilemek için Rusya’dan Kuzey Ana-
dolu’ya Rum göçmenleri getirmekteydiler. Türk tarafı bunu önleme gayretlerine
girişince, Rumlar bundan şikâyetçi oluyordu. Onların şikâyeti üzerine, İngilizler,
Samsun ve çevresindeki asayişsizliğinin önlenmesini, aksi halde kendilerinin
önlem almaya mecbur olacaklarını belirtmişlerdi. Nitekim 9 Mart 1919’da Sam-
sun 200 kişilik bir müfreze ile İngilizlerce kontrol altına alındı. 30 Mart’ta Merzi-
fon işgal edildi. İngiliz işgalinden moral bulan Rum çeteleri saldırılarını daha da
artırdılar.
İngiliz girişimlerinden telaşlanan Sadrazam Damat Ferit Paşa, meseleyi
Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’e açarak, alınacak tedbir konusunda görüşünü
sorar. Nazır, şikâyete konu olan bölgelere muktedir bir paşanın, durumu yerin-
de incelemek ve gerekli önlemleri almak maksadıyla gönderilmesini önerir. Dü-
şündüğü kişi Mustafa Kemal’dir. Sadrazam, Harbiye Nazırı Şakir Paşa’ya, İngi-
liz şikâyetleri ile ilgili konuyu incelemeye Mustafa Kemal Paşa’yı memur etme-
sini söyler. Şakir Paşa, Mustafa Kemal’in o sıralar iyi ilişkiler içinde olduğu Bah-
riye Nazırı Avni Paşa’nın kayınpederidir. İngiliz şikâyetlerine ait dosyayı incele-
yen Mustafa Kemal, görevin yapılabilmesi için memuriyetine bir şekil verilmesi,
bir makam ve yetki sahibi olması gerektiğini belirtir. Amacı mümkün olduğu
kadar geniş yetkilerle Anadolu’ya geçmektir. O sırada ordu müfettişlikleri ku-
rulması düşünülmektedir ve o sıfatla gitmesi uygun bulunur. Hükümet Mustafa
Kemal’den İtilaf Devletleri’nin isteklerini tatmin etmesini istemekteydi. Mustafa
Kemal’e bunları yapabilmesi için ordu müfettişliği yetkisinin dışında olağanüstü
bir takım yetkiler de verilir. Talimatnameye göre Mustafa Kemal’in görevi, hem
mülkî ve hem de askerîdir. III. ve XV. Kolordular müfettişlik emrine verilmiştir.
Bölge komutanlığı, tümen veya özel göreve atanacak subayların atanma veya
yer değiştirmeleri, müfettişliğin onayı veya isteği ile olacaktır. Müfettişlik bölge-
si bütün Doğu bölgesinin yanı sıra komşu vilayet ve bağımsız livaları da kapsa-
maktadır. Buralardaki mutasarrıflıklar ve valiler müfettişliğin emirlerini doğru-
dan doğruya yerine getireceklerdir.46
Mustafa Kemal’in 9. Ordu Müfettişliğine atanma iradesi, 30 Nisan 1919’da
Padişahça onaylandı. 5 Mayıs’ta Bakanlar Kurulunda tartışılan talimat, 6 Ma-
yıs’ta görev yerine acele hareket etmesi için kendisine 7 Mayıs’ta da kolordulara
duyuruldu.

145
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

İZMİR’İN İŞGALİNE TEPKİLER: MİTİNGLER VE ŞÛRA-YI


SALTANAT
Savaş sonrası düzenini oluşturacak olan Paris Barış Konferansı 18 Ocak
1918’de açıldığında, İtilâf Devletleri, Osmanlı Devleti’ni parçalamaya kararlıdır-
lar. Fakat bunun belirli kamufle malzemeleriyle örtülmesi gerekiyordu. Bu arada
“5 denizli büyük Yunanistan” hayaliyle yanıp tutuşan Yunanlılara Batı Bölgesi
vaat edilmişti. Venizelos, İzmir Rumlarının tehdit altında oldukları iddiası ve
onları koruma gerekçesi ile bir Yunanlının komutası altında müttefik kuvveti
sevk edilmesini, istihkâmların işgalden 36 saat önce istenmesini, harekâtın İngi-
liz Yüksek Komiseri Calthorpe tarafından yönetilmesini ve İtalya’nın durumdan
haberdar edilmesini önerdi ve bu teklif 12 Mayıs’ta kabul edildi.
Paris’ten haberler çok çabuk sızmıştı. Kolordu Komutanı Nurettin Paşa, ge-
rekli tedbirlerin alınması hususunda hükümeti uyarmaya çalıştı. Ancak müttefik
temsilcilerinin kararı üzerine Nurettin Paşa görevden alındı. İngiliz yanlısı İzzet
Bey valiliğe; komutanlığa da emeklilerden Ali Nadir Paşa getirildi. Böylece Yu-
nan çıkarması halinde karşı konulmaması güvence altına alınmış oluyordu. İngi-
liz Amirali Calthorpe, 14 Mayıs 1919’da Mütareke’nin VII. maddesi gereğince,
İzmir istihkâmlarının müttefiklerce işgal edileceğini, Ali Nadir Paşa ve valiye
bildirdi. İstanbul’da da Damat Ferit Paşa’ya aynı tebligat yapıldı. Kolordu Ko-
mutanı İstanbul’dan talimat istediğinde, Harbiye Nazırı, mütareke hükümlerine
uygun isteğin yerine getirilmesi cevabını verdi. Komutan birliklere, işgal hareke-
tine karşı konulmamasını emretti.
15 Mayıs sabahı saat sekizden itibaren müttefik donanmasının şehre dönük
toplarının himayesinde, Yunan birlikleri İzmir’i işgale başladılar. Karaya çıkan
birlikler, yerli Rumların taşkın ve coşkun gösterileri ortasında kente dağılıp tica-
rethaneleri, evleri yağmaladılar; insanları boğazladılar. İki gün süren terör sonu-
cu 2000’i aşkın Türk öldürülüp tecavüz, gasp ve yağma hareketleri birbirini ko-
valadı.
İstanbul hükümeti şaşkınlık içindeydi. Babıâli bu işgali bir nota ile protesto
etti. Hükümet 16 Mayıs’ta istifâ etti ise de yeni hükümet için yine Damat Ferit
Paşa memur edildi. İşgal yurtta protesto ve mitinglere yol açtı. Özellikle İstan-
bul’da Mayıs sonlarında düzenlenen mitinglerde bu tepki dile getirildi.
İzmir’in Yunanlılarca işgal edilmesi ve işgale İtilaf Devletlerince müsaade
edilmesi İstanbul’un da resmen işgal edileceğinin bir işaretiydi. Bu durum bütün
Türkleri sarstığı kadar sarayı da sarsmıştı. Böylece oldukça zor bir durumla karşı
karşıya kalan Padişah Vahdettin, zayıflayan saray otoritesinin güçleneceği umu-
duyla daha önce sürekli olarak ertelediği Şûra-yı Saltanat’ı toplamaya karar
vermişti.47
26 Mayıs 1919’da Yıldız Sarayı’nda toplanan Şûrâ-yı Saltanat’a 130 kişiyi
aşkın bir topluluk katıldı.48 Katılımcılar arasında vekiller, ayanlar, kamu kurum-
larından seçilen temsilcilerin yanı sıra Millî Kongre’nin de dâhil olduğu Vahdet-i
Milliye, Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, VŞMHC gibi Millî Mücadele yanlısı
bazı sivil toplum kuruluşunun temsilcileri de vardı.

146
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

Şûrâ’yı Padişah kısa bir konuşmayla açtı; ardından Damat Ferit ülkenin ge-
nel durumunu özetleyen bir konuşma yaptı. Daha sonra söz alan 18 konuşmacı-
nın çoğu milliyetçi sayılabilecek renkte konuşmalar yaptı.49 Şûrâ-yı Saltanat’a
manda ve Millî Şûrâ istekleri damgasını vurdu; fakat hiçbir sonuç ve karar alın-
madan sona erdi.50
İzmir’in işgali Doğu vilayetlerini de telaşa düşürdü ve Doğu bölgesinin de
elden gitme vaktinin çabuk olduğu, hemen tedbir alınması gerektiği kanısını
güçlendirdi. 30 Mayıs 1919’da, Erzurum’daki cemiyetten Trabzon’a ortak bir
kongre toplamak için bir telgraf geldi.51 Telgrafta Trabzon’un Doğu vilayetleri
için, Doğu vilayetlerinin de Trabzon için öneminden bahsedildikten sonra Doğu
vilayetleri olarak toplanarak Millî Mücadele gayretlerini birleştirmek istedikleri-
ni, bu amaçla bir toplantı yapacaklarını, bu toplantıda Doğu vilayetleri ile tarihî,
ırkî birliği olan Trabzonluları da aralarında görmek istediklerini bildirdiler ve
toplantının yeri hakkındaki Trabzonluların fikirlerini sordular.52 “Erzurum’da
veyahut diğer mutavassıt bir vilayette in’ikad edecek olan kongreye sizin de iştirakinizi
teklif ediyoruz” ibaresini içeren telgraf Trabzon’a ulaştığı zaman TMHMC olağa-
nüstü kongre yapmaktaydılar. Trabzonlular Erzurum'un teklifini kabul ederek
kongre için Erzurum’un her yönüyle müsait olduğunu, vatanın kurtulması için
tek vücut olunacağını, Erzurum şubesi heyetini “heyet-i müteşebbise” seçtikleri-
ni bildirerek kongre yerinin ve zamanının bildirilmesini istediler. Ertesi gün Er-
zurum’dan gelen telgrafta TMHMC’ne teşekkür edilirken toplantı tarihinin 10
Temmuz olarak belirlendiği, belirlenen tarihten önce Trabzon’un temsilcilerini
seçmesi gerektiği bildiriliyordu. TMHMC kongre heyeti, Erzurum’da yapılacak
olan kongreye katılacak temsilcilerde bulunması gereken nitelikler ile yapılacak
seçimin esaslarını belirleyerek her kazanın en az bir temsilci bulundurması pren-
sibini kabul etti ve olağanüstü kongresini sonlandırdı.53
Görüldüğü gibi İzmir’in işgali Türk halkında, işin siyasetle çözülemeyeceği,
artık topyekün bir mücadelenin yapılması kanısını pekiştirdi. Bütün ülkede mu-
azzam bir heyecan dalgası her tarafa yayıldı. Anadolu şehirleri art arda yaptıkla-
rı mitinglerle işgali kabul etmeyeceklerini dünyaya ilân ettiler. “Her şer görülen de
hayır vardır” düsturundan hareketle Anadolu halkı, âdil bir barış gerçekleşeme-
yeceğini, tek kurtuluş yolunun silâha sarılmak olduğunu anladı.
SAMSUN’DAN ERZURUM’A
Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı ve faaliyetlere başladı.
Samsun çevresi, Pontus-Rum çetelerinin yarattığı huzursuzluk içindeydi. İngiliz-
lerle, Türk çete liderleriyle ve sonra da Mutasarrıfla görüştü. Mutasarrıf pasif bir
tutum içindeydi. İstanbul’da kararlaştırıldığı gibi Mustafa Kemal, 21 Mayıs’ta
Mutasarrıfın âcilen değiştirilmesini önerdi. Sadaret aynı gün verdiği cevapta, bu
girişimi ve mutasarrıflık için Mustafa Kemal’in önerdiği Hamit Bey’in (Kapan-
cızâde) atanmasını onayladı.
Samsun işgal altında olup İngilizler ve Rum çeteleri kentte kol gezmekteydi.
Mustafa Kemal, güvenlik açısından burada kalmayı uygun görmedi. 6 günlük
bir ikametten sonra, iç bölgeyi teftiş ve kaplıcalarından yararlanmak gerekçesiy-
le, 25 Mayıs’ta Havza’ya geçti. Havza, işgal kuvvetlerinin uzağında, daha rahat

147
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

hareket imkânı olan bir yerdi. Nitekim Mustafa Kemal, gelir gelmez Havzalıları
vatanı kurtarmak maksadıyla halkı direnmeye ve millî haklara sahip çıkmaya
davet etti. Hemen bir miting düzenletti. Komşu illerdeki komutan ve idarecilere,
28 Mayıs tarihli bir genelgeyle Manisa ve Aydın’ın işgal edildiğini, yurt bütün-
lüğünün korunması için, dört gün süreyle büyük ve coşkulu mitingler yapılma-
sını, büyük devlet temsilcilerine, Babıâli’ye tesirli telgraflar çekilmesini, Hıristi-
yanlara karşı düşmanca hareketlerden kaçınılmasını istedi. Diğer taraftan millî
direnmeyi organize etmek için XV., III. ve XX. Kolordulara 29 Mayıs’ta gizli bir
genelge gönderdi. Bu genelgede kısaca bölgenin işgal ihtimali ve bunun karşı-
sında alınacak tedbirler üzerinde duruluyordu.
Mustafa Kemal, bir taraftan Anadolu’daki direniş için belli başlı askerî ted-
birlerin alınmasını sağlarken, diğer taraftan da millî hakları savunacak Müdafaa-
i Hukuk Cemiyetleri oluşturulması için yoğun faaliyet halindeydi. 1 Haziran’da
görev bölgelerindeki illere gönderdiği genelgede, idare amirlerinden, yönetimle-
rindeki alanda Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olup olmadığını, varsa kurucularının
isimlerinin bildirilmesini istedi. Bu arada İngilizler Mustafa Kemal’in Anado-
lu’daki faaliyetlerinden haberdar oldular ve 6 Haziran’da geri çağrılması için
İstanbul Hükümetine baskı yapmaya başladılar. İngiliz baskısı üzerine, Harbiye
Nezareti, 8 Haziran 1919’da Mustafa Kemal’den İstanbul’a dönmesini istedi.
Fakat Mustafa Kemal İstanbul’a dönmemeye kararlıydı. O daha mütarekenin ilk
günlerinde düşmanlara kayıtsız şartsız boyun eğmenin felâketi çoğaltacağını
görmüş, ilgilileri ısrarla uyarmıştı.
Havza gerisinde İngiliz birlikleri olması ve Amasyalıların davetini dikkate
alan Mustafa Kemal, Havza’yı 12 Haziran’da terk ederken millî hareketi düzen-
leme faaliyetlerine açık bir şekilde devam etmek kararındadır. O, Amasya’da
Müftü Hacı Tevfik Bey olduğu halde, sıcak bir şekilde karşılandı. Amasya halkı-
nı milli mücadeleye davet etti. Hemen ertesi gün de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
oluşturuldu. Kurucular ve halk millî harekete maddî destek sağladılar. Artık
İstanbul Hükümetiyle olan ilişkiler daha gergin bir safhaya giriyordu.
Anadolu’da askerî ve mülkî erkânın büyük kısmını arkasına alan Mustafa
Kemal, Trakya’nın da bu oluşuma katılması için 18 Haziran’da I. Kolordu Ko-
mutanı Cafer Tayyar Paşa’ya durumu izah ile bütün millî cemiyetlerin Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuki Millîye ismi altında birleştirileceğini bu maksatla
Sivas’ta bir kongre toplanacağını, buraya Trakya’yı temsilen delege gönderilme-
sini istedi. Mustafa Kemal, bağımsızlık elde edilinceye kadar bütün milletle fe-
dakârca çalışacağına mukaddesatı üzerine and içtiğini, bunu yurdun her tarafına
genelge ile bildirdiğini, kararının Anadolu’dan hiçbir yere gitmemek olduğunu,
bu kararının bütün arkadaşlarının kararı ve görüşlerine tümüyle uyduğunu ilan
etti.
Bu arada Rauf Bey, 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ile birlikte 19 Hazi-
ran’da Amasya’ya geldi. Onlara 3. Kolordu Komutanı Refet (Bele) Bey’in de ka-
tılmasıyla, Mustafa Kemal’in hazırladığı bir metin görüşülerek 21/22 Haziran’da
Amasya Tamimi adı altında kararlar alınmıştır. Bu kararlarda özetle “Vatanın
bütünlüğü ve istiklâlinin tehlikede olduğu, hükümetin görevini gereğince yapmadığı,
milletin istiklâlini yine milletin kararının kurtaracağı, millî hakları dünyaya duyurmak

148
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

için her türlü etkinin dışında bir millî kurula ihtiyaç olduğu, bu maksatla Sivas’ta bir
kongre toplanacağı, kongreye katılmak üzere bütün illerin her sancağından parti farkı
gözetilmeden muktedir ve milletinin güvenini kazanmış üçer delege gönderilmesi, askerî
ve sivil teşkilatın hiçbir suretle dağıtılmaması, kumandanın hiçbir şekilde terk edilmemesi
veya başkasına devredilmemesi, vatanın herhangi bir tarafına yeniden olacak bir düşman
hareketi halinde komutanların birlikte hareket edecekleri, silâh ve mühimmatın katiyen
elden çıkarılmayacağı” öngörülmekteydi. Ayrıca Erzurum Kongresi üyelerinin
Sivas Kongresine katılmaları kararlaştırılarak fikir birliği sağlanmıştı. Amasya
kararlarıyla kurtuluş için dağınık ve yöresel girişimlerin birleştirilmesi ve millî
haklara sahip çıkacak bir kongrenin toplanması ve böylelikle milletin kendi ka-
derine kendisinin sahip olması imkânı yaratılmıştı. Bu arada İstanbul Hükümeti
boş durmadı ve 26 Haziran’da Mustafa Kemal’i görevden aldığını, kimsenin
onun emirlerini yerine getirmemesini istedi.54
KONGRELER DÖNEMİ
1. Erzurum Kongresi
Daha Mustafa Kemal Paşa, Amasya’ya geçmeden Doğu’da kurulan iki Mü-
dafaa-i Hukuk Cemiyeti kendi aralarında bölgenin kurtuluşu için bir kongre
düzenlemeye karar vermişti. Kongreyi baştan sona kadar tertip eden TM’cilerin
kafasında yatan fikir Doğu’da özerk bir hükümet kurmaktı. TM’ciler bu tür giri-
şimlerin provasını 1913’ten beri yapmaktaydılar. İlk uygulama 1913’te Batı
Trakya’da daha sonra da 1918’de Kars’ta, Cenûb-i Kafkas Hükümeti ile yapıl-
mıştı.55 Ancak bir hamlede ve topyekûn milli birliğe doğru gitmek yönünde gö-
rüşünde olan Mustafa Kemal’e göre Erzurum Kongresi bu birliği sağlayamazdı.
Ülkedeki siyasi havayı çok iyi koklayan Mustafa Kemal, kendi iradesiyle top-
lanmayan ve tertip edilmeyen bir Kongrenin İttihatçı damgasını yiyeceğini ve
Kongreden millî birliğe doğru bir sonuç çıkmayacağını bildiği için Erzurum
Kongresi’nden bir ay önce Amasya Toplantısı’nda Sivas’ta bir “genel kongre”
toplanması kararını aldırtmıştı. Sırf milli mücadeleyi sekteye uğratmamak ve
eski İttihatçıları küstürmemek için Erzurum Kongresi’ne katılmaya karar ver-
miştir.
Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a gitmek ve Erzurum Kongresi’ne katılmak
amacıyla 26 Haziran’da Amasya’dan Tokat’a geldi. Geceyi Tokat’ta geçirdi fakat
Sivas’ta birtakım olumsuz hazırlıklar yapıldığını duydu ve gerekli tertibatı al-
dıktan sonra, 27 Haziran’da adeta baskın şeklinde Sivas’a ulaştı. Mustafa Kemal,
Rauf beyle birlikte bir hafta süren meşakkatli bir yolculuktan sonra, 3 Tem-
muz’da Erzurum’a ulaştı.
8 Temmuz gecesi Mustafa Kemal Paşa telgrafhaneye giderek bütün görevle-
rinden istifâ ettiğini bildirdi. Bu arada Erzurum Kongresi’nin 10 Temmuz’da
toplanacağını haber alan Rawlinson, Kongrenin toplanmasını engellemek için 9
Temmuz’da Mustafa Kemal Paşa’yı Erzurum’da ikamet ettiği evde ziyaret etti.
Görüşmede Rawlinson, böyle bir kongrenin toplanmasına İngiliz Hükümeti’nin
izin vermediğini ve derhal delegeleri geldikleri yerlere geri göndermelerini iste-
di. Rawlinson’un tavrına ve isteklerine çok sinirlenen Mustafa Kemal Paşa’nın,
kendilerinin İngiliz Hükümetinden kongre toplamak için izin istemediklerini ve

149
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

böyle bir izne gerek duymadıklarını, her ne pahasına olursa olsun bu kongrenin
toplanacağını söyleyerek Rawlinson’u kibarca kovdu.56
Trabzon’dan seçilen 17 kişilik delege grubu 10 Temmuz olarak tespit edilen
tarihten önce Erzurum’a geldi. Diğer şehirlerden gelmesi beklenen delegelerin
zamanında gelememesi nedeniyle Kongre 23 Temmuz’a yani Meşrutiyetin ilanı
tarihine ertelendi.57 Kongre tarihi ertelenince, delegelerden bazıları Mustafa Ke-
mal Paşa ve Rauf Bey’in delege olmadıkları için Kongreye katılmalarına karşı
çıkmış; bunun üzerine onların Erzurum delegesi olmaları için, Ermeni tehcirine
adı karışan, İttihatçı fedai subaylarından Küçük Kâzım ve Cevat Dursunoğlu
delegelikten çekilmişler ve yerlerine Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey geçmiş-
tir.58 Bu arada istifa eden Cevat Bey Hasankale’den, Kâzım Bey de Tortum’dan
tekrar delege seçilerek kongreye katılmışlardır.
Kongre esas itibariyle bir Erzurum-Trabzon Kongresi niteliğindeydi. Kong-
reye, Trabzon 17, Erzurum 24 ve diğer vilayetlerden de 15 olmak üzere toplam
56 delege katılmıştır.59 Diğer illerden Sivas 10, Bitlis 3, Van 2 delege göndermiş-
tir. Bitlis delegelerinden en az ikisi, Van delegelerinden en az biri Erzurumlu idi.
Elazığ, Diyarbekir ve Mardin’den seçilen delegelerin Erzurum’a gelmelerine
Elazığ Valisi Ali Galip engel olmuştur. Kongre Hoca Raif Efendi başkanlığında
23 Temmuz günü açılmıştır. Birkaç gün önce Süleyman Necati Bey tarafından
acele bir şekilde hazırlanan Kongre Nizamnamesi kabul edilmiş ve oturumlara
geçilmiştir.
Kongre sıkıntılı başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın general üniforması ve
Yaver-i Hazret-i Şehriyari kordonuyla başkanlık kürsüsünde oturacak olması
itirazlara yol açmış; nihayetinde Mustafa Kemal Paşa olayı uzatmamak için üni-
formasını çıkartmış ve kongreye sivil elbise ile katılmıştır60. Kongrenin ilk top-
lantı gündeminde başkanlık seçimi vardı. Mustafa Kemal, oylamaya katılan 48
delegeden 38’inin oyunu alarak başkan seçilmiştir. Bu arada Kongre’de daha
birçok sorunla karşılaşılmış; özellikle delegeler arsındaki adem-i merkeziyetçile-
rin verdiği önerge iyice sinirleri germişti.61 Kongrenin son günü Heyet-i Temsili-
ye (HT) oluşturulmuş ve başkanlığına Mustafa Kemal seçilmiştir. Böylece Ana-
dolu’da Kongre iktidarı dönemi başlamış ve siyasal güç odağı HT olmuştur.
7 Ağustos’ta sona eren Erzurum Kongresi HT’nin aldığı kararları bir beyan-
name ile duyuruldu. 7 Ağustos 1919 tarihli beyanname Kongrenin VŞMHMC ve
TMHMC‘ni ortadan kaldırdığını ve bunların yerine Şark-i Anadolu Müdafaa-i
Hukuk-ı Cemiyetinin (ŞAMHC) kurulduğu; her türlü işgal ve müdahalenin
“Rumluk ve Ermenilik teşkili” amacına yönelik sayılacağından birlik halinde
savunma ve direnme esasının kabul edildiği; Müslüman olmayanlara toplumsal
dengeyi bozacak yeni ayrıcalıklar tanınmayacağı; fakat önceden kazanılmış hak-
larına da saygılı olunacağı; herhangi bir devletin “Fennî, sinaî ve iktisadî yardı-
mı”nın memnuniyetle karşılanacağı ve merkezi hükümetin İtilaf Devletleri’nin
baskısı sonucu Doğu Anadolu’yu “terk ve ihmal” zorunda kalması ihtimaline
göre Hilafet ve Saltanata bağlılığı ve milli varlık ve hakları sağlayacak tedbirlerin
alınmış bulunduğu vurgulanmıştır.62

150
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

HT Kararnamesi aynı gün imzaya açıldı. Kararnameyi muhalif olarak bili-


nen Abanoszâde Hüseyin Avni, Ömer Fevzi, Yusuf Ziya, Doktor Ali Naci, İbra-
him Hamdi ve bir kaç kişi daha imza etmedi. Kırzıoğlu’nun verdiği listeye göre,
Kongreye katılıp da imzası olmayan delege sayısı on sekizdir. Bu öyle azımsana-
cak bir rakam değildir. Başka bir ifadeyle Kongreye katılan delegelerden yakla-
şık üçte biri Kongre kararlarını imza etmemiştir. Bu da göstermektedir ki, Erzu-
rum Kongresi ciddi bir şekilde Hİ’cilerin muhalefetine uğramıştır. Fakat Kongre
dönüşü muhalifleri pek iyi günler beklemiyordu. Giresun’daki muhaliflerin ba-
şına Topal Osman Ağa öyle bir çökmüştür ki bırakın muhalefet yapmayı nefes
bile alamayacak durumdadırlar. Bu yüzden birçoğu ya Anadolu’nun başka böl-
gelerine, ya da yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır.63 Bu arada cemiyetler
yaptıkları ilk toplantılarında Hİ’cileri cemiyetlerden tasfiye etmişlerdir.
Erzurum Kongresi ile Doğu Bölgesinin birliği sağlanmıştı. Fakat Mustafa
Kemal Paşa ve arkadaşlarının görüşü, bir hamlede ve topyekûn milli birliğe
doğru gitmek yönündeydi. Erzurum Kongresi bu birliği sağlayamazdı. Ülkedeki
siyasi atmosferi iyi algılayan Mustafa Kemal, kendi iradesiyle toplanmayan ve
tertip edilmeyen bir Kongrenin İttihatçı damgasını yiyeceğini ve Kongreden
millî birliğe doğru bir sonuç çıkmayacağını bildiği için Erzurum Kongresi’nden
bir ay önce Amasya Toplantısı’nda Sivas’ta bir “Genel Kongre” toplanması kara-
rını aldırtmıştı. Sonunda öyle de oldu. Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal ve
arkadaşları bekledikleri sonucu alamadılar. Gerek Kongreye katılan Trabzon
delegelerinin muhalefeti gerekse Kongre sonrası İstanbul Hükümeti ve İstanbul
basınının karşıt propagandası Erzurum Kongresi’ne İttihatçı damgasını vurmuş-
tu. Bu korkudan yani İttihatçılık korkusundan olsa gerek Kongre sonrasında
topluca fotoğraf çektirilmesi için teklif verildiyse de bu teklif kabul görmemiş ve
herhangi bir fotoğraf çektirilmemiştir.64
Erzurum Kongresi’nde katılan delegelerden birçoğu Sivas’ta bir kongre top-
lanacağını Kongrenin son günü öğrenmişlerdi. Sivas’ta bir Kongre toplanmasına
karşı çıkan delegelerden bazıları, Mustafa Kemal Paşa’nın bütün delegelere Er-
zurum’dan ayrılmamalarını tembihlemesine rağmen, Erzurum’dan tepkili bir
şekilde ayrılmışlardı.
Erzurum Kongresi ile İstanbul’un Anadolu üzerindeki etkisi iyice azalmaya
başlamıştı. Bu yüzden İstanbul Hükümeti, sertleşme politikalarına başvurma
gereği duymuştur. Bunun sonucu olarak da birtakım tedbirler almıştır. Bunlar
şöyle sıralanabilir:
• 26 Temmuz’da bütün valiliklere Mustafa Kemal Paşa’nın tutuklanarak
gönderilmesi.65
• Telgraf başmüdürlüklerine gelen genelge: “Teşkilât-ı Milliye ve Kongre”
adıyla yapılan yazışmaların kabul edilmemesi.66
• Doğu illerinde üst kademelere yeni atamalar yapıldı. 2 Ağustos’ta Van
Valiliği’ne Mithat Bey, 11 Ağustos’ta Erzurum Valiliği’ne Ahmet Reşit
Paşa ve Sivas’taki Üçüncü Kolordu Komutanı Refet Bey’in yerine de Se-
lahattin Bey (Çolak Selahattin) atandı. Üçüncü Ordu Komutanlığına da
Karadenizli Müşir Abdullah Paşa’nın atandığı postayla bildirilmişti.67

151
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

• Damat Ferit Paşa, Anadolu’daki direniş hareketlerinin önüne geçebilmek


için tahkik heyetleri oluşturup Anadolu'ya gönderme yolunu seçmişti.68
2. Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri
İzmir’in işgali sonrası kurulan Balıkesir Redd-i İlhak Cemiyetinin heyet-i
merkeziyesi tarafından 26–31 Temmuz 1919 tarihleri arasında mahalli bir kongre
düzenlenmişti. Kongre aldığı kararları 31 Temmuz’da İstanbul hükümetine ve
İtilaf Devletleri temsilciliklerine birer telgrafla bildirdi: Buna göre kongre karar-
larının özü şundan ibaretti: “Anadolu tarihi ve medeniyeti bakımından Türk ve Müs-
lümandır. Anadolu Türkleri yurtlarını Yunan bayrağından kurtarıncaya kadar savaşa-
caktır”.
Balıkesir Kongresi’nin kararlarını güçlendirmek ve bir daha duyurmak için
16–25 Ağustos tarihleri arasında Hacı Muhittin öncülüğünde Alaşehir Kongresi
toplanmış ve Kongre aynı kararları almıştır.69
3. Sivas Kongresi
Millî Mücadeleye katılmakla birlikte İstanbul’a başkaldırmamış durumda
olan ve her zaman açık bir kapı bırakmak isteyen bazı yöneticiler hiçbir zaman
sert girişimlerden yana olmamışlardı. Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Rauf Bey gibi
“gemileri yakarak” bu işe girişmiş olanlar ise sert girişimlerde bulunmak tarafta-
rıydılar. Fakat Kâzım Karabekir Paşa bunlara karşı çıkmaktaydı. Bu yüzden Ka-
rabekir Paşa İstanbul’un telgraf haberleşmelerine engel koyması kararı karşısın-
da Mustafa Kemal Paşa’nın iki kez haberleşmeyi keselim önerisini reddetmiştir
(20 Haziran ve 18 Ağustos 1919).70
Bu arada Erzurum’da oynanan oyun aynen Sivas’ta da devam etmiştir. İs-
tanbul Hükümeti aracılığıyla Kongreyi engelleyemeyen İtilaf Devletleri, bu kez
Millî Mücadele yanlılarını tehdit yoluyla vaz geçirmeye çalışmaktaydılar. Kong-
re hazırlıklarının yapıldığı günlerde incelemelerde bulunmak bahanesiyle Trab-
zon'a gelen İngilizlerin amacı Sivas'a gözdağı vermekti. Fransızlar da Sivas Vali-
si Reşit Paşa’yı Sivas’ta bir kongre toplanmaması için tehdit ediyorlardı. Fransız
Subayı Colonel Bruno, Sinop önlerinde gemilerin hazır beklediğini ve kongre
yapılırsa hemen Sivas’ı işgal edeceklerini bildiriyordu.71 Bu açık bir blöftü. Fakat
Vali Reşit Paşa, tehditlerden korkmuş ve Kongre konusunda tereddüde düşerek
Mustafa Kemal Paşa’dan başka bir ilde Kongre’nin yapılmasını istemişti.72 Si-
vas’ta genel bir kongre yapılmasını öngören Amasya Kararları’na imza koyan 3.
Kolordu Komutanı Refet Bey de (Bele) İtilaf Devletleri’nin blöflerine aldananlar-
dandı. Refet Bey, Sivas Kongresi’nden vazgeçilmesini, eğer illa yapılacaksa baş-
ka bir ilde yapılmasını Mustafa Kemal Paşa’ya teklif etmişti73. Mustafa Kemal
Paşa Refet Bey’e ve Sivas Valisine kuşkularının yersiz olduğunu, bu tür blöflere
aldanılmaması gerektiğini söylemiş ve kararından dönmeyeceğini bildirmişti.74
Damat Ferit, İstanbul’dan Anadolu’daki direniş hareketlerini baltalamaya
çalışıyor, Avrupa basınına Sivas Kongresi’ni toplayacak olanları İttihatçılar diye
şikâyet ediyordu.75 Bu arada yeni atadığı askeri ve mülki erkânı da Kongrecilere
karşı kışkırtıyordu. Milli Mücadele aleyhine çalışan bu komutanlara ve mülki
idare amirlerini susturacak olan da Karakol Cemiyeti olmuştur. Millî Mücadele
aleyhinde çalışan bütün valileri ve komutanları korkutan ve tehdit eden “Karakol

152
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

Cemiyeti’nin Nizamnamesi ve Görev Talimatnamesi” ilaveli bir yazı bütün orduya


ve ilgili valilere gönderilmişti. Bu onların susması için yeterli olmuştur.76
Bütün zorluklara rağmen Sivas Kongresi toplanmıştır. Fakat genel bir kong-
re olmasına rağmen Erzurum’daki katılım oranını yakalayamamıştı. Erzurum
Kongresi’ne katılan delege sayısı 56 iken Sivas’a katılan delege sayısı 38 idi.77
Oysa Amasya Tamimi’ne göre her livadan üç adet olmak üzere toplam 120 dele-
genin katılması öngörülmüştü. Tamimde süratle delegelerin seçilerek Sivas’a
gönderilmesi öngörülmüşken katılan delege sayısının azlığı, Sivas’ın delege top-
lama işinde başarısız olduğunu göstermektedir.78
Kongre 4 Eylül 1919 Perşembe günü Sivas Lisesi’nde çalışmaya başladı.
Temsil Heyeti Başkanı ve davet sahibi sıfatıyla ilk konuşmayı Mustafa Kemal
yaptı. Ardından başkanlık seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada kongre baş-
kanlığına, 3 olumsuz oya karşılık, Mustafa Kemal seçildi. Mustafa Kemal, İstan-
bul’un Erzurum Kongresi’nin ülke kamuoyunda yarattığı “İttihatçılık faaliyeti”
söylentisi yüzünden, Sivas Kongresi’nin de aynı damgayı yememesi için, tedbir
alma gereği duydu. Bu yüzden Kongrede yapılan ilk icraat ne İttihatçılık ne de
fırkacılık yapılmayacağına dair yemin ettirilmesi olmuştur.79 Çünkü Erzurum
Kongresi’nde İttihatçılık söylentileri yüzünden milli birliğin sağlanamamış ol-
ması ve bunun sağlanması yerinin Sivas Kongresi olmasıydı. Böylece hem içte
birlik sağlanacak hem de dışta işgalci devletlerin İttihatçı şüpheleri bertaraf edi-
lecekti. Çünkü İttihatçılar kimilerince savaş suçlusu sayılıyorlardı ve bu lekeyle
Millî Mücadele’nin dışarıya karşı haklılığı savunulamazdı. Sivas’taki yeminle
beraber İstanbul’un İttihatçılık suçlamaları da boşa çıkarılmış oluyordu. Fakat bu
yemini ettirmek hiç de kolay olmamıştır. Kongrenin ilk 3 gününü, İttihatçı ol-
madıklarını belirten bir yemin yapılması konusu ile geçmiştir. Böylece eski İtti-
hatçılar, İttihatçılığı dışlamak kaydıyla, Millî Mücadele kadrolarına dâhil edilmiş
oluyordu.
Kongrenin 4. günü esas gündem maddelerine geçilebilmiştir. Kongrenin
gündeminde iki önemli konu vardı. 1. Erzurum Kongresi’nde kabul edilen tüzük
ve bildirinin yurt bütünlüğünü kapsayacak şekilde gözden geçirilmesi, 2. Kong-
re üyelerinden 25 kişinin hazırladığı manda ile ilgili raporun görüşülmesi.
Önce Erzurum Kongresi’nde kabul edilen tüzük ve bildiri üzerinde yapıla-
cak değişiklik görüşüldü ve karara bağlandı. Bu değişikliklerle Erzurum Kong-
resi’nin tespit ettiği esaslar yurt bütününde geçerli, olmak üzere benimsenmiş ve
millî hakların savunulması ve hükümetin millî hakları koruyamayacak bir vazi-
yete düşmesi halinde, yönetime el koyacak bir örgüt oluşturuldu.
Kongrede en fazla tartışılan konu manda meselesidir. Manda konusu, kong-
rede çetin görüşmelere konu oldu. Uzun tartışmalardan sonra, iki tarafı mem-
nun eden bir çözüm bulundu. Rauf Bey tarafından yapılan bir teklif oy birliğiyle
benimsendi. Buna göre, Amerika Kongresi’nden âdil bir barış yapılabilmesi için,
memleketimizi tetkik edecek ve hakikati görecek bir heyet davet edilecekti. Böy-
lece üyeler arasında görüş ayrılığı giderilmiş oluyordu. Kararın imzalı İngilizce
bir kopyası da, kongreyi izlemek için Sivas’a gelen Amerikalı gazeteci Browne’a
verildi.

153
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

11 Eylül 1919’da Sivas Kongresi Beyannamesi yayınlandı.80 Beyannamede


Anadolu’daki bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin birleştirildiği ve hepsini
içine alan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (A-RMHC) ku-
rulduğu bildirilmiştir. Bunun yanında, her türlü işgale ve müdahaleye karşı sa-
vunma ve karşı koyma kararı alınmıştır. HT üyelerinin sayısı artırılmış, vatanın
herhangi bir parçası hükümetçe terk veya ihmal edildiği takdirde geçici bir hü-
kümet kurularak idarenin millet adına ele alınacağı kararı alınmış ve Meclis-i
Mebûsan seçimlerinin bir an önce yapılması istenmiştir.81 Ayrıca ordunun dire-
nişi yerine Kuva-yı Milliye yani çetelerle ve milis kuvvetlerle direnme esası ön-
görülmüştür. Bunun bir sonucu olarak da ordu birlikleri gizlice Kuva-yı Milliye
birliklerine dönüştürülmüştür. Nitekim Ali Fuat Paşa, Umum Kuva-yı Milliye
Komutanı olmuştur.82
Bu arada Mamuretülaziz Valisi Ali Galip’in Bedirhanlı Aşireti’nin liderleri
Celâdet ve Kâmuran Ali ile Sivas’ı basacağı haber alınmış, bunun üzerine karşı
tedbirler alınmıştır. Bundan sonra onlara yardım eden İngiliz subayı Noel, Kürt
aşiret liderleri ve Ali Galip Malatya’da buluşmuş ve tam bir eylem hazırlığında
iken 9 Eylül’de bölgedeki Tümen Komutanı İlyas Bey Malatya üzerine gönde-
rilmiş ve eylemciler kaçmak zorunda kalmışlardır. Ali Galip’in Damat Ferit’in
emriyle Kongreyi basmaya kalkışması artık İstanbul ile haberleşmenin kesilme-
sini zorunlu kılmıştır.83
DAMAT FERİT HÜKÜMETİNİN DÜŞÜRÜLMESİ
Mustafa Kemal, Ali Galip olayı üzerine, Damat Ferit hükümetini düşürmek
için harekete geçti. Taktik olarak Damat Ferit hükümeti hedef alınarak Padişaha
başvuruldu. Sadrazamın Padişahı olaylardan haberdar etmediği, millî harekâtı
silâhla dağıtmaya teşebbüs ettiği, namuslu kimselerden oluşacak yeni bir hükü-
met kuruluncaya kadar İstanbul Hükümeti ile olan ilişkide bulunmamaya karar
verdiklerini; olumlu cevap alınamayınca “meşru bir hükümet işbaşına gelinceye
kadar“ kaydıyla 12 Eylül’de İstanbul ile haberleşmeyi kesmeye karar verdikleri
bildirildi. İstanbul ile haberleşme kesilmiş, Anadolu hükümetsiz kalmıştı. Mus-
tafa Kemal bu sakıncayı önlemek için HT’yi başvuru merci haline getirdi. Musta-
fa Kemal bir yandan Anadolu’yu millî hareketin odağı haline getirirken diğer
taraftan millî iradeyi temsil edecek Millî Meclis’in oluşması için, Belediye ve
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine gerekli hazırlıkların yapılması talimatını verdi.
Bu arada yabancı devlet temsilcilerine de durum açıklandıktan sonra, Kongre
adına asayiş ve güvenlik bakımından güvence verildi. Bu girişimlere karşı, Da-
mat Ferit Paşa bir takım karşı tedbirleri uygulamak istediyse de başarılı olamadı.
Sivas Kongresi kararları ile doğan milli birlik çabalarını kötüleyerek “İttihatçılık-
tır” yakıştırmasında bulundu. Bu yakıştırma gerek ülke kamuoyunda gerekse
yurt dışı kamuoyunda başarılı olmadı. Sonra “Bolşevikliktir” dedi. Resmi ya-
zışmalarında Bolşeviklerin Doğu Karadeniz’den adım adım Trabzon, Samsun ve
iç bölgelere doğru yürüdüğünü, ülkeyi altüst ettiğini yaydı.84 Bunda da etkili
olamayınca, Padişah Vahdettin’in nüfuzunu kullanarak İslam ahaliyi ayaklan-
maya sevk ederek Anadolu’daki direnişçileri ayaklanmalarla yok etmeye çalıştı.
Anadolu’nun etkili tedbirleri karşısında başarılı olamayınca hükümetten çekil-
mek zorunda kaldı ve kabine düştü.85

154
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

Yeni kabineyi kurma görevi Ali Rıza Paşa’ya verildi. Anadolu’yla iyi ge-
çinmek niyetinde olan Ali Rıza Paşa, İstanbul ile Anadolu arasındaki kopukluğa
son vermek istiyordu. İyi niyet göstergesi olarak kurduğu Bakanlar Kurulu’nda
Millî Mücadeleye taraftar şahsiyetlere yer verdi. Daha sonra da Mustafa Kemal
Paşa ve HT üyeleriyle hemen temasa geçti.
ALİ RIZA PAŞA KABİNESİ VE AMASYA GÖRÜŞMELERİ
Anadolu’ya dayanmaksızın olumlu bir icraat yapamayacağını gören Ali Rı-
za Paşa Hükümeti, gazeteci Yunus Nadi aracılığıyla Mustafa Kemal’le temasa
geçti. 6 Ekim 1919 tarihinde yeni kurulan Bakanlar Kurulu ve bakanlıklar hak-
kında fikir alış verişi yapıldı. Hükümet Mustafa Kemal Paşa’nın açıkça bakanlar
kurulu taleplerini karşılamaya çalıştı. Ali Rıza Paşa’ya göre, bu hükümet Mebu-
san Meclisi seçimine kadar devam edecek olan bir geçiş hükümetidir. Hükümet
millî gaye ve isteklerin yerine getirilmesinde en ufak bir şüpheye yer olmadığını
beyan etmektedir. Anadolu’nun makul talepleri karşılanacaktır. Kısaca Ali Rıza
Paşa, hükümet olarak millî iradeye aykırı davranışlardan kaçınılacağını ve millî
irade ve Temsil Heyetinden güç alacağını taahhüt etmekteydi. Böylece Anadolu
hareketini yasal bir kuruluş olarak tanımaktaydı.
Bu taahhütler üzerine Temsil Heyeti yeni hükümet ile anlaşma ve yardıma
karar verdi. İstanbul ile olan resmî haberleşme yasağını kaldırdı. Kısaca, HT ile
hükümet ana hatları ile şu üç noktada anlaşmışlardı:
1. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen temel ilkeler hükümetin hare-
ket noktası olacaktır.
2. Millî Meclis’in toplanmasına kadar millet ve vatanın geleceği üzerinde kesin
yükümlülük altına girilmeyecektir.
3. Barış Konferansına gönderilecek delegeler kurulu, milletin güvenini kazan-
mış, bilgili ve yetenekli kimselerden oluşacaktır.
Ancak ayrıntılar konusunda iki taraf arasında görüş ayrılıkları devam edi-
yordu. Hükümet, Temsil Heyetinden İttihatçılıkla ilişkileri olmadığını, savaş
suçlularının cezalandırılacağını, seçimlerin serbestçe yapılacağını, ilân etmesini
istemekteydi. Mustafa Kemal ise, millî harekete karşı olan bazı eski dâhiliye na-
zırları ve bürokratların cezalandırılmalarını, millî davaya hizmet ettikleri için
görevden alınan asker ve idarecilerin görevlerine iade edilmelerinde ısrar etmek-
teydi. Bundan başka seçimlerle ilgili konularda Meclis’in nerede toplanması
gerektiği hususunda farklı düşünceler vardı. Bütün konularda görüş birliği sağ-
laması için Hükümet, Bahriye Bakanı Salih Paşa’yı Anadolu yöneticileriyle gö-
rüşmeye gönderdi.
Mustafa Kemal görüşme yerine 18 Ekim’de ulaştı. Yanında Rauf ve Bekir
Sami Beyler vardı. Görüşmeler 20–22 Ekim 1919 tarihleri arasında üç gün devam
etti ve beş protokol hazırlandı. Protokollerden üçü imzalandı. Diğer ikisi gizli
olduğundan imzalanmadı. Birinci protokol İstanbul Hükümeti, askerin politika
ile uğraşmamasını, İttihatçılığın diriltilmemesini, hükümetin gücünü azaltacak
hareketlerden sakınılmasını, seçimlere müdahale edilmemesini, tanınmış ittihat-
çıların seçilmemesini istemekteydi. İkinci protokolde saltanat ve hilâfet hakkında

155
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

gerekli teminat verildikten sonra, Sivas Kongresi karar maddelerinin Meclisin


kabulüne sunulacağı, İstanbul düşman işgali altında bulunduğundan milletve-
killerinin yasama görevlerini hakkıyla yerine getirmelerinin zorluğu dolayısıyla
Millî Meclis’in Anadolu’da, hükümetin uygun göreceği bir yerde toplanmasının
uygun görüleceği yazılıydı. 4. ve 5. protokoller gizlidir.86 Bunlarda Anadolu’nun
talepleri sıralanmaktadır.
Amasya’da Mustafa Kemal’in üzerinde ısrarla durduğu husus, Meclis’in İs-
tanbul’da toplanmasının doğru olmadığı, milletin sinesine çevrilmiş düşman
toplarının baskısı altında millî iradenin serbestçe kendisini ifade imkânı bula-
mayacağıdır. Salih Paşa’da şahsen buna katıldığını, kabinenin de bunun katıl-
masını sağlamaya çalışacağını, bunun kabul edilmemesi halinde hükümetten
ayrılacağına söz vermişti. Fakat İstanbul’a döndükten sonra ne Meclisi ikna ede-
bilmiş ne de istifa etmiştir. Meclis de İstanbul da toplanmıştır. Aslında Padişah
ve Hükümet, Meclisin İstanbul’da toplanması halinde Temsil Heyetinin etkinli-
ğinin zayıflayacağı ve Meclisi kendilerinin yönlendirebilecekleri hesabı içindey-
diler.
Buna karşılık Mustafa Kemal, Millî Meclisin düşman toplarının ezici baskısı
altında serbestçe irade beyan edemeyeceğini, eğer Meclis millî haklara sahip
çıkarsa er geç dağıtılacağına inanıyordu. Ne kamuoyu, ne de arkadaşları İstan-
bul ile ilgiyi keserek Anadolu’da millî bir hükümet kurmaya henüz hazır değil-
lerdi. Dolayısıyla, bütün gücü ile Müdafaa-i Hukuk örgütünü genişletmeyi ve
seçimlerde Meclis’te güçlü bir grup oluşturacak bir sonuç elde etmeye yöneldi.
Bunun için adayların Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtınca belirlenmesi, bağımsız
adaylar için üç yüz imzalı öneri yapılması kabul edildi. Mustafa Kemal de Erzu-
rumluların beş yüz imzalı bir önergesi ile aday gösterildi ve oradan milletvekili
seçildi.
Amasya kararları ile hükümet millî iradeye dayanan Millî Meclis’in onayı
olmadan ülkenin geleceği ile ilgili bir karar almamayı keza Millî Meclisin kabul
etmesi şartı ile Erzurum ve Sivas kongre kararlarını uygulamayı taahhüt ediyor-
du. İstanbul daha üç ay önce asi ilân edip rütbe nişanlarını geri aldığı Mustafa
Kemal’i millî hareketin lideri olduğunu resmen kabul ediyordu. Böylece Mustafa
Kemal bundan böyle ülkenin kaderine Anadolu’nun hâkim olduğunu, süngüle-
rin baskısı altında İstanbul Hükümeti’ne imzalatılacak bir barışın geçersiz olaca-
ğını dünyaya göstermiş oluyordu.
DEĞERLENDİRME
Çalışma, Milli Mücadele’nin İT ile TM kadroları tarafından örgütlenmiş ol-
duğunu, bütün örgütlenmelerin, kongrelerin bir tesadüf olmadığını, Osmanlı
siyaset sahnesinin iki önemli aktörü olan İTF ve HİF arasındaki anlaşmazlıkların
Mondros Mütarekesi sonrası kurtuluş hedeflerine de yansıdığını, İTC’nin örgüt-
lü yapısının Milli Mücadele hareketine yansıdığını, Osmanlı İmparatorlu-
ğu’ndan bilinçli bir şekilde ulus devlet sürecine geçildiğini ortaya çıkarmıştır.
Millî Mücadele döneminden başlayarak Cumhuriyetin kuruluşuna hatta
1926 yılına kadar her aşamada İttihatçı kadroların varlığı inkâr edilemez bir ger-
çektir. Anadolu’da başlayan Millî Mücadele hareketinde ilk örgütlenmeleri asker

156
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

ve sivil eski İT kadrolarının yaptığı, bugün tarih yazıcılığı için bir sır değildir.
Mustafa Kemal Paşa da eski bir İT’li olarak bu kadrolara dâhildir. Meşrutiyetin
ilanından önce Balkanlarda ayrılıkçı çeteleri kovalayarak eşkıya takibinde pişmiş
bu kadrolar, Meşrutiyetin ilanını gerçekleştirmiş, Trablusgarp’ta, Balkan Savaş-
larında ve I.Dünya Savaşı’nda bizzat bulunmuşlardır. 1918’lere geldiğimizde bu
kadrolar bireysel, sınıfsal, millî çıkarlar ve hedefler doğrultusunda pek çok farklı
etkenin etkisiyle ve yönlendirmesiyle Millî Mücadele’de Müdafaa-i Hukuk adı
altında ilk örgütlenmeleri başlatmışlardır. Fakat Mondros sonrası dağılan, her
biri bir köşede saklanarak pasif bir şekilde bekleyen bu kadroları harekete geçi-
ren Mustafa Kemal’dir. Ermeni tehciri ve TM operasyonlarına adı karışmayan
Mustafa Kemal Paşa bütün İttihatçı kadroları kendi etrafında toplamaya çalış-
mış, o parçalanmış yapıyı birleştirmeye çalışmıştır. Milli Mücadele hareketi sü-
recinde gerek iç faktörlerle gerekse dış faktörlerle yaptığı ittifaklar sonucu lider-
liğini sağlamlaştırmıştır.
Erzurum Kongresi gibi Doğudaki bütün örgütlenme eski TM mensupları-
nın girişimleriyle olmuştur. Millî Mücadele başlarken bu mücadelenin saflarını
oluşturan, yöneten ve yönlendiren kadrolar lekelenmemiş bir İT’li olan Mustafa
Kemal Paşa’ya kucak açmışlar ve onu bu mücadelenin başına geçmesi için des-
teklemişlerdir. İlk zamanlar onun liderliğinin önündeki birçok engel bu kadrolar
tarafından bertaraf edilmiştir. Örneğin Erzurum Kongresi muhaliflerini bu kad-
rolar susturmuş, Sivas Kongresi zamanında muhalefet eden mülki idare amirle-
ri, gazetecilerin susturulması, HT’nin seçimlere müdahalesi gibi bütün eylemler
bu kadro tarafından yerine getirilmiştir. Aynı şekilde İstanbul’daki Karakol ör-
gütü de aykırı seslerin susturulmasında, özellikle ordu içerisinde oldukça etkili
olmuştur. Hatta bu kadrolar bazen Karabekir’in denetimi altındaki orduya karşı
koz olarak bile kullanılmıştır.
Milli Mücadele’nin liderliğini almayı daha İstanbul’dan ayrılmadan önce
kafasına koyan Enver Paşa’nın faaliyete geçerek Rusya’ya gelmesiyle bu kadro-
larla Mustafa Kemal Paşa arasındaki dayanışma sona ermiştir. Çünkü Mustafa
Kemal Paşa’nın “emanetçi” lider olmadığı ortaya çıkmıştır. Daha çok Doğu’da
kümelenen bu eski İttihatçı ekip, Millî Mücadelenin liderliği için Enver Paşa
tarafını tutmuşlar, onun Anadolu’daki Millî Mücadele hareketinin başına geçe-
bilmesi için çalışmışlardır. Talat Paşa’nın ölümünden sonra da Talat Paşa taraf-
tarlarının bir kısmı Mustafa Kemal Paşa’nın yanında kalırken bir kısmı da Enver
Paşa tarafını tutmuşlardır. Başka bir ifadeyle Talat Paşa taraftarlarının birçoğu,
Enver Paşa’yı Mustafa Kemal Paşa’ya karşı “ehven-i şer” olarak görmüşlerdir.
Çünkü üçüncü bir seçenekleri yoktur. İşte, Anadolu hareketine katılan bu küçük
İttihatçı kesim artık eski İT’liliği çoktan inkâr etmişler, temiz İttihatçılar olarak
Anadolu hareketine katılmışlar ve hatta İT’yi tekrar canlandırmaya çalışanlarla
da mücadeleye başlamışlardı.87 Sivas Kongresi’ndeki ilk icraatın İttihatçılık ya-
pılmayacağına ve İTC/F’nin yeniden canlandırılmayacağına dair yemin ettiril-
mesi bunun açık bir göstergesidir.

157
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

SONNOT

1 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, C:1, Hürriyet
Vakfı Yay, İstanbul, 1984, s. 506.
2 Celal Bayar, Ben de Yazdım, Baha Matbaası, C.4, İstanbul, 1967, s.1331.
3
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İttihat ve Terakki, C.III, Hürriyet Vakfı Yay,
İstanbul, 1986, s. 29.
4 Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, C: I-II, Türkiye İş Bankası Kültür Ya-
yınları, Yayın No:381, Ankara, 1998-II, s. 37; Tunaya, 1986, s. 29-30.
5 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1987, s. 307.
6 Bayar, s. 1281; Arif Cemil, 1992, İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları, Arma Yay, İstanbul,
1967, s. 14.
7
Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1955, s. 276; Ziya Şakir, 1944,
s. 141.
8
Feridun Kandemir, İzmir Suikastinin İç Yüzü, C: I, Ekicigil Tarih Yay, İstanbul, 1955, s. 55-56.
9
Hüsamettin Ertürk, 1996, İki Devrin Perde Arkası, (Haz: Semih Nafiz Tansu), Sebil Yay,
İstanbul, s. 199, 202.
10 Hasene Ilgaz ve Ali Birinci, “Teşkilât-ı Mahsusa Günleri, Ebulhindili Cafer Bey-I-”, Türk
Yurdu, C: 2, S: 165, Mayıs 2001, s. 49.
11
Arif Cemil, 1992, İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları, Arma Yay, İstanbul, s.88; Ziya Şakir,
1944, Yakın Tarihimizin Üç Büyük Adamı: Talat, Enver, Cemal Paşalar, Muallim Fuat Gü-
cüyener Tarihi Eserler Serisi:2, İstanbul, s.190-191; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıra-
larım, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1953, s.42.
12
Eric Van Zürcher, Millî Mücadele’de İttihatçılık, Bağlam Yay, İstanbul, 1987, s.161.
13
Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi, yy, Ankara, 1968, s.7; O sırada sivil kıyafetlerle Mustafa
Kemal Paşa da hükümete güvenoyu verilmemesi için kulis faaliyetleri yürütüyordu (Akşin,
1998-I, s. 91).
14
Tunaya, 1986, 155; Tayyip Gökbilgin, 1965, Milli Mücadele Başlarken, C.II, TİB Yay, Ankara,
s. 16-20.
15 Millî Kongre 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali ile fesh edilmiştir.
16 Sina Akşin, “Erzurum Kongresi Üzerine”, XIV. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 2003, s. 2-3.
17
Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, TTK Yay, Ankara, 1988, s. 3.
18
Tevetoğlu, 1988, s. 4; Ertürk, 1996, s. 204-205.
19 Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, C:III, Tekin Yay, İstanbul, 1978, s.1180-1181; Ertürk,
1996, s. 206.
20
Zürcher, 1987, s. 152.
21
Mustafa Kemal Atatürk, 1989, Nutuk, C.I-II, TTK Yay, Ankara, s. 98.
22 Ergun Hiçyılmaz, İpsiz Recep, Çayelililer Dayanışma Vakfı Yay, 2003, Ankara, s. 72.
23 Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Yüce Yay, İstanbul, 1990, s. 75; Mahmut Goloğlu, 1971,
Cumhuriyete Doğru, yy, Ankara, s. 264.
24 “General İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları”, Günaydın, 13 Kasım, 1977.
25 Ali Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Tercüman Yay, İstanbul, 1980, s. 274.
26 Ertürk, 1996, s. 181; Eken, 1995, s. 56; Rauf Orbay, Cehennme Değirmeni, Siyasi Hatıralarım,
Emre Yay, İstanbul, 1993, s. 232.
27 Karakol kadroları belirli bir süre Mustafa Kemal Paşa’ya yardımcı olmuş; fakat onun niyeti
ortaya çıktıktan sonra, yani emanetçi lider olmayacağı, desteklerini çekmişlerdir. Özellikle

158
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

kongreler döneminde muhalefetin susturulmasında, Anadolu’ya geçişlerin ve silah kaçırılma-


sının tertiplenmesinde, İstanbul’un yapacağı atamaların önceden haber verilmesi gibi birta-
kım istihbarat bilgileri bu kadroların oldukça yardımı olmuş; fakat Nisan 1920’den sonra des-
teklerini çekmişlerdir. Bunda Mustafa Kemal Paşa’nın da onları dışlaması önemlidir.
28
“VŞMHC’yi kuranlardan Süleyman Nazif Bey ve Mahmut Nedim Bey İttihatçı olarak bilinen şahsiyet-
lerdir” (Bayar, 1967, s. 2264).
29 Fahrettin Kırzıoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi, C.I, Ankara, 1993, s. 6; Cevat Dursunoğlu,
Millî Mücadelede Erzurum, Kaynak Yay, Ankara, 2000, s. 30.
30 Mevlanzâde Rıfat, Türkiye İnkılabının İçyüzü, Yay. Haz. Metin Hasırcı, İstanbul, 1993, s.
235-236.
31 Ertürk, 1996, s. 197.
32 Mektupta, Halit Bey’den Ardahan ve Erzurum’da teşkilâtlanması istenmekteydi (Ali Birinci,
“Dr. Fuat Sabit, Meçhul Bir Adamın Serencamı”, Türk Yurdu, Mart-Nisan, 1999/138-141, s.
48).
33
Ertürk, 1996, 197-199; Süleyman Necati Kongreye Halil Paşa’nın da katıldığını yazmaktadır.
Fakat daha önce de değinildiği gibi Halılı Paşa o sıralarda Bekirağa Bölüğünde hapistedir
(Süleyman Necati Güneri, 1999, Hatıra Defteri, (Haz. Ali Birinci), Erzurum Kitaplığı, İstanbul
, s. 38).
34
Sabahattin Özel, 1991, Milli Mücadelede Trabzon, TTK Yay., Ankara, s. 55; Hikmet Aksoy,
Fâik Ahmet Barutçu, Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Yay, Trabzon, 1995, s. 13.
35
Fahrettin Kırzıoğlu, Millî Mücadele’de Kars, İstanbul, 1960, s.9-11; Dursunoğlu, 2000, ss. 53-
55.
36 Akbulut gazetenin tekrar açılışı ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır: “Bu bir gerçeğin doğ-
rulanması meselesidir ki, o da Süleyman Necati Bey’in bu görevi eski İttihatçılardan ya da Teşkilât-ı
Mahsusacılardan almış olduğudur”. Dursun Akbulut, Albayrak Olayı, Erzurum, 1991, s. 8.
37 Halit Bey, İngilizler tarafından Ermeni tehciri davasından dolayı arandığı için gizlenmekte
idi. Bu yüzden Erzurum’a değil de Oltu’ya geçmiş ve perde arkasında kalmayı tercih etmiştir.
38 Cemiyetin kuruluş tarihi olarak birçok kaynakta 10 Mart 1919 tarihini verilmektedir. Kırzıoğ-
lu 1993, s. 5; Dursunoğlu, 2000, s. 42; Ancak Hasene Ilgaz’ın kaleme aldığı Cafer Bey’in anıla-
rında kayıt numarası ile birlikte 10 Mayıs 1919 tarihi verilmektedir. Hasene Ilgaz ve Ali Birin-
ci, “Teşkilât-ı Mahsusa Günleri, Ebulhindili Cafer Bey-I”, Türk Yurdu, C:2, S: 166, Haziran
2001, s. 41.
39 Dursunoğlu, 2000, s. 64-65.
40 Güneri, 1996, s. 42; Dursunoğlu, 2000, s. 35.
41
Mesut Çapa, Millî Mücadele Döneminde Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Trabzon
Belediyesi Yay, No: 57, Trabzon, 1998, s. 10.
42 Öztoprak, 2000, s. 339.
43 Kahya Yahya’nın ismi Barutçu’nun hatıralarında geçmemektedir. Fakat 1922’de Trabzon’da
soruşturma yapan Ali Said Paşa’nın raporundaki kurucular listesinde Kahya Yahya’nın ismi
vardır. TİTE, 97-27/27.
44
Recep Çelik, Millî Mücadelede Din Adamları, C: I, Emre Yay, İstanbul, 1999, s. 456.
45 Tasvir-i Efkâr, 21 Mart 1335, 2687; Cumhur Odabaşıoğlu, Trabzon, Belgelerle Millî Mücade-
le Yılları 1919-1923, Trabzon, 1990, s. 55.
46 Gökbilgin, 1965, ss. 80-85.
47
Sina Akşin, Vahdettin’in Şûrâ-yı Saltanat’ı toplamakla Saray’ın otoritesini güçlendirmenin
yanında İzmir’in işgali üzerine beliren Meclisi toplama eğilimini de tatmin etmeyi umduğunu
söylemektedir. Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, C: I, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Yayın No: 381, Ankara, 1998, s. 322.
48
Akşin, 1998-I, s. 323.

159
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

49 Sina Akşin, Şûrâ-yı Saltanat’ın istişari mahiyette olduğundan, bu nedenle çağrılan kesimler-
den yalnızca bir kişiye söz hakkı verildiğinden ve söz alanların yalnızca ülkenin durumu
hakkında çözüm önerilerini sunmalarına izin verildiğinden söz etmektedir. Akşin, 1998-I, s.
323-324.
50 Akşin, 1998-I, s. 327.
51
Kadirbeyzâde Zeki Bey anılarında her iki cemiyetin de aynı anda telgrafla birbirlerine Kongre
teklifinde bulunmasına tesadüf dese de bu hiç tesadüf değildir. Kadir Mısıroğlu, 1995, Üç Hi-
lafetçi Şahsiyet, Sebil Yay, İstanbul, s. 34. Olay tamamen İttihatçıların daha doğrusu Teşkilât-ı
Mahsusacıların bir planıdır. Örgütün Erzurum kanadında yer alan Süleyman Necati Bey, telg-
rafların aynı anda çekildiğini ve bu planı kendilerinin yaptığını itiraf etmektedir. Güneri,
1999, s. 48.
52 Telgraf metinleri için bkz: Kırzıoğlu, 1993, s. 54-55; Karabekir, 1990, s. 36.
53
Faik Ahmet Barutçu, 2001, Siyasi Hatıralar, C.I, 21. Yüzyıl Yay, Ankara, s. 127; Mısıroğlu,
1995, s. 35.
54
Oğuz Aytepe, 2001, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Yay., Ankara, 2001, s.
125.
55 Bu tür faaliyetlerin ilk örneğini TM’nin Balkanlardaki faaliyetlerinde görmekteyiz. TM’nin
buradaki kadrosu 1913’te Meriç Nehri ötesinde ilk Türk Cumhuriyeti’ni kurmuştu: Batı Trak-
ya Muhtar Türk Cumhuriyeti ve Batı Trakya Muvaffak İslam Hükümeti. Ertürk, 1996, s. 112;
Görgülü, 1990, ss. 50-52; Tuncay Özkan, 2003, MİT’in Gizli Tarihi, Alfa Yay, Bursa, s. 47.
56
Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C:I, TTK Yay, Anka-
ra, 1997, s. 44-45.
57 Kongre’nin 10 Temmuz’dan 23 Temmuz’a ertelenmesi tesadüf değildir. 1917’de yapılan tak-
vim değişikliğiyle Rumî takvim Miladî takvimin hizasına geldiği için, artık Hürriyet Bayramı
23 Temmuz’da kutlanmaktaydı. Bu da Kongre delegelerinin İttihatçıların zaferi olan Hürriyet
Bayramı konusunda çok hassas olduklarını göstermektedir. Akşin, 1998-II, s. 473-474.
58 Dursunoğlu, 2000, s. 97.
59 Bütün delegeler ve meslekleri hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Zeki Başar, Devrim Tarihi
Bakımından Erzurum Kongresi, Atatürk Üniversitesi Yay, Yay. No: 566, Erzurum, 1979, ss.
61-65.
60 Goloğlu, 1968, s. 162.
61
Akşin, 1998-I, 473; Goloğlu, 1968, ss. 92-94.
62
Kongre kararlarının ayrıntılı bir şekilde değerlendirmesi için bkz: Akşin, 1998-I, ss. 480-483.
63 Muhaliflerin sonları için bkz: Goloğlu, 1968, s. 159-160,165; Coşar, 1971, s. 33.
64 Kırzıoğlu, 1993-II, s. 181.
65
Kırzıoğlu, 1993-II, s. 125.
66
Akşin, 1998-I, s. 490.
67
Karabekir, 1990, 105.
68 BOA, DH, KMS, 54-3/24.
69
Şerafettin Turan, 1967, Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri, Hacim Muhittin’in Hatıraları,
Ankara, ss. 205-208.
70 Akşin, 1998-I, s. 511.
71
Sivas, Mondros Mütarekesi’nin 24. maddesi gereğince, heran müdahaleye açık olduğu belirti-
len 6 ilden biriydi. Arıburnu, 1997, s. 61-62.
72 Akşin, 1998-I, s. 512.
73 Goloğlu, 1970, s. 13.
74 Feridun Kandemir, “Erzurum Kongresi”, Tarih Konuşuyor, C:4, S.20, İstanbul, 1965, s. 1612.
75
Gökbilgin, 1965, s. 13-14.

160
6. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-I / İ. Akbal, İ. Hacıfettahoğlu

76 Kansu, 1997, s. 140.


77 Mahmut Goloğlu, Sivas Kongresi, Ankara, 1969, s. 71-74.
78 Akşin, 2003, s. 6; 1998-I, s. 514.
79 Mustafa Kemal bu konuda o kadar hassastır ki, Sivas Kongresi’nin toplandığı günlerde Halil
Paşa (Kut) Bekirağa bölüğünden kaçırılarak Ankara yoluyla Sivas'a gelip yaklaşık Sivas’ta on
gün kalmasına rağmen Mustafa Kemal Paşa onu Sivas’taki kongre üyelerinden uzakta bir
yerde ağırlamış ve kongre delegeleriyle görüştürmemiştir. Çünkü olaya İttihatçılık süsü ve-
rilmesinden endişelenmektedir. Halil Paşa, Bitmeyen Savaş, Anılarım ve Belgeler, Haz: Tay-
lan Sorgun, Yaylacık Mat, İstanbul, 1972, s. 305.
80 Sivas Kongresi Beyannamesi metni için bkz: Goloğlu, 1969, ss. 232-234.
81 Goloğlu, 1969, s. 232.
82 Akşin, 1998-I, s. 517.
83 Akşin, 1998-I, ss. 540-554.
84
Karabekir, 1990, s. 257.
85
Goloğlu, 1970, s. 26.
86
Fahri Belen, 1983, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara, s.138.
87
Akşin, 1998-II, s. 36-37.

161
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

7. BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ-II [1920-1923]]

İsmail AKBAL♦

Bu bölümde, 1920-1923 döneminde Türkiye’deki siyasal süreç incelenecek-


tir. Bu süreçte milli mücadeleye katılan tarafların, Teşkilat-ı Mahsusa ve İttihat
ve Terakki geleneğinden gelen siyasi kadroların iktidar mücadelesi ele alına-
caktır. Bu çerçevede özellikle Ankara’da I. Meclis’in açılmasıyla oluşan ve
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oluşturduğu birinci gurupla, Mustafa Ke-
mal’e muhalefet edenlerin oluşturduğu ikinci gurup arasında meydana gelen
iktidar mücadelesinin ana dinamikleri mercek altına alınacaktır.
MEBUSAN MECLİSİ SEÇİMLERİ
Padişah Vahdettin 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan’ı feshetmişti. Ka-
nun-i Esâsi’nin 35. maddesine göre meclisin feshinden sonra yeni seçimlerin
dört ay içinde yapılması gerekiyordu.1 Kanun-i Esasi’nin bu emredici kuralına
rağmen Vahdettin, yeni seçimlerin barış anlaşmasının imzalanmasına kadar
geciktirilmesine dair bir iradesini 4 Ocak 1919’da yayımladı.2 Barıştan sonra
seçimler yapılacaktı, fakat dört ay geçmesine rağmen seçimler hâlâ yapılma-
mıştı. Yeni hükümeti devralan Damat Ferit Kabinesi de bir türlü seçimlere
gitmeye yanaşmıyordu. Damat Ferit Kabinesinin bu tutumu karşısında onu
iktidar mevkiinden düşürmek mücadelesine giren HT’nin (Heyet-i Temsiliye)
İstanbul’la haberleşmeyi kesmesi sonucunda baskılara dayanamayan Damat
Ferit Hükümeti, 30 Eylül 1919’da istifaya mecbur kaldı. Ferit Paşa Kabinesinin
yerini alan Ali Rıza Paşa Kabinesi, 7 Ekim 1919’da Mebuslar Seçimine Mahsus
Kararname’yi yayınlayarak yeni Mebusan Meclisi için seçim hazırlıklarına
başlanılmasını emretti.
Damat Ferit gibi Anadolu’yla zıtlaşmayı seçmeyerek ikili ilişkileri iyi tut-
maya özen gösteren Ali Rıza Paşa Kabinesi, Mebusan Meclisi için seçim hazır-
lıkları yapılırken HT üyeleriyle, 20–22 Ekim arasında, Amasya’da bir araya
geldi. Amasya’da görüşülen en önemli ve can alıcı konu hiç şüphe yok ki, se-
çimlerin bir an önce yapılması ve Mebusan Meclisinin toplanması meselesiydi.
Kabinenin temsilcisi olarak Amasya’ya gelen Salih Paşa ile Amasya’da yapılan
görüşmeler sonucunda yapılan protokolde, İstanbul’un “Eski İTF (İttihat ve


Doç. Dr., Aksaray Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü.

163
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Terakki Fırkası) üyelerinin seçimlerde aday gösterilmemesi” talebi kabul görürken


HT’nin de “Mebusan Meclisi’nin İstanbul dışında toplanması” ilkesi benimsendi.3
Fakat varılan mutabakat kişiseldi. Başka bir ifadeyle Salih Paşa kabul etmişti,
fakat İstanbul henüz onay vermemişti. Salih Paşa arkadaşlarını ikna etmeye
çalışacak, ikna edemezse hükümetten istifa edecekti. Nihayetinde Amasya’da
alınan kararları arkadaşlarına kabul ettiremedi, fakat istifa da etmedi. Ali Rıza
Paşa Kabinesi, Mebusan Meclisi’nin İstanbul’da toplanması için ısrar ediyordu,
çünkü başkent değişir korkusuna kapılmışlardı.4 Bu çark ediş karşısında
HT’nin de aynı şekilde davranacağı endişesine kapılan İstanbul Hükümeti,
Millî Kongre adı altında toplanan bazı toplum örgütleri topluluğunu bu endi-
şeyi bertaraf etmek için harekete geçirerek eski İttihatçıların seçimlerde aday
olmaması ve HT’nin seçimlere müdahale etmemesi için Sivas'a baskı yapmaya
başladı.
Salih Paşa’nın İstanbul’da “Meclisin İstanbul dışında bir yerde toplanması ka-
rarı”nı hükümete kabul ettirememesi ve Millî Kongre’nin seçimler konusunda-
ki baskısı karşısında Mustafa Kemal Paşa, 16 Kasım 1919’da Sivas’ta bir geniş-
letilmiş HT toplantısı yaptı.5 Toplantıya genişletilmiş HT toplantısı denmesinin
nedeni, toplantıya katılan HT üyelerinin yanında bazı komutanlar ile vali ve
mutasarrıfların da çağırılmasından ve görüşlerinin alınmasından kaynaklan-
maktadır.
Toplantıdan çıkan en önemli sonuç, seçimlerin tarafsızlık ve özgürlük an-
layışı içinde yapılması kararıdır. Fakat bu karara rağmen HT seçimlere müda-
hale etmiştir. İktidarda gözü olan diğer partilerin, özellikle de Hürriyet ve İtilaf
Fırkası’nın (HİF) ve Teceddüt Fırkası’nın, seçimlere müdahalesi Müdafaa-i
Hukukçularınkinden az değildir.6 HT’yi seçimlerde tarafsız kalması konusun-
da uyarmasına ve 11 Kasım 1919 Beyannamesine rağmen Millî Kongre, Teced-
düt Fırkası’nın adaylarını gizli bir şekilde desteklemiştir. Millî Kongre Başkanı
Esat Paşa Çiftci Derneği adı altında İTF’nin devamı olan Teceddüt Fırkası’nın
adaylarını mebus yaptırmaya çalışmıştır.7 Özellikle Trabzon’daki seçimlerde
etkili olan Millî Kongre, seçim faaliyetlerinde Türk Ocağı’nı da kullanmıştır.
Rus işgalinde meydana gelen göç faaliyetleri dolayısıyla kapanan Türk Ocağı,
Kasım 1919’da eski üyelerini toplayarak tekrar faaliyete geçirilmiş, yeni yöne-
tim kurulu, denetleme kurulu, danışma kurulu üyelerini seçmiş ve seçimlerde
var olan nüfuzunu seçimlerde fazlaca kullanmıştır.
1919 yılı kış aylarında yapılan son Osmanlı Mebusan Meclisi seçimleri bü-
tün müdahalelere rağmen, son yıllarda yapılan seçimlere göre, daha tarafsız ve
daha özgür bir biçimde yapılmıştır. HT seçimlere müdahale etmesine rağmen
istediği başarıyı tam olarak sağlayamamıştı. Örneğin, Mustafa Kemal Paşa’nın,
Kara Vasıf Bey’in ve Tümen Komutanı Bekir Sami Bey’in (Günday) destekleri-
ne rağmen Fahrettin Bey (Altay) Bursa’dan mebus seçilememiş; bunun yanın-
da Sinop’ta Ankara’nın istemediği adaylar seçilmiştir.8
Nihayetinde Mustafa Kemal Paşa, seçilen mebusların maneviyatlarını güç-
lü tutmalarını, İstanbul’da da kuva-yı milliye ruhunu sürdürmelerini, Misak-ı
Milli’yi kabul ettirmelerini, bunun için de Mecliste Müdafaa-i Hukuk adında
bir gurup kurmalarını ve kendisini de başkan seçmelerini istemiştir. Kendisi

164
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

Meclise güvenlik nedeniyle katılmamasına rağmen başkan seçilerek Meclisi


denetlemek istemektedir.
MEBUSAN MECLİSİ’NİN FESHİ VE ANADOLU'YA GEÇİŞ
İttihatçılığın yıldızı sönmüş olmasına rağmen son Osmanlı Mebusan Mec-
lisi çoğunlukla İttihatçı mebuslardan oluşmuştu. Seçimlere Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri’nin müdahalesi sonucu genel de İttihatçıların zaferiyle sonuçlan-
mış, Ermeni tehciriyle bile suçlanan birçok İttihatçı mebus seçilerek çoktan
İstanbul’a gitmişti. Bu meclisin pek uzun ömürlü olmayacağı en başından bel-
liydi. Parlamento tarihimizin en kısa ömürlü, belki de en sorunlu Meclisi olan
son Osmanlı Mebusan Meclisi ilk toplantısını 12 Ocak 1919’da Padişah Beyan-
namesinin okunmasıyla Fındıklı Sarayı’nda yapmıştır. Mebusan Meclisi maz-
batası da 9 Şubat 1336/1920 tarihli oturumda oylanmıştır.9 12 Ocak 1920 Pazar-
tesi günü açılan ve 16 Mart 1920 salı günü kapanarak tam olarak 64 gün açık
kalan son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin çok uzun ömürlü olmayacağı belliydi.
Meclisin yaptığı en önemli icraat Misak-ı Milliyi görüşmek olmuştur. 22 Ocak
1920’de yapılan gizli oturumda Trabzon Mebusu Hüsrev Bey (Gerede) Mustafa
Kemal Paşa’nın kendisine verdiği metni okumuş ve Misak-ı Millî için ana te-
mayı ortaya koymuştu.10 Bu metin bütün mebuslar tarafından kabul görmemiş,
metne karşı çıkan mebuslar olmuştur.11 Nihayetinde 28 Ocak 1920’deki gizli
oturumda Misak-ı Millî kabul edilmiştir.
Mebusan Meclisi’ne seçilen İttihatçı mebuslardan ve Misak-ı Millî’nin ka-
bul edilmesinden rahatsız olan İngilizlerin İstanbul’u işgal etmesiyle Meclisin
üzerine kara bulutlar çökmüştü (16 Mart 1920). Aynı gün tartışmalar devam
ederken Padişah Vahdettin’in daveti üzerine Meclis Başkan Vekili Abdülaziz
Mecdi Efendi, Rauf Bey ve Konya Mebusu Vehbi Efendi saraya gitmişler ve
Padişah ile görüşmüşlerdi. Meclis Başkanı Celalettin Arif Bey de davetli olma-
sına rağmen Ankara’ya geçmek için saklandığından davete katılmamıştır. Gö-
rüşme her iki taraf için de olumsuz geçmişti. Padişahla görüştükten sonra he-
yet Fındıklı’daki Mebusan Meclisi’ne döndü. Biraz sonra da bir Ermeni tercü-
man ile iki İngiliz polisi gelerek Sivas Milletvekilleri Rauf ve Kara Vasıf beyleri
istediler. Bunun üzerine Başkan Vekili Abdülaziz Mecdi Efendi, hemen Meclis
binasındaki mebusları toplantıya çağırdı. Altmış kadar mebusun katıldığı top-
lantıda İngilizler tarafından istenilen mebusların verilip verilmemesi konusu
görüşülmeye başlandı. Bu konuda Meclis ikiye bölünmüştü. Her şeye rağmen
Mebusan Meclisi’nin çalışmalarına devam edebileceğini zannedenler istenen
mebusların teslim edilmesi zorunluluğunu ileri sürerken, buna karşı olanlar,
tek canlı kalmayıncaya kadar hiçbir mebusun teslim edilmemesini savunmakta
idi. Bazıları da mebusların teslim edilmemesini, gerekirse Meclis Muhafız Bir-
liği’nin İngilizlere karşı koymasını öneriyordu. Diğer bazı mebuslar da çevrede
başka düşman askeri görülmediğine göre, Rauf Bey’in kılık değiştirerek ya da
bitişik Ayân binasına geçerek çıkıp gidebileceğini savunuyorlardı. Gerçekten
de Fındıklı’daki Meclis binası kaçmaya çok müsaitti. Önü deniz, yan tarafında
da Ayan Meclisi vardı. Fakat Rauf Bey, kendisinin kaçması halinde öteki me-
buslar arasında paniğin başlayacağını ve Meclisin kendiliğinden dağılacağını
düşündüğü için “Ben istiyorum ki Meclis dağılmasın, dağıtılsın” diyerek kendisini

165
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

feda etmeye hazır bulunduğunu söyledi.12 Meclisin çoğunluğu Kara Vasıf ve


Rauf Bey’in İngilizlere teslim olmalarına karşı ve Anadolu’ya geçmelerine ta-
raftar iken onlar Anadolu’ya geçmeyi değil de teslim olmayı yeğlemişlerdir.
Bunun nedeni bugüne kadar tam anlaşılamamış ve Rauf Bey’le birlikte mezara
kadar gitmiştir.13
Meclis artık eski meclis değildir. Haysiyeti zedelenmiş, onuru kırılmıştır.
Onuru kırılan ve haysiyeti zedelenen böyle bir meclis faaliyet göstermemeliy-
di. Bunun üzerine Gümüşhane Mebusu Kadirbeyzâde Zeki Bey, Rıza Nur ve
arkadaşları Meclis toplantılarının ertelenmesine dair 17 imzalı bir önerge ver-
mişlerdir.14 Meclisin çoğunluğu bu önergeyi desteklemiştir. Meclisin tatil edil-
mesi kararına iki muhalif vardı: Bunlar, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ve
Tunalı Hilmi Bey idi. Bu iki muhalifin ikna edilmesi zor olmamış, teklif ittifak-
la kabul edilmiş ve Fransızca protestolar da yazılarak bütün ülkelere gönde-
rilmiştir.15 İngilizlerin Meclisi tehdit etmeleri ve mebusları tutuklamaları, bu
kadar olumsuz sonuçlar doğurmasının yanı sıra Millî Mücadele’nin seyri açı-
sından olumlu katkıda da bulunmuştur. Çünkü devlet yönetiminin İstan-
bul’dan Ankara’ya kaymasına neden olmuştur16. Mebusan Meclisi’nin İngiliz-
lerce etkisiz hale getirilmesi, artık İstanbul’un güvenli bir yer olmadığı inancı-
nın tasdiki anlamına geliyordu. Hâlâ İstanbul’dan ümit bekleyen birtakım ay-
dınların da tamamen İstanbul’dan ümitlerini kesip Ankara’ya yönelmelerine
sebebiyet vermiştir.
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ (BMM) SEÇİMLERİ
Mebusan Meclisi, İstanbul’un işgalinden sonra güvenliğini kaybettiğin-
den, 18 Mart 1920 tarihli bir önergeyle, “Her şeyden evvel hürriyet-i efkâr (fikir
hürriyeti) ve istiklal-i vicdana (vicdan istiklaline) vâbeste olan (bağlı olan) bu vazife-i
mukaddesenin emniyetle ifasına imkânbahş bir hal ve vaziyetin tasalsuluna intizaren
umumi in’ikatların tehiri” kararını almıştı.17 Tehir kararı Meclisin Ankara’da
toplanmasının artık kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. Bunun üzerine A-
RMHC’nin (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) icra organı olan
HT, ertesi gün yani 19 Mart 1920’de, vilayetlere, bağımsız sancaklara ve kolor-
du komutanlıklarına yeni bir seçim genelgesi gönderdi. HT Reisi Mustafa Ke-
mal Paşa’nın imzasını taşıyan seçim genelgesinde, Ankara’da olağanüstü yet-
kili bir meclisin ya da “kurucu meclisin” toplanabilmesi için yeni bir genel
seçim yapılacağı duyurulmuştur.18
HT’nin Mebusan Meclisi’nin işgalinden üç gün sonra bütün vilayetlere
gönderdiği seçim genelgesi bütün vilayetlere ulaşmıştı. Fakat seçim genelgesi-
nin yayınlanmasından sonra Anadolu’nun birçok yerinde seçimler yapılmaya
başlanmasına rağmen bazı seçim bölgelerinde seçim yapmamak için direnen
valiler ortaya çıkmıştı.19 Gerek Mustafa Kemal Paşa’nın şahsi gayretleri gerekse
Kazım Karabekir Paşa’nın gayretleriyle seçimler güçte olsa yapılabilmiştir.
BMM’NİN AÇILMASI
Son Osmanlı Mebusan Meclisi, 18 Mart 1920’de yapılan son oturumunda
Meclis müzakerelerini süresiz ertelemişti.20 Alınan kararla Osmanlı Mebusan
Meclisi, hukuken olmasa bile fiilen varlığına son vermiş oluyordu. Bu durum

166
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

karşısında ülkeyi ve Padişahı düşmanların işgal ve esaretinden kurtarmak;


böylece devletin varlığını ayakta tutmak ve İstanbul’dan kaçan mebusların bir
yerde toplanabilmesi için millet tarafından devlet yönetiminin daha güvenli bir
yere taşınması gerekiyordu. İstanbul’un işgali ve meclisin dağıtılması devlet
yönetiminde bir boşluğun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Devlet yönetimin-
de İstanbul’da doğan bu boşluğun giderilmesi, iç düzenin ve milli birliğin sağ-
lanması gerekiyordu. Anadolu’da bir siyasal iktidar vardı, ama ne yeri ne de
yurdu vardı. Bu yüzden iç düzen sağlanamıyor, iç isyanlar almış başını gidi-
yordu. Daha fazla beklenemezdi. Acilen Anadolu’da fiilen var olan iktidar
odağı hukuki olarak da meydana getirilmeliydi.21
Bu görev millet adına kongrelerden aldığı yetki ile Mustafa Kemal Paşa’ya
düşmüştü. Ankara’da bulunan HT Reisi Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı Mebu-
san Meclisi’nin dağılması üzerine bir tamim yayınlayarak Meclisin Ankara’da
toplanacağını ve yeni mebus seçimlerinin yapılacağını duyurdu. Seçimler bü-
tün yurtta halen tamamlanmamış ve seçilen mebusların çoğu hâlâ Ankara’ya
gelmemiş olmasına rağmen, Mustafa Kemal Paşa 21 Nisan 1920’de yayımladığı
bir genelgeyle 23 Nisan’da Meclisin Ankara’da açılacağını şu şekilde duyurdu:
22

Bimennihilkerim (Allah’ın yardımıyla) Nisan’ın yirmi üçüncü Cuma günü, Cuma namazını
müteakip Ankara’da Büyük Millet Meclisi küşad edilecektir.
10 Nisan 1920’den itibaren mebuslar Ankara’ya gelmeye başlamışlardı. İs-
tanbul’dan gelen ve Ankara’ya ulaşan toplam 115 mebusun katılımıyla, 23
Nisan 1920 Cuma günü Ankara Ulus’ta İttihat ve Terakki Kulübü’nün yaptır-
dığı kulüp binasında Meclis toplandı ve adının da Büyük Millet Meclisi olması
kararlaştırıldı23.
Mebuslar, Hacı Bayram Camii’nde kıldıkları cuma namazı sonrası tekbir-
lerle, dualarla meclis binasına geldiler. Burada kesilen kurbanlar ve yapılan
dualardan sonra salona geçildi. Salonda yapılan duadan sonra en yaşlı mebus
olan Sinop Mebusu Şerif Bey geçici başkanlığa getirildi. Şerif Bey bir açış ko-
nuşması yaptıktan sonra Meclis Başkanlığı seçimine geçileceğini bildirdi. An-
cak mebusların çoğunluğu henüz Ankara’ya ulaşmamış olduğundan başkanlık
seçiminin ertelenmesi istendi. Bu gerekçeyle Konya Mebusu Refik Bey söz aldı
ve BMM kürsüsüne çıkan ilk mebus o oldu. Daha sonra söz alan Trabzon Me-
busu Ali Şükrü Bey, Meclisin iradesi henüz oluşmadan böylesi seçimlerin ya-
pılmasını doğru bulmadığını söyledi. Sonunda seçim bir gün sonraya bırakıldı.
24 nisan günü yapılan meclis başkanlığı seçimlerinde Mustafa Kemal Paşa
meclis başkanlığına, Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı ve Erzurum mebusu
olan Celâlettin Arif Bey de ikinci başkanlığa seçildiler. Meclisin yasama ve
yürütme yetkisine sahip olmasının, bir icra vekilleri heyetinin Meclis içinden
seçilmesinin benimsendiği bu toplantıda Meclis Başkanı Mustafa Kemal Pa-
şa’nın aynı zamanda İcra Vekilleri Heyeti Reisi, yani başbakan olması ve icra
vekilleri heyeti üyelerinin tek tek meclis tarafından seçilmesi kararlaştırıldı.

167
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

BMM AÇILDIĞINDA ANADOLU’DA GENEL GÖRÜNÜM


İç Savaş Dönemi
İstanbul Hükümeti’nin İngilizlerle işbirliği yaparak uzun savaş yıllarının
yorgunluğunu taşıyan Anadolu halkına yaptığı menfi propagandalar sonu-
cunda Ankara’da yeni kurulan BMM Hükümeti’ne karşı birçok yerde ayak-
lanmalar meydana gelmiş ve ülke iç savaş durumuna sokulmuştu. Millî Müca-
delenin başlangıcında, Ankara’yı Yunanlılardan çok bu iç savaş meşgul etmek-
teydi. Bu yüzden Yunan ilerleyişinin önüne geçilememiş ve Millî Mücadele
için oldukça zor bir döneme girilmişti.24 Söz konusu ayaklanmaların belli başlı-
ları şunlardır: Bozkır Ayaklanmaları (27 Eylül–4 Kasım 1919), Şeyh Eşref Ayak-
lanması (26 Ekim–24 Aralık 1919), Anzavur Ayaklanması (1 Ekim 1919–16 Nisan
1920), Bolu-Düzce Ayaklanması (12 Nisan–8 Ağustos 1920), Yozgat Ayaklanması
(15 Mayıs–30 Aralık 1920), Zile Ayaklanması (21 Mayıs–12 Haziran 1920), Millî
Aşireti Ayaklanması (8–26 Haziran 1920), Konya Ayaklanması (2 Ekim–22 Kasım
1920) ve Rum-Pontus Ayaklanması (6 Aralık 1920- 6 Şubat 1923).25
İç savaş durumunu sona erdirmekle uğraşan Ankara, isyan bölgelerinde
isyancıları bastıracak düzenli orduya henüz sahip değildi. Bu yüzden isyanlar
düzenli orduyla değil de gerilla stratejisi ile bastırılabilmiştir. İsyanları bastır-
makta Çerkez Ethem ve Topal Osman gibi Millî Mücadele yanlısı birçok çete
kullanılmıştır. Ankara’da yeni kurulan BMM Hükümeti iç savaşı sona erdire-
bilmek için söz konusu askeri tedbirlerin yanında birçok idari tedbirlere de
başvurmuştur. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkartılmış ve bu kanuna dayana-
rak da İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Böylece ayaklanmaların önüne geçi-
lebilmiştir.
1920’lerin Anadolu’su “Aydınlanma ideolojisi”nin egemen ideoloji haline
gelebilmesi için elverişli bir yapıya sahip değildi. Ankara’da BMM’nin açılması
için hazırlıkların yapıldığı günlerde, Anadolu’da iç savaş döneminin başladığı,
silahlı ayaklanmaların Ankara’yı tehdit ettiği bir durum söz konusuydu. Millî
Mücadeleyi tehdit eden bu umutsuzluk döneminde aynı ülkenin insanları aynı
amaçla, yani ülkeyi ve Padişahı esaretten kurtarmak için, birbirlerini vatan
hainliğiyle suçlayarak karşı karşıya gelmişlerdi. Bu yüzden dönemin ayaklan-
malarının doğru analizinin yapılabilmesi için öncelikli olarak olaya toplumda-
ki temel çatışmanın nedenleri açısından bakmak gerekmektedir.
Millî Mücadele yanlıları, daha çok milli duyguların etkisi altında, Padişa-
hın düşmana alet olduğuna ve memleketi felakete götürdüğünü iddia ediyor-
lardı. Onlar, milli birliği kurmak ve milli birliğe dayanmakla devletini ve Padi-
şahını kurtarabileceğini düşünmekte; kendilerini bu tutum ve davranışlardan
ötürü suçlu sayan fetvanın düşman baskısı ve kötü danışmanların etkisi altın-
da verildiğini iddia etmekteydiler. Bu kanının oluşmasında Millî Mücadeleye
sonradan katılanların anlattıklarının da etkisi büyük olmuştur. Örneğin Fevzi
Paşa (Çakmak) Ankara’ya geldiği gün mecliste yaptığı konuşmada Padişahla
görüştüğünü, onun düşman baskısı altında olduğunu ve fetvanın düşman bas-
kısı ile verildiğini söylemiştir.26

168
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

Ayaklanmacılar ise, dinsel inançların ve bağlantıların etkisi altında, şeyhü-


lislamın Millî Mücadelecileri suçlayan fetvasına uyarak, onların padişah ve
halifeyi kovarak Mustafa Kemal Paşa’yı padişah yapacakları yolundaki propa-
gandalardan etkilenmişler, Kuva-yı Milliye ve onun yöneticisi durumundaki
BMM’ne karşı ayaklanmışlardır. 1920 yılı başlarında “saltanatçılık ve halifeci-
lik” şeklinde ortaya çıkmış olan iç ayaklanmalar 1920 yılı sonuna doğru yok
edilmiştir.
Bolşeviklik Faaliyetleri
Millî Mücadelede Bolşeviklerden yardım sağlanması, Türkler için stratejik
bir zorunluluk olmuş, bu yüzden de Ankara Bolşevik Rusya ile yakın ilişkiler
içinde bulunmuştur.27 Millî Mücadelenin ilk yıllarındaki bu yakın ilişki vatanın
kurtuluşu için mücadele eden kadroların birçoğunun da Bolşevikliğe yakın
durmalarına neden olmuştur. Bolşevikliğe karşı duyulan yakınlıktan dolayı
gerek yurt içindeki gerekse yurt dışındaki Millî Mücadele kadrolarında, yaygın
bir Bolşeviklik eğilimi görülmüştür.
1920 yılının ilk aylarında yoğun dış saldırılar ve arka arkaya gelen iç ça-
tışmalarla son derece bunalmış bir halde bulunan BMM’de de emperyalizm
aleyhtarlığı hat safhada idi ve sürekli olarak gündemi meşgul ediyordu. Her-
kes emperyalizmin kötülüklerinden, Bolşeviklerden ve onların getirmeye çalış-
tığı yeni düzenin iyiliklerinden bahsediyordu. Bu eğilimin her ne pahasına
olursa olsun düşmanı yurttan atmak kaygısından kaynaklanıyordu.
Bu kadar Bolşevik edebiyatının yanında Rusya’daki ihtilalin ve kurul-
makta olan yeni düzenin ne olduğu hakkında Anadolu’da ciddi sayılabilecek
bir bilgi birikimi de yoktu.28 Bolşeviklik demek yalnızca “Her ulusun isterse
bağımsız olacağı inancının hakim olması” demekti. Fakat Anadolu’nun bağımsız-
lığını kazanması için çalışan Millî Mücadele kadrolarının içerisinde çoğunlu-
ğun Bolşevikliğe eğilimli olmalarının nedeni, yalnızca Bolşevizm’in kendileri-
ne bağımsızlıklarını kazandıracağı inancı değil “Düşmanlarımızın düşmanı dos-
tumuzdur” ya da “Denize düşen yılana sarılır” düsturlarının yansımasıydı.29
Bolşevikliğe karşı duyulan yakın ilgi yalnız fikir alanında kalmamış örgüt-
lenme safhasında da kendini göstermiştir. Türkiye Gizli Komünist Partisi (14
Temmuz 1920), Resmi Komünist Partisi (18 Ekim 1920), Bakü’deki Türkiye
Komünist Fırkası (10 Eylül 1920) ve Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası (7 Aralık
1920) kuruluşlardan birkaçıdır. Rusya ile ilk ilişkilerin kurulmaya başladığı bu
dönemde, Rusya’daki yeni rejimin ne olduğu araştırılırken, sol teşekküllerin
kurulup faaliyet göstermeleri resmi çevrelerce hoşgörü ile karşılanmış ve gör-
mezlikten gelinmiştir. Çünkü Rusya’ya şirin görünmenin yanı sıra “Bolşevik-
lik” resmi çevrelere pek de korkulacak bir şey gibi gelmemektedir. Üstelik bu
örgütlenmelerin içindekilerin birçoğu da Bolşevizm konusunda samimi değil-
lerdir. Bolşevizm’i bir araç olarak kullanmışlardır. Çünkü dönemin sol hareket-
lerinin liderlerine baktığımızda, o kadar farklı kimliklerle karşımıza çıkmakta-
dırlar ki gerçek kimliklerinin hangi noktada durduğunu kestirmek güç olmak-
tadır. Örneğin Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Hakkı Behiç Bey, İtti-
hatçıdır ve hilafetçidir30. Yeşilordu Cemiyeti’nin yönetim kadrosundan Yunus

169
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Nâdi Bey de İttihatçıdır ve İttihatçılığı herkesçe bilinmektedir. Şeyh Servet,


Eyüp Sabri, Hüsrev Sami, İbrahim Süreyya, Çerkes Reşit, Muhiddin Baha,
Hamdi Namık, Nazım ve Mehmet Şükrü gibi hemen hemen hepsi İttihatçı olan
mebusların birçoğu Yeşilordu Cemiyeti’nin idare heyetindedirler ve bu cemi-
yet de Çerkes Ethem’in tahakkümü altına girmiştir. Sonuç olarak Millî Müca-
dele dönemindeki solcu teşekküllerin ve yönetim kadrolarının samimi olma-
dıklarını söylemek doğru olacaktır. Bunlar yalnızca Komünist Rusya’ya şirin
görünmek için meydana getirilmiş suni kuruluşlardır ya da İttihatçı entrikala-
rıdır.31 Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi de Erzurum’daki “Halk Hü-
kümeti” talepleridir. Tamamının İttihatçı ve eski Teşkilat-ı Mahsusa’cı (TM)
olduğundan şüphe edilemeyen kadrolar ülkedeki Bolşevizm rüzgârından fay-
dalanarak merkezden yarı bağımsız bir ‘Erzurum Halk Hükümeti’ talep etmiş-
ler, fakat bu girişim Mustafa Kemal Paşa’nın uyanıklığı sayesinde engellenmiş-
tir.
Sevres Barış Antlaşması
İtilaf devletleri, 1920 ilkbaharında San Remo’da yaptıkları toplantıda Os-
manlı Devleti’ni kabule zorlayacakları anlaşmaya son halini vermişlerdi. Söz
konusu barış anlaşmasının taslağı 11 Mayıs 1920’de Osmanlı Devleti’nin tem-
silcilerine verildi. Sadrazam Tevfik Paşa anlaşma taslağını görünce dehşete
kapılmıştı. İstanbul’a dönüşünde bu anlaşmanın imzalanırsa Osmanlı Devle-
ti’nin yok olacağını, sömürge halindeki bir topluluğa dönüşeceğini söyledi. Bu
arada İtilaf Devletleri Türklerin direnişini kırmak için Yunanlılara hareket ser-
bestisi tanıdılar ve Yunanlılar da 22 Haziran 1920’de Bursa-Uşak hattına doğru
harekete geçtiler. 8 Temmuz’da Bursa’yı, bir hafta sonra da tüm Ege Bölgesi ve
Doğu Trakya’yı işgal ettiler.
Mevcut durum karşısında telaşa kapılan Padişah Vahdettin, 22 Temmuz
1920’de Saltanat Şûrası’nı topladı ve Sevres Anlaşması’nı Şûra’da kabul ettirdi.
Fakat bu anlaşmanın Saltanat Şûrası’nda kabul edilmiş olması onun hukuken
geçerli olması sonucunu doğurmamaktadır. Çünkü uluslar arası antlaşmaların
hukuken geçerlilik kazanabilmesi için Meclisin onayından geçmesi gerekmek-
tedir. Meclis-i Mebusan da kendisini fesh ettiğine göre bu anlaşma aslında hiç-
bir zaman var olmamıştır.
BMM’nin Sevres’e ve onun imzalayanlara karşı tepkisi oldukça sert ol-
muştur. Ne o anlaşmayı tanımış; ne de onu imzalayanları varsaymıştır. Aslın-
da BMM’nin gözünde İstanbul hükümetlerinin yaptığı bütün işlemler geçer-
sizdi. Sevres’i imzalayan Osmanlı devlet adamları BMM’nin 19 Ağustos 1920
tarihli kararıyla vatan haini sayılmış ve vatandaşlık haklarından yoksun bıra-
kılmışlardır.
BMM HÜKÜMETİ’NİN ULUSLARARASI İLK BAŞARISI: GÜMRÜ
ANTLAŞMASI
Mondros Bırakışmasından sonra Türk orduları İran’ın kuzeybatısını ve
Kafkasya’yı boşaltmışlardı. Böylece bölgedeki Türkler, Ermeni Devleti’nin teh-
didi altına girmişti. Wilson ilkelerinden faydalanarak Doğu Anadolu’ya göz
diken Ermeniler, derhal Gümrü, Iğdır, Arpaçay ve Aras kıyılarına kadar olan

170
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

bölgeyi işgal etmişlerdi. Yalnızca işgal eylemiyle kalmayıp büyük bir katliam
hareketine de girişmişlerdi.
Bu durum karşısında BMM, Doğu cephesi komutanı Kâzım Karabekir Pa-
şa’ya ileri harekât emri verdi ve Ermeniler ağır bir yenilgi sonrası bölgeyi bo-
şalttı. 3 Aralık 1920’de yapılan Gümrü Anlaşması ile daha önce Ruslara geçen
Kars, Sarıkamış ve Oltu yeniden anavatana katıldı.
Ermeni zaferi ve ardından gelen anlaşma BMM Hükümetinin ilk uluslar
arası başarısıdır. Fakat bu anlaşma kısa sürmüştür. Ermenistan kısa bir süre
sonra Ruslar tarafından işgal edilmiş, Gümrü Anlaşması’nın yerine de 16 Mart
1921’de Moskova Anlaşması imzalanmış, 1921’de yapılan Kars Anlaşması ile
de Doğu sınırları çizilmiştir. Bu arada anlaşma esnasında delegelerimiz Mos-
kova’da iken orada bulunan Afganistan yetkilileriyle 1 Mart 1921’de Türk-
Afgan Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması imzalanmıştır.
DÜZENLİ ORDUNUN KURULMASI VE İNÖNÜ ZAFERLERİ
1920 yılı sonunda Kral Aleksander ölmüş, Başbakan Venezilos da seçimle-
ri kaybederek ülkeyi terk etmişti. İngiliz destekli yeni Kral Konstantin ise Ana-
dolu’daki savaşı sonuna kadar devam ettirmek niyetindeydi. Fakat Millî Mü-
cadele’nin başlangıcında Ankara’yı Yunanlılardan çok iç isyanlar meşgul et-
miştir. Bu yüzden BMM ayaklananları vatan haini saymak için Hıyanet-i Vata-
niye Kanunu’nu ve İstiklal Mahkemeleri Kanunu’nu çıkarmıştır. Ankara iç savaş
durumuyla mücadele ederken oldukça güç durumdaydı. İsyan bölgelerinde
isyancıları alaşağı edecek düzenli orduya sahip değildi. O bölgelerde sahip
olduğu düzenli birlikler de o isyanları bastırabilecek güçte değildi. Ankara,
isyanları ancak düzenli orduyla değil de gerilla taktiği ile bastırabilmiştir.32
İsyanların bastırılmasında Çerkez Ethem ve kardeşleri, Kuşçubaşı Eşref, De-
mirci Mehmet Efe, Topal Osman Ağa, İpsiz Recep gibi birçok eski TM mensu-
bunun kurdukları çetelerden yararlanılmış ve isyanlar başarıyla bastırılabil-
miştir. Sina Akşin, düzenli ordunun değil de çetelerin kullanılmasını Mondros
Mütarekesi’ni çiğnememiş görünmek için üretilen bir çare olarak değerlendir-
miştir.33
Kuva-yı Milliye gönüllülük esasına dayanıyor, hatta kimi yerlerde ücret
bile ödeniyordu. TM’cilerin hapishanelerden topladıkları mahkûmlarla oluş-
turdukları çetelerle savaşmaya alışmış olmaları ve yağma olanaklarının önüne
geçilememesi üzerine Mustafa Kemal Paşa bunları tasfiye ederek düzenli or-
duya geçme fikrini ortaya atmıştır. Bütün bunların yanı sıra Kuva-yı Milli-
ye’nin Batı’daki başarısızlığı, Yunan istilasının Doğu Trakya ve Batı Anado-
lu’yu kapsaması, Pontus isyanının bastırılamaması düzenli ordu birlikleri ile
savaşa girilmesini zorunlu hale getiriyordu. Bu yüzden 24/25 Haziran 1920’de
Batı Cephesi kurulmuş ve başına da Ali Fuat Paşa atanmıştı. Fakat 8 Kasım’da
Ali Fuat Paşa Rusya’ya büyükelçi olarak atanınca yerine İsmet Bey getirildi.
Ali Fuat Cebesoy’un Moskova Sefareti’ne atanmasından sonra batı cephesi
ikiye ayrılmıştır. Güney bölümü Refet Bey’e (Bele), Batı bölümü de İsmet Bey’e
(İnönü) verilmiştir. İlerleyen zamanlarda Mustafa Kemal Paşa, düzenli ordu-
nun kurulmasını sağlamış ve zamanla da düzensiz birlikler kaldırılarak düzen-
li orduya geçilmiştir.

171
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Düzenli ordu genişletilirken, Kuva-yı Milliye birliklerinin de düzenli or-


duya katılması için çaba gösterilmiştir. Fakat bunlar arasında Demirci Mehmet
Efe ve Çerkes Ethem düzenli orduya katılma fikrine karşı çıkmışlardır. Düzenli
orduya katılmaları için yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamamış ve 11
Aralık’ta Demirci Mehmet Efe, 1 Ocak 1921’de de Çerkes Ethem Ankara’ya
meydan okumuştu. Demirci Mehmet Efe’nin üzerine gönderilen Refet Paşa
komutasındaki birlikler başarı sağlamış ve onu teslim almışlardı. 5 Ocak’ta da
Çerkez Ethem’in birlikleri dağıtılmış ve o da Yunanlılara sığınmıştır. Çerkez
Ethem de bu şekilde bertaraf edildikten sonra 6–10 Ocak tarihlerinde Türk ve
Yunan orduları Eskişehir’e yakın İnönü mevkiinde karşılaştılar. Karşılaşma,
Çerkez Ethem’e karşı yürütülen hareketin hemen arkasından ve Yunanlıların
sayı ve donanım bakımından üstün olmalarına rağmen, Türk Ordusu’nun ba-
şarısıyla sonuçlanmış ve Yunan ordusu geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Londra Konferansında reddedilen barış önerilerinin kabulünü sağlamak
için Yunanlılar 20 Mart’ta ikinci defa saldırıya geçmişlerdir. II. İnönü savaşı
olarak bilinen bu kanlı çarpışmalarda İsmet Bey’in birlikleri, ikinci defa başarılı
bir direnme göstermişlerdir. 31 Marta kadar süren Yunan saldırısı geri püskür-
tülmüş ve Yunanlılar tekrar Afyon- Bozüyük çizgisine çekilmişlerdir. Bu za-
ferden sonra, Mayıs ayında İtalyanlar Marmaris’ten, Temmuz’da da Antal-
ya’dan çekilmişlerdir. Haziran’da Fransızlar Zonguldak’ı boşaltmışlardır.
İNÖNÜ ZAFERLERİNİN İÇ VE DIŞ SİYASETE YANSIMALARI
Yunanlıların İnönü’de durdurulması BMM’nin otoritesinin güçlenmesinde
çok önemli bir rol oynamıştır. Bu zaferden sonra İtilaf devletleri arasındaki
anlaşmazlıklar iyice su yüzüne çıkmış, Fransızlar ve İtalyanlar yeni Türk dev-
letinin muhatap alınması taraftarı olmuşlardır. İnönü zaferinden sonra İtilaf
Devletleri, Sevres Antlaşması’nda ölçüyü biraz kaçırdıklarının fark etmişler ve
Londra’da Türkiye’nin de katılacağı bir konferans toplamaya karar vermişler-
di.
İtilaf devletleri şubat ayı içerisinde “Sevres Antlaşması’ndaki bazı değişiklikle-
ri görüşmek üzere” toplandıkları konferansa BMM Hükümeti ile birlikte Osman-
lı Devleti’ni de çağırmışlardır. Amaç bellidir: “Her iki kesimi birbirine düşür-
mek”. Fakat Sadrazam Tevfik Paşa’nın “Söz ulusun asıl temsilcilerinindir” diye-
rek söz almaması, bu oyunu bozmuştur. Konferansta İtilaf Devletleri ufak tefek
göstermelik bazı değişiklikler önermişler; BMM temsilcisi Hariciye Nazırı Be-
kir Sami Bey birkaç anlaşma yapmış; fakat bunlar da BMM tarafından onay-
lanmamıştır. Kısacası konferans tam bir fiyaskodur. Buna rağmen TBMM Hü-
kümeti’nin tanınmış olması diplomatik bir başarıdır.34 Üstelik Rusya da bazı
tereddütlerinden vazgeçip sıkı işbirliği taraftarı olmuştur.
I. İnönü zaferinden sonra Sovyet Rusya ile ilişkilerde önemli gelişmeler
olmuştur. 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Dostluk Antlaşması ile Batum
Sovyetler de kalmak şartıyla bugünkü sınırlar belirlenmiş, Sovyetlerin Türki-
ye’ye para ve silah yardımı yapması kararlaştırılmıştır. Belirlenen sınır 13 Ekim
1921’de Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile yapılan Kars Antlaşması ile bir
kez daha onaylanmıştır. Zaferin dış siyasette yol açtığı bir diğer gelişme de 1
Mart 1921’de imzalanan Türk-Afgan Dostluk Antlaşması olmuştur.

172
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesi, I. İnönü zaferi, Türk-Afgan Antlaş-


ması, Türk-Rus Antlaşması Mustafa Kemal Paşa’yı iç politikada bir operasyona
girecek kadar güçlendirmişti.35 Birinci İnönü zaferinden hemen sonra, sürekli
Bolşevik suçlamasına maruz kalan Mustafa Kemal Paşa36, Ankara İstiklal Mah-
kemesini sol teşekkülleri ortadan kaldırmak üzere harekete geçirdi. İlk olarak
Mecliste bir temizlik hareketine girişti. Casuslukla suçladığı mebusları İstiklal
Mahkemesine verdi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin 9 Mayıs 1921 tarihli kara-
rına göre, Çerkez Ethem başta olmak üzere kardeşleri ile Tokat Mebusu Nâzım
Bey mahkûm oldular.37 İstiklal Mahkemesinin bu kararıyla Çerkez Ethem ve
ekibi bir kez daha mahkûm olurken, Halk İştirakiyûn Fırkası, Yeşilordu, Halk
Zümresi gibi sol teşekküller de Tokat Mebusu Nazım Bey’in şahsında mahkûm
edilmişlerdir. İstiklal Mahkemesinin kararıyla Halk Zümresi’ne üye olan Na-
zım Bey, Şeyh Servet Efendi ve Mehmet Şükrü Bey’in mebuslukları da düşü-
rülmüş oldu.38
İstiklal Mahkemesinin bu önemli davayı karara bağlamasının ertesi günü,
yani 10 Mayıs 1921’de, uzun zamandan beri Mustafa Kemal Paşa tarafından
hazırlıkları yapılan “Müdafaa-i Hukuk Grubu” da resmen kuruldu. Selek,
Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kuruluşunun özellikle böyle bir güne rast geti-
rildiğini iddia etmiştir.39
Sonuç olarak bu dönemin karakteristik özelliği Mustafa Kemal Paşa’nın
Bolşeviklere karşı izlediği politikanın başarılı olmasıdır. Bu politikaların sonu-
cudur ki bütün sol hareketler, Sovyet yardımı engellenmeden bertaraf edilmiş-
tir. Mustafa Kemal Paşa, Bolşevizm’e 1921 yılının ilk aylarına kadar kapıyı
aralık tutmuş, fakat I. İnönü muharebesinden sonra bu kapı kapanmıştır.
ANKARA’DA BUHRANLI GÜNLER: KÜTAHYA-ESKİŞEHİR
BOZGUNU VE MECLİS’İN KAYSERİ’YE NAKLİ KARARI
31 Mart 1921’de II. İnönü muharebelerinin Türk ordusunun kesin zaferiyle
sonuçlanmasından sonra Batı cephesinde bir durgunluk dönemi yaşanmaya
başlanmıştı. Bu durgunluktan ordunun savaşa, bilhassa taarruza hazır hale
getirilmesi, eksikliklerinin tamamlanması için yapılan çalışmalarla yararlanıl-
mıştır. Refet Paşa’nın komuta ettiği Güney cephesi kaldırılarak Batı cephesi
komutanlığı emrine verilmiş ve İsmet Paşa komutasında yeni bir yapılanma
sağlanmıştı. Geçen üç aylık süre içinde her türlü ikmal ve hazırlıklarını tamam-
layan Yunan Ordusu, Kral Konstantin’in 12 Haziran’da İzmir’e gelerek asker-
leri denetlemesiyle de moral bulmuştu.
Yunan ordusu, Türk ordusunu kesin olarak mağlup ve imha etmek ama-
cıyla Bursa-Uşak hattı üzerinde 8 Temmuz 1921 günü taarruza geçti. Önüne
gelen bölgeleri hızla işgal ederek 17 Temmuz günü Kütahya’ya girdi. Türk
ordusu çekilmeye başladı ve Sakarya Nehri’nin doğusunda mevzi tutuldu. 19
Temmuz günü ise Eskişehir Yunan kuvvetleri tarafından işgal edildi. Eskişe-
hir’in kurtarılması için yapılan karşı taarruz ise başarısız oldu ve Türk birlikle-
rinin tamamı Sakarya’nın gerisine çekildi. 24 Temmuz’da Batı Cephesi ka-
rargâhı Polatlı’ya nakledildi.

173
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Tarihte “Kütahya-Eskişehir Muharebeleri” diye adlandırılan ve 8 Tem-


muz–25 Temmuz tarihleri arasında aralıksız devam eden muharebeler Millî
Mücadelenin en acı mağlûbiyetini yaşatmıştı. Bu beklenmedik bozgun cephede
olduğu gibi, cephe gerisinde de paniğe yol açmıştı. Bu muharebelerin ve boz-
gunun Ankara’da oldukça karamsar bir hava yaratmıştı.40
Bu beklenmedik bozgunun ardından BMM, Mustafa Fevzi Paşa’nın talebi
üzerine 23 Temmuz 1921 Cumartesi günü, Meclis İkinci Başkanı Dr. Adnan
Adıvar’ın başkanlığında gizli bir toplantı yaptı. Fevzi Paşa milletvekillerinin
merakla bekledikleri açıklamaları yapmak üzere kürsüye çıktı.41 Yaptığı ko-
nuşmada, ordumuzun Yunanlılara karşı kahramanca çarpıştığını; fakat çok
fazla zaiyat verdiğini, hükümet adına Ankara’yı bir hafta içinde tahliye etmeye
ve hükümet merkezini Kayseri’ye nakletmeye karar verdiklerini duyurdu.42
70.000 olan asker sayısının 40.000’ini bu bozgunda kaybedilmiştir. Bozgun
sonrası durum değerlendirmesi yapmak üzere Mustafa Kemal Paşa ile Erkân-ı
Harbiye Reisi Fevzi Paşa Polatlı’ya gitti ve cephe komutanlarını toplayarak
durum değerlendirmesi yaptı.43 Mustafa Kemal Paşa, 26/27 Temmuz 1921 tari-
hinde Polatlı’dan Millî Müdafaa Vekili Refet Paşa’ya çektiği şifre telgrafta, top-
lantıda alınan kararları 5 madde halinde sıralamıştır:44
1. Meydan muharebesinin Ankara’ya kadar intikal etmesi ihtimal dâhiline
girmiştir. 2. Her tür ihtimale karşı Meclis’in ve heyet-i hükümetin ve Ankara’da
kalması caiz olmayanların Ankara’dan çıkmaları muvafık-ı ihtiyattır. 3. Meclis ve
heyet-i hükümetin ilk merhale olmak üzere Yahşihan üzerinden Keskin’e ve ondan
sonra zaruret hasıl olursa Kayseri’ye nakli lâzımdır. 4. Nakil keyfiyeti iki gün zar-
fında yani 29 Temmuz akşamına kadar behemehâl hitam bulmalıdır. 5. Müdafaa-yı
Milliye Vekili Refet Paşa Hazretleri nakil ve Ankara’nın inzibat için icap eden ter-
tibatı ahzedeceklerdir.
Yunanlıların Ankara yakınlarına, Polatlı-Haymana hattına gelmeleri, halk
arasında büyük bir telâşa sebebiyet vermiş, Doğuya doğru göçler başlamıştı.
Hatta Meclis’in de Kayseri’ye taşınması söz konusu olmuş ve hazırlıklar bile
yapılmıştı. BMM, 30 Temmuz 1921 Cumartesi günü Mustafa Kemal Paşa baş-
kanlığında yapmış olduğu gizli oturumda, Meclis’in Kayseri’ye naklini görüş-
tü. Erkân-ı Harbiye Reisi Fevzi Çakmak Paşa’nın cephedeki durum hakkında
verdiği izahatla başlayan görüşmeler sonucu Meclisin Kayseri’ye nakli konusu
“Lüzumuna göre yeniden bir karar ittihazına” kadar gündemden çıkarılmıştır.45
Ancak, Yunan ordusunun ilerlemeye devam ederek Sakarya’ya dayanması ve
Yunan başkomutanının “Hedefimiz Ankara’dır” sözü üzerine taşınma tekrar
gündeme gelmiştir. 22 Ağustos 1921 Pazartesi günü yapılan gizli oturumda
konu tartışmaya açılmış ve Meclisin Kayseri’ye nakli “Meclisin naklinin efkârı
umumiye ve yabancı devletler hakkında bırakacağı menfi tesirler nazarı dikkate alına-
rak, naklin bir müddet tehiri muvakıf görüldü” kararıyla durdurulmuştur.46
TBMM üyelerinin tamamı, Eskişehir-Kütahya bozgunu karşısında tek
yumruk olmuş, ruh hali bozulan ve büyük bir panik içine düşen halkı ve askeri
yeniden derleyip toparlamak için seferber olmuştu. Milletvekilleri aralarında
görev taksimi yaparak bir kısmı cepheye, bir kısmı ise cephe gerisinde, askerin

174
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

ve halkın bozulan maneviyatını düzeltmek, meydana gelen paniği önlemek,


yeniden derlenip toparlanmalarını sağlamak için yoğun faaliyetlere girişmiş-
lerdir.47
BOZGUNUN YANSIMALARI: BAŞKUMANDANLIK KANUNU
Yunanlıların Nisan ayında Dumlupınar, Temmuz ayında Kütahya ve Es-
kişehir’de elde ettikleri başarılar İtilaf devletleri arasında büyük sevinç yarat-
mıştı. Bu zaferlerin BMM’ye yansımaları da oldukça farklı olmuştur. Mustafa
Kemal Paşa’ya karşı daha kongreler döneminde başlayan muhalefet, düşman
tehlikesinin Ankara yakınlarına gelmesiyle sertleşmeye başlamış48, Mecliste
hararetli tartışmaların yanında İsmet Paşa aleyhinde de oldukça etkili propa-
gandalar yürütülmüştür. Bu propagandaların yapılmasında da en önemli pay
Refet Bey’e aitti. Refet Bey zaten kırgındı. Ali Fuat Paşa’dan boşalan Garp cep-
hesi komutanlığını beklemiş, fakat bu görev İsmet Bey’e verilince çok kırılmış-
tı. İsmet Paşa Refet Bey’in kendisine yardımcı olmadığından şikâyetçi idi. Za-
manın canlı şahitlerinden İsmail Hakkı Bey (Tekçe), İsmet Bey’e kırgınlığını
her şekilde belirtmekten çekinmeyen Refet Bey’in Eskişehir-Kütahya savaşla-
rındaki bozguna onun idaresizliğinin ve beceriksizliğinin yol açtığını ileri sür-
düğünü ve bir kısım milletvekillerini alttan alta kışkırttığını, Mustafa Kemal
Paşa’nın da İsmet Paşa’yı hatalı görerek “İsmet hata etti, cepheyi bu kadar boş
bırakmamalıydı. Gerilla savaşıyla yurt savunulamazdı” dediğini aktarmaktadır.49
Bu arada Kâzım Karabekir Paşa da Refet Bey gibi İsmet Paşa’yı eleştirmiş-
tir. Çünkü o zamanında Ankara’nın en büyük destekçisi olan bir komutan ol-
ması sebebiyle her şeyin kendisine danışılmasını istemiştir. Eskişehir yenilgisi
üzerine İttihatçı milletvekillerinin etkisinde kalarak Teşkilât-ı Esasiye kanunu-
nun bir parti programı olarak kalmasını istiyordu. Daha da ileri giderek “İn-
kılâp yapmak isteyen bir azınlığın karşısında koskoca bir millet çoğunluğu” olduğu
tehdidini de ileri sürmüştür. Tekçe’nin anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa
bunları duyunca adeta çılgına dönmüştür. Enverciler ise zaten Mustafa Kemal
Paşa’yı yıpratma çabasına girmişlerdi. Kütahya-Eskişehir bozgunuyla kozlar
onların eline geçmişti. Yenilgiden Mustafa Kemal Paşa’yı sorumlu tutan muha-
lifler ‘Kâzım Karabekir Paşa başa geçsin; Fevzi Paşa (Çakmak) başa geçsin’
propagandaları yapmıştır.50
Mustafa Kemal Paşa, Meclisteki bu ortamı görünce 4 Ağustos 1921’de bir
önerge vererek, “Ordunun maddi ve manevi gücünü süratle artırmak, sevk ve idare-
sini bir kat daha güçlendirmek için BMM’nin yetkisini kullanmak şartını ileri sürerek
üç ay için Başkumandanlık görevini yüklenebileceğini” söyledi. Bazı milletvekilleri
“Olmaz! Başkumandanlık Meclisin manevi kişiliğinde saklıdır; ancak başkumandan
vekili olabilir” iddiasında bulundular. Onlara göre, başkumandan yalnızca Pa-
dişahtır, bu yüzden yalnızca Başkumandan Vekili yetkisi verilebilirdi. I. Dünya
Savaşı’nda Enver Paşa da bu yetkiden faydalanmıştı, fakat Başkumandan Ve-
kili olarak. Öyleyse Mustafa Kemal Paşa bu yetkiyi asaleten alamazdı.51 Musta-
fa Kemal Paşa’nın Başkumandanlığına karşı çıkanlar Hüseyin Avni Bey, Ziya
Hurşit Bey, Ali Şükrü Bey ve Sinop Mebusu Hakkı Hami beylerin önünü çekti-
ği İkinci Grup idi.

175
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bütün bu muhalif tavırlara rağmen Başkumandanlık Kanunu’na Sakarya


Savaşı öncesi olağanüstü şartlar nedeniyle bütün muhalefet destek olmak zo-
runda kalmış ve Meclisin birçok yetkisinin başkumandana devredilmesi kabul-
lenilmiştir. Fakat Sakarya Savaşı’ndan sonra muhaliflerin fikirlerinde değişik-
lik olmadığı görülmüştür.52 Mustafa Kemal Paşa’nın hâlâ Başkumandanlık
yetkisini kullanmasına razı olmakla beraber Meclisin yetkilerini üzerinde bu-
lundurmasını kabul etmemiştir.53
SAKARYA SAVAŞI
Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, meclisten aldığı olağanüstü yetkilerle
hemen savaş hazırlıklarına başlamıştır. İlk hedef iyice Sakarya’nın içlerine ka-
dar çekilmiş olan orduyu tekrara ayağı kaldırmak; sonra da Yunanlıları geldik-
leri yere göndermek için orduyu bir ölüm-kalım savaşına ikna etmekti.
Öncelikli olarak bütün ulus özveriye çağrıldı. Başkomutan, 8 Ağustos’ta
yayınladığı “Tekâlif-i Milliye Emirleri” ile halkın elinde bulunan yiyecekler ile
teknik araç ve gereçlerin %40’ını bedeli sonradan ödenmek üzere orduya isti-
yordu. Öküz ve at arabalarının % 10’unu, binek ve taşıt hayvanlarının %20’sini
de istiyordu. Ayrıca halkın elinde silah ve cephane ne varsa hepsi isteniyordu.
Başkomutan, bu emirlerin uygulanması için her ilçede birer tane “Tekâlif-i
Milliye Komisyonu” da kurmuştu. Ayrıca komisyon kararlarını uygulamak
için de İstiklal Mahkemeleri kurulmuştu.
Sakarya Savaşı 14 Ağustos’ta Yunan saldırısı ile başladı. Fakat en kanlı
çarpışmalar 23 Ağustos günü olmuştur. Günlerce süren çarpışmalar sonucun-
da çok ağır ve bunalımlı anlar yaşandı. Yunan birlikleri birçok kez savunma
hatlarımızı aştı. Bu savaşta Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu
savunma hattı tarihe şu sözlerle geçmiştir: “Hattı müdafaa yoktur; sathı müdafaa
vardır. O satıh bütün vatandır”. Türk ordusu bu savunma taktiğini uygulayarak
kendisinden sayı ve silah olarak oldukça üstün olan Yunan kuvvetlerinin iler-
lemesine izin vermemiştir. Nihayetinde Yunan kuvvetleri 5 Eylül’de iyice güç-
süzleşmişler ve durdurulmuşlardır. Bunun üzerine Türk birlikleri karşı saldı-
rıya geçmişler ve 13 Eylül sabahı Sakarya’nın doğusu düşmandan temizlen-
miştir.
Sakarya Savaşı Milli Mücadele’de bir dönüm noktasıdır. Çünkü Türklerin
artık Anadolu’dan atılamayacağı Batılılarca anlaşılmıştır. Diğer bir önemi de
Milli Mücadele’nin liderinin artık Mustafa Kemal Paşa olduğu iyice anlaşılmış-
tır. Batum’a kadar gelip türlü entrikalarla hala Anadolu’ya geçmek ve milli
mücadelenin liderliğine soyunmak isteyen Enver Paşa, arkasındaki Rusya des-
teğini de kaybetmiş ve bir daha dönmemek üzere Anadolu sınırlarını terk et-
miştir. Bu arada Mustafa Kemal Paşa’nın saygınlığı ve otoritesi de artmıştır. Bu
nedenle BMM, 19 Eylül 1921 tarihli oturumunda kendisine “Gazilik” sıfatını ve
“Mareşallik” unvanını vermiştir.
Savaş dış siyasette de önemli gelişmelere neden olmuştur. Hâlâ Anado-
lu’ya yakınlaşmakta ve anlaşma yapmakta tereddüt eden Fransa ve İtalya di-
ğerlerinden kopmuşlar ve İngilizlerle Yunanlıları Türklerle baş başa bırakmış-
lardır. 20 Ekim 1921’de Fransa ile Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma

176
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

Fransa ile savaşın bittiğini ve Hatay dışındaki güney sınırımızın çizildiğini


belgeliyordu. Yine 1921 yılı son aylarında İtalyanlar da işgal ettikleri yerleri
sessiz sedasız terk etmişlerdir.
Sakarya Savaşı’nın bir takım olumsuz sonuçları da olmuştur. Nasıl Ça-
nakkale Savaşı’nda yüksek öğrenimli kadroların büyük bir çoğunluğunu kay-
bettiysek; Sakarya Savaşı’nda da ordu içindeki rütbeli subayların büyük ço-
ğunluğunu kaybettik. Bu arada zaten kötü durumda olan ekonomik durum da
iyice kötüleşmiş ve bir yokluk durumuyla karşı karşıya kalınmıştır. Sakarya
savaşı artık son savunma savaşıdır. Ordumuz bundan sonra artık savunmada
kalmayacak, düşmanı yurttan atmak için taarruz hazırlığı içinde olacaktır.
BÜYÜK TAARRUZ
Sakarya Savaşı her ne kadar büyük bir zafer olsa da yıpratıcı etkileri de
oldukça fazla olmuştur. Öncelikli olarak ordunun tekrar toparlanması ve saldı-
rı yeteneğine hazır olması gerekiyordu. Bunun için Başkumandan Mustafa
Kemal Paşa ve silah arkadaşları hemen büyük ve gizli bir hazırlık faaliyetine
giriştiler. Bunun için öncelikli olarak 31 Ekim 1921’de dolan Başkumandanlık
yetkisinin uzatılması gerekiyordu. Bu konuda Mecliste yine hararetli tartışma-
lar olmuştur. Muhalefet Başkumandanlık Kanunu’na Sakarya Savaşı öncesi
olağanüstü şartlar nedeniyle destek olunduğunu ve Meclisin birçok yetkisinin
başkumandana devredildiğini; fakat Sakarya Savaşı’ndan sonra şartların aynı
olmadığını ve kanunda değişiklik yapılması gerektiğini ileri sürmüştür.54 Mu-
halifler, Mustafa Kemal Paşa’nın hâlâ Başkumandanlık yetkisini kullanmasına
razı olmakla beraber Meclisin yetkilerini üzerinde bulundurmasını kabul et-
memektedir.55
Muhalifler, Mustafa Kemal Paşa’nın daha fazla bu yetkiyi üzerinde tutarsa
diktatörlük eğiliminde bulunacağı iddiasıyla56, Başkumandanlık Kanunu’nun
uzatılmasına taraftar değildirler ve Mustafa Kemal Paşa’nın meclise yetkisini
devretmesini istemektedirler.57 Bunun üzerine muhalefet, Ziya Hurşit Bey’in
girişimiyle 17 imzalı, kanunun ikinci maddesinin iptali için, bir teklif vermiş,
fakat teklif büyük bir çoğunluğun oyu ile reddedilmiştir.58 Büyük bir saldırı
harekâtı karşısında Avrupa kamuoyunun tepkisi merak ediliyordu. Bunun için
Hariciye Nazırı Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk), 4 Şubat 1922’de Avrupa’ya
gönderildi. Yusuf Kemal Bey, Londra ve Paris’te bir takım görüşmelerde bu-
lundu. Aynı günlerde İtilaf devletleri Türklere ve Yunanlılara ateşkes öneri-
sinde bulundular. Zaten zor durumda bulunan Yunalılar bu öneriyi hemen
kabul ettiler. BMM de Avrupa’nın tepkisini çekmemek için kabul etti. Fakat bir
şartla, Yunanlılar derhal Anadolu’yu terk edecek. İşte bu şartta gerçekleşmedi-
ği için ateşkes de olmamıştır.
Taarruz hazırlıklarına başlayan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa gizlice
Akşehir’e geçmiş, orada komutanları toplamış ve savaş stratejileri görüşülme-
ye başlanmıştır. Alınan kararlar gereğince ordumuz saldırı hazırlıklarını gizli
yürütmüştür. Batı cephesi, daha önce kapanmış olan cephelerden yapılan tak-
viyelerle güçlendiriliyordu. Bütün bu takviyeler gizli bir şekilde ve geceleri
yapılıyordu.

177
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

26 Ağustos 1922 günü bütün hazırlıklar tamamlanmış ve Başkomutan ta-


arruzun başlamasını gizli bir komutla cephe komutanlarına bildirmiştir. Sa-
bahleyin baskın biçiminde başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos sabahı doğru-
dan ordunun başında bulunan başkumandan tarafından yürütülen meydan
muharebesinde büyük ölçüde sona ermiştir. Sonunda 9 Eylül’de İzmir, 11 Ey-
lül’de Bursa kurtarılmış, 18 Eylül’de ise Anadolu’da hiç Yunan askeri kalma-
mıştır. Ancak savaş henüz sona ermemişti. Sırada İngilizler vardı. Çünkü İzmit
ve Çanakkale bölgelerinde boğazları koruyan İngiliz birlikleri vardı. İstanbul
hâlâ İtilaf devletlerinin işgali altındaydı. Üstelik Doğu Trakya da Yunanlılarda
idi.
Büyük Taarruzun tam olarak başarıyla sonuçlanabilmesi için, Batı cephe-
sindeki birlikler, Doğu Trakya’ya geçmek için en elverişli yer olan Çanakka-
le’ye doğru harekete geçtiler. Amaç hem Çanakkale Boğazı’nı hem de Doğu
Trakya’yı kurtarmaktı. Türk ordusu Çanakkale’ye yaklaşınca İngiltere Başba-
kanı Lloyd George bu hareketin savaş nedeni sayılacağını bildirdi. Bu açık
savaş kışkırtıcılığından sonra İngiliz hükümeti, Domingonlar’a, Fransa’ya,
İtalya’ya ve Romanya’ya başvurarak askeri destek ve yardım istedi, fakat hiç-
birinden olumlu cevap alamayıp, yalnız kaldılar. Yıllarca savaş ekonomisiyle
yaşayan ve artık tükenme noktasına gelen İngiltere yeni bir savaşı göze ala-
mazdı. Açıkçası yeni bir savaşı İngiliz kamuoyuna kabul ettiremezdi. Böylece
Lloyd George tükürdüğünü yaladı ve Çanakkale’deki askerlerini geri çekti.
Çanakkale’den sonra ordunun ilerleyişi Doğu Trakya’ya doğru devam ediyor-
du. Bu ilerleyiş karşısında Fransa’nın da baskısıyla İngilizler Doğu Trakya’nın
da boşaltılmasını kabul ettiler. İstediğini elde eden ordunun ilerleyişi 28 Ey-
lül’de Başkumandanın emriyle durduruldu. Artık anlaşma evresi açılmıştı. 3
Ekim günü Mudanya’da ateşkes görüşmeleri başladı.
MUDANYA ATEŞKES ANTLAŞMASI
Ateşkes görüşmelerine BMM Hükümetini temsilen Batı Cephesi Komuta-
nı İsmet Paşa katıldı. Ateşkes antlaşması askeri nitelikli bir sözleşme olduğu
için İngiliz, İtalyan ve Fransız generalleri de hazır bulundular. Yunanistan
temsilci göndermemiş, onları İngiliz generali temsil etmiştir. Uzun tartışmalar
sonucunda 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda şu
noktalarda anlaşmaya varılmıştır: 1. Türk ve Yunan orduları arasında ateşkes
sağlanacak, 2. Yunanlılar 15 gün içerisinde Doğu Trakya’yı boşaltacaklar, 3.
Barış anlaşması yapılana kadar BMM hükümeti Doğu Trakya’da 8.000 jandar-
ma erini tutabilecek, 4. Barış anlaşması imzalanana kadar İstanbul ve Boğaz-
larda, Yunanlılar dışındaki İtilaf Devletleri birlikleri kalacaklardır. Anlaşma
imzalandıktan 4 gün sonra yürürlüğe girdi. Yunanlıların boşalttığı Doğu Trak-
ya’yı İtilaf Devletleri temsilcilerinden teslim alması için Refet Paşa (Bele) gö-
revlendirildi.
SALTANATIN KALDIRILMASI
Zafer kazanıldıktan sonra önemli bir sorun ortaya çıkmıştı: İtilaf devletleri
hangi hükümetle barış anlaşmasının görüşmelerini yapacaktı? İstanbul’la mı
Ankara’yla mı? Bu sorun Türkiye’yi önemli bir çıkmazın içine itmiştir. Bu ara-

178
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

da Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalanıp uygulamaya konulduktan sonra


Sadrazam Tevfik Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya 17 Ekim 1922 tarihinde bir telg-
rafla başvurarak, kazanılan zaferle Ankara ile İstanbul arasında ikiliğin orta-
dan kalktığını, başlayacak olan barış konferansına İstanbul ile Ankara Hükü-
metleri’nin ayrı ayrı çağrılacaklarının bilindiğini, iki hükümetin farklı görüş-
lerde bulunması halinde bundan yararlanacak olan İngiltere’nin ‘halifeliğin
koruyucusu’ rolüne bürüneceğini, bu yüzden önceden görüşüp anlaşmaları ve
bir strateji belirlemeleri gerektiğini söyleyerek Ankara’dan buluşma talebinde
bulundu.59 Mustafa Kemal Paşa bu telgrafa verdiği yanıtta, Türkiye Devleti’nin
şekil ve niteliğinin Amasya’da belli olduğunu, Türkiye’nin mukadderatına el
koyan ve bundan sorumlu olan hükümetin BMM hükümeti olduğunu ve baş-
laması yakın olan barış konferansında Türkiye’yi ancak BMM hükümetinin
temsil edeceğini açık ve net bir şekilde söyledi.60 27 Ekim 1922’de beklenen
konferans çağrısı yapıldı ve İstanbul ile Ankara hükümetleri ayrı ayrı davet
edildiler. Ankara’ya yapılan tebliğde ilk defa TBMM Hükümeti tabiri kullanı-
lıyordu.
Bundan sonra bir kez daha Ankara’ya başvurma gereği duyan Sadrazam
Tevfik Paşa, 29 Ekim 1922 tarihli telgrafta, İstanbul’un da konferansa katılaca-
ğını, bu yüzden birlikte hareket edilmesi ve önceden görüşülüp strateji belir-
lenmesi talebini yinelemişti. Bu telgrafı dikkate almayan BMM hükümeti,
Fransa, İtalya ve İngiltere temsilciliklerine daveti kabul ettiğini ve delegelerini
göndereceğini, ayrıca İstanbul hükümetinin çağrılmış olmasının kendilerini
ilgilendirmediğini bildirdi.61 Her ne kadar İstanbul’un kendilerini ilgilendir-
mediğini söylese de Avrupalıların önüne bu şekilde çıkmak istemeyen Ankara
hükümeti, Tevfik Paşa ve İstanbul’un katılma ısrarını yenilemesinden sonra
saltanatın kaldırılmasının zorunlu olduğu kanaatine varmıştı. Bunun üzerine
Rıza Nur ve arkadaşlarının hazırladığı bir takrirle saltanat ve hilafetin ayrılma-
sı ve saltanatın ilgası meclise önerildi.
Görüşmeler sırasında kurulan Din İşleri Komisyonundaki müzakerelerde
“saltanat ve hilafetin ayrılmaz bir bütün” olduğu iddialarının ortaya atılması
üzerine söz alan Mustafa Kemal Paşa, Osmanoğulları’nın Türk milletinin ege-
menliğine ve hürriyetine zorla el koyduğunu, şimdi de milletin ayaklanarak bu
egemenliği yeniden ele geçirdiğini belirttikten sonra, komisyona hitaben şu
sözleri sarf etmiştir:62
Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan millete egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak
mıyız? Meselesi değildir. Mesele basit bir gerçeği tesbitten ibarettir. Bu ne olursa olsun yapı-
lacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii bulursa sanırım uygun olur.
Yoksa, yine gerçek usulüne göre tesbit edilecektir. Fakat belki bir takım kafalar kesilecektir.
Bu sözler üzerine şüphesiz bunu kabul edenlerin bir kısmı korkudan evet
dedilerse de, 1 Kasım 1922’de mecliste yapılan oylamada saltanat “ekseriyeti
azime oyu” (oy çokluğu) ile kaldırılmıştır. Saltanatın kaldırılmasında tek çe-
kimser Sivas’taki üçüncü kolordunun eski komutanı Çolak Selahattin Bey, tek
muhalif de Lazistan mebusu Ziya Hurşit Bey idi. Oylama öncesinde Ziya Hur-
şit Bey ısrarla söz istemiş, kendisine söz verilmeyince oldukça sinirlenmiş ve
oylama sonucu açıklanır açıklanmaz “Ben muhalifim, ittifakla değil, ekseriyetle

179
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kabul edilmiştir” şeklinde konuşmuştur.63 Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldı-


rılması kararını Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Rauf Bey ve Ali Fuat Pa-
şa’ya çok zor kabul ettirdiğini söylemiştir.64 Aslında onlar kabul etmiş görünse-
ler de bu kararı hazmedememişlerdir. Mustafa Kemal Paşa ile Amasya’da baş-
layan dava arkadaşlığı saltanatın kaldırılması kararı ile aralarında dönüşü ol-
mayan ayrılığa gitmiştir.
LOZAN BARIŞ KONFERANSI
BMM, daha Saltanat kaldırılmadan önce, barış konferansı için hazırlıklara
başlamıştı. Hazırlıklar üç önemli konu üzerinde odaklanmıştı: Konferansın
nerede yapılacağı, konferansta ülkeyi temsil edecek heyetin seçimi ve konfe-
ransta görüşülecek konular. Konferans yeri olarak Lozan seçilmişti. Çünkü
Lozan, tarafsız bir devlet olan İsviçre’de bulunuyordu. Böylece konferans sa-
vaşa katılmış hiçbir devletin toprağı üzerinde toplanmış olmayacaktı. Bu yüz-
den BMM Lozan’ı konferans yeri olarak kabul etmiştir.
Lozan’da ülkeyi temsil edecek heyetin seçimi ise oldukça zor bir konuydu.
BMM’nin bünyesinde deneyimli, güngörmüş diplomatların sayısı azdı. İstan-
bul’da yaşayan deneyimli diplomatlardan da faydalanmak istenmiyordu. Bu
yüzden heyet BMM içinden seçilecekti. İlk talipli İcra Vekilleri Heyeti Başkanı
Rauf Bey (Orbay) olmuştur. Fakat Rauf Bey’in bu konusunda pek parlak bir
geçmişi yoktu. Çünkü onun imzaladığı Mondros Bırakışması tam bir teslimiyet
belgesiydi. Onun bu anlaşmayı imzalarken İngilizler tarafından aldatıldığı
herkesçe biliniyordu. Direnme gücü iyi olan ve iyi pazarlık yapabilen birisine
ihtiyaç vardı. İsmet Paşa kendisini Mudanya’da ispat etmişti. Mustafa Kemal
Paşa onun gitmesi taraftarıydı. Lozan’da taraflar hariciye vekilliği düzeyinde
temsil edileceği için 26 Ekim’de İsmet Paşa hariciye hazırlığına seçildi. Bu doğ-
rudan temsilcinin de seçilmesi anlamına geliyordu. İsmet Paşa’nın yanına Dr.
Rıza Nur ve Hasan Bey (Saka) de verildi. Konferansta yalnızca Yunanistan ile
olan sorunlar çözülmeyecek bunun yanında Doğu sorunu da kesin olarak çö-
zülecekti. Bunun yanında kapitülasyonların kaldırılması konusunda da kesin
olarak taviz verilmeyecekti.
Bir hafta gecikmeyle 20 Kasım 1922’de konferans başladı. Konferansa İtilaf
Devletlerinin yanı sıra daha birçok ülke katıldı. ABD de gözlemci sıfatıyla kon-
feransa katıldı. İtilaf devletleri temsilcileri görüşmelerini kolay geçeceğini zan-
nedip pek de hazırlanmadan gelseler de yanıldıklarını çok kısa sürede görmüş-
lerdir. Türk heyeti elde edilen askeri zaferin verdiği güçle kendisini galip taraf
olarak ortaya koymuş ve Mudanya Mütarekesini esas almıştı. Ayrıca Misak-ı
Milli gibi bir belgeyi masaya koyarak burada çizilen sınırlarda ısrarcı idi. Buna
karşılık karşı taraf konferansı Milli Mücadele’nin sonucu olarak görmüyor, I.
Dünya Savaşı’nın devamı olarak görüyor ve kendilerini galip taraf ilan edi-
yordu. Üstelik Mudanya’nın değil Mondros’un esas alınmasında ısrar ediyor-
lardı. Böyle olunca da İngilizler ile Musul ve Boğazlar, Fransızlarla kapitülas-
yonlar, aynı şekilde İtalyanlar ile de kapitülasyonlar ve kabotaj gibi konularda
ciddi bir anlaşmaya varılamamıştı. İtilaf Devletleri’nin Türkiye’ye aciz ve çare-
sizmiş tarzındaki davranışları anlaşmazlıkların tıkanmasına neden oluyordu.
Boğazlar konusu tartışılırken Sovyet Rusya ve Bulgaristan da konferansa ka-

180
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

tılmış, Rusya kendi çıkarları doğrultusunda boğazların Türkler de kalması


taraftarı olmuş, fakat İngiltere boğazlar konusunda uluslararası komisyonda
ısrarcı olmuştur. Türk delegasyonunun ilk tavizi de burada gelmiş ve İngilte-
re’nin önerisinde anlaşma olmuştur. Ayrıca Konferansta Fransa ile Ankara
Anlaşması’nın maddeleri yenilenmiştir. Birçok sorun çözülmüştür. Fakat kapi-
tülasyonlar konusunda bir türlü anlaşmaya varılamamıştır. Batılı Devletler
temsilcilerimizin kabul edemeyeceği şartlar ileri sürmüşlerdir. Her iki taraf da
karşılıklı restleşince Türk Heyeti 4 Şubat 1923’te Lozan’ı terk etmiştir. Yani
konferans hayal kırıklığı ile son bulmuştur.
I. BMM DÖNEMİNİN SONA ERMESİ VE ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN
ÖLDÜRÜLMESİ
Lozan müzakerelerinden üç hafta sonra, 27 Mart 1923 Salı gecesinde, İkin-
ci Grup önderlerinden Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, birdenbire ortalıktan
kaybolmuştu. Ali Şükrü Bey’in kardeşi Şevket Bey (Doruker), olaydan iki gün
sonra İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Rauf Bey’e gelerek abisinin aniden ortadan
kaybolduğunu haber verdi.65
Ali Şükrü Bey’in ortalıktan kaybolduğu haberi mecliste şok etkisi yarattı.
Ali Şükrü Bey iki gün geçmesine rağmen hala bulunamamıştı ve nerede oldu-
ğuna dair herhangi bir ipucu da elde edilememişti. Olay hemen meclis kürsü-
süne taşındı ve Ali Şükrü Bey’in siyasi bir saldırıya uğramış olabileceği değer-
lendirmeleri yapılmaya başlandı66. 29 Mart 1923 günü meclis kürsüsünden ilk
sözü alan Hüseyin Avni Bey (Ulaş) oldukça ateşli bir konuşma yaptı ve Ali
Şükrü Bey’in siyasi bir saldırıya maruz kalmış olabileceği ihtimali üzerinde
durdu.67 Hüseyin Avni Bey’in konuşması ile Meclisin zaten gergin olan hava-
sını biraz daha gerildi ve adeta bir barut fıçısı halini aldı.68 Mecliste müzakere-
ler devam ederken İkinci Grubu sakinleştirmek için kürsüye İcra Vekilleri He-
yeti Başkanı Rauf Bey çıktı. Rauf Bey, olayın en kısa sürede çözüleceğini, dev-
letin bütün güçlerinin seferber edildiğini söyleyerek Meclisi yatıştırmaya çalış-
tı.69 Herkes Rauf Bey’den somut açıklama istemekteydi. Rauf Bey ise gerekli
açıklamanın Adliye Vekili Rıfat Bey (Çalıka) tarafından yapılacağını söyleye-
rek kendisini tartışma ortamının içinden çıkarmaya çalışmıştır. Bu arada Cebe-
libereket (Osmaniye) Mebusu İhsan Bey (Eryavuz), Adliye Vekili için “Nee! O
da onlardandır, kendilerindendir” diyerek İkinci Gruba sataşmıştır. Bunun üzeri-
ne Meclis karışmış ve “Meclistendir, Meclisten, Edepsiz herif! Çıkarın şunu dışarı,
çık ortaya” gibi hakarete varan sözler ardı ardına sıralanmıştır. Meclis Başkanı
Ali Fuat Paşa, tartışmalar daha fazla büyümeden celseyi kapatmıştır.70
31 Mart 1923 günü yapılan oturumda Lazistan Mebusu Necati Bey (Memi-
şoğlu), Heyet-i Vekile’nin konuyla ilgili bir açıklama yapmasını isteyen bir
önerge verir71. Önerge kabul olunur ve Adliye Vekili olan Kayseri Mebusu
Rıfat Bey açıklamalarda bulunmak üzere kürsüye gelir, fakat meselenin adliye
vekâletinin değil dâhiliye vekâletinin sorumluluğunda olduğunu söyleyerek
kendisini olaydan kurtarmaya çalışır. Çünkü hiç kimse gibi o da cinayet hak-
kında herhangi bir şey bilmemektedir. Bu arada söz alan Karesi Mebusu Basri
Bey “Hükümet derhal izahat vermelidir. Kaybolan bir tavuk değildir, koskoca bir Mec-
lis azasıdır” diyerek açıklama yapılmasında ısrar eder. Fakat açıklama yapacak
bir muhatap bulamaz.

181
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Ali Şükrü Bey’in üç gündür ortalıkta görünmemesi mecliste olduğu kadar


kamuoyunda da derin etkiler bırakmıştı. Bu olay yakın zamanda işlenen sui-
kastlerin ardından herkeste yine bir suikast beklentisi yaratmıştı. Herkes birbi-
rine “Acaba bir siyasi cinayete mi kurban gitti?” diye soruyordu. Sadi Borak, ka-
muoyunun cinayeti İT’nin gazeteci cinayetlerine yani İTC’nin Hasan Fehmi,
Ahmet Samim gibi muhalif gazetecileri öldürme geleneğine bağladığını söy-
lemiştir. Bu arada muhalif basın da olayı iyice parmağına dolamıştır. Özellikle
Hüseyin Cahit (Yalçın) yaylım ateşi açmış, hatta peşin hükümler vermiştir.72
Trabzon’daki İttihatçılar da İstikbal aracılığıyla “Trabzon’u katillerden intikam
almayacak kadar hissiz mi zannettiler?” diyerek intikam naraları atmıştır.73
Ali Şükrü Bey’i en son görenlerden biri olan Enver Behnan Şapolyo’nun
ifadesiyle cinayeti Topal Osman Ağa’nın işlemiş olabileceği şüpheleri iyice
belirginleşmeye başlar.74 Bütün şüpheleri üzerinde toplayan Topal Osman
Ağa’nın adamı Mustafa Kaptan yapılan sorgulamasında, Salı günü akşamı Ali
Şükrü Bey ile birlikte yürüdüklerini ve Osman Ağa’nın evine gittiklerini, fakat
Osman Ağa’yı evde bulamayınca oradan ayrıldıklarını ve bir daha kendisini
görmediğini söylemiştir.75 Bu arada Topal Osman Ağa sorguya çekilmek is-
tenmiş fakat hiçbir yerde bulunamamıştır. Bunun üzerine evinde yapılan ince-
lemede de kırık sandalyeler dikkat çekmiştir. Çevre evlerde yapılan soruştur-
malarda da o gece Topal Osman Ağa’nın evinden gürültüler geldiği, “Ah anam,
yandım, yapmayın! Allah aşkına yapmayın!” feryatlarının duyulduğu ifadeleri
soruşturma kuruluna iletilmişti.
Soruşturma devam ediyordu. Bütün deliller şüpheleri Topal Osman
Ağa’nın üzerinde yoğunlaştırıyordu. Soruşturmayı yürüten Jandarma Teğmen
Kemal Bey, Ali Şükrü Bey’in cesedine, uzun araştırmalardan sonra Topal Os-
man’ın evinin 500 metre yakınında, Gökdere mevkiinde tesadüfen ulaşmıştır.
Ceset daha sonra Mehye Köyüne götürülmüştür. Cesetten anlaşıldığına göre
ayakları ip ile bağlanmış ve kafasına sert bir cisimle vurulmuştu. Ayrıca cese-
din elinde sandalye hasırları ve boğazında iki adet ip vardı.76
Elde edilen deliller ve tutukluların ifadeleri neticesinde cinayet şöyle ger-
çekleşmişti: Mustafa Kaptan, Ali Şükrü Bey’i kahvehaneden dışarı çağırmış ve
kendisine Topal Osman Ağa’nın çok hasta olduğunu ve kendisiyle görüşmek
istediğini söylemiştir. Bunun üzerine Ali Şükrü Bey ile birlikte Topal Osman
Ağa’nın evine gitmişler ve ikram edilen kahveyi içerken arkadan gelen iki kişi
ellerindeki iplerle onu boğmuşlardır. Bu arada Ali Şükrü Bey’in inlemelerini
komşu evden bir kadın duymuştur. Evdekilere ertesi gün neler olduğunu sor-
muş, onlar da Topal Osman Ağa’nın emrindeki adamlarında iki tanesi sarhoş
olmuşlar Ağa da onları dövüyordu, demişlerdir. Daha sonra cesedi bir sandığa
koyarak, kağnıya atmışlar ve Ayrancı’daki Papazın Bağı denen bir araziye
gömmüşlerdir.77
Cinayeti Topal Osman Ağa’nın işlediği kesinleşince Mustafa Kemal Paşa
Muhafız Birliği Komutanı İsmail Hakkı Bey’e (Tekçe) Topal Osman Ağa’yı ölü
ya da diri ele geçirmesi için kesin emir verir.78 İsmail Hakkı Bey yaptığı araş-
tırma sonucunda Topal Osman Ağa’nın Ayrancı Bağları’nda Papazın Köşkü
denen bir yerde, yanında yüz kadar adamıyla teslim olmaya niyetli olmadığını

182
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

ve savunma tedbirleri aldığını tespit eder. Topal Osman Ağa’nın bulunduğu


yer Çankaya’ya hâkim bir yer olduğu için zorunlu olarak bazı tedbirlerin
alınması da öngörülür. Çünkü Topal Osman Ağa, üzerine asker gönderen
Mustafa Kemal Paşa’ya da kızgındır ve köşke saldırması ihtimal dâhilindedir.79
Mustafa Kemal Paşa, eşi Latife Hanım, Yaveri Salih Bey ve Rauf Bey istasyon-
daki Kalem-i Mahsusa’nın bulunduğu eski Karargâh binasına götürülürler.80
1/2 Nisan 1923 gecesi İsmail Hakkı Bey, gerekli tedbirleri aldıktan sonra
Topal Osman Ağa’ya teslim olması çağrısında bulunur; fakat cevap alamayınca
askerlerine ateş emri verir. Yarım saat süren bir çarpışmadan sonra 12 adamı
ölen ve kendi de yaralanan Topal Osman Ağa, hastaneye sevk edilirken yolda
ölür.81 Teslim alınanlar da bir süre tutuklu kaldıktan sonra Mustafa Kemal
Paşa’nın emriyle terhis edilerek Giresun’a gönderilirler.82
2 Nisan 1922 Pazartesi günü Rauf Bey, Meclis kürsüsüne gelerek Ali Şükrü
Bey’in feci bir cinayete kurban gittiğini ve olayın faili Topal Osman Ağa’nın da
gereken cezaya çarptırıldığını yani öldürüldüğünü meclis kürsüsünden duyu-
rur.83 Bu arada Topal Osman Ağa’nın öldürüldüğüne inanmayan bazı muhalif
mebuslar bizzat olay yerine gidip cesedi gördükten sonra Topal Osman
Ağa’nın öldüğüne inanmışlardır.84
Topal Osman Ağa’nın öldürülmüş olması muhalifleri tatmin etmemiş ola-
cak ki, Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey ve arkadaşlarının önerisi ile Topal Os-
man Ağa’nın cesedi ibret-i âlem için mezarından çıkartılıp Meclis kapısında
asılarak teşhirine karar verilir. Oylamaya katılmayanlara karşı, cinayet ortağı
denileceği belirtilerek baskı yapılmış ve karar oybirliği ile çıkmıştır.85
Ali Şükrü Bey cinayeti Meclisin havasını iyice bozmuş, muhalefet kan da-
vası gütme eğiliminde görülünce Meclisin çalışmalarını sonlandırması zaruri
görülmüştü. Bu yüzden BMM’nin 16 Nisan 1923 tarihli oturumu son oturumu
olmuş ve I. dönem oturumlarını kapatmıştır.
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN İMZALANMASI
Lozan Barış Konferansı’nın yeniden toplanması için yoğun diplomatik ça-
lışmalar yürütülüyordu. Nihayetinde 23 Nisan 1923’te konferans yeniden top-
landı. Bu kez batılı devletler daha ılımlıydı. Bu ılımlılığın en önemli görüntüsü
İngilizlerin Türklere karşı düşmanca tavrı olan Lloyd George’u delege olarak
göndermemesiydi. Bu ılımlı havada kapitülasyonlar dâhil bütün sorunlar tek
tek çözülmüştür.
Bugünkü Trakya sınırımız, Hatay dışında Suriye sınırımız çizilmiştir. An-
kara Anlaşmasının maddeleri tekrarlanmıştır. Musul haricinde, Irak sınırımız
da çizilmiştir. Musul sorunu, konferansın bitiminden 9 ay sonra ikili görüşme-
lerle çözümlenecek, anlaşılamazsa Milletler Cemiyeti sorunu çözecektir. Açık-
çası konferansta çözümü sonraya bırakılan tek sorun Musul idi. Kapitülasyon-
lar bütün sonuçları ile kaldırılmıştır. Osmanlı borçlarından Türkiye payına
düşeni belirli taksitlerle ödeyecektir. Yunanistan’dan tamirat bedeli olarak
Karaağaç alınacaktır. Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları hariç tutulmak
kaydıyla Yunanistan’daki Türkler ile Türkiye’deki Rumlar karşılıklı mübadele
edilecektir.

183
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Lozan Barış Konferansı 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Böylece I. Dünya


Savaşı da sona ermiş oluyordu. Barış anlaşmasının imzalanmasının dış siyasa
açısından en önemli tarafı, artık barış dönemi başlamış ve iç siyasaya yönelme
zamanı gelmiştir. İç siyasa da ise artık Lozan’ın etkisi altındaki siyasi ortam
hâkimdir. Lozan’a karşı farklı bakış açıları ve yorumlar Takrir-i Sükûn’a kadar
giden süreci başlatmıştır. Ancak önceki dönemlerde yapılan anlaşmalara bak-
tığımızda Lozan Türk diplomasisi açısından bir zaferdir. Misak-ı Milli büyük
ölçüde gerçekleştirilmiş, tam bağımsızlık elde edilmiştir. Bunun yanında en
büyük hayal kırıklığı Musul’dur. Bu arada Lozan Barış Anlaşması’nın huku-
ken geçerlilik kazanabilmesi için 3 aydır tatilde olan BMM’nin toplanması ve
bu anlaşmayı onaylaması gerekiyordu.
TBMM SEÇİMLERİNİN YENİLENMESİ VE CUMHURİYETİN İLANI
Birinci dönem çalışmalarını 16 Nisan 1923’te sona erdiren TBMM yeni se-
çimler yapılana kadar kendisini tatil etmişti. Lozan’ın da verdiği rahatlıkla 3 ay
içinde yeni seçimler yapıldı. Seçimlerde Birinci Grup taraftarları büyük bir
zafer elde ettiler. Başka bir ifadeyle muhaliflerin büyük çoğunluğu tasfiye
edilmiştir.
11 Ağustos 1923’te ikinci dönem açıldı ve ilk iş olarak Lozan’ı onayladı.
Mustafa Kemal Paşa’nın daha önce çalışmalarını başlattığı, bir siyasal parti
ismi altında toplanma faaliyeti de tamamlanmıştı. İkinci dönem meclisin açılı-
şından tam bir ay sonra Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları “Halk Fırkası”nı
kurdular (11 Eylül 1923). Sırada yeni rejimin adının konması geliyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 28 Ekim 1923 akşamı sofrasında ağırladığı yakın ar-
kadaşlarına “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dedi. O gece daha önce hazırladığı
anayasa değişikliğini taslağını da arkadaşlarına verdi. Bu taslak ertesi gün
Halk Fırkası meclis grubunda kabul edildi. Ardından da akşam üzeri, yani 29
Ekim akşamı, TBMM bu anayasa değişiklik tasarısını benimsedi. Kabul edilen
Anayasa değişikliği ile devletin adı “Türk Cumhuriyeti” oldu. Cumhurbaşkan-
lığına Mustafa Kemal Paşa seçildi. Yapılan anayasa değişikliği gereğince cum-
hurbaşkanı başbakanı belirledi. İlk başbakan da İsmet Paşa oldu.
SONUÇ
Milli Mücadele hareketinde siyasal iktidar odağı olan Mustafa Kemal Pa-
şa, Milli Mücadele hareketinin başarıya ulaşmasında oldukça zor ve çetrefil bir
yoldan geçmiştir. Milli Mücadele hareketinin başarısı için hem dış güçlerle
uğraşmak zorunda kalmış hem de içeride çetin bir muhalefetle karşılaşmıştır.
İçerideki muhalefet genellikle Enver Paşa yanlısı eski İttihatçı kesimden gel-
miş, gerek meclis içinde gerekse meclis dışında çok çetin bir muhalefetle karşı-
laşmış; üstelik birçok siyasi cinayetin faturası kendisine yıkılmak istenmiştir.
Özellikle Ali Şükrü Bey cinayeti onun en zor dönemeçlerinden birisidir. Erzu-
rum Kongresi’nden başlayarak 1924 yılına kadar devam eden siyasal muhale-
fet hareketi aynı zamanda onun liderliğine giden yolun da anlatımıdır.

184
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

SONNOT

1 Düstur, Tertip: 2, C: 8, s. 484.


2
Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıralarım, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1953, s. 37; Ali Fuat
Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, 3. Baskı, Ankara, 1978, s. 168-169.
3 Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, C: I-II, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Yayın No:381, Ankara , 1998, s. 43-47.
4 Akşin, 1998-II, s. 48, 51.
5 Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, C.I-II, TTK Yay, Ankara, 1989, s. 364-368.
6 Akşin, 1998-II, s. 150-151.
7 Nimet Arsan, Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Ankara, 1964, s. 113.
8 Akşin, 1998-I, 153-154; Goloğlu, Mahmut, Üçüncü Meşrutiyet 1920, yy, Ankara , 1970, s. 45.
9
Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, 1992, s. 67.
10
Nejat Kaymaz, “Misak-ı Millî Üzerine Yapılan Tartışmalar Hakkında”, VIII. Türk Tarih
Kongresi, TTK Yay, Ankara, 1977, s. 3.
11
Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Muhalefet edenlerin başındadır. TBMM, Gizli Celse Zabıtla-
rı, C: 2, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1999, s. 349; TBMM, CZ, 22.4.1338, C:19,
s. 351.
12
Goloğlu, 1970, s. 111-112.
13
Kandemir ‘Aslında Rauf Bey ve Vasıf Bey’in teslim olması olayı tamamen fedakarlıktı’ demektedir.
Kandemir'e göre, İngilizler Meclise gelince Rauf Bey teslim olmak istememiş. Daha sonra Ali
Şükrü Bey, iyi İngilizce bildiği için, İngilizlerle görüşmeye yollanmış. İngilizler Rauf Bey ve
Vasıf Bey’in teslim olması için ısrar etmişler. Rauf Bey de kan dökülmemesi için İngilizlerden
teminat alıp teslim olmuş. Feridun Kandemir, Millî Mücadelenin Başlangıcında Mustafa
Kemal Arkadaşları ve Karşısındakiler, Yakın Tarihimiz Yay, İstanbul, 1964, s. 168.
14 Kadir Mısıroğlu, Ali Şükrü Bey, Sebil Yay, İstanbul, 1978, s. 58.
15
Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C: II, İşaret Yay, İstanbul, 1992, s. 517-519.
16
Goloğlu’na göre, tam bir felaket olarak görülüp Millî Mücadele’nin başarısını çabuklaştıran
iki olay vardır. Bunlardan birincisi İzmir’in işgalidir. İzmir’in işgaliyle, siyasi platformda çö-
züm arayışı içinde olan Anadolu halkı silaha sarılmaktan başka çare olmadığını anlamıştır.
Diğeri de İstanbul’un işgali ve Mebûsan Meclisi’nin İngilizlerce dağıtılması olmuştur. Bu da
iktidar odağının Ankara’ya kaymasına neden olmuştur. Goloğlu, 1970, s. 113.
17
Samet Ağaoğlu, Kuva-yı Milliye Ruhu, Ankara, 1981, s. 7-8.
18 Atatürk, 1989, s. 562.
19
Atatürk, 1989, s. 571.
20 Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, 1992, s. 497.
21 Yunus Nadi, I. Büyük Millet Meclisi , Sel Yay, İstanbul, 1955, s. 27.
22 Atatürk, 1989-I, s. 576.
23
Kansu, Mazhar Müfit, 1997, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C:I-II, TTK
Yay, Ankara, s. 576.
24
Yavuz Abadan, Mustafa Kemal ve Çetecilik, Varlık Yay, İstanbul, 1972, s. 130-131; Mahmut
Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet 1920, Ankara, 1970, s. 182.
25 Görgülü, İsmet, On Yıllık Harbin Kadrosu 1912-1922, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marma-
ra Üniversitesi SBE, İstanbul, 1990, s. 402-420.
26 TBMM, ZC, C: I, s. 174-177.
27 Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925, AÜSBF Yay, Ankara 1967, s. 65.
28
Temmuz 1920’de BMM’ne katılan Trabzon Mebusu Hamit Bey bu konuda şunları söylemek-
tedir: “Şurası şayandır ki, birçoklarının kırmızılaşmak istediği bu günlerde Bolşevikliğin anlamını bi-

185
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

len hemen yok gibiydi. Sosyalizmin henüz “S”si bilinmeyen bir memlekette bu cehalet tabii idi” Halit
Eken, Milli Mücadele’de Vali Hamit Bey, Yayınlamamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum , 1995, s. 209-210.
29
Yusuf Hikmet Bayur, “Mustafa Suphi ve Millî Mücadeleye El Koymaya Çalışan Başı Dışarıda
Akımlar”, Belleten, C: 35, Ekim 1971, s. 603.
30 Selek, 1966, s. 252; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıralarım, Vatan Neşriyat, İstanbul,
1953, s. 465.
31 Selek, 1966, s. 251-252.
32 Yavuz Abadan, Mustafa Kemal ve Çetecilik, Varlık Yay, İstanbul, 1972, s. 130-131.
33 Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, İmaj Yay, Ankara, 1996, s. 137.
34 Akşin, 1996, s. 140.
35 Selek, Sabahattin, Anadolu İhtilali, Burçak Yay, İstanbul, 1966, s. 243.
36 Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C: II, Tekin Yay, İstanbul, 1978, s. 651.
37
Selek, 1966, 244; İsmail Hakkı Tekçe anılarında Nazım’ı idamdan Çiçerin’in mektubunun
kurtardığını söylemektedir. “General İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları”, Günaydın, 4 Aralık
1977.
38
İstiklal Mahkemesi kararı için bkz: Fethi Tevetoğlu, Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faali-
yetler 1910-1960, TTK Y, Ankara, 1967, s. 180.
39 Selek, 1966, s. 245.
40 Damar Arıkoğlu, Birinci Büyük Millet Meclisi Adana Milletvekili, Hatıralarım, İstanbul, 1961,
s. 234.
41
TBMM, GCZ, C: 2, s. 99 vd.
42
Arıkoğlu, 1961, s. 235-236.
43
17 gün devam eden muharebelerde kayıplarımız fevkalâde yüksek olmuştur. Resmî rakamla-
ra göre insan kayıplarımız şöyledir: 121’i subay olmak üzere 1643 şehit, 267’si subay 4881 ya-
ralı, 54’ü subay 374 esir, 30122’si silahlı 30809 firar verdik. Bu muharebelerde resmî kayıtlara
geçen ordumuzun toplam insan zayiatı; 442’si subay olmak üzere 37.707 kişidir. Ayrıca 55
makineli tüfek ile 18 topumuz da düşmanın eline geçmiştir. Geniş bilgi ve rakamlar için bkz.
Türk İstiklâl Harbi Tarihi C: 2, Kısım: 4, Ankara, 1973, s. 533-557.
44
ATBD, S: 80, Ağustos 1981, s. 85.
45
TBMM, GCZ, C: 2, s. 116-224.
46
TBMM, GCZ, C: 2, s. 226.
47 İsmail Hacıfettahoğlu, Ali Şükrü Bey, Atlas Yay, Ankara, 2003, s. 126-127.
48 Yavuz, Ünsal, Atatürk, İmparatorluktan Milli Devlete, TTK Yay, Ankara, 1999 , s. 72-73.
49
“General İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları”, Günaydın, 1 Aralık 1977.
50 “General İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları”, Günaydın, 8-10 Aralık 1977.
51 “General İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları”, Günaydın, 12 Aralık1977.
52
TBMM, GCZ, C.III, s. 311.
53 TBMM, GCZ, C.III, s. 319-320.
54 TBMM, GCZ, C.III, s. 311.
55 TBMM, GCZ, C.III, s. 319-320.
56
Kandemir 1965, s. 64.
57 TBMM, GCZ, C: 3, s. 319-320.
58 TBMM, GCZ, C: 3, s. 330-331.
59 Atatürk, 1999-III, 1830-1831, Ves. No: 260.
60
Atatürk, 1999-III, 1832, Ves. No: 261.
61 Atatürk, 1999-III, 1834-1836, Ves. No: 263.

186
7. Bölüm: Milli Mücadele Dönemi-II / İsmail Akbal

62 Atatürk, 1989, s. 920.


63 TBMM, CZ, C:24, s. 315.
64 Atatürk, 1989, s. 911-921.
65 Feridun Kandemir, Hatıra ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz Yay, İstanbul,
1965, s. 106.
66 Kılıç Ali, Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, Sel Yay, İstanbul, 1955, s. 89.
67 TBMM, CZ, C: 28, s. 227.
68 Cebesoy, 1957, s. 296.
69 TBMM, CZ, C: 28, s. 229.
70 TBMM, CZ, C: 28, s. 233.
71 TBMM, CZ, C: 28, s. 243.
72 Borak, Sadi, İktidar Koltuğundan İdam Sehpasına, İstanbul Kitabevi, Yayın No:21, İstanbul,
1962, s. 203.
73 İstikbal, 1 Nisan 1923, s. 879.
74 Şapolyo, 1969, 203-204; Şapolyo’nun ifadelerini İstikbal de doğrulamaktadır. İstikbal isim
vermese de Şapolyo’dan birisi diye söz etmekte ve Tan Matbaası’na giderek ihbarı yapanın o
olduğunu söylemektedir. İstikbal, 14 Nisan 1923, s. 890.
75 İstikbal, 8 Nisan 1923, s. 885.
76 İstikbal, 8 Nisan 1923, s. 885.
77 İstikbal, 14 Nisan 1923, s. 890.
78 Kılıç Ali,1955, s. 92.
79 Borak, 1962, s. 207.
80 Yaver Salih Bozok Bey’in oğlu Cemil Bozok, anılarında Mustafa Kemal Paşa’nın köşkü terk
etmesinin çok yerinde bir karar olduğunu, çünkü ertesi gün geldiklerinde köşkün üst katının
kurşunlarla delik deşik olduğunu söylemektedir. Bozok, Salih-Cemil S. Bozok, Hep Ata-
türk’ün Yanında, Çağdaş Yay, İstanbul, 1985, s. 116, 117. Ayrıca Feridun Kandemir de köşkün
Topal Osman Ağa tarafından kurşunlandığını söylemektedir. Kandemir, 1965, s. 111.
81
Kılıç Ali, 1955, s. 93.
82
İsmail Hakkı Tekçe, Emekli General İsmal Hakkı Tekçe’nin Anıları, Yay Haz: Hasan Pulur,
Kaynak Yay, İstanbul, 2000, s. 38.
83 TBMM, CZ, C: 28, s. 305; Velidedeoğlu, Ali Şükrü Bey’in öldürülme haberi Meclise geldikten
sonra, Hüseyin Avni Bey’in “Ali Şükrü Bey’e kıyan bilekleri keseceğiz, isterse sırmalı paşa bilekleri
olsun” diye Meclis kürsüsünden bağırdığını, Mustafa Kemal Paşa’nın da endişeli bir şekilde
bunları dinlediğinden bahsetmektedir. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis-Millî Mücade-
le’de Anadolu, Sel Yay, İstanbul, 1990, s. 146.
84
Borak, 1962 , s. 208.
85
TBMM, CZ, C:28, s. 308.

187
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

8. BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELE’NİN BAŞLANGICINDAN LOZAN BARIŞ
ANTLAŞMASI’NA DIŞ POLİTİKA

M. Faruk ÇAKIR∗

GİRİŞ
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) yönetimindeki Osmanlı İmparator-
luğu, İtilaf devletleri ile Almanya ve müttefikleri arasındaki Birinci Dünya
Savaşı’na Almanya’nın yanında katıldı. Savaş, İtilaf devletlerinin galibiyeti ile
sonuçlandı. 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri adına İngiltere
arasında imzalanan Mondros Mütarekesi, Yakın Doğu’da çatışmaları sona
erdirmek için yapılmıştı. Fakat silah bırakışması Anadolu’da barışı getirmedi.
İtilaf devletleri bir yandan kimi önemli yerleri işgal ettiler; diğer yandan savaş
sırasında imzalanan gizli anlaşma hükümleri yeni şartlara göre revize edilerek
devreye sokmaya ve Sevr Antlaşması ile hukuki nitelik kazandırılmaya çalıştı-
lar. İstanbul hükümeti işgaller karşısındaki zaafını gösterirken, Anadolu’da
işgallere karşı mücadele etmek (Milli Mücadele) için yerel düzeyde Müdafaa-i
Hukuk cemiyetleri kurulmaya başladı. Direniş bu cemiyetlerin birleşmesiyle
(Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, A-RMHC) ülke çapına yayıl-
dı. Anadolu hareketi olarak da adlandırılan direniş hareketi, Eylül 1919 Sivas
Kongresi kararıyla yürütme organına (Heyet-i Temsiliye) sahip oldu ve 23 Ni-
san 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) açılmasını takiben Ankara hükü-
metinin kurulmasıyla birlikte devlet fonksiyonlarını fiilen yürütür hale geldi.
İstanbul Hükümeti de Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasına kadar varlığını
sürdürdü. İki iktidar odağı arasındaki ilişkiler Sevr (Sèvres) antlaşmasının im-
zalandığı son Damat Ferit hükümeti döneminde (Nisan-Ekim 1920) silahlı ça-
tışma düzeyine ulaşmakla birlikte, arkasından kurulan Tevfik Paşa hükümeti
döneminde (Kasım 1920-Kasım 1922) makul bir düzeyde yürütüldü (son ko-
nuda bkz.Tunçay, 2005: 46). Lozan görüşmeleri başlamadan hemen önce BMM
saltanatı kaldırdı (1 Kasım 1922) ve böylece iktidar mücadelesi Ankara hükü-
meti lehine sonuçlandı. Bu bölümde Heyet-i Temsiliye ve Meclis hükümetinin
dış politikası değerlendirilecektir. Ancak her ikisinin de dış politika kararlarını
ve uygulamalarını etkileyen birçok gelişme Mondros Mütarekesi’nin imzalan-
masından Milli Mücadelenin ülke düzeyinde örgütlenmeye başlamasına kadar
geçen dönemde yaşanmıştır; bu nedenle önce bahsedilen dönem ele alınacak-


Yrd. Doç. Dr., Güvenlik Bilimleri Akademisi.

189
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

tır. Daha sonra Milli Mücadelenin örgütlenme aşamasında (Amasya Tami-


mi’nden BMM’nin açılışına kadar) dış politika incelenecektir. Son olarak Anka-
ra hükümetinin dış politikası değerlendirilecektir.
İnceleme konusu dönemin dış politika açısından başlıca özellikleri şöyle
ifade edilebilir: a) Milli mücadelede başarı için savaş kadar diplomasiye de
önem verilmiştir (Deringil, 1994: 61). b) Yurt olarak ilan edilen topraklar (Mi-
sak-ı Milli) üzerinde bağımsızlığın sağlanması mücadelenin temel amacı olarak
benimsenmiştir. Bu amaca ulaşmak için gerçekçi, pazarlığa önem veren ve
esnek bir dış politika izlenmiştir. Batı’ya karşı Bolşevik Rusya ve İslam dünyası
ile ilişkiler, Bolşeviklere karşı Batı ile ilişkiler kullanılarak denge kurulmaya ve
İtilaf devletleri arasındaki görüş ayrılıklarından yararlanılmaya çalışılmıştır
(Deringil, 1994: 62; Oran, 2001a: 104). c) Milli mücadele döneminde dış ilişkiler
yürütülürken kullanılan söylem sıklıkla İslami ve Bolşevik terminolojiye atıfta
bulunmuştur (Akyol, 2008: 33). Fakat bu söylem dış politikanın bir önceki
maddede belirtilen tarzda yürütülmesine engel olmamıştır. Çünkü İslami veya
Bolşevik dil kullanılması, hiçbir zaman Batının büyük devletlerine karşı İslam-
cı veya Bolşevik fikirlerle yürütülen bir dış politika ile sonuçlanmamıştır. Za-
ten zafer kazanılınca Batı idealini esas alan dış politika izlenmeye başlanacak,
içeride ise Tanzimat, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki çizgisinin devamı olan Ba-
tıyı örnek alan reformlar süreci, bu kez radikal kültürel bir boyut da kazandırı-
larak, devam ettirilecektir (reformların niteliği için bkz. Zürcher, 1995: 271–83).
d) Bu dönemde iç faktörler/gelişmeler ile dış faktörler/gelişmeler arasındaki
etkileşim oldukça yoğundur. Dönemin dış politikasını dış ve iç faktörler ara-
sındaki yoğun etkileşimin bir ürünü olarak görmek de mümkündür. Mondros
Mütarekesi hükümleri, İtilaf devletlerinin savaş sonrası uluslararası konumla-
rı, savaş içinde yapılan gizli anlaşmalar, İtilaf devletleri arasındaki görüş farklı-
lıkları, İtilaf devletlerinin zorla kabul ettirmeye çalıştığı barış antlaşması (Sevr),
Rusya’da Bolşevik ihtilali sonrasında yaşanan gelişmeler, İngiltere’nin Orta
Doğu politikası ve sömürgelerdeki gelişmeler dış politikayı etkileyen başlıca
dış faktörlerdir. Başlıca iç faktörler ise İstanbul hükümetinin işgaller karşısında
pasifliği, Anadolu’daki direnişin giderek örgütlenmesi, Ankara hükümetinin
başlıca isyanları bastırmaktaki başarısı (1920–21), Yunan ilerleyişi karşısında
başarısızlıklar ve kazanılan zaferler, Anadolu hareketine katılan çeşitli grupla-
rın ideolojik tercihleri ve iç siyasi tartışmalardır. e) Milli Mücadele döneminde
Meclis çok geniş yetkilere sahiptir ve dış politika sorunları da Mecliste detayla-
rı ile görüşülmüştür; örneğin, antlaşmaların onaylanmasına ilaveten Mosko-
va’ya heyet gönderilmesi, 1921 Londra Konferansına katılım, Yusuf Kemal ve
Fethi beylerin 1922’de İtilaf ülkeleri başkentlerine ziyaretleri vb.
MONDROS SONRASI GELİŞMELER (EKİM 1918-MAYIS 1919)
İTC iktidarı bırakınca kurulan hükümetin (17 Ekim 1918) ele aldığı ilk
önemli iş, savaşı bitirmek oldu. Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri adına İngil-
tere ile 30 Ekim’de imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı için çok ağır hü-

190
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

kümler içermekteydi.1 Buna rağmen Mütarekenin hemen sonrasında İstan-


bul’da iyimserlik hâkimdi. Çünkü Mütareke sınırları içinde bağımsızlığın ko-
runabileceğine dair başta hükümet çevrelerinde olmak üzere yaygın bir bek-
lenti vardı.2 Böyle bir beklentinin başlıca doğuş nedenleri, İngilizlerin görüş-
meler sırasında Türk heyetine beklenenden daha kibar davranması, işgal ile
ilgili hükümlerin biraz yumuşatılmış olması, İtilaf devletleri yetkililerinin sa-
vaş sonrası düzen kurulurken milletlerin egemenliğine riayet edileceği yönün-
deki açıklamaları ve özellikle de ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın açıkladığı
ilkelerden, Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk bölümlerine egemenlik verilmesi
gerektiğini söyleyen 12. maddesiydi. 1911’den beri kesintisiz süren savaşların
yol açtığı yıkım ve bıkkınlık da mütareke hükümlerinin ağırlığına rağmen ka-
muoyunun barışa olumlu bakmasına neden olmuştu (Jaeschke, 1991: 36; Oran,
2001a: 101; Sonyel, 1995: 3–4, 8–10).
Beklentinin gerçekleşmeyeceği kısa sürede ortaya çıkmaya başladı. Çünkü
İtilaf devletleri mütareke hükümlerini Osmanlının egemenliğini anlamsız kıla-
cak şekilde uygulamaktaydı. Ordunun terhisi, silahların toplanması ve azınlık-
ların korunması konusunda hassasiyet gösteren İtilaf devletleri, aynı zamanda
gerekli gördükleri yerleri işgal ettiler. Kasım ayında başkent fiilen İtilaf devlet-
leri güçlerinin denetimine geçti. Aynı ay Musul ve İskenderun gibi stratejik
önemi büyük yerler işgal edildi. Bunları Urfa, Maraş, Antep, Antalya, Konya,
Batum, Samsun, Zonguldak’ın işgali takip etti. İşgaller şeklen Mütareke hü-
kümlerine uygunluk sağlamak için silah toplamak, ulaşım sistemini denetle-
mek, güvenliğe yönelik tehdidi ortadan kaldırmak gibi gerekçelerle yapılmıştı
(Oran; 2001a: 111–12).
İstanbul’da İtilaf devletleri ile anlaşılarak egemenliğin korunabileceği
ümidi (ilk işgallere ve İtilaf devletleri donanmasının 13 Kasım’da İstanbul’a
gelmesine rağmen), bir süre daha devam etti.3 İstanbul dışında ise İtilaf devlet-
lerinin işgal ve paylaşım (taksim) politikalarına ilk karşı koyma çabaları Kasım
1918’de Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin kurulması ile ortaya çıktı. Müdafaa-i
Hukuk cemiyetleri, kuruluşunda İttihat ve Terakki’nin yerel örgütleri mensup-
larının büyük rol oynadığı, eşraf ve din adamları gibi yerel seçkinlerin aktif
katımı ile oluşan kuruluşlardı. 1918–1919 kışında henüz silahlı direniş ön plana

1 Mütarekenin başlıca hükümleri, ordunun terhisi ve asker sayısı ve silahlarının sınırlandırıl-


ması; askeri araç-gereç ve cephanelerin teslimi; limanların İtilaf devletlerince kullanılması ve
demiryollarının denetimi; Boğazlardaki istihkamların, Toros tünellerinin, Batum ve Bakü’nün
işgali; Ermeni vilayetleri olarak adlandırılan doğudaki altı vilayetin karışıklık çıkması duru-
munda işgali; itilaf devletlerinin güvenliğini tehdit eden durumlarda herhangi bir stratejik ye-
ri işgal etme hakkı ile ilgilidir (bkz. Oran, 2001a: 110-11).
2 Osmanlının bağımsızlığını koruma beklentisi ile Mütarekenin imzalandığı, Lozan Konferan-
sındaki ilk konuşmasında İsmet Paşa tarafından da dile getirilmiştir (Akyol, 2008: 362).
3
Mütarekenin hemen sonrasında, daha sonra Anadolu hareketine katılacak bir çok kişinin
başkentte yürüttüğü devletin çöküşünü önlemeye yönelik siyasi çabalar dikkat çekicidir. Ör-
neğin 13 Kasım’da İstanbul’a dönen Mustafa Kemal, taksimi önlemek amacıyla, kendisinin de
içinde yer alacağı milliyetçilerden oluşan bir hükümet kurulması ve Meclis’in de taksimi ön-
lemede etkin olması için çaba harcamıştır. Fakat bu nitelikte bir hükümet kurulamadığı gibi,
Meclis de dağıtılmıştır (Mustafa Kemal Paşanın İstanbul’daki faaliyetlerinin ayrıntıları için
bkz. Akyol, 2008: 20-25; Kinross, 1964: 141-45; Zürcher, 1987:192-99).

191
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

çıkmamıştı. Cemiyetler, yerel düzeyde parçalanmaya karşı bilinç oluşturmaya


çalışıyor ve bu çabalarında özellikle Wilson ilkelerinin 12 maddesine atıfta
bulunuyorlardı (Gökay, 1997: 58–59; Zürcher, 1987: 160–68). İtilaf devletleri ile
anlaşarak egemenliği koruma düşüncesi İstanbul’da da 1919 baharında giderek
zayıfladı. Direniş fikri, çeşitli çevrelerde ağırlık kazandı. Bunun bir ürünü ola-
rak Anadolu’ya ilk geçişler başladı.4 Mütarekeyi takip eden ilk yedi ayda işgal-
lerin ve paylaşım politikasının sürmesi5 ve İstanbul hükümetinin ılımlı bir ba-
rış antlaşması ümidiyle mütareke hükümlerinin uygulanmasına ilişkin İtilaf
devletleri (İngiliz) isteklerini aynen yerine getirmeye çalışması, 1919 yılının
ikinci yarısında direnişin ülke çapında örgütlenmesini kolaylaştıracaktır.
1919’un ilk yarısında İtilaf devletlerinin Osmanlı’dan savaşta ele geçirilen
topraklarının ve Mütareke sınırları içindeki Osmanlı topraklarının geleceğini
belirleme kabiliyetinin ciddi biçimde zayıfladığı büyük ölçüde anlaşılmıştı.
Başlıca nedenleri şunlardı: 1) Avrupalı büyük güçlerin uluslararası sistemin
genelini yönlendirme/şekillendirme kabiliyetini etkileyen gelişmeler. Bunlar-
dan ilki, Birinci Dünya Savaşının Avrupa devletlerini her bakımdan yıpratmış
olmasıydı. Savaşta yenilenler (Almanya dâhil) siyasal bunalımlar ve ekonomik
çöküntü içine düşerken, dönemin en büyük gücü İngiltere (savaş sırasında
kendi kaynakları ile karşılayamayacağı yükümlülükler üstlenmesinin de bir
sonucu olarak) savaştan sonra ekonomik sıkıntılar ve sosyal huzursuzlukla
karşılaşmıştı. Kamuoyu yeni bir savaş istemiyordu. Hükümet, savaş bitince
askerlerinin önemli bir kısmını terhis etmek sözü vermişti. Galip diğer iki bü-
yük Avrupa devleti olan Fransa ve İtalya’nın durumları daha iyi değildi. Her
ikisinde de ciddi ekonomik sıkıntılar ve sosyal huzursuzluk mevcuttu. Kısaca-
sı, tarihçi Eric Hobsbawm’un ifadesiyle 19. yüzyılda kurulan düzenin sütunları
çökmüş, Batı Avrupa için 1945’e kadar sürecek olan “felaket çağı” 1914’te baş-
lamıştı (Hobsbawm, 1994: 22–35). İkincisi, yükselen yeni güç ABD’nin Paris
Barış Konferansında Milletler Cemiyeti Misakı kabul edildikten sonra görüş-
meleri terk etmesi, savaş sonrası düzenin yeniden kuruluşuna öncülük etmek
sorumluluğundan kaçınmasıydı. Üçüncüsü, Rusya’da Bolşeviklerin Kasım
1917’de iktidara gelmiş olmasıydı. Mayıs 1918’de patlak veren iç savaş nede-
niyle Bolşevik Rusya (1 Ocak 1923’e kadar resmi adıyla Rusya Sosyalist Fede-
ratif Sovyet Cumhuriyeti) zayıf bir konumdaydı. Fakat Bolşevikler gücünü
savundukları kapitalizmi reddeden ideolojiden alıyordu. Savaş bittiğinde işçi
sınıfının 19. yüzyıl boyunca sanayileşme ile büyüdüğü Batının merkezi ülkele-
rinde (en çok da savaşta yenilen Almanya’da) Sosyalist partiler güçlüydü. Bu
partiler kapitalist sistemin yıkılıp işçi sınıfının iktidara gelmesinin kaçınılmaz
olduğuna inanıyordu. Savaşın acılarını yaşayan Avrupa’da devrimin gerçek-

4 Anadolu’ya dikkati çeken ilk iki geçiş, Ali Fuat ve Kazım Karabekir paşaların sırasıyla Konya
ve Erzurum’a atanmalarıdır (Şubat-Mart 1919). Onlar, ülke çapında direniş fikrine sahip ol-
makla birlikte, ağırlıklı olarak gittikleri yerlerde mevcut askeri birliklerin Mondros hükümle-
rine göre terhisini önlemek ve işgale karşı kamuoyunu hazırlamakla meşgul oldular (Kinross,
1964: 147–48; Zürcher, 1987: 180–82).
5
En somut göstergesi, Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansında Yunanistan, Ermeniler
ve Kürtler tarafından dile getirilen toprak taleplerinden ilk ikisine İtilaf devletlerinin büyük
ilgi duymasıydı.

192
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

leşmesi için ihtiyaç duyulan sadece bir kıvılcımdı. Bolşevik devrim işte bu kı-
vılcımı sağlayacak bir gelişmeydi (Hobsbawm, 1994: 55). Nitekim Bavyera,
Münih ve Macaristan’da 1918 sonu ve 1919 başında, kısa süre yaşayan Sosya-
list cumhuriyetler kurulmuştu. Onların kurulmuş olması bile, Avrupa’nın ön-
de gelen ülkelerinin karar vericileri için devrimin gerçekleşebileceğini göster-
mesi nedeniyle yeterince kaygı vericiydi (Hobsbawm, 1994: 68–69). Dördüncü-
sü, sömürgeci/emperyalist ülkelerin sömürgelerde milliyetçi taleplerle karşı-
laşmaya başlamasıydı. Özellikle İrlanda, Mısır, Hindistan gibi İngiltere’nin
yönetimindeki ülkelerde yükselen milliyetçi dalga, İngiltere’nin uluslararası
sistemi düzenleme kabiliyetini sınırlandırmaktaydı. Bolşevik Rusya’nın sö-
mürge halklarını başkaldırmaya özendirmesi,6 İngiltere için Bolşevizm ve mil-
liyetçilik tehditlerini birleştirmekteydi. Beşincisi, İtilaf devletleri arasındaki
anlaşmazlıklar da savaş sonrasında galip devletlerin sistemi yeniden yapılan-
dırma kabiliyetini sınırlandırdı.
2) Savaş döneminde yapılan gizli anlaşmalar ve verilen sözler, Yakın Do-
ğu’da düzeni belirlemeyi zorlaştırmıştı. İtilaf devletleri savaş sırasında Osman-
lı topraklarını kendi aralarında nüfuz bölgelerine ayırdılar. Nüfus bölgelerine
ilk ayırma Mart-Nisan 1915 tarihli İstanbul anlaşmasıyla yapıldı. Bu anlaşmay-
la İngiltere ve Fransa, Boğazları ve Doğu Trakya’yı Rus denetimine bırakmayı
kabul etmişti. Daha sonra Sykes-Picot anlaşması ile İngiltere, Fransa ve Rus-
ya’nın nüfuz alanları belirlendi. Filistin, Bağdat ve Basra vilayetleri ile Antep,
Urfa, Maraş İngiltere’nin, Suriye, Adana, Antakya, Musul vilayeti de Fran-
sa’nın nüfuz alanı içinde yer aldı. Nisan 1917’de de İtalya’ya Londra anlaşması
(Nisan 1915) ile vaat edilen nüfuz alanı yeniden tanımlanarak, bu alanın İz-
mir’i de kapsadığı belirlendi (Gökay, 1997: 51; Sonyel, 1995: 2). Ayrıca savaş
döneminde İtilaf devletleri yanında yer almaları karşılığında Arap milliyetçile-
rine büyük Arabistan kurulması, Balfour Bildirisi ile de Yahudilere Filistin’de
yurt sözü verilmişti. Savaş sona erince stratejik değerlendirmelerde meydana
gelen değişiklikler (İngilizlerin Musul vilayetini Fransa’ya bırakmaktan vaz-
geçmelerinde olduğu gibi), barış konferansında ileri sürülen yeni toprak talep-
leri ve verilen sözlerdeki çelişkiler (Arı, 2004: 139–42) nedeniyle planlananların
hayata geçirilemeyeceği anlaşıldı.
Yukarı da değinilen sınırlandırıcı gelişmeler, başta İngiltere olmak üzere
İtilaf devletlerinin Mütareke sınırları içindeki Osmanlı topraklarındaki geliş-
melere karşı politikalarını ve uygulamalarını da önemli ölçüde etkiledi. Bu
çalışmada en çok atıf üç faktörün etkisine yapılacaktır. Birincisi Anadolu hare-
ketinin Bolşeviklerle ilişkileridir. Bolşevik faktörü Milli mücadele boyunca
Anadolu hareketi ile İtilaf devletleri ilişkilerini etkileyen en önemli faktör ol-
muştur. İkincisi, sömürgelerde yükselen milliyetçiliklerdir. Sömürgelerdeki
milliyetçilik ile Türkiye’deki gelişmelerin arındaki alakanın en belirgin olduğu
gelişme, Hindistan sömürgesinde yaşayan Müslümanların hilafet makamının
durumuna ilgi göstermesiydi (onların bu ilgisi Hindistan sömürgesindeki di-

6
En somut delili Eylül 1920’de Bakü’de yapılan Birinci Doğu Halkları Kurultayı’dır. Kurultay,
İngiltere’yi hedef alan ve sömürge halklarını başkaldırıya çağıran “Doğu Halklarına Çağrı”
başlıklı bir bildiri yayınlamıştır (Gökay, 1997: 124–26).

193
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ğer milliyetçiler tarafından da desteklenmiştir). Hint Müslümanlarının liderle-


ri, hilafet makamı ile Osmanlı Devletini özdeş gördüler ve bu nedenle İngiliz-
lerin Osmanlı topraklarını işgaline karşı çıktılar. Onlar için Hilafet konusunun,
hem dini dayanışma boyutu vardı hem de Hindistan’da İngiliz yönetimine
muhalefette halkı birleştirici bir unsurdu. İngilizler savaş zamanında bile hila-
fet ile ilgili bu hassasiyetin farkındaydı. Öyle ki Başbakan Lloyd George “Hali-
fe’nin egemenliğinin… Savaş sonrasında zarar görmeyeceğine” ilişkin Mayıs
1918’de söz vermişti. Hintli Müslümanların hilafete ilgisi milli mücadele dö-
neminde İngiltere’nin genelde Türkiye’ye karşı daha dikkatli davranmasına
neden olan bir faktör olmaya devam edecektir (Sonyel, 1995: 183–89; Akdeveli-
oğlu ve Kürkçüoğlu, 2001: 209–210). Üçüncüsü, İtilaf devletleri arasındaki an-
laşmazlıklardır. Bunlardan Türkiye ile ilgili olanların başlıca iki kaynağı vardı.
İlki, gizli anlaşmalarda değişiklikler yapılmasıydı. İlk önemli değişiklik Aralık
1918’de Fransa’ya söz verilen Musul vilayetinin Fransızların isteği dışında İn-
giltere’ye verilmesi, karşılığında İskenderun ve güney illerinin Fransız etki
alanına bırakılmasıydı. Etkileri daha fazla hissedilen bir değişiklik ise, İngilte-
re, Fransa ve ABD’nin 6 Mayıs 1919’da (Paris Barış Konferansı devam ederken)
aldıkları İzmir ve çevresini Yunanistan’ın işgal etmesine izin verme kararıydı.
Bu karar İtalya-Yunanistan rekabetine neden olduğu gibi, İtalya ile İngiltere ve
Fransa arasında güvensizliğe de neden olmuştur. İkincisi, İtilaf devletlerinin
farklı amaçlarla Türkiye üzerinde söz sahibi olmak istemesiydi. İleride değini-
leceği gibi, sadece İngiltere, Anadolu ve Kafkaslarda yeni bir düzen kurulma-
sını stratejik gerekçelerle istiyor ve bu düzeni Osmanlı ile yapılacak sert bir
barış antlaşması temelinde gerçekleştirmeye çalışıyordu. Fransa ise İngiliz si-
yasi hedeflerini yarı gönüllü olarak destek vermekteydi. Fransa’yı daha çok
Osmanlı ülkesindeki yatırımları ilgilendirmekteydi. Fransa, kendi nüfuz ala-
nında askeri yöntemlerle hâkimiyet sağlayacak kadar güçlü değildi. Nitekim
Fransa ile sadece Güney Anadolu’yu Fransız etki alanında yer alan Suriye’nin
savunması açısından değerlendirdiği 1919 sonu ve 1920 başında şiddetli çatış-
malar yaşanacak, fakat bu ülke güney illerindeki direniş ve 1920 güzünde Ve-
nizelos’un iktidardan uzaklaştırılması sonrasında Fransız-Yunan ilişkilerinin
bozulması üzerine yeniden ekonomik çıkarları önceleyen bir yaklaşım benim-
seyecektir (Jaeschke, 1991: 209–13). İtalya ise, başlangıçtan itibaren ekonomik
nedenlerle Anadolu’da nüfuz bölgesi isteyen bir konumdaydı. Fransa ve İtal-
ya’nın ekonomik çıkarları öne alan yaklaşımı, bu iki ülkenin güçlenen Anadolu
hareketi ile (İngiltere’den ayrı olarak) anlaşma yolları aramalarını kolaylaştıra-
caktır.
Mütareke sınırları içindeki Osmanlı topraklarının büyük bir kısmını nüfuz
bölgelerine ayırmak yoluyla yeni bir düzen kurma çabası, karşılaşılan zorluk-
lara rağmen devam etti. Bunda İngiltere’nin politik tercihleri belirleyici oldu.
Öncelikle İngiltere, Fransa ve İtalya’dan farklı olarak, 19. yüzyılın ikinci çeyre-
ğinden beri Osmanlı topraklarını Yakın Doğu’nun güvenliği açısından değer-
lendiren stratejik bir bakışa sahipti. Bu bakışın özünde Osmanlının toprak bü-
tünlüğünü korumak yoluyla Rusya’nın Akdeniz’e inmesini önlemek yer al-
maktaydı. Süveyş Kanalı’nın açılmasından (1869) sonra Hindistan sömürgesi
ile bağlantı bakımından Doğu Akdeniz’in önemi artmıştı. İngiltere, 1877–78

194
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

Savaşında Rusların bariz üstünlüğü karşısında yöntem değiştirdi ve Osmanlı


topraklarından önce Kıbrıs’ı (1878) sonra da Mısır’ı denetimi altına aldı (1882).
Böylece, Akdeniz’in batısından Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’na
uzanan su yolunda İngiliz denetimi sağlanmış oldu. Ayrıca, donanmasında
yakıt olarak kömür yerine petrol kullanmaya başlayan İngiltere için dönemin
Bağdat ve Musul vilayetlerinde bulunan petrolün önemi artmıştı. Sykes-Picot
anlaşmasında Aralık 1918’de yapılan değişiklikle Musul’un İngiliz nüfuz ala-
nıma bırakılmasının da temel nedeni petroldü (Arı, 2004: 98–104, 145). İkincisi,
Mondros Mütarekesiyle İngiltere, savaş sırasında işgal ettiği bölgelere ilaveten
Kafkaslar ve Anadolu’nun (doğu Trakya dâhil) geleceğini belirleme fırsatı elde
etti. Özellikle Kafkaslarda bölgesel güç dengesi, bu bakımdan oldukça elveriş-
liydi. Çünkü Mütareke’den iki ay önce Bakü’yü ele geçiren Osmanlı İmparator-
luğu, Mütareke ile geri çekilmeyi kabul etmişti; Almanya yenilmişti; Rusya iç
savaş nedeniyle zayıftı; Gürcistan ve Ermenistan’da da Bolşevik muhalifleri
iktidardaydı. İngiltere, Kafkaslar ve Anadolu’da yakaladığı fırsatı değerlen-
dirmek konusunda oldukça istekliydi. Çünkü bu iki bölgede arzulanan biçim-
de düzen kurulursa hem Doğu Sorunu (kısaca Osmanlı topraklarının statüsü-
nü belirleme sorunu) çözülecek, hem de Bolşevik rejim üzerinde baskıyı sür-
dürmek mümkün olacaktı. Böylece İngiltere’nin Hindistan sömürgesine ulaşım
ve petrol açısından büyük değer verdiği Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’da dene-
timi güçlendirilmiş olacaktı. Son olarak da İngiliz hükümeti, Osmanlıya karşı
savaşın neredeyse tamamını kendisinin yürüttüğü, bu nedenle savaş sonrası
düzeni kurmanın kendi hakkı olduğu görüşündeydi. Nitekim Mondros Müta-
rekesini de İtilaf devletleri adına İngiltere imzalamıştı (Gökay, 1997: 45–50).
İngiltere’nin Kafkasya ve Anadolu’da düzeni belirleme isteği olmasına
rağmen, her iki bölgeyi aynı anda denetleyecek gücü olmadığı için (İtilaf dev-
letlerinin askerlerin terhisi, ekonomik zorluklar, kamuoyunda savaş karşıtlığı,
sömürgelerin milliyetçi talepleri vb. nedenlerle uluslararası sistemi yönlendir-
me/düzenleme kabiliyetinin zayıfladığına yukarıda değinilmişti) genellikle
nispeten az asker ve maddi kaynak kullanımını gerektiren yöntemlerle düzen
belirmeye çalıştı. Kafkaslarda benimsenen yöntem, kilit yerleri (özellikle Ba-
tum-Tiflis-Bakü demiryolunu ve Karadeniz üzerinden bağlantıyı sağlamak için
Boğazları) askeri denetim altında tutmak ve yeni kurulan Kafkas devletlerinde
Bolşevik muhalifi rejimleri desteklemekti. Ancak Mart 1919’da Kafkaslardan
çekilme kararı alan İngiltere, bundan sonra Bolşevik muhaliflerini desteklemek
yoluyla güç boşluğu doğmasını engellemeye çalışmıştı. Anadolu’da ise, İngiliz
donanmasının Karadeniz’e geçişini sağlaması nedeniyle hem Kafkaslar hem de
Anadolu’da güç dengesi bakımından kilit öneme sahip bulunan Boğazlar böl-
gesinin askeri denetim altında tutulmasına önem verildi. Kasım 1918’den itiba-
ren Boğazlar bölgesi İtilaf devletlerinin oluşturduğu ve içinde İngiltere’nin
ağırlıklı söz sahibi olduğu ortak güç tarafından denetlenmekteydi. Anado-
lu’nun diğer kısımlarında ise düzenin belirlenmesinin ancak büyük bir askeri
güç kullanımı ve kaynak tahsisi ile mümkün olabileceği anlaşılmıştı.7 Fakat

7 Mütareke sonrasında İngiliz yetkililer Anadolu’da istedikleri düzenin kurulması (özellikle


Mütareke hükümlerinin istedikleri katılıkta uygulanması) için çok sayıda asker gerektiğine

195
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

terhisler ve ekonomik sıkıntılar bu konuda İngiliz hükümetini zorlamaktaydı.


Bu nedenle İngiliz hükümeti güç boşluğunu doldurmaya yönelik alternatifler
bulma arayış içine girmişti (Gökay, 1997: 2, 54, 56–57, 68–69, 76–77).
Anadolu’da düzenin kurulması, hükümetler arası düzeyde Ocak 1919’da
başlayan Paris Barış Konferansında ele alındı. Konferans başladığında Boğaz-
lar dâhil Türkiye’nin kimi bölgeleri İngiliz ve Fransızlar işgali altındaydı. Kon-
feransta Yunanistan Batı Anadolu, Ermenistan ve Kürtler ise Doğu Anadolu ile
ilgili toprak taleplerini açıkladılar. İngilizler Ermeni taleplerini büyük ölçüde
desteklediler, Kürt taleplerine de ilgi gösterdiler. Doğu Anadolu’nun statüsüne
ilişkin karar verilmesi gereken bağımsızlık mı verileceği, yoksa manda yöneti-
mi mi kurulacağı, şayet sonuncusu seçilirse hangi devletin himayesine verile-
ceği (muhtemelen ABD’nin) idi. Konferanstan bu konuda bir karar çıkmadı
(Sevr antlaşması ile düzenlenecektir). Anadolu’nun geri kalanı için ise sorun
orta ve kuzey Anadolu’da bir Türk devletinin varlığına izin verilip verilmeye-
ceği ve İstanbul’un statüsünün ne olacağıydı. Her iki konuda da İngiliz hükü-
meti içinde Mondros Mütarekesini takip eden aylarda farklı görüşler ortaya
çıktı. Başbakan Lloyd George ve Dışişleri Bakanı Balfour, Türkiye’nin sert hü-
kümler içeren bir barış antlaşmasını kabul etmeye zorlamak taraftarıydı. Onla-
rın en büyük kaygısı, böyle bir anlaşmanın direniş ile karşılaşmasıydı. Churc-
hill’e göre ise stratejik bir bakış açısı benimsenmeli ve Türklere daha yumuşak
davranılmalıydı. Bu çerçevede Türklerin Bolşeviklere yaklaşması önlenmeli ve
Hint Müslümanlarının tepkisine dikkat edilmeliydi (Gökay, 1997: 51–52). So-
nuçta İngiliz hükümeti Başbakanın yaklaşımını benimsedi; fakat asker ve kay-
nak sıkıntısını dikkate alarak Boğazlar hariç doğrudan sorumluluk üstlenmek-
ten kaçındı. İngilizler Kuzey ve Orta Anadolu’da başkenti İstanbul olan fakat
yetkileri büyük ölçüde kısıtlanmış bir devletin varlığına izin verilmesini veya
Amerikan mandası altına konmasını teklif ettiler. Fakat Konferans döneminde
İtilaf devletleri Türkiye’ye bir barış antlaşması tasarısı sunamadı. Konferansta
konumuz bakımından en önemli gelişme Batı Anadolu’nun durumuna ilişkin
olarak yaşandı. Yukarıda belirtildiği gibi, bu bölgeyi Yunanistan talep etmişti.
Hâlbuki bölge, gizli anlaşmalarda İtalya’ya vaat edilmişti. Konferans devam
ederken İngiltere, Adriyatik kıyısında istediklerini elde edemeyen İtalya’nın
batı ve güney Anadolu’yu tek taraflı olarak işgal edebileceği ihtimalini gün-
deme getirdi (delil olarak İtalya’nın Antalya’yı işgal etmesi ve İzmir’e bir savaş
gemisi göndermesi kullanılmıştır) ve İzmir ve çevresinin Yunanistan tarafın-
dan işgaline izin verilmesi için Fransa ve ABD’yi ikna etti (Gökay, 1997: 54, 56–
57; Kinross, 1964: 153–54). Böylece Anadolu’nun batısında denetimin, ne yapa-
cağı tahmin edilmesi zor İtalya yerine birçok bakımdan İngiltere’ye bağımlı
olacağı aşikâr olan Yunanistan vasıtasıyla sağlanması kabul edilmiş oldu. Yu-
nan işgali 15 Mayıs 1919’da başladı.

bir çok defa değinmiştir. Örneğin, Ermenilerin dönüşünü gerçekleştirmek için 100 bin asker
gerektiği, Kars’ın Ermenilere verilmesini sağlamak için asker gerektiği, Samsun bölgesinde
asayişi sağlamak için büyük askeri kuvvete ihtiyaç duyulduğu, Paris Barış Konferansı karar-
larını zorla tatbik etmek için yeterince askeri güce sahip olunmadığı, İngiltere’nin (ve Fran-
sa’nın) savaş yorgunu olduğu vb. değerlendirmeleri yapılmıştır (her bir değerlendirme için sı-
rasıyla bkz. Jaeschke, 1991: 41, 45, 103, 196).

196
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

MİLLİ MÜCADELENİN ÖRGÜTLENME AŞAMASINDA DIŞ


POLİTİKA (MAYIS 1919- NİSAN 1920)
Yunan işgaline tepki, direnişin ülkenin doğusunda olduğu batısında ve
başkentte örgütlenme aşamasına geçmesini kolaylaştırdı (Zürcher, 1987: 189).
Ülke çapında örgütlenme aşamasına geçişi simgeleyen gelişme, Mustafa Kemal
Paşa’nın Samsun’a çıkışıdır. Öncesinde İngilizler Samsun bölgesinde Müslü-
manlar ile bölge Rumları arasındaki mücadeleye işaret ederek bölgede asayişin
sağlanmasını İstanbul hükümetinden istediler (Nisan 1919). Kastedilen, bölge-
deki Osmanlı birliklerinin terhisinin hızlandırılması ve halkın Karadeniz böl-
gesindeki Pontusçu Rum çetelerine karşı kendini savunma amacıyla silahlan-
masının önlenmesiydi. İstanbul hükümeti, kendi varlığını sürdürmek kaygısı
yanında karışıklıkların yeni işgallere neden olmasını önleme kaygısıyla İngiliz
isteğini karşılamaya büyük önem verdi. Bu doğrultuda hükümet, sorumluluk
bölgesi Karadeniz ve Doğu Anadolu’yu kapsayan Dokuzuncu Ordu Müfettiş-
liği’nin kurulamasını, müfettişe sorumluluk bölgesindeki idari ve askeri ma-
kamlara emir verme dâhil çok geniş yetkiler verilmesini8 ve bu göreve kişiliği-
ne, siyasi eğilimine (İTC içinde yer almasına rağmen Enver Paşa ile hiç anla-
şamadığı ve dünya savaşına katılmaya karşı çıkmış olması nedeniyle İTC mu-
halifi olarak değerlendirilmekteydi) ve tecrübesine güven duyulduğu için,
Mustafa Kemal Paşa’nın atanmasını kararlaştırdı. Jaeschke’nin değerlendirme-
sine göre Damat Ferit’in “M. Kemal’e güvenilebileceğine dair” beyanı İngilizle-
rin atamaya itirazını önledi (Akyol, 2008: 26–28; Jaeschke, 1991: 113). Mustafa
Kemal Paşa 19 Mayıs’ta Samsun’a ulaşınca direniş için istekli bir ortamla karşı-
laştı. İngilizleri rahatsız eden direniş isteğini törpülemek yerine, onu güçlen-
dirmeye yöneldi. Müfettişlik görevi, direnişin örgütlenmesinde işini kolaylaş-
tırdı. Gökay’ın ifadesiyle “Anadolu’da zaten var olan yerel direniş gruplarıyla
ilişkiye geçmesini sağlayarak ona ülkenin geleceğinde eşsiz bir rol oynama
şansı verdi” (Gökay, 1997: 63). 1919 yılı sonuna kadar, liderliğini Mustafa Ke-
mal Paşa’nın yaptığı, farklı etnik kökene ve siyasi görüşlere sahip Müslüman
halkın yaygın destek verdiği, örgütlenmesinin belkemiğini teşkil eden Müda-
faa-i Hukuk cemiyetlerinin kuruluşuna İTC’nin yerel temsilcileri öncülük et-
miş olmakla (Tunçay, 1999: 26–28)9 birlikte İTC’nin üst düzey yöneticilerinden
farklı bir kadro tarafından yönetilen10 örgütlü bir direniş ortaya çıktı.
Örgütlenme aşamasında ilk önemli gelişme Amasya Tamimi’nin ilanıydı
(Haziran 1919). Tamim, bağımsızlığın korunması için ülke çapında örgütlen-

8
Siyasi yöntemlerle devletin bütünlüğünün korunamayacağını düşünen ve Anadolu’da direni-
şin örgütlenmesi gerektiğine inanan kesimler Mustafa Kemal Paşa’ya geniş yetkiler verilme-
sinde yardımcı oldular.
9 Bu eserde anılan konuda farklı görüşler de yer verilmiştir (s.26, 13 numaralı dipnot). Ayrıca
bkz. Zürcher, 1987: 160.
10
Mili Mücadeleyi yürüten kadro içinde İTC kökenlilerin ağırlığına rağmen, bu kadro Enver
Paşacı gruptan ve İTC’nin üst düzey yöneticilerinden bir kısmının kurduğu İstanbul’daki Ka-
rakol Cemiyeti’nden (Karakol mensupları da Milli Mücadeleyi desteklemiştir) farklıdır. Bu
kadro İTC’nin vatanseverliğini reddetmeyen fakat onun dış politikada pan-Türkist ve Pan-
İslamcı uygulamalarını hatalı bulan bir kadrodur (Jaeschke, 1991: 100, 170; Sonyel, 1995: 67–
68).

197
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

menin gerekliliğine vurgu yaptı. Temmuz-Ağustos 1919’da gerçekleştirilen


Erzurum Kongresi ile doğu illerinde direnişin örgütlenmesi gerçekleşti. Bu
Kongrede alınan kararlar, daha geniş bir katılımla yapılan Sivas Kongre’sinde
ülkenin tamamı için kabul edildi. Direniş örgütleri A-RMHC çatısı altında bir
araya getirildi. Ayrıca Erzurum’da kurulan Heyet-i Temsiliye genişletildi ve
başkanlığına Mustafa Kemal getirildi. Görevi, Kongre kararlarını uygulamaktı.
Böylece İstanbul hükümetinden farklı fiili hükümet kuruluşunun ilk adımı
atıldı.
Sivas Kongresinde aynı zamanda dış ilişkileri yönlendirecek görüşmeler
yapıldı ve kararlar alındı. Birincisi, Kongrede İtilaf devletlerinin Mondros Mü-
tarekesi sonrasında uyguladığı politika reddedildi. Kongre kararlarında, Müta-
reke sınırları içinde Osmanlı ülkesinin bir bütün olduğu, saltanat ve hilafet
makamının işgal altında olduğu (bu ifade, ülke egemenliğinin ihlal edildiğinin
o zamanki ifade ediliş tarzı olarak okunabilir), milletin iradesiyle kurtarılacağı
ve işgallerin kabul edilmeyeceği belirtildi. Kısacası, Misakı Millinin esasını
oluşturacak hedefler Sivas Kongresinde belirlendi.
İkincisi, manda seçeneğinin tartışılmasıdır. Burada söz konusu olan Ame-
rikan mandasıydı.11 Amerikan mandasının Kongrede neden konuşulduğunu
anlamak için, konunun gündeme geldiği ortamı anlamak önemlidir. Her şey-
den önce Milli Mücadele yeni örgütlenmeye başlamıştı ve henüz somut bir
başarısı yoktu. Ülke ise işgaller ve cezalandırıcı bir barışı kabul ettirmeye çalı-
şan İngiliz siyaseti ile karşı karşıyaydı. Manda seçeneğini gündeme getiren-
ler.12 Öncelikle bu olumsuz ortamda ülkenin daha fazla parçalanmasını önle-
mek kaygısıyla konuyu gündemde tuttular. Onların manda seçeneğini parça-
lanmaya karşı bir alternatif görmeleri, o dönemde henüz içeriği net olmayan
manda kavramına atfettikleri anlamla yakından alakalıdır. Onlara göre manda,
başka bir devleti İtilaf devletleri ile imzalanacak muhtemel bir barış antlaşma-
sında “kefil” yapmak ve barış sonrasında o devletten kalkınma için yardım
temin etmekti; devletin iç ve dış bağımsızlığından vazgeçmesi anlamına gel-
miyordu.13 Şayet Kongre Amerikan mandasını kabul ederse, bu ABD Kongre-
si’nin de Türkiye için mandaterliği kabul etmesini ve böylece ABD’nin İtilaf
devletlerinin parçalama planlarına karşı durmasını sağlayabilirdi. Mandayı

11 Kongreye katılan delegeler İngiltere’nin mandater devlet olmasını gündeme bile getirmediler;
çünkü İngiltere, Türk topraklarını işgal eden emperyalist (sömürgeci) bir ülke olarak görül-
mekteydi. ABD ise Türk topraklarını işgal etmemişti. Dahası, İmparatorluğun Türk çoğunlu-
ğa sahip bölgelerine self-determinasyon hakkı tanınması Wilson prensipleri arasında yer al-
mıştı. Müdafa-i Hukuk cemiyetleri de başlangıçta işgallere karşı çıkarken bu ilkeye de atıfta
bulunmuştu.
12 İstanbul delegelerinin ağırlıklı olduğu mandayı gündeme getirenler arasında Meclis Hükü-
metinin ilk Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Refet Bey (Paşa), Halide Edip ve Kara Vasıf da bu-
lunmaktadır. İsmet Paşa da İstanbul’dan gönderdiği telgrafta manda yönünde görüş bildir-
miştir.
13 İstanbul’da kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin Aralık 1918’de yaptığı ilk toplantısında
alınan kararlar arasında “Dışarıdan kontrol ve vasilik ileri sürülmesine fırsat verilmemeli”
maddesinin de yer alması da, manda kavramının o dönemde iç ve dış bağımsızlığın kısıtlan-
ması olarak anlaşılmadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir (kararlar için bkz. Son-
yel, 1995: 6).

198
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

reddedenler ise tam bağımsızlığa hiçbir sınırlandırmanın kabul edilemeyeceği


görüşündeydi. İçinde bulunan duruma makul bir çıkış yolu arayışı izlenimi
veren Kongredeki manda tartışmasında, katılanların tamamının manda kav-
ramından (ve bu kavrama göre daha kabul edilebilir görünen “muzaheret”
kavramından) hoşlanmadıkları Kongredeki konuşmalardan anlaşılmaktadır.
Manda kabul edilse bile, zaruret dolayısı ile kabul edilecekti. Kongre başkanı
Mustafa Kemal ise Amerikan mandasından bir yarar ummamasına rağmen,
Kongrede mandaya karşı bir konuşma yapmamış, Kongre’nin manda kararın-
dan uzaklaşmasını kongre yöntemleriyle temin etmeyi tercih etmişti. Hatta
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu, Kafkasya ve Ermenistan’da incelemeler yap-
mak üzere Başkan Wilson tarafından görevlendirilen kurulun başkanı General
Harbord’la Sivas’ta görüşmüş ve ona Amerikan mandasına sıcak bakabileceği
izlenimini vermişti. Muhtemel amacı, mümkünse Amerika’nın desteğini almak
veya en azından tarafsızlığını sağlamaktı (Akyol, 2008: 95).14
Kongre kararlarında manda dolaylı bir biçimde reddedildi. Bu konuda Er-
zurum Kongresinde kabul edilen iç ve dış egemenliğe zarar vermeyecek şartlar
içerisinde ABD’den maddi yardım isteği tekrarlandı. Ayrıca Başkan Wilson’a
hitaben bir mektup kaleme alındı ve mektupta barış anlaşmasından önce bir
Amerikan heyetinin Anadolu’ya gönderilerek halkın istekleri hakkında ince-
leme yapması talep edildi. Kısacası, manda konusunda “ortalama bir çare”
bulundu (Akyol, 2008: 63, 87; Sonyel, 1995: 134–35). Sivas Kongresi’nin direnişi
örgütlemedeki başarısı, Heyet-i Temsiliye’nin milli iradeye karşı davranışları
nedeniyle ilişkisini kestiği Damat Ferit hükümetinin protestolar sonucunda 30
Ekim’de düşmesi (her ikisi de Milli Mücadelenin özgüveninin arttığının gös-
tergeleridir) ve ABD’nin mandater olmayı reddetmesi ile manda konusu bir
daha ülke gündemine gelmedi.
Kongrenin dış politika açısından diğer bir dikkate değer tarafı da Yunanlı-
lar ve Ermeniler ile mücadelenin altının çizilmesi, İtilaf devletlerini doğrudan
hedef alan ifadelerden kaçınılmasıydı. Her ne kadar İtilaf devletleri işgal poli-
tikasını sürdürseler ve Yunanlılar ile Ermeniler İtilaf devletlerinin (özellikle
İngiltere’nin) desteği ile hareket etseler de, bu devletlerin tamamına karşı cep-
he alınması durumunda hem milletin mücadele azmi kırılabilirdi15 , hem de
İtilaf devletleri arasındaki görüş farklılıklarından yararlanma siyaseti yürütü-
lemezdi.
Direnişin yürütülmesinde kimlerle işbirliği yapılacağı da Kongrede tartışı-
lan konulardan biriydi. Milli Mücadele Batı’ya karşı verildiği için iki doğal
müttefikler belirdi: Batı’nın işgaline uğramış Doğu milletleri (özellikle İslam
dünyası) ve Bolşevik Rusya. İslam dünyası ile dayanışma, maddi yardım al-
maktan çok, siyasi destek sağlamak ve buralarda işgalci konumunda olan İtilaf

14
Bu konuda Sonyel, Mustafa Kemal Paşa’nın ABD ile yakınlaşmaya önem vermediği görüşün-
dedir (bkz. Sonyel, 1995: 134). Kinross’a göre ise Mustafa Kemal-Harboard görüşmesinin ve
Wilson’a mektup gönderilmesinin amacı, “milliyetçi harekete dünyanın dikkatini çekmek” idi
(Kinross, 1964: 189).
15 Çünkü halk savaş yorgunuydu ve geniş kitleleri harekete geçiren başlıca gelişmeler İzmir’in
işgali ve büyük Ermenistan kurulması ihtimaliydi (Akyol, 2008: 82, 95–96; Oran, 2001a: 103).

199
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

devletlerinin işini zorlaştırmak bakımından önemliydi. İslam dünyası ile ilişki-


ler ileride bu çerçevede gelişti. Bu bağlamda en dikkate değer ilişki Hindistan
Müslümanları ile kurulandır. Osmanlı devletine yapılanlara karşı tepki duyan
Hint Müslümanları, Anadolu’da direniş başlayınca bu harekete de ilgi duymuş
ve desteklemişlerdi. Paris Barış Konferansında istediklerini alamayacağını an-
layan Arap milliyetçileri, İngiltere ve Fransa’ya karşı cephe alınca, onlarla da
(örneğin Suriye’deki milliyetçilerle) temas sağlandı. Fakat günün şartlarında
somut bir işbirliği gerçekleştirilemedi (Akyol, 2008: 58–59; Fırat ve Kürkçüoğlu,
2001: 200). İslam dünyası ile dayanışma, aynı zamanda milli mücadeleyi İslami
bir terminoloji ile ifade etme yaklaşımının16 bir uzantısı olarak da değerlendiri-
lebilir. Bu ifade tarzı, milli mücadeleye içerde yaygın destek sağlama amacıyla
zorunlu görülmüştü. İslam dünyası ile ilişkilere yapılan vurgu Sakarya muha-
rebesinden sonra giderek zayıflayacaktır.
Bolşevik Rusya ile ilişkiler, İslam dünyası ile olandan çok daha kapsamlı
ve karmaşıktı. Milli mücadelenin örgütlenmeye başladığı günlerde Bolşevikler
iç savaşla meşguldü. Yukarıda belirtildiği gibi Bolşevikler Anadolu’da İngiliz
hâkimiyetinden kaygı duymaktaydı ve Kafkaslarda İngilizlerle hâkimiyet mü-
cadelesi içindeydiler. Bu nedenle Anadolu’da işgal karşıtı gelişmelerle yakın-
dan ilgileniyorlardı. Nitekim Anadolu hareketinin Bolşeviklerle ilk teması
Amasya Tamiminden önce gerçekleşmişti. Bolşevikler ile ilişkiler Erzurum
Kongresinde de ele alındı. Bolşevik Rusya siyasi destek ve silah yardımı alına-
bilecek başlıca ülke olarak görüldü. Karşılığında Türk tarafının Bolşeviklerin
Kafkas devletlerinde yeniden hâkim olmalarına razı olması söz konusuydu.
Ayrıca Bolşevikler Anadolu hareketi ile ilişkilerine Çarlık Rusya’sı toprakla-
rında yaşayan Müslüman halklarla teması kolaylaştıracak olması nedeniyle de
değer vermekteydi. Heyet-i Temsiliye döneminde Türk tarafı Rusya’nın ko-
münist ideolojiyi yaymak ve Türkiye’de taraftar bir rejim kurmak isteyebilece-
ği kaygısını taşıyordu. Bolşevikler için ise Anadolu hareketi henüz kapasitesi
bilinmeyen yeni bir oluşumdu (Tellal, 2001: 166–67; Gökay, 1997: 90). Aşağıda
değinileceği gibi, her iki taraf da Batılı devletlerle mücadele içinde olmasına
rağmen aralarındaki işbirliği yavaş gelişecek; antlaşmaya varmaları Mart
1921’i bulacaktır. Bolşeviklerle yakınlaşma, dış politika söylemine de yansıya-
cak; antiemperyalist, kapitalizmi eleştiren bir dil benimsenecektir. Sakarya
savaşından sonra zayıflayarak da olsa, anti-emperyalist söylem milli mücadele
sonuna kadar devam edecektir. Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk ilişkileri ise
İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar sürecektir.
Sivas Kongresinde direniş gruplarının tek çatı altında toplanması, düzen-
siz askeri birliklerin (Kuva-yı Milliye) Yunan işgal güçlerine karşı faaliyetleri-
nin artması, direnişçilerin millete ihanetle suçladığı Damat Ferit hükümetini
istifa etmek zorunda bırakmaları ve daha sonra Ali Rıza Paşa hükümeti döne-
minde direniş hareketi ile İstanbul arasında yakınlaşma gerçekleşmesi (Amas-

16 Direniş döneminde İslami uygulamalar oldukça dikkat çekicidir. Meclis’in açılışında yapılan
törenler buna bir örnektir (bkz. Tunçay, 2008: 173–74, 285–86). Mete Tunçay, A-RMHC’ni “Ni-
zamnamesine göre, Osmanlı vatanseverliğini savunan İslamcı bir örgüttür” diye tanımlar
(Tunçay, 1999: 20–21).

200
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

ya görüşmeleri) İtilaf devletlerini kaygılandırdı. Çünkü direniş güçlendikçe,


sert bir barışı kabul ettirmek zorlaşmaktaydı. İtilaf devletleri, Fransa’nın öneri-
siyle 3 Ağustos’ta Yunan işgalini sınırlandırmayı kararlaştırdılar. Ancak Yunan
işgali nedeniyle araları açılmaya başlayan ve çeşitli düzeylerde kendi kamuoy-
larının savaş karşıtı baskısını hisseden İtilaf devletleri ortak bir tutum belirle-
yemediler. İngiltere, Yunanistan’a desteğini ve katı barış yapılması ısrarını
sürdürdü. (Fırat, 2001: 183). Buna rağmen direniş güçlenmeye devam etti. Ara-
lık 1919’da milli meclis için (İstanbul’un işgaline kadar Mebusan Meclisi milli
meclis olarak anlaşılmaktaydı; meclisi Ankara’da toplama çabaları kabul gör-
medi) seçim yapıldı ve çoğunlukla Milli Mücadeleci veya sempatizanı adaylar
kazandılar. Ocak 1920’de toplanan son Osmanlı meclisinin en önemli icraatı,
öncelikle egemenlik iddiasında bulunulan ülkenin sınırlarını belirleyen Misak-ı
Milli’nin kabulü oldu.17
İtilaf devletleri Misak-ı Milli’ye sert tepki gösterdiler (bu aynı zamanda
güney illerinde Fransa’ya karşı yürütülen başarılı direnişe de bir tepkiydi).
Meclis dağıtıldı, ileri gelenleri tutuklanarak Malta’ya sürüldü ve İstanbul hu-
kuken işgal edildi (16 Mart). Cezalandırıcı bir barışı kabul ettirmek için yapılan
bu uygulama, beklenenin tersine direniş güçlendirdi. En önemlisi, İstan-
bul’daki meclis kapanınca yenisini Ankara’da açmak mümkün oldu. Anka-
ra’da olağanüstü yetkili meclis (kurucu meclis/ihtilal meclisi) 23 Nisan’da açı-
lınca artık Anadolu hareketi fiili devlet haline geldi. Ayrıca işgal, içeride dire-
nişçilerin tezlerini güçlendirdi, dışarıda ise Heyet-i Temsiliye’ye İngilizlerin
hilafetin merkezi olan İstanbul’u işgal ettiklerini İslam dünyasına şikâyet ede-
rek İngilizleri zor durumda bırakma fırsatını verdi (Bayur, 1995: 47; Kinross,
1964: 209–11, 220).
Meclis Hükümetinin Dış Politikası (Nisan 1920- Ekim 1923)
Dönemin büyük bir kısmında (Ekim 1922’deki Mudanya Mütarekesine
kadar) savaşın yürütülmesi ile alakalı ihtiyaçlar başlıca dış politika parametre-
lerini oluşturmuştur. Daha sonra Lozan Antlaşmasının kabulüne kadar Misak-ı
Milli hedefleri çerçevesinde barışın gerçekleştirilmesi amacı dış politikanın
odağı olacaktır. Dış politikanın yürütülmesinde ise Heyet-i Temsiliye tarafın-
dan temelleri oluşturulan çok boyutlu ve dengeleri gözeten dış politika anlayı-
şı geliştirilerek sürdürülecektir. Dış politikanın uygulanmasında destek yine
Bolşeviklerden ve İslam dünyasından aranacak, fakat Yunanistan yenilgiye
uğratılınca Batı ile ilişkiler önem kazanmaya başlayacaktır. Bu durum dış poli-
tika yürütülürken kullanılan söyleme de yansıyacaktır. Mili Mücadele döne-
minde Meclis hükümetinin dış politikası üç alt dönem çerçevesinde incelene-

17 Misak-ı Milli’ye göre, Mondros Mütarekesi ile belirlenen hat içinde ve dışında (zamanla dı-
şında ifadesi bırakılacaktır), “Osmanlı-İslam çoğunluğun” (büyük çoğunluğu etnik Türkler ve
Kürtlerden oluşmaktadır) yaşadığı topraklar bir bütündür. Arap çoğunluğun yaşadığı ve Mü-
tareke anında düşman işgali altında bulunan yerlerde plebisit yapılmalıdır. Batı Trakya’nın
geleceğinin plebisitle belirlenmesi ve Kars-Ardahan-Batum’da gerekirse plebisit yapılması sı-
nırlarla ilgili diğer hükümlerdir. Misak-ı Milli, İstanbul ve Boğazların güvenliği sağlanması
şartıyla, Boğazlardan ticari gemilerin serbest geçişini önerir. Azınlık haklarının mütekabiliyet
ilkesi temelinde korunması ve kapitülasyonların kaldırılması gerektiğini belirtir.

201
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

cektir: İlki BMM’nin açılışından Moskova Antlaşmasına (Nisan 1920-Mart


1921), ikincisi Moskova Antlaşmasından Mudanya Mütarekesine (Nisan 1921-
Ekim 1922) kadar olan dönemlerdir. Son dönem Lozan görüşmeleri dönemidir.
İlk dönemde en önemli meseleler içeride Meclis hükümetinin otoritesinin
tam tesisi (başlıca ayaklanmaların çoğu bu dönemde çıkmıştır), düzeli ordu-
nun kurulması ve Yunan işgaline direnişti; dış politikada ise İtilaf devletleri ile
ilişkilerin düzeltilmesi ile Bolşevik Rusya ile ittifak yapılması arasında bir ka-
rar verilmesiydi. 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşmasının imzalanması ile
Bolşeviklerle işbirliği tercih edilmiş oldu. Ancak Bolşeviklerle antlaşma, özel-
likle her bir tarafın diğeri hakkındaki tereddütleri sürmesi nedeniyle kolay
sağlanamadı.
Sovyet Rusya ile yakınlaşma Heyet-i Temsiliye döneminde başlamıştı.
Meclis Hükümeti kurulduğunda iç ve dış ortam Ankara-Moskova yakınlaşma-
sı için uygundu. Ankara’da Sovyet Rusya’ya yönelik olumlu bir hava mevcut-
tu. Mecliste birçok üye Bolşevik ideolojisine sempati ile bakmakta, hatta bir
grup Bolşeviklerin fikirlerini İslam’a uygun bulmaktaydı. Hepsinden önemlisi
Bolşevikler, Doğu halklarının emperyalizme karşı özgürlüğünü savunmasıydı.
İstanbul’un işgali ve Bolşeviklerin de işbirliğine olumlu bakması, Rusya ile
ilişkilerin geliştirilmesi konusunda duyulan tereddütlerin bir tarafa bırakılma-
sını sağladı. Bu ortamda Meclisin ilk dış politika kararı Moskova’ya bir heyet
göndermek oldu. Meclis heyeti o günün şartlarında Moskova’ya Temmuz so-
nunda ulaşabildi. Bu süre içinde resmi ilişkileri etkileyecek gelişmeler yaşandı.
Nitekim heyet Moskova’ya ulaştığında alt düzey yetkililer tarafından karşılan-
dı. Bu durum taraflar arası görüşmelerin kolay geçmeyeceğinin ilk işaretiydi.
Ağustos sonuna kadar Moskova’da kalan heyet, bu sürede Dış İlişkiler Komi-
seri Çiçerin ve yardımcısı Karahan ile birçok kez, devrimin lideri Lenin ile de
bir kez görüştü. Görüşmeler iki defa tıkanma noktasına gelmiş ve heyetin gö-
rüşmeleri keserek geri dönmesi dahi söz konusu olmuştu. İlk sorun heyetin
yolculuğu esnasında Ankara hükümeti ile Fransa arasında yapılan görüşmeler
dolayısıyla ortaya çıktı. Bu görüşmeler Bolşeviklerde Ankara’nın Batı ile uzla-
şıp Rusya’ya karşı bir cephe oluşturabileceği şüphelerini canlandırmıştı. Bun-
dan başka Bolşevikler iç savaşın hala tümüyle bitmediğini de ileri sürerek yar-
dım konusunda aceleci olmadıklarını ima ettiler. Fakat asıl sorun Kafkaslarda
yaşanan gelişmelere ilişkin tarafların farklı yorum ve beklentileriydi. Azerbay-
can’da Bolşevik yönetim kurulunca Ermenistan’da da rejim değişikliği gün-
deme gelmişti. Ermenistan, Brest-Litovsk anlaşması ile Osmanlı’ya iade edilen
yerlerden Kars, Ardahan ve Iğdır’ı Mondros sonrasında işgal etmişti. Bolşevik-
ler; Türklerin bu bölgeleri zayıf Ermenistan’dan geri almalarından korkmak-
taydı. Sovyet yetkililer (özellikle kendisi de etnik Ermeni olan Karahan) rejim
değişikliği bekledikleri Ermenistan’ın sınırını geniş tutma çabası içindeydi.
Hatta Mondros Mütarekesinde Ermeni illeri diye adlandırılan illerden (vilayeti
sitte) bir kısmının Ermenistan’a verilmesi bile gündeme getirdiler. Görüşmele-
rin son aşamasında ortaya çıkan diğer bir sorun da Sovyet yetkililerin yardımı
Türkiye’nin Batılı ülkelerle yapacakları anlaşmaları Sovyet Rusya’ya bildirmesi
şartına bağlamak istemesiydi. Heyet egemenliği sınırlayıcı nitelikte bulduğu

202
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

bu şartı tümüyle reddetti. Çıkan sorunlar görüşmelerin uzamasına neden ol-


duysa da taraflar ilişkilerini koparmaktan sakındılar. Çünkü Bolşevik liderler
Anadolu’da İtilaf hâkimiyetini Rusya için zararlı görmekteydi; Meclis Hükü-
meti ise 20 Ağustos’ta İstanbul hükümeti ile İtilaf devletleri arasında imzala-
nan Sevr Antlaşmasını dengelemek zorunda hissetmişti. Sonuçta taraflar resmi
bir anlaşmaya varamamakla birlikte, işbirliğini sürdürmek konusunda uzlaştı-
lar (Bayur, 1995: 66–67; Gökay, 1997: 92, 96–101, 105–106; Tellal, 2001: 166–69).
Meclis hükümetini Bolşeviklerle ittifakı şiddetle istemesine neden olan
Sevr antlaşması, Osmanlı İmparatorluğunun ülkesini ciddi biçimde küçülten
ve egemenliğini kısıtlayan bir antlaşmaydı. Antlaşma ile Trakya’da sınır İstan-
bul’un hemen dışından çizilmiş ve Doğu Trakya Yunanistan’a verilmişti. İzmir
ve çevresi de Yunanistan’a bırakılmıştı. Güney’de Adana ile Maraş’ı Türkiye
tarafında bırakan ve Antep, Urfa ve Mardin’in hemen kuzeyinden geçen bir
sınır belirlenmişti. Doğu’da ise Büyük Ermenistan’ın (güney sınırları daha son-
ra Başkan Wilson belirlenecekti) ve özerk Kürdistan’ın kurulması kararlaştı-
rılmıştı. Çanakkale ve İstanbul boğazları ile Marmara denizinin kıyılarını kap-
sayan bölge Boğazlar Bölgesi adı altında İtilaf devletlerinin denetimine veril-
mişti. Bundan başka güney, güneydoğu ve doğuda savaş döneminde yapılan
gizli anlaşmalara uygun şekilde İtalyan, Fransız ve İngiliz ekonomik nüfuz
alanları belirlenmişti. Kapitülasyonlar devam edecekti. Osmanlı ordusunun
asker sayısı ve sahip olacağı silahlar sınırlandırılmıştı (Sevr antlaşmasının ya-
pılış süreci ve anlaşma metnine ilişkin kapsamlı bir değerlendirme için bkz.
Oran, 2001b: 118–38).
Sevr antlaşmasının yapılması sürecinde Osmanlı temsilcileri sunulan tas-
lak metni reddetmesi üzerine İtilaf devletlerinin daha ağır hükümler içeren bir
taslak getirmek ile tehdit ettiler.18 Tehdit karşısında Padişah Vahdettin mevcut
metnin imzalanmasına izin verdi. Ancak antlaşma, Osmanlı Meclisi mevcut
olmadığı için Osmanlı iç hukukuna göre onaylanmayan bir metin olarak kaldı.
Bu hukuki boyuttan daha önemlisi, Anadolu (işgal edilen yerler hariç) fiilen
Ankara’nın hâkimiyetinde olduğu için Meclis Hükümetince kabul edilmediği
müddetçe antlaşmanın barışçı yöntemlerle uygulanması söz konusu değildi.
Ankara hükümeti ise Bolşeviklerle işbirliği yaparak daha güçlü bir şekilde
İtilaf planlarına karşı direnmek çabası içindeydi. İngilizler, direnişin güçlen-
mesinin ve Ankara-Moskova işbirliğinin hem Sevr ile Anadolu’da kurulmak
istenen düzeni bozacağını hem de Bolşeviklerin Kafkaslardaki pozisyonunu
güçlendireceğini kavramakta geç kalmadılar. Bu durum Ekim 1920’den itiba-
ren (aşırı İngiliz taraftarı Damat Ferit hükümetinin Ankara’nın baskısı ile düş-
mesinden itibaren) İngiltere’nin Sevr’de değişiklik arayışlarına yönelmesine
neden oldu. Başlıca iki faktörün etkisiyle İngiltere Sevr’de değişiklik arayışını
Şubat 1921’de Londra’da konferans toplanması önerisine dönüştürecektir:
Ocak 1921’de İnönü muharebesi (düzenli ordunun ilk ciddi sınavı olan bu mu-
harebede askeri bakımdan açık bir üstünlük sağlanamasa da Yunan ilerleyişi

18
İngiliz hükümeti, barış antlaşmasının yumuşatılmasına şiddetle karşı çıktı. Başbakan Lloyd
George’un “sert ve cezalandırıcı barış” konusundaki kararlılığı için bkz. Jaeschke, 1991: 252–
53.

203
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ilk defa durdurulmuş olması, Yunanistan aracılığıyla Sevr Antlaşmasını hayata


geçirme politikasının başarısızlığını İngiltere’ye göstermişti) ve İngilizlerin
Ankara-Moskova ittifakını önleme beklentisinin devam etmesi. İtilaf devletle-
rinin Sevr’de değişiklik tekliflerinin çok dar kapsamlı oluşu nedeniyle Konfe-
rans başarısızlıkla sonuçlandı. Konferansa Ankara hükümetinin de davet
edilmiş olması (Ankara hükümetinin fiilen tanınması anlamına da gelmektey-
di) ve Konferansta İstanbul hükümeti temsilcisinin sözü Ankara temsilcisine
bırakması, Meclis hükümeti açısından sembolik öneme sahip diplomatik başa-
rılardı. Ayrıca Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’in Fransız ve İtalyanlarla yaptığı
imtiyaz anlaşmaları (her ikisi de Misak-ı Milliye aykırı olduğu gerekçesiyle
Meclis tarafından reddedilecektir), Fransa ve İtalya’nın İngiltere’den farklı
düşündüğünü, Sevr ile Anadolu’da kurulamak istenen düzenin silah zoruyla
gerçekleştirilmesi yerine ekonomik imtiyazlar elde etmeye önem verdiklerini
tekrar göstermişti (Gökay, 1997: 156–58; Uzgel, 2001: 143–45).
Batı ile ilişkilerin tatmin edici düzeyde gelişmesinden fazla umutlu olma-
yan Meclis hükümeti, Aralık 1920’de Moskova’ya ikinci heyeti göndermeyi
kararlaştırdı. İkinci heyet de uzun bir yolculuk sonrasında ancak 19 Şubat
1921’de Moskova’ya ulaştı. Aslında 1920 güzünde Ankara-Moskova ilişkilerini
soğutan gelişmeler mevcuttu ve heyetin yolculuğu sırasında da karşılıklı gü-
vensizlik giderilmek bir tarafa daha da artmıştı. Birinci Meclis heyetinin dönü-
şü sonrasında ilişkileri soğutan başlıca gelişmeler şunlardı: Birincisi, Ermenis-
tan’da Bolşevik yönetim kurulmadan önce doğu sınırı sorununu çözmek iste-
yen Ankara, bir süredir ertelenen Ermenistan’a yönelik askeri hareketi başlat-
mıştı (Eylül 1920). Kısa sürede Kars, Ardahan ve Iğdır’da Ermeni hâkimiyeti
sona erdirildi. 2 Aralık’ta Ermenistan’la Gümrü Antlaşması imzalandı. Fakat
aynı gün Erivan’da Bolşevik yönetim kuruldu. Yeni yönetim antlaşmayı red-
detti. Yine de Bolşevik yönetim kurulmadan Ankara hükümeti istediklerini
fiilen elde etmiş oldu ve Ankara’nın Batı’ya yönelmesini istemeyen Bolşevikler
fiili durumu kabullenmek zorunda kaldılar. İkincisi, Moskova’nın yerli komü-
nistler eliyle Bolşevik yönetim kurulmasını teşvik etmesi, 1920’nin ikinci yarı-
sında Ankara’da çok daha ciddi ele alındı. Yukarıda belirtildiği gibi Ankara’da
Bolşevik düşüncenin prestiji yüksekti. Mustafa Kemal de gerek Heyet-i Temsi-
liye gerekse BMM başkanı olarak birçok defa emperyalizm ile mücadelenin
gerekliliğini belirtmişti. Ancak Anadolu’da direnişin liderliğinin Bolşevik ta-
raftarlarının eline geçmesine kesinlikle karşıydı (Gökay, 1997: 132–33). Eylül
1920’deki Doğu Halkları Kurultayı sonrasında yerli komünist faaliyetler konu-
sunda iki önemli gelişme yaşandı. İlki, çoğunlukla solcu İttihatçıların katıldığı,
halkçı söyleme sahip resmi Komünist Parti’nin Ekim 1920’de kurulmasıdır.19
Diğeri, Kurultay sonrasında Ankara’ya gitmeye çalışan Moskova destekli Ko-
münist Partisi’nin başkanı Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Trabzon açıkların-

19 Gökay, zengin ve fakiri yabancılara karşı birlikte örgütlemeyi hedefleyen “tuhaf bir komü-
nizm” anlayışına sahip bu partinin kurulmasını, Moskova’yı etkileyip Sovyet yardımı alma
girişimi olarak yorumlar (Gökay, 1997, 132–33). Tunçay’a göre ise bu partinin kurulması, yerli
bir sol oluşturma çabasıdır (Tunçay, 2008: 167).

204
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

da şaibeli bir şekilde öldürülmesidir.20 Yerli solun denetim altında tutulmasına


yönelik bu gelişmeler Moskova’da hoş karşılanmadı. Son olarak, Ankara hü-
kümeti ile İtilaf devletleri arasında başlayan temaslar (özellikle Londra Konfe-
ransı) Bolşevikleri kuşkulandırmıştı.
İkinci heyetin Moskova temasları ile taraflar kuşkularını ve görüş farklılık-
larını bir tarafa bırakarak işbirliğini ilerletmeye ve daha sonra Lord Curzon’un
ifade ettiği gibi “mantık evliliği–mariage de convenance” kurmaya karar verdiler.
Tarafların işbirliğini tercih etmesinde en önemli faktör “Batı’dan, özellikle de
İngiltere’den geldiği görünen ortak tehlike” karşısında konumlarını güçlen-
dirmek isteğiydi (Gökay, 1997:143). Daha açık belirtmek gerekirse, taraflar iş-
birliğinin kendilerini ortak tehlike karşısında daha güçlü kılacağını düşünmek-
teydi. İşbirliği sayesinde Bolşevik Rusya, Şubat 1920’de Gürcistan’da da Bolşe-
vik hükümet kurulması ile tamamen ele geçirilen Kafkaslarda konumunu güç-
lendirmeyi ve İnönü muharebesi ile güçlendiği belli olan direniş vasıtasıyla
Boğazları denetleyen İngilizlerin işini zorlaştırmayı; Meclis hükümeti ise doğu
sınırını güvence altına almayı ve savaş için gerekli para ve askeri malzemeyi
temin etmeyi umuyordu. Batı karşıtı kurtuluş hareketleri ile ilişkiler konusun-
da Rusya Komünist Partisi (Bolşevikler) içinde devam eden tartışmada, komü-
nist olmayan hareketlere de yardım edilmesi gerektiği görüşünün ağırlık ka-
zanması da Bolşeviklerin Anadolu’daki yerli komünistlere muameleyi sorun
etmeyerek Ankara hükümeti ile işbirliği yapmalarını kolaylaştırdı (Tellal, 2001:
158, 161–62). Bu ortamda başlayan görüşmeler, başlangıçta Sovyet tarafının
Ermeni sorununa ilişkin katı tutumuna rağmen, 16 Mart’ta antlaşma imzalan-
ması ile sonuçlandı. Moskova Antlaşmasının içeriği şöyle özetlenebilir: Sınır-
larla ilgili olarak antlaşma Kars ve Ardahan’ı Türkiye’ye, Batum’u Gürcistan’a
verdi (antlaşma ile verilen başlıca taviz Batum’du21). Taraflar bu anlaşmada yer
alan Kafkasya cumhuriyetleri ile ilgili hususların kendileriyle yapılacak ant-
laşmalarla onaylanmasını sağlamayı kabul ettiler (13. madde). Boğazların sta-
tüsü: Ticari araçlar için geçiş serbestîsi ilkesi benimsendi. Diğer araçların geçi-
şine ilişkin rejimin Karadeniz’e kıyısı olan devletler tarafından belirlenmesi
kabul edildi. Tanıma: Sovyet Rusya, Misak-ı Milli ile ilan edilen sınırları içinde
Ankara hükümetini tanıdı. Diğer önemli hükümler: Taraflar, birbirlerine karşı
yıkıcı propaganda yapılmasını engellemeyi ve karşılıklılık esasına göre kendi
tarafında ikamet eden diğer ülke vatandaşlarına iyi davranmayı taahhüt ettiler.
Ayrıca Moskova, kapitülasyonların kaldırılmasını da kabul etti. Mali ve askeri
yardım: Moskova’nın isteği üzerine antlaşma metninde yer almadı. Yardımla-

20
Bir görüşe göre olay, Trabzon valisi ve Kazım Karabekir tarafından “Ankara’dan bağımsız
olarak kotarılmıştı”. Onların resmi komünist partiye katılacaklarına ilişkin delil mevcuttu.
Muhtemelen Mustafa Kemal, onların katılımıyla solu Meclisteki ittihatçı ağırlığa karşı bir
denge yapmak istiyordu (Tunçay, 2008: 166–67). Başka bir görüşe göre Mustafa Kemal grubun
yurt dışına çıkarılması taraftarıydı. Fakat öldürme olayını onaylayıp onaylamadığına ilişkin
delil yoktur (Gökay, 1997: 135). Akyol’un tespitine göre ise olayın Enver Paşayı Moskova’nın
gözünde sol alternatif olarak tutmak isteyen Enverciler tarafından tertiplendiği görüşü daha
çok kabul görmektedir (Akyol, 2008; 262).
21 Bayur’a göre Kafkasya’nın başlıca limanını almak makul olmadığı için Türkiye bu fedakârlık-
ta bulunmuştu (Bayur, 1995: 71).

205
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

rın miktarı ve nasıl verileceğinin yazışmalarla belirlenmesi ve “bu yazışmaların


dostluk antlaşmasının zorunlu bir parçası olarak” değerlendirilmesi kararlaştı-
rıldı (antlaşmanın önemli hükümleri için bkz. Tellal, 2001: 173–74; Gökay, 1997:
137). Moskova Antlaşması, ikili ilişkilerde yeni bir başlangıç anlamı taşımama-
sına rağmen (Gökay, 1997: 143–44), ileride Türk-Sovyet ilişkilerinde atıfta bu-
lunulan temel metin olma niteliğini kazanacaktır (Tellal, 2001: 174).
Moskova Antlaşmasından Mudanya Mütarekesine değin (ikinci dönem),
savaşla diplomasinin iç içe geçtiği en bariz dönemdir. Bu dönemdeki ilk önem-
li olay, direnişi boğmak için baharda taarruza geçen ve bu konuda İngiltere’nin
itirazı ile karşılaşmayan Yunan ordusunun Nisan ayında İkinci İnönü muhare-
besinde tekrar yenilgiye uğramasıydı. Bu muharebede Türk ordusu daha açık
bir askeri başarı kazandı. Ankara’daki iktidarın gücü konusundaki şüpheleri
azaltan bu başarı, güneydeki durumu belirginleştirmek isteyen Fransa’yı An-
kara ile barış yapma arayışına yöneltti. İtilaf devletleri arasındaki farklılıklar-
dan yararlanmayı ilke edinen Ankara hükümeti, Moskova ile başlattığı işbirli-
ğine de zarar vermeksizin Fransa ile barış yapmakta istekliydi. Fransız temsilsi
Franklin-Bouillon ile Haziran 1921’deki görüşmeleri bizzat Mustafa Kemal
yürütmüştü. Tarafların isteklerinin karşılıklı ifade edildiği bu görüşmeler
(Fransızlar Bekir Sami Bey anlaşması temelinde, Ankara hükümeti ise Misak-ı
Milli temelinde barış istemiştir) Ekim’de imzalanacak anlaşmanın zeminini
hazırladı (Uzgel, 2001: 149).
Yunan ilerleyişinin ikinci defa durdurulması, Yunanistan vasıtasıyla Sevr
Antlaşması’nın hayata geçirilmesi konusunda İngiliz şüphelerini artırmıştı.
Savaş muhalifi kamuoyunun da baskısıyla İngiltere Nisan 1921’de Türk-Yunan
savaşında tarafsızlığını ilan etti. Bu ilan, İngiltere’nin Sevr antlaşmasında deği-
şiklik yapmaya önem verdiğinin bir göstergesiydi. Nitekim Haziran 1921’de de
itilaf devletleri Türk-Yunan savaşında arabuluculuk hazırlığı içindeydi. Ancak
değişen tavrına ilişkin İngiltere tarafından bilgilendirilmeyen Yunanistan, İngi-
liz siyasi desteğinin sürdüğünü zannederek askeri çözüm hazırlıklarını sür-
dürdü. İtilaf teklifleri kendisine ulaşınca da onları reddetti ve Temmuz’da taar-
ruz kararı aldı. Yunan ordusu Eskişehir-Afyon hattını geçerek Türk ordusunu
Sakarya nehrinin doğusuna çekilmek zorunda bıraktı. Bundan cesaret alan
Yunan hükümeti, Ankara’yı ele geçirmek ve böylece direnişi tamamen bitir-
mek istedi. İlerlemeye devam eden Yunan ordusu, 23 Ağustos’ta başlayan Sa-
karya muharebesinde başlangıçta başarılar kazandı ve Ankara yakınlarına
kadar ilerledi. Fakat şiddetli Türk direnişi ve zorlu tabiat şartları altında bir
süre sonra taarruz gücünü kaybetti ve 13 Eylül’de Eskişehir-Afyon hattına geri
çekilmek zorunda kaldı. Muharebede önemli kayıplar veren Türk ordusu da
Sakarya nehrinin batısında taarruzu sürdürecek güce sahip değildi. Böylece
askeri bakımdan pata durumu ortaya çıkmıştı. Ancak Sakarya muharebesi
Türk-Yunan savaşında inisiyatifin Türk tarafına geçtiğini gösterdiği için bir
dönüm noktasıydı (Gökay, 1997: 162–64). Bu durum Meclis hükümetine siyasi
alanda avantaj sağladı.
Sakarya muharebesinin en önemli siyasi sonucu Meclis hükümetinin siya-
si bir varlık olarak güçlendiğini ispatlamasıydı. İçerde, Temmuz’daki Yunan

206
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

ilerleyişi sonrasında Mecliste eleştirilere maruz kalan ve Meclisin önerisiyle


olağanüstü yetkilerle başkomutanlık görevini üstlenen Mustafa Kemal Paşa ve
ekibinin konumu güçlendi (Kinross, 1964: 284–85). Aynı zamanda Meclis Hü-
kümeti’nin dış dünyaya karşı kendine güveni ve dış dünyanın gözünde itibarı
arttı. Bu durum hem İtilaf devletleri hem de İslam dünyası22 ve Bolşevik Rusya
ilişkilerde gözlemlenebilir. İtilaf devletlerinden Fransa’nın Sakarya muharebesi
sonrasında Ankara ile anlaşmak konusundaki tereddütleri ortadan kalktı. 20
Ekim’de Ankara’da imzalanan anlaşma ile Suriye sınırı belirlendi. Hatay böl-
gesi Fransız yönetiminde kaldı, ancak burası için özerk yönetim öngörüldü.
Anlaşma ile Fransa, Ankara hükümetini resmen tanımış oldu; Fransa’ya ise
kimi ekonomik imtiyazlar verildi.23 Temmuz’da Anadolu’dan askerlerini ta-
mamen çeken İtalya’ya ilaveten Fransa’nın çatışma durumuna son verilmesi,
İngiltere’yi yalnız bıraktı.
Mart’ta dostluk antlaşması imzalanan Sovyet Rusya da Sakarya muhare-
besi sonrasında Ankara ile ilişkilerine daha fazla önem vermeye başladı. Ant-
laşma sonrasında Batum krizi, Ermenistan’la ilişkiler, kendi ekibi ile Sovyet
himayesinde bulunan ve Mustafa Kemal’e karşı daha güvenilir bir sol alterna-
tif olduğunu göstermeye çalışan Enver Paşa’nın konumu24 vb. nedenlerle bir
türlü istenilen boyuta ulaşmayan Moskova ile ilişkiler muharebe sonrasında
iyileşti. Rusya’nın önerisi ile Moskova Antlaşması’nın 13. maddesi hükmüne
uygun olarak, Kafkas cumhuriyetleri ile (artık hepsinde Bolşevik yönetimler
kurulmuştu) Kars antlaşması imzalandı. Antlaşma ile Moskova Antlaşmasında
belirlenen doğu sınırı teyit edildi. Bolşevik rejime sahip Ukrayna ile Ocak
1922’de imzalanan dostluk anlaşması da Rusya ile ilişkilerin düzeldiğinin di-
ğer bir göstergesi oldu. İyileşen ilişkiler Sovyet askeri ve mali yardımının akı-
şını hızlandırdı. Diğer taraftan Sakarya sonrasında Moskova ile ilişkilere yöne-
lik eleştiriler de görülmeye başladı. Türkiye’nin Batıya yaklaşarak Moskova ile
ilişkilerini dengeleme çabası da Moskova’da iyi yankı bulmadı. Bu gelişmele-
rin ikili ilişkilere yansıması, 1922 güzünden itibaren hissedilmeye başlayacaktır
(Gökay, 1997: 154–56; Kinross, 1964: 298).
Sakarya muharebesi sonrasında İngiltere’nin özünde Yunanistan’ı gözeten
tutumu değişmedi. Fakat Yunan askeri zaferi yoluyla Yakındoğu politikasını
hayata geçirmek yerine siyasi çözüm arama eğilimi güçlenmeye başladı. Yu-
nan Hükümetinin İngiltere’den yardım isteyen bir mektubunda uyardığı gibi,
Yunan yenilgisi İngiltere’nin Yakındoğu politikasının başarısız olması demekti.
Fakat güçlenen Ankara’nın Moskova ile ilişkilerinin derinleşmesi de İngiltere
için aynı ölçüde başarısızlık demekti. Bu nedenle İngiliz hükümeti hem Yuna-
nistan’ın onurlu çekilişini sağlayacak hem de Moskova’nın Anadolu’daki etki-

22 Lord Kinross, Sakarya muharebesi sonrasında Ankara hükümetinin İslam dünyasında itibarı-
nın arttığını, hatta Suriye’den Çin’e Doğu toplumlarındaki milliyetçilerin Türkiye’yi örnek
olarak görmeye başladığını belirtir (Kinross, 1964: 297).
23 Ekonomik imtiyazlar Bekir Sami Bey antlaşmasında tanınanlara benzer imtiyazlardı. Ancak
Bekir Sami Bey anlaşmasında kimi siyasi ayrıcalıklar da mevcuttu ve bu nedenle Misak-ı Mil-
li’ye aykırı bulunmuştu. Ekim 1921’de ise sadece ekonomik imtiyazlar yer aldı (Uzgel, 2001:
145, 148).
24
Enver Paşa faktörü için bkz. (Gökay, 1997: 84–85, 116, 151-54; Tellal, 2001: 163).

207
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

sini dengeleyecek bir çözüme ihtiyaç duydu. Böyle bir çözüm savaşla değil
diplomasiyle elde edilebilirdi. Bu çerçevede ilk olarak İngiltere Ankara Hükü-
meti ile 23 Ekim’de bir esir değişimi antlaşması imzalandı. Daha sonra İngilte-
re, bu anlaşmanın uygulanmasından doğan memnuniyet, Ukrayna ile Meclis
Hükümeti arasındaki dostluk antlaşması dolayısıyla artan Bolşevik etkisini
dengeleme kaygısı, Yunanistan’ın Anadolu işgalini sürdürmekte karşılaştığı
zorluklar vb. faktörleri dikkate alarak İtilaf devletlerini toplantıya çağırdı. Top-
lantı 22 Mart 1922’de Paris’te başladı. İtilaf devletleri taraflara ateşkes ilan
edilmesini ve Yunan ordusu Anadolu’dan çekilmesini önerdiler. Ayrıca barış
şartlarına ilişkin önerilerde de bulundular. Bunlar 1921’deki Londra Konferan-
sında sunulanlardan ileri olmakla birlikte Misak-ı Milli’yi karşılamaktan ol-
dukça uzaktı. İstanbul boşaltılacak ve İzmir Türklere verilecekti, fakat Ermeni
yurdundan vazgeçilmeyecek, ordu üzerinde sınırlamalar sürecek, adli ve eko-
nomik kapitülasyonla sadece yeniden düzenlenecek, savaş tazminatında uz-
laşma sağlanacak ve Kırklareli ile Edirne Yunanistan’a verilecekti. İçerde siya-
sal çekişmeler yaşayan ve askeri durumu iyi olmayan Yunanistan ateşkesi ka-
bul etti, fakat Anadolu’yu boşaltmayı ve barış önerilerini reddetti. Ankara ise
ateşkes ilanı ile birlikte Anadolu’nun hemen boşaltılmaya başlaması şartıyla
barış önerilerini görüşebileceğini belirtti. İtilaf devletleri bu şartı kabul etmedi.
İtilaf devletlerinin Türk-Yunan savaşına diplomatik çözüm çabaları sürdüyse
de başta İtilaf devletleri arasındaki görüş ayrılıkları nedeniyle bu çabalar Ma-
yıs ayında çıkmaza girdi (Fırat, 2001: 189–92; Sonyel, 1991: 244–57).
Doğu ve Güney sınırlarını güvence altına aldıktan sonra Batı cephesi üze-
rinde odaklanan Ankara hükümeti, hem doğudan asker ve cephaneyi batıya
aktarmak yoluyla hem de Bolşevik Rusya’dan gelen yardımla karşı taarruz için
hazırlıklarını 1922 yılı boyunca sürdürdü. Yine de askeri alanda açık bir üstün-
lük sağlanamamıştı. Bu durumu da dikkate alan BMM, Türkiye’nin Misak-ı
Milli temelinde bir barışa istekli olduğunu İtilaf devletleri yetkililerine, özellik-
le de İngilizlere, tekrar iletmek üzere Temmuz başında Dâhiliye Vekili Fethi
Beyi gayri-resmi olarak Avrupa’ya gönderme kararı aldı. Fethi Bey İngiliz Dı-
şişleri Bakanı Curzon’la görüşemedi. Daha sonra Curzon, Fethi Bey’in Türk
tezine yakın çevreler ile yaptığı görüşmeler ve savaş karşıtı yayınların da etki-
siyle bakanlığından diplomatlara görüşme yetkisi verdi. Bu görüşmelerde Fet-
hi Bey Misak-ı Milli temelinde bir barış durumunda Türk-İngiliz ilişkilerinin
gelişeceğini belirtti. Fakat Fethi Bey’in önerileri İngilizlerden karşılık bulmadı.
Zaten Fethi Bey’in İngiltere’ye varmasından hemen sonra (4 Ağustos) Avam
kamarasındaki konuşmasında Başbakan Lloyd George yeniden Yunanistan’ı
savaşmaya teşvik etmeye başlamıştı. Bu ortamda girişimin üst düzeyde yankı
bulması ihtimali çok düşüktü. Fethi Bey Ankara’ya gönderdiği telgrafta Yunan
ordusu kesin yenilgiye uğratılmadan İngiltere’nin uygun bir barışı engelleye-
ceğini, Yunanistan’ın büyük siyasi ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya oldu-
ğunu ve Yunan ordusunun moralinin düşük olduğu bir zamanda hareketsiz
kalınmaması gerektiğini bildirdi (Sonyel, 1991: 260–264; Jaeschke, 1991: 231–
33). Fethi Bey girişimi başarısız olması üzerine, olağanüstü yetkilerle başkomu-
tanlığı devam eden Mustafa Kemal, diğer komutanlarla yaptığı değerlendirme
toplantısı sonrasında taarruz kararı aldı. 26 Ağustos’ta başlayan Türk taarruzu,

208
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

30 Ağustos’ta Yunan ordusunun bozulması ile sonuçlandı. Eylül ayının ortası-


na kadar Anadolu’da Yunan işgali sona erdirildi.
Anadolu’da Yunan işgalinin bitişi, düşmanlıkların sona ermesi anlamına
gelmedi. Boğazlar, İstanbul ve Doğu Trakya hala işgal altındaydı. Orduda ve
Mecliste en azından 1914 sınırına kadar Trakya’nın (ve hatta krizin tırmanma-
sına tepki olarak Batı Trakya’nın) Yunan işgalinden kurtarılması için güçlü bir
istek mevcuttu. Ancak Trakya’ya ulaşabilmek için, Mondros’tan beri İtilaf dev-
letlerinin denetiminde olan ve onların tarafsız bölge ilan ettiği Boğazlar bölge-
sinden geçmek gerekiyordu. Ankara’nın Meriç nehrine kadar Yunan işgaline
son verilmesi ve Boğazlar bölgesinin geri verilmesi konusundaki kararlılığı
karşısında (Mustafa Kemal Paşa’nın Daily Mail gazetesi muhabiri Ward Price’a
verdiği 12 Eylül tarihli demeç25) İngiltere’nin Boğazlar bölgesini savunma ka-
rarlılığı (16/17 Eylül’de İngiliz başbakanının ve Sömürgeler Bakanının İngiliz
Dominyonlarına boğazların savunulması için asker gönderme çağrısı), Çanak-
kale krizi adı verilen krize yol açtı. Kriz, ay sonuna kadar tırmanarak Türkiye
ve İngiltere’ye ilaveten Sovyet Rusya ve Balkan devletlerinin de dâhil olduğu
uluslararası bir boyut kazandı. İngiliz hükümetinin tavrının temel iki sebebi,
İngiliz prestijini kurtarmak ve Türklerin Trakya’ya geçişini önlemekti. Ancak
İtilaf devletlerinden Fransa ve İtalya’nın boğazlar için savaşmak istemeyişi,
İngiliz Hükümetinin çatışma durumunda Sovyetler Birliği’nin Ankara lehine
çatışmaya müdahil olup olmayacağından emin olamayışı ve İngiltere kamuo-
yundaki savaş karşıtlığı İngilizlerin işini zorlaştırmaktaydı. Buna rağmen 30
Eylül’de Türklerin Boğazlar Bölgesine karşı topyekün harekâta geçeceği istih-
baratından hareket eden İngiliz hükümeti Ankara’ya ültimatom verilmesini
kararlaştırdı. Bu arada İzmir’de Mustafa Kemal ile görüşen Franklin-Bouillon
İtilaf devletleri dışişleri bakanlarınca imzalan ve silah bırakışması için konfe-
rans toplanmasını öneren muhtırayı sundu. Franklin-Bouillon, Türk talepleri-
nin barış yoluyla elde edilebileceği yönündeki kişisel görüşlerini de Mustafa
Kemal’e bildirmişti. İtilaf önerisine ilaveten, 30 Eylül’de beklenen çatışmanın
gerçekleşmeyişi ve İstanbul’daki İngiliz komutanı General Harrington’ın kişi-
sel inisiyatifini kullanarak ültimatomu Türk makamlarına iletmeyişi krizin
yumuşamasına katkıda bulundu. 1 Ekim’de tarafların silah bırakışması gö-
rüşmelerine başlamayı kabul etmeleriyle çözüm sürecine girildi. Görüşmeler 3
Ekim’de Bursa yakınlarında Mudanya kasabasında başladı. Mudanya görüş-
meleri, İtilaf devletlerinin İstanbul’daki generalleri ile Meclis Hükümeti adına
İsmet Paşa arasında yürütüldü. Görüşmeler Yunan ordusunun Trakya’da çeki-
leceği sınır çizgisinin ve Trakya’nın boşaltılmasına ilişkin hükümlerin belir-
lenmesindeki anlaşmazlıklar nedeniyle 11 Ekim’e kadar sürdü. Sonuçta, Türk-
Yunan savaşının sona erdirilmesi, Yunan ordusunun Meriç’in batısına çekil-
mesi fakat Karaağaç semtinin statüsünün barış antlaşması ile belirlenmesi,
barış yapılana kadar Trakya’da düzeni İtilaf devletlerinin koruması, İstan-
bul’un barış antlaşması sonrasında boşaltılması, Türk tarafının tarafsız bölgeye

25
Bu demeçte Mustafa Kemal, “İnanıyorum ki, Britanya milleti Türkiye ile ticaret ve dostane
münasebete yeniden başlayacaktır” ifadesiyle İngiltere ile anlaşmaya eğilimli olduğu mesajını
da vermişti. Demeci aktaran, Jaeschke, 1991: 256.

209
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

barış antlaşması yapılana kadar asker sokmaması konularında anlaşmaya va-


rıldı. Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması, Lloyd George’un Türkiye politi-
kasının tamamen iflası demekti ve onun istifasıyla sonuçlanan süreci tetikledi
(Gökay, 1997: 170–179; Kinross, 1964: 330–39; Sonyel, 1991, 269–279).
Mudanya’dan bir hafta sonra İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya, İsviç-
re’nin Lozan (Lausanne) şehrinde barış konferansı yapılması çağrısında bu-
lundular. Konferansa26 Türkiye (Ankara ve İstanbul hükümetleri), Yunanistan,
Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, ABD, Sovyet Rusya (Boğazlar rejimi konusunda),
Bulgaristan (Boğazlar rejimi ve Trakya sınırına ilişkin), Belçika ve Portekiz (son
iki devlet ticaret ve yerleşim konularında) davet edildiler. Konferans 21 Kasım
1922 başladı ve 4 Şubat 1923’te kesintiye uğradı; Konferansın ikinci dönemi 23
Nisan 1923–24 Temmuz 1923 tarihleri arasında gerçekleşti. Konferansa Türkiye
adına İsmet Paşa baş delege, Sağlık Bakanı Rıza Nur ve Hasan Bey [Saka] dele-
ge olarak katıldılar.
İtilaf devletlerinin Lozan’a hem İstanbul hem de Ankara hükümetini da-
vet etmesi, Türkiye’nin temsili sorununu gündeme getirdi. Artık Türkiye top-
rakları üzerinde iktidarın gerçek odağı haline gelen BMM, 1 Kasım’da Saltanat
ve hilafetin birbirinden ayrılmasına, saltanatın kaldırılmasına ve hilafetin
BMM tarafından belirlenecek bir kişi tarafından temsil edilmesine karar verdi.
Lozan Konferansı Türkiye açısından oldukça sıkıntılı geçti. Bir kısım sıkın-
tılar konferansın örgütlenmesi ve atmosferinden kaynaklanıyordu. Konferan-
sın başkanlığını İngiltere üstlendi. Kurulan komisyonların başkanlığına da
İtilaf devletleri temsilcileri getirildi. Önemli toprak sorunlarının görüşüldüğü
birinci dönemde başkanlığı İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon yürüttü.
Curzon Yakındoğu gelişmelerine hâkim bir diplomattı ve savaşın bitişinden bu
yana İngiltere’nin Yakındoğu politikasının başarısızlıklarından en azından bir
kısmını diplomasi yoluyla telafi etmeye istekliydi. Curzon’un çabalarıyla İtilaf
devletleri konferans başlamadan önce ortak bir tutum belirlediler; Konferans
boyunca da aralarında çok önemli görüş ayrılıkları olmadı. Curzon, başkanlığı
yürüttüğü dönemde İtilaf devletlerinin sözcüsü gibi davrandı. Mudanya’yı
değil Sevr’i esas alan bir yaklaşımla sorunları ele alma eğilimindeydi. Ayrıca
Curzon, kendisini medeni dünyanın temsilcisi olarak gören bir şahsiyetti. Cur-
zon, diplomasi alanındaki tecrübesini de Türk tarafını zorda bırakmak için
kullanmaktan çekinmedi. Türk tarafının işini zorlaştıran diğer bir faktör Türk
heyetinin diplomasi tecrübesinin zayıflığıydı. Kendisini “amatör diplomat”
olarak niteleyen Baş delege İsmet Paşa’nın tek diplomasi tecrübesi Mudan-
ya’daki görüşmelere katılmasıydı. Konulara ve ortaya çıkan sorunlara askerlik
mesleğinin mantığı ile bakmak eğilimindeydi. Hemen cevaplandırılması gere-
ken kimi konularda yazılı ve kısa cevaplar veriyordu. İsmet Paşa’nın başlıca
avantajları ise sabırlı kişiliği ve itirazlarını çoğu zaman ilkelere atıfta bulunarak
(özellikle egemenlik ilkesini görüşmelerde birçok defa ileri sürmüştür) yapma-
sıydı. Türk tarafı için bir başka sıkıntı kaynağı Ankara ile haberleşmede yaşa-
nan sorunlardı. Telgraf ile haberleşme hem zaman alıyordu hem de güvenli

26
Resmi adı “Yakın Doğu İşleri Konferansı” idi.

210
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

değildi. Türk şifrelerini kıran İngilizler birçok kritik konuda Türkiye’nin görü-
şünü önceden öğrenmek ve ona göre tavır belirlemek imkânına sahip olmuştu.
Son olarak, Trakya ve Boğazlar bölgesinin İtilaf işgali altında oluşu da Türk
heyeti için bir dezavantajdı (Oran, 2001c: 218–19; Sonyel, 1991: 299–302; Akyol,
2008: 353–61, 365–66; Kinross, 1964: 354–55).
Türk Heyeti görüşmeleri BMM tarafından belirlenen ve Misak-ı Milliyi
esas alan talimatlar doğrultusunda yürüttü. Başlıcaları şunlardı: Ermenistan’a
toprak verilmesi taleplerinin reddedilmesi, Musul vilayetinin Türkiye’ye ka-
zandırılması (İngiltere ile imtiyazlar görülebilir), Batı Trakya’da plebisit isten-
mesi, Doğu Trakya’da 1914 sınırının elde edilmesi, Suriye sınırının biraz güne-
ye çekilmesi, Ege’de kıyıya yakın adaların elde edilmesi, Boğazlar bölgesinde
yabancı askerin kabul edilmemesi, kapitülasyonların reddedilmesi, azınlıklar
sorununun nüfus mübadelesi yoluyla çözümü, Osmanlı borcunun ayrılan ül-
keler arasında paylaşımı ve Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kaldırılması, ordu
ve donanmaya sınırlama kabul edilmemesi, yabancı kuruluşlarının Türk hu-
kukuna tabi olmaları (Sonyel, 1991: 296; Oran, 2001c: 217). Lord Curzon ise
Mart 1922’de yapılan önerileri esas alan başlıca şu hususlar çerçevesinde barış
yapılmasını önerdi ve bunların çoğu için Fransız ve İtalyan onayını temin etti:
Batı Trakya’da plebisitin reddi, Doğu Trakya’da sınırın Meriç nehri olması,
Suriye ve Irak sınırının değişmemesi, Ege adalarının Yunanistan ve İtalya’ya
verilmesi, Boğazların askerden arındırılması, Türkiye’den savaş tazminatı is-
tenmesi ve Yunanistan’dan savaş tazminatı isteğinin reddi, Türk ordusu ve
donanmasına sınırlamalar getirilmesi, adli ve mali kapitülasyonlarda bazı de-
ğişiklikler yapılması, Osmanlı borçları ile ilgili hükümlerin İtilaf devletleri uz-
manları tarafından belirlenmesi, Azınlıklara uluslararası koruma sağlanması.
(Sonyel, 1991: 299–300).
Tarafların pozisyonlarındaki farklılık görüşmelerin zorlu geçeceğinin ilk
işaretiydi. İlaveten tarafların pozisyonlarına sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Türk
heyeti, özellikle de ikinci dönemde talimatta belirtilen hususlardan sapmaları
BMM’ye izah etmek durumunda olduğunun farkındaydı. Curzon ise İtilaf
dayanışması sürerse Türklere şartların kabul ettirilebileceği anlayışına sahipti
(Sonyel, 1991: 299). Bu ortamda süren görüşmeler, Konferansın başlamasından
itibaren birçok defa kesilme noktasına geldi ve nitekim Şubat 1923’te kesildi
de. Buna rağmen taraflar ikinci dönemde başlangıçtaki duruşlarından önemli
farklılıklar içeren bir uzlaşma metni27 (antlaşma ve antlaşmayı tamamlayan
toplam 17 belge; Boğazlar Sözleşmesi ve Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi en fazla
bilinenleridir) üzerinde anlaşabildiler. Antlaşmanın temel hükümleri şunlardı
(antlaşmanın başlıca hükümlerinin analizi için bkz Oran, 2001c: 223–37): Sınır-

27 Lozan Antlaşmasını imzalayan Avrupalı hükümetler antlaşmayı kendileri için bir başarı
olarak değerlendirdi. İsmet Paşa’ya göre de antlaşma ile egemenliği üzerindeki dış kısıtlama-
lardan kurtulmuş “mütenanis … bir vatan” elde edilmişti (aktaran Sonyel, 1991: 357). Türki-
ye’de antlaşmayı eleştirenler onu bazı konularda Misak-ı Milli hedeflerini gerçekleştirmekten
çok uzak olarak gördüler. Avrupa’da ise İngiliz, Fransız ve Amerikan basını büyük çoğunluk-
la anlaşmayı Türkiye için büyük bir başarı/zafer olarak nitelendirdi (Batı basınındaki değer-
lendirmeler için bkz Sonyel, 1989: 100–102). Antlaşma hakkındaki bu farklı değerlendirmeler
de antlaşmanın uzlaşma metni olduğunun iyi bir göstergesidir.

211
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

lar: Türkiye-Yunanistan sınırı Meriç nehrinin thalweg çizgisi olarak belirlendi.


Türkiye-Bulgaristan-Yunanistan sınır bölgesi karşılıklı olarak askersizleştirildi.
Suriye sınırı ve Doğu sınırları teyit edildi (Ankara ve Kars antlaşmalarında
olduğu şekliyle). İmzalanan metinlerde Sevr’den ve daha önceki barış teklifle-
rinden farklı olarak Ermenistan ve Kürdistan ile ilgili hiçbir hüküm yer almadı.
Boğazlar bölgesi yeniden belirlendi ve askersizleştirildi (bölge içinde yer alan
İstanbul’da 12 bin kişilik garnizon bulundurulmasına izin verildi) ; yönetimi
özerk Boğazlar Komisyonu’na bırakıldı. Boğazlardan ticari geçişte serbestlik
ilkesi kabul edildi. Savaş zamanında Türkiye’ye (savaşan taraf olması duru-
munda) düşman gemi ve uçaklarının, gerek ticari gerekse askeri olsun, geçişle-
rini istediği gibi düzenleme hakkı verildi. Türkiye’nin Irak sınırının belirlen-
mesi antlaşma sonrasına bırakıldı. Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan adaları hariç
Kuzey Ege adaları silahlandırılmamak şartıyla Yunanistan’a, Oniki Adalar
İtalya’ya verildi. Türkiye, İngiltere’nin Kıbrıs’ı ilhakını tanıdı. Kapitülasyonlar:
Her bakımdan kaldırıldı. Yabancılara geçici süreli bazı adli haklar verildi.
Azınlıkların korunması: Sadece Rum, Ermeni ve Musevi cemaatleri (gayrimüs-
limler) azınlık olarak tanındı. Onlara dini gereklerini yerine getirme, dillerini
konuşma, eğitim ve sosyal kurumlarını kurma, hayat ve özgürlüklerini koru-
ma ile ilgili haklar verildi. Aile hukuku ve kişisel statüleriyle ilgili konularda
kolaylıklar sağlandı. Verilen hakların Milletler Cemiyeti güvencesi altında ko-
runması kabul edildi. Aynı haklar Yunanistan’da oturan Müslüman azınlığa
da tanındı. Mali Hükümler: Osmanlı devlet borcu, ayrılan ülkeler arasında
paylaştırıldı. Türkiye kendisine düşen borcu ödemeyi taahhüt etti. Duyun-u
Umumiye Türkiye sınırları dışına çıkarılarak, Türkiye’nin ödediği taksitleri
alacaklılara ulaştırma görevi verildi. İtilaf devletleri Türkiye’den savaş tazmi-
natı istemekten, Türkiye de İtilaf devletlerindeki bazı varlıklarını talep etmek-
ten vazgeçti. Yunanistan, savaşta verdiği haksız zararların sorumluluğunu
kabul etti; tazminatın alınmaması karşılığında Karaağaç Türkiye’ye verildi.
İmtiyazlar: Osmanlı Devleti tarafından 29 Ekim 1914 tarihiden önce verilen
imtiyazlar geçerli sayıldı.
Lozan’da taraflar arasında uzlaşma sağlanmasını başlıca üç faktör kolay-
laştırmıştı. Birincisi, tarafların gerektiğinde çatışmayı göze aldıklarını belirt-
melerine rağmen anlaşmazlıkları tırmandırmaktan sakınmaları, diğerinin sa-
vaşı göze alabileceği tahmin edilen konularda geri adım atmaları ve nihayetin-
de barışın yapılmasına değer vermeleridir. Türk tarafının en hassas olduğu
konular, Ermenistan’a toprak verilmesi ve kapitülasyonlardı. Türk heyetine
verilen talimatta bu iki konuda sorun çıkarsa Ankara’ya danışılmadan görüş-
meleri kesme yetkisi verilmişti (Oran, 2001c: 218). Ermenistan konusunu gün-
deme getiren İtilaf devletleri, Türk itirazı karşısında geri adım attılar. Kapitü-
lasyonlar, görüşmelerin kesilmesinin temel nedeni olmasına rağmen ikinci
dönemde Türk tarafının dile getirdiği güçlü argümanlar (Osmanlı döneminde
Batı tarzı birçok hukuki düzenleme yapıldığı, hukuk önünde eşitliğin daha da
güçlendirileceği, egemenlik vb.), Chester imtiyazı ve Türkiye’nin ekonomik
işbirliğini geliştirme çağrısı (Ocak 1923) sonrasında ABD’nin Türk tezine yakın
tavrı, kimi al-verlerin gerçekleşmiş olması, kapitülasyonlar için en fazla dire-
nen Fransa’nın kamuoyunun bu konuda çıkacak bir savaşa karşı oluşu ve Türk

212
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

tarafının kararlılığı uzlaşma sağlanmasına yardımcı oldu. İngiltere’nin en has-


sas olduğu iki konudan Musul meselesinde İngilizlerin savaşı başlatabileceği
tahmininde bulunan Türk tarafı, sorunun çözümünü antlaşma sonrasına bı-
rakmayı (bu, Musul’un kaybedileceğinin ilk işaretiydi) kabul etti. Boğazların
statüsü konusunda ise, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin tam egemenliği ve
Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin geçiş rejimini belirlemesi gerektiği görüşü-
nü savunmasına rağmen (Türkiye bu görüşü 1921 Moskova Antlaşması ile
kabul etmişti), İngiliz tezi olan geçiş serbestliği ilkesini (kimi sınırlamalar ile
birlikte), Boğazlar bölgesinin askerden arındırılmasını ve Boğazlar Komisyonu
kurulmasını kabul etti. Türkiye hem Sovyetlerin Karadeniz’de çok fazla güç-
lenmesinden çekinmişti hem de kapitülasyonlar konusunda İngiltere’nin Fran-
sa ve İtalya’ya vermesi beklenen desteği zayıflatmayı amaçlamıştı (Gökay,
1887: 188–94; Kinross, 1964: 369–70; Sonyel, 1991: 301–57).
İkincisi, Yunan işgalinin sona erdirilmesi sonrasında İslami ve sol söyle-
min zayıflaması, buna karşılık Batı idealinin tekrar öne çıkmasıydı. Lozan Kon-
feransı döneminde hem içerde Osmanlı döneminde başlatılan Batı tarzı re-
formların yeniden yapılmaya başladığı ve ileride devam edeceği ifade edilerek,
hem de uluslararası kümeleşmede Batı yanında olmak tercih edileceği mesajla-
rı verilerek İtilaf devletlerinin Türkiye’ye karşı tavrı yumuşatılmaya çalışıldı.
Reformların başladığı ve süreceği argümanı özellikle kapitülasyonlar görüşü-
lürken Türk tarafınca kullanıldı.28 Dış politikanın yönelimi ile ilgili mesajlar ise
daha dikkati çekiciydi.29 Örneğin, Konferansın kesildiği dönemde yapılan İz-
mir İktisat Kongresinde kapitülasyonların kaldırılması istenmiş ve liberal ikti-
sadi düzen benimsenmişti. Verilen mesaj, egemenliği tam olarak tesis edilmesi
şartıyla, yeni kurulan devletin dış politikada “anti-sistem” olmayacağı ve Sov-
yetlerin yanında değil Batının yanında yer alacağıydı. Zaten Sovyetlerle ilişki-
lerde 1922 yılı sonunda soğukluk yaşanmaktaydı (Oran, 2001c: 218; Gökay,
1997: 184–87). Boğazların statüsü görüşülürken Sovyet tezi yerine Batı tezine
yakın durulması da Batı ile yakınlaşma isteğinin diğer bir ifadesiydi. Türki-
ye’nin dış politikada Batıya yakınlaşma çabaları İngilizleri etkilemiş ve dolayı-
sıyla Konferansın genel gidişatına olumlu yansımış olabilir. Çünkü Mondros
Mütarekesi sonrasında Türk toprakları üzerinde istediği türden düzen kura-
mayan İngiltere, şimdi yeni Türk devletinin Bolşevik Rusya ile Orta Doğu ara-
sında tampon işlevi görebileceğini düşünmekteydi (Gökay, 1997: 189).

28
Örneğin Rıza Nur saltanatın kaldırılmasının aynı zamanda devletin teokratik yapısının de-
ğişmesi anlamına geldiğini Lozan görüşmelerinde söylemişti. Kanun önünde eşitlik ilkesini
esas alan düzenlemelerin de yapılacağı görüşmelerde belirtilmişti (Akyol, 2008: 406–411).
29
Dış politikada Batıya yönelimin en azından bazı işaretleri Milli Mücadele döneminde de
mevcuttu. Mili mücadele Batılı devletler ve onların desteklediği Yunanistan ve Ermenistan’a
karşı bir mücadele olsa da Avrupalı büyük devletlerle ilişkilerin önemi hiçbir zaman redde-
dilmemişti. Milli mücadele dönemi Türk-Sovyet ittifakı da ortak değerlerin paylaşılması yeri-
ne stratejik değerlendirmeler ve ortak düşmana karşı çıkar birliği üzerine kurulmuş bir ittifak-
tı. İslam dünyası ile dayanışma da İslam birliği amacı gütmeyen, işgal altındaki toplumlar
arasında görülebilecek doğal bir dayanışmaydı; en azından lider kadro tarafından böyle anla-
şılmıştı. Yine Mili Mücadele döneminde, İTC’nin Birinci Dünya Savaşında başvurduğu ve her
ikisinden de Batının rahatsız olduğu Pantürkizm ve Panislamizm politikaları reddedilmişti;
Anadolu hareketinin İttihatçı olmadığı söylenirken kastedilen de esas olarak bu iki dış politi-
ka yaklaşımının reddedilmesiydi.

213
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Son olarak Konferans döneminde içerde süren siyasi tartışmalar ve çeşitli


gelişmeler dış politika ile doğrudan alakalı olmamakla birlikte Batı ile uzlaşma
temelinde bir barışın kabulünü kolaylaştırma işlevi gördü.30 Çünkü ilk Meclis
Milli Mücadele dönemi şartları gereği çok farklı sosyal kesimlerden üyeleri
barındırıyordu; dolayısıyla disiplin zayıf ve yönlendirmesi zordu. Bu Meclis,
Şubat-Mart 1923’teki Lozan müzakerelerinde açıkça gösterdiği gibi, Misak-ı
Millinin katı bir yorumunu benimsemişti. Kısacası bu Meclisi barış için fe-
dakârlıklara ikna etmek zordu (Tunçay, 1999: 42). Hâlbuki bu tarihte, barış
olacaksa uzlaşmanın gerekeceği ve Misak-ı Milli’nin bir miktar gerisinde kala-
cak bir metnin imzalanacağı belli olmuştu (Sonyel, 1991: 335–36). İç politikada
yaşanan gelişmeler Meclisin yenilenmesi kararı ile sonuçlandı. Yeni seçimler
ile daha mütecanis ve yönetilebilir bir Meclis oluşturuldu. Lozan Antlaşması
bu Meclis tarafından, Birinci Meclisteki kadar olmasa da yine tartışılarak onay-
landı.31
SONUÇ
Milli Mücadele, İngiltere öncülüğündeki İtilaf devletlerinin Mondros Mü-
tarekesi sonrasında Osmanlı Devletine sert bir barışı kabul ettirmek ve böylece
onu cezalandırmak politikası gütmelerine bir tepki olarak doğdu. İngiltere,
Mondros ile hem Anadolu’da hem de Kafkaslarda kendi emperyal amaçlarına
hizmet edecek bir düzen oluşturma fırsatı elde etmişti. İngiltere, Birinci Dünya
Savaşı sonrası dünya siyasetini yönlendirmekte karşılaştığı iç ve dış güçlükleri
(özellikle ekonomik zorluklar, sosyal sorunlar, asker temininde karşılaşılan
güçlükler, kamuoyunda savaş karşıtlığı ve sömürgelerde güçlenen milliyetçi-
lik) dikkate alarak kapsamlı askeri denetime girişmedi (Boğazlar Bölgesi hariç).
Bunun yerine Kafkas devletlerini destekleyerek Rusların bölgeye hâkimiyetini
engellemeye çalıştı. Anadolu’da ise zayıf bir Osmanlı Devleti, İtilaf devletlerine
ait nüfuz alanları, doğu’da büyük Ermenistan ve özerk Kürt bölgesi düşünül-
dü. Paris Barış Konferansında İngiltere, Anadolu’daki düzenin Yunanistan
vasıtasıyla gerçekleşmesini uygun buldu ve Yunanistan’ın İzmir ve çevresini
işgaline izin verilmesi konusunda diğer İtilaf devletlerini ikna etti. Yunan işga-
li, direnişin yaygınlaşması yönünde güçlü bir istek doğurdu. Bu isteği teşvik
eden ve yönlendiren Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde direniş,
Sivas Kongresi kararları ile ülke çapında örgütlendi. Direniş hareketinin gide-
rek güç kazanması, İstanbul hükümetini etkilemesi, son Osmanlı meclisine

30
İç politikadaki gelişmeler, Milli Mücadelenin sonlarına doğru Mecliste ortaya çıkan Birinci ve
İkinci gruplar arasındaki mücadele şeklinde özetlenebilir. Gruplar arasındaki başlıca tartışma
konuları, Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerinin devamı, Birinci Grubu partiye dönüştürme ça-
bası, İkinci Grubun kişisel özgürlüklere ilişkin bir kanunu çıkarma başarısı, İkinci Grup men-
subu Ali Şükrü’nün öldürülmesi gibi konulardır (bkz. Tunçay, 1999: 39–44). Gerek Birinci
grubun Halk Fırkası’na dönüştüğünü açıklayan Beyanname’de, gerekse İkinci Grubun prog-
ramında, Beyanname’deki egemenliğe sınırlama getirmeyen bir barış isteği hariç, dış politika
ile ilgili hiçbir ifadenin yer almayışı da gruplar arası mücadelenin özünde dış politika üzerin-
den olmadığı değerlendirmesini destekler (metinler için bkz. Tunçay, 1999: 364–68).
31
Mete Tunçay’ın ifadesiyle “ilk dönem Meclis’indeki muhaliflerin tekrar seçilmemelerine özel
çaba gösterilmesine karşın, [Hükümet] yeni Meclis’e bir türlü egemen olamamıştır” (Tunçay,
2008: 51).

214
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

Misak-ı Milli’yi benimsetmesi vb. nedenlerle İtilaf devletleri İstanbul’u resmen


işgal ettiler ve cezalandırıcı barış anlaşmasının yapımına öncelik verdiler. İs-
tanbul’un işgali ve daha sonra Sevr antlaşması da, Yunan işgalinin başlama-
sında olduğu gibi direniş hareketini zayıflatmak yerine Ankara’da Meclisin
açılmasını ve Meclis Hükümetine yaygın destek verilmesini kolaylaştırdı.
Heyet-i Temsiliye ve Meclis Hükümeti dış ilişkilerini Milli Mücadelenin
hedeflerine ulaşmak için seferber etti; bu doğrultuda çok boyutlu ve uluslara-
rası dengeleri gözeten bir dış politika izledi. Dış dünya ile işbirliği açısından
Bolşevik Rusya ve İslam dünyası önem kazandı. Rusya ile ilişkilerde amaç
para ve savaş malzemesi yardımı ve diplomatik destek elde etmekti. Ancak
Bolşevik ideolojisinin Anadolu’da taraftar kazanmasından ve Sovyet desteğini
alan grupların iktidara gelmek istemesinden kaygı duyuldu. Bolşevikler ise
Meclis hükümetinin bir şekilde Batı ile anlaşabileceğinden kaygı duydu. Bu
kaygılara rağmen ortak düşman olgusu, tarafların resmi düzeyde işbirliğini
mümkün kıldı. Moskova, Ankara’nın en önemli mali ve askeri yardım kaynağı
oldu; karşılığında Ankara Kafkas devletlerinde Bolşeviklerin iktidara gelmesi-
ni destekledi ve Çarlık Rusya’sı sınırları içinde yaşayan Müslüman halkaların
Bolşevikleri desteklemesini kolaylaştırdı. İslam dünyası ile dayanışmaya mad-
di yardımdan çok İtilaf devletlerinin sömürgelerde işini zorlaştırmak, böylece
İtilaf devletlerinin katı tavrını azda olsa yumuşatmak bakımından önem veril-
di. Ayrıca Musul bölgesinde çeşitli girişimler yürütülerek ve Suriye’deki milli-
yetçilerle ilişki kurularak işgalci İngiltere ve Fransa zor durumda bırakılmaya
çalışıldı. Savaş kazanıldıktan sonra Sovyet Rusya ve İslam dünyası ile ilişkilere
yapılan vurgu zayıflamaya başladı.
Moskova Antlaşması ve Fransa ile güneyde geçici uzlaşma ile birlikte Mili
Mücadele, Yunan işgaline son verilmesi üzerinde yoğunlaştı. Sakarya muhare-
besindeki galibiyet Meclis Hükümetinin içerde ve dışarıda konumunu güçlen-
dirdi. Ekim 1921’deki Ankara ve Kars antlaşmaları sonrasında İngiltere’nin
Yunanistan vasıtasıyla Anadolu’daki politikasını uygulamaya inancı zayıfladı.
İngiliz hükümeti diplomatik çözüm arayışına girdi. Bu çerçevede İtilaf devlet-
leri Mart 1922’de Sevr antlaşmasında kısmi iyileştirmeler öngören önerilerde
bulundular. Aralık 1921-Ağustos 1922 tarihleri arasında İngiltere ile çeşitli dü-
zeylerde kurulan resmi ve gayri-resmi temaslarda Türkiye, İngiltere ile ilişkile-
re değer verdiği ve Bolşeviklerle ilişkilerini gözden geçireceği mesajlarını ver-
di. Fakat bu çabalar olumlu sonuçlanmadı. Taarruza geçen Türk ordusu Ağus-
tos 1922’de Yunan ordusunu kesin yenilgiye uğrattı. İtilaf devletleri ile yapılan
görüşmelerde Trakya’nın da boşaltılması kabul edilince silah bırakışması an-
laşması (Mudanya Mütarekesi) imzalandı.
Barış görüşmeleri, silah bırakışmasından kısa bir süre sonra başladı. Zorlu
ve uzun geçen Lozan barış müzakereleri sonrasında, Türkiye ve İtilaf devletleri
bir uzlaşma metni olan Lozan Antlaşmasını imzaladılar. Görüşmeler döne-
minde Türkiye, egemenlik haklarını tanıyan bir barış yapılması durumunda
revizyonizmi reddeden ve Batı ile iyi ilişkiler kurmayı hedefleyen bir ülke ola-
cağını gösterdi. Lozan uzlaşması ile birlikte Batı ile ilişkilerin gelişmesi yönün-
de bir adım daha atılmış oldu. Ancak nüfus mübadelesinin uygulanmasından

215
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

doğan sorunlar ve Musul meselesi, Batı dünyası ile ilişkilerin iyileşmesini ge-
ciktirecektir. 1920’lerde Avrupa sisteminden kısmen soyutlanan Türkiye ve
Sovyetler Birliği arasındaki iyi ilişkiler ise İkinci Dünya Savaşının öncesine
kadar devam edecektir.

KAYNAKÇA

AKYOL, Taha (2008). Ama Hangi Atatürk, İstanbul, Doğan Kitap.


ARI, Tayyar (2004). Geçmişten Günümüze Orta Doğu, İstanbul: Alfa Basım Yayım.
BAYUR, Yusuf Hikmet (1995). Türkiye Cumhuriyetinin Dış Siyasası, Ankara, Türk Tarih Ku-
rumu.
DERİNGİL, Selim (1994). Denge Oyunu, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
GÖKAY, Bülent (1997). Bolşevizm ile Emperyalizm Arasında Türkiye (1918–1923), İstanbul,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
HOBSBAWM, Eric (1994). Age of Extremes the Short Twenteeth Century 1914–1991, Londra,
Michael Joseph.
JAESCHKE, Gotthard (1991). Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara, Türk Tarih
Kurumu.
KINROSS, Lord (1964). Atatürk The Rebirth of a Nation, Londra, Weindenfeld and Nicolson.
SONYEL, Salahi R. (1989). Atatürk-The Founder of Modern Turkey, Ankara, Türk Tarih Kuru-
mu.
SONYEL, Salahi R. (1995). Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, cilt: I, Ankara, Türk Tarih
Kurumu.
SONYEL, Salahi R. (1991). Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, cilt: II, Ankara, Türk Tarih
Kurumu.
TUNÇAY, Mete (1999). Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923–1931),
3. baskı, Ankara, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
TUNÇAY, Mete (2008). Eleştirel Tarih Yazıları, Ankara, Liberte Yayınları.
ZÜRCHER, Erik Jan (1987). Milli Mücadelede İttihatçılık, Ankara, Bağlam Yayıncılık.
ZÜRCHER, Erik Jan (1995). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları.
ORAN, Baskın (2001). Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorum-
lar, c. I, İstanbul, İletişim Yayınları.
AKDEVELİOĞLU, Atay ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer (2001). “Arap Olmayan Ülkelerle İlişki-
ler”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstan-
bul, İletişim Yayınları, s. 204–212.
FIRAT, Melek (2001). “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul, İletişim Yayınları, s.178–193.
FIRAT, Melek ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer (2001). “Orta Doğu’yla İlişkiler”, s. 194–204.
ORAN, Baskın (2001a). “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 97–112.

216
8. Bölüm: Milli Mücadele’nin Başlangıcından Lozan Barış Antlaşması’na Dış Politika / M. Faruk ÇAKIR

ORAN, Baskın (2001b). “Sėvres Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 113–138.
ORAN, Baskın (2001c). “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 215–238.
TELLAL, Erel (2001). “Sovyetlerle İlişkiler”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 154–177.
UZGEL, İlhan (2001). “Batı Avrupa İle İlişkiler”, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bu-
güne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 139–154.

217
9. Bölüm: 1923-1929 Dönemi Türkiye’de İç Politika / Yılmaz Çolak

9. BÖLÜM
1923–1929 DÖNEMİ TÜRKİYE’DE İÇ POLİTİKA

Yılmaz ÇOLAK∗

Bu bölümde 1923-1929 yılları arasında Türkiye’nin iç politik yapısında


meydana gelen gelişmeler incelenmektedir. Cumhuriyet tarihinin bu ilk yedi
yılı, İmparatorluk düzeninden Cumhuriyet rejimine geçiş sürecinin tamamlan-
dığı ve ulus-devlet yapılarının oluşturulduğu bir döneme tekabül etmektedir. Bu
dönem zarfında, yeni bir hukuki, siyasi, toplumsal ve ideolojik zemin şekillen-
dirmek için radikal reformlar yapılmıştır. Amaç yeni bir devlet yapısı ve yeni bir
rejim ve hatta yeni bir toplum oluşturmaktı. Bu nedenle, iç politikadaki değişim
ve dönüşümler, iktidar mücadeleleri ve ayrışmaların analizi daha sonraki dö-
nemleri anlamamız ve değerlendirmemiz açısından çok önemlidir.
İKİNCİ MECLİS, HALK FIRKASI VE MUHALEFETİN DURUMU
1923’te gelişen en önemli siyasi olaylar; yapılan seçimler ile İkinci Meclis’in
oluşması, Lozan Antlaşmasının imzalanıp Türkiye Büyük Millet Meclisi (BMM)
tarafından onaylanması, Halk Fırkası’nın (HF) kurulması ve Cumhuriyet’in ilan
edilmesidir. Kurtuluş Savaşından zaferle çıkılması, Saltanatın kaldırılıp fiilen
Osmanlı İmparatorluğu’na son verilmesi, zaten siyaseten Ankara Hükümeti’ni
ülkenin tek hâkimi yapmıştı. Fakat 1923’ün ilk aylarından itibaren siyasi iktida-
rın nasıl şekilleneceği tartışmaları farklı eğilimdeki devlet adamları arasında,
özellikle Kurtuluş Savaşı liderleri arasında başladı. Birinci Meclis’te bulunan
hâkim iki grubu oluşturan, liderliğini M. Kemal’in yürüttüğü, ağırlıklı olarak
reformcu ittihatçıların oluşturduğu Birinci Grup ve daha ılımlı liberal ve muha-
fazakârların oluşturduğu İkinci Grup arasında bu sürtüşme çok net bir şekilde
kendisini hissettiriyordu. Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer komutanı olarak M. Ke-
mal Paşa, oluşan prestijini ve gücünü siyaseten de sağlamlaştırmak istiyordu.
Bunu ilk etapta kendi hâkimiyetindeki Birinci Grubu siyasi bir partiye dönüştü-
rerek gerçekleştirmeye çalıştı. Bu konudaki niyetini 1923’ün ilk aylarında belli
etmişti; hatta kendi kuracağı partinin toplumdaki bütün zümreleri kucaklayaca-
ğı ve ayrımcılık yapmayacağını belirtmiş ve ismini bile HF olarak zikretmişti
(Tunçay 1999: 40–42).1


Prof. Dr., Güvenlik Bilimleri Akademisi
1 Nisan 1923’te seçim kararı alındıktan kısa bir sure sonara, M. Kemal Paşa Meclis’teki Grubu-
nun HF’na dönüşeceğini açılayan Dokuz Umde bildirisini yayımladı. Bunlar; 1. Ulusal ege-

219
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Siyasi arenadaki tartışmalı ortam, TBMM’deki farklı eğilimlerin varlığı ve


bunun özellikle Lozan görüşmeleri sonucunda oluşacak muhtemel bir antlaş-
manın Mecliste kabul edilmemesi sonucunu doğurma ihtimali Mustafa Kemal
ve arkadaşlarını TBMM seçimini yenilemeye yöneltti. Sonunda, 1923’ün Nisan
ayında seçimin yinelenmesi kararı alındı.2 TBMM’nin yeni dönemi için yapılan
iki turlu seçimlerde, Mustafa Kemal Birinci Grup mensuplarının seçilmeleri için
yoğun bir çaba harcamış ve bunda da muvaffak olmuştu; seçimi Mustafa Ke-
mal’in adayları büyük çoğunlukla kazandılar (Çavdar 2005: 277; Tunçay 1999:
46–48). Bu güdümlü seçimlerde sadece İkinci Grup üyeleri (ki bu grubun önemli
isimlerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey seçimlerden önce Mart 1923’de
öldürülmüştü) elenmemişti; ayrıca potansiyel muhalefet oluşturabilecek eski
İttihat ve Terakki ileri gelenleri de elenmişlerdir. Amaç sert bir muhalefetin ol-
madığı, büyük ölçüde lidere, sadık bir meclis yapısı tesis etmekti. Ne var ki, sa-
dece Gümüşhane milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu) muhalif olarak kalmasına
rağmen, “ikinci dönem başlarında da (ilk bir buçuk yıl boyunca) bütünüyle uy-
sal bir meclis yaratılamamıştır” (Tunçay, 1999: 49). İkinci Meclis, TBMM’nin
ikinci dönemi, 11 Ağustos 1923 tarihinde toplandı. Meclis Başkanlığına Mustafa
Kemal Paşa, İkinci Başkanlığa Ali Fuat Paşa seçildiler. Lozan görüşmeleri sıra-
sında İsmet Paşa ile sürekli sürtüşme halinde olan Başbakan Hüseyin Rauf
Bey’in yerine Ali Fethi Bey başbakan oldu. Ayrıca, yeni kabinede İsmet Paşa
Dışişleri Bakanı ve Kazım Paşa Milli Savunma Bakanı olarak kendilerine yer
buldular. Yeni meclisin ilk önemli işi, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lo-
zan Barış Antlaşması’nı 23 Ağustos’ta onaylamak oldu.
Ayrıca, 1923 yılının önemli siyasi gelişmelerden birisi de, Mustafa Kemal
Paşa’nın seçimlerden önce ilan ettiği gibi, 1924 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası
adını alacak olan HF’nın 9 Eylül günü kurulmasıdır. Fırka’nın kabul edilen tü-
züğüne göre, ilk etapta HF demokratik ve özgürlükçe bir zemine oturtulmuş
gibi gözükmektedir. Bu vurgu, HF’nın amacı olarak demokrasi, çağdaşlaşma ve
hukuk devleti olduğunu belirten ilk maddede rahatlıkla gözlenmektedir.3 HF ve

menliğe bağlılık, 2. Saltanatın kaldırılması kararının değişmezliği, 3. İç güvenlik ve asayişin


sağlanması, 4. Mahkemelerin hızlı işlemesi, 5. Alınacak ekonomik ve toplumsal tetbirler- on
madde halinde, 6. Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması, 7. Yedek subaylara, malûl gazilere,
emeklilere, dul ve yetimlere yardım, 8. Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan kamu görevle-
rinde yararlanılması, 9. Bayındırlık meseleleri için paydaşlıkların kurulmasının sağlanması ve
kişisel girişimlerin kollanmasıdır (Tunçay 1999: 44-45).
2
Seçim kararı üye tam sayısının 2/3 çoğunluğu ile alınması gerekirken, basit çoğunlukla alın-
mıştır. Ayrıca Geçici Seçim Yasasında 3 Nisan 1339 (1923) 320 sayılı kanunla elli bin kişi yeri-
ne yirmi bin kişiye bir milletvekili düşecek şekilde ve seçmen yaşının 25’den 18’e indirilmesi-
ne yönelik bazı değişiklikler yapılmıştır (Tunçay 1999: 44).
3 Parti tüzüğünün ilk yedi maddesi şöyledir: Birinci; demokrasi, çağdaşlaşma ve hukuk devleti,
İkincisi; sınıflar-üstü bir halkın iradesinden hareketle her çeşit ayrıcalığa itiraz edilmektedir,
Üçüncüsü; HF’na her Türkün ve dışarıda ikamet eden Türk vatandaşlığına sahip olup veya
olmayan, Türklüğü ve kültürünü benimsemiş tüm vatandaşların üyeliğinin kabûludur, Dör-
düncüsü; HF üyelerinin tüzük ve izlenceye uyma yükümlülüklerini hatırlatmakta, ve de parti
kongrelerinde bu zorunlulukların özgürce mücadele haklarına sahipdirler, Beşincisi, Parti
Genel Başkanı, milletvekilleri arasından Büyük Kongrece seçilecektir, Altıncısı; genel ilkelere
karşı olan üyelerin divan kararıyla üyelikten çıkarılacağından bahseder, Yedincisi; mevcut

220
9. Bölüm: 1923-1929 Dönemi Türkiye’de İç Politika / Yılmaz Çolak

üst düzey örgütlenmesi milletvekillerinden oluşmakta idi. HF, kuruluşunun ilk


günlerinden itibaren on ay süren Ali Fethi Bey hükümetine yönelik eleştirel bir
tutum içine girmiştir. Hükümet, birçok önemli konuda Meclis’te ve Parti gru-
bunda bu eleştirilere yenik düşmüştür. Bunlardan en belirgin olanı; Ali Fethi
Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın da isteğiyle, başbakanlığının yanı sıra yürüttüğü
içişleri bakanlığı görevinden çekilerek yerini Ferit (Tek) Bey’e devretmeyi,
TBMM İkinci Başkanlığından 23 Ekim’de ayrılan Ali Fuat Paşa’nın yerine de
Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’in seçilmesini istemesiyle ortaya çıktı. Ne var ki
Halk Fırkası Grubu, 25 Ekim’de, bu adayların yerine İkinci Başkanlığa İstanbul
mebusu Rauf Bey’i, İçişleri Başkanlığına da Erzincan mebusu Sabit Bey’i seçti.
Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa ve yakın çalışma arkadaşları tepki
göstermiş ve 26 Ekim Cuma günü Heyet-i Vekileyi, başbakan ve bütün bakanla-
rı, istifa ettirmek suretiyle bir siyasi bunalım çıkmasını sağlamış oldu (Alpkaya,
1998: 77–83).
Bu bunalım ortamında, Mustafa Kemal Paşa bir tartışmaya mahal verme-
den en önemli hedefi olan Cumhuriyet’in ilanını gerçekleştirmiş oldu. Cumhuri-
yet 29 Ekim günü ilan edildi. Mustafa Kemal Paşa ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhuriyet ilanı ilk anda tartışmaları sona erdirir gibi olmuştur ve Meclis’in
büyük ekseriyetinin desteğini de almıştır. Hemen ertesi günü Halk Fırkası Gru-
bu toplantısında Hükümet krizi de çözüldü ve İsmet Paşa başkanlığında yeni bir
hükümet kuruldu. İsmet Paşa Başbakan ve Dışişleri Bakanı, Ali Fethi Bey de
TBMM Başkanı oldu. Ayrıca Mustafa Kemal, başbakanlığın yanı sıra İsmet Pa-
şa’yı vekâleten HF’nı yönetmekle de görevlendirdi. Meclis’teki HF Grubunu
kontrol etmek içinde İsmet Paşa, Ali Fethi Bey’in yerine Meclis Grubu Reisliğine
getirildi. Daha sonra HF yeniden bir yapılanmaya gitmiş, 20 Kasım 1923 tarihin-
de Mustafa Kemal, HF liderliğinden ayrılmış ve yerine İsmet Paşa’yı geçirmiştir.
İsmet Paşa bu sıfatla bir bildiri yayımlayarak bütün Müdafaa-i Hukuk teşkilatla-
rının HF’nın içine alındığını ilan etti. Ardından çeşitli atamalar ve değişiklerle
HF’nda ciddi değişiklikler olmuştur.
İkinci Meclis hem yapısı hem de buna paralel olarak ideolojisi yeni bir anla-
yışa doğru yönelim anlamında Birinci Meclisten ciddi farklılar arz etmekteydi.
İkinci Meclis yapısına baktığımızda muhalif diye bilinen mebusların dışarıda
bırakıldığını ve yeni oluşan meclisin mensuplarının nerdeyse tamamının HF’nı
ve Mustafa Kemal Paşa’yı destekleyen isimler oldukları görülür. İkinci Meclis,
öncelikle Lozan anlaşmasını tasdik etti ve daha sonra Cumhuriyet’i ilan etmek
suretiyle daha önceden kaldırılan saltanat rejimine resmen son verdi. Aşağıda
değinildiği gibi, 1924 yılının Mart ayında da, Halifeliğin kaldırılması, Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’nun kabulü, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması gibi bir dizi
düzenleme ile de dini olanın devlet üzerindeki etkisi ve kontrolü kaldırıldı. Yeni
rejim artık cumhuriyet anlayışına dayanmaya ve meşruiyet kaynağını da “Türk
halkı” olarak vurgulayan milliyetçilik anlayışı oluşturmaya başladı.
Siyasi hayatta, Ankara’nın 13 Ekim tarihinde yeni başkent olarak ilan edil-
mesi ile başlayan sürtüşme, Teşkilat-ı Esasiye tartışmaları ve Hükümet Bunalımı

genel ilkeler ancak Büyük Kongre’nin üçte iki oy çokluğuyla değiştirilebilir (Çavdar 2004: 284-
85).

221
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ile sürmüş, Cumhuriyet’in ilanı ile doruk noktasına çıkmıştır. Bu gelişmeler ya-
vaş yavaş İstanbul gazetelerinde bir muhalefetin oluşmasına yol açmıştır (Alp-
kaya, 1998: 74). Ağustos ayında Ankara’dan ayrılmış olan Rauf Bey’in 12
Ekim’de İstanbul’da Refet Paşa ile buluşup çeşitli “makamlara” ziyaretlerde
bulunması ve daha sonra Kazım Karabekir Paşa’nın da onlara katılması ile İs-
tanbul’da ciddi bir muhalif kanadın oluşmasının haberini veriyordu. Ortaya
çıkan bir kutuplaşmaydı: Bir tarafta Mustafa Kemal ve İsmet Paşa öncülüğünde-
ki “inkılâpçı” Ankara kanadı, diğer tarafta ise Hüseyin Rauf Bey, Ali Fuat Bey,
Kazım Karabekir Paşa ve Refet Paşa’ların başını çektiği Mustafa Kemal’e karşı
Halife etrafında toplanan İstanbul kanadı.4
Bu noktada vurgulanması gereken temel konu şudur; Ankara ve İstan-
bul’da yoğunlaşmış iki güç odağının yürüttüğü tartışmalar ve çekişmeler, yeni
bir devletin ve haliyle de onun kurucuları ve muhalifleri arasındaki zıtlaşmalar
olarak anlaşılmalıdır. Bu kutuplaşmayı yansıtması açısından çarpıcı örnekler
olarak İstanbul ve Ankara basınını hatırlatmak çok yerinde olacaktır. Tevhid-i
Efkâr, Vakit, Vatan gibi gazetelerin başını çektiği İstanbul basınıyla Hâkimiyet-i
Milliye ve Anadolu’da Yeni Gün adlı Ankara merkezli gazeteler arasında cere-
yan eden sert atışmalar, birbirini son derece itham edici, provakatif yayınlar
mevcut ayrışımı çok net bir biçimde ortaya koyması açısından manidardır. Bu
süreçte yaşanan Hükümet bunalımı da iki kutup arasında ayrı bir çekişme alanı
olmuştu. Tabii ki, temelde bu tartışmaların kökeninde bir süredir devam ede
gelen Cumhuriyet tartışmaları yatıyordu.
Cumhuriyet’in ilanı ilk krizi yatıştırmak için bir şaşkınlığa yol açsa da
bu çok fazla sürmemiş ve tartışmalar yeni bir safhaya girmiştir. İstanbul ve An-
kara basını konuyu hararetli bir biçimde tartışmaya devam etmişlerdir. Bu za-
mana kadar yumuşak bir üslupla muhalefetine devam eden Rauf Bey, Cumhu-
riyet’in ilanı üzerine üslubunu sertleştirerek, Cumhuriyet’in ilanından önce ken-
disine danışılmadığını ve konunun yeterince tartışılmadan çok aceleye getirildi-
ğini Tevhid-i Efkâr ve Vatan gazetelerine verdiği mülakatlarda belirtmiştir (Alp-
kaya, 1998: 109). Bu tartışmalar sürüp giderken, Cumhuriyet’in ilanından sonra-
ki en radikal reformlar 3 Mart 1924 günü gerçekleşmiştir. O gün, TBMM’de,
Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletini kaldıran
kanun; Tevhid-i Tedrisat Kanunu; Hilafetin kaldırılmasını ve Osmanoğulları
hanedanının yurtdışına çıkartılmasını öngören kanunlar kabul edilmiştir.
HİLAFET’İN KALDIRILIŞI VE 1924 ANAYASASI
Hilafet’in kaldırılışı Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu en radikal
devrimlerinden biridir. Hilafet son haliyle bile asli yapısından son derece uzak-
laşmış olmasına karşın, tarihi geçmişi ve dini-sembolik anlamıyla sadece Türki-
ye’de değil tüm İslam Âlemi’nde önemli bir yer teşkil etmekteydi (Uluğ, 1975).
Hilafet üzerine tartışmalar, Cumhuriyet’in ilanından sonra, yukarda da bahsedi-
len siyasi kutuplaşmanın temel göstergelerinden olmaya başlamıştı. Rauf Bey’in

4
10 Kasım’da İstanbul’a gelen Kazım Karabekir, “Cumhuriyet şeklinin memleketleri yükselten
bir şekl-i idare olduğu şüphesizdir. Şahsi saltanatların aleytarıyım” (Alpkaya, 1998: 122) diye-
rek siyasi konumunu belirtmiştir.

222
9. Bölüm: 1923-1929 Dönemi Türkiye’de İç Politika / Yılmaz Çolak

beyanatları, Cumhuriyet’in ilanı konusunda süren İstanbul ve Ankara basını


arasındaki tartışmayı ayrı bir mecraya sürüklemiştir. Bu tartışma, Yunus Nadi
Bey’in Halife’ye ağır ithamlarını da içerdiği yazısının Anadolu’da Yeni Gün’de
yayınlanması ile yepyeni bir boyut kazandı. Yaşanan süreçte, Ankara basını
muhalefeti gericilikle itham etmekte, onları 31 Mart olayının önde gelen lideri
“Derviş Vahdeti” ile bir tutmaktadır. Bu noktada İstanbul basınının önde gelen
ismi Tanin Gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Bey’le Yunus Nadi Bey arasında
sert tartışmalar, münakaşalar yaşanmaktadır. Bu süreçte Yunus Nadi Bey’in
ithamlarına en büyük tepkilerden biri ise yazısına karşı bir bildiri yayınlayan
Darülfünun öğrencilerinden gelmiştir. Yaşanan tartışmalar esnasında Ankara
basını tarafından Halifenin istifa edeceği söylentileri yayılmış ancak bu iddia
Halife Abdülmecid tarafından hemen yalanlanmıştır. İstanbul basını da buna
misilleme olarak Mustafa Kemal’in rahatsızlandığı dedikodularını yaymışlardır
(Alpkaya, 1998: 105–120).
Bu tartışmalar yavaş yavaş basından siyasilere doğru kaymaya başlamış,
özellikle İsmet Paşa ve Rauf Bey arasında cereyan etmeye başlamıştır. İsmet Pa-
şa, Rauf Bey’i Cumhuriyetçi-İnkılâpçı kanada karşı muhalif bir tehlike olarak
görüyor ve Halife’yi kullanmak suretiyle Ankara hükümetine karşı muhalif bir
odak oluşturmakla suçluyordu. Temel vurgusu; Hilafet’in geçmişte Milli Müca-
dele’ye karşı İtilaf Devletlerinin yanında yer almış olduğu idi. Rauf Bey de, İsmet
Paşa’nın yürüttüğü bu sert eleştirel tavra karşı, Hilafet’in devamından yana ol-
duğunu beyan ediyordu.
Tam bu esnada İngiltere İslam Cemiyeti üyeleri Ağa Han ve Emir Ali’nin 5
Aralık’ta İkdam ve Tanin gazetesinde yayınlanan beyanatları çok ciddi bir tepki
toplamış; olay İstanbul’da İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına ve İstanbul ba-
sınının önde gelen isimlerinin tutuklanmasına dek varmıştı. Mustafa Kemal Pa-
şa, Halifeliğin ne dinen ne de siyaseten bir öneminin kalmadığını ve artık tarih-
teki yerini alması gerektiğini vurguluyor ve bu noktada Fransa örneğini veri-
yordu (Alpkaya, 1998: 199). Bu arada HF Grubu içinde disiplinin tam sağlanması
için de tedbirler alınıyordu; bu çerçevede Antalya milletvekili Murat Bey Fır-
ka’dan atıldı (Alpkaya, 1998: 206). Daha sonra, bütçe hazırlıkları yapılmış ve
Mustafa Kemal Paşa İzmir gezisine başlamıştı. Ardından Bütçe görüşmeleri es-
nasında Hilafet’in kaldırılması gündeme alınmış ve 2 Mart tarihinde HF Grubu
toplantısında Hilafet’in kaldırılması görüşülüp kararlaştırılmıştır. Ertesi gün, 3
Mart 1924, TBMM’de Hilafeti kaldıran ve Osmanoğulları ailesini sürgüne gön-
deren kanun, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Harbiye-i Umumiye’nin ilgası ve son
olarak Tevhid-i Tedrisat Kanunları ile birlikte kabul edilmiştir. Halifeliğin kaldı-
rılması ile Ankara ülke yönetiminde artık tek iktidar sahibi güç haline gelmiştir
(Satan 2008). Böylece, geleneksel bir iktidar odağının ortadan kaldırılması ile
kurumsal anlamda, Cumhuriyet rejiminin otoritesi büyük ölçüde yerleşmeye
başlamıştır.

223
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Türkiye, cumhuriyetçi-milliyetçi bir meşruiyet zemininde yeni kurulan bir


ulus-devlet olarak yeni bir anayasaya ihtiyaç duymaktaydı. Bu dönüşüm çerçe-
vesinde 20 Ocak 1921 tarihinde ilan edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda ciddi
değişiklikler yapılmıştı; ne var ki, Mustafa Kemal ve arkadaşları 1921 Anayasa-
sının yerine yeni bir anayasa yapmak istiyorlardı. Bizatihi kendisinin de katılı-
mıyla 1924 Anayasası tasarlanmıştır. Bu yeni anayasa ile Cumhuriyet rejiminin
ve ulus-devlet yapısının hukuki, siyasi ve hatta ideolojik çerçevesinin çizilmesi
öngörülüyordu.
Mecliste ve Halk Fırkası içinde herhangi bir muhalefet grubunun ve akımın
yeşermesine izin verilmemesine rağmen yeni anayasanın TBMM’de görüşülmesi
sırasında ciddi tartışmalar meydana geldi. Özellikle de en fazla tartışılan madde-
ler arasında 25. Madde yer almaktadır. Veto ve seçimleri yenileme hakkını
Cumhurbaşkanı’na veren bu yasa, vesair defalar gündeme alınmasına rağmen
kabul edilmemiş ve hatta büyük bir çoğunluğun muhalefetine maruz kalmıştır.
Yine bu süreçte yaşanan tartışmalar HF’de de ciddi bir krize dönüşmüş ve Fırka
Grup toplantısında ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Bütün bu tartışmaların sonu-
cunda Mustafa Kemal böyle bir yasayı geçirebilmesinin çok da mümkün olma-
dığını görmüş ve HF’daki çoğunluğun desteğinin alınmasının daha önemli ol-
duğunu düşünmeye başlamıştır. Tüm tartışmalara rağmen, TBMM 1924 Anaya-
sasını kabul etmiş ve 23 Nisan 1924 tarihinde 6 ay gibi uzun süreli bir tatile gir-
miştir.
TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI (TpCF)
TpCF’nın kurulmasına vesile olan temel siyasi gelişme, uzun bir tatilden
sonra yeniden açılan TBMM’de muhacirlerin iskânları ile ilgili meydana gelen
tartışmalar olarak belirir. Bu yeni durum, 20 Ekim 1924 günü, Menteşe (Muğla)
mebusu Esat Efendi’nin Mübadele, İmar ve İskân Vekili Refet Bey’e yönelttiği
bir soru önergesi ile ortaya çıkmıştır. Bu önerge ile iskân politikasında ve muha-
cirlerin yerleştirilmelerinde meydana gelen yolsuzluklar ve beceriksizlikler eleş-
tiriliyordu. Bakanın bir hafta sonraki toplantıda verdiği yanıt Meclis tarafından
tatmin edici bulunmadı. Aslında bu tartışmalar daha önceden şekillenmeye baş-
layan muhalefetin ortaya çıkmasına vesile oldu. HF içinde cumhuriyetin ilan
biçimini eleştiren Hüseyin Rauf Bey ve onun başını çektiği ılımlı grup 1924’ün
kış ve bahar aylarında yoğun baskı altında tutulmuştu. Yazın bu baskı kendini
daha da hissettirdi ve bu grup içinde ayrılıp yeni bir muhalif parti kurma fikri
ön plana çıkmaya başladı.
Bu arada; Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa siyasete girmek için askeri
görevlerinden istifa ettiler. Mustafa Kemal, bu istifalardan şüphelenerek bir “Pa-
şalar Komplosu”nun oluşmakta olduğunu düşünmeye başladı. Bu olay meyda-
na gelirken, Mustafa Kemal ordu üzerindeki denetimini ve otoritesinin güçlen-
dirmek için kendisine sadık üst düzey askeri yetkilileri Meclis’ten azletmiştir.
Bunu müteakip, Mustafa Kemal Paşa, Kazım ve Ali Fuat Paşaların meclise dâhil
olmalarını engellemek için bazı manevralar yapmayı da ihmal etmemiştir. Bun-
lardan birisi; hükümete yönelik gensoru önergesi idi. Sonunda, 8 Kasım 1924
Cumartesi günü, açıklamaların neticesinde, 19 ret oya karşı 148 oyla hükümet
güvenoyu almıştır. 41 milletvekili oylamaya katılmamış, biri de çekimser kalmış-

224
9. Bölüm: 1923-1929 Dönemi Türkiye’de İç Politika / Yılmaz Çolak

tı. Ertesi günden itibaren ise Hüseyin Rauf ve 32 milletvekili arkadaşı HF’dan
istifa etmeye başladılar. 17 Kasım 1924’te ise TpCF’nin resmen kurulduğu ilan
edilmiştir.5 Partinin Genel Başkanı Kazım Karabekir Paşa; Genel Başkan Yar-
dımcıları Hüseyin Rauf ve Dr. Adnan (Adıvar); Genel Sekreteri Ali Fuat Paşa
oldu.
Meclis’teki ilk muhalefet parti olan TpCF, Kurtuluş Savaşı’nın muhafazakâr
ve liberal liderleri tarafından kuruldu. TpFC’nin liderleri, öncelikle Mustafa Ke-
mal ve arkadaşlarının otoriter yönetimine ve ayrıca hükümetin radikal reformla-
rına karşıydılar. TpCF, ilan edilen programına göre, temelinde siyasal ve eko-
nomik liberalizme dayanan liberal demokrasiyi öne çıkaran bir ideolojiyi sa-
vunmaktaydı. Fırka programı bireysel haklara ve özgürlüklere yaptığı yoğun
vurgunun yanı sıra adem-i merkeziyetçi bir yönetim anlayışını da öne çıkarıyor-
du. TpCF liderleri, HF hükümetini ve dolaylı biçimde onu destekleyen Mustafa
Kemal’in yönetim anlayışını eleştiriyordu. Onlara göre HF, merkeziyetçi devletçi
ve elitist bir anlayışa sahipti. TpCF liderleri bu anlayışın en önemli sonucu ola-
rak ortaya çıkan otoriter bir yönetim biçimi olduğunu vurguluyor ve HF’nın
inkılâpçı eğilimlerinin aksine, daha yavaş bir dönüşümü, ıslahatı savunuyorlar-
dı. TpFC, yaşayan değerlere ve geleneklere vurgu anlamında muhafazakâr eği-
lime sahipti (Zürcher, 1991: 97–102). Bu vurgunun geniş kitlelerin ilgisini
TpCF’ye yönelttiği çok açıktı. Mustafa Kemal Paşa, yeni partinin ileri sürdüğü
siyasal ve ideolojik perspektife yakın olmadığı için yeni partiye karşı başından
beri alakasız kalmış ve karşı durmuştur.
TpCF’nın kuruluşundan üç gün sonra İsmet Paşa Hükümeti örfi idare
önerdi ve Meclis bu öneriyi reddetti. Bunun üzerine İsmet Paşa istifasını sundu.
Mustafa Kemal Paşa, Ali Fethi Bey’i hükümeti kurmakla görevlendirdi. Bu hü-
kümette kısa ömrü boyunca bazı değişiklikler olmuştur. Fırka’nın radikal kana-
dının liderlerinden Recep Bey’in vekâleten yönettiği Mübadele, İmar ve İskân
Vekâleti 11 Aralık 1924’te lağvedildi; ayrıca 5 Ocak 1925’te de Recep Bey’in Dâhi-
liye Vekilliğinden ayrıldı ve yerine Cemil Bey (Uybaydın) atandı. Görüntü çok
açıktı ki; TpCF’nın yükselişini önlemek için Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arka-
daşlarından ılımlı ve hatta liberal bilinen kişilerin oluşturduğu bir hükümet
oluşturulmuştu.
ŞEYH SAİD İSYANI VE SİYASİ ETKİLERİ
Şeyh Said İsyanı siyasi tarihimizin şekillenmesinde çok ciddi etkilere sahip-
tir. 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan ayaklanma 1924 yılından itibaren başlayan
Kürt isyanlarının en büyüğü olarak belirir.6 1923 sonrasında özellikle yeni Cum-
huriyet rejiminin Türk milliyetçiliğine Türk etnisitesini öne çıkaracak şekilde
vurgu yapmaya başlaması ile Kürtleri dışlayan bir yapı oluştuğu iddiası Kürt
ileri gelenleri arasında örgütlü bir yapılanmaya gidilmesine sebebiyet verdi. Bu
gizli örgütlenme 1924 yılında düzenlenen bir kongre ile Azadi adı ile adlandırdı

5 Yeni kurulan partinin ismindeki “Cumhuriyet” sıfatı yüzünden HF’da ismini Cumhuriyet
Halk Fırkası (CHP) olarak değiştirmiştir (Çavdar 2004: 296).
6 Bu kürt isyanlarının başlıcalarından birisi 12-28 Eylül 1924 tarihinde meydana gelen Nasturi
İsyanı’dır.

225
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ve Cumhuriyete karşı ayaklanma kararı aldı (Çavdar, 2004: 304–305). Bu yapı-


lanma, 1924 yılında Halifeliğin ilgası ile birlikte dini bir söylem de taşımaya baş-
ladı. Nasturi İsyanının bastırılması sonrasında bu oluşumun önderleri ya öldü-
rüldü ya da ülkeden kaçmak zorunda bırakıldı. Diğer liderlerin etkisiz hale gel-
mesi ile Şeyh Said tek başına Kürt hareketine yön vermeye başladı. Şeyh Said’in
nihai hedefi yeterli desteği sağladıktan sonra merkezi hükümete karşı ciddi bir
isyan başlatmaktı. Temel amaçlarından birisi de Halifeliği yeniden ihdas etmek-
ti. Şeyh Said, Güney ve Doğu Anadolu bölgesinde destek toplamaya çalışıyordu.
Fakat 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Said’in eşkıya hüviyeti ile aranan on kadar
adamının tutuklanma girişimine karşı jandarmaya ateşle karşılık vermesi ile
başlayan süreç isyanın da beklenenden önce başlamasını tetiklemiştir.
İsyan’ın başlaması ile çatışmalar hızla yayılmış ve ilk evrelerinde isyancılar
lehine sürmüştür. Ayaklanmaya Kürt aşiretleri destek vermeye başlamış ve ni-
hayetinde 7 Mart’ta Diyarbakır kuşatılmış, Palu ve Elazığ merkezi, Maden, Sive-
rek ve Ergani isyancıların eline geçmiştir. Hükümet’in isyanın ilk başlarındaki
yetersiz askeri birlikleri, bölgeye Fransızların desteği ile Halep-Nusaybin hattı ile
takviyeler yaparak güçlendirmesi sonucu isyancıların aleyhine dönen çatışmalar
sonunda 14 Nisan’da Şeyh Said ve arkadaşlarının yakalanması sonucunda bastı-
rılmıştır. Her ne kadar küçük çaplı çatışmalar bir süre daha devam etse de lider-
liğinden yoksun hareketler kısa sürede etkisizleştirilmiştir. Esasında askeri boyu-
tu sonlanan İsyan sonrası sebep olduğu gelişmeler Cumhuriyet tarihinde kendi-
sinden çok daha öte etkiler doğurmuştur.
Ali Fethi Bey hükümeti isyana derhal müdahale etmek için anayasanın 86.
maddesine dayanarak sıkıyönetim ilan etmiş, dinin siyasete alet edilmesini ya-
saklayan anayasa değişikliğini yapmış ve de askeri anlamda isyanın bastırılması
için çabalamıştır. Bu değişiklikler ve isyanla mücadelede alınan tavırlar TpCF ve
başkanı Kazım Karabekir Paşa tarafından da destek görmüştür. Bütün bunlara
rağmen Hükümet, Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) içerisindeki şahinlerin gö-
zünde çok ılımlı kalmaktan kurtulamamıştır. İsmet Paşa isyanı gerici bir başkal-
dırı ve karşı devrim olarak değerlendiriyordu. Sonuçta Ali Fethi Bey Hükümeti
isyancılara karşı yetersiz kalmakla suçlanıyordu. Yapılan güven oylaması sonu-
cunda CHF 60 oya karşı 94 oyla hükümete karşı güvensizliğini bildirdi ve hü-
kümet istifa etti. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal istifayı kabul ederek hükümeti
kurmakla İsmet Paşa’yı görevlendirdi.
TAKRİR-İ SÜKÛN KANUNU VE MUHALEFETİN SUSTURULMASI
İsmet Paşa Hükümeti meclisten 23 ret oyuna karşın 154 olumlu oy ile güve-
noyu aldı. Hemen akabinde 4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn Kanunu kabul
edildi.7 Ayrıca 1923 yılında kaldırılan İstiklal Mahkemeleri yeniden kuruldu.
Mahkeme, doğuda isyan bölgelerinden sorumlu olacak olan Doğu İstiklal Mah-
kemesi ve diğeri de Ankara merkezli olup isyana sebebiyet veren diğer uzantılar

7 En temel maddesi: “Gericiliğe ve ayaklanmaya, memleketin sosyal düzeninin, huzurunun


sükunun, güvenliğinin ve asayişinin bozulmasına sebep olacak bütün kuruluşları, kışkırtma-
ları, davranışları ve yayınları, hükümet; cumhurbaşkanının onayı ile kendi başına idari olarak
yasaklayabilir”.

226
9. Bölüm: 1923-1929 Dönemi Türkiye’de İç Politika / Yılmaz Çolak

üzerine odaklanacak olan Ankara İstiklal Mahkemesi olmak üzere iki yapılı ola-
rak oluşturuldu.8 İki mahkeme de birçok idam kararını ivedilikle verirken özel-
likle Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Şeyh Said İsyanı’ndan daha çok muhalefeti
susturmaya yönelik kullanıldığı gözükmektedir. Hükümet daha çok İsyanı ken-
di şartlarından soyutlayarak tamamen hilafete dayalı din temelli devlet düzenin
yeniden kurma çabası ve dolayısıyla irticai bir hareket olarak değerlendirmiş ve
meseleyi doğudaki isyan bölgelerinin dışına taşımaya ve irtica söylemleri ile
muhalefetin susturulmasına yönelik olarak kullanmıştır. İsmet Paşa kontrolün-
deki CHF içerisindeki şahin kanat Şeyh Said İsyanını istismar ederek Ali Fethi
Bey hükümetini düşürüp kendi hükümetlerini kurmuşlar ve daha sonra başlat-
tıkları baskıcı politika ile gerek parti içi, gerekse diğer muhalif unsurları sustur-
maya çalışmışlardır.
İsmet Paşa hükümeti her türlü muhalif sesi susturmaya yönelik bir üslupla
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kendine verdiği geniş yetkiler çerçevesinde öncelik-
le muhalif gazetelerin üzerine gitti. Birçok gazete kapatılırken gazetecilerde tu-
tuklanmaya başlandı. Tevhid-i Efkâr, Aydınlık, Orak-Çekiç, Sada-yı Hak, Son Telgraf
ve benzeri muhalif gazeteler bir bir kapatıldı. Bunlardan en belirgin olanı,
TpCF’nın polis tarafından aranmasını “baskın” olarak veren Tanin gazetesinin
de kapatılması ve sahibi ve başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın’ın tutuklanıp Ço-
ruma süresiz sürgüne gönderilmesidir. Bu süreçte tutuklanan gazeteciler arasın-
da Fevzi Lütfi (Karaosmanoğlu), İlhami Safa, Eşref Edip, Ahmet Emin (Yalman),
Suphi Nuri (İleri) gibi isimler vardı.9 Muhalif milletvekilleri buna çok sert tepki
gösterdilerse de hükümet kararlı tavrından geri adım atmadı. Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal’de hükümete bu anlamda baskı yapmadı bilakis gidişata yönelik
bir eleştiri de dile getirmedi. İsmet Paşa başbakanlığındaki hükümet TpCF’nı
ayaklanmalardan sorumlu tutmaya başladılar. İktidar, özellikle partinin prog-
ramında yer alan parti halkın dini inançlarına saygılıdır maddesi nedeniyle irti-
cayı teşvik etmekle ve dini siyasi amaçları doğrultusunda kullanmakla suçlamış-
lardır. Nihayetinde Bakanlar Kurulu 3 Haziran 1925 tarihli toplantısında
TpCF’nı oybirliği ile Takrir-i Sükûn Kanuna dayanaraktan kapattı. TpCF’nın
kapatılmasından sonra bağımsız kalan milletvekilleri muhalefetini 1925 yılı bo-
yunca sürdürmüş ama etkili olamamış ve sonraki seçimde tamamen elenmişler-
dir. Ayrıca bu dönemde basına yönelik baskılarda iyice artış gösterdi. Hükümet
yanlısı Ankara merkezli Hâkimiyet-i Milliye ve İstanbul merkezli Cumhuriyet ga-
zeteleri dışındaki bütün basın susturuldu.
Muhalefete ve potansiyel muhalif güçlere yönelik son darbe, Mustafa Ke-
mal’e yönelik suikast girişimi çerçevesinde Haziran 1926 tarihinde vuruldu. İz-
mir seyahati sırasında Mustafa Kemal’in suikaste uğrayacağı istihbaratı ile başa-
rıya ulaşamayan plana yönelik Ankara İstiklal Mahkemesi İzmir’de soruşturma

8
Doğu İstiklal Mahkemesi Başkan Mazhar Müfit, Savcı Süreyya, üyeler Ali Saip, Avni Bey ve
Müfit Bey’den oluşuruken, Ankara İstiklal Mahkemesi ise Başkan Ali Bey, Savcı Necip Ali,
üyeler, Kılıç Ali Bey, ve Dr. Reşit Galip’ten oluşmaktaydı.
9
Bu süreçte sadece İstanbul gazeteleri değil Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde çıkan mahalli
gazeteler de kapatılmıştır. Basına yönelik bu politika ve kapatılan gazeteler için bkz. Tunçay
(1999: 149 & 152).

227
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

başlatmıştır. Ne var ki, mahkemenin niteliği normal bir suikast kovuşturmasının


çok ötesine geçerek muhalefete yönelik yeni bir tasfiye sürecine dönüşmüştür.
Mahkeme suikast tertipleyicilerinden ziyade eski TpCF milletvekilleri ile eski
İttihatçıları hedef almıştır.10 Mahkemenin suçladığı kişiler arasında Atatürk’ün
silah arkadaşları Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat, Refet, Cemal Paşalar
da vardır. Mahkeme, tutuklananlardan 15’ini idama mahkûm etti; lakin yukarda
bahsi geçen isimler Mustafa Kemal’in affetmesi sonucu idamdan kurtulmuşlar-
dır (Tunçay, 1999: 166). Bu mahkeme neticesinde suikast planı ile doğrudan ilgisi
olmayan TpCF ve İttihat ve Terakki’nin birçok önemli isminin idam edilmesi ya
da ciddi cezalara çarptırılmaları mahkemenin siyasi boyutunu da açıkça ortaya
koymaktadır.
Şeyh Said İsyanı’nın diğer bir sonucu da; doğuda yönetimin yeniden dü-
zenlenilmesi olarak belirir. İsyanın üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçtikten
sonra, isyana karıştığı ve destek olduğu ileri sürülen Kürt grupların ve aşiretle-
rin bazıları 19 Haziran 1927 tarihinde Kürtleri göç ettirmeye ilişkin olarak çıkarı-
lan kanunla batı vilayetlerine gönderilmiştir. Bu kanun çerçevesinde bin dört
yüz kişi aileleri ile birlikte, ayrıca seksen asi aile ve ağır cezaya çarptırılmış kişi-
ler göç ettirilmiştir. Söz konusu göçün iki yılda tamamlanması öngörülmüştü.
1925’te başlayan muhalif sesleri susturmaya yönelik hareket ile birlikte bir
dizi reform hareketi de uygulamaya koyuldu. Bunlardan en önemlileri, toplumu
dönüştürmeyi ve laikleştirmeyi amaçlayan şapka giyilmesini mecbur eden, me-
murların kılık kıyafetini düzenleyen ve dini kıyafetlerin giyilmesini yasaklayan
kanun ile tekke ve zaviyelerin kapatan ve tarikatları yasaklayan kanundur. Ül-
kenin birçok yerinde, Rize, Erzurum, Giresun, Sivas, Edirne gibi birçok vilayetle-
rinde bu kanunlara yönelik tepkiler ve küçük çaplı ayaklanmalar oldu. Bu tepki-
ler şiddetle bastırıldı ve İstiklal Mahkemeleri’nin yoğun faaliyeti ile birçok ceza-
lar verildi ve idamlar gerçekleşti (Tunçay, 1999: 155–162). Diğer önemli radikal
reform ise 1926 yılının ilk yarısında TBMM’de, İsviçre Kanunu Medenisi’nin
Türk Kanunu Medenisi olarak kabul edilmesidir. Bunun yanında Alman Ticaret
Kanunu ve İtalyan Ceza Kanunu da kabul edilmiştir. Bu çeviri kanunlar ile
amaçlanan; ilerleyen süreçte ithal edilen bu kanunlarla mevcut rejimin entegre
olacağı ve de uyumun zamanla kazanılacağıydı. Çeviri kanunlarla hukuk dev-
rimi, aslında anayasanın ilanı ve hukukun laikleşmesinin tabii bir sonucu ortaya
çıkmıştı. Bu çeviri kanunlar zaman zaman bir biri ile çatışmakta ve de uygulama
esnasında ciddi sorunlar doğurmaktaydı (Bkz. Tunçay, 1999: 176–177). Diğer bir
önemli devrim 1928 yılında gerçekleşen Latin Alfabesi’nin kabul edilmesidir.
1927 başlarında Cumhurbaşkanı ve CHF Genel Başkanı Mustafa Kemal,
partisinin kongresinde okumak için uzun bir nutuk hazırlığı içindeydi. Ne var
ki, Mayıs’ta geçirdiği kalp krizi sonrası dinlenmek için İstanbul’a gitti ve nutkun
diğer bölümlerini özet bir biçimde yazdı. Daha sonra Ağustos ayında bir beyan-
name ve bir de tamim yayımlayarak, ilkiyle, seçmenleri CHF’yi desteklemeye

10
26 Haziran İzmer’de, çoğunluğu milletvekilinden oluşan 49 tutuklu sanığın yargılanmasına
başlanmıştır. Mahkemeye çıkarılanlar üç gruptan oluşmaktaydı: (1) suikast düzenleyicileri (2)
onlarla ilintili ve ilintisiz eski TpCF’liler (3) eski İttihatçılar (Tunçay, 1999: 168).

228
9. Bölüm: 1923-1929 Dönemi Türkiye’de İç Politika / Yılmaz Çolak

çağırmış, ikincisiyle de, seçilecek milletvekillerinin yolsuzluklara karışmalarını


önleyecek birtakım kurallar koymuştur (Tunçay, 1999: 183). Mustafa Kemal,
seçimlerden sonra Ankara’ya dönmüş ve CHF’nın ilk büyük kongresinde, her
gün ortalama altı saatten fazla konuşarak altı gün boyunca büyük Nutkunu söy-
lemiştir. Nutuk’ta Mustafa Kemal Paşa Takrir-i Sükûn Kanunu savunmuştur.
Ona göre, gerici ve yobazların İstiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla yargılanmaları
sonucu cezalandırılmaları, ülkenin refaha kavuşması için gerekliydi.
TEK PARTİ REJİMİ
Bütün bu çabaların sonucunda ülkede muhalefet tamamen susturulmuş ve
muhalif potansiyele sahip bütün gruplar ve organizasyonlar sindirilmişti. 1945
yılına kadar da bir siyasi muhalif grubun ortaya çıkmasına izin verilmemiştir.
Artık CHF yönetiminde tek parti rejimi oluşmuş ve parti-devlet kaynaşması
gerçekleşmeye başlamıştır. TBMM çalışmalarına devam etmiş, lakin bu çalışma-
lar sembolik olmaktan öteye geçmemiştir. Serbest bir tartışma ortamı olmadan,
hükümetten ve partiden gelen talepleri onaylayan bir makam olmuştur. Seçimler
her dört yılda bir yapılmaya devam edilmiş, fakat adaylar çok sıkı bir kontrol
sürecinden sonra liderler tarafından belirlenmiştir. Sonuçta ortaya çıkan siyasal
yapı, otoriter tek-parti sistemidir.
Cumhuriyet rejimi 1929 yılına geldiğimizde halk nezdinde ciddi bir hoşnut-
suzlukla yüz yüze kalmaya başladı. Bu toplumsal muhalefetin yükselmesinin üç
önemli nedeni ön plana çıkıyordu. Birincisi, iktidarın uyguladığı baskıcı politika-
ların yarattığı hoşnutsuzluk olarak belirir. Muhalif sesler Takrir-i Sükûn Kanunu
ve İnönü’nün sert politikaları doğrultusunda sindirilmiş olsa bile izlenen otoriter
yönetim biçimi halk arasında ciddi bir rahatsızlığın sürmesine neden oldu. İkin-
cisi, uygulanan radikal reformlar halk arasında hoşnutsuzluğun daha da artma-
sına yol açtı. Özellikle 1925’te başlatılan Şapka giyilmesini zorunlu kılan devrim
ile Tekke ve Zaviyelerin ilgasını öngören devrim bunların en önemlileri olarak
belirmekteydi. Üçüncüsü ise, 1929 Dünya Ekonomik krizinin oldukça kırılgan
olan Türk ekonomisini çok olumsuz etkilemesi ve halk arasında sıkıntıya sebe-
biyet vermesidir. Yükselen bu toplumsal muhalefet, rejim için ciddi bir sorun
teşkil etmeye başladı. Dolayısıyla, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını yeni arayışla-
ra yöneltti. Bunu üzerine bu muhalefetin kanalize edileceği güdümlü muhalif
diyebileceğimiz Serbest Cumhuriyet Fırkası Mustafa Kemal Paşa’nın direktifi ile
yakın arkadaşı Ali Fethi Bey tarafından Ağustos 1930’da kurulmuştur.

KAYNAKÇA
Alpkaya, Faruk (1998). Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu (1923–1924). İstanbul: İletişim Yayın-
ları.
Tunçay, Mete (1999). Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923–1931).
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Uluğ, Naşit (1975). Hakkı Halifeliğin Sonu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Satan, Ali (2008). Halifeliğin Kaldırılışı. İstanbul: Gökkubbe Yay.
Zücher, Erik Jan (1991). Political Opposition in the Early Turkish Republic: The Progressive Re-
publican Party, 1924–1925. Leiden: E. J. Brill.

229
10. Bölüm: 1930-1938 Döneminde Türkiye’de Siyasi Hayat / Murat Yılmaz

10. BÖLÜM
1930–1938 DÖNEMİNDE TÜRKİYE’DE SİYASİ HAYAT

Murat YILMAZ∗

GİRİŞ
1930–1938 dönemi, Türk siyasi hayatından CHF’nın tek parti yönetiminin
yerleştiği ve “parti-devlet” uygulamasına dönüştüğü bir dönemdir. Dünyadaki
1929 ekonomik buhranının ve Birinci Dünya savaşıyla başlayan bunalım dö-
neminin etkisi altındaki Türkiye, rejim değişikliği ve dünyadaki totaliter-
otoriter rejimlerin problemlerini yaşamaktadır. 1930 yılındaki Serbest Cumhu-
riyet Fırkası denemesinden sonra otoriter bir tek parti yönetiminin esas alındı-
ğı bu dönemde, bürokratik bir rejim ve otoriter bir ideolojinin hâkimiyeti söz
konusudur. Bu yazıda bu dönemin genel bir değerlendirilmesi yapılacaktır.
TEK PARTİ YÖNETİMİ
Tek parti döneminin bir tür diktatörlük olduğu kanaati genel kabul gör-
mekle beraber, bu diktatörlüğün nihaî amacının demokrasi olup olmadığı tar-
tışma konusudur. Tek parti döneminin başlangıcını teşkil eden cumhuriyet
rejiminin kurulmasıyla başlayan "Türk devrimi", esas itibarıyla 1908 ve sonra-
sında yarım kalan “burjuva devrimi”nin tamamlanması hareketidir.1 Türk
toplumunda burjuva devriminin gerçekleşmesinin güçlüğü ise, bu devrimi
yapanın tek başına burjuvazi sınıfı olmamasıdır.2 Osmanlıdan Cumhuriyete
aktarılan toplumsal formasyonda burjuvazi esas itibarıyla gayrimüslim unsur-
lara dayanmaktadır ve bu unsurlar ya bağımsızlık peşinde koşan etnik grupla-
ra mensuptur ya da Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesi verdiği Batı ülkeleriy-
le yakın iktisadî ve kültürel ilişki içindedirler. Müslüman kökenli burjuvazi ise
gayrimüslim burjuvaziye göre zayıftır ve burjuva devrimini kendi başına ya-
pabilecek kadar güçlü değildir. Bu toplumsal formasyonda devleti yöneten ve
kurtarmaya çalışan asker-sivil bürokrat kadro, kurtuluşu “medenileşmek”te
bulmuştur. Medenileşmek ise, Batı gibi olmak ve onun geçtiği toplumsal aşa-
maları Türk toplumunda hızla ve karşı koyanlara karşı da “zor”la uygulamak
demektir. Asker-sivil bürokrasi bir yandan gayrimüslim burjuvazinin tasfiye-
sini üstlenirken, bir yandan da modernleşme projesine eklemlenebilecek ve


Dr., Siyasetbilimci.

231
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kendisine bağlı olacak bir burjuva sınıfı yaratma çabasındadır.3 Türkiye’deki


Müslüman kökenli kişilerin gayrimüslimlerin göçüyle ortaya çıkan boşluğu
doldurmaları bir orta sınıf yarattığı gibi Türklerin ticaret ve sanayi yoluyla
yükselme arzuları da bu sosyal ve iktisadî değişmenin temel dinamiklerinden
birini ortaya koymaktadır.4
1930’DA TÜRKİYE’NİN ÖNÜNDEKİ SEÇENEKLER
1920'lerde "liberal"5 bir şekilde yürütülen bu politika, 1929'da büyük çöküş
olarak da adlandırılan dünya ekonomik buhranının etkisiyle ağırlaşan sorunla-
rın gölgesinde yeniden tartışmaya açılmıştır. Bu tartışma, ekonominin ötesinde
siyasî rejime yönelik çeşitli arayışları da beraberinde getirmiştir. Türkiye'nin ve
dönemin tek partisi CHP'nin önünde dört seçenek vardır: (1) Liberal demokra-
si ile birlikte burjuvazinin ve diğer sınıfların oluşumu; (2) Önce burjuvazinin
ve diğer sınıfların oluşumu daha sonra liberal demokrasiye geçiş; (3) Bu iki
seçeneği de reddeden sınıfların çok veya tek partili bir rejim altında şekillen-
dikleri bir süreci değil, sınıf ve sınıf farklılıklarına toptan karşı çıkan bir "üçün-
cü yol(lar)" seçeneği ve (4) Burjuvazinin ve sınıfların oluşumuna rağmen de-
mokrasinin hedeflenmediği tek partili bir siyasî sistem.6
Siyasî rejime ilişkin bu dörtlü seçenek, Türkiye gibi kapitalist gelişmeye
yönelmiş, geri kalmış, fakat siyasî bağımsızlığına sahip bir ülkenin, iktisadî
bakımdan bu tarihî dönem içerisinde izleyeceği iki seçenek arasındaki bir ter-
cihi ifade etmektedir. Bunlardan ilki, Türkiye’nin 1923–1931 yılları arasında
uygulamaya çalıştığı daha “liberal” bir model, ikincisi ise, devletin bir işletme-
ciliğe yöneldiği, Türkiye’nin 1932–1939 yıllarında bir örneğini verdiği devletçi-
lik modelidir.7 Bu çerçevede, söylem düzeyinde üçüncü seçeneğe ilişkin bulu-
nabilecek örnekler üzerinden değil, bu tasnif üzerinden hareket etmek daha
yerinde olacaktır.
DÖNEM: “FELAKETLER ÇAĞI”
1930–1938 yılları, tarihçi Eric Hobsbawn'ın dünya için "felâketler çağı"8
olarak adlandırdığı iki dünya savaşı arasındaki döneme denk gelmektedir. Bu
dönemde, liberal demokrasiler dünya çapında çökmektedir.9 1920'de bütün
dünyada 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938'de 17'ye,
1944'te 12'ye kadar düşecektir.10 Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin
de dâhil olduğu yenilen devletlerin arasında "... ayakta kalan bir hükümet yok-
tu[r]".11 Yenilgiye uğrayan ülkelerde rejimler değişmiştir. Türkiye'de de Os-
manlı Devleti tarihe karışmış ve cumhuriyet rejimine geçilmiştir. Rejim deği-
şikliği Türk modernleşme hareketinin radikal bir nitelik kazanması demektir.
Adına “Türk devrimi” de denilen bu gelişmenin ana amacı, 1908'de yarım kalan
Türkiye burjuva devrimini tamamlamaktır. Millî Mücadeleyi kazanan ve yeni
rejimi kuran Gazi'nin "karizmatik önderliği"nde Cumhuriyet Halk Partisi, as-
ker-sivil bürokrasinin hâkimiyeti altında burjuva devrimini tamamlamaya
çalışmıştır. Felaketler çağından, 1914 öncesinden itibaren, ziyadesiyle payını
alan12 ve ulus-devleti laik ve iktisadî bir temel üzerinde inşa etmek isteyen
Kemalistlerin13 yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti, 1923–1946 yılları arasını
esas itibarıyla tek parti diktatörlüğü altında geçirmiştir.

232
10. Bölüm: 1930-1938 Döneminde Türkiye’de Siyasi Hayat / Murat Yılmaz

TpCF’DAN SCF’YE
Bu dönem içerisinde CHP'ne karşı ilk "gerçek" muhalefet partisi olan TpCF
ile bizzat Gazi tarafından kurdurulan SCF'na rağmen, çok partili hayat tecrübe-
leri başarısız olmuştur. Her iki parti de dönemin tek partisi olan CHF içinden
doğmuştur. TpCF'nın kapatılması Doğu'da çıkan Şeyh Sait isyanını takip eden
ve ancak 1929'da kalkan olağanüstü Takrir-i Sükûn döneminde gerçekleşmiş-
tir. 1929'daki dünya ekonomik buhranının etkilerinin Türkiye'de hissedilme-
sinden sonra, Türkiye iktisadî ve siyasî alanda bir arayışa girmiştir. Dünya ve
Türkiye için bir yol ayrımına denk gelen bu dönemde tek parti yönetimi daha
da otoriterleşmek veya demokratikleşmek arasında bir tercihte bulunacağı yol
ayrımına gelmiştir.14 Takrir-i Sükûn kanunun uzatılmayıp kaldırılmasının ar-
dından, siyasî ve iktisadî liberalizmi savunan SCF'nın kurulması önce demok-
ratikleşmenin denenmek istendiğini göstermektedir. Tek parti yönetiminin
denetimsizlik dolayısıyla ortaya çıkan sakıncaları, iktisadî sahada ortaya çıkan
sorunlar karşısında yeni fikirlerin ortaya çıkmasını temin etmek ve "diktatörlük"
suçlamalarından duyulan rahatsızlık gibi gerekçelerle kurdurulan SCF'nın
halktan tahmin edilenin çok ötesinde ilgi görmesi ve SCF'nın kendisine biçilen
"parlamento içi muhalefet"in ötesine geçerek CHF iktidarını tehdit edecek bir
nitelik kazanması üzerine, SCF'nın kendini feshetmesi sağlanmıştır. 1930'ların
yol ayrımında başarısız SCF tecrübesinden sonra, CHF demokratikleşme yo-
lundan vazgeçmiştir.
BÜROKRASİ VE CHF
Bu şekilde Türkiye önündeki üç seçenekten liberal demokrasi ile birlikte
sınıfların oluşumu şeklindeki ilkinden vazgeçmiş oluyordu. SCF ile CHF ara-
sındaki, birincisinin özel kapitalizmi, ikincisinin devlet kapitalizmini savun-
ması şeklinde özetlenebilecek fark, taban bakımından hemen hemen aynı sınıf
ve zümrelere dayanan bu oluşumlarda bürokrasinin alması öngörülen yerden
doğmaktadır. Bürokrasi CHF'nın otoriter modernleşmeci ideolojisinin taşıyıcı
ve uygulayıcısı olduğundan öne çıkmaktadır.15 Bürokrasinin CHF içindeki
ağırlığı öyle bir noktaya ulaşmaktadır ki, CHF devlet karşısında parti olarak
kimliğini korumakta zorluklarla karşılaşmaktadır. Bürokrasinin ağırlığının
artması sadece Türkiye'ye ve CHP'ne has bir gelişme değildir; dönemin dün-
yasında bu yönde bir eğilim vardır ve liberaller bu eğilimi en büyük tehlike
olarak görerek, bürokrasiyle mücadele etmektedirler.16 SCF sonrasında ise
CHF, fırkanın ideolojik ve kurumsal kimliğine daha çok önem verecektir. Yu-
nus Nadi daha SCF faaliyetteyken Gazi'ye yazdığı bir mektupta şöyle diyecek-
tir: 17
Memlekette eksik olan şeyin demokrasi ile parlamantalizm [parlamentarizm] olmadığı bir
daha sabit olmuştur. Biz fırkayı iskat ederek Meclisi iskat etmiş olduğumuz için noksan
olan şeyin ikinci bir fırka olduğu zannına ve hatasına düşmüş olduk sanıyorum. Fırka, ama
yalnız fırka, azamî hürriyetle faaliyete getirildiği zaman, memleketin noksan zannolunan en
büyük ihtiyacına cevap verilmiş olacaktır. Ve şimdilik bizde gidilebilecek yegâne mâkul ve
kuvvetle iddia ediyorum ki en meşru ve makbul yol budur.

233
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Yunus Nadi bu bağlamda demokrasinin mutlak kaideleri olmadığını ve


her milletin kendi ihtiyacına göre bir idare tarzı oluşturması gerektiğini kay-
dederek, 1789 Fransız İhtilali sonrası bir yüzyıllık mücadeleyle oluşan Fransız
demokrasisine intibak etme düşüncesinin yanlışlığını iddia etmektedir.18
SCF’DEN SONRA
1929 dünya ekonomik buhranı ve büyük çöküşün siyasî etkileri bütün
dünyada hissedilmiş ve "... 1930-31'de oniki ülke, onu askerî darbeyle olmak üzere
hükümet ya da rejim değiştir.."miştir.19 1930'ların ortasında ise kriz öncesinde
izlediği siyaseti değiştirmeyen birkaç ülke kalmıştır. Türkiye de siyasî olarak
değişen ülkeler arasındadır. Türkiye demokratikleşme yerine otoriterleşme
yolunu tercih etmiş olmakla beraber, Türkiye'nin 1930'lardaki otoriterleşmesi
özgün özellikler içerir. İlk olarak SCF tecrübesi sonrası gelen otoriterleşme
TpCF sonrasına göre farklıdır. SCF sonrası Takrir-i Sükûn dönemine geri dö-
nülmemiştir. Tek parti yönetimi SCF'nı güdümlü olarak kendisi harekete ge-
çirdiği için yine güdümlü olarak kendini feshettirmek suretiyle ortadan kaldı-
rırken, TpCF hükümet tarafından kapatılmıştır. CHF, SCF karşısında kendisini
TpCF karşısında olduğundan daha rahat ve güvende hissetmiş, Şeyh Sait isya-
nı ve akabinde 1926'daki İzmir Suikastı gibi hareketler olmamış, Ağrı Dağı
isyanı ve Menemen hadisesi gibi olaylar mevziî kalmış ve bastırılmıştır. TpCF
sonrasından farklı olarak, "zor"dan ziyade "rıza"ya daha çok vurgu yapan bir
otoriterlik söz konusudur. SCF sonrası tek parti yönetiminin otoriterliği bu
çerçevede daha ideolojik bir karakter kazanmaktadır. SCF'nın liberalizmi kar-
şısına devletçilikle çıkan CHF, 1931 seçimlerine Kemalizm adı verilen altı ilkeli
bir beyannameyle girmiş ve 1931 CHF Büyük Kurultayında da bu ilkeler CHF
programı haline gelmiştir.
VESAYETÇİ ANLAYIŞ
Döneme ilişkin olarak Frederick Neumark, milliyetçilik ve laiklik politika-
larıyla "ortaçağ"dan kopan Türkiye'nin, ortaçağı takip eden bir Türk merkanti-
lizminin içine girdiğini iddia etmektedir. Neumark, Türkiye'nin içine girdiği
merkantilizmin Avrupa'da ortaya çıkan yeni merkantilizmden çok, hakiki
merkantilizme yakın olduğuna ilişkin tezini şöyle temellendirmektedir: 20
... merkantilizmi belirten başlıca vasıflar, bilhassa ulusal vicdanın doğması ile modern dev-
letlerin kuruluşu, devletin ve siyasal düşüncelerin, sosyetenin her alanında ve bilhassa eko-
nomide hakim oluşu, nihayet ekonomsal yaşayışın, endüstrileşmesini, planlı ekonominin
kurulmasını, ve ekonominin dinamik -kuvvanî- bir şekil almasına doğru ilk denemelerin
baş göstermesinden ibarettir.
Yeni Türkiye'de bu vasıfların mevcut olduğunu belirten Neumark, Avru-
pa'da merkantilizmi takip eden liberal kapitalizmin Türkiye'de de yaşanıp
yaşanmayacağını, Türkiye'nin Avrupa’nın tecrübelerini dikkate alarak iktisadî
gelişmede bu aşamayı atlayıp atlamayacağını bir soru olarak ortaya koymak-
tadır.
Türkiye'nin siyasî rejimini değerlendiren Neumark, Türk anayasasının
esas itibariyle liberal bir zihniyet taşıdığını ve diktatörlük içermediğini, ancak
fiilen devlet başkanı ve aynı zamanda tek partinin şefi olan Atatürk'ün dikta-

234
10. Bölüm: 1930-1938 Döneminde Türkiye’de Siyasi Hayat / Murat Yılmaz

törlüğünün söz konusu olduğunu ifade ediyor. Ona göre bu diktatörlük, siyasî
alanda tecrübesiz olan halkı eğitecek bir nevî, "terbiyeci diktatörlük"tür.21 Neu-
mark burada beş yıl önce yaşanan SCF tecrübesinden sonra CHF'nın tekelci bir
durum kazandığını hatırlatarak müstakil mebusluk bahsine geçiyor: 22
"Fakat bazı vakıalar iktidar mevkiinde bulunanlara şu veya bu sebepten dola-
yı parti azası olm[a]yan vatandaşların büsbütün idareye iştirak imkânlarından
mahrum edilmelerinin arzu edilmediğini göstermektedir. Ezcümle son parlamento
seçimi esnasında bazı ekalliyet unsurlarını temsil eden müstakil saylav namzetlik-
leri kabul edilmiştir. Şüphe yok ki gayet az miktarda olan bu müstakil saylavların
kanunî mevzuat üzerinde müspet bir tesir ve nüfuza sahip olmalarına imkân yok-
tur. Fakat fikrimce zikrettiğim bu vakıanın mahiyeti şudur: Türkiye'de siyasal
kuvvetin mütemerkiz bir şekilde kullanılmasına rağmen bu suretle Esasî teşkilât
kanunun ifade ettiği demokrasi zihniyetini unutturmamak, muhafaza etmek gaye-
si güdülmektedir."
Neumark'ın müstakil mebusluk yorumu "vesayetçi demokrasi" yaklaşımını,
merkantilizm hakkındaki sözleri de "önce sınıfların oluşumu, sonra demokrasi"
yaklaşımını akla getirmektedir. Bu iki yaklaşımın aşamalı olarak demokrasiyi
hedefleyen benzerliği dikkat çekicidir. Türkiye'deki tek parti yönetiminin de-
mokrasiye geçişi hazırlayan bir vesayet partisi, tek parti yönetimin ideolojisi
Kemalizm’in de bir vesayet ideolojisi olarak değerlendirilişi üzerinde kısaca
durmak yerinde olacaktır.
Vesayet anlayışına göre, Türkiye'de tek parti yönetimin olmasının sebebi
toplumun henüz siyasî, kültürel ve ekonomik olarak demokrasiyle yönetilecek
bir seviyede olmamasıdır. Tek parti yönetimi seçkinler marifetiyle toplumu
geri kalmışlıktan kurtararak çağdaşlaştıracak bir devrim yapmış ve bu devri-
min toplumda yerleşeceği bir süre için toplumu demokratik olmayan bir şekil-
de yönetmiştir. Ancak tek parti yönetiminin nihaî hedefi demokrasiye geçmek-
tir. Nitekim Türkiye'deki tek parti olan CHP kendi isteğiyle 1945 yılında çok
partili hayata geçmiş, 1950'de de seçimlerin sonucunda barışçı ve demokratik
bir şekilde iktidardan ayrılmıştır.23 Vesayet yaklaşımı Türkiye'nin tek partili
dönemi takip eden çok partili hayatına atıfta bulunurken, Neumark daha
1935'te CHP'nin bu niyeti taşıdığını iddia etmektedir. Buna karşılık CHP'nin
tek parti döneminde böyle bir niyet taşımadığını düşünmek de mümkündür.
1935 Kurultayından sonra CHP giderek artan bir şekilde ideolojik deneti-
me ve bir parti-devlet özdeşliğine yönelmiştir. Ancak CHP'nin ideolojisi ve
uygulamaları bu dönemde dünyada özellikle Almanya'da 1933'te iktidara ge-
len Nasyonal Sosyalizmin etkisiyle yaygınlaşan "benzer" eğilimlerden farklılık-
lar da taşır. Bu farklılıklar, Türkiye'nin toplumsal formasyonundan ve dış poli-
tika tercihinden kaynaklanmaktadır. Biraz daha açarak devam edecek olursak,
Türkiye'nin toplumsal formasyonunda gelişmiş burjuvazi ile devrim yapma
ihtimali olan bir işçi sınıfının karşı karşıya gelmesi ihtimali söz konusu değil-
dir. Türkiye'nin dış politikası ise revizyonist cepheye mesafeli ve barışı esas
alan bir politikadır. Türkiye'nin dış politikada "barış" yanlısı tercihi yanında
"bağımsızlık" ilkesi de, onu uluslararası/evrensel ideolojilerden de olabildiğin-
ce uzak durmaya yöneltmiştir. Bu yüzden, bazı benzerlikler ve etkiler karşı-

235
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

sında da Kemalistler "biz bize benzeriz" şeklinde özetlenebilecek tavırlarını gös-


terecek tedbirler almış ve Kemalizm’i uluslararası etkilerden uzak bir millî
ideoloji olarak tanımlamışlardır. Dönemin dünya şartlarında ise Hobsbawm'ın
işaret ettiği üzere, uluslararası sistemi oluşturan ulus-devletlerin arasındaki
mücadeleleri aşan bir uluslararası ideolojik iç savaş hüküm sürmektedir.
Türkiye için bu durum, bir an önce medeniyete ulaşmak şeklinde ifade
edilmektedir. Bu bakımdan bu dönem Türkiye'si için öncelik demokrasi değil
medenileşmektir.24 Ancak 1930'larda CHP, dünya ölçeğinde gerileyen libera-
lizme ve liberal demokrasiye tavır almakta, Kemalist ideolojiyi ve "Kemalist
demokrasi"yi bunlara karşı mevzilendirmektedir. 1937 yılında CHF’nın altı
oku, anayasaya girerek Türkiye “parti-devlet” bütünleşmesinde ilerlemiştir.
SONUÇ
1930- 1938 dönemi tek parti yönetiminin gelişip yerleştiği bir dönemdir.
İçeride SCF sonrasında bir muhalefetten bahsetmek neredeyse mümkün değil-
dir. “Parti-devlet” bütünleşmesi olarak başlayan proje, CHF’nın kadro ve ideo-
lojik zayıflığı neticesinde devletin partiyi yuttuğu bürokratik bir rejimle son
bulacaktır. Dünyada giderek yayılan ideolojik iç savaşlar ve yaklaşan İkinci
Dünya Savaşı, Türkiye’yi giderek otarşik bir anlayışa yöneltecektir. 10 Kasım
1938’de Gazi Mustafa Kemal’in vefatı ve İkinci Dünya Savaşı şartları, bu tek
parti yönetimini daha da ağırlaştıracaktır.

SONNOT

1 Lenin 1908 II. Meşrutiyetini yarım kalmış bir burjuva devrimi olarak nitelendirir. Bkz. Doğu
Perinçek, Lenin Stalin Mao'nun Türkiye Yazıları, İstanbul, 1992, s. 48.
2 Türk devriminin sınıfsal bir analizi için bkz. Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara,
2001.
3
Gayrimüslim ve Müslüman burjuvazi ayrımını "parçalı Osmanlı burjuvazisi" veya "iki gövde-
li burjuvazi" olarak nitelendirerek Osmanlı Devletinin batılılaşma, toplumsal değişme ve çö-
küş sürecini tartışan bir çalışma için bkz. Fatma Müge Göçek, Burjuvazinin Yükselişi İmpa-
ratorluğum Çöküşü, (Çev. İbrahim Yıldız), Ankara, 1999.
4 Bu yönde bir değerlendirme için bkz. Justin McCarthy, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Temelleri:
Sosyal ve Ekonomik Değişme”, Tarih Çevresi, (Çev: Nesim Şeker), Kasım-Aralık 1994, Sayı:
13, s. 29.
5 Korkut Boratav, 1920'lerin Türkiye iktisat politikasının "liberal" olarak nitelendirilmesinin
yanıltıcı olabileceğini, devletin bizzat işletmecilik yapmamakla birlikte "inhisarları imtiyazlı şir-
ketlere dağıtarak, devlet ihaleleri yoluyla ve geniş teşvik tedbirleriyle özel sermaye birikimini ve kapita-
list gelişmeyi hızlandırmanın sonraki devletçi döneme göre farklı bir yolunu..." denediğini kaydedi-
yor. Korkut Boratav, Türkiye'de Devletçilik, Ankara, 1982, s. 3.
6 Bu dörtlü tasnifin ilk üçü Metin Çulhaoğlu’na aittir. Çulhaoğlu tasnifinde dördüncü seçeneğe
yer vermiyor ve üçüncü seçeneğe kanaatimce abartılı bir önem veriyor. Metin Çulhaoğlu,
"Serbest Fırka: Oksijen Çadırında 5 Ay", Başka Bir Tarih Başka Bir Türkiye (içinde), İstanbul,
2000, s. 228. Bu dönemin CHP’nde mevcut “üçüncü yolcu” söylemlerden hareketle bu hükme
varmak yanlıştır; çünkü bu seçenek zaten hem fiilen uygulanmamaktadır, hem de uygulana-

236
10. Bölüm: 1930-1938 Döneminde Türkiye’de Siyasi Hayat / Murat Yılmaz

bilir değildir. Çulhaoğlu’nun bir başka yerde vurguladığı gibi sadece söylemden hareketle
yapılacak bir analiz toplumsallığı ve tarihselliği dışladığı için yanıltıcı olacaktır. Metin Çulha-
oğlu, Bin Yılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, İstanbul, 1997, ss. 292–294.
7
Korkut Boratav, age, s. 3. Ömür Sezgin devletçilik uygulamasını dönemin şartları içinde kapi-
talizmin gelişmesinin belki de tek yolu olduğunu kaydediyor. Ömür Sezgin, “Kadro Hareke-
ti”, Kadro Dergisi, (Tıpkıbasım içinde), Ankara, 1982, C: 1, ss. 12–13.
8 Eric Hobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl 1914–1991: Aşırılıklar Çağı, İstanbul, (Çev: Yavuz Alogan),
1996, ss. 18–19.
9 Duverger de bu dönemi “liberal demokrasinin bunalımı” olarak nitelendiriyor. Döneme ilişkin
Duverger’in değerlendirmesi için bkz. Batı’nın İki Yüzü, (Çev. Cem Eroğul–Fazıl Sağlam),
Ankara, 1977, ss. 99 – 122.
10 Zafer Toprak, “Tek Parti Cumhuriyeti ve Demokrasi”, Yeni Türkiye, Sayı: 23–24, 1998, s.
1053. Huntington, bu dönemi demokratlaşma bakımından “birinci ters dalga” olarak değer-
lendiriyor. Huntinton’ın demokratlaşma açısından yaptığı dönemleştirme şöyledir: (Samuel
P. Huntington, Üçüncü Dalga, (Çev. Ergun Özbudun), Ankara, 1993, s. 11.)
* Birinci, uzun demokratlaşma dalgası 1828 – 1926
* Birinci ters dalga 1922 – 1942
* İkinci, kısa demokratlaşma dalgası 1943 – 1962
* İkinci ters dalga 1958 – 1975
* Üçüncü demokratlaşma dalgası 1974 – …
11
E. Hobsbawn, age, Hobsbawn, Birinci Dünya Savaşının sadece mağluplarının değil galipleri-
nin de büyük zarar gördüğünü şöyle anlatıyor: "... yenilgiye uğrayanı devrime ve galip gelenleri
iflas ve fiziksel tükenişe sürükledi." Age, s. 44. Birinci Dünya Savaşı’nın galip gelen ülkelerde
demokratik sisteme verdiği zarar ve yarattığı antidemokratik alışkanlıklardan kurtulabilme-
nin uzun yıllar alacağına ilişkin bir değerlendirme için bkz. M. Duverger, age, s. 99.
12
Justin Mccarthy Türkiye'nin nüfus düzeyinde yaşadığı büyük kayba dikkat çekiyor: "Bunlar,
[Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Türk İstiklâl harbi] bu zamana kadar yapılan savaşlar ara-
sında yer alırlar. Osmanlı Anadolusu Birinci Dünya Savaşı'nda, savaşa katılan herhangi bir ülkeden
daha fazla ölüm acısı çekmiştir. 1912'den 1922'ye kadar, Anadolu nüfusu yüzde 30 azalmıştır. Anado-
lu nüfusunun, yaklaşık olarak, yüzde 10'u göç etmiş ve yüzde 20'si ölmüştür." Justin Mccarthy, agm,
s. 26. Mccarthy de Hobsbawn gibi felâketlerin yarattığı değişim potansiyeline dikkat çekerek,
Türkiye üzerinde bu felâketlerin halkta reformları destekleyecek bir psikoloji ve maddi temel
hazırladığını kaydediyor: "Felâket beraberinde değişime doğru psikolojik bir eğilim getirir. Basitçe
ifade edilirse, felaket oluşturan kayıplar, insanların akıllarını alışkanlıklarını ve hayatlarını değiştirir.
Hiç olmazsa, hayatta kalanlar başlarına felaket getiren sistemden daha iyi bir sisteme sahip olmak ister-
ler. Bundan başka, feci ölümlülük rasyonelleştirilmiş muhafazakâr hayatın en temel bloklarını yerinden
çıkarır, evler yıkılır, aile üyeleri öldürülür; çiftlikler ve işler yitirilir. Kayıplar yardım edemez ama gele-
neksel değerlerde ve muhafazakâr hayat tarzlarında değişikliklere sebep olurlar." Agm, s. 27.
13 İleride daha ayrıntılı olarak anlatılacak olan İsmet Paşa'nın Halil Menteşe'ye 25 Mayıs 1925
tarihli mektubunda bu çerçeve net olarak ortaya konulmaktadır. Halil Menteşe, Osmanlı Me-
busan Meclisi Reisi Halil Menteşe'nin Anıları, İstanbul, 1986, s. 247.
14 Taner Timur, age, s. 175.
15 Taner Timur, age, s. 178.
16
Bu konuda bkz. Ludwig von Mises, Bürokrasi, (Çev. Feridun Ergin), Ankara, 2000. Tama-
mında bu konu tartışılan kitapta şöyle deniyor: "Topyekûn bürokrasi cereyanı; insanlığın yalınız
bir kısmına inhisar etmeyerek bütün ırkları, milletleri ve medeniyetleri çevresi içine almağa çalışan ilk
ideolojidir ve tarihin bugüne kadar kaydettiği en büyük harekettir. Modern arzı mukaddes, posta idaresi
model tutularak kurulacaktır. Şimdiye kadar ideal uğruna sel gibi insan kanı akıtılmıştır. " age, s. 117.
17 Yunus Nadi'nin Gazi'ye 17.10.1930 tarihli mektubu. Nadir Nadi, Perde Aralığından (içinde),
İstanbul, 1965, s. 227. Mektubun tarihinden, SCF'nın katıldığı olaylı 5.10.1930 seçimlerini taki-
ben yazıldığı ve henüz SCF'nın faaliyette bulunduğu anlaşılıyor.

237
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

18 N. Nadi, age, ss. 227–228.


19 E. Hobsbawn, age, s. 126.
20 Frederick Neumark, "Yeni Türkiyenin Siyasal, Kültürel ve Ekonomsal Tekâmülü", İÜHFM,
(Çev. Ahmed Ali Özeken), Yıl: 1, Sayı: 1, İstanbul, 1935, s. 215 ve tamamı, ss. 213–231. Türki-
ye'de görevli olan Ord. Prof. Neumark'ın 4 Haziran 1935'te Strasbourg'da vermiş olduğu kon-
feransın metni olan bu önemli metne, bugüne kadar hemen hemen hiç atıfta bulunulmamış
olması şaşırtıcıdır. Dönemin şartları içinde Neumark'ın tek parti yönetimini "diktatör", “terbi-
yecî diktatör" gibi kavramlarla nitelendirebilmesi ve tek parti yönetimini, adeta adını koyma-
dan bir "vesayet partisi" olarak değerlendirmesi dikkat çekicidir. Ancak bu yorumun 1935
sonrası parti-devleti yönündeki gelişmelerden önce yapıldığına işaret etmek isterim.
21 Frederick Neumark, agm, ss. 216–217. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun söylediğine göre, CHP
Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, 1944’te kendisine Millî Şeflik ile anayasa arasındaki
ilişkiyi Neumark’ın 1935’te yazdığına benzer bir şekilde anlatmaktadır. “Siz hukuk profesörü-
sünüz… Bilirsiniz ki, bâzı memleketlerin anayasaları yazılmış, bâzılarınınki ise yazılmamıştır. (…) Bi-
zim ise, iki anayasamız vardır: Yazılmış ve yazılmamış… Bunlardan yazılmış olanı, senin kitapta oku-
duğun, Teşkilâtı Esasiye Kânunu’dur. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiilî durumumuz, yâni Şef siste-
mimizdir. Bu sistem kuvvetini CHP’nden alır. [Memduh Şevket Esendal], yazılmamış anayasanın lü-
zum ve zaruretini, Türk inkılâbının ve Cumhuriyetin, başından beri birbirini tâkip eden çeşitli hadise-
lere ve nihayet o sırada içinde bulunduğumuz İkinci Cihan Harbi’ne bağlayarak, uzun uzun izah ettik-
ten sonra: ‘Mamafih elbette bir gün gelecek, yazılı anayasamız harfi harfine tatbik olunacaktır’ dedi.”
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Türkiye’de Üç Devir, C: 1, ss. 467 – 470’den aktaran Cemil Koçak,
Türkiye’de Millî Şef Dönemi, İstanbul, 1999, C: 2, s. 363.
22
Frederick Neumark, agm, s. 217.
23
Bu yönde değerlendirmeler için bkz. Maurice Duverger, Siyasi Partiler, Ankara, ss. 335–364
ve özellikle ss. 358–364; Mete Tunçay vesayet rejimi, vesayet partisi gibi kullanımlarıyla kav-
ramın Duverger, Tarık Zafer Tunaya, Walter Weiker, La Palombera ve Weiner tarafından kul-
lanılışını değerlendirmektedir. Tunçay farklı kişilerin birbirlerinden habersizce Türkiye’de
CHP’nin tek partiyi bu şekilde adlandırmalarına dikkat çekiyor. Mete Tunçay, TC’nde Tek
Parti Yönetiminin Kurulması (1923 – 1931), İstanbul, 1989, ss. 10–26. Neumark’ın 1935’te bu
yönde serdettiği görüşlerini yukarıda kaydetmiştim. Keza Ahmet Hamdi Başar da bu dönemi
vesayet rejimi olarak değerlendiriyor: “Benim kanaatim bu memlekette hürriyetin, demokrasinin ve
garplılaşmanın ancak inkılâp yolu –hatta onların tâbiri ile- vâsilik yolu ile mümkün olacağı merkezin-
dedir.” Ahmet Hamdi Başar, Hürriyet Buhranı, İstanbul, 1946, s. 100; ayrıca s. 104 ve 107.
24 İsmet İnönü'nün Atatürk'ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı seçilmesi dolayısıyla 11 Ka-
sım 1938'de TBMM'nde yaptığı teşekkür konuşmasında söyledikleri bu bakımdan anlamlıdır:
"Türk milletini az zamanda büyük bir medeniyet seviyesine yükseltmiş, Türk milletine en kısa
yoldan temiz cemiyet hayatını, feyizli terakki yollarını açmış inkılâblar kalb ve vicdanımızın en aziz
varlıklarıdır." [abç] İsmet İnönü'nün TBMM'deki Konuşmaları, C: 1, Ankara, 1992, s. 434.
Türk devrimi "medeniyetin bekleme odası"ndan bir an önce medeniyete girme çabasıdır ve
dönemin dünya şartları da dikkate alındığında demokrasinin tali kaldığı görülecektir. Bilsay
Kuruç şöyle diyor: “Medeniyet (...) Cumhuriyet kadroları için kutsal kavramdır.” Bilsay Kuruç,
Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Ankara, 1987, s. 12.

238
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

11. BÖLÜM
LOZAN SONRASI ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ
POLİTİKASI [1923-1938]]

Mustafa ÇUFALI∗

GİRİŞ
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Türkiye yeni bir döneme
giriyordu. Türkiye’nin isteği bir an önce anlaşmanın ilgili devletlerin kurumla-
rı tarafından onaylanması, Lozan’dan arta kalan problemlerin çözümlenmesi
ve böylece iç gelişmelere yoğunlaşılmasıydı. Anlaşma İngiltere parlamentosu-
nun onayından sonra 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girdi. Anlaşma son-
rası Türkiye ile özellikle büyük devletler arasında daha başlangıçta bazı prob-
lemler çıktı. İlk olarak yeni devletin başkentinin Ankara olması kararını Batılı
devletler tasvip etmemişlerdi. Türkiye ise stratejik, politik ve psikolojik neden-
lerle Ankara’nın başkent yapılmasında karar kıldı. İkinci olarak yabancı dev-
letlerin Türkiye’deki okulları ile ilgili problem çıktı. Lozan’dan sonra kabul
edilen Özel Okullar Talimatnamesi gereğince Türkiye bu okullarda özellikle
Tarih ve Coğrafya derslerinin Türkçe ve Türk öğretmenler tarafından verilme-
sini istedi. İlgili devletlerin tepkilerine rağmen Türkiye bu konuda ısrar etti ve
istediğini kabul ettirdi. Bir başka konu da Boğazlar Komisyonu’nun bayrağı
sorunuydu. İtilaf devletleri, komisyonun bayrağı olmasında ısrar ettiler. Fakat
bu Türkiye tarafından egemenlik hakkının ihlali anlamına geliyordu. Türkiye
bu konuda da herhangi bir taviz vermedi. Bu küçük olayların dışında, Lozan
Konferansı sonrası hem Lozan’da çözümlenmemiş, hem de yeni gelişen olaylar
doğrultusunda Türk dış politikasını etkileyen bazı gelişmeler oldu. Bu çalış-
mada Türk dış politikası açısından önemli olan gelişmelerin bir bölümü ikili
ilişkiler çerçevesinde ele alınırken, ikiden fazla devletin taraf olduğu sözleşme,
pakt gibi diğer gelişmeler ise ayrı başlıklar altında incelenecektir.
TÜRK-İNGİLİZ İLİŞKİLERİ
Cumhuriyetin ilk döneminde Türkiye ile İngiltere arasındaki en önemli
sorun Lozan’da çözüme kavuşmayan Musul sorunuydu. Musul İngilizler tara-
fından Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan birkaç gün sonra işgal edilmişti.
Lozan görüşmelerinde Türkiye Musul’u ısrarla geri istemiş, fakat bunda başa-
rılı olamamıştı. Lozan Antlaşması’nın 3. maddesine göre taraflar 9 ay içinde


Prof. Dr., Güvenlik Bilimleri Akademisi.

239
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

soruna çözüm bulmak için görüşecekler, çözüm yolu bulunmazsa konu Millet-
ler Cemiyeti’ne havale edilecekti. Bu süre içinde taraflar bu bölgenin değişimi-
ne yönelik askeri veya başka bir harekâtta bulunmayacaklardı.
İngiltere’de Ramsay McDonald başkanlığında İşçi Partisi Hükümeti’nin
kuruluşu Türkiye’yi çözüm konusunda ümitlendirdi. McDonald başbakan
olmadan önce 15 Ekim 1923 tarihinde Türkiye’yi ziyaret ettiğinde iki ülke ara-
sında dostluk ilişkisinin kurulmasından bahsetmiş, Ocak 1924’te iktidara gelin-
ce de dış politikada barış üzerine vurgu yapmıştı.1 Fakat Türkiye’nin ümitleri
kısa sürede son buldu. Musul üzerine görüşmeler 19 Mayıs 1924 tarihinde
TBMM Başkanı Fethi Bey ile İngiltere’nin Irak Yüksek Komiseri Sir Percy
Cox’un başkanlığındaki heyetler arasında İstanbul’da eski Bahriye Nezareti
binasında başladı. Bu konferansta Fethi Bey, Musul’un etnik, coğrafi ve tarihsel
nedenlerle Türkiye’de kalması gerektiği üzerinde durdu. Cox ise Lozan’dan
daha ileri giderek sorunun Musul vilayeti değil Türk-Irak sınırı olduğunu id-
dia edip, bu sınırın Süryanilerin yaşadığı Hakkâri vilayetini kapsayacak şekil-
de Musul Vilayetinin kuzeyinden çizilmesi gerektiğini savundu.2 İngilizler
Lozan’da bile böyle bir isteği dile getirmemişlerdi. Doğal olarak bu durumda
herhangi bir anlaşmaya varmak mümkün olmadığı için 5 Haziran 1924’te gö-
rüşmeler sona erdi.3 Bundan sonra İngiltere 6 Ağustos 1924 tarihinde Musul
sorununun gündeme alınması için Milletler Cemiyeti’ne başvurdu.4
Milletler Cemiyeti 30 Eylül’de tarafların iddialarını araştırmak ve Musul
halkının görüşlerini yansıtacak bir uzlaşma yolunu bulmak amacıyla bir ko-
misyon oluşturulmasına karar verdi.5 Bu arada Hakkâri vilayetindeki Süryani-
lerin ayaklanmasını bastırmak amacıyla bölgeye giren Türk askerleriyle İngiliz
askerleri arasında çatışmalar çıktı.6 Milletler Cemiyeti Türkiye’nin başvurusu
üzerine 29 Ekim 1924’te Brüksel Hattı adıyla geçici bir hat çizdi. Taraflar da bu
hatta uyma sözü verdi.7 Bu hat daha sonra küçük düzeltmelerle Türkiye-Irak
sınırını oluşturacaktı.
Araştırma Komisyonu Temmuz 1925’te raporunu tamamlayarak Milletler
Cemiyeti’ne sundu. Rapor yerine getirilmesi çok güç gerekçesiyle Türkiye’nin
isteği olan plebisiti reddediyordu. Yine de halkın duygularının Türkiye’den
ziyade Irak’a yönelik olduğunu iddia ediyordu. Bölgenin Irak veya Türkiye’ye
bağlanması durumunda Türkiye’nin tercih edileceğini belirten Komisyon, en
iyi çözümün ise Kürt memurlarının görev yapması, Kürtçenin resmi dil olması
ve 25 yıl devam etmesi şartıyla İngiliz mandasına bırakılması olduğunu belir-
tiyordu. Üçüncü bir alternatif de vilayetin iki taraf arasında paylaşılmasıydı.8
Komisyon raporuna Türkiye tepki gösterirken İngiltere memnunlukla kar-
şıladı.9 Tevfik Rüştü Bey, komisyonun raporunun kabul edilemez olduğunu,
tavsiye niteliği taşıdığını söyleyerek, bu raporun Türkiye’yi bağlamayacağını
belirtti.10 Buna rağmen Milletler Cemiyeti, 16 Aralık 1925 tarihinde Komisyon
raporunu ve Brüksel Hattı’nın sınır olduğunu oylayarak kabul etti.11 Türkiye
bu kararı tanımayacağını, Musul üzerindeki egemenlik haklarının değişmedi-
ğini belirtti.12 17 Aralık’ta da Sovyetler Birliği ile Dostluk ve Tarafsızlık Ant-
laşması’nı imzaladı.13 Bu antlaşmanın İngiltere üzerinde önemli bir etkisi ol-
mamıştır. Bu anlaşma adı üzerinde bir tarafsızlık anlaşmasıydı. Türkiye ile

240
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

İngiltere arasındaki bir sorunda Sovyetler Birliği taraf olmayacaktı. Daha da


önemlisi Paris’teki Sovyet Büyükelçisi İngiliz meslektaşına bu anlaşmanın Mu-
sul konusunda Sovyetlere bir yükümlülük yüklemediğini, kendilerinin de her-
hangi bir dış soruna taraf olmak niyetinde olmadıklarını söyledi.14 Dönemin
Başbakanı İsmet Paşa (İnönü) da Sovyetler Birliği’nin bu konuda Türkiye’ye
yardım edemeyeceğini biliyordu.15
Musul sorunu bu noktada çıkmaza girdi ve Mayıs 1926’ya kadar sürün-
cemede kaldı. Ocak 1926’da İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi İngiltere Dışişle-
ri’ne bu sorunu çözmek için Türkiye’ye bazı tavizler vermeyi önerdi. 16 Dışişleri
Bakanı Chamberlain ise sadece dağ sınırında küçük bir düzenleme yapabile-
ceklerini, Büyükelçiliğin Ankara’da açılması konusunda çalışmalarını ilerlete-
bileceklerini ve Irak ve İngiltere adına bir saldırmazlık paktı önerebileceklerini
belirtti.17
Bu arada İngiltere, Fransa ve İtalya ile beraber üçlü ittifak kurma çalışma-
larını başlatmıştı. Fransa’ya göre Türkiye’nin Musul’u alması, Hatay ve Halep’i
geri istemesi konusunda da cesaretlendirebilirdi. Fransa ayrıca İngiliz-Fransız
işbirliğinin Almanya sorunu ve Ortadoğu konusunda da Fransa’nın yararına
olacağını düşünüyordu. İtalyan desteği ise Etiyopya üzerindeki çıkarları ve
Irak’taki ekonomik ayrıcalıkları konusunda güvence verilmesiyle sağlandı.18
Türk devlet adamları, İngiltere ile samimi dostluk ilişkileri kurmak iste-
diklerini, Musul sorununun buna engel olduğunu belirtmeye devam ettiler.
İngiltere ise Nisan ayında dost bir Türkiye’yi kazanmak amacıyla Brüksel Hat-
tında bir değişikliğe hazırdı ve bunu da Türkiye’ye teklif etmek üzereydi.19
Tam bu sırada Türkiye kendisi için topraktan ziyade güvenliğin daha önemli
olduğunu düşünerek Musul’daki isteklerinden vazgeçti ve İngiltere ile görüş-
melere başladı. Türkiye bir yandan iç sorunlarla meşgulken, diğer yandan İtal-
yan tehdidi ve Musul sorunuyla uğraşmak istemiyordu.20
Yapılan görüşmeler sonunda 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara Antlaşması
imzalandı. Bu anlaşmaya göre Brüksel Hattı sınır olarak kabul ediliyor, sınırın
iki tarafında düşmanca faaliyetler ve propaganda yasaklanıyordu. Ayrıca Tür-
kiye 25 yıl boyunca Musul petrol gelirlerinin % 10’una sahip olacaktı veya bu-
nun karşılığı olarak 500 000 sterlin alacaktı.21 Türkiye içinde bulunduğu eko-
nomik sıkıntılar nedeniyle petrolden yüzde almak yerine 500 000 sterlin almayı
tercih etti.
Musul sorununun çözüme kavuşmasına rağmen Türkiye ile İngiltere ara-
sındaki ilişkiler 1929 yılında bir İngiliz deniz filosunun İstanbul’u ziyaret et-
mesi ve filo kumandanıyla İngiliz Elçisi’nin Ankara’da Atatürk’ü ziyaret etme-
sine kadar gelişemedi.22 1930’lu yıllardaki Avrupa’daki revizyonist hareketler,
özellikle İtalya’nın Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri ve Habeşistan’ı işgali Türki-
ye ve İngiltere’yi birbirine yakınlaştırdı. Aralık 1932’de Türkiye, İran ve Irak’la
bir saldırmazlık paktının düşünüldüğünü söyleyerek İngiltere’nin de bu pakta
katılmasını ümit ettiğini belirtti.23 Öte yandan İngiltere de Türkiye’nin yakın-
laşma politikasına olumlu karşılıklar verdi. Örneğin, 1936 yılındaki Montreux
görüşmelerinde İngiltere’nin Türk tezine yakın hareket etmesi Türkiye’nin

241
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

revizyonist grup ile ilişkilerine engel olma düşüncesinden kaynaklanmış olsa


gerektir. Montreux’den sonra iki ülke arasında ekonomik ve politik ilişkiler
hızla gelişmeye başladı. İngiltere Kralı VIII. Edward 1936 yılı Eylül başında
Türkiye’ye gayrı resmi bir ziyaret düzenledi. Kral önce Çanakkale’yi, ardından
İstanbul’u ziyaret etti. Atatürk ile kral arasında İstanbul’da samimi görüşmeler
oldu.24 1937 yılında da bu kez Başbakan İsmet İnönü, Londra’da İngiliz Kra-
lı’nın taç giyme törenine katıldı. 1938 yılına gelindiğinde ise İngiltere Türki-
ye’ye 10 milyon sterlinlik kredi açtı. Mart 1939’da Almanya’nın Çekoslovak-
ya’yı işgali Türkiye’yi iki blok arasında tercih yapmaya itti. Sonuçta Türkiye 12
Mayıs 1939’da Fransa, 23 Haziran 1939’da ise İngiltere ile birer bildiri imzaladı.
Bu bildirilerde savaşın Akdeniz’e yayılması durumunda taraflar arasında fiili
işbirliği yapılacağı bildiriliyordu. Son olarak 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere,
Fransa ve Türkiye arasında Karşılıklı Yardım Antlaşması imzalandı. Böylece
Türkiye Avrupa’daki savaşta prensip olarak İngiltere ve Fransa’nın yanında
yer aldığını kabul etmiş oluyordu.25
Türk-Sovyet İlişkileri
Türk-Sovyet ilişkileri İstiklâl Savaşı döneminde olduğu gibi Lozan sonra-
sında da Batılı devletlerle ilişkiler ve ticari ilişkilerin etkisiyle çok iyi bir seyir
takip ettiyse de Türkiye’deki komünist faaliyetler bu ilişkiyi frenleyen bir etken
oldu. Bu dönemde hem Türkiye hem Sovyetler Birliği, Batı ile sorunlarında
birbirlerine dayanacak bir dost ülke olarak gördü. Buna rağmen Sovyetlerin
Türkiye’yi komünistleştirme çabaları, Türkiye’nin de gerçek hedefinin modern
Batı medeniyeti olması nedeniyle Batılı devletlerle işbirliği yollarını araması iki
ülke arasındaki ilişkilerin daha fazla gelişmesine engel oldu. Bu genel çerçeve
içinde Türk-Sovyet ilişkilerini etkileyen olaylar aşağıdaki gibi gelişti.
23 Nisan 1923’te milletvekili seçimlerinin yenilenmesi kararı alınınca Tür-
kiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası seçim çalışmaları sırasında Türkiye’deki işçi
ve çiftçileri ortak mülkiyete dayalı sosyal bir inkılâba çağıran bildiriler dağıt-
mıştı. Bu faaliyetlere karşı İstanbul’da bazı parti mensupları tutuklanmış, 3
Haziran 1923’ten itibaren Hıyaneti Vataniye Kanunu çerçevesinde yargılanmış,
fakat bu kanun İstanbul’da usulüne uygun bir biçimde yayınlanmadığından
sanıklar beraat etmişti.26
S. Birliği bu gelişmeye tepki göstermedi. 1924 yılından itibaren Türkiye de
Sovyetler Birliği de ilişkileri geliştirmeye özen gösterdi. Dünyadaki gelişmeler
bu özen göstermenin önemli nedenlerinden biriydi. İngiltere’de Muhafazakâr
Parti’nin tekrar iktidara gelişi, Fransız Herriot Hükümeti ile Almanya arasın-
daki ilişkilerin geliştirilmesi çabaları, Almanya’dan çekinen Sovyetler için iyiye
bir gidiş değildi. Sovyetler Birliği’nde Lenin’in ölümüyle ortaya çıkan iç politik
mücadeleler de artmıştı.27 Sovyetler Birliği savaştan sonra Rapallo anlaşmasını
imzalayarak Almanya ile yakınlaşmaya başladı. Ama 1 Aralık 1925 tarihinde
Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya arasında
imzalanan Locarno Antlaşmaları Almanya’yı Sovyetlerden tekrar uzaklaştır-
dı.28 Türkiye ise İngiltere ile Musul, Fransa ile Suriye sınırı, Yunanistan ile ahali
mübadelesi nedenleriyle dış politikada yalnızlık içindeydi. Özellikle Musul
konusu, Fransa ve İtalya’nın davranışları, Türkiye’yi dış politikada yalnızlığa

242
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

itiyordu. Tüm bu nedenler iki ülkeyi birbiriyle ilişkilerini geliştirmeye sevk


etti. Bu ortamda 17 Aralık 1925’te Paris’te Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması
imzalandı.29
Anlaşma 3 maddelik olup buna 3 de protokol eklendi. Bu anlaşmaya göre
taraf devletlerinden birine üçüncü bir veya birkaç devlet tarafından askeri ha-
reket düzenlenmesi durumunda diğer taraf tarafsızlığını koruyacaktı. Ayrıca
taraflar diğeri aleyhine olan ittifaklara veya anlaşmalara katılmayacak, diğeri-
ne karşı her türlü tecavüzden kaçınacaktı. Bu anlaşma 3 yıl geçerli olacak, fes-
hedilmezse 1 yıl daha uzatılmış sayılacaktı. Anlaşma 17 Aralık 1929’da 2 yıllı-
ğına, 1931’de ise 10 yıl süre ile uzatıldı.30
Bu anlaşmadan sonra Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki sıcak ilişkiler
daha da arttı. 1926’da toplanmaya başlayan Silahsızlanma Konferansı’na Ka-
sım 1927’deki 4. toplantısına S. Birliği de davet edilmişti. Sovyetler Birliği bu
toplantıda Türkiye’nin de çalışmalara davet edilmesini istedi. Bu istek olumlu
karşılanarak daha sonraki toplantılara Türkiye de katılmaya başladı. Savaşı
milli bir siyaset aracı olarak kullanmamayı öngören ve 27 Ağustos 1928’de
imzalanan Briand-Kellogg Paktı’na da önce Sovyetler Birliği, daha sonra da bu
ülkenin önerisiyle Türkiye de katıldı. Yürürlük prosedürünün uzaması nede-
niyle Sovyetler Birliği bu paktı Litvinov Paktı adıyla 9 Şubat 1929 tarihinde
Polonya, Romanya, Letonya ve Estonya ile bir protokol imzalayarak yürürlüğe
koyunca Türkiye de 1 Nisan 1929 tarihinde bu protokolü imzaladı.31
Bu anlaşmadan sonra Türk-Sovyet ilişkileri 1932 yılına kadar samimi
ve yakın işbirliği içinde geçti. Yine de iki ülke arasında bazı hoşnutsuzluklar
oldu. Bunlar, Türkiye’nin Rusya’dan önce Milletler Cemiyeti’ne girme söylen-
tileri, 1928 Türk-İtalyan tarafsızlık anlaşması, S. Birliği ile İtalya arasındaki
görüşmeler, Türkiye’nin Osmanlı borçlarının tasfiyesi için anlaşma imzalama-
sına Sovyetler Birliği basınının tepkisi32 şeklinde sıralanabilir. 1929 yılında
Türkiye’de geniş çapta komünist tutuklaması karşısında Sovyet basını ile Türk
basını arasında sert polemikler yaşandı. Sovyet ve Türk hükümetlerinin bu
tartışmalardan uzak durması iki ülke arasında ilişkilerin gerilmesine engel
oldu.33
1932 yılında Başbakan İsmet Paşa Moskova’yı ziyaret etti. Türk-Yunan an-
laşmazlığının çözümünde İtalya’nın önemli katkıları olmuştu. Bu katkılar ne-
deniyle 1930 Türk-Yunan Dostluk Anlaşmasının imzalanması sırasında Tevfik
Rüştü Aras Mussolini’ye teşekkür telgrafı çekmiş ve bu memnuniyetini
TBMM’deki bir konuşmasında dile getirmişti. Bu ortamda Başbakan İsmet
Paşa İtalya’ya davet edilmiş, Başbakan da bu daveti kabul etmişti. İşte bu ziya-
ret öncesinde S. Birliği İsmet Paşa’nın bu ziyaret öncesi S. Birliği’ni ziyaret et-
mesini istemiş, İsmet Paşa bu daveti de kabul etmişti. Bu ziyaretin önemli bir
yönü yoktu. O dönemde Türkiye için öncelikli iki konu vardı. Biricisi Balkan
ülkeleri arasında işbirliğini artırmak, ikincisi ise Milletler Cemiyeti’ne girmek.
Bu ziyaret sırasında İsmet Paşa, bu iki konuda Sovyetler Birliği’nin endişelerini
gidermeye çalıştı. 28 Nisan–10 Mayıs 1932 arasında gerçekleştirilen ziyarette
Türkiye’nin Sovyetler aleyhinde herhangi bir politika takip etmeyeceği vurgu-
landı; ayrıca Sovyetlerden 8 milyon altın dolar tutarında faizsiz ve 20 yıl vadeli

243
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kredi temin edildi.34 İsmet Paşa’nın bu ziyaretine karşı 27 Ekim–10 Kasım 1933
tarihleri arasında Mareşal Voroşilof başkanlığında bir Sovyet Heyeti iade-i
ziyarette bulundu. Heyet Ankara’nın dışında İzmir ve İstanbul’u da ziyaret
etti. Bu ziyaret vesilesiyle İzmir’deki bir caddeye Voroşilof Caddesi adı verildi.
Bu ziyaret ilişkilerin zirveye çıktığı bir dönemi temsil eder.35
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler 1934 yılında imzalanan
Balkan Paktı ile hissedilir derecede soğumaya başladı. Özellikle Sovyet Sefiri
Suriç, Balkan yakınlaşmasına karşıydı. Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinov da
Ocak 1934’te Türk Büyükelçiye bu rahatsızlıklarını iletti.36 Yalnız Türkiye Sov-
yetler Birliği’ni rahatlatmak için bu ülkeye yönelik herhangi bir eyleme katıl-
mayacağı çekincesini koydu. Aslında bu Türkiye’nin aleyhineydi. Çünkü bu
çekincenin bir benzeri de Yunanistan tarafından İtalya için konuldu. Bunun
sonucunda II. Dünya Savaşı’nda İtalya Yunanistan’a saldırınca diğer Balkan
devletleri bu çekinceyi gerekçe göstererek hareketsiz kalacaktır.37
Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı soğuk davranışları 1934 yazında Fa-
lih Rıfkı Atay ve Fahrettin Altay’ın ayrı ayrı yaptıkları ziyarette de kendini
gösterdi.38 Yine de iyi ilişkiler 7 Kasım 1935 tarihinde iki ülke arasında 1925
tarihli anlaşmanın on yıllığına tekrar uzatılmasıyla devam etti.39 Fakat ilişkile-
rin soğuması Montreux Konferansı’nda daha belirgin hale geldi. Taraflar kon-
ferans öncesi Boğazlar politikasında mutabık kalmalarına rağmen, Sovyet tem-
silcileri konferans sırasında bu isteklerini genişlettiler. Bu tavır değişikliği Türk
yetkililerini şaşırttı ve Sovyetlerin Türkiye konusunda gizli niyetleri olduğu
düşüncesine yöneltti.40
Montreux Sözleşmesinden sonra iki ülke arasındaki ilişkiler gittikçe soğu-
du. Boğazlardaki Sovyet talepleri nedeniyle Türkiye, Batı’dan gelen işbirliği
isteklerine daha sıcak bakmaya başladı. Ekim 1936’da Milletler Cemiyeti top-
lantısında Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinov, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü
Aras’a Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında iki taraflı bir yardımlaşma anlaş-
ması önerdi. Bu öneriye Türkiye mesafeli durmakla beraber olumlu karşıladı.
Ekim ayında bu teklif gizlice İngilizlere bildirildi. Fakat İngiltere Türkiye’nin
tarafsızlığını koruması önerisinde bulundu. Bu öneriyi de dikkate alan Türki-
ye, Sovyetler Birliği’nin önerisini kabul etmekten vazgeçti. İngiltere’nin etki-
sinden haberdar olan Sovyetler Birliği ise Türkiye’nin bu tavrına tepki göster-
di.41 Bundan sonra Tevfik Rüştü Aras Başkanlığı’nda bir Türk heyeti 13–16
Temmuz 1937 tarihinde Moskova’ya bir ziyarette bulundu. Ziyaretin amacı
İtalya ve Almanya’nın yürüttüğü politikalara karşı görüş alış verişinde bu-
lunmaktı. Heyette bulunan Rahmi Apak’a göre görüşmeler iyi geçmemişti.
Stalin heyetle görüşmeyi reddetmiş, Türk heyetine bazı tarizlerde bulunulmuş-
tu.42 Savaş öncesi son görüşme 10 Eylül 1937’de Nyon Konferansı vesilesi ile
oldu. Bu konferansta görüşülen konu Akdeniz’de bazı bilinmeyen denizaltıla-
rın İspanyol gemilerini batırması nedeniyle bu denizaltıların hangi devlete ait
olduğunun ortaya çıkarılması ve bu denizaltılara karşı önlem alınması ile ilgi-
liydi. Bu konferansta Türkiye diğer Balkan ülkeleriyle beraber Sovyetler Birliği
yerine Batı Avrupa ülkeleriyle daha fazla işbirliği için çaba gösterdi. Bu konfe-

244
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

ranstan sonra savaş başlayıncaya kadar iki ülke arasında önemli bir görüşme
olmadı.
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ticari ilişkiler siyasal ilişkiler kadar
sıcak olmadı. İstiklal Savaşı sırasında ticari ilişkilerin gelişmiş olmasına rağ-
men Lozan’dan sonra bu eğilim devam etmedi. Sovyetler Birliği Türkiye’nin
birçok yerlerinde ticaret temsilcilikleri açmak istemişti. Sovyetlerin bu temsilci-
likleri komünizm propagandası için bir araç olarak kullanacağının farkında
olan Türkiye bu oyuna gelmedi.43 Türkiye’de istediği komünist faaliyetleri
yapamayan Sovyetler Birliği ise Türkiye’ye ticari zorluklar çıkardı. Sovyetler
Şubat 1926’da Türkiye’den gelen mallara sınırlama getirdi. Mayıs ayında da
Odessa limanında Türk mallarına giriş izni verilmedi. Bu uyuşmazlıklar 11
Mart 1927’de imzalanan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’na kadar devam etti.
Bu anlaşmaya göre Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den yapacağı ithalata yıllık
değer tahditleri konması kabul edildi. Ayrıca Türkiye İstanbul, İzmir, Trabzon,
Mersin, Erzurum ve Konya’da Sovyet ticaret temsilciliğinin şubeler kurmasını
ve bunların bazı diplomatik imtiyazlardan yararlanmasını kabul etti. Buna
karşılık taraflar üçüncü ülkeye gönderecekleri malların gümrüğe tabi olmadan
kendi ülkelerinden geçmesini kabul ettiler. Bu hükümle Türkiye Batum lima-
nını kullanabilecekti. Bu anlaşma ile iki ülke arasında ticaret hacmi artmış ol-
masına rağmen yine de uygulamada özellikle Sovyet tarafı zorluklar çıkarma-
ya devam etti.44
TÜRK-FRANSIZ İLİŞKİLERİ
Lozan Konferansı’ndan sonra Türkiye’nin Fransa ile ilişkilerini etkileyen
en önemli sorun Fransa mandası altındaki Suriye’nin geleceği çerçevesinde
İskenderun (Hatay) Sancağıydı. Bir diğer sorun ise Türkiye’nin Fransa’ya olan
borçlarının ödenmesiydi. Bu ikisinin dışında çok daha az olmak üzere Türki-
ye’deki Fransız okullarındaki eğitim sorununu da sayabiliriz.
İskenderun, 20 Ekim 1921 Ankara İtilafnamesi’ne göre Fransızların elinde
kalmıştı. Fransa bu itilafnameye göre İskenderun sancağı için özel bir yönetim
usulü belirleyecekti. Milletler Cemiyeti 23 Eylül 1923 tarihinde Suriye üzerinde
Fransız Mandası’nı onayladıktan sonra Suriye içinde Sancak’ta özerk bir yöne-
tim kurdu.45 İskenderun Sancağı Meclisi Fransızların da onayını alarak Mart
1926’da sancağın bağımsızlığını ilan etti. Fakat 12 Haziran 1926’da bu kararın-
dan vazgeçerek Suriye Devleti içinde özerk bir bölge olarak kalmaya karar
verdi.46 Öte yandan Türkiye ile Suriye arasındaki sınırı tespit edecek olan ve
1921 Ankara Antlaşması’yla öngörülen komisyon ancak Eylül 1925’te kurula-
bildi. Sınır sorunu Musul sorunu nedeniyle sürüncemede kaldıktan sonra ni-
hayet 18 Şubat 1926’da iki ülke arasında çeşitli konuları kapsayan Dostluk ve
İyi Komşuluk sözleşmesi parafe edildi. Bu sözleşme Musul sorunu çözüme
kavuşmaya başlayınca da 30 Mayıs 1926 tarihinde imzalandı. Sözleşme ile
Türkiye ile Fransa arasında dostluk, iyi komşuluk ve saldırmazlık maddelerini
içeren protokollerle beraber Suriye sınırında Türkiye lehine bazı küçük deği-
şiklikler yapıldı.47

245
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

1936 yılında Fransa Suriye’ye ve Lübnan’a bağımsızlığını verince Sancak


problemi tekrar ortaya çıktı. Türkiye Fransa’ya Suriye ve Lübnan’a verilen
bağımsızlığın Sancak’a da verilmesi gerektiğini bildirdi. Fransa ise Türkiye’nin
bu isteğini yerine getirmesi durumunda Suriye’nin parçalanacağını gerekçe
göstererek bu isteğe karşı çıktı. İki devlet arasında teati edilen notalar sonu-
cunda konu Milletler Cemiyeti’ne götürüldü.48 Milletler Cemiyeti’nin yaptığı
çalışmalar sonucunda Türkiye ile Fransa 26 Ocak 1937 tarihinde bir prensip
anlaşmasına vardılar. Buna göre Sancak iç işlerinde tam bağımsız, Suriye ile
gümrük birliği halinde olan, bir statü ve bir anayasa ile idare edilen ayrı bir
varlık olacaktı. Sancak’ın dış işleri bazı şartlar altında Suriye tarafından yöneti-
lecekti. Türkçe resmi dil olacaktı. Sancak’ta zorunlu askerlik usulü uygulan-
mayacak, bütünlüğü Türkiye ve Fransa tarafından teminat altına alınacaktı.
Milletler Cemiyeti de 27 Ocak’ta bu prensipleri kabul etti. Bu prensipler üze-
rinde çalışmalar yapılırken Avrupa’da kuvvet dengesi revizyonist devletler
lehine değişmeye başlamıştı. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de
önemi de artmaya başlamıştı. Fransa ile Türkiye arasında yapılan görüşmeler
sonucunda Sancak’ın mülki bütünlüğünü korumak amacıyla 3 Temmuz 1938
tarihinde askeri bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya dayanarak Türk askeri San-
cak’a girdi. Ağustos’ta yapılan seçimler sonunda 40 üyeli Sancak Meclisi’nin 22
üyeliğini Türk topluluğu kazandı. Bundan sonra Sancak’ın Türkiye ile bütün-
leşme süreci hızlandı. 2 Eylül 1938’de yapılan Meclis’in ilk toplantısında tüm
üyeler Türkçe yemin ederek bu devlete Hatay Devleti adı verildi. Bir yıl sonra
da 29 Haziran 1939’da son toplantısını yapan Meclis oybirliğiyle Türkiye’ye
katılmaya karar verdi.49
Türkiye ile Fransa arasındaki ikinci sorun Osmanlı borçlarının ödenmesi
sorunuydu. Türkiye Lozan’da Osmanlı borçlarının kendisine ait kısmını kabul
etmişti. Bu borçların nasıl ödeneceği Türkiye ile tahvil sahipleri arasında yapı-
lacak görüşmelerde düzenlenecekti. Çoğunluğunu Fransızların oluşturduğu
alacaklılarla Türk hükümeti arasındaki görüşmeler zaman zaman gerginliğe
yol açsa da sonuçta 13 Haziran 1928 tarihinde anlaşmaya varıldı. Bu anlaşma-
da borç miktarı ve ödeme zamanları üzerinde anlaşmaya varıldı. Böylece Du-
yunu Umumiye tarihe karıştı. Fakat 1929 dünya ekonomik bunalımı Türkiye’yi
de etkilediği için Türkiye ödeme planına uyamadı. 1931 yılında Amerika’nın
ilan ettiği Hoover Moratoryumu’na dayanarak borçlarının ödenmesini gecik-
tirmek istedi. Alacaklılar ise bu borçların tamirat borcu olmadığını söyleyerek
buna karşı çıktı. Taraflar arasında tekrar başlayan görüşmeler sonucu 22 Nisan
1933 tarihinde yeni bir anlaşma imzalanarak yeni bir ödeme planı çıkarıldı.50
Diğer bir sorun da Türkiye’deki Fransız misyoner okulları oldu. Türkiye,
yabancı okullarda okutulan Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türkçe olarak ve
Türk öğretmenler tarafından okutulmasını öngören bir yönetmeliği kabul etti.
Yabancı okullar bu yönetmeliği uygulamak istemeyince okullarla Milli Eğitim
Bakanlığı arasında problem çıktı. Fransa ve Papalık bu konuya müdahale et-
mek istediler, fakat Türkiye’nin tepkisiyle karşılaştılar. Fransa daha fazla üste-
lemeyerek konunun kapanmasına katkıda bulundu.51

246
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Türkiye ile Yunanistan ara-
sında bazı sorunlar kalmıştı. Bunların içinde özellikle mübadele konusu yıllar-
ca çözülemedi. Lozan’da 30 Ocak 1923’te kabul edilen mübadele sözleşmesine
göre İstanbul (Dersaadet) dışında kalan Rumlarla Batı Trakya dışında kalan
Müslümanlar yer değiştireceklerdi. İstanbul’daki Rumlardan kasıt, 1912 Kanu-
nuna göre çizilen İstanbul Belediye sınırları dâhilinde 30 Ekim 1918’den önce
sakin bulunan (etabli) tüm Rumlardı. Batı Trakya Müslümanlarından kasıt ise
1913 Bükreş anlaşmasıyla çizilen sınırın doğusundaki bölgede oturan tüm
Müslümanlardı. Anlaşmanın uygulanmasını sağlamak ve çıkacak uyuşmazlık-
ları çözmek için âkit tarafların belirleyeceği dörder kişi ile I. Dünya Savaşı’na
katılmamış ülke vatandaşları arasından Milletler Cemiyeti’nce seçilecek üç
üyeden oluşan ve Türkiye’de veya Yunanistan’da toplanacak olan Muhtelit
Mübadele Komisyonu adıyla bir komisyon kurulacaktı.52
Komisyon Ekim 1923’te çalışmalarına başladı. Bir yıl içinde mübadele
önemli oranda gerçekleştirildi. Ama mübadeleden hariç tutulacakların tespiti
ve mübadeleden kaynaklanan sosyal problemler iki ülke arasında sürtüşmele-
re, hatta savaş söylentilerine yol açtı.53 Türkiye, yerleşmiş bulunan Rumlardan
Türk kanunlarına göre tespit edilmiş olanları anlıyordu. Yunanistan ise anlaş-
mada Türk kanunlarına atıf yapılmadığını söyleyerek söz konusu tarihten önce
İstanbul’a yerleşmiş tüm Rumların bu kapsam içinde olduklarını iddia ediyor-
du.54 Bu konuda komisyon bir karara varamadı ve Milletler Cemiyeti’nden
istişari nitelikte bir görüş istedi. 21 Şubat 1925 tarihinde açıklanan Milletler
Cemiyeti görüşü Yunan görüşüne yakındı. Fakat bu arada Yunan hükümeti
Batı Trakya Türklerinin mallarına el koyarak buralara Türkiye’den gelen Rum-
ları yerleştirdi. Ayrıca Türkiye’ye giden mübadillerin mallarına da el koydu
veya ucuz fiyatla satmaya zorladı. Türkiye de buna karşılık olarak İstan-
bul’daki Rumların mallarına el koydu. Nihayet 1 Aralık 1926 tarihinde iki ülke
arasında bu konuda bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre Yunanistan’da
bulunan ve göç eden Türklere ait malların değerleri karma bir komisyon tara-
fından tespit edilecek, Yunanistan da bu malların değerini ödeyecekti. Türki-
ye’deki Rum emlaki ise sahiplerine iade edilecekti.55
Bu arada Türkiye ile Yunanistan arasında Patriklik konusunda da sorun
çıktı. 1924 yılının sonuna doğru Patrikliğe atanan Arapoğlu Konstantin, müba-
deleye tabi birisi olması nedeniyle Türkiye tarafından sınır dışı edildi. Kons-
tantin 1924’ten önce İstanbul’da oturmamıştı, ama Yunanistan Patrikliğe bağlı
bir kişi olması nedeniyle Konstantin’in mübadeleye tabi olmaması gerektiğini
ileri sürüyordu.56 Karşılıklı görüşmelerden bir sonuç çıkmazken, Konstantin’in
19 Mayıs 1925 tarihinde istifası ve yerine Vasil Georgiades’in seçilmesiyle konu
kapanmış oldu. Bu olaydan sonra iki devlet arasında normal diplomatik ilişki-
ler kuruldu ve Cevat Bey 1925 yazında ilk Türk elçi olarak Atina’ya gönderildi.
Yine de iki ülke arasındaki ilişkiler 1930 yılına kadar istenildiği düzeye gelme-
yecekti. Bunun başlıca nedeni de mübadeleden doğan sorunların halledileme-
miş olmasıydı. Hatta bu durum 1929’a doğru iki devletin Deniz Kuvvetlerini
takviye ederek birbirine gözdağı vermeye çalışmasına kadar varmıştı.57

247
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlıklar Venizelos’un barışçıl


mesajları ve Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak istemesini açıklamasıyla düzelme-
ye başladı. İki taraf arasında başlayan görüşmeler sonucu 10 Haziran 1930 tari-
hinde bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre geldikleri ve doğdukları tari-
he bakılmaksızın Batı Trakya’daki Türklerle İstanbul’daki Rumlar “etabli”
sayılacak, mübadele edilen nüfusun kendilerinde bulunmayan malları terk
ettikleri ülkelerin malı sayılacaktı.58 Böylece sorun çözümlenmiş oldu. Anlaş-
manın imzalandığı gün Başbakan İsmet Paşa, Yunanistan Başbakanı Venize-
los’u Ankara’ya davet etti. Venizelos 27–31 Ekim 1930 tarihleri arasında Türki-
ye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında iki devlet arasında 30 Ekim 1930 tarihin-
de Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması; Deniz Kuvvetlerinin
Tahdidi Hakkında Protokol ve İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Sözleşmesi adla-
rında üç anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalardan özellikle birincisinde İtalyanla-
rın katkıları nedeniyle Türk ve Yunan yetkililer İtalyan yetkililere teşekkür
ettiler. 1931 Ekim ayında da İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Aras iade-i ziyarette
bulundular.59
Bu anlaşmalarla Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler tarihlerinde
olmadığı kadar iyi bir döneme girdi. Bu ilişkiler 1930’lu yıllarda daha çok İtal-
yan tehdidi ve Balkanlarda barışın korunması merkezli geliştiği için aşağıda
Balkan Paktı başlığı altında değerlendirilmiştir.
TÜRK-İTALYAN İLİŞKİLERİ
Daha İstiklâl Savaşı sırasında düzelmeye başlayan Türk-İtalyan ilişkileri
Lozan’dan sonra da devam etti. Ama bu dönemde ilişkiler Türkiye’nin diğer
devletlerle ilişkilerinin etkisi altında kaldı. Musul sorunu sürecinde İtalya daha
çok İngilizlerle beraber olmaya çalıştı. 1926 Haziran anlaşmasıyla sorun çözü-
lünce buna İtalyan basını olumlu tepki verdi.60 Ama yine de bundan sonraki
ilişkiler Mussolini’nin yayılmacı politikasının gölgesinde kaldı. Lozan’dan
sonra İtalyan yetkililer kendilerinin Anadolu üzerinde istekleri bulunduğunu
sürekli yalanlamışlardı.61 Buna rağmen Mussolini’nin eski Bizans’ı canlandır-
ma siyaseti ve Akdeniz’deki yayılmacı söylemleri Türkiye’yi endişelendirdi.
İtalya, Arnavutluk ve Yugoslavya’ya yönelik faaliyetlerinde güçlü olmak için
Doğu Akdeniz devletleriyle bir ittifak kurmak istiyordu. Bu devletlerden de
özellikle Türkiye ve Yunanistan’a önem veriyordu. Öte yandan Türkiye de
Musul sorununun çözümlenmesinden sonra Batılı devletlerle ilişkilerini geliş-
tirmek istiyordu. Bu atmosferde Türk ve İtalyan devlet adamları arasında yapı-
lan görüşmeler sonuç verdi ve 30 Mayıs 1928 tarihinde Türkiye ile İtalya ara-
sında Roma’da Tarafsızlık, Uzlaşma ve Adli Tesviye Antlaşması imzalandı.
Buna göre taraflardan birine yönelmiş ekonomik veya politik bir anlaşmaya
diğer taraf katılmayacak, taraflardan biri üçüncü bir devletin saldırısına maruz
kalırsa diğer taraf tarafsız kalacak, anlaşmanın yorumlanmasından veya uygu-
lanmasından doğacak uyuşmazlıklarda da La Haye Adalet Divanı’na başvuru-
lacaktı.62 Bu anlaşma çerçevesinde Meis adası ve Anadolu sahilleri üzerindeki
birkaç küçük adanın statüsünün belirlenmesi için 1929 yılında La Haye Adalet
Divanı’na başvurulması kararlaştırıldı ise de buna gerek kalmadan 4 Ocak
1932 tarihinde Ankara’da imzalanan bir antlaşma ile sorun çözüldü. Ayrıca

248
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

aynı yıl 1928 anlaşması Türk Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın Roma ziyareti
sırasında 3 yıl daha uzatıldı.
Tüm bu gelişmelere rağmen 1934 yılında Mussolini’nin İtalya’nın tarihi
emellerinin Asya ve Afrika’da olduğunu söylemesi Türkiye’yi endişeye sevk
etti. İtalyan yetkililerin ve Mussolini’nin bu konuşmada Türkiye’yi hedef al-
madığı hakkındaki açıklamalarına rağmen Türkiye İtalyan politikasından şüp-
he etmeye devam etti. 1936 yılında ise İtalya’nın Oniki Adayı ve özellikle Leros
adasını tahkim etmesi Türkiye’nin endişelerini artırdı. Öte yandan İtalya’nın
Habeşistan’ı işgali üzerine Milletler Cemiyeti’nin aldığı ekonomik ve mali ted-
birlerin alınması kararına Türkiye’nin de katılması iki ülkeye de zarar verdi.
Çünkü İtalya, Türkiye’nin dış ticaretinde en büyük paya sahip devletlerden
biriydi. Türkiye’nin bu katılımı İtalya’nın Montreux Konferansı’na katılmama-
sına da neden oldu. Bununla birlikte İtalya Boğazları en fazla kullanan ülke-
lerden biri olması nedeniyle Türkiye ile ilişkileri geliştirmeye önem verdi. Bu
çerçevede İtalya 1936 yılının Temmuz ayında Türkiye’ye 1928 anlaşmasına
bağlı olduğunu bildirdi. Ayrıca İtalya’nın 2 Ocak 1937’de İngiltere ile Akdeniz
sorunları hakkında bir anlaşma imzalaması Türkiye’yi rahatlattı. Son olarak
10–11 Eylül 1937 tarihinde yapılan ve Almanya, İtalya ve Arnavutluk’un ka-
tılmadığı Nyon Konferansı’na Türkiye büyük önem verip katılarak İtalya’ya
karşı alınacak tedbirler konusunda İngiltere ve Fransa’yı destekledi. Böylece
statükocu grubun içinde yer aldığını açıkça gösterdi.63
TÜRK-ALMAN İLİŞKİLERİ
Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler 1920’li yıllarda normal ikili ilişki-
lerin ötesine geçemedi. İki ülke arasında 1924 yılında imzalanan Dostluk Ant-
laşması’ndan sonra aynı yıl büyükelçiler karşılıklı olarak Ankara ve Berlin’de
göreve başladılar. Bu dönemde askeri ve politik ilişkiler değil ticari ilişkiler
önem kazandı. 1924–1930 arasında kurulan 14 Türk şirketinde Alman serma-
yesi bulunuyordu. Bizzat Alman sermayesiyle kurulmuş en az 5 Türk şirketi
vardı. 1932’de Türkiye makine sanayinin % 57,7’sine Almanlar hâkimdi. Öte
yandan demiryolları yapımına Alman şirketler ya katılmış, ya da kredi sağla-
mışlardı.64 Hitler’in 1933’te iktidara gelişiyle birlikte ilişkiler daha da geliştiyse
de bu ilişkiler yine ticari alanda yoğunlaştı. Almanya’nın hedefi Türkiye ile
ticari ilişkileri geliştirip, Türkiye’nin kredi ihtiyacını karşılayarak politik etkisi
altına almaktı. Türkiye’nin yaklaşımı ise tüm devletlerle iyi geçinme politikası-
nı Almanya ile de sürdürmek ve Türkiye’nin ekonomik gelişmesi için Almanya
ile ekonomik ilişkileri geliştirmekti.65 1938 yılına gelindiğinde Türk dış ticare-
tinde Almanya’nın payı % 50’ye yaklaşmıştı.66
İki ülke arasında ticaret odaklı ilişkilerin dışında önemli politik ilişki ol-
madı. Almanya, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olmadığı için Montreux
görüşmelerine davet edilmemiş, sadece gözlemci gönderebilmişti. Bununla
birlikte Montreux sözleşmesinde özellikle Sovyetler lehine olan düzenlemeleri
onaylamadığını bildirdi. Ayrıca iki ülke arasında sözleşmeye benzer bir an-
laşma yapılmasını teklif etti. Türkiye ise bu teklife karşı çıkarak, yapabileceği
tek şeyin, tek taraflı bir demeçle Montreux hükümlerini Almanya’ya da teşmil
edebileceği olduğunu belirtti. 1938 yılına gelindiğinde Almanya’nın davranış-

249
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ları Türkiye’yi de rahatsız etmeye başladı, fakat Türk ekonomisine olan katkı-
ları nedeniyle ticari ilişkileri kesmeyi göze alamazdı.67 Bu ortam içinde II.
Dünya Savaşı patlak verdi.
TÜRKİYE’NİN MİLLETLER CEMİYETİ’NE KATILMASI
Türkiye Milletler Cemiyeti’ne katılma niyetini daha Lozan Konferansı’nda
açıklamıştı, ama bu niyet Musul sorununda İngiltere’nin Cemiyeti kullanması
nedeniyle ertelenmişti. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin 1932’ye kadar Batılı
devletlerle iyi ilişkiler geliştirememesi de Türkiye’yi Cemiyet’ten uzak tutmuş-
tu. 1930 yılından sonra Milletler Cemiyeti’nde statükocu devletlerin çoğunluk-
ta bulunması ve Türkiye’nin de statükoyu savunması nedeniyle Türkiye’nin
Milletler Cemiyeti’ne olan ilgisi arttı. Türkiye Cemiyet’e Cemiyet Meclisi’nin
üyesi olma şartıyla girmek istiyordu. Fakat bu mümkün değildi. Bunun üzeri-
ne kendisinin diğer üye devletler tarafından davetini istedi. Sonuçta 6 Temmuz
1932’de Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nun Çin-Japon uyuşmazlığını görüş-
tüğü toplantıda İspanya’nın teklifi ve Yunanistan’ın desteğiyle Türkiye üyeliğe
davet edildi. TBMM de 9 Temmuz 1932’de bu daveti kabul etme kararı aldı. 18
Temmuz 1932 tarihinde de Milletler Cemiyeti Genel Kurulu ittifak oyuyla Tür-
kiye’nin üyeliğini onayladı. Türkiye’den sonra Sovyetler Birliği de 1934 yılında
Cemiyet’e üye oldu.68
BALKAN ANTANTI
Türkiye Lozan’dan sonra değişik tarihlerde Balkan ülkeleriyle dostluk an-
laşmaları imzaladı. Bu çerçevede Arnavutluk ile 15 Aralık 1923’te, Bulgaris-
tan’la 18 Ekim 1925’te, Yugoslavya ile de 28 Ekim 1925’te dostluk anlaşmaları
imzaladı. Avrupa’da revizyonist-anti revizyonist gruplaşmalar, Locarno ve
Küçük Antant anlaşmaları Balkan ülkelerini de bir grup oluşturmaya teşvik
etti. Ayrıca 1929 yılında Atina’da yapılan Evrensel Barış Kongresi’nde bir Bal-
kan birliği kurulması teklif edildi. Bu teklif doğrultusunda ilk Balkan Konfe-
ransı 5 Ekim 1930 tarihinde Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yu-
goslavya ve Yunanistan’ın katılımıyla Atina’da gerçekleştirildi. Daha sonra
1931’de İstanbul’da, 1932’de, Bükreş’te, son olarak da 1933’te Selanik’te diğer
konferanslar tertip edildi. Bulgaristan’ın revizyonist politika taraftarı olması,
Yugoslavya ve Romanya’nın ise Küçük Antant’ın üyesi olmalarından dolayı
bu konferanslarda ülkeler arasında beklenen birlik sağlanamadı. Balkan Birliği
için çalışan en fazla Türkiye ve Yunanistan oldu. Bu iki devletin çalışmaları
sonucu Yugoslavya, Romanya, Türkiye ve Yunanistan arasında 1933 yılında
ikili anlaşmalar imzalandı. Bulgaristan ise tüm çabalara olumsuz cevap vererek
anlaşmaların dışında kaldı. Sonuçta 9 Şubat 1934 tarihinde bu dört devlet ara-
sında Atina’da Balkan Antantı anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre üye
devletler karşılıklı olarak Balkan sınırlarının emniyetini taahhüt ediyorlardı.69
Türkiye Balkan Antantını Balkan ülkeleri dışından, özellikle İtalya’dan ge-
lebilecek tehlikelere karşı bir emniyet unsuru olarak görüyordu. Ama antantın
hem yapısı, hem de amacı açısından böyle bir beklenti fazlaydı. Bir kere ülkeler
arasında ilişkiler çok sıkı değildi. Ayrıca ülkeler sadece kendi aralarındaki sı-
nırlar konusunda garanti vermişlerdi. Dış tehditlere karşı ise herhangi bir işbir-

250
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

liği söz konusu değildi. Antantın Türkiye’ye tek yararı Montreux Boğazlar
Konferansı’nda Türkiye’yi blok olarak desteklemeleri olmuştur.70 Fransa ve
İngiltere’nin de içinde bulunduğu Milletler Cemiyeti’nin revizyonist devletle-
rin politikalarına etkin bir şekilde karşılık vermemeleri nedeniyle bir süre son-
ra Balkan ülkeleri Almanya ve İtalya’yla yakınlaşma politikası izlemeye başla-
dılar. Öte yandan Yugoslavya’nın 24 Ocak 1937 tarihinde Bulgaristan’la bir
dostluk anlaşması imzalaması Antant’ın sonunu getirdi. Antant üyeleri son
toplantısını 1940 yılında Belgrat’ta yaptı. Bu sırada Antant üyesi olan Roman-
ya’nın parçalanması girişimlerine de başlanmıştı.71
MONTREUX BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ
1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi Türkiye’nin taleplerini tam karşılamamış-
tı. Özellikle Boğazlar Bölgesi’nin silahsızlandırılması, Boğazlardan geçişlerin
yönetiminin bir komisyona bırakılması ve Boğazların güvenliğinin Milletler
Cemiyeti’ne bırakılması Türkiye’nin gönül rahatlığıyla kabul ettiği düzenleme-
ler değildi. 1930’lu yıllarda revizyonist devletlerin uluslararası düzenlemeleri
hiçe sayarak yayılma çabaları Boğazların statüsünün değiştirilmesi konusunda
Türkiye’yi harekete geçirdi. Bununla birlikte Türkiye revizyonist devletlerin
takip ettiği politikalar gibi değil, diplomatik ilişkilere dayanarak bu sorunu
çözmek istiyordu. Bu niyetini de 1933 yılında Londra’da toplanan Silahsızlan-
ma Konferansı’nda, 1934–1935 yıllarında Milletler Cemiyeti ve Balkan Antantı
toplantılarında dile getirdi.72 1936 yılına gelindiğinde İtalya hariç sözleşmeye
taraftar tüm ülkeler yeni düzenlemelerin görüşülmesi konusunda olumlu dü-
şünceye sahiptiler. Sonunda Türkiye 11 Nisan 1936 tarihinde Lozan Boğazlar
Sözleşmesi’ni imzalayan devletlere bir nota göndererek Türkiye’nin güvenliği
açısından bu sözleşmenin gözden geçirilmesini ve Boğazların askerleştirilme-
sini talep etti.73
İtalya hariç taraf devletlerin tümünün katılımıyla gerçekleşen Konferans
İsviçre’nin Montreux şehrinde 22 Haziran 1936 tarihinde başladı. Bir ay süren
çalışmalar sonunda 20 Temmuz 1936’da Boğazlar Sözleşmesi Türkiye, Bulga-
ristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve
Yunanistan tarafından imzalandı. İtalya ise sözleşmeye 2 Mayıs 1938 tarihinde
katıldı. Boğazlardan özellikle savaş gemilerinin geçişi konusunda Türkiye ile
Sovyetler Birliği arasında görüş ayrılıkları yaşandı. Sovyetler Birliği, Boğazla-
rın sahildar olmayan devletlerin savaş gemilerine tamamen kapalı olmasını,
sahildar devletlere de herhangi bir kısıtlama getirilmemesini savundu. Türkiye
ise sahildar devletlerin savaş gemilerinin en yüksek tonajının 25.000 ton olması
ve ön müsaadeye tabi olmasını savundu.74 Sonunda orta yol bulundu. Mont-
reux düzenlemelerine göre Boğazların silahsızlandırılması hükmü ve Boğazlar
Komisyonu ortadan kalıyordu. Ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanınıyor,
savaş gemilerinin geçişi ise Karadeniz devletlerinin dışındaki devletlere sınır-
lamalar getiriliyordu. Savaş döneminde savaş gemilerinin geçişi konusu Tür-
kiye savaşta ise Türkiye’nin inisiyatifine bırakılıyordu. Türkiye’nin tarafsız
kalması durumunda savaşan tarafların gemilerine Boğazlar kapatılıyordu.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi süresiz olmasına karşılık Montreux 20 yıllığına
imzalandı. Taraflar sözleşmenin feshini talep etmezse, sözleşme taraflardan

251
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

birinin fesih talebinden sonraki iki yıla kadar geçerli olacaktı.75 Bu güne kadar
taraflardan hiçbiri fesih talep etmediğinden dolayı sözleşme hâlâ yürürlükte-
dir.
DOĞULU DEVLETLERLE İLİŞKİLER
İstiklâl Savaşı’nda doğu devletlerinden parasal ve manevi destek alan
Türkiye’deki inkılâp hareketleri özellikle doğulu Müslüman halkları şaşırtmış
ve bazı tepkilere yol açmıştı. Öte taraftan inkılâp hareketlerini örnek alan Af-
ganistan ve İran gibi devletlerle de ilişkiler artmıştı. Zaten 1920’li yıllarda böl-
gede İran ve Afganistan’dan başka bağımsız bir devlet de yoktu. Afganistan’la
ilk anlaşma 1 Mart 1921 tarihinde Moskova’da imzalanan Dostluk Antlaşması
oldu. Lozan’dan sonra bu anlaşma çerçevesinde Türkiye’den Afganistan’a
gönderilen öğretmen, subay ve doktor sayıları artırıldı. Mayıs 1928’de Afgan
Kralı Amanullah Han’ın Ankara’yı ziyareti sırasında da 25 Mayıs tarihinde
Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma da 1921
anlaşmasından pek farklı değildi.76
Türk-İran ilişkileri de savaştan sonra iyi bir gelişme gösterdi. Şeyh Sait is-
yanı sırasında ve sonrasında sınırda baş gösteren bazı anlaşmazlıklar olmuştu.
Bu anlaşmazlığa son vermek için 22 Nisan 1926 tarihinde Güvenlik ve Dostluk
Antlaşması imzalandıysa da nihai bir çözüme kavuşamadı. Sonunda 23 Ocak
1932 tarihinde yapılan anlaşmalarla Ağrı bölgesinde Türk-İran sınır hattında
bazı değişiklikler yapılmak suretiyle iki ülke arasındaki anlaşmazlıklar son
buldu.77
Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler özellikle cumhuriyetin ilk yıl-
larındaki inkılâp hareketleri,78 Suriye sınırı ve Musul sorunu nedenleriyle bir
süre soğuk olarak devam ettiyse de Suriye ile ilişkiler hariç olmak üzere Musul
sorununun çözümünden sonra iyileşmeye yüz tuttu. Fakat hem bu ülkelerin
bağımsız olmaması hem de Türkiye’nin daha ziyade Batı ülkeleri ile ilişkilere
önem vermesinden dolayı Arap ülkeleri ile önemli bir diyalog kurulmadı.
1934 yılından itibaren İtalya’nın Asya ve Afrika’da yayılma girişimleri
Türkiye’yi Ortadoğu’da Balkan Antantı benzeri bir birlik kurmaya yöneltti.
İtalyan tehdidi yanında paktın kurulma amaçlarından biri de bölge ülkeleri
üzerinde Sovyet etkisini de azaltmaktı. Türkiye, paktın Sovyetler Birliği’ne
yönelik olmadığını iddia ettiyse de79 bunda pek başarılı olamadı. Yukarıda
anlatıldığı gibi Türkiye’nin İran ve Afganistan’la ilişkileri iyi durumdaydı. İran
Şahı Rıza Pehlevi 1934 yılının Haziran ayında Türkiye’yi ziyaret etti. Türki-
ye’nin Irak ile ilişkileri ise Musul sorunu çözüldükten sonra düzelmeye başla-
dı. İran ile Irak arasındaki sınır problemleri ise 1937 yılında çözümlendi. Bu iyi
ilişkiler çerçevesinde Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 8 Temmuz
1937 tarihinde Tahran’da Sadabat Sarayı’nda dörtlü bir pakt imzalandı. Adını
saraydan alan Sadabat Paktı’nın maddelerine göre taraflar birbirlerinin iç işle-
rine karışmayacak, birbirlerinin sınırlarına tecavüz etmeyecek, birbirlerini ilgi-
lendiren uluslar arası uyuşmazlıklarda istişarede bulunacaklar ve uyuşmazlık-
ları Milletler Cemiyeti’ne havale edeceklerdi. Pakt beş yıllığına imzalanmıştı.
Pakt feshedilmedi, ama II. Dünya Savaşı’ndan sonra unutuldu.80
SONUÇ

252
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

Görüldüğü gibi Türkiye’nin Lozan’dan sonra dış ilişkilerini belirleyen en


önemli unsur Türkiye’nin güvenliğinin korunmasıydı. Bu amaçla büyük dev-
letlerle arasındaki problemleri bazen krize çevirmeden çözümleme (Musul’da
olduğu gibi), bazen de bu problemleri zamana bırakıp Avrupa dengesinde
oluşan değişikliklerden yararlanarak kendi lehine değiştirme (Montreux, Ha-
tay) yoluna başvurdu. Bu politikaları takip ederken hem revizyonist hem de
anti revizyonist devletlere eşit mesafede durmaya gayret etti. Türkiye’nin te-
mel eğilimi anti revizyonist cephe olduğundan 1930’ların sonlarına doğru İn-
giltere ve Fransa’ya daha fazla yaklaşmaya ve onlarla ilişkiler kurmaya yönel-
di. Bununla birlikte Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği gibi devletlerle de
diplomatik ilişkilerini en iyi düzeyde tutmayı başardı.

SONNOT

1 Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri. 1919-1926. Ankara: Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınla-
rı, 1978, ss. 291-292.
2
Yuluğ Tekin Kurat, “Anglo-Turkish Relations during Kemal Ataturk’s Presidency of the Tur-
kish Republic”, Journal of Ottoman Studies, Cilt: 4, 1984. ss. 115–116. Arnold Toynbee, Survey of
International Affairs, 1925. Cilt 1, London: Humphrey Milford, 1927, s. 471.
3
Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 1919–1926, s. 292.
4
Arnold J. Toynbee, Kenneth P. Kirkwood. Turkey. London: Ernest Benn Limited, 1926, s. 281.
5
Komisyon İsviçre’li diplomat M. de Wirsen, coğrafyacı ve Macaristan’ın eski Başbakanı Kont
Teleki ve Belçikalı Albay Paulis’ten oluştu. Peter J. Beck, ‘'A Tedious and Perilous Contro-
versy': Britain and the Settlement of the Mosul Dispute, 1918–1926”, Middle Eastern Studies, cilt
17, no: 2 (Nisan), 1981, s. 262.
6 Kurat, “Anglo-Turkish Relations during Kemal Ataturk’s Presidency of the Turkish Repub-
lic”, s.116. Toynbee, Survey of International Affairs, 1925, ss. 500–501.
7 Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 1919–1926, s. 295.
8 Toynbee, Survey of International Affairs, 1925, ss. 505–507.
9 Age, s.513
10 Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 1919–1926, s. 297.
11 Toynbee ve Kirkwood, Turkey, s. 284.
12 Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 1919–1926, s. 299.
13
Toynbee, Survey of International Affairs, 1925, s. 525.
14 Documents on British Foreign Policy, 1919–1939, Seri 1A. Cilt: 1. s. 791; Sir W. Tyrrell’den Sir R.
Lindsay’e, İstanbul, 19 Aralık 1925.
15 İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, İstanbul: Bilgi Yayınları, 1987, s. 234.
16 D.B.F.P., s. 808, E687/62/65, R. Lindsay’den A. Chamberlain’e telgraf, no: 9, tarih: 29 Ocak
1926.
17
Public Record Office (P.O.), Foreign Office (F.O.) 800, Chamberlain Papers, Dosya: 259, s. 39;
A. Chamberlain’den R. Lindsay’e, İstanbul, özel ve kişisel, 1 Şubat 1926.
18 Beck, “'A Tedious and Perilous Controversy': Britain and the Settlement of the Mosul Dispute,
1918–1926”, ss. 269–270.
19
D.B.F.P., ss. 828-831, E2176/62/65, Sir A. Chamberlain’den Sir R. Lindsay’e, no: 305, tarih: 5
Nisan 1926. W3260/1/50, Memorandum on the Foreign Policy of His Majesty's Government,

253
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

with a List of British Commitments in their Relative Order of Importance, Submitted to Sir A.
Chamberlain under cover of a minute of April 10, 1926, by Mr. Gregory, age, s. 860
20 Beck, “A Tedious and Perilous Controversy': Britain and the Settlement of the Mosul Dispute,
1918–1926”, s. 270; Marian Kent. Moguls and Mandarins, Oil, Imperialism and the Middle East in
British Foreign Policy, 1900–1940. London: Frank Cass, 1993, ss. 140–141. Augur, “The Mosul
Treaty”, Fortnightly Review, sayı: 120, New Series, Temmuz 1926, s. 52.
21 Beck, “'A Tedious and Perilous Controversy': Britain and the Settlement of the Mosul Dispute,
1918–1926”, s. 271. Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 1919–1926, s. 319.
22 Mehmet Gönlübol, Cem Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk
Dış Politikası, 9. baskı, Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996, s. 76.
23 Hikmet Özdemir, Atatürk ve İngiltere, Bir Barışmanın Diplomatik Tarihi, Ankara: Atatürk Araş-
tırma Merkezi, 2004, s. 40.
24
İngiltere Kralının Türkiye ziyaretinin detaylı anlatımı için bkz. Özdemir, Atatürk ve İngiltere,
Bir Barışmanın Diplomatik Tarihi, ss. 79–216. Yabancı devletlerin bu geziye verdikleri önem için
ise bkz. Age, ss. 235–262.
25 Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 118–119.
26 Kâmuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1991. ss. 106–
107.
27
Age, ss. 107–108.
28
Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, s. 77.
29
Age, ss. 77–78.
30
Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), ss. 124–127.
31 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), Ankara: Türkiye İş Bankası, 1993, s.
336; Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), s. 123; İnönü, Hatıralar, ss. 243–244.
32
Sovyetler Birliği, kendisinin Rus Çarlığı’nın borçlarını reddettiği gibi, Türkiye’nin de Osmanlı
borçlarını reddetmesini istiyor, bu anlaşmanın Türkiye’nin Avrupa sermayesi karşısında
mağlup olması olarak yorumluyordu. Hâlbuki S. Birliği Rus Çarlığı borçlarını Müttefiklerin
Rusya’da yaptıkları tahribatı ödemeleri şartıyla kabul edeceğini bildirmişti.
33
Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 329–330. Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri
(1920–1953), s. 121.
34 Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), ss. 128–129. İnönü’nün Sovyetler Birliği ziyareti
hakkında intibaı ve görüşmelerle ilgili detaylar için bkz. İnönü, Hatıralar, ss. 243–253.
35 Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), s.132. İnönü, Hatıralar, s. 254.
36 Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), ss. 134–135.
37 Age, ss. 139–140.
38 Age, ss. 141–143.
39 Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, s. 110.
40
Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), ss. 150–151.
41 Özdemir, Atatürk ve İngiltere, Bir Barışmanın Diplomatik Tarihi, ss. 9–12.
42 Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), ss. 170–171.
43 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 329–330.
44
Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, s. 79.
45 Age, s. 127.
46 Age, s. 85.
47 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 323–324.
48
Age, ss. 348–349.
49 Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss.129–133
50 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), s. 324.

254
11. Bölüm: Lozan Sonrası Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) / Mustafa Çufalı

51 Age, s. 324.
52 Kemal Arı, Büyük Mübadele, Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2000, ss. 18–19.
53 Mübadelenin yapılışı ve karşılaşılan sorunlar hakkında detaylı bilgi ve analiz için bkz. Arı,
Büyük Mübadele, Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923–1925)
54
Özden Zeynep Alantar, “Türk Dış Politikasında Milletler Cemiyeti Dönemi”, Türk Dış Politi-
kasının Analizi, Faruk Sönmezoğlu (der.), İkinci basım, İstanbul: Dr Yayınları, 2001. ss. 72–73.
55
Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914-1980), ss. 325–326. Gönlübol, Sar, “1919–1938
Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 64–65.
56 İnönü, Hatıralar, ss. 236–237.
57
Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 65–67.
58 Arı, Büyük Mübadele, Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923–1925), ss. 161–162.
59 Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 68–69. İnönü’nün gezi
intibaları için bkz. İnönü, Hatıralar, ss. 239–242.
60
Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 1919–192,. s. 321.
61
G önlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, s. 82.
62
Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 327–328. Gönlübol, Sar, “1919–1938
Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss.82–83. Bu anlaşma TBMM’de 29 Kasım 1928 tarihinde
onaylandı.
63
Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 340–342. Gönlübol, Sar, “1919–1938
Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 110–114. Nyon görüşmeleri sırasında Atatürk ile İnö-
nü arasındaki düşünce ayrılıkları için bkz. İnönü, Hatıralar, ss. 285–286.
64
Sezen Kılıç, Türk-Alman İlişkileri ve Türkiye’deki Alman Okulları (1852’den 1945’e Kadar), Ankara:
Atatürk Araştırma Merkezi, 2005. ss. 121–125.
65 Age, ss. 127–128.
66 Age, s. 135.
67 Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 115–117.
68 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 336–337. Alantar, “Türk Dış Politika-
sında Milletler Cemiyeti Dönemi”, ss. 86–87. Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk
Dış Politikası”, ss. 94–98.
69
Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 337–339. Gönlübol, Sar, “1919–1938
Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 99–103.
70 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 339–340. Gönlübol, Sar, “1919–1938
Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 103–104.
71
Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 105–106.
72 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss.343–344
73 Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 120–124.
74
Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920–1953), s. 150.
75 Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 124–126.
76 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), s. 331.
77 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), s. 332. Gönlübol, Sar, “1919–1938 Yılları
Arasında Türk Dış Politikası”, ss. 88–90.
78
Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 332–333.
79 Özdemir, Atatürk ve İngiltere, Bir Barışmanın Diplomatik Tarihi, s. 13.
80 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (Cilt I: 1914–1980), ss. 346–347.

255
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

12. BÖLÜM
1939–1945 DÖNEMİ İÇ VE DIŞ POLİTİKA

Süleyman SEYDİ∗

Giriş
1939–1945 yılları arasında Türkiye’nin iç ve dış siyasetini Avrupa’daki ge-
lişmeler şekillendirmiştir. Birinci Cihan Harbi’nde imparatorluğunu kaybeden
Türk milleti, 1939 yılında başlayan ikinci büyük savaşta, zorlu bir mücadele-
den sonra Lozan Antlaşması (1923) ile dünyaya varlığını kabul ettirdiği devle-
tini, kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Avrupa’da, özellikle de komşu
Balkan ülkelerinde liberal demokrasiden geri adım atıldığı, otoriter ve totaliter
rejimlerin dünyayı sardığı iki savaş arası dönemde, Türkiye de önemli bir de-
ğişim geçiriyordu. Siyasî, askerî ve ekonomik alanda ciddî eksiklikler vardı.
Her şeyden önce savaşın çıktığı esnada Türkiye modern savaş için gerekli do-
nanımlara sahip değildi. Türkiye’nin savaşa girmesi cumhuriyetle elde edilen
kazanımların kaybedilmesine sebep olabilirdi. Bir başka ifade ile batılı tarzda
çağdaş bir devlet oluşturma yolunda atılan adımların meyvesini vermesi için
Türkiye’nin bir müddet daha barışçıl bir atmosfere ihtiyaç vardı. Ancak 1939
yılına gelindiğinde böyle bir beklenti artık fanteziden ibaretti. 1930’ların ortala-
rından itibaren ayak sesleri duyulan savaşın başlaması an meselesiydi.
Uluslararası gelişmeler bu noktadayken, Türkiye’nin iç siyasetinde de
önemli gelişmeler vardı. Avrupa’da ve Akdeniz’de suların ısındığı bir ortamda
Atatürk’ün ölümü durumun biraz daha karmaşık bir hâl almasına sebep oldu.
İlk defa bir lider seçimi yaşanacaktı. Üstelik Atatürk’ün hastalığının ortaya
çıktığı andan itibaren yeni liderin kim olacağı hakkında gizli bir mücadele de
başlamıştı.1 Bir anlamda içerde ve dışarıdaki kritik gelişmelerin ülkeyi başka
mecralara sürükleme riski vardı. Deringil’in ifadesiyle 1939–1945 yılları Türki-
ye’nin, “kuruluşundan bu güne kadar gerçekten yok olma tehlikesi atlattığı tek dö-
nemdir”.2
SAVAŞIN BAŞLARINDA İÇ SİYASETTEKİ GELİŞMELER
Atatürk’ün ölümü üzerine, Cumhurbaşkanlık için İnönü’den başka Fevzi
Çakmak ve Celal Bayar’ın da adı geçse de bu isimlerin aday olmak istememe-
lerinin yanında sivil ve askerî kanadın tercihinin İnönü’den yana olması, kritik


Prof. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, Tarih Bölümü.

257
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

olması beklenen seçimi kolaylaştırdı. İnönü, yeni kabineyi kurma görevini


tekrar Celal Bayar’a verdi. Atatürk’ün ölümünü takiben kurulan ilk hükümette
sadece Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya, bizzat İnönü’nün talebi ile yer almadı. Atatürk ile İnönü’nün Atatürk’ün
son dönemlerinde aralarının açık olduğu bilinen bir gerçektir. 1937’de başla-
yan kırgınlık, Atatürk’ün ölümüne kadar devam etti. Bu iki sabık bakanın,
İnönü’yü Ankara’dan uzaklaştırmak için Washington’a büyükelçi olarak ata-
mayı öneren kişiler olması dikkat çekicidir. Celal Bayar bu iki bakanın yerine
İnönü’ye yakın isimlerden Refik Saydam’ı İçişleri Bakanı, Şükrü Saraçoğlu’nu
da Dışişleri Bakanı olarak atadı. İçişleri Bakanı, aynı zamanda CHP Genel Sek-
reteri de olduğundan Saydam, CHP Genel Sekreterliği koltuğuna da oturmuş
oldu. Kaya, sadece milletvekili olarak kalırken Aras, Londra büyükelçiliğine
atanarak siyasal hayattan uzaklaştırıldı.
Atatürk’ün ölümüyle, Cumhurbaşkanlığı yanında CHP Genel Başkanlığı
da boşalmıştı. 26 Aralık 1938 tarihinde parti tüzüğü gereği yapılan CHP’nin
olağanüstü kongresinde İnönü’ye Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan sıfatı ve-
rildi. 31 Aralık 1938’de yapılacak milletvekili ara seçimlerinde, değişik neden-
lerle bizzat Atatürk ile olan anlaşmazlıkları sonucunda siyasal alandan uzak
kalmak zorunda kalan Kazım Karabekir, Fethi Okyar ve Hüseyin Cahit Yalçın
gibi kişiler aday gösterildiler ve milletvekili seçildiler.3 Ancak Salih Bozok,
Kılıç Ali ve Ruşen Eşref Ünaydın gibi Atatürk’e yakın isimler milletvekili dahi
olamadı.4
Belli oranda izlediği uzlaştırmacı politikanın dışında İnönü’nün, iktidar-
dan ve siyasetten uzaklaştırıldığı Bayar hükümeti yıllarını kapsayan 1937 yılı
sonbaharı ile 1938 yılı sonbaharı arasındaki yönetimle de hesaplaştığını görü-
yoruz. İktidara geldiğinde tekrar başbakan olarak görevlendirdiği Bayar eliyle
önceki dönemin hesabını sordurttu. Bu anlamda, kendisine muhalif olan İstan-
bul Vali ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın yolsuzluk iddiası ile gö-
revden alınmasını sağladı.5 Bu gelişmeler üzerine 25 Ocak 1940’da istifa eden
Bayar’ın yerine Refik Saydam, hükümeti kurmakla görevlendirildi. Bu şekilde
geçmiş yönetimle hesaplaşmalar tamamlanmış oldu.
7 Temmuz 1942’de Refik Saydam’ın ani ölümü üzerine, Dışişleri Bakanlı-
ğını yürüten Şükrü Saraçoğlu başbakan olarak atandı. Ondan boşalan Dışişleri
Bakanlığı makamına ise, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Numan Menemencioğlu
oturdu.
İnönü’nün Atatürk dönemini bir devr-i sabık hâline getirmeye çalıştığı id-
dia edilmektedir.6 Bazı yönleriyle önceki yönetimle hesaplaşma olarak doğru
algılamanın yanında bu hareketin, aynı zamanda eski yönetime muhaliflerin
İnönü’ye de muhalif olmalarını önlemek ve barış ortamı yaratma arzusundan
da kaynaklandığı söylenebilir. Ayrıca İnönü, en kısa zamanda kendi idare tar-
zını yerleştirme gayreti içine girmişti ki, icraatları da bu anlayışın bir parçasıy-
dı. İnönü’nün, kendisine muhalif birilerinin çıkmaması için de birtakım gayret-
ler içinde olduğu görülmektedir. Hatta İnönü’nün kendi adına para ve pul
bastırması da dikkati çeken bir girişimdir. Bunun yanında 29 Mayıs 1939’da
yapılan CHP’nin Beşinci Olağan Kurultayı’nda Milli Şef ve Değişmez Genel Baş-

258
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

kan’ın yetkilerinin artırılması İnönü’nün siyasete hâkim olma isteğinin bir gös-
tergesidir. Yine bu kongrede, kontrol dışı muhalif grupların ortaya çıkmasını
önlemek için Meclis’teki muhalefeti temsil etmek üzere Müstakil Grup kuruldu.
Partili milletvekillerinden Kurultay tarafından seçilen 21 kişi mecliste bağımsız
milletvekili olarak yer alacaktı. Ancak bunlar oy kullanmaksızın ve görüş be-
yan etmeksizin CHP’nin Meclis Grubu’na katılabileceklerdi. Müstakil Grubun
başkanı yine İnönü olurken, Grup Başkan Vekili ise değişmez genel başkan
tarafından atanan bir vekildi.7 Zaten CHP üyesi olan Müstakil Grup üyelerinin
bu şartlarda gerçek muhalefeti sergileyemeyeceği baştan belliydi. Zaten Müs-
takil Grup, hiçbir konuda hükümete karşı oy kullanmadı.
Neticede etrafında İkinci Adam’ın ortaya çıkmasına fırsat vermek isteme-
yen İnönü hükümetin çarklarını sıkı bir denetim altına aldı. Bu durumu Frede-
rick Frey, “İnönü’nün İnönü’den başka kimsesi yoktu” diye tanımlar.8 Bu anlamda
iç ve dış siyaset tamamen onun kontrolündeydi.
İnönü’nün Milli Şef ve CHP’nin Değişmez Genel Başkanı unvanını alma-
sının nedeninin altında, diktatörlük kurmak ve kişisel çıkarlarını tesis etmek-
ten ziyade cumhuriyet reformlarını sürdürme arzusu yattığı da ileri sürülmek-
tedir. Atatürk gibi karizmatik bir liderden sonra aynı karizmaya sahip olma-
yan bir kişinin siyasî iktidarı elinde tutması ve cumhuriyetin kazanımlarını
sürdürmesi ancak bu şekilde kurulacak bir otorite ile mümkündü.9 İnönü’nün,
her ne kadar dış baskı olsa bile, savaştan hemen sonra bu ünvanlardan kendi
isteği ile feragat etmesi ve çok partili rejime geçişteki önemli rolü göz önüne
alındığında, bu değerlendirmelerin dikkate değer olduğunu görüyoruz.
EKONOMİK VE ASKERİ DURUM
1939–1945 yıllarını değerlendirirken Türkiye’nin içinde bulunduğu şartları
da göz önünde bulundurmak gerekir. İkinci Dünya Savaşı kapıya dayandığın-
da Türkiye ekonomik açıdan ciddi sıkıntı içerisindeydi ve dış desteğe ihtiyacı
vardı. Bu desteği, Batılı demokratik ülkelerden bekliyordu. Ancak Türk hükü-
metinin ekonomide karşılaştığı darboğazı aşmak için yaptığı açılımlarla
1930’ların siyasî gelişmesinden kendini soyutlaması mümkün değildi. Türki-
ye’nin ihracat kalemi, krom hariç, tarım ürünlerinden oluşuyordu. Bunun tek
alıcısı da Almanlardı. Almanlar, Türklerin istediği fiyattan mal alabiliyorlar-
ken, sömürgelerinden daha kaliteli mamul ve hammadde temin edebilen İngil-
tere, ya Türkiye’den mal almıyor ya da düşük fiyattan almak için ısrar ediyor-
du. Bu mallara ihtiyacı olmasa bile Almanya, Türkiye’yi kendi yanında tuta-
bilmek ve kendine mecbur kılmak adına özel olarak ekonomik ilişkilerini geliş-
tiriyordu. Malî zorluklar içerisinde olan İngiltere’nin ise böyle bir lüksü yoktu.
İkinci Dünya Savaşı başlarında Almanya, Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı
hâline geldi; ihracat ve ithalatının %50’sini kontrolünde tutuyordu.10 Türki-
ye’nin Alman pazarından çekilmesi, ekonomisine ciddi yıkım getirecekti. Çün-
kü bu malların tek taliplisi Almanya’ydı. Türk ekonomisine desteklemedeki
acziyetine karşılık Türkiye, İngiltere’ye karşı olumsuz bir tavır sergilemedi.
Hatta Almanların ekonomideki etkisini kırmak için Londra’yı zorladı, ancak
çok sınırlı bir karşılık buldu.

259
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Diğer yandan Türk ordusu İkinci Dünya Savaşı’na da hazırlıksız yakalan-


dı. Modern anlamda silah, araç ve gereçleri yok denecek derecede azdı. Bunun
ötesinde ordunun çadır ve askerî giysi eksikliği yanında modern orduların terk
ettiği atların bakımı dahi yapılamıyordu. Modern savaş yeteneği olmayan bir
orduya sahip Türkiye’nin Alman ordusu gibi zırhlı ve motorlu bir orduya karşı
olası bir savaşta nasıl savaş verebileceği gerçekten düşündürücüydü.11 Elbette
İnönü’nün dediği gibi, Türk ordusu verilen emri yerine getirecekti; ama bu,
muhtemelen gerilla savaşı şeklinde olacaktı. Savaşın başladığı sıralarda 150 bin
civarında olan ordu mevcudu, seferberlik ilanı ile 1.300.000’e çıkmış; zamanla
1,5 milyonu bulmuştu.
Seferberliğin ekonomiye getirdiği yükün halka ağır bir bedel olarak yan-
sıması kaçınılmaz olmuştu. Her şeyden önce tarımdaki faal nüfusun önemli bir
kısmı silâh altındaydı. “Üretici” kesim birden “ana tüketici” hâline geldi. Do-
layısıyla tarımsal üretim artmazken talepte bir daralma gözlenmiyordu. Üste-
lik Avrupa ve Akdeniz’in savaş alanı hâline gelmesi, ithal malların ülkeye giri-
şini zorlaştırdı ve birçok mal karaborsaya düştü.12 Zenginler mal stokluyor,
malları yerine tekrar koyamayacağını bilen tüccarlar da fahiş fiyattan satış ya-
pıyorlardı.
MİLLÎ KORUNMA KANUNU
Ekonominin içinde bulunduğu bu durumda fiyatların yükselmesi dolayı-
sıyla da ekonomide bazı özel tedbirler alınması kaçınılmazdı. İlk önlem, 18
Ocak 1940’ta yürürlüğe giren Milli Korunma Kanunu idi. Bu kanuna dayanıla-
rak çıkarılan kararnameler, savaş yılları ekonomi politikalarının ana unsurları-
nı oluşturdu. Böylece, hükümet her türlü alanda, her türlü ticarî ve endüstriyel
işletme kurma, hatta gerekli gördüğü özel sektör işletmelerine el koyabilme ve
bunları işletme imkânına sahip oldu. Her ne kadar özel girişimin zarara uğra-
maması için bazı gerekli tedbirler alındıysa da böylece özel girişim, tamamen
devletin vesayeti altına girmişti. Bu kanun aynı zamanda artan ihtikâra (vur-
gunculuk), iaşe sorununa ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir dizi
önlemler paketi olarak da algılanabilir. Savaş yıllarında çok büyük oranlara
varan fiyat artışları, vurgunculuk ve karaborsacılık ile mücadeleyi hedefleyen,
bu kanuna muhalif olanlara para ve hapis cezası öngörülmesinin yanında, yol
parası ve çalışma mükellefiyeti de getirildi. Zengin fakir ayrımı yapılmadan
uygulamaya konulan bu husus, vergisini ödeyemeyen dar gelirlilerin zorla
çalıştırılması sonucunu doğurdu.13 Üstelik ekonomide hedeflenen düzelmeler
de gerçekleşmedi.
VARLIK VERGİSİ
Türkiye savaşa katılmasa da, savaşın getirdiği şartların sonucu olarak or-
dunun sayısının artmasının, tarımdaki üretken kesimin silâh altına alınması-
nın, ordunun sürekli teyakkuzda bulunmasının, ithalat ve ihracatı olumsuz
etkilediğini belirtmiştik. Bundan kaynaklanan sorunların aşılması için alınan
önlemler, istenilen sonucu vermedi. Karne uygulaması ve denetimler gibi ön-
lemler yetersiz kaldı, karaborsa yaygınlaştı ve harp zenginleri ortaya çıktı.
Kendilerini de bizzat mağdur olarak gören şehirli bürokratlar, tüccarlara karşı

260
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

tavır almaya başladılar. Üretimin olmayışı ve vergilerin toplanamayışı ise, hü-


kümeti masrafları para basarak karşılamaya itti. Bu durum, enflasyonu körük-
ledi. Yüksek enflasyondan ve üretimin olmamasının yanında ithalatın da sınırlı
olmasından kaynaklanan karaborsadan özellikle gayrimüslim tüccarların fay-
dalandığı fikrini ileri sürmeye başlayan İstanbul basını, haksız kazançların da
vergilendirilmesini dillendirmeye başladı.14 Gayrimüslimlerin bu tarz kazanç-
larını 1942 yılı yaz aylarında sütunlarına taşıyan basının görüşlerinin, hükü-
metçe desteklendiği anlaşılıyor. Basının, hükümetin denetiminde olduğunu
söylemiştik. Nitekim kısa zaman sonra hükümet bu konuda harekete geçti.
Eylül 1942’de Maliye Bakanlığı defterdarlıklardan azınlıklar hakkında ön
bilgi istedi. Bakanlık, savaş dolayısıyla kazanılan servetin vergilendirilemedi-
ğini, özellikle azınlıkların bundan istifade ile büyük servetler kazandığını dü-
şünüyordu.15 Maliye Bakanlığı’nın genelgesi doğrultusunda çalışmalar yapan
vergi daireleri, henüz tasarı kanunlaşmadan savaş zamanında haksız kazanç
elde edenleri dört kategoriye ayırdı: M (Müslüman), G (Gayri Müslim), D
(Dönme) ve E (Ecnebi) grupları.
Takip eden günlerde İnönü’nün konuşmaları da varlık vergisinin alt yapı-
sını hazırlamaya yönelikti. 1 Kasım 1942’de TBMM’nin resmî açılışında savaş
zenginlerini hedef aldı: 16
Bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse
teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metası yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve
bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük fırsat sanan ve hangi yabancı milletin he-
sabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir
surette kundak koymaya çalışmaktadır.
Kanun tasarısı 11 Kasım 1942 tarihinde meclise getirildi. TBMM, vergilen-
dirilmiş servet üzerinden alınacak, görünüşte haklı gerekçelere dayanan tasa-
rıyı onayladı. Rıdvan Akar, bu kanunun tamamen Saraçoğlu’nun eseri oldu-
ğunu söyler. Aynı dönemde dünyanın değişik yerlerinde de benzer vergiler
toplanmaktadır; ancak varlık vergisi, gerek hükümleri gerekse uygulanışı ile
benzerlerinden ayrılır. Amaç; devlete kaynak bulmak, piyasadan para çekip
enflasyonu frenlemek, karaborsacıların ve stokçuların aşırı kârını ağır vergiler-
le engellemekti. Ancak Başbakan Saraçoğlu’nun CHP grup toplantısında yap-
tığı konuşma, tasarının başka amacının da olduğu izlenimi doğurdu: “Bu ka-
nun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıra-
cak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldı-
rarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”17
Kanuna göre, kimin ne kadar vergi vereceği bağımsız komisyonlar tara-
fından belirlenecekti ve komisyonların kararına itiraz hakkı yoktu. Kanun,
servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve kazançları üzerinden bir defaya
mahsus olmak üzere vergi alınmasını öngördü. Vergiler 15 gün içinde belirle-
necek ve 15 gün içinde ödenecekti. Bu sürede ödenmeyen vergiler için yüksek
faiz işletilerek bir o kadar süre daha verilecekti. Yine ödenmediği takdirde
yükümlülerin mallarına haciz gelecek, tutuklanacak ve çalışma kamplarına
gönderilecekti. Bu yüzden kendisine biçilen vergi miktarını ödeyebilmek için

261
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

taşınmaz mallarını ucuz fiyata elden çıkartmak zorunda kalanlar da oldu.


Komisyonların bu kadar kısıtlı sürede kanunda öngörülen vergi mükellef-
lerini tespit etmeleri neredeyse imkânsızdı. Dolayısıyla kanunda öngörüldüğü
şekliyle bile adaletli bir tespitin yapıldığını söylemek zordur. Yükümlü olarak
gösterilenler arasında, gerçek anlamda vergi mükellefi olmayanlar da vardı.
Sonuçta tamamı gayrimüslim olmak üzere vergisini ödeyemeyenler Aşkale,
Deveboynu Geçidi, Van, Erzurum, Zigana Dağı, Bitlis, Elazığ, Kop Dağı, Di-
yarbakır, Siirt ve Palu’daki çalışma kamplarına gönderildiler.18 Bu kamplara
Müslüman yükümlülerden hiç kimse gitmedi. Neticede gayrimüslim mükellef-
lerin toplam mükellef içindeki yeri, yaklaşık yüzde 87 idi. Müslüman mükellef-
ler ise toplam mükellefin yüzde 7’sini oluşturuyordu. Geri kalan yüzde 6’lık
kesim ise karışıktı.19
Nazilerin toplama kampını çağrıştıran çalışma kamplarını varlığı, ciddi
tartışmalara sebep oldu. Özellikle Müttefikler, varlık vergisi ile ilgili uygula-
malara şiddetli tepki gösterdi. İngiliz ve Amerikalılar sık sık uygulamanın ırkçı
niteliğine vurgu yaparak azınlıkların hedef alınmış olmasını protesto ettiler.
Tepkilerin artması üzerine 1943 yılı sonbaharına doğru kamplara gönderilenler
evlerine geri dönmeye başladı.
Savaş yıllarında elde edilen servet ve kazançlara hükümet tarafından el
konulmasını amaçlayan Varlık Vergisi, bu sınırın da ötesine geçerek, savaş
döneminde servet elde etmeyenleri de kapsadı. İşin tartışılan boyutu ise, uygu-
lamanın hedefinin azınlıklar olmasıydı. Zaten bu verginin asıl amacının piya-
sayı azınlık unsurlarının egemenliğinden kurtarıp Türklere açmak olduğuna
dair yaygın inanış vardı.20 İşin bir ilginç yanı da, kanunun gündeme geldiği
dönemlerin Nazilerin savaşta üstün olduğu dönemler olmasıdır. Talihsizlik
ise, bu kanunun Hitler’in Yahudilere karşı uygulamalarını çağrıştırıyor olma-
sıdır.
Varlık Vergisi’nden sadece birkaç ay sonra, 15 Mayıs 1943 tarihinde
TBMM’ye Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu (TMVK) tasarısı sunuldu. Tasa-
rının gerekçesinde “ekonomik zorlukların toplumda dengeli bir biçimde paylaştırıla-
bilmesi için maliyet fiyatlarının birkaç misli derecesinde artan toprak mahsullerinden
bir vergi alınmasına zaruret görülmüştür” deniliyordu.21 Korkut Boratav,
TMVK’yı, savaş şartlarından yararlanan gruplar içinde görülen çiftçilere yöne-
lik boyutu ile “varlık vergisinin tamamlayıcısı” olarak niteler. Büyük ve küçük
çiftçi arasında fark gözetmeden çıkarılan bu kanun, savaş şartlarında zaten
üretimi düşmüş, sadece kendi boğazı için üreten küçük köylüye yüklenen ağır
bir yüktü.22 Toplanan miktar, Varlık Vergisi’nden azdı ama köylünün duru-
munu düşününce ağır bir vergi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak köylü, sesini
azınlıklar gibi duyuramadı. Bu iki vergi de kamuoyunda derin yaralar açan
olağanüstü savaş vergileriydi. TMVK, 1946 yılında kaldırıldı; ama çok partili
hayata geçişte köylüler CHP’ye olan kızgınlıklarını sandıkta gösterdiler.
CHP ile köylünün arasını açan bir diğer uygulama da, 15 Mayıs 1945’te
Meclis’te görüşülmeye başlayan “Çiftçiyi Topraklandırma” tasarısıdır. Tasarının
amacı, topraksız olanlara ve toprağı yetmeyenlere yeterince toprak verilmesiy-

262
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

di. Ayrıca tasarı, toprakların belirli ellerde toplanmasını ve parçalanarak kü-


çülmesini engellemeyi hedefledi. Bunun için topraksız ya da az topraklı ailele-
re (çiftçilere), ilk önce devlete, belediyelere, özel idareye ve köylere ait kulla-
nılmayan araziler dağıtılacaktı. Sonra kişilere ait ve işletilmeyen araziler dağıtı-
lacaktı. Bu yasa, uzun süre tartışıldı. Özellikle geniş toprak sahibi milletvekille-
rinin de tepkisini çeken bu yasa, toprak sahipleri ile CHP’nin yollarını ayırdı.23
HALKEVLERİ VE ODALARI
Atatürk’ün talimatıyla inkılâpları kırsal kesimdeki geniş kitlelere ulaştır-
mak ve millî devlet yaratmak adına 1930’lu yılların başında harekete geçildi.
Bu amaçla yurdun değişik yerlerinde değişik isimler altında açılmış dernek ve
vakıflar, Halkevleri adıyla birleştirildi. İlk etapta 19 Şubat 1932’de Ankara,
Samsun, Eskişehir, Denizli, Van, Aydın, Çanakkale, Bursa ve İstanbul’da açılan
Halkevlerinin sayısı, kapatıldığı 1950 yılına kadar 478’e; Halkodası sayısı ise,
4322’ye ulaştı. Bu arada 1931 yılında parti Genel Sekreterliğine tekrar seçilen
Recep Peker, partinin örgütsel ve doktriner bakımdan güçlenmesine ve devlet
ve hükümet örgütü üzerinde egemenlik kurmasını çalıştı. Özellikle Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasını müteakip cereyan eden olaylar, rejimin
hâlâ geniş kitleler tarafından özümsenemediğini gösterdi. Bu ortam içinde
oluşan Halkevleri, CHP’nin halkla temasını arttırma ve rejimi halka anlatma
çabasının bir sonucudur.24
Halkevleri/odalarıyla özellikle okul çağını geçmiş kişilere de ulaşılarak
millî kültür ve cumhuriyetin önemi anlatılmaya çalışıldı. Atatürk devrinde,
siyasî ayrım yapmadan bütün vatandaşların Halkevlerinden yararlanılması
hedeflendi. Kültürel hayata canlılık kazandırmak için Ankara Halkevi, Ata-
türk’ün ismini verdiği Ülkü mecmuasını yayınlamaya başladı. Ülkü’den hare-
ketle diğer illerde de değişik mecmualar çıkarıldı. Ancak okur-yazar oranının
düşük olduğu ülkede bu yolla kitlelere ulaşma şansı zayıftı. Bu sorunu aşmak
için Halkevleri bünyesinde Halk Hatipleri teşkilatı kuruldu. Şehirdeki hatiplik
için daha ziyade entelektüel kişilik aranırken, köy hatipleri için aranan özellik
ise halk dilini akıcı bir şekilde kullanabilmekti. Hatiplerin çalışması sonucu bu
kuruluşlardan yararlananların sayısı 1937 yılında altı milyonu aşmıştır.25
29 Mayıs 1939’da halkın %80’i köylerde yaşamasına rağmen kırsal kesim-
de Halkevlerinin teşkilatlanması sağlanamamıştı. Çünkü Halkevleri; dil, tarih
ve edebiyat, sanat; tiyatro, spor; sosyal yardım; Halk dershaneleri ve kurslar;
Kitapsaray ve yayın, Köycülük; Müze ve Sergi şeklindeki değişik şubeleri ile
çalışmalarını sürdürürdü. Bir Halkevinin açılabilmesi için bu şubelerden en az
üçünün çalışması şarttı.26 Köy ve kasabalarda bu üç şube faaliyete geçirileme-
diği için ilk olarak 1940 yılında Halkodaları açıldı. Halkevlerinin kuruluş ama-
cı daha ziyade millî kültürü yaymak iken, 1938’den sonra Batı kültür ve sanatı
ağırlıklı olarak işlendi. Batı klasiklerinden örneklerin verilmeye başlanmasıyla
bu kültüre yabancı olan halkın Halkevlerine olan ilgisi kaybolmaya başladı.
Ayrıca Halkevinde sahnelenen oyunlarda halk, peşinen cahil addedilip bol
nasihatler verilmeye başladı. Bunun, halkın hoşuna gittiği pek söylenemez.
Savaş yıllarında dış politikadaki gelişmeler Halkevlerine de yansımış, buralar
savaşan güçlerin propaganda merkezi hâline gelmiştir. Savaş yıllarında zaman

263
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

zaman Almanya’nın ülkedeki ağırlığı, ileride bahsedilecek değişik gerekçeler-


le, artsa bile İngiliz kültürü genelde kabul gördü. Bunda Türkiye’nin İngiltere
ile yaptığı 1939 tarihli üçlü ittifakın ve savaştaki gelişmelerin etkisi olmakla
beraber Batılı demokratik değerleri benimsemesinin de etkisi olmalıdır. İngiliz
siyaset ve kültür adamları, özellikle Ankara Halkevinde konser, konferans ve
İngilizce kursları verdiler. Buralarda Batılı yaşam tarzını anlatan slâyt gösteri-
leri ve filmler izlettiler. Bunların asıl amacı, Türk kamuoyunun Almanlar lehi-
ne dönmemesi ve demokratik yaşamın en iyi hayat tarzı olduğunu anlatmaya
çalışan propaganda faaliyetlerinde bulunmaktı.27
Halkevleri ve odaları, İnönü döneminde CHP’nin ayrılmaz bir parçası
hâline gelmiş bir örgütlenmeydi. Bu kurum, 1950’de DP iktidara geldiğinde
amacından uzaklaşıldığı gerekçesiyle kapatılacaktır.
KÖY ENSTİTÜLERİ
Savaş yıllarında en önemli girişimlerden birisi, kuşkusuz Köy Enstitüle-
rinin kurulmasıdır. Girişimi daha eski tarihe dayanmakla beraber bu kurum,
22 Nisan 1940 tarihinde çıkarılan bir kanunla “köy için köyden öğretmen yetiş-
tirme” amacıyla kuruldu. Özellikle köylerde okur-yazar oranının düşük olma-
sından hareketle ihtiyaç duyulan öğretmeni yetiştirmeyi hedefleyen bu proje,
kırsal Türkiye’nin yapısal dönüşümünü sağlama gibi önemli bir misyonu da
içeriyordu.28 Kent ve kasabalara göre köyde okur-yazar oranı oldukça düşük-
tür. Şehirlerde %80 olan bu oran köylerde %20’lerdedir. Köylerde okullaşma-
nın düşük olmasının yanında bir sorun da, buralara öğretmen olarak gönderi-
len şehirli gençlerin, kırsal kesime ayak uyduramamasıydı. Bundan dolayı
öğretmen adayı köyden yetiştirilir; köyden alınan çocukların yine köy hayatı
içinde eğitilir, bu şekilde öğretmenlik mesleği ile birlikte köyde lazım olacak
demircilik, inşaat, dülgerlik, kooperatifçilik; kız öğrenciler için de çocuk bakı-
mı, dikiş, ev idaresi, hastaya bakmak gibi işler öğretilirdi. Bu şekilde öğretme-
nin köy hayatının şartlarına dayanabilmesi ve bulunduğu köyü kalkınmasını
sağlayacak el becerisini kazanması amaç edinildi.
Burada eğitim alan öğrencilerden öğretmen, ebe ya da hemşire olamaya-
cak öğrenciler, yine burada aldıkları eğitimle yapıcılık, demircilik vs. gibi iş-
lerde çalışmak üzere sosyal hayata atılacaklardır. Bu yönü ile Köy Enstitüleri,
sadece öğretmen yetiştiren kurumlar değil aynı zamanda bir meslek lisesi gibi
işlev görmüşlerdir.29 Yasanın görüşülmesi esnasında Kazım Karabekir, sadece
köylerden öğrenci alınmasının ileride köylü-şehirli ayrışmasına yol açacağı
gerekçesiyle eleştiri de bulundu. Ancak Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel,
bu kurumların ihtiyaca binaen kurulduğunu söyleyip Karabekir’in endişesini
paylaşmadı.
1940–41 yılında 14 Köy Enstitüsü hizmete girerken 1948–49 yılında bu sayı
21’e yükseldi. Savaş yıllarında hızla yayılan bu kurum, 1946 yılında hız kesti
ve 1954 yılında da kaldırıldı. Köy Enstitüleri, kuruluşundan itibaren üzerinde
tartışılan ve kaldırılmış olmasına rağmen hâlâ tartışılmaya devam eden bir
eğitim kurumudur/anlayışıdır. Bu kurum, bir grup düşünür tarafından çağdaş
eğitim kurumları olarak yüceltilirken, diğer bir grup tarafından ise komünist

264
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

yuvası olarak suçlanmıştır. Bu görüşlerin ikisi de tartışmaya açıktır. Ancak


Çavdar’ın ifadesiyle bu kurum, “toplumun farklı kesimlerini bir yerde tutmaya
çalışan, değişimi değil, aynı kalmayı özendiren bir anlayışın ürünüdür.” Oysa deği-
şime açık toplumu böyle statik tutmanın imkânı yoktu.30 Ayrıca belirtilmesi
gereken bir husus da, bu kurumların köylüye getirdiği yüktür. Zira şehirdeki
okullar devlet bütçesinden karşılanırken, bu enstitüler için köylülerin arazi
verme ve yapım aşamasında çalışma gibi yükümlülükleri vardı. Elbette bu,
köylüler tarafından angarya olarak algılandı. Ayrıca Köy Enstitüleri tek parti
rejimine göre düşünülmüş, CHP iktidarı ile özdeşleştirilmiş kuruluşlardı. Çok
partili rejimde, İsmet İnönü’nün de belirttiği gibi, yaşama şansı zayıftı.31
Kırsal alanda kültürel bir hareketlilik olarak ortaya çıkan Halk odaları ile
köylünün kültürel seviyesinin artırılması hedeflenmişken, Köy Enstitüleri ile
de köy yaşamını bilen ve köye önderlik edebilecek, CHP’nin ilerideki atılımla-
rını savunabilecek, daha doğrusu halka benimsettirebilecek genç öğretmenler
yetiştirmek amaçlanmıştı.32
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA BASIN
İkinci Dünya Savaşı başlayınca Türkiye’de sıkıyönetim ilanı kaçınılmaz
oldu. Bunun sonucunda da basın üzerinde ciddi bir denetim mekanizması
oluşturuldu. 22 Mayıs 1940’ta kabul edilen Örfî İdare Kanunu’na göre sıkıyö-
netim uygulanan illerde basın konusunda sıkıyönetim komutanlarının yetkili
kılınması, basın üzerinde oluşan denetimi göstermesi açısından önemlidir.
Gazete çıkarmanın hükümetin kontrolünde olmasının yanında, Matbuat Ka-
nunu’nun 50. maddesi gereğince ülkenin genel siyasetine aykırı yayın yapmak,
gazetenin kapatılmasını gerektiriyordu. Bunun yanında 20 Kasım 1940 yılında
İstanbul’un da içinde yer aldığı altı ilde sıkıyönetimin ilân edilmesi, basın üze-
rindeki kontrolü bir kat daha artırıyordu. Basın üzerinde devlet denetimi bu-
nunla da sınırlı değildi. Büyük gazete sahiplerinin aynı zamanda CHP millet-
vekili olması, CHP tüzüğünde de gazete sahibi vekillerin parti prensiplerine
aykırı düşmemesi ve görüş birliğini sağlamak yönünde prensip kararının yer
alması, basın üzerindeki denetimin bir başka yoluydu. Basın üzerinde diğer bir
etkili denetim unsuru da, Matbuat Umum Müdürlüğüydü. Bunun sonucunda
basın, iç ve dış politika üzerinde yeterince serbest kalem oynatamıyordu. Zaten
kuralın dışına çıkıldığında gazeteler kapatılıyordu. Dolayısıyla devrin gazete-
lerinin genel politikalarının belirlenmesi üzerinde, hükümet ciddi oranda belir-
leyiciydi. Mesela CHP’nin resmî yayın organı olan Ulus’un Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Şükrü Esmer Müttefikler lehine yazı yazarken, diğer Yazı İşleri Müdü-
rü Falih Rıfkı Atay ise, Mihver bloğu yönünde yazılar kaleme alırdı. Fransızca
nüshası La Republique ile birlikte Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkâr Alman yanlısı;
Akşam, Vakit ve İkdam gazeteleri orta yol politikası izlerken Yeni Sabah, Haber,
Tan, Son Telgraf ve Vatan gazeteleri ise, kesin bir müttefik yanlısı politika izli-
yorlardı. Özellikle Yeni Sabah ve Haber gazetelerinin Yazı İşleri Müdürü Hüse-
yin Cahit Yalçın, bu konuda ateşli yazılar yazmasından dolayı sık sık Almanla-
rın hedefi hâline geldi.33
Ancak Türk basınında manzara hep bu şeklide kalmamış, savaşın seyri
içinde birtakım değişiklikler gözlenmiştir. Bir anlamda Türk basınının savaşa

265
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

yönelik genel tavrını, savaşın seyri belirlemiştir. Mayıs 1939’dan Mart 1941
tarihine kadar basın daha ziyade müttefiklere yakındır. Ancak Almanların
Türkiye sınırına dayandığı Mart 1941 tarihinden sonra Almanlara yakın bir
tavır sergilenirken, 1942’den sonra ise her iki tarafa ılımlı mesajlar gönderilmiş-
tir. Savaşın renginin belli olduğu Mayıs 1944’ten sonra da müttefik yanlısı ya-
yınlar yapılmıştır.34 Ancak Türkiye’nin Ağustos 1944 tarihinde Almanya ile
ilişkilerini kesmesinden sonra Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkâr, müttefikler lehine
yazılar neşretmeye başladı. Gazetelerin bu şekilde taraf olması, normal şartlar-
da doğal gözükebilir. Ancak bu yıllarda gazetelerin yayın politikalarının, sava-
şan taraflara dengeli yaklaşım siyaseti çerçevesinde hükümet tarafından belir-
lendiğine ve her gazeteye bir rol biçildiğine dair yaklaşımlar da mevcuttur.
Bunun doğruluk derecesi olmakla beraber, gazetelerin tamamen kontrol altın-
da tutulduğunu söylemek de zordur. Bu tür taraf olmalarda savaşan güçlerin
de bir şekilde etkisi olmuştur. Mesela başlangıçta Alman karşıtı olan Cumhuri-
yet gazetesinin editörü Yunus Nadi, von Papen ile görüşmesinden sonra Al-
manya lehine yazılar yazmıştır.
Ayrıca savaş yıllarında Türkiye’de Müttefik ve Mihver yanlısı propaganda
amaçlı çıkan gazete ve dergiler vardı. Savaşan taraflar, Türk kamuoyunu kendi
yanına çekmeyi ve hükümete baskı yapmayı amaçlayan bu yayınlar konusun-
da Türkiye’de ciddi mücadele verdiler.35
SAVAŞIN BAŞLAMASI VE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ARAYIŞI
Almanya ile Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Versay Anlaşması,
savaşa sebep olan sorunları gideremedi; aksine rekabeti kızıştırdı. Savaş sonra-
sı statükoyu korumak adına kurulan uluslararası güvenlik sistemi, İtalya ve
Almanya başta olmak üzere kurulan düzenden memnun olmayan ülkelerin
mütecaviz hareketleriyle işlevsizleştirildi. Bu anlamda, 1912’den beri On İki
Ada’ya hâkim olan İtalya’nın faşist lideri Mussolini’nin, 1934 yılında Asya ve
Afrika’ya yönelik tarihî İtalyan hedeflerinden bahsetmesi sonrası Habeşistan’ı
işgali Türkiye’nin endişelerini artırdı. Hitler ile ortak anlayış geliştiren Musso-
lini’nin Akdeniz’deki emperyalist politikalarının, Türkiye’yi de bir savaşa sü-
rüklemesi ihtimaline karşı güvenlik arayışına giren Atatürk, 1936 yılında böl-
gede hayatî çıkarları olan İngiltere’ye uzun vadeli bir ittifak teklifinde bulun-
du.36 İngiltere ise bu yıllarda, Hitler ve Mussolini arasında birleşme olmaması
adına bu ülkelere karşı yatıştırmacı politika (appeasement policy) izleyerek kaçı-
nılmaz gözüken savaşın önüne geçeceğine inanıyordu. Ancak Almanya’nın, 15
Mart 1939 tarihinde Çekoslovakya’yı işgal etmesini müteakip Polonya ve Ro-
manya’yı tehdit etmesi ile İngiltere, 1930’ların başından beri takip ettiği yatış-
tırmacı politikasının yanlış olduğunu anlayabildi. Almanya ve İtalya’nın uz-
laşmacı tavırla sakinleştirilemeyeceğini geç de olsa anlayan İngiliz hükümeti,
Doğu Akdeniz ve Güneydoğu Avrupa’da Nazi yayılmacılığı karşısında Fransa,
Polonya, Romanya, Yunanistan ve Türkiye’nin dâhil olduğu bir savunma hattı
oluşturmayı amaçlayan bir ittifak arayışı içerisine girdi.37
Türkiye, sınırlarına yaklaşan bu tehdit karşısında ittifak için değişik alter-
natifler üzerinde durdu. Bunlardan biri, Balkanlar’dan Türkiye’ye yönelecek
Alman tehdidini bertaraf etmek için Londra Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’ın,

266
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

30 Mart 1939 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı Viscount Halifax ile görüşme-
sinde ileri sürdüğü İngiltere’nin desteği ile Romanya, Polonya, SSCB ve Türki-
ye arasında bir Saldırmazlık Paktı önerisiydi. Diğer bir alternatif ise, İtalya’yı
Alman safından ayırmak ve Akdeniz’den gelebilecek Alman saldırısını önle-
mek için, 19 Ocak 1937 tarihli İngiliz-İtalyan anlaşmasına Türkiye ile birlikte
Yunanistan ve Yugoslavya’nın da dâhil edilmesiydi.38 Böylece güçlü bir Akde-
niz ve Güneydoğu Avrupa bloğu oluşturulmuş olacaktı. Ancak, hangi ittifak
içerisinde yer alırsa alsın Türkiye için İngiltere, Fransa ve SSCB’nin aynı grupta
yer alması önemliydi. Çünkü bu devletler olmadıkça İtalyan ve Alman saldırı-
larının durdurulması zor olacaktı. Özellikle SSCB’nin İngiltere ile aynı blokta
yer alması Türkiye’nin olmazsa olmazıydı. Zira Moskova’nın Hitler’in yanında
yer alması, Türkiye’nin kıskaca alınması anlamına geliyordu.
Bu arada, 1939 yılı başı itibarıyla savaşın kaçınılmaz olduğunun anlaşıl-
ması üzerine, Türkiye’nin kendi tarafında yer almasının ne denli önemli oldu-
ğunun farkında olan savaşan güçler, deneyimli diplomatlarını Ankara’ya bü-
yükelçi olarak atadılar. Özellikle Türkiye’nin Batı bloğuna yönelmesi karşısın-
da Almanya, en mâhir eski politikacılarından biri olan eski başbakan Franz
von Papen’i Nisan 1939’da Ankara’ya büyükelçi olarak atadı. Görevi, Türki-
ye’nin İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu güçler ile yakınlaşmasını önlemekti.
Türkiye’nin korkularını ve beklentilerini iyi tahlil eden von Papen’in, Türki-
ye’yi İngilizlere gerektiğinden fazla yaklaştırmama konusunda ciddi başarılar
elde ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
İngiltere ise, Ankara’ya Sir Hughe Knatchbull-Hugessen’i büyükelçi ola-
rak gönderdi. O dönemde Ankara’ya büyükelçi olarak atanmak, bir diplomat
için kariyeri açısından onur verici bir görevdi. Fakat bu görev, Nazi birlikleri-
nin Ege Denizi ve Balkanlarda; İngiliz birliklerinin Ortadoğu’da; Rus ve Alman
birliklerinin Kafkasya bölgesinde olduğu bir ortamda, Türk dış politikasına
kendi ülkelerinin çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalışmak gibi zor bir
misyonu gerektiriyordu. Özellikle, 1943 yılı başından itibaren Türkiye’nin aktif
desteğine ihtiyaç duyan başta İngiltere olmak üzere Müttefikler, Ankara’ya
baskı yapmaya başladığında Hugessen, savaş dışı kalmak için her yolu dene-
yen Türk Dışişleri ile sıkıntılı günler yaşayacaktır.
İttifak çabaları henüz sonuç vermeden Hitler’in Doğu Avrupa’yı tehdit
etmesi üzerine İngiltere, 31 Mart 1939 tarihinde Polonya’nın güvenliğini garan-
ti ettiğini açıkladı. İtalya, 8 Nisan’da Arnavutluk’u işgal edince bu garanti kap-
samına 12 Nisan’da Yunanistan ve Romanya da dâhil edildi. Güçlü bir güven-
lik kuşağı oluşturmak için İngiltere, 9 Şubat 1934 tarihinde kurulan Balkan
Antantı’nın kurucu üyesi Türkiye’nin de bu garanti kapsamına alınmasını isti-
yordu.39 Türkiye de güvenliğini garanti altına almak istiyordu. Çekoslovak-
ya’nın işgalinden hemen sonra, İtalya’nın da Arnavutluk’u işgal etmesi, Türki-
ye tarafından Roma-Berlin işbirliğinin açık göstergesi olarak algılandı. Zira
Almanya ve özellikle İtalya’nın yayılmacı siyaseti, Türkiye’nin hem Akde-
niz’den hem de Balkanlardan tehdit altına girmesi demekti. Ancak yaklaşan
tehlikeyi, İngiltere’nin Romanya ve Yunanistan’a verdiği gibi bir garanti ile
savuşturamayacağını düşünen Türk hükümeti, Londra’nın teklifini reddetti.

267
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bunun yerine İngiltere, Fransa ve SSCB’nin içinde yer aldığı bir ittifak anlaş-
masından yana tavır koydu. Hatta bu ittifak için de ciddi çabaları oldu. Aslın-
da Montreux Anlaşması’yla Boğazlardaki kontrolü tekrar elde eden Türki-
ye’nin işbirliği olmadan İngiltere ve Fransa’nın Romanya’ya güvence vermesi-
nin bir anlamı yoktu. Çünkü Romanya’ya yapılacak bir yardım ancak Boğazlar
üzerinden olabilirdi. Savaş gemilerinin buradan geçmesi için Türkiye’nin de
Almanya’ya savaş ilan etmesi ve bu gemilere izin vermesi gerekiyordu. Ancak
Türkiye’nin tutumunda Moskova’nın savaşa karşı takınacağı tavır belirleyici
olacaktı. Londra, Paris ve Moskova arasında varılacak bir ittifak anlaşmasının
barış için önemli sonuçlar doğuracağına inanan Türk hükümeti, bu ittifakın
oluşması hâlinde Batı ile her türlü işbirliğine sıcak bakıyordu.
Türk hükümeti, SSCB’nin niyetini öğrenmek amacıyla İngiltere ve Fransa
ile olan diyaloglarını Moskova’ya iletti. Bunun üzerine Sovyet Dışişleri Bakanı
Molotov, yardımcısı Potemkin’i 28 Nisan’da Ankara’ya gönderdi. Taraflar bir-
birlerinin niyetlerini ölçüyordu. Potemkin’in ziyareti esnasında Sovyet hükü-
meti, Türk-İngiliz ve Fransızlar arasında devam eden ortak güvenlik arayışla-
rını desteklediğini ifade etti. Ancak Sovyetler, niyetlerini net olarak ortaya
koymaktan kaçındı. Ankara’nın, İngiltere ve Fransa ile yürüttüğü görüşmeleri
Moskova’ya iletmesinin bir sebebi de, 1929 Türk-Sovyet Anlaşması’na göre
taraflar bir üçüncü ülke ile yapacakları paktlar hakkında birbirlerini bilgilendi-
receklerdir. Türkiye buna dikkat etmesine rağmen, SSCB, Almanya ile yürüt-
tüğü gizli görüşmeleri Ankara’ya bildirmeyecektir.
Devam eden görüşmelerden sonra Türkiye ile İngiltere arasında 12 Mayıs
1939’da Ankara’da ortak bir deklarasyon imzalandı. Buna göre her iki hükü-
met, Akdeniz’de savaşa sebep olacak bir saldırı karşısında güçleri oranında
birbirine yardım etmeyi öngörüyordu. Hatay sorunu halledildikten sonra
Fransa, 23 Haziran’da bu anlaşmaya dâhil olacaktır. Bunlar 19 Ekim’deki Üçlü
İttifak’ın öncü anlaşmalarıdır.
Türkiye, Batı ile bu denli ittifak arayışları içine girerken Almanlar, Türki-
ye’nin tarafsızlık politikasından vazgeçmemesi için gayret gösteriyordu. Nisan
sonunda Ankara’ya Büyükelçi olarak atanan Franz von Papen bazen tehdit,
bazen de siyasî rüşvet ile Türk hükümeti üzerinde ciddi bir baskı kurdu. Batı
ile diyaloglarını daha ileri boyuta götürmesi durumunda Türkiye ile olan eko-
nomik ilişkilerini keseceklerini veya tarafsız tutumunu devam ettirmesi hâlin-
de On İki Ada’nın Türkiye’ye verilmesi konusunda İtalyanları ikna edebilecek-
lerini söylemesi gibi.40
Almanya, Batı bloğunun çevreleme siyasetinden kurtulmak için sadece
Türkiye üzerinde yoğunlaşmadı. SSCB’nin de kendi saflarında olması için cid-
di gayretler içine girdi. Aslında bu gayretlerin Almanya lehine sonuç vermesi
için uygun ortam vardı. Stalin, İngiltere’nin Alman yayılmacılığı karşısında
takındığı tavırdan rahatsızdı. Bu saldırılar durdurulamayınca kendisine yer
arayan Stalin’e Londra, sadece savaş önerirken; Berlin, tarafsızlık yanında Po-
lonya toprakları başta olmak üzere Doğu Avrupa’dan toprak teklif ediyordu.
İngiltere, Fransa ve Türkiye ile dörtlü ittifak için görüşmelere devam ederken
Alman tekliflerinin cazibesine kapılan Moskova, Berlin ile 23 Ağustos 1939
tarihli Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nı imzaladı.41

268
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

Bu haber, Londra-Paris-Ankara üçgeninde deprem etkisi yarattı. Her şey-


den önce Türkiye kendisine yönelik tehdidin Mihver’den geleceğinin farkın-
daydı. Sovyetler ile ayrı blokta yer alması da kendisi için ciddi bir tehdit oluş-
turdu. Nazi-Sovyet Paktı, Hitler’in elini güçlendirdi. SSCB’nin Batı bloğundan
ayrılması ile Hitler, Avrupa’da daha rahat hareket etme imkânı buldu. Her
şeyden önce büyük bir güç olan doğu komşusundan emindi. Beklenen savaş 1
Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırması ile başladı. Nazi-Sovyet Pak-
tı’nın gizli hükümlerine göre Doğu Polonya, SSCB’ye bırakılmıştı. 17 Eylül’de
Doğu Polonya’ya giren Kızıl Ordu daha sonra da Baltık devletlerine yönelecek-
tir.42
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE TÜRKİYE
Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi bir maceraya atılmak niye-
tinde değildi. Her şeyden önce bu, Ankara’nın savaşı değildi; bu savaştan bir
beklentisi de yoktu. Üstelik savaş öncesi Ankara’nın büyük umut bağladığı ve
gerçekleşmesi için ciddi çaba sarf ettiği, Hitler’e karşı, Rusya’nın da dâhil ol-
duğu Fransa ve İngiltere ile dörtlü ittifak, Moskova’nın Almanya’ya yaklaşma-
sından dolayı oluşturulamadı. Rusyasız kurulan üçlü ittifakın da, Fransa’nın
savaşın başında yenilmesi ile akim kalmasından başka, Moskova’nın Türki-
ye’ye yönelik tehditvari tavırları ve Alman baskıları, Türkiye’nin tarafsız kal-
ma isteğini perçinledi. Aslında orta büyüklükte bir devlet, savaşan tarafların
aksi yönde isteğine rağmen, tarafsız kalma lüksüne sahip değildir. Askerî gücü
tarafsız kalmasını sağlayabilmekten çok uzak olan Türk hükümeti de, savaşan
tarafların kendisine olan ihtiyacını kullanarak savaştan mümkün olduğunca
uzak kalmaya çalıştı.
Almanlar, Türkiye’yi kendi yanlarına çekebilmek için çok rahat bir şekilde
toprak vaadinde de bulunabiliyordu. Mesela von Papen, işbirliği karşılığında
On İki ada, Halep, Musul, Azerbaycan ve Batum’u teklif etti. Ancak Türki-
ye’nin Musul ve Halep civarında eskiden beri iddiası olsa da, bu aşamada
komşularından toprak talebi yoktu. SSCB’nin dağılmasıyla Türk nüfusunu
kontrol etme fikri de, resmî çevrelerde pek fazla yankı bulmadı. Turancı akım
içinde yer alanlar bu fikre sıcak bakarken Türk dış politikasını yönlendiren
kadro, bunun hayata geçirilme şansı olmadığının bilincindeydi. Bu kadro, Na-
zilerin bu tür söylemlerinin, savaşın içerisinde Almanya’nın uyguladığı strate-
jik bir manevradan ibaret olduğunu algılama kapasitesine sahip İsmet İnönü,
Şükrü Saraçoğlu, Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Rauf Orbay
gibi bizzat Osmanlı yönetiminde görev yapmış kişilerden oluşuyordu. Bura-
dan getirdikleri tecrübe ile olgunlaşan, karar alma mekanizmasındaki etkili
kişilerin savaşa yönelik bu duruşunu, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele
yıllarındaki politikalarından dolayı, İngiltere’ye düşmanlık ya da İngiltere’ye
meydan okuyan Hitler’e hayranlık duyguları belirlemedi. Bu kimseler, büyük
devlet politikalarını iyi bildikleri gibi, onlar ile nasıl başa çıkılacağını da tecrü-
be etmişlerdi. Her şeyden önce bu savaş, Türkiye’nin savaşı değildi. Kendi
yarattığı belayı temizleme işi, yine Batı’ya ait olmalıydı. Türkiye’nin bundan
bir beklentisi yoktu, ama korkuları çoktu.43

269
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bu arada Türk dış politikasının oluşumunda İnönü faktörünü unutmamak


lâzım. İnönü, iç politikada olduğu gibi dış politikada da en etkin kişiydi. Etra-
fında ikinci bir adam belirmesine izin vermedi. Dış politikada en çok Numan
Menemencioğlu’na güvendiği söylenir.44 İnönü’nün dış politikada hâkim un-
sur olmasını, İkinci Dünya Savaşı Türk dış politikasının sağlıklı zeminde de-
vam etmesi adına bir şans olarak algılamak mümkündür. Özellikle Naziler,
SSCB içlerine doğru ilerlerken Türkiye’de, tarihî düşmanın sonunun gelmesi
ve esaret altındaki Türklerin hürriyetine kavuşması heyecanı ile hezeyan için-
de hareket edecek kesimlere karşı İnönü’nün soğukkanlılığını korumayı bilme-
si önemlidir.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda izlediği dış politikayı “tarafsızlık”
olarak tanımlamak tam olarak doğru değildir. Türkiye’nin konumunu en iyi
tanımlayan ifade “savaş dışı” olmasıdır. Her şeyden önce Türkiye, savaşın
başında İngiltere’nin başını çektiği demokrasi yanlısı Batı bloğunun içinde
kendisine bir yer edindi. İngiltere ve Fransa ile ittifak antlaşması imzaladı.
Fakat savaşa girmeyi, ileride değinileceği üzere, değişik gerekçelerle reddetti.
Ancak zaman zaman Müttefiklere tarafsızlığı aşan desteklerde bulundu. Fakat
Nazilerin Türkiye sınırına dayanmasını müteakip Türkiye, Almanya ile Dost-
luk Anlaşması imzalayarak Nazilerin SSCB’ye saldırmasını bir anlamda kolay-
laştırdı. Belki bundan başka bir seçenek yoktu. Bundan sonra her iki tarafa
daha dengeli bir biçimde yaklaştı, ama tarafsızlık sınırlarının ötesinde tavırlar-
dı bunlar. Türkiye’nin bütün derdi, savaş dışı kalabilmek, katılacaksa da
mümkün olan en geç zamanda savaşa dâhil olmaktı. Türkiye’nin gönlünden
İngilizlerin kazanması geçiyordu, ama o zaman da “savaş sonrası SSCB’nin
rolü ne olacak” sorusu kâbus gibi çöküyordu. Almanların kazanmasının Tür-
kiye’ye getireceği bir fayda yoktu, ama Alman yıldırım harekâtları (blitzkrieg)
karşısında Türk ordusunun yapabileceği pek bir şey de yoktu. Üstelik Türk
Silahlı Kuvvetleri mensupları modernize olamamaktan da şikâyetçiydiler. Hat-
ta ordu içinde ülkeyi iyi yönetemedikleri gerekçesiyle İnönü ve Genel Kurmay
Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a karşı ihtilal yapmak üzere gizli örgütlenme-
ler de vardı. Nitekim ihtilal girişiminden son anda vazgeçildi.45
Kısacası Türkiye’nin durumu hiç de iyi gözükmüyordu. O zaman yapması
gereken, yaptığı dengeleri kollamak ve savaşan tarafların kendisine olan mec-
buriyetinden istifade ile savaş dışı kalma süresini mümkün olduğunca uzat-
maktı. İnönü’nün yaptığı da buydu. Her şeyden önce Türkiye, daha ziyade
İngiltere’den yana bir duruş sergiledi. Ancak varlığını korumak adına zaman
zaman savaş boyunca güçlü olan devletten yana tavır sergiledi. Mesela 18 Mart
1940’ta Almanya ile bir ticaret anlaşması yaptı. Ancak silah sanayisi için önem-
li bir maden olan kromu bunun dışında tuttu. Almanlar SSCB’yi işgale başla-
dığında veya savaşın seyri Almanlar lehine döndüğü 1941 yılında krom da bu
anlaşmaya dâhil edildi. Nazi birlikleri SSCB içlerine doğru ilerlerken hükümet
denetimindeki gazete ve dergilerde Turancı akımlara daha fazla yer verildi.
Hatta varlık vergisi de bu dönemde uygulamaya konuldu. 1944 baharında
müttefikler savaştaki üstünlüğü ele geçirince de Türkçü ve Turancı hareketler
yasaklandı, hareketin önde gelen isimleri tutuklandı. Bütün bunlar Türkiye’nin
savaş dışı kalması için gösterilen gayretlerdi.

270
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

İnönü’nün dış politikası ile Atatürk’ün dış politikası arasında derin ayrı-
lıklar olduğu ileri sürülmektedir.46 Özellikle İnönü’nün, Atatürk’ün Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı kabineye almaması bu farklılığın en bariz örneği
olarak gösterilir. Bu iddialar aslında bizzat Aras’ın görüşlerine dayanır. Aras,
Atatürk’ün ufukta beliren savaşta tarafsız kalınmasını istediğini, İnönü’nün ise
İngiltere ve Fransa ile Üçlü İttifak yaparak Atatürk’ün çizgisinden uzaklaştığı-
nı ileri sürmektedir.47 Aslında bu iddialar kısmen doğru olmakla beraber, olay-
ları değerlendirirken konjonktürü de dikkate almak gerekir. Atatürk’ün de
İngiltere ile ittifak arayışı içinde olduğunu belgeler ortaya koyuyor. Amaç sa-
vaşmak değil, savaşı ülkeden uzak tutmaktı. Ancak İngiliz politikaları farklı
olduğu için Atatürk’ün sağlığında bu gerçekleşmedi. 1939 yılına gelindiğinde
şartlar değişmiş, Atatürk’ün işaret ettiği tehlike kapıya dayanmıştır. Bu amaçla
İnönü’nün Batı bloğu ile ittifak arayışının arka planında da savaşın bölgeye
gelmesini önlemek vardır. Üçlü ittifaka dikkat edilirse asıl amaç, SSCB’yi de bu
ittifaka dâhil etmektir. Bu gerçekleşseydi zaten savaşın Türkiye sınırına kadar
yayılması uzak bir ihtimal olurdu.
SARAÇOĞLU’NUN MOSKOVA ZİYARETİ (26 EYLÜL–17 EKİM 1939)
Üçlü Pakt imzalanmadan önce, Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ittifak
görüşmeleri için Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov tarafından nisan ayında
Moskova’ya davet edilmişti. SSCB, Almanlar ile olan anlaşmalarına rağmen
Türkiye ile de görüşmelere devam etmek istiyordu. Bir yandan Almanya bağ-
lantısı diğer yandan Ankara’ya yaklaşması, Türk hükümetinin Moskova’nın
niyetinden şüphe etmesi için yeterli bir sebepti. Moskova’nın Türk istekleri
doğrultusunda bir anlaşma yapma niyetinde olmadığı aşikâr olmasına rağ-
men, Batı ile Moskova arasında ittifakla sonuçlanabilecek ilişkilerin tekrar ku-
rulabilmesi için bir köprü görevi görebileceği umuduyla İnönü, Saraçoğlu’nu
Moskova’ya göndermeye karar verdi. Bu ziyaret İngiltere tarafından da des-
teklendi. Zira Türkiye gibi onlar da sürpriz bir şekilde Almanlar ile anlaşan
Stalin’in amacını merak ediyordu. SSCB’nin Müttefiklerin yanında yer alması,
Fransa ve İngiltere için savaşın kazanılması açısından önemliydi. Ama Ankara
açısından SSCB’nin Türkiye’ye saldırmayacağından emin olmak daha da
önemliydi. Dolayısıyla Ankara, bundan sonra Batı ile ittifak görüşmelerine
devam ederken artık Sovyet faktörüne daha dikkat etmek durumundaydı.
Nitekim Türk heyeti Moskova’ya hareket etmeden önce İngiltere ve Fran-
sa’dan, yapılacak anlaşma şartlarına, Moskova ile çatışmaya sebep olabilecek
herhangi bir yükümlülükten Türkiye’yi muaf tutmayı öngören bir madde koy-
durmayı garanti altına aldı.48
26 Eylül 1939’da Moskova’ya ulaşan Türk heyetini bir de sürpriz bekli-
yordu. Saraçoğlu ile aynı zamanda Alman Dışişleri Bakanı da Moskova’ya
davet edilmişti. Böylelikle Stalin her iki ülke ile yapacağı pazarlıkta birini diğe-
rine karşı koz olarak kullanıp daha fazla kazanım elde etmeyi planlamıştı. Sa-
raçoğlu heyetinin Moskova’da kaldığı üç haftalık zaman zarfında İngiltere,
Fransa ve Türkiye arasında süren üçlü görüşmelere Sovyetler Birliği’ni de
dâhil etme girişimi sonuç vermedi. Stalin ve Molotov’un, Montreux Boğazlar
Sözleşmesi’nde Sovyetler lehine önemli revizyonlar yapılmasındaki ısrarcı

271
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

talepleri Sovyet hükümetinin niyetini ortaya koyuyordu. Aralıklarla devam


eden Moskova’daki görüşmelerde tarafların her biri farklı amaçlar peşindeydi.
Türkiye, Sovyetleri İngiltere ve Fransa ile imza aşamasına gelen ittifaka ortak
etmek isterken, Sovyetler de Türkiye’yi bu ittifaktan vazgeçirip Alman-Sovyet
paktına uyumlu bir anlaşma imzalamaya zorluyordu. Bu arada Sovyetlerin
şiddetle karşı çıkması durumunda Türk hükümetinin İngiltere ve Fransa ile
devam eden ittifak görüşmelerini sonuçlandırmaktan kaçınacağı yönünde ha-
ber alan Alman hükümeti Stalin’e Türk delegasyonuna bu yönde baskı için
ısrarcı oldu.49 Stalin de Saraçoğlu başkanlığındaki Türk delegasyonuna bu
yönde baskılar uyguladı. Birkaç defa kesintiye uğrayıp son olarak 15 Ekim’de
tekrar başlayan görüşmeler yine Montreux’de Sovyetler lehine önemli düzen-
lemeler konusunda kilitlendi. Üç günlüğüne planlanan görüşme 23 gün sürdü
ve herhangi bir uzlaşmaya varılamadan Saraçoğlu heyeti 17 Eylül’de Mosko-
va’dan ayrıldı.
ÜÇLÜ İTTİFAK
Moskova Görüşmelerinin başarısız olması üzerine, heyet henüz yolda iken
19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere-Türkiye-Fransa arasında Üçlü İttifak Anlaş-
ması imzalandı. Buna göre: 50
Madde 1-Türkiye’ye karşı bir Avrupa devletince girişilecek bir saldırı sonucunda, Türkiye
bu devletle savaş durumuna girdiği takdirde, Fransa ve İngiltere fiilî olarak Türkiye ile iş-
birliği yapacak ve onlara elinden gelen tüm yardım ve desteği gösterecektir.
Madde 2- a) Bir Avrupa devletince girişilip Akdeniz bölgesinde Fransa ve İngiltere’nin karı-
şacakları bir savaşa sürükleyici bir saldırı durumunda, Türkiye fiili olarak Fransa ve İngilte-
re ile işbirliği yapacak ve elinden gelen tüm yardım ve desteği gösterecektir. b) Bir Avrupa
devletince girişilip Akdeniz bölgesinde Türkiye’nin karışacağı bir savaşa sürükleyici bir
saldırı eylemi durumunda, Fransa ve İngiltere fiili olarak Türkiye ile işbirliği yapacak ve on-
lara elinden gelen tüm yardım ve desteği gösterecektir.
Madde 3- Fransa ve İngiltere’nin Yunanistan ve Romanya’ya 13 Nisan 1939’da verdiği ga-
ranti geçerli olduğu müddetçe Türkiye, Fransa ve İngiltere’nin bahsi geçen ülkelere yardımı
gerektirecek bir durum olduğunda elinden gelen bütün yardım ve kolaylığı gösterecektir.
Ayrıca 3 numaralı gizli protokol, bir Avrupa devletince girişilen askerî eylem Bulgaristan ya
da Yunanistan sınırına erişir erişmez İngiltere ve Fransa’nın, Türkiye ile fiilî işbirliği yap-
masını ve Türkiye’nin istemesi durumunda ellerinden gelen tüm yardım ve desteği verme-
sini; ayrıca İtalya’nın antlaşmanın hükümlerinin işletilmesine neden olabilecek bir hareke-
tinde ise Türk güçleri İngiliz ve Fransızların da katkılarıyla On İki Ada’yı tehlikesiz duruma
getirmeyi öngörüyordu.
Bunların dışında İngiltere ve Fransa, Türkiye’ye çeşitli maddî ve aynî yar-
dımda bulunmayı üstleniyordu. Türkiye’nin yükümlülükleri ancak bundan
sonra devreye girecekti.
Moskova Görüşmeleri Türkiye’nin, Sovyetler Birliği’nin de Çarlık Rus-
ya’sının da Boğazlar üzerindeki emellerinden vazgeçmediğine, kesin olarak
inanmasına sebep oldu. Sovyetlerin bir bahane ile bu iddialarına imkân tanıya-
cak ortam yaratmak adına harekete geçeceğine inanan Türkiye, SSCB ile çatış-

272
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

maya sebep olabilecek herhangi bir vaadde bulunmamaya özen gösterdi. İngil-
tere ve Fransa ile imzaladığı Üçlü Anlaşmaya ilave ettirdiği II. Protokole ‘Sov-
yetler Birliği ile gerginliğe sebep olabilecek herhangi bir hareketten kaçınılacağı’ şartını
koydurması da bu sebeptendi.
Üçlü İttifak ile Türkiye’nin üstelendiği yükümlülüklere bakıldığında hu-
kukî açıdan bir karmaşa söz konusuydu. Başka bir ifade ile Üçlü İttifak Anlaş-
ması ile Montreux Anlaşması’nın Türkiye’ye verdiği yükümlülük çelişiyordu.
Mesela, Almanlar Güneydoğu Avrupa’ya doğru yayılmaya başladıklarında
İngilizlerin, Romanya’ya yardım amacıyla donanmalarını Boğazlar veya Mar-
mara’da konuşlandırılmasını istediği zaman, Türkiye Üçlü Anlaşmaya göre
İngilizlerle bu konuda işbirliğine mecburdu. Diğer taraftan Türkiye savaşa
dâhil olmadığı için Montreux Anlaşması’nın 19. maddesine göre İngiliz gemi-
lerine geçiş izni verilemiyordu.51 Kısacası Üçlü Anlaşmayla Montreux Anlaş-
ması birbirine uyumlu değildi. Üstelik Türkiye’nin Üçlü Anlaşmaya koydur-
duğu protokolün ikinci maddesi de ‘Sovyet çekincesini’ gündeme getiriyordu.
Bunu bir anlamda Türk diplomasisinin savaş dışı kalmak için uyguladığı bir
taktik olarak da görmek mümkündür. Özellikle Ocak 1940’da, Odessa ile Kös-
tence limanları arasında Almanya’ya petrol transferinin başlaması üzerine
Fransız Dışişleri Bakanı Reynaud’ın Müttefiklerin bu petrol transferine engel
olmak üzere Karadeniz’e bir kaç savaş gemisi gönderme isteğini de, bahsi ge-
çen gerekçelerle Türkiye’nin reddetmesine sebep oldu.
TÜRKİYE’NİN SAVAŞ DIŞI KALMA ÇABASI
Türkiye’nin Almanya’ya olan petrol transferini engellemek için Karade-
niz’e müttefik savaş gemilerinin geçişine izin vermemesi üzerine Fransızlar,
Bakü’ye hava saldırısı düzenleyerek Almanya’ya petrol transferinin önlenebi-
leceği fikrini ortaya attılar. Üstelik Türkiye’nin bu fikre itiraz etmeyeceğini
düşünüyorlardı. Zira Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Massigli, Bakü’ye mütte-
fiklerin hava saldırısı planını anlattıktan sonra uçakların Türkiye ya da İran
üzerinden geçmesi gerektiğini söyleyince Saraçoğlu’nun “İran’ın protestosun-
dan mı endişeleniyorsunuz?” diye karşılık vermesini, Türkiye’nin bu plana ses
çıkarmadığı şeklinde yorumlamıştı.52 Haziran ayındaki gelişmeler Müttefikle-
rin bu tür isteklerinden vazgeçmesine sebep olacaktır. Ancak Almanlar, Bakü
Planı’nı, Paris’in bombalanması esnasında ele geçirdiğini iddia ettiği bir belge
ile Türk-Sovyet ilişkilerini bozmak adına Temmuz 1940’da yayımladı. Bu, Al-
manların Ankara’yı savaş dışı tutmak için Türkiye’de Sovyet endişesini canlı
tutma gayretlerinin bir parçasıydı. Özellikle von Papen savaş boyu usta ma-
nevralarla Türkiye’ye aba altından sopa gösteriyordu.
Haziran 1940’a gelindiğinde Türkiye’nin savaşa dair endişelerinin artması
için bütün şartlar oluşmuştu: 10 Haziran 1940’da İtalya, Almanya safında sava-
şa girdi. 22 Haziran’da da Fransa yenilerek savaştan çekildi. Özelikle birkaç
yılda aşılmaz diye düşünülen Nazilere karşı Fransızların oluşturduğu Maginot
Hattı’nın bir hafta içinde yerle bir edilmesi Müttefiklerin savaş kabiliyeti hak-
kında iyi bir intiba uyandırmadı. Hemen arkasından Alman Hava Kuvvetleri
Luftwaffe, İngiltere’ye etkili hava saldırıları düzenlemeye başladı. Gelişmeler
karşısında zor durumda kalan İngiltere, Yugoslavya ve Yunanistan ile beraber

273
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Türkiye’nin savaşa girmesinin kendisine yönelik saldırıları hafifleteceği ve


Almanları bir noktada durdurabileceği umuduyla Ankara’ya savaşa girmesi
için istekte bulundu. 26 Haziran’da başbakan Refik Saydam Türkiye’nin savaş
dışı kalmaya devam edeceğini ilan etti.
İtalya’nın savaşa girmesi, Üçlü İttifak gereği Türkiye’nin İngilizler yanın-
da savaşa girmesini gerektiriyordu. Ancak Fransa’nın yenilmesi ve Sovyet en-
dişesi, Türkiye’nin savaş dışı kalması yönündeki hukukî mazeretleriydi.53 Tür-
kiye’nin Sovyet çekincesi temelsiz değildi. Zira Sovyetler bu sırada İtalyanlarla
Türkiye aleyhine görüşmelerde bulunuyordu. 26 Haziran’da Molotov İtal-
ya’nın Moskova Büyükelçisi Rosso ile görüşmesinde, Sovyetlerin Karadeniz ve
Boğazlardaki iddialarının tanınması karşılığında kendilerinin İtalya’nın Akde-
niz’deki iddialarını tanıyacağını söyledi ki; bu, Türkiye tarafından kabul edi-
lemezdi. Türk Hükümeti, İngilizlerin kendisine askeri yardımda bulunamaya-
cağının farkında olduğundan Sovyet ve Alman saldırılardan korunmak için
tarafsızlığını ilan ederek mümkün olduğunca savaştan uzak kalmaya çalıştı.
Ayrıca Türk hükümeti, Müttefiklerden yeterince askeri destek almadan savaşa
girmenin Türkiye’nin Naziler tarafından işgaline ve Sovyetlerin Boğazları ele
geçirmesine yarayacağına inanıyordu.
Türkiye’nin savaş dışı kalmaya devam edeceğini ilan etmesi elbette her-
hangi bir saldırıdan emin olduğu anlamına gelmiyordu. Akdeniz’de İtalyan
varlığının yanında Ortadoğu’da da belli bir hareketlilik söz konusuydu. Fran-
sa’nın yenilmesiyle birlikte Fransız mandasındaki Suriye, Naziler ile işbirliği
yapan Vichy hükümetinin (Fransa’nın işgalinden sonra kurulup Naziler ile
işbirliği içinde olan Fransız hükümeti) kontrolündeydi. Ayrıca Irak’ta da İngi-
liz hegemonyasından kurtulmak isteyen isyancılar, Almanya ile işbirliği pe-
şinde koşuyordu. İtalya ve Almanya tarafından kuşatıldığı hissine kapılırsa
Türkiye’nin kendini saldırılardan koruma adına Almanlar ile işbirliği yapabi-
leceği endişesine kapılan İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Hughe Knatchbull-
Hugessen, kendi Dışişlerine gönderdiği yazıda Türkiye’nin güvenini kazan-
mak için Ankara’ya Sovyet veya İtalyan saldırısına karşı birtakım güvence
verilmesi gerektiğini ısrarla vurguladı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı Müsteşar
yardımcısı Sir Orme Sargent de, Türkiye’nin politikalarının oluşumunda Sov-
yet faktörüne dikkat çekerek Moskova’nın çıkışları karşısında Ankara’nın Ber-
lin’e yaklaşmasının zor olmayacağını belirtip Hugessen’e katıldı.54 Dolayısıyla
İngiliz Dışişleri’nin endişesi, İtalya ve özellikle Sovyet tehdidi karşısında Tür-
kiye’nin kendi egemenliğini korumak için Almanlara yaklaşabileceğiydi. O
halde, herhangi bir saldırı durumunda İngiltere, Türkiye’ye donanma gönde-
remeyeceğinden, en iyi politika Türkiye ile SSCB arasında var olan gerilimi
ortadan kaldırmak ve ortak bir zeminde buluşturmaktı. Bundan sonra İngiliz
Dışişleri 1940 yılı Temmuz’undan Kasım ayına kadar Türk-Sovyet ilişkilerini
iyileştirmek için ciddi gayret sarf etti.55 Ancak Sovyetlerin önceliği Alman ya-
yılmacılığı karşısında ittifak oluşturmaktan ziyade, kendi güvenlik kuşağı ola-
rak gördüğü İstanbul, Boğazlar ve Balkanlar üzerinde nüfuz kurmaktı. Bu nok-
tadaki ısrarı, Türkiye’nin egemenlik anlayışını tehdit ettiği kadar İngiltere’nin
de çıkarlarına aykırı olduğundan sonuç alınamadı.

274
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

Aslında SSCB’nin orta vadede Mihver güçleri ile çıkarlarının çatışması ka-
çınılmazdı. Ne İtalya ne de Almanya, Sovyetleri Balkanlarda görmek istiyordu.
Özellikle Doğu Avrupa, Balkanlar ve Boğazlar, hem Almanlar hem de Sovyet-
ler açısından nüfuz alanı olarak görülüyordu. Türkiye ise hiçbirini bölgede
görmek istemiyordu. Eylül 1940 tarihine gelindiğinde Hitler ile Stalin arasında
Boğazlar üzerinde bir anlaşmanın olabileceği endişesine kapılan Türkiye, olası
Berlin-Moskova anlaşmasına engel olmanın yollarını aradı. Sovyetlerin temel
itirazı, Montreux’nün uygulanmasına yönelikti. O zaman bu konuda Moskova
ikna edilmeliydi. Özellikle Saraçoğlu, İngiltere’nin Romanya’ya verdiği garanti
kapsamında Boğazlardan savaş gemisi geçirme isteğinin kendilerince redde-
dilmiş olmasının Türkiye’nin Montreux’yü titizlikle uyguladığının delili olarak
göstermeyi düşündü. Ancak bunun ikna için yeter sebep olmaması üzerine
vazgeçildi56.
Bu arada 7 Ekim’de Nazi birlikleri Romanya’ya; iki hafta sonra da, 28
Ekim’de İtalyan birlikleri Yunanistan’a girdi. Bu durumda Üçlü İttifakın 3.
maddesine göre Türkiye’nin Yunanistan’a yardım etmesi gerekiyordu. Türkiye
böyle bir hareketin Sovyet saldırısını teşvik etmesinin yanında kendi güvenli-
ğini de zaafa uğratacağı düşüncesiyle Yunanistan’a müdahale fikrine karşıydı.
Zaten İngiltere de aynı fikirdeydi ve Türkiye’ye bu konuda baskı yapmadı.
İngiliz Dışişleri’ne göre Türkiye, Ortadoğu savunması açısından Yunanis-
tan’dan daha önemliydi. Yunanistan kaybedilse bile Ortadoğu hâlâ savunula-
bilirdi. Ancak Türkiye’nin kaybedilmesi İngiltere’nin Ortadoğu’da sonunu
hazırlayabilirdi. Bu da Türkiye’ye yönelik İngiliz baskısının şimdilik kalktığını
gösteriyordu.57 Ancak Mihver baskısı gittikçe artıyordu.

BERLİN GÖRÜŞMESİ (12–15 KASIM 1940): TÜRKİYE ÜZERİNDE


NAZİ-SOVYET PAZARLIĞI
Almanya bir yandan Türkiye’ye bir pakt imzalamak adına değişik güven-
celer verirken, diğer yandan da Sovyetler Birliği’ni 27 Eylül 1940’da Japonya ve
İtalya ile imzaladığı üçlü pakta dâhil edebilmek için Türkiye üzerinden pazar-
lıklar yapıyordu. Bu anlamda Kasım 1940 Türkiye için kritik bir zaman dilimi-
ni ifade eder. Zira bu sırada Almanya, Boğazlar konusunda Sovyetler ile an-
laşma zemini yoklamaya başladı. Hatta Moskova ile antlaşmaya varılabilmesi
için Boğazların Asya yakasının Sovyetlere, Avrupa yakasının ise Almanlara
verilmesi; bu da olmazsa, alternatif olarak, her iki ülke çıkarını koruyacak Bul-
garistan gibi dost bir devletin Boğazlarda hâkim kılınması projeleri üzerinde
de çalışıldı.58 Hitler’den ziyade, Almanya’nın Moskova büyükelçisi Count
Schulenburg’e ait olan bu proje, Berlin’de pek taraftar bulmadı. Çünkü Berlin,
bölgede ikinci bir güç istemiyordu. Detaylar hakkında fazla bilgi sahibi olmasa
da kendisi üzerinden pazarlıklar döndüğünü tahmin eden Ankara, Sovyetleri
Almanya safından ayırmak için bazı teşebbüslerde bulundu; ancak karşılıklı
güvensizlik, bu teşebbüslerin de sonuçsuz kalmasına sebep oldu.
Nazilerin 1940 sonbaharında Romanya’ya hâkim olması ve Bulgaristan’a
yaklaşması Sovyetlerin Akdeniz’e açılma rüyasını bir anlamda kâbusa çevirdi.

275
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Artık tarafların Balkanlarda kozlarını paylaşma zamanı gelmişti. Sovyetler


Boğazlarda kontrol iddiasındayken, Hitler Sovyetlerin İran Körfezi ve Hindis-
tan üzerinden güneye inmesinden, Balkanlar ve Boğazlarda ise Alman hâkimi-
yetinin tesisinden yanaydı. Avrupa’da kurmayı tasarladığı yeni dünya düze-
nini tesis edebilmek adına bölgedeki hâkimiyeti kaçınılmazdı. Bu düşünce ile
Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, Molotov’u Berlin’e davet etti. 12–15 Kasım
1940 görüşmelerinin Türkiye ile ilgili kısmında Boğazların statüsü ile burasının
kimin etki sahasına gireceği konusu tartışıldı. Sovyet gemilerinin Boğazlardan
geçişi ile ilgili sıkıntı yaşanmazken Sovyetlerin, üs talebi yanında Bulgaristan’ı
da kendi etki alanı içinde istemesi, Hitler’i, Sovyetler ile ilişkilerin bitirilmesi
zamanının geldiğine inandırdı.
Molotov’un Berlin ziyareti Türkiye’de sonun başlangıcı olarak algılandı.
Aslında görüşme başlamadan önce Berlin’de hâkim olan hava Sovyetler ile
anlaşmaya varılacağı şeklindeydi. Zira Berlin, Sovyetlerin sıcak denize inme
isteklerini karşılamaya hazırdı. Ancak Sovyetlerin bundan fazlasını istemesi ve
Hitler’in buna yaklaşmaması Türkiye açısından bir şans oldu. Anlaşma sağ-
lanmış olsaydı Türkiye açısından bu durum gerçekten sonun başlangıcı olabi-
lirdi. Ama Hitler, önceliği Sovyetleri devre dışı bırakmaya verdi ve 18 Aralık’ta
Genelkurmayına Mayıs 1941’de başlatılacak olan Barbarossa Harekâtı için hazır-
lık emrini verdi. Böylece Türkiye zaman kazanmış oldu. Zira Hitler’in planın-
da Sovyetler yenildikten hemen sonra Boğazları işgal vardı.59
Türkiye, Berlin görüşmelerinin içeriğini merak ediyordu. Von Papen, İnö-
nü ve Saraçoğlu’na, Berlin görüşmelerinde Türkiye ile ilgili hiçbir şey konu-
şulmadığına dair güvence verdi. Ancak bu Türkiye’yi tatmin etmedi, zira von
Papen Türkiye’ye yazılı güvence vermekten kaçınıyordu. Bu arada Sovyetler
de, Bulgaristan’ı Almanlara kaptırmamak için azami gayret gösterdi. 25 Ka-
sım’da Sovyet Dışişleri bakan yardımcısı Sobolev, Bulgaristan’ı ziyaret ederek
kendilerine üs verilmesi karşılığında Bulgaristan’a güvenlik garantisi önerdi.
Hatta Bulgaristan’ı kazanmak için Midye-Enez hattının batısındaki toprakları
Bulgaristan’a önerdi. Türkiye kendi toprakları üzerinde yapılan Nazi-Sovyet
pazarlığını ilk kez 17 Mart 1941 de Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede’nin Hit-
ler ile yaptığı görüşmede öğrenebildi.60 Türkiye’de Sovyet endişesini canlı tut-
mak adına yapılan bu açıklama, aynı zamanda ülkenin Almanya’ya da güve-
nini sarsıyordu. Zira Türk hükümetine, Papen tarafından Berlin görüşmelerin-
de Boğazlarla ilgili konuşma olmadığı söylenmişti.
ALMANLARIN TÜRK SINIRINA GELMELERİ
Ocak 1941 tarihine gelindiğinde Nazi ordularının Bulgaristan’ı işgale ha-
zırlanması Moskova, Londra, Sofya ve Ankara’da ciddi endişelere sebep oldu.
Moskova’nın endişesi, Almanların kendi nüfuz bölgesine girmesinin yanında,
Türkiye ile işbirliği yaparak İngiltere’nin Bulgaristan’ı işgal etmesiydi. Lond-
ra’nın endişesi ise Almanların Bulgaristan’a yerleşmesiyle Boğazları elde ede-
rek Ortadoğu’ya karadan rahatlıkla ulaşma ihtimaliydi. Artık Türkiye’nin işgal
edilmesi an meselesi olduğuna göre Churchill, 31 Ocak’ta Türkiye’nin savaşa
katılmasını istedi. Ancak Berlin daha önce harekete geçmişti. Önce Mosko-
va’ya, Bulgaristan’a hareketlerinin sebebinin İngilizlerin Yunanistan’a çıkarma

276
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

yapmalarını engellemek olduğunu söyledi. Sonra da 7 Ocak’ta von Papen Ber-


lin’in talimatıyla Türkiye’nin işgal edilmeyeceğine dair güvence verdi.61 Bu
sıralarda savaşan güçler bütün dikkatini Bulgaristan üzerine çevirmişti. Bir
anlamda Bulgaristan kilit ülke haline geldi. Nazilerin Bulgaristan’a girmesini
önlemek, hem SSCB hem de İngilizler için önemliydi. Sovyetleri işgale karar
veren Almanya için de Bulgaristan’ın işgali önemliydi. Sıranın kendisine gel-
diğini düşünen Türkiye, gittikçe yaklaşan tehlike karşısında Trakya sınırında
askerî önlemler aldı. Bu önlemlerden endişelenen Bulgaristan’ın isteği üzerine
17 Şubat 1941’de Bulgaristan ile saldırmazlık paktı imzalandı. Türkiye bu pakt-
la Müttefiklerle bir olup Bulgaristan’ı işgal edeceğine dair söylentilerin önüne
geçerek Bulgaristan’ın Mihver’e katılmasını önlemeyi amaçladı. Ancak bu giri-
şim tam tersi sonuç doğurdu. Çünkü Bulgaristan 1 Mart günü Mihvere katıldı
ve aynı gün Alman orduları Bulgaristan’a girdi. İngiltere de aynı gerekçeyle bu
pakta tepki göstermişti.
Aslında durumu zorlaştıran SSCB’nin tutumuydu. Çünkü İngiltere’nin
Almanya’ya karşı Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye’den oluşan bir Balkan
cephesi oluşturma gayreti Sovyet tutumundan dolayı sekteye uğradı. Bulgaris-
tan’ın işgali ile direkt hedef haline gelen SSCB 25 Mart’ta, Türkiye’nin Mihver
tarafından saldırıya uğraması durumunda tarafsız kalacağına dair bir güvence
verdi. Benzer bir güvence de Ankara tarafından verildi. Ama SSCB, saldırıya
uğrayana kadar tarafsız kalacağı sözünü vermediğinden Türkiye İngiliz teklif-
lerine sıcak bakmadı. Almanya’nın 6 Nisan’da Yugoslavya ve Yunanistan’a
saldırması üzerine de, savaş dışı tutumunun devamına karar verdi.
Nazi Birliklerinin Türk sınırına yaklaşmaları doğal olarak Türk hükümeti-
ni endişelendirmişti. Aslında, beklenmedik gelişmeler olmadığı takdirde Hit-
ler’in hedefi SSCB’yi işgal etmekti. Planlarını bu yönde hazırlayan Hitler, Tür-
kiye’nin değişik arayışlar içerisinde olmaması için İnönü’ye 1 Mart 1941 tari-
hinde bir mektup göndererek niyetlerinin Türkiye’ye karşı değil, Yunanis-
tan’da zemin elde etmeye çalışan İngiltere’ye karşı olduğunu söyledi ve ordu-
larının Türk sınırına belli bir uzaklıkta duracağı garantisini verdi.
ZORAKİ DOSTLUK: TÜRK-ALMAN SALDIRMAZLIK PAKTI
Bu garantinin Türkiye’yi rahatlattığını söylemek zordur. Zira hemen ertesi
ay, Nisan 1941’de, Irak’ta Alman yanlısı Raşid Ali Geylani, yönetimi ele geçir-
di. Irak’taki isyancılara destek adına Türkiye üzerinden asker göndermek için
Almanlar Ankara’ya ciddi baskıda bulundu. Bunun yanında Suriye de Vichy
hükümetinin kontrolündeydi. Ortadoğu’daki durumunu tehlikeye sokan bu
iki gelişmeden sonra İngiltere, Suriye’nin Alman kontrolüne girmemesi için
işgal etmesi karşılığında Türkiye’ye Halep’i teklif etti. Ancak Türkiye bu teklife
sıcak bakmadı. İngilizler, Irak’taki darbeci yönetimi uzaklaştırıp Müttefik yan-
lısı eski yönetimi başa geçirmek için mayıs ayı başında Basra’ya asker çıkardı-
lar. Geylani’nin adamlarının yardım istemesi üzerine Almanya, Türkiye top-
raklarından Irak’a asker geçirmek için Türkiye’ye gizli bir protokol imzalatmak
istedi. Türkiye’yi adım adım Mihver bloğuna katma projesi gibi gözüken bu
oyuna Türkiye gelmedi. Bunun Türk-İngiliz ittifakına aykırı olduğunu belirten
Menemencioğlu, “Almanya saldırmamayı taahhüt ederse, Türkiye’nin de Alman-

277
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ya’nın yaptığı herhangi bir savaşta tarafsız kalmayı ve saldırmamayı taahhüt edebile-
ceğini” bildirdi. Nihayet 28 Mayıs’ta İngilizlerin Irak’a hâkim olması Türkiye’yi
bu konudaki Alman baskısından kurtardı.62 Ancak bu, Türkiye üzerindeki
Alman baskısının tamamen ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. Çünkü
Sovyetlere saldırı planı içindeki Hitler’in amacı, ya Türkiye’yi Mihver bloğuna
katmak ya da tarafsız tutmaktı.
Mayıs ayı sonuna gelindiğinde Balkanlar düşmüş, İtalyanların yenemediği
Yunanistan’a ve Ege Adalarına Naziler yerleşmişti. On İki Ada zaten İtalyan
egemenliğindeydi. Bu şekilde Almanlar, Müttefikler ile Sovyetlerin Boğazlara
yönelik ortak hareket etme ihtimalini ortadan kaldırmıştı, ama Türkiye’nin
İngiltere ve SSCB ile işbirliği hâlâ mümkündü. Bu ihtimali ortadan kaldırmak
ve Türkiye’den emin olmak isteyen Almanlar Türkiye ile bir saldırmazlık paktı
imzalamak için baskı yapmaya başladılar. Ayrıca Türkiye’’de Sovyet endişesini
hep canlı tutmayı ihmal etmediler. Bunun yeterli olmayacağını düşünerek,
siyasî rüşvet olarak savaştan sonra Türkiye lehine sınırlarında düzenlemeler ile
toprak vaat ettiler. Ribbentrop, Türklerin Alman isteklerini kabul etmemeleri
hâlinde Almanya’nın Türkiye’yi birkaç hafta içinde ortadan kaldıracak güce
sahip olduğunun Türklere hatırlatılmasını tavsiye etti.63 Bu arada İngiltere ve
ABD de, Türkiye’nin Almanya ile saldırmazlık paktı imzalaması durumunda
kendileriyle ilişkilerin ciddi sorunlar doğuracağını ve bunun Türkiye için hiç
iyi olmayacağı mealinde baskılar yapıyordu. Aslında Türkiye, İngiltere aleyhi-
ne bir oluşum içerisine girmek niyetinde değildi. Almanlar ile yürütülen gö-
rüşme zaten zaruretin sonucuydu. Türk hükümeti, tam anlamıyla iki arada bir
derede kaldı. Uzun vadede çıkarının İngilizler ile olduğunu düşünmekle bera-
ber, Alman tehdit ve şantajlarına göz yummak zorunda kalıyordu. Almanlar
ile savaşa girişmek pek de akıllıca bir politika değildi. Çünkü Türk ordusu
Almanlara direnecek donanıma sahip değildi. Türkiye, Almanları yatıştırmak
amacıyla onlara karşı ister istemez biraz daha esnek davrandı.
Uzun görüşmelerden sonra 18 Haziran 1941 tarihinde Almanya ile Türki-
ye arasında on yıl geçerli olması öngörülen Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması
imzalandı. Bununla, taraflar birbirlerinin toprak bütünlüğüne saygı gösterecek
ve birbirilerine karşı bir hareket içerisinde yer almayacaktı. Metnin başına Tür-
kiye’nin isteği ile “taraflar mevcut yükümlükleri saklı kalmak kaydı ile anlaşma yap-
mışlardır” ibaresi konuldu. Türkiye bu şekilde İngiltere ile yapılan Üçlü İttifa-
kın yürürlükte olduğunu göstermek istemişti. Bu da İngilizleri bir şekilde tat-
min eden husus oldu.
Bu anlaşmayla Barbarossa harekâtını başlatacak olan Almanya, Türkiye
üzerinden Müttefik saldırısından emin oldu. Müttefikler ise Boğazlar dâhil
Türk egemenlik sahasını kullanmaktan mahrum oldu. Ancak Müttefiklerin bu
esnada zaten Almanlara saldıracak durumu yoktu. Türkiye buna direnmiş
olsaydı, muhtemelen Alman işgaline maruz kalacaktı. Bunun sonucu da Müt-
tefiklere daha pahalıya mal olacaktı. İngiltere, bu noktada bir dereceye kadar
Türkiye’yi anlıyordu. Ancak ABD, bu pakta sert tepki gösterdi; Ödünç verme
ve Kiralama yardımını durdurdu. Savaşa girmemiş olan ABD, Türkiye’nin
içinde bulunduğu durumu anlamıyordu.

278
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

BARBAROSSA HAREKÂTI SONRASI TÜRKİYE


Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya ulaşıp Britanya İmparatorluğu’nu devre
dışı bırakmak yerine Sovyet ordularını devre dışı bırakmayı tercih eden Hitler,
22 Haziran 1941 tarihinde Barbarossa harekâtı ile Sovyetleri işgale başladı. Bu,
Türkiye kadar Mihver’e karşı henüz tek başına mücadele eden İngiltere’yi de
sevindirdi. Bahardan beri teyakkuzda olan Türkiye, Nazi ordusunun rotayı
Sovyetlere çevirmesiyle derin bir nefes aldı. Gerçi tehdit, ne İngiltere için ne de
Türkiye için son bulmuştu. On İki Ada’da İtalyanların; Ege Adaları, Yunanis-
tan ve Bulgaristan’da da Nazi birliklerinin varlığı Türkiye için ciddi bir tehdit-
ti. Bu durum, İngiltere için de aynı oranda bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü
Sovyetlere karşı doğu cephesinde başarı elde eden Almanlar, Kafkasya ve
İran’da da nüfuzlarını artırdılar. Dolayısıyla tehlike çemberinin merkez noktası
hâline gelen Türkiye, herhangi bir gerekçeyle her an Alman işgaline uğrayabi-
lirdi. Bu bağlamda İngiltere’nin Türkiye’den beklentisi, Alman işgali gerçekle-
şirse buna direnmesi, en azından İngiliz birlikleri bölgeye sevk edilinceye ka-
dar Alman ordularını oyalamasıydı.
Almanlar SSCB’ye saldırdıktan sonra Türkiye’nin savaşa karşı tavrı farklı
bir boyut kazandı. Aslında bu sırada Türk yetkililerinin düşüncelerinin karma-
şık olduğunu görüyoruz. Türkiye, sadece Alman saldırısını atlatmamış; aynı
zamanda millî egemenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit eden ve her adım
atışında acaba tepkisi ne olur diye endişe ettiği tarihî düşmanı saldırıya uğra-
mıştı. Almanlar şimdi bu düşmanı, tarih sahnesinden silebilirdi; en azından
Ankara’nın umudu böyleydi. Türkiye’nin Alman-Sovyet savaşına bakışını,
“Almanlar yatağa, Ruslar mezara” şeklinde sloganlaştırmak mümkündür. Hatta
Dışişleri Bakanı Saraçoğlu, von Papen ile görüşmesinde “bir Türk olarak
SSCB’nin yıkılmasını arzu ettiğini ve bunun Türk halkının yüzyıllardır beklediği bir
olay olduğunu, Hitler’in bunu başarması halinde yeni bir çağ açacağını” belirtti. Sa-
raçoğlu’nun ayrıca büyükelçiye, “Rusların yarısını katlederek ve Ruslaştırılmış
milli azınlık bölgelerini Rus etkisinden tamamen kurtarmasını” tavsiye etmesi il-
ginçti. Saraçoğlu’na göre “Onları ayakları üzerinde doğrulttuktan sonra Mihverin
müttefiki ve Slavlığın düşmanı olarak eğitmek mümkündü. Çoğunluğu Türk olan bu
azınlığa Türkiye’nin ilgi duyması doğaldı”.64
Her şeye rağmen bu savaş Türkiye üzerindeki Alman baskı ve tehdidini
yok etmedi. Ayrıca baştan beri Alman yanlısı unsurlar da seslerini yükseltme-
ye başladılar. Ülkedeki ekonomik sıkıntıların Almanya ile yaşanan siyasî kriz-
den kaynaklandığı şeklindeki Alman propagandası da Müttefik karşıtı duygu-
ları körüklüyordu. Hatta Almanların Sovyetlere karşı başarıları arttığı zaman
İngiliz taraftarı olan ve Müttefiklerin yanında savaşa girmeyi savunan millet-
vekilleri de savaşı Almanya’nın kazanacağına inanmaya başlamış ve Müttefik
safında kalmanın yanlış olduğuna inanır olmuşlardı. Ordu içinde ve eğitimli
kesimlerde de yavaş yavaş Alman yanlısı eğilimler güçlenmeye başlamıştı.65
Almanların SSCB’ye saldırması, uzun zamandır Nazilere karşı savaşta
yalnız kalan Churchill’e ise yeni bir müttefik kazandırdı. Ancak Churchill’in
işgalden hemen sonra radyodan yaptığı konuşmada “Rusya’nın Birinci Dünya
Savaşı’nın meyvelerinden yararlanamadığını” ifade etmesi, Türkiye’yi endişelen-

279
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

dirdi. Saraçoğlu, Hugessen’e bunun Stalin’e Boğazları teklif etmekten başka bir
anlamı olmadığını söyledi.66 Aslında Nazilerin Sovyetlere saldırması, teorik
olarak Türkiye’nin Sovyet tehdidi kozunu kullanmasını engellemişti. Ancak
Türkiye olaya bu şekilde yaklaşmıyordu. Menemencioğlu, Hugessen’den; İngi-
lizlerin Sovyetlere yardım etmemesini, iki ülkenin savaşta baş başa bırakılma-
sını istiyordu.67 Türkiye’nin endişelerini iyi okuyan İngiliz Büyükelçi, Lond-
ra’yı, Almanların Türkiye’nin toprak bütünlüğünü garanti ettiğini belirterek
İngiltere’nin böyle bir teklifte bulunmaması hâlinde, Alman propagandasının
da etkisiyle, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin Rusya’ya verdiği
vaatlerin benzerini yenileyeceği endişesine kapılabileceği konusunda uyarı-
yordu.68 Hatta bu durumun Türkiye’yi Almanlar ile işbirliğine zorlayabileceği-
ne de dikkat çekiyordu. Hugessen’i haklı bulan Londra, Moskova’yı ikna ettik-
ten sonra 10 Ağustos’ta Türkiye’ye, toprak bütünlüğüne ve Montreux’ye saygı
duyduklarını belirterek Boğazlara karşı herhangi bir saldırı niyeti beslemedik-
leri güvencesini verdi.69 Ancak bu Türkiye’nin endişelerini gidermeye yetmedi.
Saraçoğlu’nun Moskova ziyareti sırasında ve sonrasında Moskova, defalarca
Boğazların statüsünden memnuniyetsizliğini ifadeden başka, ortak yönetim ve
üs taleplerini her vesileyle dile getirmişti. Üstelik Berlin görüşmesinde, Sovyet-
lerin Boğazlar konusundaki yaklaşımını daha önce sözlü olarak ileten Alman-
ya, 19 Ağustos’ta belgelerini de sunmuştu. Türkiye, Almanya’ya karşı tutumu-
nu değiştirmedi ama Sovyetlere karşı şüphesi daha da kuvvetlendi. Dolayısıyla
Türkiye, Sovyet garantisini, Alman saldırısı karşısında içine düştüğü zor du-
rumun sonucu olarak görüyordu. İlk fırsatta aynı isteklerle tekrar Türkiye’nin
karşısına çıkacaktı. Bütün gelişmeler bunu doğrular mahiyetteydi. En azından
Türkiye’nin algılaması bu şekildeydi.
Kafkaslar ve Ortadoğu’da İngilizlerin zaman zaman Sovyetler ile birlikte
hareket etme zorunluluğu da Türkiye’de ciddi endişe yaratıyordu. İngilizler,
Kafkaslarda ilerleyen Almanların İran’a hâkim olmaları hâlinde buradan Müt-
tefiklere karşı sabotaj ve propaganda türünden beşinci kol faaliyetlerini orga-
nize etmesine engel olmak, petrol bölgesini ve rafinerilerini korumak amacıyla
Sovyetler ile birlikte Ağustos 1941 sonunda İran’ı işgal etti.70 İran’ın işgali Tür-
kiye’de çok soğuk karşılandı. Ankara’da ve Türk kamuoyunda, benzer hareke-
tin Türkiye’ye de yapılabileceği görüşü hâkim oldu. Hatta bu işgalin Sovyetler
ile birlikte yapılması, bu yöndeki endişeleri daha da artırdı. İran’ın işgali İstan-
bul kahvehanelerinde bile konuşulan ana konuydu. Almanların İran’a yardım
edeceği konuşuluyordu. Bu olay, Almanların Türkiye’deki popülaritesini artı-
rırken, Türk basınında da ciddî eleştiriler yer aldı. Vatan gazetesi “Bu işgal belki
stratejik zorunluluğun sonucudur, ama neticede komşu ülkeye yapılan bu saldırının
haksız bir saldırı olduğu ve Almanya’nın tarafsız ülkelere yaptığı işgalden farksız ol-
duğu, tek farkın; Almanlar bunu sürekli yaparken, İngilizlerin böyle bir şeyi ilk defa
gerçekleştirdikleri” şeklinde bir değerlendirme yaptı.71 Endişeler çok da temelsiz
değildi. Sovyet orduları, İran’ın Kuzeyine yerleştiler ve Molla Mustafa Barzani
liderliğindeki Kürt oluşuma destek verdiler. Hatta bunun ötesinde Doğu Ana-
dolu’da da Kürtlere yönelik gizli faaliyetlerde bulundular.72

280
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

Bütün bunlar olurken aralık ayında Stalin ile görüşmek üzere Moskova’ya
giden İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’in Hugessen’i de davet etmesi ise,
Ankara tarafından kendisine karşı İngiliz-Sovyet Anlaşması gerçekleştirildiği
şüphesinin artmasına sebep oldu. Üstelik Moskova görüşmesinden sonra İngi-
liz propagandacılığı ile ünlenen London Times gazetesinin Washington temsilci-
si Sir William Lewis, Sovyetlerin gözünün Polonya ve Türkiye üzerinde olacağı
şeklinde bir değerlendirmede bulundu. Türkiye, bu görüşü İngiliz Dışişleri’nin
bir görüşü olarak algıladı.73 Aslında Pearl Harbor baskınından sonra savaşa
giren ABD de Türkiye’nin önemini kavramış ve Aralık ayında, önceden kestiği
Ödünç verme ve Kiralama kapsamındaki yardımlara yeniden başlamıştı. Bu,
Türkiye’nin tavrını Müttefikler lehine değiştirebilirdi; ancak ABD’nin savaşa
girmesi ile Türkiye üzerinden Balkanlara çıkarma yapılır endişesine kapılan
Almanlar Türkiye’ye baskıyı tekrar arttırdılar. Aralık 1941 sonunda Nazi ordu-
su Leningrad-Moskova-Stalingrad hattına varmıştı. Alman zaferi, Türk dış
politikasını etkileyebilir ve Almanya’nın yanında savaşa katılmasa bile Türkiye
üzerinden Alman askerlerinin geçişine izin verebilirdi. Almanlar böyle umut
etmesine rağmen İnönü başta olmak üzere Türk yöneticileri, Alman zaferini
kesin görmüyordu. Neticede daha evvel, Rusya içlerine giren orduların mağ-
lup olduklarına tarih şahitti. Türkiye’nin umudu, Alman zaferi değil, SSCB’nin
iyice hırpalanması ve Almanların da zayıflamasıydı. Bunun için Türkiye Al-
man-Sovyet savaşının uzayıp gitmesini arzuluyordu.74
Türk-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandığında, Türkiye’nin tavrı bir an-
lamda belli olmuştu. Türkiye, Almanya ile şartlar gereği anlaşma imzalamıştı.
Ancak Almanya, dünyada en çok Türkiye’nin sahip olduğu krom meselesinde
istediği başarıyı elde edemedi. Krom ticareti, ekonomik olduğu kadar siyasî bir
sorundu. Antlaşmayla Almanya’ya herhangi ciddi bir taviz verilmedi. Krom,
1941 ve 1942 yılları için İngiltere ve Fransa’ya ayrıldığından Almanya’ya satışı
mümkün değildi. 1943 Ocak ayı için ise, Almanlar 150 bin ton krom istemişti;
ama Türkiye, Almanya’nın 1942 sonuna kadar 18 milyon mark değerinde sa-
vaş materyalini Türkiye’ye getirmesi karşılığında 1943–44 yılları için yıllık 90
bin ton krom satmayı kabul etti. Krom fazlalığı, 1943 Ocak ayına kadar İngilte-
re’ye ayrılmaya devam etti. Ayrıca Türkiye, anlaşma görüşmelerini yürüten
Dr. Clodius’a, Ortadoğu’da komşu olarak İngiltere’yi Almanlara tercih edecek-
lerini açıkça söylemişti.75
Fakat bütün bunlar, Türkiye’nin tamamen İngiltere yörüngesinde kalması
anlamına gelmiyordu. Özellikle Almanların Kuzey Afrika’daki başarısı ve
Sovyetleri işgali müttefikler açısından kritik bir dönemdi. Bundan sonra Anka-
ra’nın, İngiltere’nin savaşı kazanacağına olan inancı bir hayli sarsıldı. Barbaros-
sa harekâtında Sovyetlerin başarılı direnişinin Türkiye’yi sevindirdiği söyle-
nemezdi, ama Kuzey Afrika’da Rommel orduları karşısında varlık göstereme-
yen İngiliz ordusunun içine düştüğü durum, İngilizlerin olduğu kadar Türkle-
rin de moralini bozmuştu. Singapur’un da İngilizlerin elinden çıkması, Türki-
ye’de Nazilere karşı İngiltere’nin başarı şansının çok zayıf olduğu fikrini
uyandırdı. İngiliz istihbarat raporları, İngiltere’nin Orta ve Uzak Doğu’daki
başarısızlığı yüzünden Tük kamuoyunda prestijinin hızla düştüğünü gösteri-

281
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

yordu. Daha da kötüsü Türkiye, İngiltere’nin büyük güç olmaktan uzaklaşaca-


ğı düşüncesi ile Almanya ve SSCB arasında tercihe doğru itiliyordu. Bunda
İngiliz diplomatik kaynaklarından yapılan pervasızca açıklamalar da etkili
oluyordu. İngilizlerin Moskova Büyükelçisi Sir Stafford Cripps’in, bir konuş-
masında, savaştan sonra Orta ve Güneydoğu Avrupa’nın Sovyet nüfuz bölge-
leri olacağı şeklinde yorumlanabilecek ifadeler kullanması bu anlamda mani-
dardı. Cripps, belki Sovyet kamuoyunun Nazi işgaline karşı direnmesini teşvik
için bunları söylemişti. Ancak bu açıklama, Türkiye’de farklı algılandı. Zira
Büyükelçinin açıklamalarını fırsat bilen Almanlar, İngiliz - Sovyet işbirliğinin
hedefinin sadece Avrupa değil, Türkiye de olduğu propagandasını yapıyordu.
Zaten Alman propagandası Türkiye’yi yumuşak karnından vurmaya çalışıyor
ve Türkiye’ye yönelik Sovyet tehdidini Ankara’nın unutmasına fırsat vermi-
yordu. Türkiye’nin, Sovyet çekincesinin temelinde var olan Boğazlar korkusu-
nu da kullanmayı ihmal etmiyordu. Von Papen, Müttefik liderler ve Moskova
arasında yapılan her görüşmeden sonra, gerek İnönü’ye gerekse diğer Türk
otoritelerine Türkiye’nin masaya yatırıldığından ve Boğazların Sovyetlere peş-
keş çekildiğinden dem vuruyordu. Hatta zaman zaman Japonya’nın Ankara
büyükelçisini, Türk hükümetine, Alman olmayan kaynaklardan benzer haber-
ler duyduğunu açıklaması için yönlendirdiği de oluyordu. Bu şekilde Mihver
Bloğu, Türkiye’yi, müttefiklerin bu yönde plânı olduğu şeklinde inandırmaya
çalışıyordu.76
1941 ve 1942 yıllarında General Hüseyin Hüsnü Erkilet, General Ali Fuad
Erden ve Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa (Killigil) ile von Papen ve Hitler
dâhil Nazi ileri gelenleri arasında görüşmeler gerçekleşti. General Erkilet, Do-
ğu cephesine gidip savaşın geleceği ile ilgili görüşmelerde bulunurken Nuri
Paşa, Orta Asya’da bağımsız devlet kurma plânlarını gündeme getirdi. Sovyet-
leri işgal ile meşgul olan Almanya da, bu plânlar ile ilgileniyor gözüktü. Zira
bu faaliyetler, Moskova’yı zor durumda bırakabilirdi. Üstelik bu kişiler, Türki-
ye’de Alman propagandasına yazıları ile destek olan insanlardı. Türk hüküme-
ti bu olaylara sessiz kaldı. Bunun önemli sebeplerinden biri, Rusların Kürtleri
beşinci kol faaliyetlerinde kullanmasıydı. Türkiye de buna karşılık Turancı
faaliyetlere göz yumuyordu.77
Mayıs 1942’de Alman baskısı neticesinde, ileri gelen bir Türk delegasyonu
Almanya’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu delegasyonda Vakit’in sahibi Asım
Us, Akşam’ın sahibi Necmeddin Sadak, Cumhuriyet’in editörü Yunus Nadi ve
Adana Türk Sözü’nün editörü Nevzat Güven vardı. Anadolu Ajansı başkanı da
davet edildi; ancak o, bu daveti kabul etmedi. Fakat bundan daha önemlisi,
Türkiye ile Almanya arasındaki ekonomik işbirliğinin artmasıydı. Bir Türk
delegesi, Türkiye’ye silah tedariki için; bir diğeri de, Devlet Demiryollarına ray
ve vagon için Berlin’e gitti. Bunun sonucunda Türk hükümeti İstanbul’dan
Bulgar sınırına kadar olan sahada telefon tesisi döşeme işini Almanlara verdi.
Turancı lider Nuri Paşa Berlin’e gittiğinde, General Asım Gündüz onu ‘serbest
süvari’ olarak tanıtmıştı; ancak İngilizler, hükümetin göz yumması ya da onay-
laması olmadan Paşa’nın oraya gitmesinin zor olduğunu düşünüyorlardı. Bü-
tün bunlardan Londra’nın çıkardığı sonuç, Türkiye’nin Sovyet korkusundan

282
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

dolayı yavaş yavaş Almanya yanına kaydığıydı. Eğer İngiltere, savaştan sonra
Sovyetlerin hızının frenleneceğine dair Türkiye’ye bir şey göstermezse Alman-
ya’ya yaklaşım daha da devam edecekti. Ancak Almanlar Türkiye’ye karşı
Sovyet kartını gerçekten de iyi kullanıyorlardı.
Bu politika, yer yer bazı İngiliz basını ve otoriteleri tarafından eleştirilse
de, İngiliz Dışişleri yetkilileri, Türk hükümetinin bu esnadaki tavrını genelde
‘realist ve anlaşılabilir’ buluyordu. İngiliz Dışişleri, Türklerin Almanlara olan
yakınlığını mecburiyet olarak görüyor; ancak Türk halkının ve yönetiminin
Almanlara karşı ideolojik ve etnik boyutta bir düşmanlık beslemediğine de
inanıyorlardı. Bununla beraber Türklerin, baştan beri Müttefiklerin galip gel-
mesini istediklerine inanıyorlardı. Türkiye’den aktif işbirliği istekleri, söz ve-
rildiği hâlde kendilerine silah sağlayamadıkları ve Yunanlıları Alman saldırıla-
rı karşısında koruyamadıkları gibi mazeretlerle Türkler tarafından reddedili-
yordu. Arzu edilen işbirliğinin sağlanması için müttefiklerin cephelerde üstün-
lüğü ele geçirmesinin yanında İngiltere’nin Türkiye’yi silahlandırması gereki-
yordu ki İngiltere de bunu yapamıyor; ayrıca Türkiye ile olan ticaret hacmini
de geliştiremiyordu. Ama bunu Almanlar pekâlâ yapabiliyordu. Kısacası İngil-
tere’nin Türkiye’ye askerî ve ekonomik açıdan destek veremeyeceği aşikârdı.
Her ne kadar Türkiye’nin gönlü İngiltere ile olsa da Sovyet topraklarında Al-
manların başarılı olması, sonucu değiştirebilirdi.
PAPEN’E SUİKAST GİRİŞİMİ
Bu arada bir yandan Müttefikler diğer yandan Naziler, Türkiye’nin yanla-
rında savaşa girmesi ya da işbirliğini isterken, 24 Şubat 1942’de von Papen’e
Ankara’da bir suikast girişiminde bulunuldu. Hemen katili yakalayan Türk
polisi, İstanbul’daki Sovyet Konsolosluğu’nu kuşattı. Konsolosluktan suikastın
azmettiricisi olarak Leonid Kornilov ve George Pavlov adında iki kişinin teslim
edilmesini istedi. Pavlov iki hafta sonra teslim edilirken; ikinci zanlı ülkeden
kaçmak üzereyken Türk-Sovyet sınırında yakalandı. 2 Nisan’da başlayan
mahkemedeki ifadelerden suikastın, Türk-Alman ilişkilerini bozmak ve Türki-
ye’yi savaşa sokmak isteyen Sovyetler tarafından tertip edildiği ortaya çıktı.
Kornilov ve Pavlov, azmettirici olarak 16 yıl 8’er ay hapse mahkûm edildi.
Aslında Türk polisi suikastın arkasındaki ülkeyi önceden öğrenmişti. An-
cak kaynağını açıklamıyordu. Sovyetler, von Papen’e suikast için ilk önce Çe-
koslovakya’nın Ankara Büyükelçisi Milos Hanak’a işbirliği teklif etmişti. Ha-
nak bu iş için biçilmiş kaftan gibi gözüküyordu. Zira Hanak, Çekoslovakya’nın
1939’da Almanya tarafından işgalinden sonra diplomatik konumunu kaybet-
miş ve Türkiye’de kalarak müttefikler ile işbirliğine yönelmişti. Üstelik sür-
gündeki Çekoslovak hükümeti, Moskova ile de işbirliğindeydi. Suikast olayı-
na, “Ben katil değilim” diyerek şiddetle karşı çıkan Hanak, durumu Türk otori-
telerine de haber vermişti. Hanak’ın kendisi de, Sovyet teklifini reddettikten
sonra suikasttan kıl payı kurtulmuştu. Bunun üzerine Sovyetler suikastçı ola-
rak, eski Yugoslav vatandaşı ve Alman işgaline karşı Yugoslav Komünist Parti
organizasyonundaki direnişe katılmış olan Ömer Tokat adlı 25 yaşındaki genç
bir Müslümanı seçmişti. 1940 yılında Türkiye’ye gelen ve sonrasında Türk va-
tandaşı olan Tokat’ın hem kimliği hem de dini bağı Berlin’e, Türkiye’yi hedef
gösterecekti.78 Ancak bu oyunu tutmadı.

283
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

MÜTTEFİKLERİN TÜRKİYE’Yİ SAVAŞA SOKMA GAYRETİ


1942 yılı sonuna gelindiğinde Sovyetlerin Stalingrad Savaşı’nı kazanarak
Doğu Cephesinde üstünlüğü ele almalarının yanında İngiliz-Amerikan kuv-
vetlerinin de Kuzey Afrika cephesindeki başarıları, savaşın seyrini Müttefik-
lerden yana çevirmişti. Bunun Türkiye açısından da önemli sonuçları vardı.
Hitler’in ortadan kaldırılması iki ülke arasındaki ittifakı sona erdirecekti. Savaş
sonrası dikkate alındığında Türkiye, İngiltere ve SSCB için Akdeniz ve Orta-
doğu’daki çıkarları bakımından önemli bir yer işgal ediyordu. Savaşın bundan
sonraki bölümünde İngiltere ile SSCB arasında Türkiye’ye yönelik ciddi görüş
ayrılıkları ortaya çıkacaktır. Aslında Türkiye’ye karşı izlenecek politikalar ko-
nusunda Churchill ile Dışişleri Bakanlığı arasında da ciddi görüş ayrılıkları
vardı. Churchill, Türkiye’nin savaşa girmesinin Arnavutluk, Yunanistan ve
Yugoslavya’da direniş hareketlerini cesaretlendireceğini; Romanya, Macaristan
ve Bulgaristan’dan da Almanların çıkartılmasını sağlayacağını düşünüyordu.
İngiliz Dışişleri ise, savaştan sonra Balkanlar ve Ortadoğu’ya Sovyet emperya-
lizminin yayılması önünde Türkiye’nin bir set görevi yaparak İngilizlerin böl-
gedeki çıkarlarına yarar sağlayacağına inanıyordu. Bundan dolayı uzun vadeli
İngiliz çıkarlarını dikkate alan Dışişleri, Türkiye’nin Sovyet endişesinin bir
noktada anlayışla karşılanması gerektiğini savunuyordu.79
Churchill’in bundan sonraki stratejisinde Türkiye önemli bir yer işgal edi-
yordu. O, bu tarihe kadar Türkiye’nin savaş dışı duruşunun, Almanların ken-
dilerini Ortadoğu’da enselemelerini önlediğine; Türkiye’nin bundan sonraki
savaş dışı duruşununsa sadece İngilizlerin Almanları Avrupa’da sıkıştırmasını
önleyeceğine inanıyordu. Churchill, 24 Kasım 1942 tarihinde Stalin’e yazdığı
mektupta, Türkiye’nin savaşa girmesi durumunda Boğazlar üzerinden Sovyet-
lere destek sağlanacağını, Nazi ordusunun petrol ihtiyacının büyük oranda
kaynağı olan Romanya’nın Ploesti petrol bölgesinin, Türkiye üsleri kullanıla-
rak bombalanacağını belirtiyordu.80 Türkiye’yi savaşa sokmak için Stalin’in
desteğini alan Churchill, 14 Ocak 1943 tarihinde yapılan Casablanca Konferan-
sı’nda Roosevelt’ten de destek aldı. Türkiye’nin savaşa karşı soğuk duruşunun
farkında olan Churchill, gerekirse Sovyet tehdidini kullanacağını ifade etti.
Konferansta Roosevelt’in danışmanı olan Harry Hopkins’e “Türkiye’yi savaşa
sokmak için İnönü ile buluşmak istediğini” söyledi.81 Aslında savaş kabinesi,
Churchill’in bu girişiminden memnun değildi; fakat ısrar üzerine onay verdi-
ler. Churchill Türkiye ile ilgili planlarını gerçekleştirmek amacıyla İnönü ile
görüşmek için Ocak ayı sonunda Dışişleri Bakanı Eden ile Türkiye’ye geldi.
ADANA KONFERANSI (30 OCAK–1 ŞUBAT 1943)
Churchill Ankara’nın Alman casuslarıyla dolu olmasından dolayı daha
güvenli görülen Adana-Yenice İstasyonu’nda Cumhurbaşkanının özel vago-
nunda, 30 Ocak 1943’te İnönü, Saraçoğlu, Menemencioğlu ve Mareşal Çak-
mak’tan oluşan Türk ekibi ile görüştü. Türk delegasyonu Sovyet endişesini dile
getirirken, İngiliz başbakanı, Sovyetlerin savaştan sonra tehdit unsuru değil;
barış ve güvenliğin garantisi olacağına onları ikna etmeye çalıştı ama Saraçoğ-
lu, Almanların yenilmesi durumunda savaştan sonra SSCB’nin Avrupa için
ciddi bir tehdit oluşturacağı ve bütün yenik ülkelerin Bolşevikleştirileceği en-

284
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

dişesini dillendirdi. Anlaşılan oydu ki Türkiye, Almanya’nın mutlak yenilgisi-


ni kendi güvenliği açısından doğru bulmuyordu. Bu endişelerin hâkim olduğu
Türk delegasyonunu ikna etmek için Churchill, Türkiye’ye aktif rol biçmekten
ziyade, Alman saldırısı karşısında Türkiye’yi savaşa hazırlamak istedikleri ve
tam teçhizatlandırılmadan harekete geçmelerini beklemediklerini vurguluyor-
du. Bunun karşılığında ödül olarak Türkiye, barış konferansında İngiltere,
ABD ve SSCB ile masada yan yana oturacaktı. Savaştan uzak durmaya kararlı
olan İnönü, Churchill’e, Türkiye’nin savaşa katılma şartı olarak İngiltere’nin
sağlayamayacağı abartılı bir askerî mühimmat listesi verdi. Aslında bu, Türki-
ye’nin niyetini gösteriyordu; ama Türk heyetinin gösterdiği nezaketten hare-
ketle Churchill, Türkiye’yi ikna ettiğini düşünüyordu. Oysa Eden, bu fikirde
değildi. Türkiye’nin bu konferanstaki amacının anlaşılması için aylar geçmesi
gerekti.82
Churchill, Adana Konferansı’ndan sonra Türkiye ile SSCB ilişkilerinin ge-
liştirilmesi yönündeki telkinlerine devam etti. Ancak Moskova, 1943 yılı başın-
dan itibaren Türkiye’ye tavrını, Barbarossa Harekâtı öncesi çizgiye getirmeye
başladı. Özellikle Adana Konferansı ile tekrar gelişen Türk-İngiliz ilişkilerin-
den rahatsızlık duymaya başlayan Moskova, Türkiye’yi Müttefikler ile işbirliği
yapan bir ülke olarak görmekten ziyade, Türkiye’yi bu bloğun dışında yer alıp
kendilerinden bir şeyler talep eden bir ülke konumunda göstermeye çalışıyor-
du.83
1943 yılı baharında Müttefikler, Kuzey Afrika’da önemli başarılar elde et-
meye başladılar, ama Stalingrad savaşından sonra Kızıl Ordu, Almanları püs-
kürtme konusunda ciddi bir ilerleme sağlayamadı. Bu noktada Müttefikler,
Türkiye’nin savaşa girerek doğu cephesinde önemli miktarda Alman askerinin
Balkanlara kaydırılmasını sağlayacağı için Ankara’ya baskı yapmaya başladı.
Bu arada İtalya’ya karşı önemli başarılar elde edildikten sonra Almanlara karşı
ikinci bir cephe açılması konusu gündeme geldi. Konuyu görüşmek üzere
Churchill ile Roosevelt 11–24 Ağustos 1943 tarihinde Quebec Konferansı’nda
bir araya geldiler. Burada Türkiye’nin durumu da konuşuldu. Churchill, ikinci
cephenin Balkanlardan açılmasını isterken, Roosevelt, Manş denizinden açıl-
masını istiyordu. İngilizler, Türk ordusunun savaşa girmesinden ziyade, Türk
üslerini kullanarak Romanya petrollerinin bombalanmasının önemli olduğunu
vurguluyordu. Ayrıca Boğazlardan Alman gemilerinin geçişinin engellenmesi
ve Almanya’ya krom satışının durdurulması için de Türkiye’ye baskı kararı
alındı.
Sovyetler, ikinci cephenin Balkanlardan açılmasına, bölgede İngiliz nüfu-
zunun artacağı endişesiyle karşı çıkıyor; ama Türkiye’nin savaşa katılmasını
istiyordu. Türk hükümeti ise, Sovyetlerin niyeti konusunda endişelenip savaş-
tan uzak durmanın en iyisi olduğu düşüncesini kuvvetlendiriyordu. Sovyetle-
rin bu tavrının, Türkiye’nin savaş dışı tutumunun sürmesinde etkin rol oyna-
dığı söylenebilir. Neticede Amerika’nın da muhalefetiyle bu fikir benimsen-
medi. Quebec’te ikinci cephenin Manş’tan açılması kararlaştırıldı.
Quebec Konferansı, İngilizler ile Sovyetler arasında Türkiye konusunda
var olan görüş ayrılığını net bir şekilde ortaya koydu. SSCB, müttefiklerin Bal-

285
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kanların geleceği ile ilgili stratejilerine endişe ile yaklaşıyordu. Onlara göre
İngiltere ve ABD, bölgede kendi pozisyonlarını güçlendirene kadar Almanların
pozisyonlarının zayıflamaması için Türkiye’nin tarafsızlığına göz yumuyordu.
Sovyet basını da, İngilizlerin Türkiye’ye gönderdiği silahların Almanlara karşı
kullanılmayacağını iddia ediyor ve amacın savaştan sonra SSCB’ye karşı Tür-
kiye’yi güçlendirmek olduğunu iddia ediyordu.84 Bu fikir, bundan sonra Sov-
yetler tarafından hep dillendirilecek ve Türkiye’nin tarafsız kalmasından dola-
yı Balkanlar kanadından emin olan Almanların, ordularını Sovyet orduları
üzerine gönderdikleri iddiasında bulunacaklardır.
MOSKOVA KONFERANSI
Quebec Konferansı’nda karar verildiği üzere üç büyüklerin Dışişleri ba-
kanları, Anthony Eden, Cordell Hull ve Viçeslav Molotov 19 Ekim 1943’te
Moskova’da bir araya geldiler. Daha toplantının başında Molotov, Almanları
Sovyet cephesinden 15 tümenini çekmeye zorlamak için üç büyüklerin Türki-
ye’yi savaşa zorlamasını istedi. Bu teklif Churchill’e gayet mantıklı geldi ve
toplantıdaki Eden’e telgraf çekerek Molotov’un Ege’deki savaşa Türkiye’nin de
dâhil edilmesi ve Sovyetlere yardım amacıyla Boğazların İngiliz donanmasına
açılması için teşebbüse geçme konusundaki fikrini öğrenmesini istedi.85 Aslın-
da Eden de Türkiye’nin savaşa katılmasını istiyordu, ama müttefikler Akde-
niz’de zayıf konumdayken ve Türkiye henüz gereken ölçüde silahlandırılma-
mışken bu isteğin pek gerçekçi olmayacağını düşünüyordu. Eden, Stalin’e “İs-
tanbul hâlâ Alman saldırılarına açıkken ve İngiltere söz verdiği silah sevkıyatını ger-
çekleştirememişken Türkiye’nin savaşa katılması için zamanın uygun olduğunu nasıl
iddia ettiğini” sordu. Stalin’in cevabı “biz kanımızı akıtırken Türkiye neden savaşa
katılmasın” oldu. “Türkiye konferans masasında yer almak istiyorsa Sovyet cephesin-
den birkaç Alman tümenini çekmesi lazım”dı.86
Churchill, Eden ile yazıştıktan hemen sonra Saraçoğlu vasıtasıyla İnö-
nü’ye de telgraf çekerek, İngiliz savaş gemilerinin Boğazlardan Karadeniz’e
geçmesine izin verilmesini istedi. Churchill telgrafında Almanların Türkiye’ye
saldıracak pozisyonda olmadığını iddia ediyordu.87 Oysa Almanların bölgede-
ki pozisyonu, İngiliz başbakanın iddia ettiğinin aksine hiç de zayıf değildi.
Eden’in muhalefetine rağmen Churchill, Türkiye’ye karşı izlediği stratejisinden
vazgeçmedi. Churchill’in bu konuda ısrarcı olmasının önemli nedenlerinden
biri de, Mussolini’nin 23 Temmuz 1943’te yönetimden uzaklaştırılmasından
sonra 8 Eylül’de teslim olan İtalya’nın hâkimiyetinde bulunan On İki Ada’nın
Almanlara kaptırılmamasıydı. İngilizler, Eylül ve Ekim aylarında bu adaları
almak için gayret sarf etti. Türkiye, bu müdahaleye de katılmadı. Ancak İngi-
lizlerin Ege’de, Almanlar karşısında içine düştükleri felaketli durum, Churc-
hill’in inandırıcılığını ortadan kaldırdı. Üstelik Türkiye, On İki Ada’yı ele ge-
çirmek için mücadele ettikleri esnada İngilizlere yiyecek ve malzeme taşıdı.
Almanlar karşısında bozguna uğrayan İngiliz birliklerinin tahliyesinde de yar-
dımcı oldu. Kasım ayı ortalarında Almanlar adaları tekrar geri aldı.88 Türkler,
İngiliz donanmasının Nazi saldırıları karşısında düştüğü duruma bizzat şahit
oldular. Bu durum, Churchill’in Türkiye’ye yönelik stratejisinin ne kadar ger-
çekçi olduğunu da, en azından Türkiye açısından ortaya koydu.

286
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

Moskova Konferansı esnasında, Amerikalılar da Türkiye’nin savaşa zor-


lanması Manş çıkarması hazırlıklarına sekte vuracağından, Türkiye’nin savaşa
girmesini değil, üslerinin kullanımına izin vermesini istiyordu. Molotov ise
“Türkiye savaşa girmeyecekse neden silahlandırılmaya devam edilsin? Üs istemek
yeterli değil, Türkiye’nin savaşa katılmasına şimdi ihtiyaç var” diye itiraz ederken
Stalin, Balkan konusunun tartışılmasını dahi istemiyordu.
İngiliz Dışişleri, Türkiye’nin bu aşamada savaşa girmesi noktasında ikilem
içerisindeydi. Onlar da Türkiye’nin Balkanlara ve Türkiye’ye yönelik Sovyet
tehdidi endişelerine katılıyor, Sovyetlerin Moskova Konferansı’nda Türkiye ile
ilgili dile getirdiği isteklerinde samimi olduğundan şüphe duyuyordu. Mosko-
va’nın bütün derdi, İngiliz birliklerini Balkanlara sokmamak ve Almanların
çekilmesinden sonra Sovyet nüfuzunu bölgede hâkim kılmaktı. ABD’nin ikinci
cephenin Balkanlardan açılmasına karşı çıkmasından dolayı Sovyetlerin Bal-
kanlara hâkim olması, İngilizlerin Balkanlardaki nüfuzunun tamamen kay-
bolması demekti. İngilizler açısından durum çok iç açıcı görünmediğinden
Türkiye savaşa girerse İngiliz birlikleri bölgeye ulaşana kadar Almanların çe-
kilmesinden doğan boşluğu Türklerin doldurabileceği düşüncesi hâkimdi.89
Türkiye’nin savaşa girmesi Balkanlar’daki durumu daha istikrarlı hâle getirir
ve tamamen Sovyet yörüngesine girmesine engel olur inancıyla İngiltere, Mo-
lotov’un önerisini kabul etti. Buna göre Türkiye’nin üslerini müttefiklerin kul-
lanımına derhal açması ve Türkiye’nin 1943 yılından önce savaşa girmesi ka-
rarlaştırıldı.
Hull, yetkisi olmadığı gerekçesiyle Moskova kararlarına imza atmadı. Asıl
gerekçe, ABD’nin bu aşamada Türkiye’nin savaşa girmesinin müttefik strateji-
lerini olumsuz etkileyeceği düşüncesindeydi. Washington’a danıştıktan sonra
Hull, Türkiye’nin savaşa girmesi değil, üslerini müttefiklerin kullanımına aç-
ması ve topraklarından müttefiklere ulaşım kolaylığı sağlamasının istenmesi-
nin daha mantıklı olduğunu dile getirdi.90 Ancak bu konuda karar verilmişti.
Moskova’da alınan kararların Türkiye’ye iletilmesi, İngilizlere ihale edilmişti.
Eden, müttefiklerin aldığı kararı Türk hükümetine kabul ettirmek için Mene-
mencioğlu’nu Kahire’ye görüşmeye davet etti.
Churchill’in duruma yaklaşımında bir değişiklik yoktu. Eden’e çektiği
telgrafta, Türkiye’nin savaşa aktif ya da pasif olarak girmesi için bunun son
şans olduğunu söylemesini istedi. Ancak savaştan sonra, Türkiye’nin mevcut
konumunun korunması ve Batı bloğunda yer almasının İngiltere’nin çıkarına
olacağı gerekçesiyle İngiliz Dışişleri ve Genelkurmay Başkanlığı tehditkâr dil
kullanılmasına karşı çıktılar.91 Görüldüğü üzere tarafların Türkiye’den beklen-
tisi farklı amaçlar içeriyordu. Savaşa yönelik hesaplar kadar savaş sonrası he-
sapları da iyi okuyan Türkiye, gelişmeleri endişeyle izliyor ve savaş dışı kalma
kararının ne kadar haklı olduğunu düşünüyordu.
I. KAHİRE GÖRÜŞMESİ: EDEN-MENEMENCİOĞLU BULUŞMASI
(5–8 KASIM 1943)
Eden’in Kahire davetini kabul eden Menemencioğlu, beklendiği üzere,
Alman tehlikesinden ziyade savaş sonrası Sovyet politikalarına yönelik endişe-

287
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

lerini dile getirdi. Eden ise, savaş sonrası Türkiye aleyhine bir Sovyet yayılması
söz konusuysa bu tehdidi asgariye indirmenin yolunun savaşa girmekten geç-
tiğini söyledi. Bunun aynı zamanda Türk-Sovyet ilişkilerini de geliştireceği ve
Sovyetlerin Balkanlardaki muhtemel nüfuz kurma girişimini engelleyebileceği
noktasında tezini kuran Eden, son olarak da üs talebini dile getirdi. Menemen-
cioğlu, onu sadece İngiltere adına değil, SSCB adına da konuşmakla itham
edince Eden, “İngiltere Türkiye’nin olduğu kadar SSCB’nin de müttefikidir”
cevabını verdi. Tabiî bu cevap, Türkiye’yi ikna edici olmaktan uzaktı. Üs talebi
ise, Türkiye’nin direkt savaşa girmesi anlamına geliyordu. Eden anılarında,
“Türklerin şüphelerinin temel nedeni, İngilizler ile Sovyetler arasında gizli bir pazarlık
olduğuna inanmalarıydı” diye yazmaktadır.92 Aslında, Menemencioğlu Eden’in
Sovyetlerin sözcülüğünü yaptığını hemen kavramıştı. Bu yöndeki soruları ise
Eden’i sinirlendirmeye yetmişti. Menemencioğlu, Balkanlarda Sovyetlerin ak-
törlüğünde olası senaryoları dile getirince İngiliz Dışişleri bakanı saldırganla-
şıyordu. Oysa Menemencioğlu, “İngilizlerin savaşa gir dediği dönemlerde savaşa
girmiş olsaydık, şimdi Yugoslavya’nın akıbetine uğramış olurduk. Türk ordusunun
savaş kabiliyetinin son derece sınırlı olduğu bu noktada savaşa girersek Alman işgalin-
den Boğazları Ruslar mı kurtaracak? Ruslar, Boğazları kimin için kurtarır” ifadeleri,
Türkiye’nin endişesini özetliyordu.93 Bu noktada Waisband’ın değerlendirmesi
önemlidir. Ona göre, Adana’ya gelmeden önce Churchill, Türkiye’ye karşı
tehditkâr dil kullanacağını, hatta Sovyet tehdidini koz olarak kullanacağını
belirttiği halde Adana’ya geldiğinde gayet makul bir dil kullanmıştır. “Eğer
Eden, Türkiye’nin, bağımsızlığını güvence altına alma temeline dayalı dış politikasını
anlayabilmiş olsaydı Menemencioğlu karşısındaki başarısızlığının nedenini de anlaya-
bilirdi.”94 Gerçekten de Eden’in üslubu, Türkiye’nin endişelerini gidermekten
ziyade, artırmak yönündeydi. Bunun sebebi, Eden’in bu görüşmelerde Mene-
mencioğlu’na Sovyetler ile ilgili söylediklerine kendisinin de inanmaması ol-
malıdır. Zira İngiliz dışişlerinin o döneme ait yazışmalarına bakıldığında savaş
sonrası Sovyetlerin amaçları hakkında Türkiye ile aynı endişeyi paylaştığı gö-
rülür. Sonuçta Menemencioğlu Türkiye’ye döndükten sonra yapılan değerlen-
dirmeler neticesinde 17 Kasım’da Türk hükümeti resmî cevabını verdi: Üs tale-
binin karşılanması Almanya’nın Türkiye’ye savaş açmasına sebep olacak, savaşa gir-
mek ise Türkiye’nin mevcut şartlarda üstesinden gelemeyeceği bir durumdur.
Türkiye’nin tutumunu, İnönü’nün savaştan uzak durmak için yaptığı ma-
nevralara bağlamak mümkün olsa da, Türkiye’nin göze alamayacağı bir du-
rum daha vardı. Hugessen, anılarında Türkiye’nin İngiltere’nin taleplerini
reddetmesinde Almanların Ege Adalarındaki savaş gücünü görmeleri ve şehir-
lerinin Alman saldırıları karşısında ne kadar savunmasız olduğuna şahit olma-
larının etkili olduğunu belirtir. Ayrıca Hugessen, Türkiye’nin On İki Ada için
yapılan savaşta tarafsızlığın ötesinde önemli rol aldığından, iletişim, haberleş-
me ve İngiliz birliklerinin tahliyesinde ciddi yardımlarının olduğundan bahse-
der.95

288
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

TAHRAN KONFERANSI: ÜÇ BÜYÜKLERİN BULUŞMASI’NDA


TÜRKİYE (28 KASIM - 1 ARALIK 1943)
Kahire görüşmeleri esnasında üç büyüklerin liderlerinin Tahran’da bir
araya gelmelerine karar verilmişti. Ancak Churchill ile Roosevelt, Tahran’a
gitmeden önce 23–24 Kasım’da Kahire’de bir araya gelerek durum değerlen-
dirmesi yaptılar. Ege yenilgisine rağmen Churchill, Türkiye’yi savaşa sokma
isteğinden geri durmuyordu. Roosevelt ise, bunu ancak Batı Avrupa’dan yapı-
lacak çıkarmayı aksatmaması karşılığında kabul ediyordu ki, bu da müttefikle-
rin teklifini kabul eden Türkiye’nin Alman saldırısına uğraması durumunda
askerî yardım almaması demekti. Ege’deki ağır yenilgiye rağmen savaş kabili-
yeti çok düşük olan Türkiye’nin savaşa girmesiyle İngiltere, Ege’deki bazı ada-
ların alınıp Boğazlar yoluyla Karadeniz’e donanma gönderme şansı olacağını
düşünüyordu. Bu şekilde Almanlara Balkanlarda ciddi zarar vereceğini düşü-
nüyordu.
Churchill, Tahran Konferansı’nda Stalin’e, “Türkiye’nin teklifi reddetmesi
hâlinde sonuçlarına katlanacağını” söyleyerek, Boğazlar konusunda Stalin’e
bazı umutlar verdi. Konferansın ilerleyen safhasında Stalin, Boğazlar rejiminin
değişmesini gündeme getirdiğinde Churchill, “bunun için bir engel yok” diye
karşılık verdi. Hatta daha sonra, 200 milyon nüfusa sahip bir imparatorluğu
karaya hapsetmenin doğru olmadığını düşündüğünü ifade etti.96 Dışişleri ve
İngiliz askerî otoriteler bu görüşü paylaşmazken, Churchill’in bizzat kendisi
de, savaş sonrasında Sovyetler, Boğazlarla ilgili istekte bulununca ve Ortado-
ğu’ya yayılma eğilimine girdiğinde Sovyetler karşısında durması için ABD’ye
gidip Amerikan hükümetini harekete geçirme mücadelesi verecektir. 1943 yılı
sonuna yaklaşırken, belki de savaşın kazanılması noktasındaki Churchill’in
aceleciliği onu farklı noktalara taşıdı. Aslında Tahran toplantısında müttefikler
arasındaki görüş ayrılığı net bir şekilde ortaya çıktı. ABD, Türkiye’nin savaşa
katılmasını istemezken, farklı gerekçelerle de olsa, bir ay öncesine kadar Tür-
kiye’nin savaşa girmesini isteyen Stalin de eski isteğini kaybetmişti. Çünkü
Türkiye’nin savaşa girmesi, İngiliz-Amerikan birliklerinin yardım amacıyla
Türkiye’ye gelip Balkanlara nüfuz etmesi sonucunu doğurabilirdi.
Tahran’da Churchill’in ısrarı üzerine Türkiye’nin savaşa bir kez daha da-
vet edilmesine karar verildi. Ancak Türkiye’ye ciddi bir askerî yardım vaadin-
de bulunulmadı. Tek yardım vaadi, Türkiye’ye herhangi bir Alman saldırısı hâlin-
de Bulgaristan Türkiye’ye savaş açarsa, SSCB’nin Bulgaristan’a saldıracağı garantisi
oldu. Ayrıca yılsonuna kadar Türkiye’nin savaşa girmesi isteniyordu. Bu, Tür-
kiye’nin barış masasında yer alması için son fırsattı. Bu kararı bildirmek üzere
Roosevelt ve Churchill ile buluşmak üzere İnönü Kahire’ye davet edildi. İnö-
nü, kendisinin Tahran’da alınan kararların tebliği için değil, durumu tartışmak
üzere davet edildiğinin, yani Roosevelt ve Churchill ile eşit statüde olduğunun
teyit edilmesi üzere Kahire’ye hareket etti.

289
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

II. KAHİRE BULUŞMASI: İNÖNÜ-ROOSEVELT-CHURCHILL


GÖRÜŞMESİ (4–8 ARALIK 1943)
Menemencioğlu’nun da yer aldığı bir heyetle Kahire’ye giden İnönü’ye
Churchill, daha önceki tezlerini tekrarladı. Hatta Türkiye’nin müttefik istekle-
rine cevap vermemesi halinde savaş sonrası Türkiye’nin kaderine terk edilece-
ği tehdidinde bile bulundu. Ancak Türk heyeti, Kahire’de Türkiye’nin savaşa
girmesi hususunda İngiltere ile ABD arasında görüş ayrılığı olduğunu gözlem-
ledi. Ayrıca İngiltere’nin isteğinin, daha ziyade Sovyet baskısı neticesinde ol-
duğu izlenimini edindi.97 Üstelik Moskova’dan da kimse görüşmelere gelme-
mişti. Ancak Churchill’in baskıları neticesinde İnönü, Türkiye’nin savunma
gücünün artırılması ve ortak harekât planının belirlenmesi koşuluyla savaşa
girmeyi kabul etti. 7 Aralık’tan sonra görüşmeler askerî heyetler arasında de-
vam etti. Yalnız Türkiye’yi savaşa hazırlamak konusunda taraflar farklı düşü-
nüyordu. Türkiye hazırlıktan, kara ve hava kuvvetlerinin donanımının ve eği-
timinin tamamlanmasını; İngilizler ise havaalanlarının hazırlanmasını ve uçak-
ların gönderilmesini anlıyordu.98 Bütün hazırlıklar 15 Şubat 1944’e kadar de-
vam edecek ve bu tarihte Türkiye’nin savaşa girmesi istenecekti. Eğer Türkiye
olumlu cevap vermezse Müttefikler bütün askerî teçhizatlarını başka yere kay-
dıracak ve Türkiye ile ilişkilerini keseceklerdi. İnönü, prensipte savaşa girme
kararı dışında başka bir söz vermedi. Birkaç gün içinde konuyu tartıştıktan
sonra kesin kararını bildireceğini söyledi. Aslında İnönü ve Menemencioğlu,
savaşa katılmamak için ellerinden gelen bütün diplomatik manevraları ustaca
kullanıyorlardı. Belki Churchill de bunun farkındaydı, ama en azından şansını
deniyordu.
Sovyet endişesinden başka Alman faktörü de Türkiye’yi endişelendiriyor-
du. Çünkü Türkiye, Müttefik isteklerinden haberi olan Almanya’nın baskısına
maruz kaldı. Almanya, İngiliz isteklerinin kabulünü savaş gerekçesi olarak
gördüğünü iletti. Bu durumda, Kahire’de bahsedildiği şekilde Türkiye’nin
savunmasının yeterli olmayacağını düşünen Ankara İngilizlere, temin edilme-
sini istediği askerî malzemeleri içeren yeni bir liste verdi. İngiltere bu listeyi
abartılı buldu.99 Bu durumda İngiltere, Türk hükümetini son bir kez daha ikna
teşebbüsünde bulunmak üzere üst düzey üç müttefik komutanın Ankara’ya
gönderilmesini kararlaştırdı. Ancak üst düzeydeki bu ziyaretin Alman saldırı-
larına sebep olacağından endişelenen Ankara, bu öneriyi reddetti.100 Bunun
yerine gönderilen bir İngiliz askerî heyeti ile yapılan görüşmeler de bir sonuç
getirmeyince İngiliz heyeti 3 Şubat’ta aniden Türkiye’den ayrıldı. Bu durum
Türkiye’nin Müttefikler ile olan ilişkilerini bozdu. ABD ve İngiltere, Türkiye ile
ilişkileri dondurma kararı aldılar.
Müttefiklerin Mihver’e son darbeyi indirme arifesinde alınan bu karar,
Türkiye’yi muhtemel Alman saldırısına karşı korudu belki, ama öbür taraftan
Türkiye’yi savaş sonrası dönemde SSCB’ye karşı yalnızlığa itileceği korkusu
sardı. Bu duruma karşı güvence alabilmek için Türkiye uzun süre mücadele
edecektir. 1944 ortalarında Almanya ile ilişkileri kesme cesareti gösteren Tür-
kiye, aynı cesareti 1944 yılı başında gösterebilirdi. Ancak Türkiye, Normandiya
çıkarması ile başlayan süreçte Müttefiklere karşı kendini affettirme psikolojisi

290
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

içinde hareket edecektir. Türkiye, On İki Ada konusunda olduğu gibi haklı
bazı isteklerini dahi dillendiremeyecektir. Yunanlıların dahi Türkiye’ye ait
olduğunu kabul ettiği Meis adasına bile sahip çıkamayacak, ciddi bir diploma-
tik çaba sarf etmeden bu adalar tamamen Yunanistan’a geçecektir. Hâlbuki
Türkiye bu konuda biraz bastırsa kendisine çok yakın bir iki ada üzerinde bazı
kazanımlar elde edebilirdi.101
İLİŞKİLERİN TAMİRİ ADINA İÇ SİYASETTE ATILAN ADIMLAR
Savaşın Almanlar lehine gözüktüğü 1941 ortalarından 1943 sonuna kadar
Türkçü-Turancı hareketlere direkt ya da dolaylı destek veren, Varlık Vergisi’ni
uygulayan hükümet, 1944 yılına geldiğinde Müttefiklerin savaşı kazanacağını
gördü. Gerçi Türkiye baştan beri savaşı Müttefiklerin kazanacağına inanıyor-
du, ama bu süreçte SSCB’nin ciddi anlamda güç kaybedeceğini düşünüyor-
du/umuyordu. Ancak gelişmeler Türk hükümetinin endişe ettiği yönde oldu.
Özellikle 1944 yılı başından itibaren Almanlar kademeli olarak geri püskürtü-
lürken SSCB’nin Doğu Avrupa’da güç kazanmaya başladığına şahit oluyordu.
Doğal olarak Türkiye, Balkanların da Moskova’nın egemenlik sahası olacağı
endişesine kapıldı. Üstelik Moskova uzun zamandır Ankara’ya karşı açık tavır
alıyordu. Belki daha endişe verici olan, müttefiklerden de savaş sonrası için
rahatlatıcı bir güvence alamıyordu. Bu korkudan hareketle Türkiye, Müttefik-
leri ve SSCB’yi memnun edecek bir takım adımlar attı.
Türk hükümeti ilk iş olarak iç siyasette Nazi rejimini çağrıştıran bazı uy-
gulamaları düzelterek Müttefiklere mesaj gönderdi. İlk önce demokratik ülke-
lerin tepkisini çeken Varlık Vergisi kanununu 15 Mart 1944’te yürürlükten
kaldırdı. Arkasından 1944 yılı mayıs ayında Türkçülük ve Turancılık hareketi
içinde olanları tutuklattı. Daha önce ses çıkarmadığı, hatta dolaylı olarak des-
tek verdiği bu hareketin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan
gibi önde gelenlerini büyük bir gürültüyle tutuklatması, Sovyetler Birliği’ne
hoş görünmek adına yapıldığının bir göstergesiydi. Üstelik bununla da kalma-
yıp, Türkiye’ye sığınmış bir grup Azeri Türkünü de Sovyetlere geri gönderdi.
102 Hâlbuki 5 Ağustos 1942 tarihinde Saraçoğlu’nun, “Biz Türkçüyüz ve daima

Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar
bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğal-
tan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız” diye verdiği beyanat Türk
milliyetçilerine cesaret vermişti.103 19 Mayıs 1944 Gençlik Bayramı kutlamala-
rında İnönü, “hükümet darbesi için gizli tertip içinde olan ırkçı ve Turancılara karşı
vatanın müdafaa edileceğini” belirttiği konuşmasında Sovyetlerin Millî Mücade-
le’ye olan katkılarından övgüyle bahsetti. Von Papen’e yapılan suikastın az-
mettiricisi ve suikastin düzenleyen kişiler, 9 Ağustos 1944’te serbest bırakıldı.
Tamamen konjonktür gereği atılmış gözüken adımlar bununla sınırlı de-
ğildi. Naziler tarafından finanse edilen Türkische Post ve Beyoğlu gazeteleri ka-
patıldı. Türk gazetelerinde ağırlıklı olarak Müttefik yanlısı haber ve yorumlara
yer verilmeye başlandı. Önceden Mihver yanlısı yayınlarıyla öne çıkan Cumhu-
riyet’in de, Almanya ile diplomatik ilişkiler kesildikten sonra tavrının değişti-
ğini görüyoruz. Bu yıllarda Cumhuriyet, Ortadoğu ve Arap dünyasına yönelik
İngiliz görüşünü destekleyen yayınlara başladı.104

291
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

TÜRK-MÜTTEFİK İLİŞKİLERİNDE KIRILMA NOKTASI


Türkiye ile Müttefikler arasında 1944 Şubat ayı başından beri devam eden
gergin ilişkiler, nisan ayında krom etrafındaki gelişmelere bağlı olarak farklı
bir zemine doğru yol aldı. Savaş içinde Türk ekonomisinin önemli gelir kayna-
ğı olan kromu Türkiye’den alamayan ve Türkiye’nin Almanya’ya krom satışı-
na ses çıkaramayan Müttefikler, Almanlar karşısında ciddi üstünlük elde et-
meye başladığı 1944 baharında bu durumdan rahatsızlıklarını yüksek sesle dile
getirdiler. Türkiye’nin 9 Ekim 1941 tarihinde Almanya ile yaptığı Clodius An-
laşması, 30 Nisan 1944’te sona eriyordu. Bu anlaşmanın gereği olarak Ocak
1943’ten beri Almanya’nın krom ihtiyacını karşılayan ana ülke olan Türkiye,
anlaşmanın yenilenmesi için Ankara’da bulunan Alman ekibiyle görüşmeyi
sürdürürken, Amerikan ve İngiliz büyükelçileri 14 Nisan’da aynı anda Türk
hükümetine nota verdiler. Notada büyükelçiler Türkiye’nin, Almanya ile olan
ticaretinden ciddî anlamda rahatsızlık duyduklarını ve Almanya’ya krom ihra-
catının durdurulmasını istediler.105 Türkiye notaya olumlu yaklaştı. Fakat Tür-
kiye, Almanya’ya krom ihracatını keserken, ticaretin toptan sona erdirilmesine
pek fazla sıcak bakmadı. Çünkü Türkiye, Almanya ile ticaretin sona ermesiyle
doğacak zararın Müttefiklerce karşılanamayacağını düşünüyordu. Ancak bu
yönde bir taahhüt aldıktan sonra Almanya ile olan ticareti % 50 azaltmayı ka-
bul etti.
Türkiye ile Müttefikler arasında yaşanan bir diğer sorun da, İtalyan ve
Alman savaş veya yardımcı savaş gemilerinin Boğazlardan geçmeleriydi. İlk
olarak 10 Haziran 1941’de İtalyan yardımcı savaş gemileri Tarvisio ve Urano,
Montreux’ye aykırı olarak Karadeniz’e geçti. Urano 19 Haziran’da, Tarvisio’da
19 Ağustos’ta Ege’ye geri döndü. Türkiye bu illegal geçişlere engel olamadı.
Çünkü bu gemilerin durdurulması Mihver ile savaşa sebebiyet verirdi ki Tür-
kiye, bunu göze alamazdı/alamadı. Bu ihlaller 1943 yılı başlarında Almanların
F tipi mavnalarının sıklıkla Boğazlardan Akdeniz ve Ege yönünde karşılıklı
geçişleri ile had safhaya ulaştı. Ancak Almanlar bu noktada Montreux’nün
zayıf yönlerinden faydalanıyordu. Zira Montreux Anlaşması’nın 19. maddesi-
ne göre Türkiye’nin tarafsız olduğu durumlarda savaşan ülkelerin savaş gemi-
lerinin Boğazlardan geçmesi yasaktı. Ancak 19. maddesinin II. Ek protokolü
100 tonun altındaki yardımcı savaş gemilerinin ticaret gemisi hükmünde kabul
edilip savaşta da Boğazlardan geçişine izin vermekteydi. Ancak İngilizler, 100
tonun altında olmasına rağmen bunların yardımcı savaş gemisi değil savaş
gemisi kategorisine alınması gerektiğini iddia ediyordu. Çünkü savaş şartları
içinde 100 tonun altındaki bu türden gemilerin teknik özelliği geliştirildiğin-
den savaş kapasiteleri de yükselmişti. İngilizler Almanların bu tip mavnaları
Hollanda, Belçika ve Lüksemburg ülkelerini işgali esnasında kullandığını; hat-
ta Karadeniz’in kuzeyinde de bu tür gemileri kullanmaya devam ettiğini iddia
ediyordu. Ayrıca iddialarını doğrulayan fotoğrafları da Türk Dışişleri bakanlı-
ğına ilettiler. Ancak Menemencioğlu, geçişlerin yasal olduğu gerekçesiyle İngi-
liz isteklerini geri çevirdi.
Aslında Almanlar, Montreux’de öngörülen standardı aşan ölçüde silah
sevkiyatı yapıyorlardı. Geçişlerin yasal olduğu noktasında direnen Menemen-

292
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

cioğlu’na, Ağustos 1943’te İngiliz ve Amerikan büyükelçileri delil olarak Al-


man radyo yayını gösterdiler. Bu yayında Almanlar bu gemileri askerî amaçlı
kullanıldıklarını itiraf ediyordu. Zor duruma düşen Menemencioğlu, F türü
mavnaların Boğazdan geçişini hemen durdurdu.106 Ancak Müttefik ülke büyü-
kelçileri Almanların benzer gemiler ile aynı hileye başvurabileceği uyarısında
da bulunmuşlardı. Nitekim denilen oldu; ama Memencioğlu yine önceki tavrı-
nı sergiledi.
Almanlar, 1944 başlarında Sovyet başarıları karşısında Karadeniz’de du-
rumları güçleşince gemilerini, pozisyonlarını kuvvetlendirme ihtiyacı duyduk-
ları Ege’ye nakletmeye başladı. Bunun sonucu olarak mayıs ayı sonuna doğru
800 ton ağırlığındaki KT Mannheim tipi gemi ile daha küçük tonajlı EMS türü
gemileri, F türü mavnalar örneğinde değindiğimiz hileleri uygulayarak Boğaz-
lardan geçirdi. 2 Haziran’da ise dört KT sınıf Mannheim gemisi ile sekiz EMS
tipi gemi Boğazlardan geçti. Hugessen yine Türk Dışişlerinden bu gemilerin
“ticaret gemisi kılığında savaş gemisi” olduğu gerekçesiyle geçişlerin önlen-
mesini istedi. Menemencioğlu büyükelçinin iddialarına “bunun Montreux’ye
uygun olduğunu, çözüm olarak Montreux’nün ilgili maddesini yorumlaması
için hakeme gidilmesi” önerisini getirdi.107 Bu cevap, Almanları durduramayan
Menemencioğlu’nun, İngilizleri oyalama taktiğiydi.
Menemencioğlu’dan umudunu kesen Hugessen, sorunu direkt İnönü’ye
götürdü. Görüşmede, Menemencioğlu’nun uygulamasının Almanların Ege’de
durumunu güçlendirmeye yaradığı ve savaşın erken bitirilmesini engellediği
şikâyetinde bulunan İngiliz büyükelçi, İnönü’ye, “bu noktada ya savaşı kısaltmak
ve İngiliz-Türk ilişkilerini hesaba katmak ya da Montreux Anlaşması’nın önemsiz
ayrıntılarına takılmak şeklinde iki seçenek olduğunu” belirtti. Alman gemilerinin
geçişlerinin durdurulmasının önemini vurgulayarak bunun iki ülke arasındaki
ilişkileri yeniden düzeltmesi ve Türkiye’nin, tarafsız değil, müttefik ülke mu-
amelesi görmesi için bu sorunun giderilmesinin zaruri olduğunu söyledi.108
Artık Menemencioğlu, İngilizlerin hedefindeki kişiydi. Hatta İngiliz Dışiş-
leri, Menemencioğlu görevde kaldığı müddetçe Türk-İngiliz ilişkilerinin düze-
lemeyeceğini Ankara’ya dolaylı olarak iletti. İngilizlerin baskısı sonucu İnönü
duruma el koydu. Zaten Türk-İngiliz ilişkileri uzun zamandır, Türkiye’nin
savaşa girmemesinden dolayı, gergindi. Bu konuda da anlaşmazlık yaşanırsa
ilişkiler, tamiri imkânsız hâle gelebilirdi. İnönü, Müttefikler 6 Haziran’da Al-
manya’ya son darbeyi vurmak üzere Normandiya’dan ikinci cepheyi açtığı bir
anda İngilizlerin isteğine kayıtsız kalamadı. Durumu Dışişlerinden Müsteşar
yardımcısı Feridun Cemal Erkin’e sordu. Erkin, kendisinin daha evvel “Alman
gemilerinin durdurularak, İngilizlerin iddia ettiği gibi askerî nitelikte olup olmadığının
incelenmesi gerektiğini” söylediği halde Menemencioğlu’nun, bu geçişin Mont-
reux’ye uygun olduğu gerekçesiyle teklifi reddettiğini İnönü’ye iletti. Bunun
üzerine İnönü, Menemencioğlu’nun istifasını istedi.109
Menemencioğlu’nun istifasından sonra, Boğazdan geçen Alman gemisi
Kassel’de yapılan araştırma İngilizlerin iddiasının doğruluğunu ortaya koydu.
Artık sıra İngilizler ile olan ilişkileri düzeltmeye geldi. Saraçoğlu, bu konuda
suçlu olanların cezalandırılacağını açıkladı. Sonrasında da İngilizler ile işbirliği

293
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

konusundaki isteklerini dile getirdi. Müttefik gazetecilerin temsilcilerine, “Tür-


kiye’nin, müttefiklerin çıkarına ne gerekiyorsa onu yapacağını” ifade etti.110 Zaten
mart ayından bu tarafa Türkiye, ilişkilerin düzelmesi yönünde adımlar atmak-
taydı.
Menemencioğlu’nun Boğazlardan Mihver gemilerinin geçişi konusunda
isteyerek Almanlar lehine tavır takındığına dair net bir bilgiye rastlanmamak-
tadır. Her ne kadar Menemencioğlu Alman yanlısı olmakla ünlense bile onun
derdi, tıpkı Saraçoğlu ve İnönü gibi, ülkesinin menfaatini savaş dışı kalmasın-
da gördüğünden bu yönde gayret gösteriyordu. Gemilerin Boğazlardan geçi-
şindeki tavrını da bu anlamda değerlendirmek gerekir. Bu noktada Deringil,
Menemencioğlu’nun tek derdinin, “savaşan güçlerin birini diğerine karşı tercih
ettiği izlenimini uyandırmaktan kaçınma” olduğunu ifade eder. Ayrıca Menemen-
cioğlu’nun, “Biz savaşan taraf değildik ve İngiltere ile müttefik olmamız Mont-
reux’yü keyfî uygulamamız için geçer sebep olamazdı” dediğini aktarır.111 Diğer
taraftan Montreux, ticaret gemilerinin durdurulup araştırılması noktasında
Türkiye’ye bir yetki vermemektedir. Aslında Montreux görüşmeleri esnasında
Türkiye, ticaret gemilerinin durdurulup aranması yetkisini isteyince İngiliz
delegeleri buna şiddetle karşı çıkmıştı. Ayrıca Türkiye’nin savaş riskini göze
almadan Alman gemilerini durdurup inceleme yapma imkânı yoktu. Bu, Me-
nemencioğlu’nun uygulamasının tamamen haklı olduğu anlamına da gelmi-
yor. 1944 yılına kadar bu tutumu anlamak mümkündür. Hatta İngiltere de
Türkiye’nin durumunu bir dereceye kadar anlayışla karşılıyordu. Ne de olsa
çatışma çıkması hâlinde Türkiye’ye donanma göndermek durumundaydı ki,
bunu yapmaya gücü yoktu.112 Ancak 1944 yılından sonra durum değişmişti.
Menemencioğlu bu konuda daha pragmatik bir tavır sergileyebilirdi.
SAVAŞIN SONUNA DOĞRU MÜTTEFİK KISKACINDA TÜRKİYE
30 Haziran’da İngiliz Büyükelçisi, Saraçoğlu’nu ziyaret ederek Türki-
ye’nin Almanya ile ticarî ve diplomatik ilişkileri kesmesinin zamanı geldiğini
bildirdi. 1 Temmuz’da da ABD büyükelçisi, İngiliz isteklerini desteklediklerini
bildirdi. Ancak bu yazışmalarda Türkiye’den müttefik olarak bahsedilmemesi
Ankara’yı endişelendirdi. Zaten artık Türkiye’nin en büyük endişesi, savaş
sonrasında SSCB’nin inisiyatifine terk edilmekti. Bu son yazışma bu korkuyu
daha da artırdı. Saraçoğlu, “Türkiye’nin müttefik olarak görülüp görülmediğini”
sorduğunda Hugessen, “1939 üçlü ittifakının hâlâ geçerli olup olmadığını denedik-
leri” cevabını verdi.113 Tabi bu, Türkiye’nin korkularını gidermedi.
Saraçoğlu, Amerikan ve İngiliz büyükelçilerini 3 Temmuz’da bakanlığa
çağırarak Almanya ile ilişkilerin kesilmesi karşılığında savaş sonrası eşit müt-
tefik muamelesi görmek isteğini dile getirdi. Ayrıca ilişkinin kesilmesi sonucu
Alman saldırısına uğrarsa askeri yardımın yanında ekonomik ilişkilerin kesil-
mesinden doğan zararın da telafisi yönünde kolaylık gösterilmesini istiyor-
du.114
SSCB ise, Almanya ile ilişkilerin kesilmesinin yeterli olmadığını, Moskova
ve Tahran’da alınan karar gereği Türkiye’nin savaşa girmesi gerektiğinde ısrar
ediyordu. Ancak Amerikan ve İngiliz yönetimleri Türkiye’nin savaşa girmesi-

294
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

nin getirisi olmayacağını, bilakis fazladan yük getireceği düşüncesindeydi.


Ayrıca Sovyet düşüncesinin arkasında yatan politikanın, savaş sonrasına yöne-
lik olduğunun farkındaydılar. Türkiye’nin Almanya ile ilişkileri kesmesini
savaşa yönelik stratejileri açısından önemli gören Müttefikler, Saraçoğlu’nun
istediği garantileri verdi ve Türkiye 2 Ağustos 1944’te Almanya ile ekonomik
ve diplomatik ilişkilerini kesti.115
Bu karar Sovyetleri memnun etmedi ve çok geç kalmış bir karar olarak
gördüler. Ancak SSCB’nin hedefi, savaş sonrası güvenlik kuşağı olarak gördü-
ğü, Balkanlar ve Boğazlar bölgesinde nüfuz sahibi olmaktı. Bu anlamda Türki-
ye’yi İngiliz ve Amerikalılardan ayırarak bu konuda avantajlı duruma geçmek
istiyordu; ama İngilizler Sovyetlerin bu oyunun farkında olduklarından, kızgın
olsalar da Türkiye’yi savunmak durumunda kaldılar. Artık savaş sonrası için
mücadeleler ön plana çıkmaya başlamıştı. Bu Türkiye’nin avantajıymış gibi
gözükse de her şey bu kadar pürüzsüz değildi. İngiliz Dışişleri ve Genel Kur-
mayı, savaş sonrasında SSCB’ye karşı Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu düşünü-
yordu ama Churchill’in Türkiye’ye kızgınlığı geçmemişti. Churchill, 1944 yılı
ekim ayında Moskova’da Stalin ile görüşmesi esnasında Montreux’nün deği-
şebileceğini ifade etmişti. Artık Türkiye’nin en büyük korkusu, müttefiklerin
Türkiye’yi SSCB karşısında yalnız bırakmasıydı.
1945 yılına geldiğinde Müttefikler zafere adım adım ilerlerken Türk hü-
kümetinde karamsar bir hava hâkimdi. Hükümet, üç büyüklerin liderleri 4–11
Şubat 1945’te Yalta’da savaş sonrası Avrupa’yı görüşmek için bir araya geldik-
lerinde Churchill’in Stalin’e Türkiye aleyhine taviz vereceğinden endişeliydi.
Neredeyse bu endişeler gerçekleşecekti. Eden, konferans öncesi Türkiye’nin
aleyhinde bir girişimde bulunulmayacağına dair Ankara’ya güvence vermeyi
Churchill’e önerdiğinde Churchill, kızgın bir şekilde “Son iki yıldır doğru yönde
adım atması için Türkiye’yi iknaya çalıştım, ama onlar reddetti, kaçırdığı trene son
anda atlamasını istemem” diye cevap verir.116 Ancak Akdeniz’deki uzun dönem
İngiliz çıkarları göz önüne alındığında Churchill’in takındığı duygusal tavra
yer yoktu. Nitekim Eden’in itirazları Churchill üzerinde etkili oldu.
Yalta Konferansı’nda Türkiye konusu 10 Şubat’ta gündeme geldi. Stalin
sadece savaş zamanında değil, barış zamanında da Türkiye’nin inisiyatifine
terk edilmelerinin kabul edilemez olduğunu ve Montreux’nün günün şartları-
na göre değerlendirilmesini talep etti. Roosevelt ve Churchill, Stalin’e hak
vererek bu konunun üç ülkenin dışişleri bakanının yapacakları ilk toplantıda
gündeme alınmasına karar verildi ama Boğazlar konusu burada gündeme
alınmayacaktır.
Yalta’da alınan önemli kararlardan biri de, nisan ayı sonunda San Francis-
co’da toplanacak Birleşmiş Milletler toplantısına, sadece 1 Mart 1945 tarihine
kadar Japonya ve Almanya’ya savaş ilân eden ülkelerin kurucu üye sıfatıyla
katılmaya hak kazanacak olmasıydı. Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat 1945’te
Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti ama bu hareket sembolik olmaktan öte
gitmedi. 28 Şubat 1945 tarihinde de BM Deklarasyonu’nu imzaladı. Böylece
BM üyesi olarak artık Ortadoğu’da kendi egemenliğine aykırı olacak Sovyet
isteklerine karşı durmak için de güç elde etmiş oldu.

295
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

İkinci Dünya Savaşı sonunda, Müttefiklerle Sovyetler Birliği’nin stratejik


işbirliğine dayalı ortak hareket edebilme kabiliyeti, savaş sonrası paylaşımlar
söz konusu olduğunda çatışmaya dönüştü. Bu çatışmanın önemli göstergele-
rinden birisi de, Türkiye’nin savaşa katılış şekliydi. Türkiye’nin savaş ilan et-
mesini, Churchill ve Roosevelt desteklerken Stalin şiddetle eleştiriyordu. Kon-
feranstan hemen sonra Sovyet basını her gün Türkiye’yi eleştiren ve küçülten
yayınlar yapmaya başladı. Türkiye’nin savaşta Alman yanlısı politika izlediği
ve hâlâ da izlemekte olduğu iddia ediliyordu. Ayrıca Türkiye’nin son anda
savaşa katılma kararı ile de dalga geçiyorlardı.117
SSCB ile ilişkiler gittikçe gerilmeye başlıyordu. 19 Mart’ta Molotov, Türk
büyükelçisi Selim Sarper’i makamına çağırarak, 20 yıllık SSCB ile Türkiye iliş-
kilerinin temelini oluşturan 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Ta-
rafsızlık Anlaşması’nın, zamanın şartlarını karşılamadığı gerekçesiyle, feshine
ilişkin bir nota verdi. Ancak yeni bir anlaşma için görüşme yapabileceklerini
söyledi. Türkiye, bu notaya, Molotov’a ne istediklerini sorarak cevap verdi.
Hâlbuki Molotov, Türkiye’nin öneri yapmasını bekliyordu. Artık 7 Mayıs’ta
Almanlar teslim olmuştu (Japonya 14 Ağustos’ta teslim olacaktır). Türkiye ise
daha önce korktuğu senaryo ile baş başa kaldı. Sovyetler baskı yapıyordu ama
Londra ve Washington’un Türkiye’ye karşı tavrı net değildi.
7 Haziran 1945’te Molotov, Türkiye’nin Moskova büyükelçisi Selim Sar-
per’i tekrar davet ederek iki ülke arasındaki sorunların giderilmesi için yeni bir
anlaşma yapılabileceğini söyledikten sonra, temelde iki konudaki isteklerini
dile getirdi: Birincisi, Montreux’de kendi lehine düzenlemeleri içeren isteklerdi;
İkincisi ise, Birinci Dünya Savaşı sırasında sürülen bir buçuk milyon Erme-
ni’nin tekrar anavatanlarına dönmelerinde kendilerine yurt olarak verilmek
üzere, daha önce Ermenilere ait olduğunu iddia ettiği Kars ve Ardahan’ın Sov-
yet Ermenistanı’na iade edilmesiydi.118 Elbette son isteği, Montreux’de kendi
lehine değişiklik yapılması için bir baskı aracıydı; ama yine de dünya Ermeni-
lerini Türkiye karşıtı harekete geçirmeye yetti.119
SONUÇ
17 Ekim 1939 tarihli Türk-İngiliz-Fransız üçlü ittifak anlaşmasına rağmen
İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı tercih eden Türkiye, savaşın hemen
sonrasında yalnızlığa terk edilme korkusuyla (biraz da acele ile) Batı ile ittifak
arayışlarına girdi. İkinci Dünya Savaşı, Türkiye’nin savaşı değildi ve bu savaş-
tan bir beklentisi de yoktu; ama global anlamda savaşın getireceği sonuçtan da
kaçma şansı kalmamıştı. Çünkü savaş sonrası yapılanmalarda masada yer
alamayan Türkiye’nin ciddi sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdı. Her şeyden
önce tarihî düşmanı Sovyetler Birliği savaştan güçlü çıkmış ve Türkiye’ye karşı
hiç de dostane yaklaşımlar sergilemiyordu. Gerekçesi de, Türkiye’nin savaşta
kendilerine gereken yardımı yapmamasıydı. Zaten 1945–1946 yıllarında Türki-
ye, Sovyetler Birliği’nin yoğun baskısı ile karşı karşıya kalacaktır.
Üçlü ittifak anlaşmasına rağmen, Türkiye’nin 1943 yılına kadar izlediği
savaş dışı kalma politikasının makul mazeretleri vardı. Ancak savaşın Mütte-
fikler tarafından kazanılacağının anlaşıldığı 1944 yılı başı itibarıyla Türkiye’nin

296
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

hâlâ tarafsızlık politikasında ısrar etmesinin fazla anlaşılır bir yanı olmadığı
gibi, bu tutumuyla savaş sonrası yalnızlığa itilecekti. Türkiye, her ne kadar 23
Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilan etse de, bunun
San Francisco Konferansı’na katılmasını sağlamak ve BM’ye üye olabilmek
adına sembolik bir anlamı vardı. Bu (bir anlamda Sovyet etkisine girmemesi
için) Roosevelt ve Churchill’in onayı ile olsa da, asla Türkiye’ye verilmiş bir
garanti değildi. Bir yandan ekonomik darboğaz, diğer yandan savaş biter bit-
mez Sovyetlerin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne yönelik tehditkâr itirazı, mo-
dern ordular karşısında yeterli teknik donanıma sahip olmayan Türk hüküme-
tini endişelendirdi. Üstelik Sovyet tehdidi karşısında bölgedeki çıkarları doğ-
rultusunda kendisini yalnız bırakmayacağını düşündüğü Londra’dan hiç de
cesaret verici mesajlar gelmedi. Zira savaşın yarattığı ekonomik sıkıntıların
üstesinden gelmeye çalışan İngiliz hükümetinin gözü kulağı, Washington’dan
gelecek mesajlara çevrilmişken Sovyet saldırılarına karşı Türkiye’ye yardım
yapabilmesi söz konusu değildi. Türk Dışişleri, bundan sonra mesaisinin
önemli bir bölümünü Washington’un desteğini almak için harcayacaktır.
Türkiye Batılı demokratik ülkeler ile birlikte hareket etmek istediğine göre
siyasal hayatını da bu çizgide sürdürmek zorunluluğu vardı. Her şeyden önce,
savaş öncesinin aksine dikta rejimlerinden çok çeken dünyada artık demokrasi
rüzgârları esmeye başlamıştı. Savaş sonrası Sovyet tehdidi ile karşı karşı kalan
Türkiye ise, Batı desteğini sağlayabilmek için dünyayı savaşa sürükleyen dik-
tatör ülkelerin rejimlerini andıran tek parti uygulamalarını sürdüremezdi. Za-
ten 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek BM örgütünü
oluşturacak San Francisco Konferansı’na katılmayı hak kazanmıştı. Fakat
Amerika ve İngiltere’nin desteğini almak için daha fazla demokratik açılıma
ihtiyaç vardı. Bunun için çok partili hayata geçmek gerekliydi. İlk önce 18
Temmuz 1945’te Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Ancak bu, kontrollü bir mu-
halefetti. Bu anlamda çok partili hayata geçişte dış faktörlerin belirleyici oldu-
ğu görülür. Ama iç faktörleri de yabana atmamak gerekir. Çünkü CHP’de sa-
vaş içinde başlayan sessiz muhalefet, savaş sonrasına doğru sesini yükseltme-
ye başlamıştı. Tek parti düzeninin yürümeyeceğini anlayan İnönü, CHP için-
deki muhalefeti cesaretlendirdi. Neticede Demokrat Parti de CHP içinden çıktı.
Bu faktörler dikkate alındığında, savaş sonrasında tek parti rejiminde değişik-
lik kaçınılmazdı.

297
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

SONNOT

1
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950, İstanbul: İmge Kitabevi, 2004, ss. 377-
378.
2
Selim Deringil, “II. Dünya Savaşı ve Türkiye: Hasta Adam’ın Dinç Evlatları”, Toplumsal Tarih,
sayı. 121, Ocak 2004, s. 76.
3
Çavdar, a.g.e., s. 393.
4 Süleyman Yeşilyurt, Atatürk- İnönü Kavgası, Ankara: Yeryüzü Yayınevi, 2001, s. 181–182.
5
Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938–1945), cilt 1, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003,
s. 173–183; Ercan Haytaoğlu, “İnönü Döneminde Türkiye’de Siyasal Yaşam (1938–1950)”, Sü-
leyman İnan & Ercan Haytaoğlu (eds.), Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Ankara: Anı Yayıncı-
lık, 2006, s. 77.
6
Selim Deringil, II. Dünya Savaşı ve Türkiye, s. 77.
7
Cemil Koçak, “Siyasal Tarih (1923–1950)”, Sina Akşin (derleyen), Türkiye Tarihi: Çağdaş Türkiye
1908–1980, İstanbul: Cem Yayınevi, 2002, s. 167.
8 Deringil, “II. Dünya Savaşı ve Türkiye”, s. 77; Edward Weisband, 2. Dünya Savaşı ve Türkiye,
Örgün Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 20.
9
Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni Bir Yorum Denemesi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999,
ss. 163–164.
10
Wayne Bowen, “Türkiye ve İkinci Dünya Savaşı: Taraflı Fakat Savaşmayan Ülke”, Türkler, cilt.
16, s. 803; Selim Deringil, Turkish Foreign Policy during the Second World War: An Active Neutra-
lity, Cambridge: Cambridge University Press, 1989, s. 24.
11
Ümit Özdağ, Atatürk ve İnönü Dönemlerinde Ordu-Siyaset İlişkisi, İstanbul: Bilgeoğuz, 2006, ss.
133–138.
12
Zafer Toprak, “Türkiye’de Muhalefetin Doğuşu: II. Dünya Savaşı ve Tek Partinin Sonu”,
Toplumsal Tarih, Sayı. 121, Ocak 2004, ss. 74–75; Ayhan Aktar, “Varlık Vergisinin Hikâyesi”,
Toplumsal Tarih, sayı. 121, Ocak 2004, s. 82.
13
Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları: Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, İstanbul: Mep Kitap, 2006, s.
30; Koçak, a.g.e., cilt 2., ss. 373–379; Hayta, a.g.e. s. 81.
14 Necdet Ekinci, “İnönü Dönemi ve II. Dünya Savaşı Yılları”, Türkler, cilt. 16, s. s. 713.
15
Akar, a.g.e., s. 67.
16
A.g.m., s. 83.
17 A.g.m., s. 83.
18 Ekinci, a.g.m., s. 714.
19
Aktar, a.g.m., s. 84.
20 Koçak, a.g.e, cilt 2, ss. 508–509; Aktar, a.g.m., s. 87; Ekinci, a.g.m., s. 714.
21 Koçak, a.g.e, cilt 2, s. 519.
22 Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 1923–1950, Ankara: Savaş Yayınevi, 1982. s. 265.
23
Çavdar, a.g.e., ss. 436–440.
24 Neşe G. Yeşilkaya, “Halkevleri”, Tanıl Bora & Murat Gültekin (ed.) Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: Kemalizm, Cilt 2, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s. 113.
25
Kadir Şeker, İnönü Dönemi Kültür Hayatı (1938–1950), Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta, 2006, s. 20.
26 Yeşilkaya, a.g.e., s.113.
27 Detaylı bilgi için bkz, Süleyman Seydi, Zor Yıllar: 2. Dünya Savaşında Türkiye'de İngiliz-Alman
Propaganda ve İstihbarat Savaşı, Ankara: Asil Yayın, 2006.

298
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

28 Köy Enstitüleri için bkz,. M. Asım Karömerlioğlu, “Köy Enstitüleri”, Tanıl Bora & Murat
Gültekin (ed.) Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt 2, İstanbul: İletişim Yayınları,
2001, ss. 286- 293.
29
Kadir Şeker, a.g.e., s. 30.
30 Çavdar, a.g.e., s. 49.
31
Karaömerlioğlu, a.g.e., s. 292.
32 Cemil Koçak, Siyasal Tarih, s. 169.
33
Bkz. Cemil Koçak, “İkinci Dünya Savaşı ve Türk Basını”, Tarih ve Toplum, No. 35, Kasım 1986,
ss. 29–31.
34
Fatih Keskin, İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Alman Propagandası: Türkische Post, Ya-
yımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997, ss.
100–101; Selim Deringil, Turkish Foreign Policy, ss.7–9.
35 Bu yıllarda Türkiye’de yaşanan propaganda savaşları için bkz: Seydi, a.g.e.
36
Hikmet Özdemir, Atatürk ve İngiltere, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2004, ss. 50–52.
37
Detay için bkz: Lawrence Pratt, East of Malta, West of Suez: Britain’s Mediterranean Crisis, 1936–
1939, Cambridge: Cambridge University Press, 1975.
38
Viscount Halifax to Hughe Knatchbull-Hugessen, 31 March 1939, Documents on British Foreign
Policy, Series III, Vol. IV, no. 509.
39
Frank Marzari, “Western Rivalry in Turkey, 1939-I”, Middle Eastern Studies, Vol. 7, no. 1, 1971,
ss. 63–79.
40 İngiliz Milli Arşivi (Bundan sonra NA olarak kısaltılacaktır- ). Foreign Office (İngiliz Dışişleri
Bakanlığı – bundan sonra FO diye yazılacaktır) 1011/199, Hugessen to Laraine, 27 May 1939;
Frank G. Weber, The Evasive Neutral: Germany, Britain and the Quest for a Turkish Alliance in the
Second World War, Columbia: University of Missouri Press, 1979, ss. 35–36.
41 Geoffrey Roberts, The Soviet Union and the Origins of the Second World War: Russo-German Rela-
tions and the Road to War, 1933–1941, London: Macmillan, 1995, ss. 62–92.
42
Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914–1995, İstanbul: Alkım Yayınevi, 2005, s. 363
43
Bu konuda bir değerlendirme için bkz: Deringil, II. Dünya Savaşı ve Türkiye, ss. 76–81.
44
Deringil, a.g.m, s. 77.
45 Ümit Özdağ, a.g.e, ss. 138–140
46
Ekinci, a.g.m., s. 708.
47
Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün Dış Politikası, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003, s. 153.
48
NA FO 371/25013, R 7196/203/44, Hugessen to Foreign Office, 13 July 1940; Türk Dış Politika-
sında 50. Yıl: Montreux ve Savaş Öncesi Yılları, 1935–1939, Ankara: Dışişleri Bakanlığı Araştırma
ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü, 1973, s. 224.
49 Ribbentrop to Schulenburg, October 1939, No. 475, Raymond James Sontag and James Stuart
Beddie (ed.), Nazi-Soviet Relations 1939–1941: Documents from the Archives of the German Foreign
Office, Connecticut: Greenwood Press, 1973, s. 110
50
Baskın Oran, “Savaş Kaosunda Türkiye: Göreli Özerklik–2”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Poli-
tikası, Cilt: I, 1919–1980, İstanbul: İletişim, 2002, ss. 423–424.
51 Montreux Anlaşmasının 19. Maddesi Savaş zamanında Türkiye’nin savaşan taraflar arasında
yer almaması durumunda savaşan ülkelerin savaş gemilerinin boğazlardan geçişine engel
oluyordu.
52
Selim Deringil, “The Preservation of Turkey’s Neutrality during the Second World War:
1940”, Middle Eastern Studies, January 1982, s. 31. Fransızların Bakü petrol sahasına öncelik
saldırı planı için bkz: Charles O. Richardson, “French Plans for Allied Attacks on the Cauca-
sus Oil Fields, January-April 1940”, French Historical Studies, 1973–1974, ss. 130–156
53
NA FO 371/25016, R 6574/316/44, Hugessen to Foreign Office, no. 559, 14 June 1940; Feridun
Cemal Erkin, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi Ankara: 1968, s. 162.

299
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

54 Jane Degras (Ed.), Documents from the Archieve of the German Foreign Office: Nazi-Sovyet Relati-
ons, Sovyet Documents on Foreign Policy, Vol. III, s. 458.
55 Süleyman Seydi, “İngiltere’nin Türk-Sovyet İlişkilerini İyileştirme Çabası (1939–1940)”, Ara-
yışlar, Sayı. 13, 2005, ss. 97–107.
56 NA FO 371/25015, R 7626/242/44, Foreign Office to Hugessen, no. 98, 8 September 1940.
57
Oran, a.g.e., s. 430; Deringil, The Preservation of Turkey’s Neutrality, ss. 43–45.
58 Sigrid Wegner-Korfes, “Ambassador Count Schulenburg and the Preparations for Barbaros-
sa”, in Bernd Wegner (ed.), From Peace to War, Oxford: Berghahn Books, 1997, ss. 187-204;
Gabriel Gorodetsky, Grand Delusion: Stalin and the German Invasion of Russia, London: Yale
University Press, 1999, s. 70.
59 Deringil, Turkish Foreign Polic, s. 116.
60 NA FO 371/30068, R6061/112/44, Hugessen to Foreign Office, no. 1407, 8 June 1941; Documents
for German Foreign Policy, D series Vol. XII, Schmidt memorandum on ‘conversation between
Hitler and Gerede’ on 17 March 1941, no. 177, s. 308.
61
Oran, a.g.e., s. 436; Nazi Soviet-Relationships, Ribbentrop’s reply to the statement made by the
Soviet Government, 21 January 1941, s. 271.
62 Oran, a.g.e., s. 442.
63 William Hale, Turkish Foreign Policy 1774–2000, London: Frank Cass, 2000, s. 88.
64 Akar, a.g.e., s. 26.
65 Koçak, a.g.e., Cilt. 1 s. 586.
66 NA FO 371/30092, R 6581/236/44, Hugesen to Foreign Office, no. 1577, 27 June 1941.
67 NA FO 371/30091, Hugessen to FO, no. 1540, 23 June 1941.
68 NA FO 371/30127, R 6493/1934/44, Hugessen to Foreign Office, 25 June 1941.
69 DGFP, series D, Vol. XIII, Ribbentrop Papen, 25 August 1941, no. 238, s. 304.
70 NA FO 371/30137, R 5044/3326/34, no. 2070, 26 August 1941.
71 NA FO 371/30137, E 5033/3326/34, Hugessen to FO, 26 August 1941; David Dilks (ed.), The
Diaries of Sir Alexander Cadogan 1938-1945, London: Cassell, 1971, s. 407.
72
Bkz: Akgül, a.g.m., ss. 168–169; Nur Özmel Akın, Rauf Orbay’ın Londra Büyükelçiliği, İstanbul:
Bağlam, 1999, ss. 158–160.
73 Foreign Relations of United States (FRUS), Steinhardt (American Ambassador to Ankara) to the
Secretary of State, memorandum on Saraçoğlu’s account on background of Turco-Soviet rela-
tions during recent years, 11 June 1941. 1942, vol. IV, P.822; NA FO 371/33340, R 317/72/44,
Hugessen to Foreign Office, no. 67, 10 January 1942.
74 Koçak, a.g.e., Cilt.1, s. 613; NA FO 371/30092, R 6885/286/44, Hugessen to Foreign Office, 30
June 1941.
75 Deringil, Turkish Foreign Policy, ss. 128–129.
76 NA FO 371/37443, R 1227/27/44, Baggallay to FO, No. 217, 20 February 1942; HS 3/227, Tur-
key: A Political Appreciation, 27 February 1942.
77
Jacob M. Landau, Pan-Turkism: from Irredentism to Cooperation, London: Hurst & Company,
1995, s. 113.
78 Barry Rubin, Istanbul Intrigues, İstanbul: Boğaziçi University Press, 2002, ss. 7-15.
79
NA FO 371/37465, R 566/55/44, Howard minute, 23 January 1943, also see Hugessen to Fore-
ign Office, no. 118, 18 January 1943.
80 Cordell Hull, The Memoirs of Cordell Hull, Vol. 2, London: Hodder & Stoughton, 1948, pp.
1365–66. Winston Churchill, The Hinge of Fate, London & Co. Ltd, 1951, ss. 624–25.
81 Robert E. Sherwood, Roosevelt and Hopkins: An Intimate History, New York: Harper & Brothers,
1950, s. 683.

300
12. Bölüm: 1939-1945 Dönemi İç ve Dış Politika / Süleyman Seydi

82 Robin Denniston, Churchill’in Gizli Savaşı: Diplomatik Yazışmalar, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve
Türkiye 1942-1944, İstanbul: Sabah Kitapları, 1997, ss. 142–143; Feridun Cemal Erkin, Türk-
Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Ankara: Başnur Matbaası, 1968, s. 193.
83
Oran, a.g.e., s. 454.
84 George Kirk, “The Middle East in the War”, Survey of International Affairs, 1939–1946, London:
London University Press, 1952, s. 458.
85 Churchill Archives Centre (CAC), Churchill Papers, CHAR 20/122/72, Churchill to Eden, no. T
1758/3, 29 October 1943.
86
NA FO 371/37474, R 10584/55/44, Eden to Churchill, no. 54 Spaces, 22 October 1943.
87 CAC, Churchill Papers, CHAR 20/122/107, Churchill to Saraçoğlu, 30 October 1943.
88
Hale, a.g.e., s. 96.
89 NA FO 371/37474, R 10584/55/44, Sargent minute, 26 October 1943; NA FO 371/37474, R
10733/55/44, Clutton minute, 26 October 1943.
90
CAC, Churchill Papers, CHAR 2/122/89, Eden to Churchill, no. T. 1772/3, 29 October 1943.
91
NA FO 371/37475, R 12136/55/44, Hugessen to Foreign Office, no. 2063, 22 November 1943.
92
Lord Avon, Memoirs: the Reckoning, London: Cassell & Company Ltd., 1965, s. 418.
93
Bkz. Oran, a.g.e., s. 459.
94
Weisband, a.g.e., s. 172.
95
Knatchbull-Hugessen, Diplomat in Peace and War, London: John Murray, 1949, s. 193.
96
Winston Churchill, Closing the Ring (London: Cassell & Co. Ltd., 1952), s. 255.
97
Waisban, a.g.e, s. 192-193.
98 Oran,a.g.e., 462.
99 NA FO 371/37476, R 13069/55/44, Hugessen to Foreign Office no. 2183, 12 December 1943.
100 NA FO 371/44066, R 1345/7/44, Churchill minute, no. M22/4, 24 January 1944.

101 Detay için bkz., Süleyman Seydi, “On İki Adaların Yunanistan'a Devrinde İngilizlerin Rolü”,

Toplumsal Tarih, Sayı. 140, Ağustos 2005, ss. 50-57.


102
Ekinci, a.g.m., s. 717; Türkçü-Turancı hareketin liderlerinin yargılanması ile ilgili bkz., İlhan E.
Darendelioğlu, Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga, İstanbul, Oymak Yayınları, 1976.
103 İlhan Darendelioğlu, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketi, İstanbul: Toker Yayınları, 1977, s. 102-

103.
104
Seydi, Zor Yıllar, s. 262.
105 Hull, a.g.e., s. 1372.

106 NA FO 371/44164/3830/44, Parliamentary question by Ivor Thomas to Eden, 14 June 1944; NA

FO 371/37471, R 7952/55/44, Foreign Office to Hugessen, no. 1225, 25 August 1943.


107 NA FO 371/44120, R 8738/396/44, Hugessen to Foreign Office, no. 859, 2 June 1944; NA FO

371/3830/44, Hugessen to Foreign Office, no. 212(248/44/44), 3 June 1944; NA FO 371/44120, R


8741/396/44, Hugessen to Foreign Office, no. 863, 3 June 1944.
108 NA FO 371/44069, R 9126/7/44, Hugessen to Foreign Office, no. 885, 9 June 1944; NA FO

371/44120, R 9131/396/44, Foreign Office to Hugessen, no. 728, 12 June 1944.


109 Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl: Anılar-Yorumlar, Vol. 1, Ankara: Türk Tarih Kurumu

Basımevi, 1980, ss. 140-141.


110 “German Warships Stopped”, The Times, 16 Haziran 1944; Nadir Nadi, “Başvekilin tekrarladı-

ğı hakikat” Cumhuriyet, 17 Haziran 1944.


111 Deringil, Turkish Foreign Policy, s. 172.

112 Savaş yıllarında Türkiye’nin Montreux’yü nasıl uyguladığına dair geniş bilgi içi bkz., Seydi,

S., Steven, M., “Turkey's Application of the Montreux Convention in the Second World War”,
Middle Eastern Studies,Vol. 41, No.1, January 2005, ss. 77-99.
113 Oran, a.g.e., s. 469.

301
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

114 Oran, a.g.e., s. 469.


115 NA PREM/3/447/9, Stalin to Churchill, no. T. 1453/4, 13 July 1944. FRUS, ‘The Near East, South
Asia and Africa, the Far East’, Vol. V, the Secretary of State to Harriman, 27 July 1944, p. 893
;FRUS, The Near East, South Asia and Africa, The Soviet Embassy in Washington to the Depart-
ment of State, Vol. V, 10 July 1944, s. 875-78. NA FO 371/44072, R 12062/7/44, Clark-Kerr to
Molotov, 23 July 1944.
116
NA FO 371/48697, R 4707/44/44, Post Hostilities Planning Staff memorandum, P.H.P. (45) 9
Final, 30 March 1945, NA FO 371/48697, R 6454/44/44, COS (45) 89th Meeting, 5 April 1945.
117 NA FO 371/48773, R 4972/4476/44, NA FO 371/48773, R 4972/4476/44, Foreign Office to Mos-
cow, no. 1383, 20 Mart 1945.
118 NA FO 371/48773, R 11214/4476/44, Foreign Office to Halifax (British Ambassador to Was-
hington), no. 46 Intel, 14 Haziran 1945. FRUS, The Near East and Africa, Winant (American
Ambassador to London) to the Secretary of State, Vol. VIII, 14 Haziran 1945, s. 1235.
119 Bu konuda bkz. Süleyman Seydi, “Sovyetler Birliği'nin Ermeniler İçin Başlattıkları 'Anavatana
Dönüş Projesi'”, Ermeni Araştırmaları, Sayı. 8, Kış 2003, s. 96-113.

302
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

13. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE ÇOK PARTİLİ SİYASAL SÜRECE GİRİŞ:
DEMOKRASİYE GEÇİŞ Mİ SİYASAL REJİMİN
RESTORASYONU MU?

Adem ÇAYLAK∗
Şükrü NİŞANCI∗∗

GİRİŞ
Türkiye’de, “Yeter söz milletindir”1 sloganı ile 7 Ocak 1946’da kurulan De-
mokrat Parti’nin (DP) 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelmesi ile birlikte, mo-
dern Türkiye’nin temellerinin atıldığı Atatürk devrimlerinden “geriye” mi
gidildiği, yoksa “hürriyet” ve “demokrasi” söylemi ile işbaşına gelen DP dö-
neminin Atatürk devrimlerinin “ilerici” bir hamlesi mi olduğu yolunda, kimi
katmanları ile “Türk sağı” ile “Türk solu” arasında, bugünün çatallaşan siyase-
tini de etkileyecek yoğun bir tartışma zemininin varlığı, 1946 yılı ile girilen çok
partili siyasal hayat ve 1950’de iktidara gelen DP ile sembolleştirilen tarihi dö-
nemecin, devrim, karşı-devrim ya da restorasyon kavramları çerçevesinde ye-
niden okunmasını gerekli kılmaktadır. Türkiye’de biçimsel anlamda “demok-
rasiye”2 (aslında çok partili düzene) geçişin “devrimci” ya da “karşı-devrimci”
dönemeci olarak sunulan 1950’nin, Türkiye’de en azından II. Meşrutiyet’ten
beri var olduğu ve cepheleşmeci/kutuplaşmacı bir tür ölüm-kalım siyasetini
başlattığı ileri sürülen İttihatçı-İtilafçı biçimindeki ayırımları3 açığa çıkardığı
söylenebilirse de, asıl önemli olanın, tarihsel süreçten kopmaksızın 1946 ile
girilen sürecin devrim ve karşı-devrim dikotomileri çerçevesi dışında başka bir
bağlamda değerlendirmenin, hizipleşmeye yüz tutmuş Türk siyasetinde bir
açılım sağlayabileceği düşünülmektedir.
Türkiye’nin siyasal hayatında 1946–50 arasında yaşananlar, İkinci Dünya
Savaşı sonrası Cumhuriyet Türkiye’sinin alacağı yönü tayin ettiği söylenebilir.
1923–46 arasında devam eden tek-partili Cumhuriyet rejimi, 1946 ile birlikte
aslında sadece görünüşte çok partili siyasal bir sürece girmiştir. Başka bir de-
yişle, çok partili siyasal hayata geçiş, içinde tüm toplum kesimlerinin ve siyasal
ideolojilerin eşit ve özgür bir biçimde temsil edildiği rekabete dayalı yarışmacı


Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi.
∗∗
Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi, Kamu Yönetimi.

303
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

bir demokratik cumhuriyete geçiş anlamına gelmemelidir. Türkiye’nin siyasal


yelpazesinde genellikle kimi sağ kesim tarafından, “1946 ruhu” 4 adı altında
mitleştirilerek “devrimci” bir içeriğe büründürülen ve kimi sol kesim tarafın-
dan da “Atatürkçü ruh”tan bir sapma olduğu varsayımı ile “karşı-devrimci”
bir süreci başlattığı ileri sürülen çok partili siyasal hayata geçiş, sadece 1946–50
arasında yaşananlara bakıldığında bile aslında her iki tarafın düşüncelerini
ancak kısmen doğrulayan bir sürece işaret eder.
DP’nin ilk kurulduğu yıllarda kaleme aldığı bir yazısında Samet Ağaoğlu,
Türk siyasi tarihinde Meşrutiyetten beri iktidara gelmiş ya da gelmemiş tüm
partileri kurduranın da kuranın da asker-sivil yönetici kadrolardan geldiğini,
ancak bir tek 1945’ten sonra kurulan DP’nin bir halk hareketi olduğunu ve bu
haliyle sadece DP’nin kendisinden önceki koyu muhafazakâr rejime ve ceber-
rut tutumlara bir son verecek yeni devrin sözcüsü olduğunu iddia ederek, bir
anlamda DP’nin toplumsal temelli bir devrim hareketi olduğunu ima etmiştir.5
Hatta Ağaoğlu’nun anlattıklarına bakılırsa, Demokrat Parti Birinci Büyük
Kongresi, Türk demokrasi rejimi tarihinde “milli hâkimiyet” kavramının ilk
ayaklanma sahnesi halini almıştır.6 Aynı şekilde Adnan Menderes 1950 seçim-
lerini “ihtilalci bir ruh”7 ve “büyük inkılâp”8 olarak nitelendirmiştir. Yine,
Menderes 1950 seçimlerinden sonra Meclis’te hükümet programını okurken,
“On dört Mayıs, bir devre son veren ve yeni bir devir açan…tarihi bir gün”dür diye
konuşacak9 ve o günleri, “14 Mayıs ne muhteşem bir zaferdi!” şeklinde anacak-
tı.10 Türk sağından kimi kalemler de, 1950’yi “İnkılâbın en mühim merhalesi”,11
“27 yıllık CHP iktidarının oy pusulaları ile devrilişi”12 biçiminde mitleştirmişlerdir.
Öyle ki yıllar sonra “İslamcı” kimlik atfedilen Refah Partisi (RP) lideri Necmet-
tin Erbakan bile, “Esas 1946 ruhunu biz taşımaktayız” biçiminde konuşmuştur.
Benzer şekilde, Türk solunun kimi unsurları da, 1923’le başlayan Türk
devriminin temeli olan Atatürkçü “sürekli devrim”13 fikri ve uygulamalardan,
1946 çok partili siyasal hayata geçilmesi ve 1950’de DP’nin iktidara gelmesi ile
birlikte kimi yönleriyle laiklik, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik fikrinden
bir sapma yaşandığı, hatta 1950 ile birlikte Türkiye’nin karşı-devrimci bir yöne
kaydığı iddiasındadır. Çetin Yetkin, karşı-devrimin Atatürk’ün ölümü ile baş-
ladığını ama araya savaş girdiği için sürecin biraz duraksamasına rağmen esas
1945 sonrasında kurumsallaşmaya başladığını iddia etmektedir.14 Sina Akşin,
Cumhuriyet dönemi tarihini düz bir çizgi olarak ele almanın yanlış olduğunu,
bu tarihin 1950’de DP’nin iktidara gelmesi ile birlikte ciddi bir sapma gösterdi-
ğini söylemektedir.15 Devrim ve karşı-devrim süreçlerini üç modelde inceleyen
Akşin’e göre, birinci model, aydınlanmacı, ideolojik ve bütünsel kalkınmaya
dayalı “Atatürkçü model”dir. Başka bir deyişle devrimci modeldir. İkinci model,
DP’nin iktidara geldiği 1950’den 28 Şubat 1997’ye kadar kimi ara dönemler
dışında uygulana gelen “Dondurulmuş Atatürkçü Model”dir. Akşin’e göre, bu
modeli DP kurmuştur ve diğer sağ iktidarlar devam ettirmiştir. Akşin bu mo-
dele, kısmi-karşı devrimci demektedir. Akşin’in tasnifinde üçüncü model ise
“şeriatçı-ortaçağcı model”dir. Bu ise Akşin’e göre, Atatürkçü görünmesine rağ-
men hepten karşı-devrimci bir siyasal çizgiyi temsil etmektedir.16

304
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

Tüm bu iddialara rağmen,1946–50 arası dönemi ele alan resmi tarih tezi ve
bu tezle mahiyette aynileşerek ona eklemlenen muhalif tezlerin dışında olgula-
rın cereyan ediş biçimine bakıldığında, aslında her iki karşıt kutupta yer alan
tezlerin nesnel bir gerçekliğe dayanmadığı, hatta paradoksal bir şekilde sözü
edilen dönemde CHP’nin, DP’leşirken, DP’nin de süreç içinde CHP’lileştiği
anlaşılabilecektir. Bu süreç, zaten program olarak birbirinden fazlaca farklılık
göstermeyen her iki partiyi, birbirine son derece benzer hale getirmiştir. Timur,
bu durumu, Türkiye’deki “partiler demokrasisi”nin bir “ikiz partiler demokrasi-
si” haline gelmesi olarak değerlendirirken oldukça haklıdır.17 Bu açıdan yakla-
şıldığında ve özellikle de, DP’nin iktidara geldiği 1950 tarihinde Menderes’in
ilk Meclis konuşmasında, “devr-i sabık yaratmayacağız” biçiminde özetlenebile-
cek sözlerinden18 yola çıkıldığında, DP’nin, karşı-devrimci bir siyasal çizginin
temsilcisi biçiminde görülmesinden ziyade, devrimci Atatürkçülüğü, kendi
siyasal amaçları uğrunda sulandıran bir siyasal parti olarak değerlendirilmesi
daha uygun olsa gerektir. Başka bir deyişle, bu süreçle birlikte, devrimci-
aydınlanmacı ve milliyetçi Atatürkçülükten, “popülist liberalizm”e geçilmiştir.
Bu süreçte Atatürkçülük farklı algılansa da, Atatürkçülük ve devrimler konu-
sunda topyekûn bir karşı-duruş yaşanmamıştır. Bu konuda daha 1946–50 arası
dönemde, DP kurucuları tarafından tasfiye edilen ve Millet Partisi’ni kuran
(MP) Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının (Fevzi Çakmak, Sadık Aldoğan, Ke-
nan Öner gibi) CHP ve DP’yi “ikiz parti” olarak değerlendiren ve her ikisine de
saldıran yaklaşımlarına bakıldığında, MP ve Bölükbaşı’nın, DP’den daha ziya-
de karşı-devrimci siyasal çizgiye sahip oldukları söylenebilir. Bölükbaşı’nın
iddiasına göre, DP Kurucuları, demokrasi davasına ihanet etmişler ve “46 Ru-
hu”nu söndürmüşlerdir. Bu bakımdan DP, CHP karşısında karşı-devrimci bir
karaktere bürünmüş bir hareket değildir. Bu itibarla da, DP içinden çıktığı
CHP’ye benzemiştir. Ona göre, sağ iktidarların devamlı bir şekilde üzerinde
vurgu yaptıkları “1946 ruhu” bir mitten ibarettir. Bunun bir göstergesi de DP
programını Çankaya’da sunan Bayar’la İnönü arasında geçen şu diyalogda
açığa çıkmaktadır: İnönü; Terakkiperverlerde olduğu gibi, itikadatı diniyeye ria-
yetkârız, diye bir madde var mı? diye sorar. Bayar; Hayır Paşam, Laikliğin dinsizlik
olmadığı var, diye cevap verir. İnönü; Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, ilkokul sefer-
berliğiyle uğraşacak mısınız? diye ekler. Bayar; Hayır, yanıtını verir. Daha sonra
İnönü; Dış politikada ayrılık var mı? diye sorar. İnönü, Bayar’dan “yok” yanıtını
alınca, o halde, tamam.19 Sadece 21 Temmuz 1946’dan 14 Mayıs 1950 dönemine
kadar iktidar ve muhalefetin kendi içinde ve birbirleriyle yaşadıkları gelişme-
lere odaklanıldığında dahi Türkiye’de iktidar ve muhalefetiyle bir bütün ola-
rak ciddi bir demokratik siyasal kültür yoksunluğunun varlığı kendini hisset-
tirmektedir.
I. TEK PARTİLİ HAYATTAN ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ
Türkiye Cumhuriyeti, bir tek parti rejimi olarak doğmamış, aksine “Kuva-
yı Milliye Ruhu”nu20 temsil eden Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ço-
ğulcu yapısı süreç içinde bir tek parti hegemonyasına dönüşmüştür.21 Tek parti
döneminde ilki, hemen Cumhuriyet’in başında Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası, diğeri 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası olmak üzere, iki kez çok

305
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

partili siyasal hayat denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış ve İkinci Dünya Sava-


şı’nın (İDS) sonuna kadar Türkiye Cumhuriyeti, tek partili cumhuriyet olarak
yönetilmiştir. İDS’yi, “demokrasi” cephesinin kazanması ve tümünün olmasa
da, dünyada tek partili rejimlerin (özellikle Almanya ve İtalya) ortadan kalk-
ması, yönünü çağdaş Batı uygarlığına çevirmiş22 ve bu yönde adımlar atmış
olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, siyasal rejimini de, daha demokratik bir biçime
dönüştürme zorunluluğu, dönemin yönetici seçkinlerince ciddi bir biçimde
hissedilmiştir. Buna bağlı olarak, Türkiye’deki yönetici kadro, Mustafa Kemal
Atatürk geleneğine uygun olarak, Batı’nın siyasal ve kültürel kurumlarını sis-
teme dâhil etmeyi bir ilerici hamle görmüştür. Geçmişin devlet mitosu ve Batı-
cı pozitivist toplumsal/siyasal mühendisliğe dayalı tepeden inmeci gelenekle-
rinden bağımsız değerlendirilemeyen Cumhuriyetin getirdiği siyasal rejim,
otoriter cumhuriyetçi tarzda kurumlaşmıştır. Ancak süreç içinde biçimsel dü-
zeyde de olsa bir eksik dışında birçok yönü ile Avrupa parlamentarizmine
oldukça benzemeyi başarmıştır. Bu büyük eksik bilindiği gibi çok partili siya-
sal dizge idi.23
1945 yılında, Türkiye’nin Sovyet-Rus tehdidi altında bulunması da, hem
Türkiye’nin Batı’ya yaklaşma sürecini hızlandırmış, hem de Batı’da olduğu
gibi çok partili siyasal hayata geçişi kolaylaştırmıştır.24 Bu doğrultuda Türkiye,
savaş sonrası oluşan yeni güç dengesinde yerini almak ve Birleşmiş Milletlere
(BM) üye olabilmek için, önce 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş
ilan etmiş ve ardından 24 Şubat 1945’te Birleşmiş Milletler Beyannamesi’ni
imzalamıştır.25 BM Beyannamesi’ni kabul etmekle Türkiye, bu antlaşmanın
demokratik prensiplerine uygun, daha hür ve demokratik bir rejime geçmeyi
taahhüt etmiştir İşte, savaş sonrası gelişmeler ve Anglo-Sakson dünyasıyla
kurulan yakın temaslar Türkiye’deki çok partili sistemin Anglo-Amerikan mo-
deline benzemesi yolunda bir takım değerlendirmeleri de gündeme getirmiştir.
Hatta 25 Nisan’da San Francisco’ya giden Türk heyeti, Reuters Ajansı’na, “Tür-
kiye’de Cumhuriyet rejiminin siyasi bakımdan modern demokrasi yolunda ilerlediğini
ve savaştan sonra her türlü demokratik cereyanların gelişmesine müsaade edileceğini”
söylemiştir.26 Ayrıca, savaş sonrası koşullarında Sovyet tehdidi altında yalnız
kalmış bir Türkiye’nin kendini koruyabilmek için, tabir caizse “Batıya sığınma-
sı” gerekiyordu. Bunu da kolaylaştıracak, Türkiye’yi Batıya “şirin” gösterecek
şey ise çok partili sistem idi. Batının çok partili sisteme geçerseniz sizi koruruz
biçiminde bir telkini olmamışsa da, çok partili dizgenin daha çok, Sovyetlerin
Türkiye’ye takındığı düşmanca tutum karşısında “telaşa” kapılan milli şef İnö-
nü’nün kişisel girişimi sonucu uygulamaya geçirilmiştir.27 Bu dönemde İnönü,
istese çok partili sisteme geçmeyebilirdi.
Türkiye’nin “demokrasi” yolunda ilerlemesi doğrultusunda Batı’dan ve
özellikle de Amerika’dan esen rüzgârın, dönemin siyasal seçkinleri üzerinde
yarattığı baskının etkisi küçümsenemese de, Türkiye’nin çok partili sisteme
geçişini sadece dış etkenlere bağlı olarak açıklamak, Türkiye’nin tarihsel arka
planında mevcut siyasal-toplumsal kültürüne büyük bir haksızlık olur. Ancak
şu var ki, savaş sonrası Türk dış politikası, Batı etkisine daha duyarlı hale gel-
meye başlamış ve bu da, gerek egemen ideoloji ve tarih anlayışı, gerekse dip-

306
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

lomasi ve iç politikadaki değişimleri beraberinde getirerek, Kemalist bakış


açısının farklı bir formatta devamı niteliğine bürünmüştür.28
Öte yandan, biraz sorunlu ve bünyesine uygun bir gelişme biçimi gösterse
de, Türkiye’nin tarihsel arka planında “demokrasi” ve çok partili siyasal sistem-
le ilgili bir birikimin olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Tarık Zafer Tunaya,
aslında 1946’ya 1908 İkinci Meşrutiyet’le birlikte girildiğini, çok partili siyase-
tin kökeninin 1908’de aranması gerektiğini belirterek, Türk siyasal hayatının
temel karakteristiği olan, sıkı ve baskıcı bir rejimden sonra muhalefetin bir
çağlayan gibi aktığını, 1946’da da böyle olduğunu, ancak Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP)’nin bu muhalefeti kanalize edemeyerek kendi sonunu hazırladı-
ğını anlatır.29 Bu tarihsel bakış açısı, doğru olmakla birlikte, Türkiye’de İkinci
Dünya Savaşı yıllarında alınan çeşitli toplumsal, siyasi ve ekonomik tedbirlerin
memleket içinde doğurduğu hoşnutsuzluk o derece ciddi bir hal almıştı ki,
daha önceki yıllarda olduğu gibi, genel bir karışıklığa meydan vermemek için
bir “emniyet subabı”nın30 açılması, yönetici seçkinlerce zaruri görünmüştür.
Ayrıca, Cumhuriyet’in başından beri bürokratik yol ve yöntemlerle tepeden
inme uyguladığı çağdaşlaşma programı, toplumun gelenekçi kesimlerini ol-
dukça tedirgin etmiştir. Değişik etkenlerin bir sonucu olsa da, 1946 yılında çok
partili hayata geçişte, yine muhalefetin kütleleşmesi açısından, “devri hadisele-
rin” bir halkası ile karşılaşılmaktadır. Tek parti idaresindeki iktidarın baskıcı
rejiminden bunalan tüm toplum kesimleri, iktidarı devirmek için genel ve tür-
deş olmayan bir biçimde bir muhalefet çekirdeği oluşturmuşlardır. Daha sonra
görüleceği gibi, iktidar karşısındaki tüm kesimler, farklı ilke ve politikalarda
olsalar da, DP muhalefetinde bir araya gelmişler ve iktidar karşısında bir mu-
halefet bloku oluşturmuşlardır.31 Bunun Türk demokrasisinin kurumlaşmasın-
da, daha önceki örneklerinde olduğu gibi bir zaaf teşkil ettiği görülecektir.
Türkiye Cumhuriyeti 1923’te ülkenin Batılı güçlerce işgal edilmesine dire-
nen tüm toplum kesimlerinin ittifakı ile kurulmuştu. 1923’ten 1946’ya gelene
kadar, bu ittifak kimi dalgalanmalara rağmen bozulmamış ya da tek parti dö-
neminin uygulamaları diğer toplum kesimlerinden gelebilecek bir muhalefetin
önünü kesmiştir. Asker-sivil bürokrat ve aydın yönetici seçkinlerin önderliğin-
deki siyasal iktidar ile yeni meslek sahipleri (hukukçu, gazeteci, öğretmen gibi)
tüccar, işadamı, toprak ağası ve kırsal eşrafı arasında oluşturulan bu gayr-i
resmi ittifak, 1945’lere gelindiğinde, yeni dış ve iç politika gelişmelerinin etkisi
ile bozulmaya yüz tutmuştur. Cumhuriyet hükümeti, üst yapısal devrimler
(modern hukuk sistemi ve laik bir devlet yapısı) yaptığı sürece, yerel güç odak-
larının tepkisi ile karşılaşmamıştır. Bu yerel güç odaklarının Meclisteki kadro-
ları, var olan ekonomik ve toplumsal yapıyı tehdit eden gelişmeler karşısında,
Çiftçiyi Topraklandırma Yasası (11 Haziran 1945) ve Ormanların Devletleşti-
rilmesine İlişkin Orman Kanunu’nda Değişiklik (9 Temmuz 1945 gibi yasal
düzenlemelere karşı muhalefetlerini açığa vurmuşlardır.32 Daha sonraki geliş-
meler de, toplumsal yapıda tek parti iktidarına yönelik birikmiş muhalefetin
bir biçimde göstergesi olmuştur. Toplumsal yapıdaki bu muhalefet, çok deği-
şik plan ve politika ile çıkmaya başlamıştır. Daha savaş yıllarında, Alman-
ya’nın da etkisiyle Türkiye’de ırkçı, Turancı ve aşırı milliyetçi gibi Türkçü akım

307
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ve oluşumlar bir hareketlilik kazanmışsa da, iktidar buna izin vermemiş ve


Türkçü akımları kesmiştir.33 Aynı şekilde Sovyet-Rusya etkisiyle komünist ve
sol eğilimli hareketlenmelerde de bir artış yaşanmış, ancak sol akımlar ve ya-
yınları da aynen, aşırı sağcı cereyanlar gibi hatta onlardan bir ölçüde daha faz-
la, iktidarın husumetine uğramıştır.34
Bu çerçevede, İsmet İnönü, CHP içinde değişik konularda, Meclis’te beli-
ren muhalefete bir şekil vermeye başlamıştır. Bu türden girişimlerini önce, 19
Mayıs 1945 tarihli nutkunda, siyaset ve düşünce hayatında demokrasi ilkeleri-
nin daha geniş ölçüde hüküm süreceği biçiminde dile getirmiş, daha sonra 1
Kasım 1945 tarihinde Meclis’in açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmasında, bir
muhalefet partisinin varlığından açıkça söz etmiş ve bu doğrultuda Celal Ba-
yar ve arkadaşlarının, CHP karşısında bir parti kurmalarını adeta zorlamıştır.35
Abidin Nesimi, İnönü’nün ikinci parti kurdurma sürecinde Bayar’dan önce
Kazım Karabekir ve Rauf Orbay seçeneklerini düşündüğünü, ancak bu girişim-
lerin bazı nedenlerle akamete uğradığı iddiasında bulunmaktadır.36
Öte yandan, değişik konularda Meclis içinde başlayan muhalefet, nihayet
CHP grubuna verilen Dörtlü Takrir (7 Haziran 1945)’le daha belirgin bir şekil
almaya başlamıştır. Bu takriri imzalayanlar, eski başbakan Celal Bayar, Adnan
Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’dı.37 Ancak “takrir”, söz konusu
edilen şikâyetlerin ve önerilerin sunulduğu önergelerin yeri CHP meclis grubu
değil, Meclis’tir biçiminde usuli bir gerekçe ile reddedilmiştir. Takrir’in redde-
dilmesinde İnönü’nün etkili olduğu bir gerçektir. Akşin’e katılarak, böylece
İnönü’nün bir taşla iki kuş vurmuş olduğunu belirtmek gerekir. İnönü’nün
amacı, Bayar ve arkadaşlarına parti kurdurarak çok partili sisteme geçmek ve
aynı zamanda CHP içinde kendi iktidarına yönelen rekabeti bertaraf etmekti.
Başka bir deyişle, İnönü, çok partili sisteme taraftardı ancak, iktidarını tehlike-
ye düşürecek bir parti içi demokrasiden pek yana değildi.
Dörtlü Takrir’in verilmesinden çok önceleri de, CHP içinde ve dışında, an-
cak yine yönetici seçkinler içinde yeni bir parti kurmak yönünde bir takım ça-
baların olduğu bilinmektedir. Atatürk döneminin eski Dışişleri Bakanı, İsmet
İnönü’nün Cumhurbaşkanı olması ile birlikte Londra Büyükelçiliği görevine
atanan ve Sovyet yanlısı ve sol eğilimli görüşleri ile tanınan Tevfik Rüştü Aras,
bu yöndeki çalışmalarda epey etkindir. Metin Toker, Atatürk dönemi ve sonra-
sında, CHP içinde bir “Atatürk’ün adamları” ve bir de “İnönü’nün adamları” şek-
linde bir ayırımın olduğunu, Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya ve Celal Bayar
gibi şahsiyetlerin “Atatürk’ün adamları” olarak kabul edilirken, Refik Saydam,
Nevzat Tandoğan ve Saffet Arıkan gibi siyasilerin de “İnönü’nün adamları”
olarak kabul edildiğini dile getirerek, İnönü’nün çok partili hayata geçerken,
CHP karşısında olacak bir muhalefet partisinin başında, Cumhuriyet’in temeli
ve Atatürk konusunda aynı görüşte oldukları, ancak iktisadi ve mali konularda
ayrıştıkları Celal Bayar’ı tercih ettiğini anlatır.38 Ancak Bayar, her ne kadar
parti içi muhalefette etkin olsa ve bir takım görüş ayrılıkları içinde bulunsa da,
tüm bu girişimlerin içinde İnönü’nün karşısına geçip, yeni bir parti kurmayı ilk
planda düşünmemektedir. Zaten Takrir’le onun ve arkadaşlarının yapmak
istediği, Hükümet’in dikkatini çekmekti. Şevket Süreyya Aydemir’e bakılırsa,

308
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

1946 çok partili siyasal hayatın oluşumunda en ürkek, en mütereddit olan Ba-
yar’dı. Halk Partisi içinde bir kaynaşma açığa vurulunca ve bu kaynaşmada
Bayar’ın adı duyulunca, Başvekil Şemsettin Günaltay, Bayar’a; Şu halde siz ayrı-
lın ve bir başka parti kurun, dediği zaman Bayar; hayır ben bir Miralay (Albay)
Sadık Bey39 olamam, diye yanıt verdiği anlatılır.40
Bütün bunlara ilaveten Bayar’ın, sol görüşleri ile tanınan Tevfik Rüştü
Aras, Cami Baykurt41 ve Tan gazetesi sahipleri Sertel çifti ile de ilişki içinde
olduğu da bir gerçektir. Hatta DP kurulmadan hemen önce (1 Aralık 1945),
Sertel çiftinin çıkardığı Görüşler dergisinde hem Bayar’ın hem de, özellikle
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşmelerinde isminden çok söz ettiren
Adnan Menderes’in yazı yazacakları bizzat derginin sahipleri tarafından açık-
lanmıştır.42 Ancak tüm bu girişimlerde Tevfik Rüştü Aras baş roldedir.43 O bir
taraftan Bayar’la Atatürk döneminden yakındırlar, bir taraftan da Menderes’in
akrabasıdır. Bayar-Aras, muhalefet çekirdeği 1942’de Aras’ın Londra Büyükel-
çiliği’nden alınmasından sonra gelişmiştir. Bu ikili, bundan sonra sık sık gö-
rüşmüşlerdir. Zekeriya Sertel, anılarında, DP’nin fikir babasının Aras ile ken-
disi olduğunu, bunun temelinin, Aras, Bayar ve Menderes ve kendisinin 1945
yılı boyunca Aras’ın Bahçelievler’deki evinde yaptıkları toplantılarda atıldığını
iddia etmiştir.44
Tüm bu gelişmelerden sonra, Takrir’i veren Bayar ve arkadaşları süreç
içinde Aras, Baykurt ve Serteller’le ilişkilerini kesmişlerdir. Bunda, o dönemde
bu grubun gazete ve dergilerinde (Tan gazetesi ve Görüşler dergisi) komü-
nizm propagandası yaptıkları yolunda bir iktidar duyarlılığının yattığı söyle-
nebilir. Başka bir deyişle, İnönü’nün, amaçlanan ikinci partide komünist ol-
dukları bilinen ve cumhuriyetin kazanımlarını sorgulayacak kişilerin yer al-
maması gerektiği konusunda hassas olduğu, Bayar ve arkadaşlarınca iyi algı-
lanmıştır. Böylece İnönü, ikinci parti için Bayar’ın yanına Fuat Köprülü, Adnan
Menderes ve Refik Koraltan gibi ne aşırı sola ve ne de aşırı sağa hiçbir yakın-
lıkları olmayan isimleri de sokarak, bir tür “sadık muhalefet” yaratmıştır.45
Bu süreçte, İnönü’nün ikinci parti başkanı olarak Bayar’ı düşünmesinde
en önemli etkenler, Bayar’ın da geçmişin sorumluluğunu paylaşmış, Atatürk’e
bağlı, Cumhuriyet’in kazanımları ile devrimler konusunda en az İnönü kadar
hassas olması ve bu itibarla geçmişin meşruluğunu tartışma konusu yapmaya-
cağının düşünülmesidir.46 Eroğul, Bayar’ın da, kendisi başkanlığında kurula-
cak bir muhalefet partisinin başarılı olması için, Cumhuriyet’in büyük yasakla-
rına (irtica ve anti-komünizm) dokunmamasının ve kamuoyunun partiyi bir
muvazaanın (danışıklı dövüş) eseri olarak görmemesinin gerekli olduğu konu-
sunda bilinçli olduğunu yazmıştır.47 Başka bir deyişle, nasıl ki, Cumhuriyet
yönetimi, o ana kadar siyasal hayatı iki kalın duvar (laiklik ve anti-komünizm)
arasında tutmuşsa, çok partili siyasal düzene geçilirken de aynı sınırlamalar
içinde kalan bir siyasal hayat tasavvur edilmiştir.
II. DP’NİN KURULUŞU ve YAŞANAN TARTIŞMALAR
Böylece, devlet başkanı ve dolayısıyla da iktidarın onayını alan takrir sa-
hipleri, çok partili düzenin ilk muhalefet partisini, 7 Ocak 1946’da kurmuşlar-

309
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

dır.48 DP’nin kuruluşu ile ilgili değerlendirmeler farklı olsa da,49 DP isminin
konuluşunda, Amerikan öykünmeciliğinin hiç de azımsanmayacak bir etkisi-
nin olduğu görülmüştür.50 DP kurulur kurulmaz, muvazaa isnadı ile yüz yüze
kalmıştır. Bu konuda Bayar, “Muvazaa hafifliktir. Kimse böyle bir teklifte bulun-
mamış, kimse de böyle bir şeyi kabul etmemiştir” 51 diyerek, kamuoyunu tatmin
etmek yönünde açıklamalar yapmak zorunda kalmıştır. Zaten muvazaa isnadı,
daha sonraki yıllarda DP’deki parçalanmanın ana eksenini teşkil edecek ve çok
partili hayatın üçüncü siyasal partisi olan MP’nin kuruluşu ile sonuçlanacaktır.
DP kurulur kurulmaz, ülkede tek parti iktidarı ve uygulamalarından hoşnut
olmayan tüm toplum kesimleri, muhalefetlerinin kaynakları farklı olsa da,
DP’ye katılmıştır. Akşin’in tabiriyle, DP, CHP iktidarını yıkmak için toplanmış
“çeşitli” unsurların oluşturdukları bir muhalefet bloku idi.52 Başka bir deyişle,
DP, Tunaya’nın belirttiği gibi, muhalefetin kütleleşmesi diye adlandırılan, ge-
niş ve türdeş olmayan bir muhalefeti temsil eder.53
Samet Ağaoğlu, DP’nin daha yeni kurulduğu yıllarda yazdığı bir kitabın-
da, Meşrutiyet’te olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de kurulan bütün siya-
sal partilerin (İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf, Cumhuriyet Halk, Terakki-
perver Cumhuriyet ve Serbest Fırka) yönetici kadronun kendi içindeki hareket-
lerinden doğduğunu, bunların bir halk hareketi olmadığını, ancak 1945’ten
sonra kurulan siyasal partilerin halkın baskısı sonucu oluştuğunu ve bu itibar-
la DP’nin bir halk hareketi olduğunu iddia etse de,54 DP’yi kuran ve kurduran
iradenin iktidar seçkinleri içindeki bir kısım yönetici kadro olduğu bir gerçek-
tir. DP’nin kuruluşu döneminde, Refik Koraltan’ın inisiyatifiyle, DP’ye bir
program hazırlığı içinde olan, bunu Bayar ve arkadaşları ile defalarca konuşan
ve hürriyet konusunda farklı fikirlere sahip bulunan Ahmet Hamdi Başar, o
günlerde yazdığı bir makalede,55 DP’nin bir halk hareketi olmadığını ve bu gibi
“hürriyet isteriz, kahrolsun istibdat” diye basit hürriyet fikri etrafında kütleleşen
muhalefet hareketlerinin demokrasinin kurumlaşmasında çok yaralar açacağı-
nı anlatırken, aslında Türkiye’de Meşrutiyetten beri süregelen çarpık siyasal
iktidar-muhalefet ilişkisine parmak basmıştır.56 Öyle ki, DP’nin zihniyeti, gö-
rüşleri ve programı ayrıntısı ile bilinmediği halde, ülkedeki tüm muhalif grup-
ların, DP’ye katılarak, iktidar mücadelesine girişmeleri, DP liderlerinin aldıkla-
rı bir kararla değil, halkın zorlamasıyla olmuştur. Yakup Kadri Karaosmanoğ-
lu, Demokrat Parti’nin mitinglerinde halkı en çok galeyana getiren ve CHP’yi
suçlayan hususun, “Bizi aç bıraktınız, çıplak bıraktınız. Ölülerimizi saracak kefen
bile bulamadık” feryatlarının olduğunu dile getirmiştir.57 Ayrıca DP liderleri de,
CHP içinden çıkmış olmalarına rağmen, bir günde nasıl da “kahraman” olmuş-
lardı. Öyle bir hava estirilmişti ki, halkın zihniyet, program ve politikalarının
ne olduğunu bilmediği DP’ye oy vermesi, aslında sadece CHP’ye karşı oy
vermek demekti. Karpat da, hiçbir fark gözetilmeksizin muhalefetin böyle top-
tan desteklenmesini, Türkiye’nin gelecekteki çok partili hayatı bakımından
endişe verici bulmuştur.58
Öte yandan, Türkiye’de tuhaf bir şekilde bazen, demokrasi ile özdeşleştiri-
len çok partili siyasal hayatın, bir idealizm ve doktrin yolundan gelmeyip, poli-
tika yolundan geldiğine değinen Aydemir, DP’nin gerek, kadro olarak CHP

310
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

içinden doğması, gerekse doktrin ve program olarak CHP’nin programından


pek de farklı olmaması nedeniyle, Türkiye’de çok partili rejimin sağlıklı bir
zeminde hayat ve beka bulmasının ve iktidarla muhalefet arasında “müşterek
bir dilin” kurulmasının zor olduğunu vurgulamıştır.59 Ayrıca o dönemde
DP’nin seçim platformu temel olarak, toplum üzerinde dini-kültürel baskı ve
ekonomi üzerinde ezici devlet denetimi üzerinde odaklanıyordu ki,60 bu du-
rum karşısında iktidar partisi hem dini-kültürel alanda (laiklik politikası), hem
de iktisadi alanda o zamana kadar uyguladığı politikadan bir ölçüde ayrılmak
gereğini hissederek, rakibi DP’nin elinden seçmenleri kazanmada çok etkili
olabileceğini sandığı bir silahı almak istemiştir. Dönemin tanıklarından Yakup
Kadri, 1946 seçim mücadelesinden sonra laik ve devrimci geçinen CHP yöneti-
cilerinin geminin dümenini soldan sağa çevirmeye başladıklarını belirtir.
DP’nin, halkın dini hislerini siyasal mücadelede kullanması karşısında,
CHP’nin de bundan geri kalmamak için okullarda din dersleri okutulması,
Köy Enstitüleri’nin kaldırılması, eski usul imam ve sübyan mekteplerinin ku-
rulması gibi bir çalışma içine girdiğini belirten Yakup Kadri, hatta 1950 seçim
mücadelesinde CHP’nin Ticani tarikatıyla işbirliğine dahi gittiğini anlatmıştır.
Aynı yerde Yakup Kadri şöyle devam eder: 61“Halk Partili politikacılar oy kazan-
ma ya da siyasi rakiplerini yenme yolunda giriştikleri gericilik hareketlerinde bu kadar-
la kalmamışlar, muarızlarının kendilerine karşı kullandıkları dinsizlikle suçlandırma
silahlarından da bol bol faydalanmışlardır.” Başka bir deyişle, CHP, DP’leşirken,
DP de süreç içinde CHP’lileşmiştir. Bu süreç, zaten program olarak birbirinden
fazlaca farklılık göstermeyen her iki partiyi, birbirine son derece benzer hale
getirmiştir. Timur, bu durumu, Türkiye’deki “partiler demokrasisi”nin bir “ikiz
partiler demokrasisi” haline gelmesi olarak değerlendirmiştir.62
III. 1946 “HİLELİ” SEÇİMLERİ ve SONRASINDA YAŞANAN
GELİŞMELER
Çok partili siyasal hayatın başlamasıyla birlikte, ülkede tek parti idaresin-
den memnun olmayan tüm toplum kesimlerinin DP’de toplandığı ve türdeş
olmayan bir muhalefet kitlesinin oluştuğu anlatılmıştır. Buna göre, DP, siyasal
“merkez”e karşı, bölük pörçük ve dağınık “çevre”sel güçleri temsil eden bir si-
yasal örgüttü.63 O dönemin koşullarında tam olmasa da belirli toplumsal sınıf-
lara64 dayanan DP, halkta zaten birikmiş muhalefeti açığa çıkarmış, çok partili
düzene geçiş ve DP’nin kurulması ile birlikte tek parti yönetimine muhalif olan
ülkedeki bazı bürokrat ve aydınlar65 devlet yönetimi ve topluma ilişkin düşün-
celerini gerçekleştirmek için, her birinin kökeni, yönelimi ve siyasal ideolojisi
farklı olsa da, dönemin tüm muhalefet kütlesini bir araya getiren DP saflarında
siyasete atılmıştır.
Öte yandan DP ilk kurulduğunda iktidarın müsahaması ile karşılaşsa ve
teşkilatlanma derecesi fazlaca endişe verici bulunmasa da,66 Bölükbaşı gibi tek
parti ideolojisini sorgulayan, İnönü’nün şahsında iktidarı acımasızca eleştiren,
sert üsluba sahip yeni isimlerin67 partiye katılmaları ile birlikte, siyasal iktidar-
muhalefet ilişkisi iyiden iyiye kızışmaya başlamış DP, iktidar mahfillerince
“intikamcılar” ve “yıkıcılar” olarak eleştiriye tabi tutulmaya başlanmıştır68 “De-
mokrasi” ve “hürriyet” özlemlerini gerçekleştirmek ve tek partiyi mahkûm et-

311
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

mek amacıyla DP’de siyasete atılan, söz konusu yeni isimlerin ortak özellikle-
rinin başında DP’nin kurucularının aksine, CHP içinden gelmemeleridir.
Bu arada, CHP iktidarı, DP’nin hızlı gelişmesi ve teşkilatlanması karşısın-
da, muhalefete fazla vakit tanımamak kaygısıyla,69 genel seçimleri bir yıl öne
almış ve CHP’nin 9–11 Mayıs 1946 tarihli Kurultayı’nda kabul ettiği ilkeler
doğrultusunda tek dereceli seçimlerin 21 Temmuz 1946 tarihinde yapılmasını
kararlaştırmıştır.70 Bu arada, seçimler yaklaşırken DP, ülkedeki tüm muhalefe-
ti yapısında barındırdığı gibi İnönü’nün tarihi şahsiyetini dengeleyecek, Mare-
şal Fevzi Çakmak nezdinde çok önemli bir destek de bulmuşlardır. Çakmak,
tarihi olduğu kadar, dindar ve muhafazakâr kitle üzerinde çok ağırlığı ve say-
gınlığı olan bir kişilikti. 1944 yılında genelkurmay başkanlığından emekli ol-
duktan sonra CHP’nin tüm ısrarlarına karşı siyasete girmeyen Çakmak, Ba-
yar’ın ricası üzerine DP listesinden bağımsız aday olmayı kabul etmiştir. Ba-
yar, Tevfik Rüştü Aras’la birlikte Çakmak’ı ziyaret ederek, DP hakkında ka-
muoyunda oluşan muvazaa iddiasını, partiye Çakmak’ı alarak ortadan kal-
dırmak istemiştir.71 Çakmak gibi tarihi bir şahsiyetin de, bağımsız aday da olsa
DP listesinden seçime girmesi, memleketteki muhalefetin tüm gövdesinin
DP’ye aktığının bir göstergesi idi. Böyle bir hava içinde çok partili siyasal haya-
tın ilk genel seçimleri (21 Temmuz 1946) yapıldı. Her yerde tam olarak teşkilat-
lanamayan DP, diğer yerlere oranla İstanbul’da başarı kazandı. Bunda Mareşal
Çakmak’ın ağırlığının yanında,72 DP’nin İstanbul İl Başkanı Kenan Öner’in
büyük bir payı vardı73 Seçimlerden sonra hiç bitmeyecek bir biçimde, Demok-
ratların, seçimde yaşanan yolsuzlukları ve mazbata oyunlarını dile getirmele-
rinin yanında, seçim sonuçlarının, her ne kadar tek dereceli olsa da, seçim
sistemindeki aksaklıklar (açık oy gizli sayım gibi) ve devlet görevlilerinin se-
çimde CHP yanlısı tutumları yüzünden,74 ilerde DP saflarında büyük tartışma
ve ihtilafları yaratması açısından çok daha önemli bir yanı vardı. Yapılış tar-
zında ve sonuçları itibariyle bu seçimlere yönelik tenkitler, Meclis’in meşruiye-
tini sorgulama noktasına kadar gitmiş ve bu durum, özellikle iktidar-
muhalefet arasında ilişkilerinin en kritik ve çetin bir aşamaya geldiği tarihler-
de, Cumhurbaşkanı İnönü tarafından iktidar ile muhalefeti uzlaştırmak ve
tıkanan siyasal alana yeni bir yön vermek amacıyla yayımladığı meşhur 12
Temmuz Beyannamesi’ne kadar sürmüştür.
Bu arada, seçimlerden sonra İnönü, hükümeti kurmak üzere Recep Peker’i
görevlendirmiştir. Peker, tek partili sistem ve kuvvetli bir şef idaresi taraftarı,
pek uzlaşmacı olduğu söylenemeyecek bir siyasal kişilik olarak biliniyordu.
Muhalefetin gittikçe hızlanan propagandası ve artan gerilim, Peker gibi “kud-
retli bir insan”la hal yoluna gireceği düşünülüyordu. İnönü’nün düşündüğü
ise, gerilen iktidar-muhalefet ilişkisinde Peker’in “tatlı-sert” politikasında, tatlı-
lığın, kendisi tarafında kalması idi.75 Ancak Peker’in güttüğü siyaset, hem CHP
içinde hem de ilerde ayrıntıları ile görüleceği üzere DP içinde gittikçe artan bir
ayrışmayı beraberinde getirmiştir.76 Ayrıca, 21 Temmuz 1946 seçimleri ile DP
Birinci Büyük Kongresi (7 Ocak 1947) arasında geçen sürede, Recep Peker Hü-
kümeti’nin muhalefet üzerinde uyguladığı baskı politikası, iktidar-muhalefet
ilişkilerini büsbütün germiştir. Özellikle Meclis mazbatalarının tasdiki, 1947

312
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

bütçe tasarısı gibi konularda çok sert tartışmalar yaşanacak ve Peker’in 18 Ara-
lık 1946’da Adnan Menderes’in bütçe tenkitlerine verdiği cevapta, “Adnan
Menderes’in sesinden kötümser ve psikopat bir ruhun mariz karanlıkları içinde, şanlı
bir milletin ve arkada bıraktığı karanlıklardan azameti, şan ve şerefli bir istikbale git-
mek azminde bulunan kudretli bir devletin hayatını bir boşluk halinde ifade eden hale-
tin akislerini dinledik” biçiminde bir cümleyi söylemesi ve Bayar’ın halkı isyana
teşvik ettiğini ileri sürmesi üzerine DP meclis grubu, Meclis’i terk etmiştir.77
İnönü’nün arabuluculuğu ile DP’liler Meclis’e tekrar dönmüşlerse de ortam
yumuşamamıştır. Daha sonra DP Birinci Büyük Kongre’nin almış olduğu
“Hürriyet Misakı” kararına karşı, iktidarın şiddet politikasını daha da artırması,
hatta İçişleri Bakanı’nın 29 Ocak 1947’de DP’yi komünistlikle suçlaması,
DP’nin kısmi milletvekilliği seçimine girmeme kararının verildiği İzmir’de
halka ateş edilmesi, DP ile iktidar arasındaki gerginliği, ipi büsbütün kopması
noktasına getirmiştir.78
Yine, 21 Temmuz 1946 seçimleri ile DP Birinci Büyük Kongresi (7 Ocak
1947) arasında yaşananlar, DP’de ilk ayrılıklara neden olması ve parti içinde
başlayan çatışmaların ilk çekirdekleri olmaları bakımından önemlidir. Özellik-
le iki konu dikkati çekmektedir. Bunlardan biri, Parti milletvekillerinin, Meclis-
ten çekilerek, “sine-i millete” dönme, diğeri İnsan Hakları Cemiyeti’nin kurul-
masıdır. 1946 seçimlerinin bilinen baskı ve muhalefeti görmezden gelen bir
çerçevede yapılmış olması, DP teşkilatlarında yaygın bir hoşnutsuzluk uyan-
dırmıştı. Bu kızgınlık, DP mebuslarının Meclise girmemesi fikrini doğurmuştu.
Ne var ki, DP Kurucuları ve müteşebbis genel kurul aynı fikirde değildi. Onla-
rın düşüncelerine göre Meclise girmemekle hiçbir şey elde edilemezdi. Bu du-
rum, iktidarın işine gelir ve DP’yi halkın önünde ihtilalci bir örgüt yapardı.
Kurucuların anlayışına göre, ihtilal fikri DP’nin bir yolu değildi. Meclisi terk
etmek görüşünün hararetli taraftarları arasında tanınmış ve bir kısmı milletçe
de sevilen bazı şahsiyetler de vardı: Mareşal Fevzi Çakmak ve Kenan Öner
gibi. Ancak DP’nin içinde sertlik yanlısı kişilerin yanında, bir de partisiz sol
takım vardı. Bu kişiler, Bayar’ın DP’sinden ümidi kesmiş ve “demokrasi” ve
“hürriyet” mücadelelerini DP’nin içinde bulunan, ancak kurucuların yumuşak
ve mutedil politikasından hoşlanmayan, Mareşal Çakmak ve Kenan Öner gibi
kimseleri de yanlarına alarak, başka bir platformda gerçekleştirmek isteyen,
Cami Baykurt, Tevfik Rüştü Aras gibi bilinen isimler ve Sabiha-Zekeriya Sertel
çiftiydi. Serteller, Meclise girmeme tezini, gazeteleri Tan’da şiddetle savunu-
yorlardı. Seçimlerden sonra Demokrat Parti’de baş gösteren çekişme ve ayrılık-
ları ateşleyen bir diğer gelişme de İnsan Hakları Cemiyeti’nin kurulmasıydı.
Öner ile Çakmak’ın kamuoyunca aşırı solcu olarak bilinen kimselerce işbirliği
içinde olarak bir cemiyetin kuruluşuna katılması iktidar ve DP kurucuları tara-
fından iyi karşılanmamıştır. Öner, aslında bir polemik yaratarak bu cemiyetle,
Ankara’da kurulan cemiyetin insan haklarına sırt çevirmiş kimselerle, insan
hak ve hürriyetlerini nasıl koruyacağını anlatmak istemiştir. Özellikle DP ku-
rucularından gelen tepkiler sonucu Öner ve Mareşal bu cemiyetle hiçbir ilgile-
rinin olmadığını bildirmişlerse de,79 İnsan Hakları Cemiyeti de DP’de yaşanan
krizde ve kurucuların kendilerine tam bağlı olmayan parti ileri gelenlerini tas-
fiye etmede kullandıkları bir araç işlevi görmüştür.80 Ağaoğlu’ya göre, Tevfik

313
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Rüştü Aras, İnsan Hakları Derneği ile DP arasında bir köprü kurmak istemiş
ancak bunda başarılı olamamıştır.81
IV. DP’NİN I. KONGRESİ ve HÜRRİYET MİSAKI’NIN
YAYINLANMASI
Demokrat Parti Birinci Büyük Kongre’si 7 Ocak 1947 günü başlayarak beş
gün sürmüştür. Kongre’nin Türk demokrasi tarihindeki yeri büyük olmuştur.
Ayrıca Parti’nin bütün hayatında etkisi görülecek olaylara da sahne olmuştur.
Bu kongre’nin, 27 Mayıs 1960 darbesine kadar etkisi sürüp giden parti içi kav-
gaların başlangıç kaynağı olduğu söylenebilir. Kongrede, delegeler adeta bir
ihtilal havası estirecek kadar coşkuluydular. Bayar’ın anlattığı kadarıyla, içinde
Öner, Ağaoğlu, Bölükbaşı, Dr. Mükerrem Sarol ve Osman Sarol’un bulunduğu
bir grup, parti milletvekillerinin Meclis’ten çekilmelerini istiyor, tek çıkar yolu
iktidarı, milletle karşı karşıya getirmekte görüyordu. Buna karşılık bir itidal
grubunun da olduğunu belirten Bayar; Adnan Menderes, Refik Şevket İnce,
Ekrem Hayri Üstündağ, Hulusi Köymen’in sözcülüğünü yaptığı ve zaman
zaman Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Refik Koraltan tarafından desteklenen
bu grubun, Meclis’ten çekilme ile oluşabilecek ihtilal fikrinin karşısında oldu-
ğunu anlatmıştır.82
Kongrede uzun tartışmalardan sonra nihayetinde DP Birinci Büyük Kong-
resi, memleketin büyük meselelerini ayrıntılı olarak tetkik edip karara bağlama
işini “Ana Davalar Komisyonu” ismi ile teşkil ettiği bir heyete vermiş ve bu
komisyon da vardığı neticeleri “Hürriyet Misakı” ismi ile kongreye bildirmiş-
tir. Bu misak, Bayar’ın açış nutkunda da belirttiği üç şarttan meydana gelmiş-
tir: Bunlar, (1) vatandaş hak ve hürriyetlerini haleldar eder mahiyette olan ve
Anayasanın ruhuna ve metnine uymayan kanun hükümlerinin kaldırılması,
(2) vatandaş reyinin emniyet ve masuniyetini sağlamak amacı ve milli hâkimi-
yet prensibini teminat altına almak maksatlarıyla seçim kanunda değişiklikler
yapılması, (3) devlet reisliği ile fiili parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşe-
memesi esasının kabulü.83 Ancak misakın en önemli kısmı ve daha sonra DP
saflarında büyük kavgaları ateşleyecek yönü, bu maddeler tahakkuk etmediği
takdirde muhalefetin Meclis’i terk etmesine ilişkin kararın, DP GİK’e, verilmesi
idi. Ana Davalar Komisyonu, Menderes’in yönetiminde çalışmış ve özellikle
seçimlerde DP’nin tutması gereken yol görüşülmüştür. Başlarında Öner’in
bulunduğu bir hizip şiddetli hareket edilmesini ve DP mebuslarının istifalarını
vererek sine-i millete dönülmesini ve CHP iktidarının gayr-ı meşru olduğunun
ilan edilmesini istemiştir. Samet Ağaoğlu, Bölükbaşı, Mükerrem Sarol, Osman
Kapani ve İsmet Bozdağ bu düşüncede olanlardandı. Bunlara ilaveten kongre-
de delegelerin pek çoğu, büyük kongreye ait olan Meclis’ten çekilme yetkisi-
nin, Kurucuların hâkim olduğu GİK’e verilmesi taraftarı olmamasına rağmen,
Kurucular bu konuda ağırlıklarını koyarak istedikleri kararı çıkartmışlardır.84
Öte yandan DP’nin Birinci Kongresi, DP’nin yöneleceği uzun vadeli bir
politika planı yapmaması ve parti programının hiçbir tartışma yaşanmadan
hemen kabul edilmesi açılarından eleştirilmiştir.85 Gerçekten de, kongre, ülke-
nin ve demokrasinin gelişimi açılarından esaslı politikaların üzerinde durmak-
tan ziyade, hükümetin ve günlük politikaların tenkit edilmesi üzerinde dur-

314
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

muş ve bütün amacı DP’yi iktidara getirmenin yollarını aramaktan ibaret kal-
mıştır.
Ayrıca kongrede alınan kararlar, iktidarı memnun etmemiştir. Hükümet
çevreleri, kongrede alınan kararları, “hürriyeti baltalama misakı” ve “kanun ve
nizam fikrini yıkmak istidadı gösteren gayretler” olarak nitelendirilmiştir. Alınan
kararlardan İnönü de memnun değildi. Ulus gazetesi de, Bayar’ı öven, fakat
Mareşal’in etrafında kümelenen müfritleri eleştiren bir yazıda, Bayar ve arka-
daşlarının Mareşal ve Öner gibi pek müfrit oldukları söylenen kimselerle bir
uzlaşmaya mı gidecekleri yoksa gelecekte onlardan bir fedakârlıkta mı buluna-
caklarına temas eder. Ayrıca, DP liderleri ile görüşen Hamdullah Suphi Tanrı-
över’in, Bayar ve arkadaşlarından İnönü’ye iletilmek üzere Çankaya’ya şu me-
sajı ilettiği belirtilir: “İfratçılara karşı bu kadarını yapmak zorunluluğundaydık”.86
Eğer bu söz doğruysa, DP liderlerinin hem kendi tabanına hem de iktidarın
başı olan İnönü’ye karşı ikili bir tutum içinde oldukları söylenebilir.
V. 12 TEMMUZ BEYANNAMESİ’NİN YAYIMLANMASI VE
PARTİLERDE YAŞANAN KRİZ
İktidar-muhalefet ilişkileri, 1947 Şubat ayında yapılan Muhtar Seçimleri ve
Nisan ayında yapılan İstanbul Ara Seçimleri öncesinde ve sonrasında iyice
gerilimli bir hal almaya başlamıştı. Zaten 21 Temmuz seçimlerinden sonra baş-
layan ve hemen hemen her konuda gittikçe şiddetlenen anlaşmazlıklar, çatış-
malar öyle bir aşamaya gelmişti ki, Eroğul’un da belirttiği gibi, uzlaştırıcı bir
girişim olmadığı taktirde, çok partili rejimin bir çıkmaza sürüklenmesi tehlike-
si pek çokları tarafından seziliyordu87 Bu doğrultuda iktidar ile muhalefeti
uzlaştırma gayretleri iyiden iyiye artmıştır. İktidar ile muhalefet arasındaki
bahar havasının ilk adımının, İngiliz Parlamentosu’nun misafiri olarak Lond-
ra’ya giden Türk heyetinde bulunan Nihat Erim ile Fuat Köprülü arasındaki
diyalogla atıldığını söylemek mümkündür. Burada Köprülü’nün Nihat Erim
kanalıyla iktidara bir takım teminatlarda bulunduğu ve CHP’nin Demokratla-
rın istediği bir takım demokratik tedbirleri alması karşılığında, DP’nin de aşırı
propaganda usullerinden vazgeçmesi gerektiği konusunda anlaşıldığı belirtil-
miştir.88 Londra dönüşünde Köprülü, Erim kanalıyla İnönü ile görüştürülür.
Daha sonraları, bu ikilinin getirdiği haberler neticesinde İnönü-Bayar görüşme-
leri yapılacak ve 12 Temmuz Beyannamesi’ne giden yoldaki engeller bir bir
aşılacaktır. O dönemde, Ahmet Emin Yalman da, İnönü-Bayar görüşmesi için
her iki tarafla irtibat halinde olmuş ve kendisinin ifadesiyle, bir tür “arabulucu”
rolüne soyunmuştur.89 Aynı dönemlerde, bir başka koldan da, iktidarla muha-
lefeti uzlaştırma ve bir ortak noktada buluşturma yönünde bir takım girişimler
daha olmuştur. DP Ankara il başkanı ve Ticaret Odası İkinci Başkanı Üzeyir
Avunduk ile CHP Ankara il idare heyeti üyesi ve Ticaret Odası Başkanı Vehbi
Koç, aralarına DP GİK üyesi Emin Sazak ve Başbakan Yardımcısı Mümtaz
Ökmen’i alarak, gerilen iktidar-muhalefet ilişkisini uzlaştırmaya gayret eder-
ler. Bu görüşmelerde, iktidar kanadının “Meclisin meşruiyeti üzerinde durmamak
şartı ile her hususta anlaşılabilir” şeklinde bir teklifte bulunduğu belirtilmiştir.90
Bu görüşmelerin ardından Başbakan Peker ile Bayar arasında birçok görüşme
yapılmışsa da, her iki taraf görüşmelerini başladıkları gibi bitirmişler ve hiçbir

315
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

somut çözüme ulaşılamamıştır. Daha sonra meseleye İnönü el atmış ve bu çer-


çevede muhalefet lideri Bayar’la birçok görüşme yapmıştır.91 Bu görüşmelerde
Bayar, İnönü’ye bir takım teminatlar vermiştir. Bunlar; DP’nin muhtelif hatip-
lerinin (Bölükbaşı, Sadık Aldoğan ve Kenan Öner gibi sert muhalefet yanlıları
kastediliyor) hareket ve sözlerinden doğacak mesuliyetten Bayar’ın sorumlu
olması, DP içinde “müfrit” (aşırı) kimseler hakkında icap eden muamelenin
yapılması, İnönü’nün arzusu hilafına Meclis’te ve partide bir hareket olmaya-
cağının teminatı ve ordunun politikaya karıştırılmasının tamamen aleyhinde
olduğunun gösterilmesidir.92 Görüşmelerin ardından meşhur 12 Temmuz Be-
yannamesi yayınlanmıştır.93 Bu beyanname, Demokrat Parti grubunda müza-
kere edilirken kurucular tarafından “Bu vesikada bizim için hiçbir taahhüt yoktur,
karşı tarafın-yani Halk Partisi hükümetinin- şimdiye kadar yaptıklarının itirafı ve
silahlarını kendiliğinden bırakmasıdır” diye müdafaa edilse de94 Londra’da başla-
yan, Çankaya’da gizlice yürütülen temaslar ve nihayetinde 12 Temmuz Be-
yannamesi’nin yayınlanması, hem iktidar hem de muhalefet cephelerinde bir
bölünme yaratmıştır.
12 Temmuz Beyannamesi’nin yayınlanması ile birlikte, DP içinde öteden
beri var olan ihtilaf iyice açığa çıkmaya başlamıştır. Beyanname’nin yayınlan-
ması ile birliktedir ki, hem CHP’de hem DP’de bir tür “müfrit”- “mutedil” ay-
rımı net olarak ortaya çıkmıştır.95 Bu süreçle birlikte, CHP’de “müfrit” kesimin
temsilciliğini yapan Başbakan Peker, yardımcısı Mümtaz Ökmen ve Cevdet
Kerim İncedayı gibi siyasilerin, İnönü’nün rehberliğinde hareket eden ve başı-
nı daha çok Nihat Erim’in çektiği “mutedil” denilen 35’lerin, parti meclis grubu
toplantısında Peker aleyhine oy vermesi ile birlikte, siyasetteki ağırlığı zaten
ortadan kalkan Peker Hükümeti de 1947’nin Eylül ayı başlarında istifa etti ve
yerine ılımlı olmasıyla tanınan San Fransisko Konferansı’nda Türk heyetine
başkanlık etmiş olan, Dışişleri Bakanı Hasan Saka geçti.96 12 Temmuz Beyan-
namesi Türkiye’de siyasal parti hayatının geliş(eme)mesinde önemli bir belge
olmuştur. Ancak, beyannamenin sonuçları açısından bakıldığında hiç de iç
açıcı olmayan bir durumla karşılaşılacaktır. Başka bir deyişle, bundan böyle
Türk siyaseti, hem iktidar hem de muhalefet saflarından “müfrit” denilen kim-
seler ile her türlü sağ ve sol görüşe sahip ideoloji sahiplerinin dışlanacağı dar
bir çerçevede kalacaktır.
İşte, önce DP GİK’te başlayan ayrılık ve bölünme, daha sonra DP’nin diğer
önde gelen “müfrit”lerini de harekete geçirmiştir. Çakmak, Bölükbaşı ve Öner
gibi etkili liderlerin etrafında toplanan müfritlerin iddialarına göre, İnönü,
Türkiye’ye demokratik bir düzen getirmekten çok, batı dünyası için gösterme-
lik bir muhalefet yaratmış, başına da “mutemet adamı” Bayar’ı “münasip” gör-
müştü. Bayar, “milli şef”e boyun eğmiş ve DP bir “muvazaa” partisi olarak siya-
sete atılmıştı.97 DP’nin parçalanma sürecinde hayli etkisi olan Fuat Köprülü,
CHP’nin ileri gelenleri ile girmiş olduğu “dostluğun” bir işareti olarak, bildiriyi
çok olumlu bulurken, aşırı kanadın görüşlerini temsil eden Yusuf Hikmet Ba-
yur ise, beyannameye itimat etmemiş ve demokratların mücadele ruhunu öl-
dürülmek istenildiğini ileri sürmüştür.98 Yine Bayur, beyannameyi muvazaa
belgesi olarak nitelendirmiştir.99 Mareşal Çakmak da, İnönü’nün samimi olma-

316
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

dığına ve muhalefeti uyuşukluğa sevk etmek için yayımladığına inandığı 12


Temmuz Beyannamesi’ni, “bir tilki masalı” olarak nitelendirmiştir.100 Kenan
Öner’e göre ise, tüm bu olup bitenler, iktidarın Bayar’la gizlice anlaştığını ve
muhalefetin bir muvazaadan ibaret olduğunu göstermiştir. 1948’de yayınlanan
hatıratında Öner, CHP’nin DP ve özellikle de DP Kurucularına gösterdiği mü-
samahayı aralarında yaptıkları gizli anlaşmalara bağlamış ve 12 Temmuz Be-
yannamesi’ni Bayar’la İnönü arasında tecelli eden bir muvazaa olarak görmüş-
tür.101 DP Genel İdare Kurulu içinde “müfrit”lerin sözcülüğünü yapan Ahmet
Tahtakılıç, Bayar ve ekibinin kendi hesaplarına “dikensiz bir gül bahçesi” yarat-
manın peşinde, Kongre’ye hâkim olan özgürlükçü akımdan rahatsızlık duy-
duklarını, bunun için önce partiye ve teşkilata egemen olmak için “müfritlerin
partide yeri yoktur” formülü ile hareket ettiklerini ve bu sayede de Milli Şef İnö-
nü ile kadrosundan destek gördüklerini anlatmıştır.102 Benzer şekilde Bölükba-
şı da, o günlerde yaşananları ve DP kurucularının görüşlerini, “Yeni evde eski
adetler” olarak nitelendirmiş103 ve 12 Temmuz Beyannamesi karşılığında parti-
nin mefkûreci unsurlarının DP kurucuları tarafından satıldığını iddia etmiş-
tir.104 Müfrit denilen bu grup, çoğunlukla kuvvetli ve halk kütlesi üzerinde çok
büyük etkileri olan şahsiyetlerden müteşekkildi. Bu kişiler, parti disiplini ile
uzun zaman bağlı kalabilecek kimseler değildiler. Bunların görüşüne göre,
DP’nin esas gayesi tek parti diktatörlüğünü ve milli şefliği tasfiye etmekti. Bu
başarılmadıkça bir uzlaşma ya da mücadelede bir duraklama söz konusu ol-
mamalıydı.105
Bayar ve ekibinin izlediği “yumuşak” muhalefet politikasının, “müfrit”ler
tarafından acımasızca eleştirilmesi karşısında, Bayar, kendilerinin ılımlı politi-
kasını elinden geldiğince savunmuş, 12 Temmuz Beyannamesi’nin bir muva-
zaa belgesi olduğunu söyleyenlere, DP’nin İstanbul İl Kongresi’nde “Bu beyan-
name istikbale ait bir vaadin senedinden ibarettir. Zamanı gelince tediyesini isteyece-
ğiz. Bunun zamanı gelmiş midir?.. Karşımızdakiler yapacağız diyorlar. Biz intizar
ediyoruz” diyecektir.106 Yine Bayar, “Biz 12 Temmuz Beyannamesi’ne arkamızı
çevirmiş olsaydık, bizi memleketi ihtilale sürüklemekle itham ederlerdi”107 diyerek bir
bakıma bildiriyi imzalamaktan başka seçeneklerinin olmadığını itiraf etmiştir.
Bayar ve ekibinin İnönü ve CHP ile bir bahar havası içine girmesinde, aynen
Serbest Fırka örneğinde olduğu gibi, DP’nin kapatılma korkusunu yaşadıkları-
nı Bayar’ın şu sözlerinden çıkartmak mümkün olsa gerektir: “O zaman Halk
Partisi’ne karşı izlediğimiz siyaset dolayısıyla bize yapılan tavsiyelerin yüzde beşini
yerine getirmiş olsaydık, bugün DP diye bir örgüt ortada mevcut da olamazdı”108 ve
“Dünyadan haberleri yok, yarın bizi feshedebilirler ve kimsenin sesi çıkmaz”.109
Öte yandan Beyanname yayınlandıktan ve DP içinde Beyannameye sert
tepkiler gelmeye başladıktan sonradır ki, DP liderleri parti içindeki bu görüş
ayrılığını konuşmak üzere, 22 Temmuz 1947’de, her ilden iki delegenin katıldı-
ğı Küçük İstişari Kongre’yi toplamışlardır. Bu kongrede de sert tartışmalar
yaşanmış ve 12 Temmuz Beyannamesi’ni bir ölçüde reddeden bir hava oluş-
muşsa da,110 DP liderleri bu havayı dağıtmak amacıyla önce iktidara karşı sert
bir bildiri yayınlamış, ardından kongre, Bayar’ın belirttiği, “Fiili neticelere inti-
zar”111 formülünü kabul ederek dağılmıştır.

317
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Tüm bu gelişmelerden sonra, 1946 seçimlerinden başlayarak Meclis’e gir-


memek “sine-i millete” dönmek yaklaşımı ile siyasi yönünü belirlemiş olan par-
ti içi muhalefet, böylelikle 12 Temmuz Beyannamesini de, DP Kurucularının
İsmet Paşa’nın ağına düşmesi ve partinin Kurucular tarafından İnönü’nün
kucağına terk edilmesi olarak değerlendirerek başkaldırmışlardır. İlk isyan
edenler, Bölükbaşı, Sadık Aldoğan ve Mustafa Kentli olmuştur. Kentli, DP ge-
nel başkanı aleyhinde sözler söylemesi üzerine, 19 Haziran 1947’de haysiyet
divanına verilerek erken tarihte partiden çıkarılmıştır.112
9 Eylül 1947’de istifa eden Recep Peker Kabinesi yerine, 10 Eylül 1947’de
kurulan Hasan Saka Kabinesi’nin teşekkülünden sonra İsmet Paşa, 12 Temmuz
Beyannamesi’nin uygulama alanında tahakkuk ettiğini göstermek ve Doğu
illerinde beliren Komünistlik, Kürtçülük akımları ve Rus ajanlarının kışkırtma-
ları karşısında CHP ve DP’nin ortak hareketini temin etmek amacıyla Doğu
illerine bir seyahat tertip etmiştir. İnönü, yapacağı seyahat için DP’den bir mil-
letvekilini yanında götürmek istemiştir. Bu cihetle, DP GİK’in 10 Eylül 1947
tarihinde yapmış olduğu toplantıda, İsmet Paşa’nın Şark seyahati için Ba-
yar’dan istemiş olduğu bir DP’li milletvekilinin, İsmet Paşa’nın refakatinde
gönderilip gönderilemeyeceği görüşülmüştür. Konu DP GİK’te enine boyuna
tartışılmış ve nihayetinde DP Muğla mebusu Nuri Özsan’ın, İsmet Paşa’nın
seyahatine katılması kararı alınmıştır. Ancak bu kararın alınmasında da Celal
Bayar, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes çok etkili olmuştur. Genel İdare Ku-
rulu Zabıtları incelendiğinde, Yusuf Kemal Tengirşenk, Ahmet Tahtakılıç,
Ahmet Oğuz, Refik Şevket İnce, Enis Akaygen gibi kurul üyeleri, bir DP’li mil-
letvekilinin seyahate katılmasının, öncelikle İsmet Paşa’nın CHP Başkanlığın-
dan ayrılması ile imkân dâhiline girebileceğini ileri sürmüşlerse de çetin tar-
tışmalardan sonra Nuri Özsan’nın İsmet Paşa ile birlikte seyahate katılması
kararı oybirliği ile alınmıştır.113 Daha sonraları Nuri Özsan, bu seyahatte İnönü
ile (1) partilerin “müfrit” elemanlarının tasfiye edilmesi gerektiği ve (2) millet-
vekili ödeneklerinin artırılması konusunu görüştüklerini, GİK’e iletmiştir.114
Gerçekten de bu çerçevede önce, Sadık Aldoğan, 18 Aralık 1947’de, yazdığı
sert yazılar ve yaptığı ateşli nutuklar yüzünden DP GİK’te, tabir caizse hesaba
çekilmiş,115 ardından 12 Temmuz Beyannamesi’ne muhalefet şerhi koyan Ten-
girşenk, gerek basın, gerekse DP kurucuları tarafından eleştirilerek, DP’den
tasfiye edilmeye çalışmıştır.116
Öte yandan, DP’de yaşanan ikilik ve kopmalarda milletvekillerinin öde-
neklerinin artırılması önemli bir rol oynamıştır. Ödeneklerin artırılması fikri
İnönü’den gelmiştir. İnönü, ödenekler meselesiyle DP saflarında bir ikilik ya-
ratmak ve DP’nin muhalefetini yumuşatmanın hesabını yaptığı belirtilmiştir.117
Bu teklif, DP meclis grubu İkinci Başkanı Köprülü tarafından uygun görülmüş
ve hazırlanan ödeneklere zam tasarısı DP’li Fikri Apaydın ve Haydar Aslan
tarafından imzalanmıştır. Tasarı bütçe komisyonuna geldiği zaman, DP’li
Hakkı Gedik, Hasan Polatkan ve Ahmet Oğuz muhalefet şerhi koymuşlardır.
Daha sonra tasarı DP grubunda müzakere edilmiş ve verilen oylar tasarının
aleyhinde olmuştur. Bunun üzerine imza sahipleri tekliflerini geri almaya
mecbur olmuşlardır. Ancak kısa bir süre sonra yeni bir teklif hazırlanmış ve

318
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

yeni baştan müzakere edildiğinde DP meclis grubunda şu karar alınmıştır:


“Aylık ve yolluklar hakkında zam teklifine karşı Demokrat Parti Meclis Grubu, kırmızı
oy kullanmak suretiyle muhalefette bulunacaktır.” Bu kararın altında yatan gizli
anlam, Sinop mebusu Suphi Batur’un şu suali üzerine meydana çıkmıştır:
“Mecliste ekseriyet Halk Partisi’nde olduğuna göre, muhalefet etmemize rağmen teklif
kabul edilecektir. Bu taktirde kırmızı oy kullanan bizler ne tavır takınacağız? Yapılan
zammı hazineye iade etmemiz lazım.” Bunun üzerine Celal Bayar, “Paraların hazi-
neye iadesi fazla bir semahat olmaz mı?” derken Fuat Köprülü, “Hem kırmızı oy
veririz, hem de paraları cebe indiririz!” diye karşılık vermiştir.118 Daha sonra
1947’nin sonlarında milletvekilleri ödeneklerini artıran kanun, Meclis’te iktidar
milletvekillerinin oyları ile kabul edilmiştir. Ancak DP meclis grubu kırmızı oy
kullanacakları yolunda grup kararı almalarına rağmen, DP İstanbul Milletveki-
li Ahmet Kemal Silivrili, beyaz oy kullanmıştır. Artan ödeneklerin ne yapılaca-
ğı konusu DP’de tartışmalar neden olmuştur. Çözüm olarak, DP milletvekille-
rinin maaş farklarını partiye bırakmaları kararlaştırılmıştır. Bu karar, DP’yi
karıştırmış ve bir kısım milletvekillerinin itirazlarına yol açmıştır. DP’li millet-
vekillerinden 26’sı bir takrir hazırlayarak, ödeneklere yapılan zamların nereye
harcanacağının kişinin vicdanına bırakılması gerektiğini ve bu konuda partinin
emredici bir biçimde hareket edemeyeceğini ifade etmişlerdir. Maaş farklarını
partiye verdikleri halde bazı kişiler, sırf “sivri” ya da “müfrit” oldukları için
kamuoyunun yadırgamayacağı ödenek bahanesine dayanılarak partiden ihraç
edilmişlerdir.119
Bu sırada DP İstanbul İl Başkanı Öner, 27 Aralık 1947 tarihinde DP GİK’e
gönderdiği mektupla DP İstanbul il başkanlığından istifa etmiştir. Öner, istifa-
sında, yine kurucular tahakkümünden, zümre siyasetinden yakınarak, kurucu-
ların ve özellikle de Köprülü’nün, partide hayali bir müfritler zümresi olduğu
yolundaki şikâyetlerinin artık dayanılmaz bir noktaya geldiğini dile getirmiş-
tir. Ayrıca Öner, CHP kadar DP’nin de efendisi haline getirilen İnönü’nün is-
tekleri doğrultusunda kurucular tarafından partide bir tür mutedil-müfrit ay-
rımının yapıldığı ve müfritlerin partiden uzaklaştırılmaları için her türlü tedbi-
rin alındığı suçlamasında bulunmuştur.120 Süreç içinde Öner, 16 Ocak 1948
tarihinde, yani DP’nin İstanbul il kongresinin yapılacağı 18 Ocak’tan iki gün
önce, DP’den istifa ettiğini açıklamıştır.121
DP içinde yaşanan iç parçalanma ve ayrılıkların bir nedeni de GİK ile parti
meclis grubu arasında yaşanan gerilim ve kavgalardır. DP meclis grubunun
başkanvekili Köprülü idi. Böylece DP içinde Öner-Köprülü çekişmesi, GİK ile
meclis grubu anlaşmazlığına bürünmüştür. Köprülü’nün gruptaki otoriter
yönetimi ve grup idare kurulunu hiçe sayan, milletvekillerini tesadüf eseri
buraya gelen insanlar olarak gören yaklaşımı, grup idare kurulunu harekete
geçirmiştir.122 DP meclis grubunda, o sıralarda milletvekillerinin itimadını
kaybetmiş olan Köprülü olayının patlak vermesine ödeneklerle ilgili bir takrir
yol açmıştır. Grupta maaş farklarının partiye teslimi konusu görüşülürken
Muğla milletvekili Necati Erdem, bu meselenin tartışma konusu yapılmaması
hakkında bir takrir vermiştir. Toplantıya başkanlık eden Köprülü, tüzüğe aykı-
rı bulduğu bu önergeyi oya koymakta direnince anlaşmazlık baş göstermiş ve

319
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

böylece ödenekler meselesi grupta bir Köprülü meselesine dönüşmüştür. Esa-


sında Köprülü, Kasım 1947’deki grup idare heyeti seçiminde 38 oydan, ancak
21’ini alarak güçlükle başkanlığını korumuştu.123 Grup idare kurulu, Bayar’dan
Köprülü’nün istifasını istemiştir. Menderes, Koraltan, Ağaoğlu, Karaosmanoğ-
lu, Refik Şevket İnce gibi partinin ileri gelenleri ise “Köprülü’nün istifasını iste-
mek, Kenan Öner meselesinden beri partide gerçekleştirilmek istenen büyük bir komp-
lonun parçasıdır. Ya onlar ya biz” diyerek Bayar’a adeta tercihte bulunması çağrı-
sında bulunmuşlardır.124
Bu arada, partinin grup idare kurulu üyelerinden Hazım Bozca, Hakkı
Gedik, Osman Nuri Köni ve Fikri Apaydın, Köprülünün grup başkan vekilli-
ğinden düşürülmesi amacıyla, görevlerinden istifa etmiştir. Bunun üzerine 4
Şubat 1948 tarihinde Bayar başkanlığında toplanan DP meclis grubu, grup
idare heyetinden boşalan üyelikler yüzünden, seçimlerin başkan hariç yeni-
lenmesine karar vermiştir. Uzun müzakerelerden sonra, grup idare kurulunun
yeniden seçilmesi kararlaştırılmış ve yapılan seçimde Köprülü tek bir rey ala-
bilmiş, böylece grup ikinci başkanlığından düşürülmüştür.125 Ancak kurul üye-
lerinin tüm ısrarlarına rağmen Bayar da istifa etse de oybirliği ile Bayar, tekrar
grup başkanlığına seçilmiştir. Daha sonra yapılan seçimlerde grup idare kuru-
lu ikinci başkanlığına Fuat Hulusi Demirelli 28 oyla seçilmiş ve grup idare ku-
rulu yenilenmiştir.126
Ancak zamanla, DP meclis grubu ile GİK arasında gerginlik iyice artmış-
tır. Bayar ilk zamanlar meclis grubu ile GİK, daha doğrusu Menderes-Köprülü
hizbi arasında bir uzlaşma yaratmak istemişse de, Köprülü-Menderes hizbinin
resti karşısında, daha fazla dayanamamış ve tavrını genel merkezden yani
ılımlılardan yana koymuştur. O sıralarda Bayar, Köprülü-Menderes hizbinin
Ege’de başlattıkları kampanyaya katılmak için İzmir’e gitmiştir. İzmir’de iken
Köprülü-Menderes hizbinin baskısı ile 26 Şubat 1948’de İzmir konuşmasında
DP meclis grubu başkanlığından ikinci kez çekildiğini açıklamıştır.127 Bayar, bu
açıklama ile net bir şekilde tercihini, Menderes, Köprülü, Koraltan gibi genel
merkez politikasını oluşturan kişilerden yana koymuştur.128 Bu durum, parti
içinde ipleri kopma noktasına getirmiştir. Böyle bir sancılı ve nazik bir zaman-
da genel merkez de tasfiyelere devam etmiştir. 11 Mart 1948 tarihli DP GİK
toplantısında, milletvekilleri Hazım Bozca ile Ali Rıza Kırsever’in haysiyet
divanına verilmesine ittifakla karar verilmiştir.129 Öte yandan, 16 Mart 1948
tarihli toplantıda da, GİK’ten istifa eden 6 kişinin toptan haysiyet divanına
verilmesine, Suphi Batur’un muhalefet reyiyle karar verilmiştir. Daha sonra 19
Mart 1948 tarihinde merkez haysiyet divanı başkanlığına yazılan bir yazıyla,
istifa eden 6 GİK üyesi hakkında gerekenin yapılması istenmiştir.130 Bu kişiler,
24 Mart 1948’de haysiyet divanı kararı ile partiden çıkarılmışlardır.131 Daha
sonra DP’li bir kısım milletvekili, ihraçların büyük kongre tarafından tasvip
edilmesine kadar, çıkarılanların grup toplantılarına alınmalarını savunmuşlar-
sa da, istekleri kabul edilmeyince büyük kongreye kadar parti grup toplantıla-
rına katılmama kararı almışlardır.132 DP’de yaşananlardan ve kurucuların parti
üzerindeki tahakkümünden şikâyetçi olan 10 DP’li milletvekili, Nisan 1948
tarihinde parti meclis grubuna devam etmemeye karar verdikleri yönünde bir

320
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

beyanname yayınlamışlardır.133 Bu beyanname karşısında DP GİK, söz konusu


10 milletvekilinin parti ile alakalarının kesilmiş olduğuna dair bir tamim ya-
yınlamıştır.134
Bu arada, milletvekilleri Suphi Batur ve Enver Kök de partiden ayrılmış-
lardır. Böylece bağımsız milletvekillerinin sayısı hayli artmıştır. Bu bağımsız
milletvekillerinden 13 tanesi (Ali Rıza Kırsever, Ahmet Oğuz, Ahmet Tahtakı-
lıç, Behçet Gökçen, Mehmet Aşkar, Hazım Bozca, Ahmet Çınar, Fethi Erimçağ,
Şahin Laçin, Mithat Sakaroğlu, Ahmet Kemal Silivrili, Hasan Dinçer, Haydar
Arslan) 13 Mayıs 1948’de Meclis’te “Müstakil Demokratlar Grubu” adı ile yeni
bir grup kurmuşlardır. 18 Mayısta bir bildiri yayınlayan müstakil demokratlar,
gerçek demokrasiyi kendilerinin temsil ettiklerini, GİK’in tahakkümüne boyun
eğerlerse milletvekilliği görevini hakkıyla yapmış olmayacaklarını, bu yüzden
büyük kongre toplanıncaya kadar bağımsız bir grup olarak kalmaya karar
verdiklerini açıklamışlardır.135 Ülkede demokrasiyi geliştirmek amacıyla kuru-
lan müstakil demokratlar grubu, DP’nin ikinci büyük kongresi öncesi, “De-
mokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler” isimli bir bildiri ya-
yınlayarak, DP kurucularına yönelik şiddetli ithamlarda bulunmuşlardır.136
Ancak ilerde görüleceği gibi, DP ikinci kongresi, grubun tezlerini kabul etme-
miş ve ihraçları onaylamıştır. Müstakil demokratlar daha sonra, ilerde kurula-
cak olan MP’ye katılacaklardır.
Bu sırada Tasvir’de Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bir makalesi yayın-
lanmıştır. DP kurucularını muvazaa ve sahte demokratlıkla suçlayan ve
DP’den ayrılarak MP’yi kuracak olan sert muhalefet yanlıları, devamlı surette
bu makaleye göndermede bulunacaklardır. Bu makalede Tanrıöver, makalenin
yazıldığı tarihten sekiz ay önce DP kurucuları (Bayar, Köprülü ve Menderes)
ile Bayar’ın evinde yaptıkları bir sohbetten bahsetmiştir. DP’den ayrılanların
muvazaaya delil olarak kullandıkları bu yazıda Hamdullah Bey; Bayar, Köprü-
lü ve Menderes’e bir takım sorular sormuştur. Hamdullah Suphi’nin yazısında,
DP kurucularının sorulan sorulara karşılık, ihtilale ve karışıklığa karşı oldukla-
rını, İnönü ile bir şekilde “gizlice” anlaştıklarını, 1950 seçimlerinin kanuni vak-
tinden evvel yapılmasına taraftar olmadıklarını ve İnönü’den daha iyi bir dev-
let başkanı olmadığına inandıklarını belirten yanıtlar verdiklerine ilişkin bir
iddia vardır.137 Bayar, bu yazıdan on gün önce Erzincan’da yapmış olduğu bir
konuşmada bu türden iddiaların bir söylentiden ibaret olduğu yanıtını vermiş-
tir.138
DP’deki ihtilaf konusunu bitirirken, daha sonraları Kudret gazetesinin
açıkladığı bir takım bilgilere de yeri gelmişken temas edilmelidir. Bu gazetenin
iddiasına göre, DP’deki ilk ihtilaf, 1948 başlarında İnönü’nün DP kurucuları ile
yaptığı gizli görüşmelerde, DP’den atılmasını istediği isimleri vermesiyle baş-
lamıştır. Bu isimler, Öner, Tengirşenk, Bölükbaşı, Aldoğan, Tahtakılıç ve Ağa-
oğlu’dur. Daha sonra bu isimlere başka isimler de eklenmiştir. Partiden ihraç
edileceğini anlayan Ağaoğlu, derhal Bayar’la temasa geçmiş ve temasın netice-
sinde, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı seçiminde tek oy vermeyen kişi olan
Hikmet Bayur aleyhine bir yazı yazarak durumu tenkit etmiş139 ve Ağaoğlu
ihraç edilecekler listesinden ismi silinmiştir.140

321
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

İddialar ne olursa olsun DP’den ihraç edilen “müfrit”lere hak vermemek


mümkün değildir. DP’de partinin iktidar yıllarında da devam edecek bir cephe
birliğinin (Bayar, Menderes, Köprülü) kurulduğu anlaşılmaktadır. Özellikle
ihraçlardan sonra önemli kararlar kurucular tarafından alınmış ve partide
GİK’in hiçbir ağırlığı kalmamıştır. Ağaoğlu’nun da belirttiği gibi, DP’de yaşa-
nan çıkarmalar ve istifalar sonucu oluşan GİK daha çok, dört kurucunun bir
işletme makinesi halini almıştır. Böylece görünüşü itibariyle eskiye oranla da-
ha mütesanid (dayanışmacı), fakat eski canlılığından çok şey kaybetmiş, rengi
çok solmuş bir GİK tipi yavaş yavaş belirmiştir. İkinci büyük kongreden sonra
ise, GİK’ler genellikle parti liderlerinin kararlarını tescil eden kurullardan iba-
ret olmuşlardır.141 DP kurucuları, bunun tahakküm olmadığını, parti disiplini
ile karıştırıldığını öne sürmüşlerse de,142 DP kurucularının daha muhalefette
iken, “istibdat”ın bir çeşidine son vermek için giriştikleri mücadelede yeni bas-
kı ve istibdat usulleri geliştirdikleri gerçeğini ortadan kaldıramamıştır.
VI. MP’NİN KURULUŞU ve PROGRAMI
DP kurucuları ile anlaşamayarak DP’den ayrılanlar ile DP’den çıkarılanla-
rın, hem bizzat muhalefet partisi olan DP’ye hem de iktidar partisi CHP’ye
karşı oluşmuş bir cephenin mümessilleri olarak kurdukları MP, DP’nin ikinci
büyük kongresinden evvel, TBMM’nin sekizinci döneminde DP’nin iktidara
karşı yeterli derecede muhalefet yapmadığı gerekçesiyle siyasi hayattaki yerini
almıştır.143 Nihayet 6 Temmuz 1948 yılında yapılan açıklama ile yeni partinin
adının MP olduğu, fahri başkanlığa Mareşal Fevzi Çakmak’ın,144 genel başkan-
lığa Hikmet Bayur’un, genel başkanvekilliğine Osman Nuri Köni’nin, genel
sekreterliğe Dr. Mustafa Kentli’nin ve genel muhasipliğe de Mareşal’in damadı
Şefik Çakmak’ın getirildiği ilan edilmiştir. Buna göre, MP’nin müessisleri, baş-
ta Mareşal Çakmak olmak üzere, Hikmet Bayur, Kenan Öner, General Sadık
Aldoğan, Osman Nuri Köni, Dr. Mustafa Kentli, Enis Akaygen ve Osman Bö-
lükbaşı’dır.145 MP kurulur kurulmaz, 8 milletvekili partiye katılmıştır. Böylelik-
le 20 Temmuz 1948 tarihinde MP, resmen kurulmuştur.
CHP ile DP’nin program ve siyasal ideoloji bakımlarından birbirlerinden
çok da önemli bir farkları olmaması karşısında, MP’nin siyasi doktrin ve ideo-
lojik bakımlardan bu iki partiden farklı bir özellik taşıdığı, programının hem
iktisadi sahada liberal hem de milli örf ve ananeler bakımından “muhafazakâr
bir demokrasi”yi açıkça ilan ettiği dile getirilmiş ve zaten MP kurucularının da-
ha DP saflarında iken “Müfrit Demokrat Muhafazakârlar” olarak tanındığı belir-
tilmiştir.146 Programının birinci maddesinde, cumhuriyet, adalet, liberallik ül-
külerine ve milliyetçilik esasına bağlı olduğunu belirten MP, insanların tabii ve
vazgeçilmez özgürlüklerinden hareket eden ve ferdiyetçi felsefeye dayanan
klasik demokrasiyi esas almıştır. Batı demokrasilerinin yanında olduğunu, bir
zümrenin ya da bir sınıfın diktatörlüğünü çağrıştıran totaliter “Doğu demokrasi-
leri”nin karşısında olduğunu beyan eden MP, Anayasa’nın hakiki demokrasiye
uymayan hükümlerini ve bilhassa CHP’nin siyasi umdelerini (altı ok), devletin
ana vasıfları haline sokan Anayasa’nın ikinci maddesinin kaldırılmasını talep
etmiştir.147 Parti, ekonomi sahasında bireysel mülkiyet esasına dayalı, mutedil
(ılımlı) liberal inanca sahip olduğunu belirtmekle birlikte, liberalliklerinin “bı-

322
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

rakınız yapsınlar” formülü ile ifade edilen başıboş bir liberallik olmadığını, her
türlü tekele, sermayenin haksızlıklarına ve aşırı kar ihtirasına karşı olduklarını,
bu itibarla sosyalist cereyanlar karşısında liberalizmin kendi iç bünyesinde
yaptığı ıslahatlara, yani devletin tanzimci müdahalesine ve sosyal adalet anla-
yışına sahip, ancak Türkiye’de en aşırı bir şekilde uygulanan devletçilik ve
devlet sermayeciliğine karşı olduğunu özellikle belirtmiştir.148
Partinin ana vasıflarından birisi de milliyetçiliktir. Dayandığı milliyetçilik,
muhafazakârlıkla yan yana ve birbirini tamamlar niteliktedir. MP, ananeci
mutedil milliyetçi bir partidir. MP, Kemalist milliyetçiliği “tebaa milliyetçiliği”
olarak yorumlayarak, bu milliyetçiliğin CHP ve DP’nin programında yer aldı-
ğını öne sürmüştür. Ayrıca, Kemalist milliyetçilikten ananeciliği ile Anadolu
milliyetçiliğinden de farklı bir yaklaşımın var olduğu inancıyla ayrıldığı, ancak
ırkçı-Turancı milliyetçilikle de hiçbir şekilde bağının olmadığı ve kan/soya
dayalı milliyetçilik türünü reddettiği ileri sürülmüştür.149 Ayrıca sekizinci
maddede, “Parti, din müessesesine ve milli ananelere hürmetkârdır” ifadesinin yer
alması da, partinin muhafazakâr bir kimliğe sahip olduğunu göstermektedir.150
Din mefhumunu, milliyet kurumunun bir unsuru olarak kabul etmekle birlik-
te, programında dinin ve ananelerin “devletin nüfuz sahası dışında kaldığı”na yer
veren partinin laik olduğu belirtilmiştir.151
MP’nin muhafazakârlık anlayışının kurumsal çerçevesi, kendi milliyetçilik
anlayışının ilkeleriyle tam bir tekabüliyet göstermektedir. Programın değişik
yerlerinde, “Parti, din müessesesine ve milli ananelere hürmetkârdır… Parti, içtimai
nizamın teşekkülünde itikatların, ahlakın, geleneklerin, örf ve âdetin büyük hisselerini
tanır. Bunlar sık sık değişmezler ve Devletin nüfuz sahasının dışında kalırlar” gibi
ifadeler ve aile kurumunu yücelten yaklaşım tarzı açısından, MP’nin hayli
muhafazakâr bir kimliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, on üçüncü
maddenin ikinci fıkrasında, “Her devrin icabatını tesbit etmek, o devirde yaşayan
neslin en mukaddes hakkıdır ve o devirde yaşayan bir neslin milli ve içtimai faaliyetle-
rini tanzim ve idare edebilir”152 denmekle, katı muhafazakârlık anlayışında bir
yumuşamaya gidildiği görülmektedir. Bu bakımdan MP’nin “mutedil muhafa-
zakârlık” anlayışı içinde olduğu öne sürülebilir. MP’nin programı, o dönemde
muhafazakâr cereyanın ortaya çıkışına önemli bir örnektir. MP, çok partili dü-
zene geçildikten sonra gittikçe ivme kazanan İslamcı ve muhafazakâr hareket-
ler içinde, o zamanki havaya oranla daha İslami ve muhafazakâr bir görüşün
ilk örneğini veren bir siyasal parti olarak dikkati çekmiştir.153
Din işleri ile devlet işlerinin ayrı tutulmasını kabul etmekle birlikte, parti-
nin, Türkiye’de çeşitli din ve mezheplere mensup cemaatlerin dini amaçla teş-
kilat oluşturmalarını ve dini vakıfların bu teşkilata devredilmesini dillendir-
mesi, hazırda savunulan laikliğin ilkesel anlamda bütüncül tutarlılığa sahip
olmadığını göstermektedir. Yine bu çerçevede Din işlerinin devletten ayrı,
özerk bir teşkilat tarafından idare edilmesini beyan eden MP’nin laiklik anlayı-
şı, Türkiye’de o güne dek hakim olan laik düzene ters idi.154 MP programında
da yansıttığı gibi, devletin resmi laiklik anlayışından farklı, kendine özgü bir
laiklik anlayışı geliştirmiştir. Din hayatı ve dini kurumlar tam anlamıyla
“mü’minler cemaatine” bırakılmasını, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların

323
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kaldırılmasını talep eden MP, dini hayatı düzenleyen kanunların da kaldırıl-


masını istemiştir. Onlara göre, ibadet şekillerini ve din adamlarının kılık kıya-
fetini düzenleyen kanunlar, vicdan özgürlüğüne aykırı olmakla kalmayıp, aynı
zamanda anti demokratiktir. CHP ve DP’yi, “devletleştirilmiş bir dini hayatı”
savunan partiler olarak gören MP, bu anlayışları özgürlük rejimine aykırı bir
tutum olarak telakki etmiştir.155
Bütün bunlara ilaveten, programda o dönem için hayli ileri olan diğer hu-
suslar şunlardır: Bireysel haklara getirilecek sınırlandırmaların Anayasa’ya
uygunluğunu denetleyecek bir yüce mahkemenin (Anayasa Mahkemesi) ku-
rulması, kanunların daha esaslı bir şekilde incelenmesini sağlamak için halk
tarafından seçilmiş bir Ayan Meclisi (ikinci meclis) teşkil edilmesi (madde 35),
Cumhurbaşkanının bir dönem için seçilmesi (madde 37), Asliye mahkemeleri
ile Yargıtay arasında ikinci bir kaza kademesinin bulunması (madde 51), köy-
lülere toprak ve tarım araçları dağıtılması, ancak bu yapılırken özel mülkiyete
saygı gösterilmesi (madde 116). Son olarak belirtilmelidir ki, partinin kurucu-
larından Aldoğan’ın da zikrettiği gibi156 MP programı, 27 Mayıs 1960 darbe-
sinden sonra yürürlüğe giren 1961 Anayasasası’yla getirilen kimi hususları
içerdiği söylenebilir.
VII. PARTİLER ARASI MÜCADELE
DP ve CHP çevreleri kurulmasıyla birlikte MP’yi şiddetle eleştirmişlerdir.
DP GİK, 26 Temmuz 1948 tarihinde teşkilatına gönderilmek üzere bir tamim
yayınlamıştır. Tamimde, MP, bozguncu hareket olarak nitelendirilmiş ve
DP’nin temsil ettiği muhalefet davasına MP’nin “ihanet” ettiği iddia olunmuş-
tur.157 MP’nin doğuşu ile CHP ve İnönü, DP’nin bir iç bölünme aşamasına geçi-
şi yüzünden büyük bir memnuniyet duymuşlarsa da, zamanla CHP’nin yayın
organı Ulus MP’yi şiddetle eleştirmiştir. MP’nin DP’den ayrılanlar tarafından
kurulması, “muhalefetten kopan şiddet yanlısı ütopistler” şeklinde değerlendirme-
lere yol açmış ve DP’yi parçalamak düşüncesiyle MP’nin kurulduğu ve itibar
görmediği ileri sürülmüştür.158
MP’ye destek veren Kudret ve Yeni Sabah gazeteleri hariç, Vatan, Cum-
huriyet, Son Telgraf ile Son Posta ve kısmen de Ulus ve Tasvir gazeteleri,
MP’yi sert bir dille eleştirmişlerdir. Cumhuriyet’te Nadir Nadi, MP adını tuhaf
bulduğunu, bu adı seçerken tüm milleti temsil etmek gibi bir iddiaya kapılı-
yorlarsa, kendileriyle beraber olmadığını, ancak aşırı sağ bir karakter taşıyan
programı, yurdumuzda kurulan bütün partilerin birbirine eş olması tuhaflığını
ortadan kaldıracağı ve böylece solcu bir partinin de kurulması imkânını yara-
tabileceği açısından dikkate değer bulmuştur.159 DP yanlısı Cihad Baban ise,
Türkiye’de partilerin henüz bir program ve doktrin esası üzerine kurulmadığı-
nı, ancak MP’nin sağlam doktrini olan bir programa sahip olduğunu, ancak
yeni partinin MP adını almasını sakıncalı bulduğunu belirterek, MP’nin müca-
dele silahını iktidar partisine yöneltmesini temenni etmiştir.160 Ahmet Emin
Yalman ise MP’yi “ifrat partisi” olarak tanımlamış ve partiyi takdim edenleri
teker teker ele alarak bu kişilerin aynı parti kazanında kaynamalarının müm-
kün olmadığını öne sürmüş,161 MP için de “ihtilal partisi”162 ve “küfürbaz derviş-
ler partisi”163 ifadeleri dahi kullanmıştır. Ayrıca Hüseyin Cahit Yalçın, Mare-
şal’in İnönü’yü yıkmak için MP’yi kurduğunu iddia etmiştir164

324
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

MP’nin DP’ye karşı yönelttiği en önemli eleştiri CHP ve Cumhurbaşkanı


İnönü ile girdiğini iddia ettiği muvazaadır. MP’ye göre, DP içi ve dışı aynı
olmayan bir partidir. Daha kuruluşunda Bayar ile İnönü arasında muvazaa
vardır. Bayar’ın başında bulunduğu bir siyasi hareket muvazaadan başka bir
şey yapamaz. Bayar, İnönü’nün kuklasıdır.165 Muvazaa konusunda Bölükbaşı
da, Bayar’ın CHP’den istifa ederken 19 Eylül 1945 tarihinde Mecliste yaptığı
bir konuşmaya değinmiştir. Konuşmasında Bayar, CHP’den ayrılırken büyük
bir üzüntü duyduğunu, ancak üzüntüsünü hafifleten etkenin İnönü’nün mu-
halefet görevini kendisine vereceğini ve her türlü yardımda bulunacağını ken-
disine söylediğini belirtir. Bölükbaşı, buradan yola çıkarak bunun, bir muvazaa
belgesi olduğunu iddia etmiştir.166
Diğer yandan MP bazı çevrelerin desteğini alabilmiştir. Dönemin İslamcı
yayın organı Sebilürreşad, MP’nin beyannamesini aynen iktibas ederek, bir
ölçüde MP’yi desteklediğini göstermiştir.167 Derginin sahibi Eşref Edip de “Par-
tilerin Din Siyaseti” isimli makalesinde din ve vicdan hürriyeti, laiklik ve parti
umdeleri açısından, MP’nin CHP ve DP’den hayli farklı olduğunu anlatarak,
seçimleri CHP ya da DP’den birinin kazanmasıyla, MP’nin dağılıp yaşayama-
yacağını iddia etmiştir. Ona göre CHP ile DP laiklik temelinde birlikte hareket
ederek, bu temelde farklılık arz eden MP’yi boğmak istemişlerdir.168 Kurulu-
şundan itibaren, Atatürk’e ve devrimlere aleyhte tavır gösterilmeyeceği bir
prensip olarak kabul edilmiş olmasına rağmen, Öner’in ölümü ve Mareşal’in
hastalanmasından sonra bazı parti yöneticilerinin cumhuriyet devrimleri ko-
nusunda oldukça sert muhalefet yaptıkları görülmüştür. İzzet Mühürdaroğlu,
Milletin Sesi isimli gazetede, “MP 26 senenin muhalifidir” başlıklı yazısı ile
Cumhuriyet dönemini sert bir dille eleştirmiştir.169
Bu arada 20 Haziran 1949’da toplanan DP’nin ikinci büyük kongresi sıra-
sında, partililer arasında sert tartışmalar yaşanmıştır. Daha önce DP haysiyet
divanı kararlarıyla partiden ihraç edilen milletvekilleri ile geçici olarak DP
meclis grubuna katılmayacaklarını açıklayan Müstakil Demokratlar Grubu
milletvekilleri büyük kongrede kendi görüşlerini kabul ettirmek istemişlerse
de, DP kurucularının kongreye hâkimiyeti neticesinde buna engel olunmuş ve
böylece MP’nin kuruluşundan beri DP içinde devam eden parti içi muhalefetin
son halkası da tasfiyeye uğramıştır. DP ikinci kongresinde bir delege, “12
Temmuz Beyannamesi ödenmeyen bir borç senedidir. Beyannamenin metnini bulalım,
onu elbirliği ile yakalım” demiştir. Aslında kongreye hâkim olan hava, DP’nin
muhalefet yolunda pasif kaldığı, DP yöneticilerinin haysiyet divanı ve GİK
seçimlerini tüzüğe uygun yapmadığını, ihraçların haksız yapıldığı yolundaki
suçlamalarla geçmiş ve bunun gibi durumların soruşturulması istenmişse de,
kurucular değişik yol ve yöntemlerle bunun önüne geçmişlerdir.
VIII. İNÖNÜ VE BAYAR’A SUİKAST İHBARI
1950 seçimlerine yaklaşıldığı günlerde, partiler arasındaki mücadele nor-
mal şekilde cereyan ederken, MP Denizli milletvekili Reşat Aydınlı’nın170 İnö-
nü ve Bayar’a suikast yapılacağı ihbarında bulunması, siyasal mücadelenin
yönünü ve içeriğini birden bire değiştirmiştir. Aydınlı’nın ihbarına göre, MP
Afyon milletvekili Sadık Aldoğan ile Osman Bölükbaşı ve Fuat Arna, İnönü ile

325
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bayar’ı öldürmeyi kararlaştırmışlar ve hükümeti devirmek üzere birleşmişler-


dir.171 Eğer gerçek ise, Bayar öldürüldükten sonra, iktidar partisi aleyhine çı-
kacak bir halk ayaklanması kargaşasından yararlanarak, İnönü de öldürülecek
ve bu suretle suikast tertipçileri iktidarı ele geçireceklerdi.172
İhbar hadisesinin duyulması ile birlikte başbakanlık 16 Kasım 1949 gecesi
bir tebliğ yayımlayarak, Aldoğan, Bölükbaşı ve Arna’nın Cumhurbaşkanını
öldürmeyi kararlaştırdıkları ve kendisine de teklifte bulundukları Aydınlı’nın
durumu hükümete ihbar ettiği, bunun üzerine Ankara Cumhuriyet Savcılığı
tarafından duruma el konulduğunu deklare etmiştir. Daha sonra, Bölükbaşı ile
Arna 17 Kasım 1949 günü öğleden sonra tevkif edilmiştir. Aldoğan ve bu suçla
ilgileri olduğu şüpheli bulunan ve İstanbul’da oturan Nuri Leflef ve MP Kadı-
köy ilçe başkanı İzzet Mühürdaroğlu’nun evlerinde ve bürolarında aramalar
yapılmıştır.173
Olaylar üzerine savcılığa giden Aydınlı, savcıya, kendisinin bir ihbar ya-
pıp yapmadığını sormuştur. Savcı, Aydınlı’nın bizzat gelerek bir ihbarda bu-
lunmadığını, ancak 12 Kasım 1949 tarihinde Başbakanlıktan Adalet Bakanlı-
ğı’na, oradan savcılığa gelen bir yazıya istinaden, Aydınlı’nın ihbarı, önemli
bir şahsa, yüksek bir makama (bu kişi Başbakan Şemsettin Günaltay’dır) yap-
tığını ve bu ihbara ilişkin Başbakanla Aydınlı arasında geçen konuşmaların
kaydedildiği iki adet plağın da ellerinde olduğunu Aydınlı’ya söylemiştir. Ay-
dınlı, ihbarı ve Başbakanla aralarında geçen konuşmayı kabul etmemiş ve bun-
ların birer tertip olduğunu iddia etmiştir.174
Aydınlı, kimseye bir ihbarda bulunmadığını, Başbakanla konuşmalarının
plağa alındığı bilgilerinin tamamen bir tertipten ibaret olduğunu ileri sürse de,
Aydınlı’nın Başbakanla konuşmalarını içeren iki adet plağın metni daha sonra
Akşam gazetesinde aynen yayınlanmıştır.175 Hükümet, Aydınlı’nın bu ihbar ve
isnadı üzerine derhal harekete geçeceğine, Başbakan bir açılış için Ankara dışı-
na çıkmıştır. Balıkesir’den dönen trende bulunan Bayar’la görüşmüş ve aynı
ihbarı Bayar’a da yapmıştır. Bu ihbarın 8–9 Kasım günü olduğu söylenmiştir.
Bayar, ihbarı kanuni mercilere anlatacak yerde, Kazım Özalp kanalıyla duru-
mu İnönü’ye haber vermiştir. Özalp de hükümete aynı hadiseden bahsedince,
kanuni merciler harekete geçmiştir.176 İhbarın kamuoyuna duyurulduğunun
ertesi günü, Aydınlı’nın MP’ye uğramadığı tesbit edilmiş Ancak savcılığa gi-
derek, suallere cevap vermiştir. Arkadaşlarına, “Bütün iş üzerime yıkıldı” diye
serzenişte177 bulunan Aydınlı, her nasılsa 19 Kasım’da MP’den istifa etmiştir.
Sonrasındaki gelişmeler soru işaretleriyle dolu tam bir ilginçlikler silsilesidir.
Aydınlı’nın ihbarı devamlı yalanlaması ve yeterli delil bulunamadığından,
Aldoğan’ın dokunulmazlığının kaldırılmasına gerek görülmemiş ve komplo
tahkikatı 22 Kasım’da resmen durdurulmuştur.178 Bu arada, Arna ve Bölükba-
şı’nın avukatları Nurettin Ardıçoğlu ve Nihat Akpınar savcılığa başvurarak,
tahliye talebinde bulunmuşlardır. Tahliye talepleri reddedilmiştir. Ancak ertesi
günü, yani 21 Kasım’da tahliye talepleri reddedilen komplo iddiası sanıkları,
savcılığın re’sen verdiği kararla birden bire tahliye edilmişlerdir. İhbar mesele-
sinde MP, bütün mesuliyeti DP ve Bayar’a yüklemek istemiştir. İş bununla da
kalmamış, Aydınlı bir kenara bırakılarak bu ihbar hadisesinin başlıca müretti-

326
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

binin (düzenleyicisinin) Bayar olduğu ileri sürülmüş ve işi Kazım Özalp’e aç-
ması ile en büyük günahı kazanmış olduğu iddia edilmiştir.179
Daha sonra suikast ihbarı asılsız çıkan ve bir müfteri konumuna düşen
Aydınlı hakkında takibata geçilmiş ve hükümet Meclis’e gönderdiği tezkere ile
Aydınlı hakkında savcılıkça gereken adli muamelenin yapılabilmesi için do-
kunulmazlığının kaldırılması talebinde bulunmuştur.180 Tali komisyon doku-
nulmazlığının kaldırılmasına karar vermiş olmasına rağmen, adalet ve anayasa
komisyonlarından oluşan karma komisyon, bir muhalif oya karşı, Aydınlı’nın
dokunulmazlığının kaldırılmaması yönünde karar vermiştir. Muhalif oy kulla-
nan Mardin mebusu Mehmet Kamil Boran’dır. Karma komisyonun raporunda,
suçun mahiyeti itibariyle dokunulmazlığın kaldırılması lazım geldiği kayde-
dilmekle birlikte, Anayasa’nın ilgili maddeleri ve 25 senelik teamül de düşünü-
lerek bu karara varıldığı belirtilerek, keyfiyetin Meclis’in takdirine bırakıldığı
dile getirilmiştir.181 Ancak, Aydınlı’nın dokunulmazlığı, karma komisyon kara-
rına rağmen, büyük çoğunluğun oyu ile kaldırılmıştır. Bunun üzerine Aydınlı
tevkif edilmiştir.182 Aydınlı, pek çok kez tahliye talebinde bulunmuşsa da, an-
cak 31 Ocak 1950 tarihinde kefaletle tahliye edilmiştir.
Daha sonra konu, Aydınlı’nın dokunulmazlığının kaldırılması ile ilgili
Karma Komisyon raporunun görüşüldüğü Meclis Genel Kurulu’nda ele alın-
mıştır. İhbar hadisesi ile ilgili olayları, karma komisyon Sözcüsü Ali Rıza Türel
anlatmıştır.183 Türel’in anlattıklarına bakılırsa, işin resmi makamlar tarafından
öğrenilmesi ve adalet makamlarınca soruşturma konusu yapılması ilk olarak
Aydınlı’nın Milli Emniyet Başkanına yaptığı ihbarla başlamıştır. Milli Emniyet
Başkanının, Başbakana yazdığı 12 Kasım 1949 tarihli yazıdan anlaşıldığına
göre, Aydınlı 25 Ekim 1949 Salı günü kendisini görmeye gitmiş ve ona mühim
meseleler anlatacağını bildirmiştir. Daha sonra oylamaya geçilmiş ve başta MP
milletvekilleri olmak üzere pek çok milletvekilinin müstenkif (çekimser) kaldı-
ğı oylama neticesinde, büyük bir çoğunlukla Aydınlı’nın dokunulmazlığı kal-
dırılmış ve Aydınlı adalete teslim edilmiştir.184
Tüm bu olanlar karşısında Bölükbaşı, Bayar’ın yayınladığı tamime ve bu
tamimi 30 Kasım 1949 tarihinde, “Bayar Son Hadiseleri İzah Ediyor” başlığı ile
duyuran Zafer gazetesine bir tekzip göndermiş, ancak gazete bunu yayınla-
mamıştır.185 Bunun üzerine Bölükbaşı, tamime uzun bir broşür yayınlayarak
cevap vermiştir. Broşürde Bayar’ın ihbarı CHP’nin yeni bir tertibi olarak gös-
termesi karşısında, Bölükbaşı, tertibin hazırlanmasında Bayar’ın eli olduğunu
iddia etmiştir. Bölükbaşı, Aydınlı’nın hükümetçe ilkin kıymet verilmeyen şifa-
hi ihbarını bir takım ilaveler ve şahsi mütalaalarla İnönü’ye duyuran ve bu
surette hükümeti harekete geçiren Bayar’ın, bu ihbar hadisesinde bir alet du-
rumunda bulunan Aydınlı’dan çok daha günahkâr bir konumda bulunduğunu
ileri sürmüştür.186 Bölükbaşı, Bayar’ın neden herkesin yapması gerektiği gibi
savcılığa ihbarda bulunmayıp, perde arkasında ihbarla uzaktan yakından bir
ilişkisi olmayan Özalp kanalı ile İnönü’ye haber ulaştırdığını da sorgulamıştır.
Bölükbaşı’na göre, Bayar bu tutumu ile bir taraftan iktidara şirin gözükmenin
hesabını yapmış, diğer taraftan da ihtilalci ve intikamcı bir parti olarak sundu-
ğu MP’yi vurmanın çarelerini aramıştır.

327
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Ağaoğlu, suikastle ilgili ortada bir tertip olduğunu ve üç ihtimalin bulun-


duğunu belirtmiştir: (1) Aydınlı’nın kendisi, (2) Aydınlı ve Milli Emniyet’le
işbirliği içinde CHP yöneticilerinden bir kısmı, (3) Aydınlı ve Milli Emniyet’le
işbirliği içinde DP yöneticilerinden bir kısmı. Ağaoğlu, bu ihtimallerden en
zayıfının üçüncüsü, en kuvvetlisinin ikincisi olduğunu, birinci ihtimalin ise
ancak akli dengesini yitirmiş birisinin yapması halinde mümkün olacağını
savunmuştur. Bunlardan daha çok ikincisi üzerinde duran Ağaoğlu, böylece
iktidarın iki muhalefet partisini birbirine düşürmeyi ve en önemlisi de tüm
muhalefetle birlikte, en başta DP’yi tehdit ve korku altında bırakmayı planla-
mış olabileceğini iddia etmiştir. Böyle bir suikast ihbarının, haberi olsun ya da
olmasın İnönü bakımından muhalefeti sindirecek tam bir fırsat olduğunu sav-
layan Ağaoğlu, iktidarın DP’nin “Tesanüd Andı”na “Husumet Andı” ismini ta-
karak, DP’yi ihtilalcilikle suçladığını, şimdi de ikinci muhalefet partisini sui-
kastçilik ithamı altında bırakmak istemiş olabileceği yorumunda bulunmuştur.
Ağaoğlu, bunlar olmasa bile en azından iktidarın, Bayar’ı muhbir durumunda
göstererek, halkın gözünden düşürmeyi tasarlamış olabileceğini de eklemiş-
tir.187
DP yanlısı Mümtaz Faik Fenik de, yazısında, suikast ihbarının siyasi bir
yönü olduğunu, ihbar Bayar’a yapılıncaya kadar, hükümetçe işin ciddiye
alınmadığını, bu işte iktidarın büyük rolü olduğunu belirterek, eğer ihbar Ba-
yar tarafından açığa çıkarılmasaydı, Bayar hakkında bir takibata mı girişilecek-
ti biçiminde iktidarı suçlamıştır.188 Nadi Nadi ise, Cumhuriyet’teki yazısında,
Bayar’ın tamimine değinerek, Bayar’ın kendisi ve partisi hakkında tertiplerden
şüphelendiğine ilişkin ifadeleri karşısında şaşırdığını ve kimsenin bu ihbar
hadisesini büyüterek, bir politika silahı olarak kullanmamasını istemiştir.189
Suikast ihbarı ile ilgili olarak, herkesin siyasi hesaplarla kendi penceresinden
olaylara baktığı görülmektedir. Şu kadarı belirtilmelidir ki, çok partili siyasal
hayata geçişin daha dördüncü yılında ve 1950 seçimlerine az bir zaman kala,
böyle bir olayın yaşanması, Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkilerinin normal
seyri içinde yürümediği, siyaseten kural dışı bir takım faktörlerin siyaseti yön-
lendirdiği bir durum ortaya çıkmıştır. Suikast ihbarı kimin yaptığı çok önemli
değildir. Konu adalete intikal etse ve Aydınlı bu konuda suçlu görülse de, ih-
bar hadisesinin perde arkası bir türlü aydınlığa kavuşturulamamıştır. Önemli
olan ihbar hadisesinin siyasal sonuçlarıdır.
İhbara ve yapılan tertibe ilişkin elde kesin bir vesika olmamakla birlikte,
ihbar hadisesinde hükümet, önceden gerekli tedbirleri almamakla ve ilgililerle
konuşmamakla büyük bir hata içinde olmuşsa da, esas sorumlu kanadın DP ve
Bayar olduğu gözlemlenmektedir. İhbar hadisesinden en yararlı çıkan parti,
DP olmuştur. Böylece DP tarafından, hem kamuoyuna ihbarın iktidarın bir
tertibi olduğu mesajı verilip iktidara yüklenilmiş, hem de ihbar hadisesi ile en
büyük rakipleri MP’nin kamuoyunda ihtilalci, tedhişçi bir örgüt olduğu izle-
nimi uyandırılmaya çalışılmıştır. Ne var ki, bu ve benzeri olaylardan en çok
yara alan kurumun, Türk demokrasisi olduğu söylenmelidir. Siyasetin normal
usullerin dışına çıktığı, iktidar-muhalefet ilişkilerinin bu tip ihbarlarla farklı bir
yöne kaydırıldığı bir siyasal iklimde, demokrasinin sağlıklı bir zeminde yükse-
lebilmesi olasılığı düşük olsa gerektir.

328
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

IX. 1950 SEÇİMLERİ


Seçim kanunundaki anti demokratik hükümler kaldırılmadığı gerekçesiy-
le DP ve MP 1948 ve 1949 tarihli ara seçimlerine katılmamıştır. 1948 ara seçim-
lerinden sonra iktidara gelen Günaltay Hükümeti, yeni bir seçim kanunu ha-
zırlamak için ilim heyeti teşekkül ettirmiştir. Günaltay hükümeti tarafından
kurulan ilim heyeti, üniversite profesörleriyle, Yargıtay, Danıştay ve en kalaba-
lık üç baro olan İstanbul, İzmir ve Ankara barolarının mensupları arasından
seçilmiş 11 hukukçudan oluşmuştur.190 Bu arada seçim kanunu ile ilgili partile-
rin görüşleri de sorulmuştur. MP, 22 Mayıs 1949’da Başbakan’a bildirdiği gö-
rüşünde önceki seçimlerde suç işlemiş kişiler ve seçime hile karıştıran şirretler
–sıfat ve mevkilerine bakılmaksızın- cezalandırılmadıkça, yeni bir seçim kanu-
nu hazırlığı mesuliyetine iştirak edemeyeceğini açıklamıştır191 Buna benzer
tutum ve tavırlarıyla yeni seçim kanununun Meclis görüşmeleri sırasında en
uzlaşmaz tavır takınan parti MP olmuştur. MP seçim sistemi üzerindeki fikir-
lerinden ziyade fikirsizliğini ortaya koymuştur. MP mebusları kendi görüşleri-
ni açıklayacakları yerde, hazırlanan tasarıya hücum etmişlerdir.192
Neticede seçimlerin tek dereceli, genel, eşit, gizli oy açık sayım ve çoğun-
luk ilkelerine dayalı bir şekilde yapılmasına ilişkin yeni seçim kanunu kabul
edilmiştir. Ayrıca DP’nin başından beri bastırdığı, seçimlerde adli teminat ilke-
si de yürürlüğe girmiştir.193 Seçim kanunun kabul edilmesinden sonra Meclis,
24 Mart 1950’de dağılmıştır. Hükümet seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacağını açık-
lamıştır. Bundan sonra siyasal partiler seçim platformlarını ilan ederek, kam-
panyaya başlamışlardır.
MP’den Nurettin Ardıçoğlu, seçim kanununun kabulünden sonra DP ile
CHP arasında başlayan yakınlaşmanın bir koalisyonla sonuçlanacağından bah-
sedildiğini belirterek, bunun gerçek muhalefeti ortaya çıkaracağını ve böylelik-
le maskelerin düşeceğini ileri sürmüştür. Ona göre, gerçek muhalefet, ancak
CHP’yi yok sayarak yapılabilecektir. CHP ile anlaşma ve müzakere yolunun
açılması ise, baskı ve şiddeti meşrulaştıracaktır. DP muhalefet yapmamakta,
kendini CHP’ye teslim etmektedir.194 Gerçekten de 1950 seçimleri öncesinde
CHP ile DP ileri gelenleri arasında gizli görüşmeler yapıldığı, DP’nin 1955 yı-
lında toplanan kurultayında açıklanmıştır. İki parti arasında ilişkilerin iyi ol-
duğunu halka ispat amacıyla demokratlar seçimler sırasında kabinede kendile-
rine bir yer verilmesini istemişlerse de, CHP’liler seçim kanununda bu koalis-
yonun oluştuğunu ileri sürerek, DP’nin bu isteğini geri çevirmiştir. Ayrıca, iki
parti liderinin seçilmesini garanti altına almak amacı ile aday listelerinde açık
yerler bırakmak için özel tedbirler alınması da görüşmelerde konuşulmuştur.
CHP’liler yeni dönemde DP’lilere 50 milletvekili sözü vermişlerse de, bu gö-
rüşmelerin kesin bir sonuca bağlanamadığı söylenmiştir.195
Bunların yanında, seçimlerden önce MP’nin kamuoyu nezdindeki itibarını
ve seçimlerdeki başarısını ciddi bir biçimde etkileyen bir gelişme olmuştur.
Mareşal Çakmak’ın 10 Nisan 1950 tarihinde ölümü,196 hem MP’yi etkilemiş
hem de partiler arasında seçimler öncesi başlayan mücadelenin daha bir kızış-
masına neden olmuştur. Özellikle, Mareşal gibi tarihi bir şahsiyetin ölüm habe-
rinden sonra, bayrağın yarıya indirilmemesine ve radyonun normal yayın akışı

329
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

içinde müzik yayına devam etmesine isyan edenler, Mareşal’in İstanbul’da


resmi törenle yapılan cenaze merasimini, İslamcı bir gösteriye dönüştürmüş-
lerdir.197 Cenaze törenindeki nümayişe, Sebilürreşad, Büyük Doğu ve Millet
gibi İslamcı ve muhafazakâr basın katılmış ve CHP hükümetine ve bilhassa
laiklik politikasına hücum etmişlerdir. Ezan kanuna aykırı olarak Arapça
okunmuş ve tekbirler getirilmiştir. Sebilürreşad dergisinde bu merasimle ilgili
yazılar yayınlanarak, “İlahi müesseselerin insan eliyle yıkılmasına imkân olmadığı-
na” vurgu yapılmıştır.198
Bu başkaldırma hareketinden MP sorumlu tutulmuştur. Din konusunda,
MP sunucularının ve bu arada Fahri Başkan Mareşal’in gerek şahsı gerekse de
görüşleri ile dini siyasete alet ettiği suçlamasında bulunulmuştur.199 Tarihe mal
olmuş Mareşal’in şahsiyetinin rejim düşmanlığının bir aleti olarak kullanıldığı
iddia edilmiştir.200 Cumhuriyet kurulalı beri ilk defa, dinin siyasete alet edildi-
ği öne sürülmüştür.201 Mareşal’in cenaze töreninde cereyan eden olaylardan
yola çıkılarak MP’nin dini siyasete alet ederek mevcut nizama karşı ihtilalci yol
ve yöntemlerle hareket ettiği iddia olunmuştur.202 MP’nin seçimler yaklaşırken
bu olayı siyasal propaganda malzemesi olarak kullanması düşünülebilirse de,
cenazedeki İslamcı gösteriye dönüşen karışıklıkları tertiplemesi uzak bir ihti-
maldi. DP’nin ise, el altından bu olayı kullanmaya kalktığı da ileri sürülmüş-
tür.203
MP’ye göre, cenazedeki olayları, “irtica hortluyor” diye yorumlamak, bir
kaşık suda fırtına koparmaktı. Bu olaylar büyütülecek şeyler değildi. Kabaha-
tin tekbir getirenlerde değil, vicdanlar üzerinde zalimane baskı yapılmasında
aranması gerektiği belirtilmiştir.204 MP Genel Başkanı Hikmet Bayur da, “Mem-
lekette dini irticaa yoktur, siyasi irtica vardır. Ölüleri için mevlit okutmak her Müslü-
manın tabii hakkıdır ve tekbir getirmek de suç değildir” biçiminde konuşmuş ve
tüm bunların MP’nin önlenemez yükselişini durdurmak ve DP ile CHP arasın-
da var olan muvazaanın örtbas edilmesi için yapıldığını ileri sürmüştür.205 MP
yanlısı Kudret gazetesine bakılırsa, CHP ile DP, MP’nin yükselişini ezmek için
Mareşal’in cenazesindeki dini tören ve tekbir getirmeye bakarak, MP’yi bir
irtica partisi olarak damgalamak istemişlerdir. Bayar da cenaze merasimini
irtica diye nitelendirmiştir. Bayar’ın bu tutumunu Günaltay ile yaptığı görüş-
me sonrası gösterdiği iddia edilmiştir. Ayrıca Bayar-Günaltay görüşmesinden
önce, Köprülü-Emin Erişirgil görüşmüşlerdir. Köprülü, Erişirgil’e irticayı yok
etmek ve MP’yi ezmek için DP’nin CHP’nin yanında yer alacağını söylemiştir.
Bütün bunları MP mahfillerinde, DP ile CHP arasındaki danışıklı dövüşün
tezahürleri olarak yorumlanmıştır.206 Bölükbaşı da CHP’yi, “Zümre saltanatını
devam ettirmek ve siyasi irticayı yaşatmakla” itham etmiş ve buna örnek olarak da,
CHP’nin Alevi oylarını çekmek için Hacı Bektaş Çelebisi’nin oğlu Rıza Ulu-
soy’un hiç alakası olmadığı halde Çorum’dan aday yapılmasını göstermiştir.207
Demokrasinin talep ettiği gerçek anlamda çok partili hayatı başlatan ilk
“şeffaf” seçim olarak görülebilecek olan 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, DP %
52.7, CHP % 39.4, MP % 3.1, Bağımsızlar % 4.8 oy aldı. Partilerin almış oldukla-
rı oy oranlarına tekabül eden milletvekili sayısı şöyledir: DP 420, CHP 63, MP,
1, Bağımsız 3. Temsilde adaletsizliğin açık olarak görüldüğü bu sonucun mü-

330
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

sebbibi doğrudan seçim sistemidir. Zira 1950 seçimlerinde karma listeli çoğun-
luk sistemi uygulanmıştır. Bu seçim sisteminde, seçmen değişik partilerin
adaylarından karma bir liste oluşturabilmekte, liste içinde en fazla kişisel oy
almış adaylardan, söz konusu ilin temsilci sayısı kadar milletvekili seçilmek-
teydi.208
Öte yandan DP’nin iktidara geldikten sonra “devri sabık yaratmama”, yani
eski dönemin sorumlularından hesap sormama vaadini yerine getirmesi,
MP’liler tarafından şiddetle eleştirilmiş ve muvazaa iddialarının yeniden orta-
ya atılmasına yol açmıştır. MP’lilere göre, 14 Mayıs’ta iktidar değişikliğinin
pazarlığı, DP liderleriyle CHP arasında seçimden önce yapılmıştı. Eski döne-
min sorumlularından hesap sormamak bunun en kesin deliliydi. CHP, iktidarı
devralacak kimselerden, hesap sorulmayacağına dair teminat almış ve bu su-
retle dürüst ve hilesiz bir seçim yapmaya razı olmuştu. DP kurucuları, CHP
içinden çıkmış ve onun sorumluluklarına katılmış kimselerdi, eski arkadaşları-
nı hiçbir zaman mahkeme önüne çıkartamazlardı.209 MP’ye göre, DP’nin ikti-
dara geçmesiyle birlikte kurucuların Meclis’e hâkim olmaları tehlikesi doğ-
muştu. Bunun sonu bir tür diktatörlüğe kadar gidebilirdi. Kurucuların parti
örgütü üzerindeki tahakkümleri malumdu. Bir parti başında böyle yapanlar,
iktidara geçince neler yapmazlardı ki…210 DP iktidara geldikten sonra CHP’ye
olduğu kadar MP’ye de sert bir tavır almış, DP’liler, Meclis’te “MP’yi halk ber-
taraf etti, bizden aldıkları yirmi milletvekilinden birini bile seçtiremediler” şeklindeki
tarizlerle MP ve mensuplarını gözden düşürme söylemi içinde olmuşlardır.
SONUÇ
Türkiye’de “Yeter söz milletindir” sloganı ile siyasal hayatta yerini alan
DP’nin kurulmasıyla birlikte girilen çok partili hayat, çoğu kez sanıldığını ak-
sine kendisinden sonra demokratik ve özgürlükçü bir siyasal yaşam üretme-
miş, aksine siyasal yaşam, siyasal sistemin kurucu aktörlerinin istediği belirli
yasallık zemininde yükselmesine zemin hazırlamıştır. İktidar ve muhalefeti
oluşturan CHP ve DP’de 1946–50 arası yaşananlar göz önüne alındığında, bu
dönemle ilgili vurgulanması lazım gelen ilk ve en önemli nokta siyasal sistem
tarafından “sakıncalı” görülen her türden aşırı sol ve aşırı sağ siyasal eğilimle-
rin sistem dışı ilan edilerek tasfiye edildiği bir sürecin başladığıdır. Özellikle
Şemsettin Günaltay hükümeti döneminde çıkarılan ve DP’nin de destek verdi-
ği, 1949 yılı Haziran ayı içinde TBMM’de “Aşırı Cereyanlarla Mücadele Kanu-
nu” çerçevesinde Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddelerinde deği-
şiklik yapılması,211 bundan sonraki süreçte Türkiye’de her türden sol, sağ ve
İslamcı siyasal hareketlerin önünü tıkayan bir perde işlevi görmeye başlamış-
tır.
Böylece, Türkiye’de çok partili rejim, “mahdut (sınırlı) partili bir rejim” hali-
ne gelmiştir.212 İrtica ve antikomünizm, cumhuriyetin kırmızı çizgileri olarak,
çok partili düzenin adeta sinir uçlarına dönüşen sınırlarını da belirlemiştir.
Türkiye’de çok partili rejimin ancak bu iki hudut arasında tesis edilebileceği,
her manasıyla hilafetçi, saltanatçı, ırkçı, yıkıcı ve ihtilalci (bilhassa aşırı sağ ve
aşırı sol) partilerin kurulamayacağı bir siyasi iklim yaratılmıştır.213 Diğer yan-
dan çok partili siyasal hayatın kuruluş süreç ve biçimi ile DP’nin Türk siyaseti-

331
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ne kazandırdığı “popülist politik söyleme” bakarak, 1946 ile birlikte Türkiye’de


bir ölçüde “muhalefetsiz bir demokrasi”nin kurumlaşmaya başladığı yolunda bir
değerlendirmede bulunmak pek de yabana atılabilecek bir yaklaşım tarzı ol-
masa gerek. Türk siyasal tarihinde DP muhalefeti ile başlayan popülist politik
söylemin özelliği ise, iktidarı elinde bulunduran hâkim ittifakı sorgulayan ve
iktidar dışı kalmış tüm toplum kesimlerinin bir takım söylemlerle iktidara kar-
şı harekete geçirilmesidir. Başka bir deyişle, popülist politik söylemde, kitleleri
birleştirebilecek yaygın folklorik ögeler, belirli bir şekle sokularak dinci, milli-
yetçi, faşist, sosyalist, liberal ya da başkaca bir ideoloji ile karıştırıldıktan sonra,
hâkim ideolojiye karşı yöneltilir. DP ile başlayan bu süreçte Türkiye’nin top-
lumsal yapısı ve gelişmişlik düzeyi, söz konusu söylemin amaçlarına uygun
bir zemin teşkil edecek nitelikteydi. Aslına bakılırsa DP hareketi, halkçı-laik
ideolojinin popülist bir biçimde yeniden yorumlanmasıdır.214 Başka bir açıdan
bakılırsa, Cumhuriyetçi elit, “modern millet” yaratmak için giriştiği icraatta
kendisi ile geleneksel halk arasında bir çelişki yaratmıştı. Daha sonra “tarih
dışı” olarak görülen bu toplum kesimi, demokrat elitlerin “halk” nosyonu,
Cumhuriyetçi elitlerin “millet” nosyonuna baskın çıkar çıkmaz, tarih sahnesine
toplumsal güçler olarak çıkmışlardır. Başka bir deyişle, siyasal sistemde tek
partiden çok partili demokrasiye geçişle birlikte “milliyetçi devrimcilik”ten, “po-
pülist liberalizm”e geçilmiştir.215
1946 demokrasisi, siyasal partilerin doktrin, program ve politika yönün-
den iyiden iyiye birbirine benzediği, aşırı sağ ve aşırı sol kutupların temsilinin
asla söz konusu olmadığı bir yasallık zemini oluşturmuştur.216 Yönetici seçkin-
lerin, siyaseti tek parti rejimini siyasal seçkinler merkezinde tutmak ve aşırı sağ
ve sol akımları, siyasal faaliyetin dışında bırakmak için daha önce gösterdikleri
çabaları, 1946–50 dönemi çok partili hayata geçişte de gösterdiklerini belirten
Nihal Kara, çok partili hayata geçişin kararını veren yönetici seçkinlerin, geçi-
şin biçimini de belirlemek istediklerini ileri sürmüştür. Kara devamla, TCF ve
SCF ve DP’nin kuruluşunda, yönetici seçkinlerin ideolojisi ve siyasal kültür
özelliklerinin arzu edilen Batı demokrasisi ile çeliştiğini, DP yöneticileri de
aynı siyasal gelenekten geldiği içindir ki, çok partili sürecin ileriki aşamaların-
da parti-içi muhalefete hoşgörü ile bakmayacaklarını anlatmıştır.217 Kara bir
başka yayınında, yönetici seçkinlerin DP ile oluşturmaya çalıştıkları çok partili
sistemin, gerçekten rekabetçi ve çoğulcu bir parti sistemi değil, muhalefet par-
tilerinin sadece görünüşte var olduğu bir “hegemonyacı parti” rejimi olduğunu
anlatarak, böylece siyasal faaliyetten toplumun dışlanmışlığının devam ettiğini
belirtmiştir.218
Sonuç olarak, CHP içinden çıkan DP kurucularının düşünüş ve davranış
biçimine bakıldığında, dönemin iç ve dış gelişmeleri sonucu ekonomik ve top-
lumsal muhtevalı bir meşruiyet krizine giren tek-partili Cumhuriyet rejiminin
aynı ideolojik esas, ancak farklı bir format/ray üzerinden kendisini yeniden
üretmesine zemin hazırladığını iddia etmek gerektir. Başka bir deyişle, 1946’da
çok partili siyasal hayata geçişle birlikte, seçkin ve bürokratik/devletçi merkezi
kesimin yanı başında, daha çok çevresel güçlerin temsilcisi sayılabilecek yerel
eşrafın da siyasal sistemde ağırlıklı bir yer edinmeye başladığı ve tek partili

332
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

cumhuriyet döneminde baskı altında tutulan toplum kesimlerinin “Yeter söz


milletindir” sloganının simgesel çağrısı ile siyasete katılımlarının yolunun açıl-
dığı kabul edilse bile, 1946–50 arası dönem ve sonraki yıllarda yaşanan geliş-
meler, Türkiye’nin henüz “bürokratik/oligarşik cumhuriyet”ten “demokra-
tik/katılımcı cumhuriyet”e geçemediğinin ya da geçme sancıları içinde oldu-
ğunun işaretleri olduğunun göstergesi sayılmalıdır.

SONNOT

1
DP’nin “Yeter söz milletindir” sloganını ilk kez, DP ilk kurulduğunda İzmir il haysiyet divanı
üyesi olan ancak daha sonra DP içinde Kurucu liderlere karşı ilk muhalefeti başlatan ve parti-
den ihraç edilen Mustafa Ali Kentli, 1945 yılının sonlarında Menderes ile Köprülü’nün
CHP’den çıkarılmaları üzerine kendilerine, “Partiden ayrılışınızı tebrik ederim. Halka hiçbir za-
man bu kadar yakın değildiniz. Yeter söz milletindir” şeklinde çektiği telgrafta kullanmıştır. Bkz.,
Mustafa Kentli, “Muvazaa Cephesi Nasıl Kuruldu?”, Kudret, 30. 8. 1948.
2
Cem Eroğul, 1946’la birlikte Türkiye’nin “biçimsel anlamda demokrasiye” geçtiğini vurgula-
maktadır. Bkz., Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi (Ankara: İmge, 2003), s.
279.
3
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859–1952 (İstanbul: Doğan Kardeş, 1952), s.
753. Türk siyasi hayatındaki cepheleşme siyasetinin mahalle kahvehanelerinde bile huzur bı-
rakmayacak bir siyasi çatışma ve huzursuzluk ortamı yarattığı da ifade edilmiştir. Bkz., Ali
Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (İstanbul: Dergâh, 1990), s. 97.
4
Türk sağında “1946 Ruhu”nun algılanış biçimi için, bkz., Adem Çaylak, “1946 Ruhu Efsane-
si”, Radikal İki, 21 Mayıs 2006.
5
Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri: Bir Soru (İstanbul: Baha
Matbaası, 1972), s. 38, 46–47.
6 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu (İstanbul: İletişim, 1992), s. 42–
43.
7
Adnan Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri Makaleleri, Cilt VI (Ekim 1955 – Eylül 1956),
Yay. Haz. Haluk Kılçık, (Ankara: Demokratlar Kulübü, 1991), s. 31.
8 A. g. e., s. 41.
9 Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi, TBMM-IX. Dönem, 1950–1954, Cilt I (Ankara: TBMM
Vakfı, 1998), s. 165.
10 Taşkın Tuna, Adnan Menderes’in Günlüğü (İstanbul: Şule, 2003), s. 98.
11 Mümtaz Faik Fenik, “İnkılâbın En Mühim Merhalesi”, Zafer, 20 Mayıs 1950.
12 M. Serhan Yücel, Demokrat Parti (İstanbul: Ülke, 2001), s. 79.
13 İfade Suna Kili’ye aittir. Bkz., Suna Kili, Atatürk Devrimi, Bir Çağdaşlaşma Modeli (İstan-
bul: Türkiye İş Bankası, 2003), s. 312.
14 Bu konuda bkz., Çetin Yetkin, Karşıdevrim (Ankara: Otopsi, 2003).
15
Sina Akşin, Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi (Ankara: İmaj, 2002), ss. 104, 214.
16 Sina Akşin, Türkiye’nin Önünde Üç Model (İstanbul: Telos Yayıncılık, 1997), s. 11–17. Ayrıca
Akşin’in, bu üç model çerçevesinde Cumhuriyet tarihindeki devrim ve karşı-devrim süreçle-
rini ele alan diğer çalışması için, bkz., Sina Akşin, Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi,
s. 99–117.
17 Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş (İstanbul: İletişim, 1994), s. 63.
18 Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi, TBMM-IX. Dönem, 1950–54, C. 1 (Ankara:
TBMMVY, 1998), s. 174–176.

333
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

19 Bu diyalog Şevket Süreyya Aydemir ve Metin Toker’in kitaplarında geçmektedir. Bkz., Şevket
Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı: 1889–1960 (İstanbul: Remzi, 1998) s. 313 ve Metin To-
ker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 112–113.
20
Bu kullanım için, bkz., Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, Birinci Türkiye Büyük Millet
Meclisi (İstanbul: Baha Matbaası, 1973).
21
Cemil Koçak, “Siyasi Tarih 1923–1950”, Yay. Yön. Sina Akşin, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Tür-
kiye 1908–1980 (İstanbul: Cem, 1990) içinde, s. 85.
22 Bu yön, bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından veril-
miştir. Ona göre, çağdaş medeniyetin beşiği Avrupa idi ve medenileşmek isteyen bir milletin
Avrupa’ya yönelmesi zaruri idi. Ülkeler farklı, ancak medeniyet birdi. Bir milletin ilerlemesi
için bu tek medeniyete katılmak gerekliydi. Bkz., Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev
ve Demeçleri, 1918–1937, C. 3 (Ankara: TİTE, 1972), s. 67–68.
23
Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, s. 86.
24 Çok partili siyasal hayata geçişte dış etkenlerin rolü konusunda bkz., Ömer Kürkçüoğlu,
“Türk Demokrasisinin Kuruluş ve İşleyişinde Dış Etkenler, 1946’dan Bu Yana”, AÜSBFD, C.
XXXIII, S. 1–2 (Mart-Haziran 1978). Haluk Ülman, Oral Sander, “Türk Dış Politikasına Yön
Veren Etkenler (1923–1968) I”, AÜSBFD, C. XXIII, S. 3 (Eylül 1968), ss, 241–273. Rıfkı Salim
Burçak, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945–1950 (Ankara: Olgaç, 1979).
25
Feroz Ahmad ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kro-
nolojisi, 1945–1971 (İstanbul: Bilgi, 1976), s. 12.
26
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: Afa, 1996), s. 128. Nitekim San Francisco
Konferansı’na katılan Türk Heyeti’ne üçüncü delege olarak dâhil olan ve sonradan Dışişleri
Bakanlığı da yapmış olan Büyükelçi Feridun Cemal Erkin, yıllar sonra İsmet İnönü’nün ölü-
mü üzerine yayınladığı bir makalede, San Francisco’ya giderken, kendisine İnönü’nün şu söz-
leri söylediğini aktarır: “…Amerikalılar çok partili demokrasiyi ne zaman kuracağımızı sorabilirler.
Böyle bir soruya şöyle cevap verirsiniz: Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Atatürk büyük reformcu olmuş-
tur. İnönü’nün rolü, reformları raylarında perçinleştirmek ve Atatürk’ün de arzu ettiği, gerçek, tam
demokrasiyi kurmak olacaktır. İnönü şimdiye kadar bu çığıra girmeyi istiyordu. Harbin ortaya çıkardı-
ğı çeşitli tehlike ve sorunları buna imkân vermedi. Savaş bitince bu amacı gerçekleştirmek Cumhurbaş-
kanının en aziz arzusudur”. Feridun Cemal Erkin, “İnönü, Demokrasi ve Dış İlişkiler”, Milliyet,
14. 01. 1974.
27 Sina Akşin, Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi, s. 111, 178, 216.
28 Taner Timur, “Osmanlı Mirası”, Derl. İrvin Cemil Schick – Ertuğrul Ahmet Tonak, Geçiş
Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge Yayınları, 1992) içinde, s. 18.
29
Tarık Zafer Tunaya, “Tarık Zafer Tunaya ile Türkiye’de Çok Partili Hayatın 40. Yılı Üzerine
Bir Röportaj”, Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: İstanbul Barosu, 1992) içinde, s. 25.
30
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 128.
31
Tarık Zafer Tunaya, sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan çok partili rejimin teamülleri oluşa-
madığı için, Türkiye’de siyasal iktidar-muhalefet arasındaki ilişkinin kolayca şiddetlenebildi-
ğini ve partiler arasında doktrin mücadelesine itibar edilmediği için de mücadelenin şahsi bir
nitelik kazandığını belirtir. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler 1859 – 1952, s.
757.
32 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945–1980, Çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil,
1996), s. 16–21.
33 İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de beliren aşırı milliyetçi sağ akımların gelişimi konu-
sunda, bkz., Mehmet Ali Ağaoğulları, “Aşırı Milliyetçi Sağ”, Derl. İrvin Cemil Schick – Ertuğ-
rul Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge, 1992) içinde, s. 204–207.
34 Çok partili hayata geçişte solcu akımların gelişimi hakkında, bkz., Murat Belge, “Sol”, Derl.
İrvin Cemil Schick – Ertuğrul Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge, 1992)
içinde, s. 164–166.

334
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

35 Feroz Ahmad ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kro-
nolojisi, 1945–1971, s. 15.
36 Abidin Nesimi, Yılların İçinden (İstanbul: Gözlem, 1977), s. 214–227.
37 Takrir’in tam metni için., Bkz. Şükrü Esirci (Der.), Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri, 1946–
50 (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1999), s. 23. Ayrıca İnönü’nün emri ile reddedildiği
söylenen Takrir’in reddedilme gerekçesinin, bir muhalefet partisi kurmak için Takrir sahiple-
rine bir imkân verildiği, hatta İnönü’nün bunu vesile ederek, bizzat Bayar ve arkadaşlarını
teşvik ettiği yolundadır. Bu konuda, bkz., Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye (İstanbul:
Milliyet, 1970), s. 90–92.
38 Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 60–70. İnönü, muhalefetin Bayar liderliğinde ya-
pılmasını, teşvikten de çok, ısrarla istemiştir. Bayar’a defalarca haber yollamıştır. Hatta Kazım
Özalp’e “Ne oldu, yapacak mı?” tarzında sorular yöneltmiştir. Bu noktada bir hususun altını çi-
zen Toker, Milli Şef’in icazetiyle ve onun istediği ölçüler içinde gelişmekte bulunan bir de-
mokratlaşma hareketinin, Türkiye’de demokrasisinin kurumlaşmasında bir handikap oldu-
ğunu beyan etmiştir. A. g. e., s. 52.
39
Miralay Sadık Bey, gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Manastır Heyeti başkanı idi. 1908’de
hürriyet, Rumeli’nin pek çok merkezlerinde olduğu gibi Manastır’da da ilan edilmişti. Bir dö-
nem Manastır önemli bir merkez iken, İttihat ve Terakki’nin açığa çıkmasıyla birlikte, Sela-
nik’teki genç ve biraz da bağımsız insanlar, hareketin yönünü süratle Selanik’e çevirdiler.
Manastır gölgede kaldı. Bir müddet sonra Miralay Sadık Bey İttihat ve Terakki içinde, bir
ayak bağı olarak görülüp ihmal edildi. Bunun üzerine Sadık Bey, 21 Kasım 1911’de Hürriyet
ve İtilaf Fırkası’nı kurdu. İttihat ve Terakki’den ayrıldı. Bu durum, hem kendisi hem de İttihat
ve Terakki için acı tecrübeler yaşanmasına neden olmuştur. Bkz., Ali Birinci, Hürriyet ve İti-
laf Fırkası (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1990), s. 152.
40
Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, C: III (İstanbul: Remzi, 2000), s. 23.
41
Bkz., Abidin Nesimi, Yılların İçinden, s. 223–226.
42
Sabiha Sertel, Roman Gibi (İstanbul: Ant, 1969), s. 298–321.
43
Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 69.
44
Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım (İstanbul: Gözlem, 1977), s. 251–53.
45
Cem Eroğul, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945–71”, Derl., İrvin Cemil Schick – Ertuğrul
Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge, 1992) içinde, s. 115.
46
Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 60–61, 91; Nihal Kara, Türkiye’de Çok Partili Sis-
teme Geçiş Kararı: 1945, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1982, s.
340.
47 Cem Eroğul, Demokrat Parti, s. 87.
48 Aslında çok partili siyasal hayata geçişte ilk muhalefet partisi, işadamı Nuri Demirağ’ın
07.07.1945 tarihinde kurduğu Milli Kalkınma Partisi’dir. Ancak bu partinin siyasal hayatta her
hangi bir etkisi olmamıştır. Bu konuda bkz., Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler:
1859–1952, s. 640. Çok partili düzene geçilirken DP’den önce kurulan bir muhalefet partisi
varken, muhalefetin bu partide kütleleşmemesi bile, başlı başına Türkiye’nin demokratikleş-
me sorunsalı içinde olduğu ve muhalefetin, sosyo-ekonomik etkenlerin gelişimi sonucu oluş-
madığı, aksine siyasal yönlendirme ile oluştuğu fikrine geçerlik kazandırmaktadır.
49 DP’nin kuruluşuna ilişkin birbirinden farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Özellikle Kurucu-
ların her biri Parti’nin kuruluş fikrini kendisine mal etmektedir. İçerden bir isim olan Samet
Ağaoğlu’nun anlattığı kadarıyla, Menderes, Köprülü ve Koraltan’ın her biri fikrin kendilerine
ait olduğunu bizzat Ağaoğlu’na söylemişlerdir. Bkz., Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demok-
rat Partinin Kuruluşu, s. 418. Bayar, 14 Mart 1962’de Kayseri Bölge Cezaevi’nde yatarken,
Samet Ağaoğlu’na, yeni bir parti kurulması fikrinin sadece bir kişiye ait olmadığını, herkesin
kendi muhitinde bu fikir doğrultusunda bir çaba içinde olduğunu açıklamıştır. Bkz., Samet
Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri: Bir Soru, s. 83- 86.

335
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

50 Tekin Erer, Türkiye’de Parti Kavgaları (İstanbul: Ticaret Postası Matbaası, Basım Yılı Belir-
tilmemiş), s. 88. Ayrıca dönemin “liberal” eğilimli ve dış etkilere açık Vatan gazetesinin baş-
muharriri Ahmet Emin Yalman da Demokrat Parti isminin kendisi tarafından, Bayar’a öneri-
lerek kabul edildiğini yazar. Bkz., Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Ge-
çirdiklerim (İstanbul: Rey, 1997), s. 1321.
51 Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş: 1946–1950 (İstanbul: Kaynak, 1982), s. 42.
52
Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki (İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1980), s. 193. DP,
“bir fikre inananlar”ın kurduğu bir parti olmaktan ziyade, birlikteliklerini “CHP iktidarına karşı
olmak”tan alanların oluşturdukları bir parti idi. Öyle ki, partiyi, birbirlerine karşı olduğu olan
İslamcı Necip Fazıl Kısakürek ile liberal Ahmet Emin Yalman da destekliyordu. Solun her tür-
lüsüne karşı olan Prof. Kenan Öner ile başlangıçta partinin program çalışmalarına katılmış
olan sosyalist Zekeriya Sertel de DP eksenli politika yapmışlardır. Erman Şener, “Demokra-
simizde DP Damgalı Dönemeç: 1946-47’nin Öyküsü”, Milliyet, 20 Eylül 1987.
53 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler: 1859–1952, s. 756.
54 Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, s. 37–46.
55 Ahmet Hamdi Başar, “Demokrat Parti ve Muhalefet Fikri”, Cumhuriyet, 10. 8. 1946.
56 Ahmet Hamdi Başar, Yaşadığımız Devrin İçyüzü (Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1960), s. 28–31.
57 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl (İstanbul: İletişim, 1984), s. 189.
58 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 145–146.
59 Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, s. 148–149. DP’nin programı için, bkz, Türki-
ye’de Siyasal Dernekler, C. II (Ankara: İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü, 1950), s.
145–182.
60
Çağlar Keyder, “Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği”, Derl. İrvin Cemil Schick – Ertuğ-
rul Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge, 1992) içinde, s. 53–54.
61
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, s. 192–193.
62
Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, s. 63.
63
DP muhalefetinin bir “çevre” hareketi olduğu yolunda değerlendirmeler için, bkz. Şerif Mar-
din, “Türk Siyasasını Açıklayacak Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Şerif Mardin, Türki-
ye’de Toplum ve Siyaset (İstanbul: İletişim, 1991), s. 57.
64
DP, daha çok kentteki ticaret burjuvazisi ile kırsal alandaki toprak ağası ve yerel eşraf tarafın-
dan desteklenmiştir. DP’nin muhalefetinde dayandığı toplumsal sınıflar konusunda, Çağlar
Keyder şunları ifade etmektedir: “... Muhalefet platformunun evrensel iktisadi ve dini özgürlük il-
kelerine başvurması popülist söylemi yansıtıyordu; bu özgürlüklerin içeriği bir sınıf eğilimini kolayca
ele vermiyordu... Yine de, bürokrasinin mutlak otoritesine karşı evrensel ilkeler temelinde direniş, ayrı
sınıf çıkarlarının farkına varmış olsun olmasın bütün toplumsal sınıfların bazı kesimlerini birleştirdi.
Yasadışı Komünist Partisi bile 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’yi aktif biçimde destekledi.” Çağlar
Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim, 1993), s. 170.
65 Bunlardan birisi de, Ahmet Ağaoğlu’nun oğlu, Samet Ağaoğlu’dur. Samet Ağaoğlu, DP safla-
rında politikaya atılmaya karar vermek üzere olduğu günlerin birinde, ablası Süreyye Ağaoğ-
lu kendisini Bakanlıktaki odasında (1 Temmuz 1946’da istifa eden Ağaoğlu, Ticaret Bakanlığı
İç Ticaret Genel Müdürlüğü yapıyordu) ziyarete gelir. Görüşmelerinde ablası Ağaoğlu’na
şunları söyler: “Siyasi hayata atılmana diyeceğim yok. Fakat kimlerle beraber oluyorsun? Düşündün
mü bunu? Bayar, evet... Menderes’i tanımam. Koraltan’ı şöyle böyle bilirim. Ama Köprülü’yü iyi tanı-
rız değil mi? Ta çocukluğumuzdan beri... Onun ne kadar vefasız, dedikoducu, arkadan vurucu olduğu-
nu bilmiyor musun? Ziya Gökalp’e, babama (Ahmet Ağaoğlu’nu kastediyor) yaptıklarını, Mütare-
kede Ali Kemal’le beraber olduğunu, Reşid Galib’i nasıl hançerlediğini hatırlasana...Atatürk’ün arka-
sından söylediklerini şimdi de İsmet Paşa için söylüyor. Fuat Beyin peşinden nasıl gidersin sen?”65.
Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 35.
66
Necmettin Sadak, “Demokrat Partiye Hoş Geldin Deriz”, Akşam, 09. 01. 1946.

336
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

67 Bunlar, Prof. Kenan Öner (Eski Adliye Müsteşarı. DP’nin ilk İstanbul il başkanı olarak, 15. 02.
1946 tarihinde İstanbul teşkilatını kuran Öner, DP kitlesi üzerinde çok ağırlığı olan bir isimdi.
Özellikle, DP’nin İstanbul’da güçlü bir hale gelmesi, onun sayesinde mümkün olmuştur. Va-
tan, 15. 02. 1946), Dr. Mustafa Kentli, General Sadık Aldoğan, Fuat Arna, Ahmet Tahtakılıç,
Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer, Osman Nuri Köni, Enis Akaygen, Osman Bölükbaşı (Bölükbaşı,
dönemin Kandilli Rasathanesi Müdürü Mehmet Fatin Hoca’nın asistanı idi. Fatin Hoca, Dil-
Tarih Coğrafya Fakültesi hocalarından Mehmet Altay Köymen aracılığı ile Bölükbaşı’nı Fuat
Köprülü ile tanıştırmış ve Bölükbaşı DP’nin ilk parti müfettişi olmuştur. Bölükbaşı, Ağaoğlu
ile birlikte, DP’nin i özellikle güney, kuzey ve iç Anadolu bölgelerindeki teşkilatlarını kur-
muştur) idi. Hemen hemen hepsi, DP’den koparak MP’ye girecek olan bu isimlere, CHP için-
den gelseler de, İnönü’nün şahsında “şeflik” sistemine ve iktidara karşı daha sert bir muhale-
fet yapılması konusunda yukarıdaki isimlerle aşağı yukarı aynı düşünen Yusuf Hikmet Bayur
(öteden beri CHP içinde şiddetli muhalefet yapan Bayur, 22 Ocak 1946 tarihinde CHP’den çı-
karılmışsa da, DP’ye katılmamış, ancak parti içinde ihtilaf başlayıncaya kadar DP’yi destek-
lemiştir. Vatan, 23. 01. 1946) Emin Sazak, Yusuf Kemal Tengirşenk gibi önemli isimler ve
Cumhuriyetin başından, 1944’te İnönü tarafından emekli edilinceye kadar Genelkurmay Baş-
kanlığı görevinde bulunan Mareşal Fevzi Çakmak da eklenince, DP’nin iktidara yönelik mu-
halefeti, iktidarı ve DP kurucularını endişelendirecek derecede sert bir tutum almaya başla-
mıştır.
68
Falih Rıfkı Atay, Ulus, 4. 7. 1946.
69
Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, s. 34.
70
Feroz Ahmad ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kro-
nolojisi: 1945–1971, s. 20.
71
“Mareşal Çakmak’ın Hatıraları”, Hürriyet, 9. 5. 1975.
72
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 143.
73
Kenan Öner, basınla yakın bir ilişki kurarak, seçim sandıklarını gazetecilere kontrol ettirerek,
oyların çalınmasını önlediği belirtilmiştir. Bkz. Haydar Seçkin, Olaylar ve Belgelerle 1946 Se-
çimleri ve Yakın Demokrasi Mücadelemiz (İstanbul: Anka Ofset Matbaası, 1990), s. 70; Ke-
nan Öner, Siyasi Hatıralarım ve Bizde Demokrasi (İstanbul: Osmanbey Matbaası, 1948), s.
26 vd.
74 İlerde DP’nin “müfrit” kanadından sayılacak ve MP’nin kuruluşuna katılacak olan Fuat Ar-
na’nın kaymakamlık görevinden istifa etmesinin altında, seçimlerde iktidar ile işbirliği yapıl-
masını telkin eden ve CHP Genel Sekreterliği’nce mülki idarelere gönderilen talimat, bunu
göstermektedir. Arna, partinin adamı olmadığını belirterek, talimatın bir nüshasının basına,
bir nüshasını da hocası Prof. Kenan Öner’e gönderir. Bkz., Kenan Öner, Siyasi Hatıralarım
ve Bizde Demokrasi, s. 88–89.
75 Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 189.
76 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 149.
77 TBMM Tutanak Dergisi, Dönem VIII, Toplantı 1, C. 3 (18. 12. 1946), s. 15–23.
78
Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 50.
79
Cihad Baban, Politika Galerisi: Büstler ve Portreler (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970), s. 107–
109. Öner de, gazetelerde yayınlanan demecinde, “Benim bu cemiyetle hiçbir ilgim yoktur. Ben
şahsen cemiyetin kuruluşunda ve faaliyetinde, katiyen rol oynamadım” demiştir. Bkz., Emrullah
Nutku, Demokrat Parti Neden Çöktü ve Politikada Yitirdiğim Yıllar 1946–1958 (İstanbul:
Fakülteler Matbaası, 1979), s. 33.
80 A.g.e., s. 32–33.
81 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 41, 415.
82 Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes (İstanbul: Baha Matbaası, Tarih Belirtilmemiş,
Meclis Kitaplığına Giriş Tarihi 1969), s. 71.
83
Orhan Mete, Bütün Tafsilat ve Akisleriyle Demokrat Partinin Birinci Büyük Kongresi
(İstanbul: Ticaret Dünyası Matbaası, 1947), s. 52–54.

337
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

84 Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş, s. 155.


85 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 156.
86 Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 234.
87 Cem Eroğul, Demokrat Parti, s. 55.
88 Erim-Köprülü görüşmelerinde, Köprülü’nün, “Canım, İsmet Paşa varken biz hiç başka bir Devlet
Başkanı düşünebilir miyiz? O, partiler arasında hakem olsun, bizleri idare etsin” biçiminde konuştu-
ğu belirtilir. Bkz. Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 257; Demokrat Parti Kurucuları
Bu Davanın Adamı Değildirler, Haz. Müstakil Demokratlar Grubu (Ankara, Yeni Matbaa, 20
Haziran 1949), s. 12.
89 Ahmet Emin Yalman, “Tek Çıkar Yol”, Vatan, 12. 6. 1947; Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarih-
te Gördüklerim ve Geçirdiklerim, s. 1393.
90 Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 10.
91 12 Temmuz Beyannamesi’ne giden süreçte İnönü’nün Bayar’la görüşmelerinin içeriği için,
bkz., İsmet İnönü, Defterler: 1919–1973, Haz. Ahmet Demirel, 2 Cilt (İstanbul: Yapı Kredi
Yay., 2001), s. 453–468.
92
İsmet İnönü, Defterler: 1919–1973, s. 455.
93
Beyannamenin tam metni için, bkz., Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes, ss. 83–84. 12
Temmuz Beyannamesi’nin İsmet Paşa kamuoyu ile paylaşmadan önce Vehbi Koç’u Köşke
davet ederek, onun görüşünü de almıştır. Koç, “Çck isabetlidir Paşam, kamuoyuna duyurulması
müsbet tesir uyandıracaktır” biçiminde bir değerlendirmede bulunmuştur. Vehbi Koç, Hatırala-
rım, Görüşlerim ve Öğütlerim (İstanbul: Vehbi Koç Vakfı Yay., İkinci Baskı, 1987), s. 47–48,
62.
94
Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, s. 254–257; Demokrat Parti Kurucuları Bu Da-
vanın Adamı Değildirler, s. 19
95
Hikmet Bayur, “Parti Mücadelelerimizde Müfritler ve Mutediller”, Kuvvet, 25. 7. 1947.
96
Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi Çev. Yasemin Saner Gönen (İstanbul:
İletişim), s. 311.
97
Cüneyt Arcayürek, Demokrasinin İlk Yılları: 1947–1951 (Ankara: Bilgi Yayınevi, Birinci
Basım, 1983), s. 155.
98
Kuvvet, 27. 7. 1947.
99
Millet Dergisi, 8. 7. 1948.
100 Cumhuriyet, 16. 8. 1948.
101 Kenan Öner, Siyasi Hatıralarım ve Bizde Demokrasi, s. 22.
102
Ahmet Tahtakılıç, Dönüşü Olmayan Yol (Ankara: Akademi Matbaası, 1989), s. 130–135.
103
Yeni Sabah, 7. 3. 1948.
104 Kudret, 16. 05. 1949.
105 Yeni Sabah, 19. 2. 1948. Bu grubun en ateşli temsilcilerinden biri olan General Sadık Aldo-
ğan’a, “İnönü’ye niçin bu kadar sertsiniz”? diye sorulduğunda, Aldoğan Paşa, “Amacımı ve saldı-
rı sebebini bilmeyenler vaktiyle aramızda bir şeylerin geçmiş olabileceğini düşünebilirler. Aramızda ne
kişisel ne de askerlikteki görevlerim nedeniyle hiçbir olay geçmemiştir. İsmet Paşa, beğendiğim birçok
yanları olan değerli ve gerçekten büyük bir kişidir…Ancak Milli Şef İsmet İnönü’ye gelince…Milli Şef-
lik ve onun temsilcisi İ. İnönü, özgürlük yolunda karşımıza dikilmiş en büyük engeldir…İşte benim
saldırılarım Milli Şeflikten önceki İsmet Paşa’ya değil, kendisini bu duruma getirmiş olan Milli Şef İs-
met İnönü’yedir. Bu saldırılarımla Milli Şefin de eleştirilebileceğini halka göstermek istiyorum” biçi-
minde konuşmuştur. Bkz., Nahit Saçlıoğlu, Bir Özgürlük Savaşçısı Sadık Aldoğan (İstanbul:
Günlük Ticaret Tesisleri, 1990), s. 24–25.
106 Cumhuriyet, 18. 01. 1948.
107 Vatan, 23. 01. 1948; Şükrü Esirci, Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri, 1946–50, s. 211

338
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

108 Bayar, bu sözleri iktidara geldikten sonra, 1952 yılında söylemiştir. Tekin Erer, Türkiye’de
Parti Kavgaları, s. 229.
109 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları; DP’nin Altın Yılları: 1950–54 (Ankara:
Bilgi Yayınevi, 1990), s. 49.
110 Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 20–21.
111
Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes, s. 90.
112 Vatan, 19. 06. 1947.
113
Demokrat Parti Genel İdare Kurulu’nun 10 Eylül 1947 Tarihli İçtima Zabıtları için bkz., Samet
Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 436–441.
114
Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 23; Avni Doğan, Kurtuluş,
Kuruluş ve Sonrası, s. 260–261.
115 Nahit Saçlıoğlu, Bir Özgürlük Savaşçısı Sadık Aldoğan, s. 25–26.
116 Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 26–27; Ulus, 19. 12. 1947.
117 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 214.
118 Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 31–32; Avni Doğan, Kurtuluş,
Kuruluş ve Sonrası, s. 260–61.
119
Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 33.
120
Vatan, 12. 2. 1948 ve Cumhuriyet, 12. 2. 1948; Ayrıca istifa mektubunun tam metni için, bkz.,
Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 465–467.
121
Vatan, 17. 1. 1948.
122
Kudret, 30. 5. 1950.
123
Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 37.
124
Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 124–125.
125
Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 37.
126
4 Şubat 1948 tarihli DP Meclis Grubu Toplantısı zabıtları için bkz., Samet Ağaoğlu, Siyasi
Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, ss. 468–476.
127
Kudret, 27 Şubat 1948.
128
Toker, “Tereddütlerinin sonunda Bayar, meclis grubu yanında vaziyet alsaydı, Türkiye’nin demokrasi
tarihinde ne bir Menderes, ne bir Köprülü yer bulurdu, aksine mesela bir Tahtakılıç, Ahmet Oğuz gibi
MP’liler birinci planda olurlardı” biçiminde yazmıştır. Bkz., Metin Toker, Tek Partiden Çok
Partiye, s. 302.
129 11–12 Mart 1948 tarihlerinde toplanan GİK zabıtları okunduğunda DP’de alınan tüm karar ve
uygulamalarda gerçekten bir tür “kurucu diktatoryası”nın varlığı açıktır. Belirtilen tarihli
GİK’te alınan kararlar için, bkz., Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kurulu-
şu, s. 549–558.
130
DP GİK üyesi 6 önemli ismin istifalarının görüşüldüğü 16 Mart 1948 tarihli toplantıda konu-
şulanlar ve alınan kararların merkez haysiyet divanı başkanlığına yazıldığı 19 Mart 1948 ta-
rihli yazının tam metni için, bkz., Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kurulu-
şu, s. 559–568.
131 Vatan, 25. 3. 1948.
132 Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, s. 69. DP kurucularını diktatör-
lükle suçlayan milletvekilleri şunlardır: Ali Rıza Kırsever (Çanakkale), Asım Gürsu (Muğla),
Ahmet Ali Çınar (Burdur), Behçet Gökçen (Çanakkale), Bahaettin Öğütmen (Edirne), Fethi
Erimçağ (Edirne), Haydar Arslan (İçel), Mehmet Aşkar (Afyon), Mehmet Öktem (Edirne), Şa-
hin Laçin (Afyon).
133 A. g. e., s. 69.
134
Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 181.
135 Kudret, 18. 5. 1948.

339
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

136 Bkz., Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildirler, Haz. Müstakil Demokrat-
lar Grubu (Ankara: Yeni Matbaa, 20 Haziran 1949).
137 Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Demokrat Parti”, Tasvir, 3. 4. 1948.
138 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 159–160.
139 Bu konu ile ilgili olup olmadığı bilinmez ama Ağaoğlu, özellikle Bayur’u hedef alan yazılar
yazmıştır. Bunlara örnek olarak, Cumhuriyet, 7–10. 2. 1948 ve Millet Yolu, 15. 5. 1948 yılla-
rında yazılmış yazılara bakılmalıdır.
140
Kudret, 14. 6. 1949. Yukarda yazılanlar, Kudret gazetesinin iddialarıdır. Ancak, DP genel
merkezince tekzip edilmemiştir.
141 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 154.
142
Adnan Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri, Makaleleri, (Aralık 1933-Mart 1950), C. I, s.
273.
143 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler: 1859–1952, s. 713.
144
Çağlar Kırçak, Meşrutiyetten Günümüze Gericilik: 1876–1950, I. Kitap (Ankara: Bilar Yayın-
ları, Yayın Tarihi Belirtilmemiş), s. 345–346.
145
Kudret, 6. 7. 1948.
146
Ali Fuat Başgil, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Çev. M. Ali Sebük ve İ. Hakkı Akın (İstanbul:
Çeltüt Matbaacılık, 1966), s. 62. Ayrıca bkz., Nurettin Ardıçoğlu, “Millet Partisinin Program
ve Felsefesi”, Kudret, 21. 7. 1948.
147 Millet Partisi, Program ve Tüzük (Ankara: Millet Partisi Yayınları, 1948), s. 3–5; Millet Parti-
sinin Programı, Milletin Sesi, 8. 10. 1948.
148
Millet Partisi, Program ve Tüzük, 1948, s. 8–9; Millet Partisinin Programı, Milletin Sesi, 6. 12.
1948.
149 Nurettin Ardıçoğlu, “Millet Partisi Program ve Felsefesi: 5, Milliyetçilik”, Kudret, 29. 7. 1948;
Zeki Mesut Alsan, “MP’nin Milliyetçilik Anlayışı”, Kudret, 5. 5. 1950.
150 Millet Partisi, Program ve Tüzük, 1948, s. 4–5; Millet Partisinin Programı, Milletin Sesi, 8. 10.
1948 ve 15. 10. 1948.
151
Nurettin Ardıçoğlu, “Millet Partisi Program ve Felsefesi: 5, Milliyetçilik”, Kudret, 29. 7. 1948.
152
Millet Partisi, Program ve Tüzük, 1948, s. 6.
153 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniv. Yay., 2003), s. 169.
154
Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı, s. 169.
155
Nurettin Ardıçoğlu, “Sahte Laikler Bize Mürteci Diyorlar”, Kudret, 17. 4. 1950.
156
“Gönül Aldoğan (Özansu) ve Mesut Özansu ile Görüşme”, 11. 2. 2002 (İstanbul, Levent’te
Sadık Aldoğan’ın Evinde Yapılan Görüşme). Gönül Aldoğan, Sadık Aldoğan’ın kızıdır. Gönül
Özansu’nun eşi, Mesut Özansu ise 1965’te Balıkesir’den MP milletvekili seçilen ve o tarihlerde
Bölükbaşı’nın partisi MP’ye “sosyal devlet” anlayışı sokmak isteyen kişidir.
157 Tamim için bkz., Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 583 ve DP
İstanbul İl İdare Kurulu Propaganda Servisi, Başbakan Adnan Menderes’in Nutku (Ankara,
1952), s. 7. DP’nin muhalefet yıllarındaki yaklaşım biçimi için bkz., Halit Tanyeli- Adnan Top-
sakaloğlu, İzahlı Demokrat Parti Kronolojisi: 1945–1950, C. 2 (İstanbul: 1959), s. 143.
158 CHP’nin MP hakkında değerlendirmeleri için, bkz., Ulus, 27.7.1948 ve Nadir Nadi, “Son
Hücum”, Cumhuriyet, 19. 6. 1949.
159 Nadir Nadi, “Millet Partisi”, Cumhuriyet, 23.7.1948.
160
Cihad Baban, “Yeni Parti Kurulurken”, Tasvir, 21.7.1948.
161 Ahmet Emin Yalman. “Millet Partisi Hakkında Düşünceler: I-II, ” Vatan, 25–26.7.1948.
162
Hikmet Bayur, “İhtilal Partisi İftirası”, Kudret, 29. 8. 1948.
163 Ulus, 13. 10. 1948.
164
Ulus, 21. 8. 1948.

340
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

165 Hikmet Bayur, “Partiler ve Programları Arasında yapılan Karşılaştırmalar”, Kudret, 9.8.1948;
Nurettin Ardıçoğlu, “Celal Bayar: Muvazaa”, Kudret, 2.5.1950.
166 Millet, 12. 4. 1953.
167 “Millet Partisinin Beyannamesi”, Sebilürreşad, S. II/48 (Haziran 1949), s. 63-64.
168 Eşref Edib, “Partilerin Din Siyaseti”, Sebilürreşad, S. IV/1976 (Nisan 1950), s. 6–9.
169 Makalenin tümü için, bkz., Milletin Sesi, 11.8.1949.
170 Reşat Aydınlı, 1946 seçimlerinde Denizli’de DP listesinden aday gösterilmiştir. Fakat oyların
iptal edileceği endişesi ile seçim günü sandıklar açılmadan, DP’den çekildiğini ilan etmiş ve
CHP’ye bunu telgrafla bildirmiştir. Daha sonra CHP milletvekili olur. Daha sonra Aydınlı,
DP’ye karşı yapmış olduğu hareketten kaynaklanan havayı dağıtmak için DP’ye girmeye ça-
lışmış ve bu doğrultuda DP başkanlığına iki telgraf çekmiştir. Bu iki mektupta da DP’yi gök-
lere çıkarmıştır. Birinci mektubun tarihi belli değil. İkinci mektup, 25 Eylül 1946’da yazılmış-
tır. Aydınlı, tüm isteğine rağmen, DP’ye alınmaz. Daha sonra MP’ye geçen Aydınlı, siyasi ge-
leceğini düşünerek DP’nin ikinci büyük kongresinden (Haziran 1949) sonra DP’ye tekrar ya-
naşmaya çalışmış, Bayar’a “Mefkure Babam” hitaplı mektuplar yazmışsa da bir türlü DP’de ilti-
fat görmemiştir. Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 372. Mek-
tupların tam metni için bkz., Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s.
372–373. Bunun üzerine Aydınlı, yeni kurulan MP’ye girmiş ve MP’nin Ankara il idare kurulu
başkanı olmuştur. Burada iken MP’lilerle pek anlaşamayan Aydınlı, bir ara parti teşkilatına
gizli bir yazı göndererek, teşkilat faaliyetinin CHP’den ziyade DP’ye hücum yönünde olması-
nı istemiştir. MP ileri gelenleri Aydınlı’nın bu şekilde hareket etmesini iyi karşılamamışlar,
son tamimden sonra partiden istifa etmesini istemişlerdir. Aynı zamanda Aydınlı, teşkilatta
çalışanlarla iyi geçinmediği ve Ankara, Kırıkkale idare kurulundaki bazı üyeleri de gücendir-
diği bildirilmiştir. Suikast ihbarının yapıldığı günlerin hemen öncesinde, MP genel idare ku-
rulunun 5 Ekim’de Aydınlı meselesini konuşacağı, istifasının isteneceği, aksi takdirde parti-
den ihraç edileceği söylenmiştir. Vatan, 3. 10. 1949; Cumhuriyet, 18. 11. 1949.
171 Cumhuriyet, 17. 11. 1949.
172 Akşam, 17. 11. 1949.
173
Yeni Sabah, 17. 11. 1949.
174
Yeni Sabah, 17. 11. 1949.
175
Plağa alınan konuşmaların yayınlandığı metinde, konu ile ilgili olarak konuşan Başbakan’la
Aydınlı’nın ve bazen araya giren Naci’nin (Emniyet Müdürü) kimi sözleri kesik ve tamam-
lanmamış gözükse de, bu metinden Aydınlı’nın Başbakan’a suikast ihbarında bulunduğu çok
açık olarak anlaşılmaktadır. Burada Aydınlı, Aldoğan, Bölükbaşı ve Arna arasında geçen ko-
nuşmaların korkunç olduğu, bu adamlardan her şey beklenebileceği, bunların önce Bayar’ı
imha edip sonra çıkan kargaşada İnönü’yü yok edecekleri, bir bildiri ile iktidarı alacakları, bu
işin çok menfur bir yönü olduğu, Bölükbaşı’nın tüm gelirini babasından aldığı, babasının çok
zengin olduğu, Arna’nın parasız olduğu halde, gereğinden çok para harcadığı, Bölükbaşı ile
Arna’yı Bölükbaşı’nın babasının idare ettiği gibi kendi içinde bir bütünlük göstermeyen ifade-
lerle, Başbakan’ın sorularına cevap verdiği görülmektedir. İki plağın tam metinleri için, bkz.,
Akşam, 15-16.1.1950.
176
Vatan, 18.11.1949.
177 Cumhuriyet, 18.11.1949.
178 Cumhuriyet, 23.11.1949.
179 Cumhuriyet, 22.11.1949.
180
Son Posta, 24.11.1949.
181 Cumhuriyet, 27.11.1949.
182 Cumhuriyet, 2-3.13.1949.
183 TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, C. 21, Toplantı: 4, On Birinci Birleşim (30. XI. 1949), s.
232-239.

341
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

184 İhbar hadisesi ile ilgili Karma Komisyon raporunu görüşüldüğü Meclis Genel Kurul görüşme-
leri için, bkz. TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, C. 21, Toplantı: 4, On Birinci Birleşim
(30. XI. 1949), s. 232-252. Ayrıca bkz., Cumhuriyet, 1. 12. 1949.
185
Zafer gazetesi tekzibi yayınlamayınca Bölükbaşı, 8 Aralık 1949 tarihinde hazırlamış olduğu
broşürü, tarafsız İstanbul gazetelerinin muhabirlerine verdiğini, ancak onların da Bayar’ın
kurtarmak için yapılan tesirler sonucunda tekzip metnini yayınlamaktan kaçındıklarını ifade
etmiştir. Bkz., Osman Bölükbaşı, Suikast İftirasının İçyüzü ve Celal Bayar (Ankara: Biricik
Matbaası, 1949), s. 1.
186 Bölükbaşı, a. g. e., s. 2.
187 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, s. 374–375.
188 Mümtaz Faik Fenik, “Suikast İhbarının Siyasi Cephesi: Müphem Kalmış Bazı Noktalar”, Za-
fer, 20. 11. 1049.
189 Nadir Nadi, “Komplo ve Tertib”, Cumhuriyet, 1. 12. 1949.
190
A. Haluk Ülman, “21Şubat 1950 Tarih ve 5545 Sayılı Milletvekilleri Seçimi Kanununun Geçir-
diği Hazırlık Safhaları”, AÜSBFD, C. 12, S. 1 (1950), s. 64.
191 Yeni Sabah, 22. 5. 1949.
192 A. Haluk Ülman, “Seçim Sistemimiz ve Başlıca Siyasi Partilerimiz”, AÜSBFD, C. 12, S. 2
(1957), s. 55.
193
Feroz Ahmad ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kro-
nolojisi, s. 61–62.
194 Nurettin Ardıçoğlu, “DP ile CHP Arasında Koalisyon İddiası”, Kudret, 26. 2. 1950.
195 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 200.
196 Cumhuriyet, 11 Nisan 1950.
197 Cumhuriyet, 13 Nisan 1950. Kudret’in iddiasına bakılırsa, Associated Pres, Mareşal’in hatıra-
sına hürmeten öldüğü akşam için başka haber vermeyeceğini bildirmiş olmasına rağmen,
(Kudret, 11. 4. 1950) Ankara ve İstanbul radyolarının müzik yayınlarına devam etmesi ve
resmi olarak bayrakların yarıya indirilmemesi hayli şaşırtıcı olduğu kadar, cenazedeki olayla-
rı tahrik ettiği de söylenebilir.
198
“Allahü Ekber-Allahü Ekber… Ve Lillahilhamd”, Sebilürreşad, S. IV/76 (Nisan 1950), s. 11–
12; Cevat Rıfat Atilhan, “Azametli Bir Gün”, Sebilürreşad, S. IV/76 (Nisan 1950), s. 15.
199
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 199.
200 Ahmet Emin Yalman, “Mareşal Çakmak ve Rejim”, Vatan, 14. 4. 1950; Vatan, 18. 4. 1950.
201 Cihad Baban, Politika Galerisi…, s. 125.
202
Ahmet Emin Yalman, “Millet Partisinin Millet Borcu”, Vatan, 16. 4. 1950.
203
Metin Toker, DP’nin Altın Yılları: 1950–54, s. 20.
204 Nurettin Ardıçoğlu, “Sahte Laikler Bize Mürteci Diyorlar”, Kudret, 17. 4. 1950.
205 Kudret, 21. 4. 1950.
206 Kudret, 21. 4. 1950.
207
Kudret, 29. 4. 1950.
208 Cemal Aygen, “Memleketimizde Seçimler ve Neticeleri”, AÜSBFD, C. XVII, S. 1 (Mart 1962),
s. 205.
209
Nurettin Ardıçoğlu, “Hesap Sorma ve Muvazaa”, Kudret, 3. 6. 1950.
210
Nurettin Ardıçoğlu, “DP Kurucuları ve Meclis”, Kudret, 29. 5. 1950.
211 Cumhuriyet, 9. 6. 1949.
212 Bahri Savcı, “Partilerimizde Tabakalaşmanın Gerçek Mahiyeti ve Sosyal Muhtevalı Politika
Meyli”, AÜSBFD, C. 13, S. 1, 1958, s. 64.
213 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler: 1859–1952, s. 555.
214 İlkay Sunar, “Demokrat Parti ve Popülizm”, CDTA, C. 8, s. 2076–86.

342
13. Bölüm: Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece Giriş / A. Çaylak, Ş. Nişancı

215 Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji (Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere), Çev., Eli
Levi (İstanbul: İletişim, 1986), s. 70.
216 Bu konuda Eroğul, çok partili düzende sol kanatın öngörülmediği, hatta sağın tüm eğilimleri-
nin (Osmanlı düzenine geri dönmek isteyen gericiler, laikliğe karşı olan şeriatçılar, Nazilere
özenen faşistler gibi) temsilinin asla söz konu edilmediği bir “demokrasi” yaratılmaya çalışıldı-
ğını ve meşru olarak kabul edilen tek muhalefetin, iktidarın ideolojisinden pek farklı olmaya-
cak bir tür yarı-liberal bir sağcı muhalefet olduğunu dile getirir. Bkz., Cem Eroğul, “Çok Parti-
li Düzenin Kuruluşu…”, s. 115.
217 Nihal Kara, Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş Kararı, 1945, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakülte-
si, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1982, s. 344, 394, 400.
218 Nihal Kara-İncioğlu, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Tarih ve
Demokrasi/Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyeleri
Derneği, 1992) içinde, s. 69–86.

343
14. Bölüm: 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

14. BÖLÜM
1946–1950 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

M. Seyfettin EROL∗

GİRİŞ
İkinci Dünya Savaşı öncesinin uluslararası politik güç dengesini oluşturan
devletler, 1945’den sonra güçlerini kaybetmiş ve sonucunda da savaşın sona
ermesiyle uluslararası sistemde büyük bir değişiklik söz konusu olmuştur.
Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik, ülkelerin dış politikalarına yansır-
ken Türkiye’nin dış ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde de etkili olmuştur.
Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen
olan ve ona istikamet veren esas unsur, savaş sonrası Avrupa dengesinde
meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerin-
deki istekleri olmuş ve bu çerçevede bloklaşan dünyada Türkiye bloklar ara-
sında bir tercih aşamasına gelmiştir. Türkiye, bu tercihi Batı yönünde kullan-
mış ve Türk dış politikası bu dönemden başlayarak geniş ölçüde Batı çıkarları-
na paralel olarak oluşturulmuştur. Türk karar vericilerine göre, Türkiye’yi
Sovyet tehdidinden ancak Batı kurtarabilirdi.1 Bu kapsamda Türkiye bir ittifa-
kın üyesi olana kadar kendisini güvende hissedemeyecek ve devlet adamları
1949’da kurulan Kuzey Atlantik İttifakı’na dâhil olana kadar Osmanlı mirası
olan diplomatik ve askeri yalnızlığın verdiği endişeleri yaşayacaklardır.2 Dola-
yısıyla, Sovyet tehdidiyle birlikte 1946–1950 yılları arasında yaşanan gelişmeler
Türk dış politikası açısından bir “makas değiştirme” dönemi olarak da adlan-
dırılabilir. Atatürkçü dış politikanın bir anlamda “iflas ettirildiği” ve Milli Şef
İsmet İnönü’nün genel anlamda Türkiye’nin, daha özelde ise Türk dış politika-
sının seyrini belirlediği bir dönemdir. Diğer bir ifadeyle, Cumhuriyet Türkiye-
si’nin dış politikasındaki geleneksel tarafsızlık politikasına “nokta”nın konul-
duğu, aktif-revizyonist dış politika anlayışından, pasif-statükocu3 bir anlayışa
hızlı bir geçişin yaşandığı bir dönemdir.
Bu kapsamda Türkiye, söz konusu dönemde ABD ile bir “Love Affair” sü-
recinin temellerini atmış ve Batı ile ilişkilerini güvenlik eksenli yapılanmalar
içinde aramak suretiyle, NATO’ya üyelik yolunda diplomatik girişimlerini
yine bu dönemde yoğun bir şekilde başlatmış ve bu kapsamda birçok anlaş-


Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

345
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

maya imza atmaya başlamıştır. Türkiye’nin Batı’ya anlaşmalarla bağlılığı, özel-


likle Menderes Hükümetleri döneminde Türk-Amerikan ilişkileri şekline dö-
nüşecektir. Bu döneme damgasını vuran başlıca gelişmeler İkinci Dünya Savaşı
sonrası ABD liderliğindeki Batı ve SSCB arasında yaşanan Avrupa merkezli
güç mücadelesi ve bu kapsamda dünyada iki kutuplu sürecin başlaması, savaş
sonrası Türkiye’den Sovyet talepleri ve bu kapsamda yaşanan notalar devresi
ve Ortadoğu’da İngiltere’nin öncülüğünde yeniden yapılanma çalışmaları ön-
celikli olarak ön plana çıkmaktadır.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN SONU VE TÜRKİYE
İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaşın dışında kalmayı başaran Türkiye,
izlediği politikanın olumlu-olumsuz sonuçlarını savaşın sonunda yaşamaya
başlamıştır. Her şeyden önce Batılı müttefikler savaşa girmede ayak direyen,
Almanya’ya son anda savaş ilan eden Türkiye’ye karşı bu dönemde başlangıç-
ta mesafeli bir tutum sergilemiştir. Bu tavrın kaçınılmaz bir sonucu olarak
Türkiye, savaş dışında kalmanın bedelini Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi
üzerinden bir pazarlık yapılmış olmasıyla mı ödeyecekti sorusu, dönemin ka-
rar alıcı mekanizmasının zihninde epey bir yer edinmiştir. Aslında Türkiye bu
endişesinde haklıydı. Çünkü Churchill ve Roosevelt Tahran Konferansı’nda
(1943) Sovyet güvenlik mülahazalarını gidermek için Montreux Boğazlar Söz-
leşmesi şartlarının değişmesi gerektiğini kabul etmişlerdi.4 Dolayısıyla, savaş
sonrasında güç dengesi politikalarının yerini iki kutuplu dünyanın almaya
başladığı bir ortamda Ankara pek de rahat değildir. Gerçi Türkiye 1945’de San
Fransisco’da toplanan BM Konferansı’na kurucu üye olarak katılabilmek için
son anda Almanya’ya savaş ilan etmiş ama savaş boyunca muzafferlere mesa-
feli davranmıştı.
Deringil’e göre, “Dünya tarihinin gördüğü en geniş çaplı savaştan” Türkiye
yara almadan kurtulmayı başarmıştır. 1939–1945 yılları arasında üç büyük
gücün; İngiltere, Almanya ve Sovyetlerin baskılarına maruz kalan Türk devlet
adamları hareket özgürlüklerini korumayı bildiler. Türkiye salt savaşın dışında
kalmanın ötesinde, savaşan iki tarafı da onun diğer tarafa meyletmesini önle-
mek kaygısıyla yüksek bir fiyat ödemeye zorladı. Bir dünya çatışmasında kü-
çük devlet diplomasisi için bundan büyük başarı olamaz.5 Diğer taraftan
Aras’a göre ise, “Türkiye, Atatürk’ün politikasını İkinci Dünya Savaşı döneminde
titizlikle izleseydi, Balkan Antantı’na ve Saadabad Antlaşması’na dayanan Türkiye ve
müttefikleri, 1945 yılının üçüncü büyük kuvveti olarak Türkiye, ekonomik ve siyasal
açıdan gelişmiş bir toplum olurdu.”6 Atatürk döneminde izlenen aktif politikanın
aksine, İnönü döneminde izlenen pasif politika, Türkiye’nin hem Batılı ülkeler
nezdindeki itibarına darbe vurmuş ve yalnızlık içerisine itmiş, hem de Türkiye
üzerindeki geleneksel Rus taleplerinin ve rüyasının yeniden gündeme gelme-
sine neden olmuştur.7 Oysa Henz’in de belirttiği üzere, izlenilen bu politikanın
bir sonucu olarak Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası, Atatürk’ün mirası
olan dış politikada tarafsızlık prensibinden sapmasına sebep olan bazı faktör-
ler mevcuttu. Bunların ilki, Atatürk’ün varislerinin onun mirasına sadık kal-
mak için Hür Dünya ile ekonomik ve siyasi bakımdan daha yakın olmak gere-
ğini anlamış olmalarıdır. 1945 Şubatı’nda resmen savaş ilanı suretiyle Türkiye

346
14. Bölüm: 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

Batılı koalisyona katılmıştı. Böyle bir arzu olmasaydı resmen savaşa girilmeye-
bilirdi. İkincisi, Avrupa’da savaş biter bitmez Stalin’in kaba bir şekilde Türki-
ye’yi yarı uydu haline sokmak için doğu bölgesinde bir kısım toprak talebi ve
Türk boğazlarında müşterek bir savunma sistemi kurmak konusundaki ısrarı-
dır. Bu istekler Türk askeri ve sivil liderlerini 17. yüzyıldan beri süregelen Rus
tehlikesine karşı derin bir kaygıya sevk etmiştir. Üçüncüsü, Rusya’nın Kuzey
İran’ı kontrolü altına alabilmek için kukla bir Azeri ve Kürt Cumhuriyeti kur-
ma manevrasına girişmesidir. Bu tecrübe de Kuzeyden büyük tehlikelerin ge-
lebileceği konusunda Türkiye’nin endişelerini artırmış, güvenliğinin etkili bir
uluslararası teşebbüse dayanması gerektiğini öğretmiştir.8 Dolayısıyla Sovyet
tehdidi, Soğuk Savaş döneminin ilk yıllarında Türkiye’nin iç ve dış politikala-
rını etkileyen ve dış politikada siyasi ve stratejik denge arayışlarında etkili olan
başlıca faktör olarak döneme damgasını vurmuştur. Bu faktör, aynı zamanda,
Türk iç ve dış politikasında yeni açılımlara ve radikal dönüşümlere de neden
olduğu için oldukça önemlidir. Dolayısıyla Türkiye, Zeki Kuneralp’ın de hatı-
ralarında ortaya koyduğu üzere, Soğuk Savaş’ın ideolojik yanından ziyade
stratejik ve güvenlik boyutuyla ön plana çıkmış ve yine bu çerçevede bir etkiye
maruz kalmıştır.9 Bu kapsamda İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye açısından
hem iç hem de dış politika açısından şu önemli sonuçları olmuştur:10
1. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na katılmaması 1923’ten beri takip edi-
len tarafsızlık politikasının en büyük başarısıydı;
2. İkinci dünya Savaşı sonrası Orta Doğu’daki güç dengesinin tamamıyla
değişmesi sonucu, bölgede bir güç boşluğunun ortaya çıkması o zama-
na kadar takip edilen tarafsızlık politikasını terk etme zorunluluğunu
da beraberinde getirmiştir;
3. Stalin’in talepleri, Türkiye’nin Savaş sonrası tarafsızlık siyaseti takip
etmesinin hayalci bir yaklaşım olacağı gerçeğini ortaya koymuş ve
Türkiye üzerindeki geleneksel Rus emellerinin bir kez daha ortaya
çıkmasına zemin hazırlamıştır;11
4. Siyasi koşulların savaş öncesi çerçevesi ile karşılaştırılamayacak şekilde
değişmemiş olması sonucu, Atatürk tarafından belirlenen “tam bağım-
sızlık” prensibi terk edilmek zorunda kalınmıştır. Böylece Türk dış po-
litikasında yeni bir yöneliş başlamıştır;
5. “Soğuk Savaş”,12 Türkiye’ye bu bölgede bir “kilit rol” oynama fırsatı
vermiştir.
SOVYET TALEPLERİ, BATI VE TÜRKİYE
Bu dönemde, Doğu Avrupa ülkelerini de işgal etmiş olan SSCB’nin istek-
lerini kabul ettiremediği tek devlet Türkiye’dir. Dolayısıyla Sovyetler Birliği,
1939 yılında Türkiye hakkında açığa vurduğu isteklerini gerçekleştirme giri-
şimlerine yeniden başlayacaktır.13 Bu kapsamda Moskova, süresi 7 Kasım 1945
tarihinde sona erecek olan 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Sal-
dırmazlık Antlaşması’nı, tek yanlı olarak 19 Mart 1945’te bir deklarasyonla
sona erdirmiştir.14 Moskova’daki ABD Büyükelçisi Harriman’ın ifadesiyle,
Sovyetler bu çıkışıyla Türkiye’ye SSCB lehine oluşacak şartları kabul ettirmeyi

347
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

hedefliyordu.15 Nitekim Türk tarafı (her ne kadar bu ilk talep doğrudan Boğaz-
lar rejiminin değiştirilmesine yönelik gelmemiş olsa da), bunun Sovyetlerin
Boğazların rejimini kendi lehlerine değiştirme girişimlerinin ilk adımı olarak
değerlendirmiştir.16 Sovyetler Birliği’ne göre 17 Aralık 1925 tarihli anlaşma,
Savaş sonrası köklü değişmeler nedeniyle günün koşullarına uymamaktaydı
ve bu nedenle esaslı değişikliklere uğraması zorunluydu. Savaştan galip çıkmış
olan Sovyetlerin nazarında artık Türk dostluğunun bir değeri kalmamıştı. Di-
ğer bir ifadeyle, Savaş içinde Türkiye’ye karşı cephe durumlarına göre değişik-
likler arz eden Sovyet politikası, savaş sonunda artık gerçek niteliğini kavuş-
muş, netlik kazanmıştır.
Hiç kuşkusuz Moskova müttefiklerinin yumuşak tutumundan da cesaret
almaktaydı. Konuya gayet ihtiyatlı bir şekilde yaklaşan Ankara, 7 Nisan
1945’te Sovyetlerden önerilerini ve değişiklik isteklerini sordu.17 Ankara, ver-
diği yanıtta Moskova’nın önerdiği şekilde iki tarafın çıkarlarına daha uygun ve
ciddi tadilatı içeren yeni bir antlaşma akti için yapılacak önerilerin hayırhahlık-
la inceleneceğini bildirmekteydi. Türk hükümetinin sorularını, Haziran ayında
bir mektupla cevaplayan Ruslar yeni bir antlaşma akti için iki şart öne sürmek-
teydi. 7 Haziran 1945 tarihinde Molotov; Osmanlılardan Çarlık Rusya’sı tara-
fından 1877–1878 savaşı sırasında alınan, ancak Sovyet Devrimi’nden sonra
Türkiye’ye geri verilen bazı Türk vilayetlerinin (Kars, Ardahan ve Artvin) ia-
desini, ayrıca, Türk boğazlarındaki durumun yeniden düzenlenerek, Sovyetle-
re gözetim üsleri verilmesini ve bu çerçevede de Montreux Boğazlar Sözleşme-
si’nin değiştirilmesini istemiştir.18 Diğer taraftan, İngiliz Dışişleri’ne göre aslın-
da Sovyetler Birliği Türkiye’den dört talepte bulunmuştu. Bunlardan ilk üçü,
yukarıda da görüldüğü üzere, açık bir şekilde ifade edilmiş iken, dördüncü
madde üstü kapalı bir şekilde Molotov tarafından aynen, “ilk üç maddenin çö-
zümünü kolaylaştırıcı dördüncü” madde olarak belirtilmişti. İngiliz Dışişleri Ba-
kanlığı bu karanlık dördüncü maddenin ya 1939 Türk-İngiliz Antlaşması ya da
Türkiye’nin iç siyasi rejimiyle alakalı olabileceğini belirtmiştir.19 Ali Halil, bu
hususu iç siyasi rejimle ilgili durumu çalışmasında daha da netleştirmekte ve
Rusya, “Türkiye’de daha demokratik ve temsili bir hükümet kurulmasını da istemiş-
tir” şeklinde ortaya koymaktadır.20
Türkiye, Sovyet isteklerini derhal reddetmiştir.21 Bunun üzerine Haziran
ortalarından itibaren SSCB Türkiye üzerinde siyasi baskı yapmaya başlamış-
tır.22 Nitekim bu dönemde, Sovyet baskısıyla ilgili Türk basınında yer alan
haberlere bakıldığında, bu baskının boyutu daha net bir şekilde görülmektedir.
Örneğin, Tanin gazetesinde ve Ayın Tarihi’nde, Sovyetlerin Türkiye’yi İngilte-
re ve ABD gibi demokrat Batılı ülkeler nezdinde zor durumda bırakmaya çalı-
şıyordu. Moskova Radyosu da sürekli olarak dönemin hükümetinin “faşist
ilkelerle” yönetildiğini vurgulamakta ve bu rejimin mutlak olarak değişmesi
gerektiğini söylemektedir.23
Bu taleplerden, Çarlık zamanında olduğu gibi Stalin siyasetinde de Erme-
ni meselesinin, Türkiye’den toprak koparmak için bir bahane olarak değerlen-
dirildiği görülmektedir.24 Nitekim Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den bazı Doğu
vilayetlerimizi istemesi, bu toprakların Ermenistan’a ait olduğu iddiasına da-

348
14. Bölüm: 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

yanıyordu. Bazı Karadeniz vilayetlerimizin de Gürcistan’a ait olduğu “akade-


mik” seviyede iddia edilmişti.25 Bu husustaki iddialar ve bu toprakların (Gire-
sun vilayetine kadar olan kısım) Gürcistan’a iade edilmesi hususu, Moskova
basını tarafından 20 Aralık 1945’te yayınlanmıştır.26 Faaliyet Amerika’ya da
sıçratılmış ve New York’ta bulunan “Ermeni Haklarını Müdafaa” adlı bir
Amerikan komitesi, “15 milyon (!) Ermeni adına, Türkiye’deki ‘Ermeni toprakla-
rı’nın Sovyet Ermenistan’ına verilmesini Amerikan hükümeti, BM ve “İnsanlık”tan
talep etmiştir. Komite, ayrıca, “Sovyet Ermenistan’ına katılmak şartıyla” dün-
yanın muhtelif yerlerindeki Ermenilerin Türkiye’deki “topraklarına” dönmek
istediğini açıklamıştır. Ermeni-Rus müşterek faaliyeti bu dönemde çok yaygın-
laşmıştır.”27
Sovyet talepleri, ülkedeki halkı olası bir Rus işgaline karşı daha da birleş-
tirmiştir. Saraçoğlu, SSCB’nin büyük bir hata yaptığını belirtmiştir.28 Kazım
Karabekir, yaptığı açıklamada boğazları Türkiye’nin “boğaz”ına benzetmekte,
Kars’ı da “omurgası” olarak adlandırmıştır. Bunlardan birinin zarar görmesi,
kaybedilmesi halinde Türkiye’nin felç olacağından bahsetmiştir.29 Falih Rıfkı
Atay ise, Ulus gazetesindeki köşesinde, milletin güvenliğinin kendi sınırlarının
bütünlüğü içerisinde yattığını belirtmekte ve Türk halkının ulusların özgürlü-
ğünü ve demokrasiyi savunduğu için ABD’ye büyük bir hayranlık duyduğunu
belirtmekteydi. Yine Atay’a göre, ABD bu konuda daha etkin bir rol oynayabi-
lirdi.30 Ahmet Emin Yalman ise, Rusya’nın Avrupa’nın içinde bulunduğu bu
durumu kendi açısından 5 bin yılda bir önüne gelebilecek olan bir fırsat olarak
değerlendirdiğini ve Sovyet yayılmacılığının tüm bölgeyi bir felakete sürükle-
yeceğini yazmaktaydı.31 Fuat Köprülü, Gürcü profesörlerin bu taleplerinin
hiçbir tarihi gerçeğe dayanmayıp sadece efsanelere dayalı iddialardan ibaret
olduğunu söylemekteydi.32 Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Baydur, Tür-
kiye’nin basınıyla, meclisiyle gösterdiği bu topyekün tepkinin Sovyetlere karşı
bir saldırganlık olarak değerlendirilmemesi gerektiğini Amerikalılara açıkla-
maktaydı.33 Bu çerçevede Türkiye, İngiliz ve Amerikan desteğini sağlama çaba-
larına girişmiştir. Ancak bu iki ülke, Türkiye’ye açık destek vermeye pek gö-
nüllü olmadılar.34 Hatta İngiliz Dışişleri Bakanı Bevin, Stalin’in Türkiye’ye
kesinlikle saldırmak amacında olmadığını, sorunları müzakereler yoluyla
çözmek istediğini söylemekteydi.35 Amerikan Dışişleri Bakanlığı da, Haziran
1945’te gerçekleşen Molotov-Serper görüşmesini “dostça” ve “tetkik mahiye-
tinde” bir görüşme olarak değerlendirmiş ve Sovyet isteklerini bir tehdit olarak
algılamadığını ortaya koymuştur.36 Zaten Sovyet liderler de, İngiltere’nin mev-
cut pozisyonundaki zayıflığa ve Amerika’nın Akdeniz ve Orta Doğu üzerin-
deki geleceğe dönük politika konusunda henüz bir karara varmamış olması
durumuna dayanarak bu hamlesini yapmıştır. Türkiye’nin Washington Büyü-
kelçisi Hüseyin Ragıp Baydur, Moskova’daki uzun süreli deneyimlerine daya-
narak, ABD’nin Türkiye’ye yönelik bu ilgisizliğini Rusların kendilerine yakıl-
mış bir yeşil olarak değerlendirmiş olabilecekleri yorumunda bulunmaktadır.37
Bu noktada Truman’ın anılarında geçen “… Karadeniz Boğazları’nın; Süveyş
Kanalı ve Panama Kanalı gibi suyolları bütün dünya milletlerine ve gemilerine açık
olmalıdır”38 ifadesi, ulusal çıkarlarını gözeten, geleneksel Amerikan siyasetini
savunurken, Sovyetlerin toprak talepleri ise Truman’a göre, “… Rusya ile Tür-

349
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kiye’nin aralarında halletmeleri gereken bir mesele” idi.39 Truman, “… Nitekim Ma-
reşal Stalin de bu husustaki fikrimi benimle paylaşıyordu”40 demekle, Türkiye top-
raklarından bazı yerlerin Sovyetler Birliği’ne geçmesinin o günlerde ABD’yi
ilgilendiren bir konu olmadığını ortaya koymaktadır.
Nitekim 1945’te Potsdam Konferansı’nda ABD Başkanı Truman, Sovyet
önerisi doğrultusunda Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden
geçirilmesini kabul edecek, toprak talepleri konusunda iki ülkenin aralarında
anlaşmasını uygun bulduğunu açıklayacaktır.41 Yine bu konferansta Stalin,
Birleşmiş Milletler’e hangi devletlerin alınıp alınmayacağı tartışılırken, Türkiye
örneğini ileri sürmüş ve “… Bazı ülkelerin kazananlardan yana yatırım yaptıkları-
nı… Almanya’ya karşı bütün gücüyle çarpışmış ülkelerin savaş sırasında sallantıda
kalmış ve hilekârlık etmiş olanlarla yan yana oturmalarının bunları kızdıracağını”42
ileri sürerek, Churchill ve Roosevelt’in dikkatini bir kez daha Türkiye üzerinde
toplamıştır.
ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği, Potsdam Konferansı kararına dayana-
rak, Montrö Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesini isteyen notalarını, 2 Ka-
sım 1945’ten itibaren Türkiye’ye vermeğe başladılar. Bu tarihte ABD, 21 Ka-
sım’da da İngiltere, Türkiye’ye gönderdikleri notalarla Montrö Antlaşması’nın
yeniden gözden geçirilmesini ve Karadeniz’e kıyısı bulunan bazı ülkelere ta-
vizler verilmesini istiyorlardı. Notalarda, Türk-Sovyet ilişkilerinin de yeniden
ele alınmasından söz ediliyordu. Sovyet notası ise, ilk ikisinden çok sonra, 7
Ağustos 1946’da Türkiye’ye veriliyordu. Notada Türkiye’den toprak talebin-
den söz edilmiyor, yalnız Montrö Antlaşması’nın gözden geçirilmesinden bah-
sediliyordu. Aynı şekilde, Türkiye’nin savaş sırasında Boğazların denetimini
sağlayamadığı iddia edilerek, Montrö Antlaşması’nın gereksinimlere yanıt
vermediğinin43 Potsdam’da kabul edildiği hatırlatılıyor ve şu beş maddelik
değişiklik öneriliyordu:44
1. Boğazlar tüm ticaret gemilerine açık tutulacak;
2. Boğazlar, Karadeniz devletlerinin savaş gemilerine her zaman açık tu-
tulacak;
3. Özellikle öngörülen durumlar dışında Karadeniz’de sahili bulunmayan
devletlerin savaş gemilerine Boğazlar kapalı tutulacak;
4. Boğazlardan geçişin düzenlenmesi yetkisinin Türkiye ve Karadeniz
devletlerine ait olduğu kabul edilecek;
5. Boğazların güvenliği Türkiye ve SSCB tarafından sağlanacaktır.
Türkiye SSCB’ye olumsuz yanıt verdikten sonra her an bir Sovyet saldırı-
sını beklemeye başlamıştır.
SOVYET TEHDİDİ VE TÜRK-BATI İLİŞKİLERİNDE YENİ DÖNEM
Diğer taraftan, 2 Kasım 1945–7 Ağustos 1946 tarihleri arasında köprülerin
altından çok sular akacaktır. Bir yanda, Yunan İç Savaşı kızışmış, komünistler
ağır basmaya başlamış, diğer yanda ise, İran krizi önemli bir tırmanış içerisine
girmiştir. Orta Doğu’daki gelişmeler de buna eklenince, Amerika ve İngilte-
re’nin Türkiye’ye dönük tavırları değişmeye başlamıştır. Hatta ABD Dışişleri

350
14. Bölüm: 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

Bakanlığı İsmet İnönü ile yakından ilgilenmiş ve bu çerçevede Bakanlığın tale-


bi üzerine Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi, ABD Dışişleri Bakanı’na İsmet
İnönü ile ilgili detaylı bir rapor göndermiştir.45 Dolayısıyla, Türkiye’nin dış
politikasında güvenlik ve denge arayışlarının yaşandığı bu dönemde, aslında
Avrupa da bir arayış içerisindedir. İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın yıkıl-
mış olması ve Sovyetleri dengeleyen ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi, kuvvetler
dengesinin tamamen SSCB lehine bozulmasına neden olmuş ve Ruslar Avru-
pa’nın en güçlü devleti olarak sahneye çıkmıştır. Sovyetler, Almanya ve Ja-
ponya’nın yenilmesiyle doğusunda ve batısında meydana gelen boşlukta ya-
yılma politikası takip etmeye başlamıştır. Kızıl Ordu’nun işgal ettiği bölgelerde
oluşan rejimleri Sovyetler Birliği tayin etmekteydi. Bu durum, Stalin ile orta,
doğu ve güneydoğu Avrupa ülkelerini yüzde oranlarıyla nüfuz sahalarına
bölmekte anlaştığını zanneden Churchill’i hayal kırıklığına uğratmıştır.
Churchill bilahare 5 Mart 1946’da ABD’de yaptığı bir konuşmasında artık Av-
rupa’da bir “Demir Perde” örüldüğünden bahsedecek;46 Ruslar ise buna karşı-
lık, Amerikalıların Türkiye ve İran’da üs oluşturma peşinde olduğundan duy-
dukları endişeleri dile getirecektir.47
ABD ve İngiliz politikalarında Türkiye’ye dönük değişikliğin ilk somut
adımlarından birisi, Sovyetler Birliği ile Boğazlar konusunda aynı fikirleri pay-
laşan bu iki ülkenin şimdi tamamen ters istikamette değişmiş olmaları ve bu
çerçevede nisan ayında Missouri adlı ABD zırhlısının Boğaz’a, 16 ay önce ölen
Türk Büyükelçi Münir Ertegün’ü getirmek bahanesiyle demir atmış olması
olmuştur.48 Atay’ın da ifadesiyle ABD, Missouri ile Boğazlarda Sovyetlere as-
keri gücünü gösteriyordu.49 Öyle ki, gazeteci Yalman, Missouri’yi dev bir savaş
makinesine benzetmekten ve ona Amerikalıların sahip olmasından dolayı Tan-
rı’ya şükretmekten kendisini alamamıştır.50 Böylece, ABD’nin diplomatik des-
teğini daha önce büyük ölçüde elde etmiş olan Türkiye, bu gücün askeri ve
ekonomik destek şekline dönüştüğüyle ilgili olarak Sovyet tarafına anlamlı ve
somut bir mesaj göndermiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı İnönü, Missouri’nin
ziyareti nedeniyle Türkiye’ye gelen gazetecilere demecinde, “Amerikan donan-
masına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa, o kadar iyi olur” diyerek zi-
yaretten memnuniyetini ifade etmiştir.51 İnönü’ye göre Türkiye, Amerika’nın
güvenliği açısından kaçınılmaz bir öneme sahipti.52
Buna ek olarak ABD ve İngiltere, bir yıl önceki notalarındaki isteklerini
yinelemekten başka bir şey yapmayan Sovyet taleplerine bu kez “ret” cevabı
verdiler.53 Bu kapsamda, SSCB’nin 7 Ağustos 1946 tarihli notasını, ABD 19
Ağustos 1946’da, İngiltere ise 21 Ağustos 1946’da SSCB’nin Washington ve
Londra’daki Büyükelçilerine verdikleri notalarla yanıtlamış oldular. Özellikle
İnönü’nün Amerikan tutumuna ilişkin kaygıları, ABD’nin Sovyet notasına risk
alarak yanıt vermesiyle son buldu. Amerikan ve İngiliz notaları, Türkiye’yi
SSCB ile karşı karşıya bırakmak istemediklerini ve Türkiye’yi savunmağa ve
onun yanında olmağa kararlı olduklarını ortaya koyuyordu. ABD ve İngilte-
re’nin, Sovyetlerin Boğazlardaki isteklerine karşı bu tutumları ve Türkiye’nin
18 Ekim 1946 tarihli notasından sonra, Boğazlar rejimi konusundaki diploma-
tik tartışmalar sona ermiştir. Fakat bu tartışmalar, özellikle Sovyetlerin Türki-

351
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ye’den toprak talebi nedeniyle, Türk-Sovyet ilişkilerinin iyice bozulmasına


neden olmuş ve “Batıyla bütünleşme” sürecinin önünü açmıştır. Bu kapsamda
Truman Doktrini, Sovyetlerin ve komünizmin Avrupa ve Orta Doğu’ya yayıl-
masını önlemek için ABD’nin temel stratejilerden biri olarak ön plana çıkacak-
tır. Diğerleri ise, “Marshall Planı” ve NATO idi. Truman Doktrini, başta NATO
ve Marshall Planı olmak üzere hemen tüm uluslararası antlaşmaların öncüsü
olacaktır. “Truman Doktrini” ve “Marshall Planı”54 Sovyet yayılmacılığına
karşı alınan ekonomik içerikli temel uygulamalardı. Truman’ın da belirttiği
gibi “Truman Doktrini ile Marshall Planı her zaman için, bir cevizin iki yarısıydı.”55
Askeri eksen ise, Nisan 1949’da kurulan NATO ile başladı. Avrupa’da soğuk
savaşın yarattığı şartları değerlendiren Amerika, askeri ittifak politikası izleye-
rek Sovyetlere karşı önlem almaya başlamıştı.56 Gerek Truman Doktrini gerek-
se Marshall Planı, SSCB’nin o aşamada beklemediği iki gelişme olmuş57 ve
böylece, SSCB ile Batı arasında, “genel savaşın dışında her türlü düşmanlığa”
kapılarını ardına kadar açan bir dönemi başlatmıştır.
Onca ülke varken Türkiye ve Yunanistan’ın seçilmiş olması elbette bir
rastlantı değildi. Yunanistan’da komünistlerin öncülüğünde ciddi bir iç savaş
sürüyordu. Sovyetler Birliği Türkiye’den, boğazların denetiminde söz hakkı ve
doğuda toprak istemlerinde bulunmuştu. Bu istemin, Türkiye’ye karşı bir sal-
dırıya varacağını düşünmek kolay değildi ama Türk hükümeti gelişmeden çok
rahatsız olmuştu. Dolayısıyla, Türkiye açısından Truman Doktrini çerçevesin-
de Amerikan desteğinin gerekliliği şu iki başlık altında toplanmaktaydı:58
1. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’ye yönelmiş olan Sovyet tehdidinin
yok edilmesi;
2. Ülkenin gelişimi için yabancı sermayenin gerekli olduğunun tespit
edilmiş olması.
Amerika’ya göre, “Türkiye ve Yunanistan krizleri, İngiltere ve bütün Avru-
pa’daki çok daha geniş bir krizin belirtileriydi. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’daki
koruma faaliyetlerine daha uzun süre devam edemezdi; çünkü bizzat kendisi kurtarıl-
maya muhtaçtı; tıpkı Yunanistan gibi bir içten çöküş karşısındaydı.”59 Dolayısıyla
ABD, Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolar
para ve hemen tamamı savaş artığı, kullanılmış askeri malzeme yardımı yaptı.
Yardım koşulları, özellikle Türkiye için, Kemalizm’in tam bağımsızlık anlayışı
açısından kabul edilebilir değildi. Nitekim bazı bürokratlar, parlamento üyeleri
ve basın çevrelerinde Truman Doktrini’ne karşı, özellikle Doktrin’in uygulanış
yöntemi ve Başkan Truman’ın bu yardımı bir “Amerikan Misyonu” olarak
adlandırmasından dolayı bir şüphe vardı. Bu şüphe, “kapitülasyonların yeni-
den doğuşu” ve “Mısırlaşma” (Egyptianisation) olarak bu kesimlerde net bir
ifade buluyordu.60 Fakat bu şüpheler, sonuçta çok cılız kalacaktır. Nitekim
Türkiye’deki ABD Büyükelçisi, Türk Dış Politikası üzerinde Amerikan kontro-
lünün sağlanacağı noktasında hükümetini temin etmekte ve bu hususta her-
hangi bir sorunun söz konusu olmadığını belirtmekteydi.61 Gerçekten de o
günlerde yönetimdeki hükümet, yardım koşullarını hiç irdelemeden imzaladı
ve yirmi beş yıl önce kazanılan ulusal bağımsızlıktan ödün vermede kabul
edilmez yeni bir adım attı.62

352
14. Bölüm: 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

Truman Doktrini, Türkiye’ye yarım yüzyıldan beri Birleşik Devletlerin


Doğu Akdeniz politikasının esası olarak devam ede gelen ilk taahhüdüydü.
Mantıki silsile içinde başka taahhütler de devam etti.63 Diğer taraftan bu geliş-
melere rağmen, aslında Amerikan yönetiminin Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye
olası bir saldırısına karşı hiçbir önlem alma gereği duymadığı görülmektedir.
Oysa aynı dönemde Truman, “Rusya’nın Türkiye’yi istila etmek ve Akdeniz’e
açılan Karadeniz Boğazlarını ele geçirmek gibi bir niyet taşıdığına hiç şüphem
yok”64 demekteydi.
Oral Sander bu durumu, “Her ne kadar Truman Doktrini Türk-Amerikan iliş-
kilerinde yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etse de doktrinin amacı bir Sovyet tehdi-
dine karşı Türkiye’nin savunması değildi.”65 şeklinde ifade etmektedir. Başkan
Truman için önemli olan, Yunanistan’daki iç savaşın bitmesi ve Avrupa’nın
güvenliğinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla, bu dönemde ABD için ilk planda
olan, Avrupa’nın geleceğidir. Ancak burada belirtilmesi gereken nokta, Ame-
rikan Kongresi’nde Truman Doktrini ile ilgili olarak yapılan tartışmalarda
Türk-Amerikan ilişkilerinin gelecekte göstereceği durum üzerine önemli işaret-
lerin de görüşülmesiydi. Doktrinin birinci ve de en önemli amacı, dünyanın
hangi bölgesinde olursa olsun Sovyet yayılmacılığının önlenmesini sağlamak,
aynı zamanda Amerikan siyasi ve ekonomik anlayış biçimini yaymaktı. Bu
anlamda, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın askeri ve siyasi açıdan desteklenme-
sindeki özel amacın Sovyet tehdidini önlemek olduğu söylenebilir. Nitekim
1948 yılında, ABD Genelkurmay Başkanlığı Türkiye’nin askeri yapılanmasında
ABD’nin uzun erimli çıkarlarını “Sovyet baskısına Türkiye Cumhuriyeti’nin sürekli
direnişini sağlamaya yönelik olarak, yeterli büyüklükte ve etkinlikte bir askeri yapı-
lanma ve SSCB’nin herhangi bir açık saldırısı durumunda, bu saldırının ABD’ye ve
müttefiklerine yükümlülüklerini yerine getirebilecek kadar geciktirilmesini sağlayacak
bir savaşma yetisinin geliştirilmesi”66 olarak tanımlamıştır. Nitekim Aralık
1948’de Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi ABD Dışişleri Bakanı’na gönder-
diği “gizli” ibareli telgrafta, Türkiye’yi Sovyetlere karşı bir cephe ülkesi olarak
tanımlamakta ve bu çerçevede Birleşik Devletlerin Türkiye’yi herhangi bir
Sovyet saldırısı karşısında terk etmeyeceğini ilan etmesi gerektiğini belirtmek-
tedir.67 Büyükelçi, Türkiye’nin malzeme desteği kadar, moral desteğine olan
ihtiyacının da altını çizmekte ve ABD tarafından yapılacak destek açıklamasıy-
la, Rusya’nın Türkiye’ye bir saldırı hususunda tereddüt yaşayacağını da söy-
lemektedir.68 Diğer taraftan Türkiye, 1950’nin başlarına kadar ABD’den güven-
lik garantisi alamayacaktır.
Türkiye’nin, özellikle Truman Doktrini’yle birlikte Batılılaşma sürecini
hızlandırdığı ve Batı Savunma İttifakında (NATO) antlaşmaya dayalı güvenlik
garantisi aramaya devam ettiği sırada, CHP Hükümeti’nin dış politikada takip
ettiği yola karşı birtakım sesler gittikçe yükselmeye başladı. Türkiye Cumhuri-
yeti kuruluşundan beri, sayıca küçük ordulara sahip olan ve gerçekçi bir siya-
set izlemeyen Arap ülkeleriyle sürekli kendini askeri sorumluluk içine sokacak
bazı ilişkilere girmekten kaçınmıştı. 8 Temmuz 1937’de kurulan Sadabat Paktı
çerçevesinde Irak ve Ürdün ile imzalanan dostluk anlaşmaları İkinci Dünya
Savaşı sonrasında ortaya çıkan gelişmeler nedeniyle artık bir anlam taşımıyor-

353
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

du. Bu kapsamda muhalefet partilerinden Demokrat Parti (DP) iktidara gel-


meden önce CHP Hükümeti’ni eleştirerek, Türkiye’nin yanlış ve gereksiz bir
şekilde Doğu komşuları ile ilişkilerini ihmal ettiğini vurguluyordu. Türki-
ye’nin 1949 Sonbaharında Avrupa Parlamentosu’na alınması “bir Avrupa ül-
kesi olarak” resmen tanındığını kanıtlasa da, Türkiye’nin aslında Yakın Do-
ğu’ya ait olduğu gerçeği inkâr edilemez denmekteydi.69 Diğer taraftan,
CHP’nin 28 Mart 1949’da İsrail Devleti’ni kuruluşundan hemen dokuz ay son-
ra tanıması, Türk-Arap ilişkilerinde bir dönüm noktasını oluşturacaktır.70 İs-
rail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olarak Arap devletlerinden sert tepkiler alan
Türkiye’nin, bu tarihten itibaren Arap ülkeleriyle ilişkilerinde bir zorluk dö-
nem başlamıştır. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin de bölgede belli hedeflere yönelik
politikalar izlemesi, Türkiye’nin Arap ülkeleriyle olan ilişkilerini tamamen
zorlaştırmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin bağımsızlığını yeni kazanan Afrika ve Asya
ülkelerine yönelik ilk tutumu, bu devletlere siyasi desteğin verilmemesi şek-
linde olmuştur. İlk siyasi içerikli Asya Konferansı Endonezya sorununu tartış-
mak üzere Ocak 1949’da yapıldığında Türkiye bu konferansa katılmamıştır.
Ankara, bu konferansa niçin katılamadığını anlatan cevabında, Türkiye’nin
Endonezya sorunuyla yakından ilgilendiğini göstermekle birlikte, Türkiye’nin
bir “Avrupa Devleti” olması nedeniyle konferansa katılmaya hakkı olmadığına
işaret etmiş, bu kapsamda konferansa bir temsilci bile göndermemiştir. Böylece
Asya ve Afrika ülkeleriyle geliştirilmesi olası siyasi ve ekonomik ilişkiler daha
başlarda sona eriyordu.71 Bu miras (İsrail’in tanınması olayı ve Üçüncü Dünya
ile ilişkilerdeki başlangıç) DP’ye bir önceki hükümet tarafından bırakılan bir
“dış politika yükü” olacak ve bu yük ancak ileriki yıllarda ortadan kaldırılabi-
lecektir.72 Diğer taraftan, Türkiye’nin Arap ülkelerine yönelik Orta Doğu siya-
seti, Savaş sonrası “yeni bir eğilimin” ilk işaretlerini vermesine rağmen, asıl
“aktif” değişim Menderes Hükümeti’nin 14 Mayıs 1950’de iktidara gelmesin-
den sonra gerçekleşecektir.
SONUÇ
Yukarıda da görüldüğü üzere, Atatürkçü dış politikanın köklü bir şekilde
değişikliğe uğradığı 1946–1950 dönemi, Türk dış politikası açısından tam bir
geçiş süreci niteliğini taşımaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden itibaren,
savaş dışı kalma politikasının bir sonucu olarak kuzeyinden tehdit algılayan
Türkiye ilk etapta büyük bir yalnızlık ile karşı karşıya kalmış, adeta cezalandı-
rılmak istenilmiştir. Bu kapsamda Sovyet tehdidi, Soğuk Savaş döneminin ilk
yıllarında Türkiye’nin iç ve dış politikalarını etkileyen ve dış politikada siyasi
ve stratejik denge arayışlarında etkili olan başlıca faktör olarak bu döneme
damgasını vurmuştur. Bu faktör, aynı zamanda, Türk iç ve dış politikasında
yeni açılımlara ve radikal sayılabilecek dönüşümlere neden olduğu için de
oldukça önemlidir. Türkiye her şeyden önce geleneksel tarafsızlık politikasına
son vermiş, Batı ile derin bir ittifak ilişkisi sürecini başlatmıştır. Ayrıca, dış
politikada Türkiye’nin yüzünü çok büyük ölçüde Batı’ya çevirmesiyle birlikte
Doğu dış politikada ihmal edilmiş ve karşımıza ABD eksenli bölge politikaları
izlemeye çalışan bir Türkiye çıkmıştır. Türkiye’nin bölgesel çapta izlemeye
çalıştığı bu politikalar ise, Türkiye’nin uzun yıllar bölgede farklı bir şekilde

354
14. Bölüm: 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

algılanmasına neden olmuştur. Dolayısıyla Türkiye bundan sonraki dönemde


Soğuk Savaş’ın ideolojik yanından ziyade, daha çok onun stratejik ve güvenlik
boyutuyla ön plana çıkacak ve yine bu çerçevede bir etkiye maruz kalacaktır.73

SONNOT

1 Yılmaz Altuğ, “Soviet Union’s Foreign Relations From Beginning until End of Second World
War: 1917–1945”, SBF Dergisi, C. 43, No. 3-4, 1988, s. 10.
2 Nur Bilge Criss, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikaları”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, No.
21, Kasım-Aralık-Ocak 2002/2003, s. 150–51.
3
Nitekim bu politikanın mimarı olan İsmet İnönü, Mughisuddin’in ifadesiyle, “Statükocu bir
siyasetçidir.”. Bkz. Oya Akgönenç Mughisuddin, “Determinants of Turkish Foreign Policy
1918–1945: A Historical Perspective”, Belleten, C. 57, S. 218, Nisan 1993, s. 225.
4 Oysa Churchill, Stalin’in Doğu ve Orta Avrupa hakkındaki ödünsüz tutumunu anlayınca bu
fikrinden vazgeçmiş fakat Türkiye Churchill’in bu kararından hemen haberdar olmamıştır.
Bkz. Nur Bilge Criss, Kasım-Aralık-Ocak 2002/2003, s. 150–51.
5 Selim Deringil, Denge Oyunu: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, İstan-
bul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 263.
6
Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün Dış Politikası, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003, s. 192.
7 Mustafa Sıtkı Bilgin, “Anglo-Turkish Relations in the Middle East: British Perceptions, 1945–
1953”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, CBOMGS, School of Historical Studies, The University
of Birmingham, July 2001, s. 320.
8
Paul B. Henze, Turkey and Atatürk’s Legacy: Turkey’s Political Evolution, Turkish-US
Relations and Prospects for the 21st Century, Haarlem, SOTA Publications, 2003, s. 57–58.
9
Zeki Kuneralp, Sadece Diplomat, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1981, s. 96.
10
Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Ankara, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayın-
cılık ve İletişim Yayınları, 2001, s. 129.
11
Bilgin, 2001, ss. 77–115.
12 Soğuk Savaş dönemi hakkında detaylı bilgi için bkz., Louis J. Halle, Soğuk Harp, çev. Fahri
Çeliker, Ankara, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Str. Etüt Yayınları, 1976.
13 Yüksel İnan, Türk Boğazlarının Siyasal ve Hukuksal Rejimi, Ankara, Gazi Üniversitesi
Yayınları, 1986, ss. 98–99.
14 Peterson to FO, 22 March 1945, FO195/2487/401; Ankara to FO, 8 April 1945, FO 371/48773,
içinde, Bilgin, 2001, s. 88; Ayrıca bkz. Metin Toker, Türkiye Üzerinde 1945 Kâbusu, Ankara,
Akis Yayınları, 1971, s. 5.
15 FRUS, 1945, C. VIII, The Near East and Africa, Washington, United States Government Prin-
ting Office, 1969, s. 1222.
16 FRUS, 1945, C. VIII, s. 1219–1220.
17 Bu dönemde İngiliz Dışişlerinin elde ettiği çok gizli bir belgede, aslında Türkiye’nin, 1939
Türk-İngiliz Anlaşması’ndaki Rusya ile ilgili ortaya konulan anlaşma maddesi saklı kalmak
şartıyla, SSCB ile “ileri derecede”, neredeyse bir “müttefiklik” ile eşdeğerde olan bir anlaşma
imzalamaya hazır olduğu belirtiliyor ve bu hususta Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Ser-
per’in de yetkili kılındığı belirtiliyordu. İlgili rapor için bkz. Peterson to Bevin, Review of
Events in Turkey, 1945, 1 February 1946, FO 371/59297, içinde, Mustafa Sıtkı Bilgin, 2001, s. 89.
18 Hans Kohn, Panislavizm ve Rus Milliyetçiliği, çev. Agâh Oktay Güner, İstanbul, Kervan
Yayınları, 1983, s. 12.

355
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

19 FO to various HMG’s rePressentatives, 14 June 1945, FO 371/48773, içinde, Mustafa Sıtkı Bil-
gin, 2001, s. 90.
20 Ali Halil, Atatürkçü Dış Politika ve NATO ve Türkiye, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1968, ss.
86-87.
21 Bunun üzerine Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla Türkiye sınırla-
rına asker yığmaya başladı. Kamuran Gürün’e göre, Sovyetler Kafkasya sınırına 190 bin, Bul-
garistan sınırına ise 90 bin asker yığdı. Bu, o dönemde Türkiye’nin tahmin ettiği rakamlardı,
bkz. Kamuran Gürün, 1991, s. 306. Fakat İngiliz kaynakları bu rakamların daha yüksek oldu-
ğunu kaydetmektedir. Şöyle ki; 200 bin Bulgaristan, 175 bin Kafkas ve 35 bin Türk-İran sınır-
larında Rus askeri yığınağı oluşturulmuştu. Bkz. Foreign Office Report by Mr. Williams, 15
December 1945, FO 371/48699, içinde, Mustafa Sıtkı Bilgin, 2001, s. 102.
22 Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri 1920–1953, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1991, ss. 144–147.
23 Hüseyin Cahit Yalçın, “Moskova Radyosu’nun Hücumları”, Tanin, 29 Haziran 1945; Ayın
Tarihi, No. 139, Haziran 1945, s. 142.
24 Stalin, Türkiye üzerindeki Rus taleplerine “haklılık” kazandırmak için, bu talepleri bir “milli
mesele” şeklinde göstermek istemiş ve bu amaçla Sovyet Ermenistan’ını kullanmıştır. 1945’de
Potsdam Konferansı başlangıcında, Sovyet komünizminin desteğiyle Erivan’da dünyanın
muhtelif yerlerinden gelen Ermeni ruhani mümessillerinin iştirakiyle bir Ermeni Kongresi
toplanmıştır. Kongre’nin görünürdeki amacı, bir Ermeni Patriği (Katolikos) seçmekti. Kongre,
bu dini işi bitirdikten sonra siyasi meselelere geçmiş ve Türk toprakları üzerindeki Rus talep-
lerini desteklemek üzere Stalin’e bir telgraf çekmiştir. Telgrafta, “Ermeni milletinin uğradığı
haksızlığın” SSCB tarafından “tamir” edilmesi isteniyordu! Yani, Rusların Türkiye’den toprak
koparması, “Ermenilerin uğradığı haksızlığı tamir” diye dünyaya ilan edecekti! Ermeni kong-
resi sonunda yayımlanan bildiri de bunu teyit ediyordu. Taha Akyol, Sovyet Rus Stratejisi ve
Türkiye (2 Cilt), İstanbul, Ötüken Yayınları, 1976, s. 617.
25 Sovyetlerin iddiaları ve bunlara Türk bilim adamlarının verdikleri cevap için bkz. Jeopolitik-
İlmi Antoloji Denemesi, İstanbul, Gençlik Kitabevi, 1946. Eserde, Kazım Karabekir Paşa’nın,
Rus talepleri hakkında bir askeri deha mahsulü olan stratejik izah ve tenkitleri de mevcuttur,
içinde Taha Akyol, 1976, s. 616.
26 Gürün, 1991, s. 302; Ayrıca bkz. FRUS, 1946, C. VII, The Near East and Africa, Washington,
United States Government Printing Office, 1969, s. 806.
27
Akyol, 1976, s. 618; Diğer taraftan, bu stratejisinde başarılı olamayan Sovyetler, Türkiye’deki
Ermenilere, Sovyet Ermenistanında vatandaşlık teklif etmek suretiyle onları kendi tarafına
çekmeyi ümit etmiştir. Türkiye, bu Ermenilere paralarını ve mallarını beraberlerinde götüre-
bilmeleri için her türlü yardımı sağlamasına rağmen, 60 bin Ermeni’den sadece 100 tanesi Er-
meni tabiiyeti için müracaatta bulunmuştur. Bkz. BCA, 030.01/101.624.10
28 FRUS, 1946, C. VII, The Near East and Africa, Washington, United States Government Prin-
ting Office, 1969, s. 806.
29
Ulus, 21 Aralık 1945.
30 Ulus, 7 Aralık 1945.
31 Vatan, 31 Ocak 1946.
32 Vatan, 20 Ocak 1946.
33
Ulus, 3 Ocak 1946.
34 Mehmet Altan, Süperler ve Türkiye: Türkiye’de Amerikan ve Sovyet Yatırımları, İstanbul,
AFA Yayınları, 1986, s. 75. Türkiye kendisine yönelen Sovyet istekleri karşısında önce İngilte-
re’nin desteğini aramış, Orta Doğu ile ilişkilerini daha azaltmamış olan İngiltere de 18 Hazi-
ran 1945’te Amerika’ya başvurarak, Potsdam toplantısından önce bu konuda ortak Anglo-
Amerikan görüşünün tespitini istemiştir. Bunu Washington’daki Türk Büyükelçisi’nin ABD
Dışişleri Bakan Yardımcısı ile yaptığı görüşmede, Birleşik Amerika’nın Türkiye lehine Sovyet-
ler nezdinde teşebbüse geçmeyi reddetmesi izlemiştir. Ali Halil, 1968, s. 87.

356
14. Bölüm: 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

35 Vatan, 23 Şubat 1946.


36 FRUS, 1945, C. I, General: The United Nations, Washington, US Government Printing Office,
1967, s. 1027.
37 FRUS, 1945, C. VIII, s. 1239.
38 H. Truman, Hatıralarım, çev. Cihat Baban, Semih Tuğrul, Ankara, Ulusal Basımevi, 1968, s.
168.
39 A.g.e.
40
A.g.e.
41 Altan, 1986, s. 76.
42
Tahran-Yalta ve Potsdam Konferansları-Gizli Belgeler, 1972, s. 128; Edward Weisband,
İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası, çev. M. Ali Kayabal, İstanbul, Milliyet
Yayınları, 1974, s. 377.
43 “Stalin’e göre, İngiltere’nin desteklediği küçül bir devlet, büyük bir devletin boğazını sıkmak-
ta ve ona bir çıkış yolu vermemekteydi.”, bkz. S. H. Truman, Hatıralarım, çev. Cihad Baban,
Semih Tuğrul, Ankara, Ulusal Basımevi, 1968, s. 167.
44
Erel Tellal, Uluslararası ve Bölgesel Gelişmeler Çerçevesinde SSCB-Türkiye İlişkileri 1953–
1964, Ankara, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 2000, s. 27.
45
NARA, M 1292, 867.001, İSMET/11-2145
46
Criss, 2002/2003, s. 150; Ataöv’e göre, Churchill “demir perde” sözlerini Sovyetler Birliği’ni
çevreleyecek bir dünya görüşü olarak ilan etmekteydi, bkz. Türkkaya Ataöv, Amerika,
NATO ve Türkiye, Ankara, Aydınlık Yayınları, 1969, s. 94.
47
Ataöv, 1969, s. 70.
48
Missouri zırhlısıyla birlikte Providence gemisi de 5 Nisan 1946’da İstanbul limanına gelecektir.
49
Ulus, 5 Nisan 1946.
50
Vatan, 6 Nisan 1946.
51
Cüneyt Akalın, Soğuk Savaş: ABD ve Türkiye–1, (Olaylar-Belgeler: “1945–1952”), İstanbul,
Kaynak Yayınları, 2003, s. 208.
52 Vedat Gürbüz, “An Overview of Turkish-American Relations and Impact on Turkish Military,
Economy and Democracy, 1945–1952”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Madison, University of
Wisconsin, January 2002, s. 85.
53
Altan, 1986, s. 76.
54
Türkiye, Marshall yardımlarından istifade eden 16 ülkeden birisiydi. 1955 yılına kadar Türki-
ye, Marshall yardımları çerçevesinde ABD’den 571.025.000 dolarlık bir yardım almıştır. Bkz.
Vedat Gürbüz, 2002, s. 219–229; Marshall programı, özellikle SSCB’nin batı Avrupa ülkelerin-
deki Komünist Partiler marifetiyle çıkardığı genel grev dalgaları ve böylece yarattığı istikrar-
sızlık ile bütün Avrupa’ya yayılma stratejisine karşı uygulanmaya konulmuş bir karşı strateji
adımıdır. Bkz. M. Murat Hatipoğlu, 1997, s. 271.
55
Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye: 20. Yüzyılın Sorgulanması (2),
İstanbul, Otopsi Yayınevi, 1999, s. 490.
56
Behçet Kemal Yeşilbursa, “İngiltere’nin Orta Doğu Savunma Projeleri ve Türkiye’nin
NATO’ya Girişi”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Tarihten Günümüze İç ve Dış
Tehditler Elazığ 17–19 Ekim 2001) Bildiriler, s. 752.
57
M. Murat Hatipoğlu, Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan 1923–1954, Ankara, Siyasal Kita-
bevi, 1997, s. 272.
58 Bağcı, 2001, s. 6.
59 Louis J. Halle, Soğuk Harp, çev. Fahri Çeliker, Ankara, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı
Str. Etüt Yayınları, 1976, s. 108.
60
Sir D. Kelly to FO, 9 April 1947, FO 371/67306; Kelly to FO 25 June 1947, FO 371/67308, içinde,
Mustafa Sıtkı Bilgin, 2001, s. 110.

357
1919–1950 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

61 Bkz. FRUS, 1947, Vol. 5, s. 138., içinde, Mustafa Sıtkı Bilgin, 2001, s. 110.
62 Aydoğan, 1999, C. 2, s. 489. Öyle ki, 12 Temmuz 1947 Antlaşması’nın en önemli maddesi,
Birleşik Amerika’nın tam 17 yıl sonra, 1964 Haziran’ında Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yap-
masını önlemede kullanacağı madde olacaktır: “… Türkiye hükümeti, Birleşik Devletler hüküme-
tinin onayı olmadan, bu türden hiçbir madde ya da bilginin mülkiyet veya zilyetliğini devredemeyeceği
gibi, onay olmadan Türkiye hükümetinin subay, memur ya da ajan sıfatını taşımayan bir kimse tara-
fından bu maddelerin ya da bilginin kullanılmasına, bu bilginin bu sıfatı taşımayan bir kimseye açık-
lanmasına, bu maddeler ve bilgilerin verildikleri amaçtan başka amaçla kullanılmasına izin vermeyecek-
tir.”, Akalın, 2003, s. 228–229.
63 Henze, 2003, s. 58.
64 Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu (19445–1958), İstan-
bul, Boyut Kitapları, 1997, s. 37.
65
Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri (1947–1964), Ankara, 1979, s. 12.
66 Akalın, 2003, s. 247.
67 Bir yıl sonra yapılan değerlendirmelerde.
68 NARA, M 1292, 867.001/12-2248, (bkz. Ek-12)
69 Bağcı, 2001, s. 40-41.
70 Türkiye, İsrail’in doğmasına yol açan ve 1947 Kasımında BM Genel Kurulunda gündeme
gelen taksim planına muhalefet etmiş ve uluslararası sorunlarda hareket serbestîsini henüz
kaybetmemiş olan Türkiye taksim kararı aleyhinde oy kullanan devletler yanında yer almış-
tır. Aslında Türkiye Arap Orta Doğusu ile ilişkilerinde 1945 – 1947 döneminin genel niteliğine
uygun olarak BM’deki Filistin görüşmelerinde Arap ülkelerini desteklemiş; Arap ülkelerinin
Filistin’e bağımsızlık verilmesi yönündeki karar tasarılarının lehinde oy kullanmıştı. Bir süre
sonra, 1948 Mayısında gerçekleşen İsrail’in kuruluş ilanını kendi güvenlikleri için bir “Siyo-
nist tehdit” olarak gören Arap ülkeleri ile İsrail arasında çatışmalar başlamıştır. Güvenlik
Konseyi’nin 19 Ekim 1948 tarihli ateşkes çağrısının taraflarca 22 Ekim’de kabul edildiğinin
açıklanmasına karşılık çatışmalar durmamış olmakla beraber, BM Genel Kurulu 11 Aralık’ta
kabul ettiği 194 (III) sayılı kararla ABD, Fransa ve Türkiye temsilcilerinden oluşacak bir Filis-
tin Uzlaştırma Komisyonu kurulmasına karar vermişti. Kararın diğer hükümlerine göre Ku-
düs’ün sınırları güneyde Bethlehem (Beytüllahim) ve Kuzeyde Nezareth’i (Nasıriye) içine ala-
cak şekilde çok geniş tutularak ayrı bir varlık olarak (corpus seperatum) askersiz hale getiril-
mekte ve BM gözetimine bırakılmaktaydı. Kararın üçüncü önemli unsuru mültecilere ilişkin-
di. BM Genel Kurulunun 11 Aralık’taki 194 sayılı kararıyla Arapların kurulmasını istemediği
BM Uzlaştırma Komisyonu’nda ABD ve Fransa ile birlikte yer alarak Araplardan farklı bir po-
litika izlemeye başlayan Türkiye, 28 Mart 1949’da bir adım daha atarak İsrail’i de facto olarak
tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. Bu politikasında o yıllara kadar İsrail’in Sovyetler tarafından
kullanılacak bir ülke olduğu endişesini taşıyan Türkiye’nin İsrail’in bir Sovyet peyki olmadı-
ğına güvenmiş olması ve bu ülkenin ABD ile ilişkileri çerçevesinde ortaya çıkan güvenlik ya-
pılanmasında giderek Batı’ya yaklaşarak kendisini güvence altına alma endişesi önemli rol
oynamış ve durum Türkiye’yi İsrail olgusunu tanımak zorunda bırakmıştır. Fakat bu politika
Türkiye’yi bir o kadar da Orta Doğu politikasından uzaklaşmıştır. Daha detaylı bilgi için bkz.
Alan R. Taylor, İsrail’in Doğuşu, çev. Mesut Karaşahan, İstanbul, Pınar Yayınları, 2000, s.
127–128; Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğusu’na Karşı Politikası (1945–1970),
Ankara, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1972, s. 21; Fahir Armaoğlu, Filistin Mesele-
si ve Arap-İsrail Savaşları (1948–1988), Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989, s.
99; Gencer Özcan, “Türkiye-İsrail İlişkileri 50. Yılına Girerken”, der. Faruk Sönmezoğlu, Türk
Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der Yayınları, 2001, s. 160.
71 Tellal, 2000, s. 39.
72
Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945–1980), çev., Ahmet Fethi, İstanbul, Hil
Yayınları, 1996, s. 396;.
73 Kuneralp, 1981, s. 96.

358
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1950–1980 DÖNEMĐ
TÜRKĐYE’DE ĐÇ VE DIŞ
POLĐTĐK GELĐŞMELER

359
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

360
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

15. BÖLÜM
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ İÇ ve DIŞ SİYASİ
GELİŞMELER [1950-1960]]

Cihat GÖKTEPE∗

Yakın tarihimizde Demokrat Parti (DP) iktidarı ya da kesintisiz başbakanlık


yapmış Adnan Menderes adıyla Menderes Dönemi bilinen on yıllık dönem çok
çeşitli yönleri ile incelenebilir. Bu dönemde 1950, 1954 ve 1957 yıllarında olmak
üzere üç genel seçim yapılmış ve Adnan Menderes’e beş defa başbakan olarak
hükümet kurma görevi verilmiştir. Bu çalışmada, DP Dönemindeki gelişim ve
değişimler esas itibarıyla iç ve dış siyasi gelişmeler olarak iki alt başlıkta değer-
lendirilmiştir.
İÇ SİYASİ GELİŞMELER
Milli Mücadele’nin işgalci güçlere karşı kazanılmasından sonra 29 Ekim
1923 de Cumhuriyet ilan edilmiş, aynı yıl Halk Partisi yeniden adandırılarak
Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. Bu Parti Türkiye’yi 1950 ye kadar 27 yıl
kesintisiz tek parti sistemi ile yönetmiştir. II. Dünya Savaşından sonra iç ve dış
siyasi, sosyal, askeri ve iktisadi faktörlerin etkisiyle Türkiye’de çok partili siste-
me geçiş süreci başlamıştır. Uzun süre Cumhuriyet Halk Partisi’nde vekillik
yapmış olan dört milletvekili Celal Bayar (İzmir Milletvekili), Fuat Köprülü
(Kars Milletvekili), Refik Koraltan (İçel Milletvekili), ve Adnan Menderes (Aydın
Milletvekili) 1946 da CHP’den istifa ya da ihraç yoluyla ayrılmışlardır. Nitekim
7 Ocak 1946 da “Demokrat Parti” olarak isimlendirdikleri yeni partiyi kurmuş-
lardır.1 1945 ve 1946 da on beş yeni siyasi parti kurulmuş ancak DP ana muhale-
fet partisi olarak gelişmiştir. DP’nin katıldığı ilk genel seçim 1946 da yapılmıştır.
Bu seçimlerde CHP 396 DP ise 61 milletvekili bağımsızlarda 4 milletvekili çı-
karmışlardır. Bu seçimlerdeki uygulamalar uzun süre tartışılmıştır. Zira seçim-
lerin hukuki güvence altında olmayışı oylamanın açık sayımın ise kapalı yapıl-
ması gibi uygulamalar seçim sonuçları ile ilgili spekülasyonları artırmıştır.
DP’nin kuruluşundan yaklaşık altı ay sonra gidilen ve DP açısından teşki-
latların yetersizliğine rağmen CHP karşısında DP’ye olan halk desteği bir hayli
yüksek olmuş ve CHP açısından şaşırtıcı olmuştur. DP’nin 1946 seçim sonuçları
ile üstlenmiş olduğu muhalefet partisi olarak CHP’nin hiç de alışık olmadığı


Prof. Dr., Uluslararası Antalya Üniversitesi.

361
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

şekilde yeni öneri ve taleplerini meclise getirmiştir. Bunlardan en önemlileri


seçimlerin, hâkim güvencesine alınması, seçimlerin tek dereceli ve kapalı oy açık
tasnif şeklinde değiştirilmesidir. Bununla birilikte İnönü, CHP içerisinde daha
ılımlı kişileri hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. Nitekim CHP içerisinde
otoriter yapısıyla bilinen Recep Peker 26 Ağustos 1947’de istifa etmiştir. Ondan
boşalan Başbakanlığa uluslar arası ilişkilerde birikimi olan, geçmişte Ticaret,
İktisat ve Dışişleri bakanlıkları yapmış devlet tecrübesi yüksek, Liberal eğilimleri
ile bilinen Hasan Saka’nın getirilmiş olması önemli bir değişimdir.2 DP mensup-
ları 1946–1950 arasında kısa sayılabilecek bir sürede çok büyük bir başarı elde
etmişlerdir. Çok Partili sisteme geçiş süreci olarak değerlendirilen bu dört yılık
dönemde çok partili rejim için yapılan mücadele Karpat tarafından, “Cumhuriye-
tin dayandığı ideolojinin yeniden yorumlanması sonucunu doğurduğu gibi komünizm
üzerine geniş tartışmalara ve bugünkü parti sisteminin kurulmasına yol açtı”3 şeklinde
değerlendirilmiştir.
1950 de Türkiye’nin nüfusu 20.900.000 olup bunun %75 ‘i kırsalda yaşamak-
tadır. 1960’da ise nüfus 27.700.000 olacaktır.4 14 Mayıs 1950 de yapılan seçim
sonuçlarına göre toplam 7.953.055 oyun 4.242.833’ünü (%53.35) DP almış ve kar-
şılığında 408 Milletvekili çıkarmıştır. Buna karşılık CHP 3.165.095 (%39.78) oy
almış ve karşılığında ancak 69 Milletvekili çıkarabilmiş 240.209 (%3.02) oy almış
olan Millet Partisi (MP) ancak 1 milletvekili çıkarabilmiş, bunlara ilave olarak
bağımsız 9 milletvekili de meclise girmiştir.5 Verilen rakamlardan da anlaşılacağı
üzere, uygulanan seçim siteminin (basit çoğunluk) getirdiği bir sonuç olarak DP,
oyların %53,3’ünü almışken bunun Meclise milletvekili olarak yansıması 408
milletvekili ile toplam vekil sayısının %83,7’si olmuştur. CHP oyların %39.78’ini
almışsa da Mecliste 69 Milletvekili ile ancak %14.4 nispetinde temsil edilmiştir.
Millet Partisi (MP) aldığı oy oranı %3.02 olmasına karşılık Mecliste 1 Milletvekili
ve % 0.2 oranında temsil edilebilmiştir. Türkiye’nin çok partili siyasal yaşamında
seçim sistemleri meclisin şekillenmesinde önemli hatta halkoyundan bile daha
etkili bir faktör olmuştur. Buna örnek vermek gerekirse, eğer 1950’de d’hont
sistemi olsaydı DP 270, CHP 210 vekil çıkarabilecekti. Belirtilen rakam ve oran-
lardan anlaşılacağı üzere seçim sisteminin (çoğunluk sistemi) temsil üzerindeki
etkisi hem iktidar hem de muhalefet açısından aldıkları oy oranları ile örtüşme-
mektedir. Rakamlardan anlaşılacağı üzere bu durum temsilde adalet anlayışını
istenilen düzeyde yansıtmamaktadır. Zira iktidar kendisinde aldığı halk deste-
ğinin üzerinde bir güç hissetmişken muhalefet ise temsildeki sayısal azlığın etki-
siyle gücünün daha altında bir muhalefet anlayışını kabul etmek durumunda
kalmıştır.6 Türkiye’nin çok partili siyasi tarihinde seçim sistemleri ve sonuçları
üzerindeki tartışmalar 1950 den itibaren devam etmektedir.
1950 seçimlerinin bu sonuçları seçim yoluyla iktidarın el değiştirmesi anla-
mına geliyordu. Bu durumu 1958–1962 döneminde Ankara’da İngiltere’nin Bü-
yükelçisi olarak görev yapmış olan Sir Bernard Burrows 36 yıl sonra 1998’de
verdiği bir bildiride bu durumu, “1950 seçim sonuçları hükümet değişiminden öte bir
şeydir, bir dönemin sonudur”7 şeklinde değerlendirmektedir. Nitekim DP iktidarı
22 Mayıs 1950 de devralmıştır. Bayar’ın Parti başkanlığı ile Başbakanlık görevini
sürdürmesini isteyenler Cumhurbaşkanının partiler üstü bir kişilik olması anla-

362
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

yışı ile Milli Mücadele’nin ilklerinden olan Ali Fuat Paşa’nın seçilmesini istemiş-
lerdir. Ancak parti içi çevreler, Bayar’ın Cumhurbaşkanı olmasına ve Cebesoy’a
Milli Savunma Bakanlığı önerilmesine karar vermiştir. Fakat bu öneri Cebesoy
tarafından kabul edilmemiştir.8 İktidarın el değiştirdiği gün, Yeni Meclisin yap-
tığı ilk işlerden birisi Atatürk’ün de yakın arkadaşı, deneyimli ve ılımlı bir devlet
adamı olarak da bilinen DP’nin genel başkanı Celal Bayar’ı Türkiye’nin üçüncü
Cumhurbaşkanı, Refik Koraltan’ı da Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına
seçmek olmuştur. Cumhurbaşkanı seçilen Bayar Parti Genel başkanlığını da
bırakmıştır. Bu durum Türk demokrasi tarihinde yeni bir başlangıçtı, zira Ata-
türk ve İnönü’nün Cumhurbaşkanlıkları döneminde Parti Genel başkanlıkları da
fiilen olmasa da hukuken devam etmişti. DP dönemindeki bu yeni anlayış Cum-
hurbaşkanlarının hukuken tarafsız olması durumunu pekiştirmiştir. Başbakanlık
ve Parti genel başkanlığı konusunda Fuat Köprülü ismi üzerinde yoğunlaşma
olmasına rağmen, Bayar’ın da teşviki ile DP genel idare kurulu 9 Haziran 1950
de toplanarak Bayar’dan boşalan genel başkanlığa Adnan Menderes’i seçmiştir. 9
Böylece gücün merkezileştirilmesi sağlanmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti ör-
neğinden yola çıkılarak Parti başkanı ve başbakanın farklı kişilerden olması ile
çıkabilecek çatışma süreci Başbakanın Parti başkanının etkisinde kalması duru-
mu önlenmiştir. Dolayısıyla 1950’de başlayan ve 27 Mayıs 1960 hükümet darbe-
sine kadar sürecek olan bu dönem, “DP Dönemi” olarak isimlendirilmiştir. Bu
dönem aynı zamanda Adnan Menderes’in üstlendiği DP Genel Başkanı ve ülke-
nin başbakanlığı görevlerinden dolayı “Menderes Dönemi” olarak da isimlendi-
rilmektedir.
Türk siyasi tarihinde, 1950 deki hükümet değişikliği sadece iktidarın el de-
ğiştirmesi olarak değil aynı zamanda o tarihe kadar mevcut olan siyasetin dev-
letçi siyasetçiden farklı olarak sokaktaki adama dayanmaya başlaması olarak da
değerlendirilebilir.10 Bir başka ifade ile, siyaset seçkinler uğraşı olmaktan çıkarak
geniş halk kitlelerine ulaşmış, böylelikle Türk siyasi kültürüne olumlu etkide
bulunurken bürokratik-baskıcı devlet geleneğinin yumuşamasına ve milli bir
ticaret –sanayi burjuvazisinin doğmasına da yol açmıştır.
Bu gerekçelerden dolayı tarihçiler arasında, DP’nin Mayıs 1950 deki ezici
seçim zaferinin, modern Türk siyasal tarihinde bir dönüm noktası oluşturduğu-
na dair genel bir mutabakat vardır. Hatta özelikle DP taraftarları bu değişimi
“Ak devrim” olarak tanımlamışlardır.11
DP’nin ezici bir çoğunluğa sahip olduğu yeni Meclisin yapısı ile kurulan
yeni hükümetin niteliği eskisinden bir hayli farklıydı. DP Milletvekillerinin sos-
yal durumları incelendiğinde, Kemalist devirden ayrılan pek çok farklılık göze
çarpar. DP milletvekilleri arasında yüksek öğrenimli olanların sayısı daha az
olmasına karşılık; yaş ortalamaları olarak daha genç, seçmenleri ve seçim bölge-
leriyle çok daha yakın ilişkilere sahiptiler ve ticaret erbabı ve hukuk bilgisine
sahip olanların sayısı daha fazlaydı. DP ile CHP arasındaki en belirgin farklar-
dan biri de, DP’nin sivil ve askeri bürokrasiden gelmiş olan milletvekili sayısının
çok az olmasıydı. Dolayısıyla Türkiye’de bilinen kitleden hayli farklı bir kesimi-
nin iktidara gelmiş olduğu açıktı.12 Destek grupları açısından bakıldığında, bü-
rokrasi, sermaye ve halk üçgeninde DP’yi destekleyenler arasında ilk ikisinin

363
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

katkısının son derece az olduğu anlaşılmaktadır. 3 Eylül 1950’de yapılan mahalli


seçimlerde 600 belediyenin 560‘ını alan DP lideri Menderes, 5 Eylül 1950’de yap-
tığı açıklamada “Türk Milleti Halk Partisi’ni 14 Mayıs’ta iktidardan tasfiye etmişti, 13
Eylül’de de muhalefetten tasfiye etti”13 ifadesiyle hadiseyi millet desteği ile Demok-
ratların zaferi ve Halk Partisinin tasfiyesi olarak değerlendirmiştir.
DP’nin ideolojisi ve programında vurgulan hususlar ise ana hatlarıyla, halk
için daha fazla hürriyet, liberal ekonomik politika, devlet sektörü yerine özel
sektöre daha fazla destek ile dini konularda daha az sınırlama olarak belirtilebi-
lir.14 27 yıllık tek parti iktidarından sonra halkın daha fazla demokrasi ve açılım
getirebilecek bu taahhütleri benimsemesi ve desteklemesi olağan bir sonuçtu.
CHP dönemi parti ve devlet ilişkileri ise Zürcher tarafından şöyle ifade
edilmektedir:15
CHP’nin iktidar döneminde devlet idaresi ve parti teşkilatı o kadar iç içe geçmişti ki partinin
devletin toplumu denetlemek ve yönetmek için kullandığı araçlardan sadece biri olduğu
pekâlâ söylenebilirdi. DP’nin iktidara gelmesiyle bu ilişki nihayet kesildi. Demokratlar eski
yönetimden devraldıkları bürokrasi ve orduya güvenmiyor ve bunları kendi denetimleri altı-
na almak için bir hayli çaba harcıyorlardı. Bu sebepten yıllar boyunca devlet ve parti, özellik-
lede üst düzeylerde yeniden bütünleşme eğiliminde oldu. Bununla beraber Kemalist dönem-
den olan ayrılık partinin bürokrasiye egemen olması idi.
Genel olarak Demokratlar, populist (halkçı)ve kırsal kesimin partisi olarak
tanımlanırken, Halk Partisi ise elitin ve kentlinin partisi olarak değerlendirilmek-
tedir.16 Genel anlayış böyle olmakla birlikte aydınların pek çoğu 1946 da kurul-
duğunda DP’yi daha fazla özgürlük vaad ettiği için desteklemişlerdir. Hatta
CHP’yi de dolaylı olarak sıkıştırma eğilimine girmişlerdir. Özdağ’a göre;17
II. Dünya Savaşı’ndan sonra burjuvazi, bürokrasinin diktasından kurtulmak için baş kaldırdı-
ğında, bürokrasinin siyasal organı olan CHP’nin bu işlevi sona ermiş olduğu için bürokrasi
içinde de parçalanmalar başlamıştır. Sivil bürokrasi asker bürokrasinin aleyhine iktidarını ge-
nişletmiş ve asker bürokrasiyi iktidar ortaklığından dışlamıştır. Subay heyetinin geneli, deste-
ğini CHP’den çekip, DP’ye yöneltmektedir. Ordu içinde DP yanlısı gizli örgütler kurulmakta
CHP iktidarı, seçimle DP’ye devretmeye razı olmazsa, CHP’nin devrilmesi planlanmaktadır.
II. Dünya Harbi sonrasında oluşan şartlar Türkiye’de çok partili hayata ge-
çişi esas itibarıyla kontrollü ve sivil uzlaşı ile sağlamıştır. Bu süreçte DP’nin bir
“Muvazaa” (anlaşmalı-güdümlü) partisi olup olmadığı yönündeki soru işaretleri
14 Mayıs seçimleri ile hükümsüzleşmiştir. 1950’de iktidar değişimi hukuki ola-
rak fiilen gerçekleşmişse de sosyolojik ve psikolojik olarak DP iktidara ne kadar
hazır değilse, Halk Partisi de muhalefete o kadar hazır değildi.18 Bu ana faktör-
den ötürü DP iktidara yabancılık çekmiş ve sivil ve askeri bürokraside CHP’nin
etkisini azaltmak ve iktidarını sağlamlaştırmak için hızlı değişimler yapmak
istemiştir. Bu doğrultuda Demokratlar, ordunun önde gelen subaylarının eski
yönetimle bilhassa İsmet Paşa ile olan yakın ilişkilerinden dolayı orduya karşı
hep güvensizlik duymuşlardı. Ama ordunun yönetim kademesinde iktidar deği-
şimini müteakip 6 Haziran 1950’de Genelkurmay başkanının da dâhil olduğu
yapılan değişim hareketinden sonra rahatlamışlardı.19 CHP bir hayli zengindi,
Atatürk’ün arazi, para ve İş Bankası hisselerinden gelir elde ediyorken, Aralık

364
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

1953 de çıkan bir kanunla bunlar hazineye devredildi. Halkevleri ve Halk odala-
rı da kapatılarak malları hazineye devredildi.
DP genel başkanı Menderes Başbakan olduğunda 51 yaşında 21 yıllık mil-
letvekili ve 16 yıl CHP’de vekillik yapmıştı. Kendisini keşfedenin Atatürk oldu-
ğunu daima söylerdi20 Dolayısıyla geçmişten getirdiği pek çok doğrular ve alış-
kanlıklar mevcuttu ve bazı konularda CHP’deki anlayışa benzer eğilimlerin bu-
lunması gayet tabiidir. Bununla birlikte DP’nin dayandığı kitleler ve takip ettiği
siyaset anlayışı gibi hususlar başta olmak üzere pek çok konuda CHP ye göre
farklılık göstermektedir. DP’nin ana söylemleri o dönemde sihirli söylemler ola-
rak da tanımlanan “özel teşebbüs, özgürlük ve anti-komünizm”21 olarak sırala-
nabilir.
DP’nin sınıfsal dayanağı ile ilgili çeşitli görüşler belirtilebilir. Bu hareketin
esas itibarıyla egemen sınıflara, yani ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiple-
rine dayandığını belirtmek mümkündür. Bununla birlikte bu değerlendirmelerin
tam ve detaylı olabilmesi için DP’nin, halkı siyasal mücadelenin içerisine bizzat
katıcı özelliğinin de altı çizilmesi gerekir. Zira DP’nin iktidara gelişi geniş bir
halk hareketiyle mümkün olmuştur. DP’nin geliştirdiği ve uyguladığı metotlar,
o zamana kadar Türkiye’de bilinen ve uygulanan siyasal mücadele usullerini
kökten değişime uğratmıştır. Konu ve dönemle ilgili Eroğul, aşağıdaki fevkala-
de isabetli ve ilginç tespit ve değerlendirmeleri yapmaktadır: 22
Eskiden çok önemli ve ancak uzaktan saygıyla bakılabilecek şahsiyetler olarak görülen millet-
vekilleri, halkın ayağına gelmeye başlamışlar; devlet adamları, politikacılar, propagandacılar
oy toplayabilmek için çamurlu köy yollarını aşındırır olmuşlardır. Seçimlerin tek dereceli hale
getirilmesi, oy ile siyasal iktidar arasındaki ilişkiyi çok daha somut bir hale getirmiş; artık se-
çimler, sonucu önceden belli, düzmece bir oyun olmaktan çıkmış ve böylece halk bunlarla ger-
çekten ilgilenir olmuştur. Bu ilginin sonucu olarak katılma oranı gittikçe yükselmiş ve 1950
genel seçimlerinde % 88.88’e varmıştır.
Buradan da anlaşılacağı üzere Türk halkı Türk tarihinde ilk defa aşağıdan
yukarıya bir anlayışla yöneticilerini değiştirmiş, bu durum bile tek başına önemli
bir anlayış değişimini beraberinde getirmiş, halk yönetimdeki gücünü kavramış,
kendisine olan güveni artmış ve daha da önemlisi iktidarın gerçekleştirdiği siya-
si icraatların doğrudan kendisinin günlük yaşantısını etkilediğini fark etmiştir.
DP’nin topluma getirdiği yeni anlayışlar demokrasi açısından sadece görün-
tü müdür (biçimsel) yoksa günün koşul ve özellikleri çerçevesinde değerlendi-
rildiğinde bir yenilik ya da hamle midir? Bu sorunun cevabı bakış açısına göre
değişiklik göstermektedir. Konu Eroğul tarafından da değerlendirilmiştir:23
Demokrasinin klasik tanımı halkın halk tarafından ve halk için idaresidir. Demokrat Parti bü-
tün eksiklerine ve iktidarının sonunda biçimsel demokrasiyi dahi yıkmaya kalkışmasına rağ-
men, işte bu gerçek demokrasiye gidecek yolu kitlelere hissettirmiştir. Halkımız bugün iktidarı
fiilen belirleme yetkisine sahip çıkmıştır. Bundan sonra atılacak demokrasi adımlarında dai-
ma bu gerçeği göz önünde tutmak zorunludur. Bu bakımdan Türkiye devrimcileri, Demokrat
Parti hareketini iyi değerlendirmek ve bu harekete bir karşı-devrim diyerek, onu hemen bir
kenara itmemek durumundadır. Gerçek demokrasiye giden yol Demokrat Parti’nin açtığı
demokratik çığırın inkârına değil, onun özümlenip aşılmasına bağlıdır.

365
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

DP iktidarının ilk dönemi olan 1950–1954 dönemindeki demokrasi anlayışı


incelendiğinde karşılaşılacak tabloyu Karpat şu şekilde anlatmaktadır: 24
... Genelde herkesin kabul ettiği gibi Türkiye’de hür ve demokratik bir ortamın mevcudiyeti.
Din konusundaki liberal tutumuna uygun olarak DP ezanın Arapça okunmasına müsaade et-
miş25, askerlik süresi kısaltılmış, liberal bir af kanunu çıkarılmış, Türklerin yurtdışına çıkabil-
meleri, yabancıların ve eski Türk vatandaşlarının Türkiye içerisinde seyahatleri kalaylaştırıldı,
yeni basın kanunu oluşturuldu, anti-demokratik kanunları ve hükümleri tespit için komisyon
teşkil edildi.
Görüldüğü gibi, ülkede demokratik gelişim olarak değişik alanlarda pek
çok sınırlamanın kaldırıldığını ve kaldırılmaya devam edeceği hususundaki
görüşlerini açıklamıştır.
DP döneminin özellikle ilk yarısındaki en önemli gelişme ve değişmenin
ekonomik alanda olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Türkiye’nin o vakte
kadar görülmemiş bir gelişme içine girdiği de fevkalade belirgindir.
DP döneminin ilk ve son yıllarındaki rakamlara bakılarak bu dönemdeki
gelişmeler daha kolay değerlendirilebilir. Bu çerçevede; 26
Şeker üretimi 1950’de 137.000 ton iken 1960’da 643.000 ton, çimento üretimi 400.000 tondan
1.750.000 tona yükselmiş, aynı dönemde elektrik üretimi 100 kilovat saatten 375’e yükselirken,
demir cevheri üretimi 100 tondan 475 e çelik üretimi ise 2230 tona, bakır üretimi 103 tondan
235 e yükselmiştir. 1950 de nüfus başına düşen zirai üretim 479 kilo iken 1958 de bu rakam 800
kilogram olmuştur. 1949 da ziraat de kullanılan traktör sayısı 3103 iken 1958 de 43872 olmuş-
tur. Milli Eğitim sahasında ise 1950 de ilkokul sayısı 1251 iken 1958 de 20775, 27144 öğretmene
karşılık 1958 de öğretmen sayısı 50905, öğrenci sayısı 1.460.000 dan 2.280.000 e çıkmıştır. Lise
öğrenimi açısından sayılara bakılacak olursa, 1950 de 59 Lise ve 18.257 öğrenci ve 5555 öğret-
men mevcutken bu rakamlar 1958 de 104 Lise, 188.554 öğrenci ve 7480 öğretmen olarak de-
ğişmiştir.
DP’nin üretimi tarımdan başlayarak geliştirmeye başladığı görülmektedir.
Tarımsal üretimin artırılabilmesi için DP özel teşebbüse destek sağlanmış, ta-
rımda makineleşmeye özel önem verilmiş ve özellikle traktör ve biçerdöver te-
minine çalışmıştır. Bu dönemde 40.000 traktör alınmıştır.27 Bu atılımın etkileri
kısa süre sonra görülecektir. Zira Türkiye 1950 ye kadar buğday ithalatçısıyken
1954 de Dünyanın dördüncü buğday ihracatçısı olmuştur.28
Köylü de o güne kadar elde edemediği miktarda para kazanmıştır. Bunda
mevsimin iyi gitmesi ve hasadın verimli geçmesi ile birlikte Kore Savaşı’nın da
etkisiyle Dünya piyasalarında buğdaya olan talebin artması ve piyasanın yüksek
oluşu da etkili unsurlar olarak belirtilebilir. Bu gelişmelerden ötürü 1955 e kadar
sürecek olan bu dönem Menderes iktidarının ‘altın yılları’ olarak değerlendirilir.
Tarımsal üretimin artması ve bunun pazarlara daha kolay ulaşabilmesi için yine
hükümet, ulaşım imkânlarını geliştirmek için özellikle yol yapımına da öncelik
vermiştir.29 1950 öncesinde toplam 1600 km yol mevcutken 1960’da bu 7 bin km
olmuştur30. Bunlara ilave olarak elektrik santralleri yapımına da başlanılmıştır.
Bu yatırımlar esas itibarıyla dış borç ya da yardımlarla yapılmıştır. Dış borçlarda
esas itibarıyla ABD’den sağlanmıştır. Bunu A Mango şöyle ifade etmiştir:

366
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

1950 sonrası Türkiye’de başlatılan ekonomik gelişme programı için güçlü bir müttefike ihtiyaç
vardı o da Amerika olurdu ve Menderes faydalı ve mantıklı olduğunu düşündüğü için
ABD’nin askeri ve mali yardımını çok elzem görmüştür.31
DP iktidarının toplamında, on yılda Türkiye, ABD’den $994.000.000 eko-
nomik yardım almıştır.32 ABD’den sağlanan bu desteğin yaklaşık %70i tarımsal
modernizasyon için harcanmıştır.33 Ekonomik alandaki değişim ve gelişmeler
ülkede sosyal ve kültürel alanda da toplumu dinamize etmiştir. Özellikle kırsal-
dan kente önemli ölçüde göç bu dönemde çok fazla artmıştır. Bu hususa rakam-
larla bakıldığında, “1950–1960 arası dört büyük şehrin nüfusu %75 artmış, tüm
nüfusun kentlerde oturma oranı %19 dan %26 ya çıkmıştır. Bunun anlamı, şehir-
lere 1.500.000 insanın göç ettiği bunun 600 000 ‘i ise dört büyük şehre olmuş-
tur.”34 Menderes döneminde eğitim alanında bir hayli gelişim ve değişim gerçek-
leşmiştir, bu bağlamda yeni okullar açılmıştır. Bu bağlamda:35
DP’nin eğitim anlayışı geleneksel değerlerin ağır basmasıyla İmam Hatip okulları ve Yüksek
İslam enstitüleri açılmış ve din dersleri mecburi hale getirilmiştir, diğer taraftan batıcı değerle-
rin ağır basmasıyla da yabancı dille eğitim yapan kolejler açılmış, deneme programları başla-
tılmış. Amerikan Üniversite modeline göre Atatürk ve ODTÜ kurulmuştur.
Ayrıca bu dönemde Trabzon ve İzmir’de de üniversiteler kurulmuştur. DP
dönemi ilk defa teknik insan gücünün yetiştirilmeye başladığı dönem olarak
görülür. Zira geleneksel manada elit genellikle askerden ve bürokratlardan olu-
şuyordu. DP hükümetleri ülkede sosyo-ekonomik değişimlere paralel olarak
ihtiyaç duyulan teknik alanlarda eğitim amacıyla yurtdışına öğrenci gönderme-
ye başlamışlardır.36
Ekonomik gelişmenin başlatıcısı Menderes’in iki önemli yönü olduğu ve bu
durumun yatırım ve gelişmeleri hızlandırdığı Aydemir tarafından, “Adnan Men-
deres’in şu iki vasfı bakımından bizim gençlik yaşlarımızda beklenilen bir Başvekil oldu-
ğunu kaydetmişimdir. Bu iki vasfın biri onun büyük rakamlardan korkmaması, ikincisi
de büyük rakamlara varan geniş inşa işleri ve projeleri için süratle karar verebilmesiy-
di.”37 şeklinde açıklanmıştır.
DP döneminin iktidar ve ana muhalefet partisi arasındaki ilişkilere bakıldı-
ğında ilişkilerin ilk baştan beri gergin olduğu anlaşılmaktadır. CHP 27 yıllık
iktidar döneminden DP ise dört yıllık şiddetli bir muhalefetten sonra yeni du-
rumlarına alışmakta zorluk çekmişlerdir. DP yöneticileri kendilerini Milli İrade
ile özdeşleştirerek, ülkenin en büyük ve rakipsiz temsilcisi ve ülkeyi değiştirme
göreviyle yükümlü olarak görüyor ve tıpkı kendinden önceki CHP yönetimi gibi
muhalefetten küçük ortak gibi hareket etmesini bekliyordu. Aynı şekilde, kendi-
lerinin tam çoğunluğu temsil ettiğine inanıyor ve bu durumu, gerekli gördüğü
her şeyi yapmayı meşrulaştıran bir durum şeklinde algılıyorlardı. CHP ise elbet-
te 1946’dan beri gelinen noktada ülkede yaygın desteğe sahip olmadığına inan-
maktaydı.
İlk yıllarda DP’nin vaatlerinin gerçekleşmeye başlamasının gözükmesi,
ekonomide canlılık CHP’yi bir iç karışıklığa sürüklemişti. Çünkü CHP’nin suna-
bileceği siyasal seçenekleri mevcut değildi.38 Demokratlar ilk iktidar döneminde
liberal söyleminin bir yansıması olarak dini konular ve kurumlarla ilgili de bazı

367
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

düzenlemeler yapmışlardır. Bu çerçevede ezanın Arapça haliyle okunmasına


çıkarılan bir kanunla izin verilmiş, CHP’nin son dönemlerinde açılmaya başlanı-
lan dini eğitim veren kurumlar olan İmam Hatip Liselerinin sayılarının artmış
olması toplumda laiklikle ilgili tereddütlere neden olmuştur. Bu durum, halk
arasında DP laiklik karşıtı bir siyasi teşekkülmüş gibi algılanmasına yol açmıştır.
CHP de bu temayı 1950’den itibaren sürekli gündemde tutmuştur. Dini siyasete
alet ettikleri kısmen ve sonraki yıllarda bir dereceye kadar doğru olmakla birlik-
te, Cumhuriyetin temel niteliklerini giderek zayıflatmış olduğu doğru değildir.39
Karpat’ın belirttiği gibi DP Programı CHP programından farklı değildir. Pek
çok DP’li kendi programlarının CHP programının yeniden yorumlanmasından
ibaret olduğunu söylemişlerdir. Pratikte ise iki parti arasında özel, tarihi ve si-
yasi sebeplerden ötürü olduğu gibi doğuş şartları sebebiyle bazı farklar ortaya
çıkmıştır. Ayrıca partilerin faaliyette bulundukları ortam ve liderlerin şahsiyeti
dolayısıyla da bazı farklar belirmiştir.40 Tanör bu dönemi “demagojik ikiz partiler
düzeni”41 olarak değerlendirmiştir.
Ayrıca 5 Temmuz 1951 de çıkarılan bir kanunla (Atatürk Kanunu) Atatürk
inkılâpları (Laiklik bunun en önemlilerindendir), büstleri, vb. tamamen kanunla
korumaya alınmıştır. Zaten DP’nin laiklik ve inkılâpçı özelliğinin dışında bir
başka anlayışının da olması beklenemezdi, DP’nin kurucularından ve ilk başka-
nı, Bayar, Milli Mücadeleye katılmış ve Atatürk’ün bakanlığını ve bilahare baş-
bakanlığını yapmış, inkılâpçı, laiklik taraftarı ve ılımlı bir devlet adamıdır. Bun-
lara ek olarak “Bayar Parti kurmadan önce İnönü’ye laiklik, eğitim ve dış politi-
ka konularında güvence vermişti."42 DP‘nin din ve laiklik anlayışını ve bunun
uygulamalarını Karpat esas itibariyle temel hürriyetlerden biri olarak tanımla-
makta ve bunun liberal anlayışın bir tezahürü olduğunu belirtmiştir.
DP, din hürriyetini temel hürriyetlerden biri saymış ve parti sözcüleri, Türk
toplumu bir İslam toplumu olduğuna göre vatandaşların dini günlük politikaya
karıştırmadan dini ihtiyaçlarını istedikleri şekilde ve istedikleri dilde yerine geti-
rebilmeleri gerektiğine işaret etmişlerdir. Demokratlara göre, laikliğin, düşünce
hürriyetine hürmet ederek, fakat dinin siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına izin
vermeyerek mutedil bir şekilde uygulanması gerekiyordu.43
Türkiye’de çok partili sistemin kurulması laikliğin daha liberal bir şekilde
yorumlanmasına yol açtı. Bu serbesti ile din eğitimine ve ibadete daha geniş bir
alan bırakılmıştır; fakat bunun devlet müesseselerine geniş ölçüde bir tesiri ol-
mamıştır. Din konusundaki liberalizasyonun, demokrasinin tabii bir sonucu ve
demokrasiye intibak çabası olduğu söylenebilir.44
Bu konuda Zürcher de “İslam’ın dirilişi denilen şey aslında yalnızca, halk kitlesi-
nin yaşamaya devam eden geleneksel kültürüydü” şeklinde değerlendirmede bulun-
muştur.45
Özellikle 1955 sonrası toplumda particiliğin de etkisiyle rekabet yaygınlaştı
ve kırsal kesim insanları ve ticaret erbabı DP’yi desteklerken, aydın, asker ve
bürokratlar bir tarafta ve çoğunlukla CHP’yi desteklemekteydiler. İlk dönemin
aydın kitlesi, asker ve bürokrasinin bir kısmı daha fazla özgürlük ve sınırlamala-
rın kalkacağı ümidiyle DP’yi desteklemişlerdi.

368
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

DP iktidarı “dört altın yıl” şeklinde değerlendirilen süreden sonra 2 Mayıs


1954’de yapılan seçimlerde DP oyların %56.6’sını alarak 503 Milletvekili, CHP
ise %38.8 oy oranıyla ancak 31 milletvekili çıkarabilmiştir. Meclisteki vekil temsi-
li açısından DP’li vekiller toplam vekillerin %93’ünü oluşturmaktaydı. DP yöne-
timi bu durumu halkın kendilerine olan güveninin pekişmesi olarak değerlen-
dirdiler. Özellikle kırsaldaki açılım ve değişim ile kırsaldaki halkın ürettiğini
paraya çevirebilmiş olması gibi faktörler DP’ye olan halk desteğini kuvvetlen-
dirmiştir. Traktör sayısındaki büyük artış, tarımsal krediler, köylünün pazara
ulaşabilmesini sağlayacak politikalar (yol yapımı) köylüyü çiftçi yapmıştı. Bun-
larla birlikte liman, baraj, köprü, içme suyu gibi hizmetlerle Türkiye adeta bir
şantiyeye dönüşmüştü. Dolayısıyla DP halkın gündelik yaşantısını etkileyen
kalkınma ve gelişmeyi sağlayan örnekleri anlatarak halk desteği istemiştir.
Bu dönemi Karpat, “1950–54 dönemi genelde herkesin kabul ettiği gibi Türki-
ye’de hür ve demokratik bir ortamın mevcudiyeti, din konusundaki liberal tutumuna
uygun olarak DP ezanın Arapça okunmasına müsaade etmiş, askerlik süresi kısaltılmış,
liberal bir af kanunu çıkarılmış, Türkler’in yurtdışına çıkabilmeleri, yabancıların ve eski
Türk vatandaşlarının Türkiye içerisinde seyahatleri kolaylaştırılmıştır. Yeni basın kanu-
nu oluşturuldu, anti-demokratik kanunları ve hükümleri tespit için komisyon teşkil edil-
di”46 şeklinde değerlendirerek özellikle demokratik ve liberal anlayışla icraatlar
yapıldığını vurgulamıştır.
1954–1957 dönemi DP’nin en kritik ve tartışmalı yılları olarak değerlendi-
rilmektedir. 6–7 Eylül Olayları,47 İspat Hakkı, Hürriyet Partisi, 29 Kasım 1955 DP
grubu toplantısı gibi pek çok önemli hadise bu dönemde gerçekleşmiş. DP ve
Menderes bu dönemde iktidara ısınmış, siyaset sahnesine 1950’den itibaren biz-
zat girmiş olan millet belirleyici rolünü sermayeye bırakmıştır. Siyasi güç serma-
yeye doğru bir geçiş gösterince millet aktörlükten figüranlığa dönüşmüştür. Bu
dönem bir önceki altın yıllar olan dönemin mirasının yenilmeye başlandığı dö-
nemdir.48 Nitekim seçim sonuçlarından da güç alarak DP yeni bir havaya bü-
rünmüştür. DP’nin bakanlarından olan Burçak bu durumu anılarında “Parti en
kuvvetli olduğu bir zamanda hatalar işleyecek ve kendi bünyesine ve geçmişine uymaya-
cak bir yola girecek gibi görülüyordu”49 şeklinde gidişatın DP için sağlıklı olmadığı-
nı vurgulamıştır. DP’nin bu dönemde CHP yanlısı olan memurların cezalandı-
rılması, emeklilik kanunda yapılan değişiklikle resen emeklilik sürecinin başla-
tılması ve böylece Üniversitelerde ve bürokraside tasfiye, 1954 de Cumhuriyetçi
Millet Partisi’ne oy verdiği gerekçesiyle Kırşehir’in ilçe yapılarak cezalandırıl-
mak istenmesi gibi uygulamalarla DP kısa sürede 1946’ların CHP’si gibi olmuş-
tu. Çözüm parti içinden gelebilecek tepkilerle olabilecekken ‘siyasi prim beklen-
tisi’ ile oluşan yapılanma da böyle bir tepki hiçbir zaman gelmemiştir.50
DP’nin siyasi yaşamdaki bu olumsuz tavrına karşılık Türkiye’nin şantiye
hali devam ediyordu. Ancak 1954–1958 döneminde Anadolu’da 30–35 yılda
görülen kuraklık yaşanmıştır, aynı zamanda girişilen yatırımlar için batıdan ve
bilhassa ABD’den alınan kredi ve yardımlar azalamaya başlamıştı. Bu da bütçe
açığının artması ve mali dengenin bozulması anlamına geliyordu. Milli Korun-
ma Kanunu, DP döneminde kurulan KİT’lerin (TPAO, SEKA, DMO, TKİ, Et-
Balık, MKEK) popülist yaklaşımla yönetilmesi, ödemeler dengesinin bozulması

369
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ve emisyon hacminin genişlemesi enflasyonu körükleyecektir. Netice itibarıyla,


Marshall Planı’nın yürürlüğe girmesi ve Türkiye’nin kalkınma uğruna dış borç
alma serüvenine atılmasından 11 yıl sonra moratoryum durumuna düşülecekti.
Mayıs 1958’de OECD ile bir anlaşmaya varılmış, çıkarılan 4 Ağustos tarihli ka-
rarname ile stabilizasyon kararlarını uygulamaya koymuştur. Buna göre, Türki-
ye ticari kredilerin daraltılması, tedavüldeki paranın artırılmamasını, yabancı
sermaye kazançlarının yurt dışına çıkarılmasına izin vermeyi, tasarruf tedbirle-
rine özenle uyulması, Milli Korunma Kanununu ve hazine vergisinin kaldırıl-
ması ve liberasyon sistemine geçilmesini kabul etti. Aynı kararname ile bir gece-
de Türk lirası Cumhuriyet Tarihinin en büyük devalüasyonuna uğrayarak dolar
karşısında 2.80’den 9.035 TL’ye (%330) gerileyecektir.51
Bu konuları yürütmek üzere beş bakanın görev aldığı “İktisadi Koordinas-
yon Heyeti” oluşturuldu. Bu acı reçete uygulanmışsa da üretim yetersizliği ve
aşırı ithalat ana nedenlerinden dolayı istenilen netice alınamamıştır. Esas itiba-
rıyla DP döneminde “özel sektör ağırlıklı karma ekonomi” anlayışı uygulanmış
olup, sanayi ve tarım sektöründe özel kesime öncelik ve ayrıcalık verilerek Tür-
kiye’de ulusal bir ticaret ve sanayi burjuvazisinin gerçek temelleri atılmıştır.52
6–7 Eylül olayları ile başlayan süreçte DP’nin kısıtlayıcı ve baskıcı politika-
ları özellikle, basına sınırlamalar, üniversitelere doğrudan siyasi müdahaleler ile
radyonun kamu menfaatinden ziyade DP’nin propagandasının aracı olarak gö-
rülmesi gibi konular önemli bir kitlenin DP’den desteğini çekmesine neden ol-
muştur. Askeri bürokrasi ise 1955 sonrası ülkedeki ekonomik sıkıntıların etki-
siyle askerin ekonomik durumunun kötüye gittiği, enflasyon, altın stoklarının
kullanılmış olması ve ülkedeki kalkınma modelinin yeterli olmadığını düşün-
dükleri için DP’ye karşı içten içe karşı çıkmaya başlamıştır. Zira özellikle Türki-
ye’nin NATO’ya girmesinden sonra Türk ordusunun modernleştirilmesine ve
savaş ve taşıma gereçleri ile donatılmasına önem verildi. Amerikan ekipleri,
personelin eğitiminde yardımcı oldu. Ordudaki en önemli mevkilere, mühen-
dislik veya haberleşmede uzman olan genç subaylar geçti. Bu genç subaylar
eğitimlerinin bir kısmını, NATO karşılıklı eğitim programları yoluyla yurtdışın-
da görmüş ve böylece Türk ordusunun ve Türk toplumunun aslında batılı müt-
tefiklerin ne kadar gerisinde olduğunu görme fırsatı edinmişlerdi. Bu bağlamda
1955’lerden itibaren hükümete karşı gizlice kurulan tertiplerin bu çevrelerde
hazırlanmış olduğu bilinen bir gerçektir.53
1955’de Kıbrıs’a vali olarak atanmış İngiliz Mareşali Harding, aynı yıl 4
Temmuz 1955 de Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ziyaretle ilgili beklenti ve edindik-
lerini belirttiği kendi el yazısı ile yazdığı raporunda amaçlarını üç ana başlıkta
toplamıştır. Bunlar; Türk ordusunun savaş kapasitesini gözlemlemek, Orta doğu
ile ilgili Türkiye’nin stratejik düşüncelerini, Türk ve İngiliz askeri kuvvetleri
arasında ilişkileri artırmaktır.
Her iki hususta da Türklerin İngiliz görüşleri ile tam uyum içerisinde oldu-
ğunu gözlemlemiş ve ziyaretin bu çerçeveden başarılı olduğunu belirtmiştir.”54
Harding Türk ordusunun, morali yüksek, kendilerine güvenen, rakibine karşı iyi
görünümlü (caydırıcı), askerler düzgün ve hazır Erzurum’daki manevralarda
gördüğü piyade eğitimi çok iyi ve topçuluk eğitiminin yeterli olduğu ve ekip

370
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

çalışmasının iyi olduğunu ancak tankların ve uçakların çok kötü kullanıldığını


vurgulamıştır. Türk ordusunun durumu ile ilgili olarak, Ankara’da Subayların
eğitimlerinin etkileyici olduğunu, ancak Erzurum’da kendisi için yapılan ma-
nevralarda (exercise) edindiği intiba ise Türklerin modern savaş gereklerini ye-
rine getirmeleri için uzun bir yolları olduğu şeklindedir. 55
Ordu içerisinde partisinden ziyade İnönü’nün kendi şahsına olan sempati
bir hayli yüksekti, çünkü o Milli Mücadele’nin ve Cumhuriyet’in ikinci adamı ve
Gazi’nin de yakın arkadaşıydı. Ayrıca DP’nin askeri, politik amaçlar için kul-
landığı kanaati de asker içerisinde DP’ye karşı bir tepkiye neden oluyordu. As-
kerin huzursuzluğu ile ilgili örnekler artırılabilir.56 1955 den itibaren çözüm se-
çeneklerinden olan hükümet darbesi yapmak amacıyla orduda gizli komitelerin
kuruldukları bilinmektedir.57
Nitekim bu komiteler adım adım darbeye yaklaşmışlar ve 27 Mayıs’ta da
Menderes hükümetini devirerek yerine askeri yönetim kurmuşlardır. Darbenin
olacağının içeride ve dışarıda pek çok kişi ya da kişiler tarafından tahmin edildi-
ği bilinmektedir.58 Darbeye ortam hazırlayan ya da hızlandıran olaylara kısaca
bakılacak olursa, esas itibarıyla 1957 seçimlerinden sonra politik ortam bir hayli
gerginleşmişti. 17 Şubat 1959 da Kıbrıs anlaşmaları için Londra’ya gitmekte olan
Menderes’in uçağı Gatwick havaalanı yakınlarında pilot hatası ve sis yüzünden
düşmüş, Menderes yaralı olarak kurtulmuştu.59 Bu hadiseyi müteakip menderes
yurda dönüşte büyük tezahüratlarla karşılaştı ve İnönü’de kendisini Ankara
Garında karşılamış ve el sıkışmışlardı, yani bu hadise bir yumuşamaya vesile
olabilirdi. Bu dostça görüşme de iki lider arasındaki bu tür son bir görüşme ol-
muştur.60
1958 de yapılması gereken seçimler alınan bir erken seçim kararı ile bir yıl
öne çekilmiş ve 27 Ekim 1957’de yapılmıştır. Seçimlere katılım oranı önceki se-
çimlerde %90’lara yakınken bu seçimde %78 olmuştur. Seçimde DP nin oy oranı
54.77 vekil sayısı 424, CHP’nin oy oranı 40.82 vekil sayısı ise 178 olmuştur. Ka-
lan oyların dağılımı ise, CMP %7.19 oy ve 4 milletvekili, Hürriyet Partisi %3.85
oy ve 4 milletvekili ile Bağımsızlar 2 milletvekili çıkarmışlardır.61 Buradan da
anlaşılacagı üzere DP oy ve sandalye kaybederken CHP artırmıştır. Nitekim
DP’nin oyu % 50’nin altına düştüğü için İnönü hükümeti “meşruiyet” sorunu
olduğu gerekçesiyle sıkı muhalefete girişmiştir. 1957–1960 dönemi iç siyasette
iktidar muhalefet mücadelesinin en yoğun olduğu dönem olarak değerlendiril-
mektedir. Bu dönemde DP iktidarının son üç yılında iktidar muhalefet ilişkile-
rinde CHP’nin öncülük ettiği “Milli Muhalefet Cephesi”ne karşılık DP iktidarı-
nın kurduğu ve siyasi ortamı gerginleştiren “Vatan Cephesi” arsındaki kavgala-
rın birer yansıması olarak birçok yerde olaylar yaşanmıştır.62 DP’nin sonunu
hazırlayan olaylar dizisinde 19 Nisan 1959’da 75 yaşındaki CHP lideri İnö-
nü’nün beraberinde diğer parti yöneticileri ve gazeteciler olduğu halde parti
treniyle “Büyük Taarruz” adı verilen geziye çıkması etkili bir olaydır. Trenin ilk
durağı Uşak’tı burada hükümet tarafından organize edildiği sanılan bir grup
göstericiden on altı yaşındaki birinin attığı taş İnönü’nün kafasına isabet ederek
yaralamıştır.63 Bu durum CHP tarafından devamlı gündemde tutuldu ve bu
yüzden ülke çapında ortam gerginleşmiştir. Bu hadise askerler arasında da İnö-

371
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

nü’ye duydukları saygıdan dolayı huzursuzluğa neden olmuştur. Daha sonra


İnönü İzmir’e oradan da İstanbul’a geçerken, havaalanından şehre gelirken ara-
bası bir grubun saldırısına uğramıştır. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki muhale-
fetin etkisini kırmaya yönelik teşebbüsler etkili olamamış aksine CHP’nin tren-
dini yükseltmiştir. Son olarak Kayseri’de Yeşilhisar yakınlarında İnönü ve taraf-
tarları için verilen emre askerler itaat etmemişlerdir. Bu durum DP’nin ordudan
destek alamayacağını buna karşılık CHP asker yakınlığını teyit etmiştir.64 Aynı
gergin ortamda 18 Nisan’da Meclis’te üyelerinin tümü DP’lilerden oluşan “Tah-
kikat (Araştırma) Komisyonu”nun kuruluşu, CHP saflarında protesto edilmiştir.
İnönü bu protestosunu şu cümlelerle dile getirmiştir: “Bu yolda gitmeye devam
ederseniz sizi ben bile kurtaramam, Şartlar zorunlu olursa ihtilal millet için meşru bir
haktır”65
Siyasi atmosfer gerginleşmekte iken ülke genelinde üniversite öğrencileri
hükümeti protesto eden eylemlere başladılar. Polis ve askerin İstanbul’daki
gösterileri bastırması sırasında iki öğrenci hayatını kaybetti. Basına uygulanan
sansür nedeniyle insanlar bu hadiseyi olduğu gibi öğrenemediği için dedikodu-
lar etrafa yayılmış, pek çok öğrencinin öldüğü haberi yayılmıştır. Bu yüzden
protestolar artmış, hükümet de çare olarak sıkıyönetim ve Ankara ile İstanbul’da
28 Nisan 1960’da sokağa çıkma yasağı ilan etmiştir.66 Buna rağmen kalabalık bir
grup Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi “Menderes istifa!” şeklinde slogan at-
mışlardır. Gösteri ve protesto türü benzer olaylar 27 Mayıs 1960 a kadar devam
etmiş ve DP iktidarının sonunu hazırlamıştır. Menderes Tahkikat komisyonu-
nun kaldırıldığını Eskişehir’de söylemesine rağmen ses kabloları kesildiği için
pek kimse bunu duyamamıştır. Nitekim Menderes 27 Mayıs sabahı darbeyi Es-
kişehir’de öğrenecektir. Peki, Menderes seçime gitse sonuç nasıl olurdu sorusu-
na ve Menderes’in anlayışıyla ilgili olarak dört yıl Ankara’da İngiliz Büyükelçisi
olarak görev yapmış olan Burrows şunu ifade etmektedir: 67
Bu kombinasyonu not etmek gerekir, zira başka ülkelerde pek beklenmez, öğrenciler, akade-
misyenler ve subaylar arasında. Geçmişten gelen askeriye ve mülkiye üstünlüğü geleneği.
Eğer 1960 ilkbaharında bir seçim yapılsaydı DP’ye ülke çapında ekonomik programından do-
layı hala büyük destek vardı. Fakat onlar sonunda risk almamak için seçime gitmek istemedi-
ler. Bunun sebeplerinden biri de Menderes’in gelişme ile ilgili anlayışıdır. Onun politikaları
aşağı yukarı geleneksel politika takip etmek şeklindedir. Maksadı Türkiye’de batı standartla-
rını ve refahını hızlandırmaktı. Bu amaç doğrultusunda oldukça fazla yol yapımına hidroe-
lektrik santrali inşası ile güney doğu bölgesine rafineri yaptırma gayretiyle tarımda ürün artı-
şını sağlamak istemiştir. Menderes Türkiye’nin gelecekte kalkınması için kendini özel bir gö-
revde sayıyor ve elinden bu fırsatı kaçırıp başkasının elde etmesini istemiyordu. Bu davranış
maalesef tesadüfî olaylarla gelişti. Mesela Londra Uçak kazası dönüşü aşırı derecede kurban-
lar kesilmiş.
Peki, Menderes olabileceklerden tamamen habersiz miydi? Görünüm oydu
ki Menderes bir dar çemberin içine alınmıştı. Kendi çıkarları uğruna bu dar
çemberi teşkil edenler onu her an biraz daha uçuruma doğru itmekteydiler.
Uzak çevrenin ikazları da ulaşamıyordu. Esas itibarıyla Menderes’in kontrolü
sağlama imkânı bir hayli zayıflamıştı. Düşündüklerini tatbik konusunda da sı-
kıntıları mevcuttu. Hindistan başbakanı Nehru’nun ziyareti (20–24 Mayıs) sıra-

372
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

sında da pek çok gerginlik yaşanmıştır. Günver’in ifadesine göre Nehru, bu or-
tamda ziyareti programladığı için Ankara’daki Büyükelçisine kızmıştır. Nehru
şerefine verilen yemekten sonra Dışişleri Bakanı Zorlu ve Dışişleri Bakanlığı
Genel Sekreteri Selim Sarper, Menderes’le konuşmuştur. Bu konuşmayı aktaran
Zorlu’nun belirttiğine göre, “Menderes’in Hükümetin istifasına, sonbaharda yeni
seçimlerin yapılmasına ve Tahkikat Encümeni Kanununun kaldırılmasına razı olduğu-
nu, Cumhurbaşkanının muvafakatini almakla kendilerini görevlendirdiğini söylüyor.
Nitekim duyduğuma göre, Cumhurbaşkanına Zorlu ve Selim Sarper gidiyorlar fakat
başarı sağlayamıyorlar”68 Günver’in anılarındaki bu bilgi dikkate alındığında,
Menderes’in bu manevrasına Bayar’ın niçin muvafakat vermediği konusu tartı-
şılmaktadır. “Menderes bir bakıma bahtsız bir devlet adamıydı”69. Menderes’in etra-
fında sadık ve samimi dostlar bulamadığı ve hatta dost bildikleri kişilerin Yassı-
ada mahkemelerinde aleyhine tutum sergiledikleri dikkate alınırsa içinde bu-
lunduğu durum daha iyi anlaşılabilir. Oğluna yazdığı son vasiyette de bu husu-
sa vurgu yapmıştır. “Suret-i katiyede etrafına inanmayacaksın, beşeri zaaflarım dışın-
da benim suçlu olduğuma katiyen inanmayınız”70
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE DIŞ İLİŞKİLER
Türk Dış Politikasında 1950’li yıllar adlı eserinde Bağcı, bu dönemde Türk
Dış politikasının ulusal uzlaşmaya dayandığını ve üç temel ilkesinin olduğunu
belirtmiştir. Ona göre, “Birincisi Sovyet yayılmacılığının önlenmesi; ikincisi Batı
ile ekonomik ve siyasi alanlarda ortak işbirliği; üçüncüsü de Kıbrıs’ın taksimi
konusudur.71
1952’deki Meclisi açış konuşmasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar dış poli-
tika ile ilgili olarak, “Türk Dış politikası esas itibarıyla kollektif güvenlik sistemine
dayanır. Şükranlarımı belirtirim ki Hükümetin gayretleri sonucunda Kuzey Atlantik
Asamblesine dahil olunmuştur ki bu organizasyon kollektif güvenlik biriminin en mü-
kemmelidir, SHAPE’yi de eklemiş ve komuta merkezi İzmir’de kurulmuştur.”72 şeklinde
değerlendirme yapmıştır. DP döneminde başbakan Menderes’in Özel kalem
Müdürlüğünü yapmış aynı zamanda hariciyeci olan Ercüment Yavuzalp ise
dönemin dış politikasını şöyle özetlemektedir:73
Menderes iktidara geldiğinde, Menderes için dış politikanın temel hedefinin, çok geç kaldığına
ve bu yüzden birinci önceliğe sahip bulunduğuna inandığı kapsamlı bir ekonomik kalkınma
hamlesini bir an evvel gerçekleştirmek için, ülke güvenliğini sağlam temellere oturtmak oldu-
ğunu söylemek mümkündür. Menderes’in büyük bir heyecanla bağlı olduğu amacı, devleti
sadece birkaç büyük yerleşim merkezi ve orada yaşayanların devleti olmaktan çıkarıp, bütün
memleket sathını kapsayan, tabana yayılmış bir devlet haline sokmak ve fukaralığı yenmek
için kolları sıvamaktı. Bunun için geçmişle övünmekle yaşamayı bir tarafa bırakıp, evvela geri
kalmış bir ülke olduğumuz olgusunu, bir komplekse Kapılmadan kabul etmek, ondan sonra
da bu durumda kurtulmak için gerekeni yapmak gerekiyordu. Dolayısıyla dış politikada gü-
venlik sorununun bir an önce bir sonuca bağlanması, sadece hayati bir öncelik değil, aynı za-
manda ivedilik arz eden bir hedef olarak da ortada duruyordu.
Menderes’in en yakın bürokratının da altını çizdiği husus iyi ve verimli bir
dış politikanın devamı için önce güvenlik gereklidir. İngiltere’nin Ankara Büyü-
kelçisi Sir Bernard Burrows 18 Ocak 1960 tarihli raporunda geriye dönük olarak

373
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

yaptığı değerlendirmede, “Türkiye dış politika tercihini yapmış bağımsızlığını


ve demokratik prensiplerini muhafaza edebilmek için NATO ya katılmış ve
CENTO’yu kurmuştur. Bu politika, Türkiye’nin Batı ile işbirliği içerisinde olma-
sının gerekliliği idi.”74
Soğuk Savaş döneminde DP yöneticilerinin güvenlik merkezli dış politika
anlayışları ile Batının ve özelde ABD’nin “evrensel dış politik çıkarları arasında
büyük bir benzerlik”75 mevcuttu. Menderes “Atlantik’ten Pakistan’a kadar olan
güvenlik zinciri”ni tamamlamak düşüncesiyle önce Türkiye’nin NATO üyesi
olmasını sağlamış, takiben Balkan Paktı’nı ve kısa süre sonra da Bağdat Paktı’nın
en coşkun mimarı olmuştur. Dış politikada atılan adımlar Atatürk ve İnönü dö-
nemindeki “tarafsızlık” siyasetinden ayrılma olarak değerlendirilmektedir.
DP‘nin dış politikasında güvenlikle ekonomik kalkınma iç içe geçmiş bir vaziyet-
tedir. İç siyasi meselelerde olduğu gibi DP’nin Dış politikası da muhalefet tara-
fından ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Muhalefet, CHP’nin II. Dünya harbi sonra-
sında batıya karşı izlediği dış politika, DP’nin dış politikasıyla önemli benzerlik-
ler göstermesine rağmen, DP’yi ‘Batıdan daha fazla batıcı’ olmakla suçlamışlar-
dır. Bunun anlamı ise Türk Dış politikası tamamen batıya bilhassa da Amerika
Birleşik Devletleri’nin Orta doğu politikasına endekslenmişti. Türk dış politika-
cıları, 1950lerde kendilerinin bölgede batının temsilcisi olduklarını belirtmişler-
dir. Fakat burada yine milli menfaatler ön plandadır. Zira muhalefet bu konuyu
Kore’ye asker gönderme meselesinde olduğu gibi konunun özünden ziyade usul
konusunda eleştirmiştir.
Soğuk savaş şartlarında Türkiye yayılmacı komşusu Sovyetlere karşı bir itti-
fak arayışına girmişti. Bu şartlarda 3 Ağustos 1950 de Kuzey Atlantik Savunma
Paktına (NATO) dâhil olmak için resmen müracaat etmiştir. . Eylül1950 de yapı-
lan toplantıda konu gündeme gelmesine rağmen özellikle Norveç ve Danimarka
Türkiye ile birlikte Yunanistan’ın ittifaka üye olmasına şiddetle muhalefet etmiş-
lerdir. Avrupalılar ittifakın taahhütlerinin daha geniş coğrafyaya yayılmasını
istemiyorlardı. İngiltere ise Türkiye’nin NATO dışında kalmasını buna karşılık
kendisinin önderliğinde oluşturulacak bir Orta Doğu savunmasında Türkiye’nin
aktif olarak yer almasını istiyordu.76 Toplantı sonunda Türkiye’nin teklifi kabul
edilmedi.77
Buna karşılık Kore harbi Türkiye’nin NATO ‘ya girmesi için yeni bir ortam
oluşturdu. DP hükümeti Birleşmiş Milletlere bağlı olarak Kore’ye 4500 askerden
oluşan bir tugay göndermeye 25 Temmuz 1950’de karar vermiştir. Hükümet
konu ile ilgili olarak muhalefeti bilgilendirmemişti. Savaş sonunda Türk kuvvet-
leri 717 şehit, 527 yaralı ve 228 esir vermiştir.78
Bu maliyet Batı’nın Türkiye ile işbirliği yapmasını hızlandırmıştır. Nitekim
Pentagon Türkiye’nin stratejik önemiyle birlikte askeri katkısından da memnu-
niyetini belirtmiştir. İngiltere’de Türkiye’nin NATO ya alınmasını desteklemiş
ve İskandinav ülkelerinin de itirazlarını çekmelerinden sonra Türkiye Yunanis-
tan’la birlikte 28 Şubat 1952 de NATO’ya üye olmuştur. Bu tarihten itibaren Tür-
kiye’nin Dışişleri ve Savunma politikaları NATO’nun ortak savunma planı çer-
çevesinde işleyecektir. Türkiye’nin NATO’ya alınmasında sayılabilecek diğer
sebepler ise” Boğazları denetim altında tutmak, Anadolu’daki havaalanlarını

374
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

herhangi bir Sovyet saldırısında kullanabilmek, Ortadoğu, Akdeniz ve Balkan-


lar’da Türkiye’den yeterince yararlanmak, batılıların petrol ihtiyacının %63’ünü
sağladığı Ortadoğu’nun güvenliğini pekiştirmek ve Avrupa’da NATO’nun 14
tümenine karşı SSCB’nin 219 tümeni vardı ve bu ezici üstünlük Avrupalıları ve
ABD’yi ürkütüyordu”79
Türkiye NATO üyeliğinin yanı sıra ABD ile ikili antlaşmalar da yapmıştır.
Ancak bu antlaşmaların pek çoğu Meclis tarafından onaylanmamıştır, sadece
Dış işleri Bakanlığı ya da ilgili askeri makamlar tarafından onaylanmıştır. Bu
şekilde toplam 54 anlaşma mevcuttur. Bunlardan üçü 1950 öncesinde imzalan-
mış, 31’i DP iktidarı döneminde, 20’si ise 1960’dan sonra imzalanmışlardır. Bu
antlaşmalara göre ABD Türkiye'de askeri üs kurma hakkını elde etmiştir. Muha-
lefet bu konudan dolayı hükümeti ülkenin milli güvenliği ve hâkimiyetini ihlal
ettiği gerekçesiyle suçlamıştır.80 Türkiye’nin batı ittifakı içerisinde bulunması
İngilizlerce fevkalade olumlu karşılanmıştır. Dışişleri Bakanı Eden 21 mayıs1952
de konu ile ilgili görüşünü başbakan Churchill’e bildirmiştir. Şöyle ki;
“Türkler kuvvetli (sadık) müttefiktirler bu yüzden Amerikalılar bizim yapabilece-
ğimizden daha çok şeyler yapabilirler, bizimle yakın ilişkide olmaları önemlidir (Kıymet-
lidir).”81 Aradan yedi yıllık bir zaman geçmesine rağmen İngilizlerin Türkiye ile
ilgili görüşleri hemen hemen aynı şekildedir. Bu durumu Ankara’daki Büyükelçi
Burrows Londra’ya bildirmiştir. “Kuvvetli ve sağlam bir Türkiye’nin mevcudiyeti
genelde batı için özellikle de İngiltere için hala çok mühim stratejik menfaattir”.82
Balkanların ve Türkiye’nin güvenliğini sağlamlaştırma aynı zamanda Bal-
kan ülkeleri arasında işbirliğini geliştirme ve daha özelde de Yugoslavya’nın
doğu bloğuna kaymaması beklentisi ile Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya Dı-
şişleri bakanları Amerika’nın da desteğiyle Şubat 1953 de Ankara’da bir dostluk
ve işbirliği antlaşması imzaladılar. 9 Ağustos 1954 de bu antlaşma Bled’de ittifak
haline dönüşerek “Balkan Paktı” adını almıştır.83 Paktın amacı Sovyetlerden ve
uydularından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Amerikan desteğine açıktı. Ku-
rulan bu Pakt kısa süreli oldu, özellikle Stalin’in 1953’de ölümüyle birlikte Tito
Sovyetlerle yakınlaşma politikasını başlatmış ve nihayetinde de bağlantısızlar
içerisinde Nehru ve Nasır’la birlikte etkin bir politika devam ettirmek istemiştir.
1955 yılı 18–24 Nisan tarihlerinde Endonezya’nın Bandung şehrinde yapılan
bağlantısızlar konferansına Türkiye’de Devlet Bakanı F. Rüştü Zorlu ile iştirak
etmiştir. Ancak Zorlu burada da Paktlar politikasını savunmuştur ki, pek tasvip
edilmemiştir. 1955 de Kıbrıs meselesi yüzünden meydana gelen Türk-Yunan
gerginliği de Balkan Paktı’nın hukuken 1960’ a kadar devam etse de fiilen
1955’de ortadan kalkmasına sebep olmuştur.
Türkiye Güney ve Doğu komşuları ile de benzer bir ittifaka girmiştir. 24 Şu-
bat 1955’de Bağdat Paktını kurmuştur. Bu pakta bilahare 4 Nisan’da İngiltere, 23
Eylül’de Pakistan ve 3 Kasım da ise İran iştirak etmişlerdir. 1958’de Irak’ta darbe
olması ve Irak’ın Pakt’dan ayrılmasından sonra Pakt CENTO adıyla 1979 ’a ka-
dar devam etmiştir. CENTO’ya ABD gözlemci olarak katılmıştır. Bu pakt, Sovyet
tehdidine karşı bölge güvenliğini sağlamaya yönelik bir ittifaktı.84
Türkiye’nin o dönemdeki dış politikası ittifak arayışları olarak değerlendiri-

375
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

lebilir. Ancak özellikle Balkan ve Bağdat Paktı örneklerinden de görüleceği üzere


bu girişimler Türkiye’nin güvenliğine fazladan hiçbir yarar getirmediği gibi pak-
tın dışında kalan diğer bölge ülkelerinin de tepkisini çekmiştir. Özellikle Orta
doğu ülkeleri bu girişimleri kendi güvenlikleri açısından kuşkuyla değerlendir-
mişlerdir. Bu durumun uzun vadede Türk Dış politikasına menfi etkileri olmuş-
tur.
DP iktidarı döneminde Türk Dış politikasının en yoğun konularından biri
hatta birincisi Kıbrıs meselesi olmuştur. Konunun gelişim süreci ve Türk dış
politikasına etkileri ana hatlarıyla aşağıdaki gibi bir seyir izlemiştir.
Doğu Akdeniz’de bir ada olan Kıbrıs, Türkiye’nin güneydoğu sahilinden 40
Mil (74 km) uzakta, Sicilya ve Sardinya adalarından sonra Akdeniz’in üçüncü
büyük adası olup yüzölçümü 8733 km2’dir. 1960 yılında yapılan nüfus sayımına
göre adadaki toplam nüfus 577.615’dir ve bunun %78’i Kıbrıslı Rum, %18’i Kıb-
rıslı Türk kalanı da farklı milletlerden oluşan küçük azınlıklardır.85
Kıbrıs’ı önemli kılan en etkili unsur adanın stratejik konumudur, zira Av-
rupa ve Asya arasındaki ana yol üzerinde olması86 ve bakır madeninin de mev-
cudiyeti sebebiyle çok eski devirlerden itibaren, ada Miken, Asur, Mısır, Pers,
Roma, Bizans, Frank, Venedik, Türk ve İngiliz hâkimiyetlerinde bulunmuştur.87
Esas itibarıyla stratejik nedenlerden dolayı Osmanlılar da 1571 de adadaki Ve-
nedik yönetimine son vererek burayı Osmanlı hâkimiyetine katmışlardır. Bura-
daki Bizans halkı (Rum) da yıllardır yaşamak zorunda oldukları Latin tahakkü-
münden kurtulmuştur. Zira Osmanlılar onlara kendi inançlarına göre yaşama
imkânını sağlamışlardır. Rumlara ehl-i kitap mensuplarına göre hukuk uygu-
lanmıştır. Özellikle Osmanlıların bu ve benzeri uygulamalarının etkilerinden
olmak üzere adada yaşayan Rum ve Türk toplumları arasında aşırı derecede bir
düşmanlıktan bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Kısacası adadaki
Türk fethinin önemi ve radikal sonuçları 400 yıllık Latin hâkimiyetinden daha
fazla olmuştur. Yaklaşık 20.000 Osmanlı askeri adada kalmış ve kendilerine
toprak verilmiş, müteakip yıllarda ise adaya özellikle Orta Anadolu ve Akdeniz
bölgelerinden insanlar yerleşerek, yerleştirilerek adada önemli miktarda bir
Türk cemiyeti oluşturulmuştur. 88 Şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı Devleti
adada mutlak bir Türk nüfus çoğunluğu oluşturma teşebbüsünde bulunmamış89
ve “Millet sistemi” içerisinde toplumların mevcudiyetlerinin devamı istenmiş-
tir.90 Bu çerçevede adada birkaç küçük çaplı istisnai çekişmeler dışında Türk ve
Rumlar üç yüz yılı aşkın bir sürede Osmanlı hâkimiyetinde barış içerisinde ya-
şamışlardır.
1877–78 Osmanlı Rus harbini müteakip Osmanlı Devleti’nin yayılmacı Rus
politikasına karşı dış desteğe ihtiyacı olduğu hesaba katılarak İngiltere’nin Rus-
ya’ya karşı destek vereceği düşünülmüş ve 4 Haziran 1878 de İstanbul’da Kıbrıs
Konvansiyonu (anlaşması) imzalanmıştır.91 Buna göre İngiltere’nin adayı yö-
netmesi sultan adına olacaktı.92 İngilizler 12 Temmuz 1878’de adanın tamamını
kontrol altına aldılar 20 Temmuz da ise Sir Garnet Wolseley İngiliz yüksek ko-
miseri ve komutan olarak atanmıştır.93 Kıbrıslı Rumların İngiliz yönetimini
memnunlukla karşılayan ve adanın Yunanistan’la birleşmesi ideali olan (enosis)
arzularını gerçekleştirmek istemelerine karşın; Kıbrıslı Türklerin önemli bir kıs-

376
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

mı anayurt Anadolu’ya göçmeyi tercih etmişlerdir ve bu süreç uzun yıllar ada-


daki Türk nüfusun oran olarak azalması ile sonuçlanmıştır. 1881 de adanın top-
lam nüfusu 186.048 bunu 136.639’u Rum 46.389’u Türk kalanı da diğer milletler-
den oluşmakta ve Türk nüfusun oranı toplam nüfusun %25’i iken bu durum
1960’a kadar Türkler aleyhine değişmiştir. 1923 Lozan antlaşması ile yeni Türki-
ye Cumhuriyeti hükümeti Kıbrıs’ın İngiltere’ye ait olduğunu hukuken kabul
etmiştir. Bunu müteakip adadaki Türk nüfusun yaklaşık %15 i Türkiye’ye göç
etmiştir.94 1960’da ise adadaki Türk nüfusu oranı kaynaklarda genellikle adadaki
tüm nüfusun %18’i olarak belirtilmektedir.
Enosisi gerçekleştirme emelleri İngiliz hâkimiyeti döneminde daha da can-
lanan Kıbrıslı Rumlar bu hedef doğrultusunda karşılarına çıkabilecek her fırsatı
kollamışlardır. İngiltere’de 1929 yılında İşçi Partisi iktidara gelir gelmez Kıbrıslı
Rumlar bir delegasyon oluşturarak enosis taleplerini Londra’ya iletmişler, fakat
Sömürgeler Bakanının olumsuz tavrı nedeniyle hayal kırıklığına uğramışlardır.
Bu durumda Kıbrıslı Türkler her zaman olduğu gibi enosise karşıdırlar ve Lond-
ra’dan İngiliz yönetiminin adada devamını veya adanın Türkiye’ye verilmesini
istemişlerdir. Ankara ise adanın geleceği ile pek fazla ilgilenmemektedir. İngiliz-
lerin adayı terk etmeyeceği ve İngilizlerin Atatürk ile Venizelos tarafından oluş-
turulan Türk-Yunan yakınlaşmasını tehlikeye düşürmeyecekleri şeklindeki ka-
naati Ankara’da hâkimdi.
II. Dünya harbinden sonra da Kıbrıslı Rum ve Yunanistan tarafından enosis
istekleri pek çok kere tekrarlanmış ancak her defasında İngiliz hükümetleri tara-
fından reddedilmiştir.95 Kıbrıs’ın İngiliz politikasındaki yeri ve önemini İngilte-
re’nin sömürgelerden sorumlu bakanı Henry Hopkins 28 Temmuz 1954 de Par-
lamentoda yaptığı konuşmada açıkça belirtmiştir:96
Üzerinde daima hemfikir olunan bir husus Commonwealth bünyesinde öyle topraklar vardır
ki özel durumlarından dolayı hiçbir zaman tam bağımsızlığı düşünülemez. ... Kıbrıs’taki ha-
kimiyetin değişmesi ile ilgili herhangi bir sorun yoktur. İngiltere’nin Avrupa, Akdeniz ve Orta
Doğudaki stratejik yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için İngiltere’nin adada hâkimiyeti
devam ettirmesinden başka bir seçenek yoktur.
Mısır’daki İngiliz kuvvetlerinin çekilmesi için 1954 de yapılan anlaşmadan
sonra Kıbrıs’ın askeri olarak önemi daha da artmış, ada İngiliz hâkimiyetinde
bulunan Orta Doğudaki İngiliz politikalarını yerine getirebilecekleri tek ve en
önemli yer olarak değerlendirilmiştir.97 Bu doğrultuda adada bulunan “üs”deki
teknik donanım daha da geliştirilmiş ve hava kuvvetleri için özel imkânlar oluş-
turulmuş, aynı zamanda elektronik donanımlarda sağlanarak istihbarat alanında
da adadaki imkânlar petrol zengini bölgelerdeki İngiliz menfaatleri açısından
kullanılmaya çalışılmıştır.98 Adadaki limanların donanma için elverişli olmadığı
tezini işleyen İngiliz Deniz kuvvetleri bu meseleyi uçak gemileri ile çözecekle-
rinden, Kıbrıs’ın hava ve kara üssü olmasının hem ekonomik hem de teknik
açılardan daha uygun olduğunu belirtmişlerdir. İngiliz yöneticiler arasında ayrı-
ca özellikle ekonomik yönden İngiltere dışarıdaki kuvvetlerini çekmeyi ve bil-
hassa NATO perspektifinden İngiliz kuvvetlerinin öncelikle Avrupa savunması
için olduğu kanaati yaygınlaşmıştır.99

377
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

İşçi Partisi hükümetinin Rum Yunan taleplerini reddetmelerinin altında ya-


tan sebebe bakıldığında adanın stratejik konumu ve bunun İngiliz kara, hava ve
deniz kuvvetleri için oynadığı önemli rol bizzat II. Dünya Harbi sırasında mütte-
fiklerce de anlaşılmıştı. Bu dönemde Yunanistan da enosis talebinde aşırı ısrarcı
olmamıştır. Zira bu dönemde Yunan ekonomisinin zayıf oluşu dış desteğe ge-
reksinim duyması ve dış desteği verebilecek ülkeler içerisinde İngiltere’nin de
olması gibi nedenler, Yunanlı politikacılar da İngilizlerce adaya self-
determinasyon hakkının verileceğini ve bunun da enosisi sağlayacağı anlayışı
oluşmuştur. Dolayısıyla enosisi gerçekleştirmeye yönelik nihai manevra Yuna-
nistan’ın İngilizlerin desteğini kaybetmesine yol açabilirdi. Yunan hükümetleri,
Venizelos tarafından başlatılan bu politikalarını 1950li yılların başlarına kadar
sürdürmüşlerdir. Ancak Kıbrıslı Rumlar için aynı politikanın sürdürüldüğü
söylenemez, aksine Rumlar enosise ulaşmak için bulabildikleri her fırsat ve or-
tamı değerlendirmek istemişlerdir. Özellikle Kıbrıs Rum Kilisesinin bu politika-
lara doğrudan veya dolaylı olarak tam desteği görülür. 15–22 Ocak 1950 tarihin-
de Başpiskopos Makarios II döneminde, kilise tarafından organize edilen ilanı
tüm kiliselere asılmış olan halkoylaması yapılmıştır. Halka sunulan seçenekler
ise enosisi istiyoruz ya da karşıyız şeklindedir ve nitekim 224.757 kişiden 215.108
kişi %95.7 ye tekabül eden kitle istiyoruz şeklinde görüşünü belirtmiştir.100 Bu-
nunla birlikte özellikle öğretmenler tüccarlar ve diğer meslek gruplarından bü-
yük bir kitle ise statükonun devamından yana oy kullanmışlardır.101 Bu halkoy-
laması Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’deki Gençlik ve Öğrenci derneklerince protes-
to edilmiştir.102 Kıbrıslı Rumlardan oluşan bir heyet halkoylaması, sonuçlarını
anlatmak ve destek sağlamak amacıyla, Yunanistan, İngiltere ve Amerika Birle-
şik Devletlerini ve burada Birleşmiş Milletlerin ilgili organlarını ziyaret etmiş,
ancak istedikleri desteği bulamamıştır, zaten İngiliz hükümeti de halkoylaması
sonuçlarına göre politikasında herhangi bir değişim yapmamıştır. Michael Chris-
todoulos Moskous’un III. Makarios olarak 18 Ekim 1950 de Başpiskopos seçilme-
si ve kendisinin 37 yaşında hararetli bir enosis taraftarı olması Rumların ve Kili-
senin enosis taleplerini daha da yoğunlaştırmıştır. Kendisinin “Yunanistan’la
birleşmeyi görmek başarmak için bir an bile durmayacağım” 103 ifadesi onun
kendi halefleri dönemine göre bu konuda çok istekli olduğunu en açık bir şekil-
de ortaya koymaktadır. Enosis için her türlü politik faaliyette bulunmakla birlik-
te bunların amaçları için yeterli olmadığını fark eden Makarios, enosisi gerçek-
leştirmek için her türlü terör eylemini yapan silahlı EOKA (Ethniki Organosis
Kiprion Agoniston-Kıbrıslı Savaşçılar Milli Organizasyonu-Kıbrıslı Rumlardan
Oluşan silahlı örgüt) örgütünün kurucusu emekli Albay Gerorge Grivas’la irti-
bata geçmiştir. Makarios-Grivas ikilisi İngilizlere karşı yer altı mücadelesine
silahlı saldırı ve sabotaj eylemleriyle 1 Nisan 1955’de başladılar ki bu süreç 1959
a kadar devam etmiştir. Grivas kendini doğduğu adanın Yunanistan’la birleş-
mesine adamış ve bu yüzden İngiliz, Türk, komünist ya da herhangi bir ülke
veya grup kim enosise karşı olursa onunla savaşıyordu.104 Yunanistan’da Maka-
rios’un 1951 Martında Atina’yı ziyaretini müteakip enosisi doğrudan destekle-
yen politikalar takip etmeye başlamıştır. Bu çerçevede Eylül 1953 de Atina’ya
gelen İngiliz Dışişleri Bakanı Eden’in Yunan başbakanı Papagos’la görüşmesinde
Papagos Kıbrıs meselesini görüşmek istemişse de Eden bu konuyu görüşmeyi

378
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

reddetmiş ve İngiltere açısından böyle bir problemin mevcut olmadığını vurgu-


lamıştır. İngiltere’ deki muhafazakâr hükümet Kıbrıs’ta kesinlikle egemenlik
hakkının devrini düşünmüyordu. Buradan da bir netice alamayan Yunan Baş-
bakanı Papagos, Kıbrıs meselesinin Ağustos 1954’de Birleşmiş Milletlere götü-
rülmesini desteklemiştir, ancak Yunanlıların BM nezdindeki bu ilk teşebbüsleri
özellikle NATO ülkelerinin karşı çıkmalarından dolayı başarısızlıkla sonuçlan-
mıştır.105
Yunanlıların bu faaliyetlerini değerlendiren İngilizlerin hükümeti Orta Do-
ğu Politikaları için Türkiye’nin dostluğunun önemine inanmışlardır.106 Aynı
dönemde Türk politikasının esasını da adada statükonun devamı teşkil ediyor-
du, bunun anlamı İngiltere’nin Kıbrıs’ı yönetmeye devam etmesiydi. Türk yöne-
ticiler adanın NATO ve Bağdat Paktı’nda müttefik oldukları İngiltere’nin hâki-
miyetinde olmasından rahatsız değillerdi. Türk hükümetinin hiddetle karşı
olduğu enosis ihtimalidir, zira bu durumun stratejik olarak Türkiye’nin aleyhine
olacağı açıktı. Bir diğer faktörde adadaki Türk toplumunun güvenliğiydi. Tür-
kiye’nin başbakanı Adnan Menderes 24 Ağustos 1955 de yaptığı açıklamada
adanın geleceğinin belirlenmesinde etnik faktörün tek başına değerlendirileme-
yeceğini bununla birlikte coğrafi, ekonomik, siyasi ve tarihi gerçeklerinde, dikka-
te alınması gerektiğini bu doğrultuda Kıbrıs’ın Anadolu yarımadasının bir de-
vamı olduğunu vurgulayarak, Türkiye açısından en kabul edilebilir seçeneğin
statükonun devamı olduğunu belirtmiştir. Diğer seçenekleri ise, öncelikle eğer
İngiltere adadan çekilirse adayı Türkiye’ye iade etmelidir, ikinci olarak ada Tür-
kiye ve Yunanistan arasında paylaşılmalıdır (Taksim), üçüncü olarak da İngiliz
hâkimiyeti altında adada halkın kendini yönetmesine imkân sağlanmalıdır şek-
linde açıklamıştır.107
İngiliz Başbakanı Athony Eden, Kıbrıs’ın İngiltere için önemini en iyi bilen-
lerdendi ve adadaki EOKA tedhişini önlemek ve adadaki İngiliz menfaatlerinin
devamını sağlamak amacıyla Türkiye ve Yunanistan’ın da katılacağı üçlü bir
konferans yapılmasını Sömürgeler bakanı Alan Lennox-Boyd ve Dışişleri Bakanı
Harold Macmillan’la birlikte gündeme getirmiştir. Nitekim konferansın ana
gündemi Kıbrıs olmasına rağmen adı Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’la ilgili üçlü kon-
ferans şeklinde düzenlemiştir ki bunun sebebi de Londra’nın Kıbrıs meselesini
İngiltere’nin doğrudan bir iç meselesi olarak görme eğiliminden kaynaklanmak-
tadır. İngiltere’nin Türkiye’den beklentisi ise kendi sunacakları seçeneklerde
Türk tarafının desteğini çekmek olarak açıklanabilir.
Üçlü konferans 29 Ağustos–7 Eylül 1955 tarihleri arasında Londra’da ger-
çekleşmiştir. Ancak ne Yunanistan ne de Türkiye İngiliz tekliflerini destekledi-
ler. Yunan dışişleri bakanı Stephanopoulos enosisi destekledikleri iddialarını
inkâr etmiş bunun yerine “self determination” ilkesini savunmuştur. Türk Dev-
let Bakanı, F. Rüştü Zorlu ise Türk başbakanının daha önce açıkladığı şekilde
Türk tezini gündeme getirmiştir. İngiltere ise adadaki İngiliz hâkimiyetinin de-
vamını mutlak manada talep etmekle birlikte adadaki toplumlara kendi iç mese-
lelerinde yeni haklar verilmesine taraftardır. Görüldüğü gibi taraflar tamamen
farklı tezler öne sürdüklerinden, konferans bir sonuç alınamadan bitmiştir. Kon-
feransın iki önemli sonucu olmuştur; birincisi Kıbrıs artık sadece İngiltere’nin bir

379
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

iç meselesi olmayıp Uluslar arası bir mesele haline gelmiştir, ikincisi ise o güne
kadar Yunan tarafının Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde bir taraf olmadığı yolun-
daki iddialarının geçersiz olduğu ve Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde doğrudan
bir taraf olduğu Yunanistan tarafından da kabul edilmiştir. 108
Konferansın yapıldığı sırada Selanik’te Türkiye konsolosluğu bahçesinde
bomba patladığı ve patlamanın binanın bitişiğinde bulunan Atatürk’ün doğdu-
ğu evde hasara yol açtığı yönündeki bir gazete haberi Ankara, İzmir ve özellikle
İstanbul’da Yunan azınlığa karşı bir eyleme ve nihayetinde bir yağma harekâtına
dönüşmüştür.109 Binlerce genç Yunanistan’ı ellerindeki Atatürk posterleri ve
“Kıbrıs Türktür!” sloganları ile protesto etmişlerdir. Yakın tarihte 6–7 Eylül hadi-
seleri olarak geçen bu olay Londra’da duyulunca Yunan temsilci hemen konfe-
ransı terk etmiş ve böylece konferans sona ermiştir.
Konferanstan istediği sonucu alamayan İngiliz yönetimi adaya vali olarak
Eylül sonunda sabık Genelkurmay başkanı Mareşal Sir John Harding’i atamıştır.
Harding adaya geldikten sonra Makarios’la görüşmelere başlamış, ona self go-
vernment dâhil değişik seçenekler sunduysa da sonuç alamamış, zira Makarios
sunulan teklifleri reddetmiştir. Şubat’a kadar devam eden görüşmelerden bir
sonuç çıkmayınca Harding politika değişimine gitme gereğini duymuş ve 9 Mart
1956 da diğer 3 kilise temsilcisi ile birlikte Makarios’u da Hint Okyanusu’nda
Seychelles adasına sürgün etmiştir.110 Harding Kıbrıs’ta acil durum ilan etmiş
barış ve huzuru sağlamak ve asayişsizliği önlemek amacıyla EOKA ve Rumların
partisi AKEL’i (Kıbrıs Komünist Partisi) yasaklamıştır. EOKA ve AKEL yapı ve
amaçları farklı olan iki organizasyon olmalarına rağmen, ikisinin ortak özelliği
adadaki İngiliz hâkimiyetine karşı çıkmaları ve bu doğrultuda düzenli ve geniş
katılımlı gösteriler tertip etmeleridir. Harding’in atanması, yeni İngiliz politika-
sının İngiliz ve bilahare Türklere karşı olan EOKA saldırılarını bastırmaktı. Ma-
karios’un sınır dışı edilişini, Türkiye’nin Kıbrıs konusuna dâhil edilmesi konula-
rını bazı İngiliz milletvekilleri eleştirmeye kalkışmışlarsa da başbakan Eden on-
lara verdiği cevaplarda “Türkiye’nin adayla ilgisini anlamak için haritaya bak-
manın bile yeterli olacağını, Türkiye ile olan ittifaklarının dünyanın o bölgesin-
deki politikalarında en öncelikli konu olarak gördüğünü”111 belirtmiştir.
Eden döneminde İngiltere’nin Kıbrıs politikası; Kıbrıs’ı İngiliz kolonisi ola-
rak muhafaza etmek ve Yunan talebi olan enosisi reddetmek. Aynı zamanda
Kıbrıs meselesinde Türkiye ile ilişkileri iyi tutmak şeklindedir. Bunun sebepleri
ise adadaki yaklaşık 100. 000 kişilik Türk cemiyeti, Türkiye’nin doğu Akde-
niz’deki güvenlik hassasiyeti ile İngiltere’nin Türkiye ile NATO ve Bağdat Pak-
tı’nda müttefik oluşları olarak belirtilebilir. Bir başka sebep de soğuk savaş or-
tamında dost ancak iç işlerinde çok sağlam olmayan yapısından dolayı Yunanis-
tan’a olan güvensizliktir. 112
İngiliz hükümeti Kıbrıs konusunda gelişmeler elde etmek amacıyla devamlı
arayış içerisinde olmuşlardır. 12 Temmuz 1956 da tanınmış hâkimlerden Lord
Radcliffe Kıbrıs’a Anayasa komiseri olarak atanmıştır. Radcliffe’nin Planı self-
determinasyon prensipleri çerçevesinde liberal anlayışla hazırlanmış, Kıbrıslı
Rumlar ve Türklere her türlü anayasal platformda nispi temsil imkânı sağlamak-
taydı. Bu teklif Yunanistan ve Rum tarafınca özellikle self-determinasyon için

380
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

nihai bir zaman belirtilmediği gerekçesiyle reddedilmiş ve Türk tarafı ise yeni
görüşmelere zemin hazırlayacağı anlayışıyla desteklemiştir.113 Harding’in valilik
döneminden istediği sonucu alamayan İngiliz yöneticileri özellikle başbakanlığa
Harold Macmillan’ın geçmesiyle Kıbrıs politikasında da Eden dönemindeki eski
anlayış terk edilerek yeni liberal bir anlayış benimsemişlerdir ki, bunun ilk belir-
tisi 21 Ekim 1957 de üst düzey sömürgeler idarecisi ve liberal yönüyle tanınan
Sir Hugh Foot’un, Harding’in yerine Kıbrıs’a vali olarak atanması olmuştur. Bu
yeni politik anlayış çerçevesinde Makarios’un da sürgün edildiği Seychelles ada-
sından Atina’ya gelmesine müsaade edilmişti. Nitekim yılın sonunda İngiltere
adına Foot kendi adıyla anılan yeni bir plan hazırlamıştı. Burada kesin çözüm
için 5 veya 7 yıllık bir geçiş dönemi öngörülmüş, her tarafın memnun olmayaca-
ğı bir sonuca varılmayacağı garanti edilmiş, acil durumun kaldırılacağı, Maka-
rios’un adaya dönmesine izin verileceği ve adadaki toplum liderleriyle yapılacak
görüşmelerle adada self-governing sisteminin kurulacağı belirtilmiştir.114
Vali Foot bu tekliflerini kabul ettirmek amacıyla Ankara ve Atina’ya gitmiş
ancak her iki taraftan da istediği desteği alamamıştır. Türk tarafı özellikle Türk
toplumunun güvenliği hususunda yeterli koşulları içermediği gerekçesiyle pla-
na taraftar olmamıştır. Genel manada ise Türk toplumunun Rumların merhame-
tine bırakılamayacağını özellikle belirtmişlerdir.115 Foot planını kabul ettirmek
amacıyla Grivas’la bile irtibat kurmuşsa da istediği sonucu alamamıştır.116
Yunan tarafı da kendi açısından avantajlı platform olarak gördüğü Birleş-
miş Milletler’e, Kıbrıs meselesini 1957’de Kıbrıs’ta self-determinasyon uygulan-
ması ve İngilizlerin bu bağlamda Kıbrıslı Rumların insan haklarını ihlal ettiğini
vurgulayarak İngilizleri suçlamışlardır. Ancak BM siyasi komitesi meselenin
ilgili tarafların görüşmelere devam etmeleri ile mümkün olacağını tavsiye etmiş-
tir ve Yunan tezini kabul etmemiştir. Aynı konuyu 1958’de yeniden BM ye geti-
ren Yunan tarafının teklifi bir önceki yıl olduğu gibi yeniden reddedilmiştir.117
1958 Kıbrıs meselesinde çok yoğun görüşmelerin geçtiği bir yıl olmuştur. Sir
Hugh Foot’un vali olarak atanması Türk-İngiliz ilişkilerinde bazı değişiklikleri
de beraberinde getirmiştir. Türkiye’nin gündeme getirdiği ve İngiliz sömürgeler
bakanı Alan Lennox-Boyd’un parlamentoda yaptığı bir konuşmada belirttiği
üzere, eğer Kıbrıslı Rumlar için self-determinasyon olacaksa bu Türkler için de
olmalıdır. Bakan ayrıca adanın Türkiye ve Yunanistan arasında bölünebileceğini
de açıklamıştır.118 Oberling’in de altını çizdiği nokta Türk tarafının toprak ele
geçirme emeli mevcut değildir, Türklerin amacı Taksim teklifleri ile Yunan ve
Rum tarafının hedefleri olan enosisten onları vazgeçirip bağımsız veya iki taraflı
bir Kıbrıs formülü için bu konuyu gündeme getirerek baskı aracı olarak kullan-
mak şeklindedir.
Ocak 1958’de Bağdat Paktı Bakanlar toplantısı Ankara’da yapılmıştır. Bu
toplantıda İngiliz dışişleri bakanı ve içerisinde Kıbrıs Valisi Foot’un da bulundu-
ğu İngiliz delegasyonu ile Türk yetkililer Kıbrıs meselesini detaylı bir şekilde
görüşme fırsatını bulmuşlardır. Bu toplantılara zaman zaman Başbakan Mende-
res ve Dışişleri Bakanı Zorlu da iştirak etmişlerdir. Toplantılarda İngiliz tarafı
daha öncede gündeme getirdikleri adada kurulmasını istedikleri otonom yapıyla
ilgili tekliflerini yeniden gündeme getirirken, Türk tarafı ise “Taksim” tezini

381
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

gündeme getirmiştir. Görüşmelerin sonlarına doğru adada otonom yapıyla bir-


likte Türkiye’ye bir askeri üs verilebileceği çözüm için yeni bir alternatif olarak
gündeme gelmiştir. İngilizler adada Türkiye’ye bir üs verilmesini doğrudan
kabul etmemişler ancak bir konferans toplanmasını istemişlerdir. Toplantı bu
olumlu ortamda sona ermiştir.
Buradan da anlaşılacağı üzere Türkler “taksim” formülü üzerinde ısrarcı
olmayıp Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağlayabilecek diğer seçe-
neklere de eşit derecede sıcak yaklaşmıştır. Adada üs meselesine sıcak yaklaş-
maları Güvenlikle açıklanabileceği gibi ada ile Türkiye arasında irtibat kurulma-
sı açısından dikkate alınmıştır.119 Aynı yıl içerisinde 8 Haziran da İstanbul’da
başlayan ve altı hafta devam eden İngiltere aleyhtarı gösteriler yapılmıştır. An-
kara’da bu görüşmeler devam ederken adada toplumlararası çatışmalar artmış
ve 30 Kıbrıslı Rum ve 50 Türk de çatışmalardan dolayı ölmüştür.120
1958–1962 döneminde İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olan Sir Bernard
Burrows 11 Haziran 1959’da Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda dönem
içerisinde meydana gelen olayları ve bunun sonuçlarını Türk-İngiliz ilişkileri
açısından değerlendirmiştir:121
Eylül 1955 ile Kasım 1957 arasında, Türk-İngiliz ilişkileri Kıbrıs meselesi yüzünden kolay de-
ğilse de dostça değerlendirilebilirdi. Bu durum 1957 sonbaharında değişmeye başladı. Türk-
ler adadaki vali değişiminin kendi politikalarını olumsuz etkileyeceğini düşünmüşlerdir. Kıb-
rıs meselesi yüzünden 1958 de Türk-İngiliz ilişkileri, II. Dünya harbinden beri en gergin dö-
nemindedir.
Aynı dönemdeki bir başka İngiliz belgesinde ise bu gösterilerin İngilizlere
karşı suni bir düşmanlık olarak Türk hükümetince desteklendiği şeklinde iddia-
larda bulunulmuştur. Ayrıca Türk hükümeti Kıbrıs yüzünden İngiltere’ye karşı
problem çıkartmakla suçlanmıştır.122 Ancak 1958’in ikinci yarısından itibaren
ilişkilerde, Kıbrıs meselesinde çözüm ihtimalleri belirdiği için, daha olumlu bir
dönem başlamıştır. Bu gelişmeler Burrows tarafından da Londra’ya bildirilmiş-
tir. “Yılın sonuna doğru Türklerin İngiltere’ye olan güvenleri yeniden oluşmaya
başladı, Türk hükümeti İngiltere ile olan ilişkilerini düzeltmek ve daha ileri gö-
türmek arzusundadır.”123 Bu raporlardan da anlaşılacağı gibi, 1950li yıllarda
Türk-İngiliz ilişkilerinin durumunu belirleyen en önemli husus Kıbrıs meselesi
olmuştur.
Yunanistan Kıbrıs için bu tarihe kadar self-determinasyon tezini benimse-
miş ve konuyu defalarca BM gündemine taşımışsa da muvaffak olamamıştır.
1958 sonlarına gelindiğinde Yunan tarafının da başka seçenekleri kabul edebile-
cekleri intibaını Atina’daki İngiliz Büyükelçisi edinmiş ve bunu Dışişleri Bakan-
lığına bildirmiştir:124
Kamuoyunda elbette self-determination tezlerini muhafaza edeceklerdir. Ancak özel olarak
sayın Averoff Kıbrıs için enosise karşı garantili bir bağımsızlık formülünü önermişti. Yunan
hükümeti bu konuyu bizimle diplomatik yollardan görüşmek istiyordu.
Yunan tarafındaki bu değişimde elbette İngiliz başbakanı Harold Macmil-
lan’ın 7–8 Ağustos da Ankara, 10–11 Ağustos tarihlerinde Atina’yı ziyaretinin de
önemli ölçüde etkisi olmuştur. Macmillan Yunanlıları eğer bu teklifleri de daha

382
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

önce olduğu gibi reddederlerse sonuç kaçınılmaz olarak “taksim” olacaktır şek-
linde açıkça uyarmıştır. Macmillan’ın Atina’da sokaktaki halk için intibaı ise,
‘Düşman değil ancak yeterince dost da değil’ şeklindedir.125 Ankara’da ise Zor-
lu’yu biraz kaba, Menderes’i ise daha nazik, genel manada Türk tarafını bu kez
daha ılımlı ve iyi niyetli olarak değerlendirmiştir.126 Macmillan aynı zamanda
Kıbrıs’ı ziyaret etmiştir. Macmillan planında yer alan ikili ortaklık Türk tarafınca
olumlu bulunmasına rağmen, Yunan tarafı isteksiz davranmaya devam etmiştir.
Üye ülkeler arasında çıkan gerginlik diğer NATO üyelerini harekete geçirmiş ve
NATO Genel Sekreteri Paul-Henry Spaak tarafları üçlü toplantılara davet etmiş
ve nitekim NATO’nun Eylül ve Ekim aylarındaki toplantılarında Kıbrıs meselesi
görüşülmüştür. Brüksel’de Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’la birlikte bir başka
NATO ülkesinin katılacağı bir konferans teklifi Genel sekreter tarafından yapıl-
mışsa da yine Yunanistan’ın reddi ile gerçekleşememiş ve Yunan tarafı konuyu
yine BM’e götürmeyi istemiştir. Nitekim Yunan Dışişleri bakanı Averoff İngilte-
re’nin Türkiye’yi desteklediğini iddia ederek BM’e müracaatı Yunan politikası
açısından daha uygun görmüştür. Buna delil olarak da Lennox-Boyd’un 9 Ekim
deki Muhafazakâr Parti Konferansında söylediği Kıbrıs’ın Türkiye’nin offshore
adası olduğu ifadesidir.127 Bu dönemde İngiltere politikasının Türkiye’ye yakın
görünmesinin sebebi İngiltere’nin uzun vadedeki Ortadoğu politikasının gereği
olarak açıklanırken, Amerika’nın Yunan tezi olan self-determinasyona taraftar
olması Yunanistan’ın NATO’dan ayrılma tehdidi ile açıklanabilir.128
1957 sonlarında Türkiye ile Suriye arsında başlayan gerginlik ve bunun
NATO ve Varşova Paktı ülkelerinde de kımıldanmalara yol açtığı dönemde İn-
giltere ve Amerikan dış politikasında oluşan anlayış Türkiye ile Kıbrıs konusun-
da gerginliğe düşmeme hususuna azami hassasiyet şeklinde gelişmiştir.129 Bu
durumda İngiliz politikası radikal bir değişime giderek Kıbrıs’ta hâkimiyeti dev-
redebileceğinin sinyallerini vermeye başlamış, zira NATO’nun güneydoğu ka-
nadında bir çatışmadan tüm NATO üyelerinin etkileneceği ve soğuk savaş ko-
şullarında aşırı rekabette kendi aleyhlerine gelişmeler olabileceğinden çekinmiş-
lerdir.
İngiliz genelkurmayı, adada İngiliz hâkimiyetinde üslerin bulunmasının
kendi menfaatleri için yeterli olacağını, bunun adada çekişmeleri önleyebileceği-
ni ve Kıbrıs gibi küçük stratejik menfaat için savaşmanın gerekli olmadığını vur-
gulamıştır.130 Hatta İngiliz basını adanın taksim edileceğine dair iddialarda bu-
lunmuştur.131 Macmillan taksimin teknik olarak mümkün olduğunu ancak pek
çok insanın yer değiştirmesini zorunlu kıldığından uygulanmayacağını ve Kıb-
rıs’ın kendileri için son zamanlardaki önemini NATO’daki sorumlulukları ve
savunma gereklerinden kaynaklandığını da belirtmiştir.132
Selweyn Lloyd İngiltere’nin Kıbrıs’ta hâkimiyeti Kıbrıslılara veya Türkiye
ve Yunanistan’a bazı şartlarla devredebileceğini Zorlu ile yaptığı toplantıda
açıkça belirtmekle birlikte şu noktaları da vurgulamıştır:133

383
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bizim üzerinde durduğumuz hususlardan birincisi, İngiliz hâkimiyetinde üslerin kalması,


ikincisi, Kıbrıs’ı Rus nüfuzundan korumak, üçüncüsü, adada mevcut ve adanın gelecekteki
statüsü ile ilgili olarak Türkiye ve Yunanistan arasında bir antlaşma sağlanmalıdır.
Bu gelişmeler olurken Kasım sonlarında adada Grivas yönetimindeki
EOKA milisleri saldırılarını durdurmuşlardır. Bu taktiğin sebebi ise, Birleşmiş
Milletlerde Yunanistan’ın 1954 den beri gündeme getirdiği Kıbrıs için self-
determinasyon tezi yerine şimdi bağımsızlık tezinin görüşmelerine başlanması-
dır. 4 Aralık 1958 BM ilgili tarafların katılacağı bir konferans toplanmasını karar-
laştırmıştır. Amerika ve İngiltere Yunanistan’ın tam bağımsızlık tezini olumlu
bulmadıkları için BM’nin bu kararını memnuniyetle karşılamışlardır. ABD ve
İngiltere’nin bağımsızlığa soğuk bakmalarının sebebi ise bağımsız ve zayıf bir
Kıbrıs’ın Sovyet nüfuzuna kolayca girebileceği ihtimalidir. Bu yüzden İngiltere
Kıbrıs meselesinde bağımsızlık formülünü enosisten daha kötü olarak değerlen-
dirmektedir. Bu şartlar altında İngiliz Dışişleri bakanlığı yetkilileri Türkiye ve
Yunanistan arasında yapılacak ikili görüşmelerden olumlu sonuçlar almayı um-
duklarından görüşmeleri desteklemişlerdir. Birleşmiş Milletler kararının ertesi
günü 5 Aralık’ta BM’deki İngiliz elçisi, Zorlu ve Averoff arasında bir toplantı
ayarlamış ve bu süreç 18 Aralık da Paris‘de NATO bakanlar toplantısında İngi-
liz, Türk ve Yunan Dışişleri bakanlarının katıldığı bir başka toplantı ile devam
etmiştir.134
Bu toplantılarda İngilizler Türk ve Yunan tarafının adada İngiliz üslerinin
devamını kabul edecekleri intibaını edinmişlerdir. Zorlu ve Averoff gayet iyim-
ser bir havada Kıbrıs meselesinin çözümünün adadaki toplumlar ve Türk-Yunan
ilişkilerini fevkalade etkileyeceği yönünde hem fikirdirler. Selwyn Lloyd’da
Londra’ya gönderdiği mesajda toplantıların son derece dostane bir atmosferde
geçtiğini belirtmiştir.135
Üçlü toplantılarda tarafların tezlerine bakılacak olursa, Averoff bağımsızlık
tezini gündeme getirince Lloyd derhal “İngiliz yönetiminin Kıbrıs için bağımsızlık
fikri için komünizmi daima bir tehlike olarak gördüğünü”136 söylemiştir. Türk tarafı-
nın teklifleri ise Türk üssünün de olduğu federal bir yapı,137 bununla birlikte
Türk tarafı bazı garantilerle bağımsızlığı kabul edebileceği yönünde sinyaller de
vermiştir. Dışişleri bakanı Zorlu’nun ifadesiyle;138
Türkler için adada önemli olan şeyler; Birinci, İngiliz varlığının devamı, ikinci, Türk-İngiliz
dayanışması (Co-operation) olmalı, üçüncüsü Türk Yunan dayanışması (Co-operation). Eğer
üçüncü maddedeki hedef başarılamazsa İngilizler ve Türkler ikisi beraber gideceklerdir.
Lloyd, Zorlu’nun Menderes ve Türk hükümeti tarafından tam desteklendi-
ğini ve Türklerin Kıbrıs Türk toplumunu da kendi istedikleri istikamette yön-
lendirebileceklerini düşünmektedir. Ancak Averoff’un Yunan hükümeti ve Ka-
ramanlis’in desteğini alabileceği ancak Kıbrıslı Rumları ikna etmelerinin aynı
kolaylıkta olmayacağını ve Averoff’un da belirttiği üzere EOKA’yı iknanın Ma-
karious’u ikna etmekten daha zor olduğunu vurgulamıştır.139 Lloyd ve Macmil-
lan Kıbrıs meselesinde son gelişmelerden son derece memnun ve umutludur-
lar.140 İngilizlerin düşüncesi Türk ve Yunanlılar bir anlaşma sürecine girdiklerin-
de İngiltere konuya müdahil olmalıdır. Lloyd’un konu ile ilgili olarak, “Kendisi-

384
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

nin Zorlu’ya Averofla görüşmesi sırasında Türk/İngiliz menfaatlerini koruyacağı konu-


sunda güveninin tam olduğunu, eğer Türklerle Yunanlılar anlaşırsa bu önemli bir iler-
leme olur”141 şeklinde görüşleri mevcuttur.
1958 sonunda çözüm için ortam fevkalade müsaitti. Zira Türk hükümeti ve
kamuoyu gibi Yunan hükümet ve kamuoyu bu meseleden yorulmuş ve birazda
sıkılmışlardı. BM ve NATO ülkeleri çözüm için destek veriyorlardı. İngilizler
ulusal ve uluslararası arenada bu mesele yüzünden prestij kaybetmek istemi-
yordu. İngiliz-Türk ve Türk-Yunan ilişkileri daha iyi dönemlere kavuşabilirler-
di. Bütün bu olumlu konjonktürün etkisiyle görüşmeler bir sonraki yıl devam
edilmek üzere sona ermiştir.
18–20 Ocak 1959’da Zorlu ve Averoff Paris’te yeniden buluşmuşlar ve Zorlu
Büyükelçi Muharrem Birgi aracılığıyla İngiliz Dışişleri bakanı Lloyd’u 21 Ocak
1959’da bilgilendirmiştir. 142 Görüşmeler fevkalade pozitif bir ortamda devam
etmiş, Kıbrıs’ın geleceği genel hatlarıyla ulusal ve uluslar arası sınırlamaların
uygulanacağı ve üçlü garantörlük esasına dayalı bir yapıda anlaşma sağlanabil-
mişti. Bu gelişmelerden dolayı Lloyd, Birgi aracılığıyla Zorlu’ya teşekkür mesajı
göndermiştir.143
Görüşmelerle ilgili gelişmeleri İngiliz tarafı devamlı olarak ABD yetkilileri-
ne de bildirmişlerdir. Bu süreçte Macmillan 16 Aralıkta Dulles’e konu ile ilgili
özel bir mesaj göndermiş, Dulles de 21 Ocak’ta144 cevap yazmış ve gelişmelerden
memnuniyetini özellikle NATO’nun güneydoğu kanadının güvenliği açısından
önemini vurgulamıştır. Kıbrıs’taki İngiliz valisi Foot da Kıbrıs’ta çözüme ulaşıl-
masını arzu ediyordu ve Kıbrıs’ta bağımsızlığın adadan doğabilecek risklerin,
mevcut ihtilaf ve çekişmelerden daha tehlikeli olmayacağına işaret etmiştir.145
Dikkat edilecek olursa bu dönemde Türk-İngiliz ilişkilerinin olumlu ve yakın
olduğu ve politikalarının da uyumlu olduğu anlaşılmaktadır. İngiltere Zor-
lu’nun gayretlerini desteklemektedir, aynı şekilde Türk tarafı da İngilizlere an-
laşma konusunda açık kapı bırakmıştır. Bu durumu Zorlu “Kıbrıs antlaşması
mümkün, İngiliz menfaatlerine aykırı hiçbir şey yapmayacağız”146 şeklinde ifade
etmektedir.
Yapılan bu görüşmeler Başbakanlar Karamanlis ve Menderes’in 5–11 Şubat
1959 da Zürih’te yapacakları görüşmelere zemin hazırlamıştır. Yoğun ve en üst
düzey katılımla gerçekleşen görüşmelerden sonra anlaşmaya varıldığına dair
Türk-Yunan ortak açıklaması 11 Şubat’ta yapılmıştır. İmzalanan protokol dört
bölümden oluşmuştur; 1-Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Esas Yapısı, 2-Garanti Antlaş-
ması (Kurulacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti ile İngiltere, Türkiye ve Yunanistan
arasında), 3-İttifak Antlaşması (Kıbrıs Cumhuriyeti ile Türkiye ve Yunanistan
arasında).
CENTİLMENLİK ANTLAŞMASI (TÜRKİYE VE YUNANİSTAN)147
Bu antlaşmanın metinleri Türk ve Yunan tarafınca kamuoyuna tam olarak
açıklanmamıştı, zira bunlara üçüncü taraf olan İngiltere henüz resmen iştirak
etmemişti. Bu yüzden Türk ve Yunan Başbakanları ülkelerine dönmüşken, Dışiş-
leri Bakanları Zürih’ten direkt Londra’ya gitmiş ve İngiliz Dışişleri bakanı
Selwyn Lloyd’a yaptıkları görüşmelerle ilgili olarak görüşmüşlerdir. İngiliz

385
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

tarafı Türk Yunan antlaşmasından dolayı memnuniyetini belirtmiş, Lloyd ise


İngiliz üsleri konusunda ısrarcı olmuş, bu konuda zaten Türk ve Yunan tarafınca
da üslerin İngiltere için stratejik öneminin bilindiği vurgulanarak fikir birliği
sağlanmıştır. Ayrıca Kıbrıs halkının da ekonomik olarak üslerden faydalanacağı
vurgulanmıştır.148 Menderes Macmillan’a bir mektup göndererek Zürih Ant-
laşması ile ilgili olumlu düşünceleri ile İngiliz tarafının yapıcı tutumunun öne-
mini vurgulamıştır.149 Macmillan verdiği cevapla Türk tarafının Kıbrıs mesele-
sinin çözümü için iştirakinin fevkalade mühim olduğunu belirtmiştir.150
Londra’da yapılacak olan konferans 17 Şubat tarihinde gerçekleştirilecekti.
Aynı gün Karamanlis Londra’ya gelmiş, Menderes’in uçağı da aynı gün Lond-
ra’ya gelirken Gatwick havaalanı yakınlarında yoğun sis yüzünden düşmüş,
kazada, içlerinde Basın yayın Bakanı Server Somuncuoğlu’nun da bulunduğu 12
kişi hayatını kaybetmiş, Menderes yaralı olarak kurtulmuş ve şok halinde Lond-
ra kliniğine kaldırılmıştır. Kraliçe Menderes için başsağlığı mesajı göndermiş151,
bu üzücü durum konferansın gidişatını da etkilemiş ve Menderes toplantılara
iştirak edememiştir. Macmillan ve Karamanlis, Menderes’i 19 Şubat’ta hastanede
ziyaret etmişler ve anlaşmayı götürmüşler o da metni hastanede imzalamıştır.
Makarios antlaşmayı imzalamakta gönülsüz davranmışsa da, Karamanlis sert
bir ifade ile “Ben Kıbrıs’ı sana bir tepsi içerisinde veriyorum ancak sen bunu reddedi-
yorsun, bu saçmalık” olarak değerlendirmiş, eğer Makarios Zürih Antlaşmasını
kabul etmezse Yunan desteğini kaybedeceğini açıkça belirtmiştir. Neticede Ma-
karios durumu Rum delegasyonunda oya sunmuş, oylama 27’ye 8 kabul şeklin-
de sonuçlanmış ve Makarios antlaşmayı imzalamıştır.152 Antlaşmayı Kıbrıs Türk
toplumu adına ise Dr. Fazıl Küçük imzalamıştır. Antlaşma metni 23 Şubat
1959’da basına verilmiştir.153
Zürih ve Londra antlaşmalarına göre, Kıbrıs’ta Türkiye, İngiltere ve Yuna-
nistan’ın garantörlüğünde bağımsız bir cumhuriyet kurulacaktır. Devlette iki dil
geçerli olacaktı. Kısaca, Başkan Rumlardan başkan yardımcısı ise Türklerden
olacak ve kendi toplumlarınca seçılecekti. Başkan ve yardımcısının veto hakları
olacaktı, on bakandan üçü Türklerden olacaktı. Meclisteki 50 temsilciden %70’i
Rumlardan %30’u Türklerden seçilecekti, kamu kurumlarında da bu oran geçerli
olacaktı. İki bin kişilik orduda ise oranlar %60 Rum, %40 Türk şeklinde, polis
veya jandarma teşkilatından en az birinin komutanı Türk olacaktı.154
Diplomatik olarak meselenin çözümünü müteakip, Kıbrıs’ta yeniden yapı-
lanma hamlesine girişilmiş, ilk olarak acil durum (sıkıyönetim) kaldırılmış,
kamplardan insanlar bırakılmış ve af ilan edilmiş. Makarios’un kontrolünde
EOKA’nın silahları toplatılmış ve Grivas adadan uzaklaştırılarak Atina’ya gön-
derilmiştir.155
Devlet işlerini düzenlemek üzere geçici olmak üzere bazı kurumlar oluştu-
rulmuş ve 4 Mart 1959 da Cumhuriyete yetki devri konusunda geçiş dönemi
komitesi çalışmalarına başladı. Ayrıca anlaşmalarda halledilemeyen pek çok
meselenin çözümü için oluşturulan komitede Londra’da çalışmalarını sürdür-
müştür. Geçiş döneminde üzerinde en çok tartışılan konu ise adadaki İngiliz
üslerinin alanı ve hâkimiyeti meselesi olmuşsa da nihayet 99 mil karelik bir
alanda uzlaşma sağlanmış ve nihayet Kıbrıs Cumhuriyeti 10 Ağustos 1960 da
ilan edilmiştir.

386
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

SONUÇ ve DEGERLENDİRME
Yakın siyasi tarihimizde çok partili siyasi dönemin “çocukluk yılları” olarak
da değerlendirilen kesintisiz on yıllık DP iktidarı dönemi, siyasi gelişmeleri ana
hatları ile değerlendirilmiştir. Bu on yıllık dönemde DP’nin prestij kaybının üç
nedeni gösterilebilir. Bunlar, büyüyen ekonomik bunalım, aydınların ve ordu-
nun hükümetten soğuması ve “paşa fobisi” olarak sıralanabilir.
Bu dönem esas itibarıyla üç bölümde incelenebilmiştir. Bu bölünmelerde
ortak payda yapılan genel seçimler olmuştur. 1950–1954 dönemi DP iktidarının
“altın yılları” olarak değerlendirilmektedir. Dönemde siyasal ve ekonomik ha-
yatta pek çok ilk gerçekleşmiştir. Bu dönemde muhalefetten dikkate alınacak
tepkiler olmadığı görülür. Tarımda makineleşme, mevsimin olumluluğu, hasa-
dın iyi geçmesi ve yol yapımı ile ürünün pazara kolay ulaştırılması ve ürünün
dünya piyasalarında değerinin üstünde alıcı bulması gibi faktörlerin etkisiyle o
dönemde Türkiye nüfusunun yaklaşık % 80’ini oluşturan kırsal kitle para ka-
zanmaya başlamıştır. Aynı zamanda kırsaldan kente ciddi bir nüfus hareketi
başlamıştır. Bu dönemde dünyayı etkileyen soğuk savaşın yaşandığı uluslararası
konjonktürün de etkisi ile Türkiye NATO’ya üye olmuştur. Bu hadiseden sonra
Türkiye’nin güvenliğini ve askeri gücünü geliştirme süreci NATO şemsiyesi
altında sürdürülmeye başlanmıştır. Bu dönemde ekonomiyi tetikleyen daha çok
batıdan ve bilhassa ABD’den alınan askeri ve ekonomik kredi ya da mali yar-
dımlardı. Alınan bu ekonomik destek hükümetin elini güçlendirmiş ve tüm
Türkiye’de yatırımlara girişilmiştir. Ancak bu yatırımlarda planlamadan ziyade
popülizme yönelindiği için ekonomik çarkın dönmesinde sıkıntılar başlamıştır.
Gelen yardımların azalması, ülkede başlayan ithalatçı talebin artışı ve sıcak kay-
nak teminindeki güçlükler ile kurak geçen mevsimin ürün rekoltesini düşürmesi
ve dünya piyasalarında tarım ürünlerindeki fiyat düşüşü gibi faktörler ekono-
miyi negatif olarak etkileniştir.
1954–1957 dönemi ise DP iktidarının bocalama dönemi, demokratik haklar
ve özgürlükler alanında geriye dönüşün işaretlerinin olduğu yıllar olarak değer-
lendirilebilir. 1954 seçimlerinde ulaşılan sayısal çoğunluğa güvenilerek zaman
zaman muhalefete tepeden bakışın belirtileri de bu dönemde olmuştur. 1957–
1960 dönemi ise sonu darbeye varan iktidar muhalefet mücadelesinin en yoğun
olduğu bir dönemdir. Ekonomik olarak bir iflas dönemi yaşanmıştır. Askeri bü-
rokraside hükümete karşı, 27 Mayıs harekâtını gerçekleştirenler de dâhil olmak
üzere, en yoğun yapılanma bu dönemde görülmektedir. Hükümetin muhalefetle
yakın durduğu gerekçesiyle basın, üniversiteler ve bürokrasiye karşı tutumu
ortamın daha da gerilmesine neden olmuştur. Sonuçta on yıl kesintisiz devam
eden çok partili dönemdeki DP iktidarı demokratik olmayan bir usulle 27 Mayıs
askeri darbesi ile sona ermiştir. General Gürsel’in darbeyi müteakip ABD’nin
Ankara büyükelçisi Warren’den üç gün sonra memur maaşlarını ödemek için
180 milyon TL’ye ihtiyaçları olduğunu ancak hazinede sadece 23 milyon TL para
olduğunu belirterek kalan kısmı için ABD’nin yardımını talep etmesi, ülkenin
içinde bulunduğu ekonomik durumu en açık bir şekilde göstermektedir.156
Bu dönemde dış siyasal ilişkiler irdelendiğinde Türk siyasi tarihinin sonraki
dönemlerini de etkileyecek hadiseler yaşanmıştır. Türkiye’nin NATO’ya girişi,

387
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Balkan ve Bağdat Paktları ve Kıbrıs meselesi bu dönemin en önemli dış politika


konularıdır. Türkiye’nin NATO’ya girişini sadece bir güvenlik paktına girmiş
olmanın ötesinde Avrupa medeniyetine dâhil olmanın delili olarak vurgulayan
değerlendirmeler mevcuttur. Bu hadise ile birlikte Türk ordusunda modernizas-
yon süreci hızlanmıştır. Soğuk savaş döneminde Türkiye önemli ölçüde yalnız-
lıktan kurtulmuştur. Paktlar siyaseti de yine Soğuk Savaşın konjonktüründe
oluşan yapılanmalardır. Kıbrıs meselesi ise, Lozan’la birlikte hukuken Türki-
ye’nin gündemi dışında kalmış olan konu DP iktidarı döneminde yeniden ulus-
lararası arenada Türkiye’nin de taraf olduğu bir mesele haline gelmiştir. Türki-
ye’nin Yunanistan, İngiltere, ABD ve SSCB ilişkilerinde Kıbrıs meselesi öncelikli
konu olmuştur. Kıbrıs meselesi Türkiye’nin sadece dış politika konusu olmamış
aynı zamanda iç siyasi gelişmelerini de etkiler olmuştur. 6–7 Eylül 1955 hadise-
sinde somut olarak görüleceği üzere daha pek çok hadisede de Kıbrıs meselesi
etkileyici ve hatta yönlendirici olmuştur. DP hükümetinin ve daha özelde de
dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun fevkalade gayretleri ile mesele
Türkiye’nin isteklerini büyük ölçüde karşılayabilecek şekilde çözüme kavuştu-
rulmuştur. Öyle ki oluşturulan uluslararası zemin ve hükümler kendinden son-
ra gelecek Türk hükümetleri için dayanak ve referans olacaktır.
DP hükümetleri ve dönemin başbakanı Adnan Menderes nüfusunun %80 i
kırsal olan bir ülkede tarım ve bunun yanında sanayi alanında yatırımlar yapa-
rak ülkenin çehresini değiştirmek istemiştir. Bunda belli bir miktar başarı da
kazanmıştır. Ancak memlekette ilk defa çok partili bir yapı oluşmuştu. İktidar el
değiştirirken DP’nin iktidara CHP’nin de muhalefete hazır olmadığına dair gö-
rüşler mevcuttur. Bu kanaate istinaden İktidar muhalefet ilişkilerinin henüz
alışılmadık bir şekil ve seviyede olduğu belirtilebilir. Bir başka ifade ile her iki
tarafta ölçülü olamamıştır. Seçimle gelen iktidarın ancak seçimle gidebileceği
demokratik anlayışının henüz gelişemediği anlaşılmaktadır. 27 Mayıs 1960’da
olan askeri müdahale ise ordu hiyerarşisi içerisinde yapılmamış orta rütbeli su-
bayların gerçekleştirdiği bir darbedir. Zira dönemin Genelkurmay Başkanı Or-
general Rüştü Erdelhun’da Yassıada’da idamda yargılanmış ve idam cezası al-
mış bilahare cezası ömür boyu müebbet hapse dönüştürülmüştür. Bu hadise
Cumhuriyet döneminde ordunun siyasi yapıya yapmış olduğu ilk müdahale
olarak tarihe geçmiştir. Bu tarihten sonra olabilecek bu tür tutum ve hareketlere
bir örnek oluşturmuştur. Dönem çok partili siyasi hayat, iktidar muhalefet ilişki-
leri, tarımda ve sanayideki gelişmeler, toplumsal değişim, uluslararası güvenlik
kuruluşları ile ilişkiler ve ordu-siyaset ilişkileri açısından önemli bir laboratuar
olarak değerlendirilebilir.

388
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

SONNOT

1 Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, Demirkırat; Bir Demokrasinin Doğuşu, Milliyet
yayınları, İstanbul, 1995, s. 26.
2 Rıdvan Akın, “Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayat Geçiş ve Demokrat Parti İktidarı (1945–
1960), Türkler, C. 16, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, ss. 911–922.
3 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, Afa Yay. İstanbul,
1996, s. 205.
4 M. Serhan Yücel, “Menderes Dönemi (1950–1960)” Türkler, C. 16, Ankara: Yeni Türkiye Yayın-
ları, 2002, ss. 835–854.
5Mete Tunçay “Siyasal Tarih (1950–1960)”, Çağdaş Türkiye 1908–1980, IV. Cilt, Yay. Yönetmeni

Sina Akşin, Cem Yay. İstanbul 1997, ss. 175–187.


6 Türk Siyasi Tarihinde seçimler ve seçim sistemleri için bkz. William Hale, “The Role of the
Electoral System in Turkish Politics” International Journal of Middle East Studies, V: 11 1980, ss.
401–417.
7
1958–1962 döneminde İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliğini yapmış olan Sir Bemard Bur-
rows’un 1998’de Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları fakültesinde vermiş olduğu
seminer metni.
8
Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945–1980), Ankara: Hil Yayınları, 1996, s. 84.
9
Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge Kitabevi, Ankara 1990 s. 55.
10
Ali Yaşar Sarıbay, “The Democratic Party, 1946–1960”, in Political Parties and Democracy in
Turkey, ed. Metin Heper&Jacob M. Landau, I.B.Tauris, London 1991, s. 119–133.
11 Feroz Ahmad, Turkish Experiment in Democracy, London C. Hurst, 1977, s. 38.
12 Erik Jan Zürcher, Moderleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim, İstanbul 1998, s. 321.
13 Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge Kitabevi, Ankara 1990 s. 59.
14 Walter Weiker, The Turkish Revolution, 1960–1961: Aspects of Military Politics, Washington D. C.
, Brooking Institution, 1963, s. 7.
15
Zürcher, a.g.e., s. 322.
16
Ahmad, a.g.e., s. 44.
17
Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Kitapları,
İstanbul 1997, s. 21.
18 Şevket Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, s.
221
19 Zürcher, a.g.e. s. 347.
20 Aydemir, a.g.e. s. 223.
21 Nurhan İnce, Problems and Politics in Turkish Foreign Policy, 1960-1966: With Emphasis on Tur-
kish-United States Relations, the Cyprus Question, and The Leftist Movement, (Basılmamış Doktora
Tezi), Kentucky 1974, s. 28.
22
Eroğul, a.g.e., s. 51.
23 Eroğul, a.g.e., s. 182.
24
Karpat, a.g.e., s. 329-330.
25 Konu ile ilgili Kanun 16 Haziran 1950’deki Meclis toplantısında tüm meclisin oyuyla kabul
edilmiştir. Zira CHP konunun hassasiyetinden dolayı muhalefet etmekten çekinmiştir. Ero-
ğul,a.g.e., s. 58.
26 Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul 1972, s. 231-232.
27 Jacob M. Landau, Radical Politics in Modern Turkey, E.J. Brill, Leiden 1974, s. 3.
28
William Hale, The Political and Economic Development of Modern Turkey, London 1981, s. 104.

389
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

29 Roger Owen, State Power& Politics in Making of The Modern Middle East, Routledge, London
1992, s. 125.
30 M. E. Yapp, The Near East Since The First World War, Longman, London 1991, s. 313.
31 Andrew Mango, “Turkish Policy in the Middle East Turning Danger to Profit” in Turkish
Foreign Policy New Prospects, Ed. C.H. Dodd, Eothen Press Huntingdon 1992, ss. 55-69.
32
14 Temmuz 1960, FO-371/153675 (İngiliz Dışişleri Bakanlığı Arşiv Belgesi)
33 George Harris, Troubled Alliance, turkish-American Problems in historical Perspective, 1945-
1970, Washington 1972, s. 71.
34 Çaglar Keyder, “Class and state in the Transformation of Modern Turkey” in State and Ideology
in the Middle East and Pakistan, eds. Fred Halliday and Hamza Alavi, New York 1988, ss. 191-
221.
35 Toper Akbaba, Demokrat Parti ve 27 Mayıs Dönemi Türk Eğitimi, Ankara 1998, s. 90-91.
36 Selim Deringil “İntroduction: Turkish Foreign Policy since Atatürk” in Turkish Foreign Policy
New Prospects, Ed. C.H. Dodd, Eothen Press Huntingdon 1992, ss. 1-8.
37
Aydemir, a.g.e., s. 190.
38
Zürcher, a.g.e., s. 323.
39
Zürcher, a.g.e., s. 338.
40
Karpat, a.g.e., s. 328.
41
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 1789-1980, İstanbul: Der Yayınları, 1995, s.
342.
42
Hamit Ersoy, Turkey’s Involvement In Western Defence Initiatives in the Middle east in the 1950s,
Basılmamış Doktora Tezi Durham 1995, s. 136.
43 Karpat, a.g.e., s. 229.
44 Karpat, a.g.e., s. 235.
45 Zürcher, a.g.e., s. 340.
46 Karpat, a.g.e., s. 329-330.
47
Detaylar için bkz. Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955 Yassıada 6/7 Eylül Davası, İstanbul: Bağ-
lam Yay. 1995.
48
M. Serhan Yücel, “Menderes Dönemi (1950-1960)” Türkler, C. 16, Ankara: Yeni Türkiye Yayın-
ları, 2002, ss. 835-854.
49 Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları (1950-1960), Ankara: Nurol Mat. 1998, s. 216.
50 M. Serhan Yücel, “Menderes Dönemi (1950-1960)” Türkler, C. 16, Ankara: Yeni Türkiye Yayın-
ları, 2002, ss. 835-854.
51 Ersin Kalaycıoğlu, “27 Mayıs İhtilaline Giden Yol: Nedenler ve Açıklamalar” (Ed) Suna Kili,
27 Mayıs 1960 Devrimi ve 1961 Anayasası, İstanbul: Boyut Y. 1998, s. 41-42.
52 Mustafa Albayrak, “DP Hükümetleri’nin Politikaları (1950-1960), Türkler, C. 16, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 2002, ss. 855-877.
53 Zürcher, a.g.e., s. 348.
54
British Embassy residence, İstanbul ‘dan FO, 14 Temmuz 1955, FO-371/117732, RK 1199/4
55 12 Temmuz 1955, FO-371/117732 RK 1197/6
56
Burrows ‘dan Dışişlerine (Ankara-Londra) 6 Ocak 1960, FO-371/160212, RK 1011/1
57 Geniş bilgi için bkz. William Hale, Turkish Politics and Military, Routledge, London 1994.
58
İçeride İsmet Paşa’nın ihtilalin olacağından emin olduğunu Metin Toker belirtmiştir. Metin
Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları, Demokrasiden Darbeye 1957-1960, Bilgi Yay. İstanbul
1991, s. 353; Dışardan örnekler ise, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Burrows 22 Nisan 1960’ta
Dışişleri Bakanlığına gönderdiği telgrafta, Türkiye’de potansiyel ihtilal tehlikesinden bahset-
mektedir. FO-371/153032, RK 1015/10; Ayrıca, 26 Nisan 1960 tarihli İngiliz The Times Gazete-

390
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

sinde “Yeniçeri eski gücüne mi erişiyor?” başlıklı ve Türk ordusunun krizi etkileme gücü üzeri-
ne uzunca bir yazı yazılmış.
59 Erdem Erner, Davulun Sesi (Dışişlerinde 44 Yıl) , Bilgi yay. İstanbul 1993, s. 65.
60
Eroğul, a.g.e., s. 146.
61 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1960), İstanbul: Hil Yay. 1996, s. 71.
62
Mustafa Albayrak, “DP Hükümetleri’nin Politikaları (1950-1960), Türkler, C. 16, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 2002, ss. 855-877.
63
Burrows‘tan Dışişleri Bakanlığına, 22 Nisan 1960, FO-371/153032, RK 1015/10
64 Burrows’tan Dışişleri Bakanlığına, 22 Nisan 1960, FO-371/153032, RK 1015/10
65
Hale, Turkish Politics, s. 106.
66 Burrows’tan Dışişleri Bakanlığına, 29 Nisan 1960, FO-371/153032, RK 1015/11
67
1958-1962 döneminde İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliğini yapmış olan Sir Bemard Bur-
rows’un 1998’de Londra Üniveritesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Fakültesi’nde verdiği semi-
ner metni.
68
Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, İstanbul: Bilgi yayınları 1985, s. 145-146.
69
Bekir Tünay, Menderes Devri Anıları, İstanbul, s. 382.
70
C. Arcayürek, Yeni Demokrasi Yeni Arayışlar 1960-1965, Bilgi Yay. Ankara1985, s. 41.
71
Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Ankara: METU pres, 2001, s. 38.
72
Ankar to FO, (Eden), 4 Kasım 1952, WK 1022/7
73
Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Bilgi yay. Ankara 1996, s. 74-75.
74
Burrows to Fo, 18.01.1960, Fo-371/153039, RK 1022/1
75 Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Ankara: METU pres, 2001, s. 133.
76 Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve
Orta Doğu 1945-1958, Boyut Kitapları, İstanbul 1997, Bülent Ali Rıza, Turkish Participation in
Middle East Defence Projects and its Impact on Turco-Arab Relations, May 1950-June 1953, (Basıl-
mamış Doktora Tezi) Oxford 1982.
77
Ahmad, Turkish Experiment, s. 391.
78
Selim Deringil, “Turkish Foreign Policy Since Atatürk” in Clement Dodd (ed), Turkish Foreign
Policy, Eothen, Huntington, 1992, ss. 1-8.
79
Mustafa Albayrak, “DP Hükümetleri’nin Politikaları (1950-1960), Türkler, C. 16, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 2002, ss. 855-877.
80 Mehmet Gönlübol vd., Olaylarla Türk Dış Politikası, Siyasal Kitabevi, Ankara: 1993, s. 235-236.
81 Eden’den Başbakan Churchill’e, 21 Mayıs 1952, FO-371-101856
82 Burrows’dan FO, 7Aralık 1959, FO-371/144757, RK 111/11
83 Hüseyin Bağcı, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitabevi, Ankara: 1991, s. 57.
84 Nurhan İnce, a.g.e., s.30, Bağdat Paktı ve CENTO ile ilgili geniş bilgi için bkz. Cihat Göktepe,
“The ‘Forgotten Alliance’? Anglo-Turkish Relations and CENTO, 1959-65, in Seventy-Five years
of The Turkish Republic, Sylvia Kedourie (ed), London: 2000, ss. 103-129.
85
Halil I. Salih, Cyprus; The Impact of Diverse Nationalism on a State, The University of Alabama,
1978, s. 3, Suat Bilge, “The Cyprus Conflict” in Turkey’s Foreign Policy in Transition 1950-1974,
(eds) K.H. Karpat and contributors, E. J. Brill, Leiden: 1975, ss. 135-187.
86
Thomas Ehrlich, Cyprus 1958-1967, Oxford University Press, London: 1974, s. 1, Nancy
Crawshaw, The Cyprus Revolt, An Accont of the Strugglefor Union with Greece, London: 1978, s.
17.
87 Süha Bölükbaşı, The Superpowers and the Third World, Turkish–American relations and Cyprus,
University of Virginia, 1988, ss. 19-20.
88 Ahmet Gazioğlu, Kıbrıs’ta Türkler, (1570-1878), 308 Yıllık Türk Yönetimine Yeni Bir Bakış, Cyrep,
Lefkoşa: 1994, s. 107.

391
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

89 Pierre Oberling, The Road to Bellapais, The Turkish Cypriot Exodus to Northern Cyprus, New
York: 1982, ss. 1-7.
90 Sir Harry Luke, Cyprus Under the Turks, 1571-1878, London: 1921, s. 15-16.
91 daha fazla bilği için bkz. Rıfat Uçarol, 1878 Kıbrıs Sorunu ve Osmanlı İngiliz Anlaşması (Adanın
İngiltere’ye Devri) , İst. Ün. Edb. Fakt 1978.
92
Ayhan Evrensel, British Policy Towards Cyprus (1954-60), Basılmamış yüksek lisans tezi, Bir-
mingham Üniversitesi, İngiltere, 1994, s. 4.
93
Salih, a.g.e., s. 5.
94 Bölükbaşı, a.g.e. s. 22.
95
Tözün Bahcheli, Greek-Turkish Relations since 1955, London: 1990, s. 32.
96 House of Commons Debates, Cols, 505-507.
97
Elena Calandri “The Neglected Flank? NATO in the Mediterranean 1949-1956” in Securing
Peace in Europe, (eds.), B. Heuser and R. Oneil, New York: 1992, ss. 173-195.
98 David R. Devereux, The Formulation of British Defence Policy towards the Middle East 1948-1956,
London: 1990, s. 167.
99
Jacob Abadi, Britain’s Withdrawal From the Middle East, 1947-1971, The Economic and Strategic
Imperatives, Princeton: 1982, s. 153.
100
Stavros Panteli, The Making of Modern Cyprus,from Obscurity to Statehood, Interworld Publicati-
ons, New Barnet: 1990, s. 151.
101
Dimitris Michalopoulos, “The 1950 Plebiscite In Cyprus” Lecture paper, at the centre for Byzan-
tine and modern Greek Studies of Queens College (CUNY), 6 May 1982, New York, s. 6-7.
102 Bahcheli, a.g.e., s. 33.
103 Ahmet Gazioğlu), Enosis Çemberinde Türkler, İngilz Yönetiminde Kıbrıs II (1878-1952) Cyrep,
Lefkoşe: 1996, s. 452.
104
Evrensel, a.g.e., s. 14.
105
Bölükbaşı, a.g.e., s. 26-27.
106
Evanthis Hatzivassiliou, “The Cyprus Question and Anglo-American Special Relationship,
1954-1958”, in Intelligence Defence and Diplomacy, British Policy in the Post-War World, (eds.) R.J.
Aldrich&M.F. Hopkins, Frank Cass, Essex 1994, ss. 149-169.
107 Bölükbaşı, a.g.e., s. 27-28.
108 Suat Bilge “Kıbrıs Uyuşmazlığı” içinde Olaylarla Türk Dış Politikası 1919-1990, (eds.) Mehmet
Gönlübol ve Digerleri, Ankara: 1993, s. 340-341.
109
Alexis Alexandris, The Greek Minority of İstanbul and Greek-Turkish Relations: 1918-1974, Center
For Asia Minor Studies, Athens: 1983, s. 252.
110
P. N. Vanezis, Makarios; Faith and Power, London: 1971, s. 104.
111
Anthony Eden, The Memories of Anthony Eden. Full Circle, Cambridge: 1960, s. 414.
112
C.M. Woodhouse, “Cyprus: The British Point of View” in Cyprus in Transition 1960-1985, (ed.)
J. T. A. Koumoulides, London: 1986, ss. 82-94.
113 Evrensel, a.g.e., s. 31.
114 Sir Hugh Foot, A Start in Freedom, New York: 1964, s. 159.
115 Bahcheli, a.g.e., s. 40.
116
Charles Foley (ed.) The Memories of general Grivas, London: 1964, s. 138-140.
117 Salih, a.g.e., s. 12.
118 Oberling, a.g.e., s. 59.
119 Zeki Kuneralp, Sadece Diplomat, Hatırat, İstanbul: 1981, s. 113.
120
Bernard Burrows (Ankara)‘dan FO (Selweyn Lloyd) (Dışişleri Bakanlığı’na-Londra), 17 Şubat
1959, FO-371/144739, RK 1011/1 (Türkiye ile ilgili 1958 e ait yıllık rapor).

392
15. Bölüm: Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

121 Bernard Burrows (Ankara) dan FO (Selweyn Lloyd) (Dışişleri Bakanlığına-Londra), 11 Hazi-
ran 1959, FO-371/144620, RGC-10344/21
122 İngiliz Dışişleri Bakanlığı Güney bölümünde görevli diplomat C. T. Crant tarafından yazılan
görev notu, 5 Mart 1959, FO-371/144739
123 Bernard Burrows (Ankara) ‘dan FO (Selweyn Lloyd) (Dışişleri bakanlığına-Londra), 17 Şubat
1959, F=-371/144739, RK 1011/1 (Türkiye ile ilgili 1958 e ait yıllık rapor)
124 Roger Allen (Atina) dan FO (Selweyn Lloyd) (Dışişleri Bakanlığı-Londra), 6 March 1959, FO-
371/144611, RGC-10319-17
125
Alistar Horne, Macmillan 1957-1986, London: 1989, s. 102.
126 Horne, a.g.e., s. 102.
127
The Manchester Guardian, 10 Ekim 1958, The Times 10-11 Ekim 1958.
128 Fahir Armaoğlu “Amerikan Belgelerinde Kıbrıs Sorunu 1958-1959” Belleten, Vol: XL, Ankara:
1997, ss. 745-782.
129
Evanthis Hatzivassiliou, a.g.m. ss. 149-169.
130
PREM-11/2628, 6 Şubat 1959 (Başbakanlık Dökümanları).
131
Daily Mail, 12 Aralık 1958.
132
PREM-11/2257, 18 Aralık 1958 (Başbakanlık Dökümanları).
133
Selwyn Lloyd’dan (Paris) FO (Dışişleri Bakanlığı), 18 December 1958, Fo-371/136414, RGC
1077/1
134
D. R. Thorpe, Selwyn Lloyd, London: 1989, s. 285.
135
Selwyn Lloyd’dan (Paris) FO (Dışişleri bakanlığına), 18 Aralık 1958, FO-371/136414, GC
1077/2
136
Selwyn Lloyd’dan (Paris) FO (Dışişleri bakanlığına), 18 Aralık 1958, FO-371/136414, GC
1077/8
137 Ahmet C. Gazioğlu, Two Equal and Sovereign Peoles, A Documented Background to the Cyprus
Problem and Concept of Partnership, CYREP, Lefkoşe: 1997, s. 43.
138
Record of Meeting between Lloyd and Zorlu at the British Embassy, (Paris’de İngiliz elçili-
ğinde Lloyd ve Zorlu arasında yapılan toplantı tutanağı) Paris, 16 Aralık 1958, FO-371/136414,
GC 1077/3
139 Selwyn Lloyd’dan (Paris) FO (Dışişleri bakanlığına), 18 Aralık 1958, FO-371/136414, GC
1077/8
140
Harold Macmillan, Riding the Storm, 1956-1959, London: 1971, s. 689-690.
141
Record of Meeting between Lloyd and Zorlu at the British Embassy, (Paris’de İngiliz elçili-
ğinde Lloyd ve Zorlu arasında yapılan toplantı tutanağı) Paris 16 Aralık 1958, FO-371/136414,
GC 1077/3
142 The Times, 22 Ocak 1959.
143 FO (Selwyn lloyd) dan B. Burrows (Ankara), 23 Ocak 1959, FO-371/144639, GC 1073/8
144
Dışişleri Bakanlığı Güney Masasında görev notu, 29 Ocak 1959, FO-371/144629, GC 1051/16
145 Hugh Foot (Nicosia) dan CRO (Commenwealth İlişkiler Bakanlığı-Sir John Martin), FO-
371/144632
146 The Times, 24 Ocak 1959.
147 Selwyn lloyd’dan Cabinet, 16 Şubat 1959, CAB-128/33 C.(59) 25, CAB-128/33 C.(59) 32
148
Kuneralp, a.g.e., s. 117.
149 Mesajın tam metni için bkz. FO’dan Ankara’ya, 13 Şubat 1959, FO-371/144640, GC 1073/25
150 Mesajın tam metni için bkz. FO’dan Ankara’ya, 13 Şubat 1959, FO-371/144640, GC 1073/25
151 The Times, 18 Şubat 1959.
152
Salih, a.g.e., s. 15.

393
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

153 Antlaşmanın tam metni için bkz. London Press service on Command 679, 11 March 1959, FO-
371/144643, GC-1078/62
154 Cmnd. 680 (1959), s. 11.
155 Cmnd. 680 (1959), s. 4-5.
156 Nur Batur, “CIA belgelerinde 27 Mayıs Darbesi”, Sabah, 17-19 Haziran 2007.

394
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

16. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE 27 MAYIS DARBESİ SONRASI İÇ VE DIŞ
SİYASİ GELİŞMELER [1961–1964]]

Cihat GÖKTEPE∗

İÇ SİYASİ GELİŞMELER
Bu dönem içerideki gelişmeler açısından esas itibarıyla iki farklı kısımda
değerlendirilebilir. 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayıp 15 Ekim 1961 seçimleri ile
kurulan sivil hükümete kadar olan askeri yönetim dönemi olup bu dönem de
kendi içerisinde üç aşamada değerlendirilebilir:
1. 27 Mayıs–12 Haziran 1960 arası “fiili iktidar” dönemidir ki bu sürede
anayasa mevcut değildir. Bu dönemde iktidardaki askerler tarafından, çoğunlu-
ğu sivillerden oluşan bir kabine kurulmuştur. Ayrıca askerler, İstanbul Üniversi-
tesi Rektörü Prof. Sıdık Sami Onar başkanlığındaki akademisyenlerden oluşan
bir bilim kurulundan geçici anayasa hazırlamaları istemiştir.
2. 12 Haziran 1960–6 Ocak 1961 geçici anayasanın kabulü ve 27 Mayıs’tan
itibaren geçen süreyi de kapsayacak şekilde yürürlüğe girmesi ile fiili durum
hukuki temellere oturtulmak istenilmiştir. Bu dönemde 2 Ekim 1960 da yedinci
genel nüfus sayımı yapılmış olup Türkiye’nin nüfusu 27.800.000 olarak belir-
lenmiştir.
3. 6 Ocak 1961–25 Ekim 1961 Kurucu Meclisin (KM) açılışından sivil hükü-
metin kuruluşuna kadar olan süreçtir ki bu dönemde yasama görevini Milli Bir-
lik Komitesi (MBK) Temsilciler Meclisi ile birlikte yapmıştır. 1
Bu dönemde yasama ve yürütme esas itibarıyla MBK yetkisindedir. Dolayı-
sıyla bu sürede gelişen iç ve dış siyasi hadiselerle ilgili birinci derecede yetkili ve
sorumlu MBK’dir. Bu döneme ait olaylar bakıldığında, MBK içerisinde tasfiye-
ler ve yeniden yapılanma, Yassıada yargılamaları, 147’ler hadisesi, KM yapısı ve
özellikleri, yeni anayasa çalışmaları ve referandum, yeni siyasi partilerin kurul-
ması, seçim sistemi ve seçim sonuçları şeklinde ana konuları ihtiva etmektedir.
İkinci kısımda ise II. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün CHP başbakanlığın-


Prof. Dr., Uluslararası Antalya Üniversitesi.

395
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

da ilki 20 Kasım 1961 de kurulan üç farklı koalisyon hükümeti sürecidir ki bu


dönem “kararsız koalisyonlar” dönemi olarak da ifade edilmektedir. Talat Ay-
demir ve arkadaşlarının iki kez teşebbüs ettikleri darbe girişimleri, Silahlı Kuv-
vetler Birliği (SKB) şeklinde yapılanmanın oluşumu ve etkileri de bu koalisyon-
lar döneminde gerçekleşmiştir. 2
Bu dönem 6 Haziran 1964 de Adalet Partisi Genel Başkanı Emekli General
Ragıp Gümüşpala’nın vefatını müteakip 29 Kasım 1964’de Süleyman Demirel’in
AP genel başkanlığına seçilmesiyle başlayan süreçte bütçe görüşmeleri sırasında
meclisteki muhalefet oylarının birleşmesiyle hükümetin güvenoyu alamaması ile
sonuçlanmış ve İnönü 13 Şubat 1965 de istifa etmek durumunda kalması ile sona
ermiştir. Bu, İsmet Paşa’nın son iktidarıdır.
YASSIADA MAHKEMELERİ SÜRECİ VE SONUÇLARI
DP hükümetinin eski üyelerinin ve milletvekillerinin yargılanmasına, mü-
dahale den dört buçuk ay sonra 14 Ekim 1960 tarihinde Marmara denizindeki
Yassıada’da başlandı. Mahkeme 14 Ekim 1960’tan 15 Eylül 1961 ‘e kadar yakla-
şık 11 ay devam etti. Sanıklar arasında eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, eski
Başbakan Adnan Menderes ve eski Meclis Başkanı Refik Koraltan, kabine üyele-
rinin tamamı, meclisteki bütün DP milletvekilleri, birkaç eski il valisi, eski genel-
kurmay başkanı, hareket serbestisini kısıtlayan ve üniversitelerdeki silahlı çatış-
malara katılan yerel yetkililer ve polis memurları ve yolsuzluk olaylarına bulaş-
tığı iddia edilen bazı işadamları da vardı. Bunların çoğu haziranın başından iti-
baren adada tutuldu.
Yargılama öncesi soruşturmalar, üyelerini askeri rejimin seçtiği (MBK) 1
Başkan (Salim Başol) 8 asil ve 6 yeden üyeden oluşan 15 kişilik hakim ve 1 Baş-
savcı (Ömer Altay Egesel) ve 5 yardımcısından oluşan 6 savcıdan oluşan 21 kişi-
lik bir özel mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı tarafından yapıldı.3 Kurul, de-
lilleri toplamak ve iddia makamı için davaları hazır hale getirmek amacıyla ara
vermeksizin çalıştı. Suçlanan 592 kişinin mahkemesi, Kurulun bu çalışmasını
tamamlayabilmesi için dört aydan fazla bir süre ertelendi. 11 aylık yargılama
dönemi boyunca 202 duruşma yapıldı ve duruşmaları yaklaşık 150 000 kişi izle-
di. Duruşmaların tamamlanmasını takiben kararlar 15 Eylül 1961’de açıklandı.
Sonuçta, 15 ölüm cezası, -bunlardan dördü oy birliği ve on biri oy çokluğu ile
alınmıştı- ve 31 ömür boyu hapis cezası verilmişti. 418 sanığa altı ayla yirmi yıl
arasında değişen hapis cezası verildi, 123 sanık berat etti ve beş sanık hakkında
takipsizlik kararı verildi. İnfazlar hemen gerçekleştirildi.4 16 Eylül’de Sabık Dı-
şişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu (51 yaşında) ve DP Maliye Bakanı Hasan Polat-
kan (46) idam edilmiş5, sabık Başbakan Menderes (62) ise bir gün sonra 17 Ey-
lül’de İmralı’da idam edilmiştir.6 Bayar’ın cezası yaş haddinden ömür boyu hap-
se çevrilmiştir 1964 ise sağlık nedenlerinden dolayı 11 Kasım 1964 de serbest
kalmıştır.
Anayasaya göre ölüm cezaları MBK tarafından onaylanmalıydı. Yargılama
sürecine otoritelerin müdahalede bulunmadığı söylenemez. Hâkimler ve savcı-
lar doğrudan MBK’nın oluşturduğu hükümet tarafından atanmıştı. Ankara’daki
İngiliz büyükelçisi mahkemelerin kurulmasının değişik sebepleri olduğuna dik-

396
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

kat çekti. En önemli neden muhtemelen müdahaleyi haklı kılma arayışıydı. İkin-
ci faktör olarak ise DP ve onun lokomotifi durumundaki Menderes’i çeşitli iddia-
larla halkın ve taraftarlarının gözünde küçük düşürmekti. Zira o dönemde parti
programlarından ziyade liderlerin kişilikleri seçmenleri etkiliyordu. 7
Bu isabetli bir tahlildi, çünkü İstanbul Üniversitesi’nden hukuk dalındaki
öğretim üyeleri -Rektör Profesör Sıddık Sami Onar dâhil- darbecilere MKB’yi
hukuki bir zemine oturtmaları tavsiyesinde bulunmuşlardı. Darbe yapıldığında,
darbeci subayların niyeti üç ay içinde yeni seçimleri yapmak ve arkasından da
iktidarı sivil hükümete devretmekti. Akademisyenler, eski hükümetin bakanla-
rının ve DP üyelerinin yeni seçimler yapılmadan önce yargılanmaları konusun-
da darbe liderlerini teşvik ettiler. Onlara göre, şayet bu kişiler seçimlerden önce
yargılanıp suçlu bulunmazlarsa yeniden seçilmeye hak kazanırlar ve daha sonra
tekrar iktidara gelebilirlerdi. Hükümeti kurmaları ile yargılanmalarının sona
ermesi arasındaki dönemde darbeye katılan askeri görevlileri tutuklayabilirlerdi.
Akademisyenlerin hukuki sürecin gereği gibi takip edilmesi yönündeki tavsiyesi
mahkemenin 11 ay geç sonuçlanmasına yol açtı. MBK üyelerinin, kısa süren bir
mahkeme sonucunda eski hükümet üyelerinin daha çabuk bertaraf edilebilecek-
lerini düşündükleri anlaşılmaktadır. Yargılamanın uzayıp kararın çıkmaması
seçimlerin ertelenmesine ve sivil rejime dönüşün daha sonraya bırakılmasına
neden oldu. Zürcher de konuyu, “Bazı entelektüellerin Türkiye’deki askeri darbeyi
doğrudan desteklediği ve onların tavsiyelerinin basit bir darbeyi bir darbeye dönüştürdü-
ğü söylenebilir” şeklinde ifade etmiştir.8 Sonuç itibarıyla hükümete karşı yapılan
bir askeri darbe girişimi aydınlarında katkısı ile farklı bir yapıya dönüşmüştür.
MBK, mevcut anayasayı yürürlükten kaldırdı ve bir komisyon tarafından
yeni bir anayasanın hazırlanmasını emretti. Onlar, önceki anayasaya göre kendi-
lerinin suçlu olduğunun farkına vardılar, anayasayı değiştirdiler ve ordunun
hem önceki hem de mevcut anayasaya göre vatansever olmanın gereklerini ye-
rine getirmekten öteye bir şey yapmadığını iddia ettiler. Böylece başlangıçtaki
darbeyi hukuki bir zemine oturttular.
Askeri hükümetin “hareketlerinin herhangi bir kişinin veya sınıfın lehine ya
da aleyhine” olmadığını ifade eden ilk kamuoyu açıklaması ile Yassıada mah-
kemelerinin yapılması arasında bir tezat söz konusuydu. Zira burada tek suçla-
nan eski iktidar partisi üyeleri ve destekçileriydi. Bu, darbenin aslında kesinlikle
DP’ye karşı yapıldığı anlamına gelmekteydi.
General Cemal Gürsel ve 37 subaydan oluşan MBK büyük ölçüde karacı
subaylardan oluşuyordu aralarında sadece 3 havacı 2 de denizci bulunuyordu.
Komite büyük ölçüde orta rütbeli subaylardan oluşuyordu. Bunlar arasında 5
general, 7 Albay, 5 Yarbay, 13 Binbaşı ve 8 yüzbaşı mevcuttu ki darbe sonrasında
rütbe yükseltilmesine gidilmiş ve belirtilen rakamlar yükseltilme sonrasını yan-
sıtmaktadır. MBK üyesi subayların yaş ortalaması 41’dir.9
Milli Birlik komitesi üyeleri arasında homojenlik mevcut değildi. Ko-
mitenin yapısı ordu içerisindeki güçlü olmak beklentisi içerisindeki grupların bir
koalisyonu şeklindeydi. Dolayısıyla Cuntanın çerçevesi bir hayli genişti ve do-
layısıyla hedefte belirsizlik mevcuttu. Zira çok farklı grup temsil edilmek isti-
yordu.

397
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Ana hatları ile üç ayrı gruptan bahsedilmiştir:


Bir hizip DP’lileri devirip iktidarı İnönü’ye teslim etmek istiyordu, diğer bir hi-
zip rüşvetçi politikacıları elemeye, seçimleri yapmayı ve iktidarı tekrar politikacılara
bırakmaya çalışıyordu; bir başka grup ise parlamenter demokrasiyi yeniden kurma-
dan önce yapısal reformları gerçekleştirebilmek için silahlı kuvvetlerin iktidarı elinde
tutmasını istiyordu. Üst rütbeli subayları kapsayan ikinci grup en etkili olandı ilk
radyo konuşması onların görüşünü yansıtıyordu. Gerçekte ortam kaygandı ve yöne-
timin devralınmasından hemen sonra diğer güçler olayları etkilemeye başladılar.10
Sonradan ılımlılar ve radikaller olarak tanımlanan ve iki gruba indirilen bu
yapıdaki ikinci grup albay ve daha alt rütbedekilerden oluşuyordu ve en tanın-
mış üyeleri ise başbakanlık müsteşarlığı görevini de üstlenmiş olan Albay Al-
parslan Türkeş’ti. Kıbrıslı bir Türk olan Albay Türkeş ilk zamanlar MBK’nın en
nüfuzlu üyesiydi, çoğu meslektaşından daha bilgili, İngilizceye fevkalade hâkim
karizmatik bir kişilikti. Pantürkist görüşleri ile biliniyordu ve MBK üyelerini de
yönlendirebiliyordu. Bu grup ülkede radikal değişimleri gerçekleştirmeyi önce-
lik olarak görüyor ve siyasilere ülke yönetiminin devri konusunda acele edil-
memesini istiyorlardı.11
MBK’da kararların 4/5 çoğunlukla alınması gerekiyordu. Bu durumdan ra-
hatsız olan MBK üyeleri önce onun müsteşarlıktan istifasını sağladılar sonrada
homojen bir yapı oluşturarak 4/5 çoğunluğu kolayca sağlamaya yönelik olarak
11 Kasım 1960 ta Türkeş’inde içinde bulunduğu 14 subayı MBK’dan çıkardılar.
Geçici anayasaya göre MBK üyelerinin ağır suçlar haricinde görevden azledile-
meyeceği belirtildiği içindir ki bunlara “askeri müşavir” sıfatı vererek yurtdışın-
daki en uzak başkentlerdeki Türk Büyükelçiliklerine gönderdiler. Sonuç olarak
38 kişiden oluşan MBK’nın bir üyesi General İrfan Baştuğ, 13 Eylül 1960 da trafik
kazasında ölmesi, 14’lerin de tasfiyesi sonucunda kalan ılımlı olarak tanımlanan
23 üye ile MBK’nın yeniden şekillendiğini Gürsel ilan etmiştir. MBK içerisindeki
mücadelenin ilk raundu yüksek rütbelilerin hâkimiyeti ile son bulmuştur.
MBK’nın darbeden sonraki altı aylık yönetimi döneminde iki grup arasındaki
rekabette tasfiye edilen grup güçlüydü ve ülkenin geleceği ile ilgili görüş ve pla-
nı olan tek kişinin ise Albay Türkeş olduğu biliniyordu. Bir başka ifade ile Gür-
sel dâhil darbeyi yapanların yurtseverlik duygularının ötesinde ülkenin gelece-
ğine yönelik siyasi ve ekonomik anlamda elle tutulur projeleri mevcut değildi.
Ayrıca tasfiye edilen grubun CHP’ye fazla yakın durulmamamsı konusunda da
itirazları vardı.12
27 Mayıs askeri darbesinde lider pozisyonunda olan dönemin Kara Kuvvet-
leri Komutanı General Cemal Gürsel’i ve özelliklerini dönemin hariciyecilerin-
den olan aynı zamanda devrik başbakan Menderes’in özel kalem müdürlüğü
görevini de yürütmüş olan Ercüment Yavuzalp hatıralarında detaylı bir şekilde
değerlendirmiştir:
Gürsel askerlik hayatının büyük bir kısmını ülkemizin henüz NATO’ya girme-
diği dönemde geçirmiştir. Silahlı kuvvetlerimizdeki modernizasyon ve batı tek-
niklerine açılma sürecinin ivme kazanmaya başladığı dönem, onun askerlik yıl-
larının sonlarına tesadüf eder. Bu bakımdan formasyonları NATO üyeliğimiz

398
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

sırasında oluşmuş, çoğu yabancı dil bilen, yeni silahlar ve modern askerlik kül-
türüne daha aşina günümüz komutanlarından formasyon bakımından farklıy-
dı. Bu belki dış dünyayı tanımak ve askeri teknikleri izleyebilmek açısından bir
eksiklik teşkil ediyordu. Ancak onda bu eksiklikleri, bir ölçüde de olsa telafi
edebilecek başka nitelikler vardı. Kurtuluş savaşının cesur, vatanperver ve ba-
bacan komutan tipini temsil ediyordu. Bu nitelikleriyle silahlı kuvvetlerde say-
gın bir yeri vardı. 27 Mayıs’tan önce siyasi hayatın kilitlendiği dönemde takın-
dığı tavır, silahlı kuvvetler içinde kendisine duyulan saygıyı daha da kuvvet-
lendirdi. Bu kişi 27 Mayıs’ta birdenbire kendisini Türkiye devletinin başında
buldu. “Başında buldu” deyimi “başına geçti” deyiminden herhalde gerçek du-
rumu daha iyi ifade etmektedir. Çünkü onu bu göreve başkaları getirdi.
Dolayısıyla Gürsel, herhalde aklından hiç geçmeyen bu göreve üç handi-
kapla başladı. Birincisi dürüstlüğü ve sağduyu sahibi olmak gibi faziletlerine
rağmen formasyonunun devlet yönetimi için yeterli olmamasıydı. İkincisi bu
yere gelmedi getirildi. Üçüncüsü, kendisi başında bulunduğu hareketin işlevini,
kilitlenmiş demokratik rejimi süratle ihya etmek ve kışlaya dönmek olarak gö-
rürken, kendisini getirenlerin hiç değilse önemli bir kısmı ülkenin bu yeni rejim-
le yönetilmesi taraftarıydılar. Bütün handikaplar rağmen, darbenin başında Gür-
sel gibi, ayakları yere basan, yaşlı ve olgun bir generalin bulunması ülkeyi daha
ciddi macera ve bunalımlara sürükleyecek güçlüklerin bertaraf edilebilmesinde
ağırlıklı rol oynadı. Hiç hazır olmadan geldiği ve Cumhuriyetin kurulmasından
bu yana, ülkenin en ciddi sıkıntı ve sorunları yaşadığı dönemde sorumluluğunu
aldığı görevinde en çok sıkıntıyı kendi silah arkadaşlarından çekti. Ağır bir felç
geçirmesine ve zaman zaman kontrolü elinden kaçırmasına rağmen, maceracıla-
ra karşı koyabildi. Başarısı, daha iyiyi yapmak değil, daha kötüyü önlemek ol-
du.13
Yavuzalp, dış politika ve Kıbrıs’la ilgili olarak Gürsel ve arkadaşlarının ek-
sikliklerini de açıkça belirtmiştir:14
Gürsel ve darbeyi yapanların, işbaşına geldiklerinde, ne dış politika ne de başka konularda
herhangi bir hazırlıkları olmadığı görülüyordu. ..Bence darbe idaresi sırasında dış politika
alanında göze batan önemli bir hata, Kıbrıs konusuna gereken dikkatin gösterilmemesi oldu.
Dönemin hadiselerine basın mensubu olarak şahitlik etmiş olan Arcayü-
rek’in ordunun siyasal hayata etkisi ve İnönü’nün tutumu ile ilgili dönemi ay-
dınlatan ilginç tespitleri mevcuttur:15
İnönü bir Anayasa ve bir seçim yasasından sonra ordunun kışlasına dönmesini, iktidarı siville-
re –yani kendisine-bırakmasını istiyordu. İsmet Paşa uçan kuştan bile haberliydi İsmet Pa-
şa’nın tek bir ideali vardı: Askeri müdahalenin kısa sürede sivil yönetime dönüşmesi!
Aslında 27 Mayıs darbesi, bugün bile tartışmaya açık bir tutumla, bir darbeyle yere düşürüp,
bütün üyelerini Yassıada’ya gönderdiği DP dışında, öteki siyasal partilerin varlıklarını sür-
dürmesini engellememişti.
CHP, ismet Paşa’nın kişisel ağırlığı nedeniyle ayaktaydı. Bana kalırsa, CHP yalnızca İsmet Pa-
şa’nın “ağırlıklı kişiliği” nedeniyle ayakta kaldığı varsayımı geçerli ve yeterli değildi. Bir baş-
ka açıdan olaya bakılacak olursa, 27 Mayıs bir ölçüde CHP’nin “çocuğu” idi.

399
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Darbeyi yapanların bir yandan İsmet Paşa’yla CHP’nin ürettiği fikirle beslendikleri, öte yan-
dan CHP’nin darbeyi hazırlayan ortamından yararlandıkları kuşkusuzdu. 1950’lerde “yalnız
adam” olarak siyasal sahneye muhalefet önderi olarak giren İsmet Paşa’nın, yıllar geçip de
DP’nin akıl almaz hataları sıralandıkça, başta aydın kesimini, sonradan üniversiteyi, elbette
basını yanına alarak giderek nasıl büyüdüğünü hep biliyorduk.
27 Mayıs’ın önde giden adlarından biri olan Orhan Erkanlı bir gün bana: “Biz ihtilali Akis der-
gisini okuyarak yaptık” demişti.
Ordu içindeki aşırı grup, infazların onaylanması konusunda MBK üzerinde
baskı yaptı. Eğer onlar idam edilmezse, eski milletvekillerinin öldürülecekleri
tehdidinde bulundular. 27 Mayıs darbesinde lider pozisyonunda görülen bilaha-
re Cumhurbaşkanı seçilen Gürsel’in durum ve tutumunu dönemin İngiltere’nin
Ankara büyükelçisi olan Bernard Burrows farklı tarihlerde yazdığı raporlarda
detaylı bir şekilde analiz etmiştir:16
General Gürsel’in son tahlilde her şeyin, şu anda Türkiye’nin istikrarının temelde dayanağı ni-
teliğindeki ordu içinde açık bir bölünmeden daha iyi olacağını düşündüğünü varsaymaktayım
ve dış müdahalenin bakanlar ile MBK üyelerinin fikirlerinin oluşumunda ve böylece onayla-
nan ölüm cezası sayısının sınırlı tutulmasında önemli bir rol oynamış olabileceğini, fakat ölüm
cezalarından bir kısmının infazının gerekli olduğu şeklindeki subay grubunun çoğunluğu ta-
rafından benimsenen sonucu belirleyici görüş üzerinde hiçbir etkisi olmadığını düşünmekte-
yim.
Burrows, darbe sonrası mahkeme sürecini ve siyasi sonuçlarını şu şekilde
değerlendirmiştir:17
Askeri yönetim, devrilen yönetimin üyelerini yargılanmak amacıyla özel bir mahkeme kurdu.
Yargılamaların, DP’nin Türk halkı nazarında itibarını düşürmek amacıyla planlandığı açıktı.
Bu amaç gerçekleştirilemedi. MBK ölüm cezalarından dördünü onayladı. İki bakan ve eski
Başbakan Menderes idam edildi. Menderes’in idamı şüphesiz ki MBK’nın pozisyonu ile birlik-
te Yassıada mahkemelerinin bitiminden kısa bir süre sonra yapılan seçimlerde CHP’nin şansı
üzerinde olumsuz etki yaptı. İdamlar kâğıt üzerinde anayasaya uygundu, fakat gerçekte Türk
halkı merhamet duygularını idamlardan sadece bir ay sonra -15 Ekim 1961’de- yapılan ilk se-
çimlerde gösterdi Seçim sonucu CHP ve destekçileri için büyük ölçüde sarsıcıydı. Onlar da bu
seçim sonuçları ile demokraside ordu ile yakın ilişkilerini kullanmak yerine sivil kurallar ve
demokratik prensiplere göre hareket etmeleri gerektiğini anladılar.
Bir başka ifade ile infazlar seçmenin %62’sinin karşı olmasına rağmen ge-
çekleşmişti. CHP’nin lideri İnönü, entelektüeller ve ordu CHP’nin mutlak ço-
ğunluğu elde etmesini beklemekteydi. Londra’ya gönderdiği bir raporunda Bur-
rows da “yapılacak ilk seçimde CHP’nin çok büyük bir çoğunluk elde edeceği kesindir”
şeklinde tahminde bulunmuştu.18 Burrows’un seçimin sonucuna ilişkin bu tah-
mini isabetsizdi, çünkü o entelektüeller ve politikacılar, diplomatlar ve üst düzey
askeri personel ile yakın ilişki içindeydi, fakat büyük şehirler haricinde Anado-
lu’nun tamamı hakkında yetersiz bilgiye sahipti. DP’ye verilen destek çoğunluk-
la kırsal kesimden gelmişti. Dikkate alınması gereken diğer bir nokta entelektü-
eller ve subayların çoğunun o dönemde CHP’ye daha yakın olması ve bu neden-
le onların tahminlerinin gerçekçi olmaktan çok subjektif nitelik taşımasıydı. Bur-
rows aynı raporunda 1961 seçimleri ve kurulacak hükümetin Türkiye’de de-

400
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

mokrasiye yeniden geçiş ve yapıyı sağlamlaştırmak için bir fırsat olduğunu şayet
bunun başarısızlıkla sonuçlanmasının, Türkiye’nin siyasi ve sosyal sistemini
kökten değiştirecek daha radikal darbelere yol açabileceğine dair Türkiye’de pek
çok kişinin tahminde bulunduğunu belirtmektedir.
Seçim süreci aşılıp görünürde sivil yönetim işbaşına gelmişse de fiiliyatta
durum pek fazla değişmedi sivil yönetim etkili olamadı Aracayürek’in ifadesiyle
“TBMM açıldıktan sonra askeri güçler hiçbir zaman siyasetin içinden çıkmadı”19
Birleşik Devletler, İngiltere, Almanya, Fransa ve Pakistan hükümet başkan-
ları, durumu öğrenir öğrenmez, en azından idamların yerine getirilmesinin erte-
lenmesini Gürsel’e telkin eden mesajlar gönderdiler. MBK üyeleri bu arzuları
tamamen görmezlikten gelip insan hak ve hürriyetler ile demokratik ahlaki de-
ğer ve anlayışları bir kez daha açıkça ihlal etmişlerdir. Demokratik dünya Türki-
ye’deki bu anti demokratik eylemi 1961’de durdurmadı. Onların aldıkları tedbir-
ler bakanların hayatlarını bile kurtaramayacak kadar geç kalmıştı
ORDU VE ÜNİVERSİTELERDEN TASFİYELER
MBK’nın tasfiyelerine ana hatları ile bakılacak olursa önce ordudan baş-
lanmış zira üst rütbeli komutanlara rağmen alt rütbeliler darbe yapmış ve bu da
ordu hiyerarşisi içerisinde huzursuzluğa neden olmuştu. Bu huzursuzluğu azal-
tabilmek ve mevcut darbecilere karşı olabilecek başka darbeleri bertaraf etme
anlayışı ile ordudan 25 yılını dolduran subayların resen emeklilik yoluyla tasfi-
yesine girişilmiş ve 3 Ağustos 1960 da çıkan kararla ordudaki toplam 260 Gene-
ralden 235’i ayrıca Albay ve daha aşağı rütbelerde olan 5000 subay emekliye
sevk edilmiştir. Bu manevrayı esas itibarıyla Türkeş ve ekibi yapmıştır. Ordu üst
kademesinde bir yığılmanın olduğu herkesçe malumdu ancak emekliliğin esas
nedeni bu kişilerin siyasal güvenirliğinden kuşkulanılmasıydı. Sonradan bu
gruba Emekli İnkılâp Subayları (EMİNSU) ifadesi kullanılmıştır. Bu grubun tas-
fiyesinden sonra teknolojik gelişme ve gençleştirme çalışmalarına ağırlık veril-
miştir. Darbecilerin darbeden sonra işbaşına getirdiği Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Ragıp Gümüşpala da çok kısa bir süre sonra emekliye sevk edilenler
arsındadır. Yerine ise 1960 ve 1970’li yıllar Türk siyasi tarihinde genelkurmay
başkanı ve akabinde cumhurbaşkanı olarak aktif rol alacağı General Cevdet Su-
nay atanmıştır.20
Aynı dönemde ordu üst kademesinin yoğun olarak içerisinde bulunduğu
Silahlı Kuvvetler birliği (SKB) ad verilen bir örgütlenmeye gidilmiştir. Buradaki
esas maksat ordu içerisinde hiyerarşik düzen dışında çıkabilecek gelişmeleri
önlemekti. Nitekim İrfan Tansel’in Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan tayininin
çıkmasına karşı çıkılarak yerinde kalmasının sağlanması SKB’nin prestijini ve
gücünü artırmıştır. General Sunay’ın içerisinde bulunduğu SKB, MBK’ya karşı
ordunun gücünü arkalarına alarak üstünlük sağlamış, iktidarı önemli ölçüde
MBK’dan almıştır. Zira bu hadiseden sonra MBK’nın güçlü adamı Cemal Mada-
noğlu MBK üyeliğinden istifa etmiştir.21 .
Bu süreçte emekliye sevk sırasında gelebilecek tepkileri azaltmak ve bir yö-
nüyle de emekliliği teşvik etmek amacıyla emekli ikramiye ve maaşları yüksek
tutulmuştur. Bu da ABD’den sağlanan 12 milyon dolarlık kaynakla sağlanmış-
tır.22

401
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

DP karşıtı muhalefetin güçlenmesi ve darbenin sebepleri arasında gösterilen


subay kitlenin sosyo-ekonomik durumlarının zayıflaması durumunu sonrası
değiştiği görülmektedir. Bu durum, “27 Mayıs 1960’dan sonra ordu özerk bir kurum
halini aldı, kurduğu yeni rejimin muhafızı olarak kabul edildi. Ülkenin hem siyasal, hem
de sosyo-ekonomik yaşamının içine çekildi. Yeni yasalar askeri personelin ekonomik du-
rumunu iyileştirdi ve buna uygun olarak toplumsal statüleri yükseldi” 23 şeklinde ana-
liz edilmiştir.
Darbe sonrası yapılan tasfiye harekâtı sadece ordu ile sınırlı tutulmamış
üniversitelerde de bu yönde girişimlerde bulunulmuştur. Bu bağlamda 27 Ekim
1960 ‘da Türk Üniversitelerinde görevli 147 öğretim elemanının görevine MBK
tarafından son verilmiştir. Bu karara gerekçe olarak ise bu elemanların reform
düşmanı, tembel ve yeteneksiz oldukları gösterilmiştir. Bu kararı müteakip üni-
versite rektörleri olayı protesto etmek amacıyla rektörlük görevlerinden ayrıldı-
lar. Seçimlerden sonra kurulan I. İnönü koalisyonu döneminde üniversitenin
içerisinden ve dışarıdan gelen tepkilerin de tesiriyle 28 Mart 1962’de çıkarılan
yasa ile bu öğretim elemanlarına Üniversitelere dönme imkânı sağlanmıştır.
Böylelikle 27 Mayıs’ın üniversitelerde oluşturduğu mağduriyet giderilebilmiştir.
Yakın tarihimize 147’ler olayı olarak geçen bu durum ile MBK’nin toplumdaki
itibarı bir hayli sarsılmıştır.24
SEÇİM SONUÇLARI VE KOALİSYON HÜKÜMETLERİ
1960 seçimleri sonrası kurulan ilk hükümet, 20 Kasım 1961 de başlayan 1
Haziran 1962’de sona eren CHP-AP koalisyonudur. İnönü’nün başbakanlığında
kurulmuş AP genel başkanı Gümüşpala kabinede yer almamıştı. Meşrutiyetten
beri devam eden iki siyasi akımının aynı koalisyonda bulunması elbette zordu
ve AP’lilerin önemli bir kısmının kendilerini devrik DP’nin devamı olarak gör-
meleri ve CHP ile birlikte olamam yolundaki temayülleri koalisyonun bozulma-
sının ana nedenidir. Nitekim koalisyon dağıldıktan iki hafta sonra 25 Haziran
1962’de başlayan ve 2 Aralık 1963’de sona erecek olan İnönü’nün başbakanlığın-
da II. İnönü koalisyonu olarak adlandırılan ve CHP, Yeni Türkiye Partisi (YTP),
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) sinden oluşan üç partili koalisyon
kritik dönemde ülkeyi yönetmiştir. Ancak CHP hariç diğer iki partinin tabanın-
dan gelen rahatsızlık ve mahalli seçim sonuçlarına göre iki partinin oy kaybına
karşılık AP’nin oylarını artırması bu partileri koalisyondan ayrılamaya sevk
etmiştir. İnönü’nün ABD Başkanı Kenedy’nin cenazesi münasebeti ile ABD’de
bulunduğu sırada koalisyonun küçük ortaklarının koalisyondan çekildiklerini
açıklamaları da şayanı dikkat bir durumdur.25 Farklı ideolojilere sahip olan parti-
lerin kuracakları koalisyonların ömürlerinin uzun olacağı beklenmemesine rağ-
men İnönü koalisyonlarının kurulmasında ana faktör ordunun İnönü’nün baş-
bakanlığında ısrarcı olmasıdır.26
III. İnönü koalisyonu, 25 Aralık 1963’den başlayan ve 13 Şubat 1965 ‘e kadar
sürecek olan azınlık hükümetini bağımsızların katılımı ile kurmuştur. YTP ise
dışarıdan destek vermekle yetinmiştir. İnönü’nün muhatap olduğu Johnson
mektubu bu dönemde yazılmıştır. Dolayısıyla bu zayıf hükümet döneminde dış
politikada sıcak gündemle sıkça karşılaşılmıştır. 1964 de yapılan Cumhuriyet
Senatosu kısmi seçimlerinde AP yine öndedir ve Şubat 1965 bütçe görüşmele-

402
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

rinde genel başkanı Demirel’in ifadesiyle 226’yı bulup hükümeti düşürmüştür.


Bu tarihten itibaren İnönü bir daha iktidara gelemeyecektir. Kayseri bağımsız
senatörü Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında kurulan hükümet bir seçim hükü-
meti niteliğindedir. Nitekim 1965 Ekim seçimi ile AP tek başına hükümeti kura-
bilmiş ve 27 Mayıs darbesi ile başlayan kesintiden sonra demokrasiye geçiş süre-
ci böylece tamamlanmıştır.
Demirel’in AP genel başkanı seçilme sürecindeki şartları değerlendiren Ar-
cayürek konjonktürün onun lehine geliştiğini vurgulamıştır:
Bilgiç “fazla sağ” görünüyordu. Tekin Arıburun ise 1960’taki konumundan
kaynaklanan bir üne sahipti. Eşi de, eski DP milletvekili olarak Yassıada’ya
gitmişti. Manevi açıdan seçilmesini etkileyecek etkenlere sahipti. Ama, Türkiye,
olağanüstü bir siyasal yaşam sürdürüyordu. Ordu’da 27 Mayıs’a ya da 27 Ma-
yıs öncesi yönetime uzaktan yakından karışmış kişilere karşı, akıl almaz bir du-
yarlık seziliyordu. Hele 27 Mayıs’ı ilk fırsatta yadsıyacak olan kadroların iş ba-
şına gelmesine dayalı olasılıklar su yüzüne çıktığı zaman, kimi çevrelerden
“homurtular” duyuluyordu. Hele AP gibi, yaşamını DP’ye bağlayan bir siyasal
kuruluşun etli canlı olması pek iyi karşılanmıyordu. Çankaya’da “bir huzur
toplantısı” yapıldığında İnönü 80 yaşında Demirel ise 41 yaşında (1964 sonu).27
KM, MBK+Temsilciler Meclisinden oluşmaktaydı. Temsilciler Meclisi DP
dışındaki partilerden (CHP ve CKMP) temsilciler ile meslek kuruluşları temsilci-
leri ve vilayetlerden seçilecek temsilcilerden oluşan toplam 272 temsilciden
oluşmaktaydı. 28 Burada toplumun en geniş katılımının sağlanması yönünde
gayret sarf edilmişse de DP’nin ve ona yakın olan hiçbir kesimin temsil edilme-
miş olması bu düşüncenin pratikte uygulanmadığını göstermektedir. Kurucu
Meclis ilk kez 6 Ocak 1961’de toplanmış daha sonra çalışmalar büyük ölçüde
Prof. Enver Ziya Karal ve Prof. Turhan Feyzioğlu’nun başkanlık ettikleri 20 kişi-
lik anayasa komisyonu tarafından yürütülmüştür.
9 Temmuz 1961’de yeni anayasa referanduma götürülmüştür. Aslında bu
Türk halkının darbe sonrası kendini ifade etmesi açısından ilk fırsattı. Halk oy-
lamasına katılım %83 olup bunların %60.4’ü “evet” oyu kullanırken, %39.6’sı
“hayır” oyu kullanmıştır. Bu seçimlerde 1960 öncesi DP’nin güçlü olduğu 11 il
hayır oyu kullanmıştır (Sakarya, Denizli, Bolu, Aydın, Bursa, Çoru, Kütahya,
Manisa, İzmir, Samsun ve Zonguldak) Bu halk oylamasına halkın bakışı esas
itibarıyla anayasadan memnun olup olmadıkları değil, askeri yönetimi tasvip
edip etmedikleri şeklinde algılanmasıydı.29
Yeni anayasa metni 1924 Anayasası’ndan oldukça farklıydı. Burada bir par-
tinin tek başına sınırsız yetkilerle donatılmasını önlemek amacıyla cumhuriyet
senatosu adıyla ikinci bir meclis oluşturulmuştur. Bütün yasalar iki Meclisten de
geçmek zorundaydı. Ayrıca anayasaya aykırı görülen yasaları iptal edebilen
bağımsız bir anayasa mahkemesi kurulmuştur. Yargı, üniversiteler ve kitle ileti-
şim araç ve yapılanmalarının tam özerkliği güvence altına alınmış ve seçim sis-
temi olarak nisbi temsil benimsenmiştir. Temel hak ve hürriyetler anayasada
açıkça belirtilmişti. Ayrıca Aralık 1962 yasayla kurulan Milli Güvenlik Kurulu
(MGK) kurulması ile orduya ilk kez anayasal bir rol verilmiştir. MGK ilerleyen

403
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

süreçte yönetimde gücünü artırarak devam etmiş ve zamanla devlet yönetiminin


en üst mercii haline gelmiştir.30
Yeni anayasa ile oluşturulan yapı ve kurumlara bakıldığında ana felsefenin
birbirini denetleyen kurumlar ile özerklik anlayışının etkinleştiği ve ordunun
ülke yönetimindeki etkisinin yasal olarak artarak devam ettiği görülmektedir.
Bu oluşturulan yapı ikili meclis hariç esas itibarıyla 1982 Anayasasında da de-
vam ettirilmiş ve 2000li yıllarda Türk demokrasisinin gelişimi çerçevesinde sık-
lıkla tartışılmaktadır.
13 Ocak 1961’de siyasal faaliyetlerle ilgili yasakların kaldırılmasını mütea-
kip CHP ve CKMP’ye ek olarak 11 yeni parti kurulmuştur. Bunlardan çoğu kısa
ömürlü oldu ve istediği halk desteğini bulamadığı için etkisiz kaldı iki parti dik-
kat çekmektedir. Emekli General Ragıp Gümüşpala’nın başkanı olduğu AP ve
Ekrem Alican’ın başkanı olduğu Yeni Türkiye Partisi (YTP). İki parti de halk
arasında DP çizgisine yakın görülüyordu. YTP daha çok doğu ve Güneydo-
ğu’da etkili olacaktır. Daha geniş yelpazede siyaset yapılmasını mümkün kılma-
sı yeni anayasanın eskisine göre daha liberal olmasından kaynaklanmaktaydı.
Bu bağlamda diğer partilere göre daha belirgin bir ideoloji ile seçimlere giren
Türkiye İşçi Partisinin (TİP) kurulmuş olması buna örnek gösterilmekteydi.31 Bu
bağlamda TİP tarzındaki partileşme sağda hemen olmamış ancak 1970’lerde
oluşmaya başlamıştır.
15 Ekim 1961 genel seçim sonuçlarına göre, seçim kütüklerine kayıtlı
12.925.295 seçmenden 10.522.000’i oy kullanmış, bu da oran olarak %81.41 ol-
maktadır. Sonuçlar “Menderes için Zafer” olarak nitelendi. Zira DP’nin ardın-
dan giden AP, CMKP ve YTP kullanılan oylarının toplamının %62,3’ünü ka-
zanmıştır. Nisbi temsil sistemine göre 450 milletvekili için yapılan seçim sonuç-
larına göre partiler aldıkları oy oran ve miktarları ile çıkardıkları vekil sayılarına
bakıldığında CHP’nin birinci parti olmasına rağmen tek başına hükümet kurabi-
lecek kadar vekil çıkartamadığı görülmektedir. 32
Partiler Aldığı oy Geçerli oy oranı Kazandığı Milletvekili
CHP 3.724.752 %36.7 173
AP 3.527.435 %34.7 158
YTP 1.391.934 %13.7 65
CKMP 1.415.390 %13.9 54
Bağımsızlar 81.732 %0.8 -
Çoğunluk sistemi uygulanan ve 150 Senato üyesi için yapılan seçim sonuç-
larına göre Senatoda n fazla senatörü olan parti AP olmuştur.33
Partiler Geçerli oy oranı Kazandığı Senatör
CHP % 37.2 36
AP % 35.4 70
YTP % 13.9 28
CKMP % 13.4 16

404
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

Buradaki oy oranları ile sonuçlar arasındaki farklar tamamen seçim sistemi


ile ilgilidir. Seçim sonuçlarının CHP’nin mutlak zaferi öngörüsü ile yapılan ya-
sada senato için 1946’dan itibaren kullanılmış olan ve partilerin oy oranlarına
göre meclisteki temsil oranının çok daha yüksek olduğu mutlak çoğunluk siste-
minin CHP’nin lehine sonuçlanacağı beklentisi ile milletvekili seçimlerinde tem-
silin daha geniş olacağı düşünülmesine rağmen ikili sistemde esas fonksiyonu
meclisin yasama erkini denetlemek olan senato seçimlerinde mutlak çoğunluk
sistemi benimsenmişti. Ancak sonuçlar beklenilenin aksine CHP dışındaki parti-
lerin özellikle de AP’nin lehine gelişmiştir.

1963 Mahalli Seçimleri


Aldığı oy oranı % 1964 Yenilenen Senato seçimindeki oy oranları34
CHP 41.2
AP 46 49.9
YTP 6.5 4.0
CKMP 2.9 2.9
MP 3.0 -
TİP 0.3 -
Bağımsızlar 4.3 2.0

Seçim sonuçlarının beklediği gibi çıkmaması ve Ali Fuat Başgil’in cumhur-


başkanı adayı olarak belirtilmesi ve askerler açısından istikrar anlamına gelen
CHP’nin tek başına iktidar olamaması gibi faktörlerinde etkisiyle İstanbul’da
Yıldız Harp Akademisi’nde bir araya gelen aralarında I. Ordu ve İstanbul Sıkı-
yönetim Komutanı Cemal Tural’ın da bulunduğu toplam 38 subay (10 General
ve 28 Albay) 21 Ekim 1961’de o tarihi yansıtan ve Türk siyasal hayatında “21
Ekim Protokolü” denilen belgeyi imzaladılar. Belgenin içeriğinde darbeyi gerçek
temsilcilerine emanet etmek için yeni bir askeri darbede bulunma, bütün siyasi
partileri yasaklama, seçim sonuçlarını geçersiz sayma ve MBK’ni kaldırma ola-
rak belirtilmekte ve müdahale kararının 25 Ekim’de uygulamaya konulması
kararlaştırılmıştı.35 Mevcut şartlarda orduda yeniden bir yapılanmaya taraftar
olan olabilecek yeni faaliyetlerde ordu içerisinde çıkabilecek ayrışmalardan en-
dişe eden ve dolayısıyla yeni darbelere sıcak bakmayan dönemin Genel Kurmay
Başkanı Sunay devreye girmek suretiyle yeniden darbeye gerek olmadığı cum-
hurbaşkanlığına Gürsel’in, başbakanlığa da İnönü’nün getirilmesi şartlarıyla
darbe taraftarlarını ikna etti. Bu çerçevede İnönü’de parti liderleriyle görüşerek
onları ordunun taleplerini dikkate almaları ve kabul etmeleri için çalıştı. Nite-
kim meclis açılmasından bir gün evvel 24 Ekim 1961’de Parti liderleri Gürsel
başkanlığında Çankaya’da toplanarak “Çankaya Protokolü” denen belgeyi im-
zaladılar.36
Buna göre siyasi parti liderleri 27 Mayıs’a karşı çıkmayacakları, Cumhur-
başkanlığına Gürsel dışında başka bir aday desteklemeyecekleri ve Yassıada

405
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

mahkûmlarına af istemeyeceklerini taahhüt etmekteydiler. Yapılan protokol


demokratik anlayış ve partilerin kendi öncelikleri ile bağdaşmasa da o günkü
şartlarda siyasal yaşamda normal sürecin devamını sağlamıştır.
25 Ekim 1961’de TBMM bu şartlar altında açılabilmiştir. 26 Ekim’de yapılan
cumhurbaşkanlığı için yapılan seçime Gürsel tek aday girmiş ve 607 oydan
434’ünü almak suretiyle Türkiye’nin 4. Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaş-
kanı seçilen Gürsel’in koalisyon hükümetini kurması için İnönü’yü görevlen-
dirmesi askerden gelebilecek darbe heveslerini geçici de olsa engelleyebilmiştir.
Ancak ordunun Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki tutum ve etkisi 1966, 1973 ve
1980’deki seçimlerde de benzer şekillerde devam etmiştir.37
Seçim öncesi ve sonrası dönemle ilgili ve İnönü’nün durum ve tutumu ile
değerlendirmelerde bulunan Arcayürek şunları ifade etmiştir:38
Türkiye’ye egemen olan hemen her kesim, CHP’nin iktidarı, İsmet Paşa’nın başbakanlığı saklı
tutmasını istiyordu. Eski DPlilerin hala “kuyruk, hain “ilan edildiği bir ortamdaydık.
Hele AP gibi, yaşamını DP’ye bağlayan bir siyasal kuruluşun etli canlı olması pek iyi karşı-
lanmıyordu. Estirilen rüzgâr, ne olursa olsun, CHP’nin, özelde İsmet Paşa’nın iktidar olma-
sıydı istenilen. Ne biçimde olursa olsun. Demokratik zorlamalarla İsmet Paşa’nın ülkeyi yö-
netmesinde direniliyordu,39
1960 darbesi, siyasal olarak CHP’nin etkisindeydi. 1950’de halkın oylarıyla –eğer yoğun siya-
sal gaflar yapılmasaydı-iktidardan uzaklaştırılan İsmet Paşa, 1960’larda “her şeye egemen tek
adam”dı. Özellikle genç subayların, gençlerin basının gözünde İsmet Paşa, erişilmez, doku-
nulmaz, ülkenin tek umudu olan bir kişiliğe, bir etkinliğe sahipti.
27 Mayıs sonrası seçimler yapılıp iktidar İnönü başkanlığındaki koalisyona
devir edilmesine rağmen ordu içerisindeki darbe taraftarları da fırsat kollamaya
devam ediyorlardı. Bu bağlamda 27 Mayıs darbesi sırasında Kore’de görevli
olduğu için MBK’da bulunamayan Kurmay Albay Talat Aydemir Türkiye’ye
döndüğünde MBK tarafından Harp Okulu Komutanlığı görevine getirilmiştir.
1961 seçim sonuçlarının ülkeye istikrar getirmediği ve mevcut siyasal partilerle
radikal değişimlerin yapılamayacağı ve 27 Mayıs hedeflerinin yakalanamayacağı
anlayışı ile orduda Talat Aydemir liderliğinde bir örgütlenme başlamıştır. Bu
süreçten haberdar olan Başbakan İnönü’nün dönemin Genelkurmay Başkanı
Sunay ve diğer yüksek rütbeli subaylarla birlikte kendilerini tasfiyeye girişeceği-
ni anlayan Aydemir Harp Okulu öğrencilerini alarma geçirerek 22 Şubat 1962’de
bir darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Başbakan İnönü’nün harekatın durdu-
rulması koşuluyla Aydemir ve arkadaşlarına cezai işlem yapılmayacağını yazılı
olarak beyan etmesini müteakip isyan girişimine son verilmiştir. 22 Şubat giri-
şimcileri mahkemeye çıkarılmadılar ancak ordudan 69 subay çıkarıldı ve pek
çok subayın görev yerleri değiştirildi. Bu isyana 500 ü subay olmak üzere 8000
askerin katıldığı bilinmektedir.40
Birinci darbe girişiminden istediği neticeyi alamayan aynı zamanda İnö-
nü’nün istediği ile yargılanmayan sadece ordudan uzaklaştırılan Aydemir darbe
hevesini devam ettirmiş bir yıl sonra 20–21 Mayıs 1963 tarihinde bu kez daha
geniş kitlelerle işbirliği yaparak yine Harp Okulunda başlatılmıştır. Hava Kuv-
vetlerinin hükümetin yanında yer alması isyanın daha kolay bastırılmasını sağ-

406
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

ladı. Ancak, birinci darbe girişimine göre çatışmalarda kayıplar olmuş, 8 kişi
hayatını kaybederken 26 kişi de yaralanmıştır.
22 Şubattaki müsamaha bu kez gösterilemezdi. Nitekim yapılan yargılama
ile Kurmay Albay Talat Aydemir (5 Temmuz 1964) ve Binbaşı Fethi Gürcan (26
Haziran 1964) idam edilmişlerdir. Darbe girişimini müteakip toplam 151 sanık
yargılanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmış aralarında 14lerden bazı subayların-
da olduğu 38 kişi ise beraat etmiştir. Ayrıca sayıları 1459’u bulan tüm Harp Oku-
lu öğrencileri de okuldan uzaklaştırılmıştır. 41
O dönemde gazetecilik yapan aynı zamanda İnönü’nün günlük yaşamında
çok yakınında bulunan damadı Metin Toker şunları söylemiştir:42
22 Şubat’ın beklenilen bir girişim olduğunu buna karşın 21 Mayıs’ın ise ani geliştiğini belirte-
rek İnönü’nün bu hadiseleri önemsemediğini ve başarı şansı olamayan sergüzeşt hareketler ol-
duğunu vurgulamıştır. Elebaşlarının Talat Aydemir olduğunu öğrenen İnönü “Maskaralar!
Radyoya baskın yaptılar. Küçük bir gruptur gösteririm ben onlara dedi. 21 Mayıs “askerin ro-
lü” sorununun gerekli ve hayırlı bir bölümünü oluşurdu. Bu, darbe teşebbüsleri devrinin ka-
pandığı tarihtir.
Bu ayaklanama teşebbüsleri sonucunda darbe teşebbüsçülerinin yargılan-
maları ve etkisiz hale getirilmeleri ile sivil yapı biraz daha kuvvetlenmiştir. Bu
durumda ordu içerisinde ise hiyerarşik yapı ve disiplin kuvvetlenmiştir. Gelinen
nokta 27 Mayıs sonrası ordu içerisinde yeniden yapılanma sürecinin bir sonucu
olarak değerlendirilebilir. Ayrıca İngiliz Büyükelçisinin altını çizdiği gibi Ayde-
mir ve arkadaşlarının yargılandığı mahkeme sonuçlarının pek çok potansiyel
darbe girişimini ortadan kaldırmaya yönelik caydırıcı etkisi olmuştur. Bu du-
rumda sivillerin daha rahat siyaset yapma alanını genişletmiştir.
Dönemin İngiliz büyükelçisi Allen de Türkiye’nin iç siyasetinde ve koalis-
yonun zayıflığını tetikleyen iki önemli sorun, Türk siyasetindeki af konusu ve
İnönü’nün yerini alabilecek bir halefin olmayışı şeklinde değerlendirmede bu-
lunmuştur.43
Bu dönemde kurulan koalisyon hükümetlerinin ortak özelliklerine bakıldı-
ğında, İnönü hepsinde başbakandır dolayısıyla CHP hep iktidardadır, zayıf ve
gönülsüzce kurulmuşlardır. AP hariç koalisyon ortakları müteakip seçimlerde
hep oy kaybına uğramışlardır. Ordunun hükümet kurulumlarında rolü belirle-
yicidir. Koalisyonlar gönülsüz evlilik misali uzun vadeli olamamışlardır. Olabi-
lecek yeni darbe girişimlerine karşı diğer liderler İnönü’nün başbakanlığına yük-
sek sesle itiraz edememişlerdir. Ayrıca bu dönemde Türk dış politikasının birin-
cil önceliği haline gelmiş olan Kıbrıs meselesinde de yeni sıcak bir süreç başla-
mıştır.
DIŞ SİYASİ GELİŞMELER (JÜPİTER, KIBRIS, ABD VE SOVYETLER)
Esas itibarıyla Batı dünyası Türkiye’de darbe ile yönetimi ele geçiren asker-
lerin kendilerine göre sistemi rayına oturttuktan sonra yönetimi yeniden sivillere
devretmeyi düşündüklerini dolayısıyla bölge dengesinde önemli değişikliklerin
olamayacaklarını gözlemlemişlerdi.44

407
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Kutuplaşmanın iç ve dış politikadaki sonuçları farklı oldu. İç politikada


müdahaleci güçler tasfiye edilerek geleneksel yapılar sağlamlaştırılırken, dış
politikada uluslararası yapısal değişimlerden kaynaklanan nedenlerle resmi dış
politikanın gözden geçirilmesi ve yeni hedeflerin belirlenmesi gerekmiştir. Bu
değişme önce Küba Füze bunalımı sırasında Türkiye’nin karşılaştığı düş kırıklığı
ve esasen Kıbrıs krizi esnasında yaşadığı şoktan kaynaklanmaktadır. Bu çerçe-
vede 1964 tarihine kadar hükümetlerin benimsedikleri dış politika anlayışlarına
ve kamuoyunda yer alan tartışmalar bakıldığında, siyasi partilerin dış politika
ile görüşleri birkaç sözcük değişikliği dışında aynı kalemden çıkmış izlenimi
vermektedir. Metinlerde “Batı dünyasının ortak mirası haline gelmiş olan demokratik
değer ve kurumları korumak, milletlerle her alanda işbirliğini arttırmanın milli çıkarla-
rımız için hayati bir ihtiyaç olduğu” belirtilmektedir. CHP programında iki cümle
ile değinilen dış politikaya zorunluluk gereği yer verildiği izlenimine kapılma-
mak elde değildir.45
Nüanslar bir tarafa bırakılırsa, ortak bir dış politika anlayışını benimsemiş
olan partilerin koalisyon hükümetini kurarken en kolay anlaştıkları konunun dış
politika alanında olduğunu söylemek mümkündür.
Bununla birlikte III. İnönü koalisyonunun programı 30 Aralık 1963’te
TBMM’de okunduğu sırada iki önemli gelişme yaşanmıştır. 12 Eylül’de AET ile
Ortaklık antlaşması imzalanmış ve Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmalar başlamış-
tı. Önceki İnönü hükümetlerinde çizilen Türk dış politikasının an hatları aynı
kalmakla birlikte, iki konu göreceli de olsa daha bir önem kazanmıştır. Özellikle
ortaklık antlaşması Batı ile kader birliğine götürecek tarihi bir belge olarak nite-
lendiriliyordu.46 1960’lı yıllarda Türkiye’nin batı bağlantısındaki önemli bir ge-
lişme de AET ile ilişkilerde görülmüştür. Türkiye’nin Batıdaki her örgütlenme
çerçevesi içinde yer alma arzusu (Zorlu’nun siyaseti) AET ile ilişkilerde belirleyi-
ci rol oynamıştır. Türkiye AET ile 12 Eylül 1963’de Ankara antlaşmasını imzala-
mıştır. 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Antlaşması Türkiye’nin
AET ortaklığı için en az beş yıl sürecek bir hazırlık dönemini başlatmıştır. 22
Kasım 1970 tarihinde Türkiye ile AET arsındaki ortaklığın geçiş dönemini başla-
tan Ek Protokol Türkiye’nin 22 yıllık bir süre içinde Ortak Pazar üyesi olmasını
öngörüyordu. Amaç Türkiye’nin ekonomik ve ulusal çıkarlarının göz ardı edil-
mesi tehlikesine karşın belli siyasal “çıkarlar”ın gerçekleştirilmesi için Batı ile
bütünlüğün güçlendirilmesi olmuştur47. Ayrıca bu dönemde planlı kalkınma
dönemi başlatılmış, DPT kurulmuş ilk birinci beş yıllık kalkınma planı hazır-
lanmıştır.48
Sovyetlerin 1957 yılı sonbaharında Sputnik’i uzaya göndermesine ilave ola-
rak orta ve uzun menzilli balistik füzelere sahip olduğunun anlaşılması üzerine
topraklarının tehdit altında olduğu kanaatine varan Washington yönetimi
SSCB’yi böyle bir saldırıdan caydırmak ve önleyici vuruş yeteneğine sahip ol-
mak için orta menzilli Jüpiter füzelerini NATO üyesi ülkelere yerleştirmeye ka-
rar verdi. NATO üyelerinden sadece İngiltere, İtalya ve Türkiye başkan Eisen-
hower’ın önerisini kabul etti. Jüpiterlerin Türkiye’ye yerleştirilmesi ile ilgili gizli
anlaşma 25 Ekim 1959’da imzalandı. Bu anlaşma ile 15 orta menzilli balistik Jüpi-
ter füzelerinin İzmir Çiğli’ye yerleştirilmesi 1960 yılının sonunda tamamlandı.
Menderes hükümetinin Türkiye’ye yerleştirilmesini gönüllü olarak kabul

408
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

ettiği Jüpiter füzeleri aslında Sovyetleri caydırmaktan ziyade tahrik etmeye ya-
radı. Zira bu füzeler direkt olarak Moskova’yı hedef aldığından Türkiye’nin
hedef ülke haline gelmesinin yanında Moskova yönetimi de misilleme olarak
Küba’ya Jüpiter benzeri orta menzilli füze yerleştirmeye başladı. Küba Füze Bu-
nalımı Kruşçev ile Castro yakınlaşması sonucunda, 1962 İlkbaharında Küba’ya
orta menzilli Sovyet füzelerinin konulması ile başladı. U-2 uçuşlarıyla durum-
dan haberdar olan ABD, ilk önlem olarak Küba’ya abluka uygulama kararı aldı.
Bur kararın etkileri Türkiye’de görüldü. 27 Eylül 1962’de Küba’ya buğday gö-
türmekte olan iki Türk şileplerine kapatılacağı bildirildi. Öteki ülkelerin şilepleri
de aynı davranışla karşılaşınca NATO ülkeleri gösterdikleri tepkilere göre iki
gruba ayrıldılar.49
Bu gelişme Soğuk Savaş döneminde iki süper gücü nükleer savaşın eşiğine
getirdi. Soğuk Savaş’ın en önemli krizi yaklaşık iki hafta yaşanan gerginlikten
sonra 27 Ekim 1962’de varılan uzlaşmayla son buldu. 50 Küba Füze Bunalımının
kendisi bizzat Türk dış politikasında bir değişikliği yol açmadı ancak sonuçları
resmi çevrelerde ilk hayal kırıklıklarına, muhalif çevrelerde de ilk kez açıkça
soruların sorulmasına neden oldu.
16 Ekim’de ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Küba’da füze üslerini
belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy’ye gösterdi. Küba’da malzeme
getirmek üzere Sovyet gemilerinin yola çıkarıldığını da bilgi olarak sundu. 22
Ekim’e kadar teknik elemanlarla uzun süren toplantılar yapıldı. İki görüş üze-
rinde tartışmalar yapılmıştır. Birinci görüşe göre, Kruşçev bir Soğuk Savaş oyu-
nu oynuyordu ve füzeleri sökülmek üzere yerleştirmiş amacı Türkiye’deki Jüpi-
ter füzelerinin sökülmesin sağlamaktı. 1957’den beri NATO stratejisini kitlesel
karşılıktan esnek karşılığa dönüştürmeye çalışan ABD yeni strateji gereği eski-
miş olan Jüpiter füzelerinin kaldırılmasını savunma politikasına uygun buldu-
ğuna göre, bu fırsat değerlendirilmeli ve Sovyetler Birliği ile pazarlığa oturulma-
lıydı. İkinci bir görüşe göre ABD toprakları yakınlarında nükleer füzelerin yer-
leştirilmesi kabul edilemezdi. Bu, statükonun Sovyetler Birliği tarafından tek
başına değiştirilmesiydi. ABD bu şartlara baş eğemezdi. En sert biçimde karşılık
vermesi gerekiyordu. İkinci görüşe daha yakın bakan Kennedy 22 Ekim’de bir
konuşma yaparak halka durumu açıkladı. Küba’ya abluka uygulamasının başla-
tıldığını ve Sovyet gemilerin ablukaya uymadıkları takdirde batırılacaklarını
duyurdu. Buna karşılık Kruşçev’in ilk açıklaması, Küba’ya gönderilen malzeme-
nin savunma amaçlı olduğu ve gemilerin durması için emir vermeyeceği oldu.
Büyük bir gerginlik tüm dünyayı kaplamışken, 27 Ekim’de Kruşçev’in Ken-
nedy’ye gönderdiği mektup karşılıklı bir rahatlamaya sebep oldu. Kruşçev mek-
tubunda Türkiye’deki Jüpiter füzeleri sökülürse Sovyetler Birliğinin de Kü-
ba’daki füzeleri sökeceklerini bildirmiştir.51
Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saldırılmayacağı konu-
sunda kendisinin güvence vermeye hazır olduğunu ama aynı güvenceye
ABD’nin de Küba için vermesi gerektiğini bildiriyordu. Pazarlıklar bir kez baş-
lamıştı. Kennedy de üslubunu yumuşattı. Küba’daki füzeler söküldüğü takdirde
ablukanın kaldırılacağını, Küba’ya karşı bir hareket yapılmayacağı konusunda
güvence verebileceğini bildiriyor ama Türkiye’deki füzelerden söz etmekten

409
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kaçınarak öteki silahlarla ilgili daha geniş bir düzenlemeye gidilebileceğini belir-
tiyordu. 28 Ekim’de Kruşçev füzelerin kaldırılacağı açıkladı. 20 Kasımda da ABD
ablukayı kaldırdı.
ABD Küba Füze bunalımı sırasında, öteki NATO müttefikleri gibi Türkiye
ile de görüşme ve danışma toplantıları yapmamış ve sadece NATO çerçevesinde
bilgilendirmekle yetinmişti. Ancak doğrudan pazarlıklara konu olduğu için
Türkiye’de endişe oldukça büyüktü. TBMM’nin 24 Ekim 1962 günkü toplantı-
sında Başbakan İnönü meclise Küba olayları ile ilgili bilgi veren bir konuşma
yaptı. Türkiye’nin tek arzusunun dünya ölçüsündeki anlaşmazlıkların barış yo-
luyla çözümlenmesi olduğunu belirten İnönü, “Ancak hadiseler tamamıyla bizim
kontrolümüz haricinde husule gelmiştir ve o şekilde cereyan etmektedir. Buhranın ne
neticeye müncer olacağını kestirmek mümkün değildir.” dedikten sonra, barışçı bir
çözüme ulaşabileceği gibi bir genel savaşın çıkma olasılığı bulunduğunu da açık-
ladı ve Türkiye’nin alacağı tutumu şu sözlerle açıklığa kavuşturdu:
Biz tehlike karşısında bulunduğumuz vakit müttefiklerimizden tesanüt vazife-
lerini yapmalarını isteyeceğimiz gibi, müttefiklerimizden biri vazifemizi ifa et-
memizi talep ettiği vakit, bizde mükellefiyetimizi elbet yerine getireceğiz52. Bu-
günkü vaziyette Birleşik Amerika’nın şikâyetini ve ciddi endişesine sadık bir
müttefik olarak ehemmiyetle göz önünde bulunduruyoruz. Bu nazik zamanlar-
da umumi buhrana yeni unsurlar katılmasına sebep olmayacak bir sükûn ve
itidal havası içinde vaziyeti takip ediyoruz. Böyle hareketine emin olan insanla-
rın soğukkanlılığı ile karşılayacağız. Memleket içinde sabotaj hareketleri ile va-
ziyetimizi tabiatı ile dışarıda olacak bu gibi teşebbüsleri kuvvetle ve kararlı ve
vecibelerine sadık barışçı bir milletin yolunda yürüyeceğiz.53
ABD’den gelen baskılar üzerine, Türkiye 23 Ocak 1963’te Jüpiter füzelerinin
kaldırılmasını kabul etti ve yıl ortasında da Jüpiter füzelerinin sökülmesi tamam-
landı.54
Gerçekten de Türk dış politikasında NATO ve ABD ile ilişkiler ilk kez Küba
Füze bunalımından sonra tartışılabildi. Farklı kesimler farklı görüşler olmakla
birlikte her kesimin ortak vurguladığı Türkiye’nin batı ittifakından ayrılmasının
doğru olmayacağı ancak daha farklı seçenekleri de göz ardı etmememsi gerekti-
ği yönündeydi. İki nokta çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştı: Jüpiter füzelerinin
kaldırılması ile Sovyetler Birliği ile ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi
önündeki en büyük engellerden biri de kalkmış ve hayati çıkarları gerektiğinde
ABD’nin tek başına aldığı bir kararın Türkiye’nin güvenliğini ve varlığını tehli-
keye düşürebileceği görülmüştü. Türkiye’nin benzer bir durumda tek başına
karar almasının mümkün olamayacağının bunun ABD tarafından engellenebile-
ceğinin anlaşılması bir yıl sonra Kıbrıs krizinin ortaya çıkması ile somutlaşmıştır.
Küba Füze bunalımı sonrasında Türkiye’de NATO ve ABD ile ilişkiler konu-
sunda başlatılan tartışma Kıbrıs bunalımı Sırasında her kesimde çok daha şid-
detli bir biçimde sürdürülecek ve hükümetin resmi politikası üzerinde de etkili
olacaktı.55
Bu durum Türkiye’nin ittifak içindeki önemi konusundaki Türk görüşünün
havasını indirdi. Ekimde patlak veren Küba krizi Türkiye’deki füze üslerini dip-

410
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

lomatik bir pazarlık haline getirdi ve Kruşçev, Küba’daki füzelerle aynı zamanda
sökülmesini istiyordu. Türkler, Türkiye ile Küba’nın benzeştirilmesini kabul
etmediler ve müttefiklerinin sıkı duracağını umdular. Fakat bu üsler yakın bir
gelecekte sökülecek olmasına rağmen ABD için bir pazarlıktı. Başkan Kennedy,
Türkiye’deki (ve İtalya) füze üslerini sökülmesi pazarlığının yapıldığını açıkça
yalanladı. Fakat Türk kamuoyu, tamamen aksine inanıyordu ve aydınlar ara-
sında, Türkiye’nin çıkarlarının pazarlık konusu edildiği yaygınlaştı.56
Füzelerin Türkiye’den taşınması Sovyetleri hedef alan nükleer silaha sahip
olmadığından Soğuk Savaş dönemindeki Türkiye’nin stratejik konumunda
önemli değişikliğe işaret eder. Ancak bu tam anlamıyla dramatik bir değişim
anlamına da gelmemektedir. Türkiye’de Amerikan üslerinin olması, Türkiye’nin
hala önemli bir stratejik konuma sahip olduğunu gösterir. Boğazları kontrol et-
mesi ile Türkiye, Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin Karadeniz donanmasını savaş
halinde Akdeniz’e inmesini önleyen bir coğrafi konuma sahipti. Bu da Türki-
ye’nin ABD’nin bölge politikalarında vazgeçilmez bir konuma sahip olma özel-
liğini korumasına sebep oldu.
Başkan Kennedy’nin Türkiye’nin haberi olmadan Türkiye’deki füzeler hak-
kında herhangi bir pazarlık yapılmayacağı garantisi vermesine rağmen Jüpiter
füzelerinin altı ay gibi bir sürede Türkiye’den taşınması yönünde ABD’nin Sov-
yetler ile gizli pazarlık yaptığının Türkiye tarafından öğrenilmesi hayal kırıklığı
yarattığı ifade edilir. Hatta bu hayal kırıklığını İnönü Ocak 1970’de TBMM’nde
yaptığı bir konuşmada, “Amerikalılar bize Türkiye’deki füzelerin demode olduğundan
kaldırılacağını ve Polaris füzeleri ile değiştirileceğini söyledi. Ancak sonra biz öğrendik ki
onlar Sovyetler ile bu konuda pazarlık yapmış. Bu bize Amerikalıların bizi istenilmeyen
bir krize sürüklememesi için Türk yetkililerin dikkatli olması gerektiğini gösterdi” diye
ifade eder. Aslında bu ifade Türkiye’nin Küba krizine yaklaşımındaki reel politi-
kadan uzak duygusal yaklaşım sergileyen tutumunun bir göstergesidir. Her
şeyden önce İnönü’nün Kennedy tarafından 1961 yılında yapılan demode olan
füzelerin kaldırılması önerisinden haberdar olmaması imkânsızdır. Ayrıca kriz
esnasında bir pazarlık olacağı belliydi. Zira bu krizin başka şekilde atlatılması
zordu. Zaten krizin gerekçesi Türkiye’deki füzelerdi. Türkiye, “füzeler burada
olduğu sürece sizde buradasınız” diyerek Kennedy’nin planına karşı çıkanların elini
güçlendirdi. Türkiye’nin biraz da iç politika kaygısıyla demode olan bu silahı
topraklarında tutma isteğinin önemli oranda tetiklediği krizin kendisine verilmiş
sözlere sadık kalınarak çözüleceğini beklemiş olması ilginçtir.
Bir diğer noktada, Türkiye bu füzelerin varlığı konusunun medyada tartı-
şılmasına yasak getirdi. Dolayısıyla bu füzelerin Türkiye’ye getirisi gerçek an-
lamda tartışılamadı. Medya ve TBMM daha ziyade 27 Mayıs darbesinin gölge-
sinde ve bu darbenin getirdiği sorunlara odaklandı. Sonucunun daha kötü olabi-
leceği bir krize götüren süreç yeterince sağlıklı zeminde tartışılamadı. Kriz orta-
ya çıktığında kamuoyunun haberi belli noktalarda kaldı ama olayın farkında
olan Türk yetkilileri İstanbul, İzmir ya da Ankara’dan hangisinin Hiroşima veya
Nagazaki’nin akıbetine maruz kalacağını tartışıyordu. Neticede Jüpiterler üze-
rinden yapılan pazarlık bu önemli krizin barışçıl şekilde çözülmesine sebep ol-
du.
Türk otoriteleri topraklarındaki füzelerin gerçek stratejik değerini anlayabil-

411
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

selerdi kriz bu aşamaya gelmeyebilecekti. Ancak Türkiye, ABD’nin tehditler ile


bölge ülkelerini kendi nüfuzu altında tutma politikasına Jüpiter planına destek
vererek alet oldu. Hâlbuki 1960 yılı itibarıyla caydırıcı özelliği olmadığı net ola-
rak anlaşılan bu füzelerin topraklarına yerleştirilmesine izin vermeseydi Türkiye
böyle bir krizin muhatabı olmayacaktı. Krizden sonra Türk hükümeti, Batı ek-
senli dış politikasını değiştirmeden çok yönlü politikalar arayışına girdi. Bu,
Küba krizinin direkt sonucu olmayıp Türk dış politikasına ve ABD’nin bölge
politikalarına yeni unsurların girmesi ile alakalıdır. Her şeyden önce ABD’nin
emperyalist yönü bütün dünya tarafından görülmeye başlandı. Buna bağlı ola-
rak da dünyada Amerikan karşıtı hareketler hızla gelişti. Özellikle Türkiye’yi
ilgilendiren boyutu ile Türk-Amerikan ilişkilerinde Kıbrıs konusu ön plana çıktı.
Özellikle iki müttefiki arasındaki soruna Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını da hesa-
ba katarak müdahil olan ABD, Türkiye’ye beklediği desteği sağlayamadı. Hatta
zaman zaman Türkiye’nin karşısında kendini konumlandırdı. Bu da Türk ka-
muoyunda ABD’ye olan güvensizliği artırdı. Zaten bu tarihten sonra dünya ka-
muoyunda da, Vietnam’daki gelişmelere bağlı olarak Amerikan karşıtlığının
artmaya başladığı yıllardır. Ancak Kıbrıs’ın sorunu ele alınırken taraflar Kıbrıs
ile Küba arasında doğrudan ilişki kurduklarını görüyoruz. Türkiye Kıbrıs’ta
1963 yılı ve sonrası yaşanan gelişmeleri Kıbrıs’ın Türkiye’nin Kübası haline gel-
diğini buna müsaade edemeyeceklerini dillendirerek ABD’den destek aradı.
ABD de Makarios’un Kıbrıs’ın geneline hâkim olmasının Doğu Akdeniz ve Or-
tadoğu’da yeni bir Castro yaratmak anlamına geleceği düşüncesiyle bunu engel-
lemesi adına zaman zaman Enosisi ama çoğunlukla iki toplumlu çözümleri des-
tekledi. Ama Küba krizi sonrası Türk-Amerikan İlişkileri genelde sorunlu bir
seyir takip etti. 57
Küba Krizi, bir çatışma halinde Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nin öncelikli
hedefi olma olasılığıyla, ülkeyi tehlikenin orta yerine atmıştı. Bu durum uzun
süre savunulan “artan askeri güç artan güvenlik demektir” görüşünün ters tepme-
siydi. Yine de ülke, tarafsızlığa geri dönmeye hazır değildi. Doğu-Batı detantı
Ankara’yı hep kaygılandırdı; zira dış politika uzmanları Türkiye’nin coğrafi
konumunun herhangi bir hükümetin tarafsızlık politikası izlemesine olanak
vermeyecek kadar hassas olduğunu ileri sürüyorlardı. Türkiye’nin Batılı mütte-
fiklere bağlılığı mutlak olmalıydı. Bu nedenle 1963’de Ankara ihtiyatla Sovyetler
Birliği ile ilişkilerini düzeltmeye yöneldi. Fakat aynı yıl Kıbrıs sorununun yeni-
den alevlenmesi, Ankara’nın dış ilişkileri üzerinde şiddetli bir etki oluşturdu,
hükümeti ve aydınları ülkenin dünyadaki yerini yeniden değerlendirmek zo-
runda bıraktı.58 Aynı yıl İngiliz dış işleri yetkilileri de Türkiye ile ilişkileri daha
da yakınlaştırmak anlayışıyla İngiltere’nin Ankara büyükelçisi Türkiye ile ilişki-
lerin geliştirilmesi için Başbakan İnönü’nün Londra’ya davet edilmesini tavsiye
etti. Zira ABD, Almanya ve Fransa’nın Türkiye ile ilişkilerinin kendilerine göre
daha yakınlaştığını belirtti.59

412
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

Altmışlar boyunca aydınları dillendirdiği dış politika özlemleri çeşitli hü-


kümetlerin “pragmatik” politikaları arasında bir belirsizlik hep var oldu. Aydın-
lar sürekli eleştiriyle hükümet faaliyetlerini dizginleyebildiler, fakat asla hükü-
meti politikayı formüle etmek zorunda bırakamadılar. İlginçtir, 27 Mayıs sonra-
sı rejim, ABD ve NATO’ya DP’lilerden daha çok bağımlı hale geldi. Her şeyden
önce, askerlerin hâkim olduğu hükümetlerin yönetiminde askeri harcamalar
hızla arttı.60
Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunan ve Türkiye hükümetleri temsilcilerinin bulun-
duğu Zürih ve Londra Antlaşmalarına uygun olarak 16 Ağustos 1960’da kurul-
du.61 Ancak bu yapı uzun sürmemiştir. Bunun nedeni, Türk üyelerin güvenlik
yetersizliği sebebiyle bulunamadıkları hükümetin Rumların isteklerini dikkate
alarak yaptığı icraatlardır. Hükümetin dağılmasını tetikleyen hadise ise “Kanlı
Noel” hadiseleri olarak bilinen ve 21 Aralık 1963’te Rumların, Türklere yönelik
başlattığı tedhiş ve baskı hadiseleridir. Kıbrıslı Rumlar bu durumu “geri çekil-
me” Kıbrıslı Türkler ise “kovulma” olarak adlandırmaktadır. Nasıl adlandırılır-
sa adlandırılsın bu olayın gerçek yanı, uluslararası antlaşmalarla kurulan ortak-
lık hükümlerinin ve Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının bozulmasıydı.
1964 Kıbrıs için kritik bir yıl olmuştur. Toplumlararası savaş devam etmekte
ve çoğunluğunu Kıbrıslı Türklerin oluşturduğu birçok Kıbrıslı hayatlarını kay-
betmekteydiler.6263. Amerikan Dışişleri Bakanlığı görevlisi George Ball, 16 Şubat
1964’te Lyndon Johnson ve Dean Rusk’a bir mektup yazarak Kıbrıslı Rum lider-
lerin gerçek maksadını açıklamaya çalışmıştır. “Kıbrıslı Rumlar barışçı bir güç de-
ğil, sadece Kıbrıslı Türkleri öldürmek için yalnız bırakılmayı istemektedirler”.64
İngiliz Başbakanlığı ise toplumlararası ihtilaflar durdurulmadığı takdirde,
Kıbrıs’ta bir iç savaş çıkacağını ve üçüncü dünya savaşını bile başlatabilecek bir
Türk-Yunan savaşının çıkmasının kuvvetle muhtemel olduğunu vurguluyordu.
Kıbrıs meselesi böylelikle, İngilizlerin nazarında çok ciddi bir ihtilaf haline gel-
miştir. Bu durum NATO’nun güneydoğu güvenlik stratejilerini etkilediği gibi
Britanya’nın stratejik çıkarlarını da doğrudan etkilemekte ve dünyanın barışını
da tehdit edebilecek düzeye ulaşmaktaydı.65
Bu şartlarda, İngiliz hükümeti Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için Kıbrıs’ta
Rum ve Türk toplumları ile birlikte diğer garantör devletler olan Türkiye ve
Yunanistan’ı davet ederek Londra Konferansını Ocak 1964’de topladı. Fakat her
iki tarafın önerileri çoğunlukla birbirinden farklı olduğu için bir antlaşmaya varı-
lamadı. Türk tarafı daha fazla haklarının korunmasını isterken, Kıbrıslı Rumlar
bütün garanti antlaşmalarının yürürlükten kaldırılmasını talep etti. Böylece,
İngiliz hükümeti uluslararası bir destek aramaktan başka bir seçenek olmadığı
kanısına varmıştır. Zira İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı ve
Başbakanlık, Kıbrıs’ta kendi askerlerini takviye etmeleri gerektiği kararını aldı-
lar. Sonunda, Kıbrıs için Birleşmiş Milletler Barış Gücü (UNFIYCP) kuruldu ve
Mart 1964’de Kıbrıs’ta görevine başladı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Kıbrıs’ta
çatışmaları durduramadı ancak gerilimin azalmasını sağlayabildi.66 Kıbrıslı
Türkler 1963–1964 olaylarında 114 ölü, 468 yaralı vermişlerdir.67

413
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Kıbrıs’taki görüşmeler boyunca Vance görevinin Kıbrıs’ın tüm problemleri-


ni çözmek değil savaşı engellemek olduğunun özellikle altını çizdi.68 Bu kriz
sonunda Türkiye’nin isteklerinin büyük bir çoğunluğu Yunan hükümeti tarafın-
dan kabul edildi. Yunanlılar adadaki toplumların görüşüp kendi problemlerini
kendilerinin halletmesi gerektiğini anladılar. Bazı eleştirmenler bunu Türki-
ye’nin bir “zaferi” olarak değerlendirmektedirler. Yunan hükümeti ve Makarios
yönetimi şanslarını, prestijlerini ve pazarlık haklarını önemli ölçüde kaybetti-
ler.69
Bu yüzden Sovyetlerin yararına olacak Türk boğazlarının durumundaki
herhangi bir değişmeden sakınmaya çalıştılar. Dahası, Kıbrıs sorununa karşı
Sovyet siyasetinde bazı önemli değişiklikler vardı. 1963–1964 krizleri boyunca
Sovyetler, Türkiye’nin Kıbrıs’a asker çıkarma niyetine karşı çıkan birçok mesaj
gönderdiler. Bu Türkiye’yi kendi isteksizliğiyle birlikte adaya çıkmaktan alıko-
yan sebeplerdendi.
İlk sebep, Türkiye’nin adaya çıkacak yeterli ve donanımlı gemilerinin ol-
maması ikinci sebep ise Kıbrıslı Türklerin lideri Denktaş’ın mülakatında vurgu-
ladığı sebepti. Denktaş şu şekilde konuşmuştur:70
Türkiye Başbakanı İnönü bana Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapması Türkiye ve Yunanistan
arasında savaş anlamına geliyor dedi. Hemen ardından Sovyet bloğu konuya karışacaktı. Bul-
garistan’dan bir heyet Türkiye’ye geldi ve bana bir mesaj verildi. Mesajda delege bana Türkiye
Kıbrıs’a ne zaman saldıracak diye sordu. Sualin ardındaki neden eğer biz Kıbrıs’a saldırırsak
Bulgaristan’da Yunanistan’a saldıracaktı. Çünkü onlar Yunanistan’ın Bulgaristan’a saldırmak
üzere olduğunu düşünüyorlardı. Yunanlılar Kıbrıs’la ilgilenecek olduklarından güçsüz bir du-
rumda olacaklar ve Yunanistan’a saldırmak için Bulgaristan’a avantajlı bir durum olacaktı. O,
eğer Türkiye saldırırsa NATO ve Sovyet bloğunun arasında savaş olabileceğine inandığını
söyledi. Bu, III. Dünya savaşı anlamına geliyordu. Hiç kimse kimin kazanıp kimin kaybedece-
ğini bilemezdi.
Yukarıdaki açılamalardan da anlaşılacağı üzere Türk tarafı, Kıbrıslı Türkle-
rin elverişsiz bir durumda olmasına rağmen dünya barışını devam ettirmek için
yeterince sorumluluk ve hassasiyet göstermiştir.
ABD, 1964’te Türkiye’nin bileğini bükerek askeri müdahalede bulunmasını
önlemek ya da öyle görünmekle önemli bir sorumluluk altına girmiştir.
1964’den sonradır ki Türkiye Kıbrıs’a gerçekten çıkarma yapabilmek için askeri
hazırlıklar yapmaya başladı. 1964’te İnönü, ABD dönüşünde uğradığı Londra’da
İngiltere Başbakanı Dougles-Home’dan Kıbrıs’a ilişkin asıl Batı özlemini öğrenir.
İngiliz Başbakanı “Kıbrıs’ın tümüyle Yunanistan’a bırakılması” karşılığında An-
kara’nın neler isteyeceğini sormaktaydı. ABD’li özel arabulucu Dean Achen-
son’un 1964 Temmuzunda ortaya çıkardığı Acheson Planı bu tasarıların sonun-
cusudur. Planda Kıbrıs Türklerine muhtariyet, Türkiye’ye ise küçük bir askeri üs
verilmesi göz önünde bulunduruluyordu. Amerikan tarafında Enosis Kıbrıs’ı
komünizmden korumak için en iyi seçenek olduğu konusunda görüşler yaygın-
laştı. Buna karşılık Türkiye’ye bir miktar toprak verilmesi öngörülmüştü.71 Bu
görüşlerle birlikte İngiliz havacılık bakanlığı ise üslerini muhafaza için Türk
tezlerine destek verilmesi görüşünü başbakana iletmişlerdir. “Kanaatimce Egemen

414
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

üslerimizi garanti altında tutmanın yolu Kıbrıslı Türklerin dış ilişkiler ve savunma ko-
nularındaki veto haklarının devamı ile Türkiye’nin anlaşmalardan doğan müdahale hak-
kının devamına sağlanmalı eğer böylece üslerimizin güvenliğini sağlamak esastır bu
yüzden için Türk tezine büyük destek vermek zorundayız.”72
İnönü Türkiye’yi istemeyerek bir serüvene sürüklemekten kaçınıyordu.
Atacağı iyi hesaplanmamış bir adımın beklenmedik sonuçlar doğurması olasılı-
ğını düşünüyordu. Kıbrıs işinde 120 bin soydaşımızı kurtaracağız derken, Ana-
dolu’daki 30 milyon Türkü ateşe atmak istemiyordu. Her adımın yakın ve uzak
gelecekte doğurabileceği olumsuz sonuçları derin derin düşünüyordu. Kolay
başarıya inanamıyordu. En önemlisi savaş için araç ve gereç bakımından hiçte
hazır olamadığımızı söylüyordu.73
Rum-Yunan tarafında yönetimde kral olmuş, demokrasi olmuş, Faşist Cun-
ta olmuş hiç bir şey değişmiyor. Yönetimin tek düşüncesi, gerçekleştirilmesi
babadan oğula kalıtsal olarak aktarılan yılların düşü “Enosis” tir.74
Türkiye’nin Kıbrıs politikası, müttefiklerin ve ittifakın Türkiye’ye ilgisizli-
ğinin belki en iyi örneğiydi. İnönü, Johnson mektubunu aldığı gün Radyoda
yaptığı açıklamada Sovyetlerle ilişkilerin daha akıcı hale getirilmesi için çağrı
yaptı. Stalin’in ölümünden beri Ankara ile yakınlaşmaya çalışan Sovyetler Birliği
buna şevkle karşılık verdi. Dışişleri bakanı Feridun Cemal Erkin’in 30 Ekim 1964
‘deki Moskova ziyareti ile ikili kültür antlaşması imzalanmıştır. Bu görüşmeler-
de Sovyetler Türkiye’deki NATO üslerine itiraz etmeyecekleri ve Kıbrıs konu-
sundaki Türk tezi olan federal yapıya destek olacaklarını açıklamışlardır.75
Ayrıca ileri ekonomik ilişkilerden söz edilmeye başlandı. Haziran 1963’de
Moskova’yı ziyaret eden Türk parlamento heyetinin ziyaretinin iadesi için gelen
Sovyetler Birliği Yüksek Şurası Başkanı Nikolia Podgorny’nin 6 Ocak 1965’deki
Ankara ziyareti76 ile Mayıs 1965’de Sovyet Dışişleri Bakanı Andrei Gromyko’nu
17 Mayıs 1965 Ankara ziyareti ile başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün 9 Aralık
Moskova ve karşılık olarak Başbakan Alexei Kosygin’in Aralık 1966 da Anakara
ziyareti ve nihayet Demirel’in Eylül 1967’deki Moskova ziyareti iki ülke arasın-
daki ilişkilerin ekonomik, ticari ve kültürel alanlarda ilerlemesine fevkalade kat-
kıda bulunmuştur. Burada Türkiye NATO üyeliğini sorgulamadan özellikle
detant (yumuşama) ortamında Sovyetler ve bilahare Doğu Avrupa ülkeleri ile
özellikle ticaret, turizm ve kültürel alalarda gelişmeler kaydedilmiştir. Bu durum
Türkiye’nin ihracat potansiyeline de katkıda bulunmuştur.77
Kıbrıs o sırada Türkiye’de ateşli bir olay durumundadır. İç politikada dar-
beden yeni geçmiş bir ülke, 27 Mayıs’ı yaşamış, sonra Talat Aydemir olayları
olmuş. Darbenin dışındaki iki mesele, Kıbrıs ve Ankara’nın Sovyetlerle yakın-
laşma girişimleridir.78
Mektubun sonuçları, Türkiye’nin ABD’ye olan sorgusuz sadakatinde bir
değişim yaşandı ve tek yönlü bir dış politikadan çok yönlü dış politikaya geçişi
tetikleyen bir olay oldu. Nitekim Sovyetlerle ve Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişki-
lerle bir yakınlaşma süreci başlamıştır. İkincisi Kıbrıs’a çıkarma yapabilmek için
askeri teçhizat yeterli olmadığı anlaşılmış ve bu yönde çalışmalara başlanılmıştır.
Türk kamuoyunda ABD karşıtlığında ciddi bir artış meydana gelmiştir. Ayrıca

415
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Türkiye’de Dış politika tabu olmaktan çıkmış kamuoyunda tartışılmaya başla-


nılmıştır. Nitekim İnönü’nün mektubu izleyen aylarda söylediği “Yeni bir Dünya
kurulur, Türkiye’de bu dünyada yerini alır” ifadesi bu niteliksel değişmenin ifadesi
olarak gösterilmektedir. Bu ifadeden farklı değerlendirmeler yapılmakla birlikte
İnönü’nün aşırı ihtiyatlı bir devlet adamı olduğu belirtilerek aslında İnönü’nün
NATO’dan ayrılmak gibi radikal bir değişimden ziyade Kıbrıs’a çıkarma yap-
mak dâhil pek çok tutumunun diplomatik başarıya ulaşmak için manevralar
olduğuna dair görüşler yaygındır. Bu bağlamda çıkarma yapmak niyetini Dışiş-
leri Bakanı Feridun Cemal Erkin vasıtasıyla Amerikan Büyükelçisi Raymond
Hare’e ilettirmesi de diplomatik taktik olarak değerlendirilmektedir. Zira İnönü
ordunun çıkarma yapmak için eksikliklerini biliyordu ve Türk ordusunun Rum-
lara karşı bir başarısızlığa uğramasına da asla müsaade edemezdi79
Türk dış politikasının temel ilkelerinin sorgulanması, kaçınılmaz olarak,
Türkiye’nin batı bağlantısının ve özellikle ABD ile olan ilişkilerinin eleştirisine
dönüşmüş bu konuda ortaya yeni seçenekler konulmasına çalışılmıştır. Dışarı-
dan kredi bulmaya dayanan ekonomik kalkınma anlayışı ile siyasal ve askeri
açıdan batı ile bütünleşme siyaseti, giderek toplumca yadsınmaya başlayan bir
dış politika haline gelmiştir. Türk siyasal yaşamında hükümetlerin ve partilerin
dış politika anlayışlarında 1960 öncesine göre önemli değişiklikler olmamıştır.
İşte böyle bir durumda ortaya çıkan iki somut olay Türk dış politikasında “deği-
şiklik” arzularının iyice belirginleşmesine ve resmi çevrelerde de toplumsal ge-
lişmeye ayak uydurma zorunluluğunun doğmasına neden olmuştur. 80 Bu olay-
lar, Küba Krizi, Johnson mektubu ve Kıbrıs meselesi olarak belirtilebilir. Bu kriz
sonuçlarına göre Türkiye’de çok yönlü dış politikaya yönelmek gereği bizzat
somut olaylarla yaşanılarak anlaşılmıştır. Johnson mektubunun Türkiye’nin dış
ilişkilerine olan olumsuz etkisi biraz abartılı olarak değerlendirilse de çok farklı
kesimlerin ortaklaşa vardıkları sonuç mektubun o dönemde genelde Türk dış
politikasını özelde ise Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası olduğu-
dur.
Kıbrıs’ta başlayan toplumlar arası çatışmalar kısa sürede Türkiye ile Yuna-
nistan arasında ve dolayısıyla NATO içinde bir bunalıma dönüştü. Sovyetler
Birliğinin müdahalesi ve Bağlantısızların soruna yakın ilgisi Kıbrıs Sorununu
NATO çerçevesinden çıkararak bloklar arası bir bunalım haline getirdi. Tüm bu
gelişmeler boyunca Türkiye bir gerçekle yüz yüze geldi. Diplomasi yoluyla so-
runun çözüm aşamalarında son derece yalnız ve güçsüz kalıyordu. Kıbrıs soru-
nu dolayısıyla uluslar arası yalnızlığını fark eden Türkiye’nin bu zayıf noktasını
gidermek üzere harekete geçmesi 1964 sonu 1965 yılına rastlamaktadır. Bu giri-
şimlerin meyveleri ise bir başka iktidar döneminde toplanacaktır 81 Türkiye’de
Kıbrıs meselesinin estirdiği soğuk rüzgarında etkisiyle Temmuz 1964’de
CENTO’nun İngiltere hariç bölge üyeleri kendi aralarında yeni bir teşkilatlan-
maya gittiler. RCD olarak kısaca belirtilen yapı Bölgesel Kalkınma Örgütü ola-
rak adlandırılmıştır. İran Türkiye ve Pakistan arasında daha yakın ilişkiler kur-
maya yönelik bu yapı başta İngiltere olmak üzere Batılıları tedirgin etmişse de
sonradan CENTO’ya alternatif olmadığı teması vurgulanmış ve endişeler önemli
ölçüde azalmıştır.82

416
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Darbe sonrası değerlendirilen bu dönemde darbenin ortaya çıkardığı gayri
tabi demokratik süreç ve bununla birlikte oluşan yeni durum değerlendirilmiş
olup dönemi etkileyen Yassıada mahkemeleri ve sonuçları irdelenmiştir. Bu
süreçte devrik DP mensuplarının karşılaştıkları durum ve sonuç açıklanmıştır.
Bu dönemde 1962 ve 1963 de olmak üzere iki ayrı başarısız darbe teşebbüsü ger-
çekleşmiş sorumlularından ikisi idam edilmiş diğerleri de çeşitli cezalara çarptı-
rılmıştır. Bu dönemde ordu içersinde hiyerarşik yapı güçlenmiş, General Sunay
etkin bir isim olmaya başlamıştır. 1961 Anayasası hazırlanarak yürürlüğe girmiş-
tir. Bu anayasa ile oluşturulan ikili yasama yapısında sayısal olarak mecliste
CHP birinci parti olurken Senato’da AP birinci parti olmuştur. Hiçbir partinin
tek başına iktidar olamadığı süreç kırılgan koalisyonlar dönemidir. Koalisyonla-
rın ortak paydası İnönü’nün başbakan olmasıdır. AP’nin 1965 seçimlerinde tek
başına hükümet olacak kadar vekil çıkarabilmesi ile başlayan tek başına iktidarı
1971’e kadar devam edecektir.
Dış politika açısından döneme bakıldığında DP iktidarı dönemine göre ra-
dikal bir değişikliğin olmadığı görülmektedir. NATO ve CENTO ittifakları de-
vam ettirilmiş, Kıbrıs Cumhuriyeti de bu dönemde ilan edilmiştir. Küba Krizi ve
Jüpiter Füzeleri meselesi bu dönemi önemli hadiselerindendir. Bununla birlikte
ortaklığa dayalı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rumlar tarafından işlemez hale getiril-
me teşebbüsleri ile Kanlı Noel olaylarında başlayan Türklere karşı tedhiş hare-
ketleri ve bunun sonucu olarak Türkiye’nin Haziran 1964’de Kıbrıs’a çıkarma
yapma teşebbüsü ve bununda esas itibarıyla ABD tarafından engellenmesi
(Johnson mektubu) durumu döneme damgasını vuran olaylar serisidir. Kıbrıs
meselesi Türk dış politikasını birinci derecede yönlendiren bir konu durumuna
gelmiştir. Türkiye’nin dış ilişkileri Kıbrıs meselesi üzerinden şekillenmeye baş-
layacaktır. Başta Sovyet bloğu ülkeler olmak üzere Ortadoğu, Afrika ve Güney
Amerika ülkeleri ile ilişkiler bu çerçevede yeniden yapılandırılmaya başlanılmış-
tır. Türkiye’de çok yönlü dış politika arayışlarına doğru bir eğilim başlamıştır.
Ayrıca Türkiye’de dış politika pek çok kesimin tartışmasına açık bir alan haline
de gelmiştir.
Darbenin Türkiye’nin tabi demokratik gelişimini değiştirdiği ve sonradan
olabilecek bu tür teşebbüslere de kapı araladığı da gözlemlenen bir başka husus-
tur. Yeni anayasa ile birlikte özerk kurumlar oluşturularak sistemin kendi içeri-
sinde denetim mekanizmaları da oluşturulmuştur.

417
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

SONNOT

1 Hikmet Özdemir, “Siyasal Tarih (1960–1980)”, Çağdaş Türkiye Tarihi 1908–1980, yay. yönt. Sina
Akşin, İstanbul: Cem yay. 1997, ss. 191–264.
2 Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945–
1971, Ankara: Bilgi Yayınevi 1976, s. 185.
3 Özdemir, “Siyasal Tarih (1960–1980)”, ss. 191–264.
4 Hikmet Özdemir, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, İstanbul: İz yay. 1995, s. 228.
5 Hürriyet, 17 Eylül 1961, Sunday Telegraph, 17 September 1961.
6 Cumhuriyet, 18 Eylül 1961, The Times 19 September 1961.
7 Burrows to FO, 6 Ocak 1961 FO-371/160212 RK 1011/1
8 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim 1998, s. 352.
9
Kemal H. KARPAT, 'The Military and Politics in Turkey 1960–64; A Socio-Cultural Analysis
of a Revolution' American Historical Review, vol:75, 1970, pp.1654–1683; Burrows to Southern
Department,17 June 1960, FO-371/153035
10 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945–1980, İstanbul: Hil Yay. 1996, s. 164.
11 Zürcher, a.g.e., s. 353.
12 Semih Vaner, 'The Army' Turkey In Transition New Perspective, Eds; I.C.SCHIK, , E.A.TONAK,
Oxford, 1987, pp. 236–265.
13
Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1996, s. 104–105.
14
Yavuzalp, Liderlerimiz, s. 106.
15
Cüneyt Arcayürek, Yeni Demokrasi Yeni Arayışlar 1960–1964, Ankara: Bilgi Yayınevi1985, s
184–186.
16 Burrows (Ankara) to FO, 16 Eylül 1961, FO-371/163832, CT 1011/10
17 FO-371/160290,CT 015/32
18 Burrows to London 6 Ocak 1961 FO-371/160212 RK 1011/1
19 Arcayürek, a.g.e., s. 150.
20 Hikmet Özdemir , “Siyasal Tarih”, ss. 191–264; 3 April 1962, FO-371/163833
21 Feroz Ahmad, Demokrasi Süreci, s. 172.
22 Melek M. Fırat, 1960–71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Ankara: Siyasal Kitabevi, s.
45.
23 Feroz Ahmad, Demokrasi Süreci, s. 194.
24 Özdemir, “Siyasal Tarih”, ss. 191-264, Ahmad, Kronoloji, s. 225.
25 Özdemir, “Siyasal Tarih”, ss. 191–264.
26 Fırat, a.g.e., s. 89.
27
Arcayürek, a.g.e., s. 336.
28 Zürcher, a.g.e., s. 357.
29 Zürcher, a.g.e., s. 358; Cumhuriyet, 13 Temmuz 1961.
30 Zürcher, a.g.e., s. 357.
31
Zürcher, a.g.e., s. 359.
32 Aydın Erdoğan, Türkiye’de Seçim Sistemleri ve Türk Siyasal yapılarına Etkileri (1923-1980), Basıl-
mamış Yüksek lisans Tezi, Kars 2007, s. 75.
33 Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, a.g.e., s. 239.
34 Dennis Allen to London, 22 Eylül 1965.
35 Ahmad, Demokrasi, s. 177.
36
Fırat, a.g.e., s. 88–89.

418
16. Bölüm: Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler / Cihat Göktepe

37 Özdemir, “Siyasi Tarih”, ss. 191–264.


38 Arcayürek, a.g.e., s. 72.
39 Arcayürek, a.g.e., s. 336–337.
40 FO-371/174975 CT 1016/4, 15 Temmuz 1964, (Aydemir Mahkemeleri)
41 Özdemir, “Siyasi Tarih”, ss. 191–264.
42 Metin Toker Demokrasimizin İsmet paşa’lı Yılları, İnönü’nün Son Başbakanlığı 1961–1965, Ankara:
Bilgi yay. 1992, s. 123-124.
43 FO-371/169515, 21 Şubat 1963
44 Fırat, a.g.e., s. 44.
45 Fırat, a.g.e., s. 93.
46 Fırat, a.g.e., s. 96.
47 Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim yay. 1985. C. 2, s. 545.
48
FO-371/163840 DPT 21 Kasım’da Mecliste oylanarak kabul edilmiştir., The Times, 25 July 1962.
49
Fırat, a.g.e., s. 108.
50
Süleyman Seydi, “Soğuk Savaş Dönemi Politikalarında Türkiye’nin Yeri: Küba Krizi Örneği”,
Uluslararası Cumhuriyet Sempozyumu, 22–24 Ekim 2008, Isparta.
51 Fırat, a.g.e., s. 109.
52 Toker, a.g.e., s. 143.
53 Fırat, a.g.e., s. 110–111.
54 Nur Bilge Criss ‘Strategic Nuclear Missiles in Turkey;the Jupiter Affair, 1959-1963, Journal of
Strategic Studies, Vo. 20, no 34 (1997) ss. 97-122; Barton J. Bernstein, “The Cuban Missile Crisis:
Trading the Jupiters in Turkey?” Political Science Quarterly, vol. 95 March (1980) pp. 97–125.
55 Fırat, a.g.e., s. 114.
56 Ahmad, a.g.e., s. 403–404.
57 S. Seydi, Soğuk Savaş Dönemi Politikalarında Türkiye’nin Yeri: Küba Krizi Örneği, Uluslar
arası Cumhuriyet Sempozyumu, 22–24 Ekim 2008, Isparta.
58 Ahmad, a.g.e., s. 404.
59 FO-371/169523, 18 September 1963
60 Ahmad, a.g.e., s. 402 .
61
Kuruluş süreci ile ilgili detaylar için, bkz., Public Record Office (PRO) London, Foreign Office
General Correspondence, FO-371/168986.

63 Nasuh Uslu, Türk-Amerikan İlişkilerinde Kıbrıs (Ankara: 21. Yüzyıl Yayınları, 2000), s. 5.
64 H.W. Brands, Jr. ‘America Enters the Cyprus Tangle’, Middle Eastrn Studies, Vol. 23, No.
3,(1987), ss. 348–349.
65 4 January 1964, FO-371/174745, C1015/167
66
The Yearbook of the United Nations 1964 (New York 1966), s. 146.
67 Mütercimler, Erol, Kıbrıs Barış Harekâtının Bilinmeyen Yönleri (İstanbul: Yaprak Yayınevi,
1990), s. 157.
68
FRUS, 1964–1968, Vol. XVI, 2 Dec. 1967, Doc. No: 339
69 Stavros Panteli, The Making of Modern Cyprus From Obscurity to Statehood (London: Interworld
Pub. 1990), s. 222.
70 Kıbrıs Türklerinin lideri Rauf R. Denktaş’la 29 Eylül 2003’de yaptığımız görüşme.
71 PREM 11/4709, 13.05.1964, 8 Haziran 1964
72
Havacılık Bakanlığından Başbakana PREM 11/4708, 24. 03 1964
73 Mütercimler, a.g.e., s. 152.

419
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

74 Mütercimler, a.g.e., s. 160.


75 Ahmad, a.g.e., s. 281; The Times, 2, 5, 13 November 1964.
76 The Times, 6 January 1965.
77 Ahmad, a.g.e., s. 411.
78 Haluk Şahin Johnson Mektubu, Türk-ABD İlişkilerini Değiştiren Olayın Perde Arkası, İstanbul:
Gendaş, 2002, s. 116.
79 Johson mektubu ve İnönü’nün ABD büyükelçisi ile olan görüşmeleri için bkz. PREM 11/4710,
5 June 1964; Şahin, a.g.e., s. 107.
80 Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim yay. 1985. C. 2, s. 543.
81
Fırat, a.g.e., s. 116.
82 Kamuran Gürün, Akıntıya Kürek, Bir Büyükelçinin Anıları, İstanbul: Milliyet Yay. 1994, s. 201;
FO-371/175608, EB 1014/1

420
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

17. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE KEMALİST REJİMİN ORDU VE ANAYASA İLE
PEKİŞMESİ VE DARBELER ARASI DÖNEM [1960–1970]]

Adem ÇAYLAK∗
Hüseyin BARAN∗

GİRİŞ
1965 genel seçimleri ile tek başına iktidara gelen ve 1969 genel seçim so-
nuçları ile iktidarını sürdüren Adalet Partisi (AP) döneminde cereyan eden
siyasal olayların analizinin yapılacağı bu bölümde, öncelikle Demokrat Parti
(DP) iktidarı ile rayından saptığı iddia edilen Kemalist cumhuriyetçi rejimin,
27 Mayıs darbesi ardından bizzat asker ve sivil siyasal seçkinler tarafından
tekrar kurumsallaştırılmaya çalışılan arka planı verilecektir. Ardından 1961–64
döneminde İsmet İnönü başkanlığında kurulan gerilimli koalisyon hükümetle-
rini takip eden dönemde Ragıp Gümüşpala’nın ölmesiyle boşalan AP genel
başkanlığı koltuğuna oturan ve dönemin asker-sivil siyasal seçkinleri ve dış
siyasal güç odakları ile arası pürüzsüz olan Süleyman Demirel’in örgütlediği
AP’nin 1965 seçimleri ile tek başına iktidara geldiği dönemin siyasal gelişmele-
ri irdelenecektir. Söz konusu dönemde cereyan eden önemli siyasal gelişmeler
yanında, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içinde yaşanan tartışmalar neticesin-
de kuvvet kazanan “ortanın solu” hareketi, bu hareketin doğurduğu Güven
Partisi (GP), 1965 seçimlerinde ilk defa uygulanan milli bakiye seçim sistemi-
nin de etkisiyle mecliste 15 üyelik sandalye elde eden Türkiye İşçi Partisi (TİP)
olayı, dünyada anti-emperyalist ve anti-Amerikancı bir biçimde sistem karşıtı
hareketlere dönüşen 1968 olaylarının Türkiye’nin siyasal yaşamındaki yansı-
maları, Türkiye’de Cumhuriyetin kurulması ile hız kazanan radikal Kemalist
modernleşme projesinin, 1960 sonrası sanayileşme ve şehirleşme sürecine bağlı
tepkisel bir ürünü ve dünyada esen İslamcılık hareketlerine koşut olarak geli-
şen Milli Nizam Partisi’nin (MNP) ortaya çıkışı gibi bir dizi etken de kısa bir
analize tabi tutulacaktır.


Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi.

Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, SBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi.

421
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

I. 27 MAYIS 1960’DAN 1961 SEÇİMLERİNE


27 Mayıs 1960 darbesini takiben Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından
kabul edilen geçici Anayasa rejimi süresince, her türlü siyasi faaliyet yasak
edilmişti. Darbeyle fiili hayatı sona eren ve sonraları hakkında açılan bir dava1
ile hukuki yönden de kapatılan DP sayılmazsa, 27 Mayıs darbesi ile başlayan
süreçte iki önemli siyasal parti hayatiyetini korumuştur. Birisi İsmet İnönü’nün
CHP’si, diğeri Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
(CKMP) idi. Ancak, bu partilerin de il ve ilçe merkezleri dışında her hangi bir
isim altında teşkilat kurmaları ve her hangi bir siyasi faaliyette bulunmaları
yasaktı.2 Ekim 1961 seçimlerine kadar, yaklaşık on yedi ay süren MBK döne-
minde, bir taraftan Kurucu Meclis (KM) teşekkülü, yeni bir anayasa ve seçim
kanunu gibi reformlarla, DP yönetiminde rayından çıktığı iddia edilen Kema-
list cumhuriyetin temel taşları oluşturulmaya çalışılırken, diğer taraftan da
siyasal çalışmalara konan yasakların kaldırılmasıyla oluşacak yeni siyasal sis-
temde güçlü bir yer işgal etmek ve gelecekte iktidar olabilmek için içten içe de
yoğun bir siyasal faaliyet içinde olunmuştur. Özellikle, MBK içindeki sertlik
yanlısı ve askeri idarenin devamında fayda gören “çatlak” seslerin (14’ler diye
bilinir) Kasım 1960’da tasfiye edilmesiyle birlikte, ordu hiyerarşisinde eskisine
oranla bir bütünlük sağlanmış ve hızlı bir şekilde yönetimin sivil idareye bıra-
kılması çalışmalarına girişilmiştir. KM’nin çalışmaya başlamasıyla birlikte (6
Ocak 1961) siyasal faaliyetlere konan kısmi yasağa rağmen yoğun bir siyasal
mücadele başlamıştır. Bu mücadele, devrik DP mirasına hangi partinin sahip
çıkacağı konusunda düğümlenmiştir. Yeni partilere kuruluş izninin verildiği
12 Ocak–13 Şubat 1961 tarihleri arasındaki döneme kadar,3 ortada kitlelerin
destekleyebileceği iki alternatif parti vardı: CHP ile CKMP. Yeni rejim açısın-
dan büyük önemi olan İnönü liderliğindeki CHP’nin yanında, geçmiş DP ikti-
darı döneminde CHP ile hemen hemen aynı kaderi paylaşmış, belki de ondan
daha fazla DP iktidarının baskısını üzerinde hissetmiş CKMP için durum daha
farklıydı. 1946–50 arası dönemde DP içinden kopan Millet Partisi (MP) hareke-
tinin temsilcisi olarak, 1950’li yıllarda önce Cumhuriyetçi Millet Partisi’ni
(CMP–1954), ardından CKMP’yi (1958) örgütleyen Bölükbaşı, 27 Mayıs ile baş-
layan yeni dönemde, doğal olarak kendisini CHP’den daha fazla DP’nin mi-
rasçısı olarak görmüştür.
Ancak, Bölükbaşı’nın büyük beklentileri gerçekleşmemiş, Devlet Başkanı
Cemal Gürsel’in onayı ve icazeti ile darbe yönetiminin ilk Genel Kurmay Baş-
kanı olan Ragıp Gümüşpala liderliğindeki Adalet Partisi (AP) ile eski Hürriyet
Partisi (HP) liderlerinden ve darbe yönetiminde bir süre Maliye Bakanlığı
yapmış olan Ekrem Alican liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi (YTP), büyük
oranda DP’nin mirasçısı olarak yeni siyasal sistemde yerlerini almışlardır. Baş-
langıçta MBK ile arası gayet iyi olan Bölükbaşı, bu ve benzeri olayların etkisiy-
le, MBK yönetimi ile arası açılmış ve 1960’ların muhalefet bayrağını eline ge-
çirmiştir. Bu dönemde, kendi partisi içinde de büyük sorunlar yaşayan ve 1962
ortasında CKMP’den istifa edip 1948’de kurulan MP’yi canlandırmak düşün-
cesiyle MP’yi kurmuştur. Hatta 1965’in başlarındaki Suat Hayri Ürgüplü hü-
kümetinde partisi iktidar ortağı olan Bölükbaşı’nın, aktif siyaseti bırakacağı

422
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

1973 yılına kadar, darbe ile başlayan 1960’ların siyasal sisteminde az ya da çok
önemli bir rol oynadığı su götürmez bir gerçektir.4
Öte yandan, Devlet Başkanı Gürsel, 31 Ekim 1960’da, ODTÜ Rektörü Tur-
han Feyzioğlu başkanlığındaki bir bilim heyetini,5 KM’nin teşekkülü, görev ve
yetkileri doğrultusunda görevlendirmiştir. Yaklaşık 20 gün süren çalışmalar-
dan sonra, bilim adamlarından oluşan komisyon, tasarısını Gürsel’e sunmuş-
tur. KM’yi en kısa bir zamanda toplama kararı veren MBK, darbeyi müteaki-
ben yoğun bir siyasal faaliyeti gerektiren genel seçimlere gitme formülünü
benimsememiş, MBK ile Temsilciler Meclisi ikilisinden oluşan bir KM’ye bile-
şimini ve içeriğini kendilerinin belirlediği demokratik bir karakter kazandır-
maya çalışmıştır.6 Buna göre, kapatılmış DP dışındaki siyasal partilerin (CHP
ile CKMP), illerin, baroların, basının, Eski Muharipler Birliği’nin, esnaf kuru-
luşlarının, işçi sendikalarının, sanayi ve ticaret odalarının, öğretmen dernekle-
rinin ve üniversite ve yargı organlarının belli sayıda temsilciyi kendi araların-
da seçmeleriyle teşekkül edecek KM’ye, DP dışındaki tüm sivil kamuoyunun
temsil gücü verilmek istenmiş ve korporatif nitelikte bir meclis yaratılmıştır.7
Kanun yapıcı tam bir meclis hüviyetine büründürülen KM çalışmalarında,
Turhan Feyzioğlu başkanlığındaki komisyon, İnönü ve Bölükbaşı ile geniş
istişarelerde bulunmuştur.8 Böylece KM, 6 Ocak 1961’de bir araya gelmiş ve ilk
toplantısını yapmıştır. KM, demokrasi ve hukuk devletini teminat altına alacak
anayasa ile yeni seçim kanununu kısa zamanda tamamlayarak 15 Ekim
1961’de yapılacak seçimlerden sonra iktidarı yeni seçilecek TBMM’ye devrede-
rek dağılacaktır.9 KM bünyesinde oluşturulan darbenin üçüncü kabinesinde,
üniformalı üyeler yer almazken, darbeden sonra ilk defa siyasi parti mensupla-
rına (Turhan Feyzioğlu, Ahmet Tahtakılıç ve Cihad Baban gibi) hükümette yer
verilmiştir. Bunun tek istisnası MBK’nın ilk hükümetinde Maliye Bakanı olan
Ekrem Alican’dır. Bu durum, darbe yönetiminin hızlı bir şekilde sivil idareye
doğru yol almak istemesinin bir göstergesi sayılmıştır. KM, 262 üyeden teşek-
kül etmiştir. Bunların 70’ini siyasal partiler (CHP ile CKMP), 82’sini iller, kala-
nını çeşitli kurum ve kuruluşlar seçmiştir. KM’nin, üniversite ve parti temsilci-
lerinden seçtiği Anayasa Komisyonu, İ.Ü. ve A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
öğretim üyelerinin hazırladıkları iki ayrı anayasa tasarısı ile yeni seçim yasası-
na 27 Mayıs 1961’de son şeklini vermiş ve 1961 Anayasası, 9 Temmuz 1961’de
halkoyuna sunularak kabul edilmiştir.10
MBK ve Temsilciler Meclisi’nden müteşekkil KM’de birbirinden farklı
gruplar oluşmuştur. KM konuşmalarında pek fazla kavga ve polemiklere ka-
rışmayan ve bir çeşit tabii senatörlük kurumu fonksiyonunu deruhte eden
MBK’nın yanında, Temsilciler Meclisi’nde üç ayrı grup kendiliğinden oluş-
muştur. MBK yönetimi nazarında, bir tür “vefalı müttefik” olan CHP bir kutbu
temsil ederken, Bölükbaşı liderliğindeki CKMP ise daha çok KM’nin “muhalefet
odağı” biçiminde bir başka kutbu temsil etmiştir. Özellikle CKMP’den Nurettin
Ardıçoğlu ve Ahmet Oğuz, darbenin Üçüncü hükümetinin uygulamaları üze-
rinde yoğunlaşmıştır.11
Öte yandan, DP’nin kapatılmasıyla siyasi partiler yelpazesinde büyük bir
boşluk oluşmuştu. İçişleri bakanının 12 Ocak 1961 tarihinde yayımladığı tebliğ-

423
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

le, kısmen de olsa siyasi partilere yasak kalkmış ve 13 Şubat’a kadar 13 yeni
parti kurulmuştur. Gerçi bu dönemde yoğun kurulan partiler, toplumun di-
namiklerine paralel olarak sosyal ve iktisadi çatışmaların bir ürünü olmaktan
uzaktır. Bunun için toplumun sosyal ve iktisadi temelden ziyade daha çok si-
yasal anlamda, “sağ” ve “sol” eksenli bir tür bölünme ekseninde mücadeleye
atıldıkları 1965 sonrasını beklemek gereklidir. Ancak bu durumun tek istisnası,
“işlevsel eksenli”12 yani, “işçi-işveren” gibi toplumsal tabakalar arası sosyal bö-
lünmeyi doğurabilecek bir nitelikte kurulan TİP’dir (13 Şubat 1961).13 Diğer
partilerin bir kısmı, DP’den arta kalan boşluğu doldurmak üzere
kur(durul)ulmuştur. Bir kısmı da “tabela partileri” olarak siyasal alanda hiçbir
etki yaratmamıştır. Ancak bunlar içinde öne çıkan ya da çıkartılan iki parti
olmuştur. Bunlar, 11 Şubat 1961’de eski Genel Kurmay Başkanı Ragıp Gümüş-
pala başkanlığında kurulan AP ile 13 Şubat 1961’de eski HP’li ve KM’den önce
kurulan MBK kabinesinde maliye bakanı olan Ekrem Alican’ın Yeniden Türki-
ye Partisi’dir (YTP). Bu partiler, bizzat Devlet Başkanı Gürsel’in onayı alınıp
“teşvik” edilerek kurulmuştur. İşte bu iki parti, DP oylarının (dönemin siyasal
egemenlerinin kontrolünde, yeni kurulan siyasal sistemin meşruluğuna gölge
düşürmeyecek bir biçimde) akacağı siyasal bir kanal olarak düşünülmüştür.
Başka bir deyişle, Bölükbaşı’nın CKMP’si ya hesaba katılmamış ya da DP oyla-
rının bu partiye kanalize olacağı endişesiyle hareket edilerek, siyasal sistemde
CHP’nin yanına bir denge unsuru sağlamak amacıyla AP ve YTP
kur[dur]ulmuştur. Özellikle YTP’nin, Gürsel’in teşviki ile kurulduğu belirtil-
miştir. Gürsel, darbe hükümetinde Devlet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı yap-
mış “yar-i vefakârı” ve “briç arkadaşı”14 Nasır Zeytinoğlu aracılığı ile Alican’ı
parti kurması yönünde adeta teşvik etmiştir. 1961 seçimleri sonrası koalisyon
görüşmelerinde de Gürsel, YTP lideri Alican’dan yararlanmıştır. Gürsel,
YTP’nin gelişmesini çok istediği halde, beklenen gelişme olmamıştır. Bu arada,
sonradan AP’nin başına geçecek Gümüşpala da YTP’ye girmek istemiştir. An-
cak YTP ileri gelenleri Gümüşpala’ya fazla itibar etmemiş ve kurulmakta olan
AP’nin İzmir demokratları Gümüşpala’yı partinin başına geçmesi için davet
etmiştir. Gümüşpala da Gürsel’in “icazetini” aldıktan sonra AP’nin başına
geçmiştir. Eski demokratlar YTP’ye AP kadar itibar etmemiştir. Çünkü
YTP’nin başında vaktiyle DP ile mücadele etmiş insanlar vardı. DP yandaşları,
başlangıçta sırf CHP’ye bir denge unsuru olabileceğini düşündükleri YTP’yi
“ehven-i şer” olarak görmüşlerdi. Ayrıca kamuoyunda YTP’nin Gürsel’in isteği
doğrultusunda kurulduğu yolunda bir söylentinin de çıkması, eski DP’lilerin
desteklerini YTP’den çekmelerine neden olmuş ve Gümüşpala liderliğinde
kurulan AP’yi desteklemeleri ile sonuçlanmıştır. Gümüşpala’nın, “Benim bu
partinin başında bulunmam teminattır” demesi ve Gürsel’in, cumhurbaşkanlığı
konusunda kendisine en büyük rakip olarak İnönü’yü görmesi yüzünden CHP
karşısında AP ve YTP’den yana tavır takınması, AP’nin ve kısmen YTP’nin
gelişmesinde büyük rol oynamıştır.15
Anlaşılıyor ki, yeni dönemdeki partileşme olgusunda, eski DP oylarının,
dönemin egemenleri kontrolünde, “meşru” ve “hayırlı” bir kanal olarak görülen
YTP ve AP’ye akması bizzat temin edilmiştir. Bu düşünceyi pekiştirecek başka
örnekler de vardır. Bu niyet ve oluşumu, o günlerde askeri öğrenci olan Emekli

424
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

Tuğgeneral Sami Karamısır da hatıralarında aktarmıştır. Karamısır’a göre, 1961


seçimlerinden sonra Meclis’in açılıp açılmayacağına ilişkin tereddütlerin ya-
şandığı günlerde, Harp Akademileri Komutanı Faruk Gürler, Harp Akademi-
leri öğrencilerine bir konuşma yapmıştır. Gürler, o dönemde başında devrin
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın bulunduğu, yarı açık, yarı gizli gayr-i
resmi bir komite olan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin (SKB) genel sekreterliğini
yapmaktaydı. Konuşmasında Gürler, öğrencilerine, Meclis’in açılıp açılmaya-
cağına dair tereddütlerin yaşandığı o günlerde yaşananları anlatmıştır. Gür-
ler’in, Karamısır’ın da şahit olduğu konuşmasında anlattıklarına bakılırsa,
SKB, seçim sonuçlarından memnun olmadığı için TBMM’nin açılmasını iste-
memiş, yeni bir askeri müdahalede bulunmak istemiştir. Ancak, aralarında
Sunay ve Gürler’in de bulunduğu SKB, bu konuda net bir karara varmak için,
Cumhurbaşkanı Gürsel başkanlığında köşkte bir araya gelen devrin siyasi li-
derleri ile (İnönü, Gümüşpala, Bölükbaşı ve Alican) bir görüşme yapmayı dü-
şünmüştür. SKB mensupları köşke gittiklerinde, Gürsel ve parti liderleri kendi-
lerini karşılamış; selam faslından sonra SKB başkanı Sunay, ilk sorusunu AP
Genel Başkanı Gümüşpala’ya yöneltmiş ve “Sayın Paşam, her ağzınızı açtığınızda
46 yıllık şerefli askerlik hayatınızdan söz ediyorsunuz. O kadar şerefli idiniz de siyasi
parti kurup bu kuyrukları niçin başınıza topladınız”. Gümüşpala’nın cevabı ise şu
olmuştur: “Aslında benim parti kurmak gibi bir niyetim yoktu. Bir gün Cumhurbaş-
kanınız Cemal Gürsel beni çağırdı ve benden Demokrat Partilileri toplayacak yeni bir
parti kurmamı istedi, aksi halde büyük çoğunlukla sayın Osman Bölükbaşı’nın Millet
Partisi’nin iktidar olabileceğini, bunun ise arzu edilmeyen sonuçlar doğurabileceğini
söyledi. Bu emir üzerine Adalet Partisi’ni kurdum. Defaatla, siyasi partilere alınmaya-
cakları MBK’nın tespit edip ilan etmesini istedim. Böyle bir yasaklamaya gidilmedi.
Ben de partiye girmek isteyen herkesi almak zorunda kaldım”. Bunun üzerine Sunay,
YTP Genel Başkanı Ekrem Alican’a dönmüş ve ikinci sorusunu ona yöneltmiş-
tir: “İhtilalin anlı şanlı Maliye Bakanı siz YTP’yi niçin kurdunuz?”. Alican’ın ceva-
bı da şöyledir: “Benim de parti kurmaya niyetim yoktu. Bir gün Cumhurbaşkanı beni
çağırdı. Parti kurmamı istedi. Aksi halde, ya Bölükbaşı’nın Millet Partisi’nin ya da
Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olabileceğini, bunun ise beklenmeyen durumlar
meydana getirebileceğini söyledi. Partiye kurduktan sonra ben de, partilere girmeye-
cekleri MBK tarafından belirlenmesini defaatla istedim. Olmayınca müracaat eden
herkesi partime almak zorunda kaldım”. Bunun üzerine Sunay, Gürsel’e dönmüş
ve sormuştu: “Paşam, bunlar neler söylüyorlar, söyledikleri doğru mu?”. Gürsel’in
cevabı ise manidardır: “Evet, doğru söylüyorlar. Bu şekilde hareket etmemi bana
sayın İsmet İnönü telkin etti”. Sunay’ın kendisine dönmesine fırsat vermeden
İnönü söz almış ve şunları demiştir: Bunlar geçmiş olaylar Paşam. Şimdi biz bütün
parti liderleri ile anlaştık. Bu olanlardan en büyük zararı gören Sayın Osman Bölükba-
şı’yı da kendimize sözcü seçtik. Hepimiz namına sizinle o görüşecek. Müsaade ederse-
niz biz bu Meclis’i çalıştırırız efendim”. Bundan sonra sözü Bölükbaşı almış ve
herkesi ikna eden bir konuşma yapmış ve ardından seçimle teşekkül eden Mec-
lis’in açılmasına karar verilmiştir.16
Yeni kurulan partilerle ilgili olarak köşkte cereyan eden konuşma çok il-
ginç ve anlamlıdır. Doğruluk payı ne kadardır? Bilinmez. Toplantıda hazır
bulunanların hiç birisi hayatta değildir. Ancak, şu kadarı belirtilebilir ki, asker

425
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

içinde yaşanan kaynaşma ve bunu durdurmak isteyen Gürsel gibi düşünen


devrin seçkinleri, böyle bir yola başvurmuş olabilir. Bu konuda İnönü’nün
rolünün olup olmadığı net değildir. AP ve YTP’nin kurulmasında ya da en
azından kurulmaları ile amaçlanan şey (DP oylarının meşru bir zemine akma-
sı) konusunda, dönemin iktidar seçkinlerinin büyük rolü olduğu kesin gibidir.
Dönemin başlarında orduda bir takım gruplaşmalar oluşmuştur. Bir kısmı
MBK içinde olan bazı komutanlar, DP mirasçılarının bir seçim zaferi karşısında
kendilerinden öç alabilecekleri yolunda büyük tedirginlik içinde hareket etmiş-
tir. Bu tedirginlik içinde hareket eden kimi askerler, ordu içinde üst düzeydeki
birçok komutanı da içeren gayr-i resmi bir komite olan SKB’de örgütlenmişler-
dir. MBK’nın son aylarına doğru iktidar, MBK’dan çok, SKB’nin elinde geçmiş-
tir. Örgütlenme, askeri hiyerarşik düzene de uygun bir biçimde gerçekleştiril-
miştir. Zira SKB’nin başında dönemin Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay
bulunmaktaydı. Bu yüzden, Türkiye’de 1961’de ve sonrasında yer alan birçok
gelişmeye bu gizli iktidar çekişmesi zaviyesinden bakılmalıdır. Yaşanan geliş-
melere bakıldığında AP’nin ilk genel başkanının, DP mirasına oldukça yabancı
bir insan olması da, dönemin egemenlerinin bir ürünü olabilir. Eroğul’un ifade
ettiği gibi, nasıl DP kurulurken başında Bayar’ın bulunması İnönü için zorunlu
bir güvence sayılmışsa, AP kurulurken de, başında Gümüşpala’nın bulunması,
Gürsel için rejimin bir sigortası olmuştur.17
Öte yandan, 1961–65 döneminde hep iki koalisyon olmuştur. Biri hukuki,
diğeri fiili. Hukuken meclis, 1961’de CHP-AP koalisyonu, 1962’de CHP-YTP-
CKMP koalisyonu ve 1963’te CHP-Bağımsızlar koalisyonu kurmasına rağmen,
ülkede temel olarak iki otorite, iki koalisyon var olmuştur: 27 Mayıs’ı, meşru-
luğunu kaybetmiş bir iktidara karşı halkın direnişi sayanların koalisyonu ile
bunu gayr-i meşru bir askeri darbe sayanların koalisyonu. Bu koalisyonlar,
görünen ve görünmeyen iki otorite olarak 1960’ların siyasal hayatına damgası-
nı vurmuştur.18
Her şeye rağmen yönetimi sivil idareye devretmeye kararlı olan Gürsel li-
derliğindeki MBK, Nisan 1961’ten itibaren siyasi parti çalışmalarına açıklık
kazandırmış ve ülke, 1961 Ekim’inde yapılacak seçimlere doğru hızla yol al-
mıştır. 1961’in ilk günlerinden başlayarak siyasette, yaklaşan seçimler öncesi
büyük bir hareketlenme başlamıştır. DP’nin 27 Mayıs’tan sonra kapatılması
üzerine, sağ çizgideki partiler için DP’nin geniş seçmen kitlesinin çekim mer-
kezi olacağı ve hattâ bu kitle üzerinden siyasal kavgaların yaşanacağı çok ön-
ceden belli olmuştu. CKMP’nin DP’nin tabanına sıcak mesajlar verdiği bilin-
mekteydi. Ancak yeni kurulan partilerden AP siyasal alanda DP’nin yerine
oturma konusunda daha iddialı görünmüştür. Seçim hazırlıklarının sürdüğü
aylarda Bölükbaşı ile Gümüşpala bu bağlamda karşı karşıya gelmiştir. Konuş-
malarından dolayı kendisini ayırımcılıkla suçlayan Gümüşpala’ya cevap veren
Bölükbaşı, davasının halk tarafından benimsendiğini, Gümüşpala ve partisinin
ise fırsat düşkünü olduğunu iddia etmiştir.19
Bu sırada, KM’de hazırlanan ve MBK’nın onayından geçen 1961 Anayasa-
sı 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunulmuştur. Yeni Anayasa, % 61.49 Evet ve
% 38.51 Hayır oyları ile halkoyunda kabul edilmiştir. Referanduma katılan 67

426
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

ilin 12’sinde (Aydın, Bolu, Bursa, Çorum, Denizli, Diyarbakır, İzmir, Kütahya,
Manisa, Sakarya, Samsun ve Zonguldak) ekseriyet halinde “hayır” çıkmıştır.
İlginçtir ki, bu illerin hepsinde 1961 seçimlerini AP kazanmıştır. Yine şark vila-
yetleri daha çok “evet” yönünde oy kullanırken, Batı vilayetleri genellikle “ha-
yır” doğrultusunda oy kullanmıştır.20
15 Ekim 1961 seçimlerinden önce yaşanan siyasal gerilimler üzerine, 1961
Eylül’ünün başlarında, partiler arasında yapılması düşünülen Yuvarlak Masa
Toplantısı (YMT) ile ilgili tartışmalar başlamıştır. YMT, siyasal partilerin barış
ve anlayış içinde bir seçim dönemi geçireceklerine ilişkin olarak kamuoyuna
manevî bir taahhüt vermelerini amaçlamıştır. Birkaç gün süren toplantılar so-
nunda bir “Müşterek Anlaşma” imzalanmıştır.21 Anlaşmaya, diğer partilerin
aksine CKMP’den genel başkan vekili Ahmet Oğuz katılmıştır.22 5 Eylül
1961’de kamuoyuna açıklanan Milli Deklarasyon, demokratik nizamın kurul-
ması için zeminin uygun olduğunda görüş birliğine varan partiler için, 27 Ma-
yıs’ın istismarını, Yassıada kararlarına tesir edecek her türlü beyanı, Atatürk
devrimlerine bağlılık dışındaki hareketleri ve DP zihniyetini devam ettirmeye
yönelik her türlü davranışı yasaklamıştır.23 Bu anlaşma çerçevesinde basın
temsilcileri ile de bir toplantı yapılarak, Müşterek Anlaşmaya dâhil edilmeleri
temin edilmiştir.24 Bölükbaşı, toplantılar sonunda yayımlanan beyannamedeki
şu hususların kendisinin kanaatlerine ve inanışlarına uymadığını açıklamıştır:
Birincisi; Yassıada mahkemeleri sonuçlanmadan, verilecek kararları önceden
tasvip etme durumunun ortaya çıkması; İkincisi; idarî mekanizmanın seçimler-
de dürüst davranacağına olan inancın partiler tarafından peşinen belirtilmesi-
nin istenmesi.25 Bölükbaşı, toplantıya katılmayış nedeninin din istismarının
veya Atatürk devrimlerinin korunmasının muhalefetle ilgisi olmadığını kay-
detmiştir. Nihayetinde dönemin “gerçek” iktidarını elinde tutan SKB’nin tali-
matları ile hazırlanan Milli Deklarasyon’un derin etkisini üzerinde hisseden
Yassıada mahkemesi, 14 Ekim 1960’tan 15 Eylül 1961’e kadar 11 ay sürmüştür.
592 kişi sanık olarak yargılanmıştır. Haklarında ölüm cezası istenenlerin sayısı
228 kişi olmasına rağmen devrik Başbakan Menderes 17 Eylül 1961’de, Dışişle-
ri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan 16 Eylül 1961’de
idam edilmişlerdir. Devrik Cumhurbaşkanı Celal Bayar için de ölüm cezası
kararı çıkmasına rağmen yaşı nedeniyle idam edilmemiş ve 11 Kasım 1964’te
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in affı ile sağlık nedeniyle serbest bırakılmıştır.
1966’da çıkarılan af yasası ile DP’li hükümlülerin kamu hakları yeniden ta-
nınmış ve Anayasanın 68. maddesinde 1969 ve 1974’te yapılan değişikliklerle
de siyasi hakları geri verilmiştir.26
II. 1961 SEÇİMLERİ ve İNÖNÜ KOALİSYONLARI DÖNEMİ
1961 Anayasası’na göre TBMM, millet meclisi ve cumhuriyet senatosu ola-
rak iki meclisten oluşmuştur. TBMM açıldığında yeni anayasaya göre askeri
komitenin üyeleri tabii senatör olarak Milli Birlik Grubu (MBG) adıyla cumhu-
riyet senatosundaki fiili yerlerine oturmuştur. Nispi seçim esaslarına göre ya-
pılan 1961 seçimlerinde yeni mecliste AP % 34.80 oy yüzdesi ile 156, CHP %
36.80 oy yüzdesi ile 173, CKMP % 13.96 oy yüzdesi ile 54 ve YTP % 13.70 oy
yüzdesi ile 64 milletvekili kazanmıştır. Bağımsızlardan 2 mebus seçilmiştir.27

427
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Tabii üyelerin dışında çoğunluk sisteminin uygulandığı cumhuriyet senatosu


seçimlerinde ise AP yüzde 35.4 ile 71, CHP yüzde 37.2 ile 36, YTP yüzde 13.9
ile 27 ve CKMP yüzde 13.4 ile 16 senatörlük kazanmıştır.28
1961 seçim sonuçları belli olduğu zaman, meclisin devrik DP’yi destekle-
yen seçmen oyları ile oluştuğu görülmüştür. Bazı askerler bu beklenmeyen
sonuçtan hoşlanmamıştır. 21 Ekim 1961 tarihinde İstanbul Harp Akademi-
si’nde toplanan SKB mensupları, millet meclisini toplanmadan önce dağıtarak,
27 Mayıs darbesine karşı doğacak tehlikeleri önleme kararı almışlardır. SKB,
ordu içinde MBK’dan ayrı örgütlenmiş gayr-i resmi bir örgüttü. İstanbul’da
toplanan bu ekip içinde Harp Akademileri Komutanı Faruk Gürler gibi önemli
isimlerin olması ve örgütün Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’dan destek
görmesi, tehdidin ne kadar ciddi olduğunu göstermeye yetmiştir. Ancak, bu
kararın icrası, CHP lideri İnönü’nün “gayreti” ve Cevdet Sunay ile kuvvet ko-
mutanların aracılığı ile geri bırakılmıştır. Çankaya’da bir araya gelen komutan-
lar ile siyasiler arasında sıkı bir pazarlık olmuş, nihayetinde komutanların te-
dirginliklerini giderecek bir uzlaşma sağlanmış, meclisin açılması ve normal
sivil idarenin işbaşına geçmesinin önündeki engel kaldırılmıştır. Bunda özellik-
le tarihi kişiliği ağır basan İnönü’nün büyük rolü olduğu açıktır. Bu protokole
göre, Gürsel cumhurbaşkanlığına seçilecek, İnönü başbakan olacak ve siyasi
mahkûmların –şimdilik- afları bahis konusu edilmeyecekti. Şimdilik kaydı,
Bölükbaşı tarafından teklif edilmiştir.29 Ancak, bu sonuç kolay elde edileme-
miştir. Çankaya’da pazarlıklar sürerken, AP’nin cumhurbaşkanı adayı Ali Fuat
Başgil’in adaylıktan vazgeçmesi için MBK üyesi ve Ulaştırma Bakanı Sıtkı Ulay
silahla AP ve Başgil’i tehdit etmiştir. Bir yandan da, Gürsel’in Cumhurbaşkan-
lığını istemeyen Bölükbaşı’nı ikna için diğer parti liderleri büyük gayret sarf
etmişlerdir. Gürsel’in cumhurbaşkanlığı konusundaki ısrarı üzerine, Bölükba-
şı, “Yetkili kurullarımla görüşmem lazım” deyip köşkten ayrılmıştır. Ortada iki
seçenek vardı: Ya Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi kabul edilecek ya da
TBMM açılmayacak ve askeri yönetim devam edecekti. Sorun, Gürsel’e karşı
büyük direnç gösteren Bölükbaşı’nda düğümleniyordu. SKB’nin verdiği süre
dolmak üzereydi. Bu sırada diğer liderler köşkten adalet bakanlığı binasına
geçmiş, heyecanla Bölükbaşı’ndan gelecek cevabı beklemişlerdir. Bölükbaşı,
“Hayatımın en büyük fedakârlığını yapıp ‘evet’ diyorum” deyince liderler rahat bir
nefes almıştır. Bölükbaşı, Çankaya’da hazırlanan 21 Ekim Protokolü’nün altına
imza koymamış, bu görevi CKMP genel başkan vekili Hasan Dinçer’e vermiş-
tir. 1961’de Türkiye’nin 4. Cumhurbaşkanı seçilen Gürsel, 1966’da sağlık ne-
denlerinden dolayı görevinden ayrıldığı zaman 5. Cumhurbaşkanlığı için dö-
nemin iktidarı AP’nin destekleme kararı aldığı Cevdet Sunay ismi gündeme
gelmiş ve Bölükbaşı, Gürsel’e gösterdiği direncin aynını Sunay’a da göstermiş-
tir. Hatta o günlerde Bölükbaşı, “Bu memlekette, cumhurbaşkanı olmak için, Harp
Okulu mezunu olmak gerekir” şeklinde dönemin nazik koşullarına imada bulu-
nan bir açıklama yapmıştır.30
İşte, 15 Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerden sonra yeni meclisin top-
lanması, hükümetin oluşumu ve yeni cumhurbaşkanının seçilmesi oldukça
gerilimli bir ortamda sonuca bağlanabilmiştir. Üç önemli husus askerlerle siya-

428
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

sal partiler arasında yapılan gergin pazarlık sonucu 24 Ekim 1961 günü karar-
laştırılabilmiştir. AP’de, başlangıçta Ali Fuat Başgil’in cumhurbaşkanlığı görü-
şü ağır basmıştır. Çetin pazarlık ve müzakereler sonunda Gürsel’in cumhur-
başkanı seçilmesi, Yassıada mahkûmlarına af getirilmemesi, 27 Mayıs’ın meş-
ruiyetinin kabulü, tasarruflarının dokunulmazlığı ve ordu lehinde bazı koşul-
lar siyasal partilere kabul ettirilmiştir.31
Uzun müzakereler sonucu bir tür “ehven-i şer” mantığı içinde CHP-AP iş-
birliği ile 20 Kasım 1961’de kurulan I. İnönü koalisyon hükümeti, ülkede bek-
lenen istikrarı sağlayamamış ve zaten sorunlu kurulan ve o günün nazik koşul-
ları içinde anlaşması mümkün görülmeyen hükümet fazla ömürlü olmamış ve
siyasi suçluların affı konusundaki anlaşmazlık nedeniyle 31 Mayıs 1962’de son
bulmuştur. I. İnönü hükümetinde çıkan anlaşmazlıklar üzerine siyasal görüş-
me ve çabalar hız kazanmıştır. Bu dönemdeki tartışmalarda Bölükbaşı, CHP’yi
darbenin “sömürücüsü”, AP’yi de darbenin “intikamcısı” olarak değerlendirmiş-
tir.32
21 Ekim Protokolü ile Meclis’in açılmasını istemeyen SKB mensuplarının
girişimi, üst düzey komutanların ve siyasilerin büyük çabaları ile geçiştirilme-
sine rağmen, ordu içinde özellikle albaylar ekseninde bir kaynaşma ve huzur-
suzluk, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde hükümete karşı bir ayak-
lanma içine giren Albay Talat Aydemir ve arkadaşlarının 21 Mayıs 1963 ayak-
lanmasından sonra idama mahkûm edilmelerine kadar sürmüştür. Başlangıçta
SKB’nin başkanı olan genelkurmay başkanı Sunay ve ona bağlı üst düzey ko-
mutanların, daha sonraları iradelerini, biçim ve içeriğini kendilerinin belirle-
dikleri “sivil demokratik” sistemin devamlılığı yönünde koymaları ile albaylar
ekseninde ordu içinde açık ve gizli bir cunta hareketi iyiden iyiye siyaseti teh-
dit eder bir duruma gelmiştir. Sonuç olarak, ordunun kaygılarını dindirmek
için yaratılan CHP-AP sun’i hükümetinin kamuoyunda yol açtığı hoşnutsuz-
luk, ordudaki darbe heveslilerinin yeni maceralara atılmalarına yol açmıştır.
Nihayet, 21–22 Şubat 1962 gecesinde Harp Okulu Komutanı Albay Talat Ay-
demir önderliğinde bir grup subay (Albaylar cuntası) hükümete isyan etmiştir.
Zaten bir grubun askeri bir darbe teşebbüsü içine gireceği endişesi ve teyakku-
zu içindeki İnönü,33 isyanın patlak verdiği 21 Şubat akşamı parti liderleri, Ge-
nelkurmay Başkanı Sunay ve kuvvet komutanları ile Çankaya Köşkü’nde Gür-
sel’le bir araya gelmiş ve isyana karşı hareketi bizzat buradan idare etmiştir.
İsyanın ve bastırılışının ayrıntılarına girilmeyecektir. Ancak bu tarihi gün,
Bölükbaşı’nın ağzından şu şekilde nakledilmiştir:34
22 Şubat 1962’de, Talat Aydemir darbe teşebbüsüne girişti. Hükümet harekâttan haberdar-
dı. Liderleri, Çankaya Köşkü’ne davet ettiler. Gürsel, İnönü, Gümüşpala, CHP Genel Sekre-
teri İ. Rüştü Aksal, Alican ve ben toplantıda hazır bulunduk. Bizler Köşk’te iken, Harp Oku-
lu Süvari Birliği, Cumhurbaşkanlığı Muhafiz Alayı’nı kontrolü altına almış. Süvari Birliği
Komutanı Fethi Gürcan, Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir’e, “Çankaya’da toplantı ya-
pan liderleri tutuklayın” demiş. Darbe lideri Aydemir ise, “Serbest bırakın” emrini vermiş.
Köşk’te gergin bir havada gelişmeleri takip ediyorduk. Hem Fethi Gürcan’ın, hem de Ay-
demir’in emirleri, bize intikal ediyordu. Fethi Gürcan’ın sert tavrı konusunda doğrusu ra-
hatsız olmuştuk. Toplantı sırasında İsmet Paşa’ya şu öneride bulundum: “Paşam, gidelim

429
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Millet Meclisi’ne, ön sıralarda oturalım, bizi gelip orada teslim alsınlar”. Ama, Aydemir’in emrini
işitince, liderler rahatladı. Bu gelişme üzerine, İsmet Paşa aynen şöyle söylemişti: “Talat,
şimdi kaybetti”. Çankaya Köşk’ünden kurtulduktan sonra, doğruca Ankara Radyoevi’ne git-
tik. Radyoda konuşma yaptık, seslerimiz banda alındı. Daha sonra, Radyoevi’nin yakınında
bulunan Hava Kuvvetleri Karargâhı’na geçtik. Bu arada, YTP lideri Alican, Talat Ayde-
mir’le konuşmaya gitti. Onların arasında bir hısımlık ilişkisi vardı. Geceyi, Hava Kuvvetleri
Karargâhı’nda geçirdik. O sırada, darbecilere karşı hükümet kuvvetlerinin harekâtını Hava
Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in havadan yönettiği söyleniyordu. Hâlbuki olay sırasın-
da Tansel Paşa, Eskişehir Hava Üssü’nde uyuyormuş. Subaylar, bizlere, Hava Kuvvetleri
Karargâhı’nda çok ikramda bulundular, vitaminler verdiler. Karagah’ta sabahlarken, fotoğ-
raflarımızı çekmişler; bunları daha sonra bize gönderdiler.
Tüm bu gelişmelerden sonra Aydemir’in ilk darbe girişimi başarısızlıkla
sonuçlanmış ve İnönü, “Haklarında hiçbir işlem yapılmayacak” taahhüdünde bu-
lunarak darbeyi önlemiştir. Aydemir’le birlikte darbe girişiminde bulunan
subaylar ordudan emekli edilmişlerdir.
Bu arada 3 Mart tarihli meclis oturumunda, 22 Şubat 1962 tarihli darbe gi-
rişimi tartışılmıştır. Mecliste çetin geçen tartışmalar, “Tedbirler Kanunu” olarak
da bilinen, “Anayasa Nizamını, Millî Güvenlik ve Huzuru Bozan Bazı Fiiller Hak-
kındaki Kanun Tasarısı” ile ilgili görüşmeler sırasında meydana gelmiştir. Bazı-
ları tarafından Takrir-i Sükûn Kanunu’na benzetilerek karşı çıkılan bu yasa ile
hem 27 Mayısın tartışılması, hem anayasal düzeni darbe yoluyla tehdit girişim-
leri, hem de kanunlar çerçevesinde önceden faaliyette bulunmuş veya faaliyet-
te bulunan bir siyasî partiye mensup vatandaşların [eski DP’lilerin] tahkir
edilmesi önlenmek istenmiştir. Başbakan İnönü, hükümetin manevî şahsiyetini
korumayı, hükümet üyelerini küçük düşürecek veya bunların haysiyetine do-
kunacak fiilleri men etmeyi amaçladıklarını ifade etmiştir. Ayrıca konuşma-
sında ülke huzuru için iki uçta bulunan bir tehlikenin bulunduğunu söylemiş-
tir. Bunlardan birisi 27 Mayıs’ın meşruluğunu tartışmaya açmak isteyen inti-
kamcı eğilim; diğeri ise sürekli askerî darbeyi tahrik eden yaklaşımdır. Bu dö-
nemde rejim bunalımı nedeniyle Bölükbaşı ile İnönü’nün ilişkileri tekrar can-
lanmıştır. Bu sıralar Bölükbaşı, rejimin yerleşmesi ve huzurun sağlanması
amacıyla İnönü hükümetine destek vermiştir.35 27 Mayıs’la birlikte siyasi ya-
saklılara af tartışması, hükümet ve partilerin gündemine daha ağırlıklı olarak
otururken, İnönü’nün 29 Ekim 1962’den önce kademeli af görüşüne sahip ol-
duğu ve CKMP ile bu arada CKMP’den istifa etmiş olan Bölükbaşı’nın da bu
yaklaşıma sıcak baktığı görülmüştür.36 AP, hemen çıkarılacak bir siyasi aftan
yana bir tutum içinde görünmekle birlikte Kudret gazetesi, AP’nin, affın çık-
mamasını isteyen kişilerin yönetiminde bulunduğunu ve bundan yarar um-
duklarını ileri sürmüştür.37 Sonunda tüm partiler kamuoyunda “Tedbirler Ka-
nunu” olarak bilinen düzenlemeye imza koymuşlardır. 38
I. İnönü hükümeti (CHP-AP), siyasi af konusunda çıkan anlaşmazlık so-
nucu 31 Mayıs’ta İnönü’nün istifası ile yıkılmıştır. O günlerin nazik koşulları
içinde başka bir partinin hükümet kurması düşünülmediğinden, İnönü yeni-
den hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. İsmet Paşanın ilk konuştuğu lider
Bölükbaşı olmuştur. Ancak o sıralarda Bölükbaşı CKMP’den istifa etmiştir.

430
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

Bölükbaşı’nın istifa dilekçesi, 31 Mayıs 1962 tarihlidir.39 Bölükbaşı, Ankara


milletvekili idi ve yeniden 1948’lerin Millet Partisi’ni (MP) kurmaya hazırlanı-
yordu. İnönü, özel kalemi Necdet Calp’tan Bölükbaşı’nı bulmasını istemiş ve
Bölükbaşı Calp’e, “Ben CKMP’den istifa ettim. Artık sadece Ankara milletvekiliyim.
Başbakanın benimle görüşecek neyi olabilir?” biçiminde karşılık vermiştir. İnö-
nü’nün Calp aracılığı ile Bölükbaşı’na gönderdiği cevap şu olmuştur: “Bölükba-
şı siyasetten ayrılıp köylerine çekilseler bile, memleketin buhranlı bir anında kendile-
riyle konuşmak ve fikirlerini almak ihtiyacı hissederim”. Hükümette yer almayaca-
ğını açıklayan Bölükbaşı, İnönü’nün kuracağı bir kabineye de güçlük çıkarma-
yacağını belirtmiştir.40 Bölükbaşı, hükümetin kurulmasında zorluk çıkarma-
mışsa da, YTP ve CKMP’yi, “CHP’nin şubesi” olmakla suçlamaktan çekinme-
miştir.41 YTP lideri daha baştan İnönü başkanlığında kurulacak üçlü bir koalis-
yona hazır olduğunu belli etmiştir. Bölükbaşı’nın istifa ettiği CKMP yönetimi
ise zaten İnönü başkanlığında kurulacak bir koalisyona girmeye çok istekliydi.
Bölükbaşı’nın CKMP’den istifa etmesinde en önemli neden tam bir birlik için-
de alınmış olan İnönü hükümetine girmeme kararına, CKMP GİK’te bulunan
bir takım kişilerin (Ahmet Tahtakılıç, Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer, Kadircan
Kaflı gibi) uymayıp, II. İnönü koalisyon hükümetine katılma yönünde bir irade
göstermeleri olmuştur.42
Böylece, 25 Hazian 1962’de CHP-YTP-Bölükbaşısız CKMP ve Bağımsızla-
rın katkısı ile II. İnönü hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde, MP’nin başında
bulunan Bölükbaşı, II. İnönü hükümetini ağır bir dille eleştirmiş ve “Hükümet,
partizanlık şirketi haline geldi” demiş ve İnönü ile bir koalisyonda buluşmasının
imkân dışı olduğunu belirten şu sözü söylemiştir: “Bölükbaşı, görev için hayatını
bile verir. Amma, İnönü’nün koltuğu altında haysiyetini asla”.43
27 Mayıs darbesinden sonra kurulan İnönü koalisyonlarının kurulma sü-
recinde, dönemin nazik şartları gereği dolaylı da olsa, askerin iradesinin söz
konusu olduğunu ileri süren Toker’e göre; seçimlerden çıkan tabloya bakıldı-
ğında koalisyonlar, milli iradenin bir ürünü olmaktan ziyade İnönü’nün ordu-
dan gelen destek ve tarihi şahsiyetinin devreye sokulmasıyla gerçeklik kaza-
nabilmiştir.44 Bu açıdan asker, seçimler sonrası kurdukları düzeni tehlikeye
düşüreceklerini düşündüğü kesimlerin siyasal iktidar mücadelesine kalkışma-
ları karşısında, devamlı teyakkuz halinde olmuştur. O dönemin nazik koşulla-
rında, ordunun da kendi içinde birlik oluşturmadığı düşünülecek olursa, sivil
hükümetler, ordu içinden gelebilecek her türlü hiyerarşi dışı ses karşısında
büyük bir endişe ve tehlike altında bulunmuştur.45 Dolayısıyla bu dönemdeki
iç politika, ordu-siyaset ekseninde yaşanan gerilim ve tartışmalarla geçmiştir.
27 Mayıs’ın sancılarını yaşayan o günlerin Türkiye’sinde, darbe sonrası askerî
darbe tehditleri gündemi uzun süre meşgul etmiştir. Askerî çevreler, partilerin
ve siyasetçilerin 27 Mayıs’ı tartışmaya açmalarına asla hoşgörü göstermek is-
tememişlerdir. Darbenin meşruluğunun her tartışmaya açılması girişiminde
ordu çevrelerinden sert tepkiler ve sivil yönetime darbe tehditleri gelmeye
başlamıştır. Bu durum ülkenin birkaç yıl istikrara kavuşmasına engel olmuş-
tur. 1962 Ekim ayı başlarında görülen yeni bir kaos ortamında, beş siyasî parti
temsilcisi ve bağımsız milletvekilleri ortak bir açıklama yaparak darbe tehdidi-

431
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ne karşı hükümeti desteklediklerini, Anayasa’ya dayanan parlamenter düzene


sahip çıktıklarını ifade etmelerine rağmen 27 Mayıs’ın meşruluğunun tartışıl-
maması gerektiğini de belirtmek zorunda kalmışlardır.46
Mecliste ve kamuoyunda bu türden tartışmalar sürerken, emekliye sevk
edilen 22 Şubatçılar (Talat Aydemir ve arkadaşları), yeni tertipler hazırlamış-
lardır. 27 Mayıs gününü Hürriyet ve Anayasa Bayramı ilan eden bir yasa çı-
karmak gibi önlemlerle, bu huzursuzluğun dindirilmesi olanaksız olmuştur.
Nihayet 21/22 Mayıs 1963 gecesi, Aydemir ve arkadaşları (genç Harbiyeliler),
yeni bir silahlı teşebbüste bulunmuşlarsa da, İnönü’nün, “Maskaralar! Radyoya
baskın yaptılar. Küçük bir gruptur. Gösteririm, ben onlara” şeklinde söylediği söz
ve aldığı önlemlerle darbe teşebbüsü önlenmiştir.47 Bu isyan karşısında, ordu-
nun tüm kuvvet komutanlıkları Genelkurmayın emrine girmiştir. Başka bir
deyişle, pazarlık ya da uzlaşma ile bastırılmamış, ordu hiyerarşisi 27 Mayıs
1960 ve sonrasında görülen türden, hiyerarşi dışı bir kalkışmaya artık hazırlıklı
hale gelmiştir. Bu askeri siyasal stratejiye göre, askeri hiyerarşi izin verdiği
sürece sivil yönetim sürmüştür. Ordu içindeki “radikaller” ile “ılımlılar” arasın-
daki mücadelede, her hangi bir müdahale zorunlu olursa, bu ancak ordu hiye-
rarşisi bozulmadan gerçekleştirilecek biçiminde bir karar alınmıştır. 21 Ma-
yıs’tan sonra başlayan bu süreç, Türkiye’de bundan sonraki tüm askeri müda-
haleler için bir gelenek halini almıştır.48 Aydemir ve arkadaşlarının ikinci te-
şebbüsü de sonuçsuz kalmış ve tutuklanmıştır. Sıkıyönetim Askeri Mahkeme-
de yargılanan bu şahıslardan Aydemir ve Süvari Birliği Komutanı Fethi Gür-
can, haklarında çıkan idam kararının önce Askeri Yargıtay ardından mecliste
onaylanması ile idam edilmiştir.
21 Mayıs 1963 isyanını bastıran İnönü, mecliste alkışlansa da, koalisyon
birkaç ay daha zor bela yaşadıktan sonra yıl bitmeden bozulmuştur. Dönemin
nazik koşulları içinde birbiri ile uyuşması mümkün olmayan partilerin kur-
dukları II. İnönü koalisyon hükümeti, ilkinden pek farklı olmamıştır. 17 Kasım
1963 yerel seçimlerinde uğradıkları büyük oy kaybı ile YTP ve CKMP, AP ve
Bölükbaşı’nın MP’sinin ağır eleştirilerine dayanamayarak İnönü’nün Amerika
başkanı Kennedy’nin cenaze töreni için Amerika’da bulunduğu bir sırada,
hükümetten istifa edecekleri doğrultusunda karar almıştır. Böylece II. İnönü
hükümeti de 2 Aralık 1963 tarihinde son bulmuştur.49 İstifa Gürsel’e sunulduk-
tan sonra, kurulacak yeni iktidarın İnönü’süz mü, İnönü’lü mü olacağı konu-
sunda mesele düğümlenmiştir. I. ve II. İnönü hükümetlerinde bu durum pek
tartışma konusu olmamıştır. Çünkü 27 Mayıs’ın ertesinde iktidar, 27 Mayıs’ı
mahkûm edebilecek partilere verilmek istenmemiş ve İnönü’lü CHP askerin
gözünde rejim açısından bir güvence teşkil etmiştir.50 Zaten diğer partiler de
bu konuda her hangi bir teşebbüse geçmemiş ve CHP’li bir koalisyonu kabul-
lenmişlerdir. O dönemde siyasi yelpazenin bir kanadını CHP oluşturuyordu.
Diğer kanat ise, DP kökenli olmasa bile, CHP karşıtı oylarla meclise gelen AP,
MP, YTP ve CKMP’den müteşekildi.
İnönü, tekrar hükümeti kurma görevini reddetmiştir. Bu durumda hükü-
meti kurma görevi, yerel seçimlerde de büyük başarı göstermiş olan ikinci bü-
yük partinin (AP) başkanı Gümüşpala’ya verilmiştir. Görevin Gümüşpala’ya

432
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

verilmesi, Ordu hiyerarşisinin artık tam olmasa da, belli bir çoğulculuğa izin
verecek kadar gücünden emin olduğunun bir işareti olarak değerlendirilmiş-
tir.51 Hükümeti kurma görevi verilen AP lideri Gümüşpala, önce İnönü ile gö-
rüşmüş, ancak ondan net bir şekilde “hayır” yanıtını almıştır. İnönü, önceki
tecrübelerinden yola çıkarak yeni hükümetin CHP’siz olmasını istemiştir.52
Görevi devralan Gümüşpala, YTP lideri Alican, MP lideri Bölükbaşı ve CKMP
başkanı Hasan Dinçer ile temaslara başlamıştır. Daha başından beri CHP’siz
bir hükümetin de kurulabileceğini ispatlamak isteyen Bölükbaşı, Gümüşpa-
la’nın teklifine olumlu bakmış ve bir mektupla durumu Gümüşpala’ya bildir-
miştir. AP liderliğinde CHP’siz bir koalisyona girmeyi hararetle savunan Bö-
lükbaşı, mektubunda eşit mesuliyet ve eşit yetki istemiştir.53 Ancak ne var ki,
görüşmelerden bir sonuç çıkmamıştır. Gümüşpala, CHP’siz kurabileceği III.
koalisyon hükümeti gerçekleşme şansı bulamadığından, ani bir kararla görevi
Gürsel’e iade etmiştir.54 Daha sonra koalisyonu kurma görevini alan ve ilk iki
hükümette olduğu gibi artık askeri bir müdahale tehlikesinin kalmadığına
inanan İnönü, kuracağı III. hükümetin “reformcu” olacağını belirterek, AP,
CKMP ve YTP liderleri ile görüşmüşse de, onlardan kesin bir cevap alamamış
ve bağımsızlardan müteşekkil III. İnönü koalisyon hükümetini 25 Aralık
1963’te kurmuştur.55
25 Aralık 1963’te işbaşına gelen III. İnönü hükümeti de ilk ikisi gibisi ya-
paydı. Bu hükümetin güvenoyu almasını temin eden baş etken, hızla tırman-
maya başlayan Kıbrıs bunalımı idi.56 30 Ocak 1964’te güvenoyu alan III. İnönü
hükümeti neredeyse tüm zamanını Kıbrıs eksenli dış olaylarla uğraşmakla
geçirmiştir. Kıbrıs konusunda hassas olan diğer partiler de dikkatlerini bu ko-
nuya çekmişlerdir. 7 Haziran 1964 kısmi senato seçimlerinden sonra, Kıbrıs
sorunu hakkında güven oylamasına gidilmiştir. Cumhurbaşkanı Gürsel, mu-
halefet partilerine bir mektup göndererek kırmızı oy kullanmamalarını istemiş-
tir. Güven oylaması, AP’nin olumlu oyu sonucu lehte sonuçlanmışsa da Eylül
1964’ten itibaren hem iç hem de Kıbrıs kaynaklı dış gelişmeler, III. İnönü hü-
kümetinin zor anlar yaşamasına neden olmuştur.
III. ÜÇÜNCÜ İNÖNÜ HÜKÜMETİNİN İSTİFASI
1964 yılının sonuna doğru hükümet, sözkonusu sorunlar yüzünden bir
buhran içine girmiştir. Bunun üzerine, 1960’lı yılların başından beri bir gelenek
haline gelen özelliği ile yine cumhurbaşkanı önderliğinde bütün parti liderleri
bir araya gelmeye başlamıştır.57 Bu toplantılar sonucu, tüm parti liderlerinin
imzalarının bulunduğu bir ortak tebliğ yayımlanmıştır. Tebliğde, anayasaya
aykırı davranışlardan kaçınılması, anayasanın meşru temelini teşkil eden 27
Mayıs’a karşı girişilecek her türlü tahrikçi ve intikamcı cereyanlara izin veril-
memesi konularında partilerin mutabık kaldıkları ve gereken tedbirleri cum-
hurbaşkanına iletecekleri bildirilmiştir.58
Ortak açıklamalara ve tedbirlere rağmen iç ve dış sorunlarla hükümet bu-
nalımı devam etmiştir. Bu arada Haziran 1964’te vefat eden Gümüşpala’nın
yerine, 29 Kasım 1964’te yapılan kongrede, AP’nin başına Süleyman Demirel’in
gelmesiyle birlikte, hükümetin icraatı hakkındaki polemik ve tartışmalar, hü-
kümeti devirme yönünde bir gelişme kaydetmiştir. Bunda, genç ve enerjik olan

433
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ve bir “komisyoncu59” tavrıyla siyaset yapan AP’nin mühendis zekâlı yeni genel
başkanı Demirel’in, siyasetteki ilk sınavını, İsmet Paşa hükümetini devirmekle
vermek istemesi etkili olmuştur. Demirel’in hükümeti düşürme planındaki ilk
kıvılcım, o günlerde yapılan yuvarlak masa konferanslarının birinde gündeme
gelmiştir. Bir ara İnönü, “Hükümeti eleştirmenin yeri burası değil, Meclis’tir. Gelin
hesabınızı orada yapın” deyince, Demirel, hükümeti mecliste sayısal çoğunluğu
elinde bulunduran muhalefeti örgütleyerek bir gensoru önergesi ile devirmek
istemiştir.60 Uzun zamandan beri, CHP’siz kurulacak bir hükümetle demokra-
sinin kurtulacağını söyleyen Bölükbaşı, III. İnönü hükümetini yıkmak isteyen
Demirel’in en büyük destekçisi olmuştur.61 Ayrıca, “Muhalefetin gayesi iktidar-
dır. 226 oyu sağladığımız anda her zaman hükümeti düşürürüz. Bu benim vazifem-
dir”62 şeklinde açıklama yapan Demirel’e cevap veren Bölükbaşı, bu fikrin esas
kendilerine ait olduğunu dile getirmiştir.63 Hükümeti düşürmek amacı ile De-
mirel, Bölükbaşı’nı MP genel merkezinde ziyaret etmiş ve hükümetin istifaya
zorlanması konusunu ele alan ortak bir bildiri yayınlamışlardır.64 Daha sonra
Şubat 1965 başında Demirel’e bir mektup65 gönderen Bölükbaşı, hükümeti dü-
şürmek için MP’nin hazır olduğu mesajını vermiştir. Bu girişimlere CKMP ve
YTP de destek vermiş ve III. İnönü hükümeti 13 Şubat 1965 tarihinde, bütçe
aleyhine verilen 225 oyla düşürülmüştür.66 Böylece İnönü’nün son başbakanlı-
ğı görünüşte parlamento mekanizması ile son bulmuştur.
Bununla birlikte Toker, III. İnönü hükümetinin devrilmesini, iç etkilerin
yanı sıra, Kıbrıs sorunundan bu yana dış politikada görece bağımsız bir politi-
ka takip eden ve Amerika’yı karşısına alıp gözünden düşen İnönü’nün saf dışı
edilmesine yönelik dış etkilere bağlamıştır. Hatta Demirel’in “mukaddes itti-
fak”ının arkasında Amerika’nın olduğu hissi de verilmiştir.67 Cumhuriyet ga-
zetesinin Fransız La Monde gazetesinden iktibas ettiği bir haber de bu iddiayı
dile getirmiştir. Tekzip edilmeyen bu şayiaya göre, İnönü elinde göreli de olsa
bağımsızlaşmaya başlayan Türk dış politikasının aldığı istikamet karşısında
(Türk-Rus anlaşmaları çerçevesinde) tedirgin olan Batı âleminin, Gürsel nez-
dinde temaslarda bulunarak hükümetin dikkatini çektiği ileri sürülmüştür.68
III. İnönü koalisyon hükümetinin düşürülmesinde, Makarios’un açıklama-
larıyla birlikte 1963’ün son aylarında Rum tarafının Türklere dönük saldırıları
sonucu tırmanışa geçen Kıbrıs sorununun etkili olduğu bir gerçektir. Rum ke-
siminin Türklere yönelik saldırıya geçmesi karşısında, İnönü liderliğindeki
Türk hükümeti, Londra ve Zürih anlaşmalarının kendisine tanıdığı haklar çer-
çevesinde Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmak istemişse de, dönemin ABD
başkanı Johnson’ın Haziran 1964’te Başbakan İnönü’ye gönderdiği sert mek-
tup,69 Türkiye’nin Kıbrıs’a asker çıkarmasının önüne geçtiği gibi, Kıbrıs dâhil
olmak üzere dış politikada Amerika’nın isteklerini yerine getirecek bir Türk
başbakan arayışının da kapısını aralamıştır. Ağustos 1964’te Amerikalı devlet
adamı Dean Acheson’un Kıbrıs konusunda önerdiği plan reddedildiğinde,
Amerika’nın Kıbrıs konusu dâhil olmak üzere diğer konularda da planlarını
kabul edecek yeni bir Türk başbakanı aradığı yolunda söylentiler ortaya çık-
mıştır. “Sağcı” yazar Ahmet Kabaklı ile “solcu” yazar Metin Toker, ABD’nin
Kıbrıs Türkünü ölüme mahkûm eden Acheson planlarını kabul ettirebilmek
için baskı yaptığını, Johnson tazyiklerine boyun eğmeye niyeti olmayan İnö-

434
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

nü’nün yerine ABD planlarını kabule yatkın olabilecek yeni bir başbakanın
gelebilmesi doğrultusunda CIA marifetiyle Türkiye’de bir sondaj yaptırdığını
ileri sürmüştür.70 Yine Forum dergisi de ABD’yi, İnönü yerine geçebilecek baş-
bakanlar aramak gibi gizli tertiplere girişmekle suçlamıştır.71
Başbakan İnönü, Ocak 1965’te yaptığı açıklamada bu tür iddiaların gerçeği
yansıtmadığını söylese de,72 dönemin ABD Büyükelçisi Raymond Hare’ın,
hükümetin düşürüldüğü 13 Şubat 1965’in hemen öncesinde muhalefet liderle-
rini ziyaret etmesi, ABD’nin Türkiye’nin içişlerine müdahale ettiği yolundaki
söylentileri haklı çıkaracak bir yönü olduğunu gösterir gibiydi. İnönü’nün dü-
şürülmesinde ABD etkisinin büyük rolü olduğunu düşünenler, Amerikan bü-
yükelçisinin AP lideri Demirel’e İnönü hükümetini düşürmesi için telkinde
bulunduğunu iddia etmiştir. Yön’de Doğan Avcıoğlu, “Washington’un dış poli-
tikada bağımsızlığa yönelen İnönü karşısında, statükodan yana bir muhalefeti müttefik
saydığı aşikârdı” diye yazmış,73 ilerde CHP lideri olacak ve başbakanlığa gelecek
olan Bülent Ecevit de olaydan epey sonra, “Bazı müttefiklerimiz artık Türkiye’den
çok AP’nin müttefikleri gibi davranıyorlar, büyük petrol şirketleri AP’nin ortakları
gibi çalışıyor, Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’nın dost ve müttefik ülkeler-
de ne kadar kirli oyunlarla iç politikaya etkili olarak karıştığı Amerika’da açıklanmış-
tır” şeklinde konuşmuştur.74 İlhan Selçuk ise köşesinde, “Kimin aklına gelirdi ki,
Atatürk Türkiyesi’nde yabancıların bir ücretli adamı (Demirel’i kastediyor) en bü-
yük partinin liderliğine seçilecek ve belki de yarın... Türkiye başbakanı, Türkiye cum-
hurbaşkanı diye tavsif edilecek” biçiminde yazmıştır.75 İnönü’nün düşürülmesin-
de yabancı parmağı olduğu, Demirel’i destekleyen gazetelerin (İngiliz Times
gazetesinin bile Demirel’e büyük şans tanıdığına ve artık Türkiye’de İnö-
nü’nün desteklenmeyeceğine ilişkin görüşlerine yer vermeleri ile daha bir açık-
lık kazanmıştır.76
IV. AP İKİNCİ BÜYÜK KONGRESİ VE SÜLEYMAN DEMİREL
27–29 Kasım 1964’te toplanan AP’nin II. büyük kongresinin gündemi yeni
genel başkanın seçilmesidir. Partinin kurucusu Ragıp Gümüşpala’nın kısa bir
süre önce ölmesi üzerine başkanlık için Sadettin Bilgiç, Süleyman Demirel ve
Tekin Arıburun aday olmuştur. İkinci büyük kongre AP ve Türkiye’nin siyasal
yaşamı açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Yeni dönemi şekillendire-
cek ve 1990’lı yılların sonuna kadar Türkiye’nin siyasal yaşamında “derin” ve
“kırılgan” izler bırakacak bir aktör olarak Demirel, bu kongrede AP genel baş-
kanı seçilmiştir.
Gerek delegeler gerekse parti tabanında genel başkanlık için adı geçen en
önemli kişi kuşkusuz Sadettin Bilgiç’tir. Uzun yıllar parti içerisinde “ikinci
adam” olarak kalması, parti içerisinde saygınlığının bulunması ve Gümüşpa-
la’nın ölümünden sonra genel başkanlığa vekâlet etmiş olması onu doğal ola-
rak bu makama en yakın aday olarak öne çıkartmıştır. Bununla birlikte Bil-
giç’in parti ile ilişkileri AP’nin kuruluşundan öncelere dayanmaktadır. DP dö-
neminde de önemli bir figür olarak her zaman ön planda yer almış olan Bilgiç,
Gümüşpala’nın AP’sinde teşkilattan sorumlu kişi olmuş ve Gümüşpala’nın
yanında neredeyse fiili başkanlık görevi yapmıştır. Bu yüzden partililer, Bil-
giç’e “koca reis” diye hitap etmişlerdir.77

435
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Kongreye doğru gidilirken, Haziran ayında yapılan kısmi senato seçimle-


rinde açıkça görülmüştür ki, Bilgiç AP iktidarın en güçlü adayıdır. Bu durum,
genel başkanlık seçimini daha da önemli kılmıştır. Kıran kırana bir seçimin
yaşanmasına neden olan bir diğer unsur ise parti içinde ordu ile ilişkilerde
daha sert bir tutum benimseyen “hışımlılar” ve daha uzlaşmacı bir tavır takı-
nan “ılımlılar” grubunun, ilerde partiyi bölünmeye kadar götürecek çekişmele-
ridir. Demirel, “ılımlılar” grubu içinde yerini almıştır. Bilgiç kadar “muhafa-
zakâr” olmaması, genç ve “uzlaşmaya” açık olması onu hışımlıların “koca
reis”inden ayıran en önemli farktır. Bu ılımlı yaklaşımı dolayısıyla Demirel,
sadece partideki “ılımlılar” tarafından değil aynı zamanda yeni dönemde
AP’yi Demirel eliyle kontrol edebileceğini düşünen ordu tarafından da destek-
lenmiştir.
Parti içinde muhafazakâr kesimden olan Bilgiç’in AP içerisindeki etkinliği
hem orduyu hem de Cumhurbaşkanı Gürsel’i tedirgin etmiştir. Bilgiç ve ekibi-
ne karşı CHP ve AP içindeki ılımlılar tarafından daha çok basın-yayın araçları
kullanılarak başlatılan muhalefet, bunların DP ile bağları olduğu, ordu nez-
dinde kabul edilebilirliklerinin sorgulanması, muhafazakâr/mukaddesatçı ol-
maları ve her birinin irticacı olarak sunulmaları üzerine kuruluydu.78 Bu sebep-
le Gürsel ve ordunun “Batı görmüş”, “laik” ve “Atatürkçü” biri olarak tanım-
ladığı Demirel’i desteklemesi belki de kongrede rüzgârın Bilgiç aleyhine esme-
sindeki en önemli etken olmuştur. Bilgiç’in, Cihat Baban’la Gürsel arasında
geçen bir görüşmeden aktardığı şu satırlar, cumhurbaşkanının genel başkanlık
seçimlerini neden Demirel’in kazanmasını istediğini anlamaya yardımcı olacak
niteliktedir:79
Cemal Gürsel’i üçüncü ziyaretim, AP’nin Demirel’i başkan yapan kongresine tekaddüm
eden günlerdeydi. Yine gel dediği için, sırf hatır sormak maksadıyla ziyarete gitmiştim. Bu
sefer makam ve mevkinin mesafesine hiç aldırış etmeden rahatlıkla konuşuyordu. ‘Bak
Adalet Partisi Kongresi’ni yapacak. Ah Cihat ah... Eğer Demirel Adalet Partisinin başına ge-
lebilirse bütün dertleri hallederiz. O başkan olsun diye ben çok çalışıyorum. Bir muvaffak
olsam çok rahat edeceğim. Aydın adam. Yobazlığa yüz vermez. Demokratlara alet olmaz.
Dünya görmüş... O zaman göreceksin, AP de yola girecek. Benim gözüm arkada kalmaya-
cak. İrticadan çok korkarım. DP sıkışınca irticayı tahrik ederdi. Gümüşpala da nafile zayıf
kaldı. Partililerin elinde oyuncak oldu. Demirel Amerika’da tahsil etmiş, laik, lisan bilen bir
insan. AP’nin başına geçerse memleket kurtulur. Demirel’in Atatürkçülülüğünden hiç şüp-
he etmiyorum.
Öte yandan Demirel’in yurt dışındaki çevrelerle ilişkileri delegeleri etki-
lemiştir. Bununla birlikte, Bilgiççilerin Demirel’in mason olduğuna dair belge-
leri seçimlerden önce tedavüle sürmeleri seçim sürecinin çekişmeli geçmesini
sağlamıştır. Bu iddialara Demirel’in kazanmasını “rejimin korunması için bir
zaruret” olarak gören kesimlerin kongreden hemen önce Demirel’in mason
olmadığına dair belgeler düzenleyerek cevap vermiş olmaları, sürecin tekrar
Demirel lehine işlemesine önemli katkıda bulunmuştur. Demirel’in mason
locasından aldığı belge, delegelerin “kafa karışıklığı”nın giderilmesinde önem-
li bir işlev görmüştür. Bir taraftan Gürsel’in gizli desteği, diğer taraftan mason
locasının verdiği mazbata ve basının desteği80 Demirel’in siyasal yaşamda

436
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

önemli bir aktör olarak sahneye çıkmasını sağlamıştır. Mason locasından alı-
nan bu belge, daha sonraki yıllar tartışma konusu olacak ve seçmenin zihnini
meşgul etmeye devam edecektir. Bilgiç anılarında 1970 yılında Türkiye’deki
mason locasının en yetkili kişisi Necdet Egeran ile arasında yaşanan bir olayı
şu şekilde aktarmıştır:81
Ekim 1970’de Çankaya’daki Hülya Lokantası’nda öğle yemeği yiyorduk. Necdet Egeran iki
Amerikalı ile birlikte lokantaya geldi ve bize yakın bir masada yemeklerini yediler. Kalkar-
ken, masamıza kadar geldi ve özür dilediğini söyledi. Yanımdaki arkadaşlardan bir kısmı
Necdet Egeran’ı tanımadıkları için birbirlerinin yüzüne baktılar. Egeran o sırada ‘Bu özürün
ne anlama geldiğini sayın Bilgiç bilirler’ dedi ve ayrıldı.
Nihayetinde delegelerden en çok oyu alan Demirel, 1964’ün sonlarında
AP genel başkanı olmuştur. Demirel genel başkan olduktan sonra gerçekleştir-
diği ilk icraat, III. İnönü hükümetinin düşürülmesidir. Yukarda anlatıldığı gibi
III. İnönü hükümeti bütçeye verilen güvensizlik oyları ile düşürülmüştü. An-
cak AP liderliğinde kurulacak hükümete kimin başkanlık edeceği konusu so-
run yaratmaktaydı. Çünkü Cumhurbaşkanı Gürsel, meclis dışından bir başba-
kan arıyordu. AP lideri Demirel milletvekili olmadığı için başbakan olamazdı.
Gerçi yürürlükteki mevzuata göre, Demirel cumhurbaşkanlığı kontenjanından
senatör olarak meclise girebilirdi. Demirel, henüz erken bulduğu başbakanlıkta
yıpranmak istemediğini söylüyordu. Gürsel ise, “Demirel gençtir, yıpranmasın”
dese de kafasından ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş’ın başbakanlığı geçiyordu.
AP ise AÜ Rektörü İhsan Doğramacı’nın başbakan olmasını istiyordu. Diğer
küçük partiler (MP, YTP ve CKMP) ise Demirel’in başbakanlığında ısrarcı idi-
ler. O günlerde Türkiye’ye başbakan bulma çalışmaları üç gün sürmüştür. Ça-
lışmaların merkezi Çankaya Köşkü idi. Demirel, Bölükbaşı, Alican ve Ahmet
Oğuz, Gürsel başkanlığında toplantı üstüne toplantı yaparak, partisiz bir baş-
bakan bulmaya çalışmıştır.82 Sonunda yeni hükümetin AP listesinden bağımsız
olarak seçilen Kayseri senatörü Suat Hayri Ürgüplü tarafından kurulması ka-
rarlaştırılmıştır. Hükümet, CHP hariç AP, MP, CKMP ve YTP’den oluşmuştur.
Ürgüplü, Ekim 1965’te yapılacak genel seçimlere kadar sürecek geçiş dönemi-
nin ideal başbakanı olarak görülmüştür. Ürgüplü, geçmişte İnönü’nün başba-
kanlığında bakanlık, Menderes iktidarında ise büyükelçilik yapmış, tarafsız
siyasal kişiliği ile biliniyordu. Dışarıdan bakan olan Demirel ise başbakan yar-
dımcılığını uhdesine alarak bir nevi Ürgüplü yanında gelecek dönemleri için
staj yapmış olacaktı. Aynı gün açıklanan koalisyon protokolünde, Atatürk ilke-
leri ile 27 Mayıs’ın anayasanın meşru temeli olduğu, aşırı sol ve aşırı sağ akım-
lara geçit verilmeyeceği, idarenin tarafsız olacağı gibi ilkelere temas edilmek-
teydi.83 AP’nin YTP, CKMP ve MP ile kurduğu seçim hükümeti, Ekim 1965’e
kadar iktidarda kalmıştır. Bu dönem Demirel’in yapılacak genel seçimlere ka-
dar meclisi tanıma ve AP’ye iktidarı vermeyeceği söylenen kesimlerle (ordu ve
Amerika’nın başında olduğu dış güçler) uzlaşma dönemi olmuştur.84
V. 10 EKİM 1965 SEÇİMLERİ ve AP İKTİDARI
10 Ekim 1965 genel seçimlerinde oyunu artıran tek parti AP olmuştur. Se-
çim sonuçlarına göre, AP % 52.87 ile 240, CHP % 28.75 ile 134, MP % 6.26 ile
31, YTP % 3.72 ile 19, CKMP % 2.24 ile 11, TİP ise % 2.97 ile 15 sandalye ka-

437
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

zanmıştır.85 Böylece AP, hükümeti tek başına kurabilecek çoğunluğu elde et-
miştir. DP döneminden sonra başlayan koalisyon hükümetleri dönemi böylece
kapanmış, AP Türkiye’nin siyasal yaşamında DP’den sonra tek başına hükü-
meti kuran ikinci parti olmuştur. Seçimlerden sonra, 3 Kasım 1965’te hükümet
programı okunmuş ve 252 güvenoyu alarak hükümet resmen kurulmuştur.
Seçimlerde milli bakiye usulünün uygulanmış olması AP’nin, aldığı oy ora-
nında milletvekili çıkarmasını engellemiştir.86 1965–1971 yılları arasındaki dö-
nem, AP için bir taraftan ordunun gözünde DP’nin devamı olarak görünmek-
ten rahatsızlık duyduğu, rejimle uzlaşmak istediği, diğer taraftan da tabanına
DP’nin takipçisi olduğunu anlatmak için çaba sarf ettiği dönem olmuştur. Se-
çimler sadece AP açısından değil, CHP ve özellikle TİP açısından önemli so-
nuçlar doğurmuştur. Dönemin koşulları içinde Türkiye’nin gerçek anlamda sol
ve sosyalist bir partisi olan TİP’in parlamentoya girmesi Türkiye’nin o zamana
kadar tartışmakta güçlük çektiği birçok konunun tartışmaya açılmasını sağla-
mıştır. 1965 seçimleri aynı zamanda CHP’nin yenilgisinin -seçimlerden hemen
önce ortaya atılan- “ortanı solu” söylemine bağlanması sonucunu doğurmuştur.
Parti içinde yaşanan ciddi tartışmalar CHP içerisinden yeni bir partinin çıkma-
sına kadar varmıştır.
1961 genel seçimlerinde DP tabanına yakın seçmenin, yeni partilerden
hangisinin DP’nin devamı olduğu konusunda kafası karışıktır. Bu sebeple sağ
siyasete yakın olan partilerin oylarının toplamının %65’e yakın olmasın rağ-
men, oylar çok parçalı bir görünüm arz eden sağ siyasete yakın partiler arasın-
da dağılmıştır. Dolayısıyla 1961 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan
CHP’nin karşısında oyları dağınık, aldıkları oy ve toplumsal taban olarak bir-
birine yakın birçok “sağ” parti bulunmaktadır. Bu dağınıklık ve seçmendeki
kafa karışıklığı 1965 seçimlerinde görülmemektedir. AP aldığı %52,9’luk oy
oranıyla DP’nin ve “merkez sağ”ın temsilcisi olduğunu kanıtlamıştır. 1961 se-
çimlerinden sonra yapılan iki genel seçimin ikisinde de oyları azalan YTP bu
doğal elenmeden kurtulamamış ve sonra AP ile birleşmiştir. Diğer partiler ise
siyasal yaşamdan var olabilme mücadelesi içerisinde bulunmuşlarsa da AP’ye
alternatif olabilecek güce erişememişlerdir.
TİP, seçimlerden önce benimsenen milli bakiye usulünün küçük partilere
sağladığı avantaj ile %3 oy alarak meclise 15 milletvekili sokmayı başarmış ve
etkili muhalefet yaparak dönem boyunca sosyalist solun meclisteki tek gerçek
temsilcisi olmuştur. Bununla beraber %52,9 gibi yüksek bir orana rağmen
AP’nin tek başına hükümet kurabilmesini sağlayacak milletvekili sayısını kıl
payı geçmesi, 1969 seçimlerinden önce seçim sisteminin revize edilmesine ne-
den olmuş ve milli bakiye usulünün yerine barajsız d’hont sistemi benimsen-
miştir. Yeni seçim sistemi ile AP, 1969 seçimlerinde daha az oy almasına rağ-
men milletvekili sayısını artırmış küçük partiler ise yok olmaya yüz tutmuştur.
Seçimlerin özgür bir ortamda yapılmış olması ve iktidarın AP’ye verilmesi
parlamenter rejimin kendi mecrasında akıp gitmesi için önemli bir fırsat ya-
ratmıştır. Yine de AP’nin tek başına hükümeti kurabilecek çoğunlu elde etmiş
olması, parlamenter rejime egemen olduğu anlamına gelmemelidir. AP’nin
kurulduğu andan 1971 yılına kadar ordu karşısında aldığı pozisyonu iki dö-

438
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

nem içerisinde değerlendirmek mümkündür: İlk dönem, kuruluşundan Ragıp


Gümüşpala’nın ölümüne kadar geçen süreyi kapsayan (1961–1964) ve ordunun
anayasal konum ve rolünü hatırlatmak gibi bir görevi üstlenemediği dolayısıy-
la ordu karşısında silik bir karakter olarak var olmaya çalıştığı dönem87; ikinci
dönem ise 1964 Kasım’ında Demirel ile birlikte başlayan “tarafsızlaştırarak yakın-
laşma” dönemidir.88 İkinci dönem, partinin “ılımlı” kanadından gelen Demi-
rel’e birlikte ilişkinin çok boyutluluk kazandığı, ordu ile AP arasında yaşanan
bir egemenlik mücadelesinden ziyade hem orduya hem de tabana yönelik bir
“çifte söylemin” oluşturulmaya çalışıldığı dönemdir. Bu dönemde ordunun
siyasal sistem içerisindeki ağırlığından rahatsız olan parti tabanına ve parti
içindeki bazı milletvekillerine rağmen “uzlaşmacı” bir tutumu, dolayısıyla bir
“çift söylem”i benimseyen AP, parlamenter rejimi benimseme/benimsetme,
anayasal sınırları hatırlatma ve koruma gibi konularda takındığı “çekimser
tutum” birinci dönemdekine benzer sonuçlara ulaşılmasına neden olmuştur.
“Uzlaşmacı” ve “çekimser tutum” üzerine kurgulanan tüm politik yaklaşımla-
rın hepsinin 12 Mart 1971 askeri ile anlamsızlaştığı görülecektir.
1961 seçimlerinden hemen sonra AP’nin ordu karşısında takındığı tutu-
mun test edildiği ilk önemli gelişme, cumhurbaşkanlığı seçimi olmuştur.
1961’de darbenin lideri Gürsel’in cumhurbaşkanı olmasına razı olan AP, aynı
tavrını bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de sürdürmüş ve hatta baş-
ka bir generalin cumhurbaşkanı seçilmesinde başrolü oynamıştır. Bu tarzda
kurulan bir ilişkinin sağlıklı ve kazandıran bir ilişki olduğu varsayımıyla hare-
ket eden AP, ilişkinin “sağlıklı” kurulmadığını ve temsil ettiği “çevre” aleyhine
geliştiğini 12 Mart 1971 muhtırasına giden süreçte öğrenecektir. Bunun yanın-
da, DP’lilerin siyasal haklarının geri verilmesi, personel kanunu gibi konularda
AP’nin benimsediği “ikircikli” tutum, döneme egemen olan gücün parlamento
değil, 1960 darbesi sonrasında rejimin bekçisi rolüne soyunan ordunun oldu-
ğunu göstermiştir.
Ordu karşısında benimsenen buna benzer tutumların AP’nin siyasal gü-
cüne darbe vurduğu yadsınamaz. Bununla birlikte 1965–1971 arası dönemin,
AP’nin “altın yılları” olduğu söylenebilir. Ekonomideki olumlu değişimler, güç
kaybının toplumsal düzlemde tolere edilmesini sağlamıştır. Bu dönemde eko-
nomi büyüme eğilimine girmiş, enflasyon düşmeye başlamıştır. Planlı ekono-
mi modelini ve ithal ikameci sanayileşme modelini benimseyen AP, 1960–1964
yılları arası oluşturulan iktisat politikalarıyla çatışmamaya özen göstermiştir.89
Yine aynı dönemde devlet yardımıyla gerçekleştirilecek sanayileşme stratejisi,
AP’nin küçük sanayici ve tüccar gibi görece küçük ekonomik sınıflardan uzak-
laşmasına ve büyük sanayici kesimleriyle daha yakın bir ilişki kurmasına se-
bep olmuştur. Bu saf değiştirme, ilerleyen yıllarda hem parti içinde hem de
AP’yi iktidara taşıyan küçük sanayici ve tüccar sınıflarında önemli rahatsızlık-
ların dile getirilmeye başlanmasına sebep olmuştur.
AP, ilgili dönemde ABD öncülüğünde Batı’nın bir parçası olma çizgisin-
deki dış politik yaklaşımlardan sapmamakla birlikte, önceki dönemlere oranla
daha dengeli bir dış politika ortaya koyma çalıştığı ileri sürülebilir. Bu dengeli
dış politika, komşu ülkelerle ve bağlantısızlarla ilişkilerin zedelenmeden yürü-

439
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

tülmesini de gerekli kılmıştır.90 AP’nin hükümet programlarına bakıldığında


bu dengeli siyasete ilişkin ipuçları bulmak mümkündür. I. Demirel hükümeti-
nin programında yer alan “Bir ittifaka ve ideolojiye bağlı olmak, başka bir ittifaka ya
da ideolojiye mensup olan veya bugün ekseriyeti teşkil eden tarafsız memleketlerle mü-
nasebetlerin geliştirilmesine engel değildir”91 ifadesi izlenen çok yönlü dış politik
tutuma işaret etmektedir.
VI. 1966 CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ
27 Mayıs’ın lideri Cumhurbaşkanı Org. Cemal Gürsel, sağlığının bozul-
ması üzerine Şubat 1966’da ABD Başkanı Johnson’un gönderdiği özel uçakla
tedavi edilmek üzere ABD’ye gitmiştir. Durumu gittikçe ağırlaşan Gürsel, yak-
laşık kırk gün sonra Türkiye’ye geri getirilmiştir. Bu süre içinde kendisine
Cumhuriyet Senatosu Başkanı İbrahim Atasagun vekâlet etmiştir. Sağlığında
olumlu bir gelişme gözlenemeyen Gürsel’in görevini yerine getiremeyeceği
GATA’dan 38 doktorun raporuyla ortaya konunca cumhurbaşkanlığı seçim
süreci de başlamıştır.
Yeni kurulan rejimle “uzlaşmayı” siyasal stratejisinin odağına koyan De-
mirel, ordu ile ilişkileri rayına oturtabilecek birinin cumhurbaşkanı seçilmesini
istemiştir.92 Demirel’e göre ordu-millet kucaklaşması henüz gerçekleşmemiş ve
bunu sağlayabilecek en uygun aday Genel Kurmay Başkanı Cevdet Su-
nay’dır.93 Sunay her ne kadar SKB adlı yarı askeri yapılanmanın liderliğini
yapmışsa da, 1961 seçimlerinden sonra parlamentonun açılmasına engel olmak
isteyenlere karşı takındığı tutum, 22 Şubat ve 21 Mayıs’ta Aydemir’in darbe
girişimlerinde hükümetten yana tavır alması, AP’nin stratejisiyle birleştirilince
cumhurbaşkanlığı için “en uygun aday” olarak görülmüştür.94 Sunay önce
genelkurmay başkanlığından emekli edilmiş ve kısa bir süre sonra da cumhur-
başkanlığı kontenjanından senatör seçilmiştir. Böylece cumhurbaşkanlığına
aday olabilmesinin önündeki engel kalkmıştır. 27 Mart 1966’da AP ve CHP’nin
uzlaşımıyla 5. cumhurbaşkanı olarak köşke çıkmıştır. Sunay kritik dönemlerde
parlamenter rejimin yanında yer almış gözükse de ordunun rejime egemen
olma çabalarından tam olarak kendini soyutlayabilmiş değildir. Bir taraftan
SKB’nın liderliğini sürdürmesi, diğer taraftan devrimin radikalleşmesini iste-
yenlere karşı aldığı pozisyon Demirel’in Sunay’ı neden cumhurbaşkanlığı kol-
tuğunda görmek istediğini açıklamaktadır. AP, bir taraftan Sunay’ı destekleye-
rek orduda kendine karşı oluşmuş havayı dağıtacak, diğer taraftan da Sunay’ın
ılımlı kişiliğiyle “darbe fobisi”nden kurtulup gerçek bir iktidar olacaktır.95
Her ne kadar AP, Sunay’ı ordu ile ilişkilerinde bir yumuşama aracı olarak
görmüşse de, 12 Mart 1971 muhtırası ile amacına ulaşamadığını görecektir.
Gürsel’den sonra 27 Mayıs’çıların diğer önemli isimlerinden biri olan Sunay’ın
bir sonraki seçimlerde cumhurbaşkanı seçilmesi, Türkiye’nin siyasal hayatı ve
ordu-sivil hükümet ilişkileri açısından açılan yaraları daha da derinleştirmiştir.
1973 cumhurbaşkanlığı seçimi “asker-cumhurbaşkanı” geleneğine dayanarak
kendi adayını seçtirmek isteyen ordu ile meclis arasında gerilim yaşanmasına
sebep olacak ve sonunda yine sivil kesimin “baskı”ya dayanamayarak üzerin-
de anlaşacağı bir başka General (Fahri Korutürk) cumhurbaşkanı olacaktır.
Böylece tüm cumhurbaşkanlığı seçimlerinde genelkurmay başkanları kendile-
rini “doğal” aday görmeyi bir “gelenek” haline getireceklerdir.96

440
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran
VII. SİYASİ HAKLARIN GERİ VERİLMESİ ÜZERİNE YAŞANAN
TARTIŞMALAR
1961 seçimlerinden sonra AP’nin gündemini meşgul eden en önemli konu-
ların başında DP’lilere siyasal haklarının geri verilmesi konusu gelmiştir. Bir
taraftan tabanına kendini DP’nin devamı olarak gösterme çabaları, diğer taraf-
tan AP milletvekillerinin eski DP’lilerle olan bağları, siyasal af konusunun sü-
rekli gündemde kalmasını sağlamıştır. CHP ile bir uzlaşmaya varılarak çıka-
rılmak istenilen siyasal af, 1965’e kadar zaman zaman gündemi meşgul ettiyse
de çıkartılamamıştır. CHP de affa sıcak bakmasına rağmen, 21 Ekim protokolü
ile yolundan saptığı düşünülen rejimi yeniden dizayn etmeye çalışan ordu
affın karşısında idi. Ordunun etkisiyle CHP de af konusunda net bir tavır ala-
mamıştır. Ordu, 1961 seçimlerinden hemen sonra yapılan 21 Ekim protokolü
ile Yassıada mahkûmlarının affedilmesine açıkça karşıdır ve bunu siyasal par-
tilerin tamamı da kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu şartlar altında çıkarılma-
ya çalışılacak bir af protokole ve dolayısıyla inşa edilmiş yeni rejime karşı ko-
yuş anlamına gelecektir. Bununla birlikte 27 Mayıs’çıların, 1961 seçimlerinden
beklediği sonucu elde edememiş olmaları müdahalenin sorgulanmasına sebep
olmuştur. Böyle bir ortamda Yassıada mahkûmlarının affedilmesi, sorgulama
sürecinin derinleşmesine ve 27 Mayıs’ın “ruhuna” zarar verebilme kaygıları
affa karşı çıkışın en önemli sebepleridir.
Ordunun affa açıkça bu karşı çıkışına rağmen AP milletvekillerinin af ko-
nusunu meclise taşıması hararetli tartışmalara sebep olmuştur. Her ne kadar
İnönü affa açıkça karşı çıkmasa da, CHP ile AP arasında af konusunda uzun
bir süre anlaşmaya varılamamıştır. Bu anlaşmazlık, AP’nin Yassıada
mahkûmları ile hayat bulmasına yardımcı olmuş, diğer taraftan CHP üzerinde
siyasal bir baskı kurmaya yaramıştır. Af konusunda Demirel’in mevcut durum
içerisinde başkaları için kahramanlık yapmanın kendilerini damdan, pencere-
den atmayı gerektirmediğini ileri sürmesi,97 olaylara pragmatik bir bakış açı-
sıyla yaklaştığının göstergesi olarak değerlendirilebilir. İlerleyen dönemlerde
CHP, siyasal hakların iadesini bir baskı aracı olarak AP’ye karşı kullanmıştır.
Mecliste af konusundaki tartışmalar uzadıkça uzamış fakat somut bir adım
atılamamıştır. Sürecin bu şekilde uzaması af konusunun siyasal bir koz olarak
kullanılmasında devamlılığı sağlamıştır.98
1969 seçimlerinden önce sorun, 219 milletvekilinin imzasıyla meclis gün-
demine taşınmıştır. Anayasa değişikliğinin yapılabilmesi için gerekli 300 oyu
CHP’nin desteği olmadan DP’nin tek başına bulabilmesi mümkün değildir. Bu
imkânsızlık AP’nin istediği şeydir, çünkü Demirel askerlerle ilişkilerin olum-
suz seyretmesini hiç bir zaman istememiştir. Bunun yanı sıra eski DP’lilerin
siyasal haklarını tekrar elde etmesi parti içinde belli bir kesimin siyaset sahne-
sinden silinmesi anlamına gelmektedir. Demirel’in kendisi bile böyle bir olum-
suz sonuçla karşı karşıya kalabilecektir. Ayrıca anayasayı değiştirebilecek sa-
yıda milletvekiline sahip olmamak, bir sonraki seçimlerde tabandan daha çok
oy istemeyi meşrulaştıran bir araç olarak kullanılabilecektir. 1969 seçimlerine
giden süreçte, bu durum bir siyasal malzeme olarak kullanılmış ve karşılığı da
belli bir oranda alınmıştır.99 Bu sebeplerle AP’nin hükümet kanadı af sorunu-

441
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

nun hemen çözülmesini istememiştir.100 AP bu siyasal satrançta, süreci lehine


işletmek ve kazanımlar elde etmek gayreti içinde olmuştur. Beklenen CHP’nin
önergeye destek olmaması ve sorunun bu şekilde ötelenmek istenmesidir. An-
cak bu olmamıştır. CHP önergeye destek olmuş ve anayasa değişikliği meclis-
ten geçirilmiştir. Affın çıkması için mecliste yaptığı bir konuşmasında İnönü
şunları ifade etmiştir:101
Bir defa bahis konusu insanların geçmişte gösterdikleri şiddet ve kabiliyetlerine istidatlarına
verilen mana haksızdır. 1950’den evvel ve ondan sonra, tartışmalarda en çok üzüntü çekmiş
insanlardan biri olarak darbeye varan hükmü, o zamanki idarecilerin, münhasıran onların
anlayışının eseri olduğunu kabul etmiyorum. Dediğim gibi, bir tarh tekâmülünün içinde,
geçirilmesi kaçınılmaz olan dar geçitler onların başında patlamıştır. Bir talihsizlikleri vardır.
Serinkanlılıkla memleketi huzura kavuşturmak için, eski yaraları sarmak için, düşmanlığı
kaldırmak için bu bir adımdır. Bunu yapmak da memlekete fayda getirecektir, kanaatiyle
bunu el birliğiyle çıkartalım.
İnönü’nün CHP’yi ve orduyu ikna etme çabalarına rağmen rahatsızlıkla-
rın tümü halledilebilmiş değildir. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı Ferruh Boz-
beyli ile Çankaya Köşkü’nde ertesi gün bir araya gelmiş ve Bozbeyli’ye ordu-
nun anayasa değişikliği karşısında duyduğu rahatsızlıklar anlatılmıştır. Bu
sebeplerle AP’den anayasa değişikliğinin şimdilik ertelenmesi talep edilmiştir.
Bunun üzerine Bozbeyli durumu başbakana iletmiş, başbakan da partinin ileri
gelenleri ile durumu değerlendirmiş ve değişikliğe destek olan partililerin ka-
rarlı tutumları karşısında geri adım atılabilmesinin mümkün olmayacağı anla-
şılmıştır. Anayasa değişikliği meclisten geçtikten sonra onaylanması için cum-
huriyet senatosuna gönderilmiştir. Cumhuriyet senatosunun anayasa değişik-
liğini onaylaması gereken bir ay süre içinde meclis tatile girmiş ve konu soğu-
maya bırakılarak en uygun çözüm yolu bulunmuştur.102 Bu arada genel seçim-
ler yapılmış ve eski DP’liler seçimlere katılamamıştır. Meclis tekrar toplanınca,
cumhuriyet senatosu konuyu ele alarak karara bağlamıştır. Böylece uzun za-
mandır siyasal gündemi meşgul eden sorun halledilmiştir.
VIII. TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ (TİP)
1960’lar demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm gibi sözcüklerin kitleler üze-
rinde etkiler yaratmaya başladığı yıllar olmuştur. Üretimin artırılması, halkın
ekonomik ve politik yaşama katılımının yaygınlaştırılması, emeğe ve özellikle
sosyal adalete yapılan vurgular103 önce anayasal zemine kavuşturulmuş, daha
sonra devletin siyasal ve sosyal yapı üzerindeki temel hedefleri haline getiril-
miştir. Bununla birlikte, daha yüksek ücret ve sosyal hakların iyileştirilmesi
konusunda artan talepler, işçilerin siyasallaşmasına ve haklarını siyasal plat-
formda aramalarına yol açmıştır.104 İşçilerin siyasallaşmasının yanı sıra, 1960’lı
yıllarda sola esas canlılığını kazandıran öğrenciler ve aydınlar olmuştur. 27
Mayıs darbesinde önemli roller üstlenen üniversiteler, bu dönemde de siyasal
gelişmelerin öncülüğünü yapmıştır. Üniversitelerin ve aydınların kendilerini
toplumsal değişimin itici gücü olarak görmeleri ve değişimi eylemsel düzeyde
aniden gerçekleştireceklerine duydukları inanç, Kemalizmin aydın-seçkin ke-
simi tarafından tepeden inmeci değişim anlayışıyla örtüşmektedir.105

442
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran
TİP, 1961 Anayasası’nın yarattığı görece özgür ortamda, 13 Şubat 1961 ta-
rihinde, Türk-İş’e bağlı bazı sendikacılar tarafından kurulmuştur. Parti kurul-
duktan sonra yapılan ilk basın toplantısında TİP’in “Türkiye’de ezilen işçi sınıfı-
nın haklarını korumayı” amaçladığı ifade edilmiştir.106 Sadun Aren’in de belirtti-
ği gibi, partinin ilk tüzüğüne ve programına bakıldığında TİP’in sosyalist bir
parti olduğunu söyleyebilmek güçtür. Sınıfsal farklara ve sınıf savaşımına de-
ğinilmeyen bu dönemde -tüzük ve program temelinde de olsa- TİP’i diğer par-
tilerden ayıran en önemli fark, “emekçi haklara” yapılan vurgudur. Kuruluş
aşamasında işçi sınıfının önceki dönemlerde elde edemediği toplu iş sözleşme-
si, grev ve sendikal örgütlenme haklarının bir siyasal organ aracılığıyla elde
edilmek istemesine dönük çabalar, Mehmet Ali Aybar’ın genel başkan olma-
sıyla daha sosyalist tonlar kazanmış ve partinin ideolojisi yavaş yavaş belirgin-
leşmeye başlamıştır. Ancak esas olarak TİP, sosyalist niteliğini Aybar’ın genel
başkan olmasıyla kazanmıştır.107
Kuruluş aşamasında yeterli ilgi toplayamayan TİP, sendikacıların partisi
olmaktan öteye gidememenin verdiği rahatsızlıklar ve Yön dergisinin muhale-
feti karşısında açılımlar yapabilmenin yollarını aramıştır. Sadece sendikacıların
partisi izlenimi veren TİP’e karşı kurulmak istenen Çalışanlar Partisi (ÇP) ba-
şarısız bir girişim olarak kalınca, sendikacı kurucuların partiyi aydınlarla bu-
luşturma çabaları artmıştır. Partinin karşılaştığı buna benzer sorunların, aydın-
lar ve partide dönüşüm gerçekleştirebilecek bir liderle aşılabileceği düşüncesi-
nin bir uzantısı olarak kurucular meclisi Aybar’a genel başkanlık teklif etmiş-
tir. Aybar’ın genel başkan olmasıyla esas açılım yapılmış ve partiye Kemalist
olmayan soldan katılımlar giderek artmıştır. O dönemde kurulmuş ve kendini
sosyalist olarak tanımlayan Türkiye Sosyalist Partisi de (TSP) TİP’e katılma
kararı alınca TİP, emekçi kesimin tek siyasal temsilcisi olmuştur. 10 Şubat
1963’te MP senatörü Niyazi Ağırnaslı’nın ve daha sonra da Esat Çağa’nın par-
tiye katılmasıyla 1965 genel seçimlerinden önce TİP mecliste temsil edilmeye
başlanmıştır.
TİP’in 17 Kasım 1963’te yapılan yerel seçimlere katılma şansı elde etmesi,
radyo ve mitingleri kullanarak partinin kitleler tarafından daha yakından ta-
nınmasına fırsat sağlamıştır.108 TİP’in mitinglerde ve radyo konuşmalarında
emekçi kesimi siyasal söyleminin merkezine koyması, ilgili kesimler tarafından
heyecanla karşılanmıştır. Miting konuşmalarının o zamana kadar alışılmış
politik söylemin dışına çıkması, bir çok adli kovuşturmayı da beraberinde ge-
tirmiştir. Bunun yanı sıra TİP’e karşı başlatılan sağ eğilimli çıkışlar fiziksel
saldırı boyutuna yükselmiştir. Saldırıları daha çok, fahri başkanlığını Cumhur-
başkanı Gürsel’in yapmış olduğu Komünizmle Mücadele Derneği’nin örgüt-
lemesi, saldırıların belli oranda kolluk güçlerince görmezlikten gelinmesini de
sağlamıştır.
1963 yerel seçimlerinde TİP, yaklaşık 34.000 (% 0.36) oy almıştır. Oyların
önemli bir kısmının İstanbul’un zengin semtlerinden gelmiş olması emekçi
kesime hitap etme çabalarına rağmen seçkinlerin partisi olmaktan kurtulama-
dığı ve halkla sağlıklı iletişim kuramadığının göstergesi olarak değerlendirile-
bilir. TİP’in işçi ve ezilen kesime seslenme çabasına rağmen ortaya çıkan bu

443
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

sonuç, partinin teorik tartışmalar ekseninden uzaklaşamadığı ve tartışmaların


daha çok marjinal gruplara hitap ettiğinin bir göstergesidir. Bu durum, halkta
ve resmi çevrelerde anlaşılmak bir tarafa rahatsızlıklara sebebiyet vermiştir.109
TİP’in programı, 9–10 Eylül 1964’te yapılan birinci büyük kongrede kabul
edilmiştir. Programın başına TBMM’nin 21 Ekim 1920’de yayınladığı bildiri ve
Atatürk’ün 1 Aralık 1921’de, emperyalizme ve kapitalizme karşı milletçe sa-
vaşmayı doktrin olarak kabul ettiklerini söyleyen ünlü konuşmasının eklenme-
si, TİP gibi “sıra dışı” bir partinin bile Kemalizm’den meşruiyet devşirmek
durumunda “bırakıldığının” bir göstergesi olarak okunabilir.110 Program parti-
yi, işçi sınıfını ve onunla kader birliği etmiş grupların hukuksal yollardan ikti-
dara yürüyen, tarihe ve bilime dayalı örgütü olarak tanımlamıştır.111 Kongrede
aynı zamanda merkez komite ile yürütme kurulu da seçilmiştir. Partinin en
önemli organı olan yürütme kurulunun üyelerinin büyük kısmı aydınlardan
müteşekkildir. Bu seçkinci yapı, bir çift söylemin doğmasına sebep olduğun-
dan, parti içinden tepkiyle karşılanmıştır. Böylece bazı partililer merkez komi-
teden istifa etmiş, bazıları da ihraç edilmiştir.
Partilerin 1965 genel seçimlerine katılabilmeleri için, seçim yasasına göre
en az 15 ilde örgütlenmeleri ve kongrelerini yapmış olmaları gerekmekteydi.
TİP kongresini yapmış fakat henüz yasanın öngördüğü kadar ilde örgütlene-
memişti. Bu gerekliliği yerine getirebilmek o yıllarda TİP gibi sosyalist söylem-
leri benimseyen bir parti için kolay olmamıştır. İllerde teşkilatları kuracak kad-
roların azlığı, TİP’in içine sindiremeyeceği kişilerin parti içinde kendine yer
bulmasına sebep olmuştur.112 Teşkilatlanmasını çok kısa bir sürede tamamla-
yan TİP, 26 Mart 1965’te seçimlere katılabilme hakkı kazanmıştır. Seçimlere
gidilirken TİP, propagandasını milli bağımsızlık ve egemenlikle bağdaşmayan
tüm uluslararası anlaşmaların feshedilmesi, ABD üslerinin derhal kapatılması,
banka ve sigortaların devletleştirilmesi, toprak reformu, halktan yana planlı
devletçilik gibi konular üzerine kurmuştur.113
1965 seçimlerine 51 ilde katılan TİP, uygulanan milli bakiye usulünün kü-
çük partilere tanımış olduğu avantajı kullanarak %3 oy alarak meclise 15 mil-
letvekili sokmayı başarmıştır. TİP’in meclise girmesi, Türkiye’nin parlamento
tarihi açısından bir ilkin yaşanmasına sebep olmuştur. İlk defa -her ne kadar
bu parti tüzüğünde ve de programında açıkça söylenmiyor/söylenemiyor olsa
da- “sosyalist” bir parti meclise girmiştir. Bu milletvekillerinden 12’si aydın,
3’ü işçi çevresindendir. Milletvekillerinin çoğunun aydın kesiminden olması,
yani “işçilerin” haklarının “aydınlar” tarafından savunulmaya çalışılması, parti
tabanında rahatsızlığa neden olmuştur. Bunun yanı sıra TİP tabanı, “parlamen-
terizmin bozucu etkisi” dolayısıyla çalışan ve ezilen sınıfların haklarının mec-
liste savunabilmenin imkânsızlığını dile getirmiştir.
TİP mecliste o zamana kadar görülmemiş bir muhalefet tarzıyla hareket
etmiştir. Bu yaklaşım tarzının yanı sıra, daha önce dile getirilemeyen, tabu
sayılan birçok konu da TİP sayesinde tartışmaya açılmıştır. Etkili, sorgulayıcı,
tabuları yıkıcı muhalefet parlamentoya siyasal bir canlılık kazandırmıştır. Bu
tabuları yıkıcı muhalefet tarzının izlerini birçok meselede görebilmek müm-
kündür. Bunlardan belki de en önemlisi dış politikadır. Bu dönemde dış politik

444
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

meseleler sıkça meclis gündemine taşınmış ve sorgulanabilir olmuştur. TİP


sadece siyasal ve sosyal bir proje olarak sosyalizmin mecliste savunabilmesi
anlamında değil, aynı zamanda tabulaşmış, üstüne gidilemez birçok konuyu
tartışılabilir kılmış olması dolayısıyla da önemli bir işlev görmüştür.
1965 seçimlerinden sonra 1966 ve 1968’de kısmı senato seçimlerine de katı-
lan TİP beklediği çıkışı gerçekleştirememiştir. 1966 kısmi senato seçimlerinde
oyların tamamının %3,9’unu, 1968 kısmi senato seçimlerinde ise oyların
%4,7’sini alarak114 1969 seçimlerine değiştirilen seçim sistemi ile girmiş ve sa-
dece 2 milletvekili çıkartabilmiştir. Seçim sisteminin değişmiş olması, TİP’i
meclis dışına itmiştir. Bu sol muhalefetin meclis dışında daha tehlikeli bir şe-
kilde devam edeceği anlamına gelebilirdi. Bu yüzden Aybar, seçim yasasını
değiştirmek isteyenleri şu şekilde uyarmıştır: “Bu yasanın geçmesi halinde ülke-
deki huzursuzluk başka düzeye yükselecektir”.115 Parlamento dışı kalan TİP içinde
“parlamenter rejimle değil devrimle” fikri güçlenmeye başlamıştır. Bu sebeple
parti içinde Milli Demokratik Devrimcilerle (Mihri Belli, önce Yön, ardından
Devrim dergisini çıkaran Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve İlhami Soysal gibi
isimler) ordu arasında kurulacak bir işbirliğiyle hükümete darbe yapılması
fikri116 muhalefetin radikalleşmesine sebep olmuştur.
IX. ORTANIN SOLU VE CHP’DE YENİ DÖNEM
İnönü’nün 25 Temmuz 1965’te partinin Beşiktaş ilçe merkezindeki bir top-
lantısında dile getirdiği “ortanın solu” 1980’e kadar partinin rotasını belirleyen
ana hat olacaktır. CHP için ortanın solu, 1961 anayasasının görece özgür orta-
mında aydınlar arasında sosyalist düşüncenin hızla tartışılmaya başlanması ve
uluslararası sistemde ortaya çıkan yumuşamanın etkisiyle ortaya çıkan bir
kimlik arayışını ifade etmektedir.117 Bunun yanı sıra, 1950’lerde parti içinde
Turhan Feyzioğlu ve ekibinin kurduğu Hürriyet Partisi (HP) ile başlayan ve
bunun etkisiyle de CHP içinde 1957’de “Hürriyet Andı” olarak kabul edilen
bildiriye kadar, CHP’nin “devleti kurtarma misyonunun” demokrasiyi “kurtarma
misyonuna” doğru evrilmesi, CHP’nin klasikleşmiş/devletçi sol anlayışının de-
ğişim geçirmesinde etkili olmuştur.118 1959 Ocağında yayınlanan “İlk Hedefler
Beyannamesi” bu açılımın bir devamı niteliğindedir.119 Bu açılımlar ve TİP’in
meclise girerek sola seslenme çabaları, beraberinde CHP için yeni bir sol tanı-
mın yapılmasını zaruri kılmıştır.120 1965 seçimlerinden hemen önce ortaya
konmaya çalışılan ortanın solu politikası, CHP’nin sadece çevresiyle olan bağ-
lantısını kurarken değil aynı zamanda parti içerisinde bazı kesimlerin bir birle-
ri arasında ilişkiler kurarken referans aldıkları ana kavram olmuştur. Öyle ki,
parti içinde ortanın solu konusunda başlayan tartışmalar, onu benimseyenler
ve ana rota olarak kabul edilmesi konusunda ısrar edenlerle, solun aşırılıklar
içerdiğini iddia eden “muhafazakârlar”121 arasındaki gerilim bölünmeye kadar
gitmiştir. Bu dönemde ortanın solu kavramının tanımı üzerinde bile uzun tar-
tışmalar yapılmıştır. İnönü’nün 1965 seçimlerinden önce propaganda dönemi
boyunca anlatmaya çalıştığı ortanın solu başlangıçta devletçilik, sonra halkçılık
ve reformculukla bir tutulmuştur. Seçim propagandasının sonuna doğru kav-
ram, Türk devletinin ana vasfı olarak nitelenmiş ve aşırı sağ akımları durdura-
bilecek bir güç haline sokularak bir tür ideoloji haline sokulmuştur. Bunun

445
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

yanı sıra ortanın solu, en hararetli savunucusu olan genç bir siyasetçinin (Bü-
lent Ecevit), 1970’li yıllarda geniş halk kitlelerine ulaşmak için kullandığı bir
kavram olarak güncelliğini korumuştur.
Ortanın solu, 1965 seçimlerinden hemen önce parti tarafından yayınlanan
bir dizi seçim bildirgesiyle seçmene anlatılmaya çalışılmıştır. Bildirilerin he-
men hepsinde ana temalar; toprak reformu, sosyal hakların genişletilmesi, kır-
sal kalkınma ve gelir adaletinin sağlanması gibi konulardır. Ek olarak Ecevit’in
üzerinde ısrarla durduğu şey, köylülerin kalkınması meselesidir. Ortanın Solu
adlı eserinde Ecevit, her şeyden önce sosyal demokrasinin köylüleri cehaletten
kurtaracak bir işleve sahip olduğunu vurgulayarak, köylünün sadece zirai
üretim yapan bir sınıf olarak kalmasını kabul etmemiştir. Ona göre, köylünün
dünyadan haberdar olma hakkına ve yetisine sahip olması, kırsalın daha yaşa-
nabilir bir yer olmasında hayati öneme sahiptir.122
1965 seçimlerinde CHP’nin yenilgiye uğraması, ortanın solunun sorgu-
lanma sürecini başlatmıştır. Parti içindeki muhafazakâr kesim, böylesi bir sol
anlayışın aşırı olduğunu ve yine bu haliyle bir solu halka anlatabilmenin
imkânsız olduğunu ileri sürerek seçimlerden hemen sonra yapılacak IV. olağa-
nüstü kurultayda söylemin hararetli savunucuları olan genç partililere karşı
muhalefet başlatmıştır. Gençlere karşı geliştirilen muhalefetin başında partinin
önemli isimlerinden Turhan Feyzioğlu gelmektedir. Feyzioğlu ve çevresindeki-
lerin tüm deneyimlerine ve parti içerisindeki ağrılıklarına rağmen, muhalefet
hareketi kurultayda başarılı olamamıştır. Bu girişimin başarısızlığını İnö-
nü’nün ortanın solu ve savunucularına verdiği açık destekte aramak gerekli-
dir.123 Bu açıdan IV. olağanüstü kurultay bir kırılma noktasıdır. Kurultaydan
galibiyetle çıkan Ecevit, partide disiplini sağlamak adına bazı tedbirler öner-
miş, buna karşılık, ortanın soluna muhalif 47 kişi partiden ayrılarak yeni parti
hazırlığı içine girmiştir.124 Kurultaydan sonra yayınlanan bildiriyle uzun bir
süre partinin resmi ideolojisi ortanın solu olarak kalacaktır.
1969 seçimlerinden hemen önce CHP, Ecevit önderliğinde reformist kana-
dın yayınladığı seçim bildirgesinde ortanın solu hareketini düzen değişikliği
şeklinde adlandırılarak yeni kimlikle seçmen karşısına çıkmış fakat 1965’teki
oy oranına dahi ulaşamamıştır. Oyları %27,4’e düşen CHP, milli bakiye usulü-
nün terk edilmesiyle -bir önceki seçimde daha yüksek oy oranını elde edip
daha az milletvekili çıkarmasına rağmen- bir önceki seçimlere oranla daha
fazla milletvekili çıkarmıştır.125
X. CHP’DE BÖLÜNME VE GÜVEN PARTİSİ
CHP içindeki “ideolojik” farklılıklar partide rahatsızlıkların artmasına ne-
den olmuştur. Bir taraftan 1965 seçimlerinde ortaya çıkan oy kayıpları, diğer
taraftan içi bir türlü halkın anlayabileceği şekilde doldurulamayan ve parti
içinde muhafazakâr kesim tarafından kabul görmeyen ortanın solu söylemi
bölünmeye giden süreci tetiklemiştir. Seçimlerden sonraki kurultayda ortanın
solu söylemini açıkça destekleyen Ecevit ve arkadaşlarının kurultaydan başa-
rıyla çıkmaları, “muhafazakâr” kesimi yeni bir parti kurmaya yöneltmiştir.
Muhafazakâr kanattan 33 kişi Turhan Feyzioğlu öncülüğünde Güven Partisi’ni

446
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

(GP) kurmuştur. 1969 seçimlerine CHP ve AP’ye muhalefet ederek giren GP,
sadece 15 milletvekili kazanabilmiştir. Bununla birlikte CHP içindeki bunalım
AP’nin seçimlerde elini güçlendirmiştir. GP’nin beklediği başarıya ulaşama-
ması ortanın solu karşısında geliştirilen “muhafazakâr” söylemin cılız kalma-
sına yol açmıştır. Daha sonraki seçimlerdeki başarısı da hiç bir zaman 1969
seçimlerinden ileri gidememiştir. CHP’de devam eden ortanın solu tartışmaları
sonucu partiden ayrılan ve kendilerine “ortanın göbekçileri”126 denilen Kemal
Satıroğlu gibi önemli isimlerin GP’ye katılması da önemli bir değişim yarat-
mamıştır.
XI. 1968 GENÇLİK OLAYLARI
Türkiye’de 1968 yılında ortaya çıkan gençlik hareketleri, dünyada meyda-
na gelen gençlik hareketlerinden bağımsız gelişmiş olmamakla birlikte, Türki-
ye’nin kendine özgü şartları altında zaman zaman farklı anlamlar taşımıştır.127
Üniversitelerde reform ve demokrasi isteyen 68 hareketinin bir yansıması ola-
rak ortaya çıkan ve gelişen hareketler, Türkiye’de de buna benzer istekleri do-
ğurmuştur. Üniversiteler için demokrasi ve reform istekleri, daha sonra tüm
düzenin değişmesi isteğine evrilmiştir. Bununla birlikte dünyada üniversite
öğrencileri tarafından başlatılan hareketler, kapitalist sistemde meydana gelen
aksaklıkların düzeltilmesini de hedeflemiştir. Batı toplumlarında gerek dinsel
gerekse bilimsel etmenlerin bileşimi olarak sermayenin birikim mantığı çerçe-
vesinde “erken” işlerlik kazanan kapitalistleşme, Batıda sistemik bir karaktere
bürünürken, Türkiye sanayileşme sürecinin henüz başındadır. Bu farklılıktan
dolayı, Türkiye’de üniversite öğrencilerinin itirazlarına kaynaklık eden sebep
bir ölçüde Batıdakinden farklıdır. Bununla birlikte Batıda hareketlere çıkış
noktası kazandıran emperyalist güçlere karşı koyma temasının, Türkiye’de de
gelişen hareketlere kaynaklık ettiği söylenebilir. Ayrıca ABD’nin Vietnam’da
başlatmış olduğu savaş, bu anti-emperyalist tutumun yükselmesinde önemli
bir etkiye sahiptir.
Türkiye’de önceleri CHP ve basın tarafından masum istekler olarak görü-
len hareketler giderek şiddete bürünmüştür.128 Başlarda sadece üniversitelerde
reform gibi temalarla kendisini ifade etmeye çalışan hareketler, yukardan dev-
rimle toplumu terbiye etme geleneğine yaslanan Osmanlı/Türk/Kemalist dev-
let geleneğini çağrıştırırcasına, bu kez ordunun desteğini arkasına alarak yo-
lundan saptığı düşünülen rejimin devrimsel yollarla yıkılması görevini deruh-
te etmiştir. Milli Demokratik Devrimci aydınlar ve 9 Martçılar olarak nitelendi-
rilen darbe yanlısı asker/sivil kesimler dikkate alındığında, Türkiye’deki 68
kuşağının sanıldığı kadar özgürlükçü ve sivil olmadığı anlaşılacaktır. 27 Mayıs
darbesine giden süreçte, aydın, üniversite hocası ve belirli odaklar tarafından
manipüle edilen öğrencilerin oynadıkları rol hatırlandığında, meydana gelen
karışıklıkların dünyada esen “68 ruhu” ile birebir örtüşen bir karakteri haiz
olmadığı, aksine oldukça yönlendirilmiş ideolojik bir zihniyet dünyasına sahip
olduğu fark edilebilecektir. Bu sebeple CHP’nin “masum istekler” olarak gör-
düğü eylemleri AP, karışıklık çıkartmak yoluyla rejimin değiştirilmesine sebep
olma hareketleri olarak görmüştür.129 1969 yılında eylemlerin artış göstermesi
üzerine mecliste bu konu aylarca tartışılmıştır. Üniversitelerde işgal ve boykot-

447
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

larla başlayan ve giderek şiddet içeren hareketler, siyasal gündemin temel ko-
nusu haline gelmiştir. ABD deniz kuvvetlerine bağlı 6. Filo’nun İstanbul’a geli-
şi dolayısıyla ortaya çıkan protestolar neticesinde bazı Amerikan subaylarının
dövüldükten sonra denize atılması, ABD Büyükelçisi Komer’in ODTÜ’de ara-
basının yakılması ve 1969 Şubat’ında Taksim’de yaşanan ve “kanlı pazar” ola-
rak adlandırılan olaylarda sağcı ve solcu gençlerin büyük kavgası giderek ey-
lemlerin daha da şiddet tonları taşımaya başladığının göstergeleridir. Şiddetin
artışında hiç kuşkusuz “komünizm tehlikesi”ne karşı kurulmuş olan “koman-
do kampları”nın da önemli payı vardır. Daha çok Milliyetçi Hareket Partisi’ne
(MHP) mensup olduğu bilinen gençler, parti tarafından “komando kampı”
denilen yerlerde eğitilmekte ve kendilerine sokaklardaki olaylarda nasıl dav-
ranmaları gerektiği öğretilmekteydi. Bu da rejimin pekişmesi uğruna kan taze-
leyen devletin her iki taraftan şiddet eylemlerini belirli yoğunlukla sürmesine
göz yummasını, hatta hukuk-dışı derin yapılanmalar eliyle körüklemesini do-
ğurmuştur. Böylesi şiddet hareketleri ilerde daha sonra 12 Mart Muhtırası’nın
gerekçelerinden birini oluşturmuştur.
XII. AP’DE BÖLÜNME VE DEMOKRATİK PARTİ
CHP içinde meydana gelen bölünmenin bir benzeri de AP’de yaşanmıştır.
1969 seçimleri öncesi 72 milletvekilinin Demirel’e bir uyarı mektubu vermesi,
aslında 1964 Kasım’ında başlayan liderlik mücadelesinde temelleri atılmış bir
tartışmanın devamı niteliğindedir.130 Her türlü ortamın ne gerektirdiğini çabu-
cak kavrayan, davranışlarını bu yeni ortama göre hemen uyarlama yeteneği
gösterebilen ve herkesle her an uzlaşılabilir bir kişiliğe sahip olan Demirel,
partinin DP mirasıyla var olan çizgisini korumasını isteyen kesime göre, uzla-
şımların çıktılarını şahsileştirmektedir. Bunun yanı sıra, parti içindeki çatlama-
nın kaynağının toplumsal yapıdaki değişimde aranabileceğini söylemek de
mümkündür. AP, Anadolu’nun küçük burjuvazi ve tüccar sınıfına dayanarak
iktidar olmuşsa da ilerleyen zamanlarda büyük sanayi sermayesinin yanında
yer almıştır. Bu saf değiştirme parti içinde bir kesimi rahatsız etmiştir.131 Parti-
de geleneksel orta sınıfı temsil edenler, Demirel’i çıkar çevrelerini korumak ve
halktan uzaklaşmakla suçlamıştır.132 Bu kesim açısından Anadolu sermayesin-
den uzaklaşmak, partinin kendini var kılan değerlere de yabancılaşması anla-
mına gelmektedir. Bu sebeple 1970 yılı bütçe görüşmelerinde 41 milletvekilinin
bütçe yasasına ret oyu vermesi sonucu Demirel hükümeti düşürülmüştür. Yeni
hükümeti kurma görevi tekrar Demirel’e verilmiştir. Daha çok “alevi” kesimin
siyasal örgütlenmesi olan Türkiye Birlik Partisi’nin (TBP) desteği ile güvenoyu
almayı başarmıştır. Yeni kabinede Demirel’in kendine yakın isimlerden oluşan
ve “yeminliler” olarak adlandırılan AP’lilerin dışında kimseye yer vermemesi,
parti içindeki muhalefet hareketinin alevlenmesine neden olmuştur.133 Demirel,
yeni hükümeti kurduktan sonra bütçeye ret oyu veren milletvekillerini haysi-
yet divanına sevk etmiş ve bir kısmı partiden ihraç edilmiştir. Sadettin Bilgiç
gibi önemli isimlerin bir kısmı ise bir yıllığına partiden uzaklaştırılmıştır. Böy-
lece “isyan” hem cezalandırılmış hem de aşırı cezalardan kaçınılarak hava bir
nebze yumuşatılmıştır.134

448
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran
Bu şartlar altında, AP çatısı altında siyaset yapamayacaklarına inanan
muhalif milletvekilleri, Ferruh Bozbeyli öncülüğünde kurulan Demokratik
Parti’ye geçmiştir. Bu partinin kurucuları arasında, etkili eski DP’li kişilerin de
yer alması AP açısından oldukça zorlu bir sürecin yaşanmasına neden olmuş-
tur.135 İktidardaki bir partiden önemli isimlerin başka bir parti kurması Demi-
rel hükümetinin bütçe oylamasındaki başarısızlığını pekiştirmiştir. Her ne ka-
dar sistemli bir muhalefet hareketi ortaya koyamasa da Demokratik Parti, 12
Mart 1971 muhtırasına giden süreçte Demirel’in elini önemli oranda güçsüzleş-
tirmiş ve politikaların parti içinde sorgulanmasına sebep olmuştur. Bununla
birlikte, 1969 seçimlerinden kısa bir süre önce değiştirilen seçim sistemi ile,
yeni kurulan partilerin AP ve CHP gibi köklü partilerle yarışabilmesinin önü
tıkanmıştır. Bu koşullarda GP, TBP ve Demokratik Parti önemli bir varlık gös-
terememiş, siyaset sahnesinden silinmişlerdir.
XIII. TÜRKİYE BİRLİK PARTİSİ
Alevilerin ilk siyasal deneyimi olan TBP, 17 Ekim 1966’da Avukat Cemal
Özbey önderliğinde 12 kişi tarafından kurulmuştur. TBP’nin tüzük ve prog-
ramlarında Kemalizm’e güçlü göndermeler bulunmaktadır. Mesela Kema-
lizm’in devletçilik anlayışı (ince detaylar dışında) tamamen benimsenmiştir.
Devrimcilik, cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılığa vurgular, CHP’nin
vurgularıyla benzerlik taşımaktadır. Bununla birlikte esas farklılaşma, laiklik
konusunda ortaya çıkmaktadır. Kemalizm’in din ve devlet işlerinin ayrılması-
nın teorik anlamı olarak laikliği benimsemekle birlikte uygulanışına karşı
koymuşlardır. Devletin sadece Sünniliğin Hanefi mezhebini muhatap almasını,
onu temel referans kaynağı olarak kabul etmesini ve sadece dinin belirli bir
yorumunun Diyanet İşleri Başkanlığı’nda temsil edilmesini kabul etmemekte-
dirler.136 Böylece Aleviliğin sivil toplum içinde kendiliğinden gelişmesini talep
etmeden, daha çok devlet tarafından kabul edilmesi ve devletçe temsil edilme-
sini istemeleri, Kemalizm’in din anlayışını benimsediklerini göstermektedir.
Bir taraftan sosyolojik anlamda Alevilere seslenmeye çalışan ama diğer taraf-
tan resmi ideolojiyle bağlarını koparamayan bir siyasal oluşumun kendine has
bir kimlikle sorunları çözebilmesinin güçlüğü, partinin ömrünün kısa olma-
sından anlaşılabilmektedir.
Partinin her şeyden önce bir şehirli alevi partisi olması, alevi kitlenin tü-
müne birden seslenmemesi, kitlelere ulaşmasını engellemiştir. İlerleyen za-
manlarda kentte ve kırsalda yaşayan aleviler arasında bir bağ kurulmaya çalı-
şıldıysa da partinin birçok ilde örgütlenmesini tamamlayamaması ve ideoloji-
sini tüm Alevilere yeteri kadar anlatamaması seçim sonuçlarına yansımıştır.
1968 mahalli seçimlerinde beklenen başarının elde edilememesi, propaganda-
nın oy oranlarının görece yüksek olduğu iller üzerinde yoğunlaştırılması sonu-
cunu doğurmuştur.
1969 genel seçimlerinde Amasya, Tokat, Malatya, Sivas gibi alevi nüfusu-
nun yoğun olduğu yerlerden toplam 8 milletvekili çıkarmayı başaran TBP,
ülkenin bir çok yerinde alevi nüfusu dikkate alındığında başarılı sonuçlara
imza atamamıştır. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, Aleviliğin 1960’lı
yıllarda solla kurduğu yakın ilişkidir. Aynı dönemde sosyalist hareketlerin

449
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

güçlenmesi, Alevilerin sol kimlik kazanmasında önemli bir etkiye sahip olmuş-
tur.
XIV. MİLLİ NİZAM PARTİSİ
AP’nin 1960’ların ikinci yarısından itibaren daha büyük sermaye sahiple-
rine seslenme çabaları Anadolu’da küçük ve orta ölçekli iş sahiplerinin bu bu
partiden kopuş sürecini hızlandırmıştır. Bu kopuş orta ve küçük sermaye sa-
hiplerine seslenecek yeni oluşumlara zemin hazırlamıştır. AP’nin 1969 seçim-
lerdeki oy kayıplarının sebepleri arasında gösterilen bu durum, kaybettiği oy-
lara talip birçok İslami ve milliyetçi partinin iştahını kabartmıştır.137 Necmettin
Erbakan tarafından örgütlenen Milli Nizam Partisi ve 70’li yıllarda MNP’nin,
“(Kemalist) laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü” gerekçesiyle kapatılmasıyla kuru-
lan Milli Selamet Partisi (MSP) de bu halk kesimlerinin138 (çevrenin küçük ve
orta ölçekli tüccar/esnaf kesimi ile merkezi bürokratik/askeri vesayetçi seçkin
kesim karşısında parti politikaları ile modernleşen İslami/dindar halk kesimle-
ri) oylarına talip olan partilerden birisidir.
1960’lı yılların sonuna doğru Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği başkanlığı
seçimlerini Anadolu sermayesinin temsilcisi olduğu iddiasıyla Erbakan’ın ka-
zanması,139 1969 seçimleri öncesi siyaset sahnesine girişini hızlandırmıştır. Mil-
letvekilliği adaylığı AP tarafından reddedilen Erbakan, 1969 seçimlerine Kon-
ya’dan bağımsız aday olarak girmiş ve seçilmiştir. Erbakan bir süre sonra
MNP’yi kurarak başkanlığını üstlenmiştir. MNP’nin kitlelere seslenirken kul-
lanmaya çalıştığı “dinsel” söylem, İslamiyet’in iki anahtar kavramı olan
“ahlâk/maneviyat” ve “fazilet” kavramları içinde eritilerek geliştirilmiştir.140
Bunun yanı sıra MNP, AET’ye karşı çıkarak büyümenin milli dinamiklerle
gerçekleştirilmesini savunmuştur. AET’ye karşı çıkışı, muhafazakâr kimliğine
de uygun bir tutum olmuştur. Çünkü MNP’ye göre AET sadece ekonomik bir
topluluk değil, aynı zamanda üyelerinin hepsinin Hıristiyan olması dolayısıyla
bir dinsel birlikteliktir. Partinin kuruluş beyannamesine bakıldığında, millici-
lik, maneviyatçılık ve ahlakçılık gibi vurgular göze çarpmaktadır. Bu söylemler
daha sonra “milli görüş” olarak formüle edilmiş ve MNP’nin devamı olarak
kurulan MSP, Refah Partisi (RP), Fazilet Partisi (FP) ve Saadet Partisi’nde de
(SP) aynen benimsenmiştir. 5 Mart 1971’de “laikliğe aykırı çalışmalar yürüttü-
ğü” gerekçesiyle açılan dava ile 20 Mayıs 1971’de MNP kapatılmıştır. 11 Ekim
1972’de MSP kurularak daha önceki politikaları hemen hemen aynı kadrolarla
devam ettirmiştir.
XV. MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ
MBK’nın 38 üyesinden biri olan Albay Alparslan Türkeş, müdahaleden bir
süre sonra ordudan tasfiye edilmiş ve yurt dışına sürgüne yollanmıştı. Sür-
günden döndükten sonra AP ile görüşmelerde bulunmuş hatta Bilgiç’in kendi-
sine genel başkanlık teklif ettiğini ileri sürmüştür.141 Bu girişim sonuçsuz kalın-
ca Bölükbaşı’nın, “Bizim terkettiğimiz parti, Ordu karargahına döndü. Çizme gıcırtı-
sından, kılıç şakırtısından içeri girilmiyor”142 diyerek daha önce terk ettiği
CKMP’ye 31 Mart 1965’te bir grup arkadaşı ile katılan Türkeş, bir süre sonra
partinin genel başkanı olmuştur. 1965 seçimlerinde meclise girmiştir. CKMP

450
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

bu dönemde parlamentoda 3 milletvekiliyle temsil edilmiştir. Türkeş, 1966


yılında cumhurbaşkanlığına aday olmuş ama seçilememiştir. 1969’da Ada-
na’da düzenlenen kongrede CKMP ismi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ola-
rak değiştirilmiştir. CKMP her ne kadar bu tarihte MHP ismini almışsa da ha-
reket bu tarihte oluşmuş değildir. MHP hareketi Türkeş’in 1965 yılında
CKMP’ye başkan seçildiği tarihten itibaren başlayan gelişmeleri ifade etmek-
tedir. Türkeş’in genel başkan olmasıyla Türkçü ideolojinin siyasal temsilcisi
MHP olmuştur. MHP hareketinin ideolojik ve siyasal kaynağı bu haliyle Türk-
çülük ve Turancılıktır.143 Türkeş’in bu dönemde üzerinde ısrarla durduğu ko-
nu komünizm tehdidi olmuştur. Gençlerin hareketlerini bölücülük olarak de-
ğerlendirmiş, buna karşı önlemler alınması için yeni kurumsal yapılanmalara
ihtiyaç duyulduğunu ileri sürmüştür. Bu sebeple, 1968 yılında Ülkü Ocakları
Birliği’ni kurmuştur.
Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan sol hareketlilikle birlikte başlayan
Komünizm ve Sovyet düşmanlığı muhafazakâr sağ kesim tarafından yoğun bir
anti-komünist propagandanın başlatılmasına yol açmıştır. Bu propagandayı
hem siyasal hem eylemsel düzeyde 1956’da kurulan Komünizmle Mücadele
Derneği (KMD) üstlenmiştir. Fahri başkanlığını bir süre Cumhurbaşkanı Ce-
mal Gürsel’in yapmış olması KMD’nin tüm ülkede kısa bir sürede teşkilatlana-
bilmesini ve eylemlerinde kolluk güçleri tarafından tolere edilmesini sağlamış-
tır. Gittikçe radikalleşen KMD, önceleri AP ile dirsek temasında bulunmuşken
Türkeş’in genel başkan olmasından sonra CKMP’nin otoriter ve radikal söy-
lemlerini kendilerine daha uygun bularak AP yörüngesinden CKMP yörünge-
sine kaymışlardır.144 Türkeş, sürgünden döndükten sonra yeni bir siyasal olu-
şumda yer alma konusunda en büyük desteği KMD tarafından almıştır.145
Parti içerisindeki radikal eğilimler 60’lı yılların sonuna doğru yoğunluk
kazandı. Bu yoğunlaşmaya koşut olarak sağ kesimin gençlerine toplumsal ey-
lemlerde fiziki şiddet uygulamaya dayalı eğitimlerin verildiği kamplar kurul-
du. “Komando Kampları” olarak adlandırılan bu kamplar devletin içerisinde,
bazen onun himayesinde ama daha çok ondan bağışık bir şekilde eylemler
planlanan derin yapılar olarak varlığını uzun zaman devam ettirdi. Derin yapı-
lanmadan duyulan rahatsızlık, kendini sol-sağ çatışmalarında gösterdi. Rahat-
sızlıklar sadece toplumsal düzeyde de değildir üstelik. AP hükümetince daha
önce komünizmle mücadele için göz yumulan grupların rejimi tehdit etmeye
başlaması ile bu yapılar üzerindeki denetim de kaybolmaya başlamıştır. Bu
kaygılar doğrultusunda 1970’te hükümet tarafından MHP raporu adında bir
rapor hazırlatılmıştır. Rapor, komando kamplarının kimler tarafından kurul-
duğunu, eylemlerde silahların nereden temin edildiğini, eylemlerin kimler
tarafından yönetildiğini açıkça ifade ediyor ve yapılanma ile MHP arasında
organik bağlar kuruluyordu.146
XVI. 1969 GENEL SEÇİMLERİ VE 12 MART’A GİDEN SÜREÇ
12 Ekim 1969 seçimleri, oy oranı 1965’de aldığının altında da olsa, AP’nin
zaferiyle sona ermiştir. AP, % 46.63’le 256, CHP, % 27.36 ile 143, CHP’den ayrı-
lan Turhan Feyzioğlu’nun GP’si, % 6.58’le 15, TBP, % 2.80’le 8 sandalye elde
ederken, Bölükbaşı’nın MP’si % 3.22 ile 6 sandalye kazanabilmiştir.147 Seçim-

451
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

lerden önce siyasal gündemi meşgul konular, özellikle öğrenci ve işçi eylemle-
ri, Kasım’da tekrar gündemin ana konuları olmaya devam etmiştir. Bir taraftan
işci ve öğrenci eylemlerinin şiddete bürünmeye başlaması, diğer taraftan 1969
seçimlerinin yarattığı siyasal ortamın aydın kesimde yarattığı umutsuzluk,148
12 Mart muhtırasına giden sürecin hazırlayıcıları olmuştur.
Üniversitelerdeki süresiz işgaller ve işyeri grevleri sokak karışıklıklarına
dönüşünce hükümet tarafından kontrol edilemez hale gelmiştir. AP hüküme-
tinin olaylar karşısında izlediği politikalar, ne sağ ne de sol tarafından sorunu
çözecek politikalar olarak görülmemiştir. Güvensizlik, hükümetin sorun karşı-
sında takındığı “pasif tutum”dan kaynaklanmıştır. Bu şikâyet, hükümetin kol-
luk güçleri ile kavgayı tarafsız bir şekilde bitirememesinden kaynaklanmamak-
tadır. Sağ kesime göre, sorunun çözümü solun hükümet tarafından tamamen
yok edilmesine bağlıdır. Sol tarafından beklenen çözüm de buna benzer nite-
liktedir. Bu sebeple hükümet, hem sağ hem de sol tarafından kıyasıya eleşti-
rilmiştir. Her iki kesimin, varlığını karşısındakinin yok oluşuna bağlayışı doğal
olarak sağduyulu tüm yaklaşımları dışlamıştır. Mücadele sağcıların Ülkü
Ocakları ile solcuların Türkiye Devrimci Gençler Federasyonu arasında silahlı
bir hal almaya başlamış ve toplumsal kargaşanın boyutu her geçen gün büyü-
müştür.
Sokaklardaki bu durum meclise de taşınmıştır. Hükümet durum karşısın-
da sert tedbirler almaktan yana gözükmemektedir. Hükümetin, her sert tedbi-
rin sorunu daha da derinleştirebileceği kaygılarına karşın CHP hükümeti so-
rumsuzluk ve basiretsizlikle suçlamıştır. Her iki parti de soruna soğukkanlı ve
basiretli yaklaşmamış, şiddeti siyasal çekişmenin bir malzemesi haline getir-
miştir. İnönü, sık sık meclis kürsüsünden sorunun her iki kesime de tarafsız
yaklaşamayan aciz bir hükümetten kaynaklandığını dile getirmiştir. Hüküme-
tin elindeki yetkiyi doğru kullanmamasına yaptığı vurgular siyasal anlamda
hükümeti zor durumda bırakmaya yöneliktir.
Hükümet ise yukarıda ifade edildiği üzere sorunun sert önlemlerle halle-
dilebilmesinin güçlüğüne değinmiş ve sorumluluğun kurumlar tarafından
paylaşılması gerektiğini dile getirmiştir. Bu konuşma üzerine İnönü, sol kesi-
min ciddi tepkilerine maruz kalmıştır. Demirel ise İnönü’nün bu yaklaşımını
desteklemekle birlikte sorunun müsebbibi olarak sadece sol kesimi görme eği-
liminden kurtulamamıştır. AP’nin anti-emperyalist olmayı komünist olmakla
eş değer gören yaklaşımı, sorunun bir hakem tarafsızlığıyla halledilebilmesinin
imkânsızlığını ortaya koymuştur. Zira bu süreçte solu suçlu ilan eden hükü-
met, gerilimli anlarda eşdeşlik gereği solu suçlamaya devam etmiş, devlet ko-
ruması ve kollaması –bu kabul edilmemekle birlikte- sağ kesim lehine kulla-
nılmıştır.149 Bu yaklaşım pek doğal olarak sol kesimi rahatsız etmiş ve sol eği-
limli hareketlerin daha da radikalleşmesine sebep olmuştur. Öğrenci hareketle-
ri, işçi eylemleri ve aydın kesimin rahatsızlıkları, “ordunun rahatsızlıkları” ile
birleşince/örtüşünce muhtıraya giden süreç hız kazanmıştır. 1969 seçimlerinin
bir sonucu olarak, AP’nin demokratik yollardan iktidardan uzaklaştırılamaya-
cağı kanısı, ordunun sürece dâhil olmasını isteyenler tarafından bir şekilde
işlenmeye başlanmıştır.150

452
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran
1960’lı yılların ortalarında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal olayların do-
ruğa ulaştığı yıl 1969 olmuştur. İşçi ve öğrenci eylemlerinin önemli ölçüde
artması ve ordu içindeki iç çekişmelerin su yüzüne çıkması gibi sorunlarla
çalkantılı geçen 1969 yılı darbeye giden sürecin miladı olmuştur. AP bu sorun-
ların yanı sıra, Ecevit’le birlikte değişim geçiren ve kitlelere “kitlelerin diliyle”
seslenmeye çalışan yeni bir CHP ile de mücadele etmek zorunda kalmıştır.
1969 başlarında ortaya çıkan üniversite işgalleri sağ-sol kutuplaşmasını körük-
lemiştir. Bu kutuplaşma, 1964 yılında Johnson’ın İnönü’ye gönderdiği mektup-
la ortaya çıkan ulusalcı reflekslerle beslenen anti-emperyalist bir tutum ve za-
man içerisinde ortaya çıkan diğer olaylarla olgunlaşmıştır. Bu olayların çerçe-
vesini daha çok ABD ile ilişkilerde izlenen pasif yaklaşımın çizdiği söylenebi-
lir. İki ülke arasında yapılan iktisadi anlaşmalara dayanarak ABD’nin yardım-
larını siyasal meselelerde dile getirmeye başlaması, anti-emperyalist tutumun
pekişmesinde önemli rol üstlenmiştir. 1969 başlarında ABD büyükelçisi Ko-
mer’in arabasının ODTÜ’de yakılması buna bir tepki niteliğindedir. Bunun
yanı sıra ABD’nin Türkiye’deki üslerine ilişkin bazı anlaşmalar da sık sık ey-
lemlerin temel dayanak noktalarından olmuştur. Öğrencilerin takındığı bu
tutuma bir de 1969’un hemen başındaki grevler eklenince toplumsal hareketli-
lik ivme kazanmıştır. Yılın hemen başında Demiryolları ve Sümerbank’taki
grevler, Haziran ayında giderek tüm ülkeye yayılmıştır. 15–16 Haziran 1969’da
İstanbul ve çevresinde çıkan ve kontrol edilebilmesi için sıkıyönetim ilan edi-
len olayları “devrim provası” olarak tanımlayan “askeri/bürokratik” rejim,
müdahale için kendince oldukça “geçerli” nedenler bulmuştur.151 Sıkıyöneti-
min ilanı, AP’nin ordu karşısında geri adım atması anlamına gelmiştir. Nite-
kim sıkıyönetim ile bastırılan olaylar halk nezdinde ordunun elini güçlendir-
miş ve bir “meşruiyet” zemini oluşturmuştur.152 Bu çalkantılar karşısında zaten
kendini rejimi “korumak ve kollamakla” görevli sayan ordunun tutumu, gide-
rek müdahaleci bir niteliğe evrilmiştir. 25 Ocak 1970 tarihinde yapılan MGK
toplantısında Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un yaptığı sert ko-
nuşma, ordunun duruma müdahale edebileceğinin sinyallerini vermiştir. Bu
tarihten sonra yapılan tüm MGK toplantılarında Muhsin Batur’un dile getirdi-
ği sorunlar sürekli gündemde kalmış ve hükümet ile ordu arasındaki gerginlik
bir türlü yumuşatılamamıştır. Hükümet, herkesin anayasaya bağlı kalması
gereğini sıkça vurgulamasına rağmen, muhtıra sürecinin kesintiye uğramasına
yetmemiştir.
Başbakan Demirel gelinen noktada hükümetin taşıdığı kaygıları Cumhur-
başkanı Cevdet Sunay ile paylaşmıştır. Demirel’e göre Sunay, ordunun hükü-
met karşısındaki rahatsızlığının müdahaleye dönüşmesini engelleyebilecek
kişidir. Bu özellikleri dolayısıyla cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu inanç zaman
zaman pratikte de doğrulanmıştır.153 Demirel’in yardımına başvurabileceği ve
bir müdahaleyi engelleyebilecek başka bir dayanağı da yoktur. İkili görüşme-
lerde Demirel’in ordudaki gelişmeler hakkında yaşadığı kaygıları dile getirdi-
ğinde, Sunay’ın orduda herhangi bir kıpırdanmanın olmadığını, kendi cum-
hurbaşkanlığı döneminde böyle bir şeye müsaade etmeyeceğini söylemesi, tüm
kuşkulara rağmen ona duyulan inancı devam ettirmiştir. Bu garantiye rağmen,
1971’in başında yaşanan bazı olaylar, müdahale lehine işlemiş ve cumhurbaş-

453
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kanı bu süreçte artık hükümetin yanında yer almamıştır. Daha önce Demirel’in
tüm dönem boyunca kemikleşmiş politikasının “orduyu tarafsızlaştırma” ol-
duğunu ifade etmiştik. Bu noktada Demirel’in parti tabanında ve içerisinde
büyük rahatsızlıklara sebep olan154 bu politikasının sonuna gelindiği ve işlev-
sizleştiği görülmektedir. 12 Şubat 1971 tarihinde Bursa’da bir fabrika açılışına
katılan Sunay’ın ziyaretini yarıda keserek Eskişehir’de üst düzey generallerle
bir toplantıya katılmış olması safların artık belirginleşmeye başladığının gös-
tergesi olmuştur. Bunun yanı sıra Demirel, 8 Martta yapılan AP meclis grup
toplantısında partisinin durum karşısında umutsuz olduğunu ve kendisine
olan güvenin sarsıldığını söylemiştir.155 Bu şartlar altında ordu, 12 Mart 1971
tarihinde bir muhtıra yayınlayarak anayasanın öngördüğü reformları yapabi-
lecek güçlü ve itibarlı bir hükümetin kurulmasını istemiştir. Hükümetin istifa
etmemesi halinde iktidara el koyacaklarını belirtmişlerdir. Böylece Demirel
hükümeti istifa etmiş, yerine Nihat Erim hükümeti kurulmuştur.
SONUÇ
1960’lı yılların ilk yarısını teşkil eden İnönü koalisyonları dönemi, Kema-
list siyasal rejimin “fiili” iktidar koltuğunda oturan “asker” tarafından temelle-
rinin yeniden sağlamlaştırıldığı, ikinci yarısı da 1961 başında darbe liderleri
tarafından eski Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala’ya “güdümlü” bir
biçimde kur(dur)ulan ve iç ve dış odaklarca desteklenerek “icazetli” Demirel’in
başkanlığında 1965’te tek başına iktidara gelen AP’den 12 Mart muhtırasına
giden sürecin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu dönem boyunca AP’nin ordu
ile ilişkileri, gençlik hareketlerine karşı yaklaşımları, ekonomi konusunda ta-
kındığı tutum, 27 Mayıs’tan sonra daha da pekiştirilen Kemalist cumhuriyetin
öngördüğü devletçi ve statükocu temel niteliklerin dışına çıkmak istemeyen bir
parti izlenimi yarattığı görülmüştür. AP, bir taraftan rejimle uzlaşarak iktidar-
da kalmanın yollarını aramış, diğer taraftan da pragmatik/popülist bir biçimde
halkla bütünleşmeye çalışmıştır. Dönem boyunca 27 Mayıs “sendromu”ndan
kurtulamayan AP, siyasette yapısal adımlar atmak yerine tavizkar tutumlarla
kendini sisteme benimsetme çabası içerisine girerek muhtıraya davetiye çı-
karmıştır. Ordunun, toplumsal ve siyasal olaylara yaklaşımını ordu ile “sıcak
ilişkiler” kurarak ve ordunun “özerkliğini” kabul ederek halletmeye çalışmak,
siyasal sistem içerisinde ordunun gücünü azaltmamış, tersine artırmıştır.
AP’nin gençlik hareketlerine yaklaşımı da sorunu çözüme kavuşturabilecek
türden olmamıştır. Ya sol karşısında sağ taraf gizliden desteklenmiş ya da za-
man zaman sorun görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Görmezden gelme ya da
sorunu sağ grupları, sol hareketlerin karşısına koyarak çözme stratejisi, hare-
ketliliğin şiddetini artırmıştır. Bu sebeple, demokratik kurum ve kurallara ya-
pılan vurgu söylemsel düzeyi aşamamıştır. Ekonomide görülen görece geliş-
me, tüm hayal kırıklıklarına rağmen AP’nin toplumsal meşruiyet kesbetme-
sinde önemli bir işlev görmüştür.
CHP, 1960’lı yılların ikinci yarısına muhalefet partisi olarak girmiştir. Dö-
nem boyunca artış eğilimi gösteren sola yeni bir kimlikle seslenme çabası ola-
rak görülebilecek ortanın solu ise beklenen başarıyı getirmemiş, aksine partide
huzursuzlukları artırmıştır. Bu iç huzursuzlukların yanı sıra ortanın solunu

454
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

AP’nin, “ortanın solu, Moskova yolu” olarak sloganlaştırarak seçim propagan-


dasının merkezine oturtması, halk tarafından zaten yeteri kadar anlaşılamamış
bu söylemin komünizm olarak görülmesini sağlamıştır. Aslına bakılırsa orta-
nın solu kavramı, içeriğinden yoksun simgesel bir söylemi haiz olmuştur.
Çünkü o dönemde AP’de olduğu gibi, diğer sağ ve bir ölçüde TİP ve solun
tüm partileri ile özellikle CHP’de Kemalist/korporatist damar devam etmiş ve
içinde farklılıkların özgür bir biçimde yer almadığı bir siyasal yasallık zemini,
farklı siyasal partiler eliyle, ama kesinlikle devlet güdümünde var edilmiştir.

SONNOT

1 DP, davacı Mustafa Geygel adına hareket eden avukat Cemal Özbey’in hukuki girişimleri
sonucu, 29 Eylül 1960 tarihinde Ankara Dördüncü Asliye Hukuk Mahkemesi’nin verdiği fesih
kararı ile kapatılmıştır. Bkz., Cemal Özbey, Demokrat Partiyi Nasıl Kapattırdım (Ankara:
Emek Basım Yayınevi, 1961).
2
Siyasi partilerin il ve ilçe merkezlerinin açık bırakılması kararı verilmesindeki amaç, seçmen
kitlelerinin geniş ölçüde okuryazar olmadıkları ocak ve bucak seviyesindeki yerel birimlerde
sürekli bir ikilik havasının devamını önlemek ve siyasi faaliyetleri daha kesif nüfus bölgeleri-
ne kaydırmaktı. Nermin Abadan, Anayasa Hukuku ve Siyasi Bilimler Açısından 1965 Se-
çimlerinin Tahlili (Ankara: AÜSBFY, 1966), s. 25.
3 Bu dönemde kurulan partilerin kısa bir değerlendirmesi için, bkz., Celalettin Güngör, 27
Mayıs ve Partileşme Sorunu (Ankara: Nurol Matbaası, 1992), s. 85–138.
4
Osman Bölükbaşı’nın söz konusu dönemdeki siyasal etkinliği için, bkz., Adem Çaylak, İkti-
dar-Muhalefet İlişkileri Bağlamında Türk Siyasal Hayatında Osman Bölükbaşı (Ankara:
AÜSBF, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2004), özelikle üçüncü bölüm.
5
Turhan Feyzioğlu başkanlığındaki bilim heyetinde, Türk Hukuk Kurumu Başkanı Muammer
Aksoy, A. Ü. Hukuk Fakültesi’nden Süheyl Derbil ve İlhan Arsel, ve A. Ü. Siyasal Bilgiler Fa-
kültesi’nden Bahri Savcı bulunmaktaydı.
6 Abadan, 1965 Seçimlerinin Tahlili, s. 29.
7 Cem Eroğul, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945–71”, Der. İrvin Cemil Schick – Ertuğrul
Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge Yayınları, 1992) içinde, s. 136–137.
8 Cumhuriyet, 21.11.1960.
9 Celalettin Güngör, 27 Mayıs ve Partileşme Sorunu, s. 61.
10 T. C. Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi, C. 2, S. 35, s. 1, 86–87.
11
Akis, 27.02.1961.
12 Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de siyasal partilerin, Batı’da olduğu gibi işlevsel eksen
etrafında toplanan çatışmalardan doğmadığı, aksine yerel (territorial) eksen etrafında topla-
nan çatışmalardan doğduğu belirtilmelidir. Burada işlevsel eksen, ekonomik ve ideolojik de-
ğer çatışmalarını anlatır. Yerel eksen ise, devlet yönetiminde merkeziyetçi eğilimlere karşı
tepki olarak doğan çeşitli etnik, dinsel, dilsel ya da kültürel azınlıkların kendi çıkarlarını ve
özelliklerini devlet içinde kabul ettirme isteklerini ifade eder. Yerel eksene, “merkez-kenar ek-
seni” (center-periphery axis) de denmektedir. Bkz., Ergun Özbudun, Siyasal Partiler (Ankara:
AÜHFY, 4. Bası, 1983), s. 37–38.
13 TİP’in kuruluşu için, bkz., Mehmet Ali Aybar, Türkiye İşçi Partisi Tarihi, 3 Cilt (İstanbul:
BDS Yayınları, 1988).

455
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

14 Bu ifadeler Toker’e aittir. Bkz., Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları: 1944–1973,
İnönü’nün Son Başbakanlığı: 1961–1965 (İstanbul: Bilgi Yayınevi, İkinci Baskı, 1992), s. 20–
27.
15
Cihad Baban, Politika Galerisi: Büstler ve Portreler (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970), s. 246–
249; Ayrıca bu dönemdeki partileşme olgusunda, YTP ve AP’nin Gürsel’den gördüğü müza-
heret ve teşvik konusunda ayrıntılı bir çözümleme için, bkz, Celalettin Güngör, 27 Mayıs ve
Partileşme Sorunu, özellikle s. 101–108.
16 Sami Karamısır, Türkiye’nin Siyasi Meseleleri (İstanbul: Timaş Yayınları, 1994), s. 85–87.
17 Cem Eroğul, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945–1971”, Derl., İrvin Cemil Schick – Ertuğrul
Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge Yayınları, 1992) içinde, s. 138.
18 Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 36, 54.
19 Kudret, 1.7.1961.
20 Cemal Aygen, “Memleketimizde Seçimler ve Neticeleri”, AÜSBFD, C. XVII, S. 1 (Mart 1962),
s. 215.
21
Yeni Sabah, 4.9.1961; Cumhuriyet, 5, 6 ve 7.9.1961.
22
Yeni Sabah, 4.9.1961; Cumhuriyet, 5, 6 ve 7.9.1961.
23
Cumhuriyet, 6.9.1961.
24
Yeni Sabah, 6.9.1961.
25
Kudret, 10.9.1961.
26
Hikmet Özdemir, “Siyasal Tarih (1960–1980)”, Yay. Yön. Sina Akşin, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş
Türkiye 1908–1980 (İstanbul: Cem, 2002), s. 233–234.
27 Nermin Abadan, 1965 Seçimlerinin Tahlili, s. 335 ve EK: 2 ve EK: 3.
28 Hikmet Özdemir, a.g.e., s. 241–242.
29 Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası (İstanbul: Dünya Yayınları, 1964), s. 345.
30 Hulusi Turgut, “Türkiye Bunları Konuşuyor”, Sabah, 24. 1. 2002.
31 Yeni Sabah, 25.10.1961.
32
Bu konuda bkz., Adem Çaylak, İktidar-Muhalefet İlişkileri Bağlamında Türk Siyasal Hayatın-
da Osman Bölükbaşı.
33
Metin Toker, İnönü’nün iktidara geldikten sonra bu endişeyi sürekli hissettiğini yazmaktadır.
Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı…, s. 55 vd.
34 Hulusi Turgut, “Türkiye Bunları Konuşuyor”, Sabah, 25. 1. 2002.
35 Kudret, 4.3.1962.
36 Kudret, 12.5.1962.
37 Kudret, 24.5.1962.
38 Yeni Sabah, 26.5.1962.
39 Osman Bölükbaşı, CKMP GİK’in İstifamız Dolayısıyla Neşrettiği Broşüre Zaruri Bir Cevap
(Ankara: Doğuş Matbaası, Millet Partisi Yay., 1962), s. 56.
40 Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 112.
41 Hulusi Turgut, “Türkiye Bunları Konuşuyor”, Sabah, 25.1.2002.
42 Osman Bölükbaşı, Zaruri Bir Cevap, s. 60–62.
43
Hulusi Turgut, “Türkiye Bunları Konuşuyor”, Sabah, 25.1.2002.
44 Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 118.
45 Semih Vaner, “Ordu”, Derl., İrvin Cemil Schick – Ertuğrul Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde
Türkiye (İstanbul: Belge Yayınları, 1992) içinde, s. 259 ve 264–265.
46 Yeni Sabah, 12. 10. 1962.
47 Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 124.

456
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

48 Semih Vaner, “Ordu”, s. 262 ve 270–273. ss. 255–284. Bu kaynakta, ordu içindeki Aydemir
grubu, “radikal sağ” olarak nitelendirilmektedir.
49 Toker, II. İnönü Hükümeti’nin YTP lideri Alican ile CHP Genel Başkan Yardımcı Turhan
Feyzioğlu arasında yaşanan çekişmenin sonucunda yıkıldığını iddia etmiştir. Bkz., Metin To-
ker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 113.
50
Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 172–173.
51 Cem Eroğul, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu”, s. 142.
52
Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 174–175.
53 Millet Partisi’nin Üçüncü Hükümet Kuruluşundaki Hareket Tarzı ve Gelecek Hükümet-
lerde Hizmete Hazır Olduğu Hakkındaki Tamimi (Ankara: Doğuş Matbaacılık, 1963), s. 6–7.
54
Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı…, s. 174–175.
55 III. İnönü Hükümeti kuruluş görüşmeleri için, bkz., Toker, a.g.e., s. 176-186.
56 Makarios’un, Kıbrıs konusunda, Şubat 1959’da imzalanan Zürih ve Londra anlaşmalarında
çizilen ve Türk tarafına özel haklar tanıyan hükümleri uygulamayacağını 30 Kasım 1963’te
açıklamasıyla birlikte Kıbrıs Rumları, Türklere karşı saldırıya geçmiş ve yeniden Kıbrıs buna-
lımı başlamıştır. Bu konuda, bkz., Murat Sarıca, Erdoğan Teziç ve Özer Eskiyurt, Kıbrıs So-
runu (İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1975).
57 Zafer, 21. 11. 1964.
58 Cumhuriyet; Yeni Sabah, 23. 11. 1964.
59 Bu tabir Toker’e aittir. Bkz., Metin Toker, İnönü’nün Son Başbakanlığı, s. 221.
60 A. g. e., s. 224–225.
61 Millet Partisi İkinci Büyük Kongresine Sunulan Genel İdare Kurulu Raporları (Ankara:
San Matbaası, 16.7.1965), s. 10–11.
62
Cumhuriyet, 19.12.1964.
63
Süleyman Demirel, Yazdıkları ve Söyledikleri (Ankara: Adalet Partisi Yay., Doğuş Matbaacı-
lık, 1965), s. 57. Ayrıca bkz., Adalet ve Zafer, 19.12.1964.
64 Cumhuriyet, 31.1.1965.
65 Bölükbaşı mektupta şunları ifade etmiştir: “…İdarede eşit müessiriyet prensibi kabul edildiği
hükümet programında yer alacak esaslar… hükümetin ve dayanacağı grupların ve partilerin ahenk ve
tesanüt içinde çalışmalarını sağlayacak tedbirlerle alakalı şartlarda mutabakata varıldığı taktirde… ku-
racağınız hükümette vazife ve mesuliyet deruhte edebileceğimiz hususu organlarımızca karara varılmış-
tır. Bu kararlarımız icabı, güvensizlik takriri vermeniz veya bütçe vesilesiyle, girişeceğiniz hükümeti
düşürme teşebbüsünde sizinle beraber olacağız…”. Cumhuriyet; Yeni Sabah, 6.2.1965.
66
Cumhuriyet, 14.2.1965.
67
Metin Toker, İnönü’nün…, s. 229.
68 Cumhuriyet, 20.2.1965.
69 Johnson’ın mektubu ve İnönü’nün Jonhson’a gönderdiği mektupların içeriği hakkında, bkz.,
Nasuh Uslu, Türk-Amerikan İlişkileri (Ankara: 21. Yüzyıl Yayınları, 2000), s. 177–179.
70
Ahmet Kabaklı, “Gün Işığında: Zararlı Faaliyetler”, Tercüman, 29.8.1964; Metin Toker, “İsmet
Paşa ile 4 Buhranlı Yıl”, Milliyet, 11.2.1969.
71 “Başyazı”, Forum, 1.9.1964.
72
Cumhuriyet, 8. 1. 1965.
73 Doğan Avcıoğlu, “Asıl Muhalefet Şimdi Başlıyor”, Yön, 19.2.1965.
74 Cumhuriyet, 21.6.1966.
75 İlhan Selçuk, “Pencere: Bağımsızlık Ülküsü”, Cumhuriyet, 26.12.1964.
76
Zafer Gazetesi’nin söz konusu haberi için, bkz., Süleyman Demirel, Yazdıkları ve Söyledikleri,
s. 113.

457
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

77 Bilgiç hakkında daha detaylı bilgi ve parti içerisindeki konumu için, bkz., Mehmet Turgut,
Siyasetten Portreler (İstanbul: Boğaziçi Yay., 1991), s. 191-240.
78 Mehmet Turgut, Siyasetten Portreler, s. 293.
79 Sadettin Bilgiç, Hatıralarım (Ankara: Akasya Kitap, 2007), s. 140–141.
80 Basının Demirel’e verdiği destek konusunda dönemin önemli dergilerinden biri olan Akis’te
yazarlık yapan ve 27 Mayıs’tan hemen önce Tahkikat Komisyonu tarafından sorgulanarak
hapse gönderilen Kurtul Altuğ, Demirel’e dönemin önemli gazetelerinden Hürriyet’in verdiği
desteğin manidar olduğunu ileri sürmüştür. Bkz., Kurtul Altuğ, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a (İs-
tanbul: Koza Yay., 1976), s. 371.
81 Sadettin Bilgiç, a.g.e., s. 143.
82 Cumhuriyet, 16.2.1965.
83 Cumhuriyet, 21.2.1965.
84 Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, 12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi
(Ankara: İmge), s. 123.
85
Nermin Abadan, 1965 Seçimlerinin Tahlili, s. 377 ve Ek: 2, Ek: 3.
86
13 Şubat 1965 tarihinde kabul edilen milli bakiye usulüne göre, “Seçim sonucunda her ilde
muteber oy sayısına göre hesaplanan “baraj” sayısını aşan partiler, bu sayı oranında doğru-
dan doğruya bir kısım milletvekilleri kazanmış sayılırlar. Bu sayıyı doldurmamış olan partile-
rin oylarına gelince, bu oylar daha önce uygulanan d’hont sisteminde olduğu baraj sayısını
aşmış büyük partiler arasında yeniden bölüştürülmeyip, aksine bütün seçim çevrelerini kap-
sayan milli seçim çevresi içerisinde toplanır. Açıkta kalan milletvekilleri sayısı, bu toplam sayı
ile bölünmek suretiyle “milli seçim sayısı” bulunur. Daha sonra her partinin milli seçim çev-
resi içinde sahip olduğu muteber oy pusulası sayısı, “milli seçim sayısı” ile bölünmek suretiy-
le bu milletvekilleri de partiler arasında bölüştürülür.” Bkz., Abadan, 1965 Seçimlerinin Tahli-
li, s. 94.
87
Ümit Cizre, AP-Ordu İlişkileri (İstanbul: İletişim, 2002), 58.
88
Ümit Cizre, a.g.e, s. 65.
89
Tanel Demirel, Adalet Partisi İdeoloji ve Politika (İstanbul: İletişim Yay., 2004), s. 50.
90
Tanel Demirel, a.g.e, s. 50–51.
91
Türker Sanal, Demirel Hükümetleri (Ankara: Sin Matbaacılık, 2000), s. 77.
92
Tanel Demirel, a.g.e, s. 47.
93 Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, a.g.e, s. 133.
94 Cüneyt Arcayürek, Demirel Dönemi 12 Mart Darbesi (1965-1971) (Ankara: Bilgi Yay., 1985),
s. 90-91.
95 Ümit Cizre, a.g.e, 75.
96 Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, a.g.e, s. 135.
97 Tanel Demirel, s. 48.
98
Her iki partinin konuyu siyasal bir oyuna dönüştürmesi konusunda özellikle CHP’yi eleştir-
diği bir yazısı için bkz: Nadir Nadi, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a (İstanbul: Sinan Yay., 1972), s. 438.
99 Cüneyt Arcayürek, a.g.e, s. 307.
100 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1965–1973), (Ankara: Bilgi Yay., 1993), s.
146.
101 Ferruh Bozbeyli, Alaca Siyaset (İstanbul: Babıâli Kültür Yayıncılığı, 2000), s. 68.
102
Ferruh Bozbeyli, a.g.e, s. 73.
103 Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi (Ankara: İmge, 2007), s. 247.
104 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz Alogan (İstanbul: Kaynak Yay.,
1999), s. 170.

458
17. Bölüm: Türkiye’de Kemalist Rejimin Ordu ve Anayasa ile Pekişmesi ve Darbeler Arası Dönem / A. Çaylak,
H. Baran

105 Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev. Yasemin Saner Gönen (İstanbul:
İletişim, 2003), s. 371.
106 Vatan, 14. 02. 1961. Akt. Sadun Aren, TİP Olayı (1961–1971), (İstanbul: Cem, 1993), s. 32.
107 Sadun Aren, a.g.e, s. 33–35.
108 Kemal H. Karpat, a.g.e, s. 254.
109 Kemal H. Karpat, a.g.e, s. 254.
110 Hikmet Özdemir, a.g.e, s. 252.
111 Kemal H. Karpat, a.g.e, s. 257.
112 Sadun Aren, a.g.e, s. 99.
113 Hikmet Özdemir, a.g.m, s. 256.
114 Artun Ünsal, Türkiye İşçi Partisi (1961–1971) (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002), s. 5.
115 Feroz Ahmad, a.g.e, s. 203.
116
12 Mart 1971 muhtırasına giden süreçte, liderliğini Albay Cemal Madanoğlu’nun yaptığı ve
daha çok Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön ve ardından Devrim dergisinin bürosunda bir
araya gelen bir grup aydın-askerden oluşan Milli Demokratik Devrimciler, 9 Mart 1971’de bir
darbe ile hükümeti devirip yönetime el koymak istemişlerdir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için,
bkz., Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (İstanbul: Doğan Kitap, 1999).
117
Hikmet Özdemir, a.g.m, s. 254.
118
Nurşen Mazıcı, “27 Mayıs Kemalizm’in Restorasyonu mu?” Modern Siyasi Düşünce: Kema-
lizm C. 2, Ed. Ahmet İnsel (İstanbul: İletişim, 2006), s. 558.
119
Gülsüm Tütüncü Esmer, CHP: 1965–1980 Türk Siyasal Yaşamında Ortanın Solu (İstanbul:
Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 2006), s. 61.
120
TİP ve CHP arasındaki sola seslenişin her iki parti açısından sonuçları ve bunun 1969 seçimle-
rinden önce geçirdiği değişim için, bkz., Kurtuluş Kayalı, Ordu ve Siyaset 27 Mayıs–27 Mart
(İstanbul: İletişim, 2005), s. 154–156.
121
Metinde geçen “muhafazakâr” kavramıyla, değişimi de içinde barındıran değersel bir ideolo-
jik söylemden öte, dönemin Türkiye koşullarında daha çok devletçi, statükocu ve içe kapan-
macı bir anlayış kastedilmektedir.
122 Bülent Ecevit, Ortanın Solu (İstanbul: Tekin, 1973), s. 12.
123 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1965–1973), s. 86.
124 Eric J. Zürcher, a.g.e, s. 369.
125 Hikmet Özdemir, a.g.m, s. 235.
126 Zafer; Cumhuriyet, 17. 10. 1970.
127 J.M., Landau., Türkiye’de Aşırı Akımlar: 1960 Sonrası Sosyal ve Siyasal Çekişmeler (Anka-
ra: Turhan Kitabevi, 1978), s. 45.
128 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1965–1973), s. 119.
129 Geçlik hareketlerinin devrimsel bir yapıya doğru evrilmesi ve iktidar kavgası içerisine girmesi
konusunda açıklayıcı bir örnek olarak bkz., Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik (İs-
tanbul: Belge, 1995), s. 189–190.
130 Cüneyt Arcayürek, s. 312.
131 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (Ankara: İmge Kitabevi, 2004), s. 161–162.
132
Feroz Ahmad, a.g.e, s. 200.
133 Filiz Demirci Güler, Adalet Partisi (Ankara: TODAİE, 2003), s. 70–72.
134 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1965–1973), s. 193.
135 Bu kişiler arasında Celal Bayar’ın kızı, Adnan Menderes’in iki oğlu ve Samet Ağaoğlu’nun eşi
de vardır. Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1965–1973).
136
Sabır Güler, Aleviliğin İlk Siyasal Örgütlenmesi (Ankara: Dipnot, 2008), s. 78–79

459
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

137 Eric J. Zürcher, a.g.e, s. 370.


138 MNP ve özellikle MSP üzerine sosyolojik bir çalışma için, bkz., Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de
Modernleşme, Din ve Parti Politikası: MSP Örnek Olayı (İstanbul: Alan Yay., 1985).
139 Feroz Ahmad, a.g.e, s. 201.
140 Jacob Landau, Radical Politics in Modern Turkey (Leiden: E. J. Brill, 1974), s. 120.
141 Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları, Şahinlerin Dansı (İstanbul: ABC Basın Ajansı, 1995).
142 Hulusi Turgut, “Türkiye Bunları Konuşuyor”, Sabah, 28.1.2002.
143 Mustafa Çalık, MHP Hareketi’nin Kaynakları ve Gelişimi (1965-1980) (Ankara: Cedit Neşri-
yat, 1995), s. 93-94.
144
Merdan Yanardağ, MHP Değişti mi? Ülkücü Hareketin Analitik Tarihi (İstanbul: Gendaş
Yayınları, 2002), s. 52-53
145
Necdet Pekmezci, Nurşen Büyükyıldız, Ülkücüler Öteki Devletin Şehitleri (İstanbul: Kay-
nak Yayınları, 1999), s. 42.
146 Bu kamplar ve MHP ile organik bağları konusunda daha detaylı bilgi için, bkz., Ülkücü Ko-
mando Kampları (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997).
147
Feroz Ahmad ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kro-
nolojisi: 1945–1971 (İstanbul: Bilgi Yayınları, 1976), s. 376.
148
Kurtuluş Kayalı’ya göre bu umutsuzluk 12 Mart Muhtırasının en önemli sebebidir. Ayrıntılı
bilgi için, bkz., Kurtuluş Kayalı, a.g.e, s. 161.
149
Filiz Demirci Güler, a.g.e, s. 73.
150
Kurtuluş Kayalı, a.g.e, s. 167.
151
Feroz Ahmad, a.g.e, s. 204.
152
Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1965–1973), s. 204–205.
153
Başbakan’ın isteğiyle Cemal Tural’ın genelkurmay başkanlığından alınması konusunda cum-
hurbaşkanının sorun çıkarmaması, bu inancı doğrulayan pratiklere verilebilecek örnekler-
dendir.
154
Kurtuluş Kayalı, a.g.e, s. 167.
155
Feroz Ahmad, a.g.e, s. 205.

460
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

18. BÖLÜM
1965–1970 DÖNEMİ DIŞ POLİTİKA

Nasuh USLU∗

Türkiye, 1964 yılı içinde Kıbrıs sorunu nedeniyle Batılı ülkelere olan güve-
ninde ciddi bir sarsılma yaşadıktan ve o zamana kadar güvenliğini ve dış politi-
kasını sadece Batıya dayandırmanın yanlış olduğunu anladıktan sonra, takip
eden 1965–70 döneminde dış politika alanında bir çeşitlendirme ve özerklik ara-
yışı içinde olmuştur. Dönemin olaylarına ve gelişmelerine bakıldığında, Türk
hükümetlerinin, uluslararası sistemin yapısından da faydalanarak, başta ABD
olmak üzere Batı ülkeleriyle ilişkilerinde belli bir mesafe koymaya çalıştıkları,
onlara bağımlı olmadıkları izlenimi verme gayreti içerisine girdikleri ve içeride
kamuoyunda ortaya çıkan tartışmalar çerçevesinde ulusal çıkarları koruma nok-
tasında hassas olduklarını göstermeye çalıştıkları görülmektedir. Bu noktada
Amerikan yanlısı olmakla suçlanan Adalet Partisi hükümetinin, Doğu blokuna
ve Üçüncü Dünyaya yönelik olarak bir açılım içine girmesi, ilginç bir tablo ola-
rak ortaya çıkmaktadır. Ancak özerklik çabaları ne dereceye varmış olursa olsun
sonuçta Türk yetkililer, Batı içinde kalmak zorunda olduklarının ve diğer blok-
larla ancak belli derecede yakınlaşabileceklerinin farkında olmuşlar ve davranış-
larını ona göre ayarlamışlardır. Dış politikanın konuları tek tek değerlendirildi-
ğinde bu genel havanın, hepsinde hâkim olduğu görülecektir.
1. KIBRIS SORUNU
a) Genel Eğilimler
1965–70 döneminde Türkiye, Kıbrıs sorununda daha çok karşı tarafın ey-
lemleri karşısında tepki veren ve olayların gelişmesi çerçevesinde sadece adada-
ki Türk halkının durumunun kötüleşmemesi kaygısıyla hareket eden taraf du-
rumundadır. Bu yüzden Türkiye’nin dönem içinde Kıbrıs sorunuyla ilgili tavrını
anlayabilmek için karşı tarafın durumunu özet olarak da olsa ortaya koymak
gerekmektedir.
Bazı Yunan asıllı yazarlar, 1965 ile 1967 yılları arasında, Acheson planında
ortaya konan öneriler (Türkiye’ye belli tavizler karşılığında adanın Yunanistan’a
ilhak edilmesi) doğrultusunda Kıbrıs sorununa çözüm şekli aramak üzere, Tür-


Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

461
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kiye’yle doğrudan gizli ikili görüşmeler yapması için ABD’nin Yunan hükümet-
leri üzerinde aşırı derecede baskılar uyguladığını iddia etmektedirler. Onların
görüşüne göre, ABD, 1965 yılının Temmuz ayında Papandreou hükümetinin
iktidardan uzaklaştırılmasında ve Nisan 1967’de Yunanistan’da gerçekleştirilen
askerî darbede büyük rol oynamıştı. Amerika, Papandreou’yu Yunanistan’ın
başbakanı olarak görmek istememişti, çünkü Papandreou, Makarios’un uzlaş-
maya ters düşen politikalarını destekliyor ve Türklerle ikili görüşmeler gerçek-
leştirmek gibi Amerikalıların Kıbrıs sorunuyla ilgili isteklerini yerine getirmi-
yordu. Yine Yunan yazarlara göre, Temmuz 1965 ile Nisan 1967 tarihleri arasın-
da Yunanistan’da iktidarda bulunan muhafazakâr azınlık hükümetleri ile Nisan
1967’de ülkenin yönetimine el koyan askerî cunta, ayakta kalabilmek için büyük
oranda Amerika’nın desteğine ihtiyaç duymaktaydılar, bu yüzden de Amerikalı-
ların isteği üzerine Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili olarak Türkiye’yle gizli ikili gö-
rüşmeler gerçekleştirdiler. Amerikalıların istemesinin ötesinde, bu Yunan yöne-
timleri, kendileri de, kısmen uygulanacak olsa bile Acheson planına benzer çö-
zümler çerçevesinde enosisin gerçekleştirilmesine oldukça sıcak bakıyorlardı.
Amerikan liderleri için en uygun çözüm yolu, Kıbrıs’ın Türkiye ile Yunanis-
tan arasında taksim edilmesiydi (aslında burada kastedilen, Türkiye’yi memnun
edecek bir taviz karşılığında enosisin gerçekleştirilmesiydi). Bu çözüm şekli,
Kıbrıs’ın NATO’nun etkisi altına girmesini sağlayacak ve adadaki komünist
tehlikesini ortadan kaldıracaktı. Kıbrıs bir NATO toprağı haline geldikten sonra
da Amerika, adayı stratejik ve askerî amaçlarla kullanma imkânına kavuşacaktı.
Bu şekilde iki NATO müttefiki arasındaki ciddî bir sorun da ortadan kaldırılmış
ve NATO’nun birlik ve dayanışması kurtarılmış olacaktı. Bu çözüm, hem Türki-
ye’yi hem de Yunanistan’ı memnun edecek ve iki ülkenin Batı ittifakıyla olan
bağlarının zayıflamasının önüne geçecekti. Adanın çok büyük bir kısmının Yu-
nanistan’a bağlanması, Yunan cuntasının prestijini kurtaracak ve küçük sayıla-
cak herhangi bir parçasının Türkiye’ye bırakılması da bu devletin güvenlik çı-
karlarının tatmin edilmesini sağlayacaktı.1 Bu çözüm şeklinin önündeki en
önemli engel, şüphesiz Rum yönetimi lideri Makarios’tu. Makarios’un bir şekil-
de yönetimden zorla uzaklaştırılması, Kıbrıs’taki göreli sakinlik durumuna zarar
verebileceğinden tehlikeli görünmekteyse de, Amerikan dışişleri bakanlığı yetki-
lileri, Rum lideri planları bozucu ve huzursuzluğa neden olucu bir unsur olarak
görmeye devam etmekteydiler. Amerikalılara göre, Makarios tamamen devril-
mese bile gücü zayıflatılmalı ve Kıbrıs’taki muhaliflerinin gücü kendisine göste-
rilmeliydi. Zor durumlar karşısında bırakılarak ılımlı bir politika izlemesi, belki
de çifte enosis formülüne olur vermesi sağlanmalıydı.2
1967 Kasım’ındaki Kıbrıs krizinden sonra Amerika, Kıbrıs sorununa bir çö-
züm bulma yolundaki diplomatik çabalarını sona erdirmiş izlenimi verdi. Kıb-
rıslı Rum ve Türk toplumlarının temsilcileri Glafkos Clerides ile Rauf Denktaş
arasında 24 Haziran 1968’de başlayan toplumlar arası görüşmeler,3 Kıbrıs soru-
nuna göreli bir sessizlik ve sakinlik getirdiği için Amerikan çıkarlarına uygun
düşer görünüyordu. Asıl amacı, Türk azınlığın haklarını koruyacak ve Kıbrıs
hükümetinin görevlerini yerine getirmesini sağlayacak şekilde 1960 anayasasını
yeniden yürürlüğe koymak olan bu görüşmeler devam ettiği müddetçe uluslara-

462
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

rası bir çatışma, en azından o an için Amerikan yönetiminin gündeminden çık-


mış oluyordu. Bundan dolayı Amerikan yöneticileri, Birleşmiş Milletlerin göze-
timinde gerçekleştirilen bu toplumlar arası görüşmelere onay verdiklerini ve
desteklediklerini sık sık ifade ettiler.4 Amerika’nın günü kurtarmaya yönelik bu
politikası, sonuç olarak Makarios rejiminin ve Kıbrıs’ın bağımsızlığının destek-
lenmesini de beraberinde getirdi.5 Fakat Amerikalıların Makarios’tan hoşnutsuz-
lukları asla sona ermedi. Yunan yazarların iddiasına bakılacak olursa, ABD,
1974 öncesi dönemde Yunan cuntası ve Kıbrıs’taki enosis yanlısı unsurlarla bir-
likte Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok etme ve Makarios rejimini devirme çabalarına
karışmış ya da en azından bu çabalara destek vermiştir.6
Rum ve Yunan tarafında ise Makarios, Türk tarafıyla herhangi bir düzenle-
meye kesinlikle karşı çıkarken, Yunan Başbakanı Papandreou’nun, ‘Kıbrıs hü-
kümeti karşı olduğu müddetçe enosisin gerçekleştirilmesi ve Türkiye’ye askerî
üs verilmesi temeline dayanan bir çözüm şekli üzerinde durulmamalıdır’ görü-
şünü taşıdığı, kralın ise başbakana Kıbrıs sorununa Acheson planı temelinde
kesin bir çözüm bulunması direktifi verdiği belirtiliyordu.7 Bu çerçevede Mayıs
1965’te, Yunanistan kraliyet konseyinin toplantısında Makarios, eğer Yunan
hükümeti kendisini destekleyecekse ve davranışının sonuçlarına katlanmaya
razı olacaksa tek taraflı olarak enosis ilan edeceğini söylemişti. Makarios’un kas-
tettiği şey, Yunan hükümetinin, yapabiliyorsa enosisi katıksız bir şekilde, Türk-
lere bir şey vermeden gerçekleştirmesiydi.8 Temmuz 1965’ten sonra iktidara
gelen Yunan muhafazakâr azınlık hükümetleri, Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin kul-
lanımına sunulacak askeri bir üs karşılığında enosisi gerçekleştirme hedefi çer-
çevesinde Türk yetkililerle görüşmeler yaptılar, fakat Makarios faktörü yüzün-
den ada üstünde küçük bir alanı kaplayacak olan böyle bir üssün tam egemenli-
ğini Türkiye’ye devretmeye bile yanaşmadıkları/yanaşamadıkları için herhangi
bir gelişme sağlanamadı.9 1967 yılında Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri
cunta ise belirtilen çerçevede enosisi gerçekleştirmede çok daha aceleciydi. Bu-
nun için önce hevesli bir şekilde Türk yetkililerle görüşmeler gerçekleştirecek,
görüşmeler başarılı olmayınca da Kıbrıs’ta şiddete başvurma yolunu seçecekti.
1965–70 döneminde Türk tarafı, Kıbrıs sorununda hep karşı tarafın kendisi-
ne zarar verecek hamlelerini bekleyen ve kollayan durumundaydı. Kıbrıs’taki
Türkler, illegal bir şekilde yönetimden dışlandıktan sonra Rum baskıları karşı-
sında belli bölgelerde toplanıp varlıklarını devam ettirme mücadelesi vermekle
meşguldüler. Türkiye ise Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran anlaşmalar, oluşturulan
yapının devamı konusunda kendisine garantörlük görevi vermiş olmasına rağ-
men, 1963 yılı sonunda ve 1964 yılı başında adadaki yönetimin Rumlar tarafın-
dan gasp edilmesi karşısında önceden hazırlığını yapmadığı için sessiz kaldıktan
sonra, bütün dikkatini Rumların Türkler karşısında yeni ciddi ilerlemeler ger-
çekleştirmesini önlemeye vermişti. Başka bir deyişle, Kıbrıslı Türklerin kayıpla-
rının telafi edilmesini ve onlara haklarının geri verilmesini aktif politika ile sağ-
layamayan Türkiye, karşı tarafın hamlelerini bekleyen durumundaydı. Yunan
tarafı, Amerikalılarla dirsek teması içinde Türkiye’ye mümkün olduğunca az şey
vererek Kıbrıs’ı ilhak etmenin yollarını ararken ve Türkiye’yi ikna edemediği ve
Makarios engelini aşamadığı durumlarda adada maceralara girişirken, Türkiye,

463
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

bir taraftan Yunanistan’la taksim izlenimi verecek senaryolar çerçevesinde gö-


rüşmeler gerçekleştiriyor, diğer taraftan da 1964 yılında müdahale edilememesi
nedeniyle Türk halkının Kıbrıs’la alakalı aşırı hassasiyetinin devam ettiği bir
ortamda, Kıbrıs’ta enosise asla izin vermeyeceğini ve Kıbrıslı Türklerin haklarını
sonuna kadar savunacağını ilan ediyordu.
1965 yılında iktidara gelen Süleyman Demirel’in Başbakanlığındaki Adalet
Partisi hükümetinin en fazla önem verdiği şey, Kıbrıs sorununda ve ABD’yle
ilişkiler konusunda iddia edildiği gibi Türkiye’nin çıkarlarının göz ardı edilme-
diğini göstermekti. Aslında Kıbrıs’ta kaybedilenleri geri getirecek güçlü politika-
lar izlenmiyordu, fakat diğer taraftan Kıbrıs’ın tamamen kaybedilmesine izin
verilmeyeceği mesajı Türk kamuoyuna sürekli aktarılıyordu. 1967 krizi öncesin-
de Yunanistan’la yapılan gizli görüşmeler çerçevesinde ciddi tavizler verilebile-
ceği yönündeki kamuoyu kaygısını dağıtmak için yapılan açıklamalar, baştan
beri söylenenlerin bir tekrarı niteliğindeydi. Buna göre, Türkiye’nin Kıbrıs poli-
tikası şu unsurları içermekteydi: 1- Türkiye’nin güvenlik çıkarları korunmak
zorundaydı. 2- Kıbrıs adası tek taraflı olarak bir ülkeye ilhak edilemezdi. 3-
Kıbrıs’la ilgili uluslararası anlaşmalar tek taraflı olarak bozulamaz ve değiştiri-
lemezdi. 4- Kıbrıs’taki bir cemaatin kendi rejimini diğerine kabul ettirmesi ve
diğerini tahakküm altına alması söz konusu olamazdı. 5- Doğu Akdeniz ve
Ege’de Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla kurulan güç den-
gesi, bir tarafın lehine bozulamazdı.10 22 Nisan 1967’de düzenlediği basın top-
lantısında Başbakan Demirel, bu olmazsa olmazlar çerçevesinde, Türk hüküme-
tinin Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak ulaşmaya çalıştığı temel hedefleri yumuşak
sayılabilecek bir üslupla sıralamaktaydı: “1-Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin sa-
hip olduğu görüşlere uluslararası alanda azamî destek elde etmek. 2- Türk ce-
maatinin moralini ve direnme gücünü en yüksek seviyeye çıkarmak. 3-Kıbrıs
meselesini müzakereler yoluyla halletmenin bütün imkânlarını iyi niyetle dene-
mek. 4-Kıbrıs’ta tek taraflı bir çözüm yoluna kati olarak kapıyı kapatmak ve Kıb-
rıs’ta statükonun en ufak ölçüde dahi Türkiye’nin ve Türk cemaatinin aleyhinde
değiştirilmesini önlemek.11 1967 krizinden sonra ise daha sert bir üslup kullan-
mak gerekecekti. Başbakan Demirel, Adalet Partisi ortak grubunda 5 Aralık
1967’de yaptığı açıklamada Türkiye’nin, kendisine Londra-Zürih anlaşmalarıyla
tanınmış Kıbrıs’a müdahale hakkının asla tartışma konusu yapılamayacağını
duyurmaktaydı. Ne olursa olsun Türkiye, Kıbrıs’taki haklarından ve Kıbrıslı
soydaşlarının hakkından asla vazgeçmeyecekti.
1967 Kıbrıs kriziyle Yunan kuvvetleri Kıbrıs’tan çekilmek zorunda bırakıl-
dıktan, Makarios Kıbrıs Türklerinin yoğunlukta olduğu bölgelerin çevresinde
kurduğu ablukayı kaldırdıktan ve Kıbrıslı iki halk arasında toplumlar arası gö-
rüşmeler de başladıktan sonra Türk hükümetinin Kıbrıs sorununu gündemin
baş maddesi olarak kamuoyu önünde canlı tutması için pek neden kalmamıştı.
Bundan sonra Türk yetkililer Kıbrıs’la ilgili gelişmelere çok az dikkat sarf ede-
ceklerdi. Demirel hükümeti, Türk kamuoyuna Kıbrıs’ta normal duruma yeni-
den dönüldüğü ve Kıbrıslı Türklerin durumunun önemli derecede iyileştirildiği
izlenimini vermeye özen göstermekteydi. Toplumlar arası görüşmeleri kuvvetle
desteklerken Başbakan Demirel, aynı zamanda Kıbrıslı Türklere sağlanacak ye-

464
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

rel özerklik karşılığında Kıbrıs devletinin üniter yapısını destekleyecekmiş gibi


görünüyordu. 7 Kasım 1969’da Mecliste yaptığı konuşmada Demirel şu husus-
lara dikkat çekmekteydi: Kıbrıs sorunu birçok ülkeyi ve tarafı ilgilendiren bir
meseleydi. Bu yüzden sadece bir tarafın isteklerinin göz önünde bulundurulma-
sıyla çözümlenmesi mümkün değildi. Sorun, ancak ilgili bütün tarafların meşru
çıkarları ve hakları dikkate alınarak çözülebilirdi. Bunu sağlamanın en iyi yolu
da taraflar arasında görüşmelere devam etmekti.12
b) Kıbrıs’la İlgili Gelişmeler
Kıbrıs sorununa çözüm bulmada aceleci davranan Yunan cuntası, 1967 yılı-
nın Eylül ayında Türk tarafını konuyla ilgili olarak ikili görüşmeler yapmaya
davet etti. Bu çağrının Türk tarafınca da kabul edilmesi üzerine Türk ve Yunan
başbakanları, Süleyman Demirel ile Kollies, 9 ve 10 Eylül 1967’de birer gün aray-
la Yunanistan’ın sınır kasabası Alexandroupolis (Dedeağaç) ile Türkiye’nin sınır
kasabası Keşan’da iki ayrı görüşme yaptılar. Yunan başbakanının ortaya koy-
duğu öneri, Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilmesi, Kıbrıslı Türklere azınlık hak-
ları tanınması ve Türk-Yunan sınırında bazı düzeltmeler yapılmasıydı. Yunanlı
liderler, Amerikalıların önerileri (ikinci Acheson planı) doğrultusunda Türki-
ye’ye küçük tavizler vererek neredeyse koşulsuz enosisi elde etmeye çalışıyor-
lardı. Ada üzerinde kendilerine tam egemenlikleri altına girecek bir üs verilmesi
konusunda ısrarlı olan Türk tarafı ise kendisine verilecek tavizin küçüklüğün-
den ve belirsizliğinden dolayı Yunanlıların tarihi hayallerine evet diyebilecek
durumda değildi. Bu yüzden Türk heyeti, gerçekte enosisi öngören Yunan öne-
risini reddetti, ya 1959 anlaşmalarının kurduğu sisteme dönülmesini ya da çifte
enosis gerçekleştirilmesini istedi.13
Görüşmelerin bu şekilde başarısızlığa uğramasının ardından Başbakan De-
mirel’in, Türkiye’ye döndükten sonra düzenlediği basın toplantısında görüşme-
lerde enosisi reddettiklerini ve Londra-Zürih anlaşmalarının geçerliliği üzerinde
ısrar ettiklerini açıklaması,14 Yunan cuntası açısından bir hezimete işaret ediyor-
du. Yunan yönetimi, Türkleri bir şekilde ikna ederek ulaşmayı düşündüğü eno-
sisin, dünya kamuoyunda ciddi beklentilerin oluşmasına neden olan önemli bir
ikili görüşmenin ardından Türkiye başbakanı tarafından açık bir şekilde redde-
dilmesi karşısında şaşkındı. Belki Demirel de Yunan tarafıyla gelecekte benzer
çerçevede görüşmelere kapıyı kapatma niyetinde değildi ama muhalefetin ve
basının ‘enosise yol açılıyor’ yolundaki yorumları karşısında, ‘Türkiye’nin çıkar-
larından çok ABD’nin isteklerini gözetiyor’ izlenimini kırmak için sert bir çıkış
yapma ihtiyacı hissetmişti. Aslında Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs soru-
nuna karşılıklı tavizler ile çözüm bulma yolunda ABD’nin isteğiyle gerçekleştiri-
len görüşmelerin geçmişi, 1964 yılındaki İnönü hükümeti dönemine kadar uza-
nıyordu. 1964 yazındaki Cenevre görüşmelerinde Türk heyetinin başkanı olarak
enosis ve taksim benzeri çözümler üzerinde görüşmeler yapan Nihat Erim’in,
“taksim, yani ikili enosis pazarlığına girişilmesi, Yunan oyununa gelmek olur.
Bir kısım devletlere bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinde Türk toplumunun siyasî ve
medeni haklarını en iyi şekilde sağlayan federal sistemi istiyorum derken, öte
yandan Yunanistan’la taksim pazarlığına oturmak dünya kamuoyunda Türki-
ye’nin belli bir prensibe dayanmadığı şüphesini yaratır” demesi, eleştirilerdeki iç

465
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

politika etkisini açık bir şekilde ortaya koyuyordu.15 Bu çerçevede Demirel’in de


iç politika kaygıları doğrultusunda ortaya koyduğu tavır, enosis davasında ciddi
bir darbe yiyen ve halkının gözünde prestijini düzeltmek isteyen Yunan cuntası-
nı, Kıbrıs’ta maceraya itecekti.
15 Kasım 1967’de Yunanlı General Grivas’ın komutasında bir Rum devriye-
si rutin kontrol faaliyeti gerçekleştirmek bahanesiyle Kıbrıslı Türklerin köyü
Boğaziçi’ne (Ayios Theodhoros) girdi. Türkler bu kontrole karşı çıktılar ve Rum-
ların iddiasına göre devriyeye ateş açtılar. Grivas’ın emriyle Rum kuvvetleri aynı
günün akşamına kadar çıkan çatışmalardan sonra köyü işgal ettiler. Aynı anda
bu olayla ilgili olmaksızın Rum kuvvetleri Geçitkale (Kophinou) köyündeki
Türk mevzilerine de saldırdılar.16 Boğaziçi ve Geçitkale köyleri, Lefkoşe ve Li-
masol’u birbirine bağlayan otoyol üzerinde stratejik bir noktada bulunan, Kıbrıs
Türklerinin denetimindeki önemli üslerdi. Zorunluluk karşısında kendiliğinden
oluşmuş olan Kıbrıs Türk yönetimi köyleri kontrolü altında tutmaktaydı. Gö-
ründüğü kadarıyla Kıbrıslı Rumlar, bu iki stratejik Türk köyünü ele geçirerek
Kıbrıs Türklerinin gücünü ve direnişini önemli oranda kırmak istemişti. Türk
tarafı Rum saldırılarının önceden planlanmış organize saldırılar olduğu görü-
şündeydi. Saldırıların zamanlaması da açık bir şekilde bunu ortaya koymaktay-
dı.17 1967 yılı içinde Kıbrıs Rum hükümeti, ordu dışında yeni bir silahlı birlik
oluşturmuş ve Çekoslovakya’dan büyük miktarlarda silah ithal etmişti. Rum
Milli Muhafız birliği Yunan ordusuyla kuvvetli bağlar oluşturmuş ve tamamen
Yunan subaylarının kontrolü altına girmişti. Anavatan Yunanistan’dan gelen
subaylar enosis doktrininin yaygın şekilde propagandasını yapıyorlar ve yakın
bir gelecekte Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanacağını ilan ediyorlardı.18
Çatışmalar başladıktan sonra toplanan Türk Milli Güvenlik Kurulu,
Rum silahlı kuvvetlerinin işgal ettikleri iki Türk köyünden çekilmemeleri duru-
munda Türk hava kuvvetlerinin Rum mevzilerini bombalayacağına dair bir no-
tayı Rum lider Makarios’a gönderme kararı aldı. 16 Kasım sabahı saat 4.00’ten
itibaren Rum kuvvetlerinin köylerden çekilmeye başladığı haberi gelince de
Türk hükümeti Kıbrıs’a karşı gerçekleştirmeyi düşündüğü hava saldırılarını
iptal etti.19 17 Kasım günü sona ermeden önce de BM gücü Kıbrıs’ta ateşkes
sağlanmasına muvaffak olmuş ve Rum Muhafızları da işgal edilmiş bölgelerden
tamamen çekilmişti.20 Bu arada Türk kamuoyu tamamen müdahale taraftarı
haline gelmişti. Türk hükümeti üzerinde Kıbrıs’taki Türk topluluğunu kurtar-
mak için adaya askerî müdahalede bulunması için şiddeti gittikçe artan bir baskı
oluşmaktaydı. Türkiye’nin büyük şehirlerinde müdahale çağrısında bulunan
büyük çaplı gösteriler, yürüyüşler ve toplantılar gerçekleştirilmekteydi. 16 Ka-
sım 1967 günü Millet Meclisi’nin kapalı oturumunda hem iktidar hem muhalefet
partileri Kıbrıs’a karşı askerî bir müdahale gerçekleştirilmesi gerektiğini savun-
dular. Toplantı sonunda da Millet Meclisi, gerekli görülmesi durumunda Kıb-
rıs’a müdahalede bulunması için Türk hükümetine yetki veren kararı 1’e karşı
432 oyla aldı.21
Artan baskılar karşısında Başbakan Süleyman Demirel de 17 Kasım’da Yu-
nanistan’a ültimatoma benzer bir nota göndermek durumunda kaldı. Öyle gö-
rünüyordu ki, çatışmalar sona erdikten sonra Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale

466
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

olasılığı ortadan kalkmamıştı. Hatta Demirel’in ortaya koyduğu istekler kabul


edilmezse ve Kıbrıs’taki durumu daha da kötüleşmeye devam ederse Türkiye
kesin olarak Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunacak gibi gözüküyordu. Türk jet
uçakları günlük olarak sürekli şekilde Ada üzerinde uçuş gerçekleştirmekteydi.
Türk savaş gemileri Kıbrıs’a en yakın nokta olan Mersin limanına gönderilmiş-
ti.22 Aslında Türk hükümeti, isteklerinin karşılanmaması durumunda askerî
müdahalede bulunmaya ne kadar kararlı görünürse görünsün, Türk silahlı kuv-
vetleri Kıbrıs’a askerî bir çıkarma yapmak için yeterli hazırlığa hâlâ sahip değil-
di. Ordu komutanları ve hükümet yetkilileri askerî müdahalede bulunmak için
planlar yapmaya başladıklarında Türk ordusunun yeterli askerî malzemeye ve
personele sahip olmadığı ortaya çıkmıştı.23 Başbakan Demirel ile muhalefet lide-
ri İnönü de Türkiye’nin askerî müdahaleden mümkün olduğunca uzak durması
ve aşırı derecede ihtiyatlı hareket etmesi görüşünde idiler. Demirel, İnönü’ye
krizin Türkiye’nin prestijini aşağı yukarı kurtaracak tarzda çözülmesinden tat-
min olabileceğini söylemişti. Türkiye’nin müdahalesi bir Türk-Yunan savaşının
çıkmasına neden olacak gibi gözüküyordu. Demirel ise asla bir savaş istemiyor-
du. İnönü de Başbakan Demirel’e ve Dışişleri Bakanı Çağlayangil’e Türk ordu-
sunun herhangi bir denizaşırı askerî operasyon tecrübesinin olmadığını ve her-
hangi bir askerî yenilgi durumunda bunun Türkiye için bir felaket anlamına
geleceğini söylemişti.24
Diğer taraftan ABD, eskiden olduğu gibi yine Türkiye’nin Kıbrıs’a müdaha-
le etmesini istemiyordu. Kriz başlar başlamaz Amerika’nın Türkiye büyükelçisi
Parker Hart, Dışişleri Bakanı Çağlayangil’e Başkan Johnson’ın Türkiye’den Kıb-
rıs’a müdahalede bulunmamasını istediğini, fakat 1964 yılındaki Johnson mek-
tubuna Türk kamuoyunun gösterdiği tepkiyi göz önünde bulundurarak yazılı
bir mesaj göndermemeyi tercih ettiğini söylemişti. Yine iddia edildiğine göre, bu
krizde de Türk silahlı kuvvetlerinin Kıbrıs’a askerî bir operasyonda bulunması-
nın önüne geçmek amacıyla Amerikan Altıncı Filosuna bağlı bir görev kuvveti
Kıbrıs sahillerine yakın bölgelere sevk edilmişti.25 Yunan hükümetinin 22 Ka-
sım’da Türkiye başbakanının ortaya koyduğu önerileri reddetmesiyle durum
kötüleşince de Amerikalılar, olası bir silahlı çatışmanın önüne geçmek için eski
savunma bakan yardımcılarından Cyrus Vance’i arabulucu olarak bölgeye gön-
derme ihtiyacı hissettiler. Her ne kadar Vance, Yunan tarafı üzerinde olduğu
kadar Türk tarafı üzerinde de baskı uygulasa da bu defa 1964 yılındaki Johnson
mektubunun tekrar edilmesi söz konusu değildi. Johnson mektubuna benzer bir
tehdit, Türkiye’nin tamamen Amerika’dan uzaklaşmasına neden olabilirdi. Bu
defa NATO’nun birliğine ve istikrarına zarar verebilecek durumda gözüken
Yunan tarafıydı. Yunan tarafı ciddî bir krizin ortaya çıkmasına neden olmuştu.
O halde taviz vermek durumunda olan daha çok Yunan yöneticileriydi. Ancak
Yunanlılara da uygun şekilde yaklaşılması gerekiyordu. 1964 krizinde Türki-
ye’ye yapılan onlara yapılır ve küçük düşürülürlerse ters tepki verebilirler, bu da
krizin istenmeyen noktalara tırmanmasına neden olabilirdi.26
Vance’in arabuluculuk girişimiyle ilgili olarak Amerikan yönetiminin ta-
kındığı resmî tutum, Vance’in sadece tarafsız bir arabulucu olarak davrandığı ve
hiçbir tarafa yaptırım tehdidinde bulunmadığı şeklindeydi. Ancak ABD’nin her

467
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

iki tarafa karşı askerî yardımı kesme tehdidini kullandığı söylentileri de ortalıkta
dolaşmaktaydı. Ehlrich’in görüşüne göre, Vance, Türk ve Yunan temsilcilerle
Amerika’nın her iki ülkeye karşı sağladığı yardım konusunu doğrudan ele al-
mamış olsa bile konu her zaman her iki ülkedeki devlet adamlarının aklında
bulunmaktaydı. Çünkü her iki devlet de silahlı kuvvetlerini ayakta tutmak ve
güçlendirmek için Amerikan yardımına aşırı derecede bağlı bulunmaktaydı ve
yardımın kesilmesi onlar için büyük bir tehlike oluşturmaktaydı.27 Belirtildiğine
göre Vance, Ankara’da Türk yöneticilere Türkiye’nin Kıbrıs’a karşı girişeceği
herhangi bir askerî operasyonda Amerika’dan aldığı silahları ve askerî malze-
meyi kullanmasının iki ülke arasında imzalanan yardım anlaşmalarına uygun
düşmeyeceği yolundaki Amerikan görüşünü yeniden hatırlattı. Askerî müdaha-
lede bulunmamaları için de Türk liderler üzerinde diplomatik baskı uyguladı.28
Atina’da ise Vance, ABD’nin, Kıbrıs’ı işgal etmesi durumunda Türkiye’yi engel-
lemeyeceğini söyleyerek Yunan yöneticilerin hemen bir çözüm üzerinde anlaş-
maya varmalarını sağlamaya çalıştı.29
Sonuçta Vance, Rum Millî Muhafız birliğinin lağvedilmesini daha sonra
Makarios’a kabul ettiremeyecek olsa da, 30 Kasım’da, Türk ve Yunan tarafının
şu noktalar çerçevesinde bir anlaşmaya varmalarını sağladı: 1- Savaşmak için
hazır bekleyen Türk askerlerinin kışlalarına geri dönmesi. 2- Londra-Zürih an-
laşmalarının öngördüğü limitlerin üzerinde Kıbrıs’ta bulunan Türk ve Yunan
askerlerinin tedrici bir şekilde adadan çekilmesi. 3- Boğaziçi ve Geçitkale kö-
yündeki Kıbrıslı Türklerin Rum saldırılarından dolayı uğradıkları zararların
tazmin edilmesi. 4- Çatışmaların tekrarlanmaması için Kıbrıs’taki BM barışı
koruma gücünün asker sayısının ve vuruş gücünün artırılması. 5- Sayıları
20,000’e ulaşan Rum Millî Muhafız Birliği askerlerinin terhis edilmesi ve bu bir-
liğin dağıtılması. 6- Yunan Generali Grivas’ın Atina’ya geri çağrılması. 7- Kıb-
rıslı Türklere çoğunluk oluşturdukları bölgelerde kendi yerel hükümetlerini ve
polis güçlerini oluşturmalarına izin verilmesi. 8- Çatışmaların olduğu bölgeler-
de tarafların çatışmalara tamamen son vererek birbirlerinden ayrılması.30 Çö-
züm çerçevesinde Türkiye’nin elde ettiği tek somut fayda, Yunanistan’ın, Türki-
ye’nin olası Kıbrıs müdahalesi karşısında kullanabileceği askerî kuvvetlerini ve
General Grivas’ı geri çekmek zorunda bırakılmasıydı. Bunun dışında Türkiye,
yine Kıbrıslı Türklerin eski konumlarını kazanmalarını sağlayamamıştı, daha
doğrusu bu yönde bir girişimde bulunma ihtiyacı dahi hissetmemişti. Müdahale
tehdidiyle Kıbrıs Türklerinin ezdirilmediğinin Türk kamuoyuna gösterilmesi
hükümet açısından yeterliydi.
Kasım 1967 Kıbrıs krizinden sonra 28 Aralık 1967’de Kıbrıs Türklerinin li-
derleri Geçici Kıbrıs Türk Yönetimini kurdular. Liderlerden Rauf Denktaş’a
göre, bu yeni düzenleme, Türk tarafının 1960 anayasasında kendisine tanınan
yetkileri ve görevleri yerine getirebilmesi için gerçekleştirilmişti. Bu şekilde
Türk toplumu, 1960 yılında oluşturulan iki toplumlu ortaklığın yeniden hayata
geçirilmesinde kendi payına düşeni yapmış oluyor ve bu yönde olumlu gelişme
sağlanması konusundaki iyi niyetini ortaya koyuyordu. 1960 anayasasının ge-
rektirdiği uygulamaların hayata geçirilmesi olasılığı Rum tarafının tutumu yü-
zünden gittikçe azaldıkça da Türk tarafı yönetiminin başındaki “geçici” sözcüğü

468
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

kaldırılacak ve Kıbrıs Türk yönetimi, Türk toplumunun bütün ihtiyaçlarını kar-


şılamak için çaba gösteren tam bir hükümet olarak görev yapmaya devam ede-
cekti.31
7 Mart 1968 tarihine gelindiğinde Makarios, Kıbrıs Türk toplumuna karşı
uyguladığı ablukayı sona erdirmiş ve Türk bölgelerini çevreleyen barikatları ve
yollar üzerine konan engelleri kaldırmıştı. Denktaş’a göre, Makarios askerî po-
zisyonunu aşırı derecede kuvvetlendirmiş ve Türk tarafı karşısında zor duruma
düşme olasılığını büyük ölçüde gidermişti. Şimdi artık rahatlayabilir, hatta barış
yanlısı gibi görünen jestlerde bulunabilirdi.32 1968 yılının başında durumunun
iyice sağlamlaştığını hisseden Makarios, yeni seçimler yapılması çağrısında bu-
lundu ve bunun da kararını aldı. Bu arada fırsattan istifade Türk tarafını da
bağımsız ve üniter bir devlet oluşturma temelinde yeni bir anayasal sistem kur-
mak için görüşmelere davet etmekteydi. Bu çağrı üzerine gerçekleştirilen Kıbrıs-
lı iki halkın temsilcileri arasındaki toplumlar arası görüşmeler 6 Haziran 1968’de
başladı ve gelecek altı yıl boyunca belli aralıklarla devam etti. Görüşmelerde
önemli gelişme ve ilerlemeler sağlandıysa da değişik faktörlerin ektisiyle sonuç-
ta görüşmeler hiçbir anlaşmaya varılamadan sona erdirildi.
Bu arada Türk ve Yunan hükümetleri, Kasım 1967 krizinden sonra da Kıbrıs
sorununa çözüm bulabilmek için aralarında gizli ikili görüşmeler gerçekleştir-
meye hâlâ istekli idiler. 29 Kasım 1968’de Le Monde ve The Times gazetelerine
mülakat veren Yunan devlet başkanı Karamanlis şu görüşleri ortaya koymuştu:
“Türkiye biliyor ki, sorunun doğal çözümü, Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştiril-
mesidir. Diğer taraftan Yunanistan da bu tür bir birleşmenin Türklere belli ta-
vizler verilmeksizin gerçekleştirilemeyeceğinin farkındadır. Londra-Zürih an-
laşmaları, içlerinde büyük avantajlar barındırmaktadır. Bu anlaşmalar o devirde
var olan savaş tehlikesini ortadan kaldırmıştı. Yıllarca süren kölelik dönemin-
den sonra Kıbrıs özgür bir ülke haline gelmişti. Anlaşmalar Türkiye ile Yunanis-
tan arasında dürüst bir dostluğun yeniden tesis edilmesini sağlayacak ve arala-
rındaki sorunun kökten çözülmesi için önemli yollar açacaktır.”33 Yunanistan
tarafından gelen bu önemli jest karşısında Türk hükümeti de Yunan yöneticileri
pek kızdırmayacak ılımlı bir politika izlemeye özen gösterdi. 1969 yılının sonu-
na gelindiğinde Türkiye ile Yunanistan Kıbrıs sorunu konusunda aralarındaki
gizli görüşmeleri yeniden başlatmışlardı.34 Belirtildiğine göre, NATO dışişleri
bakanlarının 3–4 Temmuz 1971 tarihli Lizbon toplantısında bir araya gelen Türk
ve Yunan dışişleri bakanları Osman Olcay ile Palamas, bir tür çifte enosis formü-
lü üzerinde görüş birliğine varmaya epeyce yaklaşmışlardı.35 Ancak Türkiye ve
Yunanistan’ın anlaşmaya yakın göründükleri bu zamanda Kıbrıs ve Yunanis-
tan’daki enosis yanlısı gruplar terör faaliyetleri gerçekleştirdiler, bu da bir çö-
züme ulaşılmasını engelledi.36
2- ABD’YLE İLİŞKİLER
Amerikan Başkanı Johnson’ın 4 Haziran 1964’te başbakan İnönü’ye gön-
derdiği, Amerikan dışişleri bakanı yardımcısı George Ball’un ifadesiyle atom
bombası niteliğinde olan, Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili girişimleri çerçevesinde
SSCB’nin işin içine karışması durumunda NATO’nun Türkiye’nin yardımına
gelmeyebileceğini belirten ve Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir çıkarmada Ame-

469
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

rikan silahlarını kullanamayacağını ikaz eden mektup, Türk-Amerikan ilişkile-


rinde bir dönüm noktası oluşturacak derecede önemliydi.37 Mektup, ilişkilerde
bir kopuşa neden olabilirdi. Fakat iki taraf da birbirlerine ihtiyaç duyduklarının
farkında oldukları için durumu kurtarma yolunu tercih ettiler. Amerikalılar,
Türk kamuoyunda kendilerine yöneltilen yoğun eleştiriler çerçevesinde Türki-
ye’nin Batı ittifakından uzaklaşıp diğer bloklara yakınlaşmaması için daha dik-
katli davrandılar ve eski baskıcı tutumlarından bir dereceye kadar vazgeçtiler.
Örneğin Ağustos 1964’te Türk jetlerinin Kıbrıs’taki Rum mevzilerini bombala-
masına ses çıkarmadıkları gibi, BM Genel Kurulunun Aralık 1965’te Kıbrıs ko-
nusunda Türk tarafı aleyhine aldığı karara da ret oyu verdiler. ABD’ye karşı
fazla ileri gitmenin ulusal çıkarlara aykırı olduğunu düşünen Türk yöneticiler de
başbakan İnönü’nün Nisan 1964’te Time dergisine yaptığı “müttefikler tutumla-
rını değiştirmedikleri takdirde Batı ittifakı yıkılacak ve Türkiye yeni şartlarla
kurulan yeni dünyada yerini alacaktır”38 açıklamasının ortaya koyduğu tavırdan
uzaklaşarak Batı’yla bağlantılarını vurgulama yoluna gittiler. İnönü Meclis’te bu
defa şöyle diyordu:39
Müttefiklerimizin Kıbrıs konusu ile ilgili muamelelerinden... şikayet için vakit vakit samimi ve
üzüntülü bir dostun ruh haletini gösteren ifadeleri kullanmaya mecbur olmuşuzdur. Bunun
ötesinde, dış politika olarak takibettiğimiz ana hareket hattından... ayrılmak gösterisinde ol-
duğumuz tefsirleri yanlıştır.
Yine de 1965–1970 döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinde eskiden geçerli
olan aşırı samimi havanın ortadan kalktığı ve Türk hükümetinin, ABD’yle ilişki-
lerde hem Amerikalılara bağımsızlık mesajı verecek hem de daha çok kendi ka-
muoyunu tatmin edecek şekilde davrandığı söylenebilir.
a) İkili Anlaşmalar
1965’in sonundan başlayarak Türk kamuoyunda Türk-Amerikan ikili an-
laşmalarına karşı yoğun bir eleştiri kampanyası başlatılmıştı. Eleştiriler şu nok-
talarda toplanmaktaydı: 1- İkili anlaşmalar Türkiye Büyük Millet Meclisi tara-
fından onaylanmadığı için herhangi bir hukuki temele sahip değildi. 2- Bu an-
laşmalar NATO düzenlemeleriyle ilgili olmaktan çok Amerikan çıkarlarına hiz-
met etmekteydi. 3- Anlaşmalar Amerika’ya Türkiye’nin bağımsızlığı, güvenliği
ve ekonomik gelişmesi aleyhine aşırı ayrıcalıklar tanıyan maddeler içermektey-
di. 4- ABD, bu anlaşmalara dayanılarak oluşturulan askeri tesislerde tam dene-
tim imkânına sahipken, Türk yetkililer bu tesisleri kontrol edecek yetkiyle dona-
tılmamıştı. Bu eleştirilere dayanılarak Türk kamuoyunda yaygın şekilde bu
anlaşmaların feshi ya da en azından yeniden ele alınması isteniyordu. Türk yö-
neticiler ise bu eleştirilere karşı 1961 anayasasına göre ikili anlaşmaların Meclis
tarafından onaylanmasının zorunlu olmadığını ve anlaşmalar, gerçekten Türki-
ye’nin çıkarlarına aykırı olsaydı önceki hükümetler tarafından iptal edileceğini
ya da değiştirileceğini belirtiyorlardı. Diğer taraftan Türk yöneticiler, ikili an-
laşmalarda doldurulması gereken bazı boşluklar ve düzeltilmesi gereken bazı
hatalar olduğunu da genel olarak kabul etmekteydi.40 Başbakan Demirel, Şubat
1970’teki basın toplantısında, 1965’ten önceki 10 yıllık dönemde herhangi bir
usul takip edilmeksizin ve herhangi bir ilkeye uyulmaksızın, değişik otoriteler
tarafından, dağınık biçimde değişik anlaşmalar yapıldığını ve böylece içeriği ve

470
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

hukuki temelleri bulunmayan ve büyük zorluklara ve şikâyetlere neden olan bir


uygulamanın ortaya çıkarılmış olduğunu söyleyecekti.41
Yoğun kamuoyu baskısı altında Demirel hükümeti, 7 Nisan 1966’da Ameri-
kan hükümetinden mevcut ikili anlaşmaları gözden geçirmek ve güncelleştir-
mek için görüşmelere başlama talebinde bulundu. Washington, 18 Nisan
1966’da verdiği cevapta bu teklifi kabul ettiğini bildirdi.42 Türk dışişleri bakanlı-
ğı ile genelkurmay başkanlığının görevlileri, birlikte çalışarak bütün gizli anlaş-
maları gözden geçirdiler ve ikili düzenlemelerin dayanacağı genel ilkeleri de
içeren bir temel anlaşma taslağı hazırlayarak bu taslağı 8 Eylül 1966’da Ameri-
kan büyükelçiliğine teslim ettiler. Amerikalılar da kendi hazırlıklarını yaptıktan
sonra, Türk dışişleri bakanlığının ve Amerikan büyükelçiliğinin temsilcileri 20
Ocak 1967’de görüşmelere resmen başladılar.43 Ancak ikili anlaşmaların dağı-
nıklığı ve konunun hassasiyeti sebebiyle iki taraf arasındaki görüşmeler oldukça
yavaş seyretti. Birçok teknik problem ortaya çıktı; 1960 rejimi tarafından bazı
dosyaların kapatılması ve bazı görevlilerin görevden uzaklaştırılması, sözlü an-
laşmaların durumu, Türk tarafının ekstra yardım beklentisi, bir süre Amerikan
büyükelçisinin görevi başında bulunamaması ve bazı anlaşmaların tamamen
değiştirilmesi gibi konular görüşmelerin uzamasına neden oldu.44
İki yıl süren uzun ve detaylı görüşmelerden sonra 3 Ocak 1969 tarihinde
Türk Dışişleri Bakanı Çağlayangil ve Amerikan büyükelçisi William J. Handley
Savunma İşbirliği Anlaşmasını Ankara’da imzaladılar.45 1961 anayasasına göre
kamuoyundan gizli tutulan anlaşma, 1954 Askeri Tesisler Antlaşmasının yerine
geçmekte, bazı ikili anlaşmaları değiştirmekte ve bazısına da açıklık getirmek-
teydi. Türkiye’deki her Amerikan faaliyetini ya da tesisini düzenleme altına alan
ayrı sözleşmeler de bu genel anlaşmaya eklenecekti. Türk hükümetinin 3 Tem-
muz 1969’da basına verdiği yazılı açıklama46 ve başbakan Demirel’in 7 Şubat
1970’te yaptığı basın toplantısı,47 anlaşma hakkında genel bilgi vermekte ve an-
laşmanın temel ilkelerini sıralamaktaydı: Türkiye’nin onayı olmaksızın tesisler-
de hiçbir faaliyetin gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Ortak savunma tesisle-
rine tahsis edilen bölgeler üzerinde Türkiye mülkiyet haklarını korumaktaydı.
Türk makamları tesisler üzerinde tam denetim kurma, onları denetleme ve ken-
di askerî ve sivil personelini bu tesislerde görevlendirme hakkına sahipti. Ulusal
güvenliği ilgilendiren acil durumlarda Türk hükümeti üslerin Amerikalılarca
kullanımını kısıtlayabilecekti. Bu tesislerde ortak yönetim ve kullanım ilkesi
uygulanacaktı.
1969 Anlaşması, Türk yöneticilerin ABD’yle askeri ilişkilerde inisiyatifi elde
etme çabalarının en önemlisidir. Anlaşmanın yayınlanan genel ilkeleri, Türk
yöneticilerin bu açıdan oldukça başarılı olduğunu göstermektedir. Fakat Türki-
ye ve ABD arasındaki ikili askeri anlaşmalar gizli kaldığı için bu konuda kesin
bir sonuca ulaşmak çok zordur. Diğer taraftan genel ilkelerin içeriği, Türk yöne-
ticilerin bu anlaşmayı yapmak için gösterdikleri çabaların kamuoyunu yatıştır-
maya yönelik olduğu izlenimini de vermektedir.

471
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

b) Haşhaş Sorunu
1960’lı yılların sonuna doğru Türkiye ile ABD arasında gündeme gelen haş-
haş sorunu, Amerikan yönetiminin, Amerikan gençliği arasında oldukça yaygın-
laşan uyuşturucu alışkanlığına karşı bir kampanya başlatması sonucunda ortaya
çıkmıştı. Amerikalılar, 1960’ların sonunda gençlerinin uyuşturucu alışkanlığı
nedeniyle çektiği acıların gerçek nedeninin, illegal olarak sağlanan yabancı haş-
haşından elde edilen eroin, daha doğrusu haşhaşın üretildiği ülkeler olduğuna
inanmışlardı. Üretici ülkeler arasında adı en fazla geçen, en fazla problemin
kaynağı olarak düşünülen ülke ise Türkiye idi. Narkotik ve Tehlikeli İlaçlar
Bürosu (BNDD), Amerika’da illegal olarak tüketilen eroinin yüzde 80’inin Türk
haşhaşından elde edildiği yolunda bir inanca sahipti ve bunu kamuoyuna açık-
lamaktan çekinmiyordu.48 Amerikalılara göre, eroinin kaynağı olan Türki-
ye’deki üretim sona erdirilmedikçe Amerika’nın içinde uyuşturucu alışkanlığına
karşı gerçekleştirilen savaş başarıya ulaşmayacaktı. Türkiye, Tek Sözleşmeyi
imzalamış ve böylece haşhaşın illegal üretimi ve satışını ortadan kaldırma konu-
sunda sorumluluk altına girmişti,49 haşhaşın illegal kanallara geçişine mani
olamadığına göre haşhaş üretimini tamamen yasaklamalıydı.50
Richard Nixon, uyuşturucu müptelalarının alışkanlıklarını devam ettirmek
için suça yönelmeleriyle gittikçe artan caddelerdeki şiddeti sona erdirme kararlı-
ğıyla göreve gelmişti. Kampanyasının bir parçası olarak Nixon, 1969 yılından
başlayarak Türkiye’ye haşhaş üretimini tamamen sona erdirmesi yönünde bas-
kıda bulundu ve konuyu iki ülke arası ilişkilerde öncelikle halledilmesi gereken
sorunlardan biri haline getirdi.51 1969 yılının ortalarında Nixon, D. Patric Moy-
nihan’ı tüm 1969 ürününü satın almak üzere Türklere açık çek sunması için Tür-
kiye’ye gönderdi, fakat Türk makamları teklifi kesin şekilde reddettiler. Daha
sonra ABD’nin Türkiye büyükelçisi William J. Handley, Dışişleri Bakanı Çağla-
yangil’e tüm haşhaş ürününü satın almayı teklif etti. Cevap, Çağlayangil aracılı-
ğıyla başbakan Demirel’den geldi: Afyon yüzyıllardır Türkiye’de üretilmektey-
di, hatta onun adını taşıyan bir şehir bulunmaktaydı. Türkiye’nin haşhaş üreti-
mini yasaklaması mümkün değildi, fakat sınırlandırabilirdi. Handley cevaptan
tatmin olmamıştı, kendisi Demirel’i bizzat görmek istedi.52 Yaptıkları görüşmede
Handley, Demirel’e şu teklifte bulundu: Türkiye haşhaş üretimini durdurduğu-
nu ilan edecek ve üreticilere tazminat olarak verilecek 5 milyon dolar karşılığın-
da 1970 ürününü tarlaya gömecekti. Demirel teklifi kesin bir şekilde reddetti ve
buldozerleri, afyon tarlalarına sürecek bir Türk bulamayacağını söyledi.53
1969 yılından sonra da Amerikalılar, haşhaş sorunu çerçevesinde Türk yet-
kililerle yoğun temaslarını devam ettirirlerken, Amerikan Adalet Bakanı John
Mitchell’in 20 Temmuz 1970’te Temsilciler Meclisi Yollar ve Araçlar Komitesinde
Türkiye gibi ülkelerde ortaya çıkan illegal haşhaş trafiğini önlemek için bu ülke-
lere ekonomik yaptırımlar uygulanması teklifine onay vermesi,54 Johnson mek-
tubu derecesinde sarsıcı nitelikte olmasa da, Türk-Amerikan ilişkilerinin o dö-
nemdeki niteliğini ortaya koyması bakımından önemli bir göstergeydi. Dışişleri
Bakanı Çağlayangil, daha sonra 7 Şubat 1974’te İsmail Cem’e verdiği mülakatta
şu saptamaları yapacaktı: Amerika, haşhaş, Amerikan U–2 uçaklarının uçuşu ve
Türkiye’deki Amerikan üslerinin kullanımı gibi konularda Demirel hükümetin-

472
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

den hoşnut değildi. Hükümet iç politikayla ilgili nedenlerden dolayı zayıflamış,


yakın bir tarihte devrilmesi bekleniyordu. Durumu çok iyi değerlendiren ABD
Demirel hükümetinin düşüşü sürecini hızlandırdı. Hükümet düştüğünde Türki-
ye’nin NATO karşıtı gözüken davranışları sona erdi, solcular ve NATO’ya mu-
halefet ezildi ve haşhaş üretimi yasaklandı, böylece Amerikalılar yeni gelişme-
lerden memnuniyet duydular.55
Aslında Adalet Partisi hükümeti, haşhaş üretilen alanların genişliğini hektar
olarak azaltma ve yasal olarak haşhaş üretilen vilayetlerin sayısında da azaltma-
ya gitme konusunda oldukça kararlıydı. 1960 yılında afyon üretimine izin veri-
len illerin sayısı 42 iken, bu rakam 1961–1962 hasat yılında 30’a, 1963-64’te 25’e,
1966-67’de 21’e, 1967-68’de 18’e, 1968-69’da 11’e ve 1969-70’da da 9’a indirilmişti.
30 Haziran 1970’deki hükümet kararnamesi, 1970–71 hasat yılında haşhaş üreti-
mine 7 vilayette izin verecek ve 1971-72’de bu rakamın 4’e indirileceğini ilan
edecekti.56 Diğer taraftan Türk hükümeti, illegal haşhaş üretimi ve satışına mani
olmak için önlemler almaktan da geri durmuyordu. Örneğin legal olarak üreti-
len afyon için belirlediği fiyatı artırıyor ve denetimi sıkılaştırmak amacıyla ürü-
nü toplayan resmi organizasyonu daha da genişletme yoluna gidiyordu.57 Türk
hükümeti ayrıca eroinin kullanımı ve kaçakçılığı konusunda Avrupa’da ve
Amerika’dakilerden çok daha ağır cezalar uygulamaktaydı. Sınırlı teçhizat ve
kaynaklarına rağmen Türk polisi eroin kaçakçılarını yakalamada büyük başarı
göstermekteydi.58 İllegal haşhaş üretimini engelleyebilmek için Türk hükümeti,
1967 yılında 1,000’den fazla ekstra polis ve jandarmayı bölgede görevlendirmişti.
1969 yılında polis içinde narkotik bölümler oluşturulmuş, örgütlenmiş, bunlara
silah ve teçhizat sağlanmış ve personeli özel eğitime tabi tutulmuştu.59 Spain’in
ifadesiyle “Türk hükümeti, ulusal gururunu ikinci plana atarak ve Meksika ve
Tayland hariç en fazla Amerikan Uyuşturucu Takip Ajansı (Drug Enforcement
Agency) görevlisinin toprakları üzerinde bulunmasına izin vererek başlangıçtan
itibaren Amerikan narkotik görevlileriyle işbirliği de yapmaktaydı.”60 Uluslara-
rası alanda da Türkiye, haşhaş ve diğer tehlikeli ilaçlar konusundaki bütün an-
laşmaları imzalamış, uyuşturucu maddelerle mücadele etmek için kurulan bü-
tün örgütlere katılmış61 ve Tek Sözleşme’nin kuvvetlendirilmesine yönelik bütün
Amerikan çabalarına destek verdiği gibi BM Narkotik İlaçlar Komisyonu ile
yakın işbirliği içinde de olmuştu.62
Amerika’yla haşhaş konusunda işbirliği yapma yolundaki bütün istekliliği-
ne rağmen Demirel hükümeti, Amerikalıların en önemli isteği olan haşhaş eki-
minin tamamen yasaklanması önerisine olumlu cevap vermiyordu. Bunun ne-
denleri hakkında şunlar söylenebilir: Türk ulusunun uyuşturucu alışkanlığı
sorunu yoktu, bu yüzden haşhaş üretimini sona erdirmesi ya da kısıtlaması için
hükümet üzerinde herhangi bir iç baskı söz konusu değildi. Gerçekte Türki-
ye’deki durum tam tersine idi, haşhaş ekimi Türk toplumunun bir kesimi için
temel geçinme kaynağı idi. Eğer Demirel hükümeti haşhaş ekimini yasaklasaydı
geleneksel olarak haşhaş eken kesimin ekonomik durumu ciddi şekilde kötüle-
şecekti.63 O zamanlar Adalet Partisi’nin muhafazakâr kanadı partiden ayrılıp
Demokratik Parti adında ayrı bir parti kurduğu için Demirel hükümeti Meclis’te
çok az bir çoğunluğa sahipti.64 Haşhaş üreten illerin oyları partisinin Meclis’te

473
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

çoğunluğu elinde tutmasında çok önemli olduğu için Demirel, haşhaş ekimini
tamamen yasaklayarak onların oylarını kaybetmeyi göze alamıyordu. Diğer
taraftan Amerikalıların haşhaş konusunda Türk hükümeti üzerindeki baskısı,
konunun kamuoyuna mal olmasına neden olmuş ve Demirel’in taviz vermesini
zorlaştırmıştı.65 Eğer Demirel, haşhaş ekimini yasaklasaydı Amerikan baskıları-
na boyun eğmiş, Amerikalıların etkisi altında hareket etmiş gibi gözükecekti.
Haşhaş sorunu, Türk-Amerikan ilişkilerinin temelini, yani Doğu-Batı blok-
ları çatışması bağlamında güvenliğin korunmasını ilgilendirmeyen bir meseley-
di. Temelde iki ülkenin ilişkilerinin gerginleşmesine neden olacak derecede cid-
di bir problem olmasa da Türk-Amerikan ittifakını sarsacak bir boyuta ulaşmıştı.
Eğer iki devletin hükümeti samimi olarak çaba gösterselerdi, karşılıklı olarak
tatmin edici bir sonuca ulaşabilirlerdi, çünkü sorunun kaynağı haşhaşın üretil-
mesi değil, fakat illegal kanallara aktarılması idi. Başka üretici ülkeler etkili de-
netim sistemleri kurabilmişlerdi, Türkiye de kolaylıkla onların yolunu takip
edebilirdi. Fakat iki ülkenin yönetimleri uyguladıkları politikalarla daha çok
kendi halklarına hitap ediyor, konuyu kullanarak iç politika çıkarı elde etmeye
çalışıyorlardı. Amerikan yönetimi, Türk afyonunun kaynağında kurutulmasıyla
Amerikan toplumunun uyuşturucu alışkanlığı probleminin büyük oranda azala-
cağını propaganda etmekle Türkiye’yle ilişkilerinin önemini göz ardı etti, Türki-
ye’nin iç siyasetinin doğasını yanlış tahlil etti ve eroinle ilgili arz ve talep gerçek-
lerini görmezden geldi. Amerikan Kongresi ve basını ile birlikte Türkiye’ye kar-
şı zorlayıcı taktikler uygulayan Amerikan otoriteleri, Türk hükümetinin, üretimi
yasaklamakla Türk halkı ve uluslararası toplumun gözünde prestij kaybedebile-
ceği gerçeğini ihmal ettiler. Türk makamları da haşhaşın illegal üretimini ve
satışını engellemek için etkili tedbirler alma yoluna gitmediler, böylece ülkeleri-
ne uluslararası alanda kötü bir ün kazandırdılar. Aslında tarafların sorunu ele
alış şekli, o dönemde aralarındaki ilişkileri algılayışlarının bir yansımasıydı.
3. GÜVENLİKLE İLGİLİ MESELELER
a) Türkiye’nin MLF’den Çekilmesi
Çok Taraflı Nükleer Güç (MLF) projesi, ABD tarafından nükleer silahların
kontrolü konusunda Avrupalı müttefiklerinin kaygılarını ortadan kaldırmak için
ortaya atılmış bir projeydi. Avrupalıların da nükleer silahların kontrolünde ve
ateşlenmesinde kısmen de olsa rol sahibi olmasını öngörüyordu. Projeye göre
bu güç, değişik Batı uluslarının personelinin görev aldığı Polaris füzesi taşıyan
denizaltılardan oluşacaktı. Türkiye’nin, MLF’ye katılmada herhangi bir özel
çıkarı yoktu. Yine de Türk yöneticiler, daha çok Amerikalıları kırmama adına
MLF’nin kurulması amacıyla oluşturulan çalışma grubuna personel göndermeyi
kabul etmişlerdi. Ancak Ocak 1965’te Türk hükümeti beklenmedik bir şekilde
MLF’ye katılmayacağını ve Amerikan Claude V. Ricketts muhribinde görevli
olan 11 Türk denizcisini geri çekeceğini ilan etti. O sıralarda yaygın olan kanı,
Türkiye’nin, ABD’nin Kıbrıs konusundaki hayal kırıklığına sebebiyet veren tu-
tumundan dolayı bu ani kararı verdiğiydi. İddialara göre, Kıbrıs konusunda
Amerikalı dostları tarafından yalnız bırakıldığını hisseden Türk yöneticiler,
MLF’ye katılmayı reddederek hem bu konudaki rahatsızlıklarını ifade etmiş,
hem de bağımsız bir devlet olarak Amerikalıların tekliflerini reddedebilecekleri-

474
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

ni göstermiş oluyorlardı.
Türk hükümetinin yetkilileri ise iddialar karşısında MLF’ye katılmama ka-
rarının, ABD’nin Kıbrıs konusundaki tutumuna bir tepki olmadığını ve Ameri-
ka’yla arayı açacak bir niteliği bulunmadığını belirtmeye özel özen gösterdiler.
Dışişleri bakanlığı sözcüsü, çalışmaların son safhasında Türkiye’nin, MLF’ye
katılmamış olan NATO devletlerinden ayrı bir tutum takınmasının mümkün
olmadığı değerlendirilmesi yapıldığını belirtirken,66 hükümet sözcüsü Kemal
Satır da yaptığı açıklamada Türkiye’nin NATO’ya ya da Amerika’ya karşı bir
tavır almasının söz konusu olmadığını vurguladı. Ona göre, Türkiye, kurulması
düşünülen Çok Taraflı Nükleer Kuvveti incelemek üzere oluşturulan çalışma
grubuna, bu kuvvetin kurulmasında öncülük yapan ABD’nin ısrarları sonucun-
da ve grubun çalışmasından olumlu sonuçlar çıktıkça diğer müttefiklerin de
buna katılacakları, bu şekilde NATO dayanışmasının daha da kuvvetlendirilece-
ği düşüncesi ile katılmıştı. Beklenen gerçekleşmeyince de gruptan ayrılma kara-
rını etkileyen sebep ve etkenler, hükümetin zihninde uzun bir değerlendirme
sonucunda belirmiş, ondan sonra da hükümet, bu düşüncelerinden ve çalışma
grubundan ayrılma hususundaki kararından, dost, müttefik ve MLF’nin ilk mü-
teşebbisi Amerika hükümetini aylarca evvelden haberdar etmişti.67
MLF’den çekilme kararını, Türkiye’nin Amerika karşıtı bir hareketi olarak
görmek zordur. Birçok NATO ülkesi zaten projeye katılmadığı için projenin
uygulamaya geçirilmesi hemen hemen imkânsız gibiydi. Dolayısıyla Türki-
ye’nin projeden çekileceğini ilan etmesi, projenin geleceği konusunda herhangi
önemli bir değişiklik yapmayacak, Amerika’nın Türkiye’ye kızmasına neden
olmayacaktı. Ancak Türk yöneticilerin başlangıçta hiçbir çıkarları olmadığı hal-
de diğer NATO üyelerinden farklı olarak Amerikalılar istiyor diye MLF’ye des-
tek vermeleri ile Kıbrıs olaylarından sonra açıkça, kamuoyunun dikkatini çeke-
cek şekilde MLF’den çekilme kararlarını açıklamaları arasında şüphesiz fark
vardır. Türk yetkililer, artık Amerika’nın her isteğine düşünmeden olumlu yanıt
verdikleri devirlerin geride kaldığını göstermiş oluyorlardı. Burada Türk yöne-
ticilerin Sovyetler Birliği’ni gereksiz yere kışkırtmama kaygılarının da rol oyna-
dığını belirtmek gerekir. Sovyetler Birliği’nin ne düşündüğünü hiç kaale alma-
yan, hatta Sovyetleri kızdırmaktan zevk alan Türk tavrı sona ermiştir artık.
b) Türkiye’deki Üslerin NATO Dışı Amaçlarla Kullanılması
Türkiye, 1956 yılında Adana’daki İncirlik üssünde bulunan Amerikan kuv-
vetlerinin bilimsel nitelikli araştırmalar yapmak amacıyla U–2 uçaklarıyla uçuş-
lar gerçekleştirmelerine izin vermişti. Uçuşların amacı genel olarak bilimsel
olarak nitelenmişti ama Türk yetkililer uçuşlar konusunda ayrıntılı bilgiye sahip
değildi.68 1960 yılına kadar Amerikalılar, İncirlik’ten kaldırdıkları ve Sovyetler
Birliği üzerinde uçurdukları U–2 uçaklarıyla bu ülkenin askeri faaliyetleri ve
silah sistemleri konusunda gizlice bilgi topladılar. Fakat İncirlik’ten kalkan ve
Amerikan pilotu Gary Powers tarafından kullanılan U–2 uçağı 1 Mayıs 1960’da
Sovyetler tarafından kendi toprakları üzerinde düşürülünce işler değişti.69 Süper
güçler arasında Türkiye’yi de ilgilendiren ciddi bir tartışma çıkartan bu olaydan
beş buçuk yıl sonra benzer bir olay yeniden kamuoyunun önüne geldi. Aralık
1965’te yine İncirlik’ten kalkan bir Amerikan istihbarat uçağı, bu defa Karade-

475
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

niz’de uluslararası sular üstünde uçarken kaza sonucu düştü. Sovyet hükümeti
ve basını, Türk hükümetinin, toprağını tehlikeli maceralar için kullanılmasına
izin vermesinden şikâyette bulundu. Bu defa Türk askeri yetkilileri de uçuş
kendi bilgileri dışında gerçekleştirildiği için rahatsızlık duymuşlardı.70 28 Ara-
lık’ta Demirel hükümeti, Amerika’dan Türk üslerini kullanarak yaptıkları tüm
U–2 uçuşlarını durdurmasını istedi.71 Amerikalılar, Türk yöneticilerin kararlarını
değiştirmeleri yolunda yoğun istekte bulunsalar, bu amaçla NATO’nun Ameri-
kalı kumandanını Türkiye’ye gönderseler de72 Türkleri ikna edemediler.
Türk yöneticilerin tutumlarındaki radikal değişiklik ortadadır. 1960 yılın-
daki olayda Amerikalılara hiç toz kondurmaz, neredeyse suçu Sovyetlerde bula-
cak bir tavır takınır ve U–2 uçuşlarını hiç tartışma konusu yapmazlarken, 1965
yılındaki olayda U–2 uçuşlarının durdurulmasını hemen isteyebilmektedirler.
Artık onlar, süper güçlere mesafeli davranmanın gerektiğini düşünmektedirler.
Sovyetleri Amerikalılara iyi görünmek uğruna gereksiz yere kışkırtmak, Ameri-
ka açısından belki pek önem taşımamaktadır ama Türkiye’nin güvenliği tehlike
altına girmektedir. Amerikalıların her istediklerine evet demek hiç beklenmedik
anlarda Türkiye’yi kendi iradesi dışında başka devletlerle karşı karşıya getirebi-
lecektir. Türk yöneticiler, artık Amerika’ya çok ısrar ettiği bir konuda bile hayır
diyebilmektedir. Dışişleri Bakanı Çağlayangil, daha sonra İsmail Cem’e verdiği
mülakatta bu tavrı şu şekilde açıklayacaktı: “Amerikalılara dedim ki, bizim an-
laşmalarımızda böyle bir husus yok. Yaptığın NATO gayelerinin dışındaki bir iş
ve benim ülkeme munzam bir tehlike getiriyor... Durumu ve tutumumuzu
Amerikalılara bildirdim. Üç gün sonra büyük bir telaş içinde ve özel bir tayyare
ile NATO Amerikan başkumandanı ziyarete geldi... Burada ben çok baskı altın-
da kaldım, mukavemet ettim.”73
Türkiye’deki Amerikan üsleri, yasak uçuşlar için kullanılmaları dışında
başka açılardan da özellikle solcu politikacı ve yazarlar tarafından 1960’lı yılların
ikinci yarısında tartışmaya açılmıştı. En sık yapılan suçlama, Türk yetkililerin
kontrolü dışında olan üslerde Amerikalıların tam kontrole sahip oldukları ve
Türk yetkilileri bilgilendirmeden ve onlara danışmadan üsleri istedikleri şekilde
kullandıkları idi. Konu, ilk defa 7 Kasım 1965’te Türkiye İşçi Partisi genel baş-
kanı Mehmet Ali Aybar tarafından Meclis’te dile getirildi. O gün milletvekilleri
Aybar’dan hiç alışık olmadıkları şu türden suçlamaları dinlediler.74
Bugün Türkiye’de 35 milyon metre karelik vatan toprağı ABD’nin egemenliği altında bulun-
maktadır... İkili anlaşmalarla Amerikan devletinin üsleri haline getirilmiş bu vatan toprakları-
na, Amerikalıların izni olmadıkça, devlet kademesinde hangi yeri işgal ederse etsin, hiçbir va-
tandaşımız ayak basamaz... Bu üslerden havalanacak uçaklar, füzeler bizim haberimiz olma-
dan, Büyük Meclis’in onayı alınmadan, yurdumuzu her an vahim tehlikelerle karşı karşıya bı-
rakabilir.
Doğal olarak AP hükümeti yetkilileri iddiaları şiddetle yalanladılar. Başba-
kan Demirel, 9 Kasım 1965’te Meclis’te üsleri şu şekilde savundu: “Bu tesisler
NATO savunma planlarına göre müşterek savunma sisteminin icabatı nazarı
itibara alınarak kurulmuşlardır. Anılan tesisler münhasıran muayyen bir NATO
üyesinin gayelerine hizmet etmek üzere vücuda getirilmemiş olup, Türkiye’nin
bulunduğu bölgenin ve özellikle Türkiye’nin savunmasının sağlanması için ku-

476
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

rulmuşlardır.”75 Üslerin kullanılması konusundaki Türk hükümetinin tavrı,


Orta Doğu’da meydana gelen krizler sırasında somut bir şekilde ortaya çıktı.
Haziran 1967’deki Arap-İsrail savaşı sırasında Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Mec-
lis’te yaptığı konuşmada ABD’nin Türkiye’deki üsleri İsrail’e destek sağlamak
için kullanacağı iddialarına dolaylı olarak yanıt verdi: “Bunlar müşterek üs ve
tesislerdir ve Türkiye’nin iradesi dışında, Türkiye’nin menfaatleri ile politikası
ile bağdaşmayacak şekilde kullanılmaları asla bahis mevzuu değildir, asla
mümkün değildir... Türk hükümetinin iradesini zorlayacak hiçbir kuvvetin
mevcut olmadığını bu kürsüden sarahatle ifade ediyoruz.”76 Amerikalı uzman-
ların belirttiğine göre, Haziran 1967 savaşı sırasında Türk hükümeti, ABD’nin
Türkiye’deki haberleşme tesislerini kullanmasına izin verdi, fakat üsleri yakıt ve
başka mühimmat transferi için kullanmasına müsaade etmedi.77 1969 Ekiminde
Lübnan’da karışıklıklar meydana geldiğinde de Başbakan Demirel, gazetecilere
verdiği beyanatta, Suriye ile Lübnan arasında silahlı bir çatışma olması ve Ame-
rika’nın Lübnan’a verdiği sözü tutarak bu devlete yardım etmesi halinde, İncir-
lik üssünün kullanılmasına müsaade edilmeyeceğini belirtti. Demirel, “Türk
hükümetinin muvafakati olmadan bu tesisler hiçbir şekilde kullanılamaz, komşu
ülkelerimizin endişe duymasını istemiyoruz” dedi.78 Eylül 1970’de Ürdün hü-
kümeti Filistin kurtuluş hareketleri üyelerine karşı saldırıya geçtiğinde, olası bir
Amerikan müdahalesinin Türk üslerinin kullanılarak gerçekleştirilmesi ihtima-
line karşı da Türk hükümeti aynı hassasiyeti gösterdi.79 Ancak bu kriz sırasında
Türk yöneticiler ABD’nin, vatandaşlarının Ürdün’den tahliyesi ve Ürdün’e mü-
himmat transferi için Türkiye’deki üsleri kullanmasına izin verdiler.80
Bu örneklerden açıkça görülmektedir ki, 1965 yılının ikinci yarısından itiba-
ren Türk yöneticiler, ülkelerindeki askeri üslerin Amerikalılar tarafından kulla-
nımı konusunda çok dikkatli davrandıkları izlenimini vermeye çalıştılar. Bunun
nedeni şunlar olabilir: Bir kere ABD’nin Kıbrıs konusundaki tutumundan hoş-
nut olunmadığı ortaya konuyordu. İkincisi Sovyetler Birliği ve Arap ülkeleriyle
ilişkilerin bozulması engellenmek isteniyordu. Sovyetlere karşı ABD ve
NATO’nun yardıma gelmeyebileceği şüphesi doğmuştu, bu yüzden Sovyetlere
karşı kışkırtıcı politika izlemekten kaçınılıyordu. Arapların ve Sovyetlerin hoşu-
na gidecek şekilde davranmak, uluslararası forumlarda bu ülkelerin desteğinin
sağlanmasına yarayabilirdi. Üçüncüsü, Türk yöneticiler savunma alanında ta-
mamen ABD’ye bağımlı olmadıklarını ve gerektiğinde savunma alanında bile
Amerikan isteklerini reddedebileceklerini uluslararası kamuoyu önünde gös-
termek istiyorlardı. Ancak bahsedilen krizler sırasında Amerikalıların Türki-
ye’deki üslere ne derece ihtiyaç duydukları ve bu üsleri kullanmaya ne derece
kararlı oldukları tartışmaya açıktır. Başka bir deyişle, bu krizlerden önceki ve
sonraki bazı örnekler incelendiğinde ‘Amerikalılar, gerçekten çok ihtiyaç duysa-
lar ve kullanmaya kesin kararlı olsalardı Türk yöneticileri üsleri kullanma konu-
sunda ikna edebilirlerdi’ sonucuna varılabilir. Diğer taraftan Amerikalıların,
Türk hükümetinin üslerin kullanımı konusundaki davranışından rahatsızlık
duydukları açıktır. Birçok Amerikan politikacısı ileride Türkiye’nin savunma
konusunda ABD’yle yeterince işbirliği yapmadığını ileri sürerken hep bu örnek-
leri kullanmıştır.

477
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

c) NATO’nun Yeni Stratejisi


Nükleer silahların kullanıldığı global bir savaşın her iki süper gücün de or-
tadan kalkmasına neden olacağının farkına varan Kennedy yönetimi, 1961 yılın-
da NATO’nun olası bir Sovyet saldırganlığını topyekûn bir saldırıyla değil de
esnek bir mukabele ile karşılamasının daha doğru olacağı yolunda bir teklifte
bulunmuştu. Uzun düşünme ve çalışmalardan sonra Aralık 1967’de NATO’nun
Savunma Planlaması Komitesi, esnek mukabele stratejisi adı verilen yeni strate-
jiyi resmen onayladı.81 Türkiye, yeni strateji konusundaki Amerikan tutumunu
resmen destekledi, fakat bu arada bazı Türk yetkililer strateji hakkında duyduk-
ları kaygıları dile getirirken, basında da stratejiyle ilgili bazı eleştiriler ortaya
kondu. Kaygılar ve eleştiriler şu şekildeydi: Yeni strateji, süper güçleri tam ola-
rak koruyordu, fakat Türkiye’nin güvenliği için yeterince koruma sağladığı söy-
lenemezdi. Strateji, kanat ve merkez arasında bir ayırım yapar gözükmekteydi.
Merkez, saldırı kendine ulaşmadan, çevresinde korunacaktı; Türkiye’ye karşı
gerçekleştirilen bölgesel bir Sovyet saldırısı ise bir kısım Türk toprağı feda edile-
rek içeride karşılanacaktı ya da başka bir deyişle merkez bölgelerinin güvenliği-
nin sağlanabilmesi için Türkiye saldırganın insafına terk edilecekti.82 NATO
planlamasına göre, doğu Anadolu’nun büyük kısmının düşmana terk edilmesi
düşünülmekte ve temel savunma çizgisinin Zagros ve Toros dağ zincirleri bo-
yunca geçmesi öngörülmekteydi. Böylece strateji Türkiye’yi saldırıya açık hale
getirmekte ve olası bir savaşın ilk hedefi ve ileri cephesi durumuna sokmaktay-
dı.
Başbakan Demirel’e göre, dünyanın yeni nükleer dengesi, stratejide değişik-
lik yapmayı gerekli kılmıştı. Yeni strateji çerçevesinde de herhangi bir devlet,
Türkiye’ye karşı askeri operasyon düzenleme riskini göze alamazdı, çünkü böy-
le bir saldırı Avrupa dengesini değiştirecek ve sonuçta global bir savaşın çıkma-
sına neden olacaktı. Yeni NATO stratejisi, ne Türkiye’yi gözden çıkarılabilir bir
toprak parçası olarak görmekte ne de merkez ve kanat arasında bir ayırım yap-
maktaydı.83 Bu arada stratejinin zayıf yönlerini gidermek için NATO’nun sa-
vunma planlayıcıları, hemen kullanılmak üzere ACE Hareketli Kuvvetler, sınır-
ların atom bombalarıyla mayınlanması ve Akdeniz’de dolaşacak değişik ülkele-
rin birliklerinden oluşacak bir donanma birliği gibi alternatifler ortaya koydu-
lar.84 Fakat hiçbiri Türk yöneticilerin kaygılarını ortadan kaldırmaya yetmedi.
Yine de Türk makamlarının, esnek mukabele stratejisini kabul etmekten ve bu
stratejiye uygun olarak Türkiye’nin güvenliği için garantiler elde etmeye çalış-
maktan başka seçenekleri yoktu.
Esnek mukabele stratejisiyle bağlantılı olarak bazı Türk eleştirmenler, Tür-
kiye’nin toprakları üzerindeki nükleer silahları kullanma hakkının olmadığını,
fakat bu silahlar sebebiyle Sovyet tehdidinin Türkiye’ye yöneldiğini iddia ettiler.
Onlara göre, Sovyetler Birliği, Batı blokuyla bir savaşa tutuşması halinde Türk
toprakları üzerindeki nükleer silahlar bulunan üsleri bombalayabilir ya da he-
nüz savaş başlamadan Batı bloğunu savaştan caydırmak için bu üslere saldırma
yoluna gidebilirdi. Ya da Amerika, Türk hükümetinin denetimi altında bulun-
mayan bu üslerdeki nükleer silahları kullanarak Türkiye’yi isteği dışında bir
savaşın tarafı durumuna getirebilirdi. Eleştirmenlerin teklif ettiği şey, ya nükleer

478
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

silahlar üzerinde Türk hükümetinin denetiminin tam olarak sağlanması ya da


Türk toprakları üzerindeki bütün nükleer silahların kaldırılmasıydı. Başbakan
Demirel eleştirileri yaptığı basın toplantısında cevapladı: Türkiye’deki nükleer
silahlar savunma amaçlıydı ve kısa menzilliydi. Çifte anahtar sistemine tabi
tutuldukları için Türkiye’nin rızası dışında kullanılmaları söz konusu olamazdı.
Nükleer silahların atış araçları ve bir NATO kararından sonra bu silahların kul-
lanılması Türk personelinin elindeydi. Çifte anahtar sistemine tabi olmayan
İncirlik üssündeki nükleer silahlar, ancak Türkiye’nin veto gücüne sahip olduğu
NATO Konseyi’nin kararıyla kullanılabilirdi. Türkiye’deki askeri üsler, Türkiye
ve komşuları için bir tehlike oluşturmayan, fakat ekstra caydırıcılık sağlayan
yasal savunma tesisleriydi.85
Türkiye, toprakları üzerindeki nükleer silahların yerleştirildikleri andan iti-
baren Amerika tarafından yakından takip ve kontrol edilmelerine rıza göstermiş
ve bu bağlamda Amerikan Kongresi’nin 1954 tarihli Atom Enerjisi Yasasını ka-
bul etmişti.86 Fakat 1960’larda müttefiklerin Türkiye’nin saldırıya uğraması ha-
linde yardıma gelmeme olasılığını düşünen Türk askeri yetkilileri, kendilerine
savunma planlarında ve nükleer silahların kullanılmasına karar verme prosedü-
ründe daha fazla rol verilmesi taleplerinde bulunmaya başladılar. Türk genel-
kurmayı, NATO tarafından Aralık 1966’da oluşturulan Nükleer Planlama Gru-
bunda üyeler arasında dönüşümlü olarak değiştirilen üyeliklerden birinin Tür-
kiye’ye tahsis edilmesini istemekteydi. Türk hükümeti de nükleer silahlar üze-
rinde uygulanan çifte kontrol sistemini gevşeteceğini umut ederek Türkiye’nin
doğu sınırına nükleer mayınlar yerleştirilmesini talep etmekteydi. Fakat Ameri-
kan sisteminin yasal sınırlamalarının, nükleer silahlar üzerindeki Amerikan de-
netiminin Türkiye’ye devrine imkân tanımadığı anlaşılınca Türk yöneticiler Ma-
yıs 1969’da resmen isteklerinden vazgeçtiler.87
4. AET İLE İLİŞKİLER
1965–1970 döneminde Türkiye’nin AET’ye ortak üyelik süreci işlemekteydi.
Türkiye’nin AET’ye ortak üye olmak için başvurmasından sonra iki taraf arasın-
daki Ankara Anlaşması 12 Eylül 1963’te imzalanmış ve 1 Aralık 1964’te yürürlü-
ğe girmişti. Ankara Anlaşmasının 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmesi ile
başlayan ve 1 Ocak 1973 tarihine kadar devam eden Hazırlık Döneminde, Türk
ekonomisiyle Topluluk ekonomisi arasında farkı azaltmak üzere Türkiye’ye tek
taraflı ödünler verildi. Dönem, prensip olarak 5 yıl sürmesi öngörülmüş olması-
na rağmen 9 yıla uzadı. Hazırlık döneminin en önemli tarafı, Türkiye’ye tek
taraflı “tarife kotaları” açılması ve Birinci Mali Protokol ile Türkiye’ye 175 mil-
yon ECU tutarında kredi verilmesiydi. Sağlanan avantajlara rağmen, AET’ye
yönelik ihracat 1963–1969 yılları arasında ortalama %9 arttı. Aynı dönemdeki
ortalama ihracat artışı ise %7.6’ydı. Bu oranlar, Topluluğa yönelik ihracatta
önemli bir gelişmenin ortaya çıkmadığını göstermekteydi. Hazırlık dönemi bo-
yunca ithalat ise ihracattan hızlı gelişti ve Türkiye’nin toplam ithalatında
AET’nin payı yükseldi (1963’te %29, 1972’de %42). İthalatın ihracattan daha hızlı
artması ve Türkiye pazarında AET’nin payının genişlemesi, bu dönemde Türki-
ye’nin Topluluk için iyi bir pazar oluşturduğunu göstermekteydi. Diğer taraftan
Hazırlık Döneminde; işgücünün serbest dolaşımı, yerleşme hakkı ve hizmet
edimi serbestliği konularında bir gelişme sağlanamadı.

479
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

1965–70 döneminde Türkiye-AET ilişkilerindeki en önemli konu, Türki-


ye’nin ortaklık sürecinin ikinci dönemine geçiş kararının alınmasıydı. Başbakan
Demirel’in 1967 yılındaki Brüksel gezisi sırasında gerçekleştirilen Türkiye-AET
Ortaklık Konseyi toplantısında Türk tarafı, ikinci döneme geçiş için çalışmaların
başlatılması önerisini ortaya atınca, Topluluk sözcüsü Belçika Dışişleri Bakanı
Elslande, daha evvel yapılan anlaşmalardaki sürelere sadık kalınması gerektiğini
söyledi. Ankara Anlaşmasına göre görüşmeler en erken 1 Aralık 1968’de başlatı-
labilecekti. Takip eden dönemde Türkiye’nin AET nezdindeki daimi temsilcisi
Müezzinoğlu, bir taraftan hiç olmazsa temel ilke yönünden bir karar alınması
için Topluluğu sıkıştırırken, diğer taraftan da yeni ödünler koparmaya çalıştı.
Dünyanın ve Türkiye’nin koşulları öylesine hızlı gelişmişti ki Türkiye’ye dört
tarım ürününde verilen ödünler, piyasa kaybını önleme dışında yetersiz kalmış
ve Türkiye’yi geçiş dönemine hazırlama niteliğini yitirmişti. Bu çerçevede Tür-
kiye, kâğıt üstünde verilen ödünlerin pratikte de işe yarayabilmesi için uzunca
bir istek listesini AET’ye sundu ve belli ürünlerde yeni indirimler getirilmesini
ya da kontenjanların artırılmasını istedi. 1967 yılı içinde bu konuda yedi tane
görüşme yapılmasına rağmen Türkiye istediğini alamadı. 10 Kasım 1967’deki
Ortaklık Komitesi toplantısında Müsteşar Semih Akbil’in, AET’nin anlaşma im-
zaladığı Fas ve Tunus gibi başka ülkelere, ortak olan Türkiye’den daha iyi mua-
mele yaptığı ve Türkiye’ye verdiği sözü tutmadığı yönünde şikâyette bulunma-
sı, mevcut durumu özetliyordu. Sonuçta uzun pazarlıkların ardından saptanan
yeni ödünler, yetersiz olarak görülse de Türkiye tarafından kabul edilmek zo-
runda kalındı.
Avrupa Komisyonu, Türkiye’yle ilgili hazırlaması gereken raporu 29 Nisan
1968 tarihinde bitirdi. Rapor, Türk ekonomisinin 1963’ten beri gösterdiği geliş-
menin küçümsenemeyeceğini, fakat ikinci döneme geçiş için yeterli olmadığını
belirtiyordu. Raporda yapılan ekonomik analizden sonra ulaşılan sonuç şuydu:
Gelecek birkaç yıl içinde Türkiye’nin ekonomik çıkarları, hazırlık döneminin
uzatılması, AET tarafından kendisine yeni ödünler sağlanması ve kendisiyle
yeni bir mali protokol imzalanmasıyla daha iyi korunabilirdi. Rapor, Türkiye’ye
karşı takınılacak böyle bir yaklaşımın doğuracağı olası politik ve psikolojik tep-
kilerin gözden kaçırılmaması gerektiğini de belirtiyordu. Türkiye, en kısa süre-
de Yunanistan’ın bulunduğu düzeye gelmek istediğini ısrarla belirtmişti. İkinci
döneme geçilirse Türkiye’nin bu isteği karşılanmış, ayrıca Türk yetkililer yeni
dönemde gerekli reformları yapmaya zorlanmış olurdu. Ayrıca geçişin ertelen-
mesi halinde Türkiye’nin ekonomik durumu düzelmez, ekonomik sorunları
devam eder giderdi. Böylece Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin resmi görüşünü
bekleyebilmek için kesin kararını açıklamamak koşuluyla ikinci döneme geçil-
mesi tezini önerdi. AET açısından ekonomik gerekçeler, politik gerekçelerin
arkasında kalıyor, AET önemli bir müttefikinin isteğini geri çevirmemeyi tercih
etmiş oluyordu.
Avrupa Komisyonunun bu raporu, Altıların temsilcilerinden oluşan Üçün-
cü Ülkeler Ortaklıkları Komitesinde 28 Haziran 1968’de değerlendirildi ve ora-
dan da aynı sonuç çıktı. “Tüm delegasyonlar, ekonomik durumun, Türk anlaş-
masının hazırlık döneminin uzatılması gereğini gösterdiği, ancak politik ve psi-

480
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

kolojik nedenlerle ikinci döneme geçilmesi gerektiği görüşünü desteklemişler-


dir.” Ardından 6 üye ülkenin daimi delegeleri (Coreper) de Komisyon görüşünü
onayladı: “Avrupa Komisyonunun önerdiği gibi, genellikle politik ve psikolojik
nedenlerle bakanlar, Ankara Anlaşmasının ikinci dönemine geçilmesi yolunda
karar vermelidir. Türkiye’ye ayrıca mali yardımda bulunulmalıdır.” Bakanlar
daimi delegelerin isteğine uyunca Türkiye’nin ikinci döneme geçişi kararlaştı-
rılmış oldu. Bundan sonra Katma Protokolün içini doldurma çalışmaları başlatı-
labilirdi.
9 Aralık 1968’de yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında yeni döneme geçiş
kararının alınmasından sonra Türkiye ile AET arasında gerçekleştirilen yeni
döneme geçiş görüşmeleri oldukça sıkıntılı geçti. Sürecin sonuna doğru 9 Aralık
1969 günü Brüksel’de gerçekleştirilen Ortaklık Konseyi toplantısından önce Çağ-
layangil, AET’yi uyararak önerilerini iyileştirmelerini istemişti. Ancak AET tu-
tumunu değiştirmemişti. Toplantıda AET Sözcüsü Joseph Luns, “bu AET’nin
son paketidir ve Türkiye’nin tüm anlaşmayı böylece kabul etmesine bağlıdır.
Tarım konusundaki isteklerinizi kabul edemeyiz. Kesin cevabı ileride verme
koşuluyla ad referandum kabul etmeniz (danışma koşullu imza, devletine da-
nışma koşuluyla imzalıyor, devleti kabul edince imza geçerli oluyor), anlaşmayı
bugünkü haliyle onaylamanız anlamına gelecek ve bir daha üzerinde görüşme
açılmayacaktır” deyince, Çağlayangil, “bu önerilerinizi ad referandum dahi ka-
bul edemeyeceğimi bildirmenin üzüntüsü içindeyim. Tutumunuzu hükümeti-
me götürmem gerekir” şeklinde tepki verdi. Bunun üzerine Luns hemen tutu-
munu değiştiriverdi. “Bu durumda Topluluk olarak Mart ayında yeni bir Ortak-
lık Konseyi yapmaya hazırız. Topluluk tüm yeni görüşlere açıktır” dedi.
O dönemde Türkiye yapması gerekenin tam aksine yönelip yumuşak bir tu-
tum izliyor, Topluluğu sıkıştırmıyor, günün siyasi ortamında suçlanmak, bir
ortağı tarafından terk edilmekten fena halde çekinen AET’nin zayıflığından ya-
rarlanmayı düşünmüyordu. Mart ayında yapılması kararlaştırılan Konsey top-
lantısı yapılamadı. Hükümet, iç gelişmelerden değil AET dosyasını alıp incele-
mek, düşünme imkânı dahi bulamadı. İşte tam bu kritik dönemde Ocak 1970
tarihinde Dışişleri Bakanlığı İktisadi İlişkiler Dairesi Avrupa Toplulukları Büro-
su, “Türkiye-AET Ortaklığı Geçiş Dönemi Muhtevasının Genel Denge Yönün-
den Değerlendirilmesi” başlıklı bir belgeyi, başta Başbakanlık olmak üzere ilgili
tüm bakanlıklara ve kuruluşlara gönderdi. Belgenin son cümlesi aynen şöyley-
di: “Devam edecek olan çalışma ve müzakerelerde 9 Aralık 1969 Ortaklık Kon-
seyinde Topluluk tarafından yapılan tekliflerin kabulü uygun olacaktır.” Belge,
sanki Türkiye’nin değil AET’nin tezlerini ispatlamak için hazırlanmış gibiydi.
Dışişleri Bakanlığının görüşünün etkisinde kalan Demirel hükümeti, yeter-
siz bulmasına rağmen sonradan düzeltiriz yaklaşımıyla AET’nin önerilerini ka-
bul etmeye karar verdi. Aynı dönemde DPT müsteşarı da Başbakan Demirel’e
bir mektup yazıyor, Dışişlerinin ileri sürdüğü noktaların tam aksini belirterek,
ikinci döneme geçişin, Türkiye’ye önemli bir avantaj getirmeyeceğini söylüyor-
du. Fakat o sırada Demirel’in parti içindeki rakibi Bilgiç’i desteklediği düşünü-
len DPT ekibinin Demirel’i etkilemesi mümkün değildi. Demirel, aslında anlaş-
manın getirdiği ekonomik avantajların önemsizliğini biliyordu. Ancak ona göre,

481
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

anlaşmayı imzalamanın politik avantajı büyüktü. Böylece Amerika’yla zedele-


nen bağlar Avrupa’ya yaklaşılarak dengelenecekti. Bu da hükümete AET deste-
ği anlamına gelirdi ve harekete geçmeyi düşünen orduyu durdurucu etki yapar-
dı. Ayrıca anlaşmanın imzalanmaması, muhalefet tarafından hükümetin başarı-
sızlığına verilebilirdi.
Demirel hükümeti AET’nin teklifinin birkaç ufak düzenlemeyle birlikte ka-
bul edilmesine karar verince Dışişleri Bakanlığı hemen harekete geçti ve
AET’den istenecek son düzenlemeler saptandı. 22 Temmuz 1970 tarihinde baş-
layan Ortaklık Konseyi toplantısı sonunda anlaşmaya varıldığı resmen açıklandı.
Ancak AET, listeler gelmeden anlaşmayı imzalamayacağını Türkiye’ye bildirdi.
En nihayetinde Geçiş Dönemini düzenleyen Katma Protokolün metni, 19 Kasım
1970 tarihli Ortaklık Konseyi toplantısında kabul edildi ve bu Protokol, Mali
Protokol (ikinci), AKÇT Yetki Alanına Giren Maddelerle İlgili Anlaşma ile Son
Senet 23 Kasım günü Brüksel’de törenle imzalandı.
5. DİĞER ÜLKELERLE İLİŞKİLER
1964 yılı başındaki Kıbrıs krizinden itibaren Batı bloku devletlerinin Kıbrıs
konusunda gösterdiği tutumdan hayal kırıklığına uğrayan Türk yöneticiler, Do-
ğu bloku ve Üçüncü Dünya devletleriyle ilişkileri geliştirmenin Türkiye’nin çı-
karlarına olacağı sonucuna vardılar ve bu yolda çaba göstermeye başladılar.
Sovyetler Birliği daha 1953 yılında Türkiye üzerindeki isteklerinden vazgeçtiğini
ilan etmiş ve Türkiye’yle ilişkileri geliştirmek istediğini gösteren jestlerde bu-
lunmuştu. Diğer NATO üyeleri bir dereceye kadar Sovyetler Birliği’yle ilişkile-
rini geliştirirken Türkiye bu konuda da geri kalmıştı. Türk yöneticilere göre,
Sovyet yöneticilerinin tutumlarındaki yumuşama taktik bir yumuşamaydı, sa-
mimi değildi, hâlâ saldırgan niyetler taşıyan Sovyetler Birliği’yle ilişkileri yumu-
şatmak için henüz çok erkendi. Bu tutumlarıyla Türk yöneticiler Batı liderleri
arasında bile Soğuk Savaşın son savaşçıları görünümü vermekteydiler.88
Sonunda Kıbrıs olayları sırasında NATO’nun Türkiye’ye yeterince kesin ve
otomatik güvenlik garantisi sağlamadığını fark eden Türk liderler, ABD’yle fazla
haşır neşir olarak Sovyetler Birliği’ni gereksiz yere tahrik etmenin akıllı bir poli-
tika olmadığı sonucuna vardılar ve bu konuda daha dikkatli davranmaya başla-
dılar.89 Onların gözünde Sovyetlerle yakınlaşmanın beraberinde getireceği baş-
ka faydalar da vardı. Sovyetler Birliği’nden Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu eko-
nomik yardım elde edilebilirdi. Sovyetlerle iyi ilişkiler, çatışma durumlarını
azaltıp yumuşamayı (detantı) ön plana çıkarabilir, bu da Türkiye’ye yönelik
tehdidin azalmasına ve güvenliğinin artmasına sebebiyet verebilirdi.90 Ayrıca,
belki daha önemlisi Sovyetlerle yakınlaşma, bu ülkenin Türkiye’yi ulusal çıkar-
larında, özellikle Kıbrıs konusunda uluslararası forumlarda desteklemesi sonu-
cunu doğurabilirdi.
Türk yöneticilerinin algılamalarındaki bu değişiklikler neticesinde Türkiye
ve Doğu bloku ülkeleri arasında çok sayıda karşılıklı resmi ziyaretler gerçekleşti-
rildi ve SSCB Türkiye’ye ekonomik yardım sağlamaya başladı.91 4–13 Ocak
1965’te 10 kişilik bir Sovyet parlamenter heyeti, 17–22 Mayıs 1965’te de Sovyet
Dışişleri Bakanı Gromiko Türkiye’yi ziyaret ettikten sonra, Başbakan Ürgüp-

482
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

lü’nün 9–16 Ağustos 1965’teki SSCB ziyareti sırasında taraflar arasında bir kültü-
rel işbirliği anlaşması ve 22 kişilik bir Sovyet heyetinin gelişinin ardından da 7
Aralık’ta Sovyetlerin yapacağı yardımlarla ilgili bir ön anlaşma imzalandı. Sov-
yet Başbakanı Kosigin’in 20–27 Aralık 1966’da Türkiye’ye gelişi ise bir Sovyet
başbakanının Türkiye’ye yaptığı ilk ziyaret niteliğini taşıyordu. Türkiye ile
SSCB arasında 25 Mart 1967’de imzalanan Ekonomik-Teknik İşbirliği Anlaşması,
Aliağa Petrol Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Bandırma Sülfürik
Asit Fabrikası, Artvin Kereste Fabrikası ve İskenderun Demir-Çelik Fabrikası
gibi 7 sanayi kompleksinin kuruluşu için kaynak sağlıyordu. Bu gelişmeler çer-
çevesinde 19–29 Eylül 1967’de Moskova’yı ziyaretinden sonra Başbakan Süley-
man Demirel’in söyledikleri, Türkiye’nin tavır değişikliğini açık bir şekilde orta-
ya koyuyordu. Uzun yıllar boyunca Türkiye ve SSCB arasında gerginlik yaşan-
dığını, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ise iki ülke arasında neredeyse hiç
ilişki olmadığını hatırlatan Demirel, artık yeni bir döneme girildiğini ifade et-
mekteydi. Ona göre, iki ülke arasındaki ilişkilerdeki şüpheler tamamen ortadan
kalkmamış olabilirdi ama aradaki boşluk doldurulmuştu ve düşmanlık tarihe
karışmıştı.92
1965–70 döneminde Türkiye, ekonomik ve ticari işbirliği ile ticareti geliştir-
me ve Kıbrıs gibi sorunlarda uluslararası alanda destek bulma adına Orta Doğu
ve Arap ülkeleriyle de ilişkileri geliştirmeye çalıştı. Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreteri Haluk Bayülken’in Mısır ziyareti sırasında, 16 Mart 1966’da Mısır’la
ticaret anlaşması imzalanması, 23–26 Mayıs 1966’da Dışişleri Bakanı Çağlayan-
gil’in Irak’ı ziyareti ve 1–6 Aralık 1966’da Cumhurbaşkanı Sunay’ın Tunus’a
gitmesi, Türkiye’nin yeni tavrının örnekleri olarak verilebilir. Türkiye, ayrıca
Orta Doğu krizleri ve çatışmaları sırasında Arapları memnun edecek açıklamalar
yapmaktan da geri durmadı. Üslerin NATO amaçları dışında kullandırılmaya-
cağı yolundaki ilanlardan başka, Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in 22 Haziran
1967’de BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada, Genel Kurulun İsrail kuvvet-
lerinin işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi konusunda ısrar etmesi gerektiğini
söylemesi; Türkiye’nin, BM Genel Kurulunun, İsrail’in 5 Hazirandan önceki
sınırlarına çekilmesini isteyen 242 sayılı kararına ABD ve Batılı ülkelerden ayrı-
larak Araplarla birlikte olumlu oy vermesi ve 21 Ağustos 1969’da Kudüs’teki El
Aksa camii yangınından sonra toplanan İslam ülkelerinin Rabat toplantısına
Türkiye’nin dışişleri bakanı düzeyinde ve gözlemci statüsüyle katılması, Türk
dış politikasındaki tavır değişikliğini ortaya koyan önemli gelişmelerdi.
Genel olarak bakıldığında, 1965–1970 döneminde Türkiye’nin, uluslararası
forumlarda Batı yanlısı politikadan biraz uzaklaştığı ve Batı devletlerinin takın-
dığı tutumdan farklı olarak Arap-İsrail çatışmalarında Arap devletlerini ve sö-
mürgecilikle ilgili konularda Üçüncü Dünya ülkelerini desteklediği görülmekte-
dir.93 Türk yöneticiler, 1965 sonrasında artık Sovyet tehdidini eskisi gibi keskin
bir şekilde değerlendirmiyorlardı. Bu yeni algılayış, doğal olarak NATO ülkele-
riyle oluşturulan ittifakın değerlendirilişine de yansıdı. NATO’nun Türkiye’nin
güvenliğini sağlamada tek başına yeterli olmadığı, sadece NATO’ya güvenile-
meyeceği anlayışı yaygınlaştı. Sovyet tehdidinin azaldığının algılanması,
NATO’ya atfedilen önemde de doğal olarak radikal bir şekilde olmasa da bir

483
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

gerileme ortaya çıkardı. Yalnız şunu vurgulamakta fayda var ki, Türk yönetici-
ler, hiçbir zaman Sovyetler Birliği’ni Türkiye’nin güvenliğini sağlamada
NATO’ya alternatif bir savunma ortağı olarak görmediler. Hatta bu ülkeden
ekonomik yardım almaya evet derken, silah ya da herhangi bir askeri malzeme
almayı kesinlikle düşünmediler. Onların istediği, sadece Sovyetler Birliği’yle
gergin olan ilişkilerin normalleştirilmesiydi.94
Türk dış politikasındaki tavır değişikliğini, BM’deki oy kullanma eğilimleri
çerçevesinde de ortaya koymak mümkündür. Wittkoff’un araştırmasının göster-
diğine göre, 1963 yılında BM Genel Kurul oylamalarında ABD’nin kullandığı
yönde en fazla oy kullanan ülke Türkiye’dir. 1967 yılında ise Türkiye’nin oy
kullanma kalıpları hâlâ ABD’ninkilerle büyük benzerlik göstermektedir, fakat bu
açıdan Türkiye bu defa birinci değil, 15. sırada yer almaktadır.95 1961 yılında
BM’nin 15. toplantısında Türkiye’nin ABD’yle aynı yönde oy kullanma oranı
yüzde 75.1’di (genelde 145 oylamanın 109’unda, Soğuk Savaşla ilgili konularda
37’de 33, silahsızlanmayla ilgili konularda 8’de 7, sömürgecilikle ilgili konularda
38’de 28 ve Arap-İsrail çatışması konusunda 8’de 3); 16. toplantıda bu oran yüz-
de 80.8’e yükseldi (genelde 125 oylamanın 101’inde, Soğuk Savaş konusunda
22’de 20, silahsızlanmada 34’te 28, sömürgecilikte 38’de 31, Arap-İsrail çatışma-
sında 9’da 8).96 1967 yılında BM’nin 5. özel, 5. acil özel ve 22. olağan toplantıla-
rında Türkiye’nin oylama kalıplarının ABD’ninkilerle uyumu 65’de 30’a düştü
(Arap-İsrail çatışmasında 15’te 3, sömürgecilikte 17’de 1, Soğuk Savaşta 19’da 19,
silahsızlanmada 5’te 5).97 Görüldüğü gibi Türkiye, Arap-İsrail çatışması ve sö-
mürgecilikle ilgili oylamalarda büyük oranda Amerika’nın zıttı oy kullanırken,
Soğuk Savaş ve silahsızlanma konularında adeta bu tutumunu dengelemek is-
tercesine tamamen ABD’yle aynı doğrultuda oy kullanmıştır.

SONNOT

1 M. A. Attalides, Cyprus: Nationalism and International Politics, Edinburgh: Q Press Ltd., 1979, ss.
132, 183-184, S. G. Xydis, “The Military Regime’s Foreign Policy” içinde Richard Clogg ve Ge-
orge Yannopoulos (der.), Greece Under Military Rule, Londra: Secker and Warburg, 1972, ss.
202-203.
2
Van Coufoudakis, “United States Foreign Policy and the Cyprus Question” içinde Michael A.
Attalides (der.), Cyprus Reviewed: A Seminar on the Cyprus Problem, Nicosia: Jus Cypri Associa-
tion, 1977, s. 128.
3 Toplumlar arası görüşmeler için bkz. Keesing's Contemporary Archives, 1967-1968, c. 16, s.
22883, 1969-1970, c. 17, ss. 23635, 24041, 24117, 1971-1972, c. 18, ss. 24398, 24673-24674, 25032-
25033, 25367, 1973, c. 19, ss. 25700, 25979, 1974, c. 20, ss. 26310, 26603.
4
Coufoudakis, “United States Foreign Policy and the Cyprus Question”, ss. 119-120, 123, Atta-
lides, Cyprus: Nationalism and International Politics, s. 153, Laurance Stern, The Wrong Horse: the
Politics of Intervention and the Failure of American Diplomacy, New York: Times Books, 1977, s.
91.
5 Coufoudakis, “United States Foreign Policy and the Cyprus Question”, s. 127.

484
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

6 Attalides, Cyprus: Nationalism and International Politics, ss. 155, 156-157. Mart 1965 gibi oldukça
eski bir tarihte bile Rum gazetesi Agon, Amerikan istihbarat ajanlarının ve bazı Kıbrıslı Rum-
ların Makarios’u devirmek için komplo kurduğunu iddia etmekteydi. Keesing's Contemporary
Archives, 1965-1966, c. 15, ss. 20630-20631.
7 S. N. Vanezis, Makarios: Pragmatism v. Idealism, Londra: Abelard-Schuman, 1974, s. 165.
8
Attalides, Cyprus: Nationalism and International Politics, s. 66.
9 Halil İbrahim Salih, Cyprus: The Impact of Diverse Nationalism on a State, Alabama: University of
Alabama Press, 1978, ss. 55-56, Keesing's Contemporary Archives, 1965-1966, c. 15, s. 21540, Suha
Bölükbaşı, Superpowers and the Third World: Turkish-American Relations and Cyprus, New York:
University Press of America, 1988, s. 132, Attalides, Cyprus: Nationalism and International Poli-
tics, s. 71, Keesing's Contemporary Archives, 1967-1968, c. 16, s. 21947.
10 Murat Sarıca; Erdoğan Teziç ve Özer Eskiyurt, Kıbrıs Sorunu, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Yayınları, No. 2071, 1975, ss. 129, 139.
11 Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Nisan 1967, s. 85.
12 Bölükbaşı, Turkish-American Relations and Cyprus, ss. 147, 171.
13 Coufoudakis, “United States Foreign Policy and the Cyprus Question”, s. 142n, Keesing's
Contemporary Archives, 1967-1968, c. 16, s. 22282.
14
Salih, Cyprus, s. 57.
15
Sarıca et. al., Kıbrıs Sorunu, s. 140.
16
Andreas Papandreou, Democracy at Gunpoint: the Greek Front, Londra: Andre Deutsch, 1970, ss.
209-210, Bölükbaşı, Turkish-American Relations and Cyprus, ss. 133-134.
17 Keesing's Contemporary Archives, 1967-1968, c. 16, s. 22435.
18 Nancy Crawshaw, The Cyprus Revolt: An Account of the Struggle for Union With Greece, Londra:
G. Allen and Unwin, 1978, s. 373.
19 Bölükbaşı, Turkish-American Relations and Cyprus, s. 135, Sarıca et. al., Kıbrıs Sorunu, s. 143.
20 Thomas Ehlrich, Cyprus: 1958-1967, Londra: Oxford University Press, 1974, s. 105.
21 Bölükbaşı, Turkish-American Relations and Cyprus, s. 136, Erol Mütercimler, Kıbrıs Barış Hareka-
tının Bilinmeyen Yönleri, İstanbul: Yaprak Yayınevi, 1990, s. 117, Keesing's Contemporary Archi-
ves, 1967-1968, c. 16, s. 22435.
22 Papandreou, Democracy At Gunpoint, s. 211.
23
Bölükbaşı, Turkish-American Relations and Cyprus, s. 135, Mütercimler, Kıbrıs Barış Harekatının
Bilinmeyen Yönleri, s. 120.
24 Bölükbaşı, Turkish-American Relations and Cyprus, s. 137.
25 Ibid., s. 137, Sarıca et. al., Kıbrıs Sorunu, s. 144.
26
Thomas W. Adams ve Alvin J. Cottrell, Cyprus Between East and West, Baltimore: John Hopkins
Press, 1968, s. 72.
27 Ehlrich, Cyprus: 1958-1967, ss. 111-112.
28 Sarıca et. al., Kıbrıs Sorunu, ss. 146-147, Mütercimler, Kıbrıs Barış Harekatının Bilinmeyen Yönleri,
s. 124.
29 Salih, Cyprus, s. 59.
30 Salih, Cyprus, 59, Papandreou, Democracy At Gunpoint, ss. 212-213, Metin Tamkoç, The Turkish
Cypriot State: the Embodiment of the Right of Self-Determination, Londra: K. Rüstem and Brother,
1988, s. 94, Keesing's Contemporary Archives, 1967-1968, c. 16, s. 22436.
31
Denktash, the Cyprus Triangle, s. 35.
32 Ibid., s. 53.
33 Papandreou, Democracy At Gunpoint, ss. 219-220.
34 Coufoudakis, “United States Foreign Policy and the Cyprus Question”, s. 125.

485
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

35 Stern, The Wrong Horse, s. 90, Theodore A. Couloumbis, The United States, Greece and Turkey:
the Troubled Triangle, New York: Praeger, 1983, s. 78.
36 Monteagle Stearns, Entangled Allies: US Policy Toward Greece, Turkey and Cyprus, New York:
Council on Foreign Relations Press, 1992, ss. 113-115.
37 “Correspondence Between President Johnson and Prime Minister İnönü”, Middle East Journal,
Yaz 1966, ss. 386-387.
38 Cumhuriyet, 17 Nisan 1964, s. 1.
39
Millet Meclisi Tutanak Dergisi (MMTD), 5 Mayıs 1964, dö. 1, to. 3, c. 30, s. 210.
40 Dışişleri Bakanı Çağlayangil, MMTD, 6 Ocak 1967, dö. 2, ot. 2, c. 11, ss. 126, 128, aynı eser, 19
Şubat 1969, dö. 2, ot. 4, c. 34, s. 78, F. Sükan, Cumhuriyet Senatosu Dergisi (CSTD), 27 Haziran
1967, dö. 1, ot. 6, c. 42, s. 21, Türk hükümetinin açıklaması, Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Kasım
1966, s. 63.
41 Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Şubat 1970, s. 106.
42
Türk hükümetinin 3 Temmuz 1969 tarihli basın açıklaması, The Middle East Journal, Kış 1970, c.
24, s. 72.
43
Cağlayangil, CSTD, 1 Şubat 1967, dö. 1, ot. 6, c. 38-3, s. 377; Çağlayangil, MMTD, 19 Şubat
1969, dö. 2, ot. 4, c. 34, s. 77; Demirel’in basın toplantısı, Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Şubat 1970,
s. 104; Sezai Orkunt, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1978, ss. 302,
304.
44 George S. Harris, Troubled Alliance: Turkish-American Problems in Historical Perspective 1945-
1971, Washington: American Enterprise Institute, 1972, ss. 161-163, Ferenc A. Vali, Bridge Ac-
ross the Bosporus: the Foreign Policy of Turkey, Londra: Baltimore: John Hopkins Press, 1971, s.
139.
45
Keesing's Contemporary Archives, 1969-1970, c. 17, s. 23484.
46
Metni için bkz. The Middle East Journal, Kış 1970, c. 24, ss. 72-73, Dışişleri Bakanlığı Belleteni,
Temmuz 1969, ss. 30-35.
47 Metni için bkz. Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Şubat 1970, ss. 98-139. İngilizce çevirisi için bkz.
Harris, Troubled Alliance, ss. 229-238.
48
Michael Allan Turner, The International Politics of Narcotics: Turkey and the United States, Dokto-
ra tezi, Kent State University, 1975, ss. 3, 106, Harris, Troubled Alliance, s. 192, O. S. Roy, Drugs,
Society and Human Behaviour, Saint Louis: the C.V. Mosby Company, 1972, s. 193, Newsday,
The Heroin Trail, Londra: Souvenir Press, ss. xiii, 7, ABD Dışişleri Bakanı William Rogers’ın Kong-
re’ye Sunduğu Rapordan Bölümler, Ankara: Amerikan Basın ve Kültür Merkezi, 1972, s. 4.
49 Harvey R. Wellman, “Drug Abuse: A Challenge to US-Turkish Cooperation in the Seventies”,
Department of State Bulletin, c. 64, 1 Şubat 1971, ss. 143-145.
50
James W. Spain, “The United States, Turkey and the Poppy”, Middle East Journal, c. 29, No. 3,
Yaz 1975, ss. 295-309, s. 298, Harris, Troubled Alliance, s. 195, Turner, The International..., s. 128.
51 Harris, Troubled Alliance, s. 193, Spain, “The United States, Turkey and the Poppy”, ss. 298,
303.
52
M. A. Birand et. al., 12 Mart, Ankara: İmge Kitabevi, 1994, s. 169, İhsan Sabri Çağlayangil,
Anılarım, İstanbul: Yılmaz Yayınları, 1990, s. 324.
53 Turner, The International..., s. 126, Cüneyt Arcayürek, Çankaya’ya Giden Yol 1971-1973, Ankara:
Bilgi Yayınevi, 1985, s. 150, İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, İstanbul: Cem Yayınevi, 1980,
s. 312.
54
Harris, Troubled Alliance, s. 194n, Milliyet, 23 Temmuz 1970, Cumhuriyet, 23 Temmuz 1970, s. 7.
55 Cem, Tarih Açısından 12 Mart, ss. 299-300, 313-314.
56
Özgen Acar, “Afyon Raporu”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1970, Arcayürek, Çankaya’ya Giden Yol,
s. 148, Facts on Turkish Poppy, Directorate General of Press and Information, s. 6, Cumhuriyet, 4
Temmuz 1970, s. 1, Wellman, “Drug Abuse”, s. 145, Joseph L. Zentner, “The 1972 Turkish
Opium Ban: Needle in the Haystack Diplomacy”, World Affairs, c. 136, Yaz 1973, s. 39.

486
18. Bölüm: 1965-1970 Dönemi Dış Politika / Nasuh Uslu

57 Spain, “The United States, Turkey and the Poppy”, s. 305.


58 Acar, “Afyon Raporu”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 1970.
59 Wellman, “Drug Abuse...”, s. 145, R. F. Nyrop (der.), Turkey; A Country Study, Washington
D.C.: American University, 1980, s. 285, Zentner, “The 1972 Turkish Opium Ban...”, s. 43.
60 Spain, “The United States, Turkey and the Poppy”, s. 305.
61 Özcan Köknel, “Haşhaş Ekimi ve ABD”, Milliyet, 4 Kasım 1975.
62 Wellman, “Drug Abuse...”, ss. 145-146.
63 Harris, Troubled Alliance, s. 192, Spain, “The United States, Turkey and the Poppy”, s. 298.
64 Keesing’s Contemporary Archives, c. 17, s. 23956, c. 18, s. 24640.
65 Harris, Troubled Alliance, ss. 195-196, Turner, The International..., ss. 143, 204-205, F. Ahmad,
The Turkish Experiment in Democracy, Londra: C. Hurst & Company, 1977, s. 418.
66
Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Ocak 1965, s. 56.
67 MMTD, dö. 1, ot. 4, c. 35, ss. 173-174.
68 Orkunt, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, s. 360, Mehmet Gönlübol et al., Olaylarla Türk Dış Politi-
kası 1919-1973, Ankara: A.Ü., S.B.F. Yayınları, No. 407, 1977, s. 325.
69
Olayın detayları ve Amerikan ve Sovyet hükümetlerinin açıklamaları için bkz. Keesing’s Con-
temporary Archives 1959-1960, c. 12, ss. 17425-17429.
70 Harris, Troubled Alliance, ss.165-166, Orkunt, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, ss. 377-378.
71 “Başbakan Demirel’in Basın Toplantısı”, Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Şubat 1970, ss. 101, 106.
72 Orkunt, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, s. 380.
73 Cem, Tarih Açısından 12 Mart, ss. 303-304.
74 MMTD, 7 Kasım 1965, dö. 2, ot. 1, c. 1, s. 176.
75 MMTD,9 Kasım 1965, dö. 2, ot. 2, c. 1, s. 288.
76 MMTD, 8 Haziran 1967, dö. 2, ot. 2, c. 18, ss. 168-169.
77 B.R. Kuhiholm, “Turkey and NATO: Past, Present and Future”, ORBIS, Yaz 1983, s. 426.
78 Cumhuriyet, 31 Ekim 1969, ss. 1, 7.
79 Harris, Troubled Alliance, s. 166, Cem, Tarih Açısından 12 Mart, s. 273.
80 Kuniholm, “Turkey and NATO…”, s. 426, John M. Collins, Greece and Turkey: Some Military
Implications Related to NATO and the Middle East, A Report for Special Committee on Investiga-
tions of Committee on Foreign Affairs, 94. Kongre, 1. Toplantı, 28 Şubat 1975, Washington: US
Government Printing Office, 1975, s. 17.
81 Harris, Troubled Alliance, s. 149, Gönlübol et al., Olaylarla Türk Dış Politikası, ss. 537-538,
Orkunt, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, ss. 247-248, Başbakan Demirel’in Basın Toplantısı, ss.
118-120, Mehmet Gönlübol, “NATO, USA and Turkey” içinde Kemal H. Karpat (der.), Tur-
key’s Foreign Policy in Transition 1950-1974, Leiden, Netherlands: E. J. Brill, 1975, ss. 43-44.
82 Harris, Troubled Alliance, s. 150, Vali, Bridge Across the Bosporus, s. 121.
83
Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Şubat 1970 , ss. 120-121.
84
Harris, Troubled Alliance, s. 150, Vali, Bridge Across the Bosporus, ss. 121-122, N. Eren, Turkey,
NATO and Europe, Paris: The Atlantic Institute for International Affairs, 1977, ss. 19-20, Demi-
rel’in Basın Toplantısı, ss. 130-132.
85 Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Şubat 1970, ss. 103, 110, 124-126.
86 Collins, Greece and Turkey, s. 4.
87
Harris, Troubled Alliance, ss. 152-153.
88 Gönlübol, “NATO, USA and Turkey”, ss .28-30, Vali, Bridge Across the Bosporus, ss. 133, 356.
89 D. B. Sezer, “Turkey’s Security Policies” içinde J. Alford (der.), Greece and Turkey, Aldershot:
Gower, 1984, ss. 66, 76.
90
Harris, Troubled Alliance,s. 127.

487
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

91 G. S. Harris, “Cross-Alliance Politics: Turkey and the Soviet Union”, Turkish Yearbook of Inter-
national Relations, c. 12, 1972, ss. 1-32, Keesing’s Contemporary Archives, 1963-1964, c. 14, s. 20500,
1965-1966, c. 15, ss. 20936, 1967-1968, c. 16, ss. 21881, 22335, 22672, 1969-1970, c. 17, s. 23632, Y.
T. Kurat, Elli Yıllık Cumhuriyetin Dış Politikası,1923-1973, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1975, ss.
299-304.
92 Vali, Bridge Across the Bosporus, s. 179, Milliyet, 14 Ekim 1967.
93
Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğusu’na Karşı Politikası 1945-1970, Ankara: A.Ü.
S.B.F. Yayını, 1972, Kurat, Elli Yıllık..., ss. 3030-304, A. H. Ulman ve R. H. Dekmejian, “Chan-
ging Patterns in Turkey's Foreign Policy, 1959-1967”, ORBIS, c. 11, Sonbahar 1967, s. 784.
94 Harris, Troubled Alliance, ss. 127-128, G. S. Harris, “Turkey and the United State” içinde Karpat
(der.), Turkey’s Foreign Policy..., s. 61.
95 Eugene R. Wittkoff, “Foreign Aid and United Nations Votes: A Comparative Study”, The
American Political Science Review, c. 67, No. 3, Yaz 1973, ss. 879-880.
96 Middle East Record, c. 2, 1961, ss. 4, 7-13.
97 Middle East Record, c. 3, 1967, ss. 91-103.

488
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

19. BÖLÜM
TÜRKİYE’NİN SİYASAL ve SOSYAL KAOS DÖNEMİ
[1971–1980]]
—Nâm-ı Diğer: 70’li Yıllar—

Cemal FEDAYİ*

GİRİŞ
Modernleşme, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan, Cumhuriyet dö-
neminde ise ivme kazanarak radikal bir tarzda devam eden bir değişim ve
dönüşüm sürecini ifade etmektedir. Ülkemizde cereyan eden siyasal/sosyal
olayları ve gelişmeleri, doğrudan veya dolaylı, bir şekilde etkileyen en önemli
faktör, Türkiye’nin modernleşme süreci ve bu sürecin yarattığı gerilimlerdir.
Modernleşme, demokratikleşme, uluslaşma, laikleşme, şehirleşme, sanayileş-
me… gibi birçok gelişmenin iç içe geçtiği hızlı bir değişim süreci içinde olan
toplumlarda siyasal ve sosyal krizlerin görülmesi de olağandır. Değişimin,
özellikle Türkiye gibi devrim şeklinde tezahür ettiği toplumlarda, kriz ve san-
cıların da büyük çaplı olması, devrim karşıtı siyasal tepkilerin doğması olağan
karşılanabilir. Sarıbay’ın vurguladığı gibi, Türk Devrimi bir kültür değişimini
amaçladığı için, tepkiler de daha çok siyasal ve ideolojik düzeyde olmuştur
(Sarıbay, 1985: 221). Türk modernleşmesinin merkezî bir aktörü olarak ordu-
nun da, gelişen tepkiler ve oluşan krizler bağlamında siyasal ve sosyal alana
çeşitli müdahaleleri olmuştur.
Kimi modernleşme kuramcılarına göre hızlı modernleşme, çatışma ve bo-
zulmalara da neden olabilmektedir. Örneğin, siyasal gelişmeyi modernleşme-
den ayıran ve siyasal gelişmeyi, siyasal örgütlerle usûllerin kurumlaşması şek-
linde anlayan Huntington’a göre modernleşmenin başlıca siyasal belirtileri
olan hızlı mobilizasyon ve katılma artışları siyasal kurumları zayıf düşürür.
Kısacası, hızlı modernleşme, siyasal gelişime değil siyasal bozulmaya yol açar
(Huntington, 1965–66: 56).
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde siyasal ve sosyal istikrarın sağla-
namaması en önemli sorun olarak ortaya çıkmaktadır. İstikrarın bozulması, en

*
Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü.

489
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

başta demokrasiye zarar vermektedir. İstikrar ve demokrasi üzerindeki en bü-


yük tahribatı askeri darbeler yapmaktadır. Kalaycıoğlu’nun vurguladığı gibi,
askeri darbeye maruz kalan ülkelerde demokrasinin istikrarı ve yaşam ümidi
zayıflamaktadır. Askeri darbeye maruz kalan demokrasi istikrarsızlaşmakta-
dır. Aslında demokrasileri “defolu” ve “istikrarsız” kılan, askeri darbedir. Re-
jim tipi ne olursa olsun birden fazla darbeye maruz kalan demokrasiler istik-
rarsız ve pekişmemiş olmak eğilimindedir (Kalaycıoğlu, 2008: 249).
Demokrasinin istikrarı ve olgunlaşması açısından, servet, sanayileşme, şe-
hirleşme, eğitim gibi iktisadi gelişmenin çeşitli yönleri de önem arz etmektedir
(Lipset, 1964: 28). Ayrıca, pekişmiş ve istikrarlı bir demokrasi için siyasal kül-
tür ortamı da önemlidir (Kalaycıoğlu, 2008: 250).
Türkiye’nin Cumhuriyet’le birlikte hızlı bir modernleşme sürecine girdiği,
sanayileşme, şehirleşme, eğitim ve ekonomi gibi alanlarda hızlı bir gelişme
içine girdiği bilinmektedir. Siyasal kültür açısından ülkemiz yoksul bir du-
rumda değildir; cumhuriyet ve demokrasi kitlelerce kabul görmüştür. İlter
Turan’ın saptamasıyla, Türk demokrasisinin karşılaştığı dönemsel bunalımlar,
demokrasiyi destekleyen siyasal kültür öğelerinin eksikliğinden kaynaklan-
mamaktadır. Bunalımlara daha çok, partilerin iktidarda bulunmayı bir varlık
sebebi olarak görmeleri ve küçük partilerin politik tutumları neden olmaktadır
(Turan, 1986:486). 70’li yıllarda bu iki duruma yoğun olarak şahit olunmuştur.
İlkin, partiler iktidarda bulunmayı bir varlık-yokluk sorunu olarak görmüşler
ve ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek istemişlerdir. İkinci olarak, 27
Mayıs’ın kurduğu yeni düzen, küçük partilerin doğuşuna ve yaşamasına izin
vermektedir. 70’li yıllarda küçük partiler olmadan hükümet kurulamıyordu.
Küçük partiler ise hükümetler açısından sorun üreten unsurlar haline gelmiş-
lerdi. Hükümetlerin kaderi küçük partilerin elindeydi.
Değişen ve gelişen toplumlarda krizlerin olması doğaldır ve bu krizlerin
doğal ve olağan yollarla çözülmeleri gerekir. Siyasal alanda yaşanan sorunların
da demokratik usullerle, barışçıl yollarla çözülmesi gerekir. Türkiye gibi hızlı
değişen bir ülkede de elbette krizler olmuştur ve olacaktır. Fakat Türkiye’de
krizlerin doğal ve olağan yollarla çözümüne fırsat verilmemiş, krizler askeri
darbelerle ve bu darbelerin toplum mühendisliği tarzındaki çözüm yollarıyla
çözülmeye çalışılmıştır. Askeri darbelerin önerdiği yollarla çözüm sağlanama-
dığı için de bir süre sonra yeni darbeler olmuş, askeri darbeler gündemden
düşmeyen olgular haline gelmiştir.
Türkiye’de demokrasiye geçiş süreci 1946 yılında başlamış, 1950 yılında
ise barışçıl ve demokratik bir yöntemle bir iktidar değişimi gerçekleştirilebil-
miştir. 50’li yıllarda, yeni demokrasiye geçişin bir takım zorlukları ve acemilik-
leri görülmekle birlikte demokratik düzeni başarısız kılacak derecede büyük
krizler olmamıştı. İki partili ve istikrarlı bir siyasal yapı, 1957’den sonra görü-
len tökezlemeler hariç tutulursa, sürüp gidiyordu. Muhalefetteki CHP belli bir
şaşkınlık döneminden sonra toparlanmış, muhalefette bulunmayı hazmetmiş
ve 1957 seçimleriyle birlikte iktidar alternatifi bir konuma yükselmişti.
1957’den sonra DP’nin otoriter yönelimleri görülmüştür fakat bir diktatörlük
yolunda belirtiler yoktu. Büyük çaplı siyasal ve toplumsal krizler görülmediği

490
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

halde bu süreç bir darbe ile sonlandırılmıştır. Provokasyon olduğu anlaşılan


birçok lokal olaydan sonra, siyaset dışı aktörler harekete geçmiş, TSK içindeki
birtakım cuntaların birleşmesiyle kurulan bir ekip tarafından darbe yapılmış
ve istikrara kavuşmak üzere olan demokrasi treni rayından çıkarılmıştır.
27 Mayıs cuntası, kayıtsız şartsız milli egemenliğe dayalı Kemalist düzeni
(I. Cumhuriyet’i) kaldırmış, onun yerine, sınırlı milli egemenlik ve askeri/sivil
bürokrasi ile yargıdan oluşan atanmışların vesayeti üzerine kurulu yeni bir
düzen kurmuştur (II. Cumhuriyet)1. 27 Mayıs cuntası, yeniden DP türünden
bir partinin güçlü bir iktidar kurması ihtimalinden rahatsızlık duyuyordu.
Zayıf siyaset-güçlü vesayet bürokrasi esasına dayalı bir sistem arzuluyordu.
Bu amaca ulaşmak üzere, siyasal partiler sisteminin de parçalı ve zayıf olması
için seçim kanunu ve siyasal partiler kanununda gerekli düzenlemeleri yap-
mıştır. Bütün bu düzenlemelerden ve operasyonlardan sonra gerçekten de bir
daha DP hükümetleri gibi güçlü bir hükümet kurulamamış, iki partili sistem
yerine çok partili, kırılgan bir partiler sistemi doğmuş; bunların sonucu olarak
da zayıf ve iktidarsız hükümetler ortaya çıkmıştır.
Bütün tedbirlere karşın Adalet Partisi (AP) 1965–69 arasında güçlü bir tek
parti hükümeti kurmaya muvaffak olunca askeri darbe bu defa 12 Mart 1971
olarak tezahür etmiş ve siyasal tabloyu bir defa daha darmadağın hale getir-
miştir. 12 Mart darbesi, 61 anayasasının sûreta/şeklen vermiş olduğu bazı öz-
gürlükleri de geri almış ve yozlaşmalara son derece müsait bir toplumsal ve
siyasal zemin inşa etmiştir. İncelenen dönemle ilgili olarak siyasal ve sosyal
kaos nitelemesini uygun bulunmuştur. Bu kaosun kaynağı ve esas sebebi üze-
rinde düşünüldüğünde karşımıza büyük oranda 27 Mayıs’ın kurduğu yeni
düzen çıkmaktadır. Esasen kaos ve siyasal yozlaşma 27 Mayıs döneminde baş-
lamış 12 Mart’tan sonra ise derinleşerek devam etmiştir. Yozlaşma 70’li yıllar-
da sadece siyasal alanla sınırlı kalmamış toplumsal ve kültürel alana da sirayet
etmiştir. Dolayısıyla arabesk tarz, sadece kültürde (müzikte, sanatta) değil ge-
nel olarak siyasal ve toplumsal alanda da başat bir durumu imlemiştir. Esasen
“70’li yıllar” deyimi de büyük bir oranda bu durumu ifade etmektedir.
Nâmüsait ve kırılgan bir zeminde 1973’te yeniden başlayan siyasal hayat
12 Mart öncesindeki duruma göre daha da parçalı ve kırılgan bir hale gelmiş;
kurulan bütün hükümetler çok parçalı koalisyonlar ve azınlık hükümetleri
şeklinde olmuştur. Bunun üstüne siyasal aktörlerin basiretsizlikleri ve derin
organizasyonların terör eylemleri de eklenince askerlere müdahale için yeterli
sebep hazırlanmış olmaktadır. Siyasal gelişmeler/olaylar açısından dönemin
özeti budur.
Türk siyasal hayatı literatüründe, münhasıran 70’li yıllar üzerine yoğun-
laşmış bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmayla bu boşluk doldurulmaya
çalışılacaktır. Bu çalışmada, ele alınan dönemin genel bir panoraması çıkarıla-
cak, siyasal hayatın genel bir betimlemesi yapılacak ve daha sonra da siyasal
bilim açısından bir çözümleme ve değerlendirme yapılacaktır. Dönemin şekil-

1 İleride anlatılacağı gibi II. Cumhuriyet deyimini ilk defa resmen kullanan, darbenin lideri
Orgeneral Cemal Gürsel’dir.

491
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

lenmesindeki etkisi sebebiyle değerlendirme ve çözümleme denemesi daha çok


27 Mayıs darbesi baz alınarak yapılmaya çalışılacaktır.
12 MART DARBESİ ve SONUÇLARI
27 Mayıs darbesinden sonra “sivil” ve askerlerden oluşan bazı kesimler,
“devrimin devam etmesi” düşüncesindeydi. Fakat darbenin devam etmemesi,
üstelik DP’nin devamı niteliğindeki partilerin üstünlüğü ele geçirmesi söz ko-
nusu unsurları yeni bir darbe yönünde hareketlendirmişti. Genel olarak Yön
dergisi ( ve daha sonraları Devrim gazetesi) ekseninde örgütlenen darbeci un-
surların amacı yeni bir darbe yaparak Baasçı sosyalizm türünden bir düzen
kurmak ve rejimi kökten değiştirmekti. Fakat daha yukarıdaki (genelkurmay
katındaki) ve dışarıdaki (ABD) güçler bu darbe teşebbüsünü (9 Mart’ı), berta-
raf etmeyi de içeren tepeden bir darbeyi (12 Mart’ı) son anda yürürlüğe koydu-
lar. Özetle olup biten bundan ibarettir.
12 Mart’a doğru uzanan süreçte iç ve dış güçler, toplum, partiler, gençlik
ve ordu gibi “zinde güçler” tam bir hareketlilik içindedir. Bu bağlamda, ateşli
yayınlarıyla özellikle ses getiren Devrim gazetesi ve Doğan Avcıoğlu’nun ki-
tapları dikkat ve ilgi odağı durumundadır. Devrim grubunun ordu içinde de
çok büyük bir etkinliği bulunmaktadır ve bu gruba yakın bir sol cunta müda-
hale hazırlığındadır. Devrim grubuyla, Nihat Erim gibi CHP’nin ileri gelenle-
rinden bazılarının da yakın ilişkisi bulunmaktadır (Birand vd., 1994: 171–75).
Bilindiği gibi, bu yıllarda güçlenerek üniversitelerde önemli bir güç haline ge-
len “Dev-Genç”in karşısına “komando” denilen ülkücüler konuşlanmış du-
rumdadır ve her iki grup da hareket halindedir (Toker, 1993: 195).
Toplumdaki ve ordudaki bu hareketliliğin yanı sıra siyasi partilerin içi de
rahat değildir. Özellikle iki büyük partide büyük karışıklıklar ve kopmalar
gözlenmektedir. CHP içindeki ortanın solu akımı ve karşıt grup arasındaki
çekişme, bölünmelere neden olmuş; Turhan Feyzioğlu ve arkadaşları CHP’den
ayrılarak Güven Partisi’ni (GP) kurmuştur. AP içinde de eski demokratlar ile
Demirel arasındaki gerginlik had safhaya ulaşmış ve sonunda eski demokrat-
lar, Ferruh Bozbeyli liderliğinde Demokratik Parti’yi kurarak (18.12.1970)
AP’den ayrılmışlardı (Ahmad, 1994: 290). TİP'de (Türkiye İşçi Partisi) ise
Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren ile Behice Boran grubu çekişmektedir (Toker,
1993: 189).
Partiden ayrılmalarla zor duruma düşen Demirel meclisteki çoğunluğunu
kaybetmiş ve artık bir “istikrarsızlık faktörü” olmuştu. Bütün bu olup bitenle-
rin sonucunda Cumhurbaşkanı Sunay, bütün kurumları karşısına almış oldu-
ğu için Demirel’in “bir süre geri çekilmesi”nin faydalı olacağı yönünde bir
görüş beyan etmişti (Ahmad, 1994: 291).
Özetle, bir darbe için gerekli toplumsal ve siyasal ortam, hatta ekonomik
ortam hazırdır. Kriz öncesi dönemlerin olağan gelişmelerinden olan devalüas-
yon da 1970 yazında gerçekleştirilmiştir. Dış politika açısından da, özellikle

492
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

haşhaş ekimi nedeniyle, hükümetin ABD ile ilişkileri2 sorunludur (Birand vd.
1994). Kısaca, bir müdahale öncesi görülen bütün şartlar hazırdır. Sıra düğme-
ye basmaya, ya da düdüğü çalmaya gelmiştir. Siyasal ve toplumsal olayları
izlemekte usta olanlar, müdahaleyi beklemektedirler.
İç ve dış gözlemcilerin uzun süredir beklediği gelişme en sonunda olmuş
ve 12 Mart günü ordu, isteklerini bir “muhtıra” şeklinde açıklamıştır. Radyo-
daki 13.00 haber bülteninin ilk haberi bir muhtıradır. Muhtıra, Genelkurmay
Başkanı Org. Memduh Tağmaç ile kuvvet komutanlarının “MGK üyesi” sıfa-
tıyla imzalarını taşımaktadır: (Milliyet, 12.3.1971).
1- Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla, yurdumuzu anarşi, kar-
deş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef
verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın ön-
gördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır
bir tehlike içine düşürülmüştür.
2- Türk Milletinin sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerin bu vahim ortam hakkında duyduğu
üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce
değerlendirilerek, mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reform-
ları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve
inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3- Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların
kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine
getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.
Bilgilerinize
Muhtıra metni incelendiğinde iki noktanın öne çıktığı görülmektedir: 1.
Terör olayları artmıştır, 2. Anayasanın öngördüğü reformlar partiler üstü bir
hükümet tarafından gerçekleştirilmelidir. Bunlar yapılmadığında da TSK doğ-
rudan yönetimi devralacaktır.
Bu metnin arka planında ise ordu içinde kaynayan kazanın izlerini gör-
mek mümkündür. Esasen ordu içindeki düzen 27 Mayıs darbesi döneminde
bozulmuş ve bir daha da düzelmemiştir. Başka bir ifadeyle, ordunun içine si-
yaset mikrobu girmiş, bu mikrop kana karışmış ve zaman zaman darbe şeklin-
de tezahür etmektedir. İşte 12 Mart darbesi de bu mikrobun bir hastalık şek-
linde dışavurumundan başka bir şey değildir. Ordu içinde “devrim”in (yani 27
Mayıs darbesinin) devam etmesini savunan bir görüş bulunuyordu.3 Bu görü-
şün sahipleri sözde “sivil” kesimden de destekçiler bulmuşlardı. 27 Mayıs son-
rasında DP’nin devamı niteliğindeki partilerin güçlenerek iktidara gelmeleri
sözde sivil kesimleri demokrasiden soğutmuştu.

2
Dönemin Dışişleri Bakanı Çağlayangil’e göre CIA’nin darbede parmağı bulunmaktadır. Çün-
kü U2 sorunu, Ortadoğu sorunu ve haşhaş anlaşmazlığı gibi konulardan dolayı ABD, AP hü-
kümetinden memnun değildir. Çağlayangil bu konudaki görüşlerini uzun bir mülakatta İs-
mail Cem’e anlatmıştır (Cem, 1993: 302–314). ABD’nin haşhaş sorunu nedeniyle üzerinde bir
baskı kurduğunu Demirel de anlatmıştır (Yetkin, 1995: 140).
3
Ordu içindeki gruplaşmalar ve farklı görüşler için bkz. (Hale, 1996: 61–62).

493
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Demokrasiyi, “cici demokrasi” diyerek alaya alan bu sözde sivil kesimler,


ordu içindeki “devrimin devam etmesi” fikrinde olanları yeni bir darbe yö-
nünde teşvik etmeye başladılar. Bu sözde sivil kesim Doğan Avcıoğlu’nun
liderliğinde kurulan Yön dergisi ve daha sonra da Devrim gazetesi etrafında
birleşmişlerdi. Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal gibi isimler ön
plandaydı. Bunlar orduyu yeni bir darbeye teşvik edip “Baas sosyalizmi” tü-
ründen bir rejim kurmak istiyorlardı (Alatlı, 2002: 271). Darbe tarihi olarak da 9
Mart 1971’i belirlemişlerdi. Fakat ordu içindeki birçok karmaşık gelişmeler
sonunda Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komu-
tanı Muhsin Batur taraf değiştirmiş ve genelkurmay başkanının öncülüğünde
başka bir darbeyi gerçekleştirmeye karar vermişlerdir. Böylece 9 Mart’ta kendi
darbelerinin yolunu gözleyen solcu çevreler, 12 Mart’ta başka bir darbe ile
karşılaştılar. Fakat ilk anda bu darbenin kendi darbeleri olduğunu sandılar;
öteki tarafın bir darbesi olduğunu anlamakta ise gecikmediler.4
MUHTIRAYA TEPKİLER VE ARA DÖNEM HÜKÜMETLERİ
Yukarıda da ifade edildiği gibi sol çevreler ilk başlarda, “kendi darbeleri”
zannederek darbeye destek verdiler; Demirel’in istifasından da ziyadesiyle
memnun kaldılar. Hatta Bülent Nuri Esen ve Bahri Savcı gibi bazı anayasa
hukuku hocaları hızlarını alamayıp darbeyi “anayasal” buldular (Ahmad,
1994: 336, 371; Zürcher, 1995: 376). Bir kısım “sivil toplum kuruluşu” da muhtı-
rayı bir “bayram sevinci” içinde karşılamıştı (Üskül, 1989: 146).
Partiler bazında baktığımızda, zaten iyice yıpranmış ve çoğunluğu kay-
betmiş AP genel başkanı ve Başbakan Demirel muhtıra üzerine hemen istifası-
nı vermiştir. Demirel bu tarihten sonra da genel olarak darbecilerle uzlaşma
içinde olmuş ve “bekle gör” politikası izlemiştir. Parti mensuplarına ise sakin
olmaları yönünde telkinlerde bulunmuştur (Zürcher, 1995: 376). Bir görüşe
göre Demirel, orduda 27 Mayıs benzeri bir darbenin önlenmesi amacıyla ko-
mutanların kendisini iktidardan uzaklaştırdıklarını öğrenmişti (Özdemir, 1995:
319). Bu nedenle de oldukça yumuşak bir tepki ile karşılamıştı muhtırayı. De-
mirel daha sonraları ise ordu içindeki bölünmelerden ustaca yararlanarak “12
Mart badiresi”nden çıkmayı başarmıştır (Cizre-Sakallıoğlu, 1993: 100)
CHP genel başkanı İnönü ilk günlerde renk vermemeyi, yer yer hafif yollu
da olsa muhtırayı eleştirmeyi tercih etmiştir (Arcayürek, 1985c: 97–98; Bila,
1999: 247). Fakat daha sonraları İnönü, MİT Başkanı gibi askeri yetkililerle gö-
rüştükten ve onlardan “izahat” aldıktan sonra muhtıranın lehinde bir politika
gütmeye başlamıştır (Batur 1985: 302; Neftçi, 1997: 188–189). Muhtıraya, CHP
içindeki Ortanın Solu ekibinin tepkisi ise olumsuz olmuştur (Fedayi ve Çelik,
2007: 4).
Sadece hükümeti değil meclisi de hedef alan Muhtıra parlamentoda sessiz
bir şekilde dinlenmiştir. Fakat senatoda AP’li Başkan Tekin Arıburun5 muhtı-
raya karşı çıkmıştır. Kimi CHP’liler ise Arıburun’un bu karşı çıkışını eleştirmiş-
lerdir (Arcayürek, 1985c: 57).

4
Konunun ayrıntılarını Hasan Cemal bizzat yaşadıklarının ışığında anlatmaktadır (Cemal,
1999).
5
Senato başkanı olan Arıburun, hava kuvvetleri eski komutanlarındandır.

494
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

12 Mart cuntacıları ilk tasfiyeyi ordu içinde yapmıştır. 14’ler olayına ben-
zer şekilde, 24 saat içinde, 5 general, 1 amiral ve 35 albay emekli edilmiş, bir
takım genç subayların da yerleri değiştirilmiş ve dağıtılmışlardır. 19 Mart’ta
tarafsız bir başbakan beklenmesine rağmen, CHP’li Erim, hükümeti kurmakla
görevlendirilmiştir. Erim, “bağımsız” kalabilmek için İnönü’nün icazetiyle
CHP’den istifa etmiştir. (Toker, 1993: 220, 224). Bu olay üzerine darbenin des-
teklenmemesini savunan Ecevit, genel sekreterlikten istifa etmiştir (Bila, 1999:
247–48).
Erim, kendisinden istendiği gibi bir teknokratlar hükümeti kurmuştur.
Dünya Bankası’ndan çağrılan Atilla Karaosmanoğlu ve ekibine kabinede
önemli bir yer verilmiştir. Kabinede parlamento dışından toplam 14 teknokrat
vardı. Hükümette 5 AP’li, 3 CHP’li, 1 MGP’li (Milli Güven Partisi) ve 1 de Milli
Birlik Grubu üyesi bulunuyordu (Cumhuriyet, 27.3.1971). Bir süre sonra terör
olayları artmaya devam etti ve 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi. İsrail’in İstanbul
Başkonsolosu Efraim Elrom’un THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Parti-
si/Cemiyeti) mensuplarınca kaçırılıp öldürülmesi üzerine sola yönelik baskı
daha da arttı. Ülke çapında bir baskı havası ve tutuklama furyası başlatıldı.
İçlerinde gazeteciler, yazarlar ve öğretim üyelerinin de bulunduğu 5000 civa-
rında kişi tutuklandı. Bu arada çeşitli işkence haberleri de gündeme gelmeye
başladı (Erdoğan, 1997: 109; Zürcher, 1995: 377). Sadece sol çevreler üzerinde
değil genel olarak statükoya muhalif tüm kesimler üzerinde bir baskı havası
oluşturuldu; tüm ülke bir sıkıyönetim ve baskı ortamına sokuldu.
Bu arada, her darbenin klasikleri arasında yer alan parti kapatma süreci de
işlemeye başladı. 20 Mayıs 1971’de Milli Nizam Partisi (MNP) “laikliğe aykırı-
lık” gerekçesiyle kapatıldı.6 TİP de 20 Temmuz 1970’te anayasa mahkemesi
tarafından, Türk dilinden ve kültüründen gayri dil ve kültürleri korumak…
yoluyla “toplumda azınlıklar yarattığı” gerekçesiyle kapatıldı; parti yöneticile-
ri ise sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp ağır hapis cezalarına çarptırıldı-
lar. Bu dönemi büyük bir kayba uğramaksızın atlatan (ve daha sonra da hızla
büyüyen) tek parti MHP olmuştur. 12 Mart döneminde MHP’ye ve bu partinin
koruması altındaki sağcı eylemcilere dokunulmamıştır (Erdoğan, 1997: 109;
Zürcher, 1995: 378; Teziç, 1976: 326).
İlerleyen günlerde aydınlar ve sivil toplum kurulularına yönelik baskılar
artarak devam etmiştir. Bu sıralarda ortam gittikçe gerginleşmiştir. İsrail Kon-
solosu Elrom olayı, hükümeti sertleşmeye itmiştir. Bahri Savcı, Bülent Nuri
Esen, Mümtaz Soysal ve Tarık Zafer Tunaya gibi ünlü bilim adamlarının ve
bazı sanatçıların tutuklanmaları büyük ses getirmiştir. Sıkıyönetim savcıları,
bütün hızlarıyla çalışmaktadırlar. Başta Ankara olmak üzere çeşitli sıkıyönetim
savcılıklarınca7, CHP de dolaylı yollardan suçlanmıştır. Başta İnönü olmak

6
Bu partinin devamı niteliğinde, Ekim 1972’de MSP’nin kurulmasına müsaade edilmiştir.
Buradaki amacın AP’nin bölünmesini kolaylaştırmak olduğu anlaşılmaktadır. Bilgiç’e göre
Erbakan’ı yeni parti kurması için İsviçre’den getiren Muhsin Batur’dur (Özdemir, 1995: 362).
7
Anarşik olaylarda CHP’nin sorumluluğunu iddia eden savcılardan biri de, sonradan sağ
kulvarda siyaset yapacak olan, ünlü Baki Tuğ’dur. Öymen, Altan, “Ecevit 12 Mart’ı ve Sonra-
sını Anlatıyor”, Cumhuriyet, 15.2.1975, s. 4.

495
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

üzere tüm CHP’liler bu suçlamaya sert tepkiler göstermişlerdir (Simav,


1975:198; Turan, 2000: 473–479; Toker, 1993: 232–242, 282).
Toker’e göre, bu dönemde Sunay artık İnönü’den hoşlanmamaktadır ve
ondan kurtulmak istemektedir. Ecevit bu amaç için uygun bir fırsattır (Toker,
1993: 291). Arcayürek’e göre de bu dönemde İnönü, “vazgeçilmeyen ama is-
tenmeyen adam” konumundadır (Arcayürek, 1985c: 75). Sunay ise bu dönem-
de cumhurbaşkanlığının en güçlü dönemini yaşamaktadır. Ordu içi güç denge-
leri açısından bir “çelişkiler manzumesi” niteliği taşıyan 12 Mart sürecinde
Gürler-Tağmaç ittifakından sonra Sunay dizginleri ele geçirmiş ve dönemin en
önemli güçlü odağı haline gelmiştir (Altuğ, 1991: 291).
17 Nisan 1972 tarihinde, hiç bir kesimi memnun edemeyen Erim istifa
ederek görevinden ayrılmıştır. Cumhurbaşkanı Sunay, yeni hükümeti kurma
görevini, bağımsız senatör ve eski bir başbakan olan Suat Hayri Ürgüplü’ye
vermiştir. Fakat komutanlar Ürgüplü formülünü uygun bulmadıklarından
tuhaf bir şekilde Ürgüplü kabinesi Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmamış
ve yerine hükümeti kurmakla Ferit Melen görevlendirilmiştir.
CHP’DE DEĞİŞİM: İNÖNÜ’NÜN SONU
12 Mart döneminin en nazik günlerinde CHP de nazik günler geçirmekte-
dir. Uzun süredir il kongreleri bazında devam eden iç kavga nihayet büyük
kongreye taşınmış ve 5 Mayıs 1972’de yapılan kongreyi İnönü yanlıları kay-
betmiştir. “Ya ben ya o!” tarzında geçen kongreyi 507’ye karşı 709 oyla, Ecevit
kazanmıştır (Bila 1999: 266). İnönü vakit geçirmeden genel başkanlıktan istifa
etmiştir. Bu istifa üzerine 14 Mayıs 1972’de toplanan “Genel Başkanlık Seçimi
Özel Kurultayı”nda Ecevit, 913 delegeden 826’sının oyunu alarak genel başkan
seçilmiştir. (Bila, 1999: 270).
21. Kurultay’ın ardından, Feyzioğlu ve ekibinin istifasıyla yaşanan istifa-
lardan sonra, ikinci bir toplu istifa olayı yaşanmış, bu kez Kemal Satır ve ekibi
istifa ederek CHP’den ayrılmış, Cumhuriyetçi Parti’yi kurmuşlardır. Bir süre
sonra da Feyzioğlu’nun Milli Güven Partisi ile bu parti birleşmiş ve Cumhuri-
yetçi Güven Partisi (CGP) doğmuştur (Kili, 1976: 341). Bu ayrılmalardan kısa
bir süre sonra da, Ecevit’in hükümetteki CHP’li bakanları çekmesi üzerine,
İnönü CHP’den istifa etmiştir (Turan, 2000:490).
İnönü’nün bu tepkisinin yanı sıra ordu çevreleri de Ecevit liderliğindeki
CHP hakkında endişeliydi. Ordu CHP’nin aşırı sola kaymasından korkuyordu.
Fakat yeni CHP, bir şekilde, dolaylı yollardan da olsa, orduyla diyalog kurmuş
ve ordunun endişelerini giderici yönde girişimlerde bulunmuştur (Fedayi ve
Çelik, 2007: 13).
Ecevit liderliğindeki CHP, Erim Hükümeti’nden sonra kurulan Melen hü-
kümetini, bir seçim hükümeti olarak kabul ederek destekleme kararı almıştır.
CHP’nin, idamlar konusundaki tavrı ise olumsuz olmuştur; CHP idamların
önlenmesi için anayasa mahkemesine müracaat da dâhil çeşitli yollara baş-
vurmuş fakat sonuç alamamıştır.
12 Mart döneminin partiler açısından en önemli sonucu, yeni CHP yöne-

496
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

timinin darbeye karşı çıkmasıdır. Bu CHP tarihi açısından bir ilktir. Çünkü o
tarihe kadar “CHP+ordu=iktidar” yargısı, yaygın bir kanı olarak kamuoyunda
yer buluyordu. Ecevit liderliğindeki yeni yönetim bu yargıyı değiştirmek isti-
yordu. 12 Mart’a kadar, genellikle siyasete dış müdahalelere sıcak bakan, 27
Mayıs’ı destekleyen bir parti olarak öne çıkan CHP ilk defa olarak bir askeri
müdahaleye açıkça karşı çıkmıştır. Böylece devletçi parti/devletin partisi gö-
rümünden büyük oranda kurtulmuştur. AP’de ise tersine bir gelişme olmuş-
tur. 27 Mayıs’a muhalefet ederek vücut bulmuş bir parti, 12 Mart’a karşı ciddi
bir direnişte bulunmamıştır. AP lideri Demirel, muhtıranın ilan edildiği gün
hemencecik istifasını vermiş, sözlü veya fiili hiç bir direnişte bulunmamıştır.
Sonraki dönemlerde de ufak tefek sızlanmalar dışında genel olarak askerlerin
istekleriyle uyumlu bir politik çizgiyi takip etmiştir.
ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ
Darbe dönemlerinin klasiklerinden biri de anayasada değişiklik yapılma-
sıdır. Toplumu ve siyaseti, tepeden mühendislik faaliyetleriyle değiştirebile-
ceklerini, yönetip yönlendirebileceklerini sanan askeri zevatın ilk yaptığı ey-
lemlerden biri anayasayı değiştirmek olmaktadır. Her darbeden sonra yaşanan
bu gelişme, bu defa da aynen vuku bulmuştur.
Erim ve Melen hükümetleri döneminde anayasada yapılan değişiklikler
esas itibariyle, 1961 Anayasasının liberal yönlerini budamaya ve devlet otorite-
sini güçlendirmeye yönelik değişikliklerdir (Erdoğan, 2003: 117). Bu değişiklik-
ler ana esaslar itibariyle şu başlıklarda toplanabilir: 1. Yürütmenin güçlendi-
rilmesi, 2. Temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, 3. Yargısal güvencelerin
zayıflatılması 4. Genel olarak askeri bürokrasinin, özel olarak da askeri yargı-
nın yetkilerinin artırılmasıyla ilgili düzenlemeler (Erdoğan, 2003: 117–118;
Gözler, 2000: 90). Buna ek olarak, ordunun elindeki malların denetlenmesi
usullerine, Sayıştay’ın bu konudaki yetkilerini sınırlayan bir “gizlilik” unsuru
getirilmiştir (Özdemir, 1995: 335). Ordu harcamaları bağlamında şunu da vur-
gulamak gerekir: Türkiye’nin askeri bütçesi 1971 yılında, 1970 yılına oranla, %
30 artırılmıştır. Özdemir’e göre “bu, Türkiye konumundaki bir ülke için ina-
nılması zor bir rakamdır.” (Özdemir, 1995: 346).
Bu dönemde, yargı bağlamında yapılan en önemli değişikliklerden biri de
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulması yönündeki değişikliktir. Bu mah-
kemeler 1976 yılında kaldırılıncaya kadar 3 yıl süreyle görev yapmıştır (Erdo-
ğan, 1997: 110). Güvenlikle ilgili bir gelişme de, Milli Güvenlik Kurulu’nun
anayasal konumunun güçlendirilmesi şeklinde olmuştur (Özdemir, 1995: 334).
Özetle, -61 anayasasının lüks/bol olduğu ileri sürülerek- anayasayla ve-
rilmiş bir kısım özgürlükler geri alınmıştır. Anayasa değişiklikleri dışındaki
konularda, özellikle bu dönemde çokça söz edilen “reformlar” konusunda,
sözde “partiler üstü hükümetler” başarılı olamamıştır. Anayasayla ilgili deği-
şiklikler konusunda başarılı olunmasının sebebi ise Demirel’in söz konusu
değişiklikleri kendi politikasına uygun bulmasıdır. Anayasada yapılan değişik-
likler % 80 oranında zaten Demirel’in planladığı türden değişiklikler olmuştur
(Arcayürek, 1986: 459).

497
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

12 MART’IN SONU: CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ


1973 yılı başlarında Türkiye, konjonktürel sorunu olan cumhurbaşkanlığı
seçimi sorunuyla bir kez daha baş başa kalmıştır. Türkiye’de cumhurbaşkanlı-
ğı seçimleri her zaman tartışmalı ve gergin ortamlarda yapılmıştır. Bu defaki
durum, bir darbe dönemine denk geldiği için daha da gergindir. Bir tarafta
kendi adaylarını seçtirmek isteyen ordunun bir kanadı, diğer tarafta rüştlerini
ispat etmek isteyen siyasetçiler bulunmaktadır. Bu sıkıntılı ve gergin seçim
süreci, ordu ile parlamento arasında, bir “mini-savaş” şeklinde cereyan etmiş-
tir (Özdemir, 1994: 219).
İlk başta cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyan üç kişi vardır. “En güçlü
aday”, kontenjan senatörü Faruk Gürlerdir. Gürler, genelkurmay başkanlığın-
dan istifa etmiş, boşal(tıl)an bir senatörün yerine atanmış ve aday gösterilmiş-
tir. Diğer adaylar, hava kuvvetleri eski komutanı AP’li Tekin Arıburun ile DP
Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli’dir. CHP bu seçimlere, oy gücü yetersiz olduğu
için, DP gibi kazanamayacağı başından belli bir aday göstermek yerine, Gür-
ler’e oy vermeyeceğini belgelemek için seçimlere katılmama kararı almıştır
(Kili, 1976: 344).
Gürler oylamalarda başarısız olmuştur. Bunun üzerine Sunay’ın görev sü-
resini uzatma formülü gündeme getirilmiştir. Bu da gerçekleşmeyince Anayasa
Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan formülü üzerinde durulmuştur. Bütün
formüller iflas edince nihai olarak, askeri de kızdırmayacak, tarafsız bir aday
olarak senato kontenjan grubu başkanı emekli Oramiral Fahri Korutürk üze-
rinde uzlaşma sağlanmıştır. Korutürk 6 Nisan 1973 günü Cumhurbaşkanı se-
çilmiştir (Kili, 1976: 346).
Sonuçta, cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda parlamento başarılı bir sı-
nav vererek muhtıracıların dayattığı adayı seçmemiştir. Üzerinde anlaşılan
aday da bir askerdir fakat dayatılan bir aday değildir; en azından muhtıracı
değildir. Emekli oramiral Fahri Korutürk’ün üzerinde uzlaşılmasıyla cumhur-
başkanlığı seçimi krizi aşılmıştır. Muhtıracılar için bu seçim yenilgisi aynı za-
manda müdahale döneminin bittiği anlamına gelmiştir. Korutürk’ün seçilme-
siyle sonuçlanan süreçte rol oynayan en büyük gerçek, “ordunun kendi içinde
bölünmesi olgusu”dur. Olaya kişiler bağlamında bakıldığında kazanan Koru-
türk, kaybeden de Gürler’dir (Özdemir, 1994: 220).
Anayasa'nın tanıdığı cumhurbaşkanlığı haklarını kullanması için Melen
hükümeti 8 Nisan'da yeni Cumhurbaşkanı'na istifasını vermiştir. Korutürk,
kontenjan senatörü Naim Talu'yu hükümeti kurmakla görevlendirmiştir. Tur-
han Feyzioğlu, Demirel ve Naim Talu’nun anlaşması üzerine 15 Nisan 1973’te
Talu hükümeti ilan edilmiştir. AP, CGP ve Bağımsızlardan oluşan ve artık re-
formlardan söz etmeyen bu hükümet kendini, seçim hükümeti olarak kabul
etmiştir (Özdemir, 1995: 356). CHP bu hükümete katılmamış ve kararlarını
desteklememiştir (Öymen, 26.2.1975: 4). Bu kabine 12 Mart’ın son ara hüküme-
tidir. Ufukta, yeni bir dönemi başlatacak olan 14 Ekim 1973 seçimleri gözük-
mektedir.

498
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

12 MART SONRASI–12 EYLÜL ÖNCESİ: ZAYIF HÜKÜMETLER VE


BUNALIMLAR DÖNEMİ
Yeni Umut: CHP-MSP Koalisyon Hükümeti
Darbe sonrası dönemin ilk seçimine CHP artık Yeni CHP olarak girmek-
tedir; hem lideri hem yapısı değişmiştir; kendini artık solda tanımlamaktadır.
Erbakan, Milli Nizam Partisi (MNP) yerine Milli Selamet Partisi’nin (MSP)
kuruluşuna önayak olmuştur. AP’den ayrılan eski demokratların öncülüğünde
kurulan Demokratik Parti de bu seçimlere yeni bir parti olarak dâhil olmuştur.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) de hesaba katıldığında sağın bölünmüş hali
ortadadır. Dolayısıyla AP’nin işi zordur.
73 Seçimlerinin propaganda sürecinde tam bir Ecevit rüzgârı esmiştir. Da-
ğa taşa “Karaoğlan” yazılmıştır. Ecevit, adı, söylemi, hatta giyimiyle, birden
bire Türkiye kamuoyunun merkezine oturmuştur. Demirel ise “şapkasını alıp
giden adam” olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu seçimlerin en önemli özelliği
CHP’nin de AP’nin de bölünmüş olarak seçim yarışına girmiş olmalarıdır.
CHP’den kopanların kurduğu Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP); AP’den
ayrılmış olanların kurduğu Demokratik Parti ve MSP bu seçimlerde yarışan
yeni partilerdir. Kimi iddialara göre askeri çevreler, AP’nin oylarının bölünme-
si amacıyla, başta Bayar olmak üzere eski DP’lilerin ve partisi kapatılmış Erba-
kan’ın serbestçe siyasal çalışmalarda bulunmalarına göz yummuşlardır (Arca-
yürek, 1985c: 539; Toker, 1993: 324, 329). Bu seçimlerde Celal Bayar bizzat mi-
ting meydanlarını dolaşarak Demokratik Parti lehine konuşmalar yapmıştır
(Sel, 1975: 48).
1973 seçimlerinden CHP, hiç beklenmedik bir şekilde birinci parti olarak
çıkmıştır. Bu sonuç CHP’deki değişimin taban tarafından onaylandığı anlamı-
na gelmektedir. CHP demokratik döneme geçildikten sonra ilk kez –olağan ve
demokratik yollarla- birinci parti olabilmiştir. AP ise bu seçimlerde beklenme-
dik bir oy kaybına uğramıştır. Seçimin kesin sonuçları şöyledir: CHP 185
(%33), AP 149 (%29), MSP 48 (%11), Demokratik Parti 45 (%11), CGP 13 (%5),
MHP 3 (%3). Bu seçimlerde bağımsızlar 6 milletvekilliği TBP de 1 milletvekilli-
ği kazanmıştır (Özdemir, 1995b: 236; Ezherli, 1986: 87).
Bu sonuçlar herkesi şaşırtmıştır: CHP ve lideri “Karaoğlan”, görülmedik
bir biçimde halkın ilgisine mazhar olmuş, AP ise yine tarihinde görülmedik bir
biçimde oylarını düşürmüştür. Siyasi arenaya, hiç de küçümsenmeyecek oy
oranlarıyla yeni partiler dâhil olmuştur; İslamcı (MSP) ve milliyetçi (MHP)
ideolojiler ilk defa partileşerek etkin bir siyasal aktör haline gelmişlerdir. Bu
nedenle gelecek günler sürprizlere gebedir. Koalisyon zorunludur, ama kimin-
le ve nasıl? En büyük sıkıntılar da bu noktada ortaya çıkmıştır. Çok parçalı bir
parlamento ortaya çıktığından çok parçalı koalisyonlar kurulabilmiş; türlü
pazarlıklar ve hesapların ardından, pamuk ipliğine bağlı olarak kurulan bu
hükümetler de kısa süreli olmuşlar ve ciddi icraat yapamamışlardır. 12 Eylül’e
kadar geçen 6 yılda 7 hükümet kurulmuş, ortalama olarak her hükümetin öm-
rü bir yıldan bile az olmuştur.

499
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

73 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan CHP’nin lideri Ecevit hükümeti


kurmakla görevlendirilmiş ancak Ecevit, görevi iade ederek, yakında yapılacak
yerel seçimleri beklemeyi yeğlemiştir. Ecevit’ten sonra görevlendirilen Demirel
de yeni hükümeti kurmayı başaramamıştır. Gündeme getirilen CHP-AP ortak-
lığı da gerçekleşmemiştir. Yeni hükümet kurulamadığı için 12 Mart döneminin
Talu hükümeti göreve devam etmiştir. Bu durum partiler açısından açık bir
başarısızlığı ifade etmektedir. Partiler arasında uzlaşma sağlanamadığı için
yılsonuna gelindiği halde meclis başkanı bile seçilememiştir.
Aslında, 73 seçimlerinden sonra geçen bu kısa sürede olup bitenler bile ge-
lecek dönemin bir anlamda habercisidir. Güçlü olmayan ve zor kurulan hü-
kümetler, (meclis başkanlığı, cumhurbaşkanlığı gibi) uzlaşma gereken seçimle-
ri yapmakta zorlanan, verimli çalışamayan meclisler ve uzlaşamayan partiler,
milletvekili transferleri, mebus pazarları ve bütün hükümetlerden bağımsız
olarak her gün daha da kötüye giden ekonomi; yüksek işsizlik, yüksek enflas-
yon, döviz kıtlığı.
9.12.1973 tarihinde yapılan yerel seçimler de CHP’nin üstünlüğüyle so-
nuçlanmış ve bu sonuçlar CHP’nin genel seçim başarısının tesadüf olmadığını
göstermiştir. Aynı zamanda bu sonuçlarla CHP önderlerinin de kendilerine
güvenlerini artmıştır. Bu seçimlerde CHP % 37.69, AP ise % 33.81 oy almıştır.
İl merkezlerinde CHP 32, AP 20 Belediye Başkanı çıkarmıştır. CHP’nin yayın
organı Halk gazetesi bu sonuçları “Ve Zafer Yine Halkın” başlığıyla vermiştir
(Halk, 1973:1). CHP başta üç büyük il olmak üzere il merkezlerinde büyük bir
üstünlük sağlamıştır. İller bazında yapılan bir hesaplamaya göre CHP’nin oy
oranı % 47.7’ye yükselmiştir (“mahalli seçim”, Yankı, 1973: 11–12).
Yerel seçimlerden sonra hükümeti kurma görevi yeniden kendisine veri-
len Ecevit bu kez MSP ile görüşmeleri daha sıkı tutmuştur. Uzun görüşmeler
ve sıkı pazarlıklar sonucunda CHP-MSP koalisyon hükümeti kurulabilmiştir.
Başlangıçta taraflar iyimserdir. Hatta Ecevit, meşhur “tarihi yanılgı” deyimini
kullanmış, tarihi yanılgıların doğurduğu suni ayrılıkların düzeltileceğinden
söz etmiştir. Erbakan da “CHP ile hastalığın teşhisinde birleşiyoruz da, tedavi-
sinde ayrılıyoruz.” beyanında bulunmuştur (Pulur, 1978: 168). Meclis grubun-
daki bir kısım CHP-karşıtı milletvekiline karşın, MSP’nin örgütlerinden,
CHP’nin tarihi yanılgı söylemine olumlu karşılıklar gelmiştir: “CHP’liler bizim
namaz kılmayan kardeşlerimizdir, meğer biz bu zamana kadar onları yanlış tanımışız.
Biz de tarihi yanılgı içinde imişiz” (Albayrak, 1989: 89).
CHP-MSP ortaklığını savunanlara göre, MSP, ekonomik yoksulluk ve
ezilmişliklerini dine sığınarak gidermek isteyen halk kesimlerinin partisidir.
CHP ile MSP’yi destekleyen sosyal ve ekonomik sınıf ve tabakalar hemen he-
men aynıdır (Özdemir 1995b: 237). 1973 yılını “3. Cumhuriyet”in başlangıcı
olarak kabul eden İdris Küçükömer’e göre, CHP ve MSP sol toplumcu oyları
temsil etmektedir (Akşin, 1995: 271). Bu hükümetin, özellikle MSP açısından
önemi büyüktür. Çünkü bu hükümetin kurulmasıyla, her şey bir yana, MSP
meşruiyetini kabul ettirmiştir. Bu MSP için en büyük kazanımdır (Sarıbay,
1985: 189)

500
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

CHP-MSP koalisyonu ilk önemli icraatını dış politikada gösterdi. Dış poli-
tikadaki cesur ve bağımsızlıkçı yaklaşımını ilkin, Amerika’nın aleyhte tutumu-
na rağmen haşhaş ekimi politikasında göstermiştir. 01.07.1974 tarihinde alınan
kararla 6 ilde, daha önce12 Mart yönetimince yasaklanmış olan haşhaş ekimi
resmen serbest bırakılmıştır (Öymen, Cumhuriyet, 11.7.1975: 4). Bu karar ile
Amerika ile ilişkiler gerilmiş ve Amerika askeri yardımı keserek, ambargo ka-
rarı almıştır (Özdemir, 1995b: 239). Dışişleri Bakanı’nın istekli tutumuna karşın
hükümet, dış politikanın önemli konularından olan AET konusunda ise ciddi
ve somut bir adım atmamıştır.
Hükümet ikinci önemli icraatını genel af konusunda göstermiştir. Ancak,
Cumhuriyet’in 50. Yıldönümü dolayısıyla ilan edilmesi düşünülen af konu-
sunda MSP ile CHP arasında anlaşmazlık doğmuştur. MSP, parti olarak önce-
den kabul ettiği halde, TCK’nın 141. ve 142. maddelerinden hükümlü solcu
mahkûmların aftan yararlanması, bazı MSP’lilerin meclis oylaması sırasında
aleyhte oy vermesi sonucunda, mümkün olmamıştır. Her ne kadar CHP’nin
Anayasa Mahkemesindeki girişimleri sonucu af bu maddelerden mahkûm
olanlara da uygulanmışsa da, MSP’lilerin tutumu konusunda CHP’lilerde cid-
di endişeler uyanmaya başlamış ve hükümetin istifasını isteyen görüşler gün-
deme gelmiştir (Devir, 27.5.1974: 82).
CHP-MSP hükümetinin en önemli icraatı kuşkusuz “Kıbrıs Barış Ha-
rekâtı”dır. Türkiye’de koalisyon hükümetinin kurulmasıyla 12 Mart dönemi
tamamen sona erip yeni bir döneme girilirken, Yunanistan’da ise bir darbe
olmuş ve ülke askeri yönetimin altına girmişti. Bu darbenin uzantıları bir süre
sonra Kıbrıs’a kadar uzayacak ve Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesi gerçekleşe-
cektir. Türk ordusu ilk hamlesinde önemli kazanımlar elde etmiştir… Birinci
harekât sonrasında oluşan dış tepkiler genel olarak olumludur. Dünya kamuo-
yunun ve diplomatik çevrelerin kanaatleri Türklerin haklılığı yönünde oluş-
muştur. Bir taraftan da ateşkes için, dünyadan baskılar ve temaslar gelmeye
başlamıştır. Türkiye’nin müdahalesi sürecinde Kıbrıs ve Yunanistan’daki aske-
ri yönetimler sona ermiş, sivil siyasetçiler iş başına gelmiştir. Bu arada ateşkes
görüşmeleri için taraflar Cenevre’de toplanmıştır (Erim, 1999: 11). 1. Cenevre
Konferansı Türkiye açısından başarıyla sonuçlanmıştır (Armaoğlu, 1988: 804–
805). Fakat Rumlar birçok konuda anlaşma hükümlerini ihmal etmişler ve bu
arada, anlaşma hükümlerine aykırı olarak Türklere yönelik saldırılarına devam
etmişler, büyük katliamlara girişmişlerdir (Denktaş, 1999: 387; İsmail, 1998:
142).
II. Cenevre müzakereleri boyunca Yunan ve Rum taraflarının genel taktik-
leri şöyle olmuştur: Bütün teklifleri ne reddetmek ne de kabul etmek, görüşme-
leri uzatarak zaman kazanmak, uluslararası destek sağlamak. Bunun üzerine
Türk tarafı son önerilerini 12 Ağustos 1974 tarihinde sunmuştur. Ancak, Yunan
ve Rum tarafı yine oyalama taktiğine başvurunca görüşmeler 13 Ağustos saba-
hı tıkanmıştır. Daha fazla beklemek olası değildir. Çünkü Girne bölgesine çı-
kan Türk birlikleri oldukça sıkışık bir durumdadırlar. Rum-Yunan tarafı sürek-
li olarak aldıkları takviyelerle pozisyonlarını güçlendirmekte ve çıkarma birlik-
lerimizin etrafındaki çemberi daraltmaktadırlar. Türk ordusu bu olumsuz ko-

501
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

şullara son vermek için hazırlıklarını tamamlamıştı. Herkes, Cenevre’den gele-


cek işareti beklemekteydi. O işaret, 14 Ağustos sabahı Cenevre’deki Türk He-
yetinin Başkanı Dışişleri Bakanı Turan Güneş’ten gelmiştir. Güneş’in işaretiyle
(“Ayşe tatile çıkabilir!”) 14 Ağustos sabahı Türk ordusunun ikinci harekatı baş-
lamıştır (Birand, 1974: 239–278; Armaoğlu, 1988: 805; Denktaş, 1999: 388–399;
Barutçu, 1999:100–110).
14 Ağustos’ta başlayan II. Harekât, 16 Ağustos 1974 akşamı saat 19.00’dan
itibaren Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin aynı günlü ve 360 sayılı kararı-
na uyarak ateşkesi kabul etmesiyle sona ermiştir. İki gün içinde TSK, Magosa-
Lefkoşe-Lefke-Kokkina çizgisine ulaşarak Ada’nın %38’ini ele geçirmiştir. An-
cak, II. Harekâttan sonra dünya kamuoyu Türkiye’nin aleyhine dönmüştür.
Birinci Harekâtın bir hukuki müdahale mahiyetinde görülmesine karşılık,
İkinci Harekât bir toprak kazanımı ve bir “işgal” olarak kabul edilmiştir. Yu-
nanistan’ın yanı sıra Amerika ve Sovyetler Birliği de II. Harekât’a şiddetli tepki
göstermişlerdir (Armaoğlu, 1988: 806). Kıbrıs sorunu, Barış harekâtından sonra
sayısız kereler müzakerelere ve görüşmelere konu olmasına rağmen, kesin bir
çözüme bağlanamamış ve günümüze kadar “çözümsüz bir sorun” olarak gel-
miştir.8 Çözüme bağlanamadığı sürece de Türkiye “diyet” ödemek zorunda
kalmıştır (Birand, 1987).
II. Harekâttan kısa bir süre sonra MSP ile CHP arasındaki, zaten var olan
anlaşmazlıklar iyice ilerlemiş ve gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Ecevit’e
göre, özellikle MSP’nin, Kıbrıs konusuna bir fetih anlayışıyla yaklaşması,
CHP’nin MSP hakkındaki görüşlerini tamamen olumsuzlaştırmıştır (Öymen,
25.7.1975: 4). Buna ilaveten, CHP yönetiminin, Kıbrıs zaferi sonucunda oluşan
CHP lehindeki havayı bir an önce oya dönüştürmek amacıyla bir erken seçim
niyeti taşıdığı da bilinen gerçeklerdendir. Ülman’ın hesabına göre hemen yapı-
lacak bir seçimde CHP 300 milletvekili kazanabilecektir. CHP’liler seçim kararı
konusunda partilerden çok, (çünkü partilerin büyük çoğunluğu erken seçim
istemiyordu), kamuoyu baskısına güvenmişlerdir (Barutçu, 1999: 121). Kamu-
oyunda gerçekten de CHP lehine büyük bir sempati oluşmuştur. Fakat meclis
çoğunluğu erken seçime yanaşmayınca, tek başına kamuoyu erken seçim için
yeterli olmamıştır.
Bu arada, iki parti arasındaki anlaşmazlıklar da devam etmektedir. En so-
nunda, İskandinav ülkelerine yapacağı gezi yüzünden MSP ile CHP arasındaki
anlaşmazlık kriz noktasına çıkmıştır. Ecevit, Başbakanlık vekâletini Erbakan’a
vermek istememiş, Erbakan da Ecevit’in gezi kararnamesini imzalamamıştır.
Bunun üzerine Ecevit, istifasını vermiştir (Öymen, 3.8.1975: 4). Ömrü bir yıl
bile sürmeyen bu hükümet, 26.1.1974–17.11.1974 tarihleri arasında görev yap-
mıştır (MM Tutanak Dergisi, D 4, C 1: 316–317).

8
Kıbrıs sorunun kronolojik gelişim süreci için TÜSİAD’ın yayın organı olan Görüş dergisinin
Kıbrıs özel sayısına bakılabilir. Dergideki önemli makalelerden ikisi şunlardır: Cengiz Çan-
dar, “2000’den Önce 2000’e Doğru” ve Yakup Beriş, “Dönüm Noktalarıyla Kıbrıs Kronolojisi”,
Görüş, Sayı: 31, Haziran 1997. En son (Kasım 2002) gündeme gelen çözüm girişimi, dönemin
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın hazırlamış olduğu plandır. Fakat bu plan da Türk tarafının
evet, Rum tarafının hayır demesi sonucunda akim kalmıştır.

502
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

Yeni hükümeti kurma görevi yeniden Ecevit’e verilmiş, fakat erken seçimi
bir ön şart olarak öne sürmesi yüzünden, CHP ile koalisyona hiç bir parti ya-
naşmamıştır. Ciddi bir seçenek olarak en son, Demokratik Parti ile ortaklık
gündeme gelmiştir. Bu seçenek de Ecevit’in “Aralık’ta seçim” koşulu nedeniyle
gerçekleşmemiştir. Çünkü yeni kurulmuş olan Demokratik Parti belli bir süre
iktidarda kalıp bir şeyler yapabilmek arzusundadır (Kıvanç, 1978: 114).
Cumhurbaşkanı, Ecevit’ten sonra hükümeti kurma görevini Kontenjan
Senatörü Sadi Irmak’a vermiştir. Irmak hükümeti güven oylamasında sadece
17 oy alabilmiştir. Fakat yerine başka hükümet kurulamadığından 12 Mart
dönemini andıran bu ara hükümet 4,5 ay göreve devam etmiştir (Özdemir,
1995: 370). Bu da siyasetçilerin başarı hanesine bir eksi olarak kaydedilmiştir.
Cephe Siyasetinin Başlaması: I. Milliyetçi Cephe Hükümeti
CHP-MSP koalisyonundan sonra, “farklı” partilerin birlikteliği başarısız-
lıkla sonuçlandıktan sonra, doğal olarak, birbirine daha çok “benzeyen” parti-
lerin birlikteliği gündeme gelmiştir. Bu da sonuç itibariyle cephe siyasetini
gündeme getirmiştir. İçine girilen yeni dönemde hem siyasal alanda hem de
sosyal alanda maalesef cepheleşme başlamıştır. Siyasal alanda Milliyetçi Cephe
(MC) hükümetleri9 ve bunun karşısında yer alan CHP hükümetleri, siyaseti
tam bir cephe anlayışı içinde yürütmüşlerdir. Sosyal alanda ise sağ-sol cephe-
leşmesi devasa boyutlara ulaşmış ve mücadelenin boyutları ileri boyutlara
vardırılmıştır. Meclis kulislerinde de sokaklarda da yoğun bir cepheleşme gö-
rülmüştür.
Sadi Irmak’ın 4,5 ay süren ara hükümetinden sonra Demirel, ünlü I. MC
hükümetini, büyük pazarlıklar ve ince hesaplarla, DP’den ayrılan Bilgiç lider-
liğindeki 9 milletvekilinin de destek vermesiyle kurmaya muvaffak olmuştur.
Bir yamalı bohça niteliğindeki hükümet, AP (16 bakanlık), MSP (8 bakanlık),
CGP (4 bakanlık) ve MHP (2 bakanlık)’den oluşmuştur (Erdoğan, 1997: 112).
Böylece Türkiye’de 12 Eylül’e kadar sürecek istikrarsız hükümetler dönemi
başlamıştır. 1973 seçimlerinden 12 Eylül 1980’e kadar geçen kısa sürede sık sık
hükümetler kurulup hükümetler yıkılmıştır; 6 yılda toplam 7 hükümet kurul-
muştur. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir hükümet güvensizlik oyuyla düşü-
rülmüştür. Yıkılan hükümetlerin yerine kurulanlar da zayıf ve yamalı bohça
niteliğinde olduklarından onlar da uzun ömürlü olamamış ve siyaset bir kısır
döngü içinde kalmaya mahkûm olmuştur.
I. MC hükümeti döneminde yaygın bir gençlik örgütüne sahip bulunan
MHP’nin ve bir ölçüde de MSP’nin bakanlıklardaki etkinliği arttı; ayrıca MHP
gençliği artık sokaklarda kendini daha çok hissettirmeye başladı. Bu dönemde
Dev-Yol ve Dev-Sol gibi deneyimli sol örgütler de eylemlerini sürdürüyorlardı

9
MC hükümetleri, TBMM’de temsil edilen sağ eğilimli AP, MSP, MHP ve CGP'nin, sol eğilimli
CHP’nin yeniden iktidar olmasını engellemek ve yakın bir tehlike olarak gördükleri komü-
nizmin gelişmesini durdurmak amacıyla kurdukları hükümetlere, kamuoyu ve basın tarafın-
dan verilen addır. Toplam 3 MC hükümeti kurulmuştur. DP’den ayrılan dokuz milletvekili-
nin destek vermesiyle 31 Mart 1975’te, Süleyman Demirel’in başkanlığında bir koalisyon hü-
kümeti kuruldu. Bu hükümet sonradan basında ve siyasal çevrelerde I. MC hükümeti olarak
adlandırıldı.

503
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

(Erdoğan, 1997:113). Kamuoyunda sağ-sol çatışması olarak adlandırılan çatış-


malar bu dönemde ivme kazanmaya başlamıştır.
Bu dönemde gerçekleşen iki olay ülkede yaygın bir tedirginliğe ve endişe-
ye neden olmuştur. Biri, MHP’li gençliğin 19 Mayıs 1976’daki resmi törenlerde,
cumhurbaşkanı ve başbakanın önünde, Başbuğ olarak adlandırdıkları Türkeş’e
yaptığı “tazim gösterisi” idi. İkincisi ise, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de bütün sol
grupların katılımıyla “faşizme karşı” yapılan mitingde 40 kişinin ölümüne
neden olan olaylardı (Erdoğan, 1997: 113). Bu olaylar, meydana bakan binala-
rın çatılarında mevzilenmiş birtakım kişilerin açtığı ateş sonucu ortaya çıkmış-
tı. Daha sonra ortaya çıkan yeni bilgilerin ışığı altında bakıldığında olayları
başlatan kıvılcımın arkasında devletin derin güçleri olduğu anlaşılmaktadır.
Kanlı 1 Mayıs olayları, 12 Eylül darbesi ile sonuçlanacak kanlı eylemler zinciri-
nin, daha doğrusu provokasyonlar zincirinin ilk halkası olmuştur.
1977 Seçimleri ve CHP Azınlık Hükümeti (II. Ecevit Hükümeti)
1 Mayıs olaylarından sonra iyice gerilen ülke olaylardan 1 ay sonra erken
seçime gitmiştir. Türkiye’de MC hükümetleriyle birlikte bir kutuplaşma baş-
lamıştır. Bu kutuplaşma 1977 seçimleri öncesinde hızlanarak devam etmiş, bu
arada ülkede bir sol-sağ çatışması da ivme kazanmıştır. Bu seçim sürecinde
CHP faşizmden şikâyet ederken; AP, CHP’nin komünistliği tezini işlemiştir.
Bu seçimlerden önce CHP, DİSK’in (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyo-
nu) desteğini almış; TİP ve TBP ile de işbirliği arayışında olmuştur. Fakat seçim
öncesi bu iki parti ile işbirliği sağlanamamıştır (Ahmad, 1994: 416).
Seçimlerden CHP, oyların %41,4’ünü alarak birinci parti olarak çıkmıştır.
AP ise % 36,9 oy alabilmiştir. Bu seçimlerde Demokratik Parti ve CGP büyük
başarısızlığa uğramıştır. MSP de milletvekili sayısının yarısını yitirirken, sürp-
rizi MHP yapmış, 3 milletvekilinden 13’e çıkmıştır. CHP 1977 seçimlerinden
büyük bir başarıyla çıkmakla birlikte tek başına hükümet kurmaya yetecek
sayıya (226) ulaşamamıştır, 213’te kalmıştır (Ahmad, 1994: 417).
Bu seçimin en büyük sürprizi şüphesiz CHP’dir. Demokratik döneme ge-
çildikten sonra ilk kez millet CHP’ye bu derecede bir teveccüh göstermiştir;
1973’te başlayan ilgi bu dönemde zirve noktasına yükselmiştir. CHP’nin önde
gelen ismi Turan Güneş bu seçimleri 1950 seçimleri ile karşılaştırarak CHP’nin
bu seçimlerde, 1950’de DP’nin hitap ettiği yoksul kesimlere hitap ettiğini ve bu
kesimlerin oylarını topladığını belirtmiştir. Güneş’in gözlemlerine göre CHP
bu seçimlerde özellikle, kentlerde oturan ve solda bulunan, milli gelirden ye-
terli pay almayan insanlardan oy almıştır (Çiğit, 1983: 21). Güneş bu saptamayı
yapmakla birlikte, henüz CHP’nin bakışı ve teorisinin oturmadığını, toplum
içindeki yandaşlarının “kesinkes” belli bir parti haline gelmediğini de vurgu-
lamıştır. Güneş’in saptamasına göre 1946’da DP’nin harekete geçirdiği güçlerin
bir bölümü, bu dönemin soluna taban olan güçlerdir. Güneş’e göre ayrıca,
1950’de DP’nin seçmen nezdinde yarattığı “umut havası”nı da bu seçimlerde
CHP yaratmayı başarmıştır (Barlas, 2000: 184, 214, 224). Son olarak eklemek
gerekirse, CHP bu seçimlerde, toplumda yeni filizlenen kesimleri kendi bünye-
sine taşımayı da başarmıştır.

504
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

Özetle söylemek gerekirse, CHP büyümeye devam etmekle birlikte, 27


Mayıs’ın getirdiği nisbi temsil sistemi nedeniyle %42 oy aldığı halde tek başına
hükümet kuramamıştır. AP ise bu seçimlerde, DP ve MSP’ye giden oylarının
bir miktarını geri almış ve nisbeten toparlanmış olmakla birlikte eski gücünün
bir hayli uzağındadır. MSP ilk çıkışının açıkça gerisine düşmüştür. DP ise fiilen
bitmiştir. MHP, dinamik gençlik örgütü ve sokağa dönük siyasetiyle ön plana
çıkan bir siyasal aktör konumuna yükselmiştir. Türkeş’in 27 Mayıs darbesin-
deki rolü düşünüldüğünde, MHP’nin kuruluş ve yükselişini de 27 Mayıs’ın
dolaylı bir sonucu olarak görmek yanlış olmasa gerektir.
Sonuç itibariyle çok parçalı ve bölünmüş parti sistemi, 27 Mayıs’ın bir so-
nucudur. Aşırı sol örgütlerin doğuşu ve gelişimi10 ile MHP’nin doğuşu ve geli-
şimi11 de 27 Mayıs’ın dolaylı bir sonucudur. Özetle, gerek siyaset alanının par-
çalanması ve destabilize olması, gerekse sokağın bölünmesi ve sağ-sol çatışma-
sının ortaya çıkması, son tahlilde 27 Mayıs darbesinin bir sonucu olarak kabul
edilebilir.
Seçim sonuçlarının alınmasından sonra hükümeti kurmakla görevlendiri-
len Ecevit, tek başına hükümet olmaya yetecek kadar sayıya sahip olmamasına
rağmen, bağımsızlardan gelebilecek desteğe de güvenerek yeni hükümeti
kurmuştur. Bu Türkiye tarihinde görülen ilk azınlık hükümetiydi (Ahmad,
1995: 237). Beklenildiği gibi olmuş ve azınlık hükümeti güvenoyu alamayarak
düşmüştür. Fakat yeni hükümet kuruluncaya kadar da 1 ay görevine devam
etmiştir. Diğer partilerden karşılıksız beklenilen fakat alınamayan küçük des-
tek, bir süre sonra 1978 yılında, bakanlık verilerek alınacaktır.
II. Milliyetçi Cephe Hükümeti
Ecevit hükümetinin güvenoyu alamaması üzerine TÜSİAD gibi iş çevrele-
ri iki büyük partinin koalisyon kurmasını istemişti. Fakat bu tavsiye gerçek-
leşmemiş ve Demirel liderliğinde 21 Temmuz 1977 tarihinde, ikinci defa MC
hükümeti kurulmuştur. Hükümette AP’nin 13, MSP’nin 8 ve MHP’nin 5 ba-
kanlığı bulunuyordu. Oy oranlarına göre bu tablo dengesiz bir tabloydu, kü-
çük ortaklar oy güçlerinin üzerinde bakanlık elde etmişlerdi; bu durum Demi-
rel’in ortaklarına ne kadar bağımlı olduğunu gösteriyordu (Ahmad, 1994: 418).
1978 Ocak ayına kadar görevde kalan bu hükümet de ekonomik sıkıntılar, dış
politika sorunları ve giderek tırmanan terör karşısında çaresiz kaldı. Ülke dö-
viz darboğazına girmiş, ithalat yapılamaz olmuş, hükümet kısa vadeli ve yük-
sek faizli kredilerle bu durumdan kurtulmaya çalışmıştı.
6 ay kadar sonra CHP, AP’den 11 milletvekilini bakanlık vaadi ile istifa et-
tirerek kendisini destekleyen bir bağımsızlar bloku oluşturdu. Bu gelişme üze-
rine MC hükümeti hakkında gensoru önergesi verilmiştir. Bağımsızlar, “hü-

10
Dönemin sağ siyasetçilerinde egemen olan söyleme göre, 1961 Anayasası “sola açık” bir ana-
yasadır ve sol örgütler bu anayasanın açtığı kapıdan girerek güçlenmişlerdir. “Açılan kapı”
söylemiyle kastedilen, anayasanın sosyal devlet ilkesi, sendikal haklar gibi hükümleridir.
11
Bilindiği gibi MHP’nin lideri Türkeş, 27 Mayıs darbesini önde gelen bir üyesiydi. O dönemde
edindiği şöhret ve tecrübeyi bir süre sonra siyasal alana taşımış ve bir partinin lideri olmuş-
tur.

505
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kümetin performansı, gerçekleşen cinayetler ve Güneydoğudaki baskılar” ne-


deniyle hükümete güvensizlik oyu verdiklerini açıkladılar (Ahmad, 1994: 418)
Sonuçta hükümet 229 muhalif oyla düşürülmüştür; bu, cumhuriyet tarihinde
gensoruyla düşürülen ilk hükümettir. Bunun üzerine Ecevit, AP’den ayrılan
milletvekilleriyle, 17.1.1978 tarihinde üçüncü hükümetini kurmuştur (Bila,
1999: 319–321).
III. Ecevit Hükümeti ve Terörün İvme Kazanması
Ecevit, AP’den istifa eden 11 bağımsızdan 10’una bakanlık vermişti;
CGP’ye 2, DP’ye de 1 bakanlık vermişti. Böylece bir bakıma, kısmen de olsa,
bir CHP-AP koalisyonu kurulmuş oluyordu (Ahmad, 1994: 419). Fakat kendi
içinde tezatlar barındıran ve pamuk ipliğine bağlı böyle bir hükümetin radikal
icraatlar yapması mümkün görülmüyordu.
Bu hükümet ve hükümetin kuruluş şekli sadece kamuoyu tarafından değil
CHP içinden de eleştiri almıştır. Örneğin CHP’nin güçlü ismi Turan Güneş, bu
hükümetin kuruluş şekline karşı çıkmıştır. Bu konuda Ecevit’i şiddetle eleştir-
mekten çekinmemiştir. Ecevit’i, “başbakan olma pahasına koltuk satmakla”
suçlamıştır.12 Gerçekten de bu hükümet, sadece Güneş tarafından değil kamu-
oyu tarafından da, özellikle kuruluş şekli açısından, hoş karşılanmamıştır. Za-
ten bakanlık sayısının 34’e çıkarılması, daha başından dikkat çekici bir olay
olarak görülmüştür (Özdemir 1995:384). Bu hükümet Türk siyasal yaşamının
ahlaki yönden en tartışmalı hükümeti olmuştur (Birand vd., 1999: 79). Bu hü-
kümetle birlikte Türk siyasal literatürüne “Güneş Motel” diye bir deyim gir-
miştir. Çünkü AP’den koparılan 11 milletvekili ile yapılan bakanlık pazarlıkla-
rı bu motelde yapılmıştır. Yine bu pazarlıkları imlemek üzere kullanılan “me-
bus pazarı” deyimi de bu dönemde popüler olmuştur.
Türk ahlak ve adalet literatüründe bir deyim vardır: usûl esastan önce ge-
lir. Bir toplumsal davranış değerlendirilirken onun sonucundan önce usu-
lü/üslubu göz önüne alınır. Usul ahlaka uygun değilse sonuç olumlu da olsa o
davranış makbul sayılmaz. Bunun gibi yargıda da bir dava önce usul yönün-
den incelenir. Usul, hukuka uygun değilse davanın esasına bakılmaz bile; ilk
aşamada dava usul yönünden reddedilir. Bu deyimin vaz’ ettiği kıymet hük-
mü, kadim “âdab” geleneğinin bir yansıması olsa gerektir.
Bu deyim ışığında III. Ecevit hükümeti değerlendirildiğinde hükümetin
kuruluş yönteminin yerleşik ahlaki değerlere ve yerleşik siyasi teamüllere ay-
kırı olduğu hemencecik görülecektir. AP’den istifa eden milletvekilleriyle gizli-
kapaklı pazarlıklar yapılmış; 11 milletvekilinin onuna bakanlık koltuğu verile-
rek hükümet kurulabilmiştir. Böyle bir pazarlık sonucu kurulan bir hükümetin
yolsuzluklar için uygun bir zemin oluşturacağı açıktır. Hükümetin kuruluş
şekli ahlaki olmamakla birlikte genel olarak sol yönelimli olan o günün basını
tarafından desteklenmiştir. Milliyetçi cephe hükümetlerine karşı olan ve MC
hükümetlerinin icraatlarını kıyasıya eleştiren dönemin egemen basını, hükü-
meti CHP’nin kurması yönünde açıkça taraf tutan yayınlar yapmıştır (Arcayü-

12 Güneş bu suçlamayı açıkça kamuoyu önünde değil, bir sohbet esnasında söylemiştir. Uluç,
Hıncal, “Bülent Bey Niye Yanıt Vermez!..”, Sabah, 12.3.1997, s. 14.

506
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

rek, 1985a: 307).


Sadece bu hükümet için değil, 1973’ten sonra kurulan tüm hükümetler için
2 temel sorun bulunmaktadır: ekonomik kriz ve siyasal terör. Bu iki sorun 70’li
yıllar boyunca siyasal ajandanın en başında yer almış fakat bir türlü çözüle-
memiş, tersine ivme kazanarak kangren haline dönüşmüştür. III. Ecevit hükü-
meti de bu temel sorunlar açısından tam bir başarısızlık örneği olarak hatır-
lanmaktadır. Ülkede yokluk ve kıtlıklar egemen olmuş, margarin, tüp gaz,
şeker, elektrik gibi temel tüketim malları bile bulunamaz duruma gelmiştir.
Bütün bu yokluk ve kıtlıkların üzerine siyasal cinayetlerin birdenbire artışı
eklenmiş ve durum içinden çıkılamaz bir hale doğru evrilmiştir.
Özetle Ecevit hükümeti, ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunların çözü-
münde başarısız kalmıştır. Büyük toplumsal çatışmalar ortaya çıktığı gibi bir-
çok siyasal cinayet de işlenmiştir. Kutuplaşma ve çatışmalar şiddetlenerek de-
vam etmiş, bu arada, 1978’de sessiz sedasız kurulan ve 1979’un başlarından
itibaren “Apocular” olarak yüzünü gösteren örgüt de (PKK) sahneye çıkmaya,
başını kaldırmaya başlamıştır Kısaca, anarşi, kıtlık ve ekonomik kriz had saf-
haya ulaşmış, ülke bir iç savaşın bütün belirtilerini yaşamaya başlamıştır. Böy-
le bir konjonktürde orduda da “hazırlıklar” başlamıştır. (Birand vd., 1999: 117,
125, 132).
Temel sorunların kronikleştiği bir dönemde, 1979’un sonunda, ara seçim-
ler yapılmıştır. CHP bu seçimlerden ağır bir yenilgiyle çıkmıştır. 14 Ekim 1979
tarihinde, boş olan beş milletvekilliği için yapılan seçimlerde AP boş olan mil-
letvekilliklerinin tamamını kazanmıştır. Ayrıca 50 senatörlükten 33’ünü de AP
kazanmıştır. CHP’nin oylarındaki oransal düşüş de dramatiktir: 1977’de % 41,4
oy oranını yakalamış olan CHP bu seçimlerde ancak % 29,1 oranında oy ala-
bilmiştir (Arcayürek, 1985b: 289). Ekonomik ve sosyal kriz bağlamında bakıl-
dığında CHP’nin seçim yenilgisinin gayet doğal bir gelişmenin sonucu olduğu
görülür. Çünkü CHP 1977 seçimlerinde oylarını aldığı alt kesimlere somut
olarak hiçbir şey verememiştir. Tersine, alt kesimler, bugünün deyimiyle va-
roşlar, enflasyonun girdabına düşürülmüştür (Çiğit, 1983: 21).
Ecevit bu ağır yenilgiden sonra hükümetin istifasını vermiştir. Bir yandan
da partisinin kurultayını toplayarak kendisi için güven oylamasına gitmiştir.
CHP’nin 12 Eylül öncesi son büyük kurultayı, 4 Kasım 1979'da toplanan 8.
Olağanüstü Kurultay'dır. 14 Ekim 1979 ara seçimlerinden yenilgi ile çıkan ve
oy yüzdesini % 29'a düşüren CHP, on sekiz aylık koalisyon iktidarına, Ecevit'
in başbakanlıktan istifası ile son vermiştir. Bu yenilgi Ecevit’in parti içindeki
koltuğunu da sarsmaya başlamıştır; yapılan kurultayda ilk defa açıktan Ece-
vit’in istifası istenmiştir. Ecevit güven oylamasını açık ara farkla kazanmıştır.
Fakat güven oylamasından ayrı olarak bir de genel yönetim kurulu (GYK) oy-
laması yapılmıştır. GYK seçimlerini Ecevit’in listesi kıl payı bir fark ile kaza-
nabilmiştir. Ecevit’in listesi ile seçimi kaybeden ortak muhalefetin listesi ara-
sında sadece 22 oyluk bir fark vardır (Bila, 1999: 339). Ecevit’in 12 Eylül sonra-
sında CHP genel başkanlığından alelacele istifasında ve daha sonra eski
CHP’lileri dışlayarak yeni isimlerle yeni bir yapılanmaya Demokratik Sol Parti
(DSP) gitmesinde, sadece 22 sayılık üstünlüğe dayalı bu parti içi iktidar tablo-

507
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

sunun büyük etkisi olmuştur.


Ecevit’in bu son iktidar döneminde ekonomik başarısızlıktan da öte siya-
sal terörün ivme kazanması dikkat çekici bir gelişme olarak görülmelidir. Ece-
vit’in bu hükümetinden önceki dönemde (II. MC döneminde) gerçekleşen en
önemli terör eylemi 1 Mayıs 1977 katliamıdır. Bunu bir zincirin ilk halkası ola-
rak kabul edebiliriz. III. Ecevit hükümeti dönemine kadar küçük çaplı terör
eylemleri devam etmişse de büyük eylemler silsilesi esas olarak Ecevit’in yeni-
den iktidara gelmesinden sonra ivme kazanmıştır.
Ecevit’in yeniden iktidara geldiği 1978 Ocak ayından başlayarak önemli
siyasal olayları listelendiğinde ilginç bir görüntü ortaya çıkmaktadır. 1978 yı-
lında öne çıkan olaylar şunlardır: 1 Ocak, Ecevit hükümeti kurmakla görevlen-
dirildi ve 17 Ocak’ta güvenoyu aldı; 30 Ocak, Doğu Perinçek Türkiye İşçi Ko-
münist Parti (TİKP) adında bir parti kurdu; 1 Mart, Mutlu Menderes “trafik
kazasında” öldü; 16 Mart, İÜ’deki bombalı saldırıda 7 öğrenci öldü 100 öğrenci
yaralandı (16 Mart katliamı); 24 Mart, Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı
Doğan Öz öldürüldü; 17 Nisan, Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu ve
3 yakını postayla gönderilen bombayla öldürüldü, olaydan sonra 700 işyeri
tahrip edildi, CHP il merkezi yakıldı (Malatya hadiseleri); 21 Haziran, Ecevit
Sovyetler Birliği devlet başkanının konuğu olarak Moskova’ya gitti; 23 Hazi-
ran, emekli Albay Cihangir Erdeniz öldürüldü; 11 Temmuz, HÜ öğretim üyesi
Bedrettin Cömert öldürüldü; 3 Eylül, Sivas’ta meydana gelen olaylarda 6 kişi
öldürüldü, 100’e yakın kişi yaralandı, bazı işyeri ve evler yakıldı (Sivas olayla-
rı); 18 Eylül, CGP genel başkanı ve başbakan yardımcısı Feyzioğlu hükümetten
istifa etti; 9 Ekim, Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li öldürüldü (Bahçelievler kat-
liamı), 20 Ekim, İTÜ eski rektörü öldürüldü; 22 Aralık, Maraş olayları başladı,
toplam 111 kişi öldürüldü, olaylar üzerine 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi ve
sıkıyönetim mahkemeleri kuruldu
1979 yılındaki olayları da şöyle özetlenebilir: 26 Ocak, Ecevit Libya’ya git-
ti; 1 Şubat, Abdi İpekçi M. Ali Ağca tarafından öldürüldü; 14 Şubat, Türkiye
İran’da İslam Devrimi’yle kurulan yeni rejimi resmen tanıdı; 7 Nisan, ünlü
solculardan Mihri Belli uğradığı silahlı saldırı sonucu yaralandı; 9 Nisan, bir
MİT yöneticisi CIA adına çalıştığı gerekçesiyle ağır hapse mahkûm edildi; 12
Mayıs, TÜSİAD gazete ilanlarıyla hükümete muhtıra verdi; 20 Eylül, Başbakan
Yardımcısı DP’li Faruk Sükan istifa etti; 14 Ekim, ara seçimlerde yenilen Ecevit
istifa etti.13
Yukarıda sayılan tüm olayların ayrıntısına girmek hem gereksiz hem de
bu çalışmanın sınırlarını aşar. Fakat önemine binaen Maraş olayları üzerinde
bir miktar durmakta fayda vardır. Çünkü hükümeti en çok sarsan, bu olaylar
olmuştur. Maraş olayları, esasında önceden işaretleri belli olan, adeta (18 Ni-
san’dan itibaren) “geliyorum” diyen olaylardır. Buna rağmen olaylar başlama-
dan önce, gerginliklerin başladığı sırada, gerekli tedbirler güvenlik kuvvetle-

13
1978 ve 79 yılına ait olayların listesi Anadolu Ajansı’nın resmi bilgilerine dayanılarak hazır-
lanmıştır. Bkz., Anadolu Ajansı, Türkiye Cumhuriyeti 80 Yıl Kronolojisi, Ankara: 2004, s. 288-
300.

508
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

rince (asker/polis) alınmamıştır; olayların başlamasından sonra da gerekli ted-


birler alınmamıştır. İlk gün, 22 Aralık 1978 günü, ölü sayısı 33, yaralı sayısı da
300’den fazlaydı. Fakat “nedense güvenlik kuvvetleri (ordu dâhil) duruma
müdahale etmemişti” (Özdemir, 1995: 385). Demirel’in tespitine göre, “19 Ara-
lık ile 26 Aralık arasında vuku bulan Maraş olaylarında hükümet, 7 gün süre ile devle-
ti hâkim kılamamıştır”. Bu sırada içişleri bakanlığı görevinde emekli orgeneral
İrfan Özaydınlı bulunmaktadır. Bu olaylar üzerine Özaydınlı istifa etmiştir
(Özdemir, 1995: 386).
III. Milliyetçi Cephe Hükümeti ve 24 Ocak Kararları
Ecevit’in istifasından sonra, AP lideri Demirel, MHP’nin ve MSP’nin dışa-
rıdan (kerhen) desteğiyle bir azınlık hükümeti kurmuştur. Bu hükümet çok
radikal ekonomik kararlar (24 Ocak kararları) alarak ülkeyi düzlüğe çıkarmaya
çalışmıştır. Fakat artık anarşik olaylar dizginlenemez düzeye çıkmıştır ve çok
belirgin bir devlet boşluğu ortaya çıkmıştır. Bıçak sırtındaki hükümet ise, eko-
nomik konulardaki atılımlarına karşın siyasal ve sosyal alanda başarılı olama-
mıştır.
24 Ocak kararları, aslında ekonomik kararlar olmakla birlikte sonuçları si-
yasal ve sosyal alanı da etkilemiş son derece önemli bir dönüm noktasını im-
lemektedir. Çünkü bu kararlarla, kapalı bir ekonomi modelinden çıkılmış, dışa
açık bir modele geçilmiş, serbest piyasa ekonomisinin bütün kurum ve kuralla-
rıyla yerleştirilmesine karar verilmiştir. Dışa açık ve liberal bir ekonomi, nihai
sonuçları itibariyle, son tahlilde, siyasetin ve toplumun da uzun vadede libera-
lizasyonunu ve dışa açılması sonucunu doğurmuştur. Bu da Türkiye’de basitçe
bir ekonomik değişimin yaşanmadığını, bundan da öte belki bir paradigma
değişiminin söz konusu olduğunu ima etmektedir. O zamanın azınlık hükü-
meti şartları altında tam uygulamasını bulamayan 24 Ocak kararlarının ruhu
asıl, Özal’ın başbakan yardımcılığı ve daha sonrasında da başbakanlığı döne-
minde vücut bulmuş, tam olarak uygulama imkânına kavuşmuştur.
Bu dönemde de, 1978’in başından itibaren hızlanan siyasal ve sosyal so-
runlar çözüme kavuşturulamamış; olaylar artarak devam etmiştir. Hükümet
ise pamuk ipliğine bağlı durumda, MSP’nin sıkıştırmaları altında bunalmış, bir
çıkış yolu aramaktadır. Aslında demokrasilerde tıkanmalar söz konusu oldu-
ğunda çözümün yolunu açan seçimler olmuştur. Bu dönemde de bir erken
seçim tıkanmayı aşabilir, hazırlığı yapılan bir darbeyi önleyebilirdi. Fakat CHP
ve AP, gündeme getirilen erken seçim konusu üzerinde de anlaşamayınca as-
kerler için uygun zemin artık hazır hale gelmişti. Bu hükümet ekonomik karar-
lar dışında ciddi icraat yapamamıştır. Çünkü dışarıdan destek veren MSP sık
sık hükümeti engelleyici (güvenoyu tehdidi, gensoru önergeleri vb.) girişim-
lerde bulunmuştur. Zaten bir azınlık hükümetinden radikal icraat beklemek
mümkün değildir.

509
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bu hükümetin görevde bulunduğu 12 Kasım 1979–12 Eylül 1980 döne-


minde cereyan eden önemli olayları şöylece özetlenebilir: 19 Kasım, MHP’li
İlhan Darendelioğlu öldürüldü; 20 Kasım, İÜ SBF öğretim üyesi Ümit Doğanay
öldürüldü; 25 Kasım, İpekçi’nin katili Ağca “askeri cezaevinden” kaçtı; 1 Ara-
lık, Özal DPT’nin başına geçti; 7 Aralık, öğretim üyesi Orhan Tütengil öldürül-
dü; 14 Aralık, İstanbul’da 4 Amerikalı öldürüldü; 24 Aralık, Maraş’ta 7 kişi
öldürüldü, 3000’e yakın kişi gözaltına alındı; 25 Aralık, Tunceli Savcısı öldü-
rüldü; 2 Ocak 1980, Cumhurbaşkanı Genel Kurmay Başkanının partileri uya-
ran mektubunu açıkladı; 22 Ocak, Tariş olayları başladı, fabrika işgal edildi,
1500 işçi gözaltına alındı; 24 Ocak, 24 Ocak ekonomik kararları alındı; 19 Şubat,
18 ilde sıkıyönetim uzatıldı; 6 Nisan, Cumhurbaşkanının görev süresi doldu,
yerine AP’li Çağlayangil vekâlet etmeye başladı, cumhurbaşkanlığı için seçim
turları başladı; 4 Mayıs, DP kendini feshetti; 27 Mayıs, MHP Gen. Baş. Yard.
Gün Sazak öldürüldü; 29 Mayıs, Sazak’ın öldürülmesi Çorum’da protesto
edildi, Çorum olayları denilen olaylar patlak verdi, 48 kişi öldü; 15 Temmuz,
CHP milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu öldürüldü; 19 Temmuz, Nihat
Erim öldürüldü; 22 Temmuz, sendikacı Kemal Türkler öldürüldü; 28 Ağustos,
Türkiye, İsrail’in başkent ilan ettiği Kudüs’teki başkonsolosluğunu kapattı; 5
Eylül, Dışişleri bakanı MSP’nin verdiği gensoru önergesiyle düşürüldü, 6 Ey-
lül, MSP Konya’da Kudüs Mitingi yaptı, bir grup katılımcı İstiklal Marşı oku-
nurken yere oturdu, protesto gösterisi yaptı, olaylar çıktı; 12 Eylül, darbe ger-
çekleşti.14
Yukarıda sayılan tüm olaylar ilginç ve önemlidir, fakat MSP’nin 6 Eylül’de
Konya’da İsrail aleyhine yaptığı ünlü Kudüs Mitingi, üzerinde durulmaya
değer bir konudur. Çünkü Evren sonradan yaptığı açıklamalarda Konya Mi-
tingi’ni darbe gerekçelerinin en başlarında zikretmiştir. Korkut Özal’ın tespit-
lerine göre, mitingin sabote edileceği, farklı grupların mitinge sızacağı önceden
kendilerine haber verilmiştir. Konya ordu komutanı Bedrettin Demirel tarafın-
dan MSP’liler uyarılmıştır. Nitekim beklenilen olmuş ve mitingde olaylar çık-
mış, İstiklal Marşı okunurken bir grup yere oturmuş ve protestolarda bulun-
muştu. Bu durum, etkili çevreler tarafından “irticanın hortlatılması” olarak
yorumlanmış ve Evren tarafından “bir numaralı darbe sebebi” olarak ilan
edilmiştir. Bu miting, darbe hazırlayıcıları açısından bardağı taşıran son damla
olmuş ve 6 gün sonra darbe gerçekleştirilmiştir (Özdemir, 1994: 387–389).
Bu dönemde gerçekleşen ilginç ve anlamlı gelişmelerden biri de İpekçi’nin
katili Ağca’nın askeri cezaevinden kaçmasıdır (25 Kasım 1979). Askeri cezaev-
leri, güvenlik ve koruma açısından son derece gelişmiş durumda olan cezaev-
leridir. Böyle bir cezaevinden son derece önemli bir mahkûmun kolayca kaç-
ması, sonra da yurt dışına çıkması, ancak birilerinin yardımıyla mümkün ola-
bilecek bir gelişmedir.
Maraş olaylarında olduğu gibi Konya mitinginde de, olayların çıkacağı,
mitingin sabote edileceği yetkililerce önceden bilindiği halde gerekli tedbirler
alınmamış, olaylar önlenmemiştir. Bu da, “terör olaylarının gelişimine izin

14
Anadolu Ajansı, Türkiye Cumhuriyeti 80 Yıl Kronolojisi, Ankara: 2004, s. 300–307.

510
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

verilerek, en azından önlenmeyerek, darbenin olgunlaşması mı beklendi?”


yönündeki kuşkuları derinleştirmektedir.
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
12 Eylül’le sonuçlanan sancılı dönemin en önemli sorunlarından biri de
cumhurbaşkanının seçilememesidir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaşandığı
dönem, Özdemir’in (1994: 328) saptamasıyla, Türkiye’de entrikanın en yoğun
yaşandığı bir dönemdir.
Daha önceki seçimlerde olduğu gibi bu defa da iki büyük parti sivil bir
aday göstermekten aciz kalmış, her iki parti de asker kökenli üyelerini aday
olarak göstermişlerdir. CHP, 12 Mart müdahalesini yapan bir emekli askeri,
Muhsin Batur’u aday olarak göstermiştir. AP ise yine emekli askerlerden Faik
Türün’ü aday olarak göstermiştir. İlginç olan şu ki, kendisini sol olarak tanıtan
bir parti de, demokratların devamı ve sağcı olarak tanıtan bir parti de aday
olarak emekli askerleri göstermişlerdir. Bu, sadece “dönemin şartları”yla izah
edilemeyecek derecede derin zihni durumlara, azgelişmiş demokrasi anlayışla-
rına işaret etmektedir.
İlk turlarda Batur, MSP’nin de desteğiyle, seçim için gerekli olan oy ora-
nına epey yaklaşmış fakat son noktayı koyamamıştır. 12 Martçı Gürler’in başı-
na gelen Batur’un da başına gelmiş ve her iki general de nihai amaçları olan
cumhurbaşkanlığı makamına çıkamamışlardır. Fakat vakt-i zamanında 12
Mart’ı bitiren uzlaşıya imza atarak Korutürk’ü cumhurbaşkanı seçen siyasiler
bu defa bir isim üzerinde uzlaşma sağlayamamışlardır. Çankaya artık müstak-
bel bir darbenin müstakbel liderini beklemektedir.
Sonuçta bilindiği gibi tur üstüne tur atıldığı halde cumhurbaşkanı seçile-
memiştir. 1980 Mart’ından itibaren cumhurbaşkanlığı seçimi ülke gündemine
girmişti; fakat belli bir süre sonra artık cumhurbaşkanlığı seçiminden herkes
umudunu kesmişti. Haziran ortasında, cumhurbaşkanı seçimi, gündemin ikin-
ci sırasına itilerek gündeme hükümetin düşürülmesi konusu getirilmiştir. Ece-
vit, ortaya yeni bir alternatif koymadan, tam bir sorumsuzluk örneği sergileye-
rek hükümeti düşürmeye çalışmıştır (Özdemir, 1994: 413–14).
Bilindiği gibi TBMM üyeleri, başta liderler olmak üzere, cumhurbaşkanı
seçimini gerçekleştiremeyerek büyük bir sorumsuzluk örneği sergilemişlerdir.
Cumhurbaşkanlığı makamının boş kalması, belki de devlet boşluğunun en
büyük işareti olarak tarihi kayıtlara geçmiştir. 12 Mart döneminde uzlaşmayı
sağlayıp cumhurbaşkanını seçen ve bu suretle 12 Mart müdahalesini sonlandı-
ran siyasetçiler bu kez başarısız olmuş ve yeni bir darbenin kapısının aralan-
masına neden olmuşlardır.
Son Perde: 12 Eylül
Kimi kaynaklara göre askerler 1978’den itibaren, kimi kaynaklara göre
1979 ortalarından itibaren müdahaleyi düşünmeye ve hazırlık yapmaya baş-
lamışlardır. Darbe sürecinin ne zaman başladığına dair rivayetler muhteliftir
fakat şu konuda bir ihtilaf yoktur: Askerler 1979 sonunda bir uyarı mektubuyla
açıkça siyasileri uyarmışlardır. Fakat siyasal parti liderleri, mektuptaki uyarıla-

511
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

rı üzerlerine almamışlar ve somut bir işbirliğine yanaşmamışlardır. Bunun


üzerine askerler artık nasıl müdahale edeceklerine dair çalışmalara başlamış-
lardır (Birand, 1984: 137–167).
12 Eylül’e doğru, siyasi kattaki bu aymazlığa paralel bir şekilde sokakta da
hareketlilik artmış, toplumsal çatışmalar iyice hızlanmış, çatışmalar toplumun
bütün katmanlarına yayılmıştır. Ölü ve yaralı sayısı günbegün artmakta; yer
yer iç savaş görüntüsünü andırır manzaralar ortaya çıkmaktadır. Bir askeri
darbe için artık her şey hazırdır; düdüğü çalmak için en uygun tarih gözlen-
mektedir.
Böyle bir ortamda sürekli çalışıp çözüm üretmesi gereken kurum olan
TBMM tam bir umursamazlık ve aymazlık içindedir. Meclis yeterli çoğunluk
sağlanamadığından hemen hemen hiç toplanamaz hale gelmiştir. Ağustos ve
Eylül aylarına ait tutanaklarda en çok şu cümle geçmektedir: “Yeterli çoğunluk
sağlanamadığı için... ertelenmiştir”. Başkan Cahit Karakaş 10 Eylül tarihli birleşik
oturumu şu cümleyle kapatmıştır: “Yeterli çoğunluk sağlanamadığı için 12 Eylül
günü saat 15.00’te toplanmak üzere birleşimi kapatıyorum” (TBMM Tutanak Dergisi,
10.9.1980, C. 1: 732). Farkında değildirler ama aslında meclis o gün, bir daha
toplanmamak üzere kapanmıştır. 12 Eylül sabahı sadece siyasetçiler değil top-
yekûn bir millet, tank sesiyle uyanmıştır (Cemal, 1986). 12 Eylül günü Meclis
yine toplanamamıştır, fakat bu defa gerekçe farklıdır: 12 Eylül günü artık sah-
nede askerler vardır.
Siyasetçilerin uzlaşmaz tutumları, sorumsuzlukları malumdur; bu konuda
zaten onlar yeterince suçlanmışlardır. Fakat bu noktada sormak gerekir: Hiç mi
darbecilerin suçu yok? Çünkü ülke son iki yılını sıkıyönetim altında geçirmiştir
ve bu süre içinde güvenlikle ilgili tüm yetki ve sorumluluk askerlerin üzerin-
dedir. Sıkıyönetim döneminde terörün azalması ve bitmesi gerekirken, tam
tersine en kanlı eylemler, en ses getirici cinayetler bu son iki yılda gerçekleş-
miştir. Olayların gelişimi sebep-sonuç ilişkisi açısından analize tabi tutuldu-
ğunda zaten darbeye niyetlenmiş askerlerin terör olaylarını önlemek konusun-
da –en hafif tabirle- ihmalkâr davrandıkları, darbe için şartların olgunlaşmasını
bekledikleri kuşkusu doğmaktadır. Yine son iki yılda gerçekleşen bir kısım ses
getirici terör eylemlerinin arka planı analiz edilip incelendiğinde -en azından
bazılarının- üretilmiş olaylar olduğu yönünde ciddi kuşkular ortaya çıkmakta-
dır.
Darbeden sonra yapılan yayınlarda da sıklıkla bir darbe için şartların ol-
gunlaşmasının beklendiği yolunda bilgiler yer almıştır. Dönemin etkili komu-
tanlarından Orgeneral Bedrettin Demirel, gazeteci Cüneyt Arcayürek ile yaptı-
ğı bir söyleşide bunu şöyle dile getirmiştir (Arcayürek, 1986: 269): 15

15
“Darbenin olgunlaşması” konusu, basında da yoğun olarak tartışılmıştır/tartışılmaktadır.
Örneğin Yıldıray Oğur bu konuda şunları yazmıştır: “Daha sonra Bedrettin Demirel de 12 Eylül
ile ilgili en kuşkulu ifşaatı yapacak `Darbe şartlarının olgunlaşması için iki sene bekledik` diyecekti. Ev-
ren`in darbe için bıçağın kemiğe dayanmasını beklediği, Demirel`in `şartların olgunlaşmasını bekledik`
dediği süre içinde Abdi İpekçi, Nihat Erim, Gün Sazak öldürüldü, Maraş olayları oldu. Şiddetin dozu
tırmandıkça tırmandırıldı. Şartların darbeye hazırlanmasında medya da yine üzerine düşen vazifeyi
yapıyordu. Bedrettin Demirel`in Evren`e o gün tam olarak ne söylediğini ise oğlu Devrim`in, (isme

512
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

Benim kanaatim, 1978'de, en geç 1979'da müdahalenin yapılmasıydı, her gün cinayetler iş-
leniyor, önlenemiyor, tırmanıyordu. Bu yargımı, Sayın Evren'e, daha 1978'de, hele 1979'da
açık seçik söyledim (...) Sayın Evren, bütün bu olumsuz durumu görüyordu, kabul ediyor-
du. Fakat bir ordu müdahalesi için ‘zamanın iyi seçilmesi’ kanaatinde idi. Gerçekten içeride
ve dışarıda politik atmosferin ordu müdahalesine uygun bir tarihte yapılması gerekebilirdi.
Darbeye giden sürecin iç dinamikleri yukarıda özetlenmiştir. Elbette bu
sürecin dış dinamikleri, özellikle de ABD kaynaklı dinamikleri, mevcuttur.
İran devrimi dolayısıyla Ortadoğu’da mevzi kaybeden ABD’nin ve NATO’nun
çeşitli yollarla darbe yönünde teşviklerde bulunduğu, Türkiye’yi sağlama al-
maya çalıştığı bilinmektedir. Darbe sonrasında ABD’lilerin “bizim çocuklar ba-
şardı” dedikleri de malumdur. Fakat burada dış dinamiklerin ayrıntısına giril-
meyecektir.16
DEĞERLENDİRME VE GEÇİCİ SONUÇ
Ana hatlarıyla 70’li yıllara göz atan her gözlemcinin ilk fark edeceği şey,
siyasal ve sosyal alanda yoğun bir kaos ve istikrarsızlık görüntüsü olacaktır.
Girişte de belirtildiği gibi bu istikrarsızlığın temel nedeni askeri darbelerdir.
Askeri darbeye maruz kalmış her demokrasi defolu bir demokrasidir. 70’li
yılların demokrasisi iki defa (27 Mayıs ve 12 Mart) darbeye maruz kalmış bir
demokrasidir. O nedenle de bu dönem, istikrarsızlık ve kaosun yoğun olarak
görüldüğü bir dönemdir.
İstikrarlı ve defosuz bir demokrasi için öncelikle darbelerin tamamen ön-
lenmesi gerekiyor. Fakat bununla da her şey yoluna girecek değildir. Kalaycı-
oğlu’nun vurguladığı gibi Türkiye’de demokrasi kendiliğinden ortaya çıkma-
mıştır. Bu nedenle de demokrasinin pekişmesi ve istikrar bulması için özel
çaba ve düzenlemelere, özellikle toplumsal sermayeyi güçlendirmeye yönelik
girişimlere gerek duyulmaktadır (Kalaycıoğlu, 2008: 251, 275).
Bugün, geriye doğru bakıldığında, özellikle Ergenekon davası ekseninde

dikkat) röportajı yapan Yavuz Donat`a gönderdiği ve `ailemiz için çok önemli` dediği nottan öğreniyo-
ruz: `Babam, Evren`e ordunun alt kademesi rahatsız, alt kademeden serzenişler geliyor demişti.’…”
Yıldıray Oğur, “12 Eylül`ün darbeci solcusu: Ali Haydar Saltık”, Taraf, 17.09.2008. Beklenilen
süre konusunda farklı aktarımlar da bulunmaktadır. Bu konuda Evren’le bir görüşme yapan
Nazım Alplan şu bilgileri vermiştir: “O yılların 2. Ordu Komutanı Orgeneral Bedrettin Demirel
1988`de Milliyet`ten Yener Süsoy`a `12 Eylül`ü aslında bir yıl önce yapacaktık ama olgunlaşmasını
bekledik!` demişti. (…) Çekim bittikten sonra çay içerken Bedrettin Demirel`in yukarıdaki sözlerini ha-
tırlatıp, `olgunlaşmanın` kendileri için ne ifade ettiğini sordum. Evren, `hah` dedi, ‘Bedrettin Paşa bir
an önce yapalım diyordu da ben engelliyordum! Onu söylemiş, kendisi öyle istiyordu!’…” Nazım
Alpman, “12 Eylül`e selam olsun!”, Birgün, 13.9.2008. Bedrettin Demirel kendisiyle yapılan bir
söyleşide sorulan “O halde neden bir yıl önce darbe yapmadınız da beklediniz?” sorusuna şu cevap-
ları vermiştir: “Olmadı çünkü vasat... genel kanaat... kamuoyu... Kamuoyu aynı merkeze tevcih edil-
medikçe, tasvibini almadıkça… Olgunlaştırmak... Artık olsun değil de... Kamuoyu artık çare kalmadı.
Biz demokrasiyi de zedelemeyiz. Maksat, başka bir kurtuluş yolunun kalmadığını bütün vatandaşlar
idrak etsin'' (Milliyet, 15-16.9.1988) Kimi kaynaklarda da Evren’in “1,5 yıl bekledik” sözleri yer
almaktadır. Sonuçta, beklenilen süre ile ilgili farklı rivayetler olsa da, şartların olgunlaşması
için belli bir sürenin kasten beklendiği yolunda ciddi kanıtlar bulunmaktadır.
16
Ayrıntılar için şu kaynaklara bakılabilir: M. Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04.00, İstanbul: Karacan,
1984; Çetin Yetkin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, Ankara: Ümit, 1995; Cüneyt Arcayü-
rek, Darbeler ve Gizli Servisler, Ankara: Bilgi, 1989.

513
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ortaya saçılan derin devlet operasyonları bağlamında bir değerlendirme yapıl-


dığında, 1 Mayıs 1977’de başlayıp 12 Eylül 1980’de sona eren önemli terör ey-
lemlerinin büyük bir oranda derin devletin organizasyonu olduğu ve bu ey-
lemlerin darbeyi olgunlaştırmak ve meşrulaştırmak amaçlı olduğu yolunda
ciddi kuşkulara sahip olunmaktadır. Tabiidir ki, yolsuzluğun belgesi olmadığı
gibi, bu tip derin organizatörlerin işlediği eylemlerin belgesini apaçık ortaya
koymak da mümkün değildir. Fakat olayların gelişimine dikkatlice bakıldığın-
da ve sebep-sonuç ilişkisi açısından bir analiz ve sentez yapıldığında gerçeğin
şöyle bir yörünge takip ettiği sonucuna varmak mümkün olabilir: Sağ-sol,
Türk-Kürt, alevi-sünni, dinci-laik türü çatışmalar yaratarak toplumu terörize
etmek ve sonra da “kurtarıcı” olarak gelip iktidarı ele geçirmek.
12 Eylül’e doğru giden süreçte siyasetçilerin ve bir bütün olarak toplumun
da kusurları, basiretsizlikleri, beceriksizlikleri ve uzlaşmazlıklarından söz edi-
lebilir. Bu konuda bolca örnek de sunulabilir. Siyasetçi sınıfını suçlamak, siya-
sal aktörleri taşlamak kolaydır ve genellikle ilgili literatürde bu kolay yola baş-
vurulmaktadır. Fakat eğer siyasetçilere ait günahlardan bahsedeceksek, önce-
likle “ilk günah” üzerinde durmak lazımdır. Bu ilk günahın günahkârı 27 Ma-
yıs darbesidir. Bütün günahlardan önce 27 Mayıs günahı işlendi. Diğer günah-
lar bu ilk günahtan sonra, bu ilk günahın yarattığı zemin üzerinden işlenmiştir.
Dönemi değerlendiren literatür okunurken şuna da dikkat edilmelidir: Si-
yasetçi kesimine ve siyasal aktörlere yönelik suçlamalar, gizli bir elitizm ve
vesayetçi rejim taraftarlığı barındırmaktadır. Bu tür eleştiriler, demokrasi dışı
yönelimlere, yeni darbelere davetiye çıkarmaktadır. Siyasetçilerin doğruları
yanında elbette yanlışları da olacaktır ve bu yanlışların cezalandırılma yeri
sandıktır -kışla değil. Demokrasi ile demokrasi dışı rejimlerin en önemli farkı
da buradadır. Demokrasilerde beğenilmeyen ve kusurlu bulunan siyasal aktör-
ler demokrasi dairesi içinde kalınarak barışçıl yollarla cezalandırılır. Demokra-
si dışı rejimlerde ise siyasal aktörler çoğunlukla kanla ve şiddet yoluyla ceza-
landırılır. Şiddet çözüm üretemediği için yeni şiddetlere davetiye çıkarır, şid-
det şiddeti doğur; toplum ve siyaset kısır bir döngünün içine hapsolur.
12 Eylül öncesi süreçteki siyasetçi hatalarına yakından bakıldığında, içine
düştükleri hata ve kusurların büyük çoğunluğunun 27 Mayıs cuntasının yeni-
den-kurduğu “düzen”den (II. Cumhuriyet17) kaynaklandığı görülebilir. 27
Mayıs cunta yönetimi, 1950’de başlayan demokratik sürecin iki partili sistem
şeklinde istikrar kazanmasına mani olmuş, tekere çomak sokmuştur. İki partili
sistem, toplum ve siyaset hayatı için uygun bir sistem olarak evrilmekteyken,

17 Bu deyimi ilk kullanan 27 Mayıs cuntasının liderliğine getirilen General Cemal Gürsel’dir. 27
Mayıs ihtilalinden sonra 24. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti`ni kuran dönemin Başbakanı
Cemal Gürsel, hükümet programında ‘İkinci Cumhuriyet’ tanımına yer vererek bu ifadeyi ilk
kez kullanan isim olmuştur. Gürsel 30 Mayıs 1960`da 24. Türkiye Cumhuriyeti ve 1. Gürsel
Hükümeti Programını okurken, “İkinci Cumhuriyet`in Anayasası, ilmin ve geçmiş uzun yılla-
rın acı tecrübelerinin ışığı altında, memleketin mümtaz ilim adamlarının geceli gündüzlü ça-
lışmalarıyla, memleket aydınlarının bu çalışmalara anketler vasıtasıyla katılmaları suretiyle
hazırlanmaktadır…” ifadelerini kullandı. Böylece “İkinci Cumhuriyet” deyimi Türk siyasi li-
teratürüne kazandırılmış oldu. Bkz. Anka Ajansı, 18.9.2007.

514
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

darbe yönetimi iki partili yapıyı engelleyici tarzda siyasal mevzuatı yeniden
düzenlemiştir; TSK’nın vesayetini mümkün kılacak ve DP türünden güçlü
partilerin doğmasını önlemeye dönük olarak siyasal parti sistemini parçalı ve
zayıf bir tarzda yeniden inşa etmiştir. 27 Mayıs’ın DP’yi cezalandırmasına ben-
zer şekilde 12 Mart da, zamanla güçlenip DP gibi olmak durumuna yükselen
AP’yi cezalandırmıştır. 12 Mart darbesinden sonra (AP’nin bölünmesi operas-
yonundan sonra) CHP, AP, MSP, MHP, CGP ve Demokratik Parti’den oluşan 6
partili bir siyasal tablo ortaya çıkmıştır. Buna bir de bağımsızları eklediğimizde
tablo daha da karamsar hale gelmektedir. Zamanla Demokratik Parti ve CGP
iyice zayıflamış olsa da, hükümetler çok zor kurulduğu için, birkaç sandalyey-
le de olsa bu partiler kabinede kendilerine yer bulabilmişlerdir. 27 Mayıs ya-
samayı Anayasa Mahkemesi ve Senato yoluyla, yürütmeyi de MGK ve yargı
(özellikle Danıştay) yoluyla vesayet altına almış, “siyasetçilere güvenmeme”
esasına dayalı yeni bir düzen kurmuştur. Sonuçta, askeri ve sivil bürokrasiden
oluşan vesayet makamları, neredeyse ekonomi dışındaki tüm konularda onay
ve yönlendirme makamı haline gelmişlerdir. Siyasetçi sınıfına, sadece ekono-
minin çarkını çevirmek görevi bırakılmıştır.
Özetle, seçim kanunu ve siyasal partiler kanunundaki operasyonlardan
sonra çok parçalı, çok partili, bölünmeleri ve küçük partileri teşvik eden, kırıl-
gan ve zayıf bir siyasal parti sistemi ortaya çıkmıştır. Doğal olarak bu yapı da
zayıf ve kırılgan hükümetleri doğurmuştur. Siyasal üst yapıdaki bu durum
aşağıya da yansımış ve toplumda da bir parçalanma ve kırılma ortaya çıkmış-
tır. 1965–69 arasındaki istisnai durumu18 hariç tutarsak, 27 Mayıs 1960 ile 12
Eylül 1980 arası dönemde tek parti hükümeti kurulamamıştır. Kırılgan ve zayıf
koalisyon hükümetleri kurulabilmiş, bunlar da kısa ömürlü olmuş ve sonuçta
siyasal istikrar sağlanamamıştır. Örneğin 1973 seçimlerinden sonraki 6 yıl için-
de 7 hükümet kurulmuştur. Ortalama olarak hükümetlerin ömrü bir yılın bile
altına düşmüştür; her yeni hükümet yeni pazarlıklara ve yeni yozlaşmalara
davetiye çıkarmıştır.
27 Mayıs darbesinin kurduğu “yeni düzen” ve bu düzenin doğru-
dan/dolaylı sonuçları topluca göz önüne alınıp değerlendirildiğinde, siyasetçi-
lerin 12 Eylül öncesindeki basiretsizlik ve başarısızlıklarının ikincil (türemiş)
düzeyde olduğu görülmektedir. Bu noktada vurgulanmalıdır ki, dönemin si-
yasal aktörleri, siyasetin/demokrasinin alanını iyice daraltan statükoya karşı
cephe oluşturmak yerine, kendi aralarındaki siyasal mücadeleyi cephe siyaseti
şeklinde yürütmüşler, siyaset karşıtı güçler karşısında güçlerini birleştirmemiş,
bir büyük uzlaşıyı gerçekleştirememişlerdir. Siyasetçilere esaslı bir kusur at-
fetmek gerekiyorsa en önemli konu olarak bu nokta üzerinde durulmalıdır.
Son tahlilde, siyasetçiler demokrasi karşıtı güçlerle, derin organizasyonlarla,
devlet içine yuvalanmış çetelerle mücadelede yetersiz ve etkisiz kalmışlardır.

18 DP’nin mirasçısı olarak güçlenen ve yükselen AP, 1965–69 arasında, “düzen”in bütün engel-
lemelerine karşın, tek partili bir hükümet kurmayı başarmıştı. 12 Mart darbesi, güçlü AP’yi
bölmek ve zayıflatmak için sisteme tekrar müdahale etmiş, MSP’nin kurulmasını teşvik de
dâhil olmak üzere, birçok operasyondan sonra AP’yi %30 seviyesine düşürmeye muvaffak
olmuştur.

515
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bir örnek vermek gerekirse şunu aktarabiliriz: Ecevit muhalefetteyken kontr-


gerilla aleyhinde bir söylem geliştirmişti. Fakat iktidara geçtikten sonra bu
konunun üzerine gitmemiş, rutin siyasal ve yönetsel sorunların içinde boğulup
gitmiştir; en büyük provokasyonlar da (Malatya, Sivas, Maraş ve Çorum olay-
ları…) kendisinin döneminde gerçekleşmiştir.
Bu noktaya gelmişken, 12 Eylül’e doğru giden süreçte gerçekleşen terör
olaylarıyla ilgili de bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. 12 Eylül’e yak-
laşan süreçte terör olaylarının arttığı, hatta yer yer iç savaşı andırır görüntüle-
rin ortaya çıktığı doğrudur. Fakat özellikle Sivas, Çorum, Maraş ve Malatya
olaylarının ne kadar kendiliğinden, ne kadar provokasyon sonucu ortaya çıktı-
ğı konusunda ciddi şüpheler bulunmaktadır. Kuşkular ve genel kanaat, bu tür
büyük çaplı terör olaylarının derin organizasyonların kışkırtması sonucu ol-
duğu yönündedir. Gerçekten de 11 Eylül günü akan kan 13 Eylül günü aniden
kesilivermiştir. Bu eylemleri böylesine kolayca bitirmek mümkünse, son iki yıl
sıkıyönetim geçerliydi, terörle mücadelede yetki askerlerdeydi, 2 yıllık sürede
neden olaylar durdurulacağı yerde tam tersine hızlanmıştır?
Bu tür sorulara verilen cevaplar -Evren’in yaptığı açıklamalar da dâhil-
doyurucu ve ikna edici olmaktan uzaktır. Sebep-sonuç ilişkisi açısından bir
analiz yapıldığında şöyle bir sonuca varılması olasılık dâhilindedir: 12 Eylül’e
doğru giden yıkıcı süreçte birçok önemli olay derin örgütlerin provokasyonu
şeklinde tezahür etmiştir; darbenin olgunlaşması istenmiştir. Bedrettin Demirel
gibi askeri zevatın “darbenin olgunlaşması için 2 yıl bekledik” türünden açık-
lamaları da bu tür yorumları haklılaştıracak yöndedir. Özetle, son iki yıl önem-
lidir; darbe son iki yılda kotarılmıştır ve bu son iki yılda ülkenin güvenliğin-
den siviller değil askerler sorumludur. Bu konuda daha fazla bir şey söyleme-
nin anlamsız olacağı açıktır.
Bu noktada vurgulamak gerekir ki, bütün meşruiyetini “terörü bitirdik”
söyleminden alan askeri yönetim sırasında, ülkenin esas ve gerçek terör örgütü
PKK’nın serbestçe örgütlenip güçlendiği de bir vakıadır. PKK 12 Eylül öncesi-
nin önde gelen bir terör örgütü değildir; sıralamada sonlarda yer almaktadır.
PKK esas güçlenmesini 12 Eylül döneminde sağlamıştır. Nitekim terörün kö-
künü kazıdığını söyleyen 12 Eylül yönetiminin sona ermesinin üzerinden sa-
dece 7 ay geçtikten sonra, Ağustos 1984’te PKK Eruh ve Şemdinli’yi basarak
gücünü göstermiştir.19 Böylece, darbelerin terörü bitirme konusunda bir çözüm
yolu olmadığı fiilen ispat edilmiştir.
Emekli orgeneral Aytaç Yalman’ın, PKK’nın 12 Eylül zamanında güçlen-
diğine dair açıklamaları, “PKK’ya göz mü yumulmuş?” kuşkularına yol açacak
derecede önemli bilgileri barındırmaktadır:20

19
Türkiye’de askeri yönetim 12 Eylül 1980’de başlamış, 24 Aralık 1983 tarihinde Özal hüküme-
tinin güvenoyu almasıyla sona ermiştir. Yaklaşık 3,5 yıl sürmüştür. PKK’nın ilk büyük çaplı
eylemi ise 17Ağustos 1984 tarihinde gerçekleşmiştir. PKK bu ilk büyük eyleminden sonra ey-
lemlerine devam etmiş, bütün askeri tedbirlere karşın varlığını günümüze kadar sürdürmüş-
tür…
20 Yalman bu açıklamaları gazeteci Fikret Bila’ya yapmıştır. Bkz. Fikret Bila, “Emekli Org. Aytaç
Yalman Paşa Anlatıyor: PKK Sorunu Sosyal Aşamada Çözülmeliydi”, Milliyet, 3.11.2007.

516
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

1970'lerden itibaren ise Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) var. Bu


da çok önemlidir. Henüz PKK gibi bir terör olayı yok. DDKO var örgüt olarak.
Bu da kapatıldı ve davası yıllarca sürdü. PKK öncesinde bu tür dernekler, ör-
gütler ve gizli partiler var. Bir şekilde sosyal-siyasal alana çıkmak, o alanda yer
tutmak istiyorlar. Belki sorun bu boyuttayken bazı sosyal önlemler alınabilmiş
olsaydı, bugünkü boyutuna gelmeyebilirdi. Askeri dönem dediğim dönem ise
1978 yılında Fis köyünde PKK'nın kurulmasıyla başlayan dönemdir. Bu tarih
terör döneminin başlangıcı olarak alınabilir. Ancak Türkiye o tarihte de bu
olayı görememiştir. PKK 1978'de kuruldu ama ciddi terör eylemini 1984'te ya-
pabildi, Eruh-Şemdinli baskınıyla. 1978'den sonra Abdullah Öcalan Suriye'ye
geçti. Bekaa'da kamp kurdu. 1982–1984 arasında ciddi hazırlık yaptılar. Türkiye
bunun da farkında değildi. O zaman Evren Paşa dönemi, askeri yönetim var.
Ancak, Apo-PKK olayı nedir, bunlar ne yapıyorlar, hazırlıkları nedir diye ciddi
bir çalışma yok. Yönetim pek ciddiye almıyor. O dönemde bunlara 'Apocular' denili-
yor. 'Apocular' diye kayıt tutulup izleniyor ama sıkı bir çalışma değil bunlar. Bana
göre 1978–1984 arasındaki yönetimin bu tutumu bir hatadır. Olayın ciddiyeti
1984 Eruh-Şemdinli baskınıyla ortaya çıkıyor. PKK terörünün başlangıcı olarak
bu tarih alınabilir.
Terör konusunda, bütün olup bitenler topluca değerlendirildiğinde şöyle
bir yorumda bulunmak mümkündür: 12 Eylül askeri yönetimi sırasında, son
iki yılda (1978–80 arasında) üretilmiş terör sona erdirilmiştir. Türkiye’nin esas
başını ağrıtacak konuda, gerçek terör konusunda ise yeterli tedbir alınmamış,
tersine Diyarbakır hapishanesindeki işkence olaylarının ve bölgede Kürtçe
konuşmanın yasaklanması gibi olayların da etkisiyle PKK gibi bir örgütün
güçlenmesine, toplumsal zemin bulmasına 12 Eylül yönetimi (bilerek ya da
bilmeyerek) neden olmuştur. Dolayısıyla 12 Eylül’ün “terörü bitirdik” retoriği
inandırıcılık zemininden mahrumdur.
Siyasal aktörlerin kusurlarını analiz dışı bırakarak toparlamak gerekirse,
siyasal sistemin verimsizleşmesinin ve yozlaşmasının temel sebebi 27 Mayıs
darbesinin inşa ettiği yeni status quo’dur. Bu statüko, demokrasiye ve siyaset-
çilere güvensizlik esasına dayalıdır ve bu nedenle seçilmişlerin türlü yollardan
vesayeti ve kontrolünü sağlayan mekanizmalar kurmuştur. Vesayet makamla-
rını işgal eden askeri ve sivil bürokrasi için, siyasal ve toplumsal alanın yangın
yerine dönmesi pahasına da olsa, statükonun muhafazası temel amaçtır. Gerisi
teferruattır.
Şu anda (2009) Türkiye’de Ergenekon soruşturması yürütülmekte ve bu
soruşturma bağlamında ortaya saçılan yeni bilgi ve belgeler, yakın dönemdeki
birçok karanlık olayın perde arkasının görülmesini, derin ilişkiler ağının fark
edilmesini sağlamaktadır. Ergenekon türü soruşturmalar 70’li yıllar için yapı-
labilse, bu dönemde gerçekleşen birçok karanlık olayın da perde arkasını görü-
lebilir, çok daha sağlıklı değerlendirmeler yapılabilirdi. Fakat yargının üzerine
taşıyacağından fazla yük yüklemek de doğru değildir. Bu konuya meclis el
atmalı; 70’li yıllardaki karanlık olayları, bir araştırma komisyonu kurarak ay-
dınlatmalıdır. Ergenekon Susurluğa, Susurluk da 70’li yıllara bağlanmalıdır;
daha sonra da 60’lı ve 50’li yıllarda görülen karanlık olaylar aydınlatılmalıdır.
En başa, kaynağa varıncaya kadar bu aydınlatma ameliyesi devam etmelidir.

517
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

70’li yıllarda gerçekleşen ve darbeye gerekçe olarak öne sürülen önemli


olayların içyüzü/arka planı mutlaka aydınlatılmalıdır. Aydınlatılması gereken
olaylar bağlamında şunlar zikredilebilir: Maraş, Çorum, Malatya ve Sivas olay-
ları, 16 Mart katliamı, 1 Mayıs katliamı, Bahçelievler katliamı, önemli siyasal
cinayetler (Abdi İpekçi, Nihat Erim, Gün Sazak, İlhan Darendelioğlu, Doğan
Öz, Kemal Türkler), Konya mitingi.
Şu anki değerlendirme ve yorumlarımız, şu an (2009) ulaştığımız bilgilere
dayalı olarak yapılmaktadır. Daha fazla bilgiye ihtiyacımız olduğu açıktır; o
nedenle 70’li yıllarda gerçekleşen karanlık eylemler aydınlandıkça daha sağlık-
lı ve daha derinlikli değerlendirmeler yapmak da mümkün olacaktır. Tarih her
devirde yeniden yazılmalı, en azından yeniden yorumlanmalıdır.

KAYNAKÇA
____ “Ve Zafer Yine Halkın”, Halk, 12.12.1973.
____ TBMM Tutanak Dergisi, 10.9.1980, C. 1
____ “Mahalli Seçim”, Yankı, 17–23.12.1973
AHMAD, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul: Sarmal, 1995.
AHMAD, Feroz. Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945–1980), İstanbul: Hil Yayın, 1994.
AKŞİN, Sina. “Düşünce Tarihi: 1945 Sonrası”, Bugünkü Türkiye 1980–1995, (Ed.) Sina Akşin,
İstanbul: İletişim Yayınları, 1995
ALATLI, Ertuğrul, Belgeleriyle 09 Mart 1971 “Antiparlamenterist-Baascı” Darbe Girişimi, İstan-
bul: Alfa, 2002.
ALBAYRAK, Sadık. Türk Siyasi Hayatında MSP Olayı, İst.: Araştırma Y., 1989.
ALPMAN, Nazım, “12 Eylül`e selam olsun!”, Birgün, 13.9.2008.
ALTUĞ, Kurtul. 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, İstanbul: Yılmaz, 1991.
ANADOLU AJANSI, Türkiye Cumhuriyeti 80 Yıl Kronolojisi, Ankara: 2004.
ARCAYÜREK, Arcayürek, Darbeler ve Gizli Servisler, Ankara: Bilgi, 1989.
ARCAYÜREK, Cüneyt. 12 Eylül’e Doğru Koşar Adım, Ankara: Bilgi, 1986.
ARCAYÜREK, Cüneyt. Çankayaya Giden Yol, Ankara: Bilgi, 1985c.
ARCAYÜREK, Cüneyt. Demokrasinin Sonbaharı 1977–1978, Ankara: Bilgi Yayınları, 1985a.
ARCAYÜREK, Cüneyt. Müdahale’nin Ayak Sesleri 1978–1979, Ankara: Bilgi Yayınları, 1985b.
ARMAOĞLU, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara: İş Bankası, 1988.
BARLAS, Mehmet. “Turan Güneş Yorumluyor”, Türkiye’de Darbeler ve Kavgalar Dönemi,
İstanbul: Birey Yayınları, 2000.
BARUTÇU, Ecmel. Hariciye Koridoru, Ankara: 21. Yüzyıl, 1999.
BATUR, Muhsin. Anılar ve Görüşler, İstanbul: Milliyet, 1985.
BİLA, Fikret, “Emekli Org. Aytaç Yalman Paşa Anlatıyor: PKK Sorunu Sosyal Aşamada
Çözülmeliydi”, Milliyet, 3.11.2007.

518
19. Bölüm: Türkiye’nin Siyasal ve Sosyal Kaos Dönemi / Cemal Fedayi

BİLA, Hikmet. CHP 1919–1999, İstanbul: Doğan Kitap, 1999.


BİRAND, M. Ali. 12 Eylül Saat 04.00, İstanbul: Karacan, 1984.
BİRAND, M.A., BİLA H., AKAR, R. 12 Eylül, İstanbul: Doğan, 1999.
BİRAND, M.A., DÜNDAR, C., ÇAPLI, B. 12Mart, İstanbul: Doğan, 1994.
BİRAND, Mehmet Ali. 30 Sıcak Gün, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1974.
BİRAND, Mehmet Ali. Diyet: Türkiye Üzerine Uluslararası Pazarlıklar 1974–1980, İstanbul:
Milliyet 1987.
CEM, İsmail, Tarih Açısından 12 Mart, İstanbul: Cem, 1993.
CEMAL, Hasan. Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım, İstanbul: Doğan, 1999.
CEMAL, Hasan. Tank Sesiyle Uyanmak, Ankara: Bilgi, 1986.
CİZRE-SAKALLIĞOLU, Ümit, AP-Ordu İlişkileri, İstanbul: İletişim, 1993.
ÇİĞİT, Dündar. Benim Bildiklerim, O’nun Anlattıkları: Batmayan Güneş Turan Güneş, İzmit:
Kocaeli Gazetesi Yayınları, 1983.
DENKTAŞ, Rauf. Rauf Denktaş’ın Hatıraları 1971–1974, C. 9, İstanbul: Boğaziçi, 1999.
ERDOĞAN, Mustafa, Modern Türkiye’de Anayasalar ve Siyasi Hayat, Ankara: Siyasal Kitabevi,
1997.
ERDOĞAN, Mustafa, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Ankara: Liberte, 2003.
ERİM, Refet, “Dönemin Bakanlar Kurulu Sekreteri'nin kaleminden Barış Harekâtı (3)”,
Cumhuriyet, 23.7.1999.
EZHERLİ, İhsan. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ankara: TBMM, 1986.
FEDAYİ C. ve ÇELİK V., “12 Mart Döneminde CHP”, Demokrasi Platformu, Yıl 3, Sayı 12,
2007.
GÖZLER, Kemal, Türk Anayasa Hukuku, Bursa: Ekin, 2000.
HALE, William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, İstanbul: Hil Yayınları, 1996.
HUNTINGTON Samuel P., “Siyasal Gelişme Ve Siyasal Bozulma”, çev. Ergun Özbudun,
AÜHFD, Cilt 22–23, Sayı 1–4, 1965–66.
İSMAİL, Sabahattin. 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, İstanbul: Kastaş, 1998.
KALAYCIOĞLU, Ersin, “Türkiye’de Demokrasi’nin Pekişmesi: Bir Siyasal Kültür Sorunu”,
Ergun Özbudun'a Armağan, Cilt I, S.Yazıcı, K.Gözler, F. Keyman (Ed.), Ankara: Yet-
kin, 2008.
KIVANÇ, Akın. Demokratik Parti Olayı, İstanbul: Kor, 1978.
KİLİ, Suna. Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, İstanbul: Boğaziçi Ü., 1976.
LİPSET, S.Martin, Siyasi İnsan, çev. Mete Tunçay, Ankara: TSİD, 1964.
NEFTÇİ, Nermin. Demokrasinin Kilittaşı-Anılar, Ankara: Tesav, 1997.
OĞUR, Yıldıray, “12 Eylül`ün darbeci solcusu: Ali Haydar Saltık”, Taraf, 17.09.2008.
ÖYMEN, Altan, “Ecevit 12 Mart’ı ve Sonrasını Anlatıyor”, Cumhuriyet, 26.2.1975.
ÖYMEN, Altan, “Ecevit 12 Mart’ı ve Sonrasını Anlatıyor”, Cumhuriyet, 11.7.1975.
ÖYMEN, Altan, “Ecevit 12 Mart’ı ve Sonrasını Anlatıyor”, Cumhuriyet, 25.7.1975.
ÖYMEN, Altan, “Ecevit 12 Mart’ı ve Sonrasını Anlatıyor”, Cumhuriyet, 3.8.1975.

519
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ÖZDEMİR, Hikmet. “Siyasal Tarih (1960-1980)”, Sina AKŞİN (ed.), Çağdaş Türkiye 1908-1980,
İstanbul: Cem Yay., 1995b.
ÖZDEMİR, Hikmet. Ordunun Olağandışı Rolü, İstanbul: İz, 1994.
ÖZDEMİR, Hikmet. Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul: İz Yayınları, 1995.
PULUR, Hasan. Olaylar ve İnsanlar 2, Ankara: Bilgi, 1978.
SARIBAY, A. Yaşar, Türkiye’de Modernleşme, Din ve Parti Politikası- MSP Örnek Olayı, İstan-
bul: Alan, 1985.
SEL, N., Milliyetçi Cephe. İstanbul: Habora, 1975.
SİMAV, Akın. Turan Güneş’in Siyasal Kavgaları, İzmir: İstiklal Matbaası: 1975.
TEZİÇ, Erdoğan. Siyasi Partiler (Partilerin Hukuki Rejimi ve Türkiye’de Partiler), İstanbul: Ger-
çek Yayınları, 1976.
TOKER, Metin, İsmet Paşa’nın Son Yılları 1965–1973, Ankara: Bilgi, 1993.
TURAN, İlter, “Türkiye’de Siyasal Kültürün Oluşumu”, Türk Siyasal Hayatının Gelişimi,
ed. E. Kalaycıoğlu, A.Y. Sarıbay, İstanbul: Beta, 1986.
TURAN, Şerafettin. İsmet İnönü: Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Ankara: Kültür Bakanlığı, 2000.
ÜSKÜL, Zafer, Siyaset ve Asker, İstanbul: Afa, 1989.
YETKİN, Çetin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, Ankara: Ümit, 1995.
ZÜRCHER, E.J. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim, 1995.

520
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

20. BÖLÜM
1971–1980 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

M. Seyfettin EROL∗

GİRİŞ
1971–1980 dönemi, Türk dış politikası açısından özellikle de Batı ile ilişki-
lerde keskin iniş ve çıkışların yaşandığı ve bu kapsamda milli ve bağımsız dış
politika arayışlarının daha etkin bir şekilde gündeme getirilmeye başlandığı
bir dönemdir. Dış politikada 1960’larda başlayıp 1970’li yıllarda da etkisini
sürdürmeye devam eden “görece özerk”1 ve “Kıbrıs sorunu” ile birlikte, ABD
ve NATO ile ilişkilerin sorgulanmaya, gözden geçirilmeye ve somut adımların
atılmaya devam edildiği 1971–1980 dönemi, ya da “kararlılık yılları” olarak da
kabul edilmektedir.
Bu kapsamda, dış politikada ABD’ye rağmen birçok önemli kararın alın-
dığı, Batı’ya ekonomik ve siyasi yönden bağımlılığın azaltılmaya çalışıldığı ve
özellikle de ABD askeri ambargosu sonrası, güvenlik politikalarında “Milli
Savunma Doktrini”nin ortaya atıldığı bu dönem, dış politika uygulamaları
itibarıyla kendi içinde iniş-çıkışların da yaşandığı bir dönem olarak karşımıza
çıkmaktadır.
1965–1971 tarihleri arasında istikrarlı tek parti dönemi yaşayan, Jüpiter
Krizi ve Johnson Mektubu sonrası dış politikasında çok yönlülük doğrultu-
sunda açılımlarını devam ettiren Türkiye açısından 1971–1973 yılları, 1960’lı
yıllarla, 70’li yılların ikinci yarısı arasında adeta bir “kesinti dönemi” olarak
karşımıza çıkmaktadır.2 Diğer bir ifadeyle, 12 Mart Muhtırası ile kesintiye uğ-
rayan Türk siyasal hayatı dış politikada da başlamış olan yeni sürecin devam
ettirilmesine bir süreliğine de olsa olanak tanımamıştır. Nitekim Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin müdahalesi sonrası iki yıl süre “partiler üstü” sivil hükümet
aracılığıyla yarı askeri bir rejim tarafından yönetilen Türkiye, ABD ile ikili iliş-
kilerde baş gösteren sorunları çözüm yolunda önemli adımlar atmış ve ilk ola-
rak da ülkede haşhaş ekimini ABD’nin talebi çerçevesinde yasaklama yoluna
gitmiştir. Kuşkusuz, bu yönüyle 12 Mart vb. askeri müdahalelerin Türk-
Amerikan ilişkilerindeki rolü ve üstlendiği misyon karşımıza o dönemde de
çıkmaktadır.


Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

521
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

İki yıllık bir geçiş sürecinin ardından gerçekleştirilen 1973 ve 1977 seçimle-
rinde hiçbir parti hükümeti tek başına kurmak için yeter çoğunluğu sağlaya-
mamış ve bu “kayıp yıllar” boyunca ülkede en az yedi koalisyon hükümeti
kurulmuştur. Hiç kuşkusuz, siyasi alandaki bu istikrasız yapının iç politikada
olduğu kadar dış politikada da olumsuz sonuçları olmuştur. Nitekim 1973’ten
sonra gelen hükümetlerin en önemli gayreti, iktidarda kalmak veya siyasi ha-
sımlarının iktidara gelmesini önlemek olarak karşımıza çıkmaktadır. Koalisyon
hükümetleri bu dönemde dış politikada bir takım değişiklikler yapmaya ça-
lışmakla birlikte, ne yeni stratejiler geliştirebilmiş ne de etkin bir dış politika
izleyebilmiştir.3 Beklenmedik krizlere müdahale etme ötesinde fazla bir etkin-
lik gözetemeyen bu hükümetler açısından Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonrasında
özellikle ABD ile yaşanan gelişmeler, en önemli dış politika sorunları olarak
gündemdeki yerini almıştır. Bu istikrarsızlık süreci, 12 Eylül 1980 askeri mü-
dahalesine kadar devam etmiştir. Diğer bir ifadeyle, ABD’nin Ortadoğu’daki
en önemli müttefiklerinden İran’ı (İslam Devrimi sonrası) kaybetmesi ve Afga-
nistan’ın SSCB tarafından işgali, Washington’u Türkiye konusunda daha radi-
kal adımlar atmaya sevk etmiştir.
1970’li yılların sonunda Türkiye’nin bölgede artan stratejik önemi, Was-
hington açısından Türk-Amerikan ilişkilerinin klasik çizgiye taşınmasını kaçı-
nılmaz kılmıştır. Bu kapsamda bölgede istikrarlı ve Batı’ya bağlı bir Türkiye
için bildik senaryo bir kez daha uygulanmaya konulmuştur. Türkiye’nin dış
politikada milli ve bağımsızlık arayışlarını yaklaşık olarak yirmi yıl kesintiye
uğratan 12 Eylül darbesi yapılmıştır. Dolayısıyla bu bölümde 1971–1980 dö-
nemi; 1971–1973, 1974–1977 ve 1978–1980 alt dönemleri içinde ele alınmakta ve
Türk dış politikasına etki eden dönemsel gelişmeler ve yapısal faktörler analiz
edilmek suretiyle, Cumhuriyet tarihi içindeki yeri ele alınmaya çalışılmaktadır.
A. 1971–1973 DÖNEMİ
Bu döneme damgasını vuran temel olay, hiç kuşkusuz Türkiye-ABD haş-
haş krizidir. 1960’lı yıllardan itibaren ABD yönetiminin ülkede tüketimi artan
uyuşturucu madde kullanımının önüne geçme noktasında almaya başladığı
tedbirler, Nixon döneminde Türkiye’yi de içine alan ülkelere dönük bir baskı
politikası haline dönüştürülmüştür. Nixon yönetiminin özellikle 1969’dan iti-
baren “uyuşturucunun gerçek kaynağı olan ülkelere” ve bu kapsamda Türki-
ye’ye dönük başlattığı kampanya, Ankara-Washington ilişkileri açısından
“Johnson Mektubu” olayı sonrası önemli bir kriz olmuştur.
Söz konusu baskılar karşısında ABD isteklerine uzunca bir süre direnen
Demirel Hükümeti, 11 Şubat 1970’de bütçenin reddedilmesi üzerine istifa et-
miş fakat Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından tekrar Başbakan olarak
görevlendirilmiştir. Yalnız, Demirel artık ABD karşısında eskisi kadar kuvvetli
değildir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Eliot Richardson’ın, ABD’ye giren
uyuşturucunun yüzde 80’inin Türkiye kaynaklı olduğu iddiasını bir kez daha
gündeme getirmesi ve bu kapsamda üretimin bir an önce durdurulmasını, aksi
halde Türkiye’ye yapılan askeri yardımların askıya alınabileceğini ifade etmesi
üzerine Ekim 1970’de Bakanlar Kurulu haşhaş ekim alanlarını sınırlama yolu-
na gidecektir. Fakat bu karar, üretimin tamamen yasaklanmasını isteyen Was-

522
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

hington yönetimini memnun etmeyecek, ABD Kongresi’nde Türkiye’ye yapı-


lan yardımların durdurulması gündemin ana konularından biri olacaktır.4
Washington’un bu tutumunun arkasında Türkiye’nin askeri ve iktisadi
açıdan ABD’ye bağımlı olması ve bundan dolayı Türk hükümetlerinin ABD
istekleri karşısında fazla direnemeyeceği düşüncesi yatmaktaydı. Fakat bu
yardımların haşhaş ekiminin yasaklanması noktasında yeterince etkili olmadı-
ğı görülmekteydi. Nitekim ABD, kendisi açısından bu sorunu ancak 12 Mart
Muhtırası sonrası çözebilecek, Nihat Erim başkanlığında Haziran 1971’de ku-
rulan ve iki yıl süren “partiler üstü” yarı sivil-yarı askeri hükümetin ilk icraat-
larından birisi de haşhaş ekiminin ve afyon üretiminin tamamen yasaklanması
olacaktır. Hale’in ifadesiyle:5
Nihat Erim başkanlığındaki yarı askeri hükümet ABD baskısına teslim olarak 1972 sonbaha-
rından itibaren başlamak üzere ürünün yetiştirilmesinin tamamıyla yasaklanmasını kabul
edecektir.
Bu dönemde Türk-Sovyet ilişkileri 1965’ten başlayarak, 1979’da SSCB’nin
Afganistan’a müdahalesine kadar genel itibarıyla karşılıklı üst düzey ziyaret-
ler, imzalanan iki önemli anlaşma ve SSCB’den sağlanan ekonomik yardımlar-
la, bir iki istisnai gelişme dışında (Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi ve SSCB’nin
verdiği tepki gibi) işbirliği içinde geçecek bir ara devreyi oluşturmaktadır. Ge-
rek uluslararası sistemde, gerekse bölgede yaşanan gelişmeler, Ankara-
Moskova ilişkilerinin “normalleşme” (1960–1964) sürecinden “işbirliği” (1965–
1979) sürecine geçişinde önemli rol oynamıştır. Bu konuda hiç kuşkusuz Türk-
Amerikan ilişkilerinde yaşanan gelişmeler belirleyici bir yere sahiptir. Özellikle
Kıbrıs sorunu ve ardından gerçekleşen ABD ambargosu, söz konusu dönem
içinde ikili ilişkilerde yerlerini almış bulunmaktaydı. Ayrıca 1970’lerde Soğuk
Savaş’ta yaşanan yumuşama, Türkiye’deki sosyo-ekonomik gelişmeler ve
SSCB’den alınan kredi ve yardımlar ikili ilişkilerin ilerlemesinde önemli birer
faktördü.6 İkili ilişkilerdeki işbirliği sürecinde yaşanan detant (yumuşama)
kadar, Türk Boğazlarının SSCB açısından yarattığı güvenlik kaygısının kıtala-
rarası füzeler ile giderilmiş olması da önemli bir rol oynamaktaydı. Ankara-
Moskova yakınlaşması sürecinde AP ile CHP arasında herhangi bir politika
farklılığının söz konusu olmadığını da burada belirtmek gerekiyor.
Diğer taraftan, Türk-Sovyet yakınlaşması karşısında bu dönemde yaratıl-
maya çalışılan anarşi ortamının arkasında SSCB’nin gösterilmeye çalışılması
oldukça dikkat çekicidir. Oysa 11–17 Nisan 1972’de Yüce Sovyet Prezidyum
Başkanı Podgorni’nin Türkiye ziyaretinde imzalanan sekiz maddelik “İyi
Komşuluk Bildirgesi”yle SSCB bu tür iddiaları devlet garantisiyle reddetmiş
bulunmaktaydı. Nitekim söz konusu bildirgedeki 4., 5. ve 6. maddeler7 bir ara-
da okunduğunda Türkiye’nin topraklarındaki üsleri saldırgan amaçlarla kul-
lanılmasına izin verilmeme karşılığında SSCB’nin de Türkiye’deki komünist
akımları desteklememeyi kabul ettiği görülmektedir. Ayrıca, Podgorni’nin 16
Nisan’da Nihat Erim’e 7. ve 8. maddelerin8, Kıbrıs konusunda SSCB’nin Türki-
ye’ye verdiği destek biçiminde değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmesi de
dikkat çekiciydi.9

523
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Türk-Sovyet ilişkilerindeki yeni ve farklı boyutun, 1970’lerin başı itibarıyla


farklı bir mecraya sürüklenmesi ve bu noktada terörün belirleyici bir role sahip
olması bir tesadüf olmasa gerektir. Daha net bir ifadeyle ortaya koymak gere-
kirse, bu dönemde Türkiye’nin bir anlamda ideolojik terörle Batı ekseninde
tutulmaya çalışıldığı görülmektedir. 12 Mart ile istenilen sonucu elde edeme-
yen bu yapı, Türk dış politikasındaki çok yönlülük ve bağımsızlık arayışlarının
önünü dokuz yıl sonra, 12 Eylül askeri darbesi ile kesmeye çalışacaktır.
Türkiye’nin 1960’ların başlarından itibaren gerek iç politikasında gerekse
uluslararası sistemde yaşanan değişimlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak Orta-
doğu’ya dönük dış politikasında da önemli değişikliklere gitmesi, etkisini
1970’lerde de göstermeye devam edecektir. Türkiye-Ortadoğu ilişkilerinde
başlayan yakınlaşma ve işbirliği süreci, bu dönemde etkisini daha da hissetti-
recek ve 1950’lerden farklı bir süreci başlatacaktır. Türkiye, özellikle 1960’lı
yılların ikinci yarısından sonra Arap-İsrail sorununda takındığı tavır ve bölge-
deki ABD projelerine verdiği ret cevaplarıyla artık bölgede Batı’nın çıkarlarının
koşulsuz temsilcisi olmadığını ortaya koymaktaydı.10 Diğer taraftan, 12 Mart
darbesi sonrası yaşanan ara dönemde, Türkiye’nin Arap ve İslam ülkeleriyle
1965’ten beri geliştirdiği ilişkilere kısa bir süre mesafe koyduğu da görülmek-
tedir. Nitekim Mart 1972’de Cidde’de İslam Konferansı Yasası imzaya açıldı-
ğında Türkiye bunu imzalamayacaktır. Bununla birlikte, İKÖ toplantılarına
fiili üye olarak katılmaya devam edecektir.11
B. 1974–1977 DÖNEMİ
14 Ekim 1973 seçimleri sonucunda hükümeti kuran CHP ve MSP dış poli-
tikaya yeni yaklaşımlar getirmiş, Ecevit “Ortanın Solu” sloganıyla Kıbrıs’ta bir
yandan federasyon tezini benimserken, bir yandan da antiemperyalist ve Ame-
rikan karşıtı kitlelerin desteğini almıştır.12
Nitekim Ecevit döneminde Türk-Sovyet ilişkileri ekonomik temelde bü-
yük bir yakınlaşma içine girmeye devam etmiş, Arap ülkeleriyle Cumhuriyet
tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar sıkı ilişkiler kurulması yolunda
adımlar atılmış13 ve Türk solunun ülke içinde artan etkinliğine koşut olarak
Türkiye’nin ABD ve NATO ile ilişkileri sorgulanmaya ve gözden geçirilmeye
başlanmıştır. Ecevit bu politikayı şu şekilde izah etmektedir:14
Bu yüzyılın başlarında az gelişmiş dünya ülkeleri için bağımsızlık hareketlerinin öncülüğü-
nü yapmıştık. Şimdi de, gelişme halindeki veya azgelişmiş ülkeler için özgürlükçü demok-
rasinin öncülüğünü yapar duruma geldik.
Tüm bu gelişmeler sonucunda Türkiye, çok yönlü bir dış politika izlemeye
başlamış, AET, Doğu, Batı ve Arap ülkeleri arasında kendisini dengede tutabi-
lecek bir strateji izlemiştir. Bunu yaparken de güvenilir bir müttefik olduğunu
göstermeye azami dikkat göstermiş, fakat ittifak bağlantılarının dışında kalan
dünyaya daha çok açılmaya başlamıştır.15 Bu kapsamda 1973–1977 dönemi
Türk dış politikasında yaşanan gelişmeler şu başlıklar altında ele alınabilir:
1. Afyon Yasağının Kaldırılması;
2. Kıbrıs Barış Harekâtı, ABD Ambargosu ve Batı ile İlişkiler;
3. SSCB ve Ortadoğu ile İlişkiler.

524
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

1. Afyon Yasağının Kaldırılması


1973 seçimlerinden sonra iktidara gelen, Ecevit liderliğindeki CHP-MSP
koalisyonu, 1 Temmuz 1974’de haşhaş ekimini tekrar serbest bırakmıştır.
ABD’nin bu karara tepkisi oldukça sert olmuş, Senato ve Temsilciler Meclisi 2
Temmuz’da Türkiye’ye verilen borçların durdurulmasını, ekonomik ve askeri
yardımların askıya alınmasını öngören ortak bir karar almıştır. Bu kararı, Tür-
kiye’ye toptan bir ambargo uygulanmasını isteyen diğer kararlar izlemiştir. Bu
gelişmeler karşısında Ankara, üretilen afyonun yasadışı kaçırılmasının önlen-
mesi için gerekli önlemlerin alındığını ileri sürerek kararından geri dönmeye-
ceğini Washington’a bildirmiş ve Ankara-Washington hattında gerilim tır-
manmıştır.16
Türkiye-ABD afyon gerginliği, bir başka soruna kadar tırmanma eğilimi
göstermeye devam etmiştir. Bu kapsamda, Nikos Sampson’un 15 Temmuz
1974 tarihinde Yunanistan'daki Cunta Hükümeti'nin de desteği ile Kıbrıs
Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı Rum Milli Muhafız Güçleri ile darbe yaparak
“Ulusal Kurtuluş Hükümeti” kurduklarını ve Kıbrıs'ta bir “Yunan Cumhuriye-
ti” ilanı, Türk-Amerikan ilişkilerinde de derin bir etkiye yol açmıştır. Türki-
ye’nin adaya yönelik müdahalesi ile birlikte afyon sorunu ikili ilişkilerin gün-
deminden çıkmış, yerini daha büyük bir soruna bırakmıştır. Bu noktada Tür-
kiye’ye ambargo uygulanmasını isteyen Kongre üyeleri de dayanak olarak
artık haşhaş üretimini değil, Kıbrıs’ta gerçekleştirilen askeri müdahaleyi gös-
termeye başlamışlardır.
2. Kıbrıs Barış Harekâtı, ABD Ambargosu ve Batı ile İlişkiler
Faruk Sönmezoğlu, ABD’nin 1964–1980 yılları arasındaki Türkiye politi-
kasını iki dönemde analiz etmektedir: 1964–1974 ve 1975–1980. Ayrımın 1974
yılı ile yapılmasının nedeni, ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikası açısından
değişik bir dönem olan “ambargo dönemi”ne ilişkin olay ve tartışmaların o yıl
başlamasıdır.17
Johnson Mektubu ile Türkiye’nin Kıbrıs operasyonunu 10 yıl bir ay geriye
attıran ABD, Nikos Sampson sonrası bu sefer Türkiye’yi durduramamıştır.
Nitekim ABD ile birlikte İngiltere çıkartmaya karşı çıkamamış, daha doğrusu
ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Ekim 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın ardın-
dan Ortadoğu barış görüşmeleriyle meşgul olduğundan, Başkan Nixon da
Washington’da Watergate Skandalı’na karışmış bulunduğundan ABD yöneti-
mi krize zamanında müdahale edememiştir.18
Diğer taraftan, Birinci Kıbrıs Harekâtı’yla ortaya çıkan sonuçların ABD is-
teklerine pek ters düşmediği görülmektedir. Sorunun çatışmalara yeniden
dönmesini önlemek için ABD yönetimi yoğun bir diplomatik atak içerisine
girmiş,19 ancak ilk harekât sonucu istenen toprakların alınamaması bütün ge-
lişmeleri temelinden değiştirmiştir. Şöyle ki:
a. Alınan toprak, Türk ordusunun güvenliğini korumasına yetmiyordu;
b. İlerde, bir bakıma fiili bir “Çifte Enosis” sayılabilecek paylaşımda, iki
taraf eşit düzeyde toprağa sahip olamayacaktı.

525
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Bu kapsamda bütün dengeleri altüst etse de ikinci bir harekât, gerek askeri
gerekse diplomatik açılardan Ankara için kaçınılmaz kabul edilmekteydi. Bu-
nun kaçınılmaz bir sonucu olarak İkinci Cenevre Konferansı’nın da başarısızlı-
ğa uğramasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri 14 Ağustos 1974’te İkinci Barış Ha-
rekâtı’nı gerçekleştirdi.
ABD, Türkiye’nin birinci harekâtına karşı oldukça dikkatli bir dil kulla-
nırken, ikinci harekât sonrasında çok daha eleştirel bir dil kullanmaya başladı.
ABD’deki karar alıcılara göre, Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir savaş,
NATO’nun güney kanadının sonu olabilirdi. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı
sözcüsü Robert Anderson, Türkiye’nin askeri müdahalesini esefle karşıladıkla-
rını, fakat aynı şekilde bu müdahaleyi uyaran eylemleri gerçekleştirmiş olan
Yunanistan’ı da kınadıklarını açıklamaktaydı. Bu arada ABD, Türkiye’nin mü-
dahalesinin önlenmesi konusunda kendisine güvenen Yunanlıların bu konu-
daki hayal kırıklıklarını azaltmak için de bazı girişimlerde bulunmaktaydı.20
Aynı şekilde ilk harekâtı destekleyip, olaylardan Yunanistan’ın cunta iktidarını
sorumlu tutan Ortak Pazar da, bu kez Türkiye’yi çok ağır şekilde suçlayanlar
arasında yer almaktaydı.21 Dünya kamuoyu ikinci harekât ile Türkiye aleyhine
dönmeye başlamıştı.
Kıbrıs müdahalesi nedeniyle ABD Kongresi, Yunan Lobisi’nin baskısıyla,
1975–1978 yılları arasında Amerikan silahlarının NATO dışı bir eylem için kul-
lanılmamasını gerektiren kanuna dayanarak Türkiye'ye silah ambargosu uygu-
ladı. Kongre’nin silah ambargosu taraftarları Türkiye’nin ilk müdahalesini
kabul ediyor ancak ikinci kademede Amerikan silahları kullanılmasının am-
bargoya sebep olduğunu söylüyor,22 fakat Yunanlıların Kıbrıs’a yaptıkları mü-
dahalede Amerikan silahlarının kullanılmış olmasını dikkate alınmıyordu.23
“Türkiye’ye Yapılan Silah Satışlarının ve Verilen Askeri Kredilerin Durdu-
rulması”na yönelik karar süreci, Ford-Kissinger ikilisi ile Senato ve Temsilciler
Meclisi arasında uzun bir mücadeleye sahne oldu. Neticede, son olarak 17 Ara-
lık 1974’te Senato’da ve 18 Aralık’ta Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen kararı
Başkan Ford 30 Aralık’ta onaylayarak yasalaştırdı. Bu kararın alınmasıyla bir-
likte ABD’nin Türkiye’ye silah satışı 5 Şubat 1975’te durduruldu.
Diğer taraftan, ABD Kongresi üst üste ambargo kararları alırken, Ankara
ülkedeki iç siyasi istikrarsızlık ortamından dolayı bu ambargo kararı sürecine
yeterince müdahale edememişti. O sıralarda iç politika konularında anlaşmaz-
lığa düşen CHP-MSP koalisyon hükümeti 19 Eylül 1974’te istifa etmiş, Demirel
ve Ecevit yeni bir hükümet kuramayınca da bu koalisyon hükümetinin yerini
Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından görevlendirilen Sadi Irmak başbakanlı-
ğında bir teknokratlar hükümeti almıştı. Buna rağmen, Türk diplomatlarının
ABD yöneticilerine ve Kongre üyelerine şu görüşleri ilettikleri görülmektedir:24
a) Kıbrıs müdahalesi, antlaşmalar kaynaklı haklı nedenlere dayanmakta-
dır. Dolayısıyla silah ambargosu haksızlıktır.
b) Ambargo kararı, Rum tarafının uzlaşmaz tutumunu cesaretlendirip
Türkiye’yi psikolojik baskı altına sokarak Kıbrıs müzakerelerinin baş-
lamasına engel olur.

526
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

c) Kıbrıs sorunu ve Türkiye-ABD ilişkileri bağımsız konulardır.


d) ABD’nin Türkiye’ye silah vermesi bir lütuf değil, askeri savunma itti-
fakının getirdiği bir zorunluluktur.
e) Ambargo NATO’nun güney kanadının, SSCB karşısında zayıflamasına
yol açar.
Hiç kuşkusuz, Amerikan Kongresi’nin Türkiye’ye karşı aldığı bu karar,
ikili ilişkiler ve Kıbrıs sorunun geleceği açısından durumu büsbütün güçleştir-
di. Her şeyden önce ambargo, 27 yıl evvel Truman Doktrini’yle başlayan Türk-
Amerikan ilişkilerine Johnson Mektubu sonrası vurulmuş en ağır darbe olmuş-
tur. Bu kararla ABD, aynı zamanda boğazına kadar Kıbrıs sorunun içine de
batmış oluyordu. Bundan da açıkça görülebileceği gibi şu sonuçlar ortaya çıkı-
yordu:25
a) ABD, artık Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunamazdı;
b) Amerikan Kongresi’nin bu kararı, Amerikan Hükümeti’nin en çok
korktuğu bir duruma, Kıbrıs sorununun beynelmilelleşmesine yol açı-
yordu;
c) Yunan davranışı büsbütün katılaşmıştı;
d) Türkiye için Kıbrıs konusunda adım atmak psikolojik bakımdan zor-
laşmıştı;
e) Bir yıl önce kısa bir düzelme döneminden sonra, Türk-Amerikan ilişki-
leri yeniden bozuluyor, üstelik bu bozulma Yunanlıların Amerika’ya
karşı daha iyi duygular beslemesini sağlamağa da yaramıyordu;
f) NATO’nun güneydoğu kanadı işlemez duruma gelmiş oluyordu. Bun-
lar dışında, Kongre kararının ve tutumunun henüz göze görülmeyen
başka bazı sonuçları da olabilir.
5 Şubat 1975 tarihinde ambargo kararının yürürlüğe girmesinin ardından
Türkiye, MGK ve MSB tarafından yapılan açıklamalarla tepkisini dile getirdi.
Dönemin Başbakanı Sadi Irmak, 4 Şubat 1975 tarihinde yaptığı açıklamada
ABD ve NATO ile ilişkileri gözden geçirmekten söz ederken, ikili savunma
anlaşması görüşmelerinin de bir anlamı kalmadığını; Dışişleri Bakanı Melih
Esenbel de 5 Şubat’ta, bir hafta sonra Kissinger ile yapılması gereken toplantıyı
iptal ettiğini açıklıyordu. Ambargoya bir diğer cevap da, 13 Şubat 1975 tari-
hinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğunun ilan edilmesi olmuştur.
Ardından 26 Şubat’ta Türkiye, Şubat-Mart aylarında yapılacak NATO kış tat-
bikatlarına katılmayacağını ve “alternatif silah kaynakları” arayacağını açık-
lamıştır. Bu çerçevede, Ecevit’in liderliğindeki Türk dış politikası ABD ve Batı
ülkeleri dışında bazı arayışlara yönelmiş, başbakan ambargonun devam etmesi
halinde Türkiye’nin NATO’dan çıkabileceğinden söz etmeye başlamış ve bu
yönelimleriyle ABD’yi oldukça endişelendirmiştir.26 Armaoğlu’nun fadesiyle,
“Türk-Amerikan ilişkileri 1975 yılında tamamen kopmuştur denilebilir.”27
Bu noktada, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in 4 Ağustos 1975’te yaptığı
basın toplantısındaki sözleri oldukça dikkat çekicidir: 28

527
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Müttefikimiz Birleşik Amerika, Türkiye’ye yalnız silah ambargosu uygulamakla kalmamak-


tadır. Gelişme halindeki ülkeler arasında yer almaktan çıktığımız veya AET ile bağlantılı ol-
duğumuz gibi gerekçelerle, Amerika, Türkiye’ye ticari ilişkilerde tanıdığı kolaylıkları kaldı-
rırken, bu kolaylıkları şimdi Romanya Sosyalist Cumhuriyeti’ne tanımaktadır. Türkiye’den
böyle kolaylıkların esirgenmesiyle ilgili görüşmeler, Amerika’dan gönderilen bir memur
vasıtasıyla Ankara’da sürdürülürken aynı günlerde, bu hafta sonunda Türkiye’den esirge-
nen kolaylıkları Romanya’ya tanıyan anlaşma Başkan Ford’la Başkan Ceauşescu arasında
Romanya’da imzalanmıştır. Oysa Romanya Sosyalist Cumhuriyeti, ekonomik bakımdan
Türkiye’ye oranla daha çok gelişmiş bir ülke olduğu gibi, hem Varşova Paktı ve
COMECON üyesidir, hem de AET ile de ilişki kurmak üzeredir. Bu tür ilginç gelişmelerin
yer almakta olduğu bir dünyada Türkiye’nin, dünyayı müttefiklerinden ibaret sayması veya
ideolojik ayrılıkları bazı komşularıyla yakın ilişkilere engel gibi görmesi, gerçekçiliğe ve
kendi yararına aykırı olur. Türkiye, komşusu ve dostu Romanya gibi bir ülkeyle, herhalde,
en az Birleşik Amerika’nın kurduğu kadar yakın ilişkiler kurmakta, hatta daha sıkı işbirliği
yapmakta kendini serbest ve haklı saymalıdır.
Ecevit, konuşmasını şu cümleleriyle tamamlamaktaydı: “...Herhalde Batı
ile ilişkilerimizin ölçüsü ve niteliği, büyük oranda, Birleşik Amerika’nın tutu-
muna bağlı olacaktır.29
Diğer taraftan, Kıbrıs çıkarması ertesinde Amerika’nın Türkiye’ye ambar-
go uygulaması nedeniyle, Demirel’e çok yakın bir politikacı aşağıdaki sözleri
Le Monde muhabirine söylüyordu. (Bu kişi, muhtemelen dönemin Dışişleri
Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil idi):30
Artık Amerika ile yüzde yüz uyum içinde olacak militer ve politik bir tutum içinde olama-
yız. Birkaç ay öncesine kadar böyle konuşmuyordum. Ambargo ve Vietnam’da olup biten-
ler (Amerikan yanlısı Saygon ve Phnom-Pen rejimlerinin çökmesi ve ABD’nin bu rejimleri
ortada bırakması) benim için çok belirleyici olaylardır. Amerika’nın uluslararası gelenekleri
yok. Mevcut durum, karar almalarında çok önemli rol oynuyor. Amerikan diplomasisi,
Western diplomasisine benziyor. Duygudan ve düşünceden yoksun, psikolojik itişlerden
oluşuyor. Artık bu duruma bir alternatif aramaya mecburuz ve çare olarak Avrupa’dan
başka bir yol göremiyorum. General de Gaulle’un ‘Avrupa Avrupalılarındır’ fikri bana teh-
likeli ve gerçek dışı gözüküyordu. Ama şimdi fikir değiştirdim.
5 Şubat 1975 tarihinde ambargonun uygulanmaya başlanması ile birlikte
Amerikan yönetimi, bir yandan ambargonun kaldırılması, bu olmazsa en
azından hafifletilmesi yönündeki çabalarına devam ederken, diğer yandan da
ambargonun Türkiye üzerindeki olumsuz etkilerinin en aza indirilmesi yö-
nünde bazı önlemler almaya yöneldi. Bu çerçevede ABD Dışişleri Bakanı
Henry Kissinger 10 Mart’ta Ankara’ya gelerek ilgililerle durumu yatıştırmaya
yönelik bazı temaslarda bulunduysa da pek başarılı olamadı. 21 Mayıs 1975
tarihinde yeniden Ankara’ya gelen Kissinger ile yaptığı görüşmede Başbakan
Süleyman Demirel, ambargo uygulamasının sürmesi halinde Türkiye’deki
ABD üs/tesislerinin kapatılacağı uyarısını yineledi. Buna karşılık ABD Bakanı,
Türkiye üzerindeki etkisini kullanarak Başbakan Demirel’i yumuşatmaya çalış-
tı ve bu yeni başarısızlığın Türkiye’yi üsler konusunda daha radikal önlemler
almaya itmemesi konusunda telkinlerde bulundu. Bunun üzerine Dışişleri
Bakanı Çağlayangil, 17 Haziran 1975’de yaptığı bir açıklamada, Türkiye’nin

528
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

ABD ile konuya ilişkin görüşmelere başlama arzusunda olduğunu bildirdi.


Fakat bu sırada, Henry Kissinger’ın “Yunan Trajedisi” olarak nitelendirdiği
ambargo kararının kısmen kaldırılmasının Temsilciler Meclisi’nde reddi üzeri-
ne Türk hükümeti 25 Temmuz 1975’te, 1969 tarihli Ortak Savunma ve İşbirliği
Anlaşması’nı (OSİA) tek taraflı olarak feshederek, İncirlik’in NATO’ya ilişkin
fonksiyonları saklı kalmak kaydıyla ülkedeki bütün ABD üs/tesislerindeki faa-
liyetleri durdurdu ve buraların TSK’nın denetimine bırakılması kararını aldı.
Demirel hükümeti, İsrail’in ABD silahlarını istediği gibi kullanırken ülkesinin
bu türden bir muameleyle karşılaşmasının çifte standart uygulanması olarak
görülmesine rağmen, yine de üs/tesisleri tamamen kapatıp personelin ülkeyi
terk etmesini istemeyerek belirli ölçüde bir açık kapı da bıraktı. Türkiye’nin bu
tutumu da ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından takdirle karşılandı.31
Bu arada ambargo, Türkiye’deki basın organları tarafından da şiddetle
eleştirilmekteydi. Özellikle sol basın ABD’nin güvenilmeyecek bir müttefik
olduğunun bir kez daha görüldüğünü yazmakta, hatta bazı gazeteler Türki-
ye’deki Amerikan nükleer silahlarının yerlerini gösteren haritalar yayınlaya-
rak, bu silahlar üzerinde de tam bir denetim kurması gerektiğini savunmak-
taydılar. Bunun üzerine Başbakan Demirel, Amerikan nükleer silahlarına el
konulmasının söz konusu olamayacağını açıklamak zorunda kalacaktır.32
Diğer taraftan, hükümetin ve kamuoyunun gösterdiği tepki, kısa süre
içinde ambargonun kaldırılması yönünde Washington’u harekete geçirmiş ve
ABD yönetimi 6 Ekim 1975’te Türkiye’ye uygulanan ticari satış yasağını kal-
dırmış, fakat askeri satışlara ilişkin yasak devam etmiştir. Çünkü Washington
yönetimi, silah ambargosunun kaldırılmasından önce Ankara ile feshedilen
OSİA’nın yerini alacak bir anlaşma imzalayarak, Türkiye’deki üs ve tesislerini
güvenceye almak istemekteydi. Bu kapsamda 26 Mart 1976’da iki ülke dışişleri
bakanları Çağlayangil ve Kissinger tarafından Washington’da Savunma ve
Ekonomik İşbirliği Anlaşması’na (SEİA) imza atılmış, fakat anlaşmanın yürür-
lüğe girmesi iki temel koşulun gerçekleşmesine bağlanmıştı. Buna göre, anlaş-
manın geçerlilik kazanabilmesi için ABD Kongresi tarafından onaylanması ve
Türkiye’ye uygulanmakta olan ambargonun kaldırılması gerekmekteydi. ABD
Kongresi Ocak 1977’de anlaşmayı onaylamayı reddedince, SEİA yürürlüğe
girmeden ortadan kalkmış oldu.33
Avrupa’nın da Türkiye’ye yönelik tavrı ABD’ninkinden pek farklı değil-
dir. Bu konudaki en bariz örneklerden bir diğerini de Türkiye-AET ilişkileri
oluşturmaktadır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Karamanlis, Yunanistan’ın
Topluluğa tam üyeliği için başvurduğunda, Ecevit bu konuda tereddüt gös-
termiş, kendisinden sonra iktidara gelen Demirel de bu müracaatı yapmaya
cesaret edememiştir. Ecevit tekrar iktidara geldiğinde ise, Topluluğa değil mü-
racaat etmek, mevcut ortaklık ilişkilerini de dondurma yoluna gitmiştir.34
Bu hususta dönemin başbakanlarından Bülent Ecevit Avrupa’nın tutumu-
nu şu şekilde ifade etmekteydi:35

529
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

“Dokuzlar” denen, AET üyesi dostlarımızın son arabuluculuk önerilerine de kısaca değin-
mek isterim. “Dokuzlar” son zamanlarda Türkiye’ye yeterince iyi niyet ve anlayış göster-
memişlerdir. Hatta, Kıbrıs konusunda ve Türk-Yunan ilişkileri konusunda Türkiye aleyhine
taraf tutmuşlardır. Bu tutumlarını sürdürdükçe, tarafsız arabulucu gibi kabul edilemezler.
Kıbrıs’taki iki ayrı yönetim gerçeğine rağmen, Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak Rum yönetimi-
ni kabul etmeleri ve öylece Kıbrıs yönetimine bir çeşit ekonomik ambargo uygulamaya kal-
kışmaları, bu konuda taraf tuttuklarının açık bir kanıtıdır. Hazırlıklı olmadığı halde Yuna-
nistan’ı AET’ye tam üye olarak kabul etmeye hazırlanırken, Türkiye’yi de aralarındaki da-
nışma mekanizmasına davet edebilirlerdi. Böyle bir iyi niyet jestine de gerek görmemişler-
dir. Gerçi Dokuzlar’ın bu gibi davranışlarında Türk Hükümetinin yeterince kararlı ve açık
bir tutum izlememesi de etken olmuştur. Ama bu, Dokuzlar’ın Türkiye’ye yeterince iyi ni-
yet göstermedikleri gerçeğini değiştirmez.
Yalnız bu dönemde Almanya Türkiye’ye askeri yardımı arttırarak ambar-
gonun bazı etkilerinin giderilmesinde yardımcı olacaktır.36 Bu arada, 1975 yı-
lında Yunanistan, Kıbrıs olayının şoku ve devrilen askeri Cunta dolayısıyla
yeniden güç kazanmak için AET’ye başvurduğunda Topluluk Türkiye’yi de
uyarmış, Genel Sekreter E. Noel, Türkiye’nin temsilcisi Tevfik Saracoğlu’na
önce giren Yunanistan’ın sonradan vetosunu kullanarak, Türkiye ile Toplulu-
ğun ilişkilerini engelleyeceğini bildirmiştir. Fakat dönem, Demirel’in Adalet
Partisi ile Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nin ve Türkeş’in MHP’sinin kurdu-
ğu ‘Milliyetçi Cephe’ dönemi idi. Çağlayangil, Dışişleri bakanı olarak Demi-
rel’den işareti almış ve tavrını koymuştur: “Erbakan’lı hükümet Avrupa Toplulu-
ğuna girişi onaylamayacağı için, başvuru yapılması gereksizdi.”37
Netice itibarıyla Türkiye-Batı ilişkilerinde bu döneme damgasını vuran
hadise Kıbrıs Barış Harekâtı ve ABD ambargosu olmuştur. Ambargoda başrolü
oynayan Kongre, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda geri adım atmasını hedefle-
miş, fakat bu adım tam tersi bir sonuç vermiştir. Diğer taraftan özellikle Rum
asıllı Kongre üyelerinin ulaşmaya çalıştıkları bir diğer hedefe ise kısmen ula-
şılmış ve Türk ordusu mevcut silahların yedek parçalarının temini konusunda
sıkıntıya düştüğünden dolayı kısmen zarara uğramıştır. Fakat bu olumsuz
durum beraberinde TSK’nın alternatif silah sistemlerine yönelmesine ve ülke-
de milli savunma sanayinin geliştirilmesi yönünde milli bir iradenin ortaya
çıkışına zemin hazırlamıştır. Ayrıca, ülkede ABD’ye karşı eğilimlerde ciddi bir
tavır değişikliği kendini hissettirmeye başlamış, Türk kamuoyunda Amerikan
karşıtlığı daha da güç kazanmıştır. Tüm bu gelişmeler sonucu Türkiye, yeni dış
politikası çerçevesinde Doğu, Batı ve Arap ülkeleri arasında kendisini dengede
tutabilecek tek dayanak noktası olarak AET’yi görerek Batı Avrupa ile bütün-
leşme sürecine hız kazandırmak istemiş ama 12 Mart muhtırasıyla kesintiye
uğrayan Türk siyasal hayatı dış politikada da başlamış sürecin tamamlanması-
na olanak tanımamıştır. Güvenilir bir müttefik olduğumuzu göstermiş ama
ittifak bağlantılarımız dışında kalan dünyaya daha çok açılmaya başlamıştık.38
Türkiye artık sadece kendi güvenliğini ilgilendiren konularda kendine yeterli
olması gerektiğini idrak etmeye başlamıştır. Johnson Mektubu ve Amerikan
silah ambargosunun etkileriyle dış politikada çok taraflı ilişkilerin önemi orta-
ya çıkıyordu.39

530
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

3. SSCB ve Ortadoğu ile İlişkiler


Bu dönemde, Türk-Sovyet ilişkileri de iniştedir. 1964’te Kıbrıs sorunu bağ-
lamında Türk dış politikasında ABD ile yaşanılan Johnson Mektubu krizi son-
rası çok yönlülük ve destek arayışlarının bir sonucu olarak karşımıza çıkan
Türk-Sovyet ilişkilerindeki bahar ve işbirliği havası (diğer bir ifadeyle yeni ve
farklı süreç), 1970’li yıllarla birlikte yerini bir durgunluğa, hatta yeniden so-
ğukluk dönemine bırakmaya başlamıştır. Armaoğlu bunun nedenini şöyle
ifade etmektedir:40
1968’de Türkiye’de başlayan sol hareket ve kaynaşmalar giderek anarşi ve teröre dönüşür-
ken, Sovyet kontrolü altında bulunan sosyalist ülkelerin basın ve yayın organları, bir yan-
dan Türkiye’deki rejim aleyhine yayınlar yapmış, bir yandan da anarşi ve terörün kışkırtıcı-
sı olmuşlardır. Bir yandan anarşi ve terörün esas itibarıyla Marksist karakterde olması, öte
yandan da bu kışkırtıcı yayınlar, Türk kamuoyunun gözünden kaçmamış ve Sovyet Rusya
hakkındaki şüphecilik ve güvensizlik yeniden canlanmaya başlamıştır.
Kıbrıs’taki gelişmeler Ankara-Moskova hattındaki ilişkileri etkilemiş olsa
da, bunun başlı başına belirleyici olduğunu söylemek çok güçtür. Birinci Barış
Harekâtı’nı destekleyen SSCB, ikinci müdahaleye karşı çıkmıştır. Türkiye’nin
1974’teki II. Kıbrıs Barış Harekâtı’na Sovyet Rusya’nın karşı çıkması ve 23
Ağustos 1974 deklarasyonu ile Türk askerinin adadan çekilmesini istemesi,
Garanti Antlaşması’nı geçersiz sayması ve Kıbrıs sorununun uluslararası bir
konferansta ele alınmasını istemesi, durağan haldeki Türk-Sovyet ilişkilerine
önemli bir darbe vurmuştur.41 SSCB’nin Türkiye’ye karşı takındığı bu tavırda,
Yunanistan’daki gelişmeler önemli bir rol oynamıştır. Türkiye’nin birinci Kıb-
rıs harekâtı üzerine 23 Temmuz’da Yunanistan’daki askeri rejimin işbaşından
çekilmesi ve Karamanlis hükümetinin kurulması ve özellikle Yunanistan’ın
NATO’dan çıkması, Sovyetleri Yunanistan’a yöneltmiştir. Diğer taraftan,
SSCB’nin Amerika’nın Türkiye’ye silah ambargosundan büyük bir memnuni-
yet duyduğu, fakat bunu ikili ilişkilerin geliştirilmesi ve dinamik bir hale geti-
rilmesi kapsamında değerlendiremediği de görülmektedir. Burada SSCB’nin
Yunanistan’a yakınlaşma politikası kadar, Türkiye’deki ideolojik terörün etkisi
de belirleyici olmuştur. Türk kamuoyu ve karar alıcı mekanizması, en azından
1978’e kadar ülkedeki terör-anarşi ortamında faaliyet gösteren Marksist ve
komünist örgütlere dönük destek gerekçesiyle SSCB’ye mesafeli durmuştur.
Diğer taraftan, Türk dış politikasında Ortadoğu’ya dönük açılım bu dö-
nemde de devam etmektedir. Türkiye’nin 70’li yıllarda Arap ülkeleriyle yakın-
laşmasının bir nedeni siyasi alanda meydana gelen gelişmelerken, diğer önemli
neden ise ekonomiktir. Kıbrıs meselesini yanı sıra 1970’li yıllarda yaşanan pet-
rol krizi de, Türkiye-İsrail ilişkilerini etkileyen önemli bir unsurdur. Petrol
fiyatlarındaki yükseliş, Türkiye’nin petrol ithalatını finanse edememesi sorunu,
Türkiye’yi Ortadoğu Pazarına girmeye ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştir-
meye sevk etmiştir. Ekim 1973’teki Arap-İsrail savaşından sonra Türkiye Arap
ülkelerine daha da yakınlaşmış bu tarihten sonra Filistin Devleti kurulması
fikri üzerinde durmaya başlamış, Ocak 1975’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nü
(FKÖ) Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanımış42 ve 10 Kasım 1975’te BM
Genel Kurulunun siyonizmi ırkçılığın bir türü olarak kabul eden kararına

531
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

olumlu oy vererek bir kez daha Arap-İsrail sorununda Araplardan yana tavır
almıştır.43
Ayrıca, 12 Mart Dönemi’nden sonra 70’li yıllar boyunca Türkiye’nin Arap
ülkeleriyle ilişkilerinin giderek gelişmesine paralel olarak İKÖ ile ilişkilerinin
de geliştiği görülmektedir. Bu kapsamda 1975’te Cidde’de gerçekleştirilen İKÖ
Dışişleri Bakanları Konferansı’na ilk kez Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri
değil, bizzat Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil katılacaktır. Türkiye’nin
attığı bu adıma yanıt gelmekte gecikmeyecek ve aynı toplantıda Kıbrıs Türk
Federe Devleti Başkanı Rauf Denktaş, Devlet Bakanı Çelik ve Kıbrıs Müftüsü
konferansa “konuk” olarak kabul edileceklerdir. Yine, İKÖ konferansı 12–15
Mayıs 1976 tarihleri arasında İstanbul’da toplandığında, 1969’daki Rabat top-
lantısına bu katılımın laiklik ilkesiyle çelişip çelişmeyeceği hususunda tered-
dütler yaşayan Türkiye’nin artık bu türden tartışmaları çoktan aştığı ve bölge
ile ilişkilerini geliştirme noktasında yeni bir gündem belirlediği görülmektedir.
Nitekim İstanbul’daki konferansta Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün mesajı
okunmuş, Başbakan Süleyman Demirel ise bir konuşma yapmıştır. Filistin ko-
nusunda Araplarla bir kez daha birlikte hareket edileceğinin altı çizilmiş ve
Türk heyetinin girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin ku-
rulmasına karar verilmiştir.44
C. 1978–1980 DÖNEMİ
1. Batı’yla İlişkiler
1970’lerin sonlarına ABD ile olan ilişkilerde yaşanan sıkıntılar, Sovyet teh-
didinin azalması ve Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunlar, Bülent Ecevit’in
“yeni bir milli güvenlik ve savunma kavramıyla dış politika” benimsemesine
yol açmıştır.45 Ecevit, Türkiye’nin NATO çerçevesinde çok ağır bir yük altına
girdiğini ve ABD’ye fazla bağımlı hale geldiğini savunarak, Türkiye’nin kuv-
vet indirimine gitmesini, kendi savunma sanayisini geliştirmesini ve komşu
ülkelerle karşılıklı güven esasına dayalı ilişkiler geliştirmesini savunmaya baş-
lamıştır. Bu kapsamda Haziran 1978’de Sovyetler Birliği’yle “İyi Komşuluk
Dostluk ve İşbirliği” prensiplerine dayalı bir siyasi belge imzalanmıştır. Fakat
bu belge, SSCB’nin üzerinde çalıştığı saldırmazlık paktından daha fazlasını
içermekteydi. Nitekim Ecevit antlaşmanın neticeye varması için Moskova’ya
gerçekleştirdiği ziyarette Sovyetlerin artık Türkiye’nin güvenliğine yönelik bir
tehdit oluşturmaması nedeniyle, Ankara’nın ABD ve NATO ile olan işbirliğini
azaltacağını duyuracaktır. Yalnız bu açıklama, hiç kuşkusuz, Sovyetlerin bir
beklentisi olan Türkiye sınırları içindeki ABD üslerini kapatma ve Ankara’nın
NATO üyeliğinden çekilmesi anlamına da gelmemekteydi. Nitekim Ecevit
yaptığı açıklamada bu hususu şu şekilde dile getirmekteydi: “Yeni milli savun-
ma kavramı… NATO üyeliğinin devam etmesine bağlı olmamalıdır… Her şeye rağ-
men NATO’dan ayrılmak niyetinde değiliz.”46
ABD yönetiminin Kongre üzerindeki etkisini tekrar kazanmasına paralel
olarak Türkiye’ye silah ambargosunun 12 Eylül 1978’de tamamen kaldırmasıy-
la Ankara-Washington krizinde ibre tersine dönmeye başlamıştır. Ambargo-
nun 1978’de kalkmasının ardından Türkiye-ABD ilişkilerinde belirli bir iyileş-

532
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

me görülmekle beraber, Ankara’nın ambargo yıllarında yöneldiği “çok boyutlu


dış politika” da esas olarak devam etmekteydi. Bu dönemde ABD Yönetimi,
Türkiye’nin SSCB ile özellikle ekonomik alanda yakınlaşmasını dikkat ve endi-
şeyle izliyordu. Bu yakınlaşmanın askeri değil ekonomik ağırlıklı ve biraz da
ambargoya cevap bir nitelik taşıdığı değerlendirmesi ABD’nin bölge uzmanları
arasında genellikle kabul görürken, Türkiye’nin temel bir ideolojik kayma ile
Doğu blokuna yönelmekten çok bağlantısızlara yakınlaşma ve bölgesellik ba-
zındaki ilişkilerin geliştirilmesi eğiliminde olduğu saptaması yapılmaktaydı.
Türkiye’nin SSCB’ye yakınlaşmasının, NATO’ya ilişkin konumunda önemli bir
değişiklik yaratmayacağı düşünülmekteydi.47
Nitekim bu görüşü teyit eden bir gelişme, Amerikan Kongresi’nin 1978
Temmuz sonu ile Ağustos başında Türkiye’ye uygulanmakta olan ambargoyu
kaldırmaya karar vermesi ile yaşanmıştır. Bu karara Yunanistan’ın ardından
SSCB’nin de karşı gelmesi, ABD’li bölge uzmanlarını haklı çıkartmıştır. Sovyet
Rusya, bu karar sonrası Türkiye’nin silahlanmasından ve Ankara-Washington
ilişkilerinin düzelmesinden duyduğu rahatsızlığı saklama gereği duymamış ve
ambargonun kaldırılıp, Türkiye’ye silah verilmesini barış için bir tehlike ve
Doğu Akdeniz ve Ege’de bir dengesizliğin kurulması olarak telakki etmiştir.
Moskova’nın bu tepkisi, haliyle Ankara tarafından hiç de hoş karşılanmamış-
tır.48
ABD’nin Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunu kaldırmasının ardın-
dan, feshedilen 1969 OSİA ve yürürlüğe girmeyen 1976 SEİA’sının yerini ala-
cak yeni ve kapsamlı bir anlaşma yapılması için iki taraf bir araya gelmiş ve 29
Mart 1980 tarihinde Türkiye-ABD arasında yapılmış en kapsamlı anlaşma nite-
liğinde olan yeni SEİA anlaşması imzalanmıştır. Söz konusu anlaşma ancak 12
Eylül askeri darbesinden sonra, 18 Kasım 1980’de Bakanlar Kurulu Kararı ile
onaylanmış ve 1 Şubat 1981’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe gire-
bilmiştir.49
Yine bu yıllarda Türkiye’nin ABD açısından stratejik önemi, belki de en
fazla Orta Doğu’ya ilişkin konumundan dolayı ortaya çıkmaya başlamıştır.
ABD’nin Türkiye, Mısır ve İsrail arasında işbirliğine verdiği önem artmış ve
Türkiye’nin Camp David antlaşmaları ile başlatılmış Orta Doğu barış sürecine
katkıda bulunabileceği inancı belirmiştir. Bu noktada bölgede gerçekleşen İran
İslam Devrimi, Türk-Amerikan ilişkileri açısından da bir dönüm noktası oluş-
turmaktadır. Nitekim Başkan Jimmy Carter İran’daki rejim değişikliğinin ar-
dından, ülkesinin Basra Körfezi’nde ve Güney Batı Avrasya’da “hayati çıkarla-
rı” bulunması nedeniyle bölgenin güvenliği ile doğrudan ilgilendiklerini be-
lirtmekte, bölgeye yönelik bir Çevik Kuvvet (Rapid Deployment Force) oluştu-
rulması konusunu gündeme getirmekteydi. Bu bağlamda Türkiye yine önemli
bir konuma sahip olmaktaydı. Bununla birlikte, Orta Doğu’da “öne çıkmak
istemeyen” Türkiye’nin, oluşturulması düşünülen bu gücü topraklarında ba-
rındırmak veya ona kolaylık sağlamak konusunda pek istekli olmadığı görül-
mekteydi. Nitekim Tahran’daki ABD Büyükelçiliği personelinin rehin alınması
sonrasında, ABD’nin İran’a yönelik muhtemel bir hava harekâtında toprakla-
rının kullanılması konusunda, 1979 yılı sonlarında yeniden başbakan olan Sü-

533
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

leyman Demirel tarafından kapı tamamen kapatılmadıysa da, Türkiye Was-


hington tarafından olumsuz olarak yorumlanabilecek bir tutumu sürdürmüş-
tür. Türkiye, Çevik Kuvvet’in ülkesinde konuşlandırılmasını istemediğini res-
men de açıklamıştır.50
Diğer taraftan, Kıbrıs krizi nedeniyle, Yunanistan NATO’nun askeri kana-
dından çekilmiş olması, ABD ve NATO’yu zor durumda bırakmaya başlamış-
tır. Bunun sonucunda, Yunanistan’ın yeniden NATO’ya dönmesi gündeme
gelmiş ve geri dönüş için de Türkiye’nin onayı gerekmeye başlamıştır.51 Bu
durumu Süleyman Demirel şöyle anlatmaktadır: 52
1979 Kasımında biz tekrar hükümet olduk. Hükümeti kurduğumuz zaman, Kıbrıs meselesi
hala Batı ülkelerine göre ortadaydı ve Türk-Amerikan münasebetlerine tesirini sürdürüyor-
du. Buna ilaveten NATO’yu terk etmiş bulunan Yunanistan’ın bu teşkilata yeniden dönmesi
hadisesi çıkmıştı. Biz Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olarak Yunanistan’ın aynı şartlarla
NATO’ya dönmesine razı olmadık. Amerika, Yunanistan’ın mutlaka NATO’ya dönmesini
istiyordu ve bizim önümüze de çeşitli teklifler koydu. Bizi ikna etmeye çalışıyordu. 12 Eylül
1980 tarihine kadar biz mutabakat ve muvafakat vermedik.
Fakat Türkiye’deki askeri yönetimin lideri Kenan Evren, hiçbir zaman yü-
rürlüğe sokulmayacak olan “Rogers Planı” karşılığında Yunanistan’ın
NATO’nun askeri kanadına dönmesine izin verecektir.53
Hiç kuşkusuz, bu dönemde de Demirel’in kuşku toplayan yanı dış politi-
kası olmuştur. Nitekim 1965–1971 yıllarında izlediği dış politikayla Batı’nın
şimşeklerini üzerine çeken Demirel, 1971 yılından sonra yine iktidara geldi-
ğinde bu tutumunu fazla değiştirmemiştir. Demirel Batı’dan yana olmakla
birlikte, olayların boyutu onu da aşmaya başlamıştır. Nitekim 8 Ocak 1980
günü, ABD ile Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nın son ayrıntısını tamamlamak
üzere Ankara’ya gelen, Dışişleri Bakan yardımcılarından Nimetz’e, ‘Türki-
ye’deki üsleri bizim iznimiz olmadan başka amaçlar için (Çevik Kuvvet) kulla-
namazsınız’ diyerek Carter Doktrini’ne ilk zorluğu çıkarması, Yunanistan’ın
NATO’ya geri dönüşünü ‘Hakkımızı verip, geri gelsin’ deyip reddetmesi, Türk
Başbakanının hiç de lehine puanlar olmamıştır.”54 Diğer taraftan, 1978–79 dö-
neminde, toplumun demokratik etkinliği, kitlelerin talepleri hükümette ege-
men olan sağlıklı değerlendirmelerle bütünleşerek Türk dış politikasına yeni
bir ivme kazandırmıştır. Türkiye, aktif, barışçıl, sorumlu, kişilikli, çok yönlü ve
tamamen ulusal çıkarlara yönelik bir dış politika izlemiş, BM organlarındaki
tutumuna da bu yansımıştır.55
Ambargonun kalkmasının ardından Türkiye-ABD ilişkilerinde belirli bir
iyileşme görülmekle beraber, Türkiye’nin ambargo yıllarında yöneldiği “çok
boyutlu dış politika” da esas olarak devam ediyordu. Bu çerçevede, 1980–1991
dönemine kadar olan gelişmeler içinde, Türk-Amerikan ilişkilerinde fazla bir
hareketlilik görülmez.56 Bu dönemde ABD Yönetimi, Türkiye’nin SSCB ile,
özellikle ekonomik alanda söz konusu olan yakınlaşmasını dikkat ve endişeyle
izliyordu. Bu yakınlaşmanın askeri değil ekonomik ağırlıklı ve biraz da am-
bargoya cevap bir nitelik taşıdığı değerlendirmesi ABD’nin bölge uzmanları
arasında genellikle kabul görürken, Türkiye’nin temel bir ideolojik kayma ile

534
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

Doğu blokuna yönelmekten çok bağlantısızlara yakınlaşma ve bölgesellik ba-


zındaki ilişkilerin geliştirilmesi eğiliminde olduğu saptaması yapılmaktaydı.
Bu çerçevede 1979 yılındaki Amerikan istihbarat raporlarında yer alan bir bil-
gide, Başbakan Bülent Ecevit’in bölge devletleriyle ilişkileri ve dayanışmayı
geliştirme noktasında bölge ülkelerinde görev yapan Türk büyükelçileriyle bir
toplantı gerçekleştirdiği ve bu toplantıda Türkiye ve bölge ülkeleri arasındaki
geçmişe dönük sorunların ve şüphelerin bir kenara bırakılmak suretiyle, bölge
sorunlarının yine bölge ülkeleri tarafından çözülmesi yolunda bir girişimde
bulunmaları gerektiği belirtilmektedir. Buna göre, Türkiye, bölgeye geçmişe
göre daha yakın ve açık bir durumda olacaktır.57
2. Sovyetler Birliği ve Ortadoğu ile İlişkiler
Bu dönemde Türkiye’nin SSCB ile yakınlaşmasının, bu ülkenin NATO’ya
ilişkin konumunda önemli bir değişiklik yaratmayacağı düşünülmekteydi.
Hatta 1970’lerin sonlarına gelindiğinde Türkiye’nin tehdit algılamasının yönü-
nün değişmeye başladığına dair bir takım iddialar da gündeme getirilmeye
başlanmıştı. Öyle ki, tehdidin artık kuzeyden değil, batıdan geldiği konuşulu-
yordu. Nitekim 23 Şubat 1978’de TBMM’de Dışişleri Bakanlığı bütçesi konuşu-
lurken CHP adına söz alan Haluk Ülman, Türkiye’ye tehdidin Yunanistan’dan
geldiğini açıklamaktaydı. Aynı şekilde Nisan 1978’de Sovyet Genelkurmay
Başkanı Mareşal Ogarkov’un Türkiye ziyareti de bu kapsamda önemli bir dö-
nüm noktasını oluşturmaktaydı. Ogarkov, Türkiye’ye silah yardımında bulu-
nabileceklerini söylüyordu. Mayıs 1978’de Başbakan Ecevit yaptığı bir konuş-
mada Türkiye’ye tehdidin Moskova’dan gelmediğini açıklamıştı. Ardından 21–
25 Haziran 1978 tarihleri arasında SSCB’yi ziyaret eden Ecevit, 23 Haziran’da
Sovyet yönetimiyle üç belgeye (İyi Komşuluk ve Dostça İşbirliği Siyasal Belge-
si, yeni bir kültür protokolü ve Karadeniz’de Kıta Sahanlığının Sınırlandırıl-
masına İlişkin Anlaşma) imza attı.58
1970’lerin ikinci yarısında ABD’nin silah ambargosu sonucu ikili ilişkiler-
de daha fazla bir derinleşme beklenirken, dönem boyunca (özellikle dönem
sonunda) yaşanan bir takım gelişmeler Türk-Sovyet yakınlaşmasına darbe
vuracaktır. Bunlar:59
1. İkinci Barış Harekâtı’na dönük Sovyet bakışının değişmemesi;
2. İç siyasetteki tutarsızlıklar (Örneğin, CHP hükümetleri SSCB ile dosta-
ne ilişkilerden yana bir tavır takınırken; AP, MSP, CGP, MHP’den olu-
şan I. ve AP, MSP, MHP’den oluşan III. Milliyetçi Cephe hükümetle-
rindeki Sovyet karşıtı tutum ve bunun ikili ilişkilere yansımaları);
3. 1978 siyasal belgesinin imzalanmasından iki ay sonra (ABD’nin Türki-
ye’ye uyguladığı silah ambargosunu kaldırmasının ardından) Türki-
ye’deki Amerikan askeri üslerinin yeniden açılması;
4. SSCB’nin Afganistan’ı işgali.
Bunlar içinde Türkiye açısından özellikle Aralık 1979’da SSCB’nin Afga-
nistan’a müdahalesi Türkiye’de kaygı yaratacak ve Sovyetlerle olan ilişkileri
olumsuz etkileyecek, Ankara’nın Washington ile olan ilişkilerinin tekrar geliş-
mesine neden olacaktır.

535
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Hiç kuşkusuz, yakın tarihte, Orta Doğu alt sisteminin bir parçası olarak bu
bölgede gelişen her olay Türkiye’yi ciddi bir şekilde etkilemiştir. Bu anlamda
1980’lerde ortaya çıkan İran-Irak Savaşı’nın ve iki ülke arasındaki güç mücade-
lesinin Ankara açısından son derece kaygı verici bir gelişme olduğunu söyle-
mek mümkündür;60 ancak şunu da belirtmek gerekir ki İran-Irak Savaşı’nda
bile Türkiye taraf tutmamış, savaşın başlangıcından itibaren aktif bir tarafsızlık
izlemiştir. Türkiye açısından savaş hem borçlar dengesinde ödeme rahatlığı
sağlamış61 hem de büyük bir pazar ve petrol ihtiyaçlarını gidermek açısından
önemli bir kaynak teşkil etmiştir.
1970’lerin ortalarında gerek Türk-Arap gerekse Türk-İran ilişkilerinde
ekonomik boyut önemli bir yer tutmuş, önce 1973-74’te daha sonra 1980-81’de
gerçekleşen fiyat artışları, petrol tüketiminin çoğalması, Türkiye’nin petrol
konusundaki sıkıntıları, Orta Doğu politikalarına da yansımıştır.62 Türkiye’nin
bölgeden ithalâtı 1970’de 64 milyon dolardan 2,8 milyar dolara çıkmış, aynı
dönemde ihracatı ise 54 milyon dolardan 3 milyar dolara yükselmiştir;63 ancak
gerçek patlamanın İran-Irak savaş sırasında gerçekleştiği söylenebilir. Tüm
trajedisine rağmen bu savaştan en kârlı çıkan taraflardan birinin Türkiye oldu-
ğunu söylemek mümkündür. Ticaret konusunda her iki ülke ile de ciddî bağ-
lantılar kurmuş, aynı zamanda hem bölgesel anlamda hem de olası bir İran
zaferi karşısında stratejik açıdan önem kazanmış, ayrıca yurt dışından yardım
almaya başlamıştır. Bu durum ciddî bir ekonomik çıkmaz içinde bulunan Tür-
kiye için büyük bir fırsat olmuştur. Aynı zamanda 1980’lerin ilk yıllarında
ekonomik anlamda ciddî sorunlar yaşayan Türkiye, 24 Ocak 1980’de ülke eko-
nomisini dış dünyaya açarak aktif bir yapıya kavuşturmayı plânlayan ünlü 24
Ocak kararlarıyla tanışmıştır. Bu önemli projenin başında, ülkenin sorunlarını
dış pazarlara açılmakla ve uluslararası pazarda, rekabet edebilecek malları
üretebileceği bir endüstriyel gelişmişliğe sahip olmakla çözeceğine inanan DPT
Başkanı Turgut Özal bulunmaktaydı.64 Böyle bir programın temelinde yatan
hedef ithalât ve ihracatın artırılması olduğu için, İran-Irak Savaşı daha uygun
bir zamanlamayla ortaya çıkamazdı. Her iki ülke de ihtiyaçlarını karşılamak
için yüzlerini coğrafî açıdan kendilerine çok yakın olan Türkiye’ye dönmüşler-
di. Türkiye, her iki ülkenin pazarında da önemli başarılar elde etti. Örneğin,
1983’te İran’a ihracat daha önceki dönemlerle karşılaştırıldığında yirmi beş kat
artmakla kalmadı, aynı zamanda Şah rejiminin son yılında İran, Türkiye’nin en
önemli müşterisi hâline geldi. Irak ile ticarî ilişkilerde, İran gibi olmasa da
ciddî bir artış yaşandı.65 Bu yüzden de ABD, İran İslâm Cumhuriyeti’nin rehin
krizi nedeniyle ambargo uygulamaya başladığında, Türkiye yaptırımları des-
teklemeyi reddetmiş ve İran ile ticarî ilişkilerini geliştirmeye devam etmiştir.66
Aynı zamanda 1970 ile 1985 arasında 200 bin Türk işçisi bölgede çalışmıştır.67
SONUÇ
Türk dış politikası açısından 1971–1980 dönemi, Batı karşısında göreli bir
özerkleşme yaşamakla birlikte, temelde radikal bir değişimin olmadığı, fakat
daha sonraki yıllarda Türk dış politikasını biçimlendirecek olan zihniyet dev-
riminin büyük ölçüde gerçekleştiği yıllar olarak ön plana çıkmaktadır. Bu kap-
samda Kıbrıs, öncelikli gündem maddesi olarak (iç politikadaki tüm istikrarsız

536
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

ortama rağmen), Türk dış politikası açısından “çok yönlülük” arayışlarında


temel etkenlerden biri olmaya devam edecektir. Türkiye, Batı’da yaşadığı ha-
yal kırıklığını ağırlıklı olarak kuzeyinde ve güneyinde telafi etmeye çalışmıştır.
Nitekim Türk-Amerikan ilişkilerinin bir anlamda “dip yapmaya” başladığı bu
dönemde, Türk-Sovyet ilişkileri ekonomik temelde büyük bir yakınlaşma içine
girmeye devam etmiş, süreç 1978’de Sovyetler Birliği’yle “İyi Komşuluk Dost-
luk ve İşbirliği” prensiplerine dayalı bir “Siyasi Belge”nin imzalanması ile neti-
celenmiştir. Diğer taraftan, Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle birlikte, Soğuk
Savaş’ın yeniden alevlenmesiyle Türk-Sovyet ilişkileri de darbe alacak ve Tür-
kiye dış politikada da önemli sonuçlarını gösterecek olan 12 Eylül 1980 Askeri
Müdahalesi’ni yaşayacaktır. Ayrıca, Arap ülkeleriyle, cumhuriyet tarihinin
hiçbir döneminde olmadığı kadar sıkı ilişkiler kurulması yolunda önemli
adımlar yine bu dönemde atılacaktır.
Diğer taraftan 1971–1980 dönemi, aynı zamanda Türkiye’nin daha ziyade
terör, askeri darbeler, koalisyonlar ve ekonomik sorunlarla içe dönük geçirdiği
yıllar olarak Türk siyasi tarihi içindeki yerini almaktadır. Bunun olumsuz yan-
sımaları yoğun olarak dış politikamıza yansımıştır. Öyle ki, dışişleri temsilcile-
rimize düşen en büyük görevlerden birisi de darbelerin meşruiyeti ve kaçı-
nılmazlığını dış dünyaya anlatabilmek ve ayrıca, uluslararası kuruluşlardan
dışlanmamak için gayret göstermek olmuştur.68 Özellikle, 12 Eylül 1980 Askeri
Darbesi, Üçüncü Dünya ülkelerine yönelik Türk dış politikasını olumsuz etki-
lemiş ve Türkiye’yi uluslararası platformlarda yalnızlık içine sokmuştur.69
1971–1980 dönemi, Türkiye’de yaşanan iç istikrarsızlık ortamının dış politika-
da da kendini önemli ölçüde hissettirdiği, hükümetlerin iktidarda kalma ihti-
mallerinin zayıf olmasından kaynaklanan nedenlerden dolayı ülke çıkarların-
dan çok, koalisyon ortaklarının hassasiyetlerini gözetmek zorunda kaldıkları
ve bu kapsamda esasında siyaseten sürtüşmeli oldukları siyasi ortaklarıyla
zaman zaman pazarlığa giriştikleri bir dönem olarak da kabul edilmektedir.
Hale’in ifadesiyle, bu yıllarda “Türk diplomasisi, kronik iç istikrarsızlığın ve eko-
nomik krizlerin mahkûmu olmuştur.”70

537
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

SONNOT

1 Bkz. Baskın Oran, “1960-1980: Göreli Özeklik-3”, Türk Dış Politikası, Baskın Oran (der.), C.I,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 657.
2
Dönemdeki Türk-Batı ilişkileri için bkz. Mehmet Seyfettin Erol, “Batı ile İlişkiler”, Türk Dış
Politikası (1919-2008), Haydar Çakmak (der.), Platin Yayınları, 2008, ss. 643-649.
3
William Hale, Türk Dış Politikası (1774-2000), Çev. Petek Demir, İstanbul, Mozaik Yayınları,
ss. 152-153.
4 Çağrı Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Baskın Oran (der.), C.I, İs-
tanbul, İletişim Yayınları, 2001, ss. 702-703.
5 Hale, 2003, s. 160.
6 Bkz. Erel Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Baskın Oran (der.), C.I, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2001, ss. 772-776.
7
“Madde 4: Devletlerin içişlerine karışılmaması, Madde 5: Her ülkenin siyasi, iktisadi, sosyal
ve kültürel sistemini seçmek ve geliştirmek hususundaki vazgeçilmez hakkına saygı göste-
rilmesi, Madde 6: Kuvvete ve kuvvet tehdidine başvurulmaması ve toprakların diğer devlete-
re karşı saldırı ve yıkıcı faaliyetler için kullanılmasına müsaade edilmemesi (…).” Bkz. Tellal,
2001, s. 779.
8 “Madde 7: Antlaşmaların ve devletlerarası hukukun diğer kaynaklarından doğan vecibelere
saygı gösterilmesi, Madde 8: Uluslararası anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesi
(…)”, Bkz. Tellal, 2001, s. 709.
9
Tellal, 2001, s. 779.
10
Örneğin, ABD’nin İngiliz Silahlı Kuvvetlerinin Süveyş’in doğusundan çekilmeleri üzerine
Basra Körfezi bölgesinde meydana gelecek güç boşluğunu doldurmak için Türkiye, İran, Pa-
kistan, Suudi Arabistan ve Kuveyt arasında bir güvenlik anlaşması imzalamaları yolundaki
önerisini reddetmesi ve 1970 Ürdün olaylarında İncirlik Üssü’nün ABD tarafından kullanımı-
na izin vermemesi, buna karşılık Araplara yardım götüren Sovyet uçaklarına hava sahasını
açması gibi… Bkz. Melek Fırat-Ömer Kürkçüoğlu, “Orta Doğu’yla İlişkiler”, Türk Dış Politi-
kası, Baskın Oran (der.), C.I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 790, 795.
11
Daha detaylı bilgi için bkz. Fırat ve Kürkçüoğlu, 2001, s. 793.
12 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Baskın Oran (der.), C.I, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2001, s. 740.
13
Nitekim, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) onun Başbakanlığı sırasında Türkiye’de temsilcilik
açabilme imkânını elde edebilmiş ve Arafat da Türkiye'ye yine ilk kez onun konuğu olarak
gelmiştir.
14
Bülent Ecevit, Dış Politika, Ankara, Ajans Türk Matbaacılık Sanayii, s. 76.
15 Ecevit, Dış Politika, s. 75.
16 Erhan, a.g.e., s. 703. Diğer taraftan Hale, bu karar karşısındaki ABD tavrını farklı bir şekilde
şöyle ele almaktadır: “Temmuz 1974’te başa geçen Bülent Ecevit’in sivil hükümeti yasaklamayı kal-
dırdı ama piyasalara meşru olmayan yollardan haşhaş girmesini engellemek için ürün toplanmasıyla il-
gili bir dizi tedbirler aldı. Washington bu tedbirleri kabul etmişti: Aslında bu tedbirlerin alınmasını or-
taya süren Ford yönetiminin kendisiydi ve böylece anlaşmazlık sona ermişti.”, bkz. Hale, 2003, s. 160.
17
Faruk Sönmezoğlu, ABD’nin Türkiye Politikası (1964-1980), İstanbul, DER Yayınları,1995, s.
3.
18 Hale, 2003, ss. 161-162.
19
Şükrü S. Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (1821-1993), Ankara, Ümit Ya-
yıncılık,1993, s. 64.
20
Sönmezoğlu, 1995, s. 76.

538
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

21 Mehmet Altan, Mehmet, Süperler ve Türkiye: Türkiye’de Amerikan ve Sovyet Yatırımları,


İstanbul, Afa Yayınları, 1986, s. 166.
22 ABD Kongresi’nin iki kanadını oluşturan, Türkiye’ye karşı ambargo uygulanması için faaliye-
te geçen Senato ve Temsilciler Meclisi üyeleri şu görüşleri dile getirmekteydi: a) Birinci ha-
rekât, Ada’daki halkın kurtarılması amacına yönelik bir operasyon olarak görülebilir. Fakat,
ikinci harekatın hiçbir meşru dayanağı yoktur; b) Türkiye, müdahale sırasında anlaşmalara
aykırı olarak Amerikan silahlarını kullanmıştır; c) Türkiye’yi işgal ettiği topraklardan çıkma-
ya ikna etmek için en etkili yöntem, silah ambargosu uygulanmasıdır. Böyle sert bir tepki gös-
terilmemesi halinde Türkiye, bu hukuk dışı davranışı nedeniyle ödüllendirilmiş olacaktır.
Buna karşılık, başta Kissinger olmak üzere ABD yöneticileriyse, Kongre’nin tutumunu aşırı
bularak, şu görüşleri savunmaktaydı: a. Taraflardan birini cezalandırmak, sorunun çözümü-
nü zorlaştırır. Silah ambargosu dolayısıyla Türkiye’nin gururunun kırılması, ABD’nin istediği
barışçı çözümü engeller; b. Ambargo, NATO içinde çok önemli bir konumda bulunan Türki-
ye’yi örgüte yabancılaştırır. ABD’nin Türkiye’deki askeri üslerinin varlığı tehlikeye girer; c)
Kongre’nin yürütmenin görevini üstlenerek ambargo kararı alması, ABD Anayasası’nda ifade
edilen güçler ayrılığı ilkesinin açık bir ihlalidir. Kongre’nin bu konudaki aşırı tutumu, ülke çı-
karlarını koruma hedefi güden yönetimin elini kolunu bağlamaktadır; d) Türkiye’ye yönelik
silah ambargosu, ABD’nin İsrail’le ilişkilerini de olumsuz etkileyebilir. Çünkü, İsrail 1967 ve
1973’de Araplara karşı savaşırken Amerikan silahları kullanmıştır. Bkz. Erhan, 2001., ss. 705-
706.
23
Paul B. Henze, B., Turkey and Atatürk’s Legacy: Turkey’s Political Evolution, Turkish-US
Relations and Prospects for the 21st Century, Haarlem, SOTA Publications, 2003, s. 84.
24
Erhan, 2001., s. 707.
25
Ecevit, Dış Politika, ss. 157-158.
26
Faruk Sönmezoğlu, 1995, s. 99-100, 112; Bülent Ecevit, Amerikan istihbarat belgelerinde,
ABD’ye bağımlı olmaktan kaçınan ve ilişkilerinde de buna mümkün mertebe dikkat eden bi-
risi olarak tanımlanmaktaydı. Buna göre Ecevit, parti çalışmalarında daha özgür olmayı tercih
etmekteydi. Fakat, yine de Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği yetkilileri, Ecevit’in dış poli-
tikada radikal sayılabilecek yönelimler ve bu çerçevede bir değişime gitmeyeceğine inanmak-
taydılar. National Security Information, Unauthorized Disclosure Subject to Criminal
Sanctions, Classified by 004050 Exempt from general declassification Schedule of E.O. 11652,
exemption category: 5B(1), (2), and (3) Automatically declassified on: Date impossible to De-
termine.
27 Fahir Armaoğlu, “Yarım Yüzyılın Türk-Amerikan İlişkileri, 1947-1997 (Bir Genel Değerlen-
dirme)”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, 15-17 Ekim 1997, Sempozyuma Sunu-
lan Tebliğler, haz. İsmail Soysal, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999, s. 428.
28 Ecevit, Dış Politika, s. 169-170.
29 a.g.e., s. 174.
30 Altan, 1986, s. 161-162.
31
Sönmezoğlu, 1995, ss. 95-101.
32 Erhan, 2001, ss. 707-708.
33 A.g.e., ss. 708-709.
34 Daha detaylı bilgi için bkz. Ercüment Yavuzalp, Dış Politikada Oyunun Kuralları, Ankara,
Bilgi Yayınevi, 1998.
35 Ecevit, Dış Politika, s. 175.
36
Henze, 2003, s. 89.
37 Mehmet Ali Birand, “AB üyeliğini 22 yıl önce kaçırdık”, Milliyet, 28 Haziran 1997.
38 Ecevit, Dış Politika, s. 75.
39 Nur Bilge Criss, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikaları”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, No.
21, Kasım-Aralık-Ocak 2002/2003, s. 154.

539
1950-1980 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

40 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990), Cilt: 1, Ankara, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 1991, s. 831.
41 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990), 1991, s.831.
42 Kahire’deki Türk Büyükelçiliği aracılığıyla ilk ilişkileri kuran Ankara, 1976’daki 7. İslam
Dışişleri Bakanları Konferansı’nda FKÖ’nün Ankara’da siyasi büro açmasına izin vereceğini
açıklamış, 5 Ekim 1979’da da bu büro Filistin lideri Yaser Arafat tarafından açılmıştır.
43 Fırat ve Kürkçüoğlu, 2001, s. 793, 795.
44
Fırat ve Kürkçüoğlu, 2001, s. 793.
45 Bülent Ecevit’in dış politika yaklaşımı için bkz. Mehmet Seyfettin Erol, “Bülent Ecevit’in Dış
Politika Felsefesi”, Türk Dış Politikası (1919-2008), Haydar Çakmak (der.), Platin Yayınları,
2008, ss. 586-591.
46 Hale, 2003, ss. 168-169.
47 Sönmezoğlu, a.g.e., ss. 122-126.
48
Armaoğlu, Cilt I, 1991, s. 832.
49
Erhan, 2001, ss. 711-712: Bu anlaşma hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Fahir Armaoğlu, 20.
Yüzyıl Siyasi Tarihi, C. 2, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1991, ss. 303-307.
50
Faruk Sönmezoğlu, 1995, s. 122-126; Türkiye, rehinelerin ülkelerine dönmeleri konusunda
ABD’ye tam destek vermekle birlikte, petrol ithalatında önemli bir yer işgal eden İran’a karşı
çeşitli önlemler almak konusunda çok istekli değildi. Ankara’ya göre, İran’a uygulanacak sert
yaptırımlar, Tahran’ın Moskova’ya yaklaşmasını sağlayabilirdi. İran ile komşu olan Türkiye,
doğusunda Sovyet yanlısı bir yönetim görmek istemiyordu. Bkz. Erhan, a.g.e., s. 714.
51
Altan, 1986, s. 168.
52Ag.e., s. 169.; Nitekim, Demirel’in bu tutumunu, ABD’nin Ankara eski Büyükelçisi James

Spain şöyle değerlendirmiştir: “Demirel hükümetinin Çevik Kuvvet’in Türkiye topraklarında


konaklamasına izin vermemesi Demirel’in, Türkiye’de zannedildiği gibi körü körüne Ameri-
kancı olmadığının kanıtıydı. Yani Demirel’in ‘Amerika böyle istiyor’ diye herhangi bir telkini
kabulleneceğini sanmak saflıktı. Zaten Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü
de Amerika bütün girişimlerine karşı Demirel’e kabul ettirememişti.” Bkz. Ufuk Güldemir,
Kanat Operasyonu, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1986, s. 24.
53 Gürel, 1993, s. 65.
54 Altan, 1986, s. 155.; “Çevik Kuvvet” için bkz. Ufuk Güldemir, Çevik Kuvvetin Gölgesinde
Türkiye (1980-1984), İstanbul, Tekin Yayınevi, 1987.
55
Haluk Gerger, “Mayınlı Tarla”da Dış Politika, İstanbul, Hil Yayınları, 1983, s. 59.
56 Armaoğlu, 1999, s. 428.
57
“Meeting of Turkish Middle Eastern Ambassadors”, Confidential Section 1 of 2 Ankara, 3400
E.O. 12065: GDS 5/4/85 (KUX, DENNIS) OR-P OR 040816Z MAY 79 (Bkz. Ek-2)
58
Tellal, 2001, s. 780.
59 A.g.e., s. 781.
60 Gülnur Aybet, Turkey’s Foreign Policy and its Implications for the West: A Turkish Pers-
pective, Londra: Royal United Services Institution for Defence Studies, 1994, s. 16.
61 Ali Fuat Borovalı, “Kurdish Insurgencies, the Gulf War and Turkey's Changing Role”, Conf-
lict Quarterly, Sonbahar, 1987, s. 37.
62 Ramazan Gözen, “The Turkish-Iraqi relations: From Cooperation to Uncertainity”, Foreign
Policy, C. 19, S. 3-4, 1995, s. 52.
63
William Hale, Turkish Foreign Policy (1774-2000), London, Frank Cass, s. 170.
64 Özal, “Komşu ülkelerle olan ilişkilerimizde ortak menfaatlerimizi gözeten, karşılıklı saygı
esasına dayalı ve bölge barışının idamesine yönelik uzun vadeli bir politika takip edilmesin-
den yanayız” demekteydi, bkz. Turgut Özal, Değişim Belgeleri, İstanbul, Kazancı Matbaacı-
lık Sanayi A.Ş., 1993, s. 144.

540
20. Bölüm: 1971-1980 Dönemi Türk Dış Politikası / M. Seyfettin Erol

65 Henri Barkey, “The Silent Victor: Turkey’s Role in the Gulf War”, The Iran/Iraq War: Impact
and Implications, der. Efraim Karsh, Londra, MacMillan, 1989, s. 133-135.
66 Michael Bishku, “Turkey and its Middle Eastern Neighbors since 1945”, Journal of South
Asian and Middle Eastern Studies, C. 15, S. 3, lkbahar, 1992, s. 68; Rehineler krizinde Anka-
ra’nın takındığı tutum, ABD’de ağır eleştirilere neden oldu. Türkiye’nin güvenilir bir müttefik
olup olmadığı sorgulanmaya başladı. Fakat, Türkiye’nin kriz sırasında kararlı tutumu tutarlı
ve akılcıydı. Ankara, başka bir ülkenin çıkarlarını savunmak uğruna Türkiye’nin çıkarlarını
tehlikeye atmamıştı. Bu bağlamda “Rehineler Krizi”, Washington’un Ankara’dan destek iste-
yip de, karşılık alamadığı ender durumlardan birisi olarak tarihe geçti. Bkz. Erhan, a.g.e., s.
715.
67
Hale, 2000, s. 170.
68 Criss, Kasım-Aralık-Ocak 2002/2003, s. 155.
69 Yavuz Gökalp Yıldız, Stratejik Vizyon Arayışları ve Türkiye, İstanbul, DER Yay., 2001, s.
133.
70
Hale, a.g.e., s. 153.

541
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

1980–2008 DÖNEMĐ
TÜRKĐYE’DE ĐÇ VE DIŞ
POLĐTĐK GELĐŞMELER

543
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

544
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

21. BÖLÜM
12 EYLÜL DÖNEMİNDE İÇ VE DIŞ POLİTİKA [1980–1983]]

Birol AKGÜN∗

GİRİŞ
12 Eylül 1980 sabahı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in
başkanlığında ve emir-komuta zinciri içinde Türkiye’deki demokratik siyasi
süreci askıya alarak ülkenin yönetimine el koydu. Aslında bu olay Türkiye’de
Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen ilk hükümet darbesi, coup d’etat, de-
ğildi ve son da olmayacaktı. 27 Mayıs 1960 darbesi demokrasiye müdahalenin
ilki sayılmaktaydı. Ancak Osmanlı’nın son döneminde yaşanan bazı gelişmele-
ri, örneğin II. Mahmut’a kadar sıkça gözlemlenen yeniçerilerin Saraya ve Padi-
şaha kendi iradelerini dayatmak için giriştikleri siyasi isyanları (kazan kaldır-
ma), Abdülaziz’in tahttan indirilerek (hal edilmesi) öldürülmesi olayı ile II.
Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirdiği Babı-Ali baskını
birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’de kökü tarihe uzanan güçlü bir darbecilik
geleneği ve kültürünün varlığı iddia edilebilir. Nitekim 12 Eylül sonrasında da
28 Şubat 1997 Post-modern müdahale sürecini ve 27 Nisan 2007 sanal muhtıra-
sı gibi gelişmeleri de bu siyasi geleneğin yansımaları olarak okunabilir. Türki-
ye’de darbeciliği mümkün kılan ve halkın gözünde meşrulaştıran toplumsal
dinamikleri ise, uzun bir otoriter-monarşik geçmişe dayanan Türk yönetim
anlayışında ve 19. yüzyıldaki Türk modernleşmesi ile 20. yüzyılın başlarında
Türk ulus devletinin kuruluşunda ordunun oynadığı öncü rolde bulmak
mümkündür. Birand’ın da vurguladığı gibi Türkiye’de ordu, uzun süre kendi-
sini devletin ve rejimin tek sahibi ve koruyucusu olarak görmektedir ve yeni
nesil subaylar da eğitim sürecinde hep bu ideale göre yetiştirilmektedir.1 Öte
yandan lise eğitimi alan tüm öğrencilerin aldığı Milli Güvenlik dersleri de,
Türkiye’de askerin siyasal sistem üzerindeki “hegemonik meşruiyetinin” de-
vamını sağlayan önemli bir ideolojik işlev görmektedir.2 Bu nedenle ordu son
zamanlara kadar Türk siyasetinde sınırlarını kendisinin tayin ettiği “olağandı-
şı” ya da “kendine özgü” bir rol oynamaya devam etmektedir ki, bu da siyaset
bilimi literatüründe vesayetçi ya da korumacı demokrasi tipi olarak bilinmekte-
dir.3


Prof. Dr., Konya N. Erbakan Üniversitesi.

545
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Oysa Türkiye otoriter bir yönetimden çok partili sisteme geçişte gelişmek-
te olan ülkeler arasında öncü rol oynayan ülkelerden biridir. Huntington’ın
“ikinci küresel demokratikleşme” dalgası olarak adlandırdığı II. Dünya Savaşı
sonrası dönemde, ülkemizi yöneten siyasal elitler hem içerden gelen talepler
hem de dış etkiler neticesinde tek partili rejimden çok partili rejime geçmeye
karar vermiştir.4 Büyük bir ümitle başladığımız demokrasi yolculuğunun iler-
leyen dönemleri ise ülkemiz insanı adına oldukça sancılı geçmiştir. 1950’den
bu yana neredeyse periyodik hale gelen demokrasinin yönetememe krizleri,
askeri müdahaleler ve yeniden demokratikleşme hareketleri, ülkemizdeki siya-
sal demokrasi geleneğinin yerleşmesini ve kökleşmesini olumsuz yönde etki-
lemiştir. Bu bölümün amacı, 12 Eylül 1980 askeri harekâtını doğuran iç ve dış
etkenler ile askeri idare dönemindeki iç politik gelişmeleri ve yine bu dönem-
deki Türk dış politikasındaki önemli olayları incelemektir.
12 EYLÜL 1980 DARBESİNİN İÇ VE DIŞ NEDENLERİ VE
DAYANAKLARI
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de demokrasinin askeri darbelerle
her on yılda bir kesintiye uğraması yalnızca ülkemize özgü bir durum değildir.
Pek çok gelişmekte olan ülke de demokrasiye geçiş sürecinde benzer sorunlar
yaşamıştır. Özellikle 1945 sonrasında keskinleşen batı ve doğu blokları (kapita-
list dünya-komünist dünya) arasındaki kutuplaşmada gelişmekte olan pek çok
ülke, örneğin Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu’da, sık sık askeri darbelerle
karşı karşıya kalmıştır. Ne yazık ki kendileri demokrasi ile yönetilse de ABD
ve Batı Avrupa ülkeleri, askeri idarelere “güvenlik” gerekçeleriyle ya destek
vermiş veya görmezden gelmişlerdir. Soğuk savaşın en yoğun olarak yaşandı-
ğı 1950–1979 yılları arası dönemde, dünyadaki askeri darbeler 1950–1959 ara-
sında 14, 1960–1969 arasında 36 ve 1970–1979 döneminde ise 24 kez gözlenmiş-
tir.5 Bu nedenle Türkiye’deki 1980 darbesini analiz ederken demokratik yöne-
timlerin çöküşünü hızlandıran ve otoriter yönetimlere meşruiyet sağlayan iç ve
dış etkenleri birlikte düşünmek gerekir. Bu çerçevede 12 Eylül 1980 darbesini
hazırlayan dinamikleri, hepsi birbiriyle ilişkili olarak uluslararası konjonktür,
derinleşen ekonomik kriz, anarşi ve terörün artışı ve siyasi istikrarsızlık başlık-
ları altında incelemek mümkündür.
Uluslararası ortam: Türkiye soğuk savaş yıllarının başından itibaren batı
bloğu içinde yer almış ve batının tüm kurumlarıyla (NATO, Avrupa Konseyi
ve AET) yakın ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır. Türk siyasi elitlerini kayıtsız
şartsız batı bloğu içinde yer almaya iten temel saik ise Sovyet komünizminden
kaynaklanan yakın ve somut güvenlik tehdididir. Hatta denilebilir ki, Türki-
ye’de demokrasiye geçişi belirleyen en önemli dış etken Sovyetler Birliğinin
Türkiye’ye yönelik toprak talepleri ve boğazlar üzerindeki hak iddialarıdır.6
Dolayısıyla soğuk savaş döneminde Türkiye ve Batı bloku arasındaki ilişkiler
daha çok güvenlik ekseninde biçimlenmiştir. Bu nedenle örneğin 1960 darbesi
öncesinde Menderes’in ülkedeki ekonomik darboğazı aşabilmek için Sovyetler
Birliği’yle yakınlaşmaya başlaması, ABD’yi rahatsız etmiş ve darbecileri des-
teklemiştir.7 1980 darbesi öncesinde de hem büyük güçler arasındaki ilişkiler

546
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge, siyasi olarak istikrarsızlaşmış ve


güvenlik sorunları artmıştı.
Özellikle iki önemli gelişme Batının ve ABD’nin Türkiye’ye yönelik bakı-
şını derinden etkilemiştir. Birincisi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ın iç karı-
şıklıklarından faydalanarak bu ülkeyi Aralık 1979’da resmen işgal etmesi; di-
ğeri ise batının enerji güvenliği açısından kritik önemi haiz Basra körfezini
kontrol etme yeteneğine sahip İran’da yaşanan İslam devrimidir. Bu iki geliş-
me, Ortadoğu’nun güvenliğini ve ABD öncülüğündeki Batının çıkarlarını teh-
dit eden önemli gelişmelerdi. Birand’ın belirttiği gibi, İran’da Şah’ın devrilmesi
ile birlikte ABD’nin bölgeyi kontrol altında tutabileceği destekler azalırken
“elde kalan tek sağlam destek Türkiye idi.”8 Dahası ABD, Türkiye’deki artan
siyasal şiddet hareketlerini Sovyet kaynaklı olarak görüyor ve endişe ediyor-
du.9 İşte bir yandan Sovyetlerin yeniden yayılma politikası izlemeye başladığı
endişesi, diğer yandan Batının bölgedeki İran ayağını kaybetmesi ve üstelik
ABD karşıtı bir dış politika izlemeye başlaması, Türkiye’nin siyasi, ekonomik
ve askeri güvenliğinin sağlanmasını NATO ittifakı için de, kritik hale getiri-
yordu. Ortadoğu’da Sovyetler Birliğinin etkisini sınırlandırmak için Başkan
Carter kendi adıyla bilinen ve yabancı güçlerin Basra Körfezinin kontrolünü
ele geçirmeye çalışmalarının ABD’nin hayati çıkarlarına yönelik bir saldırı sa-
yılacağı ve gerekirse askeri kuvvet kullanılacağına ilişkin Amerikan doktrini
durumun ciddiyetini özetliyordu.10 NATO’nun güney kanadında Ortadoğu’ya
ve Sovyetlere sınır bir ülke olarak Türkiye için bunun anlamı, ülke içindeki sağ
ve sol terör örgütlerinin istikrarsızlaştırdığı iç siyasetin zapturapt altına alın-
masını sağlayacak ve böylece NATO’nun güney kanadını güçlendirecek adım-
ların atılmasıdır. Nitekim NATO toplantılarında Türk generallere sürekli ola-
rak ordunun ne zaman harekete geçeceği sorulmaktaydı. O kadar ki, Amerikan
Silahlı Kuvvetler dergisinin Haziran 1980 sayısında “Türkiye öyle bir noktaya
gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış noktası
görülememektedir” denilmekteydi.11
Anarşi ve terörün tırmanışı: 12 Eylül sabahında radyoda okunan darbe bil-
dirisi ve aynı gün darbe lideri Kenan Evrenin TV konuşmasında askeri müda-
haleyi meşrulaştırmak için kullandığı en temel gerekçeler sağ ve sol gruplar
arasında artan siyasal amaçlı şiddet ve terör olaylarıdır. Gerçekten de 1977’den
başlamak üzere Türkiye’de siyasi şiddet ve terör giderek tırmanmış; darbe
öncesi dönemde ülkede her gün ortalama 20 kişi öldürülür hale gelmiştir. Bu
dönemde 5000’i aşkın Türk vatandaşı hayatını kaybetmiştir. 1977 yılında ölüm-
le sonuçlanan 248 şiddet olayı meydana gelmiştir ki, bunların en kanlısı 37
kişinin ölümüyle sonuçlanan ünlü 1 Mayıs olaylarıdır.12 1978’de ise şiddet ve
terör kitleselleşerek devam etmiştir. Bunların arasında en önemlisi 22–24 Ara-
lık tarihleri arasında meydana gelen ve mezhep çatışması görüntüsü veren
Kahramanmaraş olaylarında 105 kişi öldürülmüştür. Bu olaydan sonra 13 ilde
sıkıyönetim ilan edilmiştir. 1979 ve 1980 yılları ülkede asayiş ve güvenliğin
tamamen kaybolduğu bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Abdi İpekçi gibi gaze-
teciler, Prof. Cavit Tütengil gibi akademisyenler ile Güven Sak gibi siyasetçiler
teröre kurban verilmiştir. Özdemir’in verdiği bilgilere göre, 1980 yılı Nisanın-

547
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

da 247, Mayısında 239, Temmuz ayında ise 341 kişi şiddet olaylarında ölmüş-
tür.13 Ülkede sıkıyönetime rağmen terörün durmaması sıradan insanın can ve
mal güvenliğinin kalmadığı kanaatini geniş toplum kesimlerinde iyice pekiş-
tirmiş, toplum psikolojik olarak bir askeri müdahaleye hazır hale
ge(tiri)lmiştir.14
Siyasi istikrarsızlık: Anarşi ve terörü de besleyen temel unsur Türkiye’de
siyasetin 1971 muhtırasından sonra bir türlü istikrara kavuşamamasıdır. 1973
seçimlerinden başlamak üzere hiçbir siyasi parti parlamentoda tek başına ikti-
dara gelecek çoğunluğu sağlayamamış; parlamentodaki parçalanma nedeniyle
ülke iç siyasi tutarlılığı olmayan ve birbirine tam güvenmeyen partilerin zoraki
olarak kurduğu geçici koalisyon hükümetleri ile yönetilmeye çalışılmıştır.
1973–1980 arasında yedi farklı hükümet kurulmuş, siyasi kutuplaşma ve parti-
ler arasındaki ideolojik çatışmalar keskinleşmiştir. Sürekli siyasi krizler ve yö-
netemeyen demokrasi, çok partili siyasetin toplumsal meşruluk zeminini gide-
rek zayıflatmıştır. Siyasi krizi derinleştiren son gelişme ise, 1980 Nisanında
görevi sona eren Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine parlamentodaki
partilerin uzlaşarak yeni bir Cumhurbaşkanını seçmede başarısız olmalarıdır.
CHP ve AP liderlerinin adeta “düşman kampların başkomutanı” gibi15 hareket
ettiği bir siyaset arenasında Cumhurbaşkanlığı makamı tam altı ay vekâletle
idare edilmiştir ki, bu demokrasi ve yönetim krizinin derinliğini anlatan en
önemli örneklerden biri olarak Evren tarafından darbe gerekçesi olarak kulla-
nılacaktır.
Derinleşen Ekonomik Kriz: Askeri darbelerin nedenleri arasında öncelikle
siyasi nedenler sayılmakla birlikte, Altan’ın da ifade ettiği gibi aslında Türki-
ye’deki her darbenin arka planında ciddi ekonomik krizler yatmaktadır. Darbe-
lerin Ekonomisi adlı eserinde Altan, darbelerin dünya kapitalist sistemiyle Tür-
kiye'deki ekonomik gelişmelerin çatıştığı dönemlerde ortaya çıktığını iddia
etmektedir.16 1970–1980 döneminde Türkiye ekonomisi bir yandan petrol kriz-
lerinin şişirdiği enerji faturasının artan yükü, diğer yandan ise büyüme ve sa-
nayileşmek için gerekli olan dış kaynak bulma sorunuyla karşılaşmıştır. Dola-
yısıyla 1977 yılına gelindiğinde kısa vadeli borçlanmalar nedeniyle döviz dar-
boğazı yaşanmaya başlanmış, kaynak sorunu tarihin en büyük devalüasyonu
ile aşılmaya çalışılmıştır. Bunun sonucu olarak temel tüketim malları fiyatla-
rında önemli artışlar meydana gelmiştir. Nitekim enflasyon oranı 1977’de %24,
1978’de %52, 1979’da % 63 ve darbe yılı olan 1980’de ise tarihi bir rekor kırarak
%107 olarak gerçekleşmiştir.
Ekonomiyi düzeltmek için IMF ile yapılan antlaşmalar ise siyasi istikrar-
sızlık nedeniyle uygulamada başarısız kalıyordu. Öte yandan, siyasallaşan işçi
sendikaları sık sık grevlere başvuruyor, ülkede üretim süreci sekteye uğruyor-
du. 1978 yılında 87 işyerinde, 1979 yılında 126 işyerinde greve gidilirken 1980
yılının ilk 9 ayında 220 işyerinde grevler nedeniyle üretim durmuştu. 12 Eylül
olduğu gün yalnızca DİSK’e bağlı 57 bin işçi grevdeydi.17 Ülkede pek çok temel
tüketim maddesinde kıtlıklar yaşanıyor ve uzun kuyruklar oluşuyordu. Oysa
Türkiye’nin artan dış borçlarını ödeyebilmesi için daha fazla üretmesi ve ihra-
cat yaparak döviz kazanması gerekiyordu. İşte tam da bu amaçla, Demirel

548
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

hükümeti döneminde Turgut Özal’ın hazırladığı 24 Ocak 1980 ekonomik ka-


rarları devreye sokuldu. Türkiye ithal ikameci kalkınma yerine ihracata dayalı
yeni bir ekonomik modele geçişi deniyordu. Amaç iç talebin kısılarak üretilen
malların ihracata yönlendirilmesi ve Türkiye’nin neo-liberal küreselleşme sü-
recine eklemlenmesini sağlamaktı. Böyle bir radikal ekonomik programın ise
sosyal haklar kısılmadan ve grevler durdurulmadan çok partili demokratik bir
ortamda başarılı olması mümkün görünmüyordu. Bu da ordu eliyle yapılacak-
tı.18
1980’e gelindiğinde Türkiye’de askeri bir darbeyi içeride ve dışarıda meş-
ru kılacak ekonomik, siyasi ve askeri şartlar gerçekleşmişti. Yeni bir askeri re-
jimden beklenen iki temel işlev vardı: Ülkede siyasi bir restorasyon yaparak
kaybolan can ve mal güvenliğini yeniden sağlamak ve siyasi ve sosyal haklara
kısıtlama getirerek ekonomik ve sosyal hayatı sermaye lehine yeniden düzen-
lemekti.19 Bu arada da, çalışmanın sonunda değinilecek olan, Amerika ve
NATO’nun Türkiye’den beklediği bölgesel rolü oynamasını sağlayacak siyasi
zemini hazırlamaktı.
12 EYLÜL DÖNEMİ VE İÇ SİYASET
Derinleşen ekonomik ve siyasi kriz ve artan anarşi ve terör olayları nede-
niyle Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve kuvvet komutanları 27
Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e siyasi muhataplarına iletil-
mek üzere bir uyarı mektubu verdiler. Mektupta özetle, ülkede artan terör ve
asayiş sorunlarının rejimi tehdit eder hale geldiğine değiniliyor ve mevcut
Anayasanın sağladığı özgürlüklerin kötüye kullanılmasına rağmen siyasi par-
tiler arasındaki ideolojik bölünmeden kaynaklanan uzlaşmazlık nedeniyle ge-
rekli anayasal düzenlemelerin yapılmasının engellendiği belirtiliyordu. Deva-
mında ise, “Bölgemizdeki gelişmeler, Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya
dönüşebilecek durumdadır. İçte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir
ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar. Ülkede birlik ve beraberliğin, va-
tandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve
uzun vadeli tedbirlerin Yüce Meclislerimizde en kısa zamanda kararlaştırılma-
sı bugünkü ortam içinde hayati bir önem taşımaktadır” deniliyor ve son parag-
rafta ise açıkça bir darbe imasında bulunuluyordu: “Türk Silahlı Kuvvetleri; İç
Hizmet Yasası ile kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içindedir.”20 Özde-
mir’in de vurguladığı gibi, aslında bu uyarı mektubuyla ordu fiilen yönetime
el koymasa da “siyasete el koymuş” oluyordu.21 Nitekim Başbakan Demirel
uyarı mektubunu oldukça önemsemiş ve ordunun iktidardan somut taleplerini
öğrenmek için Genelkurmay Başkanı Evren ve kuvvet komutanları ile uzun
görüşmeler yapmıştır. Ancak ordunun talepleri sıradan istekler değildi: Ola-
ğanüstü hal kanununun çıkarılması, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurul-
ması, basın-yayın kuruluşlarının kontrol altına alınması ve yüksek öğretim
kurumlarının yeniden düzenlenmesi gibi tek bir parti tarafından yapılamaya-
cak köklü Anayasal değişiklikler talep ediliyordu. Nitekim tüm bu düzenleme-
ler 12 Eylül döneminde ya yeni Anayasa maddelerinde yer bulacak ya da özel
kanunlarla daha sonra yapılacaktır.22

549
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Aslında ülke yavaş yavaş bir darbeye doğru gidiyor ve ordu içerisinde
hemen darbe yapalım diyenler çoğalıyordu. Uyarı mektubuna rağmen Türki-
ye’deki anarşi ve terör artarak devam ediyordu. Orgeneral Evren, anılarında
daha 1979 yılının Eylül ayında Orgeneral Haydar Saltık’a “bir müdahale za-
manının gelip gelmediğini araştırmak üzere” özel bir çalışma grubu kurulması
emrini verdiğini” söylüyor.23 İlgili çalışma grubunun hazırladığı ilk raporu 4
Mart’ta değerlendiren komuta heyeti, yönetime müdahale edilmesi konusunda
fikir birliğine varmışlarsa da Evren, “Eninde sonunda bu işi temizlemek bize düşe-
cek… Ancak henüz o noktaya gelmedik. Daha beklemek zorundayız” diyecekti.24 Bu
arada 6 Nisan’da mevcut Cumhurbaşkanı’nın süresi dolmuş olmasına rağmen,
partilerin adaylar konusundaki uzlaşmazlığı nedeniyle Cumhurbaşkanı seçi-
lemiyor, bu da ordu içindeki müdahale yanlılarının elini güçlendiriyordu. Ev-
ren kendisinin alt kademelerdeki subaylarca “korkaklık ve pısırıklıkla” itham
edilmeye başlandığını yazıyordu. Nihayet 7 Mayıs günü tüm hazırlıkların ya-
pılması emrini veriyor ve 4 Haziran’da darbenin adı Bayrak Harekâtı ve darbe
tarihi olarak da 11 Temmuz 1980 olarak belirleniyor. Ancak bu tarihlerde bir
yandan Paris’te Türkiye’nin borç erteleme görüşmelerinin sürmesi, öte yandan
Ağustos şurasında ordu içindeki terfilerin görüşülecek olması gibi nedenlerle
verilen emir geri çekilmiş; sonunda kesin müdahale tarihi 12 Eylül 1980 Cuma
günü olarak belirlenmiş ve darbe kararı özel kuryelerle bölge komutanlıklarına
iletilmiştir.25
12 Eylül sabahı saat 04’te TRT radyolarından darbenin icra kurulu olan
Milli Güvenlik Konseyinin (MGK) ilk bildirisi tüm dünyaya duyuruldu. Böyle-
ce Türkiye yeni bir döneme giriyordu. Bildiride hem müdahalenin gerekçesi,
hem de kim adına yapıldığı açıklanıyordu. “Yüce Türk Milleti” diye başlayan
bildirinin özeti şuydu:
• Dış ve iç düşmanların tahrikiyle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin var-
lığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik saldırılar artmıştır.
• Devlet organları işlemez duruma getirilmiş; siyasi partiler kısır çe-
kişmeler ve uzlaşmaz tutumları nedeniyle devleti kurtaracak birliği
ve bütünlüğü sağlayamamış ve gerekli tedbirleri alamamışlardır.
• Yıkıcı ve bölücü faaliyetler nedeniyle vatandaşların can ve mal gü-
venliği tehlikeye düşürülmüştür.
• Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık fikirler eğitim kurumlarını,
idare sistemini, yargı organlarını, güvenlik teşkilatını, işçi kuruluşla-
rını ve siyasi partileri etki altına alarak ülkeyi bir iç savaşın ve bö-
lünmenin eşiğine getirmiştir.
• İşte bu nedenlerle Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun
verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce
Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde yerine getirme kara-
rını almış ve ülke yönetimine el koymuştur.
• Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve
beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını ön-
lemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokra-

550
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

tik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.


• Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin doku-
nulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.26
Aynı gün saat 13’te darbe lideri Kenan Evren TRT televizyonunda uzun
bir konuşma yaparak müdahale gerekçelerini ve amaçlarını daha ayrıntılı bir
biçimde anlattı. Evren konuşmasında özetle ülkede can ve mal güvenliğinin
kalmadığını, devletin acz içine düşürüldüğünü, siyasi çıkar hesapları nedeniy-
le ülkede Cumhurbaşkanının dahi seçilemediğini ve son iki yıllık süre içinde
terörün 5.241 kişinin canına mal olduğunu; oysa Sakarya meydan savaşında
dahi şehit sayımızın 5.713 olduğunu vurguladı. Evren, ayrıca darbenin amacı-
nın dejenere olmuş Türk demokrasisini rayına oturtmak olduğunu ve bu amaç-
la yeni bir anayasa, yeni siyasi partiler yasası ve seçim yasasının yapılacağını
açıkladı. Dış dünyaya da net bir mesaj vererek, NATO dâhil tüm ittifak ve an-
laşmalara bağlı kalınacağını ve karşılıklı saygı ve çıkar esasına dayalı olarak iyi
komşuluk ilişkilerine önem verileceğini açıkladı.27
Darbe ülkede tam bir sükûnetle karşılanmış ve halk askerin duruma el
koymasını Yavuz Donat’ın ifadesiyle alkışlarla karşılamıştır.28 Hatta o kadar ki,
yıllardır süren terör ve şiddetin baskısı altında bunalan Türk toplumu bir an-
lamda “orduyu bir kurtarıcı” gibi görmüş, Evren’i de kısa sürede Atatürk ile
karşılaştırmaya başlamıştır.29 Dış dünyada ise müdahale sanki bekleniyormuş-
çasına oldukça anlayışla karşılanmıştır. Nitekim Birand’ın anlatımıyla darbe
haberi ABD dışişleri Türkiye masası şefi Paul Henze’ye “bizim çocuklar işi
başardı (our boys have done..) şeklinde aktarılmıştır. Mesaj Amerikan Başkanı
Carter’a ise Dışişleri Bakanı tarafından telefonla Türk ordusu Ankara’da yöne-
time el koydu. Kaygıya gerek yok, “Müdahale etmesi gerekenler etti” şeklinde
iletilmiştir.30 Amerikan yönetiminden aynı gün yapılan açıklama ile askerin
müdahalesine açık bir destek verilmiştir. Batılı ülkeler de konuya NATO gü-
venliği açısından yaklaşıyordu ve bazı politikacıların eleştirileri dışında resmi
açıklamalar ABD çizgisindeydi.
ASKERİ YÖNETİMİN VE HUKUKSAL DÜZENİN KURULMASI
Ara dönem olarak adlandırılan askeri yönetim dönemi, ordunun tüm dev-
let yönetimine fiilen el koyduğu 12 Eylül 1980 tarihinden başlayıp, ilk demok-
ratik seçimlerin yapılarak Turgut Özal’ın Başbakanlığı resmen devraldığı 13
Aralık 1983 tarihine kadar geçen 3 yıl 3 aylık süreyi kapsar. Bu süre 27 Mayıs
sonrasındaki geçiş dönemine göre hem nispeten daha uzundur, hem de Türk
siyasi hayatında daha köklü etkiler yaratmıştır. Eroğul’a göre bu 3 yıllık süre
ara dönemdeki siyasi ve hukuki gelişmelere bakılarak üç alt döneme ayrılabi-
lir: 1)Darbe tarihinden Danışma Meclisinin ilk toplantısına (23 Ekim 1981) ka-
dar geçen süre; 2) 23 Ekim 1981’den yeni Anayasanın halk oylamasının yapıl-
dığı tarihe (7 Kasım 1982) kadar geçen dönem ve 3)Anayasanın kabulünden
başlayıp yeni oluşan TBMM’nin toplanıp başkanlık divanını oluşturduğu 6
Aralık 1983’e kadar geçen dönem. Tüm bu süreçte ülke yönetiminde fiili güç
Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde kalmıştır.31

551
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Yasama ve yürütme güçlerini elinde toplayan Milli Güvenlik Konseyi,


Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Or-
general Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinka-
ya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Ko-
mutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşuyordu. Genel sekreterliği ise Orge-
neral Haydar Saltık üstlenmişti. Orgeneral Kenen Evren Genelkurmay Başkan-
lığını, MGK Başkanlığını ve Devlet Başkanlığı görevlerini uhdesinde toplamış-
tı. MGK dönemi için belli bir süre öngörülmemekle birlikte, Evrenin TV ko-
nuşması bu dönemin yeni bir Anayasa ile siyasi partiler ve seçim kanunları
yapılıncaya kadar süreceğine işaret ediyordu. Sayılan bu hazırlıklar yapılınca-
ya kadar da ülkede her türlü siyasi faaliyetlerin her kademede durdurulduğu
ilan edildi. Şu kadar var ki, siyasi partiler kapatılmamış ancak sınırsız olarak
faaliyetleri durdurulmuştu. Parlamento üyeleri, siyasi faaliyetlerden dolayı
suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlar-
da bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktı. An-
cak, kanunların suç kabul ettiği fiilleri vaktiyle işlediği saptanan parlamenter-
ler hakkında gerekli kovuşturma yapılacaktı. Adalet Partisi (AP), Cumhuriyet
Halk Partisi (CHP), Milli Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Hareket Partileri-
nin (MHP) liderleri şimdilik can güvenliklerinin sağlanması amacı ile Silahlı
Kuvvetlerin koruma ve gözetiminde belirli yerlerde ikamete tabi tutulacaklar,
durum müsait olunca da serbest bırakılacaklardı.
Gerçekten de daha ilk gün AP lideri Başbakan Süleyman Demirel, CHP li-
deri Bülent Ecevit evlerinden alınarak aileleriyle birlikte zorunlu ikametgâha
tabi tutulacakları Çanakkale Gelibolu’daki Hamzaköy’e; MSP lideri Necmettin
Erbakan ise İzmir Uzunada’ya sevk edildi. Kendisi de 27 Mayıs darbesini ya-
panlardan biri olan MHP lideri Alparslan Türkeş ise darbenin rengi belli olana
kadar, yani darbenin sol-komünist bir cuntaya mı dayandığı yoksa emir-
komuta içinde yapılan bir harekât mı olduğu açığa çıkana kadar, saklanmayı
tercih ettiği için birkaç gün bulunamamıştı.32 Ancak MGK Türkeş hakkında
TRT aracılığıyla teslim olması için 13 nolu bildiriyi yayınlamasının ardından,
14 Eylül günü kendi isteği ile teslim olmuş ve Erbakan’ın yanına Uzunada’ya
gönderilmiştir. Bu arada çeşitli partilere mensup 100 kadar milletvekili ve se-
natör de gözaltına alınarak Ankara’da Eskişehir yolu üzerindeki Dil ve İstihba-
rat Okulunda toplanmıştır. Bunlar arasında MHP ve MSP’nin neredeyse tüm
parlamenterleri ile CHP’nin 9 Eylül günü bir bildiri yayınlayan 32 milletvekili
ve az sayıda AP’li parlamenter yer alıyordu.33 Evren ilk konuşmasında parla-
menterlerin siyasi faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacaklarını ancak kanunla-
rın suç saydığı eylemleri vaktiyle işleyenler hakkında ise kovuşturma yapıla-
cağını belirttiğine göre, dil okuluna getirilenler bir nevi tedbir olarak gözetim
altına alınmışlardı. Gerçekten de aradan 30 gün geçtikten sonra Demirel ve
Ecevit’in Hamzaköy’deki zorunlu ikametlerine son verilerek evlerine gönde-
rildi. Ancak kendilerine MGK Genel Sekreteri Haydar Saltık imzasını taşıyan
bir yazı tebliğ edildi. İlgili yazıda özetle, siyasi liderlerin ikametgâhlarında
emniyet altında tutulacakları, siyasi parti faaliyetleri yasaklanmış olduğundan
kendilerinin de siyasi faaliyetlerde bulunamayacakları, siyasi beyanat vereme-
yecekleri ve toplantılar tertip edemeyecekleri bildiriliyordu. Böylece 12 Ey-

552
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

lül’ün en ağır siyasi yasakları en başta liderlere uygulanmaya başlanmıştı. Ay-


nı gün Dil Okulundaki AP’lilerin tamamı ile CHP’lilerin çoğunluğu da benzer
şartlarla serbest bırakıldılar. Ancak MSP lideri Erbakan ve MHP lideri Türkeş
ile bu partilere mensup parlamenterler serbest bırakılmadı. Çünkü MGK bun-
lar hakkında çeşitli suçlardan dolayı kamu davası açılmasına karar vermişti.
Yargılama sürecinde MSP’liler 1,5 yıl, MHP’liler ise en az 4,5 yıl hapiste yata-
caklardı. Sonuçta ise MSP davası beraatla sonuçlandığı için, MHP’liler ise za-
man aşımı nedeniyle dava düştüğü için herhangi bir ceza almayacaklardı.
MGK daha ilk günden yayınladığı bildiriler ile kamu düzenini sağlamak
adına toplumdaki diğer örgütlü faaliyetlere de son verdi. Örneğin 2 nolu bildi-
risi ile ülke genelinde saptanan 13 sıkıyönetim bölgesine general düzeyinde
sıkıyönetim komutanları atandı ve bunlar devlet otoritesinin tesisi, asayiş, em-
niyet, huzur, can ve mal güvenliğinin sağlanması için, lüzum görecekleri her
türlü tertip ve tedbiri almaya yetkili kılındı. 4 Numaralı bildiri ile MGK’nın
kimlerden oluştuğu açıklanmış, 6 nolu bildiri ile de MGK kendine sıkıyönetim
askeri mahkemeleri kurma yetkisini vermiştir. 7 numaralı bildirisi ile de siyasi
parti faaliyetlerinin yanı sıra, DİSK, MİSK, HAK-İŞ ve bunlara bağlı sendikalar
(ancak Türk-İş’e bağlı sendikaların faaliyeti devam edecektir) ile; THK ve Ço-
cuk Esirgeme Kurumu ile Kızılay hariç diğer tüm derneklerin faaliyetleri dur-
durulmuştur. Spor faaliyetleri dahi sıkıyönetim komutanlarının iznine bağ-
lanmıştır. 9 numaralı bildiri ile sivil idareye bağlı olması gereken Emniyet Ge-
nel Müdürlüğü tüm teşkilatı ile birlikte Jandarma Genel Komutanlığının emri-
ne verilmiştir. 15 nolu bildiri ile de grev ve lokavtlar ertelenmiş, toplu iş söz-
leşmesi yapılan işyerlerinde ise %70 oranında ek ödeme yapılmış ve tüm işyer-
lerinde çalışanlara işbaşı yaptırılmıştır.34
Görüleceği gibi, askerler her ne kadar güç kullanarak Anayasal düzeni as-
kıya almışlarsa da gene de yapılan işlerin devlet geleneğine uygun olmasına ve
bu anlamda bir meşruiyet temeline dayanmasına özen gösteriyorlardı. Hatta
Tanör’e göre, askeri yönetim “parlamenter töre ve törenlere” dahi tamamen
“sırt çevirmiş de değildi.” Nitekim MGK üyeleri müdahaleden 6 gün sonra 18
Eylül günü TBMM binasında “milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokra-
tik ve laik Cumhuriyet ilkelerine dayalı yeni bir Anayasa düzeni” oluşturacak-
larını ifade eden bir metin üzerine ant içtiler.35 Bakanlar kurulu feshedildiği
için müsteşarlara geçici olarak bakan yetkisi verilmiştir. Ardından da MGK ve
üst düzey askerler arasında nasıl bir hükümet kurulacağı sorunu ilk önemli
tartışma konusu olarak ortaya çıkmıştır. Evren’in daha darbe yapılmadan önce
bu konunun tartışıldığını ve Başbakan adayı olarak Emin Paksüt’ün isminin
gündeme geldiğini ancak Paksüt’ün yaşını ileri sürerek görevi kabul etmediği-
ni; ardından ise MGK’nın askeri çevrelerde saygı ve güven duyulan bir isim
olan Güven Partisi lideri Prof. Turhan Feyzioğlu üzerinde mutabık kaldığını
açıklamaktadır. Fakat Birand’ın anlatımıyla daha ilk günden bazı üst düzey
subaylar arasında “biz bunun için mi darbe yaptık” yönünde itirazlar günde-
me gelmiştir. Ayrıca Feyzioğlu’nun bazı eski CHP ve AP’li ılımlı siyasilerden
de Bakanlar Kuruluna üye almak istemesi basına yansımış ve Demirel’in “As-
ker bizim politikamızı uygulayacak” şeklindeki mesajları askerleri rahatsız

553
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

etmiştir. Bu gelişmeler üzerine MGK Feyzioğlu yerine emekli bir asker olan
Oramiral Bülend Ulusu’yu Başbakan olarak atamıştır.36
Başbakan Ulusu Bakanlar Kurulunu 21 Eylül günü açıkladı. Teknokrat
yönü ağır basan kabinede en dikkat çekici isim ekonomiden sorumlu başbakan
yardımcısı olarak kabineye alınan 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’dı.
Bakanlar Kurulu üyelerinin çoğunluğu da sağ görüşe yakın isimlerden oluşu-
yordu. Başbakan Ulusu, MGK önünde hükmet programını 27 Eylül’de okumuş
ve üç gün sonra da MGK’dan güvenoyu almıştır. Bu arada bürokraside ve ye-
rel yönetimlerde önemli tasfiyeler yapıldı. Tarafsız bir idare kurmak adına 25
Eylül’de bütün il genel meclisi üyeleri ve belediye başkanlarının görevlerine
son verildi. Üst düzey bürokrasiye MGK’ya yakın kişiler ya da emekli askerler
atandı. Belediye başkanlıklarına da sıkıyönetim komutanlıklarınca uygun gö-
rülenler arasından il merkezlerindeki belediyelere içişleri bakanlığınca, il mer-
kezi dışındakilerde ise valilerce atamalar yapıldı.37
Bakanlar kurulunun göreve başlamasından hemen sonra MGK kendi ça-
lışma usullerini düzenlemek üzere bir içtüzük yaptı. Bu tüzüğe göre, eskiden
TBMM’ye ait olan yasama yetkileri tamamen MGK’ya devrediliyordu. Yasa
önermeye ise Konsey üyeleri ve Bakanlar Kurulu yetkiliydi. Yine TBMM’nin
hükümeti denetleme yetkileri de MGK’ya devredilmişti. Dolayısıyla sözlü ve
yazılı soru sorma, soruşturma komisyonu kurulması ve hatta hükümetin gü-
vensizlik oyu ile düşürülmesi Konsey üyelerinin salt çoğunluğunun oyu (3 oy)
ile mümkün olacaktı. Kısaca söylemek gerekirse, askeri dönemde ulusal ege-
menlik hakkının ayrılmaz bir parçası olan yasama gücü ve yürütmenin denet-
lenmesi yetkisi “üç generalin oyuna bağlanmıştı.”38
12 Eylül döneminin geçici Anayasasını oluşturan bir diğer temel düzen-
leme ise 27 Ekim 1980 tarihli ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun
idi.39 Buna göre, 1961 Anayasasının geçerliliği kabul ediliyor, ancak Anayasada
TBMM’ye verilen yetkilerin MGK tarafından, Cumhurbaşkanına verilen yetki-
lerin ise MGK başkanınca kullanılacağı ilan ediliyordu (madde 2). Ayrıca,
MGK tarafından yayınlanan bildiri, karar ve kanunların Anayasaya aykırılığı
iddia edilemeyecek (madde 3), yine Bakanlar Kurulunca çıkarılacak Kararna-
melerin yürütülmesi, durdurulması ve iptali de istenemeyecekti (Madde 5).
Son olarak MGK bildirileri ve kararları ile MGK tarafından çıkarılan kanunla-
rın 1961 Anayasası ile çelişen hükümleri Anayasa değişikliği, diğer kanunların
metinleriyle çelişen hükümleri ise kanun değişikliği olarak kabul edilecekti.
İlginç olan ise Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun geriye dönük olarak 12
Eylül 1980’den itibaren yürürlüğe girmesiydi (madde 7). Gerçekten de
MGK’nın yasama yetkisini eline almasıyla birlikte 12 Eylül öncesinde ordunun
istediği köklü yasa değişiklikleri ve reformlar hızla hayata geçirilmeye başlan-
dı. Bunlar arasında sıkıyönetim kanunu değişiklikleri, ceza kanunundaki bazı
cezaların ağırlaştırılması ve idam cezalarının hızla onaylanması gibi asayiş ve
güvenlik sorunlarını düzenleyen konularda ilk 6 ayda 123, ilk 9 ayda ise bazısı
yeni yasa olmak üzere toplam 175 yasa değişikliği yapılmıştır.40 Gözaltı süresi
önce 15 günden 30 güne, sonra da 90 güne çıkarıldı. Üniversiteler ise yeni çı-
karılan YÖK yasası (6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı yasa) ile büyük ölçüde
özerkliğini yitirdi ve sıkı bir hiyerarşik denetim altına alındı. Bir süre sonra da

554
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

12 Eylül’ü eleştiren çeşitli üniversitelere mensup toplam 148 öğretim üyesinin


(ve 5000 civarında öğretmen ve diğer kamu görevlisinin) işine 1402 sayılı sıkı-
yönetim kanununa dayanılarak son verildi. Bunlar 1402’likler olarak bilinmek-
tedir.41
Askeri yönetim döneminde içeriden ve dışarıdan en çok eleştirilen politi-
kalarından biri de, 1972’den beri fiilen uygulanmayan idam cezalarının seri
şekilde uygulanması olmuştur. 12 Eylül’ü yapanlar için idam cezalarının infa-
zı, ülkede kanun ve nizam hâkimiyetini yeniden ve hızla tesis etmenin etkin
bir yöntemi olarak görülüyordu. Eleştirilere karşı Evren’in verdiği cevap hayli
ilginçti: Asmayalım da besleyelim mi? 12 Eylül döneminde sıkıyönetim mahke-
melerinde idamla yargılananların sayısı 7000 civarındaydı. Mahkemeler top-
lam 517 kişiye idam cezası vermiş; ancak Askeri Yargıtay ise bunların 124’ünü
onaylamıştır. Bu cezalardan da 50’si MGK tarafından onanmış ve infazları he-
men gerçekleştirilmiştir. İdam edilenlerin 18’i sol, 8’i sağ görüşlü siyasi suçlu;
23’ü ise adi suçlardan hüküm giymiş yurttaşlar iken, idam edilen 50. suçlu ise
ASALA üyesi bir Ermeniydi.42
ARA DÖNEMDE SİYASET
Hiç şüphesiz 12 Eylül’ü yapanların ulaşmak istedikleri temel hedef top-
lumu kendi görüşlerine uygun olarak yeniden biçimlendirmek ve gerekli hu-
kuki ve siyasi reformları yaparak, Evren’in ifadesiyle, yozlaşmış ve işlemeyen
demokrasi yerine bir daha kazaya uğramayacak bir siyasal sistem kurmaktı.
Bunun için de bireyi koruma adına devleti zaafa uğrattığına inandıkları 1961
Anayasasını kökten değiştirerek yürütmeyi güçlendirici yeni bir Anayasa
yapmak; yıkıcı ve bölücü fikirlere dayalı partilerin kurulmasını önlemek için
yeni bir siyasi partiler kanunu hazırlamak ve küçük partilerin siyasal hayattaki
etkisini sınırlandırmak için seçim kanunu yoluyla tedbirler alınması planlan-
mıştı.43
İlginç şekilde askeri yönetim biraz da batıdan gelebilecek tepkileri yumu-
şatmak için olsa gerek, başlangıçta parlamento feshedilmesine rağmen siyasi
partiler kapatılmamış, ancak faaliyetleri durdurulmuş, mallarının idaresi de
atanan kayyımlara bırakılmıştı. Bununla birlikte, evlerinde gözetim altında
tutulan liderlerin kısıtlı da olsa eski siyasi meslektaşları veya yurt dışından
gelen yabancı heyetlerle görüşmelerine de izin verilmekteydi. Ancak Orgene-
ral Haydar Saltık’ın yabancı basın mensuplarıyla (28 Ekim) konuşması sıra-
sında kullanıldığı bir ifadeden yola çıkan Türk basını, Ecevit ve Demirel’in
yeniden siyasi faaliyetlere izin verildiğinde partilerinin başına geçebilecekleri
şeklinde haberler yayınlayınca, MGK sert bir bildiri yayınlayarak bu haberi
tekzip etmiş ve siyasi partilerde lider sultasını önleyecek düzenlemeler yapıla-
cağını açıklamıştı. Bu bildiri üzerine Ecevit siyasi tepkisini göstermek amacıyla
CHP Genel Başkanlığından istifa ettiğini ve gazeteciliğe geri döneceğini açık-
ladı. Gerçekten de Ecevit Arayış adlı haftalık bir dergi çıkararak burada siyasi
yazılar yazmaya başladı. Dergideki askeri yönetime yönelik eleştirel yazıların-
dan dolayı da sonu hapisle bitecek soruşturmalara maruz kaldı. Demirel ise
Güniz sokaktaki evinde mevcut şartlara ve belirsizliğe rağmen üstü örtülü
siyasi çalışmalarına devam ediyordu.

555
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Belirsizliğin bir an önce giderilmesi için batılı ülkelerden ve Avrupa Kon-


seyi ve AET’den MGK’ya yönelik baskılar geliyordu. Örneğin 3 Kasım’da Fe-
deral Almanya’dan bir heyet gelerek Evren’le görüşmüş ve dönüşünde Türk
basınına “Orgeneral Evren’in demokrasiye kısa sürede dönüleceğine dair vaa-
dine inancımız tamdır” demişti.44 Baskılar üzerine 1 Kasım 1980 günü MGK
Genel Sekreteri Haydar Saltık bir basın toplantısı düzenleyerek geleceğe yöne-
lik bir demokratikleşme programı açıkladı. Buna göre, önce Anayasa yapımını
üstlenecek Kurucu Meclis hakkında bir kanun çıkarılacak ve ardından bir
Anayasa taslağı hazırlanarak referanduma sunulacaktı. Ayrıca siyasi partilerin
örgütlenmesine imkân verecek bir zaman dilimi sonrasında ülke seçime gide-
rek normal demokratik düzene geçilecekti. Sürecin nasıl işleyeceğini ise Evren
yeni yıl dolayısıyla yayınladığı yılbaşı mesajıyla açıkladı. Buna göre, Anayasa
referandumu 1982 sonbaharında, genel seçimler ise 1983 sonbaharında yapıla-
caktı.45 Nitekim Evren 15 Ocak’taki Konya konuşmasında bu takvime açıklama
getirmiş ve Kurucu Meclisin Ekim ayında toplanacağını, ancak bu Meclise si-
yasi partilerden kimseyi almayacaklarını belirterek, “…normal düzene, parla-
menter demokratik sisteme döndükten sonra da Türkiye’nin kaderi, memleketi bu hale
getirenlere tekrar teslim edilmeyecektir… Heveslenmesinler” demişti.46
Bu konuşma ile Evren parti liderlerine yönelik siyasi yasak getirileceğinin
ilk işaretini vermişti. Ancak MGK’nın siyasi faaliyet yasağını çok ciddiye al-
mayan siyasilerin, Ecevit’in durumunda olduğu gibi açıktan siyasi yazılar
yazmaları veya basına demeç vermeleri üzerine MGK bu kez 2 Haziran
1981’de yasak kapsamını genişleten 52 nolu bildiriyi yayınladı. Bu bildiriyle,
“11 Eylül 1980 tarihinde, parlamento üyesi bulunan siyasi parti mensupları ile
her kademede siyasi parti yöneticisi ve mensuplarının Türkiye'nin geçmiş veya
gelecek siyasi veya hukuki yapısıyla ilgili olarak kendi anlayışları doğrultu-
sunda sözlü veya yazılı beyanda bulunmaları veya makale yazmaları ve bu
amaçlarla toplantı yapmaları" tamamen yasaklandı.47 Böylece zaten var olan
siyasi faaliyet yasağına ifade hürriyeti yasağı da eklenmiş oluyordu. Evren bu
yasağın nedenini şöyle izah ediyordu: Yasağa rağmen “eski siyasiler gizli ka-
paklı faaliyetlerine devam ediyorlardı. Ecevit haftalık bir dergi vasıtasıyla bi-
zimle mücadeleye girişti. Demirel ise, evinde her gün yurdun çeşitli yerlerin-
den gelen partililerle toplantı yapıyor, onlara direktifler veriyor… Biz de bu
bildiriyi yayınlayarak, kötü gidişe mani olmak istedik.”48
Bir yandan bu yasaklar sürerken diğer yandan Anayasanın hazırlanması
için bir Danışma Meclisi oluşturma çabaları da devam ediyordu. Bu amaçla
MGK 29 Haziran 1981 tarihinde Kurucu Meclis’in Kurulması Hakkındaki Kanunu
kabul etti.49 Kanuna göre Kurucu Meclis MGK ve 160 üyeli Danışma Meclisin-
den (DM) oluşacaktı. DM Anayasayı, siyasi partiler kanununu ve seçim kanu-
nunu hazırlayacaktı. Ayrıca seçimle oluşacak yeni TBMM kuruluna kadar ya-
sama görevlerini de yerine getirecekti. İki kanatlı olan Kurucu Meclisin DM
kanadı yalnızca danışma fonksiyonunu görecek, Anayasa yapımında nihai
yetki ise MGK’ya ait olacaktı. DM’nin 40 üyesi doğrudan MGK tarafından ata-
nacaktı. Geri kalan 120 üyesi ise il valilerince önerilen adaylar arasından yine
MGK’ca seçilecekti. DM üyesi olabilmenin şartlarından biri de 11 Eylül 1980

556
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

tarihi itibariyle hiçbir siyasi partiye üye olmamaktı. Neticede 6 bin üye arasın-
dan seçilen DM üyelerinin ilk toplantısını 23 Ekim’de yapması kararlaştırıldı.
Bu arada DM’nin toplanmasından hemen önce 16 Ekim 1981 tarihinde
MGK radikal bir kanun çıkartarak siyasi partilerin tamamını kapattı. Evren,
kapatılma nedenlerini halka anlatmak için aynı gün TV’de bir konuşma yaptı.
Evren siyasi partilerin kapatılma nedenlerini birkaç noktada topladı: Öncelikle
yeni kurulacak demokratik siyasi sistem yıkılan binanın enkazı üzerine değil,
yeni temeller üzerine inşa edilmeliydi. İkincisi, yeni oluşturulan DM’nin her
türlü siyasi etkiden arınmış olarak rahat ve huzurlu çalışabilmesi amaçlanı-
yordu. Üçüncüsü, askeri yönetime karşı gerekli anlayışı göstermeyen eski siya-
si liderlerin örtülü dirençlerini kırmaktı.50 Nasıl izah edilirse edilsin, kapatıl-
manın asıl nedeni askerlerin Ecevit ve Demirel’e duydukları güvensizlikti ve
yeni bir başlangıç yapılabilmesi için mevcut siyasi kadroların tasfiyesi gerekli
görülmüştü. Yoksa öngördükleri gibi yeni Anayasa ve yeni siyasi partiler ka-
nununa uygun, kendilerinin yönlendirecekleri yepyeni partilerin kurulmasına
uygun bir ortam yaratılamazdı.
YENİ ANAYASANIN HAZIRLANIP HALKOYUNA SUNULMASI
DM kararlaştırıldığı gibi 23 Ekim 1981’de ilk toplantısını yaptı. DM Baş-
kanlığına eski Başbakanlardan Sadi Irmak seçildi. Ayrıca üyeler arasından
çoğunluğu akademisyen ve bürokratlardan oluşan 15 kişilik bir Anayasa Ko-
misyonu oluşturuldu. Komisyon başkanlığına da Anayasa Profesörü Orhan
Aldıkaçtı getirildi. İlginç olan şey, çok ince bir elemeden geçirilerek oluşturu-
lan “atanmış bir meclis” olmasına rağmen DM üyeleri başlangıçta adeta seçil-
miş parlamenterlermiş gibi askeri idareden bağımsız hareket etmeye başlamış-
lardı. Anayasa Komisyonu Başkanı Aldıkaçtı üyeler arasındaki dağınıklıktan
söz ediyor ve bunun “siyasi partilerin bulunmayışından kaynaklandığını” söy-
lüyordu. Aldıkaçtı’ya göre, Türkiye demokrasiye doğru gidiyordu ama ülke-
deki koşullar demokrasiye uygun değildi ve bu şartlarda anayasanın hazır-
lanması zor görülüyordu.51 Zamanla DM içinde kendiliğinden gruplaşmalar
oluşmaya ve dar çerçeveli toplantılar yapılmaya başlanmıştı. Meclisteki en
kalabalık grup kendilerini Atatürkçü Liberaller diye tanıtan Aldıkaçtı’nın başını
çektiği kesimdi. Diğerleri de Sosyal Demokratlar ve Muhalif Radikaller altında
toplanmışlardı. Bunlar kendilerini daha sonra kurulacak partilerin çekirdeği
olarak görüyorlardı. Ancak MGK bu oluşumlardan oldukça rahatsız olmuş ve
bir toplantı yaparak üyelere gerekli uyarıları derhal ve en sert biçimde yapmış-
tır. Hatta bizzat Evren devreye girmiş ve biz kimseyi bizimle çalışmaya zorla-
mayız; gerekirse DM’yi feshederiz şeklinde konuşmuştur. Bu tehdit etkisini
hemen göstermiş; üyeler arasındaki örgütlenmeler durmuştur. Ancak bu olay
da göstermektedir ki, en sert askeri rejimlerde dahi sınırlı da olsa özgürlük
kanalları açılınca siyaset derhal gün yüzüne çıkmaktadır.
Anayasa Komisyonu yaklaşık 8 aylık bir çalışmadan sonra hazırladığı
Anayasa tasarısını Temmuz 1982’de DM’ye sunmuştur. Bu sırada MGK 52
sayılı siyasi yasakları genişleten kararını esneterek, özellikle Anayasa tasarısı-
nın geliştirilmesi amacıyla sınırlı olmak üzere liderler dışındaki siyasi parti
üyelerine, basın-yayın ve üniversitelere tartışma serbestîsi getirdi. Tasarı Genel

557
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Kurulda görüşüldükten sonra ortaya çıkan nihai metin, oylamaya katılan 141
üyenin 122 kabul, 11 çekimser ve 7 ret oyu ile son şekli verilmek üzere kurucu
meclisin üst kanadı olan MGK’ya gönderildi.52 24 Eylül’de de kamuoyuna du-
yuruldu. Nihayet MGK da tasarı üzerinde yürüttüğü çalışmalarını tamamlaya-
rak ortaya çıkan taslak metni 20 Ekim’de Resmi Gazetede yayınladı. Anaya-
sa’nın 7 Kasım 1982’de referanduma sunulacak olması nedeniyle tasarı metni
üzerinde tartışmak için yalnızca 3 haftalık bir süre kalmıştı. Buna karşın MGK
71 sayılı kararını yayınlayarak, Anayasa’nın devlet adına tanıtımının MGK
başkanı tarafından yapılacağını ve bunun dışında tasarının eleştirilmesinin
kesinlikle yasaklandığını bildirildi.53 Yani bir anlamda tasarıyı övmek serbest
olsa da, eleştirmek için görüş açıklamak yasaktı.
Yeni Anayasa özü itibariyle özgürlükleri kısıtlayan, yürütmenin yetkileri-
ni yasamaya göre güçlendiren ve yeniden tanımlayan; Milli Güvenlik Kurulu
vasıtasıyla ordunun siyasal sistem üzerindeki gözetim ve denetimini rutin hale
getiren bir içeriğe sahipti. Devlet-birey ilişkilerinin düzenlenişi bakımından
1961 Anayasası ile karşılaştırıldığında devletçi yönü ağır basan anti liberal bir
metindi.54 Tasarıda siyasileri ve kamuoyunu rahatsız eden en önemli maddeler
ise geçici maddelerdi. Anayasa metnine MGK tarafından eklenen geçici 1.
maddeye göre, Anayasanın halkoylaması sonucu kabul edilmesiyle birlikte
Millî Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı Kenan Evren 7 yıllık süre
için “Cumhurbaşkanı” seçilmiş sayılacaktı. Cumhurbaşkanlığı için ayrı bir
sandık konulmayacaktı. Ayrıca geçici 4. maddeyle eski partilerin merkez yöne-
ticilerine 10 yıl, eski Milletvekillerine ise 5 yıl süreyle siyasi faaliyet yasağı geti-
riliyordu. Bu konuda kısa sürede bazı eleştiriler yapılmaya ve MGK uyarılma-
ya çalışıldı. Bunlar içinde eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Evren’e yazmış
olduğu mektup oldukça anlamlıydı. Mektupta özetle yukarıda değinilen iki
maddeyle ilgili üstü örtülü eleştiriler şu şekilde dile getirilmişti: 1-Siyasilere
yasak getirmek acaba ne kadar doğru olur? 2-Cumhurbaşkanının Anayasanın
halk oylaması sonucunda kabul edilmesiyle birlikte seçilecek olması ne kadar
isabetlidir? Mektup şöyle bitiyordu: “Paşa Hazretleri, siz namzet olsanız seçi-
lecek kudrettesiniz.”55 Ancak MGK siyasilere yasak getirmede ve darbe lideri-
nin risk almadan ve siyasi tartışma konusu yapılmadan Cumhurbaşkanı seçil-
mesinde kararlıydı ve öyle de oldu.
Evren bazı illere giderek halka yeni Anayasa’yı tanıttı ve destek istedi. Bu
seçim kendisi için de bir referandum olacaktı. 7 Kasım 1982’de yapılan seçim-
lere halkın katılımı zorunluydu. Anayasanın geçici 16. maddesine göre, kayıtlı
seçmenlerden hukukî veya fiilî bir mazereti olmaksızın halkoylamasına katıl-
mayanlar beş yıl içinde yapılacak genel ve ara seçimleri ile mahallî idare seçim-
lerine ve diğer halkoylamalarına katılamayacaklardı ve seçimlerde aday ola-
mayacaklardı. Bu şartlarda yapılan halkoylaması sonuçları Generalleri oldukça
memnun etmiştir. Halkoylamasına katılım %91 olmuş; “Evet oyları” ise %92’ye
ulaşmıştır. Böylece Türkiye yeni bir Anayasa’ya kavuşmuş oluyordu. Kenan
Evren ise Türkiye Cumhuriyetinin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazanıyordu.
Bununla birlikte Evren hala MGK başkanıydı ve yeni TBMM seçimleri yapılın-
caya kadar yasama görevini DM ile birlikte MGK kullanacaktı.

558
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

MGK’lı yönetimin son aşamasına geçilirken 1983 yılı başından itibaren si-
yasi parti kurmaya yönelik gizli kulisler de başladı. Ancak demokratik hayatın
siyasi ve hukuki çerçevesini belirleyecek olan iki temel kanunun çıkarılması
gerekiyordu. Bunlardan Siyasi Partiler Kanunu (SPK) 24 Nisan 1983’te, Millet-
vekili Seçimi Kanunu da 10 Haziran 1983’te kabul edildi. Her iki yasa da hem
kurulacak partilerde kimlerin kurucu olacakları konusunda, hem de ilk seçim-
de kimlerin milletvekili adayı olabilecekleri konusunda MGK’ya mutlak veto
yetkisi veriyordu. Buna göre, SPK’nun geçici 1. maddesi Anayasanın geçici
maddelerinde belirlenen eski siyasilere yönelik 10 yıllık yasakları daha ayrıntılı
olarak belirlediği gibi, geçici 2. maddesiyle de kurulacak yeni partilerin kuru-
luş bildirisinde adı yazılı bulunan parti kurucuları üzerinde incelemede bu-
lunmak ve gerektiğinde veto etme yetkisini MGK’ya veriyordu. Aynı şekilde
Milletvekili Seçilme Kanununun geçici 3. maddesine göre, ilk milletvekili genel
seçimlerinde partiler tarafından aday gösterilenlerin MGK denetiminden geçi-
rilmesi ve sakıncalı görülenlerin veto edilmesi hüküm altına alınmıştı. Amaç,
yepyeni siyasi partilerle yepyeni bir siyasetçi kadrosu yaratmak ve eskilerin
izlerinden kurtulmaktı.
SİYASİ PARTİLERİN KURULMASI VE İLK GENEL SEÇİMLER
Yeni Anayasanın kabulü ve seçimlerin 6 Kasım 1983’te yapılacağının açık-
lanmasıyla birlikte siyasi parti kurma çalışmaları da başladı. Ancak siyasi faa-
liyetlere ilişkin yasaklar resmen MGK’nın 76 sayılı kararıyla 24 Nisan itibariyle
kaldırıldı. 29 Nisan’da içişleri bakanlığı tarafından hazırlanan 723 kişilik siyasi
yasaklılar listesi resmi gazetede yayınlandı. Askerler Başbakan Ulusu başkan-
lığında sağda bir parti kurulmasına yeşil ışık yakmasına rağmen, bunun halk
tabanında tutmayacağı endişesiyle görüşmeler sonucunda parti kurma işi
emekli orgeneral Turgut Sunalp’e havale edildi. Yine askeri yönetimde Başba-
kanlık müsteşarlığı yapan Necdet Calp ise merkez sol bir parti kurmak üzere
“icazetle” harekete geçti. Bu arada banker olaylarını gerekçe göstererek bakan-
lıktan istifa ederek ABD’ye giden Turgut Özal da yurda dönerek siyasi parti
kurma çalışmalarına başlamıştı. Askerler kendi güdümlerinde bir sağ parti
iktidarı ile yine kendilerine sadık bir sol partinin mecliste muhalefet görevini
üstleneceği iki partili bir siyasi düzen arzuluyorlardı. Bu amaçla küçük partile-
ri meclis dışında bırakabilmek için seçim kanununa yüzde 10 barajı dahi koy-
muşlardı.
Oysa Türkiye’de sağın da solun da doğal öncüleri, liderleri ve kadroları
vardı. Örneğin Demirel kendisi yasaklı olduğu için AP’nin tabanına sahip çık-
mak için Hüsamettin Cindoruk ve emekli General Ali Fethi Esener öncülüğün-
de Büyük Türkiye Partisini (BTP) kurdurmuş ve siyasi yasağı bulunmayan pek
çok eski AP’liyi de bu partiye törenlerle kaydettirmişti. Yine sol kesim CHP’nin
devamı olmak üzere Erdal İnönü başkanlığında Sosyal Demokrasi Partisini
(SODEP) kurdu. Eski MSP’lilerin yeni partisi ise Refah Partisi (RP) oldu ve
liderliğini Ali Türkmen üstlendi. Buna karşın, icazetli partiler olarak bilinen
Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) Turgut Sunalp’in, Halkçı Parti (HP) ise
Necdet Calp’in liderliğinde kuruldu. Özal ise Anavatan Partisini (ANAP)
kurmadan önce MGK başkanı Evren’den sözlü olur almış olmasına rağmen,
orduya daha mesafeliydi ve askerlerce pek güvenilmiyordu.

559
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Sivil siyasete geçişte yaşanan ilk önemli kriz BTP’nin Konsey tarafından
kapatılmasıdır. MGK 30 Mayıs 1983’te aldığı 79 sayılı kararıyla kuruluşundan
yalnızca 11 gün sonra BTP’yi AP’nin devamı görüntüsü verdiği ve yasaklı lider
Demirel tarafından yönlendirildiği gerekçesiyle temelli olarak kapattı. BTP
kurucuları ve teşkilat üyeleri ise seçimlere kadar siyasi yasaklılar listesine alın-
dı. Ayrıca bu kararla birlikte hem eski AP’lilerden hem de eski CHP’lilerden
bazı yasaklı siyasilerin Çanakkale, Zincirbozan’da zorunlu ikametgâha tabi
tutulmalarına karar verilmiştir. Sayıları 16’yı bulan bu eski siyasetçiler arasın-
da AP’den Süleyman Demirel, Ali N. Erdem, Ekrem Ceyhun, Sadettin Bilgiç,
Nahit Menteşe, İ. Sabri Çağlayangil ve Hüsamettin Cindoruk gibi isimler; eski
CHP’lilerden ise Sırrı Atalay, Deniz Baykal, Celal Doğan ve Yüksel Çakmur
gibi öncü siyasiler yer alıyordu. Demirel Zincirbozan’a giderken kendisine
eşlik eden arkadaşlarına çoktan yeni bir parti ismini bildirmişti ve bu doğrul-
tuda Doğru Yol Partisi (DYP) 23 Haziran’da kurulacaktı.56 Evren Paşa ise ka-
patmanın ertesi günü gittiği Çorum’da yaptığı konuşmada Demirel için, “Bu
zat Türkiye’yi tapulu arazisi kabul ediyor. Biz o partinin nereden geldiğini biliyoruz.
Amblemlerini el yaptılar. Seçime gittiği zaman vatandaş mührü alacak evet yerine
basacak ya, mühür demirden yapılmış. Demiri ele bas, demir el olsun Onun için bu
işareti seçtiler. Bizi saf mı zannediyorlar…. Huzur ve güven için her türlü tedbiri
almakta kararlıyız” diyordu.57
Gerçekten de MGK kendisine tanıdığı veto gücünü sonuna kadar kullana-
rak MDP, HP ve ANAP dışındaki tüm partilerin seçime girmesini engelledi.
Burada MDP ve HP’nin yanı sıra neden ANAP’ın da seçime girmesine asker-
lerce izin verildiğine kısaca değinmek gerekir. Pek çok yazar bu konuda
ABD’nin devreye girdiğini iddia etmektedir. Nitekim Yalçın Doğan, Özal’ın
ABD’deki siyaset, bankacılık ve iş çevrelerince iyi tanındığını ve 24 Ocak karar-
larının mimarı olarak neo-liberal ekonomi politikalarının devamı açısından
Özal’ın iktidarının diğerlerine göre daha tercih edildiğine değindikten sonra,
Amerikan Dışişleri Bakanlığının dolaylı yollarla Ankara’ya Özal için destek
mesajı gönderdiğini vurgulamaktadır. Örneğin ABD dışişleri bakan yardımcı-
sı Richart Burt’un Wall Street Journal gazetesinde yer alan “Türkiye’nin Dönüm
Noktası” başlıklı bir yazısını aktarıyor. Yazıda açıkça seçime katılan partiler
arasında bizce en uygun parti eski başbakan yardımcısı Turgut Özal’ın partisi-
dir deniliyor ve generallerin “Özal’ın kurmuş olduğu bu partiyi veto ederek seçim-
lere sokmamaları için herhangi bir nedenleri olduğunu sanmıyoruz” mesajı verili-
yordu.58 Aslında dış baskılar kadar Özal’ın askerlerle ve özellikle de Evren’le
kurduğu sıcak ilişkiler etkili olmuştu. Ayrıca askerler hem 22 ay beraber çalış-
tıkları ve ekonomiyi emanet ettikleri birini veto ederek kendileriyle çelişkiye
düşmek istememişlerdi, hem de Özal’ın partisinin güçlü bir iktidar alternatifi
olacağını hesap edememişlerdi. Özal’ın güçlü olduğunu anladıklarındaysa
artık vakit çok geçti. Nitekim son bir hamle olarak Evren seçimlere iki gün kala
(4 Kasım 1983) seçmene MDP’yi destekledikleri mesajını vermek için açıkça
Özal’ı eleştiren bir TV konuşması yaptı ve “MGK’nın icraatını sürdürecek bir
yönetimi seçeceğinize inanıyorum” dedi. Ancak bu konuşma ters tepti. Seçmen
gözünde Özal tek sivil lider olarak sivrildi. Evren paşa muhtemelen bir yıl ön-
ce kendisinin tek aday olarak girdiği Anayasa referandumu ve Cumhurbaş-

560
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

kanlığı seçimi oylamasında halkın şahsına gösterdiği %92’lik güveni, siyasi


arenada kullanabileceğine inanmıştı. Oysa seçmenler kendi özgür iradelerine
kısıtlama getirilmesinden hoşlanmıyordu.
Sonuç olarak partilerin MGK vetoları nedeniyle listelerindeki pek çok
aday eksikleriyle katıldıkları sivil demokrasiye geçişteki ilk seçimde Özal’ın
ANAP’ı sürpriz bir şekilde yüzde 45.15’lik bir oy aldı ve 211 milletvekili kaza-
narak seçimlerin açık galibi oldu. Halkçı Parti yüzde 30.46 oy ve 117 milletve-
kili kazanarak Ana muhalefet partisi haline gelirken; askerlerin favori partisi
olan MDP ise ancak yüzde 23.27 oy alarak 71 milletvekiliyle mecliste 3. parti
olabilmişti. Ancak bu kez de askerlerin iktidarı Özal’a vermeyecekleri konu-
şulmaya başlanmıştı. Özal seçimden iki gün sonra Evren’i ziyaret etmiş ve
kameraların önünde ani bir hareketle Evren’i öperek aradaki buzları eritmesini
bilmişti. TBMM ilk toplantısını 6 Aralık 1983’te yaparak ve başkanlık divanını
oluşturdu. 7 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Evren yeni hükümeti kurma görevini
Özal’a verdi. 13 Aralık’ta da Özal kabinesi onaylanarak göreve başladı ve 24
Aralık’ta güvenoyu aldı. Böylece 3 yıl süren askeri yönetim tamamlanmıştı,
ama Evren’in Cumhurbaşkanı olması ve eski MGK üyelerinin ise Cumhurbaş-
kanlığı konseyi üyeleri olarak 6 yıl daha göreve devam edecek olmaları nede-
niyle, ordunun sivil siyaset üzerindeki vesayeti daha uzun süre devam edecek-
tir.
12 EYLÜL DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA
12 Eylül 1980 askeri darbesi nasıl içeride kendisine meşruiyet sağlayacak
uygun toplumsal şartların oluşmasını beklediyse, uluslararası ortam bakımın-
dan da kendisini kabul ettirecek uygun bir dönemde gerçekleştirilmişti. Zira
1979–1980 yılları, uluslararası politikada bloklar arası yumuşama (detant) dö-
neminin terk edildiği ve yeni bir Soğuk Savaşın başladığı bir dönem olmuştu.
Doğu ve Batı blokları arasındaki gerginliği artıran iki önemli gelişme ise Sov-
yetlerin Afganistan’ı işgali ve ABD’nin yakın dostu İran’da meydana gelen
İslamcı devrimdi.59 Üstelik bu ortamda 1980 yılında patlak veren İran-Irak sa-
vaşı da (I. Körfez Savaşı), 1970’lerdeki petrol krizini henüz unutmayan dünya
kamuoyunu tedirgin ediyordu. Dünya politikasında gerginlik yaratan bu ge-
lişmelerin merkezi ise Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu idi.60 İşte bu
hassas ortamda İran’ın batı isteminden kopmasıyla birlikte, soğuk savaşın baş-
larında olduğu gibi Türkiye’nin batı savunması ve uluslararası güç dengeleri
açısından jeostratejik önemi de yeniden artmıştı. Bölgede batı yanlısı güçlü ve
istikrarlı bir Türkiye ABD açısından vazgeçilmez öneme haizdi. Bu yüzden de
1979 yılından itibaren Batının önemli başkentlerinden sürekli olarak “Türki-
ye’de istikrar gereklidir” sözü vurgulanmaya başlanmıştı.61 Gerçekten de 12
Eylül darbesi olduğunda yeni oluşan askeri yönetimi tanıyan ve açıkça deste-
ğini sunan ilk ülke ABD olmuştur. Diğer batılı ülkeler de darbeyi genel olarak
anlayışla karşılaşmışlardır.
Türk dış politikası açısından 12 Eylül darbesinin köklü ve kalıcı bir etkisi
olduğu söylenemez. Sander’in de belirttiği gibi Türkiye Cumhuriyetinin kuru-
luşundan beri izlediği dış politikanın değişmeyen en temel özelliği Batıya dö-
nük olmasıdır.62 MGK döneminde de bu bağlantı güçlenerek devam etmiştir.

561
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Nitekim daha ilk günkü TV konuşmasında Evren, “NATO dâhil tüm ittifak ve
anlaşmalara bağlı kalarak, başta komşularımız olmak üzere bütün ülkelerle karşılıklı
bağımsızlık ve saygı esasına dayalı, birbirlerinin iç işlerine karışmamak kaydıyla eşit
şartlar altında ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkileri geliştirme kararında“ olduklarını
vurgulamıştır. Askeri hükümet döneminde dışişleri bakanlığı koltuğu ise mes-
lekten bir diplomat olan İlter Türkmen’e emanet edilmiştir. MGK önünde Baş-
bakan Ulusu’nun okuduğu hükümet programında ise “Dış politikada Hüküme-
timiz, temelleri büyük Atatürk tarafından atılmış olan Cumhuriyetimizin geleneksel
barışçı tutumunu sürdürecektir” deniliyordu. Ülkede asayiş ve güvenlik sorunla-
rının doruk noktasına çıktığı bir dönemde, yeni yönetim doğal olarak dikkatini
içeriye yoğunlaştırmış ve dış politikada ise daha statükocu bir yaklaşım be-
nimsemiştir.
Bununla birlikte demokrasinin askıya alındığı ve uygulanan hükümet po-
litikaları üzerinde yeterli muhalefet ve eleştiri özgürlüğünün kalmadığı bir
ortamın dış politikada milli menfaatlerin korunması bakımından daha elveriş-
liymiş gibi sunulması da doğru değildir. Oran’ın da belirttiği gibi, “içte özgür-
lük arttıkça dış politikada özerklik” artmaktadır ve 1980–1983 döneminde bu-
nun tam tersi bir ortam yaratılmıştır.63 Gerçekten de askerler iç siyaseti silah
kullanarak bastırma konusunda maharetli olsalar da, dış politikayı idare etme,
diplomasinin inceliklerini kullanma ve dış baskılara karşı direnme konusunda
aynı ölçüde başarılı değildirler. Demokratik seçimle işbaşına gelen hükümetler
meşruiyetini doğrudan halktan aldıkları için büyük güçlerle ilişkilerinde baskı-
lara karşı manevra kabiliyetlerini kullanma şansları daha fazladır.
Bir bütün olarak bakıldığında 1980–1983 dönemde Türk dış politikasında
ABD’nin etkisi ve ağırlığı giderek artmış; Türkiye’nin Avrupa’yla olan (AET ve
Avrupa Konseyi) bağlantıları görece zayıflamış ve Ortadoğu (İslam Konferansı
Örgütü gibi) ile ekonomik ve siyasi ilişkilerimiz ise gelişme kaydetmiştir.
ABD ve NATO ile ilişkiler: Askeri yönetimin en rahat ilişki kurduğu ülke
ABD; dışarıda meşruluk sorunu yaşamadığı en rahat ortamı ise bir güvenlik
ittifakı olan NATO toplantılarıydı. Bu nedenle olsa gerektir ki Türk dış politi-
kasında bu dönemde dış temaslar daha çok güvenlik öncelikli olarak yürütül-
müştür. ABD için de Türkiye, Sovyetler Birliğine karşı uygulanan çevreleme
politikasında oynadığı rol ve NATO’nun güney kanadının yeniden güçlendi-
rilmesi çerçevesindeki konumu bakımından önemliydi. Bu çerçevede iki konu
Türkiye’yi yakından ilgilendiriyordu. Birincisi, 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs
müdahalesi nedeniyle NATO’nun askeri kanadından kendi isteği ile ayrılan
Yunanistan’ın tekrar NATO’ya dönüşüne onay verilmesidir. Türkiye Yunanis-
tan’ın yokluğunda NATO tatbikatlarında Egedeki tüm uçuşların güvenliğini
sağlayan fır hattını kendisi kontrol edebiliyordu ve bu bizim için önemli bir
avantajdı. Oysa şimdi, artan güvenlik endişeleri nedeniyle ABD, NATO’nun
güney kanadının savunma kapasitesinin ancak Yunanistan’ın da tekrar ittifaka
alınarak güçlendirileceğine inanıyordu. Bunun için de Türkiye’nin onayı gere-
kiyordu.
Gerek Ecevit gerekse Demirel hükümetleri bu isteğe defalarca karşı çık-
mışlardı. Ancak bir NATO üyesi olan Türkiye’de yaşanan askeri darbeyle işba-

562
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

şına gelen yeni yönetimin şiddetle dış desteğe ve uluslararası meşruiyete ihti-
yacı vardı. İşte bu ortamda 17 Ekim 1980’de Ankara’ya gelen NATO Avrupa
Kuvvetler Başkomutanı Bernard Rogers, Kenan Evren’i Yunanistan’da yakında
seçimler olacağını ve Sosyalistlerin işbaşına gelmesinin kuvvetle muhtemel
olduğunu; bu durumda ise Yunanistan’ın tamamen kaybedilebileceğini söyle-
yerek ikna etti. Konu dışişleri bakanlığında dahi doğru dürüst görüşülmeden,
bu görüşmeden 3 gün sonra (20 Ekim) yapılan acil bir NATO Konseyi toplantı-
sıyla derhal halledildi ve Yunanistan NATO’ya geri döndü. Rogers planına
göre, Yunanistan NATO’ya döndükten sonra Egedeki komuta ve uçuşların
denetimine ilişkin sorunları Türkiye ile yapacağı ikili görüşmelerle çözmeyi
taahhüt ediyordu. Ancak yazılı bir belgeye dayanmayan ve sadece Evren ile
Rogers arasındaki “asker sözünden” ibaret olan bu anlaşma, Yunanistan’da
1981’de yapılan seçimle iş başına gelen Andreas Papandreu hükümetince cid-
diye alınmadı. Üstelik aynı yıl AET’ye tam üye olarak kabul edilen Yunanistan
tüm Avrupa kurumlarını Türkiye’ye karşı kullanarak Türkiye’yi uluslararası
ortamda yalnızlaştırmaya çalıştı.64 Türkiye böylece Yunanistan’a karşı eline
geçirdiği en önemli kozu Evren’in eliyle kötü şekilde harcamış oldu.
Darbe döneminde son sözü genelde Evren söylediği için Amerikan yöne-
timi en kritik konuları doğrudan Evren’le çözme yoluna gidiyordu. Bu çerçe-
vede Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan bir diğer gelişme, Türkiye ve ABD
arasındaki savunma ve ekonomik yardımlar konusundaki ilişkilerin temel
çerçevesini belirleyen ve 29 Mart 1980’de imzalanan Savunma Ekonomik İşbir-
liği Antlaşmasının (SEİA) darbeden hemen sonra Ulusu hükümetince süratle
onaylanmasıdır (18 Kasım 1980). Oysa bu onay yetkisi, ABD’ye karşı önemli
bir koz olarak elde tutuluyordu.65 Öte yandan ABD Ortadoğu Bölgesindeki
muhtemel gelişmelere karşı acil müdahale ve mukabele edebilmek için bir Çe-
vik Kuvvet oluşturmuş ve Türkiye’den de bu amaçla kullanabileceği üsler iste-
miştir. Türkiye, bu fikre farklı nedenlerle uzak durmakla birlikte, 1982 yılında
yapılan bir antlaşmayla Muş ve Batman gibi bazı doğu illerinde hava alanı ve
tesis inşa edilmesini, Türkiye’nin NATO çerçevesindeki sorumlulukları ile
sınırlı olarak kullanılmak üzere, kabul etti.66
ABD ile savunma alanlarında yakın işbirliğine giden askeri yönetim, bu
tavizlere karşı Ermeni lobilerince Amerikan Kongresine getirilen soykırım id-
dialarına ilişkin karar tasarılarını ise engellemeyi başardı. Ancak bu dönemde
ASALA’nın Türk diplomatlarına yönelik terör saldırıları da devam etti ki, bun-
lar içinde Türkiye’de infiale neden olan en önemli saldırılardan biri 7 Ağustos
1982’de Ankara Esenboğa hava alanına yapılan saldırıydı. Toplam 12 kişinin
hayatını kaybettiği saldırıda yakalanan terörist Ekmekçiyan yargılanarak 1983
yılında idam edilmiştir. 15 Temmuz 1983’te Fransa’nın Orly şehrindeki THY
bürosuna yapılan Ermeni saldırısında ise 2 Türk’ün yanında çok sayıda Fran-
sızın da ölmesi ve 62 kişinin yaralanmasından sonra Batılı ülkelerde
ASALA’ya karşı bakış değişmiştir ve bir süre sonra da eylemler son bulmuştur.
Avrupa ile ilişkiler: Askeri yönetimin dış politikada en çok sıkıntı yaşadığı
alan Avrupa cephesi olmuştur. NATO dışındaki Avrupa Kurumları, özellikle
Avrupa Topluluğu ve Avrupa Konseyi, başlangıçta güvenlik endişeleri nede-

563
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

niyle Türkiye’deki gelişmeleri anlayışla karşıladıklarını açıklasalar da, zamanla


askeri yönetimin demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi konularda attığı
adımlar ve bazı uygulamalar (işkence iddiaları, DİSK davası, partilerin kapa-
tılması, Ecevit’in tutuklanması gibi) nedeniyle eleştiriler artmıştır. Nitekim
Siyasi partilerin kapatılmasının hemen ardından AET komisyonu harekete
geçerek Türkiye’ye yardımı öngören IV. Mali Protokolü askıya almıştır.67 Av-
rupa Parlamentosu da Türkiye’deki insan hakları ihlalleri nedeniyle kınama
kararı almış ve Türkiye ile tüm ilişkilerin kesilmesini tavsiye etmiştir. Buna
rağmen Türkiye ile ilişkileri kesmeyen AET Konseyi; nihayet 1982 yılı Mart
ayında Ortaklık ilişkilerini süresiz olarak askıya almıştır.68 Bu gelişmelerde
Yunanistan’ın Türkiye aleyhine yürüttüğü faaliyetlerin etkili olduğu bilinmek-
tedir.
AET ile ilişkilerin giderek kötüleşmesine rağmen Türkiye’nin Avrupa
Konseyi ile ilişkilerinde daha az gerilim yaşanmıştır. Başlangıçta Türkiye’den
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) delegasyonunda yer alan par-
lamento üyelerinin yetki belgelerinin 11 Mayıs 1981’e kadar geçerli olduğu
kabul edilmişti. Ancak Askeri yönetimin siyasi hakların kısıtlanmasıyla ilgili
kararlarına tepki olarak, delegelerin yetki belgeleri iptal edilmiştir ve bu du-
rumun da Türkiye’de demokratik seçimlerin yapılıp yeni bir parlamento olu-
şuncaya kadar sürmesine karar verilmiştir. Böylece Türkiye, Avrupa Konseyi-
nin önemli fonksiyonlar icra eden parlamenter kanadında temsil edilme hak-
kından yoksun bırakılarak cezalandırılmıştır. Ayrıca AKPM, askeri idarece
idamların infazı, basın ve yayın faaliyetlerinin sansür edilmesi, zanlıların yar-
gılama olmaksızın tutuklanması ve işkence iddialarının Avrupa Konseyi Statü-
sündeki üyelik şartlarına aykırılık teşkil ettiğini ve insan haklarına yönelik
kısıtlamaların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun yapılması gereğini
hatırlatarak 29 Ocak 1981 tarihinden itibaren Türkiye’nin izleme listesine alın-
masını kararlaştırmıştır.69 Ancak Evren’in demokrasiye geçişe ilişkin açıkladığı
takvim ve işkence iddialarının araştırılacağına ilişkin vaatleri Türkiye’nin Av-
rupa Konseyi üyeliğinden tamamen çıkarılmasını engellemiştir.
Evren Avrupa’dan gelen heyetlerle sık sık görüşüyor ve ilişkilerin daha
kötüye gitmesine engel olmaya çalışıyor, kendilerinin teröre karşı verdiği mü-
cadeleyi anlatmaya çalışıyordu. Bir Türk vatandaşı olan Ağca’nın 13 Mayıs
1981’de Papa II. Jean Paul’a karşı giriştiği suikast üzerine şöyle diyecekti: “Pa-
pa’nın vurulması beynelmilel terörizmin hangi boyutlara ulaştığını gayet açık bir şe-
kilde ortaya koydu. Avrupalı dostlarımız herhalde bu olay karşısında biraz da olsa aklı-
selimle hareket edeceklerdir. Siyasi mültecidir diye böylelerine kucak açılırsa, netice bu
olur.70
Ortadoğu ile ilişkiler: Avrupa’yla ilişkilerde ortaya çıkan sorunlar arttıkça
askeri hükümet Ortadoğu ve İslam ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme yoluna
gitmiştir. Örneğin Evren’in devlet başkanı sıfatıyla ilk ziyaret ettiği ülke Pakis-
tan olmuştur (22 Kasım 1981). Yine o zamana kadar mesafeli durulan İslam
Konferansı Örgütü toplantılarına Türkiye ilk defa Başbakan düzeyinde katıl-
mıştır (25 Ocak 1981). Evren bu kararın alınmasını açıklarken, ekonomimizi
düzeltmek için ihracatımızı artırmak zorundaydık. AET ve OECD ülkelerine

564
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

ise güvenemezdik. Sürekli aleyhimize raporlar hazırlıyorlardı. Onun için Or-


tadoğu, Arap ve İslam Ülkeleri ve hatta Asya ve Afrika ülkeleri ile olan ticari
ilişkilerimizi geliştirmek zorundaydık şeklinde özetliyordu. Gerçekten de Tür-
kiye’nin batı dışı dünya ile olan ticari ve ekonomik ilişkileri bu dönemde
önemli bir canlanma göstermiştir. Örneğin Türkiye’nin İslam ülkelerine yöne-
lik ihracatının toplam ihracattaki yeri 1979’da yüzde 18 iken 1982 sonunda
yüzde 45’e çıkmıştır. İran ve Irak arasındaki savaşta aktif-tarafsızlık politikası
izleyen Türkiye; İsrail’in Kudüs’ü kendi topraklarına ilhak etme kararı alma-
sından hemen sonra Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmek için İsrail ile olan
ilişkilerini en alt düzeye (2. kâtip düzeyine) indirmiştir. Ayrıca bu dönemde
Türkiye, İran ve Pakistan arasındaki Bölgesel İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
(RCD) canlandırılmaya çalışılmıştır. Türkiye böylece batıda yitirdiği prestiji dış
politikada yönünü Ortadoğu’ya dönerek telafi etme politikasında ciddi bir
başarı sağlamıştır. Ayrıca Evren Asya ülkeleri ile de ilişkileri geliştirmek için
1982 Aralık ayında Çin, Endonezya, Güney Kore ve Bangladeş’i kapsayan
uzun bir sefere de çıkmıştır.
Kıbrıs sorunu: 1974’te Türkiye’nin adadaki Türkleri korumak için giriştiği
barışçıl müdahale sonrasında Kıbrıs’ta fiilen iki ayrı toplumsal yapı ortaya
çıkmış, ancak soruna her iki tarafın haklarını güvence altına alacak siyasi ve
hukuki bir çözüm bulunamamıştır. Taraflar arasındaki görüşmeler askeri dö-
nemde de devam etmiş olmasına rağmen, Türk tarafının statüsü sorunu belir-
sizliğini koruyordu. Öte yandan Kıbrıs Türkiye ve Yunanistan arasındaki iliş-
kileri etkileyen en önemli konulardan da biriydi. Üstelik 1981’de iktidara gelen
Papandreou liderliğindeki PASOK partisi gerginliği artırıcı ve hatta kışkırtıcı
politikalar izlemeye başlamıştı. Yeni üyesi olduğu AET’yi de Türkiye’ye karşı
kullanıyordu. Bu durum Türkiye’yi giderek rahatsız etmeye başlamıştı. Muh-
temelen Türkiye’nin de bilgisi dâhilinde Kuzey Kıbrıs Türk Federe Meclisi 15
Kasım 1983’te aldığı bir kararla bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin
kurulduğunu ilan etti. Türkiye dışişleri bakanı Türkmen Kıbrıs’ı tanıdıklarını
açıkladı. Ancak ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler uluslararası hukuka ay-
kırı olduğu gerekçesiyle KKTC’nin bağımsızlık ilanını tanımadılar. BM Güven-
lik Konseyi de 18 Kasım’da yaptığı toplantıda KKTC’nin bu kararı geri alması-
nı istedi. Ancak Türkiye BM’nin bu kararını tanımayacağını açıkladı.71 Böylece
Askeri idare 3 yıllık döneminde en radikal dış politika kararına imza atarak
Kıbrıs’taki bu kritik adımın sorumluluğunu üzerine almış; seçimlerden galip
çıkan yeni sivil iktidarı uluslararası baskılardan kurtarmıştır.
Sonuç olarak, askeri yönetim Türkiye’nin siyasal yapısının yeniden tanım-
landığı bir restorasyon dönemi olmuştur. Bugün uygulanmakta olan 1982
Anayasası başta olmak üzere pek çok yasa ile YÖK ve Askeri yargıya ilişkin
temel kurumlar 12 Eylül’ün izlerini taşımaktadır. Dış politikada daha statüko-
cu bir tutum benimseyen askeri yönetim, başka ülkelerce tanınmasa da Kıb-
rıs’a bağımsız devlet statüsü kazandırmıştır. Özetle 12 Eylül pek çok etkileri
bakımından siyasal ve hukuki hayatımızdaki önemini korumaktadır.

565
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

SONNOT

1 Birand, M. Ali, Emret Komutanım, İstanbul: Milliyet yayınları, 1986.


2
İnsel, Ahmet ve Bayramoğlu, Ali (Der), Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, İstanbul: Birikim
Yayınları, 2004, s. 11.
3 Türk demokrasisinde ordunun rolüyle ilgili olarak bkz. Hikmet Özdemir, Ordunun Olağandışı
Rolü, İstanbul: İz yayıncılık, 1994. Vesayetçi demokrasinin kavramsallaştırmasıyla ilgili olarak
bkz. Mustafa Erdoğan, Liberal Toplum Liberal Siyaset, Ankara: Siyasal Kitabevi, 1998, ss. 224-
247.
4
Huntington, Samuel P., The Third Wave: Democratization in the Late Twentieth Century, London:
University of Oklahoma Press, 1991.
5
Zablotsky, Edgardo E., "A Public Choice Approach to Military Coups d'Etat," CEMA Working
Papers: Serie Documentos de Trabajo, 85, Universidad del CEMA, 1992.
6 Bkz. Kürkçüoğlu, Ömer, “Türk Demokrasisinin Kuruluş ve İşleyişinde Dış Etkenler”, AÜSBF
Dergisi, C. 33, Sayı 12, 1978.
7
Gözen, Ramazan, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe Türkiye’nin Dış Politikası, Ankara: Palme
Yayıncılık, 2009, s.150.
8
Birand, M. Ali, 12 Eylül: Saat 004,” İstanbul: Karacan yayınları, 1984, s. 92.
9
Bkz. Henze, Paul, Turkish Democracy and Amerikan Alliance, Santa Monica, Californiya: Rans,
1993.
10
Oran, Baskın, Türk Dış Politikası, Cilt II, (6. baskı), İstanbul: İletişim yayınları, 2002, s. 11.
11
Birand, 12 Eylül, s. 197. Yetkin Türkiye’de 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerinde ABD’nin
önemli rol oynadığını iddia etmektedir. Bkz. Çetin Yetkin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Ameri-
ka, (3. baskı), Ankara: Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 2006.
12
Cumhuriyet Ansiklopedisi, Cilt 3, (5. baskı), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2005. s. 428.
13
Özdemir, Hikmet, “1980 ve Sonrası”, içinde Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek ve Salim Koca
(Editörler), Türkler, Ankara: Yeni Türkiye yayınları, 2002, ss. 132-133.
14 Daha sonraki tartışmalarda sık sık gündeme getirilen ve Kenan Evren’in biz müdahaleye
1979’da karar verdik ancak “bıçak kemiğe dayanmadan yapmak istemedik” sözü askerlerin
toplum psikolojisini darbeye hazır hale getirmek için gelişmelere göz yumduklarına ilişkin
eleştirilere neden olmuştur.
15
Metin Toker’den alıntılayan Özdemir, Ordunun Olağandışı Rolü, s. 415.
16 Altan, Mehmet, Darbelerin Ekonomisi, İstanbul: İyiadam Yayınları, 2001
17 Cumhuriyet Ansiklopedisi, C.3, s. 505.
18
Altan, Mehmet, “11 Eylül, 12 Eylül”, Sabah (11.09.2006).
19
Tanör, Bülent, “12 Eylül Rejimi (1980-1983)”, içinde Bülent Tanör, Korkut Baratov ve Sina
Akşin, Türkiye Tarihi, Cilt 5, İstanbul: Cem yayınevi, 2002, s. 26.
20
Mektubun tam metni için bkz. Evren, Kenan, Zorlu Yıllarım, İstanbul: Milliyet yayınları, 1994,
ss. 105-107.
21 Özdemir, “1980 ve sonrası”, s. 128.
22 Bkz. Arcayürek, Cüneyt, 12 Eylül’e Doğru Koşar Adım, Ankara: Bilgi Yayınları, 1986, ss. 333-
334.
23
Evren, Zorlu Yıllarım, s. 77.
24 Evren, Zorlu Yıllarım, s. 144.
25 Evren, Zorlu Yıllarım, s. 209.
26
Evren, Zorlu Yıllarım, s. 221-222.
27
Evren, Zorlu Yıllarım, s. 224-232.
28 Donat, Yavuz, Buyruklu Demokrasi 1980-1983, (2. baskı), İstanbul: Bilgi yayınları, 1987.

566
21. Bölüm: 12 Eylül Döneminde İç ve Dış Politika / Birol Akgün

29 Birand, 12 Eylül, s.300.


30 Birand, 12 Eylül, s.287.
31 Eroğul, Cem, Anatüzeye Giriş, Ankara: İmaj yayınevi, 2009, s. 305.
32 Doğan, Yalçın, Dar Sokakta Siyaset (1980-1983), (4.baskı), İstanbul: Tekin Yayınevi, 1985, 29-30.
33 Doğan, Dar Sokakta Siyaset, s. 22.
34 Bu kararlar Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. 12 Eylül’e ilişkin bazı önemli belgelere internet
ortamından da ulaşılabilir. http://www.belgenet.com/12eylul/12eylul.html (04.04.2009).
35 Tanör, “12 Eylül Rejimi”, s. 30.
36 Birand, 12 Eylül, s. 306-310.
37 Cumhuriyet Ansiklopedisi, C. 3, s. 518.
38 Eroğul, Anatüzeye Giriş, s. 306.
39 Bkz. Resmi Gazete, 28.10.1980, No: 17145.
40
Tanör, “12 Eylül Rejimi”, s.3.
41
Cumhuriyet Ansiklopedisi, C.4, s. 77.
42
Cumhuriyet Ansiklopedisi, C. 3, s. 520.
43
Bkz. Kongar, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye: 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, (37. ba-
sım), İstanbul: Remzi Kitabevi, 2006, ss.195-198.
44 Evren, Zorlu Yıllarım, s. 267.
45 Tanör, “12 Eylül Rejimi”, s. 37.
46 Evren, Zorlu Yıllarım, s. 285.
47 Resmi Gazete, 5.6.1981, No: 17361.
48 Evren, Zorlu Yıllarım, s. 331.
49 Resmi Gazete, 30.06.2009., No: 17386.
50 Doğan, Dar Sokakta Siyaset, ss. 130-133. TV konuşması için bkz. Evren, Zorlu Yıllarım, ss.
356-359.
51
Doğan, Dar Sokakta Siyaset, s. 165-166.
52
Özdemir, “1980 ve Sonrası”, s. 137.
53
Eroğul, Anatüzeye Giriş, s. 311.
54
Tanör, “12 Eylül Rejimi”, s. 46.
55 Doğan, Dar Sokakta Siyaset, s. 192.
56 Yaşar, Muammer, Paşalar Politikası, 2. baskı, Ankara: Tekin yayınevi, 1990, ss. 158-160.
57
Aktaran Özdemir, “1980 ve Sonrası”, s. 140.
58
Doğan, Dar Sokakta Siyaset, s. 14-15.
59 Bkz. Yılmaz, Türel, Uluslararası Politikada Ortadoğu, Ankara: Platin kitabevi, 2009, s. 246.
60 Gürel, Şükrü S., “1980 Ertesinde Türk Dış Politikası” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
C. 12, İstanbul: İletişim yayınları, 1995, s. 356.
61
Birand, 12 Eylül, s. 92.
62 Sander, Oral, Türkiye’nin Dış Politiksı, (2.basım), İstanbul: İmge yayınları, 2000, s. 71.
63 Oran, Türk Dış Politikası, C. II, s. 28.
64
Gürel, Şükrü S. “1980 Ertesinde Türk Dış Politikası” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
C. 12, İstanbul: İletişim yayınları, 1995, s. 360.
65 Uzgel, İlhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler” içinde Oran, Baskın, Türk Dış Politikası, Cilt II, (6.
baskı), İstanbul: İletişim yayınları, 2002, s. 39.
66 Uzgel, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, s. 47.
67 Çalış, Şaban, Tükiye Avrupa Birliği İlişkileri: Kimliik Arayışı, Politik Aktörler ve Değişim, Ankara:
Nobel Yayınları, 2001, s. 212.

567
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

68 Çalış, Tükiye Avrupa Birliği İlişkileri, s. 213.


69 AKPM’nin bu karar metni için bkz. Evren, Zorlu Yıllarım, s. 292-293.
70 Evren, Zorlu Yıllarım, s. 325.
71 Cumhuriyet Ansiklopedisi, C.4, s. 71.

568
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

22. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE SİVİL TOPLUM VE DEMOKRASİ
[1983–1991]] ∗

Ömer ÇAHA∗∗

GİRİŞ
1980 öncesinde toplumla devlet arasındaki bağ büyük ölçüde siyasal parti-
ler üzerinden sağlanmaktaydı. Siyasal partiler, aynı zamanda toplumsal farklılı-
ğı temsil eden mekanizmalardı. 1980’lerde ise devletle toplumsal alan arasındaki
ara kademeyi doldurmak üzere farklılaşmış bir sivil toplum alanının geliştiğini
görüyoruz. 1980 sonrası dönem bir yandan iç dinamiklerin, bir yandan da dün-
yadaki gelişmelerin gelişimini kolaylaştırdığı bir sivil toplum olgusuyla karşı-
laşmaktayız. 1983 yılında yapılan genel seçimlerin bu anlamda bir dönüm nok-
tası oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bilindiği gibi 1970’lerdeki ideolojik
farklılaşma ve onun yol açtığı silahlı çatışma askeri darbeye ve üç yıl devam
eden 12 Eylül yönetimine yol açmıştı. Demokratik seçimlerin gerçekleştirildiği
1983 genel seçimleri liberal değerleri savunan bir liderin, yani Turgut Özal’ın
sahneye çıkması ve Türkiye’nin siyasal yaşamına yaklaşık olarak on yıl boyunca
damgasını vurmasıyla sonuçlanmıştır.
Özal’ın savunduğu üç özgürlük (dinsel, siyasal ve ekonomik) 1980’ler bo-
yunca Türk siyasal yaşamına yeni bir renk ve soluk kazandırdı. Türkiye’de bu
tarihlerde yükselişe geçen iki değerin “özgürlük” ve “sivil toplum” olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. 1980’lerin sonlarında yoğun bir tartışma sonu-
cunda kaldırılan Türk Ceza Kanunun 141, 142 ve 163’cü maddelerinin tasfiyesini
özgürlüklerin önünü açmaya dönük bir açılım olarak görmek mümkündür. On
yıllık süreç içinde temelleri atılan ekonomik ve siyasal ortamın sonucu olarak
serbest piyasa ekonomisi, Türkiye için neredeyse alternatifsiz bir ekonomi mode-
li haline geldi. Yine Avrupa Birliği’yle müzakereyle sonuçlanan önemli bir siya-
sal açılımın bu dönemlerde temellerinin atıldığını görüyoruz. Siyasal alandaki


Bu çalışma, yazarın, Aşkın Devletten Sivil Topluma (İstanbul: Plato Film Yayınları, 2008) adlı
çalışmasından bu kitabın amacına hizmet edecek şekilde derlenerek yeniden formüle edilmiş-
tir.
∗∗
Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi.

569
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

özgürlük alanının genişleme süreci Türkiye’de demokrasiyi ve onun saç ayağı


olan dinamikleri sistem içinde önemli bir yere getirdi. Bu da sivil toplumun artık
Türkiye’nin iç ve dış politik açılımlarının yanı sıra, ekonomik politikalarına da
damgasını basacak duruma gelmesi anlamına gelmektedir.
1970’lerde Türk siyasal yaşamında boy gösteren sosyal gruplar genel olarak
Türkiye’deki siyasal sistemi bütünüyle dönüştürmeye çalışmaktaydılar. Bu ba-
kımdan toplumun tümünü ilgilendiren genel söylemler geliştirirlerdi. Sosya-
lizm, İslamcılık ve Turancılık gibi ideolojiler sistemin tümünü dönüştürmeye
çalışıyordu. Oysa 1980’li yıllarda, Türkiye’de sistemin tümünü amaçlayan “bü-
yük” ve “kapsayıcı”, diğer bir deyişle, toplumun tümünü ilgilendiren konular-
dan çok, hava kirliliği, sağlık, turizm, çevre, insan hakları, dinsel haklar, etnik
haklar ve kadın hakları gibi sadece belli başlı grupları ilgilendiren spesifik konu-
lar üzerinde yoğunlaşılmış ve bu konularla ilgili talepler etrafında siyaset yapıl-
maya başlanmıştır. Bu kavramların çoğu toplumsal gruplar tarafından gündeme
getirilmiştir. Konuların her birini savunan bir sosyal grup gelişmiş ve kendi ala-
nında devlet üzerinde etkin olmaya, devletten bir takım haklar koparmaya ve
devlet politikalarını etkilemeye çalışmıştır. Bu çalışmada 12 Eylül askeri darbe-
sinden sonra ilk genel seçimlerin gerçekleştirildiği 1983’den başlayıp, Anavatan
Partisi’nin iktidardan düştüğü 1991 genel seçimlerine kadar geçen süre içinde
Türkiye’nin siyasal tarihinin resmini, sivil toplumu eksen alan bir yaklaşım için-
de çizmeye çalışacağız.
1980’LERDE SİVİL TOPLUMA ZEMİN HAZIRLAYAN DİNAMİKLER
Askerin kışlasına geri dönüşünü ifade eden 1983 genel seçimleri aynı za-
manda yeni bir Türkiye’nin doğuşuna da büyük ölçüde başlangıç yapmıştır. Bu
seçim, serbest piyasa ekonomisini savunan bir lider olan Turgut Özal felsefesinin
Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarında iktidar olma yolunu aç-
mıştır. Özal liderliğindeki Anavatan Partisi, 1991 genel seçimlerine kadar iki kez
üst üste iktidar olmanın da sağladığı imkânlardan yararlanarak liberal iktisadi
açılımları Türkiye için adeta alternatifsiz bir ekonomik model haline getirdi.
Bununla birlikte liberal siyasal değerler de siyasette ve kültürel yaşam alanında
Türkiye’de yayılma alanı bulmuştur. Liberal düşüncenin en kilit kavramlarından
biri olan özgürlükler, siyasal katılım, sivil toplum, örgütlenme, insan hakları gibi
değerler yukarıda ifade edildiği gibi bu dönemin yaygınlaşan önemli değerleri
oldu. Ancak bu değerlerin yaygınlaşmasını sağlayan ne tür bir siyasal, ekonomik
ve sosyolojik ortam söz konusu olmuştur sorusu bu yaygınlaşmanın anlaşılma-
sında kilit bir nokta oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, liberalizmin değişik alan-
lardaki yaygınlaşmasını anlamak için Türkiye’de iktisadi, ekonomik ve sosyolo-
jik alanlar üzerinde doğmuş olan zemini anlamak gerekiyor.
Özal’ın iktidarıyla birlikte yukarıda ifade edildiği gibi Türkiye’de serbest
piyasa ekonomisine dayalı liberal bir ekonomik model gelişmeye başlamıştır. Bu
ekonomik modelin sivil toplum açısından iki önemli sonucundan söz etmek
mümkündür. Bunlardan biri, özellikle özelleştirme, yabancı sermaye, sermaye-
nin tabana yayılması, yeni yatırım imkânlarının artmasıyla birlikte devletten
bağımsız, devlet karşısında giderek güç kazanan bir orta sınıfın geliştiğini söyle-
yebiliriz. 1980’lere kadar büyük ölçüde devletle göbek bağı bulunan tek işadam-

570
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

ları derneği TÜSİAD iken, 80’lerden sonra başta MÜSİAD olmak üzere yeni geli-
şen orta sınıfın sesi olan çok sayıda işadamları dernekleri üremeye başladı. Bu
orta sınıf doğal olarak kendi kültürel değerlerini, tüketim kalıplarını, simgelerini,
plan ve programlarını kamusal alana taşıyarak kamusal alanın farklılaşmasına
katkıda bulunmuştur. Diğeri ise devletin neredeyse ülkede kıpırdayan her şeyin
altında bulunan eli yavaş yavaş çekilerek, başka bir deyişle devletin ekonominin
en ince ayrıntısına kadar hükmeden rolü azalarak devlet kendi alanına çekilme-
ye başlamıştır. Devletten boşalan yeri doğal olarak ekonomik gruplar almaya
başlamışlardır. Bu da devlet karşısında sivil bir alanın gelişmesi ve genişlemesi-
nin yanı sıra, işadamı ve sanayicinin devletle göbek bağıyla bağlılığını bir zorun-
luluk olmaktan çıkaran zemini hazırlamıştır.
1983–1991 yılları arasında tek başına hükümette bulunan Anavatan Parti-
si’nin program ve politikaları bu dönemde, dikkatlerin devletten topluma kay-
masında önemli bir rol oynamıştır. Kamu İktisadi Teşekküllerinin özelleştirilme-
si, yetki devri, belediyelere fon aktarımı, serbest piyasa ekonomisinin ön plana
çıkarılması gibi konular sivil toplum cephesine büyük kazanımlar getirmiştir.1
Özal’ın etkisi altında, devletin ekonomik alanda alt yapı hizmetlerini, politik
alanda da bireylerin özgürlüğünü, haklarını ve kamusal güvenliğini sağlayarak
toplumun hizmetine giren bir kurum olması gerektiği yolundaki düşünceler
yaygınlık kazandı. Devlete yüklenen fonksiyonların, adalet, güvenlik ve savun-
ma gibi alanlarla sınırlı kalması düşüncesi yaygın biçimde tartışılır oldu. Özal’ın
sık sık vurguladığı üç özgürlük (inanç ve vicdan, düşünce ve ifade, serbest te-
şebbüs hürriyeti) geniş bir yankı buldu.2 Bütün bu düşüncelerin, devletin en üst
katında görev yapan biri tarafından vurgulanması, gerçekte Türk tarihinde ilkti
ve klasik merkeziyetçi devlet geleneğinden radikal bir kopuşu ifade ediyordu.
1980’li yıllarda, devletin geleneksel olarak merkezi (core) alanını oluşturan
bürokraside önemli bir değişme meydana geldi. 1980’li yıllara kadar her tür de-
ğişimin öncüsü durumunda olan bürokrasi, bu tarihlerde siyasal iradeyle zaman
zaman karşı karşıya gelmiş ve bu iradeye karşı direnmelerde bulunmuştu. Özel-
likle Demokrat Parti’nin iktidara gelişini hazmedemeyen atanmış elit bu partinin
politikalarını sekteye uğratmak için ciddi bir muhalif blok gibi davranmış ve bu
partiye çok çektirmişti. Oysa 1980 sonrası dönemde, özellikle serbest piyasa eko-
nomisiyle birlikte Devlet Planlama Teşkilatı gibi ekonominin lokomotifi duru-
munda bulunan bazı bürokratik kurumlar ağırlıklarını kaybetmeye başladılar.
Özal’ın yürüttüğü liberal iktisadi politikalar bir bakıma bürokrasinin özellikle
kumanda ekonomisi doğrultusunda sahip bulunduğu birikmiş deneyimini bir
kalemde sildi ve adeta bürokrasinin içini boşaltmış oldu. Özal, bürokratlarını
özellikle Amerika eğitimli kişilerden seçiyor ve bunlar medyada “Özal’ın prens-
leri” olarak biliniyorlardı. Bürokrasinin başındaki Özal’ın prensleri Türkiye’de
yeni bir hava estiriyor; ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlara pragmatik bir şe-
kilde yaklaşıyor ve Cumhuriyetin devasa mevzuat engellerini bir bir aşacak dü-
zenlemelere yöneliyorlardı. 1980 sonrasında bürokrasi böylece siyasal iradenin
karşısında zinde bir güç oluşturmaktan çok, siyasal iradenin yörüngesine girme-
ye başlamıştır. Özellikle ekonomi bürokrasisi, planlamacı ekonominin terk edil-
meye başlamasıyla bu alandaki gücünü yitirmeye başladı. Aslında Özal’a bu

571
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

anlamda güç kazandıran ve değişik manevralarla bu kesimi kontrol altına alma-


sını sağlayan faktör de bu olmuştur.3 Bürokrasideki bu değişimin en önemli so-
nucu, bürokrasinin Demokrat Parti’den beri sivil siyasete karşı direnen bir güç
olmaktan çıkıp, sivil siyasetin hizmetine girmiş olmasıdır. Bu da doğal olarak
demokratik siyaset alanının genişlemesine hizmet etmiştir.
1983’ten sonra Silahlı Kuvvetlerde de önemli bir değişmenin baş gösterdiği-
ni söyleyebiliriz. Siyasal elite karşı üç darbe gerçekleştirmiş olan asker 12 Eylül
Darbesi’nin getirmiş olduğu yıpranmışlık karşısında 28 Şubat 1997 tarihine ka-
dar siyasal arenada bariz biçimde boy gösteremedi.4 12 Eylül darbesiyle yöneti-
mi eline alan ve Türkiye’yi üç yıl boyunca yöneten askeri yönetim Türkiye’yi
ekonomi bakımından tam anlamıyla bir fiyaskonun eşiğine getirdiği gibi, ülke-
nin uluslar arası arenada tecrit edilerek içine kapanmasına da yol açtı. Türkiye
bu süreçte Avrupa’dan kopma noktasına gelmiştir. Bir yandan ordunun bu yıp-
ranmışlığından, bir yandan da tek başına güçlü bir oy ve sandalyeyle hükümet
olmanın sağladığı avantajla Türkiye’de ordu, Cumhuriyet tarihi boyunca belki
de ilk defa Cumhurbaşkanı Turgut Özal zamanında sivil siyasal elitler tarafın-
dan kontrol edilebilir duruma gelmiş ve siyasilerin iradesine boyun eğmek zo-
runda kalmıştır.5 Bununla birlikte sivil alandaki modern eğitim imkânlarının
yaygınlaşması karşısında Silahlı Kuvvetler Türkiye’deki modernleşmenin ve
yeniliğin merkez üssü olmaktan çıkmaya başlamıştır. Eskiden toplumun en nite-
likli insan gücünü devşiren ordu 1980’lerden sonra bu özelliğini yitirmiştir. Yine
eskiden teknolojik yenilikleri ilk çeken kurum ordu olmaktan çıkmış, üniversite-
ler veya sivil alanlar olmuştur. Nitelikli insan gücü ve yenilikçi teknoloji, liberal-
leşme politikalarının sonucunda genişleyen ve bir yönüyle imkânlar ve fırsatlar
alanı haline gelen özel sektör tarafından çekilmeye başlanmıştır. Türkiye’deki iyi
üniversitelerden mezun olan, yabancı dil becerisi olan nitelikli işgücü böylece
bürokrasiden çok piyasaya kaymıştır. Bu da Silahlı Kuvvetlerin bir yandan tek-
nik ve bilimsel açıdan, bir yandan da beyin gücü itibariyle sivil alanın gerisinde
kalmasına yol açmıştır.
1980’li yıllarda meydana gelen değişim alanlarından birini de medyada ve
burada kümelenen aydınlarda görmek mümkündür. Türkiye’de liberal medya,
Tek Parti döneminde devletten yemiş olduğu darbenin sonucunda, neredeyse
yarı-resmi bir kimliğe ve reflekse sahip medya karşısında zayıf ve güdük kalmış-
tır. Bu bakımdan Türk medyası ve bu medyada konumlanmış olan aydınlar
1950’den beri demokrasiden çok bürokrasinin, askerin ve cuntanın yanında yer
almayı tercih etmişlerdi. Nitekim aydınların ve medyanın 1960 askeri darbesinin
önemli mahşer atlarından birini oluşturduğunu görmekteyiz. Oysa 1980’lerde
aydınların önemli ölçüde geleneksel misyonlarından sıyrıldıklarını, devletçi ve
bürokratik anlayışa karşı sivil toplum, liberalizm, demokratik katılım, insan hak-
ları, özgürlükler ve sivil alanın genişlemesi gibi temalara yönelerek devletle olan
göbek bağlarını koparmaya başladıklarını görüyoruz. Medyadaki birçok aydın
1980 sonrası dönemde devleti sorgulayan bir konumda yer almaya başladılar.
Televizyon ekranlarından seslerini duyuran bu tür aydınlar, “Hodri Meydan”,
“Siyaset Meydanı”, “Arena”, “Toplumun Nabzı”, “Objektif” gibi programlarla
devleti kapalı bir kutu olmaktan çıkardılar. Bu ve benzeri programlarla toplum,

572
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

devlet içindeki usulsüzlükler hakkında medya tarafından bilgilendirilmiş, dola-


yısıyla Türk siyasal kültüründeki metafiziksel, kutsal, sorgulanmaz ve kapalı
devlet anlayışı büyük bir darbe almıştır. Kısaca, basında yer alan aydınların,
özellikle tek parti dönemindeki misyonlarından hayli uzaklaşarak devletin ya-
nında değil, toplumun yanında yer alıp, toplum adına devlet üzerinde adeta bir
kontrol mekanizması görevini üstlendikleri görülmektedir. 1990’lı yılların ba-
şından itibaren özel televizyon kanallarının da devreye girmesiyle birlikte bu
türden yayınlara daha çok rastlandı ve televizyon kanalları adeta devlet üzerin-
de bir denetim mekanizması işlevi görmeye başladılar.
Türk medyasının 1980’lerde demokratikleşmeye çok boyutlu önemli katkı-
larından söz etmek mümkündür. Medyanın bu tarihlerde dört noktada önemli
rol oynadığını söylemek mümkündür. Birincisi, devletin ve yöneticilerin yanlış-
ları karşısında durarak adeta bir muhalefet odağı haline gelmiştir. İkincisi, özel-
likle görsel medyadaki özelleştirmeyi müteakiben Türk insanının dünyayı daha
fazla tanıması, dünya ile daha fazla bütünleşmesi ve dünyadaki demokratik ve
otoriter rejimleri tanıyarak kendi ülkesindeki yönetimi daha sağlıklı değerlen-
dirmesini sağlamıştır. Üçüncüsü, değişik kesimler arasında ciddi bir buluşma
noktası oluşturarak adeta Türk insanını sokak çatışmalarından kurtarıp, onları
aynı ekranda, aynı masa etrafında bir diyalog ortamına sevk etti. Siyasal iktidara
talip olmanın en önemli yolu olan siyasal tartışma, müzakere ve rekabet televiz-
yon ekranlarından halkın gözlerinin önünde açık biçimde sergilendi. Son olarak
basın, toplum üzerindeki esrar perdesini kaldırarak devlet politikalarının top-
lumsal beklentilere göre şekillenmesine katkıda bulundu. Özellikle kamuoyu
yoklamalarıyla başlayan bir sürecin hızlandırıcı unsuru olarak basın, toplumun
beklentilerini tespit ediyor, yöneticilerin bunları göz önünde bulundurmasına
katkıda bulunuyor. Bu yönüyle basının ciddi biçimde toplumla devlet arasında
bir köprü işlevi gördüğünü söylemek mümkündür. Kısaca, özellikle tek parti
döneminde devletin yanında yer tutan, devletin ürettiği politikaları meşrulaştırı-
cı rol oynayan bir medyadan, her uygulamayı ballandırarak topluma aktaran bir
basından ve aydın tipinden, toplumsal cephede yerini alan, yöneticileri eleştiri
yağmuruna tutan ve toplumsal beklentilere aracılık eden bir aydın ve basın ti-
piyle karşılaşılmıştır.
1980’lerde sivil topluma zemin hazırlayan gelişmelerden birinin de eğitim
politikalarında yattığını söyleyebiliriz. Gerçekten 1980’lerin devrim niteliğindeki
açılımlarından birinin eğitim alanında ortaya çıktığını söylemek abartı olmaya-
caktır. ANAP hükümetinin eğitim imkânlarını taşranın en ücra köşelerine kadar
yaygınlaştırmasıyla, modernleşme imkânının taşrayı da içine alacak şekilde yay-
gınlaştığını görüyoruz. Özellikle Anadolu liseleri modeliyle İngilizceye dayalı
ayrıcalıklı eğitim imkânları ilk kez Ankara, İzmir ve İstanbul gibi kentlerin dışı-
na çıkmış ve ortalama vatandaşların çocuklarına da ulaşmıştır. İngilizce ve Fran-
sızca dilleri üzerinden süren eğitimin Osmanlı son döneminden beri üst sınıf aile
çocuklarına yönelik olduğunu unutmamak gerekir. Anadolu liseleri üzerinden
taşraya kadar yaygınlaşan eğitim imkânları doğal olarak toplumun alt ve orta
sınıflarında büyük bir hareketliliğe (mobilizasyona), başka bir deyişle sınıf deği-
şimine yol açmıştır. Ortalama vatandaşın çocuğuna da böylece üniversiteye giriş

573
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

imkânı doğmuş, bunun sonucunda da bürokrasinin kapıları açılmaya başlamış-


tır. 1980’lerde üniversitelerin büyük kentlerin duvarlarını aşarak taşraya yaygın-
laştırılmasıyla birlikte insanların modern eğitim üzerinden kendi konumlarını,
sınıfsal durumlarını ve statülerini değiştirme imkânı doğmuştur. Bu da taşranın
merkeze doğru harekete geçmesi anlamına gelmiştir.6
1980’lerde, sivil toplum ve demokratikleşme açısından değerlendirildiğinde,
kentleşmenin de önemli bir zemin oluşturduğunu söylemek mümkündür. Tür-
kiye’de kentleşme politikaları (belki de politikasızlığı) öteden beri problemli
olmakla birlikte, 1980’lerdeki ekonomik canlanma, sanayileşme, yatırım imkân-
larının artması ve hükümetin bu yöndeki teşvik edici politikaları neticesinde
kırsal kesimden kentlere doğru yaşanan göçün ivmesi artmış, kentler yoğun
nüfus baskısı altında kalmışlardır. Bu durum, kuşkusuz, düzensiz kentleşme,
gecekondu, alt yapı imkânlarının yetersizliği gibi alanlarda ciddi sorunların
kaynağını oluşturmuştur. Ancak nüfusun kentlerde yoğunlaşmasının ekonomik
açıdan bir devingenliğe, bir dinamizme işaret ettiğini de unutmamak lazım.
Kentler, yukarıda zikredilen problemlerine rağmen meslek, istihdam, iş imkânı,
ekonomik bağımsızlık gibi konularda önemli merkezlerdir. Dolayısıyla kentler-
de artan iş imkânlarının sivil toplum açısından önemli bir zemin oluşturduğunu
unutmamak gerekir. Avrupa’da 1960’larda mantar gibi biten sivil toplumun
gelişmesinde buralarda doğmuş olan refah imkânlarının büyük rol oynadığını
unutmamak lazım. Kentleşme, bununla birlikte farklı özellikte nüfusun bir araya
gelerek kozmopolit bir yapı oluşturduğu merkezlerdir. Başka bir deyişle kentler,
etnik, dinsel ve sınıfsal ayrışmanın kendisini ortaya koyduğu mekânlardır. Sivil
toplum açısından düşünüldüğünde bu tür farklılıkların olumlu bir değer oldu-
ğunu unutmamak lazım.
Kısaca, yukarıda altı çizilmeye çalışılan alanlar 1980’lerde Türkiye’deki sivil
toplum ve demokratikleşmenin sosyolojik, ekonomik ve siyasal zeminini oluş-
turmuşlardır. Türkiye’de 1980’lerden sonra gelişen bu zemin üzerinden, daha
önce bulunmayan bir sivil toplum gelişimi söz konusu olurken, demokratikleş-
menin de sosyal dinamiklerinde dikkate değer bir canlanma meydana gelmiştir.
Bu da demokrasinin yeni kuşaklar arasında alternatifsiz bir siyasal model olarak
benimsenmesine yol açmıştır. 1970’lerin kuşakları arasında “tek lider, tek parti
ve tek toplum” anlayışı yaygın bir ütopya iken, 1980’li kuşaklarda farklılaşan,
çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü bir demokratik anlayışın en fazla benimsenen
anlayış olarak yaygınlaştığı söylenebilir. Bu anlayışın Türkiye’deki tüm başat
kesimlerde (Kemalist, sol, İslamcı, Milliyetçi) görüldüğünü söylemek mümkün-
dür. 1980’lerde demokratikleşmenin yaygınlaşan sosyal, siyasal ve ekonomik
boyutları Türkiye’deki başat sosyal ve siyasal kesimlerin demokratikleşme yo-
lundaki dönüşümlerine önemli bir ivme kazandırmıştır.

1980’LERDE KAMUSAL ALAN VE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI


Yukarıda ifade edildiği gibi 1980’lerden önce Türkiye’nin tümüne yön ver-
mek isteyen ideolojiler Türkiye’deki kamusal yaşam alanını işgal etmişlerdi.
Siyasal farklılaşma ideolojiler bazında seyretmekteydi. Dört başat ideolojinin bu

574
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

tarihlerde sosyalizm, Kemalizm, Turancılık ve İslamcılık olduğu söylenebilir. Bu


ideolojiler arasındaki kanlı çatışma Türkiye’deki kamusal alanı renkliliklerin bir
arada yer aldığı bir alan olmaktan öte, güvenlik ve istikrar sorununun bulundu-
ğu bir alan haline getirmişti. 12 Eylül darbesiyle birlikte bu ideolojiler tasfiye
edilmiş, böylece kamusal alanda yeni oluşumların boy göstermesinin imkânı
doğmuştur. Başka bir deyişle, ideolojilerden arınmış olan yeni kamusal alan
birçok kimlik ve arayış için fırsatlar ve imkânlar zeminini oluşturmaya başladı.7
Bu zemin üzerinde bir kısmı öteden beri varlık gösteren, ama bir kısmı ilk kez
1980’lerde gün yüzüne çıkan çok sayıda sivil toplum kuruluşunun boy göster-
mesi mümkün oldu. Kadın hareketi, çevreci hareket, insan hakları yönündeki
arayışlar, düşünce kulüpleri Türkiye’deki kamusal alanda yer alan yeni sosyal
hareketler oldular. Bu ve benzeri sosyal hareketlerin toplumun tümünü ilgilen-
diren söylemler yerine, sadece kendilerini ilgilendiren söylemlere yönelmesi
Cumhuriyet dönemi boyunca tek bir ideoloji ve öğretinin taşıyıcı alanı olarak
kurgulanan kamusal yaşam alanını farklılıkların bulunduğu bir alan haline ge-
tirdi. Bu tür talepleri olan grupların boy göstermesiyle birlikte kamusal alan 1980
sonrasında önemli bir farklılaşmaya sahne oldu. Etnik, dinsel, siyasal, cinsel,
kültürel ve ekonomik alanda farklı güdülerden ve referanslardan beslenen sos-
yal gruplar kamusal alanı adeta bir renk cümbüşüne boğarak “ideolojik” bir
kamusal alandan “sivil” bir kamusal alana geçişi sağladılar.8 1980’lerde gelişen
sivil kamusal alan üzerinde çok sayıda sivil toplum kuruluşunun nüvelenerek
kamusal alanda boy göstermesi böylece mümkün oldu.
Türkiye’de 1980’li yıllarda gelişen çok sayıdaki sivil toplum cephelerinden
birini kadın hareketi meydana getirdi. 12 Eylül’ü takip eden dönemde Türki-
ye’de gelişen ilk ve orijinal hareketlerden birini kadın hareketi içinde önemli bir
akım olarak ön plana çıkan feminizm oluşturdu. Askeri yönetim dönemi özellik-
le solda yer alan bir grup kadının kendi konumlarını sorgulamasına fırsat ver-
miş, solun dağınıklığı bu kadınların kendilerini yeni bir kimlikle lanse etmeleri-
nin yolunu açmıştır.9 1980’li yılların başından itibaren yeni bir oluşumu teşkil
eden feminist kadınlar, birkaç yıl sonra kamusal alanda protesto eylemlerine
yönelerek seslerini duyurmaya başladılar. 1986 yılında “Kadına Karşı Her Tür
Ayırımcılığı Kaldırmak” amacıyla başlatılan dilekçe kampanyasını bir dizi yeni
kampanya ve eylem takip etmiş, bunlar da feminist kadınların sesinin duyulma-
sında önemli bir rol oymamıştır. Sokak eylemleri, dilekçe kampanyaları ve deği-
şik yayınlarıyla seslerini duyuran feminist kadınlar başta medya olmak üzere,
değişik kesimler arasında büyük bir yankı uyandırmıştır. Kadın konusu bir anda
medyanın, kitapların, dergilerin, araştırmaların, televizyonun, sanatın, sinema-
nın ve tiyatronun konusu olmaya başlamıştır. Sağda ya da solda değişik kesim-
ler tarafından yayınlanıp, 1980’li yıllarda kadın özel sayısı çıkarmayan belki de
tek bir dergi bulmak mümkün değildir. Değişik kesimlerin de kadın konusuna
olan ilgisini hesaba kattığımızda, gerçekte 1980’li yılların Türkiye’de, “kadın on
yılı” olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
1980’li yıllarda kamusal alandaki eylemleri, protestoları, hak talepleri ve
yayınlarıyla bir değerlendirmede bulunulduğunda farklı çizgiler taşımakla bir-
likte kadın hareketi içinde biri “seküler feminizm”, biri de “İslami kadın hareke-

575
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ti” olmak üzere iki tür akımın gelişmekte olduğu sonucuna varmamız müm-
kündür. Kadın hareketi içinde yer alan kadın gruplarının dört farklı alanda sivil
toplumun gelişimine katkıda bulunduğu söylenebilir. Kadın hareketinin bir sivil
toplum cephesi olarak oynadığı birinci rolü toplumsal gruplar üzerindeki etki-
sinde görüyoruz. Kadın gruplarının faaliyetleri, söylemleri ve talepleri kadın
konusunu başta İslami ve sol kesim olmak üzere birçok kesimin gündemine
sokmayı başarmıştır. Değişik kesimler, yayınlarında bu konuya eğilerek, dernek-
ler altında örgütlenerek kadın konusunu farklı bağlamlarda tartışmış ve konuyla
uğraşmışlardır. Feminist hareket içinde yer alan kadın grupları seslerini
1980’lerde Kadınca, Sosyalist Feminist Kaktüs ve Feminist, 1990’lardaysa çok
sayıda değişik dergilerle duyururken; İslami kesimde kadın konusuyla ilgilenen
ve tirajları 50 binleri bulan dergiler yayınlanmaya başlamıştır. Bu kesimde sayı-
ları on binleri bulan Kadın ve Aile, Bizim Aile ve Mektup türünden dergiler ka-
dının kamusal alanda yer almasını sağlayan bir söyleme öncülük ettiler.10
Kadın gruplarının sivil toplum unsuru olarak geliştirdikleri ikinci politika
ise karanlıkta kalan bazı konuları ve Türk toplumunda yer alan bazı değerleri
kamuoyuna taşıyarak burada tartışmalarıdır. Karanlıkta kalan ve arka sokaklar-
da yaşanan kürtaj, cinsiyet, dayak, evlilik içi cinsel taciz, tecavüz, sarkıntılık, aile
içi şiddet, ailedeki eşitsiz işbölümü, namus cinayeti gibi konular kadın hareketi
içindeki değişik kadın gruplarıyla birlikte gündeme gelmiş, kamuoyunun gün-
deminde geniş bir tartışma alanı bulmuştur. Kadın grupları bununla birlikte,
fahişelik, kadın cinselliği, iffet, bekâret, flört, kazak ve kılıbık erkek gibi Türk
toplumunda cinsiyete ilişkin gelişmiş olan normlarla ilgili geniş bir tartışma ala-
nı açmışlardır. Aynı şekilde, Müslüman kadının kamusal yaşamda yer alıp al-
mayacağı, kadın erkek eşitliğinin İslam’da bulunup bulunmadığı, geleneksel
kadın rollerinin tarihsel ve İslami dayanakları, kadının modern kurumlardaki
eğitimi, tesettür, çok evlilik gibi konular da İslami kadın hareketi içinde yer alan
kadın grupları tarafından gündeme getirilmiş, bunlarla ilgili çok sayıda anlayış,
argüman ve yayın ortaya çıkmıştır.11
Kadın gruplarının sivil toplum hareketi olarak bir diğer etki alanını da siya-
sal parti, siyasal iktidar veya hukuksal düzenlemeler üzerindeki etkisinde gör-
mekteyiz. Bu etki kadın konusunu, 1980’lerden sonra siyasal partilerin progra-
mına yoğunluklu biçimde sokarken, resmi çerçevede de bu yönde politikaların
oluşmasını sağlamıştır. Kadın gruplarının bu alandaki etkisini hukuksal normla-
rın değişiminde bulabildiğimiz gibi, siyasal iktidarların politikalarında da bul-
maktayız. Aile Araştırma Kurumu ile Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Mü-
dürlüğü gibi resmi kurumların bu etkinin bir sonucu olarak doğduğunu ve ge-
liştiğini söylemek mümkündür.12 Aynı şekilde kadın grupları, başta Medeni
Kanun olmak üzere hukuksal çerçevede kadının aleyhine olan normları tek tek
masaya yatırarak bunları kadının lehine olacak tarzda yeniden düzenleme konu-
sunda yoğun bir çaba göstermiş, yöneticilerin bu yönde desteğini almış ve niha-
yetinde gerekli düzenlemeleri yapmayı başarmıştır. Kadın hareketinin devlet
üzerindeki etkisinin en çarpıcı örneklerinden birini her yıl devletçe kutlanan 8
Mart Dünya Kadınlar Günü etkinliklerinde görmekteyiz. Bu günün önemini
1980’li yılların ortalarından itibaren feminist gruplar anlatmaya başladı ve bu

576
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

günü en önemli eylemleri olarak değişik etkinliklerle kutlamayı yaygınlaştırdı-


lar. Devletin de bugünü değişik etkinliklerle kutlamaya başlamış olmasını kadın-
ların önemli bir başarısı olarak görmek mümkündür. Zira devlet, daha önce
Türkiye’de kadın günü olarak, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verildiği 5
Aralık’ı kabul etmekte ve bugünleri görkemli etkinlerle kutlanmaktaydı.
Sivil toplum hareketi olarak kadın gruplarının bir diğer etki alanını da ka-
dınlara özgü mekân ve aktivitelerin ortaya çıkmasında görmekteyiz. Kadın kü-
tüphanesi, kadın sığınakları, değişik üniversitelerde açılan kadın çalışmaları
bölümleri, siyasal partilerin çatısı altında örgütlenen kadın komisyonlarıyla ka-
dın gruplarının, kamusal alandaki örgütlü etkinliği dikkat çekici olmuştur. Fe-
minist kadın grupları 1980’lerin sonundan itibaren kurumlaşma yoluna giderek
uzun soluklu orijinal bir takım kurumlar ortaya çıkarmaya başladılar. Bunların
içinde en önemli olanlarından biri Kadın Eserleri Kütüphanesi’dir. Cumhuriyet
tarihinde ilk kez bir sosyal hareket tarafından bir kütüphane ve bilgi merkezi
kurulmuş, bu bilgi merkezinde kadınla ilgili her tür bilgi ve dokümanın derlen-
mesi, arşivlenmesi ve kullanıcıların hizmetine sokulması başarılmıştır. Kısaca,
bir sivil toplum cephesi olarak kadınlar, 1980’li yılların başlarından itibaren baş-
layan bir süreçte devleti kendi taleplerine karşı duyarlı hale getirmiş, devletin
öngördüğü bir kadın kimliğinin yerine, kendi kimliklerini kendi referansları
doğrultusunda şekillendirmiş ve otonom, farklılaşmış bir sosyal oluşum olarak
belirmişlerdir.13
Türkiye’de 1980’li yıllardan itibaren sivil toplum cephelerinden birini de
çevreci gruplar oluşturdular. Çevre konusu 1972 yılında Stockholm’de gerçekleş-
tirilen Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı ile birlikte uluslararası platforma
taşınmış ve Türkiye de bundan payını alarak çevre yönünde bir takım çabalarla
tanışmıştır. 1970’li yıllardan itibaren devletin gündemine girmeye başlayan çev-
re konusu, 1980’li yılların başından itibaren sivil toplum örgütlerinin de günde-
mine girmiştir. Türkiye’de bir sivil toplum cephesi olarak üç tür çevrecilik akı-
mının geliştiği söylenebilir. Birinci çevrecilik oluşumu, “kurumsal” çevrecilik
olarak isimlendirdiğimiz gönüllü kuruluşlar ekseninde gelişmekte olan bir çev-
recilik anlayışı ve oluşumudur. Kurumsal çevrecilik, teknik ve bilimsel gelişme-
leri baz alarak çevre sorunlarını tespit etmeye ve bunları ilgili mercilere bildir-
meye dönük bir anlayış etrafında gelişmektedir. Bu tür gönüllü kuruluşların
varlığı 1970 öncesine kadar uzanıyor olsa da esasen 1970’li yılların ortalarından
itibaren hızla yaygınlaşmışlardır. 1990’ların başına kadar hizmet vermekte olan
“Türkiye Tabiatını Koruma Derneği”, “Doğal Hayatı Koruma Derneği”, “Türki-
ye Çevre Sorunları Vakfı”, gibi sayıları sınırlı olan dernek ve gönüllü kuruluşlar,
1990’dan sonra artan bir oranda gelişmiştir. 1990’lı yıllarda sesini duyuran
TEMA Vakfı (Türkiye Erozyonla Mücadele ve Araştırma Vakfı) Türkiye’nin yanı
sıra, dünya platformunda da sesini duyurmuş, çevre konusunda Türk hüküme-
tini de etkileyen önemli politikaların altına imza atmıştır.14
Türkiye’de gelişmekte olan ve çevre politikalarının oluşmasında etkili olan
bir başka çevrecilik oluşumu ise “reaksiyoner” çevrecilik olarak isimlendirdiği-
miz ve politik düzeyde yaygınlaşarak gelişen bir çevrecilik anlayışıdır. Bu çevre-
cilik akımı, çok sayıda değişik kesimle birlikte çevre konusunda mağdur olan

577
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

insanları da kapsayarak gelişmektedir. Çevre sorunlarını genel olarak kâr ve


rekabeti esas alan kapitalist üretim biçimine dayandıran bu çevrecilik akımı,
daha çok yanlış olan politikaları düzeltici yolda ilerlemektedir. 1980’li yılların
ortalarından itibaren, yanlış olarak yorumlanan politikalara karşı bu akımın
geniş çaplı kampanya ve protestolarına tanık olmaktayız. Nitekim gerek merkezi
yönetimin ve yerel yönetimlerin, gerekse özel sektörün çevre açısından yanlış
kabul edilen önemli birçok atılımı bu tür kampanya ve protestolarla durdurul-
muştur. Bu tür çevrecilik akımının tipik örneğini Yeşiller ile Green Peace oluş-
turmaktadır. Yeşil partiler Avrupa’da epey başarı göstermesine rağmen Türki-
ye’de pek başarılı olamamıştır. 1987 yılındaki kuruluşundan iki yıl sonra kapa-
nan parti, yerini dağınık ve reaksiyoner gruplara bırakmıştır. Reaksiyoner çevre-
ciliğin dikkat çeken odaklarından birini oluşturan Green Peace, Türkiye’deki
çevrecilerin de desteğiyle önemli protesto eylemlerine imza atmıştır.
Türkiye’de gelişen bir başka çevrecilik anlayışı ise “sosyal çevrecilik” olarak
isimlendirdiğimiz, politik yönü olmayan, yerel bazda gelişen çevreciliktir. Bu
oluşumun Türk kültürüyle yakından bir ilişkisi vardır. Türk kültüründe yeşile
ve güzel çevreye karşı bir ilgi vardır. Bunun da etkisinde daha çok yeşil alanları
korumak, geliştirmek ve şehirleri güzelleştirmek amacıyla kurulan “şehir güzel-
leştirme” dernekleri çevreyi siyasal bir konu olmanın ötesinde tutmuşlardır. Bu
çevreci oluşum, çevrenin hem Türkiye’de, hem de uluslararası düzeyde ele
alınmadan önce ortaya çıkmış, giderek artan bir eğilimle gelişmiştir. Daha çok il,
ilçe, kasaba ve köylerde boy gösteren bu çevreci oluşum buralarda ikamet eden
ve yaşayan esnaf veya serbest meslek sahibi kişilerin öncülüğünde gelişmiştir.
Yerel düzeydeki çevreci gruplar 1980 sonrası yıllarda reaksiyoner çevreciliğin
çekim alanına girmiş, zaman zaman reaksiyoner dalga içinde yer alarak gerçek-
leşen eylemlere destek olmuşlardır. Hükümetler üzerinde etkisi olan bu tür ey-
lemlere 1990’larda daha fazla rastlanmıştır. Bu tür örnek olaylardan biri, Berga-
malıların 1990’larda Alman firması Euro Gold’un Bergama’da siyanürle altın
arama teşebbüsüne karşı sergiledikleri eylemlerde görülmüştür.
Türkiye’deki çevre politikalarının oluşmasında uluslararası platformun ya-
nında yerli sivil toplum örgütlerinin de önemli bir rolü vardır. Çevreci sivil top-
lum örgütlerinin, Türkiye’nin çevre politikalarını ulusal ve yerel olmak üzere iki
düzeyde etkilediğini söyleyebiliriz. Ulusal düzeyde bu etki bilimsel yöntemlerle
çalışan gönüllü kuruluşlar aracılığıyla olurken, yerel düzeydeyse daha çok reak-
siyoner gruplarla olmaktadır. Bilimsel yöntemlerle çalışan kuruluşlar devleti
çevre konusunda yönlendirirken, reaksiyoner örgütler devleti bazı politikaları
gütmekten alıkoymuştur. Yukarıda ifade edildiği gibi 1980’li yılların sonunda
başta Aliağa termik santralı projesi olmak üzere, birçok konuda devletin ön gör-
düğü yatırımın durdurulması bu tür gruplar tarafından başarılmıştır. Kısaca,
1980 sonrasında devlet çevre konusunda uluslararası kuruluşlar tarafından üst-
ten, yerel sivil toplum grupları tarafından da alttan abluka altına alınmıştır. Bu
abluka, devletin çevre politikasını bu grupların etkisi altında şekillendirmesiyle
sonuçlanmıştır.
1980 sonrası dönemde sivil toplum açısından açılım sağlayan alanlardan bi-
ri de insan hakları bağlamında gelişti. Devletin insan hakları ihlallerine karşı

578
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

duran İnsan Hakları Derneği ile Mazlum-Der uzun süre dikkat çeken iki dernek
iken, 1990’larda, özellikle Avrupa Birliği süreciyle birlikte insan hakları alanında
ortaya çıkan dernek veya vakıfların sayısında patlama yaşanmıştır. Biri solda
biri de İslami kesimde gelişmekte olan bu iki insan hakları kuruluşu insan hakla-
rı ihlalleri konusunda zaman zaman ortak hareket ederek devlet üzerinde önem-
li bir baskı mekanizması oluşturmaktadır.15 Bununla birlikte Türkiye’de
1980’lerde düşünce üzerinden de önemli platformların oluştuğu, bu zeminde
dikkate değer bir dinamizmin ortaya çıktığı ve bu dinamizmi sürükleyici örgüt-
lerin kamusal alanda boy gösterdiğini söyleyebiliriz. Liberal düşünceyi Türki-
ye’ye taşımaya çalışan ve bu yönde önemli faaliyetlerde bulunmak üzere kuru-
lan Liberal Düşünce Topluluğu’nu bu kapsamda önemli bir sivil toplum cephesi
olarak zikretmek gerekiyor. Topluluk, yaptığı çeviriler, özgün araştırmalar, eği-
tim faaliyetleri ve yayınlarıyla özellikle Anglo-Sakson Batı dünyasında gelişmek-
te olan demokratik ve liberal değerleri Türkiye’ye taşıyarak Türkiye’deki devlet-
çi zihniyetin aşınmasına, dolayısıyla sivil toplum ve demokrasinin sağlıklı bi-
çimde gelişmesine katkıda bulunmuştur. Türkiye’de düşünce zemini üzerinde
gelişen TESEV, TÜSEV, Arı Hareketi, Abant Platformu gibi düşünce platformla-
rını, demokratik ve sivil toplum arayışlarını farklı platformlarla ve etkinliklerle
geliştiren kurumlar görmek olarak zikretmek mümkündür.
1980’lerde kamusal alanda boy gösteren ve büyük ölçüde kökleri toplumun
bizzat kendisi içinde olan bu tür sivil toplum kuruluşlarının yanında, devletten
beslenen bazı reaksiyoner sivil toplum kuruluşlarının da kamusal yaşam alanın-
da boy göstermeye başladığını biliyoruz. Bilindiği gibi Cumhuriyetin temel ku-
rucu ideolojisi Kemalizm’dir ve Kemalizm liberalizm karşıtı bir ideoloji olarak
1920’lerin ve 30’ların şartlarında formüle edilen bir ideolojiydi. Bu ideolojinin en
temel özelliği devleti merkeze alan, tepeden inmeci, merkeziyetçi, planlamacı ve
elitist bir yaklaşım biçimine sahip oluşudur. 1980’lerin sonunda devlet merkezli
sosyalist sistemin çöküşü ve soğuk savaşın bitimiyle birlikte yepyeni bir dünya
doğmuş oldu. Bu dünya devletin değil, toplumun ve bireyin; merkeziyetçiliğin
değil, adem-i merkeziyetçiliğin temel referans olarak benimsendiği bir dünyadır.
Türkiye’yi 1980’lerde yöneten hükümetlerin, yukarıda ifade edildiği gibi, aslında
tam da bu dünyanın dilini okuyan bir siyasal anlayışa sahip olduğunu söylemek
mümkündür. Dolayısıyla bu hükümetler dünyadaki gelişmelerin Türkiye’deki
uygulayıcısı olmuşlardır.
1980’lerde dünyada ve Türkiye’de yükselişe geçen değerler ve liberalleşme
politikaları doğal olarak devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm’de ciddi bir
aşınmayı beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan Atatürkçülük üzerinden reaksi-
yoner bir anlayışın yeni dünyaya ve Türkiye’ye tepki olarak doğduğunu görü-
yoruz. Bu tepkisel çıkışın bürokratik ve sivil ayakları olmuştur. Sivil toplum
alanındaki ayağını Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ile Çağdaş Yaşamı Des-
tekleme Derneği (ÇYDD) gibi “yarı-resmi reaksiyoner” gruplar oluşturmuştur.
Bu grupları “devletin sivil toplumu” olarak zikretmek yanlış olmayacaktır.
1980’li yıllarda yükselişe geçen değerler Türkiye’deki resmi ideolojinin temel
değerlerinin aşınmasına yol açınca devletin bazı birimleri tarafından desteklenen
ADD ile ÇYDD gibi dikkat çeken dernekler ortaya çıkmaya başladı. Bu dernek-

579
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

lerin temel misyonları “üç odak” diye tanımladıkları etnik, dinî ve liberal alan-
daki değerler etrafındaki sivil oluşumlara karşı mücadele etmek olmuştur.16
Kemalist ideolojiyi yeniden inşa etmeyi ve yaymayı bu misyonu tamamlayıcı
faaliyet olarak kabul eden bu tür dernekler çoğunlukla merkez sol partilerden ve
Sosyalist Partiden gelenlerin oluşturduğu bir platform haline gelmişlerdir. Ke-
malizm’i büyük ölçüde solun genel geçer şablonu içinde tanımlamaya çalışan
dernek üyeleri Türkiye’de dile getirilen demokratikleşme taleplerinin altında bir
hinliğin yattığını, dolayısıyla masum gibi görünen bu tür taleplerin bastırılması-
nı savunmaktadırlar. Bunlara göre Türkiye’nin küreselleşme süreciyle bütün-
leşmesi Türkiye’yi emperyalizmin kucağına itmekte, bu da “hasım odakların”
işini kolaylaştırmaktadır. Bu bakımdan devletçi bir ekonomik modelle Türki-
ye’nin içine kapanarak kendi kaynaklarıyla yetinmesi, merkeziyetçi otoriteyi
canlandırarak hasım kuvvetleri ezmesi gerekmektedir. Bu tür düşüncelerden
hareket eden bu dernekler aslında devletin sivil toplumdaki birer uzantısı gibi
bir görüntü sergilemektedirler. Ancak kendilerini ısrarla sivil toplum kuruluşu
olarak tanımlayan bu derneklerden özellikle ÇYDD öğrencilere, çocuklara ve
kadınlara yönelik önemli çalışmalarıyla dikkat çekmektedir.
Kısaca, 1980’li yılların başından itibaren, aşama aşama gelişen, kamusal ya-
şamda sesini duyuran, devlet üzerinde denetim kurmak amacıyla Türkiye ça-
pında kampanyalar yürüten ve kamusal yaşama farklı talepleri, değerleri, kim-
likleri, yaşam biçimlerini aktaran canlı, dinamik ve farklılaşmış bir sivil toplum
geliştiğini söyleyebiliriz. 1980’lerde gelişen sivil toplum hareketleriyle Türki-
ye’de güdülmekte olan liberal siyasetin birbirini karşılıklı olarak etkilediğini ve
beslediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Liberal siyaset toplumsal farklılaşma,
rekabet, örgütlenme, ifade, yayın gibi alanlarda sivil toplum örgütlerinin önünü
açarken; sivil toplum kuruluşları da varlıkları, eylemleri, dinamizmiyle libera-
lizmin yaşanabilir olmasını sağlamışlardır.
1980’LERDE İSLAM, DEMOKRASİ VE SİVİL TOPLUM
Türkiye’de 1980’lerden sonraki toplumsal farklılaşmanın en etkin ve yaygın
cephelerinden birini İslami gruplar oluşturmaktadır. İslami kesim, tarihsel ve
kültürel kökenlere sahip olması itibariyle diğer sivil toplum cephelerine göre çok
daha avantajlı bir konumda bulunmaktadır. Aslında İslam’ın yükselişi yalnızca
1980’lerden sonra değil, 1950’lerden itibaren görülmeye başlandı. Kemalist dev-
rimin, kitlelerin gözündeki baskı mekanizmasının sonuçları daha tek parti yöne-
timi döneminde ciddi biçimde hissedilmiş, toplum 1950 seçimlerinde bu devri-
min aktörü olan CHP’yi büyük bir oy kaybıyla iktidardan uzaklaştırmıştı. O
tarihlerde İslami uyanış, olmayan İslam’ın bir anda doğması şeklinde değil, top-
lumsal yaşamın her alanına sirayet etmiş, Osmanlı tarihi boyunca siyasal iktida-
rın meşruiyetinin temel dayanağını oluşturan, ancak Cumhuriyetle birlikte bastı-
rılmış olan köklü İslam’ın siyasal bir manifestoya dönüşerek taleplerini ve sim-
gelerini kamusal alana taşıması şeklinde cereyan etmişti. Bu nedenle daha 1950’lı
yıllardan beri Türkiye üzerine araştırmalar yapan ve gözlemlerde bulunan Batılı
araştırmacılar, “çağdaş Türkiye’de İslam’ın uyanış” nedenlerini araştırmaktadır-
lar.17 1950 sonrasındaki çok partili demokratik rejim dönemindeki İslami canla-
nış, kitlelerin, inançlarını yasaklanmış ve bastırılmış olan özel alanda (o tarih-
lerde kamusal alanda hiç mümkün değildi) yaşama talebi etrafında gelişmişti.

580
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

Ancak 1980 sonrası dönemdeki İslami uyanış özel alanı değil, doğrudan
doğruya kamusal alanı hedef alacak tarzda gelişmekte ve kamusal alanda bir var
olma mücadelesine girişmektedir. Esasen 1980 sonrası İslami uyanışın, seküler
grupların tepkisine yol açan boyutu da budur. Değişik gruplar ve kesimler ba-
zında yaygınlaşan İslam, sadece özel alanda yaşanan bir değerler manzumesi
olmakla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda dinsel ve siyasal değerleri, pratikleri ve
kendine özgü kurumlarıyla kamusal yaşamda boy göstermeye çalışıyor. Bugün,
eğitim alanından ekonomik alana, entelektüel alandan siyasal alana kadar geniş
bir zeminde İslami kesimler başa güreşecek tarzda bir ivme kazanmış, İslam
özellikle Anadolu’da toplumun ruhunu adeta yeniden saracak tarzda yaygın-
laşmaya başlamıştır. 1980 sonrasında genelde İslam’ın, özelde ise İslami grupla-
rın bu ivmeyi kazanmalarını sağlayan içsel ve dışsal faktörlerin olduğunu söy-
lemek mümkündür. Dışsal faktör olarak genel olarak dünyada dine ve gelenek-
sel muhafazakar değerlere bir dönüşün olduğunu, içsel neden olarak da Türk
toplumunun geleneksel değerlerle birlikte modernleşmeyi sağladığını söylemek
mümkündür. Başka bir deyişle, toplum modernleşme yönünde değişim kayde-
derken, geleneksel değerleri yeniden yorumlamakta ve modern bir çerçevede
yaşamına aktarmaktadır.18
Türkiye’de bazı aydınların İslami yükselişe ilişkin çok sığ ve yüzeysel tahlil-
leri bulunmaktadır. Bu aydınlara göre İslam’ın yükselişi, 1950’den bu yana sağ
partilerin devlet imkânlarını dinsel faaliyetlere ve kesimlere açmasına borçludur.
Devletin izin verdiği Kur’an Kursları, Diyanet İşleri, İmam-Hatip Liseleri ve
İlahiyat Fakülteleri kanalıyla bu kesimlere maddi imkân sağlanmakta, bu da
dinsel tırmanışı hızlandırmaktadır.19 Bu kesimler, 1990’lı yıllarda Refah Parti-
si’nin yükselişini resmi ideolojideki zayıflama, Kemalizm’in gerileyişi, sol ideo-
lojideki çözülme ve dünyada yükselen değerler yerine, devletin din politikasına
ve onlara aktardığı kaynaklara dayandırmaktadırlar.20 Bu yaklaşımların doğru
olmadığını, İslam’ın 1980’lerden sonraki yükselişini daha derin sosyolojik ze-
minlerde aramanın gerekliliğini belirtmek gerekiyor.
Türkiye’de İslam, değerleri, kültürel birikimi ve ekonomik güç kaynağıyla
güçlü bir muhalefet potansiyeli olmaya devam etmektedir. Türkiye’de Kur’an
Kursları, İmam Hatip Liseleri ve camilerin büyük bir kısmı halk tarafından ya-
pılmıştır. Devletin buralara kadro tahsis etmesi, din üzerindeki kontrol meka-
nizmasını sürdürme isteğinden kaynaklanmaktadır. Devlet dini kendi himaye-
sine alarak resmi bir din anlayışı geliştirmekte, bu da din içinde farklı yaklaşım-
ların ve yaşayış biçimlerinin gelişmesini engellemektedir. İslam’ın Alevi yoru-
munun bugün devlet nezdinde meşru olmayışı bundan kaynaklanmaktadır.
Devlet, dinsel yaşam üzerinden elini çekerse ve dini tamamen sivil unsurlara
terk ederse o zaman din, Batı’da olduğu gibi devleti kontrol edecek tarzda bir
mülkiyet gücüyle birlikte gelişebilir.
1980 sonrasında Türkiye’nin gündemine yoğun biçimde girmiş olan İs-
lam’ın, demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı sorusu, üzerinde durmaya değer
önemli bir sorudur. Hoşgörü ve sevgi değeri ekseninde gelişen Anadolu Müs-
lümanlığının demokratik bir siyasal kültüre katkıda bulunacak değerlere sahip
olduğu söylenebilir. Demokrasilerde gelişen birey, grup, sivil hayat, özel yaşam,

581
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kültürel haklar, serbest teşebbüs gibi kavramlar İslam’ın insan, cemaat, mahrem
yaşam alanı, serbest ticari ortam gibi kavramlarıyla bir şekilde örtüştüğü söyle-
nebilir. Temel haklar olarak kabul edilen yaşam, mülkiyet ve özgürlük hakları
İslam’da da vazgeçilmez haklar olarak kabul edilir. İslam inancına göre mal, can,
namus ve akıl emniyeti devletin güvencesi altında olup tüm insanlar için vazge-
çilmez doğal haklardır. Bu tür ortak noktalardan hareketle, Fazlur Ralman gibi
modern İslami anlayışta olan bir takım aydınlar liberalizmle İslam arasındaki
yakınlığa dikkat çekmektedirler.21
İslam’ın Türkiye’nin gündemine gelmesinin konumuz açısından üzerinde
durulması gereken nokta, dinsel sosyal grupların sivil toplum ve demokratik
açıdan nasıl değerlendirileceği hususudur. Dinsel grupların konumuz açısından
en önemli fonksiyonu toplumsal ve siyasal alanın farklılaşmasına ve otonomi-
leşmesine sağladıkları katkıdır. Sivil toplumun ve demokrasinin en temel özelli-
ğinin farklılaşma olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu grupların
farklı kimlikleriyle kamusal alanda yer alma istekleri aslında kamusal alanı zen-
ginleştirmenin yanında, siyasal söylemlerin, programların ve referansların da
zenginleşmesine katkıda bulunmaktadır. Bu gruplar, devletle iç içe gelişmekten
çok, devlete sırtlarını dönerek, doğrudan doğruya sivil toplum içinde gelişmek-
tedirler. Özellikle tasavvufi akımlar, kendilerini siyasal etkilerden ve İslam’ın
siyasal anlayışından uzak tutma çabasındadırlar.22 Aynı şekilde cemaatler, bazı
istisnaların dışında, genel olarak güçlerini toplumdan alarak gelişme kaydet-
mektedirler.
Dinsel temel üzerinden sivil topluma bakıldığı zaman Aleviliğin de bu bağ-
lamda dikkate değer bir sivil toplum unsuru olarak geliştiğini söylemek yanlış
olmayacaktır. 1980’li yıllara kadar Alevilik özellikle modern kurumlarda eğitim
gören genç kuşaklar için bir kimlik kaynağı oluşturmaktan uzaktı. Bunun temel
nedeni, okuyan Alevi kuşakların önemli bir kısmının sol ideolojileri benimseme-
leriydi. Oysa 1980’li yıllardan itibaren sol ideolojinin hem dünya, hem de Türki-
ye çapında inişe geçmeye başlamasıyla birlikte geniş bir gençlik kitlesi boşlukta
kalmaya başladı. Kendi kültürlerine döndüklerinde bu gençler, gerçekten tatmin
edici entelektüel ve siyasal bir Alevi birikiminden çok, birçoğu eğitim görmemiş
ya da ilkokul mezunu olan dedelerle karşılaştılar. Gerek Alevi cemaatlerin başını
çeken kişilerin modern eğitimden yoksun olmaları, gerekse Aleviliğin bir hete-
rodoks unsur olarak taşrada sadece bir “folk kültür” şeklinde gelişmiş olmakla
yetinmesi, eğitim görmüş olan geniş genç Alevi kuşağını bir arayışa sevk etmiş-
tir.23 Aleviler, 1980’li yıllardan itibaren farklı bir kimlik arayışına girişmekle bir-
likte, kendi değerlerini yaşamak ve aralarındaki sosyal dayanışmayı sağlamak
için çok sayıda Cem Evleri, Pir Sultan Abdal Dernekleri ve Hacı Bektaş-i Veli
Kültür Merkezleri gibi değişik isimler altında örgütler ortaya koydular.24 Bu tür
örgütlerle Alevi kesimin dinsel temel üzerinden sivil toplum alanına önemli bir
renk olarak katıldığını söylemek mümkündür.
ÖZAL’IN CUMHURBAŞKANLIĞI VE 1991’E GİDEN SÜREÇ
Hiç kuşkusuz 1980’lerde Türkiye’de meydana gelen değişimlerin mimarı
Turgut Özal olmuştur. Onun liderliğinde Türkiye dünyadaki gelişmeleri iyi
okumasını bilmiş ve dünyada yükselen değerler doğrultusunda adımlar atmış-

582
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

tır. Özal, 1983 genel seçimlerinde tek başına iktidara geldiği zaman onu siyaset
alanında zorlayacak olan liderler henüz siyaset sahnesinde yoklardı. Süleyman
Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş o tarihlerde siya-
si yasaklı oldukları için Özal’ın en önemli rakibi merkez sol partilerdi. Ancak bu
partilerin başında da henüz kendisini Ecevit gibi topluma kabul ettirmiş bir lider
yoktu. Bu bakımdan Özal’ın işinin 1980’ler boyunca kolay olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır. Ancak 1987’de yapılan referandumla eski siyasetçilerin
siyasi yasakları kalkınca Özal’ın ve ANAP’ın da rakipleri siyaset arenasına gir-
meye başladılar. Siyasi yasakların kalkmasının hemen ardından 29 Kasım 1987
tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde ANAP ikinci kez tek başına iktidara
gelmeyi başarmıştır. Ancak iki yıl sonra, Mart 1989’da gerçekleştirilen yerel yö-
netim seçimlerinde büyük bir yenilgi alarak oyları yüzde 21’e kadar gerilemiştir.
ANAP bu seçimde elinde bulundurduğu yerel yönetimlerin büyük bir kısmını o
tarihlerde merkez solun üssü konumundaki Sosyal Demokrat Halkçı Partiye
kaptırmıştı.
Yerel yönetim seçimlerinden sonra Türkiye Ekim 1989’da gerçekleştirilecek
olan cumhurbaşkanlığı seçimine odaklandı. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığına
adaylığını açıklamasının üzerinden Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde gö-
rülmeyen tartışmalar Çankaya seçimleriyle ilgili medyada boy göstermeye baş-
ladı. Medyadaki yoğun tartışmalara rağmen Turgut Özal adaylığını koymuş ve
31 Ekim 1989 tarihinde Cumhurbaşkanı seçilerek Çankaya’ya çıkmıştır. Özal’ın
Çankaya’ya çıkışı nereden bakılırsa bakılsın siyasette önemli bir boşluğun doğ-
masına yol açmıştır. Özal’ın cumhurbaşkanlığıyla birlikte ANAP genel başkanlı-
ğı için parti içinde yarışmalar baş göstermeye başlamıştır. Bu yarışmada ana
hatlarıyla iki grubun yarıştığı söylenebilir. İki grup arasındaki ayrışmanın temeli
siyasal olmaktan öte, liderlik eksenindeki bir ayrışmaya dayanmıştır. Özal aile-
sinin de açık desteğini alan Mesut Yılmaz yarışmadan galip çıkmış ve ANAP’ın
genel başkanlığına seçilmiştir.
Mesut Yılmaz’ın ANAP’ın genel başkanlığına seçilmesiyle birlikte bu parti
liberal siyasetin merkez üssü olmaktan çıkmaya başlamıştır. Mesut Yılmaz’ın
genel olarak statükocu bir siyaset tarzı güttüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Yılmaz liderliğindeki ANAP öte yandan siyaset sahnesinde diğer partilerin ve
liderlerin yoğun muhalefeti ile karşılaşmış, toplumsal alanda da sendikal hare-
ketlerin yoğun ablukası altına alınmıştır. Bu tarihlerde siyaset sahnesinde özel-
likle Süleyman Demirel rüzgârı esmektedir. Demirel, değişimci bir lider profili
çizerek topluma hoş gelecek söylemleri seslendirmiş ve ANAP’a karşı sert bir
muhalefet sergilemiştir. Öte yandan 1970’lerde meydanlarda deyim yerindeyse
tozu dumana katan, ancak 1980’li yıllar boyunca dirençlerini kaybederek mey-
danlardan uzak kalan sendikalar yavaş yavaş meydanlara inmeye başladılar.
ANAP yönetimi dönemindeki en ciddi sendikal muhalefetin startı Zonguldak’ta
verilmiştir. Zonguldak maden işçileri için yüksek miktarda zam talebinde bulu-
nan dönemin Maden İş Sendikası, hükümetten beklediğini bulamayınca Zon-
guldak’tan Ankara’ya doğru çok sayıda işçinin katıldığı bir yürüyüş eylemine
geçmiştir. O tarihlerde neredeyse tüm partilerin, değişik sivil toplum kuruluşla-
rının, medyanın, hatta illegal bazı örgütlerin, kısaca 1980’ler boyunca meydan-

583
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

lardan uzak kalan, meydanları özleyen ve ANAP’ın karşısında saf tutan herke-
sin yer aldığı büyük çaplı bir yürüyüşe dönüşmüştür eylem. Başbakan Mesut
Yılmaz ve hükümetteki ANAP bu baskıya dayanamayarak sendikanın istediği
yüklü zammı kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu zam Türkiye ekonomisinin o
tarihlerde kaldırabileceği gücün oldukça üzerindeydi. Ülke ekonomisine ağır bir
maliyeti olmuş, nitekim bunun faturası birkaç yıl sonra büyük bir ekonomik kriz
olarak patlak vermiştir.
Bu tarihlerde ANAP’a karşı muhalefet değişik sivil toplum kuruluşlarından
da gelmeye başlamıştır. Bu muhalefet örneklerinden biri hükümetin 1989 yılında
Aliağa’da yapmayı planladığı termik santrale karşı gelişmiştir. Aliağa Gencel-
li’ye termik santral kurulmasıyla ilgili Bakanlar Kurulu kararı 25 Kasım 1989’da
Resmi Gazete’de yayımlanarak kesinleşmişti. Kararın ardından, çevreci gruplar
başta olmak üzere ANAP karşısında yer alan partiler ve gruplar 1990 yılı Mayıs
ayında Konak Meydanı’ndan Gencelli’ye kadar 60 kilometrelik insan zinciri
oluşturarak bu kararı protesto ettiler. Bu eylem aynı zamanda Türkiye’deki en
büyük çevre eylemi olarak tarihe geçmiştir. Yoğun protesto eylemlerinin ardın-
dan Danıştay, Bakanlar Kurulu’nun termik santral ile ilgili aldığı kararı iptal
etmiştir. Eylemin merkezinde çevreyle ilgili bir konu yer almasına rağmen, esas
itibariyle muhalefetin ANAP’a karşı yapıldığını ve bu partiyi erken seçime zor-
lamaya çalıştığını belirtmek gerekir. Aliağa termik santralı projesi aslında siyasal
ve sivil muhalefetin bürokrasinin de desteğini yanına alarak hükümeti karar
alamaz hale getirmenin de bir örneğini oluşturmaktadır. Başka bir deyişle bu
olay, aşağı yukarı yedi sekiz yıl boyunca karşısında doğru düzgün bir muhale-
fetle karşılaşmadan Türkiye’yi yöneten ANAP’ın artık güçlü bir muhalefetle
karşı karşıya kaldığını göstermektedir.
Türkiye’yi iki dönemdir üst üste yönetmekte olan ANAP, içerde rakibi olan
siyasal partilerle sivil toplum alanından gelen grupların baskısı altında sıkışır-
ken, dış politikada da Türkiye’yi zora sokacak gelişmelerle karşı karşıya kalmış-
tır. Irak’ın 1990 Ağustos ayında Kuveyt’i işgal etmesinin ardından Ocak 1991’de
çok sayıda ülkenin desteğini yanına alan Amerika Irak’la savaşa girişmiş ve kısa
bir süre içinde Irak’a büyük bir darbe indirerek ordularını Kuveyt’ten püskürt-
müştür. Körfez Savaşı doğal olarak en büyük darbelerden birini Türkiye’ye
vurmuştur. Irak’la sınır ticaretinin büyük darbe aldığı Körfez Savaşı Türkiye
ekonomisine büyük bir darbe indirmiştir. Körfez Savaşı öte yandan, Türkiye’nin
hemen yanı başında Amerika’nın kontrolü altında, 36. paralel olarak isimlendiri-
len ve Türkiye’nin müdahil olamadığı bir alanın açılmasına da zemin hazırla-
mıştır. Bu da Türkiye’nin 1984 yılından beri mücadele ettiği PKK’nin bu bölgede
rahatça at koşturmasına ve buralarda konuşlanmasına zemin hazırlamıştır. Ni-
tekim Körfez Savaşının arkasından PKK daha rahat hareket eder hale gelmiş ve
Türkiye’de büyük eylemlere imza atmıştır. Bölgede sürmekte olan kanlı savaş
böylece daha büyük boyutlara ulaşmaya başlamıştır.
Kısaca içerde giderek kızışan muhalefet ve Türkiye’nin aleyhine seyreden
dış konjonktür hükümeti erken seçime gitmek zorunda bırakmıştır. Ekim 1991
tarihinde gerçekleştirilen genel seçimler aynı zamanda eski siyasetçilerin yakla-
şık on yıl sonra ilk kez siyaset sahnesinde boy gösterdiği bir seçim olmuştur.

584
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

Kuşkusuz bu seçimin en iddialı partisi Doğru Yol Partisi, en iddialı lideri de bu


partinin Genel Başkanı Süleyman Demirel’di. Demirel, miting meydanlarındaki
konuşmalarında ve medyadaki demeçlerinde, değişen bir lider olduğu, demok-
rasiden, şeffaflaşmadan, insan haklarından yana bir politika izleyeceği mesajını
vermiştir. Demirel bu tarihlerde, “benim köylüm, benim işçim, benim memu-
rum” söylemini yoğun olarak kullanarak tüm toplumu kucaklayan mesajlar
vermiştir. Bu kesimleri sahiplenen bir söylemle Demirel kitlelere büyük taahhüt-
lerde bulunmuştur. Bu taahhütlerin başında, herkesin ev ve araba sahibi olması-
nı ima eden “iki anahtar”, yine herkesin ücretsiz sağlık hizmetlerinden yarar-
lanmasını ima eden “yeşil kart” vaatleri ile Türkiye’deki il sayısını yüze çıkar-
mayı ön gören 100 il taahhüdü gelmiştir. Seçimlerin sonucunda beklendiği gibi
Doğru Yol Partisi, yüzde 27’lik bir oy oranıyla birinci parti olarak seçimlerden
galip çıkmıştır. Seçimlerin sonucunda, Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti
dışındaki tüm partiler Meclis’te yer almayı başarmışlardır. 1970’lerin siyaset
sahnesinde yer alan liderler ve onların yönettikleri partiler böylece on yıl sonra
yeniden Meclis’e girerek siyaset yapmaya başlamışlardır.
1991 genel seçimleri Türkiye için aslında bir dönüm noktasına işaret etmiş-
tir. Bu seçimlerin sonunda Türkiye’yi iki dönem üst üste yöneten ANAP hükü-
metten düşmüş, onun yerine Süleyman Demirel liderliğinde yeni bir koalisyon
hükümeti kurulmuştur. Koalisyon hükümetinin bir kanadını merkez solda yer
alan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) oluşturmuştur. Türkiye’de yaklaşık on
beş yıl sonra ilk kez merkez sol bir parti böylece iktidar ortağı olma şansı bul-
muştur. Bu aynı zamanda Türkiye’nin uzun süre sonra yeniden koalisyon hü-
kümetleriyle yönetilmesinin başlangıcı olmuştur. Bu da ülkenin, deyim yerin-
deyse, bulanık bir siyasete sahne olması anlamına gelmiştir. Birbirinden farklı
iktisadi politikalara sahip olan iki partinin koalisyonu doğal olarak siyasal çal-
kantılar ve dalgalanmaları beraberinde getirmiştir. Doğru Yol Partisi öteden beri
serbest piyasadan yana bir ekonomi anlayışına sahipken, SHP bu tarihlerde he-
nüz net bir ekonomi anlayışı geliştirebilmiş değildir. Genel olarak özelleştirmeye
karşı çıkmaktadır. İki partinin ekonomi politikaları arasındaki derin görüş farklı-
lığı, ilerleyen yıllarda Türkiye’ye ağır faturalara mal olan ekonomik krizlerle
sonuçlanmıştır. Türkiye ekonomisi aynı zamanda koalisyon hükümeti döne-
minde duraklama sürecine girmeye başlamıştır.25
1991 genel seçimleriyle birlikte Türk siyasetinde yeni bir sayfa açılmıştır.
Türkiye uzun bir aradan sonra yeniden koalisyonlarla yönetilmeye başlamıştır.
1970’lerde hiçbir konuda bir araya gelemeyen, hatta bu davranışları yüzünden
ülkeyi askeri darbe sürecine götüren merkezdeki sağ ve sol partiler ve liderler
bir araya gelmeye ve birlikte hükümet kurmaya başladılar. Bu yönüyle değer-
lendirildiğinde Türkiye’de önemli bir uzlaşma kültürünün baş gösterdiğini ve
bunun da demokratik sistem açısından önemli bir açılım olduğunu ifade etmek
gerekir. Tavandaki bu uzlaşma eğiliminin, geride kalan yıllar boyunca toplumsal
düzeydeki diyalog ve uzlaşmadan beslendiğini söyleyebiliriz. Yukarıda ifade
edildiği gibi, 1970’lerde birbirleriyle gırtlak gırtlağa didişen ve savaşan gruplar,
1980’lerde aynı masa etrafında bir araya gelmeye, birbirleriyle konuşmaya, tar-
tışmaya ve birbirlerini anlamaya başladılar. Bu diyalog sürecinin siyasetteki
uzantısı, farklı partilerin bir araya gelerek ortak hareket edebilmesi olmuştur.

585
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Türk siyasetindeki uzlaşma zemininin sivil topluma olumlu olarak yansıdı-


ğını düşünmek mümkündür. Türkiye’de sivil toplum, 1980’lerde yakaladığı
ivmeyi 1990’larda arttırarak sürdürmüştür. Özellikle sosyalist rejimlerin
1980’lerin sonunda yıkılmasıyla birlikte tüm dünyada dikkatler “devlet”ten çok
“sivil toplum” üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun Türkiye’de de derin ve yoğun
yansımaları olmuştur. Türkiye’de de giderek artan dozajda vurgu devletten çok,
sivil topluma olmuştur. 1990’lardan itibaren sivil toplum konusu yoğun olarak
Türk akademyasının ve medyasının da gündemine girmeye başlamıştır. Demok-
ratikleşmede, sivilleşmede, kalkınmada, gelişmede, hizmetlerin tabana yayılma-
sında, siyasete katılımın arttırılmasında, gönüllü hizmetlerin yaygınlaştırılma-
sında sivil toplumun rolüyle ilgili tartışmalar yoğun biçimde işlenmiştir. Bu tar-
tışmaların, yukarıda örnekleri verilen değişik tür ve çeşitlilikte sivil toplum ku-
ruluşlarının gelişimiyle paralel gittiğini belirtmek gerekir. 1990’ların başında
özel televizyon kanallarının ve radyoların devreye girişiyle birlikte Türkiye, gi-
derek çok sesliliğin hâkim olduğu bir toplum haline gelmiştir. 1990’lar boyunca
yükselişe geçen söylemin “daha çok toplum, daha az devlet” söylemi olduğu
söylenebilir. Bunun da Türk demokrasisine, bazı dalgalanmalara, iniş ve çıkışla-
ra rağmen olumlu biçimde yansıdığını ve demokrasiyi Türkiye’deki başat ke-
simler gözünde alternatifsiz bir yönetim haline getirdiğini ifade etmek müm-
kündür.
SONUÇ
Sonuç olarak, 1980’li yılların başından itibaren, aşama aşama gelişen, kamu-
sal yaşamda sesini duyuran, devlet üzerinde denetim kurmak amacıyla Türkiye
çapında kampanyalar yürüten ve kamusal yaşama farklı talepleri, değerleri,
kimlikleri, yaşam biçimlerini aktaran canlı, dinamik ve farklılaşmış bir sivil top-
lum oluşumuyla karşı karşıya bulunmakta olduğumuzu söyleyebiliriz. 1980’li ve
90’lı yılların Türkiye’sinde, siyasal dinamikler 1970’lerdeki gibi şiddet içeren bir
noktadan, plüralist bir noktaya kaymış, bunun sonucunda zengin bir kamusal
alan ortaya çıkmıştır. Türkiye’de toplum “sistemi” sorgulayan siyasal doktrin-
lerden kurtularak “siyasaları” sorgulayan bir duruma gelmiştir.26 Demokrasi,
cumhuriyet, laiklik gibi değerler değişik kesimler tarafından genel kabul gör-
mekte; bunun yerine siyaset üzerinde etkinlik kurmaya, hükümetleri ve politika-
ları kendi değerleri doğrultusunda etkilemeye ve demokratik hakları yaygınlaş-
tırmaya çalışan canlı, farklılaşmış, dinamik bir sivil toplum profili ortaya çıkmış-
tır. Bu sivil toplum profilinin ilerleyen yıllarda Türkiye’yi Avrupa Birliği ile mü-
zakere aşamasına kadar getirdiğini belirtmek gerekiyor.

586
22. Bölüm: Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokrasi / Ömer Çaha

SONNOT

1 Metin Heper, “The State, Political Party and Society in Post-1983 Turkey”, Government and
Opposition, 25 (1990), s. 6.
2 Özal politikalarının kapsamlı bir analizi için bkz. Ahmet Helvacı, “The Influence of Libera-
lism on Turkish Economy, Politics and Civic Culture with Particular Reference to Ozal Era”,
Sheffield: University of Sheffield, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1998.
3 Metin Heper, “The State and De-bureaucratization: The Turkish Case”, International Social
Science Journal, 126 (1990).
4
Ordunun 1980’li yıllardaki konumuyla ilgili detaylı bir tartışma için bkz. George Harris, “The
Role of the Military in Turkey: Guardians or Decision-Makers?”, State, Democracy and the Mili-
tary: Turkey in the 1980s, Der. Metin Heper ve Ahmet Evin, Berlin and New York: Walter de
Gruyter, 1988.
5
Türkiye’de ordu ve siyasetle ilgili ayrıntılı bir çalışma için bkz. William Hale, Türkiye’de Ordu
ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, Çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Hill Yayinları, 1996. Ayrıca bkz.
Ümit Cizre, Muktedirlerin Siyaseti: Merkez Sağ-Ordu-İslamcılık, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999.
6
Türk siyasetinin temel problemlerinden birinin taşrayla merkez arasındaki uzaklıkta yattığını
unutmamak lazımdır. 1980’lerden sonra taşraya ulaşan modern eğitim imkanları üzerinden
taşra ile merkez arasındaki geleneksel uzaklığın aşınma durumuna girdiğini söylemek yanlış
olmayacaktır. Türk siyasal yapısındaki taşra-merkez ayrılığıyla ilgili bir tartışma için bkz. Şe-
rif Mardin, “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?”, Deadalus, 102 (Winter
1973). Ayrıca bkz. Metin Heper, “Osmanlı Siyasal Hayatında Merkez-Kenar İlişkisi”, Toplum
ve Bilim 9-10 (Bahar-Yaz 1980).
7
M. Hakan Yavuz, Islamic Political Identity in Turkey, New York: Oxford University Pres, 2003,
s. 24.
8 Ömer Çaha, “İdeolojik Kamusalın Dönüşümü”, Sivil Toplum, Aydınlar ve Demokrasi, İstanbul:
Plato Film Yayınları, 2008.
9
Şirin Tekeli, “Emergence of Feminist Movement in Turkey”, The New Women’s Movement, Der.
Drude Dahlerup, London, vd.: Sage Publications, 1986.
10 Yeşim Arat, “From Emancipation to Liberation: The Changing Role of Women in Turkey’s
Public Realm”, Journal of International Affairs 54, 1 (2000).
11 Elizabeth Özdalga, İslamcılığın Türkiye’deki Seyri: Sosyolojik Bir Perspektif, İstanbul: İletişimYayın-

ları, 2006.
12
Ayşen Gürcan ve Fatma Özdoğan, “Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihi ve Aile Araştırma
Kurumu”, Kadın Çalışmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 3 (Eylül-Aralık 2006).
13
Konuyla ilgili ayrıntılı bir tartışma için bkz. Ömer Çaha, Sivil Kadın: Türkiye’de Kadın Hareketi ve
Sivil Toplum, Ankara: Vadi Yayınları, 1996.
14 Bkz. Esat Öz, Bir Baskı Grubu Olarak Çevre Koruma Derneklerinin Çevre Politikasının Oluşumun-
daki Rolü: Türkiye Örneği, Ankara: Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 1989.
15
Türkiye’deki insan haklarını koruma amaçlı sivil girişimlerle ilgili detaylı bir çalışma için bkz.
M. Ecevit Cartı, “1980’den Sonra Türkiye’de İnsan Hakları Koruma Amaçlı Resmi ve Sivil Gi-
rişimler”, Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 1996.
16
Erdoğan Necmi, “Kemalist Non-Governmental Organizations: Troubled Elites in Defense of a
Sacred Heritage,” Civil Society in the Grip of Nationalism, Der. Stefanos Yerasimos, Günter
Seufert ve Karin Vorhoff, İstanbul: Orient Institut, 2000.
17 Richard Tapper (Der.), Çağdaş Türkiye’de İslâm: Din, Siyaset, Edebiyat ve Laik Devlet, Çev. Özden
Arıkan, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1993.
18
Ömer Çaha, Bitmeyen Beraberlik: Modern Dünyada Din ve Devlet, İstanbul: Timaş Yayınları,
2007.

587
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

19 Türkiye’deki nüfus artışı dikkate alındığında gerek cami gerekse Kur’an Kursu sayısındaki
artışın nüfus artışının gerisinde kaldığı görülür. Bkz. Yusuf Ziya Özcan, “Mosques in Turkey:
Quantitative Analysis”, Intellectual Discourse, Vol. 2, No 1 (1994).
20
Bu türden bir çalışma için bkz. Sencer Ayata, “Patronage, Party and State: The Politicization of
Islam in Turkey”, Middle East Journal, Vol. 50, No. 1 (Kış 1996).
21
Bunlardan biri Fazlür Rahman’dır. Görüşleriyle ilgili kapsamlı bir çalışma için bkz İslami
Araştırmalar Dergisi (Fazlur Rahman Özel Sayısı), Cilt 4, Sayı 4 (Ekim 1990).
22 Tarikatların değerleri ve siyasal alana ilişkin tutumlarıyla ilgili bkz. Şerif Mardin, “Türk Tari-
hinde Nakşibendi tarikatı”, Çağdaş Türkiye’de İslam: Din, Siyaset, Edebiyat ve Laik Devlet, Der.
Richard Tapper, Çev. Özden Arıkan, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1993.
23 Alevilik ve Bektaşilikle ilgili sosyolojik bir çalışma için bkz. Orhan Türkdoğan, Türkiye’de
Alevilik ve Bektaşilik, Ankara: Ötüken Yayınları, 1995. Ayrıca, Hüseyin Özcan, Alevi/Bektaşi Kül-
türüne Bakışlar: Canların Nefesinden, İstanbul: Horasan Yayınları, 2003.
24 Reha Çamuroğlu, “Alevi Revivalism in Turkey”, Alevi Identity: Cultural, Religious and Social
Perspectives, Der. Tord Olsson, Elizabeth Özdalga ve Catharina Raudvere. İstanbul: Swedish
Research Institute, 1998, ss. 79-84.
25 1991 genel seçimlerine girildiğinde Türkiye’de kişi başı gayri safi milli hasıla yaklaşık olarak
3250 dolar civarındaydı. 2002 genel seçimlerine girildiğinde bu rakam 2150 dolara kadar geri-
lemiştir. Bu rakamlar, ülkenin yaklaşık on yıllık koalisyon hükümetleri tarafından nasıl yöne-
tildiğini ortaya koymaktadır.
26
Göle Nilüfer, “Toward an Autonomization of Politics and Civil Society in Turkey”, Politics in
the Third Turkish Republic, Ed. Metin Heper and Ahmet Evin, Boulder, San Francisco, Oxford:
Westview Press, 1994.

588
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

23. BÖLÜM
1983-1991 DÖNEMİNDE İÇ POLİTİKA: ÖZAL’LI YILLAR

Muhittin ATAMAN*

A. GİRİŞ
Turgut Özal döneminde (1983–1991) Türkiye’de siyasi, iktisadi ve toplum-
sal açılardan önemli bir kırılma yaşanmıştır. Türk iç ve dış siyasetinde cumhu-
riyet tarihindeki ilk yeniden yapılanmanın gerçekleştiği bu dönemde, aynı
zamanda ilk liderlik değişimi yaşanmıştır.1 Özal, kurucusu olduğu ve dört
farklı siyasal eğilimi (liberaller, sosyal demokratlar, muhafazakarlar, ve milli-
yetçiler/ılımlı Türkçüler) içinde barındıran Anavatan Partisi’nin (ANAP) ikti-
darda olduğu bir döneme damgasını vurdu.2 12 Eylül askeri darbesinden sonra
yapılan ilk genel seçimlerden (6 Kasım 1983) hemen önce kurulan ANAP,
Cumhurbaşkanı Kenan Evren başta olmak üzere askeri liderlerin açık muhale-
fetine rağmen, açık bir arayla tek başına iktidara geldi ve 1991 yılına kadar
hiçbir siyasi parti ile paylaşmadan iktidarda kaldı. Hem İstanbul hem de Ana-
dolu sermayesinin desteğini alan Özal ve partisi ANAP, geleneksel yönetim
anlayışını değiştirdi. Özal’ın İslami kişiliği ve çevresi, ANAP’ın yapısı ve üye-
lerinin dağılımı, Özal ve partisine yönelik geleneksel kesimden (merkez med-
ya, üst düzey bürokratlar ve akademik camia) gelen saldırılar ve tepkiler ve
Özal ile partisini destekleyen toplumsal kesimler (İslami tarikatlar, geleneksel-
ciler ve liberaller) Özal liderliğinin ülkede yeni bir dönem başlattığının göster-
geleridir.3
Adı değişim ile özdeşleşen Özal döneminde, geleneksel anlayışın temel il-
kelerinde sapmalar görülmeye başlandı. Ülkede yıllardır siyasete yön veren
dogmaların ve tabuların ancak, bilgi ve hoşgörü ile yıkılabileceğini düşünmek-
teydi.4 Özellikle cumhurbaşkanlığı döneminde Özal bir “rejim muhalifi” gibi
hareket etmiştir.5 İslami görüşleri ve İslami gruplara ve siyasal İslam’a yönelik
hoşgörülü tutumu ile Özal, Osmanlı mirasına ve herhangi bir dini referansı
reddeden “cumhuriyetçilik,” “inkılâpçılık” ve “laiklik” gibi Kemalist ilkelerin
etkilerini azalttı.6 Siyasal ve ekonomik alanda liberal politikalar izleyen Özal;
devletin, halkın toplumsal ve ekonomik yaşamına önemli derecede müdahale
etmeyi öngören “devletçilik” ve “halkçılık” ilkelerinin varlığına fiilen son ver-

*
Prof. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

589
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

di. Son olarak, kültürel bir Türklük tanımının yapılması ve Kürtler başta olmak
üzere ülkede yaşayan etnik grupların varlığını kabul etmekle Özal, “kültürel
Türkçülüğü” ve ülkedeki etnik Müslüman grupların siyasal ve toplumsal kim-
liklerini reddeden Kemalizm’in “milliyetçilik” ilkesinin önemini azalttı.7 Neti-
cede, Özal döneminde Kemalist anlayışın temelini oluşturan “altı ok” Türki-
ye’nin iç ve dış politikasına yön veren ve referans alınan temel ilkeler olmaktan
çıktılar. Bu, gerçek anlamda, Türk siyasetinde bir yeniden yapılanma demekti.
Özal’ın icraatları, yaptığı açıklamalar ve partisinin uygulamaları, gelenek-
sel liderlikten ve anlayıştan oldukça farklı, hatta belli durumlarda tam zıttı
olmuştur. Ancak cumhuriyetin kuruluşunda yaşanan değişiklikler bu dönem-
de başarılan ve/ya başlatılan değişikliklerle karşılaştırılabilir. Özal’ın tabiriyle,
Türkiye bu dönemde pek çok konuda “çağ atladı.” Bundan dolayı, ilk kez Özal
döneminde, CHP tarafından kurulan cumhuriyetin (“birinci cumhuriyet”) ek-
siklikleri, anakronik ve zamanın ihtiyaçlarına cevap veremez olduğu iddiasıy-
la, çoğulcu demokratik bir yapıyı öngören “ikinci cumhuriyet” tartışmaları
yapılmaya başlandı.8 Özal, hoşgörülü, çok-etnikli, çok-dinli ve ademi merkezi-
yetçi bir yapıya dayanan Osmanlı devletinin siyasal mirasının güncellenmesini
amaçlayan ve ikinci cumhuriyetçi olarak nitelendirilen grubun önemli temsilci-
lerinden biri oldu. Aslında, “ikinci cumhuriyetçiler” ve “neo-Osmanlıcılar”
olarak nitelendirilen ve söylemleri büyük oranda bir diğeriyle örtüşen iki farklı
anlayış gelişti. Özal her iki tarafa da yakın durmaktaydı.9
Bütün bu değişiklikler, Özal döneminde Türkiye’nin farklı bir anlayışla
yönetildiğini göstermektedir.10 Yerli ve yabancı pek çok akademisyen ve göz-
lemcinin kabul ettiği gibi, gerçekleştirdiği bu yeniden yapılanma ve reformlar
dolayısıyla Özal, cumhuriyet döneminde Atatürk’ten sonraki en büyük ve en
önemli devlet adamı olarak anılacaktır.11 Benzer bir şekilde tarihçi Yılmaz Öz-
tuna, Özal’ın II. Mahmut’tan sonraki Türk modernleşme sürecindeki en büyük
devlet adamlarından biri olduğunu vurguladı.12 Bu bölümde, Özal döneminde
gerçekleştirilen ve/ya başlatılan siyasal, sosyo-ekonomik ve kültürel reformlar
(yukarıdaki iddialar ekseninde) üzerinde durulacaktır.
B. ÖZALLI YILLAR: SIRA DIŞI BİR DÖNEM, SIRA DIŞI BİR LİDER,
SIRA DIŞI BİR SİYASET
Sıra dışı bir dönemde iktidara gelen ve sıra dışı kişiliğiyle sıra dışı bir yö-
netim anlayışı benimseyen Özal, Batı tipi demokratik bir devlet anlayışından
yanaydı. Ona göre, Türkiye’nin “devlet için halk değil, halk için devlet” anla-
yışına dayalı bir devlet sistemine ihtiyacı vardı. Mustafa Erdoğan’ın ifadesiyle
Özal, devleti kutsal bir varlık olarak değil, “araçsal bir mekanizma olarak” gör-
mekteydi.13 Devlet ile halk arasında yüzyıllardır süregelen “sultan-köle” ve/ya
“devlet-tebaa” ilişkisini ortadan kaldırmakla yeni bir anlayış getirmek istedi.
Bireyin devlete karşı pasif olma fikrine karşı olan Özal, demokrasi gereği, dev-
letin gücüne karşılık olarak bireyin de güçlü olması ve devletin, halkın dene-
timine alınması gerektiğini ifade ediyordu. Yani, devlet ile halk arasındaki
dengeyi halk lehine yeniden yapılandırmaya çalıştı. Özal, “devlet ile vatandaş
arasındaki mesafeyi azaltmış”, “Türk vatandaşına asil ve öncelikli birimin kendisi
olduğunu anlatmaya çabalamış” ve devletin ideolojik karakterini yumuşatmıştır.14

590
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

Özal, 1983 yılında iktidara gelir gelmez Türkiye’nin demokratik olmayan


devlet yapısını değiştirmek için mücadele edeceğini bildirdi. Ülkede demokra-
tik bir gelenek oluşturmak için pek çok değişiklikler yapmaya girişti. Öncelikle,
bu çabasında başarılı olmak için, kendi tabiriyle devletin imkânlarını sömüren
“oligarşik yapı”yı etkisiz hale getirmek zorundaydı.15 İkinci olarak, Özal politi-
kalarına paralel olarak otoriteryen seçkinler grubuna karşı bir sivil toplum
oluşum süreci başladı. Üçüncü olarak, en statükocu iki kurum olan Dışişleri ve
Maliye Baklanlığı’nın yetkilerini kıstı. İktidara geldikten sonra, siyasi iradeyi
(seçilmişleri) bürokratik iradeye (atanmışlara) hâkim kıldı.
Özal, farklı zamanlarda dile getirdiği üç temel ilke (düşünce özgürlüğü,
din ve vicdan özgürlüğü ve teşebbüs özgürlüğü) ile Türk siyasal sistemini ye-
niden yapılandırmak istedi ve bunda hayli başarılı da oldu.16 Bu ilkeler Özal
zihniyetinin ve ekonomik liberalizminin temeli ve bu özgürlüklere gereken
önemi vermeyen geleneksel yönetimden farklılığın göstergeleri olarak bilinir.
Özal öncesi dönemde, düşünce özgürlüğü ciddi bir toplum mühendisliği pro-
jesi ile teşebbüs özgürlüğü güçlü bir devletçi anlayışla, din ve vicdan özgürlü-
ğü ise katı bir laiklikle sınırlandırılmıştı.17 Özal, devleti, tarihiyle (Osmanlıyla),
kültürüyle (İslam’la) ve halkıyla barıştırarak istikrar sağlamaya çalıştı.18
Özal’ın asıl amacı, ülkeyi kalkındırmak için iktisadi, siyasi, kültürel ve toplum-
sal alanlarda liberalizmi hayata geçirmekti. Aşağıdaki alt bölümlerde Özal’ın
bu çabası biraz daha teferruatlı olarak açıklanmaya çalışılacaktır.
1. Siyasal Yeniden Yapılanma: Demokratikleşme ve Siyasal Liberalizm
Özal liderliği, devlet yapısını yeniden örgütlemek amacıyla güçlü bir de-
mokratikleşme süreci başlattı. Özal’a göre, “özgür düşünemeyen bir ülke kalkına-
maz” ve bu ilke Batı medeniyetinin üstünlüğünün altında yatan temel faktör-
dür.19 Özal hem bireysel hem de grup haklarının tamamının devlet tarafından
gerçekleştirilmesinden yanaydı. Düşünce ve düşündüğünü ifade etme özgür-
lüğünü dünyaya açılmanın, uluslararası arenada rekabet edebilmenin, önemli
bir bölgesel güç olmanın ve ülke istikrarının sağlanmasının temel ön koşulu
olarak görüyordu.
Özal, din ve vicdan özgürlüğü olmadan düşünce özgürlüğünün anlamsız
olduğunu düşünerek din ve vicdan özgürlüğüne daha çok önem veriyordu.20
Devletin, dini tahakküm altında tutmasına karşıydı, din-devlet ilişkilerinin katı
bir laiklik ilkesiyle çözülemeyeceğini savunuyordu. Bunun yanında, gerçek bir
dini anlayışın ülkeye yerleşmesi için gerekli çalışmaların yapılması, halkın
aydınlatılması gerektiğini düşünüyordu. Özal, Anglo-Sakson anlayışı izleyerek
laikliği, halkın ve bireylerin değil, devletin bir özelliği olarak görmüştür. Bu
çerçevede, Türkiye’nin laik bir ülke olduğunu, ancak kendisinin Müslüman
olduğunu dile getirmekteydi.21
Dini örgütleri ve yapılanmaları sivil toplum örgütlerinin bir parçası olarak
görmekteydi. Dini grupların faaliyet alanlarını genişletmelerine ve açıkça dav-
ranmalarına izin verdi. Bunun neticesinde de dini gruplar ekonomik, siyasi,
toplumsal ve eğitim faaliyetlerinde ön plana çıktılar. Bu dönemde, İslami ke-
simler tarafından holdingler ve özel finans kurumları (bugünün “katılım ban-

591
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kaları”) kuruldu; siyasi partiler, örgütler, vakıflar ve dernekler ortaya çıktı;


hastaneler, okullar ve öğrenci yurtları açıldı ve tirajı yüksek gazeteler, dergiler
ve yayınevlerinin faaliyetlere başlamasıyla İslami medyada büyük bir gelişme
yaşandı.22 Kısacası, planlamış olduğu demokratik hedeflere ulaşmak amacıyla
çok sayıda değişiklik gerçekleştirdi. Bunlardan bazıları aşağıda açıklanacaktır.
Öncelikle Özal, devlet yönetimini askeri anlayıştan kurtarmaya ve sivilleş-
tirmeye çalıştı.23 Özal iktidarı, başlangıçtan itibaren tedrici olarak askerin ayrı-
calıklarını ve özel statüsünü azalttı. Hatta Özal’ın partisini kurduktan sonra
kullandığı en önemli sloganlardan biri olan “ANAP selamı” da tüm halk ke-
simlerini, özellikle askeri iradeye ve onun uzantılarına karşı birleştirmek ama-
cıyla kullanılmış ve öyle algılanmıştır.24 Demokrasinin etkili olmasını sağlamak
için sivillerin askeri kurum ve kuruluşlar üzerindeki kontrolünü sağlayacak
bazı mekanizmalar oluşturulmaya başlandı. Zamanın ABD Dışişleri Bakanlığı
Müsteşarı Strobe Talbott’un da ifade ettiği gibi, Özal zamanında “askeri liderler
sivillerden emir alır” hale getirilmişlerdi.25
Bunun en önemli göstergelerinden biri, 1987 yılında askerle yaşanan ata-
ma krizinde Özal’ın takındığı tutumdur. Askerlerin kendi aralarında vardığı
anlaşma gereği, zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ’un
görevini Orgeneral Necdet Öztorun’a devretmesi söz konusu olduğunda, as-
kerleri dinlemeyen Özal büyük bir sürpriz yaparak kendi tercihi olan Necip
Torumtay’ı genel kurmay başkanı olarak atadı.26 Askerler kendi aralarında
Evren sonrası dönemin askeri ve siyasal düzeninin nasıl olacağını kararlaştır-
mışlardı. Buna göre, istifa eden Üruğ cumhurbaşkanı, Öztorun da genel kur-
may başkanı olacak ve böylece askerlerin mutlak iktidarı sağlanacaktı. Orduda
yapılacak diğer üst düzey atamalar bile belirlenmişti. Hatta 2000 yılına kadar
geçerli bir terfi planının yapıldığı iddia edilmekteydi. Ancak Özal bu gelişme-
leri öngörerek gereken tedbirleri almıştı. Askeri bir cuntanın oldubittilerine
karşı, Cumhurbaşkanı Evren’le de işbirliği yaparak sivil iradeyi harekete ge-
çirmiş ve “demokrasi adına adeta bir devrim” yapmıştır. Böylece, 1989’da ilk kez
bir sivilin cumhurbaşkanı olmasını sağlayacaktır.27
Özal aynı yıl ülkede bir ilk olarak hem savunma bütçesini ve savunma
fonlarını hem de ordunun içyapısını ve örgütlenmesini parlamentoda ve ka-
muoyu önünde tartıştı. Hatta genel kurmay başkanını başbakana değil, sa-
vunma bakanına karşı sorumlu bir konuma düşürmeye bile çalıştı.28 Körfez
Savaşı sırasında Türk siyasal tarihinde bir ilk daha yaşandı. Cumhurbaşkanı
Özal’la anlaşamayan zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necip Torum-
tay görevinden istifa etti. Bu olay da ülkedeki asker-sivil mücadelesinin siviller
lehine geliştiğinin önemli bir göstergesi oldu. Geleneksel olarak kendi terfi ve
tayin işlerini kendisi yapan askeri kuruluşlar, bu dönemde siyasi iradenin ta-
leplerine göre hareket etmek zorunda kalmıştı.
İkinci olarak, Özal bir ademi merkeziyetçi (yerinden yönetim) anlayış geliş-
tirdi. Yaptığı ilk reformlardan biri, yetkilerin merkezi yönetimden alınıp yerel
yönetimlere devredilmesi sürecini başlatmaktı. Haklı olarak, demokratik bir
yönetimin gerçekleştirilmesinin ancak ademi merkeziyetçi bir yönetim yapısı
ile mümkün olduğunu düşünmekteydi. Bu çerçevede, Özal döneminde yerel

592
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

idareler güçlendirildi ve Ankara’nın yerel yönetimlerin işlerine müdahalesi


azaltıldı. Özal özellikle eğitim, sağlık ve kamu düzeninin sağlanmasını yerel
idarelere bırakmaya çalıştı.29 Çünkü ancak daha fazla hareket serbestisi ka-
zanmakla, yerel menfaatler, kültür ve ekonomi yerel siyasete hâkim olabilir.
Özal’ın da öncülerinden olduğu yeni Osmanlıcı anlayış gibi ademi merkeziyet-
çiliği savunan grupların sesleri 1980’lerin sonlarında ve 1990’larda daha gür
çıkmaya başladı. Dengesiz kalkınmayı engellemek, yerel ihtiyaçları vurgula-
mak ve yetkileri yerel yöneticilere devretmek için daha fazla yerinden yönetim
talebinde bulunan grupların sayısı arttı.30
Üçüncü olarak, Özal iktidarı, halkın devlet yönetimine daha fazla katılma-
sını sağlamak ve anayasayı, katılımcı ve çoğulcu bir demokrasiyle daha çok
örtüşecek hale getirmek için Türk siyasi literatürüne referandum kavramını
kazandırdı.31 Yapılışından itibaren sürekli demokratik olmadığı suçlamasına
maruz kalan 1982 Anayasası’nı daha demokratik bir hale getirmek için önemli
bazı değişiklikler yapıldı. Bunların başında anayasal referandum ilkesi gelmek-
tedir. Özal iktidarı, çoğunluğu siyasi görüşleri dolayısıyla cezaevinde bulunan
binlerce hükümlü ve tutuklunun cezaevinden kurtulmasıyla sonuçlanacak
biçimde Türk Ceza Kanunu’nda da önemli değişiklikler yaptı. Bu bağlamda,
TCK’nun “düşünce suçlarını” düzenleyen maddeleri olan 141, 142 ve 163.
maddeleri kaldırıldı.32 Özal döneminde ayrıca, çok-kültürlü, çok etnikli ve çok-
kimlikli bir siyasi yapılanmanın ve ademi merkeziyetçi bir yönetimin ülkenin
köklü siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarını çözeceği düşünülmekte ve
bu yönde faaliyetler yürütülmekteydi. Osmanlı yönetimini çağrıştıran bu anla-
yışı dolayısıyla Özal “yeni Osmanlıcı” olarak da nitelendirilmekteydi. Çünkü
Osmanlı’nın devlet yönetimindeki temel ilkeleri olan çoğulculuk, hoşgörü ve
yerellik Özal tarafından da uygulanmak isteniyordu.33
Dördüncü olarak, Özallı yıllarda, “başka bir ülkede birinci resmi dil olarak kabul
edilmeyen bir dilin kullanılmasını” yasaklayan 2932 Sayılı Kanunun ortadan kal-
dırılması, demokratikleşme amacıyla atılmış en önemli adımlardan biridir.34
Kaldırılan bu yasanın amacı, ülkedeki etnik grupların, özellikle Kürtlerin, ken-
di dillerini ve kültürlerini unutmaları ve neticede “resmi” Türk etnisitesi içinde
asimile olmasını sağlamaktı. 1991 yılında yapılan değişiklikle, Türkçe dışındaki
dil ve lehçelerin de sözel, yazılı ve basılı yollardan kendini ifade için kullanıl-
masına izin verildi. Bu değişiklik, aynı zamanda devletin etnik sorununun
çözümüne yönelik önemli bir adım oluşturdu. Vatandaşlarının ana dillerinde
konuşulmasını yasaklayan bu yasanın ortadan kaldırılmasıyla Türkiye, önemli
ölçüde dış baskılardan da kurtuldu.
Beşinci olarak, Özal zamanında devletin insan hakları sicili de düzeltildi.
Özellikle, uluslararası insan hakları sözleşmelerinin onaylanmasıyla insan hak-
ları alanında ilerlemeler kaydedildi. Nisan 1987’de Türkiye Cumhuriyeti va-
tandaşlarına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı ta-
nındı. Hakkının ihlal edildiğini düşünen her birey, tüzel kişilik ve sivil toplum
örgütünün mahkemeye başvurmasının önü açıldı. Bu önemli adımdan sonra,
Özal liderliği 8 Ocak 1990 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ka-
rarlarının iç hukukta bağlayıcılığını da kabul etti.35 Bundan böyle mahkemenin

593
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kararları, Türk iç hukuku açısından bağlayıcı olacaktı. Bu yeni durum, siyasal


olarak aktif olan gruplara resmi merciler nezdinde daha etkili olmalarını sağ-
ladı. Çünkü dış güçlerin, resmi olarak iç siyasete müdahalesinin yolu açıldı. İçe
dönük ve dışa kapanık bir siyasi anlayışı yerine, dışa açık ve daha yüksek bir
demokratikleşme düşüncesi hâkim olmaya başladı.
2. İktisadi Yeniden Yapılanma: İktisadi Liberalizm
Özal’ın belki de en büyük başarısı ekonomik yapıda gerçekleştirdiği re-
formlardır. Başlangıcından itibaren, Kemalist liderliğin devletçilik ilkesi olarak
kavramsallaştırdığı, “devlet ağırlıklı bir ekonomik modele”36 sahip olan Türki-
ye’de, Özal’la birlikte hem yapısal hem de zihniyet açısından bir iktisadi dönü-
şüm yaşandı. Her şeyden önce Özal, Türkiye’yi azgelişmiş ülke kompleksin-
den kurtardı, halka ekonominin ne kadar önemli olduğunu gösterdi ve Türk
insanının müteşebbis ruhunu harekete geçirdi. Bazıları tarafından, Özalizmin
iktisadi boyutunun en önemli üç ilkesi olarak istikrar getirme (stabilization),
serbestleştirme (liberalization) ve özelleştirme (privatization) gösterilmektedir.37
Ülke ekonomisindeki değişimi daha iktidara gelmeden bir bürokrat iken
yaptı. Ülke ekonomisinin sadece bir sektörünü değil, tümünü liberalleştirmeyi
hedefleyen ve kapsamlı bir ekonomik dönüşüm programı olan 24 Ocak 1980
Kararları’nın baş mimarı zamanın Başbakanlık ve DPT Müsteşarı Özal’dı.38 Bu
programla birlikte, ülkedeki dış ticaret rejimi değişecek, devletin ekonomik
alanlarındaki rolü azalacak ve özel sektör ağırlıklı bir büyüme stratejisi izlene-
cekti. Yani, Özal’ın ekonomiyi dönüştürme çabaları iddialı ve kapsamlı bu
proje ile başladı.
Ekonomik alandaki teşebbüs özgürlüğü, Özalizm’in en önemli ilkelerin-
den biridir. İktisadi liberalizmin en önemli ilkelerinden biri olan teşebbüs öz-
gürlüğü ile ülke ekonomisi serbest piyasa ilkelerine göre işler hale gelecekti.
Marksist paradigmanın kavramsallaştırmasıyla, üstyapının altyapıyı takip
edeceğine inanan Özal’a göre, siyasi liberalizm iktisadi liberalizmi izleyecekti;
çünkü ekonomik özgürlükler olmadan siyasi özgürlüklerin verilmesi anlamsız
olurdu. Bundan dolayı Özal, ülke insanının serbestçe yatırım ve ticaret yapa-
bilmesine imkân tanıyan ekonomik düzenlemeler yapmaya çalıştı. Israrlı çaba-
ları ile ekonomik özgürlüğün önündeki pek çok engel ortadan kaldırıldı.
Öncelikle, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu kaldırıldı ve döviz
kuru politikası değiştirildi. Sabit döviz kuru politikası terk edilerek serbest kur
rejimine geçildi. İhracatı daha cazip hale getirmek için, önce resmi döviz kuru
ayarlamaları daha kısa aralıklarla yapılmaya başlandı, daha sonra resmi mü-
dahalenin etkisi azaltıldı.39 İkinci olarak, mali sektörde önemli adımlar atıldı.
Sermaye piyasasını kontrol etmek için 1980 yılında Sermaye Piyasası Kurulu
ihdas edildi. Bununla birlikte, şirketlerin halka açılmasının, dolayısıyla şirket-
lerin yeni kaynak toplama usul ve esasları belirlenmiş oldu.40 1986 yılında İs-
tanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) faaliyete geçirildi. 1988 yılında ise
bankalara mevduat ve kredi faiz oranlarını belirleme hakkı tanındı. Üçüncü
olarak, ilk Özal hükümeti, cumhuriyet tarihinin en kapsamlı vergi düzenleme-
lerini yaptı. Vergilendirme kuralları modernleştirildi ve şeffaflaştırıldı. Eko-

594
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

nomide önemli bir yeri olan katma değer vergisinin (KDV) 1985 yılında uygu-
lamaya konmasıyla birlikte gelir vergilerinin kamu gelirleri içindeki payında
önemli bir artış oldu.41
Dördüncü olarak, Özal liderliği ülkenin ekonomik dış politikasında önemli
ilerlemeler sağladı. On yıllardır izlenen ithal ikameci politika yerine, ihracata
dayalı bir ekonomik politika benimsendi. İthalat ve ihracat rejimleri yeniden
yapılandırıldı ve liberalleştirildi. Yasak olan pek çok malın üretimi ve ticareti
serbest bırakıldı. Dış ticaret hacmi keskin bir şekilde arttı. Cumhuriyet tarihin-
de ilk kez ihracatın gayri safi milli hâsılaya oranı çift haneli rakamlara ulaştı.
Ülkenin ticaret ortaklarının sayısı arttı ve çeşitlendi. Orta Doğu ve Müslüman
ülkelerin dış ticaretteki payı önemli oranda arttı. Daha önce ithal edilen binler-
ce sanayi malı yurt içinde üretilmeye ve ihraç edilmeye başlandı. 1980 yılında
ihracat içindeki payı %32 olan imalat sanayi ürünleri, 1989 yılında toplam ihra-
catın %80’ini oluşturduğunda geleneksel tarım ürünleri önemini kaybetmeye
başladı.42
Beşinci olarak, Özal iktidarı doğrudan yabancı yatırımları teşvik etti ve
Türkiye’yi yabancı yatırımlar açısından cazip bir ülke haline getirdi. Özal dö-
neminde yabancı aktörlerin ülkedeki ekonomik faaliyetlerinde önemli bir artış
gözlendi. Örneğin, 1980 yılında Türkiye’ye sadece 35 milyon dolar doğrudan
yabancı yatırım girerken, 1990 yılında bu rakam 789 milyon dolara yükseldi.
Batılı ve Orta Doğu’lu onlarca banka ülkede şubeler açmaya başladı. Ek olarak,
yap-işlet-devret modeli geliştirilerek ulusal ve yabancı yatırımlar teşvik edildi.
Bu modele göre, yerli veya yabancı bir yatırımcı, bir köprü, otoban, havaalanı,
otel veya elektrik santralı inşa edecek; belli bir süre kendi adına işletecek; sonra
da devlete devredecekti. Böylece, kaynak sıkıntısı çeken devlet, ekonomik kal-
kınmayı bu modelle gerçekleştirmeye çalışmaktaydı.
Altıncı olarak, ekonomik liberalleşmenin ön koşulu olarak, ekonomi, eğitim
ve medyada özelleştirme süreci başlatıldı. Ekonomik çeşitlilik, siyasal, toplum-
sal ve kültürel alanları da genişletti. Ekonomik liberalizm ve İslami sermayenin
ekonomiye aktarılmasına izin veren düzenlemeler, ekonomik çoğulculuğun
göstergeleri oldu. Bir zamanlar ülkede, sadece bir televizyon kanalı (devlete ait
ve devlet tarafından kontrol edilen) varken, farklı kesimleri temsil eden çok
sayıda yerel ve ulusal televizyon kanalı kuruldu. Üniversite, ortaöğretim ve
ilköğretim düzeylerinde devlet okullarına alternatif olarak çok sayıda özel okul
açıldı.
Özalizmin başlattığı bu değişimden sonra, toplumu oluşturan bireyler, ka-
tı ve halktan kopuk bürokratik sürece bulaşmadan kendi ihtiyaçlarını karşıla-
maya başladı. Toplum artık basit ihtiyaçlar için devletin kapısını tıklatmak
zorunda değildi. Buna paralel olarak Özal, Türk insanını ve Türkiye pazarını
dünyaya açtı; Türk ekonomisine bir vizyon kazandırdı; Türk ekonomisini
dünya ekonomisi ile bütünleştirdi ve Türk yatırımcılarını uluslararası arenada
saygın bir konuma getirdi.

595
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

3. Toplumsal Yeniden Yapılanma: Etnisiteye Farklı Bir Bakış


Ülkedeki tüm etnik grupların inkârına ve “siyasi, yerel veya Anadolulu”
Türkçülüğe dayanan Türkiye’deki geleneksel etnik politika, 1980 ve
1990’lardaki iç ve dış gelişmeler, özellikle Özal liderliğinin bakış açısı yüzün-
den sarsıldı. Kemalist liderlik, 1923 yılından sonra ülkede yeni bir “Türk ulu-
su” meydana getirdi. Türklüğün resmi tanımı, ülkedeki Müslüman ve gayrı
Müslim bütün etnik grupları kapsamaktaydı. Kemalist anlayış, ülkedeki bütün
etnik grupların varlığını reddetti; Türk etnisitesini siyasal kültür üzerine yeni-
den tanımladı ve Anadolu ile sınırladı. Türkiye’nin resmi etnik politikası, “tek
ülke, tek dil ve tek millet” esası üzerine oluşturuldu. Türkiye Cumhuriyeti
liderleri laik bir devlet kurmalarına rağmen, Müslüman’ı Türk ile eşitleyerek
Osmanlı’nın etnisite sistemini benimsediler.43 Türkiye, ülkedeki Türk olmayan
bütün Müslüman etnik grupların varlığını inkâr etti. Kürtler başta olmak üzere
bütün Müslüman etnik gruplar, kültürel kimlik haklarından mahrum edildiler.
Farklı etnik grupların bütün kamusal göstergeleri ortadan kaldırıldı. Kürtlerin,
kendi dillerinde öğretme, yazma veya yayın yapma hakları ellerinden alındı.
Cumhuriyetin ilk on beş yılında yaşanan başkaldırılardan sonraki dönemde
Kürtler, siyasi olarak pasif ve baskı altında, ekonomik olarak geri, kültürel ve
kimliksel açıdan tanınmamış olarak kaldı.44
Mevcut ulusal kimlik tanımının, halkın etnik ve dinsel kökenlerini dikkate
almadığından ortaya bir aidiyet sorunu çıktığını düşünen ve alternatif olarak
Osmanlı modelini benimseyen Özal, diğer etnik grupların varlığını, dolayısıyla
ülkenin çok etnikli yapısını kabul etti ve Türk etnisitesini kültürel ve etnik bo-
yutlarıyla tanımladı.45 Özal, dört yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde (1989–
1993) ülkenin etnik politikasını yeniden yapılandırmak maksadıyla gücünü ve
kararlılığını ortaya koydu. Ulus-aşırı (Kürt milliyetçiliği ve siyasal İslam) ve
bölgesel gelişmeler (Körfez Savaşı ve Kafkasya ile Orta Asya’da bağımsız Türk
devletlerinin ortaya çıkışı) Özal’ın, Türkiye’nin etnik politika söylemini değiş-
tirmesine katkıda bulundu. Özal’ın ülkedeki etnik sorunlara ve farklılıklara
bakışını şekillendiren unsurlar demokrasi, özgürlük ve diyalog idi.46 Liberal
değerler ve ilkeler çerçevesinde her bir etnik grubun kendini ifade etmesine
olanak tanıyan bir siyasal sistemin toplumsal ve siyasal istikrarı getireceğini
düşünmekteydi.
Özal, Kürtler başta olmak üzere ülkedeki etnik gruplara yönelik yeni bir
politika benimsedi. Pek çok gözlemci tarafından da belirtildiği gibi, etnik grup-
ların varlığını tartışma konusundaki Kemalist tabuları bozmakla Özal, pando-
ranın kutusunu açtı. ABD’den gelen bir savunma komitesi ile yaptığı görüş-
mede Özal şu sözleri sarf etmekten çekinmiyordu: “Birleşik Devletlerin ismi bir
etnisiteyi temsil etmiyor. Orada Yahudiler, Müslümanlar ve Latinler yaşamaktadır.
Türkiye’nin adı da Türkiye yerine Anadolu olsaydı daha iyi uygun olurdu. Böylece,
Türk, Kürt herkes ben Anadoluluyum diyebilirdi.”47 Özal ülkedeki toplumsal, etnik
ve dinsel farklılıkları kabul etti. Türk toplumunun, Arnavutluk, Bosna, Bulga-
ristan, Kafkasya, Arabistan, Suriye vb. yerlerden gelenlerden oluşan çok-
kültürlü bir toplumdan oluştuğunu vurguladı.48 Bu çok-kültürlü toplumda,
etnik gruplara daha fazla hoşgörü talebinde bulunan çok sayıda etnik grup

596
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

vardır. Özal, kimliklerin korunmasından yana tavır koydu, ülkedeki etnik


grupların kimliklerini ve geleceklerini serbest bir ortamda tartışabilmelerini ve
ekonomik ve toplumsal çözüm önerileri yanında siyasal çözüm önerilerinin de
dikkate alınmasını istemekteydi.49
Özal’ın aşağıdaki ifadeleri etnik politikasını çok açık bir biçimde ortaya
çıkarmaktadır: “Eğer milliyetçiliği, şovenizm olarak kabul edersek, Türkiye için bü-
yük yanlış yapmış olacağız. Yani, [bu ülkede] sadece Türklerin olduğunu [yaşadığını]
kabul etmiyorum. Burada yaşayan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşıdır...
Hangi etnik orijinden gelirse gelsin, bu ülkede yaşayanlar, ki bizim için aynı dine men-
sup olmak bir avantajdır, birlik ve dayanışma içinde yaşarlarsa, huzur devam edecek-
tir.”50 Özal Türkiye’deki etnik oluşumu, vatandaşların Anglo-Amerikan, Grek-
Amerikan, Alman-Amerikan, Afrikalı-Amerikan ve Arap-Amerikan gibi ikili
kimlik vurgusu yaptıkları fakat “Amerikalılar” olarak bir araya geldikleri ABD
ile karşılaştırırdı. Özal Türkiye’nin, ABD gibi başarılı olmak ve amaçlarına
ulaşabilmesi için etnik sorunlarını çözmek zorunda olduğunu belirtti.51
Özal’ın, Türkiye’nin istikrarını sağlamak ve ülkenin önünü açmak için etnik
politika konusunda başlattığı ve/ya gerçekleştirdiği değişim üç ayrı boyutta
gerçekleşti.
Öncelikle, Özal liderliği Türk etnisitesini yeni bir anlayışla tanımladı. Ke-
malist liderlik, rejimi oturttuktan ve iç istikrarı sağladıktan sonra, ulusallık
sistemini yeni bir siyasi kültür ve “Anadolulu Türk etnisitesi” üzerine bina
etmişlerdi. Kemalizm’in Türkçülük ilkesi oldukça daraltıcı bir şekilde sadece
modern Türkiye’nin sınırları dâhilinde yaşayan Türkleri kapsamaktaydı. Bü-
yük çoğunluğu Müslüman ve “Doğulu” olan Türkler bile, Kemalist liderlik
döneminde kültürel ve dinsel haklarından mahrum bırakıldılar. Batılı değerle-
ri, günlük yaşamlarının bir parçası haline getirmeye zorlandılar. Özal döne-
minde, “Türk etnisitesi”nin tanımı, “dış Türkler” ile her türlü ilişkinin yasak-
lanması ve ideolojik bir Türkçülüğün yaratılmasından kültürel ve etnik temel-
lere dayalı bir Türklük anlayışına ve diğer etnik grupların tanınmasına yönelik
ciddi bir değişim gösterdi.52
Özal, Türk milliyetçiliğini iki kategoriye ayırdı: Eski milliyetçilik ve yeni
milliyetçilik.53 Ona göre, yeni milliyetçilik anlayışı, halkına karşı hoşgörülü
olan ve geçmişten miras aldığı kültürel değerleri ve gelenekleri kabul eden iyi
bir yönetime dayanacaktı. Benzer bir biçimde, konunun önde gelen çalışanla-
rından biri olan Tanıl Bora da Türk milliyetçiliğini iki ayrı bileşene ayırmakta-
dır: Batıcı Kemalist milliyetçilik ve Doğulu muhafazakâr milliyetçilik.54 Özal
liderliği, Türk kültüründen kaynaklanan ve Türkçülük ile İslam’ın sentezinden
oluşan ikincisini destekledi.
Özal döneminde, Türk liderleri Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar geniş bir
coğrafyayı kontrol etmekten bahsetmeye başladılar. Türk dış politikası da yeni
doğan Türk dünyasına göre yeniden yapılandırıldı. Graham Fuller’in de belirt-
tiği gibi, “1991’de, Türkler ilk kez kendilerinin farklı bölgelere dağılan coğrafi
orijinlerinden konuşmaya başladılar.”55 Dış Türklerden tecrit olmaya dayalı
Kemalist etnik politika, Kafkasya ve Orta Asya’da bağımsız ve yarı bağımsız
devletlerin ortaya çıkmasıyla anlamını yitirdi. Kemalist Türkçülük anlayışının

597
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

aksine, Özal dönemi ve sonrasındaki liderler Türkiye’nin Irak, Bulgaristan,


Kafkasya ve Orta Asya’da yaşayan Türklerle yakın kültürel, tarihi ve etnik
bağlara sahip olduklarını kabul ettiler. Diğer bütün Türk gruplarının tanıma-
sıyla birlikte, Türk kimliği gerçek kültürel ve “etnik” boyutunu kazandı. Türk
kimliği ve etnisitesi artık Türkiye Cumhuriyeti ve Anadolu ile sınırlı değildi.
İkinci olarak, Özal döneminde, ülkenin ikinci en büyük etnik grubunu oluş-
turan Kürtlere bakışta önemli değişimler yaşandı. Ülke nüfusunun önemli bir
oranını teşkil eden, Doğu ile Güneydoğu bölgelerinde çoğunluk olan ve bu
bölgelerin İran, Irak ve Suriye devletlerinin bitişik bölgelerinde çoğunluk oluş-
turan Kürtler Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak algılan-
maktadır. Özal’ın ülkede yaşayan etnik grupların varlığını kabul etmesinden
sonra Kürtler artık “dağ Türkleri” değil, Kürt sorunu da artık “Doğu Sorunu”
değildi.56 1989 yılında Özal annesinin Kürt, dolayısıyla kendisinin de yarı Kürt
olduğunu dile getirdi. 1991 yılında Kürtçenin kullanılmasına getirilen yasağı
kaldırdı. Bu bağlamda, Özal bu politikasının devamında Türkiye’deki diğer
Müslüman etnik grupların varlığını da kabul etti. Kürt sorunu konusunda ta-
nınmış akademisyenlerden biri olan Michael Gunter, Özal’ın en azından üç
ayrı şekilde Türk siyasal yapısı içerisindeki Kürt sorununu yeniden tanımladı-
ğını belirtmektedir. Bunlar, Kürtçenin kullanımının serbest bırakılması, Irak’lı
Kürt liderlerle görüşmesi ve Diyarbakır Belediyesi eski başkanı Mehdi Zana
gibi pek çok Kürt aktivistin de yararlandığı “kısmi” af ilan etmesidir.57 Özal,
cumhuriyetin ilanından itibaren ülkeyi en çok uğraştıran konulardan biri olan
Kürt sorununun çözümü için şahsen karşı olmakla birlikte federasyon fikri
dâhil bütün boyutlarıyla tartışılmasından yanaydı.58
1991 yılındaki Körfez Savaşı’ndan sonra Kürt sorunu gerçek manada ulus-
lararasılaştı ve Kürtlerin uluslararası arenadaki popülaritesi arttı. Batı dünya-
sından gelen yoğun baskılar Türkiye’yi, Kürt sorununun çözümüne yönelik
adımlar atmasına zorladı. Bu gelişmeler, Özal’ın resmi etnik anlayışı yeniden
yapılandırmasına yardımcı oldu. Kürt etnik politikasındaki değişimler Özal’ın
demokratikleşme sürecine hız kazandırma ve en büyük ikinci etnik grupla
uyuşma konusundaki arzusunu kamçıladı. Çünkü Özal, Kürt halkının ana-
akım siyasi yaşama kazandırılmadığı sürece liberal demokratik bir devlet sis-
teminin kurulmasının imkânsız olduğunun farkındaydı. Özal Kürtlere kendi-
lerini ifade etme özgürlüğünü verirken üç ayrı amacı gerçekleştirdiğini düşü-
nüyordu: Kürtleri ayrımcı PKK’dan uzaklaştırmak, ülkenin azınlık hakları
konusundaki kötü performansını iyileştirmek ve toplumsal barışı sağlamak.59
Türk siyasal liderleri, Kürt milliyetçiliğinin iç ve dış politikada sebep olduğu
yükten, ancak Kemalist liderliğin geleneksel tutumunu terk etmekle mümkün
olduğunu kabullenmeye başladılar. Eğer sorun inkârla, baskıyla ve asimilas-
yonla çözülebilmiş olsaydı bugün Kürt sorunu diye bir sorun da olmazdı. Özal
döneminde başlatılanlar gibi alternatif çözüm yollarının aranması gerekmek-
tedir. Aksi takdirde, Türkiye arzuladığı bağımsız bir bölgesel güç olma amacı-
na kavuşamayacaktır.
Üçüncü olarak, Özal döneminde açılan pandoranın kutusundan, İslam’a,
Kürtlüğe ve diğer etnik gruplara referansta bulunan çok sayıda etnik kimlik

598
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

çıktı. Kürtler, Araplar ve Çerkezler gibi Müslüman etnik grupların varlığı Özal
döneminde kabul edildi. Bu gruplar farklı biçimlerde etnik kimliklerini geliş-
tirmeye başladılar. Örneğin, Çerkezler 1989 yılında, yaşadıkları ülkelerdeki
etnik, kültürel ve siyasi konumlarını tartışmak üzere Ankara’da uluslararası
bir toplantı yaptılar.60 Ülkenin kuzey doğusunda yaşayan Lazlar da kendi dil-
lerinde gazeteler çıkarmaya ve internet sayfalarını hazırlamaya başladılar.
Türkiye’deki en önemli etnik sorunlardan bir Alevilerdir. Özal dönemin-
de, Hz Ali ve neslinden olanların (Ehl-i Beyt) öğretilerini benimseyen ve
Şia’dan farklı olarak laik bir anlayışa sahip olan İslam’dan türetilmiş bir grup
olan Aleviler etnik kimliklerini daha kolay tartışmaya başladılar. İslam’ın bir
mezhebi olarak görülmesine rağmen, Alevilik kültürel ve siyasi boyutlarıyla
ön plana çıkan bir kimliktir. Ana-akım İslam ile aralarındaki benzerlik ve fark-
lılıkların tartışılmasından dolayı etnik kimliklerinin özelliklerini daha serbest
bir şekilde geliştirmeye başladılar. Bu da kısa zamanda farklı Alevi kurumların
ortaya çıkmasına ve Alevilere yönelik önyargının azalmasına katkıda bulundu.
Yakın zamanlara kadar, solcu gruplar ve sol siyasi ideoloji Aleviliği kontrol
etmekteydi. Bugün ise sağcılar ve muhafazakârlar da her zamankinden çok
daha fazla, Alevi kurumların gerekliliğini ve Alevi kültürel unsurları vurgu-
lamaya başladılar. Bu yeni gruplar, daha çok kültürel unsurlar üzerinde dur-
makta, dini ibadetlerini yerine getirmekte ve böylece İslam’ın Sünni anlayışı ile
benzerliklerini vurgulamaktadırlar. Özal döneminde, özellikle müzik/halk
müziği, edebiyat, siyaset ve din üzerinde önemli Alevi vurgusu hissedildi.
Örneğin, İbrahim Tatlıses gibi pek çok popüler şarkıcı/türkücü Alevi türküle-
rini okumaya giriştiler. Siyasi partiler her zamankinden daha rahat bir şekilde
Alevi adaylar belirlemektedir. Alevilik hem Kürtleri hem de Türkleri kapsadı-
ğından dolayı Türkiye’nin çok etnikli ve çok kültürlü yapısına önemli katkılar
sağlayarak Türkiye’de yaşayan milyonlarca insanın çok katmanlı bir kimliğe
sahip olmasına yol açabileceğinden, ülkenin çoğulcu bir yapıya dönüşmesine
yardımcı olur.
Netice itibariyle Özal, ülkede yaşayan farklı grupların kendi kimliklerini
tartışarak geliştirmelerinin yolunu açtı. Yakınında bulunan gazetecilerden bi-
rinin deyimiyle, kendi geçmişi, kültürü, medeniyeti ve tarihiyle barışık bir top-
lum hedefleyen61 Özal, kendisini kozasına hapseden Türk toplumunun ufkunu
açtı ve hem yerel ve bölgesel ölçekte hem de evrensel ölçekte yoğun bir şekilde
etkileşime geçmesini teşvik ederek toplumsal istikrarın sağlanmasına çalıştı.
Turgut Özal devlet ile halkı barıştırmakla bilinir. Devletin halka dönük soğuk
yüzüne sıcaklık ve samimiyet getirdi. Halkın değerlerini çekinmeden benim-
sediğini söyledi ve bunu da yaşayarak gösterdi. Örneğin, halkın sevdiği sanat-
çıları (Emel Sayın, İbrahim Tatlıses ve Zeki Müren gibi) dinledi ve halkın izle-
diği filmleri (Kemal Sunal filmleri gibi) severek izledi.62 Nilüfer Göle’nin ifade-
siyle, “Özal hepimizden bir parça taşımaktaydı: Müslümandı, annesi Kürt’tü, alatur-
ka müziği, Osmanlı şiirlerini sever, arabesk ve pop müzikten geri kalmak istemez, hem
Osmanlı geçmişinde hem Batı toplumlarında bugünün sorunlarının çözümüne da-
yan[aklar] arardı.”63

599
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

C. SONUÇ
Yüz binlerce insanın cenaze törenine katılarak vurguladığı gibi, sivil, din-
dar, hoşgörülü ve demokrat bir kişiliğe sahip olan Turgut Özal, ekonomik,
siyasi, kültürel ve toplumsal alanlarda devrim niteliğinde çok sayıda değişiklik
gerçekleştirdi. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Asker sivillere itaate mecbur edildi
ve atanmışların gücü sınırlandırıldı. Bürokratik süreçler kısaltıldı. İnsan hakla-
rı alanında iyileştirmeler sağlandı. Ekonominin dış politikadaki yeri ve önemi
arttı, ihracata dayalı bir iktisadi strateji benimsendi, dış ticaret rejimi libere
edildi, Türk vergi sistemi yeniden yapılandırıldı, özelleştirme süreci başlatıldı
ve sonunda dünya sistemi ile bütünleşme gerçekleştirildi. Kültürel ve toplum-
sal alanlardaki değişiklikler de oldukça önemlidir. Ülkede tabu olarak nitelen-
dirilen pek çok konu tartışılmaya başlandı. Devletin etnik ve dinsel anlayışı
değişti. Milliyetçiliğin tanımı değişti. Devletin en tepesinde olsa bile bir bireyin
dinsel bir kişiliği olabileceği gösterilmiş oldu. Dinsel kuruluşlar sivil toplumun
bir parçası kabul edildiler. Ülkede yaşayan etnik grupların kimlikleri tanındı.
“Yerel” dillerin konuşulması ve medyada kullanılması serbest bırakıldı. Halk-
taki aşağılık kompleksi (özellikle Batıya karşı olan) ortadan kaldırıldı; girişim-
cilik ve üretkenlik esasları üzerinde rekabetçi, evrensel ve rasyonel bir kimlik
geliştirildi. Bu gelişmeler sadece ekonomik ve siyasal alanlarda değil; spor,
kültür, turizm vb. gibi yaşamın diğer tüm alanlarında da yaşandı.
Ülkedeki bu yeniden yapılanmaya rağmen, Özal daha yapacak çok iş, atı-
lacak çok adım ve gerçekleştirilmesi gereken çok reform olduğu kanaatindey-
di. Bundan dolayı, cumhurbaşkanlığı yaparken ömrünün son günlerinde ha-
zırladığı, medyaya duyurduğu ve “İkinci Reform Paketi” olarak isimlendirdiği
reform sürecini tamamlamak amacıyla aktif siyasete geri dönmeyi bile düşün-
dü. Bu model aşağıdaki alanlarda daha fazla reform yapılmasını öngörmek-
teydi: kamu iktisadi teşebbüsleri, sosyal güvenlik sistemi, eğitim kurumları,
hastane, barajlar, elektrik santralleri ve otobanların özelleştirilmesi; ülkenin
dikkatinin ağır sanayiden hizmet sektörüne, turizme ve organik tarıma yönel-
tilmesi; vergi kaçakçılarına caydırıcı cezaların getirilmesi; sayıları azaltılan
devlet memurlarına daha yüksek maaşların verilmesi; doğrudan yabancı yatı-
rımların teşvik edilmesi; Türkiye’nin bölgesel ve küresel kuruluşlarla bütün-
leşmesinin sağlanması ve serbestlik, barış ve birlik içinde yaşayan bir toplu-
mun oluşturulması.64
Bununla beraber, Özal’ın Nisan 1993’teki beklenmedik ve çok tartışılan
ölümü, bu amaçlarına ulaşmasına müsaade etmedi. Cumhurbaşkanlığı döne-
minde başlayan geleneksel yapıya geri dönme çabaları, ölümünden sonra çok
daha yoğunlaştı, 28 Şubat 1997 tarihinde Erbakan’ın başbakanlığındaki Refah-
Yol Koalisyon hükümetine karşı yapılan post-modern darbe ile de zirveye
ulaştı. Özalizmin etkilerini ortadan kaldırmak için bir “karşı reform programı”
uygulamaya kondu. Özal döneminde gerçekleştirilen değişiklikleri bir “dev-
rim” olarak nitelendirirsek, 28 Şubat Süreci de bir “karşı devrim” olarak görü-
lebilir. Ancak, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimlerden tek başına
iktidar olarak çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi, Özal’ın politikalarını izleye-
ceklerini ve “İkinci Reform Paketi”ni uygulayacaklarını açıkladı. Özellikle se-

600
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

çim arifesinde yapılan bu ve benzeri açıklamalar oy toplamanın araçlarından


biri olarak kabul edildi. Yani, geniş halk kitleleri Özalizmi benimsemiş ve
Özal’ın başlattığı değişiklikleri onaylamıştır.

SONNOT

1 Muhittin Ataman, “Özal ve İslam Dünyası: İnanç ve Pragmatizm,” İhsan Sezal ve İhsan Dağı
(Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 353.
2 Mehmet Akyol, Beni Çok Ararsınız, İkinci Baskı, Ankara: Akçağ Yayınları, 2000, s. 21; Berdal
Aral, “Özal Döneminde İç ve Dış Siyaset: Süreklilik Ya da Kopuş,” İhsan Sezal ve İhsan Dağı
(Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 223.
3
Muhittin Ataman, An Integrated Approach to Foreign Policy Change: Explaining Changes
in Turkish Foreign Policy in the 1980s, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Lexington, KY: Ken-
tucky Üniversitesi, 1999.
4
Ethem Ruhi Fığlalı, “Değişimci Özal ve Değişim Sürecindeki İslam,” İhsan Sezal ve İhsan
Dağı (Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 213.
5 Ahmet Altan’dan aktaran Osman Özsoy, Özal’ın Misyonu, İstanbul: TÜRDAV Yayınları, 3.
Baskı, 1998, s. 179.
6
Muhittin Ataman, “Özalizm: Türkiye’de Yeniden Yapılanma Teşebbüsü,” Liberal Düşünce, c.
5, s. 19, s. 54.
7
Ataman, “Özalizm: Türkiye’de Yeniden Yapılanma Teşebbüsü,” s. 54.
8
Ataman, “Özal ve İslam Dünyası: İnanç ve Pragmatizm,” s. 353-354.
9
Şaban H. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimlikler: Neo-Osmanlılık, Özal ve Balkanlar,
Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları, 2001, s. 154.
10
Anavatan Partisi, Yaptıklarımız Yapacaklarımızın Teminatıdır: Anavatan Partisi İktidarı
İcraatı, 13 Kasım 1983-31 Aralık 1987, Ankara: Anavatan Partisi Genel Merkezi Araştırma
Planlama ve Politika Tespiti Başkanlığı Bilgi İşlem Merkezi, 1987.
11
Michael Gunter, The Kurds and the Future of Turkey, New York: St. Martin’s Press, 1997;
Mustafa Erdoğan, “Türk Politikasında Bir Reformist: Özal”, İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Der.),
Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 30; Veysel Bozkurt,
“Geleceğin Toplumu, Dönüştürücü Liderlik ve Turgut Özal,” İhsan Sezal ve İhsan Dağı
(Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 171.
12
Yılmaz Öztuna’dan aktaran, Özsoy, Özal’ın Misyonu, s. 276.
13
Erdoğan, “Türk Politikasında Bir Reformist: Özal,” s. 18.
14
Erdoğan, “Türk Politikasında Bir Reformist: Özal,” s. 31.
15 Anavatan Partisi, Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Sayın Turgut Özal’ın Ko-
nuşmaları, 13-31 Ekim 1989, Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı Yayını.
16 M. Sait Yazıcıoğlu, “Özal’ın İslam Anlayışı ve Dini Özgürlükler,” İhsan Sezal ve İhsan Dağı
(Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 202.
17 Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, London: Oxford University Press, 1961.
18
İhsan sezal, “Bir Toplumsal Barış Mimarı ve Yarım Kalmış Devrim,” İhsan Sezal ve İhsan
Dağı (Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 166.
19 Anavatan Partisi, Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Sayın Turgut Özal’ın Ko-
nuşmaları.
20 Yazıcıoğlu, “Özal’ın İslam Anlayışı ve Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Sayın
Turgut Özal’ın Konuşmaları”, Dini Özgürlükler,” s. 203.

601
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

21 Akyol, Beni Çok Ararsınız, s. 182.


22 Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar, İstanbul: Metis Yayınları, 1990.
23 Ahmet Evin, “Demilitarization and Civilianization of the Regime,” Metin Heper ve Ahmet
Evin (Der.), Politics in the Third Turkish Republic, Boulder, CO: Westview Press, 1994, ss.
23-40.
24
Yavuz Gökmen, Özal Sendromu, Ankara: Verso Yay., 1992, s. 90.
25 Sabah Gazetesi, 16 Ekim 1998.
26
Akyol, Beni Çok Ararsınız, s. 84-85.
27 Gökmen, Özal Sendromu, s. 131-134.
28
Muhittin Ataman, “Özal Leadership and Restructuring of Turkish Ethnic Policy in the 1980s,”
Middle Eastern Studies, c. 38, n. 4, 2002, ss. 123-142.
29
Mehmet Barlas, Sabah Gazetesi, 8 Ağustos 1997.
30 Doğu Ergil, Doğu Sorunu: Teşhisler ve Tespitler, Ankara: TOBB Özel Araştırma Raporu,
1995.
31 Ergun Özbudun, “Democratization of the Constitutional and Legal Framework”, Metin Heper
ve Ahmet Evin (Der.), Politics in the Third Turkish Republic, Boulder, CO: Westview Press,
1994, ss. 41-48.
32
William Hale, Turkish Politics and the Military, New York, NY: Routledge, 1994.
33
Aral, “Özal Döneminde İç ve Dış Siyaset: Süreklilik Ya da Kopuş”, s. 241.
34
Hale, Turkish Politics and the Military, s. 289-290.
35
Ataman, “Özal Leadership and Restructuring of Turkish Ethnic Policy in the 1980s”.
36
Atilla Yayla, “Liberal Siyaset, Liberal İktisat: Özal Çizgisi”, İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Der.),
Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, ss. 429.
37
Ege Cansen’den aktaran Yayla, “Liberal Siyaset, Liberal İktisat: Özal Çizgisi”, s. 430.
38
Hasan Kazdağlı, “Turgut Özal’ın İktisadi Reformları”, İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Der.), Kim
Bu Özal?, ss. 445.
39
Kazdağlı, “Turgut Özal’ın İktisadi Reformları,” s. 456.
40
Nejat Tenker, “1980’lerde Türkiye’de Mali Gelişmeler,” İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Der.), Kim
Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s. 493.
41
Ataman, “Özalizm: Türkiye’de Yeniden Yapılanma Teşebbüsü”; Kazdağlı, “Turgut Özal’ın
İktisadi Reformları,” s. 464.
42 Yayla, “Liberal Siyaset, Liberal İktisat: Özal Çizgisi,” s. 432.
43 Andrew Mango, “Turks and Kurds,” Middle Eastern Studies, c. 30, n. 4, 1994, ss. 975-997.
44 Ataman, “Özal Leadership and Restructuring of Turkish Ethnic Policy in the 1980s”.
45 Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimlikler, s. 114.
46 Ömer Faruk Gençkaya, “Turgut Özal’ın Güneydoğu ve Kürt Sorununa Bakışı” İhsan Sezal ve
İhsan Dağı (Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İstanbul: Boyut Kitapları, 2001, s.
124.
47
Aktaran, Ufuk Güldemir, Texas Malatya, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1992, s. 11.
48 Turgut Özal, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın İş Dünyası Vakfı Toplantısı’ndaki Konuşma-
ları, Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1992.
49 Gençkaya, “Turgut Özal’ın Güneydoğu ve Kürt Sorununa Bakışı” s. 143.
50
Aktaran, Anavatan Partisi, Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Sayın Turgut
Özal’ın Konuşmaları.
51 Ataman, “Özal Leadership and Restructuring of Turkish Ethnic Policy in the 1980s”.
52
Ataman, “Özal Leadership and Restructuring of Turkish Ethnic Policy in the 1980s”.

602
23. Bölüm: 1983-1991 Döneminde İç Politika: Özal’lı Yıllar / Muhittin Ataman

53 Turgut Özal, Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal’ın Yeni Yıl Dolayısıyla Yayınladıkları
Mesaj, Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1990.
54 Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Kara Baharı, İstanbul: Birikim Yayınları, 1995.
55 Graham Fuller, Turkey Faces East: New Orientations Toward the Middle East and the Old
Soviet Union, Santa Monica, CA: RAND, 1997.
56
Gençkaya, “Turgut Özal’ın Güneydoğu ve Kürt Sorununa Bakışı” s. 125.
57 Gunter, The Kurds and the Future of Turkey, s. 62.
58
Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimlikler, s. 114.
59 Aral, “Özal Döneminde İç ve Dış Siyaset: Süreklilik Ya da Kopuş”, s. 241.
60
Murat Yetkin, Ateş Hattında Aktif Politika: Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu Üçgeninde
Türkiye, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1992.
61
Akyol, Beni Çok Ararsınız, s. 10.
62 Gökmen, Özal Sendromu, s. 44.
63
Nilüfer Göle’den aktaran Özsoy, Özal’ın Misyonu, s. 161.
64
Özal’ın ikinci reform programı için bkz. Akyol, Beni Çok Ararsınız, s. 349.

603
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

24. BÖLÜM
TURGUT ÖZAL DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI
[1983–1993]

Sedat LAÇİNER∗

Turgut Özal, Türk siyasi hayatına çok iddialı hedeflerle girmiş ve icraatla-
rıyla diğer siyasetçilerden önemli ölçüde ayrılmıştır. Turgut Özal dönemi Türk
dış politikası da birçok açılardan daha önceki dönemlere göre farklılıklar gös-
terir. Bazı araştırmacılar bu farkların fikirsel bir bütünlük oluşturduğunu ve
dış politikada ayrı bir ekol teşkil ettiğini de iddia ederler. Bu çalışmanın sınır-
ları nedeniyle söz konusu iddianın doğruluğu konusu başka bir yazıya bırakı-
lırken, Özal’ın dış politikada kendisinden öncekilere kıyasla oldukça farklı bir
çizgi çizdiği bu çalışmanın ön kabulleri arasındadır.
Yazıya geçmeden belirtilmesi gereken bir diğer nokta da çalışmanın daha
çok genel prensipler üzerinde duruyor olmasıdır. Bölgesel gelişmeler ya da
detay sayılabilecek olaylar ele alınmamış, aksine bunların sonucunda oluşan
genel eğilimler ve ilkeler belirlenmeye çalışılmıştır. Ancak çalışmanın sonunda
verilen geniş kaynakça bölgesel gelişmeler ve detaylar konusunda okuyucuya
geniş bir liste sunmaktadır.
Bu çerçevede çalışma ilk olarak Turgut Özal'ın dış politikasını belirleyici
kaynaklar yoluyla ele almaktadır. Özal’ın dış politika anlayışını belirleyen un-
surlar ve Özal dış politikasının temel değerleri ilk kısmın konusudur. İkinci
kısımda ise bu yaklaşım ve ilkelerin uygulamaya nasıl yansıdığına bakılacak-
tır.
A. ÖZAL DIŞ POLİTİKASININ TEMEL PARAMETRELERİ
Bu bağlamda Özal'ın dış politikasını belirleyen üç ayrı kaynak olduğu
söylenebilir:
1. Özal'ın kişiliği ve fikirleri,
2. Türkiye'nin geçirmiş olduğu ekonomik, sosyal ve siyasi dönüşüm,
3. Dünyadaki değişim. Özal politikalarının genel değerlendirmesinin ar-
dından Özal'ın dış politika alanında bıraktığı fikirsel mirasa da değinilecektir.


Prof. Dr., Onsekiz Mart Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

605
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

1. Özal’ın Kişiliği ve Fikirleri


Çok Yönlülük
Turgut Özal’ın kişiliği Özal politikalarının şekillenmesinde ve uygulan-
masında önemli bir rol oynamıştır. Özal her şeyden önce çok yönlü bir kişidir.
Bir yandan özel sektörde yakın bağlar kurmuş ve özel sektör mantığını benim-
semiştir, diğer taraftan ise bürokrasideki geçmişi nedeniyle devlet mekanizma-
sını yakından tanımaktadır. Örneğin 1967–1971 yılları arasında DPT Müsteşar-
lığı yapmıştır.1 Ekonominin bu iki farklı boyutuna ek olarak uluslararası finans
merkezleri ve kurumları ile olan ilişkileri de IMF ve Dünya Bankası ile olan
yakın mesaisinin doğal bir sonucu olarak son derece gelişmiştir. Örneğin 1971–
1973 yıları arasında Özal Dünya Bankası’na danışmanlık yapmıştır. Özal’ın
ekonomik ve siyasi kararlarda büyük bir etkisi bulunan Amerikan hükümeti
ile olan ilişkileri de gelişmiş bir düzeydedir. Türkiye’nin kalkınması için ‘Ame-
rikan modeli'ni benimseyen Özal, dış politikada da ABD ile birlikteliği samimi
olarak savunmaktadır. Öyle ki, bir dönem ABD’de eğitimini sürdüren Özal’ın
ABD ile ilgili görüşleri zaman zaman ‘Amerikancılık’ olarak da değerlendiril-
miştir. Özal'ın Amerika'ya olan hayranlığı siyasi görüşlerini büyük ölçüde şe-
killendirmiştir. Özal'a göre ABD'nin başarısının ardında ekonomik ve siyasi
özgürlükler, özgürlükçülük (liberalizm) ve Osmanlı İmparatorluğu benzeri çok
kültürlülüğü yatmaktadır. Bu görüşlerin doğal bir uzantısı olarak ekonomi ve
siyasette liberalizmi ve farklılıkların biraradalığını savunan Özal, dış politika-
da da ABD politikalarına uyumlu bir Türkiye'nin kazançlı çıkacağını savun-
muştur. Özal’ın bu görüşleri genel olarak Batı dünyasında da dostlar edinme-
sini sağlamıştır. Özal bir anlamda Avrupa Topluluğu’nun (AT) da dilini ko-
nuşmaktadır. AT ile benzeri idealleri ve dili konuşan Özal kıta Avrupası’nı
ABD’ye kıyasla hantal bulsa da ikili ilişkilerdeki rahatlığı ve hedef birliği
Özal’ın AT’de de diğer liderler ile kıyaslandığında geniş bir çevre edinmesini
sağlamıştır.
Özal’ın iç politika aktörleri ile de arası iyidir. İş dünyası ve sivil bürokra-
siye ek olarak ordu ile de temelde ciddi bir sorunu yoktur. 1982 darbesinin
yönetici kadrosu ekonominin en önemli makamına onu getirerek şahsına karşı
bu güveni göstermiştir. Askeri bürokrasi ile Özal arasında önemli bir zihniyet
farkı olduğu muhakkaktır. Ancak Özal kurumların geliştirilmesinde çatışmacı
bir üslup kullanmamıştır. Cesur çıkışları olmasına ve zaman zaman aşırı cüm-
leler kurmasına karşın bunu insani sınırlar içinde tutmuş, anlık aşırılıklarını
telafi etmesini bilmiştir. Her kurum gibi ordunun da değişeceğine ve gelişece-
ğine inanarak farkların azaltılmasını zamana yaymayı bilmiştir.
Tüm bunlara ek olarak Özal’ın halk ile ilişkilerinde de dikkat çeken nokta-
lar vardır: Liberal ve farklı gruplara açılan kişiliğine rağmen Turgut Özal ‘din-
dar’ (dinci değil) bir siyasetçidir. 1978 yılında dönemin İslami partisi sayılan
MSP’den İzmir milletvekili adayı olan, ancak kazanamayan Özal’ın Nakşi-
bendî tarikatıyla bağlantıları da bir sır değildir.2

606
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

1980’li yıllarda kurduğu hükümetlerin sağı, hatta tüm önemli hareketleri


birleştirme hedefi sayesinde Özal siyasi yelpazede de geniş bir çeşitlilik yaka-
lamıştır. Özellikle ülkücü ve merkez sağ bürokratik kadrolara ve siyasilere
ANAP içinde ihtiyaç duyması çok farklı gruplar ile mesai yapmasına yol açmış
ve bu bağlantıları sadece dönemsel işbirlikleri olarak kalmamış, Özal’ın fikir
dünyasını ve eylem yeteneklerini de geliştirmiştir.
Özal’ın uyumlu kişiliği dış politikada manevra alanının genişlemesine
yardımcı olmuştur. Hatırlanacağı üzere daha önceki liderler ideolojik neden-
lerle bazı alternatiflere daha başından kapalı olmuşlar, dar bir alanda seçim
yapmak zorunda kalmışlardır. Oysaki Özal Batı, Doğu ya da Kuzey ayrımı
yapmamaktadır. Amaçlarına ulaşabilmek için çok az ön şart koyuyor, başta
ekonomik ilişkiler olmak üzere en olmaz denen ülke ile dahi ilişkileri geliştir-
menin yollarını aramaktadır.
Kapsayıcı Bir İdeoloji
Özal’dan kaynaklanan belirleyici unsurlar arasında bir diğeri de onun bir-
çok siyasi akımı birleştirici yaklaşımıdır. Kendisinden önce yoğun bir siyasi
çekişmeden geçen Türkiye, karşıt siyasi grupların uzlaşamaması nedeniyle
1960 ve 1970’li yıllarda ağır ekonomik ve siyasi bedeller ödemiştir. Bu ortamı
yakından bilen bir kişi olarak Turgut Özal siyasi hayatının başlarında tüm
akımları birleştirici bir formül üzerinde durmuştur. Bu yaklaşıma göre tüm
siyasi akımlar Türkiye'nin çıkarlarını savunmaktadır ve bu akımların ortak
paydaları Türkiye'nin ‘acil sorunları'nı çözmek için bir araya gelebilirler. Zaten
ANAP'ın kurucu kadrosu incelendiğinde de sol ve sağdan çok farklı görüşlerin
birlikteliği görülür. Yine Türkçü olarak bilinen grup ile ‘daha dindar' ya da
‘İslamcı' olarak adlandırılan gruplar da Özal iktidarlarının diğer sacayakları
olmuştur. Bu anlamda 19. yüzyıldan günümüze kadarki dönemde böylesine
farklı siyasi grupları, özünde hiçbir değişim talebinde bulunmaksızın bir arada
tutabilen ve bir arada çalıştırabilen ilk ve belki de tek kişinin Turgut Özal ol-
duğu söylenebilir. Onun iktidarında Türkçülüğün hemen her kolu, liberalizm,
muhafazakârlığın her türü ve hatta sol aynı amaçlar doğrultusunda çalışabil-
miştir. Nitekim ANAP’ın sembollerinden iki elin baş üzerinde birleştirilmesi
de aynı hedef (Türkiye’nin kalkınması ve gelişmesi) için tüm siyasi grupların
birlikte hareket etmesi idealine vurgu yapmaktadır. Bu durum ister istemez dış
politika hedeflerine ve uygulamalarına da yansımıştır. İlk etapta amaçlarda
tutarsızlığa yol açacak gibi dursa da, iktidarın geniş bir kitleye dayanıyor ol-
ması dış politika uygulamalarını meşrulaştırmış, aynı zamanda da 1960'lı yıl-
larda yoğunlaşan ‘çok yönlü dış politika’ arayışlarını daha sağlam bir temele
oturtmuştur. Avrupa ve ABD politikaları yoluyla Batı hedefinden sapmayan,
hatta önceki iktidarlara oranla bu hedefe daha sıkı sarılan Özal yönetimi ken-
disini destekleyen kitlelerin ilgisine paralel olarak komşu ülkeler ve dış Türkler
ile de yakın bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır. Özal'a göre komünist Sovyetler
Birliği, kapitalist ABD, dinci İran ya da geleneksel ekonomiye sahip Irak'la
ilişki kurmanın ideolojik hiçbir engeli yoktur. Ağırlıklı olarak dış ilişkileri tica-
ret merkezinden değerlendiren Özal'ın ‘daimi düşmansız ideolojisi’ Türk dış
politikasında esnekliği ve pragmatizmi arttırmıştır. Adnan Menderes’in katık-

607
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

sız NATO yanlısı Ortadoğu politikası ve Bülent Ecevit’in 1970lerin sonlarında


izlediği AET ve SSCB politikaları hatırlandığında Özal'ın dış politikada ideolo-
jinin etkisini azalttığı ve dış ilişkileri daha pragmatik bir noktaya oturttuğu
daha rahat anlaşılabilir.
Yeni Medeniyet Anlayışı
Bilindiği üzere 19. yüzyılın başlarından itibaren Türk siyasi hayatı gerile-
menin ve çöküşün anlaşılması ve çözüm önerileri çevresinde şekillenmiştir.
Özellikle pozitivist ve ‘toplum mühendisçi’ olarak tabir edebileceğimiz bir
kesim medeniyetin sadece Avrupa'da bulunduğunu iddia etmiş ve Osman-
lı'nın hızla o ana kadarki sistemini terk ederek Avrupalılaşmasını, yani mede-
nileşmesini savunmuştur. Buna karşı gelen grup ise Osmanlı'nın son derece
medeni olduğunu, geçmiş başarıların bunu teyit ettiğini, ancak teknik noksan-
ların bulunduğunu, bu eksikliklerin de teknolojik bilgiler ile aşılabileceğini
iddia etmişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk'ün orta yol çabalarına karşın ondan
sonraki dönemlerde Türk kültürünün Osmanlı, İslam ve hatta Orta Asya geç-
mişi çoğu kez küçük görülmüş, medeniyetin sadece Batı’da olduğu algılaması
yaygın bir şekilde kabul görmüştür. Bu anlayış Batılılaşmayı tek hedef göster-
mekle birlikte o ana kadarki Batılılaşma uygulamalarında ciddi sorunlara da
yol açmıştır. Ciddi bir özgüven eksikliği, hatta kompleks yaratan bu anlayış
Türkiye'yi daha başından geri bir konumda kabul ediyor ve birçok değeri övü-
nülecek değil, utanılacak değerler olarak sunuyordu. Bu da hemen her alanda
motivasyon ve konsantrasyon eksikliğine yol açmıştır. İşte Özal'ın katkısı bu
noktada ortaya çıkmış ve yeni medeniyet anlayışı toplumda ciddi bir sinerjiye
yol açmıştır.
Özal'a göre medeniyet herhangi bir topluma ait değildir, olamaz da. Aksi-
ne medeniyet insanlığın ortak malıdır. Medeniyetin gelmiş olduğu şu anki
durum Avrupa'nın insanlık tarihinde çok küçük bir süre olan birkaç yüzyıllık
katkısıyla açıklanamaz. Medeniyet içinde Türklerin ve diğer gelişmekte olan
ulusların ve ülkelerin de yapımına katıldığı ortak bir süreçtir. Üstelik Türkiye
insanları bu süreçte diğer milletlerle kıyaslandığında katkısı çok daha fazla
olan kişilerdir. Orta Asya Türkleri Çin, Hindistan, İran ve İslam medeniyetle-
rini sentezlemişlerdir. Ayrıca bugünkü medeniyetlerin temeli önemli ölçüde
Anadolu'da ve çevresinde Sümerler, Hititler, Asurlular vb. tarafından atılmıştır
ve Osmanlı Türkleri daha önceki sentezlerine bu medeniyetlerin miraslarını da
eklemişlerdir. Tüm bu karışıma Bizans, Arap, Balkan, Akdeniz ve Karadeniz
kültürlerini de ekleyen Türkler bu çabalarıyla medeniyete en büyük katkıyı
yapan uluslardan biri olmuşlardır.
Tüm bunlara ek olarak, Özal’ın anlayışına göre Müslümanlık, Hristiyan-
lık, Yahudilik ve tüm bunların mezhep ve okullarına büyük bir hoşgörü göste-
ren Türklerin medeniyet açısından ‘utanacak' bir yönleri de yoktur. Teknik
eksikliklerin olduğu doğrudur. Ancak bunlar da dinle ya da kültürle değil,
çalışma ile ilgilidir. Türk toplumu o ana kadar elindeki mirasın yeterince far-
kında olamamıştır, ancak sadece Türkler değil Batı dünyası da bu serveti fark
edememiştir. Bu anlamda Türkiye çok sayıda kültür ve medeniyetten beslenen
özel bir ülkedir ve bu durum ona büyük fırsatlar sağlamaktadır. Özal Müslü-
manlık dininin gelişmeye engel olmayışını şöyle özetlemiştir:3

608
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

Müslümanlık gelişmeye karşı değildir. Eğer İslamiyeti derinlemesine incelerseniz, temelde


kalkınmayı destekleyen unsurlar taşıdığını görürsünüz. Pek çok bölgede İslamiyet yanlış
anlaşılmıştır.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız medeniyet yaklaşımının ilk özelliği bü-
yük bir özgüveni taşıyor olmasıdır. Bu yaklaşımın bir diğer özelliği de geçmiş-
le kavgalı olmaması, bu yolla herhangi bir toplumsal grubu rahatsız etmiyor
olmasıdır. Üçüncü bir özelliği ise toplumu harekete geçirici hedefler ortaya
koymasıdır: Türkiye özeldir ve mevcut kültürel değerleriyle kalkınmış ve ge-
lişmiş olması kendi elindedir. Tek eksiği çalışmaktır. Bu medeniyet çalışırsa
başarılı olabilir. Yeni medeniyet anlayışının bir diğer yönü ise resmi ya da yer-
leşik anlayışla çatışmacı çelişmemesidir. Özal'ın ‘çağ atlamak’ kavramı bir
anlamda Atatürk'ün ‘muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak’ hedefinin de-
vamı, belki de genişletilmiş bir modelidir. Zaten Özal diğer siyasetçilerin aksi-
ne, çok farklı politikalar ürettiği alanlarda dahi Atatürk ve hedefleriyle çeliş-
memiş, aksine bu uygulamaları dönemine uydurmaya, eğer mümkünse geliş-
tirmeye çalışmıştır denebilir. Özal’a göre Atatürk ile Kemalizm arasında da
fark vardır ve Atatürk kendisinden sonra yanlış anlaşılmıştır.
Özal'ın medeniyet yaklaşımının dış politikaya yansımaları ise çok yönlü
dış politikaya kuramsal ve işlevsel çerçeve hazırlaması şeklinde olmuştur. Bu
anlayışın doğal bir uzantısı olarak neredeyse tüm dünya Türk dış politikasının
‘doğal ilgi alanı’ halini almıştır. Özal da bir konuşmasında Türkiye’nin çok
bölgeli kültürel-medeniyetsel mirasını bir zenginlik olarak değerlendirmiş ve
bu mirasın Türkiye’ye aktif ve çok yönlü dış politika izleme fırsatlarını verdi-
ğini belirtmiştir.4 Yeni medeniyet anlayışının asıl uygulama alanı ise daha çok
Avrupa politikaları olmuştur. Özellikle Avrupa'dan dışlanılan bir dönemde
gelişen bu anlayışa göre Avrupasız bir Türkiye nasıl eksik olacaksa, Türkiyesiz
bir Avrupa da aynı oranda eksik olacaktır. Avrupa'nın Türkiye sentezine ihti-
yacı vardır. Özal bu durumu şöyle açıklar:5
Bizim üye oluşumuz sadece bizim değil, aksine Orta Pazar için de yararlıdır. Bizim üyeli-
ğimiz ile birlikte, AET, Ortadoğu’ya açılabilecektir. Böylece Müslüman ülkeler ile bir yakın-
laşma söz konusu olacaktır. Çünkü Türkiye, İslam Konferansı üyesidir. Ve burada oldukça
etkin bir rol oynamaktadır. Türkiye, Doğu ile Batı arasında bir köprüdür. Eğer AET’nin böy-
le bir ilgisi varsa, o zaman Türkiye’nin üyeliği zorunludur. Eğer böyle bir ilgi söz konusu
değil ise, o zaman Türkiye’nin üye olmaması gerekir.
Özellikle dini ve kültürel bağnazlığın yükseldiği bir dönemde Özal Türki-
ye'nin yukarıda sayılan ‘avantajları'nı Avrupa için gerekli görüyordu. Diğer
taraftan Türkiye'nin AT’ye üyeliği Türkiye'ye demokrasisini ve ekonomik kal-
kınmasını sürekli kılacak bir güç de sağlayabilirdi. Bu anlayış içinde Türki-
ye'nin İslam ülkeleri, Doğu Bloku, bölge ülkeleri ya da üçüncü dünya ülkeleri
ile olan ilişkisi ise Batı'ya karşı bir alternatif olarak algılanmamıştır. Aksine bu
alanlarda güçlenen bir Türkiye'nin Batı karşısındaki değeri ve önemi daha da
artacaktır. Bir Özal projesi sayılan Karadeniz İşbirliği Bölgesi projesi bunun en
somut örneğidir. Karadeniz'de Avrupa Topluluğu benzeri bir yapılanmanın
öncülüğünü yapan Türkiye bu çabasıyla AT'ye bir alternatif oluşturmaktan çok
bölgesinde istikrarın oluşturulması ve AT'ye karşı elini kuvvetlendirmeyi he-
def olarak belirlemiştir.

609
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Ekonomi Merkezli Dış Politika


Turgut Özal'ın dış politikasını diğerlerinden ayıran önemli bir fark da dış
politikaya ‘ekonomi gözlüğü' ile bakmasıdır. Bunda Türkiye'nin ekonomik
durumunun büyük rolü vardır, ancak en önemli faktör Özal'ın ekonomi dün-
yasının içinden geliyor olmasıdır. Bürokraside de görev almasına karşın Özal
devlet içinde dahi özel sektörde gibi davranmış, sorunların çözümünde eko-
nomik araçlara büyük ağırlık vermiştir. Menderes, Demirel ya da Ecevit ile
kıyaslandığında ekonomik konulara vakıf olması yönünden dikkat çeken Özal,
Amerikan yaklaşımının da etkisiyle içeride ve dışarıda ekonomik araçları siya-
sal ve sosyal araçların önüne taşımıştır. Bu bağlamda daha ilk günden itibaren
dış politika da Özal'ın ekonomik hedeflerine hizmet eden bir unsur olarak de-
ğerlendirilmiştir. Özellikle 1980'li yıllarda Türkiye'nin daha önce olduğundan
çok daha yoğun bir şekilde komşu ülkelere yönelmesinin bir nedeni de budur.
İhracatını arttırmak için gelişmiş pazarlarda aradığını nispeten bulamayan
Türkiye İran ve Irak pazarlarını zorlamıştır. Türkiye'nin ABD ile olan ilişkile-
rinde de benzeri bir yöneliş yaşanmıştır. Askeri ve diğer yardımların azaltıl-
masına itiraz etmeyen Özal Amerikan pazarlarının uygun koşullarda Türk
mallarına açılmasına büyük önem vermiştir. Türkiye'nin AT'ye tam üyelik
ısrarının en önemli nedenlerinden biri de pazar kaygılarıdır denebilir. Benzeri
bir şekilde Özal'ın inisiyatifiyle kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi
projesi de siyasi ve askeri araçlardan çok ekonomik enstrümanlar kullanılarak
geliştirilmiştir. Türkiye'nin gerek Ortadoğu, gerekse İslam dünyası ile ilişkileri
incelendiğinde de ağırlıklı olarak ekonomik ilişkilerin ve ticari antlaşmaların
ön plana çıktığı görülür.6 Özal'ın dış politika anlayışına göre Türkiye öncelikli
olarak bölgesinde ekonomik işbirliğini geliştirmeli, ‘karşılıklı bağımlılığı' art-
tırmalı, böylece çatışma risklerini en aza indirmelidir. Daha çok Özal'ın ikinci
döneminde (Cumhurbaşkanlığı dönemi) gelişen ve bazılarınca neo-
Osmanlıcılık olarak adlandırılan ‘aktif dış politika' da bu anlayışın bir uzantı-
sıdır. Bu yaklaşıma göre, ekonomik enstrümanlar ile kalkınmasını hızlandıran
Türkiye gelecekte de yine ekonomik araçları kullanarak aktif bir dış politika
izlemeli ve çevresinde nüfuz alanları oluşturmalıdır. Örneğin Kuzey Irak'ta
Türkiye'nin etkisini sürdürmesini amaçlayan Özal bu bölgeye Türkiye'den
elektrik verilmesini ve Türk parasının burada da geçerli hale getirilmesi fikrini
Körfez Savaşı'ndan sonraki dönemde seslendirmiştir. Özal’ın Rusya’ya ve di-
ğer bölgelere yaklaşımında da ekonomiye ve Türkiye’nin tarihsel-kültürel gü-
cüne ne kadar çok önem verdiği görülür. Özellikle netameli konularda bu un-
surların tarafları yumuşatması ve işbirliği kanalları açması Özal’ın en önemli
beklentisi olmuştur. Ona göre zaman Türkiye’nin ve Türklerin lehine akmak-
tadır. Ekonomik açıdan güçlenen Türkiye’nin bölgesel işbirliğine yatırım yap-
ması en önemli çıkarı olacaktır.
Özetle, Türkiye’yi siyasi anlamda bölgesel bir güç yapma arzusunu sıkça
dile getiren Turgut Özal'a göre siyasi hedeflere ulaşmak için en önemli araçları
güçlü bir ekonomi ve yoğun ticari ilişkiler verir. Bu çerçevede Türkiye hem
sorunlarını çözmek, hem de yeni siyasi hedeflerine ulaşabilmek için diğer ülke-
ler ile olan ticari ilişkilerini arttırmalı, ekonomisini de buna göre ayarlamalıdır.

610
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

Türkiye'nin dış politikası da dış ticaretini besleyecek şekilde düzenlenmelidir.


Aynı şekilde güvenlik politikalarında ekonomik boyut ihmal edilmemeli, hatta
ön plana çıkarılmalıdır. Bu değerlendirmelerin sonucu olarak ilk defa olarak
ekonomi Türk dış politikasının sürükleyici gücü haline gelmiştir.7
Batıcılık
Yukarıda kısmen değinilmesine karşın Özal’da Batıcılık ayrıca ele alınma-
ya değecek bir konudur. Kimilerince farklı yorumlansa da8 Turgut Özal’ın
nihai hedefi Türkiye’yi Batı siyasi sisteminin bir parçası yapmaktır. Başka bir
deyişle Özal Batı’yla ilişkileri geçici bir araçsal hedef olarak görmez. Bölge-
sel ilişkiler ya da İslam ülkeleri ile ilişkiler de Özal yaklaşımına göre Batı’ya
alternatif oluşturamaz. Hatta Türkiye’nin İslam dünyasında ya da Doğu dün-
yasında sağladığı başarılar Avrupa'ya bir alternatif olmaktan çok Avrupa'yla
bütünleşmede Türkiye'nin elini kuvvetlendirecek bir araçtır. Sonuçta güçlü bir
Türkiye Batı’yla daha sağlıklı bir bütünleşme sağlayabilir. Özal’daki Batıcılığın
duygusal-ideolojik bir boyutu da vardır. Liberalizmin beşiği olarak Batı ve
değerleri Özal’ın her zaman yüzünü döndüğü istikametlerden biridir.9
Özal’ın Batıcılığını anlayabilmek için Türkiye'nin Avrupa ile olan ilişkile-
rine kısaca değinmekte yarar olabilir:
Özal döneminde darbe sonrası ilişkilerin normalleştirilmesinde en büyük
sorun AT ile yaşanmıştır. ABD'nin darbeye nispeten ‘anlayışlı’ yaklaşımına
rağmen AT, insan hakları ve demokratikleşmeyi Türkiye gündeminden indir-
memiş, bu politikalarını desteklemek için Türkiye’ye karşı iktisadi araçlar da
kullanmıştır. Türkiye'de darbe yapılırken Yunanistan'ın topluluğa girmesi
ilişkileri daha da sıkıntılı bir hâle sokmuştur.10 Buna rağmen Avrupa'yı en
önemli kredi kaynağı ve Türk malları için alternatifsiz bir pazar olarak gören
Turgut Özal ilişkilerin normalleştirilebilmesi için büyük bir gayret sarf etmiş-
tir. Bir yandan ülke ekonomisinde liberalleşme ve kalkınma sağlanmaya çalışı-
lırken, diğer taraftan da AT'nin ön şartlar arasında saydığı demokratikleşme
alanında ilerlemeler sağlanmak istenmiştir. Özal'ın Avrupa'yla bütünleşme
konusundaki kararlılığının en önemli göstergesi AT'ye yapılan tam üyelik baş-
vurusu olmuştur. Tüm engelleme ve uyarılara karşın tam üyelik başvurusunda
bulunan Özal'a göre tam üye olabilmek için üç kriter bulunmaktadır:
a) Avrupalı olmak,
b) Demokrat olmak,
c) Gelişmiş bir liberal ekonomiye sahip olmak.
Her üç kritere de uyulduğunu düşünen Özal'a göre Türkiye AT üyeliğine
hazırdır. Ancak Özal'ın "iyimserliği" başta Almanya olmak üzere AT tarafın-
dan paylaşılmamıştır.11 Özal da sorunların farkındadır. Ancak demokrasinin
ve liberal ekonominin devamı ve güçlenmesi için AT ile ilişkilerin süreklilik
kazanması ve kurumsallaşması için tam üyelik başvurusunu önemli bir araç
olarak görmüştür. AT, Türkiye'nin başvurusu için uygun bir zaman olmadığı12
cevabını vermişse de Özal tam üyelik konusundan hiçbir zaman vazgeçme-
miş, aksine başvurunun ardından Avrupa ile bütünleşme konusunu daha yo-

611
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ğun bir şekilde gündemde tutmuştur. Özal'a göre “Türkiye'nin başvurusu erte-
lenebilir, ancak hiçbir şekilde reddedilemez”di.13 Komisyon'un olumsuz kararı
açıklandıktan sonra dahi Özal AT'ye karşı ısrarlı tutumunu sürdürmüş, Türki-
ye’nin tam üyelik hedefini sürekli olarak canlı tutmaya çalışmış, ancak diğer
taraftan da AT'yi “ayrılımcılık yapmak”la suçlamıştır. Özal'ın ilk dönem Av-
rupa politikası incelendiğinde cumhuriyet tarihinde görülen en Batıcı lider
olduğu da söylenebilir. Buna rağmen Türkiye-Avrupa ilişkilerini daha eşit bir
temele dayandırması ve kendine has özgüveni dikkat çekicidir. Özal Avrupa
konusunda iç kamuoyuna "Türkiye AT'na girmek zorundadır" mesajını verir-
ken, AT'ye de “Türkiye'yi AT'ye almak zorundasınız” mesajını vermiştir.
Özal döneminde Türkiye’nin AT’ye girmesindeki en önemli engel olarak
Yunanistan ve Kıbrıs sorunları gösterilmişse de, Özal asıl engelin Almanya
olduğunu düşünmektedir ve çeşitli konuşmalarında tam üyelik halinde Türki-
ye’nin Almanya’ya tehdit oluşturmayacağının altını özenle çizmiştir. Özal bazı
AT ülkelerinin Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu engellemeye çalıştığının
da farkındadır.14 Türkiye’nin başvurusu tüm bu farkındalıklara rağmen ger-
çekleştirilmiştir.
Türkiye'nin AT üyeliği için çok sayıda risk alan Özal'ın Avrupa politikası
gelecek idarecilere Türkiye'nin tek boyutlu dış politika izlemeden de Avrupa
ile bütünleşme konusunda ısrarcı olabileceğini göstermiştir. Diğer bir deyişle
Türkiye diğer alanları (Karadeniz, Ortadoğu vd.) ihmal etmeden Avrupa ko-
nusunda ısrarcı olabilmiş ve tam üyelik hedefini muhafaza edebilmiştir.
Özal’ın Batı’ya karşı kendi kimliğini güçlü bir şekilde koruyarak Batıcı duru-
şunun bir diğer etkisi ise Türkiye’nin kimlik krizini aşmada ciddi bir mesafe
kat etmesi ve kimlik krizinin özellikle Avrupa Birliği alanında sadece Türki-
ye’nin değil AB’nin de sorunu haline gelmesidir. Türkiye’yi kabul etmekte
zorlanan AB Özal’ın başlattığı bu anlayışın devam ettirilmesi sonucunda ciddi
bir kimlik sorunu yaşamaya başlamış ve Avrupa’nın kültürel-siyasi sınırları
ciddi bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır.
Bürokrasi Karşıtlığı ve Devlet Anlayışı
Turgut Özal'ın devletin çalışma şekli ile ilgili görüşleri de dış politikasını
önemli ölçüde etkilemiştir. Bu etki içerikten çok yöntem ile ilgilidir. Özel sek-
törden gelmesinin de etkisiyle Özal'ın bürokrasiye şüpheyle bakan bir yönü
vardır.15 Ona göre bürokrasi işleri yavaşlatır, tutucudur, işlevsel değildir ve
yaratıcılıktan uzaktır. Bu nedenle Özal politikalarının belirlenmesinde ve uy-
gulanmasında bürokrasiye fazlaca güvenmemiştir. Özellikle dış politika bü-
rokrasisini oldukça pasif ve tutucu bulan Özal, bürokraside geçirmiş olduğu
yıllardan da yararlanarak devlet mekanizmasının boşluklarından yararlanmış,
çoğu kez bürokrasiyi by-pass etmiştir. Bu da doğal olarak devletin yerleşik
sistemi ile Özal arasında ciddi bir çekişmeye yol açmış, bürokrasi bazı dönem-
lerde Özal politikalarına direnç göstermiştir.16 Özal ile dış politika bürokrasisi
arasındaki yaklaşım farklarının olumlu ve olumsuz etkileri olmuştur. En
önemli olumsuz etki ise planlı ve organize olmada yaşanan zorluklardır.
Özal'ın dış politikada kendine özgü metotlarının bir diğer nedeni de dev-

612
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

let sistemi konusundaki yaklaşımıdır. Amerikan başkanlık sistemini savunan


Özal, bunun Türkiye'de de uygulanmasını istemiştir. Başkanlık sistemini ge-
tirmekte başarılı olamayınca ise fiili bir başkanlık sistemini uygulayabildiği
ölçüde yürütmeye çalışmıştır.
Dış Politikanın Fikri Altyapısı Olarak Özalizm
Turgut Özal'ın fikirlerinin kendi içinde bir bütünlük oluşturduğu söyle-
nebilir. Hatta bazı araştırmacılara göre Özal fikirleri "Özalizm" olarak ayrı bir
fikrî ekol oluşturur (Ataman, 1999). Her alanda liberalizm (Düşünce, teşebbüs,
din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere), demokrasi, olabildiğince yerin-
den yönetim (âdemimerkeziyetçilik), siyasi iradenin üstünlüğü, bireycilik, ge-
lenekler ve inançlara saygılı bir devlet anlayışı, fikrî hoşgörü, Anglo-Sakson
tarzı bir laiklik anlayışı ve Batılılaşma gibi temel değerleri savunan bu yakla-
şım Özal dış politikasının da alt yapısını oluşturmuştur ve bu anlamda Özal'ın
iç ve dış politikaları birbiriyle uyumludur. Diğer bir deyişle Turgut Özal poli-
tikalarını yürütürken sağlam ve kendi içinde tutarlı bir kavramsal çerçeveye
sahiptir. Bu da ona rakipleri karşısında ciddi bir üstünlük sağlamış, ayrıca
gündeme uymak yerine kendi gündemini belirleme gücünü vermiştir.
Dış Politikada Özal Üslubu
Turgut Özal dış ilişkilerde üslubu ile de farklılık gösteren bir lider olmuş-
tur. Özal diğer ülke liderleri ile görüşmelerinde öncelikli olarak protokol kural-
larını zorlayan bir lider olmuştur. İnsani ilişkileri arttırmayan çalışan Özal’ın
pek çok lider ile kişisel dostluklar kurması Türk diplomasisine yeni bir kanal
daha açmıştır. Hatırlanacağı üzere Batılı liderler çoğu kez arkadaş gibidirler ve
resmi temasların dışında da görüşmeler yaparlar. Böylece sorunların çözümü
hızlanır. İşte Özal da aynı avantajı Türkiye adına yakalamak istemiştir. İkinci
olarak Özal’ın kendisinden önceki liderler ile kıyaslanamayacak kadar çok dış
gezi yaptığı görülür. Ekonomi ile dış politika karışık yapılan geziler sayesinde
ikili ilişkilerde ciddi gelişmeler yaşanmıştır. Özal dış gezilere verdiği önemi
“Ben bu yıl dünyanın belli başlı büyük ülkelerini ziyaret ettim. Bu öyle kolay mıydı?
Hangi devirde bir başbakan bu kadar yerleri bir sene içinde gezebilmiştir? Memleketi-
mizin dışarıda çok büyük itibarı vardır. Türkiye kısa zamanda büyüyen, gelişen dün-
yada söz sahibi bir ülke olmuştur” sözleriyle belirtmiştir.17
2. Türkiye'nin Geçirmiş Olduğu Dönüşüm
Askeri Darbe ve Başarı İhtiyacı
Özal politikalarını belirleyen ve başarılı olmasını sağlayan önemli bir et-
ken de 12 Eylül darbesi ve ülkenin her alanda atılım yapmaya duyduğu ihti-
yaç, belki de zorunluluktur. Bilindiği üzere Menderes ve Demirel hükümetle-
rine askeri darbeler son vermiştir. İlginçtir ki bu iki ismin devamı olarak nite-
lendirilen Özal’ı bir başka askeri darbe, 1980 darbesi iktidara getirmiştir. Üste-
lik darbe Özal'ın rakibi olabilecek Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Bü-
lent Ecevit, Alparslan Türkeş gibi sağ ve soldan en önemli isimlerin politikaya
girmelerini yasaklayarak ya da fiziksel olarak engelleyerek Özal’ı bir anlamda
‘rakipsiz’ hâle sokmuştur. Darbe yöneticilerine göre o ana kadarki mevcut par-
ti ve yöneticiler ideolojik çatışmalar ve kişisel rekabetleri sonucunda ülkeyi

613
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

felakete sürüklemişledir. Bu nedenle askerlere göre bundan sonra Türkiye'de


yönetime ideolojiler değil Mustafa Kemal Atatürk'ün ilkeleri, ekonomik kal-
kınma ve teknik ilerleme hâkim olmalıdır. Bir anlamda diğer siyasi grup ve
rakiplerinden sterilize edilmiş bir ortamda siyaset yapan Özal, planlarını nis-
peten özgür bir ortamda uygulamaya sokabilmiştir. Siyasi çekişmenin az ol-
masının bir diğer yararı da Özal iktidarlarının siyasi çekişmelerden ziyade reel
sorunlara odaklanabilmesini sağlamasıdır. Tüm bunların sonucunda özellikle
1980'li yıllarda Özal iktidarları büyük bir çoğunlukla iktidara gelmiş, bu da iç
ve dış politikada hükümetlere güç katmıştır. Örneğin 1983 seçimlerinde
ANAP'ın oy oranı % 40'ın üzerindedir.
Darbenin Özal dış politikasına sadece olumlu etkisi olmamıştır şüphesiz.
1980ler'in ilk döneminde askerler dış politikaya da bildikleri doğrultuda şekil
vermişler, özellikle ABD ile ilişkiler ve bölge politikalarında geleceği etkileye-
cek kararlar da almışlardır. Kenan Evren'in Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü
konusunda vermiş olduğu ‘pazarlıksız’ tavizler ve Kıbrıs'ta bağımsız bir devlet
çabaları Özal'ın devamını getirmek zorunda olduğu temel konulardan olmuş-
tur. Özellikle Kıbrıs konusunda Özal'ın alınan kararlardan memnun olmadığı
bilinmektedir. Bunlara ek olarak askeri darbe Türkiye'nin 1980li yıllarda özel-
likle Batı'dan tecrit edilmesine neden olmuştur. İlk yıllarda Kenan Evren'in
Pakistan, Romanya gibi birkaç ülke dışında kalan ülkeleri dahi ziyaret edeme-
mesi dış dünyanın Türkiye'deki darbeye tepkisini açıkça ortaya koyar. İlk gün-
lerde nispeten ılımlı yaklaşan Avrupa'nın tavrı beklenen demokratikleşme ve
insan haklarında iyileşme adımları atılmadığı için sertleşmiş, insan hakları
konularında ABD de tutumunu değiştirmiştir. Bu durum sadece Türkiye'yi
siyasi açılardan izole etmemiş, aynı zamanda kredi maliyetlerini arttırmış,
özellikle savunma alanında Türkiye'nin seçeneklerini azaltmıştır. Bu ortamda
Özal hükümetlerinin dış politika hedefleri kendiliğinden belirmiştir. Bir diğer
deyişle Özal'ın ilk dönem dış politikasında gündem ağırlıklı olarak seçenekler-
den çok şartların zorlamasıyla şekillenmiştir. Bu çerçevede ilk hedef izolasyo-
nu kırmak, ilişkileri çeşitlendirmek olmuştur. İkinci olarak dış ticarette ve dış
borçlanmada kaynakları arttırmak ve faizleri düşük kaynak bulmak önemli
öncelikler arasında girmiştir. Her iki hedef için de ön plana çıkan seçenekler
sırasıyla Avrupa, ABD ve bölge ülkeleridir. Avrupa seçeneği Yunanistan'ın da
AT'ye girmesi sonucunda daha güçleşmiştir. Buna rağmen Özal demokratik-
leşme ve insan hakları alanında atabileceği tüm adımları atarak Avrupa'yı ikna
etmeye çalışmıştır. Siyasi alandaki adımlar ekonomide liberalleşmeyle de des-
teklenmiştir. Buna rağmen beklentilerin tam olarak karşılandığını söyleyebil-
mek zordur. ABD ile ilişkilerde ise ilişkiler hâlâ güvenlik merkezlidir. İran
İslam Devrimi ve İran-Irak Savaşı'ndan sonra Türkiye'yi bölge politikaları da
daha çok önemseyen ABD bir yandan insan hakları ve demokratikleşmeyi ‘so-
pa' olarak kullanmakta, diğer taraftansa ekonomik yardım ve ticarette kolaylığı
‘havuç' olarak sunmaktadır. Özal'ın hedeflediği ‘özel bir ilişki' ve ‘daha çok
yardım yerine daha çok ticaret' hedefleriyse yine tam olarak karşılanamamıştır.
Turgut Özal Körfez Savaşı'nı bu konuda büyük bir fırsat olarak görmüşse de iç
ve dış nedenlerden dolayı bu konudaki amacına ulaşamamıştır.

614
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

Darbenin etkisine ek olarak Türkiye'nin içinde bulunduğu durum da


Özal'ın başarısını kolaylaştırmıştır. 1980ler'in başlarında Türkiye ekonomik,
siyasi ve sosyal açılardan büyük bir kriz içindedir. Askeri darbe istikrarı arttı-
rıcı bir unsur gibi göründüyse de ekonomik sorunların askeri imkânlar ile çö-
zülmesi imkânsızdır. Üstelik darbenin dış dünya üzerindeki etkileri nedeniyle
Türkiye Batı'da izole olmaya başlamıştır. Böyle bir ortamda başarıya olan ‘aç-
lık' Özal'ın iddialı görüşlerinin daha kolay destek bulmasını sağlamış, Özal
politikalarını adeta meşrulaştırmıştır.
Ekonomik Patlama ve Halkın Güçlenmesi
Özal dış politikasının belki de en önemli belirleyicilerinden biri de Türk
ekonomisinin Özal hükümetleri döneminde gün geçtikçe güç kazanması-
dır.1980'li yıllar, büyük sıkıntıların ardından hızlı ekonomik büyüme yılları
olmuştur. Bu dönemde Türkiye'nin yıllık büyüme hızı ortalama olarak % 5'in
üzerindedir.18 İhracat alanındaki patlama ise 10 yılda 10 katına yakın bir boyut-
tadır. İhracatta yıllık artış ortalama olarak % 15,6'dır.19 Sanayi ürünlerinin eko-
nomi ihracat içindeki payı da % 41,1'den 1990 yılında % 84'e ulaşmıştır ki, bu
da toplumdaki dönüşümün önemli bir ipucudur. Rakamlardaki artıştan daha
önemlisi mal çeşitliliği ve pazarın artmasıdır. Dış ticarette bir diğer dikkat çe-
kici nokta da Türkiye'nin cumhuriyet tarihinde belki de ilk defa olarak yakın
bölgesini öncelikli pazar olarak görüyor olmasıdır. Bu da Türk dış politikasın-
da Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve eski SSCB ülkelerinin önemli bir yer al-
masını sağlamıştır.
Ülkenin dışa açılımında önemli bir rol oynayan turizm sektöründe de bü-
yük bir atılım yaşanmıştır: 1980 yılında 212 milyon dolarlık küçük bir kazanım
sağlarken 10 yıl içinde 3 milyar doları aşan bir sektöre dönüşmüştür.20 Tüm bu
gelişme şehirleşme ve demokratikleşmeye de yansımış ve Türkiye'de toplum-
sal yapıda da ciddi değişiklikler yaşanmıştır. Ekonomik kalkınmanın en önem-
li etkilerinden biri de dış dünyaya açılım olmuştur. İhracat-ithalat ve turizm
sayesinde dünya ile karşılıklı kültürel, ekonomik ve siyasi alış-veriş artmış, bu
durum da kaçınılmaz olarak dış politikaya yansımıştır. Ayrıca ekonomik kal-
kınma sonucunda Türkiye'nin kendine olan güveni daha da artmıştır. Tüm
bunlara ek olarak ekonomik gelişme farklı grup ve sınıfların devlet karşısında
güçlenmesini sağlamış, böylece farklı aktörler iç ve dış politika üzerinde etkili
olma isteği ve şansını kazanmışlardır. Örneğin demokratikleşme ve zengin-
leşme bazı etnik grupları daha da güçlendirmiş, ihracat ve ithalat sayesinde
Türkiye'nin komşuları ile doğrudan temasa geçen bu gruplar bölge politikala-
rıyla daha ilgili bir hâle gelmişlerdir. Ayrıca farklı sosyal tabakaların güçlen-
mesi hükümet üzerindeki baskıları arttırmış ve dış politika tercihleri daha çok
sorgulanır bir hâle gelmiştir. Bu gelişmeler Özal politikalarıyla tetiklenmiş
olmakla birlikte gelişmeler Özal ve hükümetlerini de yakından etkilemiş ve
şekillendirmiştir.

615
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Ekonomik güçlenmenin dış politikadaki ilk etkisi Türkiye'nin diğer ülke-


lere karşı ‘elinin güçlenmesi' şeklinde olmuştur. Ayrıca Türk karar vericilerin
dış ilişkilerinde kullanabilecekleri enstrümanlar da artmıştır. Örneğin 1980lerin
ekonomik kalkınması olmasa idi Türkiye'nin 1990lar'ın başında Orta Asya'ya
dönük aktif dış politikasını yürütebilmesi hayal olurdu. Daha çok Özal politi-
kaları sonucu ‘palazlanan' Anadolu sermayesi Orta Asya'da o kadar büyük
girişimleri başarmıştır ki içlerinden bazıları bu ülkelerde bakan danışmanı ya
da müsteşar seviyesine kadar yükselmiş, devlet başkanlarıyla yakın dostluklar
geliştirmişlerdir. Yine Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte Balkanlar'a ve
eski SSCB ülkelerine yayılan Türk girişimcileri bu ülkeler ile olan ilişkilerde
adeta devlete ‘yol göstermişlerdir'. Orta ve küçük çaplı girişimcilerin ‘macera-
karışık' atılımlarına ek olarak büyük çaplı Türk yatırımcıları da başta Rusya,
Avrupa ve Balkanlar olmak üzere diğer ülkelere açılmışlar, bu da Türkiye'nin
dışarıdaki ağırlığını arttırırken devlet yöneticilerini bu yönde politikalar geliş-
tirmeye zorlamıştır.
Ekonomik gelişmenin en önemli etkisinin Türk dış politikasının güvenlik
ve siyaset yüklü gündemini radikal bir şekilde değiştirmesi olduğu söylenebi-
lir. Ekonomik gelişmeye paralel olarak Türkiye güvenlik tartışmalarından daha
çok Balkan otoyolu projesi, enerji yolları, elektrik hatlarının birleştirilmesi vb.
konuları tartışır hale gelmiştir. Turizm ve dış ticaretin bir diğer yararı da Tür-
kiye'nin bundan sonraki dönemlerde izolasyoncu bir dış politika izleyebilme-
sinin neredeyse imkânsız olduğunu açıkça ortaya koyması olmuştur. Özal'ın
temellerini sağlamlaştırdığı dışa açık ve liberal ekonomik yapı Türkiye'yi dış
dünyayı daha yakından izlemeye ve hatta onu etkilemeye zorlamıştır.
Etnik Çoğulculuk ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığa Giden Yol mu?
Türkiye'de yaşanan bir diğer değişim de etnik grupların geçmişe oranla
daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaları, farklılıklarını artan bir şekilde ulusal
politikalara yansıtma arzularıdır. Bu gelişmede Özal politikalarının payı oldu-
ğu gibi etkileşimin çift yönlü olduğu da rahatlıkla söylenebilir.
Biraz önce de belirtildiği üzere zenginleşmeden etnik gruplar da paylarını
almışlardır. Ayrıca iletişim ve demokratikleşme alanındaki gelişmeler grup
bilincini pekiştirmiş ve etnik grupları organize olmaya yöneltmiştir. Bu dö-
nemde göçler ve diğer yollarla gelen gruplar daha çok Bursa, Adapazarı, İzmir
ve İstanbul'da toplanmışlardır. Daha önceki hükümetler döneminde grup kim-
likleriyle ön plana çıkamayan bu kişiler Özal döneminde bunu rahatlıkla başa-
rabilmişlerdir. Bu çerçevede Azerbaycanlılar, Çeçenler, Bulgaristan göçmenle-
ri, Iraklı Türkmenler, Orta Asya Türkleri, Gürcüler vb. dış politika gündemin-
de ağırlıklarını arttırmaya başlamışlardır. Böylece Türkiye'nin cumhuriyet dö-
neminde pek tecrübe etmediği bir süreç de başlamıştır. Bu gelişme 1980 ve
1990'lı yıllarda hızlanan göçler ile devam etmiştir. Özellikle eski SSCB, eski
Yugoslavya, Irak ve Bulgaristan'dan göçler Türkiye'nin etnik kompozisyonunu
daha da renklendirmiştir.21 Bu ortamda Türkiye'nin barındırdığı etnik grup-
lardan etkilenmemesi ya da etnik grupların geldikleri ülkeler ile ilgilenmemesi
imkânsızdır. Örneğin Gürcistan Devlet Başkanı Edward Şevardnadze'ye göre
Türkiye'de 2 milyon Gürcü yaşamaktadır22, Bosnalı Türklerin sayısı 3–4 mil-

616
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

yon, Arnavutluk kökenlilerin sayısı ise 4 milyon civarında sanılmaktadır.23


Diğer grupların nüfuslarının da milyonlarca olduğu bilinmektedir. Bu bağ-
lamda Özal Türkiye'deki etnik grupları Türkiye'nin iç ve dış politikasında bir
‘şans' ve ‘güç kaynağı' olarak değerlendirmiş, onları ‘kullanma' gayretine gi-
rerken, bu grupların bölgesel algılamaları ve hedeflerinde de etkilenmiştir. Bir
anlamda Osmanlı İmparatorluğu'nu oluşturan etnik unsurların önemli bir
kısmı Türk dış politikası gündemine geri dönmüş, ülkenin lideri de bu du-
rumdan adeta memnun olmuştur. Sadece Özal değil, iktidar partisinin önemli
bir kanadı etnik gruplarla aynı yönde düşünmektedirler. Örneğin partinin
önemli isimlerinden Kamran İnan, Ekrem Pakdemirli ve Bülent Akarcalı bu
dönemde Avrupa'yı Müslüman halklara karşı "ırkçı" ve "ayrımcı" olmakla suç-
lamışlardır. Bu suçlamalar Türkiye'nin ‘yeniden' din temelli bir dış politikaya
döndüğü anlamına gelmez, aksine bu söylem ilk etapta Avrupa'ya bir tepkidir.
Çünkü Avrupa'nın Bosna'ya, Arnavutluk’a ya da Kosova'ya yaklaşımı ile Tür-
kiye'ye yaklaşımı benzemektedir. Bu anlamda tepki ‘savunma' amaçlıdır. İkin-
ci olarak Türk karar alıcılar kendilerini Osmanlı coğrafyasındaki Müslüman
halklarla özdeşleştirmektedir. Bu da kimilerince Osmanlıcılık olarak tanımla-
nan algılamanın dış politikada somutluk kazanmasıdır.
Türkiye'nin Bosna ve Azerbaycan politikaları bu doğrultuda örnekler
sunmaktadır: Türkiye NATO, BM ve Avrupa örgütleri başta olmak üzere bu
ülkeleri her türlü uluslararası platformda sonuna kadar savunmuştur. Örneğin
1992 AGİT Zirvesi Türk Başbakan Bosna'ya askeri müdahale için lobi yapmış-
tır.24 Ayrıca Bosna'ya 1992 ve 1993 yıllarında 20 milyon doları aşan bir yardım-
da da bulunulmuştur.25
Özal'ın özellikle Balkanlar ile ilgili olarak geçmişle kıyaslanamayacak
açıklamalarda bulunmuş, bu bölgede Türk etkisini ekonomik, kültürel ve siya-
si ittifaklarla arttırmaya çalışmıştır. Bu çabada daha önce de değinildiği üzere
Balkanlar'ı boydan boya aşarak İstanbul'a bağlayacak bir otoban, telekomüni-
kasyon sistemlerinin geliştirilmesi vb. araçlar yoğun bir şekilde kullanılmıştır.
Özal'ın bu çabaları Yunanistan tarafından kendisine dönük bir kampanya ola-
rak algılanmış ve hatta Yunanlılar bu çabaları "Osmanlı'nın Balkanlar'a geri
dönüşü' şeklinde yorumlamışlardır.26 Hatta Özal'ın Balkan politikası Türki-
ye'de dahi ‘aşırı' bulunabilmiştir. Cumhurbaşkanlığı döneminde Özal'ın Bosna
ile ilgili açıklamalarını Türkiye'nin ‘resmi dış politikası' ile uyumlu bulmayan
Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Özal'ın sözlerinin resmi politikayı yansıtmadı-
ğını iddia edebilmiştir.27
Sonuç olarak Türkiye komşuları ile olan ilişkilerini etnik grupların ve dış
dengelerin de etkisiyle kültürel, tarihi ve dini ortaklık üzerine kurmaya başla-
mıştır. Bu yaklaşım Türk dış politikasında yeni bir gelişmedir. Hatta klasik dış
politika anlayışı ile kıyaslandığında ‘devrimsel bir değişim' ya da ‘sapma' ola-
rak da değerlendirilebilir.
Ayrılıkçı Terör ve Körfez Savaşı
Özal'ın politikalarını etkileyen bir diğer önemli unsur da PKK terörü ol-
muştur. Ayrılıkçı bir söylemle ortaya çıkan PKK ülkenin önemli bir kısmını

617
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

çatışma alanı haline sokmuş, ekonomik gelişmeyi yavaşlatmış ve en önemlisi


bölünme korkusunu yeniden canlandırmıştır. Terör olaylarında komşu ülkele-
rin aktif rolü Özal'ı daha farklı arayışlara itmiştir. Her şeyden önce tüm Türki-
ye Cumhuriyeti vatandaşlarını kapsayıcı bir üst kimlik oluşturmanın gerekli
olduğunu hesaplayan Turgut Özal, diğer taraftan böyle bir kimliğin ülkenin
sınırlarını aştığının da farkındadır. Çevresini kontrol edemeyen bir Türkiye
teröre ve saldırılara açık bir ülkedir. Bu nedenle başta Kürtler olmak üzere,
devletin tüm etnik grupları kapsayıcı önlemler alması gerekmektedir. Bu bağ-
lamda iç önlemleri kendince geliştiren Özal'ın dış politikada Türkiye'nin mi-
sak-ı milli sınırlarını zorlayıcı bir dış politika izlemesi gerektiğini düşündüğü
anlaşılmaktadır.
1980’ler boyunca ‘Güneydoğu Sorunu’na çözüm bulamayan Özal, Saddam
Hüseyin’in Kuveyt'e saldırmasıyla birlikte Türkiye için büyük bir fırsatın doğ-
duğunu savunmuş ve Kürt politikasını iç ve dış politikada entegre hale getir-
meye çalışmıştır. İçeride daha fazla özgürlük alanı oluşturmaya çalışan Özal,
dışarıda ise Kürtlerin hamiliğini üstlenmek istemiştir. Tüm bu politikalarını bir
yandan da ABD politikalarıyla uyumlu hale getirmeye çalışan Turgut Özal
Körfez Savaşı'ndaki aktif desteği sayesinde Ortadoğu politikalarında Batı des-
teğinin geleceğini ummuştur. Bu nedenle Körfez Savaşı'nın daha ilk gününden
itibaren Özal Türkiye'nin çatışmaya aktif müdahalesini istemiş, ancak bu isteği
klasik yaklaşımı savunan dış politika bürokrasisi ve ‘ekolü' tarafından dirençle
karşılanmıştır. Bu çekişmenin sonucunda Özal istediği adımları atamamış,
ancak klasik Türk dış politikası da önemli değişikliklere uğramıştır: Bu savaşta
Türkiye değişmez ilkelerinden olan statükonun savunulması ilkesinden vaz-
geçmiş görünmüş, ayrıca Ortadoğu çatışmalarından uzak durma yaklaşımın-
dan da ‘taviz' vermiştir. Türk dış politikası açısından bir diğer yenilik de Cum-
hurbaşkanı ile Meclis ve bürokrasinin bu derece farklı görüşleri savunabilmesi
olmuştur. Özal bu durumlarda hükümet de dâhil olmak üzere diğer dış politi-
ka aktörlerini by-pass edebilmiştir.28 Özal'a göre Türkiye uzun yıllar boyunca
çekingenliği nedeniyle hep yenilen tarafta yer almıştır, şimdi ise kazanan taraf-
ta yer almanın zamanı gelmiştir. Özal'ın bu görüşlerini savunurken sürekli
olarak İsmet İnönü dönemine saldırması, buna karşın Atatürk'ü ‘aktif dış poli-
tika izleyen bir lider' olarak sunması dikkat çekicidir.29 Genelkurmay Başkanı
Necip Torumtay'ın Özal'a kızarak istifa etmesi Özalcı yaklaşım ile klasik dış
politika anlayışı arasındaki çekişmeyi açıkça ortaya koymuştur. Ancak bu kez
geri çekilen sivil kanat değil, askeri kanat olmuştur.30 Bu anlamda Torumtay'ın
istifası sivil rejim açısından bir olgunluk işareti, Türkiye açısından da bir dö-
nüm noktası olmuştur denebilir. Menderes ve Demirel'in ordudan gelen her-
hangi bir muhalefet karşısında nasıl çekingen davrandığı ve geri adım attığı
hatırlanacak olursa Özal'ın tüm aktörler ve kurumlar karşısında göstermiş
olduğu özgüven şaşırtıcıdır.
Bu ortamda Özal Türk dış politikasında ciddi bir değişimi temsil ettiğini
kendi ifadeleriyle açıkça ilan etmiştir. "Türk dış politikasında çok şeyler değiş-
ti" diyen Özal dış politikada çekingen ve pasif yaklaşımın artık sona erdiğini
iddia etmiş, Türkiye'nin o tarihten sonra "şartlara göre aktif bir dış politika"

618
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

izleyeceğini söylemiştir. Özal'a göre kendisinin "maceracı bir dış politika" pe-
şinde olmakla suçlanmasının nedeni de kendisinin "daha dinamik ve aktif bir
dış politika" izliyor olmasıdır.31 Özetle Özal yeni bir dış politika anlayışını sa-
vunmuş ve bunu Körfez krizi esnasında uygulama alanına sokmaya çalışmış-
tır. Özal'ın bu konuda diğer aktörlerin direncine rağmen sağladığı göreli başa-
rının bir nedeni de ideolojik boşluk ve rakiplerinin çözüm üretememesidir.
Körfez Krizi dönemi hatırlanacak olursa Irak bir diğer devleti işgal etmiştir ve
çekilmeyi kabul etmemektedir. Soldan sağa kadar hiçbir siyasi grup bu soruna
bir çözüm üretmekte yeterli olamamıştır. Hatta Bülent Ecevit bir işgalci olma-
sına rağmen Saddam Hüseyin'i Bağdat'ta ziyaret etmiş, Necmettin Erbakan ise
iki ‘Müslüman devletin çatışması'nda tutarlı bir tavır sergileyememiştir. Irak
bir devleti adeta ‘yutarken' aynı zamanda Türkiye'nin komşusu olarak Türki-
ye'ye de rakip olmuş, Türkiye'nin tüm müttefikleri ile Irak arasında husumet
had safhaya ulaşmış, bu ortamda Rusya, Çin ve Arap dünyası dahi ABD ön-
derliğindeki ittifaka destek vermiş, ancak güvenlik ve dış politika bürokrasisi
de dâhil olmak üzere Cumhurbaşkanlığı dışındaki kurumlarda net bir tavır
belirmemiştir. Siyasetin ve bürokrasinin çözüm üretemediği bir ortamda
Özal'ın kararlı tutumu onu bir adım öne geçirmiş ve Türk dış politikasında
Cumhurbaşkanı belki de ilk defa olarak diğer aktörlerle çatışarak kararlarda
esas belirleyici halini almıştır.
Savaş sonrasında Özal Türkiye’si "bir koyup üç alma" konusunda hayal
kırıklığına uğramıştır denebilir. Ancak Özal'ın bölge ve Kürt politikası birbi-
rinden ayrılmaz ise Özal'ın, Körfez Savaşı ile başlattığı politikaların sonuçlarını
uzun dönemde almayı umduğu anlaşılabilir. Genel olarak Özal'ın Körfez Sava-
şı'ndan beklentisinin Musul petrolleri ve Kuzey Irak olduğu söylenir. Oysaki
Özal'ın genel dış politika anlayışı incelendiğinde bu hedeflerin sadece genel
hedeflerin bir parçası olabileceği anlaşılır. Türkiye'nin güney sınırlarının yapay
olduğunu düşünen Özal'a göre Körfez Savaşı Türkiye'ye sınırın güneyine nü-
fuz etme imkânını sağlamıştır. Zayıflayan Irak sayesinde Türkiye bu bölgede
ekonomik ve kültürel araçları ve Batı'nın siyasi desteğini kullanarak etkili ola-
bilirdi. Özellikle ABD'nin yeni Irak planlarında aktif bir şekilde rol almak iste-
yen Özal, Türkiye'nin Osmanlı sınırlarına ekonomik ve kültürel etki anlamında
geri dönmesini savunuyordu denebilir.
Bu politikalardan Türkiye'nin kazancı şunlar olabilirdi: 1) ‘Kürt Sorunu’nu
Türkiye'yi bölgede güçlendirecek şekilde çözmek, 2) Türkiye'nin güneydeki
güvenlik hattını daha aşağılara çekmek, 3) Türkiye'nin etki sahasını arttırmak,
4) Yeni ekonomik kaynaklar ve pazarlar bulmak, 5) Batı nezdinde artan öne-
mini ranta çevirmek.
Son derece tartışmalı olan bu hedeflerin ne kadar gerçekçi olduğu açık
olmakla birlikte Özal politikaları izlenseydi bu sonuçlara ulaşılabilir miydi
sorusu hala cevaplandırılabilmiş değildir. Ancak büyük riskler taşıyan bu he-
deflerin tam tersi bir etki yapma olasılığı da mevcuttu ve PKK'nın Körfez Sava-
şı sonrasında güçlenmesi bunu kanıtlamıştır.32 Buna rağmen Türkiye açısından
asıl büyük zararın Özal sonrasında kavramsal çerçevesi belirlenmiş bir dış
politika izlenememesi olduğu söylenebilir. Sadece gelişen olaylara göre duru-

619
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

munu korumaya çalışan Türkiye Özal'ın belirlediği politikaları yarım bırakmış,


buna karşın yerlerine yeni politikalar koyamamıştır.
Ortadoğu'ya Özalcı Yaklaşım
Körfez Savaşı ve Kürt sorunu ele alınırken belirtilmesi gereken bir diğer
nokta da bu gelişmelerin Özal'ın Ortadoğu politikası konusunda önemli ipuç-
ları vermiş olmasıdır. Ondan önceki yönetimler Ortadoğu'dan özenle kaçmış-
lar, Türkiye'nin bulunduğu coğrafyayı bir şans olmaktan çok sorunlarının
kaynağı olarak görmüşlerdir. Bu nedenle başka coğrafyalarda ittifaklar arayan
Türkiye, Ortadoğu gelişmelerine neredeyse sadece savunma penceresinden
bakmışlardır. Özal ise ilk başta ekonomik işbirliği ile başlayan ilişkileri diğer
alanlara da yaymayı hedeflemiş, en önemlisi de Türkiye'nin aynı zamanda bir
Ortadoğu ülkesi olduğunu tespit etmiştir. Diğer bir deyişle Özal'a göre Türkiye
diğer özelliklerine ek olarak aynı zamanda Ortadoğuludur ve ona göre de dav-
ranmalıdır. Ortadoğu dengelerinde yerini almayan bir Türkiye bu bölgeden
gelecek tehditlere daha çok açık olacaktır. Kürt sorunu bunun en açık örneği-
dir. PKK terörünün geldiği noktanın en önemli sorumlusu Türkiye'nin bölgede
bulunmayışıdır. Bu çerçevede Özal ilk etapta Suriye, Irak ve İran'la ekonomik
ilişkileri geliştirmenin yollarını aramıştır. Bölgeden Türkiye'ye tek taraflı (pet-
rol alımı) şeklinde olan ticaret böylece çeşitlenirken, Özal bu ticarete bir de
suyu eklemek istemiştir. Su projesi Ortadoğu'da şüpheyle karşılansa da Türki-
ye'nin bölgeye dönük yaklaşımında büyük bir değişime işaret eder: Artık Tür-
kiye Ortadoğu'da ağırlığını koymak istemektedir. Bu dönemde Türkiye'nin
Mısır, Cezayir, Körfez ülkeleri vd. ile ikili temasları had safhaya ulaşmıştır.
Özal'ın bu çabaları onun dini bağlantılarıyla açıklanmak istendiyse de İsrail -
Türkiye ilişkilerinin de askeri dönemden çok Özal döneminde gelişmiş olması
bu argümanı doğru çıkarmaz. Özetle Özal Türkiye'nin Ortadoğu'da olduğu
gerçeğini tüm boyutlarıyla idrak eden ve bunun gereklerini yerine getirmek
için tüm enstrümanları seferber eden neredeyse ilk siyasetçidir. Ancak onun
Ortadoğu yaklaşımı diğer bölgeleri dışlayıcı bir yaklaşım olmamıştır. Aksine
Ortadoğu Türkiye'nin odaklanması gereken çok sayıda bölgeden bir tanesidir.
Özal’ın bölge ile ilgili olarak yaptığı bir diğer tespit de Türkiye için Batı ile
ilişkiler ile Ortadoğu ve İslam dünyası ile iyi ilişkilerin birbirini besleyen ve
güçlendiren ilişkiler oluşudur. Başka bir deyişle bunlar alternatif olmak bir
yana biri olmasa diğer zayıf kalacak türden ilişkilerdir. Özal bu durumun ise
Türkiye tarafından 1980’li yıllarda daha yeni fark edildiğini iddia etmektedir.33
Özal’a göre özellikle ekonomik işbirliği ve altyapıların geliştirilerek enteg-
re haline getirilmesi sadece Türkiye için değil, Ortadoğu ve İslam ülkelerinin
kalkınması ve küresel sisteme entegre olmaları açısından da büyük katkılar
sağlayacaktır:34
Bizim samimi kanaatimiz odur ki, İslam âleminin güçlenmesi ve dünyada hakettiği yeri
alabilmesi her şeyden önce gerçekleştirilecek güç birliğine bağlıdır. Bu güç birliğinin kayna-
ğı ise ekonomik işbirliğidir. Türk Hükümeti olarak, iktidara geldiğimiz günden bu yana,
Arap ve İslam Dünyası ile ilişkilerimizin geliştirilmesine büyük önem verdik.

620
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

Türk Milliyetçiliği
Türkiye'deki gelişmeler açısından dış politikayı etkileyen bir diğer gelişme
ise Türk milliyetçiliğinde yaşanan patlamadır. Bunda dış faktörlerin etkisi ka-
dar Türkiye'nin geçirdiği iç ekonomik ve sosyal değişimin de büyük rolü ol-
muştur. Ekonomik kalkınmanın geniş kitlelere ve alana yayılması sonucunda
daha önce dış politika konularında etki ve baskıları hissedilmeyen Anado-
lu'daki birçok grup gündemi etkilemeye başlamıştır. Bu durum Özal hükümet-
lerince de desteklenmiştir. Bu çerçevede kimilerince "taşra politikası" olarak
adlandırılan kanal oldukça güçlenmiş ve bu yolla daha çok muhafazakâr ve
milliyetçi söylem Türk politik yaşamında güçlenmiştir. SSCB'nin dağılmasıyla
birlikte ise daha önce marjinal sayılan Türk milliyetçiliği ve dış Türkler ile iş-
birliği fikri hemen hemen tüm partilerin benimsemek zorunda kaldığı bir yak-
laşım halini almıştır. Bu da Türkiye'nin Kafkasya, Orta Asya, Balkanlar ve Or-
tadoğu politikalarını yakından ilgilendirmiştir. Bazen büyük bir dinamizm ve
güç katan milliyetçilikte artış, bazı zamanlarda dış politikada manevra alanını
da daraltmıştır.
3. Dünyadaki Değişmeler
Şüphesiz Özal'ın tüm dış politika uygulamalarını Özal'ın kişisel yetenek-
lerine, görüşlerine, ya da hatalarına veya Türkiye'nin 1980li yıllarda yaşamış
olduğu siyasi, sosyal ve ekonomik değişime bağlamak doğru değildir. Diğer
tüm devletler gibi Türkiye de kendi kararlarını sadece kendisi veremez. İçinde
bulunduğu coğrafi konum ve siyasi bağlantıları ona belli şartları zorlar ve ka-
rarlarını etkiler. Bu anlamda Türkiye diğer ülkelere kıyasla dış gelişmelere çok
daha açık/bağımlı bir ülkedir. Kendine özgü coğrafi konumu nedeniyle çok
sayıda din, etnisite ve blok arasında sıkışık bir görünüm veren Türkiye geçmiş-
te olduğu gibi Özal döneminde de dış gelişmelerden fazlasıyla etkilenmiştir.
Kaldı ki hızla karşılıklı bağımlılığın arttığı bir dünyada Türkiye artan dış siya-
si, insani ve ekonomik bağları nedeniyle uluslararası sistemin önemli bir par-
çası haline gelmeye başlamıştır. Bu bağlamda Özal'ın dışa dönük politikaları
karşılıklı etkilenmeyi kolaylaştırmıştır denebilir.
Dış etki bağlamında Turgut Özal'ın dış politika uygulamaları iki ana bö-
lümde ele alınabilir: 1983–89 dönemi ve Soğuk Savaş sonrası dönem.
B. DIŞ POLİTİKA UYGULAMALARI
B.1. Soğuk Savaş Yılları
1980li yıllar boyunca Özal'ın dış politikada klasik dış politika anlayışına
radikal bir meydan okumada bulunduğunu söyleyebilmek zordur. Bu dönem-
de Türkiye çok büyük ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunlar ile karşı karşı-
yadır. Askeri darbe nedeniyle dünyadan adeta izole edilen Türkiye'nin nere-
deyse hiçbir ülke ile ilişkileri iyi durumda değildir (Pakistan gibi bir iki ülke
hariç). Bu ortamda Özal hükümetinin dış politikada ilk öncelikleri izolasyonu
kırarak ilişkileri normalleştirmek ve içeride izlenen ekonomik programı des-
tekleyici dış politika izlemektir. İzolasyonun kırılabilmesi için bir yandan Av-
rupa ve ABD'nin taleplerini yerine getirmeye çalışan Özal yönetimi diğer taraf-
tan da alternatif pazarlar ve işbirliği imkânları aramaktadır. Bu bağlamda İran-

621
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Irak savaşı büyük bir fırsat yaratmıştır. Savaşan iki tarafın da ekonomik an-
lamda üretimleri büyük darbe almış, nakit ihtiyacı da had safhaya ulaşmıştır.
Türkiye artan üretimi ile her iki ülkeye olan ihracatını arttırırken bu ülkelerin
finans sıkıntısını da takas yoluyla halletmiş, böylece 1970lerde büyük buhran-
lara yol açan enerji ithalatının finansmanı sorunu da Türkiye açısından halle-
dilmiştir.
İran ve Irak dışında kalan komşular ile ilişkilerin geliştirilmesinde de özel
bir çaba sarf edilmiştir. Özellikle ticari alanda bölge ülkeleri öncelikli pazarlar
arasında sayılmıştır. Avrupa ve ABD pazarlarında zorlanan Türk tüketim mal-
larının en önemli tüketicisi Ortadoğu ve diğer İslam ülkeleri olmaya başlamış-
tır. 1985 yılında Türkiye’nin bölgeye ihracatı 3 milyar dolara, Ortadoğu pazar-
larının Türkiye’nin ihracatındaki payı ise % 40.8’e kadar yükselmiştir.35 Dış
ticarete ek olarak Türk inşaat şirketlerinin aldığı ihaleler sayesinde çok sayıda36
Türk işçisi de Suudi Arabistan ve Libya gibi ülkelerde çalışmaya başlamış,
Türkiye’nin döviz ihtiyacının karşılanmasında Ortadoğu önemli bir saha hali-
ne gelmiştir. 1974 ile 1990 yılları arasında Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerinde
kazandığı ihale miktarı 18.3 milyar doları bulmuştur. Mütevazi Türk ekonomi-
si için bu rakam çok hayati bir önem arz etmiştir. 1980’li yıllar boyunca Orta-
doğu ülkelerinde faaliyet gösteren Türk şirket sayısı da 300’ü aşmıştır. Ortado-
ğu ile ticari ilişkilerin artmasında bir diğer etken de İran-Irak Savaşı ve bu ül-
kelerin Türk mallarına olan artan önemi olmuştur. 1989 yılında Irak’ın Türki-
ye’ye olan borcu 2 milyar dolara kadar çıkmıştır.
Türkiye sadece Ortadoğu’da değil, Balkanlar’da37 da ekonomik ilişkiler
temelli siyasi yakınlaşmalar aramış, bölgesel sorunlarını çözmeye çalışmıştır.
Özal’a göre askeri rejimin ve Kemalist bürokrasinin ‘çevremiz düşmanlarla
çevrili’ yaklaşımları yanlıştır ve Türkiye’nin aleyhine sonuçlar vermektedir. Bu
nedenle Turgut Özal gerek başbakanlığı, gerekse cumhurbaşkanlığı dönemle-
rinde Türkiye’nin etrafındaki sorunları ortadan kaldırmaya özel bir önem
vermiş, Türkiye’nin çevresinde dost (komşular, Ortadoğu ve Kuzey Afrika
ülkeleri ve diğerleri), akraba (eski Osmanlı ülkeleri ve Türkler ile özel ilişkileri
olan etnik gruplar) ve kardeş (Türk cumhuriyetleri ve diğer Türkik gruplar)
ülkeler hattını kurmaya ve genişletmeye çalışmıştır. Ancak Suriye'nin PKK'ya
olan desteği ve Yunanistan ile yaşanan Kıbrıs ve Ege sorunları gelişmeyi engel-
leyici etkenler olmuştur. Buna rağmen Yunanistan vatandaşlarına uygulanan
vize uygulamasının kaldırılması ve Suriye ile su konusunda antlaşma yapma
konusundaki gayretler Türkiye'nin sorunların çözümünde belli bir iradeye
sahip olduğunu kanıtlar. Sosyalist blok ile ilişkiler ise dönemsel nedenler ve
global dengeler nedeniyle donmuş bir haldedir. Buna rağmen ekonomik alan-
da çabalar Özal döneminde devam etmiştir.
‘Çevreye dönüş’ olarak adlandırılabilecek olan bu yeni yaklaşımın en
önemli nedeni şüphesiz ekonomik ilişkilerdir. Ekonomik ilişkiler sorunları
yumuşatmış ve daha fazla insani boyut açabilmiştir. Bu temel üzerinde siyasi
yakınlaşmalar başlamıştır. Bu arada Özal’ın bölgeye açılım politikalarında
yukarıda tartışılan ideolojik duruşunun da büyük rolü olmuştur. Cumhuriye-
tin ilk yıllarında görülen bölgeyi geri kalmışlığın kaynağı görme anlayışının

622
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

tam tersine Özal bölgesel sorunların ırksal veya yapısal sebepleri olmadığını,
daha çok işbirliği yoluyla bölgenin kalkınabileceğini ve gelişebileceğini dü-
şünmüştür. Aynı şekilde Müslüman ülkelere ve Türk dünyasına bakıştaki kor-
kular ve çekingenlikler de Özal düşüncesinde özgüvenle beslenen bir fırsat
arayışına dönüşmüştür.
Bu dönemde Özal dış politikası açısından en önemli sorun Türkiye'nin ih-
tiyaçları ve potansiyelleri ile orantısız sınırlı imkânları olmuştur. Mevcut eko-
nomik gücü ile Türkiye'nin aktif bir dış politika izleyebilmesinin zor olduğunu
anlayan Özal hükümetleri, daha önceki hükümetlerde olduğu üzere ABD, Av-
rupa ve SSCB dengelerini sonuna kadar kullanmaya çalışmıştır. Ancak kökleri
Osmanlı'ya kadar uzanan denge politikalarından yararlanma yaklaşımının
sınırları hızla büyüyen ve ihtiyaçları artan Türkiye'ye ve vizyonu mevcut şart-
ları zorlayan Özal'a dar gelmeye başlamıştır. Bulgaristan Türklerine yapılan
baskılar sonucunda Bulgaristan'a meydan okuyan Türkiye, bu krizde sınırları-
nı daha iyi anlamıştır. Milyonlarca Türk Bulgaristan'da açık bir sindirme ope-
rasyonuna tabii tutulurken elinde çok az dış politika aracı bulunduğunu fark
eden Özal'ın Bulgaristan'a dönük olarak “Biz 70 milyon olursak görürsünüz”
ifadeleri dış politikada ciddiyetsiz bir yaklaşımın ifadesi olmaktan çok, Türki-
ye'nin gücünün ne kadar sınırlı olduğunun ve ülkenin başbakanının bu sınırla-
rı zorladığının bir işaretidir. Türkiye'nin ekonomik, toplumsal ve siyasi yapısı
ve gücü çevresindeki sorunlarla baş etmek için yeterli değildir ve Özal da bu-
nun farkındadır.
İlk dönemde Özal politikalarında dikkat çeken bir diğer sorun da Kıb-
rıs'tır. Kıbrıs konusunda yerleşik dış politika yaklaşımının dışına çıkan Özal
çözümsüzlük yerine karşılıklı tavizler yoluyla sonuca varmayı önermiştir. Bu
konuda Türkiye'nin AET'ye tam üyeliği karşılığında büyük tavizler vermeye
hazır olan Özal'ın Kıbrıs politikası kamuoyunda en çok tepki çeken dış politi-
kası olmuştur denebilir. Özellikle ilk dönem diğer aktörler karşısında ezici bir
üstünlük sağlayamayan Özal'ın Kıbrıs ile ilgili olarak bürokrasi ve kamuoyu
baskısı nedeniyle istediği politikaları uygulayabildiğini söyleyebilmek zordur.
İlk dönem ile ilgili olarak savunma politikaları da Özal'ın dış ve güvenlik
politikaları konusunda önemli ipuçları verir. Savunma konusunda fazlaca
ABD'ye bağlı kalmakla suçlanan Turgut Özal, bu suçlamalara karşın cumhuri-
yet tarihi boyunca savunma sanayiine en fazla önemi veren liderlerden biri
olmuştur. 1970lerde yaşanan Amerikan silah ambargosu tecrübesinin de etki-
siyle ulusal savunma projelerine ağırlık verilmiş ve 1990lara gelindiğinde Tür-
kiye bölgesinde önemli silah üreticilerinden biri olmaya aday bir hale gelmiş-
tir.
ABD İle İlişkiler
Özal dönemi başlarken ABD ile ilişkiler oldukça ciddi sorunlar ile yük-
lüydü. 1964 Johnson mektubu ile başlayan süreç haşhaş ekim yasağı, Kıbrıs
çıkarmasına ABD’nin abartılı tepkisi ve silah ambargosu nedeniyle ilişkiler
kalıcı hasarlar almıştı. Ancak Afganistan’ın Sovyet işgaline uğraması ve
İran’da devrim ABD’nin Türkiye’ye, Türkiye’nin de ABD’ye olan ihtiyacını

623
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

arttırdı. Bu nedenlerin de etkisiyle ABD, 12 Eylül darbesine Avrupa’dan daha


yumuşak tepki verdi ve Türkiye’yi yeniden kazanabilmek için ciddi bir gayret
içine girdi. Özal’ın Batıcı, hatta Amerikan tarzı da ilişkilerin gelişmesine önem-
li bir katkı sağladı. Türk-Amerikan ilişkilerinde restorasyon sürecinin en çarpı-
cı işaretini 1980 DECA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması) verdi.
1980’li yıllar boyunca Türkiye, İsrail’den ve Mısır’dan sonra, ABD’den en yük-
sek yardımı alan 3. ülke oldu. Ancak yardımlar önce Yunanistan ile 7/10 oranı-
na bağlandı, ardından da 1980’lerin sonunda Türkiye karşıtı Rum ve Ermeni
lobilerinin de etkisiyle ciddi bir kesintiye uğradı.1990 yılında toplam yardım
miktarı 512 milyon dolara inmişti. Zaten Turgut Özal’ın tercihi de doğrudan
yardım değil, ticaret olanaklarının arttırılmasıydı. Özal çeşitli defalar ABD’den
yardım değil ticaret istediklerini dile getirdi ve bunun için kotaların kaldırıl-
ması gibi kolaylıklar talep etti. Bunun en önemli nedeni yardımlardan farklı
olarak ikili ticaretin kalıcı olmasıydı. Ticaret ülkeler arasında yumuşamaya ve
kalıcı dostluklara da yol açıyordu. Oysa dış yardımlar ülkeleri kolaycılığa alış-
tırırken tek taraflı bir bağımlılığa neden oluyordu. Türkiye 1980’ler boyunca
milyarlarca dolar yardım almış olmasına karşın Türk-Amerikan ilişkilerinin
seyri bu tespitin en önemli kanıtıydı. Türkiye’ye yapılan yardımlar ile ilgili
olarak Kongre’de yapılan her görüşme iki ülke ilişkilerinde gerilime yol açıyor
ve ilişkileri bozmak isteyen gruplara istismar fırsatları sunuyordu. Bu çerçeve-
de Türkiye’ye yapılan yardımlarda 1980lerin ikinci yarısında gözle görülür bir
azalma gözlenirken 1990’larda yardımlar önemsiz bir noktaya doğru gitmiştir.
Buna karşın Türkiye’nin ABD’ye ihracatı 127 milyon dolardan 971 milyon do-
lara çıkarak 1980–1989 arasında yaklaşık % 900’lük bir artış yaşanmıştır.
Türk-Amerikan ilişkilerinde 1980’lerin sonunda başlayan gevşemede çeşit-
li unsurlar rol oynadıysa da Soğuk Savaş gerginliğinin önce azalması ve niha-
yet sona ermesinin önemli bir etkisi vardır. Türkiye’ye ileri karakol gözüyle
bakan ABD için Türkiye’nin önemi azalmıştır ve Türkiye Körfez Savaşı ile stra-
tejik anlamda tekrar hayati bir ülke haline gelecektir.

Türkiye’ye ABD Yardımları 1980–1990, Milyon Dolar


1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1980–90
Güvenlik Yardımı Hibeleri - - 57 110 130 215 206 312 312 410 412 2.164

Güvenlik Yardımı Kredileri 208 250 343 290 585 485 409 178 178 90 86 3.102
Toplam Güvenlik Yardımları 208 250 400 400 715 700 615 490 490 500 498 5.266

Ekonomik Yardımlar 198 201 300 245 175 185 119 100 32 60 14 1.629

B.2. Soğuk Savaş Sonrası


Soğuk Savaş'ın sona ermesi tüm dünyada büyük değişikliklere neden ol-
muştur. Çünkü Soğuk Savaş'ın böylesine kısa bir zamanda sona ereceği tahmin
edilememiştir. Dış ve güvenlik politikalarını bir kutba bağlayan devletler di-
ğerleriyle kıyaslandığında daha büyük bir sarsıntı geçirmişlerdir. Türkiye de
bu devletler arasındadır: Soğuk Savaş boyunca Batı'ya eklemlenmeye çalışan

624
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

Türkiye'nin bu çabaları Sovyetler Birliği'ne karşı politikalardaki özel konumu


nedeniyle desteklenmiş ve Türkiye Sovyet tehdidi sayesinde Batı savunma ve
siyasi sistemi içinde eşit bir üye olarak yer alabilmiştir. Oysa Soğuk Savaş'ın
sona ermesi ilk anda Türkiye'nin önemini azaltmış, Avrupa'nın ilgisini Doğu
ve Orta Avrupa ülkelerine çevirmiştir. Üstelik "yeni dünya düzeni"nde düş-
man ilan edilen tüm gelişmelerin kaynağı olarak Ortadoğu ve İslam dünyası
gösterilmiştir. Böylece Türkiye'de hemen her grup Soğuk Savaş'ın sona erme-
sini büyük bir tehdit olarak algılamıştır. Özellikle Avrupa Topluluğu'nun Tür-
kiye'nin tam üyelik başvurusuna olumlu yanıt vermemesi, Türkiye'deki ayrı-
lıkçı hareketin Avrupa'dan gördüğü destek ve ABD'nin bu dönemde yeterli
desteği vermemiş olması Türkiye'de dikkate değer bir ‘paniğe' yol açmıştır
denebilir.
Turgut Özal bu "karamsar ortam"da gelişmeleri olumlu gören nadir kişi-
lerden biridir. Yukarıda özetlenen yeni medeniyet anlayışının da etkisiyle Özal
Soğuk Savaş'ın sona ermesinin Türkiye'ye tehdit kadar fırsatlar da getirdiğini
iddia etmiştir. Özellikle SSCB'nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk dünyası ona
göre Türkiye'nin "yalnızlığına" son verecektir. Türkiye üzerindeki Sovyetler
Birliği tehdidi azalırken, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte Türkiye son
üç yüz yıldır sürekli tehdit algıladığı Ruslarla komşu olmaktan da kurtuluyor-
du. Hatta dağılma süreci içinde ekonomik yapısı da bozulan Rusya Türk işa-
damları için iyi bir pazar da oluşturabilirdi. Özal Rusya ve diğer eski SSCB
cumhuriyetlerine gezilerinde yanında geniş bir işadamı kafilesiyle gitmiş ve
siyasi konulardan çok ticari ve kültürel konuları ön plana çıkartmıştır. Nitekim
1990'lı yıllarda Rusya'nın Türkiye'nin en önemli ekonomik partnerlerinden biri
olması bu çabaların bir sonucudur.
Ayrıca Sovyet Bloku'nun dağılması sayesinde Suriye ve Bulgaristan yalnız
kalacak, böylece kendilerini Türkiye ile işbirliğine daha çok mecbur hissede-
ceklerdi. Balkanlar'da ve Kafkaslarda ortaya çıkan yeni Türk ve Müslüman
(çoğunluğu eski Osmanlı tebaası) halklar da Türkiye'nin yalnızlığını azaltacak
türden ‘doğal müttefikler’di. Sezer'in de belirttiği üzere “yeni jeopolitik geliş-
meler Türkiye Türkleri ile Orta Asya ve Kafkasya'daki akrabaları ve Komü-
nizm sonrasının geçiş sorunları karşısında Türkiye'yi maddi ve manevi destek
kaynağı olarak gören Balkanlar'ın Müslümanlık mirası halkları arasında karşı-
lıklı uyanış ve sempati oluşmuştur”38 ve bu durum Türkiye'ye yeniş imkânlar
bahşetmiştir. Gelinen yeni konum Türkiye'nin çabasıyla oluşmamıştır. Aksine
Türkiye geçmişinde bu tür ilgileri bastırmaya çalışmıştır. Ancak tarihsel geliş-
meler Türkiye'nin geçmişinden ve kültürel kaynaklarından kaçamayacağını bir
kez daha kanıtlamıştır. Fuller bu durumu “jeopolitik faktörler uluslararasındaki
psikolojik ve kültürel dinamikleri harekete geçirmiştir” şeklinde özetlemiştir.39 Söz
konusu ülkeler sorunlarla karşılaştıkça Ankara'ya dönmüşler, böylece Ankara
büyük bir ilgi odağı haline gelmiştir. Özal bu ortamda böylesine kadar geniş
bir coğrafyada büyük bir etki kaynağı olan bir ülkenin Avrupa ya da ABD ta-
rafından göz ardı edilemeyeceğini ve eninde sonunda Türkiye'nin “hak ettiği
ilgiyi” göreceğini hesaplamıştır. Özal değişen koşulların Türk dış politikasına
katkısını şu şekilde özetlemiştir:40

625
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Türkiye’mizin önünde tarihi bir fırsat doğmuştur. Bütün Batı âlemi Türkiye’nin bir bölgesel
süper güç olma yolunda yürüdüğünü teslim etmektedir... Doğu-Batı yakınlaşması sonucu
kuzeyden gelen tehdit çok azalmıştır. Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizde müstesna bir iler-
leme görülmektedir. Dünyadaki mevcut siyasi konjonktür sayesinde Orta Asya cumhuriyet-
lerine açılma imkânımız doğmuştur. Bütün bu cumhuriyetler Türkiye’yi bir cazibe merkezi
olarak görmektedirler.
Türkiye'nin artan gücüne ek olarak, Özal Türkiye'nin Doğu ve Batı kültür-
leri arasındaki özel konumu nedeniyle Batı için öneminin artacağını düşüne-
rek, Batı'nın Doğu dünyası ile kurmak zorunda kalacağı ilişkilerde de aktif rol
almaya aday olduğunu düşünmektedir. Özal’a göre değişim Türkiye’den ya-
nadır:41
Günümüzde, ekonomik ve politik gelişmeler çok süratli cereyan etmektedir. Önümüzdeki
10 yıllık dönemde bu hareketliliğin daha da artacağı muhakkaktır. İçinde bulunduğumuz
yüksek teknoloji ve telekomünikasyon çağında hadiselerin çok yakından takibi, analizi ve
süratle karar verilmesi gereği ortadadır. Bu bakımdan, manevra kabiliyetimizin bu ihtiyaca
cevap verebilecek şekilde geniş olması gerekir. Hatta klasik diplomatik kanallar bu seri ge-
lişmelerin gerisinde kalabilmektedir. Şu da gerçektir ki, dünyadaki değişim Türk dış politi-
kasının parametrelerini genişletmiştir.
Soğuk Savaş sonrası Özal dış politikası ele alınırken belirtilmesi gereken
bir diğer nokta da Özal'ın bu dönemde ilk döneme nazaran kendisini daha
rahat hissediyor olmasıdır. Artık Türkiye nispeten daha güçlü bir ekonomiye
sahiptir. Ayrıca askeri darbeden sonra gerekli olan normalleşme dönemi bü-
yük ölçüde aşılması, sisteme hâkim konumda olan Özal da bu normalleşme
sürecinde iç ve dış politikada daha rahat hareket edebilir bir hâle gelmiştir.
Körfez Savaşı ve Müdahaleci-Aktif Dış Politika
Körfez Savaşı’na yukarıda çeşitli vesilelerle değinildi. Bu kısımda detayla-
ra girilmeyecektir. Ancak Özal’ın dış politika anlayışının devlet mekanizma-
sında nasıl bir dirençle karşılaştığını anlamak için Körfez Savaşı’ndan daha iyi
bir örnek bulabilmek de zordur. Daha önce de belirtildiği üzere Özal’a göre
Körfez Savaşı Türkiye’nin Batı dünyasına güçlü bir şekilde geri dönebilmesi,
bölgede söz sahibi olabilmesi ve ekonomik kalkınması için altın fırsatlar sun-
muştur. Özal’a göre tüm dünyanın aynı konuda büyük oranda mutabık kaldığı
düşünüldüğünde aslında Türkiye’nin alacağı riskler de abartılmamalıdır. Ger-
çekten de Birleşmiş Milletler tarihinde görülmemiş bir şekilde neredeyse tüm
dünya Irak’a askeri müdahaleye destek vermiştir. Hatta bazı Arap ülkeleri de
BM gücüne asker gönderecek kadar ileri gitmiştir. Ortada açık bir Güvenlik
Konseyi kararı da vardır. Ancak geleneksel devlet mekanizması bu konuda
Özal ile aynı fikirde olmamıştır ve görüş farkı Genelkurmay Başkanı’nın ve
Dışişleri Bakanı’nın istifası ile sonuçlanmıştır. Sonuçta Körfez Savaşı ve hemen
sonrasında ne Özal’ın ne de klasik devlet anlayışının tam olarak dış politikaya
yansıyamadığı, fakat Özal’ın dış politika anlayışının ne kadar farklı olduğunun
net bir şekilde anlaşıldığı söylenebilir.
Körfez Savaşı aynı zamanda Özal’ın asker karşısındaki kararlı duruşunu
da göstermiştir. Özal savunma politikalarına büyük önem vermesine ve ordu-

626
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

yu güçlendirmek için geniş kaynaklar ayırmasına rağmen askerin siyasetin


dışına itilmesinde de özel bir çaba içinde olmuştur. Özal’a göre asker askeri
konularla meşgul olmalıdır, aksi takdirde siyasette kendisi ve ülke için yıkıcı
etkileri olan faaliyetlere girebilir. Bu durumu bir gün Mehmet Akyol’a “asker
savaşmazsa ihtilal düşünür” sözleriyle özetlemiştir.42
Karadeniz İşbirliği ve Balkanlar
Soğuk Savaş sonrasında Özal’ın çevreye dönüş siyaseti çeşitli projeler ve
ikili işbirlikleriyle sürmüştür. Bunlar içinde en dikkat çekici olanlardan biri de
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’dür. Proje AT’ye bir alternatif olarak
değil, Türkiye’nin bölgesinde güçlenmesi, komşuları ile siyasi sorunlarını ileti-
şim ve ekonomik işbirliği yardımıyla daha kolay çözmesi ve güçlenerek AT’ye
daha kolay üye olabilmesini hedeflemektedir.43 Karadeniz İşbirliği Özal’ın
erken vefatı, projede lokomotif bir ülkenin olmayışı ve sorunlu ülkelerin gün-
demin ilerlemesine izin vermemeleri gibi nedenlerle beklenen sonuçları vere-
medi. Ancak Türkiye’nin bölgesindeki öneminin altını çizmekle kalmadı Tür-
kiye-Rusya ilişkilerinde yeni işbirliği olanaklarının açılmasına da katkı sağladı.
Ayrıca proje Özal’ın dış ilişkilere bakışı açısından da önemli ipuçları sundu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi Balkanlar’da da çeşitli riskler ve fırsatlar do-
ğurdu. Yugoslavya dağılırken çatışmanın tüm bölgeye yayılması riski karşı-
sında Özal ve diğer Türk liderler aktif bir politika izlediler ve istikrar inşaa
edici bir ülke olarak Türkiye ön plana çıktı. Ayrıca bölgenin Müslüman halkla-
rı da kendilerini yalnız hissettikleri her durumda yüzlerini Ankara’ya dönerek
Türkiye’nin Balkanlar’da aktif bir dış politika izlemesini sağladılar. Soğuk Sa-
vaş sonrasında Türkiye’nin Arnavutluk, Bosna, Makedonya, Kosova, Bulgaris-
tan ve Romanya ile yakın ilişkiler geliştirme çabaları bölgede en çok Yunanis-
tan’ı rahatsız etti. Türkiye’nin yeniden Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmak
istediğini iddia eden Yunanlılar Türkiye’den başlayıp Yunanistan’ın arkasına
sarkan ve daire şeklinde dizilmiş adı geçen ülkeleri ve halkları ‘Türk hilali’
olarak nitelendirdi. Bu anlayışa göre Türkiye, Yunanistan’ı kuşatmaktaydı.
Oysa Özal’ın Balkan anlayışı da diğer bölgelere bakışında olduğu gibi daha
çok ekonomik ve toplumsal araçlara dayanıyordu. Hedef herhangi bir ülkeyi
kuşatmak değil, tüm bir bölgeyi entegre etmek, kucaklamaktı. Bölgenin altya-
pısının ve ekonomik yapısının Türkiye ile entegrasyonu Özal’a göre öncelikli
hedefler olmalıydı. Artan ticaret ve doğrudan yatırımların üzerinde daha ba-
rışçıl bir siyaset izlenebilirdi.
Bosna krizi konusunda ise Özal daha aktif bir dış politika izlenmesini sa-
vunurken, hükümet geleneksel çizgilerin dışına çıkılmamasını savunuyordu.
Özal Bosna’da ilk kıyımlar başladığında askeri bir müdahaleden dahi bahsetti.
Bosna’ya ambargo hemen kalkmalıydı. Ancak dönemin Dışişleri Bakanı Hik-
met Çetin, Cumhurbaşkanı Özal’ın görüşlerinin şahsi görüşleri olduğunu ve
hükümeti bağlamadığını belirtti.44 Benzeri anlaşmazlıklar birinci Körfez Savaşı
ve Karabağ çatışmaları esnasında da yaşanmış, Özal’ın aktif müdahaleci yakla-
şımı diğer siyasiler tarafından fazlaca paylaşılmamıştır. Ancak Bosna’ya mü-
dahale edilmemesi sonucunda soykırım yaşanmış ve daha sonra yapılan mü-
dahaleler geç ve maliyeti daha yüksek müdahaleler olmuş, saldırgan ise uzun-
ca bir süre cesaretlendirilmiştir.

627
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne


Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Özal’ı en çok memnun eden geliş-
me ise Türk Dünyası’nın ortaya çıkmasıdır. O güne kadar kimilerince tehlike
olarak görülen Türk halkları 5 ayrı bağımsız cumhuriyet olarak dünya sahne-
sine gelmişlerdir. KKTC ve Türkiye ile birlikte Türk devletlerinin sayısı 7’ye
çıkarken diğer devletlerdeki güçlü Türk halklarla birlikte Türk dünyası daha
belirgin bir hal almıştır. Böylece kendisini fazlasıyla yalnız hisseden Türkiye
büyük ve tehlikeli bir dünyada çok sayıda kardeş ülke bulmuştur. Özal kaybe-
dilen yılların farkındadır ve açığı kapatabilmek için Türkiye’nin olanaklarını
da zorlayarak ekonomik ve kültürel projeler başlatmıştır. Binlerce Türkî öğren-
ci Türkiye’ye getirilmiş, Türk işadamlarının bu ülkelere yatırım yapmaları teş-
vik edilmiştir. Eximbank kredileri ve artan resmi geziler ilişkileri yoğunlaştır-
mıştır. TİKA, TRT-INT gibi adımlar sınırlarını zorlayan bir Türkiye’nin işaret-
leridir ve Özal öncesinde çok da rastladığımız bir hal değildir. Özal geçmişte
korkulan ve hatta zaman zaman faşistlik olarak görülen Türk dünyasının ye-
niden inşası projesine soyunmuştur ve bahsi geçen tüm bu adımlar gelecekte
güçlü ve birbirini destekleyen Türk cumhuriyetlerinin oluşması için atılmakta-
dır. Özal için Orta Asya ile ilişkileri geliştirmek kişisel bir sorun haline de gel-
miştir. Bu bağlamda Özal bölge liderleri ile kişisel ilişkilerini de oldukça geliş-
tirmiş ve bu ilişkiler resmi ilişkilerdeki sorunların aşılmasına da katkı sağla-
mıştır.
SONUÇ: FARKLI BİR DIŞ POLİTİKA MI?
Yukarıda çizilen tablodan da anlaşılacağı üzere Turgut Özal iç politikada
olduğu gibi dış politikada da oldukça farklı yaklaşımlar, hedefler ve politikalar
sergilemiştir. Özal’ın dış politikada hemen her alandaki politikaları geçmişle
kıyaslandığında az ya da çok farklılıklar içerir. Zaten kendi ifadeleri de bu
tespiti doğrular. Bu farklılık sadece içerikte değil, yöntemde de gözlenir. Daha
çok informal ve alışılmadık yolları kullanan Özal, amaçlarına ulaşmak için belli
bir kalıp ya da kurala bağlı kalmayı çok seven bir lider değildir. Halk arasında
‘iş bitirici’ olarak tabir edilen ‘sonuç almaya dönük’ bir yapısı vardır. Bu ne-
denle belli kalıplar ve gelenekler ile hareket eden Dışişleri bürokrasisine sürek-
li olarak müdahalelerde bulunmuştur. Hatta Anayasa ve yasalarca çizilmiş
görev dağılımını dahi çoğu zaman görmezden gelmiştir. Özal, bürokrasiden,
hatta bakandan habersiz çok sayıda karar almış ve uygulamaya sokmuştur.
Tüm bu bilgilerin ışığında Özal’ın dış politikaya getirdiği değişim olumlu
yönde mi olmuştur, yoksa milli çıkarlara zarar mı vermiştir sorusu hâlâ tartış-
malıdır. Daha da ötesi böyle bir tartışma sübjektif değerlendirmelere açık ol-
duğundan birbirinden çok farklı sonuçlara ulaşılabilir: Örneğin Baskın Oran’a
göre Özal ulusal bağımsızlık konusunda ciddi tavizler vermiş, ayrıca ekonomi
politikaları nedeniyle dış politikada ciddi hasarlara yol açmıştır.45 Mustafa
Sönmez de benzeri görüştedir: “Özal Türkiye'yi dışa açmak adına dışa saçmış-
tır”.46 Buna karşın diğer bir grup ise Özal’ın Türkiye'ye “çağ atlattığını”, “uf-
kunu açtığını” iddia edebilmektedir. Elbette bu görüşlerin hepsinin doğru ve
geçerli yanları mevcuttur. Türk siyasi hayatında önemli bir yeri olan diğer tüm
liderler gibi Özal da “siyah ve beyaz yönleri” ile görülmeye devam edilecektir.

628
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

Ancak belirtilmesi gerekir ki Özal Türk dış politikasında kendisinden önce


gelenlerden çok farklı bir ekolü temsil eder. Hatta Özal'ın genel gidişat içeri-
sinde ‘sapma’ olarak nitelendirilebilecek çok önemli farkları bulunmaktadır.
Hem içerik, hem de yöntem açısından Türk dış politikasında dikkate de-
ğer değişikliklere yol açan Özal'ın dış politikaya katkıları ele alındığında ise en
önemli katkısının çok boyutlu ve özgüvenle hareket eden aktif bir dış politika
olduğu söylenebilir. İkinci olarak Özal politikaları sonucunda Türkiye coğraf-
yasıyla, kültürüyle ve geçmişiyle barışmaya başlamıştır. Özal’ın Türk dış
politikasına bir diğer katkısı ise iç ve dış politikada kendine özgü bir kavram-
sal çerçeve ortaya koymasıdır. Diğer bir deyişle Özal politikaları birbirinden
kopuk değildir ve tek bir dünya görüşünün farklı alanlarda uygulamasıdır.
Özal politikalarındaki dağınıklık onun fikri dağınıklığından çok kuvvetli bir
kadroya sahip olamamasından ve bireysel tarzından kaynaklanmıştır. Özal’ın
Türk dış politikasına bir diğer katkısı da diplomasi alanındadır. Geçmiş lider-
ler ile kıyaslandığında Özal kişisel dostluklarını Türk dış politikasının hizme-
tine en çok veren liderdir. Sıcakkanlı ve girişken yapısı sayesinde pek çok lider
ile yakın ilişki kurmayı başarmış ve Türk diplomasisinin önemli bir eksikliğini
kapatmaya çalışmıştır.
Özal politikalarının dış politikadaki tahribatları ele alındığındaysa sistem
ile Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasında ilk defa bu kadar büyük farkların
ortaya çıkmasının yarattığı sorunlar belirtilebilir. Özal’ın kendine aşırı derece-
de güvenen ve diğer aktörleri adeta görmezden gelen tavrı kurumsallaşmaya
zarar verirken, zaman zaman politikaların meşruiyetine de zarar vermiştir.
Ayrıca Özal’ın kendine aşırı güveni dış dünyada Türkiye ile ilgili abartılı bek-
lentilere yol açmıştır: Örneğin Özal'ın Balkanlar ve diğer bölgeler ile ilgisi Batı
basınında "Osmanlı'nın dönüşü" olarak adlandırılmış ve Türkiye'nin "saldırgan
bir dış politika"ya yöneldiği izlenimi verilmiştir.
Son söz olarak Özal, sevabıyla günahıyla Türk dış politikasında ciddi iz-
ler bırakmıştır. Ancak kendisinden sonra gelen hükümetler 1990’lı yıllar bo-
yunca bu politikaları yeterince devam ettirememişlerdir. Bu da bir ülkenin
politikalarının devamlılığı açısından önemli bir sorundur. Özal’a karşı çıkan
siyasi gruplar ise iktidara geldiklerinde alternatif sunamamışlardır. Bu bağ-
lamda Türk dış politikasının Özal sonrasında karşılaştığı en önemli sorunun
kavramsal çerçeve eksikliği ve vizyon noksanlığı olduğu söylenebilir. 2000’li
yıllarda ise Özal’a ciddi bir ilginin oluştuğu ve solda olsun sağda olsun pek
çok ismin kendisini Özal vizyonunun devamı olarak göstermeye çalıştığı görü-
lür. Bu bağlamda adeta paylaşılamayan aslında Özal değil, onun yaklaşımı
olmuştur. Soğuk Savaş sonrasında içeride ve dışarıda yaşanan gelişmeler
Özal’ın tespitlerinin doğruluğunu kanıtlamış ve vizyonuna olan ihtiyacı art-
tırmıştır. Çok boyutlu, kendisine güvenen, ekonomik-toplumsal ve kültürel
zenginliklerini dış politikasında yapıcı ve barışçıl adımlar ile besleyen, kendi
değer ve katkılarıyla AB yolunda ilerleyen, Doğu ile Batı arasında doğal bir
sorun azaltıcı, gizli gündemi olmayan, bölgesinde istikrar inşa eden, kalkın-
manın ve gelişmenin lokomotifi olmayan çalışan bir Türkiye sadece Türklerin
değil, dünyanın da ihtiyacı olarak karşımızda durmaktadır.

629
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

SONNOT

1 Aytekin Yılmaz, “Türk Bürokrasi Geleneği ve Özal” içinde Sezal, İhsan and Dağı, İhsan, Özal,
Siyaset, İktisat, Zihniyet, (İstanbul: Boyut, 2001), ss. 89–101.
2 E. J. Zürcher, Turkey, A Modern History, (London: I. B. Tauris & Co. Ltd., 1993), s. 297; Heath
Lowry, “Challenges to Turkish Democracy in the Decade of the Nineties”, Interdisciplinary Jo-
urnal of Middle Eastern Studies, Cilt: V, Fall 1996, s. 95; Ataman, Muhittin, “Özal ve İslam Dün-
yası: İnanç ve Pragmatizm”, içinde İhsan Sezal ve İhsan Dağı (ed.), Özal, Siyaset, İktisat, Zihni-
yet, (İstanbul: Boyut Kitapları, 2001), ss. 351–384.
3 Başbakan Turgut Özal’ın TBMM’nin 65. Kuruluş Yıldönümü Dolayısıyla Ankara’da Bulunan
Yabancı Ülkelerin Parlamenterlerinin de Katıldığı Özel Oturumdan Sonra Basın mensupları-
nın Sorularına Verdiği Cevaplar, 23 Nisan 1985, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beya-
nat ve Mülakatları, 13.12.1984–12.12.1985, Ankara: 1985, s. 280.
4 ‘Başbakan Turgut Özal’ın Japon Basın Mensuplarına Yaptığı Konuşma, 22 Mayıs 1985’, Başba-
kan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları, 13.12.1984-12.12.1985, Ankara: 1985,
s. 289.
5 ‘Başbakan Turgut Özal’ın Federal Almanya’da Yayınlanan Die Zeit Gazetesi Muhabirinin
Sorularına Verdiği Cevaplar’, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları,
13.12.1984-12.12.1985, Ankara: 1985, s. 289.
6
Ramazan Gözen, Amerikan Kıskacında Dış Politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal ve Sonrası, (Anka-
ra: Liberte, 2000), s. 118.
7
Graham E. Fuller, The New Turkish Republic, (Washington, D.C.: United States Institute of
Peace Press, 2008), s. 40.
8 Gözen, Amerikan..., s. 112.
9
Nevra Yaraç Laçinok, ‘Turgut Özal’, içinde Ali Faik Demir (ed.), Türk Dış Politikasında Liderler,
(İstanbul: Bağlam, 2007), s. 565.
10
Mehmet Ali Birand, Türkiye'nin Ortak Pazar Macerası: 1959-1985, (İstanbul: Milliyet, 1986), s.
412.
11 Sevilay Elgün Kahraman, “Rethinking Turkey - European Union Relations in the Light of
Enlargement”, Turkish Studies, Vol. 1, No. 1, Spring 2000, s. 5.
12 Ali Bozer, “Turkey's Relations and Prospects with the European Community”, Turkish Review
Quarterly Digest, Summer 1997, s. 10.
13
“Turkey's EEC Full Membership Can Be Delayed But Not Refused”, Interview with Turgut
Özal, Turkish Review, Summer 1987, s. 15.
14
Özal bir konuşmasında şöyle demiştir: Türkiye, Orta Pazar’a girme konusunda hazırdır.
Ancak, bazı AET ülkeleri bunu engellemeye çalışmaktadırlar. Bu ülkelerin en büyük korkusu
bizim başvurumuzu yenilememizdir. Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üye-
lik için başvurusunu istemiyorlar”. Başbakan Turgut Özal’ın 23 Nisan 1985 tarihli basına yap-
tığı açıklamaları, içinde Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları,
13.12.1984-12.12.1985, (Ankara: 1985), s. 279.
15 Veysel Bozkurt, “Geleceğin Toplumu, Dönüşümcü Liderlik ve Turgut Özal”, içinde Sezal,
İhsan ve Dağı, İhsan (ed.), Özal, Siyaset, İktisat, Zihniyet, (İstanbul: Boyut Kitapları, 2001), s.
183.
16 Gözen, Amerikan..., ss. 117–118.
17
‘Başbakan Turgut Özal’ın Çorlu’da Halka Hitaben Yaptığı Konuşma, 14 Temmuz 1985’, Baş-
bakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları, 13.12.1984-12.12.1985, Ankara:
1985, s. 468.

630
24. Bölüm: Turgut Özal Dönemi Türk Dış Politikası / Sedat Laçiner

18 R. Hine, “Turkey and the European Community: Regional Integration and Economic Conver-
gence”, içinde S. Togan ve V. N. Balasubramanyam, The Economy of Turkey since Liberalization,
(Londra: Macmillan Press, Ltd., 1996), s. 146; C. H. Dodd, The Crisis of Turkish Democracy,
(Hundingdon: The Eothen Press, 1990), s. 102.
19 “General Outlook of Turkish Economy”,
www.foreigntrade.gov.tr/ENGLISH?ECONOMYYECONO.htm, Mayıs 1997, s. 2.
20
Anne O. Kruger, ve Okan H.Aktan, Swimming Against the Tide: Turkish Trade Reform in the
1980s, (San Fransisco: ICS Press, 1992), ss. 148–149.
21 Belkıs Kümbetoğlu, “Göçmen ve Sığınmacı Gruplardan Bir Kesit: Bulgaristan Göçmenleri ve
Bosnalı Sığınmacılar”, içinde Kemali Saybaşılı and Gencer Özcan (ed.), Yeni Balkanlar, Eski So-
runlar, (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), ss. 229–230 ve 255.
22 Milliyet, 26 Haziran 1996.
23 Şule Kut, “Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye'nin Bosna-Hersek ve Makedonya Politikası, 1990-
1993”, içinde Farukm Söylemezoğlu (Der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayın-
ları, 1994), ss. 159, 178-179; Constantinides, Stephanos, “Turkey: The Emergence of a New Fo-
reign Policy The Neo-Ottoman Imperial Model”, Journal of Political and Military Sociology, Vol.
24, Winter 1996, s. 328.
24
Hürriyet, 10 Temmuz 1992; İdiz, Semih D., “Turkey Ponders the Balkan Quagmire”, Turkish
Probe, Vol. 1, No. 6, 22 December 1992, s. 9; Kut, Şule, “Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye'nin
Bosna-Hersek ve Makedonya Politikası, 1990–1993”, içinde Söylemezoğlu (Der.), Türk Dış Po-
litikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1994), s. 169.
25 Kut, “Yugoslavya...”, s. 170.
26 Constandinides, “Turkey...”, s. 323-334; Stavrau, N. A., “The Dismantling of the Balkan Secu-
rity System: Consequences for Greece, Europe and NATO”, Mediterranean Quarterly, Cilt: 6 (1),
Winter 1995.
27 Sabah, 28 Şubat 1993.
28 Ramazan Gözen, “Türkiye'nin II. Körfez Savaşı Politikası: Aktif Politika ve Sonuçları”, içinde
İhsan D. Dağı (ed.), Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim, (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1998),
s. 185.
29
Sedat Laçiner, Ideological Evolution of Turkish Foreign Policy, PhD thesis, King's College, Londra
Üniversitesi, 2001, s. 325.
30
Feroz Ahmad, The Making of Modern Turkey, (Londra: Rotledge, 1993).
31
Ahmad, The Making..., s. 201.
32 İhsan Bal, Preventing Terrorism in a Democratic State, The Turkish Case, yayınlanmamış doktora
tezi, the University of Leichester (İngiltere), 1999.
33
‘Başbakan Turgut Özal’ın Girne’de Toplanan ‘Batı İle Ortadoğu Arasındaki Ekonomik İlişki-
lerde Aktif Bir Ortak Olarak Türkiye’ Adlı Milletlerarası Seminerine Gönderdiği Mesaj’, Baş-
bakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları, 13.12.1984-12.12.1985, Ankara:
1985, s. 354.
34 ‘Başbakan Turgut Özal’ın IV. Suni Gübre Kompleksinin İmza Törenindeki Konuşması, 16
Mayıs 1985’, Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları, 13.12.1984-
12.12.1985, Ankara: 1985, s. 364.
35
Z. Y. Hershlag, The Contemporary Turkish Economy, (Londra: Routledge, 1988), s. 84.
36 Bu rakam 250.000’e kadar çıkmıştır.
37
Bu dönemde Balkanlar’daki en önemli sorunlardan birini de Bulgaristan’da Türklere uygula-
nan asimilasyon kampanyaları oluşturmuştur. Yüz binlerce Türkün ismi değiştirilmiş, ayrım-
cılık siyasi, kültürel, toplumsal ve ekonomik alanlarda sürmüş, 350.000’den fazla Bulgaristan
Türkü sınırları aşarak Türkiye’ye gelmiştir. Bu durum dış siyaset kadar ülkenin güçlenme ça-
basındaki ekonomisine de bazı zorluklar getirmiştir.

631
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

38 Duygu Bazoğlu Sezer, “Turkey in the New Security Environment in the Balkan and Black Sea
Region”, in Mastny and Nation, Turkey between East and West, New Challenges for a Rising Regi-
onal Power, (Oxford: Westview Press, 1998), s. 73.
39
Graham E. Fuller, “The New Mediterranean Security Environment: Turkey the Gulf, and
Central Asia”, içinde RAND Conference Proceedings, (Santa Monica: RAND, 1993).
40
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 29 Ekim 1991 Cumhuriyet Bayramı Konuşması, içinde Cum-
hurbaşkanlığı Tarihi, (Ankara: 2005), s. 251.
41 Turgut Özal’ın TBMM’nin Yasama Yılını Açış Konuşması, 1 Eylül 1990.
42
Mehmet Akyol, Beni Çok Ararsınız, (Ankara: Akçağ, 2000), s. 206.
43 Bu konuda farklı bir görüş için bkz.: Mer Faruk Gençkaya, “The Black Sea Economic Co-
operation Project: A Regional Challenge to European Integration”, International Social Science
Journal, Vol. 45, No. 4, November 1993.
44 Sabah, 28 Şubat 1993.
45
Baskın Oran, "1980–90: Batı Bloku Ekseninde Türkiye" içinde baskın Oran (ed.), Türk Dış
Politikası, Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, (İstanbul: İletişim Yayıncı-
lık, 2001).
46 Mustafa Sönmez, “Bugünden Bakınca”, Hürriyet, www.hürriyetim.com.tr/dosya/turgut
ozal/eko.asp

632
25. Bölüm: Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası [1991-2001] Gökhan Bacık/B. Balamir Coşkun

25. BÖLÜM
SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI
[1991 – 2001]]

Gökhan BACIK∗
B. Balamir COŞKUN∗∗

GİRİŞ
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki kritik on yıla Türkiye karmaşık
olarak nitelenebilecek bir siyasal ve toplumsal yapı ile girdi. Bir taraftan 1983
yılından beri süregelen Anavatan Partisi’nin (ANAP) tek parti iktidarı sona
ermiş ve Türkiye, Doğru Yol Partisi (DYP) ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti
(SHP) arasındaki koalisyonla yönetilmeye başlamıştı. ANAP’ın 1980 askeri
yönetimi sonrası devraldığı Türkiye, bu partinin temel politikaları olan serbest
piyasa ve dışa açılma ilkeleri ile yaklaşık on yıl sayılabilecek uzunca bir süre
geçirmişti. Ancak ANAP’ın kendisinden sonraki koalisyon hükümetine bırak-
tığı en belirgin miraslardan birisi ise dış politika alanındaydı: Türkiye, 1. Kör-
fez Savaşı’nda özellikle Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın kişisel tercihleri ile
şekillenmiş bir siyasetin sonucu olarak ABD ile karmaşık ve aynı zamanda
güçlü sayılabilecek bir ilişki kurmuştu. Dolayısıyla DYP-SHP hükümetinin dış
politikada karşılaştığı ilk sorun 1. Körfez Savaşı ile ortaya çıkan Amerikan ol-
gusunun nasıl tanımlanacağı olmuştur. Başbakan Süleyman Demirel’in med-
yada Amerikan helikopterlerinin PKK’ya yardım dağıttığı haberi üzerine
“gökkubbeyi başlarına yıkarız” çıkışını bu bağlamda değerlendirmek gerek-
mektedir.62 Türk dış politikası Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra 1. Körfez Savaşı
döneminde geliştirilen “ilginç” model bir kenara; ABD ile ilişkilerini nasıl ta-
nımlayacağını, takip eden on yıl boyunca sürekli olarak tartıştı. Soğuk Savaş
bittikten sonra ABD ile ne tür bir model içinde dış politikanın sürdürüleceği,
Türkiye’nin salt bu dönemde (1991–2001) değil günümüze kadar sürecek ciddi
bir tartışma konusu olarak değerlendirilmelidir. Ancak yeniden vurgulamak
gerekirse Türkiye, 1991 yılında hem Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra hem de 1.
Körfez Savaşı süresince Turgut Özal’n sürdürdüğü özel politikalar sonucu


Doç. Dr., Zirve Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
∗∗
Dr., Zirve Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
62 Bu konunun sembolik anlamı üzerine ayrıntılı bir tartışma için bkz: Baskın Oran (1998) Kalkık
Horoz Çekiç Güç ve Kürt Devleti, Ankara: Bilgi Yayınevi.

633
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ABD ile ikili ilişkilerini nasıl tanımlayacağı temel sorununu karşısında bulmuş-
tur.
1991–2001 dönemi için bir diğer önemli nokta bu zaman diliminin hü-
kümetler açısından olağanüstü istikrarsız bir dönem olarak nitelenebilecek
olmasıdır. 23 Haziran 1991 tarihinde kurulan Mesut Yılmaz hükümeti başlan-
gıç olarak kabul edilirse; 18 Kasım 2002 tarihinde sona eren Bülent Ecevit hü-
kümetine kadar geçen süre içinde toplam 10 farklı hükümet kurulmuştur ki bu
yaklaşık her 1.1 yıl için bir hükümet anlamına gelmektedir. İstikrarsızlığın bir
diğer unsuru ise 1995 yılında Refah Partisi’nin (RP) iktidara gelmesi ile başla-
yan asker sivil ilişkilerindeki gerilimin bir sonucu olarak 1997 yılında gerçekle-
şen dolaylı askeri müdahalenin de burada zikredilmesi gerekmektedir. Sonuç
itibariyle, Türkiye Soğuk Savaş sonrası küresel siyasetin yeniden tanımlandığı
kritik on yılı neredeyse iç politik tartışmaların gölgesinde geçirmiştir. Doğal
olarak Orta Asya’dan Avrupa ile ilişkilere kadar Türk dış politikasının amaçla-
rına yönelik sorunların temelinde iç politikadaki bu istikrarsızlığın özellikle
belirtilmesi gerekmektedir. Siyasal istikrarsızlık, Türkiye’yi içe kapanan veya
kendi iç gündemi ile uğraşan bir ülke pozisyonu almaya zorlamıştır. Türki-
ye’nin 1990’lı yıllardaki istikrarsızlık yüzünden içe kapanması, Türk dış politi-
kasında süreklilik ilkesi bağlamında vurgulanan Avrupa, Yunanistan gibi ko-
nularda bile ‘kopma’ olarak nitelenebilecek sonuçların ortaya çıkmasına katkı-
da bulunmuştur. Türkiye, Ocak 1996’da Kardak gerilimi nedeni ile Yunanistan
ile savaşın eşiğine gelmiştir. Göreceli olarak önemsiz bir adacık/kayalık yü-
zünden çıkan gerilimde dönemin Başbakanı Tansu Çiller “o bayrak inecek o
asker gidecek” şeklinde açıklama yaparak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin savaşa
hazır olduğunu resmen ilan etmiştir.63 Nitekim hemen ertesi gün Türk ordusu-
na bağlı SAT komandoları bölgedeki Yunan askeri varlığına rağmen Kardak’a
çıkarak Türk bayrağı dikmişlerdir. Gerilim dönemin NATO Genel Sekreteri
Javier Solana ve Amerikalı kıdemli diplomat Richard Halbrooke’un etkin mü-
dahalesi ile dindirilmiştir.
‘Kopma’ bağlamında verilecek bir diğer örnek ise, Avrupa Birliği’nin
(AB) 1997 yılındaki zirvesinde Türkiye’nin adaylık statüsünün reddinin ilanı-
dır.64 Kısaca ifade etmek gerekirse 90’lı yıllarda Türk siyasal hayatının karakte-
ristik özelliği halini alan istikrarsızlık Türk dış politikasının süreklilik arz eden
pek çok konuda tarihsel kopmalarla karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.
Bu istikrarsızlığa paralel olarak ayrıca vurgulanması gereken bir faktör de or-
dunun özellikle 90’lı yılların sonunda artan etkisidir.
Son olarak vurgulanması gereken bir olgu ise Kürt sorunudur. 1990’lı yıl-
ların başında Türkiye Kürt sorununun derinleştiği bir zaman dilimine girmiş-
tir. 1991 yılında Batman, Şırnak ve Siirt gibi şehirlerde sokak gösterileri kitlesel
bir hal almış, özellikle Nevruz kutlamaları PKK’nın gövde gösterisine dönmüş-

63 Hürriyet, 4 Ocak 2010.


64 Ceren Uysal (2001) “Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihsel Süreci ve Son Gelişmeler”, Akdeniz İİBF
Dergisi (1). s.141. Ayrıca bkz. Gokhan Bacik-Alper Y. Dede, “The End of Turkish Moderniza-
tion?”

634
25. Bölüm: Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası [1991-2001] Gökhan Bacık/B. Balamir Coşkun

tür. Bu açıdan 90’lı yılların özellikle ilk yarısı Türkiye’nin PKK sorununu çöz-
mesi bağlamında son derece zorlu yıllar olarak nitelenebilir. Bu yıllarda PKK
sorunu, Türk dış politikasını da somut olarak ciddi biçimde etkilemiştir. İlk
olarak Türkiye Kürt sorunu bağlamında Kuzey Irak’a askeri hareket düzenle-
mek zorunda kalmıştır. 1991 yılının Nisan ayında yapılan harekâtı 1992 yılında
yaklaşık 15.000 askerin katılımı ile ikinci bir operasyon takip etmiştir. 1994
yılından sonra neredeyse 1999 yılına kadar her yıl bir askeri hareket düzen-
lenmiştir. Diğer bir konu ise bölgede konuşlandırılan Çekiç Güç nedeni ile
ABD ile olan ilişkilerdir. Öte yandan ABD’nin Irak politikasında Kuzey Irak’ın
istikrarının önemli bir parametre olarak tanımlanması, ikili ilişkileri zorlar hale
getirmiştir.65 Nihayet 1998 yılının Eylül ayında Türkiye, Suriye sınırına çok
sayıda asker yığarak bu ülkeyi PKK lideri Abdullah Öcalan’ı barındırdığı için
savaşla tehdit etmiştir. Sürecin 1999 yılında Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi ile
aldığı kritik dönemeç PKK ya da Kürt sorunun ayrı bir evreye taşımıştır.66
1990‘lı yıllar genel olarak tüm dünyada güç dengelerinin yeniden kurul-
maya çalışılması ve yeni dünya düzeninin oluşturulması sürecine tanıklık et-
miştir. Bu dönem özellikle Soğuk Savaş döneminin kilit ülkelerinden biri olan
Türkiye için oldukça sarsıntılı geçmiştir.67 Sovyet Birliği’nin dağılması ve So-
ğuk Savaş döneminin Doğu-Batı cepheleşmesinin sona ermesiyle ülkenin poli-
tika yapıcıları, karar alıcıları ve dış politika uzmanları yeni dünya düzeninin
oluşumuna ilişkin belirsizlikler ve gerçekleşmeye başlayan bu yeni düzenin
neresinde uygun bir yer edinebilecekleri konusu ile karşı karşıya kalmışlardır.
Özellikle Avrupa ile Orta Doğu arasında dengeyi sağlamada büyük dikkat
gerektiren jeostratejik konumuyla Türkiye Soğuk Savaş sonrası taşların yerine
oturması sürecinde ciddi bir dönüşüm geçirmiştir.68 1991–2001 dönemi Türki-
ye’nin Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzeni içerisinde kendine stratejik bir
rol arama telaşıyla geçmiştir. Bu dönemde gerçekleşen ve Türkiye’nin yeni dış
politika hedeflerini ve doğrultusunu belirleyen başlıca olaylar şunlardır: Sov-
yetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarını ilan eden Orta Asya Türkî
Cumhuriyetleri ve Balkan ülkeleri ile yakınlaşma ve işbirliği yolunun açılması,
Körfez Savaşı sonrası Ortadoğu politikasının yeniden gözden geçirilmesi, Yu-
goslavya’nın dağılması ve Avrupa Birliği ile ilişkilerin kopma noktasına gel-
mesi.

65
Philip Giraldi (2008) “Turkey and the Threat of Kurdish Nationalism,” Mediterranean Quarterly
19(1), s.33.
66 Michael M. Gunter (2000) “The Continuing Kurdish problem in Turkey after Öcalan’s captu-
re,” Third World Quarterly, 21(5), s.857.
67 Abdülkadir Baharçiçek (2004) ‘Soğuk Savaş’ın Sona Ermesinin Türk Dış Politikası Üzerindeki
Etkileri’, içinde İdris bal (der.) 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım,
ss.57–74.
68 Bezen Balamir Coşkun (2009) ‘Turkey between the Middle East and the EU’, içinde Bezen
Balamir Coşkun ve Birgül Demirtaş-Coşkun (der.) Neighborhood Challenge: The European Union
and its Neighbors, Boca Raton: Universal Publishers, ss. 397–409.

635
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

BAĞIMSIZ TÜRKÎ CUMHURİYETLER VE BALKANLARA AÇILAN


KAPI
Sovyetler Birliği’nin ve takiben Doğu Bloğunun çökmesi Türk dış politika-
sı açısından bazı dezavantajlar getirdiği gibi Türkiye’nin sürdürdüğü gelenek-
sel dış politika stratejisini değiştirmesine de sebep olmuştur. Soğuk Savaş dö-
nemi boyunca Sovyet tehdidine karşı Batı nezdinde çok önemli bir jeostratejik
konuma sahip olan Türkiye, Soğuk Savaşın sona ermesi ile bu stratejik önemini
büyük ölçüde yitirmiştir. Öte yandan, Sovyetler Birliği gibi güçlü bir komşu-
nun dağılması, en büyük mirasçısı olarak ortaya çıkan Rusya Federasyonu ile
sınırının olmaması ve Rusya Federasyonu’nun politik ve ekonomik olarak za-
yıf bir halde bu on yılı geçirmesi Türkiye’nin Sovyetler Birliği döneminde ma-
nevra alanı bulamadığı Orta Asya ve Balkanlar’a açılımını kolaylaştırmış oldu.
Bu dönem Kafkasya ve Orta Asya; Rusya Federasyonu, Türkiye ve
İran’ın rekabetine sahne oldu. Rusya Federasyon’unun kendi arka bahçesi ola-
rak gördüğü bölgeye Türkiye aracılığıyla giriş yapmak isteyen ABD, bölge
üzerinde oynanan Büyük Oyun’u (The Great Game) yeniden başlattı. Özellikle
Hazar’daki enerji kaynaklarının ortaya çıkışıyla bu potansiyelin Rusya Fede-
rasyonu tarafından yönlendirilebileceği ihtimali ABD’nin bölgede daha etkin
bir politika izlemesine ve Türkiye’nin bu bölgede etkinliğinin artmasına destek
olmuştur. Yeni çağın Büyük Oyunu, böylece, bölgedeki enerji kaynaklarının
denetimi ve uluslararası pazarlara taşınması ile ilgili idi.69 Türkiye’nin bu böl-
gedeki varlığı, özellikle Müslüman nüfuslu Cumhuriyetlerde İran modelinin
komünist sistemin yerini almasından korkuttuğu için ABD ve diğer Batı ülke-
leri tarafından da desteklendi. Orta Asya’daki şartlar göz önüne alındığında
bölgesel politik istikrarı sağlamak, İran ve Rusya’nın bölgedeki etkisini denge-
leyebilmek amacıyla Türkiye bölgede değerli bir stratejik ortak olarak görül-
meye başlandı. Sovyetlerin sahneyi terk etmesiyle Türkiye kendini Balkan-
lar’dan Kafkaslara ve Orta Asya’ya uzanan bir coğrafyanın merkezinde bul-
du.70
Tüm bu stratejik hesaplar bir tarafa özellikle Orta Asya’daki Türkî Cum-
huriyetler ile yeniden entegre olabilme fikri Türkiye’de bazı kesimlerde Türk
Dünyası hayallerini yeniden canlandırdı. Ama bunun da ötesinde halkın ço-
ğunluğu Müslüman olan, kültürel ve etnik bağların güçlü olduğu 5 yeni devlet
-Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan- ile işbirliği
kapısının aralanması Türkiye için bulunmaz bir fırsat idi.
Balkanlar ise Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bölgenin en istikrarlı -aynı
zamanda NATO üyesi- ülkelerinden olan Türkiye ve Yunanistan’ın rekabetine
sahne oldu. Türkiye ve Yunanistan özellikle bölgedeki eski Doğu Bloğu ülkele-
rine yönelik daha etkin bir politika izleme ve bölgesel bir güç olma amacıyla
kıyasıya bir rekabete girdi ve bu rekabet Türkiye’nin Balkanlar’da Orta Asya

69 Baskın Oran (2003) Türk Dış Politikası, İstanbul: İletişim Yayınları.


70 İdris Bal ‘Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası için Türk Cumhuriyetlerinin Önemi’, içinde
İdris Bal (der.) 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, ss. 365–378.

636
25. Bölüm: Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası [1991-2001] Gökhan Bacık/B. Balamir Coşkun

politikalarına kıyasla daha dinamik bir politika izlemesine yol açtı. Yunanistan
ve Türkiye Balkanlarda önemli dış politika açılımları gerçekleştirme konusun-
da birbirlerini tetikledi.71 Bu rekabet sonucunda bölgede Yunanistan’ın etkili
olduğu ülkeler ve Türkiye’nin etkili olduğu ülkeler -Arnavutluk, Bosna Her-
sek, Makedonya ve kısmen Bulgaristan- gibi bir ayrım oldu. Bu rekabetin dö-
nemeç noktası Kamil Mehmet Büyükçolak’a (2002) göre 1996 yılıdır. 1996‘da
Yugoslavya’nın dağılması, Makedonya’nın bağımsız olması ve Yunanistan’ın
Arnavutluğa karşı izlediği milliyetçi politikalar Yunanistan’ın Avrupa’da dip-
lomatik olarak yalnız kalmasına sebep oldu.
Bosna savaşı süresince hem Türk kamuoyunun ilgisi hem de Türk dış po-
litika yapıcılarının aktif Balkanlar politikası devam etmiş ancak 1996 sonrasın-
da -özellikle Yugoslavya’daki savaşın sona ermesiyle- Türk kamuoyunun böl-
geye karşı olan ilgisi azalmıştır. Zaten Uluslararası Barış Gücünün Kosova ve
Bosna’ya yerleşmesi ile Türkiye’nin özellikle Yugoslavya’nın dağılması ile ba-
ğımsızlıklarını kazanan ülkeler konusunda fazla bir manevra alanı kalmamış-
tır. Aynı şekilde Balkan ülkelerinden bir kısmının AB ile üyelik sürecine gir-
mesi AB’nin bölgedeki etkinliğini artırmış dolayısıyla Türkiye’nin etkinliğini
azaltmıştır. 1991–2001 dönemi sona erdiğinde Türkiye’nin Balkanlardaki etki
alanı Türkiye ile tarihsel ve kültürel bağları görece daha güçlü olan Arnavut-
luk, Bosna ve Makedonya ile sınırlı kalmıştır.
Bu dönemde Türkiye ve Yunanistan arasında Balkanlarda etkinlik alan-
larını genişletme konusunda ortaya çıkan rekabet ve iki ülke arasındaki gergin-
lik başka alanlara da sıçramış, bu da Ocak 1996’da patlak veren Kardak krizi ile
iki ülkenin savaşın eşiğine gelmesi ile sonuçlanmıştır. Küçük bir kayalık yü-
zünden çıkan gerilim üst düzey NATO yetkililerinin ve Amerikalı diplomatla-
rın araya girmesi ile çözülmüştür.
Türkiye 1991–2001 döneminde bir yandan Yunanistan ile gerilim yaşar-
ken diğer yandan Sofya ve Ankara arasındaki buzlar erimeye başladı. Bulgaris-
tan’da Jivkov’un baskıcı politikalarına tepki olarak kurulan Demokratik Güçler
Parti’sinin Ekim 1991’de seçimleri kazanması ile iki ülke arasındaki ilişkiler
düzeldi. Dönemin Savunma Bakanı Nevzat Ayaz’ın 1992 yılında Bulgaristan’ı
ziyareti 100 yıl sonra ilk defa bir Türk Savunma Bakanı’nın Bulgaristan’ı ziya-
reti özelliği taşıdığı için tarihi bir olaydır. Türkiye’nin Bulgaristan’ın NATO
üyeliğini desteklemesi karşılığında Bulgaristan’ın ülkedeki PKK faaliyetlerini
yasaklamak üzere bir işbirliği protokolü imzalaması Türk-Bulgar ilişkilerinin
bu dönemde geçirdiği dönüşümün bir göstergesidir.72 Türkiye-Bulgaristan
ilişkilerindeki düzelme, Yunanistan tarafından kendine karşı bölgesel bir
komplo olarak yorumlanmış ve Yunanistan ve Türkiye arasında zaten var olan
gerilim daha da artmıştır.

71 Kamil Mehmet Büyülçolak (2002) ‘Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türk-Yunan İlişkilerinde
Yeni Bir Boyut: Balkanlar’, içinde Birgül Demirtaş-Coşkun (der.) Türkiye-Yunanistan Eski So-
runlar, Yeni Arayışlar, Ankara: ASAM, ss. 114-158.
72 Birgül Demirtaş-Coşkun (2001) Bulgaristan’la Yeni Dönem, Ankara: ASAM

637
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Tüm konjonktürel faktörler Türkiye’nin lehine olmasına rağmen 1991–


2001 dönemi Türkiye’nin Orta Asya ve Balkanlar’da etkin bir bölgesel güç ol-
ma fırsatını kaçırdığı bir dönem idi. Bu dönemde Batı, Orta Asya konusunda
İran’ın aslında bölgede korktukları tarzda bir egemenlik kuramayacağını aynı
zamanda Rusya’nın da bölgede ortaya çıkan güç boşluğundan yararlanabile-
cek kadar güçlü olmadığı sonucuna varmıştır. Bu da doğal olarak bölgede is-
tikrarın sağlanması ve dengelerin Batı lehine değişmesi için Türkiye’nin aracı-
lığına gerek olmadığı sonucunu doğurmuştur. Bu dönem süresince bazı Türk
politikacıların demeçleri Batı’da Pan-Türkizm gibi emperyalist Türk milliyetçi-
liğinin bölgede yaygınlaşmasına yönelik kaygılarını artırmıştır.
Son olarak, biraz önce bahsedilen Türkiye’deki politik ve ekonomik istik-
rasızlık ülkenin git gide içe kapanmasına ve dış politikayı ikinci plana atması-
na sebep oldu. Böylece Türkiye tarihi bir fırsatı kaçırdı. Buna rağmen Türkiye
bu dönemde özellikle Orta Asya Cumhuriyetlerine ve balkanlara yönelik ola-
rak aktif adımlar atmaya başladı. Örnek vermek gerekirse Türkiye ile Türkî
Cumhuriyetler ve Balkanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek için Türk İşbirliği
ve Kalkınma Ajansı (TİKA) 1992 yılında kurulmuştur.73 Türkiye içteki prob-
lemlerine ve kaynaklarının kısıtlı olmasına rağmen Türkî Cumhuriyetlere ve
bazı Balkan ülkelerine kredi vermiş, bu ülkelerdeki ekonomik reformların ba-
şarılı olabilmesi için yardım etmiştir. Bu ülkeler ile 1992 yılında başlatılan öğ-
renci kabul programları halen devam etmektedir. Türkiye TİKA aracılığıyla
çoğu eski Doğu Bloğu ülkeleri arasında olan Balkan ülkelerinin demokratik-
leşmesi ve piyasa ekonomisine geçişi konularında mali ve teknik yardımda
bulunmuştur. Türkiye stratejik olarak olmasa bile, yumuşak güç kullanarak
hem Balkanlarda hem de Orta Asya’da eski Doğu Bloğu ülkeleri ile bağlarını
güçlendirmiş ve kademeli olarak politik etkinliğini artırmıştır.
KÖRFEZ SAVAŞI VE TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI’NDA
YENİ DÖNEM
Türkiye Ortadoğu karşısında her daim tedbirli olmuştur. Bölgede sürege-
len karmaşıklık ve istikrarsızlık, demokrasi geleneğinin olmayışı ve bölgeye
yapılan devamlı silah akışının düşmanca yönetimlerle birleşmesi Ankara’yı her
zaman endişelendiren konular olarak öne çıkmıştır. Soğuk Savaşın sona erme-
sinden sonra Ortadoğu’daki gelişmeler art arda gelmiştir. Uluslararası alanda
“Büyük Ortadoğu” fikrinin canlanması Türkiye’nin bölgedeki etkinliği konu-
sunu yeniden gözden geçirmesine sebep olmuştur. Dietrich Jung ve Wolfango
Piccoli’ye göre; “Büyük Ortadoğu” fikri ihmal edilmiş Osmanlı mirasını yeni-
den canlandırmış ve devlet elitlerini Kemalist güç Blokunun karşılamaya hazır
olmadığı sorunlar ve fırsatlarla karşı karşıya bırakmıştır.74 Kürt milliyetçiliği,
global İslam ve pan-Türkizm’in ortaya çıkışı ikili ilişkilerde sorun olmuş ve
75
mevcut siyasi araçları iç ve dış sorunlara karşılık vermede yetersiz kılmıştır.

73 http://www.tika.gov.tr/TR/Icerik.ASP?ID=22
74 Dietrich Jung ve Wolfango Piccoli (2000) Turkey at the Crossroads: Ottoman Legacies and the
Greater Middle East, London: Zed Books, s. 106.
75 Ibid.

638
25. Bölüm: Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası [1991-2001] Gökhan Bacık/B. Balamir Coşkun

Özellikle, 1990–1991 Körfez Savaşı döneminde Türk dış politikası Orta


Doğu’da süregelen çatışmalara taraf olmamaya yönelik geleneksel Ortadoğu
politikasından sapmıştır. Soğuk Savaş döneminin sona ermesi gibi dış çevre-
deki değişimlerin derinliği analistler tarafından Türkiye’nin kendiliğinden dış
politikasını adapte ederek bu değişimlere cevap verdiği şeklinde yorumlan-
mıştır. Ancak Türkiye’nin dış politikasındaki değişim aşamalı olmuş ve ulusal
politik gelişmelerle iç içe geçmiştir. Philip Robins’e göre “… özellikle yeni bir
on yılın eşiğinde derinlemesine değişen dünyada, dış politikanın en temel
prensipleri üzerinde bile değiştirici baskılar oluşacaktır. Irak’ın Kuveyt’i işga-
76
li… Türkiye’nin Orta Doğu üzerindeki politikalarına engel oluşturmuştur.”
Türkiye’nin İran-Irak savaşında izlediği aktif tarafsızlık politikasına dayanarak
aynı politikayı Kuveyt’i işgali olayında da bekleyen Irak, Türk Dışişleri Bakan-
lığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nun Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini talep etmesi
karşısında oldukça şaşırmıştır. Buna ek olarak Türk hükümeti Birleşmiş Millet-
ler Güvenlik Konseyinin Irak’a ekonomik ambargo uygulamasını öngören 6
Ağustos 1990 tarih ve 661 sayılı kararını vakit geçirmeden onaylamış hatta
Yumurtalık petrol boru hattının birini de kapamıştır.77
Körfez Savaşı’nın Türkiye’nin 1991–2001 dönemi Ortadoğu politikasını
belirleyen ikincil etkilerinden biri de bu dönemde Türkiye’nin bir iç güvenlik
sorunu olarak gördüğü Kürt sorunu ve siyasal İslam tehdidi gibi konuların
Türkiye’nin dış politikalarını da etkileyen faktörler olarak ortaya çıkmasıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölücü Kürt gruplarına karşı verdiği mücadele ulus-
lararası alanda eleştiri konusu olmaya başlamış ve Türkiye’nin hem Batı hem
de Orta Doğu’daki komşuları ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu-
nunla beraber, Kürt sorunu 1990‘lar boyunca Türkiye’nin özellikle Irak, Suriye
ve İran ile olan ilişkilerinin de odak noktası olmuştur.
Körfez Savaşı boyunca -sonrasında da- Kürtlerin Kuzey Irak’ta barınma-
larını sağlayan Amerikan garantörlüğüne karşılık olarak Türk yetkililer Irak
devletinin toprak bütünlüğünü korumadaki kararlılıklarını ve Kuzey Irak’ta
bir Kürt devletinin oluşturulmasına karşı olduklarını belirtmişlerdir. Türk as-
keri güçlerinin Kuzey Irak’a yapmış olduğu düzenli müdahaleler döneme
damgasını vurmuştur. Ayrıca bu dönem boyunca, Kuzey Irak’taki özerk Kürt
bölgesi yetkilileri bölücü örgüt elemanlarını koruyup saklamakla suçlanmış ve
bu durum sık sık Irak, Türk ve Amerikan yetkililerini karşı karşıya getirmiştir.
1990‘lar boyunca Kürt sorunu Türkiye’nin Suriye ve İran ile olan ilişkile-
rinin de odak noktası olmuştur. Dicle ve Fırat nehirlerinden gelen suyun ta-
şınması üzerine çıkan anlaşmazlık ve ardından gelen Kürt sorunu Türkiye ve
Suriye’yi savaşın eşiğine getiren tehlikeli bir anlaşmazlığa dönüşmüştür.
İran’la olan ilişkilerde ise, bazı Türk yetkililer ve gazetecilerin Türkiye’deki
siyasi İslam’ın yükselişini dış müdahalelere, özellikle de İran’ın müdahalesine

76 Philip Robins (1999) Turkish Foreign Policy, Ramat Gan: The Begin Sadat Center for Strate-
gic Studies.
77 Enver Bozkurt (2004) ‘1991 Körfez Savaşı, Ambargo ve Türkiye’nin Politikası’, içinde İdris Bal
(der.) 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, ss.751–768.

639
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

dayandırma eğilimi İran’ın Kürt milliyetçiliğini desteklediği yönündeki kaygı-


larla birleşerek İran ile Türkiye arasındaki gerilimin temel kaynağı olmuştur.78
YUGOSLAVYA’NIN DAĞILMASI VE BOSNA İÇ SAVAŞI
Soğuk Savaş sonrası Balkanlarda etkinliğini artırmayı hedefleyen Türkiye
bu dönemde Yugoslavya’daki gelişmeleri kaygıyla takip etmiştir. 1992 yılında
Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsız olan tüm devletleri tanımış ve diplomatik
ilişkilere başlamıştır. Türkiye 1992 -1995 yılları arasında yaşanan Bosna Savaşı
sırasında bilfiil taraf olmasa da Sırp saldırılarını durdurmak için uluslararası
toplumun harekete geçmesi için hem ikili düzeyde hem de bağlı olduğu ulus-
lararası örgütler -NATO, Birleşmiş Milletler, AGİT ve İslam Konferansı- çerçe-
vesinde çaba göstermiştir. Ayrıca, 1995 yılında imzalanan Dayton Antlaşması
sonucunda oluşturulan barış gücüne de destek vermiştir. Türkiye’nin bu des-
teği Balkanlar’daki komşuları olan Bulgaristan ve Yunanistan tarafından eleşti-
rilse de Türkiye aktif olarak barış gücüne katılmıştır.
Bosna’daki savaş sırasında Türkiye Boşnaklar ve Bosnalı Hırvatlar ile
ikili temaslarda bulunarak arabuluculuk yapmaya çalışmış bunun sonucu ola-
rak da Boşnak Hırvat Federasyonu’nun kurulmasına ön ayak olmuştur. Aynı
zamanda Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yeni Yugoslavya Cumhuriyeti ile
diplomatik ilişkileri de sürdüren Türkiye, tarihsel ve kültürel bağlarından do-
layı Kosova sorununda ihtiyatlı olmaya çalışmış, sorunun anayasal çerçevede
çözülmesi gerektiğini belirtmiştir.79
Türkiye’nin Bosna iç savaşı ve Kosova sorununda oynadığı rol daha ağır-
lıklı olarak diplomatik manevralar dâhilinde ve uluslararası örgütler çerçeve-
sinde kalmıştır. AB’nin müdahalede gecikmesi ABD’nin NATO aracılığıyla
bölgeye müdahale etmesine yol açmış ve ABD Balkanlarda da etkinlik alanı
bulmuştur. Türkiye Batı Balkanlarda da yumuşak güç kullanımı yoluyla ken-
dine etkinlik alanı yaratmaya çalışmıştır. Bu bağlamda TİKA aracılığıyla böl-
gedeki ülkelere mali ve teknik yardımda bulunmuştur.
AB - TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDEKİ İNİŞ VE ÇIKIŞLAR
31 Temmuz 1959’da imzalanan Ankara Anlaşması ile Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na üye olmak için başvuran 14 Nisan 1987‘de ise tam üyelik başvu-
rusunda bulunmuş olan Türkiye’nin 50 yıllık AB hikâyesi iniş çıkışlarla dolu
olmasına rağmen 1991–2001 dönemi AB-Türkiye ilişkilerindeki en gerilimli
dönem olmuştur.

78 Özden Zeynep Oktav (2007) ‘The Limits of Change: Turkey, Iran, Syria’, içinde Nusin Ateşoğ-
lu Güney (der.) Contentious Issue of Security and the Future of Turkey, London: Ashgate, ss. 85–
98.
79 İrfan Kaya Ülger (2004) ‘Balkan Gelişmeleri ve Türkiye: 1990’lı Yıllar’, içinde İdris Bal (der.)
21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, ss. 229–244.

640
25. Bölüm: Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası [1991-2001] Gökhan Bacık/B. Balamir Coşkun

1994–1996 döneminde 10 Merkez ve Doğu Avrupa ülkesi AB’ye üyelik


için başvurmuş, 12–13 Aralık 1997‘de Lüksemburg’da toplanan AB Zirvesi’nde
genişleme ile ilgili alınan karar ile Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Po-
lonya, Slovenya ve Kıbrıs Rum Kesimi’nden oluşan birinci grupla üyelik gö-
rüşmelerinin Nisan 1998’de başlayacağını, Bulgaristan, Romanya, Letonya,
Litvanya ve Slovakya’dan oluşan ikinci grubun ise üyelik görüşmeleri için bir
süre daha beklemesi kararı alınmıştır.80 Aynı bildirgede Türkiye ile ilgili ola-
rak Türkiye’nin tam üyelik için ehil olduğu ve diğer adaylarla aynı kriterlere
göre değerlendirileceği vurgulanmıştır. AB’nin bu tutumu hükümet tarafın-
dan, hem Türkiye’nin tam üyelik sürecinden dışlandığı ve Yunan tezlerinin ön
koşul olarak Türkiye’ye dayatılması şeklinde değerlendirilmiştir. 1997 Lük-
semburg Zirve’sinde adının tam üye adayları arasında olmadığını gören Tür-
kiye tepkisini AB ile siyasi diyaloğu keserek göstermiştir. Bu durum 1999’da
Türkiye’nin adaylığının teyit edildiği Helsinki Zirvesi’ne kadar böyle devam
etmiştir.
SONUÇ
1991–2001 dönemine Türkiye son derece dezavantajlı başlamış, içerideki
kaotik ekonomik ve politik ortam Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dış politi-
kasına da yansımıştır. Bu 10 yıl içinde hükümetlerin ve Dışişleri Bakanlarının
sürekli değişmesi, ekonomik alanda da dış borçlanma sebebiyle ABD’ye ba-
ğımlı bir pozisyona düşmesine sebep olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
jeostratejik önemini yitireceğini düşünen ve dış politika atağı yapacak kadar iç
istikrarı olmayan Türkiye bu on yıla başlamıştır. Sovyetler Birliğinin dağılması
ile değişen bölgesel ve küresel dinamiklerin sarsıntılarını da en yakından his-
seden ülke Türkiye olmuştur. Doğu Bloğunun etkisinin ortadan kalkmasıyla
Orta Asya, Orta Doğu ve Balkanlarda bir güç boşluğu ortaya çıkmış ve bu da
yeni bir büyük oyunun başlamasına sebep olmuştur. Türkiye bu büyük oyun-
da kendine sağlam bir yer ayarlayabilecekken bu bölümde tartışılan çeşitli iç
ve dış faktörler sebebiyle dönemi fazlaca bir fayda elde edemeden kapatmıştır.
Bir başka deyişle, Türkiye kendi içine kapanarak aslında 1989 yılında başlayan
Soğuk Savaş sonrası döneme ancak 1999 AB Helsinki Zirvesi ile girebilmiştir.
Türkiye’nin bu bölgelerde etkin bir güç olabileceği halde Orta Asya Türkî
Cumhuriyetleri ve Balkan devletleri ile ortaya çıkan yakınlaşma fırsatı, ülkenin
içinde bulunduğu kaotik ortam ve Avrupa ve ABD’nin 1990’ların ortalarına
doğru Türkiye’nin bu bölgelerde oynayabileceği rolü fazla abarttıklarını fark
etmeleri sonucunda kaçırılmıştır. Ortadoğu politikalarında ise Körfez Savaşı ile
değişen Ortadoğu politikasının yönü ve dengesi, 1990’lara kadar bir içişleri
sorunu olarak algılanan Kürt sorununun uluslararası bir hal alması ile daha da
çetrefilli bir hale gelmiştir.

80 Barchard, D. (1998). Turkey and the European Union, London: Centre for European Reform

641
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

26. BÖLÜM
1980-2000’DE TÜRKİYE EKONOMİ POLİTİĞİ:
ÇALKANTILI BİR EKONOMİDE İSLAMCI SİYASETİN
YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ∗

Murat ÇEMREK∗∗

GİRİŞ
1980 yılı Türkiye’nin hem ekonomik hem de siyasî tarihinde başlı başına
bir dönüm noktasını sembolize eder. Aynı yılın 24 Ocak’ında, daha sonra bu
tarihle anılacak, ekonomik odaklı alınan kararlarla Türkiye, ithal ikameci sana-
yileşme (import-substituting industrialization) döneminden ihracat yönelişli
(export-oriented) siyasalara geçmeye başladı. Bununla, bir yandan Reagan ve
Thatcher ile başlayan neo-liberal politikalara geçişin sinyalini veren Türkiye,
bir yandan da küresel ekonomik sisteme entegre olma kararlılığını ortaya
koymaktaydı. 24 Ocak Kararları’nın sonuçları daha devşirilmeden aynı yıl
ordunun “akan kardeşkanına son vermek” adına 12 Eylül’de1 yönetime el
koymasıyla, siyaset -paradoksal olduğu kadar ironik bir biçimde- laikliği ko-
ruma adına İslâm’ın kamusal görünürlüğünün artışına ve böylece siyasî bir dil
haline gelişine şahit olundu.
1980’lerde Türkiye’de İslâm, hem askerî yönetim (1980–1983) hem de Özal
başbakanlığındaki hükümetler (1983–1989) tarafından Türk kimliğinin önemli
bir parçası olarak kabul görmüştür. Bu kabulün 1990’ların başlarında da ko-
runması, Refah Partisi’ne (RP) 1994’te yerel ve 1995’te de genel seçimlerde ba-
şarıya giden yolu açmıştır. RP’nin başarısı, Kemalizm’in ve dolayısıyla da laik-
liğin koruyucusu ordunun sert uyarısıyla karşılaşırken İslâmcı siyasetin yükse-
lişi, irticaya karşı laik cumhuriyeti koruma adına “post-modern darbe” olarak
nitelendirilen 28 Şubat süreci ile bastırılmıştır. Yine de İslamcı siyaset, Millî
Görüş çizgisinin daha önceki partileri olan Millî Nizam Partisi (MNP) ve Millî
Selamet Partisi (MSP) gibi RP ve akabinde Fazilet Partisi’nin (FP) kapatılması


Bu çalışma, Murat Çemrek’in “Formation and Representation of Interests in Turkish Political
Economy: The Case of MÜSİAD (Independent Industrialists’ And Businessmen’s Associa-
tion)”, Ankara, Bilkent Üniversitesi, 2002 adlı yayımlanmamış doktora tezinin üçüncü bölü-
münün (Turkish Political Economy in 1980-2000: Rise and Fall of Islamist Politics in A Turbu-
lent Economy) Segâh Tekin (Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Arş. Gör.) tara-
fından tercüme edilmiş ve Murat Çemrek tarafından gözden geçirilirek yeniden düzenlenmiş
halidir.
∗∗
Prof. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

643
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ile aynı kaderi paylaşsa da, kazandığı toplumsal onay ile periferiden merkeze
doğru hızla ilerlemiştir. Hatta Kasım 2002’den bu yana iktidarda bulunan Ada-
let ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), bir anlamda, siyasî selefleri ve zihinsel hav-
zasını bu akım oluşturmuştur. Türkiye ekonomisi ve siyaseti yekdiğerinin kı-
rılganlığı ve bunun getirdiği sorunlar çerçevesinde küreselleşirken ye-
rel/ulusalın dönüşümünü de yaşamaktadır. Bu çerçevede, bugünün Türki-
ye’sini anlamak için bugünü hazırlayan dönüşümün tohumlarının atıldığı ya-
kın tarihe bakmak isabetli bir adım olacaktır.
ASKERÎ HÜKÜMET DÖNEMİ: 1980–1983
1 Şubat 1979’da Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin tam onbeş yıllık sürgü-
nünden ülkesine dönüşünden kısa bir süre sonra İslâm Cumhuriyeti’nin kuru-
luşunu ilan etmesiyle, İran İslâm Devrimi, dünya politikasında yeni bir sayfa
açmıştır. Çağrıya İslâm dünyasının herhangi bir yerinde benzer bir cevap gele-
bileceği spekülasyonu2 insanların aklına Türkiye’ye dair soru işaretleri getir-
miştir. Zira İran’ın komşusu ve uzun süre hilafete ev sahipliği yapmış Osmanlı
Devleti’nin ardılı olarak Türkiye, bu konuda oldukça büyük bir potansiyel
taşımaktaydı. Üstelik 1970’lerin sonlarında ülkedeki kaotik siyasî ortam da bu
endişeyi güçlendirmekteydi. Sorun, Türkiye’deki İslâmcı uyanışın modern
Türkiye Cumhuriyeti’ne bir tehdit yöneltip yöneltmeyeceği ve ülkenin Batı ile
ilişkilerini ne kadar önemsediği idi.3 Bu bağlamda, 6 Eylül 1980’deki MSP’nin
Konya’da düzenlediği “Kudüs’ü Kurtarma Mitingi” bardağı taşıran son damla
oldu. Mitingde ellerinde üzerlerinde Arapça ibareler bulunan yeşil bayraklar
taşıyan, cübbe ve fes giymiş göstericiler Şeriat’ın geri gelmesi için sloganlar
atarken bazı katılımcılar daha da ileri giderek İstiklâl Marşı okunurken ayağa
kalkmayı reddetmişlerdi. Sonuç, MSP’nin tahminlerinin ötesindeydi. Bu mi-
ting, Türkiye’nin maruz kaldığı üçüncü askerî müdahale olan 12 Eylül 1980
darbesini hızlandıran bir katalizör işlevi gördü.4 Öyle ki; askerî darbenin başı
olarak 1980–1982 arasında Devlet Başkanlığı ve 1982–1989 döneminde de
Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten General Kenan Evren durumu şu sözlerle
ifade etmişti: “...Konya olayları irticanın ne boyutlara ulaştığını… [ve] tehlikenin
yakınlığı ve doğasını göstermiştir”.5
Askerî müdahaleye karşı İslâmcı protestolara rağmen cunta yönetimi
İslâm’ı siyasetten tamamen uzaklaştırma eğiliminde olmamıştır. Tam aksine,
askerî yönetim döneminde İslâm’ın devletin milliyetçi ideolojisi ile bütünleşti-
rilmesi gerçekleştirilmiştir. Laik Kemalizm’in kalesi olan askerî yetkililer eği-
tim sistemi aracılığıyla İslâmî değerleri topluma telkin etmeye çalışmışlardır.
Böylelikle ilk ve orta öğretimde “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi 1982
Anayasasının 24. maddesi uyarınca zorunlu hale getirilmiştir.6
İslâm, bu dönemde, resmî Türk milliyetçiliğine rakip olarak değil, ona pa-
yanda olmak üzere istihdam edilmiştir. Ordunun din ve siyasete dair geçmiş-
teki katı görüşlerindeki değişim, ikisinin uzlaştırılması ile belirgin hale gelmiş-
tir. Hatta Evren, askerî yönetiminin laik politikalarını meşrulaştırmak için mi-
tinglerde Kuran’dan ayetler okumayı da ihmal etmemiştir. Sonuçta, İslâm’ın
ulusu birleştirmekte önemli bir rolü olduğu düşünüldüğünden cunta yönetimi
İslâm ve devlet arasında bir ortak zemin bulmaya çalışmıştır.

644
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

Bu tarihsel çerçevede askerî yönetim döneminde hazırlanan 1982 Anaya-


sası, “tarihsel ve ahlâki Türk değerleri”ne verdiği önemle orijinal Kemalist
söylemden “‘akıllıca bir sapma”’ olarak değerlendirilebilir.7 Böylelikle İslâm,
devlet eliti nezdinde, en azından Türk kimliğini ve birliğini koruma, komü-
nizme ve bölücü hareketlere karşı panzehir olma özelliklerinin önemi ile kabul
görmüştür. Heper’in ifade ettiği gibi “[D]inin siyasete alet edilmesine tamamen
karşı olmasına rağmen askerîye, toplumda dinin rolüne dair Atatürk sonrası
bürokratik entelijansiyanın o zamana kadarki tavırlarından daha fazla hoşgörü
sergilemiştir.”8
Türk-İslâm sentezi olarak isimlendirilen yeni bir ideolojik formül ile askerî
rejim devletin laik karakterinden vazgeçilmesini gerektirmeyen yeni bir yakla-
şım sundu.9 Bu formül, üyelerinin çoğunluğunu üniversite öğretim üyelerinin
oluşturduğu Aydınlar Ocağı tarafından geliştirilmişti. Ocağın üyeleri
1980’lerde önemli bürokratik ve siyasî görevlere getirildiler ve karar alma sü-
recinde büyük etki sahibi oldular.10 Bu kişiler İslâm’ı Türk kültürünün temeli
olarak kavramsallaştırırken temel tezleri, Türk ulusunu en iyi “aile, câmi ve
kışla” üçgeninin temsil ettiğiydi. Mamafih, bu yaklaşıma göre, Batının gözü
kapalı taklidi ile bu temsil zarar görmüştü. Zararın telâfisi için ise devlet resmî
eğitimin yanı sıra müziğin, edebiyatın ve görsel sanatların şekillenmesinde
etkin rol oynamalıydı.11 Böyle bir yaklaşım, Kemalist paradigmayı yeniden
kurmayı hedefliyor olmasına rağmen Türkiye’de İslâmcı uyanışına katkı sağ-
layıp kamusal alanda İslâm’ın görünürlüğünün artmasına yol açmıştır.
Türk-İslâm Sentezi, dinin kültürel ve sosyal kontrolün özü olarak görül-
düğü otoriter fakat İslâmcı olmayan bir devlet modeli hedefliyordu. Bu yüz-
den, eğitim sistemi içinde din teşvik edilmeli fakat politize olmamalıydı.12 Le-
vent Köker, bu bağlamda, askerî yönetimin meşruiyet krizini aşmak ve Türk-
İslâm Sentezi’ne sahte bir bağlılık göstererek 1980’lerde devletin gücünü sağ-
lamlaştırmak istediğini ifade etmektedir.13 Böylelikle din, Türk ulusal kimliği-
nin en önemli belirleyicisi olurken Türk milliyetçiliği İslâm tarafından destek-
lenmiştir. Kısacası, Kemalist projenin laik yönünün yerini, Türk-İslâm tarihinin
yeniden yorumlanması ve İslâm’ın 1980’lerdeki milliyetçi amentüye dâhil
edilmesi almıştır.
Sonuç olarak, 1980’ler İslâmcı hareket için önemli bir dönüm noktasını
temsil etmektedir. Bu dönemde İslâmcı hareket daha fazla kitlesel destek gör-
mekle kalmamış aynı zamanda kendini geliştirmek için daha fazla fırsata da
sahip olmuştur. Ordu, İslâm’ın birey ile devleti birbirine bağladığını ve toplu-
mun değişik tabakalarını ve sınıflarını birleştiren bir güç olduğunu anlamasıy-
la, İslâm’dan yalnızca siyaset alanında değil fakat geliştirmeye çalıştıkları yeni
ahlâki sistemde birleştirici özelliğini vurgulayarak kültürel bir varlık olarak da
yararlanmak istemiştir. Bu da İslâmî kültürün kamusal alanda daha fazla gö-
rünür olmasını sağlayarak 1990’ların sonuna kadar İslâmcı siyasetin yükselme-
sinin önünü açmıştır.

645
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ÖZAL DÖNEMİ: 1983–1989


1982 yılında düzenlenen bir referandumla yeni Anayasanın kabul edilme-
sinin ardından 6 Kasım 1983’te yapılan genel seçimleri Turgut Özal’ın liderli-
ğindeki Anavatan Partisi (ANAP) kazanmıştır. Nilüfer Göle’ye göre, Özal’ın
ANAP’ı “İslâmcı muhafazakârlığa sadakati, ekonomik liberalizme güçlü bir
adanmışlıkla birleştirerek Türk ekonomisini dünya pazarlarına ihracat yapma-
ya yönlendirmiştir.”14 Göle, Özal’ın yaklaşımını mühendislikten gelen pragma-
tizme ve “İslâmî sosyal mühendislik”15 olarak tanımladığı kültürel muhafa-
zakârlığa bağlarken, Özal ve ekibini ise “Müslüman mühendisler” olarak ad-
landırmaktaydı.16 Göle’ye göre Özal’ın kurduğu “parti ‘ütopyacı İslâmcılığı’
vurgulamıyor ama onun yerine geçmişten gelen mirası ve inanca dayalı ideali
ön plana çıkarıyordu.’’17
Özal, “din”i Türkiye’nin dönüşümünde hem özne hem de nesne olarak
görmekteydi.18 Böylece, Özal, İslâm’ın ahlâkî prensiplerini överken ülkenin
karşı karşıya kaldığı ekonomik problemlerin bizatihi İslâmî değerler sistemin-
den uzaklaşmaktan kaynaklandığını iddia edebilmekteydi.19 Aynı şekilde
Özal, laiklik ilkesini dine karşı değil, aksine dinin güvencesi olarak görmekte
ve laikliği hiç kimsenin bir diğerinin inanç sistemine müdahale etmemesi ola-
rak tanımlamaktaydı. Bu bağlamda, laikliğin bireylere değil devlete ait bir me-
sele olduğunu iddia edip ve kendini de laik değil de dindar bir Müslüman
olarak tanımlamaktan imtina etmiyordu.20 Özal’ın geliştirdiği modernleşme ile
İslâm sentezi toplumun dindar kesimleri tarafından da olumlu karşılanmıştı.
Böylesine bir İslâm anlayışı, Özal’ın liberalizme bakışının, yani bireyciliği ve
devletin küçülmesini vurgulamasının paralelinde meşhur ettiği üç –fikir ve
ifade, inanç ile girişim- özgürlüğün temelini oluşturmaktaydı.21
Nihayetinde, askerî yönetim döneminde İslâm’ın devlet düzeyinde kabul
görmesi ve artan kamusal görünürlüğü, Özal hükümetleri döneminde daha da
belirginleşirken devrin göreceli liberal politikaları aracılığıyla da toplumsal
düzeyde gelişme gösterdi.
1990’LAR
1990’ların ilk yarısında Doğru Yol Partisi (DYP) 1980’lerin İslâm’la güç-
lendirilmiş resmî Türk milliyetçiliğinin temel ilkelerini devam ettirdi.22 Üstelik
1990’larda resmî parametre ve prensipler; köktendincilikten etnik milliyetçili-
ğe, insan haklarından siyasî haklara, çok-kültürlülükten ulus-sonrası anayasal
vatandaşlığa kadar uzanan çeşitli kimlik/farklılık söylemleriyle mücadele et-
mekteydi. 1990’lardaki Türk siyasetinin en önemli özelliği belirsizliğiydi. Tür-
kiye Cumhuriyeti’nin siyasî aktörleri, daha öncesinde hiç olmadığı kadar ve
giderek artan biçimde toplumsal olaylardan ve toplumsal taleplerle gelen meş-
ruiyet ve temsil krizleriyle karşı karşıyaydılar. Örneğin, ne Cumhuriyet’in va-
tandaş vizyonu ne de en temel özelliği olan laiklik ve Kemalist projeye uygun
sorumlu bireyler yetiştirmeye yetiyordu.
Türkiye’deki İslâmcı siyaset, esas olarak, Müslüman kimliğini İslâm’ın ge-
leneksel yorumlarından kurtarıp Kemalist modernleşme sürecine karşı çıkar-
ken yeniden inşâ etmeyi vaat ediyordu.23 Bu çerçevede, halkın en çok mensup

646
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

olduğu din olarak İslâm, tartışmaların merkezindeydi ve Türkiye’deki İslâmcı


hareketin başlıca iki endişesi söz konusuydu: İlki, İslâmî kimliğin tanınması ve
kamusal alana dâhil edilmesi ve ikincisi de çağdaş toplumlar için kapsamlı bir
çoğulculuk modeli sunma çabasıydı. İslâmcılara göre, 1920’lerden beri sürdü-
rülmekte olan laik milliyetçi modernleşme projesi, Türkiye’de bir kimlik krizi
doğurmuştu. İslâmcılar, bu yüzden, kamusal alanda kimlik farklılıklarının
kabul görmesi ve devlet kurumları ile bütünleştirilmesi için çaba göstermek-
teydiler. Kemalist modernizm projesine tepkileri de çoğulculuk, kimlik ve va-
tandaşlığa dair politikaları ile kendini göstermekteydi. Elbette, İslâmcıların
1990’lardaki “çoğulculuk” algıları ve kavramsallaştırmaları kendi içinde bü-
tünsellik göstermediği gibi söylem düzeyinde kullanışları bile dikkatli bir tet-
kike muhtaçtır. İslâmcılara göre asıl sorun, İslâmî karakterin kamusal söylem-
den dışlanması ve kök/en/leri yabancı bir laik milliyetçiliğin devlet eliyle –
cebren- toplumun bir parçası haline getirilmesiydi.24 Kısacası, Türkiye’deki
İslâmcı hareket kendi modernleşme okumasını geliştirmişti. Bu okuma,
İslâm’ın geleneksel ve yerel değerlerin modern küresel dünya ile tam bir bü-
tünlük içinde olmasının sağlanmasıydı.
1990’lı yıllarda Türkiye’de İslâm ve devlet arasındaki ilişkiler büyük ölçü-
de RP’nin siyasî başarısı etrafında şekillenmiştir. RP, 19 Temmuz 1983’te Ali
Türkmen’in başkanlığında kurulmuş, sonra onun yerini Ahmet Tekdal almıştı.
6 Eylül 1987’de yapılan referandumla 1980 öncesi dönemin siyasî liderlerinin
siyaset yasaklarının kalkması ile Erbakan RP’nin 11 Ekim 1987’deki II. Genel
Kongresi’nde “‘yeniden kurulan MSP”nin resmî lideri olarak siyaset sahnesine
geri döndü.25
1990’larda RP daha önceki “azınlık” rolünün ötesine geçerek “ideolojik
omurgalı bir kitle partisi” haline gelirken 1990’lardaki en kayda değer gelişme
de 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan genel seçimler oldu. Milliyetçi Çalışma Par-
tisi (MÇP)26 ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP), RP bayrağı altında bu seçime
girdiklerinde, gerçekte ittifakın temelini oluşturan pragmatik ve hatta fırsatçı
hesaplara rağmen, “İnananlar RP’de birleşti” sloganı ile Kuvay-ı-Milliye tema-
sının canlanışı bolca vurgulanmıştı. RP, bu ittifakı bir iltihak olarak göstermek
isterken27 pek çok İslâmcı siyasetçi de gerçeğe uygun olmayan biçimde aynı
beklentiye girdi. Yine de ittifak, geçerli oyların %16,88’i ile Türkiye Büyük Mil-
let Meclisi’ndeki (TBMM) 63 sandalye almayı başardı. Bununla birlikte, ittifak
uzun ömürlü olamadı ve seçimlerden 52 gün sonra 15 Kasım 1991’de 19 MÇP
kökenli ve 3 IDP kökenli milletvekili RP’den ayrıldı. Bu sözüm ona ittifak, hü-
kümetin Süleyman Demirel’in DYP’si ve Erdal İnönü’nün Sosyal Demokrat
Halkçı Parti’si (SHP) arasında koalisyon hükümeti kurulması nedeniyle bo-
zulmuş oldu.28 Kısacası, bu sonuç RP’ye bir dahaki seçimlerde seçmen kitlesini
genişletebilmesi için bir fırsat tanımış oldu.
27 Mart 1994’deki yerel seçimlerde RP oyların %19’unu alarak Ankara ve
İstanbul dâhil olmak üzere altısı büyükşehir olmak üzere 28 ilin belediye baş-
kanlığını kazandı. Bu seçim başarısı, 24 Aralık 1995’te yapılan genel seçimlerde
de devam etti. RP ülke çapında oyların %21,3’ünü alarak TBMM’ye 158 millet-
vekili ile girdi. Bu başarı, hareketin liderleri tarafından çeyrek yüzyıllık gayret-

647
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

li çalışmanın sonucu olarak sevinçle karşılanmıştı. Büyük manevralardan sonra


Meclis’te en büyük gruba sahip RP, kısa ömürlü ve zorlu bir ANAP-DYP koa-
lisyonunun ardından Tansu Çiller liderliğindeki DYP ile 28 Haziran 1996’da
bir koalisyon hükümeti kurdu. “Refahyol” olarak bilinen bu koalisyon, bir
azınlık hükümeti olarak Büyük Birlik Partisi (BBP) sayesinde 8 Temmuz
1996’da güvenoyu alarak göreve başladı. 18 Haziran 1997’de Erbakan’ın ordu-
dan gelen baskıların artması dolayısıyla dönüşümlü Başbakanlık formülünü
bir sene erkene alarak Çiller lehine çekildiyse de, dönemin Cumhurbaşkanı
Demirel hükümetini kurma görevini Çiller’e tevdi etmedi.
Refahyol hükümeti, bir seneyi bile tamamlayamadığı kısa ömründe iki
önemli olayla sarsılmıştır: İlki, 28 Şubat 1997’de düzenlenen ve hükümetin
düşürülmesinde katalizör görevi gören Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantı-
sıdır. Kurulun askerî kanadı Başbakanı irtica konusunda uyarmış ve gerekli
tedbirleri almasını istemiştir. Olay, yüksek rütbeli generallerin uyarısının yeni
bir darbe türü, post-modern, olarak değerlendirilmesi ve takip eden dönemin
“28 Şubat Süreci” olarak adlandırılması açısından önemlidir. İrticanın yayılma-
sı olarak görüldüklerinden İslâmcı faaliyetler yasaklanmıştır. İkincisi, 21 Mayıs
1997’de Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, RP’nin “Anayasanın laiklik ilkesi-
ne karşı faaliyetlerin odağı” olduğu gerekçesi ile açtığı davada RP’nin kapatıl-
masını talep etmiştir. Bunun ötesinde Başsavcısı Savaş, RP’yi ülkeyi “iç sa-
vaş”ın eşiğine getirmekle suçlamıştır.29 Anayasa Mahkemesi’nin kararı uyarın-
ca RP, 15 Ocak 1998’de kapatılırken Erbakan ve RP’nin önde gelen beş yöneti-
cisi beş yıllığına siyasetten men edilmiştir. Kapatmanın ardından RP milletve-
killerinin çoğu 17 Aralık 1997’de kurulan FP’ye katılmışlardır. 18 Nisan
1999’daki genel seçimlerde geçerli oyların %15.41’ini alarak 105 milletvekili ile
Meclise üçüncü büyük parti olarak giren FP eşzamanlı yapılan yerel seçimler-
de de oyların %23’ünü ve 680 belediyeyi almıştır.30 Seçimlerin ardından, FP
milletvekili Merve Kavakçı’nın Meclis Genel Kurulu’nda düzenlenen yemin
töreninde başörtüsünü çıkarmayı reddetmesini Cumhuriyet Başsavcısı FP’nin
kapatılması için dava açmak için kullanmıştır.31
Laik çevrelerin dışlayıcı ve en ufak İslâmî meşruiyeti ortadan kaldırıcı ça-
balarına rağmen İslâmcı tabanda alternatif sosyal, kültürel ve ekonomik alanla-
rın oluşturulmasına paralel tedricen ama tam bir sosyal dönüşüm meydana
gelmiştir. İslâmcı gruplar bu alternatif alanları kültürel ve ekonomik açıdan
kendi paralel toplumlarını oluşturmak amacıyla kullanmışlardır. Örneğin,
radyo ve televizyon yayıncılığının serbest bırakılması, İslâmcı seslerin kendile-
rini çeşitli radyo istasyonları, TV kanalları, dergiler ve gazeteler aracılığıyla
ifade etmelerine imkân sağlamıştır. Nitekim siyasetçiler seçmenin dini duygu-
larına hitap etmeye ihtiyaç duydukları için Türk siyasetinin demokratikleşmesi
de İslâm’ın kamusal alana girmesine yardımcı olmuştur.32 İslâmî TV ve radyo
kanalları gibi yeni alternatif alanlar Türkiye’de İslâmcı grupların varlığına izin
verilmesini sağlamıştır.33
1980–2000 DÖNEMİ TÜRKİYE EKONOMİSİ
1980 öncesinde Türkiye’deki ekonomik sistem; devletin malî baskısı, nega-
tif reel faiz oranları, malî kazanımlar üzerinde ağır vergi yükü ve yüksek liki-

648
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

dite gereksinimi ile karakterize edilmekteydi. Üstelik 1970’lerin ikinci yarısın-


da Türkiye belirgin bir siyasî ve sosyal istikrarsızlığa maruz kalmıştı. Ekono-
mik alanda ise, 1970’lerin sonunda yaşanan büyük dış ödemeler dengesi krizi
iki faktörün etkisinde gerçekleşmişti. İlki, hâkim ithal ikameci sanayileşme
modelinin34 çöküşü, ikincisi de petrol fiyatlarındaki aşırı artışa bağlı dış şok-
lardı. Siyasî açıdan ise birbiri ardına göreve gelen zayıf koalisyon hükümetleri
ihtiyaç duyulan yapısal uyum sürecini geciktirerek ekonomik istikrarsızlığa
yol açmışlardı. Bu hükümetler sokaktaki vatandaşın günlük hayatını tehdit
eden terörü ve şehirlerdeki şiddeti kontrol altına alıp durduramadılar. Böyle
bir ortamda, ordunun sivil siyasete üçüncü müdahalesi 12 Eylül 1980 darbesi
bir sürpriz olmadı.
Devlet kontrolünde uzun süreli, yoğunlukla müdahaleci ve içe dönük
ekonomi politikaları dönemini ve 1958 ile 1970’teki iki istikrar programını ta-
kiben 1980’de Türkiye’de kapsamlı bir reform programı başladı.35 Süleyman
Demirel Başbakanlığındaki azınlık hükümeti, enflasyonu sürekli biçimde dü-
şürürken ihracata yönelik politikalar yürüterek düzenli bir büyüme yolunda
liberalizasyonu hedeflemekteydi. Ardından, “24 Ocak Kararları” adıyla bilinen
tasarruf tedbirleri, serbest piyasaya yönelik bir ekonomik modele ve Türki-
ye’nin küresel emtia ve para piyasalarıyla bütünleşmesine yöneldiğine işaret
etmekteydi. İlk adım, Temmuz 1980’de kredi ve banka mevduatı üzerindeki
faiz oranlarının serbestleştirilmesi ile bunlar hakkındaki malî kontrolün kaldı-
rılması olmuştur.36 Bununla birlikte, hükümet ihracat, tarım ve bazı yatırım
kategorileri gibi alanlardaki tercihli alacakların faiz oranlarını kontrol etmeye
devam etmiştir. Ayrıca, mevduat sertifikaları yasal çerçevenin yeni malî araç-
ları olarak ortaya çıkmıştır.37 Bu süreç, aynı zamanda Dünya Bankası (DB) ve
Uluslararası Para Fonu (IMF) himayesinde yürüyen daha geniş bir küresel
eğilimin parçası olmuştur. Kısacası, uyum programı uluslararası toplum tara-
fından bir “model” olarak memnuniyetle karşılanmış ve cömert yapısal uyum
kredileri, borçların hafifletilmesi ve teknik yardım ile de desteklenmişti.38
12 Eylül 1980’de gerçekleştirdikleri müdahaleye rağmen askerî yetkililer
bu ekonomik programı uygulamayı sürdürdüler. 24 Ocak Kararları’nın mimarı
ve önceki dönemin hem Başbakanlık ve hem de Devlet Planlama Teşkilatı
(DPT) Müsteşarı Turgut Özal’a dokunmayarak onu askerî yönetimin Başbakan
Yardımcısı olarak atadılar. 1981–82 döneminde malî serbestleşme, pozitif reel
faiz oranlarının sürdürülmesi amacıyla banka mevduatları üzerindeki faiz
oranı tahditlerinin kaldırılmasıyla devam etti. Bu yaklaşım dış finansmana
duyulan ihtiyacı azaltırken daha fazla tasarruf yapılabileceği ve aynı zamanda
daha fazla yatırımın gerçekleştirilebileceği varsayımına dayanmaktaydı. Prog-
ram, 1981–82 döneminde reel ekonomik büyümenin, baskı altındaki “göreceli”
düşük enflasyon oranlarının, serbestleştirilmiş dış ticaret rejiminin sağlanması
ve ülke içi ekonominin uluslararası ekonomi ile daha fazla bütünleşmesi açıla-
rından başarılı olmuştur.39 Böylelikle, 1980–83 askerî yönetim dönemi istikrar,
ticaretin serbestleşmesi ve faiz oranlarının düşürülmesi yoluyla sınaî ve ticarî
kısıtlamaların kaldırılması ile karakterize edilmektedir.

649
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

6 Kasım 1983’deki genel seçimler sonucunda, Özal liderliğindeki ANAP


geçerli oyların %45.14’ünü alarak 211 milletvekili ile hükümeti kurmaya hak
kazanmıştı. Ekonomik program devam ediyor olmasına rağmen baskıdan kur-
tulan enflasyon tekrar yükselmeye başladı.40 Malî serbestleşme, 1984’te Türk
vatandaşlarına ve yabancılara ticarî bankalarda döviz hesabı açma hakkının
verilmesiyle arttı. Bununla beraber, 1985’in sonu itibariyle döviz ticaretindeki
spekülasyon artışı, döviz işlemleri ve banka hesapları konusunda kısıtlamalar
getirilmesine yol açtı. Böylelikle döviz satış oranları kısıtlanırken döviz hesabı
için talep edilen rezervler genişletildi ve bankalar döviz alımlarının belirli bir
kısmını Merkez Bankası’na (MB) satmaya yönlendirildiler.
1986 yılında bankalar arası para piyasası oluşturuldu ve 1987 yılında bir
kez daha faiz oranları üzerindeki kısıtlamalar kaldırıldı. MB da özel bankaları-
nın faiz oranlarının artmasıyla sonuçlanan açık piyasa işlemlerine başladı. Bu
esnada, hızla artan enflasyon bankaların mevduat faizlerini daha fazla arttır-
malarını engelledi. Bu da, karşılığında döviz mevduatı hesaplarına yönelinme-
sine ve yine MB’nın müdahale ederek mevduat faizi oranını arttırmasına yol
açtı. Malî piyasalardaki devam eden dengesizlikler bankaların döviz işlemle-
rindeki yoğun spekülasyonuna işaret etmekteydi. Bu durum, dövizdeki faiz
oranlarının keskin biçimde yükselmesine neden oldu.41
1988’den itibaren, 1987 referandumu ile askerî müdahale öncesi dönem si-
yasetçilerinin geri dönüşlerinin ardından, uyum süreci hız kaybetmeye başladı.
Daha rekabetçi bir siyaset ortamında Özal hükümeti, büyük maaş artışları ve
yüksek tarımsal destekler gibi hem kamu hesaplarının bozulmasına hem de
enflasyonun artışına yol açan popülist politikalar izlemeye başladı.42 Ardından
kamu açıklarının üstesinden gelebilmek için yetkililer yabancı sermaye akışı
üzerindeki bütün kontrolleri kaldırdılar.43 Bu da 1989’da çıkartılan 32 No’lu
Kararname ile sermaye hesaplarının Türk Lirası’na (TL) tam konvertibilite ile
serbestleştirilmesine yol açtı.44
TL’sının değerinin korunması göz ardı edilerek tam konvertibiliteye ge-
çilmesi, malî açıklık adına önemli bir adımdı. Bu yasa Türkiye’de mukim ol-
mayanların Türk menkul değerlerini alıp satabilmelerine, bankalar ve diğer
malî kurumlar aracılığı ile bu menkul kıymetlerin gelirlerini ve satış hâsılatla-
rını yurtdışına transfer edebilmelerine imkân sağlamaktaydı. Türkiye’de yaşa-
yanların da yurtdışında menkul kıymet almalarına ve bunları satın alabilmek
için gereken dövizi transfer edebilmelerine izin verilmişti. Bunun ötesinde,
Türk ticarî bankalarına yabancı ticarî şirketlere de döviz kredisi verme izni
verilmiştir. Böylelikle, Türkiye’de sermaye hareketleri üzerindeki tüm kısıtla-
malar kaldırılmış oldu.45 Bu gelişmeler, Türk iç piyasalarının küresel malî re-
kabete açılmasına ve MB’nın bir politika aracı olarak döviz kuru ve faiz oranla-
rının belirlenmesi üzerindeki kontrolünü yitirmesine yol açmıştır.46 Kısacası,
TL’nin tam konvertibiliteye uyum sağlanması, Ocak 1980’de başlamış olan
Türk ekonomisinin adım adım liberalizasyonunda son adımı oluşturuyordu.
1980’lerdeki malî liberalleşme süreci istikrar sağlarken verimli sektörlerde
yatırım yapmaya yönelik iş güvenini de teşvik etti ve göreceli istikrara sahip
büyüme daha fazla özelleştirme beklentisini güçlendirdi. Bununla beraber,

650
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

sermaye piyasalarının yeni hâkimiyeti politikalara güveni sarsacak biçimde


gelir dağılımını kötüleştirerek makroekonomik performansı olumsuz biçimde
etkiledi.47 Üstelik 1980’ler boyunca Türk ekonomisi malî liberalizasyon çabala-
rıyla eş zamanlı olarak enflasyon artışına da sahne oldu. 1981–84 döneminde
yıllık ortalama enflasyon %36,2 düzeyinden 1985–88 döneminde %43,3’e yük-
selirken48 1988–90 aralığında ise %40–70 arasında seyretmiştir.49
Türkiye Cumhuriyeti, 1980’lerin sonlarından başlayarak küresel kapita-
lizmin mantığını benimsemiş ve bilinçli olarak malî liberalizasyonu teşvik et-
miştir. Bu bağlamda, Türk ekonomisinin liberalizasyonu ve küreselleşmesi
beklenenden daha hızlı gerçekleşmiştir. Hükümetin küresel malî piyasalara
dönük yüzü “sıcak para” olarak da bilinen büyük miktarda yabancı sermaye-
nin ülkeye girişine, ekonomik büyümeyi iyileştirmek için anahtar mekanizma
olarak izin vermiştir. Mamafih, hükümetler Türkiye ekonomisinin temel yapı-
sal bozukluklarını, büyük malî dengesizliklerini ve ihracatta hız kaybını bu
şekilde düzeltmeye odaklanmamışlardır. Ekonomiye sıcak para akışları hem
artan kamu sektörü harcamalarının finanse edilmesine hem de 1994’deki eko-
nomik krize kadar ithalat maliyetlerinin azaltılarak enflasyonist baskının gide-
rilmesine imkân sağlamıştır.50 Sonuçta bu tarz bir büyüme, Türkiye ekonomi-
sinin temel yapısal zayıflıklarının üstesinden gelmek yerine yalnızca onları
gizlemeye yaramıştır.51 Paradoksal olarak, popülist politikalar artık Mesut
Yılmaz tarafından yönetilmekte olan ANAP’ın 1991 genel seçimlerini kaybet-
mesine engel olamamıştır. Zira DYP-SHP koalisyon hükümeti 1980 sonrası
reform sürecinin kaybedenlerini, büyük ölçüde maaşlı çalışanları ve köylüleri,
temsil etmekteydi. Rekabetçi siyasî yaşamla birlikte gelen güçlü baskılar ise
yeni koalisyon hükümetinin uzun vadede etkili olacak bir istikrar programı
uygulamasına engel olmuştur. Kısacası, Eylül 1987’deki referandum ve mütea-
kip Kasım 1987 seçimlerinden beri süregelen, 1989 sonrasında da hız kazanan
popülist politikalar 1990’larda da çeşitli hükümetlerin ekonomik tutumunu
karakterize etmeye devam etmiştir. 52
1993 sonu itibariyle, Türkiye ekonomisinin 1990’ların başındaki hızlı bü-
yümesinin sağlam temellere dayanmadığı açıklık kazanmıştı. Artan carî açık,
öncelikle kısa dönemli yabancı sermaye akışları ile kapatılmaya çalışıldığından
sürdürülebilir büyüme süreci için bir temel oluşturulamamıştır. Böylelikle,
hükümet düşük faiz oranını benimserken yüksek faizli iç borçlanma çemberini
de kırabilmek için büyük ölçüde MB’nın kaynaklarına dayanmak zorunda
kalmıştır. 1993 sonlarına doğru düşük faiz -yüksek amortisman politikaları ve
hazine ihalelerinin iptali bankacılık sistemini dövize dayalı alacaklar ve borçla-
rını yeniden düzenlemeye zorlamıştır. Seçimlere yönelik popülist politikalar-
dan kaynaklanan kamu sektörü alacaklarının hızla artması ve genişlemeci para
politikaları, 1990’larda enflasyonun kayda değer artışına yol açarken 1994’de
Gayrı Safi Yurtiçi Hâsıla’nın (GSYH) %6 oranında düşüşünün eşlik ettiği
%149’luk enflasyon oranı ile zirveye ulaşmıştır.53 Bu da, karşılığında dövize
olan talebi arttırırken54 iki önemli kredi derecelendirme kurumu tarafından
Türkiye’nin yatırım notunun düşürülmesi ile sıcak paranın hızla ülkeyi terk
etmesiyle 1994 ekonomik krizi meydana gelmiştir.55 Kısacası, bu kriz kendini

651
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

döviz kurlarının aşırı değer kaybı ile sonuçlanan büyük bir ödemeler dengesi
krizi olarak belli etmiştir.
Çiller Başbakanlığındaki DYP-SHP koalisyonunun başarısızlığı, 1994 eko-
nomik krizinde açıkça ortaya çıkarken Çiller de popülist söylemlerden milli-
yetçi söylemlere doğru yönelmeye başlamıştır. Ardından hükümet faiz oranla-
rını düşük tutmaya çalışıp ekonomik büyümeden vazgeçmeden dış borçtan iç
borçlanmaya ve tedavüle para sürmektense enflasyonu düşürmeye yönelmiş-
tir. Bununla birlikte, bu politika, paradoksal biçimde, faiz oranlarının yüksel-
mesine, kamu açıklarının artmasına ve yüksek enflasyonun kronikleşmesine
yol açmıştır. Sonuçta, 1994 krizi Türkiye ekonomisinin ne kadar kırılgan oldu-
ğunu ve bankacılık sisteminin spekülatif sıcak para kazanımları karşısındaki
yapısal yetersizliğini ortaya koymuştur. DYP-SHP koalisyonu, bahsedilen eko-
nomik krizi aşmak için 5 Nisan 1994’de, TL’nin %65 oranında devalüasyonu ile
sonuçlanan bir istikrar programı başlatmıştır.56 IMF programın başlangıcından
iki ay sonra bir stand-by düzenlemesini onaylarken 5 Nisan Kararları olarak
bilinen tasarruf tedbirleri, enflasyonu %149’dan 1995 yılında %72’ye indirse de
makroekonomik dengesizlikleri ortadan kaldıramaya yetmemiştir. Bu kemer
sıkma programı, ücretlerin baskı altında tutulması ve sıkı para politikası karşı-
lığında gelir dağılımında önemli kaymalara ve ekonomik fazlanın maaşlı çalı-
şanlar ile reel sektörden malî sektöre transferine yol açmıştır.57
Hükümet eski büyümeyi yakalamak için tekrar kısa dönemli sermaye gir-
dilerine yöneldiğinden ekonomik program kısa ömürlü olmuştur.58 Hüküme-
tin 5 Nisan Kararları’nı devam ettirecek siyasî iradeye sahip olmadığı ortaya
çıktığında IMF ile imzalanan stand-by anlaşması 1995’te sona ermiştir.59 Reel
ücretler düşmeye devam ederken yabancı sermaye girişleri malî açığın finanse
edilmesine olanak sağlamıştır. Bu ayarlamaların bedeli ise Hazine’nin borç-
lanma araçları üzerindeki faiz yükünün artmasıyla sonuçlanmıştır. Böylelikle
hükümet tahvillerinin ortalama reel faiz oranları 1994 krizinin ardından
%24,9’a yükselmiştir.60
Hükümetin zayıf ekonomi performansı 1995’te erken seçim kararıyla so-
nuçlanırken61 bütün bu gelişmeler RP’nin 1995 seçimlerinde en çok oyu alan
parti olmasına imkân tanısa da, Türkiye’nin sorunlu politik ikliminde “Ana-
yol” ve “Refahyol” koalisyon hükümetlerinin kısa ömürlerine bağlı olarak
ekonominin iyileşmesi sağlanamadı. Bu istikrarsız siyasî ortamda ardı ardına
göreve gelen zayıf koalisyon hükümetleri tutarlı bir ekonomik uyum progra-
mının uygulanmasını sağlayamadıklarından başarısız oldular.
1997 Temmuz’unda ordunun desteği ile ANAP, Demokratik Sol Parti
(DSP) ve DYP’den kopan milletvekillerince oluşturulan Demokratik Türkiye
Partisi (DTP) ortaklığında yeni bir koalisyon olan Anasol-D hükümeti kuruldu.
Ocak 1997’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan RP ve onun devamı
olan FP tarafından dile getirilen İslâmcı söylemde kötüleşen gelir dağılımı ve
sosyal eşitsizlik ana tema olarak kaldı. Bu da laik eliti hükümetin malî yöneti-
mini disipline etme konusunda uyarmaya yöneltmiştir.62 Böylelikle, Mesut
Yılmaz başkanlığındaki Anasol-D hükümeti, 6 Şubat 1998’de, “Malî Milat” adı
verilen ve “rejimin kurtuluşu” için dönüm noktası olarak ilan edilen bir vergi

652
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

reformu paketi sunmuştur.63 Hükümet, ayrıca, Temmuz 1998’de başka bir enf-
lasyona karşı önlemler programı IMF’nin Yakın İzleme Programı rehberliğinde
başlatılmıştır. Bu tasarruf programı, enflasyon oranları ve malî dengesizlikler
açısından başarı göstermiş olsa da faiz oranları üzerindeki baskıyı hafifletmeyi
başaramamıştır. Son olarak, 1997’de Doğu Asya’daki64 ve 1998’de de Rus-
ya’daki ekonomik krizler 1998 Ağustos’undan itibaren Türkiye’yi olumsuz bir
şekilde etkilemeye başlamıştır.65 Yolsuzluk iddialarına bağlı olarak koalisyon
hükümetinin düşüşü neticesinde DSP lideri Bülent Ecevit başkanlığında ülkeyi
genel seçimlere götürmek üzere kısa ömürlü bir azınlık hükümeti kurulmuş-
tur. Bu azınlık hükümeti döneminde, terör eylemleriyle ön plana çıkan ayrılık-
çı Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp
Türkiye getirilmesi Nisan 1999’da yapılan genel seçimlerde DSP ve MHP’nin
oylarını arttırmıştır. Kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu, ekonomik cenahta
ise 1999 Ağustos ve Ekim aylarında meydana gelen ve kamu sektörünün malî
dengesini bozan iki büyük depremin üstesinden gelmek zorunda kalmıştır.66
Türkiye’nin makroekonomik dengelerinin kırılganlığının başka bir göster-
gesi de 1990’lı boyunca devam eden yüksek enflasyondur. Enflasyon oranları
1989–93 ve 1994–97 dönemlerinde sırasıyla %62,3 ve %90,6 arasında seyretmiş-
tir.67 Bu durum, Türkiye ekonomisinin büyüme performansı dinamikleri ile
başarısız kamu borçlanma politikalarından kaynaklanırken enflasyon 1997’de
neredeyse %100’e ulaşmıştır. Böylece, israf derecesindeki ölçüsüz kamu har-
camaları ve buna eşlik eden bütçe açıkları enflasyonun temel sebepleri olmayı
sürdürmüşlerdir. Enflasyon Türkiye’yi derinden etkilemeye devam ederken68
1995–1999 döneminde enflasyon oranı %80–90 civarında seyretmiştir.69 Enflas-
yonun en kötü sonucu, gelir dağılımının aşırı dengesizleştiği bir ortamda, enf-
lasyon karşıtı bir strateji izlenebilmesi için gerekli olan toplumsal mutabakatın
sağlanmasına engel olmasıdır.70 Üstelik enflasyonist yapı yüksek faizler nede-
niyle yatırımcıların gözünü korkutmuştur.
Nisan 1999 genel seçimlerinin ardından kurulan Ecevit Başbakanlığındaki
koalisyon hükümeti, IMF ile Aralık 1999’da yapılan stand-by anlaşması ile
güçlendirilen yeni bir yapısal reform programı uygulamaya başlamıştır. Prog-
ramın amacı, %60–70 civarındaki yıllık enflasyonu 2002 sonu itibariyle tek ha-
neli rakamlara düşürmekti. Bunun için, 18 aylık bir dönemde 1 Amerikan Do-
ları ($) ile 0.70 Avro’dan (€) oluşan döviz sepetinde TL’nin değeri tedricen
azaltılacaktı. 2000 Kasım sonu ve Aralık başında Türkiye malî piyasalarında
çıkan kargaşaya rağmen program, IMF’den alınan önemli miktardaki ek fonun
da katkısı ile Şubat 2001’e değin işler göründü.
Aralık 2000’de yaşanan bu kısa süreli kriz Türkiye’nin malî sisteminin kı-
rılganlığına delalet etmekteydi. Bu kırılganlık Türkiye ekonomisini Şubat
2001’de başka bir ekonomik krize sürüklediğinde artık bardağı taşıran son
damlaydı. Böylece, borsanın çöküşü ile hükümet çapalı kur modelinden dalga-
lı kur rejimine geçme kararı aldı. Kur rejimindeki değişikliğin anlamı, TL’nin
%80 oranında devalüe edilmesi ve bunun da piyasalarda paniğe yol açmasıydı.
Derinleşen kriz ortamında dört bin firmanın kapanırken başta bankacılık sek-
törü çalışanları olmak üzere yarım milyon insan işsiz kaldı.

653
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

İronik bir biçimde, her iki kriz de enflasyonu düşürme programının ve


bankacılık sisteminin istikrarının kısa dönemli yabancı sermaye girişlerine
bağımlılığını açığa çıkardı. Hükümet, doğrudan yabancı yatırıma güven telkin
edecek istikrarlı bir siyasî ortam sunmadığı sürece her program başarısızlığa
mahkûmdu.71 Böylece hükümet, krizi aşabilmek ve uluslararası ekonomi çev-
relerinde itibarlı bir isim olan DB’nın yoksulluğu azaltmaktan sorumlu Başkan
eski Yardımcısı Kemal Derviş’i ekonomi bakanı olarak atadı.
Derviş mevduat karşılıkları, likidite oranı, borç verme karşılıkları hakkın-
da yeni düzenlemeler getirirken gerekli kanun değişiklikleri de yapıldı. Devlet
bankalarının özelleştirilmesi hakkındaki kanun değiştirildi ve Tasarruf Mev-
duatı Sigorta Fonu (TMSF) idaresinde el konulan bankalar için yeni bir eylem
planı ilan edildi.72 Derviş’in Ulusal Programı; başlıca kamu bankalarının birleş-
tirilerek üç yıl içinde satılmasını, tarım sektöründeki devlet yardımlarının ke-
silmesini, telekomünikasyon, tütün, alkol, şeker ve doğalgaz üzerindeki devlet
tekelinin özelleştirilmesini ve küresel piyasalara açılmasını öngörüyordu.
Sonuç olarak, 1980–2000 liberalizasyon döneminde Türkiye birbirinden
farklı özellikler gösteren hızlı büyüme ve durgunluk döngülerinden geçti.
1983–1988, 1989–1993 ve 1995–1998 dönemlerinin en belirgin özellikleri hızlı
büyüme, yatırım ve ihracat artışına eşlik eden ücret gelirlerinin uğradığı eroz-
yon idi. Bununla beraber, 1983–1987, 1989–1993 ve 1999–2001 dönemleri bek-
lenmeyen 1988, 1994 ve 2001 krizleri nedeniyle ekonomik ve sosyal açıdan
sürdürülemeyen dönemler oldular. Genel olarak bakıldığında, 1980 sonrası
Türkiye’deki liberalizasyon tecrübesi, küresel piyasalarla bütünleşme ile gelir
dağılımında beklenmeyen değişikliklerin eşlik ettiği anî yükseliş-ve-düşüş
(boom-and-bust) şeklinde beliren büyüme ve kriz süreçleridir. 1990’lar boyun-
ca Türkiye’deki bankalar ve diğer malî kurumlar, ekonomiyi manipüle eden
hem ülke içi hem de küresel faktörlerin yönlendirdiği sermayenin arkasındaki
hâkim güçlerin etkilerine daha fazla maruz kaldılar. Türkiye’de kullanılabilir
kamu gelirinin çöküşü Kamu Kesimi Borçlanma Gereği’ne (KKBG) -bu da dev-
let tahvilleri ve hazine bonoları üzerinde yüksek faiz oranlarına- yol açtı. Bu
durum, finansın reel ekonomi üzerinde hâkimiyet kurmasıyla sonuçlandı.73
Nihaî kertede, 1980’lerden bu yana süregelen bütçe karmaşası, hükümetlerin
dış dengesizliklerin sürdürülebilirliği konusunda hassas davranmalarına ne-
den oldu.
1980 UYUM PROGRAMI VE İHRACATIN TEŞVİK EDİLMESİ
Yukarıda bahsedildiği üzere, Kasım 1979-Eylül1980 dönemindeki azınlık
hükümetinin Başbakanı Süleyman Demirel 1980’de 24 Ocak Kararları olarak
bilinen yeni bir kemer sıkma programı hazırladı. Programın mimarı dönemin
hem Başbakanlık hem de DPT Müsteşarlıkları görevini yürüten Turgut
Özal’dı. Başta kamu tasarruf tedbirlerinden oluşan bu program, piyasa güçle-
rince devletin ekonomiye daha az müdahalesi ile daha rahat hareket edebilme-
ye duydukları özlemi vurgularken vergi sisteminde düzenlemeler ile işgücü
piyasası ve özelleştirme konusundaki kısıtlamaları kaldırmaktaydı.74 Progra-
mın diğer bir amacı da, esnek bir malî sistem ile en düşük maliyetle ulusal
tasarrufları verimli yatırımlara dönüştürmek ve bu esnada Türkiye ekonomisi-
ni küresel sistem ile daha fazla bütünleştirmekti.75

654
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

1970’lerin sonlarında solcu ve sağcı gruplar arasındaki sokak kavgalarının


doğurduğu siyasî kargaşa ve ekonomik şartların kötüleşmesi, ekonomik prog-
ramın sonuçları henüz ortaya çıkmadan ordunun 12 Eylül 1980’de yönetime
müdahale etmesine neden oldu. Ekonomik program askerî darbenin ardından
da sürdürülürken sanayi ve malî piyasalar üzerindeki kısıtlamaların kaldırıl-
ması ile ticaret ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine devam edildi.
Programın temel kaygısı enflasyon oranını ve bütçe açıklarını makul düzeylere
indirmekti. Katlı kur sisteminden vazgeçildi ve ithalat üzerindeki miktar kısıt-
lamaları kaldırıldı. Ocak 1980’de $ karşısında TL %49 oranında devalüe edildi
ve bir $ karşılığı 47 TL’den 70 TL’ye yükselirken Mayıs 1981’e kadar periyodik
kur ayarlamaları yapıldı. Bu tarihten sonra ise kur ayarlaması, gündelik bir iş
haline geldi. Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) ürünlerinin fiyatlarını arttırırken
esnek bir endüstriyel fiyat politikası benimsediler. Diğer yandan, sendikalaşma
faaliyetleri sınırlandı ve kamu çalışanlarının maaşları ile tarımda destekleme
fiyatları düşürüldü.76
1980 askerî müdahalesi düzenlemeleri siyasî partileri kapatıp ve liderlerini
de siyasetten men ederken parlamenter demokrasinin temellerini sarsıp de-
mokratik katılım imkânlarını da azalttı. Öte yandan, bu baskıcı siyasî çerçeve
tasarruf tedbirlerinin uygulanmasını kolaylaştırdı. Eylül 1980-Kasım 1983 dö-
neminde iktidardaki askerî cunta, piyasaya yönelik reformları etkileyebilecek
potansiyel tehditleri ortadan kaldırarak ekonomiyi apolitikleştirme yoluyla
siyasî sisteme istikrar getirmeye çalıştı. Paradoksal olarak, bu tedbirlerin attığı
tohumların sonucunda ülke 1980’lerin sonunda daha büyük bir istikrarsızlığa
sürüklenmiş oldu.77
1980 ekonomi programından önce Türkiye’de devlet, hem KİT’ler yoluyla
üretime katılırken hem de döviz kuru yönetimi ile fiyatların belirlenmesinde
anahtar rol oynamaktaydı. Bununla birlikte, programın ardından özelleştirme
politikaları ile devletin üreticilik rolü azalırken faiz oranları ve ihracat teşvikle-
rinin belirlenmesi gibi malî işlemler eşliğinde devlet, gelirin yeniden dağılımı
konusunda düzenleyici rol oynamayı sürdürmüştür.78 Kısacası, 1980 uyum
programı devletin Türkiye ekonomi politiğindeki rolünü dönüştürürken Kü-
çük ve Orta Ölçekli İşletmelerin (KOBİ’ler) çoğalmasıyla sonuçlanan ihracata
yönelik politikaların yolunu açmıştır. Türkiye ekonomisinin hükümet politika-
larından kaynaklanan istikrarsızlığı da, KOBİ’lerin iç pazara yaslanmak yerine
ihracata önem vermelerine neden olmuştur.
İhracatın teşvik edilmesi, 1980 ekonomi programının en önemli hedefi idi.
Böylelikle 1980 sonrasında ihracatçılar toplumda itibarlı insanlar haline gelir-
ken teşvikler yoluyla da devletten destek aldılar.79 1980’lerdeki hükümetler,
1988’e kadar süren kur sistemi düzenlemeleri ve sermaye akışı üzerindeki
kontroller yoluyla ihracat faaliyetlerini desteklediler. TL’nin devalüe edilmesi
ve ihracatçılara yönelik çeşitli vergi teşvikleri, bu dönemde yürütülen ihracata
yönelik büyüme politikasının en önemli araçlarıydı. Bu da ihracat primlerinin
yoğun kullanımı neticesinde oluşan ihraç edilebilir fazlanın büyüyen Ortadoğu
pazarlarına yönelmesine yol açtı.80

655
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Askerî yönetim ve Özal Başbakanlığında kurulan hükümetlerin, maaşları


kısması ile üretim maliyetleri düşerken iç pazarın kapasitesi de daralmıştı. Öte
yandan KOBİ’lerdeki işçi-işveren ilişkileri ise iş gücü açısından, daha az ka-
zanmalarına karşın işyerindeki “aile” ortamı nedeniyle daha fazla güven sun-
maktaydı. KOBİ sahipleri birlikte çalıştıkları için işçilerine ataerkil bir düzen
mantığı ile aile üyeleriymiş gibi davranabilmekteydiler. Bu tarz politikalar
KOBİ’lerin yararı; daha az ödeme ile daha fazla kişi çalıştırabilmek ve kendile-
rini ihracat alanında geliştirirken kârlarını arttırabilmekti.
1980–88 döneminde Türkiye’nin ihracat performansı etkileyiciydi. Yıllık
ihracat artış oranı %19’u yakalamış ve reel GSYH’nın yıllık artış oranı %5,8’e
ulaşmıştı.81 Üstelik Türkiye’nin ihracat artış oranı dünya ortalamasının oldukça
üzerindeydi. Bu yüzden Türkiye, IMF gibi uluslararası finans kurumları tara-
fından yıllık raporlarında “model ülke” olarak övülmekteydi. İhracatın teşvik
edilmesi ve buna eşlik eden fiyat reformu devletin ekonomideki rolünü azalt-
mayı hedeflemekteydi. 1983 sonunda “yasaklı” mallar üzerindeki kotaların
çoğu kaldırılırken ithalat rejiminin serbestleştirilmesi ile gümrük tarifeleri bü-
yük ölçüde düşürülmüştü. Sabit döviz kuru sisteminin yerine kambiyo kurla-
rının tedricen indirilmesi ile karmaşık bir doğrudan ihracat desteği sistemi
benimsenmişti. Bu politikalar, ihracatın teşvik edilmesi ve makroekonomik
istikrarın sağlanabilmesi için kullanılan temel araçlardı. Böylece, dış dengedeki
durum kayda değer biçimde gelişme gösterdi: GSYH’deki dış açık oranı
1980’de %7 iken 1988’de %1’e düştü -ki bu da dış ticaret fazlası anlamına geli-
yordu.82 İç piyasaların 1980’lerde daha açık bir ekonomiye doğru geçmelerine
rağmen Türkiye’de sanayinin üretim için ithalata bağımlılığı devam etti. Fiyat
teşviklerine ve desteklere dayanan ihracat kazanımlarının hızı, 1980’lerin sonu
itibariyle had safhaya ulaşmıştı.83 Sonuç olarak, 1980 sonrası dönemde ihracata
yönelik politikalar, 1990’larda da geçerliliği olan ihracata dayalı sanayileşme
politikası olarak sürdürülememiştir.
1980–2000 DÖNEMİ TÜRKİYE EKONOMİSİNDE DEVLETİN ROLÜ
Diğer pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ekonominin liberalizas-
yonu, devlet önderliğindeki bir kalkınma modelinden devlet müdahalesinin en
alt düzeye indiği, serbest piyasa ekonomisine geçişin ideal bir örneği değildi.
Aslında malî sektör, uluslararası ticaret ve sermaye hareketlerindeki kayda
değer liberalizasyona rağmen Türkiye’de devlet, ekonomide önemli bir aktör
ve ekonomik getirinin özel sektöre dağıtımında belirleyici olmaya devam etti.
Bütçe açığının günah keçisi KİT’ler geçen 1980–2000 arası özelleştirme çabaları-
na rağmen ekonomideki ağırlıklarını korumaya devam ettiler.84 Bu durum,
aşağıdaki tablolardan da açıkça anlaşılabilir. Tablo I, KKBG’nin85 Gayrisafi
Milli Hâsıla’ya (GSMH) oranla çok küçük miktarda azaldığını göstermektedir.
Tablo II, kamu harcamalarının 1980’lerde gözle görülür bir azalma olmadan
artmaya devam ettiğini ortaya koymaktadır. Her iki tablodan, ihracatı teşvik
politikaları sayesinde GSMH’nın devlet harcamalarından daha fazla arttığını,
bunun da KKBG’nde küçük bir azalmaya neden olduğu sonucunu çıkarmak-
tayız.

656
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

Tablo I. 1980–2002 Döneminde Kamu Kesimi Borçlanma Gereği (Milyar TL)


YIL KKBG GSMH KKBG/ GSMH YIL KKBG GSMH KKBG/ GSMH
1980 465 5303 8 1992 116680 1103605 10
1981 319 8023 4 1993 239793 1997323 1
1982 374 10612 3 1994 306937 3887893 7

1983 689 13933 4 1995 408265 7854887 5

1984 1194 22168 5 1996 1340760 14978067 9


1985 1267 35350 3 1997 2246600 29393262 7
1986 1869 51185 3 1998 4822605 53518332 9

1987 4563 75019 6 1999 11847800 78242496 15


1988 6235 129175 4 2000 15685000.0000 25971000 12

1989 12283 230370 5 2001 28528000.0000 84767000 15

1990 29429 397178 7 2002 22457000.0000 80551000 8


1991 64469 634431 10

1980’ler boyunca Türkiye ekonomisi, artan biçimde devletin siyasallaşma-


sına ve buna karşılık da geleneksel bürokrasinin zayıflamasına maruz kaldı.86
Bunun anlamı ise, işadamlarının devlet kaynaklarından daha fazla yararlana-
bilmek için siyasetçilerle doğrudan yakınlık kurmalarının önem kazanmasıydı.
Rant dağılımının politizasyonu bir güven kaybına, Türkiye’de devletin ahlâkî
otoritesinin zayıflamasına87 ve iş dünyasını bir araya getiren kuruluşların güç-
süzleşmesine yol açtı. Böylelikle özel sektör, kendi dinamizmi ve girişimleri
yerine büyük ölçüde devlet kaynaklarına ve teşviklerine ulaşma konusundaki
becerilere bağlı kaldı. Üstelik Özal yönetimindeki hükümetler hayalî ihracatı
da içeren rüşvet, yolsuzluk ve zimmete geçirme gibi “ekonomik suçlar”a karşı
gevşek bir tutum sergilediler.88 Benzer şekilde, yaygın vergi kaçakçılığı ve ka-
yıt dışı ekonominin büyümesi de 1980’lerin özellikleri olarak yerlerini aldılar.
Kısacası, iş dünyası için ekonomik fazlanın oluşturulması ve kullanılmasındaki
düzenleyici rolüne bağlı olarak “devlet aygıtı imtiyaz kalesine dönüşmüştü.”89
Siyasî arenada, 1987 referandumu sonucunda Süleyman Demirel, Bülent
Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş gibi “emektar” politikacıların
geri dönüşü ile rekabetçi bir siyasî ortama geçilmiş oldu. Bu da askerî yönetim
ve Özal’ın görevdeki ilk yıllarında büyük ölçüde bastırılan adil gelir dağılımı
konusundaki taleplerin siyasal sistemde yer almasına yol açtı. Böylelikle bu
liderlerin siyasî hayata geri dönmelerine imkân veren 1987 referandumu, siyasî
çekişmeyi arttırırken Özal hükümetinin popülist politikalar izlemesine yol açtı.
Sonuç olarak, popülist baskılar 1987 genel seçimleri ve 1989 belediye seçimleri
ile birleşince örgütlü işgücünün ücretlerinde kayda değer bir artış meydana
geldi.

657
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Tablo II. Konsolide Bütçenin Kamu Baskın Faktörleri90


Diğer Faiz Dış İç KİT’lere
Harcamalar Personel Yatırımlar Diğer
Cari Ödemele- Borçlan- Borçlanma Transfer
Yıl (Milyar (Milyar (Milyar Transferler
(Milyar ri (Milyar ma (Mil- (Milyar (Milyar
TL) TL) TL) (Milyar TL)
TL) TL) yar TL) TL) TL)
1979 597 213 50 98 18 5 13 107 111
1980 1079 342 153 186 31 9 22 177 190
1981 1515 398 240 306 75 34 41 191 305
1982 1601 442 278 333 87 53 34 224 237
1983 2612 670 398 473 211 131 80 302 558
1984 3784 896 594 691 441 264 177 275 887
1985 5400 1276 819 1117 675 427 247 181 1332
1986 8560 1840 1211 2019 1331 682 649 138 2021
1987 13044 2996 1542 2642 2266 1006 1260 446 3152
1988 21447 5053 2407 3564 4978 1819 3159 1025 4420
1989 38871 12539 4121 5818 8259 3144 5115 1223 6911
1990 68527 26465 6987 10055 13966 4353 9613 1265 9789
1991 130263 49291 11112 17146 24073 7132 16941 12191 16450
1992 221657 94076 20145 29239 40297 9753 30545 8145 29755
1993 485249 169511 35318 53161 116470 23952 92518 25850 84939
1994 897296 273062 73407 72788 298285 65117 233168 21029 158725
1995 1710645 502600 141549 91777 576115 100596 475519 45500 353104
1996 3940162 974148 308571 238085 1497401 168314 1329087 50200 871757
1997 7990748 2073140 706342 590382 2277917 299950 1977967 123640 2219327
1998 5585376 3870228 1309061 998361 6176595 547081 5629514 159960 3071171
1999 8017791 6908320 2239566 1540232 10720840 896218 9824622 416800 6192033
2000 6602626 9982149 3611314 2472317 20439862 1648000 18791862 885908 9211076
2001 379004 15203977 5164362 4139803 41064609 3570308 37494301 1200656 13605597

Ücretlerin baskı altında tutulmasına dayanan klasik sermaye birikimi dö-


nemi, 1989’da durma noktasına gelirken 1980’lerde artan dış borç ve buna eşlik
eden borç finansmanı maliyetlerindeki artış önemli bir makroekonomik denge-
sizlik kaynağı oluşturmuşlardı.91 Bu durum, bütçe açığından doğan enflasyo-
nist baskıları arttırarak sistemin meşruiyetini ortadan kaldırmıştı.92 Hükümet-
ler vergi reformu ve sosyal güvenlik sisteminde reform yapmak yerine büyü-
yen ülke içi malî piyasalara borçlanmayı tercih ettiler. Böylelikle, kamu harca-
malarının araçsal rolü, devletin meşruiyetinin sağlayıcısı olmaya devam eder-
ken KKGB’nin sıkıntısını ve buna eşlik eden kronik enflasyonla kendini göste-
ren makroekonomik dengesizlik baskılarını arttırdı. Üstelik hükümet dış tica-
retle ilgili kambiyo işlemleri yapma yetkisini MB’ndan alarak özel bankalara
vermesi, onları dış piyasalardan kısa dönemli krediler kullanmaları konusunda
cesaretlendirmiş oldu.93 Böylelikle, kamu sektörü kısa vadeli borç sarmalına,
Ponzi-finansmanı94 kısılırken ülke içi malî piyasalar kısa dönemli yabancı ser-
maye girişine ihtiyaç duymaya devam ettiler.
KKGB’ndeki artışın diğer bir sebebi de devlet bankalarının etkin olmayış-
larıdır. Bu durumun nedeni ise hükümetlerin tarım sektörü, KOBİ’ler ve konut
sektörüne uzun vadeli ayrıcalıklı kredi dağıtılmasına dayanan zımnî kaynak
aktarımı kararıdır. Bu bankalar kendi geleneksel kredi uzatma politikalarını
değiştirebilecek durumda değillerdi ve ayrıcalıklı kredilerin miktarını da dü-
şüremediler. Böylelikle, bu kredi politikasının ve devlet bankalarının yarı-malî
sorumluluklarının toplam yükü 2000 yılı sonunda 20 milyar dolara yükseldi.

658
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

“Görev zararları” olarak bilinen bu yük, GSYH’nin %10’unun biraz üzerinde


gerçekleşirken bankacılık sisteminin toplam varlıklarının %14’üne karşılık
gelmekteydi. Hazinenin görev zararlarını karşılamadaki yetersizliği bankaların
likidite ve sermaye yeterliliği problemlerinin daha da artmasına yol açtı. Bu
nedenle de, bahsi geçen bankalar için fon artırımının maliyeti de arttı.95 Malî
sistemdeki düzensizlik KOBİ’lerin ciddi biçimde etkilendiği ve alt orta sınıftan
pek çok kişinin işyerlerini kaybetmelerine neden olan 2000 Kasım ve 2001 Şu-
bat ekonomik krizleriyle sonuçlandı.
KİT’ler de KKGB’ndeki artışın diğer bir sebebini oluşturmaktaydı. Çünkü
kamu işletmeleri aşırı istihdam ve piyasa gerçeklerine uygun işletilmeme ne-
deniyle kamburlaşmıştı. 1980’den sonra iktidara gelen her hükümetin günde-
minde yer almakla beraber yasal çerçeveden kaynaklanan sorunlar ve hükü-
metlerin popülist politikaları nedeniyle özelleştirme konusunda 2000 yılına
kadar Türkiye oldukça zayıf bir performans sergilemiştir.96 Kısacası, kamu
harcamaları üzerinde bir kısıtlamanın olmayışı bütçe açığının artmasına ve faiz
ödemelerinde artışa yol açtı. Üstelik Türkiye’nin malî reformu büyük bir kamu
sektörü borcu ile sonuçlanarak hükümetin ülkenin en büyük enflasyon kayna-
ğı olmasını tetikledi.97 Sonuçta, 1980’lerin sonlarında yürütülen enflasyonu
önleme politikaları KKGB’nin düşürülmesine yönelik herhangi bir ciddî çaba
içermeyen malî disiplin önlemlerinden oluşuyordu. Bu politika ise kısa dö-
nemli sermaye girişinin sağlanabilmesi için iç varlıklara daha yüksek faiz oranı
uygulanmasını ve daha düşük bir amortisman oranı gerektiriyordu.98 Bu uygu-
lamaların enflasyonu önlemedeki başarısızlığı ise enflasyonun 1990’lı yıllarda
da devam etmesi ile açığa çıktı.
Türkiye’de devletin kamu borçlarının üstesinden gelmek için bulduğu çö-
züm Türkiye’ye yabancı sermaye akışının sağlanması idi. 1990’lı yıllarda hızla
artan bu akış TL’nin reel anlamda değerlenmesine yol açtı.99 Bu ise hükümetle-
rin ihracat artışını göz ardı etmelerine hatta paralel bir ithalat artışı politikası
izlemeleri ile de 1989–1994 döneminde carî açığı dengelemelerine yol açtı. Ne
varki; bu süreç 1990’lı yılların ikinci yarısında Türkiye’deki makroekonomik
istikrarsızlığı daha da arttırdı.100
Türkiye’de devlet küreselleşme sürecine yoğunlaşırken 1990’larda yabancı
sermaye piyasalarına doğrudan dâhil olmuştu. Ardından, kısa yoldan kâr et-
meyi hedefleyen fakat ülke içi üretimin uzun dönemli kalkınma beklentileriyle
ilgilenmeyen küresel malî piyasalar hükümetin kredi itibarının nihaî belirleyi-
cisi haline geldi. Böylelikle de Türkiye’ye yönelik yabancı sermaye akışındaki
artış, ne yabancı yatırımcılar ne de özel sektörün daha fazla yatırım yapmasını
teşvik edici oldu.101
1990’larda Türkiye’de devlet, KKGB’ni devlet tahvilleri çıkararak iç kay-
naklardan finanse etti. Bu uygulama sayesinde, birbiri ardına gelen hükümet-
ler kendi malî faaliyetlerini kısıtlayan pek çok yasal düzenlemeyi ve protokolü
aşma imkânı buldular. Böylelikle, kamu sektöründeki açık, doğrudan uluslara-
rası malî piyasalardan borç almak yerine iç aktörlerden alınan borçlarla kapa-
tılmaya çalışıldı.102 İç borçlanmaya kayış ise devlet tahvillerinin 1989’da
GSMH’nin %6’sına ve 1998 itibariyle ise %20’sinden fazlasına varan olağanüs-

659
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

tü yükselişine yol açtı. Böylelikle iç varlık piyasalarının kırılganlığı, reel faiz


oranlarının çok yüksek seyretmesinin sebebi olmaya devam etti. Ardından,
devlet tahvillerinde öngörülen reel getiri oranı, faiz ödemelerinin 1998’de
GSMH’nin %11’ine ulaşacak şekilde hızla artmasını teşvik etti. Kısaca, böyle
bir yapı içerisindeki ödemeler dengesi, Türkiye ekonomisinin kısa dönemli
sermaye akışlarına olan bağımlılığını ifade ediyordu.103
1980’lerden itibaren yaşanan gelişmeler, siyaseti kamusal sorumluluk ve
sosyal adalet programlarından ziyade neoliberalizmin teknik/ekonomik man-
tığına tabî kılmıştır. Hükümetler serbest piyasa paradigmasını meşru kılacak
biçimde karmaşık sorunlara merkezci ve pragmatik çözümler getirmeye odak-
lanmışlardı. Öte yandan, devletin ihracatı teşvik politikaları Anadolu’daki alt
orta sınıfı dünya pazarları ile iletişim kurmaya yöneltirken devlet kaynaklarına
yaslanmadan büyümelerine ve kendilerini bağımsız bir işadamları kuşağı ola-
rak ifade edebilmelerine olanak verdiği için de önemlidir. Çünkü 1980’lerin
sonlarında ihracat teşvikleri azalmış olmakla beraber bu işadamları kendilerini
geliştirmek konusunda çok yol almışlardı. Diğer taraftan devletin borç sarmalı,
1990’lı yıllarda büyük sermayeli iş sahiplerini kamu borçlarını finanse etmeye
yöneltti.104 Bu da KOBİ’lerin iç pazardaki üretim ve pazarlama imkânlarını
arttırdı. Bu ortamda, KOBİ’lerin üretim gücü arttı ve 1980–2000 döneminde
ekonomideki tüm istihdamın neredeyse %50’sini sağlayarak giderek artan bir
önem kazandılar.
Kısaca, Türkiye ekonomisi TL’nin aşırı değer kazanmasına bağlı olarak
yüksek faiz oranları ve ucuz döviz kısır döngüsünün içinde kaldı. Bu da ya-
bancı sermaye giriş-çıkışındaki dalgalanmalar karşısında yurtiçi ekonominin
kırılganlığını arttırarak reel faiz oranlarının daha da yükselmesine yol açtı.
Sonucunda da döviz kuru ve faiz oranlarındaki istikrarsızlık ekonominin gene-
linde daha fazla istikrarsızlığa getirdi. TL’nin aşırı değerlenmesi KOBİ’leri
dünya pazarlarındaki rekabetçi kapasitelerini geliştirebilmeleri için makinelere
daha fazla yatırım yapmaya yöneltti. Bu süreç, özellikle Türkiye’nin dünya
ihracatında önde geldiği tekstil sektöründe hissedildi. KOBİ’ler ayrıca kamu
borçlarını finanse eden büyük sermayenin bıraktığı üretim yatırımları aracılı-
ğıyla iç pazardaki paylarını arttırdılar.
1980–2000 DÖNEMİNDE KOBİ’LERİN POLİTİK EKONOMİSİ
Türkiye 1950’lerden bu yana, nüfus ve şehirleşme patlamasına tanıklık
etmiştir. Bunu sağlayan ise toplumun modernleşmesine ve sekülerleşmesine
yönelik devlet politikalardır. Ne var ki, bu politikalar aynı zamanda tüm ülke-
de İslâmcı bilincin yükselişine giden yolu da açmıştır.105 Bu süreçte 1960’ların
ve 1970’lerin resmî ithal ikameci politikalarından Turgut Özal’ın (Başbakan,
1983–1989 ve Cumhurbaşkanı, 1989–1993) benimsediği ihracata yönelik kal-
kınma ve liberal ekonomiye geçişinin sonucu olarak Türkiye ekonomisi 1980’li
yıllarda büyüme göstermiştir. Ekonomideki liberalizasyon siyasettekini de
mahmuzlamıştır.
Bu değişimler yalnızca iş dünyasının yerleşik elitine değil büyük şehirler-
de de bulunmakla beraber çoğunluğu Anadolu şehirlerinde kurulmuş

660
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

KOBİ’lerin sahiplerine de fırsatlar sunmuştur. 1980’lerin ihracata yönelik yeni


ekonomi politikası ile birlikte çoğunluğu Anadolu kökenli olan yeni bir şehirli
orta sınıf ve iş dünyası eliti ortaya çıkmıştır. Bu grup, kültürel açıdan büyük
ölçüde İslâmî eğilimli olup büyük sanayicilerin devlet destekli üstünlüğüne
meydan okumaya başlamışlardır. İş hayatlarındaki göreceli yeniliklerinin öte-
sinde çoğunlukla yükselişlerini Özal’ın liberalizasyon politikalarına ve taşra-
daki bazı şehir merkezlerindeki ekonomik gelişmeye borçlulardır.106
1980’lerde malî kriz sonucunda devlet büyük ölçüde korunan ve düzenle-
nen ekonomiyi serbestleştirerek kısıtlamaları kaldıran önlemler almıştı. Bu
yeni ortamda belirli taşra şehirlerinde bulunan KOBİ’ler yeni ekonomi politika-
larına büyük bir dinamizm ile uyum sağlarken o güne kadar ekonomiyi yön-
lendirmiş olan büyük ölçekli, çeşitli alanlarda faaliyet gösteren şirketlerle mu-
kayese edilmeye başlanmışlardır.107
1980’lerin diğer bir özelliği de, İslâmcı ekonomik faaliyetlerin miktar ve
derinlik bakımından anlamlı bir yükselişe geçmesiydi. İthal Suudi sermayesi
liberal ekonomik ortamın sağladığı yeni imkânlardan yararlanmayı amaçlıyor-
du. Bu çerçevede, Suudi finansörler İslâmcı örgütlenmeler ve organizasyonlara
ayrıcalıklı muamele yaparak 1980’lerde Türkiye’de yaşanan patlamayı ateşle-
diler.108 Özal, 16 Aralık 1983’de -hükümetinin göreve başlamasından iki gün
sonra- özel finans kurumlarının kurulmasını yasallaştıran kararnameyi imza-
ladı. Bu finans kurumları İslâmî prensiplere uygun faizsiz bankacılık sistemiy-
le çalışacaklardı. Kurulan finans kurumlarından ilk ikisi Suudi kökenli olan Al-
Baraka Türk ve Faysal Finans idi.109 Al-Baraka konusunda önde gelen isimler
Başbakanın ağabeyi Korkut Özal ve ANAP İstanbul il başkanı Eymen Topbaş
idi. Bu kişiler, aynı zamanda sırasıyla, İskenderpaşa ve Erenköy Nakşibendî
tarikatlerinin önde gelen isimleriydiler.110 Benzer şekilde, Almanya ve diğer
Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk Gasterbeiter (Misafir-işçi) birikimleri de Tür-
kiye’ye akmaya başlamıştı ki; bu akışın da İslâmcı ticaret faaliyetlerinin artma-
sına katkısı olmuştur.
Türkiye’de kâr/zarar paylaşımına dayalı faizsiz bankacılık yayılırken çeşit-
li Anadolu şehirlerindeki, özellikle de Konya ve Yozgat’taki, işadamları yurtdı-
şındaki işçileri ve bölge halkını yatırım yapmaya ikna etmeyi başarmışlardı.
Başarılı örnekler arasında Kombassan, İttifak ve Yimpaş holding şirketleri sayı-
labilir. Bu çok ortaklı şirketlere yatırım yapanlar, kâra ve zarara ortak hissedar-
lar oluyorlardı. Bu şirketler 1990’ların Türkiyesi’nde muhafazakâr-dindar iş
çevrelerinde çok popüler oldu ve tarikatları da giderek artan biçimde ekono-
mik faaliyetlere katılmak konusunda cesaretlendirdiler. Nakşibendîlerin İs-
kenderpaşa kolu tarafından yönetilen Server Holding buna örnek olarak göste-
rilebilir.111
Finansman konusundaki bu eğilim, Türkiye’nin kendine özgü sosyo-
ekonomik ve kültürel ortamına bir yanıt olarak anlaşılmalıdır. KOBİ’ler yüksek
enflasyon ortamında işi büyütmeye veya endüstriyel üretime geçmeye yönelik
yatırım kredileri yükü altına girmek çok zordu. Böylelikle KOBİ’ler, ticarî amaç
güden finans kurumları yerine başka sermaye kaynakları aramaya mecbur
kaldılar.112 Çok ortaklı holding şirketlere dayanan bu yatırım modeli gelenek-

661
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

sel/dinsel bir ortamda çok önem verilen İslâmî ahlâk prensiplerini de çok iyi
özümserken modern bir ekonomik faaliyet ve birikim ile İslâmî bir hayat tarzı-
nı uzlaştırmayı öneriyordu. Bu da yüksek enflasyon oranları, sermaye yetersiz-
liği gibi yatırımların cazibesini azaltan Türkiye ekonomisinin yapısal sorunla-
rıyla başa çıkmanın yeni yollarını ortaya çıkardı.113 Fakat suistimaller de söz
konusu olabiliyordu. 6 Mart 2000’de MÜSİAD çok ortaklı holding şirketler
için, 18’inin katıldığı bir zirve toplantısı düzenledi. Katılımcılar gerekli yasal
çerçevenin oluşturulması için birlikte hareket etmeye ve camîlerde İslâm adına
para toplama noktasına gelindiği için suistimalleri önlemek amacıyla İslâmî
sembolleri kullanmamaya karar verdiler.114 MÜSİAD, çok ortaklı şirketlerle
ilgili yasal çerçevenin Sermaye Piyasaları Kurulu (SPK), Hazine ve Dışişleri
Bakanlığı tarafından kabul edilmesi gerektiğine dikkat çekti.115 MÜSİAD ayrı-
ca bu tarz çok ortaklı şirketlere yatırım yapmak isteyenlere yönelik bir tavsiye
kitabı yayımladı. Kitapta, potansiyel yatırımcılar teşvik edilip Almanya’daki
Türk toplumu Anadolu’nun kalkınmasına yaptığı katkıdan dolayı övülürken
potansiyel yatırımcılar yolsuzluk ihtimaline karşı uyarılıyordu.116
1990’lar ayrıca Denizli, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa gibi bazı
Anadolu şehirlerindeki büyük çoğunluğunu küçük ölçekli aile şirketlerinin
oluşturduğu özel sektör kuruluşlarının kalkınmasına sahne olmuştu. Bu yatı-
rımların mantığı kendi kaynaklarına dayanmaları ve “devletten çok az yardım
alarak veya hiç yardım almadan kendilerini üreticilerin ihracatçıları” haline
getirme kabiliyetleriydi.117 Medya, başarı hikâyelerini aktardığı bu işletmeleri
“ekonomik potansiyelleri hakkında genel olarak paylaşılan olumlu kanaati”
yansıtacak biçimde “Anadolu Kaplanları” olarak adlandırmaktaydı.118 Tanım
açıkça, “Asya Kaplanları” olarak bilinen bazı Doğu Asya ülkelerinin başarılı
ekonomik performanslarına duyulan ilgiyi yansıtıyordu. Anadolu’nun belirli
illerinde bulunan bazı daha küçük işletmelerin ihracat potansiyelleri ise o güne
değin göz ardı edilmiş anlamlı bir fenomen olarak ortaya çıkmıştı. Bu yeni
dinamik özel sektör ve yeni yeni kurulan yerel gönüllü işadamı örgütlenmeleri
tüm Türkiye’ye yayılmaya başladı. Bu merkezlerdeki hummalı ekonomik faa-
liyetler, ekonominin süregelen makroekonomik istikrarsızlık içinde yüksek
büyümeyi sürdürebilmesini sağladı. Bu işletmeler, değişen iç ve dış pazar şart-
larına uyumlu küçük fakat etkin üretim birimlerine dayanan ve hızla genişle-
yen esnek üretim sisteminin bir parçası haline geldiler119 ve sosyal ilişkilerin
geleneksel kurumları ve küresel üretim ve ticaretin hâlihazırdaki gerekleri
arasında bir “stratejik uyum” oluşturdular.120
İslâmcı sermayenin yükselişi Türk ekonomi politiğine yeni bir boyut ge-
tirdi. Türkiye’deki İslâmcı ideoloji pek çok nedenden ötürü hem büyük şehir-
lerde hem de Anadolu’daki KOBİ sahiplerinden önemli destek gördü. Öncelik-
le, KOBİ’ler geleneksel sektörlerin ve küçük firmaların modern olanlar tarafın-
dan ortadan kaldırılmasını kapitalizmin olumsuz bir sonucu olarak algılıyor-
lardı. İkincisi, İslâm’ı “adil düzen” olarak görüyorlardı121 çünkü İslâm özel
mülkiyeti ve küçük girişimcileri korumaktaydı. Üçüncüsü, İslâmî yardım ku-
rumları üyeleri arasında iş bağlantılarını teşvik etmek için alt piyasalar gibi
işlev görüyordu. Bu nedenlerle, işadamları İslâmcı gruplara katılmayı kendi

662
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

ekonomik faaliyetlerini geliştirmenin bir yolu olarak görüyorlardı.122 Bu ağlar-


da, “Anadolululuk” altında İslâm ve Türk milliyetçiliğine yapılan güçlü atıfla
yerelliğe değer verilmekteydi.123 Sonuç olarak, 1980’li yıllarda ve 1990’ların
başlarında İslâmî eğilimli KOBİ’ler gelişme gösterdiler ve çıkarlarını korumak
için MÜSİAD çatısı altında örgütlendiler.
SONUÇ
Buraya kadar 1980–2000 dönemi Türkiyesi’ne dair iki değişkenden yarar-
lanıldı. İlki, Türk toplumunda İslâmcı siyasetin yükseliş ve düşüşü, ikincisi ise
aynı dönemde Türkiye ekonomisinin geçirdiği dönüşümdür. 1980’lerde yaşa-
nanlar toplumsal bir değişim getirmiş ve 1990’da kurulan MÜSİAD örneğinde
olduğu gibi, yeni çıkarların organize olabilmek için harekete geçmelerine yol
açmıştır.
Türkiye ekonomisinin 1980’lerdeki liberalizasyonu ekonomik dinamizm,
artan girişimcilik ve küresel piyasalarla bütünleşen özel sermaye artışı anlamı-
na gelmekteydi. Bu gelişmeler sonucunda 1980’lerde yeni girişimciler ortaya
çıktı. Ekonomideki liberalizasyon göreceli olarak daha liberal bir siyasî ortam
sağladı ve bu da her alanda giderek artan biçimde kendini gösteren İslâmcı
kimliğin yükselişinin önünü açtı. Yaşananlarla Anadolu’daki İslâmî eğilimli
geleneksel alt orta sınıfın yükselişi aynı zamana tesadüf etti. Bu kesim,
MÜSİAD’ın kurulmasına yol açacak şekilde, kamu kaynaklarından faydala-
namıyorlardı. “İslâm, Türk toplumunun dışlanmış kesimlerinin muhalif kimli-
ği haline gelirken”124 ve sağ ve sol merkez partilerin 1990’lardaki bölünmüşlü-
ğü gözle görülür biçimde İslâmcı siyasetin, özellikle de RP’nin, yükselişine
hizmet etti. 1997’ye kadar bu gelişmeler ile işadamlarının ve MÜSİAD’ın yük-
selişi aynı paraleldeydi. 28 Şubat süreci ile ise bu ilerleme tersine döndü çünkü
devlet eliti MÜSİAD üyelerini irticanın malî destekçileri olarak görüyorlardı ve
bu da derneği olumsuz etkilemişti.
1980–2000 boyunca Türkiye’deki neoliberal yeniden yapılanma modeli,
hükümetin çok miktarda borçlanması ve buna eşlik eden yüksek enflasyon
oranları ile yüksek faizden elde edilen kazançlar ortaya çıkarmıştı. 1990’larda
büyük sanayi şirketleri yatırıma isteksizken bankalar kurarak devlet borçlarını
finanse ettiler. Ne varki; kısmen rantiyeci gibi davranan büyük sermayenin bu
“şizofren anomali”si kendi üretim güçlerini arttıran KOBİ’ler arasında yayıl-
madı.125 KOBİ’ler son yirmi yıl içinde ekonomideki toplam istihdamın yaklaşık
%50’sini sağlayarak giderek artan biçimde önem kazanmışlardı.126 Bu da,
MÜSİAD’ın büyük şirketleri suçlamasına ve KOBİ’leri Türkiye’nin gerçek üre-
tim gücü olarak övmesine imkân sağlamıştı.
Sonuç olarak, 1980’lerde ekonominin geçirdiği dönüşümden Anado-
lu’daki KOBİ’ler ekonominin önemli aktörleri haline geldiler. Üstelik 1980 son-
rası dönemde İslâm’ın toplumda yükselen değer olması KOBİ’lerin bir ağ top-
lumu kurabilmesini sağlamıştı. 1980’lerde uygulanan ihracata yönelik politika-
lar KOBİ’lerin ufkunu genişletirken onlar da Türkiye’nin küresel piyasalarla
bütünleşmesi için bir “stratejik uyum” geliştirebildiler. Türkiye’deki büyük
şirketlerin 1990’larda kamu borçlarını finanse etmeye yönelmeleri, KOBİ’lerin

663
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

üretim kabiliyetlerini ve iç pazardaki paylarını arttırmalarına yol açmıştır.


MÜSİAD’ın da fark edilmesini sağlayan ise bu gelişme ve aynı zamanda
İslâmcı siyasetin yükselişine paralel olmuştur. Bu gelişmeye devlet elitinin
tepkisi, 28 Şubat sürecine kadar onay ve sessiz kalma iken sonrasında sürecin
bin yıl kadar süreceğinin127 dillendirilmesi yönünde oldukça şiddetli olmuştur.

SONNOT

1 Askerî darbenin muhatabı dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in daha sonra ifade ettiği
üzere, yurt çapında geniş çaplı olağanüstü hal ilan edilmesine ve bu çerçevede orduya geniş
yetkiler verilmesine rağmen 11 Eylül’de ülkedeki kaos ve anarşinin hemen darbe sonrası bıçak
kesmiş gibi durması manidardır.
2
İlkay Sunar ve Binnaz Toprak, “Islam in Politics: The Case of Turkey,” Government and Opposi-
tion, 1983, C. 18, S. 4, s. 421.
3 Richard Tapper, “Introduction” , Islam in Modern Turkey; Religion, Politics and Literature in A
Secular State [Çağdaş Türkiye’de İslam, İstanbul, Sarmal, 1994], Richard Tapper, ed., London,
I.B. Tauris, 1993, s. 1.
4
Erik J. Zurcher, Turkey: A Modern History [Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, İletişim,
2008], London, I. B. Tauris, 1993, s. 282 ve Jeremy Salt, “Nationalism and the Rise of Muslim
Sentiment in Turkey”, Middle Eastern Studies, 1995, C. 31, S. 1, s. 16.
5 Kenan Evren, Devlet Başkanı Kenan Evren’in Söylev ve Demeçleri 1980–1981, Ankara, TBMM
Basımevi, 1981, s. 17 ve Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları, Cilt I, İstanbul, Milliyet, 1990, s.
220.
6 “Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve
ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.”
T. C. Anayasası, 3. basım, Ankara, Seçkin, 1996, s. 46, Madde 24, paragraf 4 ve Andrew Mango,
“The Consolations of Religion in Turkey”, Aspects of Religion in Secular Turkey, Malcolm Wags-
taff, ed., Durham, Center for Middle Eastern and Islamic Studies University of Durham, 1990,
s. 16.
7
Metin Heper, The State Tradition in Turkey [Türkiye’de Devlet Geleneği, Ankara, Doğu Batı,
2006], Walkington, Eothen Press, 1985, s. 146.
8 a.g.e., s. 134.
9 Tapper, “Introduction,” s. 11.
10 Binnaz Toprak, “Religion as State Ideology in a Secular Setting: The Turkish-Islamic Synthe-
sis,” Aspects of Religion in Secular Turkey, s. 10.
11 Binnaz Toprak, “Religion as State Ideology…, a.g.e., ss. 10–12.
12
Hugh Poulton, Top Hat, Grey Wolf and Crescent: Turkish Nationalism and the Turkish Republic
[Silindir Şapka, Bozkurt ve Hilal Türk Ulusçuluğu ve Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul, Sarmal, 1999],
London: Hurst & Company Publishers, 1997, s. 184.
13 Levent Köker, “Hangi Demokrasi, Hangi Refah?”, Birikim, Kasım 1996, S. 91. s. 49.
14
Nilüfer Göle, “Authoritarian Secularism and Islamist Politics: The Case of Turkey”, Civil
Society in the Middle East, A. R. Norton, ed., Leiden, E. J. Brill, 1996, s. 30.
15 a.g.m. s. 31 ve bkz., Nilüfer Göle, “Engineers and the Emergence of a Technicist Identity”,
Turkey and the West: Changing Political and Cultural Identities, Metin Heper, Ayşe Öncü ve He-
inz Kramer, eds., London, I. B. Tauris, 1994.
16
Nilüfer Göle, “Küçük Dünyalar ve Tarih”, Nokta, Özel Ek, 17 Nisan 1993.
17
Göle, “Authoritarian Secularism and Islamist Politics,” s. 43.
18 Mehmet Barlas, Turgut Özal’ın Anıları, 2. Basım, İstanbul, Sabah, 1994, s. 201.

664
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

19 a.g.e. s. 203.
20 Hürriyet, 3 Mart 1990.
21 Turgut Özal, Turkey in Europe and Europe in Turkey, revised English edition, Northern Cyprus,
Nicosia, K. Rustem & Brother, 1991, s. 311; Turgut Özal, Değişim Belgeleri: 1979-1992, İstanbul,
Kazancı Matbacılık, 1993, s. 98 ve Ergun Özbudun, “Özal ve Demokratikleşme”, Devlet ve Si-
yaset Adamı, İhsan Sezal, ed., İstanbul, 20 Mayıs Eğitim Kültür ve Sosyal Dayanışma Vakfı-
Çetin Ofset, 1996, s. 109.
22 Poulton, Top Hat, Grey Wolf and Crescent, ss. 199–204.
23
Nilüfer Göle, “Secularism and Islamism in Turkey: The Making of Elites and Counter-Elites”,
The Middle East Journal, 1997, C.51, S.1, s.59.
24 M. Hakan Yavuz, “Turkey’s Imagined Enemies: Kurds and Islamists”, The World Today, April
1996, ss. 99–101.
.25 Ruşen Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisini Anlamak, İstanbul, Metis, 1994, ss. 19, 24 ve
M. Hakan Yavuz, “Political Islam and the Welfare (Refah) Party in Turkey”, Comparative Poli-
tics, 1997, C.30, S.1, s. 71.
26 Bu partinin ismi 1992’de Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değişmiştir.
27 Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi, ss. 28, 39.
28 Çakır, a.g.e. ss. 32–36.
29 Burhanettin Duran, “Approaching the Kurdish Question via Adil Düzen: An Islamist Formula
of the Welfare Party for Ethnic Coexistence”, Journal of Muslim Minority Affairs, 1998, C.18, S.1,
s. 123; Refah Partisi Ön Savunma, Ankara, ?, 1997 ve Refah Partisi Esas Hakkında Savunma, Anka-
ra, ?, 1997. Daha fazla bilgi için bkz. Hürriyet, 22 Mayıs 1997 ve aynı tarihli diğer günlük gaze-
teler.
30
Murat Çemrek, “Gereği Görüşülüp Düşünüldü: FP’nin Temelli Kapatılmasına...”, Tezkire,
Eylül 2001, C.10, S.22, s. 17.
31
FP uzun bir mahkeme sürecinin ardında 22 Haziran 2001’de kapatılmış ve iki yeni İslamcı
parti; eski FP lideri Recai Kutan’ın başkanlığındaki Saadet Partisi (SP) ve İstanbul’un eski po-
püler belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP ortaya çıkmıştır. Bu aynı
zamanda FP’nin gelenekçi ve modern kanatları arasında da bir bölünme anlamına gelmek-
teydi. Daha fazla bilgi için bkz. Ziya Öniş, “Political Islam at the Crossroads: From Hegemony
to Co-existence”, Contemporary Politics, 2001, C.7, S.4, s. 292.
32
İslâm’ın kamusal alanda gelişimi hakkında daha fazla bilgi için bkz., James Pettifer, The Tur-
kish Labyrinth: Ataturk and the New Islam, London: PenguinBooks, 1998.
33 M. Hakan Yavuz, “Towards an Islamic Liberalism? The Nurcu Movement and Fethullah
Gülen”, Middle East Journal, 1999, C.53, S.1, s. 585.
34
İthal ikameci sanayileşme modeli ve Türkiye’deki yankıları hakkında daha fazla bilgi için,
bkz. Anne O. Krueger, Foreign Trade Regimes and Economic Development: Turkey, New York, Na-
tional Bureau of Economic Research, 1974; Maxwell J. Fry, Finance and Development Planning in
Turkey, Leiden, E.J.Brill, 1972 ve Henri J. Barkey, The State and the Industrialization Crisis in
Turkey, Boulder, Westview Press, 1990.
35
Uyum programının çeşitli yönleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Tevfik F. Nas ve Meh-
met Odekon, eds., Liberalization and the Turkish Economy, New York, Greenwood Press, 1988;
Tosun Arıcanlı ve Dani Rodrik, eds. The Political Economy of Turkey: Debt, Adjustment and Sus-
tainability, London, Macmillan, 1990; Ziya Öniş, ed. State and Market: The Political Economy of
Turkey in Comparative Perspective, İstanbul, Boğaziçi University Press, 1998; Korkut Boratav,
Oktay Türel ve Erinç Yeldan, “The Turkish Economy in 1981-92: A Balance Sheet, Problems
and Prospects”, METU Studies in Development, 1995, C.22, S.1, ss. 1–36.
36 1980’den bu yana malî sektördeki gelişmeler için, bkz. Işık İnselbağ ve N. Bülent Gültekin,
“Financial Markets in Turkey,”, Liberalization and the Turkish Economy, ss. 129–140.

665
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

37 Daha fazla bilgi için, bkz. G. Sak, Public Policies Towards Financial Liberalization: A General
Framework and an Evaluation of the Turkish Experience in the 1980s, Ankara: Capital Markets Bo-
ard Press, 1995.
38
1980 sonrası dönemde genel anlamda Türkiye’nin siyasal ekonomisi için, bkz. Ziya Öniş ve
Steven B Webb, “Turkey: Democratization and Adjustment from Above”, Voting for Reform:
Democracy, Political Liberalization and Economic Adjustment, Stephan Haggard ve Steven B
Webb, eds., New York, Oxford University Press, 1994, ss. 128–184 ve Atilla Eralp, Muharrem
Tünay ve Birol Yeşilada, eds. The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey, Westport,
CT, Praeger, 1993.
39 A. Erinç Yeldan, Harun Bulut, Onur Özgür, Sevgi Rençberoğlu, Engin Volkan ve Ebru Voy-
voda “Dynamics of Growth, Accumulation and Distribution in the post–1980 Turkish Eco-
nomy: A Kaldorian General Equilibrium Interpretation”, Union for Radical Political Econo-
mics (URPE) sponsorluğundaki Allied Social Sciences Meetings’te (ASSA) sunulan tebliğ,
New York City, 3-5 Ocak, 1999, s. 5.
40
Faruk Selçuk ve Ahmet Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000”,
Russian and East European Finance and Trade, 2001, C.37, S. 6, s. 8.
41
Daha fazla bilgi için bkz., E. Uygur, Financial Liberalization and Economic Performance in Turkey,
Ankara, CBRT Publication, 1993.
42
Popülist politikaların Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerinin analizi için, bkz. Fatih Özatay,
“Populist Policies and the Role of Economic Institutions in the Performance of the Turkish
Economy”, Yapı Kredi Economic Review, 1999, C.10, S.1, ss. 13–26.
43
Oğuz Esen, “Financial Openness in Turkey”, International Review of Applied Economics, 2000,
C.14, S.1, s. 8.
44 Kıvılcım Metin-Özcan, Ebru Voyvoda ve A. Erinç Yeldan, “Dynamics of Macroeconomic
Adjustment in a Globalized Developing Economy: Growth, Accumulation and Distribution,
Turkey 1969–1998”, Canadian Journal of Development Studies, 2001, C. 22, S.1, s. 222.
45
Esen, “Financial Openness in Turkey,” ss. 8–10.
46
Korkut Boratav, A. Erinç Yeldan ve Ahmet H. Köse, “Globalization, Distribution and Social
Policy, 1980–1998”, Center for Economic Policy Analysis, Working Paper, Şubat 2000, S. 20,
s.2.
47
Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” ss.19–20.
48
Bkz. http://www.hazine.gov.tr/yayin/hazineistatistikleri/index.htm
49
Tevfik F. Nas ve Mark J. Perry, “Turkish Inflation and Real Output Growth: 1963–2000”, Rus-
sian and East European Finance and Trade, 2001, C. 37, S. 6, s. 32.
50
Boratav, Yeldan ve Köse, “Globalization, Distribution and Social Policy, 1980–1998,” s. 6.
51
Sermaye hesaplarının liberalizasyonu sürecine dair tartışmalar için, bkz. Faruk Selçuk, “A
Brief Account of the Turkish Economy, 1987-1996”, The Political Economy of Turkey in the Post-
Soviet Era, Libby Rittenberg, ed., Westport, CT: Greenwood Press, 1998 ve Dani Rodrik, “Pre-
mature Liberalization and Incomplete Stabilisation: The Özal Decade in Turkey”, Inflation and
Stabilisation, [Enflasyon ve İstikrar] Michael Bruno et al., eds., Cambridge, MA, MIT Press,
1992.
52 Ziya Öniş ve Ahmet Faruk Aysan, “Neoliberal Globalisation, the Nation-State and Financial
Crises in the Semi-periphery: A Comparative Analysis”, Third World Quarterly-Journal of Emer-
ging Areas, 2000, C.21, S.1, s. 129.
53
Ziya Öniş, “Turkey in the Post Cold War Era: In Search of Identity”, Middle East Journal, 1995,
C.49, S.1, ss. 64–65.
54 1994 krizine dair bir değerlendirme için, bkz. Fatih Özatay, “The Lessons from the 1994 Crisis
in Turkey: Public Debt (Mis)Management and Confidence Crisis”, Yapı Kredi Economic Review,
1996, C.7, S.1, ss. 21–37 ve Erinç Yeldan, “Türk Ekonomisinde Krizin Oluşumu, 1990–1993: Bir

666
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

Genel Denge Analizi, Middle East Technical University Studies in Development, 1996, C.23,
S.3, ss. 427–476.
55 Öniş ve Aysan, “Neoliberal Globalisation, The Nation-State and Financial Crises in the Semi-
periphery,” s. 130.
56 Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” ss. 23–24.
57
Yeldan ve et. al, “Dynamics of Growth, Accumulation and Distribution in the post–1980 Tur-
kish Economy,” ss. 2–8.
58 Daha fazla bilgi için, bkz. Hasan Kirmanoğlu ve Ömer Özçiçek, “The Effect of Short-term
Capital Inflow on the Turkish Economy”, Yapı Kredi Economic Review, 1999, C. 10, S. 1, ss. 27–
34 ve Ziya Öniş, “Globalization and Financial Blow-ups in the Semi-periphery: Turkey’s Fi-
nancial Crisis of 1994 in Retrospect”, New Perspectives on Turkey, 1996, S.15, ss. 1–23.”
59 Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” s. 7.
60 Metin-Özcan, Voyvoda ve Yeldan “Dynamics of Macroeconomic Adjustment in a Globalized
Developing Economy,” s. 227.
61 Ben Lombardi, “Turkey-The Return of the Reluctant Generals?”, Political Science Quarterly,
1997, C.112, S.2, ss. 199–200.
62
Ümit Cizre-Sakallıoğlu ve Erinç Yeldan, “Politics, Society and Financial Liberalization: Turkey
in the 1990s”, Development and Change, 2000, C.31, S.2, ss. 481–482.
63 “Yılmaz’dan Rejim Uyarısı,” Milliyet, 5 Aralık 1997.
64 Doğu Asya krizinin özellikle Türkiye üzerindeki etkileri için, bkz. Kemal Derviş, “Küresel
İktisadi Kriz ve Dünya Bankası”, İktisat İşletme ve Finans, Mayıs 1999, S.158, ss. 7–19.
65
Metin-Özcan, Voyvoda ve Yeldan “Dynamics of Macroeconomic Adjustment in a Globalized
Developing Economy,” s. 227.
66
Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” s. 10.
67
Bkz. http://www.hazine.gov.tr/yayin/hazineistatistikleri/index.htm
68
Nas ve Perry, “Turkish Inflation and Real Output Growth,” ss. 35–36.
69
Cizre-Sakallıoğlu ve Yeldan, “Politics, Society and Financial Liberalization,” s. 485.
70
Ziya Öniş, “Democracy, Populism and Chronic Inflation in Turkey: The Post-Liberalization
Experience”, Yapı Kredi Economic Review, 1997, C.8, S.1, s. 38.
71 Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” s. 10.
72
a.g.m., ss. 25–27.
73
Boratav, Türel ve Yeldan, “The Turkish Economy in 1981-92,” s. 21.
74 Bkz. Izak Atiyas, “Uneven Governance and Fiscal Failure: The Adjustment Experience of
Turkey”, Leila Frischtak ve Izak Atiyas, eds., Governance, Leadership, and Communication: Buil-
ding Constituencies for Economic Reform, Washington, DC, The World Bank,1995, ss. 285–317.
75 Yılmaz Akyüz, “Financial System and Policies in Turkey in the 1980s” Tosun Arıcanlı ve Dani
Rodrik, eds. The Political Economy of Turkey: Debt, Adjustment and Sustainability, s. 98.
76
Ziya Öniş, “The Political Economy of Turkey in the 1980s: Anatomy of Unorthodox Libera-
lism, The State and Economic Interest Groups: The Post-1980 Turkish Experience, Metin Heper, ed.,
Berlin and New York, Walter de Gruyter, 1991, s. 30.
77 Ziya Öniş, “The Political Economy of Islamic Resurgence in Turkey: The Rise of the Welfare
Party in Perspetive”, Third World Quarterly, 1997, C.18, S.4, ss. 749–750.
78 Cizre-Sakallıoğlu ve Yeldan, “Politics, Society and Financial Liberalization,” s. 491.
79
Murat Çokgezen, “New Fragmentations and New Cooperations in the Turkish Bourgeoisie”,
Environment and Planning C: Government and Policy, 2000, C.18, S.5, s. 541.
80 Metin-Özcan, Voyvoda ve Yeldan “Dynamics of Macroeconomic Adjustment in a Globalized
Developing Economy,” s. 225.
81
Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” s. 12.

667
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

82 a.g.m. s. 7.
83 Boratav, Yeldan ve Köse, “Globalization, Distribution and Social Policy, 1980–1998,” ss. 14–15.
84 KİT’lerin rolü ve özelleşme çabaları için, bkz. Çoşkun Can Aktan, “Public Enterprises in Tur-
key”, Annals of Public and Cooperative Economics, 1996, C. 67, S.1, ss. 117–129.
85 Türkiye’de KKBG’nin altı bileşeni vardır: Hükümet, bütçe dışı fonlar, yerel yönetimler,
KİT’ler, sosyal güvenlik kurumları ve geri ödenebilir devlet sübvansiyonları.
86 1980 sonrası dönemde Türkiye’de devletin değişen rolü için bkz. Korkut Boratav, “İktisat
Tarihi,1981-1994,” Türkiye Tarihi, Cilt 5, Bugünkü Türkiye, Sina Akşin, ed., İstanbul, Cem, 1995,
ss. 159–210.
87 Öniş, “The Political Economy of Islamic Resurgence in Turkey,” s. 753.
88
Daha fazla bilgi için, bkz. Canan Balkır, “Trade Strategy in the 1980s” [1980’lerde Ticaret
Stratejisi] The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey, ss. 135–168.
89 Nas ve Perry, “Turkish Inflation and Real Output Growth,” s. 35.
90
1987 Sabit Fiyatlar
91
Boratav, Yeldan ve Köse, “Globalization, Distribution and Social Policy, 1980–1998,” s. 6.
92
a.g.m., s. 27.
93
Cizre-Sakallıoğlu ve Yeldan, “Politics, Society and Financial Liberalization,” s. 499.
94
Chares K. Ponzi ve onun malî sistemi hakkında daha fazla biligi için, bkz.
http://www.markknutson.com/ ve http://www.sec.gov/answers/ponzi.htm.
95
Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” s. 26.
96
Merih Celasun, “State-Owned Enterprises and Privatization in Turkey: Policy, Performance
and Reform Experience, 1985-1995”, State-Owned Enterprises in the Middle East and North Africa:
Privatization, Performance and Reform, M. Celasun ve I. Arslan, eds., NY, Routledge, 2001, ss.
224–252.
97
1990’larda Türk kamu sektörünün malî dengelerinde yaşanan bozulmanın anlatımı için, bkz.
A. Erinç Yeldan, “On Structural Sources of the 1994 Turkish Crisis: A CGE Modelling Analy-
sis”, International Review of Applied Economics, 1998, C.12, S.3, ss. 397–414.
98 Selçuk and Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” s. 7.
99 Bkz. A. Erinç Yeldan, “Surplus Creation and Extraction under Structural Adjustment: Turkey,
1980–1992”, Review of Radical Political Economics, 1995, C.27, S.2, ss. 38–72.
100
Türkiye’deki yabancı varlıklar ve bütçe açıkları arasındaki sebep sonuç ilişkisi hakkında
amprik bir çalışma için, bkz. Nurhan Yentürk, “Capital Inflows and Their Impact on Macroe-
conomic Performance: A Comparison of Turkey and Mexico”, Boğaziçi Journal, 1995, C.9, S.2,
ss. 67-84.
101
Cizre-Sakallıoğlu ve Yeldan, “Politics, Society and Financial Liberalization,” s. 487.
102 Öniş ve Aysan, “Neoliberal Globalisation, The Nation-State and Financial Crises in the Semi-
periphery,” ss.128–129.
103
Selçuk ve Ertuğrul, “A Brief Account of the Turkish Economy, 1980–2000,” s. 18.
104
Daha fazla bilgi için, bkz. “500 Büyük Sanayi Kuruluşunda Yaratılan Net Katma Değerin
Faktör Gelirleri İtibariyle (Fonksiyonel) Dağılımı,” İSO Dergisi (Özel Sayı-Türkiye’nin 500 Bü-
yük Sanayi kuruluşu 2000) Ağustos 2001, S. 425, ss. 43–45.
105 Ayşe Buğra, “The Claws of the ‘Tigers’ ”, Privateview: The Quarterly International Review of the
Turkish Industrialists’ and Businessmen’s Association, 1997, C. 1–2, S. 4–5, s. 54.
106
Wendy Kristianasen, “New Faces of Islam”, Le Monde Diplomatique, July 1997,
(http://www.monde-diplomatique.fr/en/1997/07/turkey)
107
Ayşe Buğra, Islam in Economic Organizations, İstanbul, TESEV, 1999, ss. 14–15.
108 Lombardi, “Turkey-The Return of the Reluctant Generals?,” ss. 197–198.
109
Cüneyt Arcayürek, Namı 864 Rakımlı Tepe: Çankaya, 3. baskı, Ankara, Bilgi, 1989, s. 177.

668
26. Bölüm: Çalkantılı Bir Ekonomide İslamcı Siyasetin Yükselişi ve Düşüşü / Murat Çemrek

110 Hasan Cemal, Özal Hikâyesi, Ankara, Bilgi, 1989, s.178 ve Emin Çölaşan, Turgut Nereden Koşu-
yor, 34. baskı, İstanbul, Tekin, 1989, s. 189.
111 Server Holding, 2001 yılı itibariyle, çeşitli sektörlerde faaliyet göstermektedir. Örneğin; sağlık
(Ümraniye Sağlık Tesisleri, Haksa Sağlık Hizmetleri ve Zinde Sağlık Hizmetleri), eğitim
(ASFA Eğitim Tesisleri), otomotiv (Fuzul Otomotiv), inşaat (Gökkuşağı), ticaret (SimAğ İhti-
yaç Maddeleri Pazarlama ve Vera İç ve Dış Ticaret) medya (Server İletişim Gazetecilik ve Ya-
yıncılık, Vefa Yayıncılık ve Seha Neşriyat, Yıldız Danışmanlık TV Reklamcılık Prodüksiyon),
gıda (Sufur Gıda) ve bilişim (İskenderpaşa Bilgi İşlem ve İnternet Hizmetleri). Holdingin yıl-
lık kârı yaklaşık 40 milyon dolardır ve 6000 civarında çalışanı vardır. Server Holding ayrıca
İngiltere ve İskoçya’daki yıllık kârı 25 milyon dolar olan mağazaları ile perakendecilik de
yapmaktadır. Fuzul Otomotiv Türkiye’nin önde gelen otomotiv satış örgütlerinden biridir.
Tüm ülkeye yayılmış olan 110 şubesi ile yıllık 25.000 satış rakamına ulaşmıştır. Türkiye’deki
ilk özel radyo istasyonlarından biri olan Akra FM 252 vericisi ile aynı zamanda en geniş ağa
sahip radyolardan biridir ve ayrıca Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Asya’ya da yayın yapmak-
tadır.
112 Karin Vorhoff, “Businessmen and Their Organizations: Between Instrumental Solidarity,
Cultural Diversity, and the State”, Civil Society in the Grip of Nationalism [Türkiye’de Sivil Top-
lum ve Milliyetçilik, İstanbul, İletişim, 2001] St. Yerasimos, G. Seufert, K.Vorhoff, eds., İstanbul,
Orient-Institut der DMG, 2000, s. 160.
113 a.g.m., s. 161.
114
“MÜSİAD Üyesi Çok Ortaklı Şirketlerden Güç Birliği Kararı” MÜSİAD Bülten, 2000, C. 8,
S.36, ss. 8-9. Alfabetik sırayla katılan holdingler: Apitaş, Avantaj, Büyük Anadolu, Endüstri,
GAP Yatırım, İttifak, Jet Group, Kamer Katra, Kimpaş, Kombassan, Konya Sanayi, Kuralkan,
Noya, Öncü, Sayha, Silm Yatırım, Umpaş. Yimpaş Holdingin toplantıya katılmaması dikkat
çekicidir.
115
Türkiye Ekonomisi 2001, İstanbul, MÜSİAD, 2001, s. 47.
116
Daha fazla bilgi için bkz. Yatırımcıya Tavsiyeler: Bir Şirkete Ortak Olmak İsteyen Tasarruf Sahiple-
rinin Dikkat Etmesi Gereken Kurallar, İstanbul, MÜSİAD, 1999.
117 Ziya Öniş, “The Political Economy of Islamic Resurgence in Turkey,” s. 759.
118
Ayşe Buğra, “The Claws of the ‘Tigers’ ”, s. 50. Anadolu Kaplanları etiketi MÜSİAD çevrelerin-
ce Anadolu Aslanları’na dönüştürülmüştür. Ne var ki Anadolu Aslanları İşadamları Derneği-
ASKON 1998 yılında MÜSİAD’dan ayrılan bir grup tarafından kurulmuştur. Daha fazla bilgi
için bkz., http://www.askon.org.tr/
119 Cizre-Sakallıoğlu ve Yeldan, “Politics, Society and Financial Liberalization,”ss. 499–500.
120 Ayşe Buğra, “Class, Culture, and State: An Analysis of Interest Representation By Two Tur-
kish Business Associations”, International Journal of Middle East Studies, 1998, C.30, S.4, s. 528.
121 RP’nin ekonomi programı da Adil Düzen ismini taşıyor ve isim benzerliğinin yanı sıra paralel
görüşleri benimsiyordu.
122 Çokgezen, “New Fragmentations and New Cooperations in the Turkish Bourgeoisie,” s. 538.
123
Bu çerçevede, muhafazakâr değerlere dayanan benzeri iddialar ve sloganlar sağ görüşlü
partiler tarafından fazlasıyla kullanılmıştır. Büyük Birlik Partisi-BBP’nin sloganı “Anadolu bi-
liyor...” bu söyleme iyi bir örnek oluşturmaktadır.
124
Hakan Yavuz, “Cleansing Islam from the Public Sphere”, Journal of International Affairs, 2000,
C.54, S.1, s. 22.
125
Boratav, Yeldan ve Köse, “Globalization, Distribution and Social Policy, 1980–1998,” s. 26.
126
Ekrem Dönek, “Türk Sanayiinin Gelişmesinde Küçük İşletmelerin Yeri ve Bu İşletmelerin
Kaynak Temininde Bankacılık Sektörünün Rolü,” İktisat İşletme ve Finans, Ağustos 1999, S.
161, ss. 22-34.
127
Bu ifade 28 Şubat sürecinin devam ettiği sırada dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin
Kıvrıkoğlu’na aittir.

669
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

27. BÖLÜM
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ (AK PARTİ)
DÖNEMİ İÇ VE DIŞ POLİTİKA [2002-...]]

B. Berat ÖZİPEK∗

GİRİŞ
İkibinli yıllar, Türkiye tarihinde önemli bir değişim ve dönüşüme sahne
oldu. 28 Şubat 1997 post-modern muhtırasıyla başlayan ve istikrarsız hükü-
metlerle devam eden ağır bir siyasi ve ekonomik kriz döneminin ardından
gelen bu dönüşümün başlıca siyasi aktörü ve taşıyıcısı, başarıları ve başarısız-
lıklarıyla, Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında kurulan Adalet ve Kalkınma
Partisidir (Ak Parti). Türkiye siyasi tarihinin çalkantılı bir döneminin ardından
2002 yılında iktidara gelen ve iki binli yılların ilk on yılına damgasını vuran bu
partinin iktidarı, bir “dönüm noktası” olarak adlandırılmayı hak etmektedir.
Türkiye’nin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki yapısında ve dış ilişkilerindeki
köklü değişiklikler çerçevesinde Ak Parti dönemi, 1950’de Demokrat Parti’nin
(DP) ve 1983’te ise Anavatan Partisi’nin (ANAP) iktidara gelişleriyle kıyasla-
nabilecek bir tarihi dönemeci ifade etmektedir.
A. AK PARTİ HÜKÜMETİ ÖNCESİ DÖNEM: TARİHİ VE SİYASİ
ARKAPLAN
Türkiye siyasetinin ikibirli yıllarını ve Ak Parti’yi iktidara taşıyan süreci
anlamak için, söz konusu sürecin tarihsel arka planına bakmak gerekir. Kuşku-
suz her olay veya dönemi hazırlayan koşulları az veya çok geriye doğru izle-
mek ve söz konusu arka planı farklı bir tarihle başlatmak mümkündür. Bu
çerçevede, konumuzu oluşturan dönemin arka planını da ne kadar geriye gö-
türmek gerektiği tartışılabilir olmakla birlikte, çok partili dönem boyunca siya-
si süreçlerdeki en önemli kopuş ve başlangıç dönemlerini ifade eden darbe ve
muhtıralarla başlamak anlamlı olabilir. Bu anlamda Ak Parti hükümetlerinin
damgasını taşıyan dönemin de yine bir askeri müdahaleyle, 1997’deki “28 Şu-
bat Muhtırası” ile başladığı saptaması yapılabilir.
1. “POSTMODERN DARBE”
1996 yılında seçimle işbaşına gelen ve Refah Partisi (RP) ile Doğru Yol Par-
tisi’nin (DYP) koalisyonunu ifade eden Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılış süreci,


Prof. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi.

671
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) kabul edilen “28 Şubat Kararları”yla başlar.
Üst düzey askeri bürokrasinin “irtica ile mücadele” gerekçesiyle hazırlayıp
kurulun sivil üyelerine kabul ettirdiği kararlar, Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılı-
şını da beraberinde getirmişti. Ordunun açıkça iktidara ek koymayıp, el koyma
tehdidiyle siyasi süreci belirlemesi ve bir darbe durumunda yapılacak olanla-
rın “siviller” eliyle yapılması anlamında “postmodern darbe” olarak adlandırı-
lan 28 Şubat müdahalesi, Türkiye’de ekonomik ve siyasi anlamda ciddi bir
sarsıntı ve yıkımla sonuçlanmıştır.
28 Şubat, müdahalenin zeminini sağlayan silahlı kuvvetler içindeki “Batı
Çalışma Grubu” adlı yasa dışı oluşumun yaygınlaştırmaya çalıştığı gerekçelere
bakılacak olursa, “ülkedeki irtica tehlikesi” yüzünden gerçekleştirilmişti. An-
cak büyük medya aracılığıyla topluma yansıtılan “laiklik” veya “irtica” gerek-
çelerine karşın, merkezinde Orgeneral Çevik Bir’in yer aldığı bu grubun plan-
ladığı ve üst düzey sivil bürokrasinin, yüksek yargı organlarından hâkim ve
savcıların, büyük medyanın (özellikle gazete, radyo ve televizyonların büyük
bölümünü elinde tutan iki büyük medya grubu olan Aydın Doğan ve Dinç
Bilgin gruplarının), işveren ve işçi sendikalarının işbirliği ve desteğiyle gerçek-
leştirilen bu müdahalenin ekonomik ve sınıfsal anlamı ve ortaya çıkardığı so-
nuçlar çok daha önemli olmuştur.
2. EKONOMIK VE SİYASİ KRİZ
28 Şubat sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıkan Demokratik Sol Parti
(DSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve ANAP koalisyon hükümeti, ülke
tarihindeki en tahrip edici iki büyük ekonomik krize yol açan yönetimiyle, açık
bir başarısızlığa imza atmıştı.1 “Anayasa fırlatma” olarak hafızalara kazınan 19
Şubat 2001 tarihli MGK toplantısını terk eden Başbakan Bülent Ecevit’in, Cum-
hurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in kendisine saygısızlık ettiğine ilişkin açık-
laması, ikinci büyük ekonomik krizin fitilini ateşlemişti. Dövizin değerindeki
ani yükselme, iflaslar ve intiharlarla, esnafın, -onu kontrol etmeye çalışan
TESK’e rağmen- sokaklara dökülüp polisle çatışmasına (bu olaylar basında
“Esnaf intifadası” olarak adlandırılmıştı) kadar çok boyutlu bir yıkımı ifade
eden bu sürecin simgesi, elindeki yazar kasasını Ecevit’in geçtiği başbakanlığın
merdivenlerine fırlatan esnaf olmuştu.
Ekonomi yönetiminin IMF kredisine bağlı olarak yeniden düzenlendiği,
Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş’in 3 Mart 2001 tarihinde Ece-
vit tarafından Türkiye’ye çağrılarak devlet bakanı olarak görevlendirildiği bu
süreç, koalisyon hükümetindeki çatlamayı da beraberinde getirdi. Haziran ve
Temmuz 2002’de koalisyonun büyük ortağı DSP’den istifalar oldu ve 31 Tem-
muz 2002’de erken seçim kararı alındı.
B. AK PARTİ’NİN SİYASET SAHNESİNE ÇIKIŞI
Ak Parti, 14 Ağustos 2001 tarihinde kuruldu ve 3 Kasım 2002’deki seçimi
kazandı. Bir siyasi partinin ikiye bölünmesiyle ortaya çıkan yeni bir siyasi par-
tinin, kuruluşundan kısa bir süre sonra, yasaklı bir liderle2 ve üstelik de girdiği
ilk seçimlerde rekor sayılabilecek bir oyla tek başına iktidar olması, Türkiye

672
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

siyaseti konusunda yeterli bilgi sahibi olmayanlar açısından şaşırtıcı görünse


de, sürecin ekonomi politiğini göz önüne alındığında anlaşılır bir durumdur.
Ak Parti’nin kurulduğu ortam, yukarıda da ifade edildiği gibi, bir muhtıra
sonrası dönemdir. İktidarda “28 Şubat Kararları”nı uygulamayı taahhüt etmiş
olmanın siyasi faturasını ve yine bu müdahalenin belirlediği maddi değerlerin
yeniden paylaşımının ürünü olan büyük bir altüst oluşun iktisadi sorumlulu-
ğunu taşıyan DSP-MHP-ANAP koalisyonu (“Anasol-M Hükümeti”) vardı. Bu
çerçevede 1999 ve 2001 yıllarında, Türkiye’yi ciddi bir biçimde sarsan iki bü-
yük ekonomik krizin, söz konusu koalisyon hükümetinin başarısızlığının öte-
sinde, o başarısızlığın da açıklanmasını mümkün kılacak anlaşılabilir nedenleri
vardı. Yaşananların ekonomi politiğini analize dâhil edilmediğinde, örneğin
2001 krizinin 19 Şubat tarihli MGK toplantısında, Cumhurbaşkanı Sezer ile
Başbakan Ecevit arasındaki sert tartışmadan (“anayasa fırlatma” hadisesinden)
kaynaklandığı düşünülebilir. Oysa bu “kavga” sadece ekonomik krizin ateşle-
yicisi olarak değerlendirilebilir.
Siyasi bakımdan ciddi bir özgürlük daralmasını ifade eden 28 Şubat süre-
cinin uygulayıcısı olmanın doğurduğu toplumsal tepkiye, büyük bir ekonomik
çöküş ve yoksullaşmanın eşlik etmesi, söz konusu koalisyon hükümetinin de
sonunu getirdi. Bu süreçte Ecevit’in 3 Mart 2001’de Dünya Bankası başkan
yardımcısı görevinde bulunan Kemal Derviş’i Türkiye’ye çağırması ve ikna
ederek ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak görevlendirmesi, krizden
çıkış arayışları bakımından önemli bir adım sayılabilirdi. Ancak “Derviş re-
formları” da dramatik bir biçimde bozulmuş ekonomik ve siyasi istikrarı sağ-
lamak için yeterli olmadı. Dahası, aynı yıl 24 Ocak’ta Diyarbakır Emniyet Mü-
dürü Gaffar Okkan’ın öldürülmesi ve 22 Haziran’da Anayasa Mahkemesi’nin
Fazilet Partisi’ni (FP) kapatma kararı, siyasi istikrarsızlığı zirveye ulaştırdı.
İktidarın büyük ortağı DSP içinde de çalkantı ve sorunlar sürüyordu.
İşte böyle bir ortamda, FP’nin “yenilikçi” kanadını oluşturan Tayyip Er-
doğan ve arkadaşlarının yeni bir siyasal örgütlenmeye gitmesi, kısa süre sonra
ülke siyasetine damgasını vuracak bir siyasi alternatifin inşası anlamına geli-
yordu.
1. AK PARTİ’NIN TOPLUMSAL TABANI VE SİYASI GELENEGİ
Yeni kurulan parti, sosyal ve ekonomik anlamda “çevre”den geliyor ve ta-
banı itibariyle orta ve alt sınıflara dayanıyordu. Bu taban, esas olarak cumhuri-
yet döneminin ayrıcalıklı zümresinin dışında kalan, -yani asker ve sivil bürok-
rasi, devletçi/büyük sermaye ve eşrafın dışındaki- geniş toplum kesimlerini
içine alıyordu. Siyasi çizgisi itibarıyla ise Ak Parti, tarihsel olarak İttihad ve
Terakki Fırkası/Cemiyeti İTF/C-Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) çizgisinin kar-
şısında yer alan, cumhuriyet döneminde DP’den itibaren bir iktidar alternatifi
olarak siyasette varlığını hissettiren ve neredeyse periyodik olarak her on yılda
bir önü darbe ve muhtıralarla kesilen ikinci çizgiyi temsil ediyordu. Çok partili
dönem sonrası Türkiye siyasi tarihi, serbest bir seçim ortamında “çevre”den
gelen liderlerin, köklü bir siyasi parti geçmişine dayanmasa bile (dayanamazdı,
çünkü ara dönemlerde bu partilerin kapatılması zaten “sağ”da köklü siyasi
partilerin oluşmasını mümkün kılmıyordu) sürekli başarısını ifade ediyordu.

673
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

Ak Parti’nin içinden geldiği siyasi gelenekte bağımsız bir aktör ve güçlü


bir siyasi alternatif olarak ortaya çıkması, FP içindeki bir ayrışmayla gerçekleş-
ti. Bu parti içindeki “yenilikçi akım”, “çevre”yi temsil eden bir sınıfsal ve siyasi
çizgiden (milli görüş geleneği) geliyor ve 28 Şubat sürecinde “milletin huku-
kunu koruyamayan” Erbakan ve onun çevresindeki “ak saçlılar”dan felsefi ve
siyasi anlamda bir “kopuş”u ifade ediyordu. Erdoğan, karizmatik kişiliği ve
belediyecilikteki başarılı performansı kadar, siyasi bir aktör ve siyasi bir söy-
lem inşa etmedeki başarısıyla da, yaşanan sorunlara çözüm olabileceği izleni-
mini veren bir siyasi alternatif olarak belirginleşiyordu. Bu alternatif, her darbe
ve muhtıra sonrası toplumda askeri bürokrasiye ve siyasallaşan yargıya karşı
belirginleşen tepki yoğunlaşmasının da yöneldiği bir güç olarak, ilk seçimde
iktidar olmaya aday görünüyordu.3
Anayasa Mahkemesi’nin Erdoğan’ın kurucu üyelikten çıkarılması için Ak
Parti’ye ihtar vermesi ve partinin kapatılmamak için bunu kabul etmesi de ona
duyulan ilgiyi azaltmadı. Tarihsel olarak İTC-CHP siyasi çizgisine muhalif
olarak ortaya çıkan ve DP, AP ve Özal ANAP’ında ifadesini bulan ikinci siyasi
çizgiye taban oluşturan kitleler, bu yeni oluşumu da benimsemiş görünüyor-
lardı.
2. AK PARTİ’NİN İDEOLOJİSİ
Dayandığı ekonomik ve sınıfsal taban ile içinden geldiği siyasi gelenek
göz önüne alındığında, Ak Parti’nin “kimlik oluşturma” sürecinde seçtiği ideo-
lojinin kayda değer bir önem arz etmediği düşünülebilir. Gerçekten de, bu
partinin kendisi için “seçtiği” (daha doğrusu lideri tarafından seçilen) ideoloji-
nin, yani muhafazakârlığın, parti ve seçmen açısından “etiket ihtiyacının karşı-
lanması”ndan fazla bir anlam taşımadığı görülüyordu. Sonuçta Anglo-
Amerikan dünyadaki klasik muhafazakârlığı andıran4, -ama sonraki dönem-
lerde içi hiçbir zaman doldurulmayacak olan- bir “muhafazakâr demokrasi”
kavramı, parti ideolojisi olarak belirlendi.
Ak Parti’nin seçimlerden hemen sonra, ideolojisini somutlaştırmaya yöne-
lik olarak attığı tek ciddi adım, Liberal Düşünce Topluluğu’nun (LDT) entelek-
tüel desteğiyle düzenlenen 2004 yılı başındaki Uluslararası Muhafazakârlık ve
Demokrasi Sempozyumu5 oldu. Muhafazakâr düşünce geleneğinin klasik liberal
ve demokrat versiyonunun öne çıktığı bu sempozyumu, partinin ideolojisini
somutlaştırmaya yönelik başka bir entelektüel faaliyet izlemedi. Ancak izleyen
yıllar içinde, tabandan da yeni seçilen ideolojik kimliğin içinin doldurulması
yönünde kayda değer bir talep gelmedi. Bu durum, taban açısından ideolojik
etiketin çok da önemli olmadığı şeklinde yorumlanabilir.6
C. AK PARTİ İKTİDARI
Türkiye, 3 Kasım 2002 seçimlerine, 28 Şubat sürecinin ürünü olan ciddi bir
siyasi altüst oluşun ve onu izleyen ağır bir ekonomik çöküşün ve siyasi istik-
rarsızlığın damgasını vurduğu bir ortamda girdi. Bu seçimlerde Ak Parti
%34,28’lik oy oranıyla tek başına iktidar olurken, CHP %19,38’lik bir oy oranıy-
la ancak ikinci olabildi. Seçimin asıl mağlupları ise, bir önceki seçimde aldığı %
22’lik oy oranının 20’sini kaybederek ancak %1,22 oy alan DSP ile 10 puanlık

674
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

bir kayıpla %17’den %8.36’ya gerileyerek, koalisyon ortağıyla birlikte barajın


altında kalan MHP oldu. Tayyip Erdoğan’ın adaylığının YSK tarafından engel-
lenmesi nedeniyle ilk Ak Parti hükümeti, Abdullah Gül’ün başbakanlığında
kuruldu. Ancak kısa süre sonra CHP’nin de desteğiyle gerçekleştirilen bir ana-
yasa değişikliği ve ardından yapılan bir seçimle, Erdoğan milletvekili seçilerek
hükümeti kurdu.7 Ak Parti hükümeti, iki büyük ekonomik sarsıntıyla yoksul-
laşmış-siyasete, anayasal düzene aykırı müdahalelerin ürünü olan- yozlaşmay-
la malul, IMF’ye önemli miktarda borçlu ve enflasyonun %33 civarında olduğu
bir ekonomi devralmıştı. Bu partinin iktidara gelişi, uzun ve çalkantılı bir dö-
nemin ardından, siyasi ve ekonomik anlamda önemli bir istikrar, toparlanma
ve gelişme sürecinin başlangıcı oldu. 2001 yılında %9.5 küçülen ekonomi, 2003
yılında %5, 2004 yılında ise %10 civarında büyüdü. Sonraki yıllarda da bu eko-
nomik büyüme, Türk parasının değeri korunarak ve 2005’ten itibaren de enf-
lasyon tek haneli rakamlara düşürülerek istikrarlı bir biçimde sürdürüldü.
Çalkantılı bir sürecin ardından yeni bir dönem başlıyordu.
1. AK PARTİ’NİN EKONOMİK VE SİYASİ REFORMLARI
Ekonomik ve siyasi anlamda “çevre”ye dayanan bir siyasi aktör olarak Ak
Parti, ekonomide liberalleşmeyi yeniden dağıtımcı bir sosyal politikayla birleş-
tirdi. “Büyük sermaye”nin dışında kalan ve 28 Şubat’ta tasfiye edilmeye çalışı-
lan “Anadolu girişimcileri”nin önünü açtı ve onların maddi desteğini aldı. Bu
yönüyle DP ve Özal ANAP’ının ardından Ak Parti dönemi, bütün politik tar-
tışmaların ötesinde, öteden beri cumhuriyetin seçkin zümrelerine ait olan
maddi değerlerden, kurum, statü ve makamlarından, toplumun geri kalan
dezavantajlı çoğunluğunun da yararlandırılmasını sağlayan üçüncü değişim
dönemi oldu.
Ak Parti hükümeti, hiç kuşkusuz bu ekonomi-politik işlevini gerçekleşti-
rirken, aynı zamanda, kendisine yakın bazı isim ve girişimcilerin aldıkları iha-
lelerle zenginleşmelerini sağladı. Medyadaki Doğan grubu egemenliğine son
vermek için kendisine yakın işadamlarının gazete ve televizyon sahibi olmala-
rını teşvik etti. Hükümet içindeki veya çevresindeki pek çok kişinin zengin-
leşmesi, haklı olarak kayırmacılık ve yolsuzluk eleştirilerini de beraberine ge-
tirdi. Ancak, özellikle karşıtlarının sadece bu konuyu görmelerine karşın, eko-
nomideki değişim ve iktisadi değerlerin bölüşümü anlamında yaşananlar çok
daha kapsamlıydı. Ak Parti, özelleştirme konusunda radikal bir politika izledi.
“Stratejik tesis” veya “cumhuriyetin kurumu” şeklindeki eleştirilere bakmaksı-
zın, devletin elindeki iktisadi tesisleri sattı. Serbest piyasa sisteminin işlemesini
engelleyici düzenlemelerden (örneğin paranın değerini devlet eliyle belirleyici
müdahalelerden) kaçındı. Ama aynı zamanda, Batı Avrupa’daki “yeni sol”
veya “üçüncü yol”cu akımlara benzer biçimde, belki onların Türkiye’li veya
muhafazakâr versiyonunu andıran bir yöntemle, piyasa mekanizmasını boz-
madan gelir transferi yapmaya, yani ”üretim”e değil “bölüşüm”e müdahale
ederek alt ve orta sınıflara maddi destek sağlamaya çalıştı. Ülkenin ekonomik
performansının olumlu bir düzeyde olması dolayısıyla, yani ekonominin bü-
yümesinin de mümkün kılmasıyla, bu gelir transferi devam etti. Kamunun
kullanabileceği kaynaklar artınca, yıllar içinde daha fazla kaynak transferi de

675
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

kolaylaştı ve alışıldık olmayan türde “sosyal devlet”çi uygulamalarla, alt ve


orta sınıflara yönelik ekonomik destek anlamına gelecek uygulamalar gerçek-
leştirdi.
Bu politika özellikle sağlık, eğitim ve doğrudan gelir desteği gibi biçim-
lerde gerçekleşti. Genel sağlık sigortası ile 18 yaşına kadar herkese bedava sağ-
lık hakkı verildi. SSK, Bağkur ve Emekli Sandığı tek çatı altında birleştirildi.
SSK ve devlet hastaneleri birleştirildi. Özel hastanelerden yararlanmanın yolu
açıldı. SSK’lı veya yeşil kartlı herkesin kamuya ait sağlık kuruluşlarından ya-
rarlanabilmesinin yolu açıldı. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’nun
geliri ve dolayısıyla yardımları arttırıldı. Şartlı Nakit Transferi Sağlık Yardım-
ları’ndan beş yılda 1 milyondan fazla çocuk yararlandırıldı. Alt gelir grupları-
na bedava kömür ve gıda dağıtıldı. Ders kitapları bedava hale getirildi ve kız
çocukları için 45, erkek çocukları için 35 TL’lik aylık eğitim yardımı yapıldı.
Toplu Konut İdaresi (TOKİ) aracılığıyla alt ve orta sınıflara taksitle ev alma
imkânları sunuldu.
Önemi ve kapsamı itibariyle benzer nitelikteki bir dönüşüm siyaset ala-
nında da gerçekleşti. Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik ulaşılması gereken bir
hedef olarak benimsendi ve bu konuda şaşırtıcı bir istek ve kararlılıkla önemli
reformlar yapıldı. Aslında AB ile bütünleşme ideali doğrultusunda, DSP-MHP
koalisyonunun son döneminde önemli adımlar atılmıştı. İdam cezası kaldırıl-
mış, -Kürtçe dâhil- ana dil ve lehçelerde öğrenim ve yayının önünün açılması
gibi bazı ciddi adımlar atılmıştı. Ancak AB idealinden kopmama amacıyla atı-
lan bu adımlar, dönemin otoriteryen siyaset atmosferiyle uyumlu bir nitelik
arz etmiyordu ve arkasında güçlü bir siyasi irade de bulunmuyordu. Ak Parti
döneminde ise bu dönüşüm, kapsamlı bir demokratikleşme reformu çerçeve-
sinde kabul edilen birçok uyum paketi ve ara düzenlemeler şeklinde gerçekleş-
tirildi.
Bu dönemde gerçekleştirilen bazı önemli reformları şöyle özetlemek
mümkündür: 7. AB Uyum Paketi olarak bilinen Çeşitli Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Yasa yürürlüğe girdi. Yasaya göre, Türk Ceza Kanunu’nun
(TCK) 159. maddesinde tanımlanan devletin ve devlet görevlilerin manevi
şahsiyetlerine ''tahkir ve tezyif'' suçlarına verilecek cezanın alt sınırı, bir yıldan
6 aya indirildi. Kanuna göre, ''tahkir, tezyif ve sövme kastı bulunmaksızın, sadece
eleştirmek maksadıyla yapılan düşünce açıklamaları'' da cezayı gerektirmiyordu.
Geleneksel dil ve lehçelerde ulusal radyo ve televizyon yayınına imkân veren
yönetmelik Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. MGK genel sekre-
terliğine sivillerin de atanmasının yolu açıldı. MGK yönetmeliğinin gizliliğini
kaldıran yasanın yürürlüğe girmesinin ardından hazırlanan yeni yönetmelik
de yürürlüğe girdi. MGK genel sekreterliği, yönetmelikte, başbakana bağlı bir
kuruluş olarak tanımlandı. Anayasa değişikliğiyle Devlet Güvenlik Mahkeme-
leri (DGM) kaldırıldı.8 Kürtçe dil kurslarının açılması yasallaştı. Azınlık vakıf-
larının karşı karşıya bulunduğu sorunların ortadan kaldırılması, onların huku-
ka ve Lozan Antlaşması’na rağmen ayrımcılığa tabi tutulmasına dayanak oluş-
turan mevzuatın aşılması yönünde düzenlemeler yapıldı.9 Bu düzenlemeler,
“gayr-i müslim”lerin din ve vicdan özgürlüğü taleplerini karşılamak bakımın-

676
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

dan yeterli olmamakla birlikte, ciddi bir karşı propagandaya rağmen atılmış
olumlu adımları ifade ediyordu.10 Anayasa ve yasalardaki düşünce ve ifade
özgürlüğünü kısıtlayan bazı hükümlerin revize edilmesi ve TCK’nın yenilen-
mesi bu dönemde gerçekleştirildi.11 Özellikle TCK’nın düşünce suçlusu üreten
ve pek çok şair, yazar, gazeteci ve akademisyenin cezalandırılmasına zemin
oluşturan bazı maddeleri değiştirildi. Gözaltı ve tutuklama rejimini evrensel
standartlara yaklaştırıcı düzenlemeler gerçekleştirildi. “İşkenceye sıfır tole-
rans” iddiasını gerçekten anlamlı kılacak bir süreç yaşandı. İşkence tamamen
ortadan kaldırılamadı, ama sistematik olmaktan çıktı ve insan hakları dernek-
lerinin periyodik raporlarına yansıyan işkence ve kötü muamele rakamlarında
ciddi bir düşüş yaşandı (ancak hemen belirtmek gerekir ki, aynı süreçte, bütün
bu olumlu gelişmeler sık sık polisin gösteriler sırasında aşırı güç kullanması ve
zaman zaman ölümle sonuçlanan ateşli silah kullanımı ile gölgelendi). Gayr-i
Müslimlerin yeni ibadet yeri açmalarına olanak tanıyan İmar Kanunu değişik-
likleri, cemaat vakıflarının yeni mal iktisabına olanak tanıyan düzenlemeler,
Hıristiyan cemaatlerinin vakıf ve dernek kurarak örgütlenmelerine olanak ta-
nıyan yasal ve idari uygulamalar ileri yönde atılan adımlar içerisinde yer al-
mışlardır.
Ancak demokratikleşme ve insan hakları standardının yükseltilmesi an-
lamına gelen ve genel bir rahatlama sağlayan bu adımlar, “28 Şubat Reji-
mi”nde baskı altına alınan ve insan hakları ihlallerine maruz kalan dindar
Müslümanların (“mütedeyyin kesimlerin”) durumunda hiçbir somut düzelme
sağlamadı. Başörtüsü yasağı aynı şekilde devam etti. İmam-Hatip liseli öğren-
cilerin üniversiteye girmelerini engellemek için getirilen ve sadece onları değil
bütün meslek liselerini mağdur eden “katsayı engeli” ortadan kaldırılamadı.
Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarıyla yargısız ihraç uygulamaları devam etti
(hükümet sadece bu kararlara “şerh koymakla” yetindi). Dahası, yasaklarda 28
Şubat öncesi duruma dahi dönülemedi. Bu durum, “28 Şubat’ın devam ettiği”
ve Ak Parti hükümetinin, “Bu kararları değiştirmemek kaydıyla icazet aldığı” şek-
lindeki eleştirileri de beraberinde getirdi. Keza gayr-i Müslimlere yönelik atılan
önemli adımlara rağmen ciddi sorunların çözümsüz kalmaya devam ettiği
görülmektedir. Heybeliada Ruhban okulunun kapalı kalmaya devam etmesi,
patriklik ve hahambaşılıklarının bir tüzel kişiliğe kavuşturulmamış olması,
patrik ve hahambaşı seçimlerine müdahale eden yasal düzenlemelerin değişti-
rilmemiş olması bu sorunlardan bazılarıdır.
Ancak Ak Parti hükümetinin reform yönünde attığı adımlar, cumhurbaş-
kanı Ahmet Necdet Sezer’in vetolarıyla ve ciddi bir bürokratik dirençle karşılan-
dı.12 Başlangıçta AB uyum paketlerine destek veren CHP de, özellikle AB ile
bütünleşmenin ulaşılabilir bir hedef haline gelmesinden sonra, bütün demok-
ratikleşme adımlarına karşı tepkici bir tutum aldı. CHP’nin TBMM’deki san-
dalye sayısı reformları engellemeye yetmiyordu ama asker ve sivil bürokrasiye
yakınlığı ve başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargı organlarının
bu partiyle neredeyse daima paralellik arz eden tutumları, birçok alanda re-
formları engellemeye yetiyordu. Turgut Özal döneminde Sosyal Demokrat
Halkçı Parti’nin (SHP) yaptığı gibi CHP de, bürokratik odaklarla birlikte hare-

677
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ket ettiği izlenimini verecek biçimde sayısal gücünün yeterli olmadığı durum-
larda Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak yasaları iptal ettiriyor, askeri bürok-
rasinin vesayetçi işlevini meşrulaştırıyor ve yargı bürokrasisinin TBMM aley-
hine yetki genişletmesi anlamına gelen kararlarını dahi -kendisi de yasama
organının bir parçası olmasına karşın- destekliyordu. AB uyum paketlerinin
geçmesinden kısa bir süre sonra CHP, belirgin bir biçimde statükocu bir siyasi
tutum sergilemeye başladı ve değişimi ne pahasına olursa olsun engellemeye
çalıştı. Kendi parti programında yer verdikleri de dâhil olmak üzere demokra-
tikleşmeye ilişkin yasal düzenleme çabalarını engellemeye çalışırken, Kürt
sorunu, din ve vicdan özgürlüğü sorunu ve azınlık hakları gibi konularda da
yasakçı bir tutum aldı. Bu tutum, haksız olduğu bariz olmasına karşın “367
Kararı”nı sahiplenmesinden, 27 Nisan 2007 e-Muhtırasına destek vermeye
kadar ulaştı. Zamanla CHP, laiklik ve ulusalcılık üzerinden gerçekleştirilen
kutuplaşmanın bir tarafı haline geldi. Bunun anlamı, reform girişimlerine karşı
çıkmayı adeta bir ilke haline getirmesi ve reformun içeriğini tartışmamasıydı.
Örneğin Ak Parti hükümetinin “sivil anayasa” girişimi konusunda CHP katkı
vermeyi reddetti. Değişikliğin içeriğine itiraz etti ve sonuçta Baykal “12 Eylül
Anayasası”nın değiştirilmesine tümden karşı olduğunu açıkça ifade etti.
Bu süreçte MHP, kendisinin iktidar ortağı olduğu 1999–2002 yılları ara-
sında, AB ile ilgili olarak karşı çıkmadığı adımlara Ak Parti döneminde karşı
çıkıp, Kürt sorununun çözümüne yönelik liberal açılımlara CHP ile birlikte
muhalefet ettiyse de, hiçbir zaman kategorik bir uzlaşmazlık içine girmedi.13
MHP lideri Devlet Bahçeli, özellikle darbe ortamı oluşturmaya çalışan güçlerin
ülkücüleri sokağa çekmelerini dirayetli bir erken girişimle engelledi. Başörtüsü
yasağının kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliğini hükümet ile birlikte ger-
çekleştirdi. Demokratik Toplum Partisi’ni (DTP) zaman zaman demokratik
olmayan bir tarzda suçladıysa da, TBMM’de tansiyonun düşmesi için bu parti-
yi dışlamama ve gerektiğinde DTP liderinin elini sıkma erdemini gösterdi.14
Ancak esas olarak CHP ve MHP’den oluşan muhalefet, iktidarı sürekli daha
geri bir noktadan eleştiren, demokratikleşmeye ilişkin adımları engellemeye
çalışan bir tutum sergiledi. Sonuçta, -DTP ve Büyük Birlik Partisi’ni (BBP)’yi
dışta tutacak olursak- TBMM’deki muhalefetin iki ana kütlesini oluşturan CHP
ve MHP, bu yıllar boyunca demokratikleşmeye ilişkin çabaları güçleştirici bir
işlev gördü.
2. DIŞ POLİTİKADAKİ DEĞİŞİM
Ak Parti hükümetinin en başarılı olduğu alanlardan biri, hiç kuşkusuz
uluslararası ilişkiler ve dış politikadır. AB ile ilişkilerin olağanüstü bir hızla
gelişmesi ve Türkiye’nin üyeliğinin önündeki engellerin aşılması bu dönemde
gerçekleşti. Kıbrıs konusundaki eski çözümsüzlük politikasının terk edilmesi15
ve Başbakan Erdoğan’ın “pro-aktif politika” veya “kazan-kazan” şeklinde ifa-
de ettiği dış politika ilkesi, Türkiye’nin alışılmış dış politika çizgisinde radikal
bir değişimi ifade ediyordu.
Bu değişim, aslında ilk işaretleri Özal döneminde görülen ve “bütün dünya
bize karşı” şeklindeki yaklaşımı ve içe kapanık ülke anlayışını reddeden anti-
Kemalist bir paradigmanın ürünü olarak görülebilir. Bu çerçevede Erdoğan

678
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

hükümetinin dış politika çizgisi, birçok bakımdan Özal döneminin devamı


olarak görülebilir. Ancak Özal döneminden farklı olarak, Erdoğan hükümeti-
nin bir avantajı vardı. Özal, uyguladığı değişim ve dönüşüm (transformasyon)
programını ve bu çerçevede dış politikadaki kalıpları kırıcı açılım anlamına
gelen adımları atarken yalnız sayılabilirdi. Çevresindeki kadronun tamamına
yakını, onun yapmak istediklerini anlayacak veya nasıl yapmasını önerebilecek
vizyon ve donanımdan yoksundu. Ancak Özal dönemdeki dışa açılma ve sınıf
yapısındaki değişimin bir sonucu olarak, Erdoğan hükümeti kurulduğunda,
artık ağırlıklı olarak “çevre”den gelen ve Ak Parti’nin yeni bir uluslararası
ilişkiler perspektifi ve stratejileri oluştururken yararlanabileceği donanımlı
akademisyen ve bürokratlar vardı. Bu başarılı dış politikanın önemli bir nede-
ni, ciddi bir bilgi ve birikime sahip Ahmet Davutoğlu gibi isimlerden yararla-
nılmasıydı.
Ahmet Davutoğlu, mevcut durum ve statükonun muhafazasını hedef alan
klasik Türkiye dış politikasının yerine “stratejik derinlik”16 kavramını kullana-
rak dinamik bir yaklaşım kazandırdı. Davutoğlu’na göre Türkiye, “Tek, bütün-
sel bir kategoriye indirgenemeyecek çoklu bölgesel kimlikleri olan merkezi bir ülke”17
konumundaydı ve buna uygun bir politika geliştirmek durumundaydı. Türki-
ye dış siyaseti, geçmişte Batı Avrupa ve ABD ile ilişkilere verdiği önem, Türki-
ye’nin bilhassa Ortadoğu’daki diğer ülkelerle ilişkilerindeki menfaatlerini ih-
mal edecek dengesiz bir yaklaşımı ifade ediyordu.18 “Türkiye’nin dört tarafının
düşmanlarla çevrili” olduğuna ilişkin yaklaşımın terk edilmesi, AB’den müzake-
re tarihinin alınması, Erdoğan ve İspanya başbakanı Zapatero’nun “medeni-
yetler çatışması” tehlikesine karşı beraberce “medeniyetler ittifakı” projesini
başlatmaları, Yunanistan ile ilişkilerin yumuşaması, Türkiye’nin Suriye ile ya-
kınlaşmasının ürünü olarak Ortadoğu’da arabuluculuk görevi üstlenmesi,
ABD baskısına rağmen İran ile ticari ilişkilerin artırılması, Ermenistan ile uz-
laşmaya ve sınır kapısının açılmasına yönelik adımların atılması ve Irak Fede-
rasyonu’nun bir parçası olan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkilerin
geliştirilmesi bu dönemde gerçekleştirilen başarılı dış politika adımları olarak
değerlendirilmelidir.
3. 1 MART TEZKERESİ: “İŞGALE DESTEK YOK”
2000’lerin başında, Türkiye tarihinin şüphesiz en önemli olaylarından biri
yaşandı. “1 Mart Tezkeresi” reddedildi. ABD, Irak’a saldırı ve işgal kararını
vermesinin ardından yüzünü Türkiye’ye çevirmişti ve Türkiye topraklarını
kullanarak Irak’a saldırmak için izin istiyordu. Karşılığında da Türkiye “Kuzey
Irak”ta asker bulundurabilecekti. Dışta ABD ile içte “bürokratik oligarşi” ara-
sında sıkışmış görünen hükümet tezkereyi savunuyordu ama bunun kararlı bir
savunu olduğunu söylemek mümkün değildi (örneğin hükümet, mutlaka
geçmesi istenen yasalar için başvurulan grup kararı ile milletvekillerini “evet”
oyu vermeye zorlama yoluna gitmedi).
1 Mart Tezkeresi, tam ismiyle “TSK’nın yabancı ülkelere gönderilmesine, ya-
bancı silahlı kuvvetler unsurlarının 6 ay süreyle Türkiye'de bulunmasına izin verilme-
sine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi”, Türkiye’de çoğu kez varlığı yeterince hisse-
dilmeyen sivil toplumun kriz zamanlarında bütün gücüyle ortaya çıkışına sah-

679
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ne olan ender olaylardandı. Bu olay, siyaseti aşan gerçek bir ayrışma ortaya
çıkardı. İstenen, o günün basınında “ahlaksız teklif” olarak adlandırılan bir
durumdu. İşgalci bir güç, birinden, o kişinin komşusuna saldırmak için bahçe-
sini kullanma izni istiyordu. İşte bu ortamda, sağ, sol ve İslami kesimlerden on
binlerce insan sokağa döküldü. Milletvekilleri faks, telgraf, telefon, SMS ve e-
mail yağmuruna tutuldu. Meydanlarda farklı siyasi görüşten kesimler birlikte
gösteri yaparken, heyetler halinde sivil toplum kuruluşları (STK) temsilcileri
TBMM’yi ziyaret etti. Milletvekillerinin telefonları sürekli çaldı.
Tezkereyi savunanlar, “ulusal çıkar”ların ahlaktan önemli olduğu zımni
varsayımından hareketle, ABD’yi küstürmenin ekonomik ve siyasi faturasına
işaret ediyorlardı. Batı basını da tezkerenin geçeceğinden emin görünüyordu.19
Buna karşılık muhalefet, tezkerenin iktidar oylarıyla geçeceğini düşünüyor ve
ABD karşıtı bir dille süreci eleştiriyordu.20 İktidar içinde de Manisa milletvekili
ve TBMM Başkanı Bülent Arınç, tezkereye açıkça muhalefet edenlerdendi.
Araya giren dini bir tatilde milletvekillerinin seçim bölgelerine gitmeleri ve
seçmenleriyle doğrudan temasları da tezkerenin rengini belirlemede önemli bir
etki yapacaktı.21 Sonuçta, TBMM genel kurulunda yapılan kapalı oturumda,
tezkere kabul edilmedi. TBMM kürsüsünden “ret kararını” okuyan Bülent
Arınç’ın sevinci gözlerinden okunuyordu. Tezkerenin reddi, düşük standartlı
da olsa, işleyen bir demokrasinin olumlu sonuçlarını gösteren bir olaydı.
Bu olay, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir rahatsızlık doğurdu ve Geor-
ge W. Bush yönetiminin hem Ak Parti hükümetine, hem de Türk Silahlı Kuv-
vetleri’ne (TSK) yönelik tepkilerine neden oldu.22 Ancak daha sonra ilişkiler
tamir edildi. Bush yönetimi sona erdi ve/ama Türkiye bu süreçte, “Elini komşu-
sunun kanına bulamış olmaktan” ve tarihine -geçmişte Cezayir’in bağımsızlığına
karşı Fransa lehine oy kullanmış olmanın utancına benzer- kara bir sayfa daha
eklemekten kurtuldu.
4. STATÜKONUN TEPKİSİ VE DARBE GİRİŞİMLERİ
Ancak Ak Parti hükümetinin karşı karşıya bulunduğu tek sorun cumhur-
başkanı Sezer’in aşırı tarafgirliği ve/ya da CHP’nin reformları TBMM’deki gü-
cü, bürokrasi ve yargı yoluyla engellemesinden ibaret değildi. Sonraki yıllarda
öğrenilecekti ki, 2003 yılından itibaren hükümet ciddi bir darbe tehdidi altın-
daydı. “Sarıkız”, “Ayışığı”23, “Yakamoz”, “Eldiven” ve “Demir Yumruk”, at-
lattığı bu ciddi darbe girişimlerinin isimleriydi.
Yıllar içinde, askeri bir darbe için meşru bir zemin yaratmayı hedefleyen
bir dizi provokatif hadise yaşandı. Danıştay baskını (Mustafa Özbilgin’in öldü-
rülmesi ve katilin kendisini “şeriatçı” olarak tanıtması)24, Hrant Dink’in katle-
dilmesi, Malatya’da misyonerlerin vahşice katledilmesi, Mersin’de Kürt çocuk-
larına bayrak yaktırılması, Cumhuriyet gazetesine bomba atılması ve Necip
Hablemitoğlu cinayeti gibi bir dizi olay, istikrarı bozmak ve hükümeti “şeriatçı
bir komplo” içinde göstermek için kullanılacaktı. Özellikle “laik” kimliğiyle
tanınmış isimlerin hedef alınması ve Hıristiyanlara yönelik saldırılar, bir askeri
müdahale anında dış dünyayı -böyle bir hükümete karşı girişilen hareketin
meşruluğuna- ikna etmede önemli bir işlev görecekti. Tasarlanan bu askeri

680
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

müdahalenin toplum nezdinde de bir karşılığı olduğunu göstermek için de


“Cumhuriyet Mitingleri” organize edildi.
Bütün bu yasa dışı girişimlerin hayata geçirilmesine karşın, tasarlanan as-
keri darbe gerçekleştirilemedi. Ordunun komuta kademesindeki bazı kuvvet
komutanlarının ve onlarla bağlantılı olarak silahlı kuvvetler içinde yasa dışı
biçimde oluşturulan “Cumhuriyet Çalışma Grubu” adlı örgütün organize ettiği
bu darbe girişimleri, iç ve dış konjonktürün elverişsizliği, Milli İstihbarat Teş-
kilatı’nın (MİT) ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün başarılı istihbaratlarıyla
önlendi.25 Yıllar içinde birbiriyle ilişkisiz görünen suikast, cinayet ve diğer şid-
det olayları arasındaki bağlantı (örneğin Dink, Santora ve Malatya cinayetleri
ile varlığı bilinen ama resmi olarak sürekli biçimde yalanlanan JİTEM arasında
ilişki olabileceği),26 ancak Ergenekon davasının görülmeye başlandığı 2008
sonrasında kamuoyunda yaygın şekilde tartışılmaya başlandı. Dönemin kuv-
vet komutanları Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Levent Ersöz ve Veli Küçük gibi
isimler, darbeye teşebbüs başta olmak üzere, bir dizi suç iddiasıyla tutuklanıp
yargı önüne çıkarıldılar.27 Bununla beraber, bütün bu olayların, hükümetin
reform sürecini yavaşlattığı ve 2005’ten itibaren de durdurduğu açıktır.
5. 2005 SONRASI SÜREÇ: “REFORM YORGUNLUĞU”
Türkiye’de 2005 yılı, reformların durma noktasına geldiği dönem oldu.
Hükümetin YÖK reformu ile başlayan bazı girişimlerinin statüko tarafından
ciddi bir tepkiyle karşılanması, siyasi irade üzerinde caydırıcı bir etki yaptı.
Ancak sorun sadece statükocu güçlerin tepkisinden ibaret değildi. Bu girişim-
lerin tutarlı ve kapsamlı bir nitelik taşımaması, siyasi iradenin kararsızlığı ve
hükümet içindeki bazı önemli isimlerin reformlara inanmamaları ve aksi yön-
deki çabaları da bu meselede belirleyici rol oynadı. Bir kısmı ANAP kökenli
olan ve bürokratik yapı ve zihniyetin taşıyıcısı olarak tanınan Cemil Çiçek ve
Abdülkadir Aksu ile Mehmet Ali Şahin gibi isimlerin olumsuz etkisi bu dö-
nemde daha fazla hissedildi. Özellikle mevzuatın anti-demokratik hükümler-
den ayıklanmasına ilişkin girişimlerin sulandırılması ve örneğin TCK’daki
iyileştirici hükümleri anlamsızlaştıracak ifadelerin (yeni “Truva atlarının”)
korunması, genellikle -Ak Parti iktidarı süresince daima önemli bakanlıkları
icra eden- bu isimlerle bağlantılı olarak düşünüldü.
“İstikrar” ortamında yürüttükleri ekonomik faaliyetlerin, reformlarla teh-
likeye düşürülmesini istemeyenler, Ak Parti hükümeti içindeki reformlara
karşı direnen diğer bir kesimi oluşturuyordu. Onlara göre “çevre”deki deza-
vantajlı kesimlerin ekonomik ve siyasi taleplerinin “merkez”e taşınmasının
doğuracağı gerginliği göze almak yanlıştı. Bu çevrelerin reformlara karşı tepki-
si, genellikle milliyetçi söylemlerde ifadesini buluyordu. Bürokratik, devletçi
veya statükocu bir zihniyete sahip olanlardan ve iktisadi kaygılarını ideolojik
gerekçelerle meşrulaştırarak reformlara karşı çıkanlardan gelen bu direncin,
reform sürecinin durmasında etkili olduğu düşünülebilir.
Erdoğan’ın partideki konumu, reformları durdurmanın vahim sonuçları
veya demokratikleşme konusunda kendi parti mensuplarınca bile uyarılabil-
mesini güçleştirdi. Örneğin Ak Parti’nin Kürt milletvekillerinin “Bölge” ile

681
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

ilgili siyasaların belirlenmesine yeterli katkıyı veremedikleri şikâyetleri duyul-


du. Parti içi iletişim ve demokrasinin yetersiz olduğu bu ortamda, çeşitli ne-
denlerle Başbakan’a yakın olan bazı kişi ve kurumların olumsuz yönlendirme-
lerinin yolu açıktı. Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın Ak Parti’nin en bü-
yük avantajlarından biri, alternatiflerinin çok daha olumsuz bir durumda ol-
duklarına ilişkin yargının yaygın ve güçlü olmasıydı.
6. CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ VE 367 KRİZİ
Ak Parti hükümeti dönemindeki en büyük krizlerden biri, 2007 yılında,
XI. cumhurbaşkanının seçiminde yaşandı. Sezer’in görev süresi dolmak üze-
reydi ve yeni bir cumhurbaşkanının seçilmesi gerekiyordu. Parlamentoda en
çok milletvekilliğine sahip ve kendi cumhurbaşkanı adayını seçebilecek sayısal
çoğunluğa sahip olan Ak Parti, kendi adayını belirleme sürecine girdi. Siyasi
teamül ve sayısal çoğunluk Ak Parti adayını, daha somut olarak da Erdoğan’ı
işaret ediyordu. CHP, cumhurbaşkanının “uzlaşma ile seçilmesi” gerektiğini
ileri sürerek Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına karşı çıktı. Siyasi ortam ge-
rildi. CHP lideri Baykal, “yargıda aklanmamış olan” Erdoğan’ın adaylıktan vaz-
geçmesini istedi. Hatta Erdoğan’ın ülkenin geleceği için adaylıktan feragat
etmesi durumunda “korkup kaçtı” demeyeceğini, tersine, tüm Türkiye’ye
O’nun bu erdemli/sorumlu davranışını anlatacağını ileri sürdü. Baykal,
TBMM’deki grup toplantısından Erdoğan’a şöyle sesleniyordu:28
Tarihte nadiren bir insanın eline bir şeyi yapmayarak, ülkesine en büyük hizmeti yapma fır-
satı geçer, nadiren. Şimdi, Sayın Tayyip Erdoğan’ın eline bir şeyi yapmayarak ülkesine en
büyük hizmeti verme şansı geçmiştir. (Alkışlar) Sayın Başbakan bu konuda cesur davran-
malıdır, cesur. Cesaret, şimdi burada aday olmamayı göze alacak cesareti sergilemektir.
Ben, Sayın Başbakanın bu cesareti sergileyeceğini umut ediyorum. Böyle davranması gerek-
tiğine inanıyorum. Aday olmaktan vazgeçerse korktu derler, suçlarlar korkusunu kendi
içinden atmalıdır. Böyle bir korkuya gerek yoktur, hiç korkmasın. Eğer, o konuda öyle bir
korkusu varsa, o korkusunu izale etmek için ben kendisine yardımcı olacağım (Alkışlar).
Başbakanın korktuğundan değil, memleketin hayrını düşündüğü için aday olmadığını,
onunla birlikte bütün Türkiye’ye anlatmaya çalışacağım, söz, sözüm söz, yeter ki aday ol-
masın (Alkışlar). Ve derhal uzlaşsın.
Sonuçta gerginliğin zirveye çıktığı bir ortamda Erdoğan adaylıktan feragat
ettiğini ve yeni adaylarının Abdullah Gül olduğunu ilan etti. Ancak AK Par-
ti’nin muhalefetle “uzlaşma”ya yönelik bu adımı bir değişiklik yaratmadı ve
CHP, kendileri açısından değişen bir durum olmadığını ifade etti. Baykal, bir
sonraki grup toplantısında, “Bilmeliyiz ki, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı adayı
olmadıysa, olamadıysa millet onu kabul etmediği içindir” dedi29 ve CHP, AK Par-
ti’nin yeni adayına da kesin bir biçimde karşı çıktı.
Ak Parti hükümeti açısından, ikinci bir geri adım atmak da çözüm getir-
meyecekti. CHP’nin ise hukuki ve siyasi bakımlardan Gül’ün cumhurbaşkanlı-
ğını engelleyebilmesi mümkün değildi. Demokrasi dışı arayışların devrede
olduğu böyle bir ortamda, daha sonra Ergenekon davası dolayısıyla gündeme
gelecek olan Yargıtay eski Başkanı Sabih Kanadoğlu, Gül’ün cumhurbaşkanı
seçilmesini önleyebilecek bir “formül” ortaya attı. O’na göre, bir kişinin cum-

682
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

hurbaşkanı seçilebilmesi için sadece 367 milletvekilinin oyu gerekmiyordu.


“Kanadoğlu formülü”ne göre, TBMM’nin böyle bir seçimi yapabilmesi için
aynı zamanda, en az 367 milletvekilinin aynı anda meclisteki oturumda hazır
bulunması da gerekli bir şarttı. Yani sadece karar yeter sayısı olarak değil, top-
lantı yeter sayısı olarak da 367’nin şart olduğunu ileri sürüyordu. Kanadoğ-
lu’nun formülü saygın hiçbir hukukçu tarafından ciddiye alınmadı. Çünkü
Anayasanın cumhurbaşkanı seçimine ilişkin hükmü açıktı ve bu hükme göre
toplantı yeter sayısından söz edilmiyordu. Aksine, 1980 öncesi cumhurbaşkan-
lığı seçimindeki kilitlenmeye benzer bir durumun bir daha yaşanmaması için
anayasa yapıcıları kolaylaştırıcı bir hüküm olarak böyle bir düzenleme yapmış-
lardı. Anayasaya göre, ilk turda 367 aranacaktı ama sonraki turlarda salt ço-
ğunluk yeterli olacaktı.
Kanadoğlu formülünü fazlasıyla “absürd” bulanlarla birlikte CHP de baş-
langıçta böyle bir şart ileri sürmedi. Ancak Ak Parti’nin geri adım atmayacak
duruma geldiği son aşamada, CHP yöneticileri bu formülü “incelediklerini”,
daha sonra da bu şartı isteyeceklerini ifade ve ilan ettiler. Sonuçta CHP’nin bu
formüle inanmış görünmesinin anlamı şuydu: Ak Parti’nin mevcut milletvekili
sayısı cumhurbaşkanı seçmek için yeterli olmakla birlikte 367’den azdı. Ancak
Erkan Mumcu ANAP’ının 20 ve Mehmet Ağar DYP’sinin de 6 milletvekilini
eklediğimizde, toplantı yeter sayısı iddiasını geçersiz kılacak biçimde 367’den
fazla sayıda milletvekili rakamına ulaşılıyordu. Dolayısıyla konunun Anayasa
Mahkemesi’ne götürülmesi için Mumcu ve Ağar’ın da TBMM’ye gelmemeleri
gerekiyordu.
Kısacası CHP, Gül’ü seçtirmemek için “367 Şartı”nı ileri sürüyordu. Yani
“Cumhurbaşkanı seçmek için o gün Meclis’te en az 367 vekil olmalı” diyordu. CHP,
bu sayı bulunamazsa Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini açıkladı. Ağar ve
Mumcu, CHP’nin ne yapmak istediğini biliyorlardı ve 367 şartının gerekmedi-
ğini söylüyorlardı. Ağar son gün bile, “Anayasa’ya göre 184 yeterlidir” tezini
savunuyordu. Hükümet, 367’nin gerekmediğine inanıyordu ve pek çok hu-
kukçudan da bu yönde mütalaa almıştı ama yargıya güvenemediklerinden,
gerekmediğine inandıkları hâlde bu sayıyı bulmak için olağanüstü uğraş verdi-
ler. Bu durumda bu “hülle”ye, yani “hukuka karşı hile”ye ortak olup olmamak
arasında bir tercih yapmak durumundaydılar. AK Parti’nin adayını veya onun
tespit ediliş şeklini onaylamayabilirlerdi ama ortada meclise gelmemelerini
meşru kılacak bir sebep de yoktu. Meclis’e gelmemenin anlamı açıktı. Seçimi
ve dolayısıyla demokratik işleyişi kilitleyecek bir yolu açmak.
Cumhurbaşkanı seçiminin yapıldığı gün, neredeyse bütün ülke canlı ya-
yında, nefeslerini tutmuş bir şekilde, ekranları başında TBMM TV’yi izliyordu.
Ağar bir basın toplantısı düzenledi. O’nu dinleyenler, son cümlesini duyunca-
ya kadar TBMM’ye girip girmeyeceği hakkında bir fikir edinemediler. Sonuçta
Ağar ve Mumcu Meclis’e gelmeyerek, CHP’nin -kendilerinin de hukuka uygun
bulmadığı bir şartı gündeme getirip- seçimi iptal ettirmesini sağlayacak zemi-
nin oluşmasına hizmet ettiler. Sonraki günlerde bu iki liderin neden bu şekilde
davrandıkları konusu çokça tartışıldı. Bazı yorumcular, bu liderlerin “ordudan
talimat aldıkları” veya bir darbe tehdidiyle (sonrasında da ödülle) ikna edildik-

683
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

leri iddialarını ileri sürdüler. Ağar ve Mumcu, o günlerde bu iddiaları kesin bir
dille yalanlamakla birlikte, yaşanan bu hukuk-dışı sürece hizmet edecek tarzda
neden davrandıklarına ilişkin tatmin edici bir açıklama da getiremediler. An-
cak yıllar sonra, Ergenekon davası sürecinde ortaya çıkan gizli telefon kayıtla-
rı, “askerin etkisi”ne ilişkin iddiaların doğru olabileceğini gösterdi.30
ANAP ve DYP, siyasetin gerginleştiği bir ortamda, hükümete yönelik bü-
tün eleştirilerini saklı tutarak, TBMM’ye gelip ret oyu vererek CHP’yi yalnız-
laştırmak yerine, seçimi boykot edip hükümeti yalnızlaştırdılar. Böylece, hem
CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunup seçimi iptal ettirebilmek
için “Kanadoğlu formülü”nü kullanabilmesini mümkün hâle getirdiler, hem
de onun ardından yaşananları (27 Nisan 2007 Muhtırasını) meşrulaştırıcı bir
rol oynadılar. Onların kritik bir dönemde sergiledikleri bu tavır, o gün birçok
gözlemcinin de fark ettiği gibi, her iki partinin de siyaset sahnesinden silinme-
sini beraberinde getirdi.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi için toplanan meclisin ilk otu-
rumunda 367 sayısına ulaşılıp ulaşılmadığını tespit etmek için CHP milletveki-
li Kemal Anadol meclise geldi ve sayım yapılmasını istedi.31 Sayım sırasında
bağımsız milletvekilleri Ülkü Güney, Süleyman Bölünmez, Göksal Küçükali,
Fuat Geçen, Hamza Albayrak, partilerinin kararına rağmen meclise gelen
ANAP’lı Hasan Özyer ve Miraç Akdoğan, DYP’li Ümmet Kandoğan ve Meh-
met Eraslan (daha sonra partilerinden ihraç edilmişlerdir) ve CHP’li milletve-
kili Esat Canan vardı.32 Ancak onlarla birlikte dahi 367 sayısına ulaşılamayınca
CHP, Anayasa Mahkemesi’ne başvurabildi.
Anayasanın ilgili maddesi, maddenin gerekçesi ve yapıla geliş kuralları
açık olduğundan (daha önceki hiçbir cumhurbaşkanının seçimi sırasında top-
lanma yeter sayısı olarak 367 şartı aranmamıştı), Anayasa Mahkemesi’nin
TBMM’nin seçimini iptal etmesinin hukuki bakımdan mümkün olmadığı ko-
nusunda yaygın bir görüş birliği olduğu söylenebilirdi. Ancak söz konusu
mahkemenin öteden beri, özellikle de stratejik konularda, belirgin bir siyasi
tarafgirlikle karar verdiğine, hukuka ve Anayasaya değil resmi ideolojiye bağlı
olduğuna ve bu kapsamda sürekli olarak CHP’yi kolladığına ilişkin kaygıları
nedeniyle hükümet, hukuki değil siyasi bir karar çıkabileceği kaygısıyla son
ana kadar -hukuki bakımdan gerekliliğine inanmadığı halde- 367 sayısını bul-
maya çalışmış, ancak başaramamıştı. Artık konu mahkemedeydi.
7. 27 NİSAN MUHTIRASI
Sorunun Anayasa Mahkemesine taşındığı ve siyasi atmosferin gerginleşti-
ği günlerde 27 Nisan Muhtırası geldi. Bir gece yarısı genelkurmay başkanlığı-
nın web sitesinde yayımlanması dolayısıyla “e-Muhtıra” olarak adlandırılacak
olan bu işlemin siyasete açık bir müdahale olduğu ve Anayasa Mahkemesinin
kararını etkileyeceği, CHP dışındaki siyasi aktörlerin üzerinde uzlaştığı bir
durumdu. 28 Şubat 1997 “postmodern darbe”sinin ardından on yıl kuralı de-
ğişmemiş ve yeni bir muhtıra gelmişti. Muhtıra sadece siyasete müdahaleyle
kalmıyor, aynı zamanda etnik bakımdan ayrımcı bir dil de taşıyordu.33 Muhtı-
ranın içeriği, o günlerde basında yer alan bazı “irtica” haberlerinin ard arda

684
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

getirilmesinden ibaretti. Ancak 23 Nisan’a denk gelen Kur’an okuma yarışması


veya “o saatte yataklarında olması gereken” küçük kız çocuklarının “çağdışı
kıyafetler içinde” ilahi okumaları ve Atatürk posterlerinin indirilmiş olması
gibi “duyum”ların arasında, cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında laikliğin tartı-
şılmasından duyulan rahatsızlık ifade ediliyor ve silahlı kuvvetlerin taraf ol-
duğu açıklanıyordu.
Ancak bu kez farklı bir durum yaşandı. İlk kez bir sivil hükümet, muhtı-
rayı reddetti. Hükümetin bu kararlı tutumuyla birlikte, muhtıranın ilanından
hemen sonra ekranlarda hükümeti suçlayan ve muhtırayı haklılaştıran yorum-
cuların yerini, demokrat aydınlar aldı. DTP ve BBP gibi siyasi yelpazenin farklı
uçlarında yer alan partiler de aynı kararlılıkla muhtırayı reddettiler. Muhtırayı
haklı bulan tek siyasi parti (TBMM’de temsil edilen tek siyasi parti) CHP’ydi.
Hükümetin muhtırayı reddetmesine karşın, konunun Anayasa Mahkemesinde
görüşüldüğü bir ortamda bu muhtıranın anlamı açıktı. Ardından, davaya mü-
dahale anlamına gelen başka bir açıklama da Baykal’dan geldi. Baykal, “Eğer
Anayasa Mahkemesi 367'ye gerek yok kararını verirse, ülke çatışmaya sürüklenir, daha
kötü bir döneme girilebilir. Eğer Anayasa Mahkemesi ‘367 şarttır’ şeklinde bir karar
verirse, bu karar bize krizi çözme şansını ve bu parlamentonun cumhurbaşkanı seçe-
memesini getirir”34 dedi. Ardından Anayasa Mahkemesi, CHP’nin başvurusunu
haklı bularak, toplantı yeter sayısı ve karar yeter sayısı olarak 367’nin aranması
gerektiği sonucuna vararak, Gül’ün cumhurbaşkanı seçildiği oturumu ve dola-
yısıyla da yapılan seçimi iptal etti. Mahkemenin iptal gerekçesi, verdiği kararın
aslında hukuki değil siyasi olduğunu gösteren bir hükmü de içeriyordu. Ge-
rekçede, 367 oy koşulunun, “Anayasanın, Cumhurbaşkanı seçiminin uzlaşmaya
dayanması amacına yönelik olduğu”35 belirtiliyordu. Anayasa Mahkemesinin “uz-
laşma” sağlamak gibi bir görevinin olmamasına ve cumhurbaşkanı seçimine
ilişkin Anayasada belirtilen hukuki çerçeveye göre karar vermesi gerekirken,
daha önce hiçbir cumhurbaşkanı için geçerli olmayan hukuki nitelik taşımayan
bir standart getirmesi, ülkede ciddi bir tepki oluşturdu.
Bu bağlamda, CHP’nin meclisi kilitlemesi ve Ak Parti’ye sayısal yeterlili-
ğine rağmen cumhurbaşkanını seçtirmemesi, kendisi açısından beklenmedik
bir sürecin de kapısını araladı. Hükümet, erken seçim kararı aldı ve bununla
da yetinmeyerek, cumhurbaşkanını doğrudan doğruya halkın seçmesi için bir
anayasa değişikliğine gideceğini açıkladı.
8. 22 TEMMUZ 2007 SEÇİMLERİ VE CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ
REFERANDUMU
Türkiye, bir yılını cumhurbaşkanlığı tartışmalarıyla geçirdi. CHP’nin Mec-
lisi kilitlemesi ve Anayasa Mahkemesinin 367 şartı sebebiyle TBMM, erken
seçim kararı aldı. ANAP’ın desteğiyle 5 maddelik bir anayasa paketi meclisten
geçirildi. Bu pakette, Çankaya Köşkü'ne çıkacak ismin halk tarafından seçilme-
si öngörüldü ve XI. cumhurbaşkanının da bu metotla belirleneceği hükme bağ-
landı. Paketin milletvekili seçimiyle aynı gün halkoyuna sunulması planlandı.
Ancak eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in değişikliği veto etmesi ve
15'er günlük bekletme sürelerini sonuna kadar kullanması sebebiyle referan-
dum 22 Temmuz'a yetişmedi. Seçimler yapıldı ve AK Parti seçimleri yüzde 47

685
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

gibi büyük bir oy oranıyla kazandı ve MHP de yeni Meclis'e 70 sandalyeyle


girdi. 22 Temmuz'da oluşan meclis, MHP'nin desteğiyle 367 engelini aştı ve
Abdullah Gül'ü Köşk'e gönderdi. Gül'ün Köşk'e çıkmasıyla referandum süre-
cine yol açan cumhurbaşkanı krizi çözüldü. Ancak AK Parti, halkoylaması
konusunda geri adım atmadı. Cumhurbaşkanını halkın seçmesini içeren ana-
yasa paketinin, 21 Ekim 2007'de oylanması kararı alındı.36
Türkiye, 22 Temmuz 2007 seçimlerine, 27 Nisan Muhtırasının ve Anayasa
Mahkemesinin kamu vicdanında yaygın bir tepki doğuran kararının gölgesin-
de girdi. Aslında silahlı bürokrasiden ve yargıdan gelen siyasete yönelik bu
müdahaleler olmasaydı, 2007 yılına gelindiğinde, hükümete yönelik eleştiri ve
tepkilerin sandığa yansıması beklenebilirdi. Gerçekten de hükümet, 2005’ten
itibaren demokratikleşme yönündeki reformlarını duraksatmış ve statükocu
güçlerin etkisini ifade eden bazı uygulamalara imza atmıştı.37 Ekonomideki
olumlu performansına rağmen sanayi sektöründe yaşanan dönüşümlere ve
özellikle tarım sektöründeki uygulamalara tepkiler vardı.
Ancak Muhtıra ve Anayasa Mahkemesinin -daha sonraları “Anayasayı çok
fazla zorladıkları” bizzat Kanadoğlu tarafından itiraf edilen- kararı, bütün bu
eleştirilerin geri çekilmesi veya ertelenmesi gibi bir sonuç doğurdu. Türkiye
toplumu, öteden beri Türkiye siyasetinde askeri müdahalelere karşı sergilemiş
olduğu tutumun aynısını bu seçimlerde de sergiledi ve muhtıraya karşı sivil
siyasetin yanında yer aldı.38 Buna, daha sonra Ergenekon davası dolayısıyla
tutuklanacak olan bazı asker bürokratların öncülüğünde düzenlenen ve askeri
bir darbenin altpayısını oluşturma planının parçası olduğu ileri sürülen
“Cumhuriyet Mitingleri”ne duyulan tepkinin sandığa yansımasını da ekleyebi-
liriz. Şener Eruygur ve Hurşit Tolon gibi asker bürokratların, Atatürkçü Dü-
şünce Derneklerinin organize ettiği ve ağırlıklı olarak CHP tabanının damgası-
nı vurduğu bu mitingler, ulusalcı soldan, AB karşıtlarına ve laikliğin tehlikede
olduğuna inananlara kadar farklı çevreleri hükümet karşıtı bir safta toplamayı
amaçlıyordu. Ülkenin her yanında ciddi bir planlama, organizasyon ve sonuçta
yaygın bir katılımla düzenlenen bu mitinglerin görünürdeki amacı, mevcut
hükümete karşı “laikliği” ve “cumhuriyetin kazanımlarını” koruma duyarlılı-
ğının sergilenmesi, hükümet karşı güçlerin aynı safta toplanması ve böylece
kolektif bir tepkinin oluşturulmasıydı.
Ak Parti’nin dört yıllık yönetimine ilişkin bir sınav niteliği taşıyan bu se-
çimler, siyasi kriz, Anayasa Mahkemesi’nin toplumda yaygın hoşnutsuzluk
doğuran kararı ve cumhuriyet mitinglerine duyulan tepki gibi faktörlerin de
etkisiyle, Ak Parti’nin oy arttırarak elde ettiği kesin bir zaferle sonuçlandı.39 Ak
Parti % 46.58, CHP %20,88 ve MHP de %14.77 oy aldı40 ve Ak Parti iktidarı
yoluna daha geniş bir oy desteğiyle devam etti. Seçimlerin iktidar partisi açı-
sından diğer bir kazanımı, yukarıda da ifade edildiği gibi, MHP’nin de deste-
ğiyle Gül’ün ezici bir çoğunlukla ve yapay 367 koşulunun dahi fazlasıyla karşı-
lanacağı bir oranla (448 milletvekili oy kullandı ve Gül 339 oy aldı) Cumhur-
başkanı seçilmesini sağlamış olmasıydı.41 Ama bu krizin Gül’ün cumhurbaşka-
nı seçilmesiyle sonuçlanmasından daha önemli bir anlamı vardı. 21 Ekim
2007’de gerçekleştirilen referandumda halkın % 70’i, cumhurbaşkanını halkın

686
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

seçmesi yönünde oy verdi. Bu seçimlerin ironik bir yönü de vardı. Halkın bir
bölümü, cumhurbaşkanını kendisinin seçmesine karşı çıkıyordu. İzmir, Tekir-
dağ ve Kırklareli gibi CHP’nin güçlü olduğu yedi şehir “hayır” oyu verirken,
diğer bütün şehirler “evet” oyu verdi. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu
bölgelerinde “evet” oyları % 90’ları geçti.
Böylece, 367 krizini üreten çevrelerin hiç istemedikleri (ve belki de sonu-
cun referandum kararına kadar gideceğini bilselerdi Gül’e asla itiraz etmeye-
cekleri) bir sonuç ortaya çıktı. Hem Gül seçildi, hem de bürokratik yönetim
geleneğinin “kale”lerinden biri sayılan cumhurbaşkanlığı makamının halk
tarafından doğrudan belirlenmesinin yolu açıldı. Bu olay, böyle bir krizin söz
konusu olmaması durumunda tepki çekebilecek Ak Partili bir cumhurbaşkanı
adayının, herhangi bir itiraz olmaksızın seçilmesini ve bu parti açısından daha
sorunsuz bir biçimde kabul ettirilebilmesini sağladı.
SONUÇ
Ak Parti, ekonomik ve siyasi anlamda Türkiye’de merkez ve çevre arasın-
daki ilişkiyi bütünüyle değiştirememiş bile olsa, tıpkı kendisinden önceki DP
ve Özal ANAP’ı gibi, çevre lehine bir kazanım sağladı. Pareto’nun kavramıyla
ifade etmek gerekirse, “seçkin dolaşımı”nda toplumsal piramidin alt ve orta
sınıflarından yukarıya doğru hareketlilik devam etti. Avrupa Birliği’ne katılım
doğrultusunda yapılan reformlar, bir süre sonra hız kesmesine ve bütünsel bir
demokratikleşme anlamında yetersiz olsa bile, ülkenin insan hakları ve de-
mokrasi standardını kayda değer ölçüde yükseltti. Kürt Sorunu varlığını de-
vam ettirdi, ama bu alandaki pek çok yasak kaldırıldı. Örneğin 2007 seçimle-
rinden sonra Kürtçe yayın yapan resmi televizyon kanalı “TRT Şeş”in yayına
başlaması bu anlamda ciddi bir adımı ifade etti. Aynı dönemde Hükümet
“Alevi Açılımı”nı başlattı. Bu girişim, iyi planlanmamış olması ve Alevi
STK’larının itibar etmemesi gibi nedenlerle olumlu bir sonuç vermediyse de,
çevreden gelen bir siyasi partinin 1950–60 döneminde bozulan ilişkilerin resto-
rasyonu niyetini göstermesi bakımdan önemliydi.
Ancak bu reform çabaları, statükonun ciddi bir direnişiyle karşılaştı. As-
keri bürokrasi genel olarak reformlara karşı bir tutum alırken, özellikle Kürt
Sorunu, azınlık hakları ve din ve vicdan özgürlüğü alanlarında birçok kez tep-
kisini açıkça ifade etti. Yargı bürokrasisi, yer yer yetkilerini aşma ve yasamaya
veya yürütmeye ait yetkileri üstlenme pahasına engeller çıkardı. Anayasa
Mahkemesi’nin “367 Kararı”, “Türban Kararı” veya “Ombudsman Kararı”,
yargının TBMM’ye ait yasama yetkisine müdahalesinin örnekleri olarak değer-
lendirilebilir. Bütün bu olaylar, Ak Parti Hükümeti’nin baş etmek zorunda
kaldığı ciddi engellemeleri ifade ediyordu. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi,
iktidarın reform yolunda yavaşlaması veya durması, kendi içindeki statükocu
güçlerin de etkisiyle olmuştu.
2007 sonrası süreç, ülkedeki siyasi sorunlara yenilerini ekledi. 17 Mart
2008’de Ak Parti’ye açılan kapatma davası ciddi bir sarsıntı ortaya çıkardı.
Bununla birlikte, iktidar ile güç odakları arasındaki mücadele devam etti. Er-
genekon Operasyonu ile ilk kez muvazzaf subayların tutuklanmaları, derin

687
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

devletin üstündeki örtünün aralanması ve varlığı bilinmesine karşın resmi


olarak reddedilen JİTEM’in ve onun tarafından işlendiği öne sürülen 20.000’e
yakın cinayetin soruşturulması önemliydi. Ergenekon davası demokratik sis-
teme yönelik militer müdahalelerin önlenmesi ve devletin çetelerden temiz-
lenmesi yönünde ciddi bir umut doğurdu.
Bugün Ak Parti Hükümeti’nin önünde, tıpkı kendisinden önceki “çevre”
partileri hükümetleri gibi, statükoya uymak veya onu değiştirmeye çalışmak
şeklinde özetlenebilecek bir tercih vardır. Tarihsel tecrübe, dezavantajlı çoğun-
luğun içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi koşulları değiştirmesi beklentisiy-
le iktidara gelen siyasi partilerin statükoya uymalarının onlar için olumsuz
sonuçlar doğurduğunu göstermiştir. Bir gelecek perspektifi olarak, Ak Parti
Hükümeti’nin de, hem ülkenin geleceği, hem de kendi varlığı açısından, re-
formlara devam etmesinin önemli olduğu sonucuna varılabilir. Bu bağlamda
demokratik reformların sürdürülmesi, sivil anayasanın gerçekleştirilmesi, din
ve vicdan özgürlüğünün Müslümanlar, gayrimüslimler ve diğer bütün inanç
grupları için genişletilmesi, bu kapsamda Alevilerin açılımının devam ettiril-
mesi, ifade hürriyetinin önündeki engellerin ortadan kaldırılması, Kürt soru-
nunun çözümü yönündeki adımların hızlandırılarak atılması ve Kıbrıs’ta yü-
rümekte olan müzakerelerin sağlıklı bir şekilde devam etmesi, hem ülkenin,
hem de Ak Parti Hükümeti’nin kaderini belirleyecektir. Türkiye, bu değişimi
gerçekleştirdiği ölçüde normalleşecek, gelişecek ve zenginleşecek; AK Parti de
bu tarihsel rolü yerine getirebildiği oranda büyüyecek ya da küçülecektir.

SONNOT

1
AnaSol-M hükümeti dönemindeki bu sonucu, söz konusu hükümetin kötü yönetimiyle açık-
lamak kolaycılık olacaktır. Kuşkusuz sonuçlara bakıldığında ortada kötü bir yönetimin oldu-
ğu açıktır. Ancak bu, anlaşılabilir ve açıklanabilir bir başarısızlıktır. 28 Şubat sürecini devam
ettirme taahhüdüyle iş başına gelen hiçbir hükümetin bu sondan kaçınamayacağını düşün-
mek için de sebepler vardır. Çünkü hiç kuşkusuz bütün darbe ve muhtıraların bir ekonomi
politiği vardır ve 28 Şubat muhtırasını gerçekleştiren güçler, ekonomik değerlerin yeniden
paylaşımı konusunda da belirleyici olmuşlardır. Örneğin, bankalara getirilen mevduat gü-
vencesinin ardından ödenmesi mümkün olmayan devasa paralar, 28 Şubat sürecinin başlıca
aktörlerine ve destekleyicilerine “kredi olarak” verilmiş ve kısa bir sure içinde “içi boşaltılan”
bu bankaların zararı topluma ödetilmiştir. 28 Şubat’ın yürütücüsü olan ve aralarında emekli
generallerin de bulunduğu asker bürokratlar, bu banka ve holdinglerde “danışman” olarak
görev yapmışlardır.
2
Yüksek Seçim Kurulu, AK Parti Genel Başkanı Erdoğan, kapatılan RP'nin Genel Başkanı
Erbakan, eski HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak ve eski SDP Genel Başkanı Akın Birdal'ın
milletvekilliği adaylığını reddetmişti Hürriyet Almanak, 2003. Bu yüzden Ak Parti de seçim-
lere Abdullah Gül’ün “emanetçi” başkanlığında girebilecekti.
3 Gerçekten de Erdoğan’a verilen yaygın toplumsal desteğin, 28 Şubat sürecine ve onun uygu-
layıcısı konumundaki hükümete duyulan öfkeyle de ciddi bir bağlantısı vardı. Erdoğan To-
kat’a geldiğinde, kentin tarihinin en büyük kitlesi karşılamıştı ve kalabalığın Erdoğan’a yöne-
lik sloganlarından biri, bu tepkiyi çarpıcı bir biçimde ifade ediyordu: “Zam yap, sen yap!”

688
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

4 Bu konuda bkz., Bekir Berat Özipek, Muhafazakarlık (Ankara: Kadim Yay., 2005).
5 Bu sempozyum daha sonra kitap halinde basılmıştır. Bkz., Uluslararası Muhafazakârlık ve
Demokrasi Sempozyumu, (Ankara: Ak Parti Yay., 10–11 Ocak 2004).
6 Yeni siyasi partiye destek veren kitlelerin ve parti üyelerinin ideolojik kimlik sorununu önem-
sememeleri şaşırtıcı görünse de anlaşılabilir bir durumdu. Bu perspektiften bakıldığında, ta-
banın yeni siyasi aktörden beklediği, tarihsel olarak diğer “çevre” partilerinden beklediği ile
aynıydı. İTC-CHP çizgisine karşı ekonomik ve siyasi çıkarlarını korunması, baskıcı siyasi dü-
zeni değiştirmesi ve ülkeyi özgürleştirmesi. Onlar açısından, bu talepleri gerçekleştirecek olan
siyasi aktörün ideolojisinin ne olduğu ikincil bir mesele olarak değerlendirilebilir.
7 Bu süreç şöyle gelişti: 2 Aralık 2002’de Yüksek Seçim Kurulu (YSK), 3 Kasım 2002'de Siirt'te
yapılan milletvekili seçimini iptal etti. Seçim işlemlerindeki eksikliğin seçim sonuçlarına etkili
olduğu sonucuna varan YSK, Siirt'teki seçimin yenilenmesine oybirliğiyle karar verdi. 13 Ara-
lık’ta TBMM, Erdoğan’ın yasağını kaldıracak bir sonuç doğuran 3 maddelik mini anayasa de-
ğişikliği paketi benimsendi. 27 Ocak 2003’te AKP genel başkanı Erdoğan, 9 Mart'ta Siirt'te ya-
pılacak seçimde milletvekili adayı olacağını açıkladı. 31 Ocak’ta Ak Parti’li Mervan Gül, Si-
irt'te 9 Mart'ta yapılacak seçimde adaylıktan çekildi. Böylece, Ak Parti genel başkanı Erdo-
ğan'a listede birinci sırada yer alma yolu açıldı. 9 Mart’ta Siirt'te milletvekilli yenileme seçimi
yapıldı. Ak Parti’nin 3 milletvekilinin 3'ünü de aldığı seçimde, Ak Parti genel başkanı Erdo-
ğan TBMM'ye girdi. 11 Mart’ta Siirt'ten milletvekili seçilen Erdoğan, TBMM genel kurulunda
yemin etti. Başbakan Gül, Cumhurbaşkanı Sezer'e 58. hükümetin istifasını sundu ve Sezer,
Erdoğan'ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Hürriyet Almanak, 2004.
8
Hürriyet Almanak, 2005.
9
TBMM’de CHP ve MHP’nin şiddetle karşı çıktığı bu düzenlemeler, Rum ve Ermeni vatandaş-
ların maruz kaldığı ayrımcılığı ortadan kaldırmaya ve bütün vakıfların eşit statüye getirilme-
sini sağlamaya yetmedi. Ancak mevcut sorunun hafifletilmesi gibi bir sonuç doğurdu.
10
Örneğin kilise kuracak sayıda olmayan Hıristiyanların ibadethane ihtiyacını karşılamaya
ilişkin düzenleme, CHP’nin “her apartmana bir mescit yapacaklar” şeklindeki karşı çıkışının ar-
dından geri çekildi. Ama Bahaîlerin Edirne’deki “Kutsal Bahçe” sorununun hukuki güvence-
ye kavuşturularak çözülmesi veya Süryanilerin kilisede çocuklarına dini eğitim vermelerine
yönelik kısıtlamaların kaldırılması gibi olumlu gelişmeler de yaşandı.
11 Ancak bu düzenlemeler, ifade hürriyeti sorununu hala ortadan kaldırmamıştır. Her ne kadar
bu revizyonlar ileri doğru atılmış adımlar ise de, hala TCK’da düşünce ve ifade hürriyetini kı-
sıtlayan madde varlığını devam ettirmektedir. Örneğin hükümetin 301. maddeye ilişkin ge-
tirdiği değişiklik maddenin özüne dokunamamış ve bir makyaj tazelemenin ötesine geçeme-
miştir.
12
Başlangıçta hukukçu kimliği ve demokrasi vurgusuyla umut veren ve cumhurbaşkanının
yetkilerini fazla bularak sınırlandırılmasını isteyen Sezer, cumhurbaşkanı olduktan kısa bir
süre sonra, kendisiyle ilgili kanaatleri bariz bir biçimde değiştirecek bir yol izledi. Genişliğin-
den şikâyet ettiği yetkileri hükümeti frenlemek için sonuna kadar kullandığı gibi, yüksek yar-
gıda ve Yüksek Öğretim Kurulu’nda (YÖK) gerçekleştirdiği atamalarda olağanüstü tarafgir
davranmaktan kaçınmadı. Hükümetin atamalarına fazlasıyla müdahale ettiği ve adeta rutin
olarak geri çevirdiği için, vekâletle görev yapan bürokratların çoğunlukta olduğu bir yapı or-
taya çıktı. Örneğin, atadığı rektörler arasında hiçbir zaman liberal, muhafazakâr veya demok-
ratik solcu isimler olmadı. Hepsini sol Kemalist dar bir çevreden seçti. Bazen yüzlerce oy alan
ve birinci olan rektör adayını değil, sadece bir tek oy alan ama kendisiyle aynı politik kaygıla-
rı taşıyan kişiyi atamaktan kaçınmadı. Bu yönleriyle Sezer, CHP’nin kendisinden fazlasıyla
memnun, Ak Parti’nin ise fazlasıyla muzdarip olduğu, cumhuriyet tarihinin de belki en taraflı
cumhurbaşkanı olarak anılmayı hak etti.
13 İktidarı döneminde Abdullah Öcalan’ın idam edilmesini engelleyen mevzuat değişikliğinde
MHP’nin de imzası olmasına karşın Bahçeli, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce meydan-
lardaki mitinglerinde “ip” (urgan) atarak “Apo’yu asın. İpiniz yoksa işte ip!” diye seslenecekti.

689
1980-2007 Dönemi Türkiye’de İç ve Dış Politik Gelişmeler

14 23 Nisan törenlerinde eski meclisin ziyaret edilmesi esnasında Bahçeli, arkada oturan DTP’li
Hasip Kaplan’ı elinden tutarak, “Gel Hasip, Meclis’in renklerini tamamlayalım” diyerek yanına
oturtmuş ve Birinci Meclis’in tasfiye edilmesinden önceki çoğulcu TBMM tablosunu hatırlat-
mıştı. Milliyet, 24 Nisan 2008.
15 Kıbrıs’ta Annan Planı’nın kabul edilmesi, ardından gelen referandumda Erdoğan hükümeti-
nin “evet” diyen Mehmet Ali Talat hükümetini desteklemesi, Kıbrıs sorunu konusunda ilk
kez Türkiye’nin avantajlı duruma gelmesi sonucunu da beraberinde getirecekti. Türkiye için-
deki ulusalcı çevrelerin “Kıbrıs satılıyor” şeklindeki itirazlarına rağmen gerçekleştirilen bu re-
ferandumda Kıbrıslı Türklerin “evet”, Kıbrıslı Rumların “hayır” demeleri, Türkiye üzerindeki
Batı baskısının zeminini de ortadan kaldıracaktı.
16
Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu (İstanbul: Küre
Yay., 2003).
17
Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assesmen of 2007”, Insight Turkey,
V. 10, S. 1 (2008).
18 Philip H. Gordon ve Ömer Taşpınar, Türkiyeyi Kazanmak (İstanbul: Timaş Yay., 2009), s. 93.
19 Bu süreçte tezkere karşıtları başarılı bir propaganda çalışmasıyla Batı basınındaki Türkiye’yi
aşağılayan bütün yazı ve karikatürleri toplumla paylaşarak tezkere karşıtı atmosferi besliyor-
lardı. Bunlardan biri de Türkiye’yi para karşılığı “kıvıran” bir dansöz olarak betimleyen bir
ABD gazetesindeki karikatürdü. Bu karikatür, Türkiye’de ciddi bir tepki toplayacaktı.
20
Acaba CHP, tezkerenin reddedilebileceğini düşünseydi, böylesine açık bir dille ona karşı
çıkar mıydı bilinmez ama oylama günü bir CHP milletvekilinin TBMM kürsüsünden iktidar
sıralarına dönerek, “Amerika’dan korkmayın, Allah’tan korkun!” diye haykırması, muhtemelen
birçok Ak Parti’li kararsız vekil üzerinde ciddi bir sarsıcı etki yapacaktı.
21 O günlerden aklımda kalan bir haber, bu etkinin gücü hakkında bilgi verebilir. Doğu illerinde
bir köye ziyaret eden Ak Parti’li bir milletvekili, neye ihtiyacı olduğunu -veya kendisinden ne
istediğini- sorduğu yaşlı bir kişiden şöyle bir cevap almıştı: “Oğlum ben hiçbir şey istemiyorum,
yeter ki elinizi Müslüman kanına bulaştırmayın!”. Tezkerenin kaderi belki de bu sözlerde saklıy-
dı.
22
Bu tepkilerden biri de ABD tarafından gelen “ordunun liderlik rolünü oynamadığı” şeklindeki
şaşırtıcı açıklamaydı. Yani ABD, orduyu, Tezkerenin kabulü için baskı yapmamakla suçlu-
yordu. Bu açıklama, ABD’nin yeri geldiğinde demokrasiye karşı militarizmi pekâlâ tercih
edebileceğini gösteriyordu. ABD Irak’a demokrasi götürmek istiyordu ama Türkiye’deki de-
mokrasinin sonuçlarına tahammül edemiyordu. Batı basınındaki bir karikatür bu çelişkiye
şöyle işaret ediyordu: “Biz Irak’ta demokrasi istiyoruz, Türkiye’de değil!”
23 Bu darbe planları ile ilgili olarak bkz., Nokta Dergisi, Yıl:1, Sayı: 22 (29 Mart/4 Nisan 2007).
24 Bu kişinin daha sonra Ergenekon örgütüyle bağlantısı konusunda deliller elde edilecek ve
kapanmış olan dava dosyasının Ergenekon davası ile birleştirilmesi istenecekti. Bu çalışmanın
yayına hazırlandığı günlerde, yargının bu konudaki kararı bekleniyordu.
25 Bu çalışmanın yazıldığı tarihte Ergenekon davası dolayısıyla gün yüzüne çıkarılan bazı belge-
lere ve gizlice kaydedilmiş ses kayıtlarına göre, ilk darbe girişimi, kuvvet komutanlarının ar-
zusuna rağmen dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün karşı çıkması üzerine ger-
çekleşmemişti. Bu dönemde basındaki çeşitliliğin ve risk alarak haber yapma cesaretini göste-
ren bazı gazetecilerin de darbe girişimlerinin açığa çıkarılması bakımından önemi anlaşılacak-
tı. Müdahale için koşulları oluşturma ve darbeyi gerçekleştirme çalışmaları kapsamında De-
niz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait günlükleri yayınlayan Nokta Dergisi, günlükle-
rin sahte olduğu konusunda peşin hükümlü değerlendirmelerle hedef haline getirilecek, bas-
kılar üzerine sahibi tarafından kapatılmak zorunda bırakılacak ama sonra dergide yer alan
günlüklerin gerçekten Örnek’e ait olduğu ortaya çıkacaktı. Sonraki dönemde, Nokta’daki ha-
beri yapan Alper Görmüş’ün de içinde bulunduğu demokrat gazeteciler tarafından kurulan
Taraf gazetesi de, büyük medyanın yayımlayamadığı haberleri ve anti-militarist yorumlarıyla
darbe karşıtı kamuoyunun oluşturulmasında önemli bir rol oynayacaktı.

690
27. Bölüm: Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika / B. Berat Özipek

26 Bkz., Orhan Kemal Cengiz’in Yeni Şafak gazetesine verdiği mülakat:


http://yenisafak.com.tr/roportaj/?t=30.03.2009&i=177961
27 Türkiye tarihinin 2009’dan sonraki bölümünün nasıl yazılacağı, bu yönüyle bir bakma Erge-
nekon davasının nasıl sonuçlanacağına bağlı olacaktır.
28 Deniz Baykal, “Türkiye’yi RTE Türkiye’si Zannediyorlardı, Tandoğan’da Gördüler ki, bir de Mustafa
Kemal Atatürk Türkiye’si Var”, 18 Nisan 2007 tarihli grup konuşması, www.chp.org.tr
29 Deniz Baykal, “Gül de, Sayın Erdoğan Gibi Milli Görüş Rahleyi Tedrisinden Geçmiştir. Orada Şekil-
lenmiştir”, 24 Nisan 2007 tarihli grup konuşması, www.chp.org.tr
30
Ergenekon davası sürecinde ortaya çıkan bir telefon kaydından, dönemin Genelkurmay Baş-
kanı İ. Hakkı Karadayı’nın Erkan Mumcu’yu arayarak meclise girmemesini söylediğini öğre-
necektik.
31 TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 22, Cilt: 155, 27 Nisan 2007.
32 Türkiye demokrasi tarihi yazılırken, o günkü restleşmede, hükümete yönelik bütün eleştirile-
rine karşın demokrasi dışı arayışlara karşı çıkarak ve partilerinin kararına uymayarak
TBMM’ye gelen iki milletvekilinin DYP Denizli Milletvekili Ümmet Kandoğan ve CHP
Hakkâri Milletvekili Esat Canan unutulmamalıdır. Kandoğan, muhtıra atmosferinde bir de-
mokrasi tiradı olarak nitelenebilecek konuşmasıyla, Şemdinli konusundaki tutumuyla öteden
beri partisinden tepki alan Canan ise TBMM’ye gelerek partisine ait sıralarda tek başına
oturmasıyla hafızalarda yer etmiştir.
33
Muhtıra, “Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, 'Ne mutlu Türküm diyene!' anlayı-
şına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” diyordu.
34
Milliyet, 30 Nisan 2007.
35
Hürriyet Almanak, 2008.
36
www.samanyoluhaber.com/haber-72656.html ve Zaman, 5 Ekim 2007.
37
Örneğin, iki jandarma görevlisinin suçüstü yakalandığı Şemdinli bombalaması ile ilgili soruş-
turmanın ardından açılan davada dönemin genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ın ismine
yer veren Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya, Adalet Bakanı tarafından Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’na sevk edilmişti. Devlet içindeki suç işleyen unsurlara dikkat çeken ve
TBMM Şemdinli Komisyonu`na, “Hırsız evin içindeyse kilit işe yaramaz” diyen Emniyet Genel
Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun görevinden alınmıştı. Bu işlemler, hükümet
tarafından “müesses nizam”ın etkili odaklarına verilen tavizler olarak değerlendirilebilir.
38
Seçimlerden önce, tarım ilaçları ve tohum satılan küçük bir dükkânda, Ak Parti’ye oy verece-
ğini söyleyen bir işçi emeklisine nedenini sorduğumda öfkeyle verdiği cevap çarpıcıydı:
“Anayasa Mahkemesi kararını açıkladı. 22 Temmuz’da biz de kararımızı açıklayacağız!”
39
Cumhuriyet mitinglerinin doğurduğu “coşku” ile 22 Temmuz seçimleri sonrası yaşanan
hayal kırıklığını ironik bir dille başarılı bir biçimde anlatan bir yazı için bkz., Tuna Poyraz,
“İzmirim Öyle Laikti ki…”, http://bianet.org/bianet/kategori/bianet/100109/izmirim-oyle-
laikti-ki.
40http://www.ysk.gov.tr/ysk/index.html.

41 Bu süreçte Türkiye’deki insan hakları ve bu çerçevede kadın hakları açısından trajik olan,
Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül’ün, başörtülü olması nedeniyle, eşinin TBMM’deki ye-
min törenine ve daha sonraki görev teslim törenine katılamamasıydı. TBMM’deki izleyici sı-
ralarındaki koltuğu boş kalan Hayrünnisa Gül, yemin törenini televizyondan izlemek duru-
munda kaldı.

691
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

BEŞĐNCĐ BÖLÜM

TÜRKĐYE
CUMHURĐYETĐNĐN
EKONOMĐ POLĐTĐĞĐ
[1923-2007]]

693
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

694
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

28. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE İKTİSADİ DÖNÜŞÜMLER VE POLİTİK
YANSIMALARI: 1923–2007

Adem ÜZÜMCÜ∗ - Mehmet DİKKAYA∗∗


- Deniz ÖZYAKIŞIR∗∗∗

GİRİŞ
Türkiye’de cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan ve günümüze kadar ge-
len iktisadi gelişmeler politika/siyaset düzleminde veya politik yansımalar
boyutunda ele alınmak istendiğinde, incelenen dönemin çok uzun olması ne-
deniyle ortaya çıkan yansımalar, tekdüze politikalar ve uygulamalar ile açıkla-
namamaktadır. Şüphesiz bu uzun dönemde ortaya çıkan farklı gelişmeleri
Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar ve dış konjonktür gibi faktörlerin etki-
lemesi ve dönemin tümünde iktisadi politika ve uygulamaların süreklilik gös-
termemesi de böyle bir yaklaşımı güçleştirmektedir. Dolayısıyla, dönemin tü-
münde politikaların farklılaşması nedeniyle politikalarda kırılmaların olduğu
dönüşüm noktaları üzerinden analiz yapmak bir zorunluluk olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu bağlamda izleyeceğimiz yöntem olarak farklı kırıl-
ma/dönüşüm noktaları üzerinden bir analiz yapmak, hem benzer çalışmalarda
görülen ve gelenekselleşmiş bir yöntem olarak kolaylık sağlayacak, hem de
iktisat politika ve uygulamalarında ilgili dönem politika tercihlerinin etkilerini
daha güçlü şekilde vurgulamayı veya dönüşüm noktalarının ekonomi-
politiğini yapmayı olanaklı hale getirecektir.
Bu noktada çalışmanın planı kısaca özetlenirse, ilk olarak ülkedeki iktisadi
gelişmelerin neredeyse dış politika tercihleriyle biçimlendirildiği Osmanlı Dev-
leti son dönem politikalarına kısaca değinilecektir. Bu değinmenin ilk nedeni,
özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarındaki politika tercihleri üzerinde Osmanlı
Devletinin son dönem iktisat politikası tercihlerinin ve iktisadi-siyasi mirasın
etkisini daha kolay gösterebilme ve izlenen iktisat politikalarında bir süreklilik
olup olmadığını değerlendirebilme isteği, ikincisi genç Cumhuriyet yönetimi-
nin iktisadi gelişim çabaları veya arayışlarının politik, iktisadi ve diğer neden-
lerine daha kolay inebilme isteğidir. Çalışmanın ikinci bölümünde, 1923–1945


Doç. Dr., Kafkas Üniversitesi, İktisat Bölümü.
∗∗
Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, İktisat Bölümü.
∗∗∗
Yard. Doç. Dr. Kafkas Üniversitesi, İktisat Bölümü.

695
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

dönemi CHP yönetimindeki tek partili dönemin politikaları, bu politikalar


üzerinde iç ve dış gelişmelerin etkileri, dönemin politikacı ve yöneticilerin ter-
cihleri ve bu politikaların iktisadi yansımaları üzerinde durulacaktır. Üçüncü
bölümde, II. Dünya Savaşı yıllarındaki politika uygulamalarının oluşturduğu
yeni koalisyonun ve dış koşulların doğurduğu çok partili dönemin ilk on yılı,
DP iktidarı döneminin iktisat politikaları ve bu partinin politik ve iktisadi düz-
lemdeki dönüşüm çabaları ve politika tercihlerinin yansımaları, analiz edile-
cektir. Dördüncü bölümde, 27 Mayıs 1960 Darbesi ile siyasi alanda görülen deği-
şime paralel olarak ortaya çıkan kalkınma arayışları, kalkınma planlarında
somutlaşan karma ekonomi politikasının ekonomi üzerindeki politika(cı) gü-
cünün 1963–1980 dönemi sonuçları ve bu dönemde ortaya çıkan dış gelişmele-
rin iç politika ve ekonomi düzlemindeki etkileri değerlendirilecektir. Beşinci
bölümde, dünyada ve Türkiye’de önemli politika değişimlerinin yaşandığı
1980–2001 dönemi gelişmeleri incelenecek, bu çerçevede Türkiye’de görülen
ekonomi politikalarındaki büyük dönüşümde etkili olan 24 Ocak 1980 Kararla-
rı ve politika yansımaları ile 1990’lı yıllardaki iç ve dış gelişmeler sonucu orta-
ya çıkan yeni yönelimler ele alınacaktır. Son bölümde ise 2000–2001 yıllarında
dünyayı ve Türkiye’yi sarsıcı iktisadi ve politik gelişmelerin ardından Türki-
ye’de iç politika ve ekonomi boyutundaki yansımaları bağlamında Adalet ve
Kalkınma Partisi (AKP) yönetiminin 2002–2007 ekonomi politikaları üzerinde
durulacaktır.
1. OSMANLI DEVLETİNDEN KALAN MİRAS
Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili tarihsel gelişmeleri inceleyen (özellikle siya-
si ve iktisadi tarih bağlamında) çalışmalarda genel olarak Osmanlı mirasından
bahsedilerek analize başlanılmaktadır. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’e geçişin ke-
sintisiz olamayacağını, geçmişle bugün arasında tarihsel bir sürekliliğin oldu-
ğunu vurgulamanın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada,
Türkiye’nin cumhuriyet dönemindeki ekonomi politikalarını etkileyen Osman-
lı Devletinin iktisadi yapısı ve izlediği ekonomi politikalarına bakıldığında, bir
takım ıslahat çabalarına rağmen Osmanlı Devletinde üretimin Batılı tipte kapi-
talist sermaye birikimini sağlayacak bir yapıda olmadığı, temel üretim faaliyet-
lerinin tarımsal faaliyetler ve şehirlerde ortaya çıkan zanaatlar biçiminde oldu-
ğu görülmektedir. Tarımsal faaliyetlerde görece gerilik yanında tarımsal faali-
yetlerde verimliliği belirleyen en önemli öğelerden olan toprak verimliliğinin
ülkenin tümünde benzer olmadığı, daha verimli toprakların Rumeli, Balkanlar,
Irak, Suriye gibi bölgelerde bulunduğu dikkati çekmektedir. Osmanlı Devle-
tinde ekonomi büyük ölçüde tarıma bağlı olmakla birlikte, tarımın göreli geri-
liği ve ekonominin temel organizasyonunun ticari faaliyetleri besleyip büyüt-
meye izin verecek yapıda olmaması, arz yönlü ve iaşe güvenliğini merkeze
alan iktisadi yapı ve ticaretin de geçimlik ekonominin koşullarına bağlı olması
nedeniyle, devletin iktisadi/ticari faaliyetlere ilgisi, mal ve hizmet bolluğunu
piyasada yaratacak önlemleri almak ve özellikle transit ticaretten vergi almakla
sınırlı olmaktadır (Nişancı ve Çaylak, 2008: 10).
Osmanlı Devleti’nin içyapısındaki bu iktisadi özellikler yanında, dış ge-
lişmeler ve etkileşimler noktasındaki duruma bakıldığında, dış gelişmelerin

696
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

ülkenin iktisadi geriliğine yol açtığı, siyasi ve/veya askeri zayıflığa ve sonra
devletin yıkılmasına kadar varan gelişmeleri doğurduğu da söylenebilir. Nite-
kim kaybedilen savaşlarla birlikte sürekli toprak kayıplarının yaşandığı 18. ve
19. yüzyıllarda devlet kurumlarının eski dinamizmini kaybetmesi, Avrupa’da
gerçekleşen sanayi devrimine ayak uydurulamaması ve kapitalist ülkelerle
imzalanan ticaret antlaşmalarının ülkeyi açık pazar haline getirmesiyle politik
ve iktisadi güç dengesi Osmanlı aleyhine değişmiş, ekonomide gelir-gider
dengesi bozulmuştur. Bu ortama, Kırım Savaşı’nın yükü eklenince dış borç-
lanmaya gidilmiş ve dış borçlar hızla artmıştır. Osmanlı Devleti 1881’de dış
borçlarını ödeyemez hale gelince de, dış borçları yapılandıran Duyun-u Umu-
miye İdaresi (DUİ) kurulmuştur (Kazgan, 2004: 26–31). Duyun-u Umumiye
İdaresi’nin kurulmasını Osmanlı ekonomisinin iflası şeklinde okumak müm-
kündür.
Osmanlı Devleti iktisadi düzeninin bozulduğu/duraklamaya başladığı 17.
yüzyılla birlikte ortaya çıkan ve özellikle 1853 Kırım Savaşı sonrası etkileri
hissedilen kapitalist dünya iktisadi sisteminde (KDE) bir çevre/açık pazar/yarı
sömürge ülke olarak görülen Osmanlı Devletinin bu sisteme eklemlenme süre-
cini (Çaylak, 2008: 61–64) pekiştiren DUİ, ikinci bir gelir idaresi gibi çalışmış,
devletin gelirlerini ipotek/kontrol altına alan bir yapı oluşturmuştur. DUİ, dış
borçların kolay ödenmesini sağlamak için devlet gelirlerini kontrol eden me-
kanizmalar (tütün rejisi gibi) yanı sıra özellikle sınaî bitkilerde üretimi artırıcı
politikalar oluşturmuştur. Bu politikalar, sınaî bitkilerin üretimini artırmış,
ancak aynı zamanda tarımda düalist bir yapı oluşturmuştur. Bu bağlamda
kapitalist sisteme eklemlenme süreci, sınaî bitkiler ihracı ve Avrupa’nın üretti-
ği sınaî ürünler ithalatı şeklinde ön plana çıkmıştır (Şahin, 2007: 20–22). Bu
yöndeki çabalar, Ege Bölgesi ve civarında demiryolu ulaşımını geliştirdiği gibi,
bu yörelerin ülkenin diğer bölgelerine göre daha fazla gelişmesine ve günü-
müzde yaşanan bölgesel dengesizliklerin ilk filizlerinin yeşermesine yol açmış-
tır. Yabancı sermayenin demiryolu dışında yoğunlaştığı diğer bir yatırım alanı,
kapitalist ülkelerin dengesiz dış ticaret ilişkisinden elde ettikleri kârlarını ko-
layca transfer etmesini sağlayacak finans ve bankacılık alanı olmuştur. Nitekim
Osmanlı Devletinde bu alanda yabancı sermayenin ağırlığı belirgin bir biçimde
hissedilmiş, Fransız-İngiliz ortaklığı ile 1863’de kurulan Osmanlı Bankası
(Bank-ı Osmanî-i Şahane) ekonomide önemli yere sahip olmuş, bir merkez
bankası gibi emisyon yetkisini ele geçirmiştir. Bu banka, emisyon yetkisini
1930’da TCMB kuruluncaya kadar sürdürmüştür (Tokgöz, 1997: 17–18).
Osmanlı Devleti’nde tarım sektörü, ülke ekonomisi ve dış ticaretinde
önemli yere sahiptir. Tarım sektörü ihracatın %80’ni oluşturmakta ve nüfusun
%80’ni barındırmaktadır. Bununla birlikte tarım sektöründe özelikle Güney-
doğu Anadolu Bölgesi’ndeki feodal ilişkiler, tefecilik ve aracılık kurumu tarı-
mın verimsizleşmesine yol açmış, tarımın dolaylı olarak yabancı ticaret burju-
vazisinin denetimi altına girmesine yol açmıştır. Öyle ki, bir tarım ülkesi olan
Osmanlı’nın payitahtı olan İstanbul’un buğday ihtiyacı Romanya ve Rus-
ya’dan karşılanır hale gelmiştir. Öte yandan Osmanlı Devleti’nde tarım sektö-
rüne dayalı ekonomide kişi başına gelir artışı yeterli olmadığı gibi sanayisi de

697
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

yetersizdir. Sanayi kesiminin yetersizliğinde Avrupa ülkelerine verilen kapitü-


lasyonların ve imtiyazların büyük etkisi olmuştur. Maden işletmeciliği, başta
İngiltere olmak üzere yabancı ülkelerin imtiyaz alanları arasında yer alırken,
demiryolu işletmeleri imtiyazı genellikle Almanya’nın elinde olmuştur. Os-
manlı sularında taşımacılıkla ilgili iş hacminin de sadece %10’u Osmanlı ban-
dıralı gemilerle yapılabilmiştir (Çaha, 1993).
Sanayileşmenin önemini gören İttihat ve Terakki hükümeti 1913’te Teşvik-
i Sanayi Geçici Kanunnamesini çıkarmıştır. Bu kanun, Cumhuriyetin başlangı-
cından itibaren arzu edilen yerli burjuvazi yaratma çabasının başlangıcı sayıla-
bilir. İttihat ve Terakki hükümeti, kapitalist ülkelere sağlanan kapitülasyonlar
nedeniyle ortaya çıkan yerli burjuvazi eksikliğini kapatmak istemiştir. Nitekim
1915 sayımına göre gerçek kişilere ait sınaî tesislerin Rumlar başta olmak üzere
yaklaşık %80’inin gayrimüslim/azınlıklar elinde bulunduğu ve bu çevrelerin
zenginleştikçe Osmanlı Devletiyle bağlarının zayıfladığı, kapitalist ülkelerin
Anadolu temsilcileri oldukları ve sermaye birikimlerini ülkenin sanayileşmesi
yerine kısa vadeli büyük kazanç sağlayan ticaret alanında kullandıkları düşü-
nüldüğünde bu tercihin önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. Yerli burjuvazi ve
sermaye birikimi sağlamayı amaçlayan Teşvik-i Sanayi Kanunu 15 yıl yürür-
lükte kalmış, bu kanun o zamana kadar ihmal edilen sanayi açısından önemli
bir açılım olmuş, ancak teşviklerin finansmanı bağlamında bir kredi politikası-
nın olmaması ve kurulacak sanayilerin dış rekabete karşı korunamaması gibi
eksiklikleri nedeniyle başarılı sonuçlar alınamamıştır (Tokgöz, 1997: 7).
Osmanlı Devleti, iktisadi anlamda neredeyse yarı sömürge durumunda
iken dünyadaki siyasi dengelerin bir ittifak bloğuna yönlendirmesiyle kendini
bir anda I. Dünya Savaşı’nda bulmuş, savaş koşulları altında kapitülasyonları
tek taraflı kaldırmış ve DUİ’ni tasfiye etmiştir. Savaş sonunda yenilen Osmanlı
Devleti, Sevr Antlaşması ile paylaşılmak istenmiş, ancak bu plan Kurtuluş Sa-
vaşı ile ortadan kaldırılmıştır. Savaş sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti,
Osmanlı Devletinin sahip olduğu toprakların küçük bir kısmı üzerinde Anado-
lu ve Doğu Trakya üzerinde kurulmuş, verimli ve geniş toprakların önemli bir
kısmı 1900–1914 dönemi ve I. Dünya Savaşı yıllarında elden çıkmıştır. Buna
karşılık I. Dünya ve Kurtuluş Savaşı’nın geçtiği Anadolu savaş alanı olmuş,
genç ve üretken nüfusun önemli bir kısmı yitirilmiştir (Çaha, 1993).
İktisadi yapının geri kaldığı bu ortamda, Osmanlı Devleti’nin son dönemi
ile Cumhuriyet’e geçişte sekiz yıl ve bu sürenin son dört yılında Anadolu’daki
ölüm-kalım savaşı, Cumhuriyet dönemi iktisat politikası arayışlarını ve ku-
rumsal yapıyı derinden etkilemiştir. Çünkü bu yıllardaki savaşlarda sadece
fiziki kaynaklar tükenmemiş, yukarıda belirtildiği gibi, yetişkin insan gücü de
önemli ölçüde azalmıştır. Osmanlı Devleti’nden tarıma dayalı bir üretim, yük-
sek miktarda dış borcu olan bir ekonomi miras alınmıştır. Ayrıca, ülkede kökü
eskiye uzanan etnik esasa dayalı sosyal işbölümü çerçevesinde Türkler çiftçi,
memur ve asker olmuş; sanayi, ticaret ve hizmet faaliyeti azınlıkların elinde
olmuştur (Altay, 2000: 49). Bununla birlikte, potansiyel olarak kullanılmayı
bekleyen nüfusa oranla büyük bir toprak ve yeraltı kaynakları ile Osmanlı
Devletinden devralınan güçlü bir bürokratik gelenek de miras kalmıştır. Bu

698
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

güçlü bürokratik geleneğin devamı olan genç Cumhuriyetin kurucula-


rı/seçkinleri için cumhuriyetin ilk yılları, bu yapıyı değiştirmeyi veya bir başka
deyişle, devlet desteğiyle bir girişimci sınıf yaratma çabası ve etnik işbölümü-
nü değiştirmeyi amaçlayan bir dönem olmuştur.
2. CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA İKTİSAT POLİTİKASI
ARAYIŞLARI: TEK PARTİ DÖNEMİ: 1923–1950
2.1. Liberalizmden Devletçi Politikalara Doğru
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında iktisat politikaları, bürokrat ve as-
kerlerden müteşekkil aydınlar tarafından belirlenmeye çalışılmıştır. Yerli bur-
juvazinin olmadığı, sosyal sınıfların oluşmadığı o yıllarda, Cumhuriyetin ku-
rucu kadroları iktisadi alanda güçlü bir Türkiye için Lozan Görüşmeleri’nin
devam ettiği bir ortamda, iktisat politikaları alanında ilk çaba olarak adlandırı-
labilecek bir girişim olarak 17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresini
toplamıştır.
Kongre hedefleri ve kararlarına geçmeden önce iki noktaya dikkat çekmek
gerekmektedir. Bunlardan ilki, Kongre girişimiyle iktisat politikaları noktasın-
da İttihat ve Terakki hükümetinin izlediği politikaların sürdürülmek istenmesi
ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken bir sürekliliğin oluşmasıdır. Bu nokta-
da, Lozan Barış Görüşmeleri’nin de izlenmesi düşünülen iktisat politikalarında
sürekliliğin oluşmasında etkili olduğu belirtilmelidir. Dikkati çeken ikinci nok-
ta, Kongre öncesi ülkede var olan iktisat politikası yaklaşımlarının böyle bir
sürekliliği kolaylaştırmasıdır. Bu çerçevede bakıldığında, Osmanlı Devleti’nde
1900–1920 döneminde iktisadi sistemle ilgili üç farklı görüş bulunduğundan
söz edilebilir. Bu farklı görüşler; Maliye Nazırı Cavit Bey tarafından savunulan
liberal/kapitalist iktisat ilkelerine dayanan “Liberal Düşünce”, İaşe Nazırı Ke-
mal Bey ve yardımcısı M. Şevket Esendal tarafından savunulan Müslüman
esnaf ve tüccarı geleneksel kurumlar içinde örgütlemeyi amaçlayan “Meslekçi
Görüş” ile Ziya Gökalp ve taraftarlarınca savunulan “Milli İktisat” görüşleri-
dir. Bununla birlikte bu görüşlerin milli burjuvaziyi yaratmak ve kapitalist
yoldan iktisadi kalkınmayı sağlamak noktasında birleştikleri de söylenebilir
(Kuyucuklu, 1986: 152).
Bu ortamda, dönemin İktisat Vekili M. Esat Bozkurt’un girişimi ve Ata-
türk’ün desteğiyle toplanan ve Kazım Karabekir Paşa’nın başkanlığını yaptığı
İzmir İktisat Kongresi’ne tüm illerden değişik meslek gruplarından temsilciler
katılmıştır. Kongre ile kurulacak devletin izleyeceği iktisat politikalarına ve
iktisadi sisteme ışık tutmak, İstanbul ve İzmir sermaye çevrelerinin Ankara ile
yakınlaşmasını sağlamak ve Batılı ülkelere liberal düzenden komünist düzene
geçilmeyeceği güvencesi/mesajı1 verilmek istenmiştir (Tokgöz, 1997: 32). Kong-
reye iştirak eden gruplar temsil ettikleri çevrelerin iktisadi sorunlarını ve çö-
züm önerilerini içeren kararlar aldırmaya çalıştılar. İstanbul’dan gelen tüccar

1 Bu bağlamda, Kurtuluş Savaşı yıllarında ortaya çıkan Sovyet Rusya yakınlaşması ve alınan
yardımlarla aynı yıllarda kurulan sosyalist partilerin (Halk İştirakiyun, Yeşil Ordu v.b) iç si-
yasette etkinliğinin artmasının Batılı devletler nazarında, yeni kurulacak devletin ideolojik ve
iktisadi yönü konusunda oluşan tereddütler de silinmek istenmektedir (Sunay, 2007: 109).

699
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

grubu ve toprak sahiplerinin görüşlerinin Kongrede etkilerinin daha fazla ol-


duğu belirtilebilir. 4 Mart 1923’e kadar süren kongrede bir yandan iktisadi
misakla (bağımsızlıkla) ilgili, diğer yandan Kongreye katılan grupların teklifle-
ri doğrultusunda kararlar alınmıştır (Şahin, 2007: 34).
İktisadi misakla ilgili kararlar bağlamında; yerli üretimin teşvik edilmesi,
lüks ithalattan kaçınılması, girişim ve çalışma özgürlüğünün esas olması, an-
cak, tekelciliğe izin verilmemesi ve iktisadi kalkınmamıza katkısı olmak ve
kanunlara uymak koşuluyla yabancı sermayeye izin verilmesi kararları alın-
mıştır. Bu kararlar analiz edildiğinde; bir yandan ithal ikameci bir sanayileş-
meye ihtiyaç duyulduğu görülürken diğer yandan liberal bir düşünce ile ikti-
sadi sistemin şekillendirilmek istendiği ve iktisadi kalkınma konusunda seçi-
min bir ölçüde belirgin hale geldiğinin ipuçları verilmektedir. Öte yandan,
tüccar ve sanayici grubunun isteklerinin etkisiyle ülkede tekelciliğe (tütün reji-
si gibi) izin verilmemesi ve yeni tekel kurulmaması düşüncesinin etkili olduğu
görülmekte ve son olarak da kapitalist ülkelerle bağın koparılmak istenmediği
mesajı dünyaya verilmektedir. Kongre kararları temenni niteliğinde olsa ve
alınan kararlar birbirleriyle çatışan gibi görünse bile, kararların dönemin ege-
men iktisadi görüşleriyle uyumlu olduğu ve İttihat Terakki hükümeti döne-
minde de benimsenen Milli İktisat düşüncesinin yansımalarını gösterdiği belir-
tilebilir. Cumhuriyeti kuran kadrolar bu kararlarla, Lozan Konferansı öncesi
Batılı devletler nazarında oluşan kuşkular giderilmiş ve kalkınma politikaları-
na odaklanılmıştır (Sunay, 2007: 110). Bu çerçevede kongre kararları, 1923–1929
dönemi kalkınma politikasının temel ilkelerini de belirlemiştir.
Kongre sonrası ülkedeki eğilim, özel girişimin desteklenmesi, kalkınma-
nın özel kesim eliyle sağlanması olmuştur. Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki
mevcut yokluklardan oluşan iktisadi tablo ve Lozan Anlaşması’nın gümrükler-
le ilgili hükümleri nedeniyle devlet ilke olarak, özel girişim aracılığı ile serbest
piyasa koşullarında sanayileşme politikası ve milli burjuvazinin ekonominin
kontrolünü ele almasını sağlayacak ılımlı bir koruma politikası izlemiştir. Dev-
letin özel girişimcinin gücünün yetmediği veya karlı bulmadığı alanlarda bu
açığı kapatması düşünülmüştür (Altay, 2000: 50).
1923–1929 döneminde ortaya çıkan bazı gelişmeler ve yasal düzenlemelere
bakıldığında; öncelikle, tarımsal üretimi ve ticareti zora sokan Aşar Vergisi
1925’de kaldırılmıştır. Tütün tekeli (reji idaresi) 1925’de kaldırılarak yerine
devlet tekeli oluşturulmuştur. 1927-1929’da kamu arazilerinin bir kısmı top-
raksız köylüye dağıtılmıştır. Demiryolları millileştirilmiş, deniz ticaret ve taşı-
macılığında kabotaj hakkı yabancı sermayenin elinden alınmıştır. Tüccar ve
sanayiciye kredi sağlamak için Türkiye İş Bankası 1924’de kurulmuştur. Hü-
kümet tüketim mallarında dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla tekstil ve şeker
alanında özel sektör üretimini teşvik için 1925’de Şeker Fabrikaları Kanunu
çıkarmış, ilk özel sektör şeker fabrikaları 1926’da Alpullu (Kırklareli-Babaeski)
ve Uşak’ta üretime başlamıştır (Şahin, 2007: 37–38).
Ekonomide tarım sektörünün ağırlığına karşın kalkınmanın sanayileşme-
den geçtiği bilindiği için sanayinin desteklenmesi amacıyla 1924’de ithal ham-
maddelerin gümrük vergisinden muaf olması sağlanmış, 1925’de Sanayi ve

700
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

Maadin Bankası kurulmuştur. DİE, 1926’da kurulmuş, bu kuruluş aracılığı ile


nüfus, tarım ve sanayi sayımları 1927’de yapılmıştır. Osmanlı’dan miras kalan
ve 1928’de süresi dolan Teşvik-i Sanayi Kanunu kapsamı genişletilerek 1927’de
tekrar yürürlüğe konmuştur (Kepenek ve Yentürk, 1994: 35–38). Ancak, Teş-
vik-i Sanayi Kanunu ile getirilen yeni teşviklere rağmen sanayi alanında arzu-
lanan gelişme bu dönemde sağlanamamıştır. Bunun nedenleri arasında, alt
yapı, fiziki sermaye, teknoloji, teknik eleman ve girişimci yetersizliği ilk akla
gelenlerdir. Ancak bu durumun ortaya çıkmasında sadece bu faktörler değil, o
dönemde özellikle İstanbul’da ticaret yapan ve milli burjuvazi denebilecek
çevrelerin, yabancı sermayenin İstanbul’da komisyonculuğunu yaparak zen-
ginleşen gayrimüslim/azınlıkların nüfus mübadelesinde boşalttıkları yerlere
göz dikmeleri ve kısa vadeli-risksiz yüksek kazançları sanayi yatırımlarına
tercih etmeleri de etkili olmuştur. Bu çevrelere, İş Bankası aracılığı ile bazı bü-
rokrat/siyasetçiler de katılmıştır ki, bu tür zenginleşme tercihinde bulunan
çevreleri Boratav (1982), “aferistler” olarak nitelendirmektedir (Sunay, 2007:
110).
1923–1929 liberal ekonomi politikaları döneminde, GSMH sabit fiyatlarla
ortalama %11, kişi başına GSMH %8,7 artmıştır. GSMH içinde tarımın %45’i
aşan payı bulunurken sanayinin payı ortalama %10 olmuştur. Tarımsal hâsıla
yılda ortalama %16’ya yaklaşan bir büyüme göstermiş, diğer iki sektör ortala-
ma %8 büyümüştür. Nüfus ve istihdam içinde %80’i bulan bir paya sahip ta-
rımdaki bu gelişmenin ardında, tarıma verilen mütevazı desteklerden ziyade
iklim koşullarının iyi gitmesi, topraksız çiftçiye toprak dağıtılması ve mera
alanlarının tarlaya çevrilmesiyle ekilen arazinin artması etkili olmuştur
(Üzümcü, 2008: 73–74).
Bu dönemde sanayiye öncelik veren bir kalkınma düşüncesi olduğu için
sanayi envanteri tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla 1927’de yapılan sayım
sonuçları; mevcut işyerlerinin küçük ölçekli olduğunu, teknolojinin yetersiz
olduğunu, işletmelerin tüketim malı üretiminde (gıda, tütün ve dokuma) yo-
ğunlaştığını ancak iç talebi karşılayacak düzeyde bile üretim yapamadıklarını
göstermiştir. Aynı dönemde, devlet sınaî yatırımda bulunarak özel kesime
destek olmak istemiş, ancak gerek kaynak yetersizliği gerekse demiryollarının
millileştirilmesi için yapılan harcamalar bu isteği engellemiştir (Tokgöz, 1997:
35–36).
Dış ticaret gelişmelerine bakıldığında, Türkiye’nin bu dönem dış ticaret
politikasının dünyada birçok ülkede görülmeyen biçimde liberal olduğu, kapi-
talist dünya sistemine eklemlenmiş, dışa açık ve bağımlı bir hammadde eko-
nomisi olduğu söylenebilir. Bu durumun ortaya çıkmasında, Osmanlı’dan ka-
lan düşük gümrük tarifelerinin Lozan hükümlerine göre 1929’a kadar artırıla-
maması etkili olmuştur. Bu dönemde dışa açıklık oranı yüksek olduğu gibi
sürekli dış açık verilmiş, ancak, ihracatın ithalatı karşılama oranı görece yük-
selmiştir. İhracatta tarım ürünlerinin payı %85, sanayi ürünlerinin payı ise %9
civarında oluşmuştur. İthalat içinde tüketim malları %50 gibi büyük bir paya
sahiptir. Türkiye’nin dış ticaretinde bu dönem ilk sırayı İtalya almış, bu ülkeyi
İngiltere ve Almanya izlemiştir. İtalya’nın payının yüksek olmasında, Osmanlı

701
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

dış ticaretinde söz sahibi olan Rum azınlığın İtalya’ya yerleşerek, ülke dış tica-
retini yönlendirmesi etkili olmuştur (Seyidoğlu, 1982: 43).
Bu dönemde dış borçlanma açısından en önemli gelişme, Lozan Barış gö-
rüşmelerinde uzun süre tartışılan Osmanlı borçları olmuştur. Türkiye, Lo-
zan’da çözülemeyen bu konuda yapılan çetin pazarlıklara rağmen 1928 Paris
Anlaşması ile Osmanlı borçlarının en büyük payını (84,6 milyon TL) ödemeyi
üstlenmek zorunda kalmıştır. Türkiye bu borçları, Kazgan’ın (1988: 365) belirt-
tiği gibi, II. Dünya Savaşının zor koşullarında bile aksatmadan ödemiş ve
1954’de ilk borçtan 100 sene sonra tamamen tasfiye etmiştir (Karluk, 2005: 160–
161).
Öte yandan I. Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkan enflasyonist eğilimin
tekrarlanmaması için 1923–1929 döneminde sıkı para politikası izlenmiştir.
Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı yıllarında para basmadan uzak durulmuş ve böy-
lece enflasyon sorunu yaşanmamıştır. Osmanlı Bankasının merkez bankası gibi
kâğıt para basımını kontrol ettiği 1923–1929 döneminde de kâğıt para arzı ne-
redeyse değişmemiş, böylece enflasyon oranı çok düşük düzeyde kalmıştır
(Şahin, 2007: 49–50). Bu dönemde maliye politikaları açısından da genelde
denk bütçe ilkesine uyulmuş, hükümet bütçe açıklarından kaçınmaya çalışmış,
topladığı gelir kadar harcama yapmaya özen göstermiştir.
2.2. Devletçi Sanayileşme ve Dönüşüm: 1930–1938
Türkiye’de 1923–1929 döneminde özel girişime dayanan liberal politikalar
yetersiz kalmış, özel kesimi destekleyen teşvik tedbirleri istenen sonuçları sağ-
lamamış, devletin iktisadi faaliyetlere katılımı görece sınırlı olunca bu dönem-
de sanayileşmede beklenen başarı sağlanamamıştır. Bu durum, genel olarak, iç
sorunlar olarak nitelenebilen ülkedeki fiziki-beşeri sermaye yetersizliği ile ye-
rel/milli burjuvazinin oluşmamasına bağlanmakta, ABD’de başlayıp dünyaya
yayılan 1929 Buhranı’nın olumsuz etkileri de dış nedenler arasında sayılmak-
tadır. 1929 Buhranı’nın iktisadi etkilerinin tüm dünyada hissedilmeye başlan-
dığı 1930’ların başında Türkiye de bu etkilerden payını almış, ülkede ve dün-
yada fiyatların düştüğü, tarımsal ürün üreten ve ihraç eden çiftçi ve işletmele-
rin sıkıntıya düştüğü, işsizliğin arttığı bu durgunluk döneminin etkileri 1934’e
kadar sürmüştür. Buhran’ın olumsuz etkileri, bir yandan izlenen liberal eko-
nomi politikalarının sanayileşme/kalkınma açısından uygunluğunun tartışıl-
masına yol açmış, diğer yandan Buhran’ın etkilerinin merkezi planlı SSCB’de
hissedilmemesi, piyasa sisteminin iflas ettiği düşüncesi ve Keynesyen yakla-
şımları doğurmuştur. Bütün bu gelişmeler, ekonomide devlet müdahalesinin
gerekliliği yönünde birçok ülkeyi etkisi altına almıştır. Bu etkileşim altında,
Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların zorlaması ve dünya konjonktürü
dikkate alınarak “devletçilik” ilkesi çerçevesinde devletçi sanayileşme fikri
benimsenmiştir.
Gerçekten de 1929 Buhranı bütün dünyada yeni bir ekonomik model ara-
yışına yol açtı. Çaha’nın (1993) belirttiği gibi, ABD’de mühendisler, İtalya ve
Almanya’da faşistler, Brezilya’da Vargasçı popülistler ve Türkiye’de Kadrocu-
lar liberal politikalar yerine devletin ekonomiye ağırlığını koyduğu politikaları

702
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

benimsemişlerdir.2 Türkiye’de Kadro Dergisi çevresinde işlenen düşüncelere


göre devletin sermayedarın yerini alacak sanayi yatırımlarına girişmesi gerek-
liydi ve ülkede güçlü bir sermayedar kesimi ve işçi sınıfı olmadığı için devlet
bunu herhangi bir sınıf çatışması olmaksızın gerçekleştirebilirdi. Bu düşünce-
ler İsmet İnönü tarafından destek bulmakla birlikte Atatürk’ün düşünceleri,
daha başarılı gördüğü İş Bankası çevresinde oluşan liberal politikalardı. Bu
çerçevede, Buhran’ın ortaya çıkardığı olumsuzluk ve iç koşullar karşısında,
devlet yöneticileri liberal iktisat politikalarını gözden geçirdikleri, yeni arayış-
lara girdikleri gibi uygulamaya ilişkin yasalar çıkarılırken ortaya çıkabilecek
olası muhalefeti de azaltmak istemişlerdir. Örneğin, özel kesimin muhalefetini
azaltmak amacıyla bir yandan devletçiliği, özel teşebbüs dostu ve özel kesimin
yapamayacağı karlılığı düşük işleri devletin yapması olarak tanımlamış, bir
yandan da özel teşebbüse ılımlı bakan Türkiye İş Bankası Umum Müdürü Ce-
lal Bayar’ı bu yeni politikaları uygulaması için İktisat Vekilliğine getirmişlerdir
(Sunay, 2007: 110).
Devletçi sanayileşme politikası ülke ihtiyaçlarından doğmuş, pragmatik
bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, merkezi planlı SSCB ve diğer bazı ülkelerde o
yıllarda başlayan devlet müdahaleciliğine doktriner açıdan benzememektedir.
Cumhuriyetin lider kadrosu, bu yaklaşımı “mutedil devletçilik” olarak adlan-
dırmıştır (Tokgöz, 1997: 54). Kılıçbay da (1992: 62–63), Kadro Dergisi yazarları
ve yöneticilerin, karma ekonomik model ile sanayileşme sağlandığı takdirde;
tarım ürünleri dışında hemen her malı ithal eden ülkenin kurtulacağını, liberal
yaklaşımla sanayileşme gerçekleşmediğine göre “devletçi” yolla ileri ülkelerin
kültür ve medeniyet seviyesine ulaşılabileceğini ve sanayileşme “romantik
ideali” gerçekleştiğinde milli bir başarı sağlanabileceğini düşünmektedir.
Mutedil veya ılımlı devletçilik anlayışı çerçevesinde piyasa ekonomisi ko-
şullarının esas olması, özel kesimin dışlanmaması, özel ve kamu girişimlerinin
rakip değil tamamlayıcı olmaları düşünülmüştür. Devletin imalat ve madenci-
likte girişimci olması kararlaştırılmış ve planlama konusunda SSCB’den finan-
sal ve teknik destek alınmıştır. Sovyet uzmanlardan oluşan bir heyet, Türkiye
koşullarında kurulabilecek işletmelere ilişkin bir rapor hazırlamıştır. Hüküme-
tin benimsediği rapor çerçevesinde 1934–1938 yılları arasında uygulanan Birin-
ci Beş Yıllık Sanayi Planı (BBYSP) yürürlüğe girmiştir. BBYSP, tüm ekonomi
yerine, 5 yıl içinde sanayide kurulacak işletmeleri belirleyen bir program ekse-
ninde, temel ihtiyaç maddelerinin ülkede üretimine öncelik veren ithal ikameci
sanayileşmedir. Böylece döviz tasarrufu sağlanarak dış açığın azaltılması

2
Aralarında Y. K. Karaosmanoğlu, Ş. S. Aydemir ve V. N. Tör gibi yazarların bulunduğu Kad-
ro Dergisi çevresi yazarları devletçi sanayileşme düşüncesini kendi ideolojik düşüncelerine
yakın bulmuş ve tutarlı bir ideolojik kalıba sokmaya uğraşmışlardır. Dergide Kemalizm’in,
kapitalizm ve sosyalizm arasında üçüncü bir yol olduğu iddiası ile sadece iktisat alanında de-
ğil diğer alanlarda da egemen olması gerektiği gibi söylemler, meclis ve bürokrasideki ılımlı
çevreleri ve müteşebbisleri tedirgin etmiştir. Çoğu kez İ. İnönü bu aşırı söylemlere karşı, mu-
tedil devletçilikten yana olduklarını vurgulayan savunmalar yapmak durumunda kalmıştır
(Sunay, 2007: 111). Hatta Atatürk başta izin verdiği bu derginin kapanmasına karar vermek
zorunda kalmış, ancak devletçilik ilkesi İnönü’nün ısrarı ile önce CHP programına daha sonra
da 1937’de anayasaya girmiştir.

703
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

amaçlanmıştır. BBYSP’da, kurulacak işletmelerin hammaddelerinin ülke içinde


bulunması, zorunlu olmadıkça hammadde ithal edilmeyerek kıt dövizin tasar-
ruf edilmesi, işletmelerin ticari esaslara göre çalışması, yatırımlarını kendileri-
nin finanse etmeleri, işletmelerin mümkün olduğunca ülkeye dengeli dağıtıl-
ması, tüketim malları endüstrilerine ağırlık verilmesi ve tesislerde dönemin
ileri teknolojilerinin kullanılması fikri benimsenmiştir (Şahin, 2007: 60–61).
BBYSP’da planlanan 23 sınaî kuruluştan 19’u kurulmuş, bu tesislerin kısa
sürede bitirildiği ve kalanların savaş sırasında tamamlandığı düşünüldüğünde
uygulamada önemli bir başarı sağlanmıştır. Ancak plan için tahminin üstünde
bir harcama yapılmış, bütçenin yeterli olmadığı bazı projelere dış kredi sağ-
lanmıştır. Planın sorumluluğu 1933’de kurulan Sümerbank’a verilmiş (Bayar,
1996: 775), İş Bankası da, İstanbul’daki şişe-cam tesislerinin kurulma ve işle-
tilmesine, kükürt, gülyağı ve sünger fabrikalarının kurulmasına katkı sağla-
mıştır. 1935’de Etibank ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kurul-
muştur. Devlet bu dönemde, BBYSP dışında başka sınaî faaliyetlerde de bu-
lunmuştur. Bunlar arasında, Zonguldak Maden İşletmeleri, Eskişehir (1933) ve
Turhal (1934) şeker fabrikaları ilk akla gelenlerdir (Tokgöz, 1997: 75).
Özel kesimin bu dönemde sanayileşmeye önemli bir katkısı olmamış, özel
kesim mevcut teşviklerden yararlanarak 1929 sonrası yükseltilen gümrükler
sayesinde iç piyasada kolay kârlar elde etmiştir. Devlet, sınaî işletmeler kurar-
ken piyasa koşullarında karlılık esasına göre çalışma prensibini getirmiş, üre-
timinde özel kesimle açıktan rekabet etmemiş, aksine özel kesime sağladığı
teşviklerle özel sektörün kârlarının artmasına ve çalışanlarının yüksek/dolgun
gelir elde etmesine yol açmıştır. Bu durum bürokraside kıskançlık yaratmış,
verilen teşviklerin kısıtlanması gerektiği düşüncesi oluşmuştur (Şahin, 2007:
65). Bu noktada teşviklerde denetim ve formalitelerin artması, piyasa kontrol-
lerinin getirilmesi nedeniyle özel kesim 1936 sonrası eskisi gibi cömert teşvik-
lerden yararlanamamış, koruma ve iç piyasadaki yüksek fiyatlar kârların ve
sermaye birikiminin devamını sağlamıştır (Karluk, 2005: 216).
BBYSP döneminde ekonomide ithal ikameci sanayileşme açısından geliş-
me sağlanmış, kamu işletmeciliği yapılırken piyasa koşullarında özel girişimler
gibi karlılık ilkesine uygun davranılması bu başarıda etkili olmuştur. Bu başarı
üzerine daha geniş kapsamlı ve ithal ikamesinde daha ileri bir aşamaya ulaş-
mayı hedefleyen ikinci sanayi planı (İBYSP) hazırlığına başlanmış, ancak II.
Dünya Savaşı koşulları yeni planın uygulanmasını önlemiştir. Bu gelişmelere
rağmen Atatürk’ün arayışları devam etmiş, sanayileşme yanında milli burju-
vazi yaratmadaki kişisel eğilimleri 1937’den itibaren tekrar ortaya çıkmıştır.
Atatürk’ün hissedarı olduğu İş Bankası çevresiyle daha iyi anlaşması ve hü-
kümete müdahalesi, İnönü ve Recep Peker gibi devletçi yaklaşımdan yana
olanları rahatsız etmiştir. Atatürk ile Hükümet arasındaki bu anlaşmazlıklar,
İnönü yerine bir başka isim arayışına yol açmış ve başvekilliğe Celal Bayar
getirilmiştir. Atatürk’ün ölümü sonrası, Cumhurbaşkanı olarak İnönü seçilmiş,
bir müddet daha başvekillik görevi yapan Celal Bayar’ın yerine Dr. Refik Say-
dam başvekil olarak atanmıştır (Sunay, 2007: 112).

704
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

Bu dönemdeki iktisadi gelişmelerin nicel boyutuna bakıldığında; 1930–


1938 döneminde GSMH %5,9 ve kişi başına GSMH %3,9 artmış, kişi başına
gelir, sabit fiyatlarla 371 TL’den 502 TL’ye, cari fiyatlarla da 55 dolardan 88
dolara çıkmıştır. Tarım, büyük dalgalanmalara rağmen ortalama %6,3; hizmet-
ler %5,6 büyümüştür. Sektörel gelişmelere bakıldığında, tarımsal üretim büyük
dalgalanma göstermiş, tarımsal hâsıla düzenli artmadığı için çiftçi zenginleş-
memiş, hatta kötü hasat yıllarında çiftçi yoksullaşmış3, çiftçinin durumu ancak
1936’dan itibaren iyileşmiştir. Hizmetler sektörünün istikrarlı bir gelişme gös-
terdiği bu dönemde en önemli gelişme sanayide gerçekleşmiş, sanayi katma
değeri ikiye katlanmıştır. Sanayi sektörü bu dönemde %11’i aşan büyüme ora-
nıyla, GSMH artışının lokomotifi olmuş ve GSMH payı dönem sonunda %16
civarına yükselmiştir (Üzümcü, 2008: 83–84)).
Dış ticarette, bu dönemde 1923–1929 döneminin aksine koruyucu politika-
lar uygulanmıştır. Bu durum 1929 Bunalımı ile çok yakından ilgilidir. Bilindiği
gibi, 1929 Bunalımı ülkelerin tarım ve gıda ürünleri talebini azaltmış ve bu
çerçevede tarım ürünleri fiyatları hızla düşmüştür. Ülkeler, bunalım karşısında
koruyucu dış ticaret politikaları uygulamaya başlamış, bu ortamda, Türki-
ye’nin tarım ürünleri ihracatı da hızla azalmıştır (Alkin, 1983: 7). Dolayısıyla
liberal dış ticaret politikaları ve tarımsal ürün ihracatı yoluyla kalkınmanın
sağlanamayacağı anlaşıldığı için diğer ülkelerde olduğu gibi, hem Bunalım’ın
neden olduğu iktisadi durgunluktan korunmak, hem de ithal ikameci sanayi-
leşmeyi sağlamak için 1930’dan itibaren dış ticarette korumacı, içe dönük dev-
letçi bir sanayileşme politikasına yönelme olmuştur. Dış ticaret alanında politi-
ka değişimi, 1929’da yeni gümrük kanunu çıkarılmasıyla başlamış ve 1930–
1933 yılları arasında çıkarılan yasal düzenlemelerle, koruyucu dış ticaret ve
kambiyo rejimi güçlendirilmiştir (Tokgöz, 1997: 56–57).
Bu politika değişimi çerçevesinde yeni dönemde izlenen dış ticaret politi-
kasının temel ilkeleri; Türkiye’den mal alan ülkelerden mal satın alınması, yurt
içinde üretilen malların ithalinin yasaklanması, diğer malların ticaret anlaşma-
ları çerçevesinde ithali, ihraç mallarının kalitesinin yükseltilmesi ve dış ticaret
fazlası elde etmek olarak belirlenmiştir. Nitekim 1930–1938 döneminde amaç-
lanan dış ticaret fazlaları elde edilmiş, ancak bu sonuç ihracat artışından çok
ithalatın kısılması ile sağlanmıştır. Nitekim ithalatın hızlı gerilemesinde yeni
dış ticaret rejimi çerçevesinde ithalata getirilen sıkı kontroller, miktar kısıtla-
maları ve devletin ihracat geliri kadar ithalata izin vermesi etkili olmuştur. Dış
ticaret hacminin ve dışa açıklığın bir önceki döneme göre azaldığı bu dönemde
ihracatın ithalatı karşılama oranı yükselmiştir. 1930–1938 döneminde ihracat
yine büyük ölçüde tarımsal ürünlere dayanmış ve az sayıda üründen oluşmuş-

3 Tarım sektörü, 1929 Buhranı’ndan en çok etkilenen sektör olmuştur. Dünyada tarımsal ürün
fiyatlarında görülen büyük düşüş, dış ticaret hadlerini kötüleştirmiş, iç fiyat makasının tarım
aleyhine geliştiği bu ortamda çiftçi yoksullaşmış, devlet, tarım sektörüne bu dönemde acil du-
rumlarda müdahale etmek zorunda kalmıştır. Örneğin, 1932’de Ziraat Bankası’na bağlı kuru-
lan ve 1938’de KİT haline gelen Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) aracılığı ile buğday fiyatında
düşüşü önlemek için destekleme alımları başlamıştır. Buğdayda başlayan bu uygulama, des-
tekleme alımları ve taban fiyatlarının başlangıcı olmuş, daha sonraki tarihlerde kapsamı ge-
nişleyen bir uygulama haline gelmiştir.

705
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

tur. İhracatta tarımsal ürünlerin payı %80, sanayi ürünleri yaklaşık %10 olmuş-
tur. İhracatın organize edilebilmesi için 1930 sonrası ihracatçı birlikleri kurul-
muş, ihracat; kliring sistemi, kontenjanlı listeler, takas ve prim usulü ile destek-
lenmiştir. İkili antlaşmalar ve kotaya dayalı dış ticaret politikası, Türkiye’nin
ithalat yapısını sanayileşme politikasına uyumlu hale getirmiş, tüketim malları
ve zorunlu gıda mallarının içeride üretilmesini amaçlayan bu politikalar saye-
sinde ithalatın bileşiminde nihai tüketim mallarının payı azalmış, yatırım mal-
larının payı yükselmiştir (Şahin 2007: 48, 72). Dış ticaret yapılan ülkeler arasın-
da bu dönemde Almanya’nın payı artmış (1935’te %41), dış ticaret 1940 öncesi
neredeyse Almanya’nın kontrolüne girmiştir. Savaş yıllarında bu ülke ile dış
ticaret önemli ölçüde daralırken ABD, Fransa ve İngiltere’ye yapılan ihracat
artmış, savaş sonrası ihracatta ABD ilk sırada yer almıştır. Türkiye, bu dönem-
de elde ettiği dış ticaret fazlaları ile Osmanlı borç taksitlerini ödemiş, millileş-
tirme harcamaları ve kurulan bazı sınaî işletmeler için sınırlı ölçüde borçlanıl-
mıştır.
Hükümetler, bu dönemde sıkı para ve maliye politikaları izlemeye devam
etmiş, sağlam para ve denk bütçe ilkesine uyulmuştur. Bu dönemde Dünya
Buhranı’nın olumsuz etkilerine karşın bütçe dengesinden ödün verilmemiştir.
Artan kamu harcamalarının finansmanı için para basma yerine genellikle vergi
ve tekel gelirlerini artırma tercih edilmiş, bunlar yanında iç borçlanmaya gi-
dilmiş, iç borçlanma dönemin ikinci yarısında hızlanmıştır. Bu dönemde bütçe
gelirlerini artırmak amacıyla 1931’de Buhran Vergisi, 1932’de Muvazene Vergi-
si gibi yeni vergiler çıkarılmıştır (Şahin, 2007: 76). Paranın dış değerinin ko-
runması bu dönemde milli bir dava olarak algılanmış, enflasyonist baskıların
ortaya çıkmamasına özen gösterilmiştir. Bu dönem para politikası gelişmele-
rinden en önemlisi, 1930’da Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının (TCMB)
kurulması olmuştur. Bu konuda önce 20 Şubat 1930’da 1567 sayılı yasa “Türk
Parasının Kıymetini Koruma Kanunu” (TPKK) çıkarılmış, ardından 30 Haziran
1930’da 1715 sayılı yasa ile “T. C. Merkez Bankası Kanunu” yürürlüğe girmiş-
tir. TCMB, 3 Ekim 1931’de faaliyete geçmiştir. Osmanlı Bankası’ndan emisyon
yetkisinin alınarak TCMB’ye verilmesi, likiditenin ihtiyaca göre ayarlanması ve
TL’nin iç ve dış değerinin korunmasını sağlayacak önlemlerin alınması sonucu
bu dönemde TL bazı paralara karşı değer kazanmıştır. Bununla birlikte 1937’ye
kadar Osmanlı kâğıt paraları tedavülde bulunmuş, bu tarihten sonra ilk kâğıt
paralar Merkez Bankası tarafından Latin harfleriyle basılmaya başlanmış, İnö-
nü Cumhurbaşkanı olunca 1939–1950 dönemi paralarında İnönü’nün resmi de
yer almış, 1950’de DP iktidara gelince paraların üzerinde sadece Atatürk’ün
resminin olmasını sağlamıştır (Tokgöz, 1997: 58, 87). Bu dönem enflasyon ge-
lişmelerine bakıldığında, 1929 Buhranı’nın etkisiyle dönemin ilk yarısında fi-
yatlarda hızlı bir düşme yaşanmış, 1934’e kadar devam eden bu eğilim bu yıl-
dan sonra tersine dönmüş, fakat fiyatlardaki yükselme ılımlı bir artış biçiminde
kendini göstermiştir (Karluk, 2005: 385).
Özetle, bu dönemde asıl gelişme, sanayi sektöründe görülmüş, özel kesi-
min yukarıda sözü edilen tercihlerine karşılık kamunun faaliyetleri ile ithal
ikameci sanayileşme alanında önemli mesafe alınmış, kurulan kamu işletmeleri

706
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

sayesinde de birçok malın iç talebi yerli üretimle karşılanır hale gelmiştir (Te-
zel, 1994: 260). Dolayısıyla II. Dünya Savaşı öncesinde, Türkiye’de sermaye
birikimi için önemli adımlar atılmış, ithal ikameci sanayileşme yoluyla serma-
ye birikimini sağlamak amaçlanmış ve bunda büyük ölçüde başarılı olunmuş-
tur. Fiziki sermaye birikimine göre daha uzun zaman isteyen beşeri sermaye
birikimini sağlamak için harf devrimi yanında eğitime büyük önem verilmiş,
tarımda teknoloji kullanımı sınırlı olsa bile sanayide teknolojik gelişme ve öl-
çek ekonomilerinin ortaya çıkması için dönemin ileri teknolojilerinin kullanıl-
ması için büyük çaba gösterilmiştir.
2.3 İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye Ekonomisi: 1939–1945
II. Dünya Savaşı, Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Savaş
başlamadan İBYSP’dan vazgeçilmiş, yerine hazırlanan “İktisadi Savunma Pla-
nı” ile ülkenin her an savaşa girme ihtimali gözetilerek ekonomi dâhil tüm
alanlarda her türlü öncelik yeniden düzenlenmiş, bununla birlikte plan daha
çok ordunun her an savaşa hazırlıklı olma çabasına dönüşmüştür (Tokgöz,
1997: 68). Türkiye, bu yıllarda tarafsızlık politikası içinde aktif savunma politi-
kası izlemiştir. İzlenen bu politika ve savaş ekonomisi koşulları, sayısı bir mil-
yona yaklaşan büyük bir ordunun savunma harcamalarının kamu harcamala-
rının %60’ına ulaşmasına yol açmıştır. Çalışma çağındaki önemli bir nüfusun
üretimden çekildiği bu ortamda, tarımsal üretim ve gıda malları arzı azalırken
tüketim malları talebi hızla artmıştır.
Savaşa giren Avrupa ülkeleri ile bu koşullarda dış ticaret büyük ölçüde
aksamış, ihtiyaç duyulan yatırım malları ithalinde görülen daralmalardan sınaî
üretim olumsuz etkilenmiştir. Savaş ortamında ülkede, daha önceleri takip
edilen fiyat istikrarı, bütçe denkliği gibi politikaları sürdürmek zorlaşmıştır.
Mevcut vergiler ve borçlanma, savaş nedeniyle artan kamu harcamalarını fi-
nanse etmede yeterli olmayınca emisyona başvurulmuş, bu tercih enflasyonun
yükselmesine yol açmıştır. Arz yetersizliği nedeniyle mal darlığı çekilen bu
ortamda, karaborsa ve istifçilik artınca, birçok temel ihtiyaç maddesi karneye
bağlanmıştır. İktisadi dengelerin bozulduğu bu ortamda, gıda malları kıtlığını
gidermek, fiyat artışlarını kontrol etmek ve mevcut üretim ve tüketim süreci-
nin düzenlenmesi amacıyla, Refik Saydam’ın başbakanlığı döneminde 1940 yılı
Ocak ayı içinde “Milli Korunma Kanunu” çıkarılmıştır. Ekonominin savaş yıl-
larında yönlendirilmesini amaçlayan bu yasa ile devletin ekonomi üzerindeki
bürokratik kontrolü ve yasaklamaları oldukça artmıştır (Şahin, 2007: 84–85).
Bununla birlikte hükümete geniş yetkiler veren bu kanun genelde dikkatli uy-
gulanmış, tarım ve sanayi alanında sınırlı maddelerde el koyma kararları
alınmıştır. Uygulanan tedbirler beklenen sonucu vermemiş, çoğunlukla bürok-
rasi engeline takılmıştır. R. Saydam’ın 1942’de ölümünden sonra kurulan Sara-
çoğlu hükümeti, bu katı uygulamaları gevşeterek piyasa mekanizmasına daha
fazla yer vermiş, ticaretin serbestleşmesi yönünde adımlar atmıştır.
Bu dönemde önemli bir diğer tartışma konusu 11 Kasım 1942’de çıkarılan
Varlık Vergisi olmuştur. Tezel (1994), bu kanunun görünür amacının, savaş
yıllarında elde edilen olağanüstü ticari kazançların bir bölümünün devletçe
vergilendirilmesi olduğunu, ancak ardında yatan ve resmi çevrelerin gizlediği

707
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

asıl amacın ticarette etkin olan gayrimüslim azınlıkların tasfiye edilerek yerine
Türk-Müslüman burjuvaziyi yerleştirmek olduğunu belirtmiştir ki, verginin
uygulama biçimi Tezel’i doğrulamaktadır. Öte yandan savaş ortamında kamu
gelirlerini artırabilmek için getirilen Varlık Vergisi4 ve Milli Korunma Kanunu
gibi düzenlemeler sermaye birikimini olumsuz etkilediği gibi bu vergi ve dü-
zenlemelerin muhataplarını ve özel kesimde faaliyet gösteren sanayi ve ticaret
çevrelerini tedirgin etmiştir. Devletin ekonomiye müdahalesinin ve bürokratik
engellemelerinin artması anlamına gelen bu gelişmeler, bu dönem devletçilik
uygulamalarının güler yüzlü değil, zorba devletçilik olarak nitelendirilmesine
yol açmıştır (Altay, 2000: 52–53).
Varlık Vergisi tahsilâtı 1943 yılı kamu harcamalarının %38’ni karşılamış,
ancak verginin matrahı ve oranının belirsizliği keyfiliğe yol açmış, ayrıca ta-
hakkuk ettirilen verginin yaklaşık 2/3’ü tahsil edilebilmiştir. Verginin objektif-
likten uzak olması ve uygulamasının cesaretle yapılamaması ile kanun 1944’te
yürürlükten kaldırılmış, vergiden beklenen ile elde edilen tahsilât karşılaştırıl-
dığında çıkarılan gürültüye değmemiştir.
Bütün bu gelişmelere duyulan öfke, 1945’de çıkarılan 4753 sayılı Çiftçiyi
Topraklandırma Kanununa muhalif yerli eşraf ve toprak ağalarının tepkileriyle
birleşince, 1923’de başlayıp savaş yıllarına kadar devam eden yönetici, bürok-
rasi, ticaret-sanayi burjuvazisi ile yerel eşraf arasındaki koalisyon dağılmış,
yerel eşraf ve toprak ağaları ile ticaret burjuvazi arasında kurulan yeni koalis-
yon bu düzenlemelere tepkisini bir parti çatısı altında örgütlü olarak gösterme
çabasına girince DP, bu muhalif kesimlerin sesi olarak liberal tezlerle ülke siya-
si yaşamındaki yerini almıştır (Sunay, 2007: 114).
Savaş yıllarında ekonominin nicel tarafında görülen gelişmelere bakıldı-
ğında hiç de hoş olmayan bir tablonun ortaya çıktığı söylenebilir. Nitekim bu
yıllarda 1939 ve 1942 yılı hariç GSMH sürekli azalmış, kişi başına gelir 521
TL’den 317 TL’ye gerilemiştir. GSMH’da görülen eğilime benzer bir gelişme
1942 hariç tarımda 1944 yılı hariç hizmetler kesiminde ortaya çıkmış, özellikle
tarım ürünleri fiyatlarının arttığı bir ortamda tarımsal hâsıla dönem başındaki
değerinin neredeyse yarısına inmiştir. Bu dönemde artan fiyatlara rağmen ta-
rımsal hâsılanın azalmasında, çalışma çağındaki işgücünün silâhaltına alınma-
sından kaynaklanan işgücü, araç-gereç ve kredi yetersizliği ile kötü giden hava
koşulları etkili olmuştur. Bu olumsuzluklara eklenen Toprak Mahsulleri Vergi-
si, çiftçiyi tamamen yoksullaştırmıştır. Savaş yıllarında GSMH yılda ortalama
%4,7 küçülürken tarım daha fazla (%5,9) küçülmüş, buna karşılık hizmetler ve
sanayi kesimindeki küçülme daha az olunca tarımın GSMH payı azalırken
sanayi ve hizmetlerin dönem sonu payları yükselmiştir. Sanayi kesiminde

4
Savaş koşullarında artan kamu harcamalarının karşılanması için zorunlu bir ihtiyaçtan doğan,
diğer ülkelerde uygulanan ve savaş yıllarında oluşan fiyat artışlarından elde edilen yüksek
kazançların ve bu arada istifçilik, karaborsacılıktan haksız gelir elde eden kesimlerin servetle-
rinden bir defalık alınacak Varlık Vergisi, uygulamada yapılan yanlışlarla amacından sapmış,
örneğin bir ortaklıkta verginin muhatabı Türk ve Müslüman ortağa farklı, gayrimüslim ortağa
farklı vergi uygulamaları nedeniyle gayrimüslim azınlıklar gözünde bu uygulama ırkçı bir
yaklaşım olarak değerlendirilmiştir (Şahin ve Özenç, 2008: 91).

708
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

durdurulan sanayileşme programı sonrası 1939’dan itibaren her yıl katma de-
ğer azalmış, bu dönemde sınaî üretimin azalmasında tarıma dayalı sanayilerin
ihtiyaç duyduğu tarımsal hammaddelerin temin edilememesi de etkili olmuş-
tur.
1939–1945 döneminde dış ticarette hedef, bir önceki dönemde olduğu gibi,
mümkün olan en yüksek miktarda dış ticaret fazlası vermek olmuştur. Dış
ticaret bu dönemde ülkedeki iktisadi gelişmelerden daha çok dış koşullar tara-
fından şekillendirilmiş ve dış ticaret fazlası verilmiştir. Bu fazlada yine ihraca-
tın artırılmasından daha çok ithalatın baskı altında tutulması etkili olmuş, sa-
vaş koşulları bunu kolaylaştırmış, ayrıca Milli Korunma Kanunu dış ticaret
rejimindeki mevcut katı kontroller yanında ek bir denetim aracı olmuştur. Bu
dönem, dış ticaret fazlası verilen bir önceki dönemle birlikte düşünülürse,
1930–1945 dönemi (1938 hariç) cumhuriyet döneminde dış ticaret fazlasının
verildiği tek dönem olmuştur. Dış ticaret fazlasının sağlandığı bu dönemde
ihracatın ithalatı karşılama oranı da hızla yükselmiş, 1945’de %173’e ulaşmıştır.
Dış ticaret hacminin dalgalı bir seyir izlediği bu dönemde, dış ticaret fazlasına
rağmen dışa açıklık oranı oldukça gerilemiştir. Bu dönemde ihracatın ve ithala-
tın bileşiminde bir önceki döneme benzer bir yapı devam etmiştir. Dış ticaret
partneri ülkeler içinde savaş öncesinde olduğu gibi Almanya ilk sırayı almış,
1945 sonrası bu ülkenin yerini ABD ve İngiltere almıştır. Türkiye’nin ihraç
ettiği ürün fiyatları bu dönemde 6 kattan fazla yükselmiş, ancak ihracat miktarı
yeterince artırılamadığı için ihracat gelirleri o kadar artmamış, Almanya ile dış
ticaret bağımlılığı yanında TL’nin değerli olması ve 1941’de ihracatın üzerine
vergi konması bunda etkili olmuştur (Şahin, 2007: 92–93).
Türkiye’de 1930–1945 döneminde verilen dış ticaret fazlası sayesinde
azımsanmayacak ölçüde döviz ve altın birikmiştir. Bununla birlikte, savaş yıl-
larında daha aktif bir politika izlenmesi durumunda dış ticaret fazlasının ger-
çekleşenden fazla olabileceği ve elde edilen birikimin atıl tutulduğu yönünde
eleştiriler getirilmiştir. Ancak bu kadar zor koşullarda, Osmanlı borçlarının
ödenmesi ve birçok sanayi kuruluşunun kurulabilmesi, bu tartışmaların gerek-
sizliğini göstermekte, verimli bir kullanım olduğunun ipuçlarını vermektedir.
Ayrıca, Türkiye, savaş yıllarında önceki dönemlere göre hibe ve krediler biçi-
minde gelen daha fazla miktarda dış kaynak kullanmış, izlediği tarafsızlık po-
litikası sayesinde savaşan her iki taraftan da borçlanabilmiştir (Karluk, 2005:
163).
Bu dönem maliye politikalarındaki gelişmeler arasında savunma harcama-
larının artmasıyla oluşan kamu gelir gider dengesizliğinin ortadan kaldırılması
girişimleri ilk akla gelenlerdir. Bu bağlamda, bu dönemde mevcut bazı vergi
oranları (örneğin gümrük vergileri) artırılmış, bütçe açıklarını kapatmak için
tekel ürünlerine zam yapılmış ve bazı yeni vergiler konulmuştur. Bu dönemde
çıkarılan yeni vergi uygulamaları arasında en meşhuru yukarıda sözü edilen
varlık vergisi olmuş, ayrıca 1944–1946 arasında Toprak Mahsulleri Vergisi uy-
gulanmıştır. Savaş yıllarında maliye politikası alanındaki sıkıntının bir benzeri
para politikası alanında da yaşanmıştır. O döneme kadar sıkı para ve maliye
politikası, denk bütçe ve sağlam para ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olan yönetim,

709
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

bütün bu çabalara rağmen kamu gelirlerini kamu harcamalarını finanse edecek


düzeye getiremeyince borçlanma ve/veya emisyona başvurmak zorunda kal-
mış, 1938–1945 döneminde emisyon beş kata varan oranda artmış, bu artış
ülkede fiyatlar genel seviyesinin benzer oranlarda yükselmesine yol açmıştır.
Zaten savaş koşullarında arz ve talep dengesizliğinin oluşturduğu mal darlık-
larından kaynaklanan enflasyon, emisyon artışı ile birlikte hızla yükselmiş ve o
zamana kadar görülmeyen fiyat artışları yaşanmıştır. Enflasyonun bu şekilde
yükselmesi istifçilik ve karaborsayı daha da artırmıştır.
1923–1945 dönemini genel olarak değerlendirdiğimizde, öncelikle belirte-
lim ki, Cumhuriyet yönetimi iktisadi açıdan iyi bir miras devralmamış, savaş-
larda fiziki ve beşeri kaynakları tükenmiş, yetişkin insan gücü azalmış bir eko-
nomi ve tarıma dayalı bir üretim ve yüksek miktarda bir dış borç devralmıştır.
Milli burjuvazisi olmayan bu dışa bağımlı ekonominin kalkındırılması için
yöneticiler sanayileşmenin elzem olduğu fikrinde mutabık kalmış, cumhuriye-
tin ilk yıllarıyla birlikte, bir yandan sanayileşme çabalarına bir yandan da dev-
let desteğiyle bir girişimci sınıf yaratma çabasına girilmiştir.
Bu amaçlar çerçevesinde, daha cumhuriyet kurulmadan ülkenin değişik
kesimlerini ve meslek gruplarını bir araya getirmek ve iktisadi politikaları yön-
lendirmek isteyen yöneticiler, İzmir İktisat Kongresi ile bunu başarmış, bu
çerçevede sanayileşme/kalkınmanın özel girişim eliyle sağlanması, özel girişi-
min gir(e)mediği alanlarda devletin iktisadi faaliyetlerde bulunması, bir bakı-
ma özel girişime “görünen eliyle” destek olması fikri benimsenmiştir. Cumhu-
riyetin ilk yılları olan liberal dönemde getirilen bütün teşviklere rağmen özel
girişimin sanayileşme alanında yetersiz olması ve 1929 Buhranı’nın olumsuz
etkileri, bir yandan piyasanın başarısız olabileceği durumlarda devletin eko-
nomiye müdahalesini meşrulaştıran Keynesyen görüşlerin ortaya çıkmasına
yol açmış, diğer yandan SSCB’nin krizden olumsuz etkilenmesini önleyen
planlı sistemin, devletin görünen elinin daha fazla yer aldığı karma ekonomi
modeli çerçevesinde devlet öncülüğünde ithal ikameci sanayileşme tercihinin
BBYSP ile somutlaşmasını sağlamıştır. Atatürk ve Kadro Dergisi çevresinde
biçimlendirilen devletçilik düşüncesi uygulamada BBSYP ile başarılı olmuştur.
İBSYP hazırlanmış, ancak savaş koşulları bu planın uygulanmasını olanaksız
hale getirmiştir. Bununla birlikte, 1930–1938 döneminde uygulanan ithal ika-
meci sanayileşme politikaları sayesinde ekonomide özellikle sanayileşme ala-
nında önemli gelişmeler sağlanmış, cumhuriyet öncesinde iğneden ipliğe bir-
çok tüketim malını ithal eden dışa bağımlı bu ülke, tüketim mallarında ithal
ikamesini sağlayan, sanayileşme düzeyinde önemli mesafe alan bir yapıya
kavuşmuştur.
Cumhuriyetin ilk on beş yılında sağlanan bu gelişmeler, Osmanlının son
dönemindeki iktisadi yapı ile karşılaştırıldığında önemli bir ilerleme olmuştur.
Atatürk’ün öncülüğünde bu dönemde, Türk Lirasının değerini koruyan sağ-
lam para, denk bütçe ilkesinin oluşturduğu sıkı para ve maliye politikaları,
yeni kurulan sanayileri koruyucu dış ticaret politikası, kıt ülke kaynaklarının
etkin kullanımını sağlayan planlı kalkınma anlayışının egemen olduğu bu on
beş yılda; ülke göreceli olarak yoksulluktan kurtulmuş, un, şeker ve basmayı

710
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

ithal eden ülke halinden tüketim mallarında kendine yeterli ülke haline gelmiş,
elde edilen dış ticaret fazlaları ile Osmanlı borçları ödenmiş ve ülkedeki ya-
bancı tekeller millileştirilmiştir. Sanayide görülen bu gelişmelere karşı, tarım
ve hizmetler sektöründe önemli bir gelişme ortaya çıkmamış, özellikle tarım-
daki eski teknolojik yapı ve üretimdeki verim düşüklüğü nedeniyle ülkenin
nüfusu ve istihdamında önemli yer tutan çiftçi 1930’lu yılların ilk yarısında
belirgin biçimde yoksullaşmıştır. Ülkede sanayi alandaki gelişmeye karşın
tarımdaki bu gerilik, W. Thornburg’un benzetmesi ile jet uçağının Türkiye’si
ile kağnı arabasının Türkiye’sinin bir arada bulunduğu bir yapıyı göstermiştir
(Şahin, 2007: 79).
Öte yandan, savaş koşullarında olağanüstü koruma tedbirleri altında dış
ticaret fazlası verilmesine ve önemli miktarda döviz ve altın biriktirilmesine
rağmen yüksek enflasyon ve sanayileşmedeki gerileme, başka nedenlerle de
oluşan muhalefetin iktisadi alanda da mevziler kazanmasına yol açmış, savaş
yıllarında yaşanan yokluklar ve temel ihtiyaç mallarında arz kıtlığı nedeniyle
yapılan karne uygulamaları gibi politikalar, muhalefetin yoksul kesimlerden
daha fazla destek almasına yol açmıştır. Savaş sonrası dünya ekonomisi ile
bütünleşme eğiliminin arttığı yıllarda, ABD’den kaynaklanan liberal iktisadi
dalga Türkiye’nin ekonomi politikaları üzerinde belirleyici olmuş, liberal ve
çok partili bir düzene geçilmiş ve devletçilik geri plana atılmıştır
3. ÇOK PARTİLİ YILLAR VE YENİ ARAYIŞLAR: 1946–1960
Türkiye’de çok partili hayata geçişin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ik-
tisadi, politik dönüşümün belirginleştiği 1946–1960 dönemi, Türk siya-
si/iktisadi hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönem, II. Dünya Savaşı
sonucu oluşan uluslararası sisteme eklemlenme açısından da önem taşımakta-
dır. Çünkü II. Dünya Savaşı sonrası ulusal/uluslararası politika ve ekonomide
ortaya çıkan realiteler, Türkiye’nin açık bir şekilde ABD-Batı Avrupa yanlısı
politikalar izlemesini gerektirmiştir. Avrupa’nın yeniden imarı, Sovyet tehdi-
dinin elimine edilmesi gereği, savaş süresince ülkede yaşanan iktisadi prob-
lemler, çok partili hayata geçiş ile birlikte daha dışa açık ve liberal politikalar
izleyen bir kadronun iktidara gelmesi gibi unsurlar bu realiteler arasında sayı-
labilir.
Türkiye’nin ABD-Batı eksenine eklemlenmesi konusunda genellikle De-
mokrat Parti (DP) dönemi başlangıç olarak gösterilse de, aslında savaşın he-
men sonrasında, henüz iktidarı DP’ye devretmemiş olan CHP, Truman Dokt-
rini (1947) ve Marshall Planı (1948) aracılığıyla ABD yardımlarını almaya baş-
lamıştır. Buna ek olarak, Batı ile resmi bağlar kurmaya başlayan Türkiye,
1948’de henüz yeni kurulmuş olan Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütüne (OECD)
ve 1950’de Avrupa Konseyi’ne üye olmuştur. Türkiye’nin bu örgütlere üyelik-
leri, ülkenin iktisadi ve politik geleceği üzerinde etkili olmuş, dönemin başın-
dan itibaren yabancı uzmanlarca hazırlanan raporlar da ekonomide gündemi
belirlemiştir. İç/dış dengelerden dolayı 1946 sonrası iktisadi yapı kalkınma
planları çerçevesinde yeniden yapılandırılmak istenmiş, fakat başarılı oluna-
mamıştır. ABD’nin yaptığı Marshall Yardımları başta olmak üzere dış iktisadi
ilişkilerin seyri ve bir dizi uluslar arası kuruluşlara üyelik gibi dış etkenler,
ekonominin liberasyon sürecine girmesini hızlandırmıştır.

711
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Bu dönemde gerek Türkiye’nin iç dinamikleri, gerekse uluslararası kon-


jonktür temelden bir dönüşüme yol açmıştır. Bu dönüşüm, 1946’da çok partili
siyasal yaşama geçen Türkiye için ekonomi politikalarında yeni arayışları zo-
runlu kılmıştır. İçe kapanan ve dış iktisadi ilişkilerden görece bağımsız bir
modelden hareketle yoluna devam eden Türkiye, bu süreçten itibaren artık dış
iktisadi ilişkilere duyarsız kalamamıştır. Bu bağlamda, Türkiye ekonomisi açı-
sından önemli bir zaman dilimini ifade eden 1946–1960 dönemini incelerken
öncelikle 1946–1949 döneminde meydana gelen politik ve iktisadi gelişmeleri
ele almak ve devletçi yaklaşımdan uzaklaşılması üzerinde kısaca durmak ge-
rekmektedir.
3.1. Savaş Sonrası Devletçilikten Kopuş: 1946–1949
II. Dünya Savaşı sonrası dünyada yeni dengeler ve politika değişimlerine
yol açan yeni süreç yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye’nin de politikalarını göz-
den geçirmesi gerekliliğini ortaya çıkarmış ve iktisat politikalarını önemli öl-
çüde etkilemiştir. Türkiye, 1946’dan itibaren yeni bir sürece girmiş, 1930–1945
döneminde kesintisiz sürdürülen dışa kapalı, korumacı, iç pazara yönelik sa-
nayileşme ve dış dengeye önem veren devletçi ve ithal ikameci iktisadi mode-
lin yerine; ithalatın serbestleştirildiği, dış açıkların ortaya çıktığı, dış yardım,
dış kredi ve yabancı sermaye kullanımının arttığı, dış pazara dönük, sanayiden
çok tarım, madencilik, inşaat ve alt yapıya öncelik veren bir iktisadi modele
geçilmiştir.
Liberal nitelikteki bu iktisat politikalarına geçiş sürecinde temel amaç,
devletin ekonomideki rolünü daraltmak ve ekonomik alanda özel girişimin
egemenliğini tesis etmektir. Bu yeni sürecin ortaya çıkmasında CHP’nin uygu-
ladığı devletçi politikalar ve bu temelde çıkarılan bazı kanunların toplumsal
kesimler üzerindeki etkisinin önemli olduğu söylenebilir. Özellikle savaş yılla-
rında uygulanan düşük tarımsal alım fiyatları, zorunlu yükümlülükler, mal
varlıklarına el koymalar, yol vergisi v.b. uygulamalar yoksul kitlelerin tek parti
rejimine ve bürokrasisine karşı cephe almasına yol açmıştır (Gevgilili, 1989;
51). Nitekim savaş koşullarında karne sistemiyle ekmek almak zorunda kalan
insanlar, özellikle köylüler, içinde bulundukları durumdan mevcut hükümeti
sorumlu tutmuşlardır. Bu ortamda, Saraçoğlu hükümetinin bütün karşı koyma
ve eleştirilere rağmen “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”nu çıkarması ve bu
kanun kapsamında özel ormanların ve büyük toprak sahibi ailelerin arazileri-
nin bir kısmının kamulaştırılması uygulaması hem meclis içinde hem de meclis
dışında bölünmelere yol açmış ve bu bölünmeler kısa süre sonra Türkiye’de
çok partili hayata geçişe olanak sağlamıştır. Nitekim yasaya meclis içinden
muhalefet eden Adnan Menderes ve arkadaşları meclise “dörtlü takrir” suna-
rak rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. Bu gelişmeler sonucunda CHP’de ihraç
ve istifalar birbirini izlerken Menderes ve arkadaşları (C. Bayar, F. Köprülü ve
R. Koraltan) birlikte 7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi kurmuşlardır (Tokgöz,
1997: 105–106). Böylece çok partili siyasal yaşama geçen Türkiye, iç ve dış et-
kenlerin de etkisiyle geri dönülemez bir sürece girmiştir.
DP, 1946’dan itibaren devletçiliğe karşı tavrını giderek keskinleştirmiş li-
beral politikalardan yana olduğunu ifade etmiştir. Bu çerçevede özel girişim

712
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

öncelikli politikalar izleyeceğini ve tarım sektörüne ağırlık vereceğini açıkça


ifade eden Menderes ve ekibi, mevcut ekonomi politikalarından bir an önce
vazgeçilmesi gerektiğini dile getirmekten sakınmamıştır. II. Dünya Savaşı’nın
beraberinde getirdiği iktisadi sıkıntıların ve özel girişime yönelik otoriter kamu
müdahalesinin geniş kesimler arasında hoşnutsuzluğa yol açtığı ve tartışıldığı
bu ortamda, 22–27 Kasım 1948’de İstanbul’da toplanan İktisat Kongresinde
devletçiliğin tasfiyesi açık biçimde gündeme gelmiş ve yabancı sermayeye du-
yulan ihtiyaç ana tartışma konuların arasında yer almıştır. Kongrede hüküme-
tin özel kesime daha fazla serbestlik tanıması ve teşvikler sağlaması gerektiği-
nin altı çizilmiş, devletin ise alt yapıya ve özel sektörün yetersiz kaldığı alanla-
ra yönelmesi istenmiştir (Şahin, 2007: 101).
Devletçi modelin değişmesi gerektiği düşüncesi bu politikanın uygulayıcı-
sı CHP hükümetini de harekete geçirmiştir. CHP yönetimi tüccar ve sanayici
kesim ile halkın geniş kesimlerinden gelen talepleri görmezden gel(e)memiş ve
“yeni devletçilik” kavramıyla değişimden yana adım atabileceğinin işaretlerini
vermiştir. Bu çerçevede CHP’nin attığı adımlar arasında, Türkiye İktisadi Kal-
kınma Planı (1947), Yabancı Sermayeyi Teşvik Kararnamesi (1948), özel sektör
yatırımlarını teşvik amacıyla 1950’de kurulan Türkiye Sınaî Kalkınma Bankası
(TSKB) sayılabilir. Özellikle yabancı sermayeyi teşvik amaçlı çıkan kanun,
önemli bir dönüşümün habercisi olmuştur. Fakat dönemin hükümeti, savaş
sonrası ortaya çıkan dış dengelerden dolayı 1947’deki planı, tıpkı bir yıl önce
uygulamaya koyamadığı İvedili Sanayi Planı gibi uygulamaya koyamadan
1940’lı yılların sonuna gelinmiştir. Öte yandan savaş yıllarında üretimin düş-
mesi ile birlikte 1945’den itibaren hızla artan ithalat, daha önce biriktirilen dö-
viz ve altın stokları yoluyla finanse edilirken mevcut durumun sürdürülebil-
mesi amacıyla 7 Eylül 1946’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk devalüasyonu
gerçekleştirilmiştir. Devalüasyon kapsamında 1$=129 kuruş olan resmi Do-
lar/TL paritesi 1$=280 kuruş olarak değiştirilmiştir. IMF üyeliği öncesi gerçek-
leştirilen ithalatı azaltma ve mevcut döviz rezervlerinin ucuza elden çıkmasını
önleme amaçlı bu devalüasyon, Türkiye’nin ihraç mallarını ciddi oranda ucuz-
latmasına karşın yeterince ihracatı arttırmadığı gibi ithalatı frenlemede de ba-
şarısız olmuş, dış ticaret dengesinde 1947’den itibaren önemli ölçüde açıklar
meydana gelmeye başlamıştır (Dikkaya ve Özyakışır, 2008a: 108–120).
Bu dönemde vergi politikalarında önemli bir adım atılmış ve Kurumlar
Vergisi, Gelir Vergisi ve Vergi Usul Kanunları 1949’da çıkarılmış, bankacılık ve
ticaret alanında yeni girişimlerde bulunulmuş ve bu kapsamda Yapı Kredi
(1944), T. Garanti (1946) ve Akbank (1948) faaliyete geçmiştir. Fakat bu dö-
nemde gerçekleşen sınaî yatırımların %90’ı Sümerbank tarafından finanse
edilmiştir (Tokgöz, 1997: 111). Bu dönemde GSMH (1968 fiyatlarıyla) 1945’te
23.2 milyar TL iken 1950’de 38.6 milyara yükselmiştir. Bu artışın ardında ta-
rımda makineleşme ile verimliliğin artması ve tarımsal ihracatın artması yer
almaktadır. Nitekim bu dönemde tarımda iki kat artış sağlanırken sanayi adeta
yerinde saymış, hizmetler sektörü de tarımla aynı yönde bir eğilim göstermiş-
tir. (Temel, Boyar ve Saygılı, 2002: 51).

713
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

1946–1949 dönemini “geçiş alt dönemi” olarak nitelendiren Kuyucuklu’ya


göre (1986: 195) bu dönemin dış dinamikleri, Türkiye’yi özel girişimciliğe, libe-
ral ve serbest rekabete önem veren bir iktisat modeline yaklaştırmıştır. 1946
sonrası dönem bu yönüyle Türkiye ekonomisinin uluslararası ekonomik siste-
me eklemlenme süreci olarak da değerlendirilebilir. Bu bağlamda savaş sonrası
ortaya çıkan iktisadi düzenin bir parçası olmak isteyen Türkiye, çeşitli organi-
zasyon/örgüt/kurumlara üye olmuştur. Bu çerçevede Bretton Woods Konfe-
ransı’na katılan Türkiye, bu konferansta kurulmaları kararlaştırılan Uluslara-
rası Para Fonu (IMF) ve Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Banka-
sı) gibi iki önemli kuruluşa üye olmuştur. Türkiye, bu üyeliklerin yanı sıra
1947’den itibaren ABD’den Truman Doktrini kapsamında askeri yardım ve
1948’den sonra da Marshall Yardım Programı çerçevesinde iktisadi yardım
almıştır (Şahin, 2007:89).
Türkiye’nin bu örgütlere üyelikleri ile Truman Doktrini’nden sonra Mars-
hall Planı’na da dâhil olması kamuoyunda ülkenin Batı Dünyasına girmesinde
bir merhale olarak görülmüştür. Uluslararası sisteme entegre olma adına birbi-
ri ardına bazı uluslar arası kuruluşlara üye olan Türkiye, bu dönemde yabancı
uzmanlar tarafından hazırlanan çeşitli raporlardan yararlanmış, bu raporların
bazıları uygulama alanı bulmuştur. Bu noktada Türkiye’nin izlediği iktisadi ve
siyasi politikaları belirleyen plan ve programlarda artık uluslararası uzmanla-
rın önerileri ağırlığını hissettirmiştir. Söz konusu plan, program ve raporların
ortak özellikleri arasında; belirli ölçülerde sermaye birikimi sağlayan Türk özel
kesiminin sanayi yatırımlarına yönlendirilmesi, kamunun alt yapı yatırımla-
rında yoğunlaşması, devletin ucuz girdi üretecek sanayilerde yoğunlaşması ve
yabancı sermayeyi teşvik etmesi sayılabilir. Raporlarda, nitelikli uzman ve
danışmanlara gereksinim olduğu, kırsal kesimde yol, su ve elektrik gibi altyapı
yatırımlarının yapılması ve hafif sanayi üretimine öncelik verilmesi gibi öneri-
ler de yer almıştır. Raporlar bağlamındaki çeşitli öneri ve açılımlar genellikle
kısa sürede uygulama alanı bulmuştur. Bu çerçevede yabancı sermaye yatırım-
ları hız kazanmış, ABD’nin önemli paya (%40) sahip olduğu yabancı sermaye
yatırımlarına karşın 1930–1945 döneminde oluşturulan altın ve döviz rezervi,
dış ticaret açıklarıyla hızla erimeye başlamıştır (Sönmez, 2004:79).
Özetle, 1946–1950 dönemi Türkiye’de iktisat politikasında esaslı dönüşüm
yılları olmuş, bu geçiş dönemi 1950’de DP’nin iktidara gelmesi ile tamamlan-
mıştır. Dış yardım, dış kredi gibi kavramların oldukça sık gündeme geldiği bu
ortamda; tarım, sanayi ve alt yapı yatırımlarına öncelik verilmiş ve devletçi
model hızlı bir aşınma sürecine girmiştir.
3.2. Demokrat Parti Dönemi: 1950–1960
Türkiye’nin iktisadi/siyasi dönüşümü açısından önemli bir zaman dilimini
ifade eden 1950–1960 dönemi, politik yansımaları yanında ekonomideki zihni-
yet değişimi açısından da büyük önem taşımaktadır. “Yeter söz milletindir” slo-
ganıyla 14 Mayıs 1950’de tek başına iktidara gelen DP yönetimi, liberal eko-
nomi politikalarını hayata geçirerek ilk yıllarda özellikle tarımda uygulanan
liberal politikaların iç/dış konjonktürün uygun düşmesi ve iklim koşullarının
iyi gitmesiyle ortaya çıkan olumlu sonuçları tarımsal kesimi memnun etmiştir.

714
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

1950–1953 döneminde özel girişimlerin genişlemesi, tarımsal üretimde iyileş-


meler ve Kore Savaşı nedeniyle dünya tarım ürünleri fiyatlarındaki yükselme-
den kaynaklanan iktisadi canlanma söz konusu olmuş, ancak bu yıldan sonra
iktisadi göstergeler kötüleşmeye başlamıştır (Aydın, 2000: 111).
DP döneminde askeri-sivil bürokrasi ve sınaî işletme sahiplerinin zamanla
çıkar birliği yaptığı bir süreç yaşanmıştır. DP iktidarının ikinci döneminde
belirgin hale gelen askeri ve endüstriyel çıkarların birlikteliği üç temelde orta-
ya çıkmıştır (Jacoby, 2003: 676): İlk olarak bürokraside özellikle memurlar ara-
sında sol kanat faaliyetlerinde artış ortaya çıkmış, 1950’lerin ortalarından itiba-
ren artan enflasyon kamu çalışanlarının önemli bir kısmını yoksullaştırırken
pek çok kamu işçisi de sosyalist akımlara katılmaya başlamıştır. İkinci olarak,
1948–1958 döneminde sendikalaşma oranı beş kat artış göstermiş ve bu hare-
ket, önceden devlet elindeki sanayi sektörünün özel sektör tarafından absorbe
edilmesine karşı bir tehdit oluşturmuştur. Üçüncü olarak, Batı Anadolu serma-
yesi DP tarafından yönlendirilmiş ve yeni bir sanayi burjuvazisi DP dönemi
boyunca şekillenmeye başlamıştır. Fakat bu dönemde güçlenen sanayici sınıf,
askeri-sivil bürokrasi ile birlikte toplum nezdindeki konumlarını sağlamlaş-
tırmak adına, savaş öncesi dönemde sınırlı bir şekilde uygulanmış olan ithal-
ikameci sanayileşme modelinin yılmaz savunucuları olmaya başlamıştır (Ba-
yar, 1996: 777).
Bu dönemde izlenen dış politikalardan birisi de yükselen Sovyet tehdidini
elimine etmek ve NATO’ya üyelik için bir garanti oluşturmak için Kore’ye
asker gönderilmesi olmuştur. CHP’nin dış politikadaki eğilimlerini pasif ola-
rak değerlendiren C. Bayar ve A. Menderes, Batı ve ABD yardımlarının güven-
cesi olarak gördükleri bu politikayı hayata geçirmiş, anti-komünist faaliyetlerin
devlet eliyle desteklendiği bu dönem ülkenin uzun dönemli güvenlik strateji-
sinin önemli bir kilometre taşı olmuştur. Çünkü savaş sonrası dönemde Türk
dış politikasının karşılaştığı en önemli problemlerden birisi, savaş esnasında İ.
İnönü’nün başarıyla izlediği tarafsızlık politikasının bir sonucu olarak dünya
sisteminden izole edilme olasılığı olmuştur (Türkmen, 2002: 161–62).
Türkiye’nin 1950’lerde ABD-Batı Avrupa yörüngeli dış politikalar uygu-
lamaya başlamasının iktisadi etkileri, dönemin başlarında hemen hissedilmiş-
tir. Bu yıllarda izlenen politikalarla, Türkiye’de büyük bir tarımsal genişleme
yaşanmış, bu gelişme dış ticaret alanına da yansımış ve canlanmaya sebep ol-
muştur. Bu dönemde kuşkusuz Batı Avrupa, Türkiye için en öncelikli pazar
haline gelmiştir. Fakat kısa liberasyon döneminde görülen dış açıklar Milli
Korunma Kanunu’nun yeniden gündeme gelmesini gerektirmiştir. Diğer yan-
dan, Avrupa ile savaş yıllarında büyük gerileme gösteren ticaret hızla yüksel-
meye başlamıştır. Söz konusu dönem için altı çizilmesi gereken ve totaliter
eğilimleri güçlü olan CHP’den farklı olarak ortaya çıkan temel çizgi; dışa açık-
lık, tarımsal üretim genişlemesi ve ihracat yoluyla sanayileşmenin sağlanmaya
çalışılması ve Batı merkezli küresel iktisadi bütünleşme çabalarının yoğunluk
kazanması olmuştur. Bu dönemde liberal iktisat politikalarını savunan DP
hükümetinin uyguladığı başlıca politikalar arasında; ithalatın yüksek büyük
oranda libere edilmesi, Maliye Bakanlığı’nın özel girişimin dışarıdan sağladığı

715
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

uzun vadeli borçlara kefil olması, TSKB’nin özel girişime düşük faizli, projeye
bağlı döviz kredisi verme amacına yöneltilmesi, 1954’de Yabancı Sermayeyi
Teşvik Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ve kar transferlerinin önündeki engelle-
rin kaldırılması, 1954’te çıkarılan Petrol Kanunu ile sadece devletin elinde bu-
lunan petrol arama yetkisinin ve 1957’de yapılan bir değişiklikle rafineri kur-
ma hakkının yabancı sermaye sahiplerine verilmesi, devlete ait bazı fabrikala-
rın satışa çıkarılması, kibrit-çakmak tekeli ve yerli mallar pazarlarının lağve-
dilmesi sayılabilir (Kazgan, 1988: 264–265).
Başkaya’ya göre (2005: 140–141), bu dönemin önemli bir özelliği tarım sek-
töründe meydana gelen gelişmelerdir. Bu dönemde tarımda makineleşme art-
mış ve ekilebilir alanlar genişlemiştir. Öte yandan Altan’a göre (2006: 63) uygu-
lanan tarım politikası, en çok tarım burjuvazisine destek sağlamış, bu kesim
yükselen dünya tarım ürünleri fiyatlarından yararlanmıştır. Bu olumlu geliş-
melere karşılık tarımda makineleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan işgücü fazla-
lığı, beraberinde büyük şehirlere göç ve kentleşme olgusunu hızlandırmıştır.
Devletin ekonomideki rolünü daraltan ve özel girişimin önünü açan yaklaşım-
la DP iktidarının daha ilk yıllarında önemli adımlar atılmış, fakat 1950’lerin ilk
yarısından itibaren ortaya çıkan olumsuz gelişmeler sonrası ekonomide liberal-
leşme trendi bir anda tersine dönme eğilimine girmiştir. Böylece bu dönemde
tam bir serbestleşme düşüncesiyle yola çıkılmış, ancak devletin iktisadi yaşama
müdahalesini asgariye indirme, kamunun işletme kurmama ve kurulan işlet-
meleri özel kesime devretme düşüncesi terk edilmek zorunda kalınmıştır. Li-
beral dış ticaret ve sanayileşme stratejisi uygulayan Türkiye, 1950–1952 döne-
minde ithalatın %100, ihracatın ise %37 oranında arttığı, dolayısıyla dış ticaret
açığı ve yoğun bir ödemeler dengesi bunalımına girilen 1953 sonrası ortaya
çıkan döviz darboğazı karşısında, ithal ikameci anlayışın araçları olan kotalar,
ithal yasakları ve yüksek gümrükleri tekrar uygulamaya başlamıştır (Boratav,
1988: 61).
Bu dönemin sanayi sektörü gelişmelerinde 1950’nin ikinci yarısından iti-
baren korumacı bir nitelik arz eden dış ticaret politikasının bu sektöre etkileri
olmuş, bu bağlamda tekrar ithal ikameci sanayileşme stratejisine dönen Türki-
ye bu dönem yatırımlarında tüketim mallarına yoğunlaşmayı tercih etmiştir.
Dış dinamiklerle şekillenen bu ithal ikameci sanayileşme modeliyle birlikte
1950 ortalarından itibaren sanayi üretimi, tarımsal üretime göre daha hızlı
artmıştır. Fakat mevcut dönemde imalat sanayinin toplam içindeki payı sabit
kalmıştır (Sönmez, 2004: 85). Bu dönemde imalat sanayinin yapısında da özel
kesim lehine bir değişim yaşanmıştır. Ancak, özel sektöre devredileceği söyle-
nen Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) konusunda 1950–1960 döneminde bir
başarı sağlanamamış, tam tersine dönemin konjonktürü gereği KİT’ler korun-
muş, devlet tarafından kaynak kullanmak suretiyle desteklenmiştir. Özel ke-
simin KİT’leri satın alma/devralma konusunda sermaye sıkıntısı çekmesi bu
noktada önemli bir sorun olsa bile 1954’ten sonra yeniden önem kazanan
KİT’lerden hiçbiri satılmadığı gibi genişletilenlerin yanı sıra yenileri de kurul-
muştur. Bu durum, söz konusu kuruluşların ihtiyaç kaygısı taşımaksızın poli-
tika malzemesi olarak görülmesi ve siyasal iktidar için birer popülist istihdam

716
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

alanı olarak kullanılması ile açıklanmaktadır (Kuyucuklu, 1986: 198).


Bu dönemde KİT’ler dışında Türkiye ekonomisinde kurumsal açıdan ayrı
bir öneme sahip başka bir kuruluş, devletçilik döneminin temel kurumu olan
Sümerbank benzeri fonksiyonlar üstlenen TSKB olmuştur. 1950’de kurulan ve
1951’de faaliyete geçen bu banka, özel sektöre orta ve uzun vadeli sanayi yatı-
rım kredisi vermek ve ithal girdileri için döviz ve teknik yardım sağlamak için
kurulmuştur (Tokgöz, 1997: 120). 1950–1960 döneminde bankacılık kesiminde
kamu bankaları hâkimdir, ancak etkin bir bankacılık sisteminden söz etmek
mümkün değildir. Ayrıca, KİT’lerin tasfiye edil(e)memesi, aksine sermaye ve
kapasite artırımı açısından finanse edilmesi kamu bankalarının maliyetlerini
artmıştır.
Bu gelişmelerle 1950’li yılların sonuna gelindiğinde ekonomide yaşanan
bunalımın etkileri hissedilmeye başlanmış, dış ticaret açıkları, tarımda ilk yıl-
lardaki başarının yakalanamaması, kamu harcamalarındaki önlenemez artışlar,
KİT zararları ve uluslararası iktisadi ilişkilerdeki olumsuz gelişmeler DP hü-
kümetini zor durumda bırakmıştır. Bütün bu gelişmeler karşısında bunalım-
dan çıkmak için 4 Ağustos 1958 Stabilizasyon Paketi hazırlanmıştır. Bu paket
çerçevesinde 1 doların 2,8 TL olan değerinin kademeli olarak yükseltilerek
1960’da 9 TL düzeyine çıkması öngörülmüş, dış ticaret kontrolleri sınırlı ölçü-
de gevşetilmiş, KİT ürünlerine zam yapılmış, vadesi gelen dış borçlar ertelen-
miş ve yeni kredi temin edilmiştir. Böylece dış iktisadi ilişkilerdeki tıkanıklık
çözülmüş, OECD’den 359 milyon dolarlık kredi sağlanırken Cumhuriyet tari-
hinde ilk borç konsolidasyonu yürürlüğe girmiştir (Tokgöz, 1997: 128).
Türkiye ekonomisi açısından bir dönüm noktası teşkil eden 1950–1960 dö-
nemine ilişkin genel bir değerlendirme yapılırsa; bu dönemde iktisat felsefesi,
ekonomide serbestleşme ve özel teşebbüse ağırlık verme yönünde gelişmiş,
1950’den itibaren liberal politikalara ağırlık vererek devleti küçülteceğini dile
getiren DP hükümeti, ilk yıllardaki başarılarını sürdürememiştir. Özel girişime
öncelik tanıyan, devletin ekonomik rolünü daraltmayı vaat eden hükümet,
iktidarının üçüncü yılından itibaren korumacı bir politikaya yönelmiştir.
KİT’lerin özel kesime devri ve özel girişimin ekonomideki payının arttırılması-
na dönük ciddi başarılar sağlanamamıştır. 1950–1960 döneminde bazı alanlar-
da iktisadi alt yapı faaliyetlerine rağmen bu çalışmalar belirli bir plana bağlı
olarak yapılmamıştır. Bu dönemin özellikle ikinci yarısında; enflasyon ve dış
ödeme sorunları artmış, 1960’lara doğru ekonomideki istikrarsızlık, döviz kıt-
lığı ve dış ticaretteki tıkanma ciddi boyutlara ulaşmıştır. Bu tıkanmalar sanayi
başta olmak üzere tüm sektörleri olumsuz etkilemiştir. Hükümet, girilen eko-
nomik bunalımı aşmak için 4 Ağustos 1958 İstikrar Paketini uygulamaya mec-
bur kalmıştır. Sonuçta DP hükümeti, iktidarının ilk döneminde vaatlerinde
kısmi başarı sağlayabilmişken ikinci döneminde ortaya çıkan ekonomik istik-
rarsızlık ortamında liberal politika önerilerinden birer birer vazgeçmek zorun-
da kalmış ve kamunun önemi bir kez daha kabullenilmek zorunda kalınmıştır.

717
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

4. PLANLARLA İTHAL İKAMECİLİĞE DÖNÜŞ: 1960–1980


DP iktidarının son yıllarında, yukarıda belirtilen askeri-sivil bürokrasi ve
sınaî işletme sahiplerinin zamanla çıkar birliği yaptığı süreç yaşanırken DP ve
CHP arasında ortaya çıkan siyasi gerilim, 27 Mayıs 1960’da politika alanına
askerin müdahalesi ile sonuçlanmıştır. Sadece gerçekleştirildiği dönemi değil,
sonraki dönemleri de birçok açıdan etkileyen 27 Mayıs 1960 Darbesi, Türk si-
yasetinde yeni bir dönemin aralanmasına yol açmıştır. 12 Mart 1971, 12 Eylül
1980, 28 Şubat 1997 ve Nisan 2007 gibi yaşanan asker/yargı bileşenli darbe-
ler/muhtıralar/e-muhtıralar, aslında 27 Mayıs 1960’da ilki gerçekleştirilen de-
mokrasi dışı müdahalenin farklı uzantıları olmuştur (Erdal ve Dilek: 2008: 123).
Darbelerin etkisi sadece sosyal ve siyasal alanda değil iktisadi alanda da
hissedilmektedir. Bu nedenle Türkiye ekonomisinin yaklaşık son yarım asrının,
Altan’ın (2006) belirttiği gibi “darbeler dönemi” olarak isimlendirilmesi yanlış
olmayacaktır. Bu bağlamda, 1960–1980 dönemi askeri darbelerin yaşandığı ve
ekonomi politikalarının çoğunlukla askeri yönetimlerce onaylandığı bir zaman
dilimine işaret etmektedir. Bu dönemde ekonomi politikalarında köklü deği-
şikler yapılmış, darbeler ve ekonomi politikaları ilişkisi, ekonomi politikaların-
da radikal dönüşümlerin ancak demokrasinin askıya alındığı dönemlerde as-
keri ve sivil teknokrat yönetimlerce gerçekleştirilebileceği fikrinin yaygın ola-
rak dile getirilmesine yol açmıştır. Bu kanaati haklı çıkaracak argümanlar ola-
rak da 27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası “ithal ikameci büyüme modeli”nin be-
nimsenmesi, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası neoliberal dışa açık büyüme mode-
lini esas alan 24 Ocak 1980 İstikrar Kararlarının titizlikle uygulanması örnek
olarak verilmekte, yine planlı ekonomiye geçiş, mali düzenlemeler (vergi sis-
temi değişiklikleri), anayasanın ancak bu dönemlerde tamamen değiştirilmesi
de bu argümanlara eklenmektedir.
27 Mayıs Darbesi, Türkiye’de askeri bürokrasi tarafından, yeniden imti-
yazlar elde ederek sosyo-iktisadi ve politik hayatın bütününü kontrol etme
amaçlarını gerçekleştirme için büyük bir fırsat olarak algılanmıştır. Darbeden
sonraki yıl, büyük vergi muafiyetleri tanınan Ordu Yardımlaşma Kurumu
(OYAK) yasası çıkmış ve Renault, Goodyear gibi önemli endüstriyel yatırım-
larda bu kuruma büyük çıkarlar sağlanmıştır (Jacoby, 2003: 677). Darbeler sa-
dece iktisadi nedenlerle yapılmamış olsa bile (Demir ve Üzümcü, 2001) darbe-
nin sonuçları açısından askeri bürokrasinin iktisadi kazanımları büyük olmuş-
tur. Menderes tarafından komünizmin bir aracı olarak görülen planlar dönemi
de izleyen yıllarda ekonominin bütününü kapsayacak şekilde hayata geçmiştir.
Planlar dönemi, sosyal ve iktisadi alanda kapalı bir yapıya sahip olmasına
rağmen Türkiye için pek çok olumsuzlukların meydana gelmesine neden ola-
bilmiş, dış politik faktörlerin de etkisiyle iktisadi problemler yeniden gün yü-
züne çıkmıştır. 1980’e kadar göreli olarak dışa kapalı bir iktisadi model uygu-
lanmış, ancak dış konjonktürün yarattığı krizler veya ekonomik sorunlardan
uzak kalınamamıştır (Öztürk ve Özyakışır, 2005).
Planlama, bürokrasiye büyük bir güç kazandırmakla birlikte ticaret gibi
sektörler dışındaki gelişmeler cılız kalmış ve dünya pazarlarıyla rekabet edebi-
lecek üretim mantığı esas alınmamıştır. Tek parti döneminde kemikleşen bü-

718
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

rokrasi konumunu bu dönemde iyice sağlamlaştırmıştır. Dış politika açısından


bakıldığında, büyüyen sol akımların da etkisiyle üçüncü dünyacı yaklaşımlar
belirgin hale gelmeye başlamış ve uluslararası sistemden izole edilen, geniş
vizyon yerine bölgesel önceliklerin geliştirildiği bir yaklaşım izlenmeye çalı-
şılmıştır (Dikkaya, 2006: 191–209).
Bu dönemin ilk on yılında ortaya çıkan gelişmeleri; planlı ekonomiye geçiş,
ithal ikameci politikaların uygulamaya konması ve AET ile tam üyelik sürecini
başlatan Ankara Antlaşmasının (1963) imzalanarak yürürlüğe sokulması şek-
linde sıralamak mümkündür. İkinci on yılda ise daha çok dış dinamiklerin etki-
siyle biçimlenmiş iktisadi ve siyasi gelişmeler olmuştur. 12 Mart Muhtırası,
dünya petrol krizi, DÇM sorunu ve Kıbrıs harekâtı bu dönemi etkileyen geliş-
meler olarak belirtilebilir.
4.1. 1960–1970 Dönemi Siyasi ve Ekonomik Gelişmeleri
Bu alt dönemin başlangıcı olan 27 Mayıs 1960 tarihinde ülke yönetimine
askerler el koyduğunda ekonomi 1958 bunalımından çıkmış, ancak 1950’lerin
sonunda yaşanan mali ve dış ödeme dengesizliklerinden kaynaklanan piyasa
olumsuzlukları iktisadi plan konusunu gündemin ilk sıralarına oturtmuştur
(Yenal, 2001: 121). Ancak planlama daha önce Türkiye’nin gündeminde yer
almış makro planlarla olmasa bile 1930’lu yıllarda iki sanayi planı hazırlanmış-
tır. Bu kez 4 Ağustos 1958 Kararları ile birlikte planlama konusu tekrar tartı-
şılmaya başlanmıştır. Ekonomide planlama, DP’nin siyasi anlayışına ters düş-
mesine rağmen ABD ve dış yardım kuruluşlarının, çevre ülkelerin içe dönük
sanayileşme modelinin işleyebilmesi için planlamanın gerekli olduğu yönün-
deki telkinleri karşısında DP hükümeti bir Koordinasyon Bakanlığı kurmak
durumunda kalmıştır. Bu açıdan planlı ekonomiyi dış borç veren çevrelerin
öncelikle istediği belirtilebilir. Bu çevreler açısından verilen borçların geri
ödenmesi, yabancı sermaye girişi, ekonominin belirli programlara göre düzen-
lenmesi, güvenilir ve şeffaf bir ortamı gerektirmektedir. Nitekim daha sonra
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın (BBYKP) hazırlanmasına katkıda bulunan
Tinbergen, incelemeler yapmak üzere Türkiye’ye gelmiş ve bir iktisadi danış-
ma kurulu kurulmuştur.
Bu gelişmeler 1960 sonrası planlamanın çekirdeğini oluşturmuş,
1960’lardan itibaren sanayileşmenin planlı duruma getirilmesi, kapitalistleşme
ve sanayileşme sürecinin ekonominin tümünü etkileyen makro planlarla sür-
dürülmesi arzusu belirgin hale gelmiştir.5 Oysa 1960 öncesi sanayi planları,
tüm ekonomiyi kapsamayan, sadece kamu yatırımlarını programlayan planlar
olmuş, ayrıca doğrudan doğruya plan hazırlığı ile görevli kuruluşlarca hazır-
lanmadığı gibi söz konusu sanayi planlarının kabul ve uygulama şekilleri de
belirli usullere bağlanmamıştır. Dolayısıyla Türkiye'nin 1930’lu yıllarını "Planlı

5 Bu bağlamda, 1961 Anayasası ile iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla
gerçekleştirmek için Kalkınma Planlarının hazırlanması hükme bağlanmıştır. Bu amaçlar doğ-
rultusunda 30 Eylül 1960 tarihinde Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur.
1961 Anayasası ile planlı kalkınma artık bir anayasa emri, DPT ise anayasal bir kuruluş olarak
iktisadi hayata girmiştir (Yılmaz, 1998: 36).

719
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Dönem" olarak adlandırmak doğru olmayacaktır. Oysa 1950–1960 döneminde


ödemeler dengesi bunalımı sonucu izlenen korumacı dış ticaret politikasının
ardında oluşan ithal ikameci sanayileşme, planlı döneme geçişle birlikte bü-
yümeyi hızlandırmak amacıyla sistemli biçimde uygulanan bir politika olarak
ele alınmış, dış ticaret politikası da bu amaca bağlı olarak biçimlenmiştir (Sön-
mez, 2004: 106). Dolayısıyla, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bazı kısa
dönemler dışında izlenen ve ülkede sermaye birikimine katkı sağlayan ithal
ikameci politikalar, 1960 sonrası planlar ile diğer yasal ve kurumsal düzenle-
meler ekseninde resmileşmiştir.
1960–1970 dönemi, planlama çerçevesinde ithal ikameci stratejinin temel
hedefleri doğrultusunda kısmen başarılı sayılabilecek uygulamaların yaşandığı
yıllar olmuştur. Bu sanayileşme politikası her ne kadar yoğun devlet müdaha-
lesini zorunlu olarak barındırsa da müdahaleler daha çok özel kesimin serma-
ye birikimini kolaylaştırmaya dönük olmuştur. Bu dönemde KİT’lerin Merkez
Bankası tarafından emisyon yoluyla finanse edilmesine son verilmiş, KİT’lerin
birbirlerine olan borçları kapatılarak kamu kuruluşlarının Merkez Bankasına
net borçları Hazine’ye devredilmiştir. 1960’lı yılların sonuna doğru KİT’lerin
Merkez Bankası’ndan borç alma yolu kapanmış olmasına rağmen, hükümetin
para basarak gelirin üstünde harcama yapması ve popülist amaçlarla sübvan-
siyon dağıtma geleneğini devam ettirmesi, ayrıca dış borçlar konusunda yaşa-
nan olumsuzluklar 1950’lerin sonunda yaşanan sürecin tekrar karşımıza çık-
masına neden olmuştur (Yenal, 2001: 126).
Konjonktürel şartlar ve değişen iktisadi yaklaşımlar çerçevesinde ekono-
mide kamu müdahalesinin ağırlığı dönemler itibariyle farklılıklar göstermekle
birlikte pazar ekonomisinin geliştirilmesi ve etkinleştirilmesi Türkiye’deki
planların genel ilkesi olmuştur. Bu çerçevede ülkemizdeki planlama yaklaşımı
kamu kesimi için emredici, özel kesim için yol gösterici olmuştur. Bu bağlamda
1963–1967 yılları arasında uygulanan BBYKP ile 1968–1972 yıllarını kapsayan
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (İBYKP) iktisadi ve siyasi bunalımların sonun-
da istikrarlı bir büyüme hızı sağlanması amacıyla 15 yıllık bir perspektife göre
hazırlanmıştır (Tokgöz, 1997: 141). Plan kapsamındaki hedefler arasında; eko-
nominin yılda %7 oranında büyümesi, istihdam sorunun çözümlenmesi, dış
ödemeler dengesinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması, belirlenen hedeflerin
sosyal adalet ilkesiyle uyumlu olarak sağlanması sayılabilir. Bu hedefler çerçe-
vesinde ele alınan BBYKP’nın yürürlüğe konulmasıyla, ithal ikameci sanayi-
leşme de yeni bir evreye girmiştir. Sıkı maliye ve para politikaları, kaynakların
tam istihdamını ve en etkin tahsisini engelleyen enflasyonist ve deflasyonist
eğilimleri önleyecek biçimde tespit edilmiştir. Kamu yatırımlarının vergiler,
kamu teşebbüslerinin yaratacağı fonlar ve dış kaynaklarla finanse edilmesi;
para ve kredi politikalarının özel sektör yatırımlarının gerçek kişi ve kurum
tasarrufları ile finansmanını mümkün kılması öngörülmüştür.
BBYKP döneminde ekonomide, dış finansman kaynaklarının hedeflenen
ölçüde sağlanamaması ve tarımsal gelişimin büyük ölçüde hava şartlarına bağ-
lı bulunması nedeniyle %7 büyüme hedefine çok yaklaşılmasına rağmen ulaşı-
lamamış, toplam yatırımların GSMH’a oranı yükselmiştir. Öte yandan kamu

720
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

gelirleri artmakla birlikte öngörülen düzeye ulaşılamamış; bu da kamu harca-


malarının kısılması sonucunu doğurmuştur. Ödemeler dengesi açığı ise, ihra-
catın düşünülen düzeyin üstünde gerçekleşmesi nedeniyle plan hedefinin al-
tında kalmıştır. BBYKP döneminde yatırımları ve ihracatı teşvik amacıyla bazı
kanunlar çıkarılmıştır. İBYKP’nın birinci plandan farkı çok kesimli olmasıdır.
Tarım, madencilik, imalat sanayi, inşaat, hizmetler ve kamu kesimi tek tek ele
alınırken, plan ulusal ve uluslararası kesim olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bu
planın amacı, Türk ekonomisinde hızlı bir gelişme sağlamak ve bu gelişmeyi
sürekli hale getirmektir. Ayrıca, bu planda sanayi sektörüne özel önem veril-
mekte, iktisadi büyüme için "sürükleyici sektör" olarak düşünülmektedir. Bu
plan döneminde, bir taraftan "ithalat" yerine "yerli üretim" ikame edilirken,
diğer taraftan "ara mallar" üretimi önem kazanmıştır (Erdal ve Dilek, 2008:
126–128).
Diğer yandan bu dönemde, Türkiye ile AET arasında ortak üyelik statüsü
kuran Ankara Anlaşması 12 Eylül 1963’te imzalanmış ve 1 Aralık 1964 tarihin-
de yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşma, Türkiye ile AET arasında aşamalı biçimde
oluşturulacak bir gümrük birliği temelinde izlenecek bir tam üyelik sürecini
öngörüyordu. Ankara Anlaşması’nda, oluşturulacak gümrük birliğinin aşamalı
şekilde gerçekleştirilmesinin öngörülmesinin nedeni; Türk ekonomisinin du-
rumunun Topluluğa hemen girmeye uygun olmamasıydı. 1964’ten 1971’e ka-
dar süren hazırlık dönemi süresince AET, Türkiye’ye tek taraflı bazı tarife indi-
rimleri uygulamış ve mali yardımlarda bulunmuştur. AET ile oluşturulacak
gümrük birliği için geçiş dönemine 1971’de imzalanan Katma Protokol’ün 1
Ocak 1973’te yürürlüğe konulmasıyla girilmiştir. Geçiş döneminin başlıca
amacı, Türkiye ile AET arasında ticareti yapılan sanayi mallarında gümrük
birliğini gerçekleştirmek olarak belirlenmiş, bu çerçevede 1971 yılı itibariyle
AET tarafından söz konusu sanayi ürünlerinin gümrük resim ve harçları ile eş
etkili vergiler sıfıra indirilmiş, tarım ürünleriyle kömür ve çelik, gümrük birli-
ğinin dışında tutulmuştur.
Özetle, Türkiye’nin 1960–1970 dönemi iktisadi açıdan kayda değer başarı-
ların elde edildiği, ancak ülkede oluşan göreli refah ortamının ekonominin
yapısal sorunlarını gizlemekte yetersiz kaldığı bir dönem olmuştur. Çünkü bu
dönemde ekonominin dış kaynağa bağımlılığı devam etmiş, uluslararası eko-
nomik sisteme ithal ikameci büyüme stratejisi çerçevesinde eklemlenen Türki-
ye’de 1960–1970 arası dünyadaki büyümenin etkisiyle göreli iktisadi iyileşme
yaşanmıştır.
4.2.1970–1980 Dönemi Siyasi ve Ekonomik Gelişmeleri
Türkiye ekonomisi 1960–1970 dönemi boyunca, bütün sektörlerde önemli
denebilecek gelişmeler kaydetmiştir. Fakat bu gelişmelerin ortaya çıkmasına
yol açan ithal ikameci yatırım hamlesinin gerçekleştirilmesinde dış kaynak
kullanımı çok fazla olmuştur. Yapılan plan ve programlar, iç tasarrufu artır-
mada yetersiz kalmış, sermaye birikimini sağlamak için açık finansman yolu
seçilmiştir. Özel sektör sermaye birikimini oto finansman yöntemiyle gerçek-
leştirmiş, bu yöntemi destekleyecek vergi ve ucuz kredi politikası sürdürül-
müştür. Dış ticaret politikasında aşırı değerli tutulan döviz kuru ve ithal ya-

721
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

saklarıyla oluşturulan rantlar söz konusu iken Türkiye, 1960’ların sonunda


tekrar bir döviz darboğazı ile karşılaşmış ve 1970’de TL devalüe edilmiştir
(Altan, 2006: 111). Olası finansman yetersizliklerini aşmak, iç kaynakların etkin
kullanımını sağlamak ve yeni kaynaklar yaratmak amacıyla bir yandan yeni
vergi düzenlemelerine giden dönemin hükümeti ihracatın sürekli olarak hedef-
lerin altında kalması nedeniyle de devalüasyon ile TL’nin değerini düşürmüş-
tür. Devalüasyon sonrası hızlanan ihracat ve işçi dövizi girişleri nedeniyle dö-
viz rezervleri artmış, fakat daha sonraki yıllarda özellikle petrol fiyatlarındaki
yükselme sonucu artan döviz gereksinimi ve ihracatın gerilemesi nedeniyle
döviz rezervleri hızla erimeye başlamıştır.
1970’li yılların başında dünya genelindeki büyüme trendi yerini durakla-
maya bırakmış, bu ortamda Türkiye’de 12 Mart 1971 Muhtırası ile AP hükü-
meti düşürülmüş, ancak kur(dur)ulan teknokrat hükümet iktisadi ve siyasi
konularda başarı gösterememiş, bu başarısızlık, ağır aksak yürüyen demokra-
siye dönüşü hızlandırmıştır. Öte yandan ithal ikamesinin birinci aşaması sayı-
lan BBYKP (1963–1967) döneminden sonra, 1970’li yıllardan itibaren ithal ika-
mesinin ikinci aşaması olan ara ve sermaye malları ikamesi aşamasına geçmiş-
tir. Dönem boyunca petrol krizinin yarattığı olumsuz gelişmelere rağmen bu
stratejide herhangi bir değişiklik olmamıştır (Öniş, 1989: 6). Ekonominin ara
malları ve yatırım malları ile büyük ölçüde ithalata bağlı olması, sınaî üretimin
iç piyasaya yönelmesi, ihraç gücünün zayıflığı gibi faktörler ekonominin döviz
teminini güçleştirmiştir. Bu çerçevede, Türkiye’de, ithal ikamesi kapsamında
yürütülen korumacı ve popülist politikalar, ülkeyi yeterince üretemeyen ancak
tüketen bir hale getirmiş ve bu tüketim yapısı ısrarla sürdürülmeye çalışılmış-
tır. Bu yapılanma ile özel kesim kârlı bulduğu iç pazara yönelmiş, ithalata ba-
ğımlılık artmış ve ithal ikamesinden beklenen rekabetçi ve ihracatçı bir sanayi
yapısı kurulamamıştır.
İthal ikameci yapılanmanın resmi planlama ile oluşturulduğu bu yıllarda
özel girişimin etkinliğini azaltan davranış yapıları/kalıpları veya irrasyonel
ekonomik algılamaların ortaya çıktığından söz edilebilir. Bu bağlamda Türkiye
ekonomisinde 1980’li yıllara doğru giden süreçte bir yanda kısa vadeli işler
peşinde koşma tutkusunun öte yanda iktisadi örgüt ve piyasa kurumlarına ve
bunların işlevlerine karşı bir güvensizliğin hâkim olduğu, piyasaya karşı olu-
şan güvensizliğin alınan kararların merkezde toplanması sonucunu doğurdu-
ğu ve bireysel girişimciliğin bu anlamda zarar gördüğü belirtilebilir. Bu durum
ve devletin ekonomik faaliyetleri yoluyla önemli miktarda kaynağı kontrol
etmesi/rant kapısı olması sonuçta devlet bürokrasisinde ve yöneticilerde “dev-
let-baba” sendromunun ortaya çıkmasına yol açtığı gibi beraberinde yabancıla-
ra karşı güvensizliği getirmiş ve kendi kendine yeterlilik (otarşi) saplantısı da
ortaya çıkmıştır (Yenal, 1999: 156).
Öte yandan Türkiye-AET arasında 12 Eylül 1963’de imzalanan Ankara
Anlaşması gereği geçiş dönemini düzenleyen Katma Protokolün ticari hüküm-
lerinin 1 Ocak 1973’de yürürlüğe girmesi ile 12–22 yıllık tarife listelerinde
gümrük indirimlerinin gerçekleşmesi ve geçen on yıllık dönemde ulaşılan so-
nuçlar ve karşılaşılan sorunlar ile sanayide hedeflenen büyüme hızının geri-

722
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

sinde kalınması yapısal bir değişikliği zorunlu kılmıştır. Bu çerçevede 1973–


1977 yılları arasında uygulanması gereken Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı
(ÜBYKP), önceki 15 yıllık perspektif yerine AET ile tam üyeliğe hazırlanmaya
yönelik 22 yıllık yeni bir stratejinin ilk dilimi olarak hazırlanmıştır. 1973–1995
yıllarını kapsayan yeni stratejiyle; GSMH’nin yılda ortalama %9 artırılması,
sanayinin GSMH payının %40'a çıkarılması, tarım kesiminin payının %10'a
indirilmesi, istihdam içinde sanayinin payının %22'ye yükseltilmesi, tarım ke-
siminin payının ise %20'ye düşürülmesi öngörülmüştür (Erdal ve Dilek, 2008:
131).
Bununla birlikte ÜBYKP döneminin belirgin niteliklerinden birisi, başta
altyapı olmak üzere ekonominin darboğaza girmesidir. Bu durumun ortaya
çıkmasında 1960–1973 döneminde büyümeyi sağlayan ithal ikameci stratejile-
rin, dayanıksız tüketim mallarına yönelik sonuç vermesi, fakat ithal ikamesinin
daha ileri aşamaları olan dayanıklı tüketim malları ve ara mallarında tatmin
edici olmaması yatmaktadır. Sonuçta, sınırlı/küçük iç piyasaya yönelik üretim
ve ihracata yönelmeme, sermaye yoğunluğu daha yüksek yatırımlarda artışa
karşın kapasite kullanımının düşüklüğü büyüme hızının sürdürülmesini git-
tikçe daha maliyetli hale getirmiştir. 1973–1974 yılları arasında dört katına çı-
kan petrol fiyatları Türkiye'yi derinden etkilemiş, petrol fiyatlarında artışın
ortaya çıkardığı enflasyonun yanı sıra Türkiye’nin Kıbrıs’a asker çıkarması
sonucu uygulanan iktisadi ambargo ve Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM)
hesaplarında yaşanan sorun, Türkiye’de iktisadi sorunları daha da arttırarak
içinden çıkılamaz hale getirmiştir. Bu ortamda işçi dövizleri, DÇM ve kısa va-
deli dış borçlarla bu yapı 1979’a kadar taşınabilmiştir. 1978 yılında alınan istik-
rar tedbirleri ise hem sorunu çözmeyen palyatif öneriler içermesi, hem dış
kaynak sağlayacak çevrelerce benimsenmemesi ve ayrıca dönemin hükümeti-
nin meclis çoğunluğunun bıçak sırtında olması nedeniyle başarılı sonuçlar
doğurmamış, sonuçta 1979’dan itibaren 70 cente muhtaç olunan bir ekonomik
krize girilmiştir. Dönem sonunda krizin ortaya çıkmasının belki önemli bir
nedeni de ithal ikameci yapı altında ortaya çıkan önemli sorunların böyle pal-
yatif çözümlerle geçiştirilmek istenmesi olmuştur (Pamuk, 1987: 37). Dolayısıy-
la petrol fiyatlarının artması sonrası6 ortaya çıkan borç patlaması ve borç kriz-
leri devletçi sanayileşme politikasına dayanan ulusal kalkınma politikasının
iflasını sergilemiştir (Keyder, 1993: 17). Ayrıca, Türkiye 1970’lerin sonunda içe
dönük sanayileşme modelinin tıkandığı bu ortamda iktisadi, toplumsal ve
ideolojik bir boşluğa düşmüş, ekonomide yaşanan olumsuzluklara iç/dış des-
tekli sağ/sol çatışmaları, sendikaların grevleri ve toplumsal eylemler de ekle-
nince Türkiye yeni bir askeri müdahalenin eşiğine gelmiştir.
KİT dengelerinin bozulduğu, bütçe açıklarının arttığı ve enflasyonda hızlı
bir yükselmenin yaşandığı 1970’lerin sonunda durgun bir seyir izleyen ihraca-
ta karşın hızla artan ithalat, dış ticaret açıklarına neden olmuştur. 1977'de

6 Keyder’e (1993: 35) göre, petrol krizi/şoku ortaya çıkmasaydı bile, ithal ikameci sanayileşme-
den kaynaklanan dış denge sorunları, uygulanan iktisadi politikaların önemli ölçüde değiş-
mesine yol açacaktı. Zira ekonominin 1978 ve 1979 yıllarında içine düştüğü döviz darboğazı,
Türkiye’de bazı şeylerin değişmesi gerektiğini göstermekteydi.

723
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

GSMH'nin %8'ine ve döviz gelirlerinin %92'sine ulaşan bu açıklar özel yabancı


sermaye ve rezervlerle finanse edilmiştir. Bu finansman şekli, dış borçların
artması, borçlanma yapısının bozulması ve konvertibl döviz rezervlerinin
azalmasına yol açmış ve bu iktisadi dengesizlikler sonucunda 24 Ocak 1980
Ekonomik Kararları alınmıştır. 24 Ocak Kararları, kamu kesimi imalat sanayi
yatırımlarını önemli ölçüde azaltmış, iktisadi ve sosyal altyapı yatırımlarına
ağırlık vermiştir. 1960–1980 dönemine kadar özel kesimin sanayi tabanını güç-
lendirmek amacına yönelen ithalat ikameci sanayileşme stratejisi, dünyadaki
gelişmeler doğrultusunda 1980’de terk edilerek, ekonominin dışa açılması ve
serbest piyasa sisteminin bütün araç ve kurumlarıyla oluşturulması süreci hız-
landırılmıştır. Dolayısıyla Türkiye; IMF, Dünya Bankası ve ABD’nin baskıları-
na rağmen 1970’lerin sonuna kadar değiştirmediği içe dönük ithal ikameci
büyüme modelinde ortaya çıkan sorunların birleştiği bu çizgiden sonunda
vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Öte yandan 12 Eylül 1980 Darbesi gerekçeleri arasında iktisadi sorunlar da
yer almış, özellikle 1978–1980 döneminin olumsuz iktisadi gelişmeleri, 12 Eylül
darbesini 27 Mayıs darbesinden ayıran bir özellik olarak göze çarpmıştır. 6 ay
boyunca Cumhurbaşkanının seçilemediği ve sağ/sol çatışmaları altında günde
yaklaşık 20 insanın öldürüldüğü bir dönem sonrası gelen 12 Eylül 1980 Darbe-
si, bütün demokratik yıkımlarına rağmen hem siyasi kavgaları bitirmiş, hem
de 24 Ocak 1980 Kararlarının daha rahat uygulanmasını sağlayacak bir siyasi
ve iktisadi ortam sağlamıştır. Militer bir yönetimin ardından 1983 seçimleri
sonrası asker kışlasına çekilirken bu ara dönemde olumlu bazı iktisadi gelişme-
lerin ortaya çıkması (enflasyonun düşürülmesi gibi) da söz konusu olmuştur.
5- İHRACAT’A YÖNELİK DÖNÜŞÜM SÜRECİ: 1980–2001
Türkiye ekonomisinde önemli bir dönüm noktası kabul edilen 1980 sonra-
sını öncelikle iki alt döneme ayırmak gerekmektedir. Bu iki alt dönemden ilki
1980–1991 dönemi, ikincisi ise 1991–2001 koalisyonlar dönemi veya ekonomide
kriz yılları/kayıp yıllar olarak analiz edilebilir. Bununla birlikte 1980–1991 dö-
neminin bir bütün olarak incelenmesi dönem özellikleri dikkate alındığında
kolay gözükmemektedir. Dolayısıyla bu ilk on yıllık dönemi 24 Ocak 1980 Ka-
rarları ile 12 Eylül 1980 tarihleri arası ilk dönem, 12 Eylül 1980-Aralık 1983 ara-
sını ikinci dönem ve Anavatan Partisi (ANAP)’nin tek başına iktidarda olduğu
Aralık 1983–1991 dönemini ise ANAP’lı yıllar olarak ayırabiliriz.
Bilindiği üzere 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesini gerçekleştiren askeri
bürokrasinin vizyonu ve amaçlarından bağımsız biçimde ve farklı bir düzlem-
de ortaya çıkan 24 Ocak 1980 Kararları7 ve bu çerçevedeki gelişmeler, Türkiye
ekonomisinde radikal bir dönüşüme/zihniyet değişimine yol açarak iktisadi
yapıyı bütünüyle etkilemiştir. Bununla birlikte, 24 Ocak 1980 Kararlarının uy-

7
24 Ocak 1980 istikrar paketi ile enflasyonu düşürmek, döviz darboğazından kurtulmak, kamu
harcamalarını sağlam kaynaklara dayandırmak, tasarrufları, yatırımları, istihdam ve üretimi
artırmak, piyasa ekonomisini güçlendirmek ve ekonomiyi buhrandan gelişme aşamasına ge-
çirmek hedeflemiştir. Bu hedeflere varmak için, faiz oranları artırılmış, özel kesim sübvansi-
yonları, MB avansları ve emisyon hacmi aşağı çekilmiştir. TL yabancı paralar karşısında deva-
lüe edilerek 1$=70 TL’ye çıkarılmıştır.

724
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

gulamaya geçtiği ilk dönemden 12 Eylül 1980’e kadar devam eden bir azınlık
hükümeti ve siyasi istikrarsızlık göze çarpmaktadır. Darbe sonrası ise askeri
bir hükümet iktidarı devralmış ve demokratik açıdan sorunları günümüze
kadar uzanan problemli bir süreç başlamıştır. 24 Ocak Kararları, Eylül 1980-
Aralık 1983 arasında demokrasiye ara verildiği bir dönemde askeri vesayet
altında uygulanmış, ancak iktisadi program ve uygulayıcıları8 değiştirilmemiş-
tir. Demokratik yaşama ara verilen bu ara rejim döneminde sendikaların faali-
yetleri ve grev hakkı yasaklanmış, ücret ve maaş artışları denetim altına alın-
mıştır. Tarım kesimine sağlanan yüksek taban fiyatlarından vazgeçilmiş ve
destekleme alımlarının kapsamı daraltılmıştır. İstikrar programı ile öncelikle
kısa dönemde kıtlık, kuyruklar ve kara borsanın kaldırılmasına çalışılmış,
uluslararası piyasalardan sağlanan kredilerle acil dış finansman sorunları
aşılmış ve mal kıtlığına yol açan ithalat sıkıntısı giderilmiştir. Bu dönemde
ithal girdi sıkıntısı ve enerji dar boğazı aşıldıktan sonra kapasite kullanımı
artmış, arz-talep dengesi sağlanmaya başlamıştır. Temmuz 1980’den itibaren
faiz hadleri yükseltilmiş, negatif faiz uygulamasına son verilmesi anlamına
gelen bu gelişme ile hem içeride mevduat artışı özendirilmiş, hem de ülkeye
yabancı sermaye girişinin artması amaçlanmıştır. Bununla birlikte faizlerin
yükseltilmesi sonrası mevduat toplayan bankerlerin sayısı hızla artmış, ancak
gerekli yapısal düzenlemeler tamamlanamadığı için yasal boşluk ortamında,
bu durum 1982’de Banker Kastelli’nin başını çektiği banker faciası ile sonuç-
lanmıştır (Kibritçioğlu, 2001: 177).
Öte yandan 24 Ocak Kararları ile TL dolar karşısında büyük oranda deva-
lüe edildikten sonra, 1 Mayıs 1981’den itibaren %5’leri aşmayan yakın aralıklı
mini devalüasyonlarla TL’nin aşırı değerlenmesi önlenmek istenmiştir. Bu ek-
sende döviz piyasasında kara borsa büyük ölçüde daraltılmış, Türkiye ekono-
misinin dışa açılması ve dünya ile bütünleşmesi kolaylaşmıştır. 1980–1983 dö-
neminin sıkı para politikası ve talebi kısıtlamaya dönük önlemleri enflasyon
oranının düşmesine neden olmuştur. Buna karşılık büyüme oranları düşük
düzeyde kalmış, işsizlik artmış ve para piyasası dengesizlikleri sürmüştür.
5.1. Turgut Özal ve ANAP’lı Yıllar: 1983–1991 Dönemi
Türkiye ekonomisinde üçüncü liberalleşme dönemi olarak da bilinen bu
dönemin belirgin ekonomi politikaları, 24 Ocak Kararları ile biçimlenmiştir.
Bilindiği gibi, 24 Ocak 1980 kararları ile dış rekabete karşı içerde uygulanan
korumacı politikalar sonucu, iç pazarın tatlı karlarıyla yetinmeyi yeterli gören
ve politik himaye altında faaliyet gösteren girişimci sınıf yerine o dönemin
diğer gelişmiş ve bazı gelişmekte olan ülkelerinde gözlemlenen ihracata dönük
büyüme ve sanayileşme sürecinde dış rekabete açılan bir girişimci tipi ve so-
nuçta ekonomi politikalarında önemli bir dönüşüm ortaya çıkmıştır. Bu dönü-
şümün ortaya çıkmasında, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararlarının mimarı T.
Özal’ın önce bürokrat, daha sonra siyasi kişilik olarak 1980 sonrası Türkiye

8 Genelkurmay Başkanlığına 9–10 Ocak 1980’de kararlar açıklanmadan önce, dönemin başba-
kanı S. Demirel’in izniyle hazırlanan program hakkında kararların mimarı ve dönemin DPT
müsteşarı T. Özal, brifing vermiş, bu bilgilendirme darbe sonrası B. Ulusu hükümetinde T.
Özal’ın ekonomi yönetiminin başına geçirilmesinde etkili olmuştur.

725
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

ekonomisi ve dış iktisadi ilişkileri üzerindeki etkisi belirgin olmuştur (Öniş,


2004: 113).
24 Ocak Kararları, bir istikrar programı olma yanında bütüncül bir eko-
nomik model olarak ekonomide yapısal dönüşümün sağlanması için gerekli alt
yapıyı hazırlamış, programın etkin olarak uygulandığı 1980–1988 döneminde
dışa rekabete açık yerli sanayiler oluşturmak ve mevcut sanayileri tam kapasi-
tede çalıştırmak için gerekli reformlar hayata geçirilmiştir (Köse, 2002: 121). Bu
gelişmeler paralelinde ekonomide endüstriyel üretim hızla genişlemiştir. Bir
diğer gelişme dış ticarette özellikle ihracatta görülmüş, 1980–1990 arasında
Türkiye’nin ihracatı 4 kat artış göstermiştir. Sonuçta reformlar, henüz etkinliği
tam kırılamamış katı bürokrasiye rağmen Türkiye ekonomisinde büyük açılım-
ların meydana gelmesine yol açmıştır (Dikkaya ve Özyakışır, 2008b: 142).
T. Özal ekonomi yanında dış politikada da önemli açılımlar sağlamıştır. T.
Özal, dış politika vizyonu bağlamında ABD’nin dünya politikalarına eşgüdüm
sağlamış, stratejik ortaklıkla bazı siyasi ve iktisadi açılımlar sağlamak istemiş-
tir. Bununla birlikte, dış politikada Batı ile ilişkileri ABD ile sınırlı tutmamış,
ayrıca AB’ye tam üye olarak uluslararası sisteme daha etkin katılmak istemiş-
tir. Öte yandan vizyonu ABD ve AB ile sınırlı olmamış, Müslüman ülkelerle iyi
ilişkiler geliştirerek bu ülkelerin dünya sistemi ile politik/iktisadi entegrasyon
sağlamalarına da katkıda bulunmaya çalışmıştır (Aral, 2001: 76). 6 Kasım 1983
seçimleri sonrası kurduğu ANAP ile tek başına iktidara geldiği zaman T. Özal,
bu görüşlerle uyumlu bir şekilde dışa açık ve yerli sanayileri her anlamda des-
tekleyen bir ekonomi politikasını hayata geçirmeye çalışmıştır. 1980’lerden
itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerin bütününde devletin ekonomideki rolünü
azaltma çabalarıyla paralel olarak Türkiye ekonomisinde verimlilik ve katma
değer oluşturabilecek yegâne unsur olan özel girişimlerin desteklenmesine
çalışmıştır. T. Özal’ın “orta direk” adını verdiği ve güçlendirmeyi hedeflediği
üretici kesimler, ekonominin hemen her alanında faaliyet göstermeye başla-
mıştır. Üstelik bu kesimlerin önemli bir kısmının, daha önce sanayicilik gele-
neğine sahip olmamış sıradan vatandaşlardan oluşması da toplumsal tabaka-
larda bütüncül bir refah artışı sağlandığının göstergesi olmuştur (Dikkaya,
2006).
1983–1991 döneminde Özal, ekonomi politikalarını belirleme yanında iş
çevrelerinde de bulunması ve uluslar arası deneyimi sayesinde uzun yıllar
boyunca iş çevrelerinde görülen dış ticaret algılamalarını da kökünden değiş-
tirmiştir. Bir yandan girişimcileri dünya pazarlarına girmeleri ve rekabetçi
olmaları yönünde desteklerken diğer yandan dışa dönük sanayileşme politika-
sının gereği olan ihracatı teşvik mekanizmalarının hayata geçirilmesini de sağ-
lamış ve bu dönemde Türk dış ticareti büyük bir sıçrama yapmıştır. Öte yan-
dan 1960–1980 yılları arasında etkili olan merkezi ve katı bürokratik mekaniz-
maların elimine edilmesinin iktisadi gelişmedeki öneminin farkında olan Özal,
iktidara geldiğinde ilk iş olarak bürokrasinin daha etkin çalışması için reform-
lar yapmış, politika(cı) üzerinde bürokratik gücün etkisini kırmaya çalışmıştır.
Bu bağlamda özelleştirme, bürokratik süreci hızlandıracak reformlar, adem-i
merkeziyetçiliğin güçlendirilmesi ve merkezî bürokrasinin gücünü azaltmak

726
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

temel politikalar olarak belirlenmiştir (Heper, 1994: 669). Bu gelişmenin bazı


olumsuz sonuçları ifade edilmiş olmasına rağmen (Öniş, 2004: 114), totaliter
tek parti rejimi altında büyük bir güç yakalamış ve 27 Mayıs darbesi ile yeni-
den ekonomi-politik öncelikleri belirleyen bürokratik bir sistemin devamının o
günün neo-liberal dünyasında mümkün olamayacağı da söylenebilir.
Bu bağlamda Özal’ın iktisadi programı, açıkça devleti küçültmeye yönelik
liberal bir politika olarak belirginleşmiştir. Çünkü devletçi iktisadi model, ba-
ğımsız bir burjuvazi sınıfının ortaya çıkmasına büyük oranda engel olmuştur.
Devletçi ekonomi politikaları veya politik hamilik sistemi önceki dönemlerde
gerçek/kalıcı iktisadi başarıyı sağlayamamış ve T. Özal bu sistemi değiştirerek
girişimcilere iktisadi ve politik bağımsızlık kazandırmayı amaçlamıştır (Kubi-
cek, 2002: 763–764). Bu bağlamda yaptığı reformlar sayesinde hem bir ölçüde
politize olmuş, mevcut ve köklü girişimci gruplar küreselleşen ve rekabetin
olabildiğince arttığı uluslararası iktisadi sisteme entegre olma ihtiyacını his-
setmiş, hem de bu farklı süreci bir fırsat olarak algılayan yeni/temelleri sağlam
girişimci grupların dünya piyasalarında boy göstermelerine olanak sağlanmış-
tır. Dolayısıyla, ihracata yönelik sanayileşme modeli çerçevesinde ve fırsatçı bir
ortam oluşturularak kurulmaya çalışılan bu dönemin, Türkiye’deki iş çevrele-
rinin küresel bir iktisadi anlayışa ulaşmaları üzerindeki etkileri büyük olmuş-
tur. Planlar döneminde palazlanan ve sürekli yeni imtiyazlar elde ederek bü-
yüyen sanayici gurupların etkinliği azalmaya ve daha güçlü bir burjuvazi ye-
şermeye başlamıştır.
Dış ticaretteki genişlemenin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri bu çer-
çevede netleşmeye başlamıştır. İhracatın ithalatı karşılama oranı hızla yükse-
lirken, tarımsal üretimin yerini sanayi ve hizmetler sektörü almaya başlamış,
sanayi ürünlerinin ihracattaki payı %80’e ulaşmıştır. Benzer şekilde, 1980’den
önce tam olarak değerlendirilemeyen turizmde gelirler sürekli yükselmiş, bu
gelişmeleri fiili olarak gelen doğrudan yabancı yatırım artışı izlemiştir. Bütün
bu gelişmelerin veya Özal’ın öncülüğünde kaydedilen iktisadi ve politik başa-
rıların nedenlerinden belki en önemlisi, bu dönemde 1970’lerin sonlarında
olduğu gibi siyasal çalkantıların yaşanmaması, tersine 1980’lerden itibaren
uzun süreli iktisadi ve politik istikrarın sağlanması olmuştur. Politik istikrar,
1970’lerin sonlarında yaşanan derin iktisadi krizlerin tekrarını önlemiştir. Bu
bağlamda, başarılı olan bu dönüşüm politikaları uluslar arası ekonomik örgüt-
lerce (OECD, IMF ve Dünya Bankası v.b.) desteklenmiş ve diğer gelişmekte
olan ülkelere örnek gösterilmiştir (Öniş, 2004: 113–114).
Bu olumlu gelişmeler çerçevesinde Türkiye, ekonomiyi hem dünyaya hem
de tam üyelik hedeflenen Avrupa Ortak Pazarı’na daha fazla entegre etmek ve
iktisadi yapıyı büyük ölçüde değiştirmek için liberal ekonomi politikalarını
hayata geçirmesine rağmen, 12 Eylül 1980 Darbesi ile Avrupa ile ilişkiler
önemli bir yara almıştır. Katma Protokol ile belirlenen gümrük tarifelerinden
indirimleri 1980 öncesi ekonomik kriz ortamında donduran Türkiye ile 12 Ey-
lül 1980 Darbesi sonrası Avrupa ülkeleri ilişkileri tek yanlı olarak askıya almış,
bu ortamda Türkiye ile benzer coğrafi kuşakta yer alan Yunanistan’ın 1981’de,
İspanya ve Portekiz’in 1987’de AT’a tam üyelikleri kaçırılan önemli bir fırsat

727
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

olmuştur. İki yanlı ilişkilerin yeniden canlandırma çabaları ve 14 Nisan


1987’deki tam üyelik başvurusu bu iktisadi ve politik gelişmelerin bir yansı-
ması olarak görülebilir. Fakat bu başvuru, dışa açık piyasa reformlarının artık
AT öncelikleri arasından çıkmış olması nedeniyle ve daha ziyade politik gerek-
çelerle 1989 sonunda olumsuz bir şekilde yanıtlanmış, Avrupa’nın Tek Pazar
oluşturmak için 1992’ye kadar daha derin bir entegrasyon modeli üzerinde
yoğunlaşması da bir zamanlama hatası olarak bu sonucun alınmasında etkili
olmuştur (Kahraman, 2000: 6).
Bu gelişmelere paralel olarak, dışa açık iktisadi politikaların uygulanmaya
başladığı 1980’li yılların başında, AT üyesi ülkelerin Türkiye’nin toplam dış
ticaretindeki payı görece azalmaya başlamış, artan petrol fiyatları çerçevesinde
petrol gelirleri sürekli artan İslam ülkeleri ile ticarette önemli bir genişleme
yaşanmıştır.9 İran-Irak Savaşında tarafsız kalarak büyük ticaret geliri sağlayan
Türkiye için bu pazarlar ihracata yönelik sanayi kollarını geliştirmesine rağ-
men Ortadoğu ekonomilerinin istikrarsız yapıları nedeniyle ağılıkları
1980’lerin ortalarından itibaren gerilerken Avrupa yeniden öncelikli pazar ha-
line gelmiştir.
Öte yandan, ekonomideki durgunluğu aşmak ve daha yüksek büyüme hı-
zına ulaşabilmek için ihracata dönük büyüme modelinin seçildiği 1983–1991
döneminde gevşek para ve maliye politikaları izlenmiştir. Bu dönemde kamu
kesiminin ekonomideki yerini küçültmek amacıyla KİT’lerin özelleştirilmesi
düşüncesi benimsenmiş, mali alanda önemli ve çağdaş bir gelişme olarak
1985’de bazı tüketim vergileri kaldırılarak yerine katma değer vergisi (KDV)
yürürlüğe konmuştur. Ekonomik büyümenin ön planda olduğu, enflasyonun
sorun olarak görülmediği bu ortamda para arzı kontrol altında tutulamamış ve
kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG) 1987’den itibaren hızla yükselmiştir.
Ayrıca kamu harcamalarında tasarruf sağlanamamış, KİT’ler özelleştirilmemiş
ve kamu açıkları bütçeye yük olmaya devam etmiştir. Hükümet artan kamu
harcamaları ve KKBG nedeniyle yoğun şekilde borçlanmaya başvurmuştur. İç
borçlanma 1985’den itibaren ivme kazanmış; para arzının kontrol edilmediği,
iç talebi kısıcı politikaların izlenmediği, kredi faizlerinin ve ithal girdilerin fi-
yatlarının sürekli yükseldiği bu ortamda enflasyon 1984’den itibaren yeniden
kontrolden çıkmıştır. 1988’de enflasyon oranı 1980 sonrası dönemin en yüksek
düzeyine (%68) ulaşmış, devam eden yıllarda %50’nin üzerinde seyretmiştir.
Dolayısıyla 1983–1991 dönemi değerlendirildiğinde birçok başarıya karşın
ekonomide fiyat istikrarının sağlanamadığı söylenebilir.
Özetle, bu dönemde, iktisadi kalkınma stratejisi bakımından önemli bir
politik dönüşüm yaşanmaya başlamıştır. 1970’lerde uygulanan ve zayıf bir
gelişme trendi ile ortaya çıkan ithalat-ikameci politikalar paralelinde ülke bu
zayıf gelişmeyi ortadan kaldıracak daha fazla dışa yönelik politikaları benim-

9 Türkiye’nin 1980’lerdeki dış ticaretinde Ortadoğu ülkelerine doğru yaşanan geçici yön deği-
şiminin altında sosyo-politik pek çok faktör bulunmaktadır. Bunların başında yukarıda sözü
edilen 1974 Petrol Krizi’nin yol açtığı sonuçlar yanında Kıbrıs Barış Hareketi nedeniyle Türki-
ye’ye uygulanan ambargo gibi faktörler çerçevesinde Batı ile soğuyan ilişkiler ve 12 Eylül
1980 Askeri Darbesi sonrası gelişen politik ortam bulunmaktadır.

728
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

semeye başlamıştır. 1980’lerdeki dış ticaret reformları ve ekonominin serbest-


leştirilmesi çabaları ihracatın öncülük ettiği başarılı bir büyüme döneminin
yaşanmasını sağlamıştır.
5.2. Koalisyonlar ve İstikrarsız Yıllar: 1991–2001
Türkiye ekonomisinde özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren,
özelleştirme dâhil pek çok alanda gerekli reformların yapıl(a)maması, ekono-
mi-politik istikrarsızlık, kamu açıklarının iç ve dış borçlarla finanse edilmesine
bağlı sorunlar, kronikleşmiş yüksek enflasyon, artan bütçe açıkları ve KKBG,
1990’lı yıllara girerken önemli problem alanları olmuştur. Dolayısıyla 1990’lı
yıllar iç ve dış şokların fazlasıyla hissedildiği ve buna bağlı çeşitli iktisadi kriz-
lerin etkilerinin yaşandığı bir dönem veya bir başka deyişle “ekonomide kayıp
yıllar” olmuştur (Özcan ve Us, 2006: 103). Örneğin 1990’da %9.4 gibi son dere-
ce yüksek bir büyümeden sonra 1991’de Türkiye bir dışsal şokun (Körfez Sava-
şı) etkisiyle neredeyse hiç büyümemiştir. 1993’de yine yüksek bir büyümeden
sonra 5 Nisan 1994 Kararlarının alındığı 1994’de büyük bir çöküş yaşamış ve
ekonomi %6.1 oranında küçülmüş, enflasyon oranı da %150’ye ulaşmıştır.
Türkiye’de koalisyonların ve siyasi istikrarsızlığın yaşandığı 1990’larda
sürekli artan kamu açıklarının finansmanında ağırlıklı olarak yurtiçi mali piya-
salardan borçlanma yolu seçilmiş, bu durumda artan iç borçlanma gereksinimi
nedeniyle faiz oranları yükselmiş ve bu da faiz ödemelerinin ve kamu sektörü
açıklarının tekrar artmasına neden olmuştur. Ortaya çıkan bu kısır döngü ne-
deniyle iç borç faiz ödemelerinin GSMH’ye oranı yükselirken iç borçların va-
desi de giderek kısalmıştır. Öte yandan 1989’da kambiyo rejiminin kısıtlarını
hafifleten ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki Kanunda (TPKK)
değişiklik yapan 32 sayılı KHK ile yabancı sermaye hareketlerinin girişlerinin
kolay hale gelmesiyle birlikte 1991 Körfez Krizi, 1994 Finansal Krizi ve 1998
Rusya Krizi dönemleri hariç, Türkiye 1990’lar boyunca cari işlemler hesabını
finanse etmek için ihtiyacı olandan daha fazla yabancı sermaye girişi sağlamış-
tır. TL’nin konvertibilitesini sağlamaya ve sermaye hareketlerini liberal hale
getirmeye dönük bu kararla birlikte yurt içi faiz oranlarındaki artışın da etki-
siyle sıcak para girişleri artmaya başlamıştır. Böylece TL diğer para birimleri
karşısındaki değerlenmiş, dolayısıyla aşırı değerli TL nedeniyle ithalat artar-
ken, ihracat yerinde saymıştır. Ülkeye serbestçe döviz girişini sağlayan bu ka-
rarla birlikte sadece döviz tevdiat hesapları (DTH) artmakla kalmamış (toplam
mevduat içindeki payı 1989’da %24 olan DTH’ların payı 1999’da %46’ya çık-
mıştır), aynı zamanda sözleşmeler ve diğer işlemler döviz üzerinden yapılma-
ya başlanmıştır. Bu durum Türkiye ekonomisinde dolarizasyon (ulusal paranın
ikamesi) sorununu ortaya çıkarmıştır (Özcan ve Us, 2006: 99).
Özetle, 1990’larda hızla artan kamu açıkları ve açıkların aşırı iç ve dış
borçlanmayla finanse edilmesi, TL’nin aşırı değerlenmesi sonucu dış ticaret
açığındaki artış, vergi gelirlerinin iç borçları bile karşılayamaması, faiz oranla-
rının aşırı sıcak para girişlerine yol açacak kadar yüksek olması ve bütün bun-
lara bağlı olarak ortaya çıkan politik istikrarsızlık, mevcut sistemin tıkanması-
na neden olmuştur.

729
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Yeldan’a göre (2004) mevcut ekonomik sistemde tıkanmanın ve/veya kri-


zin başlıca sebebi, Türkiye’nin ulusal mali piyasalara yeterince derinleşme ve
olgunluk sağlamadan girmesi, uluslararası spekülatif sermayenin çıkar alanına
çekilmiş olması ve buna bağlı olarak reel iktisadi faaliyetlerdeki dalgalanma-
lardır. Krizin yapısal ve teknik reformlar temelinde aşılması ve bu temelde
yeni bir istikrar programının hazırlanması beraberinde 5 Nisan 1994 İstikrar
Kararlarını getirmiş, sonuçta bu krizle birlikte Türkiye yeniden IMF’e muhtaç
hale gelmiştir. Bu süreçte faizleri düşürmeye çalışan hükümet, o tarihe kadar
hiçbir Cumhuriyet hükümetinin vermek zorunda kalmadığı faizlerle borçlan-
mak durumunda kalmıştır (Karluk, 2006: 69). Öte yandan 26 Ocak 1994’te TL
yaklaşık %14 oranında devalüe edilmiş, bu devalüasyonu 1 Mart ve 17 Mart
tarihlerindeki iki devalüasyon izlemiştir. TL’nin yabancı paralar karşısında
Nisan ayına kadar süren hızlı değer kaybı sonucu faiz-kur makası daralmış, bu
durumda açık pozisyonlarını kapatmak isteyen bankaların da dövize hücum
etmeleri sonucu Merkez Bankası rezervleri hızla erimiştir. Ocak-Nisan 1994
döneminde TL’nin değerinde ortaya çıkan bu kayıplar sonucu, ihracatta bir
artış ve ithalatta yavaşlama görülmüşse de 1996’da eğilim tekrar değişmiş ve
dış ticaret açığı olağanüstü boyutlara ulaşmıştır (Kepenek ve Yentürk, 2000:
488).
Ocak ayında başlayan krize karşı yerel seçimler sonrasına ertelenen 5 Ni-
san 1994 Kararları genel olarak değerlendirildiğinde, kısa vadeli hedeflere ula-
şılmış, fakat orta ve uzun vadeli hedefler gerçekleştirilememiştir. Bunun başlı-
ca nedeni düşürülen reel ücretler nedeniyle sosyal çalkantıların artması ve
koalisyon hükümetinin bozularak erken genel seçimlere gidilmek zorunda
kalınmasıdır (Güloğlu ve Altunoğlu, 2002: 19). Ayrıca başta KKBG olmak üze-
re krize yol açan pek çok sorun, alınan kararlarla çözülememiş ve Türkiye eko-
nomisi istikrarsız gelişme sürecinde yol almaya devam etmiştir. Sonuçta 1999’a
kadar süren dönemde bir rant ekonomisi ve buna bağlı rantiyer tipi bir biri-
kim/bölüşüm modeli ortaya çıkmıştır. Örneğin, İstanbul Sanayi Odasına kayıtlı
468 özel sanayi işletmesinin net bilanço karı ve faaliyet dışı gelirleri karşılaştı-
rıldığında, işletmelerin faaliyet dışı gelirlerinin vergi öncesi bilanço karlarına
oranının 1999’a kadar yılda ortalama %18 reel artış gösterdiği saptanmıştır
(Yeldan, 2004: 156–157).
Öte yandan milenyuma girilirken Türkiye’de bazı gelişmeler yaşanmıştır.
Bunlardan ilki TCMB’nin ilk “On Milyon Türk Lirası”nı piyasaya çıkarması,
ikincisi ise 17 Ağustos 1999’da Marmara bölgesinde ve 12 Kasım’da Bolu-
Düzce’de meydana gelen büyük çaplı depremlerin yol açtığı iktisadi kayıplar
olmuştur. Ancak asıl kayıplar, ekonomideki yanlış yönetim anlayışı ve rant
ekonomisinden kaynaklanmıştır. Nitekim Türkiye ekonomisinde kayıp yıllar
olarak nitelendirebilecek bu döneme ilişkin çarpıcı bir analiz/değerlendirme
Uras (1999) tarafından yapılmıştır: “1989–1999 yılları arasında 10 yılda 12 hükü-
met kuruldu. 10 yılda 12 başbakan direksiyonun başına geçti. Bakanlar atandı. Hükü-
met programları hazırlandı. "Yapacağız... Edeceğiz... Bitireceğiz..." denildi. Ve Türki-
ye bu noktaya geldi. 10 yılda 12 hükümet, enflasyonu yüzde 70'lerde dolandırdı. Kişi
başı milli geliri 3 bin doların üzerine çıkaramadı. Terörü bitiremedi. Ve Türkiye sosyal

730
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

sorunlarıyla, iktisadi sorunlarıyla, yabancı ülkelerle olan sorunlarıyla bu noktaya gel-


di. Her şey düğümlendi”. Uras’ın (1999) belirttiği perspektiften bakıldığında 1999
yılına kadar Türk siyasetine hâkim olan koalisyon hükümetleri yaşanan istik-
rarsızlıkların temel sorumlularıdır. 1990’ların ilk yarısında da görüldüğü gibi,
koalisyon hükümetleri demokratik eksikliklerin boyutlarını daha da arttırmış-
tır. Özellikle kısa vadeli seçim kaygılarıyla hareket eden hükümetler borç yükü
konusunda oldukça başarısız olmuştur. Bu anlamda büyük sorumluluk taşıyan
dönemin hükümetleri, hükümet harcamalarını karşılamak için bütçe dışı kay-
naklara başvurmuştur. T. Özal’ın Türk siyasetine mirası olan bu yöntem ya-
nında kamu harcamaları ve rant dağıtım kanallarının/mekanizmalarının ger-
çek boyutlarının hükümetlerce manipüle edilmesi ve/veya gizlenmesi de ülke-
deki mali dengesizliğin boyutlarını gittikçe arttırmıştır (Alper ve Öniş,
2001/2002: 222–224).
2000’li yıllara geçiş sürecine bakıldığında, Yeldan’ın belirttiği gibi, Türkiye
ekonomisi “2000’li yıllara istikrarsızlığa sürüklenmiş makro dengeleri; bozulan gelir
dağılımı ve moral değerlerini yitirmiş bir kamu bürokrasisinin yılgın koşulları altında
hazırlanan yeni bir istikrar programı arayışları içinde girmek zorunda kalmıştır”. Bu
bağlamda, Aralık 1999’da enflasyonu düşürmek ve sürdürülemez boyutlara
ulaşan kamu borçlarını kontrol altına almak amacıyla IMF’nin desteğiyle uy-
gulanacak döviz kuru çapasını esas alan bir istikrar programı başlatılmıştır.
Aralık 1999 Niyet Mektubu ile somutlaşan 2000-Enflasyonu Düşürme Programı,
2002 yılı sonuna kadarki 3 yıllık bir evreyi kapsamaktadır. Program özünde;
kamu kesimi (maliye) reformu, döviz kuru nominal çapasına dayalı para prog-
ramı ve sosyal güvenlik, özelleştirme ve tarım kesimine yönelik yapısal nitelik-
li dönüşümleri içermiştir. Öte yandan program kapsamında IMF’ye verilen
niyet mektubunda enflasyon oranının (TEFE) 2000 yılında %20, 2001 yılı so-
nunda %10 ve 2002 yılında yani üç yıllık programın sonunda %5’e düşmesi
öngörülmüştür (Yeldan, 2004: 161).
Bu enflasyonu düşürme programının 2000 yılının ilk yarısında ortaya
koyduğu olumlu gelişmelerin etkisiyle Hükümet 2001–2003 dönemi için iyim-
ser bir tahminle yıllık büyüme hızını ortalama %7 olarak öngörmüştür. Siyasi
istikrarı sağlamayı başaran geniş tabanlı koalisyon Hükümeti, bu uzun vadeli
hedef ve stratejiye uygun olarak 2001–2005 yıllarını kapsayan Sekizinci Beş
Yıllık Kalkınma Planını 1 Ocak 2001’de yürürlüğe koymuştur. Ancak 8. Planın
temel hedefleriyle ilgili politika ve araçlar, yürürlüğe girmeden Kasım 2000
Krizi ile gündemden düşmüştür. IMF’nin desteğiyle hazırlanan dez-enflasyon
programının bazı aksaklıklar içerdiği Kasım 2000 krizi ile belli olmuş, IMF
başkan yardımcısı S. Fisher krizin, döviz kuru çapasının oluşturduğu cari açık-
tan kaynaklanan paniğe bağlı dövize hücum krizi olduğunu ifade etmiştir.
Oysa bu krize ilişkin daha gerçekçi bir yaklaşım Dünya Bankası Türkiye tem-
silcisi A. Chhibber’den gelmiştir. Chhibber’e göre, bu krizin tohumları
1990'ların başında atılmıştır ve asıl sorun, finansal/yapısal değişimler tamam-
lanmadan, sermaye hareketlerinin serbest bırakılması olmuştur (Eğilmez,
2001). Özatay ve Sak’a göre de 2000 ve 2001 krizlerinin arka planında kırılgan
bir bankacılık sektörü ve ekonomiyi yapısal anlamda tetikleyen faktörler ol-
muştur (Özatay ve Sak, 2002: 25).

731
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Kasım krizinden üç ay sonra 9 Şubat 2001’de Milli Güvenlik Kurulunda


(MGK) Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasındaki tartışma ikinci bir spekülatif
saldırıyı başlatmış ve 21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz
%6200’e kadar çıkmıştır. Bu ortamda kuru savunmaya çalışan Merkez Banka-
sının döviz satışları sonrası döviz rezervi 16 Şubat–23 Şubat arasında 5.36 mil-
yar dolar azalmış, dövize artan hücum nedeniyle Merkez Bankası 21 Şubat
gecesi kurun dalgalanmaya bırakıldığını açıklamak zorunda kalmıştır. Bu açık-
lama sonrası piyasada 19 Şubatta 686 bin TL olan dolar 28 Şubatta 960 bin TL
olmuş, kur artışı on gün içinde %40’a ulaşmıştır (Uygur, 2001: 23). Öte yandan
MGK’da yaşanan kriz Türkiye’de politik istikrarsızlıkla makro iktisadi krizler
arasında yakın ilişki olduğu gerçeğinin yabana atılmaması gerektiğini göster-
miştir (Kibritçioğlu, 2000: 180).
Sonuçta, krizle birlikte istikrar programı sona ermiş, döviz kuru dalga-
lanmaya bırakılmış ve TL %40 civarında değer kaybetmiştir. Enflasyonu Dü-
şürme Programı sona ererken IMF programı çökmüş, 18 banka Tasarruf Mev-
duatı Sigorta Fonuna (TMSF) devredilmiş ve banka kesiminde 18 bin kişi işsiz
kalmıştır. Türkiye’de II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan bu en büyük iktisadi
krizde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre 15 bine yakın
KOBİ kapanmış ve bir milyona yakın insan işsiz kalmıştır (Güloğlu, 2001: 532).
Bankacılık sektöründeki gelişmeler dâhil pek çok konudaki koordinasyon ek-
sikliğinden kaynaklanan kriz sonrası IMF’ye bağımlılık ciddi boyutlarda art-
mıştır. 2001 krizinde bankacılık kesiminde yaşanan sorunların payı oldukça
fazla olmuş ve bu sorunlar krizin daha da derinleşmesine yol açmıştır. BDDK
raporuna göre bankacılık krizlerinin maliyeti/zararı 47.2 milyar dolarla 2001
milli gelirinin %32'sine ulaşmıştır (Değirmen, 2007: 79).
Kriz sonrasında IMF ile daha önce imzalanmış olan stand-by anlaşmasının
değişen koşullar altında revize edilerek devamına karar verilmiş ve Kemal
Derviş öncülüğünde tüm ekonomiyi kapsayan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
(GEGP) adıyla yeni bir istikrar programını uygulamaya sokmuştur. GEGP çer-
çevesinde Emlak Bankasıyla Ziraat Bankasının birleştirilmesi, Telekom’da blok
satış, devletin tütün alımlarından çekilmesi, şeker üretiminin azaltılması ve
kamu bankalarının görev zararlarıyla ilgili birtakım düzenlemeler yapılmıştır
(Ongun, 2001: 533).
6. AKP DÖNEMİ İKTİSADİ GELİŞMELERİ: 2002–2007
Türkiye ekonomisinde yaşanan 2001 krizinin olumsuz sonuçlarını üstle-
nen ve IMF destekli GEGP uygulaması ile ekonomik alanda sınırlanan koalis-
yon hükümetinin yaşadığı anlaşmazlıklar/çatlaklar 2002 yılı başında su yüzüne
çıkmış, bu anlaşmazlıklara eklenen Başbakan Ecevit’in sağlık sorunu sonrası
koalisyon hükümeti erken seçim kararı almıştır. Bu ortamda 3 Kasım 2002’de
yapılan erken genel seçimler sonrası tek başına iktidara gelen Adalet ve Kal-
kınma Partisi (AKP), kendisinden önce iktidarda olan istikrarsız koalisyon
hükümetlerinin ardından Türkiye için yeni bir dönüm noktası olmuştur (Öniş,
2006).

732
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

AKP tek başına iktidara gelmenin verdiği avantajla iktisadi ve siyasal ini-
siyatifi önemli ölçüde kontrol etmeyi başarmıştır. AKP, 2002–2004 yılları arası
uygulanması planlanan ve ekonomide yeniden yapılanma süreci başlatarak
ekonomiyi krizlere karşı koruyan ve bu temelde istikrarlı bir büyüme strateji-
sini içeren GEGP’na uyumlu bir çabayı sürdüreceğini deklare etmiştir.
AKP’nin bu açıklamasında hem uygulanan politikalar ve öngörülen hedefler
açısından GEGP’nın AKP iktidarı öncesi sınırlı bir başarı elde etmesi ve hem
de kredi sağlayan dış ekonomi çevrelerine olumlu mesaj vermek istemesi etkili
olmuştur. Bununla birlikte AKP hükümeti GEGP ile uyumlu Acil Eylem Planı
(AEP)’nı 16 Kasım 2002’de yayımlayarak iktisadi hedeflerini açıklamıştır (Şim-
şek, 2007: 60–61). Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının özendirilmesini
hedef alan AEP, işleyen serbest piyasa koşullarının yaratılması, etkin bir reka-
bet ortamının oluşturulması, kamuda etkinliğin arttırılması için özelleştirme
stratejilerine hız kazandırılması gibi öngörü ve hedefleri barındırmaktadır
(BSB, 2003: 11–15).
Asıl itibarıyla 2003–2007 yıllarını içeren AKP iktidarı döneminde ortaya
çıkan ekonomik gelişmelere ve izlenen ekonomi politikalarına bakıldığında,
GEGP ile uyumlu AEP çevresinde genelde liberal ekonomi politikaları izlen-
meye çalışıldığı, doğrudan yabancı sermayeyi teşvik eden, özelleştirme çabala-
rını hızlandıran ve popülist politikalardan özellikle ilk yıllarda uzak durmaya
çalışan uygulamalar dikkat çekmektedir. Bu noktada 2002 sonrası dönemde
hem özelleştirme hem de yerli firmaların yabancılara satışı veya ortaklık teme-
linde ülkeye önemli ölçüde doğrudan yabancı sermaye yatırımı gelmiştir (Uy-
sal, 2007: 48). Öte yandan AKP iktidarında kamunun GSYİH’e oranla borçlan-
ma düzeyinin azaldığı, kamunun iç borç faizleri düşerken vadelerinin uzadığı
görülmekte, buna karşılık özel kesimin artan borç grafiği dikkat çekmektedir.
Nitekim yabancı sermayeyi teşvik ve cari açığı finanse etmek için verilen yük-
sek oranlı reel faizler, kamunun kısa vadede açıkları finanse etmesini sağlamış-
tır. Ancak bu süreçte kamunun dış borç stoku arttığı gibi özel kesim de izlenen
düşük kur politikası nedeniyle dış kredilere yönelmiştir. Bu yönelim 2002’den
sonra yüksek faiz-düşük kur politikasının sağlamış olduğu imkânlardan dolayı
hızlanmış, özel kesim dış borç stoku 2003–2006 arası dönemde 66 milyar dolara
ulaşmıştır (Uysal, 2007: 45).
Bu bağlamda AKP döneminde Türkiye ekonomisinin en belirgin özelliğini
artan dış borçlar olarak gören Yeldan (2007a), bu dönemdeki yüksek büyüme
rakamları ve tek haneli enflasyonun arka planında bu dış borçlanma temposu-
nun bulunduğunu, ülkenin toplam dış borç stokunun 2006 sonunda 206 milyar
dolara ulaştığını ileri sürmektedir. Ancak, burada artan dış borçlanmanın bü-
yük bir kısmının özel kesimden kaynaklandığını, dolayısıyla özel kesimin dış
borç temposunun ciddi boyutlarda hızlandığını dikkate almak gerekmektedir.
AKP döneminde dış ticaret dengesindeki gelişmeler açısından 2002 yılın-
dan itibaren dengenin hızla artan ithalattan dolayı bozulduğunu ve daha fazla
artan ithalat nedeniyle cari açıkların ciddi boyutlara ulaştığını söylemek müm-
kündür. Nitekim 2002’de yaklaşık 15.5 milyar dolar olan dış ticaret açığı,
2006’da 52 milyar dolara tırmanmış, cari açık da 2002’de 1.5 milyar dolarken

733
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

2006’da yaklaşık 31 milyar dolara ulaşmıştır. Bu veriler dış ticaret açığının kro-
nik bir hal aldığını açıkça göstermektedir.
Öte yandan bu olumsuz ekonomik gelişmelere rağmen 2002 sonrası dö-
nemde ekonomide enflasyon ve büyüme başta olmak üzere birtakım olumlu
gelişmeler de yaşanmıştır. Yüksek büyüme rakamları ve düşük enflasyon oran-
ları, artan özelleştirme gelirleri ve artan doğrudan yabancı sermaye girişi hü-
kümetin ekonomi karnesine olumlu olarak yansıyan gelişmeler olmuştur. Bu
çerçevede AKP iktidarının iktisadi karnesini çıkaran Eğilmez’e göre (2007)
AKP’nin 2002 sonunda 181 milyar dolar olan GSMH’yi, 5 yılda ortalama yüzde
7.5 oranında büyüterek 400 milyar dolara çıkarması, %30 dolayında devraldığı
enflasyonu %10’lara düşürmesi önemli başarılardır. Ayrıca 2002’de 2 milyar
doların altında olan doğrudan yabancı sermaye girişinin 2006’da 20 milyar
dolara yaklaşmasını ve dolarizasyon olgusunun kırılmasını da başarılar hane-
sine eklemek gerekmektedir.
Son yıllarda artan özelleştirme gelirleri de hükümet açısından önemli bir
gelişme olarak değerlendirilmektedir. AKP’nin 60. Hükümet Programına göre
1985–2002 arasında 18 yılda yapılan özelleştirme tutarı sadece 8 milyar dolar
iken, 2003 yılından bugüne kadar yapılan özelleştirme tutarı 33 milyar dolara
ulaşmıştır. Bu kısa dönemde özelleştirmeden bu denli bir gelir elde edilmesi
oldukça çarpıcıdır. Ancak AKP iktidarında yapılan özelleştirmelerin ülkede
üretim potansiyelini artırıcı çabalar çerçevesinde değil, doğrudan doğruya
devlet bütçesine gelir sağlama/yaratma amacına dönük olarak yapıldığı eleşti-
rileri de getirilmektedir (Yaldan, 2004: 164).
Bütün bu gelişmelere rağmen AKP iktidarında, büyüme ve enflasyon gibi
bazı temel makro göstergelerde yaşanan iyileşme diğer göstergelerdeki sorun-
ları gizleyememekte ve ekonomideki kırılganlık halen sürmektedir. Örneğin
%10’luk büyümeye rağmen işsizlik oranının hala yerinde sayması bu dönem
iktisadi performansının büyüyen ama istihdam yaratmayan ekonomi olarak
nitelendirilmesine yol açmış (İlkorur, 2005), 2002’de kaydedilen yüksek reel
büyüme oranının stok artışlarından kaynaklandığı öne sürülmüştür (Somçağ,
2003). Öte yandan reel konjonktür dalgalanması anlamında, her kriz sonrası
dönemde olduğu gibi, AKP iktidara geldiğinde de konjonktürde yukarı doğru
bir ivmenin başladığı, dolayısıyla AKP’nin başarısının programın uygulanma-
sından çok büyümede ivmeyi yavaşlatacak sapmalara yönelmemesi ile açıkla-
yanlar da olmuştur (İlkorur, 2007).
Tüm bu gelişmelere rağmen AKP döneminde uygulama alanı bulan IMF
destekli iktisadi program, özellikle enflasyon konusunda, hedeflenen oranları
yakalamış ve kamu açıkları önceki dönemlere göre nispeten azalmıştır. Bu
anlamda kamu mali dengesi açısından ciddi adımlar atılmıştır (Şimşek, 2007:
66). Öte yandan AKP hükümetinin başarı hanesine yazılan sıkı maliye politika-
larına karşın transfer harcamalarında özellikle 2004’ten sonra hedeflerin aşıldı-
ğı görülmektedir. Bu dönemde özellikle sosyal transfer harcamaları ile iktisa-
di/mali transfer harcamaları artışları, doğrudan gelir desteği kapsamında tarım
kesimine yapılan çeşitli yardımlar ve diğer sosyal güvenlik harcamalarının
insanları atalete ve bedavacılığa sevk ettiği eleştirileri getirilmiştir. Bu bağlam-

734
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

da özellikle çiftçilere dönük doğrudan gelir desteği (tarla parası), okuyan ço-
cuk başına yapılan mali yardımlar ve sağlık sektöründe yeşil kart uygulaması,
AKP iktidarının eleştirilere maruz kalmasına yol açmıştır (Özyakışır, 2008). Bu
eleştiriler partinin muhafazakâr kimliğine/söylemine yönelik pek çok tartışma-
yı beraberinde getirmiş ve bu tartışmalarda AKP’ye “muhafazakâr sosyal de-
mokrat” yakıştırması yapılmıştır.
AKP hükümeti, 2005 yılında sıkı para ve maliye politikalarına ve faiz dışı
fazlaya odaklı iktisadi istikrar programına devam etmiştir. Söz konusu istikrar
programının enflasyon üzerindeki yarattığı olumlu etkiler ve para reformu
çerçevesinde 1 Ocak 2006’dan itibaren paradan 6 sıfır atılarak Yeni Türk Lira-
sına (YTL) geçilmiştir. 2006’da bütçe gerçekleşmelerinin önceki yıllara göre
hedeflerden fazlaca sapmaması ekonomiye olumlu yansımış ve kamu maliye-
sinde yaşanan iyileşmeyle birlikte enflasyon ve iç borç oranları düşüşe geçmiş-
tir (Şimşek, 2007: 66). Ancak bütün bu olumlu gelişmelere rağmen ekonomide,
2006 ortalarından itibaren bir yavaşlama sürecine girilmiştir. Bu süreçte YTL
üzerinden enflasyonun düşürülmesi yani “güçlü YTL” ve “düşük enflasyon”
politikası, yüksek faiz getirisi sayesinde ülkeye büyük miktarlarda döviz girişi,
artan ithalata bağlı olarak cari açığın yüksek boyutlara ulaşması, ekonomi açı-
sından olumsuz bir süreç olmuştur.
Sonuçta AKP döneminde, reformist bir çizgide, iktisadi açıdan Türki-
ye’nin acil bazı yapısal reformlar konusunda başarı sağlanmış, ancak özellikle
işsizliği azaltan istihdam artırıcı politikalar/reformlar hayata geçirilememiş, bu
dönemde yoksulluğu azaltıcı küçük çaplı mikro finans uygulamaları dışında
iktisadi reformlar konusunda olumlu adımlar atıl(a)mamıştır (İlkorur, 2007).
Bu ortamda 2007 yılına giren AKP, aynı yılın 22 Temmuzunda yapılan genel
seçimlerde halkın büyük çoğunluğunun desteğini alarak ikinci kez tek başına
iktidar olmuştur.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRMELER
Türkiye’de 1923’ten günümüze ekonomi politikaları ve etkile-
ri/yansımaları bağlamında ortaya çıkan iktisadi ve yapısal dönüşümleri incele-
diğimiz bu çalışma sonucunda ortaya çıkan/konan dönüşümleri ve gelinen
noktanın ekonomi politiği yapıldığında bazı temel tespitler ortaya konulabilir.
Öncelikle, 1923’de Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda iktisadi yapının ol-
dukça geri olduğu tespiti ile başlayabiliriz. Osmanlı Devletinden miras alınan
ve Cumhuriyet dönemi iktisat politikası arayışlarını ve kurumsal yapıyı derin-
den etkileyen bu yapının tarıma dayalı bir üretim, dışa bağımlı bir ekonomi ve
yüksek miktarda dış borçla biçimlendirildiği, fiziki ve beşeri sermaye yetersiz-
liği yanında etnik esasa dayalı sosyal işbölümü çerçevesinde milli burjuvazinin
eksikliğinin yoğun biçimde hissedildiği söylenebilir. Dolayısı ile cumhuriyetin
ilk yılları bu yapıyı değiştirmeyi ve milli burjuvazi oluşturmayı amaçlayan bir
dönem olmuştur. Nitekim bu yıllarda dışa bağımlı ekonominin kalkındırılması
için sanayileşme çabalarına ve devlet desteğiyle bir girişimci sınıf yaratma ça-
basına girişilmiş, bu bağlamda 1923–1930 döneminde sanayileşme veya kal-
kınmanın özel girişim eliyle liberal ekonomik politikalarla sağlanması esas

735
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

alınmış, özel girişimin gir(e)mediği alanlarda devletin iktisadi faaliyetlerde


bulunması fikri benimsenmiştir. Ancak bu yıllarda getirilen bütün teşviklere
rağmen özel girişimin sanayileşme alanında yetersiz kalması ve 1929 Buhranı-
nın olumsuz etkileri üzerine liberal politikalar terk edilmiş ve 1930–1938 dö-
neminde devletçi, ithal ikameci sanayileşme politikalarına geçilmiştir. Mutedil
devletçilik yaklaşımı ve ithal ikameci politikalar sayesinde sanayileşme alanın-
da önemli gelişmeler sağlanmış ve milli burjuvazi oluşturulması noktasında
belirli bir ilerleme sağlanmıştır. Cumhuriyetin ilk on beş yılında sağlanan bu
gelişmeler sayesinde Türkiye, iğneden ipliğe birçok ürünü ithal eden bir ülke
halinden tüketim mallarında kendine yeterli bir ülke haline gelmiştir. Ancak II.
Dünya Savaşı, Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı olmuş, ülkenin her an
savaşa girme ihtimali gözetilirken ekonomik daralma yaşanan bu yıllarda Milli
Korunma Kanunu ve Varlık Vergisi gibi düzenlemelerin uygulama biçimi özel
kesimi (sanayi ve tüccar) tedirgin etmiştir. Bu gelişmeler, savaş yıllarındaki
devletçilik uygulamalarının zorba devletçilik olarak nitelendirilmesine yol
açtığı gibi yaşanan yüksek enflasyon, temel ihtiyaç mallarında arz kıtlığına
bağlı karne uygulamaları gibi politikalar, muhalefetin yoksul kesimlerden da-
ha fazla destek alması ve CHP etrafında toplanan bürokrat-eşraf-tüccar-
sanayici kesiminden oluşan koalisyonun dağılması ile sonuçlanmıştır.
1946–1960 dönemi, devletçiliğin geri plana atıldığı, çok partili hayatla bir-
likte politik bir dönüşümün yaşandığı, ulusal/uluslararası politika düzleminde
ortaya çıkan realitelerin Türkiye’nin ABD-Batı Avrupa yanlısı politikalar izle-
mesini gerektiren bir dönem olmuştur. Ülkenin iç dinamikleri ve uluslararası
konjonktür, ekonomide yeni arayışları zorunlu kılmış, bu döneme kadar içe
kapanan ve dış iktisadi ilişkilerden görece bağımsız hareket eden Türkiye, bu
süreçle birlikte dış gelişmelere duyarsız kalamamıştır. Devletçilikten kopuş ve
uluslar arası ekonomik sisteme eklemlenme süreci olarak adlandırılan bu dö-
nemin başlangıcında (1946–1950) Türkiye’de iktisat politikasında esaslı dönü-
şümler yaşanmış ve bu kısa geçiş dönemi 1950’de DP’nin iktidara gelmesi ile
tamamlanmıştır. DP iktidarının yaşandığı 1950–1960 döneminin iktisat felsefe-
si, bu sürece paralel biçimde özel teşebbüs ağırlıklı liberal ekonomi politikaları
olmuştur. Devletin ekonomik rolünü daraltmayı vaat eden DP, iktidarının ilk
yıllarında olumlu iklim koşulları ve iç/dış konjonktüre bağlı olarak başarı sağ-
lamış, ancak 1953’den itibaren ortaya çıkan sorunlar karşısında liberal politika-
lardan vazgeçmek ve içe dönük korumacı bir politikaya yönelmek zorunda
kalmış, hatta 1960’lara doğru ekonomideki istikrarsızlık, döviz kıtlığı ve dış
ticaretteki tıkanma ciddi boyutlara ulaşınca dış çevrelerin de baskısıyla 4
Ağustos 1958 İstikrar Kararları alınmıştır. Bu kararlar çevresinde tekrar 1930’lu
yıllarda uygulanan ve devletin ekonomide ağırlığının hissedildiği içe dönük
ithal ikameci sanayileşme bu kez daha geniş kapsamlı makro planlar çerçeve-
sinde ülkenin ekonomik politikalarının belirleyicisi haline gelmiştir.
27 Mayıs 1960 Darbesi ile oluşturulan ve bürokratik mekanizmanın gücü-
nü artıran yapının iktisat politikaları üzerinde egemenliğini kuran makro plan-
lar, siyasetin ve bürokrasinin ekonomi politikalarında etkisini artıran bir yeni
dönüşüm noktası oluşturmuştur. Sonuçta bu yapı Türkiye’nin 1980 öncesi ikti-

736
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

sat politikalarını ithal ikameci kalkınma politikalarıyla şekillendirmiş, görece


dışa kapalı bu dönemde kısa vadeli kazançlara yönelik yatırımlar, rekabet ek-
sikliğinden kaynaklanan yüksek fiyatlı ve düşük kaliteli yerli ürünler, hantal
bir devlet yapılanması ve piyasaya karşı derin bir güvensizlik oluşmuştur. Bu
dönemin sonlarına doğru petrol ve borç krizleriyle birlikte alevlenen ekono-
mik/politik istikrarsızlık ve buna bağlı gerilim ortamı, 12 Eylül 1980 Darbesiyle
sonuçlanmış ve ülkenin ekonomi politikalarını da etkileyen bir dönüşüm ve
yeni/zorlu bir süreç başlamıştır.
Türkiye, 1980–2001 dönemine siyasi istikrara (bir tek parti iktidarı veya
askeri darbenin güvenli ortamına) ihtiyaç duyduğu yadsınamayacak 24 Ocak
1980 Kararları ile girmiş, yeni süreç, neoliberal dışa açık büyüme/kalkınma
politikaları ile biçimlendirilmiştir. 24 Ocak 1980 Kararlarının mimarı olan Tur-
gut Özal’ın karizmatik kişiliği, ekonominin dışa açılmasında etkisini fazlasıyla
göstermiştir. Özal’ın dışa açık, etkin rekabete dayalı serbest piyasa sistemini ve
özelleştirmeyi temel alan yaklaşımı, ilk on yılda olumlu sonuçlar vermiştir.
Ancak, ihracatın ithalattan fazla arttığı bu dönemin son yılında döviz piyasası-
nın oluşmasına ve uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki engellerin
kaldırılmasına yönelik yapılanma (32 Sayılı KHK) sonrası 1990’lı yıllarda eko-
nomide ulusal paradan kaçış (dolarizasyon) olgusu ortaya çıkmıştır.
Öte yandan, uluslararası ekonomik sisteme hızlı biçimde eklemlenilen, bö-
lüşüm sorunlarının dikkate alınmadığı, zengin müteşebbis kesimlere kaynak
transferlerinin yüksek enflasyon/faiz oranları ile sağlandığı, devlete borç ver-
menin en güvenilir ekonomik faaliyet olarak görüldüğü, sabit sermaye yatırım-
larının azaldığı ve devletin sanayileşme noktasında bıraktığı boşluğun özel
kesimce doldurulmadığı bir rant ekonomisinin ortaya çıktığı 1990’lı yıllar iç ve
dış ekonomik şokların yaşandığı ekonomide kayıp yıllar olmuştur. Bu on yılda
özellikle koalisyon hükümetleri pratiğinde şekillenen siyasetin ekonomi üze-
rindeki etkisi ve buna bağlı “yolsuzluk” olgusu önemli/olumsuz bir sonuç ol-
muş, Körfez Krizi ve 1994 Krizi sonrası IMF’ye yeniden muhtaç hale gelen ve 5
Nisan 1994 Kararlarını almak zorunda kalan Türkiye, uluslar arası konjonktür-
le bağlantılı Asya, Rusya Krizleri ve 1999 Marmara Depreminin olumsuz etki-
leri altında 2000’li yıllara oldukça sıkıntılı girmiştir. Temel makro iktisadi gös-
tergelerin bozulduğu 1990’lıların sonunda yeni bir istikrar programı olan 2000-
Enflasyonu Düşürme Programı dövize aşırı hücum yapılan Kasım 2000 kriziy-
le tartışılır hale gelmiş, Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasında MGK toplantı-
sında yaşanan gerilim sonrası Şubat 2001’de tamamen anlamsız hale gelmiştir.
Başbakana fırlatılan anayasa kitapçığıyla ile Türkiye ekonomi-politik günde-
minde iz bırakan bu kriz sonrası 21 Şubat 2001 gecesi kur dalgalanmaya bıra-
kılmış, bu iki krizle büyük yaralar alan Türkiye Enflasyonu Düşürme Progra-
mını terk ederken krizlerin ardından Türkiye’ye davet edilen K. Derviş, eko-
nominin başına geçmiş ve GEGP’nı açıklamıştır.
Açıklanan yeni programa ve olumlu denebilecek ilk sonuçlara rağmen
2001’de krize bağlı ekonomik küçülmenin yarattığı kötümser ekonomik tablo-
nun etkisi ile koalisyon hükümetinin siyasal istikrarsızlık sürecine girmesi ne-
deniyle 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde, dönemin koalisyon

737
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

partileri büyük bir hezimete uğramış, buna karşın AKP, ilk kez girdiği seçimde
büyük bir başarı sağlayarak tek başına iktidar olmuştur. Böylece Türkiye’de
uzun bir aradan sonra yeniden tek parti iktidarı dönemi başlamıştır. Lideri ve
muhafazakâr demokratik kimliği ile ANAP’a benzetilen AKP, iktidara geldi-
ğinde IMF destekli GEGP’dan sapmamış, ancak seçimden kısa süre sonra ka-
muoyuna sunduğu AEP ile iktisadi hedeflerini açıklamıştır. AKP, iktidara gel-
diği ilk günden itibaren özellikle doğrudan yabancı yatırımların teşviki konu-
sunda stratejiler geliştirmiş ve bu amaçla etkin bir serbest piyasa sisteminin
oluşturulmasına ağırlık vermiş, özelleştirme konusunda önemli adımlar atmış-
tır. Yabancı sermaye yatırımlarında ciddi artışların meydana geldiği AKP dö-
neminde temel makro değişkenler olumlu biçimde değişmiş, politik düzlemde
yaşanan istikrara paralel olarak ekonomide güvensizlik sorunu ortadan kalk-
mıştır. Ekonomide kaydedilen yüksek büyüme rakamları, her ne kadar tartış-
malara yol açmış olsa da hükümetin ekonomi karnesine olumlu yansımış, enf-
lasyonda belirgin bir düşüş yaşanmış ve ekonomi tek haneli enflasyonla ta-
nışmıştır. Bütün bu olumlu gelişmelere karşın aşırı borçlanma, yüksek reel faiz
ve yüksek işsizlik oranları, hükümetin ekonomi karnesine olumsuzluk olarak
yansımıştır. Yüksek reel faiz ve düşük kur politikası sonucu, spekülatif yabancı
sermaye girişlerinde yaşanan artışa paralel olarak dış ticaret dengesinin sürekli
açık vermesi ve yüksek cari açıklar da hükümetin karnesine eklenen diğer
olumsuzluklar olmuştur.

KAYNAKÇA

Alkin, Erdoğan (1983). Turkey’s International Economic Relations, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi
Yayını, Yayın No: 492, Güryay Matbaası, İstanbul.
Alper Emre ve Öniş Ziya (2001/2002) “Finansal Küreselleşme, Demokrasi Açığı ve Yükselen Piyasalarda
Yaşanan Sürekli Krizler: Sermaye Hareketlerinin Liberalleştirilmesi Sonrasında Türkiye Dene-
yimi” Doğu Batı, Yıl:4, Sayı:17, Kasım, Aralık, Ocak 2001–2002, s. 211–234.
Altan, Mehmet (2006). Darbelerin Ekonomisi, Hemen Kitap, İstanbul.
Altay, N. O. (2000), “Türkiye’de İktisadi Dönüşümlerin Sosyo İktisadi Sonuçları Üzerine Bir Deneme”,
Dokuz Eylül Üniversitesi, İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 15, Sayı: 2, ss. 49–68.
Aral, Berdal (2001). “Dispensing with Tradition? Turkish Politics and International Society during the
Ozal Decade, 1983–93”, Middle Eastern Studies, vol. 37, no.1, January, ss. 72–88.
Aydın, Mustafa (2000). “Determinants of Turkish Foreign Policy: Changing Patterns and Conjunctures
during the Cold War”, Middle Eastern Studies, C. 36, No: 1, ss. 103–139.
Bağımsız Sosyal Bilimciler (2001). “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı Üzerine Değerlendirmeler”,
İktisat, işletme ve Finans, Sayı: 186, Eylül ss. 7–17.
Bağımsız Sosyal Bilimciler (2003). “2003 Başında Türkiye Ekonomisi ve AKP Hükümetinin Programı
Üzerine Değerlendirmeler”, http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/iktisatg.htm, 2.12.2007.
Başkaya, Fikret (2005). Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi, Maki

738
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

Basın Yayınları, Ankara.


Bayar, Ali H. (1996). “The Developmental State and Economic Policy in Turkey”, Third World Quarterly,
Vol. 17, No. 4, pp. 773–785.
Boratav, Korkut (1982). Türkiye’de Devletçilik, Savaş Yayınları, Ankara.
Boratav, Korkut (1988). Türkiye İktisat Tarihi (1908–1985), Gerçek Yayınevi, Ankara
Çaha, Ömer (1993). “Atatürk Dönemi İktisat Politikaları”,
http://www.fatih.edu.tr/~omercaha/Makaleler, 12.12.2008.
Çaylak, Adem (2008). “Osmanlı Politik-İktisadi Düzeneğinin Anlaşılmasına İlişkin Yaklaşımlar”, Türki-
ye’nin Ekonomi-Politiği 1923–2007, (Ed. M. Dikkaya, D. Özyakışır ve A. Üzümcü), Orion Yayınla-
rı, Ankara: 2008, s. 53–64.
Değirmen, Süleyman (2007). “Crowding out, Interest and Exchange Rate Shocks and Bank Lending:
Evidence from Turkey”, International Research Journal of Finance and Economics, no: 10, pp. 76–87.
Demir, Osman ve Adem Üzümcü (2001). “Türkiye’de Yaşanan Ara Rejimlerin Ekonomi Açısından
Değerlendirilmesi”, Uludağ Üniversitesi İİBF Dergisi, cilt. 9, sayı: 1, ss. 1–19.
Dikkaya, Mehmet (2006). “Dış İktisadi Politikaların Küresel İktisadi Entegrasyon Üzerindeki Etkileri:
DP ve ANAP Örnekleri”, Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri, (Ed. Nejat Doğan ve Mahir
Nakip), Seçkin Yayınları, Ankara, ss. 191–209.
Dikkaya, Mehmet ve Deniz Özyakışır (2008a), “Türkiye Ekonomisinde Yeni Arayışlar: 1946–1960 Dö-
nemi”, Türkiye’nin Ekonomi-Politiği 1923–2007, (Ed. M. Dikkaya, D. Özyakışır ve A. Üzümcü),
Orion Yayınları, Ankara: 2008, ss. 105–122.
Dikkaya, Mehmet ve Deniz Özyakışır (2008b). “Türkiye Ekonomisinde Radikal Dönüşüm: 1980–2007
Dönemi”, Türkiye’nin Ekonomi-Politiği 1923–2007, (Ed. M. Dikkaya, D. Özyakışır ve A. Üzümcü),
Orion Yayınları, Ankara: 2008, ss. 139–168.
Dikkaya, Mehmet, Deniz Özyakışır ve Adem Üzümcü (2008), Türkiye’nin Ekonomi-Politiği 1923–2007,
Orion Yayınları, Ankara.
Eğilmez, Mahfi (2001). “Kasım 2000 Krizi Üzerine 1”, http://www.mahfiegilmez.nom.tr/kose_1.htm
25.12.2007.
Eğilmez, Mahfi (2007). “İktidarın İktisadi Karnesi” Radikal, 08.04.2007.
Erdal, Adnan ve Önder Dilek (2008), “Kamu Müdahaleciliğinin Yeni Evresi ve Planlı Ekonomi: 1960–
1980 Dönemi”, Türkiye’nin Ekonomi-Politiği 1923–2007, (Ed. M. Dikkaya, D. Özyakışır ve A.
Üzümcü), Orion Yayınları, Ankara: 2008, ss. 123–138.
Ertugrul, A. and Selcuk, F. (2001). “A Brief Account of the Turkish Economy”, 1980–2000, Emerging
Markets Finance and Trade, 37, ss. 6–30.
Gevgilili, Ali (1989). Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Bağlam Yayınları, Ankara.
Güloglu, Bulent (2001). "İstikrar Programından İstikrarsızlığa (Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri)", Yeni
Türkiye Dergisi, Kriz Özel Sayısı I, Eylul-Ekim 2001. ss. 524–530.
Güloğlu, Bülent ve A. Ender Altunoğlu (2002). “Finansal Serbestleşme Politikaları ve Finansal Krizler:
Latin Amerika, Meksika, Asya ve Türkiye Krizleri” İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Dergisi, No: 27, Ekim, http://www.econturk.org/Turkiyeekonomisi/Finvekriz1.pdf
Heper, Metin (1994). “Bureaucracy in the Ottoman-Turkish Polity”, Handbook of Bureaucracy (Ed. Ali
Farazmand), New York: Marcel Dekker.
İlkorur, Korkmaz (2005). “Büyüyen Ama İstihdam Yaratmayan Ekonomi”, Radikal, 07.04.2005.
İlkorur, Korkmaz (2007). “AKP Ekonomide Başarılı Oldu mu?” Radikal, 22.05.2007

739
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Jacoby, Tim (2003). “For the People, Of the People and By the Military: The Regime Structure of Modern
Turkey”, Political Studies, Vol. 51, pp. 669–685.
Kahraman, Sevilay Elgün (2000). “Rethinking Turkey-European Union Relations in the Light of Enlar-
gement”, Turkish Studies, vol.1, no.1, Spring, ss. 1–20.
Karluk, S. Rıdvan (2006). “Türkiye Ekonomisinde 1980 Öncesi ve Sonrası Yaşanan Krizlere Yönelik
İstikrar Politikaları”, İktisadi Kriz Öncesi Erken Uyarı Sistemleri, (Ed. Halil Seyidoğlu ve Rıfat Yıl-
dız) Arıkan Yayınları, İstanbul ss. 55–88.
Karluk, S. Rıdvan (2005). Cumhuriyetin İlanından Günümüze Türkiye Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm,
10.Baskı, Beta Basım A.Ş., Yayın No: 1295, İstanbul.
Kazgan, Gülten (1988). Ekonomide Dışa Açık Büyüme, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul
Kazgan, Gülten (2004), Tanzimat’tan 21.Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Yayın No:
22, İstanbul.
Kepenek Y. ve N. Yentürk (2000). Türkiye Ekonomisi , Remzi Kitabevi, Ankara.
Keyder, Çağlar (1993). Ulusal Kalkınmacılığın İflası, Metis Yayınları, Ankara
Kılıçbay, Ahmet (1992), Türk Ekonomisi, Modeller, Politikalar, Stratejiler, 4.Baskı, Türkiye İş Bankası Yayı-
nı, Ankara.
Kibritcioglu, Aykut (2001). "Türkiye'de İktisadi Krizler ve Hükümetler, 1969–2001" Yeni Türkiye Dergisi,
İktisadi Kriz Özel Sayısı, Cilt 1, Yıl 7, Sayı 27 (Eylül-Ekim), ss. 174–182.
Köse, Salih (2002). “24 Ocak 1980 ve 5 Nisan 1994 İstikrar Programlarının Karşılaştırılması”, Planlama
Dergisi (DPT’nin Kuruluşunun 42. Yılı Özel Sayısı), ss. 119–128.
Kubicek, Paul (2002). “The Earthquake, Civil Society and Political Change in Turkey: Assessment and
Comparison with Eastern Europe”, Political Studies, vol. 50, ss. 761–778.
Kuyucuklu, Nazif (1986). Türkiye İktisadı, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., Yayın No: 68, İktisat Dizisi: 5,
İstanbul.
Nişancı, Şükrü ve Adem Çaylak (2008). “Osmanlı’da Siyaset-Ekonomi Dengesi ve Cumhuriyete Kalan
İktisadi Miras”, Türkiye’nin Ekonomi-Politiği 1923–2007, (Ed. M. Dikkaya, D. Özyakışır ve A.
Üzümcü), Orion Yayınları, Ankara: 2008, ss. 1–51.
Ongun, Tuba (2001). “İktisadi Kronoloji (1923-Temmuz 2001)”, Türkiye Ekonomisi Sektörel Analiz, (Ed.
Ahmet Şahinöz), İmaj Yayın Evi, Ankara, ss. 515–534.
Öniş, Ziya (1989). Türkiye’de Dış Ticaret Politikaları ve Dış Borç Sorunu, 1980–1988, İTO Yayın No: 1989-33,
İstanbul.
Öniş, Ziya (2004). “Turgut Ozal and his Economic Legacy: Turkish Neo-Liberalism in Critical Perspecti-
ve”, Middle Eastern Studies, Vol. 40, No. 4, July, ss.113–134.
Öniş, Ziya (2006). “The Political Economy of Turkey’s Justice and Development Party”, (Ed. Hakan
Yavuz) The Emergence of a New Turkey: Democracy and the AK Party. Salt Lake City: University of
Utah Pres, pp. 207–234.
Özatay, Fatih ve Güven Sak (2002). “The 200–2001 Financial Crisis in Turkey”
http://www.brook.edu/dybdocroot/es/commentary/journals/trade/papers/200205_ozatay.pdf,
23.12.2005.
Özcan M. Kıvılcım ve Vuslat Us (2006). “Dolarizasyon Sürecinde Son Gelişmeler: Türkiye Ekonomisi
Örneği”, TİSK AKADEMİ, Cilt: 1, Sayı: 2, ss. 99–115.

740
28. Bölüm: Türkiye’de İktisadi Dönüşümler ve Politik Yansımaları / A. Üzümcü, M. Dikkaya D. Özyakışır

Öztürk, Salih ve Deniz Özyakışır (2005). “Türkiye Ekonomisinde 1980 Sonrası Yaşanan Yapısal Dönü-
şümlerin GSMH, Dış Ticaret ve Dış Borçlar Bağlamında Teorik Bir Değerlendirmesi”, Mevzuat
Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 94.
Özyakışır, Deniz (2008). “AKP iktidarının çıkmazı: Demokrasi yerine piyasa”, Radikal, 26.05.2008
Pakdemirli, Ekrem (1995). Ekonomimizin Sayısal Görünümü 1923’ten Günümüze, Milliyet Yayınları.
Pamuk, Şevket (1987). “İthal İkamesi, Döviz Darboğazları ve Türkiye, 1947–1979’’, Kriz, Gelir Dağılımı ve
Türkiye’nin Alternatif Sorunu, (Edit: K. Boratav, Ç.Keyder ve Ş. Pamuk), 2. Baskı, Kaynak Yayın-
ları, İstanbul, ss. 37–69.
Selçuk, Faruk (2001/2002). “Alacakaranlık Kuşağı”, Doğu Batı, Yıl:4, Sayı:17, Kasım, Aralık, Ocak 2001–
2002, ss. 189–194.
Seyidoğlu, Halil (1982). Türkiye’de Sanayileşme ve Dış Ticaret Politikası, Turhan Kitabevi Yayınları, İktisadi
ve Sosyal Araştırmalar Dizisi, No: 2, Ankara.
Somçağ, Selim (2003). “Ekonomi 2002’de Büyüdü mü?” İktisat, İşletme ve Finans, Sayı: 207.
Sönmez, Mustafa (2004). Türkiye Ekonomisinin 80 Yılı, İstanbul Ticaret Odası, Yayın No: 2004–28, İstan-
bul.
Sunay, Cengiz (2007). “Tek Partili Yılların Ekonomi Politiği”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 91, Güz 2007, ss.
103–118.
Şahin Mehmet ve Çiğdem Özenç (2008). “Varlık Vergisi ve Toplumsal Etkileri”, Finans Politik ve İktisadi
Yorumlar, Yıl: 45, Sayı: 516, Şubat 2008, ss. 87–98.
Şahin, Hüseyin (2007), Türkiye Ekonomisi (Tarihsel Gelişimi - Bugünkü Durumu), 9.Baskı, Ezgi Kitabevi
Yayınları, Bursa.
Şimşek, Hayal A. (2007). “Türkiye’de 2000 Sonrasında Uygulanan İstikrar Programlarının Kamu Mali-
yesine Etkileri”, Finans Politik & İktisadi Yorumlar, Cilt: 44, Sayı: 512, s. 52–68.
Temel, A., E. Boyar ve Ş. Saygılı (2002). “Türkiye Ekonomisinde Yapısal Değişim (1946–1999)” Planlama
Dergisi 42. Yılı Özel Sayı, DPT, Ankara, ss. 49–76.
Tezel, Yahya Sezai (1994), Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923–1950), Genişletilmiş 3. Edisyon,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Tokgöz, Erdinç (1997). Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914–1997), İmaj Yayınevi, Ankara.
Türkmen, Füsun (2002). “Turkey and the Korean War”, Turkish Studies, Vol.3, No. 2, pp. 161-180.
Uras, Güngör, (1999). “Yapılmayanlar Yapılamayacakların Teminatıdır” Milliyet, 02.06.1999.
Uygur, Ercan (2001). “Krizden Krize Türkiye:2000 Kasım Ve 2001 Şubat Krizleri”, Türkiye Ekonomi
Kurumu Tartışma Metni, No: 2001/1, 7 Nisan 2001, ss. 1–41.
Uysal, Yaşar (2007). “Devlet Merkezli Spekülatif Rant Ekonomisi: Oluşumu ve Sonuçları”, Finans Politik
& İktisadi Yorumlar, Cilt: 44, Sayı: 511, ss. 38–54.
Üzümcü, Adem (2008). “Türkiye’de Ulusal Ekonominin İnşası: 1923-1945 Dönemi”, Türkiye’nin Ekono-
mi-Politiği 1923-2007, (Ed. M. Dikkaya, D. Özyakışır ve A. Üzümcü), Orion Yayınları, Ankara:
2008, ss. 65-104.
Yeldan, Erinç (2001–2002). “Türkiye Ekonomisinde 2000–2001 Krizinin Yapısal Kaynakları Üzerine”,
Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 17, Kasım, Aralık, Ocak, ss. 195–203.
Yeldan, Erinç (2004). Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi Bölüşüm, Birikim ve Büyüme, İletişim Yayın-
ları, İstanbul,
Yeldan, Erinç (2007). “AKP Ekonomisi–1: Borç Yaratan Büyüme”, Cumhuriyet, 20.06.2007.

741
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Yenal, Oktay (1999). “İktisat Siyasası ve Plan”, İktisat Siyasası Üzerinde İncelemeler, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ekonomi Dizisi: 29, Ankara, ss. 159–172.
Yenal, Oktay (2001), Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, Türkiye Sınaî Kalkınma Bankası Yayını.
Yılmaz, Şiir (1998). “1923’ten Bu Yana Ekonomi Politikaları: Devletçilikten Devletin Tasfiyesine”, Mülki-
yeliler Birliği Dergisi, Cilt: 22, Sayı: 213, ss. 36–39.

742
29. Bölüm: Türkiye Ekonomisinde Kayıp Yıllar / Mehmet Dikkaya, Deniz Özyakışır

29. BÖLÜM
TÜRKİYE EKONOMİSİNDE KAYIP YILLAR [1991–2001]]

Mehmet DİKKAYA∗ - Deniz ÖZYAKIŞIR∗∗

GİRİŞ
Türkiye ekonomisi 1980’lerden itibaren neo-liberal politikalar bağlamında
yeni bir dönemece girmiştir. Bu süreç politik aktörler tarafından hayli sıkıntılı ve
konjonktürel dalgalanmalara açık bir biçimde yönetilmiştir. Süreç, temelde üç
siyasal önder ekseninde şekillenmiştir. Bunlardan ilki, 12 Eylül darbesinden önce
de bürokraside etkin olma şansı elde etmiş ve Dünya Bankası tecrübelerini Tür-
kiye’ye büyük ölçüde başarılı bir şekilde uyarlama becerisini gösterebilmiş Tur-
gut Özal; ikincisi, 12 Eylül öncesinde de uzun süre iktidar olma fırsatı yakalamış
ama “60 cente muhtaç Türkiye” profilinin ortaya çıkmasını engelleyememiş ve
1990’lardan itibaren yasaklı statüsünden kurtularak mensup olduğu siyasal ha-
reketi (koalisyonla da olsa) iktidara taşıyabilmiş Süleyman Demirel; üçüncüsü,
1990’ların sonlarından itibaren, yine eski bir siyasi yasaklı olan ama “dürüst”
niteliğini bu dönemde ekonomik anlamda kanıtlama becerisi gösteremeyen (da-
ha ziyade çevresel etkiler sonucu) Bülent Ecevit olmuştur. “Türkiye ekonomisinin
kayıp yılları” olarak adlandırılabilecek olan 1991–2001 döneminde yaşanan kar-
gaşa ortamının ardından, muhafazakâr demokrasi söylemiyle tek başına iktidar
olma başarısı elde edebilmiş Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP dönemi başla-
mıştır.
Bu bölümde, 1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik gelişmeler, 1991–2001 dö-
neminde Türkiye ekonomisinde yaşanan ekonomik krizler geniş/ayrıntılı bir
ekonomi-politik çerçevede ele alınacaktır. Koalisyon hükümetleriyle biçimlenen
süreçte meydana gelen ekonomik krizler “sebep-sonuç” ve “etki” çerçevesinde
analiz edilecektir. Bu 11 yıllık dönemin doğru analiz edilmesi açısından dönemi
kapsayan temel makro göstergelerde yaşanan gelişmeler üzerinde de durulacak-
tır.
1991–2001 DÖNEMİ: KRİZ VE İSTİKRARSIZLIK YILLARI
Türkiye ekonomisinde özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren,
özelleştirme dâhil pek çok alanda gerekli reformların yapılmaması, ekonomi-


Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, İktisat Bölümü.
∗∗
Yard. Doç.Dr., Kafkas Üniversitesi, İktisat Bölümü.

743
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

politik istikrarsızlıklar, kamu açıklarının sürekli iç ve dış borçlarla finanse edil-


mesi ve bütün bunların sonucunda/bunlara bağlı olarak bütçe açıklarının ve
“Kamu Kesimi Borçlanma Gereği”nin (KKBG) hızla artması 1990’lı yıllara girer-
ken önemli problem alanları olarak göze çarpmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye
ekonomisi açısından 1990’lı yıllar, iç ve dış şokların fazlasıyla hissedildiği ve
buna bağlı olarak çeşitli ekonomik krizlerin etkilerinin görüldüğü/yaşandığı bir
dönem olmuştur.
1990’lı yıllara gelindiğinde ekonominin genel görünümünde kronikleşmiş
yüksek enflasyon, iç borçlara bağlı gelişen sorunlar, dışsal şoklar, siyasi istikrar-
sızlıklar vb. unsurları görmek mümkündür (Özcan ve Us, 2006: 103). Bununla
birlikte söz konusu döneme ilişkin sağlıklı bir değerlendirme yapmak için bazı
temel makro ekonomik göstergelere başvurulmasında yarar vardır.
Öncelikle, ilgili döneme girerken 1990’da % 9.4’lük yüksek bir büyüme hı-
zına erişen Türkiye ekonomisi I. Körfez Savaşı’nın da etkisiyle 1991 yılında ne-
redeyse hiç büyüme kaydedememiştir. 1993 yılında yine yüksek bir büyüme
hızına ulaşan ekonomi, 5 Nisan Kararları’nın alındığı 1994 yılında büyük bir
çöküşe geçmiş ve büyüme hızı %-6.1 olarak gerçekleşmiştir (Işık vd., 2006: 244).
Dolayısıyla, ekonomi krizden hemen sonra %6.1 oranında küçülerek istikrarsız
bir eğilim kaydetmiştir.
1990’larda giderek artan kamu açığı, ağırlıklı olarak yurtiçi mali piyasalara
borçlanarak finanse edilmeye başlanmıştır. Artan iç borçlanma gereksinimi ne-
deniyle faiz oranları yükselmiş, bu da faiz ödemeleri ve kamu açıklarının artma-
sına neden olmuştur. İç borç faiz ödemelerinin GSMH’ye oranı 1980’lerde %1,1
iken bu oran 1990’larda önemli bir artış göstererek %6,3’e ulaşmıştır. Buna ek
olarak iç borçlar çoğunlukla kısa vadeli olmuştur (TCMB, 2002: 31–32). 1990 yı-
lında iç borçların GSMH içindeki payı %15.3 iken bu oran 1993’te (kriz öncesi
yıl) %17.9’a yükselmiştir. Aynı dönemlerde dış borçların oranı ise sırasıyla
%30.8 ve %44.1 şeklinde gerçekleşmiştir (Işık vd., 2006: 245).
Öte yandan 1989’da sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesinden sonra,
1991 Körfez Krizi, 1994 finansal krizi ve 1998 Rusya krizi dönemleri hariç, Türki-
ye 1990’lar boyunca cari işlemler hesabını finanse etmek için ihtiyacı olandan
fazla yabancı sermaye girişi sağlamıştır (TCMB, 2002: 24). 1989’da 32 Sayılı Ka-
rar’ın yürürlüğe girmesiyle birlikte yurt içi faiz oranlarındaki artışın da etkisiyle
sıcak para olarak nitelendirilen kısa vadeli sermaye girişleri artmaya başlamıştır.
Nitekim 11 Ağustos 1989’da Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki 32
Sayılı Kararla Kambiyo Rejimi önemli ölçüde serbestleştirilmiş, bu bağlamda
yurtdışında yerleşik kişilerin, Menkul Kıymetler Borsasında alım satım işlemleri
yapmalarına ve satış bedellerini transfer etmelerine izin verilmiştir (Ongun,
2006: 524). Böylece TL’nin diğer para birimleri karşısındaki değeri artarken (Işık
vd., 2006: 245) dış ticaretin kompozisyonu bundan etkilenmiş; ithalat artarken,
ihracat giderek durağan bir hal almaya başlamıştır.
Ayrıca 32 Sayılı Karar’ın bir sonucu olarak 1989’da %24 seviyesinde olan
döviz cinsinden banka mevduatlarının toplam mevduatlardaki payı 1999’da
%46’ya çıkmıştır (TCMB, 2002: 35). Bu durum Türkiye ekonomisinde dolarizasyon

744
29. Bölüm: Türkiye Ekonomisinde Kayıp Yıllar / Mehmet Dikkaya, Deniz Özyakışır

(ulusal paranın rezerv paralarla ikamesi) sorununu ortaya çıkarmıştır. Dolari-


zasyon; “genel olarak ekonomik birimlerin yabancı para ve yabancı para cinsinden varlık
tutmaları” (Özcan ve Us, 2006: 99) biçiminde tanımlanır. Söz konusu dönemde
TL’nin dolar veya genel olarak döviz karşısındaki durumu “Hâlihazırda TL yük-
sek ateşle yatakta inleyen bir hasta gibidir” (Kandiller, 1997: 4) şeklinde ifade edil-
miştir.
1994 KRİZİ VE 5 NİSAN KARARLARI: GENEL BİR DEĞERLENDİRME
1990’lı yıllarda hızla artan kamu açıkları ve bu açıkların gerek içerden ge-
rekse dışarıdan aşırı borçlanmayla finanse edilmesi, TL’nin aşırı değerlenmesi
sonucu dış ticaret açığındaki artış, vergi gelirlerinin iç borçları bile karşılayama-
ması, faiz oranlarının aşırı sıcak para girişine yol açacak derecede yüksek olması
ve bütün bunlara bağlı olarak ortaya çıkan politik istikrarsızlık, mevcut sistemin
tıkanmasına neden olmuştur. Bu tıkanma 1994 Ekonomik Krizi olarak Türk eko-
nomisindeki adını/yerini almıştır.
Yeldan’a göre tıkanmanın ve/veya krizin başlıca sebebi, Türkiye’nin ulusal
mali piyasalarında yeterince derinleşme ve olgunluk sağlanmadan uluslararası
spekülatif sermayenin çıkar alanına çekilmiş olması ve buna bağlı olarak reel
ekonomik faaliyetlerdeki dalgalanmalar olmuştur (Yeldan, 2004: 142–143). Mev-
cut tıkanmanın/krizin yapısal ve teknik reformlar temelinde aşılması ve bu te-
melde yeni bir istikrar programının hazırlanması, beraberinde 5 Nisan 1994 İs-
tikrar kararlarını getirmiştir.
Bütüncül bağlamda ele alındığında 5 Nisan kararlarının en dikkat çekici
özelliklerinden biri Türkiye’nin yeniden IMF’ye muhtaç hale gelmesidir. Oysa
1985’ten beri IMF’siz bir rota izleyen Türkiye ekonomisi, 1994 yılında yeniden
IMF ile masaya otur(tul)muştur. Bu süreçte faizleri düşürmeye çalışan hükümet,
o tarihe kadar hiçbir Cumhuriyet hükümetinin vermek zorunda kalmadığı faiz-
lerle borç almak durumunda kalmıştır. 1994’ün sonuna gelindiğindeyse ekono-
mi %6.1 oranında küçülürken enflasyon TEFE bazında yaklaşık %150’ye yük-
selmiş ve 1993 yılındaki 173 milyar dolarlık gelir 1994‘te 132 milyar dolara düş-
müştür (Karluk, 2006: 68–69).
Bu bağlamda 26 Ocak 1994’te TL yaklaşık %14 oranında devalüe edilmiştir.
Bu devalüasyonu 1 Mart ve 17 Mart tarihlerindeki iki devalüasyon izlemiştir.
TL’nin yabancı paralar karşısındaki değer kaybı Nisan ayına kadar sürmüş,
Ocak-Nisan arası dönemde TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı nominal ola-
rak %172’ye kadar yükselmiştir. Yerli paranın yabancı paralar karşısındaki değer
kaybının hızlanması sonucu faiz-kur makası daralmış, açık pozisyonlarını ka-
patma yarışında olan bankaların da dövize hücum etmeleri sonucu Merkez Ban-
kası rezervleri hızla erimeye yüz tutmuştur. Bunun sonucunda 1 Aralık 1993’te 7
milyar dolardan fazla olan döviz rezervleri, 1 Mart 1994’te 3.3 milyar dolara
düşmüştür (TCMB,2001). Bu yüksek devalüasyonların etkisiyle her ne kadar
ihracatta bir miktar artış ve ithalatta bir ölçüde yavaşlama eğilimi görülmüşse de
1996’da trend tekrar değişmiş ve dış ticaret açığı olağanüstü boyutlara ulaşmıştır
(Kepenek ve Yentürk, 2000: 488). Öte yandan 1995–1997 yılları arasında kısa
vadeli borçlanma ile finanse edilen ve bavul ticaretinden yararlanan yüksek

745
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

oranlı bir büyüme performansı gerçekleştirilmiştir (Celasun, 2001/2002: 180).


5 Nisan İstikrar Programı Kararları genel olarak değerlendirildiğinde, kısa
vadeli hedeflere ulaşıldığı fakat orta ve uzun vadeli hedeflerin gerçekleştirilme-
diği görülmektedir. Bunun başlıca sebebi ise düşürülen reel ücretler nedeniyle
sosyal çalkantıların artması ve koalisyon hükümetinin dağılarak genel seçimlere
gidilmek zorunda kalınmasıdır (Güloğlu ve Altunoğlu, 2002: 19). Ayrıca başta
kamu kesimi borçlanma gereği olmak üzere krize yol açan pek çok sorun, alınan
kararlarla çözülememiş ve Türkiye ekonomisi istikrarsız bir rotada yol almaya
devam etmiştir.
Bu eksende 1999’a kadarki döneme göz atıldığında sayısal verilerle de ko-
layca ispatlanabilecek bir rant ekonomisi ve buna bağlı rantiyer tipi bir biri-
kim/bölüşüm modelinin ortaya çıktığını görmekteyiz.
Sözgelimi, İstanbul Sanayi Odası’na (İSO) kayıtlı 468 özel sanayi işletmesi-
nin net bilanço karı ve faaliyet dışı gelirlerinin karşılaştırıldığı bir kompozisyon-
da faaliyet dışı gelirlerin vergi öncesi bilanço karlarına oranı 1999’a kadar yılda
ortalama %18.7 reel artış göstermiştir. Bu oran 1994 krizinde %43.9 olurken
1999’da ciddi bir sıçrama yaparak (reel olarak) %219’a ulaşmıştır (Yeldan, 2004:
156–157). Bu oranlar, genel olarak sermayenin reel ekonomik düzlemden kaçışı-
nı göstermekle birlikte tasarrufların ve/veya yatırımların spakülatif rant alanla-
rında değerlendirildiğini göstermektedir.
1999’un sonlarına gelindiğinde Türkiye ekonomisini olumsuz etkileyen yeni
gelişmeler yaşandı. Örneğin 17 Ağustos 1999’da Marmara bölgesinde ve 12 Ka-
sım’da Bolu-Düzce’de meydana gelen büyük çaplı depremlerin yol açtığı eko-
nomik kayıpları karşılamak amacıyla 26 Kasım 1999 tarihinde 4481 Sayılı “Dep-
rem Vergisi” (Tokgöz, 2001: 269–270) bu bağlamda dile getirilebilir.
Türkiye ekonomisinde kayıp ve/veya soygun yılları olarak da nitelendirebile-
ceğimiz bu döneme ilişkin çarpıcı bir analiz/değerlendirme Uras tarafından ya-
pılmıştır: “1989–1999 yılları arasında 10 yılda 12 hükümet kuruldu. 10 yılda 12 başba-
kan direksiyonun başına geçti. Bakanlar atandı. Hükümet programları hazırlandı. "Ya-
pacağız... Edeceğiz... Bitireceğiz..." denildi. Ve Türkiye bu noktaya geldi. 10 yılda 12
hükümet, enflasyonu yüzde 70'lerde dolandırdı. Kişi başı milli geliri 3 bin doların üzeri-
ne çıkaramadı. Terörü bitiremedi. Ve de Türkiye sosyal sorunlarıyla, ekonomik sorunla-
rıyla, yabancı ülkelerle olan sorunlarıyla bu noktaya geldi. Her şey düğümlendi.” (Uras:
02.06.1999) Öte yandan, söz konusu döneme ait çarpıcı ekonomik veriler
“1990’ların Türkiye için kayıp yıllar olmasının önemli nedenlerinden birini ortaya koy-
ması bakımından önem taşımaktadır” (Uysal, 2007: 44) diyebiliriz.
Bu perspektiften bakıldığında 2002’ye kadar Türk siyasetine hâkim olan ko-
alisyon hükümetlerinin yaşanan istikrarsızlıkların temel sorumluları olduğunu
(IMF politikalarını görmezden gelmemek kaydıyla) söylemek mümkündür. Ni-
tekim 1990’ların ilk yarısında görüldüğü gibi koalisyon hükümetleri demokratik
ve ekonomik problemlerin boyutlarını daha da arttırmıştır. Özellikle kısa vadeli
seçim kaygılarıyla hareket eden hükümetler borç yükünün azaltılması konusun-
da epey başarısız olmuş ve bu anlamda büyük bir sorumluluk taşımıştır. Zira
dönemin hükümetleri, hükümet harcamalarını karşılamak için bütçe dışı kay-

746
29. Bölüm: Türkiye Ekonomisinde Kayıp Yıllar / Mehmet Dikkaya, Deniz Özyakışır

naklara fazlasıyla başvurmuştur. Bu yöntem 1980 Özal döneminin Türk siyaseti-


ne bir mirası olup bu dönemde aşırı ölçüde kullanılmıştır. Öte yandan kamu
harcamalarının ve rant dağıtım kanallarının/mekanizmalarının gerçek boyutla-
rının hükümetlerce manipüle edilmesi ve/veya gizlenmesi ülkedeki mali denge-
sizliğin boyutlarını gittikçe arttırmıştır (Alper ve Öniş, 2001/2002: 222–224). Bu
dönemde örtülü ödeneğin kanun dışı yollarla kullanılması ve harcanması dö-
nemin başbakanı Tansu Çiller’e Yüce Divan yolunu açmakla birlikte Türk siyase-
tine “Selçuk Parsadan Olayı” olarak geçmiştir. Bu somut örnek o dönemlerde
Türkiye politik-ekonomisinin büyük bir rüşvet, yolsuzluk, dolandırıcılık ve hır-
sızlık sarmalına girdiğini göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca terörle müca-
dele adı altında örtülü ödenekten çeşitli kanallara akıtılan yüklü miktarda para-
lar da dikkatlerden kaçmamalıdır.
Türkiye ekonomisinde 1990’lı yılardan 2000’li yıllara geçiş sürecini değer-
lendirmek gerekirse ekonomi “2000’li yıllara istikrarsızlığa sürüklenmiş makro den-
geleri; bozulan gelir dağılımı ve moral değerlerini yitirmiş bir kamu bürokrasisinin yılgın
koşulları altında hazırlanan yeni bir istikrar programının arayışları içinde girmek zo-
runda kalmıştır” (Yeldan, 2004: 157) diyebiliriz. Bununa birlikte 1990’lı yıllar poli-
tik yozlaşmanın arttığı ve bürokratik oligarşinin palazlandığı yıllar olarak göze
çarpmaktadır. Böylesi bir ortamda özellikle bankacılık sektöründe yaşanan de-
netimsizlik ve yüksek riskli yatırım hamleleri 2000’li yıllara giren ekonomiyi
adım adım krize taşımıştır.
KASIM 2000 VE ŞUBAT 2001 KRİZLERİ: İKİBİNLİ YILLARIN BAŞI
1999 yılı Aralık ayında enflasyonu düşürmek ve sürdürülemez boyutlara
ulaşan kamu borçlarını kontrol altına almak amacıyla IMF’nin desteğiyle döviz
kuru temelli bir istikrar programı uygulanmaya başlanmıştır (Delice ve Tutar,
2006: 283). Yeldan’a göre ise bu program, istikrar programı niteliği taşımamakta
ve sadece enflasyonu düşürme programı olarak kalmaktaydı (Yeldan, 2001/2002:
202). IMF destekli bu programın talep daraltıcı politikalar ekseninde şekillenme-
si programın sadece anti enflasyonist bir nitelik kazanmasına yol açmıştır.
Aralık 1999 Niyet Mektubu ile somutlaşan 2000-Enflasyonu Düşürme Prog-
ramı, 2002 yılı sonuna kadarki 3 yıllık bir evreyi kapsamıştır. Program özünde üç
ana başlıkta çerçevelendirilmiştir. Bunlar; kamu kesimi (maliye) reformu; döviz
kuru nominal çapasına dayalı para programı ve sosyal güvenlik, özelleştirme ve
tarım kesimine yönelik yapısal nitelikli dönüşümler (Yeldan, 2004: 161) olarak
belirlenmiştir.
Öte yandan program kapsamında IMF’ye verilen niyet mektubunda enflas-
yon oranının (TEFE) 2000 yılında %20, 2001 yılı sonunda %10 ve 2002 yılında,
yani üç yıllık programın sonunda %5’e düşürülmesi öngörülmüştür (Tokgöz,
2001: 270).
Bu programın 2000 yılının ilk yarısında ortaya koyduğu olumlu gelişmele-
rin etkisiyle Hükümet 2001–2003 dönemi için iyimser bir tahminle yıllık büyüme
hızını ortalama %7 olarak öngörmüştür. Siyasi istikrarı sağlamayı başaran geniş
tabanlı koalisyon hükümeti, bu uzun vadeli hedefe ve stratejiye uygun olarak
2001–2005 yıllarını kapsayan VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı 1 Ocak 2001 tari-
hinde yürürlüğe koymuştur. Ancak VIII. Plan’ın temel hedefleriyle ilgili politika-

747
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

lar ve araçlar yürürlüğe girmeden Kasım 2000 Krizi’nin yaşanması ile uygula-
namaz hale gelmiştir. Çünkü hükümet ve ekonomi yönetimi “günü kurtarma”
uğraşı içine girmiştir (Tokgöz, 2001: 280–281). IMF’nin desteğiyle hazırlanan ve
1999 yılı sonunda 2000–2002 yılları için uygulamaya konulan dez-enflasyon
programının bazı aksaklıklar içermesi, Kasım ve Şubat krizlerine katkıda bu-
lunmuştur (Eren ve Süslü, 2001: 670). Zira çıpa olarak döviz kurunun benimse-
nerek dövizin sabitlenmesi özellikle cari işlemlerde sorun teşkil etmiş ve devalü-
asyon kaçınılmaz olmuştur.
Nitekim IMF başkan yardımcısı Stanley Fisher de Kasım 2000 krizinin, dö-
viz kuru çapasının uygulamasının oluşturduğu cari açık büyümesinden kaynak-
lanan panik neticesinde “dövize hücum krizi” olduğunu ifade etmiştir (Işık vd.,
2006: 253). Oysa Dünya Bankası Türkiye temsilcisi Ajay Chhibber, bu krizin to-
humlarının 1990'ların başında atıldığını ve asıl sorunun, finansal-yapısal deği-
şimler tamamlanmadan, sermaye hareketlerinin serbest bırakılması olduğunu
ifade etmektedir (Eğilmez, 2001). Sebep ne olursa olsun ekonomi 1990’lı yıllar
boyunca gerek iç sorunlarla (1994 krizi) gerekse dış kaynaklı (1997 Güneydoğu
Asya, 1998 Rusya krizleri gibi) sorunlarla ciddi bir kriz virüsüne yakalanmış ve
bu virüs 2000’li yılların hemen başında büyük bir hastalığa yol açarak sistemin
tıkanmasına yol açmıştır.
Kasım krizinden üç ay sonra 9 Şubat 2001’de Milli Güvenlik Kurulunda
(MGK) Başbakan Ecevit ile Cumhurbaşkanı Sezer arasındaki tartışma ikinci bir
spekülatif saldırıyı başlatmış ve bu kez ortaya döviz krizi çıkmıştır. 21 Şubat’ta
bankalar arası para piyasasında gecelik faiz %6200’e kadar çıkmış ve ortalama
%4019’u bulmuştur. Merkez Bankası’nın döviz rezervi 16 Şubatta 27.94 milyar
dolar iken bu oran 23 Şubat’ta 22.58 milyar dolara inmiş ve rezerv kaybı 5.36
milyar doları bulmuştur. Bu bağlamda dövize artan bir hücum söz konusu ol-
duğu için TCMB 21 Şubat gecesi kurun dalgalanmaya bırakıldığını açıklamak
zorunda kalmıştır. 19 Şubat’ta 1 doların piyasa satış kuru 686.500 TL iken, 23
Şubat’ta 920.000 ve 28 Şubatta 960.000 TL olmuş, böylelikle kurdaki değer artışı
on gün içinde %40’a ulaşmıştır (Uygur, 2001: 23).
Şubat 2001 krizinden önce 28 Milyar dolar civarında olan döviz rezervimiz,
Mayıs 2001’de 18 Milyar dolara gerilemiştir (Çelebi, 2001: 23). Bu bağlamda iç
borç stokunun milli gelire oranı 2001 yılı sonunda %68’e yükselmiştir. İç borç
faiz ödemelerinin GSMH’ye oranı ise 1990’ların başında %2 civarında iken, artan
iç borçlanma temposuna bağlı olarak 2001’de %22’ye kadar çıkmıştır (Voyvoda
ve Yeldan, 2002: 2).
Öte yandan MGK’da yaşanan kriz, Türkiye’de politik istikrarsızlıkla makro
ekonomik krizler arasında yakın bir ilişki olduğu gerçeğinin yabana atılmaması
gerektiğini göstermektedir (Kibritçioğlu, 2000: 180). Bu bağlamda Şubat 2001
krizi, siyasal nitelikli olumsuz gelişmelerle tetiklenen bir kriz olmakla birlikte
(Celasun, 2001/2002: 184) sözü edilen dönemde ortaya çıkan gelişmeler “Türki-
ye’nin probleminin iktisadi olmaktan çok siyasi olduğunu açığa çıkarmıştır” (Selçuk,
2001/2002: 192). Ama hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın “2000 Ka-
sım ve 2001 Şubat aylarında içsel faktörlerin yol açtığı finansal krizler, 2001 yılında II.
Dünya Savaşı sonrası dönemin en kötü ekonomik performansının yaşanmasına neden
olmuştur” (ASAM, 2004: 1).

748
29. Bölüm: Türkiye Ekonomisinde Kayıp Yıllar / Mehmet Dikkaya, Deniz Özyakışır

Sonuç olarak Şubat 2001 kriziyle Türk iktisat tarihinin en kapsamlı ve en


önemli istikrar programı sona ermiştir. Öte yandan 21 Şubat’ta döviz kuru dal-
galanmaya bırakılmış, 22 Şubat’ta ise TL %40 civarında değer kaybetmiş ve ül-
kenin dış borçlarında TL cinsinden 29 katrilyonluk bir artış meydana gelmiştir.
Sonuç olarak Enflasyonu Düşürme Programı sona ererken IMF programı da çök-
müştür. Yine aynı dönemde 18 banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF)
devredilmiş ve bankacılık kesiminde 18 bin kişi işsiz kalmıştır (Kazgan, 2002:
459). Yine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre Kasım ve Şubat
krizlerden sonra 15 bine yakın KOBİ kapanmış ve bir milyona yakın insan işsiz
kalmıştır (Güloğlu, 2001: 532).
Ayrıca bankacılık sektöründeki gelişmeler dâhil pek çok konuda koordi-
nasyon eksikliğinden kaynaklanan bu krizle birlikte, IMF’ye tek yönlü bağımlılık
ciddi boyutlarda artmıştır (Çelebi, 2001/2001: 256). Bankacılık kesiminde yaşanan
sorunların 2001 krizindeki payı oldukça fazla olmuş ve bu sorunlar krizin daha
da derinleşmesine yol açmıştır (Şahin, 2007: 469). Bankaların yurt dışından ucuz
döviz sağlayarak bu dövizi yurt içinde kredi temelinde riskli alanlarda kullandı-
rarak adeta krize davetiye çıkarmıştır. Zira dönem sonu bilançolarını kapatırken
açık pozisyona yakalandıklarını fark eden bankalar bu açığı kapatmak için dövi-
ze hücum ederken Merkez Bankası 30 Kasımdan itibaren piyasaya likidite sun-
mayacağını ilan etmiştir. Çünkü Merkez Bankası IMF ile yapılan anlaşma gereği
Net İç Varlıklar (NİV) hedefinin aşılmayacağını gerekçe göstererek piyasanın,
özelliklede birkaç bankanın ihtiyacı olan likiditeyi sun(a)mayacağını açıklamış-
tır. Sonuç olarak bankacılık sektöründeki denetimsizliğin ve kredi mekanizma-
sının riskli alanlara kayması krizin derinleşmesine yol açmıştır diyebilriz.
Bununla birlikte 1999’da kurulan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Ku-
rulunun (BDDK) yayınladığı bir raporda bankacılık krizlerinin maliyeti-
nin/zararının 47.2 milyar dolarla 2001 milli gelirinin %32'sine ulaştığı dile geti-
rilmiştir (Radikal: 24.10.2003). Özetle, Türk bankacılık sektöründe ortaya çıkan
problemler, ekonomiye adeta saatli bomba etkisi yaparak 2000 ve 2001 krizlerine
yol açmıştır (Değirmen, 2007: 79). Özatay ve Sak da söz konusu krizlerinin arka
planında kırılgan bir bankacılık sektörünün ve ekonomiyi yapısal anlamda tetik-
leyen faktörlerin olduğunu (Özatay ve Sak, 2002: 25) belirtmişlerdir. Bazı çevre-
lere göre, programdan sapmalar olduğu için istikrarsızlık baş göstermiştir. Buna
rağmen, “Kasım 2000 uyarı ve Şubat 2001 krizleri, söz konusu programdan sapmalar
nedeniyle değil, bu programın doğrudan izlenilmesi neticesinde ortaya çıkan doğal bir
sonuçtur”(Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001: 8) şeklindeki çarpıcı ve dikkat çekici
analizler de dile getirilmiştir.
Bununla birlikte bazı ekonomistlere göre 1988’den beri uygulanan politika-
larla Türk ekonomisinde kronikleşen kamu borcu ve zayıf/kırılgan bankacılık
sistemi gibi iki temel problem olmasaydı, 2001 yılında devalüasyonun yarattığı
ekonomik daralma ve buna bağlı olarak gelişen refah kaybı sürecinden çıkmak
mümkün olabilirdi (Somçağ, 2002: 12). Ayrıca Merkez Bankasının IMF tarafın-
dan kendisine performans kriteri olarak belirlenen NİV hedefi konusunda aşırı
ısrarcı olması ve bu yüzden likidite sunma noktasında piyasadan gelen taleplere
duyarsız kalması krizin büyümeden çözülmesini daha da zorlaştırmıştır. Dolayı-

749
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

sıyla Merkez Bankası piyasadaki likidite sıkışıklığını rahatlatıcı politikaları za-


man kaybetmeden uygulayabilseydi kriz belki de bu boyutlara ulaşmayabilirdi.
Kriz sonrasında IMF ile daha önce imzalanmış olan stand-by anlaşmasının
değişen koşullar altında revize edilerek devamına karar verilmiş ve o dönemde
ekonominin başına geçen Kemal Derviş tüm ekonomiyi kapsayan Güçlü Ekono-
miye Geçiş Programı (GEGP) adıyla yeni bir istikrar programını uygulamaya
sokmuştur (Keyder, 2002: 130). GEGP çerçevesinde Emlak Bankasıyla Ziraat
Bankası’nın birleştirilmeleri, Telekom’da blok satış, devletin tütün alımlarından
çekilmesi, şeker üretiminin azaltılması ve kamu bankalarının görev zararlarıyla
ilgili birtakım düzenlemeler yapılmıştır (Ongun, 2001: 533). Ayrıca program
kapsamında döviz kuru çıpa olmaktan çıkmış ve enflasyon hedeflemesi yeni
programın çıpası olmuştur. Merkez Bankası, kendisi için nihai amaç olan fiyat
istikrarını sağlamak için para politikası araçlarını artık enflasyon hedeflemesi
çıpasına uygun olarak kullanmaya başlamıştır.
Bu değerlendirmeler ışığında 1990 sonrası dönemde Türkiye ekonomisinin
devlet merkezli spekülatif rant ekonomisine dönüştüğünü söylemek mümkün-
dür (Uysal, 2007: 41). Bu dönüşüm sürecinde ekonominin nasıl bir istikrarsızlığa
sürüklendiği aşağıda verilen tablodaki temel makro ekonomik göstergelerden
rahatlıkla anlaşılabilir.

Tablo. Temel Makro Ekonomik Göstergeler (1991–2001)


Yıllar Bü- Enflasyon İşsizlik İç Borç Dış Borç Toplam İhracat İthalat Karşıla- Dış
yüme TÜFE (%) (%) Stoku Stoku Borç (Mil- (Mil- ma Oranı Ticaret
(%) (Milyar $) (Milyar $) Stoku yar $) yar $) (%) Dengesi
Milyar $) (Milyar $)
1991 0,3 71,1 7,9 19,2 27,3 46,5 13,6 21,0 64,76 -7,4
1992 6,4 66,0 8,1 22,7 28,4 51,1 14,7 22,9 64,19 -8,2
1993 8,1 71,1 7,8 24,7 31,4 56,1 15,3 29,4 52,14 -14,1
1994 -6,1 125,5 8,1 20,8 33,4 54,2 18,1 23,3 77,68 -5,2
1995 8,0 76,0 6,9 22,3 33,9 56,2 21,6 35,7 60,50 -14,1
1996 7,9 79,8 6,0 29,3 32,5 61,8 23,2 43,6 53,21 -20,4
1997 8,0 99,1 6,4 30,7 31,6 62,3 26,3 48,6 54,12 -22,3
1998 3,8 69,7 6,8 37,1 32,4 69,5 27,0 46,0 58,70 -19,0
1999 -6,1 68,8 7,7 42,4 34,6 77,0 26,6 40,7 65,36 -14,1
2000 6,5 39,0 6,5 54,2 40,5 94,7 27,8 54,5 51,01 -26,7
2001 -9,4 68,5 8,4 84,9 38,7 123,6 31,3 41,4 75,60 -10,1
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı, Maliye Bakanlığı, Dış Ticaret Müsteşarlığı ve TÜİK.

Buna göre, istikrarsız büyüme oranları, enflasyon ve işsizlik oranlarına yan-


sırken artan kamu borç stoku ve dış ticaret dengesindeki olumsuzluklar gözden
kaçmamaktadır. Örneğin 1991–2001 arasında iç borç stoku dört kattan fazla artış
göstermiş, büyüme sürekli dalgalanma yaşamış ve enflasyonist ortamı sona er-
dirme konusunda başarılı olunamamıştır. Tablodaki makro ekonomik gösterge-
lerin ayrıntılı analizine çalışmanın sonuç bölümünde yer verilmiştir.

750
29. Bölüm: Türkiye Ekonomisinde Kayıp Yıllar / Mehmet Dikkaya, Deniz Özyakışır

SONUÇ: 1991–2001 DÖNEMİNİN GENEL DEĞERLENDİRMESİ


1991–2001 dönemi Türkiye ekonomisi açısından oldukça çarpıcı gelişmeler-
le sonuçlanmıştır. Bu süreçte ağır bir borç sarmalına giren ekonominin gerek
içerden gerekse dışarıdan gelen olumsuz faktörlerden fazlasıyla etkilendiğini
söylemek mümkündür. Bu dönemin başında, genelde dış şokların özelde ise
Körfez Krizi’nin etkisinde kalan ekonomi, özellikle 1991 yılında oldukça kötü bir
performans göstermiştir. Sonraki dönemde toparlanma sürecine giren ekonomi,
1994 ekonomik kriziyle tekrar dibe vurmuş ve %6 oranında küçülmüştür. De-
vam eden süreçte kamu kesiminin açıkları finanse etmek için gerek içeriden ge-
rekse dışarıdan büyük oranlarda borçlanması ve buna bağlı olarak döviz rezerv-
lerinin hızla erimesi, aşırı değerlenen TL’nin yol açtığı dış ticaret açığı ve yüksek
faizler, ülkeyi adım adım ekonomik krize sürüklemiştir. Bu zorlu süreç 1994
ekonomik kriziyle noktalanırken krizden çıkış reçetesi olarak 5 Nisan ekonomik
istikrar kararları alınmıştır. Bu kararlarla ihracat artışı sağlamak adına birkaç kez
devalüasyona başvurulmuş olsa da dış ticaret açığı devam eden yıllarda ciddi
boyutlara ulaşmıştır. Sonuç itibariyle bakıldığında 5 Nisan kararlarıyla kısa va-
deli hedeflere ulaşılmış, fakat orta ve uzun vadeli amaçların gerçekleştirilmesi
konusunda başarısız bir performans sergilenmiştir. Öte yandan bu kararların
önemli bir sonucu olarak Türkiye ekonomisi, yeniden IMF’ye bağımlı hale gel-
miştir.
Ekonominin 1990’lı yıllarındaki genel seyrine bakıldığında, özellikle koalis-
yon hükümetleri pratiğinde şekillenen siyasetin ekonomi üzerindeki etkisi ve
buna bağlı olarak ortaya çıkan “yolsuzluk” olgusu önemli bir olumsuz sonuç
niteliği taşımaktadır. Bu süreçte hükümet harcamalarının karşılanması nokta-
sında bütçe dışı kaynaklara fazlasıyla başvurulduğu görülmektedir. 1990’lı yılla-
rın sonlarına doğru uluslar arası konjonktürde ortaya çıkan ekonomik kriz ve
dalgalanmalar, 1999 depremiyle birleşince Türkiye ekonomisi, 2000’li yıllara
hayli sıkıntılı girmiştir. Hali hazırda bürokratik baskının altında fazlasıyla ezilen
ekonominin, temel makro ekonomik göstergeler açısından da başarısız bir per-
formans gösterdiği 1990’lı yılların sonunda yeni bir istikrar programına muhtaç
bırakıldığı görülmüştür. Bu bağlamda 2000’li yıllara girerken, IMF desteğiyle
enflasyonu düşürme odaklı ve döviz kuru temelli yeni bir istikrar programı uy-
gulanmaya başlanmıştır. 2000 Enflasyonla Mücadele Programı olarak adlandırı-
lan bu programın kısa vadeli başarılar sağlamasıyla birlikte umutlanan dönemin
siyasi otoritesi, uzun vadeli bir stratejiyle 2001 yılında VIII. Beş Yıllık Kalkınma
Planı’nı yürürlüğe koymuştur.
Bu program ve devamında yürürlüğe girmesi planlanan kalkınma planının,
2000’nin sonlarında dövize yapılan aşırı hücum sonucunda ortaya çıkan Kasım
2000 kriziyle birlikte uygulanma şansı zayıflamıştır. Kasım krizinden kısa bir
süre sonra (3 ay) 2001’de MGK toplantısında Başbakan ve Cumhurbaşkanı ara-
sında yaşanan gerilim Şubat 2001 ekonomik kriziyle sonuçlanmıştır. Başbakana
fırlatılan anayasa kitapçığıyla ile Türkiye’nin ekonomi-politik gündeminde derin
bir iz bırakan bu kriz, özünde bir döviz krizi özelliğini yansıtmış ve söz konusu
dönemde dövize artan bir hücum söz konusu olduğu için TCMB, 21 Şubat gecesi
kuru dalgalanmaya bırakmak zorunda kalmıştır. Kasım 2000 ve Şubat 2001 kriz-

751
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

leriyle büyük yaralar alan Türkiye ekonomisi son tahlilde Enflasyonla Mücadele
Programı bağlamındaki IMF programını terk etmek zorunda kalmıştır.
Bu krizlerde bankacılık kesiminden kaynaklanan yapısal sorunların etkisi
de oldukça fazla olmuştur. Bu nedenle kriz dönemi boyunca onlarca banka
TMSF’ye devredilerek tasfiye edilmiştir. Sosyal anlamda da pek çok tahribata ve
yıkıma sebep olan bu krizlerde pek çok işyeri ve KOBİ iflas eden binlerce esnaf
kepenk kapatmak zorunda kalmıştır. Bir milyona yakın insanın işini kaybettiği
bu süreçte 15 bine yakın KOBİ kapanmıştır. Yaşanan ekonomik krizlerin ardın-
dan dönemin başbakanı tarafından Türkiye’ye davet edilen Kemal Derviş, eko-
nominin başına geçmiş ve yeni bir programla kamuoyunun karşısına çıkmıştır.
Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) adıyla somutlaşan ve kamuoyunda
Derviş yasaları olarak söylem kazanan bu programda, kamu bankalarının zarar-
larıyla ilgili düzenlemelere yer verilmekle birlikte devlet alımlarında ve özelleş-
tirme gibi alanlarda yeni düzenlemelere gidilmiştir. GEGP kapsamında döviz
kuru çıpası yerine enflasyon hedeflemesine geçilmiş ve nihai hedef olan fiyat
istikrarı artık yeni bir çıpa üzerinden sağlanmaya çalışılmıştır. Para politikası
araçları da bu yönde uygulanmıştır
1991–2001 döneminin temel makro ekonomik göstergelerinin ortaya çıkar-
dığı sonuçlar bağlamında incelenmesi, sürecin niteliğini daha anlaşılır kılmakta-
dır. Buna göre; 1992’de %6.4 oranında büyüyen Türkiye ekonomisi, 1994 yılında
%6 oranında küçülmüş 1997’de %8 büyümüş ve 2001’de ise %9.4 oranında kü-
çülmüştür. Büyümedeki bu istikrarsız trend, diğer ekonomik göstergelere de
yansımıştır. Nitekim 1993’te enflasyon oranı (TEFE) %71.1 iken 1994’te %125.5’e
yükselmiş, 2000’de %39’a gerilemiş ve 2001’de tekrar yükselerek %68.5’e ulaş-
mıştır. Ayrıca 1991’de %7.9 olan işsizlik oranı 1996’da %6’ya düşerken 2001 yı-
lında %8,4’e yükselmiştir. Kamunun toplam borç stokuna baktığımızda ise 1991
yılında 46.5 milyar dolar olan toplam borç stoku 2001’de 123.6 milyar dolar ola-
rak kaydedilmiştir. Söz konusu dönemde ülkenin dış ticaret dengesi sürekli açık
vermiş ve ihracattaki olumlu gelişmelere rağmen ithalat oranlarındaki yüksek
artış oranları dış ticaret açığının daha da büyümesine yol açmıştır. Zira 1991’de
7.4 milyar dolar olan dış ticaret açığı 2000 yılında 26.7 milyar dolara yükselmiş-
tir. Fakat 2001 krizinin etkisiyle ithalatta meydana gelen yavaşlama, dış denge-
deki açığın 10 milyar dolara düşmesine yol açmıştır. Söz konusu ekonomik gös-
tergelerden yola çıkarak Türkiye ekonomisinin, 1991–2001 döneminde hayli
istikrarsız bir yapı sergilediği sonucuna varmak mümkündür.
Bu bağlamda büyük çaplı ekonomik krizlerin yaşandığı 1990’lı yıllar, Tür-
kiye ekonomisi açısından büyük yıkımlar ve tahribatla sonuçlanmıştır. Bu dö-
nemi kelimenin tam anlamıyla kayıp yıllar olarak nitelendirmek doğru bir tespit
olmakla birlikte siyaset ve ekonominin iç içe geçmişliği ve bürokrasinin harca-
maları finanse etmek için bütçe dışı yöntemlere başvurmuş olması, önemli prob-
lem alanları olarak ortaya çıkmıştır. Bu gerçeklikten hareketle toplumsal yapının
zedelendiği, siyasetin halk nezdinde güven kaybettiği bir süreçte, ekonomi spe-
külatif bir rant ekonomisine dönüştürülmüştür. Rantiyer tipi bu ekonomik yapı-
lanma, gelir dağılımındaki adaletsizlik başta olmak üzere pek çok eşitsizliğin de
temel sebebi ve kaynağı olmuştur.

752
29. Bölüm: Türkiye Ekonomisinde Kayıp Yıllar / Mehmet Dikkaya, Deniz Özyakışır

1990’lardan itibaren Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte ortaya çıkan


akraba cumhuriyetler ve sosyalist blokun çözülmesiyle beliren yeni dış pazarlar,
genel anlamda istikrarlı bir büyüme trendi yaşayan dünya ekonomisi gibi olum-
lu dışsal faktörler ortaya çıkmış olmasına rağmen, 1991–2001 dönemi oldukça
kötü yönetimler etrafında şekillendirilmiştir. 1991–2001 döneminde ortaya çıkan
bu gelişmelerin günümüze kadar gelen süreçte kaydedilen yüksek büyüme
oranlarına rağmen istihdam yaratılamamasında, gelir dağılımı bozukluklarının
düzeltilememesinde ve yatırım kararlarının kolaylıkla alınamamasında büyük
ölçüde etkili olduğu söylenebilir. Yine bu dönemde ortaya çıkan uluslar arası
finans-kapital bağımlılığının, daha sonraki yıllarda önemli ölçüde devam ettiği
görülmüştür. Bu bağlamda iktisadi kamuoyunun bilinçaltında, ilgili dönemdeki
dramatik tablonun etkisi cari konjonktürde bile hissedilmeye devam etmektedir.
Buna ilaveten, kriz sonrası dönemde seçmen tercihlerinin ısrarla tek partili ikti-
dar lehinde kullanılmak istenmesi 1991–2001 dönemine yönelik tepkisel davra-
nışlar manzumesi olarak algılanabilir.

KAYNAKÇA

ALPER Emre ve ÖNİŞ Ziya (2001/2002). “Finansal Küreselleşme, Demokrasi Açığı ve Yükselen Piyasalar-
da Yaşanan Sürekli Krizler: Sermaye Hareketlerinin Liberalleştirilmesi Sonrasında Türkiye Dene-
yimi” Doğu Batı, Yıl:4, Sayı:17, Kasım-Aralık-Ocak, ss. 211–234.
ASAM (2004). “Türk Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm (1989–2004)”, Avrasya Bir Vakfı Avrasya Stratejik
Araştırmalar Merkezi, Ankara.
BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER (2001). “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı Üzerine Değerlendirmeler”,
İktisat, İşletme ve Finans, Sayı: 186, Eylül ss. 7–17.
CELASUN, Merih (2001/2002). “Gelişen Ekonomilerin Dış Kaynak Kullanımı, Finansal Krizler ve Türkiye
Örneği, 2001” Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 17, Kasım, Aralık, Ocak 2001-02, ss. 166-187.
ÇELEBİ, Esat (2001). “İkibinbir Yılında Türkiye Ekonomisinin Genel Görünümü” Doğuş Üniversitesi Dergi-
si, Sayı: 4, ss.15-28.
ÇELEBİ, Işın (2001/2002). “Güvensizlik Ortamı, Bekleyişler, Kriz ve Çözüm” Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 17, ss.
255-262.
DELİCE, Güven ve TUTAR, Erdinç (2006). Uluslararası Sermaye Akımlarının Bileşimi ve Finansal Krizler”,
Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sistemleri, (Ed.Halil Seyidoğlu ve Rıfat Yıldız) Arıkan Yay. İstan-
bul, ss. 263-290.
DEĞİRMEN, Süleyman (2007). “Crowding out, Interest and Exchange Rate Shocks and Bank Lending:
Evidence from Turkey”, International Research Journal of Finance and Economics, no: 10, pp.76-87.
EĞİLMEZ, Mahfi (2001). “Kasım 2000 Krizi Üzerine 1”, http://www.mahfiegilmez.com.tr/kose_1.htm,
25.12.2007
EREN, Aslan ve SÜSLÜ, Bora (2001). “Finansal Kriz Teorileri Işığında Türkiyede Yaşanan Krizlerin Genel
Bir Değerlendirmesi” Yeni Türkiye, Sayı: 41, Yıl: 7, Eylül-Ekim, ss. 662-674.
GÜLOĞLU, Bülent ve ALTUNOĞLU Ender (2002). “Finansal Serbestleşme Politikaları ve Finansal Krizler:
Latin Amerika, Meksika, Asya ve Türkiye Krizleri” İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Dergisi, No:27, http://www.econturk.org/Turkiyeekonomisi/Finvekriz1.pdf 10.12.2007.
GÜLOĞLU, Bulent (2001). "İstikrar Programından İstikrarsızlığa (Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri)", Yeni
Türkiye Dergisi, Kriz Özel Sayısı I, ss. 524-530.
IŞIK, Nihat, ALAGÖZ, Mehmet ve YILDIRIM, Metin (2006). “1990 Sonrası Türkiye’de Yaşanan Krizler:
1994, 2000 ve 2001 Krizleri”, Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sistemleri, (Ed.Halil Seyidoğlu ve Rı-

753
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

fat Yıldız) Arıkan Yay. İstanbul, ss. 237-262.


KANDILLER, Rıza (1997). “1990’lı Yıllarda İzlenen Para Politikaları ve Değerlendirilmesi”, Hazine Dergisi,
Temmuz, Sayı: 7, ss. 41-47.
KARLUK, Rıdvan (2006). “Türkiye Ekonomisinde 1980 Öncesi ve Sonrası Yaşanan Krizlere Yönelik İstikrar
Politikaları”, Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sistemleri, (Ed.Halil Seyidoğlu ve Rıfat Yıldız) Arı-
kan Yay. İstanbul, ss. 55-88.
KAZGAN, Gülten (2002). Tanzimattan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1.
Basım, İstabul.
KEPENEK Yakup ve NURHAN Yentürk (2000). Türkiye Ekonomisi Remzi Kitabevi, Ankara.
KEYDER, Nur (2002). Para Teori-Politika-Uygulama, Seçkin Yayıncılık, 8. Basım, Ankara.
KIBRITCIOGLU, Aykut (2001). "Türkiye'de Ekonomik Krizler ve Hükümetler, 1969-2001" Yeni Türkiye
Dergisi, Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Cilt 1, Yıl: 7, Sayı: 27, ss. 174-182.
SELÇUK, Faruk (2001/2002). “Alacakaranlık Kuşağı”, Doğu Batı, Yıl:4, Sayı:17 , Kasım-Aralık-Ocak, ss.
189-194.
SOMÇAĞ, Selim (2002). “Türkiye’nin Ekonomik Krizi: Oluşumu ve Çıkış Yolları”
http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Diger/somcagAgu02.doc, 25.12.2007
ŞAHİN, Hüseyin (2007). Türkiye Ekonomisi, Ezgi Kitabevi Yayınları, 9. Baskı, Bursa.
TCMB (2001). 2001 Para Politikası Hedefler ve Uygulama, TCMB, Ankara.
TOKGÖZ, Erdinç (2001). Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi, İmaj Yayınevi, 6. Baskı, Ankara.
ONGUN, Tuba (2001). “Ekonomik Kronoloji (1923-Temmuz 2001)”, Türkiye Ekonomisi Sektörel Analiz, (Ed.
Ahmet Şahinöz), İmaj Yayın Evi, Ankara, ss. 515–534.
ÖZATAY, Fatih ve SAK, Güven (2002). “The 200-2001 Financial Crisis in Turkey”
http://www.brook.edu/dybdocroot/es/commentary/journals/trade/papers/200205_ozatay.pdf 23.12.2005.
URAS, Güngör, (1999). “Yapılmayanlar yapılamayacakların teminatıdır” Milliyet, 02.06.1999
UYGUR, Ercan (2001). “Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım Ve 2001 Şubat Krizleri”, Türkiye Ekonomi
Kurumu Tartışma Metni, No: 2001/1, 7 Nisan 2001, ss.1-41.
UYSAL, Yaşar (2007). “Devlet Merkezli Spekülatif Rant Ekonomisi: Oluşumu ve Sonuçları”, Finans Politik
& Ekonomik Yorumlar, Cilt: 44, Sayı: 511, ss. 38-54.
VOYVODA, Ebru ve YELDAN, Erinç (2002). “Türkiye Ekonomisi İçin Kriz-Sonrası Alternatif Uyum Stra-
tejileri” http://www.bilkent.edu.tr/~yeldane/V&Y-ERC2002Turkce.pdf, 19.12.2007.
YELDAN, Erinç (2001-2002). “Türkiye Ekonomisinde 2000-2001 Krizinin Yapısal Kaynakları Üzerine”,
Doğu Batı, Yıl:4, Sayı: 17, Kasım-Aralık-Ocak, ss. 195-203.
YELDAN, Erinç (2004). Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi Bölüşüm, Birikim ve Büyüme, İletişim Yayın-
ları, İstanbul.
--------- “Kriz böyle yaratıldı” Radikal, 24.10.2003.

754
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

30. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE DEVLET-SERMAYE ETKİLEŞİMİ

Hüsnü KAPU∗

GİRİŞ
Dünyada, özellikle doksanlı yılların ilk yarısındaki gelişmelerle birlikte,
ülkeler arasındaki siyasal, ekonomik ve kültürel sınırlar anlamını büyük ölçü-
de yitirdi. Sınırların ortadan kalkmasıyla, eğitimden ekonomiye, yönetimden
girişimciliğe kadar her alanda köklü dönüşümlerin yaşandığı görülmektedir.
Dünyadaki gelişmelere ayak uydurmada, amaçlarla araçları birbirine karıştır-
mayan, vizyon sahibi, öğrenme coşkusuyla dolu girişimciler büyük önem ka-
zanmaktadır. Çünkü onlar ekonomik, sosyal ve kültürel hayatın yaşanır kılın-
masında, evrensel ilke ve etik değere bağlı örgütleriyle belirli bir işlev yükle-
nirler.
Geride bıraktığımız 20. yüzyılın son dönemlerinde ve içine henüz girdi-
ğimiz 21. yüzyılın başlangıcında, kalkınmanın ve gelişmenin sağlanmasında
insan merkezli modeller önemli bir konuma yerleşmiştir. Bu dönemde birçok
ülkede yeni bir endüstri gelişmiştir. Bu yeni endüstri yapısında, girişimci anla-
yış geliştirilmeye ve desteklenmeye çalışılmıştır. Değişen bu yapı içinde birey-
lerin rolü, önemli ölçüde artmış, bireysel çabalar, adeta ekonomik başarının
zorunlu bir koşulu olarak kabul edilmiştir. Bu süreç, aynı zamanda bir girişim
kültürünü beraberinde getirmiştir. Sermaye kaynaklı görüşlerden, teknolojiye
ve oradan da insanı temel alan anlayışlara geçilmesi, kalkınma ve gelişmenin
temel faktörleri ile ilgili tartışmaları büyük ölçüde sona erdirmiştir. Neredeyse
herkesin ittifakla kabul ettiği insan faktöründe aranan en önemli özellik ise,
girişimcilik olarak ifade edilmektedir. Kimine göre eğitimle, kimine göre yara-
dılıştan kaynaklanan bu özelliğin insanda aranan en önemli meziyet olması,
kalkınma ve gelişme ile girişimci insan tipi arasındaki ilişkiyi önemli kılmıştır.
Toplumlar, bu girişimci insan tipini ortaya çıkarmak ve geliştirmek için sistem-
ler kurmakta, teşvikler vermekte ve hatta beyin transferi adı altında bu insan
tipini ithal etmektedirler.
Girişimciler, tükettiklerinden katbekat fazlasını üretmenin yolunu açarak
toplumun üretici gücüne katkıda bulunurlar. Bu yüzden değişik alanlardaki

Doç. Dr., Kafkas Üniversitesi, İşletme Bölümü.

755
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

girişimciler, ülkelerin en etkin ve en üretken kaynağını oluşturmaktadırlar.


Zamanın gerektirdiği bilgilerle donanmış girişimci, sermaye ve doğal kaynak-
tan önce gelir. Günümüzde dünya ölçeğinde başarılı olan gönüllü ya da ticari
kurum veya kuruluşların performansı, fiziksel ve finansal güçlerinden daha
çok bilgiye dayanan girişimci insan gücünden kaynaklanmaktadır. Literatürde
“Entelektüel Sermaye” olarak da ifade edilen beyin gücü, geleceğin en önemli
etkinlik ve verimlilik kaynağı olmaya devam edecektir.
Bu çalışmada, diğer bütün üretim faktörlerinden daha önemli olarak kabul
edilen girişimcilerin Türkiye’deki serüveni anlatılmaya çalışılacaktır. Girişimci
sınıfın nasıl ortaya çıktığı ve devlet ile ilişkisinin tarihsel süreç içerisinde nasıl
bir seyir izlediği incelenecektir. Aynı zamanda toplumların gelişmesinde bu
kadar önemli katkısı olan girişimcilerin, Türkiye’deki ekonomik ve sosyo-
kültürel yapıya etkileri de ortaya konmaya çalışılacaktır. Bütün bunlar yapıl-
maya çalışılırken, öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet Türki-
yesi’ne geçiş süreci olan 19. Yüzyılın son dönemlerindeki durum ele alınacak
ve daha sonra Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından 1980’e kadarki dönem genel
hatlarıyla incelenecektir. Son olarak, 1980 sonrası dönemin girişimci-devlet
ilişkisinin detaylı bir analizi yapılmaya çalışılacaktır.
TÜRKİYE’DE DEVLET ELİYLE YARATILAN GİRİŞİMCİLİK
A. XIX. YÜZYILDAN CUMHURİYET’E
XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, yabancı
sermayenin etki alanının geniş olduğu ve büyük ölçüde mali çıkarlara ipotek
edildiği bir ülke görünümündeydi. Hammadde ihracatçısı ve sınai ürün itha-
latçısı olması, dış borçlanma sonucu iktisadi ve siyasi bakımdan emperyal güç-
lerin denetimine girmiş olmasından dolayı, “yarı sömürgeleşmiş bir toplum”
olarak da isimlendirilmektedir (Boratav, 1997: 268-69). Başkaya ise, bu dönem-
deki ekonomik yapıyı “ihracat ekonomisi” olarak nitelendirmekte ve İmpara-
torluğun kapitalizmin etki alanına girmesiyle iç yapısının ve gelişme dinami-
ğinin bozulduğunu, böylece kendi kendine yeterli olmaktan uzaklaştığını söy-
lemektedir (Başkaya, 2004: 201-202). Osmanlı İmparatorluğu, ilk resmi borç-
lanmasını 1854’te yapmış ve bu süreç, 1881’e kadar geçen kısa süre içinde borç-
larını ödeyemez hale gelince, devletin iflasının tartışılması ve sonuçta “Duyun-
u Umumiye” idaresinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Keyder’e göre, Duyun-u
Umumiye teşkilatının Osmanlı idaresiyle boy ölçüşecek şekilde genişlemesi,
bürokrasiyi kapitalizmle bütünleşme sürecinde kabahatli konumundan kurta-
rarak, geleneksel sınıfların Avrupa etkisine karşı duyduğu hoşnutsuzluğu be-
nimsediğini ifade etmektedir. Aynı zamanda, Duyun-u Umumiye’nin kurul-
masıyla reformcu bürokrasinin, imparatorluğu yukarıdan dönüştürme amacı
ile Duyun-u Umumiye’nin katı iktisadi mantık ve kapitalist muhasebe ile ters
düşerek yeni bir ideolojik tutarlılık kazanmıştır (Keyder, 1990: 40). Bu anlamda
bürokrasi, toplumsal düzenin koruyucusu, Duyun-u Umumiye ise Avrupa
kapitalizmine hizmet eden konumuna geçmiştir.
Bu dönemde Osmanlı’nın ekonomik toplumsal yapısı, bağımsız köylü üre-
ticiler ile bürokrat sınıftan oluşan klasik bir tarımsal imparatorluk olarak dün-

756
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

ya ekonomisinde yerini almış ve bütünleşmeyi sağlayan mekanizmalar, çoğun-


lukla gayr-i Müslim nüfus tarafından devreye sokulmuştur. İmparatorluğun
sınıf haritası, köylüler, bürokratlar ve kompradorlar (gayr-i Müslim ticaret
erbabı) arasındaki etkileşimle çizilmiştir (Keyder, 1990: 24-25, Başkaya, 2004:
176).
Keyder, bu komprador sınıfın çoğunlukla Selanik, İzmir ve İstanbul gibi
liman şehirlerinde geliştiğini ve bu şehirlerde kurulan bankalar ve ticarethane-
lerin iç bölgelere erişimi sağlayan ağları harekete geçirdiğini belirtmektedir. Bu
ağların içinde tüccarlar, acenteler, küçük satıcılar ve tefecilerin yer aldığını,
ağlar vasıtasıyla ekonomik faaliyetlerin hem geleneksel yapısının değiştiğini
hem de limanlarda toplanmaya başladığını ifade etmektedir. Söz konusu gele-
neksel yapının değişmesiyle birlikte, Müslüman zanaatkar ve tüccar sınıfının
statüsünün tehlikeye düştüğünü belirtmektedir. Bu süreçte, aynı zamanda
tüccarlar ile imalatçılar kesiminde, etnik ve dini gruplar arasında hızlı bir yer
değiştirmenin de gerçekleştiğini vurgulamaktadır (Keyder, 1990: 33). Ünlü
romancımız Kemal Tahir, “Kurt Kanunu” romanında komprador sınıfı “çorba-
cılar” olarak isimlendirmiş ve bunu şöyle ifade etmiştir: “Çorbacılar bulunurdu
ki, bizde, Şaban Emmi, Osmanlı’ya sırasında şu kadar bin altın faizli borç vermiş bir
çorbacılar…” (Tahir, 2005: 156)
Boratav, İmparatorluğun son dönemleri ile Cumhuriyetin kuruluş yıllarını
kapsayan bu dönemde (1908-1922), yukarıda ifade edilen süreci tersine çevir-
meyi amaç edinen iki grup aktörün siyasi iktidarda önemli ölçüde belirleyici
olduklarını iddia etmektedir. Bu gurupların, 1908-1918 arasında etkin olan
İttihatçılar ve 1919-1922 arasında büyük ölçüde birinci gruptan türeyen Kema-
listler olduğunu ifade etmektedir. Boratav, bu dönemin ana özelliğinin ise,
ulusal nitelikte bir kapitalizme yöneliş olduğunu söylemektedir (Boratav, 1997:
269, Buğra, 2008: 67).
Keyder, aslında milli ekonomi oluşturma fikrinin ilk olarak Jöntürkler ile
başladığını belirterek, Jöntürklerin, emperyalizmin dayatmalarıyla bağlarını
kopararak yeni bir nitelik kazandığını ve yirminci yüzyılın başlarında Türk
bürokrasisinin yeni eylem kapasitesini büyük ölçüde etkilediğini belirtmekte-
dir. Keyder’e göre, Jöntürk hareketinin en önemli yönü, geri kalmışlığı yenme
arzularını gerçekleştirecek bir “milli ekonomi” oluşturma çabasıdır. Jöntürkler,
çıkarları himaye altında bir iç pazarın kurulmasını gerektiren ve siyasi yapıyı
etkilemeyi amaçlayan bir toplumsal gruptan ziyade, devlet mekanizmasına
hakim konumdaydılar; fakat milli ekonomiyi kuracak bir sanayi burjuvazisine
sahip değillerdi. Gerçi iktisadi problemleri öncelemiş de değillerdi. Daha çok
“devleti kurtarmak” öncelikli hedefleri olarak belirginleşmişti. Jöntürklerin
kurduğu İttihat ve Terakki Fırkası (İTF), Balkan savaşları sırasında öncelikle
kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmış olup, ulusal kalkınma amacına
yönelik öngördükleri çözüm yerli burjuvazinin yaratılması olmuştur. Bu dü-
şünceleri ile Müslüman girişimcilerin desteklenmesine yönelik politikaların
geliştirilmesini istemekteydiler. O zamana kadar memurluk ve ziraat işlerinin
dışına çıkmamış olan Müslüman nüfus içinden yeni bir müteşebbisler sınıfı
oluşturulması zorunluluğu benimsenmiştir. Bu doğrultuda savaş boyunca

757
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Müslüman iş adamları bir takım ayrıcalıklarla korunmaya çalışılmıştır (Key-


der, 1990: 47-54).
Kemal Tahir, Kurt Kanunu romanındaki Kara Kemal kahramanı ile bu poli-
tikayı şu çarpıcı ifadelerle anlatmaktadır: (Tahir, 2005: 117-118).
Başından beri bir çeşit adama güvendik biz. Kabadayı adama… Asker, sivil, cahil, okumuş,
bütün bizimkiler az çok kabadayılardan seçilmiştir. … Kabadayılarımızın bir kısmını zengin
etmek politikamızın da iki amacı vardı. Biri, Türk işadamı yetiştirip önemli iş alanlarını, Hı-
ristiyan azınlıkların elinden almak, Türkleştirmek; ikincisi, zenginlik yaman silahtır. Bu ya-
man silahı bizimkilerin, yani bizim kabadayıların elinde toplayıp kötüsü gelirse yararlan-
mak. … Milli zenginin adı burjuvadır. Batıda derebeyliğin içinde yetişir bu hayvan. ... İşe
yatırırmış eline geçeni, son meteliğine kadar. … Bu sebeple bunlar sırtlarında devlet daya-
nağını aralıksız duymak isterler, bunlar tekel isterler. Yani, isterler ki, devlet her işi bunların
yerine yapsın, bütün tehlikeleri ortadan kaldırsın, zararlarını da gerektiğinde yüklensin!
Bunlara salt, kürekle para toplamak kalsın. Topladıklarını yeniden yatırmayı da kendilerin-
den hiç kimse istemesin. Kazansınlar, kazandıklarını saklasınlar, taşa toprağa gömsünler,
hatta yabancı ülkeler bankalarına kaçırsınlar. Devleti bırak, kendi kendilerine destek olamaz
bunlar. İş bilmedikleri için, azınlıkların elinden iş alanlarını da çekip alamaz hiçbiri. Belki
bunlarla ortak olur kimisi, böylece de, devlet eskiden biri ödüyorsa, beş ödemek zorunda
kalır.
Keyder, savaş başladığında reformcu bürokrasinin, hem emperyalist bas-
kıdan kaçınabilmek için azınlıkları nötralize etmek, hem de dış baskıların içer-
deki desteği olma tehlikesi taşımayan yeni bir ayrıcalıklı grup bulma ihtiyacıy-
la karşı karşıya kaldığını ifade etmektedir. Bu girişimci grubup ise, Rumlar ve
Ermeniler dışında devletin bütünlüğüne karşı bir tehdit oluşturmayan Müs-
lüman-Türk tüccarlardı. Savaş döneminde taşra kökenli Müslüman tüccarlar
ortaya çıktı ve devlet mekanizmasıyla büyük tüccar düzeyine çıkarıldılar. Taş-
radaki tabanlarını korurken yeni milliyetçilikten yararlanan Müslüman eşraf,
daha sonra Kurtuluş Savaşı’nda önemli rol oynadı. Bunlarla birlikte Musevi
işadamları da daha az ölçüde olsa bile tarife uygundular. Yahudi aydın gele-
neğinin ve radikal burjuva eylemciliğinin İttihatçıların örgütlenmesine ve dü-
şüncelerine katkısı olmuştur. Bilindiği gibi, İttihat ve Terakki’nin ilk merkezi,
önemli bir Yahudi kenti olan Selanik’teydi. 1912’de Yunanlılar Selanik’i ele
geçirince, Musevi ve dönme işadamlarının önemli bir kısmı faaliyetlerini İs-
tanbul’a kaydırdı. Savaş dönemi iktisat politikalarının desteklediği grubun
önemli bir kısmı bu ticaret burjuvazisidir (Keyder, 1990: 56-57).
Buğra, bu dönemde İTF’nin milli bir sanayii kurma çabasının en önemli
adımının 1913 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu olduğunu söylemek-
tedir. Bu kanunla, bir takım vergi muafiyetleri ile yerel üretimde kullanılacak
girdilerin ithalinde gümrük muafiyetleri sağlanmaktaydı. Ayrıca, sanayi fabri-
kalarının kurulmasında devlet arazisinin karşılık alınmaksızın kullanılmasına
olanak vermekteydi. Buğra, İTF’nin milli girişimci yaratmaya yönelik önemli
adımlarından birisinin de ticaret kanununun ve mülkiyet esaslarının özel giri-
şimciliğe uygun hale getirilmesi ve İTF’nin kimi üyelerinin bizzat iş dünyasına
katılması olduğunu ifade etmektedir (Buğra, 2008: 69-71). Buğra, İTF üyeleri-
nin ticari etkinliklere doğrudan katılımı I. Dünya Savaşı döneminde şehirlerde

758
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

vurgunculuğa kadar ulaştığını ve bu olağan dışı ortamda önemli bir sermaye


birikimi oluşturduklarını söylemektedir. Söz konusu dönemde vurgunculuğa
yönelik önlemlerin daha çok gayri-Müslimlere uygulandığını ve Müslüman
girişimcilerin bundan pek etkilenmediğini belirtmektedir. Kısacası, İTF’nın
Türk burjuvazisinin öncü kolu olarak işlev gördüğünü ve üyelerinin iş adam-
larını desteklemekle birlikte aynı zamanda kendilerinin de bizzat işadamı ol-
duklarını anlatmaktadır (Buğra, 2008: 72-74).
İttihat ve Terakki’nin desteklediği bu tüccarların vurgunları ne düzeyde
olursa olsun, sayıları birkaç binden fazla değildi. Sayıları ve ticaret ilişkileri
bakımından çok daha güçlü, yerleşik ve çıkarlarının bilincinde olan Hıristiyan
burjuvaziden ticaret sermayesi alanını ele geçirmeleri mümkün değildi. Bu
yüzden bürokrasi, kayırılan Müslüman burjuvazinin devlet sınıfının belki de
tek muhatabı olma düzeyine yükseltilmesine çalışmıştır.
B. 1923’TEN 1980’E
1923’ten 1980 yılına kadar olan süreci politik iktisat açısından inceleyen
çalışmalar, çoğunlukla dört dönem halinde incelemişlerdir (Buğra, 2008: Or-
man, 2001: Türkay, 2006: Akalın, 2002: ve Keyder, 1990). Bu dönemler; 1923-
1929 arasını, özel girişimciliğe dayalı bir ekonominin temellerini atma ve top-
lumsal kuruluş dönemi; 1929-1945 arasını yeniden yapılanan dünya ekonomi-
siyle bütünleşme ve devletçilik politikalarının yoğun olarak uygulandığı dö-
nem; 1945-1960 arasını, liberalizmin tanımlanmaya çalışıldığı ve ithal ikameci
birikim, sanayileşme dönemi ve son olarak 1960-1980 arasını planlı ekonomi
denemeleri dönemi şeklinde ifade edilmektedir. Bu dönemselleştirmeyi Orman
kısaca şöyle özetlemektedir (Orman, 2001: 108):
Türkiye’nin 1923’ten beri olan iktisadi politika tarihi, her biri aşağı yukarı 10-20 yıl süreli
ama düzenli bir kronolojik sırayı takip eden dönemler halinde göreli bir liberallikle, daha
bariz olan bir devletçilik arasında gidip gelen kararsız bir manzara göze çarpmaktadır.
1. 1923’TEN 1945’E
1923 yılı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kesin olarak sona ermesi ve yerine
yeni bir devletin kurulmasının tarihi olarak kabul edilmektedir. Boratav, bu
tarihten sonra her ne kadar geçmişle kesin bir kopmanın ve bu anlamda bir
siyasi devrimin yaşandığını söylese de, gelişen olayların, bunun sadece bürok-
ratik aristokrasinin iktidardan uzaklaşmasıyla sınırlı kaldığını ifade etmekte-
dir. İktisadi bakımdan, geçmişle bir kopukluğun yaşanmadığını belirtmekte-
dir. Özellikle 1923-1929 dönemindeki iktisat politikalarının, adeta 1908-1922
dönemindeki politikaların devamı niteliğinde olduğunu anlatmaktadır. Tıpkı
bir önceki dönemde olduğu gibi, bu dönemde de devlet eliyle yerli ve milli bir
burjuvazi yetiştirme politikası öne çıkmıştır (Boratav, 1997: 280).
Lozan barış görüşmeleri bittikten hemen sonra (4 Şubat 1923) toplanan
İzmir İktisat Kongresi’nde (17 Şubat 1923), milli burjuvazi yetiştirme niyeti açık
bir şekilde deklare edilmiştir. Başkaya, bu kongreyle başta emperyalist devlet-
ler olmak üzere “yerli burjuvazi”ye özellikle İstanbul’un tüccarlarına güvence
verilmek istendiğini söylemektedir (Başkaya, 2004: 216). Dönemin iktidarı,
Kongre’deki kararlar doğrultusunda sanayii teşvik konusunda yasal ve ku-

759
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

rumsal düzenlemeler yapmıştır. 1924’te çıkartılan bir yasayla ihracata dönük


sanayilerin kullandıkları hammaddelerin gümrük vergisinden muaf tutulma-
ları sağlanmış ve içe dönük üretim yapan sanayilere de ucuz girdi sağlama
imkanları tanınmıştır. Ayrıca, İş Bankası (1924) ile Sanayi ve Maadin Banka-
sı’nın (1925) kurulması ve Teşviki Sanayi Kanununun (1927) çıkartılması söz
konusu düzenlemelerdendir. 1927’de İttihat ve Terakki’nin 1913’te yürürlüğe
koyduğu kanunun hükümleri geliştirilerek yeniden çıkarılan Teşvik-i Sanayi
Kanunu, asgari bir ölçeğe ve teknolojiye sahip olan sanayicilerin, gümrük mua-
fiyetlerinden, arazi hibelerinden ve kamunun yaptığı alımlarda yabancı rakip-
ler karşısında ihale kazanma garantisinden yararlanmalarına imkan tanıyordu.
1930’dan sonra ayrıcalıklardan yararlanan firmaların sayısı azalırken ölçekleri
büyüdü ve 1939’da, firma başına gayri safi üretim 1932 rakamının 2,4 katına
ulaştı. 1939’da, devlet teşviklerinden yararlanan firmalar bütün sanayi işçileri-
nin dörtte birini istihdam etmekteydiler (Keyder, 1990: 86).
Yeni kurulan Cumhuriyet, yerli burjuvaziyi “yetiştirmek” için bütün ifade
edilen yasal ve kurumsal düzenlemelerin yanında başka araçlar da kullanmış-
tır. Boratav, bu amaç için kullanılan en etkili ve yaygın aracın, devlet tekelleri-
nin imtiyazlı özel şahıs ve şirketlere verilmesi olduğunu belirtmektedir. Aynı
zamanda tekellerin devredildiği imtiyazlı yerli ve yabancı şirketlerin pek ço-
ğunda ise, üst düzeyde siyasi kadrolardan ve devlet katından önemli kişilerin
ortak ve hissedar olduklarını ve devletin sağladığı tekel durumundan faydala-
narak yüksek kazançlar elde ettiklerini ifade etmektedir (Boratav, 1997: 280).
Başkaya, siyasetçi ve bürokratların ekonomik faaliyetlerdeki etkinliğini, döne-
min yönetim biçimine göndermede bulunarak şöyle ifade etmektedir (Başkaya,
2004: 193):
Hakim sınıflar bir kere Bonapart’ın vesayeti altına girmeye razı olunca, faaliyet alanlarının
ve karşılıklı ilişkilerin sınırlanması olasılığını da kabullenmiş olurlar. Mülk sahibi sınıflar,
Bonapartist rejim altında, devlet bürokrasisinin siyasal egemenliğini kabullenince, sonuçla-
rına katlanmak, sineye çekmek zorunda kaldılar. Sadece bürokrasinin bazı irrasyonellikleri-
ne değil, siyasal etkinliklerine dayanarak, üst düzeydeki bürokratların devleti soyarak zen-
ginleşmelerine de göz yummak zorunda kaldılar. Bu durum, yeni oluşan mülk sahiplerinin
niteliğini de belirlemiştir. İlk büyük zenginler, ekonominin kilit noktalarını denetleyen bü-
yük bürokratlardı.
Başkaya, sürecin bu şekilde gerçekleşmesinde, o dönemde oluşan meclisin
atanmışlardan oluşan bir “memurin” meclisi olmasından ve sermayenin mec-
listeki temsilcilerinden çok, bürokratların sanayi ve ticaretin kilit noktalarına
çöreklenmesi ve sermayenin denetiminde söz sahibi olmalarından kaynaklan-
dığını belirtmektedir. Fikret Başkaya bu ilişki biçimini F. R. Atay’ın Çankaya
romanından şöyle aktarmaktadır (Başkaya, 2004: 194):
İlk aferizm (çıkarcı özel iş) fesadı; Ankara’da iş takibine gelenleri haraca kesmekle başlamış-
tır. Bugün Milli Savunma’nın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilci-
sinin aynı milletvekili olduğu görülmüştür. İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası ola-
rak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı ol-
muştur.

760
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

Buradan anlaşılıyor ki, bürokratlar burjuvalaşırken, mülk sahipleri de bü-


rokrasiye entegre oluyorlardı. Aferizm olgusunu Aydemir de İkinci Adam
romanında benzer ifadelerle şöyle anlatmaktadır (Aydemir, 1966: 446):
En kısa zamanda affairiste cereyanların ve tiplerin İş Bankası çevresinde kendilerine yer ve
sığınak buldukları görülüyordu. İş Bankasının kuruluşu sırasında devlete arkasını vererek
devlet nüfuz ve imkanlarından faydalanan aferist temayüllerin belirdiği bir gerçektir.
…Milli mücadele günlerinin asker, idareci yahut siyasetçi elemanları arasında türeyen bazı
insanların yeni devrin iktisadi imkanlarını az çok maskeli şekillerde fakat daima devletin
nüfuzuna dayanarak kendi menfaatlarına kullanma çabaları olmuştur.
Yerli girişimciyi desteklemek için kullanılan diğer bir araç ise, azınlıklar-
dan kalan servetin dağıtılmasıdır. Başkaya, bu dönemde öncelikle yapılmak
istenen, azınlık tüccarın (Rum, Ermeni) el koyduğu toplumsal artığı, Müslü-
man-Türk unsurlara kaydırmak olduğunu söylemektedir (Başkaya, 2004).
Keyder de, Ermeni tehciri sırasında ve Kurtuluş Savaşı yıllarında önemli mik-
tarda servetin el değiştirdiğini söylemektedir. Köylerini terk eden Ermeni ve
Rum nüfusun mülkleri, politikacı ve bürokratlarla ilişki kurabilen yörenin eş-
raf ve toprak sahiplerinin eline geçmiştir (Keyder, 1990: 69). Bu ilişkiyi yine
Kemal Tahir romanında şöyle resmetmektedir (Tahir, 2005: 157):
…Bizim Hacı Yunus Efendi’miz giden Rumların malları Türk’e kalsın, diyerek duru dura-
ğı, uykuyu muykuyu yitirdi kaç zamandır. … Bir başına çabalamakta değildir. Çünkü bir
elin sesi çıkmaz ve de bu dünyadan, Allah’ıma şükür, dini bütün Müslüman göke çekilip
tükenmez! Bu işin içinde adamı ipten alır mebus beylerimiz var ki, gördükte, hamiyetinden
gözlerin yaşarır.
Servetin el değiştirilmesi sürecinde devletin rolünü Buğra, şöyle ifade et-
mektedir (Buğra, 2008: 40, 123):
Devletin Rant boyutuna varan ilişkileri etkileyen bir diğer neden ise “girişimci sınıfın devlet
eliyle yaratılmış olma özelliği” ile de uyumlu olarak “sömürgecilik” döneminden kalan
sermaye kaynaklarının devlet tarafından yerli girişimcilere dağıtılmasıdır. … Cumhuriyetin
ilk yıllarında, Yunanlı ve Ermenilerin ülkeyi terk ederken bıraktıkları gayrimenkul, ticari ve
sanayi faaliyetiyle ilgili yapıların ele geçirilmesini, el koymaları hükümet desteklemekteydi.
Yetkililerle iyi ilişkileri bulunanlar bunlardan fazlasıyla yararlandılar. Örneğin Sabancı gru-
bunun kurucusu, Hacı Ömer Sabancı, Kayserili tanıdıkları sayesinde, azınlıkların bıraktığı
mallara el konulması işlemine katılmayı başarmıştı.
Devletin “milli burjuvazi” yaratmaya yönelik bütün çabalarına rağmen, is-
tenilen sonuç elde edilmemiştir. Bu durumu Başkaya şöyle ifade etmektedir
(Başkaya, 2004: 232):
…Türkiye’nin emperyalist sistem içinde işgal ettiği yer göz önüne alındığında, ticaret ser-
mayesinin “milliyeti”nin de önemi yoktur. Tüccarın nüfus cüzdanının değişmesi sanıldığı
kadar önemli değildir. Zaten söz konusu dönemde sık sık nüfus cüzdanı değişiklikleri ya-
şanmıştır. Azınlık tacirler Türk tabiiyetine girerek, Türkler’den ortaklar bulup destekler sağ-
layarak, “Müslüman Türk” olmamanın dezavantajını büyük ölçüde ortadan kaldırmışlardır
Kısacası, 1923-1929 arası dönemde Kemalistlerin modern bir kapitalist
ekonominin oluşması için öngördükleri ana mekanizma, devletin bireyleri

761
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

zenginleştirecek ortamı ve desteği sağlaması; böylece oluşacak yeni burjuvazi-


nin yabancı sermaye ile işbirliği ve ortaklık ilişkilerine girerek gelişmeyi ve
sanayileşmeyi gerçekleştirmesiydi. Bu doğrultuda, Müslüman-Türk ticaret
burjuvazisi ile siyaset kadroları ve yüksek bürokrasinin işbirliğinden, gelenek-
sel ve gayri Müslim (birçoğu sonradan kimlik değiştirip Türk vatandaşı olmuş-
tur) komprador ticaret burjuvazisinin işlevlerini kısmen de olsa devralabilen,
bazı hallerde yabancı sermaye ile işbirliği içinde kurulan imtiyazlı şirketlerin
tekelci kazançlarından nemalanan bir yeni zenginler tabakası oluşturuldu (Bo-
ratav, 1997: 292-293). Avcıoğlu, bu dönemde devlet desteği ile zenginler yara-
tıldığını, fakat sanayiciler yaratmadığını, müteşebbislerin daha kolay ve garan-
tili kazanç yollarını seçtiklerini ifade etmektedir. Bu dönemde Koç, Enver Pa-
şa’nın Kardeşi Nuri Paşa (Ordu siparişleriyle sanayici olmuştur), Bezmen’ler
gibi geleceğin büyük iş adamları imal edilmiştir (Avcıoğlu, 2001: 399-400).
Yeni Cumhuriyetin 1929-45 arası dönemi, daha çok ülkenin yeniden yapı-
lanan dünya ekonomisiyle bütünleşme ve devletçilik politikalarının yoğun
olarak uygulandığı dönem olarak ifade edilmektedir. Bu yıllarda ortaya çıkan
Dünya Ekonomik Buhranından dolayı daha çok devletin belirgin bir etkinliği
söz konusu olmuştur. Devlet sanayi alanında çeşitli girişimlerde bulunmuş, tek
başına işletmeler kurmuş ve işletmiştir. İlk Beş Yıllık Sanayi Planı (1933-1937)
yürürlüğe konmuş ve uygulanmıştır. Özellikle bu dönemde çok sayıda yabancı
şirket (demir ve deniz yolları) millileştirilmiştir (Avcıoğlu, 2001: 451-458, Bora-
tav, 1997: 297). Boratav, bu dönemde özellikle dış ticarete ve ithalata dönük
ticaret burjuvazisinin durumunda göreli bir gerilemenin yaşandığını; buna
karşılık burjuvazinin içe dönük ve devlet ihaleleri sayesinde, iç ticaret ve sana-
yi ile uğraşan kanatların durumunda gerilemenin yaşanmadığını söylemekte-
dir. Bu bağlamda en kazançlı grubun, devlet ihaleleri üzerinden gelişen müte-
ahhitler olduğunu belirtmektedir (Boratav, 1997: 299-301).
Başkaya ise, devletçilik döneminin, devletin sağladığı destek sayesinde,
Türk burjuvazisinin zenginleştiği ve ilkel bir sermaye birikimi sağladığını be-
lirtmektedir. Özellikle savaş yıllarında, karaborsa, spekülasyon, vurgunculuk,
zorla çalıştırma, ücretlerin düşürülmesi, büyük toprak sahiplerinin tarım ürün-
lerinin devletçe satın alınması ve bunun giderek ağırlaşan vergilerle karşılan-
ması, varlık vergisi sayesinde azınlıkların elindeki mülkün ve sermayenin yerli
mülk sahibi sınıflara aktarılması vasıtasıyla burjuvazinin palazlanmasına yol
açtığını ve böylece savaş yıllarında 2 bin milyoner ailenin doğduğunu söyle-
mektedir (Başkaya, 2004: 252-253, Avcıoğlu, 2001: 471). Boratav, varlık vergisi-
nin burjuvazi tarafından ödenmesine rağmen, bu sınıf içinde nesnel ölçütlere
göre uygulanmadığını, siyasi iktidarla gevşek bağları olan gruplar ve özellikle
azınlıkların ezildiğini, vergi borçlarını sermaye ve mülklerini tasfiye ederek
ödemek zorunda kaldıklarını belirtmektedir. Aynı zamanda, bu kargaşa içinde
yok pahasına emlak kapatan, işyerlerini devralan, önemli bir bölümü Anadolu
kökenli yeni zenginlerin büyük servet birikimi sağladıklarını da söylemektedir
(Boratav, 1997: 309).

762
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

2. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONUNDAN 1980’E


1945 sonrası dönem, tek partili rejimden çok partili parlamenter rejime ge-
çişin gerçekleştiği yıllardır. Boratav, bu süreçten sonra, parlamenter rejimin
gereği olarak geniş halk kitlelerinin toplum sahnesinde, artık seyirci değil, ak-
tör olarak yer alması sonucunu doğurduğunu ve siyasi iktidarların en azından
seçimden seçime de olsa, işçi, köylü ve esnaf gibi kalabalık halk kesimlerinin
ekonomik ve sosyal isteklerini dikkate almak ve bunlara şu veya bu biçimde
cevap vermek zorunda kaldıklarını ifade etmektedir. Bu durumun ise, bölü-
şüm ilişkilerinde varlıklı sınıfların kısa dönemli çıkarları ile çelişebilen unsur-
ların sürekli olarak yer alması sonucunu doğurduğunu söylemektedir (Bora-
tav, 1997: 311). Kısaca rejim, egemen sınıflarla halk sınıfları arasında sıkışan bir
konumda olduğu ve her iki tarafı da ürkütmemek istediği için popülist bir
karakter kazanmıştır. Özellikle bu dönemde rant ekonomisinin kurumsallaş-
masına yönelik adımların atıldığı söylenmektedir. Bu adımlar arasında, devlet
işletmeleri aracılığıyla özel sektöre yönelik ucuz girdilerin sağlanması yanı sıra
devlete ait kuruluşların ihtiyacı olan ithal girdilerinin sağlanmasına yönelik
işlemlerin sermayeye devri, döviz kıtlığının başladığı yıllarda, sanayi sermaye-
sinin yatırım yapan kesime ucuz döviz sağlayacak uygulamalara geçilmesi ve
devalüasyona gidilmemesi şeklinde sıralanmaktadır (Akalın, 2002: 44). Avcıoğ-
lu ise, bu dönemin en önemli özelliğinin, bir müteahhit zümresinin ortaya
çıkması olduğunu ve böylece “gizli ihale”, “dilediğine ihale” ve “değişebilir fiyatla
ihale” gibi uygulamalara başvurulduğunu söylemektedir. Aynı şekilde müte-
ahhitlikten elde edilen servetlerin bir kısmının sanayiye kaydığını da belirt-
mektedir (Avcıoğlu, 2001: 736).
İkinci Dünya Savaşı’ndan sora Türkiye, Marshall Yardım Programı’ndan
yaralanmak bağlamında, yardım veren ülkeleri ikna etmek için daha çok tarı-
ma ağırlık verme ve özel sektöre ekonomi içerisinde daha net ve güvenceli bir
konum belirleme durumuyla karşı karşıya kaldı. 1950’li yıllar ise, son derece
dostane devlet-işadamı ilişkileriyle başladı. Devlet kanadı, tüm temel ekono-
mik kararları iş dünyasıyla birlikte alacağını ilan etmişti. Hükümet, bir yandan
özel sektörü ateşli bir şekilde destekler görünürken, bir yandan da ekonomik
istikrarı sürdürebilmek için sıkı bir bütçe ve para politikası izlemekteydi. Kısa-
cası Buğra, 1950’lerdeki devlet-sermaye (girişimci) ilişkilerini şöyle özetlemek-
tedir: “DP hükümetleri kuşkuya yer bırakmayacak şekilde özel sektörü destek-
lemişlerse de, bu yöndeki uygulamaları, “girişimci ruhu”nu değil, “kar ru-
hu”nu teşvik edici bir nitelikteydi. DP de tıpkı CHP gibi, işadamı değil milyo-
ner yaratma peşindeydi. Bu tarihlerde önemli sermaye birikimi gerçekleşti ve
yeni işletmeler kuruldu. Çünkü bu dönemde tercihli kredi kullandırılması,
Sınai Kalkınma Bankası (1950) kredileri, hükümet sözleşmeleri, ithalatçılara
döviz kullandırımı gibi girişimciliği özendirici mekanizmalar bulunuyordu”
(Buğra, 2008: 176-177).
Örneğin, Sabancı grubunun sanayi alanındaki dönüşümü de, hükümetin
ülkede uygulamakta olduğu politikalarla yakından ilişkiliydi. 1950’lerde özel
girişimden yana olan iktidar partisi DP, girişimciliği desteklemekte ve Türk
Sanayi Kalkınma Bankası kredileri yoluyla birçok işletmenin açılmasına yar-

763
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

dımcı olmaktaydı. Sabancı şirketlerinden BOSSA’nın kuruluşunda, Celal Ba-


yar’ın Adana’ya yaptığı ziyaret yatmaktadır (Buğra, 2008: 125). Bu konudaki
bir başka örnek Alber Bilen’dir. Alber Bilen, yabancı ortaklıkları nedeniyle
oluşan sorunları, DP’nin genel sekreterinin, okul arkadaşı olması nedeniyle
hükümete rahatlıkla aktarmakta ve çözüm sağlayabilmekteydi (Buğra, 2008:
134).
Buğra, 1950’li yıllarda hükümetlerin genel toplumsal harcamalar ve sana-
yiye yaptığı yatırımların artışına paralel olarak, özel sektörün de devlet kont-
ratlarından giderek daha fazla yararlanmaya başladığını ve günümüzde Tek-
fen, Enka, Alarko ve Doğuş gibi bir çok büyük holdingin bu tür devlet projeleri
ile ya işe başladığını ya da bir dönüm noktasına ulaştığını ifade etmektedir
(Buğra, 2008: 180-182). DP’nin özel sektöre yönelik kolaylaştırıcı politikalarına
rağmen, girişimcilerin ekonomik faaliyetleri konusunda hayal kırıklığı yaşa-
mıştır. Bu hayal kırıklığı, Buğra’nın ifadesiyle “karaborsacıların idamını isteyen”
(Buğra, 2008: 183) bir yasa teklifinin meclise sunulmasına yol açacak boyuttay-
dı.
Girişimcilerimizle devlet erkanı arasındaki ilişkiler kimi zaman çok belir-
gin bir hal almıştır. Örneğin Nejat Eczacıbaşı, cumhuriyetin kurucu kadrosun-
dan kimselerle oldukça yakın ilişkilere sahipti. Bunların başında, 1950 yılında
Cumhurbaşkanı olduktan sonra, İzmir’deki evlerinde Eczacıbaşıları ziyaret
edecek kadar yakın bir aile dostu olan Celal Bayar’ı saymak mümkündür. El-
bette bu ilişkilerin iş yaşamına katkı sağlamaması düşünülemez. Nitekim yine
Eczacıbaşıların aile dostu olan İstanbul Valisi tarafından, fabrika kurulması
için İstanbul dışında bir arazinin alımında gösterilen kolaylık bu tür ilişkilerin
bariz meyveleri olarak görülebilir. Eczacıbaşılar ve diğer tüm iş adamları için
bu tür ilişkilerin her dönem olumlu sonuçları olduğunu söyleyebilmek söz
konusu değildir. Örneğin bir seferinde generalle savunma bakanı arasındaki
sürtüşmeden dolayı, bakanın fabrika kurulması için Eczacıbaşılara devletin
vermeyi taahhüt ettiği krediyi engellemesi, ilişkiler açısından olumsuz bir ör-
neği teşkil etmektedir (Buğra, 2008: 128-129).
Fevzi Akkaya’nın otobiyografisinde de “müşteri devlet” örneği bariz bi-
çimde görülmektedir. Buğra konuyla ilgili olarak şu aktarımı yapmaktadır
(Buğra, 2008: 136):
Yaptıkları işlerin hemen tamamı devletledir. Güçlü rakipleri de inşaat alanını 1950’lere ka-
dar kontrol altında tutan yabancı mühendislik firmalarıdır. Yabancı bir firma yerine Türk
firmalarını tercih eden hükümetlerin milliyetçi duygularından Akkaya ve Türkeş’in yarar-
landıklarını ifade etmek mümkündür.
Yine Akkaya’nın otobiyografisinde anlattıklarına göre, 1950’lere kadar iş-
lerin verimli bir biçimde yürüyebilmesi için çaba gösteren bürokrat ve mühen-
disler arasında karşılıklı anlayış ve güven mevcuttur. Akkaya’ya göre
1950’lerden sonra bu uyumlu ilişki katı ve düşmanca bir nitelik halini almaya
başlamıştır. 1950’lerden sonra firmalar paralarını almak için sürekli bir savaş
vermek zorunda kalmışlardır (Buğra, 2008: 137).

764
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

1910’lu yıllardan beri desteklenip kayrılan yerli sermaye artık palazlanmış


ve vesayet altında kalmak istemiyordu. Başkaya’nın ifadesiyle; “Artık çocuk
büyümüştü ve onu büyütenlere itaat etmeyecekti” (Başkaya, 2004: 280). 1960-1980
arası planlı ekonomi deneyimlerinin yaşandığı yıllarla birlikte, askeri darbeler
(27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri) vasıtasıyla bu
itaatsizliğini göstermeye başlamıştır. Üç askeri darbe, iki askeri darbe girişimi,
iki darbelerin reform hükümeti, sekiz çok kısa koalisyon hükümeti ve
1970’lerin sonlarına doğru artan şiddet olaylarına sahne olan Türkiye’de doğal
olarak iş ortamının siyasal belirsizliği ciddi boyutlara ulaşmıştı. Akalın, bütün
bu problemlere rağmen, yine de sermayenin ülkedeki uzun vadeli çıkarları
açısından ele alındığında çok da olumsuz sonuçlarının olmadığını belirtmek-
tedir. O’na göre bu üç askeri darbenin ortak yanının, darbeler öncesinde ülke-
de siyasi ve iktisadi gücü elinde tutan tarımsal sermayeye karşı, endüstriyel
sermayenin ABD politikaları çerçevesinde askeri desteği de arkasına alarak
hakimiyeti ele geçirme konusundaki eğilimidir. Özellikle 1980 darbesinin, da-
ha çok işçi sınıfının sanayi burjuvazisi için tehdit unsuru haline gelmiş olması
sonucunda gerçekleştirildiğini ve ne zaman sanayi sermayesinin siyasi ve ikti-
sadi yaşamdaki kontrolü zayıflamışsa, o zaman darbelerin gündeme geldiğini
belirtmektedir (Akalın, 2002: 47).
1960-1965 aralığına bakıldığında, sanayi sermayesinin yabancı sermayenin
desteğiyle gelişme kaydettiği görülmektedir. 1965 seçimleriyle tarımsal serma-
yeye karşı güç kaybı, 1971 darbesiyle tekrar elde edilmiştir. Kısacası, 1960-1980
aralığında özellikle sanayi sermayesinin, asker destekli olarak siyasi ve iktisadi
hakimiyetini kurma yolunda bilinçli adımlar attığı görülmektedir (Akalın,
2002: 48). Özel sektör, 1980’lerin başında sanayide önemli bir güce erişmişti.
Büyük firmalar da oldukça yetkin örgütlenme yapıları kurmuşlardı. Ayrıca iş
adamlarının toplumsal statüsünde de önemli bir gelişme gözlenmekteydi. Bu
süreçte sermaye ile küçük ve orta iş kesimi arasındaki mesafe giderek artmış
ve büyük iş çevreleri hükümetlere yönelik taleplerini artık Odalar aracılığıyla
değil, önde gelen işadamları tarafından kişisel görüşmeler yoluyla aktarıyor-
lardı. Bu gelişmeler sonucu 1971 yılında TUSİAD kurulmuştur. Böylece önde
gelen işadamları, kendilerine ayrıcalıklı bir konum belirleyerek, ülkenin top-
lumsal ve iktisadi gelişiminde yarı-kamusal nitelikli bir işlev yüklenmeye so-
yundular (Buğra, 2008: 191-192).
İş dünyası, bu örgütlenmelerle, kısa dönemli iktisadi çıkarlarını korumak
yerine, özel kesimin meşru kabul edileceği bir toplumsal çevre oluşturmayı
hedeflemekteydi. Kanımca, bu davranışın psikolojik bir temelinin olduğunu
söylemek mümkündür. İşadamları, mevcut konumlarını nasıl elde ettiklerini,
toplumun diğer kesimleri aleyhine çeşitli araçlarla devletin imkanlarını nasıl
kullandıklarını bildiklerinden, gelecekte güven içinde varlık ve konumlarını
sürdürebilmeleri için, sosyal kabul oluşturmaya yönelik çabalar içine girmiş-
lerdir.
3. 1980’DEN 2000’Lİ YILLARA
1980 askeri darbesinin, sermayenin çıkarlarının korunmasına yönelik ola-
rak 24 Ocak 1980’de kabul edilen IMF politikalarının uygulanması için gerekli

765
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

istikrar ortamının yaratılmasını amaçladığı ifade edilmektedir. Askeri Cunta


lideri olan Kenan Evren’in, yeni rejimin hedefleri arasında dışa dönük bir kal-
kınma stratejisi uygulaması olduğunu deklare etmesi bunun kanıtı olarak gö-
rülmektedir. Bilindiği gibi Türkiye, 24 Ocak 1980 kararlarıyla ithal ikameci
kalkınma stratejisini terk ederek, serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde ihraca-
ta yönelik kalkınma stratejisine geçti. Bu stratejiler doğrultusunda, serbest pi-
yasa sisteminin en önemli aktörleri olan girişimciliği, özellikle ihracatı amaç
edinen girişimcileri destekleme politikaları da devreye sokulmuştur.
Ercan, özellikle “devlet” ile “ordu”nun, toplumsal olanın yeniden üretimi
işlevini üstlendiklerini ve genel olarak toplumsal ilişkiler ve özel olarak da
egemen sınıfların talep ve belirlemeleri yönünde krizi çözmeye yönelik yeni
araç ve yöntemler bulmaya yöneldiğini belirtmektedir. Askeri darbe bu araç-
lardan biri olurken, askeri darbe ile birlikte devletin içsel mimarisinin de dö-
nüşümü gerçekleştirilmiştir. 1900’lerle başlayan ve 1930’larda devam eden,
1950’lerde her mahalleye bir milyoner sloganıyla kendini bulan kapitalist top-
lumsal ilişkilerin oluşumu, 1980’lerde artık mahalledeki zengin, mahalleye
sığmadığı için, dünya ölçeğinde zengin yaratmaya yönelik olmuştur (Ercan,
2006: 378).
Buğra, bu sürecin sonucunda, hayali ihracatın toplam ihracatın önemli bir
oranına ulaştığını ve bu nedenle 1988 ve 1989’da dış ticaret şirketlerine verilen
teşviklerin çoğunun kaldırıldığını söylemektedir. Yine bu dönemde, ithalat
serbestisi, ihracatın teşviki, menkul kıymetler borsasının kurulması gibi dışa
açık politikaların çoğunun, kolay karların elde edilmesine yaradığını belirt-
mektedir. Buğra, bu dönemde merkezileştirilmiş bir ekonomik sistemden do-
layı iş ortamında “partikülarist” eğilimlerin ortaya çıktığını, bu bağlamda bazı
büyük işadamları kendilerine belli sözler ve güvenceler vererek onları belli
faaliyetlere yönelten en üst düzey yetkililerle doğrudan temasa geçebildiklerini
ifade etmektedir (Buğra, 2008: 218). Bu süreçte, kazançlı çıkan işadamları oldu-
ğu gibi zarar gören işadamları da olmuştur. Diğer dönemlerde olduğu gibi, bu
dönemde de devlet bazı kişileri zengin etmekte, gözden düşenlere de zorluk
çıkarmaktadır. 1988’de ihracata yönelik büyüme politikası, yukarıda ifade edi-
len nedenlerle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
1989’dan Haziran 1996’daki Refahyol hükümeti iktidarının başladığı dö-
nemde, denetimsiz finansal serbestleşme ve finansal krizin (1994) yaşandığı
yıllardır. Özellikle bu dönemin en belirgin uygulaması, Türk sermayedarın,
Osmanlı dönemi komprador burjuvazisine benzer bir işlev üstlenmesidir. Dev-
letin cari harcamaları için yüksek faiz oranlarıyla borç verilmiştir. Dönemin
siyasal iktidarlarıyla kurmuş oldukları ilişkileri kullanarak, devlet bankaların-
dan ucuz krediler alıp, bunları ihtiyacı olan başka kamu kurumlarına yüksek
faiz oranlarıyla borç vermekteydiler. Kolay yoldan paradan para kazanma
uygulaması, 1996’daki Refahyol iktidarının uygulamış olduğu havuz sistemiy-
le son bulmuştur. Refahyol iktidarının politika değişikliği, diğer başka olaylar
da bahane edilerek, yerli komprador sermayedar ve asker-sivil bürokrasi işbir-
liğiyle (28 Şubat süreci) iktidardan indirilmiştir.

766
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

1990’lı yıllarda Güneydoğu Anadolu’da devam eden “düşük yoğunluklu


savaş”ta uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve çeteleşme faaliyetleriyle zeginleştiği
iddia edilen türedi zenginler (Erol Evcil, Hayyam Garipoğlu, Korkmaz Yiğit
gibi) ortaya çıkmıştır. Dönemin siyasi iktidarının devletin bankalarını (Türk-
bank olayı gibi), bu türedi zenginler arasında adeta paylaştırılmıştır. Bu süreç,
siyasi iktidar ve asker-sivil bürokrasiyle ilişki içinde olan sermaye kesiminin
sahip oldukları bankaların içini boşaltmasıyla (birçoğu mahkeme kararlarıyla
kanıtlanmıştır), Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizinin (2001 Krizi)
yaşanmasına neden olmuştur. Adeta kuralsızlaştırma mekanizmalarının devle-
tin güç-baskısıyla yaşama sokulduğu bir dönem yaşanmıştır.
Kısacası 1980’li ve 1990’lı yıllar, burjuvazi-devlet ilişkilerinin ilkelleştiği,
işadamları arasınada rant/avanta paylaşımında siyasi iktidarla bireysel ilişkile-
rin belirleyici olduğu bir dönem olmuştur. Sermaye sınıfı, bu yıllarda, önceki
dönemlerde gözetilmiş sektör olan sanayiden kaçınarak devlet kaynaklı yeni
vurgun olanaklarının genişlediği finans, müteahhitlik, turizm, arsa spekülas-
yonu gibi alanlara yönelmiştir.
C. 1980’Lİ YILLAR: ANADOLU SERMAYESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
1980 sonrasında Turgut Özal tarafından yürürlüğe konan neo-liberal poli-
tikalar sonucunda, daha önce pek dikkate alınmayan, şimdiye kadar devlet
eliti ile ona eklemlenen ve ondan beslenen sermayedar (çoğunlukla TUSİAD
etrafında toplanan) kesimi tarafından dışlanan yeni bir girişimci kesimin orta-
ya çıktığını görmekteyiz. Özal, DP’nin 1950’lerde yaptığına benzer şekilde,
muhafazakar çevreleri kamusal alana davet ederek devlet-toplum ilişkilerini
yeniden düzenlemeye çalışıyordu. Özal’lı yıllar bu bağlamda sivil toplumun
özerkleşmesi, gelişmesi ve demokratikleşmesi noktasında önemli açılımların
gerçekleştiği bir dönem olmuştur.
Bu tarihlerde, özellikle Konya, Kayseri, Gaziantep, Denizli, Çorum gibi
daha çok Orta Anadolu’da faaliyetlerini yürüten genç ve dinamik bir girişimci
grubu, ekonomi sahnesine çıkmaya başlamıştır. Bazılarının “Anadolu sermaye-
si”, bazılarının da “yeşil sermaye” olarak isimlendirdiği bu girişimci kesim daha
çok küçük ve orta ölçekli işletmeleri çalıştıran müteşebbislerden oluşmaktadır.
Bu gurubun en belirgin özelliği, devlet desteğinden bağımsız olarak, daha zi-
yade içsel dinamiklerle önemli bir gelişme trendini yakalamış olmasıdır. Ana-
dolu girişimcisinin özellikleri ve girişimcilik motivasyonlarıyla ilgili çeşitli
çalışmalar yapılmıştır. Konuyla ilgili yapılan bir araştırmada bu girişimcilerin,
genç (%70’i 30-50 yaş aralığında) ve eğitimli (% 75’i lise-yüksek okul mezunu)
kişiler olduklarını ve daha çok babaları çiftçi ve esnaf olan ikinci kuşak bir giri-
şimci topluluk olduğunu göstermektedir (Kapu, 2001: 213-218).
Araştırmada, girişimcileri motive eden faktörlerin; “toplumsal statü ve
prestij kazanma”, “kendini gerçekleştirme”, “topluma katkı” ve “sosyal kimli-
ğin güçlendirilmesi” olarak belirlendiği saptanmıştır. Araştırmaya dahil edilen
girişimciler, kendilerinin merkezi yönetimler tarafından sürekli dışlandıklarını
ifade etmektedirler. Merkezi yönetimler tarafından tarihsel süreç içerisinde
devlet destekli ve sürekli devletten beslenen bir azınlık İstanbul sanayicileri

767
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

karşısında hep ikinci sınıf muamelesi gördüklerine inanmaktadırlar. Dolayısıy-


la, toplumsal yapı içerisinde hak ettikleri konumda ve mevkide olmadıklarını
düşünmektedirler. Hakları olduğuna inandıkları mevkiye ulaşmanın yolunun
ekonomik olarak güçlü olmaktan geçtiğini söylemektedirler. Bu noktada, iş-
letmeleri ekonomik gücü elde etmenin en etkili araçları olarak görmektedirler.
Kendilerine prestij sağlayacak özelliklerin, devlet desteği almadan veya faizle
işlem yapan bankalardan kredi kullanmadan işletmeler kurmak ve dünya pa-
zarında satılabilecek kalitede mal ve hizmet üretmek olduğunu ifade etmekte-
dirler. Ancak bu özellikleri vasıtasıyla toplumsal yapıda olmaları gereken
mevkiye ulaşacaklarına ve orijinal ürünleri üretmedeki başarılarının prestijle-
rini arttıracağına inanmaktadırlar (Kapu, 2001: 223-226).
Aynı şekilde Anadolu girişimcisi, kendilerini geliştirmenin ve sahip ol-
dukları potansiyellerinin ortaya çıkmasını sağlamanın en iyi yolunun işletme-
ler olduğuna inanmaktadır. İşletmeler vasıtasıyla sahip oldukları fikirleri ger-
çekleştirme imkanı bulduklarını ve diğer birey ve işletmelerle, toplumla ve
dünya ile kurdukları ilişkiler vasıtasıyla yeni şeyler öğrendiklerini ifade etmek-
tedir. Aynı şekilde teknolojik yeniliklerin gerçekleşebilmesinin de ancak işlet-
me gibi sosyo-ekonomik yapılar içinde mümkün olabileceğine inanmaktadır.
Bütün bunlarla birlikte kurdukları işletmeler vasıtasıyla demokrasi, hoşgörü,
ilerleme, değişim, bilgi, sürekli öğrenme, iletişim ve etkileşim, başarı, kendi
farkına varma gibi evrensel değerleri tanıma fırsatı bulduklarını açıklamakta-
dırlar. Anadolu girişimcileri, toplumun refahına yapılan katkının dikkate de-
ğer bir şekilde yüksek olmasının, toplumun diğer kesimlerince fark edilmeyi
ve kendi kimlik ve değerleriyle birlikte kabul edilmeyi sağlayacağına inanmak-
tadır. Dolayısıyla işletmeler böyle bir katkının sağlanmasında önemli bir araç
olarak görülmektedir (Kapu, 2001: 229-230).
Anadolu girişimcileri, kendi gelişimlerini sağlamak ve ortamın belirsizlik-
lerinden kaynaklanacak olumsuzluklardan sakınmak için sosyal sermayesini
kullanmıştır. Bu sermayenin temel özelliği, aynı dünya görüşü ve değerlerini
paylaşmadır. Paylaşılan değer ve inançlar doğrultusunda oluşturulan gruplar-
la kendilerini özdeşleştirmeleri ve benlik kategorileştirmelerine gittikleri gö-
rülmektedir. Edinilen bu sosyal kimlik ve kategorileştirme, toplumun diğer
kesimleri tarafından da atfedilince, kimliğe olan bağlılık ve sosyal kategorileş-
me daha kesin ve sınırları belirgin bir hal almaktadır. Toplumun diğer kesim-
leri tarafından kendilerine yönelik olan üstten bakan tavrını kırmanın yolunun
da, dahil oldukları grubun kendilerine yüklemiş olduğu sosyal kimliği geliş-
tirmekten geçtiğine inanmaktadırlar. Sosyal kimliğin geliştirilmesinin, aynı
zamanda ekonomik anlamda güçlü olmayı gerektirdiğini de düşünmektedir-
ler. Bu noktada işletmeleri sosyal kimliğin geliştirilmesinin en önemli ekono-
mik ve sosyal aracı olarak görmektedirler. Güçlenen sosyal kimliğin, kendile-
rine olduğu gibi kendilerinden sonra çocuklarına da özgüven kazandıracağına
inanmaktadırlar. Ancak bu özgüven sayesinde, toplumda kendi kişiliğiyle,
kimliğiyle ve değerleriyle birlikte ayakta durabileceklerini ifade etmektedirler.
Yukarıda ifade edilen nedenler 5 Mayıs 1990 yılında MÜSİAD’ın kurul-
masıyla sonuçlanmıştır. MÜSİAD’la birlikte, 1993’te İş Hayatı Dayanışma Der-

768
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

neği (İŞHAD) ve Hür Sanayici ve İşadamları Derneği (HÜRSİAD) kuruldu.


Üyelerini “homo-İslamicus” olarak tanımlayan MÜSİAD, küçük ve orta ölçek-
li ağırlıkta olmak üzere 1000’i aşkın işletme ve yaş ortalaması 33 olan iş adamı
çevresini çatısı altında toplamıştır. 1996 Refahyol hükümetinin etkisiyle üye
sayısı 2100’e ulaşmış ve 28 Şubat müdahalesinde üye sayısı 2897’ye çıkmıştır.
MÜSİAD, zaman içinde söylem ve pratiğiyle kendisini büyük İstanbul serma-
yesinden ayrı bir yere konumlandırdı. Özellikle 1990’lı yıllarda hem işletme
ölçekleri ve iş yaptıkları sosyo-mekansal ölçekler, hem de sermaye birikimleri-
ni oluşturma ve finansman açısından bir farklılaşma yaşandı (Doğan, : 56-58).
Anadolu sermayesi ya da başka bir ifadelendirmeyle İslamcı sermayenin
bu gelişim süreci, 28 Şubat müdahalesiyle kesintiye uğratılmaya çalışılmıştır.
Ülkedeki egemen sivil-asker bürokrasi ve tarihsel süreç içerisinde onlara ek-
lemlenmiş İstanbul sermayesinin bu gelişmeden kaygılanması sonucu, o dö-
nemde iktidarda bulunan Refahyol hükümetinin uygulamaları bahane edile-
rek, kendilerine balans ayarı yapılmaya çalışılmıştır. O yıllarda özellikle Kom-
bassan, Yimpaş, Jet Grup gibi holdingler ve bunların sermaye birikim tarzları,
egemen sermaye çevrelerinin, hiyerarşiyi değiştirme endişesini uyandırmış ve
sürece müdahaleyi desteklemiştir. Aynı şekilde, söz konusu holdinglerin özel-
leştirme ihalelerine katılıp pastadan pay kapacak kadar büyümeleri (örneğin
Kombassan’ın Petlas ihalesini kazanması), egemen çevrelerde rahatsızlık ya-
ratmıştır. Bu nedenle Anadolu sermayesinin gelişmesini tetikleyen dinamikler
törpülenerek dizginlenmek amacıyla, asker-sivil bürokrasiye ilaveten
TÜSİAD’ın başını çektiği beşli “sivil inisiyatif”le birlikte 28 Şubat süreci başla-
tılmıştır. Sürecin sonunda, Anadolu sermayesi kısmen tasfiye edilmiş, özellikle
MÜSİAD üyelerine yönelik gizli-açık ambargolar uygulanmıştır. Süreçle birlik-
te hem iktidar ve hem de sermaye el değiştirmiştir.
GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Yukarıdaki değerlendirmelerin ardından, tarihsel süreç içerisinde devlet-
sermaye ilişkileri bağlamında Türkiyeli sermayenin genel karakteriyle ilgili
aşağıdaki saptamaları yapmak mümkündür:
Türk işadamlarının maddi kazanç için girişilen faaliyetlerin meşruiyetine
ilişkin bir güvensizlik içinde oldukları görülmekte ve bu, girişimciliğin sosyal
katkılarını öne çıkararak yaptıkları savunmalarda kendini göstermektedir.
Girişimcilerin başarılı çabalarından pek gururla bahsetmediklerini, aksine ba-
şarıları için neredeyse özür dileyerek sürekli kendi başarılarının toplumsal
sonuçlarını ön plana çıkardıkları görülmektedir. İş başarısı ise, daha çok işa-
damının devletle olan ilişkisi tarafından belirlenmektedir (Buğra, 2008: 15-16).
Güvensizliğin nedeni tam da bu ilişkide yatmaktadır. Başarısının temelinde
kendi kişisel girişimcilik yeteneklerinden ziyade, devletle kurmuş olduğu iliş-
kilerin rolünü bildikleri için, böyle kolay kazanılan pozisyonun aynı şekilde
hızlı bir şekilde kaybedilebileceğinin psikolojik baskısını hissetmektedirler.
Çünkü yalnız servetlerini değil aynı zamanda toplumsal konumlarını da dev-
lete borçlu olduklarının farkındadırlar.

769
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Devletle kurduğu ilişkilerden dolayı rekabet şartlarının olmadığı bir or-


tamın sağladığı kazançlı pozisyonu, Türk işadamının ekonomiye sosyal faali-
yetlerden ayrı özerk bir alan olarak bakmasını engellemiştir. Kişisel çıkar sağ-
lamaya yönelik bireysel davranışların, ekonomik yaşamın merkezi bir düzen-
leyicisi olduğu fikrine uzaktırlar.
Özellikle cumhuriyetin kuruluş yıllarında girişimci olmanın fazla özenilir
bir davranış olarak görülmediği, büyük sanayici ve iş adamlarımızın girişimci-
nin temel mantığı olan “kar elde etme” davranışından ziyade milli çıkarlar
doğrultusunda hareket eden, sosyal sorumluluğu ön planda olan kişiler olduk-
ları görülmüştür. Ulusal çıkarların özel çıkarlara üstünlüğü görüntüsünün
verilmesinde, özellikle devlet eliyle desteklenmiş olma ve devlet eliyle yara-
tılmış olma olgusunun buna hizmet ettiği görülmektedir.
Girişimcilerle devlet arasındaki ilişkilerin tüm bu dönemler boyunca sü-
rekli olarak devam ettiği, zaman zaman taraflardan birinin zararına olsa bile
yoğun biçimde girişimcilik sürecini etkilediği görülmektedir. Türkiye ekono-
misindeki belirsizlikler ve sanayi politikalarındaki muğlaklıklara rağmen, giri-
şimcilerin sürdürülebilir ilişkileri sayesinde sürekli her dönemden güçlenerek
çıktıkları bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’deki iş adamlarının kapitalizmin ruhuna tamamıyla zıt olsa da
hiçbir dönemde devletin müdahalesine karşı olmadığı, zaman zaman müdaha-
lenin boyutlarından ve kendilerine düşen rol belirsizliklerinden şikâyet ettikle-
ri çeşitli çalışmalarda ortaya konulmuştur. Bu iş adamları, kendilerini güvende
hissedecekleri bir toplumsal düzende dengenin korunabilmesi için başka top-
lumsal ve ideolojik mekanizmalara gerek duyulacağı fikrine sıkı sıkıya bağlı-
dırlar (Buğra, 2008: 17-18).
Genel olarak risk alma, belirsizliğe tolerans, eğitim seviyesinin görece dü-
şüklüğü gibi bilinen girişimcilik özellikleri Türk toplumunda gelişen girişimci-
lik anlayışından tamamen faklılık göstermektedir. Gerek Osmanlının son dö-
nemlerinde, gerekse Cumhuriyet tarihi boyunca görülen devlet eliyle destek-
lenmiş ya da kösteklenmiş ve buna bağlı olarak da aradaki ilişkinin sürekli
olarak önemli boyutlarda varlığını sürdürdüğü bir yapılanma görülmektedir.
Türkiye’de girişimcilik, kuramsal olarak bilinen özelliklerden çok resmi ma-
kamlarla ilişkilerin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik çabaların varlığı ile
dikkat çekmektedir. İyi bir girişimci, doğru yerde, doğru zamanda, doğru iliş-
kileri kurabilen ve sürdürebilen kişi olarak tanımlanabilmektedir. Türkiyeli
girişimci ve iş adamlarının çoğunluğu son derece yüksek eğitimli, yabancı dil
bilen, Türkiye şartlarına göre elit kesimi oluşturmaktadır (Buğra, 2008: 99). Bu
durumun, özellikle resmi makamlarla ilişkiler bağlamında ortaya çıktığı söyle-
nebilinir. Eğitim seviyesinin düşük olduğu girişimcilerde dahi, mutlaka resmi
makamlarla ilişkileri sürdürecek ortak bir yol arkadaşına ihtiyaç duyulmuştur.
Yeni doğan girişimci sınıfın toprak sahipliğine bağlı zenginlikle ve toplumsal
statüyle ilişkisi söz konusu değildir. Büyük sanayi ve ticaret işletmelerinin
kurucuları arasında eski toprak sahiplerine rastlanmamaktadır. Bu kurucuların
genellikle küçük tüccar ve memur kökenli oldukları görülmektedir (Buğra,
2008: 42).

770
30. Bölüm: Türkiye’de Devlet-Sermaye Etkileşimi/ Hüsnü Kapu

Türkiye’deki girişimcilerin devletle ilişkileri incelenirken, ülkenin genel


ekonomik yapısının manzaradan bağımsız algılanması düşünülemez. Yeni
doğmuş bir cumhuriyetin ve geç kalınmış sanayileşmenin gerektirdiği çeşitli
politikaların uygulanması, girişimci-devlet ilişkilerinin boyutuna önemli katkı-
larda bulunmuştur. Geç sanayileşen ülkelerin teknoloji bağımlılıkları dikkate
alındığında, bu ülkelerde girişimcilik işlevinin yeni üretim ve pazarlama tek-
nikleri geliştirmekten başka bir şey olması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu
ülkelerde girişimcinin rolü daha çok faaliyetleri sosyal ve ekonomik değişme-
lerden yararlanacak biçimde yönlendirmekle ilgili olduğu için de sanayi faali-
yetleri politik bir nitelik kazanmaktadır.
Yine teknolojik bağımlılık ve uzun vadeli bir sanayi stratejisi yokluğunun
da girişimci-devlet ilişkilerinde belirleyici bir etkiye neden olduğu söylenebil-
mektedir. Buğra’ya göre de, ülkede uzun vadeli bir sanayi stratejisine bağlılık
söz konusu olmadığı için, Türk iş adamları dar bir sanayi bilinci geliştirme-
mekte ve rant sağlamaya yönelik girişimlere büyük bir eğilim göstermektedir
(Buğra, 2008: 39).
Özellikle askeri müdahaleler ve istikrarsız hükümetler dönemi olarak gö-
rülebilecek 1960-1980 arası dönemde, yine resmi makamlarla ilişkilerini sağlam
tutan iş dünyası ve girişimcilerin, her dönemden güçlü olarak çıktıkları görül-
mektedir. Örneğin Sakıp Sabancı babasının bankacılar ve subaylarla ilişkilerine
vermiş olduğu önemi anlatmaktadır. Buğra (2008)’ya göre, büyük olasılıkla
Türkiye’nin sıkça karşılaşmış olduğu askeri hükümetler sırasında iş faaliyetle-
rinin aksamamasında bu tür ilişkiler büyük ölçüde yardımcı olmuştur.
Buğra’nın çalışmasına göre büyük iş adamlarının çoğu, devleti iş yaşa-
mında ana etmen olarak vurgulamaktadır. Bu iş adamlarından Fevzi Akka-
ya’nın otobiyografisinde anlattıklarına göre, devlet, başlangıç dönemlerinde
kredi kaynağını oluşturmasa bile ya işveren ya da müşteri olarak veya iş ada-
mının kariyerinin akışını değiştirecek bir projede ilk adımı atmaya gerekli ana
sermayeyi sağlayarak firmanın iş hayatındaki dönüm noktasında anahtar ro-
lünü oynayabilmektedir (Buğra, 2008: 105). Örneğin Vehbi Koç, önceleri bü-
rokrat ailelerin gıda tüketimlerini karşılamaya yönelik faaliyetlerle uğraşırken,
daha sonra hükümet projelerinden iş alarak aile işlerini genişletmekte başarılı
olmuştur. Koç’un gelişimi, hükümetle yaptığı işlerle açıklanabilir (Buğra, 2008:
116-117). Kısacası işadamları arasındaki rekabet ve mücadelenin, piyasa üze-
rinde değil, Ankara’daki hükümet ve bakanlık binalarında yapıldığıdır. Bu
konularda kararı tüketiciler değil devlet vermektedir.

771
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

772
Kaynakça

KAYNAKÇA

AKALIN, U. Selçuk (2002). Türkiye’de Devlet-Sermaye İşbirliğinin Ekonomi Politiği, Set Yayınla-
rı, İstanbul.
AVCIOĞLU, Doğan (2001). Türkiye’nin Düzeni, 1. Cilt, Tekin Yayınevi, İstanbul.
AVCIOĞLU, Doğan (2001). Türkiye’nin Düzeni, 2. Cilt, Tekin Yayınevi, İstanbul.
AYDEMİR, Ş. Süreyya (1966). İkinci Adam, Remzi Yayınları, İstanbul.
BAŞKAYA, Fikret (2004). Paradigmanın İflası, 4. Bask., Maki Bas. Yay., Ankara.
BORATAV, Korkut (1997). Türkiye Tarihi, 4. Cilt, edit: Sina Akşin vd., Cem Yayınevi, İstan-
bul.
BUĞRA, Ayşe (2008). Devlet ve İşadamları, çev. Fikret Adaman, İletişim, İstanbul.
ERCAN, Fuat (2006). “Türkiye’de Kapitalizmin Süreklilik İçinde Değişimi (1980-2004)”,
Haz. Demet Yılmaz vd. Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, Dipnot Yayınları, Ankara,
içinde, ss.375-411.
KEYDER, Çağlar (1990). Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, İletişim yayınları, İstanbul.
KAPU, Hüsnü (2001). Orta ve Güneydoğu Anadolu’da Yaşayan Girişimcilerin Girişimcilik ve
Yaşam Değerleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Ün. Sos. Bil Enstitüsü, İs-
tanbul.
ORMAN, Sabri (2001). İktisat, Tarih ve Toplum, Küre Yayınları, İstanbul.
ÖZTÜRK, İbrahim (2008). Girişimcilik Raporu, İGİAD, İstanbul.
ŞİMŞEK, Osman (2006). “Zihniyet, Girişimcilik ve KOBİ-Sosyoloji İlişkisi”, TÜHİS, Ağustos
2006.
TAHİR, Kemal (2005). Kurt Kanunu, İthaki Yayınlar, İstanbul.

773
Dizin

İNDEKS
402, 407, 409, 410, 411, 412, 413, 414,
415, 416, 417, 420, 434, 435, 439, 440,
1 444, 447, 448, 453, 461, 462, 463, 464,
465, 467, 469, 470, 471, 472, 473, 474,
475, 476, 477, 482, 483, 484, 486, 487,
1 Mart Tezkeresi · 679 492, 493, 513, 521, 522, 523, 524, 525,
12 Eylül 1980 Darbesi · 724, 727, 737 526, 527, 528, 529, 530, 531, 532, 533,
12 Mart 1971 Muhtırası · 722 534, 535, 536, 538, 539, 540, 541, 546,
12 Temmuz Beyannamesi · 312, 315, 316, 547, 551, 559, 560, 561, 562, 563, 565,
317, 318, 325, 338 566, 567, 592, 596, 597, 606, 607, 610,
1924 Anayasası · 44, 224, 403 611, 614, 618, 619, 621, 622, 623, 624,
625, 679, 680, 690, 702, 706, 709, 711,
1929 Bunalımı · 705
714, 715, 719, 724, 726, 736, 765
1946 Ruhu · 333
Abdullah Gül · 675, 682, 684, 686, 688, 691
1961 Anayasası · 719
Abdullah Öcalan · 517, 653, 689
1974 Petrol Krizi · 728
Abdülkadir Aksu · 681
Acil Eylem Planı · 733, 738
2 Adalet ve Kalkınma Partisi · 9, 600, 644,
671, 696, 732
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) · 732
2000-Enflasyonu Düşürme Programı ·
731, 737 Adana · 282
21 Ekim Protokolü · 405, 428, 429 Adana Konferansı · 285
24 Ocak 1980 Kararları · 727 Adnan Menderes · 304, 308, 309, 313, 314,
318, 333, 337, 338, 339, 340, 361, 363,
24 Ocak Kararları · 509, 643, 649, 654, 724,
379, 388, 396, 459, 607, 712, 714
725, 726, 738
AET · 408, 450, 479, 480, 481, 482, 501,
27 Mayıs 1960 Darbesi · 696, 718, 724, 736
524, 528, 529, 530, 546, 556, 562, 563,
27 Nisan 2007 Muhtırası · 684
564, 565, 608, 609, 623, 630, 719, 721,
28 Şubat Muhtırası · 671 722
Afet İnan · 108, 114, 124, 130, 131, 132, 133
AGİT · 617
5 Ahmet Ağaoğlu · 79, 336
Ahmet Necdet Sezer · 672, 677, 685
5 Nisan kararları · 729, 730
Ahmet Rıza · 62, 68, 95, 99
5 Nisan Kararları · 652, 744
Ahmet Şükrü Esmer · 265
Akşam · 265, 282, 326, 336, 341
A Ali Fethi Okyar · 141, 158
Ali Fuad Erden · 282
Ali Fuat Cebesoy · 158, 171, 185, 186, 269
ABD · 180, 191, 192, 194, 196, 198, 199,
Ali Rıza Paşa · 155, 163, 200
210, 212, 278, 281, 285, 286, 287, 289,
290, 294, 345, 347, 348, 349, 350, 351, Ali Suavi · 82, 97
352, 353, 354, 356, 357, 358, 366, 367, Ali Şükrü Bey · 166, 167, 175, 181, 182,
369, 374, 375, 384, 385, 387, 388, 401, 183, 184, 185, 186, 187, 220

775
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Alman işgali · 279 C


Alman propagandası · 282
Almanya · 266, 269, 280, 281, 282, 291, Cami Baykurt · 309, 313
292, 295 Celal Bayar · 158, 257, 308, 318, 319, 335,
Alpaslan Türkeş · 583 337, 338, 339, 341, 342, 361, 363, 373,
Amasya Tamimi · 148, 153, 190, 197, 200 396, 427, 459, 499, 558, 703, 704, 764
Anavatan Partisi · 559, 570, 571, 589, 601, Cemal Gürsel · 397, 398, 422, 425, 427,
602, 646, 671, 724 436, 440, 451, 491, 514
Ankara Anlaşması · 721 Cemal Paşa · 138, 158, 228
Ankara Hükümeti · 208, 219 Cemil Çiçek · 681
Annan Planı · 690 CENTO · 374, 375, 391, 416, 417
Asya Kaplanları · 662 Cevdet Sunay · 401, 425, 426, 428, 440,
Aşar Vergisi · 700 453, 522
Atatürk · 699, 704, 706, 710 Clodius · 281, 292
Atatürkçü Düşünce Derneği · 579 Cripps · 282
Atatürkçülük · 114, 131, 305, 550, 579 Cumhuriyet · 13, 24, 25, 27, 28, 31, 35, 37,
Ayışığı · 680 38, 39, 40, 44, 46, 47, 55, 56, 57, 86, 87,
88, 93, 94, 98, 99, 100, 103, 104, 105,
110, 126, 127, 130, 131, 219, 220, 221,
B 222, 223, 224, 225, 226, 227, 229, 232,
238, 265, 266, 282, 291, 301, 303, 304,
305, 306, 307, 308, 309, 310, 324, 325,
Balkan Antantı · 250, 251, 252, 267, 346 326, 328, 330, 332, 333, 336, 338, 339,
Banker Kastelli · 725 340, 341, 342, 345, 361, 370, 371, 388,
Barbarossa · 279 389, 402, 418, 419, 420, 421, 434, 440,
Başörtüsü · 677, 678 442, 455, 456, 457, 458, 459, 486, 487,
Batı Çalışma Grubu · 672 489, 490, 491, 495, 500, 501, 503, 508,
514, 519, 522, 524, 545, 552, 553, 566,
BDDK · 732, 749 567, 568, 572, 575, 577, 583, 595, 632,
Behice Boran · 492 646, 648, 673, 680, 681, 686, 691, 696,
BM · 15, 295, 297, 306, 346, 349, 358, 379, 698, 699, 710, 717, 730, 735, 741, 742,
381, 382, 383, 384, 385, 466, 468, 470, 745, 756, 760, 770
473, 483, 484, 502, 531, 534, 565, 617, Cumhuriyet Çalışma Grubu · 681
626 Cumhuriyet Halk Partisi · 55, 57, 86, 105,
Bolşevik · 169, 173, 190, 192, 193, 195, 199, 232, 307, 361, 389, 421, 519, 552, 673
200, 202, 204, 205, 207, 208, 213, 215 Cumhuriyet Mitingleri · 681, 686
Bolşevizm · 169, 193, 216 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi · 402,
Bretton Woods Konferansı · 714 422
Buhran Vergisi · 706
Bülent Ecevit · 435, 446, 459, 527, 529, 532,
535, 538, 539, 540, 552, 583, 608, 619, Ç
653, 657, 672, 743
Büyük Birlik Partisi · 648, 669, 678 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu · 708,
Büyük Millet Meclisi · 41, 42, 56, 167, 185, 712
186, 189, 219, 305, 334, 363, 470, 519,
647
Büyük Ortadoğu Projesi · 105

776
Dizin

D F
Damat Ferit · 41, 105, 145, 146, 147, 152, Falih Rıfkı Atay · 130, 131, 244, 265, 337,
154, 163, 189, 197, 199, 200, 203 349
Demokrat Parti (DP) · 706 Fatin Rüştü Zorlu · 388, 391, 427
Demokratik Toplum Partisi · 678 Fazilet Partisi · 450, 643, 673
Deniz Baykal · 560, 691 Ferhat Sarıkaya · 691
Derviş Vahdeti · 223 Feridun Cemal Erkin · 293, 299, 301, 334,
415, 416
Devlet Bahçeli · 678
Fethi Gürcan · 407, 429, 432
Devletçilik · 703, 739
Devrim · 127, 160, 304, 445, 459, 492, 494, Fevzi Çakmak · 269
512, 601 Filibeli Hilmi · 139, 142, 143
Doğan Avcıoğlu · 158, 435, 445, 457, 459, Filistin Kurtuluş Örgütü · 531, 538
492, 494
Dolarizasyon · 729, 740
Duyun-u Umumiye · 211, 212, 697, 756 G
Duyun-u Umumiye İdaresi (DUİ) · 697
Dünya Bankası · 15, 495, 606, 649, 667, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı · 732,
672, 673, 714, 724, 727, 731, 743, 748 738, 750, 752, 753
Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
(GEGP) · 732, 733
E Güneş Dil Teorisi · 101, 107, 109, 126
Güven Partisi · 421, 446, 492, 495, 496,
Eczacıbaşı · 764 499, 553
Ege Adaları · 279
Ekrem Alican · 404, 422, 423, 424, 425
Eldiven · 680 H
Elviye-i Selase · 142
Emin Sazak · 315, 337 Hakimiyet-i Milliye · 132, 222, 227
Enflasyonla Mücadele Programı · 751, Halide Edip Adıvar · 111, 123, 131, 132
752 Halk Fırkası · 44, 56, 57, 105, 184, 214,
Enosis · 378, 392, 414, 415, 525 219, 220, 221, 224, 225, 226
Enver Paşa · 138, 139, 141, 142, 143, 157, Hasan Polatkan · 318, 396, 427
175, 176, 184, 197, 205, 207, 282, 762 Haşhaş Sorunu · 472
Erdal İnönü · 559, 647 Hilmi Özkök · 690
Ergenekon · 513, 517, 681, 682, 684, 686, Hitler · 269, 279, 282
690, 691 Hrant Dink · 680
Erkan Mumcu · 683, 691 Hugessen · 267, 300
Erkilet · 282 Humeyni · 644
Ernest Gellner · 72, 111, 129 Hurşit Tolon · 681, 686
Erzurum Kongresi · 140, 149, 150, 151, Hürriyet Misakı · 313, 314
153, 157, 158, 159, 160, 184, 198, 199, Hüseyin Cahit Yalçın · 265
200
Etibank · 704

777
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

I K
II. Dünya Savaşı · 702, 704, 707, 711, 712, Kadro Dergisi · 237, 703, 710
713, 736 Kafkasya · 267, 279
IMF · 714, 724, 727, 730, 731, 732, 734, 737, Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) · 716
738 Kanlı Noel · 413, 417
Kara Kemal · 140, 141, 758
Kara Vasıf · 140, 141, 164, 165, 198
Đ Karakol Cemiyeti · 56, 140, 141, 152, 197
Kars Antlaşması · 172
İçtihad · 99 Kasım 2000 Krizi · 731, 739, 748, 753
İçtimaiyat · 99 Katma Protokol · 481, 482, 721, 722, 727
Đdris Küçükömer · 57, 500 Kazım Karabekir · 45, 56, 122, 132, 141,
İktisadi Savunma Planı · 707 166, 192, 205, 222, 224, 226, 258, 264,
İlhami Soysal · 445, 494 308, 349, 356, 699
İngiltere · 267, 269, 279, 281, 283 Kemal Derviş · 654, 667, 672, 673, 732,
İnsan Hakları Cemiyeti · 313 737, 750, 752
İran · 279, 280 Kemal Satıroğlu · 447
İran İslam Devrimi · 533, 614 Kemalizm · 50, 91, 100, 112, 113, 116, 125,
128, 129, 130, 131, 132, 133, 234, 298,
İsmet İnönü · 124, 238, 242, 253, 265, 269,
299, 352, 357, 444, 449, 459, 575, 579,
298, 308, 334, 338, 345, 351, 355, 395,
581, 590, 597, 609, 643, 703
421, 422, 425, 520, 618, 703
Kenan Evren · 534, 545, 547, 549, 551, 552,
İstanbul · 265, 280, 282, 300
558, 563, 566, 589, 614, 644, 664, 766
İstanbul Hükümeti · 41, 122, 139, 145,
Kenan Öner · 305, 312, 313, 316, 317, 320,
148, 149, 151, 152, 154, 155, 156, 164,
322, 336, 337, 338
168, 189
Kıbrıs Barış Harekatı · 485
İstiklal Mahkemeleri · 122, 132, 168, 171, Kıbrıs Sorunu · 392, 416, 418, 457, 485, 519
176, 223, 226
Kilikyalılar Cemiyeti · 142
Đş Bankası · 55, 127, 132, 158, 159, 185, 229,
254, 333, 335, 358, 364, 518, 540, 700, KİT · 369, 655, 656, 658, 659, 668, 705, 716,
701, 703, 704, 740, 742, 760, 761 717, 720, 723, 728
İtilaf Devletleri · 137, 138, 145, 146, 150, Körfez Krizi · 729
152, 170, 172, 178, 180, 223 Körfez Savaşı · 561, 584, 592, 596, 598,
Đttihad ve Terakki Cemiyeti · 129 610, 614, 617, 618, 619, 620, 624, 626,
İzmir İktisat Kongresi · 213, 699, 700, 710, 627, 630, 631, 729, 744
759 Köy Enstitüleri · 264, 265, 299, 305, 311
Kudret · 115, 321, 324, 330, 333, 338, 339,
340, 341, 342, 430, 456
J Kurtuluş Savaşı · 698, 699, 702, 710
Kurucu Meclis · 395, 403, 422, 556
Jakoben Kemalistler · 95 Kuvay-ı Milliye · 105, 200
JİTEM · 681 Küba Füze Bunalımı · 409
Johnson Mektubu · 420, 521, 522, 525, 527, Kürdistan · 203, 212, 653, 679
530, 531 Kürdistan İşçi Partisi · 653
Jön Türk · 14, 27, 39, 54, 56, 79, 80, 94, 96, Küreselleşme · 12, 15, 16, 89, 105, 738,
98, 99, 129, 158, 336 741, 753, 754
Kürt Sorunu · 104, 130, 602, 603, 619

778
Dizin

L Misak-ı Milli · 42, 164, 165, 180, 184, 190,


201, 204, 205, 206, 207, 208, 211, 214,
215
Levent Ersöz · 681 MĐT · 160, 494, 508, 681
Londra · 282 MLF · 474, 475
Lozan Konferansı · 191, 210, 213, 239, 245, Mondros Mütarekesi · 55, 137, 139, 140, 143,
250, 700 156, 171, 189, 190, 195, 196, 198, 201,
202, 213, 214
Montreux · 241, 244, 249, 251, 253, 268,
M 271, 273, 275, 280, 292, 293, 294, 295,
296, 299, 301, 346, 348, 350
Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) Moskova · 269, 282
· 704 Moskova Konferansı · 287
Mahmut Esat Bozkurt · 120, 130, 132 Mudanya Ateşkes Antlaşması · 178
Makarios · 378, 380, 381, 386, 392, 412, Mussolini · 243, 248, 249, 266, 286
414, 434, 457, 462, 463, 464, 466, 468, Mustafa Kemal Atatürk · 132, 158, 306, 334,
469, 485, 525 608, 614, 691
Marshall Planı · 711, 714 Muvazene Vergisi · 706
MBK · 395, 396, 397, 398, 400, 401, 402, Müdafa-i Hukuk Cemiyeti · 189
403, 405, 406, 422, 423, 424, 425, 426, MÜSİAD · 571, 643, 662, 663, 664, 669,
428, 450 768, 769
Mehmet Ağar · 683 Müttefikler · 265, 267
Mehmet Ali Aybar · 443, 455, 476, 492
Mehmet Ali Şahin · 681
Mehmet Ali Talat · 690 N
Merkez Bankası · 706, 720, 730, 732
Merkez-Çevre · 52, 53, 56, 57, 128, 336 Namık Kemal · 39, 97
Merve Kavakçı · 648 NATO · 345, 352, 353, 356, 357, 370, 374,
Meşrutiyet · 38, 39, 40, 47, 49, 54, 55, 59, 375, 377, 379, 380, 383, 384, 385, 387,
66, 67, 68, 77, 87, 95, 158, 185, 190, 303, 392, 398, 408, 409, 410, 413, 414, 415,
307, 310, 545 416, 417, 462, 467, 469, 470, 473, 475,
Meşveret · 99 476, 477, 478, 479, 482, 483, 487, 513,
Methal · 108, 109 521, 524, 526, 527, 529, 531, 532, 533,
Mihri Belli · 445, 508 534, 535, 538, 539, 540, 546, 547, 549,
Mihver · 265, 282, 291 551, 562, 563, 567, 608, 614, 617, 631,
715
Milletin Sesi · 325, 340, 341
Nazi · 267, 279, 282
Milletler Cemiyeti · 183, 192, 212, 240,
Naziler · 274
243, 244, 245, 246, 247, 249, 250, 251,
252, 255 Necmettin Erbakan · 304, 450, 552, 583,
Milli Görüş · 691 613, 619, 657
Milli Güvenlik Kurulu · 4, 403, 466, 497, Necmettin Sadak · 99, 117, 132, 336
558, 648, 672, 732, 748 Nevzat Tandoğan · 308
Milli Korunma Kanunu · 260, 369, 707, Nihat Erim · 315, 316, 454, 465, 492, 510,
708, 709, 715, 736 512, 518, 523
Milli Nizam Partisi · 421, 450, 495, 499 Nutuk · 56, 105, 130, 132, 158, 185, 229
Milli Selamet Partisi · 450, 499, 530, 552
Milliyetçi Çalışma Partisi · 647
Milliyetçi Hareket Partisi · 448, 451, 499,
665, 672

779
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Sabri Uzun · 691


O Saddam Hüseyin · 618, 619
Sadun Aren · 443, 459, 492
OECD · 711, 717, 727
Saffet Engin · 106, 108, 109, 115, 119, 131
On İki Ada · 279
Samet Ağaoğlu · 45, 57, 185, 304, 310, 314,
Osman Bölükbaşı · 58, 305, 322, 325, 337,
342, 422, 425, 455, 456 333, 334, 335, 336, 337, 339, 340, 341,
342, 389, 459
Osmanlı · 695, 696, 697, 698, 701, 702, 706,
Sanayi ve Maadin Bankası · 701
709, 711
OYAK · 718 Saraçoğlu · 269
Sarıkız · 680
Serbest Cumhuriyet Fırkası · 46, 229, 231,
Ö 263, 305
Sevr Antlaşması · 698
Ömer Altay Egesel · 396 Sıdık Sami Onar · 395
Sir Stafford Cripps · 282
Sivas Kongresi · 41, 149, 152, 153, 154,
P 156, 157, 161, 189, 198, 199, 200, 214
Soğuk Savaş · 347, 354, 355, 357, 358, 374,
388, 391, 409, 411, 419, 482, 484, 523,
Pan-Türkizm · 76, 78, 80
537, 561, 616, 621, 624, 625, 626, 627,
Papen · 266, 267, 269, 282 628, 629
Paris Anlaşması · 702 Son Telgraf · 227, 265, 324
PKK · 507, 516, 517, 518, 584, 598, 617, Sosyal Demokrat Halkçı Parti · 583, 585,
619, 620, 622, 653 647, 677
Pozitivizm · 128
SSCB · 267, 268, 269, 270, 271, 272, 274,
275, 277, 278, 279, 281, 282, 284, 285,
288, 289, 290, 291, 294, 295, 296, 346,
R 347, 348, 349, 350, 351, 353, 355, 356,
357, 375, 388, 408, 411, 469, 482, 522,
Ragıp Gümüşpala · 396, 401, 404, 421, 523, 524, 527, 531, 532, 533, 534, 535,
422, 424, 435, 439, 454 538, 608, 615, 616, 621, 623, 625, 702,
Rant Ekonomisi · 741 703, 710
Rauf Denktaş · 462, 468, 519, 532 Stabilizasyon · 717
Rauf Orbay · 158, 187, 269, 300, 308 STK · 680
Recep Peker · 131, 132, 133, 263, 312, 318, Suat Hayri Ürgüplü · 403, 415, 422, 437,
362, 704 496
Recep Tayyip Erdoğan · 665, 671 Sümerbank · 704, 713, 717
Refah Partisi · 9, 14, 304, 450, 559, 581,
643, 665, 671
Refik Koraltan · 308, 309, 310, 314, 361, Ş
363, 396
Ş. Saraçoğlu · 707
Ş. Süreyya Aydemir · 703
S Şark Islahat Planı · 124, 133
Şemdinli · 516, 517, 691
Sabancı · 761, 763, 771
Şener Eruygur · 681, 686
Sabih Kanadoğlu · 682
Şerif Mardin · 13, 21, 49, 50, 51, 52, 53, 54,
Sabiha Sertel · 335
57, 127, 128, 129, 336, 587, 588
sabotaj · 280

780
Dizin

T U
Tahran Konferansı · 289, 346 Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası
Takrir-i Sükun · 46, 122, 123, 132, 226, · 99
227, 229 Ulus · 3, 13, 90, 130, 131, 132, 167, 265,
Talat Aydemir · 396, 406, 407, 415, 429, 315, 324, 337, 339, 340, 349, 356, 357,
432 596
Talat Paşa · 41, 138, 139, 140, 157 Uluslararası Para Fonu · 649, 714
Tan · 265
Tanzimat · 740
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu · 654, Ü
732, 749
Tasvir · 159, 265, 266, 321, 324, 340 Ülkü Ocakları · 451, 452
Tasvir-i Efkar · 265, 266
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası · 44,
55, 56, 57, 305 V
Teşkilat-ı Mahsusa · 163, 170
Teşvik-i Sanayi Kanunu · 698, 701, 758, V. Nedim Tör · 703
760 Vahdettin · 41, 105, 146, 154, 159, 163, 165,
Tevfik Rüştü Aras · 243, 244, 248, 258, 170, 203
266, 271, 299, 308, 309, 312, 313, 355 Varlık Vergisi · 262, 291, 298, 707, 708,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu · 221, 222 736, 741
TMSF · 654, 732, 749, 752 Vatan · 55, 63, 75, 142, 158, 185, 186, 222,
Topal Osman · 141, 143, 151, 168, 171, 265, 280, 324, 336, 337, 338, 339, 340,
182, 183, 187 341, 342, 356, 357, 371, 459
Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) · 705 Vehbi Koç · 315, 338, 771
Trakya ve Paşaeli Müdafa-i Hukuk-i Veli Küçük · 681
Osmaniye Cemiyeti · 142 Venizelos · 146, 194, 248, 377, 378
Truman Doktrini · 352, 353, 527, 711, 714 Vural Savaş · 648
Turgut Özal · 536, 540, 549, 551, 554, 559,
560, 569, 570, 572, 582, 583, 589, 599,
600, 601, 602, 603, 605, 606, 607, 610, Y
611, 612, 613, 614, 618, 621, 622, 623,
624, 625, 628, 630, 631, 632, 646, 649, Y. Kadri Karaosmanoğlu · 703
654, 660, 664, 665, 677, 725, 727, 737, Yakamoz · 680
743 Yakup Kadri Karaosmanoğlu · 310, 336
Turhan Feyzioğlu · 403, 423, 445, 446, 451, YAŞ · 677
455, 457, 492, 553 Yaşar Büyükanıt · 691
Türk Dışişleri · 267 Yeni Osmanlılar · 38, 39, 54, 66, 97, 98,
Türk Tarih Tezi · 101, 107, 109, 110, 126 128
Türkiye Birlik Partisi · 448 Yeni Sabah · 265, 324, 338, 341, 342, 456,
Türkiye İktisat Kongresi · 699 457
Türkiye İş Bankası · 700, 701, 703, 740, Yenibahçeli Şükrü Bey · 141
742 YÖK · 554, 565, 681, 689
Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası · YTP · 402, 404, 405, 422, 424, 426, 427, 430,
242 431, 432, 433, 434, 437, 438, 456, 457
Türkiye Komünist Partisi · 169 Yunus Nadi · 266

781
Türkiye Cumhuriyetinin Ekonomi Politiği (1923-2007)

Yusuf Akçura · 59, 76, 78, 80, 81, 95 335, 336, 340, 342, 343, 404, 457, 459,
495, 500, 518, 520
Zekeriya Sertel · 309, 313, 335, 336
Z Ziraat Bankası · 705, 732
Ziya Gökalp · 59, 62, 63, 64, 80, 81, 82, 85,
Zafer · 54, 55, 58, 87, 88, 90, 91, 129, 158, 90, 91, 95, 99, 117, 129, 131, 132, 336,
178, 237, 238, 298, 307, 327, 333, 334, 699
Ziya Paşa · 76, 97

782

You might also like