Ellen Meiksins Wood-Neal Wood İsyan Borusu Epos Yayınları

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 218

İSYAN BORUSU

Kapitalizmin Yükselişi ve
Siyasal Teori
1509- 1688
Ellen Meiksins Wood, Neal Wood

İngilizceden Çeviren: Fahri Bakırcı

epos
İıyan..._
KAPITALİZMİN YÜKSELiŞi ve stYXS.tt'ID>lU
1509-1688

EUen Meiksins Wood; York Üniversitesi'nde (foronto) Siya­


set Bilimi Profesörüdür. Monıhly Review adlı derginin editörle­
ri arasında yer aldı.
Wood'un. 1985 yılında yayınlanan ve önemini hala koruyan
"Sınıftan Kaçış" adlı çalışması, hem Marksizme ilişkin inancın
hem de Marksizmin savunulmasına aynlmışllr.
Wood'un "Kapitalizmin Kök.eni: geniş bir bakı( ve "Sermaye
İmparaıorlutu" adlı çalışmaları yayınevimiz tarafından yayım­
lanmıştır. isyan Borusu ile kapitalizm ve tarihine ilişkin bir üç­
leme tamamlanmış olmaktadır.
Kitaplanndan bazılan şunlardır. Kapitalizme Karşı Demokrasi,
Verso'dan çıkan ve Deutzscher Ödülü alan Sınıftan Kaçış.
(-1992), Peasant-Citizen and S/ave (Köylü-Yurttaş ve Köle)
ve The Pristifll! Culture of Capitalism (Kapitalizmin Arkaik
Kültürtı).
Neal Wood ( 1922-2003 ); Siyasal düşünceler tarihi profesörtı.
Doğup büyüdüğü ABD' de Columbia ve Califomia Üniversite­
leri'nde çalıştıktan sonra Kanada vatandaşlığına geçerek York
Üniversitesinde görev aldı.
Araştırmalarında siyasal düşüncelerin toplumsal kaynaklan ve
sınıf mücadeleleriyle karşılıklı ilişkileri üzerinde yoğunlaşan
Wood, kimileri eşi Ellen Meiksins Wood ile ortaklaşa yazılan
birçok bilimsel çalışmaya imza anı.
Neal Wood'un çalışmalarından bazıları şunlardır: Communism
and British lntellectuals, ( 1959) . Class IMology and Ancienı
Political Theory: Socrates. Plato, and Aristot� in Socia/ Con­
text, E. M. Wood ile birlikte( 1978). The Politics of Lock.e :S Phi­
/osophy: A Social Study of 'An Essay Concerning Human Un­
derstanding' (1983), John l..ock.e and Agrarian Capitalism
( 1984), Cicero:S Social and Political Thought ( 1988). Founda­
tions of Po/itical Economy: Some Early Tudor Views on Suıte
and Sociery, University of Califomia Press, ( 1994). Tyranny in
America: Capita/ism and National Decay (2004).


epos
EPOS YAYINLARl-47
bilim-reısere-poliıilr.a- 29

E. Meilr.sins Wood. Neal Wood


isyan Borusu:
KAPITAUZMIN YÜKSEl.JŞI ve SiYASAL TEORi
1509-1688

lngiliz.ccden Çeviren
Fahri Bakırcı
Yayıma Hazırlayan:
Ercumenı ÖZkaya

Kiıabtn Orijiı.ı Adı:


A TrUJn(HI of Sediıion
Poliıical TMory and ılıt' Rise of Capiıalism.
1509- 1688

cı Pluıo Prns
IC>Epos Yayınlan , 2008

Dıızelıi:
Ra!eı öz.en

KapK Tamımı:
Zet Tanıtım

Dizgi ve 8aslr.J Öncesi Hawlılr.:


epos

Bulr..ı ve Cilt
Sözkesen Matbaası (0-312)395 21 10

Birinci Bulr.ı, 1000 adcı


Ankara. Kasım 2008
ISBN: 978-975-6790-55-7

EPOS YAYINLARI
GMK Bulvm 60t'20 (06Si0) Malıepe-Anluua.
Tel.Fu: (0.312) 232 14 70 - 229 98 21
t-mai/: eposyayinlari@eposyıyinlaıi.com
E. Meiksins Wood, Neat Wood

İsyan Borusu :
KAPİTALİZMİN YÜKSELİŞİ
ve

SİYASAL TEORİ
1509- 1688

İngilizceden Çeviren
Fahri Bakırcı


epos
iÇiNDEKiLER

Teşekkür/eri 7
Önsöz/ 9
Giriş: Siyasal Teori Nedir?/ 13

1. Devrimin İki Yüzyılı 19

Yönetimin Merkezileşmesi ve Bütünleşmesi 20


Toplumsal Yapı 26
Değişen Ekonomi 31
Bir Siyasal Deneyimler Yüzyılı 39

2. 'İnsan Yutan Koyunlar': Thomas More, Devlet


Adamlan ve Yeni Toplumsal Eleştiri 51

Tudorlar Dönemi Siyasal Teorisine Genel Bir Bakış 52


Bay T homas More (1478-1535) 59
Ortak-refahçılar 69

3. 'Birlikte Toplanmış Özgür İnsanlar Çokluğu': Thomas


Srnith, John Ponet ve Richanl Hooker 73

T homas Smith (1513-1577) 74


John Ponet (1516?-1556) 84
Richard Hooker (1554?-1600) 89
Tüzel Ayncalıklardan Bireysel Haklara 101

4. 'İngiltere'deki En Yoksul Kişi':


İngiliz Devrimindeki Siyasal Fikirler 107

Puıney'e giden Yul ı vo


ıngııiz ıçsavaşındaki Siyasal Düşünceler 118
Düzleyiciler ve Putney Tartışmaları 129
Gerrard Winstanley (1609?- 1676?) 139
Radikal Miras 144
5. 'Tek Kişi Eden Bir İnsan Çokluğu': Thomas Hobbes'un
Siyasal Düşünceleri 149
Thomas Hobbes (1588-1679) 150
Yasaların ögeleri ve Yurttaş Üzerine 155
Leviathan 164

6. 'Yaşam, Özgürlük ve Servet': John Locke'un


Siyasal Düşünceleri 175

John Locke (1632-1704) 176


Yönetim Üzerine iki inceleme 181
Locke'un Mülkiyet Teorisi 191
isi ah 202

Sonuç 209
CHRISTOPHER HILL'e

Teşekkürler
Gordon Schochet ve Terry Heinrichs'e yararlı yorumları ve öneri­
leri için teşekkür ediyoruz. John Sav i l le ve Colin Barker' ın, bu ki­
tabın bir parçası olduğu diziye katılmamız için bizi teşvik etmesin­
den ve Pl uto Yayınları ' ndan Roger van Zwanenberg ' i n , önemli bir
tarihsel anda böyle bir dizi başlatacak sağduyuyu - ya da cesareti
mi demeliyiz? - göstermesi nden memnuniyet duyuyoruz. Aynca,
di kkatli ve önleyici tashihi için Jane Raitrick'e, yayın sürecinde ki­
taba çeşitl i düzeylerde kılavuzluk çabasından dolayı da Pluto Ya­
yınları ' ndan Robert Webb 'e minnettarız. Y i ne, NY U Yayınlan 'ndan
N iko Pfund 'a dostane ve yardımsever müdahalelerinden ötürü te­
şekkürler.
Bu kitabın başlığı hak.kında sadece bir söz. Siyasal düşünce ta­
rihinde, İ ngiltere ' de ya da başka bir yerde, bırakınız sadece 'yükse­
l işini ' , erken modem siyasal düşüncenin i l gi l i siyasal bağlamı ola­
rak bile 'kapitalizm ' i reddetmeyi seven bazı çok saygıdeğer uz­
manlar arasındaki mevcut hegemonik bilgel i ğe muhalefetimizden
dolayı, başl ığın ' kapitalizmin yükselişi ' ibaresi ni içermesini seçti k.
Modaya uymayan bu duruşu benimsememizin nedenleri nin bu ki­
tabın clkışı içi nde açık hale gelmesi gerekir.

7
8 iSYAN BORUSU. KAF'tTAUZMNIN YUKSEUŞI ve SiYASAL Tl:.ORI

Arisroıeles, Politik diye adlandırdığı hayvanlar arasında sadece in­


sanları değil, ama akıldan yoksun olsalar bile eylemlerini ortak
amaca yönlendirdiklerinden dolayı, topl aşmalarına herhangi bir
huzursuzl uğun sekte vunnadığı Karınca, Arı vb. çeşitli başkalarını
da sayar. .. Sadece duyuları ve arzularıyla yaşayan yaratıkların zi­
hinlerinin rızası öylesine kalıcıdır ki, onu güvenceye almak ve (do­
layısıyla) aralarındaki barışı korumak için, (aynen alınmıştır) doğal
eğili mleri dışında herhangi bir şeye gerek olmadığı çok doğrudur.
Ancak, insanlar arasında durum başka türlüdür . . . (A)rıların ve ben­
zer yaratıkların doğal arzuları uyumludur ve kendi aralarında özel
iyiden farkl ılık göstenneyen ortak iyiyi arzularlar; Akıldan yoksun
olan bu yaratı k.Jar, ortak yararlarının yönetiminde herhangi bir ku­
sur gönnezler ya da gönnedik.Jerini sanırlar; ancak bir insan çok­
l uğu içinde, kendilerinin başkalarından daha bilge olduğunu düşü­
nen, yenilikler bulmaya çalışan ve farklı yenilikçilerde farklı yön­
temlerle yenilikler keşfeden çok sayıda i nsan vardır ki, bunun so­
nucu, sadece huzursuzl uk ve içsavaştır. .. (V)ahşi yaratık.Jar, sevgi­
lerini birbirlerine anlatmak için seslerini kullanabilme yeteneğine
sahip olsalar da, iyiyi olduğundan daha iyi, kötüyü gerçekte oldu­
ğundan daha kötü göstennesiyle zorunlu olarak aklın devinimini
gerektiren söz sanatına sahip değildi rler; Ancak insanın dili, bir sa­
vaş ve isyan borusudur.. .

Thomas Hobbes, Yur11aş Üzerine V. 5


Önsöz

On al tıncı ve on yedinci yüzyıllar, Avrupa'da, kül tür ve dindeki


devrimci geli şmeler kadar, kapitalizmin ve modem 'ulus-devlet' in
yükselişine, giderek artan biçimde uluslararası hale gelen bir eko­
nominin oluşumuna ve modern sömürgeciliğin başlangıcına tanık­
l ık etti . Bu yüzyıllar, çalkantılı bir toplumsal ve dinsel çatışma, si­
yasal kalkışma ve içsavaş dönemiydi. Dönem ayn ı zamanda, ateş­
li bir tartışma ve siyasal düşüncelerde radikal keşifler dönemiydi.
Çağdaş siyasal kavramlarımızın ve ideolojileri mizin çoğunun kö­
kenine dair izler, 'devlet', 'sivil toplum', mülkiyet, siyasal yüküm­
l ülük, bireysel haklar, direnme ve devrim gibi kavramlarımız üze­
rinde geniş çapl ı etkileri de olan bu tartışmal ara ve keşiflere kadar
sürebilir.
S iyasal düşüncelerdeki en uzak erimli gelişmelerden bazıları,
on al tıncı ve on yedinci yüzyıl İngiltere'sinde, çok özel tarihsel ko­
şullarda ve belirli toplumsal çatışmalara yanıt ol arak meydana gel­
di. Kabaca Vll l. Henry'nin hükümdarlığından (geleneksel dönem­
lemeyi kullanacak olursak) 1688 'Şanlı Devrim'i ol arak adlandırı­
lan zamana kadar geçen dönem, birbiriyle i lişkili iki tari hsel süre­
ci kapsar: Tarım kapitalizminin yükselişi ve İngiliz devleti nin mer­
kezileşmesi. Bu uzun erimli yapısal gelişmeler, on al tıncı yüzyılda­
ki bir dizi ciddi bölgesel kalkışma ve ayaklanmadan on yedinci
yüzyıldaki devrim(ler)e varan, dramatik olayların izlerini taşıyor­
du. Bu devrimci tari hsel geli şmelerin özelli kle zengin ve çeşi tl i
olan toplumsal ve siyasal düşün celer mayasının; Avrupa siyasal dü­
şüncesinde gerçekten de mutlak krallığın savunusundan, siyasal
otoriteye, toplumsal hiyerarşiye ve özel mülkiyete en radikal de­
mokratik meydan okumaya dek, siyasal yelpazenin tümünü kat
eden bir devrim yaratmış olması şaşırtıcı değildir.
9
10 İSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSl:.LIŞI •r S iYAS A L TEORi

Bu entelektüel tari hin di kkat çekici özel liği. hiçbi r şekilde, ra­
dikal düşünürler ve eylemciler tarafından ol uşturulan gündemin
boyutu değildir. Sonunda devrimci mücadelelerini kaybedenler bi­
le, sadece çağdaşları için deği l , ama birçok yönden o zamandan
beri Avrupa'daki ve başka yerlerdeki siyasal düşüncelere dair tar­
tışmanın terimlerini belirlediler. B u devrimci lerin mirası, doğruda n
onlardan esinlenenlerin ideolojilerinde açıkça görülebi lir, ama ay­
nı mirasın izleri onların özgürleştirici isteklerine amansız biçi mde
muhal if olan doktri nlerde de daha az deği ldir: On sekizinci yüzyıl­
daki Amerikan devriminden , on dokuzuncu yüzyıldaki bildik l i be­
ral, muhafazakar ve sosyal ist fiki rlere kadar. Bu erken modem dö­
nemdeki düşüncelerin ve tartışmaların etkisi, ilk ortaya çıktı kları
zaman ve mekanı n oldukça ötesinde hissedilmiştir ve bugün ha.Jen
onların mirasıyla yaşıyoruz.
Kitabımız, devlet, 'sivil toplum ' , haklar, rıza, mülkiyet, vs. kav ­
ramlarıyla, bu dönemdeki ingiliz siyasal düşüncesinin gel işimi n­
deki temel kilometre taşlarını araştırır. Bu kitap, düşünceleri , do­
ğuşlarına neden olan tarihsel koşullardan tümüyle ayrı olarak ele
alan siyasal düşünceler tarihi kitaplarından farkl ılaşır. Siyasal fi­
kirleri, serbestçe dalgalanan soyutlamalar olarak değil, ama kapi­
talizmin erken yıl larına iz bırakan toplumsal, ekonomik ve siyasal
değişim ve çatışmaların; siyasal düşünceleri, Av rupa ' da İngiliz ge­
leneğini di ğerlerinden ayıran özel yollardan etkileyen değişim ve
çatışmaların yanıtı ve yansıması olarak düşünüyoruz. Bu bakımdan
kitabımız, toplumsal , siyasal ve ekonomik gelişmelerden daha
çok, entelektüel bağlaml a ilgi lenen diğer ' bağlamsal' siyasal dü­
şünceler tarihi kitaplarından da ayrıl ır.
Kuşkusuz, burada inceled iğimiz siyasal düşüncelerin , yenilik­
çi ve heyecanlandırıcı zihinlerin ürünü olan yeni entelektüel giri­
şimleri teti kleyerek okuyucuları mızın imgelemine hitap edeceğini
umuyoruz, ama aynı zamanda bu düşüncelerin, yaşadıkları dünya­
nın çalkantılarıyla baş etmeye çal ışan yaşayan ve adanmış insanla­
rın - kendilerinden eleştirel yetilerimizi kendi zaman ve mekanı­
mızın siyasal gerçekl iklerine nasıl uygulayacağımızı öğrenebi lece-
ONSOZ il

ği miz niteli kte insanların - eserleri olarak hayata geçmesini de


umuyoruz.
Bu kitabı yazmadaki başka bir amacı mıza gelince; bu kitabı,
özellikle önemli bi r siyasal düşünceler bütününü, büyük oranda bu
düşüncelere aşina olamayabilecek bir kitleye sun ma düşüncesiyle
hazırlad ık. Bu nedenle, sadece anlaşılabilir bir yöntemle yazmaya
değil, ama aynı zamanda, bu düşünceler bütününü birçok temel
bilginin herkesçe zaten bilindiğini varsaymadan olabildiğince kap­
samlı bir biçimde sunmaya çalıştık. Dolayısıyla, okuyucularımızın
buradaki düşünceleri hafife almayacaklarını ve kendi paylarına
zorlu fikirlerle uğraşmaya i stekli olduklarını varsayıyoruz. Keza,
yorumlarımızın ve yöntemlerimizin söz konusu düşünürlere ve me­
tinlere ilişkin bir uzman bilgi si sahibi olan akademi syenlerin bile
dikkatini çekecek kadar oriji nal olduğuna i nanıyoruz. Muhteme­
len, bazı okuyucular, birden fazla izleyi ciye hitap ederken ya da iki
i şi bi rden yapmaya çalışırken hiçbirini başaramadığımızı düşüne­
ceklerdir. Biz, geni ş ve çeşitli bir okuyucu kitlesine ulaşmayı ba­
şaracağımızı düşünüyoruz.
Giriş
Siyasal Teori Nedir?

İngiltere, 1641 'de içsavaşın eşiği ndeydi. Büyük İ ngiliz filozofu ve


mutlak krallığın savunucusu Thomas Hobbes, Londra'daki kalaba­
lıklar tarafından teşvik edilen ve kralı n başbakanını suçlayıp yargı­
lamış olan bir parl amenter muhalefeti n gazabından korkarak Pa­
ris 'e kaçtı. Kend i kendisine uyguladığı sürgünde yazan Hobbes , in­
sanların, onları denetleyecek mutlak devlet iktidarı olmaksızın, ba­
nş ve refah iç inde neden yaşayamayacaklarını açıkladı. Muhakeme
yeteneği olmayan diğer toplumsal hayvanlardan farklı olarak, i nsa­
nın kendi özel çıkarları i le ortak iyi arasında ayrım yapabi ldiğini
söyledi. Arılar ve karıncalar doğal bir içgüdü ile anlaşırken, insan
aklı sonu gelmeyen an laşmazlık, kavga ve çatı şma yaratır,
dolayısıyla insanlar her zaman kendilerini yöneten otoritelerin ka­
rarları altında bu lunurlar. Karıncalar ve arılar bela çıkaran konuşma
yetisinden yoksunken, i nsanların durumu oldukça farklıdır: 'İ nsa­
nın dili' diye şikayet eder Hobbes, 'bir savaş ve isyan borusudur'
Hobbes, i nsanlann sık.ı_ntı yaratan düşü ncelerini, sadece dile ge­
tirmek.le yetinmedikleri ni de ekleyebi lirdi. İ nsanlar, konusu otori­
teyi yargılamak, birbirleriyle ortak iyiyi neyin oluşturduğuna dair
tartışmak, hatta bazen, eleştirenin gözündeki ortak iyiye ilişkin
standardı ihlal eden bir otori teye karşı 'isyan'a teşvik etmek ya da
kendisine karşı meydan okunan bir otoriteyi muhalefet edene kar­
şı savunmak olan sistematik bi r entelektüe l etkinlik tarzı geli ştir­
miş bu lunmaktadırlar. Hobbes'un bizzat kendisinin de en büyük
temsi lci lerinden biri olduğu bu entelektüel pratik, siyasal teoridir.
B i ldiğimiz kadarıyla geleneğinin Batı'daki izleri , Protagoras, Sok­
rates, Platon , Aristoteles gibi antik Yunan felsefeci lerine kadar ge-
/J
14 iSYAN BORUSU. KAPITALlZMNIN YUKSELIŞI •r SiYASAL TEORi

riye sürülebilecek olan siyasal teori , eserlerini hiçbir zaman oku­


mayan insanlar nezdinde bile tanıdık adlar olan Aziz Augustine,
Aziz Thomas Aqui nas, Machiavell i , Hobbes, Locke, Rousseau,
Hegel, Mili gibi bir 'kanonik' d üşünürler dizisi üretmiş bulunmak­
tadır.
Bu düşünürlerin eserleri son derece farkl ılık gösterir, an cak ba­
zı ortak noktaları da vardır. Bu düşünürler, devleti çoğu kez oldu­
ğu gibi çözümlemelerine rağmen, temel i şleri, eleştiri ve reçete
sunmak olmuştur. Düşünürlerin tümü, doğru ve m ükemmel dere­
cede d üzenli bi r toplumu ve yönetimi oluşturan şeyin ne olduğu
konusunda çeşitli kavramlara sahiptirler. 'Doğru ' olarak kavranan
şey, çoğu kez belirli bir ahl aki iyi yaşam ve adalet kav ram ına da­
yanır, ama aynı zamanda barışı, güvenliği ve maddi refahı sürdür­
mek için gerekli olan şeyler konusunda pratiğe dönük d üşüncele­
re de dayal ı olabilir. Bazı siyasal teorisyenler adil devlet tasarıları
sunmuşlardır. Başkaları ise, mevcut yönetime ilişkin reformlar ve
kamu yönetimine kılavuzluk edecek öneriler saptamışlardır. B aşta
gelen soru şu olmuştur: Kim yönetmelidir ve yönetim nasıl yürü­
tülmelidir? Bu tür soruların al tında ise, doğru ve mükemmel bir
toplumsal düzenin başarılabilmesi için düzendeki kontrol ya da
beslenmenin daima insan varl ığındaki niteliklere, insan doğasında­
ki bel irli kavramlara duyduğu ihtiyaç olmuştur. Bunun gibi soru­
ların ardından, başka soruların ortaya çıkması çok uzun sürmemiş­
tir: Bizi yönelenlere niçin ve hangi koşullarda itaat etmeliyiz ve
herhangi bir durumda, onlara i taat etmeme ya da onlara karşı
ayaklanma hakkına sahip kılınmış mıyız?
Bunlar açık sorularmış gibi görünebilir, an cak bu soruları sor­
ma fikrinin kendisi , yönetimin ilkeleri fi krinin kendisi ya da otori­
teye i taat etme yükümlülüğü fikrinin kendisi . tam olarak, eleştirel
akl ın sistematik düşünüşünün ve uygulanışının konularıd ır. olduk­
ları gibi doğru varsayılamazlar. Bu, tıpkı evrenin doğası hakkında­
ki sistematik felsefi ve bilimsel düşüncede olduğu kadar önemli
bir kül türel kilometre taşın ı temsil eder. Aslında siyasal teorinin
keşfi. 'doğa felsefesinin' ya da madde hakkında, yeryüzü ve sema-
GiRiŞ 15

v i varl ıklar hakkında düşünüşün ortaya çıkışından sonra ve bazı ba­


kımlardan daha güç meydana gelen bir gelişmeydi.
Burası, siyasal teorinin keşfedildiği tarihsel koşulları araştınna­
nın yeri değildir. Buradaki önemli nokta, siyasal teorinin başka du­
rumlarda değil, özel topl umsal ve maddi koşulların olduğu tarihsel
koşul larda ortaya çıkmış olmasıdır. Siyasal teori keşfinden i ti baren,
özel tarihsel bağl amlarda yazılan ve özel tari hsel durumları yanıtl a­
yan tarihsel bir ürün olmuştur. Bu birkaç anlama gel ir. Siyasal te­
orisyenler, bize yüzyıll arın içinden sesl enebil ir. Tıpkı, i nsanl ık du­
rumu ile il gili yorumcular gibi , bütün zamanlar için söyl eyecek
şeylere sahip olabilirl er. Ancak, bütün insanlar gibi onlar da tarih­
sel yaratıklardır ve dolayısıyl a neyi neden söyledikleri, temel olarak
kime söyl edikleri, kiminle tartışmakta oldukları, dünyanın açık ya
da zımni olarak onlara nasıl göründüğü ve dünyada değiştiril mesi
ya da korunması gerektiğine inandıkl arı şeylerin ne olduğu hakkın­
da bi r fikre sahip ol duğumuz ölçüde, söylemek zorunda oldukl arı
şeyler konusunda daha zengin bir kavrayışa sahip olabiliriz.
Geçmişin büyük siyasal düşünürleri, diğer zaman ve mekanla­
nn filozofl arıyla sohbetl erinde, konul ara daha üst bir fel sefi bakış
açısında bakarken bil e ve hatta düşünüşlerini, evrensel ve zaman
ötesi il kelere dönüştünneyi amaçladıklarında bile, kendi zaman ve
mekanlarının konul arıyl a ateşli biçimde ilgil iydiler. İl gileri, çoğu
kez özgül ve tanıml anabilir bir siyasal davaya partizanca bağl ıl ık ya
da hatta belirl i çıkarlann, bel irli bir parti ya da sınıf çıkarl arının ol­
dukça şeff af ifadesi biçimini al ıyordu. Ancak ideolojik taahhütleri ,
aynı zamanda iyi topl uma ve i nsani ideal lere ilişkin daha geniş ba­
kış açılarıyla da ifade edilebil iyordu.
Büyük siyasal düşünürler, parti adayları ya da propagandistler
değildirl er. Siyasal teori , kesinl i kle iknaya dayalı bir uygulamadır,
ancak araçları, bilgi birikimine ve deneyime, tarih, felsefe, teoloji,
psikoloji, antropoloji ya da bell i türdeki doğrular için doğal araştır­
mal arla ilgi lenen doğa bilimi çalışmalarına dayanan, muhakeme­
den geçmiş söyl em ve tartışmadır. ' Rasyonel ' söyl em ya da 'doğ­
ru' nosyonlarına karşı çıkmayı amaçlayan bugünün 'post- moder-
16 iSYAN BORUSU KAPnAUZMNIN Y U KSEUŞI •r SiYA SAL TEORi

nist' düşünürl eri bile, bu karşı çıkışlarını, (her ne kadar çarpıtılmış


bir yöntemle de olsa) meşruiyetlerini sorguladıkları adet ve proto­
kollerin ta kendilerini benimseyerek, geleneksel tartışma ve muha­
keme biçimleriyle yürütmekten nadiren kaçınabilmektedirler.
Bu kitapta önemli bir siyasal teori bütününe, filozofl ar ol mak­
tan çok, tarihçiler olarak yakl aşacağız. Kesin olarak, i lgili olduğu­
muz dönemin en öneml i siyasal düşünürlerinin fikirlerini incele­
meyi amaçlıyoruz, ancak biz bu düşünürlere, her zaman için yaşa­
yan ve angaje olmuş i nsan varlıkl arı olarak muamele edeceğiz.
Onl arı, sadece kendi felsefi öncüllerinden devral ınmış zengin en­
telektüel düşüncenin mirasçıl arı olarak değil , ama aynı zamanda,
kendi zaman ve mekanlarının gündelik topl umsal ve siyasal pratik­
lerine de dal mış kişiler olarak ele alacağız. Ayrıca, tarihsel mater­
yal izmin kendileri için vazgeçilmez bir çözümleme aracı olduğu
siyasal düşünce tarihçileri ol arak da yazıyoruz. 'Ana fikrimiz' şu­
dur:
İ nsan varlıkl arı, kendi varlıklarını sürdürmek ve topl umsal ye­
niden- üretimi garantil emek için birbirleriyle ve doğayla il işkiye
girmek zorundadırlar. Herhangi bir zaman ve mekandaki insan
pratiklerini ve kültürel ürünlerini anlamak için, buradaki geçim ve
toplumsal yeniden-üretim koşulları hakkında, insanların kendi ge­
çimleri ve yeniden-üretimleri için gerekli maddi araçlarına erişim
hakkını kaz.an manın özgül yönteml eri hakkında, insanların başka­
larının emeklerine erişim hakkını nasıl kazandıkları hakkında, üre­
ten ve bunların ürettiklerini temel lük ! mül ki edinenler arasındaki
il işkiler hakkında, bu ilişkilerin, direnme ve mücadele kadar, siya­
sal hükümranlık ilişkileriyle nasıl ifade edildikleri hakkında bazı
şeyleri bil memiz gerekir.
Bir teorisyenin düşüncelerinin, önceden tahmin edi lebileceğini
ya da toplumsal konumundan ya da sınıfından hareketle 'okunabi­
leceğini· kesinlikle söyl emiyoruz. Söylediğimiz basitçe şudur,
herhangi bir siyasal düşünürün karşılaştığı sorular. - bu sorular
ezeli, ebedi ve evrensel de görünebilseler -. onlara, spesifik tarih­
sel üreti m tarzları, spesifik pratik etkinl i kler, toplumsal il işkiler,
GiRiŞ 17

baskı yapan konular, şikayetler v e çatışmalar bağlamında sor ulur.


Siyasal teorisyenler tarafından önerilen yanıtları anlamak için, ya­
nıtlamaya çalıştıkları sor ular hakkında bazı şeyleri bilmek zorunda­
yız, çünkü farkl ı tar ihsel oluşumlar, farkl ı soru dizileri yöneltirler.
Bunu söylemek, başka zaman ve mekandaki siyasal teorisyenlerin,
bizim zamanımıza ilişkin olarak söyleyecek hiçbir şeyleri olmadı­
ğı anlamına gelmez. Tam tersine, bir siyasal teoriyi tarihsel olarak
anlamak, bizim kendi tarihsel koşullarımıza eleştirel bir mesafe­
den, diğer zaman ve mekanların bakış açısından bakmamıza izin
verir. Bu ayrıca bize, şimdi eleştirmeden kabul edebildiğimiz be­
lir li varsayımların nasıl oluştuğunu ve biçimlendikleri yıllarda han­
gi karşı çıkışlarla karşılaştıklarını gözleme olanağı verir. Siyasal te­
oriyi bu yöntemle okumakla, kendi zaman ve mekanımızın egemen
düş üncelerini ve varsayımlarını tartışmasız kabul etmeye daha az
eğilimli olabiliri z.
Şu halde, bu kitaptaki hedeflerden biri, Batı siyasal düşünce ta­
rihinde özellikle veri mli olan bir anı incelemektir. On altıncı - ve
on yedinci - yüzyıl İ ngiltere'sinin bu tür bir siyasal tartışma patl a­
mas ı üretmiş olması şaşırtıcı değildir. Bu, her şeyden önce, kaçınıl­
maz olarak, çok sayıda farklı insanın aralarında çatışma ve tartışma
ür eten tutkularını harekete geçiren dikkate değer bir toplumsal ve
siyas al değişim dönemiydi. Bu aynı zamanda, toplumsal sıkıntıla­
rı n yeni bir toplumsal olasılıklar anlayışıyla karşılandığı bir zaman­
dı. Bütün bunlar, eşi benzeri görülmemiş meydan okumalara karşı,
mevcut düzenin savunularıyla yan yana, hem yeni toplumsal eleş­
tir i lerin hem de daha iyi bir toplumsal düzene ilişkin yeni vizyon­
ların doğmasına yol açtı.
On yedinci yüzyılın siyasal düşünürleri - Düzleyiciler, Hobbes
ya da Locke - 3 şina adlar olabilirler; ancak Thomas More ve ola­
sılıkla Richard Hooker istisna olmak üzere daha önceki yüzyılın
John Ponet, Ortak Refahçılar ya da Thomas Smith gibi siyasal dü­
şünürleri , eğitimli okuyucular için bile büyük oranda tanınmamış
kal maya devam ederler. Çal kantılı 'devrim yüzyıl ı ' , bir içsavaş dö­
nemi, 1. Charles' ın yargılanması ve idamı, Cromwellci 'Common-
18 iSYAN BORUSU K.APITALI ZMNIN Y!JKSEUŞI ve SiYASAL TEORi

wealth ' , monarşi nin Restorasyonu ve 1688 ' Şan lı Devrim'i, kesin­
likle, daha önceki yüzyılın olaylarından daha iyi bilinir. Ancak okul
çocukları bile, V ll l . Henry' inin evl ilik isti smarları, İngiliz Kilise­
sinin Reformasyonu ve kuruluşu, Kraliçe Mary'nin baskıcı yöne­
ti mi , I. Eli zabeth çağı ve İspanyol Armadası'nın yenilgisi hakkı nda
muhtemelen bir şeyler duymuşlardır. Ayrıca, on altıncı yüzyılın
Sidney, Spenser, Hooker, Bacon ve hepsinin ötesinde, Shakespe­
are tarafından yazılan edebi şaheserler hazinesiyle birlikte, İ ngiliz
Rönesans ' ı dönemi olduğunu da, on yedi nci yüzyılın Napier, Har­
vey, Boyle, Hooke, Sydenham ve Newton' ın öncülük eden eserle­
riyle bil imsel bir devrim başlattığını da, hatırlatma gereği duymu­
yoruz.
Dolayısıyla siyasal teorisyenleri miz sadece dramatik bir top­
lumsal yerinden etme çağında deği l , ama aynı zamanda, önemli si­
yasal ayaklanmalar ve göz kamaştırıcı kültürel başarılar dönemin­
0
de de yaşadılar. Son olarak, tanıklık etmekte oldukları yapısal de­
ğişi mlere bi r ad koyamadıl arsa, şimdi kapital izm olarak adlandır­
dığımız şeyin temel lerinde yatan ekonomik ve topl umsal gel işme­
lerin, oldukça doğrudan ve açık sonuçlarının, en yüksek derecede
bi l i nci ndeydiler.
1. Devrimin İki Yüzyıh

On altıncı ve on yedinci yüzyıl İ ngiltere'sinde siyasal ve toplumsal


açıdan, dünyanın gelecekteki tarihi için uzak eriml i sonuçları olan
dikkate değer iki değişme meydana gel iyordu. Bunlardan biri yö­
netimin merkezileşmesi ve krallığın birleşmesi , diğeri kapitaliz­
min doğuşu ve gelişimiydi. İ çiçe geçmiş olan ve başlangıçlarının
izleri çok daha gerilerden sürülebilen bu iki süreç, kurnaz siyaset­
çiler olan Tudor monarklarının güçlü ve olaylı rejimleri boyunca
merkezi bir konuma doğru ilerlemişti . Avrupa'daki diğer devletler
- büyüyen 'mutlak ' monarşisiyle Fransa dahil - incelediğimiz dö­
nem boyunca, halen parçalanmış ve rekabet halindeki çeşitli ikti­
darların, feodalizmin kalıntılarının yönetimi altındaydılar. Halen
monarşi ler, aristokrasiler, bölgeler, özerk kentler, loncalar ve diğer
tüzel kişilikler arasında bölünmüş durumdaki siyasal, yargısal ve
hatta askeri iktidarların çoklu hukuk sistemleri vardı. Oysa 1600 'e
gelindiğinde İ ngiltere, belirgin bi r iktidar merkeziyle, ulusal ya da
'ortak ' bir hukukla, ulusu temsilen bir organla ve hatta kendisine
tabi olan bir ki liseyle birlikte bütünleşmiş bir devlet olmuştu. Bu
eşsiz siyasal birlik, ' Parlamentoda Kral ' biçiminde ki ünlü formül­
le ifade edilmişti.
İ ngiltere, 1 6. Y üzyılda, yeni ve ayrıksı ekonomik süreçlerin işa­
retlerini de veriyordu. Örneğin Fransa 'daki mülk sahibi sınıflarının
zenginliği, halen daha. doğrudan üretici lerden ve özellikle köylü­
lerden artı-emeklerini, kiralar ve vergiler biçiminde çekip alabil­
mek için büyük oranda doğrudan zora - siyasal, yargısal ve askeri
('ekonomi-dışı') güçlerin uygulanmasına - bağımlı idi. Bu 'ekono-
N
20 iSYAN HORUSLJ KAPITALlZMNIN YUKSEJJ Ş I ve SiYASAL TEORi

mi -d ışı' güçler, çoğu kez monarşik devlette görev aldılar. Ancak bu


güçler, aynı zamanda feodal hükümranlık alanlarının kal ıntılarına
dayanmakta ve böyl ece Fransa 'da devletin parçalanmışlığını sür­
dürmekteydiler. Diğer bir anlatımla Fransız ekonomisi kapital i st
olmayan bir ekonomi ydi , aynı nedenlerden dolayı gerçekten bir­
leşmiş bir Fran sız Devleti de ol uşturulamamıştı, çünkü si yasal ve
yargısal güçler aynı zamanda ekonomik dayan aklardı.
İngiltere'de ari stokrasi 'ekonomi -dışı' güçler üzerinde aynı tür­
den bir bağımsız tutamağa sahip değildi. A n cak bu ari stokrasi, top­
rak mülkiyeti ve bu mülki yetle bi rl ikte gelen som 'ekonomik' güç­
ler üzerinde daha yoğun bir denetime sahipti , Fransa'da i se tam
tersine çok daha fazla miktardaki toprak, köylülerin sahipliğinde
kal mıştı. Mülk sahibi İngil iz sınıfların zenginliği, emeği doğrudan
zora dayal ı olarak temellüke !kendine mal etmeye l. parçalanmış
siyasal ve yargısal iktidarın bir parçasını elde etmeye gitgide daha
az; ama özellikle tarı mda ol mak üzere emeğin üretkenliğini geli ş­
ti rmeye i se gitgide daha çok dayalı hale geldi. Toprak sahipleri ki­
ralarını giderek artan biçi mde kapitalistler gibi davranmaya başla­
yan kiracı çiftçilerden aldılar. Kira( cı i le çiftl ik işleten) çiftçiler,
Avrupa 'da ve hatta dünyada ilk gerçek ulusal pi yasa olacak olan,
giderek artan oranda bir rekabet pi yasasında başarıl ı ol mak ama­
cıyla çoğu kez ücretli emek çalı ştırmakta ve mali yet hesabına da­
yalı üreti m yapmaktaydı. Hem doğrudan üreti ciler, hem de mülk
edinenler pi yasaya giderek artan oranda bağıml ı hale geldiler, re­
kabetçi baskılara giderek artan oranda maruz kaldılar, artık İngilte­
re 'de tarihsel olarak eşine rastlan mamış ve daha uzun bir süre baş­
ka hiçbir yerde görül meyecek olan kendi kendini besleyen bi r eko­
ncmik büyüme süreci yaşanmaya başlamıştı.
Bu ayrıksı ekonomik si stem, bazı tarihçilerin 'tarım kapitaliz­
mi ' olarak adlandırdıkları şeydir.

Yönetimin Merkezileşmesi ve Bütünleşmesi

İngiltere, tecrit edil mi ş coğrafyası nedeniyle Kıtanın kargaşasından


biraz uzak kal mış. tek bir kara kütlesini kaplayan diğer Avrupa ül-
DEVRiMiN iKi YUZYILI 21

keleri için oldukça tipik sayıl an sürekl i yabancı işgali tehl ikesin­
den ve toprak anlaşmazl ıklardan korunmuştu. Bundan dol ayı Kral­
lığın enerjileri, ül kenin finansal kaynakl arını geniş ve sürekl i bir
ordunun varl ığı için tüketmeden, iktidarın açıkça bel irl enmiş bir
toprak parçası üzerinde birl eştiril mesine harcanabil irdi. Ü stel ik.
ülkenin bütünl eşmesi ve yönetimin merkezil eşmesi bel irgin bir
avantajla başl amış bul unmaktaydı. Norman fatihl er, 1066 yıl ından
iti baren işgalci bi r güç olarak kararl ı bir şekilde, kral ve ari stokra­
siyi ortak bir siyasal ve askeri örgütte birl eştirip, ada üzerinde ol ­
dukça merkezil eşmiş bir feodal krall ık kurmuşl ardı. Ü niter örgüt­
lenmesiyle bu krall ık, Avrupa'nın daha fazla parçal anmış olan
mevcut diğer feodal monarşilerinden öneml i oranda farklıydı.
Y önetimin odağında, en başından beri , vergi koyabilen ve ya­
pa bilen iktidarl arına sahip büyük feodal soyl uların ol uşturduğu
temsil i bir organ vardı. Bu temsili organ, Fransa 'daki böl gesel
devletlerin tersine, baştan beri üniter, ul usal bir varl ıktı. Şu halde
İngiliz Devleti, başl angıcından beri sadece bir krall ık değil , ama et­
kinl iklerinin finansman yükünü, topraktan elde edil miş kiralardan
oluşan kendi gel i rlerinden karşıl ayan zengin toprak sahipl erinin
bir mecl isiydi. Diğer bir anl atımla devlet, kral ile toprak sahibi sı­
nıfın, monarşi ile Parl amentonun birl iktel i ğiydi.
İl k feodal monarklar, aşıl ması güç ol mayan fiziksel böl ünmele­
re uygun bir coğrafyanın da yardımıyla, merkezil eşme çabalarını
çeşitli yollardan ilerl ettil er. Bunl arın arasında dikkati en çok çe­
kenl erden biri , tüm İ ngil i zl er için, bir kraliyet mahkemel eri siste­
mi tarafından karara bağlanmış bütünl eşik bir hukukun, 'ortak hu­
kuk 'un yaratıl masıydı. Ortak hukukun kökeni, mevcut gel enekler
ile Normanların getirdiği (temel olarak toprak hukuku) kurall arın
bir karışımıydı. Bu hukukun en öneml i özell iği, daha sonra jüriye
dönüşen yerel soruşturmalardı. İ ngil iz hukuk sistemi , Kara Avru­
pa 'sı sistemiyle karşılaştırıldığında karmakarışık görünmüş olabi­
l i rdi. Y üzeysel olarak bakıldığında, Kara Avrupa 'sına özell ikle Rö­
nesans boyunca yeniden giren düzenl i ve arındırıl mış Roma Huku­
ku, daha önceki olayl arda yargıçlar tarafından veril miş birl eşik bir
22 iSYAN AORllSU KAPITAU ZMNIN YlJKSE.LI ŞI ve SiYASAL TE.ORI

içti hat kararları karmaşasından ol uşan İ ngiliz ortak hukukundan


daha si stematik ve tutarlı görünmüş olabilirdi. Ancak görünüşte
daha az ' rasyonel ' ve daha az kanunlaştırılmış haliyle yetersiz gö­
rünen İ ngiliz hukuk sistemi, gerçekte, örneğin Roma hukukunun
halen yüzlerce yerel ve geleneksel yasal sistemle birl ikte varoldu­
ğu Fransa'daki hukuktan çok daha fazla ulusaldı - 1 789'daki Fran­
sız Devrimi sırasında bile 360 kadar farklı hukuki kanun bulunu­
yordu. İ ngiltere 'deki ortak hukuk. daha on üçüncü yüzyılın sonun­
da, onu uygulayan krallık mahkemeleriyle birlikte, bütün özgür in­
sanlar tarafından tercih edilen bir adalet sistemine yöneliyordu, in­
celemekte olduğumuz dönemin sonunda, İ ngiliz hukukunun ulu­
sallaştırılma süreci , kesin olarak tamamlanmış bulunmaktaydı.
Kralın hukuku olduğu zannedilen ortak hukuk, aslında ' Parla­
mentoda Kral 'ın; kral ile aristokrasinin orta klaşa yönetiminin bir
başka örneğini temsil eder. Fransız soyluları, halen kralın yargı ve
yasama iktidarına karşı kendi bağımsız yargılama haklan (ve bu
haklarla birli kte gelen ekonomik kaynaklar) konusunda ısrar eder­
ken, İ ngiliz Aristokrasisi başka bir şey yaptı:· Kralın hukukuna kar­
şı kendisine ait alternatif bir hukuk ve yargılama sistemi iddiasıy­
la çıkmak yerine, parlamento aracılığıyla ortak hukukun kendisin­
de kendisi için bir pay istedi. Bu hukukun, köken bakımından, ya­
ratılmadığı, ama tarihsel olarak, ' zaman ötesi akı l 'da yer alan gele­
neklerde ve içtihatlarda ' keşfedildiği ' ; önce kralın mahkemelerin­
de ve sonra Taç tarafından atanan çeşitli mahkemeler ve yargıçlar
tarafından ilan edildiği söyleniyordu. Ancak Parlamento, yeni ya­
salar yaparken bile, ortak hukuku keşfettiğini ya da olgunlaştırdı­
ğını, yeni yasalara antik geleneklerin gücünü kazandırdığını iddia
edecekti . Parlamento kendi haklarını ve yetki lerini güçlendirmek
için, giderek artan oranda, ortak hukuk öncül lerine başvurdu (sık
sık da icat en i ).
Tudorların yönetimi altında, yönetim iktidarları merkezileşti ri­
lip birleştirildi. Sürecin tamamlanması bir yüzyıl ya da daha da
fazla sürecek olmasına rağmen, feodal izmin yönetsel ve yasal par­
çalanmışlık içeren kişiselleştiri lmiş yönetimi, ' modem ' bir devlet
DEVRiMiN iKi YUZY I LI

olarak düşündüğümüz şeye daha çok benzeyen kurumsal bi r bü­


tünlüğe dönüştü. VIII. Henry, beceri kli bakanı Thomas Cromwel l
aracıl ığıyla ve Elizabeth, Robert Cecil ' i n öğütleriyle, Parlamento
ile yakın bir iş birl i ği içi nde çalışmayı başardılar. Parlamento ile bu
yakın çalışman ın sonucu, sadece tekil bir hukuk sistemi ve hukuk
uygulamasının güçlendiril mesinde deği l , ama aynı zamanda, gün­
del i k yönetimin yörüngesinin kral iyet ailesinden, altında bürokra­
tik bir yöneti min gel işmeye başladığı merkezileşmiş küçük bir
özel konseye doğru kaymasında da görüldü. Bu süreç etkil i bi r ta­
rihçi tarafından ' yönetimde Tudorlar devrimi ' biçiminde adlandır­
mıştır. Bu formül aşırı bir basitleştinne olabi lir, ama İngiliz devle­
tinin Tudor Hanedanı altında merkezileşmesinin hızl ı bir ilerleme
gösterdi ğine i lişkin çok az kuşku vardır.
Vlll. Henry 'nin Refonnasyon Düzenlemeleri, İngiliz devleti­
nin biçi mlendiri lmesinde bi r başka önemli gelişmeydi. İngiltere
Kilisesinin kurulması, sadece kiliseye ilişkin dinsel bir devrim de­
ğildi, aynı zamanda, yeni ' kurulmuş olan ' kil iseyi, Parlamentoda
Kral ilkesi nin ' üstünl üğü ' altına koyan siyasal bir ki lometre taşı
anlamına da geliyordu. Bu, devlet içindeki bir başka iktidar alanı­
nı bertaraf etmekle kalmadı, aynı zamanda, Tudorların merkezileş­
me projesine son derece yararlı bir ideolojik destek de sağladı. Ay­
nı zamanda, manastırların tasfiyesi ve kilise topraklarının satılması,
toprak sahibi aristokrasiyi genişleti rken, kraliyete zengin bir gelir
ve siyasal güç kaynağı sağladı.
Yerel yönetimlerin merkezi yönetim tarafından kontrol ü, Eliza­
beth tarafından, yine sulh haki mleri , askeri lordlar ve onların vekil­
leri olarak hareket eden toprak aristokrasisiyle işbirli ği yapılarak
sıkılaştırıldı. Galler 'deki ve kuzeydeki bölge konseyleri Özel Kon­
seyi n buyruğu altına girmişti , İ rlanda, ilk büyük İ ngiliz emperya­
lizmi olarak adlandırılabi lecek olan hareketin içinde benzer kon­
seylere boyun eğdi rilmişti ve bu konseyler tarafından kısmen kont­
rol altına al ınmıştı. Eli zabeth, sürekli bi r orduya sahip olmasa da,
askeri lordların yöneti mi altındaki toplama yerel askerler ile ku­
rumsallaştırılmış tal imi düzenledi. Krallık donanması, küçük ol ma-
24 iSYAN BORUSU· KAPITAUZMN IN YUKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

sına rağmen çetin bir savaş gücü haline geldi. Merkezi devlet sü­
rekli bir ordunun yokluğunda bi le, toprak sahibi sınıfla yapılan iş­
birli ği sayesinde. halen büyük soyluların özel orduları ile yarışmak
zorunda olan kıtadaki di ğer monarşilerin aksine Avrupa'nın asker­
den en çok arındırılmış yönetici sınıfı haline gelen İ ngiliz Aristok­
rasisi karşısında baskı gücü bakımından üstünlüğe sahip oldu. Taç
yüzyılın sonunda, daha zengin, daha güçlü ve daha önce hiç olma­
dığı kadar saygındı. İ ngilizleri ulusal kimliklerinin giderek daha
çok farkında olan bir halk olarak kaynaştıran Tudorlar, gel işmeye
açık bir modem ulus devlet yaratmışlardı. Tudorlar devletinin en
önemli icatlarından birinin yoksullara dönük yeni bir yardım siste­
mi olduğu gerçeğ i - yoksullara yardım vergisine ya da zorunlu
vergiye dayanan, Avrupa'daki benzerlerinden ulusal olarak daha
birleştirici ve sistematik olan bir yardım biçimi - dönemin sür­
mekte olan toplumsal koşulları hakkındaki sayısız şeyi açığa çıka­
n r. Devleti biçimlendirme sürecinin başından sonuna kadar - ve
hiç kuşkusuz devleti gelişti rmeye ilişkin güçlü bir güdüyle hare­
ket ederken - Tudor hanedanı, en ciddi ekonomik sorunlarla, yük­
selen suç oranlarıyla, serserilikle, yerel düzensizliklerle ve büyük
bölgesel ayaklanmalarla uğraştı. On beşinci yüzyıldaki kırsal pro­
testolar, tipik haliyle çiftl ik işleten kiracı çiftçilerin kira grevleriy­
di. Tudor rejiminden on yedinci yüzyıldaki İ çsavaşa kadar bu kar­
gaşa biçiminin yerini, büyük oranda, çitleme karşıtı isyanlar aldı.
Özell i kle 1590 'dan sonraki tarihlerde, 1596 'daki Enslow Hill
Ayaklanması ve 1607'deki Midland İ syanında olduğu gibi, kırsal
kalkışmaların yayılmasına ve çok daha fazla toplumsal protestoyu
kapsıyordu, ama bazen tam anlamıyla isyana dönüşmesine rağmen
genel kural , şiddetin kişilere karşı olmaktan çok mülkiyete karşı
olmasıydı. ·Kazıcı · ve · Düzleyici · terimleri ilk kez Midland kalkış­
ması sırasında ortaya çıkmış gibi görünmektedir. ' Kazıcı' terimi,
kanal ve çitler için oluşturulmuş hendekleri dolduranları. 'düzleyi­
ci · teri mi . komünal toprakları özel mülklere çevirmek üzere dikil­
miş çitleri yıkanları ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca bu dö­
nem boyunca, tekstil kasabalarındaki dokumacılar arasında yerel
DEVRiMiN iKi YUZY IU 25

n edenlerle endüstriyel kavgalar patlak verdi. Daha 1 5 1 7 'deki Ka­


ra Bir Mayıs isyanının gösterdiği gibi, sorunlardan Londra da ke­
sin l ik.l e bağışık değildi, ama 1 580'den önce bu tür büyük çatışma­
larctan korunmuştu. Bundan sonra ve İ çsavaş dönemine giden yıl­
larcta ise yasadışı toplanmalar, ayaklanmalar ve hatta ihtilaller art­
tı. daha sonra göreceğimiz gibi büyük bir toplumsal güç olan
Lon dra nüfusu, ülkeyi İ çsavaşa götüren karar lı bir etmen haline
geldi. Restorasyondan sonra da şiddet suçları arttı ve kişisel gü­
ven lik daha önce hiç görülmediği ölçüde büyük bir sorun oldu.
İn giliz Devrimi 'nden1 önceki yüzyılda ülkenin huzuru bir dizi
büyük ayaklanmayla ciddi biçimde tehdit edildi. Jack Cade 'in
Ken t bölgesinin hoşnutsuz kJ rsal orta sınıfı ve köylülerinden olu­
şan kuvvetlerinin Londra 'yı işgal ettiği 1 450 yılı ile 1 642'de pat­
lak veren İ çsavaş arasında, çoğunluğu on altıncı yüzyılın ilk yarı­
sında olmak üzere, Kar a Michael 'ın 1497'deki Comish kalkJ şması
ile başlayarak, Lincolnshire, Yorkshire ve kuzeybatıda 1 536'daki
Pi lgrimage of Grace ile devam edip, 1 549'da Comwall ile De­
von 'daki Batı Ayaklanması ve Norfolk ile Suff olk 'u etkileyen
Ken 'in Ayaklanması 'nın bastırılmasıyla son bulan bir düzineye ya­
kJn sayıda benzeri ayaklanma meydana geldi. Bunlar, karmaşık şi­
kiyet nedenlerinden dolayı - örneğin 1 536'dakinde din ağır basar­
ken, 1549'daki temel olarak ekonomik nedenliydi - her i ki cephe­
den binlerce kişiyi harekete geçiren oldukça büyük karışıklıklardı.
Kral içe Mary 'nin hükümdarlığı, 1 553-54 yıllarında Londra üzerine
yürüyen ve Southwark'a kadar olan bölgeyi ele geçiren varlıklı
toprak sahibi Thomas Wyatt'ın Kentli güçleri tarafından sarsıldı.
E lizabeth 'in tahtta geçen 45 yılı boyunca, sadece i ki büyük
ayak lanmanın patlamış olması, iktidarı ne kadar sağlam biçimde
ellerine aldığının işaretidir. Bu ayaklanmalardan biri , feodal ba­
lımsızlığın son bir soluğu olan 1 569-70'deki Kuzey Ayaklanması,
1 lngiliz Devrimi te;imini, 1642'deki kralcı ve parlamentocu güçler arasında pat­
lak veren başlangıçtaki olaylardan, parlamenıonun yoneıimi ve C romwel l ' i n
Koruyuculuğu yıllarına v e b u yıl lardan 1660'ıaki Resıorasyonu kapsayacak ka­
dar bütün dönemi ifade etmek için kullanıyoruz. lçsavaş kavramını. açık savaş
durumunun kendisını ifade eden dönem için kullanacağız.
26 iSYA N RORUSlJ KAPITALIZMNIN YlJKSEUŞI ve SiYASAL TEORi

diğeri de, 1596'da Oxfordshire'da, çitlemeye karşı yapılan Enslow


Hill Ayaklanmasıdır. Bu karışıklığa neden olan sıkıntıların çoğu çö­
zülmeden kaldı. ama Elizabeth belirli bir zaman için iç bölünme­
lere ve istikrarsızlığa son verdi. Bu barış dönemi. 1603'te Tu­
dor'ların ardından tahta çıkan Stuart Hanedanından ilk iki kralın
büyük kışkırtmalarıyla Taç ile Parlamento arasında on yıllarca sü­
ren gerilimden sonra . çok dramatik biçimde İçsavaşla sona erdi.
İçsavaşın önemli olayları ve sonuçları hakkında sonradan daha
çok şey söyleyeceğiz. Ancak Tudor'ların devleti yapılandırma pro­
jesi konusu üzerinde dururken hatırlamakta yarar vardır. on yedin­
ci yüzyılda önceden öngörülemeyen devrimci mayalanmalarla gt>­
ze çarpsa da, bundan önceki yüzyılda yaratılmış olan bütünleşmiş
devlet iktidarı, sadece kralın idamını değil, ama şiddetli, uzun sü­
reli ve geniş kesimleri kapsayan toplumsal ayaklanmaları da atlat­
mayı başardı. Ne var ki, devletin bu başarısı yaygınlaşmış toplum­
sal sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, Tudorlar sürekli bir ordu­
nun, gelirleri toplayacak düzenli bir sistemin ve ülkenin her köşe­
sine ulaşabilecek etkili bir idari aygıtın eksikliği nedeniyle, devle­
tin merkezileşmesi sürecini de tamamlayamamıştı. Bütün bu zaaf­
lar, sonraki Stuart krallarının başına bela olacaktı.

Toplumsal Yapı

Ele aldığımız dönemin İngillere'si, tarıma dayalı, sanayi öncesi ve


ataerkil bir toplumdu. Ancak tanımladığımız biçimiyle tarım kapi­
talizmi, İçsavaştan çok önce yavaş ama emin adımlarla ilerleye­
rek, terimin tanımlanabilir herhangi bir anlamında feodal bir düze­
ne sahip olmaktan büyük oranda çıkmıştı. Toplum hiyerarşikti, ol­
dukça sert biçimdeki statülere ve sınıflara bölünmüştü. En temel
statü sınırı. beyefendilerle (gentlemen) beyefendi olmayanlar (non­
gentlemen) arasındaydı. Beyefendilik statüsü, sınıfları kestirmeden
geçerek. her zaman değil ama genellikle, aileye, toprak mülkiyeti­
ne. çoğu zaman eğitime ve bu etmenlerin belli bileşimlerine bağ­
lıydı. Asilzadeleri, orta sınıfı, meslek sahiplerini. bazı zengin işa­
damlarını ve üst düzey kamu görevlilerini de kapsayan gerçek be-
DEVRiMiN iKi YlJZYIU 27

yefendiler, yaşamak için fiziksel emeklerine dayanmak zorunda


değildiler. Statüler arasındaki ayrım, herkesin kabul edeceği gibi
özellikle sınır durumlarda oldukça bulanık olsa da, belirli uçlar ara­
sında saygı ve onur bakımından çok büyük farklılıklar konusunda
çok az kuşku duyulabilir.
Yaşam koşullarını belirlenmesinde daha sonuç doğurucu olan
temel sınıfsal bölünmelerdi . En tepede, toprak aristokrasisi ; ya un­
vana dayalı asilzadeler sınıfına ya da orta sınıfa mensup toprak sa­
hipleri duruyordu. Bu aristokratlar, on yedinci yüzyılın ortalarında
ai leleriyle birlikte nüfusun yüzde ikisi kadardı. Refah, mevkii ve
güç, katı biçimde toprak mülkiyeti sahipliğine dayanıyordu ve
ari stokrasi, ekilebilir toprağın Avrupa ölçülerine göre oldukça yük­
sek bir oran olan, % 70 kadarını elinde tutuyordu. Bunlar, esas ola­
rak Lordlar Kamarası "nda unvan sahibi asilzadeler ve Avam Ka­
maras ında orta tabaka ve diğerleri aracılığıyla denetledikleri Parla­
mento sayesinde topl um ve hükümet üzerinde kurdukları hakimi­
yet yoluyla, gözle görünür bir yönetici sınıf oluşturuyordu. İ ngil­
tere burada yine diğerleri nden; örneğin Fransa 'dan ayrılır. Çünkü
İ ngiltere'deki insanlar, hala ülkenin ' tabaka'larından söz etme eği­
liminde olsalar bile, Parlamentonun iki kanadı, iki farklı tabakayı
(Fransa'nın soyluları ve burjuvaları gibi) değil , ama asıl olarak ay­
nı mülkün sahibi olan sınıfı temsil ediyordu. Örneğin bir baba
Lo rdlar Kamarasındayken oğlu Avam Kamarasında ya da bir kar­
deş yukarı mecl isteyken, diğeri aşağı mecliste yer alabiliyordu.
B i r de, zengin şehir halkından oluşan oldukça az sayıda üyesi
olan belirsiz bir sınıf vardı: Varlıklı tüccarlar, finansçılar, imalatçı­
·
lar, profesyoneller ve yöneticiler bu sınıfın mensuplarıydı. Bu gibi
insanların bazılarını bünyesinde bar ındınnasına rağmen, bu sınıf
Parl amentoda yeteri nce temsil edilmiyordu. Seyrek nüfuslu kırsal
bö lgeler Parlamentoda bir üyeye sahip olabilirken, şehirlerden sa­
dece geçmişte keyfi kararlarla bi rleştirilenler temsil ediliyordu.
Böyle bir durum, Manchester gibi büyüyen bir kentin parlamento­
da oy hakkından mahrum olmasına izin verebiliyordu.
Toprak aristokrasisinin altında, varlıklılardan 'orta tabaka'ya ve
daha aşağıya do ğru, yoksullaştırılmış toprak sahipleri ve kiracı
28 ISYA.N BORUSU KAPITAU ZMNIN YUKSELIŞI ve SI YASı\L TEORi

çiftçilere kadar uzanan geniş bir yelpazede, elinde toprak tutan


çok sayıda kişi vardı. Kiracı çiftçiler arasında tipik kategoriyi oluş­
turan 'yeoman ' lar (bunlar çoğu kez, aynı zamanda mülk sahibidir­
ler), toprak sahibi sınıfın zenginliği için giderek artan oranda ba­
ğımlı hale geldiği varlıkl ı kapitalist çiftçilerdi. En üst uçta, orta sı­
nıftan güçlükle ayrılabilen, bunlar arasında da yeterli miktarda top­
rak mülkiyetine sahip olan 'yeomanlık · parlamento seçimlerinde
oy kullanabiliyordu. Bunların alttında daha küçük çiftçiler, küçük
toprak sahipleri ya da küçük toprak işletmecileri vardı ve bunlar,
kentte kendilerine karşılık gelen küçük tüccarlar, zanaatkarlar. kü­
çük meslek sahipleri ve küçük memurlarla birlikte, toplam nüfu­
sun yüzde 20-30 '1uk bölümünü oluşturuyorlardı. Bölgesel farklı­
lıklara ve seçim düzenlemelerinde tekrarlanan değişikliklere bağl ı
olarak, daha az varlıklı olan b u insanlardan bazıları, özellikle on
yedinci yüzyıl boyunca oy hakkına sahip hale gelmiş olabilirler.
Ancak, yönetici sınıfın seçim sistemini manipüle ederek halkı kra­
la karşı seferber etmeye çalıştığı zamanlar da dahil olmak üzere,
parlamenter oy hakkına i lişkin en cömert tahminler on yedinci
yüzyılda oy hakkının en yüksek noktaya ulaştığı görece kısa anlar­
da dahi, seçmen sayısını yetişkin erkek nüfusun yüzde 25 ile 40'ı
arasında bir yerlere koyar. Bununla birlikte, 1620 '1erin başlangı­
cında, sokaklara olduğu gibi seçim siyasetine de giderek artan
oranda bir halk ilgisi vardı.
Toprakta artan temerküzün ve küçük toprak sahiplerinin mülk­
süzleştirilmesinin, geniş mülk sahi pleri ile mülksüz kitle arasında
o zaman kadar görülmüş olandan daha keskin bir farklılaşmayı ya­
ratması, daha küçük mülk sahipleri ve özell ikle çiftçi gruplarını da,
giderek artan biçimde tehlike altına sokuyordu. Daha on yedinci
yüzyılın ikinci yarısında, nüfusun yüzde 60'1 ya da belki bundan da
fazla oranda mülksüz bir nüfus söz konusudur. Yoksullaştırılmış ve
oy hakkından yoksun bırakılmış olan bu çoğunluk. tam zamanlı üc­
retli emekçiler hala bir azınlık olmasına rağmen, kırsal ve kentsel
işgücünü oluşturuyordu.
Erkeklerin çoğu, sadece sınıfları ya da mülkiyetleri nedeniyle
DEVRiMiN iKi YUZYIU 29

politik ulustan dışlanırken, oy verme ve kamu görevlerine girme


hakkı hangi sınıftan olursa olsun tüm kadınlara kapalıydı. Bu poli­
tik dışlama, el bette ki İ ngiliz toplumunun geneldeki ataerkil nite­
liğini korumaktaydı. Siyasetin bu ataerkil kabulleri, kadınların,
köktenci dinci tarikatlara ve gerçekte oy hakkından yoksun bırakıl­
mış olan erkeklerin siyasal haklarının genişletilmesi mücadelesine
aktif militanlar olarak katılmasına ve evlilik ile cinsler arasındaki
ilişkileri de kapsayan geçerli tutumları içerecek biçimde tüm ahla­
ltl normların sorgulandığı on yedinci yüzyılda bile etkisini koruyor,
bizı.at (sadece erkek değil , kadın) radikaller arasında bile, siyasal
alanın erkeklere ait bir alan olduğu tartışmasız bir olgu sayılıyordu.
Bu tutumlar, ironik biçimde belli bir sayıda olağanüstü yete­
nekli ve iyi eğitimli kadının, kral naipleri ( 15 13'te Aragonlu Cat­
herina, 1544 'te Katherine Parr ) olarak Mary (1553- 1558) ile Eli­
ı.abeth (1558- 1603) gibi ülke yönettikleri ve egemen kraliçeler
olarak hüküm sürdükleri bir çağda varlık gösteriyordu. Bu seçkin
alanla birlikte ve muhtemelen kraliyet ailesinden esinlenilen örnek
modeller nedeniyle, eğitimli soyl u kadınlara hümanistik eğitim
vermek moda haline geldi (gelecek bölümde tartışacağımız Tho­
mas More, bu bakımdan, ailesinde bir öncüydü) ve bu kadınlardan
bazıları, çevirmen ve yazar olarak değerli katkılar sundular. Öyle
görünmektedir ki, bu kadınların erkek akıl hocaları, eğitim ve öğ­
retimle uğraştırmanın soylu kadınların işsizlik ve can sıkıntısı eği­
limlerini kontrol altına alacağını, böylelikle yaramazlık eğilimleri­
ni başka kanallara yönelterek, dindarlıklarını ve iffetlerini koruya­
catını düşünmüşlerdir.
Toplumsal piramidin en altında, bu ayrıcalıklı kadınlarla keskin
bir karşıtlık içinde, muhtemelen çoğu okuryazar olmayan, ezici ka­
dın çoğunluğu vardı. Kadınlar, genellikle bitmek tükenmek bilme­
yen yorucu çalışmalar içinde, ailelerinin ve hane halkının bakımı
için aşırı yük yüklenmiş ve çoğunlukla, dışarıda hizmetçi, ya da
evlilikten önce tarım emekçisi, 'çiftlik hizmetlisi ' olarak çileli bir
yaşam sürdüler. Kadınların çoğu zaman tatsız yaşamlarının bitmez
tükenmez sıkıcılığı Thomas Tusser 'ın dizeleri nde ölümsüzleştiril-
30 iSYAN BORUSU KAPITAU ZMNIN YUKSE.LI ŞI ve SiYASAL TEORi

miş bul unmaktadır: · Bir gün, bi r hafta, bi r yıl hizmet ederim. I Ya­
şam boyu, ebediyen, erkek burada yaşadıkça. '2
Şu halde dönemi mizdeki en önemli toplumsal değişimler ne­
lerdi? Asillerden bazıları içsavaşa kadar, toprak mülkiyetinden el­
de ettikleri gelirleri artırmak ve lüks yaşam tarzlarını finanse etmek
amacıyla ticari yatırıma döndüklerinden, asi ller sınıfı feodal bir sa­
vaşçı sınıf olmaktan çıkmıştı. Asillerin sayısı 1. James ı.amanında
şişmişti, ancak asiller Lordlar Kamarası 'nın devletin en önemli
hareket ettirici gücü hal ine gel meye başlayan orta sınıf güdümlü
Avam Kamarası karşısında ikinci plana düşmesiyle birlikte, geçici
süreliği ne bi le olsa siyasal güçlerini yitirmeye başlamışlardı. Soy­
luların sayısı Tudor Hanedanı yönetiminde artmış, ancak toplumsal
yapı İ çsavaştan bir süre önce, on yedinci yüzyıl ın sonlarında yeni­
den çözül mek üzere donmuştu. Tudorlar döneminden İ çsavaşa ka­
dar soylular sınıfına ve orta sınıfa sızmayı başarmış olan varlıklı
tüccar ve girişimcilerin Avam Kamarası 'ndaki varlıkları yüzde
1 2 'yi aşmayacak düzeyde kaldı. Toprak mülkiyetinin yüzyılın son­
larından önce, şimdiye kadar olmadığı kadar az sayıda elde toplan­
ması sonucunda, küçük ve orta büyüklükteki çiftçiler daha önce
hiç olmadığı kadar hızlı bir oranda köşeye sıkışmaya başladılar.
Emekçi sınıfın kötü durumu, dönemimiz boyunca, kırsal mülk­
süzleştirme ve evsizlik, işsizlik. yüksek fiyatlar ve enflasyon ne­
deniyle ağırlaştı. Bunların çoğu, yaşam mücadelesinin zoruyla şe­
hirlere ve özell i kle Londra 'ya göç ettiler. Kötü tal ihleri , on yedin­
ci yüzyılın ortalarından sonra, reel ücretlerde aşamalı bir yüksel iş­
le bel irli bir dereceye kadar iyileşmişse de, yoksullara yardım ver­
gisinin toplamının aynı yüzyılda üçte bir arttığı ve Londra'da yaşa­
yanların sefaletinin tehlikeli boyutlara ulaştığı görülmüştü. Zengin
ve yoksul arasındaki uçurum. şimdiye kadar görülmemiş oranda
daha geniş ve daha derin olmak üzere büyüyor; zengin daha zen­
gin ve fakir daha fakir hile geliyordu.
2
Thomas Tusser, İyi Çiftçiliğin Beşyüz Noktası. fol . 66 ( Londra, 1 580) . alıntı ya­
pılan yer: Ann Kussmaul . Erken Modern İn11iltere 'deki Çiftliklerdeki Hizmetlı­
ler (Cambrıdge: Cambridgc Un iversll) Pres, 1 98 1 ). s. 80.
DEVRiMiN iKi YUZYIU 31

Değişen Ekonomi

Açıklayıcı bazı nüfus rakamları, dönemimizde meydana gelen eko­


nomik değişimleri göstermeye yardımcı olacaktır. İ ngiltere 'nin nü­
fusu 1 500- 1 700 yılları arasında, özel likle on altıncı yüzyılda, önem­
li oranda - l 500'de iki milyonun bi raz üzerinde bir rakamdan
1 70 1 'de beş milyonun üzerine - (on yedinci yüzyılın ikinci yarı­
sında bir dip yapmakla birlikte) büyümüştü. Di ğer Avrupa ülkele­
ri de nüfus büyümesi yaşadılar, ama İ ngiltere 'nin demografik ka­
lıbı bir açıdan ayrıksıydı. Kentte oturanların yüzdesi, bu dönemde
iki katından fazla arttı (bazı tarihçiler, bu rakamın on yedinci yüz­
yılın sonlarına doğru, toplam nüfusun dörtte birinin biraz altında
olduğunu belirtirler). Fransa 'da ise tam tersine, kırsal nüfus oranı
göreli olarak sabit kaldı; Fransız Devrimi zamanında ve muhteme­
len on dokuzuncu yüzyılın içinde bile halen toplam nüfusun yüzde
85 ile 90 arasında bir oranını oluştunnaktaydı. İ ngi ltere'de kırdan
kente doğru bu genel kaymadan daha dikkat çekici olanı, inceledi­
ğimiz dönemdeki Londra nüfusunun dengesiz büyümesidir:
1 520'1erde 60.000 dolaylarında olan Londra nüfusu, 1 700'e gel in­
diği nde 575.000 dolaylarına ulaşmıştır. Ortaçağın sonlarında, Av­
nıpa'nın ana kentlerinin ölçütlerine göre mütevazı bir kent merke­
zi olan Londra, kısa zamanda İ ngiltere 'nin diğer şehirlerini gölge­
de bıraktı ve Paris, Roma, Nepal ya da Milano'dan daha büyük bir
kent haline geldi ; daha doğrusu, Avnıpa'nın en büyük kenti oldu.
Değişen nüfus kalıbı hem yaşanmakta olan önemli ekonomik
değişimlerin bi r göstergesi , hem de gelecekteki ekonomik değişi­
min en büyük etmeni idi. Nüfusun büyümesi ve bileşi minin değiş­
mesi, artık tarımsal üretimle uğraşmayan olağandışı geniş sayıdaki
insanın varlığını sürdünnesine olanak tanıyan ve giderek artan bi­
çimde üretkenleşen bir tarımın varlığını ispatlar. Bu demografi k de­
ğişimler, tarımsal verimlilikteki bu iyileşmeyi olanaklı ve zorunlu
kılan mülkiyetin temerküzünü ve çok sayıda küçük toprak sahibi­
nin mülksüzleşmesini de içeren toplumsal mülkiyet ilişkilerindeki
değişimleri de yansıtır. Köylülerin Fransa nüfusunun büyük ço­
ğunluğunu oluşturduğu on sekizinci yüzyılda, Fransa 'nın toplam
32 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSEIJŞI ve SiYASAL TEORi

tarım ürünleri çıktısı, İ ngiltere'deki çok daha az sayıda tarım üreti­


cisi tarafından üretilen çıktı ile kabaca aynı olacaktı.
Ortalama fiyatlar, nüfusun yiyecek ve diğer kaynaklar üzerin­
de büyüyen baskısı nedeniyle, 1540 il e 1650 aras ında al tı ya da ye­
di kat arttı: Bu artış 'fiyat devrimi ' olarak bil inir. Ü cretl er şişen fi­
yatl arla başa baş gitmeyi başaramazken, toprak kiraları da arttı.
Ücretl erdeki :ışamal ı yükseliş yayılan yoksull uğu hafifletmeye hiç
yeterli değil di. Ancak bu ekonomik güçlüklere rağmen ya da tam
da bu ekonomik güçlükler nedeniyle ve gitgide daha da keskinle­
şen rekabet koşulları yüzünden, tarımsal veriml ilik canl anmıştı.
Kiral arı giderek artmakta olan kiracı çiftçiler, çıktı miktarlarını ar­
tırmak, mal iyetl erini düşürmek ve k3 rlarını yükseltmek yönünde
toprak sahipleri tarafından sıkıştırılıyordu.
i nsanların geçim araçlarını kaybetmiş oldukları kırsal alandan
Londra 'ya ve daha küçük ölçekteki diğer şehirl ere çeşitl i yöntem­
lerle göç etmeleri, ekonomi üzerinde uz.ak erimli etkil ere sahipti.
Nüfus bakımından rakipsiz, hacim ol arak şişmiş Londra, ülkenin
- sadece lüks mal lar için değil, ama yiyecek gibi temel gereksi­
niml eri için de - tüketim merkezi ve ülke çapındaki dağıtım ağının
göbeği, hem ul usal ve hem de ulusl ararası ticaretin kal bi hal i ne ge­
liyordu. Fiyatları bel i rl eyen Metropol , yerel ve böl gesel piyasala­
ra hükmetmeye başl adı. Diğer bir anlatıml a Londra, dünyanın il k
bütünl eşmiş ve rek3 betçi ul usal piyasası olmaya başl ayan şeyin
merkezi idi ve bu yeni koşul larda, karl ar, özell i kl e tarımda, çağı
geçmiş bir piyasadan ' ucuza alma' ve diğer piyasada ' pahal ı sat­
ma· ilkesi yerine, maliyet esaslı üretime giderek daha fazla daya­
nacaktı. Kapitalist tarım, özellikl e de İ ngiltere'nin doğusundaki ve
güneydoğusundaki kapitalist tarım, ulaşım kolaylıklarının ve kar­
maşık bir ticaret ağı ve kredi düzenlemel erinin de yardımıyla, bu
eğil imlerin arkasındaki sürükleyici güçtü.
Şu hal de, bu dönüştürücü değişimlerin merkezinde, İ ngiliz
ekonomisinin dinamosu olan tarım vardı. İ ngil tere, on dokuzuncu
yüzyıl ın ortalarına geli ndiğinde sanayil eşmiş il k kapitalist ulus ol­
muşsa, bu gelişmenin koşulları, on al tıncı ve on yedinci yüzyıl la-
DEVRiMiN iKi YUZYILI 33

rın kapitalist tarımında; tarımda artan verimlilikte ve yiyecek, gi­


yim gibi gündelik gereksinimleri n ucuza üreti lmesi için hem bir
kitlesel tüketici piyasası ve hem de bir emek gücü yaratmış olan
alttaki toplumsal mülkiyet il işkilerinde bulunabilir.
İngiltere'de tarımsal ilişkilerin ayrıksı yapılan ışının tarihsel ne­
denleri çok sayıda ve kannaşıktır. Amacımız bakımından, birkaç
zorunlu noktanın vurgulanması gerekir. Kuşkusuz temel koşullar­
dan birisi , toprağın çok erken tarihlerden başlayarak büyük toprak
sahiplerinin ellerinde olağandışı yüksek miktarlardaki temerküzü­
dür. Bu aynı zamanda, bu olağandışı büyüklükteki toprak miktarı­
nın o toprağı elinde tutan sahiplerinden çok, kiracı çiftçiler tarafın­
dan işletildiği anlamına gelmektedir. Kiracı çiftli k işletmeci lerinin
şartları giderek artan biçimde kötüleşti, sırf piyasa baskısı altındaki
kiralarını karşılamak için değil, ta başından toprağı kiralayabi lmek
için bile diğer çiftçi lerle rekabet mecburiyetindeydi ler. Fiiliyatta,
giderek büyüyen bi r kiralama piyasası ortaya çıktı. Kiracı çiftçiler,
ilk aşamada, esasen teknolojik yenilikler yoluyla deği l , ama üre­
tim tekniklerini geliştirme, uzmanlaşma, maliyeti düşürme vb.
yoll arla, ellerinde tuttukları toprağın verimliliğini artırarak bu bas­
kılara karşılık vermekte zorlanıyordu. Kiracı çiftçi lerin üretim yön­
temlerini değiştirerek baskılara karşılık vermelerini olanaklı kılan
önemli etmenlerden bi ri şu olgudur: İngiltere 'de toprak, biraz son­
ra açıklayacağımız gibi , örneğin Fransa 'daki köylü çiftçili ğinin
tam tersine, geleneklerin ve köy cemaatinin düzenlemelerinden gi­
derek kurtuluyordu. Başarıl ı çiftçiler, yeni kiralanacak topraklar
elde ettiler ve giderek artan oranda ücretli emek istihdam ettiler.
Başarısız olanlar battılar. Aynı zamanda toprakta yükselen karlara
bağımlı olan toprak sahipleri, mülklerini ' ıslah ' etmeleri için kira­
cılarını teşvik konusunda güçlü bir nedene sahiptiler. Toprak sahip­
leri, yeni likçi ve verimliliği artırıcı kiracı çiftlik işletmecileri için
rekabete girdiler; kiracılarla sermayenin geliştirilmesi gibi karşı­
lıklı çıkarlarının bulunduğu konularda işbirliği yaptılar; kendilerine
ait çiftl i klerin verimlil iğini artırmak için araştırmalar yaptılar ve
hana mülkiyetlerindeki toprakları işlemekle yetinmeyip kendileri
34 iSYAN llORllSl; KAPITAU ZMNIN Y U KSELI Ş I vr SiYASAL TEORi

kiracı oldular. Bu üretken kiracı çiftl i k işletmeci leri ve kiraladıkla­


rı toprakların sahipleri tarafından tarım piyasası üzerinde uygula­
dığı rekabetçi baskılar, kaçınılmaz olarak başka tür çiftçilere de
yansıdı . Kiralanmış emekçilerin isti hdam edi ldiği her yerde, ve­
ri mliliği artırmak için yapılan sömürü amaçlı baskılar, hiç kuşku­
suz çok gecikmeden bu çiftçilere de sıçradı.
İngiltere, mülkiyet i l işki lerinde değişen bu sistem nedeniyle
(i nceled i ğimiz dönemde), yeni çiftç i l i k tekn i k ve yöntemlerinin
bulunup geniş biçimde kullanılmasını zorunlu kılan erken bir tarım
devrimi yaşadı. Bu teknik ve yöntemlerin en başta geleni ve küçük
toprak sahiplerinin sürekli yakınmalarının kaynağı o zamana dek
geleneksel olarak köy cemaati tarafından çıkarılan düzenlemelere
göre ekilen ortak araziler kadar, çok sayıda küçük toprak sahibi nin
ve başka bazı kişileri n , otlatma, yakacak odun toplama ve diğer
gereksinimleri için bağımlı olduğu ekilmemiş topraklar ile ortak­
laşa toprakların kapatılmasıydı (çitleme). ' Kapatma', sadece ya da
hatta zorunlu olarak bi r toprak parçasının etrafının kapatıl ması ve
çitle çevrilmesi anlamına gel miyordu. Çitlemenin asıl özü, gele­
neklere dayal ı hakların - ortaklaşa ya da hatta 'özel ' toprağın, çe­
şitli yollarla kul lanıl ması için i nsanlara izi n veren geleneksel hak­
ların - ortadan kaldırılmasıydı: Örneğin, odun toplama hakkı ya da
ekin artıklarının toplanma hakkı gibi hakların ortadan kaldırılması.
Çitleme ayrıca, cemaatin ü reti min düzenlenmesi hakkından yok­
sun bırakıldığı anlamına da geliyordu. Ancak çitleme, daha iyi ko­
runak sağlama, sulama için arklar açma ve hayvanlar ile ekinler
üzerinde daha sıkı kontrol üstünlüklerine sahip olduğundan, çoğu
kez çitle çevi rmeyi ya da özel l i kl e çitler dikmeyi ve hendek kaz­
mayı da içeriyordu. Çoğu kez, çitl eme ile birleşti rilen asıl şey olan
tekelleşme prati ği, daha verimli bir tarımsal faal iyeti kolaylaştır­
mak için, çevredeki bağımsız arazileri satın alarak tek bi r mül kte
toplanmasıydı.
Tüm işlemlerin kayıtlarının özenli olarak saklanması ve muha­
sebe kayıtları kullanıl ması sayesinde hem büyük hem küçük mülk­
lerin daha etki li bi r biçimde işleti l mesi sağlandı. Ortaya çıkan tek-
DEVRiMiN iKi YUZYILI 35

nik gelişmeler ve veri m l i l i kle ilgi lenen çiftçiler tarafından geniş


biçimde takl it edi l mişti : Örneği n 'dönüştürülebi l i r ' çiftçi lik, ardı­
şık dönemlerde seçenekli eki m , dönüşümlü ürün, batakl ık ya da
sulak arazileri n kurutul ması ve tekerlek l i saban gibi yeni donanım­
ların kullanımı.
Rekabetçi mücadeleye kendilerini kaptıran kara aç toprak sa­
hipleri ve aracılar, şüpheli ve oldukça karşı çıkılan ticaret pratikle­
rine de başvurdular. Örneğin, ' yeml ik kiralaması ' : Eldeki toprağın
yıllık toplam değerine eşit yıllık kiraları dayauna; ' ki racıl ık hakkı­
nın satılması ': Yoksul ki racı çiftçilerden kiracılık haklarının satın
alınması ve ardından da bunların daha yüksek kiralarla devredilme­
si ve ödeme yapmamak için bunların tahliye etti ri lmesi ; ' işini boz­
mak ' ve ' pazarda tekrar kar ile satmak için satın al mak ', piyasayı
köşeye sıkıştırmak amacıyla bel irli malları satın almak (stoklamak)
ve bunları normali n üstünde fiyatlarda satmak. Bu alışverişlerde
kullan ı lan, kuşkulu ağırlık ve ölçü birim lerinden ise hiç söz euni­
yoruz.
Kapital ist tarım, İngiltere kırsalını birdenbire silip süpürmedi.
İster toprak sahipleri ister ki racı çiftçiler olsunlar, özel l ikle kuzey
ve batı nın kırsal alanlarındaki ve orman bölgelerindeki İngiliz çift­
çileri n i n çoğunluğu, faal iyetlerine muhtemelen hala geleneksel
geçimlik aile çiftli klerinde devam ediyordu. Tarım kapitalizmi,
1 700 'den önce temel olarak, güney ve doğunun aşağı kesi mlerin­
deki tahıl ve karışık tahıl i le hayvancılık alanlarında, muhtemelen
diğer tarım faal iyetleri üzerinde üstünl ük kurarak gelişti. Bu böl­
gelerde, tarıma dayal ı toplumsal i l işkilerin tipik yapısı, 'yaşamını
' ki ralara dayal ı olarak sürdüren toprak sahipleri ' , ' yaşamını kara
dayalı olarak sürdüren kapi talist kiracı çiftçiler' ve ' ücrete dayalı
tarım işçileri ' üçlemesi ' idi. (Ancak, şunu da belirtmek gerekir,
kendileri de doğrudan üretici olan kiracı çiftçiler, ücretli işçiler ol­
maksızın bi le, tarım kapitalizminin üretkenliği artırmayı amaçlayan
aynı rekabetçi baskılarının etkisi altındaki bi r parça olarak düşünü­
lebi l i rler). Kapitalist çiftçilik, on sekizinci yüzyılın sonlarında her
yere yerleştiğinde, bu düzen, doğal olarak ül keye baştan sona ya-
36 iSYAN BORUSU KAPITAU ZMN I N Y U KSELIŞI •c SiYASAL TEORi

yılacaktı. Ancak bundan çok daha önce, bu bölgelerdeki ayrıksı ve­


rimli tarım, tarım kapitalizminin sonuçlarıyla bi rlikte, sadece diğer
çiftçiler için piyasa başarısının koşullarını etkilemekle kal mıyor,
ama tüm ülkenin ekonomik ve siyasal yönünü de belirl iyordu.
Dönemimizde oluşan toplam çıktı mi ktarında gerçekte olağa­
nüstü bi r artış olmamasına rağmen, birim başına çıktıda, daha az
sayıda tarım üreticisinin üretici ol mayan daha büyük sayıda kişiyi
beslemesine olanak tanıyacak kesin bir yükseliş vardı. Daha son­
ra, on sekizinci yüzyılda gerçekleşecek olan aşamayı hazırlayacak
geri dönülmez gelişmeler meydana geliyordu. Kesin ya da kap­
samlı verilere sahip değil iz, ama gıda fiyatlarındaki enflasyona
rağmen, di ğer tahıllar kadar mısır, büyük ve küçükbaş hayvan çık­
tısı, nüfus artışına ayak uyduracak ölçüde artmıştır ve üstelik çıktı­
daki bu artış, çoğu kent merkezlerine gitmiş olan azalan bir tarım
işçileri işgücüyle elde edilmiştir. On yedinci yüzyılın sonlarına
doğru, tahıl ve di ğer daneli ürünler üretiminin iç gereksinimleri n
ötesindeki artışı, İ ngiltere 'yi bu malların lider ihracatçısı haline ge­
tirecek çarpıcılıkta gelişti. Tarımda sanayileşme hamlesinin ileri ta­
şınması için gereken işgücünü sağlayacak olan sonraki yüzyıldaki
ilerlemeler, çiftçi l ikle uğraşmayan kentli nüfusu besleyip giydire­
bilecek duruma fazlasıyla uygun hale gelerek İngiltere 'ye yayıldı.
İmalat ve ticaret sektöründeki ilerlemelerle karşılaştırılamaya­
cak olan tarımsal ilerlemelerin kat eniği yol ihmal edilebi l i r değil­
di. Kapital ist tarım, yünlü tekstil ihracatından kaynaklanarak hızla­
nan talep artışıyla cesaretlendiriliyordu. İhracata on ikinci yüzyıl­
dan beri l iderlik eden ham yünün yerini, üretimi on beşinci yüzyıl­
dan sonraki iki yüzyıl da sadece dışsatım için değil , ama iç piyasa
için de önemli oranda artan yünlü tekstil üretimi alacaktı. Özellik­
le güneyde ve doğuda, kapitalist sürü sahipleri tarafından gerçek­
leştirilen aşırı büyüklükteki alışverişler, k.ırsal kesimde gelişen kü­
çük ev sanayii tarafından teksti lde dokunacak ham yün gereksini­
mini karşılamaya yardımcı oldu. İhracat ve iç tüketim için giysi
dokunması, toplanması, tamamlanması ve dağıtımı kapitalist giri­
şimciler tarafından örgütleniyordu. Dolayısıyla k.ırsal İngiltere, sa-
DEVRiMiN iKi YUZYIU 37

dece tarım kapitalizminin deği l , ama aynı zamanda, tekstil üreti mi


alanında, İ ngiliz kapitalist imalatının da doğduğu yerdi. Ayak ba­
sacak sağlam bir yer elde eden di ğer imalat türleri de (böylece in­
celediği miz dönemin sonuna gel indiğinde), şimdiye kadar görül­
memiş miktarda artan emek gücü, deri ve deri ürünleri , metal
ürünler ve inşaat malzemeleri ni de içeren, daha önce hiç olmadığı
kadar çok sayıda ve çeşitlilikte mallar üretiyordu. Gemi yapımcılı­
ğı ve tuz üretimi de gelişiyordu. İ malatın çoğu, henüz küçük kuru­
luşlarda yapılıyordu: Bunun bir büyük istisnası Chatharn ve Lond­
ra tersaneleriydi. Londra tersanesi 1 690'1arda 45.000 işçi istihdam
ediyordu. Keza tuz, yelken bezi ve ipek üretiminde de, giderek ar­
tan biçi mde daha geniş birimler bel iriyordu.
Ticaret de değişen tarım ve i malat sektörlerine ayak uydurdu.
ihraç edilen malların tutarı, gayri safi yurtiçi hA.sılanın sadece yüz­
de IO'unu oluşturmasına rağmen, büyük oranda tekstil malların­
dan oluşan ihracat ile ithalat, yüzyılın başından l 700'1ere kadar
ikiye katlandı. 800 Pazar şehri ile Londra 'da, küçük imalathaneler
ve ticaret adamlarının sayısı hızla arttı . On sekizinci yüzyılın sonla­
nna kadar ve ' sanayi devriminin' arifesinde bile iç piyasa dışarıy­
la yapılan ticaretten hala daha önemli olmasına rağmen, dış ticaret
giderek artan bir önem kazanıyordu. Yün ve tekstil ticareti on be­
şinci yüzyıldan hani daha öncesinden beri devam ediyordu; an­
cak, dönemimizde Doğu Antillerle olduğu kadar Kuzey Ameri­
ka 'nın sömürgeleri ve Batı Antillerle alışverişin fil i zlenmesiyle
bi rl i kte, ticareti n yeni bir evresi başladı . Kuzey Amerika 'nın sö­
mürgelerinden ve Doğu Antilerden Kıtaya yeniden ihraç etmek
üzere daha çok şeker, tütün ve patiska ithal edildi.
Hatırı sayılır ticari servetlerin bir kaynağı da, on beşinci yüzyıl­
da kurulan Ticaret Serüvencileri Şi rketi ve on altıncı yüzyılın son­
larında kurulan Rusya ve Doğu Toprakları Şirketi gibi ulusl araras ı
ticaret şirketlerine bağışlanan kraliyet tekel leriydi. Bu şirketlerin ,
dış ticaretteki tekelci konumları, çoğu kez ' alana yetkisiz olarak
gi ren tüccarlar ' ; yani kral iyet tekeli avantajı olmaksızın kendi baş­
larına çalışan bağımsız tüccarlar tarafından tehdit edil mekteydi.
38 İSYAN BORUSU K APITAUZMNIN YllKSELI Ş I ve S iYASAL TEORi

İleride göreceğimiz gibi , 'alana yetkisiz olarak giren · bu tacirler


grubu, İçsavaşta önemli bir rol oynayacaktı. B u dönemde, 1 60 1 'de
kurulmuş ve on dokuzuncu yüzyıla kadar devam eden Doğu Anti­
ler Şi rketi ve ard ından kurulan Levant Şirket i ; M uhteşem Afrika
Şi rketi - köle ticareti nde en önemli şi rketti r - ve bugüne kadar bir
biçimde varlığını sürdüren Hudson Körfezi Şi rketi gibi A noni m
şi rketlerin yıldızı parladı. B u başarılı ticareti n çekirdeği, büyüyen
sayıdaki bankalarıyla, borsasıyla ve 1 694'te kurulan İngiltere Ban­
kasıyla (Merkez Bankası) birli kte Londra Kentinde kaldı.
B u ekonomik başarı öyküsü, görüş lerini gelecek bölümde i n­
celeyeceğimiz düşünürlerin topl umsal hastalıklara i l işkin yakarış­
larını ve topl umsal felaket uyarılarını saymazsak, on altıncı yüzyılın
şikayet konusu durumları ve topl umsal karışıkl ıklarıyla; ayaklan­
malar ve kalkışmalarıyla ve on yedinci yüzyıldaki devrimci karı­
şıkl ı klarla uyumsuzmuş gibi görünebi l i r. Bazı tari hçiler, on altıncı
yüzyılın ve özell i kle on altıncı yüzyılın ikinci yarısının, esaslı eko­
nomik büyümeyle dikkati çektiği konusunda ısrar ederken, başka
bazıları, 1 520'den sonraki bir yüzyılda, yaşam standartlarında ger­
çek bir düşüş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazı tarihçiler vurguyu
bunun için ödenen bedele yapsa da, çoğu tarihçi. on yedi nci yüz­
yılda ekonomik büyüme olduğunu kabul eder. On yedinci yüzyıl­
da ve hatta on altıncı yüzyılın ikinci yarısında, en azından nüfusun
bell i bölümleri için, İngiltere 'deki yaşama standartlarının Avrupa
standartlarıyla kıyaslandığında görece yüksek olduğunu söylemek
belki de hakkaniyetli olacaktır. Ancak bu refahın, çok sayıda kişi­
ye yüklenen önemli mal iyetler pahasına gerçekleşti rildiğini söyle­
mek de eşit derecede hakkaniyetl i olacaktır.
Ekonomik büyüme i l e yaşam standartlarının düşüşü ya da halk
kitleleri n i n yaşam kali tesi nin kötüleşmesi arasında zorunlu bir
uyumsuzl uk yoktur. On altıncı yüzyıldaki, ekonomik büyüme ko­
nusundaki gerçek ne olursa olsun, çok sayıda kişinin bu dönemi n
ekonomik kalkınmasını koşulların keskin b i r kötüleşmesi olarak
yaşadığını bi liyoruz. Yönetici sınıfın kendi güvenliği ve ülkenin ba­
rışı konusunda korkuya düşmesine neden olacak serseri l i k belasını
DEV RiMiN iKi YUZYILI 39

ve avareliği doğuran yaygın bi r mül ksüzleştinneyle bi rl ikte giden


yoksulluk ve sıkıntı söz konusuydu. Hiç kuşkusuz, zorunlu yoksul­
luk vergisi sisteminin ilk ortaya çıkışı, hem bu vergiyi olanaklı kı­
lan bi r zengi n l i k olduğunu, hem de yeni oluşmuş merkezi bir dev­
let iktidarının varl ığını doğrular. A ma bu vergi , aynı zamanda, sık­
boğaz eden bir toplumsal yoksulluğun; modem ' refah devleti 'nin
başlangıcından ve çok öncesinden beri , her zaman için, mülksüz
emekçi sınıfıyla birl i kte kapitalizmin ayrılamaz parça5 ı olmuş olan
bir yoksul luğun varl ığını da gösterir.
İ ngiltere'deki ekonom i k gel işmenin özgün niteliğine, çitleme,
geleneksel hakların ortadan kaldırılması, mülkiyetin büyüyen te­
merküzü ve artan mülksüzleştinneye i l işik olan yerinden etme de
ayrılmaz biçi mde eşl i k etti. Tüm ekonomik başarılarına karşı bu
gelişmelerden kaynaklanan ve on yedinci yüzyılda çözül memiş
olan bu sıkıntılar, kuşkusuz giderek artan biçimde rekabetçi l eşen
bir ekonomideki ekonomi k olarak varl ı k sürdürebilmenin zorlu
koşul larının giderek ağırlaşması nedeniyle daha da kötüleşti. İngil­
tere 'de Avrupa ' nın başka bir yerinde olduğundan daha fazla mut­
lak acı yaşanmamış olabi lir; dahası , aslında başka birçok yerde ya­
şanmış olandan daha az acı yaşanmış olabi l i r. Ancak, bu ül kede,
topl umsal düzensizlikleri, oy hakkından yoksun kıl ınmış siyasal
çoğunl ukların yoğunlaşan siyasal mücadelelerini ve i leride göre­
ceğimiz gibi , ayrıksı siyasal düşünce biçimleri nin ortaya çıkmasını
açıklamaya yardımcı olan daha dramatik somut yerinden etmeler
söz konusuydu.

Bir Siyasal Deneyimler Yüzyıh

Bu ekonomik gelişme ve toplumsal alt üst oluş öyküsü, öngörüle­


meyen siyasal deneyi mleri ve on yedinci yüzyıl İ ngiliz Devri­
mi 'ndeki rad i kal biçi m l i ve yeni nitel i kl i siyasal düşünce patlama­
sının izahında belli bir noktaya kadar gider. 3 1. James l 603 'te tah-

3 lngi l i z Devrimine ve İçsavaşa neden olan ıoplumsal geli şmelere i l işkin aşa­
ğıdaki açı klamalar. döneme i l i şk i n . bazıl arı bu kitabın sonunda verilen ek oku­
ma l isıesınde yer alan. çok sayıdaki tarihsel çalışmaya ama özell i kle Roben
40 iSYAN BORllSll KAPITAU ZMNIN YUKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

ta çıktığında, İ ngiltere artık kişisel yönetimle, yasal ve yönetsel


özerkli kle tanımlanan feodal bir krall ık değildi. İ ngiltere artık,
merkezileşmiş ve bütünleşmiş olan güçlü bir kurumsal bütünlük­
lü. Kapitalizm, zenginliğini kapitalist rantlardan elde eden giderek
artan sayıda varlıklı, gitgide daha fazla homojenleşen ve sık.Jca ke­
netlenmiş bir toprak sahibi aristokrasiyle, tarım sektöründe esaslı
ilerlemeler sağlıyordu. Tacın, olağan ve ılımlı kraliyet harcamaları­
nın kendi gelirleri ni aşması nedeniyle giderek artan oranda bağım­
lı hale geldiği bu sınıf, Parlamentoyu denetliyordu. Mülk sahibi ik­
tidarın ve zenginliğin kalelerinden biri, kendi karlarına dayanarak
yaşayan, kiraladıkları toprakların sahibi aristokratlara kira ödeyen,
seçmenlerin büyük çoğunluğunu oluşturan ve çok daha fazla kişi­
den oluşan kiracı çiftçilerle, mülk sahibi çiftçiler sınıfıydı.
Londra, geniş ve büyüyen nüfusuyla ulusal ve ulusl araras ı tica­
retin merkezi hali ne geliyordu. Londra 'nın ileri gelen yurttaşl arı
arasında, oldukça zengin denizaşırı tüccarlar, Ticaret Serüvencile­
ri ve yeni kurulan Doğu Antiller Şirketi gibi ticari monopol şirket­
lerinin üyeleri de vardı; özellikle 1620 '1erden sonra hızla yükselen
yeni sömürgeci ve 'alana yetkisiz olarak giren· denizaşırı tüccarlar
grubu vardı. İ leri gelen bu kişilerin altında, profesyoneller ve yö­
neticiler ile ticaret adamları, dükkan sahipleri ve zanaatçılardan
oluşan bir kitle vardı. Londra'daki bu değişik gruplar arasındaki
k�ılıklı etkileşim, yaklaşmakta olan İ çsavaşın önemli bir etmeni
olacaktı.
Din, İ çsavaşta çatışan tarafları bölen çok sayıda konu içi nde
kuşkusuz en öneml isiydi. Ya da daha doğrusunu söylemek gere­
kirse, ki liseye ilişkin ya da di nsel çatışma içinde ifadesini bulma­
yan herhangi bir toplumsal ya da siyasal konu bulmak güçtü. Eli­
zabeth yönetimindeki, toprak aristokrasisi ile bu aristokrasinin
müşterisi olan çiftçi lerin kendileri her zaman Kalvinist olmasalar
bile, Kalvinizmi desteklemeye eğilimli oldular. Toprak sahibi aris-
Brenner'in Merchants an.d Revo/uıion: Commerr:ial Change, Poliıica/ Conflicı
and London 's Overseas Traders J 550- 1653 (Cambridge: Cambridge
Universily Press and Princeıon l Jniversity Press, 1 993 ) adlı çalışmasına minnet
borçludur.
DEVRiMiN iKi YUZYIU 41

tokrasinin dinsel sami miyetinden kuşku duymaksızın, e n azından


bu sınıfın, sınıfsal çıkarlarının ' Protestan Davası'na sıkıca bağl ı ol­
duğunu gösteren çeşitl i durumlara dikkat çekebi l i riz: Bunların ço­
ğunun, mülklerini manastırların feshedilmesine ve kil ise toprakla­
rının satışına borçlu oldukları düşüncesi azımsanacak önemde bir
düşünce değildir. Ayrıca bu sınıfların, ' Parlamentoda Kral ' i l kesi­
nin ortakları olarak, parlamentonun devlet ki l i sesi üzerindeki ege­
menl iğinin faydalarından hiç söz etmesek bile, papalık ya da Kıta
üzeri nde Katol ik güçlerin müdahaleleri biçimi ndeki yabancı hfilci­
miyetine karşı İngi l i z devletinin bağımsızlığını desteklemek için
geçerli nedenleri vardı. Dolayısıyla, bu dinsel bağl ılıklara Kıtadaki
Protestan rejimlere yönel i k kraliyet yardımlarını destekleme ve
Katoli k i ktidarlara karşı savaş eşl ik ediyordu. Dindeki ve dış poli­
tikadaki ittifaklar, Kentin yeni tüccarları ve daha sıradan yurttaşla­
rı arasında da görülüyordu.
Monarşi ise tam ters i ne, din ve dış pol itikaya i lişkin bu konu­
larda çok daha kararsız bir tutum içi ndeydi . Hollanda 'daki Protes­
tan cumhuriyetçi iktidarla müttefikliği n tehlikeleri bir yana, diğer
mülahazalar göz önüne al ınmayacak olsa bile, Avrupa'nın büyük
krallıkları olan Fransa ve İspanya ile i lişkilerinde seçenekleri açık
tuttnayı gerektiren kendi hanedanlık çıkarlarına sahipti. Her ne
olursa olsun, Stuart Krallarının gerek İçsavaştan önce ve gerekse
Restorasyondan sonra, İ ngiltere 'de Avrupa Kıtası mutlakıyetçili­
line benzer bir şeyler kurmaya kal kışmas ı , din ve dış politikaya
ilişkin konuların, anayasal çekişmeler ve iç topl umsal çatışmalar­
la kesiştiği noktada başarısızlığa uğrayacaktı.
İçsavaşa neden olan konular, burada tam olarak incelenemeye­
cek kadar aşırı karmaşıktır ve biz, bu dramatik öykünün, sadece
belirli çarpıcı noktalarına değinebi l i riz. Buna rağmen, bir ya da iki
genel noktanın akılda tutulması gereki r. Genel anlamda, İ ngiliz yö­
netici sınıfının bu tür bi r monarşiden vazgeçmek ihtiyacı ya da di­
leği yoktu. Şimdi bu sınıfın Hükümdarl ık ile iyi kurulmuş ortaklı­
lından kazanacağı çok fazla şey vardı ve onl arı tümüyle ayaklan­
maya itmek için çok fazla kJşkJrtma gerekiyordu. Ancak monarşi-
42 iSYAN BORUSU KAPITAU ZMNIN YUKSF.LIŞI •• SiYASAL TEORi

yi yararl ı bi r kurum olarak gören fakat Kara Avrupa 'sı tipi bir mut­
lakıyetçiliği kesi nli kle yararl ı bul mayan yönetici sınıf. Stuanlar'ın
bu yönde yaptığı her harekete karşı olan muhalefetleri nde, ta başın­
dan beri fi i len oybi rl iği içi ndeydiler.
Şu halde, Stuanlar, buna rağmen neden bir destek, üstelik bi r
içsavaş başlatmaya yetecek önemde bir destek elde ettiler? Bu ko­
nuda Bölüm 4 'te söyleyecek daha çok şeyimiz olacak, ancak bu­
rada şu kadarını söylemekle yetini lecektir: İçsavaşa neden olan ça­
tışmalar, kaçınılmaz olarak Parlamento dışındaki ve yönetici sınıf­
ların ötesindeki i nsanların da seferber edilmesini kapsadı . Parla­
mentodaki orta sınıfın teşvikiyle bugüne kadar görül memiş yön­
temlerle ve zorla siyaset arenasına sokulan çoğunl uk, daha
1 620' 1er kadar erken yıl larda, seçim siyasetinde yeni rol ler oynu­
yordu. Londra'daki kalabalık 1 640 'ta, yine parlamentodaki l ider­
leri n desteğindeki çeşitli kolektif eylem yöntemleriyle sokakları
tutuyordu. B unun ortaya koyduğu tehdit, kralcı bi r pani kurul ma­
sını, Parlamentoda aşamalı olarak monarşiye geri dönmeyi isteyen
ve sayıları giderek artan destekçi nin cezbed i l mesi zorunluluğunu
da ispatladı.
Şi mdi anlatımıza geri dönelim. Eli zabeth 'in İspanya ile yaptığı
savaştan kalan boşalmış bir hazi neyle baş başa kalan sonraki Stu­
art monarkları 1. James ( 1 603 - 1 625) i le 1 . Charles ( 1 625- 1 649) ki­
şisel savurgan l ıkları ve dış karışıkl ıklar nedeniyle korkunç bir ma­
li darboğaz içindeydiler. Parasal kaynak bakımı ndan metel i ksiz ka­
lan basi retsiz Charles, hal k tarafından sev i l meyen ve bozguncu
Buckingham Düküne dayanınca, kısa sürede Parlamentoyla kav­
gaya tutuştu. Bu kavganın nedeni sadece zorla alı nan borçlar biçi­
mindeki parlamento dışı vergiler salması deği ldi ; bu vergi lerin
ödenmemesinin hapse girme nedeni olabi l mesiyd i . Parlamento­
nun buna i l k önemli yanıtı, parlamentonun onayı olmaksızın bu tür
vergi lendi rmelere, nedensiz tutuklanmalara (yan i , habeas corpus
hakkı ol maksızın) ve mül kiyete doğru bir yönteme dayanmadan
zorla el konulmasına, olağanüstü hukukun sivil lere uygulanmasına
ve askeri birliklerin siviller tarafından zorla barındırıl ması için kul-
DEV RiMiN iKi YllZY I U 43

!anılan zor yöntemine son veri lmesi ni i steyen - Magna Charta 'da
ana hatları be l i rlenen 'özgürlükler ' i n yeniden i l eri sürülmesi biçi­
mi ndeki i stekler olarak sunulan - 1 628'deki Haklar B i ldirisiydi.
Charles, Haklar Bi ldirisini onayladı, ancak Parlamentoyu bunu
izleyen yılda ' On bir Yıl Tiranlığı 'nın başlangıcında feshetti. Kral
bundan böyle, önce Canterbury 'nin Katolisizm yanlısı Başpisko­
posu Will iam Laud 'un öğütleriyle tek başına ve daha sonra da baş­
bakanı olan etki li ve acımasız Strafford Kontu ile birl ikte yönete­
cekti. Kraliyet yöneti mi ; saray görevl ileri , Anglikan Kil isesi, dev­
let bağışı ve teşviki alanlardan başka Hanedanl ı k tekel lerini el i nde
tutan denizaşırı tüccarlar tarafı ndan destekleniyordu. Daha çok,
meşhur · gemi geçişi parası · ve zorla toplanan ticaret parası gibi
parlamento dışı vergilere bağımlı hale gelen Charles, sonunda,
1 640 'ta İskoç İsti lasını gerekçe göstererek, neredeyse toplandıktan
hemen sonra feshedilecek olan ' Kısa Parlamento 'yu ve ardından
da ' Uzun Parlamentoyu ' toplantıya çağınnak zorunda kaldı. B u
Parlamento, bundan böyle kral ın açıkça mutlakıyetçiliğe kayması­
nı hoşgörüyle karşılamak istemeyecekti. Strafford, parlamentonun
daha yürekli liderleri ni n cesaretlendirmesini de arkasına alarak so­
kaklara dökülen Londra halkının baskısı altında mahkum ve idam
edildi ; Laud tutuklandı ve di nsel reformları geçersiz kılındı.
Avam Kamarası 1 64 1 'in sonlarında, krala ona karşı olan şika­
yetlerin i özetleyen ' Büyük Yakınma 'yı sundu. Bu belge dikkate
değerdi, çünkü doğrudan Parlamento dışındaki halka ve aslında,
'siyasal ulus · dışındaki oy hakkından yoksun bırakıl mış çoğunluğa
hitap ediyordu ve bunu, kırsal bölgeleri n çitleme karşıtı ayaklan­
malarla dolduğu, Londra hal kının i se sokaklarda olduğu bir za­
manda yapıyordu. Çatışmanın çizgilerin i bel i rginleştiren bu olayın
önemi , Parlamentonun korkak bir üyesi olan Bay Edward De­
ri n g ' i n meşhur tepkisiyle ortaya konabi l i r: Deri ng ' Sayın Başkan '
diyordu '

Bir Yakınma hazırlandığını i l k duyduğumda. herhangi bir sadık meclis


üyesi gibi . hemen Majestelerinin şerefine kadeh kaldıraca�ımızı hayal et­
tim: Krala tehlikeli meclis üyeleri nin günahkar tavsiyelerini, eylemci Pa-
44 iSYAN BORUSU KAPITALl ZMNIN YUKSF.LIŞI ve SiYASAL TEORi

pacıların çıkardığı bitmek tükenmek bilmeyen karışıkl ıkları anlatacağımızı


zannettim . . . Aşağı}a doğru yakınmada bul unacağımızı, halka hikayeler
anlatacağımızı ve Kraldan üçüncü bir k.işi olarak söz edeceğimizi tahay­
yül etmedim.

Krala hitap etmek yerine, bu ' halka hi kayeler anlaUnak ', ül ke­
nin hangi yöne doğru hareket etmekte olduğunu (ve aşağıda göre­
ceğimiz), devrimci dönemi n siyasal düşünürleri nin karşılaşmak
zorunda kalacakları olağanüstü yeni durumu simgeliyordu. Aslın­
da, Büyük Yak.mma'nın yazımı, Avam Kamarası 'nda, kıl ıçların ilk
olarak hangi konuda çekileceğine il işkindi. Halkın seferber edil­
mesi, sadece İçsavaşta bir güç olacağı anlamına gelmiyordu , ama
parlamento parti si içindeki çekişmenin ana omurgalarından biri
olacağı anlamına geliyordu.
Teslim olmayı inatla reddeden Charles, Westminster 'de ve
Kent'te peş peşe gelen kargaşalıklar sırasında Londra'yı terk etti .
1 642 A ğustos 'unda İçsavaş patladı. Parlamento, 1 640-4 1 ayaklan­
masında, anayasal monarşinin temel ilkelerini kurumsaJlaştırmak
için uzun erimli değişiklikler yapmıştı: Parlamentonun onayı ol­
madan vergi konamayacaktı, Parlamento en azından her üç yılda
bir toplantıya çağrılacaktı, mevcut Parlamentonun feshi sadece
kendi onayıyla olanaklı olacaktı , Charles 'in, politikalarını güçlen­
dirmek için kullandığı i mtiyaz mahkemelerine son verilecekti . Ay­
rıca mümkün olan yerlerde oy hakkını genişletmeye çal ışan Uzun
Parlamento halk desteğini güçlendirdi.
1 640- 1 660 İ ngiliz Devri minin bir ' burjuva devrimi · olduğu bi ­
çimindeki iddiaya yanıt olarak, devrimin sadece burjuvaların her
i ki tarafta da savaşmış olması anlamında ' burjuva' olduğu söylen­
miştir. Burjuva cumhuriyetçilerinin parlamentodaki muhalefetleri­
ne karşı Tahtı destekleyen bir feodal aristokrasi sorunu hiçbir za­
man ol mazken, her iki tarafta da tüccarların bulunduğu kesi nli kle
doğrudur. Tüccarlar kadar büyük toprak sahibi aristokratlar da her
iki tarafta savaştı, küçük ve ' orta ' üretici ler, parlamento ordusunun
bel kemiğini ve halkçı köktenciliğin temel dayanağını oluştururken,
ülkenin her yerine yayılmış olan aşağı sınıfların çoğunluğu, genel-
DEVRiMiN iKi YUZYIU 45

l i kle bu mücadelenin içi nde olmadı. Bununla birlikte parlamenter


dava, halkçı küçük tüccarlar ve sanatçılar 'çoğunluğu ' ile bağlaşık­
lık kuran yeni sömürgeci tüccarlar ve alana yetkisiz olarak giren
tüccarlarla birl ik hali ndeki kapi talist toprak sahipleri ve çiftçi ler
tarafından ayakta tutuldu. Devri m İngiliz kapital i zminin gelişi­
mindeki rol ünü, ( var olmayan) feodal aristokrasiyi yıkarak deği l ,
am a kapi talist temel l ük biçimlerine giderek daha fazla bağımlı ha­
le gelen toprak sahibi bir sınıfla, hala feodal geçmişinden kalan ki­
şisel, babadan geçen yönetim kal ıntılarına bağl ı olan monarşi ara­
sındaki geri limi karar noktasına getirerek oynadı. Arada, başka ba­
zı feodal kal ıntılar da si l i ni p süpürülmüştü. Ancak en azından so­
nuçta, İngi l i z kapital i zminin i lerleyişi nde önemli olan şey, aşağı­
dan gelen tehdidin ; İçsavaşın kendisi tarafından serbest bırakılan
ve yönetici sınıfın krala karşı kazandığı zafer nedeniyle elde etme
ihtimali olan her şeyi tehli keye attığı anlaşılan devrimci mayanın,
mülk sahibi sınıflar tarafından bastırılmış olmasıydı.
Devri m, Parlamentodaki mülk sahibi sınıfların dışarıdaki halk
güçleriyle oluşturdukları bağlaşıklıklar ol madan savaşılmış ve ka­
ı.anılmış olamazdı. İ l k olarak, sokaklarda bir ayaktalumı ve sonra
bugüne kadar eşi benzeri görül memiş türde bir ordu; Yeni Model
Ordu vardı. Bu Ordunun üyeleri daha çok öyle tür i nsanlardan olu­
şuyordu ki, Londra radikalleri bunlar arasından çıkmıştı. Hem Par­
lamentodaki, hem de ordunun liderli ği ndeki ılımlılar, halk içindeki
ve ordunun biı.zat kendi içindeki daha köktenci ve tarikatçı unsur­
lar tarafından, giderek artan oranda tehl i keye atıldıkları hissine ka­
pıldılar. Dalgalar halinde Parlamenter davadan kopmalar başladı.
Asi lleri n ayrıcalıklarından mahrum bırakılmalarına neden olan
Kendini İ nkar Kararnamesi ile birl i kte Yen i Model Ordu ' nun se­
ferber edil mesi büyük bir bölünme hanını gösterd i . Parlamento Or­
duyu dağıtmaya çal ıştı, ancak Ol i ver Cromwell ve diğer subaylar
onlara karşı çıktı. Radikal bağlaşıklık, kral ı mahkemeye götünneye
ve 1 649 'da idam etti nneye, 'Commonweah h ' i kurmaya, Quaker
mezhebi i le Yahudi leri de içeren çok geniş bir yel pazedeki dini
hoşnutsuzlar için d i ni hoşgörü getinneye, teori ve pratikle di kka-
46 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

te değer radikal ilerlemeler sağlamaya yetecek kadar uzun sürdü.


En kötüsü, Commonwealth, aralarında İ rlanda 'nın acımasızca bas­
tırılması da dahil olmak üzere, daha çi rki n başarıları hakkında bir
şey söylemesek bile, İ ngiltere 'nin uluslararası alandaki konumu da
sağlamlaştırmış oldu.
1 640'1arın sonları, bazılarını Bölüm 4'te açıklayacağımız, tarih­
sel olarak eşi benzeri görülmemiş devrimci düşünceler patlama­
sıyla birlikte radikalizmin tepe noktası oldu. Bu dönemin fikirleri ,
ilahiyat ya da kilise örgütlenmesinin nasıl düzenleneceği konuları­
nın çok ötesine geçen ve dünyanın şimdiye kadar hiç bilmediği en
köktenci toplumsal ve siyasal düşüncelere uı.anan çok sayıda radi­
kal dinsel tarikatla birlikte, Düzleyiciler ve Kazıcılar dönemidir.
Hiç kuşku yok ki, Cromwel l ve benzerleri tarafından teşvik edilen
halkın seferberl iği , bu tür bir halkçı radikalizmin kapılarını açmış­
tı. Ancak Cromwell kısa sürede, daha köktenci güçlerle bağlaşıklı­
ğını terk etti. 1 647'de Putney 'deki kilisede, Yeni Model Ordu'da­
ki ' büyükbaşlar ' ile radikaller arasındaki ( Bölüm 4 'te daha yakın­
dan inceleyeceğimiz tartışma), Commonwealth 'in.oluşmasını sağ­
layan güçlerin bölünmeleri gösterir.
Cromwel l 'e destek sağlamış olan radikaller, kısa zaman sonra
bizzat kendilerini seferber eden adam tarafından bastırılacaktı.
Cromwell 'in subayları 1 653 'te Cromwell 'i ' Koruyucu Lord ' ilan
eden ve yürütme iktidarını da içeren Devlet Konseyi 'ni kuran ' Y ö­
netim Belgesi · başlıklı bir yazılı anayasa yaptılar. Ancak Parlamen­
to, ordunun yönetimi fiilen üstlenmesi anlamına gelecek olan bu
anayasayı kabul etmeyi reddetti. Bunun üzerine Cromwell, Parla­
mentoyu feshettikten sonra, fi ili bir diktatörlük kurdu. Mücadele­
lerinden bitkin düşen Cromwel l, 1 658 sonbaharında öldü. Yerine,
ordunun liderleri tarafından makamından kısa zaman içi nde indiri­
lecek olan büyük oğl u Richard geçti.
Commonwealth, her durumda toplumsal temelini kaybetmişti .
Cromwell, parlamenter hedeften halkçı köktencilik korkusuyla,
uzaklaşan toprak sahibi sınıfların desteğini geri kazanmada başarı­
lı olamadı. Commonwealth ise Cromwell 'in radikal bağlaşıklarını
DE:.VRIMIN i Ki YUZY I LI 47

terk ettiği nde kaybetmiş olduğu halkçı desteği artık kullanamıyor­


du. Sonunda yeniden canlandırılan Uzun Parlamento, il. Charles'ı
tahta davet etti. Restorasyona karşı etki li direnç çok azdı. Hiç kuş­
kusuz bunun şimdiki nedeni, canlı olarak hatırlanan İ çsavaş dene­
yimi ve halkçı devri m tehdidinden başka, geri getirilen Stuart mo­
narşisinin, Parlamentoyu Kralla çatışmaya sürüklemiş olan toprak
sahiplerinin çıkarlarına daha az yakın tehdit içeriyormuş gibi gö­
rünmesiydi. Ancak Restorasyonun, Parlamentoyu kralla savaşa
götüren sorunları çözmeden bıraktığı daha 1 640'1ı yılların başında
açıkça görülecekti. Yönetici sınıfın projesi; bu sınıfın, siyasal ge­
reksinimleri ne ve ekonomik çıkarlarına daha uygun olan bir devlet
kurma çabaları, hala tamamlanmayı bekliyordu.
Parlamentonun kral katillerini ve başka birkaç kişiyi Kralın
"özgür ve genel af' yetkisinin dışında bırakma tercihine rağmen,
il. Charles 'ın hükümdarlı ğı genel olarak eski Commonwealth li­
derlerine karşı kanlı bir misillemede bul unmadan, basiretli ve her­
kesi kucaklayan bir yöntemle başladı. Ancak balayı döneminin
ardından yeniden büyüyen bir fi nansman ihtiyacıyla karşılaşan ve
diğer şeylerin dışında Fransa'dan gizlice yardımlar tedarik ederek
İ ngiltere'yi bu büyük gücün bir tür uydusu hal ine getiren yeni
Kral, belirgin bir Katolik yanl ısı sempati sergiledi. Bu nedenle, bü­
yük ölçüde 1 640'1arın başlarında güçlenmeye başlayan bağlaşıklı­
ğa benzeyen ve bir uçta büyük toprak sahipleri ve diğer uçta Lond­
ra 'daki halkçı köktenciler arasında mutlakıyetçilik karşıtı bir mu­
halefet ortaya çıkmaya başladı. Bu muhalefet hareketinin dönüm
noktası, 1 670'1ı yılların sonları ve 1 680'1i yılların başlarında görü­
len Azil Krizi 1 Exclusion Crisis 1 olarak adlandırılan krizdi: Olaylar,
Charles 'ı kendini Katolikliğe adayan büyük oğlu York Dükü Ja­
mes 'in veliahtlıktan azletmeye zorlayan bir girişim etrafında geliş­
ti . Yeni bağlaşmanın mimarı, Charles 'ın Shaftesbury Kontluğuna
atadığı ilk kişi olan denizaşırı yatırımcı, zengin kapitalist ve toprak
sahibi Wiltshirel i Anthony Ashley Cooper idi. Muhalefetin istek­
lerinden bazıları, maliye üzerinde daha büyük denetime sahip olan
ve özgürlüklerini güvenceye alan düzenli parlamentolar, Com-
48 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSEUŞI •e SiYASAL TEORi

monwealth 'den miras kalan düzenli ordunun parçalanması. kilise


reformu ve Fransa karşıtı Protestan bir dış politika idi.
Seçmen sayısını genişleterek halkı kısmen seferber eden Azil­
ciler, parlamentodaki sınıflardan pek çok kişinin Parlamento dışın­
da bulunan tehlikeli halkçı güçlerin yeni bir bağlaşıklığına karşı
temkinli yaklaşması nedeniyle büyük ölçüde başarısızlığa uğradı­
lar. Parlamento feshedildi ve Shaftesbury, Whiglerin önde gelenle­
riyle birlikte Kıtaya kaçmak zorunda kaldı. 1683 'te Charles 'i he­
defleyen Rye House Suikastı girişimi ortaya çıkarıldı, Whiglerin
ileri gelenleri suçlandı. yargılandı ve idam edildi. İki yıl sonra il.
James tahta çıktı. B unun üzerinden çok uzun zaman geçmeden,
Monmouth Dükü'nün ayaklanmasını bastırdı.
Azil girişiminin başarısızlığa uğramasına rağmen, Kral ile Par­
lamento arasındaki sorun hala devam ediyordu. Çatışma, modem
anlamda parti olmayan, ama kralın bağlaşıklarının yani Torylerin
hasımları Whiglere karşı birleşmesi biçimindeki embriyonik siya­
sal gruplaşmalar olan yeni siyasal örgütlenmelere de sıçradı. Halk,
daha önceki devrimci dönemin saldırgan edebiyatını hatırlatan ça­
tışmacı bir parti literatürünün baskınına uğramıştı. Bu yayınlardan
biri, Torylerden Bay Robert Fil mer'ın ilk olarak 1640'1arda yazı­
lan Ataerki I Patriarchal adlı kitabıydı. Shaftesbury'nin bir yandaşı
ve sırdaşı olan, patronunu sürgündeyken de izleyen John Locke,
Azil Krizi sırasında Filmer 'a yanıt olarak ve radikal Whig davası­
nı meşrulaştırmak amacıyla ( 1690 yılına kadar yayınlanmayacak
olsa da) Hük.ümet Üzerine İki İnceleme adlı eserini yazdı. En so­
nunda, kralın birçok luşlurtmasından sonra, aralarında Londra Pis­
koposu ve çeşitli önemli aristokratların da bulunduğu tanınmış İn­
gilizlerden ol uşan bir grup Orange Dükü William 'ı İ ngiltere 'yi iş­
gal etmeye davet etti ve kral sonunda azledildi. Parlamenter mu­
halefet tarafından 1 640-4 1 'de başlatılan proje nihayet tamamlan­
mıştı.
Orange Dükü William ve eşi Mary 'nin tahta çıkması - 1 694'te
Mary 'nin ölmesi üzerine William, 1 702 'ye kadar tek başına hü­
küm sürdü -, gergin ve kargaşa dolu bir siyasal deneyim yüzyılına
DEVRiMiN iKi Y l lZYILI 49

son vererek, İ ngiltere 'deki mutlakıyetçi krallığa son darbeyi vurdu.


Aynı ı.amanda, demokrasi tehdidi de kesi n olarak alt edi lmişti.
Mülk sahibi sınıflar, 'anayasal ' bir monarşi altında, üstün biçimde
hüküm sürecekti. Büyük kapitalist sermayedarlar - giderek artan
biçimde, büyüyen yatınmcı imalatçı bir sınıfı destekleyen zengin
toprak sahipleri ve tüccarlar -. şimdi tartışmasız biçimde yönetici
sınıflılar. Bu sınıfın, Kralla işbirliği, onların belirlemiş olduğu açık
koşullara göre kurulmuş ve halkçı radikalizm tehdidi güvenli bi­
çimde denetim altına alınmıştı. İ ngiliz devleti ve devletin yönetici
sınıfı, kapitalist tarımın zirvesine ulaşacağı ve İ ngiliz kapitalizmi­
nin kendi sınai biçimine evrileceği sonraki yüzyılın olağanüstü
ekonomik ve toplumsal dönüşümü için gerekli ideal pozisyonunu
almış bulunmaktaydı. Yenilgiye uğrayan halkçı radikallere gelince,
onların mirası, sadece halkçı hareketlerin içinde yaşamakla kalma­
yacak, ama aynı zamanda düşmanlarının fikirlerini de biçimlendir­
meye devam edecekti.
'İnsan Yutan Koyunlar' :
2.
Thomas More,
Devlet Adamları ve Yeni Toplumsal Eleştiri

B i n lerce yıldır kuramsal olarak, siyaset hakkında, topl umu en iyi


biçimde düzenlemenin yöntemleri üzeri nde düşünen ve teori üre­
ten insanlar, on altıncı yüzyıl İ ngiltere 'sinde yeni ve eşi benzeri gö­
rülmemiş türden bir topl umsal düşünce üretti. Tarihte i l k defa,
yoksullaştırılmış çoğunl uğun kötü durumunu sert biçimde kınayan
geniş ve ayrıntıl ı bi r topl umsal eleştiri bütünü ortaya çıktı. Yeni
topl umsal eleşti rmenler, sadece yoksulların derdini paylaşmakla
kalmadılar, ama cesaretle ve sami mi bi r d i l le, onların ürkütücü du­
rumlarında açgözlü toprak sahipleri nin, kamu görevl i leri n i n , tüc­
carların, avukatların ve doktorların hırs ve i ktidarlarının soruml ulu­
ğunu da saptadılar.
B u eleştirmenler devrimci deği l lerd i . Bunlar, el bette ki, ortak
yararın ve hal kın refahının, açgözl ü bireylerin özel çıkarlarına kur­
ban edi l miş olmasıyla ilgil iydiler ancak. bunların i l gileri , sadece
sıradan halkın acılarına duydukları samimi sempatiden kaynaklan­
mıyordu. Düşüncelerinde topl umsal düzensi zlik hayaleti nin yarat­
tığı korkunun önemli yeri vardı. Yönetimin koşulları iyi leşti rmek
için önlem almaması halinde, suçun ve sivil huzursuzluğun daha
kötüye gideceğinden korkuyorlardı. Bu endişeleri için iyi nedenle­
ri de vardı. 1 450'den 1 550'ye kadar geçen yüzyıl, yarım düzine ka­
dar ciddi bölgesel ayaklanmanın yanı sıra, kiracı ! ki rayla çiftl ik iş­
leten 1 çiftçilerin kira grevleri, vergi protestoları, çitleme karşıtı is­
yanlar ve sanay iye il işkin huzursuzl uklarla damgalanmıştı. Bugün,
51
52 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSELIŞI •e SiYASAL TEORi

bazı muhafazakar tarihçiler bile, bu ayaklanmaların bazıl arının, sı­


nıf savaşına benzer bir şeyler taşıdıklarını kabul etmektedirler.
Eleştinnenleri miz, kamu düzenine yönelik bu tehditler karşısında,
toplumun örgütlenme biçimine ya da yönetimin mevcut yapısına
ilişkin ol arak hiçbi r zaman köktenci bir değişiklik önermezken,
yönetici sınıfın kendi çıkarının ortak yararı ve kamusal refahı geliş­
tirmeye bağlı ol duğuna oybirliği ile karar verdiler.
Bu literatür bütünü, bütün yeniliğine rağmen hak ettiği ilgiyi
hiçbir zaman görmemiştir. On altıncı yüzyıl siyasal düşüncesinin
son zamanlara kadar akademiden gördüğü görece düşük ilgi, on
yedinci yüzyıl klasiklerine yönelik il ginin kesinlikle çok al tındadır.
Ancak bu yüzyılda, her ne kadar Hobbes ya da Locke ile boy öl­
çüşe bilecek siyasal düşünürler ortaya çıkmadıysa da, Bay Thomas
More, "ortak refah savunucuları" Bay Thomas Smith, John Ponet
ve Richard Hooker gibi düşünürl erin önemini görmezden gel me­
meliyiz. Bunların siyasal fikirleri, 1. Bölüm 'de taslağı çizi len, on
yedinci yüzyıl İ ngiltere 'sinde meydana gelmekte olan temel yapı­
sal dönüşümleri, yani tarım kapital izminin ortaya çıkışı ile İ ngiliz
devletinin merkezil eşmesini ifade etmelerinden ötürü özellikle
öneml idir.

Tıulor/ar Dönemi Siyasal Teorisini! Genel Bir Bakış


İ zin verirseniz, öncelikle bu çeşitli düşünürl er tarafından paylaşı­
lan, onları ortaçağdaki öncül lerinden açıkça ayıran ve kendilerin­
den daha meşhur olan ardı llarına bağlayan genel niteliklerin bazı­
larını inceleyelim. Ana hatl arıyla on altıncı yüzyıl İ ngiliz siyasal
düşüncesinin çerçevesi de, buna benzer bir şeymiş gibi görün­
mektedir. Asl ında bu düşünürler, toplumsal ve siyasal statükonun
destekleyicisi olan ve içindeki insanl arın, farklılaşmış haklara ve
bul undukları konuml arına karşılık gelen görevlere sahip ol dukları
hiyerarşik bir toplumsal düzene inanan, Kral l ığın sadık ve vatanse­
ver uyruklarıydılar. Bunlar, mutl akıyetçilik ve demokrasinin her
ikisinden de korkarak, aşağıdan ve yukarıdan gelecek tiranlığa kar­
şı en etkili panzehirin, hukukun üstünl üğüne dayalı yönetim ve
YENi TOPLUMSAL EL.E.ŞTIRI 53

' karma anayasa ' olduğuna inandılar. Klasik antiki tede kökleri bu­
lunan bu düşünce, en iyi siyasal düzenin, monarşi, aristokrasi ve
demokrasiden ol uşan üç temel anayasa tipinin bir kannasından
meydana geldi ğini i leri sünnüştür; ancak bu ' karma ' , genel l i kle,
beli rl i bir oligarşik yönetim biçimini ima eder. İngiltere'deki kar­
ma anayasa, ' Parlamentoda Kral ' i l kesi nin üstünlüğünü, prensi pte
kamu yararına bi r yönetim i , ancak asl ında büyük toprak sahipleri
güdümündeki sınırl ı sayıdaki seçmene karşı sorumluk taşıyan bir
yöneti mi ifade ediyordu. Temelde muhafazakar olan bu düşünce­
nin, düşünürlerimize uygun düşmesi şaşırtıcı değildi. Çünkü düşü­
nürleri miz büyük oranda, mevcut düzende sağlam bir yerleri olan
Oxford ve Cambridge 'de eğitim gönnüş papazlar, akademisyenler
ve kamu görevl i leri idi.
( İ nançlı bir Katoli k olan l Thomas More 'dan sonra bu düşünür­
ler, İngi l i z K i l i sesi 'nin itaatkar üyeleri olmalarına rağmen değişen
derecelerde Lutherci inanca sahiptiler. Ancak, toplumsal ve siya­
sal düşünceleri nin tek di nsel ilham kaynağı Lutherci l i k değildi.
Her kişinin di ğerleriyle kardeşçe bi r birlik içinde ortak yararı ge­
liştirmeye ve inancı savunmaya çal ıştığı, işbi rliğine dayanan, ka­
demelere bölünmüş düzenler içeren ortaçağa özgü bir Hıristiyan
toplum nosyonunu miras almışlardı. Fakirlere ve tal i hsizlere karşı
duydukları merhamette, benci l l i ği güçlü biçimde ayıplarnalarında,
kardeşçe sevgiye ve uyumlu toplumsal ilişki lere, ahlaki eşitl i ğe ve
bireyciliğe, dürüst çalışmaya yaptıkları vurguda muhtemelen Lut­
herc i l ikleri bir rol oynarken, hiç kuşkusuz, toplumsal muhafaza­
klrlıklarında da bu ortaçağ toplum anlayışı etki liydi. Yine, muhte­
meldir ki, ( Ponet hariç) Tanrının yasalarına itaats izl ik emredilme­
diği sürece - ki bu durumda da başvurulacak tek çare pasif itaat­
sizl ikti - vatandaşların, her türlü üstün otoriteye mutlak itaatle yü­
kümlü olduğu biçimindeki inançlarının bir kayn.a«J .dır liUINIMın
öğretilerine dayanıyordu.
Bu düşünürlerin fikirleri , İngiltere'de L�ı.lde yakındall'
ilişk i l i olan ' yeni i l i m ' ya da hümanizm ıarafl8'1J da(aMilenmit
ti . On dördüncü yüzyılın sonlarında ve on beşiıc1 y'zyılın �ı•-
.
54 iSYAN BORUSll KAPITAUZMNIN Y UKSELIŞI ve S i YASAL TEORi

da, İ talyan hümanizmi , İ ngiliz düşüncesi ve pratiğinin içine ya­


vaşça girmeye başlamıştı. Cambridge, 1 520'1erde, Lutherciliğin
döl yataklarından biri ve yeni ilmin bi r merkezi, Deliliğe Övgü l l n
Praise Folly, 1 5091 adlı meşhur eserini yakın arkadaşı Thomas Mo­
re 'a adamış olan, büyük Hollandalı hümanist Desiderius Eras­
mus 'un ( 1 466- 1 536) geçici evi idi. Hümanizm, Oxford 'ta da ge­
lişme gösterdi. Hümanistler antik klasikleri - Platon, Aristoteles
ve Çiçero'nun çalışmalarını - yeniden canlandırdılar. Daha sonra­
ları İ talyan Rönesansının önde gelen figürlerinin - Makyavel, Gu­
iciardini ve diğerleri - eserleri geniş biçi mde okundu. Klasik ve
dinsel eserlerin yayılması, matbaa tarafından desteklend i ; İ ngilte­
re 'de ilk matbaa 1 476'da William Ca.'<ton tarafından kuruldu. İ n­
giliz kitap yayımcılığı Avrupa Kıtasının çok gerisinde kalmış olma­
sına rağmen, 1 520'den sonra bazı klasiklerin ve çok sayıda dinsel
eserin çevi rileri yayımlandı. Elbette şunu akılda tutmak zorunda­
yız, dönemin İ ngiltere 'sinde, muhtemelen erkeklerin yarısından
daha azı ve bundan da çok daha az sayıda kadın okuryazardı, ancak
1 530 ve l 540'1arda çok sayıdaki basılı kitap ve risale, eğitimli sı­
nıflar içinde kamusal tartışmayı harekete geçirdi.
Siyasal teorisyenlerimizden bazıları (konuyla ilgili çok sayıda
diğer insan gibi) Kıta Avrupa 'sında seyahat etmiş, okumuş ve ya­
şamıştı. Bunların deneyimleri ve antik dönem ve Rönesans döne­
mi eserlerine dalmaları, rasyonalist ve eleştirel bir ruhun gelişimi­
ne büyük bir katkı sağlayan değişik fikir ve tutumlarla karşılaşma­
larına neden oldu. Değişik gelenek ve yaşam tarzlarına sahip fark­
lı kültürler ve halkların varlığının giderek daha çok farkına varır­
ken. toplumsal ve siyasal değişi m sürecine daha duyarlı hale gel­
diler. İ nsan doğasının yoğrulabilirliği , hukukun ve kurumların in­
san davranışının biçimlenmesindeki rol ü ve hem geniş, hem de dar
anlamlarda, eğitimin, can al ıcı önemdeki biçimlendirici rolü konu­
larında daha inançl ı hale geldiler. Hiç kuşku yok ki , Greko-Romen
antikitesinin ve İ talyan Rönesansının klasi kleri de, siyasal tutum­
larını, ortaçağın kişiselleşti rilmiş yönelim kavramından, kişisel ol­
mayan, kurumsal teri mlerle ifade edilen bir devlet görüşüne doğ-
YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 55

ru yönlendirerek biçimlendirdi. Elbette ki bu tür okumalar onların


hem mutlakçılığa. hem de demokrasiye karşı korkularmı; hukukun
üstünlüğüne dayal ı yönetime ve karma anayasaya karşı yönelimle­
rini güçlendirdi.
Ancak pek çok yöne ortak sahip olmuşlarsa da, İ ngi liz hüma­
nistlerinin toplumsal eleştiri tarzları, kendilerini Avrupa 'daki ben­
zerlerinden farkl ı kılar. İ ngiltere 'nin on altıncı yüzyıldaki ayrıksı
deneyimi, bu düşünürleri adeta klasik bilginin yeniden canlandırıl­
ması ya da ortaçağ Hıristiyanlığı ve Luthercilik öğretilerine ente­
lektüel bir yönelimin ötesine, toplumsal dünyaya tümüyle yeni bir
yöntemle bakmaya doğru sürüklemiş görünmektedir. İ ngi liz hü­
manistleri tari hsel olarak, eşi benzeri görülmemiş türde yer değiş­
tirmeler ve değişimler yaşamakta olan bir toplumda beklenebile­
ceği gibi, çağdaşları ve öncülleri içinde yaygın olandan daha kes­
kin bir toplumsal süreç farkındalığına, toplumsal değişim ve yer
değiştinne süreçlerine ilişkin, daha sistemati k ve analitik bir ilgi­
ye sahip olmuşlardır. Toplumsal değişimin etkin ve yaratıcı bir ara­
cı olarak devlet kavramları ve aydınlanmış devlet politikalarının
garanti edilmesi amacıyla bir araya getirilmiş veriler ve rakamlar­
la - deli lleri , şimdi bize ham görünebilse de - kafa yonnaları da
ayırt edici özellikleridir. Toplumsal eleştirinin ayırt edici işaretleri
olan bu iki özelliğe daha yakından göz atmaya değer.
Erken modem Avrupa 'da merkezileşmiş devletin hiç şaşırtıcı
olmayan biçimlenmesi , kavramsal değişiklikler ve özellikle de
devlet kavramındaki bir dönüşümün başlangıcı eşliğinde gerçek­
leşti. Devlet sözcüğü çok geniş bir anlamda, tanımlanmış bir üye­
lik ve nonnalde belirl i bir toprak üzerinde kabul edilmiş bir dizi
kurala sahip hiyerarşik bir iktidar yapısı, belli türde merkezileşmiş
bir yönetsel aygıt, iç ve dış güvenliği sağlamaya yönelik silahlı bir
güç, artı-emeğe el konması ve yeniden dağıtım sistemi (örneğin, ha­
raç ya da vergi biçiminde) ve bir uyuşmazlıkları çözme aracını ifa­
de etmiştir. Genel anlamındaki bu 'devlet' kavramı, antik Yunan
polisinden ya da Firavunlar Mısır'ından, modem ul us devlete ka­
dar her şeyi kapsar. Burada incelediğimiz dönemde, bir monarkın
56 iSYAN BORUSU· KAPITALİZMNIN YUKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

kişisel yönetimi anlamındaki ortaçağ devlet düşüncesinden, gayri­


şahsi kurumsal bütünlük anlamındaki devlete doğru bir kayma
meydana gelmeye başlar. Bu kavramsal kayma sonraki yüzyılda,
önce Bodi n ' i n ve ardından Grotius, Hobbes ve Locke 'un öncü ça­
lışmaları sayesinde, bağımsız bir anayasal ve yasal düzen ve mer­
kezinde egemenlik ilkesinin bulunduğu soyut bir kurumsal bütün­
lük olarak devlet; her devlette yönetimin adını ondan aldığı sadece
tek nihai iktidar kaynağı bulunduğu düşüncesi iyice kavranıncaya
kadar amacına ulaşamamıştır. Gene de, teorisyenlerimizden bazıla­
rı (örneğin Ponet ve Hooker), on yedinci yüzyılda bir klişe hali ne
gelecek olan ve İ ngilizcede ilk olarak muhtemelen Smith ve Ho­
oker tarafından kullanılmış bir başka terimle, yani ' sivil topl um'
terimiyle birlikte, geleneksel 'ortak refah ' (commonwealth) terimi
gibi 'devlet' (state) terimini de İ ngiltere'de ilk defa bu yeni yönte­
me benzeyen bir yöntemle kullanmaya başlamıştı.
Ancak İ ngiliz düşünürler, Avrupa 'da devlet kavramını bu yeni
anlamında kullanan ilk siyasal teorisyenler değildiyseler, geriye
devlet hakkında düşünme yöntemlerinin ayrıksı olduğu sonucu ka­
lır. Onların bu yeni kavrayışları hakkında, ilk olarak, olgular ve ra­
kamlarla olağandışı zihinsel meşguliyetlerini i nceleme yoluyla bir
fikir edinebiliriz. Onlar (Hooker istisna tutulursa), olgu toplama
konusunda o dönem için başka bir yerde eşi olmayan İ ngilizlere
ait bir eğilimi, Norman Fethinin ardından toprak sahipliği ayrıca­
lıklarının derlendiği, dikkate değer kayıt belgesi olan 1 085 'teki
Toprak Sahipliği Kitabına kadar geriye götürülebilse de, kökleri
on beşinci yüzyılda bulunan bir eğilimi paylaştılar. Bu eği lim,
Kardinal Wolsey 'in 1 5 1 7 'de ve 1 522 'deki vergileme amaçlı ince­
lemeleriyle birlikte on altıncı yüzyılda hız kazandı. 1 53 l 'de çıkarı­
lan Yoksullar Vasaları 'ndan sonra, çeşitli belediyelerde çok sayıda
nüfus sayımı, fakirler listesi ve bir dizi Kraliyet Komisyonu rapo­
ru ortaya çıktı. Doruğuna İ ngiliz pol itik-ekonomi biliminde ulaşan
bu olgu toplama pratikleri, üzere izleyen yüzyılda daha da arttı.
Şu halde, veri toplanması İ ngiltere 'de devlet politikasının bir
aracı hali ne gelen veri toplanması. İ ngiliz hümanistlerinin kanıt
YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 57

toplama tutkusu, ekonomik ve toplumsal koşulların iyileştirilmesi


için yönetimden aydınlanmış eylemde bulunma talepleriyle ilişki­
liydi. Olguların ve rakamların derlenmesi, elde edilebilir verilerin
rasyonel biçimde değerlendiri lmesi temeli üzerinde, kamu yararı­
na yönelik ve çok kötü koşulların iyileştirilmesini sağlayacak ya­
salar yapılması için yönetimi i nandıracak i kna edici bilgiler içeren
belgelerin oluşturulması amacına yönelikti. Bu bize bilinen bir
yöntem gibi görünse de. o zaman için, sosyal politikanın biçimlen­
mesinde, devletin rolüne yönelik yeni tutumun ne olduğu konu­
sunda fikir verir. İ ngi ltere, Avrupa 'nın en merkezi devleti oluyor­
ken, İ ngiliz devleti de, toplumu yeni yöntemlerle ve yeni düzey­
lerde düzenlemenin bir aracı hal ine geliyordu: Bunlardan en dik­
kat çekici örnek, devletin zorunlu yoksulluk vergileri için ulusal
bir sistem kurmasıydı. Bu yüzden bu gelişmelerin, devleti toplum­
sal değişimin yaratıcı bir faili olarak ele alan, hukuku toplumsal
nedenselliklerin doğasını anlayan ve buna uygun bilgilere sahip
olan hükümetJerce i nsan ihtiyaçlarını karşılamak üzere yararlanıla­
cak bir araç olarak gören yeni fi kirlerde yansımasını bulmuş olma­
sı şaşırtıcı değildir.
İ ngiliz düşünürleri, Avrupa siyasal düşüncesinin karakteristik
bir özelliği hali ne gel mekte olan şeye, bir başka yeni boyut daha
eklediler. Öncelikle dinsel ve ahlaki amaçlara hizmet eden eski
devlet kavramlarının aksine, erken modem Avrupa 'da devletin, gü­
venlik ve refahın koşullarını oluşturmak amacıyla giderek daha
fazla, kabaca söylenirse, dünyevi/insani amaçlara hizmet etmenin
bir aracı olarak algılandığı sıklıkla söylenir. Ancak şunu söylemek
muhtemelen daha doğru olacaktır: Siyasal düşünürler, genelde
yaptıkları gibi, (çok sonraları, on sekizinci yüzyılda Adam Smith
gibi klasik ekonomi okulu düşünürleri bile disiplinlerini hata ah­
IAk felsefesinin bir dalı olarak görüyorlardı) devlet hakkında ahla­
ki terimlerle düşünmeye ve yazmaya devam ettiklerinde bile, dev­
letin ahlaki amaçlarını giderek artan biçimde, seküler çıkarların,
devlet iktidarı ve refah biçimindeki çıkarların peşinden gidilmesi
ile tanımlıyorlardı. İ ngilizler, bu seküler Devlet kavramına, ekono-
5!! iSYAN BOR U S U KAPITAUZMNIN YUKSFLIŞI •e SiYASAL Tl::O RI

mik koşullara yapılan özel bir vurguyu; devlete, halkın ekonomik


koşullarını güçlendirerek suç ve toplumsal çatışmayı azaltacak po­
litikaları belirleyecek ve uygulayacak bir araç olduğu vurgusu ek­
lediler. Diğer bir anlatımla, siyasal teori . bir tür ilkel ekonomi po­
litik haline geldi . Ekonomiye yönelik bu vurgu, İ ngiltere 'de mut­
lakıyetçi Fransa'da ' merkantilist' olarak adlandırılan fikirlerin ge­
lişiminden on yıllarca önce ortaya çıktı ; al')cak muhtemelen bundan
daha dikkat çekici olan şey şudur ki, İ ngi liz toplumsal eleştirmen­
leri, sadece kralın ya da ülkenin zenginliğiyle değil, ama aynı za­
manda sıradan halkın toplumsal koşullarıyla ve devletin bu koşul­
ları iyileştirmesine ilişkin rolüyle de ilgil iydiler. Temkinli bir bi ­
çimde, kralın ve yönetici sınıfların refahının halkın refahına dayal ı
olduğu düşünülüyordu.
Bu devlet görüşünün altında yatan, yasa ve eğitim aracılığıyla.
maddi koşulların iyi leşti rilmesi , toplumsal çevrenin değiştirilmesi
yoluyla insan davranışının değişime duyarlı olduğuna ilişkin büyü­
yen bir inançtı. Aklın bir 'tabula rasa ', bir boş levha olduğu biçi­
mindeki antik nosyon - ki bu nosyon sonraki yüzyılda Locke'un
ampirist bilgi teorisinin temeli olacaktı - daha on altıncı yüzyılda.
muhtemelen hümanizm aracılığıyla, müdahaleci devlet tarafından
topl umsal ilerleme sağlanacağı düşüncesini etkiliyordu ve bu nos­
yon, ilk günah inancına sahip olmalarına rağmen, İ ngiliz düşünür­
lerini de kesinl ikle etkiledi. En azından, insan davranışlarının en
kötü yönlerinden bazılarının, eğitim ve toplumsal ilerlemeyle yok
edilebileceğini ya da düzeltilebi leceğini düşünüyor gibiydiler.
İ leride göreceğimiz gibi kadınlar, More 'un Ütopya sı hariç, Tu­
'

dor siyasal teorisi içinde yer almıyorlardı. More ve Smith gibi ay­
dınlanma hümanistlerinde bile erkekleri n kadınlara karşı tutumu.
ataerkil ve himayeci idi. Kadınlar, doğa tarafından fiziksel ve zi­
hinsel olarak ası kılındıklarından, sürekli aşağılama ve eğlenme
nesnesi idiler: Aptal, zayıf, yararsız ve kaprisli olan kadınlardan
çok az şey beklenebi lirdi.
Kadınların, siyaset alanında yerlerinin olmadığı varsayılıyordu.
Kadınlar da çocuklar gibi , kendi lerini dışarıdaki siyasal dünyada
YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 59

temsil eden erkek aile reisliğinde, ataerkil ai lenin tabiyeti ndeki


üyeler olarak düşünülüyordu - siyasal toplumun i leri gelenlerine
ara sıra "Babalar" kavramıyla hitap edilmesinde de bu ataerkil de­
ler sisteminin etkisi gözlenebi liyordu. Kadınlar, babalarının, koca­
larının, kardeşlerinin ve efendileri ni n kişiliklerinde ya da vekilleri
aracılığıyla Parlamento'da ' mevcut' idiler.
Şu halde, genel olarak Avrupa 'nın kesinlikle en fakir ül kesi ol­
mayan İ ngiltere 'nin, aynı şekilde Avrupa 'nın en ciddi toplumsal
sorunlara sahip ülkesi olduğu da söylenemez. Aslında İ ngiltere, di­
ğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında görece zengindi. Ancak
İngiltere. diğer Batı Avrupa ülkelerinden çok önce belirli ekono­
mik sıkıntılar çekmiş gibi görünmektedir. Her halükarda, tarım ka­
pitalizminin ilk yıllarındaki kendine özgü yerinden yurdundan ol­
malar ve yoksullaştırıcı ekonomik koşullar - en bilinen şekliyle
çitlemeye atfedilen sonuçlar gibi -, İ ngiltere ' nin, Kıtadaki benzer­
lerine sıkıntı venneye devam eden çağı geçmiş olan alışıldık yok­
sulluk ve kıtl ık kalıplarından muhtemelen daha dikkat çekiciydi.
Ayrıca belki de, eski fakirlik ve kıtlık biçimleri, çitleme gibi insan
c.ylemlerinin neden olduğu yurtsuzlaşmalara göre, çok daha fazla
Tanrı 'nın işiymiş gibi gözüküyordu. İ ngiliz tarım kapitalizminin
doğal sonucu, eşi benzeri görülmemiş bütünleşmiş ve etkin bir
devlet aygıtı olduğundan, bu i nsan yapımı koşullara, yeni kurum­
sal yöntemlerle yanıt verecek araçlar da varoldu. On altıncı yüzyı­
lın topl um eleştinnenlerinde, bu yeni tarihsel koşullara ve bu ko­
şulların neden olduğu toplumsal huzursuzluklara verilmiş yeni bir
entelektüel yanıt görürüz.

Bay Thomas More (1478-1535)


Şimdiye kadar, on altıncı yüzyıl İ ngiliz siyasal düşünürlerinden en
bilineni , Ütopya adlı şaheseri İ ngiliz edebiyatının bir klasiği haline
gelmiş olan Thomas More 'dur. Tudor siyasal teorisinin ilk önem­
li çalışması olarak bu eser. daha önce yazılmış eseri Devlet Ağacı
( 15 I O)'nda devletin amacının öncelikle ekonomik ve hedefinin de
esas olarak halkın maddi koşullarını geliştinnek olduğu gibi yeni-
60 iSYAN llORllSll KAPITAUZMNIN Y UKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

likçi fikirler getiren Bay Edmund Dudley gibi More'un diğer çağ­
daşlarının eserlerini tümüyle göl gede bırakmıştır. More ününü, sa­
dece Ütopya'nın edebi niteliğine deği l , ama aynı zamanda, kendi
yaşamının dramına da borçludur. More 'un, İ ngiliz Kilisesi 'nin ku­
ruluşu i le ilgili olarak Kral V I l l. Henri ile çatışma öyküsü, çok sa­
yıda kii.abın hatta filmin konusu olmuştur. More 'un mahkOmiyeti
ve vatana ihanetten idam edilmesiyle sonuçlanan bu çatışma, bu
' her devrin adamına' bir Katolik şehidi statüsü vermiştir. Meşhur
kitabının, Yunanca ' hiçbir yer' anlamına gelen başlığı, İ ngiliz dili­
ne, hayali, ideal ve belki de gerçekdışı - ütopik - projelere karşılık
gelen genel bir sözcük olarak girmiştir.
More, bütün ününe rağmen, anlaşılması güç bir kişilik olarak
kalır. Bu ' şehit'in kendisi , ' heretiklere' yapılan zulme muhalefetin­
den dolayı ünlü olmuş değildi. Krala muhalefetinden dolayı, çok
sayıda kişi tarafından bi r dürüstlük timsali olarak ele alınırken,
başkalarınca daha sonra kendisini öldürecek olan aynı Tudor Mo­
narşisinin bir propagandacısı hizmeti görmesi dolayısıyla suçlan­
mıştır. More'un ili. Richard hakkında yazdığı biyografi değişik bi­
çimlerde tanımlanmıştır: Bu biyografi, V l l l . Henri 'nin tiranca eği­
limlerini n incelikle maskelenmiş bir eleştirisi olarak tanımlandığı
gibi, tam tersine, Kral Richard 'ın adının karartılarak rakip York
Hanedanının taht iddiası karşısında Tudorların meşruluğunu onay­
lama çabası olarak da tanımlanmıştır. More'un eleştirmenleri , da­
ha sonra tıpkı William Shakespeare'in kendisi için yapacağı gi bi ,
More 'un bu çalışmasıyla 1 1 1 . Richard 'ın adını bir daha temize çıka­
ramayacağı karanlık ve çarpıtılmış bir portresini çizmiş olduğunu
söylerler. Benzer biçimde, More'un klasik siyasal eseri Ütopya da,
erken bi r sosyalizm klasiğinden, somut bir siyasal içeriği olmayan
tümüyle hayali bir kurgu olmaya kadar, her anlamda farklı yorum­
ların konusu olmuştur. Aşağıdaki klsa tartışmada Üropya 'nın, ne
devrimci bir risale, ne de siyasal olarak anlamsız bir kurgu oldu­
ğunu, ama More'u, muhafazakar ancak kendi zamanı için yenil ik­
çi toplum eleştirmenleri arasına sokan belirli ilke ve değerlerden
oluştuğunu göstermeye çalışacağız.
YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 61

Londra ' nın zengin avukat ve hakimlerinden birinin oğlu olan


More, Oxford 'da ve Lincoln Avukatlık Cemiyeti 'nde eğitim gör­
dü, 1 504'te Parlamentoya girdi ve 1 5 2 1 yılında şövalye ilan edil­
di. Kraliyet sekreteri ve Meclis Başkanı olarak hizmet ettikten
sonra, 1 529'dan 1 532 'ye kadar Lordlar Kamarası Başkanlığı yap­
tı. 1 535 'te V I I I . Henri 'yi İ ngiltere Kilisesi 'nin başı yapan Ü stün­
lük Yasasına göre yemin etmeyi, ölümcül sonucunu göze alarak
reddetti. More, bu meydan okuyuşu nedeniyle yirminci yüzyılda
Roma Katoli k Kilisesi tarafından kutsanmış bulunmaktadır. Erken
dönem İ ngiliz hümanistlerinin en meşhurlarından biri olan More,
Eras mus 'un samimi arkadaşı ve İ ngiltere 'de hümanist bir çevrenin
yol gösterici ışığıydı. Platon 'u orijinal kaynaklardan okt1du, Aziz
Augustin üzerine çalıştı. ders verdi, şiir yazdı, çevirmenlik yaptı ve
1 5 1 3 civarında yarattığı, ancak ölümünden sonra yayımlanan ili.
Richard biyografisiyle. İ ngilizcede kendi türünde ilk olan bir eser
yamı.
More 'un şaheseri Ütopya, ilk olarak 1 5 1 6'da Latince yayım­
landı, l 5 l 9'a kadar üç baslu yaptı ve 1 524'te Almancaya çevri ldi.
Birçok kişi tarafından okunmasına rağmen, 1 524'te İ ngilizceye
çevrilinceye kadar en çok satan kitaplardan biri değildi. Ütopya
kendi türündeki ilk kitap da değildi : "ütopik" türün prototipi olan
Platon 'un Devlet 'ine ve aynı düşünürün Yasalar'ına çok şey borç­
ludur, ancak, More 'un eseri, sonraki yıllarda kendi türündeki en
seçkin model haline gelecekti. Ütopya, yazarın 1 5 1 5 'te ticari bir
görevle gittiği Antwerp kasabası katibi Peter Giles ve kurgusal
Portekizli seyyah Raphael Hythlodaeus ile More arasında geçen,
en iyi devlet biçimi hakkında karşılıklı bir konuşmadır. İ kinci Ki­
taptan sonra yazıldığı besbelli olan Birinci Kitap, İ ngiltere 'deki ür­
kütücü koşulları, az sayıda kişinin açgözlülüğünün neden olduğu
çok sayıda kişinin yoksullaşmasını ve mülksüzleşmesini betimler.
Bu iç karartıcı manzaranın zıddına. İ kinci Kitap, Hythlodaeus 'un
ortaklaşacı ve eşitlikçi Ü topya toplumunda, Yeni Dünyadaki bir
ada cumhuriyetinde yaşayan mutlu. müreffeh ve sömürülmemiş
insanlara ilişkin ateşli betimlemeyi sunar.
62 iSYAN BORUS U : KAPITAUZMNIN Y U KSELIŞI •e SIYASAL TEOIU

More 'un büyük klas i ği ndeki si yasal fikirleri incelemeden ön­


ce, birkaç genel noktanın vurgulanmasına gerek duyuyoruz. Mo­
re 'un kendisi, siyasal yaşamında. belagatl i , parlak düşünceleri
içinde, eşitlikçi l i ğe ya da ortaklaşacılığa rıı.a gösterdiğine il işkin
herhangi bi r belirtiyi hiçbi r zaman göstermemiştir. Statükoyu des­
tekleyen, özel mülkiyete saygı duyan ve alt sınıflar için çok az
merhamet göstenniş olan, hem mutlakıyetçil ikten, hem de demok­
rasiden korkan bi r gelenekçi idi. Çitleme adındaki çekişmeli prati­
ğin en canl ı suçlaması olarak, çağlardır varl ığını sürdüren ' i nsan
yutan koyunlar ' biç i m i ndeki meşhur cümlenin sahibi olan bu çit­
leme eleşti nnen i n i n kendisi bi r çitleyici idi . Basit biçimde bu, Mo­
re 'un yaşamı ile eseri arasındaki bi r tutarsızl ık da değildir, çünkü
Ütopya, köktenci niteliklerine rağmen, yazarın kendi yaşamına ve
keşişl ik eği l i mlerine de uygun olarak, özü itibarıyla otoriter ve de­
mokrasi karşıtı; oldukça disipl iner ve hoşgörüsüzdür. More aynı
ı.amanda, az sayıda kişi nin açgözl ül üğünü ve çok sayıda kişinin
içine düştüğü ürkütücü s ı kıntı l ı durumu suçlayan aydınlanmış bir
gelenekçiydi. Ancak bunu yapmasının nedeni , yurttaşları hakkın­
daki bir halden anlarl ık deği l , mevcut durumdaki prati k sorunlar­
dı. Denetimsiz kalmasına izin veri l i rse, ülkeni n yıkımı anlamına
gelecek olan bu türden iç karartıcı olayların olduğu bir durumun,
her tür s i v i l düzensizl iği besleyen bi r zemin olduğuna i nanıyordu.
Bu ürkütücü manı.ara, More 'u büyük diyalogunu yazmaya iten
nedendir. Ütopya, İngiltere'de ya da başka bi r yerde uygulamaya
geçirilecek bir topl um projesinin taslağı olarak deği l , ama daha ay­
dınlanmış bir kamu pol ili kasına rehberl ik edecek bir ideal tip ya da
felsefi kurgu olarak tasarlanmıştır: Tiranlığa karşı korunmak ve her
şeyden önce, tüm toplumsal grupların eğiti mini gel iştirmek kadar.
özel mülkiyet sisteminin bazı aşırı l ı klarına engel olmak, zengin ile
yoksul arasında genişleyen uçurumu daraltmak, kitlelerin yaşam
standartları nı yükseltmek, tarım ve imalatı geliştirerek isti hdamı ar­
tırmak, tekelleri düzenlemek ve karanl ık ticari pratikleri önlemek.
More bu araçlarla, varolan topl umsal düzeni değişti rmeyi deği l .
ama koruyup güçlendinneyi, suçu ve toplumsal ayaklanma lehl i-
YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 63

kesini azaltmayı umuyordu. Ü topya fantezisi, yönetici sınıfların


akıllarının başına getirilmesini amaçlıyordu.
Ekonomik sorunların şiddetlendiği bir zamanda yazan More,
sesini kapsaml ı ve araştınnaya dayalı bir toplumsal eleştiriyle yük­
selten ve topl umun çok dikkat çeken eksiklikleri konusunda so­
rumluluklarını saptayan tarihteki ilk yazardı. Ona göre, İ ngiliz seç­
kinleri - hiçbir anlamda, bunların tümü değil, ama i ktidar açlığı
içinde olanlar ve tamahkar soylular; zengin çiftçiler, tüccarlar, ka­
mu görevlileri. din adamları ve avukatlar -, suç, mülksüzleşme ve
yoksulluğun artmasına neden olan kusurun sorumluluğunu paylaş­
mak zorundadırlar. More, kırsal sıkıntıların nedenlerini sayarken,
özellikle kırsal bölgelerdeki suiistimallerden endişelidir: Çitleme
ve tarıma elverişli alanları içinde 'koyunların insanları yuttuğu ' ot­
latmaya uygun meralara dönüştünne. Çok sayıda i nsan, tınnanan
yoksulluğa, mülksüzleştinneye, işsizliğe ve yurdundan edilmeye
maruz kalıyordu. Çok yüksek kiralar, stokçuluk, engelleme, pazar­
da kar için satın alıp tekrar satma, tekel , açgözlü aracıların ve ko­
misyoncuların çoğalması ve güvenilmez iş pratikleri ... More 'a gö­
re, bütün bunlar, toplumsal parçalanmanın ön habercisiydiler. Mo­
re bu şikayetleri ve bunların tehlikeli sonuçlarını ayrıntılı olarak ya­
zarken, önem venneyerek de olsa, topl umsal üretim i lişkilerinde
temel bir yapısal değişimin kanıtını sunanların ilkleri arasında gibi
görünmektedi r. Hatta, İ ngiltere 'de yeni görünmeye başlayan ve
tüylenmekte olan tarım kapitalizminin bütünleyici bir bileşeni
olan tarımsal üçlünün (sırasıyla kiralar, karlar ve ücretlerle yaşamı­
nı sürdüren toprak sahibi, kiracı ve ücretli ) varlığından üstü kapa­
lı söz eder.
More, İ ngi ltere 'yi sıkıntıya sokan bu tatsız toplumsal koşullar
manzarasından, mükemmel sanatsal yeteneğiyle Ü topyalıların ha­
yali yaşamına döner. Ütopya, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kül­
türel olarak özdeş olan 54 kent devletinden oluşan bi r adalar kon­
federasyonudur. Bu kent devletlerinden her bi ri. 1 00.000 -
150.000 kadar yetişkin kişiden. Ü topya da toplamda yaklaşık se­
kiz milyon yetişkinden oluşur. Her bir kent devletinden üçer kişi-
64 iSYAN BORUS U . KAPITAUZMNIN Y UKSE:LIŞI •• SiYASAL TEORi

den oluşan 1 62 üyeli bir ulusal senato, yılda bir kez başkent olan
kent devleti Amaurotum'da, ekonomi ve dış ilişkilerin yürütülme­
si gibi ortak ilgi alanına giren yaşamsal konuları tartışmak üzere
toplanır. Ütopya, yaşlı ataerkil liderlerinin yönetimi altındaki geniş
aileyi andıran bir cumhuriyettir. Ana misyonu, yaş, cinsiyet ya da
statü farkl ılığı gözetmeksizin, bütün vatandaşların, beşikten meza­
ra kadar bir cemaat projesi içinde eğitilmesi olarak görünmektedir.
Ü topya bu misyonu başarabilecek yetenektedir, çünkü bütün yurt­
taşlar yoksulluktan kurtulmuşlardır; iyi evlerde oturmakta ve gü­
zel giyinmektedirler; kusursuz tıbbi bakım almaktadırlar. More 'un
refah devleti, kaynakların görece k.ıt ve durağan olduğu sanayi ön­
cesi toplumda olanaklı k.ılınmıştır, çünkü özel mülkiyet ve para,
kendilerine ilişkin bütün sık.ıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılmış­
tır; eşitlik kuraldır ve vatandaşlar ( bazı istisnaları olmakla birlikte)
bedensel emekleriyle çalışmak zorunda bırakılmıştır. Sonuç, Ütop­
yalıların, ortak yararı geliştirmeye adanmış mutlu, güvenli yaşam­
lar sürdürmeye yönlendirilmesidir. Ancak biçimsel eşitlikçiliğine
rağmen Ütopya, bizim sözcüğün genel olarak anladığımız hiçbir
anlamında, bir demokrasi değildir ( More da Ütopyanın demokrasi
olduğunu hiçbir zaman iddia etmemiştir). More 'un hayali devleti­
nin temelinde anti-demokratik özel likler vardır: More 'un çağdaş­
ları ve öncülleri tarafından sorgulanmaksızın hayatın bir gerçeği
olarak kabul edildiği biçimiyle, sadece evrensel ataerkillik ve ka­
dının ikincil konumunun sürdürülmesi değil, ama aynı zamanda,
(Antik Atina'da olduğu şekliyle) halk jürilerinin yokluğu, köleli­
ğin varlığı , dar bir seçkinler grubu tarafından yönetilmesiyle de an­
ti-demokratik özellikler gösterir.
Ütopya 'daki ana temalardan üçü - eğitime yaptığı vurgu, her
yeri kaplayan ataerkillik, toplumsal statüden çok entelektüel yete­
nek üzerine dayanan bir seçkinci yönetim biçimi - More 'un kendi
ev içi düzenine muhtemelen çok şey borçludur. More 'un ailesi, ge­
nelde altı kişi civarında olan İngiliz çekirdek ailesinin tersine
20'den fazla kişi içeren geniş bir aileydi . More 'un ailesi, iki evli­
likten doğan çocuklardan, bunların eşlerinden ve altsoylarından
YENi TOPt.UMSAL ELEŞTiRi 65

oluşuyordu. Yetenekl i genç eğitmenler de istihdam ederken, Mo­


re. açıkça ailesinin eğitimindeki rehber ruhtu. Şefllt li ve sevgi do­
lu bir baba, kendisinin adlandırdığı biçimiyle, 'okul 'unun yönetici
babasıydı. Ü topya 'nın bazı önemli bakımlardan, More 'un daha seç­
kin hale getirilmiş ataerkil 'okul 'u olduğu spekülasyonuna gir­
mek, fazla zorlama gibi görünmemektedir.
Şu halde, Ü topyanın bu üç özelliği nin her birine sırasıyla daha
yakından bakalım: Ü topyanın eğitim üzerine vurgusu, ataerkilliği
ve kendine özgü seçkinci yönetim biçimi. More'a göre, en yüksek
zevkler, aklın zevkleridir ve gerçek mutluluk, bu zevklerin gerçek­
leştirilmesine dayanır. Ancak daha önce gördüğümüz gibi . bu en­
telektüel zevkler büyük oranda Ü topik kolektivizm tarafından ola­
nalclı kılınan vücut sağlığına, yeterli gıda. barınak, giysi ve tıbbi ba­
kımın sağlanmasına bağlıdır. Maddi eksiklikler ve güvensizlikten
kurtulan bütün yurttaşlar, entelektüel zevklerin zengin biçimde ge­
liştirilmesine olanak tanıyan bir çevrede yaşarlar. Bir başka ifa­
deyle, Ü topya, bütün yurttaşları için evrensel bir okuldur. Muhte­
melen, uygar yaşamın tümü eğitim olduğundan, More, Ü topya'da­
ki biçimsel eğitim sistemi ne sadece özetle değinir. Yurttaşl ar boş
zaman larını okumaya ve anlaklannın gelişimine ayırırlar: Sabahın
erken saatlerinde halka açık derslere girerler, ortak yemeklerde
canlı tartışmalara katılırlar ve Ü topik ulusal dinin papazları tarafın­
dan gözetlenen biçimsel öğrenim alırlar. Bütün yurttaşlar için din­
sel özgürlük, görüşlerini başkalarına zorla dayatmamaları ve ilahi
takdire, ruhun ölümsüzlüğüne ve öteki dünyadaki ödül ve cezalar
konularında beli rli temel i nançlara sahip olmalarının sağlanması
koşuluyla güvence altına alınmıştır. Ü topya evrensel bir okuldur,
eğitim ise doğası gereği hiyerarşiktir. Öyle görünmektedir ki öğre­
nim de, evde ve işte, büyük oranda emir ve örnekler aracıl ığıyla,
gençlerin yaşlılardan ve deneyimlilerden öğrenmesi yoluyla yöne­
tilmektedir.
Bu eğitici sürecin temelindeki şey ataerkil hanedir. Her kent
devleti, her biri, ondan on altıya kadar yetişkin üyesi olan 6.000
kent hanesi ile sayısı belirlenmemiş kırsal hanelerden; her i ki cin-
66 iSYAN BORUSU· KAPITAUZMNIN Y U KSFl.. I Şl ve SiYASAL rEORI

siyetten bütün genç yurttaşların, iki yıl süreli tarımsal çırakl ık hiz­
metini sundukları geçici sürel i üyelerden oluşan komünlerden olu­
şur. Ataerkil baba, bütün erkek çocuklarını. bunların karıları ile ço­
cuklarını ve evlenmemiş kız çocuklarını kapsayan kent hanesinin
tartışılmaz reisidir. Yaşlı erkekler, her 30 hanenin ortak yiyeceği­
nin idaresini üzerine alırlar. Kadınlar hanede i kincil bir rol oynar­
lar. Çocuk doğurma ve büyütmeden (çocuk yuvası ya da kreşler­
den yararlanmaksızın) hanenin gündelik işleri ni yapmaktan, ortak
yemekleri hazırlamaktan başka, dokumacılık gibi hafif işleri ya­
parlar; hasat zamanında tarlada çalışır ve askeri seferberlik zaman­
larında kocalarına eşlik ederler. Görünüşe bakıl ırsa oy hakkına sa­
hip değildi rler, kamu görevlerine de seçilmezler.
Kadınlar da erkekler gibi , en ciddi suçlar olan zina ve dinsel fa­
natizmin bir bedeli olarak en büyük cezaya çarptırılarak yaşam bo­
yu köleleştiri lebil irler. More bize, hiçbir zaman köle sayısı hakkın­
da bilgi vermez, ancak görünüşe göre Ü topya, Greko-Roman An­
tikite 'sinde olduğu gi bi bir köleci topl um değildir. Savaş esirlerini
de kapsayan kölelerin devlet malı olmalarına ve önemli Ü topik ti­
cari işlerle uğraşmalarına izin verilmezken, kirli, aşağılık, zorlu iş­
ler yapmalarına rağmen, kurum olarak kölelik, en azından o kadar
yaygın görünmemektedir.
Son olarak Ü topik toplum, entelektüel bir elit tarafından yöne­
tilir. Ü topya tek bir evrensel okuldur, eğitim ve öğrenim ise zorun­
lu hiyerarşik işleyişi nedeniyle demokratik olmadığından, Ü topik
yönetim tarzının da buna uygun biçimde yapılanacağını bekleyebi­
liriz. Yönetim, 30 haneden oluşan birimlere dayanan üç katlı bir
sistemdir. Ü topik yönetim, biçimsel olarak, dolaylı seçilmiş tem­
silcilerden oluşan, More, hiçbir zaman işlevlerinin ne olduğunu
tam olarak belirlememiş de olsa, halk meclisleri ile tamamlanmış,
ayrıntılandırılarak frenlenmiş ve dengelenmiş karmaşık bir sistem­
dir. Düzen güçlü biçimde, iktidarı yaşam boyunca elinde tutan
yaşlı erkeklerin lehine ağır basar. Yöneticiler - tıpkı Tudorlar İ ngil­
tere 'sinde bazen, gerçek yönetici kişilikler denildiği gi bi - ' baba­
lar ' biçiminde adlandırılırlar.
YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 67

Ü topya 'da, yönetici güç ve uyumun kaynağı, gerçekte, entelek­


tüel bi r elittir. Her bir kent devletinde, her iki cinsten, entelektüel
yeteneklerine göre seçilmiş 500 yurttaş (eğitim sisteminin başı
olan papazlar dahil) fiziksel olarak çalışmaktan muaf tutulurlar.
' Aydınlar ' ( ' literati' ) olarak adlandırılan bu kişilerin, yaşamlarını,
bilgiye ve öğrenmeye adamalarına izin verilmiştir. Bunlar, bir an­
lamda, Platon 'un Devlet' inde önde gelen yönetim görevlerini te­
kellerine almış olan ' Koruyucular 'ının More versiyonlarıdır. Her
kent devletinin senatosu ve ana yöneticisi (ve elbette ulusal sena­
toya seçi lecek delegeler) aydınlardan oluşan bir aday listesinden
seçilir. Öyle görünmektedir ki, aydınlardan kadın olanlar, sadece
bilimsel ve mesleki işlevleri yürütürler ve yönetim görevleri nden
dışlanmışlardır.
Şu halde, bütün bunlar ne anlama gelir? Bazı bakımlardan M<>­
re, basitçe eski kanna anayasa düşüncesine yaratıcı bir anlam ka­
z.andırmaktadır. Her kent devleti, monarşik. aristokratik ve demok­
ratik öğelerin tek kişinin, az sayıda kişinin ve çok sayıda kişinin
yönetiminin, birinin diğerini frenlemesi ve dengelemesiyle, karışık
olarak birleştiri ldiği bir karmadır. More, bu daha geleneksel dü­
şünceye, devletin gerçek amaçlarına yönlendirilmesinde ve nihai
denetimi kullanmasında aydınlara önderlik rolü vererek, eğitim ve
entelektüel üstünlükle ilişkili olan kendi ayrıksı zihinsel uğraşısını
ekler. Aydınların vesayeti altındaki bu karma anayasanın amacı, tü­
mü ortak yarar adına olmak üzere, Ü topya 'nın eğitime ilişkin
amaçlarının gerçekleştirilmesini güvenceye alırken, hem mutlakı­
yetçiliğe karşı - hiç kuşkusuz 1 5 1 5 'te yazmış olan More, VIII.
Henry 'nin mutlakıyetçi potansiyel inden korkmak için nedene sa­
hipti - hem de popüler demokrasiye karşı önceden önlem almak­
br.
Diğer bakımlardan More, çağdaşlarının gelenekselci değerle­
rinden radikal biçimde ayrılır. Ü topya -ataerkilliği, kadının tabiiye­
ti, kölelik ve aristokratik meritokrasisiyle birlikte - demokratik ol­
maktan uzaksa da, insanın kurtuluşuna i l işkin antik projeler için­
de, onu bir klasik haline getiren di kkate değer bazı özellikler gös-
68 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSFLIŞI •e S i YASAL TEORi

terir: Her iki cins için de eğitimin evrenselliği , sınıf ve mülkiyet


yerine l iyakate dayal ı yükselme, herkes için statüsüne ve cinsiye­
tine bakılmaksızın, tıbbi bakJm, güvence altına alınmış ekonomik
refah ve güvenlik. Yazarın, manastırvaıi kısıtlamalarıyla sınıfının
diğer üyeleri ne, hatta, daha doğrusu herhangi birine çekici gelece­
ği hayli şüpheli bir toplumsal düzen tahayyül etmekteki amacının
ne olduğunu söylemek güçtür. Ancak, More 'un amaçlarının sade­
ce yazınsal olduğuna inanmak da aynı derecede güçtür. More 'un,
yaşadığı zaman ve yerdeki hayata ilişkin suçlamaları, bu amaç için
çok fazla ayrıntılıdır. More'un, kendi çağdaşlarını bi r Ütopya kur­
maya ikna etmeyi umabildiğine, hatta, bunu bizzat kendisinin bile
arzu ettiğine inanmak çok zordur. Ancak, hayali devleti, kendi za­
manının İ ngiltere'sinin hastalıklarına ve İ ngiltere 'nin yöneticileri­
nin karşılaştığı tehlikelere karşı keskin çözümler getirme konusun­
da kesinlikle etkili olmuştur.
Belki de Ütopya 'nın daha çok uygulamaya dönük dolayımları
hakkında, Thomas Starkey 'in ( 1498- 1 538) görünüşte More'un
Ütopya 'sından etkilendiği anlaşılan ve 1 530'1u yılların başlarında
tamamlanan, ancak 1 878 'de yayımlanıncaya kadar bilinmeyen Po­
le ve I..upseı Arasında Bir Konuşma IA Dialogue Between Pole
and Lupset) adlı çalışmasından bazı fikirler edinebiliri z. Starkey,
keyfi i ktidarı sınırlamak ve bütün insanların durumunu iyileştir­
mek için belirli kurumsal reformlar önererek More'un, İ ngilte­
re'nin toplumsal ve ekonomik zaafl arına ilişkin açıklamalarını tek­
rarlar ve genişletir. Starkey 'in iyi düzenlenmiş yönetim biçimi ,
muhtemelen More'un Ü topya'sından sadece çok küçük farkla da­
ha az baskıcı olacak, ancak More ve Starkey gibi adamların, İ ngil­
tere 'de yapılması gerektiğine inandıkları reformların hangileri ol­
duğunu oı,taya çıkarmaya daha çok yaklaşabilecekti. Bunların or­
tak hedefleri, iki cepheden de gelecek tehditlere karşı önlem al­
maktı: Bir monarşik merkezileşme döneminde, monarşiyi denge­
leyecek bir aristokratik iktidar biçimi sağlamak, bir topl umsal alt
üst oluş ve karışıklık zamanında, korkunç kargaşada yok olma teh­
didi yaratan dehşetli ekonomik ve toplumsal koşulların üstesinden
YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 69

gelebilecek biçimde donanmış aydın, eğitimli bir yönetici sınıf ya­


ratmak istemişlerdi.

Ortak-refahçılar
'Ortak-refahçılar' eti keti , dönemin en keskin toplumsal eleştirile­
rinden bazılarını üreten, İ ngiliz Kilisesinin Lutherci eğilime sahip
oldukça iyi eğitimli ve etkili bir kısım papazlarını belirtmek için
çağdaşları olan birkaç yaz.ar tarafından kullanılmış ve bazı modem
tarihçiler tarafından benimsenmiştir. v ı . Edward'ın politikalarını
etkileyen ve destekleyen bu açık sözlü eleştirmenler, Canterbury
Başpiskoposu Thomas Cranmer tarafından destekleniyordu. Cran­
mer'le birlikte, onlardan iki önemli figür olan Londra Piskoposu
Nicholas Ridley ( 1 500?-55) ve Londra'nın daha önceki Piskoposu
Hugh Latimer ( 1485?- 1 555), Kraliçe Mary 'ye karşı dinsel muha­
lefetlerinden dolayı Oxford 'da yakılarak idam edildiler. İ dam ka­
rarının infazı, etraflarında ateş yanarken Latimer'in söylediği bildi­
rilen sözlerle ölümsüzleştirildi: ' Rahat ol Ü stat Ridley ve i nsanı
oyna. Bugün, l ngi ltere'de, Tanrının lütfuyle öyle bir mum yakaca­
ğız ki , i nanıyorum hiçbir zaman sönmeyecek. ' 1 Benzer bir kader­
den kaçınmak amacıyla, Robert Crowley ( 1 5 18?-88), Thomas Ba­
con ( 1 5 1 2- 1 667) ve Thomas Lever ( 1 52 l -77)'in de aralarında bu­
lunduğu başkaları, çok sayıda tanınmış l ngilizle birlikte Kıta'da sı­
ğınacak yer aradılar.
Ortak-refahçılar, toplumsal reformları savunma konusunda,
kendi kendisini eğitmiş Londralı bir kumaş tüccarı olan Henry
Brinklow 'ın (ö. 1 546), l 542 'de, Savoy 'da yayımlanan genişletil­
miş iki risalesindeki kadar ileri gitmediler. Ancak, bunların uygu­
lamaya dönük amaçları, iğneleyici toplumsal eleştiri lerinden çok
daha az radikal idiyse de, Vlll. Henry'inin bir biyografi yuarının,
Robert Crowley 'i tanımlarken kullandığı şu ifadenin hepsine teş­
mil edilmesi yanlış olmayacaktır: "ateşli bir tutkuyla yanan kale­
minden, açgözlülük ve tamaha karşı ağır suçlamalarla dolu sayfa-

1 Aktaran: Harold S . Darby, Hugh l.Atimer ( Londra: Epwonh Press , 1 953), s.

247.
70 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSF.UŞI ve SiYASAL TEORi

lar dökülen, Langland, More, Kazıcı lar ve Marx i le birli kte, top­
l umsal adaletin büyük havarilerinden biri olarak anılmayı hak eden
bi r adam. '2
Ortak-refahçıların yazdıkları - di nsel vaazlar. polemi k içeren
denemeler ve Crowley ' i n dizeleri - Luthercil i k ile skolastik felse­
fenin bileşimi nden oluşan bi r toplumsal ideolojiyi açığa çıkarır.
Hayalci radi kaller ol mayan bu kişiler, rejimin ve mevcut toplum­
sal durumun güçlü destekley icileriydiler. B ununla bi rli kte, yöneti ­
min, hızla bozulmakta olan toplumsal ve ekonomik durumun dü­
zeltilmesi amacıyla sağgörülü önlemler uygulaması gerektiğine
i nanıyorlardı. Aynı zamanda, krallığın refahının ve varlığını sürdür­
mesinin nihai olarak toplumun her düzeyindeki insanların ahlaki
yenilenmesine bağl ı olduğu konusunda ısrarcıydılar. Zengin ve
yoksulun bir arada varoluşlarının, tanrısal olarak emredildiği konu­
sunda hiçbir zaman kuşku duymamalarına rağmen , zenginlerin
yoksullara karşı özel bir yükümlül ükleri olduğu konusunda ısrar
ediyorlardı. Yoksul insanlara insani muamele göstermek, bütün
herkesin günah yükünden kurtarılmasına yardımcı olacaktı. Hırs ve
kibri, bireycil iğin aşırılıklarını kınarken, yönetimin ve yönetici sı­
nıfların çıkarlarının, ortak yararı gelişti rmeye ve güçlendirmeye
bağlı olduğunu önererek onların beğenisini kazandı lar. Ayl aklık her
durumda bertaraf ed ilmel iydi ve en alttakiler olduğu kadar en üst­
tekiler için de geçerli olmak üzere, herkes herkesin refahı için ça­
l ışmak gibi bi r vicdani yüküml ülük altındaydı.
Ortak-refahçılar, ne siyasal reformcu ne de eylemci olmalarına
ve yönetimi ya da rejimin temel doğasını doğrudan eleşti rmekten
kaçınmalarına rağmen, muhtemelen bir ül kenin ekonomik ve top­
lumsal olarak içinde bulunduğu kötü durumun beraberinde getir­
diği tehlikelerle ilgili yaptıkları bu denli ayrıntıl ı ve yıkıcı tasvi r, bü­
tün tarihte başka hiçbir ül kede hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır
Otuz yıldan fazla süren ciddi ekonomik sıkıntılardan ve neredeyse
daimileşen topl umsal protesto ile sivil kargaşaların ardından artan
yoksulluk ve işsi zl i kl e yıkıma uğrayan İngiltere 'nin keskin bi r res-

� J .J . Scarisbrick, V/11. Henri (Londra: Eyrc and Spoııiswoode. 1 968 ) . s. 525.


YENi TOPLUMSAL ELEŞTiRi 71

mini çizdiler. Sonraki yüzyıldaki Düzleyicilerin dili bile bu kadar


sivri olmayacaktı. Kendi gözlemlerine ve deneyimlerine, duyduk­
ları öykülere ve mevcut durum hakkında büyüyen bilgi yığınına da­
yanarak durumun resmini çizen Ortak-refahçılar, birbiriyle il işkili
çeşitli sorunları tutkulu bir biçimde kınadılar: Fiyatlar sarmalı ve
artan hayat pahalılığı, küçük toprak sahiplerinin mülksüzleştiril­
mesi, köylerin ıssızlaşması. kentlerdeki evsizlik. patlayan bir ser­
seri nüfus. Cambridge 'in, Aziz John Koleji 'nin eski bir yöneticisi
olan Lever, beklenebileceği gibi, özellikle liseleri n ve üniversite­
lerin yozlaşmasından endişe duymaktaydı. Bütün bu eleştirmenler,
zengin azınlığın giderek büyüyen lüks ve ihtişamıyla, çoğunluğun
perişanl ığı ve umutsuzluğunu sert bir şekilde karşılaştırdılar. Top­
lumsal eleştirmenlere göre bu durum, İ ngiltere 'nin hızlı toplumsal
ve ekonomik parçalanışı, ortak toprakların çitlenmesi, birçok fark­
lı ve çeşitli tarımsal faaliyetin, olağanüstü kar getiren hayvan otlat­
masına feda edilmesiyle birlikte işlenebilir olan tarımsal toprağın
birleştirilip otlağa dönüştürülmesini de içeren kırsal alandaki te­
mel değişimden kaynaklanmaktadır. Bu temel dönüşüme önayak
olanlar ve bundan yararlananlar, fahiş kiralama, tefecilik. vurgun­
culuk. istifçilik vb. şüpheli iş pratikleriyle uğraşan açgözlü toprak
sahipleri , otlakçılar, aracılar, komisyoncular ve tacirlerdir. 'Gerçek
centilmenler ' , bitip tükenmek bilmeyen bu kazanç arayışları nede­
niyle, büyük oranda ' kibar olmayan centilmenler' haline geldiler.
Bu açgözlü çitlemeci ler, toprak sahipleri ve otlakçılar, tıpkı kendi
koyunları gibi, Bacon 'ın onları adlandırdığı acı adla, ' kamu yararı­
nın tırtılları 'dırlar.
Ahlakı kaygıyla düzeltmek isteyen Ortak-refahçıların görüşüne
göre, bu hastalıkların bel irtisi, kusurl u bir insan doğasından, diz­
ginlenmemiş ' açgözl ülük ', hırs ve kibir günahından türer. Her ne
kadar, bazen, zengin azınlığın yozlaşmaya büyük çoğunluktan da­
ha fazla eği limli olduğu ima edilmişse de, kural olarak, bütün in­
sanlar günahla lekelenmişlerdir. İ ngiltere 'nin yıkımında en çok
sorumluluğu olanlara. kendi çıkarının peşinde koşan centilmenler
ve toprak sahi plerinden başka, açgözlü kamu görevlileri . din
72 iSYAN BORUSll KAPITALlZMNIN YUKSEU Ş I •e SiYASAL TEORi

adamları, tüccarlar, avukatlar ve hekimler de dahildir. Bununla bir­


likte, Ortak-refahçılar, Krala bağlılıklannda sactıktırlar ve ilişkili
olan herkesin açgözlülüğüne bağladıkları ayaklanmayı kınama
konusunda çok açıktırlar. Zenginler daha çok suçlanmayı hak et­
seler bile, yoksullar da zenginler kadar açgözlülükten suçludurlar.
Bütün herkes, �ılıklı sevgi ve yardımlaşma içinde yaşayarak,
cemaatin iyileştiri lmesine çabalayarak bencillikten vazgeçmeli ve
Tanrıya dönmelidir.
3. 'Birlikte Toplanmış
Özgür İnsanlar Çokluğu':
Thomas Smith, John Ponet ve Richard Hooker

On altıncı yüzyıl, sadece eşi benzeri görülmemiş bir topl umsal


eleştiri taşkınına değil , ama aynı zamanda yeni ve kışkırtıcı bazı si­
yasal fiki rlere de tanıklık eni. En öneml i buluşlar arasında, Thomas
Smith ' i n ' birli kte toplanmış özgür insanlar çokluğu' olarak devlet
tanımı gibi , devleti n tüzel kişiliklerden ayrı , bireyler tarafından
oluşturulduğu biçimindeki önerisi bulunmaktaydı. Öğrencisi Po­
net, bir tiranlığa karşı bireysel direnme hakkı öğretisini formüle
ederken, bu öğretiyi bu tür ayrıksı devlet fi kri üzerine inşa etmiş
gibi görünmektedi r. Göreceği miz gibi, bu düşünürlerin her ikisi
de, İngiliz tarihsel deneyiminin özgüll üğünü ve İngiliz devletinin
kendine özgü doğasını yansıtan yöntemleriyle, Avrupa'nın diğer
yerlerindeki çağdaşlarından ayrılıyorlardı. Kıta Avrupa'sında devlet
i ktidarını ' halktan' türeten teoriler ve bu fikirleri on altıncı yüzyıl­
da kesinl ikle direnme hakkı teorilerine dönüştüren düşünürler var­
dı. Ancak ' halkı ' , bir bireyler 'çokl uğu' olmaktan ziyade, tüzel bir
bütünlük, tekil bir mistik kişilik olarak kavrama eğilimindeki fi­
kirler direnme hakkının kabul edildiği durumlarda bile direnme
hakkı, bi reylerde ya da 'çokluk'ta değil, ama tüzel kişi li klerde ve
tüzel kişili k.Jerin resmi temsilcilerinde bulunuyordu. Smith ve Po­
nef in fikirleri, İngiltere'de, sonraki yüzyılın en önemli bazı teorik
gelişmelerine, on yedinci yüzyıl İngiltere'sinin ideolojik yel paze­
sinin başından sonuna kadar, siyasal teorileri n merkezinde yer ala-
7J
74 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSl'l.IŞI ıc SiYASAL TEORi

cak birey hakları fi kirlerine katkı yapabilecek olan büyük bi r kav­


ramsal kaymaya tanıklık eder.
Tudor Hanedanı döneminden son önemli yazarımız olan Angli­
kan teolojisinin babası Richard Hooker, açıkça, ' halkı' tüzel, mis­
tik bir kişilik olarak resmeden Kıta Avrupa'sı teorisyenleriyle, da­
ha bireyci yurttaşlarıyla olduğundan daha fazla ortak noktaya sa­
hip gibi görünmektedir. Ancak Hooker'a ait bu özel korporatist
düşünce versiyonu da, İ ngiltere'de kilise ve devlet arasındaki ken­
dine özgü ilişkiyi desteklemek amacıyla tasarlanmış kendine has
yöntemiyle belirgin olarak İ ngiliz'dir. Paradoksal olarak, Ho­
oker' ın korporatizmi, Smith'in bireycil iğinin üzerine dayandığı
varsayımların aynısına dayanır.

Thomas Smith (1513-1577)


Bay Thomas Smith, önemli bir toplumsal ve siyasal düşünür ola­
rak görülmek şöyle dursun, bugün çok nadiren okunur. Ancak, as­
lında çok daha fazla ilgiyi ve itibarı hak etmektedir. Çünkü sadece
tümüyle yeni olan bir devlet kavramı yaratmakla kalmamış, ama
aynı zamanda, bir siyasal ekonomi biliminin de temellerini atmış­
ur. Smith'e bu öncü çabalarından ötürü hak ettiği yeri vermekte
gösterilen bu başarısızlığın nedeni, önemli fikirlerinin ölümünden
sonra yayınlanmış iki kısa çalışmasından sabırla seçip alınması zo­
runluluğudur. Enflasyonun nedenlerini ve çareleri derinden araştı­
ran bir diyalog biçimindeki ilk çalışma olan Bu İngiliz Memleketi­
nin Kamu Yararı Üzerine Bir Söylev I A Discourse of the Com­
monwealth of This Realm of England, 1 58 1 )'in yazarının Smith
olduğu, ancak, çok yakın zamanlarda saptanmıştır (bundan hfila
kuşku duyanlar da vardır). Tudor devletinin işleyişi i le ilgili, çok
baskı yapmış klasik eseri De republica Anglorum ( 1 583) ise siya­
sal teorinin çok önemli bazı sorunlarına sadece giriş bölümleri nde
değinir. Ancak, bu iki kitabın dikkatli bir değerlendirmesi, her iki­
sinin birlikte, on altıncı yüzyıl İ ngiltere'si nin topl umsal ve siyasal
düşüncesinin doruk çizgisini ve gelecekteki spekülasyonlar için
bi r kehaneti ortaya koyduklarını düşünmemize yol açabilir.
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKER 75

Essex kasabasında mütevazı bir çiftçi ai lesinde doğan Smith,


Kraliçe' nin Koleji Cambridge'e gitti. Buradaki öğrenimi sayesin­
de ünlü bir öğretmen, görkeml i bir klasikler bilgini , Kraliyet IRe­
gius l Hukuk Profesörü, Ü niversitenin Rektör yardımcısı ve Eton
Kolejinin Dekanı oldu. Bir maliye ve ekonomi uzmanı olarak ün
salarak Somerset' in hamiliği süresince Devlet Bakanlığına getiril­
di. Şövalye i lan edildi ve VI. Edward, Mary ile Elizabeth ' in hü­
kümdarlık.Jarı döneminde Parlamento üyeliği yaptı. Elizabeth' e
diplomaside hizmet ederek Fransa'ya büyükelçi ve ardından Dev­
let Genel Sekreteri oldu. Aynı zamanda, Elizabeth ' i n gözdesi Ro­
bert Cecil ' in de arkadaşıydı. Ayakları yere basan ve sağduyulu bi­
ri olarak Smith gözleme dayalı . gerçekçi ve zeki bir siyasal aktör­
dü. Ancak zor bir insan olduğunu ispatladı ve hiçbir zaman üstün
yeteneklerine layık görevlere getirilmedi .
Aşağıda söyleneceklerle, toplumsal v e siyasal düşünür olarak
Smith'in önemini yeniden değerlendirmenin olanaklı olacağı bir
durum yaratmayı umuyoruz. Smith' in düşünceleri, birbiriyle iliş­
kili birkaç nedenden dolayı, çok daha fazla bilinmeyi hak eder.
Hırsın, uygar düzen için bozucu olmak yerine, iyi bir pozitif ilet­
ken olduğunu iddia ederek geleneksel ahlaki bilgel ikle bağını ke­
sin olarak koparan ilk kişi değilse bile, ilk kişiler arasındaydı.
Maddi anlamda kendi çıkarının peşinden koşmak, sağgörülü bir bi­
çimde yönlendiri ldiğinde ve bilgiye dayalı yönetim politikalarıyla
yönetildiğinde, bireyler ve ulusların karşılıklı ekonomik bağımlılı­
ğını güçlendirir ve böylece herkesin refahını ilerletir. Smith için si­
yaset, menfaatini arayan bireyleri sıkıca birleştirecek ve ortak ya­
rarı geliştirecek ekonomik politikalar tasarlama ve uygulama sana­
tıdır. Smith, devleti kendisini oluşturan bireylerin ekonomik gü­
venliğini ve refahını amaçlayan kurumsal bir bütünlük olarak gö­
rür. Devleti , ahlaki değil, rasyonel ve seküler terimlerle kavrayan
Smith'e göre siyaset, esas itibariyle siyasal ekonomidir.
Söylev. çok daha sonraları yayınlanmasına rağmen, doğu ve gü­
neybatı kalkışmaları sırasında, 1 549 yıl ında yazıldı. Kitap, 'vahşi ve
mutsuz velveleler' , ' büyük karışıklıklar ve karmaşalar' . ' büyük
gürültü ve düzensizlik' vb. ibarelerine tekrar tekrar yapılan gön-
76 iSYAN BORUSU. KAPITALlZMNIN Y U KSELIŞI •e SiYASAL TEORi

dermelerle doludur. Söylev'deki egemen enflasyon çözümlemesi­


nin çoğu, ( ' ana nedeni 'ni, V I II . Henry ' nin yönetimi altında made­
ni paranın değerinin düşürülmesi olarak gösterdiği) İ ngi ltere'nin
başına bela olmuş ekonomik rahatsızlıkların, More ve Ortak-refah­
çıların yazdıklarında da karşılaştığımız türden şikayetleri n, olgular
ve rakamlarla süslenmiş ayrıntılı bir katalogla birlikte, düzeltme ve
ıslah için genellikle devlet müdahalesi gerektiren, uygulamaya
ilişkin çok sayıda öneriden oluşmaktadır. Bu yöntemin siyasal te­
ori açısından önemi, kitabın başlangıcında yer alan ve geleneksel
ahlak felsefesi tarzında yazıldığı iddiasının tersine bir düşünceyle
değerlendirdiğimizde ölçülebilir. Platon'dan beri , ahlak felsefesi­
nin amacı, bireylere, ailelere ve yöneticilere, ahlaki olarak erdem­
li bir yaşamın gerekliliklerinin ne olduğunu açıklayan ahlalU bir
rehberlik sunma çabası olmuştur. Smith, argümanını ahlaki terim­
lerle ortaya koymuş olabilir, ancak onun ilgisi ahlaken iyi yaşam­
la değil, ama yönetimin uygulamalarına ve İ ngiltere' nin uyumunu
ve içdüzenini tehdit eden enflasyon sorununun en iyi biçimde na­
sıl denetim altına alınacağına ilişkindir.
Smith'in Söylev'deki ekonomik çözümlemesi nin, bitmek tü­
kenmek bilmeyen açgözlülük ve hırsla sürüklenen, dolayısıyla biri
diğeriyle sürekl i çatışma ve kavga içinde olan insanoğl unun gizil
egoizmini vurgulayan Hıristiyanlığın ilk günah kavramına dayan­
dığı anlaşılmaktadır. İ nsanoğlu, başkalarının iyiliğini çok az düşün­
düğü gibi, zayıf ve bencildir, şehvet düşkünü ve hırslıdır. Smith, in­
san doğasını yeniden biçimlendirmeyi öngören herhangi bir üto�
yacı nosyonu reddeder. İ nsanoğullarını oldukları gibi kabul etmek
zorundayız biçimindeki tümüyle realist ve zorlu yönteminde ısrar
ederek, bu yöntemin en iyisini yapmaya çalışır. İ nsan bencilliğini
yararsız biçimde yok etmeye çalışmak yerine, bencilliğin kendisi­
ni toplumu geliştirmek ve ortak yararı arttırmak için kullanmal ıyız.
Bu proje, yönetim politikaları aracılığıyla, bencillik ya da hırsın or­
tak yarara aykırı işleyen ' hallerinin' ortadan kaldırması ve bu kötü­
lüklerin, herkesin refahını geliştirecek etkinliklerin emrine koşul­
masıyla en iyi biçimde gerçekleştirilebilir.
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKER T7

İ nsan hırsının, toplumu birleşti rmede ve ortak yararı geliştirme­


de nasıl bir araç haline gelebileceği, Smith tarafından, çitleme so­
rununa; More ve Ortak-refahçılar tarafından şiddetle suçlanan bu
uygulamaya getirdiği çözümde gösteri lmiştir. Smith'e göre çitle­
meyi yasaklamak, kırsal bozulmayı önlemeyecek ya da iç düzen­
sizlik tehdidini ve halkın huzursuzluğunu azaltmayacaktır. Smith,
yönetimin düzenlemeleriyle ve halkın onayıyla, sağgörülü ve ras­
yonel olarak yürütüldüğü sürece çitlemeyi savunur. Smith soru­
nun, çitlemenin kendisi olmadığını; çeşitlendirilmiş çiftçiliğin
azalmasına, canlı hayvan üretiminde aşırı uzmanlaşmaya ve dola­
yısıyla kırsal yaşamın dolaylı olarak yağmalanmasına neden olan
işlenebilir toprakların denetimsiz biçimde otlaklara dönüşümüne
izin vermek biçimindeki mevcut uygulama yöntemi olduğunu
söyler.
Şimdiye kadar görülmemiş biçimde yükselen karlar nedeniyle,
çiftçilerin bu yöntemle topraklarını çitlemeleri ne yol açan açgözlü­
lük, ortak yararı geliştirecek biçimde manipüle edilebilir. Yöne­
tim, otlatmadan ve canlı hayvan üretiminden elde edilen karların
işlenebilir toprakların işlenmesinden elde edilecek karı aşmaması­
nı sağlamak için müdahale etmelidir. Bu, örneğin tahıl üreticisinin
malını ülke içinde ve dışarıda satması için otlak sahibi kadar özgür
olacağının kabul edilmesiyle yerine getirilebilir. Yün de, tıpkı tahıl
gibi bazı ihracat sınırlamalarına tabi olmalı, yün üzerindeki vergi­
ler artırılmalı ve gerekli olduğu yerde otlatma yapılacak toprak, iş­
lenebilir topraktan daha ağır biçimde vergilendirilmelidir. Açgöz­
lü çiftçiler, işlenebilir topraktan elde edilen karların otlaklardan el­
de edilen kara en azından eşit olduğunun farkına vardıklarında, çit­
lenmiş toprağın büyük bölümü yeniden otlaktan işlenebilir topra­
ğa dönüştürülecek ve bakir toprak daha yoğun olarak işlenecek,
böylece, kırsal bölgelerin ekonomik ve toplumsal sorunlarının ço­
ğunun çözümüne katkı sağlanmış olacaktır.
Şu halde Smith, bireyin kar peşinde koşması, yönetim tarafın­
dan tam olarak denetlenmesi halinde ortak yararı artırabileceğin­
den emindir. Bireyler, etkinlikleri k3.r amacı taşıyan başkalarını en-
78 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSFlJŞI "' SiYASAL TEORi

gellemediği sürece, karlarının peşinde koşmak konusunda cesaret­


lendirilmel i ve hatta desteklenmelidir. Ancak Smilh. Adam
Smith ' i n çok sonraları i leri süreceği gibi, piyasa mekanizması ara­
cılığıyla bireysel kar amaçlamanın 'çık.arlar arasında doğal bir
uyum'u kolayca yaratacağına inanmaz. Thomas Smith, bunun ye­
rine, yönelimin her zaman bencil çıkarların arabulucusu ve göz­
lemcisi olarak eylemde bulunduğu, çıkarlar arasında bir 'yapay
uyum· nosyonunu kabul eder.
Benzer fiki rler daha sonra Fransa' da, başlığında 'siyasal eko­
nomi' terimini içeren ilk kitap olan Traicte de l 'oeconomie politi­
que ( 1 6 1 5) adlı klasiğin yazarı Antoine de Montchrelien gibi 'mer­
kantil ist' düşünürler tarafından da benimsendi. Montchrelien de,
kişisel çıkarların peşinden koşulmasının, devlet müdahaleleriyle
ortak yarara yönlendirilebileceğini ileri sürdü. Yine, Smith gibi
Monlchrelien de, iyi aile idaresinin, aydınlanmış bir yönetim mo­
deli hizmeti göreceği varsayımıyla aile ile devlet arasında bir ben­
zerli k olduğunu ileri sürdü. Montchretien, Hollanda ile birlikle İ n­
giltere' den, bilge yöneticinin taklit etmesi gereken ekonomik bir
örnek olarak söz eder, ancak ona göre söz konusu yönetici , Fran­
sız modelindeki mutlakıyetçi monarklır; oysa Smith baskıcı ve ti­
ran eği limli olduğu gerekçesiyle Fransız model ini reddeder.
Smith ' i n kafasındaki devlet (Devlet'te kesin biçimde belirginleşti­
ği gibi), Parlamentoda Kral modelidir; dolayısıyla bencil çıkarları
devlet tarafından düzenlenmesi gereken ve karı amaçlayan toprak
sahi plerinin kendileri, bu düzenleyici devletin tam merkezindedir­
ler. Burada yine şu anlamlı olabil ir; Smith'in arketipi , çok sayıda
kiralanmış hizmetlisi olan ticari bir çiftçi gibi görünürken,
Montchretien'in model yöneticisi , Tanrıya ya da güneşe benzetilir.
Smith, devlet müdahalesinin zorunl uluğunu kesinlikle kabul
etmesine rağmen, Montchretien'de olduğundan bir miktar daha az
zorlayıcı bir müdahaleyi gerekli bul uyor görünmektedir. Bunun
nedeni , 'ekonomi' nin kendi kendini düzenleyen mekanizmalara
göre işleyen ayrıksı ve otonom bir alandan başka bir şey olmadığı
biçimindeki tanımına son veren Smith'in aslında, bu tanımdaki dü­
şünceye kendisinden önceki herhangi bir düşünürden daha yakın
THOMAS SMITH. JOHN f'ONE:T •e RICHARD HOOKER 79

hale gelmiş olması olabilir. En azından, enflasyonu açıklama çaba­


sında, (diğer ekonomik sorunlarla ilişkisi içinde olmasa da) enflas­
yonist süreci oldukça oriji nal bir metafora başvurarak betimler:
Saat metaforu. Tıpk.J bir saatin çalışma mekanizmasında, en sonun­
cusu saati çaldırana dek, birçok çarkın art arda birbirini çalıştırma­
sında görüldüğü gibi, enflasyon da, her biri diğerini harekete geçi­
ren bir dizi bağımsız eylemden kaynaklanır. Smith bu yöndeki ilk
adımı, bu tür bir mekanist nosyonun siyasal ekonomici ler
tarafından ekonomiye bir bütün olarak uygulanmasından çok uzun
zaman önce atmıştır.
Şu halde Smith, insana ilişkin olarak zorunlu biçimde yararcı
bir görüş taşır. İ nsanlar, karlarını artırmak ve zararlarını azaltmak
yoluyla hazlarını artırmaya ve acılarını azaltmaya çalışırlar. Ü retim,
dağıtım ve değişimi de içeren ve emeğin toplumsal işbölümü ara­
cılığıyla örgütlenen kar arama biçimindeki açgözlülük yönetim ta­
rafından uyumlu hale getirildiğinde, i nsanları birbirine bağlayarak
ve onları toplumsal ve ekonomik olarak birbirine bağımlı hale ge­
tirerek, toplumdaki en öneml i bütünleştirici güç haline gel ir. Kar­
şılıklı bağımlılık, sadece krallık içindeki ilişkilere değil, ama farklı
ülkeler ve toplumlar arasındaki ilişkilere de uygulanır. Ticaret ve
alışveriş akışındaki her ulus, diğerlerinin mal ve hizmet arzına da­
ha bağımlı hale gelir ve sonuç, tıpkı bireylerin tekil bir toplumda
bir araya getirilmesi nde olduğu gibi , devletlerarasında dostluğu
güçlendi rerek ulusların 'ortak bir dünya piyasası' içinde bütünleş­
tirilmesidir.
Burada da, Smith ile Montchretien arasında önemli bir farkl ılık
olabilir. Fransız düşünür, karşılıklı dayanışma övgülerini de mırıl­
danırken, Fransa devletini, İ ngilizlerin hilihazırda sahip oldukları­
na inandığı şeyin, yani emeğin bir çeşit işbölümünün ve karşılıklı
bağımlılığı ilerleten uzmanlaşmanın ve hatta Fransa'yı halen böl­
mekte olan içticaret sınırlamalarına zıt biçimde ulusallaşmış bir pi­
yasanın temellerini atması için sıkıştırıyordu. Fransızın, ticaret ve
alışveriş tarafından geliştirilen dostluk bağları hakkında da kuşku­
ları olabilir. Gününün ve aslında çok daha sonrasının diğer Fransız­
ları gibi , o da, ticareti dostça bir etkinlik olmaktan çok, özünde bö-
80 iSYAN BORUSU KAPITAUZMN I N Y UKSEIJ Ş I •e SiYASAL TEORi

lücü, birinin kaybının diğerinin kazancı olduğu sıfır toplamlı , bu


yüzden ni7.a çıkmasının sadece devletin güçlü el iyle önlenebilece­
ği bir oyun olarak görüyor gibi görünmektedir. Bunun gibi düşün­
celerin, kapitalist ticaret kavramıyla yer değiştirmesinden önce,
uzun bir zaman geçmesi gerekecekti ; ama İ ngiltere'nin özgül eko­
nomik ve siyasal koşulları, on aluncı yüzyılda bile, Smith' in Fran­
sız deneyimine yabancı bir tarzda, doğrudan devlet müdahalesine
bağlı olmayan belli bir düzeydeki ekonomik bütünleşmeyi varsay­
masını olanaklı kıldı.
Smith'in Söylev' i yazmasının üzerinden henüz çok zaman geç­
meden, Fransız çağdaşı Jean Bodin, çoğu kez modem bir devlet
fikrinin ayırıcı özelliği olarak görülen egemenlik kavramını ayrınll­
lı olarak inceledi. Bodin. her devlette diğer bütün siya.sal otoritele­
rin kendisinden türediği, özellikle yasa koyma i ktidarı demek olan
bir iktidar kaynağı olduğunu ileri sürdü. Basit olarak yasa, bu ege­
men iktidarın iradesidir. Egemenlik, sadece devletin tanımlayıcı
özell i ği değil, ama uygar düzenin ve toplumsal birliğin de temeli­
dir. Diğer bir anlatımla ' karma anayasa' diye bir şey yoktur. Bodin
bu egemenli k fikrini oluşturmaya, Fransa'nın siyasal gerçeğini
yansıttığı için değil, tam tersine Fransa'daki siya.sal otoritenin par­
çalanmışlığına son vermek amacıyla, soylular, yerel otoriteler ve
değişik tüzel kişil ikler tarafından öne sürülen raki p i ktidar iddiala­
rına karşı, merkezileşen bir monarşinin iktidar iddiasını destekle­
mek için iti ldi. Bu anlamda, onun egemenlik kavramı, feodalizmin
kalıntılarına yanıt olarak bir ' modem devlet' kavramıyla çıkmak
değildi pek.
Thomas Smith, İ ngiltere'de devletin 7.aten çok daha fazla bir­
leşmiş durumda olması nedeniyle, parçalanmış bir siyasal iktidara
karşı merkezi egemenliği ileri sürme ihtiyacı duymuyordu. Bu ne­
denle, Devleı'te ( Republica l. İ ngiltere' nin karma bir anayasaya sa­
hip olduğunu çekince koymaksızın kabul eder. Bu, Smith'in bir
egemenlik fikrine sahip olmadığı anlamına gelmez. Smith, İ ngiliz
gerçekleriyle örtüşen miktarda egemen bir yasa yapma iktidarını
Parlamentoda Krala ayırır. Ancak, göreli olarak birleştirilmiş bir
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKEJI 81

İngiliz devleti ve giderek artan biçimde bütünleşmiş bir İngiliz


ekonomisi, sivil düzeni farklı bir yöntemle kavramasını olanaklı
kıldı. Söylev'de, emeğin toplumsal işbölümü aracılığıyla, mal ve
hizmetleri üreten ve mübadele eden kir amaçlı kişilerin, artan kar­
şılıkl ı bağımlılığından doğan toplumsal birliğe vurgu yapan, ayrıksı
bir kapitalist sivil düzen kavramının temeli olarak adlandırılabile­
cek şeyi inşa eder. Egemen devlet, zorunlu bir düzen ve birlik ça­
tısı sağlar; ancak bunu yapmakla, ekonomik ilişkilerle zaten kurul­
muş olan bir birli ği genişletir ve güçlendirir.
Devlet'te ayrıntılı olarak işlenmiş olan devlet kavramı da, baş­
ka yönlerden yenilikçidir. Devlet' in giriş bölümlerinde, Söylev' de
gözden geçirilmiş olan yarar cı ve ekonomik insan davranışı mode­
li, siyasal ve anayasal bir bağlama oturtulur. Devlet'te Smith, dev­
leti, ahlfi.ki olmayan ve neredeyse tümüyle seküler terimlerle işler.
Bu devlet düşüncesinin iki yöntemle işareti verilir: İ lk olarak,
Smith, devletteki adaleti, yöneticilerin ya da yönetici sınıfın çıkarı
ya da 'kir' ıyla eşitler ki, bu çıkar ya da kar, bir bütün olarak va­
tandaşların çıkarı ya da karıyla özdeştir. İ kinci olarak, sivil itaatsiz­
liğe ve aktif direnmeye, ahlfi.ki ya da dini temellerde değil ama ba­
sitçe, bu tür etkinliklerin zararlı olduğu biçimindeki uygulama te­
meli üzerinden muhalefet eder.
Daha da önemlisi, Smith ' in Devlet'teki 'devlet' (Common we­
alth- onak refah. ortak zengin/ik i tanımıdır: 'savaşta olduğu ka­
dar barışta da, kendi kendilerini korumak amacıyla, birlikte toplan­
mış bir özgür insanlar çokluğunun, kendi aralarındaki ortak uyum
ve anlaşma yoluyla oluşturduğu bir toplum ya da ortak eyleyiş'(s.
57). Diğer klasik devlet tanımlarından ( Örneğin Çiçero'dakinden)
ve Fransa'da Bodin, ya da İngiltere' de Bay Thomas Elyot ile Star­
key gibi çağdaşlarının tanımlarından farklı olarak, Smith bu tanım­
da adalet, hak, eşitlik, ahlak ya da Tanrıdan söz etmez. Keza, dev­
letin Hıristiyanl ığı savunması ve geliştinnesi gerektiği konularında
da Starkey ve ortak refahçılar ile aynı fiki rdeymiş gibi görünme­
mektedir.
Ancak belki de bunların hepsinden önemlisi, Smith'in, ' birlik-
82 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN Y UKSELIŞI ve S i YASAL TEORi

te toplanmış bir özgür i nsanlar çokluğu' ndan oluştuğu biçiminde­


ki devlet tanımının, devletin, tüzel bütünl üklerden - malikaneler,
zümreler, tabakalar, belediyeler vs - oluştuğu biçimindeki standart
tanımıyla keskin bir karşıtlık içinde olmasıdır. Ö rneğin Bodin, · bir­
birine karşılıkl ı güvenle bağlanmış bir aileler grubu, tüzel bir bir­
lik ya da cemaat oluşturur ve birbirine egemen bir iktidarla bağ­
lanmış bir tüzel birlikler ya da cemaatler grubu devleti oluşturur. ·
diye yaz.ar. Ş u halde devlet, egemen bir iktidarla bi rleştirilmiş bir
'aileler, konseyler ve tüzel kişilikler' toplamıdır. Smith'e göre bi­
reylerden biri di ğeriyle doğrudan doğruya sözleşerek devleti yara­
tırlar. Birey ya da aile ile (siyasal ' birey ' , erken modem Avrupa si­
yasal düşüncesinde, tipik olarak, bir hanenin reisidir) devletin ku­
rulması arasında aracılık yapan tüzel bütünlükler ya da ' aracı güç­
ler' yoktur. Ayrıca, kolektif iktidarlarını bir yöneticiye veren tekil
bir tüzel kişilik oluşturmak, birlikteki bireylerin ilgi lendiği bir ko­
nu da değildir.
Smith, kafasında tüzel bir bütünl ük olarak değil, ama bireyler
'çokl uğu' anlamında bir ' halk' kavramına sahiptir. Smith burada,
birey ile üniter bir devlet arasındaki tüzel aracılıkların, Avrupa'nın
başka bir yerinde olduğundan daha zayıf olduğu İ ngiliz toplumu­
nun ayrıksı koşullarına açıklama getinnektedir. Sonraki bölümler­
de, hem Hobbes' un teorisinde hem de Düzleyicilerin devrimci te­
orilerinde bu yeni fikrin bazı dolayımlarını araştıracağız. Bu on ye­
dinci yüzyıl düşünürlerinin Smith tarafından etkilenmiş olmaları
gerekmiyor. İ ngiltere'nin toplumsal ve siyasal koşulları, onlarda
da benzer bir düşüncenin olduğunu varsaymaya yeterli olmuş ola­
caktı. Ancak Smith' in, muhtemelen devleti bu yöntemle kavram­
laştırarak bu yeni tarihsel koşulları fark eden ilk yaz.ar olması ke­
sinl ikle dikkate değerdir. Tek başına bu bile, onun hakkının geri
verilmesi çabasını meşru kılacaktır.
Şu halde. Smith ' in rıza gösteren bireyleri, gerçekte Söylev' de­
ki kir amaçlayan yararcılardır. Devletin temel amacı, yöneticinin
'özel kar' ıyla karşıtlık içinde olan 'ortak kar'dır. Dolayısıyla Smith
' savaşta olduğu kadar barışta da kendi kendi lerini korumak'tan
THOMAS SMITH. JOHN PONET •c RICHARD HOOKER 8..l

söz ettiğinde (öyle görünmektedir ki kafasındaki şey, daha sonra


kitapta önereceği) karşılıkl ı korunma ve güvenlik, yaşam ve mül­
kiyetin korunması, toplumsal barış ve bireyin karının ve saygınlığı­
nın peşi nden koşacağı özgür alan vardır. Devlet, kar amacı peşin­
de koşan bireyler tarafından, kendi kazançlarının peşinde koşarken
yarattıkları ortak refah ve gönenç için gerekli olan hukuksal bir
çerçeveyi ve düzeni sağlar.
Görmüş olduğumuz gibi gerçekte devletin kendisi , çoğunlukla
kar peşinde koşan en önemli kişiler; mülk sahibi sınıfların siyasal
yüzü yani (herkesin üstündeki) toprak sahipleri komitesi olan Par­
lamento tarafından yöneti lir. Smith demokrat değildi. Devlet'te,
parlamento seçimlerinde sınırlı bir oy hakkını tartışmasız kabul
eder ve Parlamentodaki mülk sahibi sınıfların, nüfusu bir bütün
olarak temsil ettiklerini ima eder: ' Hangi önemde, durumda, mev­
kide ya da nitel ikte olursa olsun, Prensten (Kral ya da Kraliçe de
olsa) İ ngiltere' nin en aşağıdaki kişisine kadar her İ ngiliz, ya ken­
di kişisiyle ya da vekalet ve avukatl ıkla orada bulunmayı amaçlar.
Dolayısıyla Parlamentonun onayı . her bir insanın rızası olarak ka­
bul edilir' (s. 79).
Smith, İ ngiltere'de giderek yaygın hale gelmesine rağmen ve
eski öğrencisi Piskopos John Ponet ile diğer çağdaşları sayesi nde,
bu sözcüğün kullanımının farkında olmuş olması gerekmesine rağ­
men, Devlet'te hiçbir zaman ' state' (devlet i sözcüğünü kullanmaz.
Ona göre Smith tarafından tercih edilen sözcük, devleti hem yöne­
timden - verili bir zamanda, devleti yöneten spesifik rejim - hem
de toplumdan ayrışmış kurumsal bir bütünlük olarak gösteren
'common wealth'tır. Ancak Smith, ara sıra, son derece ilginç bir
kullanımı benimser: 'common wealth' terimini ' civill societie' (ya
da 'societie civil/' l sivil toplum !) terimiyle değiştirir (s. 57, 59,
60). Bu kullan ım, ' siyasal cemaat'( political community' ) anla­
'

mındaki Yunanca bir ibarenin Latince çevirisinden türeyen bu iba­


re, İ ngi ltere'de tümüyle yeni bir anlam kazanacaktır. Terim, Ric­
hard Hooker tarafından kullanılacak. Hobbes ve Locke gibi on ye­
dinci yüzyıl düşünürlerinin çalışmalarında ise 'state' (devlet) kav-
84 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN Y U KSELIŞI ve SiYASAi. TEORi

ramının yerine de ikame edilerek bir basmakalıp haline gelecekti.


Bu terimi İ ngiliz siyasal sözlüğüne sokan ilk kişi Smith olabilir,
ancak niye böyle yapmayı seçtiği konusunda tahminde bulunmak
ilginç olacaktır. Bunun muhtemel nedeni, devletin yasallık ve yar­
gısal yönleriyle, bir vatandaşlar cemaati anlamındaki devletle ilgi­
lendiğinden daha az ilgilenmiş olmasıdır, ancak bu cemaat de ye­
ni ve ayrıksı bir yöntemle kavranmaktadır. İ ngilizler ve özel ola­
rak, Smith ' i n siyasal teorisi bağlamında, vatandaş-kişiliği, bütün­
lüğü, sadece siyasal olarak değil, ama ekonomik olarak da oluştu­
ran, hem devletin egemen baskı gücüyle ve hem de şimdiye kadar
görülmemiş sayıda ve genişlikte artan mal ve hizmetin üretimi ve
mübadelesinden türeyen karşılıklı bağımlılıkla birbirine bağlanan
kendi çıkarının peşindeki bir bireyler toplamıdır.
Ne olursa olsun, Smith'in siyasal teorisi, İ ngiliz yönetici sınıfı­
nın yeni gereksinimlerini gayet iyi yansıur. Bu yönetici sınıf, Fran­
sızların tersine, devlete sadece temel ekonomik kaynak, bir özel
mülkiyet biçimi, köylü üreticilerin artı-emeğine el koymada doğru­
dan bir araç olarak bağımlı olmadı, ancak başka amaçlar için güç­
lü bir devlete gereksinim duydu: Mülk sahibi sınıfların toprak mül­
kiyetinin karlılığını ve ticari çıkarlarını artıran meşguliyetlerde iler­
lemelerini sağlayan bir düzenin çatısının oluşturulmasında. Smith' i
kapitalizmin ilk 'teori syeni ' olarak adlandırmak bir abartı olabilir,
ama bu tür bir öneri , en azından içinde gerçek bir çekirdeği de ta­
şıyacak.ur.

John Ponet (1516?-1556)


Thomas Smith, özgür bireylerden oluşan devlet nosyonunun olası
radikal sonuçlarına asla götürmedi, ama Smith'in öğrencilerinden
biri , bireylere daha fazla siyasal rol vermek için yoluna devam et­
li. Çoğu kez Ortak-refahçılarla ilişki lendirilen John Ponet, son de­
rece parlak olan sivil itaat sizlik ve tiranın öldürülmesi savunusuy­
la, dramati k biçimde ahlaki duruşların ötesine geçti. Hem Luther­
ci, hem de Kalvinist olan Avrupalı Protestanlar, zaten pasif itaat­
sizl iğe ya da en çok, sadece, 'daha alt düzeydeki yöneticilerin',
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARO HOOKER 85

ana yönetici ya da hükümdarın altındaki kamu görevlilerinin aktif


direnme hakkına izin veren teoriler geliştirmişlerdi. Daha alt dü­
zeydeki yöneticiler - bu yöneticiler, belediye görevlileri kadar ba­
ronları, kontları ve diğer soyluları da içerir - , aslında meşru olma­
yan ya da tiranca yönetenlere karşı muhalefet etmeye ilişkin bir
hakka, bir göreve sahiptiler. Ancak Ponet' in, Siyasal İkıidara İliş­
kin Kısa İnceleme IA Shorte Treatise of Politike Power, 1 5561 ad­
lı eseri , muhtemelen sadece 'daha alt düzeydeki yöneticilerin' de­
ğil , ama özel bireylerin de yönetime karşı şiddet kullanarak diren­
melerinin açık meşrulaştırılışmı içeren (en azından Çiçero' nun tira­
nın öldürülmesi savunusundan beri) ilk eserdi. Bu kitabın, 1 639 ve
1 642'de İ ngiltere'deki devrimci dönemin başında yeniden basıl­
nuş olması şaşırtıcı değildir.
Kraliçenin koleji Cambridge'de, Smith' i n öğrencilerinden biri
olan Ponet, Başpiskopos Cranmer' in himayesine giri p Rochester
ve Winchester Piskoposluğuna atandı. Görünüşe göre, yeni Krali­
çe Mary'yi devinnek için, Kent şehrinden Thomas Wyatt'ın lider­
l iğini yaptığı 1 553-54'teki başarısız isyana katıldı. Ponet' in Kısa
Denemesi, sadece direnme çağrısından dolayı değil, ama kavram­
sal yeniliğinden dolayı da önemlidir. Ö rneğin 'State'(devlet) kav­
ramını, kurumsal anlamda oldukça doğru ve tutarl ı biçimde kulla­
nır. Bundan başka, ' heretik' prenslere ve özelde Kraliçe Mary'nin
KatolikJ iğine karşıtlık sırasında dinsel görünen Ponet'in düşünce­
leri, başka yerlerde devletin sektiler doğasını ve amacını vurgular.
Devletin, insanların ruhları ile değil vücutları ile ilgilenmesi gere­
kir, diye sürdürür. İ nsanların ruhlarıyla i lgilenmek kilisenin göre­
vidir. Devletin amacının, yetki alanı içindeki halkın zenginliği ve
yararı olduğunu birkaç kez tekrarlar.
Ponet' in, tıpkı devletin sektiler amaçlarına yaptJğı vurgu kadar
önemli olan ve onun sivil itaatsizlik argümanının merkezinde yer
alan kavram, · güven· anlamındaki yönetim kavramıdır: Kamu gö­
revleri, sadece, basit biçimde Tanrının değil, ama halkın güvenine
dayalıdırlar. Ponet yönetimi, Çiçero'dan beri, bu yöntemle ele alan
ilk düşünür olmuş olabilir, ancak bu düşünce on yedinci yüzyıl İ n-
86 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN Y l lKSHJŞI •• SiYASAL TEORi

giliz devrimci düşüncesinde - örneğin önce, Büyük Yakınma'da


ve daha sonra da John Locke' un İkinci İnceleme'sinde - aslından
çok daha geniş biçimde gözükecekti . Ponet, halk tarafından ' yasa
yapıcılara' yani konsey ve parlamento üyelerine verilen · güven ve
itimat'a atıfta bulunur. Güven, koyunlara bakmak için tutulmuş bir
çobana verilir diye yazar Ponet. Benzer biçimde, ' refah ve ya­
rar' ımız için yasa yapacak yönetimi görevlendiri riz ve tıpkı görev­
lerini yerine getirmede başarısızl ığa uğrayan çobanı görevden
uzaklaştırdığımız gibi, uğruna yaratıldığı yükümlülükleri yerine ge­
tirmeyen bir yönetimden vazgeçme hakkına da sahibiz. Yönetici­
ler, halktan yetki alırlar ve aldıkları vekileti kötüye kullanmaya­
cakları güvenine dayalı olarak göreve atanırlar. Ayrıca Ponet, kamu
görevl ileri nin halkla olan ilişkilerini betimlerken görevlilerin yet­
kilerinin halktan türediğini vurgulayacak tarzdaki başka kavram­
ları da - avukat, veki l, dava vekili gibi sözcükleri - kullanır. Böy­
lece halk, meşru yönetim tarafından hem onlar için var olacak hem
de onların yararına eylemde bulunacak biçimde temsil edilir. Gü­
venleri çiğnendiğinde, yani yönetim artık halk tarafından tanımlan­
mış olan kamu yararına uygun hareket etmediği zaman halk, yöne­
time verdiği vekaletini geri çekilebilir.
Modem anayasacılığın kalbinde yatan bu cesur nosyon, bize
Ponet' in sivil itaatsizl iğe ilişkin daha da radikal bir açıklamasını
sunmaktadır. Ponet tersine, radikal Protestanlar arasındaki - Ortak
refahçıları da kapsayan - mevcut yöneticilere, Tanrı tarafından,
Tanrının yasalarıyla ve halkın yararıyla uyum içinde olmak üzere
bel li görevleri yerine getirmeleri için emir verildiği düşüncesiyle
başlar. Protestan direnme hakkı teorileri, bi r dolayım olarak görev­
lerin kendileriyle birlikte belirli yüküml ülükleri de taşıdıkları ilke­
si üstüne kuruludur: Görevinin verdiği yükümlülüklerini yerine
getirmek konusunda başarısızlığa uğrayan bir görevl i, tanrısal bir
buyruğu çiğniyor demektir ve dolayısıyla durdurulmalı ya da ona
muhalefet edilmelidir. Hatta bazıları. görevinin koşullarını çiğne­
yen bir görevlinin artık gerçek bir yönetici olmaktan çıktığını ve
böylece cezalandırılabilir bir suçun suçlusu olan özel bir vatandaş
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKER 87

haline geldiğini (Bu, direnme hakkının 'özel hukuk· teorisi olarak


adlandırılan teoridir), ya da en azından, bir görevli tarafından işle­
nen bir suçun da tıpkı bir suç olarak özel vatandaşların cezai dav­
ranışlarının cezalandırıldığı yöntemle cezalandırılabilir bir suç kap­
samında değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Ancak Ponet
burada, sadece Ortak refahçıların mevcut rejime olan muhafazakar
sadakatlerinin ötesi ne değil , ama aynı zamanda Protestan direnme
hakkının şimdiye kadar görülmüş olan en radikal öğretilerinin de
ötesine geçer. Ponet'in Protestan direnme hakkı teorilerine dair ay­
rıntılı incelemesindeki ayırt edici unsur, herhangi bir öncülünden
daha açık biçimde, 'özel i nsanların' bile, meşru olmayan ya da
adaletsiz görevlilere ya da yöneticilere karşı, tiranları öldünne
noktasına kadar ulaşan ve zor kullanarak direnebilecekleri durum­
ların varlığı konusundaki açık ısrarıdır.
Ponet, insan varlıkları üzerinde yönetimin değil, sadece Tann­
nın mutlak iktidara sahip olduğunu ve yönetimin ' uyrukların ' re­
fah ve yararı' nı amaçlaması gerektiğini ileri sürer. Tanrının çocuk­
ları olan uyruklar, hem Tanrının yasalarının ve hem de ülkenin ya­
salarının - ki bunlar herhangi bir özel yönetimin üstündedirler -
yönetim tarafından ihlal edilip edilmediğinin saptanması konusun­
dan ahlaken yükümlüdürler. Yönetim halkın güvenine dayalıdır,
dolayısıyla yöneticilerin kendilerine karşı sorumlu olduğu Tannnın
güvenilir kul ları olarak insanların, yani uyrukların görevi meşru ol­
mayan bir yönetime itaat etmemektir. Her şeyden önce, uyruğun,
devleti terk etmek ya da kalmak ve itaatsizl iğin cezasını kabul et­
mek arasında seçim yapması bireysel bir vicdan sorunudur, ancak
ti ranca bir yönetici , tıpkı başka herhangi bir vatandaş gibi sıradan
medeni hukuka göre suçlanabilir. Devletin anayasasına bağlı ola­
rak, örneğin soylular ya da konsey üyeleri, tiranca bir yöneticiyi
suçlayabi lir ve onu hesap venneye çağırabilir. Ya da yönetici, res­
mi ki lisenin baş görevlisi tarafından aforoz edilebilir. Diğer bütün
çareleri başarısızlığa uğrayan insanlar, ahlaken, tiranı zor yoluyla
görevden uzaklaştınnakla ya da tıpkı insan vücudunun hastalıklı
bir üyesinin bütünün iyiliği için kesilip atılmasında (Çiçero tarafın­
dan Görevler Üzerine IOn Duties l adlı eserde de yapılan bir ben-
88 iSYAN BORUSU: KAPITAUZMNIN YUKSELIŞI >< SiYASAL TEORi

zetme) olduğu gibi, tiranın yaşamına son vermekle yükümlüdürler.


Tiranın zor yoluyla kovulması ya da öldürülmesi kuşkusuz başvu­
rulacak son çarelerdir, ancak tiranın öldürülmesi türü eylemlere ta­
rih boyunca yaygın biçimde rastlanması ve her şeye gücü yeten bir
Tanrı'nın bunu önlememiş olması dikkate alındığında. kesinlikle
Tanrı yasasının ihlali anlamına gelmez. Hem medeni hem de kilise
yasalarından kanıtlar getiren Ponet, bir yöneticinin cezai bir eyle­
minin, özel bir vatandaş tarafından işlenen bir suçtan farklı olma­
dığını ve benzer biçimde cezalandırılması gerektiğini söyler.
Ponet, 'özel kişilere' zora dayanan direnme hakkını - ya da gö­
revini - vermekle çağının en radikal direnme hakkı teorilerini bile
aşar. Sonraki onyıllarda, örneğin Fransa'daki dinsel savaşlar sıra­
sında, 1 579'da yayınlanan ve 1648'de İ ngil izce'ye çevrilen meş­
hur Tiranlara Karşı Özgürlügün Savunusu I Vindiciae Contra
Tyrannos, A Defence of Liberty Against Tyrantsl'nun yazarı (muh­
temelen Philippe de Plessis Momay) gibi Huguenot ! Fransız Pro­
testanı 1 anayasacıları, her zaman direnme görevinin soylulara, ka­
mu görevlilerine ve kamu konseylerine, 'daha alt düzeydeki yöne­
ticilere' ait olduğu, özel bireylere ya da insanların tümünün oluş­
turduğu bütüne ait olmadığı konusunda ısrar ettiler (Bu konuda
sonraki bölümde daha çok şey söyleyeceğiz). On yedinci yüzyılın
ortalarındaki İ ngiliz Devrimine kadar, görevli leri ya da temsilcile­
ri yerine, 'özel ' bireyler ya da bir ' çokluk' olarak insanlar için di­
renme hakkı, dolambaçsız bir biçimde talep edilmemişti. On seki­
zinci yüzyılda Amerikan Devrimi 'nin ardından, Birleşik Devlet­
ler' in ikinci Başkanı John Adams, Ponet'in küçük kitabının, 'daha
sonraları Sidney ve Locke tarafından ayrıntılarına girilecek olan,
özgürlüğün zorunlu ilkelerini içerdiği 'ne dair inancını bildirecekti.
Sadece, 'daha alt düzeydeki yöneticilerin' ve tüzel temsi lcileri
tarafından direnme haklarının değil , bireyin ve halkın direnme hak­
kı öğretisinin de ilk olarak Ponet ve çağdaşı Christopher Goodman
( 1 520?- 1 603) gibi İ ngiliz Kalvinistleri tarafından ayrıntılı olarak
işlenmiş olmasının rastlantı sayılması güçtür. Örneğin bazı yorum­
cular, İ ngiltere ile Fransa arasındaki bu farkın açıklamasının, İ ngi­
liz - ve İ skoç - Protestanlarının Fransa'daki karşıtlarına göre daha
THOMAS SMITH. JOHN PONET •e RICHARD HOOKER 89

güvenli bir ortamda olmaları basit gerçeğine dayandığını ve bu ne­


denle de, daha radikal olan direnme hakkı teorileri önenneye cesa­
ret ettiklerini ileri sünnüşlerdir. Ancak başka bir açıklama da söz
konusu olabilir. Gönnüş olduğumuz gibi İ ngiltere'de, tüzel bütün­
lüklerin devleti n oluşumundaki rolü, Fransa'da olduğundan çok
daha az önemliydi. Keza, zenginliğini toprak mülkiyetini denetle­
yerek elde eden yönetici sınıf, 'ekonomi-dışı' i ktidara, tüzel aynca­
lığa ya da devletin bir parçasına sahip olmaya daha az bağımlıydı.
Gönnüş olduğumuz gibi bu İ ngiliz gerçeği, yeni devlet kavramla­
nna yansımaya başlıyordu. Yeni bir direnme hakkı teorisinin temel
bileşenleri, tüzel kişilikler, tüzel bir cemaat ya da tekil bir 'mistik
bütünlük' olarak ' halk' değil, ama bireyler, ' birlikte toplanmış öz­
gür insanlar çokl uğu' olarak ilk sistematik devlet teorisi anlamın­
daki şeyi geliştiren Bay Thomas Smith ' in öğrencisinin ayrıntıla­
nyla olarak işlenmiş olması anlamlı olabilir.

Richard Hoolcer (1554?-1600)


Anglikan Kilisesinin kurulması, İ ngiliz Devletinin bütünleştiril­
mesinde büyük bir adımdı. İ ngiliz Kil isesi , devleti n dine tabi kJlın­
rruş olduğu ya da dinsel ve seküler otoritelerin eşitler olarak yönet­
miş oldukları diğer devletlerden ya da ' resmi' kiliselerden farklı
olarak, devlete tabi olan kiliselerin ilkiydi. Resmi kilise, Tudor
devletinin merkezileşme projesine hem kurumsal hem de ideolır
jik destek sağlamıştı, fakat teolojik tartışmalar siyasal çatışmalar­
dan başlangıçtan beri ayrılamaz durumdaydı.
Hiçbir düşünür, Angli kanizm'in teolojik ve siyasal temel ilke­
lerini ortaya koymada Richard Hooker'dan daha büyük bir rol oy­
namadı. Hooker'ın klasiği olan ' Kilise Yönetiminin Yasaları Üze­
rine' ! Of the Laws of Ecclesiastical Polity l ulusal kilisenin bir sa­
vunusu; Püriten din adamlarından gelen meydan okumay•lııa'lıl­
Parlamentoda Kral ilkesinin kilise üzerindeki üstünlüjAit" �
lanması anlamına geliyordu. Başka bir deyişle, Anglil& t,ofojisi­
nin bu kurucu belgesi sadece dinsel bi r risale deği lt ""ı � za­
manda siyasal bir teoriydi. Her nasılsa Hooker, bir !l�I dü�
90 iSYAN BORUSU KAPİTALIZMNIN YÜKSELiŞi ve SiYASAL TEORi

olarak biraz fazla önemsenmiştir, ancak klasiğinin bazı bölümle­


rinde, açıkça siyasete adanmış bulunan önemli ve etkili bazı fikir­
ler bulunmaktadır ve bir bütün olarak eser, İ ngiliz siyasal tarihin­
de önemli bir kilometre taşı sayılmalıdır.
Hooker, dedesi ve babasının dedesinin de kentin belediye baş­
kanı olmasına rağmen görece yoksul bir ailenin çocuğu olarak
Exeter Kentinde dünyaya geldi. Yerel lisede eğitim gördükten son­
ra, 1 568'de Salisburyli Piskopos John Jewel " i n yardımıyla Corpus
Christi Kolejine, Oxford'a girdi. Mezun olduktan sonra, 1 58 1 'de
rahiplik mertebesini al ıncaya kadar burada akademi üyesi olarak
kaldı. Canterbury Başpiskoposu John Whitgift ' i n himayesiyle,
1 585 'ten 1 59 1 'e kadar, Londra'daki Tapınak Kilisesinin yönetici­
liğini - yani Londra'da dört Avukatlık Stajı Kuruluşunun papazlı­
ğını - yapu. Whitgift'e adanan klasiği Hıristiyan Kilisesi Yönetimi­
nin Yasaları, kendisi için beklediği görevi Hooker'a kapuran aynı
kil isenin okutmanlarından püriten Travers ile girdiği tartışmaya
çok şey borçluydu. Travers, Hooker' ın sabahları ileri sürmüş oldu­
ğu düşüncelerin öğleden sonraları düzenli olarak tersini söyleye­
rek Tapınak Kilisesine bir 'öğleden sonra okutmanı' olarak devam
etti; tartışma, cemaat içinde büyük yasama düşünürü Edward Co­
ke' un da içinde olduğu yargıçlar ve avukatlar tarafından ilgiyle iz­
lendi (çoğunluk Travers'in yanındaymış gibi görünmektedir). Ho­
oker. Tapınak Kilisesinden ayrıldıktan sonra, bölgede yaşayanlar­
dan bazıları onun büyük eserini [ magnum opus) yazmaya devam
etmesini sağladılar. Kısa zaman sonra ününü yayacak olan ilk beş
kitap, 1 593-97 yılları arasında yayımlandı. Yayın. York Başpisko­
posunun oğl u ve Hooker' ın Oxford'daki öğrencisi Edward Sandys
tarafından sübvanse edildi . Son üç kitap, ölümünden sonra ortaya
çıktı; görünüşe bakılırsa, bunlar Hooker tarafından asla tamamla­
namamış. ancak kapsamlı ve ayrıntılı notlara dayandırılmıştı. Aşırı
derecede utangaç ve yumuşak başlı, her zaman ihtiyatlı ve ılıml ı.
tartışmada medeni ve kendini adamış bir papaz olan. daha bilinen
lakabıyla · Sağduyul u· Hooker, Canterbury yakınlarında son otur­
duğu Papazlarevi ruhani bölgesinde öldü.
Mantığıyla ve üstuba ilişkin güzelliğiyle iz bırakan, tartışmasız
THOMAS SMITH. JOHN PONl=.T •·c RICHARD HOOKER 91

olarak edebi bir şaheser olan Yasalar, İ ngilizcedeki ilk sistematik


teorik çal ışmadır. Bu bakımdan Hooker, en azından Francis Ba­
con' ın eşitidir. Kitap, dikkate değer ilmi ve irfan ı nedeniyle dikkat
çekicidir. Hooker, antik ve modern olan her şeyi okumuş gibi gö­
rünmektedir. İ ngiliz Kilisesi "ne ilişkin ikna edici ve güçlü bir meş­
rulaştınnayı; Parlamentoda Kral ilkesi altında tekil bir devlet kili­
sesi kuran V l l l . Henry ' nin oluşturduğu dinsel kuruluşlara il işkin
mükemmel bir rasyonelleştinneyi ortaya koyar. Hooker' ın temel
hedefi, muhalif Püritenlerin ne devlet kilisesine itaats izl i k etme,
ne de Parlamentoda Kral ilkesine ve bu i l kenin kil i se üzerindeki
üstünlüğüne meydan okuma haklarının olmadığını göstennekti. İ n­
giltere' de kilise ya da Hıristiyan cemaat ile devletin tek ve aynı
şeyler olduğunu kanıtlamak amacıyla işe başladı. ' Bizdeki' der
Hooker, 'tek toplum, hem kilise. hem de devlettir' ( V l l l . i .7). Res­
mi kiliseye i ıaatsizlik etmek, başka bi r ifadeyle, devlete ve devle­
tin yasalarına itaat etme yükümlülüğünü inkar etmekle aynı anla­
ma gel ir.
Hooker, Püritenlerin kilise ve devletin ayrı olması gerektiği gö­
rüşüne (Hooker, Hıristiyan Kilisesi ile dünyevi alanlar arasında
bölünmeye ilişkin Katolik bir kavramlaştırmaya da eşit derecede
karşıdır) ve asl ında, devletin kiliseye tabi olması gerektiği görüşü­
ne itiraz eder. İ ngiltere'de kil ise ile devletin, kabaca Hıristiyan ina­
nanlardan oluşan tekil bir toplumun iki yönü olduğunu, bunlardan
birinin onların ruhani yaşamlarına, diğerinin dünyevi işlerine
adandığını söyler. Parlamentoda Kral ilkesi, ister kişinin kendisi
aracılığıyla, ister temsil aracılığıyla olsun, bütün İ ngiliz Hıristiyan­
larından oluştuğu için, seküler yönetimler üzerinde olduğu kadar,
dinsel yönetimler üzerinde de üstün iktidara sahi pti r. Hooker el­
bette ki, İ ngiliz Hıristiyanlarını bölen, doktriner ve kiliseye ait
farklılıkları, Püritenlerle yapılan tartışmaların üzerinde döndüğü
farklılıkları kasten gönnezli kten gelir. Püritenler, özel bir kilise yö­
neti m biçimini derin bir dinsel ilke sorunu olarak görürken, Ho­
oker bunun " i lgilenmeye değmeyen ' bir sorun olduğunu, yani Hı­
ristiyan inancına göre zorunlu ve Tanrının yasaları tarafından belir­
lenmiş bir ilke sorunu olmadığını söyler. Bu nedenle İ ngiliz Dev-
92 iSYAN BORUSU: KAPITAUZMNIN Y UKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

leti, tüm i nananlar için piskoposluk yönetimleri oluşturma i ktida­


rına ve hakkına sahiptir ve piskoposluğun Hıristiyanlık ilkelerini ya
da Tanrı yasasını ihlat eniği zemini üzerinde piskoposluk yönetimi­
ne yapılacak hiçbir itiraz meşrulaştırılamaz. Hiçbir İ ngiliz Hıristi­
yan, ne pratik temelde, ne de dinsel temelde bu tür bi r düzenleme­
ye itaatsizlik hakkına sahip değildir.
Hooker, kesinlikle oldukça belirli bir programa sahiptir, ancak
bu program, onun hukuk ve siyaset hakkında, genel olarak geniş
kapsaml ı teorik düşünceler içine girmesine neden olur. İ ngilte­
re' deki devlet ile kilise arasındaki il işkiler ve devlet ile devlet ki­
lisesinin her ikisine birden itaat yükümü konularında durumunu
güçlendirmek için, si vil toplumun temelleri, siyasal yükümlülü­
ğün doğası, temsili yet ve siyasal teorinin diğer temel sorunları üze­
rinde spekülasyon yapar.
Hooker' ın siyasal teorisi, büyük ölçüde, 1. Kitabın 1 0. Bölü­
mü' nde ve tamamlanmamış olan V l l l . Kitabın dağınık bölümlerin­
de toplanmıştu. Siyaset tartışmasına, Aziz Thomas Aquinas'ın dü­
şüncelerinden derlediği yasa üzerine bir çözümleme ile başlar. Bu
görüşe göre evren, her bir düzeyi, altında bulunan düzeye üstün ve
onu kuşatan bir yasalar hiyerarşisinden oluşur. Zirvede, Tanrının
evrenle ilgili ana planı olan sonsuz yasa bulunur. Onun altında son­
suz yasanın Kutsal Kitapta vahyedilmiş bölümü olan tanrısal yasa
vardır. Onun da altında, tanrının insanlığa büyük annağanı; sonsuz
yasanın insan aklı tarafından keşfedilebilir olan bölümü olan doğa
yasası yer alır. Son olarak da, farklı devletlerin pozitif ya da insan
ürünü yasaları ve ulusların yasaları gelir. İ nsan yasasının gerçekten
yasa olabilmesi , tanrısal yasa ve doğa yasası ile uyum içinde olma­
sı zorunludur; tanrısal yasa ile doğa yasasının genel ahlaki ilkeleri­
nin özel durumlara ilişkin olarak keşfi ve uygulanması, kutsal söz­
cüklerdeki inanç ve akıl aracılığı temelinde yapılır. Dolayısıyla, do­
ğa yasası ve tanrısal yasa, zorunlu olarak ahlaki etkinlik olan dev­
letlerin düzenlenmesi ve devlet politikasının yürütülmesi konula­
rında insanl ık için vazgeçilmez biçimde rehber ve öğretmendirler.
Hooker, Aristoteles ve Aziz Thomas'ın insanların kendilerine
veri len Tanrısal akıl hediyesi nedeniyle toplumsal varlıklar olduğu
THOMAS SMITH. JOHN PONl:.T ve RICHARD HOOKER 93

görüşleri ni paylaşır. Belirsiz geçmişte, devletin ortaya çıkmasın­


dan önce ilk insan toplulukları ailelerdi. Aileni n doğal reisi ataer­
kil ' baba'dır. İ nsanlar ilk olarak yiyecek, barınma ve giyinme
formlarında hayatta kalmalarını güvence altına alarak, i kinci olarak
zorunlu gereksinimlerinin ötesinde, rahatlık ve kolaylık koşulların­
daki bir yaşamı kurarak 'mutluluğu' amaçlarlar. Bunlar, mutl ulu­
ğun gerçekten erdemli bir yaşamın, kişinin ruhunu Tanrıya çevir­
mesinin sonul olarak gerçekleştiri lmesinin önkoşullarıdır. Ancak
insanlık onları, sadece Tanrı ta.rafından toplumsal kılan akılla kut­
sanmam ıştır. İ nsanoğlu, aynı zamanda Adem'in düşüşü aracılığıy­
la ilk günahla da lekelenmiştir. Başlangıçta aileler akıllarına göre
yönetilerek birl ikte uyumlu ve barış içinde yaşama yeteneğindey­
diler. Ancak sayıları arttığında, mutluluk ve iyi yaşam için gerekli
olan şeyleri elde etme uğruna birbirleriyle çatışır hale geldiler. Her
aile, komşu ailelerin zarar görmesi pahasına dünyevi malları elde
ebneyi amaçlamaya başladığında, insan bencilliği akla hükmede­
rek öne geçti. Akıl ta.rafından yönetilen ilk durum, sınır tanımayan
bir insan egoizmiyle harekete geçirilen, 'kıskançlık, çekişme, re­
kabet ve şiddet' gibi korkunç sonuçları olan bir savaş durumuna
yol verdi. Hooker burada, en azından özet halinde ve basit tarzda
bir 'doğa durumu' kavramına benzeyen şeyler ileri sürmektedi r -
ki bu durum, daha sonraları Hobbes ve Locke gibi düşünürler ta­
rafından değişik biçimlerde geliştirilecek olan ve onların siyaset
teorilerinde merkezi rol oynayan, hükümetin kurulmasından önce­
ki insanlık durumunu (ya da hükümet olmasaydı dünyanın neye
benzeyeceğini) ifade eder.
Hooker'a, ondan sonra da Locke'a göre i nsanlar, doğaları ge­
reği bencil oldukları kadar da rasyonel ve toplumsal olduklarından,
'kamusal topl umlar' içinde birleşmek yoluyla, ortak yararı amaç­
layan üstün bir yasa yapımı iktidarına sahip olan bir yönetim kur­
ma konusunda anlaşmak yoluyla kaosa düzen getirerek bu bölücü
çatışmalara son verme yeteneğindedirler. Hooker belki de şaşırtıcı
biçimde, Yasalar'da hiçbir zaman özel mülkiyetin kökenini ya da
özel mülkiyeti korumada yönetimin rolünü tartışmaz. Muhtemelen
bunun nedeni, başka birçokları gibi Hooker'ın da, spesifik biçim-
94 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YÜKSELiŞi ve SiYASAL TEORi

leri - İ ngiliz ilk evlat hakkı uygulaması üzeri ne yaptığı bazı yorum­
larda ileri sürdüğü gibi - geleneğe ve pozitif yasaya göre değişe­
bilen özel mülkiyeti, tanrısal olarak emredil miş, tanrısal yasa ve
doğa yasası tarafından sağlama bağlanmış bir kurum olarak görül­
mesiydi.
Hooker bazen bir ' toplum sözleşmesi ' kuramcısı olarak yorum­
lanır, ancak onun toplum görüşünün üzeri ne dayal ı olduğu rıza ve
' sözleşme' görüşü, 'sözleşmeci ' olarak adlandırılan düşünürlerin
görüşlerinden tümüyle farklıdır. Sivil topl umu kuran bir orijinal
sözleşme ya da anlaşma nosyonu, Batı si yasal düşüncesinde bü­
yük bir rol oynamıştır. Bazı siyasal düşünürler bu tür bir anlaşma­
nın aslında gerçek bi r tarihsel olay olduğuna inanmış olabilirler fa­
kat, anlaşma ancak bi r felsefi kurgu olabi l i rdi ve genel l ikle de bi r
felsefi kurgu, bir ' sanki' ön eki olarak işlev gördü; siyasal otorite­
nin doğasını açıklayan bir kısa yazım türü olarak kullanıldı. Her iki
biçiminde de sadece tipik haliyle, direnme hakkı gibi siyasal hak­
ları açıklayan bir araç olarak değil, ama aynı zamanda (ve sıklıkla
başlıca) bir siyasal yükümlülük teorisi, insanı hükümete itaat et­
meye zorlayan koşulların bir açıklaması olarak da hizmet etti. Bu
tür sözleşme teorisi, özgür insanların, iktidarlarını bazı yönetici
otoritelere vermeyi seçerek bir itaat etme yükümlülüğü altına gir­
miş olduklarını göstermek için kullanılabi lir.
Hooker, rızayı kimi zaman tarihsel bir gerçeklik işlemi , yani in­
sanın sivil toplumu oluşturmak için girdi ği gerçek bir anlaşma ola­
rak ele alıyormuş gibi görünür. Daha önceden savaşmakta olan bi­
reylerin, aralarında yönetim ve hukuku kurumsal laştırmak için
üzeri nde uzlaştıkları bir orij inal anlaşma -'anlaşma' , ' rıza'
'onay' , ' tasdik' sözcüklerini defalarca kullanır, ama 'sözleşme' ve
'antlaşma' sözcüklerini sadece bir kez kullanır - ileri sürer. Bu öz­
gür i nsanlar i le insanların oluşturmak için uzlaştıkları yöneticiler
arasında bir anlaşma yoktur. Kendi aralarında ' kamusal bir top­
lum' - ya da 'ortak refah ' , 'ortak alan ' , 'sivil topl um' , ' yöneti m'
'siyasal topl um' 'siyasal topl uluk' 'devlet' - yaratmak için uzlaşan
bireyler, basit olarak yöneticileri tayin eder ve onlara siyasal so­
rumlul uk yüklerler. Bu anlaşma ya 'açıkça ya da gizli olarak' ya-
THOMAS SMITH. JOHN PONF.T ve RICHARD HOOKER 95

pılır - 'gizli olarak' burada açıkça 'zımni olarak' ya da 'örtülü ola­


rak' anlamına gelir. İ lk türdeki yönetimler genell ikle, aile üzerinde
babanın yönetimini kopyalayan krall ıklardı ve dolayısıyla ' Baba'
adı sıklıkla kralları ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak koşullar
değiştiğinde, yönetim biçimleri de değişti ; zaman içinde hukuk,
vatandaşların görevlerini ve yasa ihlallerinde uygulanacak cezala­
rı bilmelerini sağlayacak biçimde gelişti.
Ancak, Hooker bir çeşit tarihsel ' sözleşme'ye ister inansın is­
ter i nanmasın, onun rıza nosyonu, en azından İ ngiltere'de insanla­
rın ortak rızayla, hem bir siyasal topluluğu hem de bir inanç toplu­
luğunu kapsayan, tek bir topluluğa ait olduklarını vurgulamayı
amaçladı. Gerçekte, argümanında, küçümsenemez bir tutarsızlık
olabilir. Onun durumu, bir taraftan, insanların, devletin - ya da
özelde monarşinin - iktidarını türettiği , tek bir mistik kişilik oluş­
turdukları görüşü üzerine dayanır. Diğer taraftan devletin orijinal
kuruluşuna i lişkin açıklaması, sadece Smith'in özgür insanlar ara­
sındaki anlaşmalar ve mukaveleleri gibi değil, ama aynı zamanda
daha sonra, sözleşen bireyleri devletin temel kurucu birimleri ola­
rak ele alan 'sözleşme' teori leri gibi de görünür. Buna rağmen Ho­
oker' ın ana vurgusu çoğunlukla, ortak rızanın insanlara kurmuş ol­
dukları otoritelere itaat etme yükümünü yüklediğidir. Devlet bir
kez kurulduğunda, özel bir hükümet tipi seçildiğinde ve bir hukuk
sistemi oluşturulduğunda, görünüşe göre yönetim, yönetilenlerin
'rızası' na dayanmaya devam eder. Geçmişteki rıza eylemi nede­
niyle, yarattığı hükümet tipiyle ve hukukla birlikte oriji nal 'anlaş­
ma' , mevcut durumda bağlayıcı kalır. Böyle bir anlaşma bir kez
yapıldı mıydı, Hooker'ın bir keresinde i leri sürdüğü gibi , orijinal
anlaşma kadar 'evrensel' olan bir anlaşmayla geçersiz kılınmadık­
ça - ki bu fiili bir olanaksızlık gibi görünmektedir - asla yapılma­
mış sayılamaz. Bütün niyet ve amaçlar için, orijinal anlaşma son­
suza dek bağlayıcıdır.
Hooker'a göre toplum bir sözleşmeye dayal ıysa, bu çok özel
bir anlamdadır: Bu on sekizinci yüzyılın siyasal düşünürü Edmund
Burke' ün sözcükleriyle açıklanırsa, sözleşme her şeyde bir sözleş­
medir; canl ılar içinde, canlılarla ölüler arasında ve şimdiki kuşak-
96 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKS FLIŞI ve SiYASAL TEORi

larla gelecek kuşaklar arasındadır. Hooker'a göre, devlet bi r 'tüzel


kişil ik'ti r, bi r ' si yasal topluluk'tur, çok sayıda kuşağın gel işimine
zaman içinde katkıda bulunmuş olduğu bi r organizmadır. Hooker,
gelenek, görenek ve otoritenin medeni yaşamı biçimlendirmedeki
buyurucu rolünü vurgular. Bazı görenekler elbette ki lekelenmiş
olabil i r, yanl ış yola saptırabilir ve aslında kötü olabilir. Ancak.
uzun süre varlığını sürdüren kurumlar ve pratikler, zamanla kutsa­
narak, doğa yasasını ve topl uluğun onayını yansıtan insan aklını bi­
çimlendirirler. Şu halde görenekler nazikçe baştan atılacak ya da
değişti rilecek şeyler deği ldir. Hooker 'seremoni' leri işlerken gös­
terdiği gibi , insan topl umunun düzenlenmesinde irrasyonel olanın
rolünün şiddetle farkındadır. İ nsan gördüğü şeyi silinmez biçimde
akJına kazır. Dolayısıyla adet, şatafatlı giyinme ve görkem, inancın
ve ruhsal esenliğin temelidi r.
Hooker, aradan uzun zaman dilimleri geçtikten sonra da asla
anayasa değişikliği olamayacağını zorunlu olarak ileri sürüyor de­
ğildi. O basitçe, siyasal yükümlülüğün önemine vurgu yapmak is­
tiyordu. Aslında miras aldığımız toplumun yönetimine ve hukuku­
na rıza göstermiş durumdayız - dolay ısıyla onlara itaat edeceğimiz
konusunda anlaşmış bulunmaktayız - ve bu yönetim ve hukuk
geçmişte bel l i bi r zamanda rıza göstermiş olduğumuz şeyin parça­
larıdır. Hooker, Burke'u önceleyerek bi r ' kamusal topl umu' oluş­
turan eylem 500 yıl önce yapılmasına rağmen mevcut durumda es­
kisinden daha az bağlayıcı değildir diye yazar: 'Çünkü tüzel kişi­
likler ölümsüzdür; biz o zaman öncellerimizde yaşıyorduk ve ön­
cellerimiz de ardıllarında halen yaşamaktadırlar. Dolayısıyla hangi
türde olursa olsun insan yasalarına rızayla ulaşılabilir' ( l . x.8). Baş­
ka bir anlatımla atalarımızın rızası nedeniyle yasaya uyma ve yöne­
timin kurumlarına boyun eğme yükümü altındayız. Hooker, insan­
ların gerçekte rıza gösterdi kleri ni bilmeksizin de rıza gösterebile­
ceklerini ileri sürer. Daha sonralan Hobbes ' un ileri süreceği gibi .
devlet tarafından kabul ettiri len düzen ve istikrarın sürmekte olan
varl ıkları, yöneti lenlerin rızasının olduğunu ima eder.
Ancak Hooker, Hobbes'tan farkl ı olarak mutlak monarşinin:
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKER

yasa ya da anayasal ilkelerle sınırsız kılınmış bir monarşinin savu­


nucusu değildir. Açıkça bu tür yöneti min rıza doktrini ile ve i nsan­
ların rızalarını, rıza gösterdiklerini bil meden bile verebi lmeleri fi k­
ri i le uzlaşmaz olmadı ğını kabul etmesine rağmen, hukukun üstün­
de ve ötesinde eylemde bulunan inatçı bireyler olduklarından, ti­
ranları kararl ı biçi mde reddederek ti ranlığı suçlar ve İ ngiliz monar­
şisi ve İ ngiliz hukuk devleti yönünde açık tercihini ortaya koyar.
İnsanın Tanrının inayetinden düşüşüne ve ilk günaha derin bir
inancı olmasına rağmen, aynı zamanda insan aklının, öz ' de­
ğer' i mizi artıracak olan sivil bir düzende di kkatli biçimde destek­
lenmesi gereken Tanrının sesi olduğuna da inanır. Tanrı hiçbir za­
man pozitif yollarla monarşiyi emretmemişken ve diğer hükümet
biçimlerinin varlığına açıkça izin verirken, Hooker İ ngiliz monar­
şisinin en iyi yöneti m olduğu ve bu monarşinin özel olarak kut­
sandığından emindir. İ ngiltere hukuk altında, kralın devlete rehber­
lik ettiği ve hukukun da krala rehberlik ettiği meşruti bi r monarşi­
dir. Hooker' ın kafasında aynı zamanda İ ngiliz 'karma anayasa'sı;
Parlamentoda Kral; ona göre, ince biçi mde ayarlanmış bir müzik
enstrümanı gibi dengeli bir anayasa tipi vardır.
Bu bize, en azından Hooker' ın tercih etti ği tipteki hükümette
varolan bir başka rıza türünü geti rir. İ ngi ltere gibi bir devlette, biz
orada olmasak da, başkaları bizim adımıza parlamentolar ve kon­
seyler aracılığıyla eylemde bulunabilir ki , köken olarak parlamen­
tolar ve konseylerin bizim adımıza eylemde bulunma hakkı atala­
rımız tarafından üzerinde uzlaşmaya varıl mış bir haktır. Bu, örne­
ğin, V III. Kitapta, Hooker' ın, Smith ' i n Devlet' ini andıran bir par­
çada, İ ngiliz Parlamentosunu nasıl tanımladığıdır: ' B ütün ülkenin
vücududur; kraldan ve ülkenin toprakları içinde krala tabi olan
herkesten oluşur; çünkü bunların tümü ya kendi kişileri ya da ki­
şisel haklarını, gönüllü başkalarından türeten kişiler aracıl ığıyla
orada mevcutturlar ( V l ll . v i . 1 l ). Bu, şunu i ma eder ki, i nsanlar
Parlamentodaki temsilcileri aracılığıyla ' rıza' gösteri rler ve Parla­
mento bütün insanların kişiliğine karşılık geldiğinden, oy kullana­
mayanlar bile ' temsil edi lirler' (Burke' un daha sonraları adlandıra-
98 iSYAN BORUSU: KAPITAIJZM NIN YlJKSF.l.. I Ş I •r SiYASAL TEORi

cağı biçimiyle 'gerçekte temsiliyet' ) ve rıza göstenniş sayılırlar.


Parlamentonun topluluğu bi r bütün olarak temsil etti ği olgusu. el­
bette ki sadece devleti değil , ama aynı ı.amanda İ ngiltere' deki Hı­
ristiyan inananlar cemaatini de yönetmeyi sağlayan şeydir.
Şu halde Hooker'a göre uyruklar, gerçekte yasaya muhalefet
ediyor da olsalar, her bi r yasayı rıza göstermiş kişiler olarak anla­
şılabilir. Bunun nedeni ya uyrukların atalarının rıza göstermiş ya da
her yurttaşın parlamentolardan ya da konseylerden çoğunl ukla
geçmiş olan herhangi bir yasaya, kişi ya da veki li aracılığı1 la mu­
vafakat etmiş olmasıdır. Bu yükümlülük ilkesi , yetki lendiri lmiş
bütün yasaların zorunlu olarak, Tanrının emirleri olduğu konusun­
daki ısrarı yoluyla güçlendirilir. Şu halde yetkisini kötüye kullanan
bir hükümete karşı vatandaşın meşru yanıtı ne olmalıdır? Vatandaş­
lar yasaların üstünde sorumsuzca davranan, yani yönetimin ilk ku­
ruluş amaçlarını ihlal eden ya da temsili bir mecliste bir kişiye ya
da vekile vatandaşların onayı yoluyla verilen vekaleti aşan yöneti­
cilere nasıl yanıt vermelidir? Hooker'in soruya tek yanıtı, V I I I . Ki­
taba eklenen sivil itaatsizlik üzerine bir söylevde bul unabilir. Ho­
oker, bu koşullar altında hiçbir bi reyin yasalara itaatle ' vicdanen
yükümlü' olmadığını ifade eder. Hooker' in bu konuda söylediği
her şey bundan ibarettir ve bu aslında, bir yönetimin yetkisini aşıp
aşmadığını, kimin nasıl belirleyeceğine ilişkin olarak bize söyledi­
ği şeylerin hepsidir. Hooker bize, en iyi ihtimalle, sadece pasif ita­
atsizliği öğütlüyor görünmektedi r ve hiçbir zaman aktif direnmeyi
öğütlememektedir.
Hooker' ın, üyelerinin ebedi anlaşmalar ve yükümlülüklerle
bağlı olduğu tekil , mistik bir tüzel topluluk olarak siyasal topluluk
teorisi, Avrupa' nın başka yerlerinde ileri sürülmüş korporatisı
doktrinlerle çok sayıda ortak yön içeriyor gibi görünmektedir. An­
cak en korporatist olduğu durumda bile, sadece Hooker' ın İ ngiliz
bağlamına atfedilebilecek dikkat çekici bazı farklılıklar vardır. Ör­
neğin, İ spanya ve başka yerlerdeki Cizvit düşünürler benzer ön­
cüllerden başladılar. Bunlar, Aziz Thomas Aquinas'ın fikirleri üze­
rine i nşada bulunarak, insanların doğal olarak özgür olduklarını.
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKER 99

devletin, insanların özgür rızaları üzerine kurulduğunu, ancak dev­


let iktidarının, bi reyler olarak özgür insanlardan değil, ama tüzel
bi r topluluk, tekil bir mistik gövde, evrensel tanrısal ve doğal ya­
salar ile evrensel akıl ilkeleri altında birleşmiş ahlakJ bir topluluk
olarak özgür insanlardan türetildiğini ileri sürdüler. Ancak Ho­
oker'dan farklı olarak, Cizvitler tek gerçek evrensel kurumun 'ev­
rensel ' - yani Katol ik - ki lise olduğunu aynen kabul ettiler. Muh­
temeldir ki bu düşünürler, sektiler devletin, evrensel kiliseden
farkl ı olarak çeşitli tüzel bütünlüklerden, yetki alanlarından, mülk­
lerden ve onların resmi temsillerinden oluştuğu için parçalanmış
kalacağını aynen kabul ettiler. Ancak bunlar, nasıl olursa olsun. ev­
rensel ki lisenin ruhani cemaati nin kesinlikle sektiler devlette değil,
ama başında papanın bulunduğu bir kilise hiyerarşisi içinde kendi
dünyevi iktidarı içinde cisimleşmesi gerektiği konusunda ısrar et­
tiler. Sektiler devlet, Tanrı tarafından değil, ama i nsanlar tarafından
kendi dünyevi amaçları için kurulmuştu. Bir kez kurulduktan son­
ra uyruklarının itaat etmeleri konusunda emir verebilirdi , ama hiç­
bir zaman kilise üzerinde üstünlük iddia edemezdi .
Protestan direnme hakkJ teorisyenleri, Fransa'd a görmüş oldu­
ğumuz gibi, Hıristiyan cemaatinden ya da hatta Protestan cema­
atinden bile tümüyle farklı olan, birçok bağımsız tüzel bütünlükten
ve yetki alanından oluşan parçalanmış bir devleti olduğu gibi ka­
bul ettiler. İ çinde Hıristiyan bir cemaatin siyasal bir düzene eşit bi­
çimde genişlediği Kara Avrupası siyasal teorileri var olmuşsa, bu
geniş monarşilerde ya da gelişmekte olan ulus devletlerde değil,
ama örneğin bir Hıristiyan ( Protestan) cemaatin bir siyasal korpo­
rasyonla özleştirilebildiği Zürih ya da Cenevre gibi kent devletle­
rinin bulunduğu İ sviçre'de olmuştur. Ü niter bir ulusal devlet ve
ulusal bir devlet kilisesi bağlamında, sadece bir İ ngiliz, içinde ki­
lise ve ulusal devletin birlikte, her şeyi kucaklayan aynı cemaatin,
ruhani ve dünyevi yönleri ni temsil ettikleri bir teori inşa etmiş ola­
bilirdi.
Hooker, devleti bir bireyler ' çokluğu' ndan oluşmuş olarak dü­
şünmeye başlayan İ ngiliz düşünürlerinden farkl ılaşmış olabilir,
1 00 iSYAN BORUSU: KAPITALlZMNIN YUKSELIŞI •e SiYASAL TEORi

ama onun kendi korporatizm damgası, bu düşünürlerin daha ' bi­


reyselci · teorilerini destekleyen aynı spesifik İ ngiliz tarihsel koşul­
larına dayanır. Hooker, birey ile merkezi devlet arasında 'aracı'
tüzel güçleri olmayan - ya da son derece ı.ayıf güçleri olan - bir
devleti Smith ve Ponet'den daha az düşünmüyordu. Bu Smith' in,
devletten bir bireyler çokluğu olarak söz etmesini ve aynı ı.aman­
da Hooker' i n yeni bir tüzel topluluk türü, bir ulusal topluluğu, bir
tür İ ngiliz ulusal devleti imgelemesini olanaklı kılan şeydir. Keı.a
hem Smith'in hem de Ponet'in Parlamentonun bütün toplumu
temsil ettiğini düşünmelerine olanak veren bu alışılmadık birleşik
ulus-devlet, üniter temsil organıyla birlikte (örneğin Fransa'daki
malikanelerden farklı olarak), alışılmadık bir homojen ve birleşik
yönetici sınıfa dayanıyordu.
Richard Hooker, hatırı sayılır biçimde derin düşünen bir
düşünür olmasına rağmen, sistematik bir siyasal teorisyen olmak­
tan oldukça uzaktı. A nlamlı siyasal fikirlerini hiçbir ı.aman uyum­
lu bir argüman biçiminde bir araya getirmedi. Bu yüzden, siyasal
düşünceler tarihinde kendisine sıklıkla önemli bir yer verilmiş ol­
sa da, önemi değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Bazen ortaçağ ve
modem dünya görüşleri arasında önemli bir bağlantı olarak değer­
lendirilmiştir. Onun fikirlerinin, on sekizinci yüzyıl Aydınlan­
masında son derece merkezi önemde olan rasyonalizm yönünde
gösterildiği söylenir. Locke' un onay nosyonu (6. Bölüm'de
üzerinde düşüneceğimiz) üzerindeki etkisi de dahil olmak üzere,
John Locke' un İkinci İnceleme adlı eserinde kendisinden yaptığı
çok sayıda alıntı nedeniyle liberalizmin bir habercisi olarak adlan­
dınlmıştır. A ncak, gördüğümüz gibi , Hooker'ın ' sözleşme' kav­
ramı kendine özgüydü; klasik 'toplum sözleşmesi ' teorisyenleri nin
herhangi başka birinden farklı olarak daha çok on sekizinci yüzyıl
'muhafazakar'ı Edmund Burke'a benziyordu. Dolayısıyla eğer
anakroni k bir etiket kullanacaksak, Hooker belki de bir ' li beral · -
den çok, bir 'muhafazakar'dır.
Hooker' ın temel hedefi genel bir siyasal teorinin taslağını çiz­
mek değildi. Onun ana düşünc�si İ ngiltere'deki devlet ile kilise
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKER 101

arasındaki özgül i l işkiyi meşrulaştınnaktı. Bundan başka o rıza ve


siyasal yükümlülüğe i l işki n en önemli sorunları ileri süren
Hooker'ın fikirlerine sonraları geniş bir siyasal yelpaze tarafından
başvuruda bulunulacaktı. Hooker' i n yüküml ülük teori si ve
Ponet'in direnme hakkı teorisi arasındaki zıtlıkla bundan sonra
gelecek olan şeylerin biçimini görmeye başlayabiliriz. On yedinci
yüzyılda yükümlülük ve itaati vurgulayan teoriler direnme hakkı
ve devrim olarak adlandırılan teorilerden ayıran daha büyük bir
yarıkla bölünecekti. İ lginç olan şey şudur ki, itaat teorileri ve
direnme hakkı teorilerinin her ikisi de onay nosyonu temeli üzer­
ine i nşa edilecekti. Hooker'in rıza düşüncesi , hem halkçı demok­
rasinin ve hem de mutlak monarşinin reddi anlamına geliyorsa
(hatta rıza düşüncesi mutlak monarşinin ortadan kaldırılmasında su
götünnez biçimde başarısızlığa uğrasa bile), benzer düşünceler iz­
leyen yüzyılda en mutlak monarşiden en radikal demokrasiye
kadar her şeyin savunusunda kullanılacaktı.

Tüzel Ayncalılcl.ardan Bireysel Haki.ara


On yedinci yüzyıl siyasal düşüncesinin bu bölümde değindiğimiz
birbiriyle il işkili bazı niteli kleri, Düzleyiciler, Thomas Hobbes,
John Locke ve diğerleri tarafından daha etraflıca gerçekleş­
tirilecekti . On altıncı yüzyıl düşünürleri, bu düşünürlere sadece
önemli bi r düşünce mirası değil, ama aynı zamanda varolan top­
lumsal ve siyasal düzenlemelere ilişkin yeni bir eleştirel yaklaşım
biçimini, siyasal teorinin gerçekten yenilikçi ve yaratıcı olması için
gereken olmazsa olmaz türden bir eleştirel ruhu da miras olarak
bıraktı. Toplumsal değişim, yükselen hoşnutsuzluk ve toplumsal
çatışmayla birlikte çoğu kez güçlü ve yaratıcı bir siyasal teori üret­
miştir. Ancak erken dönem modern İ ngiltere'de meydana gelen
özgül topl umsal değişmeler ve çatışmalar, yeni siyasal fiki rlerin
yaratılmasında özell i kle verimliydi. En azından, başlangıçtan beri
ve hatta kendisiyle birlikte öngörülemeyen ekonomik kazançlar
getirdiğinde. toplumsal dokuya görülmemiş biçimde zarar veren
ve zararı gidennek için yeni devlet müdahalesi tarzlarını gerektiren
1 02 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSElJ Ş I ve SiYASAL TEORi

kapitalizmin zorunlu doğasında kısmi bir açıklama bulunabilir.


On altıncı yüzyılın topl umsal . siyasal ve dinsel hoşnutsuzluk­
ları, özellikle çalkantılı bir dönemin ve devrimci isyanlar onyıl­
larının yükselişine neden olmak yoluyla on yedinci yüzyılda zir­
veye ulaştı. Bu devrimci çağın bir sonucu, belki de tarihle eşine
rastlanmamış biçi mdeki siyasal kuramlaştırma patlamasıydı.
Siyasal düşünürler, tarihsel deneyimlerine çeşitl i yollardan yanıt­
lar verdiler. Bunlar genel olarak hukuk devleti ilkesinin vazgeçil­
mez olduğunu ve rızanın, mutlakçılıktan demokrasiye kadar her
şeye izin veren çok sayıda ve farklı anlama sahip olmasına rağmen,
devletin yönetilenlerin rızasına dayanması gerektiğini kabul ettiler.
İ ngiltere' nin hastalıklarının yönelimin bilgili ve pozitif eylemleri)'­
le iyileştirilebileceği varsayımını tartışmasız bir öncül olarak al­
mışlardı. Ö ncüllerinin çalışmalarını tamamlayarak, temel amacı
kişilerin ve mülkiyetin güvenliğini ve vatandaşların refahını sağ­
lamak olan kurumsal bir bütünlük olarak bir devlet düşüncesini
sonul amacına erdirdi ler_ Ancak bu aynı zamanda, giderek artan
sayıda kişi için vatandaşların kendi yükümlül üklerine uymasının
kolaylaştırılması söz konusu olduğunda, yönetimin kendi yüküm­
lülüklerini yerine getirmede başarısız kaldığı anlamına geliyordu.
Daha devrimci olan bazı düşünürlerin el lerinde meşru olmayan
yönetime direnme hakkı, daha önceden hayal edi lememiş sınırlara
götürülmüştü, öyle ki, sonunda insan refahını gerçekleştirmeyi en­
gellediği ispatlanabildi ği takdirde, özel mülkiyet de dahil olmak
üzere hiçbir toplumsal kurum, kutsal sayılmıyordu.
Bu bize, on yedinci yüzyıl siyasal düşüncesi ndeki dikkat çeken
bir değişikliği gösterir. Özellikle Thomas Smith tarafından açık
biçimde dile getirilmiş olan, siyasal gövdenin temel bileşenlerinin
tüzel kişilikler değil , bireyler olduğu biçimindeki farklı düşünceye
daha önceden dikkat çekmiştik. Devleti oluşturan ' insanlar" , tekil
bir tüzel kişilik olarak değil , ama bir özgür bireyler 'çokluğu·
olarak kavranmıştır. Sivil toplumu, kendi aralarında yaptıkları an­
laşmalar ve sözleşmelerle kuran da tüzel kurumlar ya da onların
temsi lci leri deği l bireylerdir. Ö ğrencisi Ponet arkadan ne
THOMAS SMITH. JOHN PONET ve RICHARD HOOKl:.R 1 03

geleceğine ilişkin bazı i puçları venniş olsa da. Smith'in siyasal


teorisindeki bu düşünce özel likle radikal dolayımlara sahip değil­
dir. On yedinci yüzyılda bunun gibi bir fi kir, çok uzak erimli
dolayımlarla birlikte. yeni bir bireysel haklar kavramına dönüş­
türüldü.
Bireysel haklar kavramı , hatta doğal haklar kavramı on yedinci
yüzyılda keşfedilmiş değildi. Örneğin doğanın bireylere bahşettiği
ve başkalarının da buna saygı göstennekle yükümlü olduğu,
dolayısıyla bireylerin yaşamları üzerinde belirli bir denetime sahip
oldukları türden bir mülkiyet düşüncesinin çağrışımı çok uzun
zamandır var olmuştu. Kuşkusuz sahipliklerde ya da özel mül­
kiyetteki 'hakların tanınmasının da uzun bir tarihi vardır. Erken
modem dönemdeki çeşitli tarihsel gelişmeler, bi reysel haklar nos­
yonunu güçlendinnek için elbirliği yaptılar. Örneğin ticari etkin­
liğin genişlemesi ve giderek artan karmaşık ticari işlemlerin mül­
kiyet haklarının ve sözleşmeye ilişkin yükümlülüklerin tanımlan­
masında daha büyük bir açıklığı gerektirdi. Bu ' bireyselci ' eğilim­
ler on altıncı yüzyılda Protestanlık ve Protestanlığın, bireysel inanç
sahibinin Tanrı'yla doğrudan ilişkisi hakkındaki ana ilkelerinin
yükselişiyle güçlendirildi. Yine muhtemelen, Francis Bacon' ın
yandaşları tarafından yayılan atomistik doğa teorisi, insan top­
lumuna i l işki n benzer bi r bireyselci görüşü teşvik etti.
Buna rağmen, bireysel haklara ilişkin bu kavramların devletle
ilişkisi nde 'demokratik' haklar olarak düşünmeye başladığımız
şeyi ima ettiği sonucuna sıçramamalıyız. Yöneticilerin devleti
korumak için belirli yükümlülüklerinin bulunduğu, uyruklarının
haklarından sorumlu tutulduklarını öngören teoriler vardı. Ancak
bunun gibi teoriler, örneğin bu tür bir devletin kesinlikle meşru ol­
duğu, çünkü doğal olarak özgür olan bireylerin, haklarını ve güç­
leri ni koşulsuz olarak devlete devrederek, dev leti yaratma
konusunda uzlaştıklarına dayanan bir mutlakçıl ık savunusu ile iliş­
kilendirilebilirdi. Meşru olmayan ya da tiranca bi r yönetime diren­
meye il işkin belirli ' hak' lar ileri süren teorisyenler bile, bu hakları
bireysel haklar nosyonu üzerine değil, 'daha alt düzeydeki yöneti-
ı 04 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSELIŞI " ' SiYASAL TEORi

ci ' nosyonu gibi bel i rli bir görev kavramı üzerine temel lend irme
eğiliminde olmuşlardır. Bu tür direnme hakkı teori leri şöyle bir
inanca dayanıyordu, devlet ve yöneticileri ' i nsanlar' tarafından
yaratıl mış olmalarına rağmen, hiçbir bi rey ya da bireyler ' çokl uğu'
yöneticilere verilmiş olan türdeki bir iktidara sahi p olmamışlardır.
Dolayısıyla ' insanların' , devleti ve onun yöneticilerini yaratmış ol­
duklarının söylenebilmesi, sadece tek bir sesle hareket eden kolek­
tif, tüzel bir kişilik olmasına bağlıdır. Keza bu şu anlama gel ir ki,
'insanlarla' devletin yöneticileri arasında bi r anlaşma var idiyse,
'i nsanlar' bu anlaşmaya sadece resmi temsilcileri aracıl ığıyla taraf­
tılar.
Direnme hakkı, sadece belli kamu görevl ilerinin başkalarına
karşı bir hak iddiasında bulunacakları hak olarak anlaşılmamıştır.
Devlete karşı ileri sürülen, diğer, daha az uç olan ' bireysel ' haklar
da bu ışık altında algılanmış görünmektedir. Dolayısıyla, örneğin
lngiltere'de Magna Carta ( 1 2 1 5), mülkiyete il işkin hak ve İ ngiliz
yasal geleneği üzerinde derin etkileri olan kralın müdahalesine
karşı kişi nin kendi topl umsal tabakasıyla ilişkili olan mahkemede
yargılanması hakkını ileri sürmüştür. Ancak konu burada bile, i l ­
kesel olarak ayrıcal ıklı durumdaki hatta muhtemelen kamu görev­
lisi statüsündeki lordların hakları ve özerk iktidarları idi. Kıta Av­
rupa'sında, Roma hukukunun canlandırılmasının tümleyici parçası .
özel mülkiyet hakkı ve hanelerin dış müdahalelere karşı dokunul­
maz olmasıydı - bu dokunulmazlık, antik Roma'nın patriarkal aile
reisine ( paterfarnil ias), kendi hanesi üzerinde fii li bir egemenl ik,
gerçekte bi r tür kamu görevi veren ilkesinden türeti lmişti.
Avrupa'nın çoğunda siyasal teori ve prati k başından sonuna
kadar, bireysel haklar terimleri yeri ne tüzel iktidarlar ve ayrıcal ık­
lar teri mleriyle formüle edilmeye devam eni. Tıpkı tüzel bütünlük­
lerin devleti oluşturması gibi siyasal haklar da - ve sonul direnme
hakkı - bu tür bütünlüklerde kaldı. Bireysel karın peşinden koşul­
masını ortak yararın bir temeli olarak kabul eden ve sivil topl umun
bir ' bi rlikte toplanmış özgür insanlar çokluğu' ndan oluşturul­
duğunu yazan Thomas Smith ' de ve 'özel insanlara' bi r direnme
THOMAS SMITH, JOHN PONET ve RICHARD HOOKER 105

hakkı bahşeden öğrencisi John Ponet'te önemli bir kavramsal kay­


manın işaretlerini görürüz.
İ ngiltere'de bireysel haklara ilişkin sistematik kavrarnlaştınna
konusundaki sonul atılım, Kral ile Parlamento arasında 1 628'den
1 640'a kadar süren uzun süreli ve sert mücadele sırasında mey­
dana gel miş görünmektedir. Bundan sonraki bölümde tar­
tışacağımız 1 628 yılındaki Haklar Dilekçesi , İ ngiliz halkının içinde
olan her bireyin (özgür insanların), ona, devlete karşı belirli koru­
malar ve hak talepleri sağlayan bazı yasal haklara ve özgürlüklere
sahip olduğunu belirten ilk açık ve güçl ü ortak hukuk kural ının dile
getirilişi olmuş görünmektedir. l 630'1arda Parlamento tarafından
talep edilen bireysel yasal haklar mahkemelerde sınandı ve tipik
olarak ' kişi ve servet ' i n ya da ' kişi ve mülkiyet'in 'temel özgür­
lükleri ' biçiminde özetlenir hale geldi . 1 64 1 ' deki - göreceğimiz
gibi İ ngiliz Devriminin temel bi r anı olan - Büyük İ tiraz'da da bu
haklar, bütün özgür İ ngilizlerin 'yaşamları, özgürlükleri ve servet­
leri ' haline geldi. Son olarak 'özgür doğmuş İ ngilizlerin doğuştan
gelen, neredeyse görünmez biçimde, 'doğal haklara' ; her (erkek)
insan varl ığının (erkek) insanlığı nedeniyle içinde gizil olarak
barındırdığı haklara dönüştü ve bu temel üzerinde popüler 'çok­
luk', benzeri görülmemiş siyasal haklar istedi.
Ortak öncül gibi görünen bu şeyden başlayarak, çeşitli İ ngiliz
doğal haklar sözcüleri, Düzleyicilerin radikal istemlerinden baş­
layarak Hobbes ' un, bir mutlakçılık savunusu olarak, bireysel doğal
haklar fonnülasyonuna kadar çok farklı olan yollarına gittiler. Hat­
ti, Gerrard Winstanley'in ellerinde doğal haklar öğretisi , birey­
lerin özgürlüğünün sadece özel mülkiyetin kaldırılması yoluyla
gerçekleştirilebileceği temeli üzerinde özel mülkiyete bir saldırıya
ve ortaklaşa sahipliğin bir savunusuna dönüştü. Siyasal düşün­
celer tarihinin en verimli ve heyecanlı devrelerinden birini oluş­
turan bu devrimci dönemde, akla gelen her toplumsal ve siyasal
olasılık tartışıldı.
4. 'İngiltere'deki En Yoksul Kişi':
İngiliz Devrimi 'ndeki Siyasal Fikirler

1 947 yılı Eki m'inin sonları ile Ka'iım' ının aşları arasında, içsavaşın
ortasında, Putney Kilisesinde olağanüstü bir şeyler oldu. Olanlar,
kesi nlikle İngiliz tarihindeki en dikkate değer vakalardan biriydi.
Asl ında bu eş�iz bir tarihsel olaydı ve ha.len de öyledir.
Manzara şöyledir: 1 647'ye gel i ndiğinde, Parlamentoyu kralcı­
lara karşı savunmak amacıyla Oli ver Cromwell ve yandaşları tara­
fından oluşturulan, belirgin biçi mde iyi düzenlenmiş ve disipl inli
hale getiri l mi ş bir askeri güç olan Yeni Model Ordu, sadece etkil i
bir askeri makine değil , ama militan bi r siyasal güç olduğunu da
ispatlamıştı. Hedefi sadece askeri zafer deği l , ama aynı zamanda
geniş kapsamlı bi r siyasal reform programıydı. Ordunun üyeleri,
parlamentonun askerlere çoğu kez ödeme yapmayı reddetmesin­
den kaynaklanan kızgınlıkla yönlendiriliyor. çok sayıda kişi de, da­
ha muhafazakar parlamenter oli garşi karşısındaki demokratik mu­
halefet tarafından güdüleniyordu; radikal eğilimleri daha zayıf su­
baylar bile, sırf ordunun birl i ğini ve disipl i nini korumak adına da
olsa daha militan bir duruş beni msemeye zorlanıyordu.
Kendisi önemli bi r siyasal sorun olan ordunun varl ığı, parla­
menterler arasında kemikleşmiş bir çekişme konusu haline geldi.
Askeri radi kal izmden ve sıradan askerlerin oluşturduğu ayaktakı­
mından duyulan korku daha muhafazakar öğeleri Yeni Model ' i n
dağıtılmasını istemeye sürükleyince, Ordu sıkı durdu; Parlamento­
nun dağıtma emrini kabul etmeyi reddederek. bu hamleye tutarl ı
ve radi kal bir siyasal programla karşılık verdi. Büyük ölçüde
107
1 08 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSl:.LIŞI ve SiYASAL TEORi

Cromwel l ' i n damadı Henry l reton 'ın gayretiyle, sadece Parlamen­


tonun yolsuzluklardan ve Ordunun başl ıca muhal iflerinden arındı­
rılmasını öngören bir temizlikten geçirilmesini talep etmekle kal ­
mayıp, Parlamentonun o ana kadar talep ettiklerinin çok ötesine
geçen bir anayasal ve dinsel reform çağrısında bulundu.
Ancak Ordunun Parlamentonun dağı(tı)lma emrine meydan
okuyarak birleşmesinin yarattığı birlik görüntüsü, kendi saflarında­
ki bölünmeleri ve Cromwell 'in subaylarının askerleri n genel kitle­
sini artık güçlükle denetim altında tutabildiği gerçeği ni gizliyordu.
Tarihçiler arasında, Ordunun 1 647'de kralı tutuklamasının gerçek­
ten Cromwell ' i n onayıyla mı gerçekleştiği, yoksa basitçe her şey
olup bittikten sonra, radikallerin Cromwell ve l reton tarafından da
kabul edilen bir eylemi mi olduğu konusunda hala tartışma vardır.
Ordudaki bu içsel bölünmeler, işlevleri ordu üyelerinin çıkar ve şi­
kayetlerini temsil etmek olan kışla ' Ajitatörleri 'nin seçiminde bi­
çimlenmişti. Özell i kle Londra'da, radikallerle yani Düzleyicilerle
bağlar kuranlar bu Ajitatörlerdi. Bunlar kısa zamanda, yalnızca İ n­
giltere'deki yeni rejimin doğasının değil, ama aynı zamanda, su­
baylar ve sıradan askerler arasında dine ve siyasete il işkin en temel
sorunlarının açıkça ve en demokratik yöntemlerle tartışıldığı daha
geniş kapsamlı tartışmaların kanal ı haline geldiler. Ordunun bü­
yükbaşları· ve Düzleyiciler arasındaki bölünme, 'oligarşik cumhu­
riyetçilik' ve 'daha demokratik radikalizm' olarak adlandınlmış
olan şeyler arasındaki özsel ayrılığı simgeliyordu.

Putney'e giden Yol


Sonuç olarak, 1 647 sonbaharında Putney'deki olayın mevcut arka
planı buydu. Parlamentonun Orduyu dağıtma çabaları üzerine pat­
layan krizde, Ordunun 'büyükbaşları ', yani Cromwell ve Ireton · ın
etrafındaki üst düzey subaylar ve Düzleyicilerle ittifak halindeki
Ajitatörler arasındaki çatışma zirveye ulaştı. Radikaller, tarihte bir
ilk olan, devredilemez haklar kavramına dayalı demokratik yöne-
* Büyükbaşlar sözcüğü, Grandees sözcıiğünıin karşılığı olarak kullanılmıştır:
Ordudaki usı dıizey rıilbcl ileri i fade etmektedir. -ç.n.
INGILIZ DEVRIMl'NDEXI SiYASAL FiKiRLER 1 09

t i m biçimine benzeyen bi r yönetim kuracak b i r anayasa taslağı ha­


zırladılar: ' Sağlam ve Acil Bir Barış İçin Halk Anlaşması, Beş Sü­
vari Birl i ği Alayının temsilci leri tarafından öneri lmiş ve Ordunun
Genel Onayını alarak, INGİLTERE 'nin Bütün Özgür AHALİSiNiN
ortaklaşa onayına sunulmuştur' İşte, Putney Kilisesindeki bütün
tartışmanın konusu bu anayasa taslağıydı.
Bu olayın olağanüstü eşsizl iğini abartmak güçtür. Olayın her
şeyin yeteri derecede olağanüstü olduğu bir durumda meydana
geldiği gerçekti r. Yazılı kopya biçimindeki belgesel bir kaydın gü­
nümüze ulaşması gerçekten hayret verici bir tari hsel şanstır. B u
kayıtlar, topl umsal örgütlenme v e siyasal yönetimin en temel bazı
sorunları hakkında, sadece aklın soğuk ışığında deği l , ama aynı za­
manda, tutkuların sıcaklığında yürütülen bi r tartışmayı, katıl ımcıla­
nn kendilerinin renkli ve dokunaklı sözcükleriyle izlememize i zin
veri r. Bu tartışmalar, okul lu fi lozoflar tarafından değil , ama kendi
dilleriyle, çoğu kez de akademisyenlere, rahi plere ve avukatlara
deği l, zanaatkarlara, küçük toprak sahibi çiftçilere, ordu üyelerine
hitaba uygun Düzleyicilerin, siyasal militanların ve teorisyenleri n
dilleriyle konuşan eylemciler ve askerler tarafından yürütül üyor­
du.
Büyükbaşların esas sözcüsü , bi r demokrat değilse bile kesinlik­
le bir devrimci olan, küçük soylular sınıfından birinin oğlu ol up
Cromwel l ' in kızıyla evlenen Genel Komiser Ireton'dır ( 1 6 1 1 -
1 65 1 ). Diğer tarafın en etkili sözcüsü Albay Thomas Rainsboro­
ugh 'dur ( 1 6 1 0-48). Tartışma konuları, sadece farklı anayasal ko­
numlar arasına değil , ama çeşitli sınıf çıkarlan arasına da keskin bir
hat çekti. Sonuç, ne sadece Putney Tartışmalarının içinde yer aldı­
ğı bağlam nedeniyle ne de sadece olağandışı katılımcılar nedeniyle
değil, ama aynı zamanda, konuların özü nedeniyle de di kkat çeki­
cidir. Bu tartışmalar, on yedinci yüzyıl İngiltere'sinin dışında, ta­
rihte emsali ol mayan devrimci düşünceleri dile getiri rler.
Halkın Anlaşması, yöneti min giderek artan oranda yerel dene­
time tabi kılınmasıyla birlikte düzenli ve sık yapılan parlamento se­
çimleri ; oy hakkında bi r genişleme, di nsel hoşgörü, ordu üzerinde
1 10 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSELIŞI ve S i YASAL TF.ORI

demokratik denetim, öşür ve diğer bazı vergilerin kaldırılması vb.


geniş bir anayasal , siyasal ve di nsel konular yelpazesi ne kadar
uzandı. Putney Tartışmalarının en temel siyasal sorunları ortaya ko­
yan böl ümü, oy hakkı reformu üzerinde döndü. Tartışma, si yaset
sorunlarının ötesinde çok daha temelde yatan konulara, gerçeği
söylemek gerekirse, siyasal düzenin temel lerine ve mülkiyet siste­
mine kadar uzandı. Radikal ler, siyasal iddialarını desteklemek
amacıyla, temel insan haklarına ve meşru yönetimin temeline il iş­
kin bazı devrimci fi kirlere başvurdular. En yoksul kişi olsa bile,
İngiltere'deki her insanın, kendi rızası olmadıkça hükümet edilme­
me hakkına sahip olduğunu ve bu hakkın mülkiyete deği l, kişiye
bağl ı olduğunu i leri sürdüler. Bu fikirlere, bu tür argümanları man­
tıksal sonuçlarına ulaştırmanın ardından - sadece yöneti me değil,
ama mülkiyeti n kendisine de - gelecek tehlikeleri gören lreton ve
Cromwel l tarafından keskin biçi mde karşı çıkıldı.
Radikal ler, büyükbaşlarla bir uzlaşmaya varmak amacıyla bazı
öneri leri konusunda karşılıklı ödünlerle anlaşma yapmaya çalıştı­
larsa da, olaylar kısa zaman içinde onları hazırlıksız yakalayacaktı.
Kral kaçtı, bir Düzleyici isyanı bastırıldı ve ordunun disiplini yeni­
den kuruldu. Daha sonra, Cromwel l , en radikal bağlaşıklarını tanı­
mayı reddetti ve l iderlerini · tutukladı. Bundan sonra, Düzleyiciler,
az ya da çok siyaset sahnesinden kayboldular. Ancak temsil etti k­
leri fi kirler, şimdiden onlarla birl i kte kaybolmayacak kadar dev­
rimci bi r kültürün parçası hal ine gelm işlerdi ve Thomas Hobbes ve
John Locke gibi daha ' kanonik' teori syenlerin siyasal fikirlerini
incelediğimizde göreceğimiz gibi , bundan sonraki siyasal tartış­
maların gündemini belirleyeceklerdi.
B u bölümde, Putney Tartışmaları ' nın daha ayrıntıl ı bi r müzake­
resine daha sonra döneceğiz; ancak Tartışmalar ' ı n önemini anla­
mak için geçmişe gitmek ve bu fikirlerin nereden geldiğine, orta­
ya çıktıkları daha geniş bağlama ve daha önce ortaya konmuş dü­
şüncelerle hangi noktalarda farkl ılaşıp karşıtlaştıklarına bakmak
zorundayız.
Biri nci Bölümde, İngiliz tari hinin on altıncı ve on yedinci yüz-
INGIUZ DEVRIMl'NDEKI SiYASAL FiKiRLER 111

yıllardaki bazı temel özelliklerinin, özell ikle, tarım kapital izminin


gelişiminin ve devletin biçimlenmesi sürecinin çerçevesini çiz­
miştik. Şimdi , içinde on yedinci yüzyıl İ ngi liz siyasal düşüncesi­
nin koşullarını belirleyen bu uzun vadeli gelişmelerin yer aldığı ba­
zı yönleri daha ayrıntılı olarak i nceleyebiliriz. Gördüğümüz gibi,
İ ngiliz toplumsal ve siyasal örgütlenmesinin, komşularından ve
özel olarak on yedinci yüzyılda en gelişmiş ve güçlü krallık olarak
görünmüş olması muhtemel olan Fransa'dan farklılaştığı çeşitli
yönler vardı: İ ngiltere çoktan beridir, daha güçlü bir üniter devle­
te sahipken, Fransa·da ' mutlakıyetçi · devlet, bir tüzel kurumlar ve
rekabet halindeki yetki alanları temeli üzerine i nşa edilmişti. İ ngi­
liz toprak sahipleri. giderek artan biçimde, artı-değerin çekilip
alınmasının som 'ekonomik' biçimlerine bağımlı iken, Fransız yö­
netici sınıfı, monarşik devlette köylülerin artı-emeğine yalnızca ki­
ra yerine vergi biçiminde de elkoyma yetkisi veren ve şimdilerde
memuriyeti de içeren, 'ekonomi-dışı ' güçlere ya da ' siyasal olarak
inşa edilmiş mülkiyete' halen önemli boyutta bağımlı idi. İ ngilte­
re'de toprak, geniş toprak sahiplerinin ellerinde daha fazla yoğun­
laşmış durumda ve giderek şiddetlenen olağandışı bir rekabet al­
tında ekonomik kira sözleşmelerine dayalı kiracı çiftçiler tarafın­
dan işlenmekteyken, Fransa'da geniş bir miktarı köylülerin elle­
rinde kalmıştı. On yedinci yüzyılda Fransız tarımı, ha.ten geniş bi­
çimde geleneksel köylü çiftçiliği yöntemlerine bağlıyken, İ ngi l iz
toprak sahipleri, rekabetçi baskılara yanıt vermek amacıyla emek
üretkenliği ni artıracak araçlar bularak, tarımsal 'gel işim· ile gide­
rek daha fazla ilgilenmeye başlamıştı bile.
On altıncı yüzyılda İ ngilizlere 'ye özgü bu koşulların ortaya çık­
masına neden olan gelişmeler, tam anlamıyla birbirini izledi. Daha
önce görmüş olduğumuz gibi, bu silsile, devletin merkezileşmesi
dönemi ve çitleme, tekelleşme ve aşırı kiralarla kiralama gibi pra­
tiklerde ifadesini bulan mülkiyet ilişkileri ni n yeniden düzene so­
kulması ile bu pratiklerle birlikte giden şiddet içeren direnişlerden
oluşuyordu. Bu, yeniden düzene sokma işi, ortak ve mülkiyetin
anlamını yeniden tanımlayan çeşitli yasal ve teorik çabaların eşli-
112 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSELIŞI v e SiYASAL TEORi

ğindeki geleneksel haklara giderek artan saldırıyla birlikte, on ye­


dinci yüzyıl boyunca devam etti.
Devlet ve mülkiyetin gelişiminde belirgin biçimde İ ngilizlere
özgü olan bu yöntemler, hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde özel ça­
tışma türleri nin doğmasına neden oldu ve temel siyasal sorunları
özel biçimlerde tanımladılar. Dolayısıyla örneğin, Fransız köylüle­
ri nin başlıca şikayet konusu vergilendinne i ken, İ ngiliz küçük top­
rak sahipleri daha çok geleneksel haklarını korumakla ilgiliydiler.
Yine, on yedinci yüzyıldaki İ çsavaşta, İ ngiliz yönetici sınıfının mo­
narşiyle çatışmaya ginnesi; on al tıncı yüzyıldaki Fransız Din Sa­
vaşlarındaki gibi rekabet halindeki yetki alanları arasındaki bir
mücadele, ya da bir tarafında merkezileştirici monarşinin ve diğer
tarafında kendi bağımsız iktidarlarını ve ayrıcalıklarını, devlette
kendilerine ait olan bölümlerin, ' parsellenmiş egemenliklerini'
koruyan soylular ya da yerel otoriteler arasındaki bir savaş değil,
çoktandır üniter hale gelmiş olan İ ngiliz devletini denetim al tına
almak için girişilen bir kavgaydı Bu kitabın başından sonuna ka­
dar, bu kendine özgü tarihsel koşulların İ ngiliz siyasal düşüncesi­
nin aynksı kalıplarında yansıtıldığını ileri sürüyoruz. İ kinci ve
Ü çüncü Bölümler'de, on altıncı yüzyılda nasıl böyle olduğunu gös­
teren hususlardan bazılarına dikkat çektik. Örneğin, İ ngiliz toplu­
munun ve İ ngiliz devletinin kendi ne özgü gelişiminde, devletin
içindeki tüzel kurumlar yerine temel bileşenler olarak bireylerin
anlaşıldığı bir siyasal düşünce geleneğini nasıl ürettiğini gördük:
Jean Bodin'in ' kolejler ve tüzel kişil i kleri n i n ' karşısında Bay Tho­
mas Smith ' i n ' birl ikte toplanmış özgür insanlar çokluğunun' bu­
lunması gibi.
Ancak, siyasal fi kirlerle tarihsel koşullar arasındaki bağlantılar
her zaman bu kadar basit ve açık değildir. Örneğin önceki iki bö­
lümde yine güçlüklerin bazılarını örnekleyen ' kanna anayasa' fik­
riyle karşılaştık. İ ngiliz siyasal düşüncesindeki kanna anayasa fik­
ri, yaygın olarak, Jean Bodin gibi bir Fransız düşünürün karma
anayasa türündeki nosyonları reddetme ve bunları, belirgin ve tar­
tışıl maz tek siyasal otorite merkeziyle; tek, bölünmez ve mutlak
INGIUZ DEVRIMl "NDEKI SiYASAL FiKiRLER 1 13

bir 'egemen' iktidarla değişti rme konusunda son derece katı oldu­
ğu bir ı.amanda geçerliydi. Bu durumda, Fransızların belirgin ve
sistematik egemenli k fikrini keşiflerinin aksine, İ ngilizlerin ' kar­
ma anayasa' fikrine bağlılığı, İ ngiltere ' nin değil Fransa'nın daha
üniterleşmiş 'egemen ' bir devlete sahip olduğu sonucunu çıkarma­
mıı.a neden olabilecektir. Ancak, İ ngiliz 'karma anayasa 'sı, monar­
şi ve aristokrasinin, temelde devlet iktidarının müşterek deneti­
minde birleştikleri bir üniter devlet gerçeğini yansıtıyordu. Bu
devlet, müşterek biçimde denetlense de, 'egemenliğin' nitel ikleri ­
ni ı.amanın Fransız devletinin sahip olduğundan çok daha fazla
içeriyordu.
İ ngiltere'de monarşi ile yönetici sınıflar arasında esasa ilişkin
yetki alanları çatışması yaşanmıyor oluşu ve belirgin bir bölünmez
egemenlik fikri dolayısıyla birinin iktidarının diğerinin iktidan üze­
rinde olduğunu iddia etmeye gerek yoktu. Bunun yerine hak.im
olan ' karma anayasa' fikriyle aslında (teorik terimlerle ifade edilir­
se) bugüne kadar Britanya'daki anayasal iktidarın özünün tanım­
lanmasında kullanılan ve daha geleneksel olan ' Parlamentoda
Kral ' formülünde yer alan devletin müşterek denetimini tanımla­
manın bir başka yoluydu. Tam tersi ne Fransız egemenlik fikri,
Fransa 'daki egemenlik gerçeğini değil , ama paradoksal bir biçim­
de daha çok egemenliğin yokluğunu yansıtıyordu. Başka bir anla­
tımla Bodin bu fikri , Fransa'daki parçalanmış devlet gerçekli kleri­
ne karşı muhalefet etmek ve kralın, soylular ve özerk iktidar hak­
ları iddia eden diğer kişiler üzerinde otoriteye sahip olduğu iddi­
asını desteklemek için savunuyordu. Ve bunu, kralın otoritesinin
' halktan ' - ya da daha kesin konuşmak gerekirse, Bodin'in bağım­
sız güçlerini yadsımaya mecbur olduğu soylulardan, yerel yöne­
timlerden, ' kolejler ve tüzel kişiliklerden' - 'kaynaklandığını'n
öne sürüldüğü ve monarşinin de radikal fikirler yığını tarafından
desteklenen bir isyanla sorgulandığı bir ı.amanda yapıyordu.
Aynı paradoks, İ ngiltere ve Fransa'daki yasa kavramlarında da
tekrarlanır: Bodin, egemenliğin özünün yasa yapma iktidarı oldu­
ğunda ve yasanın sadece egemenin iradesinden ibaret olduğunda
1 14 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSELIŞI •e SiYASAL TEORi

ısrar ederken, İ ngi lizler (Birinci Bölüm'de gördüğümüz gibi), eski


çağlardan taşınan geleneğin kendisi olarak ortak yasa kavramları­
na bağlı kaldılar. Parlamentodan yasa yapımı olarak değil, ama da­
ha çok önceden varolan yasaları, muhtemelen bazı gelenekleri ya
da 'zaman dışı akıl 'da var olan yazılı olmayan anayasal ilkeleri
' keşfetme · anlamında söz etme eğilimindeydiler. Ancak on altıncı
yüzyılda, çoktandır Fransa' da olduğundan çok daha fazla bütünle­
şen İ ngiliz yasal sistemindeki Parlamento (ya da Parlamentoda
Kral), gerçekte Bodin ' i n egemen iktidarına çok fazla benzeyen ya­
sama güçlerini içeriyordu. Buradaki önemli nokta, Bodin gibi bir
düşünürün kavramsal yenilikleri, devlet iktidarı üzerinde devam
eden ve prntikte Devrime kadar çözümsüz kalacak olan gerçek ça­
tışmaların en azından teoride çözülebilmesi için can alıcı girişimle­
ri yansıtırken, İ ngiliz yasa kavramı uzun süre karşı çıkılmayan ba­
zı pratikleri tartışmasız olarak kabul etti.
Şu halde, Parlamento ile Kral gerçekten kavga etmeye başla­
dıklarında İ ngiltere'de ne oldu? Temel çatışma konuları neydi ve
bunlar siyasal teoride nasıl ifade edildi? İ nsanlar, krala karşı mu­
halefetlerini nasıl meşrulaştırdılar ve toplumsal çatışmaların altın­
da yatan diğer muhalefet hareketleri , çatışmanın akışı içinde nasıl
teorik açıklama buldular? Biri nci Bölüm'de genelde mülk sahibi
sınıfların monarşiye ilkesel olarak karşı olmadıklarını gördük. Ger­
çekten de bunlar monarşiyi, toplumsal düzensizl i ğe karşı gerekli
bir siper olarak görmekteydi. Kral ile yönetici sınıfların müşterek
projesi olarak kurulmuş bul unan Monarşik devlet, temelde, eşgü­
düm içindeki bir girişim olarak işlemeye devam ediyordu ve yü­
zeye zaman zaman bazı geri l imler çıksa da, Kral ile Parlamento
arasında aşılamaz yapısal çatışmalar görülmüyordu. Gerçekte, bi­
rinin gücü diğerinin iktidarını güçlendinne eğilimindeydi. Bu eği­
lim, geleneksel baskı i ktidarların ı devlete terk eden aristokrasinin
askersizleştiril mesinin ve devletin, aristokrasinin som ekonomik
sömürü iktidarlarının devlet tarafından sağlama alınması ve korun­
ması yollarıyla toprak sahibi sınıfların savunulmasıyla telafi edilen
türden bir pazarlığı içeriyordu.
INGILIZ DEVRIMl'NDEXI SiYASAL FiKiRLER 1 15

Mülk sahibi sınıflar, som ekonomik sömürüye daha fazla ba­


ğımlı hale geldikçe feodal monarşinin geleneksel yöntemleriyle
hareket etmeye devam eden bir devleti de daha az hoşgörüyle kar­
şılayabi lirlerdi. Yönetici sınıf üyelerinin istediği, bugün 'modem '
bir devlet olarak düşünmekte olduğumuz, düzeni sağlayan ve ken­
dilerine ait mutlak mülkiyet haklarını koruyan bir devletti. Bunlar,
kişisel yandaşlarıyla ve hanedanlık gösterişleriyle, kendi ekono­
mik çıkarlarıyla ve kaynaklarıyla feodal soylular gibi davranan
monarkları kesinli kle istemiyorlardı. Başka türlü ortaya konacak
olursa, Fransız tarzı mutlakıyetçi bir monarşi nin toplumsal temel­
leri yoktu. İ ngiliz yönetici sınıf. ekonomik sömürü tarzına dayanır
hile gelmiş olduğundan, sadece özel mül kiyeti koruma amacına
hizmet etmek yerine başka tür bir mülkiyete hizmet eden bir dev­
letten çok az kazanç elde edecekti . Dolayısıyla monarşik devletin
siyasal gelişimi yönetici sınıfın ekonomik gelişiminin gerisinde
kaldığı ölçüde çatışmaların doğması zorunluydu (Bu çatışmalar,
Stuart krallarının i natçılıkları gibi , belirli kralların kişiliklerinden
kaynaklanan ve inkar edil mez önem taşıyan sorunlardan tümüyle
farklıydı).
Akılda tutulması gereken diğer unsur. on altıncı ve erken on ye­
dinci yüzyıl İ ngiltere'sinin, dinsel ve siyasal olmak üzere ayaklan­
malar ve bölgesel kalkışmalar biçiminde çeşitli türlerde dönemsel
düzensizliklerin izlerini taşıdığıdır. Nedenleri değişmekle birlikte
belirl i toplumsal sorunlar; mülkiyetin yeniden düzenlenmesi ve
yeniden tanımlanmasıyla ilişkili olarak daha önceki bölümlerde
tartıştığımız sorunlar, hiçbir zaman yüzeyden çok uzakta olmadılar.
Bütün bunlara, dinsel mezheplerdeki hızl ı bir çoğalma ve devletin
merkezileştirilmesi projesine çok fazla katkı sunmuş, İ ngiliz Re­
formasyonundan beri de, devletin kurumsal ve ideolojik otoritesi­
nin sürdürülmesinde vazgeçilmez bir rol oynamış bir ulusal kilise
olan resmi ki lisenin otoritesi ne açık bir meydan okuma eşlik etti.
Şu halde. İçsavaşın arifesinde dinsel ve siyasal otorite çoktan­
dır tehlike altındaydı. Bu durum, yönetici sınıfı toplumsal düzenin
savunulması konusunda monarşi ile ortaklığına sıkıca yapışmaya
1 16 iSYAN BORUSU. KAPITAUZMNIN YlJKSEIJŞI •e SiYASAL TEORi

yatkınlaştırdı. Parlamento ile Kralın aralarının açılmasına neden


olan olaylardan anlaşılmaktadır ki , mülk sahi bi sınıflar, belirli bir
mesafeye kadar kralla birli kte yol almak istiyorlardı. Halen sınırlar
vardı ve Stuartlar - 1. Charles Parlamentoyu toplantıya çağırmadan
ve tabii ki en küçük bir sınır tanımadan ül keyi tam on bir yıl yönet­
ti ği nde - tekrar tekrar bu sınırları çi ğnedi ler. Parlamentonun onayı
ol madan -özel l ikle de kralı n askeri harcamalarını karşılamak için
- vergi koyma, söylemeye gerek yok ki, halk tarafından özell ikle
hoş karşılanmayan bir davranıştı . Nedenleri ister uzun vadeli ister
anl ık, ister ul usal i ster yerel olsun, ilişkiler sonunda bozuldu ve
bunu savaş i zledi.
Birinci Bölümde söylediğimiz gibi, 1 64 1 'de, Parlamento mut­
lakıyetçi karşıtı programı konusunda neredeyse oybi rli ğiyle aynı
görüşteydi. Ancak şi mdi lerde tarihçiler, önemli sayıda Parlamento
Üyesinin hatta Parlamento Üyelerinin büyük çoğunluğunun, mo­
narşiden genel olarak vazgeçmeye gerçekten istekli olmadığını
vurgulamaktadır. Başka bi r anlatımla, Üyeler, genelde cumhuriyet­
çi değildiler. 1 642 'de, ' kral ve parlamento' için dövüşmek için sa­
vaşa gittikleri nde, bu isteklerini sadece söz sanatı sayarak eleye­
meyiz. Bununla birl ikte, kendi sınıfsal çıkarlarına uymayan Kıta
Avrupa'sı tarzında bir mutlakıyetçi liği hoşgörüyle karşılayamaya­
cakları konusunda da aynı derecede kesindiler. B undan başka, kra­
lı destekleyen eski bir feodal aristokrasi i le i lerici ekonomi k çıkar­
larının peşinden koşulmasını engelleyen prangalarının sökülüp atıl­
masına çalışan yeni bir burjuva ya da kapitalist bir aristokrasi ara­
sında açık bir bölünme de yoktu. Toprak sahibi sınıf, eski formül­
de önerilenden çok daha fazla türdeşti ve eski tarz feodal aristok­
rasiden geriye çok az şey kalmıştı.
Biri nci Böl üm'de, görünürdeki bu ittifaktan bir kralcı parti nin
nasıl doğduğunu ; kralın, kişisel yandaşlarını ve örneği n , kral iyet
tekelleri ayrıcal ıklarından yararlanan eski şirket tüccarları gibi, çı­
karları ayrılmaz biçimde kral ın çıkarlarına bağl ı hale gelmiş mülk
sahibi s ınıfın göreli olarak küçük bölümlerini aşan muazzam bi r
gücü birleştirmeyi nasıl başardığını çok kısaca inceledik. Özel likle
INGILIZ DEVRIMl 'NDF.J<I SiYASAL FlKIRLER 1 17

bir etmene, halkçı çoğunluğun seferber edilmesinin yönetici sınıf


için yarattığı sorunlara vurgu yaptık. Bu, İ ngiliz yönetici sınıfının
duruşundaki ana çelişkiydi: İ ngiliz aristokrasisi, kendisini destek­
lemesi için kendisi ne ait çok küçük bir askeri güce sahipti. Yöne­
tici sınıf, kendi sınıfsal konumunu sürdürmek için artık monarşik
devlete bağlanmak zorundaydı. A ncak bu, Parlamento ve onun
temsil ettiği sınıfın Kralla çatışmaya girdiğinde, yönetici sınıfın, di­
ğer toplumsal gruplar arasında - sadece radikal tacirler arasında
değil, ama zanaatkarlar ve küçük tüccarlar arasında da - bağlaşık­
lar aramak dışında çok az seçeneğe sahip olduğu anlamına geliyor­
du.
Dolayısıyla ayrılma meydana geldiğinde, Krallık ile Parlamen­
to arasındaki ve kral ile mülk sahibi sınıflar arasındaki ortaklığı
beslemiş olan koşulların aynıları, son derece tehlikeli bir istikrar­
sız durum üretti. Halkçı güçlerin seferber edilmesi, özellikle ülke­
nin merkezi ve hem nüfusu hem de ekonomik önemi bakımından
aşırı büyük bir kent olan Londra 'da, muhalefetin kozu haline gel­
di. Ancak bu aynı zamanda, muhalefetin Achilles'in topuğu ' gibi,
zayıf tarafı haline de geldi. Ayaklanmalar ve halkçı kışkırtma, kra­
la karşı savaşta yararlı araçlar olmuş olabilirlerdi, ama bunlar ay­
nı zamanda, yönetici sınıfın hedeflerinin sınırlarını aşma tehdidinde
de bulundular. Topl umsal düzene karşı gerçekten devrimci olan bir
meydan okumanın yarattığı korku, birçok muhalifi kralın kollarına
geri döndürmeye yetip artıyordu bile. Bazı parlamenterlerin Straf­
ford ' un suçlanması ve idamı, Büyük Yakınma vb. olaylar yüzün­
den dehşete kapılmalarında gördüğümüz gibi, bu geri çekilme, sü­
reci en başa kadar geri döndürdü. Bu kalıp, içsavaşın sonraki yıl­
larında radikal tehlike, muhalefetin daha fazla bölümünü giderek
artan oranda parlamenter davadan dönmeye yönelttikçe, defalarca
' Yunan Mi tolojisinde Achilles ( A ntik Yunanda aynı ı.amanda Akhi11-ıtl"'r,:::°2ID
Achilleus) Troya Savaşının kahramanlarından. Homer' in lly·ajjrJl!�lt�ıio
( Hektor dışında) en önemli karakteri ve savaşçısıydı. fisaney
topuğu dışı nda hiçbir yerinden yaralanamazdı . A ncak Achi
çatışmada topuğuna gelen bir okla öldürülmüştü. Bu necl:nHıı.
topuğu. insanın tek ı.ayıf noktası anlamında kullanılmaktadır. '"'fM-
1 18 iSYAN BORUSU: KAPITAUZMNIN YUKSELIŞI •e SiYASAi. lFORI

tekrarlanacaktı. Bu kabuk değişti rmenin sondan bi r önceki aşama­


sı Cromwell ile Düzleyiciler arasındaki çatışmaydı ve Restorasyon
ile son aşamaya varıldı.

İngiliz İçsavaşındaki Siyasal Düşünceler

İçsavaş. sadece askeri bi r çatışma dönemi değil ama aynı zaman­


da, eşsiz bi r entelektüel mayalanma dönemiydi . Otoritenin çökü­
şü, benzeri görül memiş bir siyasal tartışma taşkı nını teşvik ett i .
Nüfus günün standartlarına göre olağand ışı biçimde okuryazardı
ve insanlar, sadece hakim ideoloji lere değil , ama çoğu zaman, ta­
rikat bölgelerinin papazları tarafından genelde vaazlar halinde
sunulan yıkıcı fiki rlere de sürekl i maruz kalıyordu. Geniş bir yel ­
pazedeki konular ve çatışmalar, sadece, bildik ' kanaat önderlerine·
değil, ama sıradan erkek ve kadınlara da hitap eden i nanılmaz sa­
yıda risaleden oluşan literatürde de tartışıldı. Ancak otori teni n çö­
küşü, başka türlü olsaydı, yönetici sınıf hegemonyasının altında ba­
tık kalmış olacak olan şi kayetleri n ve isteklerin yüzeye çıkmasını
açıklamada yeterl i değildir. İngiliz topl umunun ve siyasetinin ken­
dine özgü yapısı, yönetici sınıfın ittifaklara ve halkın seferber edil­
mesine duyduğu özel gereksinim, benzersiz yöntemlerle radikal
düşünceleri gündeme yerleştirdi .
Şimdi, bu çalkantılı dönemde dolaşımda olan çok sayıda siya­
sal düşünceden bazılarına baştan aşağıya doğru bakalım. İngilte­
re ' n i n karma bir anayasaya sah i p oluşu. 1. James ' i n hükümdarlı­
ğından önce geniş bi r kabul görüyordu ve bu fikir, İngiliz siyasal
düşüncesinde geniş bir si yasal yelpazede önemli bir rol oynama­
ya devam etti. Bu fikir, Parlamentonun haklarını Krala karşı savun­
mada kullanılabi l i rd i ; ancak bütün yöneti min, ni hayeti nde yine
Parlamentonun iki kanadı ile bi rlikteki monerk anlamına gelen
' Parlamentoda Kral ' tarafı ndan yayımlanmış yasaya tabi olduğu
biçiminde anlaşıldığı sürece, kralın önemli ve hatta bazı durumlar­
da baskın bi r role sahip olmasını kesi nlikle önlemiyordu. Ne var ki .
gerçekten bil gin bi r kişi lik olan James ' i n bizzat kendisi , yazdığı
Özgür Monarşilerin Gerçek Yasası ( 1 598) adlı kitabında ve başka
INGILIZ DEVRIMl 'NDE.Kl SiYASAL f-1 KIRLER 1 19

yerlerde, kral ların tanrısal hakla yönettiklerini ve herhangi bi r dün­


yevi otoriteye karşı sorumlu olmadıklarını iddia ederek bu fikre
karşı geldi . Ancak o bile, yönetimi üzerinde herhangi bir anayasal
bir sınırlama kabul etmezken. en azından teorik olarak, kral ın mev­
cut yasalara göre yönetmesi gerekti ğini itiraf ediyordu.
Az sayıda İ ngil iz, Kral ın ' m utlak · iktidarları konusunda çok
güçlü ve belirgin bir tavır takınmak istiyordu ve on yedinci yüzyıl­
da, krall ığın egemenliği hakkında, sadece az sayıda kralcı düşünü­
rün daha olumlu iddialar ortaya koyduğu kısa bir dönem vardı.
Bunlardan en meşhuru, düşüncelerini bundan sonraki bölümde
tartışacağımız Thomas Hobbes'tu. Bir başkası, mutlakıyetçi krallı­
ğın en büyük savunusu olan Ataerki adlı eseri, 1 640'ta yazılmış ol­
masına rağmen, ölümünden çok sonrasına kadar yayımlanmadan
kalan Bay Robert Filmer idi. 1 680'de kral ile Parlamento arasın­
daki çatışmaların yeniden başladığı sırada yeniden keşfedilen ve
ilk defa basılan bu eser, mutlakıyetçil i ğe yaptığı saldınsında temel
hedef olarak kendisini seçen John Locke ' un (6. Böl üm . de tartışı­
lacak) meşhur ve acımasız saldırısına uğrayacaktı.
Şimdilik akılda tutul ması gereken tek şey, bu dönemde güçlü
mutlakıyetçi argümanların İngi ltere'de oldukça gözden düşmüş ol­
duğudur. Filmer ve Hobbes ' un her ikisi dahi , kendi farklı tarzlarıy­
la, kralcılar arasında bile genel eğilimin dışında kalmışlardı. Bu ne­
denle İngi lizler, hiçbir zaman, kralda ya da Parlamentoda bulunan
teki l , mutlak, böl ünmez bir egemen iktidarı yerleştirme konusun­
da canlarını fazlaca sıkmış görünmediler. Onlar, uzun zaman bo­
yunca ' karma anayasalarına' kral ile Parlamentodaki mülk sahibi
sınıfların müşterek yöneti mlerine alışık olarak yetişmişlerdi.
Şu halde yönetici sınıf, zamanı geldiği nde krala karşı isyan hak­
kını nasıl savundu? Burada yine Fransa ile İngiltere arasında bazı
ilginç ve anlamlı zıtlıklar bulunmaktadır. Üçüncü bölümde Ponet
ile ilgili tartışmamızda, on altıncı yüzyıl Fransız Din Savaşları sıra­
sında ortaya çıkan ve bir içsavaşa kadar giden. direnme hakkı te­
ori lerinden söz ettik. Bunların en etkili olanları - ki bunlar on ye­
dinci yüzyıl İngiltere'sinde kesi nlikle çok iyi bi liniyordu -
1 20 iSYAN BORUSU: KAPITAUZMNIN YUKSELI Ş I •e SiYASAL TEORi

1 570 '1erde özellikle, bazen 'monarkomaklar' (kral dövüşçüleri)


olarak da adlandırılan. Huguenot I Fransız Protestan 1 düşünürler ta­
rafından biçimlendirilmişti. François Hotman ' ın Francogallia 'sı,"
Theodore B�za 'nın Yöneticilerin Hakları ve Vindiciae Conrra
Tyrannos ( ' Tiranlara Karşı Özgürlügün Savunusu') gibi yapıtlar,
kralın otoritesinin ' halktan ' ; muhtemelen, kral ile halk arasında ya­
pılan bir tür sözleşmeden türemiş olduğunu öngören bazı ilkeleri
ayrıntılı olarak açıkladılar. Kral yetkisi ni aştığında, sözleşmenin
şartlarını çiğnediğinde ve 'hal kın' çıkarlarının aleyhine davrandı­
ğında, halkın silahlı direnme noktasına varan ayaklanma hakkı var­
dı. Benzer argümanlar, daha sonraları Katolik Lig tarafından kabul
edildi. Bodin ' i n, ortaya koyduğu mutlak egemenlik nosyonuyla
çarpışmaya girdiği şey, tam olarak, Huguenot anayasacıları gibi in­
sanların argümanları idi.
' Monarkomaklar ' ın direnme hakkı ile ilgili yapıtları, çoğu kez
modem anayasacılık hareketi nin ve 'halk egemenliği 'ne ilişkin
modem düşüncelerin başlangıcı olarak tanımlanır. Ancak, bildiği­
miz gibi, çoğu şey, Batı siyasal düşüncesinde çok sayıda farklı
amaca hizmet etmiş ve çok sayıda anlama sahip olmuş esnek bir
sözcük olan ' hal k ' sözcüğüyle ne kastedilmiş olduğuna bağlıdır.
Okuyucular, !dönemin Fransız anlayışına göre l bu anlamdaki
' halk'ın, sıradan özel vatandaşlar olmadığını hatırlayacaklardır.
Devletin temel kurucuları bireyler değildi. Devlet, loncalar, mali­
kineler, şehirler ya da kasabalar gibi tüzel kişiliklerden (Bodin "i
hatırlayın) oluşuyordu. ' Halk' da, siyasal otoriteyi , ne bireyler ne
de bir bireyler 'çokluğu ' olarak deği l, kolektif, tüzel bir kişi lik ola­
rak el inde tutuyordu. Dolayısıyla ayaklanma hakkını elinde tutan.
halkın tüzel temsilcileri (ya da 'daha alt düzeydeki yöneticileri · )
olan soylular, yerel yöneticiler ve kamusal konseylerdi. B u kuşku­
suz, büyük oranda Katolik olan bu ülkede, en azından merkezile-
'
Kitabın tam adı Franco-Ga/lia Or, An Accoıını of ıhe Ancient Fru Sıaıe ııj
France, and Mosı Oıher Parts of Eıırope, Before ıhe loss of Their Liberıie.ı
( Franco-Gallia ya da Antik Öz.gür Fransız Devletine ve Özgürlüklerini Kuv­
beımeden Önce Avrupa 'nın Diter Çotıı Bölümüne ilişkin Bir inceleme)' dır.
INGILIZ DEVRIMl "NDEKI SiYASAL FiKiRLER 121

şen monarşinin feodal beylerin v e yöneticilerin yetki alanlarıyla


çatışmaya başladığı bir zamanda, Protestanların fikirlerinin, aynı
anda hem dinsel hem de siyasal olan bir savaşta çok sayıda şehir
soylusunu ve yerel yönetim görevlisini nasıl cezbettiğini açıklama­
ya yardımcı olur.
Diğer bir anlatımla, bu gibi fikirler, daha sonraları başkaları ta­
rafından edinilmiş ve daha demokratik amaçlara uygun olarak ge­
liştirilmiş olmalarına ve sonradan önemli anayasal , sınırlı ve so­
ruml u yönetim ilkelerini oluşturmalarına rağmen, bunlarda, özel­
l ikle demokratik ya da 'modem' hiçbir şey yoktu. Bu fikirlerin
kökleri, bağımsız beyliklerin iktidarlarını kabul eden daha eski, or­
taçağ il kelerinde yatıyordu ve halk egemenliğine ilişkin Huguenot
doktrini, sıradan vatandaşların demokratik haklarını savunma ko­
nusuyla, merkezileşen bir devletin tecavüzlerine karşı feodal ikti­
darları, ayrıcalıkları ve yetki alanlarını savunma konusuyla oldu­
lundan daha az ilgiliydi.
Sonraki yüzyılda, İ ngilizlerin monarşi ile aristokrasi arasındaki
karşılaşma deneyimleri sırasında, Fransız denkleri tarafından yayı­
lan fikirler, kral muhalifleri için kesinlikle erişilebilir durumdaydı;
ancak bu muhafazakar biçimiyle bile, ' halk egemenliği ' doktrini,
ilk aşamada tercih ettikleri ideolojik strateji değildi. Gerçekte, par­
lamenter davanın ilkesel teorisyenleri en azından İ çsavaşın ilk yıl­
larında, halk egemenli ği doktrinlerini fiilen reddetti ler. Parlamen­
tonun egemenli ği ilkesini savunma ve Parlamentoda Kral ilkesini ,
belirgin bir parlamentonun üstünlüğü ilkesiyle değiştirme konu­
sunda bile son derece gönülsüz göründüler.
B unun niye böyle olması gerekmişti? İ ngilizlerin kavgası Fran­
sızlarınkinden farklıydı. tekrar etmek gerekirse İ ngilizlerin savaşı,
birbirleriyle rekabet halindeki yetki alanlarının ve parçalı egemen­
liklerin savaşı değildi. Bu, monarşik bir devleti birleştirme ve tü­
zel parçaları, tek bir kemer altında toplayan egemen iktidarla de­
liştirme çabasına karşı. belirli tüzel kişiliklerin ve ayrıcalıkların
kendi özerkliklerini savunma davası değildi. Kral ve Parlamento­
nun birlikte oluşturdukları birleşmiş bir egemen devlet zaten mev-
1 22 iSYAN llORllSll KAPITALIZMNIN YlJKSELIŞI "' SiYASAL TEORi

cuttu ve Parlamento. kral ın karşı iddialarına karşı. onu. ortaklıkla­


rını çiğnediği. bi leşi k egemenl iklerini ihlal ettiği konusu nda suçla­
yarak, kendisine ait · halk· egemenliği kavramını i leri sürmüyordu.
Parlamento, kral i le yönetici sınıf arasındaki gerginliğin tırman­
dığı içsavaşa öncülük eden dönemde, 1 628 'de İngiliz anayasasının
köşe taşlarından biri olarak günümüze ulaşmış bulunan Haklar Di­
lekçesini ortaya koydu. İngiltere 'de kral ile yönetici sınıflar arasın­
daki çatışmanın ayrıksı nitel iği, bu belgede ve bu belge etrafında
Parlamentoda dönen tartışmada pek güzel bir biçimde yakalanmış­
tır. B i ri nci Böl üm 'de, bu Dilekçenin ortaya çıkmasına neden olan
konuların ve Dilekçenin oluşturmayı amaçladığı ilkelerin çerçeve­
sini çizmiş ve Üçüncü Böl üm 'de, Dilekçenin bir bi reysel haklar
kavramının gel işimi açısından çok önemli bi r kilometre taşı oldu­
ğunu söyl emiştik. Şi mdi Di lekçenin önemine ve dolayımlarına bi­
raz daha yakından bakabi liriz.
Dilekçe, kuşkusuz Parlamentonun bazı hakları olduğunu il eri
sürüyordu, ancak , kendi sini bir parlamenter egemenlik bildirisi
olarak deği l , ama ' uyrukların hakları ve özgürl ükleri ' ile i l gi l i bi r
demeç olarak sunuyordu. Başka bir anlatımla. rekabet eden yetki
alanları ya da egemenliklerle ilgili olmaktan çok, bütünleşmiş yet­
kisi tartışmasız kabul edilen bir devlete karşı vatandaşın (ya da uy­
ruğun) haklarıyla ilgilidir. Bel i rl i bir lortl uk türünün diğeri ne karşı
hakları ya da daha alt düzeydeki lordların daha büyük lortlara kar­
şı ya da 'daha alt yöneticilerin ' prenslere ya da krallara karşı iddi­
alarıyla ilgi lenmeyen farklı bir tür anayasacılığı temsi l eder. Daha
çok birey i le devlet arasındaki il işkilere il işki ndi r ( Her ne kadar
konuyla en doğrudan ilgili olan bireyler mülk sahibi sınıfların üye­
leri de olsalar).
Bu konuda Parlamentodaki tartışma da açıklayıcıdır. Avam Ka­
marası nın Dilekçeyi kabul etmesinden sonra. Dilekçe Lortlar Ka­
marasına gittiği nde, burada Dilekçe ' ye 'egemenl ik gücünün böy­
lece bütünüyle Majestelerinizde kalacağına inanıl mal ıdır' i baresi ­
nin eklenmesini öngören bi r önerge vardı. Bu değişikliği öneren­
leri n. Dilekçedeki istekler ile kraliyet iktidarının uygulanması ara-
INGILIZ DEVRl 1'>11" NDEKI SiYASAL FiKiRLER 1 2J

smda bir uyumsuzl uk görmemiş olmaları muhtemelen yeteri nce


anlaml ıdır. Ancak bundan da il ginç olanı. bi r parlamento üyesinin
önerilen ibareye karşı Parlamentonun iki kanadı arasında yapılan
bir konferansta ileri sürdüğü iddiadır. S i r Henry Marten huzursuz
ve kızgın bi r edayla, ' bayağı' çokl uğun, kutsal egemen güce karşı
fazlaca dostane olamayabi leceği ni söylüyordu. · su di lekçenin çok
sayıda elden geçeceğini · söyleyerek şöyle devam ediyordu: İnsan­
lar,
egemen iktidarın ne olduğu kapsamının büyükliiğü; kökeninin nereden
geldiği. sınırlarının nerede bittiği vb. [hakkında ! çok sayıda meraklı ve ha­
raretli sorularla bitmek tükenmek bilmez ve yararsız tartışmalara dala­
caklardır. . . . Egemen iktidar, bayağı oturumlarda ve tartışmalarla kutsal­
lıktan çıkarıldığında değil, gizli bir hiırmetle baş tacı edildiğinde en üst de­
ğerine ulaşır.

Bu Marten için, bi r belagat taktiği olmuş olabi l i rdi , ancak yöneti­


ci sınıfın tutumunu çok iyi anlamıştı: Egemenlik hakkında ne kadar
az şey söylense o kadar iyiydi. Konuyu bu kadar öne çıkarmanın
gereği var mıydı? ' Bayağı' olanların egemen iktidarın kaynakları,
alanı ve sınırları hakkında münasebetsiz sorular sormaya başlama­
sına neden izin veri lsindi? Meseleyi kurcalamamak gerekirdi. s�
nunda lordlar denileni yaptılar ve Dilekçe bu sıkıntı verici ibare ol­
maksızın geçti.
Bu olayın tümü son derece açıklayıcıdır. Bize yönetici sınıfların
tutumu ve Kralla il işkileri hakkında çok şey söyler. Yönetici sınıf­
ların kesinlikle şikayetleri vardı, ama Kral ile olan ortakl ıkları ve
egemenlik konusunun açıklığa kav uşturulması konusunda güçlü
bir gereksinim hi ssetmeden devletle paylaştıkları müşterek rol k�
n ularında, görünüşe göre, kendileri nden yeterince emindi ler. Bu­
nun yanı sıra, Parlamento ile Kral ı ayıran konular ne ol ursa olsun,
Parlamento ile Kral sadece ' karma anayasa 'da deği l, aynı zaman­
da ' bayağı' olana karşı ol uşturdukları ortak cephede de birleşmiş­
lerdi.
Bu bize. parlamenter l iderlerin ve düşünürlerin halk egemenli­
ği doktri nine başv urmaları konusundaki isteksizlikleri ni açıklama-
1 24 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN Y l JKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

da yardımcı olabilecek bir başka etmeni getirir. Kendi askeri baskı


ve zor gücünü mali kaneler ve tüzel kişilikler için saklı tutma seçe­
neğine sahip olan bazı Fransızlar direnme hakkı eklemlendiler.
Ancak aynı hak, İ ngi ltere'deki ' hal k ' için i leri sürülseydi ne olur­
du? Kurucu bi ri mleri , ' kolejler ve korporasyonlar' olmak yerine,
'özgür bir i nsan çokluğu ' olduğu düşünülen bir devlette, bu hak ne
anlama gel irdi? Tüzel i ktidarların merkezileşmiş bir devlete yol
vermiş oldukları bir yerde; birey ile devlet arasındaki aracı kurum­
ların zayıflatıl mış olduğu bir yerde; bireylerin ve onların özel mül­
kiyetlerinin ' ekonomi d ışı' güçlerden ve kimliklerden ayrıl mış ol­
duğu bir yerde, bu hakkın dolayımları ne olurdu?
Sorunun yanıtının bir böl ümünü daha önce incelediği miz,
'özel ' bireylere bir direnme hakkı bahşeden John Ponet ' i n yazdık­
larında görmüş bulunmaktayız. Ancak eğer hakların, bireysel hak­
lar olduğu ve tüzel ayrıcalıklar ve güçler olmadığı ileri sürül üyor­
sa, bu haklar nerede sona erecekti ? Bir bi rey, di ğerinden nasıl ayırt
edilecekti? İ nsanlar (ya da erkekler), her biri, bir hiyerarşik ayrıca­
lıklar sistemi içinde açıkça ayrılmış yerleriyle birl ikte, kendi tüzel
kimliklerine göre tasnif edilmek yeri ne, siyasal eşitler olarak mı
tanımlanacaktı? Di renme hakkının tehlikeli biçimde genişlemesini
önleyecek şey neydi? Direnme hakkı, mali kanelerde ve korporas­
yonlarda değil de, kişilerde bulunuyorsa, bütün haklar düşüncesi­
nin elden gitmesini önleyecek olan şey neydi? Bir olasılık, kuşku­
suz, mülkiyete, kurallara bağlanmış tüzel konumundan ya da ayrı­
cal ıklardan farklı olarak, siyasal bir anlam il iştirrnekti. Bu anlam,
kuşkusuz i l işti rildi. A ncak tümüyle niceliksel olan mülkiyet ölçü­
tü, niteliksel olan ayrıcalık ve rütbe farkl ılıklarından, tehlikeli bi­
çi mde daha esnekti. Bu durumda halk çoğunl uğu tarafından bir di­
renme hakkı talep edi lecek miydi?
1 642 'de parlamentonun ana akımının krala karşı muhalefetini
meşrulaştırış şekl i bir ölçüde muğlaklaştı. Parlamenterler, halkın
bir i syan hakkı olduğunu çok fazla i leri sürmektense, isyan edenin
kral olduğunu, dolayısıyla da, Parlamentonun, anayasayı ve Kral
ile Parlamento arasındaki geleneksel dengeyi onarma görevine sa-
INGILIZ DEVRIMl 'NDE.XI SiYASAL FlKIRLER 1 25

hip bulunduğunu ileri sürme eğilimi nde oldular. Gerçek cumhuri­


yetçiler, - kesinlikle bugün anladığımız anlamda, yani ilkesel ola­
rak monarşiye karşı doğal bir karşıtlık anlamında cumhuriyetçilik
- 1 648'de, çatışma açıkça geri dönülmez bir noktaya ulaşıncaya
kadar büyük oranda gizli kaldılar.
Buna rağmen, en dikkate değer olanı Henry Parker' ın Majeste­
lerinin Yakın Z.amanda Verdiği Bazı Yanıtlar ve Yaptığı Açıklama­
lar Üzerine Gözlemler ( 1 642) adlı eseri olan, bir parlamenter ege­
menlik teorisi oluşturmaya yönelik erken birkaç girişim de bulun­
maktaydı. Parker, ' iktidarın köken bakımından halka içkin olduğu­
nu' ve kraliyet otoritesinin sözleşmeler ve anlaşmalar aracılığıyla
bu orijinal kaynaktan türediğini i leri sürdü. Ancak, Fransız diren­
me teorisyenleri gibi, Parker da kafasında haJen, halkın krala üstün
olmasını sağlayanın, sadece bu kolektif olma durumu olduğu zemi­
nine dayalı , tüzel bir bütünlük anlamındaki bir 'halk' kavramına
sahipti. Dolayısıyla, ' hal k ' , güçlerini sadece anayasal temsilcileri
aracılığıyla kullanabilirdi. özellikle de, halkın bir kez kendisini
temsil edecek bir Parlamentoyu oluşturduktan sonra, orijinal ikti­
darını geri isteyemeyeceğini savunuyordu. Halkın çıkarını gözet­
mek ve halkın özgürlüklerini ihlal ettiğinde krala karşı direnmek
Parlamentoya kalıyordu. Parker, monarşinin kaldırılması isteminde
kesinlikle bulunmadı ve karma anayasa diliyle ya da Parlamento­
da Kral ilkesiyle konuşmayı sürdürdü; ancak, halkın temsilcisi ola­
rak son sözü Parlamentoya verdi. Parlamentonun ' kral ı terk ede­
meyeceğini, ancak krallık sıkıntı içinde olduğunda kral tarafından
terk edilebileceğini; parlamento üyelerinin sıkıntının nedenlerini
değerlendirebileceklerini, sıkıntıyı giderebileceklerini ve temsil sa­
yesinde devletin gövdesi sayılmaları gerektiğini ' savunuyordu.
Bu argüman, İ ngiltere'de, Fransa'da olduğundan daha riskli
görünmüş olabilirdi, çünkü burada tüzel bir bütünlük anlamındaki
halk nosyonu, bir bireyler çokluğu anlamındaki halk fikrine geçit
vererek. zaten hem teori hem de pratikte zayıflamıştı. Bu, kralcıla­
rın, Parlamento krala karşı ayaklanabilirse, benzer biçimde, halkın
da Parlamentoya karşı ayaklanmasını önleyen hiçbir şey bulunma-
1 26 iSYAN BORUSU: KAPITAUZMNIN Y UKSEUŞI •< SiYASAL TEORi

dığını iddia ederek Parker'ın argümanına karşı çıkmalarının nedeni­


ni açıklamaya yardımcı olabilir.
Parker' ın parlamenter egemenliğe i lişki n sav unusu, i leri gelen
bazı parlamentocular için bile çok aşırıydı. Uzun süredir ' uyruk' la­
rın özgürlükleri ' ve Parlamentonun hakların savunucusu olarak bi­
linen seçkin avukat John Selden ' i n ( 1 584- 1654) Parker'ın ilk
önennesine karşı çıkışı, bu düşünceye verilmiş bir yanıt gibi görü­
nüyor. Selden, 1 640'ların başlarında yazılmış, ancak 1 689'a kadar
yayınlanmamış eseri Sofra Sohbetinde halk ile yöneticileri arasın­
da yapılan ' sözleşmeler'in dolayımlarını inceler. Uygulanmaya el­
verişli olmaktan çıktıklarında desteğimizi çekebilseydik, sözleş­
melerin hiçbir anlamı olmayacağı konusunda ısrar eder. ' Daha son­
radan ortaya çıkabilecek herhangi bir rahatsızlık durumunda söz­
leşmelerden çekilebileceğimizi bir kez kabul ettiğimizde, tutmak
zorunda olduğumuz herhangi bir taahhüdümüz yok demektir. Eğer
sana bir at satarsam ve taahhüdümü yerine geti nnekten hoşlan­
mazsam, atıma yeniden sahip olacağım demektir. ' Aynı sözleşme
kuralı gereği , bir bütünlük anlamındaki insanların, kraldan daha
büyük oldukları, kabaca söylenirse geçerli olamaz. Çünkü kralı ya­
ratan halk, onu yaratmış olmasından dolayı, ondan daha büyük de­
ğildir - tıpk.J sana tüm servetimi verdi kten ve kendimi yoksul bı­
raktıktan sonra senden daha büyük ve daha zengin olmadığım gibi .
Eğer seni daha büyük yapmışsam, sen daha büyük kalırsın. Sel­
den ' i n arkadaşı Thomas Hobbes da söz konusu argümanları kulla­
nacaktı; ama tümüyle mutlak krallık savunusunda.
İ çsavaştaki cumhuriyetçiliğin kökenine gelince, bazı önemli ta­
rihçiler, cumhuriyetçilerin, egemen parlamenter düşünce karşısın­
da küçük bir azınlığı temsil etmekten öteye gidemedikleri konu­
sunda ısrar ederler. Başkaları Amerikan Devrimindeki etkisini hiç
saymazsak, on sekizinci yüzyılda esaslı etkisi olacak olan 1 640'1a­
rın sonlarında ortaya çıkan, önemli bir · cumhuriyetçi' düşünce kit­
lesine işaret ederler. Ancak 'cumhuriyetçilik· kavramı ile neyin
kastedi ldiği her zaman açık değildir. Kesin olan şudur ki, 1 640'1a­
rın sonlarında, parlamentonun tam üstünlüğünü ve Kral ile Lorular
INGILIZ DEVRIMl 'NDE..K I SiYASAL FiKiRLER 1 27

Kamarasının iktidarına ciddi sınırlamalar geti rilmesini savunan ba­


zı i leri gelen radikaller ve hatta monarşinin kaldırılmasını destekle­
yen kişiler vardı. Ancak, o dönemde cumhuriyetçilik olarak adlan­
dırılan kamp, bir bütün olarak monarşi karşıtı değildi . Bu anlamda
Cumhuriyetçiler. kanna anayasanın savunucuları olabi lirdi ve hat­
ta bel i rl i türdeki anayasal monarşiyi bile kabul edebil i rlerdi. Hat­
ta Azil programının başansızlığa uğramasından sonra, vatana iha­
netten dolayı suçlanacak olan büyük cumhuriyetçi Al gemon Sid­
ney ( 1 622-83 ). ölümünden sonra l 698 'de yayınlanacak olan ve
ölümüne neden olan Yönetime İlişkin Söylevler adlı elyazmasında
devrime çağrı yaparken bile kanna bi r anayasadan söz etmeyi sür­
dürüyordu. 'Cumhuri yetçilik' terimi, bazen, bir yurttaşlar topl ulu­
ğuna, 'yurttaş erdemi ' ne ve siyasal otori tenin, yurttaşlar topl ulu­
ğuna hesap verebi lirl i ğine güçlü vurgu yapan siyasal teorilere gö­
re, monarşi karşıtı olmayan bağlamda kullanılır. B u spesifik olarak
lngiltere bağlamında, ' klasik cumhuriyetçilik'in daha az radikal
olan parlamenter akımları gölgelediği noktada, herhangi bi r yöne­
timin Parlamento gibi temsi li bir kuruma karşı hesap verebi lirliği
anlamına gelebi lirdi.
Her durumda şurası açıktır: Bütün mesafeyi katetmek, monar­
şiyi kaldırmak ve belli bir tür ' hal k egemenliği ' ni ilan etmek iste­
yen cumhuriyetçi parlamento üyeleri bile, bir elle venniş oldukla­
rını diğer elle geri almak eği limi ndeydiler. Bunlar, genel olarak,
'hal k egemenliğini ' Parlamentoya yerleştirdiler ve egemenliği .
Parlamentoyu seçme hakkına i l işkin olarak geti recekleri sınırlama­
lar konusunda hiçbir şey söylemeyecek olan dışarıdaki ' halk'a
vennediler. Aşırı kriz anlarında iktidarın çoğunl uğa başvunnasına
cevaz verilse bile, bu geçerliydi - tıpkı Cromwell ' i n , üyeleri nin sa­
vaşmasına izin verdiği, ama oy kul lanmasına izin vennediği halk­
çı bir orduyu seferber etmesi nde olduğu gibi. Henry lreton 'ın ken­
disi , bu radi kal , ama demokrat ol mayan karışımın içi ndeki bir
cumhuriyetçiydi. Bu nokta tam da, Düzleyiciler gibi radikallerin
sadece Parlamento için deği l , ama çoğunluk için de ve sadece aşı­
rı olağanüstü durumlarda değil , ama olağan siyasal yaşamda da
1 28 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNI N YUKSELIŞI •c SiYASAL TEORi

egemenlik isteminde bulu narak bu ol i garşik cumhuriyetçilerle


olan ortaklıklarından aynlmalarının nedenidir.
En öneml i cumhuriyetçi teorisyen James Harrington ( 1 6 1 1 -
77), Okyanusya Devleri (Cromwel l 'e adamıştJr) adl ı eserinin ya­
yınlandığı 1 656'dan sonraki yıllarda, monarşinin restorasyonuna
muhalefet etmiş ve bu yüzden 1 66 1 'de hapse atılmıştı. A ncak,
böyle içtenlikli radikal bir cumhuri yetçi bile bizi m anladığımız ya
da hatta Düzleyicilerin anladığı anl amda zorunlu bir demokrat de­
ğildi. Okyanusya 'da, Harrington siyasal ve ekonomik iktidarlar
arasındaki bağlantJlar hakkında önemli gözlemler yapar. S iyasal
iktidar, gıda arzının denetimine dayandığı ölçüde, toprak mül kiyeti
üzerine temellenir. Bu gözlem, bazı bakımlardan iki tarafı keski n
kılıçtır. Bu bir taraftan , en azından İngi ltere'de olduğu gibi topra­
ğın, artJk feodal soyluların elinde olmadığı, ama geniş oranda halk
tabakası arasında bölüşüldüğü yerlerde, Harrington 'ın temsili ku­
rumların üstünlüğüne i l işkin iddialarının temelidir. Bu i l ke, mülki­
yetin daha genişçe ve eşit biçi mde böl üşülmesi gerektiği ve böy­
lece vatandaş ol maya uygun i nsan kitlesi nin genişletilebileceği ya
da en azından, göreli olarak geniş bir siyasal iktidar dağılımı sağ­
lamak için, toprağın edinilmesi ve miras bırakılmasını düzenleyen,
toprak sahipli ğinin Harrington ın önermiş olduğu türde tarım ya­
·

saları aracılığıyla, istikrara kavuşturulması gerektiği anlam ına gele­


cek biçimde de ele alınabilirdi. Bu tür düzenlemeler de, İngilte­
re 'de sürmekte olan toprak mülkiyetinin artan temerküzünün tam
karşıtı olarak anlaşılabi l irdi.
Diğer taraftan, aynı ilkeye dayanarak, Harrington, vatandaşlı­
ğın sadece ' kendi başlarına yaşayabilecek kadar araç-gerece' sahip
olanlara ait olması gerekti ği konusunda son derece ısrarl ıydı. Bu
da, mülk sahibi olmayan ya da geçimlerini sağlamak amacıyla
başkaları için çalışmaya bağımlı olan esaslı sayıdaki i nsanın dışlan­
ması anlamına geliyordu. Harrington, az çok ütopik sayılabi lecek
Devletinde bile, sayıları sınırlanabilecek olmasına rağmen, hiçbi r
zaman bu tür insanların tümüyle yok edi l mesi ni hayal etmedi. Çok
sayıda i nsan , Harrington 'ın zamanındaki İ ngi ltere'nin gerçek dün-
INGILIZ DEVRIMl "NDEKI SiYASAL FİKiRLER 1 29

yasında bu türden Haningtoncı ilkelere dayalı olarak tam vatan­


daşlık haklarından dışlanacaktı. Bu cumhuriyetçilik biçimi ve as­
lında Henry lreton'ın cumhuriyetçiliği ya da Cromwell'in yöneti­
mi altındaki fiili Commonwealth rejimi de, Düzleyiciler gibi i n­
sanların ölçütleriyle ha.len kesinlikle demokratik olmamakla bir­
likte, yine de, daha önceden varolandan ya da kendilerinden sonra
gelecek olandan anlamlı biçimde daha radikaldi.

Düzleyiciler ve Putney Tartışma/an


Yıkıcı olasılıklarından korkan ve halk egemenliği nosyonuna baş­
vurmak konusunda isteksiz davranan Parlamenter l iderlerin kor­
kuları kısa zaman içinde haklı çıkacaktı. Savaş ve halkın seferber­
liği, kaçınılmaz olarak, Pandora'nın kutusunu açtı. Dünya, Dev­
rimci süreç boyunca gerçekten de ' başaşağı döndürülmüştü. ' En
radikal demokratik doktrinleri ve hatta özel mülkiyetin kendisinin
kaldırılmasını içeren ve buralara kadar uzanan geniş bir yelpazede­
ki çeşitli gruplar (bu gruplarda dinsel ve siyasal fikirler, her za­
man, birbirinden ayrılamaz durumdaydı), siyasal otoriteye ve ege­
men mülkiyet sistemine meydan okurken, radikal dinsel mezhep­
ler, kilise hiyerarşisinin en temel bazı ilkelerine ve hana gelenek­
sel toplumsal ahlaka karşı çıktı.
Düzleyiciler, kuşkusuz bu gruplardan en meşhur olanıdır. Ba­
zen yapıldığı gibi onları ilk modem siyasal parti olarak adlandır­
mak yanıltıcıdır; ancak bu ad altında faaliyette bulunan düşünürler
ve eylemciler, oldukça geniş bir yelpazedeki görüşleri temsil et­
meleri ne rağmen kesinlikle diğerlerinden daha iyi örgütlenmişti.
Bu adın yüzyılın başlarında, çitleri , parmaklıkları, ya da duvarları
'düzleyerek' , çitleme gibi uygulamalara karşı başkaldıran insanla­
rı tanımlamak için ortaya çıktığı görülmektedir; ancak terim, gide­
rek artan biçimde, özel mülkiyeti eşitlemeyi ya da 'düzleme'yi ,
daha doğrusu kaldırmayı bile isteyen bazı radikalleri suçlamak için
aşağılayıcı anlamda kullanıldı.
Genellikle, en önemli Düzleyici yazar sayılan John Lilbume
( 1 6 1 5 -57), hiçbir zaman özel mülkiyeti yok etme eğilimi göster-
1 30 iSYAN BORUSU. KAPITAIJZMNI N YUKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

memiştir. Bu durum, 1 630'dan 1 636'ya kadar toptancı bir giyim


tüccarının yanında çıraklık yapmış, daha sonraları ticaret yaptığı
alanlarda yürüttüğü ticaret gi rişimi tekeller tarafından engellenmiş
olmasına rağmen. muhtemelen kendisi de 'orta halli ' bir tüccar ol­
maya yönelmiş bir adam için şaşırtıcı değildir. Yaklaşık sekiz risa­
lede, sürekli olarak, genellikle ' yaşam, özgürlük ve servet' başlığı
altında halkın haklarını savundu. Radikalizmi , kral ya da Parlamen­
toya karşı halk iktidarına her şeyin üstünde yaptığı vurgudan iba­
rettir. Strafford'ın suçlanarak yargılanmasını istemek üzere sokak­
ları dolduran Londra'daki kalabalığın önderlerinden biri olan Lil­
bume, kariyerinin geriye kalanını İ ngiltere'nin 'antik' hak ve öz­
gürlüklerini, halkın, tiranlık ve keyfi yönetime karşı özgürlüğünü.
vicdan özgürlüğünü, yürürlükteki hukuka uygun olarak mahkeme­
lere başvuru yapma hakkını vb. savunmaya harcadı. 1 638 'de yasa­
dışı kitaplar basmak ve dağıtmaktan dolayı cezalandırıldı ve kilise
yönetimini suçlayarak durumunu daha da kötüleştirdi. Bundan
sonra, vatana ihanetten dolayı üç defa yargılandı ve 1 645 ile 1 652
arasında yedi kez hapse atıldı. 1 652'de, yolsuzl uğa karşı muhalefe­
ti ve kralcılar kadar Cromwell tarafından da hoş karşılanmadığı
bel li olan siyasal ve dinsel hürriyetler konusundaki ısrarlı talepleri
yüzünden yaşam boyu sürgüne gönderi ldi. Lilbume, sürgün emri­
ne karşı gelerek İ ngiltere'ye döndüğünde vatana ihanetten yargı­
landı; suçsuz bulundu ama yine de hapse atıldı. Hayal kınklığına
uğramış diğer birçok radikal gibi, Quaker mezhebinin bir üyesi ol­
du, birkaç yıl sonra öldü. Ancak Lilbume, hürriyetin savunulması
konusunda verdiği uzun süreli ve cesur mücadele boyunca, hiçbi r
zaman kendisi gibi insanları zengin ve yoksul arasındaki bütün
farklılıkları kaldırmayı ve ortak mülkiyeti geliştirmeyi amaçlamak­
la suçlayan düşmanlarının kastetti kleri anlamda bir 'düzleyici · ol­
madı.
Li lbume, özel mülkiyet hakkını tartışmasız bir olgu olarak ka­
bul eden istisnai biri de değildi. Bu durum, İ çsavaş sırasında etkin
olan ve şimdi Düzleyiciler olarak bildiğimiz insanların genel özel·
li ğiydi. İ leride göreceğimiz gibi, aslında onların mülkiyete ilişkin
INGILIZ DE::V RIMI 'NDE.KI SiYASAL flKIRLER 131

görüşleri - diğer adlarıyla Kazıcılar I Diggers ] diye de bi li nen -


kendilerini daha radikal bazı eylemciler ve mülkiyeti gerçekten
'düzlemek' konusunda daha az eğilimli olanlardan ayırt edilmek
için Gerçek Düzleyiciler I True Levellers l olarak tanımlamaya yö­
neltti. Ancak Düzleyiciler, açıkça reddetmelerine rağmen, mülki­
yet kurumunu tehlikeye atmaktan dolayı -, örneğin Putney Tartış­
maları sırasında lreton tarafından - suçlanmaya devam edildiler.
Bu suçlamalar ise sadece taktik gereği yapılan suçlamalar değildi.
Bunlar, yönetici sınıfın çıkarlarına Düzleyicilerin programı tarafın­
dan yöneltilmiş gerçek bir tehdidin varlığını kanıtlar.
Düzleyicileri n temel görüşü, ortak mülkiyeti savunma konusu­
na uz.ak düşmüş olsa da, mülk sahibi egemen sınıfın yönetiminin
altını oyma tehdidini içeren oldukça radikal bazı siyasal fikirleri
benimsediler. Bu radikal fikirlerin kökeninde, Parlamentonun,
başka bazı halk temsilcilerinin, efsanevi tüzel formdaki bir ' halk'
kavramının değil, halkçı 'çoğunluk' anlamındaki bir halkın egemen
oluşu nosyonu bul unmaktadır. Bu düşünce, ilk olarak belli z.aman­
larda Lilbume' un kendisini de içeren değişik Düzleyicilere atfe­
dilmiş, 1 645 yılında Lilbume'un savunusunu yapan anonim bir ri­
sale olan İngiltere 'nin Sefaleti ve Çaresinde kesin olarak ortaya
konmuş olabi lirdi .
Genelde, küçük ve 'orta' mülk sahiplerini, z.anaatçıları, tüccar­
ları ve toprak sahibi küçük çiftçileri temsil eden Düzleyiciler'in
bazı etkili sözcülerinin de dahil birçoğu, sadece iyi eğitimli olmak­
la kalmayıp ama aynı z.amanda oldukça zengindiler. Bütün olarak
bakıldığında Putney Tartışmaları 'nda bile, bazılarının diğerlerinden
daha radikal olduğu geniş bir görüşler yelpazesi ortaya konmuş­
tur, ancak ilke olarak Düzleyici lerin, büyük toprak sahiplerine ve
zengin tüccarlara özellikle de eski tekelcilere karşı , daha küçük
olan bağımsız mülk sahiplerinin sözcüleri olduğunu varsaymamız
yanlış olmaz. Mülkiyetin gitgide daha fazla belli ellerde toplanma­
sından dolayı küçük mül k sahiplerinin gitgide daha fazla ortadan
kalkma tehdidi altındaki bir tür hal ine geldiği dönemde, mülkiye­
tin belli ellerde yoğunlaşmasını hızlandıran çitlemelere ve gelenek-
1 32 iSYAN l:IORUSU. KAPITAUZMNIN Y U KSELİŞI •e SiYASAL TEORi

sel haklara yapılan benzer saldırılara karşı çıkarak zanaatçı ya da


çiftçinin emeği nin ürününe dayanan haklarını savunuyorlardı.
Düzleyiciler, siyasal ayrıcalık ve hakların büyük mülkiyetle
bağlantılandırılmasına özellikle karşıydı. Programları, yükü daha
geniş mülk sahiplerine aktarmak için vergi reformu içeriyordu.
Özell ikle, en çok küçük insanları vuran tüketi m vergileri gibi ver­
gilere ve dava açma harçları, borç yasaları. kilise öşürleri vb. diğer
dolaylı sömürü biçimlerine muhalefet ettiler. Ticaret özgürlüğünü
savunarak ticaret tekellerine saldırdılar (Bu noktada, daha zengin
bir çok parlamenterle ortak bazı yönlere sahiptiler). Geleneksel
hakları savundular ve büyük toprak sahipleri tarafından giderek ar­
tan biçimde tehdit edilmekte olan geleneksel ayrıcalıkların güven­
ce altına alınmasını amaçladılar. Ayrıca yıllık parlamentolar (Anlaş­
ma, parlamento seçimlerinin her iki yılda bir yapılmasını öngörür),
yasal sistemin reformu (avukatlardan nefret etmekteydiler) ve oy
hakkının genişletilmesi gibi değişik siyasal reformlar istediler. Si­
yasal programlarına her zaman bağlı olan şey, dinsel hoşgörüye
ilişkin öncelikli sözleridir. Siyasal programlarının belki de en radi­
kal yönü, yerel yönetimlere yaptıkları vurgudur. Ö rneğin, Halkın
Anlaşması, yürütme i ktidarından hiç söz etmez ve bu nedenle,
Düzleyiciler, daha güçlü yerel yönetimlerin lehine olmak üzere,
sadece yürütmenin yönetimine karşı çıkmadılar, ama aynı zaman­
da daha zayıf bir Parlamento da istediler.
Oy hakkına ilişkin Düzleyici görüş, tarihçiler arasında sert bir
tartışma konusu olmuştur. Sorunun bir bölümü, kanıtı Putney Tar­
tışmaları 'nda ve Halkın Anlaşması'nın gözden geçiri lmiş çeşitli
baskılarında bulunabilecek olan, Düzleyicilerin ordunun büyük­
başlarıyla yaptıkları müzakerelerden taktik gereği geri çekilmele­
rinde yatar. Bazı tarihçiler, Düzleyicilerin sadece kadınlar, dilenci­
ler ve yardıma muhtaçlar gibi 'bağımlı' insanları değil , ama aynı
zamanda, ücret karşılığı çalıştırılan işçileri de dışladıklarını ileri
sürmüşlerdir. Ancak, şimdilerde egemen görüş, hiçbirinin, kadın­
ların dışlanmasını asla sorgulamamış olmasına rağmen (Kadınların
kendileri bile, diğer bakımlardan çoğu kez radikal militan olmala-
INGILIZ DEVRIMl 'NDEKI SiYASAL F1KIRLER 1 33

rına rağmen, kendileri için oy hakkı isteme konusunda gayret gös­


termemişti) Düzleyici liderlerin başlangıçtaki duruşunun - Crom­
well ve lreton' ın onayını almak amacıyla bu duruştan vazgeçmiş­
lerdir -, yetişkin erkeklerin genel oy kullanma hakkı olduğudur.
En azından, hane reisinin kendisine bağımlı kişileri , yani kadınları,
çocukları ve hanede yaşayan hizmetJ ileri temsil ettiği hane başına
oy hakkını destekledi ler. Putney Tartışmaları'nda, Düzleyicilcri �
başlıca sözcüsü Albay Rainsborough tarafından dokunakl ı bir bi­
çimde açıklanan daha radi kal bir duruş da oldukça belirgindir.
Putney Tartışmalarının önemi , herhangi bir özel politi ka girişi­
minin ötesine geçer. Dolayımları bakımından siyasal reformları
desteklemek üzere geliştirilen argümanlar, uzak erişimliydi ve ba­
zı bakımlardan - lreton ' ın göstermekte acele ettiği gibi -, sözcüle­
rinin kendilerinin bile fark ettiği konumdan daha radikaldiler. Oy
hakkı etrafında dönen tartışmaya daha yak.Jndan bakmaya değer,
çünkü burada ortaya çıkan temel konular, bugüne kadar gelen
Anglo-Amerikan radikal geleneği üzerindeki etkileri konusu bir
yana, o dönemden sonraki siyasal teorisyenlerin zihnini kurcala­
maya devam edecektir.
Oy hakkı tartışması, Halkın Anlaşması 'nın özellikle; ' İ ngiltere
Halkı bugün parlamentodaki milletvekillerinin seçimi bak.Jmından,
kontluklar, kentler ve ilçelere oldukça eşitsiz biçimde dağıtılmış
olduğundan, buralarda oturanların sayısı gereği daha tarafsız bi­
çimdeki oranlara bölünmelidir. ' talebinin dile getirildiği maddesi
etrafında döner. Kuşkusuz bu formülde bazı belirsizlikler bulun­
maktadır ve zeki Henry l reton bu belirsizliğin üzerine atlamada
son derece hızlıydı. Madde, kabaca farklı seçim çevrelerinin (mo­
dem sözcük kullanılırsa) farklı kurallara sahip olduğu, bazılarının,
diğerlerine göre daha sınırlayıcı olduğu ve mevcut oylama siste­
mindeki bir anormal liğin düzeltilmesi talebi olarak okunabilirdi.
Sorun, sadece, oldukça geniş oy hakkına sahip olan yerlerin ve ol­
dukça sınırlı sayıda seçmene sahip olan başka yerlerin varlığı da
değildi ; nüfusu fi ili olarak kalmamış bazı kırsal bölgeler temsilci­
lere sahip olabilirken, geniş bi r kasaba hiçbir temsilciye sahip ol-
1 34 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN Y UKSELIŞI -. SiYASAL TEORi

mayabi l iyordu (Çünkü bu yer, geçmişte bel irlenen özel bir zaman­
da birleştirilmemişti ). Şu halde, nüfusa oranlanmış temsile ilişkin
istem, muhtemelen bu adaletsizlikleri sınıflamaktan öteye geçme­
mişti.
Cromwell ve lreton, bu tür bi r deği şikl i ğe itiraz etmezlerdi ve
bu türden seçim reformlarını da fiilen gerçekleştirdiler; ancak l re­
ton maddede bundan fazla bi r şeyler gördü. l reton, bir yerde ika­
met edenlerin sayısına göre yapılan dağılıma, ' İngiltere Hal kı ' vs.
yapılan atıflara dikkat çekerek şunu belirtir: ' Ben bunun, ikamet
eden her kişi nin eşit sayılması gerektiği ve temsilcilerin seçi min­
de eşit söz hakkına sah i p ol ması gerektiği anlamına geldiğini dü­
şünmüyorum . . . ve eğer anlam buysa, o zaman benim buna karşı
söyleyecek bazı şeyleri m var. ·
B u tartışmada, asıl radikal sözcü Rainsborough, b u cümleci ğin
daha demokratik biçimde yapılandırılmasının, tam olarak onun ka­
fasında bulunan şey olduğunu saklama çabası içine girmez. Bura­
da, etkileyici ve canl ı konuşmasında, iddiasını üzerine dayandırdı­
ğı ilkeyi açıklar:

Ben gerçekten İngiltere 'deki en yoksul kişinin, en büyük kişininki gibi


yaşaması gereken bir hayatı olduğunu düşünüyorum ve dolayısıyla be ­
yim, doğrusunu söylemek gerekirse, zannederim ş u açıktır ki , bir yöne­
tim altında yaşayacak her kişi, önce kendi rıı.asıyla, kendini o yönctimın
altına koymalıdır ve şunu düşünüyorum ki, İ ngil terc'deki en yoksul ki şi­
nin, kendisini altına koyma konusunda bir söz vermediği yönetime, ger­
çek anlamda bir itaat yükümlülüğü yoktur.

lreton, bu argümanın açılımlannı derhal görür. Rainsborough 'nun.


İ ngi ltere'de en yoksul kişinin en büyük kişiyle aynı haklara sahip
olduğu iddiası, bazı hakların sadece yaşamaları ve solumaları nede­
niyle i nsan olmalarından dolayı (ve maalesef bu insan, her zaman
erkekti r), i nsanlara içkin olduğunu ifade eder: ' En yoksulun yaşa­
yacak bir hayatı olduğundan ' , aynı zamanda, kendi rızası olmaksı­
zın yönetil meme hakkını da eli nde tutar. Ireton, ' S ize anlatmama
izin verin ' der, ' eğer bunu kural haline getirirseniz, zannederi m .
mutlak doğal hak için acilen bir sığınak bul mak zorundasınız v e
INGILIZ DEVRIMl 'NDEKI SiYASAL FiKiRLER

bütün sivil hakları i nkar etmek zorundasınız. ' Belki de, Düzleyici­
lerin kendileri 'özgür doğmuş İ ngilizleri n ' haklarına sıkı sıkıya
bağlı kaldığı sırada, lreton 'ın, onlar adına bir dogal hak kavramı in­
şa ettiği ileri sürülebi lir.
Her neyse, l reton ' ın 'doğal ' ve ' uygar' hak arasında yaptığı ay­
rım, tartışmanın çoğunun etrafında döndüğü kritik bir ayrımdır. l re­
ton der ki, İ ngi lizler belirli haklara sahiptirler, ancak bu haklar, ta­
rihsel olarak, İ ngiliz anayasal gelenekleri ve pratikleri tarafından
oluşturul muştur. Bu gelenekler, içerdikleri mülkiyet eşitliğinden
daha fazla olan hiçbir eşit oy hakkı içermezler. Rainsborough 'nun
istediği hak türünü kurumsallaştırmak, İ ngiliz anayasasını aradan
çıkarmak ve tarihsel öncülleri üzerine değil, ama doğa yasasının
kendisine dayalı, bir dereceye kadar daha evrensel olan mutlak
hakka başvurmak anlamına gelir.
Bu sonuç, bazı Düzleyicilerin kastetmek istediklerini aşmış
olabilir. Her şeyin ötesinde, i nsanoğlunun değil, ama genelli kle
'özgür doğmuş İ ngilizleri n ' doğuştan kazanılan haklarından ya da
'doğal haklarından ' tekrar tekrar söz ederler. Aslında argümanları
genellikle, İ ngiliz tarihine alternatif bir seçenek olarak, doğal hak­
ka yapılan bir başvuruya çok fazla dayanmaz. Örneğin, lreton ' ın
İ ngiltere'nin antik anayasasına ilişkin iddiasına verdiği yanıtta,
John Wildman şöyle ısrar eder: ' Bizim yasalarımız fetihçilerimiz
tarafından yapılmıştır ve tarihsel Kayıtlardan çokça laf edilirken,
ben bu kayıtların hiçbirine itibar edilmemesi gerektiğini düşünü­
yorum. Bunun nedeni , beylerimiz olan ve bizi vassalları kılanların,
bu kayıtlardan başka bir şeyin kayıt altına alınmasına tahammül
edemeyecek olmalarıdır. · Dolayısıyla lreton ' ın başvuruda bulundu­
ğu tarihsel kayıtlar, tarihi yönetici sınıfın dikte ettirdiği biçimde
kaydeder. Anlatılacak, bastırılmış bir başka öykü daha vardır - ve
Wildman burada, radikaller arasında yaygın olan bir temayı ima
eder: Yönetimin mevcut anayasası ve mülkiyet, fethin, yani Nor­
man Fethinin mirasıdır ve dolayısıyla meşruiyetleri bulunmamak­
tadır.
Ancak, eğer iddia çoğu zaman, kötü şöhretli Norman Boyun-
·
1 36 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN Y UKSELIŞI •e SiYASAL TEORi

duruğu'na il işkin halk arasında yaygın olan radikal konuya dönü­


şüyorsa, hiç kuşku yok ki , bu tarihsel iddianın altında da, daha ev­
rensel bir doğal haklar kavramı benzeri bi r şeyler varlığını sürdür­
mektedir. Asl ında. Narman Boyunduruğu, sadece İ ngiltere'de da­
ha antik bir düzeni yıkmış olmasından dolayı değil, ama aynı za­
manda, bazı temel ilkeleri açıkça ihlil etmiş olmasından dolayı da
gayri meşrudur. Söz konusu i lkeler, Putney Tartışmaları'nda siste­
matik olarak ortaya konmamış olabi lir, ancak bunlar en dikkat çe­
kici olanı Richard Overton 'un Bütün nranlara Atılmış Ok adlı ese­
ri olmak üzere tam ifadesini başka yerlerde bulmuştur:

Doğadaki her bireye. doğa tarafından. hiç kimse tarafından ihlal ya da


gasp edilmemesi gereken. bireysel bir mülki yet verilir: Her bir kişi ken­
disi olduğundan, kendisine il işkin bir mülkiyete sahiptir; aksi takdi rde o
kişi kendisi olamazdı ve bu nedenle, hiçbir ikinci kişinin herhangi birini.
doğanın temel ilkelerine, insanla insan arasında v arolan eşitlik ve adalet
kural larına karşı gelmeksizin ve bu ilkeleri ve kuralları açıkça çiğnemek·
sizin. bu mülkiyetten yoksun bırakma hakkına sarup olduğu kabul edile ·
mcz.

Düzleyicilerin, sadece oy hakkına ve diğer siyasal haklara ilişkin


iddialarını değil , ama aynı zamanda, din ve vicdan özgürlüğüne
ilişkin iddialarını da dayandırdıkları nosyon, ' kendine i lişkin mül­
kiyet' yani her insanın kendi kişisinde sahip olduğu dokunulmaz
mülkiyet nosyonudur. Bu düşünce, sonraları John Locke tarafın­
dan farklı kullanımlara açılacaktı, ancak bu düşüncenin radikal do­
layımlan Düzleyicilerin ellerinde kuşkuya yer bırakmayacak kadar
açıktır ve l reton bu dolayımları şöyle ifade eder: ' Bir kez buna ben­
zer doğal hak talep ettiğinizde' der l reton, 'o zaman mülkiyeti de
tümüyle de inkar etmek zorundasınız. ·
Burada, Ireton 'ın argümanına daha yakından bakma gereği do­
ğar. Özel mülkiyetin kendisinin, doğal bir hak olduğu görüşü, iyi
bilinen ve hatta basmakalıp bir görüş gi bi görünebilir. Bu görüşün
sistemati k bi r savunusunu yapmak için çok çal ışmış olan siyasal
teorisyen John Locke, göreceğimiz gi bi bu görüşü, Düzleyicilerin.
' kendi kişiliğine ilişkin mülkiyet' düşüncesini çağrıştıran bir şey-
INGILIZ DEVRIMl"NDFJ<.I SiYASAL FiKiRLER 1 37

lere dayandırır. Özel mülkiyeti doğal bir hak olarak ileri sürmek,
mülk sahipliğine dayalı çıkarların en güçlü savunusu gibi görüne­
bi lir; ancak Putney Tartışmaları 'nda bunun yerine, mülk sahibi sı­
nıfların savunusunu. mülkiyetin doğal bir hak değil, ama sadece
i nsanın inşasıyla kurulmuş bir insan geleneği olarak doğadan çok
tarihte temellenmiş olduğunu ileri süren l reton gibi biri nde bulu­
ruz. Ancak, lreton 'ın görüşü hiç de olağandışı değildi. Mülkiyetin
sadece bir gelenekten ibaret olduğunu ileri sürmek yaygındı ya da
en azından, mülkiyet kurumunun kendisinin tanrısal olarak buyrul­
muş olmasına rağmen, l reton ' ın kendisinin itiraf ettiği gibi, mülki­
yetin özel biçimleri ve dağılımı sadece geleneklere dayalıdır.
Bu argüman, ilk bakışta özel mülkiyetin kutsallığını yıkacak gi­
bi görünebilir. Ne de olsa, i nsanların kendileri ne yaratmışlarsa,
yarattıkları bu şeyi değiştirebi lir ve hatta yok edebilirler. Ancak
l reton, bu argümanın, aslında mülkiyetin savunusunu zayıflatmak
yerine, mülk sahibi sınıflar nezdinde, gerçekten de daha güvenli
bir ideolojik strateji olabileceğini, çünkü doğal hak temeline daya­
lı olarak mülkiyetteki büyük eşitsizlikleri açıklamanın ve meşru­
laştırmanın o kadar kolay olmadığını anlar. lreton 'ın kendi argüma­
nı basitçe şöyledir: Mevcut sistem, herhangi birinin hatırlayabile­
ceğinden daha eski bir geçmişten beri varolmuştur; bu sistem İ n­
giliz anayasasına aittir ve anayasaya yapılacak herhangi bir saldırı,
toplumsal düzene, barışa ve dolayısıyla, sonuçta mülkiyete yapıl­
mış bir tehdittir.
Haklar kişiye içki nse, o zaman bir insan, aynı doğal hak saye­
sinde kendi kişisinin varlığını sürdürmek için gereksindiği herhan­
gi bi r şeyi de elde etme hakkına, 'gördüğü herhangi bir malda ay­
nı doğal hakka, varlığını sürdürmek için yiyecek, içecek, giyeceği
al ma ve kullanma hakkına' ve aslında, toprağın kendisini, dilediği
yöntemle kullanma hakkına neden sahip olmayacaktı? Herhangi
bir mülk sahipliği, en ılımlısı bile olsa, bu türden bir sınırlanmamış
ve yıkıcı hak kavramıyla birlikte nasıl güvencede olabilirdi (yoksul
seçmenler çoğunluğunun, büyük olasılıkla zenginlerin haklarının
başına bela olacağı gibi daha aşikar bir mülahazayı hiç hesaba kat-
1 38 iSYAN BORUSU KAPITA UZMNIN YllKSELl�I 'c SiYASAL TEORi

masak bi le)? Bu tür doğal haklara il işkin olarak hangi sını rlamalar
vardır? ' Herhangi biri bana bu hakların sınırını ve mülkiyetin tümü­
nü almak üzere nerede biteceğini gösteri rse memnun olacağım.
Rainsborough da, di ğer Düzleyiciler gi bi , mülkiyet kurumunun
yok edilmesine yönelik herhangi bir amacı reddeder. Bununda öte­
si nde, çoğu kendileri de mülk sahibi olan insanları temsil eder. Ge­
ne de, bu radi kal ler - ya da bunların bazıları -, bir seçim yapmaya
zorlanırlarsa, mülkiyeti n kutsall ığını bir kenara koymaya hazır gö­
rünmektedi rler. Wi ll iam Rai nsborough dediği gibi , ' bu yöneti min
ana amacı, servetleri olduğu kadar kişileri de korumaktır ve eğer
herhangi bir yasa benim kişimi ele geçiri rse, bu serveti mden daha
değerl idir. · Dolayısıyla kişilerin hakkı, mül kiyet haklarının üstün­
ded i r - ki Henry I reton ' ı rahatsız eden şey, tam da budur.
I reton tarafından savunulan görüş, oy hakkının, toplumdaki
menfaati ya da 'çıkarı' sadece ' kendisiyle bi rl i kte taşıyabi leceği '
şey olan ; Al bay Rainsborough' nun sözcükleri kul lanılacak olursa,
sadece, 'yaşanacak bi r hayatı' olan; sadece, yaşama ve soluma 'ç ı­
karı ' bulunan herhangi birine, I reton ' ın bel i rttiği gibi , ' bugün bu­
rada, yarın ise gitmiş olan ' bi r adama ait olmaması gerektiğidir.
Toplumdaki ' yerleşik' ve ' sürekli çıkarı ' sadece toprak mülkiyeti
biçimi nde olan ya da resmi olarak bi r mesleğin icrasıyla yetkilen­
dirilmiş, bil i nen adıyla bir şi rket olma 'özgürl üğü ' ne sahip kişi le­
rin ; sadece bu tür adamların, devlette gerçek bi r menfaati vardır ve
dolayısıyla cemaatin kaderinin de bunların elinde olması gerekir.
Doğrudan doğruya, herhangi bir insanın bizı.at kendisinin rıza
göstennediği (yasaları yapanları seçerek) yasalara uymakla yü­
kümlü olup olmadığı sorulduğunda, l reton dolambaçsız biçimde.
bi r koşulla evet der: Kişinin, hoşnut ol maması halinde özgürce ay­
rılabil mesi koşuluyla. Önemli olan şudur ki , mülksüzler ya da hat­
ta sadece paraya sahi p olanlar, diledikleri zaman ülkeye gel i p gi­
debilecekken, 'sürekli çıkara' sahip bir i nsan ; mülkiyetiyle ' yerel
olarak bu ül keye sabitlenmiş· bi ri özgürce ayrılamayacaktır. B u
bakımdan, mülksüzler kıyılarımızı gezen yabancılardan farklı değil­
di rler. Hepi miz yabancı ziyaretçileri n, ülkemizdeyken yasalarımı-
INGILIZ DEVRiMi 'NDE.KI SiYASAL FlKIRLER 1 39

za uymalarını ve yasamacılar için oy kul lanma hakkına sahip olma­


makla birlikte, yasaları yapanlara saygı duymalarını bekleriz.
Düzleyiciler doğuştan hak kavramları konusunda ısrarcı olma­
yı sürdürürler ve şimdi bu hakları inkar edilecekse, askerlerin ne
uğrunda savaştıklarını sorarlar. Edward Sexby, askerlerin ' İ ngiliz­
ler olarak doğuştan haklarımızı ve ayrıcalıklarımızı geri almak için'
savaştıkları konusunda ısrar eder: ' Biz askerlerden, canlarını tehli­
keye atmış olan binlercemiz var; bu ülkede arazi bakımından azı­
cık mülkiyete sahiptik, buna karşıl ık bizim doğuştan gelen hakla­
rımız vardı. ' lreton' ın buna yanıtı dobradır: Ordunun uğrunda sa­
vaştığı şey, tek adamın keyfi yönetimi yerine, temsili bir organ ta­
rafından ve bilinen bir yasa ile yönetilme hakkı idi. Yine askerler,
ticaret yapma özgürlüğü ve mülkiyet edinme özgürlüğü uğruna sa­
vaştılar. Onların doğuştan kazanılan gerçek hakları, İ ngiliz anaya­
sasının kendisi, zaman süzgecinden geçmiş mülkiyet ve yönetim
ilkeleri , bu anayasal düzenden elde ettikleri güvenliktir. Bir başka
biçimde ortaya konacak olursa, Düzleyiciler, demokrasi benzeri
bir şeyleri ; tam olarak ' halk (avam) tarafından yönetimi ' istediler.
l reton onlara. anayasal ya da sınırl ı yönetimi önerdi.

Gen-ard Winstanley (1609?-1676?)

Ancak, Düzleyiciler bile. İ çsavaş sırasında ortaya çıkacak olan en


radikal grup değildi. Düzleyiciler tarafından geliştirilmiş olanlar
gibi siyasal refonnları kifayetsiz, Düzleyicilerin doğal haklar dokt­
rinini yetersiz bulan başkaları da vardı. Ireton ' ın, doğal haklar kav­
ramından türetilebileceğinin farkına vardığı ürkütücü sonuçları;
Rainsborough benzeri Düzleyicilerin reddettikleri sonuçları onay­
lamak ve kabul etmek isteyen ve mülkiyet sistemini yıkmadan ger­
çek özgürl ük olamayacağı konusunda ısrar eden kişiler vardı. Bun­
ların en meşhurları, en dikkat çekici sözcüleri Gerrard Winstanley
olan, ' Kazıcılar' olarak adlandırılan kişilerdi . Winstanley, mülkiye­
tini İ çsavaşın hemen öncesindeki kötü ekonomik koşul larda kay­
bettikten sonra, bir çiftlik işçisi hal ine gelen ve bundan sonra çok
sayıda risale ve gazete yazıları yazan oldukça müreffeh bir ticaret
1 40 iSYAN BORUSU. KAPITAUZMNI N Y UKSELIŞI ve SiYASAL Tl:ORI

adamı idi. Yazdıkları. ilk başta kesinlikle radikal olmalarına rağ­


men, büyük oranda dinseldiler; ancak dinsel yazıları, kısa zaman
sonra, di lde hata dinsel kalsa da, İ ngi liz devriminde ya da öncesin­
de üretilmiş en devrimci toplumsal düşüncelere dönüştü.
' Kazıcı' adı da, ' Düzleyici ' adı gibi, çitleme üzerine ortaya çı­
kan kargaşa döneminde, yani yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştı.
Winstanley 'in zamanının Kazıcıları, ortak haklara yapılan tecavüz­
lerden, toprak kıtlı ğından ve nüfus baskısından kaynaklanan bir di­
zi kalkışma ve ayaklanma ile ifadesini bulan, birkaç on yıla uza­
nan sıkıntıların zirvesi olarak tanımlanmıştır. Birkaç Kazıcı cemaati
bulunmaktaydı . Bunlardan en ünlüsü, Winstanley'in de üyesi ol­
duğu, Surrey'in Comham Kasabasındaki Aziz George Tepesi ce­
maatiydi. Düzleyiciler liderlerinin 1 649'da tutuklanmasından son­
ra Winstanley'in cemaati , Aziz George Tepesindeki komünal top­
rağı ortaklaşa hakların ortadan kaldırılması girişimlerine karşı koy­
mak ve işlemek amacıyla işgfil etti. Önce yetkililer, sonra da orta
sınıf ve diğer mülk sahipleri tarafından taciz edildiler ve ekinleri
tahrip edildi. Winstanley, Kazıcıların savunulması için çeşitli bildi­
riler yazdı ve hareketlerinin çöküşünden sonra büyük çalışması Bir
Platformdaki Özgürlüğün Yasası ( 1 652) adlı eserini yazdı. Bu
eserde, kolektivist bi r ütopya amacıyla üretilmiş bir planla, siya­
sal, dinsel ve ekonomik radikalizmin olağanüstü bi r ifadesi olan il­
kelerini ayrıntJlı biçimde ortaya koydu.
(Harrington'ın Okyanusya'sı gibi) Cromwell 'e atfedilen Öz­
gürlüğün Yasası, Winstanley'in 'ortak-refahın yönetimi · olarak ad­
landırdığı şeyi n ilkelerine, yani ortak korunma, özgürlük, barış ve
işbirliğini amaçlayan bir yönetimin ilkelerine dayanır. Toprak.
efendilerin ve toprak sahiplerinin kölel iğinden kurtulmuştur, artık
'yeryüzünün özgür kullanımı ' söz konusu olacaktır. Hiç kimse baş­
kasının emeğini sömürrneyecektir. İ nsanların özel konutlara sahip
olmalarına ve huzurlarını, mahremiyetlerini ve aile yaşamlarını de­
netlemelerine izin verilmiş olmasına rağmen, yeryüzünün meyve­
leri ve diğer gereksi ni mler ortaklaşa sağlanacak, vatandaşların ge­
reksinimlerine göre ihtiyaçlarını özgürce alabilecekleri ambarlarda
INGILIZ DEVRIMl'NDEXI SiYASAL FiKiRLER 141

saklanacaktır. Ne herhangi olağan anlamındaki bir ticaret - 'al ım


satım' - ne de para var olacaktır. Faki rlik olmayacak, dilenciler bu­
lunmayacaktır.
Krallar, lordlar, avukatlar ya da papazlar olmayacak ve devlet,
yaşlı (erkek) yurttaşlar tarafından yönetilecektir. Yerel görevlerden
başka, tüm erkek yurttaşlar tarafından seçilmiş, üyelerinin yaşı
40'ın üstünde olan bir ulusal parlamento olacaktır. Parlamento,
toprağın kullanımını düzenleyerek, eski yasaları ve gelenekleri kal­
dırarak, yeni yasalar yaparak ve savaş ve dış ilişkileri yürüterek
halkın özgürlüğünü güvence altına alacaktır. Gerek.irse her erkek
yurttaş , hane reislerinin ve seçilmiş yönetim görevlilerinin öncü­
lüğünde silah taşıyacaktır. Her erkek ve kadın, bir uygulama bece­
risi konusunda talim görecek ve özgür sanat ve bilimler konusun­
da eğitilecekti r. Winstanley'e göre din, kişisel bir içsel deneyim
konusudur, ve geleneksel ruhban sınıfı da eski sömürü i ktidarı reji­
minin parçasıdır, dolayısıyla artık kilise ya da ruhban sınıfı olmaya­
caktır.
Winstanley'in devletinde, daha az çekici olan başka özellikler
de bulunmaktadır. Bel irli suçlara uygulanan bir ceza olarak, zor iş­
lerin yapılmasında değişik uzunlukta mahkOmiyetler biçimindeki
türden bir kölelik varolacaktır. Winstanley, Kazıcıların manifestosu
olan Gerçek Düzleyicilerin Geliştirilmiş Sıandartları'nda ( 1649)
'erkek ve kadın, her insanın, kendi başına mükemmel bir yaratık'
olduğuna ve bundan dolayı da, doğada, ' insanoğlunun bir bölümü­
nün diğerini yönetmesi 'ne ilişkin bir ilke bulunmadığı inancını ifa­
de etmesine rağmen, birçok yönden geleneksel ataerkilliğe ve ka­
dının siyaset arenasından dışlanmasına ilişkin varsayımlara bağlı
kalır. Yine de, evlilik ve cinsler arasındaki ilişkiler konusunda da­
ha aydınlanmış bazı tutumlar sergileyen Winstanley'in evrensel
eğitim hakkındaki radikal görüşleriyle birlikte, geleneksel ataer­
killikten önemli bir ayrılmayı temsil eder. Bazı bakımlardan, Wins­
tanley 'in devleti ile More'un Üıopya'sı arasında benzerli kler var­
sa, aralarında bazı temel farklılıklar da vardır. More 'un ideal devle­
ti , entelektüel bir elit tarafından yönetilirken, Winstantley gelenek-
1 42 iSYAN BORUSU: KAPITAUZMNIN Y UKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

sel olarak, 'çalışan kardeşleri üzerinde lordlar ve efendiler' olan


bi lginleri suçlar. Winstantley. sömürü il işkisinden kaçınmak
amacıyla bütün çocukların ' hem zekalarını olgunlaştırmak için' bi­
limsel eğitim almalarını, hem de onlara uygun mesleklerde mesle­
ki öğretime tabi tutulmalarını önerir. Bu radikal demokraside daha
yaşlı insanlar yönetirken genç i nsanlar çalışacaklardır, ancak yöne­
tici sınıflar ile çalışan sınıflar arasında bir bölünme olmayacaktır.
Sistematik bir siyasal teorisyen olmamasına rağmen Winstan­
ley'in, Özgürlüğün Yasası ve diğer risalelerinden bazı temel ilke­
ler çıkanlabilir. Winstanley'in siyasal düşüncesi, Düzleyicilerin si­
yasal düşüncesi gibi . hem tarihsel argümanlara, hem de bir doğal
hak ilkesine dayanır. Winstanley, insan varlıklarının (kadınları da
kapsıyor görünmektedir) eşit doğdukları ve yönetici ve yönetilen
arasındaki bölünmenin doğada bir temelinin olmadığı ve bu neden­
le, insanların ancak rıza gösterdikleri bir yönetime bağlanabilecek­
leri önermesinden başlar. Keza Tanrının, yeryüzünü insanoğluna
bir ' ortak hazine' olarak verdiği konusunda ısrar eder. İ ngiltere'de­
ki doğal özgürlük ve eşitlik, fetihle yaratılmış bir mülkiyet sistemi
ve yönetim olan Norman Boyunduruğu tarafından yok edilmiştir.
O'na göre İ ngiltere, parmaklıkları yasalar ve gardiyanları avukat­
ları da olan, ve bunun yanında insanlara itaati öğreten bir din
adamları sınıfı tarafından da desteklenen bir hapishanedir. Bunlar,
Winstanley' i n ' kraliyet yönetimi ' olarak adlandırdığı yönetimin
dayal ı olduğu ilkelerdir.
Ancak burası, Winstanley 'in, Düzleyicilerin ötesine geçtiği
yerdir. Kraliyet yönetiminin Cromwell ve Ordu'nun tarafından
yenilmesi , özel mülkiyetin bertaraf edilmesiyle sağlamlaştırılma­
dığı takdirde hiçbir anlam taşımayacaktır. Özel mülkiyet olduğu
sürece gerçek özgürlük olamaz. Sömürü olmadan mülkiyet ola­
maz. İ nsanların emeklerinin ürünlerini yok sayan her pratik hırsız­
lıkur, bir hile ve bir dolandırmadır ve bu, bütün 'alım-satım ' işlem­
leri ni kapsar. Çatışmanın, suçun ve günahın kendisinin kaynağı
mülkiyettir. Ama daha özel olarak, özel mül kiyet, siyasal iktidarın
temelidir.
INGILIZ DEVRIMl'NDEKI SiYASAL t'IKI RLER 143

Ancak asıl nokta, emeğin mülkiyette cisimleşen zenginl ik ve


iktidarın kaynağı ol masıdır. Çal ışan insanlar, emekleriyle mül kiye­
ti yaratırlar ki, bu aynı zamanda, onları baskı altına alan tiranların,
lordların, bilginlerin, rahiplerin ve avukatların iktidarının yaratıl­
ması anlamına da gelir. Dolayısıyla, insanlığı tiranlıktan özgür kıl­
mak, çalışan insanların ve yoksulların, şiddet yoluyla değil, ama
Kazıcıların, Aziz George Tepesinde yapmayı çabaladıkları gibi , or­
taklaşa mülki yete dayalı bir cemaat kurmak gibi bir örnek yoluy­
la, i l k olarak eylemde bulunmalarına bağlıdır. Bu örnek, bir bakı­
ma, insanlar için sömürü, hırsızl ık ya da zorlama olmaksızın, ortak
yarar için özgürce çalışmanın ne demek olduğunu dünyaya göster­
mek amacıyla ortaklaşa toprağın, toprağı işgil eden hiçbir birey ta­
rafından sahiplenmediğine ya da işlenmediğine tanıkl ık eden bir
eylemdi.
Böylece Düzleyicilerin ilkelerinden oldukça farklı olan belirli
ilkeler açıklayan Winstanley'in düşünceleri, çıkarları Düzleyiciler
tarafından oldukça etkili biçimde dile getirilen bağımsız küçük za­
naatkarlar ve çiftçilerden çok, özellikle mülk sahibi olmayan sınıf­
lara yöneliktir. Winstanley'e göre, doğal haklar, kabaca birey hak­
ları değildir; ortaklaşa haklardır, sadece bireysel özerkl ik ve ken­
dine yeterlilikten ibaret olmayıp, özellikle varlığını sürdürmeye
i lişkin ortaklaşa - ve bireyin, içinde pay edinme hakkına sahip ol­
duğu - haklardır. Kendini koruma kraliyet yönetiminin ilkesi ve
fetihçinin yasasıdır. Gerçek demokrasinin, 'ortak refah yönetimi­
nin' ilkesi , 'ortak korunma'dır. Hürriyet, eşitliğe bağlıdır ve ekono­
mik sömürü, siyasal demokrasi ile uyumsuzdur.
Argümanın tümü, dinsel doktrinin devrimci bir dönüşümüne
dayalıdır. Tanrının, doğadaki ve insanoğlundaki ruhu olan akıl, her
kişide bulunur. Her bir kişiyi , diğer insanlara karşı, kıskançlık, aç­
gözlülük ya da kibir olmaksızın doğrulukla davranmaya yönelten
toplumsal akıldır. Kritik nokta, A klın ilkelerinin bu dünyada uygu­
lanabileceği ve uygulanması gerektiğidir. Kurtul uş, yaşamdan
sonra değil, bu yaşamda meydana gelebilir ve meydana gelmeli­
dir. İ nsanlığın düşüşü kalıcı bir durum değildir. Yeryüzünde adalet
1 44 iSYAN BORUSU KA PITAUZMNIN YÜKSELiŞi • • SiYASAL TEORi

kurulabilir. Dünyadaki kötülüklere ilişkin eski çağ Hıri stiyan soru­


sunu yanıtlarken. Winstanley, günahın kaynağı ve Düşüşün nede­
nini, toplumsal nedenlere ve elbette özellikle mülkiyete atfeder.
Ö zel mülkiyetin kaldırılması kurtuluşun koşuludur.
Biz yinninci yüzyılın sonlannda, ifade eden bu Hıristiyan kur­
tuluşçuluğunun dili bir yana, böyle bir iyimserliğin ta kendisine
kuşkulu yaklaşılması eğil i minde olma gereğini hissetmiş olabili­
riz, ancak Winstanley ' i n düşüncesinde her şeyden önce, ekonomik
ve siyasal iktidar arasındaki bağlantılara ilişkin ciddi ve yenilikçi
kavrayışlar bulunmaktadır. Winstanley'in, Putney Tartışmalannın
arka zeminine karşı olduğunu düşünecek olursak, örneğin l reton
tarafından Düzleyicilere yöneltilen Rainsborough gibi birilerinin
bile tümüyle karşılayamadığı bir meydan okumayla ilgilenmiş gi­
bi görünmektedir. Doğal hak kavramına başvurursanız, diye ısrar
ediyordu lreton, mülkiyeti tümüyle tehlikeye atmış olursunuz. lre­
ton ' krallıkta sürekli çıkarları olan herkesin hürriyeti sağlanmıştır'
der, ancak görünüşe göre, özgürlük mülkiyetin tehlikeye girdiği
yerde sona enneliydi. Düzleyiciler, hala, hem evrensel özgürlüğü

ve hem de mülkiyeti aynı anda savunmaya çalışıyorlardı. Winstan­


ley ise lreton ' ın hürriyet ve mülkiyetin belirl i bir noktadan sonra
uyuşmaz olduğu biçimindeki kabulüne kadar olan kısmı kabul
ederek, açıkça hürriyeti tercih eder. Doğal hak, gerçekten de l re­
ton' ın ileri sürdüğü gibi, mülkiyeti tümüyle inkar etmek anlamına
gelir.

Radikal Miras

Siyasal mücadeleyi kaybeden, ancak fikirleri etki li bir güç olarak


kalan Radikaller, ideolojik cephede sürekl i bir etkiye sahip oldu.
Devrim ve onların devrimdeki etkisi . siyasal tartışmanın terimleri­
ni geri döndürülemez biçimde değiştinnişti. Etkilerinin ölçülerin­
den biri , rızaya dayalı yönetim nosyonuna ne olduğudur. Belirli bi r
anlamda yönetilenleri n rızasına dayanmayan hiçbir yönetimin
meşru olmadığı biçimindeki düşünce (gönnüş olduğumuz gibi ).
yeni bir düşünce değildi. Fransız Din Savaşları sırasında, Monar-
INGILIZ DEVRIMl"NDEKI SiYASAL 1-lKIRLER 14'i

komaklar tarafından benimsenenlere benzer direnme teori leri sa­


dece şöyle bir düşünceye dayal ıydı: Kral, otoritesini, ' halk' ile
yaptığı belli bir ilk sözleşmeye borçludur: hal kın, kralın yönetimi­
ni onaylaması koşull udur ve kral ın meşruluğu, sözleşmenin koşul­
larını yerine geti rmesine bağlıdır. Ancak monarkomakların diren­
meyi nasıl meşrulaştırdıklarını hatırlamalıyız: Kral (kişi olarak de­
ğil, kral olarak) diğer herhangi bi r bireyden daha büyük olmasına
rağmen, bir araya gelmiş halk cemaatinden daha küçüktü. Diğer
bir anlatımla, buradaki ' halk', bireyler içine giri p çıkarken ölüm­
süz kalan, kolektif, tüzel bir kişiliktir. Dolayısıyla tiranlık iktidarı­
na direnme hakkı - hatta ödevi -. özel bireylere değil , kolektif
davranan ' halk' gövdesine ya da daha doğrusu, bu kolektifliği
temsil eden görevlilere aittir. Aslında, tiranlık iktidarına direnme
hakkı, - gerçekte görevi - tam olarak söylenirse, bireysel bir hak
değil , ama bir görevin işlevidir. Ü stelik, burada savunulmakta olan
hak, dönemsel seçimlerde olduğu gibi olağan bir temelde, rıza gös­
termek ya da göstermemek hakkı değil , ama yöneticinin yapması
gereken işlemleri yerine getirmede başarısızlığa uğradığı ve tiran­
ca yönettiği olağanüstü durumlarda kullanılacak bir direnme hak­
kıdır.
Ancak bütün bu sınırlılıklara rağmen, monarkomaklar, görece
radikal bir rıza teorisini dile getiriyorlardı. Siyasal otoriteyi kuran
ilk anlaşma ya da sözleşmenin, halk tarafından yöneticiye koşul­
suz bir hak devri yaptığını ve arkadan gelen kuşakların da bu ilk
sözleşmeye bağlı olduklarını öngören teoriler bile varolmuştur.
Otoriteye karşı direnmeyi meşrulaştırmaktan uzak bu rıza ya da
sözleşme teorisi, otoriteyi ve hatta, mutlak iktidarı tasdik etme an­
lamında işlemiştir. Monarkomakların radikal direnme hakkı teori­
si versiyonundan daha eski olan bu biçimde, sözleşme fikri , sekti­
ler ve kilise iktidarları arasındaki , örneğin imparator ya da kral ın
iktidarını, Papadan değil, ama ' halk' aracılığıyla, Tanrıdan aldığını
ileri sürerek papalığa karşı kraliyet iktidarını savunan ortaçağ tar­
tışmalarında geliştirilmişti .
Dolayısıyla, bir sözleşmeye ya da ' halkın ' rızasına dayalı olarak
1 46 iSYAN BORUSU: KAPITA U ZM N I N Y U KSELI Ş I •c SiYASAi . TEORi

kurul muş yönetim düşüncesinin, seküler otoritenin savunus.undan,


direnme hakkının meşrulaştırılmasına kadar çeşitli versiyonları ol­
muştur. Ancak, Düzleyiciler buluşlarını sununcaya kadar, rızaya
dayal ı yönetim fikri , demokratik bir teorinin temel i haline gelme­
miştir. Bir bireyler çokluğundan oluşan bir ' halk' tanımı, daha ön­
ceden de kendi başına oluşturulmuş olabil i r ve bu düşünce, John
Ponet gibi birilerinin fikirleri içinde, bir bireysel direnme hakkı te­
orisi bile üretmiş olabilir. Ancak Düzleyici ler, rıza kavramını yeni­
den tanımladıkları sırada, bu düşünceleri çok daha i lerilere götür­
düler. Burada, rıza gösterecek olan tüzel topluluklar değil bireyler­
di ve bundan da daha önemlisi şuydu: Burada, rızanın sürekli ola­
rak yenilenmesi zorunlu olacaktı. Keza, söylemeye gerek yoktur
ki, buradaki vurgu, uyrukların hakları kadar, yükümlülüklerinin de
altını çizen herhangi bir biçimdeki karşılıklı anlaşma ya da sözleş­
me üzerine değil , halkın, orijinal , doğal ve dokunulmaz hakları
üzerine yapılan vurgudur. Ayrıca ' halk' , nüfusun, hala en azından
yarısını (kadınları) dışarıda bırakacak olmasına rağmen, mülk sa­
hiplerinin seçkin bi r siyasal cemaati olmak yeri ne, halkçı. emekçi
çoğunluğu kapsamaya daha yakın hale gelecekti. Yine bu i nsanlar,
' halk egemenliklerin i ' , sadece, haklarını tiranca uygulamalar içe­
ren olağanüstü durumlarda geri istemek yoluyla değil, ama yurt­
taşlar olarak, gündelik siyasal haklarının olağan kullanımı yoluyla,
düzenli ve sürekli olarak kullanacaklardı.
Bu teorik buluştan sonra - ve bu buluşu, meydana getiren ta­
rihsel olaylardan sonra - siyasal teori , hiçbir zaman eskisi gibi ol­
mayacaktı. Az ya da çok radikal bir duruşa sahip teorisyenler -
hatta Hobbes gibi mutlak krall ığın bir savunucusu - radi kal argü­
manları kendi zeminleri nde karşılama, hatta kendi tercih ettikleri
daha az demokratik yönetim biçi mlerinin, bu yeni siyasal meşru­
iyet testinden geçtiğini gösterme konularında kendilerini zorunlu
hissettiler. Dolayısıyla, Düzleyici fikirlerin etkisi , sadece daha son­
raki radikal geleneklerde; Ameri kan Devrimi 'nde ya da modern
İ şçi Partisi felsefesinde ve hatta sosyalist hareketlerde değil, ama
İ ngiliz Devri mi ' nde ortaya çıkan radikal demokratik fikirleri
INGILIZ DEVRiMi NDEKI SiYASAL �lKIRLER 1 47

uyumlulaştırma, evcilleştirme ve etkisizleştirmeye kalkışmış olan


daha muhafazakar siyasal fikirlerde de bulunabilir.
Hobbes ve Locke gibi ana siyasal teorisyenlerle ilgili in­
celemelerimizde, şimdiye kadar karşılaştığımız tartışmaları akılda
tutmak öğretici olacaktır. Bu düşünürlerin argümanlarının dayalı
olduğu önermelere dikkat etmek özell i kle açıklayıcı olacaktır. Ör­
neğin, her ikisi de, doğal özgürlük ve insanların eşitliği ile ilgili
açıkça radi kal olan önermelerle işe başlarlar. Her iki si de, doğada,
insanları yönetici ve yönetilen olarak bölen bir ilke olmadığını
kabul ederler. Her ikisi de, argümanlarını, tüzel cemaatlere değil
ama bireylere içkin olan doğal hak ilkelerine dayandırırlar. Her
i kisi de, tüzel kişiler tarafından değil bireyler tarafından verilen
rızaya dayalı yönetim fikrine sahiptirler. Locke'un Yönetim Üzeri­
ne İkinci İnceleme adlı eserinin başlangıcı, neredeyse, sanki Wins­
tanley tarafından yazılmış gibidir ve Locke ' un mülkiyetle ilgili tar­
tışması, Winstanley 'in, Tanrının yeryüzünü i nsanoğluna ortak bir
hazine olsun diye vermiş olduğu iddiasına benzer bir iddiayla baş­
lar. Siyasal teorisyenlerin, bu ortak önermeleri hangi beceriyle
farklı sonuçlara götürebildi klerini göreceğiz.
5. 'Tek Kişi Eden Bir İnsan Çokluğu·':
Thomas Hobbes'un
Siyasal Düşünceleri

Parlamentonun Kralla çatışmasında, ' çokluğun' seferber edilmesi,


radikallerle kralcıları birlikte yaratmıştı. İ ngiliz yönetici sınıfı, daha
önce görmüş olduğumuz gibi monarşik i ktidara karşı mücadele­
sinde, halk desteğine özel bir gereksinim duymuştu; ancak, bu ge­
reksinimin kendisi, mülk sahibi sınıfları, risk almak isteyenlerle, en
mutlakçı istekleri halinde bile kralı daha güvenli bir çare olarak
görenler halinde ikiye böldü. Ü rkek kraliyet taraftarları, sonunda,
kendinden en emin ve en militan parlamento liderlerini bile piş­
man eden halkçı bir radikalizm fırtınası serbest bırakıldığında haklı
çıktılar. Ayrıca, �ı parlamento üyelerinin daha başlangıçtan itiba­
ren halkın seferber edilmesinin tehlikeleri konusunda diğerlerin­
den daha endişeli olması gibi, bazı gözlemciler, bu seferberliğin
pratiğe dönük teorik dolayımlarının da oldukça çabuk farkına var-

' Çokluk' sözcüğü, lngilizccdek.i 'multitude' sözcUğUnün karşılığı olarak çevril­
miştir. Her ne kadar burada 'Çoğunlulc' sözcüğünün kullarulması daha uygun­
muş gibi gözlıkse de bu doğru deği ldir. Çiınkü 'çoğunlulc' sözcüğü, lngiliz­
cedeki 'majority' sözcüğünün karşılığıdır ve belli bir bütünün içindeki büyük
oranı ifade etmek için kullanılır. Oysa 'multitude' sözcüğü, çok sayıda olanı
ifade etmd.ıe olup bir oranlama içermez. Türkçede kimi zaman çok sayıda
olanı ifade cıınek için 'çotunlulc' sözcüğl.i kullanıldığından. 'multitude ' söz­
el.iği.ini.in 'çoğunluk' olarak çevrilmesi daha doğru bir tercih gibi görünebilir.
Ancak bu tl.ir bir tercih 'mu/titude' ve 'majority' sö1.cüklcri arasındaki öze il iş­
kin önemli farkı görmezden gelmemize neden olur. Bu nedenle, kulağı tır­
malasa da, sozcılğUn doğru anlamına sadık kalınmıştır. -ç.n.
149
1 50 iSYAN BORUSU KAPITALIZMNIN YUKSEUŞI ve SiYASAL TEORi

mıştı . Bu dolayımlar hiç kimse tarafı ndan, fi kirleri kendi yaşadığı


zaman ve mekanda neredeyse genel bir nefretle karşılanan, ancak
özü bakım ından değilse bile en azından argümanlarındaki kesinlik­
ler. yaratıcılıklar ve tarz bakımından pek çok kişi nin İngi ltere' nin
en büyük siyasal düşünürü kabul ettiği Hobbes ' un gördüğünden
daha açık görülememiştir.

Thomas Hobbes (1588-1679)


1 620 ' 1er İngiltere'de ' çokluğun · si yasal rolü konusunda bir dönüm
noktasına işaret etti. Kral 1 629'da yıl ında, diğer şeyleri n yanı sıra,
mali sorunlar nedeniyle sarayın i htiyaç duyduğu devlet gelirlerini
artırmaları için on bir yıll ığına geçici olarak ara vermeden önce par­
lamentoyu defalarca toplamak zorunda kalmıştı. Aynı zamanda .
büyüyen bir orta sınıf, Parlamentodaki üyeliklere istekli olan daha
fazla sayıda kişinin bulunduğu anlamına geliyordu ve seçimler da­
ha önce hiç olmadığı kadar yarışma içinde geçiyordu. Ayrıca se­
çimlere katılan seçmen sayısı , sırf enflasyonun bi r ki mseye oy hak­
kı sağlayan mülk sahipl iğinin değerini düşürmesi ve dolayısıyla
daha mütevazı mi ktardaki mülkiyet sahiplerinin de oy kul lanabil­
mesi nedeniyle değil, ama aynı zamanda orta sınıfın oy hakkının
genişletil mesi yol uyla, sıradan insanlara yaltaklanmayı yararlı bul­
ması nedeniyle de artmıştı.
Londra halkı l 640'ta, sokakları giderek daha düzenl i biçimde
dolduruncaya kadar, hal kın bu biçimde seferber edilmesine, daha
az düzenli biçimlerdeki halk kışkırtmaları eşlik ediyordu. 1640
Kasım· ında Uzun Parlamento toplandı. Parlamentonun ilk eylem­
lerinin bazıları, Londra sokaklarını dolduran geniş kalabal ıklar ta­
rafından sev i nçl i gösterilerle selamlanıyordu. Aral ık ayında.
15.000 kişi , piskoposluğun kaldırılmasını isteyen Herkesin Dilek ·
çesi ni 1 Root and B ranch Petition l i mzaladı. Parlamento, Başpi s­
'

kopos Laud i le Kont Strafford ' u suçlandırıp yargılayıncaya kadar.


Dilekçe konusunda eyleme geçilmesini beklemekten usanan yüz­
lerce kişi , Dilekçeyi Avam Kamarasına taşıdı. Bundan sonra hal k .
sokakları çeşitli nedenlerle doldurdu ve 1641 Ocak ayından iti ba-
THOMAS HOBBISun SiYASAL DUŞlJNCEU.RI 151

ren, Londra'da neredeyse gündelik halk isyanları görüldü. Straf­


ford 1 64 1 'de, anayasayı il gadan dolayı idam edildi. 1 64 1 ' i n sonla­
nnda ise halk, Büyük Yakınma'yla krala karşı doğrudan doğruya
çağrıda bulunuldu.
' Çokluğun' siyasal alana bu tecavüzleri , yönetici sınıfı bölmeye
başladı. George Digby gibi Parlamento üyeleri için, sırf Herkesin
Dilekçesinin bir kalabalık tarafından veri l miş olması gerçeği, baş­
ka şeye gerek kalmadan bu Dilekçeyi yasadışı ve tehlikel i hale ge­
tiriyordu. · Halkın düzensiz ve kargaşa içinde toplanmasından hiç­
bir ı.aman hayır gelmeyeceğine' inanan Digby,
. . . [D[oğada ya da tarihte, en küçük bir kavrayışa sahip olup da, bir çok­
luğun kışkırtılma�ına, ister gerçek olsun ister iddia edilsin. bir kez destek
verildiğinde, vicdanen, bunun tehlikelerini bilmeyen bir insan olamaya-
cağı . . . . . . [T)anrının sözlerine göre, bir çokluğun, bir yönetimin ne oldu-
ğunu ve ne olmadığını bir parlamentoya öğretmesinden daha büyük bir
küslfilılığın bulunamayacağı.

sözleriyle çokl uğun seferber edil mesine ve desteklenmesine karşı


arkadaşlarını uyarmıştı. Mutlakıyetçiliğe karşı muhalefetlerine rağ­
men, giderek artan sayıda parlamenter kalabalığın insafına kalmak­
tansa kralcı cenahta yer almanın daha iyi olacağına i kna olmuştu.
' Çokluk' korkusu, Hobbes' un kafasında da oldukça fazla yer
tutuyordu. Daha Haklar Dilekçesi ' nin verildiği 1 628 'de, antik Yu­
nan tarihçisi Thucydides'in Peleponez Savaşları' nın tarihiyle i lgi­
li eserini İ ngilizceye çevirerek siyasal eğilimlerini açığa vurmuş­
tu, kendi sözcükleri kullanılacak olursak bu eserde Hobbes'i cez­
beden demokrasiyi ' aptalca bir şey· olarak görmüş olmasıydı.
Hobbes, 1640 yıl ında da Kısa Parlamentonun isteklerine yanıt ola­
rak, mutlak egemenl iği savunduğu ilk büyük siyasal eseri olan Do­
tal ve Siyasal Yasaların ÖReleri ni (eser 1 650'de yayımlanıncaya
'

kadar elden ele gizlice dolaştı) yazdı. Bundan birkaç ay sonra,


1 640 Kasım' ında. Uzun Parlamento toplanıp Strafford ile Laud'a
karşı yargılama işlemlerine başladığındaysa, daha sonraları ileri
süreceği gibi , · kaçanların ilki · olarak Fransa'ya adım atacaktı. Ya­
saların ögeleri adlı eserinde açıkladığı yıkıcı (mutlakiyetçi ) fi kir-
1 52 iSYAN BORlJSlJ. KAP1TALIZMNIN YUKSEIJŞI ve SiYASAL TEORi

lerden dolayı kendisi hakkında da parlamento kovuşturması açıl­


masından açıkça korkmuştu. Hobbes, kendi ülkesinde kalabal ıkla­
rın piskoposluğun kaldırılmasını istediği ve Avam Kamarası'nın
Büyük Yakınma ile halk desteği için yaptığı çağrıya resmi ifade ka­
zandırdığı ve Fransa'da kendi kendine uyguladığı sürgün karan sı­
rasında Yurttaş Üzerine adlı eseri ni yazdı.
Hobbes, Yurttaş Üzerine adlı eseri nde, çokluğun ve çokluğun
desteğine sah i p olduğunu iddia edenlerin si yasal meşruiyetini et­
ki li biçi mde reddeden bi r argümanı ayrıntılı biçimde işleyerek, Ya ­
saların Öğeleri adl ı eserinde taslağı çizi l miş olan ilkeleri gel işti r­
di. Latince yazılan ve on sene sonra Yönetime ve Topluma İlişkin
Felsefi İlkeler adıyla İngi lizce olarak yayımlanan bu eser, sürgünü­
nün sonunda yazılan ve ardından Fransa'dan döndüğü yıl olan
1 65 1 'de yayımlanan (arada ortaya çı kan olaylara yanıt olarak ge­
l iştirilen bazı önemli ve anlamlı değişikliklerle birl ikte) büyük kla­
siği Leviathan ' ı n da temel ini ol uşturacaktı.
Hobbes, d ikkate değer ve bi rçok bakımdan çelişkil i bir kişilik­
ti. Otobiyografi k bir şiirde kendisini, İspanyol Donanmasının İn­
giltere'ye saldırdığı yıl olan 1 588 ' de korkuyla i kiz doğmuş biri
olarak tanımlar. Korku, Hobbes' un yaşamında ve eserlerinde ke­
sinlikle göze çarpan bir belirleyici ol muştur. Buna rağmen, kışkır­
tıcı düşüncelerini açıklamakta hiç de i htiyatlı davranmadı. M üteva­
zı bi r papazın oğlu olan Hobbes' un kendisi zengin bi r adam değil ­
d i ; ancak Oxford 'daki eğitiminin ardından yaşamı boyunca, özel­
l i kle ikinci Cavendish Kontu Wi l l iam'a ve daha sonra üçüncü De­
vonshire Kontu Wi lliam Cavendish 'e özel öğretmenlik ve sekre­
terl ik yaparak bağlandığı aristokrasiye sadakatle hi zmet eni . An­
cak çalışmaları, uygulandığı alanlardaki gerici siyasal amaçlarına
rağmen, paradoksal da olsa gerçek ve deri nden kök saldığı anlaşı­
lan tutarlı bir eşitl ikçi lik sergi ler. Hobbes ' un mutlak kral lığa sada­
kati konusunda hiçbi r kuşku olamaz, o kadar ki Fransa' da iken bi­
le, sürgündeki Gal ler Prensine matematik öğretmeni olarak hizmet
etmiştir. Ancak, onun mutlakıyetçilik lehine argümanları alışılmı­
şın o kadar dışındaydı ve gerçekten de radikal fikirlerden o kadar
THOMAS HOBBES'un SiYASAL DUŞUNCEL..E.Rl 1 53

açıkça esinlenmişti ki, kralcılar bile onu tehlikeli buluyorlardı.


Hatta, din hakkındaki görüşlerine, bunların ateizmden başka bir
şey olmadığı biçiminde saldıranlar bir tarafa bırakılacak olursa, ba­
zıları onu aşırı demokratik olmakla suçladılar. 1 666 yılında, Resto­
rasyon 'dan sonra Avam Kamarası, Hobbes'un ateizminin Lond­
ra'daki büyük yangının ve veba sal gınının bir nedeni olduğunu id­
dia etti. Öyle ki, dinsizlik suçundan cezalandırılmaktan ancak etki­
li arkadaşlarının (bunların içinde muhtemelen eski öğrencisi kral
da vardı) müdahalesi sayesi nde kurtulabildi.
Hobbes ' un mutlakıyetçilik savunusu, sadece tehlikeliymiş gibi
görünen radikal önermelerle başlamakla kalmaz, ama aynı zaman­
da monarşik yönetimi meşrulaştırma yönündeki daha geleneksel
çabaların tümüne de küçümseyerek bakar. Ona göre, ne kralların
tanrısal hakları vardır ne de kutsal kitaplardaki örneklere güven söz
konusudur. Gerici Hobbes, argümanlarını, - Descartes ile taşıdığı
bilimsel benzerlik dışında, Galileo i le tanışan ve halta (görünüşe
göre) kısa bir süreliğine, Francis Bacon 'a sekreterlik yapan birin­
den beklenebileceği gibi - bilim ve matematiğin en son ve en ge­
lişmiş ilkeleri üzerine kurmayı tercih etti. Mutlakıyetçilik savunu­
su da kralın idamıyla ve kralın yerinin ' Protectorate' yönetimi tara­
fından doldurulmasıyla uyuşmaz nitelikte değildi. İ leride görece­
ğimiz gibi , Hobbes'un leviaıhan'daki argümanları Charles' ı ya da
James Stuart ' ı olduğu kadar, Oliver Cromwell ' i de pekala meşru­
laştırabilirdi. Aslında klasik eserinin, insanların 1 650- 1 652 yılları
arasındaki Cromwell rejiminin meşruluğunu yemin ederek kabul
ebnelerinin uygunluğunu ' Bağlılık tartışması' adı altında tartışma­
larının bir parçası olduğu ileri sürülmüştür. Son olarak öyle görün­
mektedir ki , bazı nahoş ve asosyal siyasal fi kirlerin tedarikçisi
olan bu adam, oldukça çekici, eğlenceli ve yaşam dolu bir kişili k,
çok zelU bir muhafazakar ve cömert (fakirlere karşı, örneğin, gö­
rünüşte daha demokratik bir konumu savunan, i nsan doğasına kar­
şı daha şefkatle yaklaşan ve kesinlikle daha zengin olan meşhur
ardılı John Locke' un hiçbir zaman olmadığı kadar hayırsever) bir
adamdı.
1 S4 iSYAN RORllSLI KAPITAUZMNIN Y LJKSELIŞI ve S i YASAL TEORi

1 640' 1arın başlarında Hobbes. dehasını ve paradokslara olan


merakını İ ngiliz tarihinin bu çalkantılı anında politikanın ortaya
koyduğu yeni ideolojik ve teorik sorunlar üzerinde çalışmaya yö­
neltti. Genelde kabul edi ldiği gibi. karşı karşıya olduğu en açık so­
run, güçlü ve neredeyse evrensel bir muhalefet cephesine rağmen
mutlak monarşinin nasıl savunulacağı idi. Yasaların Öğeleri, Par­
lamento on bir yıl içinde ilk kez yeniden toplandığında ve içsava­
şa neden olan geri l i m zi rveye ulaştığı ve onun mutlak egemenlik
savunusunun henüz yayımlandığı günlerde kaleme alınmıştı. Bura­
daki temel amacı, kralı Parlamentonun suçlamalarına karşı koru­
maktı. Bu eserde, ' çokl uğun' rolü, kabaca, çokluk olarak sahip ol­
duğu iktidarları koşulsuz olarak bir mutlak egemene devretmekti.
Yurttaş Üzerine adlı eserde geliştirilen bu argümanın bu daha de­
taylı i ncelemesi, Hobbes'un bir başka argümana, yani Parlamento­
nun Krala karşı olan haklarından daha uzak erimli sonuçları içeren
bir soruna kafa yorduğunu düşündürür. Hobbes i nancındaki bir
adam için sorunlar arasında en zor olanı sadece Parlamento ile il­
gili değil , ama Parlamento dışındaki ' çokluğun' rolü ile ilgi l i ol ­
mak zorundaydı. Bu Hobbes' un düşüncelerini yorumlayanların ih­
mal ettikleri bir yöndür.
Parlamentonun halk desteğine bel bağlaması, şimdiye kadar
kabul edi l memiş olan halka ve siyasal alandaki varlığı nedeniyle
aktif yurttaşlar anlamında tanımlanmış bir role, yeni bi r siyasal iş­
lev kazandırdı. Kralın parlamenter muhalifleri, sadece kendi dava­
larının meşruiyeti ni çokluğun desteğine dayanarak savunmakla
kalmıyor. ama aynı zamanda. adeta çokluğun kendisinin de yetki­
lendi rilmesi yönünde hareket ediyorlardı. Oy hakkının genişletil­
mesini istediğini çeşitli zamanlarda ispatlayan orta sınıf, ve ayrıca
parlamenter liderler, kriz zamanlarında en azından geçici olarak,
seçmenler olarak değilse de tiranca yönetime direnmenin öğeleri
olarak daha geniş bir halk bütününü teşki l eden siyasal ulus için­
de yer almaya hazırdılar. Doğal olarak, Yeni Model Ordu ' nun se­
ferber edi l mesiyle devrimci öğeler anlamındaki ' çoğunluğun · siya­
sal kişi li ğine heyecanlı bir ifade kazandırılacak ve sonuçta, bunla-
THOMAS HOBBES'un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 55

rın sözcüleri de, tam anlamındaki normal vatandaşlık haklarını is­


teyecekti.
Hobbes Yasaların Öğeleri ve Yurttaş Üzerine adlı eserlerinde,
bu siyasal dahil olma sürecine, erken aşamalarında karşı çıkmıştı.
Leviathan'da, bunun daha uç ve radikal tezahürleriyle yüzleşecek­
ti. Keza şunu da hatırlamamız gerekir ki, İ ngiltere' deki çokluk ta­
rafından talep edilen herhangi bir siyasal hak, Jean Bodin' in ' ko­
lejlerine ve tüzel kişiliklerine' değil ama, Thomas Smith ' in ' bir
araya toplanmış özgür i nsanlar çokluğuna' ait olacaktı. Bu, - düz­
leyicilerin (bu anlama geldiğine) ısrar ettikleri gibi - siyasal hak­
ların, sadece bazı kolektif bütünlüklere ya da onların resmi temsil­
cilerine değil ama canlı olması hasebiyle her bir kişiye ve her in­
sana ait olduğu anlamında alınabilirdi. Hobbes, bu meydan okuma­
larla uğraşacak ve bu iddialarla kendi şartlarında karşılaşacaktı.

Yasalann Öğeleri ve Yurttaş Üzerine


Yasaların Öğeleri ve Yurttaş Üzerine adlı eserlerin her ikisi de,
çokluğun siyasal rolünü reddetme sonucunu içerirler - ya da daha
doğru biçimde ortaya konacak ol ursa, Hobbes bu rolü yeniden ta­
nımlamanın ve etkisizleştirmenin bir yolunu bulur. Hobbes'a göre,
çokluğun siyasal görevi , mutlak egemen bir iktidar yaratmaktır, ta­
bii çoğunluk bunu güçlerini tümüyle ve koşulsuz olarak devrede­
rek yapar. Çoğunluk, siyasal kişiliğini tiranca yönetime direnerek
değil, ama direnme hakkından vazgeçerek ifade eder.
Hobbes' un bu argümanı, özell i kle Yurttaş Üzerine adlı eserin­
de ustalıkla yapılandınlmıştır. Hobbes, yönetim olmasaydı, yani
'doğa durumu' olarak adlandırılan durumda, insan yaşamının neye
benzeyeceğini öngören bazı önermelerle başlar. Bu doğa durumu,
Hobbes' un içinde i nsan doğasını en çıplak ve en kasvetli hal iyle
sergilediği imgesel bir durumdur: Burada insanı iyi ve kötü olarak
bütün değişik özel likleri içinde tasvir etmekten çok, bu kasvetli
durumdan çıkış yolunun insan doğasında bulunan ' sivil topl um' u
ve yönetme gücüne sahip olan toplumu, gerekli ve istenen hale ge­
tiren niteli klere vurgu yapılır. Hobbes, insan doğası hakkındaki kö-
1 56 İS YAN BORUSU: KAPITAUZMNIN Y U KSELIŞI ve SiYASAL TEORi

tümserli ği nedeniyle adı kötüye çıkmış biridir. Kötümserlikte Aziz


Augustine'in peşinden giden Hobbes, açıkça Aristoteles ya da
Aziz Thomas' ınki gibi insan doğası hakkındaki daha iyimser gö­
rüşleri açıkça reddeder. Yurttaş Üzerine adlı eserinde, insanların
bazı doğal toplumsall ıkları ya da karşılıkl ı sevgileri nedeniyle top­
lumda birleştiklerine i l işkin her fikri hızl ıca eler: 'doğal olarak
Toplumu kendisi için amaçlamayız, ama Toplumdan Saygı ve Ya­
rar elde edebileceğimiz için onu amaçlarız' (1.2). 'Toplumun tü­
mü ... ya kazanç ya da şan içindir: yani, kendimizi sevdiğimiz ka­
dar, toplumun diğer üyelerini sevmek için değildir. ' Yine, başka
insanlarla il işkileri nde, şan ve kazanç elde etmeyi amaçlayan tüm
insanlar, normal olarak başkaları üzerinde sadece kendileriyle be­
raber olanlar üzerinde kurduklarından daha fazla hükümranlık kur­
maya çalışırlar. Dolayısıyla bir insanın diğerine karşı hissettiği
duygu, ilkesel olarak iyi niyet değil, ama korkudur.
Bu karşılıkl ı korkunun temel nedeni, insanların doğal olarak
eşit olmasıdır (insan varlıkları arasındaki büyük eşitsizlikler, doğal
değil ama · uygar' olanlarıdır, yani sivil toplumun içinde, sivil top­
lum tarafından ve sivil toplumun yasalarıyla yaratılan eşitsizlikler­
dir). Daha spesifik olarak söylenirse insanlar, birinin diğerini öldü­
rebil me yeteneği bakımından yeteri derecede eşittir. Kötüden ka­
çınma biçimindeki doğal i stekleri ile yönetildiklerinden, ana güdü­
leri doğadaki en büyük korku olan ölüm korkusudur. Genelde kö­
tüden kaçınma ve özelde ölümden kaçınma biçimindeki bu eğilim­
leri, bir taşın aşağı doğru zorunlu olarak yuvarlanması gibi doğal
ve kaçınılmaz bir devinimdir.
Burada Hobbes, kendi ayrıksı yöntemiyle doğal haklar düşün­
cesini ortaya atmaktadır. Kendini koruma ya da ölümden kaçınma
doğal bir dürtü ise, insan varlıklarının kendini koruma amacıyla ge­
rekl i olan her şeyi yapması akla uygundur. ' Haklar'dan söz etti ği ­
mizde, ' her i nsanın doğal yeteneklerini doğru aklına göre kullan­
ma özgürlüğü' nden (1.7) daha fazlasını kastetmeyiz. Dolayısıyla,
doğal hakkın temel i, her insanın ' kendi yaşamını ve organlarını ko·
rumak için' elinden gelen en büyük çabayı harcamak zorunda ol-
THOMAS HOBBES ' un SiYASAL DÜŞUNCEURI 1 57

masıdır. Ancak, elbette ki ayrı ayrı her bir insan da aynı hakka sa­
hip olduğundan, nihıtl sonuç hiç kimsenin güvende olmaması ve
doğa durumunun ' herkesin herkese karşı' bir savaş halinde olma­
sıdır. Doğal hakkın kullanılışı, bunun kendini savunma amaçlı oldu­
ğunu ve bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolunun bulunması gerek­
tiğini ispatlar. Doğa yasası, doğa durumunda eksikliği duyulan gü­
venliği sağlayacak bir yol bulunmasını emreder. Yanıt, her bir kişi­
nin bir başkasına karşı yönetimin zor gücüyle korunduğu sivil top­
lumdur.
Hobbes, i nsanların sivil toplumda bir araya gelmelerinin iki yo­
lu olduğunu ileri sürer: Ya zor ya da rıza, yani ya fetih ya da biri­
nin diğerine yardım etmesi konusunda anlaşmayla. Fetih yönetimi,
tam anlamıyla meşru ve hatta bir anlamda uzlaşmaya dayalıdır
(' Norman Boyunduruğu ' nun gayrimeşrul uğuna i l işkin tartışmala­
ra atıfla) ve fetih yönetimine tabi kılınmış olanlar, ölmeyi seçme­
dikleri takdirde yöneticilerine itaat etmekle yükümlüdürler. Doğ­
rudan rızayla kurulmuş yönetime gelince, çok sayıda i nsanın ken­
dini savunma konusunda karşılıklı yardımlaşma amacıyla bir araya
geldikleri bu yönetimde bazı ciddi sorunlar vardır: İ nsanlar, aynı
amaçların ve ortak yararın peşinden gitme konusunda uzlaşabilir­
ler, ancak ilişkilerinde kaçınılmaz olarak sürekli uzlaşmazlıklar,
çatışmalar ve özel çıkarların ortak iyiden sapması halinde sürekli
aynlıklar olacaktır. Dolayısıyla, sadece karşılıklı yardımlaşmaya
dayalı bir toplum, insanların güvenlik uğruna en başta girdikleri
anlaşmayı sağlayamayacaktır. İ nsanların, barışa ve karşılıklı yar­
dımlaşmaya ilişkin rızalarının sürdürülmesi için daha fazla şeye
gerek duyulacaktır ki, bunun yanıtı egemen bir güç tarafından ve­
rilen cezalandırılma korkusu gibi bir ortak korkudur.
İ nsanlar, arılar ve karıncalar gibi toplumsal hayvanlardan fark­
lı olarak ortak yarar konusunda, doğal ve içgüdüsel biçimde uzla­
şamazlar. İ nsan varlıkları arasında görüş farklılıkları vardır, akılla
donatılmış yaratıklar olarak özel çıkarlarıyla ortak iyileri arasında
farklılıklar olabilir, diğerlerinden daha iyi bildiklerini düşünmeye,
yönetimlerinin bilgeliğini sorgulamaya. farklı insanların farklı yol-
1 58 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSEUŞI "' SiYASAL TEORi

lardan şiddetli olarak değişim ve yenilik arzu etmesine eğilimli­


dirler. Arılara zarar verilebi lir, ama onlar bir zarar duyumuna sa­
hi p olamazlar; yine onlar şeyleri gerçekte olduklarından daha iyi
ya da daha kötü göstererek sorun ve kavgaya neden olan türde dile
de sahip değildirler. Bunun tersi ue, ' insanın dili, savaş ve isyan bo­
rusudur' (Y.5). Son olarak, arıların rızası doğaldır, içgüdüseldir; in­
san varl ıklarının sadece sözleşmeyle ortaya çıkan rızası. basitçe ya­
paydır.
Diğer bir anlatımla i nsanlar, çok sayıda ve farklı bireysel ya da
özel iradelere sahiptirler; dolayısıyla, sivil toplumun gizemi. insan­
ların iradeleri ni teki l bir iradede birleştinnesinde, kendi lerine ait
bireysel iradeleri gönüllü olarak belirli bi r tekil kişiye ya da kon­
seye teslim etmesindedir. Hedef, bir tür uygar kişi , kendisine ait
iradesi olan yapay bir bütünlük yaratmaktır (Tıpkı bugün bizim ti­
cari şi rketlere, sanki onları oluşturan bireysel insanlardan ayrı.
kendi lerine ait bir i rade ve sorumlul uklarla, tekil bir yasal kişilik­
leri vannış gibi muamele etmemiz gibi). Her özel i nsanın iradesi­
ni tabi kıldığı bu bütünlüğün - bu bütünlük teki l bir kişide de vü­
cut bulabi lir ( ki bu Hobbes'un açıkça tercih ettiği bütünlüktür,
çünkü tekil bir kişi , tekil bir iradeye daha kolay vücut kazandıra­
bilir), bir kurulda da · Üstün İktidara ya da Baş Komutaya ya da
-

Hükümranltga sahip olduğu söylenir; ki bu iktidar ve emretme


luıkkı, her bir Yurttaşın bütün güç ve iktidarlarını bu adama ya da
bu Kurula devretmesinden ol uşur, bunun yapılmış olması diren­
me hakkının terk edilmesinden başka bir şey değildir' (Y. 1 1 ).
Hobbes, bu üstün ya da egemen i ktidarın, mutlak yasalarla ya
da anayasal sınırlamalarla sınırlanmamış olduğunu vurgular. Yasa­
lar, her şeyden önce yasanın herhangi bir ihlalini cezalandırma yet­
kisine de sahip olan egemen iktidarın bizzat kendisi tarafından ya­
pılır ve uygulanır. Bu, egemen iktidarın ne anlama geldiğini göste­
ri r. Dolayısıyla egemen iktidar üzerinde yasal sınırlamalardan sö1.
etmek anlamsızdır. Çünkü bir iktidar, ancak başka bir iktidar tara­
fından sınırlanabilir, ama o zaman da aslında, bu ! sınırlayan ! iktidar
üstün ya da egemen i ktidar olacaktır. Dolayısıyla insanlar bu hu-
THOMAS HOBBES'un SiYASAL DUŞUNCEl.ERI 1 59

susta nasıl bir yanılsama içinde olurlarsa olsunlar, her devlette ege­
men ya da mutlak olan belirli bir ni hai otorite vardır. Hobbes için
• karma anayasa' yoktur.
Burada hurafelere ya da geleneğe başvurarak değil , rasyonel
argümanlara dayal ı, titiz, ayrıntılı mutlak bir yönetim savunusu
vardır. Bu anlamda bu savunu, 1. Charles' ın amaçladığı mutlak ik­
tidar lehine ve Parlamentonun karma anayasa içinde hakkaniyetli
yer konusundaki isteklerine karşı ikna edici bir kllıf sağladı. Ancak
görünüşe göre, mutlak bir parlamenter egemenlik de tıpkı mutlak
bir monarşi kadar geçerli olacaktır. Böyle bir durum. Hobbes' un
gerçek terci hlerine olmasa bile egemenliğe getirdiği tanıma uygun
olurdu. Ancak, argümanına ilişki n söylenecek daha fazla şey var­
dır. çünkü bu argümanın yazıldığı dönemin özel tarihsel bağlamda­
ki önemi yeterince açıktır. Hobbes ' un, en az egemenlik tanımı ka­
dar ilginç ve anlamlı olan, çokluk hakkında ne söylemek zorunda
olduğudur.
Hobbes zorla deği l , tanrılar ya da krallar tarafından ve ama bi­
reylerden oluşan insan çokluğunun kendi çıkarlarının peşinden ko­
şarken gönüllü olarak yarattığı rızaya dayalı bir yönetim teorisini
özenle inşa etmiş bul unmaktadır. Bu teori, bir tüzel kişilik ya da
tüzel bütünlükler koleksiyonu olmaktan çok, bi reylerden oluşan
' halk' tarafından oluşturulan ayrıksı bir İ ngiliz devleti düşüncesiy­
le oldukça uyumludur. Şimdiye kadar söyledikleri , Düzleyicilerin
görüşleriyle bile uyumlu olacaktır. Ancak, Hobbes'a göre, bu bi­
reyler çokl uğu, siyasal bir toplumu oluşturmak için mutlak bir
egemen iktidar kurabi lir ve kurmak zorundadır, ama bu aynı çok­
luk. bizzat kendisinin yaratmış olduğu egemen iktidarı, kendi öz­
gür iradesiyle kolayca feshedemez.
Hobbes, bir · insanlar çokluğunun· ne olup ne olmadığı, ne ya­
pabileceği ve ne yapamayacağı konusunda son derece ısrarcıdır.
Çokluk. tek bir kişi değildi r. çok sayıda bireydir. Çokluğun bizzat
kendisini ol uşturan bireysel iradeler ve iktidarlar bel irli bir tekil
yapay bütünlüğe devredi lmediği sürece, tekil bir kolektif varlık
olarak var olmaz: · bir insan çokluğu (kendi özgür iradeleriyle.
1 60 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YlJKSELl:>I ve SiYASAL TEORi

kendilerini bi r toplumda birleştiren) , tek bir vücut değil, ama


. . .

her biri kendi iradesine ve kendi ne özgü yargılarına sahip olan çok
sayıda insandır"( V l . l ). Çokluk, bi reylerin toplanmış olması dolayı­
sıyla kolektif bir kimliğe, yasal bir konuma sahip deği ldir. Çokluk,
· her biri ayrı olarak yapmadığı ve Adam Adama yapıl madığı süre­
ce, söz veremez, sözleşme yapamaz, Hak kazanamaz, Hak devre­
demez, eylemde bulunamaz, sahip olamaz, mal edinemez vb. şey­
leri yapamaz; bu durumda da, İ nsan sayısı kadar sözler, sözleşme­
ler, haklar ve eylemler olmak zorundadır' ( V l . I . not). Bu durum­
da, bir ayaklanma eyleminin çoğunl uk tarafından verilen destek te­
meli üzerinde yapılması nedeniyle meşru olduğunu hiç kimse i leri
süremez. Sadece bireyler eylemde bulunabildiğinden ve rıza gös­
terebildiğinden, hiç kimse 'çokluğun' desteğine sahip olduğunu
iddia edemez, ' çokluk' da onu oluşturan bireylerden - ve sadece
onlardan - başka bir statüye sahip olduğunu iddia edemez.
Hobbes Yasaların Öğeleri adl ı eserinde, sivil toplum ve ege­
men iktidarın, insanlardan egemene doğru bir iktidar devri yoluy­
la yaratılmış olduğunu ileri sürerek, Parlamento larafından talep
edilen hakların, egemene ve mevcut durumda krala ait olduğunu
gösterdi . Yurttaş Üzerine adlı eserinde, sivil toplum ve egemen ik­
tidar bir kez oluşturulduktan sonra, i nsanların ya da · çokluğun ·
artık bir siyasal rolünün olmadığını vurgulamayı gerekli bulur. Ege­
men bir monarkın olduğu yerde, bu monark ' halk' için eylemde
bulunur. Egemen i ktidar birden fazla kişiden oluştuğunda, ' halk"
sadece, Parlamento gibi bir kurul formuyla hareket edebilir. Parla­
mento dışındaki, sokaklardaki ya da başka yerlerdeki halkın, siya­
sal bir bütünlük olarak eylemde bulunduğu durumların olmadığı
açıktır: · Halk ya da çoğunluğun karar verdiğini, emrettiğini ya da
herhangi bir şey yaptığını söylediğimizde, bundan tek bir kişinin
ya da bir Kurul dışında yapılması olanaksız olan, ama daha çok sa­
yıda kişinin uzlaşmış iradesiyle Emreden, Karar veren ve Eylem­
de bulunan Kent (yani devlet) anlaşıl ır· ( V I . 1 . not). Hobbes, öge­
ler adlı eserinde, Parlamentonun Krala karşı i leri sürdüğü iddiala­
ra karşı meydan okuyor idiyse, Yurttaş Üzerine adlı eserinde, dik-
THOMAS HOBBl:S"un SiYASAL DUŞUNCElERI 161

katini muhtemelen sadece d i k kafalı bir Parlamentoya değil, ama


daha da kötüsü, sokaklardaki kalabalıklara çevinneye zorlandı.
Her neyse, Hobbes Yurttaş Üzerine adlı eserinde, açıkça ' ayak­
lanma' ve savaş olasılıklarına kafa yorar:

Çokluğa, bir olmasından dolay ı, herhangi bir eylem de atfedemeyiz, ama


bu (eğer tümü ya da çoğunluğu anlaşırsa bile) bir Eylem değil , çokluğu
oluşturan sayıda i nsanın eylemi olacaktır. Çünkü bazı büyük Ayaklanma­
larda, genell ikle bu Kentin Halkının Silaha sanldığı söylense de, bu sade­
ce, silaha sarılanlar ya da ve silaha sarılanlara rıı.a göstermiş olanlar için
doğrudur. Çünkü tek bir kişilik olan Kent (devlet) kendisine karşı silaha
sarılamaz. (Vl. 1)

Ancak, o zaman, her bir birey vermiş olduğu onayını neden ge­
ri çekememekle ve egemeni, çok sayıdaki bireyin birleşmiş benzer
eylemiyle yıkamamaktadır? Hobbes bu soruyu, egemen iktidarın
sadece her bir insanın karşılıklı yardıma katılmak amacıyla diğeriy­
le yaptığı anlaşmanın sonucu olduğu doğruysa, o zaman egemenin
yıkılması, her bir bireyin onayını geri çekmesini gerektirirdi ki, bu
olanaksız görünmektedir, diye yanıtlar. Ayrıca bir ayaklanma, bir
çoğunluk tarafından desteklenseydi bile, bu çoğunluğun kendisi
sürekli olamayacaktı. Çoğunluk yönetimi ilkesinin - her bir kişi­
nin çoğunl uğun kararına uymakla yükümlü olduğu ilkesinin - bir
sivil toplum ürünü olması ve sivil toplum dışında ya da kurulu yö­
netime karşı uygulanamaması nedeniyle, hiçbir çoğunluk, çoklu­
ğun bütünü adına davrandığını iddia edemez.
Buradaki temel özellik şudur: Sivil toplumu kuran sözleşme,
karşılıklı yardım bağıtı içindeki bireyler arasındaki bir anlaşma de­
gildir. Egemen iktidar, kesinlikle, bireylerin karşılıklı anlaşmala­
rıyla kurulmuştur, ama bu anlaşma, kişilerin iktidarlarını başka bi­
rine devrettikleri bir anlaşmadır. Dolayısıyla kişiler, sadece birbir­
lerine karşı değil, iktidarlarını ve haklarını devrettikleri egemen ik­
tidara karşı da yükümlüdürler. ' Dolayısıyla sayıları ne olursa olsun,
uyruklardan hiçbiri, herhangi bir hakka dayalı olarak, baş İ ktidarı
taşıyan kişiyi , hana (yani, özellikle) bu kişinin kendi rızası olmak­
sızın, yetkisinden mahrum edemez' ( V I . 20).
1 62 i S YA N BORUSU KAPITALIZMN I N YUKSELIŞI •·e SiYASAL TEORi

Hobbes' un, amacını gerçekleştirmedeki becerisini kabul etme­


mek olanaksızdır. Yüzleşmek durumunda kalacağı olguları inkar
etme çabasına gi rmediği gibi , tarihi geçmiş argümanları da canlan­
dırmaya çalışmaz. Sadece İ ngi liz devletinin ' bir araya gelmiş öz­
gür insanlar çokl uğu' olduğunu kabul etmekle kalmaz, ama bu
önermeye en radikal yapılandırmayı kazandırma konusunda da ıs­
rar eder: Devlet, her biri aynı doğal haklara - kişilerin tüzel ko­
numlarına ya da mülkiyetlerine değil , bireysel kişiliklere içkin
haklara - sahip özgür ve eşit bir bireyler çokluğudur. Böylece
Hobbes, mutlakıyetçi bir argümanı, hiçbir Düzleyicinin utanç duy­
mayacağı önermeler üzerine inşa eder.
Hobbes, çokluğun tüzel bi r bütünlük ol maktan öte bir bireyler
toplamı olduğu biçimindeki önermeyi, çoğunluğun siyasal hakları­
nı vurgulamak için deği l, ama tam tersine, çokluğu siyasal kişili­
ğinden yoksun bırakmak için kullanır. Daha açıkça ortaya koymak
gereki rse, Hobbes'un teorisinde çokl uğun siyasal işlevi, kendi
kendisini ortadan kaldırmaktır. Çokluğu, siyasal bir bütünlük ya­
pan eylemi n kendisi, insanların direnme haklarından vazgeçtikleri
eylemdir. Dolayısıyla, bireysel haklar düşüncesini kafası üzerine
çevirmiş bulunmaktadır: Evet, gerçekten de, her insan doğa tara­
fından belli haklara sahip kıl ınmıştır, ancak bu doğal haklarını fiilen
egemene devretmeden kullanamaz.
Burada, Hobbes'un argümanının, Hobbes' un karşılaştığı özel
tarihsel koşullar tarafından nasıl biçimlendiğini yeniden özetlemek
için ara vermeye değer. Mevcut bağlam açıktır: Parlamento, kralın
mutlakıyetçi arzularına meydan okumasında sadece ' Parlamentoda
Kral ' ilkesi gereğince kendisine düşen hakkaniyete uygun payı ta­
lep etmekle kalmadı, ama aynı zamanda, Parlamento dışındaki
çokluğu seferber etti ve çok sayıda kişinin desteğine sahip olduğu­
nu iddia ederek kendi direnişini meşrulaştırdı. Hobbes, hem karma
anayasayı, hem de çokluğun siyasal konumunu reddederek Parla­
mento davasının temelini çürüttü.
Ancak çokluğun haklarına, ittifak içinde yapılan bu saldırıların
daha temel , tabiri caizse, yapısal nedenleri de vardır ve bu neden­
lerin, yine spesifik olarak İ ngiltere'deki koşullarla ilgisi vardır. İ n-
THOMAS HOBBl:'.S'un SiYASAL DliŞUNCELERI 1 63

giltere ve Fransa arasındaki karşıtlığı ve Fransız devletinin tüzel ki­


şiliklerden oluşan yapısının, Din Savaşları sırasında ortaya çıkan
direnme teorilerine nasıl yansıdığını bir kez daha hatırlayalım. Mo­
narkomaklar, direnme hakkının, tüzel kişi l iklere ve bu kişiliklerin
temsilci lerine ait olduğunu ileri sürdüler. Bodin, bu doktrinlere, bu
tür kişiliklerin özerk i ktidarları olmadığını iddia ederek karşı çıktı.
Daha alt düzeydeki bu tür bütün iktidarlar, daha üst düzeydeki, en
büyük mutlak ve egemen iktidardan türemedi r. Bodin bu tüzel ki­
şiliklerin, bir şekilde, mutlak bir monarka onay verdiklerini ispat­
lamaya kalkışmaz. Devletin parçalanmış hükümranlık alanlarının
bir yamalanışı olduğunu tartışmasız kabul ederek, kabaca sadece
görünürdeki özel ve bölgesel çıkarları temsil eden bütün bağımsız
iktidarlar ve bütünlükler arasında, onları bir tek kişilik içinde bir­
leştiren ve bütünün çıkarlarını temsil eden belirli ve üstün bir ikti­
dar olması gerektiğini ileri sürer.
Hobbes da bu tür bir egemen iktidar kavramına başvurur, an­
cak bunu farklı bir bağlamda yapar. Kendisine ait özerk iktidarlar
ve ayrıcalıklar talep eden bir yönetici sınıfı, hem destekleyen ve
hem de rekabet hal inde büyüyen bir mutlak monarşiyi içeren
Fransız devletiyle ilgilenmez. Hobbes' un bağlamı, yönetici sınıfın
bütünleşmiş bi r devleti kabul ederek ve hana paylaşarak, bağımsız
iktidarlarını devlete bıraktığı, bütünleşmiş İ ngi liz devletidir. Bu yö­
netici sınıf, bağımsız hükümranlık alanlarındaki iktidarlara ya da
tüzel ayrıcalıklara olmaktan çok, özel mülkiyete ve ekonomik sö­
müıiiye bağımlıdır. Hobbes' u bir ' burjuva' düşünürü olarak adlan­
dıran ya da onun İ ngiltere'nin gelişen kapitalizminin erken geliş­
miş bir kavrayışını atfeden yorumcuların argümanlarını kabul et­
mesek bi le, bu sonuç Hobbes'ta oldukça açıktır. Ayrıca şurası da
açıktır ki , toprağın denetiminde ekonomik olarak güçlü olduğu ka­
dar, siyasal olarak Parlamentonun denetiminde de güçlü olan İ ngi­
liz yönetici sınıfı, Krala karşı halk çoğunluğunun �esteği olmaksı­
zın, başarılı bir meydan okumaya olanak tanıyacak, bağımsız hü­
kümranlık alanına ait ve askeri bir iktidar türünden hoşlanmaz.
Dolayısıyla, Hobbes, Bodin ' i n ' heyetJeri ve tüzel kişilikleri ' ile
değil, ama Bay Thomas Smith 'in ' bir araya toplanmış özgür insan-
1 64 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN Y UK S ELIŞI ve SiYASAL TEORi

lar çokluğu ' ile başa çıkmak zorundadır. Bu çokl uk, Smith ' in ileri
sürdüğü gibi , ' savaşta olduğu kadar barışta da, kendi kendilerini
korumak amacıyla, kendi aralarındaki ortak uyum ve anlaşma yo­
luyla birleşmişse ' , bireyler ' kendilerini korumak için ortak ve kar­
şılıklı nı.ayla' bir devlette birleşmişlerse. şimdi Hobbes, insanların
korunmasının mutlak bir egemen iktidarı gerektirdiğini ve bizzat
bu tür bir iktidarın kendisinin, ' ortak ve karşılıklı rızayla' kuruldu­
ğunu ispatlamak zorundadır. Ayrıca şimdi, içsavaşın ortasında, sa­
dece teorik bir soyutlama ya da pasif bir kitle olarak değil, ama
gerçek bir siyasal fail , siyasal rolü her geçen gün büyümekte olan
bir ortak ahali çokluğu olarak ' çokluk' kavramıyla karşılaşmak zo­
rundadır. Hobbes, zehirli i ğnesini ortadan kaldırırken, bu çoğunluk
gerçeğini onaylamakla görevl idir.

Leviathan
Hobbes, Yarrtaş Üzerine adlı eserini yazarken İçsavaş henüz baş­
lıyordu, Leviarhan' ı yazdığında ise, olaylar hızla gel işmiş ve mesa­
fe almıştı. Yeni Model Ordu seferber edildikten sonra kral idam
edilmişti, monarşiyi ve Lortlar Kamarasını kaldırmak için yasalar
geçiren Parlamento, Cromwell Commonwealth ' ı kurmuştu. Bu
olaylara Parlamentonun içinde ve dışında, her düzeyde, el ilanla­
rında, risalelerde ve felsefi denemelerde süren sert tartışmalar eş­
lik etmişti. Bu tartışmalar, kralın öldürülmesinin meşruluğu,
Cromwell rejiminin yetkisi , bu rejime sadık kalınması için ' bağlı­
lık' yemini edilmesinin doğru olup olmadığı, siyasal reformların sı­
nırlan ve boyutu hakkı ndaydı. Ayrıca, kuşkusuz Cromwell ' in kafa­
sında bulunanlardan bile çok daha uzak erimli siyasal programla­
rın gündeme girmesini zorlayan çok sayıda radikal düşünce ve ha­
reket ortaya çıkmıştı.
Bu yeni ortamda Hobbes, Yurttaş Üzerine adlı eserindeki argü­
manlarını canlandırdı, detaylandırdı ve değiştirdi. Bu zamana ka­
dar, sadece araya giren heyecan verici olaylarla değil, ama aynı ı.a­
manda, kendi koşullarındaki önemli değişikliklerle de karşılaşmak
zorunda kalmıştı. İ lk çalışması, özellikle dinbilimci ler arasında
THOMAS HOBBES'un SiYASAL DUŞUNCEL...ER I 1 65

şiddetli tepkileri harekete geçirmiş ve bunların müdahaleleri yü­


zünden sürgündeki kraliyet ailesi içindeki konumunu kaybetmişti.
Hobbes tarafından bu tür eleştirilere duyulan düşmanlık, çerçeve­
si Leviathan'da çizilen din hakkındaki düşüncelerinde gayet canlı­
dır. Bu düşmanlık, şimdi kendisini Cromwell ile uzlaştırmak iste­
ği ya da gereksinimiyle birlikte, bu esere ayrıksı tadının çoğunu
vermiştir.
Leviathan, kuşkusuz fizik ve matematik tarafından kullanılan
kesinlik türüyle bir siyaset biliminin geliştirilmesine i lişkin bilinç­
li bir çabadır. Leviathan'ın, A ristoteles'e kadar geriye gidilerek atı­
lan felsefi temelleri , diğer filozoflarla yapılan açık ya da gizli tar­
tışmalardan başka, en son bili msel ilkelerin dikkat çekici biçimde
uygulanmasıyla özenli ve sistematik biçi mde oluşturulur. Ancak
bütün bunlar, Leviathan' ı n belli bir durum için yazılmış siyasal bir
risale olma olasılığını, bütün zamanlar ve bütün dönemler için ya­
zılmış bir deneme olma olasılığının önüne geçiriyorsa bile eserin
içinde yanıp tutuşan kızgınlıktan hiç söz edilmese de, siyasal ve ki­
şisel acelesinden kuşku duyulamaz.
Leviathan'ın argümanı, genelde Yurttaş Üzerine' ni nki ile aynı­
dır ve metnin çoğu, kısmen, önceki çalışmanın tekrarı ve başka
sözcüklerle ifade edilmesidir. Ancak iki kitap arasında öze ilişkin
birkaç farklılık önemlidir. Leviaıhan'ın en dikkat çeken özellikle­
rinden biri, Hobbes' un, din konusuna ayırdığı alandır. Kitabın yarı­
ya yakın kısmı, ' Hıristiyan Devlet' konusuna değinir. Dine bu şe­
k.ilde kafa yorma, sadece, teolojik eleştirmenlerine kızgınlığını de­
ğil, ama en önemlisi, dinin içsavaşın en önemli nedeni olduğuna
i lişkin inancını da yansıtır. Restorasyondan sonra yazılmış olan, iç­
savaşın tarihi Behemoth'da insanların, papazlar, Katolikler ve
mezhep üyeleri tarafından yozlaştırılması, bu büyük düzensizliğin
nedenler listesinin başında gelecektir. Hiç kuşku yok ki, din özgür­
lüğü devrimci program içindeki en temel hedeflerden biri olmuş­
tu ve özel likle de din, krala karşı ayaklanmayı meşrulaştırmada
merkezi bir rol oynamıştı.
Hobbes'un Leviathan 'da giriştiği din tartışmasının temel ama­
cı, gerçek Hıristiyanlığın, sektiler otoriteye itaati gerektirdiği ni is-
1 66 iSYAN BORUSU. KAPITALIZMNIN Y l /KSHJŞI ve SiYASAL Tl:ORI

patlamaktı. Kilise ile devlet arasında çatışma olamazdı. Bir insan


iki yöneticiye hizmet edemez ve her bir özel seküler iktidar üze­
rinde üstünlük iddia edebilecek evrensel bir kilise yoktur. Her dev­
letteki kilise, kendi sivil egemenine tabidi r. Bu bakımdan, Hob­
bes 'un din hakkındaki görüşleri, sadece mutlakıyetçi siyasal argü­
manını güçlendirir. Ancak Hobbes' un, çok sayıdaki çel işkileri nden
biri, bu mutlakıyetçi iddianın oluşturulmasında bizzat harekete ge­
çirdiği teolojik argümanların - ister Katol ik, ister Anglikan ya da
Presbiteryen olsun Hıristiyanlığın bütün Ortodoks dallarına düş­
man olan materyalist ve seküler argümanlar -, kendi eleştirmenle­
rine Başpiskopos Laud gibi kralcıların teolojilerinden ziyade,
Winstanley türündeki radikallerin din anlayışlarıyla daha çok ortak
noktası bulunuyormuş gibi görünmüş olmasıdır.
Temel siyasal argümanına gelince, Leviathan da Yurttaş Üzeri­
ne gibi, i nsanlığın doğal koşulları ile başlar. Bu defa Hobbes, sivil
toplumu zorunlu k.Jlan i nsan doğasının nitelik.Jerini çok daha ayrın­
tılı inceler. fiziğin ilkelerini ve devinim yasalarını uygulamak yo­
luyla, i nsan tutkularına - elbette ki, özellikle acıdan kaçınma dür­
tüsü, kendini koruma içgüdüsü ve ölüm korkusu -. devinim halin­
deki maddenin örnekleri ve çekme ile i tmeni n ilkeleri muamelesi
yaparak, insan güdülenmesini en derin temellerine, bir bakıma
atomlarına, bileşenlerine indirmeye çalışır. Bu incelemenin sonu­
cu, Yurttaş Üzerine adlı eserde resmedilmiş olan bir doğa durumu
açıklamasının aşağı yukarı aynısıdır. Hobbes'un en meşhur deyi­
miyle yaşam, içi nde ' yalnız, yoksul, kötü, hayvani ve kısa'nın ol­
duğu ' herkesin herkese karşı' savaş durumudur. Yine i nsanı, sivil
toplumu kurmaya zorunlu kılan doğa yasalarını ve doğal hakları
ayrıntılı olarak inceler. Sivil toplum olmaksızın, refah ve ferah ya­
şam şöyle dursun, ne kişi ne de mülkiyet güvenliği olabil i r. Doğa
durumunda benimki ve seninki arasında tam bir ayrım yoktur, çün­
kü her insan elde edebildi ği her şeyi elde eder. Dolayısıyla, mülki­
yet hakk.J egemen iktidara bağlı sivil bir haktır.
Burada da, bütün insanlar doğal olarak özgür ve eşittirler, tü­
mü aynı doğal haklarla donatılmışlardır; bu doğal haklar. henüz bi r
THOMAS HOBBfSun SiYASAL DÜŞU NCELERI 1 67

egemen iktidar olmaksızın kendi kendini yok edici niteliktedir ve


yine, burada da bireyler arasındaki savaş durumu, güçlerini mut­
lak bir egemene devretme amacıyla yapılan karşılıklı anlaşmayla
son bulur. Doğal eşitliğe ilişkin en uç önermelerle başlayarak, eşit
derecede aşırı olan bi r mutlakıyetçilikle bitirir. Şunu da eklemeye
değer, Hobbes' un doğal eşitliğe ilişkin olarak, insan varl ıkları ara­
sındaki hükümranlığın ya da tabi yetin nedeni olabilecek sistematik
ve evrensel bir eşitsizlik olmadığını ima eden başlangıç önermele­
ri erkek ve kadın arasındaki ilişkilere kadar uzanır. Hobbes, kadın­
ların eşitliğini kabullenme konusunda çoğu siyasal teorisyenden
daha ileriye gider; ancak tıpkı insanlar arasındaki eşitlik inancının,
bazı insanların diğerleri üzerinde mutlak yönetim kurmasını meş­
rulaştırmaktan al ıkoymamasında olduğu gibi , erkeğin de kadın
üzerinde, neredeyse evrensel olan hükümranlığı için nedenler bu­
labilir. Muhtemelen devletleri kuranlar, genelde daha güçlü olma­
ları ve baskı gücünü tekelleştirmeleri nedeniyle genellikle erkek­
lerdir ve dolayısıyla, medeni hukuk erkeklere, aileleri üzerinde ne­
redeyse evrensel bir hükümranlık tanır. Ancak, kadının erkeğe tabi­
yeti, tıpkı erkeğin bir egemen iktidara tabiyeti gibi, ilkesel olarak
uzlaşmaya dayalıdır. Her iki durumda da, rızanın nedeni korkuy­
muş gibi görünmektedir, ya fatihin bizzat kendisinden korku ya da
uyruk olan kişinin, kendilerine karşı korunma istediği diğer kişi­
lerden korku.
Hobbes, leviathan'da, Yurttaş Üzerine de olduğu gibi, birkaç
'

cephede savaşır. En azından zımnen, monarkomaklarınki gibi, bu­


labildiği mutlakıyetçi tik karşıtı çeşitli argümanlara karşı çıkar, ama
aynı zamanda, mevcut mutlakiyetçi teorilerle ilgili konuları ise, sa­
dece boşluklarını gidermek yeni ve öngörülemeyen meydan oku­
malara karşı daha sızdırmaz hale getirmek için bile olsa ele alır.
Fransız düşünürü Bodin'inki gibi bir egemenlik kavramı, Hob­
bes' un bazı amaçlarına kesinlikle hizmet edecektir. Örneğin bu
egemenlik kavramı, bi r karma anayasa nosyonuna tümüyle karşı
çıkar ve Hobbes, iktidarın mutlak ve bölünmez olması gerektiğini
ispatlayarak Parlamentonun iddialarına karşı gelmek amacıyla,
1 68 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

Bodin ' inkine benzeyen bir kavramı kullanabilir. Yi ne Bodin'in,


kabaca egemenin iradesi biçimindeki yasa tanımı Hobbes için ya­
rarlıdır. Bu tanım, İ ngi ltere bağlamında örf ve adet hukuku gelene­
ğine karşı ve Parlamentonun, örf ve adet hukukunun, en üst düzey­
deki yorumcusu olma yönündeki taleplerine karşı kullanılabilir.
Ancak Fransız egemenlik doktrini, Hobbes' un amaçlarının birço­
ğuna hizmet etme yeteneğindeyse de, bu doktrinin yapamayacağı
önemli bir şey vardır: Bu doktrin, direnme hakkı ve hana daha et­
kin ve sürekli siyasal haklar talep eden, özgür bir bireyler çoğun­
l uğu ile baş edemez.
Bazı yorumcular, Hobbes'un tezinin bireyciliğinin, monarko­
ma.kların direnme teorileri tarafından (sivil düzeni, atomik parçala­
rına ayırma deneyi düşüncesi biçimindeki bilimsel arzuları tarafın­
dan olduğu kadar) kendisine dayatıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu
Fransız direnme teorileri , kral iyet iktidarının nihai olarak, kolektif
bir bütünlük olan halktan türediği düşüncesi üzerine dayal ıydı. İ n­
sanlar, bireysel olarak krala ast olmalarına rağmen, kolektif olarak
kraldan üstündüler. Bu nedenle insanlar, tüzel bir cemaat olarak,
temsilcileri aracılığıyla direnmeye il işkin kolektif bir hakka sahip­
tiler. Dolayısıyla, Hobbes'un bu tür bir tüzel topluluğun, en başta
varolduğunu reddetmeye çal ıştığı ileri sürülmüştür. Sivil toplumun
dışında, sadece bir bireyler çokluğunun bulunduğunu söylüyordu.
Sadece egemen bir i ktidar, bi reylerden oluşan bu tür bir karmaşık
yığını, bir topluluğa dönüştürebilir. Dolayısıyla egemen i ktidar.
kendisinden önce varolan bir cemaat tarafından ya da bu cemaate
karşı sorumlu olarak yaratılmaz. Tam tersine egemen iktidar, ce­
maatin bizı.at kendisini yaratır.
Hobbes bazı argümanlarında, kesinlikle monarkomakları düşü­
nüyordu. Ancak, monorkomaklara karşı neden basitçe Bodi n ' in
argümanlarını kullanmakla yetinmediği hala karanlıkta kalmakta­
dır. Bodin'in yaptığı gibi , yokluğu halinde geride yal nızca bölün­
müş, parçalanmış ve ortak yararı temsil edemeyen özel çıkarların
var olacağı bir devlet(in) birliğinin, ancak egemen bir iktidar tara­
fından yaratılabileceğini söylemek neden yeterli değildi? Hobbes,
THOMAS HOBBES'un SiYASAL DUŞlJNCELERI 1 69

neden doğal haklarla donanmış birey teri mleriyle düşünmeye ve


mutlakıyetçiliği, özgür ve eşit bireyler çokluğuyla başlayarak sa­
vunmaya zorlandı?
Daha önce, Hobbes' un çokluk hakkındaki tezinin, Bodin gibi
Fransız düşünürlerinin göğüs germeye zorlanmadıkları, İ ngilte­
re' deki oldukça özel bazı koşullara nasıl hitap ettiğini gördük. Ör­
neğin, monarkomaklar, birey anlamındaki vatandaşların haklarını
değil, ama soyluların ve çeşitli tüzel kişilerin özerk iktidarlarını sa­
vunmaktaydı. Diğer bir anlatımla, sorun kişilerin haklarından çok
görevlerin ! makamların ! haklarıyla ilgiliydi ya da başka biçimde
ortaya konursa, genel bir haklar sorunu olmaktan çok, bir iktidar­
lar ve ayrıcalıklar sorunuydu. Başka hiçbir şey olmasa bile, diren­
me hakkı, insanlığa (en azından erkek insanlığa) içkin bireysel bir
hak değil, kamu görevine i lişik bir görevdi.
Fransız direnme hakkı doktrinleri, çokluğa siyasal bir rol atfet­
mediler ve Bodin gibi mutlakıyetçi bir düşünür ise, çokluğa karşı
koyarken ne bireysel haklar teorisiyle ne de çokluğun siyasal oy
hakkına ilişkin talepleriyle ilgilenmek zorunda kalmıştı. Karşılaş­
tığı sorun, halkın eylemciliği olmaktan ziyade, daha alt düzeydeki
soyluların ve yerel yönetim görevlilerinin hak talepleri ve bunla­
rın, devletin parçalarına sahip olma talepleriydi. Şu halde onun gö­
revi , Fransız siyasetinde önemli bir rol oynamaya devam eden bu
tüzel iktidarların ve ayrıcalıkların özerkli klerine karşı gelmekti.
Basit biçimde, onların bağımsızlıklarını reddetmek ve nihai olarak
egemen iktidardan türediklerini ispatlamak zorundaydı.
Gördüğümüz gibi, Hobbes Yurttaş Üzerine adlı eserini yazar­
ken, tümüyle farklı bir dizi sorunla karşı karşıya kaldı. Özelde
1 640 İ ngiltere'sinin mevcut koşulları kadar, genelde İ ngiliz devle­
tinin yapısı ve İ ngiliz mülkiyet ilişkileri, onu 'çoğunluk' ve vatan­
daşların hakları konularında tümüyle yeni bir yöntemle ilgilenme­
ye zorladı. Yurttaş Üzerine ve Leviaıhan arasında geçen sürede,
araya giren gelişmeler, tezini bir adım öteye götürmeye mecbur
kıldı.
Hobbes, Yurttaş Üzerine'de, güçlerini ilk ve son olarak mutlak
1 70 iSYAN BORl l S l l . KAPITAUZMNl !'ll YUKSELIŞI •e SiYASAL TEORi

bir egemene devretmek için, birinin diğeriyle sözleşme yaptığı öz­


gür insanlar çokl uğunu imgeler. Egemen bu andan itibaren, onları
temsil eder ve onlar ellerinden çıkarmış oldukları güçleri geri is­
teme hakları yoktur. Hatta insanlar, hiç olmayacak biçimde, her
bireyin egemene bağışlam ış olduğu iktidarları geri alma konusun­
da diğeriyle anlaşması halinde bile, yine de egemen iktidarı fes­
hedemezlerd i ; çünkü, insanların güçleri ni başka birine devretmek
için karşılıklı anlaşmaları, sadece birbirlerine karşı deği l , ama ken­
di lerinin yaratmış oldukları egemene karşı ve egemen in kendisinin
rızası olmaksızın ortadan kaldıramayacakları, bi r yüküml ülükleri
olduğu anlamına gelir.
Bu tez Leviathan 'da i nce, ama öneml i bir değişime uğrar. Yurt­
taş Üzerine de, egemen bir iktidar kuracak olan anlaşma şöyle
'

formüle edil mişti: ' Senin de haklarını sözleşmeni n aynı Tarafına


geçirmen koşul uyla, Haklarımı bu Tarafa devrediyonım'(V I . 20).
Leviathan da yazım biçimi farklıdır: Senin de Hakkını ona bırak­
' •

man ve bütün eylemlerinde, aynı biçi mde onu yetkili kıl man
koşuluyla kendimi Yönetme hakkını bu Adama ya da bu insanlar
Meclisine bırakıyor ve onu Yetki lendiriyonım' (XVll, s. 227).
Buradaki yeni öğe yetkilendirme fi kridir: İ nsanlar sadece güçlerini
devrederek deği l , ama kendi yerlerine eylemde bulunması ve ken­
di lerini onun her eyleminin bizzat yetkilendi renleri yaparak onu
yetki lendi rmeleri yle, kendi leri ni temsil etmesi için egemeni
yaraurlar.
Yazım biçi minde, görünüşte küçük olan bu değişikliğin sonu­
cu nedi r ve Hobbes neden bu değişikliği ortaya koyma zorun­
luluğunu hissetmiştir? Öte yandan Yeni formülün egemenin güç­
lerini daha da mutlaklaştırdığı ya da sınırsızlaştırdığı anlaşılmak­
tadır. Eski versiyonda, insanlarla egemen arasında bir anlaşma ol­
mamasına, ama sadece i nsanların kendi aralarındaki güçlerini dev­
retmeye i lişkin bir anlaşma olmasına rağmen, orij i nal anlaşmadaki
· iki taraflı bi r yüküml ülük ' ün sadece her bir uyrukla di ğeri arasın­
da deği l . ama aynı zamanda, her uyruk ile egemen arasında da bir
il işki kurduğunu ileri süren Hobbes, egemenle bi r sözleşme yapı l-
THOMAS HOBBES "un SiYASAL DUŞUNCELERI 171

dığı imasını hissetmiş olabilir. Hobbes Yeni fonnülde, egemenle


uyruk arasında karşılıklı bir bağ ya da yükümlülük olduğuna iliş­
kin herhangi bir imayı. vurgulu biçimde reddeder. Egemeni n hiç­
bir sözleşme ya da anlaşmanın tarafı olmadığı. uyruklarına karşı.
sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğü bulunmadığı, sözleş­
meden kaynaklanan hiçbir koşula tabi olmadığı ve dolayısıyla, her­
hangi bir bağıtın ihlfilinden dolayı suçlu sayılamayacağı konusun­
da ısrar eder. Bu argüman, egemenin her eyleminin, sadece ken­
disine ait olmadığı, ama aynı zamanda eylemin ' yetkilendirenlere'
de ait olduğu, onu ' yetki l i kılmış' olan ve temsil ettiği kişilere de
ait olduğu biçimindeki iddiayla güçlendirilir. Dolayısıyla egemen,
barışı sürdünnek ve uyruklarının yaşamlarını korumakla yetkilen­
diri imiş olduğundan, bu amaçlara ulaşmak için gerekli araçları
belirlemede ve uyruklarının müdahalesini içenneyen koşulsuz ve
sınırsız bir hakka sahiptir. Egemen, düşüncelerin kamusal olarak
ifade edilmesini bile denetleyebilir ve hatta aslında denetlemek
zorundadır. Ayrıca, egemen bütün bunları dilediği kadar tiranca
yapabilir ve yine de herhangi bir adalet kuralını çiğnemiş olmaz.
Hobbes egemeninin, uyruklar tarafından bilinen yasalar aracılığıy­
la yönetmesi ni bekler, ancak kendi rasyonelliği hariç, yöneticinin
tiranca davranışları karşısında gerçek bi r denetim yoktur.
Egemeni n her eylemi ' yetk.ilendiri lmişse · . egemeni adaletsizlikten
dolayı suçlamak kendi kendisine karşı adaletsizlik yapan ' yetki
devredeni ' suçlamak anlamına gelecektir.
Diğer taraftan, aynı fonnül görünüşte tümüyle zıt olan bir baş­
ka anlama sahiptir. Yurttaş Üzerine adlı eserdeki iktidarların devri
ilk ve son kez gerçekleştirilir. İ nsanlar iktidarlarından, sürekli
olarak vazgeçmiş bulunmaktadırlar ve bu güçleri hiçbir durumda
geri alamaz, başka bir yere bağışlayamazlar. Tersine leviathan'da
uyruklar. sadece eylemde bulunma i ktidarlarından vazgeçmezler,
ama her zaman egemenin eylemlerinin ' yetkilendireni ' olarak
kalırlar. Dolayısıyla ' yetkilendinne' eylemi . her şeye rağmen bazı
sınırlayıcı koşulları ima ediyor olabilir. Uyruklar, sadece iktidar­
larını devrediyorlarsa. bir anlamda egemenin bu iktidarlarla ne
1 72 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSEJ..I ŞI ve SiYASAL TEORi

yapıp ne yapamayacağı artık onların işi değildir. Ancak her uyruk.


egemenin eylemlerinin yetki vereni olarak kalıyorsa, bu eylem­
lerin nihai olarak ' yetki vereni n ' amacıyla uyumlu olması zorun­
ludur. Yazarlar, bir egemen iktidarı yaşamlarını koruması ve
güvenliklerini sağlaması amacıyla yetkilendinnişlerse, egemen
bunu nasıl yapacağına karar vermek konusunda sınırsız haklara
!>ahip olabil i r, ancak yazarların, egemeni yapmaya yetki len­
diremeyecekleri tek şey, egemenin bu görevi yerine getirmede
başarısızlığa uğramasıdır.
Dolayısıyla Hobbes bize şunu söyler:

Uyrukların Egemene karşı Yükümlül üğünden, egemenin uyrukları koru­


maya muktedi r olduğu iktidann devamı boyunca sürecek olan ve bundan
daha sonra sürmeyecek olan yükümlülük anlaşılır. Çünkü onları koruya­
bilecek başka hiç kimse olmadığında, insanlara Doğa tarafından ken­
dilerini korumak üzere verilmiş haktan hiçbir sözleşmeyle vaz­
geçilemez . . . . i taatin hedefi (amacı) korunmadır; bir kimse bu korunmayı
ister kendi kılıcında ister başkasının kıl ıcında buluyorsa, Doğa bu kıl ıca
itaat etmesini ve bunu sürdümıek için gayret etmesini emreder. (XXI. s.
272)

Herhangi bir egemen i ktidar - sahip olduğu barışı koruma


kapasitesiyle - açıkça, dış savaşlarda ya da ' İ ç Huzursuzlukta' şid­
dete dayalı ölüme tabidir. Egemen güç, artık düzeni sağ­
layamadığında ya da uyruklarını koruyamadığında var olamaz ve
yüküml ülük sona erer.
Hobbes' un, egemen gücün sınırsız ve mutlak doğası konusun­
daki ısrarı �ısında, bu ödün boş görünebilir. Ancak tarihi bağ­
lamı içinde yeterli derecede anlamlıdır: Çünkü bunun önemli
sonuçlarından biri - ve muhtemelen temel amacı - Oliver Crom­
wel l ' in iktidarını meşrulaştmnaktır. Daha önceki formülde. orijinal
anlaşmadan sonra egemen otorite artık insanlara ait değildir.
Orijinal taşıyıcıları tarafından bir kez bağışlandığında ve devredil­
diğinde, devrilmiş Stuart kralı bile bu otoriteye sahip olmaya
devam edecekti . Ama şimdi Leviathan'da, insanların yetkisi hiçbir
zaman gerçek anlamda devredilmediğinden, otorite devrik krala
THOMAS HOBBES'un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 73

ya da onun ardıllarına ait olmaz, ama yine insanlardadır. En azın­


dan otorite, doğrudan insanların kendisine geçmese bile, barışı
koruyabilecek olan i nsanların, uğruna egemen iktidarı yaratmış ol­
dukları amacı gerçekleştirebilecek olan kişiye geçer. Tanım gereği,
otorite galip gelen insana ya da kılıcı, itaati mecbur kılan ' koru­
mayı' güvence altına alan kişiye, ki mevcut durumda ' Koruyucu
Lort' olacak olan Cromwell'e aittir.
Şu halde Hobbes, yetkilendinne kavramıyla, radikal önenneler
üzerine i nşa ettiği mutlakıyetçilik savunusunu olgunlaştınnış
bulunmaktadır. Bu savununun görünüşüne göre, Hobbes ' un sonu­
cu derin biçimde muhafazakar ve anti demokratiktir: Fiili her
yönetim, düzeni sürdürme yeteneği olan her yönetim, ne kadar
tiranca olduğu sorun olmaksızın meşru görülmelidir. Hatta, bu
yönetimin, onaya dayandığı, uyrukları tarafından yetki lendirildiği
kabul edilmelidir. Ancak, Hobbes'un mutlakıyetçi yetkilendinne
teorisi , paradoksal biçimde devrimci bir rejimi de meşrulaştınna
sonucuna sahiptir. Hobbes' un çalışmalarının bir yorumcusunun
ileri sürdüğü gibi ' İ lk modern devrim meydana gelmişti ve Hob­
bes bu devrimi tersine çevinnenin yanlış olacağına inanıyordu. ' 1
Ulaştığı sonuçlar, demokratik olmak dışında her şey olabil i rken,
bu sonuçlara, gününün radikal anlamda en demokratik olan bazı
düşüncelerini edinerek ulaşmıştı. Düzleyiciler, yönetime i l işkin
rızanın, i nsanları temsil ettiğini iddia eden bazı tüzel kişilikler yeri­
ne, bir bireyler çokluğu tarafından verilmesi gerektiği ve bu
rızanın, onları süresiz olarak bağlayan tek bir boyun eğme eylemi
biçiminde değil, sürekli olarak (bir oy venne davranışı biçiminde)
verilmesi gerektiği konusunda ısrar ederek siyasal düşüncelerde
bir devrim gerçekleştirmişlerdi. Hobbes, Düzleyici meydan oku­
maya, yetkilendinne teorisiyle; oylama olmaksızın sürekli bir rıza
teorisiyle karşılık verdi. Hobbes bu teoriyle, doğa durumunda i n-
1 David Wootton, ed . , Tanrısal Haklar ve Demokrasi: Sıuarı İngilıere 'sindeki
Siyasal Yazmalardan Seçmeler (Harmondsworth: Pengui n . 1 986). s. 58. Keza
Wootton 'un, Hobbes'un yetkilendirme teorisine il işkin tartışmasına da bor­
cumuz vardır.
1 74 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YLJKSF.l..I ŞI vt SiYASAL TEORi

sanların özgür ve eşit oldukları, belirli doğal haklarla donatılmış


oldukları ve bir bireyler çokluğu olarak, sürekli biçimde rız.a gös­
tennedikleri herhangi bir yönetime itaat etme yükümlülüğü içinde
olamayacakları önermesi üzerine inşa edilmiş bir mutlakıyetçilik
meşrulaştırması üzerinde bitirici dokunuşlar yapmıştır.
6. 'Yaşam, Özgürlük ve Servet' :
John Locke'un Siyasal Düşünceleri

Düzleyiciler gibi radikal ler de siyasal teoride bir devrim gerçek­


leştirdiler ve bundan sonraki siyasal tartışmanın gündemini belir­
lediler; ancak pratikte Cromwell parlamentodaki sınıfların çoğunu
korkutup kaçırdığında kendisini iktidara getiren radikal ittifaka
karşı dönünce, Düzleyiciler tümüyle mağlup edildi ler. Common­
wealth rejimi, bu ihanetle birlikte cumhuriyetçi devrimi güçlendi­
rebilecek olan daha geniş toplumsal temel ini kaybetti, ancak bura­
daki ironi, bunun bile daha muhafazakar ve sinirl i parlamenterle­
rin güvenini yeniden kazanmaya yeterli olmamış olmasıdır. İçsa­
vaş deneyimi, mülk sahibi sınıfların, kendilerini ilk başlarda içsa­
vaşın serbest bıraktığı devrimci güçlerle birlikte kralla çatışmaya
sürüklemiş olan parlamenter projenin arkasında değil, ama tam
tersine Stuart monarşisinin restorasyonunun arkasında yeniden
birleştirilmesiyle sona erdirildi. Mülk sahibi sınıflar açısından, baş­
ka her şey, hana mutlakıyet tehlikesinin yenilenmesi bile ' başaşa­
ğı dönmüş dünyadan ' kesinlikle daha iyiydi.
Restorasyon elbette ki sorunun sonu değildi. Sorun, 1 64 1 'de
başlamış olan parlamenter projenin 1 688 'de gerçekleşmesine ka­
dar sadece ertelendi. 1 660 ile 1 688 arasındaki yıllar, İ çsavaşın be­
raberinde getirmiş olduğu çatışmalardan çok farklı olmayan, tek­
rarlanan ve büyüyen çatışmalara tanıkl ık etti. 1 670'1erin sonunda,
kralla yeniden kavga etmeye hazır bir parlamenter muhalefet orta­
ya çıkmıştı ve bir başka kriz on yılının sonunda başarıya ulaştı.
Şanlı Devrim olarak adlandırılan devrim, Orange Dükü William ve
1 75
1 76 iSYAN BORUSU KAPITAUZMNIN YUKSE:LIŞI •c SiYASAL TEORi

Mary 'yi tahta oturtarak ve tarihsel geleneklerin bizi bi lgilendirdi­


ği kadarıyla, onlarla birlikte bugün de yerleşik olan bir anayasal
monarşi ve parlamenter üstünl ük türünü, bir siyasal düzen biçimi­
ni, bir başka anlatımla, Parlamentodaki yönetici sınıfın 1 641 'de
amaçlamış olduğu siyasal düzen türünü getirerek Stuart yönetimi­
ne son verdi.

John Locu (1632-1 704)


Parlamento ile Kral arasında tekrarlanan krizde, yinelenen bir baş­
ka tema da vardı. 1 670'1erde ve 1 680'1erin başında, özellikle
Londra 'da, parlamenter muhalefetin liderliğini yapan Aristokratlar
arasında, yine radikal güçlerle ittifaklar kurarak davalarını ilerlet­
meye hazırlanan birileri vardı. Bu radikal Whig 'terin en önemli li­
deri ilk Shaftesbury Kontu olan felsefeci John Locke 'un işvereni,
patronu ve arkadaşı Antony Ashley Cooper ( 1 622-83) idi. Aynı za­
manda sömürgeci ticarete de derin biçimde bulaşmış zengin bir
kapitalist toprak sahibi olan Shaftesbury, 1 64 1 'de Parlamentoya
liderlik yapan büyük toprak sahi bi aristokratlarla benzer çıkarları
temsil ediyordu. Geniş toprakları içeren servetini yönetmek ve
'gelişti nnek 'le yakından ilgilendiği gibi, ticaret konusunda da uz­
mandı. Fırsatçı denemese de, sıklıkla yön değiştinnesi ve dönüşler
yapması nedeniyle kesinlikle dikkate değer olan siyasal kariyeri ,
çok güzel bir biçimde, on yedinci yüzyıl ayaklanmaları boyunca
toprak sahibi aristokrasinin siyasal çıkarlarındaki değişimin peşin­
den gider: Bir kralcıydı, İ çsavaş boyunca parlarnentocul uğa dön­
dü, bir süreliğine Cromwell 'i destekledi ve onun Devlet Konseyi­
ne üye oldu, ardından bir Restorasyon savunucusu hal ine geldi.
1 66 1 'de asilzadeliğe yükseltil ince, sadece monarkm en şiddetli
muhalifi ve en radikal Whig liderleri nden biri haline gelinceye ka­
dar 1 3 yıllığına i l . Charles 'a hizmet etti, kariyerinin zirvesine
Lordlar Kamarası Başkanı ve Adalet Bakanı olarak ulaştı. Hiçbir
zaman bir demokrat olmayıp her zaman hem mutlak monarşi , hem
de demokrasi karşısında aristokrasiyi desteklemesine rağmen, kra­
la karşı muhalefette, özellikle de 1 679- 1 68 1 'Azil Krizi · olarak da
JOHN LOCKE'un SiYASAL DUŞUNCELE.RI 1 77

adlandırılan i L James 'in tahta geçmesini önleme kampanyasında.


halkçı radikallerle yapılan ittifakın temel kışkırtıcılarından biriydi.
Shaftesbury, sadece kendi cephesinde bir düşünür olmasından
dolayı değil , ama aynı ı.amanda Locke ile olan ilişkisinden dolayı
da siyasal düşünce tarihçilerinin belirli düzeyde ilgisini çeken bir
kişiliktir. İ ki adam arasındaki birliktelik çok yakındı ve Locke,
özellikle İ hraç Krizi boyunca, Shaftesbury 'nin siyasal etkinlikleri­
nin içinde aktif olarak yer almış gibi görünmektedir. Bu i ki adamın
radikallere yaklaşımı, bazı yorumcuları, Locke'un gerçek sempati­
sinin radikallere yönelik olduğuna i nandınnıştır ve bu yorumcular,
Locke'un yazdıklarını, özellikle de meşhur eseri Yönetim Üz.erine
İki İnceleme 'yi , bu varsayımdan çıkarak yorumlamışlardır. Ancak
Locke 'un radikal fikirlerle ilişkisi bundan daha karmaşık olup da­
ha yakından bir incelemeyi gerektirir.
Locke, 1 632 'da bir taşra avukatının ve daha alt düzey orta sını­
fın sınırlarında, küçük bir toprak sahibinin oğlu olarak dünyaya
geldi ; kariyerine bir Oxford öğretim görevl isi olarak başladı. Bir
Yunanca, retorik ve ahlak felsefesi okutmanı olarak yola çıkması­
na rağmen. gayri resmi olarak tıp okumaya başladı. 1 666 'da Shaf­
tesbury ile karşılaştı ve kısa süre içinde onun ailesine, sekreter,
özel aile öğretmeni ve doktor olarak girdi ki , doktorluk yeteneğiy­
le işvereninin karaciğerindeki bir çıbanı temizleyerek yaşamını
kurtardı. Akıl hocasının 1 683 'te öl ümünden önce ve sonra,
1 670'1erde bir süre için Lordlar Kamarası Başkanı ve Adalet Ba­
kanı olan Shafterbury 'nin çok derinden ilgilendiği konular olan
sömürgeler, plantasyonlar ve ticaret konularıyla ilgilenmek üzere
çeşitli yönetim görevlerinde bulundu. Locke. konduğu mirastan,
devletten aldığı maaşlardan ve karlı ticari girişimlerdeki çeşitli ya­
tırımlardan, ılımlı bile olsa gene de hatırı sayılır bir servet biriktir­
meyi başardı. Yıkıcı faaliyetler içinde bulunmasından - ya da en
azından patronunun bu tür faaliyetlerinden - dolayı ihtiyatlı davra­
narak, 1 680'1i yıllarda bir sürel iğine Hollanda'ya gitti; 'Şanlı Dev­
rim 'den sonra geri döndü ve yeni yönetime hizmet etti.
Locke 'un entelektüel i lgileri çok sayıda ve çeşitliydi. Ekonomi
1 78 iSYAN BORUSU: KAPITAUZMNIN Y UKSl:LIŞI •e SiYASAL TEORi

ve teoloji konularında önemli eserler, eğitim konusunda Egitime


İlişkin Bazı Düşünceler ( 1 693) adında etkileyici bir eser, dinsel
hoşgörü konusunda güçlü bir savunma olan, çığır açıcı nitelikteki
Hoşgörü Üzerine Mektup ( 1 689) adlı eserini yayınladı. Tarımla de­
rinden i l gi liydi ve i leride göreceğimiz gibi bu ilgi, siyasal düşün­
cesinin en önemli yönlerinden biri olan mülkiyet teorisine yansıdı.
En meşhur eseri, muhtemelen on sekizinci yüzyılda en çok okunan
kitaplardan biri haline gelen ve Aydınlanma hareketi üzerinde bü­
yük bir etki yapan İnsan Anlagı Üzerine Bir Deneme ( 1 690) baş­
lıklı insan bilgisinin kökeni ve doğası hakkındaki incelemesidir.
Deneme, kısmen Locke 'un düşüşte olduğuna inandığı, kendi
rahatına fazlasıyla düşkün, aşırı müsrif ve tembel kırsal mülk sa­
hipleri sınıfının (gentry) yeniden canlandırılmasına adanmıştı.
Amaçları arasında, sıradan okuryazar insanların nasıl daha - Yöne­
tim Üzerine İkinci İnceleme 'nin sözcükleriyle - 'çalışkan ve ras­
yonel ' olabileceklerini gösterme amacı bulunmaktaydı. Bitkilerin,
hayvanların ve çeşitli insan pratiklerinin ve kurumlarının 'doğal ta­
rihi 'ni inceleyen Francis Bacon 'ın izinden giderek, Locke da insan
ruhunun bir tür 'doğal tarihi 'ni yazıyordu. Bacon gibi Locke da,
okuyucularını gelenek, adet ve kanıların boyunduruğundan kurta­
rarak zihinleri ni temizlemeye teşvik eder. Bundan sonra, özerk ve
kendi kendilerini yöneten bireyler olarak, kendilerine ve başkala­
rına ait fi kirleri muhakeme etmeleri gerekir. Asil beyefendiler,
kendi lerini geliştirmedikleri takdirde doğal olarak bilgi bakımın­
dan onları aşan daha aşağı durumdaki kişi lerle yer değiştirecekle­
ri konusunda uyarılır.
Locke 'un tezi, aklın doğal ve toplumsal çevreden gelen duyu­
ların üzerine işlendiği, doğuştan bir tabula rasa, bir yazısız levha
olduğu biçimindeki şimdi de meşhur olan kavrama dayanır. Loc­
ke 'un, bilginin duyusal deneyimden türediği biçimindeki görüşü.
'ampirist' adıyla adlandırılan bilgi teorilerinin temeli olmakla kal­
may ıp. aynı zamanda daha geniş toplumsal ve hatta siyasal dola­
yımlara da sahiptir. Locke "un tabula rasa sının dolayımlarından bi­
'

risi , insani farklılıkların çoğunluğunun kalıtsal olmayıp farklı şart-


JOHN LCX"KE'un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 79

lara ve eğitime bağlı olduğudur. Bu dolayım. ilkesel olarak doğal ,


kalıtsal ve hatta ırksal üstünlük nosyonlarına anlamlı bir karşı çıkı­
şı yansıtır; ancak Locke, hiçbir zaman bu eşitlikçiliği mantıksal so­
nuçlarına kadar zorlamaz. Çalışmaları boyunca, kendi çabasıyla
başarıya ulaşmış insan tipi üzerinde titrerken, zengin ve yoksulun
her zaman bizimle birlikte olacağına ve zenginin yoksula hükme­
deceğine inanmış görünür. Sadece 'efendi ' ile 'hizmetl i ' arasında­
ki ilişkiyi tartışmasız olarak kabul etmekle kalmaz, köleliği bile
meşrulaştırır. Yine, yönetici sınıf, sadece kendi çıkarı konusundaki
sağgörüsü nedeniyle bile olsa, konuşma, örgütlenme ve din özgür­
lüğünden yararlanan çoğulcu bir toplumda, hukuk tarafından sınır­
lanmış ve bel irli bir anlamda seçmenlere hesap verebilir haldeki
siyasal kurumları desteklerken, tiranl ığa karşı direnerek aydınlan­
mış ve rasyonel bi r yöntemle yönetmek zorundadır. Örneğin Hob­
bes 'un klasik kahramanlık erdemleri olan cesaret, asalet, yüce gö­
nüllülük, onur ve şan erdemlerine olan düşkünlüğüyle keskin bir
karşıtl ık içinde. emeğin, çalışkanlığın, tasarrufun, ciddiyetin ve
ılımlılığın değerini vurgular.
Locke 'un, siyasal tartışmaya en önemli müdahalesi olan İki in­
celeme, 1 690 yılında isimsiz yayınlandı ve Locke. yaşamı boyun­
ca, bu eserin yazarlığını her zaman inkar etti; bunu ancak vasiyeti­
ne yaptığı bir ekle kabul edecekti. Eserin tam olarak ne zaman ya­
zıldığı konusunda bile oldukça fazla tartışma yapılmıştır. lncele­
me 'nin (uygulamaya dönük bütün amaçlar için, tekil bir çalışmayı
yansıtır) yayımlanmasından çok uzun olmayan bir süre önce yazıl­
dığının ve dolayısıyla, Şanlı Devrim 'in meydana gelmesinden son­
ra olayın meşrulaştırmasını yansınığının düşünülmesine alışılmıştı.
Şimdi lerdeyse, yayımlanmasından on yıl kadar önce, muhtemelen
1 679-8 1 'de, yani Azil Krizi sırasında yazıldığı daha genel bir kabul
görmektedir. Bu durum, eseri henüz sağ salim tamamlanmış bir
devrimin geçmişe dönük meşrulaştırıl ışı değil, ama devrimci eyle­
me yapılan yıkıcı bir çağrı haline getirmektedir. Eğer bu böyleyse.
Locke'un yazarl ığını kabul etmedeki isteksizliğini kesin bir biçim­
de açıklar: çünkü Devrim katılımcılarına hiçbir zaman mutlak an-
1 80 iSYAN BORUSU KAPITALI ZMN I N Y U KSELJŞI ve SiYASAL TF..ORI

lamda güvenli görünmemiştir. Locke 'un bu eseri yazarkenki gü­


düsü ne ol ursa olsun, eser daha sonraki yüzyıllarda geniş bi r siya­
sal yel pazede, öze l l i kle Amerikan Devrimi 'nde ve bundan sonraki
diğer devrimlerde büyük etkiye sahip ol acaktı.
Locke 'un Yönetim Üzerine İki İnceleme'si hakkında bi r şey -
muhtemelen tek şey - açık ve tartışmasızdır. Eser, mutlak monar­
şiye güçlü bi r saldırı; 'sınırl ı · , anayasal , parlamenter yönetime ve
hukukun üstünlüğüne dayalı yönetime bir çağrıdır. B unlar, bu ese­
ri, ' l i beral i zmi ' kuran bir metin olarak tanımlarken, asl ı nda insan­
ların kafalarında bulunan niteliklerdir. Bunun ötesinde, Locke 'un
siyasal düşünceleri n i n yorumu, şiddetli bir tartışmanın konusu
olarak kalmaya devam eder. Yorumcular özell i kle, Locke 'un ne
ölçüde radikal demokratik olduğu, örneğin siyasal fikirleri nin
Düzleyicilere mi yakın olduğu, yoksa tam tersine Whig ari stokra­
sisinin çıkarlarını mı yansıttığı konularında bölünürler. B i r başka
ana tartışma konusu, Locke ' u n , ' kapitalizmin yükselişi ' konusun­
daki duruşu, yani ' kapital i zmi n ' on yed i nci yüzyıl tartışmalarında
ne kadar anlamlı bir kategori olup olmadığı ve eğer anlamlı bi r ka­
tegori ise kendisinin, kapital izme bu erken aşamalarında yakıştır­
dığımız bu topl umsal ve siyasal değişimlerin bi r savunucusu ola­
rak düşünülüp düşünülemeyeceğine i l işkindir.
Bu vesileyle, bu kitabın yazarlarının bu konuda oldukça güçlü
görüşlere sahip oldukları konusunda okuyucuyu uyarırız. B i ri nci
Bölümde, ' tarım kapital izmi · kavramımızı açıklamış bulunmakta­
yız. Kitabın sonundaki bi bl iyografya Locke 'un çalışmalarının zıt
yorumlarına dikkat çekerken, kısaca ortaya koymak gerekirse, biz
onun gerçekten de ' yükselen · bir kapitalizmin teorisyeni olduğuna
ve İki İnceleme 'nin tezi nin, kapitalist tarım ve sömürgeci ticaretle
uğraşan ' i l erlemeci ' toprak sahibi bir aristokrasinin, kısacası S haf­
tesbury gibi adamların sınıfsal çıkarlarına mükemmel bir şekilde
uygun düştüğüne i nanıyoruz. Bu, Locke 'un kendi yer ve zamanı
bağlam ında, belirli türde ' radikal · olmadığı anlamına gelmez; an­
cak göreceğimiz gibi, onun radikalizm i , siyasal anlamda Crom­
wel l ya da l reton ile Düzleyicilerle olduğundan daha fazla ortak
JOHN LOCKE'un SiYASAL DÜŞUNCEURI 181

noktaya sahiptir. Locke ' u n si yasal teorisini, öze l l i kle karmaşık ve


i l gi nç yapan şey, Düzleyicilerin önermelerinden başlamış olmak­
la birli kte l reton ' ı n sonuçlarına (monarşiyi reddetmeye i l işkin her­
hangi bir i ma olmak.sızın da olsa) ulaşmış olmasıdır. Mutlakıyetçi­
l i ğe karşı olanak l ı en güçlü korunağı yaratmak için radikal fikirle­
ri benimser, ancak bu fi ki rlerin en demokratik dolayımlarını sınır­
lama konusunda da her zaman dikkatl idir.

Yönetim Üzerine İki İnceleme


İ kincisi nden daha az yaygınl ıkla okunan Birinci İnceleme, Sir Ro­
bert Fi l mer tarafından on yıllarca önce yazılan, ama monarşi nin
ancak Parlamentoyla yaptığı yeni mücadeleler sırasında kral ın des­
tekçileri tarafından yeniden canlandırılan ve yayımlanan Patriarc­
lıa !Ataerki l 'daki mutlak krallık davasının ayrıntılı bir reddiyesidir.
Locke, özenli biçimde ayrıntıya inerek, i roni damlayan d i l i ve k�
tü saklanmış aşağılamasıyla, Filmer 'in, krallık iktidarının Adem ' -
den inti kal ettiği ve ataerkil i ktidarın A dem 'e Tanrı tarafından ba­
ğışlandığı biçimindeki , hünerli ve özel durumla ilgili olan argüma­
nı parçalarına ayırır. Locke, kendine ait tutarlı bi r siyasal teori orta­
ya koymak için, Ataerki 'de bulunan saçmalıkları ve tutarsızlıkJarı
(bazen haksız biçimde) göstererek, Fil mer ' ı n kutsal kitaba ait
al imliği kadar mantığına da karşı çıkmaya olduğundan daha az ça­
ba harcamıştır; ancak, Birinci Deneme 'nin temel önermeleri, İkin­
ci'de daha sistematik olarak açıkJanmış olmalarına rağmen, bura­
da daha açıktırlar: İ nsanlar doğal olarak özgür ve eşittirler ve hiç­
bir özgür insan, kendi onayı olmaksızın bir yönetime itaat etmekle
yükümlü değildir; dolayısıyla hiçbir mutlak yöneti m meşru görü­
lemez.
İkinci İnceleme'de, artık beli rl i bi r yazarla tartışmayan Locke,
sistematik ve az çok tutarlı bir siyasal teori inşa eder. Hobbes gibi,
Locke da bir 'doğa durumu ' i le başlar ve sivil topl umu gerekl i ve
arzu edi l i r hale getiren koşulların taslağını çizer. Ancak Locke,
Hobbes 'un düzeni sürdürme yeteneğine sahip bir yönetimin - ve
özellikle, mutlak bir yöneti mi n -. bu yöneti min olmadığı yerde va-
l fl2 i S YAN RORtJSU· KAPITAIJZMNIN YUKSELIŞI •c SiYASAL TEORi

rolacak ' savaş durumu 'ndan daha iyi olduğu sonucuna ulaştığında
kesi nlikle. Hobbes 'un savunduğu yönetim türünün meşruiyetini
reddetmeyi amaçlamaktadır. Locke 'a göre, bir yönetimi n barışı ko­
ruma yeteneği, ona itaat edilmesini zorunlu kıl mada yeterl i değil­
dir ve eşi t ve özgür doğmuş i nsanların, bir itaat etme yüküml ülü­
ğünü nas ıl edi ndi kleri nin açıklanması için daha fazla şey gerekir.
Locke 'un tezi , izlenmesi her zaman kolay olan bir tez değildir.
Doğa durumu kavramı, özel l i kle beli rsizdir. Her şeyden önce, ken­
di doğa durumu kavramını Hobbes 'un savaş durumu kavramından
ayı rmak konusunda son derece keskindi r. Doğa durumunun, i nsan
akl ı n ı n keşfedebileceği belli doğa yasalarıyla, tanrısal olarak emre­
d i l miş belli ahlaki i lkelerle yöneti len bir durum olduğu konusun­
da ısrar eder. Locke 'un insan doğasına ilişki n açıklaması da, Hob­
bes 'unkinden çok daha az vahşi görünmektedir. Öyle görünmek­
tedir ki insan varl ıkları , yönetim ol madan da birlikte yaşama yete­
neğindedirler ve hatta birbirlerinin dostluklarından zevk alı rlar.
Hobbes sivil topl umu i nsan doğasındaki en kötü şeyler üzerine da­
yandırırken, Locke en iyi i nsani niteli kler olan akla ve ahlaki ku­
ral lara uygun yaşama yeteneği üzerine kurar. Ancak doğa durumu­
nun bu versiyonu, belirli bir tarihsel gerçekliğin açıklaması olmak­
tan çok bi r tür ahlaki ideal gibi görünmektedi r. Ana amacı, meşru
bir yönetim, gerçek bi r sivil topl um sayı l an şeyi değerlendirecek
karşıt bir ölçüt hizmeti görmektir. Tıpkı, Hobbes 'un en kötü durum
senaryosunun mutlak yöneti min gerekli l i ğini v urgulamak amacıy­
la planlanmış olması gibi, Locke 'un iyi mser tablosu da doğal öz­
gürlüğe, eşitl i ğe ve akla karşı olması nedeniyle bütün mutlakıyet­
çi biçimlerin olabi li rl iğini yadsımak amacındadır.
Aynı zamanda Locke 'un teori sinde, sadece ahlaki bir ideal ola­
rak deği l , ama tarihsel durum benzeri bir şey olarak; i nsan l ığın ge­
l işiminde gerçek bir tarihsel aşama değilse bile en azından yöne­
timsiz bi r dünyan ı n gerçekte neye benzeyeceği n i n görüldüğü bir
şey olarak. bir doğa durumu varmış gibi görünmektedi r. Doğa du­
rumu, bu gerçek dünyadaki yöneti msiz topl umun her şeyden önce
o kadar da cennet gibi olmadığı sonucunu üretir. Burada vurgu, i n -
JOHN LOCKE'un SiYASAL DUŞU NCELERI 1 8.'l

san benci ll iği üzeri ne muhtemelen ilk günah i nancı üzerine dayan­
dırılmış gibi görünmektedir. İ nsanlar. gerçekten sadece kendi akıl­
larıyla ve doğa yasasıyla yönetilerek birl i kte yaşayabilselerdi
(Locke bu durumda aydınl ığa kavuşturmaktadır ki), sivil topl um
gereksiz olacaktı.
N ihayetinde Locke 'un, 'gerçek' doğa durumu Hobbes 'un sa­
vaş durumundan milyonlarca ki lometre uzak değildir. Yönetimsiz
topl um, belirsizl i klerle ve ' uygunsuzl uklarla' doludur. Özell ikle,
yasaların sadece doğal yasalar olduğu ve her i nsanın doğa yasasını
bizzat kendisinin yürütmek zorunda olduğu doğa durumunda, ça­
tışma içindeki insanların başvurabilecekleri bi r tarafsız yargıç yok­
tur, dolayısıyla her insan kendi davasında yargıç olmak zorundadır.
Bu tür koşullar kaçınıl maz olarak istikrarsızdır ve hiç ki mse, en kü­
çük çatışmanın savaşla sonuçlanmayacağından emin değildir. Gö­
receğimiz gibi Locke, (tari hsel) doğa durumunu, içinde mülkiye­
tin hfilihazırda mevcut olduğu ve kuşkusuz çatışma olasıl ığının,
çok daha fazla bulunduğu bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak
imgeler. Dolayısıyla, i nsanlar (ve aslında erkekler) si v i l topl umu
kurmayı yararlı , hatta zorunlu bulmuşlardır.
Locke 'un doğa durumuna i l işkin açıklaması, olabileceği kadar
açık ve tutarl ı olmayabil i r; ancak, buradaki mesaj ı epeyce belirgi n­
dir: Özgür, eşit ve rasyonel insanlar, tıpkı öykünün Hobbes versi­
yonunda yaptıkları gibi, doğa durumunun uygunsuzluklarından ka­
çınmak için sivil toplumu oluşturma konusunda anlaşırlar. Ancak,
rasyonel i nsanların kendi koşullarını kötüleştirmek için anlaşmala­
rı hiçbir zaman düşünülemeyeceği için, çoğu şey 'doğal ' durumla­
rının nasıl sunulduğuna bağlı olarak değişir. Hobbes 'a göre, barışı
ve düzeni sürdürme yeteneğine sahip her yönetim savaş durumun­
dan daha iyidir. Locke örneğinde ise, i nsanların kaçmaya çalıştık­
ları şey bir savaş durumu deği ldi r - ya da kabaca savaş durumu
değildir - ama ortak ve tarafsız bi r yargıcın yokluğu nedeniyle in­
sanların doğa yasasına itaatleri nin aşırı belirsiz ve güvenilmez kı­
lındığı bir durumdur.
Bu meşru yöneti m kriterleri nin oluşturul masında önemli uzan-
1 84 iSYAN BORUSU· KAPITAUZMNIN YlJKSELIŞI ve SiYASAL TEORi

tılara sahiptir. Özgür i nsan, Locke'un doğa durumunun arka planı­


na aykırı biçimde, hiçbir zaman mutlak ve hukukun üstünlüğüne
dayal ı ol mayan bir yönetimi kabul etmiş bi ri olarak anlaşılamaz.
İnsanlar, hukukun üstünde olan bir yöneticiyle olan i l işki leri bakı­
mından, aralarındaki çatışmayı çözecek tarafsız yargıç olmadığı du­
rumda diğer insanlarla olan i lişkileriyle karşılaştırılabi l i r biçimde.
hala doğa durumunda olacaklardı. Yönetici burada, kendi davasın­
da yargıç olacaktı. Gerçekte bu tür durumlarda, yöneti min uyruk­
ları üzerinde baskı gücünü - resmi zorlama ve cezalandırma i kti­
darlarını - kullanması ' hakka dayal ı olmayan güç kullanımı · anla­
mına gelecek ve dolayısıyla, hiçbi r şey bir savaş durumunda oldu­
ğundan daha iyi olmayacaktı.
Locke 'un si v i l topl umu da özgür insanlar arasındaki anlaşmay­
la kurulur, ancak Hobbes 'un rızayla kurulmuş hükümetinin tersi­
ne, si v i l topl umu oluşturacak anlaşma, eşzamanlı bir güç devri de­
ğildir. Locke 'a göre i nsanlar, önce bi r topl umu oluşturmak için an­
laşırlar ve daha sonra ayrı bi r eylemle, güçlerin i koşulsuz devrede­
rek deği l , ama güvene dayalı olarak tesl im ederek, bel i rl i bi r yöne­
ti m biçimi kurarlar. Diğer bir anlatımla yöneti m, sadece bel i rl i ko­
şulların varl ığı halinde, her insanın doğa durumunda kul landığı
güçlerle bi rl ikte, güvene dayalı olarak tesl im edil i r. B u koşullar ih­
lal edilecek olursa, i ktidar i nsanlara geri döner. Bununla birli kte,
böyle bir durumda insanlar. doğa durumuna geri dönmezler. Yöne­
ti min çözülmesi Hobbes 'un durumundaki gibi. toplumun parça­
lanması anlamına gel mez. Locke 'a göre, doğa durumu ve sivil top­
lumun oluşumuna i l işki n bu açıklama, di ğer şeylerin yanında in­
sanların bi r devrim hakkına, tiranca ya da gayrimeşru bi r yönetimi
yıkmaya i l işkin bir hakka sahip oldukları ve topl umun kendisini
dağıtma korkusu olmadan bunu yapabilecekleri anlamına gelir.
Sonuçta. Hobbes ve Locke arasındaki farklıl ıklar i nsan doğası­
na i l işkin temel uzlaşmazlıklar ya da dünyanın yöneti m ol madan
nasıl olacağı konularına i lişkin ol maktan çok, politika ve stratejiye
i l işkindir. Hobbes ' un amacı, ister bi r Stuart kral ının ister Crom­
wel l vari bir ' Koruyucu 'nun el i nde olsun, mutlak yöneti mi meşru-
JOHN LOCKE"un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 85

laşlırmaktır. Locke, bir Sluart kral ı na direnişi meşrulaştırmayı ve


parlamentonun üstünl üğünü kurumsallaştırıl mayı amaçlar. Her iki
adam da radikal fikirleri ve argümanları kullanırlar, Hobbes onla­
rı , mutlakıyetçiliğin savunusunda baş aşağı çevirmek için, Locke
ise, anti -mutlakıyetçi davasını güçlendirmek için kullanır. Ancak,
Locke 'un anti-mutlakıyetçi argümanı radikal önermelerle Hob­
bes 'un mutlakıyetçi l i ğinin olduğundan daha fazla uyumluysa - ör­
neğin, Düzleyicilerin ' kend i ne ait mülki yet' ve haklar görüşüyle
daha fazla uyumluysa - radi kal fi kirleri kendi yöntemiyle kullanı­
şı da Hobbes 'unki nden daha az karmaşık ve daha az muğlak değil­
dir.
Locke 'un çerçevesi İkinci İnceleme 'de çizi len siyasal teorisine
bakmanın bir yöntemi, bu teoriyi Whig aristokrasisi ile Londra ra­
di kall eri arasındaki ittifakın, mülk sahibi sınıfların çıkarlarını geliş­
tirmek için radi kal fikirlerin seferber edi l mesinin teorik bir anlatı­
mı olarak görmektir. Ayrıca, akılda tutmakta yarar vardır, İ ngiltere,
Locke 'un yazdığı dönemde, artık içsavaş sancıları içinde deği ldi ,
halkçı radikalizm etkili biçimde bastırılmış ve aşağıdan gelen teh­
dit, yukarıdan gelen tehdilten daha az yakındı. Bu durum, Locke'a,
1 640' larda, radikal parlamentocuların - Cromwell ve I reton gibi
i nsanların - reddetmiş ve korkmuş oldukları devrimci fi kirleri be­
ni mseme konusunda güven vermiş olabi l i r. Ancak şurası gerçektir
ki, Locke 'un, Putney tartışmaları sırasında I reton ' ı n son derece
güçl ü biçimde çürütmüş olduğu Düzleyicilere ait kavramları be­
n imsemiş olması onu lek başına bi r Düzleyici yapmaz. Locke 'un
teori k stratejisinin en önemli bölümü, bir yandan ve aynı anda en
önemli demokrati k i malarından yoksun bıraktığı bu radi kal fikirle­
ri , sırf parlamentonun krala karşı en güçl ü durumunu yaratmak ve
devrim hakkını savunmak amacı doğrultusunda uyarlamaktır.
Okuyucular, l reton ' ın, Putney Tartışmaları 'nda bir doğal hak
kavramının benimsenmesinin sonuçlarına karşı uyarıda bulundu­
ğunu hatırlayacaklardır. Mantıksal sonuçlarını izleyerek, kavramın
mülkiyetin tümünü tehl i keye atmakla sonuçlanacağı konusunda ıs­
rar etmişti . Oysa Locke, bu tür bir doğal hak fikri ni tam olarak be-
1 1!6 iSYAN l:IORllSU KAPİTAIJZMNIN YUKSFJJŞI -. SiYASAL TEORi

nimser. Hatta Locke, doğal hakkı Düzleyicilerin, her i nsanın ken­


di kişiliği üzerinde bi r mülkiyete sahip olduğu biçimi ndeki i l kesi
üzeri ne dayandırır ki bu ilkeyi de, herkesi n vazgeçilmez bazı hak­
lara sahip olduğu i l kesi izler. Locke, Düzleyici fiki rleri bil i yor
idiyse bile Putney Tartışmaları 'nın kopyalarından haberdar olmuş
olamaz, ancak argümanı, esrarengiz biçimde sanki hedefi l reton 'ın
korkularının ( Filmer 'ın uyarıları gibi) yersiz olduğunu i spatlamak­
mış gibi ilerler. Locke adeta şunu söylemektedir: Düzleyicilerin
'kendine ait mülkiyet ' (kişinin kendi varl ığı üzerindeki mülkiyeti)
kavramma dayanan bir doğal hak doktrinini mutlak monarşiye
karşı bir devrim hakkı biçimi nde i leri sürecektir, ancak hiçbir
'düzleyici ', sonucu olmayacak, mül kiyet içi n herhangi bi r tehl i ke
yaratmayacak ya da herhangi bir hal kçı demokrasi için tehdidi
oluşturmayacak tarzda yorumlanabil i r.
l reton, (Hobbes ve başka pek çok kişi gibi) mülk sahibi sınıfla­
rın çıkarlarını korumanın en güvenli yolunun, mülkiyetin ya da en
azından, mülkiyetin mevcut biçiminin ve mevcut dağılımının, do­
ğal haktan türemeyip sadece anayasa ve geleneğe dayanan bir i n­
san icadı olduğunda ısrar etmek olduğunu tartışmasız kabul etmiş­
ti r. Locke farkl ı bir görüşü benimser. Aslında, mülkiyetin kendisi­
nin doğal hak sayesinde var olduğunu ispatlamaya kalkışır ve do­
ğal hak nosyonunun mevcut topl umsal düzene bir tehdit oluştur­
duğunu sadece reddetmekle yeti nmez, ama üstüne üstlük doğal
hak kavramı n ı , mülkiyet ve eşitsizl iğin temel savunusu hal i ne dö­
nüştürür.
Locke 'un mülkiyet teorisine kısa bir süre sonra geri döneceğiz.
Ancak, Düzleyicileri n fi ki rleri gibi bir şeyleri l reton ' ın siyasetine
benzeyen bir şeylere uyarladığı başka yönler de bulunmaktadır.
Locke 'un siyasal teorisinin merkezi ndeki doktri n, kendisini n rıza
doktri nidir. Tekrar etmek gereki rse, hiçbir özgür insan, rıza göster­
mediği bi r yönetime itaat etmeye zorlanamaz. Şu halde, bi rçok
şey, rıza kavramı ile ne kastedildiğine bağlıdır ve gördüğümüz gi­
bi bu, on yed i nci yüzyıl İngiltere 'sinde, neredeyse hiçbi r şeyi ifa­
de edemezd i . Düzleyiciler için rıza, özgür i nsanların oy verme
JOHN UX"KE'un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 87

hakkına sahip ol maları gerektiğini ifade ediyordu. Hobbes içi n, in­


sanların, iktidarda kalma ve barışı koruma yeteneği ne sahip mev­
cut herhangi bir yönetime etkin olarak rıza göstermiş oldukları an­
lamına geliyordu. Dolayısıyla durumların birinde demokrasiye ya­
kınlaşma gibi bi r anlama gelirken, diğer durumda mutlakıyetçilik
anlamına geliyordu. O zaman Locke için rıza ne anlama geliyor­
du? Locke 'un, Richard Hooker'ın nza kavramı hakkındaki görü­
şünden, büyük saygıyla ve açıkça kabullenerek söz etmesi olgu­
sundan muhtemelen bir şeyler çıkarabiliriz. Okuyucular, bir önce­
ki yüzyılda Hooker 'ın, Hobbes için ifade ettiğinden daha az uç bir
şeyleri ifade etmesine rağmen, insanların uzak geçmişte yaptıkları
anlaşmalarla bağlı olduklarını ima eden bir rıza nosyonuna sahip
olduğunu hatırlayacaklardır ki, Locke bu konuda Hooker 'ı asl ında
onaylayarak anar. Ancak Locke, mutlak yönetimi reddetme konu­
suyla, Hook er'dan çok daha fazla i lgilidir, dolayısıyla, onun rıza
doktrini konusunda besbelli ki söylenecek daha çok şey vardır.
İkinci İnceleme 'yi , Putney Tartışmalarının arka planının karşısında
yeniden okuyarak Locke hakkında, muhtemelen daha çok şey öğ­
renebi liriz.
Düzleyicilerin, özgür bir i nsanın, kendi bireysel rızasını - sü­
rekli olarak yenilenmeyi gerektiren, oy verme biçiminde bir rıza -
göstermemiş olduğu bir yönetime itaate zorlanıp zorlanamayaca­
ğına ilişkin sorularının yanıtlanması bağlamında Ireton, insanların
elbette, oylama aracıl ığıyla rıza göstermeden de itaat etmeye zorla­
nacakları durumlar olduğu yanıtını verir: Oy verme hakkına kesin­
likle sahip olmayan yabancıların yasaya itaat etmeleri beklenir.
Tam tersine, mülkiyet biçiminden 'yerleşik, sürekli · bir çıkarları
bulunan insanlar kolaylıkla çıkamaz ve ayrılamazlar, dolayısıyla
bunların siyasal yükümlül ükleri rıza dayalı olmak zorundadır. Sa­
dece 'soluma çıkarına· sahip olan mülksüzler, bu bakımdan, yaban­
cılara daha çok benzemektedirler. Mül ksüzler ' bugün buradadırlar.
yarın ayrılmışlardır' ve ayrılma hakkı dışında, başka özel haklara
gereksinim duymazlar.
Locke ilk bakışta. bütün özgür insanların sadece kendi rızala-
1 88 iSYAN BORUSU KAPl .I A LIZMNIN Y U KSELı ş l ve SiYASAL TWRI

rıyla yönetilmeleri gerektiğini öngören evrensel hak konusundaki


ısrarı nedeniyle Düzleyicilerin tarafında görünür. Ancak, evrensel
rızayı, lreton ' ın daha az demokratik olan sonuçlarıyla uyumlu hale
getinnenin zekice bir yol unu bul ur. Locke, Ireton gibi, sahillerimi­
zi ziyaret eden yabancı örneğini verir. Locke, Ireton gibi , gerçek­
ten yollarımızı kullanan ve havamızı soluyan herhangi birilerinin
de yasalarımıza itaat etmesinin beklendiğine dikkat çeker. Ancak,
I reton ile Locke arasında ilgi nç ve önemli bir fark varclır: l reton, bu
durumdan, rıza gösterilmemiş bir yükümlülük durumu olarak söz
ederken, Locke bu tür durumlarda bile m.an ın, sonuç itibariyle fi­
i len veri lmiş olduğunu ileri sürer. Konu basit olarak şudur ki ,
'açık' ve 'örtül ü ' olmak üzere iki onay türü vardır; örtülü rıza,
muhtemelen, Hooker 'in 'gizli ' rıza nosyonundan ve insanların, rı­
za gösterdiklerini bil meksizin de rıza gösterebilecekleri düşünce­
sinden türetilmiştir. Her kim ki, sınırlarımızın içinde yaşar ve soluk
alıp verir, yönetimimize rıza göstermiş demektir ve böylece de, ita­
at etme yükümünü kabul etmiş demektir.
Dolayısıyla Locke, Düzleyicilerin önennelerinden hareket edil­
se bile, onların ulaştıkları sonuçlara ulaşmak ya da I reton 'ın kork­
tuğu sonuçlara katlanmak zorunda olmadığımızı göstenniş bulun­
maktadır. l reton ve Düzleyicilerin her ikisi de, rıza göstennenin oy
venne anlamına geldiği temeli üzerinde tartıştılar, bu nedenle de
I reton, itaat yükümlülüğünün rızayı gerektinnediğini ispatlamak
zorunda kaldı. Locke farklı bir strateji benimsedi: İ taat yükümlü­
lüğü rızayı gerektirir, ancak rıza, zorunlu olarak oy hakkını gerek­
tinnez. Bu nedenle, Locke 'un argümanı tıpkı Thomas Smith 'e ya
da Richard Hooker 'a göre, mülksüz i nsanların Parlamentoda
'mevcut' olabilmeleri ya da (daha sonraki düşünürlerin tanımlaya­
cakları gibi ) 'adeta ' temsil edilebilmeleri gibi, bireyin oy venne
hakkına sahip olmaksızın da Parlamentoda 'temsil ' edilebi leceği
biçimindeki görüşle uyumsuz değildir.
Locke, tıpkı Ireton 'ın kedisinin de önerdiği şekilde, oylama sis­
teminin bazı dile düşmüş bozukluklarının düzeltilmesinden başka
bir şey istemiyonnuş gibi göründüğü bi r pasaj dışında ( i l . 1 58), oy
JOHN LOCKE'un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 89

verme hakkı konusunda n e düşündüğüyle ilgili olarak hiçbir za­


man pek bir şey söylememiştir. Ayrıca hatırlamamız gerekir, Azil
Krizi sırasında karşılaşılan durumda olduğu gibi, Krala karşı halk
desteğine ihtiyaç duyan yönetici sınıfın cömenlik göstererek oy
verme hakkını arsızca manipüle etmesi nedeniyle, on yedinci yüz­
yıl boyunca oy hakkı konusundaki düzenlemeler sürekli olarak
dalgalanma göstermişti. Böyle hassas bir dönemde Locke'un oy
verme hakkının böyle taktik mülahaza..l ar la genişletilmesini savun­
muş olması olasıdır. Ancak, geliştirdiği örtülü onay doktriniyle, rı­
za ve oy verme hakkı arasındaki hem Ireton hem de Düzleyicilerin
tanışmasız biçimde kabul ettikleri ilişkiyi etkili biçi mde birbirin­
den ayırması anlamlı kalmaya devam eder.
Locke, l reton 'ınkinden daha esnek bi r onay fikrine sahipmiş
gibi görünmektedir. Aslında Locke, mutlak.ıyetçiliği meşru yöne­
tim biçimlerinin dışında bırakmak için önceden bir temel hazırla­
mamış olsaydı, 'önülü ' onay kavramı, Hobbes 'un işleyen bir y�
netimin sadece varlı ğının onayı ima ettiği biçimindeki görüşüne
tehlikeli biçimde yakın hfile gelecekti. Ancak, Locke 'a göre insan­
ların onaylarını kolayca, hatta bilinçsizce verebilseler de gene de,
özgür insanların rıza göstermiş kabul edilecekleri belli yönetim
türleri vardır ve mutlak monarşi bunlar arasında değildir; çünkü bu
tür yönetim, sivil toplumun ilk başta uğruna kurulduğu temel ama­
cı tahrip eder.
Bir yönetici yasaya göre değil , kendi keyfi iradesine göre dav­
randığında ya da doğru bir biçimde oluşturulmuş bir yasama orga­
nına müdahale ettiğinde ya da yasama organının seçim yöntemini
değiştirmeye çalıştığında yahut devleti yabancı bir i ktidarın boyun­
duruğuna soktuğunda (Stuart Kralları, tüm bunları yapmış olmak­
tan dolayı suçlanabilir) ya da yasama organlarını da kapsayacak bi­
çimde uyruklarının özgürlüklerine ve mülkiyetlerine tecavüz ede­
rek, üzerine dayalı olduğu güveni ihlal ettiğinde yönetim dağılır ve
bu durumda insanlar yeni bir yönetim kurma hakkına sahip olur­
lar. Genel olarak, doğru biçimde oluşturulmuş yasama iktidarı -
İ ngiltere 'deki Parlamento - var olduğu sürece ve işini uygunsuz
1 90 iSYAN HORl!Sll KAPITAUZMNIN YllKSELIŞI -. SiYASAL TEORi

müdahaleler olmaksızın yapmaya izin verildiği sürece, yasamacı­


ların kendilerine duyulan güvene aykırı davranabildikleri zamanlar
olabilirse de, devri m hakkının bulunmadığı varsayılabilir. Ancak
her halükarda, yönetimi değiştirmesinin olağan süreçleri inkar edi­
lirse, halk ayaklanma ve parlamento dışı yollarla yeni bir yönetim
kunna hakkma sahiptir.
Burada, bazı insanlara bir yönetime karşı savaşma hakkı bah­
şeden ancak, zaten başka bir yönetim için oy hakkı vermeyen
Cromwell ve lreton "dan bildi ğimiz gibi , i nsanlara 'devri m · hakkı
bahşetmenin, onlara daha normal olan, gündeli k siyasal haklar
bahşedilmesini gerektirmediğini tekrar vurgulamak gerekir. Ayn­
ca, doğal eşitlik hakkındaki en radikal inançların bile aynı derece­
de radikal siyasal eşitli k görüşleriyle ifade edilmek zorunda olma­
dığını da biliyoruz. İ nsanların doğal olarak özgür ve eşit oldukları
biçimindeki görüş, on yedinci yüzyılda radikal demokrasiden mut­
lak krallığa kadar her şeyle, Winstanley 'den Hobbes'a kadar her­
kesle uyumluydu ve Locke 'un, bu iki uç arasında bir yerlerde dur­
duğu anlaşılmaktadır.
Doğal ve siyasal eşitlik arasındaki kopuş, Locke 'un kadınlar
hakkında söylediklerinde daha berrak biçi mde görülür. Kadınların
eşitli ğini açıkça kabul etme konusunda Hobbes kadar ileri gitme­
yebilir, ancak Locke, ataerkil mutlak krallık savunusuna karşı çı­
kan argümanında, Filmer 'ın kralların mutlak iktidarı konusundaki
davasını dayandırdığı mutlak ataerkil hak biçimine karşı, ortaklaşa
ebeveyn i ktidarını ya da hana anaerkil iktidarı ileri sürecek kadar
ileri gider. Locke, babaların üstünlüğünü ya da kocanın karısı üze­
rindeki otoritesinin, 'doğadaki temellerini ' reddetmez. Ancak,
Havva 'yı A dem 'e ya da kadını erkeğe tabi kılan tanrısal bir emri
reddederek belli bir yol alır ve Filmer"ı kendi 'kuruntularını' tanrı­
sal doğruların yerine geçinnekle suçlar. Ancak bunların hiçbiri , ka­
dınların siyasal hakları konusundaki bir uzantıya sahip değildir. As­
lında, bütün çağdaşları gibi - görünüşe göre kadın çağdaşları dahi l
- kadınları siyaset alanına kabul etmeyi önenne gi bi bir yanlış an­
laşılma olasılığı riski nden ve siyasal bir kadınlara ev işlerinde da-
JOHN LOCKE'un SiYASAL DUŞllNCbLERI 191

ha yüceltici bir rol vererek kaçınan Locke, kadınların siyasal alan­


dan dışlanmalarını tartışmasız kabul eder.
Şu halde Locke, ' kendinin mülkiyeti · ve doğal hak biçiminde­
ki Düzleyici fikirlerle yola çıkıp l reton 'ın daha oligarşik duruşuy­
la tamamen uyumlu bir siyasal pozisyonda sona ulaşır. Hiç kuşku­
suz Locke, olağanüstü uç durumlardaki devrim hakkı konusunda,
sadece halkın Parlamentodaki temsilcilerine değil . genel olarak,
'insanlara' (yani, muhtemelen, haneleri n bütün erkek reislerine)
bahşetmeye hazırlandığı bir hak konusunda oldukça radikal bir gö­
rüş taşıyor gibi görünür. Bu, sadece en radi kal Whigler tarafından
paylaşılan bir görüştü. Ancak, Cromwell ve l reton örneklerinin
dramatik biçimde ispatladığı gibi, on yedinci yüzyıl İ ngiltere'si n­
deki daha radikal bir devrim görüşü bile, çok sayıda özgür i nsanın
daha normal siyasal haklardan dışlanışını reddetmez. Unutulma­
malıdır ki, Yeni Model Ordunun üyeleri , belirsiz olmayan koşular­
da bir devrim hakkı için anlaşmaya varmıştı, ancak aynı ordunun
üyelerini seferber eden büyükbaşları, ordu üyelerinin en basitin­
den Parlamentodaki temsilcileri için oy kullanma haklarının reddi
konusunda ısrarcıydı.

Locke 'un Mülkiyet Teorisi

İkinci Deneme'nin, mülkiyet üzerine olan bölümü eserin ilk ta­


mamlanışından sonra eklenmiş gi bi görünmesine rağmen, Loc­
ke 'un siyasal teorisinde kesinl ikle önemli bir rol oynar. Anti mut­
lakıyetçi tezinin temelini biçimlendiren doğal hak teorisinin ayrın­
tılarına girdiği yer burasıdır. Bunu, her insanın kendi kişiliğinde bir
mülkiyete sahip olduğu. diğer hakların da bunun ardından geldiği
biçimindeki ilkeyi ayrıntılı olarak inceleyerek yapar. Ancak, Düz­
leyicilere göre olduğu gibi Locke 'a göre de, insanların kişilikleri
üzerinde sahip oldukları mülkiyet, bel irli vazgeçilmez hakları ge­
rektiriyorsa da, daha önce gördüğümüz gibi . Düzleyiciler tarafın­
dan öngörülen siyasal hakların tümünü zorunlu olarak gerektir­
mez. Locke 'un, kendine özgü 'kendinin mülkiyeti ' incelemesine
ve bu incelemenin, Düzleyicilerin incelemesinden nasıl farklılaştı-
1 92 iSYAN BORUSU. KA PITALI ZMNIN Y U KSELIŞI ve SiYASAL TEORi

ğına daha yakından bi r bakış, onun hem mülkiyet teorisi hem de si­
yasal tutumu hakkında birçok şeyi açığa çıkarır.
Locke, mül kiyet tartışmasına Winstanley 'inkine çok fazla ben­
zeyen bir gözlemle başlar: Locke, Tanrı ' Dünyayı, İ nsanlara ortak­
laşa vermişti r' (il. 26) der. Ancak, Winstanley 'in yaptığı gibi, bu
ortaklaşa servetin özel mülkiyet kurumunu geçersiz kıldığı sonu­
cunu çıkarmak yerine Locke, i nsanın yeryüzüne ortaklaşa sahipli­
ğinin sadece özel mülkiyetle uyumlu olmakla kalmayıp, bizzat bu
mülkiyetin doğal hakka dayandığını da ispatlamaya koyulur. Bura­
da, 'kendine ait mülkiyet' fikrini dahice bir kullanım içine sokar.
' Yeryüzü ve alt düzeydeki diğer tüm Yaratıklar, bütün İ nsanlar için
ortaklaşa olmasına rağmen,' Locke 'yine de, her i nsan kendi kişi­
liği üzerinde bir Mülkiyete sahipti r. Buna, kendisinden başka hiç
Kimsenin herhangi bir Hakkı yoktur. Kendi V ücudunun Emeti ve
kendi Ellerinin işi, diyebi liriz ki , tümüyle onundur' (il. 27) diye­
rek bir ilk adımı atar. Kendine ait mülkiyet ve her insanın kendisi­
ne ait emeğin içinde sahip olduğu mülkiyet, bundan sonra, şeyler­
deki ve topraktaki mülkiyetin kaynağı haline gel ir. Bir insanın.
'emeğini kattığı ', emeği aracılığıyla doğal durumundan çıkardığı ve
değiştirdiği herhangi bir şey; emeğiyle, içine bir şeyler kattığı her­
hangi bir şey, o kişinin mülkiyeti haline gelir ve diğer insanların
haklarını dışlar. Bu özel mülkiyetin. ortaklaşa mülkiyetten, ortak­
laşa rızasıyla değil , ama bir insanın doğa tarafından dışlayıcı bir
hakka sahip kılındığı, kişiliğinin ve emeğinin bir uzantısı olarak do­
ğal hakla türeme yöntemidir. Tanrı, i nsanlara yeryüzünü ortaklaşa
vermiş olmasına rağmen, hiçbir durumda heba etmeleri için ver­
memiştir. Tanrı, yeryüzünü ' ıslah etmesi ' amacıyla, değerini, ya­
rarl ıl ığını ve veri mliliğini emek aracıl ığıyla artırması için 'çalışkan
ve rasyonel · olana vermiştir.
Şu durumda, bir insanın emeğiyle biriktirmeye yetkilendirildi­
ği mülkiyet mi ktarının bir sınırı var mıdır? Ayrıca, bazı insanların bu
kadar çok ve diğer bazılarının bu kadar az mülkiyet sahibi olmala­
rı nedendir? Bazılarının çalışkanlığı ve diğerlerinin tembelliği bu
farklıl ıkları açıklamaya yeterli midir ve bu farklıl ıkların ötesine ula-
JOHN LOCKE'un SiYASAL OLIŞUNCE.LERI 1 93

şan eşitsizlikler meşrulaştırılabi lir mi? Locke, biri ktirme üzerine


doğa yasası tarafından konmuş bazı sınırlamalar olduğunu söyler.
Bu sınırlamalardan en açık olanı, - emek harcama kapasitesine iliş­
kin fiziksel sınırlamalardan başka - hiçbir insanın tüketemeyeceği
kadarını biriktirmemesi ve heba olmaya ya da çürümeye bırakma­
ması gerektiğidir. Hiç ki mse, diğer yoldaşlarının çıkarlarına zarar
verecek kadar da biriktirmemel idir. Kişi, kendisinden başkalarının
varlığını sürdürme hakkına saygı duymak için, yeterli ve yeterince
iyi şeyi başkalarına bırakmalıdır. Şu halde, bu 'çürüme' ve 'yeter­
lilik' sınırlamaları, şu anlama gel iyot görünmektedir: Bir insanın
ailesiyle birlikte gösterebi leceği çalışma ve yine hane halkıyla bir­
likte gösterebileceği tüketme kapasiteleri , biriktirebileceği şeyle­
rin miktarı üzerine katı, doğal -ve ahlaki- sınırlar koyar. Dolayısıy­
la, geniş çapl ı bi ri kimlerin ve çok büyük zenginlik eşitsizliklerinin
doğa yasası ile nasıl uyumlu olabildiklerini i mgelemek güçtür.
Buna rağmen, Locke 'un buna basit bir yanıtı vardır. İ nsan top­
lumunda, her şeyi değiştiren tek gelişme vardır: Paranın keşfi. Ka­
baca ortaya konacak olursa para, doğa yasasının çürümeye karşı
koyduğu yasağı ihlal etmeksizin, insanların kendi tüketebilecekle­
rinden daha fazlasını biriktirmelerini olanaklı kılar. Bir değişim
aracı olarak altın ya da gümüşe belli bir değer ekleme kararı, ser­
vetin, süresiz olarak saklanabilecek bir formda biriktirilebilmesi
anlamına gelir. Bu karar, ardından, artan bir üretkenlik ve zengin­
lik dürtüsünün ortaya çıkmasına neden olan mübadeleye ve kara
dayalı ticarete de izin verir. Para ve ticaret olmaksızın, ' ıslah · ve bi­
rikimin, ne imkanı ne de harekete geçirilmesi söz konusu olacaktı.
Para ve ticaretin himayesinde toprağın ıslahı, daha az toprağın
daha çok insanı besleyebileceği anlamına gelir. Bu, bir taraftan, şu
anlamda alınabilir ki. insanlar şimdi çürüme sınırını i hlat etmeksi­
zin daha çok biriktirebiliyor olmalarına rağmen, iyi yaşamak için
daha çok biriktirmeye gerek duymazlar. İ nsanlar daha çok zengin­
lik üretebilirler ve dolayısıyla, başkaları için daha çok şey bıraka­
bilirler. Gerçekten de, Locke 'un bu yolla, mül kiyetteki geniş yo­
ğunlaşmaya karşı çıktığı yorumu yapılmıştır. Diğer taraftan Locke,
1 94 iSYAN BORllSlJ KAP1TAUZMNIN Y l l KSELIŞI ve SiYASAL TEORi

para. ticaret ve ' ıslah 'ın, toprağı daha üretken hale getirerek ve top­
rağa daha çok değer kazandırarak. gerçekte insanoğl unun 'ortak
stok 'una eklemede bulunduklarını ileri sürer. Bu da i nsanların.
başkalarını yoksun bırakmaksızın ve 'yeterlilik' sınırını ihlfil etmek­
sizin daha fazla biriktirebilecekleri anlamına gelir. Gerçekten de,
daha geniş mülkleri biriktiren ve ıslah eden bi r insan , başkalarının
haklarını i hlal etmekten uzak olarak, insanların refahlarını fiilen ar­
tırır.
Ü stüne üstlük. bu tür koşullarda çok sayıda insan hiç mülkiye­
ti olmadan bile yaşayabilir, çünkü bu kişi ler emeklerini bir ücret­
le mübadele edebilirler. Bu da şu sonucu doğurur, bir insana mül­
kiyete ilişkin bir hak veren emek, başka bi rinin emeği olabilir.
Locke, bazı kişilerin geniş mül kiyete sahip olacağını ve di ğer ba­
zılarının ise mülkiyete hiç sahip olmayacağını tartışmasızca kabul
eder. Gerçekten de, bazı kişiler diğerleri için çalışarak bunların ser­
vetini yaratacaklardır. ' Efendi ve Hizmetli, ' diye yazar, 'Tarih ka­
dar eski Adlardır ' ( i l . 85) ve hizmetliler (ki bu terim, on yedinci
yüzyılda, çok sayıda ücretli işçiyi kapsayan bir terimdir), efendi ve
hizmetli arasındaki ilişki sözleşmeye dayalı bi r ilişki olduğu süre­
ce, koşulsuz ve sürekli bir vazgeçme olmadığı, fakat belirli bir za­
man için bir emek satışı olduğu sürece, doğal özgürlüklerini kay­
betmeden emeklerini satabil irler. (Locke, aynı zamanda, köleliği
de meşrulaştırır; ama farklı zemi nlerde: Meşru bir savaşta, feti h
nedeniyle özgürlüğünü kaybeden bir insana, sürekli kulluk etme
karşılığında yaptığı bir mübadeleyle, yaşamı bağışlanabilir.) Topra­
ğın 'ıslah edildiği · ve karlı biçimde değerlendirildiği yerdeki bi r
hizmetli bile, ıslah edilmemiş toprağın sahibinden daha iyi durum­
da olabi lir.
Locke, başkaca uzantılara da sahip olması nedeniyle paranın
keşfiyle yetinmez. İ nsanlar para 'nın değerine rıza gösterdikleri
için bir değere sahiptir, dolayısıyla bu insanların paranın sonuçları­
na da rıza göstermiş oldukları anlamına gelir: 'Açıktır ki İ nsanlar.
örtülü ve gönüllü bir rızayla, bi r insanın. ürününü kul lanabilece­
ği nden fazla toprağı meşru biçimde nasıl sahiplenebileceğinin bi r
JOHN LOCKE'un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 95

yolunu bularak Yeryüzünün orantısız ve eşitsiz Edinimi üzerinde


uzlaştılar . . . ' ( 1 1.50). Özel yasalar ve anayasalar, özel mülkiyet sis­
temleri düzenlemelerine rağmen, insanların rıza gösterdiği eşitsiz­
lik. bu türden özel yasaların hiçbirine bağlı değildir. Paranın oldu­
ğu her yerde bu eşitsizlik geçerlidir. Buna göre yönetimler, i nsan­
ların üzerinde anlaşmış oldukları eşitsizlik koşullarını değişti rme­
yi amaçlayamayacakları gibi bu anlaşmayı çiğneyemeyecektirler
de. Dolayısıyla paranın keşfi ve bunu izleyen her şey, koşul ları öy­
lesine kökten değiştirir ki, insanın doğal özgürlüğü, eşitliği ve yer­
yüzünün ortaklaşa sahi pliğiyle birlikte doğa yasası, sadece özel
mülkiyetle uyumlu hale gelmekle kalmaz, ama aynı zamanda bü­
yük eşitsizliklerle de uyumlu hale geli r. Ve bütün bunlar. özgür rı­
zadan kaynaklanan bir meşruiyete sahiptirler.
Şu halde, Locke 'un mülkiyet teorisi budur. O mülkiyetin
emekten kaynaklandığını ileri süren tek kişi ya da ilk kişi bile de­
ğildi, ama bu ilkeyi kesinlikle hem bir mülkiyet teorisi, hem de bir
doğal hak teori si olarak bu kadar sistematik biçimde işleyen ilk ki­
şiydi. Locke 'un doğal hak kavramı. mutlakıyetçiliğe karşı tezinin
merkezindedir, ancak. daha şimdiden açıkça görülebileceği gibi,
mülkiyet teorisinin uzantıları, anti-mutlakıyetçi politikasının ol­
dukça ötesine geçer. Locke 'un teorisini, Putney Tartışmaları 'nın
arka planına karşıtl ığı içinde düşünerek hakkındaki birçok şey öğ­
renebiliriz.
Okuyucular, Binbaşı William Rai nsborough 'nun, Putney 'deki
' bu yönetimin ana amacı, servetleri olduğu kadar kişileri de koru­
maktır ve eğer herhangi bir yasa benim kendi-kişimi ele geçirirse,
bu servetimden daha değerl idir. ' biçimindeki sözlerini hatırlaya­
caklardır. Düzleyici ler. özel mülkiyet hakkına kesinlikle inanıyor­
lardı, ancak l reton ' ın en çok korktuğu ilke, Binbaşı Rainsborough
kişiye mülkiyet üzerinde kesin bir öncelik vermesiydi. Locke, baş­
ka yerlerde de olduğu gibi Düzleyici doktrinin bu sonucunun etra­
fından dolaşmanın bir yolunu bulur.
Locke su götürmez biçimde, sivil topl umun 'ana amacının
Mülkiyetin korunması ' olduğunu ileri sürer ( i l . 85). Yeterince be-
1 96 iSYAN BORl l S l l KAPITA LIZMNIN Y I J KSELIŞI •e SiYASA i . TEORi

lirgin gibi görünen bu ilk bakış, insanın kişi liğine içkin ve mülki­
yetten ayrı haklara yer bırakılmadığı izlenimini verir. Ancak Locke,
tartışmaya yol açan mülkiyet bölümünde, mülkiyetin kendisini ta­
nımlarken, sıklıkla 'yaşam, özgürlük ve servet ' i kapsayan geniş bir
tanım kullanır. ' Yaşam, özgürlük ve mülkiyet ' ya da 'kişiler, öz­
gürlükler ve servetler · biçimindeki formüller, okuyucuların hatırla­
yabileceği gibi , örneğin Büyük Yakmma'da ortaya çıkarak, Haklar
Dilekçesi 'nden beri uyrukların hakkını savunmada geleneksel hale
gelmişti. Locke çoğu kez, bütün bu hakları, tekil bir 'mülkiyet' ka­
tegorisi içinde kapsamayı uygun bulur. Bu bir taraftan, yönetimin
amacının kesinlikle, Rainsborough 'nun ısrarla beli rttiği gibi, ' ser­
vetlerin olduğu kadar kişilerin de korunması ' ve 'servet'e sahip ol­
mayan biri de dahil her insanın korunması zorunlu bir şeylere ol­
duğu ve dolayısıyla, bu tür bir kişi nin belirl i temel haklara sahipli­
ği anlamına gelir. Görünüşe göre bu geniş tanım, Locke ' un onu
kul landığı biçimiyle, mülkiyete (dar, geleneksel anlamıyla) ya da
servetlere kişiliğin kutsal dokunulmazlığının sahip olduğu türden
bir dokunulmazlık vererek, 'servetler' i , yaşam ve özgürlüğün bu­
l unduğu bir düzeye yerleştirmiştir. Bu formülün servet i le kişi ara­
sında Binbaşı Rainsborough 'nun önerdiği türde bir ayrıma ya da
kişiliğe, servet üstünde verdiği önceliğe izin vermedi ği anlaşıl­
maktadır. ' Bir başka anlatımla Locke, l reton tarafından öngörülen
tehlikeden kaçınmayı başarmış ve şimdi bir kez daha, Düzleyici le­
ri n ilkelerini l reton ' ın siyasetiyle uyumlu hale getirmiştir.
Mülkiyet sorunu konusunda, Locke ile Düzleyiciler arasında,
muhtemelen daha da temel başka bazı farklılıklar da vardır. Bu
şöyle ortaya çıkar: Locke 'un, mülkiyet teorisini başlangıçta Düz­
leyicilerin kendine ait mülkiyet kavramı üzeri ne inşa ettiği anlaşıl­
sa da, kafasında farkl ı bir şeyler bulunmaktadır. Mülkiyeti , doğal
bir hak olarak tanımladığında, Düzleyicilerin amaçladıkları şeyden

1 Lockc ' u n gcnış anlamdaki mlilkıycı tanımı \'C bun u n si yao;al uzantıları hakkın­
daki bır tartışma i çi n David McNal l y ' n i n ' Lockc. Dü1Jeyiciler ve Ozgurluk:
ilk Whi glcrin Duşiıncelerinde Mı.ilki yet ve Demokrasi ' . Hi.ı·ıory of Politicul
Thoughı X 1 , Bahar 1 989.
JOHN l.OCKE·un SiYASAL DUŞUNCELERI 1 97

oldukça farkl ı bir şeyleri kastediyor gibi görünür ya da daha da


özelde, farklı bir soruyu yanıtlar.
Şimdi, Rainsborough ile l reton arasındaki tartışmaya tekrar
bakmamıza izin verin. Her iki taraf da, özel mülkiyet kurumunun,
adeta tanrısal olarak buyrulduğunu kabul etmektedir. (Bu, başlan­
gıçta yeryüzünün insanlara ortaklaşa verildiği biçimi ndeki inancı
engellemez). Ö rneğin Rainsborough, doğal hak doktrininin mülki­
yeti tümüyle tehlikeye attığı biçimindeki suçlamaya yanıt olarak,
kendisinin bu tür bir amacı olmadığı ve yönetimde söz hakkı iste­
minin, kesinlikle mülkiyetin yok edilmesi anlamına gelmediği ko­
nusunda ısrar eder. Mülkiyet, gerçekte tanrısal yasa sayesinde var
olur: 'Tanrı yasası onu söyler, aksi takdirde, çalmamalısın biçimin­
deki yasayı Tanrı niye yapmış olsundu? ' l reton, doğal hak düşün­
cesinin mülkiyeti n temeli olduğunu reddetmesine rağmen, on
emirden biri olan bu tanrısal emri inkar etmez, aynı şekilde, mül­
kiyetin tanrısal otoriteye bağlı olmadığını da ima etmez. Ancak bu
onun için temel sorun değildir. Sorun. mülkiyetin mevcut dağılı­
mının ve daha özelde, mülkiyetle birl ikte giden siyasal hakların da­
ğılımının meşru olup olmadığıdır.
l reton, mülkiyet kurumunun, genelde tanrısal yasa sayesinde
var olabileceğini, ancak herhangi bir bireyin özel bir mülkiyete
il işkin özel hakkının, Parlamentoyu seçme hakkından daha fazla
tanrısal olarak buyrulmuş olmadığını ileri sürer. Tanrısal yasa, özel
şeylere uzanmaz' der. Tanrısal yasa, 'insanın insanla il işkisinde,
mülkiyetle il işkisinde ve diğer bütün şeylerle il işkisinde özelleri
değil , ama genelleri belirler. ' Tanrısal yasa ile hususi bir insanın
mülkiyeti arasındaki ilişki çok uzaktır ve mülki yetimiz diğer şey­

lerden intikal eder. . . Mülkiyete ilişkin özel haklar, siyasal hak­


lardan daha az ol mamak üzere, adetlerden ve tarihsel öncüllerden
türerler. Bir takım tarih ötesi doğal haklara başvurarak bu adetlere
ve öncüllere karşı çıkarsak, mülkiyetin tümünü tehli keye atmış
oluruz. Her şeyin ötesinde. eğer her insan kendi varl ığını sürdür­
mek için gereksindiği şeylere ilişkin doğal bi r hakka sahip ol ursa.
o zaman. hiç kuşkusuz. hiçbir özel mülkiyet güvencede olamaz.
1 98 iSYAN tıORUSU KAPITALIZMNIN YUKSELIŞI "' SiYASAL TEORi

Albay· Rai nsborough, özel mülkiyeti tehli keye atan herhangi


bir amaca sahip olduğunu reddetmesine rağmen, gerçekten de be­
lirli bir tür doğal hakka başvurur. Ancak buradaki önemli nokta, ne
Rainsborough 'nun, ne de diğer Düzleyici lerin, doğal hak kavramı­
na, insanların, bazı özel şeylerde, nasıl mülkiyet sahibi olduklarını
açıklamanın bir yöntemi olarak başvurmalarıdır. Düzleyiciler, l re­
ton tarafından, mülkiyetin ve siyasal hakların mevcut dağılımını
desteklemek için başvurulan tarihsel ve kurumsal öncüllerin meş­
ruiyetine kesinlikle karşı çıkarak farklı tarihsel öncüller sunarlar ve
Norman Fethiyle ihlal edilmiş olan bazı 'doğuştan · hakları savu­
nurlar. Onlar, kendi tarihsel iddialarını destekleyecek bir doğal hak
ya da kendine ait mülkiyet nosyonunu haykırırlar. ancak bu nos­
yonun ana hedefi , özel mülkiyet değil özgürlüktür.
Düzleyicilerin tezi en açık biçimde - etkili ve sıkça tekrarlanan
'kendine ait mülkiyet' tanımını dördüncü bölümde aktardığımız. -
Richard Overton 'ın Bütün Tıranlara Karşı Atılmış Ok adlı risale­
sinde ortaya konmuştu. Overton, i nsanların kendi kişilikleri üze­
rinde dokunulmaz bir mülkiyete sahip ol mamaları halinde, ' be­
nimki ve seninki 'nin var olamayacağı konusunda ısrar eder, ancak
kastelliği şey, kabaca, insanın doğal özgürlüğünün gaspa ve kişil i ­
ğinin keyfi tecavüzlere maruz kalması halinde, hiçbir insanın sahip
olduğu şeyleri güvenl i biçimde kullanamayacağıdır. Overton.
maddi mülkiyetin bizzat kendisinin kökenine ilişkin olarak hiçbir
şey söylemez, ancak Magna Carta 'daki, Haklar Dilekçesinde de
tekrarlanan ilkelere yaptığı gönderilerden ve Bay Edward Coke 'un
yorumlarından, onun bu konuda ne düşündüğüne i lişkin bazı an­
lamlar çıkarabiliriz:

Yasal kararlarla olmadığı sürece. yani eşitleri tarafından (yani kendi ko­
şullarındaki insanlar tarafından) verilmiş hükümlerle olmadığı sürece ya
da ülke Yasasıyla, yasanın doğru uygulanışı ve işleyişiyle . . . olmadığı si.ı­
rı:cc. hiçbir insanın malına mülküne ı:lkonularnaz: yani malvarlığı müsa ­
dere edilemez (ondan zorla alınamaz). ya da mülklerinden, yani toprak-

Düzleyici Rai nsborough'nun rütbesi orijinal metinde değişiklikler göstermek


tedir. -y.n.
JOHN LOCKE'un SiYASAL DlJ�lJNCl::: L ERI 1 99

!arından v e geçim araçlarından ya da özgürlükleri nden ya da özgür adet­


lerinden, yani yönetim tarafından tanınan ayrıcalıklarından ve hürriyetle­
rinden ve özgür doğumundan iti baren kendisine ait olan özgür adetleri n­
den yoksun bırakılamaz.

Burada söz konusu olan mülkiyet hakları, yazılı yasa ya da öıf­


adet yasasıyla (mülkiyet ayrıcalığı, birleşmeler 'özgürlüğü', 'ayrı­
calıklar ' ya da ticaret lisansları vb.) tanınmış olan çeşitli medeni ve
örf-adete dayalı haklardır. Overton, mülkiyetin doğal kökeni hak­
kında hiçbir şey söylemez. Sadece, bir insanın doğal özgürlüğü­
nün, ona, 'yasanın doğru uygulanışı ve işleyişine ' il işkin vazgeçil­
mez bir hak verdiği ve bu tür bir işleyiş olmaksızın, mülkiyetine
yapılacak hiçbir müdahalenin meşru olmadığı konusunda ısrar
eder. Buradaki vurgu, yine, mülkiyet vb. konuları üzerine deği l,
özgürlük ve keyfi i ktidarın gayri meşruluğu üzerinedir.
Düzleyicilerin tezi şöyle bir şeye benzemektedir: Her insan,
kendi kişiliği üzeri nde bir mülkiyete sahiptir. Bunun ardından, ba­
zı özgürlükler gelir: Rıza olmaksızın, başka birinin otoritesine tabi
olmama özgürl üğü, kendine ait inançların peşinden gitme özgürlü­
ğü ve asl ında, yasadışı müdahale olmaksızın, yani, doğru biçimde
kurulmamış, hesap verebilir ol mayan ve yasanın doğru işleyişine
göre eylemde bulunmayan bir iktidarın müdahalesi olmaksızın mal
varlığını kullanma özgürlüğü.
Düzleyiciler, lreton tarafından başvurulan tarihsel ve kurumsal
öncülleri n meşruiyetine kesinlikle karşı çıkarlar ve bunu ise, Nor­
man Fethiyle ihlal edilmiş olan 'doğuştan ' hakları savunarak ya­
parlar. Kendine ait mülkiyet kavramına dayalı tez, Düzleyicilerin
meşru i ktidar hakkında ne düşündükleri konusunu kesinlikle açık­
l ığa kavuşturur, ancak bu tez, bazı insanların nasıl meşru olarak
servet sahibi olduklarını açıklamaz. Bu tez, siyasal hakların, 'ser­
vetler ' anlamındaki mülkiyet üzerine dayalı olamayacağını ifade
eder. Bu siyasal haklar kişiye aittir. Ayrıca bu tez, mülkiyetin fetih­
le elde edilmiş ve gayrimeşru iktidar tarafından korunmuş mevcut
dağılımının, hırsızlıktan öte bir şey olmadığını ifade eder. Düzleyi­
ci ler, siyasal iktidarı. zenginlik ve ayrıcal ıktan koparmak ve küçük
200 iSYAN HORllSU KAPITAUZMNIN Y UKSELI Ş I vr S i YASAL TEORi

mül kiyeti, adaletsiz ve baskıcı müdahalelerden korumak isterler.


Ancak. argümanları içinde lreton 'ın özel mülkiyeti n örf-adet saye­
sinde var olduğu biçimindeki ilkesiyle uyumsuz olabilecek hiçbir
şey yoktur. Burada önemli olan şey, kabaca, doğal özgürlüğe say­
gılı mı oldukları, yoksa onu ihlal mi ettiklerine bağlı olarak, bazı
gelenekleri n meşru oldukları ve diğerlerinin meşru olmadıklarıdır.
Özel mülklerin, doğal kökenini ispatlamak, Düzleyiciler gibi
radikallerin hedefi değildiyse, konu Düzleyicilerin kendine ait
mülkiyet düşünceleriyle Lockçu mülkiyet teorisi arasındaki de­
vamlılığı vurgulayan yorumcular tarafından bi r dereceye kadar ka­
rıştırılmış olmasına rağmen, John Locke'un amacı çok daha karma­
şıktır. Locke, özel olanlara ilişkin zorlu soruyu kesi n olarak yanıt­
lamaya kalkışır: 'herhangi biri , herhangi bir şeyde, herhangi bir
zamanda, nasıl bir Mülkiyete sahip hale gelebil i r ' ( i l . 25). Görece­
ğimiz gibi Locke 'un nedenleri karmaşıktır. Açık hedeflerden biri ,
mülkiyeli sivil toplumdan bağımsız ve sivil topluma öncel yaparak
mülkiyetin dokunulmazlığını güçlendirmektir: İ nsanlar. sivil top­
lumdan önce ve sivil topl umun dışında, onlara doğa tarafından ait
kıl ınmış ve yönetim ya da cemaat tarafından bağışlanmamış bir
mülkiyet hakkına sahipseler, hiçbir yönetim mül kiyete yasadışı
müdahale edemez.
Kuşkusuz Locke, yine Fi lmer'dan gelen bir meydan okumayı
karşılamaya çalışır. Fi lmer, siyasal i ktidarın ve mülkiyetin Tan­
rı 'nın bağışıyla A dem 'e indiği iddiasına destek amacıyla, mülkiye­
tin insanların rızasıyla var olduğunu iddia edenlerin - ve bu, bir ya
da diğer yolla, Hobbes ve lreton kadar farkl ı düşünürleri ve hatta
belki de Düzleyicileri bile kapsar - hepsine itiraz eder, çünkü bu.
yeryüzünün sahipl iğinin başlangıçta ortaklaşa olduğunu ifade
eder. Filmer kabaca, eğer bu böyle olsaydı , özel mül kiyetin Tanrı­
nın iradesine karşı gelen inanılmaz bir günah olacağını ve en azın­
dan, kesi nlikle hiçbir örneği olmayan, insanoğlunun evrensel ona­
yını gerektireceğini ileri sürer. Locke, genelde mutlakıyetçi teoriyi
ve özelde Fil mer 'ın mutlakıyetçi teorisini reddederken, bu argü­
man üzerinde de durur. Özel mül kiyeti n, Tanrının yeryüzünü in-
JOHN LOCKE"un SiYASAi . DUŞÜNCELERI 20 1

sanlara ortaklaşa vermiş olmasıyla nasıl uyumlu olabileceğini,


Tanrı 'nın. insanoğluna ortaklaşa verdiği dünyanın belirli bölümle­
ri üzerinde, bütün ortakların açık bir anlaşması olmadan, insanın
nasıl olup da bir mülkiyet hakk.ma sahip hale gelebileceği ni ' ( i l .
25 ) gösterir.
Ancak Locke 'u, yine Düzleyicilerle karşılaştırdığımızda ortaya
çıktığı gibi , Locke 'un doğal hak kavramında, mutlakıyetçilik karşı­
tı davasındaki kavramın oynadığı rolden daha fazlası vardır. Locke
ile Düzleyiciler arasındaki farkı anlamak için basit bir gerçeği dü­
şünmekle başlayabiliriz: Düzleyiciler, lreton 'ın, doğal hakkın örf
ve adetlerin düşmanı olduğu argümanını kabul etmek konusunda
güçlü bir güdüye sahip değildiler. Mevcut iktidar ve ayrıcal ık sis­
temini kunnuş olan baZt örf ve adetlerden kesinlikle kurtulmak is­
tiyorlardı. Ancak temel hedeflerinden biri de, 'özgür doğmuş ' sıra­
dan İ ngilizlerin hakim sınıflar tarafından saldırıya uğramakta olan
belirli adetlerini, örfi haklarını ve ayncalıklarını korumaktı. Dolayı­
sıyla, aslında Düzleyiciler genelde doğal hakkın adetler üzerinde
üstünlüğe sahip olduğunu ispatlamakla ilgili değildiler. Onların
göstennek istediği şey, bazı örfi hakların, daha evrensel, hana do­
ğal ilkelerin desteğine sahip olduğu ve bu hakların, yasanın doğru
işleyişi olmadan ve meşru olmayan bir yönetim tarafından ortadan
kaldırılmasının, bir doğal özgürlük ihlali oluşturduğuydu.
Locke, örfi haklarla böyle bir bağlılık göstenniyor gibidir. Do­
ğal hak teorisi, gerçekten de örf ve adetleri tehlikeye atar, ancak
lreton 'ın korktuğu anlamda değil. Locke 'un doğal hak teorisi,
Shaftesbury gibi toprak sahiplerinin mül kiyetlerini değil , ama halk
tabakasından olanların örfi haklarını tehdit eder. Ne olursa olsun,
Locke, Düzleyicilerin ' insanın kendini mülkiyeti ' düşüncesini, si­
yasal teorisinin genel özelliği olan hassas dengeyi yine koruyarak,
ustaca bir yöntemle uyarladı ve değiştirdi: Bir taraftan, radikal bir
mutlakıyetçilik karşıtlığı ve diğer taraftan ise, demokratik uzantıla­
rının dikkatli sınırlanışı.
Şu halde, Locke ' un mülkiyet teorisi, mutlakıyetçiliğe saldırısın­
da oldukça güçlü biçimde kul landığı doğal hak nosyonuna özünü
202 i S YAN BORUSU. KAPITAIJZMNIN YUKS F.l.. IŞ I •r SiYASAL TEORi

verir. Hiçbir yönetimin çiğnemeye yetkili kıl ınmadığı, 'yaşama,


özgürlüğe ve servete ' ilişki n doğal ve vazgeçilmez bir hakka baş­
vurmak, kesinlikle mutlakıyetçilik karşıtı davaya güç kazandırır.
Mül kiyetin her bir i nsana ait olan bireysel hak içinde köklendiği
biçimindeki argüman da. yine Filmer ·ın siyasal iktidarın ve mülki­
yetin tümünün, Tanrının Adem ·e yaptığı bağıştan kaynaklandığı ve
belirli, evrensel , insan (erkek) haklarından kaynaklanmadığı iddi­
alarını karşılamak için düzenlendi.
Locke 'un tezinin başka siyasal nedenleri de olabilir. Örneğin,
mülkiyet böl ümünün ve Locke "un, mülkiyetin kaynağı olarak
emeğe verdiği önemin, Shaftesbury "nin partisinin, Azil Krizi bo­
yunca m uhalif bir ittifak ol uşturmaya yönelik çabasında kur yaptı­
ğı 'çalışan· sınıflara yapılan bir jesti yansıttığı ileri sürülmüştür. Ay­
nı zamanda mülkiyet bölümü, radi kal doğal hak kavramına içkin
daha demokratik bazı olasılıkları etkisiz bırakmaya da yardımcı
olur. Mülkiyet teorisi, Locke 'un devri mci teorisini İ ngiltere 'de
mevcut mülkiyet dağılımı ile uyumlu hale getiren, büyük eşitsiz­
liklerin zarifçe meşrulaştırılışını içerir.
Mülkiyet bölümü bütün bu yönlerden, Locke için önemli bir si­
yasal anlama sahiptir, ancak bu bölüm, Locke'un siyaset teorisi
için, sonuçlarının çok ötesine ulaşan uzantılara da sahiptir. Bölüm,
mülki yet düşüncesinin, tümüyle ve esaslı biçimde yeniden düşü­
nülüşünü resmeder ve bu yeniden tanımlama, İ ngiltere 'de meyda­
na gelmekte olan gerçek tarihsel süreçler hakkında; kapitalizmin
gelişimi ve onun ayrıksı mülkiyet il işkileri hakkında bi.r şeyler
söyler.

Islah

Locke 'un mülkiyet konusundaki tezinin tümü 'ıslah ' nosyonu et­
rafında döner. Bölüm 'ün başından sonuna kadar işlenen tema, yer­
yüzünün verimli kılınmak için burada olduğu ve bu nedenle,
emekten türeyen özel mülkiyetin ortaklaşa mülkiyete üstün geldi­
ğidir. Locke, sürekli olarak. toprağa içkin değerin çoğunun. doğa­
dan değil , emekten ve ıslahtan geldiği konusunda ısrar eder: ' Ger-
JOHN LOCKE'un SiYASAL DUŞlJNCELERI 203

çekten de, her şey üzerine, değer farkını koyan şey Emektir ' ( i l .
40). Keı.a, zihninde olan 'değer 'in, değişi m değeri ya da ticari de­
ğer olduğu açıktır. Hatta, doğanın karşısında emeğin katkısıyla or­
taya çıkan özel değer hesapları sunar. 'Zannederim İ nsan Yaşamı­
na yararı olan Yeryüzünün Ürünlerinin 9/ ıo 'unun emeğin sonucu
olduğunu söylemek, sadece, oldukça ılımlı bir hesaplama olacak.­
ur ' der ve hemen ardından kendisini düzeltir: Bunun 99/ 100 'ünün
doğadan çok, emeğe atfedilmesi gerektiğini söylemek daha doğru
olacaktır( l l . 40). İ ngiltere'deki bir dönüm toprakla, doğal olarak
aynı verimlili kte olabilen ıslah edilmemiş Amerika'daki bir dö­
nümlük toprak, 'bir Kızılderili 'nin bu dönüm topraktan elde ede­
ceği faydanın tümü burada değer bulsa ve satılsaydı ' , İ ngiltere 'de­
ki bir dönüm toprağın 1 /1cro'i değerinde değildir ( i l . 43). lslah edil­
memiş toprak kıraçtır, bu nedenle bu toprağı, ıslah etmek amacıy­
la ortaklaşa sahipliğin dışına çıkaran ve temellük eden bir insan -
toprağı ortaklaşa olmaktan çıkaran ve çitleyen i nsan - onu çalma­
mış, insanoğluna bi r şeyler vermişti r.
Elbette ki, Locke 'un, emeğin değerin kaynağı ve mülkiyetin te­
meli olduğu biçimindeki düşüncesinde çekici olan bir şeyler var­
dır; ancak şimdiden, bu düşüncede acayip olan bir şeylerin de ol­
duğunun açık olması gerekir. Şimdiden biliyoruz ki, örneğin emek
ile mülkiyet arasında doğrudan bir örtüşme yoktur, çünkü bir in­
san, başkasının emeğini temellük edebilir. Şimdi, Locke için konu
emeğin etkinliğinden çok emeğin karlı biçimde kullanımıyla ilgili
görünmektedir. Örneğin, Amerika'da bir dönüm toprağın değerini
hesaplarken Kızılderili 'nin emeğinden, harcadığı çabadan söz et­
mez, ama elde ettiği kardan (yokluğundan) söz eder. Diğer bir an­
latımla, konu bir insanın emeği değil, ama mülkiyetin üretkenliği
ve ticari kara uygulanışıdır.
Locke en çok tartışılan meşhur paragrafta şunları yazar: "Atı­
mın yayılmış olduğu Otlar; Hizmetlimin biçmiş olduğu Çimenler;
başkalarıyla bi rlikte ortaklaşa bir hakka sahip olduğum herhangi
bir yerde kazıp çıkarmış olduğum Maden Cevheri mülkiyetim
olur . . . '(il. 28). Bu paragraf üzerine ve bu paragrafın bize ne söy-
204 iSYAN BORUSU. KAPITAUZMNIN Y U KSELIŞI •c S I YASAL TF..O RI

lediği üzerine; örneğin Locke 'un ücretl i emeğe (çimenleri biçen


hizmetlinin emeği) dair düşünceleri konusunda çok mi ktarda mü­
rekkep harcanmıştır. Ancak bu 'çimenler ' paragrafında gerçekten
dikkat çekici olan, Locke 'un, 'Hizmetlimin kesmiş olduğu Çimen­
ler ' ibaresine ' Kazmış olduğum Maden Cevheri ' ibaresiyle eşit iş­
lem yapmış olmasıdır. Bu sadece, efendi olarak benim, hizmetli­
min emeği ni temellük etmiş olduğum anlamına gelmez, ama ilke­
sel olarak temellük, hizmetl inin emek etkinliğinin kendisinden
farklı olmadığı anlamına da gelir. Benim kendi kazışım ve hizmet­
limin kesme eyleminin ürünlerini temellük etmem, bütün niyetler
ve amaçlar bakımından aynıdır. Ancak Locke basit biçimde pasif
temellükle ilgili deği ldir. Ö nemli nokta, daha çok, başka bi rileri­
nin emeğinin aracılığıyla bile olsa, toprağını üretken kullanıma so­
kan, toprağını ıslah eden toprak sahibinin, emeğiyle çal ışan hiz­
metliden daha az ol mamak üzere - muhtemelen daha çok çalış­ -

kan hale geldiğidir.


Bu üzerinde d urmaya değer bir noktadır. Locke ' un söylemeye
çalıştığı şeyi anlamanın bir yol u, sözcüğün bugünkü genel kullanı­
mını düşünmektir. Günlük gazetelerin finansal sayfaları, 'üretici­
lerden ' söz etti ğinde, normalde işçileri kastetmezler. Gerçekten
de, örneğin otomobil 'üretici leri ' ile sendikalar arasındaki çatışma­
lardan söz ederler. Diğer bir anlatımla, emeği istihdam edenler,
' üretim 'le tanınırlar. Biz bu kullanıma öylesine al ışık hale gelmiş
bul unmaktayız ki, bunun dolayımlarını görmede başarısızlığa uğra­
rız, ancak bu kullanımı olanaklı kılan çok özel bazı tarihsel koşul­
ların varlığının gerektiğini akılda tutmakta yarar vardır. Pre-Kapita­
list bi r toplumdaki geleneksel yönetici sınıflar, bağımlı köylülerden
pasif biçimde rantlar elde ettiklerinden, kendilerini hiçbir zaman
'üretici ler · olarak düşünmeyeceklerdi. · Ü retken · olarak adlandırı­
labilecek temellük türü ayrıksı biçimde kapitalisttir. Bu, şu anlama
gelir ki, mülkiyet, ' gösteriş tüketi mi ' için değil , ama yatırım ve
karların artırılması için aktif olarak kullanılır. Zenginlik, kabaca
rantçı aristokratların yöntemiyle doğrudan üreticiden daha fazla ar­
tı-değerin çekilip alınması için baskı gücünü kullanarak da, pre-ka-
JOHN LOCKE"un SiYASAL DlJŞLJNCELERI 205

pitalist tüccarlar gibi 'ucuza alıp pahalıya satarak da elde edilmez,


ama emeğin üretkenliğinin (çalışma birimi başına çıktı miktarının)
artırılmasıyla elde edilir.
Locke ' Emeği ' muhtemelen kar üretimine katarak, sistematik
bir mülkiyet teorisini buradaki gibi kapitali st il kelere benzeyen bir
şeyler üzeri ne inşa etmeye çal ışan ilk düşünür hali ne gelir. Kesin­
likle olgun endüstriyel bir kapitalizmin teorisyeni değildir, ancak,
mülkiyet görüşü, üretkenliğe yaptığı vurguyla, kendisini öncülle­
rinden ayırır. Değerin, aktif olarak üretim içinde yaratıldığı biçi­
mi ndeki düşüncesi , basit biçimde, mübadele sürecine, 'dolaşım
alanı 'na odaklanan daha önceki geleneksel görüşlerden büyük
oranda farklıdır. (On yedinci yüzyılda bu 'emek değer teorisine)
benzer bir fikir sadece çoğu kez ekonomi-politiğin kurucusu sayı­
lan William Petty 'de bulunabilir.) Locke, ekonomik çalışmaların­
da arkalarına yaslanan ve topraklarını ıslah etmeksizin rantlar top­
layan toprak sahibi aristokratlar konusunda ve ayrıca bir piyasadan
ucuza alarak başka bir piyasada daha yüksek bir fiyattan satarak
kabaca komisyoncu gibi davranan ya da fiyatlarını yükseltmek için
mal i stifleyen ya da satış karlarını artırmak için bir piyasada tekel­
ci gi bi davranan tüccarlar konusunda eleştireldir. Onun görüşüne
göre, her iki tür mülk sahibi de asalaktır. Ancak bu tür mülk sahip­
lerine saldırısı, çalışan insanların hakim sınıflara karşı bir savunusu
biçimindeki bir yanlışlıkla okunmamalıdır. Çalışkan zanatkarlar ve
ticaret adamları hakk.Jnda kesinlikle söyleyecek iyi şeylere sahip­
tir, ancak öyle görünmektedir ki ideal i , cemaatteki zenginliğin ni­
hai kaynağı olarak gördüğü ve 'ilk üretici ' olarak adlandırdığı ıslah­
çı büyük toprak sahipleri, Shaftesbury gibi kapitalist toprak sahibi
ve sömürge ticaretinde yatırımcı olan, sadece 'çalışkan ' olmakla
kalmayıp sahip olduğu geniş mülkiyetiyle cemaatin zenginliğine
çokça katkıda bulunan bir adamdır.
Locke 'un mülkiyet görüşü, Birinci Bölümde betimlenen tarım
kapitalizminin ilk günlerinin İ ngilıere'sinin koşullarına çok uygun
düşer. Bu görüş, bel li ellerde oldukça yoğunlaşmış toprak sahipli­
ğinin ve geniş mülkleri n, eşi benzeri görülmemiş üretken bir ta-
206 iSYAN ııuıuısıı KAPITALIZMNIN Y U KSELIŞI •e S i YASAL TEORi

rımla işbirliği içinde olduğu bi r durumu açıkça yansıtır (sadece


toplam çıktı anlamındaki üretkenlik anlamında değil ama iş birimi
başına üretkenlik anlamında). 'Islah · dili. bu zamanda İ ngiltere 'de
serpi len, tarım tekniklerine adanan, özelli kle Locke ve Shaftes­
bury 'nin yakından ilişkili olduğu Royal Society adlı bilim toplulu­
ğu ve bu bilge gruptan türeyen bilimsel literatürü yansıtır. Daha da
özel olarak, ortaklaşa toprağa sürekl i olarak, kıraç toprak olarak
gönderi yapması, toprağın ortaklaşalıktan çıkarılmasına ve aslında
çitlemeye yaptığı övgü, kendi zamanında oldukça güçlü yankılar
almışur.
Şunu hatırlamamız gerekir ki Locke 'un zamanındaki mülkiyet
tanımı, sadece felsefi bir sorun değildi, ama dolayısıyla pratiğe iliş­
kin bir sorundu. Yeni kapitalist bir mülkiyet tanımı, geleneksel bi­
çimlere sadece teoride değil, pratikte de meydan okuyarak, kendi
kendini oluşturma süreci içi ndeydi. Örneğin, toprağın aynı bölüm­
lerinde örtüşen kullanım hakları düşüncesi, (otlatma haklarıyla bir­
likte ortaklaşa olan topraklar ya da başkalarının odun ya da artık
ekin i toplama haklarına sahip olduğu özel olarak sahi plenilmiş
topraklar vb), İ ngiltere 'de dışlayıcı sahipliğin yolunu açıyordu ve
on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar, ortaklaşa ve örfi
haklar üzerinde sürekli tartışma vardı. Karlı mübadele amacıyla ' ıs­
lah ' ilkesi giderek artan biçimde, mülkiyete ilişkin diğer ilkeler ve
diğer haklara (bu haklar, adetlere ya da bazı temel geçim haklarına
da dayansa) üstünlük kazanmaya başlıyordu. Ü retkenliğin artırıl­
ması, kendi başına diğer hakları dışlamanın bir nedeni olmuştu.
Halk tabakasından olanların örfi haklarını ortadan kaldırmayı.
onları ortaklaşa topraklardan dışlamayı, çitleme yoluyla ortaklaşa
toprakları dışlayıcı özel mülkiyete dönüştürmeyi amaçlayan toprak
sahiplerini desteklemek için Locke 'unkinden daha iyi hangi argü­
man bulunabilirdi ki? Çitleme, dışlama ve ıslahın, cemaatin refahı­
nı artırdığını ve 'ortaklaşa stoktan' eksi ittiğinden daha fazlasını ek­
lediğini söylemekten daha iyi hangi argüman olabilirdi ki? Ve ger­
çekten de, on yedinci yüzyılda, yargıçların toprak üzerine çıkan çe­
kişmelerde, dışlayıcı mülkiyete ortaklaşa ve örfi haklar üzerinde
JOHN LlX'KE'un SiYASAL DllŞl lNCELERI 207

üstünlük kazandırmak için, Taslağı Locke tarafından çizilen ilkele­


re çok benzeyen ilkelere başvurduklarını gösteren çok sayıda yasal
karar örneği bul unmaktadır. Çitleme on sekizinci yüzyılda, Parla­
mentonun sürece aktif olarak dahil olmasıyla birlikte süratle hız­
landırıldığında, mülkiyete ilişkin hakkın temeli olarak ve öı1i hak­
ların ortadan kaldırılmasının zemini olarak, 'ıslah ' nedenlerinden,
sistematik biçimde söz edilecekti.
Bu, Locke 'un mülkiyet teorisinin S haftesbury gibi toprak sa­
hipleri nin çıkarlarını desteklediği tek yöntem değildir. Locke 'un
köleliği meşrulaştırmasından daha önce üstü kapalı olarak söz et­
tik. Şunu da eklemeye değer ki, Locke'un ıslah üzerine görüşleri,
tıpkı Amerika ve Amerika 'nın yerli halkları üzerine yorumlarının
acıl ı biçimde açık hale getirdi kleri gibi, sömürgeci yayılmacılığın
ve yerli halkların mülklerinden edilmesinin savunusuna kolaylıkla
yönlendiri lebilirdi. Amerikalıların ıslah edilmemiş toprakları, 'kı­
raç ' ol maktan başka bir şeyi göstermiyorlar idiyse, tıpkı 'çalışkan
ve rasyonel ' insanın, orijinal doğa durumunda yapmış olduğu gibi,
bu toprakları çitlemek ve ıslah etmek Avrupalılara tanrısal olarak
emredilmiş bi r görevdi. Paranın yokluğuyla, ticaretin yokluğuyla,
ıslahın yokluğuyla, ' Başlangıçta, bütün Dünya Amerika 'ydı ' (il.
49). Eğer dünya - ya da dünyanın bazı parçaları - Tanrının emri
üzerine, doğal durumdan çıkarılmıştı ise, bu tür bir ilkel durumda
kalan herhangi bir şey de, kesinlikle aynı yoldan gitmek zorunday­
dı.
Sonuç

John Locke, parlamenter ' sınırlı ' yönetimin güçlü bir savunusunu
inşa eni, ancak bunu demokrasiyi kucaklamadan yaptı. Kadınların
oy hakkı konusunda hiçbir şey söylenmezse, Düzleyicilerin talep­
te bulundukları, erkeklerin evrensel oy kullanma hakkı türündeki
bir yaklaşımın benimsenmesine kadar dahi olsa, Parlamenter yö­
netimin demokratikleşmesinin öncesinde, uzun bir zaman ve çok
sayıda mücadele cereyan edecekti. Sonunda kazanılan bu zaferler,
kesinlikle kazanılmaya değer zaferlerdi; ancak o zaman oy verme
hakkı, artık Düzleyicilerin istemiş oldukları bir farkı yaratamazdı.
Kapitalizm, siyasal hakların değerini tümüyle değiştirdi. Fe­
odal lort, köylülerden rantların çekip alınmasında askeri ve siyasal
baskı iktidarlarına bağımlı iken, kapitalist mülksüz işçilerle ilişki­
sindeki 'ekonomik ' zorlamalara yaslanabilir. Kapitalistler, devle­
tin desteğine kesinl ikle gereksinim duyarlar ve işyeri , kesinlikle
hiyerarşik ve baskıya dayalı yöntemlerle örgütlenir; ancak işçi ler,
tümüyle ekonomik baskıya maruzdurlar, çünkü emek gücüne sa­
hip olmayı ve geçimlerini sürdürmeyi sağlayan araçlara ulaşmak
için, emek güçlerini bir ücret karşılığında satmak zorundadırlar.
Dolayısıyla kapitalizm, bir siyasal haklar tekeli ne bağımlı olmayan
kendine özgü hükümranlık biçimleriyle birlikte, az ya da çok
'özerk ' bir ekonomik alan yaratmıştır. Mülk sahibi sınıflar için, bir
keresi nde gerçek bir tehlike göstermiş olan yasal ya da siyasal öz­
gürlük ve eşitlik, ekonomik eşitsizlik ve sömürü için oldukça az
tehlikeli hale gelmiş bulunmaktadır. Bu koşullarda, evrensel oy
verme hakkı bile, özü itibarıyla kapitalizm tarafından yaratılan som
' ekonomik· nitelikteki iktidarları dokunulmadan olduğu gibi bıra­
kır.
'!09
210 iSYAN BORUSU KAPI TALI ZM N I N Y l lKSl:--l..I ŞI • c SIYASALTl:OR I

Ancak, siyasal haklar on yedinci yüzyılda bi le bugünkünden


farklı bir anlama geliyordu. Winstantley gibileri ni bir tarafa bıra­
kacak olursak, Düzleyicilerin bile. parlamenter oy hakkının değe­
rini abartmadıkları doğrudur. Her şeyden önce, iktidarın yerel yö­
netimlere devri gibi, di ğer siyasal reformlarla daha çok ilgil iydiler.
Bununla birlikte, hala mülkiyetin anlamı konusunda mücadele et­
mekte olan bağımsız küçük üreticiler için ve devlet ile hukukun,
mücadelede temel aktörler olduğu bir zamanda, Düzleyiciler tara­
fından talep edi len oy hakkı ve diğer siyasal reformlar, özsel bir
farklılık yaratmış olabilirdi. Temel mül kiyet konularının halen tar­
tışılmakta olduğu; nüfus kitlelerinin, henüz mülksüzleştirilmemiş
proletarya olmadığı, mülksüzlükleri nedeniyle sermayenin tümüy­
le ekonomik olan iktidarına tabi olmadığı ve geniş mülk sahipleri­
nin halen toprağı biriktirme, örfi hakları ortadan kaldırma ve mül­
kiyet hakkının kendisini yeniden tanımlama süreçlerini destekle­
mesi için devletin doğrudan denetimine çok fazla bağımlı olduğu
bugünler, kapitalizmin hala ilk günleriydi. Bu koşullarda, halkçı
oy verme hakkı çok şey ifade edecekti. lreton ve diğerleri , kendi
bakış açılarından, bu reformlara direnmekte haksız deği ldiler.
Kapitalizmin daha sonraki gel işimi muazzam değişiklikler ge­
tirdi. Modem endüstriyel kapitalizmin ve onun kitlesel proletarya­
sının gelişiyle birlikte ' ekonomik' iktidarın yayılması, siyasal hak­
lara da daha az alan bıraktı. Kapitalizmin ekonomik alanı, insanın
yaşam alanlarından giderek daha fazlasını kapsamak üzere geniş­
ledi. Kapitalist iktidarın yeni biçimleri, eşi benzeri görülmemiş
yöntemlerle, emek süreci üzerine doğrudan denetim uygulayarak
ve bununla birl ikte, çalışanların yaşamlarının uyanık halde geçen
çoğu bölümündeki etkinlikleri denetleyerek işyerine kadar ulaştı.
Kapitalist piyasa, giderek artan biçimde rekabet, birikim, kar mak­
simizasyonu ve ' büyüme' zorunluluklarını, insan etkinliğinin her
yönüne ve doğanın kendisine dayattı.
Bugün biz, seçim siyasetinin sınırları hakkında, on yedinci yüz­
yıl radikallerinin bildiklerinden daha çok şey biliyoruz ya da bil­
memiz gerekir. Yetişkinlerin evrensel oy verme hakkı. öneml i bir
SONUÇ 211

zaferdi ve bunun başarılması, uzun ve zorlu halk mücadelelerini


gerektirdi. Ancak kapitalizmin gelişimiyle birlikte, şu giderek açık
hale gelmiştir k_i , tümüyle siyasal anlamdaki demokrasi, kendi ya­
şamlarımız üzerindeki denetimimizi, aşağı yukarı Düzleyicileri n
ya da iki yüzyıl sonra Chartistlerin olacağını düşündükleri kadar
artınnaz. Toplumsal iktidar, sadece siyaset üzerindeki etkisi aracı-
1 ığıyla değil , ama piyasa dayatmaları kadar, işyerindeki ya da emek
ve kaynakların dağılımındaki iktidarı aracılığıyla da, aşırı biçimde,
sennayeni n eUerine geçmiş bulunmaktadır. Yaşamımızın tüm bu
yönleri ve çok daha fazlası, demokratik iktidar ve sorumluluğun
dışında kalır.
İ çinde yaşadığımız dünya hakkında, on altıncı ve on yedinci
yüzyılların siyasal düşünürleri ve toplumsal eleştinnenlerinden
öğrenecek çok şey vardır. Bugün, liberalizm ya da sosyalizm gibi
aşina siyasal ideolojilerimiz, kendi kökenlerinin izlerini, bu çal­
kantılı dönemde ortaya çıkan düşüncelere; devlet, hukuk, özgür-
1 ük, mülkiyet, haklar ve demokrasi gibi erken dönem modem kav­
ramlara kadar götürebilirler. Ayrıca bu düşünürler bize, kapitalizm
hakkında da çok şey söyleyebilirler. Bizler sistemi, tartışmasız ka­
bul ederken, onlar sistemin meydana gelişini gözlemlediler ve sis­
·
temin ürettiği muazzam toplumsal değişimlerden kaynaklanan ak­
samaları görüp yaşadılar. Bugün, çok sayıda i nsan kapitalizmi, ev­
rensel ve kaçınılmaz bir doğa yasası olarak görürken, o zamanki
insanlar için kapitalist mülkiyet ilişkileri, doğal olmak dışında her
anlama geliyordu. Bu ilişkileri n kurulması, her zaman mücadeleyi
içeren bir süreçti ve mücadele içindeki tüm cephelerden, bu ilişki­
ler hakkında öğrenecek şeylerimiz vardır. En azından, kapitalizmin
ezeli ve ebedi olmadığını ve başka insani seçenekler olduğunu öğ­
renebiliriz. Son olarak, Düzleyicilerden, Kazıcılardan ve diğer er­
ken dönem modem radikallerden, özgürlük, eşitlik ve baskıcı ikti­
dara karşı direnme konusunda halen öğrenecek çok şeyimiz vardır.
Ancak bizler, ayrıca onların özgürleştinne projesini , modern kapi­
talizm tarafından gi rişi ve çıkışı tıkanmış hükümranlık alanlarına
yaymaya ilişkin kendi yöntemlerimizi bulmak zorundayız.
İDEOLOJİ ve ÜI'OPYA
Kari MANNHEIM
Almancadıvı Ç�iren: Mehmet Olcyayuz
Mannheim, bilgi sosyolojisine giriş olarak tasarladığı ideoloji vt Ütop­
ya 'da sosyologların asıl görevini ikiye ayırır: Kısmi ideolojilerin eleş­
tirel incelenmesi ve (bilgi sosyolojisinin özel misyonu olan) toplumun
bütünlükçü ideolojinin �tmlması. Somut olarak ele aldığı şey. insan­
ların belli tarihsel-toplumsal koşullarda sahip oldukları düşünce ve bil­
gi biçimleridir. insani düşüncenin özü. "İdeoloji ve Ütopya" bu cüm­
leyle başlar: .. Bu kitap, insanlann gerçekte nasıl düşündükleri proble­
mini ele alır."

ŞİDDET ÜZERİNE DtlŞÜNCELER


Georges SOREL
Fransızcadan Ç�iren: Anahid Hazaryan
işte, elimizin altında oldukça kötü bir üne sahip olmakla birlikte gele­
cek kuşakları zehirleyecek şeytani fi ki rler içeren bir kitap bulunuyor.
Art arda, belki de aynı zamanda, mill iyetçi aşın sağ ile devrimci aşın
sol , faşistler, teröristler her kesimden totaliterler "Şiddet Üzerine Dü­
şünceler"e gönderme yaptılar.
..Şiddet Üzerine Düşünceler" özünde, bireyin haklannın Devlet'in çı­
karlarına karşı savunulmasının bulunduğu belirtildiğinde çoğu insan
şaşıracaktır.
Sorel bu kitapta, otoritenin eylemlerini güç, başkaldın eylemlerinin ise
şiddet olarak tanımlanmasını öneren ünlü ayırımını ortaya koymaktadır.

İNSAN, POST-İNSAN
Dominique LECOURT
Fransızcadan Çeviren: Hande Turan Abadan
Post-insanlık çağına adım allık mı? Bi yoteknolojiler; klonlanmış ko­
yundan sonra kopyalanmış bebekler, genleri değiştirtmiş bitkiler, hor­
monlu gıdalar, bilgisayar, robotlar . . . "İnsan doğası" nereye gö\i,lrtilü­
yor? Biyolojik bir felaketle mi karşı karşıyayız? Bütün bunları yap­
makla, İlahi gücün yani Tanrını işine karışmış olmuyor muyuz?


epos
MAKYAVEL'İN YALNIZLJ(;I
ve Bafka Metinler
"A.lthıuur'in Mirası"
Louis ALTHUSSER
Fransızcadan Çeviren: Turhan Ilgaz. Aldaddin Şenel, Seda Çanrulc
Makyavel 'in Yalnızlığı Althusscr 'in kuramını oluşturan önemli çalış­
malaıı n ı ya da Althusser 'in Mirasını bir araya getiriyor. Bu kitap Ah­
husscr'in Türkçe'de şimdiye kadar yayımlanmamış bazı temel çalış­
malannı da okura sunuyor. Althusser'in doktora savunusu (Marx İçin
ve Kapital ' i Okumak adlı kitaplarını temel alan) Amiens Savunusu ile
Makyavel'in Yalnız/ılı yayımlanmamış olan temel çal ışmalardan iki­
si . . .
Marksizmin eyleyicilerininlöğretmenlerinin sadece iyi bir öğrencisi
olduğunu beyan eden ve fiilen mevcut olan kuram dünyasında Adeta
Makyavel kadar yalnız olan Althusser. hedefi nin/girişiminin Marx ' ı n
anlaşılabileceği temelleri göstermek olduğunu söylüyor.

BtRi TOTALİTARİZM Mİ DEDİ?


Bir Nosyonun (Kötü�) KuJJanunuuı B•ı MiUlolıak
Slavoj Zizek
lngilizceden Çeviren.Bali/ Nalçaoglu

Bu kitapta okur. 'totalitarizm ' hayaletinin MM ortalıkta gezindili ko-


nusunda uyarılmaktadır
"Bu kitap. ' total itarizm' nosyonunun bırakın etkili bir kuramsal kav­
ram olmayı. asl ında bir tür kıytırık mazeret olduğunun ifade edilme ça­
basıdır: 'Totalitarizm' nosyonu bizleri düşünmeye sevk etmez, tam ter­
sine bizleri kendi tanımladığı tari hsel gerçeklikle i l gili yeni bir içgörü
edinmeye zorlar ve halli düşünme zahmetinden kurtarır, ya da hatlA
düşünmemiz.i aktif bir biçimde önler.
Bu kitap sabırsız okura ' totalitarizmi n ' , daha en başından beri . hep ve
tıala neden kıytırık olduğunu açıklamaktadır."


epos
DEVLET, iKTIDAR, SOSYALiZM
Nkos POULANTZAS
Fransızcadan çeviren: Turhan Ilga�
Kapitali:::m ı·e modern lcapiıalist devlet nasıl iıler.' //aidar nedir.' Toıaliıariznı ne­

dir' Siyasal mücadele nedir? Mulwlefet nedir.' //aadara kıırıı di�niı nasıl o/malı-
dır' Sosyalist ülkelerin ve devletlerin temel problemi nedir.'

Devlet, İktidar, Sos)'alizm: Poulanızas' ı n zamansız ölümünden önce


yayımlanmış olan son kiıabıdır. ' Devlet, iktidar ve Sosyalizm' Poulanı­
zas ' ın kuramsal ve siyasal paradigmasının en açık yanını, muhıemel ki
siyaseıe bağl ılık çabasını gösıermesi nedeniyle önemlidir.
Bu kiıap. Poulanızas ' ı n eski düşüncelerinden vazgeçtiği ya da artık "si­
yasal dönıişümıin" ıamarnladığı bir eser olarak kabul edilse de aslında
reel sosyalizmlerle, sol-ıeknokraıçılı�ın. ve de 'yeni filozoflarla' yeni­
sol ' un iklidara ve modem devlete dair görüşlerinin eleşti risine aynl­
mışur.

MARX'IN EKOLOJtst: Mat�ryalivrı v� Dofa


Jobn Bellamy FOSTER
lngi/iıceden Çeviren: Ercüment Öz/caya
John Bellamy Foster'e göre . Marx ' ı n düşüncesi derinden daha doğru­
su sistematik biçi mde ekoloji ktir. Bu ekolojik perspektif. Marx ' ı n tarih
biliminden kaynaklanmakıadır." Çünki.ı Marx ' ın toplum ve doğa anal i­
zi billün/gövde ya da meıabol izma kavramları�fa anlam kazanır. Fakal
Marx'a göre, kapital izmin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan do­
ğa-insan �lünmesi. metaboli zmada "onarılamaz bir yanlma" yarat­
mışu.
Marx ' ı n ekoloji gibi hayali bir mesele hakkında da söyleyebi lecek cid­
di sözleri var. . .


epos
DEVLETE KARŞI DEMOKRASi
Man ve Maky•vel Momenti
Miguel ABENSOUR
Frn.an.sızcadan Çevirrnler: 'ZeyN!p Gambeıti, Nami B�er
Bu kitapta bıitün zamanlann çağdaşı olan ve iki "modem" kuramcı
yanyana getiriliyor.
"Nasıl olur da özgürlük yasaya karşı değil de, yasayla birlikte, onu do­
Auran özgürlük arzusuyla birlikte düşünülmez; nasıl ol ur da özgürlük
i ktidara karşı değil de, insanların ortak eylemlerinin sonucu olarak kur­
gulanan bir iktidarla birlikte teorileştirilmez? En önemlisi, nasıl olur
da özgürlük. politi kaya karşı, ondan kurtulmak istennişçesine değil de,
özgürlük arzusunun asıl nesnesi olarak algılanmaz?
Üzgürlükçü ilhamla beslenen politika. dünya ve ölümlü insanların ka­
derine çözüm üreune çabası olarak değil, bunlara dair hiç sonlanmaya­
cak bir sorgulama olarak yaşanmalıdır."

MARX ve DO(;A: Al·Ytfil Bir Ptn/Mlrlif


Pılul BURKETI
lngilizceden Çeviren : Ercüment Öz):Qya
"Nihayet biri çıkıp. Marx ve çevre üzeri ne, Marx 'ın ilk felsefi eserle­
rinin otesine geçen ve olgunluk dönemi ekonomi politik eleştirisınin
ekolojik potansiyelini keşfeden bir kitap yazmış bulunuyor!
Paul Burken' ı n Mar:c ve Doga 'sı bir ufuk turudur. Şu anki küresel yı­
kım sisteminden kaygı duyan herkesin ve özellikle de adil ve sürdürü­
lebilir bir çıkış yolu aramakla kararlı olanların ilgisine."
John Bellamy Foster


epos
"İçinde yaşadığımız dünya hakkında, on altıncı ve on yedinci yüzyılların
siyasal düşünürleri ve toplumsal eleştirmenlerinden öğrenecek çok şey
vardır. Bugün, liberalizm ya da sosyalizm gibi âşinâ siyasal
ideolojilerimiz, kendi kökenlerinin izlerini, bu çalkantılı dönemde
ortaya çıkan düşüncelere; devlet, hukuk, özgürlük, mülkiyet, haklar
ve demokrasi gibi erken dönem modern kavramlarına kadar götürebilirler.
Ayrıca bu düşünürler bize, kapitalizm hakkında da çok şey
söyleyebilirler. Bizler sistemi, tartışmasız kabul ederken, onlar sistemin
meydana gelişini gözlemlediler ve sistemin ürettiği muazzam toplumsal
değişimlerden kaynaklanan aksamaları görüp yaşadılar. Bugün çok
sayıda insan, kapitalizmi, evrensel ve kaçınılmaz bir doğa yasası olarak
görürken, o zamanki insanlar için kapitalist mülkiyet ilişkileri, doğal
olmak dışında her anlama geliyordu. Bu ilişkilerin kurulması, her
zaman mücadeleyi içeren bir süreçti ve mücadele içindeki tüm
cephelerden, bu ilişkiler hakkında öğrenecek şeylerimiz vardır.
En azından, kapitalizmin ezeli ve ebedi olmadığını ve başka insanî
seçenekler olduğunu öğrenebiliriz. Son olarak, Düzleyicilerden,
Kazıcılardan ve diğer erken dönem modern radikallerden, özgürlük,
eşitlik ve baskıcı iktidara karşı direnme konusunda halen öğrenecek
çok şeyimiz vardır. Ancak bizler, ayrıca onların özgürleştirme projesini,
modern kapitalizm tarafından girişi ve çıkışı tıkanmış hükümranlık
alanlarına yaymaya ilişkin kendi yöntemlerimizi bulmak zorundayız."

Ellen Meiksins Wood, Neal Wood

ISBN: 978-975-6790-55-7 \

epOS bilim - felsefe - politika 9 18 9756i79055 7İI

You might also like